Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 205

TOPLUMSAL

EK O LO Jİ SİYASETİ

J A N E T BIEHL

Türkçesi: Esra Eren


H
O
r
2
C/5
>
r
w
*
O
r
O
Janet Biehl her zaman hâkim tavırlara muhalif olmuştur. 1953 yılında Cincinnati’d e (Ohio)
doğan Biehl, yaşıtlarının birçoğu gibi 1960’larm radikal harekederine katılmamıştır. Tam
aksine, kendini bu dönemde “toplumsal olarak kabul edilebilir davranışlar sergileyen biri”
olarak tanımlamaktadır.
Ancak 1970’lerin başlarında birçok kişi kültürel radikalizmi terk ederken, Biehl The
Living Theatre gibi avangart gösteri gruplarından etkilenmiş ve sonrasında da Wesleyan
Üniversitesinin tiyatro bölümünde lisans eğitimini tamamlamıştır.
Oyuncu olma arzusu onun New York’a taşınmasına neden olmuş ve Biehl burada
radikal teori ve siyasede ilgilenmeye başlamıştır. Yeni Sol artık geçmişe ait bir şey haline
gelmiş olsa da, Ronald Reagan ın başkan seçilmesi ve Biehl’in sanat konusunda yaşadığı
hayalkırıklığmın gitgide artması onun bu yönelimini doğal bir tercih haline getirmiştir.
Biehl, New York Şehir Üniversitesinin lisansüstü eğitim merkezinde liberal sanadar üzerine
yüksek lisans eğitimini tamamlamaya çalışırken Murray Bookchin’in çalışmalarından
haberdar olmuş ve 1986 yılında Toplumsal Ekoloji Enstitüsüne gitmeye başlamıştır.
Bookchin in çalışması Biehl’in radikal bağlılıklarını yeni bir bütünlükle dile getirmesine
yardımcı olmuştur. Bundan kısa bir süre sonra Biehl, Bookchin’le daha yakından
çalışabilmek için Burlington’a (Vermont) taşınmış ve Bookchin’in yoldaşı ve en yakın
çalışma arkadaşı haline gelmiştir. Hayatını serbest çalışan bir redaktör olarak kazanan Biehl,
Bookchin’in ölümüne dek onunla birlikte yaşamış ve çalışmıştır. Kendi neslinin -gençlik
radikalizminin çok uzağına çekilmiş bulunan- birçok üyesinin aksine, Biehl istikrarlı
biçimde aksi yönde ilerlemiştir.

Çalışmaları:
1991 yılında Finding Our Way: Rethinking Ecofeminist Politics başlıklı kitabı
yayımlanmıştır.
1995 yılında Peter Staudenmaier ile birlikte yazdığı Ecofascism: Lessons From the German
Experience başlıklı kitabı yayımlanmıştır.
1997 yılında Murray Bookchin’in başlıca çalışmalarından seçme yazılar içeren The Murray
Bookchin Reader başlıklı kitabın derleyiciliğini ve editörlüğünü yapmıştır.
1998 yılında Toplumsal Ekoloji Siyaseti: Özgürlükçü Yerel Yönetimcilik başlıklı kitabı
yayımlanmıştır.
2011 yılında “Mumford, Gutkind, Bookchin: The Emergence of Eco-decentralism”
başlıklı makalesi New Compass’ta yayımlanmıştır.
Ayrıca 1987’den 2000’e kadar BookchinTe birlikte (sonradan Left Green Perspectives adını
alan) Green Perspectives dergisini çıkarmıştır.
Sosyal Bilimler D izisi-12
Toplumsal Ekoloji Siyaseti
Özgün Adı: The Politics o f Social Ecology
Sümer Yayıncılık - 2016
Editör: Sümer Yayıncılık
İngilizceden çeviren: Esra Eren
Kapak tasanm ve sayfa düzeni: Sümer Yayıncılık
ISBN: 9 78 -6 0 5 -8 4 6 9 8 -3 -9
1.Baskı Şubat 2016, İstanbul
Sertifika No: 17315
Baskı ve cilt: Berdan Matbaacılık
Güven Sanayi Sitesi C Blok No:239
Topkapı, İstanbul
T ei:0212 6 13 1112
Sertifika No: 12491

Mitanİ Basın ve Yayıncılık Ltd. Şti.


Hüseyin Ağa mah. İstiklal Cad. No:36/l
Küçük Han Beyoğlu/İstanbul
Tel:0212 251 6 2 2 7-F ax:02!2 251 62 28
www.sumeryayincilik.com
sumeryayincilik@yahoo.com.tr
Toplumsal Ekoloji Siyaseti
Özgürlükçü Yerel Yönetim cilik
Janet Biehl
İçindekiler

Yazarın N otu 7

1. Siyaset Devlet Sanatına Karşı 13

2. Tarihi Kent 25

3. Yerel Dem okrasi: ilk Ç a ğ ve Orta Ç ağ 33

4. Yerel Dem okrasi: S ö m ü rg e ve Devrim D öne m leri 42

5. Devlet ve Kentleşm e 51

6. Yerel Yönetim 62

7. Bir Hareket O lu ştu rm ak 71

8. Seçim ler 80

9. Yurttaşlığın O luşturulm ası 90

10. Yerelcilik ve Karşılıklı Bağım lılık 99

11. Konfederalizm 106

12. Yerelleştirilmiş Bir E ko n o m i 115

13. İkili İktidar 125

14. Akılcı B irToplu m 135

15. G ü n ü m ü z d e Yapılacaklar 142

M u rra y B ookch in 'le Röportaj 148

Ekler: Burlington Yeşiller Partisi'nin 1989 Yılındaki

Seçim Program ı 188

Ek O kum alar 194


Yazarın Notu

Toplumsal ekoloji olarak bilinen zengin fikirler bütününün siya­


si boyutunu oluşturan özgürlükçü yerel yönetimcilik, yıllara yayılan
bir süreç içerisinde anarşist toplum kuramcısı Murray Bookchin ta­
rafından geliştirilmiştir. Özgürlükçü yerel yönetimcilik, Bookchin’in
toplumun insancıl ve akılcı bir biçimde radikal bir dönüşümden ge­
çirilmesinin en iyi ne şekilde sağlanabileceği üzerine hayatı boyunca
oluşturduğu düşüncelerin doruk noktasıdır.
Gençliğinden (1930’lardan) bu yana uluslararası solun bir par­
çası olan Bookchin, hayatını neredeyse tüm bir insanlığı sefilleştiren
ve doğal dünyayı zehirleyen günümüz kapitalist toplumunu daha ay­
dın ve akılcı bir alternatifle değiştirmenin yollarını aramaya adamış­
tır. Avrupa’nın devrimci geleneğinin dikkatli bir öğrencisi olan Bo­
okchin, sol düşünceye ekoloji fikrini sokması ve -1 9 6 2 yılında- öz­
gürlükçü bir toplumun aynı zamanda ekolojik bir toplum olması ge­
rektiğini ileri süren ilk kişi olmasıyla tanınır.
Yirminci yüzyılın büyük bir bölümü boyunca Sovyetler
Birliği’nin varlığı -özellikle iyi bir toplum kurmaya yönelik devrimci
arzuların yüzyılını barbarca bir totaliterlik sistemi, gulag’lar (çalışma
kampları -Ç.N.) ve kitlesel infazlar ile birleştiren görüntüsüyle- sol
için çok büyük sorunlar yaratmıştır. Bu talihsiz birleşimin indirdi­
ği darbe yüzünden sol hala sendelemektedir. Diğer solcu çağdaşları
gibi Bookchin de bu geleneği maruz bırakıldığı Stalinist aşağılama­
dan kurtarma sorunuyla uğraşmak zorunda kalmıştır.
Bookchin 1930’ların ortalarında henüz genç bir delikanlıyken
Komünist hareketten ayrılmış ve bu tarihten itibaren vulgar Marksiz-
mi otoriteciliği, araçsalcılığı ve etikten yoksun olması nedeniyle eleş­
tirmiştir. Komünist hareketten ayrılmış olmakla birlikte Bookchin
devrimci projeden vazgeçmemiş; tam aksine, toplumsal ekoloji adını
verdiği eşsiz bir sentez yaratmak üzere anarşist ve Marksist gelenekle­
rin en iyi yönlerini alarak devrimci projeyi özgürlükçü terimlerle ye­
niden şekillendirmeyi sürdürmüştür. Bookchin’in öngördüğü top­
lum yalnızca kapitalizmi değil, aynı zamanda ulus devleti; yalnızca sı­
nıfları değil, aynı zamanda hiyerarşileri ve yalnızca sömürüyü değil,
aynı zamanda tahakkümü ortadan kaldırarak bunların yerine akılcı
ve ekolojik bir alternatif getirecek olan bir toplumdur.
Bookchin Marksizm’den kapitalizm eleştirisini alırken anarşist
gelenekten komünalizm, devlet karşıtlığı ve konfederalizm fikirle­
rini almıştır. Ancak anarşizm de onun eleştirilerine hedef olmaktan
kurtulamamıştır. Bireyci eğilimlere sahip birçok anarşistin aksine Bo­
okchin kurumlara düşman değildir. Tamamen bireysel terimlerle an­
laşılan —herhangi bir kurumda cisimleşmemiş- bir özgürlüğün nar-
sistçe bir zevk düşkünlüğü anlamına geleceğini ve özgürlük kavramı­
nın anlamını zayıflatacağını savunur. Hem bireysel hem de toplum­
sal özgürlüğü destekleyen bir topluma özgürlükçü kurumlar temel
oluşturmalıdır. Bu tür bir toplum, yurttaşların kendi meselelerini ko­
lektif bir biçimde yönetmesine aracılık edecek yapısal araçlar sunma­
lıdır. Bu durumda asıl mesele, özgür bir toplumun kurumlara sahip
olup olmayacağı değil, ne tür kurumlara sahip olacağıdır.
Özgürlük fikrine örgütsel bir anlam kazandıran devrimci “özgür­
lük biçimlerinin” tanımlanması Bookchin’in projesinin can alıcı bir
parçası olmuştur. Tarihsel çalışmalar ve siyasetle meşgul olduğu on­
larca yıldan sonra, Bookchin 1972 yılında özgürlükçü yerel yönetim-
cilik üzerine yazmaya başlamıştır.
Kısacası, özgürlükçü yerel yönetimcilik mevcut yerel yönetimler­
de saklı bulunan demokratik olanakları yeniden canlandırarak onla­
rı doğrudan demokrasilere dönüştürmeyi hedefler, insani bir ölçeğe
sahip olmalarını ve doğal çevrelerine uyum göstermelerini sağlamak
maksadıyla bu siyasi toplulukların yetkilerinin dağıtılmasını amaçlar.
Kadın ve erkeklerin seçkinlere bağımlı olmak yerine kolektif bir bi­
çimde kendi topluluklarını -paylaşm a ve işbirliği etiğine uygun ola­
rak- yönetme sorumluluğunu üstlenmelerini sağlamak maksadıyla
yurttaşlığın içerdiği uygulama ve özellikleri yeniden hayata döndür­
meyi amaçlar. Doğrudan demokrasiler yaratıldıktan sonra demok­
ratikleşmiş yerel yönetimler, akılcı ve ekolojik bir anarşist topluma
doğru yol alarak en sonunda kapitalizme ve ulus devlete bir meydan
okuma oluşturabilecek konfederasyonların çatısı altında bir araya ge­
lebilecektir.
Bu fikirler -Bookchin tarafından olgunluğa ulaştırıldıkla­
rı- 1970’lerin sonları ve 1980’lerin başlarında Birleşik Devletler ve
Avrupa’daki çeşitli taban harekederi üzerinde etkili olmuştur. Sov-
yetler Birliği’nin çöküşünün -b u rejimin devrimci geleneğe leke sür­
müş olmasına rağmen- paradoksal bir biçimde solda kargaşa yarat­
ması ve izlenecek yeni bir doğrultu —insanları özgürlükçü bir toplum
içerisinde güçlendirmenin yeni bir yolu- için arayışa girmeyi gerekli
kılması nedeniyle günümüzde bu fikirler potansiyel olarak çok daha
büyük bir öneme sahiptir.
Bookchin’in fikirleri yalnızca solun mevcut ikilemi için geçer­
li değildir. Amerikan siyasi yelpazesinin çok farklı noktalarında yer
alan önemli sayıda düşünür Birleşik Devletler’deki sivil alanın içinin
boşaltılmasından yakınmaktadır. Yalnızca sol değil, merkez ve hat­
ta sağ da topluluk hayatının ve sivil katılımın gerilemesine hayıflan­
maktadır. Bookchin’in yerel yönetim yaklaşımı bu konuda da radikal
sol bir perspektif sunmaktadır.
Son olarak, ulus aşırı sermaye tüm dünyada ölçülemeyecek ka­
dar büyük kârların küçük bir azınlığın eline geçtiği dev bir piyasa ya­
ratmakta, çoğunluğu sefalete ve umutsuzluğa sürüklemekte, gelenek­
sel toplumları dünya yüzünden silmekte ve biyosferi zehirlemektedir.
Bookchin’in özgürlükçü yerel yönetimcilik kuramı, sömürü ve ya­
şamı yok etme üzerine kurulu bu doymak bilmez sistemi potansiyel
olarak denetim altına alabilecek kurumlan araştırmaktadır.
Bugüne dek Bookchin’in özgürlükçü yerel yönetimcilik hakkın-
daki basılı yazıları, ne yazık ki halkın geniş bir kısmından hak etti­
ği ilgiyi görememiştir. Bunun bir nedeni, muhtemelen bu yazıların
olmaları gerektiği kadar ulaşılabilir olmamalarıdır. Bookchin’in ma­
kalelerinin birçoğu zor bulunan dergilerde çıkmaktadır. Bunun yanı
sıra, çok zengin tarihsel ve kuramsal materyaller içeren Kentsiz Kent­
leşme isimli kitabı, kapsam ve üslup açısından birçok okurun cesare­
tini kıracak kadar muazzamdır.
Birkaç yıldır özgürlükçü yerel yönetimciliğin içerdiği fikirlerin
genel okuyucuya ulaşmasını kolaylaştırmak için bu kuramın kısal­
tılmış özlü bir açıklamasına ihtiyaç duyulduğunu düşünmekteydim.
Böylece özgürlükçü yerel yönetimciliğe giriş niteliğinde, kısa bir ge­
nel bakış sağlama amacındaki bu kitap ortaya çıktı. Bu kitapta öz­
gürlükçü yerel yönetimciliği yorumlama, analiz etme ya da değer­
lendirme yönünde bir çabam olmadı. Daha ziyade Bookchin’in ge­
liştirdiği haliyle özgürlükçü yerel yönetimciliğin temel argümanla­
rının kolay anlaşılır bir özetini -Bookchin’in bu temel argümanla­
rı içerisine yerleştirdiği tarihsel bağlamın ana hatlarıyla birlikte- sun­
mayı amaçladım. Özgürlükçü yerel yönetimci bir hareket örgütleme­
nin uygulamadaki özellikleri üzerine de materyal sunmaya çalıştım.
Bu sayfalardaki tüm düşüncelerin Bookchin’e ait olduğunu, yalnız­
ca anlatımın bana ait olduğunu vurgulamalıyım. Kitabın ikinci bö­
lümündeki röportajda Bookchin’le birlikte, onunla geçirdiğim on yıl
boyunca bu fikirler üzerine yapılan tartışmalarda en sık olarak sorul­
duğunu duyduğum sorulardan bazılarını ortaya koyduk.
Bu projeye verdiği destek ve kitabın sonunda yer alan röpor­
taj için Bookchin’e müteşekkirim. Bookchin bu kitabın taslağı­
nı okuyup üzerine yorumlar yaparak kitaba önemli bir katkıda bu­
lundu. Kitabın ilk taslağını okuyup paha biçilemez önerilerde bu­
lundukları için Cindy Milstein ve Gary Sisco’ya da içten teşekkür­
lerimi sunuyorum. Ayrıca Black Rose Books Yayınevi’nden Dimitri
Roussopoulos’a bu projeye verdiği sürekli destek için derin bir şük­
ran duyuyorum.
Bu fikirleri, onlara tamamen yabancı olan okurları düşünerek
mümkün olan en basit terimlerle sunmaya çalıştım. Bookchin’in
kendi yazıları bu kitapta var olmayan felsefi ve tarihi nüanslar içer­
mektedir. Özgürlükçü yerel yönetimcilik hakkında daha fazla bilgi
edinmek isteyen okurlar tabii ki bu kitabın sonunda yer alan ek oku­
malar listesine başvurmalıdır. Bu kitap hiçbir şekilde Bookchin’in
orijinal çalışmalarının bir ikamesi olarak görülmemelidir, bu kitap
sözü edilen çalışmaları tanıtma amacıyla yapılan bir özetten başka bir
şey değildir.
Özgürlükçü yerel yönetimciliğin, güçsüz ve kargaşa içinde oldu­
ğu şu zamanda solun yeniden dirilişinin mihenk taşı haline gelece­
ğini umuyorum. Bu fikirlerin sol için uluslararası ölçekte faydalı ola­
bileceğine inanıyorum. Bu özeti kaçınılmaz olarak içinde yaşadığım
kültürün süzgecinden geçirerek sunmuş olmam kuvvede muhtemel­
dir; umuyorum ki Birleşik Devletler dışında yaşayan okurlar bu ki­
taptaki temel prensipleri kendi kültürleri bağlamında yorumlayabi­
lecektir.

Janet Biehl,
Burlington, Vermont
27 Kasım 1996
BİRİNCİ BÖLÜM
Siyaset Devlet Sanatına Karşı

Özgürlükçü yerel yönetimcilik demokrasinin ilke ve uygulama­


larıyla meşgul olan birçok siyasi kuramdan biridir. Ancak bu tür
kuramların çoğunun aksine, Batılı ülkelere özgü devlet ve hükümet
sistemlerinin gerçek birer demokrasi olduğu yönündeki geleneksel
anlayışı kabul etmez. Tam aksine, onları demokratik olma iddiasın­
daki cumhuriyetçi devletler olarak görür. Kuşkusuz, cumhuriyet­
çi devletler çeşitli temsil kurumlan içermeleri açısından —monar­
şi ve diktatörlük gibi- diğer devlet türlerinden daha demokratiktir.
Fakat onlar yine de devlettir -içerisindeki küçük bir azınlığın
büyük bir çoğunluğa hükmettiği, her şeyi kapsayan tahakküm ya­
pılarıdır. Devlet, doğası gereği, yapı ve uzmanlık açısından genel
nüfustan ayrılmıştır -aslın d a sıradan kadın ve erkeklerin üzerin­
de konumlandırılmıştır. Onların hayatını etkileyecek kararlar ala­
rak onlar üzerinde güç uygulamaktadır. Devletin iktidarı, en son
aşamada, ordu ve polis gücü şeklinde ortaya çıkan -y asal kullanı­
mı devletin tekelinde bulunan- şiddete dayanır. Gücün bu kadar
eşitsiz bir biçimde bölüşüldüğü bir yapıda demokrasinin var olması
imkânsızdır. İdarenin halk tarafından vücuda getirilmesinden çok
uzak olması nedeniyle cumhuriyetçi devlet dahi halk yönetimiyle
bağdaşmamaktadır.
Buna karşılık, özgürlükçü yerel yönetimciliğin öne sürdüğü de­
mokrasi türü, devlet idaresinin kusurlarını gözlerden saklamaya ya­
rayan bir örtüden ibaret değildir. Özgürlükçü yerel yönetimciliğin
geliştirdiği demokrasi doğrudan demokrasidir -y an i; yurttaşların
yüz yüze yapılan uzun tartışma ve karar alma süreçleri aracılığıyla
kendi topluluklarının meselelerini devlet yerine kendilerinin idare
ettiği bir demokrasidir.
Temsili “demokrasi” kuramlarının aksine, özgürlükçü yerel yö-
netimcilik siyaset ile devlet sanatı arasında keskin bir ayrım yapar.
Elbette, bu kavramlar genellikle neredeyse eş anlamlı kavramlarmış
gibi kullanılır. Bizim düşündüğümüz şekliyle siyaset, temsile daya­
nan yönetim sistemlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. “Halkın” küçük
bir insan grubunu -siyasetçileri- kendi adına konuşması ve yasama
ya da yürütme organlarında kendisini temsil etmesi için seçmesine
aracılık eden bir prosedürler ve uygulamalar dizisidir.
Siyasetin bizim bildiğimiz şeklinin içerisinde yer alan bu siyaset­
çiler -belirli bir siyasi program ya da felsefeye ortak bir bağlılık gös­
teren kişilerin kurduğu birlikler olduğu varsayılan- siyasi partilere
üyedir. Bir partiye üye olan siyasetçiler -teo rid e- parti programın­
da yer alan fikirleri ifade eder ve partinin felsefesini geliştirir. İda­
ri pozisyonlar için yapılacak seçim yaklaştığında çeşitli partiler ken­
di içlerinden siyasetçileri aday gösterir ve yurttaşları kendilerine oy
vermeye ikna etmek için birçok danışmanın yardımıyla seçim kam­
panyaları yürütür. Her parti söz konusu pozisyona uygunluğu ko­
nusunda kendi adayını göklere çıkarırken rakiplerini kötüler. Kam­
panya sırasında adaylar dönemin önemli meseleleri hakkında nasıl
bir duruşları olduğunu ifade ederler ve bu da adayların farklılıkları­
nı netleştirip seçmenlerin, sahip oldukları tüm seçenekleri idrak et­
mesini mümkün kılar.
Artık bir “seçmen kitlesi” haline gelen seçmenlerin konulan dik­
katlice tarttıktan ve her adayın duruşunu akılcı bir biçimde değer­
lendirdikten sonra seçimini yapacağı umulur. Çoğunluğun duru­
şuna en uygun duruşa sahip olan adaylar, gelmek istedikleri pozis­
yonlara getirilerek ödüllendirilir. Bu yeni devlet görevlilerinin gö­
reve geldikten sonra kendilerine oy veren (artık “temsil yetkisi ve­
ren kişi” şeklinde başka bir unvan kazanan) kişiler adına yorulmak
bilmeden çalışacaklarına inanılır. Bu görevliler seçim kampanyala­
rı sırasında verdikleri vaatlere titizlikle bağlı kalırlar ya da en azın­
dan bize öyle söylenir. Yasaları oylarken ya da başka bir şekilde karar
alırken bu görevliler —iddia edildiğine göre- her şeyden önce ken­
dilerine “temsil yetkisi veren kişilerin” desteklediği duruşlara bağlı­
lık gösterir. Bunun sonucunda; kabul edilen bir yasa, çıkarılan bir
kanun hükmünde kararname ya da yapılan başka türden bir işlem
yurttaşların çoğunluğunun iradesini yansıtır.
Algısı açık olan her okur, genel hatlarıyla ortaya konan bu siste­
min yurttaşlık bilgisi dersinde yaratılan bir illüzyonu yansıttığını ve
onun “demokratik” doğasının ulaşılması mümkün olmayan bir ha­
yalden ibaret olduğunu açıkça fark etmiş olmalıdır. Halkın irade­
sini vücuda getirmekten çok uzak olan siyasetçiler, gerçekte mesle­
ki çıkarları daha yüksek pozisyonlara seçilerek ya da atanarak ikti­
dar elde etmekte yatan uzmanlardan başka bir şey değildir. Sıradan
kadın ve erkeklerin kaygılarını yalnızca kısmen yansıtan ya da bun­
ları yansıtmak için fazla çaba harcamayan seçim kampanyaları, ge­
nellikle insanların kaygılarını kontrol ve manipüle etmek ve hatta
dikkat dağıtma amacıyla sahte kaygılar üretmek için kitle iletişim
araçlarını kullanır. Bu sistemin manipüle edici doğası, büyük pa­
ralarla finanse edilen siyasi kampanyaların gitgide incir çekirdeği­
ni doldurmayan, fakat ani duygu değişimleri yaratabilecek mesele­
lere odaklanarak “seçmen ladesinin” dikkatini başka yöne çekip in­
sanların hayatları üzerinde gerçek etkilerde bulunan kökleşmiş so­
runları gözlerden sakladığı yakın dönemdeki Birleşik Devletler se­
çimlerinde özellikle dehşet verici olmuştur. Adayların yürüttükleri
programlar hiç olmadıkları kadar anlamsız bir hale gelmiş, gitgide
daha fazla laf salatasıyla doldurulmuş ve -g e n e l kanıya göre- ada­
yın göreve geldiğinde neler yapacağıyla daha da az ilgili olmaya baş­
lamıştır.
Gerçekte siyasetçiler göreve geldiklerinde çok büyük bir sıklıkla
kampanya sırasında verdikleri sözlerden dönerler. Genellikle oyları­
nı kendilerinden yana kullananların ihtiyaçlarını dikkate almak ya
da onların desteklediği politikaları daha ileriye götürmek yerine ka­
riyerlerini geliştirme hevesindeki varlıklı çıkar gruplarına hizmet et­
meyi daha kârlı bulurlar. Bir seçim kampanyası yürütmek için her
şeyden önce muazzam miktarda para gereklidir, dolayısıyla adaylar
göreve gelebilmek için büyük bağışçılara bağımlıdır. Bu durumda
halkı temsil etmek için seçilmiş olanlar, şu ya da bu ölçüde, temsil
ettikleri varsayılan kişilerin çıkarlarından ziyade köklü zenginlerin
çıkarlarını koruyan politikalar geliştirmeye meyilli olurlar.
Siyasetçilerin bu tür seçimler yapmalarının nedeni onların “kötü
insanlar” olmaları değildir -aslın d a birçok siyasetçi, başlangıçta ide­
alist motivasyonlarla kamu hizmetine “girmektedir. Siyasetçiler bu
tür seçimler yaparlar, çünkü karşılıklı güç ilişkileri sisteminin bir
parçası haline gelmiş ve bu sistemin zorunluluklarıyla yönetilir ol­
muşlardır. Açık konuşmak gerekirse, bu karşılıklı güç ilişkileri siste­
mi büyük paraların hâkimiyeti altında bulunan devletin kendisidir.
Siyasetçiler bu sistem çerçevesinde faaliyette bulunmaları nedeniyle
çoğunluğa güç kazandırma ve zenginliği yeniden bölüştürme yo­
lundaki daha genel amaçlar yerine sistemin seçkin bir uzmanlar
grubuna bir güç tekeli sağlayıp onu güvence altına alma ve zengin­
lerin çıkarlarını koruyup geliştirme yönündeki amaçlarını paylaş­
maya başlarlar.
“Siyasetçilerin” ilişkili oldukları siyasi partiler zorunlu olarak
benzer siyasi görüşler paylaşan, güçlü ahlaki ilkelere sahip bir yurt­
taşlar grubu değildir. Özünde bu partiler hiyerarşik bir şekilde ya­
pılanmış, yukarıdan aşağı doğru örgüdenen ve gösterdikleri aday­
lar aracılığıyla devlet iktidarı elde etme peşinde olan bürokrasiler­
dir. Sıradan kadın ve erkeklerin refahını kendilerine dert edindikle­
ri iddiasının onlara oy kazandırdığı durumlar haricinde, siyasi par­
tilerin temel kaygısı, devlet görevlilerine “temsil yetkisi veren kişile­
rin” sosyal refahı değil; ortak bir am aç için seferber olmaya, parti içi
çekişmelere ve iktidara ilişkin olarak acilen yerine getirilmesi gere­
ken pratik zorunluluklardır. Fakat bu partiler hiçbir şekilde örgüdü
halk kitlesini (body politic) baz alan ya da onun meydana getireceği
türden siyasi partiler değildir. Yurttaşların iradesini ifade etmekten
çok uzak olan bu partiler tam da örgüdü halk kitlesini kısıtlamak,
kontrol altında tutmak ve manipüle etmek -onun bağımsız bir ira­
de geliştirmesini engellemek- üzere hareket ederler.
Siyasi partiler birbirleriyle ne kadar rekabet etseler ve belirli bazı
konular hakkında ne kadar fikir ayrılığı içinde olsalar da, hepsi or­
tak bir biçimde devletin varlığını onaylar ve devletin partilerin faali­
yet alanına getirdiği baskıcı sınırlar içerisinde hareket eder. İktidar­
da olmayan her parti, uygulamada, iktidarı ele geçirmeyi bekleyen
birer “gölge” devlettir -beklem e halindeki devlettir.
Bu sistemi siyaset olarak adlandırmak, çok yanlış bir kullanım
olacaktır; bu sisteme daha doğru bir biçimde devlet sanatı denme­
lidir. Uzmanlaşmış, manipüle edici ve ahlaksız olan bu seçkinler ve
kitleler sistemi; “seçmen kitlesinden” destek istediği dönemlerde çı­
karcı bir şekilde sadık kalacağına yemin ettiği demokratik idealleri
gülünç duruma düşürerek demokrasi taklidi yapar. İnsanları yurt­
taş olarak güçlendirmekten çok uzak olan devlet sanatı, yurttaşla­
rın bu sıfatla sahip olduğu güçten genel olarak vazgeçtiğini varsa­
yar. Kamu meselelerini kendi kendilerine idare etmek için fazla toy
ya da yetersizlermiş gibi yurttaşları “vergi mükelleflerine”, “seçmen­
lere” ve “temsil yetkisi veren kişilere” indirger. Yurttaşların yalnızca
pasif bir şekilde işlev görmeleri ve seçkinlerin, kendilerine en fazla
fayda sağlayacak çıkarların peşinden gitmesine izin vermeleri bekle­
nir. Yurttaşlar “siyasete” esasen “oy kullanan seçmen sayısının” siste­
me meşruiyet kazandırdığı seçim günlerinde -v e tabii ki sistemi fi­
nanse edecekleri vergi ödeme günlerinde- katılacaklardır. Yılın ka­
lan kısmında devlet sanatının ustaları, insanların kendi özel işleriyle
meşgul olmalarını ve “siyasetçilerin” faaliyetleriyle ilgilenmemeleri­
ni tercih edecektir. Gerçekten de insanlar edilgenliklerinden kurtu­
lup siyasi hayada aktif bir biçimde ilgilenmeye başladıklarında top­
lumsal gerçeklik ile devletin desteklediği retorik arasındaki uyuş­
mazlıklara dikkat çekerek devlet için sorun yaratabilirler.

Doğrudan Demokrasi Anlamında Siyaset

Genel olarak birbirlerinin yerine geçebilir şekilde kullanılsalar da


ne siyaset devlet sanatıyla aynı şeydir ne de devlet siyasetin doğal
alanıdır. Ulus devletin ortaya çıkmasından önceki yüzyıllarda
siyaset; ortak, daha doğrusu katılımcı kurumlar içerisinde güç
kazanmış olan yurttaşların bir kamu organı içerisindeki faaliyetleri
olarak anlaşılıyordu. Devletin aksine siyaset —bir zamanlar olduğu
ve yeniden olabileceği gibi- doğrudan demokratiktir. Özgürlükçü
yerel yönetimciliğin geliştirdiği haliyle siyaset, yüz yüze gelinen
demokratik kurumlar -özellikle halk meclisleri- aracılığıyla topluluk
meselelerinin doğrudan yurttaşlar tarafından yönetilmesidir.

Günümüzün kitle toplumunda insanların bu tür meclislerde


kendi meselelerini yönetebilme olanağı üzücü biçimde uzak görü­
nebilir. Ama insanların tarihte bunu yapmış olduğu zamanlar bize
düşündüğümüzden daha yakındır. Doğrudan demokrasi, Batılı
toplumların el üstünde tuttuğunu iddia ettiği siyasi gelenek için
vazgeçilmezdi -b u geleneğin orijinal kaynağını oluşturuyordu.
Çünkü demokratik siyaset geleneği ulus devletle değil, antik Ati­
na’daki yüz yüze demokrasiyle birlikte M.Ö. beşinci yüzyılın ortala­
rında başlamıştı. İlk kez Aristoteles’in yazılarında tarif edilmiş olan
siyaset, ilk başta bir doğrudan demokrasiye işaret ediyordu —politi­
ka sözcüğünün kendisi etimolojik olarak bir topluluğun katılımcı
boyutunu, kamuyu ifade etmek için kullanılan (ve genellikle yanlış
bir biçimde “şehir-devlet” olarak tercüme edilen) Eski Yunanca po­
lis sözcüğünden türemiştir.
Atina polisinde doğrudan demokrasi önemli ölçüde hayata ge­
çirilmişti. Avrupa tarihinin, daha doğrusu dünya tarihinin en şa­
şırtıcı dönemlerinden biri sırasında —M.Ö. sekizinci ve beşin­
ci yüzyıllar arasında- Atinalı erkekler ve onların Solon, Kleistenes
ve Perikles gibi sözcüleri (ironik bir biçimde üçü de kendi sınıfla­
rına ihanet eden aristokratlardır) Homeros’un anlattığı Tunç Çağı
Yunanistanı’nda yaygın bir şekilde görülen geleneksel feodal siste­
mi yavaş yavaş zayıflatarak her yetişkin Atinalı erkeğe kamu haya­
tının kapılarını açacak kurumlar yaratmıştı. İktidar küçük bir aris­
tokratik tabakanın ayrıcalığı olmaktan çıkmış ve bir yurttaş faali­
yeti haline gelmişti. En parlak günlerinde antik Atina’nın örgüt­
lü halk kitlesi muhtemelen kırk bin kadar yetişkin erkek yurttaş­
tan oluşuyordu (Ne yazık ki bu sistem kadınları, köleleri ve Aristo­
teles de buna dâhil olmak üzere yerleşik yabancıları siyasi katılım­
dan dışlamaktaydı).
Antik Atinalılar günümüzün Batılı “demokrasilerindeki” çoğu
kişinin alışık olduğundan çarpıcı bir biçimde farklı bir siyasi hayat
kavramına sahipti. Günümüzde bireyleri genellikle özel çıkarlarını
korumak veya geliştirmek için —belki de istemedikleri halde- bazen
kamu hayatına girmeyi gerekli ya da kullanışlı bulan özel varlıklar
olarak görmekteyiz. Günümüzdeki yaygın görüşe göre siyasi katılım
(sıklıkla) nahoş, fakat özel alandaki “gerçek hayata” dönmeden önce
metanetle taşınması gereken dış kaynaklı, kaçınılmaz bir yüktür.
Buna karşılık, antik Atinalılar yetişkin Yunan erkeklerinin do­
ğuştan siyasi varlıklar olduğunu, ortak topluluk hayatını düzenle­
mek ve yönetmek için birbirleriyle ortaklık kurmanın onların do­
ğasında bulunduğunu düşünürlerdi. Doğaları hem siyasi hem de
kişisel bileşenler içerse de, Atinalılar insan olduklarını gösteren en
ayırt edici özelliğin bu siyasi bileşende bulunduğuna inanırlardı.
Yunan erkekleri siyasi varlıklar olarak örgütlü topluluk hayatına ka­
tılmazlarsa tam anlamıyla insan olamazlardı; onların katılımı olma­
dan herhangi bir topluluk hayatı —daha doğrusu, herhangi bir ör­
gütlü topluluk- ve özgürlük olamazdı.
Günümüzde devlet iktidarının kalelerini yöneten ve devlet sa­
natının entrikalarını yürüten uzmanların aksine antik Atinalılar,
bilinçli olarak amatör bir karakter taşıyan bir öz yönetim sistemi
sürdürmüşlerdi. Bu sistemin kurumlan —özellikle de neredeyse her
hafta toplanan yurttaş meclisi ve devasa jüriler etrafında yapılandı­
rılan yargı sistemi- geniş, genel ve devamlı bir siyasi katılıma ola­
nak tanıyordu. Çoğu kamu görevlisi, kura yoluyla yurttaşlar arasın­
dan seçiliyor ve sıklıkla değiştiriliyordu. Yurttaşların yalnızca ken­
dilerini yönetme yetkinliğine değil, şans yoluyla göreve çağrıldıkla­
rında o görevi üstlenme yetkinliğine de sahip oldukları bir toplu­
luk söz konusuydu.
Atina’nın doğrudan demokrasisi Peloponez savaşının sonucun­
da, Roma İmparatorluğu sırasında ve demokrasi fikrinin -özellik­
le de imparatorlara, krallara ya da kilise yöneticilerine hizmet eden
siyaset kuramcıları ve yazarları tarafından- “ayaktakımı yönetimi­
ne” eşdeğer görülerek itibarını kaybetmesinden sonra gücünü yitir­
di. Fakat halkın kendi kendini yönetmesi şeklindeki siyaset anlayı­
şı hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmadı; tam aksine, bu anlayış
hem fikir hem de gerçeklik olarak o çağlar ile bizim çağımız arasın-
da kalan yüzyıllar boyunca varlığını sürdürdü. Diğer birçok yerin
yanı sıra Orta Çağ Avrupası’ndaki birçok komünün kent merkezin­
de, New England kolonisinde ve devrim dönemi Paris’inde yurttaş­
lar; içinde yaşadıkları toplulukla ilgili meseleleri tartışmak ve yö­
netmek için toplandılar. Kuşkusuz papalar, prensler ve krallar sık­
lıkla her şeyi kapsayan iktidar yapıları geliştirdiler; fakat yerel dü­
zeyde - kent, kasaba ve mahallelerde- insanlar topluluk hayatının
önemli bir kısmım modern zamanlara kadar kendileri yönettiler.
Tarihin bize hiçbir zaman ideal bir doğrudan demokrasi örneği
sunmamış olduğu en baştan itiraf edilmelidir. Antik Atina da buna
dâhil olmak üzere doğrudan demokrasinin dikkate değer tüm ör­
nekleri patriarkal ve diğer baskıcı niteliklerle önemli ölçüde zede­
lenmiştir. Yine de bu örneklerin en iyi yönlerini seçip —parlamen­
ter, bürokratik, merkeziyetçi ya da uzmanlaşmış olmak yerine de­
mokratik ve siyasi olan- karma bir siyasi alan oluşturmak üzere bir
araya getirebiliriz.
Antik Atina’da toplumun tabanında zengin siyasi kültürler ge­
lişip serpildi. Meydan ve parklarda, sokak köşelerinde, okullarda,
kafelerde, lokallerde -d iğ e r bir deyişle, insanların teklifsizce bir ara­
ya geldiği her yerde- günlük kamusal tartışmalar gerçekleşiyordu.
Antik Çağ, Orta Çağ ve Rönesans Dönemi şehirlerinde mahalle
meydanlarının birçoğu, yurttaşların kendiliğinden bir araya gelip
sorunlarını tartıştıkları ve bu sorunlar karşısında nasıl hareket ede­
ceklerini kararlaştırdıkları alanlar haline gelmişti. Bu canlı siyasi
kültürler, kültürel özellikler kadar -yurttaşlık ritüellerini, festival­
leri, kutlamaları ve ortak sevinç ve yas ifadelerini içeren- tamamıyla
siyasi özellikleri de kapsamaktaydı. Köy, kasaba, mahalle ve şehirler­
de siyasi katılım, benlik oluşturucu bir süreçti. Bu süreçte yurttaşlar
-topluluklarının işlerini yönetme kabiliyetleri sayesinde- yalnızca
siyasi bir bütün oluşturdukları yönünde güçlü bir birlik duygusu
geliştirmekle kalmıyor, aynı zamanda güçlü bir bireysel benlik de
geliştiriyordu.
Siyasetin Yeniden Yaratılması

Ulus devletlerin ortaya çıkıp güçlenmesiyle birlikte merkezi


iktidar, uzak bölgeleri bile devletin denetimine tabi hale getirip bu
bölgelerin o güne dek sahip olduğu tüm özerkliğe son vererek bu
kamusal katılımı zor yoluyla ortadan kaldırmaya başladı. İlk başta
bu istila, kendilerine ilahi olarak yönetme ayrıcalığı tanındığını
iddia eden krallar adına yürütüldü. Fakat on dokuzuncu yüzyılın
başlarında demokrasi kavramının halkın tutkuyla arzuladığı bir şey
haline gelmesinden sonra bile bu kavram, cumhuriyetçi devletlerin
kurucuları tarafından “temsil” kurumlarım —parlamento ve
kongrelerini- yaldızlamak ve bu kurumların elitist, paternalist ve
baskıcı doğalarının üzerini örtmek için kullanıldı. Günümüzde cılız
bir itiraz bile yapılmaksızın Batılı ulus devletlerden rutin olarak
“demokrasi” diye söz edilmesi bundan kaynaklanmaktadır. Refah
devletinin ya da sosyal devletin yaratılmasıyla birlikte, devlet; bir
zamanlar toplulukların kendileri adına sorumlu oldukları toplumsal
görevlerin birçoğunu üstlenerek güçlerini —ve meselelere ihtiyatla
yaklaşmayanlar için kabul edilebilirliğini- daha da arttırdı.

Yine de Avrupa ve Amerika’nın çoğu bölgesinde yerel düzeydeki


siyasi hayat -b u g ü n de olduğu gibi- belli ölçüde canlı kaldı. Elbette,
artık antik Atmalıların anladığı anlamda bir doğrudan demokrasi
mevcut değildir. Ancak sahip olmaktan gurur duydukları eski güç­
lerinden yoksun bırakılan topluluklarda bile resmi ve gayri resmi
siyasi alanlar -k en t meclisleri, forumlar, belli bir konuya odaklanan
girişimler ve benzeri- yüz yüze kamusal süreçlerin mekânı olarak
hâlen varlığını sürdürmektedir. Yani, doğrudan demokrasi artık var
olmasa bile, yerel kamusal alanlar kesinlikle varlığını korumaktadır.
Kuşkusuz, günümüzde daha büyük toplumsal güçlerin mahal­
le ve topluluk hayatını yavaş yavaş ortadan kaldırmasıyla geçmiş­
ten artakalan bu kamusal alanların altı vahim ölçüde oyulmaktadır.
Ekonomik baskılar insanları hayatlarını kazanmak için gitgide daha
fazla zaman harcamaya zorlamakta ve bu da topluluk yaşamını bı­
rakın, sosyalleşme ve aile yaşamı için bile daha az vakit kalmasına
yol açmaktadır. Kapitalist toplumdaki tüketim kültürü; kadın ve
erkekleri, sahip oldukları ne kadar boş vakit varsa hepsini -b ir hoş­
ça vakit geçirme etkinliği olarak dahi- alışveriş yapmak ya da tele­
vizyon seyretmek —ki bu, onları daha fazla alışveriş yapmaya hazır­
lar- için harcamaya itmektedir. Aile yaşamı kaçınılmaz olarak “kalp­
siz dünyadaki bir sığınak” haline gelmekte, siyasi hayat insanlar için
gitgide daha az erişilebilir olmaktadır. Böyle bir durumda ne siya­
si hayatın ne de aile hayatının sağlıklı bir şekilde gelişmesi müm­
kün değildir.
Böylelikle siyasetin anlamı yavaş yavaş unutulmaktadır. Kendi
kendini idare etmeye dair aktif, yaşamsal bir süreç olarak siyaset
Batılı toplumlardaki insanların belleklerinden silinirken, kupkuru
bir hale -o y vermekten, vergi ödemekten ve pasif bir şekilde devle­
tin sağladığı hizmetlerden faydalanmaktan ibaret bir hale- getirilen
yurttaşlık kavramı da gerçek yurttaşlıkla karıştırılmaktadır. Toplu­
luktan -d o ğal ortamından- koparılan birey yalıtılmış ve güçsüzdür,
siyasi bir varlık olarak onun pek bir işine yaramayan bir kitle top-
lumunda yalnızdır.
Fakat insanlar —günümüzde birçok yorumcunun yakındığı gibi-
kamu hayatına olan ilgilerini gözle görülebilir ölçüde kaybetmişse,
bunun nedeni kamu hayatının herhangi bir anlamdan —yani, kay­
da değer bir güçten- yoksun olması olabilir. Karar alma gücünün
büyük bir kısmı, yerel siyasi alanlar yerine devletin elinde bulun­
maktadır. Bu gücün devletin eline geçmesi bir tesadüf sonucu ol­
madığı gibi Tanrının ya da bir doğa kuvvetinin işi de değildir. Bu
güç insanlar aracılığıyla devletin eline verilmiştir. Devletin kurucu­
ları, insanları güçlerini daha geniş bir sisteme teslim etmeye zorla­
yarak veya onları bunu yapmaları için ayartarak karar alma gücü­
nü ele geçirmişlerdir.
Fakat insanların elinden alman iktidar, onlar tarafından yeniden
ele geçirilebilir. Avro-Amerikan dünyasının tüm bölgelerinde kadın
ve erkeklerin mevcut parti sistemini ve devletin kendilerine dağıttı­
ğı önemsiz siyasi rolleri gitgide daha fazla reddediyor olmaları bize
şaşırtıcı gelmemelidir. “Siyasi” süreçlerden yabancılaşma —oy kul­
lanmayan seçmen oranındaki müthiş artışın da gösterdiği gibi- yay­
gın bir hale gelirken, çok geniş bir alanda “siyasetçilere” güven du­
yulmamaktadır. Yurttaşlar, arzulan çıkar gözetilerek müsrifçe doyu-
rulduğunda bile, seçim manipülasyonlarına gitgide daha fazla tik­
sinti ve hatta düşmanlık ile tepki vermektedir. Devlet sanatının sü­
reçlerine karşı duyulan bu tiksinti, faydalı sonuçlar doğuracak bir
eğilimdir. Özgürlükçü yerel yönetimci siyaset, kendi gelişimi için
bu eğilimi bir temel olarak kullanabilir.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik projesi, kelimenin eski anlamın­
da -sıradan yurttaşların kendi toplulukları ve bir bütün olarak top­
lum adına karar almalarını sağlayacak şekilde yerel düzeyde doğru­
dan demokrasiyi kurup onun kapsamım genişletme anlamında- si­
yaseti yeniden canlandıracaktır. Bu projenin yurttaşların cumhuri­
yetçi devletin süreçlerine katılımını arttırma girişimi olmadığı iyi
anlaşılmalıdır. Bu proje gelecek seçimde oy kullanma oranının art­
tırılması, yasama sürecini etkilemeleri için yurttaşların seferber edil­
mesi (“vekilinize yazın”) ya da hatta ulus devleti “demokratikleş­
tirmek” amacıyla yasa teklif etme hakkı, referandum ve geri çağır­
ma gibi genelin sahip olduğu araçların kullanımının arttırılması yo­
lundaki bir çağrı değildir. Bu proje küçük ya da üçüncü partile­
rin, aldıkları oy oranında kamu görevlerine gelmesini mümkün kıl­
mak için -B irleşik Devletler, Britanya ve Kanada’da tipik örnekle­
rini gördüğümüz- “kazanan hepsini alır” düsturlu seçim sistemleri­
nin yerine orantılı temsilin getirilmesi yönündeki bir girişim de de­
ğildir. Kısacası, özgürlükçü yerel yönetimcilik “demokratik reform­
ların” gerçekleştirilmesi için çaba harcayarak devletin “demokratik”
peçesini nakışla süslemeyi amaçlamaz. Hele kadın ve erkekleri, tüm
o aldatıcı görünümleri aksini söylese de onları kontrol etmek için
hazırlanan bir yapıya aktif bir biçimde katılmaları için hiç teşvik
etmez. Özgürlükçü yerel yönetimcilik aslında devletin antitezidir,
çünkü devlet topluluğun kendi kendini yönetmesi ve sürekli büyü­
yen bir kamusal alan ile bağdaşmaz.
Özgürlükçü yerel yönetimciliğin amacı, hızla yitirilmekte olan
kamusal alanı yeniden canlandırmak ve onu siyasi bir alana dönüş­
türmektir. Özgürlükçü yerel yönetimcilik temsil yetkisi veren pasif
insanlardan aktif yurttaşlar yaratmayı ve onlara içerisinde anlam­
lı seçeneklere sahip olacakları siyasi bir bağlam sağlamayı amaçlar.
Bu bağlamı, sahip olunan iktidarı mahalle ve kent meclislerinde ku­
rumsallaştırarak yaratmayı hedefler. Özgürlükçü yerel yönetimcilik,
doğrudan demokrasiyi yeniden hayata geçirmek ve onun kapsamı­
nı genişletmek için çok radikal bir anlamda siyasetin köklerine -v e
onu destekleyen akılcı ve etik değer ve pratiklere- döner.
İKİNCİ BÖLÜM
Tarihi Kent

Özgürlükçü yerel yönetimciliğin siyasi alanı canlandırma projesi­


ni tartışmaya başlamadan önce, birkaç bölümü siyasi alanın doğasını
incelemeye ve bu alandan söz ederken ondan ne kast ettiğimizi açıklı­
ğa kavuşturmaya ayırmalıyız. Siyasi alanın yüzyıllar boyunca gelişmiş
olan belirli geleneklerin yanı sıra toplumsal bir bağlama -h atta ant­
ropolojik ve tarihsel bir bağlama- da sahip olduğu iyi anlaşılmalıdır.
Belki de en önemlisi, siyasi alan genel olarak insan toplumlarına
özgü olan üç alandan -siyasi alan, toplumsal alan ve devlet- biri olarak
anlaşılmalıdır. *

Toplumsal Alan
Toplumsal alan (bir bütün olarak toplumla karıştırılmamalıdır) üreti­
mi ve iktisadi hayatı da içine alan özel bir alandır. Eskiden toplumsal
alan aynı zamanda aile hayatının, sevgi ve arkadaşlığın, kendi kendi­
nin bakımını sağlama ve yeniden üretimin ve kan bağından doğan
yükümlülüklerin de kişisel alanıydı. Aile grupları insan kültürlerinde
sürekli olarak var olmuştur; toplumların birbirlerinden apayrı şekiller

(*) Bookchin, yalnızca bir ikilik ortaya koyan diğer birçok toplum kuramcısının aksine,
üçlü bir ayrım yapmaktadır. Örneğin, Aristoteles (Atina’da bir devlet olmadığından)
devletin değil, toplumsal ve siyasi alanların terimleriyle düşünmüştür. Hannah Arendt,
İnsanlık D urum unda ve diğer çalışmalarında toplumsal ve siyasi alanları tartışması
açısından esasen Aristoteles’in izinden gitmiştir -fak at Arendt’in siyasi alan dediği şey
gerçekte devlettir ve bu hatalı tanımlama bir miktar kafa karışıklığı yaratmıştır.
almasına rağmen bireyler en samimi ilişkileri daima aile grupları içe­
risinde kurmuştur. Bu nedenle toplumsal alan, insan topluluklarında
karakteristik olarak bulunan kültürler arası bir olgu olarak tanımla­
nabilir.
Toplumsal alan, sözü edilen üç alanın açık ara en eskisidir. İnsan
toplulukları tarih öncesi dönemde boy ve kabileler olarak ilk ortaya
çıktıkları andan itibaren toplumsal alan etrafında kurulmuştu. Aslın­
da toplumsal alan bu toplumların en büyük parçasını oluşturuyordu.
Boyun veya kabilenin merkezini oluşturan toplumsal alan kadınların
ev içi dünyasından köken alıyordu. Erkeklerin varlık gösterdiği, yeni
ortaya çıkan bir sivil dünya toplumsal alanı tamamlıyordu, fakat bu
sivil alan çok sınırlı olduğu ve devlet henüz ortaya çıkmamış olduğu
için ilk toplumlardaki grup hayatı toplumsal alanla neredeyse aynı za­
manda ortaya çıkmıştı.
Boy ve kabile toplundan, aile ilişkilerini merkez alma özelliklerine
uygun olarak, görünüşte “doğal” olan biyolojik akrabalık ilkesine göre
örgüdenmişti. Kan bağı -k an akrabalığı ilkesi- kabileyi bir arada tutan
ortak bağdı; bir kabilenin tüm üyeleri arasında kan akrabalığı olduğu,
tüm üyelerin aynı atadan geldiği söylenirdi -onları aynı kabilenin üye­
leri yapan şey, bu ortak ataydı. Kan bağının gerçek olması gerekmezdi;
gerekli olduğu durumlarda kabile kasıtlı bir biçimde onun kapsamını
gerçek akrabalıktan kurgu noktasına kadar genişletebilirdi -örneğin,
yabancılar kabileye alındığında ya da kabileler arası evlilikler gerçek­
leştiğinde kurgusal kan bağı söz konusu olurdu. Bu tür ittifaklar, ak­
rabalık terimleriyle dile getirilmeleri sayesinde meşrulaştırılırdı. Yine
de -tanım ı sıklıkla esnetilmesi gerekse de- akrabalık, üniter bir kabi­
leyi tanımlayan ve ona ideolojik bir temel oluşturan örfi bir ilkeydi.
Kabile toplumunun etrafında örgütlendiği tek “doğal” biyolojik
ilke akrabalık değildi. Biyolojik cinsiyet olgusu, kabile hayatının getir­
diği çeşitli sorumlulukların erkeğe mi, kadına mı ait olduğunu belirle­
yerek cinsiyete dayalı bir iş bölümü ve hatta cinsiyete dayalı bir kültür
üretiyordu. Biyolojik yaş olgusu da toplumsal örgüdenmenin bir diğer
mihenk taşı haline gelmişti: Özellikle yazı öncesi toplumlarda daha
uzun bir süredir hayatta olan üyeler, kabilenin sahip olduğu bilgelik
ve örflere vakıf olmalarından dolayı kabilenin bilgi belleği olarak ka­
bul edilip saygı görüyorlardı. Bu statü, yaşlı üyelerin -şam an sıfatıyla-
doğaüstü güçlere sahip olduklarını iddia etmesine olanak tanıyordu.
Tüm bu “doğal” ilkeler geniş kurgusal bileşenlere sahipti ve genellikle
bu ilkelere pek uyulmazdı; ancak değişmez biyolojik gerçekler olarak
görünen olgulara dayandıkları için bu toplulukları bir arada tutarlardı.
Büyük bir ihtimalle bu biyolojik ayrımlar, ilk topluluklarda tahak­
küm ve teslimiyeti bırakın, statü ve mevkiye bile dayanak oluşturan
gerekçeler değildi. Fakat daha sonra erkek kültürü kadın kültüründen
yalnızca farklı değil, aynı zamanda daha değerli olarak görülmeye baş­
landı ve bu da ona kadın kültürünü tahakküm altına alma hakkını
vermiş oldu. Yaşlıların kabilenin bilgeliğine sahip olması gerontokrasi-
nin haklı sebebi haline gelirken, akrabalık da bir kabilenin bir diğerin­
den daha üstün olduğu inancına dayanak oluşturan bir gerekçe haline
gelerek etnik şovenizmi ve ırkçılığı ortaya çıkardı.
Gerçekten de farklı kabileler arasındaki düşmanca ilişkiler, nere­
deyse başlangıçtan itibaren kabile toplumunda kökleşmiş bir şekilde
bulunuyor olmalıydı. Kabileler genellikle -esasen farklı bir türün
mensubu, esasen insan dışı bir varlık olarak gördükleri diğer kabilele­
rin üyelerinden farklı olarak- “insanlık” etiketini tek başlarına sahip­
lendiler. Kabilenin kendisine ilişkin olarak yaptığı, kendisinin gerçekte
farklı bir tür oluşturduğu yönündeki bu tanım, kabile üyeleri arasında
güçlü bir dayanışma ruhu ortaya çıkardı -fak at bu, çok büyük bir
sıklıkla, kendileri için tehdit oluşturduğu varsayılan diğer kabilelerin
üyelerine karşı şiddetli bir düşmanlık da ortaya çıkardı.
Bu nedenle boy ve kabileler, yabancılara kuşkuyla ve genellikle
düşmanlıkla yaklaştı. Kabile üyeleri, davetsiz bir biçimde kabilenin
yaşam alanına giren yabancıların ölmüş atalarının ruhları olduğunu
düşünüp onları hoşnut etmeye çalışabilir ya da onları ruhani varlıklar,
ölülerin ruhları veya kabileye karşı kötü niyet besleyen kötücül varlık­
lar olarak görüp ortadan kaldırabilirdi. Kuşkusuz, bir kabile yaban­
cılara konukseverlikle de yaklaşabilirdi. Fakat bu iyicil tavır genellik­
le kabilenin belirli bir durumdaki iyi niyetine ya da geleneksel davra­
nış kurallarına -veyahut da evlilik ittifakları aracılığıyla destek ağları
kurma ve savaşçı olarak hizmet edecek yetişkin erkekler kazanma ih­
tiyacına- bağlıydı.
Kentin Ortaya Çıkışı
Boy ve kabile toplumları, temel geçim kaynağı olarak genellikle
toplayıcılık yaparlardı -başka bir deyişle, varlıklarını sürdürmelerini
sağlayan yiyecek, giyecek ve barınak ihtiyaçlarını karşılayabilmek için
hayvan avlar ve meyve-sebze toplarlardı. Bu toplumların bahçe ürün­
leri için geçici ekim arazileri oluşturmak üzere ormanları yakıp toprak
bereketini yitirene dek bu arazilerde bahçe tarımı yaptıkları da olur­
du. Fakat Neolitik dönemin başlarında -muhtemelen M.Ö. 10.000
ile 7000 yılları arasında Orta Doğuda, Mezopotamya’da- çok önemli
bir değişim gerçekleşti: Kabile toplumları temel geçim kaynağı olarak
yavaş yavaş toplayıcılık ve yakma ve ağaç kesme yoluyla tarıma açıl­
mış alanlarda bahçecilik yapmaktan tahıl ürünleri yetiştirmeye geçti.
Yani, kabile üyeleri göreceli olarak geçici kaynaklardan yiyecek elde
etmek için oradan oraya taşınmak yerine sabit ve hatta kalıcı köylere
yerleşerek sistemli bir biçimde tahıl ürünleri üretmeye ve hayvanları
evcilleştirmeye başladılar.
Neolitik kültüre -çiftçiliğe ve hayvan yetiştiriciliğine- doğru yaşa­
nan bu değişim, Avrasya boyunca hızla yayılarak sosyal hayat üzerinde
birçok yönden beklenmedik etkilerde bulundu ve kabile toplumunu
yeni bir toplumsal sisteme dönüştürdü. Tahıl ürünleri et ve sebzeden
daha dayanıklı olduğu için üretilen yiyecekler artık gelecekte kulla­
nılmak üzere saklanabiliyordu. Bu durum bazı kabile üyelerinin yiye­
ceklerin bölüşümünü kontrol etmesine olanak tanıdı. Böylece kabile
üyelerinin bir bölümü mal-mülk ve sonunda da servet sahibi oldu ve
bu da sınıfların oluşumuna yol açtı. Sınıflar, hâlihazırda var olan hi­
yerarşik tabakalaşmayı daha da şiddedendirdi: Özellikle hayvan yetiş­
tiriciliği alanında büyük ölçekli çiftçilik ortaya çıktığında, bu büyük
ölçüde erkeklerin işi oldu ve bu işten elde edilen mahsuller erkeklerin
mülkü olarak görüldü. Bu durum erkeklere ve “erkeksi” değerlere üs­
tünlük tanıyan patriarkal toplumlar yarattı. Şamanların yerini alan ra­
hipler, tanrılara sunulmak üzere kendilerine tahıl ürünleri verilmesini
talep ederek öncellerinin daha gayri resmi ve daha gelip geçici olan
ruhani iddialarına kurumsal bir güç kazandırdı.
Fakat bizim amaçlarımız açısından çiftçiliğe geçilmesinin en
önemli sonucu, V. Gordon Childe’nin kent devrimi diye adlandırdığı
gelişme oldu. Neolitik dönem çiftçilerinin kurduğu köy yerleşimle­
rinden bazıları kasaba haline gelecek kadar büyüdü ve bu kasabaların
bazıları daha da büyüyerek şehirlere -sakinlerinin kendi yiyecekleri­
ni kendilerinin üretmeyip kırsal alandan ithal edilen tahıl ürünlerine
bağımlı olduğu büyük kalıcı yerleşimlere- dönüştü. Bu şehirlerin sa­
kinleri için hayat, akrabalıktan ziyade meskenlerin yakınlığı ve ortak
mesleki faaliyeder etrafında kurulmuştu. İnsanlar ille de birbirleriyle
akraba olmaları gerekmeden -e n sonunda birbirlerini bile tanıma­
dan- yan yana yaşıyordu. Sonunda dışarıdan gelen bir kimse veya ya­
bancının, içlerinden biriyle evlenmek ya da savaşçı olarak silah altına
girmek zorunda kalmadan yalnızca orada yaşayıp işini oraya taşıyarak
şehirdeki bir topluluğa katılması mümkün hale gelmişti. Aslında ka­
bilenin bakış açısından şehir, bir kişinin karşılaştığı hemen herkesin
pekâlâ bir yabancı olabileceği bir yerdi.
Kuşkusuz, ilk şehirlerde -bugünkü şehirlerde olduğu gibi- klan
bağıyla akraba olan birçok insan, birbirleriyle aynı mahallelerde yaşa­
mayı tercih ediyordu ya da etnik ayrımcılık sonucunda, asıl istekleri
ne olursa olsun, böyle yapmaya zorlanıyordu. Fakat buradaki kritik
nokta, şehir yaşantısının bir yaşam biçimi haline gelmesiyle akraba­
lık bağlarının bir sosyal örgütlenme ilkesi olarak yavaş yavaş etkisini
kaybederek yerini yeni ilkelere bırakmasıdır. Birbirleriyle yan yana
yaşayan insanlar, ortak bir etnisiteye sahip olmamalarının etkisiyle,
yavaş yavaş birbirlerini kabile üyeliğinin süzgecinden değil; ikamet
ve mesleğin, statü ve mülkiyetin süzgecinden görmeye -birbirlerini
zanaatkâr ya da varlıklı bir tüccar, bir soylu ya da rahip olarak görme-
ye- başlamıştır.
İnsanların atalarını kabile dar görüşlülüğüne ve kabileler arası kan
davalarına hapseden tikelci zincirler, hangi kategoride yer aldıklarına
bakılmaksızın kırıldı. Ortak bir soy geçmişine sahip olan insanlar artık
kendilerini “insan” olarak, diğerlerini ise gerçek ya da potansiyel birer
düşman olan yabancılar olarak görmeye zorlanmıyordu. Kuşkusuz, et­
nik önyargılar varlığını sürdürdü; fakat bunlar artık, tek başına etnik
farklılığın kabile dışından bir kimseyi öldürme yetkisi bile verebildiği
kabile dönemindekine kıyasla çok daha zayıf bir etkiye sahipti. Yeni
toplumsal düzen, insanları kabile halkından farklı özellikteki insanlara
ev sahipliği yapan ve kozmopolit olma potansiyeli taşıyan şehirlerin
sakinlerine dönüştürdü. Şehir, uygulamada, sosyal örgütlenmenin te­
mel ilkesi olarak soyu bir kenara iterek onun yerine daha evrensel bir
humanitas -ortak insanlık- getirdi ve insanın evrenselliğini yaratmaya
yönelik o müthiş önemli süreci başlattı. Şehir hayatına geçilmesi, ta­
rım devrimi ve birkaç binyıl sonra ortaya çıkacak sanayi devrimi kadar
devrimseldi.

