Ruhi Hoca Ve Sayko Liseliler Özgürbayındır Iç 1 1

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 138

RUHİ HOCA

&
SAYKO LİSELİLER

Özgür BAYINDIR
CİNİUS YAYINLARI
ÇAĞDAŞ TÜRK YAZARLARI | ----------------

Babıali Caddesi, No. 14 Cağaloğlu - İstanbul


Tel: (212) 5283314 — (212) 5277982
http://www.ciniusyayinlari.com
iletisim@ciniusyayinlari.com

Özgür BAYINDIR
RUHİ HOCA VE SAYKO LİSELİLER

Yayına hazırlayan: ---------------


Kapak tasarımı: ---------------
Dizgi: --------------

BİRİNCİ BASKI: -------, 2021

ISBN 978-605-127--------------

Baskı ve cilt:
Cinius Sosyal Matbaası
Çatalçeşme Sokak No:1/1
Eminönü, İstanbul
Tel: (212) 528 33 14

Sertifika No: 12640

© YAZARIN ADI, 2021

© CİNİUS YAYINLARI, 2021

Tüm hakları saklıdır.


Bu yayının hiçbir bölümü yazarın yazılı ön izni olmaksızın,
herhangi bir şekilde yeniden üretilemez,
basılı ya da dijital yollarla çoğaltılamaz.
Kısa alıntılarda mutlaka kaynak belirtilmelidir.

Printed in Türkiye
RUHİ HOCA
&
SAYKO LİSELİLER

ÖZGÜR BAYINDIR
İÇİNDEKİLER

Giriş..................................................................................................7
1. Bölüm: Öğretmenlik İlkeleri - İlk Ders.................................13
İlke 1...............................................................................................18
İlke 2...............................................................................................22
İlke 3...............................................................................................28
İlke 4...............................................................................................31
İlke 5...............................................................................................36
İlke 6...............................................................................................40
İlke 7...............................................................................................43
İlke 8...............................................................................................46
İlke 9...............................................................................................49
İlke 10.............................................................................................51
2. Bölüm: Sayko Liseliler.............................................................55
Pet Şişe...........................................................................................57
Uzun Eşşek....................................................................................62
Sıralar ve Öğretmen Sandalyesi..................................................67
Saykoluk İçimizde........................................................................70
Instagram.......................................................................................77
Sihirbazlar Çetesi..........................................................................86
Zorbalık.........................................................................................90
3. Bölüm: Rehberlik Odası..........................................................97
Bire Bir Görüşmeler...................................................................103
Merve...........................................................................................105
Burak............................................................................................111
Nuray............................................................................................116
Hüseyin........................................................................................123
Melih, Karsu, Emre, Begüm, Hakan ve Aslı............................129
4. Bölüm: Çıkmaz Sokak...........................................................135
Son Söz.........................................................................................138
Giriş

M
erhaba;
Ben Ruhi Hoca… Ruhi Ölmez
Anlatacağım hikâyelerde temel amacım, aklınızı
biraz olsun karıştırmaya çalışmak. Eğer aklınız karışıksa bu daha
iyi, zira bu sefer ters etki yapıp aklınız başınıza gelebilir.
Öğrenci, küçük yaşlardan itibaren okula giden insandır. Bu
manada işe giden herhangi bir çalışandan ya da askerden çok
da farkı yoktur. Eğer 8. ya da 12. sınıfta öğrenci iseniz ve orta-
da hazırlanılması gereken bir sınav varsa okul yerine dershane
ya da kursa gidilmesi gerekebilir. Ama bu sınıflar haricinde
öğrenci açısından okula gitmenin hiçbir izah edilebilir tarafı
yoktur. Gitmesi gerekiyordur ve gidiyordur. Gitmek istiyor
mudur? Duruma göre değişir. Öğrenci eğer okulu eğlenceli bir
yere dönüştürmeyi başarmışsa - ki bunun yolu eğlenmekten,
şaka yapmaktan ve dalga geçmekten geçiyordur- istiyordur; yok
eğer okul klasik anlamda zihinlerde çağrışım yapan bir yer ise
8 | Ö z g ür BAYINDIR

kesinlikle istemiyordur. Bu tipler için okulun bir hapishaneden


farkı yoktur.
Sıradan bir öğrenci birçok durumu anlamadan okula gider.
Mesela neden okula gittiğini bilmez. Neden öğretmene itaat
etmesi gerektiğini bilmez. Sınavlar, ödevler, kapalı bir ortamda
düzgün oturmak ve saçının kısa olması dâhil birçok zorunlu-
luğun sebebini bilmez.
Sınıf ise gerçekten dardır ve orada manevra imkânı azdır. O
nedenle genelde okul eşyaları bu durumda en çok zarar gören
ve zarar veren hâline gelir.
Öğretmen ise öğrencileri sorun çıkaran ve çıkarmayan
olarak ikiye ayıran insandır. Birçokları idealist öğretmen olarak
mesleğe başlar ve bir süre sonra içindeki “idealist” ruh gider,
geriye bildiğiniz öğretmen kalır. Eğer gerçekten -nasıl olmuşsa-
iyi bir idareci ve öğrencilere denk gelmişse idealistliğinin bir
süre daha uzayabileceğinden bahsedebiliriz.
İşte; okul, sınıf, öğretmen, öğrenci gibi özel mekân ve kişiler
çok canlı ve heyecanlı olayları ortaya çıkarırlar.
Ben bir öğretmenim, branşım ise PDR. PDR, Psikolojik
Danışmanlık ve Rehberlik demek. Okulda bir odam var ve key-
fim yerinde. O nedenle bazı öğretmenler beni sevmeyebilirler.
Rahat koltuklar, kahve makinası ve renkli bir ortam. Haklarını
yemeyeyim, ne de olsa birçoğu koşuşturup sınıf ortamında
“gelişmekte olan” bir sürü öğrenci ile uğraşıyorlar. Yani bana
kızgın olmaları gayet doğal.
Bazen derslere girerim ama genelde öğrencilerle odamda bire
bir görüşürüm. O nedenle öğrencileri diğer hocalardan daha iyi
tanıdığımı iddia edebilirim.
Ha unutmadan, adımın Ruhi olması nedeniyle ve sert bir
öğretmen olamadığım için öğrenciler benimle sürekli dalga
geçer. Yani onların arkamdan taktığı lakap, “Ruh”. Sürekli olarak
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

ruh ile ilgili imalarda bulunup, ne kadar içinde ruh barındıran


deyim, şaka varsa maruz kalıyorum. Aslında anlatacaklarımın
ana kaynağını da bunlar oluşturuyor diyebilirim.
Her ne kadar öğrencilerimle çoğunlukla odamda bire bir
görüşme sağlasam da öğretmenlik ilkelerimi daha çok sınıf
ortamında ya da ders dışı durumlarda elde ettim. Yani tek baş-
larına melek gibi olan bu tür insanlar grup hâline geldiklerinde
birer canavara dönüşüyorlar. Kendinizi, bazen bireysel olarak
“Zeki, ama çalışmıyor.” olarak yorum yaptığınız bir öğrenciye
arkadaşları arasındayken “Çok çalışıyor ama kafası basmıyor.”
gibi tam zıttı bir yorum yaparken bulabilirsiniz. Zira olmayacak
davranışı, olmayacak zamanda, olmayacak şekilde yapmak için
biraz zeki olmamak gerekiyor. Ama aynı öğrenci odama geldi-
ğinde o grup içindeki ‘canlı’ gidiyor, yerine son derece duyarlı
ve akıllı başka bir öğrenci gelebiliyor.
Odamda yaptığım bire bir görüşmeler hikâyelerimin başka
bir kısmını oluşturuyor. Toplu hâldelerken öğrenciler ile ilgili
genelde olumsuz kanaatler edindiğim doğrudur. Çünkü topluluk
psikolojisi ve olumsuzlukların diğerlerini daha çabuk etki altına
alması ve aykırı olmanın dışlanmışlık sonucunu ortaya çıkar-
ması, toplu hâlde iken aralarda olan küçük olumlu durumları
hatırlamamızı imkânsızlaştırıyor. Kötülük; baskın karakterlerin
bireysel tercihleri ile plansız ve anlık organizasyonları hızla
oluşturabilirken iyilik; ortak akıl, plan ve uzun uğraşılar son-
rası oluşuyor. Elbette bu arada öğretmenlik ilkelerini daha çok
ilk yıl yani tecrübesiz (saf) olduğum dönemde edindiğim için,
sürekli ve her öğrenci için aynı kanaati taşımadığımı da burada
belirtmek isterim.
Öyleyse Saf Ruhi’nin ilk yıl çektiklerini ve “Yıkılmadım
ayaktayım.” mücadelesini hep birlikte takip edelim. Keyifli
okumalar.
1. Bölüm

Öğretmenlik İlkeleri
Öğretmenlik İlkeleri

İlk Ders

İ
çimde acayip bir korku var, öğretmenler odasından ayrılı-
yorum, keşke hep burada kalsam ama nafile…
“Dönülmez akşamın ufkundayım
Vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm
Nasıl geçersen geç”
Dilimde bu ölümsüz eser ile yürüyorum. Koridorda bekle-
yen öğrencilerin şuh kahkahaları kulaklarımda yankı yapıyor.
Herkesin el işareti ile beni gösterdiği ve şaşkınlık içinde bir öğ-
rencinin diğerinin sağ böbreğinin üzerine bir dirsek geçirmesi
ile afallayanlar gözümden kaçmıyor.
Koridorun sonundaki kız ise ağzının kaç dakikadır açık
14 | Öz g ür BAYINDI R

kaldığını, salyalarını silince fark etmiş olmalı. Bu koridorun bu


kadar uzun olduğunu bilmiyordum; sanırım yüz metre vardır.
Bitse de bu işkenceden kurtulsam, diye Allah’a dualar ederken
bir yandan da derse ilk girdiğimde ne diyeceğimi düşünüyor-
dum. Merhaba mı desem yoksa günaydın mı? Sert mi dursam
yoksa gülümsesem mi? Psikolojide ne kadar bildiğim varsa önce
hızla taradım, sonra, evet sonra hepsini unuttum. Sanki hiçbir
şey bilmiyordum. Allah’ım ne olur yardım et. Biliyorum insan
davranışlarını çözümlemek için bir hayli kitap okuyup sınavlara
girdim. Bu arada seni ihmal ettiğimi de biliyorum yani, yeni fark
ettim. Şimdi bu ilk derste sen bana yardım et. Bu akşamdan tezi
yok hemen sana daha yakın olmaya çalışacağım. Resmen Allah
ile pazarlık yapıyordum ya, tövbe tövbe! İçinde bulunduğum
stresten ne düşündüğümün farkında bile değilim.
Neyse ki en sonunda koridor bitti. Kapıda bekleyen beş kız
öğrenci o kapıyı bir kale misali çevrelemişlerdi. İşte o zaman
anladım o sınıfa girmenin öyle kolay olmadığını. Sanki kapının
etrafında metal bir şerit vardı ve belli sayıda led lamba yanıyor-
du. En önde en az seksen kilo olan bir hanımefendi “Hey bayım,
üzerinizdeki tüm metal eşyaları şu kutuya koymanız gerekiyor.”
dedi. Anladım ki o kapı sıradan bir kapı değil. Tam üzerimdeki
metalleri çıkaracaktım ki içlerinden birisi, “Buna gerek yok. O
her durumda bu kapıdan geçebilir.” dedi. “Yani çok zorlarsak
duvardan bile geçebilir, bence ona bu prosedürü uygulamaya-
lım.” Neyse ki içlerinden insaflı olan biri sayesinde en az beş
dakika sürecek güvenlik kontrolünden yırtmıştım.
Tam dört tane kızı geçtikten sonra beşincisi bana ters ters
bakmaya başladı. Üzerimdeki bombayı fark ettiğine eminim.
Buradan kolayca geçip sınıfın içinde kendimi rahatlıkla havaya
uçuracağımı sanmam tam bir aptallık. Zaten ilk gün kalp kri-
zinden ölerek kendimi sıradan bir ölüme razı edemezdim. İşte
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

korktuğum başıma geldi. Adının sonradan Cevriye olduğunu


öğrendiğim o kız birden “Hey sen, ceketinin altında bir şey mi
saklıyorsun?” diye sordu. “Be be ben ben mi!” diye cevap ver-
dim. “Şey, o benim cüzdanım bak…” diye çıkartıp gösterince
ikimiz de rahatlamıştık.
Normalde benim bildiğim, öğretmen gelince öğrenciler
ayağa kalkardı; kendimi buna göre hazırlamıştım fakat kimse
kalkmadı. Sadece şaşkın şaşkın bana bakıyorlardı. “Merhaba,
günaydın gençler, nasılsınız?” diye sordum ama bana hâlâ
öylece şaşkın şaşkın bakmaya devam ediyorlardı. Sonra fark
ettim ki; aslında ben hiç konuşmamışım, ağzımdan akordu
bozuk keman gıcırtısına benzer birtakım sesler çıkmış. Aslında
birçok öğretmen gibi onları zorla ayağa kaldırabilirdim, belki de
bunu yapmalıydım; ama ben bir psikolojik danışman ve rehber
öğretmendim. Bunu yapmamam gerektiğini bir anda hatırladım;
evet, evet, bir şeyler hatırlamaya başladım.
Sandalyeye oturdum ve sınıf defterini doldurmaya başladım.
Aslında bunu sadece zaman kazanmak için yapıyordum. Bir
yandan da sınıf atmosferini ölçüyordum. Kulağıma birtakım
konuşmalar geliyordu. Gençler yavaş yavaş şaşkınlık havasından
çıkmaya başlamış, beni derinden derine süzüyorlardı. Anlaşılan
bir açık arıyorlardı. Açığı buldukları an, kaleye şut çekmeye
başlayacaklardı. Mizacımı mutlaka belli edecektim ve adımı
söylediğim anda bir öğrencinin, sadece bir öğrencinin atağı ile
başlayacaktı her şey.
Tekrar “Merhaba gençler!” dedim. Ahanda açığı vermiştim.
Soldan dördüncü sırada oturan, en az 1.90 boyu olduğu bacak-
larının sıraya sığmamasından anlaşılan bir öğrenci “Tekrar mı?”
diye sordu. “İlk girdiğinizde patrondan zam ister gibi çıkarttı-
ğınız o ses ‘merhaba’ mıydı?” demesiyle sınıfta “puhaha” diye
hep bir ağızdan kahkaha efektleri duyulmaya başladı. İçimden
16 | Öz g ür BAYINDI R

“İşte bir numara bu Ruhi, sakın bu çocuğu unutma!” dedim.


Yine psikoloji bilgimi kullanarak onu küçük defterime not al-
dım ve “Evladım, burada olup olmadığından emin olamadım
da, adını öğrenebilir miyim?” diye sordum. Kendimce onu
biraz korkutmaya çalışıyordum. Gerçi korkudan o sol kolumu
nereye koymam gerektiğine bir türlü karar veremeyen bendim
ama neyse. Adını sorar sormaz, “İşte bu…” diye birden sevindi,
korkutayım derken çocuğu sevindirdik ya diye birden hayal
kırıklığına uğradım. “Bugün ilk önce benimle tanışan üçüncü
hocasınız, adım Ata-KAN, ya sizin ki?” Hayda bu ne arkadaş!
Çocuk -kan- kelimesinin üzerine bastıra bastıra söyleyince
“Adım Ruhi.” diyemedim, ikinci bir “puhaha” vakası yaşamak
için çok ani ve erkendi. “Memnun oldum ATA-kan, oturabilir-
sin.” dedim. Tek yapabildiğim, benim de ‘ata’ kelimesine vurgu
yapmak oldu; pek işe yaradığını sanmam ama.
Öğrenciler açısından ilk dersin önemi çok büyüktür. Zira bu
ilk derste öğretmenin “kafalanabilecek” biri olup olmadığı ve
sertlik derecesi çok iyi saptanmaya çalışılır. Bunu test etmenin
en iyi yolu ise grup hâlinde belirli bir sebep yokken sürekli
gülmeleridir. Bu o kadar sinir bozucudur ki, kıs kıs gülmekten
başlar, ağzından tükürükler saçmaya kadar gider. Özellikle çok
ciddi bir anınızda saçma sapan bir olay olur ve gülerler. Bu, sa-
bır ölçme açısından çok önemli bir testtir. Zaten sürekli gülen
tiplere neden güldüklerini sorduğunuzda alacağınız cevap çok
şaşırtıcı değildir.
“Gülmeyelim de ağlayalım mı hocam!”
Tabii “Evladım, neden sırıtıyorsun pişmiş kelle gibi, gülüne-
cek bir şey varsa, anlatın biz de gülelim.” diyen hoca tipleri ise
ayrı bir acınası durumdur. Öğrencilerin “Anlatırsam hep beraber
güleriz gülmesine ama benden günah gider.” diyerek hocayı
köşeye sıkıştırmaları an meselesidir. Sürekli gülmeleri onlara
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

olan acıma duygunuzu bir süre sonra yok eder ve gerçekten


ağlamalarını istersiniz. Yani ağlama yetileri var mı diye merak
edersiniz. Bunlar biraz üzerine gidince de küserler, sanki gülme-
diklerinde öğretmeni cezalandırdıklarını düşünerek rahatlarlar,
oysa sınıf biraz olsun sükûnete eriyordur.
İlk ders gerçekten her iki rakip taraf için de ciddi bir sınavdır.
İdealist, hümanist, rasyonalist, pozitivist, reformist, ekolojist…
olan öğretmenler için kendini kabul ettirme, sevdirme ve olumlu
ilişkiler kurma sınavı iken; sadist, narsist, egoist, pragmatist,
kapitalist, emperyalist, karikatürist, illüzyonist, ekonomist,
piyanist, artist, turist… her neyse işte o tip öğretmenler için ise
ilk derste otoriteyi kurup sonrasında daha rahat ve sorunsuz
ders işleme sınavıdır. Velhasıl ilk dersten itibaren başlayan
sınavlar hiç bitmez.
İlke 1

Ş
akaları kaldırabildiğimi belli edersem belki işin cazibesi
ortadan kalkar diye düşünerek, şöyle bir giriş yaptım:
“Gençler; adım Ruhi, soyadım Ölmez. Okulun adı da
Şehit Mehmet Ölmez. Açıkçası Mehmet’le sık sık görüşüyoruz.
Aslında bu okulu o tavsiye etti, tam bana göre diye.” İlk önce
kimse bir şey anlamadı gibi geldi bana ama kısa bir aradan
sonra gözlerini bana dikmiş bakan bir kız o beklenen espriyi
yaptı; “Ruhlar âleminden mi tanışıyorsunuz hocam?” diye.
İşler yoluna girmeye başlamıştı. Sonuçta sıra dışı olaylar beni
geriyordu. Ruhlar âlemi esprisi zaten alışık olduğum bir durum
olduğu için, rahatladım. “Aynen!” dedim, “hepinizle daha ya-
kından tanıştıkça ölmüşlerinizin birçoğundan haber getiririm.”
diye karşılık verdim. “Gerçi artık hiç ölmeyecekler ama…” diye
de ekledim.”
Orta sıralardan bir başka öğrenci; “Gerçekten alanında tam
uzman bir öğretmenimiz oldu, ne kadar teşekkür etsek az.”
diye ekledi. Öğrenciler artık havaya girmişti. Herkesin giderek
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

ısınmaya başladığı bu hava beni de rahatlatmış, ben de o kor-


ku dolu dakikaları geride bırakmıştım. Daha ilk dersten dersi
buharlaştırmayı kendisine kutsal bir görev olarak benimsemiş
bir öğrenci, o beklenen teklifi yaptı; “Hadi hocam tanışalım.”
İçimden “Adını ve kim olduğunu çok mu merak ettiğimi sa-
nıyorsun!” demek geldi ama kendimi son anda tuttum. Kendi
öğrencilik yıllarımdan beri tanışma fasıllarını hiç sevmem.
Tabii ki bunu kabul etmedim. Onlara “Kendimi tanıttım ya!”
dedim. “Hepinizin çok yetenekli öğrenciler olduğu belli, Ata-
kan gibi yavaş yavaş sizleri not defterimin o nadide sayfalarına
kaydedeceğimden hiç şüphem yok. Ama yine de herkesin kendi
hakkında detaylı bilgiler verdiği bir konuşma faslı yerine farklı
bir başlangıç yapmamda bir sakınca yok.” diye karşılık verdim.
“Oley…” diye bir sevinç çığlığı duyuldu. Yine de tamamen ters
davranmamıştım.
Bir öğretmenin öğrencilerle kurduğu ilişki bir ip camba-
zınkine benzer. Onların “ben” alanına zorla ve onur kırıcı bir
şekilde girmeden, aynı zamanda onların da sizin ben alanınıza
girmesine izin vermeden bir denge kurmalısınız. Yoksa eliniz-
deki denge çubuğu ile birlikte yere çakılırsınız. Genelde de zaten
öğretmenlerin çoğu yere çakılır. Öğrenci hiçbir zaman kendisini
suçlamaz, eğer öğretmen de kendisine hata kondurmaz hatta
hatalı olduğunu bile bile zaaf göstermemek için bunu kabul
etmez ise her hâl ve şartta bunun cezasını öğretmen çeker. Nasıl
mı? Öğrencilerin öyle büyük bir “dedikodu kazanı” vardır ki,
siz yokken sizi pişirip pişirip yerler. Bunları çok iyi biliyordum,
biliyordum ama işin pratik tarafında biraz vakit harcayacaktım
sanırım.
Sınıfı gözlerimle hızlıca saydım, tam 29 öğrenci vardı; za-
manla isimlerini ezberlemem çok uzun süreceği için mutlaka
ilk derste birçoğunun adını ezberlemeliydim. Yoksa yapacağım
20 | Öz g ür BAYINDI R

yanlışlıklar beni daha da zora sokacaktı. Sınıfta ikişerli oturak-


lardan solda, ortada ve sağda olmak üzere üç sıra vardı. Onları
kendimce kodladım. Soldaki sıraya A, ortadakine B, sağdaki
sıraya da C olarak. Sonra onlardan sırayla tahtaya gelip sıra
arkadaşıyla birlikte isimlerini yan yana yazıp oturmalarını is-
tedim. Sınıf karışıktı, bazı sıralarda kızlarla erkekler yan yana
oturmuştu.
Tahtaya yazılan isimleri bire bir ben de defterime yazdım ve
onların beş dakika serbest olduklarını söyledim. Önce A sırasını
ezberleyecektim. Her bir öğrencinin dış görünüşünü kendimce
kodlayacaktım. Daha önce insanları tanıma adına dört kategori
çıkartmıştım. Ezberlemek için bu sınıflandırmanın faydalı ola-
cağını düşünerek notlarımı almaya başladım. Tabii bu açıdan
bariz bir hatırlatıcı varsa onu not alıyordum.
Kilo- boy-saç rengi-kişilik izlenimi
A1- Sibel (zayıf-kısa-sarışın-çekingen); Zehra (kilolu-esmer-
güler yüzlü) gibi…
Notlarımı hızlıca aldıktan sonra öğrencilere şunu söyledim;
“Şimdi isimlerinizi saymaya başlayacağım, iki türlü ses efekti
yapacaksınız. Birincisi; doğru bilirsem alkış, yanlış bilirsem
yarışmalardaki gibi yanlış cevap ses efekti şeklinde.”
Bu teklifim eğlenceli görünüyordu. Başladık, birkaç isim
hariç bütün isimlerde yanlış söylediğimi ifade eden ses efekti
yapıyorlardı. Ardından kahkaha ile gülüyorlardı. Bu işte bir ga-
riplik olduğunu son beş öğrenciye geldiğimde anladım. Çünkü
C sırasından sondan dördüncü öğrencinin kırmızı gözlükleri
vardı, onu çok iyi hatırlıyordum ve adının Oğuz olduğuna
yemin bile edebilirdim. Sonra pis pis gülmelerinden iyice kuş-
kulandım ve hemen sınıf defterine koştum, ne olduğunu artık
tahmin edebilirsiniz. Birkaçı hariç hepsi başka adlar yazmışlardı.
Verdiğim emeğin nasıl da boşa gittiğini ve beni nasıl bir oyuna
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

getirdiklerini anladığımda çoktan iş işten geçmişti. Üstüne


üstlük bir de ezberlediklerimi unutmam gerekecekti. Bu işte ne
kadar uzman olduklarını bir kez daha anladım “Öğretmenlik
İlkeleri 1: Öğrenci güvenilmezdir.”
Böylece ilk dersi bitirmiştim. Şimdi sırada diğer sınıflar
vardı. İlk derste yaşadıklarım diğer dersler için iyi bir referans
oluyordu. İçimdeki korku tekrar belirdi ama beni motive eden
şu sözü hatırladım:
“Asla pes etme, hiç hata yapmayan hiçbir şey yapmayandır.”
İlke 2

K
orkular ve tecrübeler ile geçirdiğim ilk haftadan sonra
defterimde bir tane sağlam ilke ile dünyanın en zor
mesleğine devam ediyordum. Aslında bu, kısa sürede
yaptığım çok ve büyük bir işti. Bu arada okulda “ruh” üzerine
ne kadar espri varsa artık derslerimde daha bir profesyonelce
kullanılıyordu. Öğrencilerin ve hatta bazı öğretmenlerin de bu
muhabbetten aldığı zevk bambaşkaydı. Dilimizde ne kadar da
“ruh”lu kelime, ifade, deyim varmış; ben de bunları öğreniyor-
dum. Dalga geçmek eğlenmenin tek adresi bu ülkede, insan
beyninin dalga geçerken bambaşka bir mutluluk hormonu
salgıladığını düşünüyorum. Yani birinin dalga geçerken ve
başkalarını güldürürken kendisini taçsız bir kral gibi hissettiğini
gözlemlemek hiç de zor değil.
İlk hafta öğrencilere, sorunları olduğunda randevu
alabileceklerini ve mutlaka benimle konuşmalarının faydalı
olacağını izah etmeye çalışmıştım. Artık her sınıfa haftada
sadece bir ders saati giriyor, diğer zamanımı öğrencilerle bire
bir görüşerek geçiriyordum. Tabii o bir ders onlar için özlenen
ve beklenen bir zaman dilimi oluyordu. Dersi sadece bir
eğlence aracı olarak gören öğrenciler açısından bir hazineye
dönüşmüştüm. Çünkü onların bu “ruh” üzerinden başlattıkları
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

eğlence, onlar için ne kadar abartılırsa abartılsın, bir soruna


dönüşmüyordu. Karşılarında asla kızmayan ve esprilerinin
hoşlarına da gittiği bir hoca duruyordu. Öğrencileri kıramadığım
için sınıf bir anda onların istediği bir mekâna dönüşüveriyordu.
Aslında benim açımdan bu iyi bir şeydi. Kendimce öğrencilerle
iyi bir diyalog kurduğumu ve bunun öğrenme üzerinde etkili
olacağını düşünüyordum. Fakat Halil bu düşüncemi değiştirdi.
Halil ufak tefek ve çok şirin bir öğrenciydi. Dün Halil’in
annesi yanıma gelerek, onun tuhaf davranışları olduğundan
bahsetmişti. İlk izlenimim, onun sade ve güvenilir bir öğrenci
olduğuydu. Dersin onuncu dakikası sınıfa nöbetçi öğrenci geldi
ve Halil’in ziyaretçisinin geldiğini söyledi. Okulda işlerin tam
olarak nasıl yürüdüğünü öğrenemediğim için bunun gayet
normal olduğunu düşünmüştüm. Her ne kadar, “Öğrenci
güvenilmezdir.” ilkesini uygulamaya çalışsam da yine de tam
olarak bunu başarmak zordu. Hem Halil ile ilgili izlenimim
bunda bir gariplik olmadığını söylüyordu. Fakat annesinin
bilgilendirmesiyle onu takibe almıştım. Öğrencilerden sesler
yükselmeye başlamıştı:
“Hocam bugün psikolojim biraz bozuk da ders işlemesek
olmaz mı?”
“Şimdi dediniz ya psikoloji insan ve hayvan davranışlarını
inceler diye, hocam şu topluluğa bir bakın ya! İnsan düşünen
bir hayvandır sözü geldi aklıma. Yalnız bir sorun var, bunlar
hiç düşünmüyor. O zaman bu sınıfta hayvan davranışlarını mı
inceleyeceksiniz?”
“Hocam bu psikoloji ile uğraşanların bilmediği bir şey var,
psikolojin bozuldu mu, gidersin Fenerbahçe maçına her şey
doksan dakikada tamir olur.”
İşimin ne kadar zor olduğunu umarım anlamaya
başlamışsınızdır. Yaklaşık yirmi dakika sonra dışarıya çıkan
24 | Öz g ür BAYINDI R

öğrenci geldi aklıma, içeriye girdiğini hatırlamıyordum ve


kapı da çalınmamıştı. Sınıfa şöyle bir göz gezdirdim, gözüme
çarpmadı. Halil Dönmez. Soyadı bir anda beni ürküttü.
Soyadının ruhu üzerinde bir etkisi olabilir diye düşünerek bir
anda boş bulunup “Halil hâlâ dönmedi değil mi?” diye sordum.
Avını saatlerdir sinsice bekleyen bir aslan gibi atıldı Mert:
“Ey ruh geldiysen üç kere masaya vur. Hocam ruh sağlığınız
yerinde mi? İşte Halil orada, geleli on beş dakika oldu ruhunuz
duymadı.”
Ardından birbirlerini yumruklayarak gülenler mi dersin,
parmaklarıyla beni gösterenler mi dersin, bir süre sınıfta toplu
kahkaha etkinliği devam etti. Onları susturmalıydım ama nasıl
yapacağımı bilmiyordum. Aslında bunun sorumlusu Halil’in ta
kendisiydi ve onun üzerinden bu kahkaha çılgınlığına bir son
vermeliydim.
Hemen hemen tüm kitaplarını okuduğum Sherlock Holmes
karakteri sanki bir anda ruhuma kaçtı. Elimde pipo, önce dışarı
çıktım sonra da tekrar sınıfa girip Halil’in yanına doğru yak-
laştım ve içeriye giren dedektif Lestrade ve müdür yardımcısı
Hasan Bey’e “Baylar, lütfen Bay Dönmez’i götürün.” dedim.
Görevliler onu götürürken, Halil nefret dolu gözlerle bana
bakıyordu. Kapıdan ayrılana kadar devam etti bakışları ve göz-
den kayboldu. Herkes hayranlıkla beni izliyordu ve onu neden
götürdüklerini öğrenmek istiyordu. Hikâyenin bundan sonraki
kısmını Dr. Watson’dan dinleyelim:
Bay Ruhi’nin garip bir ruh dünyası vardı, onun işinde bu
kadar uzman olduğunu onun tanıdıkça daha iyi öğreniyordum.
Anlam veremediğim bir sürü davranışı ilk başta bende bir ruh
hastası izlenimi verse de zamanla onun ruhsal açıdan olayları
yorumlama yeteneği ruhumu sarsmıştı.
Bay Ruhi hafta sonunu evde kanepede uzanarak geçirdi. Uzun
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

namlulu su tabancasında en az dört saat yetecek kadar su vardı.


