Metenin Seferleri

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 7

Mete’nin Seferleri (M.Ö.205-M.Ö.201) (IV.

Hafta)
Mete, hakimiyeti ele geçirdikten kısa bir süre sonra küçük devletini bir imparatorluk haline
getirecek bir dizi seferlere başladı. Bu seferlerin birçoğu ayrıntılı olarak bilinmemekle birlikte
muhtemelen M.Ö.205 te Tung-hu, M.Ö.204 te Batı/Yüeh-ch’i, M.Ö.203 te Kuzey ve Kuzey-
Batı seferleri düzenlenmiş, M.Ö.201-200 Hun-Çin Mücadelesi gerçekleştirilmişti. Bu konuda
Çin kaynaklarında çok kısa bilgilere rastlanmaktaydı. Çin tarihçileri, kuzey barbarlarının kendi
aralarında cereyan eden savaşlarından çok az bahsetmektedirler. Bununla birlikte Mete’nin ilk
seferini doğuya, Proto-Moğol Tung-hulara karşı yaptığı bilinmektedir.

a)Mete’nin Doğu (Tung-hu) Seferi: Proto-Moğol Tung-hular, Mete’nin tahta çıktığını


öğrenince onun genç ve tecrübesiz olmasından yararlanmak istediler. Çin kaynağı Han-shu’ya
göre Tung-hu hükümdarı Mete’ye bir elçi gönderdi ve bin li (yaklaşık 450 km.) koşan atının
gönderilmesini istedi. Mete, Devlet Meclisini topladı ve ne yapılması gerektiğini sordu. Devlet
Meclisi, bin li koşabilen atın verilemeyeceğini Mete’ye bildirdi. Fakat son söz Mete’ye aitti;
“Ne yani bir atı bir komşu hükümdarına daha üstün mü tutalım.” dedi ve atı gönderdi. Tung-
hu hükümdarı elçi göndererek bu defa Mete’nin eşlerinden birini istedi. Devlet Meclisi üyeleri
öfkelenerek dediler ki: ”Bu Tung-hularda ahlak denilen bir şey yok! Şimdi de bir hatun
istiyorlar. Biz onlara saldırmak istiyoruz.” Bunun üzerine Mete şöyle dedi: ”Ne yani! bir hatunu
bir komşu devletten nasıl daha üstün tutabiliriz?” dedi ve hatunu Tung-hulara gönderdi. Bunun
üzerine iki devlet arasında ıssız ve otsuz, hiç kimsenin yaşamadığı bir yer vardı. Tung-hular
Mete’ye elçi göndererek burasını istediler. Mete, Devlet Meclisini toplayarak kararlarını sordu.
Bazıları şöyle dediler: “Bu araziyi vermenin de vermemenin de hiçbir değeri yoktur.” Bunun
üzerine Mete çok öfkelendi ve ”Toprak devletin esasıdır, nasıl verebiliriz.” dedi ve verelim
diyenlerin başını orada kestirdi1. Artık Türk ve Moğol kavimlerinin savaşı başlayacak noktaya
gelmişti.

Çin kaynakları bu olaylar münasebetiyle Tung-hu chiang, Yüeh-chih sheng ifadelerini sık sık
kullanıyorlar; chiang ve sheng sözcükleri gücü/kuvveti tanımlıyorlıyordu. Ancak chiang, askeri
bakımdan Tung-huları; sheng ise ekonomik bakımdan Yüeh-chi’hleri belirtiyordu. Mete
kararını verdikten sonra ordusunu alarak doğuya doğru sefere çıktı. Hun ordusunu hiç
beklemeyen Tung-huları müthiş bir yenilgiye uğrattı. Çin tarihçilerinin ifadesiyle onlara tam
bir kan banyosu yaptırdı. Reisleri öldürüldü, birçok esir alındı ve hayvan sürüleri ele geçirildi.
Kılıç artıkları, dağlara ve derin vadilere gizlendiler. Wu-huan dağına sığınanlara Wu-huanlar,
Hsien-pi dağına sığınanlara Hsien-piler isimleri verildi. Proto-Moğollar yenilmişler,
ezilmişlerdi. Başlarında Mete gibi büyük bir devlet adamı bulunmadığından uzun zaman bir
daha bir araya gelemediler. Büyük bir kısmı Hunlara tabi oldular. Her yıl vergi olarak Hunlara
at, koyun, sığır göndermek zorunda idiler. Vergiler ödenmediği zaman kadınlar ve çocuklar
alınıp götürülüyorlardı.