Siyasi Alanın Ortaya Çıkışı


Kuşkusuz, farklı özellikte insanlara ev sahipliği yapan bu şehirler hiç
de eşitlikçi cennetler değildi. Tam aksine, akrabalığın yerini alan sos­
yal ilişkiler, toplumsal cinsiyet eksenli tabakalaşmanın yanı sıra statü
gruplarına, sınıflara ve askeri ve dini hiyerarşilere de dayanmaktaydı.
Yönetici elitler, onlara zorunlu askerlik hizmetinin yanı sıra mal da
sağlamak için çalışan sıradan insanlar üzerinde hâkimiyet kurmuşlar­
dı. Rahipler, doğal olgular konusundaki cehaletin bir sonucu olarak
muazzam güçler kazanmıştı. Bundan dolayı ilk şehirler genellikle tapı­
nak kentleriydi. Şehirler acımasız savaş dönemlerinden -kabilelerden
daha fazla- bağışık değildi.
Tüm bu zorbalıklara rağmen kent devrimi, tarihin kapılarını özgür
ve eşidikçi toplulukların da var olabileceğine ve bir kez ortak insanlık­
larını fark ettiklerinde insanların kendilerini akılcı ve etik standartlara
göre düzenleyebileceklerine ilişkin o sıra dışı ihtimale araladı. Kentin
ortaya çıkışı, uygulamada, siyasi alanın gelişimini başlattı.
Bu gelişmeyi, içerisinde farklı etnisiteler barındıran şehirli top­
lulukların ortak mülkiyetinde bulunan kamusal alanların ve ortak
kaygıların varlığı mümkün kılmıştı. Kendi evlerinin duvarları dışına
çıktıklarında -yani, toplumsal alanı terk ettiklerinde- şehrin yabancı
sakinleri sokaklara, meydanlara, ortak alanlara ve kamusal konaklama
yerlerine giriyorlardı -k i bu mekânların hepsi onların birbirleriyle et­
kileşim içine girebilecekleri yerlerdi. Buralarda alım-satım faaliyederi
gerçekleşiyordu -v e yine buralarda kadın ve erkekler sosyalleşebili­
yorlardı. Geneli ilgilendiren haberleri paylaşabiliyor ve ortak kaygı­
lar hakkında konuşabiliyorlardı. Duvarlar genel duyuru ve haberlerin
paylaşıldığı yerler haline gelebiliyordu. Geçit törenleri ve dini festival­
ler sokakları doldurabiliyordu. Böylelikle şehirle birlikte kamusal alan­
lar -potansiyel olarak sivil amaçlara ve siyasi faaliyetlere ayrılabilecek
alanlar- da ortaya çıkmıştı.
Bu kamusal alanları siyasi alanlara dönüştürmeye yönelik ilk giri­
şimi Atina polisi gerçekleştirdi. Etnik kurguların, köleliğin ve bir top­
lumsal cinsiyetin diğeri üzerindeki tahakkümünün sürmesine rağmen,
polis siyasi alanı doğrudan demokratik bir öz yönetimin alanı olarak
tanımlamış ve onu o şekilde hayata geçirmişti. Siyasi özgürlüğün -
yani, bir bütün olarak topluluğun bireysel özgürlüklerle sımsıkı bir
biçimde iç içe geçmiş olan pozitif özgürlüğünün- ortaya çıkmasına
yönelik tarihi bir olasılığa da kapı aralamıştı.
İlerleyen kısımlarda polis’ten daha fazla söz edeceğiz; fakat şu an
için polis’in ortadan kalkmasından sonra doğrudan demokrasinin Bü­
yük İskender’in Makedonya Krallığı ve Roma imparatorluğu tarafın­
dan bastırıldığını söylemek yeterli olacaktır. Doğrudan demokrasinin
bazı özellikleri imparatorluk propagandası için kullanılmak üzere be­
nimsendi, fakat doğrudan demokrasinin kendi kendinin bilincindeki
bir program olan özü neredeyse tamamen ortadan kaldırıldı. Ancak
Roma İmparatorluğunun çöküşünden yüzyıllar sonra Po vadisindeki
ve Flandre bölgesindeki bir dizi kentin, dinsel ve seküler yöneticile­
rinden yerel özerklik kazanma arayışına girmesiyle sivil özgürlük fikri
yeniden hayata döndü. Bu Orta Çağ komünleri, kısaca sivil özgür­
lükler talep etti. Talep edilen bu özgürlükler arasında kendi yasalarını
yapma ve kendi seküler mahkemelerini ve kendi sivil idare biçimlerini
oluşturma özgürlükleri bulunuyordu.
Bu komünlerdeki insanlar, Atina polis’inde olduğu gibi, komün­
leriyle ilgili meseleleri kendileri üzerinde egemenlik kuracak olan elit­
lerin kriterlerine göre değil; kendi seküler kriterlerine göre yönetme­
ye başladılar. Bunu yaparak, şehirlerin öz yönetimin ve özgürlüğün
mekânı olduğu Yunan geleneğini yeniden hayata döndürmüş oldular.
Otoriter bir feodal toplumun içine gömülü bulunulan bu dönemde,
“şehir havası özgürleştirir” (Stadtluft macht frei) biçimindeki bir Al­
man Orta Çağ atasözünün bu duruma yer vermesi hiç şaşırtıcı değil­
dir.
Elbette, toplumsal eşitsizlik ve etnik düşmanlık; kentin ortaya çı­
kışıyla kaybolmadığı gibi siyasi alanın ortaya çıkışıyla da hiçbir şekilde
ortadan kaybolmamıştı. Eski çağlardan günümüze siyasi elider siyasi
hayata hükmetmiş ve hatta kendilerinin kadim ve soylu atalardan gel­
dikleri biçiminde, kabilelerinkine benzer iddialar ileri sürerek bu ege­
menliği meşrulaştırmışlardır. Daha önce de görmüş olduğumuz üzere,
Antik Atina’da polis kölecilik, patriarkacılık, sınıf egemenliği ve em­
peryalizm ile zehirlenmişti. Usta zanaatkarlar ile soylu tüccarların yö­
netimine dayanan ve en demokratiği bile kısmen oligarşik olan Orta
Çağ komünlerine gelince, bunlar da demokrasilerden ziyade cumhu­
riyet benzeri yapılardı. Doğrudan demokrasinin tarihinde bir diğer
önemli bölüm oluşturan New England kentleri, başlangıçta kiliseye
üye olmayanları (kadınlardan söz etmiyorum bile) kent meclislerin­
den dışlamış; üstelik bu demokratik toplantıları dolduran sivil haklara
sahip beyazlar, Kızılderilileri yakalayıp köle olarak satmıştı. Paris mec­
lisleri, Fransız Devrimi’nin en radikal ve demokratik dönemlerinde
bile yabancıların komplolarından duyulan zenofobik korkularla dolup
taşıyordu.
Ancak bu kusurların birçoğu tarihteki belirli bir demokratik anın
karakteristiği değil, bu anın parçası olduğu tüm bir çağın karakteristi­
ğiydi. Bugün 2.400 yıllık bir mesafeden geriye baktığımızda patriarka
ve köleliği mide bulandırıcı ve insanlık dışı olarak değerlendirebiliriz;
fakat Atinalıların bir bütün olarak antik Akdeniz toplumunun sahip
olduğu temel özelliklerin dışına çıkması beklenemezdi. Burada dik­
kate değer olan, onların -yine Akdeniz dünyasının tipik özellikleri
olan- monarşik otoritenin ve baskıcı adetlerin dışına çıkıp yeni bir
siyasi alan yaratmış olmasıdır. Tarih boyunca yerel demokrasiler kendi
çağlarının hiyerarşik özelliklerine saplanmış olsa da, bu demokrasile­
rin özgürlükçü anları doğrudan demokrasi geleneğini çok daha büyük
eşitsizliklere karşı sürdürmüş ve geliştirmişti. Şimdi bu özgürlükçü
anlara dönelim.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Yerel Demokrasi
İlkÇağ ve Orta Çağ

Doğrudan demokrasi geleneğindeki bazı önemli dönemleri inceleyelim.*

Atina Polisi
Milattan önce yedinci yüzyılda Attika -A tina şehri ile onun çevresin­
deki bölge- şiddedi bir sınıfsal düşmanlığa sahne oluyordu. Bölgeyi
küçük bir aristokrat aileler grubu yönetirken, çok sayıda küçük çiftçi
neredeyse birer serf gibi yaşıyordu. Baskı altındaki bu köylüler yıllık
mahsullerinin büyük bir bölümünü derebeylerine vermek zorundaydı
ve bu yükümlülük, köylüleri sıklıkla borca ve amansız bir yoksulluğa
sürüklüyordu. Plutarkhos’un belirttiği gibi “sıradan halk birkaç zengin
adama ödemekle yükümlü olduğu borçların ağırlığı altında eziliyor­
du.” Bu borçların ödenmemesi halinde, bunun sonuçları genellikle

(*) Tarihteki demokratik anlara ilişkin olarak bu bölümde ve gelecek bölümde anlatı­
lanlar -b u konuya asıl konunun gerektirdiği kadar yer ayrıldığından- zorunlu olarak
kısa tutulmuştur. Hiçbir şekilde bu anlan tamamen ya da eksiksiz bir biçimde anlatma
amacı güdülmemiş ya da bu anların ortaya çıkış veya çöküş sebeplerini inceleme iddia­
sında olunmamıştır. Bu anlar, daha ziyade, böyle bir geleneğin var olduğunu göstermek
ve onun bazı özelliklerini tarif etmek için sunulmuştur. Bu dönemler hakkında daha
fazla bilgi edinmek isteyen okurlar, bu kitabın sonunda “Ek Okumalar” başlığı altında
sıralanan çalışmaları inceleyebilirler.
çok vahim olurdu. “Birçok ebeveyn alacaklılarının acımasızlığı yü­
zünden çocuklarını satmaya ya da sürgüne gitmeye bile zorlandı.” Bu
katlanılmaz koşullar demos’u -b u sözcük “sıradan halk” ve “bir bütün
olarak halk” anlamlarına gelecek biçimde kullanılır- devrimin eşiğine
getirdi. Çaresizlik, halkı “bütün borç kölelerini serbest bırakacak, top­
rakları yeniden bölüştürecek ve eksiksiz bir anayasal reform gerçekleş­
tirecek” birilerini aramaya itti. 1
Attika neredeyse şiddetli bir iç savaşa sürükleniyordu. Fakat en
sonunda -M .Ö . 594 yılında- birbiriyle çatışan tüm klanlar poliste
yeniden düzen sağlamak için Solonu archon -b aş yönetici- seçme ko­
nusunda anlaştı. Solon henüz ödenmemiş olan tüm borçları geçersiz
kılmak ve borç köleliğini yasa dışı hale getirmekle işe başladı. Aslında
seçilmesinin hemen ardından Atina anayasasında değişiklikler yapma­
sı ve yeni krizlerin ortaya çıkmasını engellemesi için Solona olağanüs­
tü bir yetki tanındı; fakat Solonun yürürlüğe koyduğu yasalar kentin
siyasi yapısını o kadar radikal bir biçimde değiştirdi ki Solon, uygula­
mada tamamen yeni bir anayasa yaratmış oldu.
En önemlisi, Solon ecclesiayı -kabile zamanlarından beri var olan,
fakat aradaki yüzyıllarda önemini kaybeden halk meclisini- yeniden
hayata döndürdü. Solonun yönetimi sırasında ecclesia canlandırıl­
makla kalmadı, -o n a topluluğun yasalarını yapma, yöneticilerini seç­
me ve kendi takdirine bağlı olarak düzenli biçimde toplanma yetkisi
verilerek- bu meclisin işlevleri de arttırıldı. Son olarak, yeni archon sı­
radan halka ecclesia’nm toplantılarına katılma hakkı vermekle kalma­
dı, onlara orada tartışılan konular hakkındaki oylamaya katılma hakkı
da verdi -k i bu demos’u güçlendirme yönünde atılan çok önemli bir
adımdı.
Solon, ecclesia’ya ek olarak, Atina’daki öz yönetimin idari tarafıy­
la uğraşması için -B oule şeklinde adlandırılan- yeni bir Dört Yüzler
Meclisi yarattı. Kuşkusuz Solon katıksız bir demokrat değildi: Solon
bu meclise yalnızca mülk sahibi erkeklerin üye olmasına izin vererek
Boule’de elitizmi belirli düzeyde korudu. Bu elitler ecclesia’nm günde­
mini hazırlıyor ve tartışmalarını yönetiyordu. Fakat Solon’un Boule’si

1- Plutarkhos, “Solon”, The Rise and Fall o f Athens, Harmondsworth: Penguin, 1960,
s. 54
en azından bir zamanlar varlıklı ailelerin Attika’yı kendi istedikleri gibi
yönetmelerine aracılık eden aristokratik Areopagus meclisinin gücünü
denetlemeye yaradı.
Solon un diğer reformlarıyla bireysel hakların kapsamı genişletil­
di ve davalara bakması için bir halk mahkemesi kuruldu. Oligarşiye
bir darbe daha vurularak, varlıklı aileler kendi içlerinden Atina’nın
archon’larım çıkarma konusundaki babadan oğula geçen hak iddiala­
rından vazgeçmeye zorunlu bırakıldı ve böylece yürütme gücünün ka­
pıları demos’a aralanmış oldu. Fakat belki de Solon a atfedilen en dik­
kat çekici prensip, onun -Plutarkhos’un ifadesiyle- “devrim sırasında
herhangi bir tarafta yer almayan” bir yurttaşın oy hakkından yoksun
bırakılması gerektiği yönündeki inancıydı. Bir kişinin bencil bir şekil­
de bir çatışmada hangi tarafın ağır basacağını görmek için beklemesi,
Yunanların yurttaşlık kavramına yapılan bir saygısızlıktı. Atmalıların
siyasi olarak olayların içinde yer alması ve sivil anlaşmazlıklar sırasında
taraf tutması beklenirdi.
Solon bu anayasal reformları yaptıktan sonra gönüllü olarak on
yıllığına sürgüne gitti. Sivil huzursuzlukların kayda değer miktarda
tekrarlanmasına rağmen, Atina yurttaşları yine de Solonun getirdi­
ği değişimleri benimsedi ve onun kapsamını genişletip güçlendirdiği
ecclesia’ya alıştı. Yurttaşlar ecclesia’ya siyasi bir canlılık getirdi ve sivil
ortaklığı teşvik eden siyasi bir adap geliştirdi. Zamanla ecclesia, çoğu
mahallede polis’in temel karar alma organı olarak kabul edilmeye baş­
landı ve bu da genel bir demokrasiyi mümkün kılacak koşulları yarattı.
561 yılından yarım yüzyıl sonra Peisistratos ve oğlu Hippias’ın
“uranlıkları” (tiranlık o sırada küçültücü bir sözcük değildi) Attika
soylularının gücünü daha da azalttı. Aslında Atina demokrasisinin
birçok özelliği, aristokrasinin yeniden canlanmasını önlemeye yöne­
lik kurumsal çabalar olarak görülmelidir. Aristokrasi tekrar tekrar eski
dışlamacı oligarşisini hayata döndürmeye çabalamış olsa da Solon’un
reformlarını ve Peisistradae rejimini ortadan kaldırmada başarısız
oldu; itaatsiz soylular sürgüne gitmeye zorlandı ve bu soyluların arazi­
leri topraksız yoksullar arasında bölüştürüldü.
Bu sırada Atina yurttaşlarının siyasi düzeyi, Solon anayasasının
yapılarına katılmaları sayesinde muazzam ölçüde arttı; bu da onların
kendilerinden ve kendi işlerini yönetme kapasitelerinden daha önce
hiç olmadıkları kadar emin olmalarını sağladı.
Siyasi hayatta yaşanan ve sözü edilen özgüveni yaratan bu sıra
dışı açılım, Kleistenes’in yönetimi (506 yılında başlamıştır) ile 431
yılında çıkan Peloponez Savaşı arasındaki dönemde zirveye ulaştı. As­
lında Kleistenes, Atina’da çok daha kapsamlı bir demokratikleştirme
süreci başlattı. Areopagus meclisine dokunmamasına karşın, klanları
güçlerinden yoksun bırakarak ve atadan kalma dört klana dayanan
geleneksel İyon sistemini ortadan kaldırarak aristokratik yönetimin
toplumsal temeline -Attika soylularının geleneksel akrabalık ağına-
darbe indirdi. Eski sistemin yerini almak üzere 170 deme -akrabalığı
değil, ikameti dayanak alan birimler- yarattı. Böylece Kleistenes üyelik
kriteri olarak kabileciliğin yerine mekânsal yakınlığı getirerek ve yurt­
taşlığı üzerinde yaşanılan topraktan ayrılmaz bir hale getirerek orijinal
mekânında kent devriminin temel özelliklerini tekrar etti. Demeler
kısa bir süre içerisinde yerel demokrasinin dinamik merkezleri haline
geldi. Her deme’nin kendi halk meclisi, kendi idare konseyi ve diğer
görevlileri vardı ve bunların hepsi bir yıllığına seçiliyordu.
Kleistenes’in dönüşümü kolaylaştırmak için varlığını koruduğu
kabile benzeri birimin yanı sıra demelerden ve demeler’in oluşturdu­
ğu trittyes isimli daha büyük birimlerden oluşan bu yeni kurumsal
yapı, Attika’daki siyasi hayatı radikal bir biçimde değiştirdi. Ecclesia -
yurttaş meclisi- artık tartışmasız bir biçimde tüm siyasi otoritenin ana
mekânıydı. Atina’nın bütün erkek yurttaşları oy kullanma hakkına sa­
hipti ve belirli miktarda mülke sahip olma koşulu aranmadan, sınıf ve
statü sınırlandırmaları olmadan meclis toplantılarına katılabilir ve oy
kullanabilirdi. Tüm erkek yurttaşlar -h em yoksullar hem de zengin­
ler- siyasi haklar yönünden tamamen eşitti; öyle ki Perikles şunu söy­
leyebilmişti: “Yoksulluk siyasi katılıma bir engel oluşturmaz, bir erkek
konumu ne kadar belirsiz olursa olsun polis’ine fayda sağlayabilir.”2
462 yılında yapılan ilave anayasal değişiklikler, Atina demokrasi­
sinden ayrıcalığın kalan son izlerini de sildi. Areopagus meclisi, sahip
olduğu güçlerin Boule, ecclesia ve yurttaşların hemen her özel hu-

2 - Perikles’in bu ifadesi şu kaynakta geçmektedir: Tukididis, Peloponnesian War, 2.37.1.


kuk ve ceza davası için -m inyatür meclisleri andıran- kalabalık jüriler
içerisinde görev yaptığı, yeni kurulan demokratik halk mahkemeleri
arasında bölüştürülmesiyle önceki ağırlığını önemli ölçüde kaybetti.
Ecclesia, en parlak döneminde, binlerce Atinalı yurttaşın dış
mekânda yaptığı kitlesel bir toplantıydı. Yılda en az kırk kez toplanır­
dı ve toplantılar genellikle bir gün boyunca devam ederdi. Yurttaşların
hepsi, isegonia ilkesine (mecliste söz almaya ilişkin genel hakka) uy­
gun olarak, herkesin katılımına açık olduğu halde belli kurallara göre
yapılan tartışmalara katılabiliyordu. Herkes çoğunluk kuralına göre
yapılan oylamada oy kullanabiliyordu. Alınan kararlar; savaş ve barış,
diplomatik anlaşmalar, maliye ve kamu işleri de buna dâhil olmak üze­
re bütün kamu politikası konularını etkiliyordu.
Polis, strategos (ordu komutanı -Ç .N .) Perikles gibi liderlere sa­
hip olduğu sürece, bu liderlerin görev süreleri kısa -genellikle bir yıl-
tutuldu. Ayrıca liderlerin her eylemi meclis tarafından sürekli olarak
denetleniyor ve değerlendiriliyordu. Bu durum liderlerin belirli bir
hesap verebilirlik düzeyine bağlı kalmasına neden oluyor ve böylelik­
le görev süresi dolduğu halde kendi kendine görevde kalmaya devam
eden bir elitin ortaya çıkması engellenmiş oluyordu. Fakat çoğu po­
zisyona kurayla geliniyordu. Aslında atama ya da seçme yerine kurayla
belirleme, neredeyse tüm siyasi kurumlarda görevlileri seçmenin en
yaygın yöntemi haline gelmişti. Ecclesia’nın toplantılarını yöneten
meclis başkanı yalnızca kura yoluyla göreve gelmekle kalmıyor, aynı
zamanda tek bir günlüğüne görev yapıyordu. Boule üyeleri kura yo­
luyla bir ya da iki yıllığına seçilirken; archon’lar da bu uygulamanın
dışında tutulmayıp (Boule’nin üyeleri arasından) kura yoluyla seçi­
liyorlardı. Jüri üyeleri ve diğer görevliler için de aynı usul söz konu­
suydu. Kura usulünün bu kadar kapsamlı bir şekilde kullanılması, en
başından itibaren sıradan yurttaşların yüksek seviyede siyasi yeterliliğe
sahip olduğunu varsaymak anlamına geliyordu.
Aslında bu varsayımın doğruluğu kayda değer ölçüde kanıtlanmış­
tı; çünkü bu sistemde Atina’nın erkek yurttaşlarının büyük bir bölü­
mü demokratik öz yönetim alanında doğrudan tecrübe kazanmıştı.
Şehrin kültürel hayatının serpilip gelişerek felsefe, drama, sanat, ta­
rih yazıcılığı, fizik ve biyoloji alanlarında yaşanan ve “Yunanistan’ın
görkemfni* meydana getiren o meşhur olgunluk dönemini dünyaya
getirmesi de bu sistemde gerçekleşmişti.

Orta Çağ Komünleri


Bin yıl sonra -A tina polis’inin ortadan kalkmasından çok sonra-
Roma imparatorluğu dağıldı ve feodal sistem Avrupa’nın çoğu bölgesi
üzerine ezici bir yük gibi çöktü. Romalılar Avrupa’da birçok kent kur­
muş olsalar da bu kentler artık siyasi faaliyetlerin mekânı değildi. Ki­
lise birçok kenti fiziksel olarak korumuş, fakat onları çoğunlukla dini
iktidarın merkezleri haline getirmişti. Bununla birlikte, M.S. 1000
yılından sonra kuzey İtalya’da, Rhone Vadisi’nde, Rhineland’da** ve
Flanders’te*** feodalizmin küçük boşluklarında yeni bir tüccar sınıfı
ortaya çıkmaya başladı ve bu yenilikçiler Orta Çağ kentlerine yeni bir
soluk getirdiler. Onuncu yüzyılın sonları ve on üçüncü yüzyılın baş­
ları arasındaki dönemde tüccar sınıfının yeniden hayata döndürdüğü
bu kender -y a da komünler- kârlı bir ticaretin ve zanaatın merkezleri
haline geldi.
Başlangıçta ticaret ve zanaat kenderi, hâkimiyet alanında bulun­
dukları eski otoritenin -genellikle kilisenin ya da bir kontun- egemen­
liği altında kaldılar ve dışsal bir yönetime tabi olmaya devam ettiler.
Fakat dini ve soylu otoriteler, komün sakinlerinin yerel ihtiyaçlarına
gitgide daha az cevap verebilir hale geldi. Özellikle kilise kanunları,
ticarete sınırlama getirilen durumlar dışında ticarete dair hiçbir şey
içermiyordu. Dışsal yönetimin isteklerine uygun bir biçimde hareket
etmeye her zamankinden daha gönülsüz hale gelen komünler, sonun­
da diğer meselelerle birlikte vergi, evlilik ve miras konularını kendi
yöntemleriyle ele almaya karar verip kendi hukuk sistemlerini geliş­
tirerek komün sakinlerinin kişisel özgürlüklerini garanti altına aldılar
ve mali, adli ve diğer konularda prenslerinin haklarını kısıtladılar. En
sonunda da de facto -h atta belki de de jure- olarak kendi yerel mese­

(*) Edgar Allan Poe’nin “To Helen” şiirinde geçen bir dizedir (Ç. N.).
(**) Almanya’nın batısında, Ren Nehri çevresindeki bölgeye verilen isim (Ç. N.).
(***) Günümüzde Belçika, Fransa ve Hollanda arasında bölünmüş olan, Benelüks ül­
kelerinin güney batısındaki bölgenin adıdır. Flanders, orta çağın güçlü prensliklerinden
biridir (Ç. N.)-
lelerini yönetmeye başladılar.
Kaçınılmaz olarak komünler, egemenlerinin kendi yerel özgür­
lüklerini tanımasını talep ettiler ve bu talepler normal olarak kilise
ve prenslikler tarafından reddedildi. On ikinci yüzyıl boyunca bir­
çok komün, birbiri ardı sıra kendilerini egemenlerinden bağımsız
kılmaya başladı. Kuzey İtalya’da kendilerine Lombard Birliği adı­
nı veren bir grup kent, özgürlüklerini kazanmak için Kutsal Roma
İmparatorluğuna karşı ayaklandı. İmparator, 1183 yılında imzalanan
Constance Barışıyla birlikte birkaç kenti tanımayı kabul ederek onla­
rın kendi kamu görevlilerini seçmelerine, kendi yerel kanunlarını yap­
malarına ve temel olarak kendi kendilerini yönetmelerine izni verdi.
Fakat komünler tam olarak neydi? Bunlar, esasen birbirlerinin bi­
reysel özgürlüklerine saygılı olacaklarına ve ortak çıkarlarını koruyup
destekleyeceklerine ant -conjuratio- içen kent sakinlerinin -tüccar­
ların, meslek erbaplarının ve zanaatkarların- oluşturduğu birliklerdi.
Conjuratio, uygulamada, belirli bir sivil topluluk içerisindeki yurttaş­
lığın ifadesiydi.
Aslında İtalyan kentlerinin ilk komünal kurumu, “komünün tüm
üyelerini” içeren bir genel meclisti. Bu meclis kanunları onaylar ve
bir yıllığına yürütme ve adalet konularında yetki sahibi olacak, kentin
işlerini yönetmekle görevli bir yönetici seçerdi.
Komünlerin nüfiıs ve büyüklükleri arttıkça, yerel kullanım ve böl­
gesel ticaret için gerekli olan -varil ve taşıma araçları gibi- malların
yapımı için daha çok zanaatkara ve konaklama hizmeti ve yiyecek sağ­
lamak için de hizmet işçilerine ihtiyaç duyulmaya başlandı. Bu işi,
feodal yükümlülüklerden kurtulmak ve yaşam koşullarını iyileştirmek
için kentlerin çekimine kapılan kırsal bölge sakinleri üsdendi, fakat
1200 yılına gelinene dek bu insanlar genellikle komünün siyasi özgür­
lüklerinden hiçbir pay almadı. Komünler genellikle tam bir demokra­
si değildi; komün üyeliği yalnızca kurucu ailelere ve onların soyundan
gelenlere açık tutulmuştu. Yetişkinliğe ulaşmış tüm kent sakinlerinin
komünün yönetimine tabi olmasına -vergi ödemek ve askerlik hiz­
meti yapmak zorunda olmasına- rağmen, bu kişilerin hepsinin siyasi
olarak aktif bir yurttaş olmasına izin verilmiyordu. Erkek nüfusun yal­
nızca çok küçük bir kesiminin faydalandığı kamu görevinde bulunma
hakkında olduğu gibi aktif yurttaşlık da mal sahibi olma şartına, ika­
met süresine ve sahip olunan sosyal bağlantılara bağlıydı.
Gerçekten de on ikinci yüzyılda siyasi iktidar aristokratik çizgilerde
gelişiyordu; dolayısıyla 1160 yılına gelindiğinde çoğu komünde belirli
aileler kende ilgili meselelerde üstün bir konumdaydı. Komünler feodal
lordlardan ya da piskoposlardan özerklik kazanmak için bir bütün olarak
mücadele ederken bile bu soylular yöneticilik görevini kendi ellerinde
tutmuş, meclisi manipüle etmiş ve temelde kenti yönetmişlerdi -k i bu
durum, sivil meclislerin durmaksızın körelmesi sonucunu doğurmuştu.
Ancak bu durum uzun sürmedi. 1200 yılı dolaylarında birçok ko­
münde demokratik fikirler gelişmeye başladı; örneğin, 1198 yılında
Nîmes’in yöneticisi halkın tümü tarafından seçildi. İtalyan komünlerinde
popolo’lar -u sta zanaatkârlar, dükkân sahipleri, meslek erbapları, noter­
ler, tüccarlar, bankerler, ticaret burjuvazisi (dokumacılar ve işçiler popo-
lo’lara dâhil değildi)- komündeki siyasi hayatın kapsamının kendilerinin
katılımını içerecek şekilde genişletilmesi talebiyle aristokrasinin karşısına
dikildiler.
Birçok komünde popolo’lar aynı meslekten erkekleri bir araya
getiren meslek loncalarının yürüttüğü mahalle hareketleri oluştur­
dular. Çok geçmeden bu loncalara —yine mahalle tarafından örgüt­
lenen- silahlı halk toplulukları eklendi. Seferber olan popolo; Bres-
cia, Milan, Piacerza, Cremona, Assisi ve Lucca gibi kentlerde -v e
daha birçok kentte- soylu sınıfıyla çatışmaya girdi. Bu ayaklanmalar,
komündeki siyasi hayatın radikal bir biçimde demokratikleştirilme­
sinde kayda değer ölçüde başarılı oldu. 1200 ile 1260 yılları arasın­
da Bolonya ve Floransa gibi önemli kentler de buna dâhil olmak
üzere birkaç komünde popolo’lar iktidarın kontrolünü ele geçirdi.
Aynı yıllarda Pavia’daki idare konseyinin üye sayısı 150 üyeden
1000 üyeye çıkarılırken, Milan’ın idare konseyinin üye sayısı 400
üyeden 900 üyeye çıkarıldı. Montpellier’de ise lonca örgütlenmeleri
yerel hükümetin kendisiyle bütünleşti. “Yasa koyucu ya da yasanın
ilk ve hakiki etkin sebebi, halk ya da bir bütün olarak yurttaşlardır
veyahut da genel yurttaş meclisinde sözlü olarak ifade ettiği tercih
ya da irade aracılığıyla yurttaşların daha ağır basan kesimidir” diye
yazan Aristocu filozof Padualı Marsilio’nun yazıları bu dramatik de­
mokratikleşme sürecini yansıtmaktaydı.3
Buna karşılık, kuzeydeki şehirlerde komün hayatının demokratikleş­
mesi İtalya’da olduğundan daha yavaş gerçekleşti. Freiburg’da komün, bir
halk ayaklanmasından sonra oligarşisinde değişiklik yapmaya giderek bir
yıllığına seçilen yirmi dört yöneticinin meydana getirdiği bir idare heyeti
oluştururken, Liège de lonca özellikleri sergileyen bir kent cumhuriyeti
meydana getirdi ve 1313 yılından sonra yeni yasaların çıkarılmasını sta­
tüsüne bakılmaksızın yurttaşların tümünden oluşan bir halk meclisinin
onayına bağladı. Bununla birlikte, Flanders’te -kum aş imal eden Ghent
ve Ypres’te- sivil öz yönetim, dokumacılar ve keçeciler tarafından şekillen­
dirildi. Sözde “düşük nitelikli loncalar” içerisinde örgüdenen bu emekçi­
ler -neredeyse proleter olan bu insanlar- soylu sömürücülerine karşı tam
bir sınıf savaşı başlattılar ve savaşın sonunda onlara karşı zafer kazanarak
kendilerine ve “düşük nitelikli” loncaların üyelerine kayda değer haklar
veren sivil bir yapı kurdular -v e soyluların çoğunu bu yapının dışında
bıraktılar.
Ancak Flanders’teki, Rhone Vadisi’ndeki ve İtalya’daki halk komün­
leri, en demokratik anlarında bile tüm erkek yurttaşlara eşit siyasi haklar
tanımamışlardı. Herhangi bir beceriye sahip olmayanları, yoksulları, ta­
rım işçilerini ve göçmenlerin çoğunu -başkalarına bağımlı olduklarına
ve bundan dolayı varlıklı tüccarlar ve aristokradar tarafından kolaylıkla
kontrol edilebileceklerine inandıkları insanları- dışlamışlardı. Ayrıca bu
demokratikleşme süreci uzun ömürlü de olmamıştı: Zamanla bu erken
demokrasiler yerini cumhuriyetçi yönetim biçimlerine bırakmış ve siyasi
iktidar yeniden nüfuz sahibi ailelere dönmüştü -k i bu durum, komünle­
rin daha sonrasında oligarşik idare konseyleri ya da Floransa’daki Medici
ailesi gibi elider tarafından yönetilmeye başlamasıyla sonuçlanacaktı.
Orta Çağ komünlerinin demokratikleşme hamlesi ne kadar eksik kal­
mış olsa da, hareketsiz yatan siyasi alanı uykusundan uyandırmış ve bir­
kaç yüzyıl boyunca onu piazzalarda ve diğer kamu alanlarında harekete
geçirmiştir. Bu komünler, doğrudan demokrasi geleneğinin gelişiminde
önemli bir an teşkil etmektedir.
3 - Paduaiı Marsilio, Defensor Pacis (1324), 1. cilt, 23. bölüm, 3. kısım; John H.
Mundy ve Peter Riesenberg, The Medieval Town, New York: Van Nostrand Reinhold,
1958, s. 125’in içinde.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Yerel Demokrasi
Sömürge ve Devrim Dönemleri

New England Kent Meclisi


Koloni döneminde New England bölgesine yerleşen Püritenlerin doğ­
rudan demokrasi geleneğinin taşıyıcıları olması ne iradi ne de bilinçli
bir olaydı. 1629 yılında Massachusetts Bay Kolonisi’ni kuran ilk nesil,
demokrasinin açıkça ahlaka aykırı olduğunu düşünüyordu. Koloni­
nin ilk yöneticisi olan John Winthrop ve onunla aynı cemaate üye
olan insanlar, seçilmişlerin -ilah i “inayetin” tezahürüne sahip olduğu
düşünülen “görünür azizlerin”- yönetimini tercih ediyordu. Onların
düşüncesine göre İncil, seçilmişlerin halkı aristokrasi ya da monarşi ile
yönetmesini buyuruyordu.
Bununla birlikte New England Püritenleri Cemaatçilik (Cong­
regationalism) adı verilen kayda değer ölçüde demokratik bir dine
inanıyorlardı. İngiliz Prostestanlığının bir türü olan ve tüm rahip ve
piskoposlara karşı canla başla tekil bir cemaatin özerkliğini savunan
Cemaatçilik, her cemaatin kendi başına özerk, küçük bir bütün oluş­
turduğu; hiçbir ölümlüye tabi olmadığı ve ona kılavuzluk edecek tek
kaynağın İncil olduğu düşüncesine dayanıyordu. Bunun sonucun­
da Cemaatçi Püritenlik, Hıristiyanlığın ibadet biçimleri ve kilise ile
ilgili tüm yönlerine karşı çıkıyordu -yani; yalnızca Roma kilisesine
değil, Katolikliğin hiyerarşik özelliklerinin birçoğunu paylaşan Ang­
likan kilisesine de karşı çıkıyordu. Bunun yerine Cemaatçiler, ruhla­
rının kurtuluşu için Incil’e, tanrıyla kuracakları kendi özel ilişkilerine
ve herhangi bir din görevlisinin aracılığına gerek duymadan birbir­
lerine güveniyorlardı. Yeni dünyada dinin gereklerine ve dayanışma
duygusuna uygun yaşayan topluluklar oluşturma ahdinde bulunarak
Tanrıya itaat etme ve karşılıklı dostluk ruhuyla birbirlerinin ruhlarını
gözetme sözü verdiler.
Cemaatçi Püritenler, 1630’larda Massachusetts Bay Kolonisi’ne
yerleştiklerinde kendi kendine toplanan kiliseleri etrafında olduk­
ça özerk kentler meydana getirdiler. Her cemaat kendisini, üyelerin
topluluk olarak birlikte kaleme aldığı bir ahide yönetiyordu. Böylece
başlangıç halindeki bir demokratik ideal, gözle görülür biçimde her
cemaatin karakterine nüfuz etmişti: Tüm cemaatin topluluk karar­
larına katılması demokratik yönetime işaret etmekteydi ve nasıl her
cemaat kendi dini ahdini yapmışsa, her kent de kendi dünyevi işlerini
ele almasını sağlayan bir kent ahdi yapmıştı.
Cemaatçilerin kent planlaması konusundaki uygulamaları, de­
mokratik bir topluluk oluşturma doğrultusundaki bu yönelimi yan­
sıtmaktaydı. Kent kuran ilk topluluk, koloninin kendisine verdiği
toprakları kendi arasında paylaştı. Her erkek yerleşimciye, kendisinin
ve ailesinin geçimini sağlayabilmesi için bir akre ile on akre arasında
değişen bir toprak parçası verildi. Böylelikle toprak mülkiyeti konu­
sunda genel hatlarıyla eşitlikçi bir tutum benimsendi ve kayda değer
bir zaman boyunca aşırı zenginlik ve yoksulluğun ortaya çıkması en­
gellendi. Kentin -topluluğun sağlıklı her erkek üyesini içeren- milis
gücü, aynı eşitlikçi ruhun ürünüydü.
Kent hükümetine gelince, New Englandlılar kentin işlerini yö­
netmek için düzenli olarak toplanan kent meclisleri -genel meclisler-
kurdular. Kent meclisi -üyelerin kendilerinin oluşturduğu özerk bir
ahit konusunda ısrarcı olması açısından- özünde dini cemaatin sivil
meselelerin ele alınması amacıyla yeniden düzenlenmiş haliydi. Kent
meclisi, demokratik teoride herhangi bir temele sahip olmasa da uy­
gulamada şaşırtıcı bir biçimde demokratikti.
Teoride, yalnızca kiliseye üye olan yetişkin erkekler - “inayet” ka­
zanıp “görünür azizler” haline gelenler- kent meclisinde oy verme hak­
kına sahipti. Kiliseye üye olmayanlar toplantılara gelip tartışmalara
katılabilirdi, fakat bu kişilerin karar alma sürecinde yer almalarına izin
yoktu. Ancak çok geçmeden kentler, siyasi alanı yalnızca küçük bir
azınlığın işgal etmesine izin vermenin makul olmadığını fark ettiler ve
oylama için dini vasıflara sahip olma şartı hükümsüz bir hale geldi. Oy
hakkı belli miktarda mala ya da düzenli bir gelire (20 pound, göreli
olarak küçük bir miktar) sahip olan her yetişkin erkek yerleşimciyi ye
sonunda gerekli miktarda mal sahibi olduğuna yemin eden her erke­
ği içerecek şekilde genişletildi. Böylece New England’ın siyasi alanı,
gitgide artan bir ölçüde neredeyse her Ingiliz kasaba ve şehrinde dışla­
nacak olan erkeklere -yani, hane reislerinin çoğuna- açıldı. Üstelik oy
kullanabilen herkes aynı zamanda kamu görevinde bulunma hakkına
da sahipti. Massachusetts Bay’de kamu görevi yapmak, İngiltere’deki
oligarşik imtiyazlara ters düşecek bir şekilde küçük bir insan grubu
arasından atanma yoluyla değil, geniş bir kitle arasından seçilme yo­
luyla mümkün oluyordu.
1632 yılında Cambridge’de toplanan ilk kent meclisi, yerel sorun­
larla ilgili kararlar almak için ayda bir toplanan bir meclisti. Çok geç­
meden diğer kentler de benzer toplantılar yapmaya başladılar ve bu
meclisleri gerekli olduğunu düşündükleri bir sıklıkta topladılar. 1635
yılında Genel Meclis (General Court) —tüm koloninin hükümeti- bir
yasayla kent meclislerini her kentin en yüksek yönetim organı olarak
tanıdı.
Başlangıçta kent sakinleri hem 1635 tarihli yasanın hem de mev­
cut durumlarının kendilerine bağışladığı geniş kapsamlı egemenlik
gücünü kullanmakta oldukça pasifti. Kent meclisleri seyrek olarak -
yılda sadece birkaç kere- toplanıyor ve toplandıkları zaman da yalnızca
rutin işler yürütüyordu. Kent sakinleri güçlerini seçilmişler heyetine -
seçilmişler heyetini oluşturan bir avuç görevliye, kent meclisinin idari
koluna- devretmeyi tercih etmişti.
Koloninin kanunlarında seçilmişler heyetine kent medisininkin-
den daha büyük ya da daha fazla yetki veren hiçbir madde yoktu -s e ­
çilmişler heyetinin yalnızca, toplantılar arasında kalan dönemde kent
meclisinin aldığı kararlan uygulayacağı varsayılıyordu. Fakat yerleşim­
cilerin ilk neslinde seçilmişler heyeti, dindar ya da seküler yaşlılardan
oluşuyordu -k i bu durum, gerçekte, “görünür azizlerin” oluşturdu­
ğu de facto bir aristokrasi meydana getiriyordu. Üye sayısı yedi ile
dokuz arasında değişen küçük bir grup olan seçilmişler heyeti, daha
büyük ve dolayısıyla da daha hantal olan kent meclisinden daha sık
ve daha gayri resmi bir biçimde toplanabiliyor ve birçok farklı ba­
kış açısını tartışmak zorunda kalmadan daha hızlı karar alabiliyordu.
Kent sakinleri oy kullanarak seçilmişleri kolaylıkla görevden alabilirdi.
Aslında seçilmişlerin görev süresi yalnızca bir yıldı, fakat ilk yıllarda
insanlar kendilerini yeni topraklara getiren ve dini ahitlerini oluşturan
saygıdeğer kişilere karşı saygılı bir itaatkarlık içindeydi. Kent sakinleri,
seçilmişleri şaşkınlık içinde bırakarak onları her yıl tekrar tekrar seçip
temel yönetme gücünü onların kullanmasına izin verdi ve kent mec­
lisleri seçilmişlerin engin bilgelik ve tecrübelerine olan saygılarından
dolayı onların her kararını otomatikman onaylayan birer mühürdar
olarak hareket etti.
Ancak 1680 ile 1720 yılları arasındaki dönemde kent meclisleri,
kentlerin hükümet biçimlerini de facto oligarşiden de facto demokra­
siye dönüştürerek seçilmişler heyetine karşı üstünlüğü ele geçirdi. İlk
nesil seçilmişler öldükten sonra ikinci nesil, öncellerinin sahip olduğu
saygıdeğerlik seviyesini koruyacak kadar güçlü bir konum sergileye­
medi; çünkü göreli olarak genç olmaları yüzünden yeni seçilmişler
daha tecrübesiz ve daha az hayranlık uyandırıcıydı. O andan itibaren
kent sakinleri, politika belirleme inisiyatifini seçilmişler heyetinden
yavaş yavaş geri aldı. Kent meclisleri seçilmişler heyetinin kararlarını
onaylamak için yılda yalnızca birkaç kez toplanmayı bırakarak daha
sık -gerekli olduğunu hissettikleri bir sıklıkta- toplanmaya başladı ve
seçilmişlerin önerilerini itaatkâr bir biçimde kabul etmek yerine onları
serbestçe veto etti. Artık yasal olarak sahip oldukları güce uygulamada
da sahip çıkıyorlardı.
En sonunda kent meclisleri karar alma organı olarak kendini bul­
du. Vergiler koydu, para harcadı, arazilerin parsellenmesine izin verdi,
mülkiyet hakkı ve araziden faydalanma konusundaki anlaşmazlıkları
çözüme bağladı, kente göçmenleri kabul etti, iktisadi imtiyazlar verdi
ve kentlerin iktisadi planlama kurulu olarak hareket ederek çeşitli ik­
tisadi girişimlerin kurulmasına izin verdi. Kent meclislerinin gitgide
artan bu güçleri kullanmasıyla birlikte tartışma ve çekişmeler arttı ve
toplantılara yeni bir eylem ruhu ve gurur sirayet etmeye başladı.
Massachusetts Bay’in koloni çapındaki hükümetine gelince, her
kent Boston’daki meclise delegeler gönderiyordu. Koloni tarihinin ilk
döneminde delegeler, tıpkı seçilmişler gibi yaşlı erkeklerden oluşuyor­
du ve delegelerin başkentteki eylemleri kent halkının denetimi dışın­
daydı. Fakat sonraki nesillerde kent meclisleri, delegelerinin Boston’da
kent halkının verdiği talimatlara uygun bir şekilde oy vermesini ga­
rantileyecek önlemler almakla yoğun bir şekilde ilgilenir oldular. Buna
göre, seçilmiş bir komite delegeye verilecek talimatlara ilişkin bir tasarı
hazırlayacak, daha sonra bu tasarı kent meclisinde tartışılıp oylanacak­
tı. Bu toplantılarda alınan kararlar delegeyi onlara uygun bir şekilde
oy kullanmaya zorunlu kılacaktı. Emredilen bu direktiflerle birlikte
vekil, yalnızca kentteki yurttaşların bir aracısı haline geldi.
1700 civarlarında başlayan halk baskısından sonra Boston mecli­
sine gönderilen delegeler, kent meclislerine her oturumun raporunu
getirmeye zorunlu tutuldu. Aslında bazı kentler delegenin halkın di­
rektiflerine uygun davrandığından emin olmak için onun yanında bir
gardiyan bile gönderdi ve delegelerin ne yönde oy kullandığını duyur­
mak amacıyla meclis gazeteleri basıldı. Son olarak, temsilcilerin seçi­
mi her yıl yeniden yapılıyordu -k i bu, onların güçlerini sınırlandıran
diğer bir etkili araçtı. (John Adams’ın 1776’da belirttiği gibi “Yıllık
seçimlerin bittiği yerde kölelik başlar.”) Kentlerin meclis üzerindeki
güçlü denetimleri sayesinde Boston meclisi bir yasama organından zi­
yade konfederal bir konsey ya da kongre haline gelmişti.
On sekizinci yüzyılın büyük bir bölümü boyunca Massachusetts
kentleri, sıra dışı ölçüde özgürlüğe -kendi çağlan ya da başka her­
hangi bir çağ için kayda değer olan bir egemenliğe- sahip oldu. Bos-
tondaki “konfederal kongre” kenderi etkileyen yasalar geçirse de çoğu
kent, bunlara kendi takdir yetkilerini kullanarak riayet etti. Aslında bu
yasalara uymama pratiği şoke edici ölçüde aleniydi: On sekizinci yüzyıl
Massachusettsi’nde kender yalnızca kâğıt üzerinde değil, pratikte de en
yüksek otoriteydi.
Bu yerel iktidar deneyimi, kent halkına otorite olma doğrultusunda
tamamen yeni bir yönelim kazandırdı. Bağımsızlığın ilanından çok önce
Massachusetts kenderi tek meşru yönetimin yönetilenlerin rızasından
ortaya çıktığı -d ah a doğrusu, tek meşru yönetimin öz yönetim olduğu-
ilkesiyle hareket ediyorlardı. Britanya Krallığı’nın en katlanılmaz buldu­
ğu şey, Massachusetts kenderinin doğrudan demokrasisi ve radikal siyasi
görüşleriydi ve Boston Çay Partisinden sonra Londra’nın ilk işlerinden
biri kent meclislerini kapatan bir yasa geçirmek oldu. Kenderin kendi
egemenliğine sahip olduğu dikkate alındığında, bu; onların siyasi pra­
tiklerini bastıramayacak “katlanılmaz bir yasaydı” ve bu yasaya gösteri­
len açık direniş, tüm Amerikan kolonilerinin Britanya yönetimine karşı
ayaklanmasına yol açacak bir kıvılcım haline gelecekti.
Ancak tarihin cilvesidir ki kent meclisleri, başlatmak için çok çaba
gösterdikleri devrimden sağlam çıkamadı; ilkin savaş sırasında hazırla­
nan eyalet anayasalarıyla, sonrasında da federal anayasayla kent meclis­
lerinin sahip oldukları gücün içi boşaltıldı. Kent meclisleri günümüzde
-ağırlıklı olarak New England’da- halen varlıklarını sürdürse de bu mec­
lislerin egemen oldukları günler çok geride kalmıştır.

Paris Mahalle Meclisleri


1793 yılındaki Paris mahalle meclisleri, Fransız İhtilali boyunca
Fransa’da ortaya çıkan en demokratik ve radikal siyasi kurumlardı.
Fransız monarşisi, Etats Généraux’un* 1789 yılında Versailles’de

(*) Orta Çağın hiyerarşik toplum düzeninde toplumun üç kategoriden meydana gel­
diği düşünülüyordu: 1.Ruhban sınıfı, 2.Soylu sınıfı, 3. Sıradan halk, tik kez IV. Philip
tarafından 1302’de toplanan États Généraux bu üç kategoriyi bünyesinde barındıran
bir genel yurttaş meclisiydi. Üç kamaradan oluşan bu meclisin birinci kamarasında
din adamları, ikinci kamarasında soylular, üçüncü kamarasında da sıradan halk temsil
ediliyordu. Meclis, 1614 ile 1789 yılları arasındaki 175 yıl boyunca hiç toplanmamıştı
(Ç.N.).
yapılacak ve yeni bir çağ başlatacak olan toplantısının hazırlıkları için
tüm Fransa’da seçim bölgeleri oluşturmaya mecbur kalmıştı. Bu se­
çim bölgelerinde sıradan insanlar, Üçüncü Kamaraya temsilciler se­
çebilmek -d a h a doğrusu, temsilcileri seçecek olan ikinci seçmenleri
seçebilmek (monarşi mal sahibi olan sıradan insanların bile doğru­
dan oy vermesine izin vermeye isteksizdi)- için meclislerde bir araya
gelebiliyordu. Paris’te altmış bölge meclisi kuruldu ve halk görevini
gereğince yerine getirdi. Fakat Paris meclisleri temsilcilerini seçtikten
sonra -yasal varlık sebeplerini yitirmiş olmalarına rağmen- toplanma­
ya devam etti. Böylece (çok geçmeden Milli Meclis adını alacak olan)
États Généraux Versailles’de toplandığında bile, Paris bölge meclisleri;
yasal görünümlü organlar olarak düzenli biçimde toplanmaya devam
ederek hızla değişen bir siyasi ortamda kısıtlı özgürlüklerinin bekçileri
olarak hareket etti.
1789 yılının aralık ayından sonra bu tür meclisler, tüm büyük
Fransız şehirlerinde yerel yönetimin yasal temeli haline geldi. Milli
Meclis ve sonrasında onu takip eden Kurucu Meclis, Paris’in altmış
bölgesini kırk sekiz mahalleye ayırarak yeniden yapılandırdı. Tüm
diğer büyük Fransız şehirleri -Lyons ve Marseilles, Bordeaux ve To­
ulouse- de mahallelere ayrıldı ve her mahallede topluluğun işleriyle
ilgilenmesi için bir meclis kuruldu. Bu mahalle meclisleri kolektif bir
biçimde şehrin merkezî yerinden yönetim otoritesi -kom ün- üzerinde
denetim uyguluyordu.
Devrim geliştikçe, 44.000 civarında özerk yerel komün -büyük
komünler mahalle meclislerince kontrol ediliyordu- Fransa’nın siyasi
alanının büyük bir bölümünü kaplamaya ve yalnızca yerel meselelerle
değil, ulusal meselelerle de meşgul olmaya başladı. Bu komünler kendi
Ulusal Muhafız birliklerini göreve çağırma gücü kazandılar ve hem
yapısal açıdan hem de siyasi içerik açısından gitgide daha demokratik
ve radikal hale geldiler. Hatta Paris’teki mahalle meclisleri, mal varlığı
ya da statüye sahip olma şartı aramadan tüm yetişkin erkeklere -v e
bazı durumlarda kadınlara- kapılarını açtı. Gerçekten de Paris mahal­
leleri, aşırı ölçüde radikal bir sivil doğrudan demokrasinin temelini
oluşturdu.
1792 ve 1793 yıllarında Paris’te olgunlaşan mahalle hareketi, ken­
di kendinin bilincinde olan doğrudan demokratik bir olguydu. Üye­
lerinin siyasi açıdan radikal olup olmadığına bakılmaksızın, her halk
meclisi kendi mahallesinin temel tartışma ve karar alma organını oluş­
turuyordu. İdeolojik olarak, Parisli mahalle sakinleri halk egemenliği­
ni her yurttaşın sahip olması gereken, ulusal meclislerin temsilcileri­
nin kendilerine mal edemeyeceği vazgeçilmez bir hak olarak görüyor­
lardı. Kamulaştırılmış şapel ve kiliselerde toplanan her mahalle meclisi
-tem el görevlerinden biri şehirdeki mahalleler arasında koordinasyon
sağlamak olan- Paris Komününe altı temsilci seçiyordu.
Her mahalle asayişi sağlamak, mal tedarik etmek, mali kaynak­
ları yönetmek ve mahalleyi gözetim altında tutmakla görevli çeşitli
komitelere sahipti. En önemlisi, her mahalle bir topçu birliğini de
içeren kendi Ulusal Muhafız taburuna sahipti ve bu tabur tamamen
mahallenin kontrolü altındaydı, taburun faaliyederine izin verebilecek
tek merci mahalleydi. Parisli mahalle sakinleri tutkulu bir şekilde bu
askeri birliklerle meşgul oluyordu: Ulusal Muhafız Birliği görevlileri­
nin seçildiği meclis toplantıları en büyük katılıma -sivil görevlilerin
seçildiği toplantılardakinden bile daha fazla katılıma- sahne oluyordu.
1793 yılında-Paris’in radikal demokrasinin doruk noktasına ula
tığı dönemde- mahalle hayatı enerjik, ateşli tartışmalara düşkün ve
gerçekçi olma özellikleri gösteriyordu. Kriz dönemleri bin ya da daha
fazla yurttaşı -sıklıkla salonu patlama noktasına gelene dek doldu­
racak şekilde- meclis toplantılarına çekebiliyordu ve farklı hiziplerin
birbiriyle ateşli bir biçimde çekiştiği tartışmalar genellikle çok şiddetli
geçiyordu. Bazı mahalle meclisleri gerçek birer siyasi savaş alanıydı.
Belirli bir mahallede yurttaşların ilgilendikleri konular; onların eko­
nomik durumuna, ideolojisine ve sosyal geçmişine göre büyük ölçüde
farklılaşabiliyordu. Devrimin en militan dönemlerinde bile aşırı ra­
dikaller kadar monarşi yanlıları ve ılımlılar da toplantılara katılmayı
sürdürmüştü. Hiddetli çatışmalar genellikle tehditlerle, bağırtılarla ve
karşılıklı suçlamalarla (yumruk kavgalarından söz etmiyorum bile) so­
nuçlanıyordu.
Bu siyasi alanı dolduran radikal mahalle üyeleriyle 1792 Ağusto­
sunda Tuileries’i işgal edip kralı tahttan indirerek onun idamına yol
açanlar ve 1793 Haziranında Milli Konvansiyon M edisi’ne karşı ra­
dikal bir isyan başlatmalarına ramak kalanlar aynı kişilerdi. (Başarılı
olmuş olsaydı, bu isyanın mahalle meclislerinin oluşturacağı ulusal bir
konfederasyona tüm iktidarı vermesi muhtemeldi.) Bu son kargaşa
döneminde, siyasi olarak Droit de 1’Homme (İnsan Hakları -Ç .N .)
adındaki mahalleyi kendine yuva edinen radikal demokrat Jean Var-
let, Milli Konvansiyon Meclisi’nin yerini almak üzere “Komünlerin
komününü” -b ir kentler (komünler) konfederasyonu- meydana ge­
tirecek bir karşı-güç oluşturmaları için tüm mahallelerin delegelerini
örgütlemeye çalıştı. Uygulamada, radikal mahalle üyeleri Fransa’daki
devrimci hareketin en ön saflarında yer aldılar. Kuşkusuz, tam da bu
sebeple, liderleri 1793 Haziranında iktidara gelen Jakoben rejiminin
ilk tutukladıkları arasında yer aldı.
Bölge meclislerinden türeyen mahalle meclisleri, kendilerini yara­
tan ulus devlete açıkça karşı çıkarak varlıklarını sürdürmeye çalıştılar.
Olağanüstü bir doğrudan demokrasinin kurumsal yapısını sağlamaya
devam ettiler ve doğrudan demokrasi geleneğinde başka bir önemli an
oluşturdular. Mahalle meclislerinin özgürlükçü yerel yönetimcilik için
özel bir önemi vardır; çünkü bu meclisler Avrupa kıtasının en büyük
şehrinde yer almakla kalmayıp tarihin büyük devrimlerinden birini
radikalleştirmede itici bir rol de oynadılar.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Devlet ve Kentleşme

Modern hayatta devlet bizim için ne kadar tanıdık bir kavram olsa
da, her okul öğrencisi devletin işlevlerini ezbere bilse de ve devletin
bir tahakküm aracı olduğu konusunda hiçbir şüphe olmasa da devlet
yine de tüm bir siyasi yelpazede yanlış anlaşılan bir olgudur. Liberal­
ler ve muhafazakârlar, benzer bir biçimde onun iktidarı açıkça elinde
tutmasını alkışlamakta ve devleti, insan doğasının bariz biçimde ku­
surlu olması nedeniyle düzgün bir toplumsal düzenin varlığını devam
ettirebilmek için gerekli olan bir aygıt olarak rasyonalize etmektedir­
ler. Bazıları daha da ileri giderek devleti yararlı, uygarlaştırıcı bir güç
olarak ve hatta -iyim ser anlarda- “tarihin sonu” şeklinde bir doruk
noktası olarak görüp övgüye değer bulmaktadır.
Solcular -kendi düşüncelerine göre- devletin bir tahakküm aracı
olduğu konusunda herhangi bir yanılsama içinde değillerdir. Fakat
devletin belirli özelliklerini yorumlarken hata yapmaktadırlar. Mark-
sistler, devleti sınıfsal tahakkümün bir uzantısından ibaret olmakla
birlikte ele geçirildiğinde işçi sınıfının yararına kullanılabilecek bir
araç olarak düşünme eğilimindedir -ancak devletin bu şekilde el de­
ğiştirmesi, tahakkümü baki kılmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Sol özgürlükçüler haklı bir biçimde devleti toptan reddederler; fakat
genellikle, sanki devlet gelişimini tamamlamış bir biçimde bir anda
fiziksel dünyada cisimlenmiş gibi -sanki devlet hiçbir selefi olmayan,
değişime dirençli, gayrişahsi, bölünmez bir yapıymış gibi- devleti tarih
dışı terimlerle düşünürler.
Ancak tıpkı siyasi ve toplumsal alanlar gibi, kent gibi, devlet de
belirli bir tarihsel gelişimden geçmiştir. Hiyerarşik ilişkilerin yarattığı
ilk gelişme ortamında farklı şekiller alarak aşamalı bir biçimde ortaya
çıkmış ve toplumsal evrim boyunca çeşidi ölçülerde gelişim göster­
miştir. Değişime dirençli, gayrişahsi ve bölünmez bir yapı olmaktan
çok uzak olan “devlet” başlangıç evresindeki devletleri; oluşumunu
tamamlamamış, devlet benzeri istikrarsız yapıları; imparatorlukları;
monarşileri; feodal devletleri; teokrasileri; cumhuriyederi; sosyal refah
devletlerini; otokrasileri; diktatörlükleri ve totaliter devletleri içeren
bir kategoridir. Tüm hiyerarşi ve sınıfsal tahakküm sistemleri gibi dev­
letler de farklı biçimler almaktadır ve devlederin gelişimi dolambaçlı
ve kesintili, çok çeşitli ve karmaşık olmuştur.
Birçok modern devlet üniter bir yapıdadır -yani, bu devletlerin
ellerinde tuttukları iktidar tek yönlü bir biçimde başkentten kaynak­
lanmaktadır. Yerel alanlar kendi başlarına ya hiçbir güce sahip değildir
ya da çok az güce sahiptir ve temelde merkezin emirlerini yerine ge­
tirmektedir. Örneğin, Fransız sistemi aşırı merkeziyetçiliğiyle dikkat
çekmektedir. Bu sistemde yerel hükümet, merkezin sıkı kontrolü al­
tında tutulmaktadır. Tüm departmanlar, arrondissement’ler ve hatta
en küçük kırsal komünler* bile idari olarak doğrudan Paris’e bağlıdır.
Yerel görevliler merkeze karşı sorumludur ve onun direktiflerini yerine
getirmek zorundadır. Küçük bir komünde yeni bir okulun inşa edil­
mesi bile Paris’teki bir bakanlığın işlem yapmasını gerektirmektedir.
Bu merkeziyetçi sistem, Fransa’ya 1791 Anayasasının bir mirasıdır. Bu
sistem, Napolyon’un işgal ettiği Avrupa ülkelerinin çoğu tarafından
bazı değişikliklerle benimsemiş, sonrasında da bu ülkelerden dünya­
nın diğer yerlerine yayılmıştır.
Buna karşın İngilizlerin yerel yönetim sistemi, II. Henry ve VII.

(*) Fransa’da ülke idari olarak bölgelere, bölgeler departmanlara, departmanlar arron-
dissement’lere, arrondissement’ler kantonlara, kantonlar da komünlere (kentlere) ayrıl­
mıştır. Türkçe’de karşılığı olmadığı, İngilizce metinde de Fransızca biçimiyle yer aldığı
için arrondissement sözcüğü aynen korunmuştur (Ç.N.).
Henry’nin başlattığı güç arttırma sürecine rağmen geleneksel olarak
daha âdemimerkeziyetçi olmuştur. Normanların İngiltere’yi fethinden
önce yerel hükümetler Londra’dan bağımsızdı ve imtiyaz belgeleri ve
diğer ruhsatlarla tanımlanmış güçlere sahipti. Konduklar (county),
kırsal ve kentsel bölgeler (district), kırsal ve kentsel parish’ler (en kü­
çük idari birimlerdir -Ç . N.), kentler (borough) ve kent kontlukları
(county borough) -tü m bu yerel otoriteler- geleneksel olarak merkezi
otoritelerin katı denetiminden bağımsızdı. Ancak bu yerel özerklik ge­
leneği, on dokuzuncu yüzyılın ortalarından beri saldırı altındadır ve
artık hızla ortadan kaybolmaktadır.

Ulus Devletin Ortaya Çıkışı


Ne kadar üniter ya da âdemimerkeziyetçi olduğundan bağımsız olarak
bir devletin yerel özerklikle -herhangi derecede özgürlüğe sahip olan
kent ve kasabalarla- bir arada var olması büyük ihtimalle sıkıntılı ola­
caktır. Roma İmparatorluğu zamanında bile İmparator Augustus ve
varisleri yerel özerkliğin bastırılmasını imparatorluk yönetiminin te­
mel bir unsuru haline getirmişlerdi. Kentlere kendi bölgelerinde asayi­
şi korumalarına ve imparatorluğun, uyruklarından övgü toplamasına
yetecek kadar özgürlük vermiş, fakat bundan fazlasından kaçınmış­
lardı. Birçok yüzyıl sonra Avrupalı prens ve krallar da aynı yaklaşımı
benimseyerek, kendi iktidarlarını sağlamlaştırmak için yapabildikleri
her yerde yerel özgürlükleri kısıtladılar.
Gerçekten de yerel alanların gücünün zayıflatılması ve özellikle
de oldukça özerk olan şehirlerin devletin bürokratik, askeri ve polis
güçlerine tabi kılınması, ulus devletin ortaya çıkması için temel bir
gereklilikti. Merkez, ilkin önceden birbirinden çok farklı uygulamalar
içinde olan bölgelere tek tip bir hukuk sistemi getirerek yerel alanla­
ra sızdı. Örneğin; on ikinci yüzyıl İngilteresi’nde “kralın yargıçları,”
birbirinden kopuk feodal yargı bölgelerinin birinden diğerine gide­
rek ortak hukuku yaydılar ve II. Henry döneminde sistem; hukuk ve
ceza davalarını, akılcı bir şekilde düzenlenmiş bir duruşma, ceza ve
jüri sistemini ve profesyonel kraliyet yargıçlarını içerecek şekilde ge­
nişletildi. Kıta Avrupası’ndaki kral ve prensler, yerel hukuk adederini
ortadan kaldırmak amacıyla geniş alanlar boyunca Roma yasalarının
uygulanmasını zorunlu kıldı -v e böylelikle yerel alanların egemenli­
ğini zayıflattı.
Monarşiyle yönetilen devletler, merkezden yönetimi dayatarak ye­
rel alanları işgal edip kendi bünyelerine dâhil ettiğinde, hukukun tek
tipleştirilmesi zor yoluyla desteklenmiş oldu. Erken modern dönem­
deki en sıradan yöneticiler bile otoritelerinin kapsamını genişletmek
için askeri güç kullandı. Fakat İngiltere ve Fransa’daki mutlak monar­
şiler özgür şehirlerden, yerel yönetim konfederasyonlarından ve bir­
çok derebeylikten geniş ölçekli birer devlet meydana getirerek ellerine
muazzam bir güç topladılar.
Merkezi otoriteler bir yandan yerel feodal lordların gücünü sınırla­
maya çalışırken, diğer yandan da mutlakiyetçiliklerini uygulamalarına
engel teşkil eden yerel yönetimlerin özgürlüklerini sınırladılar. On al­
tıncı yüzyıl İtalyası’nda Machiavelli, yalnızca devletin çıkarlarını göze­
ten bir tavırla, devlet kuran “prense” -egemenlik peşindeki yönetici ya
da krala- tarihsel olarak özgürlüğe ve öz yönetime sahip olan şehirleri
fethetmenin hâlihazırda prenslerin egemenliğine alışık olan şehirleri
fethetmekten daha zor olduğunu öğütledi.
Fransız kralları ve onların bakanları Machiavelli’nin bu tavrını
paylaşıyordu ki Fransız devleti yerel özgürlükler zararına egemenlik
alanını genişletti. 1463 yılında XI. Louis kent anayasalarını kendi is­
tediği biçimde değiştirme hakkına sahip olduğunu ve “kimsenin buna
seyirci kalmak dışında bir şey yapamayacağını” iddia ederken, XIII.
Louis ve Richelieu de “şehir duvarlarım yıkma” yönünde değişmez bir
politika izledi. Fransız Devrimi sırasında Jakoben hükümeti, merkezi­
yetçilik yönündeki bu atılımı sürdürdü: Daha önce gördüğümüz üze­
re, 1791 Anayasası departman diye anılan idari birimleri yaratarak de­
ğerli yerel siyasal özellikleri hükümsüz kılarken, Robespierreci Kamu
Güvenliği Komitesi de 1793 ve 1794 yıllarında devrimci Paris’in ve
genel olarak Fransa’nın yerel kurumlarını neredeyse tamamen ortadan
kaldırdı.
Güçlerini arttıran monarşik devleder ve sonrasında da cumhuri-
yeder, egemenlik alanlarında kalan çeşitli şehirlere artan ölçüde baskı
yapıp talepler dayatarak onların özgürlüklerine tecavüz edip güçlerine
el koydular. Devletler daha büyük ve hiç olmadığı kadar etkili idare­
ler oluştururken, sadece yargı konusunda değil; ekonomik düzenleme
yapma, para basma, vergi koyma ve hatta diplomatik ilişkiler kurma
konularında bile geleneksel olarak kentlerin ayrıcalığı olan görevleri
kendilerine mal ettiler.

