Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 6

I.

DERS
Giriş:
Osmanlı Türk Tarihi’nin XIX. yüzyılının sonları ile XX. yüzyılının başları Türk devletinin ve
toplumunun yeniden doğuşuna ve çağdaş yapılanışına tanıklık etmektedir. Bu dönem, özellikle XXI.
yüzyılın başlarında yaşanan olayların anlaşılması için de çok değerli bir zihinsel veri kaynağıdır. Sözü
edilen bu kronolojik zaman aralığının incelenmesiyle Türk toplumun ve devletinin nasıl çözüldüğünü
görmek tecrübesine sahip olunabileceği gibi, yine Türk toplumunun millî birlik ve beraberlik gücüyle
nelere muktedir olabileceğinin kanıtlarını da görmek mümkündür. Bağımsız ve özgür bir millet olarak
yaşamak iradesi diye tanımlayabileceğimiz bu güçlü irade, “aslî cevher”, Mustafa Kemal Atatürk’ün
liderliğiyle harekete geçirilmiştir. Bu nedenle Millî Mücadele’nin ve büyük Türk İnkılâbı’nın hangi
şartlarda gerçekleştiğini öğrenmek ve yöneldiği çağdaş hedefleri kavramak önem kazanmaktadır.
“Türk İstiklâl Harbi” diye de tanımlanan bu büyük mücadelenin sonunda ulaşılan netice, Mustafa
Kemal Atatürk’ün dediği gibi, “Asırlardan beri çekilen musibetlerin intibahı ve bu aziz vatanın her
köşesini sulayan kanların bedelidir”; asırlardan beri çekilen musibetler, XVII. yüzyıldan bu yana
uğranılan saldırılar, askerî yenilgiler, kapitülâsyonlar, imtiyazlar, müdahaleci politikalar ve bunlar ile
sebep-sonuç bağlantısı içinde olan isyanlar, fakirlik, yoksulluk ve yılgınlıktır. Bu nedenlerle Osmanlı
İmparatorluğu dağılırken güçlü bir Türkiye doğamamıştır. I. Dünya Savaşı sonunda imzalanan Sevr
Anlaşması’yla Türkler Avrupa’dan ve Anadolu’dan “sonsuza kadar kovulmak”la tehdit edilmişlerdir.
Türk İstiklâl Harbi, “Öldüreceğiz” diyenlere karşı, “Ölmeyeceğiz” diye direnen Türkler’in mücadelesidir;
bu mücadele, vatanın her köşesini sulayan kanların bedeli olarak kazanılmıştır.

Millî Mücadele’nin, bağımsızlık savaşı özelliği yanında devlet kurucu özelliğini de ihmal
etmemek gerekir; son dönem Osmanlı fikir akımları hep bir çare arayış içinde geçmiş ve Osmanlı
aydınları devlet teşkilâtlanmasından sosyal sorunlara, alfabe meselesinden takvime kadar sorunlar için
“imâl-i fikir” eylemişlerdir ve cumhuriyet fikrine hiç te yabancı değillerdir; Türk İstiklâl Harbi’nin askerî
bir zaferle sonuçlanmasından sonra bu çağdaş devlet ve toplum mücadelesinden de başarıyla
çıkılmıştır. Bugün Mondros ve Sevr anlaşmaları imzalatılmak suretiyle değersizleştirilen, güçsüz ve
yılgın bir devlet ve millet haline getirilmekten kurtulup, bayrağıyla ve bağımsızlığıyla gururlu ve güçlü
bir devlet ve millet olarak yaşayabiliyorsak, bu neticeyi Mustafa Kemal Atatürk’e, onun silâh
arkadaşlarına ve meçhul askerlerin fedakârlığına borçluyuz.

