Professional Documents
Culture Documents
Janet Biehl - Toplumsal Ekoloji Siyaseti
Janet Biehl - Toplumsal Ekoloji Siyaseti
EK O LO Jİ SİYASETİ
J A N E T BIEHL
Çalışmaları:
1991 yılında Finding Our Way: Rethinking Ecofeminist Politics başlıklı kitabı
yayımlanmıştır.
1995 yılında Peter Staudenmaier ile birlikte yazdığı Ecofascism: Lessons From the German
Experience başlıklı kitabı yayımlanmıştır.
1997 yılında Murray Bookchin’in başlıca çalışmalarından seçme yazılar içeren The Murray
Bookchin Reader başlıklı kitabın derleyiciliğini ve editörlüğünü yapmıştır.
1998 yılında Toplumsal Ekoloji Siyaseti: Özgürlükçü Yerel Yönetimcilik başlıklı kitabı
yayımlanmıştır.
2011 yılında “Mumford, Gutkind, Bookchin: The Emergence of Eco-decentralism”
başlıklı makalesi New Compass’ta yayımlanmıştır.
Ayrıca 1987’den 2000’e kadar BookchinTe birlikte (sonradan Left Green Perspectives adını
alan) Green Perspectives dergisini çıkarmıştır.
Sosyal Bilimler D izisi-12
Toplumsal Ekoloji Siyaseti
Özgün Adı: The Politics o f Social Ecology
Sümer Yayıncılık - 2016
Editör: Sümer Yayıncılık
İngilizceden çeviren: Esra Eren
Kapak tasanm ve sayfa düzeni: Sümer Yayıncılık
ISBN: 9 78 -6 0 5 -8 4 6 9 8 -3 -9
1.Baskı Şubat 2016, İstanbul
Sertifika No: 17315
Baskı ve cilt: Berdan Matbaacılık
Güven Sanayi Sitesi C Blok No:239
Topkapı, İstanbul
T ei:0212 6 13 1112
Sertifika No: 12491
Yazarın N otu 7
2. Tarihi Kent 25
5. Devlet ve Kentleşm e 51
6. Yerel Yönetim 62
8. Seçim ler 80
Janet Biehl,
Burlington, Vermont
27 Kasım 1996
BİRİNCİ BÖLÜM
Siyaset Devlet Sanatına Karşı
Toplumsal Alan
Toplumsal alan (bir bütün olarak toplumla karıştırılmamalıdır) üreti
mi ve iktisadi hayatı da içine alan özel bir alandır. Eskiden toplumsal
alan aynı zamanda aile hayatının, sevgi ve arkadaşlığın, kendi kendi
nin bakımını sağlama ve yeniden üretimin ve kan bağından doğan
yükümlülüklerin de kişisel alanıydı. Aile grupları insan kültürlerinde
sürekli olarak var olmuştur; toplumların birbirlerinden apayrı şekiller
(*) Bookchin, yalnızca bir ikilik ortaya koyan diğer birçok toplum kuramcısının aksine,
üçlü bir ayrım yapmaktadır. Örneğin, Aristoteles (Atina’da bir devlet olmadığından)
devletin değil, toplumsal ve siyasi alanların terimleriyle düşünmüştür. Hannah Arendt,
İnsanlık D urum unda ve diğer çalışmalarında toplumsal ve siyasi alanları tartışması
açısından esasen Aristoteles’in izinden gitmiştir -fak at Arendt’in siyasi alan dediği şey
gerçekte devlettir ve bu hatalı tanımlama bir miktar kafa karışıklığı yaratmıştır.
almasına rağmen bireyler en samimi ilişkileri daima aile grupları içe
risinde kurmuştur. Bu nedenle toplumsal alan, insan topluluklarında
karakteristik olarak bulunan kültürler arası bir olgu olarak tanımla
nabilir.
Toplumsal alan, sözü edilen üç alanın açık ara en eskisidir. İnsan
toplulukları tarih öncesi dönemde boy ve kabileler olarak ilk ortaya
çıktıkları andan itibaren toplumsal alan etrafında kurulmuştu. Aslın
da toplumsal alan bu toplumların en büyük parçasını oluşturuyordu.
Boyun veya kabilenin merkezini oluşturan toplumsal alan kadınların
ev içi dünyasından köken alıyordu. Erkeklerin varlık gösterdiği, yeni
ortaya çıkan bir sivil dünya toplumsal alanı tamamlıyordu, fakat bu
sivil alan çok sınırlı olduğu ve devlet henüz ortaya çıkmamış olduğu
için ilk toplumlardaki grup hayatı toplumsal alanla neredeyse aynı za
manda ortaya çıkmıştı.
Boy ve kabile toplundan, aile ilişkilerini merkez alma özelliklerine
uygun olarak, görünüşte “doğal” olan biyolojik akrabalık ilkesine göre
örgüdenmişti. Kan bağı -k an akrabalığı ilkesi- kabileyi bir arada tutan
ortak bağdı; bir kabilenin tüm üyeleri arasında kan akrabalığı olduğu,
tüm üyelerin aynı atadan geldiği söylenirdi -onları aynı kabilenin üye
leri yapan şey, bu ortak ataydı. Kan bağının gerçek olması gerekmezdi;
gerekli olduğu durumlarda kabile kasıtlı bir biçimde onun kapsamını
gerçek akrabalıktan kurgu noktasına kadar genişletebilirdi -örneğin,
yabancılar kabileye alındığında ya da kabileler arası evlilikler gerçek
leştiğinde kurgusal kan bağı söz konusu olurdu. Bu tür ittifaklar, ak
rabalık terimleriyle dile getirilmeleri sayesinde meşrulaştırılırdı. Yine
de -tanım ı sıklıkla esnetilmesi gerekse de- akrabalık, üniter bir kabi
leyi tanımlayan ve ona ideolojik bir temel oluşturan örfi bir ilkeydi.
Kabile toplumunun etrafında örgütlendiği tek “doğal” biyolojik
ilke akrabalık değildi. Biyolojik cinsiyet olgusu, kabile hayatının getir
diği çeşitli sorumlulukların erkeğe mi, kadına mı ait olduğunu belirle
yerek cinsiyete dayalı bir iş bölümü ve hatta cinsiyete dayalı bir kültür
üretiyordu. Biyolojik yaş olgusu da toplumsal örgüdenmenin bir diğer
mihenk taşı haline gelmişti: Özellikle yazı öncesi toplumlarda daha
uzun bir süredir hayatta olan üyeler, kabilenin sahip olduğu bilgelik
ve örflere vakıf olmalarından dolayı kabilenin bilgi belleği olarak ka
bul edilip saygı görüyorlardı. Bu statü, yaşlı üyelerin -şam an sıfatıyla-
doğaüstü güçlere sahip olduklarını iddia etmesine olanak tanıyordu.
Tüm bu “doğal” ilkeler geniş kurgusal bileşenlere sahipti ve genellikle
bu ilkelere pek uyulmazdı; ancak değişmez biyolojik gerçekler olarak
görünen olgulara dayandıkları için bu toplulukları bir arada tutarlardı.
Büyük bir ihtimalle bu biyolojik ayrımlar, ilk topluluklarda tahak
küm ve teslimiyeti bırakın, statü ve mevkiye bile dayanak oluşturan
gerekçeler değildi. Fakat daha sonra erkek kültürü kadın kültüründen
yalnızca farklı değil, aynı zamanda daha değerli olarak görülmeye baş
landı ve bu da ona kadın kültürünü tahakküm altına alma hakkını
vermiş oldu. Yaşlıların kabilenin bilgeliğine sahip olması gerontokrasi-
nin haklı sebebi haline gelirken, akrabalık da bir kabilenin bir diğerin
den daha üstün olduğu inancına dayanak oluşturan bir gerekçe haline
gelerek etnik şovenizmi ve ırkçılığı ortaya çıkardı.
Gerçekten de farklı kabileler arasındaki düşmanca ilişkiler, nere
deyse başlangıçtan itibaren kabile toplumunda kökleşmiş bir şekilde
bulunuyor olmalıydı. Kabileler genellikle -esasen farklı bir türün
mensubu, esasen insan dışı bir varlık olarak gördükleri diğer kabilele
rin üyelerinden farklı olarak- “insanlık” etiketini tek başlarına sahip
lendiler. Kabilenin kendisine ilişkin olarak yaptığı, kendisinin gerçekte
farklı bir tür oluşturduğu yönündeki bu tanım, kabile üyeleri arasında
güçlü bir dayanışma ruhu ortaya çıkardı -fak at bu, çok büyük bir
sıklıkla, kendileri için tehdit oluşturduğu varsayılan diğer kabilelerin
üyelerine karşı şiddetli bir düşmanlık da ortaya çıkardı.
Bu nedenle boy ve kabileler, yabancılara kuşkuyla ve genellikle
düşmanlıkla yaklaştı. Kabile üyeleri, davetsiz bir biçimde kabilenin
yaşam alanına giren yabancıların ölmüş atalarının ruhları olduğunu
düşünüp onları hoşnut etmeye çalışabilir ya da onları ruhani varlıklar,
ölülerin ruhları veya kabileye karşı kötü niyet besleyen kötücül varlık
lar olarak görüp ortadan kaldırabilirdi. Kuşkusuz, bir kabile yaban
cılara konukseverlikle de yaklaşabilirdi. Fakat bu iyicil tavır genellik
le kabilenin belirli bir durumdaki iyi niyetine ya da geleneksel davra
nış kurallarına -veyahut da evlilik ittifakları aracılığıyla destek ağları
kurma ve savaşçı olarak hizmet edecek yetişkin erkekler kazanma ih
tiyacına- bağlıydı.
Kentin Ortaya Çıkışı
Boy ve kabile toplumları, temel geçim kaynağı olarak genellikle
toplayıcılık yaparlardı -başka bir deyişle, varlıklarını sürdürmelerini
sağlayan yiyecek, giyecek ve barınak ihtiyaçlarını karşılayabilmek için
hayvan avlar ve meyve-sebze toplarlardı. Bu toplumların bahçe ürün
leri için geçici ekim arazileri oluşturmak üzere ormanları yakıp toprak
bereketini yitirene dek bu arazilerde bahçe tarımı yaptıkları da olur
du. Fakat Neolitik dönemin başlarında -muhtemelen M.Ö. 10.000
ile 7000 yılları arasında Orta Doğuda, Mezopotamya’da- çok önemli
bir değişim gerçekleşti: Kabile toplumları temel geçim kaynağı olarak
yavaş yavaş toplayıcılık ve yakma ve ağaç kesme yoluyla tarıma açıl
mış alanlarda bahçecilik yapmaktan tahıl ürünleri yetiştirmeye geçti.
Yani, kabile üyeleri göreceli olarak geçici kaynaklardan yiyecek elde
etmek için oradan oraya taşınmak yerine sabit ve hatta kalıcı köylere
yerleşerek sistemli bir biçimde tahıl ürünleri üretmeye ve hayvanları
evcilleştirmeye başladılar.
Neolitik kültüre -çiftçiliğe ve hayvan yetiştiriciliğine- doğru yaşa
nan bu değişim, Avrasya boyunca hızla yayılarak sosyal hayat üzerinde
birçok yönden beklenmedik etkilerde bulundu ve kabile toplumunu
yeni bir toplumsal sisteme dönüştürdü. Tahıl ürünleri et ve sebzeden
daha dayanıklı olduğu için üretilen yiyecekler artık gelecekte kulla
nılmak üzere saklanabiliyordu. Bu durum bazı kabile üyelerinin yiye
ceklerin bölüşümünü kontrol etmesine olanak tanıdı. Böylece kabile
üyelerinin bir bölümü mal-mülk ve sonunda da servet sahibi oldu ve
bu da sınıfların oluşumuna yol açtı. Sınıflar, hâlihazırda var olan hi
yerarşik tabakalaşmayı daha da şiddedendirdi: Özellikle hayvan yetiş
tiriciliği alanında büyük ölçekli çiftçilik ortaya çıktığında, bu büyük
ölçüde erkeklerin işi oldu ve bu işten elde edilen mahsuller erkeklerin
mülkü olarak görüldü. Bu durum erkeklere ve “erkeksi” değerlere üs
tünlük tanıyan patriarkal toplumlar yarattı. Şamanların yerini alan ra
hipler, tanrılara sunulmak üzere kendilerine tahıl ürünleri verilmesini
talep ederek öncellerinin daha gayri resmi ve daha gelip geçici olan
ruhani iddialarına kurumsal bir güç kazandırdı.
Fakat bizim amaçlarımız açısından çiftçiliğe geçilmesinin en
önemli sonucu, V. Gordon Childe’nin kent devrimi diye adlandırdığı
gelişme oldu. Neolitik dönem çiftçilerinin kurduğu köy yerleşimle
rinden bazıları kasaba haline gelecek kadar büyüdü ve bu kasabaların
bazıları daha da büyüyerek şehirlere -sakinlerinin kendi yiyecekleri
ni kendilerinin üretmeyip kırsal alandan ithal edilen tahıl ürünlerine
bağımlı olduğu büyük kalıcı yerleşimlere- dönüştü. Bu şehirlerin sa
kinleri için hayat, akrabalıktan ziyade meskenlerin yakınlığı ve ortak
mesleki faaliyeder etrafında kurulmuştu. İnsanlar ille de birbirleriyle
akraba olmaları gerekmeden -e n sonunda birbirlerini bile tanıma
dan- yan yana yaşıyordu. Sonunda dışarıdan gelen bir kimse veya ya
bancının, içlerinden biriyle evlenmek ya da savaşçı olarak silah altına
girmek zorunda kalmadan yalnızca orada yaşayıp işini oraya taşıyarak
şehirdeki bir topluluğa katılması mümkün hale gelmişti. Aslında ka
bilenin bakış açısından şehir, bir kişinin karşılaştığı hemen herkesin
pekâlâ bir yabancı olabileceği bir yerdi.
Kuşkusuz, ilk şehirlerde -bugünkü şehirlerde olduğu gibi- klan
bağıyla akraba olan birçok insan, birbirleriyle aynı mahallelerde yaşa
mayı tercih ediyordu ya da etnik ayrımcılık sonucunda, asıl istekleri
ne olursa olsun, böyle yapmaya zorlanıyordu. Fakat buradaki kritik
nokta, şehir yaşantısının bir yaşam biçimi haline gelmesiyle akraba
lık bağlarının bir sosyal örgütlenme ilkesi olarak yavaş yavaş etkisini
kaybederek yerini yeni ilkelere bırakmasıdır. Birbirleriyle yan yana
yaşayan insanlar, ortak bir etnisiteye sahip olmamalarının etkisiyle,
yavaş yavaş birbirlerini kabile üyeliğinin süzgecinden değil; ikamet
ve mesleğin, statü ve mülkiyetin süzgecinden görmeye -birbirlerini
zanaatkâr ya da varlıklı bir tüccar, bir soylu ya da rahip olarak görme-
ye- başlamıştır.
İnsanların atalarını kabile dar görüşlülüğüne ve kabileler arası kan
davalarına hapseden tikelci zincirler, hangi kategoride yer aldıklarına
bakılmaksızın kırıldı. Ortak bir soy geçmişine sahip olan insanlar artık
kendilerini “insan” olarak, diğerlerini ise gerçek ya da potansiyel birer
düşman olan yabancılar olarak görmeye zorlanmıyordu. Kuşkusuz, et
nik önyargılar varlığını sürdürdü; fakat bunlar artık, tek başına etnik
farklılığın kabile dışından bir kimseyi öldürme yetkisi bile verebildiği
kabile dönemindekine kıyasla çok daha zayıf bir etkiye sahipti. Yeni
toplumsal düzen, insanları kabile halkından farklı özellikteki insanlara
ev sahipliği yapan ve kozmopolit olma potansiyeli taşıyan şehirlerin
sakinlerine dönüştürdü. Şehir, uygulamada, sosyal örgütlenmenin te
mel ilkesi olarak soyu bir kenara iterek onun yerine daha evrensel bir
humanitas -ortak insanlık- getirdi ve insanın evrenselliğini yaratmaya
yönelik o müthiş önemli süreci başlattı. Şehir hayatına geçilmesi, ta
rım devrimi ve birkaç binyıl sonra ortaya çıkacak sanayi devrimi kadar
devrimseldi.
Atina Polisi
Milattan önce yedinci yüzyılda Attika -A tina şehri ile onun çevresin
deki bölge- şiddedi bir sınıfsal düşmanlığa sahne oluyordu. Bölgeyi
küçük bir aristokrat aileler grubu yönetirken, çok sayıda küçük çiftçi
neredeyse birer serf gibi yaşıyordu. Baskı altındaki bu köylüler yıllık
mahsullerinin büyük bir bölümünü derebeylerine vermek zorundaydı
ve bu yükümlülük, köylüleri sıklıkla borca ve amansız bir yoksulluğa
sürüklüyordu. Plutarkhos’un belirttiği gibi “sıradan halk birkaç zengin
adama ödemekle yükümlü olduğu borçların ağırlığı altında eziliyor
du.” Bu borçların ödenmemesi halinde, bunun sonuçları genellikle
(*) Tarihteki demokratik anlara ilişkin olarak bu bölümde ve gelecek bölümde anlatı
lanlar -b u konuya asıl konunun gerektirdiği kadar yer ayrıldığından- zorunlu olarak
kısa tutulmuştur. Hiçbir şekilde bu anlan tamamen ya da eksiksiz bir biçimde anlatma
amacı güdülmemiş ya da bu anların ortaya çıkış veya çöküş sebeplerini inceleme iddia
sında olunmamıştır. Bu anlar, daha ziyade, böyle bir geleneğin var olduğunu göstermek
ve onun bazı özelliklerini tarif etmek için sunulmuştur. Bu dönemler hakkında daha
fazla bilgi edinmek isteyen okurlar, bu kitabın sonunda “Ek Okumalar” başlığı altında
sıralanan çalışmaları inceleyebilirler.
çok vahim olurdu. “Birçok ebeveyn alacaklılarının acımasızlığı yü
zünden çocuklarını satmaya ya da sürgüne gitmeye bile zorlandı.” Bu
katlanılmaz koşullar demos’u -b u sözcük “sıradan halk” ve “bir bütün
olarak halk” anlamlarına gelecek biçimde kullanılır- devrimin eşiğine
getirdi. Çaresizlik, halkı “bütün borç kölelerini serbest bırakacak, top
rakları yeniden bölüştürecek ve eksiksiz bir anayasal reform gerçekleş
tirecek” birilerini aramaya itti. 1
Attika neredeyse şiddetli bir iç savaşa sürükleniyordu. Fakat en
sonunda -M .Ö . 594 yılında- birbiriyle çatışan tüm klanlar poliste
yeniden düzen sağlamak için Solonu archon -b aş yönetici- seçme ko
nusunda anlaştı. Solon henüz ödenmemiş olan tüm borçları geçersiz
kılmak ve borç köleliğini yasa dışı hale getirmekle işe başladı. Aslında
seçilmesinin hemen ardından Atina anayasasında değişiklikler yapma
sı ve yeni krizlerin ortaya çıkmasını engellemesi için Solona olağanüs
tü bir yetki tanındı; fakat Solonun yürürlüğe koyduğu yasalar kentin
siyasi yapısını o kadar radikal bir biçimde değiştirdi ki Solon, uygula
mada tamamen yeni bir anayasa yaratmış oldu.
En önemlisi, Solon ecclesiayı -kabile zamanlarından beri var olan,
fakat aradaki yüzyıllarda önemini kaybeden halk meclisini- yeniden
hayata döndürdü. Solonun yönetimi sırasında ecclesia canlandırıl
makla kalmadı, -o n a topluluğun yasalarını yapma, yöneticilerini seç
me ve kendi takdirine bağlı olarak düzenli biçimde toplanma yetkisi
verilerek- bu meclisin işlevleri de arttırıldı. Son olarak, yeni archon sı
radan halka ecclesia’nm toplantılarına katılma hakkı vermekle kalma
dı, onlara orada tartışılan konular hakkındaki oylamaya katılma hakkı
da verdi -k i bu demos’u güçlendirme yönünde atılan çok önemli bir
adımdı.
Solon, ecclesia’ya ek olarak, Atina’daki öz yönetimin idari tarafıy
la uğraşması için -B oule şeklinde adlandırılan- yeni bir Dört Yüzler
Meclisi yarattı. Kuşkusuz Solon katıksız bir demokrat değildi: Solon
bu meclise yalnızca mülk sahibi erkeklerin üye olmasına izin vererek
Boule’de elitizmi belirli düzeyde korudu. Bu elitler ecclesia’nm günde
mini hazırlıyor ve tartışmalarını yönetiyordu. Fakat Solon’un Boule’si
1- Plutarkhos, “Solon”, The Rise and Fall o f Athens, Harmondsworth: Penguin, 1960,
s. 54
en azından bir zamanlar varlıklı ailelerin Attika’yı kendi istedikleri gibi
yönetmelerine aracılık eden aristokratik Areopagus meclisinin gücünü
denetlemeye yaradı.
Solon un diğer reformlarıyla bireysel hakların kapsamı genişletil
di ve davalara bakması için bir halk mahkemesi kuruldu. Oligarşiye
bir darbe daha vurularak, varlıklı aileler kendi içlerinden Atina’nın
archon’larım çıkarma konusundaki babadan oğula geçen hak iddiala
rından vazgeçmeye zorunlu bırakıldı ve böylece yürütme gücünün ka
pıları demos’a aralanmış oldu. Fakat belki de Solon a atfedilen en dik
kat çekici prensip, onun -Plutarkhos’un ifadesiyle- “devrim sırasında
herhangi bir tarafta yer almayan” bir yurttaşın oy hakkından yoksun
bırakılması gerektiği yönündeki inancıydı. Bir kişinin bencil bir şekil
de bir çatışmada hangi tarafın ağır basacağını görmek için beklemesi,
Yunanların yurttaşlık kavramına yapılan bir saygısızlıktı. Atmalıların
siyasi olarak olayların içinde yer alması ve sivil anlaşmazlıklar sırasında
taraf tutması beklenirdi.
Solon bu anayasal reformları yaptıktan sonra gönüllü olarak on
yıllığına sürgüne gitti. Sivil huzursuzlukların kayda değer miktarda
tekrarlanmasına rağmen, Atina yurttaşları yine de Solonun getirdi
ği değişimleri benimsedi ve onun kapsamını genişletip güçlendirdiği
ecclesia’ya alıştı. Yurttaşlar ecclesia’ya siyasi bir canlılık getirdi ve sivil
ortaklığı teşvik eden siyasi bir adap geliştirdi. Zamanla ecclesia, çoğu
mahallede polis’in temel karar alma organı olarak kabul edilmeye baş
landı ve bu da genel bir demokrasiyi mümkün kılacak koşulları yarattı.
561 yılından yarım yüzyıl sonra Peisistratos ve oğlu Hippias’ın
“uranlıkları” (tiranlık o sırada küçültücü bir sözcük değildi) Attika
soylularının gücünü daha da azalttı. Aslında Atina demokrasisinin
birçok özelliği, aristokrasinin yeniden canlanmasını önlemeye yöne
lik kurumsal çabalar olarak görülmelidir. Aristokrasi tekrar tekrar eski
dışlamacı oligarşisini hayata döndürmeye çabalamış olsa da Solon’un
reformlarını ve Peisistradae rejimini ortadan kaldırmada başarısız
oldu; itaatsiz soylular sürgüne gitmeye zorlandı ve bu soyluların arazi
leri topraksız yoksullar arasında bölüştürüldü.
Bu sırada Atina yurttaşlarının siyasi düzeyi, Solon anayasasının
yapılarına katılmaları sayesinde muazzam ölçüde arttı; bu da onların
kendilerinden ve kendi işlerini yönetme kapasitelerinden daha önce
hiç olmadıkları kadar emin olmalarını sağladı.
Siyasi hayatta yaşanan ve sözü edilen özgüveni yaratan bu sıra
dışı açılım, Kleistenes’in yönetimi (506 yılında başlamıştır) ile 431
yılında çıkan Peloponez Savaşı arasındaki dönemde zirveye ulaştı. As
lında Kleistenes, Atina’da çok daha kapsamlı bir demokratikleştirme
süreci başlattı. Areopagus meclisine dokunmamasına karşın, klanları
güçlerinden yoksun bırakarak ve atadan kalma dört klana dayanan
geleneksel İyon sistemini ortadan kaldırarak aristokratik yönetimin
toplumsal temeline -Attika soylularının geleneksel akrabalık ağına-
darbe indirdi. Eski sistemin yerini almak üzere 170 deme -akrabalığı
değil, ikameti dayanak alan birimler- yarattı. Böylece Kleistenes üyelik
kriteri olarak kabileciliğin yerine mekânsal yakınlığı getirerek ve yurt
taşlığı üzerinde yaşanılan topraktan ayrılmaz bir hale getirerek orijinal
mekânında kent devriminin temel özelliklerini tekrar etti. Demeler
kısa bir süre içerisinde yerel demokrasinin dinamik merkezleri haline
geldi. Her deme’nin kendi halk meclisi, kendi idare konseyi ve diğer
görevlileri vardı ve bunların hepsi bir yıllığına seçiliyordu.
Kleistenes’in dönüşümü kolaylaştırmak için varlığını koruduğu
kabile benzeri birimin yanı sıra demelerden ve demeler’in oluşturdu
ğu trittyes isimli daha büyük birimlerden oluşan bu yeni kurumsal
yapı, Attika’daki siyasi hayatı radikal bir biçimde değiştirdi. Ecclesia -
yurttaş meclisi- artık tartışmasız bir biçimde tüm siyasi otoritenin ana
mekânıydı. Atina’nın bütün erkek yurttaşları oy kullanma hakkına sa
hipti ve belirli miktarda mülke sahip olma koşulu aranmadan, sınıf ve
statü sınırlandırmaları olmadan meclis toplantılarına katılabilir ve oy
kullanabilirdi. Tüm erkek yurttaşlar -h em yoksullar hem de zengin
ler- siyasi haklar yönünden tamamen eşitti; öyle ki Perikles şunu söy
leyebilmişti: “Yoksulluk siyasi katılıma bir engel oluşturmaz, bir erkek
konumu ne kadar belirsiz olursa olsun polis’ine fayda sağlayabilir.”2
462 yılında yapılan ilave anayasal değişiklikler, Atina demokrasi
sinden ayrıcalığın kalan son izlerini de sildi. Areopagus meclisi, sahip
olduğu güçlerin Boule, ecclesia ve yurttaşların hemen her özel hu-
(*) Edgar Allan Poe’nin “To Helen” şiirinde geçen bir dizedir (Ç. N.).
(**) Almanya’nın batısında, Ren Nehri çevresindeki bölgeye verilen isim (Ç. N.).
(***) Günümüzde Belçika, Fransa ve Hollanda arasında bölünmüş olan, Benelüks ül
kelerinin güney batısındaki bölgenin adıdır. Flanders, orta çağın güçlü prensliklerinden
biridir (Ç. N.)-
lelerini yönetmeye başladılar.
Kaçınılmaz olarak komünler, egemenlerinin kendi yerel özgür
lüklerini tanımasını talep ettiler ve bu talepler normal olarak kilise
ve prenslikler tarafından reddedildi. On ikinci yüzyıl boyunca bir
çok komün, birbiri ardı sıra kendilerini egemenlerinden bağımsız
kılmaya başladı. Kuzey İtalya’da kendilerine Lombard Birliği adı
nı veren bir grup kent, özgürlüklerini kazanmak için Kutsal Roma
İmparatorluğuna karşı ayaklandı. İmparator, 1183 yılında imzalanan
Constance Barışıyla birlikte birkaç kenti tanımayı kabul ederek onla
rın kendi kamu görevlilerini seçmelerine, kendi yerel kanunlarını yap
malarına ve temel olarak kendi kendilerini yönetmelerine izni verdi.
Fakat komünler tam olarak neydi? Bunlar, esasen birbirlerinin bi
reysel özgürlüklerine saygılı olacaklarına ve ortak çıkarlarını koruyup
destekleyeceklerine ant -conjuratio- içen kent sakinlerinin -tüccar
ların, meslek erbaplarının ve zanaatkarların- oluşturduğu birliklerdi.
Conjuratio, uygulamada, belirli bir sivil topluluk içerisindeki yurttaş
lığın ifadesiydi.
Aslında İtalyan kentlerinin ilk komünal kurumu, “komünün tüm
üyelerini” içeren bir genel meclisti. Bu meclis kanunları onaylar ve
bir yıllığına yürütme ve adalet konularında yetki sahibi olacak, kentin
işlerini yönetmekle görevli bir yönetici seçerdi.