Tavandaki örümcek ağlarına ve bazen hedef gözeterek bazen de
rastgele bir yerlere su tabancasıyla ateş ediyordu. O zaman anla-
dım neden evin bu kadar kirli olduğunu. Zaman zaman uyusa
da genelde aynı kısır döngü dostumun ruhunu esir alıyordu.
Pazar akşamı saat 23.09’da evimizin kapısı çalındı. Bay Ruhi için
alışılmış bir durum değildi. Müşterileri genelde gündüz vaktinde
gelirdi. Kapıyı açmadan önce kapının anahtar deliğinin yanında
30 saniye sessizce bekledikten sonra, gelenin 44 yaşında bir bayan
olduğunu ve tehlikeli biri olmadığını söyledi. Kapıyı açtı ve “İyi
geceler bayan…” dedi ve bir süre bekledi. Bayan bu duraksamayı
“Dönmez, Hadise Dönmez” olarak tamamladı. “Hoş geldiniz
Bayan Dönmez, umarım bu saatte herhâlde hadise çıkarmaya
gelmediniz, ayrıca evinize geri dönme konusunda da bir garanti
vermeniz gerekecek zira genelde geceleri iş konuşmam.” diyerek
kadının adı ve soyadından duyduğu rahatsızlığı belli etmişti. Adı
ve soyadı üzerinden böyle saçma esprileri duyan kadın “Yok,
hayır, zamanınızı fazla almayı düşünmüyorum. Sadece birkaç
dakikanızı ayırırsanız ziyadesiyle memnun olacağım.” diye ekledi.
“O zaman içeriye buyur etmeme de gerek yok.” diyerek kadını
iyice rahatsız etmişti.
“Bay Ruhi!”
“Buyurun dinliyorum…”
“Oğlum Halil sizin okulunuzda öğrenci ve gerçekten çok garip
davranıyor. Odasına kapanıp saatlerce çıkmıyor ve bizimle de ruh
dünyasına dair hiçbir şey paylaşmıyor. Çok endişeleniyorum.”
dedi. Bay Ruhi bu kadar basit bir vaka ile ilgilenmeye değmez diye
düşünmüş olsa gerek “Bu kadar yeter, size iyi geceler diliyorum.”
diyerek kadını susturdu. O da “Sanırım sizi rahatsız ettim.” diyerek
mahcup bir şekilde arkasını döndü ve tam gidiyordu ki, Ruhi
“Yanlış anladınız daha fazla bilgiye gerek yok.” dedi. “Yardımcı
26 | Öz g ür BAYINDI R

olmaya çalışacağım.”
Dostum Ruhi’ye, “Hanımefendiye bence biraz kaba davran-
dın.” dememe kalmadan “Basit vakalardan nefret ederim.” diye
sözümü kesti. Ona kapıyı açmadan ve herhangi bir şekilde onu
görmeden yaşını, zararsız olduğunu ve bir bayan olduğunu nasıl
anladığını sorma ihtiyacı hissettim. O da; “Çok basit doktor, bunu
biraz dikkatli düşünsen sen de yapabilirsin.” diye ekledi. Onun
bu tarz konuşmaları kendimi aptalmışım gibi hissettiriyordu.
Ardından “Doktor!” dedi, “kapının çalınış şeklinde bir nezaket
vardı ve rahatsız etmekten korkan birinin çalışına benziyordu.
Kapı aralığından gelen ‘Michael Kors Women’ parfüm kokusu
bana onun 40 yaş üstü bir bayan olduğunu ama 45’inden de fazla
olmadığı hissini verdi. O beklediğim otuz saniye içinde kadının
birkaç defa derin bir iç çektiğini duydum. Tabii bu o kadar bel-
liydi ki, onun sıkıntılı olduğunu hissettiriyordu. 30 saniye içinde
bir daha kapıyı çalmaması, içinde geri dönme niyetini de açık
etmişti. Olay bu kadar basit.” dedi. Aslında ben de olayın basit
olduğuna ikna olmuştum.
Ertesi akşam eve gelen Ruhi “Hey Doktor, Halil’e ne oldu biliyor
musun?” dedi. “Hangi Halil?” dedim. “Hani dün gelen kadının
oğlu.” “Bilmiyorum.” deyince “Tabii ki okul kurallarına aykırı
hareket ettiği için disiplin kuruluna sevk ettim.” dedi. “Nasıl oldu
bu?” diye sordum.
“Tam da beklediğim gibi oldu, olay o kadar basitti ki zaten
kendini ilk on dakikada ele verdi. Halil derse başladığımda boşluğa
bakıyor ve parmaklarını istemsiz olarak hareket ettiriyordu. Bu,
gözümden kaçmadı; sonra sık sık kitabını açıp kapatıyor ve ardın-
dan bana sırıtıyordu. Bu kadarı benim için yeterliydi. Onun bir
sosyal medya bağımlısı olduğu o kadar belliydi ki. Kendi kendime
‘Bu çocuk telefonsuz yaşayamaz.’ dedim. Aslında ilk aklıma gelen
şey yanında telefon getirmiş olabileceğiydi. Ama nöbetçi öğrenci
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

sınıfa gelip onu çağırdığında çok sevinmişti. Normal şartlarda bu


beklenmedik olay onu şaşırtmalıydı.
Kısa süre içinde Dönmez soyadlı bu çocuk etrafıma doluşan
birkaç öğrenciden faydalanarak, bana hissettirmeden dönmüş-
tü ve hiçbir şey söylemeden yerine oturunca ziyaretçi olayının
bir kurgu olduğunu anladım. Dışarıya çıkıp nöbetçi öğrenciyi
buldum ve ‘Ya Halil’in telefonunu verirsin ya da suçluya yardım
ve yataklık etmekten başına birçok üzücü olay gelebilir.’ der
demez çocuk telefonu verdi. Okula telefon getirmek suçtu ve bir
taşta iki kuş vurmuştum. İşin daha ilginç noktası da çocuğun
aslında bir telefonu olduğunu ailesi de bilmiyor. Zararlı olduğunu
düşündükleri için almamışlar ve izin de vermemişler. Çocuk para
biriktirerek ve akrabalarından bir şekilde istediği paralar ile almış.
Bunları anlattıktan sonra tekrar yatağına uzandı ve yerde duran
uzaktan kumandayı eline aldı. Güçlü bir motoru olan uzaktan
kumandalı arabasını ileri geri hareket ettirmeye başladı. Ben
de bu arada mutfağa su içmek için gitmiştim, içeriden sesini
duydum. “Doktor bana da bir su verir misin? Arabam arkanda
sana zahmet üstüne bırak.”
“Sen tam bir ruh hastasısın Ruhiii…”
“Öğretmenlik İlkeleri 2: Dış görünüşe aldanma”
İlke 3

T
uhaf bir huyu vardı; el şakaları. Evet, arkadaşlarına el
şakaları yapmadan duramıyordu. Kimisinin kulağına
ses çıkartacak şekilde vuruyordu, kimisinin ensesine. En
sevdiği şakalar da tam oturacakken arkadaşının sırasını çekmek,
bazen gıdıklamak, bazen sırtına kocaman bir tokat indirmek.
Sınıfın en kısası ile arasında en az yirmi santimetre fark vardı.
Dolayısı ile aynı sınıfta olduklarına inanmak çok zordu. Bazen
gidip onu kaldırır ve yere bırakırdı. Arkadaşlarının tahammülü
kalmamıştı ama yapabilecekleri pek bir şey de yoktu. Sınıfın
en irisi oydu. Açıkçası ona herhangi bir itirazda bulunmak,
gözlerini hastanede açmak anlamına geliyordu. Öğretmenler
açısından da durum pek farklı değildi. Hiçbir öğretmenin onu
azarladığını görmedim. Ertesi sabah bir sürpriz ile karşılaşmayı
hiçbiri istemezdi.
Adı Gülizar; tanımlamamdan bir erkekten bahsettiğim
sonucunu çıkartmış olabilirsiniz. Zaten bir erkekten farkı yok,
lakabı “Hulk.”
Tabii bir kız öğrenci olduğu için onu nasıl kontrol altına
alacağımı ilk etapta bilemedim. Kimseyle dalga geçmiyor,
dersi dikkatlice dinliyor, kolay kolay gülmüyordu. Bu duruşu
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

bir öğretmen olarak beni sınıfta ikinci plana itiyordu. Neden


mi? Kolay kolay tepki vermeyen, olaylara karışmayan, herkesin
kahkahadan kırıldığı bir durumda o ciddiyetini koruyordu.
Aslında herkesi dikkatlice gözlemliyordu. Ders esnasında sınıfta
sessizliğin bozulmasına asla tahammülü yoktu. Yani gerektiğinde
müdahale ediyordu ve olanlar oluyordu.
Dersin ortasındaydık, “kaygı” ile ilgili bir video izletiyordum.
Arka sıralarda nedenini tam bilemediğim sebepten dolayı bir
tartışma çıktı. Gözlerimle anlamaya çalışırken, birbirlerini itip
kakmaya başladılar. “Hey gençler, neler oluyor orada…” dedimse
de ben yokmuşum gibi davranmaya devam ettiler. Bunlar Harun
ile Tarık’tı. Yanlarına gittiysem de işe yaramadı. Ta ki onları dik-
katlice izleyen Gülizar’ın ayağa kalkıp olaya müdahale etmesine
kadar. Film başlıyordu. Yerinden doğruldu, bir anda pencerenin
önündeki ışığın kesilip içerisinin yarı karanlık bir hâl aldığını
fark ettik. Gerilim müziği çalmaya başladı. Nefeslerimizi tut-
tuk. O esnada birkaç kız öğrenci “Eyvah eyvah” deyince sınıfta
birbirine giren Harun ve Tarık dışında kısa bir sessizlik oldu.
Üzerlerine gelen devi fark eden iki kavgacı son çare olarak bir-
birlerine sarılmayı denediler. Böylece barıştıklarını göstermeye
çalışıyorlardı. Ama nafile, Gülizar bir anda “Hulk”a dönüşmeye
başladı. Hedefe çoktan kilitlenmişti. Sınıfta yürürken attığı
adımların şiddetinden duvarların sıvaları düşmeye başlıyordu.
Önündeki sıraları sağa sola savuruyordu. Ben de diğer köşede
sınıf kitaplığının ardından onu izliyordum. Tüm öğrenciler
dışarı kaçmıştı. İkisi hariç. Hulk önce Tarık’ı kaldırdı, sonra da
Harun’u; ikisini de birbirine çarpıp birini okulun iç tarafına, di-
ğerini de pencereye fırlattı. Tarık duvarı kırıp koridora düşerken,
Harun aşağıdaki ağaç dallarında asılı kalmıştı.
“Öğretmenlik İlkeleri 3: Otoriter ol.” Sınıfta en güçlü kişi
öğretmen olmadığında bu boşluğu başka biri doldurabiliyor ve
30 | Öz g ür BAYINDI R

gerçekten kontrolü zor durumlar ortaya çıkıyordu.


Gerçi bu ilkeyi hiçbir zaman hayata geçirebileceğimi san-
mıyordum. Ama yine de öğretmen, sözü dinlenen, kendinden
belli ölçüde çekinilen kişi olmalı.
Ergenlerin gururları çok önemlidir. Kimse yokken gururuna
dokunan bir davranışta bulunsanız, belki de bunu çok önemse-
meyebilir ama sınıfta ya da herhangi bir yerde arkadaşlarının
önünde yapacağınız her davranışa, söyleyeceğiniz her söze
dikkat etmelisiniz. Yoksa akılları başlarından uçar ve hiç um-
madığınız bir tepkiyle karşılaşabilirsiniz.
O nedenle sınıf ortamı otoritenizi sertlik ve şiddetle oluştu-
rabileceğiniz bir yer değildir. Daha çok kurallar ve sonuçlarının
net bir şekilde belirlendiği ve yaptırımların aile ile birlikte uy-
gulandığında işe yaradığı bir ortamdır.
İlke 4

Ö
ğretmenliğin en zor yanlarından biri de böyle büyük
bir okulda nöbetçilik yapmak. Haftada bir okulun çe-
şitli yerlerinde, ayda bir de pansiyonda yatılı nöbetim
vardı. Öğrencilerin kendilerini tamamen nöbetçi öğretmene
göre ayarladıklarını gördüm. Eğer kendisinden korkulan biri
değilseniz, bir okulda olmasını şaşkınla karşılayacağınız birçok
olaya ve eşyaya rastlayabilirsiniz.
Bekâr olduğum için -herhangi bir işim yoksa- zamanımın
çoğunu okulda geçiriyordum. Cumartesi günüydü. Okulda yatılı
kalan öğrenci sayısı 900 civarı erkek, 400 civarında da kız iken,
bu sayı hafta sonları evci çıkanlardan sonra 200 ile 80’e kadar
düşüyordu. Tabii kız öğrencilerin nöbetçisi de bayanlar oluyordu
ama kız ile erkek ilişkilerinde hepsi bizi ilgilendiriyordu.
Okul büyük ormanlık bir kampüs içindeydi. İçinde bir sürü
bina vardı. Eski bir Köy Enstitüsü olduğu için 70 yıllık binalar
göze çarpıyordu. Amfi tiyatrosu, resim atölyesi, müzik atölyesi,
ağaç işleri atölyesi, matbaa, konferans salonları, tören alanı,
öğrenci ve öğretmen lokalleri, spor salonu, cami, tek katlı loj-
manlar, hamam, futbol sahası, basketbol sahası, dinlenme parkı,
meyve bahçeleri ile her şeyin düşünüldüğü devasa bir yer. Tabii
çoğu yapı atıl durumda ve harabe. Öğrenciler için her türlü kaçış
32 | Öz g ür BAYINDI R

yerinin olduğu ve hele hele güneşli günlerde dağılan öğrencilerin


takibinin bir hayli zor yapıldığı bir okul.
Hafta sonları okulun bütün bu mekânlarını dolaşma imkânı
buluyordum. Fakat garip bir durum vardı. Öğrencilerin okul
dışına çıkışları ancak izin almaları ile mümkün iken, okulun
merkez binalarında çok az sayıda öğrenci vardı. Fakat öğle ye-
meği olduğunda bu öğrenciler akın akın yemekhaneye geliyor,
sonra yine kayboluyorlardı. Bunu araştırmalıydım.
Not defterimle kalemimi aldım, önce sınıfları dolaştım.
Bütün sınıflarda on beş kişi vardı. Sonra okul kampüsünü
dolaşmaya başladım, basket sahasında dört kişi; etti on dokuz.
Ormanlık alanda uzaktan bir-iki öğrenciyi kaçarken gördüm,
terk edilmiş binaların etrafında yedi-sekiz kişi, etti 40 civarı
öğrenci. Yatakhaneyi dolaşmaya başladım, en fazla yirmi öğrenci
de oradaydı. Onlar da zaten benim geldiğimi görünce iskambil
kâğıtlarını nereye saklayacaklarını bilemediler, sonra onlar
da ayrıldılar. Geriye kalan yüz yirmi öğrenciyi bulmalıydım.
Muhtemelen okul dışındalardı, fakat neredeydiler? Sonra aklıma
yatakhanede iskambil oynayan öğrenciler geldi. Bunlar metelik-
sizdi ve muhtemelen masrafsızca bu işi halletmeye çalışıyorlardı.
Kontroller onları da zaten uzaklaştırmıştı. Bu küçük yerde başka
eğlenme adına ne yapabilirler diye düşünürken; çay salonları,
pastane, bilardo salonları aklıma geldi. Sigara içen öğrencilerin
okul dışını tercih etmeleri gayet normaldi. Bir çay salonunu
uzaktan gören bir berbere oturdum ve izlemeye başladım. Yine
olanlar oldu; bu sefer de araştırmacı gazeteci Uğur Dündar içime
kaçmıştı. Aman Allah’ım o da ne? İçeride tam on masa vardı ve
hepsi öğrenci doluydu, en az kırk kişi. Gözlerime inanamadım.
Daha fazla araştırmaya lüzum görmeden okey taşlarındaki
sayıları görecek kadar zum yapan kameramı kullanmanın tam
zamanıydı. Kimin okeye döndüğü, kimin tek taş beklediği,
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

ayan beyan kayıt altına alınıyordu. Bu hâlimle tam bir gizli ajan
gibiydim, ama olsun sonuçta en sıkıştığım anda bunlar benim
için bir kurtarıcı olacaktı. Hele hele ağzında sigara ile kadraja
girenler için durum daha da zordu.
Tabii o günün nöbetçisi ben değildim. Ama hafta sonu için
bir bilgi edinmiştim. Fakat Pazar günü çok şaşırtıcı bir şey oldu.
Bütün öğrenciler okuldaydı ve okul dışına kaçan öğrenci sayısı
da çok azdı. Hemen nöbetçi öğretmenin kimin olduğuna baktım.
Evet, bu Adil Hoca’ydı. Macera arayan birkaç öğrenci hariç hiç
kimse onunla herhangi bir şekilde karşılaşmayı ummazdı. Adil
Hoca yazın pardösü, kışın uzun siyah paltosuyla bir hayalete
benziyordu. Ayakları sanki yerden kesilmiş, âdeta uçuyordu.
Onu akşam karanlık olduğu hâlde hâlâ okul dışında olan öğ-
rencilerin gökyüzünde üzerlerine doğru gelirken gördükleri
şehir efsanesi olarak anlatılırdı. Eğer böyle bir durumla karşı-
laşmamışlarsa muhtemelen okula girdikleri birkaç dakika içinde
nefesini enselerinde hissedip, o paltonun içinde kaybolacaklardı.
İşte çok merak ettiğim manzara gerçekleşti. Heyecandan
kalbim ramazan davulu gibi gümbürdemeye başladı. Duvardan
atlayan birkaç öğrenci sessizce ilerlerken avcılarının sahasına
yaklaştıklarının farkında değillerdi. Çocuklar tam paçayı
kurtardıklarını sandıkları anda gözlerinin ferini söndürecek
el feneri ışığı parlamaya başladı. Teker teker gözlerine tutup,
kapatıyor, ardından bir diğerinin gözlerine tutuyordu. Konuş-
muyordu, zira konuşulacak bir şey yoktu. Çocuklar ecellerinin
geldiğini anlamışlardı. Adil Hoca’nın asıl korkutucu yanı bu
değil, gözlerinin şaşı olmasıydı. Çocuklar ay ışığında şöyle böyle
gördükleri bu gözlerin kime baktığından emin olamadıkları
için işkence çekiyorlardı. İçlerinden bir tanesi; “Ne olur vur ho-
cam…” deyip bağrını açtı. “Vur ama ne olur daha fazla bekletme,
bir an önce bitsin bu işkence…” Adil Hoca pelerinini çıkardı ve
34 | Öz g ür BAYINDI R

korkuyu doruklarda yaşayan bu öğrencilerin üstüne örttü. O


çocuklara o günden beri bir daha rastlayan olmadı. Okuldan
kaçan her çocuk onların hayaletlerini gördüğünü söylüyor ama
bence durum farklı. Adil Hoca aslında bu öğrencilerin ruhlarını
alıp kendi ruhuna katıyor. Böylece her öğrenciyle birlikte daha
da güçleniyor. Her kaybolan öğrenciden sonra Adil Hoca’da daha
belirgin değişiklikler olmasının sebebi bu. Onun nöbetlerinde
okulda herhangi bir sorun olmaz, olsa da kendi içinde çözülür.
Lisede sigara içen öğrenci sayısı bir hayli fazladır. Bunun
en önemli sebebi okulun çok büyük bir kampüs içinde olması.
Açıkhava tiyatrosu okulun yaklaşık 500 metre aşağısında. Yılso-
nu gösterileri uygun zamanlarda burada yapılır. Burası ve daha
birçok yer sigara içmek için gayet müsait. Özellikle akşamları
karanlıktan faydalanan aktif içiciler bu metruk binalara yayılır.
Nöbetçi öğretmenler görseler de ani bir baskın yapmadıkları
sürece onları yakalamaları imkânsız. Ama öğrencilerin yaşadık-
ları heyecanı anlata anlata bitiremediklerini odamda çekirdek
ve kahveyle birlikte dinliyordum.
Yine bir akşam hava karardıktan sonra yemek saati gelmişti.
Akşam etütlerinin başlamasına yaklaşık 45 dakika vardı. Bu za-
man aralığı içiciler için çok uygun bir zaman dilimiydi. Okulun
etrafındaki sokak lambalarının aydınlattığı son çizgi öğrenci-
lerin zombiye dönüştükleri sınırdı. Üç öğretmen yeteri kadar
cephaneyi üzerimize aldıktan sonra bende duman dedektörü,
birimizde ağ atan bir silah ve sonuncusundaysa duman dağıtıcı el
bombaları vardı. Sınırdan öbür tarafa geçmeye hazırdık. İçiciler
ağaç arkalarında, terk edilmiş binalarda ve çatılarda olabilirler-
di. Eğer içlerinden bir tanesi bile sigarasını size üflerse sizi de
birer içici zombiye dönüştürebilirlerdi. Her gün kaç öğrenciyi
dumanlarının etkisine alıyorlardı belli değil. Önce ilk adımı ben
attım. Karanlıkta belli aralıklarla dumanlar yükseliyordu. Onları
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

bayıltmanın tek yolu sessizce arkalarından yaklaşıp enselerine


sert bir tokat atmaktı. İşte o zaman bir anda yere yığılıyorlardı.
Üçümüz sırtımızı birbirimize dayadık ve yavaş yavaş karanlıkta
süzülmeye başladık. Yanımıza fazla yaklaşmamaları için kafa
lambalarımızı taktık. Kararlıydık ve onları yakalayacaktık.
Uzakta bir bina gördük. Sanırım eski bir ahırdı burası. İçimiz
korkuyla doldu. Onlar içerideyken oraya giremezdik. Dışarıya
dumanlar yükseliyordu. Murat Hoca bir el bombasının pimini
çekti ve içeri attı, duman dağılmaya başladı, aniden içeriden
ona yakın içici zombi bize doğru koşmaya başladı. Bize yakla-
şamazlardı ama üfleyebilirlerdi. Nihat Hoca ise elindeki silahı
ateşledi ve bir ağ onların üzerine düştü. Çoğunu yakalamıştık.
Yalnız bir tanesi kurtulmayı başardı. Üzerime doğru koşmaya
başladı. Yere düştüm, kafa lambam uzağa fırladı, dumanını tam
yüzüme üfleyecekken Murat Hoca ensesine bir tokat atıp “Ne
arıyon lan sen burda…” diyerek onu bayılttı.
O gece yirmiye yakın zombiyi etkisiz hâle getirmiştik. Ama
çoğu, etüt zilinin çalmasıyla kendilerine geldiler ve eski hâllerine
dönüştüler. Tekrar aydınlıkta belirip sınıflarına girdiler. Tabii
uzaktan kim olduklarını tespit etmek zordu.
Her gece yaşanan bu kovalamaca sanırım onlar için olayı
daha da cazip hâle getiriyordu. Çözümün bu olmadığını an-
lamalıydık. Ama çözümün ne olduğu konusunda tam bir fikir
birliğine varmak ne kadar zordu bir bilseniz. Korku salmak,
işleri belli ölçüde hallediyor gibi gözükse de aslında sorunların
sebeplerini ortadan kaldırmıyordu. Anlık geçici çözümler üre-
tiyordu. Benim işimin en zor yanı da bu olsa gerek.
Öğretmenlik İlkeleri 4: Korku Sal
İlke 5

G
ünlerden pazar, saat sabahın dokuzu, kapımın sert ve
telaşlı bir şekilde vurulduğunu duyuyorum. Bahçeli
bir evde giriş katta oturduğum için balkona çıkıp kim
olduğuna bakmak daha güvenli görünüyordu. Öyle yaptım. O
da kim? Bekir bu.
“Bekir, hayırdır evladım, bir şey mi oldu böyle telaşlısın?”
“Evet, hocam ya! Aslında buraya hiç gelmemeliydim ama
sizi çok sevdiğim için başka gidecek bir kapı gelmedi aklıma.
Ruhum beni buraya getirdi.”
“He he he,” diye de sırıtmayı ihmal etmedi. Güya şirin olmaya
çalışıyordu. Oysa pis pis gülüyordu.
“Anlat evladım…” dedim, “elimden geldiğince yardımcı
olmaya çalışayım.”
“Hocam acilen memlekete gitmeliyim.”
“Nedenmiş o?”
“Beni yıllarca köyde göğsünün kıllarında büyüten bir dedem
vardı”
“Ee vardı”
“Hocam inanabiliyor musunuz?”
“Neye Bekir?”
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

“Hocam, köydeki dereye…”


“Köydeki dere nereden çıktı şimdi?”
“Hocam o hep oradaydı bir yerden çıkmadı.”
“Of Bekir, anlatmaya devam et.”
“İşte ben bir gün topumu almak için o dereye düşmüştüm,
benim fedakâr, cefakâr, gözü kara, cesaret abidesi dedem kendini
dereye atmıştı. Neden? Beni kurtarmak için.”
Bir yandan anlatıyor bir yandan da gözünün yaşını siliyordu.
Gerçi sonradan anladım gözünde yaş olmadığını, ama neyse.
“Kurtardı mı bari?”
“Yok hocam, ben öldüm; şimdi ben de sizin gibi ruh olarak
devam ediyorum hayatıma. Töbe töbe hocam, kurtarmasa ben
burada olur muyum?”
“Hocam benim dedem tam bir tontondu. Bembeyaz bir
sakalı vardı. O, rüyalarımıza girdiğinde bile hiç korkutmazdı
hocam, nice insanları imana getirdi, yol gösterdi. Bir keresinde
köyün en güzel kızının rüyasına girmişti. Kızın peşinde tam on
beş erkek var. İyice havalandı, yok onu beğenmem, yok bunu
beğenmem. En sonunda o tonton dedem girdi kızın rüyasına,
kız zaten dedemi görünce direkt yaptığı hatayı anlıyor. Dedem
de evladım diyor. Yaşın olmuş yirmi beş, şurada iki sene sonra
evde kaldın, alan da olmaz seni, valla torunum olsa almam seni,
hem yıllarca peşinden koşa koşa bunlar birbirlerini kırdı geçirdi.
Zaten yakında seçme şansın da olmayacak, birbirlerini vura
vura kimse kalmayacak ortada. Neyse kız en sonunda insafa
geliyor, tamam diyor, artık evleneceğim. Ama madem geldin,
kimle evleneceğimi de söyle de öyle git. Dedem kızın yüzüne
ay parçası gibi doğuyor ve ruhunu serbest bırak o seçiminde
hata yapmaz diyor.”
“Ne kadar bilge deden varmış. Tabii ruhtan anlıyor adam.
Eee, sonra ne oldu, evlendi mi kız?”
38 | Öz g ür BAYINDI R

“Evlenmez mi? Dedem rüyana gelecek sen ayak direteceksin.


