SESAR'dan ALINTILAR

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 50

ÖNSÖZ

AŞAĞIDAKİ İDDİALI MAKALELER


İNTERNETTEN “SESAR„ İSİMLİ
SİTEDEN İNDİRİLMİŞTİR.

BAZI İDDİALARA (VEYA


TAMAMINA) KATILMAYABİLİRSİNİZ,
ANCAK ÇOK İLGİNÇ VE ÜZERİNDE
DÜŞÜNÜLMESİ VE MUTLAKA
YANITLANMASI GEREKEN KONULAR
OLDUĞUNU DÜŞÜNEREK
ÖNEMSEDİKLERİMİ DERLEDİM VE
e_kitap’çık HALİNE GETİRDİM.

1
ÖZELLEŞTİRME

(YAĞMALAMA)

SÜRECİNDEN ÇIKAN SONUÇ;

“GEMİ BATMAYA YÜZ TUTTU!’’

TÜRKİYE’NİN SAHİPLERİ NEREDE?

“Kurtarma’’ süsü vererek, esasen gemiyi batırıp eldeki malları


“yağmalama’’ girişiminin önünü açmaya çalışanların vizyona koyduğu
“aşağılayıcı süreç’’; artık iyice çığrından çıkmıştır!

Kendi hayalici geçmişini aklamak için Türkiye Cumhuriyeti’nin Yüce


Meclisi’ni şahsına aracı kılmaya çalışarak “kendini aklama yasası’’
çıkartmaya kalkacak kadar “ilginç’’ bir isime teslim edilen özelleştirme süreci,
Türkiye’yi Türksüzleştirme Politkası’nın ekonomi ayağını
sağlamlaştırabilmek adına son sürat götürülmektedir!

Atatürk’ün 1933’te kurdurduğu Sümerbak için “Sümerbank’ı tarihten


sileceğiz, devlet sanayici olamaz!’’ diyen ve “Gelsinler! Yerlisi de gelsin
yabancısı da gelsin! Cebine parayı koyan gelsin! Parayı veren düdüğü
çalacak! Parayı verene babalar gibi satarım!’’ şeklinde akla hayale
sığmayan açıklamalar yapan isim; nice kan ve gözyaşı üzerine kurulmuş
“Onurlu’’ Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “İlginç’’ Maliye Bakanı Kemal
Unakıtan’dır!

2
Ortaya koyulan gerekçe ise;

“ekonomiyi düzlüğe çıkarma’’ sözde savıdır.

O halde soruyoruz; Türkiye’nin 500 büyük sanayi kuruluşu


sıralamasında 10.4 milyar YTL ile ilk sıraya yerleşen TÜPRAŞ’ı elden
çıkararak mı kurtaracaksınız ekonomiyi?

İşte bu noktada Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık garantisi olan


TSK’ya dönerek;

“İktidar koltuğuna oturup devlet adamı sözde cüppesine bürünerek


kamufle olmaya çalışanlar adeta “Batan geminin malları bunlaaaaar!’’
diyerek ülkeyi parti parti satışa çıkarırken sizler ara ara yaptığınız “sıcak’’
açıklamaların ötesinde ne yapıyorsunuz?’’

demek de en doğal hakkımızdır!

***

TÜPRAŞ'ın cirosu 16.1 milyar Dolar’dır ve TÜPRAŞ, yıllık toplam


27.6 milyon ton petrol işleme kapasiteli 4 rafineriye sahiptir. Hazine katkısı
ise 8.2 milyar Dolar’a ulaşmış durumdadır.

TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesi ile devletin eline geçecek olan nakit ise 2


milyar Dolar olacaktır. Ve bu miktara sonrasında vergiler de eklenecek ancak
kuruluşun hazineye olan yıllık katkısının birilerine hediye edilecek olan 20
yıllık bedeli ise 164 milyar Dolar’ı geçecektir. Yani TÜPRAŞ’ı elden
çıkaracak olan devlet, 20 yıl içinde 164 milyar Dolar kaybetmiş olacaktır!

Yapılmak istenen açıktır! Daha önce ihale süreci son derece şüpheli olan
SEKA Kağıt Fabrikası kimlere peşkeş çekildi ise; eldeki göz dolduran diğer
kurumlar da aynı mantıkla ya yerli yandaşlara ya da işbirliği içinde olunan
yabancı odaklara verilip, güya devlet sanayici olmaktan kurtarılarak
rahatlatılacaktır..!

Peki ya elden çıkarttığınız özel teşebbüsler ve toprak satışlarından sonra


devletin varlığı tehlikeye girdiğinde ne yapacaksınız?

3
Tabi bu soruyu söz konusu yağmalama (özelleştirme) politikasını
güdenlere yöneltmek bir hayli mantıksız olacaktır, zira zaten amaç devleti aciz
bırakarak küresel güç odaklarına yaranmaktır!

TÜRRAŞ gidiyor, ERDEMİR gidiyor...

Türk Telekom ise hem ekonomik kayıp, hem de milli güvenliği tehdit
hanesine yazılıyor. Zira hiçbir ülkede devletin telekom şirketi “uluslararası
güvenlik’’ gerekçesi ile özelleştirmeye tabii tutulamıyor...

Ve ilginçtir, hükümet dışında yer alan gözler “özelleştirme süreci’’ni


objektif (çıkarsız) bir bakış açısıyla değerlendirip “Özelleştirme sürecini
elimize geçeni satmak şeklinde yorumlayıp bu mantıkla gidersek Arjantin’e
döneceğiz!’’ derken kabine içinden ilginç bir isimden de bu tepkiye destek
geliyor...