Komünlerin nüfiıs ve büyüklükleri arttıkça, yerel kullanım ve böl
gesel ticaret için gerekli olan -varil ve taşıma araçları gibi- malların
yapımı için daha çok zanaatkara ve konaklama hizmeti ve yiyecek sağ
lamak için de hizmet işçilerine ihtiyaç duyulmaya başlandı. Bu işi,
feodal yükümlülüklerden kurtulmak ve yaşam koşullarını iyileştirmek
için kentlerin çekimine kapılan kırsal bölge sakinleri üsdendi, fakat
1200 yılına gelinene dek bu insanlar genellikle komünün siyasi özgür
lüklerinden hiçbir pay almadı. Komünler genellikle tam bir demokra
si değildi; komün üyeliği yalnızca kurucu ailelere ve onların soyundan
gelenlere açık tutulmuştu. Yetişkinliğe ulaşmış tüm kent sakinlerinin
komünün yönetimine tabi olmasına -vergi ödemek ve askerlik hiz
meti yapmak zorunda olmasına- rağmen, bu kişilerin hepsinin siyasi
olarak aktif bir yurttaş olmasına izin verilmiyordu. Erkek nüfusun yal
nızca çok küçük bir kesiminin faydalandığı kamu görevinde bulunma
hakkında olduğu gibi aktif yurttaşlık da mal sahibi olma şartına, ika
met süresine ve sahip olunan sosyal bağlantılara bağlıydı.
Gerçekten de on ikinci yüzyılda siyasi iktidar aristokratik çizgilerde
gelişiyordu; dolayısıyla 1160 yılına gelindiğinde çoğu komünde belirli
aileler kende ilgili meselelerde üstün bir konumdaydı. Komünler feodal
lordlardan ya da piskoposlardan özerklik kazanmak için bir bütün olarak
mücadele ederken bile bu soylular yöneticilik görevini kendi ellerinde
tutmuş, meclisi manipüle etmiş ve temelde kenti yönetmişlerdi -k i bu
durum, sivil meclislerin durmaksızın körelmesi sonucunu doğurmuştu.
Ancak bu durum uzun sürmedi. 1200 yılı dolaylarında birçok ko
münde demokratik fikirler gelişmeye başladı; örneğin, 1198 yılında
Nîmes’in yöneticisi halkın tümü tarafından seçildi. İtalyan komünlerinde
popolo’lar -u sta zanaatkârlar, dükkân sahipleri, meslek erbapları, noter
ler, tüccarlar, bankerler, ticaret burjuvazisi (dokumacılar ve işçiler popo-
lo’lara dâhil değildi)- komündeki siyasi hayatın kapsamının kendilerinin
katılımını içerecek şekilde genişletilmesi talebiyle aristokrasinin karşısına
dikildiler.
Birçok komünde popolo’lar aynı meslekten erkekleri bir araya
getiren meslek loncalarının yürüttüğü mahalle hareketleri oluştur
dular. Çok geçmeden bu loncalara —yine mahalle tarafından örgüt
lenen- silahlı halk toplulukları eklendi. Seferber olan popolo; Bres-
cia, Milan, Piacerza, Cremona, Assisi ve Lucca gibi kentlerde -v e
daha birçok kentte- soylu sınıfıyla çatışmaya girdi. Bu ayaklanmalar,
komündeki siyasi hayatın radikal bir biçimde demokratikleştirilme
sinde kayda değer ölçüde başarılı oldu. 1200 ile 1260 yılları arasın
da Bolonya ve Floransa gibi önemli kentler de buna dâhil olmak
üzere birkaç komünde popolo’lar iktidarın kontrolünü ele geçirdi.
Aynı yıllarda Pavia’daki idare konseyinin üye sayısı 150 üyeden
1000 üyeye çıkarılırken, Milan’ın idare konseyinin üye sayısı 400
üyeden 900 üyeye çıkarıldı. Montpellier’de ise lonca örgütlenmeleri
yerel hükümetin kendisiyle bütünleşti. “Yasa koyucu ya da yasanın
ilk ve hakiki etkin sebebi, halk ya da bir bütün olarak yurttaşlardır
veyahut da genel yurttaş meclisinde sözlü olarak ifade ettiği tercih
ya da irade aracılığıyla yurttaşların daha ağır basan kesimidir” diye
yazan Aristocu filozof Padualı Marsilio’nun yazıları bu dramatik de
mokratikleşme sürecini yansıtmaktaydı.3
Buna karşılık, kuzeydeki şehirlerde komün hayatının demokratikleş
mesi İtalya’da olduğundan daha yavaş gerçekleşti. Freiburg’da komün, bir
halk ayaklanmasından sonra oligarşisinde değişiklik yapmaya giderek bir
yıllığına seçilen yirmi dört yöneticinin meydana getirdiği bir idare heyeti
oluştururken, Liège de lonca özellikleri sergileyen bir kent cumhuriyeti
meydana getirdi ve 1313 yılından sonra yeni yasaların çıkarılmasını sta
tüsüne bakılmaksızın yurttaşların tümünden oluşan bir halk meclisinin
onayına bağladı. Bununla birlikte, Flanders’te -kum aş imal eden Ghent
ve Ypres’te- sivil öz yönetim, dokumacılar ve keçeciler tarafından şekillen
dirildi. Sözde “düşük nitelikli loncalar” içerisinde örgüdenen bu emekçi
ler -neredeyse proleter olan bu insanlar- soylu sömürücülerine karşı tam
bir sınıf savaşı başlattılar ve savaşın sonunda onlara karşı zafer kazanarak
kendilerine ve “düşük nitelikli” loncaların üyelerine kayda değer haklar
veren sivil bir yapı kurdular -v e soyluların çoğunu bu yapının dışında
bıraktılar.
Ancak Flanders’teki, Rhone Vadisi’ndeki ve İtalya’daki halk komün
leri, en demokratik anlarında bile tüm erkek yurttaşlara eşit siyasi haklar
tanımamışlardı. Herhangi bir beceriye sahip olmayanları, yoksulları, ta
rım işçilerini ve göçmenlerin çoğunu -başkalarına bağımlı olduklarına
ve bundan dolayı varlıklı tüccarlar ve aristokradar tarafından kolaylıkla
kontrol edilebileceklerine inandıkları insanları- dışlamışlardı. Ayrıca bu
demokratikleşme süreci uzun ömürlü de olmamıştı: Zamanla bu erken
demokrasiler yerini cumhuriyetçi yönetim biçimlerine bırakmış ve siyasi
iktidar yeniden nüfuz sahibi ailelere dönmüştü -k i bu durum, komünle
rin daha sonrasında oligarşik idare konseyleri ya da Floransa’daki Medici
ailesi gibi elider tarafından yönetilmeye başlamasıyla sonuçlanacaktı.
Orta Çağ komünlerinin demokratikleşme hamlesi ne kadar eksik kal
mış olsa da, hareketsiz yatan siyasi alanı uykusundan uyandırmış ve bir
kaç yüzyıl boyunca onu piazzalarda ve diğer kamu alanlarında harekete
geçirmiştir. Bu komünler, doğrudan demokrasi geleneğinin gelişiminde
önemli bir an teşkil etmektedir.
3 - Paduaiı Marsilio, Defensor Pacis (1324), 1. cilt, 23. bölüm, 3. kısım; John H.
Mundy ve Peter Riesenberg, The Medieval Town, New York: Van Nostrand Reinhold,
1958, s. 125’in içinde.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Yerel Demokrasi
Sömürge ve Devrim Dönemleri
(*) Orta Çağın hiyerarşik toplum düzeninde toplumun üç kategoriden meydana gel
diği düşünülüyordu: 1.Ruhban sınıfı, 2.Soylu sınıfı, 3. Sıradan halk, tik kez IV. Philip
tarafından 1302’de toplanan États Généraux bu üç kategoriyi bünyesinde barındıran
bir genel yurttaş meclisiydi. Üç kamaradan oluşan bu meclisin birinci kamarasında
din adamları, ikinci kamarasında soylular, üçüncü kamarasında da sıradan halk temsil
ediliyordu. Meclis, 1614 ile 1789 yılları arasındaki 175 yıl boyunca hiç toplanmamıştı
(Ç.N.).
yapılacak ve yeni bir çağ başlatacak olan toplantısının hazırlıkları için
tüm Fransa’da seçim bölgeleri oluşturmaya mecbur kalmıştı. Bu se
çim bölgelerinde sıradan insanlar, Üçüncü Kamaraya temsilciler se
çebilmek -d a h a doğrusu, temsilcileri seçecek olan ikinci seçmenleri
seçebilmek (monarşi mal sahibi olan sıradan insanların bile doğru
dan oy vermesine izin vermeye isteksizdi)- için meclislerde bir araya
gelebiliyordu. Paris’te altmış bölge meclisi kuruldu ve halk görevini
gereğince yerine getirdi. Fakat Paris meclisleri temsilcilerini seçtikten
sonra -yasal varlık sebeplerini yitirmiş olmalarına rağmen- toplanma
ya devam etti. Böylece (çok geçmeden Milli Meclis adını alacak olan)
États Généraux Versailles’de toplandığında bile, Paris bölge meclisleri;
yasal görünümlü organlar olarak düzenli biçimde toplanmaya devam
ederek hızla değişen bir siyasi ortamda kısıtlı özgürlüklerinin bekçileri
olarak hareket etti.
1789 yılının aralık ayından sonra bu tür meclisler, tüm büyük
Fransız şehirlerinde yerel yönetimin yasal temeli haline geldi. Milli
Meclis ve sonrasında onu takip eden Kurucu Meclis, Paris’in altmış
bölgesini kırk sekiz mahalleye ayırarak yeniden yapılandırdı. Tüm
diğer büyük Fransız şehirleri -Lyons ve Marseilles, Bordeaux ve To
ulouse- de mahallelere ayrıldı ve her mahallede topluluğun işleriyle
ilgilenmesi için bir meclis kuruldu. Bu mahalle meclisleri kolektif bir
biçimde şehrin merkezî yerinden yönetim otoritesi -kom ün- üzerinde
denetim uyguluyordu.
Devrim geliştikçe, 44.000 civarında özerk yerel komün -büyük
komünler mahalle meclislerince kontrol ediliyordu- Fransa’nın siyasi
alanının büyük bir bölümünü kaplamaya ve yalnızca yerel meselelerle
değil, ulusal meselelerle de meşgul olmaya başladı. Bu komünler kendi
Ulusal Muhafız birliklerini göreve çağırma gücü kazandılar ve hem
yapısal açıdan hem de siyasi içerik açısından gitgide daha demokratik
ve radikal hale geldiler. Hatta Paris’teki mahalle meclisleri, mal varlığı
ya da statüye sahip olma şartı aramadan tüm yetişkin erkeklere -v e
bazı durumlarda kadınlara- kapılarını açtı. Gerçekten de Paris mahal
leleri, aşırı ölçüde radikal bir sivil doğrudan demokrasinin temelini
oluşturdu.
1792 ve 1793 yıllarında Paris’te olgunlaşan mahalle hareketi, ken
di kendinin bilincinde olan doğrudan demokratik bir olguydu. Üye
lerinin siyasi açıdan radikal olup olmadığına bakılmaksızın, her halk
meclisi kendi mahallesinin temel tartışma ve karar alma organını oluş
turuyordu. İdeolojik olarak, Parisli mahalle sakinleri halk egemenliği
ni her yurttaşın sahip olması gereken, ulusal meclislerin temsilcileri
nin kendilerine mal edemeyeceği vazgeçilmez bir hak olarak görüyor
lardı. Kamulaştırılmış şapel ve kiliselerde toplanan her mahalle meclisi
-tem el görevlerinden biri şehirdeki mahalleler arasında koordinasyon
sağlamak olan- Paris Komününe altı temsilci seçiyordu.
Her mahalle asayişi sağlamak, mal tedarik etmek, mali kaynak
ları yönetmek ve mahalleyi gözetim altında tutmakla görevli çeşitli
komitelere sahipti. En önemlisi, her mahalle bir topçu birliğini de
içeren kendi Ulusal Muhafız taburuna sahipti ve bu tabur tamamen
mahallenin kontrolü altındaydı, taburun faaliyederine izin verebilecek
tek merci mahalleydi. Parisli mahalle sakinleri tutkulu bir şekilde bu
askeri birliklerle meşgul oluyordu: Ulusal Muhafız Birliği görevlileri
nin seçildiği meclis toplantıları en büyük katılıma -sivil görevlilerin
seçildiği toplantılardakinden bile daha fazla katılıma- sahne oluyordu.
1793 yılında-Paris’in radikal demokrasinin doruk noktasına ula
tığı dönemde- mahalle hayatı enerjik, ateşli tartışmalara düşkün ve
gerçekçi olma özellikleri gösteriyordu. Kriz dönemleri bin ya da daha
fazla yurttaşı -sıklıkla salonu patlama noktasına gelene dek doldu
racak şekilde- meclis toplantılarına çekebiliyordu ve farklı hiziplerin
birbiriyle ateşli bir biçimde çekiştiği tartışmalar genellikle çok şiddetli
geçiyordu. Bazı mahalle meclisleri gerçek birer siyasi savaş alanıydı.
Belirli bir mahallede yurttaşların ilgilendikleri konular; onların eko
nomik durumuna, ideolojisine ve sosyal geçmişine göre büyük ölçüde
farklılaşabiliyordu. Devrimin en militan dönemlerinde bile aşırı ra
dikaller kadar monarşi yanlıları ve ılımlılar da toplantılara katılmayı
sürdürmüştü. Hiddetli çatışmalar genellikle tehditlerle, bağırtılarla ve
karşılıklı suçlamalarla (yumruk kavgalarından söz etmiyorum bile) so
nuçlanıyordu.
Bu siyasi alanı dolduran radikal mahalle üyeleriyle 1792 Ağusto
sunda Tuileries’i işgal edip kralı tahttan indirerek onun idamına yol
açanlar ve 1793 Haziranında Milli Konvansiyon M edisi’ne karşı ra
dikal bir isyan başlatmalarına ramak kalanlar aynı kişilerdi. (Başarılı
olmuş olsaydı, bu isyanın mahalle meclislerinin oluşturacağı ulusal bir
konfederasyona tüm iktidarı vermesi muhtemeldi.) Bu son kargaşa
döneminde, siyasi olarak Droit de 1’Homme (İnsan Hakları -Ç .N .)
adındaki mahalleyi kendine yuva edinen radikal demokrat Jean Var-
let, Milli Konvansiyon Meclisi’nin yerini almak üzere “Komünlerin
komününü” -b ir kentler (komünler) konfederasyonu- meydana ge
tirecek bir karşı-güç oluşturmaları için tüm mahallelerin delegelerini
örgütlemeye çalıştı. Uygulamada, radikal mahalle üyeleri Fransa’daki
devrimci hareketin en ön saflarında yer aldılar. Kuşkusuz, tam da bu
sebeple, liderleri 1793 Haziranında iktidara gelen Jakoben rejiminin
ilk tutukladıkları arasında yer aldı.
Bölge meclislerinden türeyen mahalle meclisleri, kendilerini yara
tan ulus devlete açıkça karşı çıkarak varlıklarını sürdürmeye çalıştılar.
Olağanüstü bir doğrudan demokrasinin kurumsal yapısını sağlamaya
devam ettiler ve doğrudan demokrasi geleneğinde başka bir önemli an
oluşturdular. Mahalle meclislerinin özgürlükçü yerel yönetimcilik için
özel bir önemi vardır; çünkü bu meclisler Avrupa kıtasının en büyük
şehrinde yer almakla kalmayıp tarihin büyük devrimlerinden birini
radikalleştirmede itici bir rol de oynadılar.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Devlet ve Kentleşme
Modern hayatta devlet bizim için ne kadar tanıdık bir kavram olsa
da, her okul öğrencisi devletin işlevlerini ezbere bilse de ve devletin
bir tahakküm aracı olduğu konusunda hiçbir şüphe olmasa da devlet
yine de tüm bir siyasi yelpazede yanlış anlaşılan bir olgudur. Liberal
ler ve muhafazakârlar, benzer bir biçimde onun iktidarı açıkça elinde
tutmasını alkışlamakta ve devleti, insan doğasının bariz biçimde ku
surlu olması nedeniyle düzgün bir toplumsal düzenin varlığını devam
ettirebilmek için gerekli olan bir aygıt olarak rasyonalize etmektedir
ler. Bazıları daha da ileri giderek devleti yararlı, uygarlaştırıcı bir güç
olarak ve hatta -iyim ser anlarda- “tarihin sonu” şeklinde bir doruk
noktası olarak görüp övgüye değer bulmaktadır.
Solcular -kendi düşüncelerine göre- devletin bir tahakküm aracı
olduğu konusunda herhangi bir yanılsama içinde değillerdir. Fakat
devletin belirli özelliklerini yorumlarken hata yapmaktadırlar. Mark-
sistler, devleti sınıfsal tahakkümün bir uzantısından ibaret olmakla
birlikte ele geçirildiğinde işçi sınıfının yararına kullanılabilecek bir
araç olarak düşünme eğilimindedir -ancak devletin bu şekilde el de
ğiştirmesi, tahakkümü baki kılmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Sol özgürlükçüler haklı bir biçimde devleti toptan reddederler; fakat
genellikle, sanki devlet gelişimini tamamlamış bir biçimde bir anda
fiziksel dünyada cisimlenmiş gibi -sanki devlet hiçbir selefi olmayan,
değişime dirençli, gayrişahsi, bölünmez bir yapıymış gibi- devleti tarih
dışı terimlerle düşünürler.
Ancak tıpkı siyasi ve toplumsal alanlar gibi, kent gibi, devlet de
belirli bir tarihsel gelişimden geçmiştir. Hiyerarşik ilişkilerin yarattığı
ilk gelişme ortamında farklı şekiller alarak aşamalı bir biçimde ortaya
çıkmış ve toplumsal evrim boyunca çeşidi ölçülerde gelişim göster
miştir. Değişime dirençli, gayrişahsi ve bölünmez bir yapı olmaktan
çok uzak olan “devlet” başlangıç evresindeki devletleri; oluşumunu
tamamlamamış, devlet benzeri istikrarsız yapıları; imparatorlukları;
monarşileri; feodal devletleri; teokrasileri; cumhuriyederi; sosyal refah
devletlerini; otokrasileri; diktatörlükleri ve totaliter devletleri içeren
bir kategoridir. Tüm hiyerarşi ve sınıfsal tahakküm sistemleri gibi dev
letler de farklı biçimler almaktadır ve devlederin gelişimi dolambaçlı
ve kesintili, çok çeşitli ve karmaşık olmuştur.
Birçok modern devlet üniter bir yapıdadır -yani, bu devletlerin
ellerinde tuttukları iktidar tek yönlü bir biçimde başkentten kaynak
lanmaktadır. Yerel alanlar kendi başlarına ya hiçbir güce sahip değildir
ya da çok az güce sahiptir ve temelde merkezin emirlerini yerine ge
tirmektedir. Örneğin, Fransız sistemi aşırı merkeziyetçiliğiyle dikkat
çekmektedir. Bu sistemde yerel hükümet, merkezin sıkı kontrolü al
tında tutulmaktadır. Tüm departmanlar, arrondissement’ler ve hatta
en küçük kırsal komünler* bile idari olarak doğrudan Paris’e bağlıdır.
Yerel görevliler merkeze karşı sorumludur ve onun direktiflerini yerine
getirmek zorundadır. Küçük bir komünde yeni bir okulun inşa edil
mesi bile Paris’teki bir bakanlığın işlem yapmasını gerektirmektedir.
Bu merkeziyetçi sistem, Fransa’ya 1791 Anayasasının bir mirasıdır. Bu
sistem, Napolyon’un işgal ettiği Avrupa ülkelerinin çoğu tarafından
bazı değişikliklerle benimsemiş, sonrasında da bu ülkelerden dünya
nın diğer yerlerine yayılmıştır.
Buna karşın İngilizlerin yerel yönetim sistemi, II. Henry ve VII.
(*) Fransa’da ülke idari olarak bölgelere, bölgeler departmanlara, departmanlar arron-
dissement’lere, arrondissement’ler kantonlara, kantonlar da komünlere (kentlere) ayrıl
mıştır. Türkçe’de karşılığı olmadığı, İngilizce metinde de Fransızca biçimiyle yer aldığı
için arrondissement sözcüğü aynen korunmuştur (Ç.N.).
Henry’nin başlattığı güç arttırma sürecine rağmen geleneksel olarak
daha âdemimerkeziyetçi olmuştur. Normanların İngiltere’yi fethinden
önce yerel hükümetler Londra’dan bağımsızdı ve imtiyaz belgeleri ve
diğer ruhsatlarla tanımlanmış güçlere sahipti. Konduklar (county),
kırsal ve kentsel bölgeler (district), kırsal ve kentsel parish’ler (en kü
çük idari birimlerdir -Ç . N.), kentler (borough) ve kent kontlukları
(county borough) -tü m bu yerel otoriteler- geleneksel olarak merkezi
otoritelerin katı denetiminden bağımsızdı. Ancak bu yerel özerklik ge
leneği, on dokuzuncu yüzyılın ortalarından beri saldırı altındadır ve
artık hızla ortadan kaybolmaktadır.
4 - Niccolo Machiavelli, The Prince, 5. Bôlüm; The Prince and the Discourses, New
York: Modern Library, 1940, s. 18-19’in içinde
devletin güç kazanma ve merkezileşme çabalarının başlıca düşmanı
olagelmiştir.
Daha önce gördüğümüz üzere, on ikinci yüzyılda kuzey İtalya
komünlerinin Birinci Lombard Birliği olarak bilinen konfederasyo
nu, I. Frederick’in (Kızıl Sakal Frederick) imparatorluk “haklarını”
Po vadisindeki komünlerden geri alma girişimine karşı ayaklandı. Bir
konfederasyon çatısı altında birleşen komünler, Milan’daki savaşta
Frederick’i yenilgiye uğratarak komünal özgürlüklerinin temeli ha
line gelen 1183 tarihli barışı imzalatmayı başardılar. Aynı dönemde
-Fransa’da- on üçüncü yüzyılın başlarında özgürlüklerini elde etmiş
olan Nimes, Avignon ve Marseille, bir konfederasyon çatısı altında
birleşerek prenslerinin güçlerini sınırladılar. On dördüncü yüzyıl Pa
ris’inin Üçüncü Kamara lideri olan Etienne Marcel, köylülerin deste
ğiyle Fransız monarşisinin güçlerini sınırlandıracak ve belki de onları
ortadan kaldıracak bir kentler ittifakı kurmaya çalıştı.
Kuzey Avrupa’da birçok kasaba ve şehir, yalnızca ticareti ve ortak
zenginliklerini geliştirmek için değil, özgürlüklerini korumak için de
bir konfederasyon çatısı altında birleşti. Başlıca Baltık limanları da ara
larında olmak üzere altmış-seksen kadar kuzey Almanya kenti, birkaç
yüzyıl boyunca kuzey deniz ticaretini kontrol edecek olan Hansa Bir
liği adındaki bir konfederasyonun çatısı altında birleşti. On üçüncü
yüzyılda bugün Almanya’nın bulunduğu topraklarda kurulan her iki
Ren Birliği de hem ticari hem de savunma amaçlıydı. 1300 yılına ge
lindiğinde güney Almanya’daki Svabya bölgesinde yer alan yerel yöne
timlerin çoğu, özgür imparatorluk şehirleri statüsünü kazandı -yani;
bu kentler, onlar üzerinde egemenlik iddiasında bulunmaya devam
eden Kutsal Roma İmparatoru IV. Charles’in ve bölgedeki derebey
lerinin denetiminden neredeyse tamamen bağımsızdılar. Bu kender,
başka bir itaatsizlik örneği daha sergileyerek 1384 yılında imparatorun
iznini almadan Svabya Birliğini (Schwäbische Städtebund) kurdular.
Hollanda’ya gelince, on dördüncü yüzyılda Felemenk komünleri güç
birliği yaparak feodal lordlarına karşı ayaklandılar. Bundan iki yüzyıl
sonra Hollanda kentleri ve onların yöneticileri İspanyol yönetimini
devirmek için birleşerek Felemenk Konfederasyonunun temellerini
attılar.
Aslında on dokuzuncu yüzyıl gibi yakın bir dönemde dahi
Avrupa’da iktidarın hadarını konfederasyondan ziyade ulus devletin
belirleyeceği henüz kesinlik kazanmamıştı. Bu dönemde orta ve gü
ney Avrupa’da halen çok sayıda federatif oluşum mevcuttu. İtalyan
ve Alman ulus devletlerinin yaratılmasının gecikmesi, büyük ölçüde
kenderin ve onlar tarafından kurulan birliklerin ortaya çıkardığı en
gellerden kaynaklanıyordu. Her ne kadar yerelci dar görüşlülük de bu
gecikmeye yol açan faktörlerden biri olsa da güçlü yerel özerklik ve
merkezileşmeye direnme geleneğinin bu gecikmede önemli bir payı
vardı.
Bugün devlet otoritesine direnme pratiği köy, mahalle ve şehirler
deki topluluk ağlarıyla desteklenmeye devam etmektedir. 1960’larda
tamamen mahalle toplulukları ve kurumlan etrafında kurulan Madrid
Yurttaş Hareketi, Franco rejiminin zayıflatılmasında önemli bir rol oy
namıştır. 1980’lerin sonunda Sovyeder Birliği’nin dağılmasına neden
olan çalkantılar, kısmen; bölgesel ve yerel özerkliği savunan hareket
ler tarafından yaratılmıştır. Komünal hareketler sayıca arttığında ulus
devletin istikrarsızlığı öne çıkmaktadır.
Kentleşme
Günümüzde yerel yönetim, geçmiş yüzyılların özerklik peşindeki asi
kenderinin hayal dahi edemeyeceği bir güce sahip olan kuvvetler ta
rafından tehdit edilmektedir. Kentleşme -yani, kapitalizmin muaz
zam ölçekli ve şekilsiz yıkım aracı- bir zamanlar adına kent denilen
insani ölçekli, tanımlanabilir varlıkları yutup yok etmektedir. Küçük
mahalleler daha büyük mahalleler tarafından, şehirler metropoller ta
rafından ve metropoller de megalopolitan kuşaklardaki devasa yığın
lar tarafından yutulmaktadır. Gelişigüzel yayılmış apartman daireleri,
otoyollar, kişiliksiz alışveriş merkezleri, otoparklar ve sanayi bölgeleri
her geçen gün daha da genişleyerek kırsal alanlara da sokulmaktadır.
Bu tür bir kentleşme, kentlerin doğrudan demokrasinin ana kökleri
olarak varlıklarını sürdürmeleri şöyle dursun, özgürlükçü potansiyel
lerini korumaları açısından bile kötüye gidildiğine işaret etmektedir.
Gerçekten de kentleşme Roma imparatorlarının, mutlak kralların ve
“burjuva” cumhuriyetlerin çok uzun bir zaman önce üstlendikleri gö
revi tamamlamaya hazırdır: siyasi alanı yok etmeye...
Daha önce gördüğümüz gibi, günümüzde Kuzey Amerika ve Av
rupa’daki insanlar yurttaşlığın ne anlama geldiği ve siyasetin toplulu
ğun demokratik bir şekilde kendi işlerini yönetmesi pratiği olduğu
konusundaki bilinçlerini yitirmektedir; fakat bu insanların kentin an
lamını gözden yitiriyor olmaları da muhtemeldir. Gerçekten de kent
yönetimi gitgide şirket yönetimine benzemektedir. Artık bir kentin
başarılı sayılma ölçütü, onun mali kârlar elde etmesi ve şirketlerin bü
yümesi için gereken fiziki altyapıyı sağlamasıdır. Bütçesi açık veren
ve ticari ve endüstriyel standartlara göre verimsiz bir şekilde çalışan
kentler, başarısız sayılmaktadır. Büyümeyi teşvik etmek ve arttırmak
için —yani; sermaye girişini hızlandırmak, böylelikle de yerel vergi ta
banını arttırmak ve genelde sonuçlarını düşünmeksizin kentsel büyü
meyi desteklemek için- şehir hayatının etik içeriğinin yerine “kâr-zarar
hanesine” vurgu yapan girişimci kaygıları getirilmektedir. Tam da bu
şekilde sivil demokrasinin temelleri çok büyük bir risk altına sokul
maktadır.
