Professional Documents
Culture Documents
HST1001DersÖzeti 1
HST1001DersÖzeti 1
DERS
Giriş:
Osmanlı Türk Tarihi’nin XIX. yüzyılının sonları ile XX. yüzyılının başları Türk devletinin ve
toplumunun yeniden doğuşuna ve çağdaş yapılanışına tanıklık etmektedir. Bu dönem, özellikle XXI.
yüzyılın başlarında yaşanan olayların anlaşılması için de çok değerli bir zihinsel veri kaynağıdır. Sözü
edilen bu kronolojik zaman aralığının incelenmesiyle Türk toplumun ve devletinin nasıl çözüldüğünü
görmek tecrübesine sahip olunabileceği gibi, yine Türk toplumunun millî birlik ve beraberlik gücüyle
nelere muktedir olabileceğinin kanıtlarını da görmek mümkündür. Bağımsız ve özgür bir millet olarak
yaşamak iradesi diye tanımlayabileceğimiz bu güçlü irade, “aslî cevher”, Mustafa Kemal Atatürk’ün
liderliğiyle harekete geçirilmiştir. Bu nedenle Millî Mücadele’nin ve büyük Türk İnkılâbı’nın hangi
şartlarda gerçekleştiğini öğrenmek ve yöneldiği çağdaş hedefleri kavramak önem kazanmaktadır.
“Türk İstiklâl Harbi” diye de tanımlanan bu büyük mücadelenin sonunda ulaşılan netice, Mustafa
Kemal Atatürk’ün dediği gibi, “Asırlardan beri çekilen musibetlerin intibahı ve bu aziz vatanın her
köşesini sulayan kanların bedelidir”; asırlardan beri çekilen musibetler, XVII. yüzyıldan bu yana
uğranılan saldırılar, askerî yenilgiler, kapitülâsyonlar, imtiyazlar, müdahaleci politikalar ve bunlar ile
sebep-sonuç bağlantısı içinde olan isyanlar, fakirlik, yoksulluk ve yılgınlıktır. Bu nedenlerle Osmanlı
İmparatorluğu dağılırken güçlü bir Türkiye doğamamıştır. I. Dünya Savaşı sonunda imzalanan Sevr
Anlaşması’yla Türkler Avrupa’dan ve Anadolu’dan “sonsuza kadar kovulmak”la tehdit edilmişlerdir.
Türk İstiklâl Harbi, “Öldüreceğiz” diyenlere karşı, “Ölmeyeceğiz” diye direnen Türkler’in mücadelesidir;
bu mücadele, vatanın her köşesini sulayan kanların bedeli olarak kazanılmıştır.
Millî Mücadele’nin, bağımsızlık savaşı özelliği yanında devlet kurucu özelliğini de ihmal
etmemek gerekir; son dönem Osmanlı fikir akımları hep bir çare arayış içinde geçmiş ve Osmanlı
aydınları devlet teşkilâtlanmasından sosyal sorunlara, alfabe meselesinden takvime kadar sorunlar için
“imâl-i fikir” eylemişlerdir ve cumhuriyet fikrine hiç te yabancı değillerdir; Türk İstiklâl Harbi’nin askerî
bir zaferle sonuçlanmasından sonra bu çağdaş devlet ve toplum mücadelesinden de başarıyla
çıkılmıştır. Bugün Mondros ve Sevr anlaşmaları imzalatılmak suretiyle değersizleştirilen, güçsüz ve
yılgın bir devlet ve millet haline getirilmekten kurtulup, bayrağıyla ve bağımsızlığıyla gururlu ve güçlü
bir devlet ve millet olarak yaşayabiliyorsak, bu neticeyi Mustafa Kemal Atatürk’e, onun silâh
arkadaşlarına ve meçhul askerlerin fedakârlığına borçluyuz.