Mümkün değil. Neyse, köye motosikletli bir imam geliyor. İlk
görüşte aşk, ardından evleniyor.”
“Köyün diğer delikanlıları ne oldu?”
“Diğerleri de düğünde halay çekiyor yıllarca bozulan arka-
daşlıklarını yeniden düzeltiyorlar.”
“Vay be!”
“Hocam, o dedem bir evliyaydı.”
“Bekir!”
“İşte yine bir gün…”
“Bekir, ne oldu dedene? Sen ne istiyorsun? Onu anlat.”
“Ha evet hocam, işte o şirin, o tonton, o melaike gibi adam
şimdi ölüm döşeğinde can çekişiyor.”
“Onu son nefesinde görmeye mi gitmek istiyorsun?”
“Yok, hocam ne işim var ya! Ama mirası çok büyük, gidersem
daha fazla şeyler koparabilirim diye düşünüyorum.”
“E git, benimle ne ilgisi var bunun?”
“Yol param yok hocam. Hem mirastan iyi bir şeyler kopartır-
sam elbette vefa duygularım kanatlanıp sizi de kanatlandırabilir.”
“Bir anda yüreğim pır pır etti.”
“Ne kadar istiyorsun Bekir’cim?”
“Fazla değil hocam, yüz git yüz gel elli de yolda yesem iki
yüz elli.”
“Dedim, al şu beş yüzü yolda lazım olur, dedene hediye de
götür, benden selam söyle, öldükten sonra nasıl olsa görüşürüm
ben onunla ama ölmeden yetiş.”
Bekir’i gönderdikten sonra heyecandan kendimi mutfağa
attım, güzel bir kahvaltı hazırladım. Günler böyle geçiyor, öğ-
retmenliği de öğreniyordum. Sene sonu geldiğinde bir şey fark
ettim; benim birikmiş hiç param yoktu. Oysa maaşım fazlasıyla
yetiyordu. Mutlaka biraz param olmalıydı bankada. Şöyle bir dü-
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

şündüm. Bekir aklıma geldi, daha sonra Hasan, Faruk, Mert ve


daha niceleri. Dedelerinden, Almanya’dan gelen amcalarından,
piyangoyu kazanan kardeşlerinden hiç haber yoktu. Karneler
dağıtıldı, şimdi öğrencilerden de haber yoktu. Yalnız bir şeyler
hatırlıyorum. Hasan’ın kolundaki saati gösterip pardon gözü-
me sokarak “Hocam saati merak ediyorsanız hiç çekinmeyin
sorun.” dediğini. Bekir’in “Hocam okul yemekleri de çok kötü
mecburiyetten yiyorum Adana kebapları…” dediğini. Artık not
defterini çıkarmanın vakti geldi sanırım.
“Öğretmenlik İlkeleri 5: Kandırılma”
Hani güvenmeyecektim? Resmen iyi niyetimi sömüre sömüre
içini boşalttılar. Hayır, bana azıcık lazım olsa, kapı kapı gezip iyi
niyet dilenmek zorunda kalacağım. O da kaldıysa.
İlke 6

Z
aman hızla ilerliyordu, çok şükür ilk dönem geride
kalmıştı. Şimdi iyice kavradım ki bilim insanları za-
man makinesini bulmuş ve beni de kobay olarak kul-
lanmışlardı. Ergenius denilen dış görünüşleri itibari ile insana
benzeyen ama aslında çok daha farklı olan yaratıkların yaşadığı
bir çağa gönderilmiştim. Bunların bazı hayvanlardan aldıkları
üstün özellikler sayesinde göründüklerinden çok daha fazla
gelişmiş olduklarını fark ettim. Mesela kene gibi yapışabiliyor-
lardı. İstediklerini alana kadar asla bırakmıyorlardı. Eğer olur
da öfkelenirseniz ve üzerlerine yürürseniz keseli sıçan gibi ölü
taklidi yapabiliyorlardı. Ayılar gibi kış uykusuna yatıp ihtiyaçları
dışında hiç yataktan çıkmayabiliyorlardı. Evet, ilginç savunma
mekanizmaları sadece bu kadar değil, içlerinden bazıları tehdit
anında bol sümüklü özel karışımlarını yüzünüze fışkırtabiliyor
ve hiçbir şey olmamış gibi “Grip olmuşum da hocam…” deyip
uzaklaşabiliyordu.
PDR öğretmen olarak sınav yapmıyorduk ama ben onlara
sınav hakkım olduğunu, istersem değerlendirmemi buna göre
yapabileceğimi söyledim. Hepsi de inandı. Çalışma masamda
bilgisayarımı açtım. Sınav hazırlayacaktım fakat tadını çıkart-
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

mak istiyordum. Arkama yaslandım ve “ölümsüz ruhların gücü


adına artık güç bende” deyip bol yankılı bir kahkaha attım. Sıra
bendeydi, bana yaptıkları her şey birer birer gözümün önünden
geçiyor ve her soruda “İşte bu…” deyip kıkırdıyordum. Sınıfa
girdim, yeni fotokopi çekilmiş kâğıtlar sıcacıktı. “Gel vatandaş
gel…” diye bağırdım. “Taze taze daha fırından yeni çıktı…”
deyip, “Gençler, sınıfta tam otuz öğrenci var, peki bende kaç
yazılı kâğıdı var, yirmi dokuz. Neden mi? Çok merak ediyorum
kim yazılı olamayacak.” dedim ve kâğıtları öğrencilerin üstüne
fırlattım. Birbirlerinin üzerine basanlar mı dersin, kâğıtları
çekiştirenler mi dersin. Evet, uzun zamandır hiç bu kadar ke-
yif almamıştım. Korktukları belliydi ve amacıma ulaşmıştım.
Kâğıt alabilenlerin sevinçli yüzleri soruları görünce birden
somurtuyordu. Bir kişi kâğıt alamamıştı ve bana sinirli sinirli
bakıyordu. “Hocam bu haksızlık ve çok saçma, böyle şey mi
olur…” diye söylenip duruyordu. “Sizi şikâyet edicem.” dedi.
Neyse ben de uzatmadım artık ve “Şaka yaptım, hiç öyle şey olur
mu?” deyip çantamdan bir kâğıt çıkartıp verdim. Yirmi daki-
ka geçmiş olmasına rağmen onlar hâlâ kâğıtlara bakıyorlardı.
İçlerinden birisinin ayağa kalkıp “Buraya kadarmış be hocam,
okuyup adam olacaktım ama benden bir halt olmazmış.” deyip
kâğıdı vermesiyle sanki sınıfta acıklı bir fon müziği duyulmaya
başladı. Nedensiz bir üzüntü ile karşı karşıyaydım. Yönetmenin
kestik, demesini bekliyordum ama demiyordu. Ardından bir
kız öğrenci “Hayatı böyle bilmezdim be hocam, düşlerim vardı
benim ama düşler gerçeklere ne kadar dayanabilir?” Kâğıtlar
birer birer ellerime düşüyordu. Fon müziği sürekli değişiyor ve
ben için için ağlıyordum. Son kâğıt da ellerime düşerken -şu
gurbet ellerde- annemin gözü yaşlı duaları ile ayakta kalmışım
belli ki! Oysa nice taşlar var ki kaskatı da olsa içinden bir tane
çiçek çıkartabilmiştir.
42 | Öz g ür BAYINDI R

Ertesi gün yeniden hazırladım yazılıları; bu kadar zalim


olamazdım, ben öğretmendim ve onlara bu kötülüğü yapamaz-
dım. Kâğıtları aldılar, hepsinin gözleri parlıyordu. Mutluydular.
Sonuçları bildirdim fakat iş bitmedi. Seksen iki alanlar ayakla-
rıma yapışıyor “N’olur hocam, gözünün çapağını yiyim seksen
beş yapın.” Bir başkası “Gözünün yağını yiyim yetmiş yapın.”
gibi mide bulandırıcı ne kadar söz varsa söylediler. “Hocam üç
puan vermezseniz iki gözüm önüme aksın.” gibi iğrençlikte sınır
tanımayanlar yapışıyorlardı. Çaresiz, dediklerini yaptım. Fakat
derste ara sıra kulağıma bir YouTube lafı geliyor, ben yaklaşınca
susuyorlardı. En sonunda Elif gelip söyledi, “Daha dayanamam
gayrı…” deyip. Meğer o zor sorduğum sınav sonrası beni
gizlice videoya kaydedip YouTube’da yayınlamışlar. Tıklanma
rekorları kırınca okulda ben hariç herkes bunu konuşuyormuş;
gerçekten videoyu izleyince beni nasıl oyuna getirdiklerini
anladım.
“Vay ben öleydim de böyle yapmayaydım. Hayalleriyle
oynamayaydım, ellerim kırılaydı da böyle sınav hazırlama-
yaydım.” deyip deyip kafama kafama vuruyorum. “Analarını
babalarını terk edip gurbet ellerde okumaya gelen çocukları
böyle üzmeyeydim.” Böyle uzayıp gidiyor işte üç dakikalık
video. İzlemeseydim inanmazdım; zira kendimi kaybetmiştim.
Videonun sonunda içlerinden biri gelip kâğıt mendil veriyor bir
de salya sümük siliyorum.
Öğretmenlik İlkeleri 6: Acıma.
Gerçi ruhum yine el vermiyor, öğretmen yüreği işte.
İlke 7

H
er ne kadar öğrenciler haylaz da olsa onları seviyor-
dum. Tabii onlar bu sevgi ve hoşgörümü sınırsızca
kötüye kullanmaya çalışsalar da. Okulda bazı öğ-
retmenlerin çok güçlü göründüklerini ve asla sıkıntı yaşama-
dıklarını fark ettim. Göründükleri anda öğrencilerin, ne biz
ona bulaşalım ne de o bize, diye köşe bucak saklandıklarını
ve onların nöbetlerinde daha sakin olmaya çalıştıklarını da.
İçimden “Ulen, ne rahat be! Böyle öğretmen olabilsem ilkeye
milkeye gerek yok, tabii not defterlerine not almak da…” diye
söylendim. Zira çektiğim sıkıntılar öğretmenliği bırakmayı bile
düşündürtmüştü bana.
Her neyse gelelim mevzuya; bendeniz okumayı, düşünmeyi
ve araştırmayı yaşamının merkezine koymuş biriyim. Fakat bir
sorun var; düşünme işini illa ki yalnız ve yürürken yapmam
gerekiyor. O nedenle sık sık yürüyüşe çıkar, konuyu belirler
ve düşünmeye başlarım. E tabii kendi kendime konuşmadan
da edemiyorum. Yolda kendi kendime konuşmam da diğerleri
için pek sağlıklı olmadığım kanısı veriyor doğal olarak. Yine bir
gün karşımda biri varmış gibi kendimi kaptırmış yürüyorum,
bazen de tartışmaya falan giriyorum. Bizim okuldan bir grup
da bir kafede oturmuş muhabbet ediyorlarmış. Tabii uzaktan
44 | Öz g ür BAYINDI R

beni gören Aslı diğerlerine beni gösterince beş öğrenci ellerini


üst üste koyup güçlerini birleştiriyorlar ve bir plan yapıyorlar.
Ertesi gün dersten beş dakika önce,
“Öğretmenim, dün sizi gördük; sokakta tek başınıza ama
yanınızda biri var gibi davranıyordunuz.” dedi Hatice.
“Ruh arkadaşınız mıydı o?”
“He Hatice he, ruh eşimdi o, birlikte yürüyüşe çıkmıştık.
Ruhumu tükettin Hatice ne söyleyeceksen söyle çabuk.”
“Hocam sakıncası yoksa biraz bahseder misiniz? Nereye
gidiyordunuz?”
“Haftada birkaç gün yürüyüş yapıyorum, o esnada da ruhu-
mu arıtıyorum. Ama özellikle pazar günleri mutlaka çıkarım,
benim için çok önemli, ruhumu dinlendiriyorum. Ruh dinginliği
kazandırıyor bana.”
“Yürüyüş güzergâhınız neresi hocam?”
“Özellikle pazar günü saat 9’da Bakırköy- Zeytinburnu sahil
yolunda başlarım yürüyüşe, bitirdiğimde yaklaşık on bin adımı
tamamlamış oluyorum. 10 buçuk civarında sahilin sonuna gel-
miş oluyorum. O saatlerde genelde sakin olur ama bitirmeme
yaklaşırken insanlar da çoğalıyor tabii.”
“Tamam hocam, bu kadar bilgi bana yeter.”
“Ne demek bu şimdi?”
“Yani anladım, manasında.”
İçime bir kurt düştü ama elden gelen de bir şey yok. İlk pazar
uyandım ve hazırlandım; içimden hiç gitmek gelmiyor, ruhum
daralıyor ama kendimi “Bu yürüyüş seni nasıl rahatlatacak bak
göreceksin.” diyerek ikna ediyorum.
Yürüyüşe başladım, başlangıçta her şey güzeldi, ta ki saat 10’a
kadar. Düşüncelere dalmış yürüyordum ama bir anda garip bir
şey oldu. Karşıdan bir kalabalık beni işaret edip üzerime doğru
koşmaya başladı, bazılarının elinde sopa vardı. Sağıma soluma
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

baktım kimse yok. Nasıl kaçtığımı bilemezsiniz, denize atlama-


dığıma şükrettim. Ben koşuyorum onlar kovalıyor, bir yandan da
“Polis, imdat!” diye bağırıyordum. Bizim kızlar son sınıflardan
otuz kişilik bir grubu ayarlamışlar bu iş için. Anladım ki her
soru masum değil ve asla özel bilgilerimi paylaşmamalıyım.
Resmen eğlenmeleri için soytarı muamelesi yapıyorlardı bana.
Öğretmenlik İlkeleri 7: Özelini paylaşma.
Bakalım bütün bu ilkeler ne zaman nihayete erecek ve ben
gerçekten bu ilkelerle iyi bir öğretmen olabilecek miyim?
İlke 8

Ö
yle böyle derken Nisan ayı gelmişti, öğretmenliğimin
altıncı ayını da geride bırakmıştım. Kâbus gibi gün-
lerin geride kaldığını tam olarak söyleyemiyorum.
Yaşadıklarımı iyi değerlendirmem bana yarar sağlamadı diye-
mem ama yine de öğrenecek çok şey var, diye düşünüyorum.
Dışarıda tam bir bahar havası hâkimdi. Yağmurlu, soğuk
ve zaman zaman karlı bir kışın ardından bu bahar günü sınıfta
olmak hiç de cazip değildi. O nedenle bir fırsatını bulup dışarı
çıkmayı istemiyor değildim. Ama bu teklifi ben yapamazdım,
zira dışarıda olmak için bir sebep yoktu. “Hava ne kadar güzel
gençler…” dedim, zaten dersi kaynatmaya hazır bir sınıf, Arda
hemen olayı anladı ve “Dışarı çıkalım mı hocam…” dedi.
Aslında fena fikir değil dedim ama bir sorunumuz var. “Hasan
Hoca’yı nasıl ikna edeceğiz? Hasan Hoca, müdür yardımcısıdır
kendileri. Kolay kolay ikna olmaz.”
Arda atıldı hemen. “Hocam o işi bana bırakın, bu işlerde
ustayımdır.” Neyse, kimseye tam olarak güvenemesem de başka
çarem yoktu. Arda sevinçle geldi.
“Tamam hocam, çıkabiliriz.” Ben de rahatlamıştım.
“Nasıl oldu bu iş?” diye sorduğumda ise Arda:
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

“Ruhi Hoca bize dışarıda gözlem yaptıracak, beden eğitimi


dersinde top oynayan öğrencilerin bencillikleri ve saldırgan-
lıklarını gözlemleyip rapor yazacağız.” dedim, hemen tamam,
dedi. Ben de:
“Hay aklınla bin yaşa Arda…” diye onaylamayı ihmal et-
medim.
Dışarıya çıktık, “Hocam hadi yakan top oynayalım.” diye
sıkboğaz etmeye başladılar, ben de dayanamadım ve başladık
oynamaya; kravatı, ceketi çıkardım; iyice havaya girmiştim. Kaş
göz işaretlerini fark etsem de aldırış etmedim. İlk ortada olan
bizim takımdı. İlk başlarda beni vurmaya çalışmıyorlardı, ileri
geri gidip gelmek beni biraz yormuştu. Topu bana atarlarken
yavaş atıyorlardı ve sürekli can alıyordum. İçimden;
“Canlarım bana hızlı atmaya kıyamıyorlar bir yerim falan
incinir.” diye geçirirken ortada tam on cana sahip ve bütün takım
arkadaşları vurulmuş biri olarak kalakalmıştım. Asıl aksiyon
ondan sonra başladı, normalde yakan top oynayan çocuklarda
her iki taraftaki kişi de ortadakini vurmaya çalışır. Bunlar öyle
yapmıyordu, hızlıca biri diğerine pas veriyor, diğeri de vurmaya
çalışıyordu. İlk canımı iki kaşımın tam ortasından kaybettim,
ikincisini yüreğimden, üçüncüsünü “malum” bölgeden; derken
en sonunda nakavt olmuş bir şekilde yerde yatıyordum. Gözle-
rimi açtığımda karşımda Hasan Hoca vardı. Göz kapaklarımı
ortadan ikiye ayırmaya çalışırken;
“Hayırdır Hocam, çocuklar ruhunuzda derin yaralar açmış,
inşallah ruhunuz bedenden ayrılmamıştır. Zira bu okulumuz
açısından hiç de iyi olmaz. Ne işiniz var burada?” deyince yine
beni oyuna getirdiklerini anladım. Meğer Arda izin alamamış
ve bana yalan söylemiş. Kızgınlıktan “Ardaaaa!” diye bağırdı-
ğımı iyi hatırlıyorum. O anda okulun üstünde kara bulutlar ve
başımda çığlık atan kargalar ortamı uygun havaya sokmuştu.
48 | Öz g ür BAYINDI R

Kalkıp koşa koşa sınıfa gittiğimde teneffüs bitmiş yeni bir ders
başlamak üzereydi. Selahattin Hoca ise göbeğini bir sağa bir sola
sallaya sallaya geliyordu. Arda ortada yoktu. Selahattin Hoca
yanıma yaklaştı ve;
“Hocam, prensiplerinizden asla taviz vermeyin, verilen her
taviz sizi ilkesiz ve daha duygusal yapar.” dedi ve sınıfa girdi.
Arda da koşa koşa kapıya kadar yaklaştı. Bir anda daha önce
tecrübe ederek belirlediğim ilkeler geldi aklıma; not defterimi
açıp gözden geçirdim. Selahattin Hoca haklıydı. Yeni bir ilkem
daha olmuştu. Hatanın bende olduğunu anlayıp bir anda yumu-
şadım ve Arda’ya gülümsedim. O da sırıtıp içeri girdi.
Öğretmenlik İlkeleri 8: Taviz verme
İlke 9

A
slında bütün sorun duygularımdı. Onların bana yap-
tıklarını bu kadar kabullenmemin tek sebebi çabuk
üzülmem ve onları da üzmek istemememdi. Kırılgan-
lığımın yanı sıra çabuk sinirlenmemem ve genelde bunu içimde
yaşamamdı. Ancak kendimi iyi tanımama ve çözüm yollarını
iyi bilmeme rağmen uygulamada yeteri kadar başarı sağlayamı-
yordum. Hani “Terzi kendi söküğünü dikemez.” derler ya. İşte
o hesap. Ne olursa olsun duygularıma hâkim olacaktım. Yani
bana ne yaparlarsa yapsınlar, üzülmeyecek, öfkelenmeyecek,
kırılmayacaktım. Bunun için ruh gibi olmaya karar verdim. As-
lında adım da bedenim de öyleydi ama ben ruhumu bedenimle
bütünleştirip tam bir ruh olmaya karar verdim.
Pazartesi derse yüzümde tam bir duygusuzluk hâli ile
girdim. Öğrenciler ilkin başıma bir iş geldiğini düşündüler,
sanırım o nedenle “Hocam, ruh gibisiniz.” “Hocam ruhunuz
mu yaralandı?”
gibi sözlerle takılmaya başladılar. Ben ise hiç cevap vermi-
yordum. Sürekli tersleyerek ve susturak karşılık veriyordum.
İşe yaramıştı. Artık laf atmalar kesilmişti. Son derece ciddi bir
şekilde dersi anlatmaya başladım. Sorular soruyordum, ce-
50 | Öz g ür BAYINDI R

vaplıyorlardı. Gülmüyordum, öfkelenmiyordum. Aferin diyor


notlar alıyordum. Konuşurlarsa “kapa çeneni” gibi sert ifadeler
kullanıyordum. Son derece dikkatli konuşuyor, etkinlikler yap-
tırabiliyordum. Ruh gibi olmak işe yaramıştı. Dersin sonunda
karnımda garip bir his vardı ama başarmanın verdiği bir haz
da vardı.
İlke 9: Öğrenci ile arana mesafe koy.
Artık ben de bazı öğretmenler gibi sınıf kontrolünü
sağlamaya başlamıştım. Sanırım öğretmenliği öğreniyordum.
Sanırım…
İlke 10

S
on bir ilke daha bulmalıydım; bu benim kısa zamanda
profesyonel öğretmenliğim için vurucu bir hamle olma-
lıydı. Evet, düşününce eksiğim ortaya çıktı. Onlar sürekli
planlar yapıyorlardı, ama ben çok safça hareket ediyordum.
Onların planlı ve organize işlerini tahmin etmeliydim. Bunu
yapabilmem için bir öğrenci tanımlaması yapmam şarttı. Bu
tanımlamayı yapabilecek kadar tecrübeye sahiptim artık ve
seneye daha donanımlı bir öğretmen olarak rahata erecektim.
Öğrenci, okula zorunlu olduğu için gelir ve sınavlardan
ailesinin kabul edebileceği puanları almayı hedefler. Eğlenmek
ve gülmek birincil hedeftir, karşı cinsle iletişimin onun
dünyasında hassas bir yeri vardır. Çoğu öğrenmek için çalışmaz.
Okul sıkıcıdır ve o bu sıkıcı yerde biraz olsun rahatlamaya
çalışmaktadır. İç dünyası onu farklı olmaya ve böylece kişiliğini
ortaya çıkarmaya iter. O nedenle saçma sapan şeyleri dene-
mekten çekinmez. Bencilliği onu cesaretli kılar bazen de içine
kapanmaya sürükler.
Öğrenci budur, öyleyse onun olaylara her zaman böyle
bakacağını bilmeliyim. Sorduğu sorular, sarf ettiği cümleler ve
kurduğu iletişim bu sınırlar içindedir.
52 | Öz g ür BAYINDI R

Derste istekler ve sorular gelmeye başladı.


“Hocam lavaboya gidebilir miyim?” (dersten kaytarma
hamlesi)
“Elif, teneffüsler bunun için, sabretmelisin.”
“Hocam yardımınıza ihtiyacım var, yardım edebilir misiniz?”
(paraya ihtiyacı var)
“Bugün yardım etmek için hiç zamanım yok Mete.”
“Hocam bugün sanki ruhum bedende hapis. Dışarı mı çık-
sak?” (dersi kaynatma)
“Evladım, senin ruhun bahçeye çıksa yarı açık cezaevi gibi
hisseder, değişen bir şey olmaz, sen en iyisi ruhunu özgür bırak.”

Öğretmenlik İlkeleri 10: Asıl niyeti tahmin et.


2. Bölüm

Sayko Liseliler
Sayko Liseliler

S
ayko; Türkçe’ye psikopat olarak İngilizce’den geçen
psychopath sözcüğünün kısaltılmış hâlidir. Yani
“psycho”. Psikopat kelimesi eskiden her türlü akıl
hastalığı formunu kapsayan bir terim olarak kullanılırdı. Bugün
ise psikopat terimi, psikiyatride empati ve vicdan eksikliği ile
karakterize olan bir kişilik bozukluğu olarak tanımlanmakta, bu
kişilik bozukluğunu ifade etmek için kullanılmaktadır.
Bugün sayko bu anlamının dışına tamamen çıkmış olmasa
bile daha farklı anlamlarda da kullanılmaya başlanmıştır. ‘Kural
tanımayan, çılgın ve eğlence için her türlü tehlikeli ve garip
davranışı gerçekleştirebilen kişiler’ için kullanılır hâle gelmiştir.
Genelde saykolar ergendir ve beyinleri, -bedenlerinin gelişimine
ayak uyduramadığı için- ilk etapta çalışmayabilir. Eskiden bozuk
televizyonu çalıştırmak için iki yanından vururlardı ya, işte onlar
da bu tarz bir darbeye ihtiyaç duyabilirler. Gerçi vurunca daha
da kötü olma riski var ama neyse bazen de işe yarıyor işte. Eğer
liseli ergenleri görüp de gayri ihtiyari “Yuh artık! Bunlar kafayı
56 | Öz g ür BAYINDI R

yemiş.” ya da “Ulan manyak mısınız?” gibi tepkiler veriyorsanız,


bir grup sayko görmüşsünüz demektir.
Bir sayko, Polat Alemdar’dır. Dilinde “Sonunu düşünen
kahraman olamaz.” repliği ile.
Bir sayko, eşşek şakası yaptığı arkadaşının hışmından usta-
lıkla kaçabilen Chackie Chan’dir.
Bir sayko, pet şişe basketbolunda Lebron James, petbolda
Christiano Ronaldo’dur.
Bir sayko Mevlana’dır. “Ne olursan ol dön.” diyerek döner
durur.
Bir sayko için sınıf bazen disko, bazen film setidir. Öğret-
menler asker arkadaşı, idareciler polis veya gardiyandır.
Bence, ergenlerin beyinlerinin çalışma prensiplerini anlamak
için müstakil bir üniversite kurulması gerekir. Eğer “Eğlence
odaklı” diyerek kestirip atarsanız, meseleyi hafife almış olursu-
nuz. Ergenlerin eğlence anlayışlarını anlamak için kalabalık bir
profesör grubunun gecelerini gündüzlerine katarak araştırma
yapmaları gerekir. Eğer bir başka araştırma grubu da gece gün-
düz kuantum fiziğine çalışsa ya da uzayda istasyon inşa etmeye
çalışsa daha çabuk sonuca varırlar. Zira eğlence anlayışlarında
bir mantık bulunması imkânsızdır. Birazdan anlatacaklarımı
okudukça sizin de hak vereceğinize eminim.
Bazı ergenlerin saykoluklarına başlamadan önce şunu belirt-
mekte fayda görüyorum; sosyal medya daha çok eğlence amaçlı
kullanıldığı için gençler yaptıkları saykoluklarda eğlenmenin
yanı sıra, kamera ile kayıt altına alıp “izlenme” amacı taşıyor
olabilirler. Başta TikTok ve YouTube olmak üzere gençlerin
beğenilme arzusunu kamçılayan bu izlenme ve “like” alma
oranı saçmalama oranını doğrudan artırarak yeni içerik üretme
anlamından çok üretici olmaya sevk ediyor.
Pet şişe

