Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 4

Bölüm 48: Sadece Tek Bir Kişinin Güvenliği İçin Olan Zarlar

Durumunu görünce Xie Lian fark etmeden elini uzattı, onu okşamak istiyordu. “Ne oldu…”

Ancak Hua Cheng yana adıma attı ve hafifçe bedenini döndürdü. Xie Lian’ın dokunuşundan kaçınıp
kılıcının kabzasına sertçe vurdu. “Bir şey olmadı. Umursama.”

Sesli bir şekilde vurulduktan sonra tüm cennetin korktuğu lanetli eğri kılıç E-Ming daha da fazla
sallanmaya başladı. Tam o sırada Xie Lian, iletişim rününde yeniden Feng Xin’i duydu. “Hua Cheng
nasıl üst cenneti Mesafe Kısaltıcı Rünle bağladı? Bu kapıyı nasıl açıyoruz?!”

Shi Qing Xuan haykırdı. “General Nan Yang! Ben, ben, ben! Ben sanırım nasıl biliyorum.
Ekselanslarıyla görevdeyken Hua Cheng’in bu numarasından çok çektik. İki zar al ve onları kapının
önüne at, sonrada iterek açılacak mı onu gör.”

Xie Lian hatırladı. Ana salonda öncesinde eğlencesine zar atmıyor muydu? Hala hayatları için solucan
mağarasından ve o yamyam yırtıcılardan acınası bir şekilde koştuklarını hatırlıyordu. Eğer gerçekten
de kapıları açarlarsa ne tür diğer felaketlerin onları beklediğini kim bilebilirdi ki? Aceleyle bağırdı.
“Dur! Yapma! Dikkatli ol!

Ancak sesi iletişim rününe hiç ulaşmamıştı. Ruhani gücünü doldurmaya vakti olmadığından hepsi
tükenmişti ve sadece konuşmadan dinleyebilirdi. Zaten konuşabilse bile çok geç olmuş olabilirdi. Feng
Xin, Shi Qing Xuan’ın dediklerini harfi harfine ikinci bir kez düşünmeden yapmışa benziyordu. Nasıl
bilebilirdi ki? Sonraki saniye Feng Xin aniden iletişim rününde küfürler bağırdı. Ne zaman ajite olsa
söverdi ve sövmek için kullandığı kelimeler genellikle kulaklar için çok kaba olurdu. Sansür
nedenlerinden dolayı o kelimeler tekrar edilmemeliydi. Dikkatlice olayları takip eden cennet
mensupları hemen sordu. “General, ne oldu?!”

Mu Qing’in sesi de geldi ve o da oldukça dehşet içindeymiş gibi duyuluyordu. “Burası neresi??” Feng
Xin’le beraber kapılardan geçmişe benziyordu.

“Dikkatli olun!” Shi Qing Xuan seslendi. “Farklı numaralar sizi farklı yerlere götürecek. Neyi
yuvarladınız.”

“Dört yuvarladı!” Mu Qing dedi.

Xie Lian, Feng Xin’in sesinde panik ve terör de duyabiliyordu ve oldukça tehlikeli bir yere rastlamış
olmalarından korkuyordu. Sesi iletişim rününde duyulamıyordu ancak ilk başta o büyüyü yapan kişinin
hemen yanında olduğunu fark etti. Fazla düşünmeden hızla sordu. “San Lang? Zar dört atılınca neresi
açılıyor?”

“Değişir.” Hua Cheng cevapladı. “Kapı, zarları atanın en çok korktuğu yere açılacaktır.”

Hua Cheng cevap verdiği anda Mu Qing soğuk bir şekilde konuştu. “İlk zarı atmak için savaştın ve
kadın banyosunu attın! Bana zarı ver, ben atacağım!”

‘Kadın banyosu’nu duyunca Xie Lian elleriyle yüzünü kapattı.