Gerçekte bu kentleri elde tutmanın tek kesin yolu onları yağ­


malamaktır. Her kim özgür bir kentin yöneticisi olup onu yok
etmezse, onun tarafindan yok edilmeye hazır olmalıdır; çünkü
özgür bir kent, özgürlük ve ne zamanın ne de kazanılan menfa­
atlerin unutturabileceği eski adetler adına ayaklanmak için her
zaman bir neden bulabilir. 4

Bu arada kralların birbirlerine karşı açtıkları, ardı arkası kesilme­


yen savaşların finanse edilmesi gerekiyordu. Şehirler ticaret yoluyla
elde ettikleri zenginlikten dolayı para toplamak için krallığın temel
hedefi haline geldi. Şehirlerden zorla para sızdırma sürecinde krallar
onlar üzerindeki denetimini arttırdı ve bu, sivil özgürlüklerin aşamalı
olarak ortadan kaldırıldığı bir süreç oldu. On yedinci yüzyıla gelin­
diğinde geçmişte özgür olan şehirler, monarşik devletler tarafindan
neredeyse tamamen yutulup onların merkezi yapısına dâhil edilmiş
bulunuyordu.

Devletin Hak Tecavüzüne Karşı Direniş


Avrupa dışındaki yerlerde, devletin tahakkümü karşısında kenti öz­
gürlükle ilişkilendiren ya da kendere devletlerinkinden farklı, kendine
özgü bir siyasi hayat, adeder ve alışkanlıklar atfeden çok az sayıda si­
yasi anlayış olduğunu görürüz. Örneğin, Asya kentleri esasen teokra­
tik monarşilerin idari merkezleriydi. Bu merkezlerde devlet ve kent
bir devamlılık ilişkisi içinde var olmuş ve isyan etme yönünde çok
az sivil dürtü ifade bulabilmişti. Fakat Avrupa’nın özgürlük düşkünü
kent merkezleri, kentin sivil özgürlüğün mekânı olduğu yönünde eşsiz
bir anlayış ortaya çıkardı. Gerçekten de kent, ilk çağlardan günümüze

4 - Niccolo Machiavelli, The Prince, 5. Bôlüm; The Prince and the Discourses, New
York: Modern Library, 1940, s. 18-19’in içinde
devletin güç kazanma ve merkezileşme çabalarının başlıca düşmanı
olagelmiştir.
Daha önce gördüğümüz üzere, on ikinci yüzyılda kuzey İtalya
komünlerinin Birinci Lombard Birliği olarak bilinen konfederasyo­
nu, I. Frederick’in (Kızıl Sakal Frederick) imparatorluk “haklarını”
Po vadisindeki komünlerden geri alma girişimine karşı ayaklandı. Bir
konfederasyon çatısı altında birleşen komünler, Milan’daki savaşta
Frederick’i yenilgiye uğratarak komünal özgürlüklerinin temeli ha­
line gelen 1183 tarihli barışı imzalatmayı başardılar. Aynı dönemde
-Fransa’da- on üçüncü yüzyılın başlarında özgürlüklerini elde etmiş
olan Nimes, Avignon ve Marseille, bir konfederasyon çatısı altında
birleşerek prenslerinin güçlerini sınırladılar. On dördüncü yüzyıl Pa­
ris’inin Üçüncü Kamara lideri olan Etienne Marcel, köylülerin deste­
ğiyle Fransız monarşisinin güçlerini sınırlandıracak ve belki de onları
ortadan kaldıracak bir kentler ittifakı kurmaya çalıştı.
Kuzey Avrupa’da birçok kasaba ve şehir, yalnızca ticareti ve ortak
zenginliklerini geliştirmek için değil, özgürlüklerini korumak için de
bir konfederasyon çatısı altında birleşti. Başlıca Baltık limanları da ara­
larında olmak üzere altmış-seksen kadar kuzey Almanya kenti, birkaç
yüzyıl boyunca kuzey deniz ticaretini kontrol edecek olan Hansa Bir­
liği adındaki bir konfederasyonun çatısı altında birleşti. On üçüncü
yüzyılda bugün Almanya’nın bulunduğu topraklarda kurulan her iki
Ren Birliği de hem ticari hem de savunma amaçlıydı. 1300 yılına ge­
lindiğinde güney Almanya’daki Svabya bölgesinde yer alan yerel yöne­
timlerin çoğu, özgür imparatorluk şehirleri statüsünü kazandı -yani;
bu kentler, onlar üzerinde egemenlik iddiasında bulunmaya devam
eden Kutsal Roma İmparatoru IV. Charles’in ve bölgedeki derebey­
lerinin denetiminden neredeyse tamamen bağımsızdılar. Bu kender,
başka bir itaatsizlik örneği daha sergileyerek 1384 yılında imparatorun
iznini almadan Svabya Birliğini (Schwäbische Städtebund) kurdular.
Hollanda’ya gelince, on dördüncü yüzyılda Felemenk komünleri güç
birliği yaparak feodal lordlarına karşı ayaklandılar. Bundan iki yüzyıl
sonra Hollanda kentleri ve onların yöneticileri İspanyol yönetimini
devirmek için birleşerek Felemenk Konfederasyonunun temellerini
attılar.
Aslında on dokuzuncu yüzyıl gibi yakın bir dönemde dahi
Avrupa’da iktidarın hadarını konfederasyondan ziyade ulus devletin
belirleyeceği henüz kesinlik kazanmamıştı. Bu dönemde orta ve gü­
ney Avrupa’da halen çok sayıda federatif oluşum mevcuttu. İtalyan
ve Alman ulus devletlerinin yaratılmasının gecikmesi, büyük ölçüde
kenderin ve onlar tarafından kurulan birliklerin ortaya çıkardığı en­
gellerden kaynaklanıyordu. Her ne kadar yerelci dar görüşlülük de bu
gecikmeye yol açan faktörlerden biri olsa da güçlü yerel özerklik ve
merkezileşmeye direnme geleneğinin bu gecikmede önemli bir payı
vardı.
Bugün devlet otoritesine direnme pratiği köy, mahalle ve şehirler­
deki topluluk ağlarıyla desteklenmeye devam etmektedir. 1960’larda
tamamen mahalle toplulukları ve kurumlan etrafında kurulan Madrid
Yurttaş Hareketi, Franco rejiminin zayıflatılmasında önemli bir rol oy­
namıştır. 1980’lerin sonunda Sovyeder Birliği’nin dağılmasına neden
olan çalkantılar, kısmen; bölgesel ve yerel özerkliği savunan hareket­
ler tarafından yaratılmıştır. Komünal hareketler sayıca arttığında ulus
devletin istikrarsızlığı öne çıkmaktadır.

Kentleşme
Günümüzde yerel yönetim, geçmiş yüzyılların özerklik peşindeki asi
kenderinin hayal dahi edemeyeceği bir güce sahip olan kuvvetler ta­
rafından tehdit edilmektedir. Kentleşme -yani, kapitalizmin muaz­
zam ölçekli ve şekilsiz yıkım aracı- bir zamanlar adına kent denilen
insani ölçekli, tanımlanabilir varlıkları yutup yok etmektedir. Küçük
mahalleler daha büyük mahalleler tarafından, şehirler metropoller ta­
rafından ve metropoller de megalopolitan kuşaklardaki devasa yığın­
lar tarafından yutulmaktadır. Gelişigüzel yayılmış apartman daireleri,
otoyollar, kişiliksiz alışveriş merkezleri, otoparklar ve sanayi bölgeleri
her geçen gün daha da genişleyerek kırsal alanlara da sokulmaktadır.
Bu tür bir kentleşme, kentlerin doğrudan demokrasinin ana kökleri
olarak varlıklarını sürdürmeleri şöyle dursun, özgürlükçü potansiyel­
lerini korumaları açısından bile kötüye gidildiğine işaret etmektedir.
Gerçekten de kentleşme Roma imparatorlarının, mutlak kralların ve
“burjuva” cumhuriyetlerin çok uzun bir zaman önce üstlendikleri gö­
revi tamamlamaya hazırdır: siyasi alanı yok etmeye...
Daha önce gördüğümüz gibi, günümüzde Kuzey Amerika ve Av­
rupa’daki insanlar yurttaşlığın ne anlama geldiği ve siyasetin toplulu­
ğun demokratik bir şekilde kendi işlerini yönetmesi pratiği olduğu
konusundaki bilinçlerini yitirmektedir; fakat bu insanların kentin an­
lamını gözden yitiriyor olmaları da muhtemeldir. Gerçekten de kent
yönetimi gitgide şirket yönetimine benzemektedir. Artık bir kentin
başarılı sayılma ölçütü, onun mali kârlar elde etmesi ve şirketlerin bü­
yümesi için gereken fiziki altyapıyı sağlamasıdır. Bütçesi açık veren
ve ticari ve endüstriyel standartlara göre verimsiz bir şekilde çalışan
kentler, başarısız sayılmaktadır. Büyümeyi teşvik etmek ve arttırmak
için —yani; sermaye girişini hızlandırmak, böylelikle de yerel vergi ta­
banını arttırmak ve genelde sonuçlarını düşünmeksizin kentsel büyü­
meyi desteklemek için- şehir hayatının etik içeriğinin yerine “kâr-zarar
hanesine” vurgu yapan girişimci kaygıları getirilmektedir. Tam da bu
şekilde sivil demokrasinin temelleri çok büyük bir risk altına sokul­
maktadır.

Sivil Tepkiler
Birleşik Devletlerde sivil alanın zayıflaması, siyasi yelpazenin her
kesimini önemli ölçüde kaygılandıran bir konudur. Liberaller ve
muhafazakârlar, benzer bir şekilde, özlem ve kederle bakışlarını Ame­
rikalıların daha topluluk odaklı, siyasi olarak aktif, kamusal meseleler
hakkında daha bilgili ve bu meselelerle daha ilgili oldukları zamana
çevirmektedirler. Tocqueville’nin 1832 yılında tespit ettiği üzere Ame­
rikalıların sivil ve mahalli “dernekler” kurma -yani; sivil topluluklar,
mahalle dernekleri, kulüpler ve benzeri oluşumlar meydana getirme-
eğilimlerini yitirmiş olmasından pişmanlık duymaktadırlar. Liberaller
bu kayıptan şirketlerin hiçbir biçimde sınırlandırılmayan gücünü so­
rumlu tutarken, muhafazakârlar merkezi devletin baskıcı yönetimini
suçlamaktadır.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik de kamusal alanın -v e yerel düzey­
de siyasi alanın- küçülmesinden üzüntü duymaktadır. Fakat kapita­
lizmi ya da ulus devleti bu kaybın tek sorumlusu olarak görmeyip bu
durumdan her ikisini de sorumlu tutmaktadır -çünkü bu ikisi aynı
sistemin parçalarıdır. Daha önce gördüğümüz gibi; devlet, kapitaliz­
min hâkim konuma yükselmesinden çok önceleri yerel özgürlüklerin
altını oyuyordu ve halen de yerine bürokrasiyi getirmek üzere toplu­
luk hayatının içini boşaltarak bu özgürlüklerin altını oymaya devam
etmektedir. Fakat kapitalizm, yerine piyasayı getirmek üzere kamusal
faaliyetleri zayıflatarak ve sıradan kadın ve erkekler üzerinde yoğun
ekonomik baskılar yaratarak Avrupa ve Kuzey Amerika’nın yüzeyin­
den tamamen silinme noktasına gelene dek yerel özgürlüklerin tahri­
batına hız kazandırmıştır. Aynı amaca yönelen devlet ve kapitalizmin
bu sinerjik bileşimi, hem topluluk hayatının ve hem de bireyselliğin
çok büyük bir kısmını yok etmiş ve aynı zamanda insanları toplulu­
ğun öz yönetimi gibi kapsamlı konular yerine maddi geçim konularıy­
la meşgul olmaya zorlamıştır.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik, sivil alanın yeniden eski haline
getirilmesi için liberal ve muhafazakârların tavsiye ettikleri reçeteye
de katılmamaktadır. Muhafazakârlar “federal” güçlerin -yani ulus
devletin güçlerinin- “yerel” düzeye -yani, eyalete- devredilmesini ve
böylelikle de merkezi bürokrasinin tasfiye edilmesini savunmaktadır.
Onların inancına göre, bu tasfiye, merkezi hükümetin süreklilik arz
eden olumsuz etkilerini ortadan kaldıracak ve böylece “serbest piyasa”
görünmez elini serbestçe hareket ettirerek bireysel özgüveni ve girişim­
ciliği yeniden eski haline getirecektir. Bu çözüm kesinlikle yetersizdir,
çünkü kapitalist büyümenin arttırılması yalnızca siyasi alanın tahriba­
tını hızlandırmaya yarayacaktır.
Liberaller yurttaşları devlet süreçlerine katılmaya teşvik ederek
sivil alanı eski haline getirmeyi istemektedir. Yurttaşların oy kullan­
malarını, geneli ilgilendiren konularda yasa koyucularına yazmalarını,
elektronik ortamda toplanan “kent meclislerine” katılmalarını, yasa
önerisi sunmaya ve referanduma daha sık başvurmalarını ve orantılı
temsili tesis etmelerini istemektedirler. Bu tür araçların, bu araçları
kapitalizmi sınırlandırmak için kullanacak olan kişilere daha fazla dev­
let gücü vereceğini savunmaktadırlar. Fakat bu liberal çözüm prob­
lemlidir, çünkü kapitalizme ve ulus devlete hiç dokunmamaktadır. Bu
çözüm, ulus devletin parametreleri içerisinde işlev görmeye ve kapita­
lizmi -muhtemelen ona “insani bir çehre” kazandırarak- göreli olarak
müdahale edilmemiş bırakmaya uyarlanmış bir tavırdan ibarettir.
Buna karşılık, özgürlükçü yerel yönetimcilik, kapitalizmin ve
ulus devletin her ikisini de yerinden edip onların yerine işbirliğine
dayalı, daha insani sosyal ilişkiler getirmeyi amaçlayan devrimci bir
siyasi felsefedir. İleride göreceğimiz gibi, özgürlükçü yerel yönetim­
cilik; yerel düzeyde geçmişten artakalan siyasi alandan işe başlayarak
onu yeniden canlandırmaya ve kendi başına etkili bir gücün kalıcı
bir parçası haline getirmeye çalışır ve toplumlarımızı bu yıkıcı sosyal
süreçlerden arındırma kapasitesine sahip olmalarını sağlamak amacıy­
la insanları güçlendirir. Neyse ki bir direniş alanı olarak kent, henüz
tamamen yok edilmemiştir. Kapitalizme borçlu olunan kentleşmiş bir
ulus devlet içerisine gömülü bulunmasına rağmen, kent yine de tarihi
bir varlık olarak -eskiden beri süregelen gelenek, anlayış ve içgüdüle­
rin saklandığı bir depo olarak- varlığını devam ettirmektedir. Kent;
uzak bir geçmişte kalan özgürlüğe, öz yönetime, toplumsal gelişimin
devam ettiği yüzyıllar boyunca ezilenlerin uğruna mücadele ettiği sivil
haklara dair anıları barındırmaktadır.
Bu geleneklerin, bu hatıraların kendi içinde varlığını devam et­
tirmesi, ulus devlete karşı bir meydan okuma teşkil eder. Aslında ye­
rel yönetim, siyasi öz yönetimin bastırılamaz bir alanı olarak devlete
kâbus yaşatmayı sürdürmektedir. Dolayısıyla özgür toplum ve doğ­
rudan demokrasi her ne kadar devlet, kentleşme ve ’kapitalizm tara­
fından erozyona uğratılmakta olsa da kendi kendinin bilincinde olan
yerel siyasi hayat; potansiyel bir fırsat, kıymetli bir olasılık, insanlığı
özgürleştirmeye yönelik henüz gerçekleştirilmemiş bir amaç olarak
mücadelesini azimle sürdürmektedir.
Ne yazık ki, günümüzde bu hatıralar genellikle solculardan ziyade
sağcılar taralından diriltilmektedir. 1980’lerin sonunda kuzey İtalya’da
şovenist bir Lombard Birliği ortaya çıktı ve açıkgözlü bir biçimde
İtalyan devletinin bölünmesini ve onun yerine bölgesel özerklik ge­
tirilmesini talep etti. Tesadüfi olmayan bir biçimde, Birlik devletin
kuzeyden - o güne dek İtalya’nın en zengin bölgesinden- ülkenin daha
yoksul olan güney bölgesine kanalize ettiği para akışını da sona er­
dirmeyi amaçlıyordu. Hareket; Po Vadisi’ndeki kentlerin Orta Çağda
kurdukları, Kızıl Sakallı imparatoru yenilgiye uğratan konfederasyonu
akla getirdi -fak at bu kez varsayılan düşman Alplerin ötesinde de­
ğil, İtalya’nın diğer bölgelerindeydi (Birliğin adını çabucak Lombard
Birliği’nden Kuzey Birliği’ne değiştirmesinin nedeninin bu olması
muhtemeldir). Ancak özgürlükçü solun bir zamanlar el üstünde tut­
tuğu yerel komünalizm ve konfederalizm kavramlarının gerici amaçlar
için kullanılmış -v e çarpıtılmış- olması, solun içinde bulunduğu du­
ruma ilişkin üzücü bir açıklama sunmaktadır.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik, vergi mükelleflerinin başkaldırısı
değildir; varlıklı kentlerin daha yoksul kentleri desteklemesi için vergi
ödeme yükünden kurtulmasını mümkün kılan bir taktik de değildir.
Tam aksine; özgürlükçü yerel yönetimcilik -ileride göreceğimiz üzere-
zengin bölgelerle yoksul bölgeler arasındaki servede ilgili tüm eşitsiz­
likleri ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.
Günümüzde birçok Batılı ülkede merkezi yönetime karşı bir an-
tipati uyanmaktadır. Bu antipati, devletin verimliliği konusunda şüp­
he etmekten devletin yurttaşların gücünü gasp etmesine içerlemeye
ve devletin hak tecavüzlerine karşı açık bir nefret sergilemeye kadar
birçok farklı şekle bürünmektedir. Bu duygular, sağcılar tarafından
yeniden sömürülmeden önce aydınlık amaçlara kanalize edilmelidir.
Birikim yaratmaya yönelik mevcut rekabetçi piyasa toplumu “tari­
hin doğal sonu” olarak kabul edilmeyecekse, siyasi alan yeniden can­
landırılmalı ve yerel doğrudan demokrasi yaratma amacına yönelik öz
bilinçli bir hareket içerisinde genişletilmelidir. Bu noktada toplum,
siyaset ve devlet arasında yapılan üçlü ayrım, söz konusu hareketin
programı açısından bir zorunluluk haline gelmektedir. Siyasi alan ye­
niden canlandırılmalı -m evcut olmadığı yerlerde de en baştan yaratıl­
malıdır. Bu alanın değişime, eğitime, güçlenmeye ve devletle sermaye­
nin karşısına dikilmeye ayrılmış, yaşayan bir alan haline getirilebilmesi
için onun siyasi içeriği geçmiş çağlardaki sınırlarının ötesine geniş­
letilmelidir. Yurttaşların öz yönetiminin ve tüm yurttaşların katıldığı
bir doğrudan demokrasinin ana mekânı olan siyasi alan; ulus devlete,
kendeşmeye, kapitalist topluma ve onların bir bütün olarak topluma
dayattıkları çürümelere karşı çıkma potansiyeline sahiptir.
ALTINCI BÖLÜM
Yerel Yönetim

Özgürlükçü yerel yönetimcilik, demokratik siyasi alanı toplulu­


ğun öz yönetimi olarak yeniden yaratma ve genişletme sürecinin adı­
dır. Dolayısıyla bu sürecin işe başlayacağı yer, topluluk olmalıdır.
Bir topluluk, fark edilir bir topluluk varlığı oluşturacak şekilde
meskenleri belirli bir kamusal alan çevresinde kümeleşen bireylerden
meydana gelir. İster bir meydan, ister bir park ya da cadde olsun bu
kamusal alan; özel hayatın derece derece kamu hayatına dönüştüğü,
kişisel olanın belli ölçüde komünal hale geldiği bir yerdir. İnsanlar
evlerinin kapıları ardında özel hayatın zevklerinin tadını çıkarır ve
onun gerekleriyle uğraşırlar, fakat evlerinin dışına çıktıkları anda özel
hayatlarının gizliliği belli ölçüde korunmakla birlikte diğer insanların
erişimine açık hale geldikleri bir dünyaya girerler. Bu dünyada insan­
lar; telefon ya da yazılı mesajların aracılığı olmadan, düzenli ya da sey­
rek olarak birbirleriyle karşılaşır ve tekrarlanan karşılaşmalardan sonra
birbirleriyle tanış hale gelebilirler.
Şehirlerin belirli bölgelerinde, aynı etnik gruptan olan kişiler aynı
mahallede yaşamayı tercih edebilseler de kamusal bir alandaki bağla­
rın varlığını mümkün kılan unsur, akrabalık ya da etnisite değildir.
Söz konusu unsur, insanların günlük ekmeklerini kazandıktan son­
ra oradan evlerine döndükleri ortak bir işyeri de değildir. Kamusal
bir alanda bağların ortaya çıkmasına, konut yakınlığı ve topluluğun
ortak sorun ve çıkarları -örneğin, ortak bir sivil hayatın temellerini
oluşturan çevresel, eğitimsel ve ekonomik konular- olanak tanımakta­
dır. Bundan dolayı, topluluğun üyeleri arasındaki karşılaşmalar siyasi
alanın tohumlarıdır. Topluluğu -özel hayata ait meselelerden farklı
olarak- ortak bir biçimde ilgilendiren meseleler, siyasi alanda endişe
konuları haline gelmektedir.
Kuşkusuz, insanlar toplumun -işyeri ve üniversite gibi- diğer alan­
larında da birbirleriyle karşı karşıya gelirler ve bu alanlar da demok­
ratikleştirilme potansiyeline sahiptir -aslın a bakılırsa, bu alanların de­
mokratikleştirilmesi zorunludur. Ancak topluluk sadece çalışanlara ve
öğrencilere değil, ilgili yerde ikamet eden tüm yetişkinlere açıktır ve
bu sebeple de topluluk çapındaki işlerin idaresine olanak tanıyan geniş
bir alan haline gelebilir.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik, topluluğun bu başlangıç aşamasın­
daki siyasi düzeyinden yola çıkarak bir siyasi alan yaratmaya, onu ye­
niden canlandırmaya ve sonrasında da onun kapsamını genişletmeye
çabalar. Topluluk içerisindeki insanlar, yalıtılmış zerreler olmayı bıra­
karak birbirini tanıyan, birbirine bağımlı ve topluluğun ortak refahını
dert edinen yurttaşlar olarak kendilerini yeniden kurma potansiyeline
sahiptir. İnsanların topluluğun geniş katılımıyla sonuçlanabilecek si­
yasi kurumlar yaratabilecekleri ve bu kurumların varlığını sürekli bir
temelde devam ettirebilecekleri yer, topluluktur. Yurttaşların devletin
kendilerinden zorla aldığı gücü geri kazanması ve onun kapsamını ge­
nişletmesi ile yurttaşlığı yeniden anlamlı bir hale getirebileceği yer de
yine topluluktur.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik, bu potansiyel siyasi topluluklar­
dan yerel yönetim diye söz eder. Kuşkusuz, günümüzde var olan ye­
rel yönetimler büyüklük ve yasal statü açısından önemli farklılıklar
göstermektedir. Yerel yönetim, kırsal alandaki küçük bir köy ya da
kasabadan küçük bir kente ya da New York gibi devasa bir metropol­
deki bir mahalleye kadar değişiklik gösterebilir. Fakat bu yönetimler
aynı zamanda onlar için aynı adı kullanmamıza yetecek ölçüde ortak
özellik ve geleneklere de sahiptir. Bu yönetimlerin en önemli ortak
özelliği, buraya kadar tartışmış olduğumuz doğrudan demokrasi ge­
leneğinin yeniden gözden geçirilip genişletilmesine imkân sağlayabi­
lecek, yeni oluşan bir siyasi alanın potansiyel mekânları olmalarıdır.
Herhangi bir yerel yönetimin yeni oluşan siyasi alanını, sivil özgür­
lüklerin alanı olarak tamamen olgunluğa eriştirebilmek için kentin
yönetimi kent sakinlerine -topluluğun yetişkin üyelerine ya da yurt­
taşlara- teslim edilmelidir. Başka bir deyişle, idare dağıtılmalı ve de-
mokratikleştirilmelidir.

Ademimerkezileşme
Yerel yönetimin siyasi potansiyelinin gerçekleştirilebilmesi için top­
luluk hayatının yeniden ölçeklendirilerek demokratik bir siyasi alana
uygun boyutlara getirilmesi gerekir. Yani, kayda değer büyüklükteki
şehirlerin yönetilebilir büyüklükteki daha küçük yerel yönetimlere
bölünmesi gerekir.
Ademimerkezileşme birkaç farklı şekil alır, fakat ilk başta ademi-
merkezileşmenin en önemli şekli kurumsal ademimerkezileşmedir.
Kurumsal ademimerkezileşme, tek bir büyük yerel yönetimin mevcut
olduğu yerlerde daha küçük yerel yönetimler yaratılmasıyla kentin
idari yapısının dağıtılmasıdır. Büyük bir şehirde bu, kent idaresinin
dağıtılması ve güç ve denetimin konumlandığı yerin kentin yerel yö­
netim merkezinden çeşidi mahallelere kaydırılması anlamına gelebilir.
Daha küçük bir şehirde ya da kasabada da bu süreç benzer bir bi­
çim alabilir; ancak buralarda yerel birimler, sayıca daha az ve şehrin
mevcut halindekine oranla daha büyük olacaktır. Kırsal bir köyde ise,
mevcut birimin boyutu muhtemelen ademimerkezileşmeyi gereksiz
kılacak kadar küçüktür.
Nihayetinde ademimerkezileşmiş kent ya da kasaba, bir zaman­
lar tek bir yerel yönetimin olduğu yerde birçok mahalle merkezinin;
yeni kamusal alanların ve daha küçük merkezlerin denetimi altında
yeni bir altyapının yaratılmasına ve yerel ekonomik üretimin gelişi­
mine tanıklık edecektir. Kent sakinlerinin yerel bahçelerde yiyecek
yetiştirebilmesi için yeşil alanlar oluşturulabilecektir. Hâlihazırda ev­
rak işlerine boğuldukları anlamsız işlerine gidip gelmeye saatler har­
cayan insanlar; vakitlerini marangozluk, çömlekçilik, dokumacılık ya
da mimari tasarım alanlarındaki yeteneklerini geliştirmeye harcamayı
tercih edebilecek ve bunu tam zamanlı bir faaliyet haline getirebile­
cektir. Tedavi ya da bakım hizmetleri sunan bir meslek icra etmeyi ya
da topluluğun gençlerine tarih, edebiyat ya da matematik alanında
eğitim vermeyi hayat sigortası ya da gayrimenkul satmaktan daha an­
lamlı bulabileceklerdir. Başkaları da topluluğun kararlaştırdığı çocuk
yetiştirme düzenlemelerine uygun bir biçimde vakitlerinin büyük bir
bölümünü küçük çocukların bakımına harcamayı tercih edebilecektir.
Ademimerkezileşme, şehir hayatında ortak bir biçimde var olan
tüm kurumların her mahallede birer minyatürünün oluşturulmasını
gerektirmez. Örneğin, üniversiteler öğrenim merkezleri olarak koru­
nabilir ama kentin her mahallesinde yeni bir üniversite kurmak ke­
sinlikle kullanışlı olmayacaktır. Büyük hastanelerin kapatılıp yerlerine
daha küçük klinikler kurulmasına gerek yoktur. Aynı şekilde, tiyatro
ve müze gibi kültürel kurumları kapatarak onların yerine her mahalle­
de daha küçük tiyatro ve müzeler oluşturmaya da gerek yoktur. Ancak
bu kurumlar, özel mülkiyetten çıkarılıp içinde yer aldıkları toplulu­
ğun kontrolüne bırakılacaktır. Dahası, topluluğun siyasi hayatının ye­
niden canlanması ve daha küçük bir boyuta dönülmesi, pekâlâ mahal­
lelerde kültürel bir uyanışa neden olabilecek ve bunun ardından yurt­
taşlar -bunların daha büyüklerine erişimleri olmasına rağmen- kendi
yerel yönetim birimlerinde yeni okullar, sağlık merkezleri, tiyatrolar ve
müzeler kurmayı isteyebilecek ve gerekli görebilecektir.
Kurumsal ademimerkezileşme gerçekleştirilirken, fiziksel ademi­
merkezileşme de başlatılabilir. Fiziksel ademimerkezileşme, büyük bir
şehirdeki inşa edilmiş çevrenin arazi ve altyapı açısından dağıtılması
anlamına gelir. Daha küçük yerel yönetimler, kendi boyutlarıyla oran­
tılı olarak daha küçük kent merkezlerine, daha küçük altyapı sistemle­
rine, daha küçük kamusal alanlara ve benzerlerine ihtiyaç duyacaktır.
Yeni sivil hayatın merkezi olması amacıyla her yeni yerel yönetim mer­
kezinin civarında yeni yeşil alanlar yaratılabilir. Tesadüfi olmayan bir
biçimde, ademimerkezileşme kent ve kır -toplumsal hayat ve biyosfer-
arasındaki dengenin yeniden oluşturulmasına da yardımcı olacaktır.
Gerçekten de fiziksel ademimerkezileşme, ekolojik açıdan kusursuz
bir topluluk inşa edilebilmesi için vazgeçilmezdir.
Demokratikleşme
Bu iki ademimerkezileşme türü gerçekleştirilirken, yeni ve daha küçük
yerel yönetimler de demokratikleşme sürecinden geçecektir. Aslında
bu demokratikleşme süreci ademimerkezileşmeden ayrılamayacaktır.
Bu noktada yeni ve daha küçük yerel yönetimler doğrudan demokra­
sinin mekânları haline gelecektir.
Bu doğrudan demokrasilerin kurumsal yapısını yurttaş meclisleri
-belirli bir bölgenin tüm yurttaşlarının bir araya gelip ortak sorunlar
üzerine tartıştığı ve karar aldığı büyük genel toplantılar- oluşturacak­
tır. Bu meclisler, doğrudan demokrasi geleneğindeki öncelleri -antik
Atina’daki ecclesia, Orta Çağ komünlerindeki conjuratio ve meclisler,
New England’daki kent meclisleri ve Paris’teki mahalle meclisleri- ve
belirli bir bölgenin tarihine ve geleneklerine özgü olup olmamasına al­
dırış etmeden dünyanın herhangi bir yerinde görülen diğer doğrudan
demokrasi örnekleri tarafından oluşturulan en aydın ilke ve uygula­
maları benimseyecektir.
Elbette, bu meclisleri meydana getiren yurttaşlar ecclesia’yı, kent
meclisini ya da diğerlerini model ya da şablon olarak kullanmayacak­
tır. Aksi takdirde bu; etnisiteye, ırka, cinsiyete ve benzerlerine dayanan
hiyerarşilerin bunlara eşlik eden önyargılarla birlikte tarihin çöplüğü­
ne atılması yerine yeni sisteme dâhil edilmesi anlamına gelirdi. Bu­
nun yerine, yurttaşlar temelde belirli demokratik siyasi kurumlan için
öncellerini dikkate alacaklardır -v e bu kurumlan tüm yetişkinlerin
katılımına açarak daha ileri bir noktaya götüreceklerdir.
Meclisler düzenli aralıklarla toplanacaktır. Muhtemelen ilk başta
bu toplantılar ayda bir yapılacak, sonrasında ise bunun yerini hafta­
lık toplantılar ve yurttaşların gerek duydukları ek toplantılar alacaktır.
Yurttaşlar konferans salonlarında, tiyatrolarda, avlularda, toplantı sa­
lonlarında, parklarda ve hatta kiliselerde -d ah a doğrusu, yerel yöneti­
min konuyla ilgilenen tüm yurttaşlarını içine alabilecek büyüklükteki
herhangi bir yerel tesiste- toplanabileceklerdir. Meclis çalışmaları her­
kese karşı adil olan, mümkün olan en yüksek katılıma izin veren ve
toplantıların süresini kabul edilmiş makul bir zaman aralığı içerisinde
tutan siyasi adap kurallarını izleyecektir.
Meclisin ilk işlerinden biri kendini kurmak -yani, kendini tanım­
lamak ve işlemlerini yürütmesine aracılık edecek bir dizi tüzük ha­
zırlamak- olacaktır. Bu tüzükler, karar alma prosedürlerinin ve idari
görevlerin yanı sıra bu görevleri yerine getirecek kişileri seçmek ve bu
görevlileri meclise karşı sorumlu tutmak için izlenecek yöntemleri be­
lirleyecektir. Tüzükler, çeşitli konular hakkında araştırma yapıp tavsi­
yelerde bulunmaları ve meclisin kararlaştırdığı politikaları uygulama­
ları için danışma ve idari amaçlı mahalle komiteleri, konseyleri ve ku­
rulları kurabilir. Bu kuruluşlar ve onların yaptığı çalışmalar, meclisin
sürekli gözetimi altında olacak ve bu kuruluşların üyeleri derhal geri
çağırabilecekdr. Başka bir deyişle, üyeler konsey ve kurulların yetkisi
konusunda topluluğun getirdiği herhangi bir kuralı çiğnediklerinde
yurttaşlar onları görevden alma ve onların yerine yeni görevliler seçme
hakkına sahip olacaktır.
Her toplantının öncesinde, yurttaşların meclisin dikkate alması­
nı talep ettiği madde ve konuları içeren bir gündem hazırlanacaktır.
Bu gündem, belirli bir konu halikındaki tartışmaya nasıl bir katkıda
bulunacaklarını kafalarında toparlamaları için yurttaşlara zaman tanı­
mak amacıyla toplantının en az birkaç gün öncesinden halka duyuru­
lacaktır. Bir toplantıda gündemdeki her konu meclisteki yurttaşların
önünde tartışılacaktır. Tartışılan konunun tüm yönleri -tezler ve kar­
şı tezler- mümkün olduğunca ayrıntılı bir biçimde ifade edilecektir.
Gerçekten de özgürlük vaadini yerine getiren doğrudan demokratik
bir toplum, tartışmaya izin vermekle kalmayıp onu teşvik de edecek­
tir. Bu toplumun siyasi kurumlan sürekli biçimde tartışma forumları
olarak hizmet edecek ve meclisleri ve medyası da her türden görüşün
tamamıyla ifade edilmesine açık olacaktır.
Farklı görüşlerin dinlenmesini garanti altına almak için herkes
meclis önünde konuşma yapma hakkına sahip olacaktır. Büyük bir ih­
timalle kendilerinin yeterince iyi bir konuşmacı olmadığını düşünen
kişiler, ilk başta kendi görüşlerini paylaşan birinin bu görüşü tatmin
edici bir biçimde ifade etmesiyle yetineceklerdir; fakat tartışmanın iler­
lediği esnada bu süreci gözlemleyip özümsedikten sonra bu kişilerin
de kendileri adına konuşmak için yeterli güveni kazanacakları umul­
maktadır —daha doğrusu, beklenmektedir. Yurttaşlar kendi görüşlerini
topluluk karşısında ifade etme konusunda tecrübe kazandıkça hitabet
yeteneklerini geliştirecek ve yaşamsal önemde olduğunu düşündükle­
ri tezleri daha iyi iletebileceklerdir, fakat bunu yaparken -hâlihazırda
böyle bir bilince sahip değillerse- kontrollü ve edepli olma gereğinin
bilincine de varacaklardır. Tartışmanın ardından yurttaşlar, verecekle­
ri oyun kendileri, topluluğun diğer üyeleri ve kamu yararı açısından
ne tür sonuçlar doğuracağını en iyi şekilde anlayarak buna uygun bir
biçimde oy vereceklerdir. Oylama çoğunluk kuralına göre yapılacaktır
-yani; yurttaşların yüzde 51’i kadar küçük bir çoğunluk söz konusu
kararın alınmasından yanaysa, bu karar meclisten geçecektir.

Karar Alma Süreçleri


Geleneksel olmayan yöntemleri savunan birçok insan -özellikle de
özgürlükçü bir yönelime sahip olanlar- bir karar alma ilkesi olarak
çoğunluk kuralına karşı çıkmaktadır; çünkü oylama yapıldıktan sonra
çoğunluğun görüşü tüm topluluğun yerleşik politikası haline gelmek­
te, dolayısıyla da belli ölçüde kanun hükmü kazanmaktadır. Onların
görüşüne göre, topluluk - bireysel tercihleri dışlayarak- alman bir ka­
rara bir bütün olarak uymak zorunda olduğu sürece, çoğunluk kuralı
baskıcıdır ve bundan dolayı da bireysel özgürlükle bağdaşmamaktadır.
Tarihçi Peter Marshall’ın belirttiği gibi, bu görüşte “çoğunluğun -b u ,
bir kişilik bir azınlık bile olsa- azınlığa buyurma hakkı, azınlığın ço­
ğunluğa buyurma hakkından daha fazla değildir.” 5
Buna alternatif olarak önerilen karar alma şekli, genellikle -ç o ­
ğunluk kuralının aksine kişisel özerkliği koruduğu varsayılan- kon­
sensüs sürecidir. Konsensüs sürecinde topluluğun tüm üyeleri onay
vermedikçe hiçbir karar kesinleşmez. Tek bir karşıt görüşlü birey bile
bir kararın geçmesini engelleyebilir. Bu özgürlükçülerin düşüncesine
göre, karşıt görüşteki kişinin iradesi çoğunluğun görüşünden farklılık
gösteriyorsa, bu engelleme koşulsuz şartsız kabullenilmelidir -karşıt
görüşteki bir kişinin koşulsuz biçimde bir kararı veto etme hakkı var­
dır.*
5- Peter Marshall, Demanding the Impossible: A History o f Anarchism (Londra: Har-
perCollins, 1992), s. 22.
* Bazı konsensüs süreçleri karar alınabilmesi için oybirliğinden daha azını -m uhtem e­
len yüzde 80 kabul oyunu- gerektirir. Fakat böyle bir durumda da burada tartışılan
Konsensüsle karar alma yönteminin güçlü yönleri de vardır ve
bu yöntem birbirini yakından tanıyan insanların oluşturduğu küçük
gruplar için, pekâlâ, uygun olabilir. Fakat daha geniş ve heterojen
gruplar konsensüsle karar almaya çalıştıklarında, genellikle ciddi so­
runlar ortaya çıkar. Konsensüs süreci, bireyin iradesine öncelik vererek
küçük azınlıkların -h atta bir kişilik bir azınlığın- çoğunluğun destek­
lediği kararların önüne geçmesine izin verir. Topluluğun her üyesi her
kararı kabul etmeyeceği için (öyle yapmaları da gerekmemektedir) bi­
reylerin görüş ayrılığına düşmesi kaçınılmazdır. Çatışma siyasette sık­
lıkla görülür; siyasetin olmazsa olmazı, daha doğrusu varlık koşuludur
ve karşıt görüşteki kişiler (ne mutlu bize ki) her zaman var olmuştur.
Daima belirli bir kararın kendi çıkarları ya da kamu menfaati için
yararlı olmadığını düşünecek birileri çıkacaktır.
Ancak kendilerini konsensüs süreciyle yöneten topluluklar, ço­
ğunluğun pozisyonunu kabul etmeleri için genellikle muhalifleri ma-
nipüle eder ve hatta psikolojik baskı uygulayarak ya da üstü kapalı
tehditlerde bulunarak gizlice onları rıza göstermeye zorlar. Bu tip bir
zorlama halkın önünde vuku bulmayabilir -b u eylem meclisin gö­
zetimi dışında gerçekleşebilir ve genellikle de öyle olur. Fakat halkın
önünde gerçekleşmemesi bu eylemi daha az baskıcı kılmaz; hatta onu
daha da zararlı bir hale getirir.
Tartışılan konu oylamaya sunulduğunda, rıza göstermeye zorlanan
ya da manipüle edilen muhalifler; belki de çoğunluğu kızdırmamak
için -h er ne kadar karşı olsalar da- kendilerinin arşivlere çoğunluğun
alınmasını istediği önlemin birer destekçisi olarak geçirilmesine izin
verme eğiliminde olurlar. Bu durumda, bu kişilerin görüşleri resmi ar­
şivin bir konusu -başarısız olsa da saygı gören bir çaba- haline gelmez.
Karşıt görüşleri hiçbir zaman var olmamışçasına -topluluğun siyasi
gelişiminin zararına- silinir gider.
Karşıt görüştekilerin oylarını değiştirmeleri için yapılan baskılar
başarılı olmazsa, bu kişilerin oy vermeyi reddetmeleri için yıldıracak

sorunların birçoğu varlığını korumaya devam eder. Örneğin, karar alma organının yüz­
de 21 ’inin rutin olarak çoğunluğun görüşünün geçmesine engel olabilmesi hala şüphe
uyandırıcıdır. Birçok örnekte bu durum, tam bir konsensüs sağlanamaması nedeniyle
hiçbir kararın alınmaması anlamına gelmiştir.
ölçüde baskı görmeleri muhtemeldir. Başka bir deyişle, muhalifler bu
konuyla ilgili olarak karar alma sürecinden çekilmeyi -konsensüs pro­
sedürünün jargonuyla “bir kenarda durmayı”- “seçebilirler.” Fakat bu
tercih, uygulamada, muhalif görüşlü kişiyi siyasi bir varlık olarak etki­
siz hale getirir. Bu tavır, muhalif görüş sorununu esasen karşıt görüş-
tekileri siyasi alandan tasfiye edip muhalif görüşü fikirler forumundan
çıkararak çözer.
Konsensüs yöntemi oybirliğiyle karar alınmasında ısrar ederek ya
çatışmayı topluluğu bölecek ölçüde yoğunlaştırır ya da muhalifleri ta­
mamen susturur. Azınlıklara saygı göstermek yerine onları dilsizleşti-
rir. Muhalif görüşle başa çıkmanın daha onurlu ve ahlaki açıdan daha
sağlıklı bir yolu, muhaliflerin inandıkları doğrultuda, gelecekte kara­
rı değiştirme ve potansiyel olarak topluluğun siyasi gelişimini teşvik
etme fırsatına sahip olarak herkesin görebileceği bir biçimde açık oy
vermesine izin vermektir.
Kararların çoğunluk kuralına göre alındığı bir toplulukta -to p ­
lumsal yaşamın parçalanarak başına buyruk bireylerin kakofonisine
dönüşmesini engellemek için- azınlık gerçekten de çoğunluğun kara­
rma uymak zorundadır. Fakat azınlık, kararı tersine çevirmeye çalışma
özgürlüğünü de korumaktadır. Azınlık, topluluğun diğer üyelerini ka­
rarı gözden geçirmeye ikna etmek için kurallara uygun bir tavır takı­
narak açıkça ve sebada onlara gerekçeli görüş ayrılıklarını ifade etmek­
te özgürdür. Azınlık karşıt bir görüş ifade ederek, ilgili konuyu canlı
tutar ve kötü bir kararın değiştirilmesine ve topluluğun siyasi bilincini
geliştirerek kendi başına çoğunluk haline gelmeye zemin hazırlar.
Muhalif görüşlüler özgür bir toplumda -toplumun durgunluğa
saplanması istenmiyorsa- daima var olacaktır ve var olmalıdır; bura­
da tartışılan nokta onların karşıt görüşlerini ifade etme özgürlüğüne
sahip olup olmayacaklarıdır. Demokratik -çoğunluk kuralıyla- karar
alma süreci, muhaliflerin pozisyonlarına kamusal bir tanıklık sağla­
mak amacıyla karşıt görüşleri topluluk arşivlerine kaydederek muha­
liflere bu özgürlüğü garanti eder.
YEDİNCİ BÖLÜM
Bir Hareket Oluşturmak

Siyasi alan yerel yönetimin sınırları içerisinde yaşayan insanlar


tarafından yeniden ele geçirilecekse, meclisler oluşturulup yurttaşlar
güçlendirilecekse, o zaman bilinçli bir çabayla bu amaçların peşine
düşülüp onlar uğruna mücadele edilmelidir. Bu amaçlara mevcut
toplumsal güçlere uyum sağlayarak ulaşamayacaktır; talep edilen güç
de aktivistlere altın bir tepside sunulmayacaktır. Tam tersine, günü­
müzün toplumsal ivmesinin ademimerkezileşme ve demokratikleş­
meden ziyade merkezileşme ve otoriterleşmeden yana olması pekâlâ
mümkündür. Yurttaşları eğitip seferber etmek ve o yurttaş meclislerini
kurmak için iyi örgütlenmiş bir özgürlükçü yerel yönetimci hareket
gereklidir.
Böyle bir hareket kendiliğinden ortaya çıkmayacaktır. Bu hareke­
tin, kendilerini tamamen onu inşa etmeye adamış bireyler -e n az bir­
kaç kişi- tarafından bilinçli bir şekilde oluşturulması gereklidir. Peki,
bu bireyler nasıl bir yol izlemelidir?
Bu kişilerin yapması gereken ilk şey, birbirlerini bulmak ve aynı
görüşleri paylaştıklarını fark etmektir. Bunun ardından, bir çalışma
grubu oluşturmaya ve bu grubu özgürlükçü yerel yönetimci fikirlere
mümkün olduğunca aşina hale gelmek için kullanmaya karar verebi­
lirler. Yani, özgürlükçü yerel yönetimcilik konusundaki temel literatü­
rü (“Ek Okumalar” bölümüne bakınız) okuyabilir ve akıllarına gelen
tüm soruları dile getirip ellerinden geldiğince bu soruları cevaplayarak
okuduklarını kendi aralarında tartışmak için düzenli olarak bir araya
gelebilirler. Kendilerini eğitirken ve karşılaşabilecekleri herhangi bir
muhalefete hazırlıklı hale getirirken, başkalarını eğitmek ve hareketi
geliştirmek için gereken donanımı kazanıyor olacaklardır.
Bu kişiler, özgürlükçü yerel yönetimciliği araştırmanın yanı sıra
onunla ilgili konular üzerine yazılmış çalışmaları da okuyabilirler.
Bunlar; toplumsal ekolojiyi (özgürlükçü yerel yönetimciliğin siyasi
boyutunu oluşturduğu daha kapsamlı bir felsefeyi), kendi bölgelerin­
deki ya da dünyanın diğer bölgelerindeki demokratik gelenekleri, ra­
dikal hareketlerin tarihini ve anarşist çalışmalar da buna dâhil olmak
üzere genel olarak demokratik ve siyasi teoriyi konu alan çalışmaları
içerebilir. Bu kişiler, aynı zamanda toplumsal eleştiri çalışmalarını da
incelemelidir. Elbette, bu öneriler çerçevesindeki bir literatürü tam
anlamıyla öğrenmek bir ömür sürer ve çalışma grubunun bunu yap­
ması kesinlikle gerekli değildir. Çalışma grubunun eğitimi, hareketi
başlattıktan sonra bile sürecek ve kuşkusuz, hareketin var olduğu süre
boyunca devam edecektir.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik konusunda teorik bir temel kaza­
nan grup, daha sonra başkalarını eğitmeye başlamalıdır. Grup üyeleri,
projeyle ilgilenebilecek arkadaş ve tanıdıklar bulup çalışma grubunu
onları da içerecek şekilde genişletmelidirler. Alternatif olarak, gele­
cekteki bir siyasi harekete temel oluşturabilecek bağlı gruplar oluş­
turmaya yardımcı olabilirler. Grup üyeleri, yeni insanların bu fikirleri
anlamasına yardımcı olurken kendi bilgilerini de sınıyor ve sorulara,
itirazlara ve eleştirilere nasıl daha iyi yanıt verebileceklerini öğreniyor
olacaklardır.

Halkın Eğitimi
Çalışma grubu üyeleri bu fikirleri yeterince iyi öğrendiklerinden emin
olduklarında ve bunları ifade edebilecek hale geldiklerinde, içinde ya­
şadıkları toplumda bir güç haline gelmek için çalışmalıdırlar. Bunu
yapmadan önce, içinde bulundukları toplulukta farklı bir siyasi kimlik
geliştirmelerini mümkün kılmak için gruplarına farklarını ortaya ko­
yan, akılda kalacak bir isim vermelidirler.
Bu andan itibaren ve hareketin devam ettiği süre boyunca grup
üyelerinin başlıca amacı halkı eğitmek olacaktır. Topluluğun genelini
ilgilendiren yerel siyasi ve ekonomik konular, bu iş için iyi bir başlan­
gıç noktası olacaktır. Grup üyeleri, büyük bir ciddiyetle bu konuları
araştırıp onlarla ilgili bir duruş benimsemelidirler ve eğer mümkünse
bu konuların toplumsal ekolojik bir analizini yapmalıdırlar. Bu konu­
lar üzerine -bunları özgürlükçü yerel yönetimci fikirlerle ilişkilendi-
ren- bir literatür oluşturmalıdırlar. Örneğin, içinde yaşadıkları yerel
yönetim birimini etkileyen çevre sorunları ya da teklif edilen bir ge­
lişmenin muhtemel toplumsal ve ekolojik sonuçları üzerine yazarın
konuyla ilgili tavrını özedeyen raporlar veya genel bir rapor yazabilir­
ler. Grup, bir topluluk gazetesi çıkarmaya başlarsa, bu paha biçilmez
bir değerde olacaktır. Grup içerisinde resim çizmeye daha yatkın olan
kişiler, belirli bir konuya dikkat çeken posterler ve el ilanları hazırla­
yarak konuyla ilgili genel bir farkındalık yaratabilirler. İdeal olarak,
grup üyeleri, literatürlerini kendi toplulukları aracılığıyla basıp yerel
kitabevlerine, mahalle merkezlerine ya da kafelere dağıtmalıdırlar. Ha­
rekete katılmak isteyenlerin onları nerede bulacağını bilebilmesi için
bastıkları her belgede grubun adına yer vermelidirler.
Grup üyelerinin halkı eğitme çabaları esnasında yapacakları en
önemli örgütlenme çağrısı, onların yerel demokrasi -yerel yönetim bi­
rimlerinde yurttaş meclisleri yaratılması- yönündeki çağrıları olacak­
tır. Grup bu meclislere, yerel geleneklerine daha uygun düşen bir isim
vermeyi tercih edebilir; fakat bu meclislerin temel nitelikleri, grup
demokratik tartışma ve karar alma süreçlerini teşvik edecek doğrudan
demokratik halk kurumlan için çağrıda bulunuyor olacaktır.
Grup, belediye meclislerine (city council) idari tüzüğü değiştirip
ona meclislerin varlığını tanıyan ve yetkilerini tanımlayan maddeler
ekleyerek yasal olarak bu meclisleri yaratması için çağrıda bulunma­
lıdır. Yurttaş meclislerinin hâlihazırda mevcut olduğu yerlerde grup,
onların yetkilerinin arttırılması çağrısında bulunmalıdır.
Grup üyeleri, halkın eğitiminin daha ileri bir aşaması olarak kamu
alanlarında ya da dostane kafelerde bilgilendirici konuşmalar düzen­
leyebilirler. Grup üyelerine konuşmacı olarak yer vererek bu konuş­
maları kendileri yapabilir ya da topluluk dışından konuşmacılar davet
edebilirler. Konuşmacılar teori ve pratikte demokrasi, radikal tarih ya
da topluluğu ilgilendiren güncel konular gibi çeşidi konuları ele alabi­
lirler. Dışarıdan davet edilen bir konuşmacı, konuşmasını özgürlükçü
yerel yönetimcilikle ilişkilendirmezse, bunu grubun seçtiği bir mode-
ratörün yapması gerekir ya da dinleyicilerden biri konuşma sonrasında
yapılacak tartışmada bunu ortaya koyabilir. Grup üyeleri her zaman
yurttaş meclislerinin oluşturulmasına duyulan ihtiyacı vurgulamalıdır.
Grup üyeleri, güncel konuları her zaman, yurttaş meclisleri oluş­
turulması talebine bağlayarak bu konularla ilgili eylemler de düzenle­
yebilirler. Bir gelişmeyi ya da bir alışveriş merkezinin inşaatını protes­
to etmek ve bu gelişmenin ardındaki toplumsal güçleri açıklamak için
bir gösteri düzenleyebilirler. Endişe konuları belediye meclisinin ya
da planlama komisyonunun önüne geldiğinde, grup üyeleri yapılacak
tüm görüşmelerde tanıklık etmeli ve uzun vadeli çözüm olarak doğru­
dan demokrasi çağrısında bulunmalıdırlar.
Grup üyelerinin, içinde yaşadıkları toplulukta işbirliğine dayanan
girişimlerle -lokanta ve kafe kooperatifleri, komünler, üretim kolektif­
leri ve benzeri- karşılaşması ya da zaten bu girişimler içinde yer alıyor
olması kuvvetle muhtemeldir. Bu girişimler, bireyler arasında bir işbir­
liği ruhu geliştirmede rol oynadığı için çok kıymedidir -k i bu işbirliği
ruhu doğrudan demokrasiye dayanak oluşturan topluluk dayanış­
masının yaratılması için gereklidir. Fakat bu girişimler siyasi alandan
ziyade toplumsal alanın bir parçası oldukları için (2. Bölüme bakı­
nız) özleri itibariyle özgürlükçü yerel yönetimci kurumlar değillerdir.
İçine gömülü bulundukları kapitalist sistem dikkate alındığında, bu
girişimlerin işbirlikçi doğalarına güvenilemez (12. Bölüme bakınız).
Bu girişimler içinde yer alan özgürlükçü yerel yönetimciler, bu ku-
rumların iyi yönlerini ve kusurlarım akıllarından hiç çıkarmamalı ve
kooperatiflere hakkını verirken enerjilerinin büyük bölümünü yurttaş
meclisleri oluşturma çağrısında bulunmaya ve canlı bir siyasi hayat
ve kültür geliştirmeye harcamaklardır. (Kooperatifler hakkında daha
fazla bilgi için kitabın ikinci kısmına; Murray Bookchin’le yapılan
röportaja bakınız.) Her şeyden önemlisi, özgürlükçü yerel yönetim­
ci grubun üyeleri mümkün olduğunca çok sayıda insanla konuşmalı
ve kendilerini dinleyenlere sabırla neden yurttaş meclisinin gerekli
olduğunu açıklamalı, eğer gerekiyorsa aynı açıklamaları tekrar tekrar
yapmalı ve ellerinden gelen en iyi şekilde sorulara ve itirazlara yanıt
vermelidir.
Grup bu fikirlere dikkat çekip topluluk içinde bir güç haline ge­
lirken, yeni üyeler kazanacaktır. Grubun iç idaresi hakkında sorulacak
soruların sayısı alıp başım gitmeden önce grup bu konu hakkında bir
dizi yönetmelik hazırlamalıdır. Bu yönetmelikler grubun oluşumunu,
karar alma prosedürlerini, üyelik aidatlarının toplanmasını ve benzeri
konulan düzenleyecektir. Fakat bu yönetmelikler, aynı zamanda üyelik
için anlamlı koşullar da belirlemelidir. (Örneğin, yeni üyelerin gruba
ve grubun savunduğu fikirlere aşina olması için grubun bu üyelere altı
aylık bir deneme süresi tanıması istenmeyecek bir şey değildir.) Hare­
keti başlatan grup, her durumda, yeni üyeleri eğitmek amacıyla onlar
için ayrı eğitim toplantıları düzenleyebilir. Her grup toplantısının bir
bölümü kesinlikle eğitime -yani, özgürlükçü yerel yönetimcilik ve
doğrudan demokrasiyle ilgili yazıların tartışılmasına- ayrılmalıdır.

Banliyöler
Banliyöde kurulmuş olan bir grup, kent ve kasaba sakinlerinin karşı
karşıya kalmadığı, kendine özgü bir dizi sorunla karşılaşacaktır. Ban­
liyölerde fazla kamu alanı yoktur. Kent sakinlerinin aksine, banliyöde
yaşayanlar evlerinden çıktıklarında genellikle bir kamu alanına adım
atmazlar. Bunun yerine özel bir araca adım atar ve başka bir özel
mekâna -b ir dükkân, benzin istasyonu, bir alışveriş merkezi ya da bir
işyeri- ulaşana kadar araç kullanırlar. Özel kişilere ait alanlardan başka
hiçbir yere girmeden günler ya da haftalar geçirebilirler. Banliyölerde
kaldırımlara ve diğer kamu alanlarına pek rastlanmaz. Topluluk, baş­
ka insanlarla karşılaşma ihtimalini son derece düşürecek bir biçimde
yerini neredeyse caddeden çok içerilere çekilmiş, korunaklı evlere bı­
rakmıştır.
İnsanların topluluklar içerisinde yaşadığı ve sıklıkla birbiriyle kar­
şılaştığı yerlerde özgürlükçü yerel yönetimci bir siyaset başlatmak -b u
siyasetin topluluğun varlığını temel alması nedeniyle- kesinlikle çok
daha kolaydır. Topluluk duygusu şehirdekine ya da kasabadakine kı­
yasla çok daha zayıf olsa da, banliyö sakinleri komşularıyla paylaştık­
ları ve ele alınmaları için ortak çaba gerektiren ciddi kaygılara -çevre,
eğitim, ulaşım, çocuk bakımı ve yerel ekonomi ve daha birçok konu
ile ilgili kaygılara- sahiptir. Gerçekten de banliyö sakinleri şimdilerde
kirliliğin, yetersiz tesislerin ve geçici işten çıkarmaların neden olduğu
sorunlara boğulmuş durumdadır. Hayatın pratik gerekleri, banliyö­
lerde şehirdekinden aşağı kalmayacak bir şekilde insanların bir araya
gelmesini gerektirir -insanların bunu tesadüflere bel bağlamak yerine
çok kaşıdı ve bilinçli bir şekilde yapması ve bunu gerçekleştirebilecek­
leri bir alan bularak onu bu amaç için ayırması gerekse bile bir araya
gelmesi gerekmektedir.
Bu bölgelerde özgürlükçü yerel yönetimci hareket, bakkal
dükkânlarına ve sokak panolarına duyurular asarak ve yerel gazetelere
ilanlar vererek genel toplantılar düzenlemeye çalışabilir. Ayrıca top­
luluk üyeleri kendilerinden bunu talep ediyorsa, bu tür toplantıları
kolaylaştırmaya veya düzenlemeye de yardımcı olabilirler.