Bu büyük başarıdan sonra Hun sınırları Moğolistan’ın doğusuna kadar genişledi. Mc Gowern’a
göre Hunlar, Büyük Okyanusa kadar ilerlemişlerdi. Bunun da düşünülmüş olması ihtimal
dahilindeydi. Doğudaki kavimler Sol Bilge Prensi tarafından yönetilmeye başlandı. Bazı

1
Mete’nin Doğuda Proto-Moğol Tung-hulara karşı büyük akını: B.Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi,I,
Ankara 1981, s. 221-224.
varsayımlar istisna tutulduğunda, bu müthiş savaşın sonunda Hunlarla Proto-Moğollar arasında
bir karışma meydana gelmemişti. Netice itibariyle; bütün bunlar, yenilenin uzun seneler bir
daha devletinin olamayacağı bir savaştı. İkinci dereceden kavimler olarak bazen yıktılar ve
bazen de yıkıldılar. Nitekim Moğolların gerçek anlamda Cengiz Han’a kadar tam bin dört yüz
senedir gerçek anlamda devletleri olmadı.

b) Mete’nin Batı (Yüeh-chi’i) Seferi: Mete, Tung-hu seferinden dönerken (?) batıdaki Yüeh-
ch’ihler üzerine yürüdü. Tung-hular ile batıdaki Yüeh-ch’ihler arasında çok büyük mesafe
bulunmaktaydı. Muhtemelen Mete Hun karargâhına geldikten, eksiklerini tamamladıktan sonra
Batı Seferine çıkmış olmalıydı. Hunlar ve Yüeh-ch’ihler, başlangıçtan beri bir arada yaşayan
Orta Asyalı iki büyük topluluk idiler. Her iki topluluğun uzun süren beraberlikleri de olmuştu.
Tuman zamanında Yüeh-ch’ihler Hunlara rağmen üstünlük kazanmışlar ve Hunlardan rehineler
almışlardı. Bu rehinelerden birinin Mete olduğu bilinmekte idi. Mete, Yüeh-ch’ihlerin yanında
kaldığı sürede onlardan bazı şeyler öğrenmişti. Mesela ıslık çalan ok bir Yüeh-ch’ih icadı olup
Mete tümenini böyle bir okla eğitmişti.

Mete batıya yöneldiği sırada Kansu’da batıya çıkan yollar üzerinde çeşitli savaşlar yaptı. Bu
savaşlar Yüeh-ch’ihlerin yenilgisiyle sonuçlandı. Yüeh-ch’ihler bir miktar topraklarını Hunlara
terk etmek zorunda kaldılar. Hunlara tabi olup olmadıkları bilinmekteydi. Öte yandan Mete,
batı seferi sırasında daha batıda bulunan Wusunlarla da savaşıp savaşmadıkları hakkında bir
kayıt bulunmuyordu. Çin kaynakları da bu olayları daha kısa anlatmaktaydı. Fakat Wusunların
İç Asya’dan, Ch’i-lien Shan’ın kuzeyinden göç ettiklerine dair hikâye ve kurtla ilgili efsaneleri
onların Hunlarla komşuluk yaptıklarını göstermektedir. Ancak onlar, tarih sahnesine çıktıkları
Issık Köl havalisine ne zaman ve hangi olaydan sonra gelmişlerdi? Mete zamanında mı, yoksa
ondan daha önce mi olduğu bilinmemektedir. Eğer Mete zamanında gelmişlerse, batı seferi
sırasında onlarla da savaşıldığı kabul edilebilirdi.

c) Mete’nin Kuzey (Ting-Ling, Ho-Chieh, Ke-Kun/Ko-kun, Hun-ya, Hsin-li) Seferi: Mete,


batı yani Yüeh-ch’ih seferinden sonra Yin-shan üzerindeki karargâhına döndü. Doğusunu ve
batısını emniyet altına almış bulunuyordu. Sırada Çin vardı; Çinlilerle mücadeleye hazır
görünüyordu. Bunun için bir nabız yoklamasında bulunmayı da ihmal etmedi. Başkent
Ch’angan yolu üzerindeki geçitleri ve kaleleri ele geçirdi. Fakat büyük Çin seferine çıkmadan
önce kuzeyini ve kuzey-batısını emniyet altına almayı gerekli gördü. Bunun için kuzey ve
kuzey-batı seferine çıktı. M.Ö.201 civarında Hun-yü, Ch’ü-she, Ting-ling, Ko-kun ve Hsin-li
kabileleri denetim altına alındılar. Bu ilk sefer sadece geriyi emniyete almak için değil,
kuzeydeki değerli demir madeni yataklarına ulaşmak için de yapılmış olabilirdi2. Bulundukları
coğrafya itibariyle Kırgızlar demir madeni bakımından oldukça zengin idiler ve bunun ticaretini
de yapıyorlardı.