Sivil Tepkiler
Birleşik Devletlerde sivil alanın zayıflaması, siyasi yelpazenin her
kesimini önemli ölçüde kaygılandıran bir konudur. Liberaller ve
muhafazakârlar, benzer bir şekilde, özlem ve kederle bakışlarını Ame
rikalıların daha topluluk odaklı, siyasi olarak aktif, kamusal meseleler
hakkında daha bilgili ve bu meselelerle daha ilgili oldukları zamana
çevirmektedirler. Tocqueville’nin 1832 yılında tespit ettiği üzere Ame
rikalıların sivil ve mahalli “dernekler” kurma -yani; sivil topluluklar,
mahalle dernekleri, kulüpler ve benzeri oluşumlar meydana getirme-
eğilimlerini yitirmiş olmasından pişmanlık duymaktadırlar. Liberaller
bu kayıptan şirketlerin hiçbir biçimde sınırlandırılmayan gücünü so
rumlu tutarken, muhafazakârlar merkezi devletin baskıcı yönetimini
suçlamaktadır.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik de kamusal alanın -v e yerel düzey
de siyasi alanın- küçülmesinden üzüntü duymaktadır. Fakat kapita
lizmi ya da ulus devleti bu kaybın tek sorumlusu olarak görmeyip bu
durumdan her ikisini de sorumlu tutmaktadır -çünkü bu ikisi aynı
sistemin parçalarıdır. Daha önce gördüğümüz gibi; devlet, kapitaliz
min hâkim konuma yükselmesinden çok önceleri yerel özgürlüklerin
altını oyuyordu ve halen de yerine bürokrasiyi getirmek üzere toplu
luk hayatının içini boşaltarak bu özgürlüklerin altını oymaya devam
etmektedir. Fakat kapitalizm, yerine piyasayı getirmek üzere kamusal
faaliyetleri zayıflatarak ve sıradan kadın ve erkekler üzerinde yoğun
ekonomik baskılar yaratarak Avrupa ve Kuzey Amerika’nın yüzeyin
den tamamen silinme noktasına gelene dek yerel özgürlüklerin tahri
batına hız kazandırmıştır. Aynı amaca yönelen devlet ve kapitalizmin
bu sinerjik bileşimi, hem topluluk hayatının ve hem de bireyselliğin
çok büyük bir kısmını yok etmiş ve aynı zamanda insanları toplulu
ğun öz yönetimi gibi kapsamlı konular yerine maddi geçim konularıy
la meşgul olmaya zorlamıştır.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik, sivil alanın yeniden eski haline
getirilmesi için liberal ve muhafazakârların tavsiye ettikleri reçeteye
de katılmamaktadır. Muhafazakârlar “federal” güçlerin -yani ulus
devletin güçlerinin- “yerel” düzeye -yani, eyalete- devredilmesini ve
böylelikle de merkezi bürokrasinin tasfiye edilmesini savunmaktadır.
Onların inancına göre, bu tasfiye, merkezi hükümetin süreklilik arz
eden olumsuz etkilerini ortadan kaldıracak ve böylece “serbest piyasa”
görünmez elini serbestçe hareket ettirerek bireysel özgüveni ve girişim
ciliği yeniden eski haline getirecektir. Bu çözüm kesinlikle yetersizdir,
çünkü kapitalist büyümenin arttırılması yalnızca siyasi alanın tahriba
tını hızlandırmaya yarayacaktır.
Liberaller yurttaşları devlet süreçlerine katılmaya teşvik ederek
sivil alanı eski haline getirmeyi istemektedir. Yurttaşların oy kullan
malarını, geneli ilgilendiren konularda yasa koyucularına yazmalarını,
elektronik ortamda toplanan “kent meclislerine” katılmalarını, yasa
önerisi sunmaya ve referanduma daha sık başvurmalarını ve orantılı
temsili tesis etmelerini istemektedirler. Bu tür araçların, bu araçları
kapitalizmi sınırlandırmak için kullanacak olan kişilere daha fazla dev
let gücü vereceğini savunmaktadırlar. Fakat bu liberal çözüm prob
lemlidir, çünkü kapitalizme ve ulus devlete hiç dokunmamaktadır. Bu
çözüm, ulus devletin parametreleri içerisinde işlev görmeye ve kapita
lizmi -muhtemelen ona “insani bir çehre” kazandırarak- göreli olarak
müdahale edilmemiş bırakmaya uyarlanmış bir tavırdan ibarettir.
Buna karşılık, özgürlükçü yerel yönetimcilik, kapitalizmin ve
ulus devletin her ikisini de yerinden edip onların yerine işbirliğine
dayalı, daha insani sosyal ilişkiler getirmeyi amaçlayan devrimci bir
siyasi felsefedir. İleride göreceğimiz gibi, özgürlükçü yerel yönetim
cilik; yerel düzeyde geçmişten artakalan siyasi alandan işe başlayarak
onu yeniden canlandırmaya ve kendi başına etkili bir gücün kalıcı
bir parçası haline getirmeye çalışır ve toplumlarımızı bu yıkıcı sosyal
süreçlerden arındırma kapasitesine sahip olmalarını sağlamak amacıy
la insanları güçlendirir. Neyse ki bir direniş alanı olarak kent, henüz
tamamen yok edilmemiştir. Kapitalizme borçlu olunan kentleşmiş bir
ulus devlet içerisine gömülü bulunmasına rağmen, kent yine de tarihi
bir varlık olarak -eskiden beri süregelen gelenek, anlayış ve içgüdüle
rin saklandığı bir depo olarak- varlığını devam ettirmektedir. Kent;
uzak bir geçmişte kalan özgürlüğe, öz yönetime, toplumsal gelişimin
devam ettiği yüzyıllar boyunca ezilenlerin uğruna mücadele ettiği sivil
haklara dair anıları barındırmaktadır.
Bu geleneklerin, bu hatıraların kendi içinde varlığını devam et
tirmesi, ulus devlete karşı bir meydan okuma teşkil eder. Aslında ye
rel yönetim, siyasi öz yönetimin bastırılamaz bir alanı olarak devlete
kâbus yaşatmayı sürdürmektedir. Dolayısıyla özgür toplum ve doğ
rudan demokrasi her ne kadar devlet, kentleşme ve ’kapitalizm tara
fından erozyona uğratılmakta olsa da kendi kendinin bilincinde olan
yerel siyasi hayat; potansiyel bir fırsat, kıymetli bir olasılık, insanlığı
özgürleştirmeye yönelik henüz gerçekleştirilmemiş bir amaç olarak
mücadelesini azimle sürdürmektedir.
Ne yazık ki, günümüzde bu hatıralar genellikle solculardan ziyade
sağcılar taralından diriltilmektedir. 1980’lerin sonunda kuzey İtalya’da
şovenist bir Lombard Birliği ortaya çıktı ve açıkgözlü bir biçimde
İtalyan devletinin bölünmesini ve onun yerine bölgesel özerklik ge
tirilmesini talep etti. Tesadüfi olmayan bir biçimde, Birlik devletin
kuzeyden - o güne dek İtalya’nın en zengin bölgesinden- ülkenin daha
yoksul olan güney bölgesine kanalize ettiği para akışını da sona er
dirmeyi amaçlıyordu. Hareket; Po Vadisi’ndeki kentlerin Orta Çağda
kurdukları, Kızıl Sakallı imparatoru yenilgiye uğratan konfederasyonu
akla getirdi -fak at bu kez varsayılan düşman Alplerin ötesinde de
ğil, İtalya’nın diğer bölgelerindeydi (Birliğin adını çabucak Lombard
Birliği’nden Kuzey Birliği’ne değiştirmesinin nedeninin bu olması
muhtemeldir). Ancak özgürlükçü solun bir zamanlar el üstünde tut
tuğu yerel komünalizm ve konfederalizm kavramlarının gerici amaçlar
için kullanılmış -v e çarpıtılmış- olması, solun içinde bulunduğu du
ruma ilişkin üzücü bir açıklama sunmaktadır.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik, vergi mükelleflerinin başkaldırısı
değildir; varlıklı kentlerin daha yoksul kentleri desteklemesi için vergi
ödeme yükünden kurtulmasını mümkün kılan bir taktik de değildir.
Tam aksine; özgürlükçü yerel yönetimcilik -ileride göreceğimiz üzere-
zengin bölgelerle yoksul bölgeler arasındaki servede ilgili tüm eşitsiz
likleri ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.
Günümüzde birçok Batılı ülkede merkezi yönetime karşı bir an-
tipati uyanmaktadır. Bu antipati, devletin verimliliği konusunda şüp
he etmekten devletin yurttaşların gücünü gasp etmesine içerlemeye
ve devletin hak tecavüzlerine karşı açık bir nefret sergilemeye kadar
birçok farklı şekle bürünmektedir. Bu duygular, sağcılar tarafından
yeniden sömürülmeden önce aydınlık amaçlara kanalize edilmelidir.
Birikim yaratmaya yönelik mevcut rekabetçi piyasa toplumu “tari
hin doğal sonu” olarak kabul edilmeyecekse, siyasi alan yeniden can
landırılmalı ve yerel doğrudan demokrasi yaratma amacına yönelik öz
bilinçli bir hareket içerisinde genişletilmelidir. Bu noktada toplum,
siyaset ve devlet arasında yapılan üçlü ayrım, söz konusu hareketin
programı açısından bir zorunluluk haline gelmektedir. Siyasi alan ye
niden canlandırılmalı -m evcut olmadığı yerlerde de en baştan yaratıl
malıdır. Bu alanın değişime, eğitime, güçlenmeye ve devletle sermaye
nin karşısına dikilmeye ayrılmış, yaşayan bir alan haline getirilebilmesi
için onun siyasi içeriği geçmiş çağlardaki sınırlarının ötesine geniş
letilmelidir. Yurttaşların öz yönetiminin ve tüm yurttaşların katıldığı
bir doğrudan demokrasinin ana mekânı olan siyasi alan; ulus devlete,
kendeşmeye, kapitalist topluma ve onların bir bütün olarak topluma
dayattıkları çürümelere karşı çıkma potansiyeline sahiptir.
ALTINCI BÖLÜM
Yerel Yönetim
Ademimerkezileşme
Yerel yönetimin siyasi potansiyelinin gerçekleştirilebilmesi için top
luluk hayatının yeniden ölçeklendirilerek demokratik bir siyasi alana
uygun boyutlara getirilmesi gerekir. Yani, kayda değer büyüklükteki
şehirlerin yönetilebilir büyüklükteki daha küçük yerel yönetimlere
bölünmesi gerekir.
Ademimerkezileşme birkaç farklı şekil alır, fakat ilk başta ademi-
merkezileşmenin en önemli şekli kurumsal ademimerkezileşmedir.
Kurumsal ademimerkezileşme, tek bir büyük yerel yönetimin mevcut
olduğu yerlerde daha küçük yerel yönetimler yaratılmasıyla kentin
idari yapısının dağıtılmasıdır. Büyük bir şehirde bu, kent idaresinin
dağıtılması ve güç ve denetimin konumlandığı yerin kentin yerel yö
netim merkezinden çeşidi mahallelere kaydırılması anlamına gelebilir.
Daha küçük bir şehirde ya da kasabada da bu süreç benzer bir bi
çim alabilir; ancak buralarda yerel birimler, sayıca daha az ve şehrin
mevcut halindekine oranla daha büyük olacaktır. Kırsal bir köyde ise,
mevcut birimin boyutu muhtemelen ademimerkezileşmeyi gereksiz
kılacak kadar küçüktür.
Nihayetinde ademimerkezileşmiş kent ya da kasaba, bir zaman
lar tek bir yerel yönetimin olduğu yerde birçok mahalle merkezinin;
yeni kamusal alanların ve daha küçük merkezlerin denetimi altında
yeni bir altyapının yaratılmasına ve yerel ekonomik üretimin gelişi
mine tanıklık edecektir. Kent sakinlerinin yerel bahçelerde yiyecek
yetiştirebilmesi için yeşil alanlar oluşturulabilecektir. Hâlihazırda ev
rak işlerine boğuldukları anlamsız işlerine gidip gelmeye saatler har
cayan insanlar; vakitlerini marangozluk, çömlekçilik, dokumacılık ya
da mimari tasarım alanlarındaki yeteneklerini geliştirmeye harcamayı
tercih edebilecek ve bunu tam zamanlı bir faaliyet haline getirebile
cektir. Tedavi ya da bakım hizmetleri sunan bir meslek icra etmeyi ya
da topluluğun gençlerine tarih, edebiyat ya da matematik alanında
eğitim vermeyi hayat sigortası ya da gayrimenkul satmaktan daha an
lamlı bulabileceklerdir. Başkaları da topluluğun kararlaştırdığı çocuk
yetiştirme düzenlemelerine uygun bir biçimde vakitlerinin büyük bir
bölümünü küçük çocukların bakımına harcamayı tercih edebilecektir.
Ademimerkezileşme, şehir hayatında ortak bir biçimde var olan
tüm kurumların her mahallede birer minyatürünün oluşturulmasını
gerektirmez. Örneğin, üniversiteler öğrenim merkezleri olarak koru
nabilir ama kentin her mahallesinde yeni bir üniversite kurmak ke
sinlikle kullanışlı olmayacaktır. Büyük hastanelerin kapatılıp yerlerine
daha küçük klinikler kurulmasına gerek yoktur. Aynı şekilde, tiyatro
ve müze gibi kültürel kurumları kapatarak onların yerine her mahalle
de daha küçük tiyatro ve müzeler oluşturmaya da gerek yoktur. Ancak
bu kurumlar, özel mülkiyetten çıkarılıp içinde yer aldıkları toplulu
ğun kontrolüne bırakılacaktır. Dahası, topluluğun siyasi hayatının ye
niden canlanması ve daha küçük bir boyuta dönülmesi, pekâlâ mahal
lelerde kültürel bir uyanışa neden olabilecek ve bunun ardından yurt
taşlar -bunların daha büyüklerine erişimleri olmasına rağmen- kendi
yerel yönetim birimlerinde yeni okullar, sağlık merkezleri, tiyatrolar ve
müzeler kurmayı isteyebilecek ve gerekli görebilecektir.
Kurumsal ademimerkezileşme gerçekleştirilirken, fiziksel ademi
merkezileşme de başlatılabilir. Fiziksel ademimerkezileşme, büyük bir
şehirdeki inşa edilmiş çevrenin arazi ve altyapı açısından dağıtılması
anlamına gelir. Daha küçük yerel yönetimler, kendi boyutlarıyla oran
tılı olarak daha küçük kent merkezlerine, daha küçük altyapı sistemle
rine, daha küçük kamusal alanlara ve benzerlerine ihtiyaç duyacaktır.
Yeni sivil hayatın merkezi olması amacıyla her yeni yerel yönetim mer
kezinin civarında yeni yeşil alanlar yaratılabilir. Tesadüfi olmayan bir
biçimde, ademimerkezileşme kent ve kır -toplumsal hayat ve biyosfer-
arasındaki dengenin yeniden oluşturulmasına da yardımcı olacaktır.
Gerçekten de fiziksel ademimerkezileşme, ekolojik açıdan kusursuz
bir topluluk inşa edilebilmesi için vazgeçilmezdir.
Demokratikleşme
Bu iki ademimerkezileşme türü gerçekleştirilirken, yeni ve daha küçük
yerel yönetimler de demokratikleşme sürecinden geçecektir. Aslında
bu demokratikleşme süreci ademimerkezileşmeden ayrılamayacaktır.
Bu noktada yeni ve daha küçük yerel yönetimler doğrudan demokra
sinin mekânları haline gelecektir.
Bu doğrudan demokrasilerin kurumsal yapısını yurttaş meclisleri
-belirli bir bölgenin tüm yurttaşlarının bir araya gelip ortak sorunlar
üzerine tartıştığı ve karar aldığı büyük genel toplantılar- oluşturacak
tır. Bu meclisler, doğrudan demokrasi geleneğindeki öncelleri -antik
Atina’daki ecclesia, Orta Çağ komünlerindeki conjuratio ve meclisler,
New England’daki kent meclisleri ve Paris’teki mahalle meclisleri- ve
belirli bir bölgenin tarihine ve geleneklerine özgü olup olmamasına al
dırış etmeden dünyanın herhangi bir yerinde görülen diğer doğrudan
demokrasi örnekleri tarafından oluşturulan en aydın ilke ve uygula
maları benimseyecektir.
Elbette, bu meclisleri meydana getiren yurttaşlar ecclesia’yı, kent
meclisini ya da diğerlerini model ya da şablon olarak kullanmayacak
tır. Aksi takdirde bu; etnisiteye, ırka, cinsiyete ve benzerlerine dayanan
hiyerarşilerin bunlara eşlik eden önyargılarla birlikte tarihin çöplüğü
ne atılması yerine yeni sisteme dâhil edilmesi anlamına gelirdi. Bu
nun yerine, yurttaşlar temelde belirli demokratik siyasi kurumlan için
öncellerini dikkate alacaklardır -v e bu kurumlan tüm yetişkinlerin
katılımına açarak daha ileri bir noktaya götüreceklerdir.
Meclisler düzenli aralıklarla toplanacaktır. Muhtemelen ilk başta
bu toplantılar ayda bir yapılacak, sonrasında ise bunun yerini hafta
lık toplantılar ve yurttaşların gerek duydukları ek toplantılar alacaktır.
Yurttaşlar konferans salonlarında, tiyatrolarda, avlularda, toplantı sa
lonlarında, parklarda ve hatta kiliselerde -d ah a doğrusu, yerel yöneti
min konuyla ilgilenen tüm yurttaşlarını içine alabilecek büyüklükteki
herhangi bir yerel tesiste- toplanabileceklerdir. Meclis çalışmaları her
kese karşı adil olan, mümkün olan en yüksek katılıma izin veren ve
toplantıların süresini kabul edilmiş makul bir zaman aralığı içerisinde
tutan siyasi adap kurallarını izleyecektir.
Meclisin ilk işlerinden biri kendini kurmak -yani, kendini tanım
lamak ve işlemlerini yürütmesine aracılık edecek bir dizi tüzük ha
zırlamak- olacaktır. Bu tüzükler, karar alma prosedürlerinin ve idari
görevlerin yanı sıra bu görevleri yerine getirecek kişileri seçmek ve bu
görevlileri meclise karşı sorumlu tutmak için izlenecek yöntemleri be
lirleyecektir. Tüzükler, çeşitli konular hakkında araştırma yapıp tavsi
yelerde bulunmaları ve meclisin kararlaştırdığı politikaları uygulama
ları için danışma ve idari amaçlı mahalle komiteleri, konseyleri ve ku
rulları kurabilir. Bu kuruluşlar ve onların yaptığı çalışmalar, meclisin
sürekli gözetimi altında olacak ve bu kuruluşların üyeleri derhal geri
çağırabilecekdr. Başka bir deyişle, üyeler konsey ve kurulların yetkisi
konusunda topluluğun getirdiği herhangi bir kuralı çiğnediklerinde
yurttaşlar onları görevden alma ve onların yerine yeni görevliler seçme
hakkına sahip olacaktır.
Her toplantının öncesinde, yurttaşların meclisin dikkate alması
nı talep ettiği madde ve konuları içeren bir gündem hazırlanacaktır.
Bu gündem, belirli bir konu halikındaki tartışmaya nasıl bir katkıda
bulunacaklarını kafalarında toparlamaları için yurttaşlara zaman tanı
mak amacıyla toplantının en az birkaç gün öncesinden halka duyuru
lacaktır. Bir toplantıda gündemdeki her konu meclisteki yurttaşların
önünde tartışılacaktır. Tartışılan konunun tüm yönleri -tezler ve kar
şı tezler- mümkün olduğunca ayrıntılı bir biçimde ifade edilecektir.
Gerçekten de özgürlük vaadini yerine getiren doğrudan demokratik
bir toplum, tartışmaya izin vermekle kalmayıp onu teşvik de edecek
tir. Bu toplumun siyasi kurumlan sürekli biçimde tartışma forumları
olarak hizmet edecek ve meclisleri ve medyası da her türden görüşün
tamamıyla ifade edilmesine açık olacaktır.
Farklı görüşlerin dinlenmesini garanti altına almak için herkes
meclis önünde konuşma yapma hakkına sahip olacaktır. Büyük bir ih
timalle kendilerinin yeterince iyi bir konuşmacı olmadığını düşünen
kişiler, ilk başta kendi görüşlerini paylaşan birinin bu görüşü tatmin
edici bir biçimde ifade etmesiyle yetineceklerdir; fakat tartışmanın iler
lediği esnada bu süreci gözlemleyip özümsedikten sonra bu kişilerin
de kendileri adına konuşmak için yeterli güveni kazanacakları umul
maktadır —daha doğrusu, beklenmektedir. Yurttaşlar kendi görüşlerini
topluluk karşısında ifade etme konusunda tecrübe kazandıkça hitabet
yeteneklerini geliştirecek ve yaşamsal önemde olduğunu düşündükle
ri tezleri daha iyi iletebileceklerdir, fakat bunu yaparken -hâlihazırda
böyle bir bilince sahip değillerse- kontrollü ve edepli olma gereğinin
bilincine de varacaklardır. Tartışmanın ardından yurttaşlar, verecekle
ri oyun kendileri, topluluğun diğer üyeleri ve kamu yararı açısından
ne tür sonuçlar doğuracağını en iyi şekilde anlayarak buna uygun bir
biçimde oy vereceklerdir. Oylama çoğunluk kuralına göre yapılacaktır
-yani; yurttaşların yüzde 51’i kadar küçük bir çoğunluk söz konusu
kararın alınmasından yanaysa, bu karar meclisten geçecektir.
sorunların birçoğu varlığını korumaya devam eder. Örneğin, karar alma organının yüz
de 21 ’inin rutin olarak çoğunluğun görüşünün geçmesine engel olabilmesi hala şüphe
uyandırıcıdır. Birçok örnekte bu durum, tam bir konsensüs sağlanamaması nedeniyle
hiçbir kararın alınmaması anlamına gelmiştir.
ölçüde baskı görmeleri muhtemeldir. Başka bir deyişle, muhalifler bu
konuyla ilgili olarak karar alma sürecinden çekilmeyi -konsensüs pro
sedürünün jargonuyla “bir kenarda durmayı”- “seçebilirler.” Fakat bu
tercih, uygulamada, muhalif görüşlü kişiyi siyasi bir varlık olarak etki
siz hale getirir. Bu tavır, muhalif görüş sorununu esasen karşıt görüş-
tekileri siyasi alandan tasfiye edip muhalif görüşü fikirler forumundan
çıkararak çözer.
Konsensüs yöntemi oybirliğiyle karar alınmasında ısrar ederek ya
çatışmayı topluluğu bölecek ölçüde yoğunlaştırır ya da muhalifleri ta
mamen susturur. Azınlıklara saygı göstermek yerine onları dilsizleşti-
rir. Muhalif görüşle başa çıkmanın daha onurlu ve ahlaki açıdan daha
sağlıklı bir yolu, muhaliflerin inandıkları doğrultuda, gelecekte kara
rı değiştirme ve potansiyel olarak topluluğun siyasi gelişimini teşvik
etme fırsatına sahip olarak herkesin görebileceği bir biçimde açık oy
vermesine izin vermektir.
Kararların çoğunluk kuralına göre alındığı bir toplulukta -to p
lumsal yaşamın parçalanarak başına buyruk bireylerin kakofonisine
dönüşmesini engellemek için- azınlık gerçekten de çoğunluğun kara
rma uymak zorundadır. Fakat azınlık, kararı tersine çevirmeye çalışma
özgürlüğünü de korumaktadır. Azınlık, topluluğun diğer üyelerini ka
rarı gözden geçirmeye ikna etmek için kurallara uygun bir tavır takı
narak açıkça ve sebada onlara gerekçeli görüş ayrılıklarını ifade etmek
te özgürdür. Azınlık karşıt bir görüş ifade ederek, ilgili konuyu canlı
tutar ve kötü bir kararın değiştirilmesine ve topluluğun siyasi bilincini
geliştirerek kendi başına çoğunluk haline gelmeye zemin hazırlar.
Muhalif görüşlüler özgür bir toplumda -toplumun durgunluğa
saplanması istenmiyorsa- daima var olacaktır ve var olmalıdır; bura
da tartışılan nokta onların karşıt görüşlerini ifade etme özgürlüğüne
sahip olup olmayacaklarıdır. Demokratik -çoğunluk kuralıyla- karar
alma süreci, muhaliflerin pozisyonlarına kamusal bir tanıklık sağla
mak amacıyla karşıt görüşleri topluluk arşivlerine kaydederek muha
liflere bu özgürlüğü garanti eder.
YEDİNCİ BÖLÜM
Bir Hareket Oluşturmak
Halkın Eğitimi
Çalışma grubu üyeleri bu fikirleri yeterince iyi öğrendiklerinden emin
olduklarında ve bunları ifade edebilecek hale geldiklerinde, içinde ya
şadıkları toplumda bir güç haline gelmek için çalışmalıdırlar. Bunu
yapmadan önce, içinde bulundukları toplulukta farklı bir siyasi kimlik
geliştirmelerini mümkün kılmak için gruplarına farklarını ortaya ko
yan, akılda kalacak bir isim vermelidirler.
Bu andan itibaren ve hareketin devam ettiği süre boyunca grup
üyelerinin başlıca amacı halkı eğitmek olacaktır. Topluluğun genelini
ilgilendiren yerel siyasi ve ekonomik konular, bu iş için iyi bir başlan
gıç noktası olacaktır. Grup üyeleri, büyük bir ciddiyetle bu konuları
araştırıp onlarla ilgili bir duruş benimsemelidirler ve eğer mümkünse
bu konuların toplumsal ekolojik bir analizini yapmalıdırlar. Bu konu
lar üzerine -bunları özgürlükçü yerel yönetimci fikirlerle ilişkilendi-
ren- bir literatür oluşturmalıdırlar. Örneğin, içinde yaşadıkları yerel
yönetim birimini etkileyen çevre sorunları ya da teklif edilen bir ge
lişmenin muhtemel toplumsal ve ekolojik sonuçları üzerine yazarın
konuyla ilgili tavrını özedeyen raporlar veya genel bir rapor yazabilir
ler. Grup, bir topluluk gazetesi çıkarmaya başlarsa, bu paha biçilmez
bir değerde olacaktır. Grup içerisinde resim çizmeye daha yatkın olan
kişiler, belirli bir konuya dikkat çeken posterler ve el ilanları hazırla
yarak konuyla ilgili genel bir farkındalık yaratabilirler. İdeal olarak,
grup üyeleri, literatürlerini kendi toplulukları aracılığıyla basıp yerel
kitabevlerine, mahalle merkezlerine ya da kafelere dağıtmalıdırlar. Ha
rekete katılmak isteyenlerin onları nerede bulacağını bilebilmesi için
bastıkları her belgede grubun adına yer vermelidirler.
Grup üyelerinin halkı eğitme çabaları esnasında yapacakları en
önemli örgütlenme çağrısı, onların yerel demokrasi -yerel yönetim bi
rimlerinde yurttaş meclisleri yaratılması- yönündeki çağrıları olacak
tır. Grup bu meclislere, yerel geleneklerine daha uygun düşen bir isim
vermeyi tercih edebilir; fakat bu meclislerin temel nitelikleri, grup
demokratik tartışma ve karar alma süreçlerini teşvik edecek doğrudan
demokratik halk kurumlan için çağrıda bulunuyor olacaktır.
Grup, belediye meclislerine (city council) idari tüzüğü değiştirip
ona meclislerin varlığını tanıyan ve yetkilerini tanımlayan maddeler
ekleyerek yasal olarak bu meclisleri yaratması için çağrıda bulunma
lıdır. Yurttaş meclislerinin hâlihazırda mevcut olduğu yerlerde grup,
onların yetkilerinin arttırılması çağrısında bulunmalıdır.
Grup üyeleri, halkın eğitiminin daha ileri bir aşaması olarak kamu
alanlarında ya da dostane kafelerde bilgilendirici konuşmalar düzen
leyebilirler. Grup üyelerine konuşmacı olarak yer vererek bu konuş
maları kendileri yapabilir ya da topluluk dışından konuşmacılar davet
edebilirler. Konuşmacılar teori ve pratikte demokrasi, radikal tarih ya
da topluluğu ilgilendiren güncel konular gibi çeşidi konuları ele alabi
lirler. Dışarıdan davet edilen bir konuşmacı, konuşmasını özgürlükçü
yerel yönetimcilikle ilişkilendirmezse, bunu grubun seçtiği bir mode-
ratörün yapması gerekir ya da dinleyicilerden biri konuşma sonrasında
yapılacak tartışmada bunu ortaya koyabilir. Grup üyeleri her zaman
yurttaş meclislerinin oluşturulmasına duyulan ihtiyacı vurgulamalıdır.