Büyük Kentler
Büyük metropoller doğrudan demokrasinin yaratılması açısından
farklı bir dizi sorun ortaya koyar. Milyonlarca kişiden oluşan son dere­
ce yoğun bir nüfus, dağınık bir şekilde çok geniş bir alana yayılan New
York ve Los Angeles gibi kent kuşaklarında yaşamaktadır. Aynı mahal­
lede yaşasalar bile bu kişilerin çoğu birbirini hiç tanımamaktadır. Bu
tür nüfuslar yurttaş meclislerinin kurulmasına izin vermeyecek ölçüde
büyük görünebilir. Tamamen lojistik bir açıdan bakıldığında, böyle
büyük nüfuslarla kurulacak yurttaş meclislerinde tartışma ve karar
alma süreçleri, her ikisinin yapılmasını da imkânsız kılacak kadar han­
tal bir hale gelecektir. Tek bir mahalledeki yurttaşların sayısı bile tek
bir toplantı alanında bir araya gelemeyecek kadar fazladır. Eğer New
York ya da Londra’nın tüm yurttaşları tek bir ecclesia’da toplanma­
yı deneseydi, asla bunun organizasyonunun üstesinden gelinemezdi.
Aristoteles bir polis’in yurttaşların birbirleriyle makul ölçüde tanış ol­
malarım mümkün kılacak kadar küçük olması gerektiğine inanıyordu.
Bu şehirler yalnızca aşırı büyük değildir. Özgürlükçü yerel yöne­
timciler, bu şehirlerin yerel hükümetlerinin kentten çok devlete ben­
zeyecek kadar gayri şahsi ve uzak olduğu sonucuna da varabilirler. Bu
şehirlerin yerel hükümetleri, elitler -şüphesiz, kentin yerlisi ama yine
de elit olan kişiler- tarafından yönetilir ve onların çevirdiği entrikaları
sıradan yurttaşların anlaması mümkün değildir. Bu şehirlerde seçim
kampanyaları, ulusal seçim kampanyaları kadar çıkar odaklı, manipü-
le edici ve yozdur. Belediye başkanları ve belediye meclis üyeleri göreve
geldiklerinde ademimerkezileşmeye uygun olmayan dev bürokrasiler
yönetirler. Ulaşım, kanalizasyon ve su arıtma sistemleri ve ticari faali-
yeder günlük temelde son derece yüksek bir koordinasyon gerektirir.
Şüphesiz, kentsel yığınların büyük boyutları, doğrudan demok­
rasinin yaratılması açısından birçok sorun ortaya çıkarmaktadır.
Kentleşmiş megalopolisin ortaya çıkışı, tarihî sivil siyaset geleneğini
sona erdirmemiştir. İlk olarak, büyük kentsel oluşumlar devletlerden
önemli açılardan farklıdır. Kent ve devletin tarihçesinin birbirinden
radikal bir biçimde farklı olmasının yanı sıra kent hükümetleri ulus
devlederde mevcut olmayan siyasi hayatın geçmişten artakalan alan­
larına sahip olmayı sürdürmektedir. Genellikle kent sakinleri -N ew
York boyutundaki bir kentin sakinleri bile- ulusal meselelere müda­
hale edebileceklerinden daha fazla bir ölçüde topluluk meselelerine
müdahale edebilirler. Yerel hükümetler -h atta büyük şehirlerdeki ye­
rel hükümetler bile- genellikle devlete ve bölgesel ve federal yasa ko­
yuculara kıyasla sıradan yurttaşın erişimine daha açıktır. Eğitim kurul­
larının* ve semt toplantılarının aynı mahallede yaşayan insanlara bir
araya gelip ortak sorunları tartışma imkânı verdiği büyük şehirlerde
mahalle merkezleri oluşturmak zor değildir.
İkinci olarak, grup üyeleri ademimerkezileşmeyi tamamen fiziksel
bir açıdan -yani, bölge ve lojistik açısından- ele alırsa, ademimerke-
zileşme; gerçekleştirilmesi mümkün olamayacak kadar zor bir hale
gelecektir. Büyük şehirlerde fiziksel ademimerkezileşmenin tamam­
lanması biraz zaman alabilir.** Fakat kurumsal ademimerkezileşme,

(*) Eğitim kurulu (school board) Amerika’da belirli bir eğitim bölgesinde ilk ve orta
öğretim okulları için eğitim politikaları belirlemeye yardımcı olan bir kuruldur (Ç.N.).
(**) Yine de bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Alman ve Japon şehirlerinin hızla ye­
niden kurulmasının da gösterdiği gibi, bizim düşündüğümüzden daha hızlı bir biçimde
gerçekleştirilebilir.
büyüklüğüne bakılmaksızın herhangi bir şehirde her an başlatılabilir
ve görece kısa bir zamanda tamamlanabilir. Halk meclisleri, şehrin
büyüklüğüne bakılmaksızın herhangi bir yerde -h atta blok düzeyin­
de- başlatılabilir.
Bu meclisler büyük bir şehrin bir ya da birkaç mahallesinde oluş­
turulduktan sonra kendi meclislerini kurabilecek diğer mahalleler için
birer model teşkil edebilirler. Demokratikleşmiş mahalleler en sonun­
da birleşerek ulaşımı, kanalizasyon ve su arıtma hizmetlerini ve diğer
hizmetleri koordine etmeye çalışabilecek konfederasyonlar oluştura­
bilirler. Şu ya da bu ölçüde kurumsal ademimerkezileşme süreci içe­
risinde olan mahalleler, kentin siyasi yaşamında dönüştürücü bir rol
oynayabilir ve nihayetinde kentin lojistik ve yapısal cephelerinde de
geniş çaplı değişikliklere yol açabilir.
Büyük bir şehrin ademimerkezileşme sürecinin ilk bakışta gerçek­
leşemeyecek kadar zor görünmesine yol açan şey, kurumsal ve fiziksel
ademimerkezileşmenin birleştirilmesi -d a h a doğrusu, bir sürecin ba­
şıyla sonunun bir araya getirilmesi- sorunudur.
En geniş kent kuşakları bile kendine özgü bir kültürel miras veya
çeşidi ekonomik çıkarlar paylaşan küçük topluluklardan meydana ge­
lir. Çoğu büyük şehir, kendi içinde daha küçük şehirler ya da bölgeler
(borough) barındırır ki bunların en ünlüsü Londra’dır. Beş bölgeden
oluşan New York şehri ise, tarihi yalnızca 1897 yılına kadar uzanan
yakın zamanlı bir fenomendir. 1874 gibi yakın bir tarihte New York
şehri, tek bir bölgeden -M anhattan’dan- oluşuyordu. Kuşkusuz, yal­
nızca yüz yılı aşkın bir süredir var olan bir şehir, özgürlükçü yerel yö-
netimciliği eleştiren bazı kişilerin bizi inandırmaya çalıştığının aksine
henüz kalıcı bir hal almamıştır.
Hâlihazırda bazı büyük Amerikan şehirlerinde belli ölçüde ku­
rumsal ademimerkezileşme gerçekleştirilmiş bulunmaktadır. New
York, 1975 yılında elli dokuz topluluk bölgesini topluluk kurullarıyla
güçlendirecek şekilde kent tüzüğünü değiştirmiştir. Los Angeles belirli
bir dönem boyunca mahalli hükümedere sahip olmuştur. Detroit, Pitt­
sburgh ve Honolulu 1970’lerde belli ölçüde mahalle yönetimleri oluştur­
muştur. Alaska eyaletindeki Anchorage, bir topluluk konseyleri sistemi
benimserken; Ohio eyaletindeki Dayton, altı katılımcı planlama bölgesi
oluşturmuştur.
1980’li yıllarda Fransız başbakanı François Mitterand, yerel idareler
kurarak Paris’i ademimerkezileştirmeye çalışmıştır. Ancak muhtemelen
kurumsal ademimerkezileşmenin en dramadk örneğini, Fransız Devrimi
sırasındaki Paris mahalle meclisleri oluşturmaktadır. O dönemde Paris,
kalabalık bir nüfusa -e n az yarım milyon insana ki on sekizinci yüzyıl
standartlarına göre bu büyüklükteki bir nüfiıs Paris’i bir megalopolis hali­
ne getiriyordu- ev sahipliği yapıyordu. Ayrıca o dönemde attan daha hızlı
hareket eden bir şey olmadığı için kent hayaunın lojistik zorlukları muaz­
zamdı. Buna rağmen mahalleler, kısmen komündeki delegeleri tarafından
koordine edilerek kısmen de kendi iradeleriyle konfederasyonların çatısı
altında birleşerek büyük bir başarıyla işlev gördüler. Bu mahalleler, sahip
oldukları yüz yüze demokrasilerde yalnızca siyasi sorunları ele almakla
kalmayıp aynı zamanda şehrin erzakının sağlanmasında, yiyeceklerin
stoklanmasına engel olunmasında, spekülasyona geçit verilmemesinde,
fiyat denetimlerine nezaret edilmesinde ve diğer karmaşık idari görevlerin
yerine getirilmesinde ve Fransız başkentinin en muazzam silahlı gücünü
oluşturan bir milis gücünün oluşturulmasında başat bir rol oynadılar.
1793 yılında Paris’te kurumsal ademimerkezileşme gerçekleştirile-
bildiyse, günümüzün daha büyük kenderinde bunu gerçekleştirmek
imkânsız olmamalıdır. Çünkü bugün, daha gelişmiş ulaşım ve iletişim
araçlarının sağladığı avantajların yanı sıra demokrasi süreçleri konusun­
da on sekizinci yüzyılda yaşayan Parislilerin sahip olmadığı daha ileri bir
anlayışa da sahibiz.
Hâlihazırda birçok büyük şehir, fiziksel ve lojistik açıdan, büyüklük­
lerinin yükü altında ezilmekte ve kendilerini daha küçük kender oluştu­
racak şekilde yeni baştan kurmanın yollarını aramaktadır. En önemlisi,
kamuoyu ankederine yanıt verirken çoğu Amerikalı, bir megalopoliste
yaşamaktansa daha küçük bir şehir ya da kasabada yaşamayı yeğlediğini
söylemektedir -k i bu, onları özgürlükçü yerel yönetimci fikirleri benim­
semeye istekli hale getirebilecek bir duygudur.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Seçimler

Özgürlükçü yerel yönetimciler mevcut yerel hükümetlerden güç­


lerini yurttaş meclislerine teslim etmelerini talep ettiklerinde, bu hü­
kümetlerin söz konusu talebi yerine getirmesi ihtimali yok denecek
kadar azdır. Bundan dolayı, özgürlükçü yerel yönetimciler, kent tüzü­
ğünü değiştirerek devletin aleyhine olacak şekilde eksiksiz bir biçimde
yetkilendirilmiş yurttaş meclisleri oluşturmak amacıyla, seçimle geli­
nen yerel idari pozisyonlar için aday göstermelidirler.
Böyle bir taleple idari pozisyonlara adaylığını koyan özgürlükçü
yerel yönetimci adayların çabucak zafer kazanması ihtimali de pek
yoktur. Bu adayların seçim kampanyaları, ilk başta, yurttaşlara özgür­
lükçü yerel yönetimciliğin temel fikirlerini öğretmeye yönelik eğitim
amaçlı bir çaba olacaktır. Grubun meydana getireceği literatür, bu tür
bir kampanyada uygulamaya konabilir. Fakat kampanyanın kendisi
için belirli bir belge gereklidir: Grubun fikirlerini az ve öz bir biçimde
özetleyen siyasi bir program...
Seçim programı, grubun uğruna mücadele ettiği amaçları -h er
şeyden önce, yurttaş meclislerinin oluşturulması aracılığıyla yerel hü­
kümetin radikal bir biçimde demokratikleştirilmesi amacını- beyan
eden bir dizi talepten oluşmalıdır. Fakat programda doğrudan demok­
rasi çağrısında bulunmak yeterli değildir; bu amaca ulaşmayı müm­
kün kılacak adımlar da önerilmelidir. Program kısa vadede yerine ge­
tirilecek, açıkça tanımlanmış bir dizi talepte bulunmalı; sonrasında da
bu talepleri toplumu temelden dönüştürmeye yönelik uzun vadeli bir
amaca bağlayarak radikal bir bağlam içerisine yerleştirmelidir. Çünkü
özgürlükçü yerel yönetimcilik reformist değil, devrimci bir harekettir
ve reformlar aracılığıyla mevcut sistemi iyileştirmeyi değil, onu özgür­
lükçü bir sistemle değiştirmeyi amaçlamaktadır.
Program açısından bu kısa ve uzun vadeli amaçlara sırasıyla asgari
ve azami talepler denilebilir. Asgari talepler mevcut sistemde hemen
yerine getirilebilecek taleplerdir; belirli ve somutturlar. Buna karşın,
azami talepler daha geneldir; grubun en nihayetinde yaratmayı ümit
ettiği rasyonel toplumu meydana getirirler. Asgari talepler, azami
taleplere yol açacak ya da yavaş yavaş onlara dönüşecek bir şekilde
formüle edilmelidir. Asgari ve azami talepleri bu şekilde birbiriyle
bağlantılandıran program, toplumsal alternatiflerin yaratılmasına ve
bunların kapsamının genişletilmesine yönelik geçiş taleplerini de içer­
melidir. Böylece belirli bir asgari talebi yerine getirip sonrasında onun
daha geniş ve dönüşüm yaratıcı bir formunu yerine getirmek, daha
genel bir azami talebin yerine getirilmesine yol açmalıdır.
Örneğin, “yurttaş meclisleri oluşturmak için kent tüzüğünü değiş­
tirmeye” yönelik asgari bir talebi, “doğrudan demokrasiyi gerçekleş­
tirmeye” yönelik uzun vadeli bir amacı (azami talebi) gerçekleştirmek
için bu meclislerin kapsamını genişletme yönündeki bir niyet beyanı
izleyebilir. Siyasi programın dile getirebileceği başka bir asgari talep,
bölgedeki “mega marketlerin ve alışveriş merkezlerinin istilasına son
vermek” olabilir. Azami talep ise piyasa ekonomisini ahlaki bir eko­
nomiyle -k âr yerine ihtiyaçlarla ilgilenen bir ekonomiyle- değiştirmek
olacaktır. Program, dönüşüm talebi olarak, yerel yönetimin doğrudan
kendisinin sahibi olacağı ve büyüdükçe piyasa ekonomisinin yerini
alabilecek şirketler kurması çağrısında bulunabilir. Başka bir asgari ta­
lep, “sulak bir alanın korunması” olabilir; bununla bağlantılı azami
talep de “ekolojik bir toplum yaratmak” olabilir. Başka bir kısa vadeli
talep, gündüz bakımevleri ve aile içi şiddet mağduru kadınlar için sı­
ğınma evleri kurmak olabilir; bu talep toplumun bütünü için “sosyal
adalet” sağlama yönündeki uzun vadeli amacın bir parçası olabilir.*

(*) Özgürlükçü yerel yönetimci bir kampanyada kullanılan seçim programı örneği için
Ekler Bölümüne bakınız.
Seçim programı, daima grubun adını ve iletişim bilgilerini içer­
melidir. Böylece ilgilenen insanlar grupla iletişime geçebilir. Program,
yalnızca grup yerel yönetim pozisyonları için aday gösterdiğinde değil,
diğer zamanlarda da -seçim ler sırasında olduğu kadar seçimler arasın­
daki dönemde de- halkın eğitimi için kullanılabilir.
Özgürlükçü yerel yönetimciliğin belediye meclisine daha “aydın”
adaylar seçerek ilerlemeci veya daha çevre dostu bir kent hükümeti
kurma çabası olmadığı, grup üyeleri tarafından net bir biçimde an­
laşılmış olmalıdır. Böylesi reformist bir doğrultu izlemek, hareketin
yurttaş meclisleri oluşturma ve bunların yetkilerini arttırma çabasını
-v e toplumu dönüştürmeye yönelik daha geniş amacını- etkisiz hale
getirecektir. Bunun yerine, adaylar hareketin azami amacının kendi
yerel yönetimlerinde ve diğer bölgelerde doğrudan demokrasi yarat­
mak olduğunu her fırsatta vurgulamalılardır.

Halkı Eğitme Aracı Olarak Seçim Kampanyası


Grubun yerel idari pozisyonlara adaylığını koyması için seçtiği üyeler,
ideal olarak, özgürlükçü yerel yönetimci fikirleri en iyi şekilde ifade
edebilen ve bunu en rahat şekilde yapabilen bireyler olmalıdır. Çünkü
kısa vadede özgürlükçü yerel yönetimci seçim kampanyaları, gruba fi­
kirlerini yayması ve halkı bunları tartışmaya teşvik etmesi için fırsadar
sunması açısından, süreklilik gösteren halkı eğitme amacına hizmet
edecektir. Adaylar her fırsatta -yaptıkları tüm röportaj, tartışma ve
konuşmalarda- yurttaş meclislerinin oluşturulması için çağrıda bu­
lunmalı ve doğrudan demokrasiyi savunmalıdır. Adayların katıldığı
münazaralar bu açıdan özellikle arzu edilen bir zeminken, kapı kapı
gezip broşür dağıtmak da genel halkın dikkatini grubun programına
ve onun içerdiği fikirlere çekmenin paha biçilmez bir yoludur.
Özgürlükçü yerel yönetimci grup, adaylarının idari pozisyonlara
birer kişilik olarak değil, grubun programında yer alan fikirlerin söz­
cüsü olarak adaylıklarını koyduklarını anlamalıdır. Seçim kampanya­
sında onaylaması ya da itiraz etmesi için halka sunulan şey, adayların
kişilikleri değil; bu fikirlerdir. Adayların kendisine gelince, onlar da
siyasi eylemlerinden her zaman gruba karşı sorumludur, yoksa kişisel
çıkarlarını geliştirmeye yönelik bir sorumlulukları yoktur.
Seçim kampanyası için en iyi zemin, yurttaşların katıldığı -kaygı­
larını dile getirip sorular yönelttiği- münazaralardır. Bu tür etkinlikler,
doğrudan demokrasi için mutlak biçimde gerekli olan, yüz yüze iliş­
kiler içeren bir siyasi alan yaratma fırsatı sunar. Medya haberlerinde
yer almak, daha fazla insana ulaşmayı mümkün kıldığı için yüz yüze
yapılan tartışmalardan daha etkili görünebilir, fakat grup medyaya
ihtiyatla yaklaşmalıdır. Bir kere medya, topluluğun siyasi katılımını
uzaktan yapılan bir şey haline getirir -siyasi katılım artık yüz yüze
bir süreç değildir- ve böylelikle sıradan insanların kamu işlerinden
yalıtılmasını sürekli hale getirerek özgürlükçü yerel yönetimciliğin
hedeflediği kapsayıcılığı zayıflatır. Ayrıca adaylara ve fikirlerine yüz
yüze temasın mümkün kıldığı sorgulama ve meydan okumalara karşı
koruma sağlar.
Fakat önemli olan bir diğer nokta da sıradan ticari televizyonların
yaptığı haberlerin, doğası gereği, statükodan yana ve esasen özgürlük­
çü yerel yönetimci harekete karşı olma eğiliminde olmasıdır. Bazı mu­
habirler harekete sempati duyabilecek olsa da, yerel ticari televizyonlar
televizyona reklam verenlerin çıkarları doğrultusunda hareket etme
eğiliminde olacaktır. Televizyon haberleri -tamamen düşmanca olma­
dığı zamanlar- özgürlükçü yerel yönetimci adayları medya aktörlerine
dönüştürebilmekte ve onlara ayrıntılı bir şekilde yer vermek yerine
konuşmalarından belli bölümler ve fotoğraflar sunarak onların siya­
si söylemlerini bir eğlence düzeyine alçaltabilmektedir. Muhtemelen
grubun yayın medyasını en iyi şekilde kullanımı; genellikle toplantı ve
tartışmaların kurgulanmadan, yarıda kesilmeden, eksiksiz bir şekilde
verilmesine izin veren yerel televizyonlar aracılığıyla olacaktır.

Seçim Başarısızlığı
Dünyanın büyük bölümünü etkileyen mevcut siyasi gericilik dönemi,
büyük ihtimalle özgürlükçü yerel yönetimci bir seçim kampanyası­
nın görece ilerici, küçük bir toplulukta bile kısa vadede seçim başarısı
kazanmasına engel olacaktır. Öngörülebilir bir gelecekte özgürlükçü
yerel yönetimci adayların, katıldıkları tüm seçim yarışlarını kaybetme­
leri kuvvetle muhtemeldir. En azından 1990’larda devrimci bir azınlı­
ğın çabucak yaygın bir halk desteği kazanmayı ümit etmesi mümkün
değildir. Hareketin mütevazı bir seçim başarısı kazanması için bile
hatırı sayılır bir zaman geçmesi gerekebilir.
Ancak bunun gibi gerici dönemlerde özgürlükçü yerel yönetimci
hareketin odaklanması gereken şey -h er ne kadar paradoksal görünse
de- seçim başarısı değildir. Hareketin kesinlikle seçim kampanyalarına
katılması gerekse de, asıl mesele seçim kampanyasının başarıya ulaş­
ması olmamalıdır. Birçok örnekte radikal alternatif harekeder, fikirle­
rinin kamu bilincinin bir parçası haline gelmesinden önce -tem el il­
kelerinden taviz vererek- seçim başarısı kazanmışlardır. Bu hareketler,
yurttaşlar onların daha uzun vadeli amaçlarını değil, yalnızca asgari
ve genellikle reformist amaçlarını onayladığı için oy almışlardır. Bu
harekederin akılcı bir toplum yaratmaya yönelik azami amaçları ko­
nusunda halkın eğitilmesi söz konusu olmamıştır. Bunun sonucunda,
hareketin siyasi düzeyiyle yurttaşların siyasi düzeyi arasında büyük bir
farklılık ortaya çıkmıştır. Ancak siyasi pozisyonlara seçilen adaylar ha­
reketin programına karşı değil, kendilerine oy veren yurttaşlara karşı
sorumlu olmuş ve bu da kaçınılmaz olarak seçim “başarısı” kazanmak
adına, savunulan fikirlerin radikalizmini zayıflatmıştır.
Bunun tipik bir örneği, 1970’lerin sonlarında ve 1980’lerin başla­
rında birçok Avrupa ülkesinde -e n dikkat çekici biçimde Almanya’da-
ortaya çıkan Yeşiller hareketidir. İlk başta bir karşı kültür hareketi olan
Yeşiller, toplumu daha ekolojik bir çizgide yeniden kurmaya kararlı
görünüyordu. Yeşiller, 1980’lerin başlarında Almanya’da federal mec­
lis için yapılan seçimlere katıldı ve yirmiyi aşkın üyesinin meclise gir­
mesine yetecek kadar oy aldı.
Parti, bir anda kamusal ilgi odağı haline gelen bu yeni Yeşil par­
lamenterlerin devletteki pozisyonlarını halkı eğitme amacına hizmet
eden bir platform olarak kullanacakları şeklinde bir mantık yürütmüş­
tü. Fakat çok geçmeden beklentiler arttı ve parlamenterlerin meclisten
ilerici ve ekolojik açıdan akılcı yasalar geçirebilecekleri ve bunu yap­
mak için aktif bir mücadele vermeleri gerektiği yönünde bir beklenti
oluştu. Fakat bu tür yasaların geçirilebilmesinin tek nedeni, bunların
mevcut sisteme olumsuz bir müdahalede bulunmamasıydı. Bu tür ya­
saların çıkarılmasının amaç haline gelmesinden itibaren parti radikal
olmaktan çıktı. Oylarını arttırabilmek için radikal taleplerinden birer
birer vazgeçti. Bunun sonucunda parti, çok kısa bir süre içinde devlet
kurumlan tarafından yutularak onların bir parçası haline geldi. Yeşil­
lerin 1990’larm başlarında kapitalizm üzerine Vatikan’ın bile sağında
yer alan bir beyanatta bulunmasının ardından, partinin ilkeli sol ka­
nadı tiksinti duyarak partiden ayrıldı. Bugün partide kalan Yeşiller,
tamamen mevcut sistem içerisinde faaliyet göstermektedir. Gerçek­
ten de bu kişiler, ilkeleri açısından bedeli ne olursa olsun -Hıristiyan
Demokratlar da buna dâhil olmak üzere- geleneksel partilerle birlikte
çalışmaya hevesli görünmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nin yanı
sıra Britanya, Fransa ve İtalya’da da -d a h a küçük bir ölçekte olmakla
birlikte- benzer gelişmeler yaşanmıştır.
Özgürlükçü yerel yönetimci hareket, bu tür bir “karşıt eğitimden”
kaçınmak için, kaçınılmaz yenilgilerin kendilerini rotalarından sap­
tırmasına izin vermeden yavaş ve organik bir biçimde büyüme ve her
fırsatta sıradan yurttaşları eğiterek sabırla onlara fikirlerini açıklama
beklentisi içinde olmalıdır. Amacının yerel hükümet elitlerinin ara­
sına başka üyeler eklemek olmadığını hiçbir zaman unutmamalıdır.
Hareketin değişmez amacı, mümkün olan en yüksek düzeyde doğru­
dan demokrasi yaratmayı mümkün kılacak bir siyasi alan oluşturmak
olmalıdır. Hareket bu alanı oluşturmak için halkı eğitmeli ve devlet
tarafından evcilleştirilmeye karşı çıkmalıdır.
Yeşillerin hikâyesi, bazı özgürlükçü yerel yönetimcilerin seçimlere
-h atta yerel seçimlere bile- katılmayı reddetmesine yol açabilir. Fa­
kat yerel seçim kampanyaları eğitim faaliyeti için kusursuz bir zemin
sunar. Seçimlerde yaşanabilecek iniş çıkışlara ve seçimleri kaybetme­
nin potansiyel moral bozucu etkilerine rağmen seçimlere katılma, öz­
gürlükçü yerel yönetimci pratiğin tutarlı ve sürekli bir parçası olarak
kalmalıdır. Hareket amaç ve ilkelerine bağlı kaldığı sürece, mevcut
topluma anlamlı bir alternatif -yerel bir doğrudan demokrasi- oluş­
turuyor olacaktır.
Hareketlerini herhangi bir seçimde aldıkları oy sayısına göre be­
lirlemek ya da gecelerini çeşitli rakiplerinin oy yüzdeleri üzerine dü­
şünüp bu yüzdeleri analiz etmekle geçirmek, bunu yapmak ne kadar
zor olsa da, özgürlükçü yerel yönetimcilerin yapmaktan kaçınması
gereken şeylerdir. Zihinlerinin bunlarla meşgul olması, değişmez bir
biçimde şu iki sonuçtan birine yol açacaktır: umutsuzluğa ya da Ye­
şiller örneğinde olduğu gibi her ne şekilde olursa olsun seçim zafe­
ri kazanma arzusuna. Grup, içinde yaşadığı topluluğun üyelerinden
daha fazla oy almayı hedeflemek yerine niteliğin niceliğe üstünlüğüne
vurgu yapmalıdır. Grup, özgürlükçü yerel yönetimci fikirlere yalnızca
belli belirsiz aşina olan çok sayıda seçmene -yani, kendilerine temsil
yetkisi veren bir kitleye- sahip olmayı hedeflemek yerine küçük, fakat
yavaş yavaş büyüyen son derece bilinçli bir üye ve taraftarlar grubuyla
yetinmelidir.
Özgürlükçü yerel yönetimci adayların seçimi kazanması, ancak
hareket tarafından siyasi ve demokratik bilinci arttırılmış olan bir
topluluk söz konusu olduğunda arzu edilebilecektir. Fakat yurttaşlar
grubun siyasi programına katıldıkları için özgürlükçü yerel yönetimci
bir adayı seçtiklerinde, bu aday yurttaş meclisi oluşturmak ve yerel
hükümeti demokratikleştirmek için gereken çalışmaları en kısa süre­
de başlatarak hem grubun siyasi programına hem de yurttaşlara karşı
sorumlu olmalıdır. Söz konusu aday, yurttaş meclisleri oluşturulma­
sı (ya da bu meclislerin mevcut olduğu yerlerde, bu meclislere yerel
yönetimin tamamı için bağlayıcı politikalar formüle etme yetkisi de
buna dâhil olmak üzere daha fazla yetki verilmesi) için yerel yönetim
tüzüğünde yapılması gereken değişiklikleri bıkıp usanmadan günde­
me getirmelidir.

Özgürlükçü Seçim Karşıtlığı


Birçok bireyci anarşist seçimlere giren her hareketin Yeşiller hareke-
tininki gibi tecrübeler yaşamasının kaçınılmaz olduğu gerekçesiyle
seçimlere katılmaya itiraz edecektir. Anarşistler, söz konusu seçim
doğrudan demokrasiyi merkez alan yerel bir seçim bile olsa, seçimlere
katılmayı içerdiği için özgürlükçü yerel yönetimci bir yaklaşımı red­
dederler. Yerel seçimlerin devletle ve bölgesel ve ulusal seçimlerle tam
bir uyum içinde olduğunu ve yerel yönetim görevlilerinin niteliksel
açıdan ulus devlet görevlilerinden hiç de farklı olmadığını savunurlar.
Tutarlı bir biçimde devlet karşıtı olan bir kimsenin yerel seçimleri ve
yerel yönetim siyasetini reddetmesi gerektiğini varsayarlar.
Devlete karşı çıkmak çok gereklidir, fakat devletçilik seçimcilikle
(electoralism) aynı şey değildir. Yerel seçimlere ve belediye meclislerine
katılmak devlet sanatıyla bir görülemez, özellikle de özgürlükçü yerel
yönetimci hareket bu katılımı bilinçli bir şekilde devlete karşı yönlen­
diriyorsa... (12. Bölüme bakınız) Kent ile devlet -merkeziyetçiliğiy­
le ünlü bir devlet sistemine sahip olan Fransa’da bile- birbirine karşı
sürekli bir güç mücadelesi içinde olan, birbirinden tamamen farklı
iki gelenekten türemiştir. Yerel yönetimi demokratikleştirmek ve onu
devletle yanşan bir konuma getirmek için yerel seçimlere katılmak,
süregelen bu mücadelede devlet karşıdarının tarafını tutmaktır.
Bu anarşistlerin toplumu toplumsal alan, devlet alanı ve siyasi alan
olarak üçe bölmediği belirtilmelidir. Bu anarşistler özellikle siyasi ala­
nı devletle karıştırarak, siyasede devlet sanatını birbirinin eş anlamlısı
olarak gören geleneksel tanımı kabul ederek -k i bu, doğrudan dev­
letçilere avantaj sağlayan bir karışıklıktır- siyasi alanın varlığını inkâr
eder. Onlara göre, devlete karşı açılan savaş, varlığını reddettikleri bir
siyasi alan aracılığıyla değil, toplumsal alan -yani, kooperatifler gibi
alternatif toplumsal gruplar- aracılığıyla yürütülmelidir.
Ancak anarşizm, bireyci ve kültürel amaçların yanında daima
komünalist bir eğilime de sahip olmuştur. Komünalizm ademimer-
kezileşmiş, devletsiz ve kolektif bir biçimde yönetilen “komünler”
veya topluluklar idealini -özünde, bir konfederasyon çatısı altında
bir araya gelen yerel yönetimler idealini- sunar. Bu komünalist eği­
lim, Bakunin’in ve Kropotkin’in yazılarından öğrenilebileceği üzere
çok uzun bir süredir yerel yönetimci bir yönelime sahiptir. Örneğin,
Bakunin yerel meclisleri halkın siyasi hayatının temeli olarak görmüş­
tür. Bakunin’e göre, insanlar “komünal işler söz konusu olduğunda
sağlıklı ve pratik bir sağduyuya sahiplerdir. Oldukça bilgililerdir ve en
yetenekli görevlileri kendi aralarından nasıl seçeceklerini bilirler. Yerel
seçimlerin her zaman insanların gerçek tavır ve iradesini en iyi şekilde
yansıtmasının nedeni budur.”6
Bununla birlikte komünalist eğilimin siyasi özü, toplumsal anar­
şistlerin yazılarında yeterince ifade edilmemiştir. Özgürlükçü yerel yö-

6 - Sam Doİgoff, ed., Bakunin on Anarchy, New York: Alfred A. Knopf, 1972, s. 223.
(Bakunin on Anarchism adıyla 1980 yılında Black Rose Books tarafından Montreal’de
yeniden basılmıştır).
netimcilik de bu boşluğu doldurmayı önermektedir.

Yasal Bir Varlığı Olmayan Meclisler


Özgürlükçü yerel yönetimci grup, birçok yerde yerel yönetimin bir
tüzüğü olmadığını ya da belediye meclisinin veya başka bir yerel yö­
netim organının yurttaş meclislerini güçlendirecek şekilde tüzüğü de­
ğiştirme çabalarını sürekli olarak engellediğini görecektir. Özgürlükçü
yerel yönetimci bir belediye meclisi üyesi, meclisin diğer üyelerini
yurttaş meclislerini yasallaştırmaya ikna etmenin imkânsız olduğunu
fark edebilir ya da topluluk belediye meclisine özgürlükçü yerel yöne­
timci bir üye seçebileceği bir aşamaya dahi ulaşmamış olabilir.
Bu tür durumlarda grup, kendi takdiriyle yasal bir varlığı olma­
yan yurttaş meclisleri oluşturabilir ve topluluktaki tüm yurttaşlara bu
meclislere katılma çağrısında bulunarak bu meclisleri toplantıya çağı­
rabilir. Bu meclisler düzenli bir şekilde toplanıp yerel, bölgesel, ulusal
ve hatta isterlerse uluslararası meseleleri tartışabilir, görüşlerinin birer
ifadesi olarak kararlarını ve kamu açıklamalarını basılı hale getirebilir­
ler. Toplantılara bir yapı kazandırmak için katılımcılar, işleri yürütme­
lerine aracılık edecek bir dizi biçimsel kural kabul etmeli ve tüzüklerle
bu kuralları bağlayıcı hale getirmelidir. Son olarak, en sonunda hak
olarak talep edecekleri siyasi yetkileri tanımlayabilirler.
Yasal yetkisi olmayan meclisler bile muazzam bir manevi güce
sahip olabilir. Bu meclislerin önemini kavrayıp onların toplantıları­
na katılan vatandaşların sayısı gitgide arttıkça, mevcut yerel yönetim
yapılarının en sonunda bu meclislere bir derece yasal, yapısal yetki
vermekten başka bir seçeneği kalmayabilir.
Bu asgari adım atıldıktan sonra meclislerin yetkilerini arttırmaya
yönelik geçiş programı uygulamaya sokulabilir. Halk demokrasisi ol­
gunlaştıkça -meclislere katılım arttıkça, yurttaşlar bu kurumlan kendi
kurumlan haline getirdikçe- yurttaş meclisleri daha da önemli de facto
yetkiler kazanacaktır. En sonunda bu yeni halk gücünü tanımak ve
topluluk içerisinde mutlak gücün bu meclislere ait olduğunu onay­
lamak için kent tüzüğünün değiştirilmesi kaçınılmaz hale gelecektir.
Bunun sonrasında meclisler, özgürlükçü yerel yönetimci bir politik
yapının azami taleplerini -b ir yerel meclisler konfederasyonu ve akılcı
bir toplum yaratılması taleplerini- yerine getirmek için çalışacaktır.
Kendi kendini idare eden bir kamu alanının bu meclislerde ku­
rumsallaşmasının ne kadar hızlı olacağı, açıkça insanların bilinçlili-
ğine bağlıdır. Özgürlükçü yerel yönetimci grubun çok sabırlı olması
gerektiğini vurgulamalıyım, fakat grubun siyasi girişimi siyasi hayatın
geniş kapsamlı bir biçimde dönüştürülmesi için potansiyel olarak ge­
niş çaplı imkânlara da sahiptir.
DOKUZUNCU BÖLÜM
Yurttaşlığın Oluşturulması

Liberalizm -tem sile dayanan devlet sanatının vazgeçilmez bir par­


çası olan siyasi teori- egemenlik gücünün en üst noktaya çıktığı seçim
anında oy kabininde çeşitli seçenekler arasında bir tercih yaparak ba­
ğımsız iradesini ortaya koyan, kendi kaderini belirleme gücüne sahip
bireyin liberal teorinin indirgenemez birimi olduğunu ileri sürer. Top-
lumumuz bu bireyci vizyonu kayda değer bir ciddiyetle ele alarak, dur
durak bilmeden her fırsatta kendi çıkarını en yüksek düzeye çıkaran
egemen bireye özel bir önem atfeder. Bu bireylerin -k âr elde etme
arayışı üzerindeki çoğu kısıtlamadan m uaf olmak da içinde olmak
üzere- birtakım özgürlüklere sahip oldukları söylenir. Gerçekten de
Amerikan ideolojisinde özgürlük, genellikle destansı bir bireycilik, ba­
ğımsızlık, özerklik ve girişimcilik ile bütünleştirilir.
Ancak o çok övülen özerk birey, gerçekte bir kurgudan ibarettir.
Hiç kimse -ister varlığını kişisel anlamda idame ettirdiği özel hayatta,
isterse de varlığını komünal anlamda idame ettirdiği topluluk haya­
tında- toplumsal bir bağlantıdan özerk ya da bağımsız olamaz. Ayrıca
özgürlük de yalnızca özerklik ve bağımsızlık kavramlarıyla açıklana­
maz, çünkü bu kavramlar temelde “bir şeyden özgür olmaya” -d ah a
doğrusu, toplumsal özgürlüğe karşı bireysel özgürlüğe- ilişkin negatif
kavramlardır. Özerklik, bireyin toplumsal ve siyasi özgürlüğünü ge­
nişletmediği gibi bu özgürlüğün altını da oyar. Nihayetinde özerklik;
karşılıklı bağımlılıkları, karşılıklı ilişki yapısını, özgürlüğün dayandığı
sivil ve toplumsal temeli harap ederek özgürlüğü etkisiz hale getirir.
Bireyciliğin karşıtı olan bireysellik, paradoksal bir biçimde bağım­
sızlıktan değil, toplumsal karşılıklı bağımlılıktan vücuda gelir; çünkü
bireyin içerisinde hareket ettiği bağlamı topluluk desteği ve dayanışma
oluşturur. Max Horkheimer’in belirttiği gibi “bağımsızlık, özgürlük
arzusu, duygudaşlık ve adalet duygusu gibi en hayran olunan kişisel
özellikler bireysel oldukları kadar sosyal erdemlerdir. Her yönüyle ge­
lişmiş bir birey, her yönüyle gelişmiş bir toplumun sonucudur. Bireyin
kurtuluşu onun toplumdan kurtarılması ile değil, toplumun atomlaş-
madan -kolektivizasyon ve kitle kültürü dönemlerinde doruk nok­
tasına ulaşabilecek bir atomlaşmadan- kurtarılması ile gerçekleşir.” 7
Atomlaşmış bir toplum, kesinlikle doğrudan demokrasinin gerek­
tirdiği olgun, aktif bir yurttaşlığı teşvik etmez. Daha önce gördüğü­
müz üzere, günümüzün kide toplumlarında yurttaşlar “seçmene” ve
“vergi mükellefine” indirgenmektedir. Devlet ve kapitalist sistem yurt­
taşların egemenliğini arttırmak yerine onlara çocuk muamelesi yap­
maktadır. Kendisini bir aile reisi olarak tasavvur eden devlet, yurttaşlar
adına -büyük olasılıkla onların iyiliği için- sivil hayatı yönetmekte,
fakat bunu yaparken onların bağımlılığını ve tabiliğini sürekli kılmak­
tadır. Bu sırada kapitalizm de yurttaşları güce değil; pazarlıklara aç­
lık duyan talihsiz, doyumsuz tüketicilere dönüştürmek için her yolu
denemektedir. Yurttaşların edilgenliği ve kendilerini gerçekleştirmede
devlet süreçlerine bağımlı olmaları, onları -ister güçlü kişilikler ister
güçlü kurumlar tarafından uygulansın- manipülasyona açık hale ge­
tirmektedir.
Kitlelerin oy kabininin sağladığı gizlilik içinde oy vermesi, aktif
bir siyasi hayatın soluk bir ikamesinden başka bir şey değildir. Burada
adaylar için yapılan kişisel tercihler, tıpkı bir piyasa araştırma anketin­
deki tüketici tercihleri gibi kaydedilir, çizelgelere dökülür ve ölçülür ve
bunun ardından da bir sonraki aday grubu için daha etkili pazarlama

7 - Max Horkheimer, The Eclipse of Reason (New York: Oxford University Press,
1942), s. 135.
stratejileri tasarlamak amacıyla işlenir.
Yurttaşların siyasi hayata katılımının ve demokrasinin kapsamını
genişletmek için bazı gözlemciler, insanların belirli konular hakkında
oy kullanmasını sağlayan referandum gibi “demokratikleştirici” araç­
ların kullanımının yaygınlaştırılmasını önermişlerdir. Fakat referan­
dumlar yalnızca önceden formüle edilmiş seçenekler sunar, politika­
ların kolektif bir biçimde formüle edilmesine ya da geniş çeşitlilikteki
olanakların ifade edilmesine izin vermez. Adaylar için yapılan kitlesel
oylamada olduğu gibi referanduma sunulan konular için yapılan kit­
lesel oylama da siyasi katılımı tercihlerin kaydedilmesine indirgemeye
devam eder. Yurttaşları tüketiciye, genel idealleri kişisel zevklere, siyasi
fikirleri de yüzdelere indirger.
Bir gerçeklik -bireylerin paternalist, devletçi seçeneklerin pasif tü­
keticileri olması gerçeği- liberalizmin, kendisini ve çevresini kontrol
edebilen, kendi kaderini belirleyebilen özerk birey idealinden ancak
bu kadar uzak olabilirdi. Yine de özerklik ideali; devlet, kentleşme,
hiyerarşi ve kapitalizm tarafından yoğun bir şekilde zayıflatılan günü­
müz kitle toplumlarında hâkim ideolojidir. Bu şekliyle ideoloji yalnız­
ca bir düzmece değil, aynı zamanda acımasız bir şakadır.

Yurttaşlık
Özgürlükçü yerel yönetimcilik, her şeye rağmen, elit bir devlete olan
pasif bağımlılığın insanın siyasi varlığının nihai durumu olmadığını
ileri sürer. İnsanların sosyal canlılar olarak diğer canlılardan ayrılma­
sını sağlayan bazı özelliklerden -özellikle onların akıl yürütme kapasi­
telerinden, karşılıklı bağımlılıklarından ve dayanışma ihtiyaçlarından-
dolayı daha aktif bir varoluş biçiminin mümkün olduğunu savunur.
Özellikle insanlar arasındaki karşılıklı bağımlılık ve dayanışma, yurt­
taşlığın -dolayısıyla, siyasi alanın yeniden yaratılmasının ve yerel doğ­
rudan demokrasinin- psikolojik; daha doğrusu moral zemini haline
gelebilir.
Özgürlükçü yerel yönetimci bir toplum yaratmak, esasında top­
lumsal ilişkileri değiştirmeye -devletin, kentleşmenin, hiyerarşinin
ve kapitalizmin yerine yerel siyasi alanı temel alan işbirliğine dayalı,
doğrudan demokratik kurumlar getirmeye- bağlıdır. Fakat böyle bir
toplumun başarısı, toplumu meydana getiren yurttaşların karakter
özelliklerine de bağlıdır.
Bu tür bir toplum, pasif bir vergi mükellefi ve seçmenden iba­
ret olan günümüz yurttaşının sahip olduğundan daha farklı türde bir
karakter gerektirecektir. Siyasi alanın aktif ve yenilikçi sakinleri olan
yurttaşlar, günümüzde yaygın olmayan ya da yaygın olduğu yerlerde
yüksek sesle ilan edilmeyen karakter güçleri, sivil değerler ve kamu
menfaatine bağlılık geliştirecektir. Bu kişisel nitelikler, demokratik
olarak siyasi katılım gösterme kapasitesine sahip olan olgun yurttaşla­
rın karakter yapısını oluşturacaktır.
Bu erdemlerin en önemlileri dayanışma ve akıldır. Aslına bakılır­
sa topluluğun varlığı; topluluğun, geleceğini her yurttaşın dayanışma
duygusuna ve akılcılığına emanet edebilmesine bağlıdır.
Yurttaşlık, tüm tanımlarında ön koşul olarak kamu menfaati­
ne -yani dayanışmaya- bağlılığı gerektirir. Günümüzde hâkim olan
şüpheciliğe tezat oluşturacak bir biçimde olgun, aktif yurttaşlar, siyasi
topluluklarının devamının bu topluluğu aktif bir biçimde destekleme­
lerine ve ona katılım göstermelerine bağlı olduğunu anlayacaklardır.
Topluluklarına karşı görev ve yükümlülükleri olduğunu anlayacaklar
ve topluluktaki herkesin aynı yükümlülüklerle bağlı olduğunun far-
kındalığıyla bunları yerine getireceklerdir. Topluluğun varlığını müm­
kün kılan şeyin, tam da bu ortak çaba ve sorumluluklar olduğunu
anlayacaklardır.
Günümüzde yerden yere vurulan diğer bir vasıf olan akıl da doğ­
rudan demokrasi için can alıcı önemde olacaktır. Belirli bir sorunun
üstesinden gelmek için topluluğun benimsemesi gereken en iyi ha­
reket tarzının değerlendirilebilmesi için yurttaşların muhakeme etme
yetenekleri mudak surette gerekli olacaktır. Bir konu hakkında yapıcı
tartışmalar yapılabilmesi için duygu yüklü, içgüdüsel partizanlıktan
ziyade akıl gerekli olacaktır. Tüm yurttaşların birbirlerine karşı adil ve
destek verici bir şekilde davranmasını sağlamak amacıyla yurttaşların
sahip olabileceği kişisel önyargıların üstesinden gelmede akıl vazgeçil­
mez olacaktır. Özel mülkiyeti ve kâr peşinde koşan girişimci ruhunu
yeniden canlandırma yolunda bir girişim olursa, yurttaşların neden bu
çabalara aktif bir biçimde karşı çıkılması gerektiğinin farkına varma­
ları için -özellikle de duygusal açıdan karşı konulamayacak bir şekilde
kişisel çıkarlarına seslenileceğine kuşku olmadığından- akla ihtiyacı
olacaktır. Yurttaşlar, topluluğun menfaatini desteklemeye yetecek öl­
çüde güçlü olabilmek için büyük bir metanetin ve sağlam bir karakte­
rin yanı sıra akla da ihtiyaç duyacaklardır.
Bu, özgürlükçü yerel yönetimci bir toplumda kadın ve erkeklerin
kendilerinden tamamen fedakârlık etmesi ve kendilerini kolektifliğe
tabi kılmaları gerektiği anlamına gelmez. Tam tersine, her birey aynı
zamanda aile üyeleri, kendisine yoldaş seçtiği arkadaşlar ve üretim fa­
aliyetleri için bir araya geldiği çalışma arkadaşlarıyla birlikte kişisel bir
alanda yaşayacaktır. Güçlendirilmiş bir yerel toplulukta kişisel ilişki­
ler, büyük bir ihtimalle, komşuların genellikle birbirlerini tanımadığı
ve bireyin desteklenmesi için gereken tüm kişisel işleri -b ir zamanlar
daha geniş bir topluluk ve geniş aile tarafından paylaşılan işleri- yalıtıl­
mış çekirdek ailenin yapmak zorunda olduğu bugünkünden çok daha
zenginleştirici olacaktır. Karşılıklı bağımlılık hali bireyler arasındaki
belli bir derece karşılıklılığa işaret eder. Cesaret gerektiren bir deneyin
katılımcıları olarak yurttaşlar, sorumlulukların paylaşdması konusun­
da birbirine bel bağlayacak ve birbirlerinin güvenine layık olduklarını
kanıtlamalarıyla birlikte birbirlerine güvenmeye başlayacaklardır.
Aslında bireysellik ve topluluk karşılıklı olarak birbirini yaratacak­
tır. Yurttaşların aldığı komünal kararlar, içerisinde yaşadıkları toplum­
sal bağlamı şekillendirecektir. Siyasi alan kişisel alanı güçlendirerek,
özel alan da siyasi alanı zenginleştirerek birbirlerini sağlamlaştıracaktır.
Bu karşılıklı süreçte bireysel olan ve kolektif olan, birinin diğerine tabi
olması yerine birbirini besleyecektir.
Aralarındaki birçok farka rağmen antik Atina demokrasisinin
yurttaşları, genellikle yurttaşlığı zorunlu olarak kendini inkâr etme so­
rumluluğu olarak değil, kendini ifade etmenin en hakiki biçimi olarak
algılarlardı. İnsanların doğuştan siyasi varlıklar olduğuna ve siyasi ka­
tılımın insan doğasının bir parçası olduğuna inanırlardı. Özel çıkarları
kamu menfaatinin önüne koyan bir siyasete açıkça karşı çıkarlardı.
Topluluğun kayda değer dayanışma duyguları ve akla olan bağlılığı,
topluluğun tüm üyelerinin ortak görev ve sorumlulukların bilincinde
olmasına temel oluştururdu. İki bin yılı aşkın bir süre sonra bu anlayı­
şın başka bir versiyonu, Birinci Sosyalist Enternasyonel’in -toplumsal
anarşistlerin ve Marksistlerin benzer bir şekilde devrimci sosyalizm eti­
ğinin bir parçası olarak benimsediği- düsturunda ifade buldu: “Görev
olmadan hak, hak olmadan görev olmaz.”

Paideia
Devlet otoritesi “yurttaşın” doğuştan yetersiz, mantıksız, toy bir bi­
rey olduğu ve bu yüzden kendisiyle ilgili işlerin uzmanlar tarafından
ele alınması gerektiği varsayımına dayanırken özgürlükçü yerel yöne­
timcilik bunun tam tersi bir varsayımda bulunur. Her yurttaşın de­
mokratik siyasete doğrudan katılmasına yetecek ölçüde yetkinlik ve
mantık potansiyeline sahip olduğunu düşünür. Eğitim ve deneyimle
yurttaşların tartışma yürütebileceklerini, barışçıl bir biçimde karar ala­
bileceklerini ve sorumlu bir biçimde seçimlerini uygulamaya koyabile­
ceklerini varsayar. Siyasetin uzmanlara bırakılamayacak kadar önemli
olduğunu ve amatörlerin -sıradan insanların- sorumluluk alanı haline
gelmesi gerektiğini düşünür.
Amatörlüğe olan bu yönelim, daha önce de gördüğümüz gibi,
Atina polis’inde çok yaygındı. Birkaç küçük istisna dışında görevliler
seçimle değil, kurayla belirlenirdi. Çoğu görevli, her yurttaşın çoğu
görevin gerekleriyle başa çıkabilecek bir siyasi yeterliliği olduğu pren­
sibiyle esasen rastgele seçilirdi.
Bu yüzden amatör bir siyaset, yurttaşların herhangi bir “uzmanlar”
elitinin yönetimden sorumlu olmamasını sağlayacak şekilde son de­
rece yüksek bir siyasi olgunluğa ulaşmış olduğunu varsayar. Bununla
birlikte yurttaşlık için gerekli olan pratik ve erdemler, en başından
itibaren insan ruhundan kaynaklanmaz. Bunlar, daha ziyade, tüm
medeni davranışlar gibi özenli bir eğitimin sonucunda ortaya çıkar.
Çocuklar bu pratikleri belli bir ölçüde ailelerinden öğrenir. Küçük
yaştaki çocuklara genellikle karşılıklı ödün vererek uzlaşma ve paylaş­
ma öğretilirken daha büyük yaştaki çocukların kendi kendine yeterli
olmayı ve eleştirel düşünmeyi öğrenmesi mümkündür. Fakat çoğun­
lukla, yurttaşlığın gerektirdiği belirli yetkinlik ve erdemlerin, karakter
oluşumunu içeren belirli bir siyasi eğitim aracılığıyla bilinçli bir şekil­
de geliştirilmesi gerekir.
Atinalılar bu eğitime paideia -yurttaşlık için gerekli olan sivil ve
etik özelliklerin kasıtlı bir biçimde geliştirilmesi- derdi. Bu özellikler
yalnızca etik erdemleri değil, aynı zamanda topluluk ve değerleri ile
tam bir özdeşleşmeyi ve topluluğa karşı sorumlu olma duygusunu da
içerirdi. Paideia, sivil bir meclisi muntazam, toleranslı, işlevsel ve ya­
ratıcı tutmak için gerekli olan akılcı kısıtlamaları ve adap kurallarını
bildirirdi. Bu “medenileşme” sayesinde kişisel çıkarlarıyla hareket eden
bireyler tartışmaya hevesli, akılcı ve etik bir örgütlü halk kidesine dö­
nüşürdü.
Peki, günümüzde paideia nerede ve nasıl uygulanacaktır? Okul
dersliklerindeki akademik eğitim yetersizdir ve paideia’yı teşvik etme­
nin çok uzağında olan kitle medyası da yalnızca onun altım oyma
becerisine sahiptir. Aslında yurttaşlığın ve onu destekleyen karakter
yapısının okulu, siyasi alanın kendisidir. Yurttaşlık, demokratik siyasi
katılım sürecinde -bilgi, eğitim, tecrübe ve mantığın ortaya çıkması­
na yol açacak bolca tartışma ve karşılıklı etkileşimin gerçekleştiği bir
süreçte- yaratılır. Yurttaş, karar alma sürecinde hem bireysel hem de
siyasi bir varlık olarak gelişir; çünkü yurttaşlar kendi siyasi faaliyetle­
rinin bir sonucudur. Siyaset okulu, uygulamada siyasetin kendisidir.
Ancak en sonunda yurttaşlığın gelişimi salt bir eğitim değil, bir sa­
nat haline gelecektir. Her estetik ve kurumsal araç, yurttaşların ortaya
çıkmayı bekleyen saklı yetkinliklerinin gerçeğe dönüştürülmesi için
kullanılacaktır. Toplumsal ve siyasi hayat, ateşli tartışmalara duyulan
ihtiyacı inkâr etmeden gerekli olduğunda farklılıkların bir karara bağ­
lanması yönünde derin bir duyarlılık geliştirmeyi teşvik etmek ama­
cıyla bilinçli bir şekilde düzenlenecektir, işbirliği ve sivil sorumluluk,
girişkenliğin ve karşılıklı bağımlılığın ifadeleri haline gelecektir.

Günümüzde Yurttaşlık
Belki de yeni ortaya çıkan özgürlükçü yerel yönetimci hareketin karşı
karşıya olduğu en büyük görev, bilinçli bir şekilde yurttaşlığın etik
geleneklerini yeniden hayata döndürüp onların kapsamını genişlet­
mek ve bu gelenekleri aşılayacak bir kamu alanı yaratmak olacaktır.
Elbette, içinde bulunduğumuz kuralsızlık (anomi) ve egoizm çağında
bu görev göz korkutucu görünmektedir. Aktif yurttaşlığın erdem ve
pratikleri günümüzde birçok insana yabancıdır. “Siyaset” hakkındaki
şüphecilik bir salgın haline gelmiştir ve bir kimsenin “kamu menfaa­
tini” ailevi çıkarlarını bırakın, kişisel çıkarlarının dahi önüne koyabi­
leceği yönündeki tüm önermeler alaycılıkla karşılanma eğilimindedir.
“Siyasete” olan güvensizlik ve hatta düşmanlık iliklerimize işlemiştir.
Ancak durumu daha dikkatli bir biçimde incelersek, halkın öfke­
sinin hedefinin siyaset değil, devlet olduğunu görürüz. Üstelik devlete
yöneltilen öfke, onun kamu menfaatini değil; bir dizi efendiyi temsil
etmesi nedeniyle sağlıklı ve meşrudur. Ne yazık ki günümüzde siyaset
o kadar devlet sanatıyla özdeşleştirilir ki birçok insanın devlete olan
düşmanlığı onların siyasete yönelik tutumunu da zehirler ve bu in­
sanlar kendilerini güçlendirebilecek ve kuralsızlığın yerine topluluğu,
toplumsal zayıflığın yerine toplumsal güçlenmeyi getirebilecek ilkelere
düşman hale gelirler.
Yine de sivil bir etik yaratma görevi, ilk bakışta göründüğü ka­
dar korkutucu olmayabilir. Yurttaşların sahip olması gereken gücün
yeniden ele geçirilmesi ve özgürlükçü yerel yönetimci bir toplum-ya-
ratılması süreçleri, günümüzde anlam için duyulan yaygın açlığı gide­
recek bir gıda sunarak popüler bir hale gelebilir. Bu süreçler, insanların
amaçsız görünen özelleşmiş hayatlarına bir amaç duygusu kazandıra­
bilir ve böylelikle insanlar kendi arzularını tatmin etmenin ötesinde
uğruna yaşayabilecekleri bir şeye sahip olabilirler. Bu amacı yerine ge­
tirebilmek için tüm güç ve yeteneklerini seferber edebilir ve bu süreç­
te asla öngöremeyecekleri şekillerde gelişim gösterebilirler. Hareketin
amaçlarının yerine getirilmesi, onların çocuklarının endişe, edilgenlik
ve teslimiyet duygulan yerine dayanışma duygusuyla yaratıcı bir şekil­
de yaşayabilecekleri daha iyi bir toplum yaratacaktır.
Bu yüzden hareket, kentleşme ve ulus devlete karşı çıkan bir seçim
programından daha fazlasını sunmalıdır. Yalnızca mevcut toplumun
suistimalleri hakkında ahlaki yargılarda bulunmakla kalmayıp yurttaş­
lığın erdemlerini yansıtan etik bir ideal de sunmalıdır. Günümüzdeki
hayatın anlamsızlığının ve önemsizliğinin yerini almak üzere daya­
nışma ve özgürlüğe ilişkin radikal idealler sunmalıdır. Sosyalist hare­
ketlerin geçen yüzyılda ileri sürdüğü etkileyici manifestolar gibi, hem
manevi hem de maddi bir dönüşüm -v e her ikisini de destekleyen bir
etik- için çağrıda bulunmalıdır.
Yurttaşlık eğitimi ve paideia, özgürlükçü yerel yönetimci hareke­
tin -çalışm a grubundan yerel meclise ve konfederasyona kadar- her
aşamasının ayrılmaz bir parçasıdır. Hareket, oluşturduğu ilk tartış­
ma gruplarında ve konuşma forumlarında, herkesin katılımına açık
olarak gerçekleşen kafe ve restoranlardaki tartışmalarda, evlerde, in­
sanların toplandığı her yerde ve özellikle de hareketin kendi içinde,
kendi toplantılarında bu süreci başlatmalıdır. Buralarda siyasi adetler
konusunda tecrübesiz olan kimseler, topluluk içinde ve komşularının
karşısında siyasi görüşlerini açıklamaya ve onlarla akılcı bir biçimde
tartışmaya alışabileceklerdir. Yurttaş meclisleri kurulduğunda, kamu
politikası formüle ederken sorumluluk ve dayanışmanın belirleyici
olacağı bu meclislerde de paideia —daha formel bir temelde- devam
edecektir.
Bu yurttaşlık eğitimi, tam da bire bir temelde icra edildiği için
karşılıklı kişisel etkileşim ve güven -v e yurttaşlık için gereken bir
dayanışma- geliştirmeye yardımcı olacaktır. Sürekli ve ciddi bir siya­
si katılım, önyargıları ve dar görüşlü duyarlılıkları ortadan kaldırıp
onların yerine işbirliği ve karşılıklı bağımlılığa ilişkin bir farkındalık
getirmeye yardımcı olacaktır, insanlar aktif yurttaş haline geldikçe di­
ğer yurttaşlara sadakatin anlamını ilk kez ya da yeniden öğrenecekler
ve davalarım başarıya ulaştırmaya olan bağlılıkları da cesaretlerini ve
cömertliklerini derinleştirip güçlendirecektir.
Sürekli bir siyasi katılımla pekiştirilen paideia; yerel meclisler daha
fâzla yurttaşı kendisine çektikçe, daha fazla güç kazandıkça ve diğer
yerel yönetimlere daha fazla yayıldıkça etkisini arttıracaktır. Yine de
bu gelişmeler yalnızca bir başlangıç noktası olacaktır. Toplumun ye­
niden yapılandırılmasına yönelik bir mücadeleye ciddiyetle katılmak,
kişiyi dönüştüren ve güçlendiren bir eylemdir. Bir yurttaşlık eğitimi
sürecinden geçip hareketi yaratma sürecini başlatan kişiler, çalışmala­
rını tamamladıklarında siyasi açıdan daha olgun varlıklara dönüşmüş
olacaklardır.
ONUNCU BÖLÜM
Yerelcilikve Karşılıklı Bağımlılık

Her biri bağımsız bir şekilde karar alan çok sayıda yerel meclisin
manzarada yer alması olanağı, birçok düşünen insanın zihninde soru­
lar ortaya çıkarır. Doğrudan demokrasi ve katılımcı yurttaşlığın kâğıt
üzerinde kulağa çok hoş geldiğini itiraf ederler, ama onlara göre böyle
bir parçalanma çok büyük bir ihtimalle halkın güçlenmesiyle değil,
kaosla sonuçlanacaktır. Büyük ihtimalle her meclis, diğerleri zararına
kendi çıkarlarını geliştirmeye çalışacaktır.
Üstelik bu insanlar itirazlarını devam ettirerek modern endüstriyel
toplumların kasaba ve mahalleler kadar küçük siyasi oluşumlarla yö­
netilmek için fazla büyük ve karmaşık olduklarını savunurlar. Özellik­
le ekonomik hayat birbiri içine geçmiş ve küreselleşmiştir; yerel toplu­
lukların üretim ve ticaretin talep ettiği bir verimlilikte bilinçli kararlar
alması beklenemez. Doğaları gereği toplumlarımız, çökmelerine engel
olunması için geniş ölçekte bir hükümet gerektirmektedir. Bize garan­
ti edildiği üzere devlet bu amaç için kusursuz bir araçtır -gen iş bir alan
için politikaların belirlenmesine ve yürürlüğe konulmasına izin verir.
Mevcut toplumun piyasa ekonomisini işbirliğine dayalı ekonomi­
lerle değiştirmek isteyen sosyalist veya ütopyacı kuşağın düşünürleri­
nin bile yerel demokrasi hakkında şüpheleri olabilir. Ne kadar demok­
ratik olursa olsun hiçbir yerel yönetimin büyük ekonomik ve sınıfsal
çıkarların baskılarına kendi başına direnemeyeceği şeklinde bir itiraz­
da bulunurlar. Onlara göre, işbirliğine dayalı bir topluma ulaşmak için
devlet -kapitalist işletmelerin sınırsız kâr güdüsünü dizginleyebilmesi
için önemli bir güce sahip olan bir devlet- vazgeçilmez olacaktır.
Yine de diğer eleştirmenler, küçük toplulukların kendi içine kapalı
olmaları yüzünden dar görüşlü hale gelmeye meyilli oldukları yönün­
de bir itirazda bulunurlar. Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu günü­
müz toplumunda bile yerel alanlar, değer verdikleri kendilerine özgü
adetlerden fazlasıyla hoşnuttur; ama bu alanların siyasi vizyonlarının
kapsamı daraltılarak bugün bulunduğu ulusal düzeyden görece küçük
bir kasaba ya da mahalle düzeyine çekilirse bu alanlar daha geniş bir­
likler oluşturmayı ihmal etme pahasına kendi içlerine çekilebilirler.
Adaletsiz ya da ayrımcı yerel adetlerin gerici muhafızları haline gelebi­
lirler. Bu adetlere karşı çıkılırsa savunmaya geçebilir ve hatta şovenist-
leşebilirler. içerisinde haksızlıklar ve hatta zorbalıklar barındıran bir
tür yerel kabilecilik ortaya çıkabilir.
Şovenist bir yerel yönetimin yurttaşları -yurttaş meclisinde de­
mokratik bir biçimde çoğunluk kuralına göre yapılan bir oylamay­
la- topluluklarında yalnızca beyaz insanların yaşayabileceğini bile
kararlaştırabilirler. Açıkça ten renkleri farklı olan insanlara karşı ay­
rımcılık yapmaya karar verebilirler. Kadınları veya gey ve lezbiyenleri
ya da başka bir grubu kamu hayatından dışlama kararı alabilirler. Bu
eleştirmenlere göre, ulus devletin insanları ayrımcılık karşıtı yasalara
uymaya zorlama gücü olmadan sivil hakların başarılı olma ihtimali
yoktur. Geleneksel Amerikan siyasetinde -eyalet hakları talep eden-
“ademimerkezileşme” eğilimleri genellikle beyaz ırkın üstünlüğünü ve
siyahilerin siyasi hayattan dışlanmasını desteklemiştir.
Son olarak, yerel alanların kendi kendini yönetmesine itiraz eden­
ler çevre sorunlarının insan yapımı siyasi sınırları tanımayacağını ile­
ri sürerler. Diyelim ki bir kasaba işlenmemiş atıklarını aşağı kıyıdaki
kasabaların içme suyunu sağladığı ırmağa döküyor. Bu tür bir sorun
yerel yönetimden daha geniş bir yargı düzeyinde ele alınmalıdır. Yal­
nızca her alanı kapsayan devlet, tasarrufunda bulunan baskı araçlarıyla
yukarı kıyıdaki kasabayı ortak su kaynağını kirletmekten alıkoyabilir.
Bu farklı argümanlar şu sonuçta birleşir: Daha iyi bir toplum oluş­
turmayı hedefleyen insanlar, doğrudan demokrasiye ilişkin umutsuzca
ütopik tasarıların peşinden gitmek yerine mevcut sistemi iyileştirme­
ye çalışmalıdır —halkın devletteki temsilini arttırmaya çabalamalıdır.
Elbette, ulus devlet karar alma yetkisini doğrudan sıradan insanlara
vermez, fakat bu güç en azından onların temsilcilerine verilir. Devlet,
bazı suistimallerden suçlu olsa da daha geniş çaplı suistimallerin engel­
lenmesi için çoğunlukla gereklidir.
Yüzeysel bir bakışla devletçi görüş ikna edici görünmektedir. İlk
olarak, günümüz dünyasının karmaşık olduğu doğrudur. Fakat toplu­
mun karmaşıklığı devlet denetimini gerekli kılacak ölçüde değildir. Bu
karmaşıklığın büyük bölümünü devletin kendisi ve kapitalist tipteki
işletmeler yaratır. Ulus devlet ve kapitalizmin saf dışı edilmesi, onların
muazzam bürokratik “karmaşıklıklarını” ortadan kaldırarak toplumu
büyük ölçüde basitleştirecektir.
İkinci olarak, devletsiz toplumlarda ayrımcılığın ve diğer insan
hakları ihlallerinin ortaya çıkması mümkün olsa da bu ihlallerin
devletli toplumlarda da ortaya çıkması mümkündür -v e bu ihtimal
büyük bir sıklıkla gerçekleşmiştir. Ulus devletler ırksal ayrışmadan
apartheid’e, kölelikten soykırıma, çocuk işçilerden patriarkacılığa ve
cinsel azınlıkların düşmanca muamelelere maruz bırakılmasına kadar
değişen suistimallerde bulunmuştur. Gerçekten de insan hakları ihlal­
leri genelde devletler tarafından gerçekleştirilegelmiştir.
Son olarak, birçok toplumsal ve çevresel sorunun yerel yönetimle­
rin sınırlarını aştığı ve hiçbir yerel yönetimin tek başına bu sorunları
anlamlı bir şekilde ele alamayacağı elbette doğrudur. Ayrıca bazı yerel
yönetimlerin dar görüşlü bir hale gelebileceği ve diğerlerinin özgür­
lüklerini çiğneyebileceği de doğrudur. Küçük olan zorunlu olarak gü­
zel değildir ve yerel özerklik kendi başına yerel yönetimlerin aydın ya
da özgür olmalarını garantilemez. Son olarak, yerel yönetimin büyük
toplumsal güçlere meydan okumak için görece güçsüz olduğu -izole
bir şekilde mücadele ederken pek bir tehdit oluşturmayacağı- da doğ­
rudur.
Yani, devletçi eleştirmenler yerelciliğe yönelttiği itirazlarında hak­
lıdır. Fakat özgürlükçü yerel yönetimcilik yerel siyasi gücü arttırmaya
vurgu yapsa da tamamen yerelci bir felsefe değildir. Özgürlükçü yerel
yönetimcilik yurttaşların özgür, demokratik bir toplum yaratması ve
sürdürmesi isteniyorsa yerel yönetimin ötesine geçen bir çeşit orga­
nizasyonun gerekli olduğunu kabul etmektedir. Mutlak bir yerelcilik
ve ademimerkeziyetçiliğin en az devletçilerin ortaya koydukları kadar
nahoş sonuçları vardır.