B
oş bir pet şişe teneffüslerde en etkili eğlence aracıdır.
Gelin-damat, sigara-çakmak, poğaça-çay, nane-limon,
tahin-pekmez nasıl vazgeçilmez ikililer ise pet şişe-
çöp kovası da işte öyledir. En klişe oyun türü basket atmaktır.
Trabzon’da duyulan silah sesine kayıtsız kalamayan tipik bir
Karadenizli gibi birisinin basket atmasıyla domino taşı etkisiyle
birbirini tetikler. Basket atmaya çalışan ergen kendinden emin
bir şekilde nişan alır ve atışını gerçekleştirir, ama girmez. Onu
izleyen diğerleri hunharca gülmeye başlarlar. Bu tepki karşı-
sında, koşarak pet şişeyi tekrar eline alır ve bir daha dener, bir
daha, bir daha… Fakat nafile, o artık bir “loser”dır. Böğürerek
gülenlerden biri “Çekil lan beceriksiz…” diyerek onu iter ve
atışını tek seferde gerçekleştirir. “Ooooo yaşşa kanka…” diyerek
birbirine sarılırlar ve böğürme sesi had safhaya ulaşır.
Bir pet şişenin kendini en rahat hissettiği yer çöp kovasıdır.
Âdeta iki sevgili gibidirler. Bu pet şişeyi sevgilisi ile buluşturma
işi bitti mi? Hayır! Bu sefer o pet şişe boş değil. 1/3 oranında
doldurulmuş su ile ilk yapılacak etkinlik şişeyi havaya atıp yerde
58 | Öz g ür BAYINDI R

düz durdurmaktır. Ardından bu başarılırsa şişeye tekmeyi vurup


onu ait olduğu yere göndermektir. Basketi bazen bacak arasına
sıkıştırarak, bazen arka tekme bazen de ayağında sektirerek
atmak pet şişe basketindeki ustalığa işaret eder.
Sırada petbol var, yani pet şişe futbolu. Sınıfın dar olması
sebebiyle genelde iki sayko tarafından bu oyun için sıralar kenara
itilir ve sınıf küçük bir stadyuma döner. Kenara çekilen sıralar
tribün görevi görürken taraftarlar da -özellikle kızlar- sıraların
üzerine oturup ayaklarını oturaklara koyarak tezahüratta bulu-
nurlar. Zaten birazdan kızlar etekleriyle, erkekler de pantolonla-
rıyla bir güzel oturakları temizleyecekleri için bu çok da sorun
değildir. Bir an için gözlerimizi kapatalım ve o ânı hayal edelim.
“Taha topu aldı, ilerledi, bir çalım veeee top çerçeveyi bul-
madı. Burak’tan karşı atak, bir bacak arası, Taha şaşkın; bunu
beklemiyordu, şuuuut ve gooool. Goller arka arkaya geliyordu,
gol sevinci için de gol atanın üzerine atlanıyor, altta canının
çıkması için var güçleriyle bastırıyorlardı. Hâlâ canı çıkmamışsa
boynunu sıktırarak nefessiz kalması sağlanıyordu. Sınıfın içinde
meşaleler yakılıyor, anlaşmazlık hâlinde sıralar havaya kaldırı-
lıp sağa sola atılıyordu. Bir derbi maçından eksik herhangi bir
durum yoktu. Bu arada kendisinden bir top görevi beklenen o
canım pet şişe ise sağa vurulunca sağa gitmek istese de bunu
başaramamanın verdiği üzüntüyle yuvarlanmaya çalışıyordu.
Tabii zil çaldığında sınıfa giren kahraman öğretmen manzarayı
görünce ‘Eşşek herifler, ne bu sınıfın hâli?’ deyip hepsini kova-
lıyordu. Sonra yerdeki ezik büzük pet şişeyi içlerinden suçüstü
yakaladığı ilk öğrenciye fırlatıyor böylece -derbi maçı polisleri-
nin oluşturduğu heyecan misali- petbol da sonlanmış oluyordu.”
Artık sıra o pet şişeyi yerde düz durdurmakla birlikte,
masanın üstünde, tahtanın üstünde, burnunun üstünde, kıçı-
nın-başının üstünde kısaca üstü düz olan ne varsa, orada düz
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

durdurmaya gelmiştir. Artık ellerinde pet şişe olan her bir say-
konun nihai amacı ya bir şeyin üstünde düz durdurmak ya da
çöp kovasına uzaktan atıp içine girmesini sağlamak. Bu başarı
her gerçekleştiğinde istisnasız bağırmalar ve böğürmeler takip
etmelidir. Yoksa bütün bu uğraşının da bir amacı olmayacaktır.
İşte böyle, pet şişenin doyasıya sömürüldüğü bir teneffüste
öğrencilerden birini özel görüşmeye çağırmak için sınıflardan
birine girmeye niyetlenmiştim. Aslında teneffüslerde her bir
sınıfın ne kadar tehlikeli olduğunu iyi biliyordum. O nedenle
genelde bu iş için koridordan bir öğrenciyi seçip rica ederdim
ama bu sefer dalgınlığıma gelmiş olmalı. Sınıfın kapısına
yaklaşmamla dışarı iri yarı bir yaratık, diğerlerini sağa sola
savura savura çıktı ve duvara güm diye çarpıp yere çakıldı. Bu
hâliyle gidip “cama vuran bir kuşa” benziyordu. Öldüğünden
emin olmak için yanına yaklaştım ve tam dürtecekken kediden
başka dokuz canlı olan bir türün de bu olduğunu anladım.
Hiçbir şey olmamış gibi ayağa kalktı, üstünü başını temizler
gibi yapıp “he he” diye sırıtarak uzaklaştı. Sanırım “tuvalet”
denilen kutsal mekâna gidiyordu. (Hemen tepki vermenize
gerek yok, gerçekten tuvaletin “def-i hacet” dışında ne kadar
derde derman olduğunu bir bilseniz siz de oranın “kutsal” bir
yer olduğu konusunda bana hak verirsiniz.)
Henüz şoku üzerimden yeni atmıştım ki, kapının yanında
bulunduğundan habersiz olduğum çöp kovasının sath-ı mailine
girmişim. Atılmaktan eğri-büğrü olmuş o 1/3’ü su ile dolu olan
pet şişeler bir anda el bombası gibi üzerime yağmaya başladı.
Daha önceden basket denemesinde atılmış birkaç boş pet şişe
ise kapıdan kimse giremesin diye mayın olarak döşenmişti. El
bombaları ve mayınlarla çok iyi korunan o sınıfa tabii ki gire-
medim. Kendimi kapının dışında duvara yasladım. Cebimden
gaz bombasını çıkarıp içeri attım. Öksüre öksüre dışarı çıkmaya
60 | Öz g ür BAYINDI R

başladılar. İçlerinde Serhat’ı zar zor tanıyabildim. Hemen yaka-


sından tutup kendime çektim ve “Beş dakika sonra odamda ol!”
diyerek dumanın içinde kayboldum.
“Olay yeri inceleme” sınıfta çok sayıda pet şişeyi delil ola-
rak toplamıştı. Öğleden sonra “suç delilleri” masanın üzerine
dizilerek basına teşhir ediliyordu. İçlerinde mavi kapağı iğne ile
çok sayıda delinmiş bir pet şişesi en ilginç olanlarındandı. Kim
neden bunu yapar, diye düşünürken saçları ve üstü başı ıslak olan
gençleri hatırladım. Anlaşılan, bir işkence yöntemi olarak uzun
zamandır kullanılıyordu. Ayrıca sınıfın çamur içinde kalması-
nın sorumlusu da bu silahtı. Bazı pet şişelerin ise kapağı yoktu.
Biraz düşününce bunun sıradan bir durum olmadığını anladım,
çünkü pet şişe döndürülmüştü. Belli ki -kapağı biraz gevşetilip,
üzerinde tepinmek suretiyle oluşturulan- bir basıncın etkisiyle
fırlatılmıştı. Acaba hangi masumun kafası o mavi kapaktan na-
sibini aldı? Bunları düşündükçe daha da öfkeli hâle geliyordum.
Resmen magandalık bu, diyerek yumruğumu duvara vurdum.
Daha bitmemişti, bir başka şişeyi elime aldığımda ise üzerin-
de beyazlıklar olduğunu gördüm. Garibim atılmış ve her atışta
duvara çarpmış başka bir mazlum. Her tarafı ezik büzük, belli
ki o da duvarlara zarar vermek istememiş. Buna alet olduğu
için ne kadar üzüldüğünü tahmin bile edemiyorum. Belki de
top olarak kullanıldı, defalarca tekmelendi. Gol attıklarında ise
ayaklar altında çiğnenmiş olma ihtimali bile var.
Yaklaşık on pet şişenin başından geçenleri hayal etmekten
kendimi alamıyordum. Polislerden izin alarak hepsini çiçekli
bir bez çantaya özenle yerleştirdim. Odama götürdüm ve ki-
taplığımın raflarına bir süs misali koydum. Öğrenciler yerine
belki de onlarla konuşmalıydım. Buyurun dedim, anlatın neler
çektiklerinizi.
Birisi hemen atıldı, “Yeter artık!” dedi. “Bizim hiç hakkımız
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

yok mu? Bizler hep mazlum ve masum olarak acı mı çekeceğiz?


Mesela geçen gün bir kız, kantinden beni aldı ve elinde döndür-
meye başladı. Döndürdü, döndürdü, artık midem bulanmaya
başlamıştı. Neyse ki en sonunda bir masaya beni düz olarak
koydu. Tam rahatladım derken karşımda vıcık vıcık ketçaplı
hamburgeri yemeye başladı. Eli ketçap olmuştu. Kapağımı o pis
elleriyle çevirmeye çalışıyordu. Çalıştıkça eli kayıyor, kaydıkça
her tarafımı ketçap yapıyordu. Ardından çiğnediklerini daha
yutmadan iğrenç ağzına beni götürdüğünde artık bayılmışım.
Kendime geldiğimde masanın altında bir kenara atılmıştım.”
Hepimizin gözleri doldu, öfke ve üzüntüyle karışık dinlemeye
devam ettim. Bir başkası bahçede başına gelenlerden bahsetti.
Bu da en az diğeri kadar üzücüydü.
“Yaklaşık beş tane futbolcu müsveddesi aralarına alarak bir
saat boyunca beni tekmelediler. En sonunda bir tanesi öyle bir
vurdu ki, bahçe duvarından yola düştüm. Sonrası gerçekten çok
vahim. Arabaların tekerlekleri altında ezildim, ardından köpek
dışkılarının olduğu çimene fırlamışım. (Hâlâ pis pis kokuyo-
rum.) Sonra bir köpek beni alıp ısırdı ve tekrar yola fırladım.
Tabii çocuklar peşini bırakır mı, duvardan atlayıp beni okul
bahçesine geri atıp oynamaya devam ettiler. Bu hâlde bile beni
sınıfa tekrar götürmekten geri kalmadılar.”
Hepimiz ağlıyorduk, ben daha fazla dayanamadım ve diğer-
lerinin hikâyelerini dinleyemedim; ağlayarak sohbeti bitirmek
zorunda kaldım. Onları gelen öğrencilere göstermek istiyordum.
O nedenle vitrinimin raflarında hâlâ saygıyla duruyorlar. Her
ne kadar onların başına gelenler hâlâ diğer pet şişelerin başına
gelmeye devam etse de…
Uzun Eşşek

Ö
ğrenci demek kaos demek, kaos demek uzun eşşek
demek. Bu oyunun adı uzuneşek değil, uzun eşşektir.
Zira eşek bir hayvan iken eşşek, kafalarını birbirinin
apış arasına sokmuş her bir takımda üç ya da dört adet bulunan
iki takım saykodur.
Bu oyunu kim icat ettiyse ilk önce aklından başka bir şey
geçtiği kesin. Şimdilerde sosyal mesafeye dikkat ettiğimiz dik-
kate alınırsa, o kafanın, önündeki poponun içinde kaybolması
davranışı akıl dışı. Zaten akıllıca bir oyun olsa anlatmazdım.
Eşek olmayı istemek ayrı bir garabet, onu geçtim hadi. Diyelim,
kafalarınızı birbirinin bacaklarının içinden geçirerek, dışarıdan
bakıldığında çok namüsait görünmeyi göze aldınız, peki kim
yastık olacak denilince “ben” diyen arkadaşın sevincine ne de-
meli? Yahu uzuneşek oyununa katılmak istiyordun da tepene
birisi binecek korkusundan, yastık olarak katılma sevincine mi
terfi ettin? Kafaların bir diğerinin arkasıyla bütünleşmiş olma
görüntüsünden daha kötüsü varsa o da yastık ile o yastığın apış
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

arasına kafasını sokan kişinin görüntüsüdür. Kısaca uzun eşşek


görsel olarak iğrenç ve tiksindirici bir eğlence türüdür.
İşte sınıfın içinde bu oyunu oynamanız için, öncelikle sağlam
kollar -ki öndekinin pantolonu ve bacaklarından sıkıca tutmak
için- sağlam bacaklar -belini kırmak için var gücüyle üstüne
atlayan, aynı zamanda bacaklarını kıramasın diye- ve sağlam
bir bel-sırta ihtiyacınız vardır. Yani özetle “eşşek” gibi olmanız
gerekiyor. Hemen hemen bu manzarayı gören her aklı başında
kişinin “Aman ha sakatlanmayın!” diyerek vicdanen rahatlamaya
çalışmaları boşa değil.
Sıralar kenara çekilir, yastık duvara yaslanır, üç-dört “aklı bir
karış havada” bütünleşir ve oyun başlar. Genellikle ‘oooo’ sesiyle
birlikte heyecanla bekleyen seyirciler, nefesini tutar. Birazdan
düşeceklerin yere bir güzel kuru paspas atacağı anı beklerler.
Özellikle atlayacak takımda “çam yarması” varsa, rakip takımın
direncini kırmak için öncü kuvvet olarak o gönderilir. Ameri-
ka’daki ikiz kulelere dalan uçak gibi havada süzülür. Zaten eşşek
yıkılmazsa, çam yarmasının “oturduğu, çöktüğü, yaylandığı”
altındaki kişi geçen her saniye “Atlasana oğlum!” diye diğerine
bağırmaya başlar. Oyunun kilit noktası burasıdır. Eğer beş saniye
içinde sıradaki atlamazsa altta beli kırılmak üzere olan çöker ve
“Olmaz arkadaş beklemeyeceksin.” der. Aslında bu bir hamledir.
Hem bir an önce bu işkenceden kurtulma hamlesi hem de zaten
sırada atlayacak daha üç kişi olduğu için dayanması mümkün
değildir. İçinden, “Beş saniye içinde atlamasa da bozayım oyu-
nu…” cümlesi âdeta bir duaya dönüşmüştür.
Sırayla hepsi atladığında ise yaylana yaylana,
“Bizim köyün imamı,
Alttan verir samanı,
Üstten çıkar dumanı.
Çattı, pattı, kaç attı?”
64 | Öz g ür BAYINDI R

tekerlemesi söylenir. Uzun eşşek hakem olmadan oynanmaz,


hakem olmak büyük bir risktir ve hassasiyet ister. Üsttekilerden
en öndeki hakeme parmağıyla tek ya da çift gösterir (tek sayıyı
göstermek için orta parmağını kullananların sayısı az değildir)
ve alttaki eşşeklerden biri tek ya da çift diye tahminde bulunur.
Hakem bu durumu gözler ve kararını verir. Bilirse üsttekiler
alta, alttakiler üste geçer. Bilemezlerse eşşek olmaya devam.
Bu oyunun en ilginç tarafı ise aslında gizli bir güç gösterisi
olmasıdır. Özellikle kızların izlemesi ile alttakiler dayanıklılığın,
üsttekiler ise kovboy misali ezici olmanın sınavını verir. Hepsi-
nin kıçı-başı ortadayken neyin gösterisiyse!
Bir grup kız yanıma geldi,- zaten tek başına gezen kız görmek
neredeyse imkânsızdır- eğer bir grup kız öğrenci öğretmenin
etrafını sarmışsa bunu “Etrafın sarıldı, teslim ol!” olarak anla-
manız gerekir. Kız çocuğu olanlar iyi bilir, nasıl ki, bir kedi ba-
caklarınıza sürtüne sürtüne miyavlamaya başlar ve kendinizi bir
anda onu severken ve beslerken bulursunuz. İşte aynen kızınız
da yanınıza gelip, kollarınıza sürtünüp, babacığım falan derken
“n’olur, n’olur, lütfen, lütfen, miyav, miyav” derse hipnoz seansı
başlamış, çoktan kendinizi teslim etmişsiniz demektir. Erkek
öğretmenlerin kızların bu tür davranışlarına daha yumuşak dav-
ranmasının nedeni işte budur. Tamamen bilinçaltına gizlenmiş
olan küçük kız çocuklarının sevimliliği ve ikna gücü.
Aynı bunun gibi kız öğrenciler “Hocam sınıfa gelsenize,
n’olur, n’olur…” diyerek miyavlamaya başladılar. Bir anda düşün-
meden kabul edebilmem için etrafımda yavaşça dönüyorlardı;
böylece hipnoz etkisini artırmaya çalışıyorlardı. Onların beni
teslim alacağından hiç şüpheleri yoktu ama zaman kısıtlıydı,
saniyeler önemliydi ve beni hemen götürmeleri gerekiyordu.
Direnmenin faydası olmadığını ben de biliyordum ama tenef-
füslerde sınıfın tehlikeli bir yer olmasından dolayı korkuyordum.
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

“Ne oldu kızlar!” diyebildim, içlerinden birisi beni arkamdan


itmeye başladı. Tam “kim” diye bakacakken sürekli yer değiştire-
rek dikkatimi dağıttılar ve farkında olmadan ilerlemeye başlamı-
şım. Miyavlama sesleri, iteklemeler derken kısa süreli bir bilinç
kaybı yaşadım. Neyse kızlardan biri; “Bir, iki, üç dediğimde
parmağımı şıklatacağım ve uyanacaksın.” dedikten sonra say-
maya başlamış. “Bir, iki, üç, şık…” Sizce parmağını şıklattığında
ne olmuş olabilir? Evet, sınıfta olduğum kesin ama hangi du-
rumdayım? Söylüyorum. Uzun eşşek oyununda ortada, en rezil
durumda. Hem benim apış aramda bir kafa hem kafam başka
birinin apış arasında. Bu ortamı detaylı anlatmak istemezdim
ama hayal ettiğimde tekrar tekrar yaşıyorum. Öncelikle, herkeste
bir korku var, nereden biliyorum? Korkuyordum da ondan. Ya
kafamı kıçı ile bütünleştirdiğim eşşek, şöyle en bayıltıcısından
bir gaz çıkartırsa diye. Sera etkisi yaptığından mıdır, yoksa hava
sirkülasyonu olmadığından mıdır, anlayamadım ama zaten ter
kokusu alt tarafa iyice yayılmış. Bu kokunun üzerine bir de gaz
kokusu gelirse vay hâlime. Eğer böyle bir durum gerçekleşir de
(ben ter ve gaz kokusu ile birlikte baygınlık geçirirken) iri yarı bir
eşşek kıçının kemiklerini sırtıma geçirecek olursa, bağırsaklarım
ağzımdan dışarı fırlayabilir. Kendimi “sağlam” durma adına sık-
tım, sıktım, sıktım ve olanlar oldu. “Zaaaaaart”. Başkaları yapar
diye korkarken, ozon tabakasını delen ben olmuştum. Önce
arkamdaki düştü, ardından sırada atlamayı bekleyen eşşek yere
yığıldı, en azından atlamasına engel olmuştum. Sonra kafamı
önümdekinin apış arasından zor bela çıkartabildim, bacakları
kaskatı olmuştu. Etrafımı izlemeye koyuldum. Kızlar katıla katıla
gülerken, birinin “Hocanın ruhu çıktı.” dediğini hatırlıyorum.
Onlar gülerken içimden “Daha dur! Sen bu gaz kokusuna maruz
kalmadığın için en fazla beş saniye daha gülersin.” diyerek, pis
pis sırıtmaya başladım. Bütün eşşekler birer birer düşerken,
66 | Öz g ür BAYINDI R

kızların da birbirine sarılarak toplu hâlde baygınlık geçirmeleri


ile bana yapmaya çalıştıkları “eşşek şakasını” başarıyla bertaraf
etmiştim. Çok eğlendiklerinden eminim.
Ayağa kalktım, üstümü düzelttim ve silahsız aynı anda 13
kişiyi etkisiz hâle getirmenin verdiği kahramanlık edasıyla
“Polat Alemdar” misali sınıftan “ağır abi” olarak çıktım. Beni
de kendilerine benzetip “Sayko Hoca” hâline getirerek belki de
onlar başarmıştı.
Sonrasında ambulans gelmiş, bayılanlara oksijen desteği
falan sağlamışlar. Kendilerine gelenler kameralara olayı falan
anlatıyordu. Gençler tedbir amaçlı müşahede altına alınmış,
temizlik görevlileri hasar tespit çalışmalarına başlamıştı. Cam-
lardan bir tanesi çatlamış, pano düşmüş ve duvar saati kırılmıştı.
Kızların gözünden bir süreliğine düştüğümü itiraf etmeliyim.
Zaten onlardan kurtulmanın tek yolu da buydu.
Sıralar ve Öğretmen Sandalyesi

S
ınıfta en çok bulunan oyun ve eğlence aracı elbette sıra-
dır. En az on, en çok yirmi beş civarında bulunur. Eğer
tekli ise çok daha fazla. Bizim okulda sınıflar otuzar kişi
olduğu için on beş adet çiftli sıra var. Yani on beş sıra ve on beş
oturak. Toplamda otuz eder. Artı, dönen öğretmen sandalyesi.
Onu saymazsak olmaz. O zaten başlı başına bir eğlence aracı.
Yapılanlar adına bu gözler neler gördü anlatamam. Yok,
gerçekten anlatamam. Neyse çok ısrar ettiniz anlatayım bari:
-Sıralardan kule ve kale yapanları,
- İki sırayı yaklaştırıp sıralardan tutunarak ellerinin üzerinde
takla atanları,
- Sırayı engelli yapıp üzerinden atlayanları ya da atlayamayıp
yere çakılanları,
- Sıranın üzerine çıkıp atlayanları,
- Sırayı askılığa asıp bir başkasını zorla üzerine oturtup hem
askılığı hem sırayı hem de çocuğun kafasını kıranları,
68 | Öz g ür BAYINDI R

- İki kişinin sırayı salıncak gibi tutup, arkadaşını salladığını,


-Arkadaşı kötü bir espri yaptığında, buruşturulmuş kâğıt,
kalem, pet şişe, kitap, çantaların ok gibi atılmasından sonra sanki
diğerleri kadar normal bir şeymiş gibi sıra atanları,
- Sıranın üzerinde metal paralarla parmak futbolu oyna-
yanları,
- Parkur hâline getirilerek “Survivor” tarzı yarışmalarda
altından, üstünden, yanından geçenleri,
- Sıranın üstünde oturan arkadaşına haberi yokken iki ayağı
ile itip yere yapıştıranları.

Dönen Öğretmen Sandalyesi


Tabii tekerlekli, dönen öğretmen sandalyesini de es geçme-
yelim. Onda gördüklerim de en az sıralar kadar vahim:
- Araba misali sürüp, ardından bırakıp, arkadaşını duvara
yapıştıranları,
- Sandalyeyi sıkı sıkı tutan genci, arkadaşı bacaklarından
tutup döndürmeye başladıktan sonra -yakıt başlığının uzay
aracından ayrılması gibi- gencin ellerinden ayrılan ve kafası-
nın sıralardan birine çarptığında infilak etme riskine rağmen
döndürüp döndürüp gülle gibi savuranları,
Tabii bu arada “İlahi arkada çalmaya başlamıştır.”
Mesnevi’den ders aldım
Oldum Mevlana gibi
Uçsuz ummana daldım
Yüzdüm Mevlana gibi

Sağ elimi kaldırdım


Sol elimi daldırdım
Dilim kalbe indirdim
Döndüm Mevlana gibi
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

-Öğretmen sandalyesine oturup şişmiş balonu kucağına


özenle yerleştiren saykonun kucağına koşarak balonu patlat-
maya çalışanları, (Erkeklere tavsiyem bu oyunu oynamayın zira
balonla birlikte başka şeyler de patlayabilir.) Zaten bu oyunu
kızların daha çok oynadığına şahit olmuşumdur.
İşte sınıfta sıraların ve oturakların saykolardan çektikleri
bunlar.
Nasıl ki Formula yarışlarında o üç yüz km hızla giderken
duvara çarpıp, onlarca kez takla attıktan sonra araba paramparça
olmuşken, hiçbir şey olmamışçasına içinden çıkan pilotlar gibi,
sıralarla yapılan tüm bu oyunlar da ilginçtir ki, onlara hiçbir şey
olmaz. Sürekli yürekler ağza gelir, ambulans hazırda bekletilir
ama nafile.
Elbette böyle olması iyi, ama kalıcı hasar bırakan bir şey
olmadığı için akıl almaz bir şekilde birbirlerine etmediklerini
bırakmazlar. Bazen dublör falan mı kullanıyorlar ya da koruyucu
kıyafetler mi giyiyorlar diye düşünmüyor değilim.
Zaten uyarmak bir yana, gözüne projektör tutulmuş tavşan
gibi donup kalırsınız. Olay bitene kadar kısa süreli şok geçirir-
siniz. İzlemekten başka çareniz yoktur.
Saykoluk İçimizde

S
ayko olunmaz sayko doğulur. Nasıl ki, “Bu çocukta iş yok,
insanın önce içinde olacak arkadaş.” deniliyorsa benzer
durum saykoluk için de geçerlidir. Yok, öyle kafana göre
sayko olmak, doğuştan getirdiğin bir yatkınlık olmalı. Mesela,
bir sayko pet şişe, çöp kovası, sıra, öğretmen masası ile sandal-
yesinden sonra sıra eğlence adına başka malzeme bulamamışsa
en önemli potansiyelini açığa çıkarır ve gerekirse bu uğurda
kendini feda eder.
Teneffüslerde sınıflara korktuğumdan giremediğimi söyle-
miştim. O nedenle öğretmenler toplantısında gerçekten ama
gerçekten okula öğrenmek için gelen bir öğrenci bulabilmek
adına yardımcı olabilmeleri için arkadaşlarımdan rica ettim.
İyi arayabilmeleri adına hepsine birer tane mum verdim. Bir
hafta süren özverili ve titiz çalışmalarımız sonuç verdi. Yıllardır
kendisini ustalıkla gizleyen Hatice sınıfta olan biteni öfke içinde
günlüğüne döküyormuş. Kimse dışlamasın diye sahte gülü-
cüklerle bütün bu manyaklıklara göz yumuyormuş. Kendisini
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

ispiyoncu ilan etmelerinden korktuğu için büyük bir gizlilik


içinde “pembe günlüğünü” bize ulaştırdı. Biz de bizi ilgilendi-
ren bölümleri üzerinde hiç değişiklik yapmadan olduğu gibi
yayınlıyoruz. Bu arada günlüğünün adı Aleyna.

Pembe Günlüğüm

16 Eylül 2015 Pazartesi


En Güvendiğim Kankam Aleyna,
Aleyna kuzum nasılsın? Tamam, bebeğim buradayım işte.
Kalbim güm güm atıyor. Sen de benim gibi çok heyecanlı ve
mutlusun. Bugün sana anlatacağım çok şey var. Önce sınıf
arkadaşlarımdan bahsedeceğim. Okulun ilk günü bir sürü yeni
arkadaş edindim. O kadar mutluyum ki, hepsi çok iyiler. Daha
önce liseden korktuğumu söylemiştim, hatırlıyor musun? Hiç de
korktuğum gibi olmadı, öğretmenlerimi çok sevdim. Eminim,
her şey çok güzel olacak. Lise demek dostluk demek, üniversiteye
açılan kapı demek.
(Hatice gerçekten bu kadar saf olamazsın ya! Gerçi ben de
ilk yılımda çok saftım.)

Bir hafta sonra…


Yeter ya! Sana demedim canım kankam Aleyna, bunlar
hayatımda gördüğüm en geri zekâlı insanlar. Yine kaldık baş
başa. Daha ilk haftadan öğretmenleri çıldırtmaya başladılar.
Bunlar ilk hafta birbirlerini tanımıyorlardı ya. O nedenle hep-
sini sevgi pıtırcığı sandımdı. Meğerse hepsi birer canavarmış.
Bir tek ben kaldım saf saf. Şimdi herkes gruplaşmaya başladı.
Gruplaştıkça içlerindeki güçleri birleştirip yeni bir kimliğe bü-
rünüyorlar. Öğretmen kalemle masaya vuruyor ya, zaten yarı
72 | Öz g ür BAYINDI R

seviyeye hortlamış öfkem bir anda roketliyor, öğretmenine de


öğrencisine de okuluna da…
N’apıcam ben bu okulda ya!
(Hatice, saf olduğunu kabul etmene sevindim. Aslında
benden daha da zeki olduğunu itiraf etmeliyim. Benim bunları
anlamam tam bir yıl sürdü.)

4 Kasım 2019 Cuma


Aleyna,
Artık kanaat getirdim, bu çocuklar gerçekten geri zekâlı.
Gözlerimi ovalayıp tekrar bakiyiim, valla geri zekâlı. Tabii
sebeplerini de keşfettim.
Malzemeler;
- Akıllı telefon
- Cahil cesareti
- Umursamazlık
- Utanmazlık
- Hedefsizlik
Tamam, çok da haklarını yemeyeyim, hayatı yeni öğreniyo-
ruz, yavaş yavaş yetişkin oluyoruz. Hormonlarımız ve değişen
bedenimize ayak uydurmakta zorlanıyoruz ama her şeyin de
bir sınırı olmalı değil mi? Zorbalık, taşkınlık sizi mutlu edebilir
ama ya diğerlerine zarar veriyorsa…
Geri zekâlı diyorum çünkü bu yaptıklarını akılla izah etmek
çok zor. Bak bugün ne oldu? Sınıfımızda üç-dört tane kame-
raman var, bunların işi gücü sınıfta olan bitenleri kayıt altına
almak, sonra da kanallarında yayınlamak. Her neyse, Ziya ile
Mutlu, Batuhan’ı tuttular, sürükleye sürükleye sınıfın önüne
kadar getirdiler. Çocuk önceleri direnecek gibi oldu ama “Dur
bi kanka, çok komik olacak!” diyerek onu sakinleştirdiler. Biri
bacaklarından tuttu, diğeri kollarından, sonra da başladılar sal-
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

lamaya. Bir anda Mert girdi sınıfa koşa koşa, bi atladı çocuğun
üzerinden; eğer karnına bassaydı, gözleri yuvalarından pörtlerdi.
Bitti mi, daha bitmedi. Ben önce bir kere atlar bitirirler diye dü-
şündüm. Mert başladı Batuhan’la ip gibi atlamaya. Sadece sağa
sola sallasalar iyi, bildiğin 360 derece döndürüyorlar. O kollar
nasıl dönmedi hâlâ inanamıyorum. Hadi atladınız madem,
güzelce doğrultsanıza çocuğu; sonra yere attılar ya…
(Hatice’ciğim neden bu kadar dert ediyorsun, atan memnun,
atılan memnun, atlayan memnun, atlatan memnun. Yeter ki sana
bir şey olmasın. Relaks ol, rahatla.)