Bu sırada Hunların kuzeyinde ve kuzey-batısında, Çin kaynaklarının isimlerinden başka


haklarında hiçbir malumat vermediği beş kavim bulunuyordu. Bunlar Ting-ling, Ho-chieh, Kê-
kun, Hun-ya ve Hsin-li idiler. Hun çağında Asya’nın siyasi ve etnik durumu başlığı altında
bunlardan kısaca bahsedilmiş olduğu üzere, kimliklerinin tespiti hususunda yeterli bilgi
bulunmuyordu. Ancak Mete çağında Ko-kun/Ke-kunların Kırgızların ataları oldukları ve

2
P.B.Golden, Türk Halkları Tarihine Giriş, Ankara 2002, s.49.
Yenisey’in kaynakları bölgesini yurt edindikleri; Uygurların ataları Ting-lingler ise Hunların
kuzeyinde Selenga, Orhun havalisinde yaşıyorlardı. Fakat şurası kesindir ki Mete bu sefer ya
da seferler dizisi sonucunda Orhun ve Selenga havzalarının tamamını, Yenisey’in kaynakları
bölgesini hakimiyeti altına almıştı. Bundan sonra da geniş Sibirya bozkırlarını kontrol etmeye
başladı. Ho-chieh yahut Wu-chiehlerin Ogur veya Oğuzlar olabileceği; Hun-ya ve Hsin-lilerin
ise kuzey kavimlerinden ortaya çıktıkları tahmin edilmekteydi.

Doğu ve batı seferlerine göre, zorluk bakımından ikinci derecede kalan kuzey ve kuzey-batı
seferi, büyük önem taşıyordu. Çünkü 1. Batıya giden yollar üzerindeki en önemli coğrafi
engeller aşıldı ve açıldı. Hunların Avrupa’da yayılmalarının ilk aşaması gerçekleştirilmiş
oldu. 2. Doğu Türkistan şehir devletlerini tanıdılar, Hunlara tabi olmalarını sağladılar. 3.
Orta Asya’da Türkleri bir bayrak altında toplanmalarının ilk ve en önemli aşamasını da
gerçekleştirmiş oldular.

Böylece Orta Asya’da ilk defa Türk Birliği sağlanmıştı. Büyük bir imparatorluğunun
hükümdarı Mete, artık Çin ile boy ölçüşebilirdi.

d) Mete’nin Güney (Çin) Seferi (M.Ö.201-M.Ö.200): Chou Sülalesinin son imparatoru


M.Ö.256 da Ch’in derebeyliğinin hükümdarı lehinde tahttan çekilmişti. O nedenle bazı
tarihçiler Ch’in Sülalesinin başlangıcını M.Ö.256, M.Ö.249 veya M.Ö.221 olarak
yerleştirmektedirler. Nitekim M.Ö.221 de geride kalan bütün sülaleler/derebeyleri ortadan
kaldırılarak bütün Çin’e hakim oldular. Shih-huang-ti’den sonra bu devlet iki üç yıl daha
yaşayabildi. Bütün tarihi oldukça kısa süren bu devletin Çin’e adını vermekle onurlandırıldığı
da bir vakıa idi. Shih-huang-ti hakkında farklı yorumlar yapılıyor, Resmi Çin tarihi onu
tanımıyordu. Batı sinolojisi birçok defalar onu tarihin en büyük adamları arasında sayarak
övmüştü. Netice itibariyle Shih-huang-ti’nin sıradan bir adam olup, büyük bir kabiliyet sahibi
olmadığı, batıl inançları bulunduğu, mistik ve şamanistik düşüncelere bağlandığı
düşünülmekteydi3.