Yerelcilik ve Ademimerkeziyetçilik
Bugünkü radikal-çevreci siyasi düşünürlerin çoğu alternatif bir toplu­
mun nasıl yaratılabileceği sorununu ele aldıklarında yaşam tarzlarını
basitleştirmeyi ve yerel düzeyde bu daha basit yaşam tarzlarına uygun
düşen daha basit yaşam alanları kurmayı düşünürler. Bugün toplu­
mun aklımıza soktuğu doyumsuz tüketim modelinden vazgeçmemiz
ve kendimizi biyobölgenin -yani, sınırları bir su havzası ve dağ dizisi
gibi doğal sınırlarla çizilmiş doğal bir yerin- üyeleri olarak yeniden ta­
sarlamamız gerektiğini savunurlar. Onlara göre ihtiyaç duyduğumuzu
düşündüğümüz malların sayısını azaltmamız ve toplumun da büyük
ihtimalle doğal dünyayı tahrip etmekte olan teknolojiden kurtulması
gereklidir. Özellikle de daha zengin uluslar tüketim düzeylerini kap­
samlı bir biçimde azaltmalı ve iktisadi üretimin teknolojik temelini
ortadan kaldırmalıdır.
Alışveriş merkezi toplumu yerine kendi “evimizin”, kendi yerel
alanımızın -yapabildiğimiz ölçüde- kendine yeterli hale geldiği ade-
mimerkezileşmiş bir toplum inşa etmeliyiz. Basit aletler kullanan yerel
imalat firmaları oluşturmalı; gıda kooperatifleri gibi yerel kooperatif­
ler yaratmalı, mümkünse parayı ekarte edip takas yöntemini ya da
alternatif bir para birimi benimsemeliyiz. Bu noktadan sonra kendine
yeterli yerel topluluklar toplumdaki hâkim görüş ve pratiklerin dışına
çıkarak kendi başlarına hayatta kalabilirler. Yavaş yavaş bu topluluklar
sayıca artacak ve daha insani bir ölçeğe sahip, ekoloji dostu bir toplum
yaratacaktır.
Bu tür biyobölgeci çağrılar, bazı yönlerden -özellikle de rekabetçi
ekonomiye, metalaştırmaya ve yapay ihtiyaçların yaratımına yönelik
itirazları ve toplumu ekolojik olarak daha iyicil çizgilerde yeniden inşa
etme arzuları açısından- özgürlükçü yerel yönetimcilikle benzerlik
gösterir. Hem biyobölgecilik hem de özgürlükçü yerel yönetimcilik
-ikisinin de toplumun ademimerkezileştirilmesi çağrısında bulunması
yönünden- yerel alanların öneminin arttırılmasına büyük önem verir.
Fakat bu benzerliklerin birçoğu yüzeyseldir. Özgürlükçü yerel yö­
netimcilik yerel düzeyi güçlendirmeyi hedeflese de, toplumu ve doğal
dünyayla ilişkimizi yeniden kurmaya aracılık edecek bir ilke olarak
yerel düzeyde kendine yeterliliği müthiş ölçüde yetersiz görür. Hiçbir
yerel alan -h atta doğrudan demokrasiyle yönetilen bir yerel yönetim
bile- kendi kendine yeterli olamaz. Üretimi ademimerkezileştirme-
ye çabalarken tam bir kendine yeterliliğe ulaşmak yalnızca imkânsız
değil, aynı zamanda arzu edilmeyen bir durumdur. Her türden yerel
yönetim birbirine bağımlıdır (öyle de olması gerekir) ve birçok or­
tak meseleye sahiptir. Hele topluluklar ekonomik hayatlarında hiçbir
zaman özerk olmamalıdır. Her topluluk kendi arazisinden elde ede­
bileceğinden çok daha fazla kaynağa ve ham maddeye ihtiyaç duyar.
Ekonomik bağımlılık gerçek bir durumdur; rekabetçi piyasa ekono­
misinin veya kapitalizmin bir fonksiyonu değil, en azından Neolitik
dönemden bu yana toplumsal hayatın bir fonksiyonudur. Çiftçi ve
zanaatkârlar bile birbirine bağımlıdır: Çiftçiler saban, çapa, kürek ve
benzeri araçların üretimi için madenlere, fabrikalara ve demirhanelere
bağımlıyken; zanaatkârlar da çok çeşitli kaynaklardan elde edilecek
araç ve ham maddelere bağımlıdır.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik, var olan birçok üretim teknolo­
jisini bir kenara bırakmaz. Aslında teknolojinin ekolojik krize neden
olduğu yönündeki popüler eko-mistik inanca karşı çıkar. Çoğu tek­
noloji ahlaki açıdan nötrdür (herhangi türden bir nükleer güç bunun
istisnasıdır); ekolojik tahribata neden olan şey, teknolojiler değil; onla­
rı yıkıcı amaçlar için kullanan sosyal düzenlerdir -özellikle de kapita­
lizmdir. Çoğu teknoloji soylu ya da aşağılık amaçlar için kullanılabilir;
bunlar yalnızca içerisine entegre edildikleri sosyal ilişkilerin yarattığı
sonuçların etkisini arttırır.
Kuşkusuz, bugün birçok teknolojinin hizmet ettiği soylu amaç­
lardan biri zahmetli işlerin azaltılması ya da ortadan kaldırılmasıdır.
Yalnızca en basit teknolojileri kullanarak basit yaşamayı savunanlar,
görünüşe göre “basitleştirilmiş” bir topluluğun, üyelerinin ihtiyaç
duyduğu her şeyi yalnızca el aletleri ve basit çiftçilik teknolojileriyle
üretmeye çalışması halinde topluluk üyelerinin her gününün sanayi
devriminden önce yaygın olan yıpratıcı, zahmetli işlerle dolu olaca­
ğının farkında değillerdir. Bu zahmetli işler, sanayi devrimi öncesinde
yaşayan insanları -özellikle de kadınları- vaktinden önce yaşlandır-
makla kalmamış, aynı zamanda onlara siyasi hayata katılmaları için de
çok az bir zaman bırakmıştır.
Gerçekten de insanların önerildiği gibi yurttaş olarak siyasi haya­
ta tam anlamıyla katılabilmeleri için onlara bunu yapmak için yeterli
ölçüde boş zaman sağlayacak ekonomik ve teknolojik bir temele sahip
olmaları gereklidir. Yoksa hayatta kalmanın ve kişisel güvenliğin -özel
alanda yer alan- gerekleri siyasi katılımın önüne geçecektir.
Neyse ki ekolojik açıdan iyicil ve ademimerkezileşmiş bir toplum
yaratmak sonu gelmeyen zahmetli işlere geri dönmeyi gerektirmeye­
cektir. Toplumsal ekoloji (siyasi boyutunu özgürlükçü yerel yönetim-
ciliğin oluşturduğu fikirler bütünü) modern çağda üretim güçlerinin
muazzam ölçüde artmış olmasının asırlık maddi kıtlık problemini
tartışmalı bir hale getirdiğinin farkındadır. Günümüzde teknoloji, bir
zamanlar insan emeğiyle yerine getirilen işlerin otomasyonla yapılması
yoluyla boş zamanın muazzam ölçüde arttırılmasını mümkün kılacak
kadar gelişmiştir. Üretime gelince, zahmedi ve sıkıcı işleri ortadan kal­
dırmak; konforlu ve güvenli, akılcı ve ekolojik bir biçimde yaşamak;
özel amaçlardan ziyade toplumsal amaçlar için gerekli olan temel araç­
lar potansiyel olarak dünyadaki tüm insanların elinin altındadır.
Günümüz toplumlarında bu kıdık sonrası vaadi —yaşam araçları­
nın yeterliliği ve boş zamanın artması konusundaki vaat- ne yazık ki
yerine getirilmemiştir ve bu durum teknolojiden değil, onu kullanan
toplumsal düzenlerden kaynaklanmaktadır. Günümüz toplumunda
otomasyon, genellikle boş zamandan ziyade sıkıntılar yaratmıştır. Ya
insanların yaşam araçlarını elde edemediği işsizlikle ya da düşük üc­
retli hizmet işlerinde uzun saatler çalışmakla sonuçlanmıştır. Ekolojik
bir toplum, bu sorunların her ikisini de yaratan toplumsal düzenleri
ortadan kaldırarak teknolojinin bir kıtlık sonrası toplumu yaratma
potansiyelini gerçekleştirecektir. Günümüzün teknolojik altyapısının
büyük bir kısmını -otomatize edilmiş endüstriyel fabrikalar da buna
dâhil olmak üzere- koruyacak ve bunu hayatın temel ihtiyaçlarını kar­
şılamak amacıyla üretim yapmak için kullanacaktır. (Bu fabrikalar -e n
kötü ihtimalle- fosil yakıtlar yerine temiz, yenilenebilir enerjiyle çalı­
şacak şekilde dönüştürülecektir). Makineler bireysel ihtiyaçları karşı­
lamak için yeterli miktarda mal üretecek ve en külfedi işleri ortadan
kaldıracak, böylelikle de kadın ve erkekler siyasi hayata katılmak ve
zengin ve anlamlı özel yaşamlar sürmek için yeterince boş zamana sa­
hip olacaklardır.
Üretimin gelişmesi sayesinde kısmen gerçekleştirilen maddi kıtlığı
sona erdirme potansiyeli, bölüşüm alanında gerekli değişiklikler yapı­
larak tamamen gerçekleştirilecektir. Yani üretim güçlerinin mahsulle­
rine, bugün olduğu gibi -d ah a sonra bunları satmak yoluyla dünya­
nın geri kalanının kullanımına sunan- tek bir grup el koymayacaktır.
Bunun yerine üretim mahsulleri paylaşılacak; herkesin birbirinden
sorumlu olmasına vurgu yapan bir değer sisteminin ve aklın rehberli­
ğinde insanların onlara duyduğu ihtiyaca göre bölüşülecektir.
Bu tür bir bölüşüm iletişimin, hoşgörünün, canlandırıcı fikirlerin,
daha geniş bir ufkun ve herkesin yararına olan kültürel bir etkileşimin
varlığına işaret eder -k i bu etkileşim aynı zamanda şovenizmin ve bağ­
nazlığın ortaya çıkmasını engellemeye yardımcı olacaktır. Fakat ekolo­
jik bir toplumda paylaşım -eşitlikçi bölüşüm- yalnızca ahlaki bir ilke
olmakla kalmayacaktır. Kıtlık sonrası vaadinin yerine getirilebilmesi
için bölüşümün kurumsallaşması, kapsamlı bir örgütlü işbirliği ilke­
sinin yardımıyla somut bir toplumsal biçim kazanması gerekecektir.
Bu örgüdü işbirliği tam da demokratikleşmiş yerel yönetimlerin
-özellikle ekonomik hayattaki, ekolojik sorunlardaki ve insan hakları
meselelerindeki- karşılıklı bağımlılıklarından kaynaklanacaktır. Yani,
demokratikleşmiş yerel yönetimler yalnızca birbirine bağımlı olmakla
kalmayacak, aynı zamanda bu karşılıklı bağımlılığı doğrudan demok­
ratik bir şekilde kurumsallaştıracaktır.
ONBİRİNCİ BÖLÜM
Konfederalizm

Karşılıklı bağımlılığı devlete başvurmadan kurumsallaştırabilecek


ve aynı zamanda yerel meclislerin gücünü koruyabilecek siyasal ve
toplumsal bir örgütlenmenin genel ilkesi konfederalizmdir.
Konfederasyon, birkaç siyasi varlığın daha büyük bir bütün mey­
dana getirmek üzere içerisinde birleştiği bir ağdır. Konfederasyon ça­
tısı altında toplanma sürecinde daha büyük bir varlık oluşturulmasına
rağmen, konfederasyonu oluşturan daha küçük varlıklar onun içeri­
sinde eriyip kaybolmazlar. Konfederasyonun çatısı altında birleşirken
özgürlük, kimlik ve egemenliklerini korurlar.
Ekolojik bir toplumda demokratikleşme sürecinden geçmiş olan
-yani, tüzükleri yurttaş meclislerinin yerel yönetim birimindeki başat
siyasi gücü elinde bulundurmasını mümkün kılacak şekilde değiştiril­
miş olan- yerel yönetimler, yerel yönetim birimlerinin sınırlarını aşan
veya tüm bölgeyi ilgilendiren sorunları ele almak için bölgesel bazda
konfederasyonlar oluşturacaklardır. Bu konfederasyonlar toplulukla­
rın doğaları gereği sahip oldukları karşılıklı bağımlılığı, bu topluluk­
ları özgürlük ve egemenliklerinden mahrum etmeden kurumsallaştı-
racaktır.
Konfederasyon, yasaları kabul ya da reddetmek için oylama yapan
bir yasama organını içeren merkezi bir hükümet yerine tipik olarak
üye toplulukların politika ve uygulamalarını koordine eden bir dele­
geler meclisinde vücut bulur. Özgürlükçü yerel yönetimci bir politik
yapıda yerel yönetimler, delege göndererek bu tür konfederasyonlar
oluşturacaktır. Bu delegeler temsilci olmayacaktır; yani, bu delegelerin
amacı kendilerine temsil yetkisi veren ve kara cahil oldukları varsayı­
lan yurttaşları adına, onlar için yararlı olacağını düşündükleri şekiller­
de politika belirleme ya da yasa yapma olmayacaktır. Delegeler, bunun
yerine, yerel meclislerindeki yurttaşların isteklerini yerine getirmeleri
için yurttaşlar tarafından verilen sınırlı bir yetkiye sahip olacaklardır.
Delegelerin görevi, konfederal düzeyde yerel yönetimin isteklerini
iletmek olacaktır. Delegeler, konfederasyondaki diğer delegelerle bir­
likte birkaç üye topluluğun üzerine anlaşma sağladığı ortak amaçları
yerine getirmek ve kendi aralarında ortaya çıkabilecek farklılıkları bir
karara bağlamak için politikaları koordine edecektir. Tüm delegeler,
kendilerini vekil olarak görevlendiren meclislere karşı sorumlu olacak­
tır.

Tarihte Konfederasyonlar
Konfederal yapıların yeni bir tarihsel olgu olmadığı vurgulanmalıdır.
Tam aksine, yazılı tarihin şafağında ortaya çıkan ilk şehirler, tıpkı an­
tik Akdeniz dünyasında ve Orta Çağ Avrupası’nda yaptıkları gibi kon­
federal birlikler kurmuşlardı. Modern zamanların başlarında -u lu s
devletin günümüzde sahip olduğu hâkimiyeti kazanmasından önce-
konfederasyonlar ulus devletin uygulanabilir, temel bir alternatifi ola­
rak kayda değer bir önem kazanmıştı.
Şehirler devletin tecavüzlerine direnebildikleri zamanlarda bunu
genellikle konfederasyonlar oluşturmak üzere birleşerek başarmışlar­
dı. Kitabın beşinci bölümünde birlik ve konfederasyon oluşturan şe­
hirlerin birkaç örneğini gördük, fakat henüz değinmemiş olduğumuz
Kastilya (İspanya) ve İsviçre örnekleri de bu durumun iki önemli ör­
neğidir.
Bugün İsviçre halen bir konfederasyon olduğu için göreceli olarak
daha merkeziyetçi olan Avrupa devlederi arasında kural dışı görünür.
Fakat daha önceki dönemlerde —özellikle de orta Avrupa’da- norm
olan konfederasyonlardı ve devleder kural dışıydı. Ren ve Svabya Bir­
likleri gibi konfederasyonlar on üçüncü ve on dördüncü yüzyıllarda
bol sayıda bulunuyordu. Komşuları daha modern devleder haline
gelmek üzere merkezileşirken İsviçre eski konfederal eğilimini önemli
ölçüde korudu. İsviçre’nin hükümet yapısı halen görece ademimer-
kezidir. Ülke federal düzeyden hala önemli ölçüde özerk olan yirmi
iki kantondan oluşur. Ayrıca üç bin komün de içinde bulundukları
kantonlardan hala belli ölçüde özerktir.
Ancak günümüzde İsviçre, devletin birçok özelliğine (aynı zaman­
da devletin tavırlarına, kurumlarına ve henüz aydınlığa kavuşturulma­
mış toplumsal özelliklerine) sahiptir. İsviçre’nin konfederalizmi tarih
boyunca çok daha ilginç olmuştur. En çarpıcısı, ülkenin en doğusun­
daki -b ir zamanlar Romalılar tarafından Raetia olarak anılan, günü­
müzde ise Graubünden kantonu denilen- bölgede İsviçre komünleri­
nin ortak refah ve güvenlikleri için kurduğu konfederasyonlardır.
On altıncı yüzyılın başlarında üç konfederal birlik (Gotteshaus-
bund, Oberbund veya Grauer Bund ve Zehngerichtenbund) Raetia’da
bir arada var oldu. 1524 yılında bu üç birlik, Üç Birliğin Özgür
Devleti’ni oluşturmak üzere birleşti -k i bu yapı “devletçi” ismine rağ­
men bir konfederasyondu. Özgür Devlet konfederasyonu, 1803 yılın­
da Napolyon’un onu İsviçre Konfederasyonuna katılmaya zorlaması­
na kadar neredeyse üç yüzyıl boyunca varlığını sürdürdü.
Konfederasyonu oluşturan üç birlik, kayda değer ölçüde demok­
ratik ve özgür olan komünlerden meydana geliyordu. Özgür Devlet
kapsamında nihai güç, “kent meclislerine” benzeyen meclisler topla­
yan ve önerilen bir eylem planını referandum yoluyla onaylayan ya da
reddeden komünlerin elindeydi. Komünler yargısal ve ekonomik işle­
rinin yanı sıra yerel polis ve ordu güçlerini de kendileri yönetiyordu.
Yerel kaynakları kolektif mülkiyete yaklaşan şekillerde kullanarak şa­
şırtıcı derecede komünist bir çizgide faaliyet gösteriyorlardı. Örneğin,
yurttaşlarına sığırları komünal bir biçimde otlatma hakkı tanımışlar­
dı. Kırsal bir ekonomide onların uygulamaya koyduğu gibi bir ortak
otlak, özel mülkiyetin bir kenara konulup kişisel toprak sahipliğinin
etkisiz hale getirilmesine denk düşüyordu.
Özgür Devlet konfederasyonu kapsamındaki tek merkezi “hükü­
met”, üç birliğin başkanlarından oluşan bir komisyon ve seçilmişler­
den oluşan bir meclisti. Bu iki kurum, birlikte referandum yapılma­
sını önerir ve komünlerin iradesini gerçekleştirirdi. Komisyon üyeleri
dış işleriyle uğraşma ve kurucu birliklerin kendi başlarına yabancılarla
ittifak kurmasını engelleme hakkına sahipti. Ancak savaş ve barış ko­
nularıyla iç meselelere komünlerin kendileri karar verirdi.
Bundan dolayı komünler -yani, meclislerdeki yurttaşların bizzat
kendileri- önemli ölçüde güce sahipken merkezi “hükümet” neredey­
se hiçbir güce sahip değildi. Uygulamada komisyon üyeleri halkın
hizmetçilerinden başka bir şey değildi. En nihayetinde diplomasiyle
uğraşma ve anlaşma yapma yetkisini bile komünlere kaptıracaklardı.
Genel itibarıyla bu üç yüzyıl boyunca Raetia’nın tarihi, doğrudan de­
mokratik toplulukların konfederal bir birlik içerisinde kendi kendile­
rini yönetme yeteneğinin çarpıcı bir kanıtıdır. 8
On altıncı yüzyıl Kastilyası’nda konfederalizm, devrimci bir mü­
cadelenin parçasıydı. 1520 yılında Toledo’nun kent meclisi, Cortes’te
(Genel Meclis) temsil edilen tüm şehirlere, vergi politikasında hoşa
gitmeyecek bir değişiklik yapan kraliyet yönetimine karşı ortak bir
cephe oluşturma çağrısında bulundu. Kastilya’daki şehirler, birbiri ardı
sıra, tüm imkânların kullanıldığı isyanlar başlattılar. Sivil milis güçleri
örgütlediler ve yerel hükümederini demokratikleştirdiler.
Cortes’te temsil edilen bütün şehirlerin delegeleriyle ulusal bir
meclis (junta) -konfederal meclise denktir- kuruldu ve böylece
kraliyet yönetimine karşı ikili bir iktidar oluşturulmuş oldu. Bir
yurttaşlar ordusu toplayıp profesyonel askerlere takviye sağlayan bu
comunero (komün üyeleri) meclisi, monarşik devletin yerine yerel
yönetimler konfederasyonunu getirme tehdidinde bulunan askeri
zaferler kazandı.
Comunero hareketinin somut amaçları yerel demokrasinin yara­
tılması ve kent delegelerinden oluşan, kraliyet otoritesini büyük ölçü­
de sınırlandıracak bir Cortes kurulmasıydı. Hareketin formüle ettiği
Valladolid maddeleri, Cortes’teki delegelerin kent konseyleri tarafın-

8- Bu tarihin iyi bir anlatısı için şu kaynağa bakınız: Benjamin Barber, The Death of
Communal Liberty: A History o f Freedom in a Swiss Mountain Canton (Princeton
University Press, 1974).
dan değil, mahalli yönetimlerin -yani, halk meclislerinin- rızasıyla se­
çilmesini gerekli kılıyordu. Bu delegeler seçmenlerinin talimatlarıyla
yönlendirilecek ve direktiflerini kendi şehirlerinden almaya zorunlu
olacaklardı. Cortes’in düzenli olarak toplanması ve kapanıştan önce
tüm sıkıntıları ele alması bekleniyordu. 9
Bu talepler yerine getirilseydi Kastilya geniş tabanlı bir yerel de­
mokrasinin -kasabalarda ve şehir mahallelerinde derin bir kök sal­
mış bir demokrasinin- ortaya çıktığına tanıklık edecekti. Ancak
Toledo’nun kuşatılmasını içeren zorlu bir çatışmadan sonra kralın çok
popüler olan comunero’ları askeri açıdan yenilgiye uğratmasıyla devlet
konfederasyona üstün geldi.

Konfederal Örgütlenme
Ekolojik bir toplumda doğrudan demokratik yerel meclisler, konfede­
ral mecliste görev yapmaları için delegeler seçecektir. Konfederal mec­
lis, farklı yerel meclislerden gelen delegelerin kongresi olacaktır. Bu
meclis, İsviçre örneğindeki komisyon gibi kendi başına çok az güce sa­
hip olacak ve yalnızca yerel yönetimlerin iradesini gerçekleştirecektir.
Ayrıca delegelerin yetkisi, kendilerine yazılı olarak ayrıntılı tali­
matlar verecek yerel yönetimlerinin isteklerine uygun bir biçimde oy
kullanmakla sınırlı olacaktır. Delegelerin yerel yönetimlerinin talimatı
olmadan politika kararları almalarına izin verilmeyecektir. Tamamen
yurttaş meclislerine karşı sorumlu olan delegeler, kendilerine verilen
yetkiyi ihlal etmeleri durumunda geri çağrılabilir olacaktır.
Konfederal meclis kendi başına politika kararları almak yerine
esasen idari amaçlar için -yani, meclislerin formüle ettiği politikaları
koordine etmek ve yürütmek amacıyla- var olacaktır.

Politika Belirlemeye Karşı İdare


Politika belirleme ile bu politikaların yürütülmesi -y a da politika be­
lirleme ile idare- arasındaki ayrım özgürlükçü yerel yönetimciliğin te-

9 - Bakınız: Manuel Castells, The City and the Grassroots: A Cross-Cultural Theory
o f Urban Social Movements (Berkeley ve Los Angeles: University o f California Press,
1983), 2. bölüm.
mel bir unsurudur.
Yerel yönetim düzeyinde, yurttaşlar demokratik meclislerinde po­
litika belirleyeceklerdir. Belirli bir mesele için izlenebilecek çeşitli ey­
lem biçimlerini tartışıp bunlardan hangisini uygulayacaklarına karar
vereceklerdir. Örneğin, bir meclis bir yolu inşa edip etmeme üzerine
tartışıyor olsun. Yolu inşa etmenin avantaj ve dezavantajlarını değer­
lendirdikten sonra yurttaşlar yolun gerekli olup olmadığı konusunda
oylama yapabilecektir. Yolu inşa etme kararı politika belirlemeye bir
örnektir.
Yol birkaç farklı hattan herhangi biri üzerinde inşa edilebilir. Top­
luluktaki mühendisler, çeşitli olasılıklar için -h e r birinde ortaya çıka­
bilecek teknik sorunları çözüme kavuşturarak- planlar tasarlayacak ve
bunları meclise sunacaktır. Burada mühendisler, her bir planı net bir
biçimde açıklayarak alternatifleri yurttaşların önüne serecektir. Top­
luluktaki yurttaşlar arasında bir yolun nasıl inşa edileceğini bilenle­
rin sayısı muhtemelen çok az olacaktır, fakat bu noktada yurttaşların
böyle bir uzmanlığa sahip olmaları gerekmeyecektir. Gerekli olan tek
şey, net bir biçimde yapılan açıklamaları ve planlar arasındaki farkları
anlamalarıdır.
En önemlisi de hangi yolun yapılacağına mühendislerin karar ver­
meyecek olmasıdır (mühendisler bu kararda yalnızca yurttaş sıfatıyla
verdikleri oyla etkin olabilecektir). Bu grup, yalnızca bir uzman heyeti
olarak görev yapacaktır. Her bir planın avantaj ve dezavantajlarının
tartışılmasının ardından bunlar arasında seçim yapacak olan, (yurttaş
sıfatıyla mühendisler de bu gruba dâhil olmak üzere) yurttaşlardır. Bu
seçim, politika belirlemenin başka bir örneğidir.
Son olarak, yolun inşa edilmesi gerekecektir. Sürecin diğer aşama-
larındakinden farklı olarak yolun inşası kesinlikle idari bir sorumlu­
luk olacak ve hiçbir tartışma ve oylama gerektirmeyecektir. Yolu inşa
edenler meclisin kararını uygulayacak ve yolu seçilen plana göre inşa
edecektir. Tamamen teknik olan bu uygulama süreci -hiçbir politika
belirleme süreci içermeyen- idareye bir örnektir.
Özgürlükçü yerel yönetimci bir yönetim şeklinde, tıpkı bugün bi­
zim dünyamızda da olduğu gibi, birçok karar; karar alıcıların birçok
zor ve karmaşık faktörü dikkate almasını gerektirir. Fakat şimdikinden
farklı olarak, bu yönetim şeklinde teknik bilgi siyasi tercihler yapmak
için genellikle gerekli olmayacaktır. Günümüzde bir nükleer santral
planı çizebilecek ya da en azından bu santralin nasıl çalıştığını açık­
layabilecek çok az sayıda parlamenter vardır, fakat bu durum onların
nükleer enerjinin kullanımına ilişkin siyasi kararlar almasını engelle­
memektedir. Özgürlükçü yerel yönetimci bir toplumda ihtiyaç duyu­
lan bilgi, yurttaşlar arasında mümkün olduğunca yayılacaktır. Teknik
konular, makul düzeyde yeterliliğe sahip olan sıradan yurttaşların bu
konularda politika kararları almasını mümkün kılacak biçimde açık
ve anlaşılabilir bir tarzda sunulmalıdır. Tüm politika konularının akıl­
cı ve yeterlilik sahibi yurttaşların alanına girdiğinin garanti edilmesi,
politika belirleme ile idare arasındaki kurumsallaşmış, açık ayrımı ko­
rumaya yardımcı olacak ve böylelikle doğrudan demokrasinin uygula­
nabilir olmasını sağlayacaktır.
Karl Marx, 1871 yılında kurulan Paris Komünü üzerine yaptığı
analizde komünün, politika belirleme işiyle politikaların uygulanması
işini kendi bünyesinde birleştirmiş olmasına övgü düzerek radikal sos­
yal teoriye kayda değer bir zarar vermiştir. Aslında bu iki fonksiyonun
birleştirilmesi, gerçekte bu organın temel kusuru olmuştur. İdareci
olan kişiler politika kararları da almaya başladıklarında devlet için
gerekli zemin oluşturulmuş olur. Bu, yönetici bir elitin, yurttaşların
karar alma gücüne el koyma süreci içerisinde olduğu anlamına gelir.
Daha önce gördüğümüz üzere, Massachusetts Bay Kolonisinin ilk
dönemlerinde -yalnızca idari görevleri yerine getireceği varsayılan- se­
çilmişler heyeti, yasal olarak kent meclislerine ait olan güçleri kendi
üzerine alarak politika kararları da almıştı. Bu tür idari organların
kamu denetimi dışında görev yapmasına izin verildiğinde, bu organlar
gizli saklı bir biçimde politika kararları alıp bunları idari ya da “pratik”
konular olarak maskeleyebilir. Bununla birlikte, bu iki fonksiyon ara­
sındaki ayrımı dillendirmek ve korumak; idarecilerin politika kararları
yerine yalnızca idari kararlar almasını garantileyecektir.

Konfederal Referandumlar
Burada tasavvur edilen yeni şehirde politika belirleme, yalnızca yerel
meclislere -doğrudan demokrasi içerisinde oylama yapan özgür yurt­
taşlara- ait bir ayrıcalık olacaktır. Konfederal meclisin görevleri yerel
yönetimlerin benimsediği politikaları uygulamakla sınırlı, tamamen
idari ve eşgüdüm sağlamaya yönelik olacaktır.
Konfederasyon çapındaki oylama, konfederasyon meclisinin koor­
dine edeceği bir süreç olacaktır. Konfederasyonun bir üye topluluğu­
nun ekolojik tahribata neden olduğunu (atıklarını ırmağa döktüğünü)
ya da insan haklarını ihlal ettiğini (beyaz ırktan olmayanları dışladığı­
nı) varsayalım. Bir ya da daha çok yerel yönetim, bu topluluğun zararlı
uygulamasını sürdürmesine izin verilip verilmeyeceği konusunda tüm
üye yerel yönetimlerin oylama yapmasını teklif edebilir. Konfederas­
yon meclisi, yerel yönetimlerin -eğ er bunu yapmayı seçmişlerse- ilgili
topluluğun bu suistimale son vermesi konusunda oylama yapabildiği
konfederal bir referandumu koordine edecektir.
Çoğunluk kuralına göre yapılan bu oylamada oy sayımı halkın
bütünün oylarına göre yapılacak, dolayısıyla yerel yargı tarafından ya­
pılmayacaktır: Başka bir deyişle, her delege leh ve aleyhteki oyların
çetelesini konfederal meclise getirecek ve nihai sonuca ulaşmak için
konfederasyonda yer alan tüm yerel yönetimlerdeki yurttaşların oyları
toplanacaktır.
Böyle bir süreç, demokrasinin inkarına değil, konfederasyon içe­
risinde yer alan yurttaşların çoğunluğunun bir bölgenin ekolojik bü­
tünlüğünün ya da insan haklarının desteklenmesi gerektiği konusun­
da mutabık olduğunu ilan etmesine işaret edecektir. Bu kararı alan,
konfederal meclis değil -konfederasyon üzerinden isteklerini ifade
eden tek bir büyük topluluk olarak tasavvur edilen- tüm meclislerdeki
yurttaşların toplamının çoğunluğudur.
Birçok konuda referandumların evet ya da hayır yanıtını talep et­
mesi gerekmez. Ulus devlet tarafından ulus devlet için yapılan günü­
müz referandumlarında insanlar çok sınırlı bir tercih hakkına sahiptir:
Daha önce ortaya konduğu üzere, bir referandumda insanların ya evet
ya hayır oyu kullanmalarına izin verilir. Fakat yerel yönetimler konfe­
derasyonunda bir meclis, konu halikındaki tartışma ve görüşme dö­
neminde iki seçeneği de beğenmediğine ve kendi seçeneğini formüle
etmeyi tercih ettiğine karar verebilir. Böyle bir durumda konfederas­
yon içerisinde yer alan yerel yönetimler, son aşamada tek bir seçeneği
kabul ya da ret için oylamak yerine sunulan farklı seçenekler arasında
bir seçim yapabilirler.

Meclis Üstünlüğü
Belirli bir yerel yönetimin, kendi üyelerine veya diğer kasaba ve şe­
hirlere fiziki ya da manevi zararlar vermesini engelleme gücüne sahip
olan yerel yönetimler, konfederasyon içerisinde mutlak bir güce sahip
olacaktır. Politika belirleyiciler olarak -kolektif bir biçimde- mutlak
bir biçimde hüküm süren onlar olacaktır.
Özgürlükçü yerel yönetimci yaklaşımı devletçilikten ayıran şey,
meclis egemenliği ilkesidir. Ulus devletin var olan aygıtını ele geçirip
başka bir devlet inşa etmeyi sürdürmekten başka bir şey yapmayan
radikal, antikapitalist bir parti; pekâlâ özel mülkiyeti ortadan kaldırıp
üretim araçlarını kendi denetimi altına alabilir. Fakat bu tür bir dev­
let, bir doğrudan demokrasi tesis etmeyecektir. Bu devletin insanlar
üzerindeki gücü hiç şüphesiz artacak ve -yakın zamanda yaşanan tec­
rübeleri kendimize rehber alırsak- devlet gücünü ekonomik güçle pe­
kiştirerek her şeyi kapsayıcı bir hale gelecektir. Bu devletin geniş kap­
samlı denetimlerini uygulamaya geçirmek için kalabalık bir bürokrasi
oluşturacağına da kuşku yoktur. Kapitalizmi kontrol altına almada ne
kadar başarılı olursa olsun bu türden devletçi bir gidişat, pekâlâ çok
yıkıcı sonuçlar ortaya çıkarabilir.
Buna karşın, karşılıklı bağımlılıkları birbiriyle uyumlu hale getir­
mek için bilinçli bir şekilde oluşturulan bir yerel yönetimler konfe­
derasyonu; delegelerin hesap verebilirliğine, geri çağırma hakkına ve
katı direktiflere dayanacaktır. Bu şekilde konfederasyon, yerel demok­
ratik karar alimim yerel yönetimler üstü bir idareyle birleştirecektir.
En önemlisi de yerel yönetimler konfederasyonu geçmişin devrimci
hareketlerinin süregelen hayalini - “komünlerin komününün” yaratıl­
masını- gerçekleştirebilecektir.
ONİKİNCİ BÖLÜM
Yerelleştirilmiş Bir Ekonomi

Özgürlükçü yerel yönetimci bir toplum yaratmayı hedefleyen bir


hareket, büyüyüp daha geniş alanlara yayıldıkça birçok toplumsal
hasımla karşılaşacaktır. Bu hasımlardan biri, elbette ulus devlettir -
doğrudan demokrasinin yerine bir elider ve kitleler sistemi getirdiği
halde kendini demokratik olarak adlandırma yüzsüzlüğünü gösteren
o baskıcı iktidar yapısıdır. Bir diğer hasım da kentleşmedir -k en t ve
topluluğun yerine megalopolisi getirerek siyasi alanı daha da tahrip
edecek şekilde kentin çarpıklaştırılmasıdır. Başka bir hasım ise hiye­
rarşidir -b u durumu haklı göstermek için genellikle mitsel bir bi­
yolojik üstünlüğe atıfta bulunularak bir gruba diğerlerini tahakküm
altına alma hakkı verilmesini sağlayacak şekilde insanlığın toplumsal
cinsiyet, etnisite, ırk, yaş ve statüye göre kurumsal bir biçimde çeşitli
kümelere ayrılmasıdır.
Fakat belki de kökten bir değişim yaratmayı hedefleyen bir hare­
ketin karşılaşacağı en zor kontrol edilebilecek, en ölümcül düşman
bütünüyle başka bir düzenin parçasıdır. Bu düşman kapitalizmin
kendisi ve onun tüm dünyadaki insan toplumlarına getirmiş olduğu
toplumsal yıkımdır.
Günümüzdeki birçok insan kapitalizmden yıkım getiren bir sis­
tem olarak söz edilmesini bırakın, iyi bir yaşam sürmeye engel olan bir
sistem olarak söz edilmesini bile yersiz bulur. Ne de olsa soğuk savaşın
sonunda Sovyetler Birliği’nin çöküşünün, kapitalizme karşı tüm sos­
yalist veya komünist alternatif arayışlarının tehlikeli bir biçimde yanlış
yola saptığını ve kaçınılmaz bir biçimde totaliterliğe ve çevre tahriba­
tına yol açacağını kanıtladığı varsayılmaktadır. Bu görüşe göre “ser­
best” piyasa ile düşmanları arasındaki tarihi mücadeleden zaferle çıkan
kapitalizm olmuştur ve bundan dolayı kapitalizm ahlaken doğrudur.
Bu tavır kendi içinde özgürlükçü yerel yönetimci hareketin karşı
karşıya olduğu problemin kapsamının bir göstergesidir. Günümüzde
kapitalizm, Manc’ın olmasından korktuğu gibi gitgide artan bir ölçü­
de “ekonominin” eşanlamlısı olarak -yani, insanın doğasına en uygun
olan ve insanın büyümeye, rekabet etmeye ve kazanmaya yönelik “do­
ğal” güdülerini ifade ettiği için yemek yemek ve nefes almak kadar
doğal bir insan faaliyeti olarak görülen bir ekonomik düzen olarak-
algılanmaya başlanmıştır. Birçoklan için kapitalizm tüm alternatiflere
karşı öyle kesin bir zafer kazanmıştır ki piyasanın savunucuları, artık
bir nesil önceki sosyal Darvvinciler gibi kendilerini onu haklı göstere­
cek gerekçeler bulmaya zorunlu hissetmemektedir. Kapitalizm kanıt­
lanmaya ihtiyaç duymayacak kadar aşikâr bir biçimde “doğal” ekono­
mik düzendir ve bu mantık gereğince kapitalizmin ahlaki doğruluğu
da kanıtlanmaya ihtiyaç duymayacak kadar aşikârdır.
Ancak bir sistem, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az sayıda
kimsenin diğerlerinin emeğini sömürerek muazzam bir ayrıcalık ve
konfor içinde yaşamasına izin veriyorsa, onun ahlaki olması mümkün
değildir. Bir sistem diğerlerinin -eşleriyle birlikte- gitgide azalan bir
ücret karşılığında gitgide daha fazla çalışmasını gerektiriyorsa ahlaki
olamaz. Bir sistem insanların geçimleri için çalışmalarını gerektiriyor,
fakat onlara iş imkânı sunamıyorsa ya da yalnızca yetersiz ücreder kar­
şılığında çalışmaya istekli olanlara iş imkânı sunuyorsa, ahlaki değildir.
(Toplumsal ekolojistler insanların işçiye indirgenmesini bırakın, ücret
sisteminin kendisinin bile ahlaksızca olduğunu savunur). Dahası bir
toplum beslenmeyi, barınmayı ve sağlık hizmederini bir topluluğa üye
olmanın getirdiği haklar haline değil, zenginliğe sahip olanların ayrı­
calıkları haline getiriyorsa o toplum ahlaki olamaz. Bir toplum pozitif
toplumsal özgürlüğün kazanılmasını ve bireysel aklı ve duyarlılığı teş­
vik edeceğine hayatta kalmayı hayatın yegâne amacı haline getiriyorsa
o toplum ahlaki değildir. Ancak günümüzde bu ahlaksız koşullar; en
yoksul ülkeleri bırakın, en varlıklı ülkelerin birçoğunda dahi kapitaliz­
min sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır.
Elbette, Batı tarihinin daha önceki dönemlerinde de piyasa mev­
cuttu, fakat o dönemlerde piyasa bütünüyle farklı ve marjinaldi ve
değer ve gelenekleri büyük oranda ekonomiyle ilgili olmayan bir top­
lumun çatlaklarına saçılmış küçük, izole ticaret bölgelerinden oluşu­
yordu. Elbette, kapitalizm öncesi topluluklarda da emek sömürüsü
vardı. Daha önce gördüğümüz gibi daha sofistike üretim teknoloji­
lerinin geliştirilmesinin öncesinde zahmetli işler mevcuttu ve bu işler
genellikle yıpratıcıydı. Feodal ve dini uranlıklar da insan ruhunu un
ufak edesiye kadar ezebilirdi.
Ancak hayatın kapsamını genişleten ve bireylere duygusal ve fi­
ziksel olarak belli ölçüde destek sağlayan köy gelenekleri ve komünal
adetler, antik ve feodal yaşam biçimlerinin dahi ayrılmaz birer parça­
sıydı. İnsanlar ağır işlerle meşgul olsa da çalışmaları bir metaya ya da
yalnızca değişim değerine sahip olan bir üretim kapasitesine indirgen­
miyordu. Çevrelerindeki her şey satın alma ve satma terimleriyle yapı­
landırılmamıştı. Piyasa ve değerleri, yalıtılmış bir halde toplumsal ha­
yatın sınırlı alanlarında bulunuyordu. Kapitalizm öncesi dönemdeki
dayanışma adetleri ve ahlaki sorumluluk, değiş-tokuş ve takastan bir
kurtuluş -v e gerektiğinde bunlara karşı bir derece direnç- sağlıyordu.
Yirminci yüzyılın ortaları kadar yakın bir tarihte bile kapitalizm -h er
ne kadar temel bir bileşen olsa da- Avrupa ve Kuzey Amerika’daki bir­
çok sosyal ilişkinin bileşenlerinden henüz yalnızca biriydi. Piyasa dışı
hedef ve adetleri vazgeçilmez bir biçimde sürdüren topluluk hayatı da
buna dâhil olmak üzere kapitalizm öncesi dönemin toplumsal ve siya­
sal oluşumlarına sığınarak kapitalizmden kurtulmak hala mümkündü.
Fakat günümüzde kapitalizm, toplumun bir zamanlar ticaretle
hiçbir ilişkisi olmayan alanlarına bile sızmakta ve bu alanları koloni-
leştirmektedir. Günümüzde insanlar uygarlığa yaptıkları katkılardan,
kamuya ya da topluluğa yaptıkları hizmetlerden ya da ahlaklı olma­
larından dolayı değil; esasen kapitalist sisteme katılımlarından -yani,
ekonomik üretkenlikleri ve satın alma güçlerinden- dolayı değer gö­
rürler. Meta ilişkileri, rekabet ve kazanç elde etmeye ilişkin değerler
toplumun her gözeneğine -ailevi, eğitimsel, kişisel ve hatta spiritüel
ilişkilere- nüfuz etmekte ve yalnızca kapitalist bir ekonominin değil,
kapitalist bir toplumun da ortaya çıkması sonucunu doğurmaktadır.
Metanın her yerde hazır bulunduğu bir yerde kapitalizmin “doğal”
olarak algılanması, pekâlâ mümkündür.
Metalaşmanın her yerde hazır bulunan, çok kökleşmiş bir olgu ha­
line gelmesinin tesadüf eseri olmadığının anlaşılması gerekir. Kapita­
list sistem, “büyü ya da yok ol” kanunu - işletmeleri gitgide daha fazla
kâr elde etme amacıyla birbiriyle rekabet etmeye zorlayan rekabet ve
büyüme buyruğu- etrafında örgüdendiği için genişlemiştir. Hayatın
gitgide daha fazla cephesinin metal aşması -k i bu, günümüzde olağa­
nüstü boyutlara ulaşmıştır- bu rekabetçi sürecin bir sonucundan başka
bir şey değildir. Piyasa ekonomisi, sermaye sahiplerine daha da fazla
kâr sağlamak için ucuz emek ve emek sürecini disiplin altına almaya
istekli, dost canlısı, otoriter hükümetler bulma peşine düşerek glo­
bal düzeyde ekonomik hayatla daha da iç içe geçmektedir. Kapitalist
büyümeyi sınırlandırmaktan çok uzak olan ulus devlet, kapitalizmin
emirlerine itaat ederek ve buyruklarının gereklerini yerine getirerek
onun işlemlerini kolaylaştırır. “Büyü ya da yok ol” dinamiğiyle ha­
reket eden kapitalizm, insan toplumlannı ve doğal dünyayı yerle bir
etmekte; insanları ağır ve sıkıcı işler yapan biçarelere, toprağı ise kuma
dönüştürmekte ve gezegeni karmaşık yaşam formları için gitgide daha
yaşanmaz bir hale getirmektedir.

Kooperatifler
Bu gelişmelerin yağmacılığı karşısında dehşete düşen ekolojik kaygı­
lara sahip birçok özgürlükçü solcu, büyük şirketlerin ortadan kaldırıl­
masını ve bunların yerine daha küçük, alternatif ekonomik birimler
getirilmesini savunmaktadır. Anlaşılabileceği üzere, bu kimselerin
amacı, ekonomik hayatın ölçeğini küçültmek ve yağmacı şirkederin
insanlara ve çevreye ödettiği bedeli azaltmaktır.
Bu kimselerin savundukları alternatif birimin tipi çeşitlilik gös­
termektedir, fakat genellikle bu birim kolektif olarak sahip olunan ve
işletilen bir tür şirkettir. Bu şirket, üreticilerin bir kooperatifi ya da
anarko-sendikacıların savunduğu kendi kendini yöneten, kolektifleş­
tirilmiş bir şirket gibi işçi kontrolündeki başka bir şirket olabilir. Ya
da birçok çevrecinin desteklediği gıda kooperatifi gibi tüketicilerin
bir kooperatifi olabilir. Fakat bu birim hangi biçimi alırsa alsın onu
kuranlar, bunu işbirliğine dayalı, alternatif bir toplum yaratmak ve
ekonomik hayatı yeniden insani bir ölçeğe getirmek amacıyla yapmalı
ve onu doğrudan, bu birimde önemli ölçüde etkin olan kadın ve er­
keklerin ellerine bırakmalıdır.
Ne yazık ki rekabetçi piyasa bu tür alternatif ekonomik birimlerin
uzun bir süre boyunca alternatif olarak kalmasını zorlaştırmaktadır.
Avrupa’da ilk sosyalist kooperatiflerin kurulma girişiminin üzerinden
geçen yüz yetmiş yıl boyunca kooperatif şirkeder, destekçilerinin ve
kurucularının amaçları ne olursa olsun, sonunda piyasanın gereklerine
uymak zorunda kalmışlardır.
Bu uyum süreci oldukça standart bir örüntü izlemiştir. İlkin, bir
kooperatif -tipik biçimde tüm şirketlerde olduğu gibi- mübadele ve
sözleşmeler ağına dolanır. Sonra tamamen ticari olan rakiplerinin aynı
malları daha düşük bir fiyata piyasaya sürdüğünü fark eder. Tıpkı di­
ğer şirketler gibi kooperatif de işe devam etmek istiyorsa müşteri ka­
zanmak için fiyatları düşürerek rekabet etmesi gerektiğini fark eder.
Fiyadarı düşürmenin bir yolu, ölçek ekonomilerinden faydalanmak
için işletmenin boyutunu büyütmektir. Böylece büyüme, kooperatif
için gerekli hale gelir -yani, kooperatif de diğerleri gibi “büyümeli ya
da yok olmalıdır.”
Kısacası, en idealist motivasyonlara sahip bir kooperatif bile ra­
kiplerini yutması veya onlardan daha düşük bir fiyata satış yapması
gerektiğinin, yoksa kooperatifin kapısına kilit vurmak zorunda kalaca­
ğının farkına varır. Eğer kooperatif varlığını sürdürmek istiyorsa, (her
ne kadar insani değerlerin ileri sürülmesi etkili bir pazarlama strateji­
si olabilse de) sonunda insani değerlerden taviz vererek kâr arayışına
girmek zorunda kalacaktır. Rekabetin buyrukları, kademe kademe
kooperatifi -kolektif bir biçimde sahip olunmasına ve yönetilmesi­
ne rağmen- kapitalist bir işletme olarak yeniden biçimlendirecektir.
Bu gelişme, 1936 yılı İspanyası’nın devrimci koşullarında bile ortaya
çıkmış; sendikacı işçiler tarafından idealist amaçlarla el konulan işlet­
meler, sonunda ham madde ve kaynaklar için birbiriyle yarışır hale
gelip sendika bürokrasisinin ya da devletin kendilerine el koymasına
yol açmıştı.*
Ne yazık ki en iyi niyetlerle kurulan kooperatifler bile bu şekil­
de kapitalizmin kazanç güdümlü kucağına sürüklenmektedir. İki ya
da üç yıldan daha uzun süre varlık gösteren kooperatiflerin büyük
bir çoğunluğu, rekabet baskısı altında başkalaşım geçirerek sıradan
işletmelere dönüşmüş ya da piyasanın yönlendirdiği rekabetçi güçle­
rin zayiatları olarak kapanmıştır. Daha demokratik bir hale gelmek,
bu kooperatiflerin kesinlikle yapmadığı bir şey olmuştur; bu koope­
ratifler kapitalist sisteme en ufak bir tehdit bile oluşturmamışlardır.
Ispanya’nın Bask eyaletindeki o göklere çıkarılan Mondragon koope­
ratifi bile piyasanın buyruklarına uyum sağlar bir hale gelmektedir.
Toplumsal değişim yaratmaya yönelik bir güç olarak zayıf bir kar­
neye sahip olmalarına rağmen, kooperatifler; kapitalizmin uygulana­
bilir bir alternatifi olarak onlara bel bağlamaya devam eden birçok iyi
niyetli kimse için hala cazibesini sürdürmektedir, işbirliği kesinlikle
çözümün gerekli bir parçası olsa da kapitalist sisteme meydan okumak
için kooperatifler tek başlarına yetersizdir.

Kamu Mülkiyeti
Bu durumda; ister işbirliğiyle ister yöneticiler tarafından yönetilsin,
ister işçilerin ister hissedarların mülkiyetinde olsun özel mülk olan
bir ekonomik birim, yalnızca kapitalist sistem tarafından asimile
edilmeye açık olmakla kalmayacak, -üyeleri bundan hoşlansın ya da
hoşlanmasın- sonunda kesinlikle asimile de olacaktır. Kapitalizm var
olduğu sürece rekabet, sistem içerisindeki işletmelerin, kârlarını mak­
simize edebilmeleri için daima rakiplerininkinden (emeğin maliyeti
de buna dâhil olmak üzere) daha düşük maliyeder, daha büyük pa­
zarlar ve avantajlar peşinde koşmasını gerektirecektir. Bu işletmeler
insanları başka kriterlerden ziyade üretkenlik ve tüketim düzeyleriyle

(*) Söz konusu edilen İspanyol devrimi tarihi kitabın sonunda yer alan röportajda Mur-
ray Bookchin tarafından daha etraflı bir biçimde açıklanmaktadır.
değerlendirmeye meyilli olacaklardır -h em de şimdiye dek hiç olma­
dıkları kadar...
işbirliğine dayanan alternatif bir toplum yaratmak istiyorsak kâr
arayışı sınırlandırılmalı, daha da iyisi, ortadan kaldırılmalıdır. Ekono­
mik birimler, kendi kâr arayışlarını kendi içlerinden sınırlandırama-
yacakları için dışarıdan uygulanan sınırlandırmalara tabi tutulmalıdır.
Dolayısıyla asimile olmaktan kurtulmayı amaçlayan alternatif bir eko­
nomik birim, kâr arayışına dışarıdan kısıtlama getiren bir toplumsal
bağlamda var olmalıdır. Bu birim yalnızca belirli bir işletmenin kâr
arayışını dizginlemek için değil, ekonomik hayatı genel olarak kontrol
altına almak için de dizginleme gücüne sahip olan daha geniş bir top­
luluğun içine gömülü olmalıdır.
Kapitalizmin var olmasına izin veren hiçbir toplumsal bağlam,
kâr arayışını hiçbir zaman başarıyla kısıtlayamayacaktır. Kapitalizmin
yayılmacı buyrukları daima dışsal denetimleri sona erdirmeye çalışa­
cak, daima rekabet edecek, daima büyüme için baskı yapacaktır. Son
tahlilde karşı karşıya olduğumuz yalın gerçek, kapitalizmin kendisinin
ortadan kaldırılması gerektiğidir. Mevcut sistem hümanist değer, uy­
gulama ve kurumlar lehine kâr arayışını sınırlandırma veya ortadan
kaldırma arzu ve yeteneğine sahip bir sistemle değiştirilmelidir.
Bu tür bir toplum, ekonomik birimlere “sahip olan” bir toplum
olmalıdır. Başka bir deyişle, bu; toplumsal olarak önem taşıyan mal­
ların -üretim araçlarının- kamu denetimi ya da -mülkiyetin varlığını
devam ettirmesi durumunda- kamu mülkiyeti altına alındığı bir top­
lum olmalıdır.
Kamu mülkiyeti anlayışı günümüzde revaçta değildir. Bu anlayışın
yakın zamandaki tarihi —özellikle de eski Sovyetler Birliği örneğinde-
iç karartıcı olmanın ötesine geçememiştir. Fakat malların kamulaştırıl-
dığı bu ve benzeri örneklerde “kamu mülkiyeti” yanlış bir adlandırma
olmuştur. Kamulaştırma yoluyla oluşturulan “kamu mülkiyeti” ulus
devletin mülkiyeti anlamına gelir. “Kamu mülkiyeti” ifadesi halkın
mülkiyetini ima etse de devlet mülkiyeti kamu mülkiyeti değildir;
çünkü daha önce gördüğümüz üzere, devlet halkın üzerine yerleştiri­
len elit bir yapıdır, halkın kendisi değildir. Kamulaştırma anlamındaki
“kamu mülkiyeti” insanlara ekonomik hayat üzerinde denetim kazan­
dırmaz; devletin gücünü ekonomik güçle pekiştirmekle kalır.
Örneğin, Sovyet Devleti üretim araçlarına el koyup onları gücünü
arttırmak için kullandı, fakat hiyerarşik otorite yapılarına hiç el sür­
medi. Ekonomik hayatları hakkında karar almak için halkın çoğunlu­
ğunun yapabileceği ya çok az şey vardı ya da hiçbir şey yoktu. Bu tür
bir kamulaştırmayı “kamu mülkiyeti” diye adlandırmak, devlet sana­
tını “siyaset” ya da burjuva bir cumhuriyeti “demokrasi” diye adlan­
dırmak kadar kafa karıştırıcıdır -d a h a doğrusu sahtekarcadır. Gerçek
kamu mülkiyeti devletin değil, kendi toplulukları içerisinde yaşayan
halkın mülkiyetidir.