Türk tarihinin, coğrafyaları farklı olsa da siyasal ve kültürel çizgisinin bütünlüğü düşüncesiyle
Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş çağdaş bir dönüşüm olarak değerlendirilmiştir. O
bakımdan kitabın “Giriş” bölümünde Osmanlı’nın çöküşü konuları işlenirken, askerî ve ekonomik
sorunlara yer verilirken ağırlıklı olarak ıslâhat geleneğine, ıslâhatçı politikalara karşı olan geleneksel
siyasete ve onların karşı çıkış gerekçelerine de yer verilmiştir. Böylece Cumhuriyet reformlarının
tarihsel arka plânı gösterilmek istenmiştir; çünkü, “Cumhuriyet devrinde yapılmış olan devrimlerden
hemen hiçbiri bir dâhinin birdenbire aklına gelmiş ve hemen gerçekleştirilmiş şeyler değildir.
Bunlardan bir çoklarının cumhuriyetten önceki devirlere kadar uzanan ve bir kısmının da Tanzimat
hareketiyle başlayan geçmişi vardır.”

Osmanlı Devleti’nin varlığı Sevr Anlaşması’yla sona erdirilmiştir. Anadolu toprakları da


parçalanmış ve paylaşılmış, Sevr Anlaşması’yla “Şark Meselesi” çözümlenmiş sayılmıştır; halbuki Orta
Avrupa’dan çekilirken Osmanlı’nın/Türkler’in Balkanlar’ı vardı, Balkanlar’dan çekilirken Anadolu vardı,
hatta Kırım’dan, Kafkasya’dan çekilirken Anadolu vardı; fakat işte İstanbul, İzmir, Bursa da işgal
edilmişti. Artık Anadolu’dan çekilirse gidilecek yer yoktu. Osmanlı teb’ası olan Rumlar, Ermeniler ve
diğer gayrımüslim topluluklar ve hatta Müslüman teb’a için de yeni ülkeler ve yeni hayatlar vardı.
Türkler ise yok edilmeye mahkûm edilmişlerdi. Eski Osmanlı ülkelerini terk etmek zorunda kalan
Türkler, kendini Türk hisseden, Türkleri yakın akraba gören, varlığını Türklere borçlu olduğunu
düşünen farklı kökene sahip bir kısım halklar da Anadolu’ya gelmişler ve Anadolu’yu vatan kabul
etmişlerdir; aynı kader ve aynı gelecek inşası için mücadele etmişlerdir.
İstiklâl Savaşı’nın Türk zaferiyle sonuçlanmasıyla Sevr Anlaşması gerçekleşemediği için
gayrimüslim Osmanlı teb’ası kendisini haksızlığa uğramış hissetmektedir; yeni Türkiye devletinin eski
imparatorluk toprakları üzerinde bir iddiası bulunmadığı hâlde onların Anadolu toprakları üzerindeki
toprak talepleri hâlâ sürmektedir. Bu ülkeler kendi topraklarının kuzey, batı veya doğu uzantısı olarak
hâlâ Anadolu topraklarını göstermektedirler.