Grup üyeleri, güncel konuları her zaman, yurttaş meclisleri oluş
turulması talebine bağlayarak bu konularla ilgili eylemler de düzenle
yebilirler. Bir gelişmeyi ya da bir alışveriş merkezinin inşaatını protes
to etmek ve bu gelişmenin ardındaki toplumsal güçleri açıklamak için
bir gösteri düzenleyebilirler. Endişe konuları belediye meclisinin ya
da planlama komisyonunun önüne geldiğinde, grup üyeleri yapılacak
tüm görüşmelerde tanıklık etmeli ve uzun vadeli çözüm olarak doğru
dan demokrasi çağrısında bulunmalıdırlar.
Grup üyelerinin, içinde yaşadıkları toplulukta işbirliğine dayanan
girişimlerle -lokanta ve kafe kooperatifleri, komünler, üretim kolektif
leri ve benzeri- karşılaşması ya da zaten bu girişimler içinde yer alıyor
olması kuvvetle muhtemeldir. Bu girişimler, bireyler arasında bir işbir
liği ruhu geliştirmede rol oynadığı için çok kıymedidir -k i bu işbirliği
ruhu doğrudan demokrasiye dayanak oluşturan topluluk dayanış
masının yaratılması için gereklidir. Fakat bu girişimler siyasi alandan
ziyade toplumsal alanın bir parçası oldukları için (2. Bölüme bakı
nız) özleri itibariyle özgürlükçü yerel yönetimci kurumlar değillerdir.
İçine gömülü bulundukları kapitalist sistem dikkate alındığında, bu
girişimlerin işbirlikçi doğalarına güvenilemez (12. Bölüme bakınız).
Bu girişimler içinde yer alan özgürlükçü yerel yönetimciler, bu ku-
rumların iyi yönlerini ve kusurlarım akıllarından hiç çıkarmamalı ve
kooperatiflere hakkını verirken enerjilerinin büyük bölümünü yurttaş
meclisleri oluşturma çağrısında bulunmaya ve canlı bir siyasi hayat
ve kültür geliştirmeye harcamaklardır. (Kooperatifler hakkında daha
fazla bilgi için kitabın ikinci kısmına; Murray Bookchin’le yapılan
röportaja bakınız.) Her şeyden önemlisi, özgürlükçü yerel yönetim
ci grubun üyeleri mümkün olduğunca çok sayıda insanla konuşmalı
ve kendilerini dinleyenlere sabırla neden yurttaş meclisinin gerekli
olduğunu açıklamalı, eğer gerekiyorsa aynı açıklamaları tekrar tekrar
yapmalı ve ellerinden gelen en iyi şekilde sorulara ve itirazlara yanıt
vermelidir.
Grup bu fikirlere dikkat çekip topluluk içinde bir güç haline ge
lirken, yeni üyeler kazanacaktır. Grubun iç idaresi hakkında sorulacak
soruların sayısı alıp başım gitmeden önce grup bu konu hakkında bir
dizi yönetmelik hazırlamalıdır. Bu yönetmelikler grubun oluşumunu,
karar alma prosedürlerini, üyelik aidatlarının toplanmasını ve benzeri
konulan düzenleyecektir. Fakat bu yönetmelikler, aynı zamanda üyelik
için anlamlı koşullar da belirlemelidir. (Örneğin, yeni üyelerin gruba
ve grubun savunduğu fikirlere aşina olması için grubun bu üyelere altı
aylık bir deneme süresi tanıması istenmeyecek bir şey değildir.) Hare
keti başlatan grup, her durumda, yeni üyeleri eğitmek amacıyla onlar
için ayrı eğitim toplantıları düzenleyebilir. Her grup toplantısının bir
bölümü kesinlikle eğitime -yani, özgürlükçü yerel yönetimcilik ve
doğrudan demokrasiyle ilgili yazıların tartışılmasına- ayrılmalıdır.
Banliyöler
Banliyöde kurulmuş olan bir grup, kent ve kasaba sakinlerinin karşı
karşıya kalmadığı, kendine özgü bir dizi sorunla karşılaşacaktır. Ban
liyölerde fazla kamu alanı yoktur. Kent sakinlerinin aksine, banliyöde
yaşayanlar evlerinden çıktıklarında genellikle bir kamu alanına adım
atmazlar. Bunun yerine özel bir araca adım atar ve başka bir özel
mekâna -b ir dükkân, benzin istasyonu, bir alışveriş merkezi ya da bir
işyeri- ulaşana kadar araç kullanırlar. Özel kişilere ait alanlardan başka
hiçbir yere girmeden günler ya da haftalar geçirebilirler. Banliyölerde
kaldırımlara ve diğer kamu alanlarına pek rastlanmaz. Topluluk, baş
ka insanlarla karşılaşma ihtimalini son derece düşürecek bir biçimde
yerini neredeyse caddeden çok içerilere çekilmiş, korunaklı evlere bı
rakmıştır.
İnsanların topluluklar içerisinde yaşadığı ve sıklıkla birbiriyle kar
şılaştığı yerlerde özgürlükçü yerel yönetimci bir siyaset başlatmak -b u
siyasetin topluluğun varlığını temel alması nedeniyle- kesinlikle çok
daha kolaydır. Topluluk duygusu şehirdekine ya da kasabadakine kı
yasla çok daha zayıf olsa da, banliyö sakinleri komşularıyla paylaştık
ları ve ele alınmaları için ortak çaba gerektiren ciddi kaygılara -çevre,
eğitim, ulaşım, çocuk bakımı ve yerel ekonomi ve daha birçok konu
ile ilgili kaygılara- sahiptir. Gerçekten de banliyö sakinleri şimdilerde
kirliliğin, yetersiz tesislerin ve geçici işten çıkarmaların neden olduğu
sorunlara boğulmuş durumdadır. Hayatın pratik gerekleri, banliyö
lerde şehirdekinden aşağı kalmayacak bir şekilde insanların bir araya
gelmesini gerektirir -insanların bunu tesadüflere bel bağlamak yerine
çok kaşıdı ve bilinçli bir şekilde yapması ve bunu gerçekleştirebilecek
leri bir alan bularak onu bu amaç için ayırması gerekse bile bir araya
gelmesi gerekmektedir.
Bu bölgelerde özgürlükçü yerel yönetimci hareket, bakkal
dükkânlarına ve sokak panolarına duyurular asarak ve yerel gazetelere
ilanlar vererek genel toplantılar düzenlemeye çalışabilir. Ayrıca top
luluk üyeleri kendilerinden bunu talep ediyorsa, bu tür toplantıları
kolaylaştırmaya veya düzenlemeye de yardımcı olabilirler.
Büyük Kentler
Büyük metropoller doğrudan demokrasinin yaratılması açısından
farklı bir dizi sorun ortaya koyar. Milyonlarca kişiden oluşan son dere
ce yoğun bir nüfus, dağınık bir şekilde çok geniş bir alana yayılan New
York ve Los Angeles gibi kent kuşaklarında yaşamaktadır. Aynı mahal
lede yaşasalar bile bu kişilerin çoğu birbirini hiç tanımamaktadır. Bu
tür nüfuslar yurttaş meclislerinin kurulmasına izin vermeyecek ölçüde
büyük görünebilir. Tamamen lojistik bir açıdan bakıldığında, böyle
büyük nüfuslarla kurulacak yurttaş meclislerinde tartışma ve karar
alma süreçleri, her ikisinin yapılmasını da imkânsız kılacak kadar han
tal bir hale gelecektir. Tek bir mahalledeki yurttaşların sayısı bile tek
bir toplantı alanında bir araya gelemeyecek kadar fazladır. Eğer New
York ya da Londra’nın tüm yurttaşları tek bir ecclesia’da toplanma
yı deneseydi, asla bunun organizasyonunun üstesinden gelinemezdi.
Aristoteles bir polis’in yurttaşların birbirleriyle makul ölçüde tanış ol
malarım mümkün kılacak kadar küçük olması gerektiğine inanıyordu.
Bu şehirler yalnızca aşırı büyük değildir. Özgürlükçü yerel yöne
timciler, bu şehirlerin yerel hükümetlerinin kentten çok devlete ben
zeyecek kadar gayri şahsi ve uzak olduğu sonucuna da varabilirler. Bu
şehirlerin yerel hükümetleri, elitler -şüphesiz, kentin yerlisi ama yine
de elit olan kişiler- tarafından yönetilir ve onların çevirdiği entrikaları
sıradan yurttaşların anlaması mümkün değildir. Bu şehirlerde seçim
kampanyaları, ulusal seçim kampanyaları kadar çıkar odaklı, manipü-
le edici ve yozdur. Belediye başkanları ve belediye meclis üyeleri göreve
geldiklerinde ademimerkezileşmeye uygun olmayan dev bürokrasiler
yönetirler. Ulaşım, kanalizasyon ve su arıtma sistemleri ve ticari faali-
yeder günlük temelde son derece yüksek bir koordinasyon gerektirir.
Şüphesiz, kentsel yığınların büyük boyutları, doğrudan demok
rasinin yaratılması açısından birçok sorun ortaya çıkarmaktadır.
Kentleşmiş megalopolisin ortaya çıkışı, tarihî sivil siyaset geleneğini
sona erdirmemiştir. İlk olarak, büyük kentsel oluşumlar devletlerden
önemli açılardan farklıdır. Kent ve devletin tarihçesinin birbirinden
radikal bir biçimde farklı olmasının yanı sıra kent hükümetleri ulus
devlederde mevcut olmayan siyasi hayatın geçmişten artakalan alan
larına sahip olmayı sürdürmektedir. Genellikle kent sakinleri -N ew
York boyutundaki bir kentin sakinleri bile- ulusal meselelere müda
hale edebileceklerinden daha fazla bir ölçüde topluluk meselelerine
müdahale edebilirler. Yerel hükümetler -h atta büyük şehirlerdeki ye
rel hükümetler bile- genellikle devlete ve bölgesel ve federal yasa ko
yuculara kıyasla sıradan yurttaşın erişimine daha açıktır. Eğitim kurul
larının* ve semt toplantılarının aynı mahallede yaşayan insanlara bir
araya gelip ortak sorunları tartışma imkânı verdiği büyük şehirlerde
mahalle merkezleri oluşturmak zor değildir.
İkinci olarak, grup üyeleri ademimerkezileşmeyi tamamen fiziksel
bir açıdan -yani, bölge ve lojistik açısından- ele alırsa, ademimerke-
zileşme; gerçekleştirilmesi mümkün olamayacak kadar zor bir hale
gelecektir. Büyük şehirlerde fiziksel ademimerkezileşmenin tamam
lanması biraz zaman alabilir.** Fakat kurumsal ademimerkezileşme,
(*) Eğitim kurulu (school board) Amerika’da belirli bir eğitim bölgesinde ilk ve orta
öğretim okulları için eğitim politikaları belirlemeye yardımcı olan bir kuruldur (Ç.N.).
(**) Yine de bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Alman ve Japon şehirlerinin hızla ye
niden kurulmasının da gösterdiği gibi, bizim düşündüğümüzden daha hızlı bir biçimde
gerçekleştirilebilir.
büyüklüğüne bakılmaksızın herhangi bir şehirde her an başlatılabilir
ve görece kısa bir zamanda tamamlanabilir. Halk meclisleri, şehrin
büyüklüğüne bakılmaksızın herhangi bir yerde -h atta blok düzeyin
de- başlatılabilir.
Bu meclisler büyük bir şehrin bir ya da birkaç mahallesinde oluş
turulduktan sonra kendi meclislerini kurabilecek diğer mahalleler için
birer model teşkil edebilirler. Demokratikleşmiş mahalleler en sonun
da birleşerek ulaşımı, kanalizasyon ve su arıtma hizmetlerini ve diğer
hizmetleri koordine etmeye çalışabilecek konfederasyonlar oluştura
bilirler. Şu ya da bu ölçüde kurumsal ademimerkezileşme süreci içe
risinde olan mahalleler, kentin siyasi yaşamında dönüştürücü bir rol
oynayabilir ve nihayetinde kentin lojistik ve yapısal cephelerinde de
geniş çaplı değişikliklere yol açabilir.
Büyük bir şehrin ademimerkezileşme sürecinin ilk bakışta gerçek
leşemeyecek kadar zor görünmesine yol açan şey, kurumsal ve fiziksel
ademimerkezileşmenin birleştirilmesi -d a h a doğrusu, bir sürecin ba
şıyla sonunun bir araya getirilmesi- sorunudur.
En geniş kent kuşakları bile kendine özgü bir kültürel miras veya
çeşidi ekonomik çıkarlar paylaşan küçük topluluklardan meydana ge
lir. Çoğu büyük şehir, kendi içinde daha küçük şehirler ya da bölgeler
(borough) barındırır ki bunların en ünlüsü Londra’dır. Beş bölgeden
oluşan New York şehri ise, tarihi yalnızca 1897 yılına kadar uzanan
yakın zamanlı bir fenomendir. 1874 gibi yakın bir tarihte New York
şehri, tek bir bölgeden -M anhattan’dan- oluşuyordu. Kuşkusuz, yal
nızca yüz yılı aşkın bir süredir var olan bir şehir, özgürlükçü yerel yö-
netimciliği eleştiren bazı kişilerin bizi inandırmaya çalıştığının aksine
henüz kalıcı bir hal almamıştır.
Hâlihazırda bazı büyük Amerikan şehirlerinde belli ölçüde ku
rumsal ademimerkezileşme gerçekleştirilmiş bulunmaktadır. New
York, 1975 yılında elli dokuz topluluk bölgesini topluluk kurullarıyla
güçlendirecek şekilde kent tüzüğünü değiştirmiştir. Los Angeles belirli
bir dönem boyunca mahalli hükümedere sahip olmuştur. Detroit, Pitt
sburgh ve Honolulu 1970’lerde belli ölçüde mahalle yönetimleri oluştur
muştur. Alaska eyaletindeki Anchorage, bir topluluk konseyleri sistemi
benimserken; Ohio eyaletindeki Dayton, altı katılımcı planlama bölgesi
oluşturmuştur.
1980’li yıllarda Fransız başbakanı François Mitterand, yerel idareler
kurarak Paris’i ademimerkezileştirmeye çalışmıştır. Ancak muhtemelen
kurumsal ademimerkezileşmenin en dramadk örneğini, Fransız Devrimi
sırasındaki Paris mahalle meclisleri oluşturmaktadır. O dönemde Paris,
kalabalık bir nüfusa -e n az yarım milyon insana ki on sekizinci yüzyıl
standartlarına göre bu büyüklükteki bir nüfiıs Paris’i bir megalopolis hali
ne getiriyordu- ev sahipliği yapıyordu. Ayrıca o dönemde attan daha hızlı
hareket eden bir şey olmadığı için kent hayaunın lojistik zorlukları muaz
zamdı. Buna rağmen mahalleler, kısmen komündeki delegeleri tarafından
koordine edilerek kısmen de kendi iradeleriyle konfederasyonların çatısı
altında birleşerek büyük bir başarıyla işlev gördüler. Bu mahalleler, sahip
oldukları yüz yüze demokrasilerde yalnızca siyasi sorunları ele almakla
kalmayıp aynı zamanda şehrin erzakının sağlanmasında, yiyeceklerin
stoklanmasına engel olunmasında, spekülasyona geçit verilmemesinde,
fiyat denetimlerine nezaret edilmesinde ve diğer karmaşık idari görevlerin
yerine getirilmesinde ve Fransız başkentinin en muazzam silahlı gücünü
oluşturan bir milis gücünün oluşturulmasında başat bir rol oynadılar.
1793 yılında Paris’te kurumsal ademimerkezileşme gerçekleştirile-
bildiyse, günümüzün daha büyük kenderinde bunu gerçekleştirmek
imkânsız olmamalıdır. Çünkü bugün, daha gelişmiş ulaşım ve iletişim
araçlarının sağladığı avantajların yanı sıra demokrasi süreçleri konusun
da on sekizinci yüzyılda yaşayan Parislilerin sahip olmadığı daha ileri bir
anlayışa da sahibiz.
Hâlihazırda birçok büyük şehir, fiziksel ve lojistik açıdan, büyüklük
lerinin yükü altında ezilmekte ve kendilerini daha küçük kender oluştu
racak şekilde yeni baştan kurmanın yollarını aramaktadır. En önemlisi,
kamuoyu ankederine yanıt verirken çoğu Amerikalı, bir megalopoliste
yaşamaktansa daha küçük bir şehir ya da kasabada yaşamayı yeğlediğini
söylemektedir -k i bu, onları özgürlükçü yerel yönetimci fikirleri benim
semeye istekli hale getirebilecek bir duygudur.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Seçimler
(*) Özgürlükçü yerel yönetimci bir kampanyada kullanılan seçim programı örneği için
Ekler Bölümüne bakınız.
Seçim programı, daima grubun adını ve iletişim bilgilerini içer
melidir. Böylece ilgilenen insanlar grupla iletişime geçebilir. Program,
yalnızca grup yerel yönetim pozisyonları için aday gösterdiğinde değil,
diğer zamanlarda da -seçim ler sırasında olduğu kadar seçimler arasın
daki dönemde de- halkın eğitimi için kullanılabilir.
Özgürlükçü yerel yönetimciliğin belediye meclisine daha “aydın”
adaylar seçerek ilerlemeci veya daha çevre dostu bir kent hükümeti
kurma çabası olmadığı, grup üyeleri tarafından net bir biçimde an
laşılmış olmalıdır. Böylesi reformist bir doğrultu izlemek, hareketin
yurttaş meclisleri oluşturma ve bunların yetkilerini arttırma çabasını
-v e toplumu dönüştürmeye yönelik daha geniş amacını- etkisiz hale
getirecektir. Bunun yerine, adaylar hareketin azami amacının kendi
yerel yönetimlerinde ve diğer bölgelerde doğrudan demokrasi yarat
mak olduğunu her fırsatta vurgulamalılardır.
Seçim Başarısızlığı
Dünyanın büyük bölümünü etkileyen mevcut siyasi gericilik dönemi,
büyük ihtimalle özgürlükçü yerel yönetimci bir seçim kampanyası
nın görece ilerici, küçük bir toplulukta bile kısa vadede seçim başarısı
kazanmasına engel olacaktır. Öngörülebilir bir gelecekte özgürlükçü
yerel yönetimci adayların, katıldıkları tüm seçim yarışlarını kaybetme
leri kuvvetle muhtemeldir. En azından 1990’larda devrimci bir azınlı
ğın çabucak yaygın bir halk desteği kazanmayı ümit etmesi mümkün
değildir. Hareketin mütevazı bir seçim başarısı kazanması için bile
hatırı sayılır bir zaman geçmesi gerekebilir.
Ancak bunun gibi gerici dönemlerde özgürlükçü yerel yönetimci
hareketin odaklanması gereken şey -h er ne kadar paradoksal görünse
de- seçim başarısı değildir. Hareketin kesinlikle seçim kampanyalarına
katılması gerekse de, asıl mesele seçim kampanyasının başarıya ulaş
ması olmamalıdır. Birçok örnekte radikal alternatif harekeder, fikirle
rinin kamu bilincinin bir parçası haline gelmesinden önce -tem el il
kelerinden taviz vererek- seçim başarısı kazanmışlardır. Bu hareketler,
yurttaşlar onların daha uzun vadeli amaçlarını değil, yalnızca asgari
ve genellikle reformist amaçlarını onayladığı için oy almışlardır. Bu
harekederin akılcı bir toplum yaratmaya yönelik azami amaçları ko
nusunda halkın eğitilmesi söz konusu olmamıştır. Bunun sonucunda,
hareketin siyasi düzeyiyle yurttaşların siyasi düzeyi arasında büyük bir
farklılık ortaya çıkmıştır. Ancak siyasi pozisyonlara seçilen adaylar ha
reketin programına karşı değil, kendilerine oy veren yurttaşlara karşı
sorumlu olmuş ve bu da kaçınılmaz olarak seçim “başarısı” kazanmak
adına, savunulan fikirlerin radikalizmini zayıflatmıştır.
Bunun tipik bir örneği, 1970’lerin sonlarında ve 1980’lerin başla
rında birçok Avrupa ülkesinde -e n dikkat çekici biçimde Almanya’da-
ortaya çıkan Yeşiller hareketidir. İlk başta bir karşı kültür hareketi olan
Yeşiller, toplumu daha ekolojik bir çizgide yeniden kurmaya kararlı
görünüyordu. Yeşiller, 1980’lerin başlarında Almanya’da federal mec
lis için yapılan seçimlere katıldı ve yirmiyi aşkın üyesinin meclise gir
mesine yetecek kadar oy aldı.
Parti, bir anda kamusal ilgi odağı haline gelen bu yeni Yeşil par
lamenterlerin devletteki pozisyonlarını halkı eğitme amacına hizmet
eden bir platform olarak kullanacakları şeklinde bir mantık yürütmüş
tü. Fakat çok geçmeden beklentiler arttı ve parlamenterlerin meclisten
ilerici ve ekolojik açıdan akılcı yasalar geçirebilecekleri ve bunu yap
mak için aktif bir mücadele vermeleri gerektiği yönünde bir beklenti
oluştu. Fakat bu tür yasaların geçirilebilmesinin tek nedeni, bunların
mevcut sisteme olumsuz bir müdahalede bulunmamasıydı. Bu tür ya
saların çıkarılmasının amaç haline gelmesinden itibaren parti radikal
olmaktan çıktı. Oylarını arttırabilmek için radikal taleplerinden birer
birer vazgeçti. Bunun sonucunda parti, çok kısa bir süre içinde devlet
kurumlan tarafından yutularak onların bir parçası haline geldi. Yeşil
lerin 1990’larm başlarında kapitalizm üzerine Vatikan’ın bile sağında
yer alan bir beyanatta bulunmasının ardından, partinin ilkeli sol ka
nadı tiksinti duyarak partiden ayrıldı. Bugün partide kalan Yeşiller,
tamamen mevcut sistem içerisinde faaliyet göstermektedir. Gerçek
ten de bu kişiler, ilkeleri açısından bedeli ne olursa olsun -Hıristiyan
Demokratlar da buna dâhil olmak üzere- geleneksel partilerle birlikte
çalışmaya hevesli görünmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nin yanı
sıra Britanya, Fransa ve İtalya’da da -d a h a küçük bir ölçekte olmakla
birlikte- benzer gelişmeler yaşanmıştır.
Özgürlükçü yerel yönetimci hareket, bu tür bir “karşıt eğitimden”
kaçınmak için, kaçınılmaz yenilgilerin kendilerini rotalarından sap
tırmasına izin vermeden yavaş ve organik bir biçimde büyüme ve her
fırsatta sıradan yurttaşları eğiterek sabırla onlara fikirlerini açıklama
beklentisi içinde olmalıdır. Amacının yerel hükümet elitlerinin ara
sına başka üyeler eklemek olmadığını hiçbir zaman unutmamalıdır.
Hareketin değişmez amacı, mümkün olan en yüksek düzeyde doğru
dan demokrasi yaratmayı mümkün kılacak bir siyasi alan oluşturmak
olmalıdır. Hareket bu alanı oluşturmak için halkı eğitmeli ve devlet
tarafından evcilleştirilmeye karşı çıkmalıdır.
Yeşillerin hikâyesi, bazı özgürlükçü yerel yönetimcilerin seçimlere
-h atta yerel seçimlere bile- katılmayı reddetmesine yol açabilir. Fa
kat yerel seçim kampanyaları eğitim faaliyeti için kusursuz bir zemin
sunar. Seçimlerde yaşanabilecek iniş çıkışlara ve seçimleri kaybetme
nin potansiyel moral bozucu etkilerine rağmen seçimlere katılma, öz
gürlükçü yerel yönetimci pratiğin tutarlı ve sürekli bir parçası olarak
kalmalıdır. Hareket amaç ve ilkelerine bağlı kaldığı sürece, mevcut
topluma anlamlı bir alternatif -yerel bir doğrudan demokrasi- oluş
turuyor olacaktır.
Hareketlerini herhangi bir seçimde aldıkları oy sayısına göre be
lirlemek ya da gecelerini çeşitli rakiplerinin oy yüzdeleri üzerine dü
şünüp bu yüzdeleri analiz etmekle geçirmek, bunu yapmak ne kadar
zor olsa da, özgürlükçü yerel yönetimcilerin yapmaktan kaçınması
gereken şeylerdir. Zihinlerinin bunlarla meşgul olması, değişmez bir
biçimde şu iki sonuçtan birine yol açacaktır: umutsuzluğa ya da Ye
şiller örneğinde olduğu gibi her ne şekilde olursa olsun seçim zafe
ri kazanma arzusuna. Grup, içinde yaşadığı topluluğun üyelerinden
daha fazla oy almayı hedeflemek yerine niteliğin niceliğe üstünlüğüne
vurgu yapmalıdır. Grup, özgürlükçü yerel yönetimci fikirlere yalnızca
belli belirsiz aşina olan çok sayıda seçmene -yani, kendilerine temsil
yetkisi veren bir kitleye- sahip olmayı hedeflemek yerine küçük, fakat
yavaş yavaş büyüyen son derece bilinçli bir üye ve taraftarlar grubuyla
yetinmelidir.
Özgürlükçü yerel yönetimci adayların seçimi kazanması, ancak
hareket tarafından siyasi ve demokratik bilinci arttırılmış olan bir
topluluk söz konusu olduğunda arzu edilebilecektir. Fakat yurttaşlar
grubun siyasi programına katıldıkları için özgürlükçü yerel yönetimci
bir adayı seçtiklerinde, bu aday yurttaş meclisi oluşturmak ve yerel
hükümeti demokratikleştirmek için gereken çalışmaları en kısa süre
de başlatarak hem grubun siyasi programına hem de yurttaşlara karşı
sorumlu olmalıdır. Söz konusu aday, yurttaş meclisleri oluşturulma
sı (ya da bu meclislerin mevcut olduğu yerlerde, bu meclislere yerel
yönetimin tamamı için bağlayıcı politikalar formüle etme yetkisi de
buna dâhil olmak üzere daha fazla yetki verilmesi) için yerel yönetim
tüzüğünde yapılması gereken değişiklikleri bıkıp usanmadan günde
me getirmelidir.
6 - Sam Doİgoff, ed., Bakunin on Anarchy, New York: Alfred A. Knopf, 1972, s. 223.
(Bakunin on Anarchism adıyla 1980 yılında Black Rose Books tarafından Montreal’de
yeniden basılmıştır).
netimcilik de bu boşluğu doldurmayı önermektedir.
7 - Max Horkheimer, The Eclipse of Reason (New York: Oxford University Press,
1942), s. 135.
stratejileri tasarlamak amacıyla işlenir.
Yurttaşların siyasi hayata katılımının ve demokrasinin kapsamını
genişletmek için bazı gözlemciler, insanların belirli konular hakkında
oy kullanmasını sağlayan referandum gibi “demokratikleştirici” araç
ların kullanımının yaygınlaştırılmasını önermişlerdir. Fakat referan
dumlar yalnızca önceden formüle edilmiş seçenekler sunar, politika
ların kolektif bir biçimde formüle edilmesine ya da geniş çeşitlilikteki
olanakların ifade edilmesine izin vermez. Adaylar için yapılan kitlesel
oylamada olduğu gibi referanduma sunulan konular için yapılan kit
lesel oylama da siyasi katılımı tercihlerin kaydedilmesine indirgemeye
devam eder. Yurttaşları tüketiciye, genel idealleri kişisel zevklere, siyasi
fikirleri de yüzdelere indirger.
Bir gerçeklik -bireylerin paternalist, devletçi seçeneklerin pasif tü
keticileri olması gerçeği- liberalizmin, kendisini ve çevresini kontrol
edebilen, kendi kaderini belirleyebilen özerk birey idealinden ancak
bu kadar uzak olabilirdi. Yine de özerklik ideali; devlet, kentleşme,
hiyerarşi ve kapitalizm tarafından yoğun bir şekilde zayıflatılan günü
müz kitle toplumlarında hâkim ideolojidir. Bu şekliyle ideoloji yalnız
ca bir düzmece değil, aynı zamanda acımasız bir şakadır.
Yurttaşlık
Özgürlükçü yerel yönetimcilik, her şeye rağmen, elit bir devlete olan
pasif bağımlılığın insanın siyasi varlığının nihai durumu olmadığını
ileri sürer. İnsanların sosyal canlılar olarak diğer canlılardan ayrılma
sını sağlayan bazı özelliklerden -özellikle onların akıl yürütme kapasi
telerinden, karşılıklı bağımlılıklarından ve dayanışma ihtiyaçlarından-
dolayı daha aktif bir varoluş biçiminin mümkün olduğunu savunur.
Özellikle insanlar arasındaki karşılıklı bağımlılık ve dayanışma, yurt
taşlığın -dolayısıyla, siyasi alanın yeniden yaratılmasının ve yerel doğ
rudan demokrasinin- psikolojik; daha doğrusu moral zemini haline
gelebilir.