Ekonominin Yerelleştirilmesi
Özgürlükçü yerel yönetimcilik gerçekten kamusal olan bir kamu
mülkiyeti biçimi geliştirir. Özgürlükçü yerel yönetimciliğin önerdi­
ği siyasi ekonomi ne özel mülkiyet altındadır, ne küçük kolektiflere
bölünmüştür, ne de kamulaştırılmıştır. Bu ekonomi, daha ziyade, ye­
relleştirilmiştir -yani; yerel topluluğun “mülkiyeti” ve denetimi altına
alınmıştır.
Ekonominin yerelleştirilmesi (municipalization of the economy)
ekonominin “mülkiyet” ve idaresinin topluluğun yurttaşlarına ait ol­
ması anlamına gelir. Mallar -bunlara toprak ve fabrikalar da dâhildir-
artık özel kişilerin mülkiyetinde olmayacak, her yönüyle meclislerdeki
yurttaşların denetimi altına konulacaktır. Yurttaşlar topluluklarının
ekonomik kaynaklarının kolektif “sahipleri” haline gelecekler ve top­
luluk için bir ekonomi politikası formüle edip onaylayacaklardır. Eko­
nomik hayat hakkında karar alacak olanlar, bürokratlar ya da kapita­
listler değil, yurttaşlardır.
Bu kararları, mesleki uğraşlarına veya iş yerlerine bakılmaksızın
yurttaşlar alacaktır. Yurttaşlar, topluluklarının ekonomik hayatının
tamamı için kararlar alacaklardır. Fabrikada çalışanlar yalnızca o fab­
rika için değil, diğer tüm fabrikalar -v e çiftlikler- için politika for­
müle etmeye katılacaktır, insanlar bu karar alma sürecine işçi, çiftçi,
teknisyen, mühendis ya da meslek erbabı olarak değil; yurttaş olarak
katılacaklardır. Aldıkları kararlara belirli bir işletme, meslek ya da ti­
caretin ihtiyaçları değil; bir bütün olarak topluluğun ihtiyaçları yön
verecektir. Bu kararlar topluluğun üstün çıkarlarına hizmet edecektir.
Muazzam servet ve gelir eşitsizlikleri içeren bir toplumda ne de­
mokrasinin ne de siyasi özgürlüğün var olabileceği, siyasi düşünceler
tarihinde çoktandır anlaşılmış bulunmaktadır. Tıpkı Thomas Jefferson
gibi Aristoteles de kaynakların çok eşitsiz bir biçimde bölüşüldüğü
yerlerde halk yönetiminin sürdürülemeyeceğini biliyordu. Katı bir
ekonomik eşitlikçilik olmadan her tür demokrasinin çok kısa ömürlü
olması ve er ya da geç oligarşiye veya despotizme yol açması kuvvetle
muhtemeldir.
Jefferson, Amerikan cumhuriyetinin varlığını sürdürmesi için bile
genel ve yaygın bir koşul eşidiğinin gerekli olacağını öngörmüştü. An­
cak Jefferson’un ölümünün üstünden çok geçmeden, onun zamanının
göreceli ekonomik eşidiği, yerini ekonomik gücün birkaç özel kişinin
elinde toplandığı bir yapıya bırakmaya başlamıştı bile. Günümüzde
Birleşik Devletlerdeki servet ve gelir eşitsizlikleri o kadar yaygındır ki
yerel düzeyde demokrasinin gerçekleşme potansiyelini bırakın, ulusal
düzeydeki “demokratiklik” maskesinin geleceği bile şüphelidir. Eko­
nomik eşitsizlik, Atmalıların -m ad d i ihtiyaçtan ya da patronaj ilişkile­
rinden bağımsız olduğu için kamu meselelerinde akılcı yargılarda bu­
lunabilen- siyasi açıdan egemen yurttaş idealinin gülünç bir taklidini
sunma tehdidi taşır.
Akılcı bir anarşist toplumda ekonomik eşitsizlik; servetin, özel
mülkiyetin ve üretim araçlarının denetiminin yerel yönetime devre­
dilmesiyle ortadan kaldırılacaktır. Ekonominin yerelleştirilmesi ara­
cılığıyla varlıklı sınıfların zenginliklerine sıradan insanlar tarafından
el koyulacak ve bu zenginlikler herkesin yararına kullanılmak üzere
topluluğun ellerine teslim edilecektir.
Bu şekilde ekonomik hayat, topluluk tarafından özümsenip siyasi
alanın denetimi altına konulacaktır-siyasi alan da meclisin bir sorum­
luluğu, kamu işlerinin bir parçası olarak ekonomik karar alma işini
özümseyecektir. Ne fabrika ne de arazi bir daha kendi çıkarlarına sahip
olan ayrı, rekabetçi birer birim haline gelebilecektir.
Meclisin kararlarını akılcı ve ekolojik standartlar yönlendirecek­
tir (ya da en azından öyle olacağı umulmaktadır). Ekonomi ahlaki
bir ekonomi haline gelecektir. Klasik sınır ve denge anlayışları kapi­
talizmin kâr arayışıyla büyüme ve rekabet etme buyruğunun yerini
alacaktır. Topluluk insanlara üretim ve tüketim düzeyleri için değil,
topluluk hayatına yaptıkları olumlu katkılar için değer verecektir.
Meclisleri aracılığıyla faaliyet gösteren yurttaşlar, bilinçli ve kasıtlı bir
şekilde ekonomik teşekküllerin, işbirliği ve paylaşımın gerektirdiği
etik kısıtlamalar yerine kâr arayışının kapitalist buyruklarına uymasını
engelleyeceklerdir.
Meclis yalnızca üretim hakkında değil, hayatın maddi araçlarının
bölüşümü hakkında da karar alacak ve böylelikle kıtlık sonrası vaadini
yerine getirecektir. “Her bireyden yeteneğine göre, her bireye ihtiyacı­
na göre” düsturu -o n dokuzuncu yüzyıldaki tüm komünist hareketle­
rin bu talebi- yaşayan bir uygulama, siyasi alanın kurumsallaşmış bir
sorumluluğu haline gelecektir. Topluluktaki her bireyin, yerine getire­
bildiği işlere bakılmaksızın yaşam araçlarına erişimi olacak; topluluk,
ahlaki ve akılcı bir şekilde formüle edilmiş ihtiyaç kriterlerine dayanan
katı bir ekonomik eşitliğin tüm yurttaşlar arasında var olduğunu gö­
recektir.
Daha geniş bir coğrafi alandaki ekonomik hayat ise yerel yönetim­
ler konfederasyonu tarafından yönetilecektir. El koyma yoluyla mülk
sahibi sınıflardan elde edilen zenginlik, tek bir yerel yönetim içerisinde
değil, bölgedeki tüm yerel yönetimler arasında yeniden bölüştürüle-
cektir. Yerel yönetimler, konfederal düzeyde birbirleriyle kaynaklarını
paylaşacak ve üretim ve bölüşüm konusunda kararlar alacaktır. Bir
yerel yönetim diğerlerinin zararına bir kaynağı kendi tekeline almaya
çalışırsa, diğer yerel yönetimlerin onu engelleme hakkı olacaktır. Eko­
nominin kapsamlı bir biçimde siyasallaşması gerçekleşecek ve ahlaki
ekonominin ölçeği daha geniş bir bölgeyi içine alacak şekilde genişle­
tilecektir.
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İkili İktidar

“Güçlenme duygusu” günümüzde birçok dinî, psikoterapik -v e


hatta bazen siyasi- grubun ele geçirmeye çalıştığı bir duygudur. Bir
grubun üyeleri, belli bir etkinliğe katıldıktan sonra coşkulu bir şekilde
bu etkinliğin onlara kendilerini “güçlenmiş hissettirdiğini” belirtebi­
lirler. Örneğin, spiritüel bir grubun üyeleri dini bir ritüele katılmala­
rının ardından “güçlenmiş hissettiklerini” söyleyebilirler. On iki adım
gruplarındaki insanlar, “güçlenmiş hissetme” bağımlılıklarından söz
ederek dağılabilirler. Bir ortak ilgi grubunun üyeleri bir tür protesto
eyleminde öfkelerini ifade etmelerinin ardından kendilerini “güçlen­
miş hissedebilirler.” Spiritüel kişisel gelişim yöntemleri kullanan birey­
ler bile kendi kendilerine “onay ifadeleri” mırıldandıktan ya da yere
uzanıp, gözlerini kapayarak “yönlendirilmiş imgelem” alıştırmaları
aracılığıyla gündüz düşlerine daldıktan sonra kendilerini “güçlenmiş
hissedecektir.”
Ancak güç; gündüz düşleri, ritüeller ve hatta amacı protesto et­
mekle sınırlı olan doğrudan eylemler aracılığıyla elde edilemez. Bir
kimse bu tür alıştırmalar yoluyla hoş bir duygu ve hatta aldatıcı bir
güçlenme “duygusu” yaşayabilir, fakat hiçbir şekilde sosyal ya da siyasi
bir güç kazanamaz.
Güç spiritüel ya da psikolojik bir duygudan ibaret değildir. Güç
elle tutulur, somut bir toplumsal olgudur ve bu şekilde anlaşılmalıdır.
Ulus devletler ve şirketler tarafından uygulanan zor ve şiddet, günü­
müzde tam da polis, mahkeme ve ordu tarafından desteklenen ku­
rumsal güce ilişkin meselelerdir. Gücün olgusallığını göz ardı etmek,
gerçekliğe veda edip ruhani veya psikolojik bir Nirvana’ya sürüklen­
mek anlamına gelir.
Michel Foucault’un gücü -ü stü kapalı bir biçimde- içkin olarak
kötü, dolayısıyla her türlü özgürlüğe engel olan, her şeye nüfiız eden
bir fenomen olarak sunması da günümüz soluna hiç yardımcı olma­
mıştır. Çünkü bu tür bir mantık, bizi özgürlükçü sol hareketin yalnız­
ca devleti, kapitalizmi ve hiyerarşiyi değil; gücü de ortadan kaldırması
gerektiği sonucuna ulaştırmaktadır.
Oysa güç hiçbir zaman ortadan kaldırılamaz. Bazı kurumlardaki
bazı insanlar -ister faşist bir devletteki bir diktatör isterse de demok­
ratik meclislerdeki özgür yurttaşlar olsunlar- her zaman güç sahibi
olacaklardır. Gücün -halkın gücünün- kazanılması özgürlüğün önün­
deki bir engel değil, onun ön koşuludur. Bir konfederasyon altında
birleşmiş yerel yönetimlerin doğrudan demokrasisinde siyaset, özgür­
lük yaratmak için güç kazanma ve kullanma sanatıdır.
Sıradan insanların kolektif toplumsal gücü yeniden kazanmaları
can alıcı önemdedir, çünkü sıradan insanların elinde tutmadığı bir güç
devlete bırakılmaktadır. Aynı şekilde, insanlar yeniden güç kazanacak­
sa bunu, gücü devletin elinden alarak yapmalılardır. Güç konusunda
herhangi bir kurumsal boşluk olması mümkün değildir: Güç ya bi­
rinde ya da diğerindedir. Bugün dünyadaki geniş insan kidesi, kendi
işlerini tatmin edici bir biçimde yönetmek için tam da en çok ihtiyaç
duyduğu şeyden -güçten - mahrumdur.
Bu durumda güçle ilgili en önemli gerçek, onun var olup olmadı­
ğı değil; ona kimin sahip olduğudur. Özgürlükçü yerel yönetimci bir
siyaset için bu gerçek şu anlama gelir: Nasıl ulus devlet tarihsel olarak
yerel bağımsızlığın zararına güç kazanmışsa, bir konfederasyon altında
birleşen yerel yönetimler de ulus devlet zararına güç kazanacaklardır.
Yani; ya bir konfederasyon altında birleşen yerel yönetimler, ulus dev­
letin gücünü azaltarak kendi güçlerini artıracaklardır ya da ulus devlet,
bir konfederasyon altında birleşen yerel yönetimlerin gücünü azalta­
rak kendi gücünü koruyacak ve arttıracaktır.
İkili İktidar
Uzun vadede -değişim hareketinin büyüdüğü sırada- gitgide daha faz­
la yerel yönetim demokratikleşip konfederasyonlar oluşturacaktır. En
sonunda -kayda değer sayıda yerel yönetimin demokratikleşip kon­
federasyonların çatısı altında birleştiği noktada- yerel yönetimlerin
ortak gücü devlete karşı bir tehdit oluşturacaktır.
Mevcut iktidar yapısı; demokratik bir siyaset, güçlendirilmiş bir
yurttaşlık ve yerelleştirilmiş bir ekonomi meydana getiren demokratik
bir yerel yönetimler konfederasyonunun varlığına tahammül edeme­
yecektir. Devlet, kendi iktidarını ve kapitalizmi korumak için bu yeni
demokrasiye karşı harekete geçecektir. Bu noktada değişim hareketi
gerçekleştirmiş olduğu somut halk iktidarını koruyup savunacak sivil
bir muhafız alayı oluşturamazsa, hareketin geleceği devletin insafına
kalacaktır. Hareket ciddi bir şekilde devlete muhalefet edecekse, dev­
leti en önemli vasfından -silahlı güç tekelinden- yoksun bırakmalıdır.
Birleşik Devletlerde milis güçlerin aşırı sağ gruplar arasında popü­
ler olmasına rağmen, milis geleneği sağın tekelinde değildir. Yüz elli
yıl boyunca uluslararası sosyalist hareket, halkın silahlanmasının ya da
yurttaşlardan kurulu bir milis gücünün zaruri olduğunun bilincinde
olmuştur. Birinci Enternasyonal’dan itibaren her sosyalist enternasyo­
nal, ordu ve polisin yerine bir milis gücü geçirilmesini talep etmiştir.
Anarşist ve sendikalist hareketler de silahlanmış bir halkı özgür bir
toplumun olmazsa olmazı olarak görmüşlerdir.
Tutarlı bir biçimde radikal olan hiçbir duruş, uygulamada devletin
varlığını devam ettirmesini mümkün kılmadan halkın silahlanması ta­
lebinden vazgeçemez. Bundan dolayı sosyalist ve anarşist geleneklerin
bir parçası olan özgürlükçü yerel yönetimcilik, polis ve ordu gücünün
yerini almak üzere sivil bir milis gücünün ya da sivil bir muhafız bir­
liğinin oluşturulması çağrısında bulunur. Bu sivil milis gücü yurttaş
meclisinin sıkı gözetimi altında olacak ve seçilmiş görevlileriyle kendi
içinde demokratik bir kurum olacaktır.
Yerel yönetim konfederasyonları genişledikçe ve sayıca arttıkça, bu
konfederasyonların gizil güçleri ve ulus devlete bir karşı-güç oluşturma
potansiyelleri de artacaktır. Konfederasyonlar bu potansiyelin farkına
vardıklarında devletle aralarındaki gerilim artacaktır. Konfederasyon­
lar içerisindeki yurttaşlar, bu gerilimin arzu edilen bir şey olduğunun
-d ah a doğrusu, konfederasyonların çatısı altında birleşen yerel yöne­
timlerinin devlete potansiyel bir karşı-güç oluşturduğunun- açıkça
farkında olmalıdır. Yurttaşlar, kendilerinin temelde yerel yönetim ile
devlet arasında yüzyıllar boyunca var olan tarihsel çatışmayı yeniden
canlandırdıklarının ve konfederasyonlarının devletle uyum içerisinde
var olamayacağının farkında olmalıdır.
Aslında yerel yönetimler konfederasyonu, sonunda ikili bir iktidar
-e n sonunda halkın tam iktidara sahip olmasını talep edebilecek ikili
bir iktidar- oluşturmaya yetecek ölçüde güç kazanabilir. Bu noktaya
ulaşılırsa, o durumda toplumsal ve siyasi koşullar büyük ihtimalle is­
tikrarsız olacaktır. Çok geçmeden, büyük ihtimalle bir karşı karşıya
gelme durumunda, iktidara kimin -yerel yönetim konfederasyonları­
nın mı devletin mi- sahip olacağı meselesinin çözülmesi zorunlu hale
gelecektir. Başka bir deyişle, iktidar ya sıradan insanlara ve onların
içinde yaşadıkları topluluklara doğru kayacak ya da devlette ve onun
profesyonel devlet sanatı uygulayıcılarında kalacaktır.
En sonunda konfederasyonların militanca bir biçimde devletin
yerine kendi yapılarını getirmeye kalkışması kuvvetle muhtemeldir.
O zamana dek özgürlükçü yerel yönetimci hareketin, savunduğu yeni
sivil ve konfederal yapılar için halkın çoğunluğunun desteğini kaza­
narak kurumsal anlamda devlet iktidarında “bir gedik açmış” olaca­
ğı umulmaktadır. Devletin otoritesi halkın çoğunluğunun gözünde
gayrimeşru hale getirilebilirse, o zaman bu otoritenin en az zorlukla
ortadan kaldırılması mümkün olacaktır.
1789 yılında Paris’te ve 1917 Şubatında St. Petersburg’da devlet
otoritesi devrimci bir meydan okumayla karşı karşıya kalıp çökmüş­
tür. Mudak güce sahip görünen Fransız ve Rus monarşileri güçlerin­
den o kadar yoksun bırakılmıştır ki devrimci halkın meydan okuması
karşısında un ufak olmuşlardır. Her iki örnekte de kritik bir nokta ola­
rak, silahlı güçler -sıradan rütbesiz askerler- devrimci harekete katıl­
mak üzere taraf değiştirmiştir. Geçmişte olanların -özellikle de etkili,
bilinçli ve coşkulu bir devrimci hareketin süreci böyle bir sona doğru
yönlendirdiği bir durumda- yeniden gerçekleşmesi mümkündür.
Gerilimin Desteklenmesi
İkili gücün oluşturulduğu dönemde konfederasyonlar ile ulus devlet
arasındaki gerilim ne gözlerden saklanmalı ne de hafifletilmelidir. Tam
tersine, özgürlükçü yerel yönetimci hareket, devlete yönelik muhale­
fetini apaçık bir hale getirerek bu gerilimi desteklemeli ve yapabildiği
her yerde onu (elbette, maceracı ya da aceleci davranmadan) arttı­
rıp alevlendirmelidir. Yerel yönetimler konfederasyonunun bir meclis
partisi ya da başka bir devlet odaklı kurum haline gelmek yerine bir
karşı-güç haline gelmesi ancak bu şekilde mümkün olur.
Konfederasyonla devlet arasındaki gerilimi korumanın büyük
önemine rağmen hareketin bazı üyeleri muhalif statülerini aralıksız
devam ettirme gereğini unutabilir. Mevcut toplumsal düzende yer
alan birey ya da grupların hareketi ilkelerinden ödün vererek zayıflat­
maya ya da kilit üyelere hareketi yeniden devletçi çizgilere yönlendir­
meleri ve böylece onu işlevsiz hale getirmeleri karşılığında mevcut güç
sistemi içerisinde kazançlı bir pozisyon gibi kısa vadeli bir ödül önere­
rek hareketi amacından saptırmaya kalkışmaları her zaman beklenen
bir durum olmalıdır. Etkiye açık olan hareket üyelerinin bu baştan
çıkarmayı reddedilemeyecek kadar cazip bulup harekete ihanet etmesi
olasıdır.
Bazıları kişisel çıkarları için harekete ihanet edebilir, fakat bazıları
da eylemlerinin hareketin tabanını genişleteceği yönündeki iyi niyetli,
fakat hatalı bir inançla harekete farkında olmadan ihanet edebilir. Bu
düşünce biçiminin nasıl işlediğini tahmin etmek kolaydır: Günümüz­
de birçok ulus devlet, kendi içinde çeşitli ara kademe hükümet birim­
leri -örneğin Kanada, Amerika ve Almanya’daki eyaletler- barındırır.
Bu ara birimler ulus devlete karşı çeşitli güçleri kendi ellerinde tuttuk­
larından bazı özgürlükçü yerel yönetimci üyeler hatalı bir biçimde bu
birimlerin kendi başlarına ademimerkezileşmiş ya da yerel bir iktidar
türünü temsil ettiğini ve eyaletlerde yer alan yurttaşların hâlihazırda
bir derece yerel denetime sahip olduğunu düşünebilirler.
Bu üyeler, bu ara birimlerin halk tarafından yönetilmemesine rağ­
men yerel ve potansiyel olarak ademimerkezi bir hükümet düzeyini
temsil ettiğini düşünebilirler. Çok masum bir biçimde hareketin sa­
dece yerel yönetim pozisyonları için değil, bu ara birimlerdeki pozis­
yonlar için de aday göstermesi gerektiğini savunabilirler. Bu tür argü­
manlar ikna edici olabilir -n e de olsa “daha yüksek” pozisyonlar için
yarışan adaylar, özellikle medya aracılığıyla daha fazla insana ulaşabilir.
Ancak özgürlükçü yerel yönetimci hareket kimliğini ve bütünlü­
ğünü korumak istiyorsa, bu tür pozisyonlar için seçim kampanyası
yürütmekten kaçınmalıdır. Eyaletler halk kurumlan değildir, kendi
içlerinde küçük ulus devletlerdir. Baskıcı devletçi kurumlar etrafında
örgütlenmişlerdir ve temelde merkezi devletin iktidarı ve onun po­
litikalarının idaresi için birer kanal görevi görürler. Yerel yönetimler
konfederasyonu ikili bir güç olarak ortaya çıktığında, bu birimler ona
muhalefet edecek ve devletin yanında yer alacaktır.
Bu nedenle yerel yönetim düzeyinin dışında kalan tüm pozisyon­
lar devletin hizmetindeki araçlardır ve bu pozisyonları elde etmek için
yürütülecek seçim kampanyaları, hareketin desteklemeye çabaladığı
devletle olan gerilimi hafifletip belirsizleştirecektir. Bu tür kampan­
yalar yerel yönetim ile devlet arasındaki ayrımı bulanıklaştırarak ha­
reketin eğitim çabalarını anlamsız kılacak ve radikal amaçlarını etki­
sizleştirecektir.

Devlet Görevleri İçin Yürütülecek Seçim Kampanyaları


Eğer antik zamanlardan günümüze tarih bize bir şey göstermişse, o da
devlet iktidarının yozlaştırıcı olduğu gerçeğidir: Devlet görevine gelen
bir birey, ne kadar idealist niyetlere sahip olursa olsun bu görev tara­
fından kaçınılmaz bir biçimde bir devlet yaratığına dönüştürülecektir.
1970’lerin sonlarında ve 1980’lerin başlarında dünyanın çeşitli
bölgelerinde ortaya çıkan Yeşil hareketlerin ifade ettiği siyasi yönelim
ademimerkeziyetçiydi. Bu harekeder yeni kurulmuş olmanın ateşli
idealizmiyle tutkulu bir şekilde yerel demokrasi ve denetimin ilkele­
rini dile getirdiler. Avrupa’daki birçok Yeşiller partisi, ilk başta üye­
lerinin bazılarını bir anda seçimle gelinen görevlere -yalnızca eyalet
görevlerine değil, federal ya da ulusal görevlere de- seçtirmeye yetecek
ölçüde popülerlik kazandı. Çok geçmeden bu görevlilerin birçoğu ca­
zip “siyasi” kariyer ve ayrıcalıklar peşine düşerek önceki ademimerke-
ziyetçiliklerini “unuturken,” partilerin kendileri de temel ilkelerinden
vazgeçerek geleneksel burjuva partilerle koalisyon yapma gayreti içine
girdiler.
İlk başta bu seçim kampanyalarının yapılması için en sık biçimde
dile getirilen gerekçe, onların tamamen eğitim amaçlı olarak düzenlen­
diği, halkın bilincini arttırmaya hizmet ettiğiydi. Bu hareketin savu­
nucuları, Yeşillerin göreve seçilmesi durumunda bu görevi daha geniş
halk kitlelerini Yeşillerin fikirleri hakkında eğitmek için bir platform
olarak kullanacakları ve kendilerinin devletin hizmetine girmesine
izin vermeyecekleri yönünde bir izlenim veriyorlardı -h atta belki de
böyle bir vaatte bulunuyorlardı. Önceki ideallerini pek hatırlarına ge­
tirmeyen diğer üyeler ise Yeşiller hareketi adaylarının göreve seçilmesi
durumunda onların yukarıdan devredilecek güçle hükümetin daha
küçük yerel birimlerini güçlendirerek yukarıdan aşağıya ademimerke-
zileşmenin gerçekleştirilmesine yardımcı olabileceğini savunuyorlardı.
Sonuçta, bu gerekçeler Yeşiller hareketinin adaylarına seçimle ge­
linen görevin prestij ve gelirlerine sahip olmalarını sağlayacak oylar
kazandırdı. Bu kişiler devlet görevlileri olarak devlette reformlar yapıl­
masını sağlayacak ve kapitalizmin çevre ve insanlar üzerindeki etkisini
hafifletecek Yeşil yasalar çıkarmak için çalıştılar; fakat radikal amaçla­
rını bir gıdım bile geliştirmediler ya da halkın devlete bakışını radikal
bir şekilde değiştirecek biçimde halkı eğitmediler. Tam aksine, hare­
ketin daha fazla sayıda üyesi devlet görevlerine geldikçe, Yeşil partiler
ve programları daha az radikal bir hale geldi ve hareketin temsilcileri
devletin daha insani ve halkın ihtiyaçlarına daha saygılı görünmesine
yol açacak reformlar peşinde koştu.
Yeşil partiler radikalizmin yitirildiği tek örnek değildir. Tarih bo­
yunca en ilkeli devrimci liderlerin çok az bir kısmı devlet iktidarının
yozlaştırıcı etkilerine direnebilmiştir. Genellikle kendisini davasına
adamış olan sosyalistler, komünistler ve hatta anarşistler devlet görev­
lerine gelip iktidar sahibi olmalarıyla birlikte ahlaki ve siyasi tutarlılık­
larını yitirmişlerdir. Bu “tersine eğitim” tarih boyunca o kadar düzenli
ve o kadar öngörülebilir bir şekilde ortaya çıkmıştır ki bunun yaşan­
ması kaçınılmaz görünmektedir. Buradan şu sonuca varabiliriz: Devlet
görevlerinde bulunmayı kabul etmek halkı devlet karşıtı, radikal bir
siyaset hakkında eğitmek anlamına değil; devlet sanatının yöntemleri
konusunda “eğitilmek” anlamına gelmektedir. Böyle bir görevi kabul
etmek halk demokrasisinin kapsamını arttırmaya değil, devlet iktida­
rını sürekli kılmaya hizmet etmektedir. Bu, devletin otorite ve gücü­
nün, ilk başta desteklendiği ileri sürülen yeniden hayata dönmüş halk
demokrasisine karşı konuşlandırılmasına katkıda bile bulunabilir.
Yeşil hareketlerin en popüler dönemini yaşadığı 1980’lerden iti­
baren yeni ortaya çıkan üçüncü parti bolluğunda başka “bağımsız”
siyasi hareketler de “taban siyaseti” için çağrıda bulunmuştur. Amerika
Birleşik Devletleri’nde bunlar -diğerlerinin yanı sıra- İşçi Partisi’ni ve
Yeni Parti’yi içermektedir. Özgürlükçü yerel yönetimci hareketin ku­
ruluş aşamasında bazı üyeler, müttefik kazanmanın ve hareketin etki
alanını genişletmenin bir yolu olarak bu partilerle güç birliği yapma­
nın arzu edilebilecek bir şey olduğunu düşünebilir.
Fakat görünüşte bağımsız olup özünde reformist olan bu partile­
re katıldıkları zaman özgürlükçü yerel yönetimciler büyük olasılıkla
tekrar tekrar aynı argümanı duyacaktır: Yerel pozisyonlar için aday
göstermek kabul edilebilir bir şeyse “daha yüksek” pozisyonlar için
aday göstermek de kabul edilebilir bir şeydir; ne de olsa “daha yüksek”
görevdeki bir kişi daha az güçlü bir pozisyonda bulunan bir kişiye
göre çok daha etkin olabilecektir. Hareket; belediye başkanlığı, kongre
ve diğer görevler için yapılacak seçimlerde kampanya yürütmek üzere
reformist bir partiyle güç birliği yaparak özgürlükçü yerel yönetimci
fikirlere halkın daha büyük bir bölümünün dikkatini çekebilecektir.
Hareketin üyeleri birbirlerine devamlı olarak hareketin, devletin
imajını “iyileştirmek” ya da ona “insani bir çehre” kazandırmak için
bir araç olmadığı gibi devlet görevlerine gelmek için de bir araç ol­
madığını hatırlatmak zorunda olacaklardır. Özgürlükçü yerel yöne­
timcilik, daha ziyade, mevcut baskıcı kurumları benimsemeyi değil,
radikal ve özgürleştirici sivil kurumlar yaratmayı amaçlayan sürekli bir
mücadeledir. Hareket başladığı andan itibaren ve var olduğu müddet­
çe devlete karşı mücadele etmelidir. Yerel yönetim konfederasyonları,
mülkün yerelleştirilmesi ve doğrudan demokratik bir siyaset için veri­
len mücadele reformist zaferler kazanmaya değil, toplumu tamamıyla
yeniden inşa etmeye yönelik olmalıdır. Eğer hareket komünlerin ko­
mününü yaratacaksa, bunu her gün devlete bir karşı-güç olarak doğ­
rudan demokratik bir ikili iktidar yaratmaya çabalayarak yapmalıdır.
Belediye Başkanlığı İçin Yürütülecek Seçim Kampanyaları
Özgürlükçü yerel yönetimciler belediye başkanlığı seçimleri için aday
göstermeli midir? Bazı kişiler belediye başkanlığı için aday gösterme­
nin halk meclisleri yaratma mücadelesiyle tutarlı olmayacağını savun­
makta ve idari bir görev olan belediye başkanlığının yapısal ve ahlaki
açıdan -d a h a küçük bir ölçekte de olsa- valilik, başbakanlık ve başkan­
lık görevlerine denk olduğunu ileri sürmektedirler. Bu mantığa göre,
özgürlükçü yerel yönetimciler yerel “yasama” organı -belediye meclisi-
seçimleri için aday gösterebilecek, fakat belediye başkanlığı seçimleri
için aday gösteremeyecektir.
Ancak devletle gerilim içinde var olma potansiyeline sahip olan
tek kurum yerel yasama organı değildir, yerel yönetim bir bütün ola­
rak bu potansiyele sahiptir. Yerel yönetim nitelik açısından devletten
çok farklı bir tarihe sahiptir. Başkanlık, başbakanlık, kongre veya par­
lamento hakkındaki can alıcı faktör nasıl onların devlet bağlamına
sahip olmasıysa,-ister belediye başkanlığı, ister belediye meclis üyeli­
ği, isterse de seçilmişler heyeti üyeliği olsun- yerel yönetim görevleri
hakkındaki can alıcı faktör de onların yerel yönetim bağlamına sahip
olmasıdır. Belediye başkanları genellikle devlet ve eyalet görevlilerinin
tabi olduğundan daha sıkı bir kamu denetimine tabidir ve belediye
başkanlarının sahip olduğu güçler daha fazla kontrol edilmektedir.
Bu nedenle özgürlükçü yerel yönetimci bir program izlerken be­
lediye başkanlığı seçimleri için aday göstermek, başkanlık seçimleri
için aday göstermek şöyle dursun, eyalet valiliği seçimleri için aday
göstermekten bile niteliksel olarak farklıdır. Hareket, pekâlâ belediye
başkanlığı seçimleri için aday gösterebilir. Ancak belediye başkanlığı
görevini meclis başkanlığı görevine ve belediye meclisini de yerel yö­
netimin komşu meclislerinden gelen delegelerin konfederal meclisine
dönüştürmeye olan bağlılığını sürdürmelidir.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik, yerel yönetimler konfederasyonu
ile ulus devlet arasında diyalektik bir gerilim yaratması ve bu gerilimi
sürdürmesiyle tutarlılık kazanır. Özgürlükçü yerel yönetimciliğin “ha­
yat ilkesi”, vazgeçilmez birer unsur olarak devlete karşı mücadeleyi ve
devleti güçlerinden arındırarak tamamen ortadan kaldırma çabasını
içerir. Konfederasyon çatısı altında bir araya gelen yerel yönetimlerle
devlet arasındaki gerilim, pratikte nediğini ve taviz vermezliğini ko­
rumazsa, hareket radikal kimliğini ve anlamını kaybeder. Hareketin
kimliğinden taviz vermeyi dileyen kimselere, özgürlükçü yerel yöne-
timciliği bu şekilde çarpıtmaktansa geleneksel bir partiye katılmaları
öğütlenmelidir.
ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Akılcı BirToplum

Açıkça görüleceği üzere ikili iktidar sorunu çözüme kavuşturulup


konfederasyonların çatısı altında birleşen yerel yönetimler kendilerine
karşı sıralanan güçlerin üstesinden geldikten sonra toplumdaki mut­
lak gücü kendi ellerine geçireceklerdir. Bunun ardından yurttaşlar,
toplumu akılcı ve etik çizgilerde bir dönüşümden geçirerek bu egemen
siyasi alanın potansiyellerini gerçekleştirebilecektir.
İnsanlar içinde yaşadıkları toplumu kolektif bir biçimde şekillen-
direbildikleri ölçüde bunu yapmakta kullanacakları araçları toplumsal
alanda ya da devlette değil, siyasi alanda bulacaklardır. Daha önce gör­
düğümüz gibi toplumsal alan ailevi meseleler, bireyin özel meseleleri
ve hayatın ekonomik yönleri -üretim ve bölüşüm- ile ilişkilidir. Ailevi
ve bireysel meseleler toplumun geri kalanı üzerinde büyük bir etkide
bulunamayacak kadar dar kapsamlıdır. Üretim ve bölüşüm daha bü­
yük bir etkiye sahip olsa da bu etki yine de kısmidir. Fabrikalar ve iş
yerleri toplumun bütünüyle ilgili kararların alındığı yerler değildir ve
ekonomik hayat kolaylıkla ayrı sektörel çıkarlara ya da girişimci çıkar­
larına ayrışabilir. Devlete gelince, o da insanların kolektif bir biçimde
toplumu şekillendirdiği bir alan değildir. Devlet seçkin bir azınlığın
çoğunluk üzerinde güç sahibi olduğu bir alandır.
Bu nedenle toplumu kolektif bir biçimde şekillendirmek için gere­
ken araçlar, siyasi alanda - toplumun nasıl işleyeceğiyle ilgili kararların
açık ve bilinçli bir şekilde topluluk tarafından alındığı alanda- bulun­
maktadır. Karar almanın kolektif bir biçimde yapılması isteniyorsa,
bu süreç doğrudan demokratik olmalıdır —yani, bu sürecin içerdiği
siyasi kurumlar, her normal yetişkinin topluluğun öz yönetimine katı­
labilecek ölçüde yetkin olduğu varsayımına dayanan özgürlükçü yerel
yönetimciliğin kurumlan olmalıdır.
İnsanlar karar alma gücünün kontrolünü ele geçirdikten sonra na­
sıl bir toplumun parçası olmak ve gelecek nesillere geliştirmeleri için
nasıl bir toplum bırakmak istediklerini planlayabilir ve kararlaştırabi-
lirler. İnsanların ne tür bir toplum yaratmayı tercih edecekleri yalnızca
onların demokratik bir şekilde alacakları karara bağlı olacaktır. Ne tür
bir toplum yaratılacağı özgürlükçü yerel yönetimciliğin teorisyenleri
tarafından buyrulamaz. Fakat doğrudan demokratik bir siyasi alanın
varlığını sürdürmesi, büyük ölçüde, yurttaşların toplumsal alanı si­
yasi alanın temelini oluşturan etik değer ve uygulamalara uygun bir
biçimde yeniden inşa edip etmemesine bağlı olacaktır. İnsanların top­
lumun geri kalanı hakkındaki tercihlerinin bu değer ve uygulamalarla
çelişmesi durumunda siyasi alan büyük olasılıkla varlığım sürdüreme­
yecektir.
Söz konusu değerler arasında karşılıklılık -yurttaşların kendilerini
birbirleriyle özdeşleştirme duygusu- ve tamamlayıcılık -b ir yurttaşın
diğer yurttaşlara ve onların ailelerine karşı olan sorumluluk duygusu
ve herkesin refahından yükümlü olma duygusu- olacaktır. Eğer daya­
nışma ve akıl sivil hayata nüfuz edecekse, temelini toplumun geri kala­
nına nüfuz eden bir karşılıklılık, hümanizm ve işbirliğinden almalıdır.
Bu işbirliği ve dayanışma ruhunun birçok toplumsal sonucu ola­
caktır. Bunun hiç de yabana atılmayacak sonuçlarından biri -yalnızca
devletin değil; toplumsal cinsiyet, ırk, etnisite, yaş ve diğer statü farklı­
lıklarına dayanan ve beraberlerinde getirdikleri eşitsizlik ve tahakküm
sayesinde karşılıklılığın gerçekleşmesine engel olan kurumsallaşmış
toplumsal tabakaların da içerdiği- hiyerarşinin ve tahakkümün orta­
dan kaldırılması olacaktır.

Ahlaki Bir Ekonomi


Siyasi alanın varlığını sürdürmesi isteniyorsa, işbirliği ve dayanışma
ruhu ekonomik hayata da nüfuz etmelidir. Karşılıklılık esasında; hiye­
rarşik olmayan, komünal çizgilerde örgütlenen bir toplum kapitalist
piyasa ekonomisini —katılımcılarının muazzam bir karşılıklı yükümlü­
lük duygusuna sahip olduğu- ahlaki bir ekonomiyle değiştirmeyi ter­
cih ederse olabilecek en akılcı toplum haline gelecektir. Bu tür bir top­
lum, sınıfların ve özel mülkiyetin yerine işbirliği ve dayanışma getire­
cektir. Kârın yerine ortak refah bilincini getirecektir. Satmanın yerine
paylaşmayı getirecektir. Rekabetin ve aldatıcı bir bağımsızlığın yerine
karşılıklılığı ve karşılıklı bağımlılığı getirecektir. Kâr odaklı ekonomik
bağları etik bağlarla değiştirerek ekonomiyi kültüre dönüştürecektir.
Peki, bu tür bir toplumda ekonomik üretim neye benzeyecektir?
Zahmetli çalışma gerektiren ya da beyni uyuşturacak kadar monoton
olan külfetli üretim formları insanlar tarafından değil, fabrikalardaki
makineler tarafından yerine getirilecektir. Kıtlık sonrası toplumu için
zorunlu olan ürün ve teknolojiler -dayanıklı mallar, tıbbi ekipmanlar,
tekstil, iletişim ve ulaşım araçları, imalat tezgâhları, elektrikli aygıtlar
ve benzeri- endüstriyel fabrikalarda imal edilecektir. Bu fabrikalardaki
üretim teknolojileri, makinelerin asgari ölçüde insan emeğiyle iş yap­
masına izin verecek otomasyon ve bilgisayarla kumanda süreçleriyle
şu ankinden çok daha ileri götürülecektir. Makineler -bugün büyük
ölçüde yaptıkları gibi- makine yapacak ve esasen tasarım ve onarım
konularında insan müdahalesi gerektirecektir. Uzmanlar, bozulma
durumunda makineleri bakım ekibi tarafından tamir edilen makul
ölçüde sade fabrikalar tasarlayacaktır. Ancak üretim çok az miktarda
zahmetli veya monoton bir emek gerektirecek ya da böyle bir emeği
hiç gerektirmeyecektir ve üretimin önemli bir emek gerektirdiği du­
rumlar bundan da seyrek olarak ortaya çıkacaktır.
Bu tür bir sanayiciliğin tamamlayıcılık ve karşılıklılık gibi değerler­
le aynı başlık altında ele alınması okurlara çelişkili görünebilir. Fakat
sanayicilik, yalnızca kapitalizmin ve emek sömürüsünün eş anlamlısı
olarak düşünüldüğünde işbirliğiyle çelişir. Özgürlükçü yerel yönetimci
bir toplumda endüstri tesisleri kolektif bir şekilde halkın mülkiyetinde
olacak ve kapitalist bir ekonominin değil, ahlaki bir ekonominin bir
parçası olarak işbirliği temelinde yönetilecektir. Belki daha da önem­
lisi, insan emeğinin en aza indirilmesi dayanışma ve işbirliği duygusu
aşılanmış bir toplumun maddi önkoşulunu yaratacaktır. Gerçekten de
akılcı bir toplumun karşılıklılık ruhunun hâkim bir konuma gelmesi­
ni mümkün kılacak şey, bu fabrikaların üretkenliğidir.
Bu argüman kritik bir önemdedir. Geçmişteki devrimler, o dö­
nemlerde insanları zahmetli işlerden kurtaracak ve onlara yalnızca ma­
kul düzeyde bir konfor değil, topluluğun öz yönetimine katılmak için
ihtiyaç duydukları boş zamanı da sağlayacak yeterlilikte üretim aracı
olmadığı için başarısız olmuştur. Devrimci faaliyetin gerçekleştiği yüz­
lerce yıl boyunca toplumsal hayatı akılcı çizgilerde yeniden düzenle­
meye çalışan insan kidesi geri püskürtülmüştür. Bu durum kısmen
teknolojik düzeylerinin onları açlıktan, uzun çalışma saatlerinden ve
sınıf egemenliğinden kurtarabilecek yeni toplumsal ilişkileri destek-
leyememesinden kaynaklanmıştır. Ancak günümüzde bu teknolojik
kapasite mevcuttur; akılcı ve anarşist bir toplum bir sonraki adımı
atacak ve bu teknolojik aygıtı insanları tahakküm ve sömürüye maruz
bırakmak için değil, onların özgürlüğe sahip olmasını garantilemek
için kullanacaktır. (Toplumun varlığının devam ettirilebilmesi için her
zaman bir miktar emek gerekli olacaktır ve hâkim olan karşılıklılık ru­
huyla toplumsal açıdan gerekli olan bu emek onu yerine getirebilecek
kapasitedeki kişiler arasında eşit bir biçimde bölünecektir. Fakat işin
çoğu makineler tarafından yapılacağı için bu emeğin yerine getirilmesi
çok fazla zaman gerektirmeyecektir.)
Elbette, fabrika üretiminin el sanatı faaliyetlerinden doyum sağla­
yan kişilerin yaşamın kapsamını genişleten nesneler üretmesine mani
olması gerekmez. El sanadarıyla üretilecek ürünün basit bileşenlerinin
fabrikada üretilmesi, zanaatkarları el sanatının daha sanatsal ve dışa­
vurumcu boyutlarına odaklanmada özgür bırakır. Örneğin, kumaş
dokumaktan hoşlanan kimseler monoton işleri -lifleri ipliğe dönüş­
türme işini- makinelerin yapmasına izin verip kendi zevkleri için -a r ­
kadaşları ya da topluluk için tekstil ürünleri üretmek üzere- dokuma
tezgâhlarında dokuma yapabilirler.
Böylece duyulara hitap eden bahçecilik deneyiminden haz alan
kimseler de isterlerse kendi yiyeceklerini üretebilirler. Küçük ölçekli
tarım faaliyetlerinin estetik zevkleri kayda değerdir. Fakat birçok in­
san başka faaliyetlerle meşgul olmayı tercih ederek kendi yiyecekleri­
ni üretmekle vakit harcamak istemeyebilir. Bu insanlar yiyeceklerini,
kısmen ya da belki de tamamen endüstrileşmiş tarım süreçlerinden
elde edeceklerdir. Aslında kidesel tarım üretimi, ağır tarım işlerinin
getirdiği angaryaların nihayet uzak bir geçmişte kalmasını sağlayacak
şekilde mekanikleştirilecektir.
Endüstrileşmiş tarım yalnızca arzu edilir olmakla kalmayacak,
toplumun artan insan nüfusunu desteklemesi isteniyorsa gerekli de
olacaktır. Doğruyu söylemek gerekirse, tamamen kişisel arzuları tat­
min etmeye yönelik bireysel bir temelde yapılacak olanın haricinde
toplumun kazmalara, toplayıcılığa ve atların çektiği sabanlara dönebi­
leceğini düşünmek bazı radikal çevreciler tarafından paylaşılan naif bir
fantezidir. Ayrıca endüstriyel tarım organik yöntemlerle bağdaşmaz
değildir. Endüstriyel bir şekilde yetiştirilen yiyecekler, pekâlâ organik
olabilecektir ve bunun için kullanılacak makineler toprak ve toprağın
ekolojisi üzerinde en az olumsuz etkide bulunacak şekilde tasarlana­
caktır.
Aynı tercih ilkesi -v e anımsanmalıdır ki tercih olmadan özgür­
lük olamaz- her türden maddi nesnenin üretimine uygulanabilecektir.
Uygulamada bir kimsenin mesleği, yerine getirmeye zorlandığı ya da
yerine getirmeye zorunlu bırakıldığı bir meslek değil, ahlaki bir mes­
lek ya da kişisel bir tercih olacaktır, insanlar, vakitlerinin çoğunu alan
fiziksel olarak yorucu ve monoton işlerin yokluğunda daha yaratıcı
ve ifadeci hayatlar yaşamada özgür olacaklardır ve insanların yapmayı
seçtikleri fâaliyetler gereklilik alanının katı taleplerinden ziyade onla­
rın arzularını yansıtacaktır.
İnsan emeğini azaltma temelindeki bir üretim ahlaki bir ekonomi­
nin önkoşulu ise, adil bir bölüşüm de bu ekonominin gerçekleşmesini
sağlayacak olan unsurdur. Bölüşüm, özgürlükçü yerel yönetimci poli­
tik yapının işbirliğini ve hümanizmi teşvik eden değerleriyle uyumlu
olacak ve topluluktaki herkese yaşam araçlarının indirgenemez asga­
risini sağlayacaktır. Bölüşüm topluluğun tüm üyelerine insani potan­
siyellerini gerçekleştirmeleri ve estetik açıdan tatmin edici, etik bir
yaşam sürdürmeleri için gereken tüm maddi araçları sunacaktır.
Bu tür bir toplumda ekonomik eşitsizliklerin mevcut olmayacağı­
nı söylemeye gerek bile yoktur. Toplumdaki yegâne eşitsizlikler güç,
yaş, sağlık ve bireysel becerilerden kaynaklanan eşitsizlikler olacaktır.
Ancak bu eşitsizlikler tahakkümün bahanesi olmak yerine toplumsal
olarak telafi edilecek, böylece daha fazla desteğe ihtiyaç duyan kimse­
lerin bu desteğe hızlı bir erişimi olacaktır. “Her bireyden kabiliyetine
göre, her bireye ihtiyacına göre” ilkesine uygun bir şekilde işleyen bö­
lüşüm, ekonomiye ilişkin bir mesele olmaktan çıkacaktır.
“Büyü ya da yok ol” buyruğuyla ekolojik krizin arkasındaki temel
güç olan kapitalist ekonominin var olmadığı bir durumda, yurttaş­
lar sosyal dünyalarını ekolojik çizgilerde yeniden inşa etmede özgür
olacaktır. Şehirler hem fiziksel hem de kurumsal olarak ademimerke-
zileştirilebilecek, kent ve kır birleşik bir bütün haline getirilebilecek
ve böylece bunlar arasındaki tarihsel çatışma ortadan kaybolacaktır.
Fosil yakıtlar -fabrika üretiminde dahi- temiz, yenilenebilir enerji
kaynaklarıyla değiştirilerek kesinlikle saf dışı edilecektir. İnsanın dı­
şında kalan doğal dünya, artık —bugün kapitalizmin yaptığı gibi- in­
sanın dişini tırnağına takarak elde etmeye uğraşması gereken az sayıda
kaynağın mevcut olduğu bir kıtlık alanı olarak tasavvur edilmeyecek,
çeşitlilik ve karmaşıklık yönündeki evrimsel ilerlemenin ve bereketin
alanı olarak tasavvur edilecektir.
Bu yeni politik yapı içerisinde yer alan yurttaşların toplumlarını
bu ilkelere uygun bir şekilde baştan yaratmaya istekli olup olmaya­
cakları, bizim kesin bir şekilde öngörebileceğimiz bir şey değildir. Ne
de olsa demokrasinin özü insanların bir tercihe sahip olmasıdır. Fakat
yurttaşlar doğrudan demokrasilerini korumaya istekli oldukları müd­
detçe, onların tercihlerine akıl rehberlik etmek durumundadır. Örne­
ğin, yurttaşlar fabrika komuta sistemini artık gerekli olmadığı halde
yeniden kullanıma sokmayı seçerse bu seçim akıldışı olacaktır. Yurt­
taşların kapitalizmi yeniden yürürlüğe sokup topluma ve biyosfere yı­
kım getirmek üzere kâr güdüsünü yeniden serbest bırakması akıldışı
olacaktır. Yurttaşların yerel yönetimler konfederasyonlarını devledere
dönüştürmesi akıldışı olacaktır. Bir etnik grubun ya da toplumsal cin­
siyet grubunun siyasi katılımdan dışlanması akıldışı olacaktır. Karşı­
lıklılık ve tamamlayıcılık ruhu olmadan özgürlükçü ve ekolojik bir
anarşist toplumun kurulması olanaksızdır; ancak bu ruhun varlığı da
tatsız alternatiflere karşı onun değer ve pratiklerini destekleyen aklın
kullanımı olmadan imkansızdır.
ONBEŞİNCİ BÖLÜM
Günümüzde Yapılacaklar

Günümüzde kapitalizm toplumsal hayatın gitgide daha fazla ala­


nım metal aştırma, hayatlarımızın özel oyuklarına gitgide daha fazla
nüfiız etme ve bireyselliği bırakın, kişiliği bile ortadan kaldırma teh­
didi taşımaktadır. Kentleşme ise kentleri ve kırsal alanları benzer bir
şekilde tahrip etmekte ve topluluğu kullanımdan düşmüş bir sözcük
haline getirmektedir. Devlet, özgürlük kavramını asimile etme tehdi­
dinde bulunmaktadır ve bu çaba korkunç bir ölçüde biyosferin altını
oymakta ve bütün karmaşık yaşam formlarını felakete sürükleme po­
tansiyeline sahip olan sonuçlara yol açmaktadır.
Bu kurumların birçoğu, aynı zamanda siyasi ve toplumsal hayat
üzerinde -radikal bir değişime engel olan ve insanları mevcut kurum­
lar içinde kapana sıkıştıran- güçlü bir atalet etkisinde bulunmaktadır.
Kitle iletişim araçları insanları uyuşturarak ya da sersemleterek onların
tahakküm altına alınmayı ve sömürülmeyi kabul etmesini sağlamakta
ve yumuşak başlı tüketicilerden ve yönetici elitin uyum sağlayan pasif
kullarından daha fazlası haline gelme eğilimlerini yatıştırmaktadır.
Radikal bir değişime karşı çıkan çok çeşitli toplumsal güçlere karşı,
günümüzde kadın ve erkekler bu sayfalarda tarif edilen toplumsal ve
yerel devrimi başlatmak ve toplumsal ekolojinin ortaya koyduğu top­
lumu yaratmak için güçlü bir motivasyona ihtiyaç duyacaktır. Peki,
insanları siyasi alanı yeniden yaratmak, mevcut yerel yönetimleri de­
mokratikleştirmek ve onları devlete karşı bir ikili iktidar olarak konfe­
derasyonların çatısı altında toplamak için çabalamaya ne yöneltebilir?
Kuşkusuz, insanların bunun için sahip olabileceği birçok olası mo­
tivasyonun en önemlisi, akılcı bir anarşist toplumun mümkün olan
en fazla toplumsal özgürlük için gerekli koşullan sağlayacak olmasıdır.
Bugün dünyada gitgide artan özgürlüksüzlük ve eşitsizlik, pekâlâ in­
sanları sömürülmeye, tahakküm altına alınmaya ve hatta köleleştiril-
meye karşı öfkeyle başkaldırmaya itebilir (ancak hangi olayın onları
bunu yapmaya yönelteceği öngörülebilir değildir). Bir kimsenin -to p ­
luluk içerisinde diğer yurttaşlarla birlikte- kendi meselelerini yönete­
bileceği anlayışı, güçsüzleşme ve köksüzleşmenin arttığı bir çağda dahi
-v e hatta özellikle bu çağda- cazibesini korumaktadır.
Ulus devletin ve kapitalist sistemin sonsuza kadar varlığını devam
ettirmesi mümkün değildir. Bu sistem, tüm dünyada zengin ile yok­
sul arasındaki ayrımları genişleterek derin bir eşitsizlik uçurumuna
çevirirken biyosferle çatışma içinde olan bir yaklaşım da benimsemek­
tedir. Özellikle kapitalizmin -d iğer tüm kaygı konularının göz ardı
edilmesi pahasına kâr peşine düşen- “büyü ya da yok ol” buyruğu,
hem toplumsal açıdan hem de gezegenin hayatı destekleme kapasitesi
açısından karşılıklı bağımlılığın ve sınırların pratik gerçekleriyle radi­
kal biçimde çelişmektedir.
Kapitalizm ve küresel ekoloji sonsuza kadar bir arada var olamaz.
Yirmi birinci yüzyılda tek başına küresel ısınmanın iklimi alt üst etme­
si ve böylece deniz seviyelerinin yükselmesine, normalin çok altında ya
da üstünde seyreden, felaketle sonuçlanacak hava koşullarına, bulaşıcı
salgın hastalıklara ve ekilebilir arazinin ve dolayısıyla tarım kapasitesi­
nin azalmasına yol açması beklenmektedir. En karamsar tabloda açlık
ve hastalık artacak ve Birleşik Devletler toplumsal kargaşayı bastıra­
bilmek için daha da otoriter bir hale gelecektir. Nasıl bir tercihle karşı
karşıya olduğumuz gitgide daha açık bir hale gelmektedir: insanlar ya
ekolojik bir toplum kuracaktır ya da toplumun temelleri çökecektir.
Bu nedenle siyasetin ve yurttaşlığın eski gücüne kavuşturulmasının
yalnızca özgür bir toplumun önkoşulu olmakla kalmayıp, bir tür ola­
rak hayatta kalabilmemizin de önkoşulu olması pekâlâ mümkündür.
Ekolojik sorun, uygulamada, toplumun kökten bir şekilde yeniden
inşa edilmesini gerektirmektedir.
Yaklaşan bu kriz, son yıllarda ekolojik siyasetin ortaya çıkmasına
yol açmıştır. Daha önce gördüğümüz gibi, birçok ülkede kurulan Yeşil
partiler ekolojik ve toplumsal hedeflerine devlet kurumlarını kullana­
rak ulaşmaya çalışmışlar, fakat birkaç yıl içinde uzman elitleri eliyle
devlet sanatı icra eden ve yeşilci bir görünüşe bürünmelerine rağmen
ekolojik kriz yaratan güçleri destekleyen geleneksel burjuva partilerine
indirgenmişlerdir.
Fakat Yeşiller, ulus devletin koridorlarında radikal sol hedefleri
gerçekleştirmeye çalışan en yakın zamanlı harekettir. Onların ön­
cesinde özellikle —birkaç nesil önce sosyalist bir toplum vizyonunu
desteklemiş olan idealist ve ilkeli bir harekete dayanan- Avrupalı sos­
yalist partiler yer almıştır. Sosyalist hareket geleneksel türden devletçi
partilere dönüşürken, hareketin vizyonu da trajik bir biçimde devlet
görevlerinde güç elde etme, bu gücü koruma ve onun kapsamını ge­
nişletme şeklindeki pragmatik yaklaşımla gölgelenmiştir. Almanya’da­
ki Sosyal Demokrat Parti, Britanya’daki İşçi Partisi, Kanada’daki Yeni
Demokratik Parti ve Fransa’daki Sosyalist Parti ilk baştaki özgürlükçü
vizyonlarına karşın artık kapitalist muadillerinden yalnızca yüzeysel
farklılıklar sergilemektedir.
Bu tür yenilgilerle geçen bir yüzyılın cesaret kırıcı etkileri vardır.
Bir hayal kırıklığı diğerini izlerken beklentiler zamanla zayıflamakta­
dır. “Yeni bir siyasete” dair konuşmalar -özellikle de bu fikri benim­
seyebilecek insanların acı tecrübelerin sonucunda, bu tür çabaların
başka bir ana akım parti yaratmaktan başka bir anlama gelmediği
sonucuna varmasıyla- inandırıcılığını yitirmektedir. Bu insanların, ça­
resizlik içinde, gitgide artan bir biçimde tek bir meseleyi ele alan bir
hareket içerisinde çalışmaya karar vermesi muhtemeldir.
Ancak solun tarihi, tamamen tek bir meseleye odaklanan hare­
ketlerin de sınırlı olduğunu göstermiştir. Elbette, bu hareketler belirli
adaletsizlikleri protesto etmeleri açısından önem taşımaktadır, fakat
elde ettikleri sonuçlar ihtiyaç duyulan toplumsal ve ekolojik değişim­
lere oranla minimal kalmaktadır. Hepsinden önemlisi, bu hareketler
toplumun yeniden inşası için gerekli olan sürekli kurumlan oluştur­
maya yönelik bir program sunmazlar. Demokratik faaliyetlerin günlük
hayatın kalıcı bir parçası haline gelebileceği siyasi bir alan yaratmayı
bilinçli bir şekilde hedeflemezler.
Bu durumda solcu faaliyetlerle geçen bir yüzyıldan çıkarılan ders­
ler, ne parlamentarizmin ne de tek bir meseleye odaklanan hareketle­
rin toplumu kökten değiştirebileceği sonucuna işaret etmektedir; iş­
çilerin fabrikaları yönetmesi de esasen kolektifleştirilmiş bir kapitalist
girişime yol açmaktadır. O zaman geriye hangi alternatifler kalmak­
tadır? Günümüzde kendisini kapitalizme ve ulus devlete bir meydan
okuma olarak sunan her siyasi hareketin kurumsal olarak, gücün yerel
yönetimlere iade edilmesi -yani onların demokratikleştirilmesi, ra­
dikalleştirilmesi ve konfederasyon çatısı altında birleşmesi- etrafında
yapılandırılması gerekir.
Özgürlükçü yerel yönetimciliği eleştirenler, onun önünde duran
engellerin -özellikle de günümüzdeki birçok şehrin büyük boyutla­
ra sahip olmasının- aşılamayacak engeller olduğunu savunmuşlardır.
Fakat bir kimse bu mantığı kendine rehber alırsa, verili bir toplumsal
durumun varlığının onun değiştirilemeyeceği anlamına geldiği sonu­
cuna varmalıdır. Birçok şehrin büyük boyudara sahip olması gerçek­
ten de bir sorundur. Fakat bu şehirleri meydana getiren teknik, onların
insani bir ölçeğe indirgenmesini ve etraflarındaki doğal çevreyle denge
sağlamalarını da mümkün kılmaktadır. Toplumsal değişimin önünde
duran engelleri ortadan kaldırmak değişim sürecinin bir parçasıdır.
Günümüzde var olan sorunların -sadece var oldukları için- çözüleme­
yeceğini varsaymak onlara teslim olmak demektir. Varlık olgusu devlet
ve kapitalizmin kabulünü haklı göstermek için de kullanılabilirdi ve
bu durumda özgürlükçü solcular da bunların yerine yeni sistemler ge­
tirmekten vazgeçip sosyal demokrat ya da liberal olabilirlerdi.
Kapitalizm, muhaliflerine ona karşı mücadele vermek için ihti­
yaç duydukları halkçı demokratik kurumlan sağlamayacaktır. Re­
formcuların kendisini “iyileştirme” ve makbul kılma çabalarına izin
verebilecek ve hatta bu çabaları memnuniyetle karşılayabilecek olsa
da kapitalizm; kendisini, toplumsal ilişkilerini ve devlet kuramlarını
korumak için sonuna kadar mücadele edecektir. Devrimciler özgür­
lükçü kurumlara sahip olmak istiyorlarsa, bunları kendi inisiyatifle­
riyle yaratmalıdırlar. Bu kurumlan üzerine inşa edebilecekleri -kent
meclisleri ve belediye meclisleri gibi- geçmişten artakalan kurumlara
sahiplerse ne iyi! Ama böyle kurumlar mevcut değilse, bu kurumlan
kendileri yaratmalıdırlar. Bu zorlu bir görevdir, fakat yine de yerine
getirilebilir. Özgürlükçü gelenekler faydalı olsa da akılcı bir toplum
yaratmayı hedefleyen bir hareketin var olup olmayacağını tek başına
bu gelenekler belirlememelidir. Her durumda toplumsal değişim için
inisiyatif almak hareketin sorumluluğundadır.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik her ne kadar ütopik görünse de
onun ortaya koyduğu adımlar aslında çok somuttur. Bizi harekete
geçmeye zorlayan toplumsal sorunlar da bir o kadar somuttur. Kü­
resel ekolojik bozulma sınıf farkı gözetmeden hepimizi etkileyen bir
sorundur ve biyosferi koruma arzusu akılcı insanların çoğu için genel-
geçer bir arzudur. Topluluğa duyulan ihtiyaç insan ruhunun kalıcı bir
özelliğidir ve yüzyıllar boyunca -özellikle de toplumsal kriz dönemle­
rinde- tekrar tekrar yüzeye çıkmıştır. Piyasa ekonomisinin ise yalnızca
iki yüzyıldır var olduğunu hatırlayalım. Piyasa ekonomisinden hemen
önce yer alan karma ekonomide mülk edinme arzulan kültürel olarak
sınırlandırılmıştı ve modern kapitalizmin birçok alternatifi vardı.
Kadın ve erkeklerin geçmiş yüzyıllarda yarattıkları yapı, günümüz
insanları tarafından yeniden vücuda getirilip geliştirilebilir. Ataları­
mız sınırlı teknoloji ve iletişim kaynaklarıyla kitlesel sosyal değişimler
meydana getirebildiyse, günümüzün kadın ve erkekleri de aynı şeyi
yapabilir. Aslında elimizin altında bulunan yeni araçlar atalarımızın
sahip olmadığı, ölçülemeyecek kadar büyük avantajlar sağlamaktadır.
Birçok yerde demokratik kurumların günümüzün cumhuriyetçi
devletlerinin güç aldığı kaynaklar içerisinde varlıklarını sürdürüyor
olması avantajına da sahibiz. Belediye meclisinin arkasında çarpıtıl­
mış ve saklı bir şekilde komün yatmaktadır; mahallelerde ve onların
topluluk merkezlerinde çarpıtılmış ve saklı bir şekilde mahalle meclisi
yatmaktadır, kentlerde çarpıtılmış ve saklı bir şekilde kent meclisleri
yatmaktadır ve kent ve kasabaların oluşturduğu bölgesel ağlarda çarpı­
tılmış ve saklı bir şekilde yerel yönetim konfederasyonları yatmaktadır.
Bu saklı kurumların mevcut oldukları yerlerde onlart gün yüzüne çıka­
rarak, yeniden canlandırarak ve demokratik kurumların geliştirilmesi
için temel alarak ve bu kurumların mevcut olmadıkları yerlerde de
onları kurarak cumhuriyeti demokratikleştirebilir ve tarihte eşi benze­
ri görülmemiş bir toplumsal özgürlük derecesine ulaşmak için gereken
şartları yaratmak üzere demokrasinin kapsamını genişletebiliriz.
Doğrudan demokrasiyi radikalleştirmek hareketin oluşturacağı
kurumların siyasi açıdan tamamlanmasını sağlayacaktır. Dolayısıyla
özgürlükçü yerel yönetimci hareketin sloganı şudur: “Cumhuriyeti
demokratikleştir! Demokrasiyi radikalleştir!”
Teknolojik ve bilimsel değişimin müthiş hızı, şiddetli toplumsal
değişimlerin aniliği ve kapitalizmin büyüme yönündeki içkin buyruk­
larının bir sonu olması gerektiği gerçeğinin kesinliği dikkate alındı­
ğında, bir nesil sonra dahi hangi toplumsal koşul ve fırsatların var
olacağını öngörmek imkânsızdır. Açık olan tek şey, akılcı bir toplum
talebinin akılcı varlıklar olmamızı -yani, yalnızca bize özgü olan insa­
ni potansiyellerimizi gerçekleştirmemizi- ve insanlığımızın gereklerini
yerine getirebilmemiz için komünlerin komününü kurmamızı gerek­
tirdiğidir.
MURRAY BOOKCHIN İLERÖPORTAJ

Bu röportaj, Janet Biehl tarafından 12 Kasım 1996 tarihinde


Burlington’da (Vermont) gerçekleştirilmiştir.

Soru: Murray, anarşist eleştirmenlerinden biri senin “Cumhuriye­


ti demokratikleştir! Demokrasiyi radikalleştir!” sloganını alıp onu bir
anlamda yarıda kesmiş. Senin demokrasiyi de radikalleştirmek istedi­
ğini gözden kaçırarak seni yalnızca cumhuriyeti demokratikleştirmek
istemekle suçluyor. Bu sloganın ne anlama geldiğini açıklığa kavuştu-
rabilir misin?
Yanıt: Günümüzdeki cumhuriyetçi ulus devlederin çoğunda ka­
saba ve kentlerde var olan sivil özgürlükler, çok önceleri şu ya da bu
türden halk hareketlerinin verdiği zorlukla kazanılmış mücadelelerin
sonucudur. Birçok şehrin sivil özgürlüklere sahip olmadığı doğrudur.
Fakat bu tür özgürlüklere sahip olanlar, bunları esasen nüfusun ezilen
kesimlerinin -kendi devletlerinin bir parçası olarak kentler üzerinde
hak iddia eden ya da kentleri kurmaya çalıştıkları devletlere dâhil et­
meye çalışan soylulara karşı- verdiği mücadelelerle kazanmıştır. Birçok
kasaba ve şehirde en eğitimli ve varlıklı kesimlerin bu özgürlüklerin
kazanılmasında başat bir rol oynadıkları doğrudur. Buna rağmen bu
kesimler nüfusun -genellikle sömürdükleri- daha fazla ezilen kesimle­
rinden her zaman korkmuşlardır.
Zorlukla kazanılan bu özgürlükler, zaman içerisinde azalmış ve
toplumun varlıklı kesimlerince sınırlandırılmıştır. Ancak bunlar es­
kinin artıkları ya da mevcut zamanın siyasi kültüründeki çökeltiler
biçiminde hala varlıklarım korumaktadır.
Özgürlükçü yerel yönetimci bir hareket günümüzde iki şey yap­
malıdır. Bunlardan ilki, bu özgürlükleri korumaya çalışmaktır. İkin­
cisi ise bu özgürlüklerin kapsamını genişletmeye ve daha fazla sivil
özgürlük talep etmek ve yeni sivil özgürlükler yaratmak için onları
sıçrama tahtası olarak kullanmaya çalışmaktır, böylece bütün bir nü­
fusun -özellikle de nüfusun ezilen kesimlerinin- siyasi hayata katılımı
teşvik edilebilecektir.
Dolayısıyla cumhuriyeti demokratikleştirmemiz gerektiğini söy­
lerken geçmişteki insanlar tarafından kazanılmış demokratik özel­
likleri korumamız gerektiğini kast ediyorum. Aynı zamanda bunun
ötesine geçip bu özelliklerin kapsamını devletin ve onun sivil hayatı
işgal eden özelliklerinin aleyhine genişleterek onları radikalleştirmeye
çalışmalıyız. Günümüzde kent ve kasaba yaşamının birçok yönünün,
ulus devlet ya da bölge ve eyalet hükümetleri gibi ulus devletin çıkarı­
na faaliyet gösteren ara organlar tarafından kontrol edildiğini ben de
biliyorum. Bugün dünyada şehirleri bırakın, her kasaba ve köyde bile
devlet özellikleri bulunmaktadır.
Fakat sivil yaşamda bu güçlü devlet özelliklerinin yanında demok­
ratik özellikler -y a da geçmişten kalan demokratik özellikler- de bu­
lunmaktadır ve bu özellikler geliştirilip radikalleştirilmedin Bunları
radikalleştirmenin özgürlükçü yerel yönetimci hareketin devlete karşı
bir ikili iktidar oluşturmasının tek yolu olduğunu savunuyorum.
Dolayısıyla bu slogan, bu demokratik özellikleri ve sivil özgürlük­
leri aynı anda hem korumayı hem de radikalleştirmeyi içeren sürekli
bir mücadeleyi tarif etmektedir. Her iki süreç de en sonunda devleti
yıkıp onun yerine özgürlükçü bir komünist toplum getirebilecek bü­
yüklükte bir halk gücüyle devlete karşı çıkmaya çalışma yönündeki
tek bir büyük sürecin parçasıdır.

Günümüzün Acı Toplumsal Gerçekleri


Soru: İkinci sorum bu sürecin önünde duran somut engeller hak­
kında olacak. Bu engellerden biri ulus aşırı kapitalizm sorunu... El­
bette, özgürlükçü yerel yönetimcilik ulus devlet kadar kapitalizmi de
ortadan kaldırmaya çalışıyor. Fakat birçok insan -özellikle de küresel­
leşme olgusuyla birlikte- ulus devletin kapitalizm üzerinde sınırlandı­
rıcı bir etkide bulunma kabiliyetinin azaldığına inanıyor. Ulus devlet
bile sahip olduğu tüm o muazzam güce rağmen kapitalizme karşı et­
kisizse, yerel yönetimler ya da konfederasyon çatısı altında birleşmiş
yerel yönetimler nasıl olup da ona meydan okumayı umabilir? Yerel
yönetim birimleri küçüktür ve konfederasyon çatısı altında birleşmiş
yerel yönetimler yeterince birleşmiş olmayabilir. Örneğin, Delawa-
re’deki Wilmington DuPont’un merkezidir. Wilmington’un bu ulus
aşırı şirketi yerelleştirebileceğini düşünmek gerçekten makul müdür?
Yanıt: Bu hemen gerçekleşmeyecektir. Tamam, Wilmington’u
ele alalım. Wilmington bir DuPont şehri olsa da, bu durum orada
özgürlükçü yerel yönetimci bir hareketin ortaya çıkmasına mani
değildir. Wilmington’da oturan bir kişi olsaydım, her şeyden önce
Wilmington’un çevresindeki arazilerin yerelleştirilmesi çağrısında bu­
lunacak ve DuPont’a ve onun dev fabrikalarına bakmaksızın mümkün
olduğunca çok sayıda farklı alternatif yaratacak bir hareket geliştirme­
ye ve bu harekete katılmaya çalışırdım. O fabrikalara gelince... Evet,
hareket en sonunda ekonomiyi burjuvazinin tekelinden çıkararak
kendi eline almak zorunda kalacaktır. Fakat bu gerçekleştiği zaman
yerel yönetimler, konfederasyon çatısı altında birleşmiş ve yüz yüze
demokrasi sayesinde muazzam ölçüde güçlenmiş olacaktır.
Bugün sözünü ettiğimiz “küreselleşme” yeni bir olgu değildir. Ser­
maye ihracı, Lenin’in emperyalizm hakkındaki kitabının ve Rudolf
Hilferding’in yirminci yüzyılın ilk yarısında bu konu üzerine yazdığı
eserlerin ana tartışma konusuydu. Lenin sermaye ihracını kendi dö­
nemindeki kapitalizmin kilit özelliği olarak görüyordu. Kapitalizm,
Marksist ekonomik teorinin onun mantıksal olarak yapmasını bek­
lediği şeyi yapmaktadır -yani; sermaye ihraç etmekte, dünya çapında
hareket etmekte ve sonunda gezegenin tümünü endüstrileştirmekte-
dir; bugün gerçekleşmekte olan şey budur.
Dolayısıyla sermaye hareketliliği her zaman var olmuştur -v e bu
hareketliliğin önemli bir kısmının ülkeden ülkeye olmayıp, tek bir ül­
kede yer aldığı istatiksel olarak gösterilmiştir. Fakat fabrikaların bir
alan seçip mevcut alanını terk ederek hemen dünyanın başka bir ye­
rine taşındığı düşüncesi fazlaca abartılmaktadır. Birleşik Devleder’de
bazı büyük şirketler fabrikalarını “pas kuşağı” diye anılan kuzeyde­
ki eski sanayi bölgelerinden dünyanın diğer bölgelerine (örneğin,
Meksika’ya) taşımaktadır, fakat şirketlerin daha büyük bir kısmı da
Birleşik Devletlerin -sendikaların güçsüz ve emeğin ucuz olduğu-
güney bölgelerine taşınmaktadır. Elbette, kuzey doğudaki bir tekstil
fabrikasının kapatılıp Malezya’ya taşınması mümkündür. Ama büyük
ihtimalle bu olay gerçekleşmeyecektir -b u fabrika Birleşik Devletlerin
başka bir bölgesine taşınacak ve vergi indirimleri ve başka getiriler ka­
zanacaktır.
Meksika’ya ya da Malezya’ya giden şirketlere gelince... Sözünü et­
tiğim hareket, zaten Birleşik Devletlerin ötesine geçecek bir hareket­
tir. Sermaye uluslararası alanda faaliyet gösterecekse, özgürlükçü yerel
yönetimci hareketin de uluslararası bir hale gelmesi gerekecektir. İşçi
sınıfının uluslararası alanda faaliyet göstermesi gerektiği, geçmişteki
sosyalist hareketlerin çoktandır -Birinci Enternasyonal’den itibaren-
bildiği bir şeydi. Birinci Enternasyonal’in gerçekleştirildiği dönemde
farklı ülkelerden gelen işçilerin birbirine yardım ettiği sıra dışı örnek­
ler yer almıştı. Belçika’daki Enternasyonal üyeleri, grev kırıcıların ma­
den işçilerinin grevlerini bastırmak için Fransa sınırını geçmelerini en­
gellemişti. İngiliz işçiler, Fransa’daki işçiler için grev fonları toplamıştı
-k i bu durum, iki ülke arasında büyük bir dayanışmaya yol açmıştı.
Bugün Maoist benzeri kalıntılar dışında solun önemli bir kısmının
uluslararası dayanışma duygusunu kaybetmiş olması beni şaşırtıyor.
Kısacası, özgürlükçü yerel yönetimci bir hareket günümüzdeki her ra­
dikal hareket gibi uluslararası olmak zorundadır. Bizim yerel düzeyde
sağlam kökleri olan dinamik bir enternasyonale ihtiyacımız var.
Ulus devletin çöküşüne gelince... Bu inancın büyük ölçüde al­
datıcı olduğunu düşünüyorum. Ulus devletler -özellikle de Birleşik
Devletler, Almanya, Çin ve muhtemelen Japonya- belirli mutasyonlar
geçiriyorlar. Bu ülkeler tüm bir ulus devletler kümesinde baskın hale
gelmekteler. Örneğin, bugün Almanya 1914 yılında II. Wilhelm’in,
1939 yılında da Hitler’in silah gücüyle yapmaya çalıştığı şeyi -yani,
Avrupa’nın geniş alanlarını Alman Markı, Alman sermayesi ve endüst­
risi ile kolonileştirme işini- kayda değer bir başarıyla yapmaktadır, an­
cak bu sefer bunu Avrupa Birliği adı altında, kısmen Fransa’yla işbirli­
ği yaparak gerçekleştirmektedir. Aynı şey, Kuzey Amerika’daki Birleşik
Devletler için de söylenebilir. Birleşik Devletler, esasen Kanada ve
Meksika’yı ekonomik açıdan kolonileştirme işini tamamlamaktadır ve
Monroe Doktrininin geçerli olduğu iki yüzyıl öncesindeki gibi tüm
batı yarım küreyi kolonileştirme hırslarına da sahiptir. Bu noktada
yalnızca ulus aşırı şirketlerden değil, ulus devletlerden de söz ediyoruz.
Başka bir deyişle, kilit pozisyondaki emperyalist ulus devleder em­
peryalist bir şekilde faaliyet göstermenin başka yollarını bulmuşlardır
-yani, artık bunu yalnızca savaş aracılığıyla değil, endüstriyel ve finan-
sal güç aracılığıyla da yapmaktadırlar.