…………………………

TANIMLAR, TERİMLER ve TARİH ÖĞRETİMİNİN AMACI


Tarih sosyal bir varlık olarak insanın, yer ve zaman içindeki faaliyetleri neticesinde meydana
gelen tek olayları, ilmî usûller içinde inceleyerek yazılı veya sözlü anlatan ilimdir. Tarih
araştırmalarının ve eğitiminin de amacı tarihin aktüaliteyle kesiştiği noktaları göstermek, dünün
sorunlarıyla bugünü buluşturmak ve geleceği isabetle kurmaktır. Tarih’in tanımı ve tarih eğitiminin
önemi hakkında söylenmiş olan bu sözlerden hareketle Tarih’in, toplumların tecrübe birikimi olduğunu
söyleyebiliriz. Bu birikim toplumsal hafızada yer eder ve toplumun, tarihsel süreçte karşılaşacağı
sorunlar karşısında isabetli kararlar almasını sağlar; böylece nelerin nasıl olduğunu, nelerin nasıl
olacağını anlamak daha da mümkün olur.
Düşünüldüğünde toplumun hayatı demek olan tarih insanın ömrü gibi yorumlanabilir; yani insan
da ömrü boyunca edindiği tecrübeleri kullanabilme, hatta başka insanların tecrübelerinden
yararlanabilme becerisini de gösterebilirse daha başarılı ve mutlu bir yaşam sürer. İşte toplumlar da
dünyada başka milletlerin, toplumların tecrübelerinden de yararlanabilme yeteneğini
gösterebilmelidirler; bu bilgi ve tecrübe birikimi edebiyat, sanat eserleriyle ve çok doğal olarak tarih
araştırmalarıyla gelecek nesillere aktarılır.
Tarih ilminin ve tarih araştırmalarının toplumsal birikimin ve tecrübenin güçlü bir aktarım aracı
olduğu kabul edilmelidir; çünkü tarih maddî anlamda bir daha tekrarlanması mümkün olmayan,
müdahale edilerek değiştirilmesi imkânsız bir birikimdir. Ancak ondan yararlanmak için olayın
tamamiyle ortaya çıkarılması ve her cephesiyle görülebilmesi gerekir. Yani sahnenin sadece
aydınlatılan kısmını değil tümünü görmek gerekir. Bu da araştırma bilgilerine ve yöntemine sahip
olmak kadar, tarihçinin donanımı ve bilimsel ahlâkıyla da bağlantılıdır; böyle bir çalışmanın sonunda
ortaya çıkacak tarihsel bilgi topluma yol gösterici olur. İşte o zaman tarih tekerrür etmez. Yani
olumsuzluklar, buhranlar, başarısızlıklar ve bunun gibi olaylar ikinci kez yaşanmaz ve geleceği isabetle
kurma imkânı doğar. Aksi halde yine su boğar, ateş yakar! Yani tarih tekerrür eder. İşte bu nedenlerle
toplumun zihinsel veri tabanı demek olan tarih, doğru ve iyi öğrenilmeli ve öğretilmelidir; “aksi hâlde,
değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
TARİHSEL BİLGİYE ULAŞMA VE TARİH BİLGİSİNİN KULLANILMASI
“Büyük devletler kuran ecdâdımız, büyük ve kapsamlı medeniyetlere
de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana
bildirmek bizler için bir borçtur; Türk çocuğu ecdâdını tanıdıkça, daha
büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”
Mustafa Kemal Atatürk

Tarihsel bilgiye ulaşmada belgeler önemli bir yer tutar. Toplumun iç ve dış münasebetlerinde
taraflar birden fazladır ve ilişkiler karmaşıktır. Bu nedenle belgelerin de diğer arşivlerde olacağı
düşünülmeli ve ulaşılan bilgilere her zaman ihtiyatla yaklaşılmalıdır.
Uluslararası ilişkilerin siyasal, malî, ticarî, kültürel ve sanatsal boyutu olmakla beraber,
politikaların icrasında askerî gücün varlığı ve gerekliliği de reddedilemez; toplumlar ve devletler bu güç
unsurunu kullanarak istedikleri sonuçları elde etme, başka toplumların ve devletlerin davranışlarını
etkileme kapasitesine ulaşırlar.
Tarihsel bilgi, hem kendini tanıma hem de diğerlerini tanıma imkânı veren bir bilgi ve tecrübe
birikimidir; bu bilgi, geçmişi inşa etmekte kullanıldığı gibi geleceği inşa etmekte de kullanılabilir.
Anlaşılacağı gibi en büyük sorun bilgisizlik ve cehalettir; öyleyse ilk olarak toplumun bilgisiz
bırakılmasının ve cahil kalmasının önündeki engeller kaldırılmalıdır. Bu tecrübe toplumumuza Osmanlı
ıslâhat teşebbüslerinden ve insanlığın aydınlanma tarihinden kalan bir mirastır. Bu birikimden yine
tarihsel bilgiye sahip olunarak yararlanılabilir. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti Devleti yeni, çağdaş,
eleştirel ve araştırıcı düşünceye sahip, keşif ve icad yeteneği olan bir insan yetiştirme ideali ile yola
çıkmıştır. Çünkü Türkiye’yi ve Türk milletini “çağdaş medeniyetin en ön safına geçirecek” olan bu
insandır. Türk milletinin, “geleceğin medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi” doğmasını sağlayacak bu
insan tipidir; her devletin bir insan projesi yok mudur?

TEMEL KAVRAMLAR HAKKINDA.