Türk tarihinin, coğrafyaları farklı olsa da siyasal ve kültürel çizgisinin bütünlüğü düşüncesiyle
Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş çağdaş bir dönüşüm olarak değerlendirilmiştir. O
bakımdan kitabın “Giriş” bölümünde Osmanlı’nın çöküşü konuları işlenirken, askerî ve ekonomik
sorunlara yer verilirken ağırlıklı olarak ıslâhat geleneğine, ıslâhatçı politikalara karşı olan geleneksel
siyasete ve onların karşı çıkış gerekçelerine de yer verilmiştir. Böylece Cumhuriyet reformlarının
tarihsel arka plânı gösterilmek istenmiştir; çünkü, “Cumhuriyet devrinde yapılmış olan devrimlerden
hemen hiçbiri bir dâhinin birdenbire aklına gelmiş ve hemen gerçekleştirilmiş şeyler değildir.
Bunlardan bir çoklarının cumhuriyetten önceki devirlere kadar uzanan ve bir kısmının da Tanzimat
hareketiyle başlayan geçmişi vardır.”
…………………………
Tarihsel bilgiye ulaşmada belgeler önemli bir yer tutar. Toplumun iç ve dış münasebetlerinde
taraflar birden fazladır ve ilişkiler karmaşıktır. Bu nedenle belgelerin de diğer arşivlerde olacağı
düşünülmeli ve ulaşılan bilgilere her zaman ihtiyatla yaklaşılmalıdır.
Uluslararası ilişkilerin siyasal, malî, ticarî, kültürel ve sanatsal boyutu olmakla beraber,
politikaların icrasında askerî gücün varlığı ve gerekliliği de reddedilemez; toplumlar ve devletler bu güç
unsurunu kullanarak istedikleri sonuçları elde etme, başka toplumların ve devletlerin davranışlarını
etkileme kapasitesine ulaşırlar.
Tarihsel bilgi, hem kendini tanıma hem de diğerlerini tanıma imkânı veren bir bilgi ve tecrübe
birikimidir; bu bilgi, geçmişi inşa etmekte kullanıldığı gibi geleceği inşa etmekte de kullanılabilir.
Anlaşılacağı gibi en büyük sorun bilgisizlik ve cehalettir; öyleyse ilk olarak toplumun bilgisiz
bırakılmasının ve cahil kalmasının önündeki engeller kaldırılmalıdır. Bu tecrübe toplumumuza Osmanlı
ıslâhat teşebbüslerinden ve insanlığın aydınlanma tarihinden kalan bir mirastır. Bu birikimden yine
tarihsel bilgiye sahip olunarak yararlanılabilir. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti Devleti yeni, çağdaş,
eleştirel ve araştırıcı düşünceye sahip, keşif ve icad yeteneği olan bir insan yetiştirme ideali ile yola
çıkmıştır. Çünkü Türkiye’yi ve Türk milletini “çağdaş medeniyetin en ön safına geçirecek” olan bu
insandır. Türk milletinin, “geleceğin medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi” doğmasını sağlayacak bu
insan tipidir; her devletin bir insan projesi yok mudur?
“Kâğıt üzerindeki kurallarla değil, olgunlaşmış bir kültürle işleyen bir zihniyet rejimi” olarak da
tanımlanan demokrasi, aynı zamanda çoğulculuğu içerir; çoğulculuk, bireylerin farklılıkları ile kabul
edilmelerinin, yasalar karşısında eşit olmalarının, herhangi bir sebeple ayırımcılığa tâbi
tutulmamalarının güvence altına alınmasıdır. Aynı zamanda kişilerin, düşüncelerini hiç bir
yasaklamaya maruz kalmadan ifade etmek, serbestçe tartışmak özgürlüğüne de sahip olmalarıdır.
Demokrasi’nin bir ön şartı da lâikliktir; yani dünyevî devlet ve dünyevî toplum anlayışıdır: “Bireylerin
dinsel inançlarını özel alanda tutmaları, toplumsal alana yansıtmamaları. Din ve siyaset arasındaki
çizginin çok açık bir biçimde çizilmesi”dir.
Kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı da demokrasinin esaslarından sayılmaktadır; böylece
hem yönetenle yönetilenler arasında hem de yönetim kendi içinde bir denetim mekanizması
oluşturmuş bulunacaktır. Bu da otokrat/buyurgan bir yönetimin önünü kapayacak, kişisel özgürlükleri,
düşünce özgürlüğünü teminat altına almış olacaktır. Günümüzde demokrasinin hem çoğunlukça
seçilmiş iktidarı, hem de bu iktidarın keyfî davranmasını önleyecek sınırlandırmaları içinde
bulundurması gerektiği kabul edilmektedir.