Soru: Fakat NAFTA, GATT ve AB’nin hedefi ulus devlet yeri­


ne şirketleri güçlendirmek değil mi? Görünüşe göre NAFTA Birleşik
Devletler hükümetinin gücünü zayıflatıyor -örneğin, hükümetin çev­
re yasaları çıkarma kabiliyetinin altını oyuyor. “Küreselleşmenin” bir
parçası olan bu “serbest ticaret” antlaşmaları şirketlerin faaliyetlerine
yapılan devlet müdahalelerini ortadan kaldırmaya ve böylece sermaye­
nin daha büyük kârlar elde etmesini sağlamaya çalışmıyor mu?
Yanıt: Şirketlerin çıkarlarını geliştirmesinin muazzam oranda
kolaylaştırıldığı konusunda sana tamamen katılıyorum. Ama ulus
devletlerin şirketlerin ülkedeki belirli yasaların etrafından dolanma
gücünü üzüntüyle karşıladığından emin değilim. Burjuva devlet her
zaman sermayenin hizmetinde olmuştur. Yakın zamanda Clinton yö­
netiminin Delaney Yasasını -gıdalarda kanserojen katkı maddelerinin
kullanılmasını yasaklayan kanunu- yürürlükten kaldırdığına dikkatini
çekerim. Kırk yıl önce Kongre üyesi Delaney argümanlarını sunarken
ben de gıdalarda bulunan tarım ilaçları konusundaki endişeleri dile
getiriyordum ve artık tüm bu emek boşa çıkarılıyor.
Dolayısıyla birçok kendinden menkul solcunun sermayenin orta­
ya çıkardığı olumsuz etkilerin telafisi için artık yüzünü burjuva devlete
çeviriyor olması çok üzücü... Solun aptallaşması o kadar ileri gitmiştir
ki anarşist olduğunu iddia eden Chomsky gibi biri bile sanki merkezi
devlet -uzun vadede daima yardım etmiş olduğu- şirketlere karşı kul­
lanılabilirmiş gibi merkezi hükümeti güçlendirmek ya da en azından
merkezi hükümet güçlerinin eyalet hükümederine aktarılması taleple­
rine karşı merkezi hükümeti desteklemek istemektedir!
Ama benim ilgilendiğim asıl soru, çeşidi uluslararası antlaşmalar­
dan bağımsız olarak ulus devlederin temel güçlerine ne olduğudur.
Bazı devletler diğerlerini ne ölçüde kontrol etmektedir? “Uyuşturu­
cuyla mücadele” bahanesi altında Birleşik Devleder, Zapatistalar gibi
grupları bastırmak için helikopterlerini Meksika’ya göndermekte ve
Meksikalıların köylü sınıfını bastırmada kullandığı polis güçlerini art­
tırmaktadır. Birleşik Devletler eskiden bu tür şeyleri, Nikaragua’daki
kontrgerillaları finansal olarak desteklediği zamandaki gibi yalnızca
gizlilikle yapabiliyordu. Ancak artık bu güçlerin kapsamını açık bir
şekilde genişletebilmektedir. Avrupa ülkeleri de devrim karşıtı önlem­
ler alma konusunda diğer ülkelere yardım etmek için polis güçlerini
kullanmada artık daha özgürdür.
Böylece Birleşik Devletler kendi çevre yasalarından “taviz” verme­
sine rağmen (ki bu yasalar çevrecilerin baskısıyla devlet tarafından is­
teksizce benimsenmiştir) yine de Amerikan şirketlerinin yabancı eme­
ği çok daha ucuza sömürmesine yardım etmektedir -k i şirketler bu
sömürüyü her halükarda gerçekleştirecektir ama devlet şimdiye dek
sahip olduğundan çok daha fazla polis gücüne sahiptir. Clinton yöne­
timinin yakın zamanda geçirdiği sözde anti-terör yasasına bakın, bu
yasa çok daha fazla dinlemeye izin vermekte ve hâkim önüne çıkarıl­
ma ilkesini (habeas corpus) -k i bu, kökenleri Orta Çağ İngilteresi’ne
dayanan kadim bir haktır- bile tehlikeye atmaktadır. NAFTA’da ve
benzeri antlaşmalarda şirketlere daha fazla güç verilirken devletler de
şimdiye dek sahip olduklarından çok daha fazla iç güce daha açık bir
şekilde sahip olmaktadır.
Sonuçta devlet her zaman şirketler için piyasaları genişletmeye
çalışır. Kimse bundan şüphe etmemelidir. Şirketlere verilen gücün
ölçüsünü -v e sermaye ihracını, yabancı pazarların genişlemesini-
abartmak büyük bir tehlike taşır. Bunu yaptığımız zaman, şirketlerin
güçlerini artırma sürecinde devletin oynadığı muazzam rolü ve kazan­
dığı muazzam güçleri kolaylıkla unutabiliriz. Oysa devlet ve şirketler
birbirleriyle tamamen etkileşim içindedir. Mevcut devlederden yalnız­
ca ulus devletler olarak değil, burjuva devleder olarak da söz etmeye
başlamamızın tam zamanıdır.
Soru: Konfederasyon çatısı altında birleşen yerel yönetimler, dev­
let gibi şirketlerin hizmetine sokulmaktan nasıl kaçınacaktır?
Yanıt: İlk olarak, konfederasyon çatısı altında birleşen yerel yöne­
timler halk tabanı düzeyinde insanları seferber etmeye çalışabilirler.
Şimdiye dek böyle bir hareket var olmamış olsa da bir hareket oluştur­
maya çalışabilirler, ikinci olarak, konfederasyon çatısı altında birleşen
yerel yönetimler hem maddi hem de siyasi açıdan kapitalizme alter­
natifler sunmaya çalışabilirler. Bu tür hareketler büyüdükçe, sözgelişi
DuPont’un diğer ülkelere yayılmasına aktif bir biçimde karşı koymak
için kamuoyunu -özellikle de siyaset hakkında çok fazla şüpheciliğin
olduğu bir zamanda genel olarak partilerin kapasitesini aşan bir ölçü­
de- seferber etmeye çalışabilirler.
Ralph Nader’i başkanlığa aday gösteren Yeşiller Partisi gibi bir par­
ti oluşturmanın herhangi bir alternatif sunduğunu düşünmüyorum.
Nader, görünüşteki radikalizmine rağmen tamamen mevcut sistem
içerisinde hareket etmek istiyor. Bense mevcut sisteme radikal bir bi­
çimde farklı alternatifler oluşturmaktan söz ediyorum. Ben yalnızca
Delaware için değil, tüm Birleşik Devletler veya Kanada veyahut da
herhangi başka bir ülke için farklı bir siyasi kültür, örgütlenme yön­
temleri, hem siyasi hem de ekonomik açıdan dönüşüm yöntemleri
oluşturmaktan söz ederken; mevcut toplumsal çerçeve içerisinde ha­
reket edenler yalnızca devleti makul sınırlar içerisine çekmeye, ona
“insani bir çehre” kazandırmaya çalışıyorlar. Böylelikle devleti sosyal
olarak daha kabul edilebilir bir hale getirdiklerini de eklemeliyim.
Bir ekleme daha yapacağım. Görünüşte radikal olan bir parti par-
lamentarizm tarafından yozlaştırılırsa -k i bu durum, tarihsel olarak
bildiğim tüm partiler için geçerli olagelmiştir- o zaman bu parti, bu
parlamento partisi, mevcut durumu daha ılımlı bir hale getirmeye
çalışacak ve aslında toplumdaki en acımasız unsurların hiçbir itiraza
aldırmadan kendi istediklerini yapmalarını kolaylaştıracaktır.
Bugünlerde farklı çevrelerde yerel demokrasi hakkında çokça
konuşuluyor olsa da, şu an özgürlükçü yerel yönetimci bir hareket
mevcut değildir. Ancak uzun vadede şirketlerin ve devletin gücüne
yardakçılık edecek muazzam tavizlere yol açması kesin olan parlamen­
to yoluna karşı tek çaremiz böyle bir hareket oluşturmaktır. Tabii, or-
manlarda çırılçıplak koşarak -v e egolarımızı beslemekten başka bir şey
yapmayarak- hedonist yaşam tarzı anarşistlerine de katılabiliriz.

Soru: Bugün bu yaklaşımın -y a da her yaklaşımın- karşı karşı­


ya olduğu diğer bir sorun büyük şehirlerin daha da büyüyerek mega
kentlere dönüşmesidir. Büyük şehirlerin ademimerkezileştirilebilece-
ğini açıklığa kavuşturdun ve kurumsal ve fiziksel ademimerkezileşme
arasında bir ayrım geliştirdin. Fakat günümüzde -R io de Janerio, Ja-
karta, Şangay, Kahire gibi- mega kentler, çeşitli sebeplerle kırsal alan­
dan koparılmış olan köylülerin bu kentlere yerleşmesiyle muazzam
büyüklükte nüfuslara ulaşmaktadır. Bu mega kentlerin gelecek yıllar
içinde daha da büyümesi —15 ya da 20 milyonluk bir nüfusa ulaşması-
olasıdır. Bu kentlerin senin tarif ettiğin şekillerde komünalleştirilmesi
mümkün müdür?
Yanıt: Böylesi devasa şehirlerde özgürlükçü yerel yönetimci bir
kültür ve hareket yaratmada büyük zorluklar yaşanacağını söyle­
mek zorundayım. Fakat bu, böyle bir kültür ve hareket yaratmanın
imkânsız olduğu anlamına gelmez, insanlar hala -lağım boşaltmadan
eğitime, hava kirliliğinden trafiğe her alanda- ortak komünal çıkarlara
sahipler. Bu değişmeyecek bir durumdur. İnsanların, mahallelerinin
fiziksel yapısını değiştirmeye çalışmak için hala bir nedeni olacaktır.
Ortak bir sivil kültür hala geliştirilebilir.
Şu çok önemli bir olgudur: Birçok kent kuşağı büyük boyutlara
ulaştığında kendini küçük kentler halinde yeniden yaratmaya başlar.
Bu mega kentlerin daha küçük kent merkezleri yaratmadığı ve nihaye­
tinde kendilerini görece daha küçük kentlerin bir kümesi olarak inşa
etmediği bir durumda, yirmi milyon insanın bir megalopoliste yaşa­
yabileceği konusunda büyük şüphelerim var.
Birçok kentleşme tartışmasında göz ardı ediliyor olsa da, şu an
gerçekleşmekte olan budur. Birleşik Devletlerde -b u ülke hakkında
dünyanın diğer bölgeleri hakkında olduğundan daha fazla bilgim
var- fiziksel açıdan şu an her yerde ortaya çıkmakta olan devasa kent
kümeleri gibi gözüken Amerikan mega kentleri aslında kendi için­
de büzüşerek gitgide daha da küçük kent merkezleri oluşturuyorlar.
Geleneksel anlamdaki banliyö -b ir zamanlar monoton sahalar, ona
sınıf yasadığının homojen yerleşim bölgeleri olan o yatak odası top­
lulukları*- artık çekirdekleşiyor ve kendi merkezlerine ve kendi ticari
ve endüstriyel sahalarına sahip olma anlamında gitgide kendine yeterli
bir şehir haline geliyor. Yıllarca yerleşim sahalarından başka bir şeye
sahip olmayan yerlerde ofis binalarının, kurumsal binaların, okulların,
hükümet binalarının ve hatta yeni tür endüstrilerin ortaya çıktığı yeni
bir yapı oluşuyor, insanlar artık eski “kent merkezine” değil, kendi
banliyölerinde yarattıkları yeni merkezlere gidiyorlar. Bu nedenle ilk
başta birer yatak odası topluluğu olan banliyöler görece canlı kasabalar
haline geliyor.

Soru: Ama bu daha küçük, yeni şehirler genellikle ayrıcalıklıların


kaleleri olmuyor mu? Bu yeni şehirler, merkez şehirlerdeki yoksulluk­
tan kaçan insanlardan oluşuyor ve bu insanlar kendi özel şehirlerinde
kendi polis güçlerini, kendi okul sistemlerini satın alıyor -b u şehirle­
rin sakinleri kendi özel topluluk sistemlerini finanse edebilecek kadar
zenginler. Ve bu şehirlerin sakinleri “istenmeyen” kişi olarak gördükle­
ri insanları dışarıda tutmak için özelleşmiş şehirlerinin etrafına kapılar
dikiyor.
Yanıt: Elbette, bu yeni şehirlerin birçoğu ayrıcalıklı gettolar. Aslın­
da yıllar önce Şehrin Sınırları adlı kitabımda zenginlerin kendilerini
yoksullardan ayırmasına yarayan bir tür gettolaşma eğilimi olacağını
öngörmüştüm. Gettolaşmanın çok gerici bir gelişmeye yol açabileceği
ihtimalini göz ardı edemeyiz.
Fakat şu an hala geçiş sürecindeyiz. Bu çekirdekleşmiş şehirlerin
uzun vadede nereye varacağını bilmiyoruz. Bunların hepsi kendi ayrı
polis güçlerini tutmuyor ya da bağımsız eğitim sistemleri geliştirmi­
yor. Bunların hepsi etrafı duvarlarla çevrili, özelleşmiş bir egemenlik
bölgesi değil. Çekirdekleşme rahatsız edici sayıda örnekte vuku bulsa
da kesinlikle her yerde gerçekleşen bir şey değil.
Diğer taraftan, bu yerleşim bölgeleri bile en sonunda ilerici bir

(*) Yatak odası toplulukları temel istihdam merkezlerine ve banka, market ve alışveriş
merkezi dışında bir ticaret sahasına sahip olmayan, sakinlerinin yalnızca uyumak için
kullandığı banliyöler için kullanılan bir ifadedir (Ç.N.).
anlamda kullanılabilecek bir çekirdekleşme geliştirmektedir. Bizim
görevimiz toplumsal bir kriz durumunda özgürlükçü yerel yönetimci
bir yaklaşıma uygun düşecek ne tür potansiyellerin olduğunu araştır­
maktır. Bugün ayrıcalıklı olan bir şehir, bir gün ekonominin çalkan­
tılarını öyle bir şekilde duyumsar ki oldukça asi bir şehir haline gelir.
Tamamen korunmuş bir topluluk; toplumdaki ekonomik, çevresel ve
kültürel güçlerin kendisinde gedik açmasıyla radikal bir şehre dönüşe­
bilir. Bu şehirleri daha az ayrıcalıklı bölgelerden ayıran kilitli kapılar,
onları bekleyen geleceğe engel olamaz.
Açık konuşmak gerekirse, ya sosyalizmle ya da barbarlıkla yaşaya­
cağız. Barbarlığın mümkün olduğu konusunda hiçbir şüphe yok -a s ­
lında hayatın birçok alanında barbarlık haddinden fazla gelişmiştir.
Fakat onun ya hiç ya da çok fazla gelişmemiş olduğu birçok hayat
alanı da mevcuttur. Başarısızlık ihtimalini dışlamıyorum. Ama umut
için bir dayanağımız varsa o da bu çekirdekleşmiş bölgelerin en iyi ko­
runanlarından bazılarında değişimlerin meydana gelebileceğini kabul
eden özgürlükçü yerel yönetimci yaklaşımdadır.

Soru: Özgürlükçü yerel yönetimci hareketin günümüzde karşı


karşıya olduğu başka bir sorun da kide iletişim araçlarıdır. Bugün kit­
le iletişim araçları insan ruhu üzerinde boğucu bir etkide bulunuyor,
onu en küçük ortak paydaya çekiyor ve bilinçte bir gerileme yaratıyor.
Bu araçlar tüketim toplumunu teşvik ediyor ve mümkün olan her şe­
kilde bizi ihtiyacımız olmayan şeyler satın almaya ikna ediyor. Bireysel
hazzın ve kişisel çıkarın en yüksek düzeye çıkarılmasına değil, ortak
menfaate bağlılığa değer veren bir siyasi kültür oluşturma çabasındaki
insanlar için bu muazzam kültürel baskıyı nasıl etkisiz hale getirebi­
liriz?
Yanıt: Özgürlükçü yerel yönetimci bir hareket, kitle iletişim araç­
larının ulaşabileceği sınırların dışında kaldığını umduğum kişisel, sa­
mimi bir düzeyde çalışıyor olacaktır. Şunun iyi anlaşılması gerekiyor:
Kitle iletişim araçları konsantre hale geldiği ölçüde yabancılaşma güç­
leri haline gelmektedir ve bugün gitgide daha fazla insan kitle iletişim
araçlarına -hayatlarını kontrol eder görünen bu uzak kurumlara- içer-
lemektedir. Kitle' iletişim araçları kamuoyu üzerinde çok büyük bir
güce sahip olmakla birlikte milyonları da hayal kırıklığına uğratmak­
tadır. Aslında birçok insan kitle iletişim araçlarından tiksinti duymak­
tadır.
Her ne kadar zayıf kalmış olsa da 1996 yılındaki seçimde ortaya
çıkan üçüncü parti hareketi* ve oy kullanmayan seçmen sayısında­
ki beklenmeyen artış, Birleşik Devleder’deki birçok insanın devletçi
örgütlenmelerde sorunlarına anlamlı bir yanıt bulamadıklarının ka­
nıtıdır. Bu insanlar medyanın gösterilerinden, medyanın onlara ço­
cuk gibi davranmasından ve onları şatafatlı gösterilerle alçaltmasından
bezmişlerdi. Bunu görmek için tek yapmanız gereken 1996 yılında
halkın Cumhuriyetçilerin ve Demokratların parti kongrelerine verdi­
ği tepkiye bakmaktır -m edya bile kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde
televizyon için düzenlenmeleri durumunda bu kongrelere yer verme­
yeceğini açıklamıştı. Konsantre hale gelmiş bu medya kasırgasına karşı
gitgide artan bir tavır söz konusudur ve özgürlükçü yerel yönetimci
bir hareket halkın yabancılaşmasını kendi yararına kullanabilir.
Aslında özgürlükçü yerel yönetimci bir yaklaşım, medyanın kon­
santre hale gelmiş gücünü etkisizleştirmeyi umabilecek tek yaklaşım
türü olacaktır. Bu yaklaşım, insanlara kendi toplulukları düzeyinde
ulaşmaya ve yüz yüze etkileşim düzeyinde çalışarak onlara medyanın
etkisini zayıflatma ve ona karşı çıkma yöntemlerini göstermeye çalış­
maktadır.

Soru: Başka bir sorun da zaman... Gitgide daha fazla sayıda sıra­
dan insan -elitler karşısındaki yurttaşlar olarak özgürlükçü yerel yö-
netimciliğin en fazla güç kazandırması beklenen insanlar- kıt kanaat
geçinebilmek için iki, hatta üç işte birden çalışıyor. Bu insanların aile­
lerini görmeye bile vakitleri yok. Çocuklarını yatırırken onlara kitap
okuyabilmek için sahip oldukları kıt zamandan taviz veren bu insan­
ların nasıl olup da bir halk toplantısına gelmelerini talep edebiliriz?
Yanıt: Benim düşünceme göre insanlar hayatta kalmaktan başka
bir şey yapmayan bir organizma değil, insan olmak istiyorlarsa bir ta-

(*) Amerika Birleşik Devletleri’nde Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti dışında ka­
lan bütün partiler “üçüncü parti” olarak anılmaktadır (Ç.N.).
kim tavizler vermeliler. Günümüz insanları karınlarını doyurmak için
uyanık kaldıkları tüm saatler boyunca çalışmalarını gerektiren bir ya­
şam biçimini kabul etmeye hazırsa, hayvani bir hayatta kalma içgüdü­
sü dışında onları neyin yaşamaya devam etmeye ittiğini anlamadığımı
söyleyeceğim. İnsanların kendilerini insan olarak gerçekleştirmek için
mücadele etmesi, Batı felsefesinin -özellikle de Yunan felsefesinin- en
zorlu taleplerinden biri olmuştur. Eğer insanlar bunu yapmaya istekli
değillerse, eğer onların bunu yapmaları hiçbir şekilde mümkün değil­
se, o zaman bunu yapabilecek olanlar onlara tepeden bakmadan ve
bunu yaptıkları için herhangi bir ayrıcalık talep etmeden bir süre için
onlar adına hareket etmek zorunda olacaktır. Çok sayıda insanı uzun
saatler boyunca çalışmaya zorlayan adaletsizlikler düzeltilmelidir, böy-
lece bu insanlar meclis toplantılarına gelmek için özgür olabilecektir.
Akılcı bir toplumda otomasyon gibi teknolojik gelişmelerin zah­
metli işleri neredeyse tamamen ortadan kaldıracağını düşünmek isti­
yorum, ama bu gelecekte olacak bir şeydir. Şu an için insanlar özgür
olmak, ne kadar zor olsa da toplantılara katılmaya zaman bulmak ve
hayatlarının kontrolünü kendi ellerine almak için ahlaki bir çaba har-
cam alıdır.

Kimlik ve Evrensellikler
Soru: Doğrudan demokrasinin ilk tarihi örnekleri olarak sıklıkla antik
Atina’ya ve koloni dönemi New England’ına atıfta bulunuyorsun. An­
cak antik Atmalılar aşırı ölçüde patriyarkaldı ve kölelere sahipti. New
England Püritenleri ise Quakerlari asmış ve yerlileri köleleştirmişti. Bu
toplumlar bugünün özgür toplumu için model olarak kullanılamaya­
cak ölçüde cinsiyetçilik ve ırkçılıkla lekelenmiş, beyaz erkeklere özel
olmuş değil midir?
Yanıt: Bu konuda sürekli olarak aldığım eleştirilere rağmen ben
ne şimdi ne de başka bir zaman antik Atina’yı ya da koloni dönemi
New England’ını “model” olarak savunmadım. Burada ya da başka bir
yerde atıfta bulunduğum tarihi örneklerin hiçbiri -klasik Atina, çeşitli
ortaçağ şehirleri ve kent konfederasyonları ve hatta Paris mahalle mec­
lisleri ve New England kent meclisleri bile- özgürlükçü yerel yönetim­
ci fikirlerin bir “modelini” temsil etmemektedir. Bunların hiçbirinin
gelecekte neler başarılabileceğinin ya da başarılması gerektiğinin ideal
bir imgesini temsil etmediklerini vurgulamalıyım.
Bu örneklerin hepsi önemli ölçüde ciddi kusurlar -özellikle de sı­
nıf ayrımları ve düşmanlıklar ve kadınların ve sıklıkla da mülksüzlerin
kamu faaliyetlerinden dışlanması- ile zedelenmiştir. Atina’daki ecclesia
-bazılarının birkaç nesildir Atina’da yaşamasına rağmen- şehrin ya­
bancı sakinlerinin katılımına izin vermezdi. Belirli insanlarla sınırlı bir
yurttaşlık anlayışları vardı. Bazen insanlar ecclesia’da saldırgan ve ki­
birli bir biçimde hareket ederlerdi. Yurttaşlar kendi çıkarlarını gözeten
hatip ve demagoglar tarafından kolaylıkla kontrol edilirlerdi. Ayrıca
Atmalıların toplumu bir kıtlık sonrası toplumu olmaktan çok uzaktı.
Zahmetli işten bağımsız olunmadığı için nüfusun en fazla çalışan ke­
simleri meclise gidemeyecek kadar yorgun olurdu.
Bu nedenle özgürlükçü yerel yönetimci bir toplum için belirli bir
model yoktur. Hepsinden önemlisi, özgürlükçü yerel yönetimci bir
toplum akılcı bir toplum olacaktır -fakat bu kurumlan oluşturan kül­
türlerin birçoğu akılcı bile değildi. Atmalılar meclislerine kutsal işler
yüklemişlerdi, böylece bu meclislerin gündemleri kutsal işler ile sekü-
ler işler arasında bölünmüştü.
Başka kusurlar da vardı. Cornelius Castoriadis yakın bir tarihte
kölelerin esasen küçük, varlıklı bir seçkin sınıfın mülkü olduğu iddia
ederek bu kusurları olduklarından daha önemsizmiş gibi gösterse de
Hansen bu iddianın hiç de doğru olmadığını savunmuştur. 10 Ben bu
şehirleri birer model olarak görecek son kişiyim. Benim tasavvur etti­
ğim gerçek anlamda akılcı, özgür ve ekolojik şehir henüz ortaya çıkmış
değil ve tarihi şehirlere yaptığım bütün göndermeler, yalnızca geçmiş­
te var olan ve üzerine düşünülmeyi hak eden kayda değer kurumlan
gösterme amacı taşıyor. Bu örneklere insanların verili bir zamanda
kurdukları şeyler için değil, onların tarihsel olarak ortaya koydukları
yenilikler ve oluşturdukları gelenek -günümüzde hala tamamlanmayı
bekleyen ve özgürlükçü yerel yönetimcilikle birlikte akılcı bir şekilde
tamamlanabilecek olan bir gelenek- için atıfta bulunuyorum.

10- Mogens Herman Hansen, The Athenian Democracy in the Age o f Demosthenes:
Structure, Principles and Ideology, ^ev. J. A. Crook (Oxford: Blackwell, 1991).
Soru: Dünyanın diğer bölgelerindeki bazı arkadaşlarım New Eng­
land kent meclisine atıfta bulunurken sorun yaşamışlar; çünkü bu,
kendi kültürlerinden ziyade Amerikan kültürüne ait bir olgu. Ya da
mahalle meclislerinin Fransa’ya özgü olduğunu, dolayısıyla kendi bu­
lundukları bölge için geçerli olmadığını hissediyorlar. Dünyanın bir­
çok bölgesindeki gelenekler için demokrasi bile yabancı görünmekte­
dir -n e de olsa demokrasi, kökeni itibariyle Avrupalıdır. Bu “yabancı”
fikirler dünyanın diğer bölgelerindeki insanlar için nasıl geçerli hale
getirilebilir ya da getirilebilir mi? Bunun yerine, insanlar açıkça de­
mokratik olmasalar bile yerli geleneklere mi başvurmalıdır?
Yanıt: Demokratik kurumlara olan ilgim özel olarak bunların
kök aldığı kültürlerle ilişkili değil. Dolayısıyla Atina ecclesia’sından
söz etmemin nedeni benim Yunan olmam değil. Ben Yunan değilim.
Parisli olmayı bırakın Fransız bile değilim, ancak defalarca Paris ma­
halle meclisleri üzerine araştırma yapmanın değerine atıfta bulundum.
İspanyol da değilim ama comunero’lara atıfta bulunuyorum. Köken
olarak New Englandlı değilim -Hayatımın yalnızca üçte birlik bir
kısmında burada yaşadım, ömrümün çoğunu New York’ta geçirdim.
Ama kent meclisi kayda değer bir doğrudan demokrasi örneğidir. Şu
an New England’da yaşadığım için onu göz ardı mı etmem gerekir?
Elbette, 1960’lı yıllar boyunca özellikle Amerikan geleneklerin­
den yola çıkarak çalışma yürütmekle ilgilendim. Fakat kendi adıma
bu yaklaşım -h er ne kadar bununla suçlanmış olsam da- herhangi bir
Amerikan şovenizminden kaynaklanmıyordu. Esasen Amerikan hal­
kıyla Alman Marksizminin, Rus Leninizminin ya da Stalinizminin
ve Çin Maoizminin sözcükleriyle konuşan “Yeni Solculara” muhale­
fet ediyordum. Bu, Marksizmin Birleşik Devletler için geçerli olma­
dığını söylemek anlamına gelmiyor. Fakat bu yeni solcular anlaşılır
bir biçimde Amerikan emperyalizmine muhalefet ederken Çin ve
Vietnam’daki totalitarizme büyük bir saygıyla yaklaşıyorlardı. Yakın
zamanda yaşanan -öngörülebilir- gelişmeler sonucunda bugün bu sol­
cuların birçoğu neden oldukları zararı unutmak istemektedir.
Atina’ya, New England’a ve Paris mahalle meclislerine atıfta bu­
lunurken özgürlükçü solcuların iyi örneklere, özgürlük hakkının ku-
rumlarına sahip olduğunu -bazı örneklerde bunların kapılarının tam
önünde bulunduğunu- göstermeye çalışıyordum. Denizin ötesine -
Çin’i bırakın Güneydoğu Asya’ya bile- bakmalarına gerek yoktu.
Benim odaklandığım temel konu kuramların kendisiydi, şehirle­
rin romantikleştirilmesi değil... Amerikalı bir şovenist olsaydım, Atina
etclesiası’na ya da Paris mahalle meclislerine atıfta bulunmamın ne
anlamı olurdu? Açıkça bu kuramların yapısı ve uygulanabilirliğiyle
ilgileniyordum ve bunların Amerikan düşüncesini tamamlayan gele­
neklerin bir parçası olması benim için ikincil önemdeydi.
Eğer insanlar Aristoteles’in söylediği gibi potansiyel olarak akıl­
cıysa, kuramların akılcılığının önemli olması gerekir, geleneklerin
değil. İdeolojik ya da kurumsal açıdan demokratik geleneklere sahip
olmayan yerlere gidip gerçek anlamda demokratik bir toplumun sağ­
layacağı yararları aktarmaya çalışmak konusunda hiçbir pişmanlığım
olmazdı. Benim işim bir propagandacı ve bir ajitatör görevi görmek ve
insanlarla eski hakkında değil, yeni hakkında konuşmak ve hatta yeni­
yi eskinin karşısına koymak -gelenek temelinde değil, tamamen akılcı
bir temelde neden eski sistemden kurtulup yeni bir sistem kabul et­
memiz gerektiğini açıklamaya çalışmak- olacaktır. Böyle bir çaba, in­
sanların ezilmişliğinin kendi düşünüş biçimlerinde bile kökleşmiş hale
gelmesinin kırılmasında yardımcı olabilir. Üstünlük tasladığımı ya da
elitist davrandığımı düşünmüyorum. Kurtulmakla iyi bir iş yapmış
olacağımız -kadınların “sünnet edilmesi”, peçe takması ya da gerçek
birer toplumsal sorun olan problemlerin mitsel bir biçimde yorum­
lanması, mevcut elitlerin gücünü gözlerden saklayan ve mistikleştiren
açıklamalar gibi- gelenekler var.
Bir Yahudi olarak İbranilerin kutsal metinlerindeki oldukça kanlı
geleneklere geri dönmeyi de faydalı görmüyorum. Kendi “gelenekle­
rimi” inceleyebilir ve bunlar arasından bazılarını seçip bazılarını bir
kenara ayırabilirim -fakat onları sırf benim etnik geçmişimin bir par­
çası diye kabul veya reddetmem. Ben her zaman şunu savunurum:
İnsanlar potansiyel olarak akılcı varlıklarsa, gelenekleri ne olursa olsun
akılcı bir toplumda yaşamaya çalışmalıdır. İlkelliğin, gelenekçiliğin ve
görünüşte kültürel köklerimizi oluşturan adederin insanlığın on bin
yıllık eğitiminin bir parçası olduğunu düşünmek isterim, kendi içinde
bir amaç olarak gelenekçiliği canlandıracağımızı değil...
Soru: İnsanlar özgürlükçü yerel yönetimci gruplar kurduklarında
mahallerinde bir halk meclisi toplantısı yapılacağını duyuruyorlar, fa­
kat bazen bu toplantıya çok fazla insan gelmiyor. Moskova’dan gelen
bir ziyaretçi yakın zamanda böyle bir sorun yaşadıklarından söz etti.
Bu çok cesaret kırıcı bir şey... Bu insanlara ne söylerdin?
Yanıt: Gelenlerin değerini bilin. Onlara çok değer verin. Onları
eğitmeye çalışın. Özgürlükçü yerel yönetimci bir toplumda bile mec­
lislere ille de tam bir katılım olmayacağını hatırlayın. Antik Atmalılar
bile genel katılımı temel almıyorlardı. Antik Atmalılar demokrasi açı­
sından çok elverişli koşullar altında faaliyet göstermişlerdi ve demok­
ratik bir kültüre sahiptiler, fakat 30.000 kişilik potansiyel bir yurttaş
varlığına sahip oldukları halde toplantı yeter sayıları 5.000 kişiydi. Bu
rakam, meclise katılma hakkı olanların yalnızca altıda biriydi. Başka
bir deyişle, her altı yurttaştan birinin ecclesia’ya gelmesi antik AtinalI­
ları tatmin ediyordu.
Paris’in en devrimci mahalle meclisleri fevkalade bir enerji patla­
ması sergiliyordu, fakat bu meclisler de mahalle nüfusunun küçük bir
bölümünden oluşuyordu. Genellikle bu meclislere bin ya da iki bin
kişi içinden yalnızca on beş ya da yirmi kişi katılıyordu. Yasal olarak
meclise katılma hakkına sahip olanlar arasından yirminin üzerinde ki­
şinin bir mahalle meclisi toplantısına katıldığına genellikle yalnızca
kriz zamanlarında rastlanıyordu. Mahalle meclislerine katılım, gün­
demdeki konuya göre büyük oranda değişkenlik gösteriyordu.
İnsanlar kendi kişisel ilgilerine, özel kaygılarına, ilgi derecelerine,
sahip oldukları boş zaman miktarına, gündeme, sosyal ve siyasi ge­
lişim düzeylerine, hastalığa ve kim bilir başka hangi nedenlere bağ­
lı olarak bir meclis toplantısına katılmaya ya da katılmamaya karar
verebilirler. New Orleans’tan tanıdığım bir sofist -John Clark- her­
kesin meclise katılmadığı bir durumda, bu meclisin gerçek anlamda
demokratik olamayacağını iddia etmek istiyor. Günümüzdeki büyük
bir şehrin toplam nüfusuna bakıp her mahallede kaç kişinin yaşadığını
hesaplıyor ve her meclise muazzam sayıda -sö z gelişi beş bin ya da
on bin- insanın düşeceği sonucuna varıyor. Ve görünüşe göre bunun
gerçek bir demokrasi olabilmesi için bu insanların hepsinin meclise
gelmesi gerekiyor -a m a “bakın” diyor Clark, “demokrasinin gerçek­
leştirilebilmesi için çok fazla insan var.” Dolayısıyla özgürlükçü yerel
yönetimcilik imkânsızdır -b u Clark’ın kendi tezi. Sanki Clark sekiz
milyonluk bir şehrin üzerine bir ızgara yerleştirip her karedeki meclise
kaç insanın gelmesi gerektiğini hesaplıyor.
Fakat eğer sahip olunan nüfiıs halk meclisi olarak vasıflandırılacak-
sa burada her bebeğin, her çocuğun, her Alzheimer hastasının meclise
katılmak zorunda olacağı yönünde bir varsayım söz konusudur. Bu
mantık, açıklığa kavuşturmaktan ziyade belirsizleştirmeye hizmet
eden lojistik bir sofizm haline gelmektedir. Zaman içinde hem fiziksel
hem de kurumsal açıdan ademimerkezileştirilmiş olan -v e bu ade-
mimerkezileşmeyle geniş kırlara dağılmış çiftlikleri kastetmiyorum-
özgürlükçü yerel yönetimci bir toplumda halk meclisleri hakkındaki
en önemli şey şudur: Tüm bunlar gerçekleştirildiğinde, fiziksel olarak
meclise gelebilecek yeterlilikte olanların hepsinin ya da çoğunluğunun
meclise gelmesi bir mucize olacaktır.
Burada önemli olan, katılma özgürlüğünün var olmasıdır. Bu öz­
gürlük, otoriteci ya da hiyerarşik eğilimlere karşı tetikte bekleyen bir
nöbetçi görevi görecektir. Meclisin kapıları herkese açıktır ve aslını
isterseniz, insanlar meclis toplantılarına katılmaya zorlansaydı, bu
müthiş ölçüde yanlış olurdu. Böyle bir çaba yalnızca gerçekçilikten
uzak olmakla kalmayacak, aynı zamanda insanın özgürlüğünün -d ah a
açık bir ifadeyle, katılma özgürlüğü kadar katılmama özgürlüğünün-
çarpık bir temsili de olacaktır. Burada parmak basmak istediğim temel
nokta, halk meclislerinin ilgili yerel yönetim biriminde yaşayan ve be­
lirli bir yaşa erişmiş olan herkese -hiçbir kısıtlama olmaksızın- açık
olacağı, insanların meclis toplantılarına katılmaya teşvik edileceği ve
tartışılacak konular hakkında bilgilendirileceğidir; böylece insanlar
demokratikleşme eylemine katılmak isteyip istemediklerine karar ve­
rebilecektir. En önemli kararların alınacağı bir toplantı söz konusu
olduğunda dahi katılma yeterliliğinde olan tüm topluluk üyelerinin
toplantıya katılması beni şaşırtırdı.
Önemli bir başka nokta da şudur: Özgürlükçü yerel yönetimci­
lik halk meclisleri yaratmayı hedefleyen bir hareketten ibaret değildir.
Özgürlükçü yerel yönetimcilik aynı zamanda siyasi bir kültür yarat­
ma sürecidir. Çoğu yerde özgürlükçü yerel yönetimci hareket yıllar
boyunca -bunun kaç yıl süreceğini söyleyemem- mevcut siyasi ve
ekonomik açmaza çözüm sunduğu konusunda insanları ikna etmeyi
başaramayacaktır. Özgürlükçü yerel yönetimcilik bir süreçtir ve aynı
zamanda özgürlükçü yerel yönetimci kurumların oluşturulmasının
bile öncesinde bu süreci geliştirmeye, genişletmeye ve insanların kal­
bini kazanmaya çalışan bir harekettir. Mücadele -benim ömrümün
kalan yıllarından sonra da- sürdürülmelidir.
Bu nedenle -hareketin amacının bu tarz bir toplum yaratmak ol­
duğu açık olsa da- özgürlükçü yerel yönetimci bir hareket özgürlük­
çü yerel yönetimci bir toplumla karıştırılmamalıdır. Eğitim süreci de
mevcut zamanda hemen başarı kazanmakla karıştırılmamalıdır.
Yine de bir öngörüde bulunacağım: Özgürlükçü yerel yönetim­
ciler belirli topluluklar içinde -ş u veya bu biçimde- halk meclisleri
oluşturmayı başarırsa, meclisin kurucuları azınlıkta kalacaktır; çünkü
sınıf çıkarlarını da içeren diğer çıkarlar bu meclisleri ele geçirme giri­
şiminde bulunacaktır. Tarihin bizim tarafımızda olması şarttır. Birçok
hatalı karar alınacak, birçok başarısızlık gerçekleşecek, birçok kez geri
adım atmak gerekecek ve yıllar geçtiği halde hareketin propagandası­
na olumlu bir yanıt gelecekmiş gibi görünmeyecektir. Fakat bu yeni
bir hikâye değildir. Anarşist hareketin Ispanya’da kökleşmesi yaklaşık
yetmiş yıl almıştır. Rus devrimcilerin bilinçte yeterince değişiklik yap­
ması ve nihayetinde de Rus halkını çarın otokrasisini yıkmaya hazır
olacakları bir noktaya getirene dek sarsması neredeyse bir asır süren
bir çalışma sonucunda gerçekleşmiştir.
Bugün benim yaşadığım sorunlardan biri insanların anında ya da
çabucak sonuç almak istemesidir -İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen, nü­
fus patlamasının gerçekleştiği yıllarda doğanların başlıca hastalıkların­
dan biri budur. 1960’lardaki başkaldırının bütün o cömert idealleriyle
birlikte dağılıp etkisiz hale gelmesi, kısmen genç radikallerin hemen
tatmin edilmeyi ve sansasyonel başarılar kazanmayı talep etmiş olma­
sından kaynaklanmıştır. Günümüzde insanlar siyasetin, bir çeyreklik
atıp çubuk şeker aldığınız bir satış otomatı gibi olması gerektiğini dü­
şünüyorsa -eğer düşündükleri buysa- bu durumda onlara kendi özel
yaşamlarına dönmelerini tavsiye ederim. İnsanların hazırlıklı olması,
metanedi olması, karakter sahibi olması gerekmektedir -günün bi­
rinde özgürlükçü, komünalist ve kelimenin en iyi anlamında siyasi
bir hale gelecek şekilde toplumu değiştirebilecek bir hareket yaratmak
için geleceğin siyasi kültürünü kendi karakterlerinde cisimleştirmeleri
gerekmektedir.

Hareketin Doğası
Soru: Sonunda kapitalist topluma uyum sağlayacaklarını söyleyerek
kooperatifler gibi alternatif ekonomik çabaları eleştirdin. Ancak se­
nin yerelleştirilmiş ekonomin de kuşkusuz rekabetçi bir çizgide değil,
işbirlikçi bir çizgide örgütlenecek. Büyük ihtimalle bu ekonomide al­
ternatif ekonomik biçimlere —örneğin, yerel yönetimin sahip olacağı
kooperatiflere- ihtiyaç duyulacak. Kooperatifleri eleştirirken koope­
ratif kurma çabalarının özgürlükçü yerel yönetimci hareketle hiçbir
ilgisinin olmadığını mı söylüyorsun?
Yanıt: Hayır, prensipte kooperatiflere karşı değilim. Bunlar, özel­
likle nasıl işbirliği yapılacağını öğreten okullar olmaları açısından paha
biçilemezdir. Ben yalnızca kooperatifler birçok yönden kapitalist te­
şebbüsler gibi faaliyet göstereceği -yani, kurucularının amacı ne olur­
sa olsun piyasa sisteminin bir parçası haline geleceği- için artan sayıda
kooperatifle kapitalizmi kolonileştirerek onu ortadan kaldıramayaca­
ğımızı göstermek istedim.
1840’larda Proudhon kooperatif halk bankalarının ve diğer türden
kooperatiflerin oluşturulmasıyla bunların kapitalizmin yerini alabile­
ceğini düşünüyordu -v e bu şekilde düşünen tek kişi de değildi. Eğer
bugün Proudhon’un izinden gidiyor olsaydım, sonunda birçok küçük
kredi kurumunun Chase Manhattan Bankası’nın, küçük bakkal koo­
peratiflerinin de süpermarket zincirlerinin yerini alabileceğini düşün­
mem gerekecekti. Küçük kimya fabrikalarının Delaware’deki DuPont
şirketinin yerini alabileceğine inanmak zorunda olacaktım.
Günümüzde kooperatifin değeri insanlara nasıl işbirliği yapılaca­
ğını öğretmesinden ileri gelmektedir. Fakat benim kişisel deneyimle­
rime ve tarihteki deneyimlere göre, genellikle kooperatiflerin çoğunda
olan şey, onların piyasanın yarattığı rekabetçi bir hal içerisine girerek
kendi içinde burjuva bir teşebbüs haline gelmesidir. Bunu yapmayan­
lar yok olmaktadır.
“Yerel yönetimlerin sahip olduğu kooperatifler” geleneksel anlam­
da bir kooperatif olmayacaktır. Bunlar, özel kooperatifler ya da özel
kooperatif federasyonları olmayacaktır. Bu kooperatifler halk meclisle­
rinde bir araya gelen topluluğun “mülkiyetinde” olacaktır. Dolayısıyla
bunlar, topluluğun bir parçası olarak faaliyet gösterecek ve topluluğa
karşı sorumlu olacaktır. Bu sosyal kooperatifler yalnızca topluluğun
“mülkiyetinde” olmakla kalmayacak, bunların birçok politikası da
mecliste topluluk tarafından belirlenecektir. Bu politikaların yalnızca
pratikteki yönetimi, ilgili kooperatifin faaliyet alanına girecektir.
Fakat bir bütün olarak topluluk bu kooperatiflerin politikaları­
nı belirlemekle kalmayacak, kooperatifin halkın ayrılmaz bir parçası
olması nedeniyle halkın geneli de kooperatifle bir tür etik ilişki ku­
racaktır. Bu, siyasi kültürün meclisin ve konfederasyonun tamamen
kurumsal olan politikalarının ötesine geçtiği bir alandır. Ekonomi
yerelleştirilmekle kalınmayacak, siyasi kültür de topluluk içerisinde
ahlaki bir ekonomi, ister üretici ister satıcı olsunlar yurttaşlar ile ge­
çim kaynakları arasında yeni tür bir ekonomik ilişki oluşturulmasına
yardımcı olacaktır.
Bu yerelleştirme ve siyasi kültür şartlarında kooperatiflerin ka­
pitalist piyasada serbest yüzen birer teşebbüs haline gelme tehlikesi
ortadan kalkacaktır. Artık burjuva anlamında hakiki bir piyasa var
olmayacaktır. Burjuva piyasada alıcı-satıcı ilişkisi yalnızca rekabetçi
değil, aynı zamanda anonimdir. Yerel yönetimin mülkiyetindeki koo­
peratifler, pekâlâ piyasayı çökertebilir; çünkü bunlar topluluğun mül­
kiyetinde olacaktır ve yurttaşların bunları devam ettirme yönünde etik
bir sorumluluğu bulunacaktır.
Burjuvazinin uzun vadede bu gelişmeye tolerans göstereceğine
inanmıyorum. Özgürlükçü yerel yönetimcilik, sessizce kapitalizme
yaklaşıp birden onun ayağının altındaki halıyı çekmeyecektir. Tarif et­
tiğim her şey yalnızca devletle değil, kapitalizmle de -e r ya da geç- kaşı
karşıya gelmeyi içermektedir. Özgürlükçü yerel yönetimcilik, değişen
ölçülerde özgürlükçü yerel yönetimci pratikleri takip eden topluluk­
larda devrimci bir gelişme ortaya çıkarmayı hedeflemektedir.
Bu gelişme ve çatışmanın nasıl ortaya çıkacağını öngörmek
imkânsızdır. Bunların kanımca hiçbir spekülasyonun öngöremeyeceği
“stratejilerin” doğaçlama olarak oluşturulmasına kapı aralayabileceğim
söylemek yeterli olacaktır. Böyle bir çatışmanın bizi nereye götürece­
ğini, nasıl bir gelişim izleyeceğini bilmiyorum; ama özgürlükçü yerel
yönetimcilik önemli sayıda topluluk tarafından benimsenirse, -e n
azından- potansiyel olarak devrimci duruma benzer bir durum yara­
tacağımızı biliyorum.

Soru: Bazı özgürlükçü sosyalisder işçilerin işyeri üzerindeki kont­


rolünü dışlamakta aceleci davrandığını savunuyorlar. Bu kişiler “işçi­
nin” artık tikelci bir kategori olmadığını savunuyorlar. Günümüzde
hem kadınlar hem de erkekler arasındaki sağlıklı yetişkinlerin çoğu
işçidir. Bu kategori bu kadar genel iken, özgürlükçü yerel yönetimcilik
neden işçilerin işyeri üzerindeki kontrolüyle birleştirilemiyor?
Yanıt: Evet, insanların büyük çoğunluğu hayatlarını kazanabilmek
için çalışmak zorundadır ve onların önemli bir kısmı da üretken işçi­
lerdir. Aynı zamanda muazzam sayıda işçi de üretken değildir. Kapita­
list sistemin yarattığı koşullar ve çerçeve içerisinde faaliyet gösterirler
(örneğin faturaları, sözleşmeleri, değiştirme kartlarını, sigorta poliçe­
lerini ve benzerlerini karıştırırlar). Muhtemelen on “işçiden” dokuzu­
nun akılcı bir toplumda -sigorta ya da herhangi başka bir ticari işlem
gerektirmeyecek bir toplumda- yapacak bir işi olmayacaktır.
Özgürlükçü yerel yönetimci bir toplumda tüm ekonomik politi­
kaları meclis belirleyecektir. İşçiler -e n azından kamu alanı söz ko­
nusu olduğu sürece- özel mesleki kimlik ve çıkarlarından sıyrılacak
ve kendilerini topluluklarının birer yurttaşı olarak göreceklerdir. Yerel
yönetim her zaman mesleki bir bakış açısından ziyade sivil bir bakış
açısıyla hareket ederek -yurttaş meclisi aracılığıyla- kendi bölgesin­
deki işyerlerini kontrol edecek, onlarla ilgili genel kararlar alacak ve
onların izlemesi gereken politikaları ortaya koyacaktır.
İşçilerin işyeri üzerindeki kontrolünü özgürlükçü yerel yönetim-
ciliğe dâhil etmek isteyen kişiler, halk meclisi aracılığıyla toplumu bir
bütün olarak demokratikleştirdikten sonra işyerinin kendisini demok­
ratikleştirmek ve onu kontrol etmeleri için işçilerin eline teslim etmek
isteyeceğimizi varsaymaktadır. Peki, bu ne anlama gelmektedir? Bir
şirketteki işçiler kendilerini işçiden çok yurttaş olarak görmeye başla­
mazlarsa, o zaman bu işçilerin halk meclisinin zararına kendi işyerleri
üzerinde otorite sahibi olma iddiasında bulunmaları yönünde kuvvedi
bir ihtimalin önü açılmış olur. Halk meclisinin gücünün bir kısmını
işyerine aktardığınız ölçüde halk meclisinin birliğinde çatlaklar açacak
ve işyerinin halk meclisi açısından yıkıcı bir unsur şeklinde hareket
etme ihtimalini arttıracaksınızdır.
Bunu basitçe şöyle ifade edebilirim: işyerinin sahip olduğu güç
arttıkça, halk meclisinin sahip olduğu güç o ölçüde azalır -v e işyerinin
sahip olduğu güç azaldıkça, halk meclisinin sahip olduğu güç o ölçüde
artar. İşçilerin işyeri üzerindeki kontrolünü programımızın temel bir
vurgusu haline getirirsek, halk meclisinin gücünü azaltmış ve böyle­
likle de işyerinin halk meclisi zararına gücünü arttırma ihtimaline kapı
aralamış oluruz.
Daha önce de söylediğim gibi, işçilerin bir işyerinin yönetimini
ele geçirip onu işletmesi, onların her daim mevcut olan özel bir gi­
rişimci çıkarı duygusu geliştirme ihtimalini -d a h a doğrusu, bu duy­
gunun anması ihtimalini- ortadan kaldırmamaktadır. İşçilerin işyeri
üzerindeki kontrolünün, yaptıkları işin ne olduğuna bakılmaksızın
işçilerin birbirinden ayrı gruplar oluşturmasıyla sonuçlanması işten
bile değildir. 1936 yılının anarko-sendikalist Barselonası’nda örneğin
bir tekstil fabrikasının yönetimini ele geçiren işçiler, benzer bir işyeri­
nin yönetimini ele geçirmiş olan aynı endüstri içindeki yoldaşlarıyla
sıklıkla rekabet içerisine girmişlerdir. Yani bu işçiler, Gaston Leval’in
İspanyol şehirlerindeki kamulaştırmaya ilişkin anlatısında işaret ettiği
gibi, 11 genellikle kolektif kapitalistler haline gelmiş ve ham madde
ve pazarlara erişim için birbirleriyle rekabet etmişlerdir. Tüm bunlar,
işçilerin aynı endüstri içinde, aynı siyah ve kızıl bayrak altında çalışan
ve aynı sendikalist birliğe üye olan anarko-sendikalistler olduklarını
iddia etmelerine rağmen gerçekleşmiştir! Bunun sonucunda birlik, bu
kolektif kapitalist uygulamaların önüne geçmek amacıyla endüstrile­
ri yeniden düzenlemek zorunda kalmıştır. İronik bir biçimde, CNT
bürokrasisi işyerlerinin yönetimini ele geçirmiş ve işbirliği yapma

11- Gaston Levai, Collectives in the Spanish Revolution, çev. Vernon Richards (Lond-
ra: Freedom Press, 1975).
yaklaşımını devam ettirebilmek için esasen işçilerin işyeri üzerindeki
kontrolünü azaltmıştır.
İşyerlerinin bir bütün olarak topluluğu dikkate almaksızın kendi
davranışlarını yöneten politikalar formüle etmesine izin verilirse, bu
işyerlerinin topluluğun geri kalanının izlediği yollardan farklı olmak­
la kalmayıp, aynı zamanda onlarla da çatışan yollar izlemesi, pekâlâ
mümkündür.
Çoğu işin -özellikle de daha zahmetli ve rutin çalışma faaliyetle­
rinin- bir gün makineler tarafından yapılacağını umuyorum. Bu ta­
mamen ütopik bir fikir de değil. Benim inancıma göre, sonunda o
kadar çok sayıda işi makineler üsdenecek ki işçilerin işyeri üzerindeki
kontrolü sorunu neredeyse anlamsız bir hale gelecek ve tüm bu mesele
önemsiz bir hale gelene dek yavaş yavaş etkisini kaybedecek. Bu ne­
denle her durumda teknolojik gelişmelere karşı olduğunu iddia eden
Fifth Estate çetesi gibi kendinden menkul anarşist ilkelcilere (primiti-
vist) mutlak biçimde karşıyım.

Soru: Özgürlükçü yerel yönetimci bir hareketin doğrudan eylemle


nasıl bir ilişkisi vardır?
Yanıt: Özgürlükçü yerel yönetimcilik doğrudan eylemin en yük­
sek biçimidir. Özgürlükçü yerel yönetimcilik, bir topluluğun doğru­
dan -d ah a doğrusu, yüz yüze gelerek- kendi kendini yönetmesidir.
İnsanlar toplum üzerinde doğrudan bir etkide bulunur ve kendi ka­
derlerini doğrudan şekillendirir. Kendi kaderini tayin etmekten daha
yüksek bir doğrudan eylem biçimi yoktur.
Ayrıca örneğin bir gelişmenin ya da saldırgan, ekonomik olarak
agresif, yağmacı bir girişimin ortaya çıkmasına engel olarak -d ah a
doğru bir ifadeyle, bugün ortaya çıkan her meseleyle ilgili olarak sos­
yal ve siyasi eylemlerde bulunarak- doğrudan eylem içerisine girmenin
her radikal siyasi eğitimin bir parçası olduğuna kesinlikle inanıyorum.
Söz konusu sosyal ve siyasi eylemler oturma eylemlerini içerebilir
-1 9 3 0 ’lardaki Amerikan işçi hareketi, nihayetinde fabrikaların işçiler
tarafından işgal edilmesi üzerine kuruluydu. Nasıl grev bir doğrudan
eylem biçimiyse, bir fabrikanın işgali de bir doğrudan eylem biçimidir
-aslında fabrikanın işgali, burjuvazinin özel mülkünü koruyan yasala­
rın çiğnenmesini içermesi açısından daha radikal bir doğrudan eylem
biçimidir.
Bu eylemlerin ne ölçüde şiddete yol açabileceğini bilmiyorum. Fa­
kat burjuvazinin, toplum içerisindeki mülklerini bırakın, statüsünden
bile gönüllü bir şekilde vazgeçeceğine inanmıyorum.

Soru: Özgürlükçü yerel yönetimci bir hareketin liderleri olacak


mıdır?
Yanıt: Mücadelenin olduğu her yerde liderler vardır. Peki, lider­
lerin var olması kaçınılmaz biçimde hiyerarşinin var olması anlamına
mı gelir? Kesinlikle hayır! Lider sözcüğü bizi korkutarak bazı bireyle­
rin diğerlerinden daha fazla tecrübeye, olgunluğa, karakter gelişimi­
ne ve benzerlerine sahip olduğunu kabul etmekten alıkoymamalıdır.
Böyle farklılıklar kesinlikle mevcuttur ve çok da gerçektir. Bunları saf
dışı ederek herkesin aynı seviyede bilgiye, tecrübeye ve kavrayışa sahip
olduğunu söylemek saçma bir mittir ve gündelik hayatın tüm gerçek­
leri tarafından çökertilmektedir. Bu mit yalnızca gündelik hayatın ger­
çekleri değil, biyolojik gerçeklik tarafından da çökertilmektedir. Daha
uzun bir süredir yaşayan insanların genellikle henüz çok genç olan
insanlardan daha fazla bilgiye sahip olması beklenir. Yaşından bek­
lenmeyecek bir olgunluğa sahip olan on iki yaşındaki bir ergenin bile
kendisinden üç kat daha yaşlı olan bir kimsenin bilgeliğine ve tecrübe
zenginliğine sahip olması mümkün değildir. Biyoloji bir çocuğun bir
ergenin bilgisine, bir ergenin de bir yetişkinin bilgisine sahip olmasını
imkânsız kılmaktadır.
Bu; daha bilgili insanların, sahip oldukları bilgiyi diğerlerini ta­
hakküm altına almak için kullanacağı anlamına gelmez. Lider, in­
sanlara bir yön duygusu sunan herhangi bir kimse kadar eğitimcidir.
Aslında insanların bizi eğitmesine müthiş ölçüde ihtiyaç duymakta­
yız. Liderliği büsbütün reddeden anarşistleri büyük bir sorun olarak
görüyorum. Yanlış bir eşitlik yorumunun -yani, herkesin eşit ölçüde
bilgiye sahip olduğu yorumunun- tiranlığını da içerebilecek olan “ya-
pısızlığın uranlığından” daha usta bir biçimde hazırlanmış bir tiranlık
daha yoktur. Hepimizin zaten aynı seviyede bilgiye sahip olduğunu
söylemekle hepimizin potansiyel olarak eşitlikçi bir temelde öğrenme
ve aynı bilgiye sahip olma kapasitesinde olduğunu söylemek arasında
büyük bir fark vardır.
Bu, Hegel’in ilk dönem teolojik yazılarında ortaya attığı Sokrates
ile İsa arasında nasıl bir fark olduğu sorusunu gündeme getirmektedir.
Sokrates tartışmasız biçimde bir liderdi ve eğitim ve diyalog aracılığıy­
la kendisinin bildikleri ile etrafındaki genç Atmalıların bildikleri ara­
sındaki farklılığı ortadan kaldırmaya, böylelikle de karşılıklı konuşma
için eşit seviyeli bir oyun alanı yaratmaya çalışması bakımından bir
lider olarak seviliyordu. Sokrates’in diyaloglarının birçoğu bu farklılı­
ğın ortadan kaldırılmasıyla ilgilidir. İsa ise otoriter anlamda bir liderdi.
Huzurunda bulunan kimsenin onun gazabından korkmaksızın tersini
ileri süremeyeceği bildiriler yapmıştı. Tanrının bize öyle yapmamızı
emrettiği gerekçesiyle insanları On Emre uymaya zorlamaya çalışmak;
bu emirleri inceleyip neyin geçerli, neyin geçersiz olduğunu bulmak­
tan, herhangi bir düşünceye uygun hareket edilmesi için doğaüstü se­
beplerden ziyade doğal sebepler sunmaktan önemli ölçüde farklıdır.
On emrin bazı kısımları çok gericidir; Yehova’nın, kendisi dışında­
ki tanrılara —ve çıkarımda bulunursak, hiçbir aykırılığa- tahammülü
olmayan kıskanç bir tanrı olduğu yönündeki uyarısı bu duruma bir
örnektir.
Buna karşın, lider elide aynı şey değildir. Ayrıca liderin bir elite
dönüşmesi de zorunlu bir durum değildir. Liderlik zorunlu olarak hi­
yerarşik değildir. Lider, belli bir durum hakkında diğerlerinden daha
fazla bilgi sahibi olan, dolayısıyla da insanlara bu durumla başa çıka­
bilmek için ne yapmaları gerektiği konusunda tavsiye vermede başat
rol oynayan bir kimse olabilir. Bu kimse insanları tahakküm altına
almaz ya da onların kendisine boyun eğmesini talep etmez. Elbette,
akılcı bir toplumda liderlerin insanları istemedikleri bir şeyi yapma­
ya zorlama gücü olmayacaktır. Liderlerin sahip oldukları etkinin tek
kaynağı iknadır. Liderler, her şeyden önce, diğer insanlara karşı so­
rumlu olacaktır -yani, liderlerin eylemleri sürekli bir denetim altında
olacaktır.
Öncü örgüderin de zorunlu olarak otoriter olduğunu düşünmü­
yorum. İronik bir biçimde, geçmişte birden fazla anarşist gazeteye
Öncü adı verilmiş ve birden fazla anarşist çalışma öncü bir örgüt ku­
rulması için çağrı yapmıştır. Öncü örgütler bir harekete yön duygusu
-b ir yerden diğerine nasıl gidileceğini gösteren bir harita- kazandırabi­
lir ve onu toplumu değiştirmek için sistemli eylemler gerçekleştirmek
üzere seferber edebilir.
Öncü ve lider sözcüklerinin Stalinizm ve Leninizm tecrübeleri
yüzünden 1960’ların “Yeni Solu” tarafından itibarsızlaştırılmış olma­
sı trajiktir. Birçok devrimde bu devrimleri ileri götüren son derece
önemli -h atta belirleyici- liderler ve örgüder var olmuştur ve bu be­
lirleyici figürlerin yokluğunda devrimler başarısızlığa uğramıştır. Paris
Komünü sırasında komün yanlılarını hedef alan karşı devrimi yöneten
Adolphe Thiers, devrimci Auguste Blanqui’yi esir tutuyordu. Komün,
Blanqui’nin serbest bırakılmasını istedi ve kendi esirleri -h atta Paris
başpiskoposu- karşılığında Blanqui’yi geri almak için çok uğraş verdi.
Ancak Thiers, Blanqui’yi komün yanlılarına geri vermenin onlara bir
bölük asker vermeye eşdeğer olduğunu, çünkü Blanqui’nin Versailles’e
ilerleyip karşı devrimi yenilgiye uğratacağını biliyordu. Dolayısıyla
herhangi bir ölçüde ilerleme kat etmeyi başarmış bir devrim sırasında
liderin bir tirana ve örgütün de bir seçkinler grubuna dönüşme tehli­
kesi her zaman mevcut olsa da, kendi başına hareket eden veya bir ör­
gütün başında bulunan birçok liderin tarihte oynadığı önemli rol bir
kenara atılamaz. Bu tehlikeyle baş edebilmek için lider ve örgütlerin
tiran ya da seçkinlere dönüşmesini engelleyen istihbarat kurumlarına
ve dengeleyici kurumlara güvenmekten başka bir seçeneğimiz yoktur
-liderlere ve örgütlere karşı çıkmak kesinlikle bir seçenek değildir.