Bilimsel düşüncenin gelişmesi ve yerleşmesi sürecinde her bilim için âdeta bir araştırma,
anlatma ve anlama dili oluşmuştur; tıbbın, hukukun, fiziğin vs. Nasıl ki her bilim dalının kendilerine
göre bir dili ve tanımı oluşmuşsa tarih araştırmalarının, sosyal bilimler araştırmalarının da kendine
göre bir dili vardır. Söz konusu kavramlar (terminoloji), evrensel anlamda olduğu kadar ulusal anlamda
da teşekkül eder.
Genel dünya tarihi araştırmalarında diğer toplumların da aynı anlamı çıkardıkları kavramlar
vardır, ki bunlar evrensel kavramlardır; medeniyet, insan hakları, demokrasi vb. gibi. Ama bir de
Kuvva-i Millîye, Millî Mücadele, Misak-ı Millî gibi o toplum için bir anlam ifade eden kavramlar vardır;
bunlar da millî nitelikli kavramlardır.
Tarih araştırmalarının ve eğitiminin amacı tarihin aktüaliteyle kesiştiği noktaları göstermek,
dünün sorunlarıyla bugünü buluşturmak ve geleceği isabetle kurmak olduğu belirtilmektedir; bu amaca
ulaşmak için, tarih araştırmalarının başarılı olması, tarih biliminin gelişmesi, tarih öğretiminden
beklenen faydanın sağlanması yukarıda belirtilen evrensel ve ulusal alandaki terminolojinin doğru
olarak bilinmesine bağlıdır. Aksi hâlde anlatımlar, araştırmalar, yazılanlar bir sağırlar diyaloguna
dönüşecektir; kavram kargaşalığına bir örnek vermek gerekirse ülkemizde ihtilâl, devrim, inkılâp,
lâiklik terimleri konusundaki tartışmaları söyleyebiliriz. Hem araştırıcıların, hem öğrencilerin o alanda
kavram ve anlam birliğine kavuşmaları, bir terim kullanıldığında ne anlama geleceği hakkında bir
mutabakatın olması gerekmektedir. Sıklıkla kullanacağımız kavramlar hakkında da şu özet
tanımlamaları verebiliriz:
Demokrasi: Halkın, yönetilenlerin yönetim ve yönetim politikalarını şekillendirmede eşit haklara
sahip olduğu bir yönetim biçimidir. Yönetim, hak ve yetkilerini yönetilenin rızasından alır. Demokrasi
kelimesi Yunanca “dimos” (halk, ahali) ve “kratia” (iktidar) kelimelerinden meydana gelmiş olup, “halkın
iktidarı” anlamınadır. Dilimize Fransızca’daki “Democratie” kelimesinden geçmiştir.

Soru: Sizce demokrasinin önündeki engeller nelerdir?