Feng Xin her zaman kadınlarla arasına mesafe koyan biri olmuştu ve sanki kadın cinsiyeti vahşi ve
yırtıcı bir hayvanmış gibi konu hakkında konuşmaktan hep uzak dururdu. Ona göre, kadın banyosu,
kesinlikle dünyadaki en korkunç yerdi. Kaplan mağaraların ölçülemeyen derinliklerinden veya ejderha
göllerinden de kötüydü. Ancak çok geçmeden ikisi yeniden kükremişlerdi. Shi Qing Xuan acı bir
şekilde sordu. “Generaller, bu sefer neye rastladınız?”
Cevap yoktu. Sadece garip mırıldanma sesleri geliyordu, sanki ikisi suya batmışlardı. Herkes
nefeslerini tuttu, bir sürenin ardından Feng Xin belirdi, büyük nefesler alıyordu. Suyun yüzeyine
çıkmış gibi duyuluyordu ve bir şeyler tükürüyordu. Bağırdı. “Siyah Bataklık Timsahları!”

Çılgın bir kadın banyosunun neredeyse iki adım ötelerindelerdi ve Mu Qing zorla zarları alıp attığında
sonraki adımları onları çamurlu bir bataklığa düşürmüştü. Hemen bellerine, ağızlarına kadar çamurlu
bataklığa batmışlardı ve çıkmak için savaştıktan sonra bir düzineden fazla meraklı timsah canavarları
onları çevrelemek için yanlarına yüzmüştü. Her bir canavarın uzunluğu dört metreden fazlaydı ve
insan etiyle besleniyorlardı. Kötü yolları çalışmaktan vücutlarında insan kolları ve bacakları
büyütmüştü. Hareket ettiklerinde görüntüleri ürpertici ve mide bulandırıcı oluyordu, ikisini
inanamayacakları bir şekilde iğrendiriyorlardı. Yarıları siyah bataklığın içindeyken ikisi şevkle ve delice
savaştılar, ta ki Feng Xin’e sonunda gına gelene kadar. “Bana zarı ver, atayım! Sen de düzgün bir şey
yuvarlamadın!”

Mu Qing kaybetmeyi kabul eden biri asla değildi ve beyaz ruhani patlama fırlattı. “Timsah Canavarları
bir kadın banyosundan daha düzgün! Bir sonraki sefere ne atacağını kim bilir. Bana ver!”

“S*keyi-” Feng Xin kızgınca bağırdı. “Çoktan zarları almamış mıydın? Neredeler?!”

İkisi hala iletişim rününe bağlı olduklarını tamamen unutmuşlardı. Birbirleriyle kavga etmeye ve zar
atmada birbirlerinin şanslarını kınamaya devam ediyorlardı; zarların yeri ve kaybolmuş oldukları
çoktan unutulmuştu. Cennet mensupları küfürlerini ve bağırışlarını dinledi; kargaşa ne kadar büyükse
o kadar iyiydi – heyecanlıydı! Çok heyecanlıydı!! İki general sonunda maskelerini çıkardılar ve
görüntüyü umursamayı bıraktılar! Tanrılar kahkahalarını tuttu, hatta bazıları oturdukları yerde
yumruklarını çarpıyordu, umutsuzca bunu keşke canlı olarak izleyebilip tezahürat yapabilmeyi
umuyorlardı.

Feng Xin ve Mu Qing’in şansları en iyisi olmasa da sonuçta savaş tanrılarıyla ve oradaki şuradaki küçük
yaratıklar en fazla basit bir sıkıntı olabilirdi, yani çok tehlikeli olan bir şey yoktu. Xie Lian yakında pes
edip çıkmazdan kurtulmalarını umdu. Aynı zamanda karşısına korkunç şeyler çıkaracak değil de Hua
Cheng’i çıkarmış olan bir numara attığı için kendisine minnettardı. Yürürken konuştu. “Öncesinde bir
bir attım. Bu her bir bir attığımda seni görebileceğim anlamına geliyor?”

Cümlesini bitirdiğini anda sözlerinin bir tuhaf duyulduğunu fark etti. Sanki Hua Cheng’i görmek
istiyormuş gibiydi ve bunun uygun olmadığını düşündü. Ancak Hua Cheng cevaplamıştı. “Hayır.”

Xie Lian biraz garip hissederek yanağını kaşıdı. “Oh. Yani durum öyle değil. Yanlış anladım.”

Hua Cheng önünden yürüyordu. “Eğer beni görmek istersen neyi attığının bir önemi yok. Her
hâlükârda ortaya çıkacağım.”

Bunu duyunca Xie Lian zorla yutkundu ve demek istediği her şeyi unuttu.

Bu sözlerin anlamını incelemeye zamanı kalmadan iletişim rününde başka birinin çökmüş sesi
duyuldu. “İzin ver!”