Hun Tanrıkutluğu ile Çin’deki Han Sülalesinin (M.Ö.206-M.S.220) kurulması hemen hemen
aynı tarihlere tekabül etmekteydi. Mete kuzey ve kuzey-batı seferinden önce küçük çapta bir
akınla Çin yolu üzerindeki engelleri ortadan kaldırmıştı. Liu Pang M.Ö.206 da imparator oldu
ve Han sülalesine adını verdi. Daha sonra kendisine imparator karşılığı olan Kao-tzu adı verildi.
Bu sırada M.Ö.205-M.Ö.201 yılları arasında Çin, bir anarşi devleti haline gelmişti. Mete büyük
güney seferine çıktığı sırada Çin, İmparator Kao tarafından birleştirilmiş, Han Sülalesi kontrolü
tamamen ele geçirmişti. Bununla birlikte Mete, Kao-tzu’nun karşısında sıradan bir göçebe
kabile reisi olarak değil, ancak en tehlikeli bir rakip olarak bulunuyordu. Han imparatorunun
siyaseti ise, Hunların güney işlerine karışmamaları, özellikle Hunlarla Çinliler arasında
ittifaklar yapılmasına engel olmaktı. Hunlar, kuzeyin müstahkem şehirlerini ve büyük Çin
Seddini ele geçirecek yahut imha edecek durumda değillerdi4. Buna rağmen Kao-tzu, Mete ile
ittifak yapmış Ma-i kralına saldırmaktan kaçınmadı. Hunlar Çin’e karşı hazırlık yaparlarken,
Çinliler de boş durmuyorlar, onlar da kuzeye doğru yapacakları harekâtın aksayan yönlerini

3
Prof.Dr.Wolfram Eberhard, Çin Tarihi, 2. Baskı, Ankara 1987, s. 77-79.
4
Eberhard, a.g.e., s. 88.
tamamlıyorlardı. Yani iki büyük hükümdar, bütün kuvvetleriyle bir birlerinin üzerine yürümeye
hazırlanmışlardı.

Kuzey Çin’de Ma-i (At Kasabası) kentinin Kıralı Hsin, İmparator Kao-tzu (M.Ö.206-
M.Ö.195)’ya bağlanmış olmakla birlikte, Hunlarla da iyi geçinmeyi menfaatine uygun
buluyordu. Bu sebeple Han Kralı Hsin, hem imparatora hem de Hunlara karşı gayet yumuşak
bir siyaset izliyordu. Fakat Mete bu kralı kendisine katılmaya zorladı. Kral Hsin bunu kabul
etmeyince, Hunlar tarafından başkentinde kuşatıldı. İmparatorun göndermiş olduğu yardımcı
birlikler imdadına yetişemeden Kral Hsin, Mete ile anlaşmaya vardı. Bunun üzerine imparator,
onu hain ilan edip cezalandırmaya karar verdi. Kao-tzu Mete ile ittifak yapmak zorunda kalan
Ma-i Kralı Hsin’e saldırmaktan geri kalmadı. Küçük Han Kıralı bu durumu öğrenince Çin’e
isyan ederek başkenti Ma-i kasabasını Hunlara teslim etti. Kral Hsin, Hun öncü birlikleriyle
birleşerek Çin’e akınlar yapmaya başladı. Böylece canını kurtarabileceğini anladı.

Çin İmparatoru Kao-tzu, içeride vali ve generallerin sebep olduğu anarşiyi yok etmek için beş
yıl boyunca çalışmış, düzeni sağlamaya muvaffak olmuştu. Şimdi ise dışarıda kişisel ve büyük
bir başarı elde etmek için bizzat ordusunun başına geçti. İmparatoriçenin kaygılarını
anlatmasına ve hatta itirazda bulunmasına rağmen, generallerinden hiç birine güvenemeyerek
M.Ö.201 Ekiminde Ch’angan’dan kuzeye doğru harekete geçti. Çin kaynaklarının ifadesine
göre üç yüz yirmi bin kişilik ordusu süvari ve piyadelerle savaş arabalarından kurulu idi.
Hunların ise onu bekleyen iki yüz elli bin kişilik süvari kuvvetleri vardı. Mevsim şartları giderek
zorlaşıyordu. Piyadeler ise çok ağır ilerleyebiliyorlar, süvariler ise dar geçitlerde zaman
harcıyorlardı. Çin Ordusunun iki önemli unsuru, süvariler ve piyadeler birbirlerinden ayrılmak
zorunda kaldılar. İmparator hızla ilerlemeyi, bir darbe ile Hunları yok etmeyi düşünüyordu.
Ancak Kao-tzu’nun iki önemli handikabı vardı. Birincisi hava şartlarının giderek soğuması,
ikincisi de kuzeyde mevsimin kış şartlarına dönmesi idi. Hun öncü birliklerinin, özellikle
süvarilerinin daha işin başından beri Çin kuvvetlerini akın ve yağmalar yoluyla yıldırmaları,
bıktırmaları idi. Buna bir de Kral Hsin’in askerleri katılmaktaydı ki Çinliler saldırıyor, Hunlar
geri çekiliyormuş gibi yapıyorlardı. Savaş halinde bunun adı sahte ricat, Turan taktiği, bozkır
taktiği ve bunun gibi isimleri vardı.