“Kâğıt üzerindeki kurallarla değil, olgunlaşmış bir kültürle işleyen bir zihniyet rejimi” olarak da
tanımlanan demokrasi, aynı zamanda çoğulculuğu içerir; çoğulculuk, bireylerin farklılıkları ile kabul
edilmelerinin, yasalar karşısında eşit olmalarının, herhangi bir sebeple ayırımcılığa tâbi
tutulmamalarının güvence altına alınmasıdır. Aynı zamanda kişilerin, düşüncelerini hiç bir
yasaklamaya maruz kalmadan ifade etmek, serbestçe tartışmak özgürlüğüne de sahip olmalarıdır.
Demokrasi’nin bir ön şartı da lâikliktir; yani dünyevî devlet ve dünyevî toplum anlayışıdır: “Bireylerin
dinsel inançlarını özel alanda tutmaları, toplumsal alana yansıtmamaları. Din ve siyaset arasındaki
çizginin çok açık bir biçimde çizilmesi”dir.
Kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı da demokrasinin esaslarından sayılmaktadır; böylece
hem yönetenle yönetilenler arasında hem de yönetim kendi içinde bir denetim mekanizması
oluşturmuş bulunacaktır. Bu da otokrat/buyurgan bir yönetimin önünü kapayacak, kişisel özgürlükleri,
düşünce özgürlüğünü teminat altına almış olacaktır. Günümüzde demokrasinin hem çoğunlukça
seçilmiş iktidarı, hem de bu iktidarın keyfî davranmasını önleyecek sınırlandırmaları içinde
bulundurması gerektiği kabul edilmektedir.
Demokrasiye eleştiriler yöneltilmekle beraber, günümüzde en yaygın bir yönetim biçimidir. Hatta
rejimler, kendi adlarıyla demokrasi tanımları geliştirmişlerdir; liberal demokrasi, sosyalist demokrasi,
temsilî demokrasi, çoğulcu demokrasi, çoğunlukçu demokrasi, İslâmî demokrasi gibi.
Monarşi: Dilimize, Fransızca kökenli “Monarchie” kelimesinden geçmiştir. Siyasal gücü bir
kişinin temsil ettiği ve kayıtsız şartsız kullandığı bir yönetim biçimidir. Cezalandırma ve bağışlama o
“tek” kişiye aittir. O imparator, kral, şah, padişah, hakan vs. olabilir. İstisnaî hallerin dışında iktidar,
irsen (babadan oğula) devreder; yani üstün egemenlik bir hanedana aittir. Meşrutiyet ise siyasal
iktidarın bir hanedan mensubu tarafından temsil edildiği, ancak parlamento uygulamalarının da
görüldüğü bir yönetim biçimidir; anayasal monarşi diye de tanımlanır.
Oligarşi: Yunanca’da, “az” ve “yönetim” kelimelerinden meydana gelmiş bir kavramdır. Belirli
zümrelerin ülkeyi yönetmesi olarak tanımlanır. Siyasal gücü kullanan bir-kaç kişi, bir-kaç aile veya bazı
güç grupları olabilir. Olumsuz anlam ifade etmekte olup, sosyal ve siyasal hakların kısıtlandığı
yönetimleri tanımlar. Oligarşi, aristokrat idarelerin daraltılmış şeklidir.
Teokrasi: Dinsel örgütün devletin üstünde ve politik egemenliğin dinsel gücü elinde
bulunduranlarda olduğu ve bütün hukuk kurallarının dine dayandığı devlet şekli olarak
tanımlanmaktadır. Bu anlayışa göre insan hayatının ve olayların kıymeti ve önemi, “İlâhî
hükümranlığın” ilkesine uymakla anlam kazanır. Diğer dinlere mensup olanların yaşamının ve tarihinin
ise “şeytanî hükümranlığa” tâbi olduğu düşünülür. Bu anlayışa göre toplumsal mutluluk, ancak “din
ehillerinin emrine tâbi olarak hareket eden mütedeyyin (dindar) devlet adamları tarafından idare
olunursa” mümkündür. Teolojik/Teokratik anlayışa göre tarih olaylarının sebebi de “Allah ve kader”dir.
Islâhat: Arapça “sulh” kökünden gelmektedir ve islâh etme, iyileştirme, düzeltme, eksikleri
tamamlama, fenalığı giderip iyileştirme demektir. Islâhat’ta mevcut düzen korunurken, bu düzenin
aksak yönlerini gidermek için bazı düzeltme çabaları görülür.
Garblılaşma (Batılılaşma): Garb/Batı kavramı bir coğrafî yön olarak düşünülmemelidir. Neye ve
kime göre “batı” diye de itiraz edilebilir. Osmanlı ülkesinin ve yeni Türkiye devletinin konumuna göre
“batı” düşünülmüştür; Osmanlı döneminde ve yaşadığımız çağda bilimde, sanatta, teknolojide, keşif ve