Konuşmanın üzerinden çok geçmeden gökyüzünden kırılma sesi geldi ve beyaz bir ışık patlaması geçti.
Aniden Hua Cheng ve Xie Lian’ın yolu kapanmıştı.

Beyaz ışık dağılıp yavaşça söndüğünde Xie Lian, artık gökyüzünden uçmuş olan şeyin bir kılıç olduğunu
görebiliyordu.
Kılıç uzun ve inceydi, yarısı eğik olarak yere saplanmıştı ve kılıcın bedeni titriyordu. Siyah yeşim taşı
gibi koyuydu, derin ve kötü, aynadan daha yumuşaktı. Eğer biri yakınına giderse kendi yansımalarını
bıçağında görebilirlerdi. Kılıcın kalbindeki ince, gümüş beyaz çizgi bıçağını yarıya bölüyordu.

Bu kılıcın ismi ‘Fang Xin’di.

Kılıcın önüne bir gölge indi ve konuştu. “Bu senin kılıcın.”

Baş Rahip Fang Xin’in ölümünden sonra taşımış olduğu kılıç Yong An’ın Veliath Prensi tarafından
alınmıştı. Kılıcı atmış ve yollarını kesmiş olan kişi Lang Qian Qiu’dan başkası değildi.

Feng Xin ve Mu Qing başarısız olsa da Lang Qian Qiu doğru numaraları atabilmiş gibi görünüyordu.
Bunun onun kendi şansından mıydı yoksa Xie Lian’ın şanssızlığından mıydı, söylemek zordu. İki Veliaht
Prens içinde kesin olan şey Lang Qian Qiu’nın hep Xie Lian’dan daha şanslı olduğuydu.

Hua Cheng elleri arkasında durdu, ifadesi değişmemiş yalnızca bedeni hafifçe hareket etmişti.
Hareket ettiği anda Xie Lian hemen elini onu durdurmak için uzattı ve kısık bir sesle konuştu. “İzin
ver.”

Vadinin ortasında yollarını kesmiş olan Lang Qian Qiu elinde aşırı büyük, uzun bir kılıç tutuyordu.
“Sadece seninle her şeyimle düello yapmak istiyorum. Nasıl sonuçlanacağı önemli değil. Senin
ellerinde ölsem bile telafisini istemeyeceğim. Yüce Tanrı’ya seni sürgün etmesini istemene ihtiyacım
yok. Bana kılıç kullanma sanatını öğrettin; kazanamaz değilsin. Neden benimle dövüşmüyorsun?”

Xie Lian, Lang Qian Qiu’nun söylemesine gerek kalmadan her şeyini ortaya koyarak dövüşeceğini
biliyordu. Ancak eğer kendini tutmazsa Xie Lian’nın da ciddi dövüşmesi gerekirdi. Eğer durum böyle
olursa ortaya çıkacak senaryolardan hiçbiri Xie Lian’ın görmek istediklerinden değildi. Ancak
dövüşmezse de insafa gelmeyecekti.

Uzun bir sürenin ardından Xie Lian sonunda başını salladı. “Pekala.”

Öne doğru birkaç adım attı ve kılıca yaklaşıp onu yerden çekti. Yumuşak bir sesle konuştu. “Bunu sen
istedin.”

Yüzyıllar sonra, Fang Xin sonunda ustasının ellerine dönmüştü.

Xie Lian’ın ellerinde yumuşakça inledi. Yakınlarında olan Hua Cheng’in gözleri de kılıcın öforik
haykırışlarını duymasıyla parlamıştı.

Elindeki kılıçla Xie Lian sallandı ve soğuk bir şekilde konuşmadan önce onu yere doğru tuttu. “Bu
düello her nasıl biterse bitsin, pişman olma.”

“ASLA!” Lang Qian Qiu bağırdı.

Lang Qian Qiu başı dökülecekmiş gibi hissediyordu; iki eliyle uzun kılıcı sıkıca tuttu. Gözleri
odaklanmıştı, nefesini tuttu. Bakışları yeşim taşı kadar siyah olan Fang Xin’e kilitlemişti, bir an için bile
dikkatsiz davranmaya cüret etmiyordu.