Özgürlükçü yerel yönetimci bir toplum yaratmak, esasında top
lumsal ilişkileri değiştirmeye -devletin, kentleşmenin, hiyerarşinin
ve kapitalizmin yerine yerel siyasi alanı temel alan işbirliğine dayalı,
doğrudan demokratik kurumlar getirmeye- bağlıdır. Fakat böyle bir
toplumun başarısı, toplumu meydana getiren yurttaşların karakter
özelliklerine de bağlıdır.
Bu tür bir toplum, pasif bir vergi mükellefi ve seçmenden iba
ret olan günümüz yurttaşının sahip olduğundan daha farklı türde bir
karakter gerektirecektir. Siyasi alanın aktif ve yenilikçi sakinleri olan
yurttaşlar, günümüzde yaygın olmayan ya da yaygın olduğu yerlerde
yüksek sesle ilan edilmeyen karakter güçleri, sivil değerler ve kamu
menfaatine bağlılık geliştirecektir. Bu kişisel nitelikler, demokratik
olarak siyasi katılım gösterme kapasitesine sahip olan olgun yurttaşla
rın karakter yapısını oluşturacaktır.
Bu erdemlerin en önemlileri dayanışma ve akıldır. Aslına bakılır
sa topluluğun varlığı; topluluğun, geleceğini her yurttaşın dayanışma
duygusuna ve akılcılığına emanet edebilmesine bağlıdır.
Yurttaşlık, tüm tanımlarında ön koşul olarak kamu menfaati
ne -yani dayanışmaya- bağlılığı gerektirir. Günümüzde hâkim olan
şüpheciliğe tezat oluşturacak bir biçimde olgun, aktif yurttaşlar, siyasi
topluluklarının devamının bu topluluğu aktif bir biçimde destekleme
lerine ve ona katılım göstermelerine bağlı olduğunu anlayacaklardır.
Topluluklarına karşı görev ve yükümlülükleri olduğunu anlayacaklar
ve topluluktaki herkesin aynı yükümlülüklerle bağlı olduğunun far-
kındalığıyla bunları yerine getireceklerdir. Topluluğun varlığını müm
kün kılan şeyin, tam da bu ortak çaba ve sorumluluklar olduğunu
anlayacaklardır.
Günümüzde yerden yere vurulan diğer bir vasıf olan akıl da doğ
rudan demokrasi için can alıcı önemde olacaktır. Belirli bir sorunun
üstesinden gelmek için topluluğun benimsemesi gereken en iyi ha
reket tarzının değerlendirilebilmesi için yurttaşların muhakeme etme
yetenekleri mudak surette gerekli olacaktır. Bir konu hakkında yapıcı
tartışmalar yapılabilmesi için duygu yüklü, içgüdüsel partizanlıktan
ziyade akıl gerekli olacaktır. Tüm yurttaşların birbirlerine karşı adil ve
destek verici bir şekilde davranmasını sağlamak amacıyla yurttaşların
sahip olabileceği kişisel önyargıların üstesinden gelmede akıl vazgeçil
mez olacaktır. Özel mülkiyeti ve kâr peşinde koşan girişimci ruhunu
yeniden canlandırma yolunda bir girişim olursa, yurttaşların neden bu
çabalara aktif bir biçimde karşı çıkılması gerektiğinin farkına varma
ları için -özellikle de duygusal açıdan karşı konulamayacak bir şekilde
kişisel çıkarlarına seslenileceğine kuşku olmadığından- akla ihtiyacı
olacaktır. Yurttaşlar, topluluğun menfaatini desteklemeye yetecek öl
çüde güçlü olabilmek için büyük bir metanetin ve sağlam bir karakte
rin yanı sıra akla da ihtiyaç duyacaklardır.
Bu, özgürlükçü yerel yönetimci bir toplumda kadın ve erkeklerin
kendilerinden tamamen fedakârlık etmesi ve kendilerini kolektifliğe
tabi kılmaları gerektiği anlamına gelmez. Tam tersine, her birey aynı
zamanda aile üyeleri, kendisine yoldaş seçtiği arkadaşlar ve üretim fa
aliyetleri için bir araya geldiği çalışma arkadaşlarıyla birlikte kişisel bir
alanda yaşayacaktır. Güçlendirilmiş bir yerel toplulukta kişisel ilişki
ler, büyük bir ihtimalle, komşuların genellikle birbirlerini tanımadığı
ve bireyin desteklenmesi için gereken tüm kişisel işleri -b ir zamanlar
daha geniş bir topluluk ve geniş aile tarafından paylaşılan işleri- yalıtıl
mış çekirdek ailenin yapmak zorunda olduğu bugünkünden çok daha
zenginleştirici olacaktır. Karşılıklı bağımlılık hali bireyler arasındaki
belli bir derece karşılıklılığa işaret eder. Cesaret gerektiren bir deneyin
katılımcıları olarak yurttaşlar, sorumlulukların paylaşdması konusun
da birbirine bel bağlayacak ve birbirlerinin güvenine layık olduklarını
kanıtlamalarıyla birlikte birbirlerine güvenmeye başlayacaklardır.
Aslında bireysellik ve topluluk karşılıklı olarak birbirini yaratacak
tır. Yurttaşların aldığı komünal kararlar, içerisinde yaşadıkları toplum
sal bağlamı şekillendirecektir. Siyasi alan kişisel alanı güçlendirerek,
özel alan da siyasi alanı zenginleştirerek birbirlerini sağlamlaştıracaktır.
Bu karşılıklı süreçte bireysel olan ve kolektif olan, birinin diğerine tabi
olması yerine birbirini besleyecektir.
Aralarındaki birçok farka rağmen antik Atina demokrasisinin
yurttaşları, genellikle yurttaşlığı zorunlu olarak kendini inkâr etme so
rumluluğu olarak değil, kendini ifade etmenin en hakiki biçimi olarak
algılarlardı. İnsanların doğuştan siyasi varlıklar olduğuna ve siyasi ka
tılımın insan doğasının bir parçası olduğuna inanırlardı. Özel çıkarları
kamu menfaatinin önüne koyan bir siyasete açıkça karşı çıkarlardı.
Topluluğun kayda değer dayanışma duyguları ve akla olan bağlılığı,
topluluğun tüm üyelerinin ortak görev ve sorumlulukların bilincinde
olmasına temel oluştururdu. İki bin yılı aşkın bir süre sonra bu anlayı
şın başka bir versiyonu, Birinci Sosyalist Enternasyonel’in -toplumsal
anarşistlerin ve Marksistlerin benzer bir şekilde devrimci sosyalizm eti
ğinin bir parçası olarak benimsediği- düsturunda ifade buldu: “Görev
olmadan hak, hak olmadan görev olmaz.”
Paideia
Devlet otoritesi “yurttaşın” doğuştan yetersiz, mantıksız, toy bir bi
rey olduğu ve bu yüzden kendisiyle ilgili işlerin uzmanlar tarafından
ele alınması gerektiği varsayımına dayanırken özgürlükçü yerel yöne
timcilik bunun tam tersi bir varsayımda bulunur. Her yurttaşın de
mokratik siyasete doğrudan katılmasına yetecek ölçüde yetkinlik ve
mantık potansiyeline sahip olduğunu düşünür. Eğitim ve deneyimle
yurttaşların tartışma yürütebileceklerini, barışçıl bir biçimde karar ala
bileceklerini ve sorumlu bir biçimde seçimlerini uygulamaya koyabile
ceklerini varsayar. Siyasetin uzmanlara bırakılamayacak kadar önemli
olduğunu ve amatörlerin -sıradan insanların- sorumluluk alanı haline
gelmesi gerektiğini düşünür.
Amatörlüğe olan bu yönelim, daha önce de gördüğümüz gibi,
Atina polis’inde çok yaygındı. Birkaç küçük istisna dışında görevliler
seçimle değil, kurayla belirlenirdi. Çoğu görevli, her yurttaşın çoğu
görevin gerekleriyle başa çıkabilecek bir siyasi yeterliliği olduğu pren
sibiyle esasen rastgele seçilirdi.
Bu yüzden amatör bir siyaset, yurttaşların herhangi bir “uzmanlar”
elitinin yönetimden sorumlu olmamasını sağlayacak şekilde son de
rece yüksek bir siyasi olgunluğa ulaşmış olduğunu varsayar. Bununla
birlikte yurttaşlık için gerekli olan pratik ve erdemler, en başından
itibaren insan ruhundan kaynaklanmaz. Bunlar, daha ziyade, tüm
medeni davranışlar gibi özenli bir eğitimin sonucunda ortaya çıkar.
Çocuklar bu pratikleri belli bir ölçüde ailelerinden öğrenir. Küçük
yaştaki çocuklara genellikle karşılıklı ödün vererek uzlaşma ve paylaş
ma öğretilirken daha büyük yaştaki çocukların kendi kendine yeterli
olmayı ve eleştirel düşünmeyi öğrenmesi mümkündür. Fakat çoğun
lukla, yurttaşlığın gerektirdiği belirli yetkinlik ve erdemlerin, karakter
oluşumunu içeren belirli bir siyasi eğitim aracılığıyla bilinçli bir şekil
de geliştirilmesi gerekir.
Atinalılar bu eğitime paideia -yurttaşlık için gerekli olan sivil ve
etik özelliklerin kasıtlı bir biçimde geliştirilmesi- derdi. Bu özellikler
yalnızca etik erdemleri değil, aynı zamanda topluluk ve değerleri ile
tam bir özdeşleşmeyi ve topluluğa karşı sorumlu olma duygusunu da
içerirdi. Paideia, sivil bir meclisi muntazam, toleranslı, işlevsel ve ya
ratıcı tutmak için gerekli olan akılcı kısıtlamaları ve adap kurallarını
bildirirdi. Bu “medenileşme” sayesinde kişisel çıkarlarıyla hareket eden
bireyler tartışmaya hevesli, akılcı ve etik bir örgütlü halk kidesine dö
nüşürdü.
Peki, günümüzde paideia nerede ve nasıl uygulanacaktır? Okul
dersliklerindeki akademik eğitim yetersizdir ve paideia’yı teşvik etme
nin çok uzağında olan kitle medyası da yalnızca onun altım oyma
becerisine sahiptir. Aslında yurttaşlığın ve onu destekleyen karakter
yapısının okulu, siyasi alanın kendisidir. Yurttaşlık, demokratik siyasi
katılım sürecinde -bilgi, eğitim, tecrübe ve mantığın ortaya çıkması
na yol açacak bolca tartışma ve karşılıklı etkileşimin gerçekleştiği bir
süreçte- yaratılır. Yurttaş, karar alma sürecinde hem bireysel hem de
siyasi bir varlık olarak gelişir; çünkü yurttaşlar kendi siyasi faaliyetle
rinin bir sonucudur. Siyaset okulu, uygulamada siyasetin kendisidir.
Ancak en sonunda yurttaşlığın gelişimi salt bir eğitim değil, bir sa
nat haline gelecektir. Her estetik ve kurumsal araç, yurttaşların ortaya
çıkmayı bekleyen saklı yetkinliklerinin gerçeğe dönüştürülmesi için
kullanılacaktır. Toplumsal ve siyasi hayat, ateşli tartışmalara duyulan
ihtiyacı inkâr etmeden gerekli olduğunda farklılıkların bir karara bağ
lanması yönünde derin bir duyarlılık geliştirmeyi teşvik etmek ama
cıyla bilinçli bir şekilde düzenlenecektir, işbirliği ve sivil sorumluluk,
girişkenliğin ve karşılıklı bağımlılığın ifadeleri haline gelecektir.
Günümüzde Yurttaşlık
Belki de yeni ortaya çıkan özgürlükçü yerel yönetimci hareketin karşı
karşıya olduğu en büyük görev, bilinçli bir şekilde yurttaşlığın etik
geleneklerini yeniden hayata döndürüp onların kapsamını genişlet
mek ve bu gelenekleri aşılayacak bir kamu alanı yaratmak olacaktır.
Elbette, içinde bulunduğumuz kuralsızlık (anomi) ve egoizm çağında
bu görev göz korkutucu görünmektedir. Aktif yurttaşlığın erdem ve
pratikleri günümüzde birçok insana yabancıdır. “Siyaset” hakkındaki
şüphecilik bir salgın haline gelmiştir ve bir kimsenin “kamu menfaa
tini” ailevi çıkarlarını bırakın, kişisel çıkarlarının dahi önüne koyabi
leceği yönündeki tüm önermeler alaycılıkla karşılanma eğilimindedir.
“Siyasete” olan güvensizlik ve hatta düşmanlık iliklerimize işlemiştir.
Ancak durumu daha dikkatli bir biçimde incelersek, halkın öfke
sinin hedefinin siyaset değil, devlet olduğunu görürüz. Üstelik devlete
yöneltilen öfke, onun kamu menfaatini değil; bir dizi efendiyi temsil
etmesi nedeniyle sağlıklı ve meşrudur. Ne yazık ki günümüzde siyaset
o kadar devlet sanatıyla özdeşleştirilir ki birçok insanın devlete olan
düşmanlığı onların siyasete yönelik tutumunu da zehirler ve bu in
sanlar kendilerini güçlendirebilecek ve kuralsızlığın yerine topluluğu,
toplumsal zayıflığın yerine toplumsal güçlenmeyi getirebilecek ilkelere
düşman hale gelirler.
Yine de sivil bir etik yaratma görevi, ilk bakışta göründüğü ka
dar korkutucu olmayabilir. Yurttaşların sahip olması gereken gücün
yeniden ele geçirilmesi ve özgürlükçü yerel yönetimci bir toplum-ya-
ratılması süreçleri, günümüzde anlam için duyulan yaygın açlığı gide
recek bir gıda sunarak popüler bir hale gelebilir. Bu süreçler, insanların
amaçsız görünen özelleşmiş hayatlarına bir amaç duygusu kazandıra
bilir ve böylelikle insanlar kendi arzularını tatmin etmenin ötesinde
uğruna yaşayabilecekleri bir şeye sahip olabilirler. Bu amacı yerine ge
tirebilmek için tüm güç ve yeteneklerini seferber edebilir ve bu süreç
te asla öngöremeyecekleri şekillerde gelişim gösterebilirler. Hareketin
amaçlarının yerine getirilmesi, onların çocuklarının endişe, edilgenlik
ve teslimiyet duygulan yerine dayanışma duygusuyla yaratıcı bir şekil
de yaşayabilecekleri daha iyi bir toplum yaratacaktır.
Bu yüzden hareket, kentleşme ve ulus devlete karşı çıkan bir seçim
programından daha fazlasını sunmalıdır. Yalnızca mevcut toplumun
suistimalleri hakkında ahlaki yargılarda bulunmakla kalmayıp yurttaş
lığın erdemlerini yansıtan etik bir ideal de sunmalıdır. Günümüzdeki
hayatın anlamsızlığının ve önemsizliğinin yerini almak üzere daya
nışma ve özgürlüğe ilişkin radikal idealler sunmalıdır. Sosyalist hare
ketlerin geçen yüzyılda ileri sürdüğü etkileyici manifestolar gibi, hem
manevi hem de maddi bir dönüşüm -v e her ikisini de destekleyen bir
etik- için çağrıda bulunmalıdır.
Yurttaşlık eğitimi ve paideia, özgürlükçü yerel yönetimci hareke
tin -çalışm a grubundan yerel meclise ve konfederasyona kadar- her
aşamasının ayrılmaz bir parçasıdır. Hareket, oluşturduğu ilk tartış
ma gruplarında ve konuşma forumlarında, herkesin katılımına açık
olarak gerçekleşen kafe ve restoranlardaki tartışmalarda, evlerde, in
sanların toplandığı her yerde ve özellikle de hareketin kendi içinde,
kendi toplantılarında bu süreci başlatmalıdır. Buralarda siyasi adetler
konusunda tecrübesiz olan kimseler, topluluk içinde ve komşularının
karşısında siyasi görüşlerini açıklamaya ve onlarla akılcı bir biçimde
tartışmaya alışabileceklerdir. Yurttaş meclisleri kurulduğunda, kamu
politikası formüle ederken sorumluluk ve dayanışmanın belirleyici
olacağı bu meclislerde de paideia —daha formel bir temelde- devam
edecektir.
Bu yurttaşlık eğitimi, tam da bire bir temelde icra edildiği için
karşılıklı kişisel etkileşim ve güven -v e yurttaşlık için gereken bir
dayanışma- geliştirmeye yardımcı olacaktır. Sürekli ve ciddi bir siya
si katılım, önyargıları ve dar görüşlü duyarlılıkları ortadan kaldırıp
onların yerine işbirliği ve karşılıklı bağımlılığa ilişkin bir farkındalık
getirmeye yardımcı olacaktır, insanlar aktif yurttaş haline geldikçe di
ğer yurttaşlara sadakatin anlamını ilk kez ya da yeniden öğrenecekler
ve davalarım başarıya ulaştırmaya olan bağlılıkları da cesaretlerini ve
cömertliklerini derinleştirip güçlendirecektir.
Sürekli bir siyasi katılımla pekiştirilen paideia; yerel meclisler daha
fâzla yurttaşı kendisine çektikçe, daha fazla güç kazandıkça ve diğer
yerel yönetimlere daha fazla yayıldıkça etkisini arttıracaktır. Yine de
bu gelişmeler yalnızca bir başlangıç noktası olacaktır. Toplumun ye
niden yapılandırılmasına yönelik bir mücadeleye ciddiyetle katılmak,
kişiyi dönüştüren ve güçlendiren bir eylemdir. Bir yurttaşlık eğitimi
sürecinden geçip hareketi yaratma sürecini başlatan kişiler, çalışmala
rını tamamladıklarında siyasi açıdan daha olgun varlıklara dönüşmüş
olacaklardır.
ONUNCU BÖLÜM
Yerelcilikve Karşılıklı Bağımlılık
Her biri bağımsız bir şekilde karar alan çok sayıda yerel meclisin
manzarada yer alması olanağı, birçok düşünen insanın zihninde soru
lar ortaya çıkarır. Doğrudan demokrasi ve katılımcı yurttaşlığın kâğıt
üzerinde kulağa çok hoş geldiğini itiraf ederler, ama onlara göre böyle
bir parçalanma çok büyük bir ihtimalle halkın güçlenmesiyle değil,
kaosla sonuçlanacaktır. Büyük ihtimalle her meclis, diğerleri zararına
kendi çıkarlarını geliştirmeye çalışacaktır.
Üstelik bu insanlar itirazlarını devam ettirerek modern endüstriyel
toplumların kasaba ve mahalleler kadar küçük siyasi oluşumlarla yö
netilmek için fazla büyük ve karmaşık olduklarını savunurlar. Özellik
le ekonomik hayat birbiri içine geçmiş ve küreselleşmiştir; yerel toplu
lukların üretim ve ticaretin talep ettiği bir verimlilikte bilinçli kararlar
alması beklenemez. Doğaları gereği toplumlarımız, çökmelerine engel
olunması için geniş ölçekte bir hükümet gerektirmektedir. Bize garan
ti edildiği üzere devlet bu amaç için kusursuz bir araçtır -gen iş bir alan
için politikaların belirlenmesine ve yürürlüğe konulmasına izin verir.
Mevcut toplumun piyasa ekonomisini işbirliğine dayalı ekonomi
lerle değiştirmek isteyen sosyalist veya ütopyacı kuşağın düşünürleri
nin bile yerel demokrasi hakkında şüpheleri olabilir. Ne kadar demok
ratik olursa olsun hiçbir yerel yönetimin büyük ekonomik ve sınıfsal
çıkarların baskılarına kendi başına direnemeyeceği şeklinde bir itiraz
da bulunurlar. Onlara göre, işbirliğine dayalı bir topluma ulaşmak için
devlet -kapitalist işletmelerin sınırsız kâr güdüsünü dizginleyebilmesi
için önemli bir güce sahip olan bir devlet- vazgeçilmez olacaktır.
Yine de diğer eleştirmenler, küçük toplulukların kendi içine kapalı
olmaları yüzünden dar görüşlü hale gelmeye meyilli oldukları yönün
de bir itirazda bulunurlar. Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu günü
müz toplumunda bile yerel alanlar, değer verdikleri kendilerine özgü
adetlerden fazlasıyla hoşnuttur; ama bu alanların siyasi vizyonlarının
kapsamı daraltılarak bugün bulunduğu ulusal düzeyden görece küçük
bir kasaba ya da mahalle düzeyine çekilirse bu alanlar daha geniş bir
likler oluşturmayı ihmal etme pahasına kendi içlerine çekilebilirler.
Adaletsiz ya da ayrımcı yerel adetlerin gerici muhafızları haline gelebi
lirler. Bu adetlere karşı çıkılırsa savunmaya geçebilir ve hatta şovenist-
leşebilirler. içerisinde haksızlıklar ve hatta zorbalıklar barındıran bir
tür yerel kabilecilik ortaya çıkabilir.
Şovenist bir yerel yönetimin yurttaşları -yurttaş meclisinde de
mokratik bir biçimde çoğunluk kuralına göre yapılan bir oylamay
la- topluluklarında yalnızca beyaz insanların yaşayabileceğini bile
kararlaştırabilirler. Açıkça ten renkleri farklı olan insanlara karşı ay
rımcılık yapmaya karar verebilirler. Kadınları veya gey ve lezbiyenleri
ya da başka bir grubu kamu hayatından dışlama kararı alabilirler. Bu
eleştirmenlere göre, ulus devletin insanları ayrımcılık karşıtı yasalara
uymaya zorlama gücü olmadan sivil hakların başarılı olma ihtimali
yoktur. Geleneksel Amerikan siyasetinde -eyalet hakları talep eden-
“ademimerkezileşme” eğilimleri genellikle beyaz ırkın üstünlüğünü ve
siyahilerin siyasi hayattan dışlanmasını desteklemiştir.
Son olarak, yerel alanların kendi kendini yönetmesine itiraz eden
ler çevre sorunlarının insan yapımı siyasi sınırları tanımayacağını ile
ri sürerler. Diyelim ki bir kasaba işlenmemiş atıklarını aşağı kıyıdaki
kasabaların içme suyunu sağladığı ırmağa döküyor. Bu tür bir sorun
yerel yönetimden daha geniş bir yargı düzeyinde ele alınmalıdır. Yal
nızca her alanı kapsayan devlet, tasarrufunda bulunan baskı araçlarıyla
yukarı kıyıdaki kasabayı ortak su kaynağını kirletmekten alıkoyabilir.
Bu farklı argümanlar şu sonuçta birleşir: Daha iyi bir toplum oluş
turmayı hedefleyen insanlar, doğrudan demokrasiye ilişkin umutsuzca
ütopik tasarıların peşinden gitmek yerine mevcut sistemi iyileştirme
ye çalışmalıdır —halkın devletteki temsilini arttırmaya çabalamalıdır.
Elbette, ulus devlet karar alma yetkisini doğrudan sıradan insanlara
vermez, fakat bu güç en azından onların temsilcilerine verilir. Devlet,
bazı suistimallerden suçlu olsa da daha geniş çaplı suistimallerin engel
lenmesi için çoğunlukla gereklidir.
Yüzeysel bir bakışla devletçi görüş ikna edici görünmektedir. İlk
olarak, günümüz dünyasının karmaşık olduğu doğrudur. Fakat toplu
mun karmaşıklığı devlet denetimini gerekli kılacak ölçüde değildir. Bu
karmaşıklığın büyük bölümünü devletin kendisi ve kapitalist tipteki
işletmeler yaratır. Ulus devlet ve kapitalizmin saf dışı edilmesi, onların
muazzam bürokratik “karmaşıklıklarını” ortadan kaldırarak toplumu
büyük ölçüde basitleştirecektir.
İkinci olarak, devletsiz toplumlarda ayrımcılığın ve diğer insan
hakları ihlallerinin ortaya çıkması mümkün olsa da bu ihlallerin
devletli toplumlarda da ortaya çıkması mümkündür -v e bu ihtimal
büyük bir sıklıkla gerçekleşmiştir. Ulus devletler ırksal ayrışmadan
apartheid’e, kölelikten soykırıma, çocuk işçilerden patriarkacılığa ve
cinsel azınlıkların düşmanca muamelelere maruz bırakılmasına kadar
değişen suistimallerde bulunmuştur. Gerçekten de insan hakları ihlal
leri genelde devletler tarafından gerçekleştirilegelmiştir.
Son olarak, birçok toplumsal ve çevresel sorunun yerel yönetimle
rin sınırlarını aştığı ve hiçbir yerel yönetimin tek başına bu sorunları
anlamlı bir şekilde ele alamayacağı elbette doğrudur. Ayrıca bazı yerel
yönetimlerin dar görüşlü bir hale gelebileceği ve diğerlerinin özgür
lüklerini çiğneyebileceği de doğrudur. Küçük olan zorunlu olarak gü
zel değildir ve yerel özerklik kendi başına yerel yönetimlerin aydın ya
da özgür olmalarını garantilemez. Son olarak, yerel yönetimin büyük
toplumsal güçlere meydan okumak için görece güçsüz olduğu -izole
bir şekilde mücadele ederken pek bir tehdit oluşturmayacağı- da doğ
rudur.
Yani, devletçi eleştirmenler yerelciliğe yönelttiği itirazlarında hak
lıdır. Fakat özgürlükçü yerel yönetimcilik yerel siyasi gücü arttırmaya
vurgu yapsa da tamamen yerelci bir felsefe değildir. Özgürlükçü yerel
yönetimcilik yurttaşların özgür, demokratik bir toplum yaratması ve
sürdürmesi isteniyorsa yerel yönetimin ötesine geçen bir çeşit orga
nizasyonun gerekli olduğunu kabul etmektedir. Mutlak bir yerelcilik
ve ademimerkeziyetçiliğin en az devletçilerin ortaya koydukları kadar
nahoş sonuçları vardır.
Yerelcilik ve Ademimerkeziyetçilik
Bugünkü radikal-çevreci siyasi düşünürlerin çoğu alternatif bir toplu
mun nasıl yaratılabileceği sorununu ele aldıklarında yaşam tarzlarını
basitleştirmeyi ve yerel düzeyde bu daha basit yaşam tarzlarına uygun
düşen daha basit yaşam alanları kurmayı düşünürler. Bugün toplu
mun aklımıza soktuğu doyumsuz tüketim modelinden vazgeçmemiz
ve kendimizi biyobölgenin -yani, sınırları bir su havzası ve dağ dizisi
gibi doğal sınırlarla çizilmiş doğal bir yerin- üyeleri olarak yeniden ta
sarlamamız gerektiğini savunurlar. Onlara göre ihtiyaç duyduğumuzu
düşündüğümüz malların sayısını azaltmamız ve toplumun da büyük
ihtimalle doğal dünyayı tahrip etmekte olan teknolojiden kurtulması
gereklidir. Özellikle de daha zengin uluslar tüketim düzeylerini kap
samlı bir biçimde azaltmalı ve iktisadi üretimin teknolojik temelini
ortadan kaldırmalıdır.
Alışveriş merkezi toplumu yerine kendi “evimizin”, kendi yerel
alanımızın -yapabildiğimiz ölçüde- kendine yeterli hale geldiği ade-
mimerkezileşmiş bir toplum inşa etmeliyiz. Basit aletler kullanan yerel
imalat firmaları oluşturmalı; gıda kooperatifleri gibi yerel kooperatif
ler yaratmalı, mümkünse parayı ekarte edip takas yöntemini ya da
alternatif bir para birimi benimsemeliyiz. Bu noktadan sonra kendine
yeterli yerel topluluklar toplumdaki hâkim görüş ve pratiklerin dışına
çıkarak kendi başlarına hayatta kalabilirler. Yavaş yavaş bu topluluklar
sayıca artacak ve daha insani bir ölçeğe sahip, ekoloji dostu bir toplum
yaratacaktır.
Bu tür biyobölgeci çağrılar, bazı yönlerden -özellikle de rekabetçi
ekonomiye, metalaştırmaya ve yapay ihtiyaçların yaratımına yönelik
itirazları ve toplumu ekolojik olarak daha iyicil çizgilerde yeniden inşa
etme arzuları açısından- özgürlükçü yerel yönetimcilikle benzerlik
gösterir. Hem biyobölgecilik hem de özgürlükçü yerel yönetimcilik
-ikisinin de toplumun ademimerkezileştirilmesi çağrısında bulunması
yönünden- yerel alanların öneminin arttırılmasına büyük önem verir.