Demokrasiye eleştiriler yöneltilmekle beraber, günümüzde en yaygın bir yönetim biçimidir. Hatta
rejimler, kendi adlarıyla demokrasi tanımları geliştirmişlerdir; liberal demokrasi, sosyalist demokrasi,
temsilî demokrasi, çoğulcu demokrasi, çoğunlukçu demokrasi, İslâmî demokrasi gibi.
Monarşi: Dilimize, Fransızca kökenli “Monarchie” kelimesinden geçmiştir. Siyasal gücü bir
kişinin temsil ettiği ve kayıtsız şartsız kullandığı bir yönetim biçimidir. Cezalandırma ve bağışlama o
“tek” kişiye aittir. O imparator, kral, şah, padişah, hakan vs. olabilir. İstisnaî hallerin dışında iktidar,
irsen (babadan oğula) devreder; yani üstün egemenlik bir hanedana aittir. Meşrutiyet ise siyasal
iktidarın bir hanedan mensubu tarafından temsil edildiği, ancak parlamento uygulamalarının da
görüldüğü bir yönetim biçimidir; anayasal monarşi diye de tanımlanır.
Oligarşi: Yunanca’da, “az” ve “yönetim” kelimelerinden meydana gelmiş bir kavramdır. Belirli
zümrelerin ülkeyi yönetmesi olarak tanımlanır. Siyasal gücü kullanan bir-kaç kişi, bir-kaç aile veya bazı
güç grupları olabilir. Olumsuz anlam ifade etmekte olup, sosyal ve siyasal hakların kısıtlandığı
yönetimleri tanımlar. Oligarşi, aristokrat idarelerin daraltılmış şeklidir.
Teokrasi: Dinsel örgütün devletin üstünde ve politik egemenliğin dinsel gücü elinde
bulunduranlarda olduğu ve bütün hukuk kurallarının dine dayandığı devlet şekli olarak
tanımlanmaktadır. Bu anlayışa göre insan hayatının ve olayların kıymeti ve önemi, “İlâhî
hükümranlığın” ilkesine uymakla anlam kazanır. Diğer dinlere mensup olanların yaşamının ve tarihinin
ise “şeytanî hükümranlığa” tâbi olduğu düşünülür. Bu anlayışa göre toplumsal mutluluk, ancak “din
ehillerinin emrine tâbi olarak hareket eden mütedeyyin (dindar) devlet adamları tarafından idare
olunursa” mümkündür. Teolojik/Teokratik anlayışa göre tarih olaylarının sebebi de “Allah ve kader”dir.
Islâhat: Arapça “sulh” kökünden gelmektedir ve islâh etme, iyileştirme, düzeltme, eksikleri
tamamlama, fenalığı giderip iyileştirme demektir. Islâhat’ta mevcut düzen korunurken, bu düzenin
aksak yönlerini gidermek için bazı düzeltme çabaları görülür.
Garblılaşma (Batılılaşma): Garb/Batı kavramı bir coğrafî yön olarak düşünülmemelidir. Neye ve
kime göre “batı” diye de itiraz edilebilir. Osmanlı ülkesinin ve yeni Türkiye devletinin konumuna göre
“batı” düşünülmüştür; Osmanlı döneminde ve yaşadığımız çağda bilimde, sanatta, teknolojide, keşif ve
icadda en ileri düzeyi “Batı” ülkeleri temsil etmektedirler. Bu bakımdan “Batı” denilince aslında
kastedilen çağdaşlaşmadır. “Batılılaşma” kavramıyla bir zihinsel yapı da tanımlanmaktadır; insanın
kendi içindeki ve dışındaki dünyayı nasıl algıladığı ve değerlendirdiği meselesidir. Bu da
araştırıcı/eleştirel düşünce yapısı olarak tanımlanmaktadır. “Garblılaşma”, bir Batı ülkesiyle
tıpkılaşmak demek de değildir. Kaldı ki aynı uygarlık çevresinin toplumları bile birbirlerinin tıpkısı
değillerdir. “Garblılaşma”nın din ve inanç ölçeğinde ele alınmasının da doğru bir yaklaşım olmadığı
görülmüştür; “Batı” uygarlığı Hrıstiyan’dır, Müslüman bir toplumun bunu alması mümkün değildir
yaklaşımının da doğru olmadığı Osmanlı reform tarihinden de anlaşılmakla beraber, Osmanlı
reformlarının önündeki en büyük engelin de bu dinsel yaklaşım olduğu görülmüştür.