İmparator hep aceleci davranıyor, bir an evvel Hun öncülerini imha etmek, bütün kuvvetleriyle
Hunların üzerine yüklenmekti. Halbuki Çin süvarileri ilerlerken piyadeleri gerilerde kalmış,
üstelik ani ve ağır kış şartları Çin ordusunun dörtte birini yok etmişti. Hunlar her yenilgilerinde
geri çekiliyorlar, daha sonra tekrar ortaya çıkıyorlardı. Mete, Çin imparatorunu öncü birlikleri
ile kuzeye çekerken, kendisi de geride konaklamış, hücum etmek için uygun bir zamanı
bekliyordu. Hun öncü birlikleri, Kao-tzu’yu Mete’ye doğru çekiyorlardı. İmparator da Hunlara
saldırmak, onları yok etmek için durmadan ilerliyordu. Bir yandan aniden bastıran kış şartları,
diğer yandan Hun askerleri imparatora nefes aldıracak fırsat ve zaman bırakmıyorlardı.
Mete’nin ana birliklerine doğru çekilen Çin imparatoru, Hunların pusuda kendilerini
beklediğini son anda haber aldı. Öyle anlaşılıyor ki İmparator Kao, komutanlık ve askeri taktik
konularında fazla bir şey bilmiyordu.

Bu sırada Kao-tzu, selamlarını iletmek ve veda etmek için on kişilik bir elçilik heyetini Mete’ye
gönderdi. Esasen bunlar birer askeri gözlemci ve casus idiler. Çin planının farkına varan Mete
asıl ordusunu gizleyerek yaşlılarla, çocuk yaştakileri topladı ve Hun askerleriymiş gibi Çin
elçilerine gösterdi. Ekonomik gücünü belli etmemek için, sadece zayıf atlarla arık sığırları
ortada bırakmıştı. Çin elçileri buna kandılar ve Mete’nin saldırıya geçemeyeceğini, Hunlara
saldıracak olurlarsa kaçacaklarını imparatora rapor ettiler. Fakat İmparator, bu raporun doğru
olup olmadığını araştırmak ve yeni bilgiler elde etmek için başka bir elçiyi görevlendirdi.

Yeni Çin elçisi General Liu Ch’ing, Mete’nin yanına geldi; geri dönmeden imparator
birliklerini harekete geçirdi. Kao-tzu bütün kuvvetleriyle kuzeye doğru ilerlerken, yolda
Mete’nin yanından dönmekte olan Liu Ch’ing ile karşılaştı. Liu Ch’ing, birbirleriyle savaşmaya
hazır bulunan iki ordunun düşmana karşı kuvvetli görünmeye, bu yüzden en kuvvetli askerlerini
ileri sürmeye eğilimli olacağını, Hunların bunun tam aksine olmak üzere yaptıkları hazırlıkların
bir hileden ibaret olduğunu raporunda belirttikten sonra “Maksatları Çinlileri saldırıya
özendirdikten sonra Hunlar ilk işarette 250.000 askerle ortaya çıkacaklar, bu sebeple ilerleme
son derecede tehlikeli olacaktır.” dedi. Fakat bu sırada Çin ordusu kuzeye giden yollar
üzerindeki geçitleri çoktan aşmış bulunuyordu. Geriye dönmek de imkânsızdı. Üstelik
İmparator Liu Ch’ing’in sözlerini dinlemedi: “ Sus ey Ch’i Kırallığının kölesi! İyi konuş ve bir
subay gibi ol! İyi düşünmeden, iyi değerlendirmeden söylediğin bu sözlerle benim askerlerimi
ne diye ürkütüyor ve savaş gücünü kırıyorsun?” dedi. Liu Ch’ing, zincire vurdurularak daha
uzak bir yere, Kuang-wu kentine sürüldü. Sonradan sözleri doğru çıkınca imparator tarafından
affedilerek yeniden daha büyük bir konuma getirildi.