Fakat bu benzerliklerin birçoğu yüzeyseldir. Özgürlükçü yerel yö
netimcilik yerel düzeyi güçlendirmeyi hedeflese de, toplumu ve doğal
dünyayla ilişkimizi yeniden kurmaya aracılık edecek bir ilke olarak
yerel düzeyde kendine yeterliliği müthiş ölçüde yetersiz görür. Hiçbir
yerel alan -h atta doğrudan demokrasiyle yönetilen bir yerel yönetim
bile- kendi kendine yeterli olamaz. Üretimi ademimerkezileştirme-
ye çabalarken tam bir kendine yeterliliğe ulaşmak yalnızca imkânsız
değil, aynı zamanda arzu edilmeyen bir durumdur. Her türden yerel
yönetim birbirine bağımlıdır (öyle de olması gerekir) ve birçok or
tak meseleye sahiptir. Hele topluluklar ekonomik hayatlarında hiçbir
zaman özerk olmamalıdır. Her topluluk kendi arazisinden elde ede
bileceğinden çok daha fazla kaynağa ve ham maddeye ihtiyaç duyar.
Ekonomik bağımlılık gerçek bir durumdur; rekabetçi piyasa ekono
misinin veya kapitalizmin bir fonksiyonu değil, en azından Neolitik
dönemden bu yana toplumsal hayatın bir fonksiyonudur. Çiftçi ve
zanaatkârlar bile birbirine bağımlıdır: Çiftçiler saban, çapa, kürek ve
benzeri araçların üretimi için madenlere, fabrikalara ve demirhanelere
bağımlıyken; zanaatkârlar da çok çeşitli kaynaklardan elde edilecek
araç ve ham maddelere bağımlıdır.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik, var olan birçok üretim teknolo
jisini bir kenara bırakmaz. Aslında teknolojinin ekolojik krize neden
olduğu yönündeki popüler eko-mistik inanca karşı çıkar. Çoğu tek
noloji ahlaki açıdan nötrdür (herhangi türden bir nükleer güç bunun
istisnasıdır); ekolojik tahribata neden olan şey, teknolojiler değil; onla
rı yıkıcı amaçlar için kullanan sosyal düzenlerdir -özellikle de kapita
lizmdir. Çoğu teknoloji soylu ya da aşağılık amaçlar için kullanılabilir;
bunlar yalnızca içerisine entegre edildikleri sosyal ilişkilerin yarattığı
sonuçların etkisini arttırır.
Kuşkusuz, bugün birçok teknolojinin hizmet ettiği soylu amaç
lardan biri zahmetli işlerin azaltılması ya da ortadan kaldırılmasıdır.
Yalnızca en basit teknolojileri kullanarak basit yaşamayı savunanlar,
görünüşe göre “basitleştirilmiş” bir topluluğun, üyelerinin ihtiyaç
duyduğu her şeyi yalnızca el aletleri ve basit çiftçilik teknolojileriyle
üretmeye çalışması halinde topluluk üyelerinin her gününün sanayi
devriminden önce yaygın olan yıpratıcı, zahmetli işlerle dolu olaca
ğının farkında değillerdir. Bu zahmetli işler, sanayi devrimi öncesinde
yaşayan insanları -özellikle de kadınları- vaktinden önce yaşlandır-
makla kalmamış, aynı zamanda onlara siyasi hayata katılmaları için de
çok az bir zaman bırakmıştır.
Gerçekten de insanların önerildiği gibi yurttaş olarak siyasi haya
ta tam anlamıyla katılabilmeleri için onlara bunu yapmak için yeterli
ölçüde boş zaman sağlayacak ekonomik ve teknolojik bir temele sahip
olmaları gereklidir. Yoksa hayatta kalmanın ve kişisel güvenliğin -özel
alanda yer alan- gerekleri siyasi katılımın önüne geçecektir.
Neyse ki ekolojik açıdan iyicil ve ademimerkezileşmiş bir toplum
yaratmak sonu gelmeyen zahmetli işlere geri dönmeyi gerektirmeye
cektir. Toplumsal ekoloji (siyasi boyutunu özgürlükçü yerel yönetim-
ciliğin oluşturduğu fikirler bütünü) modern çağda üretim güçlerinin
muazzam ölçüde artmış olmasının asırlık maddi kıtlık problemini
tartışmalı bir hale getirdiğinin farkındadır. Günümüzde teknoloji, bir
zamanlar insan emeğiyle yerine getirilen işlerin otomasyonla yapılması
yoluyla boş zamanın muazzam ölçüde arttırılmasını mümkün kılacak
kadar gelişmiştir. Üretime gelince, zahmedi ve sıkıcı işleri ortadan kal
dırmak; konforlu ve güvenli, akılcı ve ekolojik bir biçimde yaşamak;
özel amaçlardan ziyade toplumsal amaçlar için gerekli olan temel araç
lar potansiyel olarak dünyadaki tüm insanların elinin altındadır.
Günümüz toplumlarında bu kıdık sonrası vaadi —yaşam araçları
nın yeterliliği ve boş zamanın artması konusundaki vaat- ne yazık ki
yerine getirilmemiştir ve bu durum teknolojiden değil, onu kullanan
toplumsal düzenlerden kaynaklanmaktadır. Günümüz toplumunda
otomasyon, genellikle boş zamandan ziyade sıkıntılar yaratmıştır. Ya
insanların yaşam araçlarını elde edemediği işsizlikle ya da düşük üc
retli hizmet işlerinde uzun saatler çalışmakla sonuçlanmıştır. Ekolojik
bir toplum, bu sorunların her ikisini de yaratan toplumsal düzenleri
ortadan kaldırarak teknolojinin bir kıtlık sonrası toplumu yaratma
potansiyelini gerçekleştirecektir. Günümüzün teknolojik altyapısının
büyük bir kısmını -otomatize edilmiş endüstriyel fabrikalar da buna
dâhil olmak üzere- koruyacak ve bunu hayatın temel ihtiyaçlarını kar
şılamak amacıyla üretim yapmak için kullanacaktır. (Bu fabrikalar -e n
kötü ihtimalle- fosil yakıtlar yerine temiz, yenilenebilir enerjiyle çalı
şacak şekilde dönüştürülecektir). Makineler bireysel ihtiyaçları karşı
lamak için yeterli miktarda mal üretecek ve en külfedi işleri ortadan
kaldıracak, böylelikle de kadın ve erkekler siyasi hayata katılmak ve
zengin ve anlamlı özel yaşamlar sürmek için yeterince boş zamana sa
hip olacaklardır.
Üretimin gelişmesi sayesinde kısmen gerçekleştirilen maddi kıtlığı
sona erdirme potansiyeli, bölüşüm alanında gerekli değişiklikler yapı
larak tamamen gerçekleştirilecektir. Yani üretim güçlerinin mahsulle
rine, bugün olduğu gibi -d ah a sonra bunları satmak yoluyla dünya
nın geri kalanının kullanımına sunan- tek bir grup el koymayacaktır.
Bunun yerine üretim mahsulleri paylaşılacak; herkesin birbirinden
sorumlu olmasına vurgu yapan bir değer sisteminin ve aklın rehberli
ğinde insanların onlara duyduğu ihtiyaca göre bölüşülecektir.
Bu tür bir bölüşüm iletişimin, hoşgörünün, canlandırıcı fikirlerin,
daha geniş bir ufkun ve herkesin yararına olan kültürel bir etkileşimin
varlığına işaret eder -k i bu etkileşim aynı zamanda şovenizmin ve bağ
nazlığın ortaya çıkmasını engellemeye yardımcı olacaktır. Fakat ekolo
jik bir toplumda paylaşım -eşitlikçi bölüşüm- yalnızca ahlaki bir ilke
olmakla kalmayacaktır. Kıtlık sonrası vaadinin yerine getirilebilmesi
için bölüşümün kurumsallaşması, kapsamlı bir örgütlü işbirliği ilke
sinin yardımıyla somut bir toplumsal biçim kazanması gerekecektir.
Bu örgüdü işbirliği tam da demokratikleşmiş yerel yönetimlerin
-özellikle ekonomik hayattaki, ekolojik sorunlardaki ve insan hakları
meselelerindeki- karşılıklı bağımlılıklarından kaynaklanacaktır. Yani,
demokratikleşmiş yerel yönetimler yalnızca birbirine bağımlı olmakla
kalmayacak, aynı zamanda bu karşılıklı bağımlılığı doğrudan demok
ratik bir şekilde kurumsallaştıracaktır.
ONBİRİNCİ BÖLÜM
Konfederalizm
Tarihte Konfederasyonlar
Konfederal yapıların yeni bir tarihsel olgu olmadığı vurgulanmalıdır.
Tam aksine, yazılı tarihin şafağında ortaya çıkan ilk şehirler, tıpkı an
tik Akdeniz dünyasında ve Orta Çağ Avrupası’nda yaptıkları gibi kon
federal birlikler kurmuşlardı. Modern zamanların başlarında -u lu s
devletin günümüzde sahip olduğu hâkimiyeti kazanmasından önce-
konfederasyonlar ulus devletin uygulanabilir, temel bir alternatifi ola
rak kayda değer bir önem kazanmıştı.
Şehirler devletin tecavüzlerine direnebildikleri zamanlarda bunu
genellikle konfederasyonlar oluşturmak üzere birleşerek başarmışlar
dı. Kitabın beşinci bölümünde birlik ve konfederasyon oluşturan şe
hirlerin birkaç örneğini gördük, fakat henüz değinmemiş olduğumuz
Kastilya (İspanya) ve İsviçre örnekleri de bu durumun iki önemli ör
neğidir.
Bugün İsviçre halen bir konfederasyon olduğu için göreceli olarak
daha merkeziyetçi olan Avrupa devlederi arasında kural dışı görünür.
Fakat daha önceki dönemlerde —özellikle de orta Avrupa’da- norm
olan konfederasyonlardı ve devleder kural dışıydı. Ren ve Svabya Bir
likleri gibi konfederasyonlar on üçüncü ve on dördüncü yüzyıllarda
bol sayıda bulunuyordu. Komşuları daha modern devleder haline
gelmek üzere merkezileşirken İsviçre eski konfederal eğilimini önemli
ölçüde korudu. İsviçre’nin hükümet yapısı halen görece ademimer-
kezidir. Ülke federal düzeyden hala önemli ölçüde özerk olan yirmi
iki kantondan oluşur. Ayrıca üç bin komün de içinde bulundukları
kantonlardan hala belli ölçüde özerktir.
Ancak günümüzde İsviçre, devletin birçok özelliğine (aynı zaman
da devletin tavırlarına, kurumlarına ve henüz aydınlığa kavuşturulma
mış toplumsal özelliklerine) sahiptir. İsviçre’nin konfederalizmi tarih
boyunca çok daha ilginç olmuştur. En çarpıcısı, ülkenin en doğusun
daki -b ir zamanlar Romalılar tarafından Raetia olarak anılan, günü
müzde ise Graubünden kantonu denilen- bölgede İsviçre komünleri
nin ortak refah ve güvenlikleri için kurduğu konfederasyonlardır.
On altıncı yüzyılın başlarında üç konfederal birlik (Gotteshaus-
bund, Oberbund veya Grauer Bund ve Zehngerichtenbund) Raetia’da
bir arada var oldu. 1524 yılında bu üç birlik, Üç Birliğin Özgür
Devleti’ni oluşturmak üzere birleşti -k i bu yapı “devletçi” ismine rağ
men bir konfederasyondu. Özgür Devlet konfederasyonu, 1803 yılın
da Napolyon’un onu İsviçre Konfederasyonuna katılmaya zorlaması
na kadar neredeyse üç yüzyıl boyunca varlığını sürdürdü.
Konfederasyonu oluşturan üç birlik, kayda değer ölçüde demok
ratik ve özgür olan komünlerden meydana geliyordu. Özgür Devlet
kapsamında nihai güç, “kent meclislerine” benzeyen meclisler topla
yan ve önerilen bir eylem planını referandum yoluyla onaylayan ya da
reddeden komünlerin elindeydi. Komünler yargısal ve ekonomik işle
rinin yanı sıra yerel polis ve ordu güçlerini de kendileri yönetiyordu.
Yerel kaynakları kolektif mülkiyete yaklaşan şekillerde kullanarak şa
şırtıcı derecede komünist bir çizgide faaliyet gösteriyorlardı. Örneğin,
yurttaşlarına sığırları komünal bir biçimde otlatma hakkı tanımışlar
dı. Kırsal bir ekonomide onların uygulamaya koyduğu gibi bir ortak
otlak, özel mülkiyetin bir kenara konulup kişisel toprak sahipliğinin
etkisiz hale getirilmesine denk düşüyordu.
Özgür Devlet konfederasyonu kapsamındaki tek merkezi “hükü
met”, üç birliğin başkanlarından oluşan bir komisyon ve seçilmişler
den oluşan bir meclisti. Bu iki kurum, birlikte referandum yapılma
sını önerir ve komünlerin iradesini gerçekleştirirdi. Komisyon üyeleri
dış işleriyle uğraşma ve kurucu birliklerin kendi başlarına yabancılarla
ittifak kurmasını engelleme hakkına sahipti. Ancak savaş ve barış ko
nularıyla iç meselelere komünlerin kendileri karar verirdi.
Bundan dolayı komünler -yani, meclislerdeki yurttaşların bizzat
kendileri- önemli ölçüde güce sahipken merkezi “hükümet” neredey
se hiçbir güce sahip değildi. Uygulamada komisyon üyeleri halkın
hizmetçilerinden başka bir şey değildi. En nihayetinde diplomasiyle
uğraşma ve anlaşma yapma yetkisini bile komünlere kaptıracaklardı.
Genel itibarıyla bu üç yüzyıl boyunca Raetia’nın tarihi, doğrudan de
mokratik toplulukların konfederal bir birlik içerisinde kendi kendile
rini yönetme yeteneğinin çarpıcı bir kanıtıdır. 8
On altıncı yüzyıl Kastilyası’nda konfederalizm, devrimci bir mü
cadelenin parçasıydı. 1520 yılında Toledo’nun kent meclisi, Cortes’te
(Genel Meclis) temsil edilen tüm şehirlere, vergi politikasında hoşa
gitmeyecek bir değişiklik yapan kraliyet yönetimine karşı ortak bir
cephe oluşturma çağrısında bulundu. Kastilya’daki şehirler, birbiri ardı
sıra, tüm imkânların kullanıldığı isyanlar başlattılar. Sivil milis güçleri
örgütlediler ve yerel hükümederini demokratikleştirdiler.
Cortes’te temsil edilen bütün şehirlerin delegeleriyle ulusal bir
meclis (junta) -konfederal meclise denktir- kuruldu ve böylece
kraliyet yönetimine karşı ikili bir iktidar oluşturulmuş oldu. Bir
yurttaşlar ordusu toplayıp profesyonel askerlere takviye sağlayan bu
comunero (komün üyeleri) meclisi, monarşik devletin yerine yerel
yönetimler konfederasyonunu getirme tehdidinde bulunan askeri
zaferler kazandı.
Comunero hareketinin somut amaçları yerel demokrasinin yara
tılması ve kent delegelerinden oluşan, kraliyet otoritesini büyük ölçü
de sınırlandıracak bir Cortes kurulmasıydı. Hareketin formüle ettiği
Valladolid maddeleri, Cortes’teki delegelerin kent konseyleri tarafın-
8- Bu tarihin iyi bir anlatısı için şu kaynağa bakınız: Benjamin Barber, The Death of
Communal Liberty: A History o f Freedom in a Swiss Mountain Canton (Princeton
University Press, 1974).
dan değil, mahalli yönetimlerin -yani, halk meclislerinin- rızasıyla se
çilmesini gerekli kılıyordu. Bu delegeler seçmenlerinin talimatlarıyla
yönlendirilecek ve direktiflerini kendi şehirlerinden almaya zorunlu
olacaklardı. Cortes’in düzenli olarak toplanması ve kapanıştan önce
tüm sıkıntıları ele alması bekleniyordu. 9
Bu talepler yerine getirilseydi Kastilya geniş tabanlı bir yerel de
mokrasinin -kasabalarda ve şehir mahallelerinde derin bir kök sal
mış bir demokrasinin- ortaya çıktığına tanıklık edecekti. Ancak
Toledo’nun kuşatılmasını içeren zorlu bir çatışmadan sonra kralın çok
popüler olan comunero’ları askeri açıdan yenilgiye uğratmasıyla devlet
konfederasyona üstün geldi.
Konfederal Örgütlenme
Ekolojik bir toplumda doğrudan demokratik yerel meclisler, konfede
ral mecliste görev yapmaları için delegeler seçecektir. Konfederal mec
lis, farklı yerel meclislerden gelen delegelerin kongresi olacaktır. Bu
meclis, İsviçre örneğindeki komisyon gibi kendi başına çok az güce sa
hip olacak ve yalnızca yerel yönetimlerin iradesini gerçekleştirecektir.
Ayrıca delegelerin yetkisi, kendilerine yazılı olarak ayrıntılı tali
matlar verecek yerel yönetimlerinin isteklerine uygun bir biçimde oy
kullanmakla sınırlı olacaktır. Delegelerin yerel yönetimlerinin talimatı
olmadan politika kararları almalarına izin verilmeyecektir. Tamamen
yurttaş meclislerine karşı sorumlu olan delegeler, kendilerine verilen
yetkiyi ihlal etmeleri durumunda geri çağrılabilir olacaktır.
Konfederal meclis kendi başına politika kararları almak yerine
esasen idari amaçlar için -yani, meclislerin formüle ettiği politikaları
koordine etmek ve yürütmek amacıyla- var olacaktır.
9 - Bakınız: Manuel Castells, The City and the Grassroots: A Cross-Cultural Theory
o f Urban Social Movements (Berkeley ve Los Angeles: University o f California Press,
1983), 2. bölüm.
mel bir unsurudur.
Yerel yönetim düzeyinde, yurttaşlar demokratik meclislerinde po
litika belirleyeceklerdir. Belirli bir mesele için izlenebilecek çeşitli ey
lem biçimlerini tartışıp bunlardan hangisini uygulayacaklarına karar
vereceklerdir. Örneğin, bir meclis bir yolu inşa edip etmeme üzerine
tartışıyor olsun. Yolu inşa etmenin avantaj ve dezavantajlarını değer
lendirdikten sonra yurttaşlar yolun gerekli olup olmadığı konusunda
oylama yapabilecektir. Yolu inşa etme kararı politika belirlemeye bir
örnektir.
Yol birkaç farklı hattan herhangi biri üzerinde inşa edilebilir. Top
luluktaki mühendisler, çeşitli olasılıklar için -h e r birinde ortaya çıka
bilecek teknik sorunları çözüme kavuşturarak- planlar tasarlayacak ve
bunları meclise sunacaktır. Burada mühendisler, her bir planı net bir
biçimde açıklayarak alternatifleri yurttaşların önüne serecektir. Top
luluktaki yurttaşlar arasında bir yolun nasıl inşa edileceğini bilenle
rin sayısı muhtemelen çok az olacaktır, fakat bu noktada yurttaşların
böyle bir uzmanlığa sahip olmaları gerekmeyecektir. Gerekli olan tek
şey, net bir biçimde yapılan açıklamaları ve planlar arasındaki farkları
anlamalarıdır.
En önemlisi de hangi yolun yapılacağına mühendislerin karar ver
meyecek olmasıdır (mühendisler bu kararda yalnızca yurttaş sıfatıyla
verdikleri oyla etkin olabilecektir). Bu grup, yalnızca bir uzman heyeti
olarak görev yapacaktır. Her bir planın avantaj ve dezavantajlarının
tartışılmasının ardından bunlar arasında seçim yapacak olan, (yurttaş
sıfatıyla mühendisler de bu gruba dâhil olmak üzere) yurttaşlardır. Bu
seçim, politika belirlemenin başka bir örneğidir.
Son olarak, yolun inşa edilmesi gerekecektir. Sürecin diğer aşama-
larındakinden farklı olarak yolun inşası kesinlikle idari bir sorumlu
luk olacak ve hiçbir tartışma ve oylama gerektirmeyecektir. Yolu inşa
edenler meclisin kararını uygulayacak ve yolu seçilen plana göre inşa
edecektir. Tamamen teknik olan bu uygulama süreci -hiçbir politika
belirleme süreci içermeyen- idareye bir örnektir.
Özgürlükçü yerel yönetimci bir yönetim şeklinde, tıpkı bugün bi
zim dünyamızda da olduğu gibi, birçok karar; karar alıcıların birçok
zor ve karmaşık faktörü dikkate almasını gerektirir. Fakat şimdikinden
farklı olarak, bu yönetim şeklinde teknik bilgi siyasi tercihler yapmak
için genellikle gerekli olmayacaktır. Günümüzde bir nükleer santral
planı çizebilecek ya da en azından bu santralin nasıl çalıştığını açık
layabilecek çok az sayıda parlamenter vardır, fakat bu durum onların
nükleer enerjinin kullanımına ilişkin siyasi kararlar almasını engelle
memektedir. Özgürlükçü yerel yönetimci bir toplumda ihtiyaç duyu
lan bilgi, yurttaşlar arasında mümkün olduğunca yayılacaktır. Teknik
konular, makul düzeyde yeterliliğe sahip olan sıradan yurttaşların bu
konularda politika kararları almasını mümkün kılacak biçimde açık
ve anlaşılabilir bir tarzda sunulmalıdır. Tüm politika konularının akıl
cı ve yeterlilik sahibi yurttaşların alanına girdiğinin garanti edilmesi,
politika belirleme ile idare arasındaki kurumsallaşmış, açık ayrımı ko
rumaya yardımcı olacak ve böylelikle doğrudan demokrasinin uygula
nabilir olmasını sağlayacaktır.
Karl Marx, 1871 yılında kurulan Paris Komünü üzerine yaptığı
analizde komünün, politika belirleme işiyle politikaların uygulanması
işini kendi bünyesinde birleştirmiş olmasına övgü düzerek radikal sos
yal teoriye kayda değer bir zarar vermiştir. Aslında bu iki fonksiyonun
birleştirilmesi, gerçekte bu organın temel kusuru olmuştur. İdareci
olan kişiler politika kararları da almaya başladıklarında devlet için
gerekli zemin oluşturulmuş olur. Bu, yönetici bir elitin, yurttaşların
karar alma gücüne el koyma süreci içerisinde olduğu anlamına gelir.
Daha önce gördüğümüz üzere, Massachusetts Bay Kolonisinin ilk
dönemlerinde -yalnızca idari görevleri yerine getireceği varsayılan- se
çilmişler heyeti, yasal olarak kent meclislerine ait olan güçleri kendi
üzerine alarak politika kararları da almıştı. Bu tür idari organların
kamu denetimi dışında görev yapmasına izin verildiğinde, bu organlar
gizli saklı bir biçimde politika kararları alıp bunları idari ya da “pratik”
konular olarak maskeleyebilir. Bununla birlikte, bu iki fonksiyon ara
sındaki ayrımı dillendirmek ve korumak; idarecilerin politika kararları
yerine yalnızca idari kararlar almasını garantileyecektir.
Konfederal Referandumlar
Burada tasavvur edilen yeni şehirde politika belirleme, yalnızca yerel
meclislere -doğrudan demokrasi içerisinde oylama yapan özgür yurt
taşlara- ait bir ayrıcalık olacaktır. Konfederal meclisin görevleri yerel
yönetimlerin benimsediği politikaları uygulamakla sınırlı, tamamen
idari ve eşgüdüm sağlamaya yönelik olacaktır.
Konfederasyon çapındaki oylama, konfederasyon meclisinin koor
dine edeceği bir süreç olacaktır. Konfederasyonun bir üye topluluğu
nun ekolojik tahribata neden olduğunu (atıklarını ırmağa döktüğünü)
ya da insan haklarını ihlal ettiğini (beyaz ırktan olmayanları dışladığı
nı) varsayalım. Bir ya da daha çok yerel yönetim, bu topluluğun zararlı
uygulamasını sürdürmesine izin verilip verilmeyeceği konusunda tüm
üye yerel yönetimlerin oylama yapmasını teklif edebilir. Konfederas
yon meclisi, yerel yönetimlerin -eğ er bunu yapmayı seçmişlerse- ilgili
topluluğun bu suistimale son vermesi konusunda oylama yapabildiği
konfederal bir referandumu koordine edecektir.
Çoğunluk kuralına göre yapılan bu oylamada oy sayımı halkın
bütünün oylarına göre yapılacak, dolayısıyla yerel yargı tarafından ya
pılmayacaktır: Başka bir deyişle, her delege leh ve aleyhteki oyların
çetelesini konfederal meclise getirecek ve nihai sonuca ulaşmak için
konfederasyonda yer alan tüm yerel yönetimlerdeki yurttaşların oyları
toplanacaktır.
Böyle bir süreç, demokrasinin inkarına değil, konfederasyon içe
risinde yer alan yurttaşların çoğunluğunun bir bölgenin ekolojik bü
tünlüğünün ya da insan haklarının desteklenmesi gerektiği konusun
da mutabık olduğunu ilan etmesine işaret edecektir. Bu kararı alan,
konfederal meclis değil -konfederasyon üzerinden isteklerini ifade
eden tek bir büyük topluluk olarak tasavvur edilen- tüm meclislerdeki
yurttaşların toplamının çoğunluğudur.
Birçok konuda referandumların evet ya da hayır yanıtını talep et
mesi gerekmez. Ulus devlet tarafından ulus devlet için yapılan günü
müz referandumlarında insanlar çok sınırlı bir tercih hakkına sahiptir:
Daha önce ortaya konduğu üzere, bir referandumda insanların ya evet
ya hayır oyu kullanmalarına izin verilir. Fakat yerel yönetimler konfe
derasyonunda bir meclis, konu halikındaki tartışma ve görüşme dö
neminde iki seçeneği de beğenmediğine ve kendi seçeneğini formüle
etmeyi tercih ettiğine karar verebilir. Böyle bir durumda konfederas
yon içerisinde yer alan yerel yönetimler, son aşamada tek bir seçeneği
kabul ya da ret için oylamak yerine sunulan farklı seçenekler arasında
bir seçim yapabilirler.
Meclis Üstünlüğü
Belirli bir yerel yönetimin, kendi üyelerine veya diğer kasaba ve şe
hirlere fiziki ya da manevi zararlar vermesini engelleme gücüne sahip
olan yerel yönetimler, konfederasyon içerisinde mutlak bir güce sahip
olacaktır. Politika belirleyiciler olarak -kolektif bir biçimde- mutlak
bir biçimde hüküm süren onlar olacaktır.
Özgürlükçü yerel yönetimci yaklaşımı devletçilikten ayıran şey,
meclis egemenliği ilkesidir. Ulus devletin var olan aygıtını ele geçirip
başka bir devlet inşa etmeyi sürdürmekten başka bir şey yapmayan
radikal, antikapitalist bir parti; pekâlâ özel mülkiyeti ortadan kaldırıp
üretim araçlarını kendi denetimi altına alabilir. Fakat bu tür bir dev
let, bir doğrudan demokrasi tesis etmeyecektir. Bu devletin insanlar
üzerindeki gücü hiç şüphesiz artacak ve -yakın zamanda yaşanan tec
rübeleri kendimize rehber alırsak- devlet gücünü ekonomik güçle pe
kiştirerek her şeyi kapsayıcı bir hale gelecektir. Bu devletin geniş kap
samlı denetimlerini uygulamaya geçirmek için kalabalık bir bürokrasi
oluşturacağına da kuşku yoktur. Kapitalizmi kontrol altına almada ne
kadar başarılı olursa olsun bu türden devletçi bir gidişat, pekâlâ çok
yıkıcı sonuçlar ortaya çıkarabilir.
Buna karşın, karşılıklı bağımlılıkları birbiriyle uyumlu hale getir
mek için bilinçli bir şekilde oluşturulan bir yerel yönetimler konfe
derasyonu; delegelerin hesap verebilirliğine, geri çağırma hakkına ve
katı direktiflere dayanacaktır. Bu şekilde konfederasyon, yerel demok
ratik karar alimim yerel yönetimler üstü bir idareyle birleştirecektir.
En önemlisi de yerel yönetimler konfederasyonu geçmişin devrimci
hareketlerinin süregelen hayalini - “komünlerin komününün” yaratıl
masını- gerçekleştirebilecektir.
ONİKİNCİ BÖLÜM
Yerelleştirilmiş Bir Ekonomi
Kooperatifler
Bu gelişmelerin yağmacılığı karşısında dehşete düşen ekolojik kaygı
lara sahip birçok özgürlükçü solcu, büyük şirketlerin ortadan kaldırıl
masını ve bunların yerine daha küçük, alternatif ekonomik birimler
getirilmesini savunmaktadır. Anlaşılabileceği üzere, bu kimselerin
amacı, ekonomik hayatın ölçeğini küçültmek ve yağmacı şirkederin
insanlara ve çevreye ödettiği bedeli azaltmaktır.