icadda en ileri düzeyi “Batı” ülkeleri temsil etmektedirler. Bu bakımdan “Batı” denilince aslında
kastedilen çağdaşlaşmadır. “Batılılaşma” kavramıyla bir zihinsel yapı da tanımlanmaktadır; insanın
kendi içindeki ve dışındaki dünyayı nasıl algıladığı ve değerlendirdiği meselesidir. Bu da
araştırıcı/eleştirel düşünce yapısı olarak tanımlanmaktadır. “Garblılaşma”, bir Batı ülkesiyle
tıpkılaşmak demek de değildir. Kaldı ki aynı uygarlık çevresinin toplumları bile birbirlerinin tıpkısı
değillerdir. “Garblılaşma”nın din ve inanç ölçeğinde ele alınmasının da doğru bir yaklaşım olmadığı
görülmüştür; “Batı” uygarlığı Hrıstiyan’dır, Müslüman bir toplumun bunu alması mümkün değildir
yaklaşımının da doğru olmadığı Osmanlı reform tarihinden de anlaşılmakla beraber, Osmanlı
reformlarının önündeki en büyük engelin de bu dinsel yaklaşım olduğu görülmüştür.
Doğmatizm: Bir şeyin doğruluğunu sebepsiz, tartışmasız ve sorgulamasız olarak kabul eden
anlayıştır. Herhangi bir sistemde ileri sürülen bilgilerin, her türlü şart altında doğru olduğunu ileri
sürmek, tartışmaksızın bir bilgiyi kabul etmek, bilgiyi değiştirilemez görmek dogmatizmin özellikleri
arasındadır. Doğmatizm bazı ilke ve öğretileri eleştirmeden benimseyen, benimsediği ilkelerin
değişmezliğini savunan anlayış biçimidir. Aynı zamanda sadece değişmezliğini reddetmek değil,
benimsenen görüş, kuram vs’e dair herhangi bir incelemeyi de reddetmektir. Doğmatizm eleştirel
düşüncenin zıddıdır.
İhtilâl: Bu sözcük Arapça’da halel/bozma, kaldırma kökünden gelmektedir. İhtilâl bir devletin
mevcut siyasal yapısını, iktidar düzenini ortadan kaldırmak için bu konudaki hukuksal kurallara
başvurmaksızın, zor kullanılarak yapılan bir harekettir. Bu hareket halktan da gelebilir, devletin
yönetimi altındaki kurumlardan da gelebilir.
“Devrim” ise mevcut düzenin gerekirse zor kullanılarak yıkılması olarak tanımlanmaktadır; rejim
değişikliğinin yanısıra ekonomik, toplumsal, kültürel ve hukuksal alanlarda köklü değişimleri de kaplar.
“İnkılâp/Tekâmül” terimi de Arapça “kalb” kökünden gelmekte olup, bir hâlden başka bir hâle dönüşme,
biçim değiştirme olarak tanımlanır. “Tekâmül” kelimesi de ilerleme, gelişme demektir; “Tekâmül”de,
devrimde olduğu gibi hızlı bir aksiyon ve “zor” unsuru yoktur. Olaylar yavaş seyreder ve zaman ve
çevre şartlarına bırakılmıştır. “Hükümet darbesi” ise hükümetin yönetimi altındaki güçlerden gelen bir
tepkidir ve iktidardaki kişileri değiştirir. Toplumdaki temel yapıya dokunulmaz. Bunlardan başka siyasal
gücün kullanılma biçimiyle ilgili olarak, genellikle bilinen yapılardan farklı özellikler gösteren, bazen de
o yönetimler içinde zamanla ortaya çıkan yeni tarzlar da vardır: Devlet ve demokrasinin yozlaşması,
yeteneklilik ve yeterlilik ilkelerinin terkedilmesi, dayatmacı, kaba/zorba/müstebit kişilerin çıkarlarına
göre icra edilen yönetim anlayış demek olan “Oklokrasi”, yakın çevre ve aile mensuplarıyla devleti
yönetmek ve yönetimdeki siyasal gücün aile mensuplarına ve yakınlarına iş imkânlarını sunması diye
tanımlanan “Nepotizm”, daha zengin olan yurttaşlara dayanan bir yönetim biçimi olan “Timokrasi” gibi.
Yönetimin yönetme gücü olan, üstün özellikleri olduğu düşünülen kişiler arasında paylaştırılması
demek olan “Meritokrasi” ise (Osmanlı dönemindeki “Devşirme” sistemi buna örnek gösterilmektedir),
“Merit” ve “Krasi” kelimelerinden oluşmaktadır; “Merit”, yeterli ve değer anlamına, “kratos”tan üreyen
“krasi” ise güç, etki ve kuvvet anlamına gelmektedir. Kelimeler birleşince ortaya çıkan “Meritokrasi” ise
toplumda değerlilerin, seçkinlerin, güçlü ve etkili olmasını savunan bir görüşün adıdır. Dolayısıyla üst
kademelerde zekâ, çalışkanlık ve diğer mesleki hünerleri bulunan kişilere yer verilmesi anlamına
gelmektedir.