Not 1. Hsia Sülalesinden (M.Ö.1750-M.Ö.1450) Han Sülalesine (M.Ö.205-M.S.220) Kadar


Çin’de Dini, İdari ve Kültürel Değişmeler: Efsanevi Hsia Sülalesi hakkında Çin kaynaklarında
fazla bilgi bulunmamakta; efsanelerle karışık geçmişi çok dar bir aralıktan görünmekteydi.
M.Ö.1450 de Hsia Hanedanı yıkılınca, darı ekme işiyle grevli Shun-wei adında bir prens
kuzeye, Hunların atalarına kaçtı. Joseph De Guignes’e (1721-1800) göre, Shun-wei’den
Tuman’a kadar binden fazla geçmişti. Bu süre içinde bazen kuvvetlendiler bir araya geldiler,
bazen güçlerini kaybettiler. Hsia efsanesi gibi kronolojisi de oldukça sıkıntılı/esrarlı bir geçmişe
sahipti. Bu hanedanın tarihlendirilmelerinde büyük ölçüde farklılıklar bulunmaktaydı. De
Guignes, M.Ö.2207-M.Ö.1766’nın yanı sıra M.Ö.1800-M.Ö.1500’leri de kabul ediyordu.
W.Eberhard, M.Ö.2201 gibi çok az farkla onu izliyor; vakıa M.Ö.1766-M.Ö.1122 gibi bir
tarihlendirmeyi kullanıyordu.

Doğrusu ilk ve son Shang Hanedanı (M.Ö.1450-M.Ö.1050) dört yüz yıllık tarihinde büyük
gelişmeler sağlamıştı. Çok tanrıcı dinlerinin tepesinde hükümdarları gibi bir ti unvanlı Bereket
Tanrıçası bulunuyordu. Tanrıları gibi hükümdarlarına da ti diyorlardı. Shangların din
adamları/papazları vardı. Bozkırın göçebelerinde olduğu gibi dini törenler, doğrudan doğruya
aile reisi tarafından icra ediliyordu. Büyü işleri şamanlara bırakılmıştı. Daha sonra gök kültü ile
aile sistemi karıştırılmış, imparator Gök’ün Oğlu sayılmıştı: Tek Gök, tek imparatorun yanı sıra
bütün dünya Çin imparatorunun mülkü, diğer hükümdarlar da onun memurları idi. Shanglar,
Sümerlerden sonra yazıyı da icat ettiler. İlk zamanlarda iki binden fazla yazı işareti buldular ki
bunlarla yazabiliyorlardı. Literatürde eski işaretler dahil elli bin işaret vardı. Kaplumbağa
kabukları üzerine, kürek kemiklerine yazıyorlardı. Genellikle kemikler üzerindekiler faldı.
Sorular ve cevaplar da kabuklar üzerine yazılırdı. Gök esaslı sistemde Shangların papazları işsiz
kaldılar. Dini törenler, aileden imparatora kadar bireysel olarak yapılıyordu. Bununla birlikte
Shangların papazları yegâne okuma-yazma bilen adamlardı. Devlet yönetiminde bilgili
oldukları için kendilerine görev verilmekte, diğerleri köylere çekilerek köy papazlığı yapmakta
idiler. Yazıyı icat eden Shanglar, yüksek bir kültüre sahipti.