Bu kimselerin savundukları alternatif birimin tipi çeşitlilik gös
termektedir, fakat genellikle bu birim kolektif olarak sahip olunan ve
işletilen bir tür şirkettir. Bu şirket, üreticilerin bir kooperatifi ya da
anarko-sendikacıların savunduğu kendi kendini yöneten, kolektifleş
tirilmiş bir şirket gibi işçi kontrolündeki başka bir şirket olabilir. Ya
da birçok çevrecinin desteklediği gıda kooperatifi gibi tüketicilerin
bir kooperatifi olabilir. Fakat bu birim hangi biçimi alırsa alsın onu
kuranlar, bunu işbirliğine dayalı, alternatif bir toplum yaratmak ve
ekonomik hayatı yeniden insani bir ölçeğe getirmek amacıyla yapmalı
ve onu doğrudan, bu birimde önemli ölçüde etkin olan kadın ve er
keklerin ellerine bırakmalıdır.
Ne yazık ki rekabetçi piyasa bu tür alternatif ekonomik birimlerin
uzun bir süre boyunca alternatif olarak kalmasını zorlaştırmaktadır.
Avrupa’da ilk sosyalist kooperatiflerin kurulma girişiminin üzerinden
geçen yüz yetmiş yıl boyunca kooperatif şirkeder, destekçilerinin ve
kurucularının amaçları ne olursa olsun, sonunda piyasanın gereklerine
uymak zorunda kalmışlardır.
Bu uyum süreci oldukça standart bir örüntü izlemiştir. İlkin, bir
kooperatif -tipik biçimde tüm şirketlerde olduğu gibi- mübadele ve
sözleşmeler ağına dolanır. Sonra tamamen ticari olan rakiplerinin aynı
malları daha düşük bir fiyata piyasaya sürdüğünü fark eder. Tıpkı di
ğer şirketler gibi kooperatif de işe devam etmek istiyorsa müşteri ka
zanmak için fiyatları düşürerek rekabet etmesi gerektiğini fark eder.
Fiyadarı düşürmenin bir yolu, ölçek ekonomilerinden faydalanmak
için işletmenin boyutunu büyütmektir. Böylece büyüme, kooperatif
için gerekli hale gelir -yani, kooperatif de diğerleri gibi “büyümeli ya
da yok olmalıdır.”
Kısacası, en idealist motivasyonlara sahip bir kooperatif bile ra
kiplerini yutması veya onlardan daha düşük bir fiyata satış yapması
gerektiğinin, yoksa kooperatifin kapısına kilit vurmak zorunda kalaca
ğının farkına varır. Eğer kooperatif varlığını sürdürmek istiyorsa, (her
ne kadar insani değerlerin ileri sürülmesi etkili bir pazarlama strateji
si olabilse de) sonunda insani değerlerden taviz vererek kâr arayışına
girmek zorunda kalacaktır. Rekabetin buyrukları, kademe kademe
kooperatifi -kolektif bir biçimde sahip olunmasına ve yönetilmesi
ne rağmen- kapitalist bir işletme olarak yeniden biçimlendirecektir.
Bu gelişme, 1936 yılı İspanyası’nın devrimci koşullarında bile ortaya
çıkmış; sendikacı işçiler tarafından idealist amaçlarla el konulan işlet
meler, sonunda ham madde ve kaynaklar için birbiriyle yarışır hale
gelip sendika bürokrasisinin ya da devletin kendilerine el koymasına
yol açmıştı.*
Ne yazık ki en iyi niyetlerle kurulan kooperatifler bile bu şekil
de kapitalizmin kazanç güdümlü kucağına sürüklenmektedir. İki ya
da üç yıldan daha uzun süre varlık gösteren kooperatiflerin büyük
bir çoğunluğu, rekabet baskısı altında başkalaşım geçirerek sıradan
işletmelere dönüşmüş ya da piyasanın yönlendirdiği rekabetçi güçle
rin zayiatları olarak kapanmıştır. Daha demokratik bir hale gelmek,
bu kooperatiflerin kesinlikle yapmadığı bir şey olmuştur; bu koope
ratifler kapitalist sisteme en ufak bir tehdit bile oluşturmamışlardır.
Ispanya’nın Bask eyaletindeki o göklere çıkarılan Mondragon koope
ratifi bile piyasanın buyruklarına uyum sağlar bir hale gelmektedir.
Toplumsal değişim yaratmaya yönelik bir güç olarak zayıf bir kar
neye sahip olmalarına rağmen, kooperatifler; kapitalizmin uygulana
bilir bir alternatifi olarak onlara bel bağlamaya devam eden birçok iyi
niyetli kimse için hala cazibesini sürdürmektedir, işbirliği kesinlikle
çözümün gerekli bir parçası olsa da kapitalist sisteme meydan okumak
için kooperatifler tek başlarına yetersizdir.
Kamu Mülkiyeti
Bu durumda; ister işbirliğiyle ister yöneticiler tarafından yönetilsin,
ister işçilerin ister hissedarların mülkiyetinde olsun özel mülk olan
bir ekonomik birim, yalnızca kapitalist sistem tarafından asimile
edilmeye açık olmakla kalmayacak, -üyeleri bundan hoşlansın ya da
hoşlanmasın- sonunda kesinlikle asimile de olacaktır. Kapitalizm var
olduğu sürece rekabet, sistem içerisindeki işletmelerin, kârlarını mak
simize edebilmeleri için daima rakiplerininkinden (emeğin maliyeti
de buna dâhil olmak üzere) daha düşük maliyeder, daha büyük pa
zarlar ve avantajlar peşinde koşmasını gerektirecektir. Bu işletmeler
insanları başka kriterlerden ziyade üretkenlik ve tüketim düzeyleriyle
(*) Söz konusu edilen İspanyol devrimi tarihi kitabın sonunda yer alan röportajda Mur-
ray Bookchin tarafından daha etraflı bir biçimde açıklanmaktadır.
değerlendirmeye meyilli olacaklardır -h em de şimdiye dek hiç olma
dıkları kadar...
işbirliğine dayanan alternatif bir toplum yaratmak istiyorsak kâr
arayışı sınırlandırılmalı, daha da iyisi, ortadan kaldırılmalıdır. Ekono
mik birimler, kendi kâr arayışlarını kendi içlerinden sınırlandırama-
yacakları için dışarıdan uygulanan sınırlandırmalara tabi tutulmalıdır.
Dolayısıyla asimile olmaktan kurtulmayı amaçlayan alternatif bir eko
nomik birim, kâr arayışına dışarıdan kısıtlama getiren bir toplumsal
bağlamda var olmalıdır. Bu birim yalnızca belirli bir işletmenin kâr
arayışını dizginlemek için değil, ekonomik hayatı genel olarak kontrol
altına almak için de dizginleme gücüne sahip olan daha geniş bir top
luluğun içine gömülü olmalıdır.
Kapitalizmin var olmasına izin veren hiçbir toplumsal bağlam,
kâr arayışını hiçbir zaman başarıyla kısıtlayamayacaktır. Kapitalizmin
yayılmacı buyrukları daima dışsal denetimleri sona erdirmeye çalışa
cak, daima rekabet edecek, daima büyüme için baskı yapacaktır. Son
tahlilde karşı karşıya olduğumuz yalın gerçek, kapitalizmin kendisinin
ortadan kaldırılması gerektiğidir. Mevcut sistem hümanist değer, uy
gulama ve kurumlar lehine kâr arayışını sınırlandırma veya ortadan
kaldırma arzu ve yeteneğine sahip bir sistemle değiştirilmelidir.
Bu tür bir toplum, ekonomik birimlere “sahip olan” bir toplum
olmalıdır. Başka bir deyişle, bu; toplumsal olarak önem taşıyan mal
ların -üretim araçlarının- kamu denetimi ya da -mülkiyetin varlığını
devam ettirmesi durumunda- kamu mülkiyeti altına alındığı bir top
lum olmalıdır.
Kamu mülkiyeti anlayışı günümüzde revaçta değildir. Bu anlayışın
yakın zamandaki tarihi —özellikle de eski Sovyetler Birliği örneğinde-
iç karartıcı olmanın ötesine geçememiştir. Fakat malların kamulaştırıl-
dığı bu ve benzeri örneklerde “kamu mülkiyeti” yanlış bir adlandırma
olmuştur. Kamulaştırma yoluyla oluşturulan “kamu mülkiyeti” ulus
devletin mülkiyeti anlamına gelir. “Kamu mülkiyeti” ifadesi halkın
mülkiyetini ima etse de devlet mülkiyeti kamu mülkiyeti değildir;
çünkü daha önce gördüğümüz üzere, devlet halkın üzerine yerleştiri
len elit bir yapıdır, halkın kendisi değildir. Kamulaştırma anlamındaki
“kamu mülkiyeti” insanlara ekonomik hayat üzerinde denetim kazan
dırmaz; devletin gücünü ekonomik güçle pekiştirmekle kalır.
Örneğin, Sovyet Devleti üretim araçlarına el koyup onları gücünü
arttırmak için kullandı, fakat hiyerarşik otorite yapılarına hiç el sür
medi. Ekonomik hayatları hakkında karar almak için halkın çoğunlu
ğunun yapabileceği ya çok az şey vardı ya da hiçbir şey yoktu. Bu tür
bir kamulaştırmayı “kamu mülkiyeti” diye adlandırmak, devlet sana
tını “siyaset” ya da burjuva bir cumhuriyeti “demokrasi” diye adlan
dırmak kadar kafa karıştırıcıdır -d a h a doğrusu sahtekarcadır. Gerçek
kamu mülkiyeti devletin değil, kendi toplulukları içerisinde yaşayan
halkın mülkiyetidir.
Ekonominin Yerelleştirilmesi
Özgürlükçü yerel yönetimcilik gerçekten kamusal olan bir kamu
mülkiyeti biçimi geliştirir. Özgürlükçü yerel yönetimciliğin önerdi
ği siyasi ekonomi ne özel mülkiyet altındadır, ne küçük kolektiflere
bölünmüştür, ne de kamulaştırılmıştır. Bu ekonomi, daha ziyade, ye
relleştirilmiştir -yani; yerel topluluğun “mülkiyeti” ve denetimi altına
alınmıştır.
Ekonominin yerelleştirilmesi (municipalization of the economy)
ekonominin “mülkiyet” ve idaresinin topluluğun yurttaşlarına ait ol
ması anlamına gelir. Mallar -bunlara toprak ve fabrikalar da dâhildir-
artık özel kişilerin mülkiyetinde olmayacak, her yönüyle meclislerdeki
yurttaşların denetimi altına konulacaktır. Yurttaşlar topluluklarının
ekonomik kaynaklarının kolektif “sahipleri” haline gelecekler ve top
luluk için bir ekonomi politikası formüle edip onaylayacaklardır. Eko
nomik hayat hakkında karar alacak olanlar, bürokratlar ya da kapita
listler değil, yurttaşlardır.
Bu kararları, mesleki uğraşlarına veya iş yerlerine bakılmaksızın
yurttaşlar alacaktır. Yurttaşlar, topluluklarının ekonomik hayatının
tamamı için kararlar alacaklardır. Fabrikada çalışanlar yalnızca o fab
rika için değil, diğer tüm fabrikalar -v e çiftlikler- için politika for
müle etmeye katılacaktır, insanlar bu karar alma sürecine işçi, çiftçi,
teknisyen, mühendis ya da meslek erbabı olarak değil; yurttaş olarak
katılacaklardır. Aldıkları kararlara belirli bir işletme, meslek ya da ti
caretin ihtiyaçları değil; bir bütün olarak topluluğun ihtiyaçları yön
verecektir. Bu kararlar topluluğun üstün çıkarlarına hizmet edecektir.
Muazzam servet ve gelir eşitsizlikleri içeren bir toplumda ne de
mokrasinin ne de siyasi özgürlüğün var olabileceği, siyasi düşünceler
tarihinde çoktandır anlaşılmış bulunmaktadır. Tıpkı Thomas Jefferson
gibi Aristoteles de kaynakların çok eşitsiz bir biçimde bölüşüldüğü
yerlerde halk yönetiminin sürdürülemeyeceğini biliyordu. Katı bir
ekonomik eşitlikçilik olmadan her tür demokrasinin çok kısa ömürlü
olması ve er ya da geç oligarşiye veya despotizme yol açması kuvvetle
muhtemeldir.
Jefferson, Amerikan cumhuriyetinin varlığını sürdürmesi için bile
genel ve yaygın bir koşul eşidiğinin gerekli olacağını öngörmüştü. An
cak Jefferson’un ölümünün üstünden çok geçmeden, onun zamanının
göreceli ekonomik eşidiği, yerini ekonomik gücün birkaç özel kişinin
elinde toplandığı bir yapıya bırakmaya başlamıştı bile. Günümüzde
Birleşik Devletlerdeki servet ve gelir eşitsizlikleri o kadar yaygındır ki
yerel düzeyde demokrasinin gerçekleşme potansiyelini bırakın, ulusal
düzeydeki “demokratiklik” maskesinin geleceği bile şüphelidir. Eko
nomik eşitsizlik, Atmalıların -m ad d i ihtiyaçtan ya da patronaj ilişkile
rinden bağımsız olduğu için kamu meselelerinde akılcı yargılarda bu
lunabilen- siyasi açıdan egemen yurttaş idealinin gülünç bir taklidini
sunma tehdidi taşır.
Akılcı bir anarşist toplumda ekonomik eşitsizlik; servetin, özel
mülkiyetin ve üretim araçlarının denetiminin yerel yönetime devre
dilmesiyle ortadan kaldırılacaktır. Ekonominin yerelleştirilmesi ara
cılığıyla varlıklı sınıfların zenginliklerine sıradan insanlar tarafından
el koyulacak ve bu zenginlikler herkesin yararına kullanılmak üzere
topluluğun ellerine teslim edilecektir.
Bu şekilde ekonomik hayat, topluluk tarafından özümsenip siyasi
alanın denetimi altına konulacaktır-siyasi alan da meclisin bir sorum
luluğu, kamu işlerinin bir parçası olarak ekonomik karar alma işini
özümseyecektir. Ne fabrika ne de arazi bir daha kendi çıkarlarına sahip
olan ayrı, rekabetçi birer birim haline gelebilecektir.
Meclisin kararlarını akılcı ve ekolojik standartlar yönlendirecek
tir (ya da en azından öyle olacağı umulmaktadır). Ekonomi ahlaki
bir ekonomi haline gelecektir. Klasik sınır ve denge anlayışları kapi
talizmin kâr arayışıyla büyüme ve rekabet etme buyruğunun yerini
alacaktır. Topluluk insanlara üretim ve tüketim düzeyleri için değil,
topluluk hayatına yaptıkları olumlu katkılar için değer verecektir.
Meclisleri aracılığıyla faaliyet gösteren yurttaşlar, bilinçli ve kasıtlı bir
şekilde ekonomik teşekküllerin, işbirliği ve paylaşımın gerektirdiği
etik kısıtlamalar yerine kâr arayışının kapitalist buyruklarına uymasını
engelleyeceklerdir.
Meclis yalnızca üretim hakkında değil, hayatın maddi araçlarının
bölüşümü hakkında da karar alacak ve böylelikle kıtlık sonrası vaadini
yerine getirecektir. “Her bireyden yeteneğine göre, her bireye ihtiyacı
na göre” düsturu -o n dokuzuncu yüzyıldaki tüm komünist hareketle
rin bu talebi- yaşayan bir uygulama, siyasi alanın kurumsallaşmış bir
sorumluluğu haline gelecektir. Topluluktaki her bireyin, yerine getire
bildiği işlere bakılmaksızın yaşam araçlarına erişimi olacak; topluluk,
ahlaki ve akılcı bir şekilde formüle edilmiş ihtiyaç kriterlerine dayanan
katı bir ekonomik eşitliğin tüm yurttaşlar arasında var olduğunu gö
recektir.
Daha geniş bir coğrafi alandaki ekonomik hayat ise yerel yönetim
ler konfederasyonu tarafından yönetilecektir. El koyma yoluyla mülk
sahibi sınıflardan elde edilen zenginlik, tek bir yerel yönetim içerisinde
değil, bölgedeki tüm yerel yönetimler arasında yeniden bölüştürüle-
cektir. Yerel yönetimler, konfederal düzeyde birbirleriyle kaynaklarını
paylaşacak ve üretim ve bölüşüm konusunda kararlar alacaktır. Bir
yerel yönetim diğerlerinin zararına bir kaynağı kendi tekeline almaya
çalışırsa, diğer yerel yönetimlerin onu engelleme hakkı olacaktır. Eko
nominin kapsamlı bir biçimde siyasallaşması gerçekleşecek ve ahlaki
ekonominin ölçeği daha geniş bir bölgeyi içine alacak şekilde genişle
tilecektir.
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İkili İktidar
(*) Yatak odası toplulukları temel istihdam merkezlerine ve banka, market ve alışveriş
merkezi dışında bir ticaret sahasına sahip olmayan, sakinlerinin yalnızca uyumak için
kullandığı banliyöler için kullanılan bir ifadedir (Ç.N.).
anlamda kullanılabilecek bir çekirdekleşme geliştirmektedir. Bizim
görevimiz toplumsal bir kriz durumunda özgürlükçü yerel yönetimci
bir yaklaşıma uygun düşecek ne tür potansiyellerin olduğunu araştır
maktır. Bugün ayrıcalıklı olan bir şehir, bir gün ekonominin çalkan
tılarını öyle bir şekilde duyumsar ki oldukça asi bir şehir haline gelir.
Tamamen korunmuş bir topluluk; toplumdaki ekonomik, çevresel ve
kültürel güçlerin kendisinde gedik açmasıyla radikal bir şehre dönüşe
bilir. Bu şehirleri daha az ayrıcalıklı bölgelerden ayıran kilitli kapılar,
onları bekleyen geleceğe engel olamaz.
Açık konuşmak gerekirse, ya sosyalizmle ya da barbarlıkla yaşaya
cağız. Barbarlığın mümkün olduğu konusunda hiçbir şüphe yok -a s
lında hayatın birçok alanında barbarlık haddinden fazla gelişmiştir.
Fakat onun ya hiç ya da çok fazla gelişmemiş olduğu birçok hayat
alanı da mevcuttur. Başarısızlık ihtimalini dışlamıyorum. Ama umut
için bir dayanağımız varsa o da bu çekirdekleşmiş bölgelerin en iyi ko
runanlarından bazılarında değişimlerin meydana gelebileceğini kabul
eden özgürlükçü yerel yönetimci yaklaşımdadır.
Soru: Başka bir sorun da zaman... Gitgide daha fazla sayıda sıra
dan insan -elitler karşısındaki yurttaşlar olarak özgürlükçü yerel yö-
netimciliğin en fazla güç kazandırması beklenen insanlar- kıt kanaat
geçinebilmek için iki, hatta üç işte birden çalışıyor. Bu insanların aile
lerini görmeye bile vakitleri yok. Çocuklarını yatırırken onlara kitap
okuyabilmek için sahip oldukları kıt zamandan taviz veren bu insan
ların nasıl olup da bir halk toplantısına gelmelerini talep edebiliriz?
Yanıt: Benim düşünceme göre insanlar hayatta kalmaktan başka
bir şey yapmayan bir organizma değil, insan olmak istiyorlarsa bir ta-
(*) Amerika Birleşik Devletleri’nde Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti dışında ka
lan bütün partiler “üçüncü parti” olarak anılmaktadır (Ç.N.).
kim tavizler vermeliler. Günümüz insanları karınlarını doyurmak için
uyanık kaldıkları tüm saatler boyunca çalışmalarını gerektiren bir ya
şam biçimini kabul etmeye hazırsa, hayvani bir hayatta kalma içgüdü
sü dışında onları neyin yaşamaya devam etmeye ittiğini anlamadığımı
söyleyeceğim. İnsanların kendilerini insan olarak gerçekleştirmek için
mücadele etmesi, Batı felsefesinin -özellikle de Yunan felsefesinin- en
zorlu taleplerinden biri olmuştur. Eğer insanlar bunu yapmaya istekli
değillerse, eğer onların bunu yapmaları hiçbir şekilde mümkün değil
se, o zaman bunu yapabilecek olanlar onlara tepeden bakmadan ve
bunu yaptıkları için herhangi bir ayrıcalık talep etmeden bir süre için
onlar adına hareket etmek zorunda olacaktır. Çok sayıda insanı uzun
saatler boyunca çalışmaya zorlayan adaletsizlikler düzeltilmelidir, böy-
lece bu insanlar meclis toplantılarına gelmek için özgür olabilecektir.
Akılcı bir toplumda otomasyon gibi teknolojik gelişmelerin zah
metli işleri neredeyse tamamen ortadan kaldıracağını düşünmek isti
yorum, ama bu gelecekte olacak bir şeydir. Şu an için insanlar özgür
olmak, ne kadar zor olsa da toplantılara katılmaya zaman bulmak ve
hayatlarının kontrolünü kendi ellerine almak için ahlaki bir çaba har-
cam alıdır.
Kimlik ve Evrensellikler
Soru: Doğrudan demokrasinin ilk tarihi örnekleri olarak sıklıkla antik
Atina’ya ve koloni dönemi New England’ına atıfta bulunuyorsun. An
cak antik Atmalılar aşırı ölçüde patriyarkaldı ve kölelere sahipti. New
England Püritenleri ise Quakerlari asmış ve yerlileri köleleştirmişti. Bu
toplumlar bugünün özgür toplumu için model olarak kullanılamaya
cak ölçüde cinsiyetçilik ve ırkçılıkla lekelenmiş, beyaz erkeklere özel
olmuş değil midir?
Yanıt: Bu konuda sürekli olarak aldığım eleştirilere rağmen ben
ne şimdi ne de başka bir zaman antik Atina’yı ya da koloni dönemi
New England’ını “model” olarak savunmadım. Burada ya da başka bir
yerde atıfta bulunduğum tarihi örneklerin hiçbiri -klasik Atina, çeşitli
ortaçağ şehirleri ve kent konfederasyonları ve hatta Paris mahalle mec
lisleri ve New England kent meclisleri bile- özgürlükçü yerel yönetim
ci fikirlerin bir “modelini” temsil etmemektedir. Bunların hiçbirinin
gelecekte neler başarılabileceğinin ya da başarılması gerektiğinin ideal
bir imgesini temsil etmediklerini vurgulamalıyım.
Bu örneklerin hepsi önemli ölçüde ciddi kusurlar -özellikle de sı
nıf ayrımları ve düşmanlıklar ve kadınların ve sıklıkla da mülksüzlerin
kamu faaliyetlerinden dışlanması- ile zedelenmiştir. Atina’daki ecclesia
-bazılarının birkaç nesildir Atina’da yaşamasına rağmen- şehrin ya
bancı sakinlerinin katılımına izin vermezdi. Belirli insanlarla sınırlı bir
yurttaşlık anlayışları vardı. Bazen insanlar ecclesia’da saldırgan ve ki
birli bir biçimde hareket ederlerdi. Yurttaşlar kendi çıkarlarını gözeten
hatip ve demagoglar tarafından kolaylıkla kontrol edilirlerdi. Ayrıca
Atmalıların toplumu bir kıtlık sonrası toplumu olmaktan çok uzaktı.
Zahmetli işten bağımsız olunmadığı için nüfusun en fazla çalışan ke
simleri meclise gidemeyecek kadar yorgun olurdu.
Bu nedenle özgürlükçü yerel yönetimci bir toplum için belirli bir
model yoktur. Hepsinden önemlisi, özgürlükçü yerel yönetimci bir
toplum akılcı bir toplum olacaktır -fakat bu kurumlan oluşturan kül
türlerin birçoğu akılcı bile değildi. Atmalılar meclislerine kutsal işler
yüklemişlerdi, böylece bu meclislerin gündemleri kutsal işler ile sekü-
ler işler arasında bölünmüştü.
Başka kusurlar da vardı. Cornelius Castoriadis yakın bir tarihte
kölelerin esasen küçük, varlıklı bir seçkin sınıfın mülkü olduğu iddia
ederek bu kusurları olduklarından daha önemsizmiş gibi gösterse de
Hansen bu iddianın hiç de doğru olmadığını savunmuştur. 10 Ben bu
şehirleri birer model olarak görecek son kişiyim. Benim tasavvur etti
ğim gerçek anlamda akılcı, özgür ve ekolojik şehir henüz ortaya çıkmış
değil ve tarihi şehirlere yaptığım bütün göndermeler, yalnızca geçmiş
te var olan ve üzerine düşünülmeyi hak eden kayda değer kurumlan
gösterme amacı taşıyor. Bu örneklere insanların verili bir zamanda
kurdukları şeyler için değil, onların tarihsel olarak ortaya koydukları
yenilikler ve oluşturdukları gelenek -günümüzde hala tamamlanmayı
bekleyen ve özgürlükçü yerel yönetimcilikle birlikte akılcı bir şekilde
tamamlanabilecek olan bir gelenek- için atıfta bulunuyorum.
10- Mogens Herman Hansen, The Athenian Democracy in the Age o f Demosthenes:
Structure, Principles and Ideology, ^ev. J. A. Crook (Oxford: Blackwell, 1991).
Soru: Dünyanın diğer bölgelerindeki bazı arkadaşlarım New Eng
land kent meclisine atıfta bulunurken sorun yaşamışlar; çünkü bu,
kendi kültürlerinden ziyade Amerikan kültürüne ait bir olgu. Ya da
mahalle meclislerinin Fransa’ya özgü olduğunu, dolayısıyla kendi bu
lundukları bölge için geçerli olmadığını hissediyorlar. Dünyanın bir
çok bölgesindeki gelenekler için demokrasi bile yabancı görünmekte
dir -n e de olsa demokrasi, kökeni itibariyle Avrupalıdır. Bu “yabancı”
fikirler dünyanın diğer bölgelerindeki insanlar için nasıl geçerli hale
getirilebilir ya da getirilebilir mi? Bunun yerine, insanlar açıkça de
mokratik olmasalar bile yerli geleneklere mi başvurmalıdır?
Yanıt: Demokratik kurumlara olan ilgim özel olarak bunların
kök aldığı kültürlerle ilişkili değil. Dolayısıyla Atina ecclesia’sından
söz etmemin nedeni benim Yunan olmam değil. Ben Yunan değilim.
Parisli olmayı bırakın Fransız bile değilim, ancak defalarca Paris ma
halle meclisleri üzerine araştırma yapmanın değerine atıfta bulundum.
İspanyol da değilim ama comunero’lara atıfta bulunuyorum. Köken
olarak New Englandlı değilim -Hayatımın yalnızca üçte birlik bir
kısmında burada yaşadım, ömrümün çoğunu New York’ta geçirdim.
Ama kent meclisi kayda değer bir doğrudan demokrasi örneğidir. Şu
an New England’da yaşadığım için onu göz ardı mı etmem gerekir?
Elbette, 1960’lı yıllar boyunca özellikle Amerikan geleneklerin
den yola çıkarak çalışma yürütmekle ilgilendim. Fakat kendi adıma
bu yaklaşım -h er ne kadar bununla suçlanmış olsam da- herhangi bir
Amerikan şovenizminden kaynaklanmıyordu. Esasen Amerikan hal
kıyla Alman Marksizminin, Rus Leninizminin ya da Stalinizminin
ve Çin Maoizminin sözcükleriyle konuşan “Yeni Solculara” muhale
fet ediyordum. Bu, Marksizmin Birleşik Devletler için geçerli olma
dığını söylemek anlamına gelmiyor. Fakat bu yeni solcular anlaşılır
bir biçimde Amerikan emperyalizmine muhalefet ederken Çin ve
Vietnam’daki totalitarizme büyük bir saygıyla yaklaşıyorlardı. Yakın
zamanda yaşanan -öngörülebilir- gelişmeler sonucunda bugün bu sol
cuların birçoğu neden oldukları zararı unutmak istemektedir.
Atina’ya, New England’a ve Paris mahalle meclislerine atıfta bu
lunurken özgürlükçü solcuların iyi örneklere, özgürlük hakkının ku-
rumlarına sahip olduğunu -bazı örneklerde bunların kapılarının tam
önünde bulunduğunu- göstermeye çalışıyordum. Denizin ötesine -
Çin’i bırakın Güneydoğu Asya’ya bile- bakmalarına gerek yoktu.
Benim odaklandığım temel konu kuramların kendisiydi, şehirle
rin romantikleştirilmesi değil... Amerikalı bir şovenist olsaydım, Atina
etclesiası’na ya da Paris mahalle meclislerine atıfta bulunmamın ne
anlamı olurdu? Açıkça bu kuramların yapısı ve uygulanabilirliğiyle
ilgileniyordum ve bunların Amerikan düşüncesini tamamlayan gele
neklerin bir parçası olması benim için ikincil önemdeydi.