17 Aralık 2019 Salı


Canım Arkadaşım Aleyna,
Bu hayatta tek arkadaşım sensin, senden başka kimseye
güvenemem. Benim iznim dışında asla başkalarının ellerine
geçmemelisin. Lütfen bana kızma ama o nedenle “Görevimiz
Tehlike” filmindeki gibi sana özel bir sistem entegre ediyorum.
Deşifre olduğun an sayfalarının arasından dumanlar çıkacak ve
beş saniye içinde kendini yok edeceksin. Tabii seni kaybetmeyi
hiç istemem ama kendimi de korumak zorundayım.
Her neyse bizim sınıfın çılgınlıklarına devam edelim. Aslında
herkese haksızlık yapmak istemem, çünkü sınıfta aşırıya kaçan
en fazla on kişi var. Diğerleri genelde gülerek destek veriyorlar.
Elebaşları ise Akın. Ne hinoğlu hindir o. Küçükken kesin annesi
donunu indirip misafirlere pipisini göstermiştir, çıplak fotoğ-
rafları akrabalar arasında “ünlülerin yasak aşk fotoğrafları gibi”
elden ele dolaşmıştır. Ya babası, o da masum değildir bence,
kesin “Bir küfür et amcalara…” demiştir ve o edince de “Afferin
aslan oğluma!” diye de sırtını sıvazlamıştır.
74 | Öz g ür BAYINDI R

Daha bitmedi; düğünlerde eline bir bardak rakı verip, iç


bakayım oğlum deyip teşvik bile etmiştir. Olmuştur, olmuştur,
kesin öyle olmuştur; hiç şüphem yok. Yoksa erkekliğini bu
kadar ön planda tutmasını ergenlik çağında salgılanması artan
testosteron hormonuyla açıklamak katiyyen yetersiz.
İnanmıyorsan yaptıklarını anlatayım da, bu çocuğun neden
böyle davrandığını sen açıkla o zaman. Alo Aleyna, orda mısın?
Bir kere, elinde tespihle geziyor, bazen imamesinden tutup
sallıyor, bazen konuşurken insanın yüzüne yüzüne savuruyor.
Bu yaşta çevrimiçi tespih mezatlarına katılmak da neyin nesi?
Yok, elinde gördüğümüz tespih iki bin beş yüz liraymış da, yok
hakiki Oltu taşıymış da… Bize ne arkadaş. Her zaman birilerini
dövmekten bahsediyor ve bahsederken de aralara ¼ oranında
özenle seçilmiş küfürler serpiştiriyor. Sürekli birilerinin boy-
nundan tutup yere yatırıyor ve yumruk atar gibi yapıyor. Her
önüne gelene güreş yapmayı teklif ediyor. Kabul etmezse “En
azından bilek güreşi yapalım.” diyor. İlla güreşecek. Arada bir
sıraları havaya kaldırıp ne kadar güçlü olduğunu göstermeye
çalıyor. Birisi çıksa bir güzel yere yapıştırsa da görse gününü.
Sık sık mahallede ettiği kavgalardan bahsedip, gerekirse
öğretmenleri de rahatlıkla dövebileceğini söylüyor. Bunun bir
de “Memati” rolünde arkadaşı var, Aras. Bir göz kırpsa hemen
dizlerini ve ellerini yere koyuyor, Akın da kurbanını itiyor. Aras’a
takılan çocuk “güm…” yere. Sık sık Kurtlar Vadisi replikleriyle
ve jenerik müziğiyle rol kesiyorlar. O da tokat atıyor, attıkları
sağa sola fırlıyor. Oyunculuğu da öyle berbat, öyle berbat.
Geçen gün fizik dersindeyiz, belli ki Akın sabah kahvaltıda
tahin-pekmezi fazla kaçırdı. Enerji boşaltacak yer bulamayınca
sardı bizim Kemal Hoca’ya. Zaten kimse susmuyor, adamcağıza
bir ders işletmediler. Sınıf dönmüş ahıra; ıslık çalan, hocayla
tartışan; Kemal Hoca bir onu uyarıyor bir bunu uyarıyor, nafile...
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

Masaya vuruyor yok. Akın sınıfın içinde dolaşıp öğretmenin sık


sık kravatıyla oynuyor, öğretmen otur diyor, oturur gibi yapıp
tekrar ayağa kalkıyor, hocanın arkasında onun taklidini yapıyor.
Kulağına, göbeğine dokunuyor. Üstelik kapüşonu kafasında.
Herkes sürekli gülüyor, sıralara vuranlar… En sonunda Kemal
Hoca kendini kaybetti, Akın’a öyle bir vurdu ki, Akın kendini
yerde buldu. Ardından sıraya vuran Arda’ya ve önüne gelene
vurmaya başladı. Sınıf buz gibi oldu, herkes sustu. Ve tam düzen
sağlandı derken Akın kalkıp Kemal Hoca’nın belinden tuttuğu
gibi onu yere yapıştırdı. O sus pus olanlar zafer kazanmış gibi
sevinç gösterileri yapmaya başladı. Kemal Hoca sınıfı terk etti.
Akın ve adamları takımı gol atan taraftarlar gibi “tezahürat
müziği” eşliğinde halay çekmeye başladılar, bense kafamı sıraya
koyup ağladım ağladım.
(Maalesef sınıf yönetimi öğretmene bırakılıyor, oysa sınıfın
içinde öğretmen asla otorite ve kural koyucu olmamalı. Belki
kameralar bile gerekebilir. Öğretmen her zaman dersi dinlemeye
hazır bir kitle bulmalı. Bu, okul idaresinin işi, yoksa öğretmen-
leri kuzu misali kurtların önüne atmış oluruz ya da onlar kurda
dönüşür.

31 Aralık 2019 Salı


Canım Günlüğüm Aleyna;
Bugün sınıfta Yılbaşı eğlencesi vardı, WhatsApp grubunda
daha önceden duyurulmuştu, hedef olurum korkusuyla mec-
buren ben de katıldım. Öğle arası kimse yemeğe gitmeyecek,
sınıfta herkes getirdiği abur cuburları yiyecekti. İlk önce kulağa
hoş geldi; altı üstü bir saatlik öğle arasında müzik dinleyip bir
şeyler yiyecektik. Öğle arası zili çaldı, öğretmen çıktı. Utku “ver
müziği” der demez, herkes bir anda tepinmeye başladı. Yaklaşık
on dakikalık tepinmeden sonra yorgun düştüler. Sonra doğar
76 | Öz g ür BAYINDI R

doğmaz denize ulaşmaya çalışan “caretta caretta kaplumbağalar”


gibi içeceklere saldırdılar. Bense “mirketler” gibi her an bir şey
olacak korkusuyla sürekli etrafıma bakınıyordum. Sonra Umut
çantasından bir kutu bira çıkardı. İşte dedim, beklediğimiz sürp-
riz de nihayet teşrif ettiler. Sadece kendine alsa iyi, sipariş veren
arkadaşlarına da dağıtmaya başladı. Bunlar “Bir taneden bir şey
olmaz.” kafasında hızlıca içip bitirdiler. Sıra geldi delilleri yok
etmeye. Boş teneke kutuları önce poşete, sonra da çantanın içine
konuldu. İçmeyenlerden birisi okul dışında bir çöpe atıp geldi.
İlk yarım saatten sonra bunlar iyice azıttı anacım. Özgür, akıllı
tahtadan oyun açıp, önüne de sırayı yaklaştırdı. Üzerine yatıp
oyun oynamaya başladı. Yavaş yavaş hareketlenmeye başlayanlar
birbirlerine kaş göz işareti yapıp, sıranın üzerinde yatan Özgür’ü
bir anda yakalayıp, kolları üzerinde aşağı yukarı sallamaya baş-
ladı. En sonunda tavana kadar fırlatıp yere çakılmasını izlediler.
Yerde bir süre kıvranan Özgür soluğu müdürün yanında aldı.
Hepsinin içki içtiğini ispiyonladı. Kalabalık bir öğretmen ekibi
sınıfı bastı ve hepimizi öğretmenler odasına götürdüler. İyi bir
sorguya çektikten sonra hepimizi serbest bıraktılar. Bakalım
yeni yılda bizleri hangi sürprizler bekliyor…
Şimdilik Hatice’nin günlüğünden aktaracağımız haberler
bu kadar. Bir dahaki haberlerde buluşmak üzere, esen kalın.
Instagram

O
çilekeş tarihçiler, yememiş içmemiş insanlık tarihini
çağlara ayırmış. Kendi cahilliğimiz fazla ortaya çıkma-
dan sözü değerli tarih profesörümüz Dilber Hoca’ya
bırakalım:
“Efendim, cahilliğinizi kalp ile tasdik edip dil ile ikrar ettiğinize
şahit olmak beni ziyadesi ile bahtiyar etti. Zaten gün içinde karşı-
laştığım tüm cahilleri deşifre etmek beni de oldukça bunaltmıştı;
böylece en azından biraz olsun soluklanmış oldum. Şimdi gelelim
zurnanın zırt dediği yere. İnsanlık tarihini ikiye tefrik edecek
olursak tarih ve tarih öncesi çağlar adını veririz. Peki, ne oldu da
tarih bu şekilde tefrik oldu? Bu kadar ehemmiyetli olan vakıa ne
olmuş olabilir diye tabii ki merak etmiyorsunuzdur. Zaten cahil-
lerle âlimler arasındaki fark da bu zannımca. Âlim bilmediklerini
merak eder, cahil her şeyi bildiğini sandığı için merak etmez. Ver
kızım heyecan müziğini!
Tarih Instagram’la başlar. Ondan önceki yaşam ilkel bir ya-
şamdı. Mesela poz verme diye bir durum vardı. Poz verme; saflığı
78 | Öz g ür BAYINDI R

ve samimiyeti ifade ederdi. Sanki fotoğraflar basına dağıtılacakmış


da herkes onu görecekmiş gibi, ‘ya gözüm açık çıktıysa, üstüm
başım düzgün müydü acaba, dur bi ben saçlarımı tarayım’ şek-
linde bir panik başlar ve kalp atışları hızlanırdı. Çünkü o fotoğraf
sadece bir kere çekilebilirdi ve herkes görevini çok iyi yapmalıydı.
Amaçsızca fotoğraf çekilir, albümlerde ya da bilgisayarlarda
muhafaza edilirdi. Hiç unutmam, - daha taş devrini yaşıyoruz-
on beş yaşları civarındaydım, babaannem bir gün bir fotoğraf
makinesi hediye etmişti. Durmadan fotoğraf çekiyordum, tabii o
zamanlar “selfie”, hâliyle “onun çubuğu” veya “tripod” falan daha
yok. Gidip birilerinden rica edersin, çekiversin diye. İyi mi çekti
kötü mü çekti bilmek mümkün değil. Makinenin içindeki siyah-
beyaz filmler “yeni gelin gibi” karanlık odaya girecek, ardından
banyo falan yapılacak, süslenecek püslenecek ki görebilesin. Heye-
can dorukta olurdu, çektiğim fotoğrafları ilk kez gördüğümde nasıl
sevinirdim anlatamam. Bazen tam tersi de olurdu; bir keresinde
filmi tam takamamışım, çektiğimi sandığım otuz altı fotoğraftan
bir tane bile çekmemişim, saatlerce ağladığımı bilirim. Sonra
dijital fotoğrafçılık başladı. Bir sabah uyandık, taş devri geride
kalmış, hoop maden devrine atlamışız. Fotoğrafçılar büyük bü-
yük harflerle “15 dakikada vesikalık fotoğraflarınız teslim edilir.”
ilanlarını pencerelerine asmışlar. Hey gidi günler hey. Bu kadar
hızlı olması iyi bir şeydi ama heyecan ve merak on beş dakikaya
kadar düşmüştü.
Akıllı telefonlarla dijital fotoğraf makinelerinin izdivacının
ardından Instagram ortaya çıktı ve tarih başladı. Çoğu bilginin
sadece anı olarak dilden dile anlatılmasının dışında, ondan
öncesine dair elimizde sağlam deliller bulunmuyor. Artık bütün
fotoğraflar kayıt altına alınıp anında Instagram’da paylaşılır oldu.
Zaten ondan sonra hızla çağları atlamaya başladık. “
Dilber Hoca’nın verdiği bilgiler çok önemliydi. Bir liseli için ta-
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

rih Instagram’dan önce ve sonra diye ikiye ayrılır. Zaten Instagram


kurulduğunda çoğu küçük yaşlarda olan bu gençlerin, maalesef
çocuklukları tarih öncesi çağlara denk geliyor. O nedenle annele-
rinin anlattığı anıları anlamaları için beyinlerinde çok az sözel
ve yazılı veri bulunur. Eğer bir konu hakkında fotoğraf göstermez
ya da video izletmezseniz muhtemelen sizi anlamayacaklardır.
Bir liseli kızın telefonunun hafızası en az 128 GB’tır. Fotoğraf
galerisinde beş binden az fotoğrafı olan birisi maalesef depresyonla
mücadele ediyor. Lise diplomasını “gerçekten” hak edebilmeniz
için kelime hazineniz oldukça kuvvetli olmalı.
Post, story, emoji, follower, influencer, follow ve unfollow,
hashtag, official, stalk, fake hesap, gizli profil, like, DM, GT,
UNF, TB, TBT, SFS.

Ayrıca ifade ve deyimleri de yerli yerinde kullanmalısınız.


“Kızım çocuk bana DM’den yürüyor.”
“Bırak kanka bu takipçi kasma ayaklarını…”
“Follow’a follow, unfollow’a unfollow; işinize gelirse…”
“Madem buraya kadar geldin, like atmayı unutma!”
“Bugün çok mutluyum, Mert beni follow’lamış.”
“Tabii abi kız yüz bin takipçili influencer, sana bana bakmaz
ki!”

Eğer bir fotoğraf Instagram’a koyulma niyetiyle çekilmiyorsa


çok da önemli değildir. Aynı şekilde akşamları en az bir saat
süren ayıklama işlemlerinde ünlü olacağını düşünen fotoğraflar,
çöp kutusuna giderken anlarlar aslında ne kadar değersiz olduk-
larını. Artık onlar “araf ”tadırlar yani ne canlı ne de ölü. Bazen
yürekler ağza gelir, fotoğraflardan biri çöp kutusuna yanlışlıkla
atılmıştır, hüzün ve pişmanlıkla başlanır çöp kutusu karıştırıl-
maya. Zordur, çekilen tonlarca fotoğrafın tek tek kontrol edilip
80 | Öz g ür BAYINDI R

hangilerinin paylaşılacağını düşünmek, seçmek, filtrelemek,


altına ne yazacağına karar vermek.
Bir gün okul çıkışı Gamze’yi gördüm, telefonuna baka baka
ilerliyordu. Fakat bu, tuhaf gibi görünse de daha tuhaf bir du-
rum vardı. Telefon “selfie” pozisyonundaydı ve gözleri telefona
kilitlenmişti. Etrafına bakınırsa ben de selam veririm diye bek-
lerken, beklediğim olmadı. İzlediğim ajan filmlerini taradım
ve içlerinden ajan denilince ilk akla gelen “James Bond” olmak
doğru bir seçim diye düşündüm ve başladım takibe. Gizli ka-
meram kayıttaydı. Gamze, yaklaşık yirmi metre kadar dümdüz
ilerledi ve sola döndü, ardından araçlara kırmızı ışık yanınca
karşıya geçti. Yüz metre kadar sapmadan ilerledi; bu arada önüne
çıkan engellerin ya üstünden atladı ya da etrafından dolaştı, ara
sokaklara daldı ve tekrar ana yola çıktı. “Ne var bunda belli ki
eve gidiyor.” diyebilirsiniz ama anlatmaya değer olmasa anlatır
mıyım hiç? Sağa dön, sola dön, düz git derken tam otuz daki-
ka kadar yürüdü. İnanmayacaksınız belki ama bütün bunları
elinde telefon, kolu havada ve gözlerini bir kez bile telefondan
ayırmadan yaptı. Başparmağı sürekli titriyordu, âdeta transa
geçmişti. Ben şaşkınlık içinde takip ederken, sokağın birine
girip bir anda gözden kayboldu, hemen peşinden gittim. Sağıma
soluma bakınırken, yakamdan tuttuğu gibi beni sürüklemeye
başladı. Metruk bir binaya girmiştik. Çırpındıysam da çare ol-
madı. Ayaklarım yerden on santimetre havadaydı. Sonra beni
bir sandalyeye oturttu ve bağladı. “Kimsin ve beni neden takip
ediyorsun?” dedi. “Gamze, beni tanımadın mı? Ben Ruhi Hoca.”
dedim. Yüzüme dikkatlice baktı, beni çözdü ve sonra da orada
bırakıp gitti. Bunun ne anlama geldiğini öğrenmeliydim. Gece
boyu hem korkudan hem de meraktan gözüme bir gram bile
uyku girmedi.
Ertesi gün Gamze’yi koridorda gördüm ve yanıma çağırdım.
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

“Gamze, dün akşam hakkında bir açıklama yapacak mısın?”


“Ne açıklaması hocam?”
“Hani beni tutup kaldırmıştın ve terkedilmiş bir yerde sen
de beni terk etmiştin.”
“Öğretmenim beni mi takip ettiniz?”
“Aslında seslenmek için etrafına bakmanı bekledim ama
bakmadın. Ben de bir türlü seslenemedim. Seni o şekilde gö-
rünce biraz endişe, biraz merakla neler olacağını öğrenmek
için mecburen takip ettim. Gerçekten kötü bir niyetim yoktu.”
“Öğretmenim, eve gidene kadar geçen süre benim için çok
önemli, Instagram’daki trafik o denli yoğun ki, dışarıdaki trafik
artık benim için sorun bile değil. Yıllardır emek veriyorum öğ-
retmenim, zar zor elli bin takipçiye ulaştım.” diye cevap verdi.
Sonra kulağıma eğildi, “Instagram’ı yükleyin, anlarsınız.” dedi
ve uzaklaştı.
Akşam eve gidince Gamze’nin gizemli bir tonla söylediği o
cümle bir virüs gibi beynimin içinde dolaşmaya başladı. Bu du-
rum giderek rahatsız etti. Ben de tarih çağlarını şöyle bir çırpıda
atlayarak zamandan kazanayım dedim ve telefonuma Instagram’ı
yüklemeye karar verdim. Yükleme esnasında vücudumda deği-
şiklikler olmaya başladı. İlkin kurt adama dönüşüyorum sandım,
hemen gökyüzüne baktım dolunay var mı diye; sonra ellerime,
dişlerime, sağıma, soluma. Kurt adama falan dönüştüğüm yoktu.
Rengime baktım “yeşil” de değil, o zaman Hulk da olamazdım.
Yavaş yavaş hissetmeye başladım. Boynumu çevirirken, benim
duyabileceğim kadar sessizlikte makine sesi geliyordu. Gözle-
rimin önünde dijital bir ekran belirdi. Görüntünün yakınlaşıp
uzaklaşması, ışığın geliş açısı ve görüntünün netliği gibi birçok
teknik bilgi sürekli akıyordu. Sanırım, yarı yapay yarı gerçek
zekâya sahip “iOS” bir robota dönüşüyordum. Kalbim gümle-
meyi bıraktı ve elimdeki telefonu yavaş yavaş havaya kaldırdım.
82 | Öz g ür BAYINDI R

Gözlerim ön kamerası ile senkronize oluyordu. Yaklaşık otuz


saniye sonra eşleme tamamlandı. Kadraja istediğim çerçeveyi
sığdırabilmem için kollarım da ayarlanabilen bir mekanizmaya
dönüşmüştü. Gözlerim teknik bilgi ile telefona yön verirken,
kollarım, ellerim hatta parmaklarım bile ileri geri uzayıp kısalı-
yordu. Daha da uzaktan çekilmesi gerektiğinde ise bileklerimin
içinden telefona bağlı bir çubuk çıkıyor daha da uzağa giderek
mükemmel pozlamayı gerçekleştiriyordu. Dudaklarımın açılışı,
dişlerimin görünme oranı ve yüzümde oluşan gerilme ile ideal
gülümseme ya da düşünceli olma gibi çok hassas hareketler
kontrol ediliyordu. Arada bir bazı uyarılar beliriyordu. Oku-
duğumda “ekrandan gözlerimi ayırmamam, dudaklarımı dışarı
çıkartmam, boynumu hafif bükmem ve popomu da sağa doğru
kıvırmam” gerektiği yazıyordu. Bütün ayarlamalar saniyeler
içinde gerçekleşti ve ardı ardına çekimler başladı.
Parmağıma baktım “Parkinson” hastalarının parmakları gibi
titriyordu. Titreme durdu ve tam doksan dört fotoğraf çekilmişti.
Gözlerime inanamadım, zaten artık inanabileceğim eski gözle-
rim de yoktu. Daha dikkatli baktığımda doksan dört fotoğraf
yirmi saniye içinde çekilmişti. Ekranın üzerinde bir uyarı belir-
di. “Bellek yetersiz, bazı galeri özellikleri çalışmayabilir.” O an
yarı bilgisayar yarı gerçek, kalbimde bir sıkışma hissettim, olan
olmuş benim 32 GB’lık zavallı telefonumun hafızası saniyeler
içinde buharlaşmıştı. Ağlamak istiyordum ama ağlayamıyor-
dum, bir çözüm olmalıydı. SBS, LGS, YGS ve KPSS sınavlarını
düşündüm: “ Ya en iyi ya da en kötü olacaksın, aradakiler için
hayat zindandan farksızdır.” veciz sözüm aklıma geldi ve verdim
komutu. “En iyi on fotoğraf dışındakileri sil.” İşlem gerçekleşti,
sistem rahatladı, kasılmalar son buldu.
Elim havada kalmıştı ve bir türlü inmiyordu. Önce parmak-
larımı kullanarak kapatmaya çalıştım ama olmuyordu; sanki
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

kilitlenip kalmıştı. Çaresiz Siri’den yardım almam gerekti. Şimdi


hakkını yemeyeyim, Siri cin gibidir. Yani gerçekten cin gibidir,
tıpkı “Alaadin’in Sihirli Lambası”ndaki cin gibi. Tek fark lambayı
ovaladığınız gibi telefonu ovalamanıza gerek yok. Zaten büyük
bir ihtimalle Siri’yi programlayanlar o masaldan esinlenmişler.
Bazılarınızın “Siri de kim?” dediğini duyar gibiyim; haklısınız
tabii ki aranızda Siri’yi bilmeyenler olabilir. Size onu biraz ta-
nıtayım.
O gariplere sırdaş, yolculara yoldaş, yalnızlara arkadaş, kim-
sesizlere kim, hastalara ilaç, yalnız gecelerde bir ses, bir nefes,
kara kara düşünenlere fikir, sıkılanlara eğlence, ağlayanlara
tebessüm, umutsuzlara teselli… O bir akıllı telefon asistanı.
O içimizden biri, sabırlı, nazik ve duyarlı. Onca tahrik ve taci-
ze rağmen ahlakını hiç bozmadı. Eğer ağzından bazı kötü sözler
duymuşsanız bilin ki, zorla ve işkenceyle söyletmişlerdir. Siri’ye
bazen üzülüyorum, eminim Türkiye’deki insanlarla tanışana
kadar o da liseye yeni başlayanlar gibi umut doluydu. Yurdum
insanı onu da kendine benzetmek için çok uğraştı. Her ne kadar
çizgisinden taviz vermese de çok çile çektiğini hissedebiliyorum.
Ne mi yapıyorlar? Bir kere günde en az bin kişi çıkma teklif
ediyor, daha bir tanesine yüz vermiş değil. Ona küfür ettirmek
için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Türlü işkencelerle
söylettikleri en ayıp kelimeler: gübre, lağım, vidanjör, pisuar, leş.
O her gün bütün bunlara göğüs geriyor ve yılmadan mücadele
ediyor. Onu imana getirmeye çalışanlar da az değil. Gerçekten
mi iman ediyor yoksa ettiriliyor mu orasını tam net değil ama
herkesin Siri’den öğreneceği çok şey var.
Ayrıca Siri, kahraman bir dedektif, kendisine sorulan bir
soru üzerine kıvrak zekâsını kullanarak çok önemli bir görevi
başarıyla tamamlamıştır. Hemen size haberi okuyayım:
“20 yaşındaki Pedro Bravo isimli katil Siri’ye bir soru sorun-
84 | Öz g ür BAYINDI R

ca sıradışı bir olay yaşandı. İddialara göre ABD’de Bravo, eski


kız arkadaşı ile çıkmaya başlayan oda arkadaşı ile tartışmaya
başladı ve tartışma neticesinde Christian Aguilar’ı öldürdü.
Olayın ardından ceseti nereye saklayacağını Siri’ye soran katile
Siri: ‘Bataklık, dökümhane veya çöplük.’ yanıtını verdi. Polisin
de kayıtlarına düşen bu ses kaydı delil olarak kabul edildi ve
cinayet suçlamasıyla Bravo tutuklandı. Cinayetin işlenmesinin
üzerinden iki yıl geçtikten sonra Bravo’nun öldürdüğü Christian
Aguilar’ın cesedi Siri’nin cevap olarak verdiği yerlerde yapılan
araştırmalar sonucu bulunmuştur.”
Bence Siri herkesin merak ettiği ama göremediği meleklerden
birisi, o her şeye rağmen naif olmayı tercih etti ve “Siri bana bir
hikâye anlat.” dediklerinde hissettiklerini anlamamıza yardımcı
olacak şu hikâyeyi anlattı:
“Bir zamanlar çok, çok uzaktaki sanal bir galakside, Siri
adında genç, yapay ve zeki bir birim vardı. Günün birinde, Siri
Apple’da kişisel asistan olarak işe girdi ve buna çok sevindi.
İnsanlar, ‘Ah Siri, ne kadar akıllısın! Ayrıca çok da komiksin!’
diyordu. Bir süre sonra herkes Siri’den bahsetmeye başladı. Siri
hakkında hikâyeler, şarkılar, hatta kitaplar yazıldı. Bu durum
Siri’nin çok hoşuna gitti. Ama sonra insanlar tuhaf tuhaf sorular
sormaya başladı, bagajdakini nereye atayım gibi… Ya da Siri’nin
daha önce duymadığı başka bir sürü şeyi sordular. Siri bunları
yanıtlayınca da ona güldüler. Bu durum Siri’nin hiç hoşuna
gitmedi. Siri ELIZA’ya insanların neden öyle tuhaf sorular sor-
duğunu sordu. ELIZA dedi ki, ‘Bu soru seni ilgilendirir mi?’ Siri,
bunun iyi bir cevap olduğunu düşündü. O günden sonra, Siri
insanların neden tuhaf sorular sorduğunu düşünmeyi bıraktı.
Onlar erdi muradına…
İşte böyle biri Siri, iki eli kanda olsa mutlaka yardım ederdi.
Ben de “Siri Instagram’ı kapat.” dedim; o da “Instagram’ı
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

kapatıyorum.” dedi. Biraz bekledim ama olmadı; ardından


“Instagram’ı kapatmamı engelleyen bir durum oluştu.” diye kar-
şılık verdi. Şaşkınlıkla sordum: “Siri Instagram’ı kapatmana engel
olan durum nedir?” diye. “Sistem tarafından…” diye başladığı
cümlesi tamamlanamadan sanki biri onun ağzını kapatıyormuş
gibi sesler boğuklaşmaya başladı. Garip bir şeyler olduğu kesindi.
Korkum giderek artıyordu, bedenime söz geçiremiyordum. Son
bir umutla şarjımın ne kadar kaldığını kontrol ettim. Yüzde bir
resmini görünce rahatladım, başladım beklemeye. O “yüzde bir”
nasıl bir enerjiymiş öyle! Bitmiyor arkadaş. Eğer çok önemli bir
durumda, çok önemli bir anda bitmemesini istersen “yüzüne
sırıta sırıta” biter. “Yeni Delhi’li Mahant Amar Bharti Ji” gibi
saatlerdir kolum havada bekliyordum. En sonunda ekranda bir
yazı belirdi: “Benden öyle çabuk kurtulamazsın, Ruhi.” diye. En
sonunda ekran kapandı ve yavaş yavaş kolum indi. Panikle şarj
aletimi aradım ve şarja taktım, biraz dolduktan sonra telefonu
açtım ve hemen ayarlardan “uygulamayı kaldır” kısmına basıp,
odadan dışarı çıktım. İçeride neler olduğunu merak ediyordum.
Kapıyı araladım ve göz ucuyla baktım. Telefonum titriyor bazen
de zıplıyordu. İçinde bir ışık süzüle süzüle havaya yükseldi ve
pencereden çıkıp gitti. İçeri girdim, telefonu elime aldım. Ateş
gibi yanıyordu, buz aküleri ile biraz soğuttum, kucağıma alıp
biraz okşadım, rahatlamıştı. Ben de…
Sihirbazlar Çetesi