Soru: Geçmişte entelektüeller ve entelijansiya arasında bir ayrım


yapmıştın. Buna göre entelektüeller akademide bulunurken, teorik
düşünen eğitimli bireylerden oluşan entelijansiya devrime eşlik eden
kamusal siyasi kültürün bir parçasıdır. Entelijansiyanın özgürlükçü
yerel yönetimci bir mücadelede rol oynayacağını düşünüyor musun?
Yanıt: Entelijansiya vazgeçilmezdir -v e bu noktada entelijansiya-
mn önemini küçümseyen tüm o akademili entelektüellerden ayrılıyo­
rum. Üniversite sistemi içerisine kurulan profesörlerin entelijansiyayı
elit diye kötülemesini komik buluyorum. Herkes entelijansiyanın bir
üyesi olsaydı, fikirlerin gündelik sosyal çevrenin bir parçası olduğu
-d ah a doğrusu; felsefe, etik ve siyasetin araştırma konuları olmakla
kalmayıp yaşanan pratikler de olduğu- canlı bir kamusal entelektüel
hayatın içinde olsaydı harika olurdu diye düşünüyorum.
Çeşitli anarşist teorisyenlerin bu yönde buyrukları olsa da, kanım­
ca, entelijansiyanın gerçek bir üyesinin kazanılmış bilgeliğinin göz
ardı edilebilmesi akla hayale sığmaz. 1520’lerde Almanya’da gerçek­
leşen Köylü Savaşları’ndan 1936’daki İspanyol Devrimi’ne uzanan
Üçüncü Devrim adlı eserimi yazarken devrimleri ayrıntılı bir şekilde
araştırdım. Öyle ki kendimi bu devrimlerin sokaklarına gitmiş gibi
hissettim. Bu araştırma, entelijansiyanın ya da halk entelektüellerinin
sunduğu bilgiler -v e hatta en iyi durumlarda bu kişilerin sunduğu
liderlik- olmadan bu devrimlerin başarılı olmayı bırakın, ciddi bir
ilerleme bile kat etmeyi umamayacağını çok açık bir şekilde görmemi
sağladı. En iyi Jakoben liderlerden katbekat üstün olan Jean Varlet
olmasaydı Fransız Devrimi neye benzerdi? Thomas Paine olmadan
Amerikan Devrimi neye benzerdi? Komün yanlılarına ilham verecek
Blanqui kalibresinde bir adam olmasaydı Paris’teki 1848 devrimleri
neye benzerdi? Eugène Varlin olmasaydı Paris Komünü neye benzerdi?
Bolşevik bir otokrasinin tehlikelerini öngören Martov olmadan Rus
Devrimi neye benzerdi? Canlı bir kamu hayatı yaşamakla kalmayıp
deneyimlenen devrimci bir sosyal ve siyasi ortamın parçası da olan
düşünürler geleneğini -gitgide zayıflayan bu geleneği- yeniden güç­
lendirmemiz zorunludur.

Soru: Özgürlükçü yerel yönetimci bir hareket, seçimlerde bazı


üyelerini aday gösterdiğinde bir seçim programına ihtiyaç duyacaktır.
Bu programda ne tür şeyler olmalıdır? Programa yalnızca kısa vadeli
hedeflerimizi dâhil etmemiz durumunda reformcu bir parti gibi görü­
neceğiz. Programa yalnızca uzun vadeli hedeflerimizi (örneğin, kapi­
talizmi ortadan kaldırmak) dâhil edersek de başarı elde etme şansımız
çok düşük olacak, çünkü birçok insan henüz bunları duymaya hazır
değil. Özgürlükçü yerel yönetimci bir seçim kampanyası yürütmeye
girişmeden önce sıradan yurttaşların bir şekilde bu fikirler hakkında
eğitilmesini mi beklemeliyiz? Yoksa insanları eğitmek için seçim kam­
panyası mı yürütmeliyiz? Uzun ve kısa vadeli hedefler arasında nasıl
bir denge kurmalıyız?
Yanıt: Seçim programındaki kısa vadeli hedefler, en sonunda ha­
reketin uzun vadeli hedeflerini desteklemeleri için insanları harekete
çekme amacına yöneliktir, insanlar, seçim programındaki kısa vadeli
hedeflere katıldıkları için, pekâlâ, özgürlükçü yerel yönetimci bir adayı
destekleyebilir ve ilk başta hareketin uzun vadeli hedeflerine katılabi­
lir ya da katılmayabilir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyalizmden
korkan milyonlarca Britanyalının, bir sosyalizm biçimine uzun vadeli
bir bağlılık ifade etmiş olmasına rağmen İşçi Partisi’ne oy verdiklerine
eminim. Son derece pratik kaygılarla ilgili birçok problem bu insanları
İşçi Partisi’ne oy vermeye yöneltmişti. Ayrıca bu insanlar savaşın so­
nunda sosyalizm sözcüğünün işaret ettiği “daha iyi bir dünyanın” or­
taya çıkması gerektiği yönünde belirsiz bir özlem içindeydiler. Bundan
dolayı savaşın bitimine doğru ve savaş sonrasında İşçi Partisi büyük bir
zafer kazandı.
Elbette, özgürlükçü yerel yönetimci bir hareket belirli adaletsizlik­
leri düzeltmek için mücadele edecektir ve özgürlük ve doğrudan de­
mokrasi gibi daha büyük amaçlar için mücadele edilirken bu adaletsiz­
liklerin düzeltilmesi de hareketin programında yer almalıdır. Fakat bir
özgürlük ideali sunmadan tek başına adaletsizliklere karşı mücadele
etmek, düzeltmek istediğimiz adaletsizliklerin kökenine inmeyecektir.
Tanıdığım bir anarşist yakın bir zamanda kendisinin hala anarşist bir
toplum “vizyonuna” sahip olduğunu, fakat bu toplumun çok uzak­
larda olduğunu söyledi. Sözünü ettiğim kişi şu anda daha kısa vadeli
“amaçlarını,” adaletsizliklerin düzeltilmesini içeren amaçlarını gerçek­
leştirmeye çabalıyor -k i bu adaletsizliklere devletin güçlendirilmesi de
dâhil, o kadar yani!
Ancak adaletsizliklere karşı verilen mücadele özgürlük mücadele­
sinden ayrılamaz. Eğer bunu yaparsak, aynı sosyal düzenin -birazcık
ya da belki de anlamlı ölçüde daha adil olan, fakat toplumu ve doğal
dünyayı kaçınılmaz bir biçimde gitgide daha fazla tahrip etmeye zo­
runlu olan bir sosyal düzenin- ağırlığı altında eziliyor olacağız. Viz­
yonumuz ile amaçlarımız arasında canlı bir bağlantı olmalıdır, öyle
ki vizyonlarımız amaçlarımız içerisine yedirilmeli ve onlara ivedilik
kazandırmalıdır. Aksi halde -am açlar ve vizyonlar birbirinden ayrılır­
sa- bizler tüm bu adaletsizliklerin temel sebeplerini ve tüm insanların
kendi potansiyellerini gerçekleştirmesine ve özgürlüğe getirilen kısıt­
lamaları ortadan kaldırmaya çalışan devrimcilerden çok kapitalizmin
ona insani bir çehre kazandıran bekçileri işlevi göreceğiz.
Bundan dolayı özgürlükçü yerel yönetimci bir program, aynı anda
uzun vadeli talepler ortaya koymadan kısa vadeli taleplerde bulunma­
yacaktır. 1930’lu ve 1940’lı yılların sol çevrelerinde biz bunlara asgari
ve azami programlar derdik. Asgari programın azami programla olan
ilişkisi, en iyi -bildiğim kadarıyla Troçki’nin icat ettiği yararlı bir te­
rim olan- geçiş programı aracılığıyla açıklanabilir. Geçiş programının
hemen atılabilecek küçük adımlarla komünizm veya sosyalizm gibi
nihai amaçları birbirine bağlayacağı varsayılır.
Özgürlükçü yerel yönetimci bir harekete göre, geçiş programının
“büyümeyi” durdurmak gibi belirli bir taleple kapitalizmin yerine ah­
laki bir ekonomi getirme şeklindeki uzun vadeli, azami bir talebi bir­
birine bağlaması mümkündür. Geçiş programı, kent tüzüğünde halk
meclislerinin kurulmasını mümkün kılacak değişiklikler yapılması
çağrısında bulunarak ve sonrasında da bu meclislerin sahip olduğu
güçlerin gitgide arttırılmasını talep ederek “daha iyi bir yerel idare”
gibi basit, güncel bir taleple hareketin uzun vadeli doğrudan demok­
rasi hedefini kesinlikle birbiriyle bağlantılı hale getirecektir.
Özgürlükçü yerel yönetimci hareket sürdürülürken, bu talep­
leri ileri sürmek ve halkın dikkatini bunlara çekmek için doğrudan
eylemin kullanılması, pekâlâ mümkündür. Ama hareket, ilk önce
mümkün olan en kısa zamanda halk meclislerinin ve bu meclislerin
toplanabileceği sivil merkezlerin kurulması çağrısında bulunacaktır.
Bu meclislerin kurulduğunu ve umut edilen şekilde mahallenin so­
runlarının tartışıldığı birer forum haline geldiğini farz edelim. Bunun
ilk başta şehrin belli bölümlerinde gerçekleşmesi muhtemeldir; fakat
sonrasında bu mahalleler şehrin henüz siyasi devinim içerisine girme­
miş bölümleri için birer örnek haline gelecektir. Çok geçmeden in­
sanların geneli kendi şehirlerinde bir şeylerin gerçekleştiğini görmeye
başlayacak ve belki onlar da kendi mahallelerinde aynı şeyi yapmaya
başlayacaktır.
Gitgide daha fazla sayıda meclisin çeşitli talepler -şehir hizmetleri
üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmaktan daha fazla itfaiye istas­
yonu kurulmasına ve okulların iyileştirilip sayılarının arttırılmasına
kadar her şeyi içine alabilecek talepler- ortaya koyan kararlar alması
muhtemeldir. Hareket bu kararları merkez alarak kampanya yapmaya
başlar ve bunları halkın talepleri olarak sunar. Deyim yerindeyse, yurt­
taşlar konuşur. Ama en önemlisi, hareket yurttaş meclislerinin daha
fazla yasama gücüne, hatta belki de yasama gücünün tümüne sahip ol­
masını sağlamak için kent tüzüğünü değiştirme talebini ortaya koyar.
Özgürlükçü yerel yönetimci hareket içerisinde yer alan insanlar,
büyük ihtimalle, kurulmasına neden oldukları halk meclisinde küçük
bir azınlık oluşturacaktır. Meclisteki diğer yurttaşlar, muhtemelen
oldukça temkinli ve tutucu olmayı sürdürecektir. Özgürlükçü yerel
yönetimcilerin görevi, mecliste bu yurttaşlarla çeşidi meseleler üzeri­
ne tartışmak, onların itirazlarına karşı çıkmak ve toplumda iş başında
olan daha büyük sosyal ve siyasi güçleri açıklamaktır. Hareket üyeleri
bu süreçte herkesi eğitmeye çalışır. Gayrimenkul sektöründeki çıkar
gruplarının topluluğu belirli bir gelişmeye, konut edindirme projesine
ya da büro kompleksine onay vermeye ikna etmek amacıyla bir meclis
toplantısına katıldıklarını farz edelim. Ya da diyelim ki bir imalatçı
geldi ve topluluğun kendisine orada bir fabrika kurma izni vermesi
durumunda daha fazla iş olanağı olacağı yönünde cezbedici vaatlerde
bulundu. Özgürlükçü yerel yönetimciler, bu önerilerin kendi yurttaş­
ları için oluşturacağı tehlikeleri ayrıntılarıyla göstererek onları dur­
durmaya çalışmak zorundadırlar -v e bu süreçte, umut ediyorum ki,
yurttaşlarını da eğiteceklerdir.
Birçok insanın özgürlükçü yerel yönetimciliği bir süreç olarak gör­
mekte zorlanacağını belirtmeliyim. Fakat özgürlükçü yerel yönetimci­
liği bir süreç olarak görmenin tam da bizim tartıştığımız şey olduğunu
ileri süreceğim. Özgürlükçü yerel yönetimciler, belirli konularda ada­
let sağlanmasına yönelik gündelik taleplerde -gayrimenkul, inşaat, pe­
rakende satış ve benzeri sektörlerdeki çeşitli kapitalist çıkar gruplarına
meydan okuyan taleplerde- bulunarak işe başlar. Sonrasında hareket
gitgide büyür ve bu sırada halk meclisleri aracılığıyla gitgide daha fazla
gücün eyaletlerin ve ulus devletin elinden alınarak meclislere verilme­
sini talep eder. Bu, eğer mevcut değilse bir kent tüzüğü oluşturulması,
bir kent tüzüğü mevcutsa onun yeniden gözden geçirilmesi çağrısında
bulunarak -burjuvazinin halka vermek istemeyeceği- potansiyel ola­
rak demokratik kurumların kapsamının gitgide genişletilmesini içeren
dinamik bir süreçtir. Bunların hepsi; halkın iktidarı için potansiyel
olarak çatışma çıkaracak konulardır. Özgürlükçü yerel yönetimci ha­
reket bu süreçte önemli bir rol oynar. Böyle bir hareket olmadan tarif
ettiğim gelişmenin mantıksal sonucuna ulaşacağından şüpheliyim.
Tüm bunlardan sonra, bu gelişmeler belirli bir bölgede gerçek-
leştiyse, konfederasyonlar oluşturmaya başlanabilir. Bu süreç boyun­
ca hareket ikili bir güç oluşturuyor olacaktır. Gerçekleşen değişimler,
tüm aşamalar boyunca, doğrudan eylem de buna dâhil olmak üzere
çeşitli türde çatışmalar içerecektir ve tüm bu değişimler bir yandan
cumhuriyet rejimi içerisinde demokrasinin kapsamını genişletirken
diğer yandan da durmaksızın demokrasiyi radikalleştirecektir. En ni­
hayetinde de devlete dolaysız bir meydan okuma yöneltebileceğimiz
devrimci bir durumla karşı karşıya kalacağız.
Çünkü hareket diyalektik bir tavırla kendisinin azami talepleri­
ne doğru ilerlerse, en sonunda -b u siyasi kültürün gitgide daha fazla
insanın desteğini kazanarak yayılıp büyümesiyle birlikte- kendisinin
nihai “vizyonu” ile sonuçlanmak zorunda kalacaktır. Hareket dikkate
değer biçimde devlet iktidarına kafa tutacaktır. Hareketin kapitaliz­
me “sezdirmeden yaklaşması”, devleti alttan çökertmesi ya da yavaş
yavaş bir dönüşüm gerçekleştirmesi mümkün değildir. Hareket süreç
boyunca atılan her adımda kapitalizm ve devlete kafa tutmak ve bu
çatışma devrimci bir boyut kazanana dek onları mümkün olduğunca
geriletmek zorunda olacaktır. Çatışmanın devrimci bir boyut kazan­
masından itibaren hareketin hangi yaklaşım, önlem ya da (hoşlanma­
dığım bir sözcükle ifade etmem gerekirse) “taktikleri” benimsemesi
gerektiğini yaşanan gelişmenin kendisi belirleyecektir.
Kolay bir süreç tarif etmiyorum. Ama ekonominin yerelleştiril­
mesi ve bir konfederasyon çatısı altında birleşmiş özgürlükçü yerel
yönetimlerin kurulması için mücadele etmek ütopikse bugün başka
ne alternatifimiz var? Almanya’daki Yeşiller Partisi’nin, İngiliz İşçi
Partisi’nin ve Birleşik Devletlerdeki üçüncü partilerin tecrübelerine
bakılırsa dejenere olarak devlet aygıtının bir parçası haline gelmesi ya
da yok olması işten bile olmayan bir siyasi parti kurmak mı? Özgür­
lükçü yerel yönetimciliğin alternatifi nedir? “Komünlerin komünü”
talebini -sosyalistlerin, anarşistlerin ve komünistlerin geleneksel öz­
gürlükçü sloganını- siyasetimizle başka türlü nasıl bağdaştıracağız?
Birçok yaşam tarzı anarşistinin arzuladığı gibi kendi özel deneyimleri­
mize başvurarak mı, Taoist meditasyonlar yaparak mı, yoksa duyarlılık
toplantılarına ve destek gruplarına katılarak mı?
Başka ne alternatifimiz var? Kooperatifler oluşturarak kapita­
list ekonomiyi yavaş yavaş yiyip bitirebileceğimiz mitiyle hareket
etmek mi? Kapitalizmin henüz çok gelişmemiş olduğu, her bakkal
dükkânının bir süpermarket zinciri değil, bir aile dükkânı olduğu
ve endüstri ve perakende satışın halen küçük çaplı olduğu 1840’lı ve
1850’li yıllarda Proudhon’un bunun -özellikle Fransa’da- işe yaraya­
bileceğini düşünmesinin belirli bir temeli vardı. Fakat bugün böyle
bir temel yok. Ya da ekonominin kamulaştırılması çağrısında mı bu­
lunacağız? Ama eğer bunu yaparsak, devlet iktidarını ekonomik güçle
pekiştirmekten başka bir şey yapmamış oluruz. Veya belki de piyasa
sosyalizmi için çağrıda bulunuruz -benim görüşüme göre, bu bir ok-
simorondur, çünkü piyasa daima sermayenin belirli ellerde yoğunlaş­
masına yol açan kendi iç kuvvederini yaratır.
Alternatifler özel mülkiyet, mülklerin kamulaştırılması ya da
mülklerin yerelleştirilmesidir. Hangi alternatifin seçileceğini devrimci
duyarlılığa sahip kişilerin kendi kararma bırakıyorum.

Yeni Toplum
Soru: Özgürlükçü yerel yönetimci bir toplum yaratmayı başardıktan
sonra sivil erdemler ve doğrudan demokratik kurumlar topluluktaki
herkesi kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmekten alıkoymak
için yeterli olmazsa ne olacak? Toplumun komünist doğasına zarar
vermek için birkaç kişinin kendini kalkındırmaya çalışması yeterli ola­
bilir. Bunu engellemek için topluma normlar dayatacak kısıdamalar
mı oluşturulması gerecektir? Özgürlükçü yerel yönetimci bir toplum­
da herhangi bir yasa ya da anayasa olacak mıdır?
Yanıt: Özgürlükçü yerel yönetimci toplum halikındaki soruna ya­
nıt vermeden önce bazı tarihsel bilgiler vermek faydalı olacaktır. Tarih
öncesinde bilinmeyen bir zaman boyunca insan toplumu aile gruplan
-kabile ve klanlar- etrafında düzenlenmişti. Bu gruplarda bireylerin
birbirlerine karşı hak ve görevlerini kan akrabalıkları belirliyordu.
Kabile dışından bir kimse yabancı ya da -M arx’ın isabetli terimini
kullanmak gerekirse- inorganik olarak görülüyordu, dolayısıyla da ka­
bilenin keyfi muamelesine tabiydi.
Bu durumun insanların adaleti nasıl tasavvur ettiği konusunda
birçok sonucu oldu. Diyelim ki bir kişi suç işledi -b ir kabilenin üyesi
diğer bir kabilenin üyesini öldürdü. Suçun kefaretinin ödenmesinin
ve katilin cezalandırılmasının tek yolu, kurbanın akrabalarının kan
intikamı almaya karar vermesidir. Elbette, bir süre sonra bir suistimali
telafi etmek için gerekli olan kan dökme miktarı azaltıldı veya kan
dökmenin yanında başka türden cezalar (örneğin, belirli sayıda sığır
verme yükümlülüğü) uygulandı. Bazı zamanlar telafi programının çok
ayrıntılı bir biçimde geliştirildiği de görüldü. Fakat adalet sistemi hala
intikama -kurbanın ya da ailesinin suçun failinden intikam almasına-
dayanıyordu.
Bu biyolojik tabanlı adalet sisteminin -bununla akrabalığa ya da
kan bağına ve intikama dayalı bir adalet sistemini kast ediyorum- terk
edilip daha rasyonel -a m a tamamen rasyonel olması şart olmayan- bir
adalet sistemine geçilmesi, tarih boyunca insanlığın en büyük ilerleme­
lerinden biri olmuştur. Aeschylus’un Eumenides isimli eseri, mantığa
dayanan adalet anlayışının kan intikamının yerini aldığı bir ortamdaki
Atmalıları tasvir eder: Annesini öldürmüş olan Orestes sonunda kan
akrabasını öldürmüş biri olarak yargılanmak yerine akıl yürütmeyle
ulaşılmış, akılcı gerekçelerle bir jüri tarafından yargılanmıştır. Akla
dayanan evrensel adalet standartları temelinde aklanmış, kan intikamı
temelinde cezalandırılmamıştır. Bu noktada akıl adetlerin, toplum da
biyolojinin yerini almaya başlamıştır.
Elbette, biyolojiye göre şekillendirilmiş her kurum, aynı zamanda
toplumsal bir kurumdur. İnsanlar artık salt hayvan değildir. Yine de
bu kadar erken bir düzeyde toplumsal olanı biyolojik olandan ayırmak
çok güçtür. Fakat tarih boyunca biyoloji, yerini derece derece akılcı­
lığa ve toplumsallığa bırakmıştır. Yasanın ya da Yunanların deyişiyle
nomos’un -h ak ve görevleri tanımlayan akılcı bir şekilde oluşturulmuş
bir adalet standardının- ortaya çıkışı, insanlığın hayvanlıktan çıkma­
sını sağlayan en büyük sıçramalardan birine işaret etmektedir. Bu, do­
ruk noktası oluşturan bir ilerleme değil, temel bir ilerlemedir.
Tüm yasaların sırf yasa oldukları için rasyonel olduğunu savun­
muyorum. Daha ziyade, nomos kavramının kendisinin rasyonel ol­
duğunu iddia ediyorum. Kan intikamının ikamesi olan yasa, birçok
yasanın çok akıldışı olmasına karşın akılcı bir ilerlemedir. Hammurabi
kanunları gibi antik anayasalar, köleliği ve kadınların erkekler tara­
fından tahakküm altına alınmasını -günümüzde savunulamayacak ve
akılcı bir toplumda kesinlikle düşünülemeyecek olan suistimale dayalı
çok sayıda özelliği- kabul etmektedir. Fakat Hammurabi kanunları
doğru ve yanlış davranış hakkında bir tartışma alanı açılarak mantıksız
adetlerden uzaklaşıldığma da işaret etmektedir. Atina demokrasisinde
ise çok daha fazla sayıda adet rafa kaldırılmış ve yerlerini hak ve görev­
lerin, iyi ve kötünün, zararlı eylemlerle yararlı eylemlerin akla dayalı
bir şekilde ele alınmasına bırakmıştır.
Akılcı bir toplum, tanım gereği bundan daha azını yapamaz. Öz­
gürlükçü yerel yönetimci bir toplumda insanların hak ve görevlerine,
toplumun yasalarına veya nomos’larına ve öz yönetim tarzına tama­
mıyla açıklık getirmek gerekecektir. Bu nomos’lar insanların kendi
hayatlarını düzenlemek için hazırlayacağı akılcı bir anayasadan türeti-
lecektir. Yani, insanların akıl ve tecrübenin sağladığı tüm etik kaygıları
kendilerine rehber alarak toplum için temel bir çerçeve oluşturması
anlamında topluma akılcı bir yasal form kazandırılacaktır.
Dolayısıyla evet, bir anayasaya ve mümkün olduğunca demokra­
tik, akılcı, esnek ve yaratıcı olan nomos’lara sahip olmak gerekecektir.
Böyle bir anayasayı ve onu ayrıntılandıran nomos’ları kabul etmeye
yanaşmamak, kan intikamı gibi bir sistemden medet ummak anla­
mına gelecektir. Ya da insan doğasının sarsılmaz -v e sihirli- bir şe­
kilde iyicil olduğu yönündeki mistik inanç temelinde yapılan keyfi
değerlendirmelerden medet umacağız. Bu görüş tamamen saçmadır.
Bu görüş, insanların başkalarına ve topluluklarına her zaman nazik
bir biçimde davranacağı, onların doğuştan iyi oldukları ve uygarlık
tarafından “yozlaştırıldıkları inancına dayanır. İnsanın değişmez bir
doğası olduğu yönündeki tüm anlayışlar -h atta insan doğasını iyicil
olarak tasavvur eden anlayışlar bile- tıpkı “asil yabani” miti gibi sosyo-
biyolojik bir saçmalıktır. Bu anlayış, insan davranışını tamamen sabit
kılarak insanı en önemli özelliklerinden birinden -hayvanların tipik
bir özelliği olan uyum sağlamadan farklı olarak insanların olağanüstü
bir özelliği olan yaratıcılıktan- mahrum eder.
Bundan dolayı, akılcı bir toplum ve özgürlükçü komünizm ile iliş-
kilendirdiğim özgürlükçü yerel yönetimci bir toplumda akla dayalı bir
anayasaya ve akla dayalı nomos’lara sahip olmak kesinlikle zorunlu­
dur. Bu anayasa otoriterliğin ve özel mülkiyet ve devlet gibi günümüz
toplumunda var olan diğer tüm istenmeyen özelliklerin ortaya çıkma­
sına engel olacak ve aynı zamanda değişen durumları dikkate almaya
yetecek ölçüde esnek, akla dayalı, etik kurallar arz ederek pozitif bir
hukuk biçimi sunacaktır.

Soru: Bu fikirler özgürlükçü yerel yönetimci bir hareketin gelişi­


minde nasıl uygulanacaktır?
Yanıt: Bu hareketin kendisinin de bir anayasaya sahip olacağını
ileri sürmek istiyorum. Bu bakımdan asgari ölçüde bir yapı arzula­
yan özgürlükçü görüşe karşı geliyorum. Daha önce de söylediğim
gibi, asgari ölçüde yapıya sahip olunan yerlerde azami ölçüde keyfilik
mevcuttur. Kendini adamış, ciddi insanlar daima bir organizasyonun
olmasını ister, asıl soru bunun ne tür bir organizasyon olacağıdır. Gü­
nümüzde yaşam tarzı anarşistleri arasında görülen baş döndürücü ku­
ral tanımazlık, değişmez bir biçimde ya 1970’li yıllarda nükleer karşıtı
Clamshell birliğinde olduğu gibi otoriter bir manipülasyonla sonuçla­
nır ya da hiçbir yere varmaz.
Bunun için hareketin bir anayasası olacak ve bu anayasanın baş­
langıç kısmında hareketin daha geniş amaçları ve karakteri belirtile­
cektir. Sonrasında da hareket nasıl bir işleyiş göstereceğini ve açıklama
gerektiren yerlerde neden öyle bir işleyiş göstereceğini tüm esnekliğini
yitirecek kadar katı bir hale sokmadan mümkün olduğunca açık bir
şekilde belirtecektir. Anayasa karar almanın -kanım ca vazgeçilmez
olan- çoğunluk kuralına göre yapılan oylamayla gerçekleşeceğini be­
lirtecektir. Delegelerin nasıl seçileceğini ve gerekli olduğu durumlarda
nasıl geri çağrılacağını açıkça belirtecek ve onların yetkileri ile parla­
menter tipte temsilcilerin yetkileri arasındaki farkı ortaya koyacaktır.
Bu anayasa yerel demokrasinin ve konfederasyonun bir açıklamasını
da içerebilecektir.
Akılcı nomos’ların rehberlik ettiği akılcı bir anayasa temelinde
özgürlükçü yerel yönetimci bir hareket kurulduktan sonra, yurttaş
meclisleri kurma çağrısında bulunurken nasıl bir yol izlenecektir?
1970’lerin sonlarında ve 1980’lerin başlarında Burlington’da birlik­
te çalıştığım anarşist gruplar, şehrin altı semtinin (ward) her birinde
bir yurttaş meclisi kurulmasını savunuyordu. Progressive (ilerlemeci
-Ç.N.) adındaki bir üçüncü partinin adayının 1981 yılında belediye
başkanı seçilmesinin ardından bu çağrılarımızı sürdürdük. Belediye
başkanı seçilen Bernard Sanders, bizim neden bahsettiğimizi bilmi­
yormuş gibi görünüyordu, fakat kulağa iyi geldiği için bu fikri kabul
etmeye hazırdı. Dolayısıyla Sanders’in Progressive yönetimi her semtte
bir Mahalle Planlama Meclisi (MPM) kurmayı kabul etti. M PM ’ler
gerçek birer yurttaş meclisi değildi -bunlar, topluluğun gelişimi için
ayrılan fonların harcanmasından sorumlu olan “planlama meclisleri”
idi. Politika oluşturma bakımından bu meclislerin rolü tamamen tav­
siye vermeyle sınırlıydı. Fakat en azından Vermont’ta, mecliste yer alan
yurttaşların manevi olarak bir şeyleri şart koşma gücü genellikle çok
baskındı ve bu yurttaşlar belirli bir süre boyunca -yerel anarşistleri­
mizin birçoğu yavaş yavaş özel hayata çekilmeye başlayana dek- kayda
değer ölçüde etkide bulundular.

Soru: Vermont’ta yerel hükümet sistemi ve ona eşlik eden siya­


si sistem, Birleşik Devletlerin diğer kısımlarındakinden -dünyadan
söz etmiyorum bile- çok daha gevşek ve katılımcıdır. Burada seçime
katılmak için yerine getirilmesi gereken şartlar görece kolaydır ve se­
çim yasaları da oldukça gevşektir. Dolayısıyla özgürlükçü yerel yöne­
timci bir hareketin burada faaliyet göstermesi, diğer yerlerdekinden
çok daha kolay olabilir. Örneğin, Kaliforniya’da yeni siyasi grupların
seçime katılması çok daha zordur. Fransa’daki ve hatta Kanada’daki
kasaba ve kentler, Vermont’a kıyasla daha fazla bir devlet yaratığı gö­
rünümü vermektedir ve devletin onlar üzerindeki doğrudan kontrolü
çok daha fazladır. Şüphesiz, çoğu yerde yurttaş meclislerinin mahalle
için politika belirlemek üzere bir şekilde yasama faaliyetinde bulun­
ması yasadışıdır. Özgürlükçü yerel yönetimci bir hareket bu koşullar
altında ne yapabilir?
Yamt: Evet, Burlington’da M PM ’lerin kurulması, oldukça uyumlu
karakterdeki bir sivil idareyle taban hareketlerinin aynı anda var olma­
sının bir sonucuydu. Buradaki gibi bir çakışmanın ortaya çıkmadığı
-d a h a doğru bir ifadeyle, yerel yönetimin belediye meclisinin yetkile­
rine üstün gelecek yasal yetkilerle donatılmış yurttaş meclislerini bıra­
kın, yarı yasal yurttaş meclislerinin oluşturulmasına bile şiddetle karşı
çıkacağı ya da kent veya kasaba tüzüğünün yurttaş meclislerine daha
fazla güç kazandırma amacına yönelik olarak değiştirilemediği- du­
rumları öngörebiliyorum. Bu tür durumlarda hareketin ilk önce yal­
nızca manevi otoriteye sahip olan yurttaş meclisleri kurması mantıklı
olacaktır -v e aslına bakılırsa, Burlington meclislerinin sahip olduğu
tüm güç de bununla sınırlıydı.
Özgürlükçü yerel yönetimci hareket, yurttaş meclisleri kurma sü­
recini başlatacaktır. Bunu yapabilmek için hareketin belediye meclisi­
nin onayını kazanması şart değildir. Eğer her şey yolunda giderse ha­
reket ilgili mahalle, semt ya da kasabadaki yurttaşlardan yeterli ölçüde
destek kazanarak da bunu gerçekleştirebilecektir. Yurttaş meclisleri
hâlihazırda mevcutsa, hareket bunların tüzük ve kanun -başka bir de­
yişle, nomos- çıkarabilecek şekilde güçlendirilmiş yasal organlar olarak
tanınmaları için çağrıda bulunabilecektir. Hareketin bu arada devamlı
olarak bu meclislerin oluşturulmasını ve/veya güçlendirilmesini talep
edecek adaylarla seçimlere katılacağını söylemeye gerek bile yoktur.
Geçmişte, kurumların oldukça otoriter olduğu dönemlerde mane­
vi kurumların ortaya çıkmaya başlaması olağandışı değildi. Orta Çağ­
daki dönemlerde birçok kent, bunu yapmak için yasal yetkisi olmasa
da meclisler kurmuş ve şehrin gerçek sahipleri olan feodal lordların
ya da piskoposların kurumlarına muhalefet eden kurumlar yaratmış­
tı. Franco’nun yönetimi sırasında Ispanya’da ortaya çıkan Ateneo ha­
reketi de bunun başka bir örneği olarak ele alınabilir -b u hareketin
Franco’nun hayatının sonlarına doğru Francocu devletin gücünün
azaltılmasında rol oynamış olması, pekâlâ mümkündür:
Her durumda -özgürlükçü yerel yönetimci hareketin yasal olma­
yan meclisler kurmasından sonra- yalnızca kâğıt üstünde de olsa bu
meclislerin kurumsallaştırılması çok önemlidir. Hareket, meclisleri
belirli bir amaca yönelik olarak -yalnızca belirli bir meseleyi tartışmak
üzere- toplayıp, halk söz konusu meseleye olan ilgisini kaybettiğin­
de dağıtmamalıdır. Özgürlükçü yerel yönetimci bir hareket meclis­
ler kuracaksa, New Yorkluların yanlış bir şekilde “kent meclisi” diye
adlandırdığı meclislerde olduğu gibi belirli bir konuyu tartışmak ya
da halka duyurmak üzere insanları toplantıya çağırmak ve sonrasında
da bu meclislerin varlığının ortadan kalkmasına izin vermek yeterli
olmayacaktır.
Meclis kurumlaştırılmalıdır -bun un yapılması kritik bir önem ta­
şımaktadır. Ayrıca meclis belirli bir yapıya da sahip olmalıdır. İster
ayda bir, ister birkaç haftada bir, isterse de üç ayda bir olsun meclis dü­
zenli olarak toplanmalıdır. Meclisin bir anayasası olmalıdır ve bu ana­
yasa ikamet şartlarını ve kendisine bir tanım kazandırmak için gereken
tüm düzenlemeleri içermelidir. Meclisin bir adı, bir moderatörü ve
en kötü ihtimalle bir eşgüdüm komitesi olmalıdır. Meclis bir iletişim
sistemine sahip olmalı, eğer mümkünse bir süreli yayın çıkarmalıdır.
Toplantılar sırasında meclisin topluluk üyelerinin katılımıyla özenli
bir şekilde hazırlanmış bir gündemi olmalıdır. Meclis yeterli sayıda
üyeye sahipse, meseleleri araştıracak ve tavsiyelerde bulunacak çeşitli
komisyonlar için seçim yapabilir.
Meclis açıkça kurumsallaştırılmamışsa -ironik bir ifadeyle- “yüzer­
gezer imleyen” (floating signifier) -o nu n ne olabileceğine dair muğlak
bir görüntü- haline gelir. Tanımdan ve kurumsallıktan yoksun olan bir
meclis, salt bir forum olmanın ötesine geçemeyecek ve ciddiye alınma­
yacaktır. Kanımca bu tür bir meclis, özgürlükçü yerel yönetimci bir
sosyal ve siyasi gündemle de uyumlu olmayacaktır. Özgürlükçü yerel
yönetimcilik yerel yönetimlerle devlet arasındaki gerilimi kızıştırmayı,
uygun şartlar ortaya çıktığında devleti ortadan kaldırıp yerine konfe-
deral bir toplumsal yönetim sistemi getirecek muhalif bir ikili iktidar
haline gelmeyi hedefler.
Meclis, pekâlâ, fikirlerin topluluğu yansıtacak ve onun siyasi kül­
türünü yeni baştan yaratacak ya da en azından bu kültürde anlamlı öl­
çüde değişiklik yapacak kadar güçlü bir biçimde ifade edildiği bir yere
dönüşebilir. Meclislerin sayısı, en sonunda belediye meclislerini onları
tanıyıp onlara yasal yetkiler vermeye mecbur edecek kadar artabilir.
Bu, uzun bir mücadele gerektiren bir süreç, bir gelişimdir. He­
nüz akılcı bir toplumun niteliklerini ifade eden bir dil yaratmamış
olduğumuz için sınırlı bir biçimde bu terimleri kullanmaya mecbur
kalsam da özgürlükçü yerel yönetimcilik bir stratejiden ya da bir dizi
taktikten ibaret değildir. Bir düğmeye basmakla hayata getirilebilecek
bir toplum da değildir. Özgürlükçü yerel yönetimcilik tarihin kendi
içinden çıkıp gelen verimli bir fikirdir ve bu fikrin gerçekleştirilmesi
insanların kendini buna adamasını gerektirecektir. Bu; adanmışlık,
idealizm ve akılcılık gerektirir.
Şu kadarını söyleyebilirim: Kapitalizmin, kendisine yön veren
üretim için üretim, büyüme için büyüme ilkesi yüzünden kaçınılmaz
olarak bu toplumu yerle bir etmek zorunda olan bir sistem olduğu
konusunda Marx’a tamamen katılıyorum. Özgürlükçü yerel yönetim­
cilik reformcu anlayışlarla ya da başka bir üçüncü parti kurma veya
ulus devlet çerçevesi içerisinde “bağımsız politika” yapma gibi kötü­
nün iyisi anlayışlarla uzlaştırılmamalıdır. Her uzlaşma, özellikle de kö­
tünün iyisine dayanan bir siyaset, değişmez bir biçimde daha büyük
kötülüklere yol açar. Hider’in iktidara gelmesi, Weimar Cumhuriyeti
sırasında Almanlara sunulan bir dizi kötünün iyisi sayesinde oldu. Kö­
tülerin en sonuncusu ve en iyisi olan ve 1932 yılında başkan seçilen
Hindenburg, 1933 yılında Hitler’i şansölye atayarak Almanya’ya fa­
şizm getirdi. Bu sırada Sosyal Demokratlar kötünün en kötüsünü başa
getirene dek sürekli olarak daha az kötü olana oy vermeye devam etti.
Daha fazla örnek için günümüzün devlet sanatına bakmanız ye-
terlidir. Birleşik Devletlerde başkan Bush ya da Dole, sosyal güvenlik
sistemini paramparça etmede “kötünün iyisi” olan Bili Clinton’dan
daha fazla zorluk yaşamıştı. Bu korkunç yasayı engellemek ve hatta
protesto etmek için başkaldırabilecek potansiyel muhalefetin tamamı,
liberallerin uzun yıllardır Cumhuriyetçi bir başkandan “daha az kötü”
olduğunu düşündüğü Clinton tarafından siyasi olarak itibarsızlaştırıl­
dı. Dolayısıyla “kötünün iyisinden yana olmak” açıkça teslim olmanın
bir formülü haline gelmiştir.
Tarif etmeye çalıştığım türden bir sosyal yapının vücut bulup bul­
mayacağını bilmiyorum. Bu, hiç gerçekleşmeyebilir. Şu sıralar etik
üzerine yazdığım bir makale şöyle başlıyor: “İnsanlık akılcı olmayan
bir toplumda yaşamak için fazla zekidir. Ancak insanlığın akılcı bir
toplum kurmaya yetecek ölçüde zeki olup olmadığı zamanla görü­
lecektir.” Sol hareketteki insanların uzun bir süredir sahip olduğu
karaktere, kavrayışa ve idealizme sahip olan yeterli sayıda insanın bu
yaklaşımı gerçekleştirmek üzere -eninde sonunda- ortaya çıkacağına
güvenmekten başka bir şey yapamam. Ama böyle bir hareket ortaya
çıkmazsa, mutlak bir kesinlikle şunu söyleyebilirim: Kapitalizm salt
iktisadi adaletsizlikler üretmekle sınırlı kalmayacaktır. Kapitalizmin
pazaryerindeki rekabetten kaynaklanan “büyü ya da yok ol” buyruğu
ve biriktirme yasası hesaba katıldığında, onun toplumsal hayatı yer­
le bir edeceği kesindir. Bu sosyal düzenle uzlaşılması hiçbir şekilde
mümkün değildir.
EKLER

Burlington Yeşiller Partisi'nin Seçim Programı


Burlington (Vermont) Yeşiller Partisi, (o zamanlar ihtiyar heyeti ola­
rak adlandırılan) belediye meclisi için iki, belediye başkanlığı için de
bir aday gösterdiği 1989 yılının Mart ayında aşağıdaki belgeyi seçim
programı olarak kullandı. Bunun yanı sıra, parti belirli konular hak­
kında nasıl bir duruşa sahip olduğunu genel hatlarıyla ortaya koyan
bir dizi makale ve Burlingtondaki çevre üzerine hazırlanan ilk kap­
samlı raporu yayımladı.

Burlington Yeşilleri Kimdir?


Burlington için yeni bir siyaset -ekolojiyi, büyümenin kontrol altına
alınmasını, ahlaki bir ekonomiyi, sosyal adaleti ve gerçek bir halk de­
mokrasisini temel alan bir siyaset- oluşturmaya çabalıyoruz.
Burlington’da yeni bir hareket -kendi siyasetçilerini göreve seçtir-
meyi amaçlayan partilerden biri olmayıp sıradan insanları topluluk ve
mahalle örgüdenmelerindeki siyasi sürece dâhil eden bir hareket- oluş­
turmaya çabalıyoruz. Bölük pörçük bir şekilde toplumsal ve ekolojik
sorunlarımızın semptomlarıyla ilgilenmek yerine onların nedenlerini
ele almak için gerçek bir halk hareketi yaratmayı umuyoruz.
I. Ekoloji ve Büyüme
Sorun: Ekolojik kriz zamanımızın en büyük sorunudur. Popüler med­
yanın da belirttiği gibi, dünyanın kendisi tehlikededir. Gezegenimiz
kelimenin gerçek anlamında ölmektedir. Ekolojik kriz daha fazla
göz ardı edilemeyecek vahim sorunlar ortaya çıkarmaktadır ve bu
konunun çözümü için lafta kalan bir destek sunmak yeterli değildir.
Ekolojik krizin adanmış bir şekilde yerel düzeyde gerçekleştirilecek
eylemler aracılığıyla ele alınması gereken belirli yerel yönleri vardır.
Bunlar arasında “büyüme” bugün en acil biçimde harekete geçmeyi
gerektirmektedir.
Burlington, insanların ihtiyaçlarını dikkate almaksızın ve bizimle
doğal çevremiz arasındaki dengeye hiçbir saygı göstermeksizin kontrol
edilemez bir biçimde büyüyor. Artan bir kirlilik, çirkin bina projeleri,
trafik tıkanması ve sulak alanlarımızın ve Champlain Gölü’nün eşsiz
ekolojisinin tahrip edilmesi ile karşı karşıyayız. Daha fazla ve daha
geniş otobanların yapılma ihtimali, şehrimizdeki açık arazilerin tama­
men yitirilmesi ve gitgide büyüyen atıklardan kurtulma sorunları ile
karşı karşıyayız. Chittenden Countydeki kanser kaynaklı ölüm oran­
ları, Vermont’un tamamındakinden fazladır. Büyük şehrin stresleri
hayatımızın her cephesini işgal etmektedir.
Alternatif: Burlington Yeşiller Partisi, büyümenin geçici bir süreli­
ğine yasaklanmasını talep etmektedir. Açık meclislerde Burlington’un
karşı karşıya olduğu sorunları tartışmaları ve nasıl olup da toplulu­
ğumuzun ekolojik, hümanist ve akılcı çizgilerde gelişebileceğine de­
mokratik bir biçimde karar vermeleri için yurttaşlara zaman verilmesi
gereklidir.
Bir Çevre Komisyonu için seçim yapılmasını ve çevre örgütle­
rinden, iş dünyasıyla ya da herhangi bir endüstriyle hiçbir bağlantısı
olmayan uzmanlardan, konuyla ilgilenen yurttaşlardan, şehir planla­
macılarından ve mimarlardan oluşan Yurttaşların Çevresel Danışma
Kurulunun oluşturulmasını talep etmekteyiz. Bu kurul, Burlington’da
gelecekte gerçekleşecek büyümenin temel ekolojik ilkelerini geliştir­
mede Çevre Komisyonuna yardımcı olacak ve yurttaşlara şehrimizde
ve onu çevreleyen alanlarda çevrenin durumu üzerine yıllık bir rapor
sunacaktır.
Güneş, rüzgâr ve metan gibi alternatif enerji kaynaklan geliştirilmesi
için ciddi çabalar gösterilmesini talep ediyoruz. Atıkların azaltılmasına ve
geri dönüşüme sokulmasına ve yerel enerji kaynaklarımızı işbirliği içinde ve
demokratik bir tavırla komşu topluluklarla paylaşmaya ilişkin bölgesel bir
plan oluşturulmasına öncelik verilmelidir.
Burlington un geleceğine topluluğun zaranna kâr elde eden “gayrimen­
kul geliştiricilerinin” ve özel çıkarların değil, ekolojik ve insani ihtiyaçların
rehberlik etmesi gerektiğine inanıyoruz.

II. Ahlaki bir Ekonomi


Sorun: Hiçbir ahlaki ya da ekolojik sınır tanımayan “büyü ya da yok ol”
düsturlu rekabetçi bir ekonomi içerisinde yaşıyoruz. Piyasa ekonomisi, do­
ğası gereği, gezegeni yerle bir edene kadar durmadan genişlemek zorundadır.
Bu çılgın büyüme biçimi yalnızca doğal çevreyi değil, insan topluluğunu da
yok etmektedir.
Yerel ekonomimiz eşi görülmemiş bir oranda “büyüse” de, birçok yurt­
taş için düzgün bir konut ya da yaşanabilir bir gelir gibi temel ihtiyaçlan
sağlamamaktadır. Temel sosyal haklardan yoksun kalan insanların oluştur­
duğu, gitgide büyüyen bir sınıf durmadan kötüleşen özel sorunlarla karşı
karşıya kalmaktadır. Piyasa ekonomisinin yarattığı, kendi çıkannı gözeten
rekabetçi ilişkiler insanlar arasındaki işbirliğine dayalı, ahlaki ilişkilerin yerine
geçmektedir.
Alternatif: Şehrimizin karşı karşıya olduğu sorunlara yalnızca ekolojik bir
perspektif değil, toplumsal bir perspektif de getirmeliyiz. Büyümenin şaibeli
faydalan için doğal çevreden vazgeçerek ekolojik meseleleri toplumsal mese­
lelerle bir çatışma içerisine sokmamalıyız.
Burlington Yeşiller Partisi düzgün bir konuta, yaşanabilir bir gelire ve
iyi çalışma koşullarına sahip olmanın birer ayncalık değil, hak olduğuna
inanmaktadır. Aynı şekilde, insanların sağlıklı ve düzgün bir çevrede yaşa­
malarının doğal bir hak olduğuna da inanıyoruz. Talep ettiğimiz bu haklara
gerçeklik kazandırmak için içinde yaşadığımız topluluğun etkili a d ım la r ata­
bileceğine inanıyoruz.
Bunlar, özgür meclisler içerisinde yurttaşların yönettiği, ahlaki kaygılar
kadar ekolojik kaygılan da kendisine rehber alan ve yerel yönetimlerin dene­
timi altında bulunan bir ekonomiye ulaşmak için yalnızca birer adama taşıdır.
III. Taban Demokrasisi
Sorun: Burlington’un ve Burlington bölgesinin karşı karşıya olduğu
ekolojik ve toplumsal sorunlar ciddiye alınmamaktadır; çünkü insan­
lar son derece merkezileşmiş bir yerel idarenin ve idari bürokrasinin
sonucunda ellerindeki azıcık güçten de yoksun bırakılmaktadır. “Hal­
kın” liderliği maskesi altında yeni bir teknokratik idareciler türü, bizi
aktif yurttaşlar olmaktan çıkararak pasif vergi mükelleflerine indirge­
miştir. Vermont’un sahip olduğu katılımcı demokrasi mirası, halk yö­
netimini küçük gören teknisyenler tarafından yerle bir edilmektedir.
Alternatif: Şehrimizde bir başka idareye değil, yeni bir siyasete ih­
tiyacımız var. Toplumsal ve ekolojik bir politika oluşturması ve şeh­
rimizi yönetmeye yardımcı olması için sürekli genişleyen karar alma
güçlerine sahip olan hakiki mahalle meclisleri kurulmasını talep edi­
yoruz. Başlıca şehir komisyonlarının tamamının halk tarafından se­
çilmesi, bunların görev sürelerinin bir yılla sınırlı olması ve iktidarın
belediye başkanının ofisinde ve belediye binasında merkezileşmesine
karşı bir denge oluşturabilmek için bu komisyonların sayılarının arttı­
rılması gerektiğine inanıyoruz. Yerel yönetim tüzüğünün Vermont ge­
leneğinde var olan halkın öz yönetimini destekleyecek şekilde yeniden
gözden geçirilmesini talep ediyoruz.
Belediye meclisi toplantılarında yurttaşların herkesin katılımına
açık bir şekilde çeşitli konular üzerine tartışmaları için kayda değer
miktarda zaman ayrılmalı ve bu tartışmalara katılmak isteyen tüm
ebeveynler için çocuk bakımı ücretsiz olarak sağlanmalıdır. Yurttaşlar,
aynı zamanda seçmenlerin talimadarım ve kentin mahallelerine olan
yükümlülüklerini yerine getiremeyen belediye meclis üyelerini geri ça­
ğırma hakkına da sahip olmalıdır.
Kasaba ve şehirlerin devletin müdahalesi olmadan mümkün ol­
duğunca özgür bir biçimde kendi meselelerini yönetebilmesi için
Burlington’un coşku ve kararlılıkla Vermont’ta bir öz yönetim oluş­
turulmasına önayak olması gerektiğine inanıyoruz. Ayrıca Burlington
ulaşım, büyüme ve diğer ekonomik ve çevresel sorunlar gibi bölgesel
meseleleri ele almak için komşu topluluklarla birlikte eyaletin alt idari
birimi (county) çapında demokratik konfederasyonlar kurulmasına da
önayak olmalıdır.
IV. Sosyal Adalet
Sorun: İnanılmaz bir bolluğun ortasında korkunç bir yoksulluk ya­
şayan fakir insanların -özellikle de kadınların- oluşturduğu yeni bir
alt sınıfın ortaya çıktığına şahit oluyoruz. İnsanların oldukça büyük
bir kısmı düşük ücretli işlerde çalışmaktadır. Tıpkı düzgün bir ko­
nut edinmeye gücü yetmeyen kişiler ve evsizler gibi, yaşlılar da ihmal
edilmekte ve sorunlarını çözmekte yetersiz kalan özelliksiz kurumlara
yerleştirilmektedir. Gay ve lezbiyenler ayrımcılığa maruz kalmakta ve
cinsel yönelimlerinden dolayı sıklıkla saldırıya uğramaktadırlar. Sosyal
adalet topluluğumuzun gündelik hayatında önemli bir faktör haline
gelmiştir.
Alternatif: Burlington’un tüm yurttaşlar için “en yaşanabilir şehir”
haline gelmesi gerektiğine inanıyoruz. Burlington’un yeşillendirilme-
sini talep ediyoruz! Yeşil bizim için ekoloji demektir -v e ekoloji de
insanların diğer canlı türleriyle uyumlu, katılımcı bir topluluk oluş­
turması anlamına gelir. Fakat bu da uyumlu, katılımcı bir insan toplu­
luğu içerisinde yaşamamız gerektiği anlamına gelir. Ekolojik ilkelerin
ve sosyal adaletin rehberlik ettiği bir topluluk meydana getiremezsek,
çevremizin korkunç ölçüde kötüye gittiğini ve Burlington bölgesini
bizim ve çocuklarımız için yaşanabilir kılan her şeyin daha da fazla
tahrip edildiğini göreceğiz.
Kararlılıkla yürütülecek, işbirliğine dayalı faaliyetlerle yoksulluğun
kadınlara ilişkin bir olgu haline gelmesine bir son verilmesi gerekti­
ğine inanıyoruz. Kadınlara çalışmaları karşılığında eşit işe eşit ücret
ilkesine uygun olarak kabul edilebilir bir ücret ödenmelidir. İsteyen
her ebeveyne bedava çocuk bakım hizmeti sağlanmalıdır. Evsizlerin
sorunları, evsizlere konut edinme konusunda kontrol kazandırmayı
hedefleyerek topluluk tarafından yaratıcı bir şekilde ele alınmalıdır.
Yaşlılara sunulan hizmeder genişletilmelidir. Soylulaştırma sona erdi-
rilmelidir.* Eski mahalleler; gelecekte orayı işgal etmeyi uman ayrı­

(*) Soylulaştırma (gentrification) orta ya da üst gelir grubundaki ailelerin kentin eski ve
bakımsız mahallelerinden ev satın alarak onları yenilemesi anlamına gelir. Bu uygula­
ma, gayrimenkul değerini yükselterek düşük gelirlileri o mahalleyi terk etmeye zorladığı
için eleştirilmektedir (Ç.N.).
calıklı insanların çıkarlarına değil, bugün orada yaşayan yurttaşların
çıkarlarına uygun bir biçimde yapısal olarak iyileştirilmelidir. Bu ko­
nularda şu tür önlemlerin alınabileceğini düşünüyoruz:
- Emlak alım ve onarımı yapılabilmesi ve düşük gelirli grupların
yararına yenilikçi ekolojik konut projeleri başlatılabilmesi için mali
kaynak ve düşük faizli kredi sağlayacak ve topluluğun kontrolünde
olacak yerel bir bankanın kurulması
- Yaşlı ve muhtaç dürümdakilere mümkün olduğunca çok konut
sağlanabilmesi için tahvillerin çıkarılması ve yerel vergi yapılarında de­
ğişiklikler yapılması
- Yerel tarımı teşvik etmek için çiftçi ve tüketiciler arasında doğru­
dan bir ağ kurulması
- Hoşça vakit geçirme alanları, bostanlar ve parklar oluşturulması
için açık arazilerin yerel yönetim tarafından satın alınarak kamu mül­
kiyetine geçirilmesi
- Alternatif teknolojilerin geliştirilip uygulanması ve Vermont’un
zanaatçılıktaki ününe uygun biçimde kaliteli mal üretilmesi için yerel
yönetimlerin kontrolünde olacak kooperatifler kurulması.

Burlington Yeşiller Partisi bu temel ekolojik ve insani amaçların


-v e parti programımızda halka duyurmak istediğimiz diğer birçok
amacın- gerçekçilikten uzak ya da başarılmasının imkansız olduğunu
düşünmemektedir. Bu amaçlardan bazıları hemen gerçekleştirilebile­
cekken, kuşkusuz, bazıları da biraz zaman alacaktır. Fakat biz bunların
toplumsal sorunlarla ilgilenen demokratik yönelimli tüm yurttaşların
ulaşmaya çalışacağı asgari amaçlar olduğunu düşünüyoruz. Bu amaç­
ların yalnızca, bir taban demokrasisi kurmayı hedefleyen otoriterlik
karşıtı bir halk hareketi aracılığıyla yerine getirilebileceğini düşünü­
yoruz. Sonuçlarını düşünmeden sürekli büyüme şeklindeki ilerleme
imajımızı, en sonunda insanların kendi arasında ve insanlarla doğa
arasında yeni bir uyumun oluşmasını teşvik edecek ekolojik bir ilerle­
me vizyonu ile değiştirmeyi hedefliyoruz.

Yeni bir siyaset ve yeni bir hareket yaratmamıza yardımcı olun!


EKOKUMALAR

Murray Bookchinln Özgürlükçü Yerel Yönetimcilik Üzerine Çalışmaları

“Libertarian Municipalism: An Overview,” Green Perspectives,


no. 24 (Ekim 1991).*

“The Meaning o f Confederalism,” Green Perspectives, no. 20 (Ka­


sim 1990). Our Generation, no. 22 (Sonbahar 1990-İlkbahar 1991)
ve Society and Nature, cilt 1, no. 3 (1993), s. 41-54 dergilerinde ye­
niden basıldı.

“Radical Politics in an Era of Advanced Capitalism,” Green Pers­


pectives, no. 18 (Kasim 1989). Our Generation, vol.21, no. 2 (Yaz
1990) dergisinde yeniden basıldı.

Remaking Society: Pathways to a Green Future. Montreal: Black


Rose Books; Boston: South End Press, 1989.

(*) Green Perspectives dergisinin eski sayılarını edinmek için lütfen şu adrese yazınız:
The Social Ecology Project, PO. Box 111, Burlington, Vermont 05402 U.S.A.
“The Greening of Politics,” Green Perspectives, no. 1 (Ocak 1986).

From Urbanization to Cities, Londra: Cassell, 1995. Ilk başta


şu isimle basılmıştı: The Rise of Urbanization and the Decline of
Citizenship, San Francisco: Sierra Club Books, 1987. Daha sonra
Kanada’da şu isimle yeniden basıldı: Urbanization Without Cities,
Montreal: Black Rose Books. 1992.

“Theses on Libertarian Municipalism,” Our Generation, cilt 16,


nos. 3-4 (Ilkbahar/Yaz 1985). Şu çalışma içerisinde yeniden basıldı:
The Limits o f the City, Montreal: Black Rose Books, 1986.

The Limits of the City, New York: Harper and Row Colophon
Books, 1974; Montreal: Black Rose Books, 1986.

“Spring Offensives and Summer Vacations,” Anarchos, no. 4


(1972).

Antik Yunan Demokrasisi


Finley, M. I; Democracy Ancient and Modern; New Brunswick,
NJ: Rutgers University Press, 1972.

Finley, M.I; Politics in the Ancient World, Cambridge ve New


York: Cambridge University Press, 1983.

Forrest, W. G; The Emergence o f Greek Democracy, New York:


McGraw Hill, 1966.
Jaeger, Werner; Paideia; The Ideals of Greek Culture, New York:
Oxford University Press, 1939.

Kitto, H.D.F; The Greeks, Londra: Penguin Books, 1951.

Zimmern, Alfred; The Greek Commowealth, New York: Modern


Library Editions, n.d.
Orta Çağ Sonlarında ve Modern Çağın Başlarında Avrupa

Barber, Benjamin; The Death o f Communal Liberty: A History


of Freedom in a Swiss Mountain Canton, Princeton University Press,
1974.

Blockmans, Wim P; “Alternatives to Monarchical Centralisation:


The Great Tradition o f Revolt in Flanders and Brabant,” H.G. Ko-
enigsberger, ed., Republicanism in Early Modern Europe, Munich:
Oldenbourg, 1988’in içinde.

Castells, Manuel; The City and the Grassroots: A Cross-Cultural


Theory o f Urban Social Movements, Berkeley ve Los Angeles: Univer­
sity o f California Press, 1983. İkinci Bölüm comunero hareketi hak­
kında bilgi vermektedir.

Laslett, Peter; The World We Have Lost, Londra: Methuen, 1965.

Mardnes, Lauro; Power and Imagination: City-States in Renais­


sance Italy, New York: Alfred A. Knopf, 1979.

Mundy, John H. ve Peter Riesenberg, The Medieval Town, New


York: Van Nostrand Reinhold, 1958.

Charles Tilly ve Wim P. Blockmans, ed. Cities and the Rise of


States in Europe, A.D. 1000 to 1800; Boulder, Colo.: Westview Press,
1994.

Waley, Daniel; The Italian City-Republics, New York: McGraw


Hill, 1969.

New England Kent Meclisi

Breen, T.H; Puritans and Adventurers: Change and Persistence in


Early America, New York: Oxford University Press, 1980.
Gross, Robert A.; Hie Minuteman and Their World, New York:
Hill and Wang, 1976.

Katz, Stanley N., ed.; “Colonial Politics and Society: The Eigh­
teenth Century,” Colonial America: Essays in Political and Social
Development’in 3. Bölümü, Boston: Little, Brown, 1971.

Lingeman, Richard; Small Town America: A Narrative History,


1620-Present, 1. Bölüm, New York: Putnam, 1980.

Lockridge, Kenneth A.; A New England Town: The First Hund­


red Years, New York: W.W. Norton, 1970.

Morgan, Edmund S.; The Puritan Dilemma: The Story o f John


Winthrop, Boston: Little, Brown, 1958.

Zuckerman, Michael; Peaceable Kingdoms: New England Towns


in the Eighteenth Century, New York: Vintage, 1970.

Fransız Devrimi'nin Paris Mahalle Meclisleri

Bookchin, Murray; The Third Revolution, Londra: Cassell, 1996.

Soboul, Albert; The Sans-Culottes: The Popular Movement and


Revolutionary Government, 1793-1794. 1. Cilt, Çevirmen Remy
Inglis Hall, Garden City, NY: Anchor/Doubleday, 1972.

Thompson, J. M.; The French Revolution, Oxford: Basil Black-


well, 1943, özellikle s. 280-82, 295-98.

Yirminci Yüzyılda Kentler ve Konfederasyonlar

Bookchin, Murray; The Spanish Anarchists, New York: Harper


and Row 1977.
Castells, Manuel; “The Making of an Urban Social Movement:
The Citizen Movement in Madrid towards the End of the Franquist
Era,” The City and the Grassroots: A Cross-Cultural Theory o f Urban
Social Movements’in 5. Bölümü, Berkeley: University o f California,
1983.

Gerecke, Kent, ed.; The Canadian City, Montreal: Black Rose Bo­
oks, 1991.

Gordon, David, ed.; Green Cities: Ecologically Sound Approaches


to Urban Space, Montreal: Black Rose Books, 1990.

Kotler, Milton; Neighborhood Government, New York: Bobbs-


Merrill, 1969.

Roussopoulos, Dimitrios, ed.; The City and Radical Social Chan­


ge, Montreal: Black Rose Books, 1982.

Schecter, Stephen; The Politics of Urban Liberation, Montreal:


Black Rose Books, 1978.
TOPLUMSAL
EKOLOJİ SİYASETİ
J A N E T BIE HL

“T o p lu m sal ekoloji olarak bilinen zengin fikirler bü tün ü n ü n siyasi


boyutunu oluşturan özgürlükçü yerel yönetim cilik, yıllara yayılan bir
süreç içerisinde anarşist toplum kuram cısı M urray Bookchin tarafın­
dan geliştirilm iştir. Ö zgürlükçü yerel yönetim cilik, Bookch in ’in
toplum un insancıl ve akılcı bir biçim de radikal bir dönüşüm den geçi­
rilm esinin en iyi ne şekilde sağlanabileceği üzerine hayatı boyunca
o lu ştu rdu ğu düşüncelerin d oru k noktasıdır.
Ö zgürlükçü yerel yönetim cilik m evcut yerel yönetim lerde saklı
bulunan dem okratik olanakları yeniden canlandırarak onları doğrudan
dem okrasilere dönüştürm eyi hedefler. İnsani bir ölçeğe sah ip olm ala­
rını ve doğal çevrelerine uyum gösterm elerini sağlam ak m aksadıyla bu
siyasi toplulukların yetkilerinin dağıtılm asını am açlar. K ad ın ve erkek­
lerin seçkinlere bağım lı olm ak yerine k olek tif bir biçim de kendi to p lu ­
luklarını -p ay laşm a ve işbirliği etiğine uygun olarak- yönetm e
soru m lu lu ğu n u üstlenm elerini sağlam ak m aksadıyla yurttaşlığın
içerdiği uygulam a ve özellikleri yeniden hayata döndürm eyi am açlar.
D o ğru d an dem okrasiler yaratıldıktan son ra dem okratikleşm iş yerel
yönetim ler, akılcı ve ekolojik bir anarşist .toplum a d o ğru yol alarak en
son u n da kapitalizm e ve ulus devlete bir meydan okum a oluşturabilecek
konfederasyonların çatısı altın da bir araya gelebilecektir.
B irkaç yıldır özgürlükçü yerel yönetim ciliğin içerdiği fikirlerin genel
okuyucuya ulaşm asını kolaylaştırm ak için bu kuram ın kısaltılm ış özlü
bir açıklam asına ihtiyaç du yu lduğu n u düşünm ekteydim . Böylece
özgürlükçü yerel yönetim ciliğe giriş niteliğinde, kısa bir genel bakış
sağlam a am acındaki bu kitap ortaya çık tı.”

You might also like