Choular Shang Sülalesi zamanında batıda bir devlet kurmuşlardı. Orta Shensi ve Doğu
Shensi’ye ilerlemek zorunda kaldılar. W.Eberhard’a göre “Bugünkü bilgilerimize nazaran
Choular aslen bir Türk kabilesi idiler. Küçük devletleri Türklerle Tibetlilerden kurulu idi.”
Kuzeyden ve kuzey batıdan kabileler halinde gelenler Çin şehirlerinde yerleştirildiler. Kabile
reisleri ve halkı Çin insan denizi içinde adacıklara benziyordu. Birkaç nesil sonra Çinlilere
benzemeye başladılar. M.Ö.1050 de Chou hükümdarı Wu-wang doğuya, Loyang’a karşı
ayaklandı. Hoang-ho’yu aşarak Shang ordusunu yenerek imha etti. Choular, göksel dinlerini de
beraberlerinde getirdiler. Gök dinine göre, dünyanın bütün ülkeleri Çin imparatoruna bağlı
idiler. İmparator M.Ö.771 de siyasi iktidarı kaybetti; dini iktidarı elinde tuttu. M.Ö. 550-280
yılları arasında Çin felsefesinin ve toplum düzeninin esasları kurulmaya başlandı. Choular
(M.Ö.1050-M.Ö.256) yavaş yavaş ince usullere alıştılar. Chou feodal yapısında göğe takdim
edilen en yüksek kurban hükümdar tarafından verileceğinden hükümdara ihtiyaç vardı. Birkaç
gök olmadığından birkaç imparator da ihtiyaç yoktu. Hükümdar gökle yer arasında düzeni
sağlar; verilmeyen yahut yanlış veriler her kurbanın etkisi gökyüzünde görülür: Yağmur
yağmaz yahut çok yağar, güneş tutulur, şimşekler çakar vb. hadiseler meydana gelir.
Derebeylerinin bir merkezi hükümdara her zaman ihtiyaçları vardı. Muharip beylikler
(M.Ö.481-M.Ö.256) zamanında valiler ve generaller birbirleriyle mücadele edip duruyorlardı.
Çok sayıda derebeyi, kral ve hatta imparatorluğunu ilan etmiş insan yahut insanlar oradan oraya
taşınıp duruyorlardı. İmparator adına icra-yı saltanat edeceklerin sayısı da oldukça fazla idi.
M.Ö.256 da Chou Hanedanı sona erdi.

Muharip Beylikler çağının önde gelen düşünürlerinden biri Konfüçyüs (K’ung-tze M.Ö.551-
M.Ö.479) Shan-tung eyaletinde Lu derebeyliğinde doğmuş, dönüp dolaşıp yine doğduğu yerde
ölmüştü. Shangların papazlarından gelen bir aileye mensuptu. Alimlerin bilmesi gereken bilgiyi
elde ettikten sonra Choular zamanında asillerin çocuklarına dersler veriyordu. Yüksek
makamlara geçmek istedi ise de başarılı olamadı. Derebeylikler arasında dolaşıp durdu. Onu
sevmeyenler, entrikacı olduğunu, derebeylerini birbirlerine karşı kışkırttığını iddia ederler ki
muhtemeldir. Öğretisinin temeli, gökle yer arasındaki düzen ve düzenlilikti. Buna göre, Gök
bir başına hareket etmez, Tao denilen dünya kanunlarına göre hareket eder. İnsan bu dünya
kanunlarına göre davranmalıdır. Hükümdar gündelik işlerle uğraşmaz/uğraşmamalı, gök gibi
bir örnek teşkil etmelidir. Merasimlere göre hareket etmeli, bütün kurbanlar kurallara göre
verilmelidir. O zaman her şey daha düzenli olacaktı. Ondan geride kalan İlkbahar ve Sonbahar
Vekayinameleri denilen eserdi (Ch’un-ch’iu). Tam bir imparator hakkındaki düşüncelerini
söylemekte idi. Bazılarına göre, kendisi hükümdar olsaydı nasıl hareket edeceğini; imparator
olmak için fırsat beklediğini söylemektedirler. Ch’un-ch’iu Lu’nun tarihinden ibaret, olayların
anlatımıdır. Yazdıklarına farklı anlamlar yüklemiştir. Mesela, hükümdar bir derebeyinden
kaçmak zorunda kaldığında “hükümdar ava çıktı” demek suretiyle olayı yanlış tarafa
yöneltmekteydi. İmparator kaçmaz, kaçmamalıydı. Güneş tutuldu demekle imparatorun
iradesini eleştiriyordu.
Lao-tze (yaşlı çocuk) muhtemelen Konfüçyüs’ün bir çağdaşı olmakla birlikte onu 4. Yüzyıla
yerleştirmektedirler. Hükümdar sarayında bir memur iken şehirden uzaklaşarak çiftliğine
çekilmişti. Sözde uzak batıya gitmiş, Türkistan’da bulunmuş; bazı kaynaklara göre Hindistan’a
seyahat etmiş, Buddha’nın hocası veya atası olmuştu. Ondan kalan tek kitap Tao-te-cing, Çin
edebiyatında en çok tercüme edilen kitaptı. Söyleminin baş esası Wu-we yani eylemsiz kalmak,
hareket etmemekti. 5

5
Eberhard, a.g.e., s. 27-50.

You might also like