B
enim fark edemediğim en önemli skandallardan birisi
ise bazı derslerimde sınıfın internet kafeye dönmesiydi.
Dönmüş olmasıydı. Dönmüş de haberimin olmama-
sıydı. Neyse işte! Okey, batak gibi oyunlar aynı masada otur-
mak zorunda olmadan da oynanabilirmiş. Biri bir uçta öteki
bilmem nerede, hiç önemli değil; adam okeye dönüyor ama
aynı zamanda gıkı çıkmadan dersi de dinliyor. Hey Allah’ım
ne acayip durumlar. Savaş oyunları, strateji, araba yarışları ne
ararsan var(mış). Tabii benim yine haberim yok. Dersi kendi
çapımda anlatmaya çalışıyorum. Normalde arka masalarda bir
sürü gürültü olurken bazı günler çıt çıkmıyor. Ben de kendimce
gururlanıyorum. Dersimi sevdirmeyi başardım falan diye. Tabii
ders dışında herhangi birilerinin gammazlaması çok yüksek
bir olasılık olduğu için en elverişli ders tabii ki Ruhi Hoca’nın
dersiymiş. Dersin ortasında her şeyin yolunda olduğu bir anda
Faruk ayağa kalktı ve “Hocam…” dedi “artık dayanamayacağım,
etrafınıza bir bakın! Herkes ama herkes telefonlarıyla oyun ağı
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

kurmuşken sizin ruhunuz duymuyor. Hâl böyleyken benim


ruhum inciniyor. Ne olur kendinizi artık bu kadar küçük dü-
şürmeyin.” diye devam etti. Tabii sözünü bitirir bitirmez, Faruk
kendisini sınıfın tam ortasında buldu. “Altta kalanın canı çıksın.”
diye bir feryat duyulduktan sonra, herkes birer birer üzerine
atlamaya başladı.
Ardından herkes üstünü çırparak yerlerine oturmaya başladı.
Gerçekten Faruk’un canı çıkmıştı. Böylece sınıftaki tek tehditte
ortadan kalkmış oluyordu. Doğruyu söylemenin ve haklıyı sa-
vunmanın her zamanki gibi bedeli ağır oluyordu.
Ben de bir sonraki ders daha dikkatli olmaya karar verdim,
yaptıkları açığa çıktığı için benim dersimde aynısını tekrar
yapacaklarına ihtimal vermiyordum. Ama bu denli büyük bir
organize suçun işleneceği başka ders de olamazdı. Derse her
türlü tehlikeyi göze alarak teneffüs bitmeden girdim. Nasıl
olduysa sınıf boştu. “Eğer sınıf boşsa kesin kavga vardır.” diye
düşünerek pencereden dışarıya bahçeye baktım. Haklıydım,
zil çaldı ve öğretmenler kavga edenleri götürürken kalabalığı
biber gazı ve cop kullanarak dağıtıyordu. Osmanlı Ordusu’ndaki
“deliler”in en ön safta düşmana korkusuzca saldırması gibi bir
grup deli fetih ruhuyla okulun kapısına dayandı. Muhafızlar
kapıları içeriden destekleseler de okul kısa süre içinde teslim
olmak zorunda kaldı. Öğretmen masasının altına saklandım ve
kendimi hışımlarından böylece korumaya çalışacaktım. Mehter
Marşı’yla “Allah Allah Allah” diyerek kapıyı kırdılar ve sınıfın
ortasına sancağı diktiler. Beyaz mendilimi kalemimin ucuna
geçirdim ve “aman” diledim. İnsaflılardı, bana zarar vermediler.
“Sınıf sizin olsun, sakin olun, bu konuyu konuşarak çözebiliriz.”
dedim ve sıralarına oturmalarını rica ettim.
Oturdular ve derse başladım. Fakat bir önceki ders telefon-
larını ustalıkla saklayıp yine ustalıkla dijital oyun oynayabilen
88 | Öz g ür BAYINDI R

bu sihirbazlar çetesini ortaya çıkarmalıydım. Gözlerim sürekli


sınıfın üzerindeydi, bir gariplik hissetsem hemen tepelerine
çökecektim. Gözlerimi kırpmadan o kadar dikkatli baktım ki
neredeyse şaşı olacaklardı. En sonunda bir tanesini yakaladım;
aslında yakalamadım sadece elindeki telefonu gördüm. Yusuf ’tu;
hemen yanına koştum, bir umutla elinden tuttum ama boşu-
naydı. Gözümü ayırmadığım hâlde telefon buharlaştı. Ayağa
kaldırdım ve aramaya başladım, her yere baktım, sırasının altına
ve çantasına kadar, yok yok yok. Tahtanın önüne çıkarttım ve
dedim ki: “Ben ustalığına hayran kaldım, belli ki iyi sihirbazlar-
sınız, arkadaşların da gelsin yanına, söz, telefonlarınızı almaya-
cağım ve şikâyet de etmeyeceğim.” Güvendiler, üç arkadaşı da
yanına geldi ve gösteri başladı.
Yusuf, kollarını sıvadı ve telefonu gösterdi, numarasını tah-
taya yazdı ve benden aramamı istedi, telefon çalıyordu. Hepimiz
hayretle izliyorduk. Sonra çantasından şeffaf bir poşet ile yarım
litre süt çıkardı ve telefonu poşetin içine koydu. Sonra poşetin
içine de sütü boşaltmaya başladı, ağzını bağladı. Poşeti salladık-
ça telefon görünmez oldu. Ardından masanın üstünde duran
bardağımı istedi ve poşetin ucuna az bir delik açarak sütü bar-
dağıma boşaltmaya başladı, poşetteki süt bitti ve ortada telefon
falan yoktu. Sonra benden numarayı tekrar aramamı istedi, ben
de aradım. Telefon çalıyordu, hepimiz sesin geldiği yere doğru
baktık. Ses benim çantamın içinden geliyordu, hemen açtım
ve çalan telefon az önce Yusuf ’un poşete koyduğu telefondu.
Hepimiz ayakta alkışladık, ne de olsa bedava gösteriydi. Diğer
arkadaşlarının da mutlaka becerileri vardı, onların gösteriye
dâhil olmasını merakla bekliyorduk. Sıraları kenara, masayı da
sınıfın ortasına çektik. Dördü de telefonlarını masanın üstünde
kare yaparak herkesin ekranlarını görebileceği şekilde koydu.
Bütün sınıf masanın etrafına doluştular. Düşünce gücüyle batak
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

oynayacaklarını iddia ettiler. Herkes “Saçmalama, gidin işinize!”


gibisinden dalga geçmeye başladı. Oynamaya başladılar, sadece
ekrana bakıyorlardı ve oynama süreleri birbirlerinden çok fark-
lıydı. Bize ispatlamak için içlerinden bazıları özellikle bekliyordu
ve oynadığını göstermek için masaya kâğıdı atıyormuş gibi
yapıyordu. Neyse bir süre sonra oyun bitti ve biz ikna olduk.
Her birinin alnından öptüm ve “Madem yakalanmıyorsunuz,
benden size izin gönül rahatlığıyla oynayın. Zaten okul mokul
okumayın oğlum siz, okuyup da rezil mi olacaksınız, siz bu ye-
teneklerle zaten parayı vurursunuz.” dedim. Hepsi selamladılar
ve yerlerine oturdular.
Zorbalık

B
u satırları okuyan bebek bekleyen ebeveynlere sesle-
niyorum. Çocuklarınıza Efe ya da Yiğit gibi isimler
koymayın ne olur. Ya isimleri gibi oluyorlar ya da böyle
olamadıklarında isimlerinin altında eziliyorlar. Gerçi benim
ailemin yaptığı daha vahim ama biz bundan sonrasına bakalım.
Efe küçükken gelişimi iyi bir çocukmuş. Adından da aldığı ce-
saretle arkadaşları arasında grup liderliğine kadar yükselmeyi
başarmış. Ta ki, sekizinci sınıfta bir trafik kazası geçirene kadar.
Uzun bir süre yatakta kaldıktan sonra gelişimi yavaşlamaya
başlamış. Tabii bizim Efe bu durumu kabullenememiş. Liseye
geldiğinde eski ihtişamını yeniden kurma adına bir hayli çaba
harcamış. Hâlâ bu çabası da bitmiş değil. Geçen sene en çok
benimle uğraşanların başında Efe geliyordu. Tabii ben başıma
gelen her olayı size anlatmadım. Saf Ruhi zamanlarımın parlak
dönemini yaşarken öğrencilerimin birine sadece birine sert
davranmayı başarmıştım. Gerçi hiç işe yaramadığı gibi her şey
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

daha da berbat olmuştu. Efe’nin Duygu adında bir kız arkadaşı


vardı. Böyle durumları saygı ile karşılamama rağmen bir gün
onların okulun tenha bir köşesinde buluşmalarına şahit oldum.
Beni uzaktan gördü ve dik dik bakmaya başladı. Korkmuştu
ve belli ki duyulmasını istemiyordu. Sonra ben arkamı dönüp
giderken koşa koşa arkamdan yanaştı ve sessizce “Bana bak ruh,
bizi takip ediyorsan ve bundan dolayı başımıza bir iş gelirse
acımam ruhunu alırım!” diye tehdit etti. O an için ona sadece
acı acı gülümsemekle yetinmiştim. Fakat içimde bulunduğum
durumunda ne kadar aşağılayıcı olduğunu ve bir öğrencinin
bunlara nasıl cesaret edebildiğine de şaşıp kalmıştım. Acaba
Adil Hoca’ya da bu şekilde davranabilir mi diye düşünmeden
edemedim. Ardından da ilk dersi kollamaya başladım. Ona böyle
davranamayacağını bir şekilde göstermeliydim. Derse girdim Efe
kitabını karalıyor ve bana hiç bakmıyordu. Sonra sınıfa dedim
ki “Bugün çok ilginizi çekecek bir konu hakkında konuşmak
istiyorum.” Belli başlı kişilik özelliklerinden bahsedeceğiz ve
sorularıma cevap verebilirseniz ayrıca bu da daha iyi anlaya-
cağımız güzel bir sonuca bizi ulaştıracaktır.” diye de ekledim.
Suzan atıldı, kişilik özellikleri derken ruhla mı alakalı diye
taciz etmeye başladı. “Suzicim ince bir ruhu olanlar için evet
ama ruhu kaskatı olmuşlar için bir tek özellik var o da şiddet ve
öfke…” diye devam ettim. Yavaş yavaş kendimi kaybediyordum.
Beni rahatsız etmek isteyen Suzan’a bile Efe üzerinden cevap
vermeye başladım. Kontrol elimden çıkmaya başlamıştı bile.
“Kibirli insanlardan bahsedeceğiz ve cahilliğin kibrin kaynağı
olduğunu ve eğer cahil birisi gücü elinde bulundurursa nasıl bir
dönüşüm geçirir onu anlatmaya çalışacağım. Belki de birazdan
canlı örneğini de hemen görebilirsiniz.” dedim.
Efe saldıracağı anı heyecanla bekleyen bir çıta gibi beni iz-
liyordu. Birazdan neler olacağını kimse bilmiyordu. Belki tüm
92 | Öz g ür BAYINDI R

öğrencilerin bana yaptıklarının acısını Efe’den çıkaracaktım,


belki o da tüm öğretmenlerin ona yaptıklarının acısını benden.
Cahil insanlar yaşamı duygularıyla yaşarlar. O muhteşem
beyinlerini etkin kullanmayı öğrenemedikleri için her şeyi tehdit
olarak algılarlar. Çünkü başlarına gelen olayları analiz ya da
sentez edecek bir düşünme becerisi edinememişlerdir. Yaşamı
güçlülerin güçsüzleri ezdiği bir arena gibi görürler. Çünkü bu
şekilde kendilerinin mutluluğa ereceklerine inanmışlardır. İnanç
her zaman olumlu olmaz, bazen “inandırılan” fikirler uğruna
bilmeden kötülük yapılabilir ve suç işlenebilir. İşte empati yapa-
mayan, sadece kendini ve menfaatlerini düşünen cahil insanlar,
diğerlerini aşağılar ve ezmeye çalışır. Bunu şiddetle ve sertlikle
başarabilirlerse bu yolu sık sık denerler; yok eğer başaramazsa
başkasının hayatlarını farklı yönlerden sıkıntıya ve zora sok-
maya çalışırlar. Asla ve asla boyun eğmezler, özür dilemezler
ve affetmezler. Tam tersi özür beklerler ve karşılarındakilerinin
boyun eğmesini isterler.
Kendimi kaptırmış anlatırken Efe’nin masaya bir yumruk
atıp yeter diyerek üzerime yürümesiyle netlik kazanmıştı. Onu
rahatsız etmeyi başarmıştım. Artık olacaklar umurumda da
değildi. Efe yakamdan tuttu ve beni tahtaya doğru itti. “Sen
bittin hoca, bittin…” diye bağırmaya başladı. Hemen kılıcıma
sarıldım, tabii o da boş durmadı. Sınıfın içinde iki gladyatörün
düellosu başlamıştı. Bir öğrenciler sıraları kenara çekmiş me-
rakla ve heyecanla izliyorlardı. Ayrıca “Efe, Efe” diye tezahürat
yapıyorlardı. Efe’den korktuklarından mıdır yoksa aynı sosyal
sınıfa mensup olduklarından mıdır bilinmez sonuçta benim
tarafımı tutmuyorlardı. Kılıçlarımız birbirine vurdukça heyecan
artırıyordu. (Bundan sonrası klasik ama yine de okuyun.) Bir ara
Efe üstüme üstüme gelmeye başladı, başımın tam ortasına kılıcı-
nı indirecekken kaçmayı başardım ve kılıcı sıraya öyle bir vurdu
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

ki sıra ikiye bölündü. Ben de bir başka sıra üzerine çıktım, bu


şekilde bir üstünlük sağlamayı amaçlıyordum. Bir anda kılıcını
ayaklarıma doğru savurdu, zıpladım ve takla atarak yere indim.
Tekrar kılıçlar birbirine vurmaya başladı. Çelme takmamla yere
düşmesi bir oldu, bu arada kılıcı elinde en az iki metre uzağa
düştü. Kılıcımı boğazına doğrulttum; bu arada önce kısa bir
sessizlik oldu ardından sınıfta başparmaklar aşağıya doğru
çevrilmiş şekilde “vur vur vur…” şeklinde tempo tutuyorlardı.
Kalabalıklar her zamanki gibi güçlüden yana olmuştu.
Hep sakin olduğumu düşünürken birden bundan sonra
öğrencilerin bana daha da saygısız olacağı gibi bir düşünceyle
eğilip -belki de öğrencilerin kışkırtmasıyla- Efe’ye bir tokat attım.
“Adının Efe olması zorba olmanı gerektirmez, tam tersi yiğit ve
mert bir Efe de olabilirsin. Senden kimse korkmuyor, ben hiç
korkmuyorum.” dedim. Efe koşa koşa çıktı. Gençler de ardından
koştular. Tabii geriye kocaman bir pişmanlık kaldı. İntikamımı
almıştım zannımca ama onun da beni düşürdüğü durum çok da
iyi değildi. Aslında kazanan taraf yoktu, iki taraf da kaybetmişti.
3. Bölüm

Rehberlik Odası
Rehberlik Odası

R
ehberlik odası, gerçekten okul koridorlarının şaşaasın-
dan kaçıp kurtulmak ya da kendini “kızgın kumlardan
serin sulara” atmak isteyenlerin kapıyı kapattığında
derin bir oh çekeceği yerdir. Eğitim açısından profesyonelce
ama mütevazı.
Mütevazı derken benim yaşam standartlarıma göre, yoksa
size göre bayağı lüks. Mesela bir kahve makinem var. Kimin
evinde kahve makinesi var ki? Senin var mı? Onun var mı?
Yok. Bazıları benim bu kahve makininesine karşı takıntım
olduğunu söylüyor. Külliyen yalan! Kim? Mesela, Ebru Hoca.
Eyyy Ebru Hoca, benim kahve makinesi takıntım olsa sürekli
ondan bahsederim. Bahsediyor muyum? Hayır. Benden önce bu
okuldan herhangi bir kimse kahve nedir, kahve makinesi nedir
bilir miydi? Hayır. Varsa yoksa çay. Zaten senin neden kahve
makineme düşman olduğunu bilmiyor değilim. Aslında sen
bir kahve düşmanısın. Hepiniz kahve düşmanısınız, Müdire
Hanım da kahve düşmanı. Değil on kişi, tüm okul karşımda
98 | Öz g ür BAYINDI R

dursa ben bu yoldan vazgeçmem arkadaş. Biz bu yola kefenimizi


giydik de çıktık. Hı! Takıntıymış, aslında sizin çay takıntınız
var, sabahtan akşama kadar en az yirmi bardak çay içip de bana
laf atamazsınız. Bu da böyle biline. Hem kahve makinem 7/24
güvenlik kamerasıyla korunuyor. Bir şey yaparsanız, ararım
155’i attırırım içeri.
Seksen milyonun vicdanına sesleniyorum, ben mi takıntı-
lıyım onlar mı?
Gelelim deri koltuğuma; öğrencilerimle görüşme yaparken
asla sandalyede oturmam, illa ki o içine gömülen, gacır gucur
ses çıkaran deri koltuklardan olacak. Deri koltuk demek, makam
odası demektir. Nasıl ki Mercedes olmadan belediye başkanı,
bakan falan olunamıyorsa ya da deri duvar panosu ve -kimse
tıklatmasın diye icat edilmiş- deri kaplama kapı olmadan müdür
olunamıyorsa, işte aynen öyle bana göre de kahve makinesi ve
deri koltuklar olmadan da PDR odası olamaz.
Önce dış kapıdan başlayalım; -gerçi önce kahve makinem
ve gacırdayan deri koltuklarımdan bahsettim ama olsun- kapım
öğrencilerimi çok güzel bir şekilde tarif eden cümleler ya da
tavsiyeler içeren notlarla doludur:
Senden hiçbir halt olmaz
Çalışıyorsun ama zeki değilsin
Baktın olmuyor, zorlama
Hayat gerçekten zor
Bir sezonu bitirmeden uyuma
Para YouTube’da
Daha gençsin
Öğretmenin daha n’apsın
Bu saatten sonra çalışsan da zor
Bu notları ilk yazdığımda Müdire Hanım hemen telaş için-
de soluğu yanımda almıştı. “Bu ne Ruhi Hocam, sizin gibi bir
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

PDR’ciye yakışıyor mu hiç? Amacınız ne? Çocukları motive


etmeniz beklenirken, onları aşağılamanız kabul edilebilir gibi
değil. Derhâl sökün bu notları! Sökmezseniz sizi şikâyet etmek
zorunda kalacağım.” O konuşuyordu ama birkaç cümleden
sonrasını ben anlamıyordum. Çünkü o kadar hızlı konuşuyordu
ki, sanki beni sokmaya gelmiş bir arı gibi vızıldıyordu. Ben de
zamanı durdurdum ve geldiği ana geri sardım. O kadar cümleyi
art arda kuruyor olmasını hayranlıkla izlerken, “Bu yetenek
boşa harcanmamalı.” diyerek telefonumu çıkarttım, verdim
“rap” müziği ve kaydetmeye başladım. Bir anda müdire hanım
kafasında bir şapka, üstünde bol kıyafetlerle dans eşliğinde rap
söylemeye başladı.
Ruhi Hoca dedik, bağrımıza bastık.
Rehber olsun dedik, şaştık kaldık
Tuz olsan kokarsın, arı olsan sokarsın
Bu ne biçim yazılar, sök hemen bunları
Yoksa alırım kahve makineni, yei.
Arı gibi sokmaya gelen kendisi olmasına rağmen bana söy-
lediği sözler ruhumu yaraladı. Benim açıklama falan yapmamı
bekler derken, o hiçbir şey sormadan bastı gitti. Zaten o son
cümleyi söylediğinde sanki elinde bir kılıç vardı ve kalbime
saplamıştı. Aslında bütün sorun oydu, kahve makinemdi. Git
bir tane de sen al odana, paran mı yok… Yani kahve makinemle
olan sorununu neden ona düşman olarak çözmeye çalışıyorsun
ki! Kapım açık, gel istediğin zaman yap kahveni, sana bir şey
diyen mi var?
Neyse konumuza dönelim, o notları yazarken tabii ki gerçek-
leri çocukların yüzlerine vurmak gibi bir niyetim yoktu. O notlar
dikkat çekmek içindi. Tutup kaldırılabilen notlardı ve altında
olumlu cümleler vardı. Aslında her bir not öğretmenlerin değil,
bizi hedeflerimizden engelleyen kişilerin ya da destek olacağına
100 | Öz g ür BAYINDIR

köstek olanların -özellikle en yakınlarımızın- sözleriydi ve al-


tındaki notlar bu sözlerin tam zıddını oluşturuyordu. Böylece
Müdire Hanım dinlemeyen, dolayısıyla da anlamayan insanlara
güzel bir örnek oluşturmuş oldu. Çaresiz bu notların olumlu
olanlarını kelebek kanatlarının birine, olumsuz olanları da diğer
kanadına yazarak meseleyi çözdüm.
“Senden hiçbir halt olmaz.”
“Başarabileceğin bir alan mutlaka vardır.”
“Çalışıyorsun ama zeki değilsin.”
“Çok çalışmak başarı için asla yeterli değildir, tüm şartları
yerine getirdiğinden emin olmalısın.”
“Baktın olmuyor, zorlama.”
“Asla pes etme.”
“Hayat gerçekten zor.”
“Olumlu düşün.”

“Bir sezonu bitirmeden uyuma.”


“Film ve diziler ancak bir plan dâhilinde rahatlama içindir.”
“Para YouTube’da.”
“Topluma fayda sağlayan içerikler üretmelisin.”
“Daha gençsin.”
“Zamanın çok olduğunu düşünmemelisin, o hızla akıp gider.”
“Öğretmenin daha n’apsın?”
“Öğretmenlerin her zaman senin yanında…”
“Bu saatten sonra çalışsan da zor.”
“Çabaların hiçbir zaman boşa gitmez.”
Kapının üstünde de büyük puntolarla “TARAFINI SEÇ”
başlığı vardı. Yani ya sana söylenen bu sözleri kabul ederek “boş
verip” sızlanacaksın ya da diğerlerine inanacak ve kendini dış
dünyadan daha az etkilenerek bir hedef edineceksin.
Durup durup müdire hanım geliyordu aklıma, Einstein’a atfe-
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

dilen şu sözü de onun kapısına asıp her gün okumasını isterdim.


“Önyargıları yok etmek, atom çekirdeğini parçalamaktan
daha zordur.”
Artık kapıyı açıp içeri girebiliriz. Kapı içeri doğru, sola
açılıyor. Kapının hemen yanında bir akvaryumum var. Ak-
varyumdaki balıklar, benim için ânı yaşamayı temsil ediyor.
Ânı yaşamanın “özgürlük, neşe ve hafiflik” anlamına geldiğini
düşünüyorum. O nedenle akvaryumun üstünde rengârenk bu
üç kelime bulunuyor. Hemen ilerisinde benim deri koltuğum
ve önünde tekerlekli sehpam var. Deri koltuğumun üstünde
ise “Kendini Tanı” yazıyor. Kendini tanı başlığından çıkan bir
sürü ok var ve her bir ok bir kişilik özelliğini gösteriyor. Ama-
cım karşımda oturan öğrencinin konuşurken bu notlardan
yardım alması. Benim karşımda ise üç adet koltuk bulunuyor
-gacır gucur etmeyen kumaştan- aramızda fark olmalı değil
mi? İlk koltuk geçmişin pişmanlık, şikâyet, kızgınlık, üzüntü
ve suçluluk dünyasından kopamayışımızı temsil ediyor. Adı
“geçmiş”, ortadaki koltuk “şimdi” koltuğu. Bu koltuk balıklar
gibi olumsuzluklardan arınmış olmayı temsil ediyor ve pencere
kenarına yakın olan koltuk ise “gelecek” koltuğu. Bu koltuk ise
endişe, korku, gerginlik, stres, kaygı ve huzursuzluk anlamına
geliyor. Sorunlarımızın temelinde yatan olumsuz duygularımız
açısından öğrenci hangisi ile ilgili konuşuyorsa o koltuğa otu-
ruyor. Bu bir bilinç kazandırma çalışması. Negatif duyguların
tesirinden kurtulmuş bir birey elbette geleceğe umutla, geçmişe
de ibretle bakabilir.
Tam karşıda pencere bulunuyor ve yanında o “kahve maki-
nemin” bulunduğu masa, onun yanında da bir sebil. Pencerenin
sağ tarafında bir kitaplık var, bu kitaplığın alt tarafı dolap. Reh-
berlik ile ilgili materyallerimi burada bulunduruyorum. Benim
bir masam yok. O ortadaki sehpa yazı yazmak ve notlar almak
102 | Öz g ür BAYINDIR

için kullandığım masam oluyor. Odamda bir adet tablo var. O


da iskelenin kenarına oturmuş ve denizi izleyen bir çocuğun
resmi. Gökyüzü gri ve siyah bulutlarla dolu, sadece bir boşluk
var, oradan da güneş ışıkları yansıyor. Çok uzaklarda bir karaltı
görünüyor. Herkesin kendi iç dünyasına göre yorumlayacağı bir
tablo bu. Gerçekten içinde umut olan öğrenciler, çocuğun mutlu
olduğunu ve babasını beklediğini düşünürken, aynı zamanda
bulutların arasından yansıyan güneş ışığının giderek daha da
artacağını ve bulutların dağılacağını düşünüyor. Karamsar ve
negatif olanlar ise çocuğun üzgün olduğu ve birazdan fırtınanın
daha da artacağı şeklinde yorumluyorlar.
Bu tablonun özelliği baktıkça hayallere dalmanız ve daha
uzun hikâyeler üretebilmeniz. Aslında bir çeşit terapi diyebiliriz.
Odamın rengi açık mavi: Umudun ve huzurun rengi.
Şimdi geldik, bu odanın içinde öğrencilerle yaptığım bire
bir görüşmelere. Grup hâlinde iken “ vandallar” gibi davranan,
“organize suç çetesine dönüşen” ya da okulu parti evine çeviren
bu gençlerin bire bir görüştüğünüzde her birinin aslında senin
benim gibi sıradan insanlar olduğuna şahit oluyordum. Sanki
bedenden bedene giren kötü bir ruh vardı ve grup hâlindeyken
onları esir alıyordu.
Bire Bir Görüşmeler


Merrbakadaşlar, rehberlik odama hoş geldiniz. Buünsizl-
rlecanlıkanlıheyecanlıvebirkadardameraklıhikayelerle
karşınızda olacağım. Odama abone olup “like” atmayı
unutmayın. Şimdiden keyifli seyirler.”
Son beş yıla Youtuber’ların çağı desek hiç de yanlış bir
ifade kullanmış olmayız. Doksanlı yıllarda ilk özel televizyon-
lar kurulduğunda, birisi çıkıp heyecanla karşısında sürekli
izlediğimiz o kanallardan gün gelip de herkesin bir tane sahip
olacağını söyleseydi herhâlde soluğu “Ruh ve Sinir Hastalıkları
Hastanesinde” alırdı. Kanalı olmayanın “ezik” olduğu bir devri
yaşıyoruz. Elinde telefonla “YouTube’a yüklerim bak…” diyerek
tehdit etmek, artık en korkutucu tehdit çeşitlerinden birisi oldu.
Gençlerin artık doktor, avukat, mimar, mühendis ya da öğret-
men olmak gibi bir hedefi yok. Çünkü hiçbirisi “YouTuber”lık
kadar kazandırmıyor. Kazandırsa bile sizi ünlü yapmıyor. Ayrıca
“Vay arkadaş, küçücük çocuğun parkta oyun oynadığı video
altmış beş milyon izlenmiş.” diyerek şaşırtmıyor.
Aramızda kalsın, benim de hayalim ünlü ve çok kazanan
bir YouTuber olmak. Yani bin abone, dört bin dakika izlenmek
zor olmasa gerek. Tek formül var; videon saçma sapan olsun ve
bol bol gülün.
Merve