TÜRKLER’İN TARİH İÇİNDEKİ SEYRİ


Kısaca;
* Orta Asya kültür çevresi: Türkler Orta Asya coğrafî çevresinde tarih sahnesine çıkan
halklardandır. Bu çerçevede daha çok Çinliler’le ve Çin kültürüyle temasa gelmişler, yaşamışlar ve
etkileşimde bulumuşlardır.
* Ön Asya kültür çevresi: Türkler’in İslâmiyet’le temasa gelmeleri ve Müslüman olmalarıyla
başlayan dönemdir. Maveraünnehr (Aral Gölü- Seyhun ve Ceyhun nehirleri havzası) coğrafyasında
başlayan bu temas ve etkileşim beraberinde Arap ve Fars kültürünün dil, edebiyat, sanat, siyaset vb.
alanlarda etkilerini de getirmiştir.
* Anadolu/Batı kültür çevresi: Türkler’in Anadolu’yu fetihleriyle başlayan dönemdir. Bu dönemde
Müslüman-Türk kimlik korunmakla beraber başta Bizans olmak üzere Anadolu’nun kültür, sanat ve
siyaset birikimiyle bir etkileşim dönemi başlamıştır. Osmanlı Türk İmparatorluğu’nun batı yönündeki
fetihleriyle başlayan dönemde Türkler halk ve devlet olarak yüzlerce yıl “Batı”nın bir parçası hâlinde
yaşamışlardır.
Batı Avrupa’da XVI. yüzyılda başlayan Reform, Rönesans ve Coğrafi keşiflerle sosyal ve siyasal
yapı büyük bir dönüşüm yaşamaktadır. Avrupa toplumlarının sosyo-ekonomik yapıları hızla
değişmektedir; “Köylü-Tarım” toplumundan, “Şehirli-Tüccar” topluma geçilmektedir. Avrupa’da yeni bir
insan tipi, “Kültür insanı” doğmaktadır. Doğal olarak yeni bir toplum doğmaktadır. Çağ değişimi
yaşanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise II. Viyana Kuşatması (1687), Viyana yenilgisi ve
Karlofça Anlaşması (1699) siyaseten bir kırılma noktasıdır; artık Osmanlı Türkleri’nin Avrupa’dan geri
çekilme süreci başlamıştır:
* XVI. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı dış politikasında Batı’nın Hrıstiyan devletlerine ve
doğuda beliren Safevi Devleti’yle beraber kendini güçlü bir şekilde hissettiren Şiî tehdidine karşı din
eksenli bir siyaset güç kazanmıştır.
* İç ve dış siyasetteki bu yeni şartlar Batı’nın çağ atlaması, ticaret yollarının karayollarından açık
denizlere yönelmesi Osmanlı İmparatorluğu’nda ekonomik bunalımlara, buna bağlı olarak sosyal
buhranlara yol açmıştır; eski ticaret yolları üzerindeki şehirler fakirleşmiş, insanlar şehirlere göçmüş,
üretim düşmüş, toplanan vergi miktarları azalmıştır. Artık sorunlar zincirleme bir hâl almıştır.
* Doğu Anadolu üzerindeki hâkimiyet mücadelesinde din ve mezhep esaslı bir unsur olarak
kullanılmıştır: Sünnî Osmanlı Türkleri’nin siyasal üstünlüğü ve askerî galibiyeti karşısında Anadolu’da
yaşam sahası bulamayan Şiî Türkmenler İran’a göçerken, Sünnî-Şafii Kürt aşiretleri Batı İran ve
Irak’tan Doğu Anadolu’ya göçmeye başlamışlardır; Malazgirt Zaferi (1071) sonrasında yaşanan
Türkmen göçünün adeta tersi yaşanmış ve bölgenin nüfus yapısı bu durumdan etkilenmiştir. Bu dinsel
eksenli politika içte de kendini göstermiş ve Anadolu’da on yıllarca sürecek, çoğu Alevi Türkmen
ayaklanması olan Celâlî İsyanları patlamıştır.

You might also like