Doğmatizm: Bir şeyin doğruluğunu sebepsiz, tartışmasız ve sorgulamasız olarak kabul eden
anlayıştır. Herhangi bir sistemde ileri sürülen bilgilerin, her türlü şart altında doğru olduğunu ileri
sürmek, tartışmaksızın bir bilgiyi kabul etmek, bilgiyi değiştirilemez görmek dogmatizmin özellikleri
arasındadır. Doğmatizm bazı ilke ve öğretileri eleştirmeden benimseyen, benimsediği ilkelerin
değişmezliğini savunan anlayış biçimidir. Aynı zamanda sadece değişmezliğini reddetmek değil,
benimsenen görüş, kuram vs’e dair herhangi bir incelemeyi de reddetmektir. Doğmatizm eleştirel
düşüncenin zıddıdır.
İhtilâl: Bu sözcük Arapça’da halel/bozma, kaldırma kökünden gelmektedir. İhtilâl bir devletin
mevcut siyasal yapısını, iktidar düzenini ortadan kaldırmak için bu konudaki hukuksal kurallara
başvurmaksızın, zor kullanılarak yapılan bir harekettir. Bu hareket halktan da gelebilir, devletin
yönetimi altındaki kurumlardan da gelebilir.
“Devrim” ise mevcut düzenin gerekirse zor kullanılarak yıkılması olarak tanımlanmaktadır; rejim
değişikliğinin yanısıra ekonomik, toplumsal, kültürel ve hukuksal alanlarda köklü değişimleri de kaplar.
“İnkılâp/Tekâmül” terimi de Arapça “kalb” kökünden gelmekte olup, bir hâlden başka bir hâle dönüşme,
biçim değiştirme olarak tanımlanır. “Tekâmül” kelimesi de ilerleme, gelişme demektir; “Tekâmül”de,
devrimde olduğu gibi hızlı bir aksiyon ve “zor” unsuru yoktur. Olaylar yavaş seyreder ve zaman ve
çevre şartlarına bırakılmıştır. “Hükümet darbesi” ise hükümetin yönetimi altındaki güçlerden gelen bir
tepkidir ve iktidardaki kişileri değiştirir. Toplumdaki temel yapıya dokunulmaz. Bunlardan başka siyasal
gücün kullanılma biçimiyle ilgili olarak, genellikle bilinen yapılardan farklı özellikler gösteren, bazen de
o yönetimler içinde zamanla ortaya çıkan yeni tarzlar da vardır: Devlet ve demokrasinin yozlaşması,
yeteneklilik ve yeterlilik ilkelerinin terkedilmesi, dayatmacı, kaba/zorba/müstebit kişilerin çıkarlarına
göre icra edilen yönetim anlayış demek olan “Oklokrasi”, yakın çevre ve aile mensuplarıyla devleti
yönetmek ve yönetimdeki siyasal gücün aile mensuplarına ve yakınlarına iş imkânlarını sunması diye
tanımlanan “Nepotizm”, daha zengin olan yurttaşlara dayanan bir yönetim biçimi olan “Timokrasi” gibi.
Yönetimin yönetme gücü olan, üstün özellikleri olduğu düşünülen kişiler arasında paylaştırılması
demek olan “Meritokrasi” ise (Osmanlı dönemindeki “Devşirme” sistemi buna örnek gösterilmektedir),
“Merit” ve “Krasi” kelimelerinden oluşmaktadır; “Merit”, yeterli ve değer anlamına, “kratos”tan üreyen
“krasi” ise güç, etki ve kuvvet anlamına gelmektedir. Kelimeler birleşince ortaya çıkan “Meritokrasi” ise
toplumda değerlilerin, seçkinlerin, güçlü ve etkili olmasını savunan bir görüşün adıdır. Dolayısıyla üst
kademelerde zekâ, çalışkanlık ve diğer mesleki hünerleri bulunan kişilere yer verilmesi anlamına
gelmektedir.