Eğer insanlar Aristoteles’in söylediği gibi potansiyel olarak akıl
cıysa, kuramların akılcılığının önemli olması gerekir, geleneklerin
değil. İdeolojik ya da kurumsal açıdan demokratik geleneklere sahip
olmayan yerlere gidip gerçek anlamda demokratik bir toplumun sağ
layacağı yararları aktarmaya çalışmak konusunda hiçbir pişmanlığım
olmazdı. Benim işim bir propagandacı ve bir ajitatör görevi görmek ve
insanlarla eski hakkında değil, yeni hakkında konuşmak ve hatta yeni
yi eskinin karşısına koymak -gelenek temelinde değil, tamamen akılcı
bir temelde neden eski sistemden kurtulup yeni bir sistem kabul et
memiz gerektiğini açıklamaya çalışmak- olacaktır. Böyle bir çaba, in
sanların ezilmişliğinin kendi düşünüş biçimlerinde bile kökleşmiş hale
gelmesinin kırılmasında yardımcı olabilir. Üstünlük tasladığımı ya da
elitist davrandığımı düşünmüyorum. Kurtulmakla iyi bir iş yapmış
olacağımız -kadınların “sünnet edilmesi”, peçe takması ya da gerçek
birer toplumsal sorun olan problemlerin mitsel bir biçimde yorum
lanması, mevcut elitlerin gücünü gözlerden saklayan ve mistikleştiren
açıklamalar gibi- gelenekler var.
Bir Yahudi olarak İbranilerin kutsal metinlerindeki oldukça kanlı
geleneklere geri dönmeyi de faydalı görmüyorum. Kendi “gelenekle
rimi” inceleyebilir ve bunlar arasından bazılarını seçip bazılarını bir
kenara ayırabilirim -fakat onları sırf benim etnik geçmişimin bir par
çası diye kabul veya reddetmem. Ben her zaman şunu savunurum:
İnsanlar potansiyel olarak akılcı varlıklarsa, gelenekleri ne olursa olsun
akılcı bir toplumda yaşamaya çalışmalıdır. İlkelliğin, gelenekçiliğin ve
görünüşte kültürel köklerimizi oluşturan adederin insanlığın on bin
yıllık eğitiminin bir parçası olduğunu düşünmek isterim, kendi içinde
bir amaç olarak gelenekçiliği canlandıracağımızı değil...
Soru: İnsanlar özgürlükçü yerel yönetimci gruplar kurduklarında
mahallerinde bir halk meclisi toplantısı yapılacağını duyuruyorlar, fa
kat bazen bu toplantıya çok fazla insan gelmiyor. Moskova’dan gelen
bir ziyaretçi yakın zamanda böyle bir sorun yaşadıklarından söz etti.
Bu çok cesaret kırıcı bir şey... Bu insanlara ne söylerdin?
Yanıt: Gelenlerin değerini bilin. Onlara çok değer verin. Onları
eğitmeye çalışın. Özgürlükçü yerel yönetimci bir toplumda bile mec
lislere ille de tam bir katılım olmayacağını hatırlayın. Antik Atmalılar
bile genel katılımı temel almıyorlardı. Antik Atmalılar demokrasi açı
sından çok elverişli koşullar altında faaliyet göstermişlerdi ve demok
ratik bir kültüre sahiptiler, fakat 30.000 kişilik potansiyel bir yurttaş
varlığına sahip oldukları halde toplantı yeter sayıları 5.000 kişiydi. Bu
rakam, meclise katılma hakkı olanların yalnızca altıda biriydi. Başka
bir deyişle, her altı yurttaştan birinin ecclesia’ya gelmesi antik AtinalI
ları tatmin ediyordu.
Paris’in en devrimci mahalle meclisleri fevkalade bir enerji patla
ması sergiliyordu, fakat bu meclisler de mahalle nüfusunun küçük bir
bölümünden oluşuyordu. Genellikle bu meclislere bin ya da iki bin
kişi içinden yalnızca on beş ya da yirmi kişi katılıyordu. Yasal olarak
meclise katılma hakkına sahip olanlar arasından yirminin üzerinde ki
şinin bir mahalle meclisi toplantısına katıldığına genellikle yalnızca
kriz zamanlarında rastlanıyordu. Mahalle meclislerine katılım, gün
demdeki konuya göre büyük oranda değişkenlik gösteriyordu.
İnsanlar kendi kişisel ilgilerine, özel kaygılarına, ilgi derecelerine,
sahip oldukları boş zaman miktarına, gündeme, sosyal ve siyasi ge
lişim düzeylerine, hastalığa ve kim bilir başka hangi nedenlere bağ
lı olarak bir meclis toplantısına katılmaya ya da katılmamaya karar
verebilirler. New Orleans’tan tanıdığım bir sofist -John Clark- her
kesin meclise katılmadığı bir durumda, bu meclisin gerçek anlamda
demokratik olamayacağını iddia etmek istiyor. Günümüzdeki büyük
bir şehrin toplam nüfusuna bakıp her mahallede kaç kişinin yaşadığını
hesaplıyor ve her meclise muazzam sayıda -sö z gelişi beş bin ya da
on bin- insanın düşeceği sonucuna varıyor. Ve görünüşe göre bunun
gerçek bir demokrasi olabilmesi için bu insanların hepsinin meclise
gelmesi gerekiyor -a m a “bakın” diyor Clark, “demokrasinin gerçek
leştirilebilmesi için çok fazla insan var.” Dolayısıyla özgürlükçü yerel
yönetimcilik imkânsızdır -b u Clark’ın kendi tezi. Sanki Clark sekiz
milyonluk bir şehrin üzerine bir ızgara yerleştirip her karedeki meclise
kaç insanın gelmesi gerektiğini hesaplıyor.
Fakat eğer sahip olunan nüfiıs halk meclisi olarak vasıflandırılacak-
sa burada her bebeğin, her çocuğun, her Alzheimer hastasının meclise
katılmak zorunda olacağı yönünde bir varsayım söz konusudur. Bu
mantık, açıklığa kavuşturmaktan ziyade belirsizleştirmeye hizmet
eden lojistik bir sofizm haline gelmektedir. Zaman içinde hem fiziksel
hem de kurumsal açıdan ademimerkezileştirilmiş olan -v e bu ade-
mimerkezileşmeyle geniş kırlara dağılmış çiftlikleri kastetmiyorum-
özgürlükçü yerel yönetimci bir toplumda halk meclisleri hakkındaki
en önemli şey şudur: Tüm bunlar gerçekleştirildiğinde, fiziksel olarak
meclise gelebilecek yeterlilikte olanların hepsinin ya da çoğunluğunun
meclise gelmesi bir mucize olacaktır.
Burada önemli olan, katılma özgürlüğünün var olmasıdır. Bu öz
gürlük, otoriteci ya da hiyerarşik eğilimlere karşı tetikte bekleyen bir
nöbetçi görevi görecektir. Meclisin kapıları herkese açıktır ve aslını
isterseniz, insanlar meclis toplantılarına katılmaya zorlansaydı, bu
müthiş ölçüde yanlış olurdu. Böyle bir çaba yalnızca gerçekçilikten
uzak olmakla kalmayacak, aynı zamanda insanın özgürlüğünün -d ah a
açık bir ifadeyle, katılma özgürlüğü kadar katılmama özgürlüğünün-
çarpık bir temsili de olacaktır. Burada parmak basmak istediğim temel
nokta, halk meclislerinin ilgili yerel yönetim biriminde yaşayan ve be
lirli bir yaşa erişmiş olan herkese -hiçbir kısıtlama olmaksızın- açık
olacağı, insanların meclis toplantılarına katılmaya teşvik edileceği ve
tartışılacak konular hakkında bilgilendirileceğidir; böylece insanlar
demokratikleşme eylemine katılmak isteyip istemediklerine karar ve
rebilecektir. En önemli kararların alınacağı bir toplantı söz konusu
olduğunda dahi katılma yeterliliğinde olan tüm topluluk üyelerinin
toplantıya katılması beni şaşırtırdı.
Önemli bir başka nokta da şudur: Özgürlükçü yerel yönetimci
lik halk meclisleri yaratmayı hedefleyen bir hareketten ibaret değildir.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik aynı zamanda siyasi bir kültür yarat
ma sürecidir. Çoğu yerde özgürlükçü yerel yönetimci hareket yıllar
boyunca -bunun kaç yıl süreceğini söyleyemem- mevcut siyasi ve
ekonomik açmaza çözüm sunduğu konusunda insanları ikna etmeyi
başaramayacaktır. Özgürlükçü yerel yönetimcilik bir süreçtir ve aynı
zamanda özgürlükçü yerel yönetimci kurumların oluşturulmasının
bile öncesinde bu süreci geliştirmeye, genişletmeye ve insanların kal
bini kazanmaya çalışan bir harekettir. Mücadele -benim ömrümün
kalan yıllarından sonra da- sürdürülmelidir.
Bu nedenle -hareketin amacının bu tarz bir toplum yaratmak ol
duğu açık olsa da- özgürlükçü yerel yönetimci bir hareket özgürlük
çü yerel yönetimci bir toplumla karıştırılmamalıdır. Eğitim süreci de
mevcut zamanda hemen başarı kazanmakla karıştırılmamalıdır.
Yine de bir öngörüde bulunacağım: Özgürlükçü yerel yönetim
ciler belirli topluluklar içinde -ş u veya bu biçimde- halk meclisleri
oluşturmayı başarırsa, meclisin kurucuları azınlıkta kalacaktır; çünkü
sınıf çıkarlarını da içeren diğer çıkarlar bu meclisleri ele geçirme giri
şiminde bulunacaktır. Tarihin bizim tarafımızda olması şarttır. Birçok
hatalı karar alınacak, birçok başarısızlık gerçekleşecek, birçok kez geri
adım atmak gerekecek ve yıllar geçtiği halde hareketin propagandası
na olumlu bir yanıt gelecekmiş gibi görünmeyecektir. Fakat bu yeni
bir hikâye değildir. Anarşist hareketin Ispanya’da kökleşmesi yaklaşık
yetmiş yıl almıştır. Rus devrimcilerin bilinçte yeterince değişiklik yap
ması ve nihayetinde de Rus halkını çarın otokrasisini yıkmaya hazır
olacakları bir noktaya getirene dek sarsması neredeyse bir asır süren
bir çalışma sonucunda gerçekleşmiştir.
Bugün benim yaşadığım sorunlardan biri insanların anında ya da
çabucak sonuç almak istemesidir -İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen, nü
fus patlamasının gerçekleştiği yıllarda doğanların başlıca hastalıkların
dan biri budur. 1960’lardaki başkaldırının bütün o cömert idealleriyle
birlikte dağılıp etkisiz hale gelmesi, kısmen genç radikallerin hemen
tatmin edilmeyi ve sansasyonel başarılar kazanmayı talep etmiş olma
sından kaynaklanmıştır. Günümüzde insanlar siyasetin, bir çeyreklik
atıp çubuk şeker aldığınız bir satış otomatı gibi olması gerektiğini dü
şünüyorsa -eğer düşündükleri buysa- bu durumda onlara kendi özel
yaşamlarına dönmelerini tavsiye ederim. İnsanların hazırlıklı olması,
metanedi olması, karakter sahibi olması gerekmektedir -günün bi
rinde özgürlükçü, komünalist ve kelimenin en iyi anlamında siyasi
bir hale gelecek şekilde toplumu değiştirebilecek bir hareket yaratmak
için geleceğin siyasi kültürünü kendi karakterlerinde cisimleştirmeleri
gerekmektedir.
Hareketin Doğası
Soru: Sonunda kapitalist topluma uyum sağlayacaklarını söyleyerek
kooperatifler gibi alternatif ekonomik çabaları eleştirdin. Ancak se
nin yerelleştirilmiş ekonomin de kuşkusuz rekabetçi bir çizgide değil,
işbirlikçi bir çizgide örgütlenecek. Büyük ihtimalle bu ekonomide al
ternatif ekonomik biçimlere —örneğin, yerel yönetimin sahip olacağı
kooperatiflere- ihtiyaç duyulacak. Kooperatifleri eleştirirken koope
ratif kurma çabalarının özgürlükçü yerel yönetimci hareketle hiçbir
ilgisinin olmadığını mı söylüyorsun?
Yanıt: Hayır, prensipte kooperatiflere karşı değilim. Bunlar, özel
likle nasıl işbirliği yapılacağını öğreten okullar olmaları açısından paha
biçilemezdir. Ben yalnızca kooperatifler birçok yönden kapitalist te
şebbüsler gibi faaliyet göstereceği -yani, kurucularının amacı ne olur
sa olsun piyasa sisteminin bir parçası haline geleceği- için artan sayıda
kooperatifle kapitalizmi kolonileştirerek onu ortadan kaldıramayaca
ğımızı göstermek istedim.
1840’larda Proudhon kooperatif halk bankalarının ve diğer türden
kooperatiflerin oluşturulmasıyla bunların kapitalizmin yerini alabile
ceğini düşünüyordu -v e bu şekilde düşünen tek kişi de değildi. Eğer
bugün Proudhon’un izinden gidiyor olsaydım, sonunda birçok küçük
kredi kurumunun Chase Manhattan Bankası’nın, küçük bakkal koo
peratiflerinin de süpermarket zincirlerinin yerini alabileceğini düşün
mem gerekecekti. Küçük kimya fabrikalarının Delaware’deki DuPont
şirketinin yerini alabileceğine inanmak zorunda olacaktım.
Günümüzde kooperatifin değeri insanlara nasıl işbirliği yapılaca
ğını öğretmesinden ileri gelmektedir. Fakat benim kişisel deneyimle
rime ve tarihteki deneyimlere göre, genellikle kooperatiflerin çoğunda
olan şey, onların piyasanın yarattığı rekabetçi bir hal içerisine girerek
kendi içinde burjuva bir teşebbüs haline gelmesidir. Bunu yapmayan
lar yok olmaktadır.
“Yerel yönetimlerin sahip olduğu kooperatifler” geleneksel anlam
da bir kooperatif olmayacaktır. Bunlar, özel kooperatifler ya da özel
kooperatif federasyonları olmayacaktır. Bu kooperatifler halk meclisle
rinde bir araya gelen topluluğun “mülkiyetinde” olacaktır. Dolayısıyla
bunlar, topluluğun bir parçası olarak faaliyet gösterecek ve topluluğa
karşı sorumlu olacaktır. Bu sosyal kooperatifler yalnızca topluluğun
“mülkiyetinde” olmakla kalmayacak, bunların birçok politikası da
mecliste topluluk tarafından belirlenecektir. Bu politikaların yalnızca
pratikteki yönetimi, ilgili kooperatifin faaliyet alanına girecektir.
Fakat bir bütün olarak topluluk bu kooperatiflerin politikaları
nı belirlemekle kalmayacak, kooperatifin halkın ayrılmaz bir parçası
olması nedeniyle halkın geneli de kooperatifle bir tür etik ilişki ku
racaktır. Bu, siyasi kültürün meclisin ve konfederasyonun tamamen
kurumsal olan politikalarının ötesine geçtiği bir alandır. Ekonomi
yerelleştirilmekle kalınmayacak, siyasi kültür de topluluk içerisinde
ahlaki bir ekonomi, ister üretici ister satıcı olsunlar yurttaşlar ile ge
çim kaynakları arasında yeni tür bir ekonomik ilişki oluşturulmasına
yardımcı olacaktır.
Bu yerelleştirme ve siyasi kültür şartlarında kooperatiflerin ka
pitalist piyasada serbest yüzen birer teşebbüs haline gelme tehlikesi
ortadan kalkacaktır. Artık burjuva anlamında hakiki bir piyasa var
olmayacaktır. Burjuva piyasada alıcı-satıcı ilişkisi yalnızca rekabetçi
değil, aynı zamanda anonimdir. Yerel yönetimin mülkiyetindeki koo
peratifler, pekâlâ piyasayı çökertebilir; çünkü bunlar topluluğun mül
kiyetinde olacaktır ve yurttaşların bunları devam ettirme yönünde etik
bir sorumluluğu bulunacaktır.
Burjuvazinin uzun vadede bu gelişmeye tolerans göstereceğine
inanmıyorum. Özgürlükçü yerel yönetimcilik, sessizce kapitalizme
yaklaşıp birden onun ayağının altındaki halıyı çekmeyecektir. Tarif et
tiğim her şey yalnızca devletle değil, kapitalizmle de -e r ya da geç- kaşı
karşıya gelmeyi içermektedir. Özgürlükçü yerel yönetimcilik, değişen
ölçülerde özgürlükçü yerel yönetimci pratikleri takip eden topluluk
larda devrimci bir gelişme ortaya çıkarmayı hedeflemektedir.
Bu gelişme ve çatışmanın nasıl ortaya çıkacağını öngörmek
imkânsızdır. Bunların kanımca hiçbir spekülasyonun öngöremeyeceği
“stratejilerin” doğaçlama olarak oluşturulmasına kapı aralayabileceğim
söylemek yeterli olacaktır. Böyle bir çatışmanın bizi nereye götürece
ğini, nasıl bir gelişim izleyeceğini bilmiyorum; ama özgürlükçü yerel
yönetimcilik önemli sayıda topluluk tarafından benimsenirse, -e n
azından- potansiyel olarak devrimci duruma benzer bir durum yara
tacağımızı biliyorum.
11- Gaston Levai, Collectives in the Spanish Revolution, çev. Vernon Richards (Lond-
ra: Freedom Press, 1975).
yaklaşımını devam ettirebilmek için esasen işçilerin işyeri üzerindeki
kontrolünü azaltmıştır.
İşyerlerinin bir bütün olarak topluluğu dikkate almaksızın kendi
davranışlarını yöneten politikalar formüle etmesine izin verilirse, bu
işyerlerinin topluluğun geri kalanının izlediği yollardan farklı olmak
la kalmayıp, aynı zamanda onlarla da çatışan yollar izlemesi, pekâlâ
mümkündür.
Çoğu işin -özellikle de daha zahmetli ve rutin çalışma faaliyetle
rinin- bir gün makineler tarafından yapılacağını umuyorum. Bu ta
mamen ütopik bir fikir de değil. Benim inancıma göre, sonunda o
kadar çok sayıda işi makineler üsdenecek ki işçilerin işyeri üzerindeki
kontrolü sorunu neredeyse anlamsız bir hale gelecek ve tüm bu mesele
önemsiz bir hale gelene dek yavaş yavaş etkisini kaybedecek. Bu ne
denle her durumda teknolojik gelişmelere karşı olduğunu iddia eden
Fifth Estate çetesi gibi kendinden menkul anarşist ilkelcilere (primiti-
vist) mutlak biçimde karşıyım.
Yeni Toplum
Soru: Özgürlükçü yerel yönetimci bir toplum yaratmayı başardıktan
sonra sivil erdemler ve doğrudan demokratik kurumlar topluluktaki
herkesi kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmekten alıkoymak
için yeterli olmazsa ne olacak? Toplumun komünist doğasına zarar
vermek için birkaç kişinin kendini kalkındırmaya çalışması yeterli ola
bilir. Bunu engellemek için topluma normlar dayatacak kısıdamalar
mı oluşturulması gerecektir? Özgürlükçü yerel yönetimci bir toplum
da herhangi bir yasa ya da anayasa olacak mıdır?
Yanıt: Özgürlükçü yerel yönetimci toplum halikındaki soruna ya
nıt vermeden önce bazı tarihsel bilgiler vermek faydalı olacaktır. Tarih
öncesinde bilinmeyen bir zaman boyunca insan toplumu aile gruplan
-kabile ve klanlar- etrafında düzenlenmişti. Bu gruplarda bireylerin
birbirlerine karşı hak ve görevlerini kan akrabalıkları belirliyordu.
Kabile dışından bir kimse yabancı ya da -M arx’ın isabetli terimini
kullanmak gerekirse- inorganik olarak görülüyordu, dolayısıyla da ka
bilenin keyfi muamelesine tabiydi.
Bu durumun insanların adaleti nasıl tasavvur ettiği konusunda
birçok sonucu oldu. Diyelim ki bir kişi suç işledi -b ir kabilenin üyesi
diğer bir kabilenin üyesini öldürdü. Suçun kefaretinin ödenmesinin
ve katilin cezalandırılmasının tek yolu, kurbanın akrabalarının kan
intikamı almaya karar vermesidir. Elbette, bir süre sonra bir suistimali
telafi etmek için gerekli olan kan dökme miktarı azaltıldı veya kan
dökmenin yanında başka türden cezalar (örneğin, belirli sayıda sığır
verme yükümlülüğü) uygulandı. Bazı zamanlar telafi programının çok
ayrıntılı bir biçimde geliştirildiği de görüldü. Fakat adalet sistemi hala
intikama -kurbanın ya da ailesinin suçun failinden intikam almasına-
dayanıyordu.
Bu biyolojik tabanlı adalet sisteminin -bununla akrabalığa ya da
kan bağına ve intikama dayalı bir adalet sistemini kast ediyorum- terk
edilip daha rasyonel -a m a tamamen rasyonel olması şart olmayan- bir
adalet sistemine geçilmesi, tarih boyunca insanlığın en büyük ilerleme
lerinden biri olmuştur. Aeschylus’un Eumenides isimli eseri, mantığa
dayanan adalet anlayışının kan intikamının yerini aldığı bir ortamdaki
Atmalıları tasvir eder: Annesini öldürmüş olan Orestes sonunda kan
akrabasını öldürmüş biri olarak yargılanmak yerine akıl yürütmeyle
ulaşılmış, akılcı gerekçelerle bir jüri tarafından yargılanmıştır. Akla
dayanan evrensel adalet standartları temelinde aklanmış, kan intikamı
temelinde cezalandırılmamıştır. Bu noktada akıl adetlerin, toplum da
biyolojinin yerini almaya başlamıştır.
Elbette, biyolojiye göre şekillendirilmiş her kurum, aynı zamanda
toplumsal bir kurumdur. İnsanlar artık salt hayvan değildir. Yine de
bu kadar erken bir düzeyde toplumsal olanı biyolojik olandan ayırmak
çok güçtür. Fakat tarih boyunca biyoloji, yerini derece derece akılcı
lığa ve toplumsallığa bırakmıştır. Yasanın ya da Yunanların deyişiyle
nomos’un -h ak ve görevleri tanımlayan akılcı bir şekilde oluşturulmuş
bir adalet standardının- ortaya çıkışı, insanlığın hayvanlıktan çıkma
sını sağlayan en büyük sıçramalardan birine işaret etmektedir. Bu, do
ruk noktası oluşturan bir ilerleme değil, temel bir ilerlemedir.
Tüm yasaların sırf yasa oldukları için rasyonel olduğunu savun
muyorum. Daha ziyade, nomos kavramının kendisinin rasyonel ol
duğunu iddia ediyorum. Kan intikamının ikamesi olan yasa, birçok
yasanın çok akıldışı olmasına karşın akılcı bir ilerlemedir. Hammurabi
kanunları gibi antik anayasalar, köleliği ve kadınların erkekler tara
fından tahakküm altına alınmasını -günümüzde savunulamayacak ve
akılcı bir toplumda kesinlikle düşünülemeyecek olan suistimale dayalı
çok sayıda özelliği- kabul etmektedir. Fakat Hammurabi kanunları
doğru ve yanlış davranış hakkında bir tartışma alanı açılarak mantıksız
adetlerden uzaklaşıldığma da işaret etmektedir. Atina demokrasisinde
ise çok daha fazla sayıda adet rafa kaldırılmış ve yerlerini hak ve görev
lerin, iyi ve kötünün, zararlı eylemlerle yararlı eylemlerin akla dayalı
bir şekilde ele alınmasına bırakmıştır.
Akılcı bir toplum, tanım gereği bundan daha azını yapamaz. Öz
gürlükçü yerel yönetimci bir toplumda insanların hak ve görevlerine,
toplumun yasalarına veya nomos’larına ve öz yönetim tarzına tama
mıyla açıklık getirmek gerekecektir. Bu nomos’lar insanların kendi
hayatlarını düzenlemek için hazırlayacağı akılcı bir anayasadan türeti-
lecektir. Yani, insanların akıl ve tecrübenin sağladığı tüm etik kaygıları
kendilerine rehber alarak toplum için temel bir çerçeve oluşturması
anlamında topluma akılcı bir yasal form kazandırılacaktır.
Dolayısıyla evet, bir anayasaya ve mümkün olduğunca demokra
tik, akılcı, esnek ve yaratıcı olan nomos’lara sahip olmak gerekecektir.
Böyle bir anayasayı ve onu ayrıntılandıran nomos’ları kabul etmeye
yanaşmamak, kan intikamı gibi bir sistemden medet ummak anla
mına gelecektir. Ya da insan doğasının sarsılmaz -v e sihirli- bir şe
kilde iyicil olduğu yönündeki mistik inanç temelinde yapılan keyfi
değerlendirmelerden medet umacağız. Bu görüş tamamen saçmadır.
Bu görüş, insanların başkalarına ve topluluklarına her zaman nazik
bir biçimde davranacağı, onların doğuştan iyi oldukları ve uygarlık
tarafından “yozlaştırıldıkları inancına dayanır. İnsanın değişmez bir
doğası olduğu yönündeki tüm anlayışlar -h atta insan doğasını iyicil
olarak tasavvur eden anlayışlar bile- tıpkı “asil yabani” miti gibi sosyo-
biyolojik bir saçmalıktır. Bu anlayış, insan davranışını tamamen sabit
kılarak insanı en önemli özelliklerinden birinden -hayvanların tipik
bir özelliği olan uyum sağlamadan farklı olarak insanların olağanüstü
bir özelliği olan yaratıcılıktan- mahrum eder.
Bundan dolayı, akılcı bir toplum ve özgürlükçü komünizm ile iliş-
kilendirdiğim özgürlükçü yerel yönetimci bir toplumda akla dayalı bir
anayasaya ve akla dayalı nomos’lara sahip olmak kesinlikle zorunlu
dur. Bu anayasa otoriterliğin ve özel mülkiyet ve devlet gibi günümüz
toplumunda var olan diğer tüm istenmeyen özelliklerin ortaya çıkma
sına engel olacak ve aynı zamanda değişen durumları dikkate almaya
yetecek ölçüde esnek, akla dayalı, etik kurallar arz ederek pozitif bir
hukuk biçimi sunacaktır.
(*) Soylulaştırma (gentrification) orta ya da üst gelir grubundaki ailelerin kentin eski ve
bakımsız mahallelerinden ev satın alarak onları yenilemesi anlamına gelir. Bu uygula
ma, gayrimenkul değerini yükselterek düşük gelirlileri o mahalleyi terk etmeye zorladığı
için eleştirilmektedir (Ç.N.).
calıklı insanların çıkarlarına değil, bugün orada yaşayan yurttaşların
çıkarlarına uygun bir biçimde yapısal olarak iyileştirilmelidir. Bu ko
nularda şu tür önlemlerin alınabileceğini düşünüyoruz:
- Emlak alım ve onarımı yapılabilmesi ve düşük gelirli grupların
yararına yenilikçi ekolojik konut projeleri başlatılabilmesi için mali
kaynak ve düşük faizli kredi sağlayacak ve topluluğun kontrolünde
olacak yerel bir bankanın kurulması
- Yaşlı ve muhtaç dürümdakilere mümkün olduğunca çok konut
sağlanabilmesi için tahvillerin çıkarılması ve yerel vergi yapılarında de
ğişiklikler yapılması
- Yerel tarımı teşvik etmek için çiftçi ve tüketiciler arasında doğru
dan bir ağ kurulması
- Hoşça vakit geçirme alanları, bostanlar ve parklar oluşturulması
için açık arazilerin yerel yönetim tarafından satın alınarak kamu mül
kiyetine geçirilmesi
- Alternatif teknolojilerin geliştirilip uygulanması ve Vermont’un
zanaatçılıktaki ününe uygun biçimde kaliteli mal üretilmesi için yerel
yönetimlerin kontrolünde olacak kooperatifler kurulması.
(*) Green Perspectives dergisinin eski sayılarını edinmek için lütfen şu adrese yazınız:
The Social Ecology Project, PO. Box 111, Burlington, Vermont 05402 U.S.A.
“The Greening of Politics,” Green Perspectives, no. 1 (Ocak 1986).
The Limits of the City, New York: Harper and Row Colophon
Books, 1974; Montreal: Black Rose Books, 1986.
Katz, Stanley N., ed.; “Colonial Politics and Society: The Eigh
teenth Century,” Colonial America: Essays in Political and Social
Development’in 3. Bölümü, Boston: Little, Brown, 1971.
Gerecke, Kent, ed.; The Canadian City, Montreal: Black Rose Bo
oks, 1991.