Xie Lian kılıcı salladı ve aniden bir ok gibi saldırdı. Lang Qian Qiu’nun gözleri güçlenmişti, hareket
etmeye hazırdı ki bedeni aniden dondu, sanki bir şey ona sıkıca sarılmıştı. Ağır bir şekilde yere düştü.

Görmek için başını eğdiğinde gerçekten de bağlanmış olduğunu gördü! Kar gibi beyaz ipek bir kumaş
birkaç kere bedenin etrafına zehirli bir yılanmış gibi dolanmıştı!

Lang Qian Qiu küçüklükten beri Baş Rahip Fang Xin tarafından kılıç kullanmayı öğrenmişti ve ona karşı
korku ile hürmet duyuyordu. Baş Rahip, Altın Yaldızlı Ziyafet’te nehirler gibi kan akıtmasının ardından
o dehşeti hiç dinmemişti. Xie Lian kılıcına dokunduğu anda tamamen diğerinin hareketlerine
odaklanmıştı ve beyaz ipek bir kumaşın onu saldırmaya hazır olduğu anda arkadan tuzağa
düşürdüğünü hiç fark etmemişti. Nasıl orada böyle bir utanmaz şey olabilirdi???

RuoYe’nin başardığını görünce Xie Lian hemen yüz ifadesinden ve kalbinden gerginliği sildi.

Fang Xin’i kenara attı, düşünürken derin bir nefes aldı, Oh! Ucuz atlattık.

Lang Qian Qiu kurtulmaya çalışırken yerde yattı. Beyaz ipek kumaşın ne kadar korkunç bir şey
olabileceğini bilmiyordu ve ne kadar çok çabaladıkça ona o kadar çok sıkı sarılıyordu. Kızgınlıkla
bağırdı. “Baş Rahip, bu ne?! Beni bırak ve ölümüne dövüşelim!”

Xie Lian alnındaki teri sildi ve cevapladı. “Çoktan ölümüne dövüştük. Seni bağlayan şey benim ruhsal
araçlarımdan biri. Çoktan kaybettin.”

“…”

“Bu nasıl sayılabilir.” Lang Qian Qiu bağırdı. “Ölümüne dediğim zaman bariz bir şekilde kılıç kullanarak
dövüşmeyi kastettim! Erkeksen kılıç kullan! Beyaz bantla tuzak kurmak? Ne kurnazlık!”

Sahiden de kılıcın tüm silahların en iyisi olduğunu düşünüp kelimeleri üzerine çok kafa yormamıştı
ancak gerçekten de beyaz ipek kumaşlara önyargısı olan erkek bir cennet mensubu gibi duyuluyordu.
Ancak Xie Lian erkek gibi davranıp davranmadığını umursamıyordu. Daha önce kadın kıyafetleri
giydiği bile olmuştu ve dudaklarında ‘kaldıramıyorum’ kelimesi asılıydı. Ona böyle sözler işlemezdi.

Xie Lian, Lang Qian Qiu’nun yanında diz çöktü. “Üzerinde düşünmeyip bir kılıç kullanmak zorunda
olduğumu söylemedin. Senin açık noktanı kullandım, neden şikayet ediyorsun?”

Bir aranın ardından ciddi bir ses tonuyla devam etti. “Bu doğru, seni tuzağa düşürdüm. Ne olmuş
yani? Ben başardım. Evet, kurnazca davrandım ama ne olmuş? Ben kazandım. Eğer rakibin benim
dışımdaki biri olsaydı çoktan ölmüştün.”

Hua Cheng ikisinden çok uzakta durmuyordu ve sessizce güldü. Kollarını bağlayarak uzaklara baktı.
Lang Qian Qiu aşırı şok olmuştu.

Hala o kişi Yong An’ın Baş Rahibiyken tüm öğretileri yüce ve dürüsttü, dolambaçsız ve gerçekti. Bir
zamanlar öğretmeni olan kişinin ağzından bir gün “Bu doğru, seni tuzağa düşürdüm. Ne olmuş yani?
Ben başardım. Evet, kurnazca davrandım ama ne olmuş? Ben kazandım.” kelimelerinin döküleceğini
hiç aklına gelmezdi. Serseme dönmüştü.

İçini döktükten sonra Xie Lian ayağa kaldı. “İyi düşün. Bir sonraki sefer başkalarının işine burnunu
sokma.”

Çevirmen: Kae

Not: İnleyen kılıçlar…

You might also like