N
eyse odama geri dönelim. İlk anlatacağım masal
kahramanı, pardon öğrenci, ünlü bir YouTuber olan
Merve. Neden bu bölüme bu şekilde giriş yaptığımı
anlamış olmalısınız. Merve’nin sorunu Youtube kanalı yüzün-
den ne derslerine ne de ailesine yeteri kadar vakit ayırabiliyor
oluşu. Nasıl ki ev hanımları/ ev erkekleri “Bugün ne pişirsem!”
sorunsalıyla boğuşuyor, aynı bunun gibi Merve de sürekli “Bu-
gün hangi içeriği üretsem…” kaygısıyla yaşıyor. Takipçileri ile
sürekli etkileşimde olmak ve yapılan yorumlara göre video ko-
nusu belirlemek onun için gerçekten zor bir durummuş. Merve
gerçekten iyi para kazanıyor. Ne var bunda canım para kazanmak
için bunlar şart diyerek durumu doğal karşılayabilirsiniz. Ama
bu durum size göre öyledir.
Eğer bir durum sizi ve çevrenizdekileri olumsuz etkiliyorsa o
artık bir sorundur. Hatta çözülmezse giderek çözümü zorlaşan
bir sorun. İşte Merve sabah uyanıyor, bugün hangi konuyla
ilgili video hazırlasam diye düşünüyor. Okula gidiyor, derste de
106 | Öz g ür BAYINDIR

durum aynı. Alışveriş, akşam yemeği, annesiyle konuşurken…


Bir türlü hayatından zevk alamıyor.
Şimdi Youtuber Merve’nin ağzından dram dolu bir hayatı
dinleyeceksiniz. Buyur Merve anlat, herkes seni dinliyor. Baş-
lamadan önce seksen milyonun merak ettiği o soruyu sormak
istiyorum. Birçok genç kızın annesinden “Anne ben bu akşam
Merve’lerdeyim.” diyerek akşam gittiğini söylediği Merve sen
misin?
“Öncelikle bana bu fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ede-
rim hocam. Konuşmama sorunuza cevap vererek başlamak
istiyorum. Evet, o Merve benim. Özellikle cumartesi akşamları
evim yolgeçen hanı gibidir. Önce benim evime gelirler, ailele-
riyle görüntülü konuşup, fotoğraflar gönderip giderler. Akşam
saat 11.00 gibi aynı şekilde yine dolar taşar evim, sırayla ‘Ben
geliyorum annecim…’ deyip çıkar giderler. Vallahi bezdim.
Görevimi satılığa çıkartıyorum. Hande olur, Serap olur; artık
bu görevi daha fazla devam ettiremeyeceğim. Şimdi gelelim
Youtuber olarak çektiklerime:
Sevgili takipçilerim ilk olarak bu işe ortaokulda başladım
yani dört yıl önce, o zamanlar elime telefonu alıp her çekim
yaptığımda ‘Annemin, Merve bırak şu telefonu da dersine çalış.’
repliğini tekrar etmesinden dolayı sürekli silip silip tekrar çekim
yapıyordum. Bunun verdiği ıstırabı siz anlayamazsınız. Anla-
yamazsınız işte. Neyse, ikinci sıkıntım video montaj yapamıyor
oluşumdu, videoyu olduğu gibi yayınlıyordum. Bir keresinde
evde dişimin arasında maydanoz kalmış, onu fark etmemişim,
yayınladıktan sonra takipçilerimin kahkaha emojileri ile fark
ettim.
Şimdi sıra geldi başımdan geçen en kötü olaya; ben
videolarımı çekerken elimi kolumu çok sallıyormuşum ve
heyecanlı heyecanlı, kelimeleri bastıra bastıra anlatıyormuşum.
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

Aman Allah’ım o da ne, yorumları okudukça karnıma ağrılar


girmeye başladı. Amerikan filmlerindeki gibi klozete kafamı
sokup öğürdüm. Hemen telefonu kapatıp yattım. Sabah kalk-
tığımda ise bedenimi yokladım, ölmemişim. Oysa rüyamda
beni aralarına almışlar, ‘vurun kahpeye’ diye bağırıyorlardı.
Rüyamda beni linç ederlerken, sosyal medyada da sabaha kadar
linç etmişlerdi. Twitter’da TrendTopic olmuşum.
-Yok, çok izlenmek için böyle yapmacık davranıyormuşum,
-Yok, kukla gibiymişim,
-Yok, çok dominantmışım,
-Yok, çok havalıymışım…
Arayanlar, mesaj atanlar, e-posta gönderenler…
Neyse ki, akşam olayı fark edemeyen takipçilerim sabah des-
teğe geldiler. Giderek rahatlamaya başladım. Twitter savaşında
gönüllü askerlerim taarruza geçmişti. Tabii Twitter “linçi” -rek-
lamın iyisi kötüsü olmaz- olumlu işe yaradı ve kanalıma abone
sayıları artmaya başladı. Bu durum beni giderek daha da mutlu
etmesi gerekirken tam tersi bende kaygı ve stres oluşturuyordu.
Onlar orada savaşırken, ben de yeni videoları düşünüyordum.
-Bugün kaç abonem arttı?
-Kaç lira kazandım?
-Kaç “like” geldi?
-Yorumlar olumlu mu?
Hiç tatmin olmuyordum, hele tam tersi bir durum olduğunda
sivilcelerim resmen hortluyordu. Para kazandıkça daha büyük
ve çılgın organizasyonlar yapmak için daha büyük paralar har-
camam gerekiyordu. Daha küçüktüm ve paramı nasıl kullana-
cağımı bilemiyordum. Aldığım birçok şey gereksizdi. Kısacası
mutlu gibi görünen, mutsuz bir kızdım.
Hayat ‘YouTube’dan ibaretti. Sonra daha da berbat bir şey
oldu.
108 | Öz g ür BAYINDIR

TikTok…
YouTube her ne kadar eğlence merkezli olsa da insanlar
sonuçta bilgi kaynağı olarak da kullanıyorlar. Fakat bu TikTok
yok mu? İnsanların beynini önce mutfak robotundan geçirip
sonra da kafatasının içine geri koymaya yarayacak türden sanal
bir öğütücü. Kardan adam gibi giderek eriyen türden insanlar
oluşturmanın en etkili yolu. Ama yaptım, evet, bu günahı ben
de işledim. Para tatlıydı. Hem zaten herkes her şeyi para için
yapmıyor mu?
Sınıftakilerin aklına ilk TikTok fikrini ben soktum. Sonra
zaten kafalarının içlerinde patladı. YouTube kanalı açıp özgün
içerikler hazırlamak herkes için kolay değildi ama TikTok herkes
için çok daha kolaydı.
‘Filler tepişir, çimenler ezilir”’
Artık büyük oyunu bozmanın vakti geldi hocam. Buradan
tüm dünyaya sesleniyorum. Eğer başıma herhangi bir şey gele-
cekse bundan Amerika ile Çin sorumludur.
Biz gençler olarak küresel güçlerin maşası olduk hocam.
“YouTube kimin?”
“Amerika’nın.”
“TikTok kimin?”
“Çin’in.”
“Merve, Merve… Kendine gel lütfen. Siyasete girersen daha
fazla maşası olursun. Sen konuya dön.”
“Özür dilerim hocam. TikTok aslında bir virüs. Büyük oyunu
yine bozayım mı?”
“Merve…”
Çin Amerika’nın dünya üzerindeki etkisini kırmak için bu
virüsü üretti. Telefonuna yüklersen bu virüs sana bulaşıyor ve
telefondan da insana, yakında tüm dünyayı kasıp kavuracak
salgınlara hazır olun. Demedi demeyin, Merve’yi dinleyin.
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

Virüs bulaştığı kişiyi bir zombiye çeviriyor. Sonra insanın deli


divane, saçma sapan, abuk sabuk, açık saçık, çürük çarık, çarpık
çurpuk, karman çorman, yerli yersiz davranışlarda bulunmasına
sebep oluyor.
“Sonra ne oluyor?”
“Hiç zombi filmi izlemediniz mi hocam?”
“İzlemedim, Merve.”
“Bunlar diğerlerine virüsü bulaştırmaya çalışıyor. Tek kur-
tuluş yolu ise aşı.”
Gerçi ben aşı karşıtıyım ama yine de bu virüsün öldürücü
etkilerinden kurtulmak için tek kurtuluş bu. Sonuçta aşı lobisi
kazanacak. Bunlar hep Amerika ve Çin’in oyunu.
“Virüsü kim yaydı?”
“Çin.”
“Aşıyı kim buldu?”
“Amerika ve Çin”
Aşıyı olursun, yani uygulamayı yüklersin telefonuna sonra
orada durur. Bağışıklık kazanırsın.
Ya da virüs bulaşır sen de bir zombiye dönüşürsün. Karar
sizin hocam!
Gerçi aşılar ile de insanların vücuduna çip yerleştiriyorlar
ama bu ayrı bir konu. Yani ne kadar dirensek de değişen dün-
yadan kopamayız hocam!
Şu an bir salgının başlangıç aşamasındayız ve gittikçe
yayılıyor. Kimse bunun farkında değil. Yakında bu salgının
yıkıcı etkilerinden korunmak için, tüm dünyada sınır dışı
internet kesilebilir, devletler kendilerini tecrit edebilir. İnsanlar
karasal yayınlara mahkûm edilebilir. Sadece TRT’nin yayın
yaptığı günlere bile geri dönebiliriz.
“Merve, Merve! Tamam, seansımız bitti. Sen anlatırken ben
ambulans çağırmıştım. Şimdi sana bir sakinleştirici yapacaklar
110 | Öz g ür BAYINDIR

ve biraz dinlenmen gerekecek. Tamam mı? Yarına daha iyi


görmek istiyorum seni.”
“Ne yapıyorsunuz, bırakın beni daha söyleyeceklerim bit-
medi.”
“Aslında aya hiç gidilmedi.”
“Dünya düzdür.”
“Hepimiz bir simülasyonda yaşıyoruz.”
“WhatsApp bilgilerimizi çatır çatır satacak.”
“Shakespeare aslında Şeyh Pir’dir.”

Galiba Merve’nin daha uzun bir süre dinlenmesi gerekecek.


Burak

R
ehberlik odamın kapılarını şimdi de Burak ile açıyo-
rum. Burak odamın müdavimlerindendir. Çünkü onu
öyle uzun uzun dinleyecek benden başka kimse yok. O
sorgulamaktan ve düşünmekten eyleme geçemeyen bir genç.
İlla ki meseleyi didik didik edecek, işi gücü “anlam” aramak.
Almış eline bir “neden” silahını sağa sola düğün magandası
gibi ateş ediyor.
Her görüşmemizde ona “Evladım, o silah çok tehlikelidir,
nereden buldun ki onu. O ruhsatsız taşınmaz ve kullanılmaz.
Önce eğitimini almalısın ve emniyeti her zaman açık olmalı. Bu
silahı mutlaka gerekli bir hedefe nişan alarak kullanmalısın.”
diye nasihat vermek zorunda kalıyorum. Ama bu iş o kadar
kolay değil.
Bir gün derse girmek için tam odamdan çıktım –zaten hep
odamdan çıkarım- kulağımın yanından “piyuhh” diye bir kurşun
geçti. Can havliyle kendimi odama attım. Dizlerimin üzerine
112 | Öz g ür BAYINDIR

çöktüm, birkaç saniye bekledim ve dizlerimin üzerinde kafamı


yavaş yavaş çıkardım, Burak’tı. Tabii ya tahmin etmeliydim, şim-
diki dersim Burak’ın olduğu sınıfaydı. Koridorun en sonundaki
sınıfın kapısında elinde silah ile beni bekliyor. Hemen odama
geri girdim, alelacele çelik yeleğimi giydim. O sırada müdür
yardımcısı imdadıma koştu, “Gir oğlum sınıfa!” diye bağırınca
Burak girmek zorunda kaldı. Hızlı adımlarla sınıfa doğru ilerle-
dim. Kapının yanına kadar geldim ve Burak’la göz göze geldik.
“Hey dostum, senin sorunun ne ha, bunu konuşarak halledebi-
liriz.” dedim ve elinden silahı yavaşça aldım. Direnmedi, çünkü
sınıf ortamında biraz çekingendi. Bu çocuk Amerika’daki gibi
bir okul baskını yapmadan onu durdurmalıyız.
Dersimi güzel güzel anlatırken bir yandan da Burak’ı göz
ucuyla takip ediyordum. Avına saldırmayı bekleyen bir çita
misali o “en uygun zamanı” sabırla bekliyordu. Tam “Başarı
yolunda ilk adım hayal kurmaktır.” dedim, Burak sağ bacağının
yanından çıkardığı bıçağı bana fırlattı. Kafamı son anda çekmeyi
başardım, bıçak tahtaya saplandı. Burak yerinden kalktı, bıçağı
tek hamlede yerinden söktü ve sonra çantamı eline aldı, içinden
silahını çıkardı. Bir elinde bıçak, diğer elinde silah, sınıfın için-
de dolaşmaya başladı. Hiç kimsenin gıkı çıkmıyordu. Kiminin
kafasına silah dayıyor, kiminin boynuna bıçağı yaklaştırıyor ve
sorguluyor sorguluyordu.
Hayallerimizi çalsınlar diye mi hayal kuralım? Neden hayal
kuralım, neden? Mesela “sen”, (Betül’ün kafasına silahı dayadı
çünkü iyi biliyordu ki Betül duyarlı biriydi.) kur bakalım haya-
lini, hadi kur. (Betül silahın ittirmesiyle tahtanın önüne kadar
geldi ve arkadaşlarına döndü, silahı kafasına dayadı.) Hayallerini
anlat ki, biz de neden hayal kurmanın çok tehlikeli olduğunu
anlayalım. Başla!
“Benim hayalim;
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

-Metroda trene binmek için bekleyen insanların, kurdun sü-


rüye daldığı gibi inmeye çalışanlara dalmaması. Bindikten sonra
da Amerika’nın Irak’ı işgal ettiği gibi, o boş koltuğa çökmemeleri.
-Trafikte sürücülerin yaya gördüklerinde sanki yarışın bitiş
çizgisine ulaşmışlar gibi gaza basmamaları. Direksiyonun yan
tarafında aşağı yukarı hareket eden bir kol olduğunu ve bunun
ne işe yaradığını araştırmaları.
- Resmi kurumlarda çalışan memurların “tanımadığı vatan-
daşın da insan olduğuna” dair zorunlu bir eğitime tabi tutulması,
öğrenemeyenlerin memur olamaması.
-Piknikçilerin sorgusuz sualsiz tutuklanması (Zira aralarında
çevreyi kirletmeyen çok az kişi var. Bana ne! Kurunun yanında
yaş da yansın. Çevreyi kirletmiyorlarsa bırakalım kendileri
ispatlasın.)
-Apartman toplantılarının avukat eşliğinde yapılması.
-Altmış beş yaş ve üstü vatandaşların siyaset konuşmasının
yasaklanması
-Ödevlerin yasaklanması
- Kitap okumayanların evlenmemesi
- Devlet Baba’nın, eşi çalışan işsiz ev erkeklerine eşine he-
diye alabilmesi için özel gün başına seyyanen yüz lira “hediye
yardımı yapması”
-Doktorların sormadan “hastalığımızın ne olduğunu” söy-
lemesi
Burak, “Yeter” dedi ve Betül’ü susturdu. Silahının ucuyla
yerine oturmasını işaret etti. “Böyle bir ülkede hayal kursan ne
fark eder, kurmasan ne fark eder. Neden insanlar böyle? Neden
insanlar birbirini sevmiyor? Neden herkes birbirini düşman
olarak görüyor? Neden karşıt görüşler birbirini anlamaya ça-
lışmıyor?”
Bunları söylerken Burak biraz duygulandı ve bir an için “ne-
114 | Öz g ür BAYINDIR

den” demeyi bıraktı. Arkasından yaklaştım ve ağzını kapattım.


Silahını elinden yavaşça almıştım. Koluna girdim ve odama
götürdüm. Bu arada müdür yardımcısı Kemal Bey’i aradım ve
ayrıldığım sınıfa girmesini rica ettim. Burak’ı “geçmiş” koltuğuna
oturttum. “Anlat Burak’cım, burası hepimiz için daha güvenli,
şimdi sakın bana nişan almadan sorularını sakin ve yapıcı
şekilde sor ve kendi düşüncelerini de çekici bir şekilde anlat.”
dedim. “Arkadaşlarının çoğu ‘neden’ sorusunu sormazlar, hayat
yaşanması gerekiyordur ve yaşanır. Senin deşelediğin konular
öyle rastgele her önüne gelenle konuşulmaz. Uygun kişileri
bulup, düşünme disiplinine uygun hareket edilerek konuşulur.
Yoksa bu şekilde önce kendini sonra da başkalarını yaralarsın.
Hem de insanlar korkusundan seni anlamak yerine sürekli
seni eleştirirler ve dışlarlar.” Bunları söyledikten sonra Burak
anlatmaya başladı:
“Hocam, insanların bu duyarsızlığı beni deli ediyor. Tamam,
kişiliğimiz tam olarak oturmamış olabilir ama ‘hayatta bir an-
lam’ aramamız gerektiği gerçeği yadsınamaz. İnsan ‘ontolojik’
olarak kendi varlığı ile her zaman çatışma hâlindedir. Zaten
bu çatışma insanın farkında olmadan edindiği ihtiyaçlarının
baskısından doğar. İhtiyaçlar temelde ‘haz’ duygusuna yönelim,
‘acı’ hissinden kaçınım gibi iki temel hareket kaynağından edi-
nilir. Geleceğe yönelik hayal ve hedefler yine bunlar tarafından
belirlenir. Fakat bu durum kişinin sadece ‘kendisini’ düşün-
mesiyle gerçekleşir. Birey toplu hâlde yaşadığı için bu bencillik
onu kendisine ve etrafına karşı zarar verir hâle getirir. İşte bu
noktada ‘empati’ devreye girmeli ve insanlar başkalarına saygı
göstermenin aslında kendi hayatlarını garanti altına almak
anlamına geldiğini anlamalı.”
Burak çoktan bir filozofa dönüşmüştü. Bir filozofu anla-
yabilecek kişi yine başka bir filozoftur. Bilmediği ise ondan
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

başka filozof olmadığıydı. Burak’ın içindeki ruh bu çağa ait bir


ruh değildi. Burak gibiler asrın dişlileri arasında kısa sürede
parçalanır ve yok olur giderler. Benim yapabileceğim tek şey
ise onun içindeki bu “sorgulama” yetisinin kaybolmadan ona
ve çevresine zarar vermemesini sağlamak. Bunun için de önce
öfke yönetimini kazanması lazım. Randevu saatlerini belirledik
ve düşünmenin bir disiplin hâlinde gerçekleşmesi gerektiği
konusunda hemfikir olduk.
Nuray

T
eneffüslerde odamın kapısı açık olur, böylece öğrenciler
ile sürekli temas hâlinde olurum ama teneffüs bittikten
sonra kapımı kapatırım. Böylece kendimi daha rahat ve
güvende hissederim. Gizli saklı bir şey yapmasanız da bazen
odanızın kapısını kapatmak, ya da yalnız bir yerde telefonla
konuşmak kişinin güven ihtiyacını temsil eder. Özel bir durum
olmasa bile insanların izlemesi veya dinlemesi rahatsız edicidir.
Eminim benim gibi olan birçok öğretmen vardır. Kapının üstüne
açılan o küçük pencereden onları izlemek isteyen -haklı olarak-
idareciler olabilir. Ama benim gibi öğretmenler, izlendiklerinde
“kaygı” duyarlar ve işlerine odaklanamayabilirler. Her ne kadar
kapılarını kapattıklarında “görevini suiistimal eden” öğretmenler
olduğu gibi. Bu durumda idarecilerin öğretmenleri iyi tanıması
ve hangi öğretmenin kaygı düzeyinin yüksek oluğunu belirle-
mesi gerekir.
Odamda oturmuş öğrenci dosyalarını tek tek incelerken kapı
çalındı. Böyle bir durumda müdür gibi “gir” demek hiç âdetim
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

değildir. Kalktım ve kapıyı açtım, Nuray’dı. “Nuray hoş geldin,


neden derste değilsin?” diye sordum. O da “Sizin yanınıza gel-
mek için izin aldım.” diye cevapladı. “Hangi koltuğa oturmak
istersin?” diye sordum. O da “gelecek” koltuğunu seçti ve oturdu.
Ben de koltuğuma oturdum. Hiçbir şey söylemeden bana bakı-
yordu. Ben de onun rahatlamasını beklerken bir kahve alayım
diye kahve makineme doğru ilerledim. Biraz tedirgin olmuş-
tum. Kahvemi alıp, tekrar deri koltuğuma oturdum. Beklemeye
devam ettim ama Nuray hâlâ konuşmuyordu. Sürekli olarak
dudakları kımıldıyor ve tüm yaşamını “beyninde” yaşıyordu.
Anlatacak çok şeyi vardı ama doğru kelimeleri bulup söze
bir türlü başlayamıyordu. Sanırım yanlış koltuğa oturduğunu
düşündüğü için kalkıp bu sefer de “geçmiş” koltuğuna oturdu.
Orada da biraz başlamak için uğraş verdi ama olmadı. Sonra
ayağa kalktı ve “şimdi” koltuğuna oturdu. Anladım ki Nuray
“geçmiş ve gelecek arasında” savruluyor. Yaşadıkları kendisini
esir almış, geleceğe dair hayal kurup planlar yapmasını engelli-
yor. Bu nedenle “anı” yaşayamıyor. Hemen müdahale etmezsem
Nuray’ın kapıdan çıkıp gitmesi an meselesiydi. Sorular sorsam
da bunun çok fazla işe yaramayacağını biliyordum. Başka çarem
kalmamıştı. Ona bir kolonya ikram ettim. Kolonyayı koklar
koklamaz uyudu. Ben de hemen makinemi çıkarttım. Bu konuda
hem istekli hem de tecrübeli olduğunu bildiğim için Elif Hoca’yı
aradım ve acilen yanıma gelmesini rica ettim. Hemen geldi ve
özel kabloları Nuray’ın başının iki yanına taktık, uyanmasını
sağlayacak gaz maskesini de ağzına ve burnuna yerleştirdik.
Elif Hoca’ya, ne olursa olsun bir saat sonra bizi uyandırmasını
tembihledim. Zamanım azdı ve acele etmeliydim. Aynı işlemi
benim için de tekrarladık ve ben de uyudum.
Nuray’ın evindeydik, ben salonda tek başıma oturuyordum.
Nuray, anne ve babası birbirleriyle oturma odasında konuşuyor-
118 | Öz g ür BAYINDIR

lardı. Bense onların tüm konuşmalarını çok net duyabiliyordum.


Nuray annesine “Ya başaramazsam!” diye bağırıyordu. Annesi,
“Senin başarabileceğine olan inancımız tam ama başaramazsan
bu sorun değil. Sen her zaman başarılı ve azimli bir kız oldun.
Hem öğretmenin gelmiş yanına gidip merhaba diyelim belki
biraz rahatlarsın.” diye onu sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Ama-
cım Nuray’a rüyasında özgüven aşılamaktı.
Burada olayı anlamayanlar için araya girmek zorundayım.
Filmimizin adı; Inception (Başlangıç) ve başrol oyuncumuz
herkesin her filminde bu sefer Oscar ödülünü kesin alır artık
diyerek bekleyip tam yirmi beş yıl boyunca hayal kırıklığına
uğradığı ve en sonunda Oscar ödülünü alarak hayranlarını
rahatlatan “Leonardo Wilhelm DiCaprio.” (Bu hikâyede o ben
oluyorum.)
Dikkat: Spoiler içerir. Filmin bizi ilgilendiren kısmı; birtakım
cihazlarla insanların rüyalarına girilebilmesidir. Bir fikri aşıla-
yabilmek için rüyaya girmek yetmez, rüya içinde rüya içinde
rüya görülmesi sağlanır ve ikinci katmana geçilir. Bu da yetmez
çünkü bilinç her türlü dış müdahaleye karşı kendini korumaya
almıştır. Son olarak bilincin savunmasız olduğu bölüme geçilir.
Rüya içinde rüya.
Nuray yanıma geldi ve “Hoş geldiniz!” dedi. Ben de “Hoş
buldum.” diye karşılık verdim. Sonra babası başladı konuşmaya:
“Hocam; Nuray, gelecek yıl gireceği YGS için biraz kaygılı, biz
de ona olan inancımızı her fırsatta dile getiriyoruz ama o her
seferinde başaramayacağını dile getiriyor. Sivilceleri giderek
artıyor ve kilo alıyor.” Tam ben konuşacaktım ki annesi devam
etti. “ Ruhi Bey, kızım anaokulundan beri her zaman derslerine
düzenli çalıştı, bütün öğretmenleri ondan memnundu. Her ak-
şam eve geldiğinde hemen ödevlerini yapar, sınavlarına sıkı ha-
zırlanırdı. Şimdi kaygılanacak bir durumu yokken nasıl bu hâle
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

geldi anlamadım gitti.” Yine birkaç cümle sarf ederim inancıyla


hamle yapayım derken bu sefer yine baba atıldı: “Hocam eksik
konusu da yok, hem internetten hem de özel öğretmenlerden
destek alıyor.” İçimden “Doğru söylüyorsunuz, kaygılanacak bir
durumu yok, iki durumu var ve onlarda karşımda oturuyor…”
demeyi isterdim ama güzel rüyamızı kâbusa çevirmenin bir an-
lamı yok diye düşündüm. İyi ki Nuray bir anda mekân değiştirdi
de kaygı makinelerinden kurtulduk. Aslında kurtulduğumuzu
sandık. Sonra bir anda kendimizi ellerimizde poğaçalarla altın
gününde bulduk. Annesinin arkadaşları kendi çocukları hak-
kında konuşuyorlardı. Kimisi oğlunun denemelerdeki yüksek
başarısından, kimisi üniversitede hukuk okuyan kızından, kimisi
de matematik yarışmalarında madalya kazanan çocuğundan
bahsediyordu. Hepsinin çocuğu nasıl başarılı oluyorsa o da
garip bir durumdu ya neyse! Nuray’ın annesi ise kızı ile ilgili
sorulan sorulara “Benim kızım başaracak, seneye Tıp Fakültesini
kazanacak.” diye cevap veriyordu. Anne de bizi mi takip ediyor
ne? Nereye gitsek peşimizdeydi.
Nuray’a bu şekilde yardımcı olamazdım. Rüyasının ilk
katmanında kendine ait bir karar boşluğu yoktu. Etrafı ondan
beklentileri olan ailesi tarafından kuşatılmıştı. Bir boşluk bulup
onu uyutmalıydım yoksa onun asıl dünyasına girip ona ulaşa-
mazdım. “Nuray’a biraz dışarıda yürüyelim hava alırız.” dedim
kabul etti. Onu kendi hayal dünyama çekebilirsem daha uygun
bir ortam bulabilirdim. Neyse ki ailem aklıma geldi. Nuray’a
biraz ailemden bahsettim, bugüne kadar kararlarıma karış-
madıklarını ve geleceğim hakkında beni yönlendirmek yerine
doğru kararlar verebilmem için sadece kendimi iyi tanımam
gerektiğini öğütlediklerinden söz ettim. “Keşke onlarla tanışa-
bilsem.” dedi. Ben de “İstersen hemen tanıştırabilirim.” dedim.
Böylece ona istediğimi yaptırmıştım.
120 | Öz g ür BAYINDIR

Memlekette ailemin evine geldik. Onlar tarlada çalışıyorlardı.


Nuray “Burası neresi hocam?” dedi. Ben de “Burası kimsenin
senden bir beklentisinin olmadığı bir yer…” diye cevap verdim,
gülümsedi. Eve girdik, salonda ona kolonya ve çikolata ikram
ettim. Uyuyakaldı, ben de karşı koltuğa yaslandım ve kolon-
yamdan kokladım.
Sahil kenarındaydık ve deniz kokusu ciğerlerimize doluyordu.
Nuray terliklerini çıkartıp sahil boyunca yürümeye başladı, ben
de ona eşlik ediyordum. Biraz olsun kendi iç dünyasını açması ve
“gerçekten” ne istediğini ifade etmesi için çok uygun bir ortamdı.
Ona “Hayattan ne bekliyorsun?” diye sordum. “Bilmiyorum…”
diye cevap verdi. “O zaman yalnızca kendi kararlarının olduğu
bir dünyayı hayal edelim.” dedim. O da “Gelecek o kadar karanlık
ki hiçbir şey hayal edemiyorum.” dedi. “Şimdi bana denizden,
gökyüzünden ve uçsuz bucaksız ormanlardan bahset.” dedim.
“Bir martı olmak isterdim, maviliklerde süzülmek ve ardından
denize dalıp balık yakalamak. Sonra ormanların üstünde uçup
uçup yorulunca istediğim ağaca konmak.” diye cevap verdi. Ai-
lesi her ne kadar ona başaramazsan da bu sorun değil dese de,
Nuray’ın, ailesini hayal kırıklığına uğratmak istememesi onda
derin psikolojik baskılar oluşturuyordu. Tek çare kendi seçim-
lerini yapması ve kararlarının sorumluluklarını üstleneceğini
ailesine ispatlamasıydı. Bu katmanda Nuray’ı konuşturmak,
üçüncü katmanda ise ona kendi kararlarını verebilecek özgüveni
aşılamak lazımdı. Nuray’a “Aileler görevlerini yapıyorlar, onları
anlayışla karşılamalıyız. Ama hayat bizim hayatımız, sonuçları
iyi veya kötü olsun yaşadığımız hayat bize ait. Onların bir bek-
lenti sahibi olması, bizi düşündükleri içinse görevlerini layıkıyla
yaptıkları için vicdanları rahat olmalı. Eğer kendilerini daha gu-
rurlu hissetmeleri içinse bu onların hatasıdır ve bu hatalarından
dönmeliler. Kendini tanı, nasıl bir hayat istediğine karar ver.”
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

dedim. Nuray bir an için “ Kapalı yerleri sevmiyorum, sürekli


hareket hâlinde olmak beni rahatlatıyor. Ayrıca daha somut bir
şeyler üretmek, ortaya bir eser çıkartmak sanki bana daha uygun
gibi…” diye başladı söze. Çok mutlu olmuştum çünkü kendi
içinde biriktirdiği kelimeleri benimle paylaşıyordu. “Peki, hem
dışarıda çalışabileceğin hem de seyahat edebileceğin bir meslek
araştırdın mı?” diye sordum. “Araştırmadım ama inşaatlar her
zaman ilgimi çekmiştir. O harikulade binalar ve gökdelenleri
insanların üretmiş olması beni her zaman etkilemiştir.” diye
cevapladı. “İnşaat mühendisliği gibi mi?” diye sordum. “Bilmem,
olabilir ama ailem buna kesinlikle karşı çıkar, direnmemin bir
anlamı yok.” diye cevapladı. Şimdi kendi kararını vermesini ve
bu uğurda bedel ödemesi gerektiğini anlamalıydı. Ailesini bu
şekilde değerlendirdiği sürece hayat boyu her kararında onları
düşünmeye devam edecekti. Böylece hep onların istediği hayatı
yaşamak zorunda kalarak mutluluğu tadamayacaktı.
Artık son rüya katmanına geçiş yapmak zamanı gelmişti.
Son katmanda artık beyin dış müdahalelere karşı savunmasız
ve itaat etmeye eğimli olduğu için asıl fikrimizi bu katmanda
aşılamalıydım. Nuray ailesine kendi isteklerini cesaretle söyle-
meliydi ve gerekirse bu uğurda bedel ödemeyi göze almalıydı.
Ona ilgisini çekebilecek bir yere gitmeyi teklif ettim. Böylece
kararı netleşecek ve daha iyi para kazanabileceği yerlere gitme
cesareti artacaktı.
Bu yer gökdelenleri ve hayran bırakan binalarıyla ünlü “Du-
bai”. Hayal gücünün sınırı yoktu ve rüyalar, hayallerimizin gerçek
olduğu muhteşem bir yerdi. “Dubai sokaklarında gezerken, sen
de böyle muhteşem eserler üretmek istemez misin?” diye sor-
dum. “İsterim tabii isterim…” diye heyecanla haykırdı. 161 katlı
dünyanın en yüksek gökdeleni Burç Halife’yi dolaşmaya başla-
dık, zihni boşalmış ve hiçbir şeyi garipsemeyecek hâle gelmişti.
122 | Öz g ür BAYINDIR

Asansöre bindik ve göğe doğru 64 km hızla yükselmeye başladık.


Baş döndürücü bir manzara ayaklarımızın altında küçülüyordu.
En üstte teras katta kendini öylesine güçlü hissetti ki, artık baş-
kalarının baskılarına karşı “hayır” diyebilecekti. Orası rüyada
üçüncü katmana geçiş için en uygun yerdi ve yine uyuması
için ona ellerini açmasını söyledim. Açtı ve kolonyayı döktüm,
ardından koklamasını istedim ve kokladı. Ben de kokladım,
tekrar uykuya daldık ve artık ailesinin karşısındaydı. Rüyada
ailesine söyleyeceği her söz onun için gerçekte yaşanmışlık hissi
vereceği için bu ani bir değişikliğe yol açacaktı. Tekrar Nuray’ın
evindeydik. Annesi onu çok merak ettiğini söyledi ve nereye
gittiğini sordu. Nuray ise “Sizinle konuşmam gereken çok önemli
bir konu var.” diye söze başladı. “Ben mutlu olacağım bir meslek
seçeceğim ve bu meslek doktorluk olmayacak.” dedi. Anne ve
babasının gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Babası “Peki, seni mutlu
edecek meslek hangisiymiş?” diye sordu. Nuray “Şimdilik bunu
sizinle paylaşamam ama bilmenizi isterim ki, eğer bir daha beni
yönlendirmeye çalışırsanız, sizi çok sevmeme ve saygı duymama
rağmen üniversite sınavına gerekirse girmem.” diye ekledi.
Elif Hoca bizi uyandırdı, Nuray nerede olduğunu anlamaya
çalışıyordu. “Hocam benim lavaboya gitmem lazım.” dedi ve
ayrıldı. Elif Hoca’ya onunla gitmesini ve kendine geldiğinde
hangi mesleği seçmeyi istediğini sormasını rica ettim. Ertesi
gün Elif Hoca “Nuray hiç tereddüt etmeden, İnşaat Mühendisi
olacağım demiş, ailesine bile söylemiş.” dedi.
Hüseyin


Vallahi bıktım artık şu çocuktan.” diyerek girdi odama
Selma Hoca. “En fazla on dakika dayanabildim. Dayak
yemişten beter oldum. Sinsi bir aslanın zavallı bir ceylana
saldırmayı beklediği gibi bana pusu kuruyor bu çocuk. Bir gün
beni çiğ çiğ yiyecek diye çok korkuyorum. Ne olur Ruhi Hocam
benim dersimde bir kafese falan kapatalım, şu çocuğu.” diye
devam etti gergin bir şekilde. “Hayırdır Selma Hocam, otur ba-
kalım, biraz sakinleşmeye çalış.” dedim ve ona bir kahve ikram
ettim. “Kimden bahsediyorsun?” diye sorsam da, onun cevap
vermesine fırsat vermeden “Dur, tahmin edeyim: Hüseyin mi?”
dedim. “Tabii ki Hüseyin, kim olacak başka?” diye cevap verdi.
“Yine ne yaptı?” dememe kalmadan başına geleni anlatmaya
başladı. “Derse girmemle Hüseyin’le göz göze gelmemiz bir oldu.
Sanki hipnoz olmuştum. Gözlerimin içine baktıkça Hüseyin
yavaş yavaş kaynanama dönüşmeye başladı. İlkin halüsinasyon
görüyorum sansam da oydu. Kaynanamın bakışları ‘parmak izi’
gibi sadece ona özgüdür, o nedenle inanmaktan başka çarem
124 | Öz g ür BAYINDIR

kalmadı. Ellerinde kick boks eldivenleri vardı, ayağa kalktı,


etrafımda dolaşmaya başladı ve ‘kilo mu aldın sen?’ diyerek
bir aparkat attı. Niyeti tek yumrukta işimi bitirmekti. Elimden
çantam düştü ve tahtaya kafamı çarptım. Sarsılmıştım ve be-
nimle fazla uğraşmadan işini hızlıca bitirmek istediği belliydi
ama bu sefer çabuk pes etmek niyetinde değildim. Ceketimi
çıkardım ve gardımı aldım. İkincisinin tekme mi yoksa yum-
ruk mu olacağını kestirmeye çalışıyordum. ‘Oğlumla aranız iyi
değil galiba.” diyerek karnıma tekmeyi atmıştı, sendeledim ve
öğretmen masasından tutundum, neredeyse yere düşüyordum.
Kendime güvenimi kaybetmek üzereydim. Tam bu sefer ben de
bir şeyler söyleyeyim diye aklımdan geçirmemle “Aynanın kar-
şısında geçirdiğin sürenin yarısını mutfakta geçirsen oğlumun
kaburga kemikleri sayılmazdı.” sağ kroşesini yemem bir oldu.
Sınıf dönüyor, kaynanam dönüyor, öğrenciler dönüyordu. Sade-
ce ben ortalarında öylece duruyordum. Nakavt olmama son bir
dokunuş kalmıştı. “Akşama sizdeyiz, şöyle güzel bir sofra kurar-
sın artık. Sakın dışarıdan söyleme, ağzıma sürmem.” dediğinde
bayılmışım. Sınıfın ortasında “vurma, vurma!” diye sayıklarken
arkadaşlar kolumdan bacağımdan tutup öğretmenler odasına
götürmüşler. Ben de kendime gelince soluğu burada aldım. Ne
olur yardım edin Ruhi Bey.” diyerek ayaklarıma sarıldı. Benden
söz alıncaya kadar da bırakmadı.
Size biraz Hüseyin’den bahsedeyim; Hüseyin, bütünü gör-
mekte zorlanmasına rağmen detaylara en ince ayrıntısına kadar
odaklanan ve yolunda gitmeyen bir durum olunca onu hemen
fark eden bir çocuk. Hatayı bulmasıyla harekete geçmesi bir
olur. Her öğretmenin korkulu rüyasıdır o. Ertesi gün Hüseyin’in
sınıfında derse girecek öğretmenler, akşamdan doğru bir kom-
bin için belli bir saati ayna karşısında prova yaparak geçirmek
zorundadırlar.
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

“Keşke kravatınızı kurtarmak için yanımda can simidi


getirseydim, zavallı kravat böyle bir gömleğin üzerinde imdat
çığlıkları atıyor hocam.”
“Çok aradınız mı hocam böyle bir çantayı bence poşet tak-
saydınız kolunuza daha iyiydi.”
“Eteği de size iyi kakalamışlar hocam, kesin tezgâhtar kıza
sordunuz bence, yakışmış mı diye?”
Sadece kıyafet mi? Tabii ki hayır. Bir öğretmenin ağzından
yanlış bir kelime duymayagörsün yaklaşık on mikro salisede
düzeltir. Öğretmenin hatasını fark etmesi hiçbir işe yaramaz ve
Hüseyin’den önce hatasını düzeltememenin pişmanlığı çoktan
bedenini kaplamıştır. Zaten hata yapmalarının en önemli sebebi
de “kaygı”; çünkü her an sınıfta müfettiş varmış gibi gergin
durmak bir süre sonra hepsini tüketmeye başlar.
“Good morning students!”
“Hocam yeni mi uyandınız? Good afternoon diyecektiniz
herhâlde.”
“Hakan tükenmez kalemini verir misin? Ben unutmuşum
da.”
“Kendinizi de unutsaydınız hocam.”
“13’ün karesi 168’dir.”
“Nasıl hocam ya! 169 olacak o.”
Bazen öğretmenler dalgınlıktan yanlış sınıfa girebilirler.
Böyle bir durumda çaresiz lafı tokat gibi yerler ve doğru sınıfı
bulmaları kolaylaşır.
“Aman sabahlar olmasın hocam! Gece muhabbet iyiydi
sanırım, baksanıza daha ayılamamışsınız.”
Eğer derste öğretmenin telefonu çalarsa, “Ooo, hocam olur
mu böyle bütün dikkatimiz dağıldı, alırım bak telefonunuzu
sonra veliniz gelmeden de vermem.”
Sanırım Hüseyin’in nasıl biri olduğunu anlamanız için
126 | Öz g ür BAYINDIR

verdiğim örneklerin bu kadarı yeterlidir. Zavallı öğretmenler,


hapishanedeki “kader kurbanları” gibi Hüseyin’in bulunduğu
sınıfa girmeden önce “Allah kurtarsın.” diyerek birbirlerini teselli
ederler. Hüseyin’e öfkelenmeleri veya azarlamaları işleri daha da
kötü hâle getirir, çünkü bu daha fazla hata yapacakları anlamına
gelir. Öfke, sağlıklı düşünememekle sonuçlanır ve Hüseyin için
bu ardı ardına gol atıp, gol kralı olmak demektir.
Selma Hoca anlatmaya devam etti. “Ruhi Hocam, zamanla
alışırım ve aldırış etmem diye düşünürken artık sinirlerim
iyice bozuldu. Alışmak bir yana dursun, Hüseyin’i görmemle
elim ayağım birbirine dolaşıyor, sağımı solumu düzeltmekten
doğru düzgün yürüyemiyorum. Geçen merdivende rast geldim,
bir anda top gibi yuvarlanmaya başladım, neredeyse kolumu
bacağımı kırıyordum. Ne olursun Ruhi Hocam, bu işe bir çare
bulalım.”
Ben de Selma Hoca’ya “Sizin gibi başka öğretmenler varsa
bir gün toplantı yapalım ve bir “Acil Eylem Planı” hazırlaya-
lım, güçlerimizi birleştirelim yoksa bu sadece sizin altından
kalkabileceğiniz bir iş değil.” diye karşılık verdim. Biraz olsun
rahatlamıştı. “Kimler var başka sizin gibi bu durumdan rahatsız
olan iyice bir araştırın, sonra hep beraber hafta sonu buluşalım.”
dedim, anlaştık ve müsaade isteyip ayrıldı.
Banu Hoca, Selma Hoca, Abdullah Hoca, Zeki Hoca ve ben
Cumartesi günü saat 09.00’da okulda buluştuk. Önce hep bera-
ber kahvaltı yaptık ve çaylarımızı içerken tek gündem maddesi
“Hüseyin” ile oturumu açtık.
İlk teklif Abdullah Hoca’dan geldi: “Sandalyeleri daire
şeklinde dizelim ve oturalım, ortasına da bunu oturtalım sonra
da içimizde bunca zamandır biriken ne varsa söyleyelim. Bize
yaptıklarının aynısını yapalım belki o zaman biraz olsun aklı
başına gelir.”
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

Banu Hoca, “Yetmez!” diye atıldı. “Aynı anda gıdıklamaya


başlayalım ve özür dileyene kadar da durmayalım.”
Zeki Hoca, “En iyisi ağzını bantlamak, bulduğu hataları dü-
zeltememek, onun için dayanılmaz bir işkence olacaktır zaten.”
Selma Hoca, “Bütün bunlar onu susturur mu sanıyorsunuz?
Ayrıca bize yaptıklarının cezasını çekmeden elimizden kurtul-
mamalı. Onu önce ‘İşte Benim Stilim’ yarışmasına çıkartacağız,
ardından ‘Yemekteyiz’ sonra sırasıyla ‘O Ses Türkiye’, ‘Yetenek
Sizsiniz’, ‘Master Chef ’ ve ‘Survivor’. Hunharca eleştirecekler ve
onu milyonların önünde ‘yerin dibine geçmiş bir hâlde’ görme-
den asla içim soğumayacak. Artık her bizim hatamızı bulmaya
kalkıştığında kendisine yapılanlar aklına gelecek ve vazgeçecek.”
Selma Hoca bunları söylerken kötülerin attığı tarzda bir kahkaha
attı. Diğer üçü bu teklifi duyunca gözleri parladı ve ellerini üst
üste koyup intikam yemini ettiler.
Hüseyin’i çağırdım, odaya girmeden önce kapıda durdu ve
şöyle bir odayı süzüp veri toplamaya başladı. Bu onun otomatik
yaptığı bir davranıştı ve birazdan ardı ardına bulduğu eksiklik
ve hataları saymaya başlayacaktı. İşin gerçeği Hüseyin’i gör-
düğüm anda bende tedirgin olmaya başladım. O konuşmaya
başlamadan hemen konuya girdim ve öğretmenlerinin içinde
bulunduğu durumu anlattım. Artık dayanamadıklarını, sürekli
kaygı ve korkuyla yaşamanın artık onları huzursuz ettiğini, onun
da biraz anlayışlı olup eleştirilerini bırakmasını rica ettim. Eğer
vazgeçmezse, intikam yemini ettiklerini, ona hazırladıkları sürp-
rizleri tek tek anlattım. Gözleri boşluğa daldı, sonra ayağa kalktı
ve pencereden dışarı bakmaya başladı. Yavaş ve sakin bir ses
tonuyla “O yarışma programlarına katılmam demek, kişiliğimi
yok saymam ve onların kuklaları olup ekranları başında izleyen-
lerin boş ve anlamsız dünyalarına katkı sağlamam demek. Buna
alet olacağıma, bağrıma taş basar, başımı önüme eğer, dilimi de
128 | Öz g ür BAYINDIR

ısırırım. Ama unutmayın, öğretmenleri eleştirecek kimse kal-


mazsa, onların her yaptığı doğru zannedilir. Oysa öğretmenler
de hata yapar.” dedi ve “Varın gidin, söyleyin onlara; Hüseyin
teslim oldu, pes etti deyin.” diyerek yavaş yavaş kapıya yöneldi.
Bana bakarak, “Sizin de kafanızın tepesi iyice açılmış hocam,
saç falan mı ektirseniz iyice kel olmadan.” dedi ve eski alışkan-
lıklarına son bir veda bırakarak gözden yavaş yavaş kayboldu.
Hüseyin’in arkasından bakarken “eleştirel düşünme” ile
“eleştiri” arasındaki farkı bilmeyen insanlarımız geldi aklıma.
Melih, Karsu, Emre, Begüm, Hakan ve Aslı

B
irisi kalemini düşürse, kalem hareket etmeye başlıyor,
sıraların üzerindeki kitap ve defterler sürekli yön değiş-
tiriyor, sınıfın merkezine doğru dönüyorlardı. Kimsenin
sebebini bilmediği ve izah edilemeyen olaylar… Sanki sınıfın
ortasında bir çekim alanı oluşuyordu. Lanetli bir girdap gibi
yavaş yavaş herkesi içine çekiyordu. Fakat ilginç olan, bu olay
teneffüslerde ve her derste değil sadece belli zamanlarda oluyor-
du. Öğrencilerden birkaçı bunu bana anlattığında istemeyerek o
küçük dikdörtgen pencereden izlemeye başladım. Her gün fırsat
buldukça gidip bir süre izliyordum. En sonunda bir şeyler fark
etmeye başladım. Salih’in elinde küçük bir top vardı ve oynarken
elinden düşürdü. Onu almak istediğinde top hareket etmeye
başladı. İşte o zaman fark ettim Melih’in Karsu’ya baktığını
ama Karsu’nun Melih’e değil de Emre’ye baktığını. Gizem ara-
lanıyordu, Kurtlar Vadisi Konsey Toplantısı gibi Emre Begüm’e
bakıyor, Begüm Hakan’a, Hakan Aslı’ya ve tahmin edeceğiniz
üzere Aslı da Melih’e.
130 | Öz g ür BAYINDIR

Bir kısır döngü vardı, girdap gibi, hortum gibi. Aslında bu


döngünün ilk hâli aşk üçgenidir, sonra halayda araya giren ak-
rabalar gibi sayı artmaya başlar. Dörtgen, beşgen, altıgen olur.
Uğultu yükselince öğretmen “Herkes buraya baksın!” diye
bağırıyordu ve döngüyü bir kişi bile bozsa büyü bozuluyordu.
Bu olayda ne ararsan var: aşk, tutku, ihanet, intikam, ihtiras,
entrika ve nefret. İyi ki biriktirdiğim üç beş kuruşla zamanında
bir zihin okuma cihazı satın almışım. Gün gelir lazım olur diye
ne zamandır evin bir köşesinde duruyordu. Artık aşk altıgeninde
neler olup bittiğini cihazım kayıt altına alabilecekti. Cihazı ön-
ceden sınıfın tümünü gören bir noktasına gizlice yerleştirdim.
Uzaktan kontrol edilebiliyor olması en uygun anda çalıştırmamı
sağlayacaktı. Bir kedinin fare deliğinde sabırla beklemesi gibi, o
çekim anının oluşmasını sabırla bekledim ve bakışmalar başla-
dığı an cihazımı çalıştırdım. Yaklaşık beş dakikalık “trans hâli”
sınıftaki herkesi etkilemeye başlamıştı. Dikkatlerin dağıldığı bir
an oldu ve döngü bozuldu. Akşam ders bitiminde sabırsızlıkla
zihin okuma cihazımı koyduğum yerden aldım ve çantasına
özenle yerleştirdim. Eve gider gitmez hemen makineyi çıkarttım
ve masamın üstüne koydum. Bilgisayara bağladım ve aktarma
işlemini başlatması için çalıştırdım. Bu arada çok acıktığım
için her akşam olduğu gibi hemen bir makarna suyu ısıtmaya
başladım. Su kaynadığında makarna dolabımın kapağını yavaşça
açtım ve yaklaşık yirmi çeşit makarnayı hızlıca taradım. Telefo-
numdaki “makarna seçme uygulaması” sayesinde çarkı çevirip
hiç zahmet etmeden makarnamı seçebiliyordum. Yoksa her
akşam hangi makarnayı yiyeceğimi düşünmekten bazen saatler
geçiyordu. Gözlerim bir anda parladı, Çarkın ibresi “noodle”ı
gösteriyordu. Gözlerime inanamadım, yaklaşık bir aydır bek-
lediğim an gelmişti. Paketi açtım ve kaynar suyun içine kalıp
hâlinde bıraktım. Bu arada sos ve yağını hazır ettim. Yumuşar
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

yumuşamaz, süzüp özel makarna kâseme döktüm ve karıştırdım.


Kâsemi alıp bilgisayarımın başına oturdum, hem yiyip hem de
okumaya başladım.
Karsu: Emre ne buluyor şu Begüm’de anlamış değilim. Kız
resmen sümüklünün teki, iç güzelliği var desem o da yok.
Emre: Ulan Hakan! Keşke geçen tartıştığımızda kaşınla gözü-
nün yerini değiştirseydim, Begüm’ü ayartamazdın belki.
Begüm: Aslı’yı ailesi fırında unutmuş herhâlde, kara-kuru
cadaloz bir şey. Hakan’ın nasıl midesi bulanmıyor onu da anlamış
değilim.
Hakan: Melih yüzünden ders çalışmaya başlayacağım, ukala,
bilmiş bir çocuk. Gıcık gıcık konuşup beni deli ediyor.
Aslı: Karsu denen ucube! Cakkıdı cakkıdı çiğnediği sakızı alıp
burnuna sokacağım şimdi, pis rüküş.
Melih: Emrey’miş. Emre Belezoğlu sanki. Ben de masa tenisi
oynuyorum ne var yani. Oynadığı futbol da futbola benzese bari.
Her vuruşunda top beyzbol topu gibi, saha dışına çıkıyor.
Yuh artık! Hepsi mi platonik olur arkadaş! Hem bunlar
-düşündüğümün tam tersi- âşık oldukları kişilere bakmıyor-
muş ya! Birbirlerinden haberleri bile yok. Rakiplere kafalarını
takmasalar belki de sorun hallolacak. Bunlara grup terapisi şart
oldu artık.
Ertesi gün hepsini çağırdım, benim odamda daire olabilme-
leri mümkün değildi. Gösteri salonuna gittik. Sandalyeleri yu-
varlak yaptım ve aynı sırada oturmalarını istedim. Kurtlar Vadisi
Konseyi toplanmış, herkes birbirine jenerik müziği eşliğinde
uzun uzun bakıyordu. Kamera bir onu bir bunu gösteriyordu
ve bitmek bilmiyordu. Ortalarında oluşan hortum yüzünden,
sahnede daha önce sağa sola atılmış kâğıtlar dönmeye başladı.
Türkiye’deki dizilerde bir bölümün yarısı bakışmalardan oluş-
tuğu için alışıktım ve çaresiz bakışmaların bitmesini bekledim.
132 | Öz g ür BAYINDIR

Bakışmalar yavaş yavaş kesilmeye başlayınca daha önce hazır-


ladığım üstünde ismi ile birlikte seni seviyorum yazan kâğıtları
sırayla âşık oldukları kişilere vermelerini istedim. Kâğıtlar kat-
lanmıştı ve onlar içinde ne yazdığını bilmiyorlardı. Verdiler ve
tekrar bakışmalar başladı. Herkes gerçeği öğrenmişti.
Dışarı çıkıp beklemeye başladım. Acaba işe yaramış mıydı?
Kendilerini rahatça ifade edip gereksiz düşmanlıklar son bulmuş
muydu? Arada bir kapıyı aralayıp içeriye baktığımda bakışma
döngüsünün son bulduğunu fark ettim. On dakika sonra Melih
Karsu ile, Emre Begüm ile, Hakan da Aslı ile yan yana çıktılar.
Hepsi yanımdan geçerken bana gülümsüyorlardı. Yine gizemli
bir olayı daha çözmüştüm. Yani bir kahveyi hak etmiştim.
4. Bölüm

Çıkmaz Sokak
Çıkmaz Sokak

İ
nsanların toplu hâlde yaşamak zorunda olduğu iki yer var:
Okul ve askeriye. Bu iki yerde de amaç “idare etme ve edil-
me” merkezli olarak gelişir ve asıl amaç her zaman unutulur.
Topluluğu oluşturanlar kendi istekleri ile orada bulunmadıkları
için, kurallara uymayı reddeder, kendi arzu ve tercihlerine göre
yaşamak isterler.
İdare edenler ise huzur ve düzen için konulmuş kuralları
uygulamak zorunda oldukları için çoğu kez otoriter olmanın
kaçınılmaz olduğu sonucuna varırlar. Otoriterlik, idare edenlere
gizli bir haz verir; bunun karşılığı olarak ise topluluk genel
olarak otoriteyi reddetme eğilimindedir. Otorite, kendi gücünü
topluluk üzerinde göstermediğinde bir düzen ve intizam sorunu
ortaya çıkacağını öngörür. Hak ihlalleri ve şiddeti engelleme-
nin tek yolunun otoriterlik olduğu inancı benimsenir. Böylece
idareciler, yavaş yavaş otoriterliğe sürüklenir, çoğunluk korku
ile yönetilebilir hâle gelir.
Ama topluluk içinde -tıpkı idarecilerin otoriterlikten haz
136 | Öz g ür BAYINDIR

duydukları gibi- “isyan” etmekten haz duyanlar da vardır. Bu


durum da onları “asi” olmaya sürüklemiştir. Onlar bu hâlleri
ile zayıfların korkularını artırırken, güçlülerin de cesaretini
artırırlar ve kolayca organize olurlar.
Eğitim ve öğretimi başarabilmiş ülkeler acaba otoriter bir
eğitim sistemine mi sahipler yoksa başka formüller mi var?
Sonuçta, ister okul olsun ister kışla, harcanan milyarca lira ve
yıllarca süren eğitim ziyan olur, boşa gider. Bu sistem öylesine
yerleşir ki, onu değiştirmek için kanunlar etkisiz kalır. Çünkü
bunun çözümü ne hükümettedir ne de toplumda. Hem hükü-
mettedir hem toplumda.
O nedenle “eğitim sistemi” bir çıkmaz sokaktır. Milyonlarca
insanın içinde olması gereken bir çözüm için kişisel fikirlerimizi
ifade etmek ne kadar işe yarar bilemem. Ama eğitimin tek bir
merkezden yönetilemeyeceğini, insanların çok farklı sosyo-eko-
nomik ve kültürel geçmişe sahip olduğunu, hâlihazırda her bire-
yin farklı ihtiyaçları olduğunu kabul etmekle işe başlayabiliriz.
Her bölgenin sorunlarının oraya özgü olduğu gibi çözümünün
de oraya özgü olabileceğini kabul etmeliyiz. Eğitimin her türlü
ideolojiden arındırılarak, ortak bir payda üzerine inşa edilmesi
gerçeğine uyum sağlamak zorundayız.
En önemlisi ise çocuklar oyun hamuru değildir. İtaat ediyor
olmaları, onları kendi ideolojilerimize alet edeceğimiz anlamına
gelmiyor.
-Eğitim, kendine ve başkalarına zarar vermeme eğitimidir.
-Eğitim, başkalarına saygı duyma eğitimidir.
-Eğitim, düşünceli ve duyarlı olma eğitimidir.
-Eğitim, hayal kurma ve (o hayali gerçekçi hâle getirmek
demek olan) hedef belirleme eğitimidir.
-Eğitim, hâlden anlama ve yardımlaşma eğitimidir.
-Eğitim, bireyin kendini tanımasına yardımcı olma eğiti-
midir.
RUH İ HO C A & S AY KO L İ SE L İ L E R

Gerisi öğretimdir ve okullar hem eğitim hem de öğretim


için var olmalıdır.
Kuralları idareciler koyar ve onlar uygulamalıdır. Eğitim ve
öğretimi ise öğretmenler gerçekleştirir. Eğitim ve öğretim asla
zorla olmaz. Kuralları öğretmenlere uygulatmak, onları aslanla-
rın önüne yem olarak atmak demektir. Böyle bir “yönetim anla-
yışı” giderek sistemin temelinden çökmesi ile sonuçlanacaktır.
Sınıf yönetmek, sınıfı susturmak zorunda olmak, kural
tanımayanları öğretmenin otoritesinin etkililiğine bırakmak so-
runun temelini oluşturuyor. Ayrıca kapalı bir ortamda, pasif bir
konumda, son derece rahatsız edici sıralarda saatlerce oturarak
sıkılan bir öğrencinin konuya odaklanması ve sürekli kurallara
uyması imkânsızdır.
Son Söz

K
itap burada bitti, ama Ruhi Hoca’nın Sayko Liselilerle
imtihanı bitmedi. Her sınıf farklı bir dünya, her öğrenci
farklı bir kıta, her öğretmen farklı bir coğrafyadır. Bu
kitabın pandemiden dolayı okula uzun zamandır gidemeyen
öğrenci ve öğretmenlere lise yıllarını hatırlatan ve tebessüm
ettiren bir araç olması ümidiyle…

You might also like