Zira Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener de “Özelleştirme bu hızla


giderse Arjantin’e döneriz!’’ şeklinde bir açıklamada bulunmuş ve Ak Parti
Hükümeti’nin “Ortak politikamızdır!’’ diyerek ortaya koyduğu yağmalama
mantığının o kadar da ortak olmadığını ortaya koymuştur.

Ya da şu anki popülaritesi yüksek olsa da Yüce Divan süreci


kaçınılmaz olan bu mantığın ortağı olmanın pek de akıllıca bir nokta
olmadığını gösterir bir örnek olmuştur...

Tam da bu noktada, Milliyet Gazetesi Yazarı Güngör Uras tarafından


kaleme alınan 28 Temmuz 2005 tarihli ve “Kamudan Sonra Yerli Sermaye
de Piyasadan Çekiliyor!” başlıklı metni yeniden değerlendirmek de yerinde
olacaktır.

“Kamudan sonra yerli sermaye de piyasadan çekiliyor!”

Milliyet Ekonomi'nin dünkü manşeti "Sanayide aslan payı yabancı


ortaklıklarda" şeklinde idi. Türkiye'nin 500 büyük sanayi firmasının 158'i
yabancı sermayeli. Bu 158 yabancı sermayeli firmanın 97'sinin sermayesinde
yabancı ortağın payı yüzde 50'nin üzerinde. 158 yabancı sermayeli şirketin

4
satışlardaki payı yüzde 42.5 oranında. Eski yıllarda ilk 500 büyük sanayi
kuruluşu sıralamasında en başlarda ismi geçen "yerli büyük sermaye
grupları"na ait şirketlerin çoğu gerilere düşmüş. Kamunun 500 büyük sanayi
kuruluşu listesi içinde sadece 19 kuruluşu kalmış. Bunların da sadece 9'u
ayakta... Diğerleri ya özelleştirilmiş, henüz devri yapılmamış ya da çökmüş ve
de ağlayanı olmayan kuruluşlar...

Şimdi, "özelleştirme karşıtlığını", "yabancı sermaye düşmanlığını"


unutunuz. Bu tabloya bakınız. Bu tablo iyi bir tablo mu?

Tablo kötü

Biz bu ülkenin böyle bir tabloda mı sanayileşmesini, kalkınmasını


istiyoruz? Acaba özelleştirme yapalım derken, yabancı sermaye gelsin derken
ölçüyü mü kaçırdık? Yoksa zaten özlenen bu mu idi? Biz neden özelleştirme
yapıyoruz? Bize diyorlar ki, "Ekonomik hayatta devletin payını küçültmeye
mecbursunuz". İyi de bunu bize söyleyenlerde ekonomik hayatta devletin payı ne
kadar? ABD'de yüzde 32, Almanya'da yüzde 49, Avustralya'da yüzde 51,
Belçika'da yüzde 54, Fransa'da yüzde 54, Hollanda'da yüzde 49, İngiltere'de
yüzde 41, İspanya'da yüzde 42, İsveç'te yüzde 62, İtalya'da yüzde 50, Türkiye'de
yüzde 26. (OECD Analytical Databank). Bizde devlet neden ekonomiye bulaştı?
Yatırım yaptı? Fabrika kurdu? Demir-çelik yanında peynir, un, yağ, kumaş
üretti? Her şeyi unutuyoruz. Cumhuriyet'in ilk döneminde bu ülkede tarım diye,
sanayi diye bir şey yoktu. Devlet çiftlik kurdu, devlet fabrika kurdu. Ama devlet
bu işleri yapamayacağının bilincinde özel sektörün gelişmesi için işadamlığına
soyunanlara büyük teşvikler verdi. Devlet sanayici yetiştirdi. Sanayici
yetiştirirken çok sayıda insanı da zengin etti.

Sadece yabancı ile olmaz

Özel sektör böyle ortaya çıktı. Daha sonra teşviklerle palazlandı. Koruma
duvarları arkasında, kalitesiz malı yüksek fiyatla satanlar büyüdü. Büyük
sermaye grupları oluştu... Bu nedenle bizde "büyük sermaye gruplarının" bu
vatana, bu devlete bu halka borcu var... Sermaye birikimleri gökten zembil ile
inmedi. Öyle satıp gitmek, çekip gitmek kolay değil... Sayın okuyucularım, ben
eski bir DPT (Devlet Planlama Teşkilatı) uzmanıyım. Plancı diye
küçümsenenlerden biriyim. Bu ülkede DPT kurulduğunda ve ilk yıllarında bizim
tek arayışımız vardı. Üretime dönük yatırımları artırmak. Ekonomik boyutta, dış
rekabete dayanabilecek kalite ve maliyette üretim yapacak tesislerin kurulmasını
sağlamak... 1960-1970-1980'li yıllarda kamu ve özel kesimin büyük sanayi
kuruluşları bu çabalarla ortaya çıktı... Şimdi geriye bakınız. Bugüne bakınız. Ne

5
kamuda ne de özel sektörde ciddi ve ekonomik boyuttaki projelere yatırım
yapılıyor... "Yabancı sermaye gelsin de yatırım yapsın" diye bekleniyor...
Yabancı sermaye de yatırım için gelmiyor. Kamunun ve özel sektörün
sattıklarını topluyor. Sonuç işte ortada... Memnun iseniz... Buyurunuz yolunuza
devam ediniz.”

***

Özelleştirme Furyası

“Özelleştirme” ekonomik dengeyi sağlayabilmek adına zaman zaman


başvurulan bir cansimidi midir, yoksa içerideki işbirlikçilerin, “küresel
aktörler”in ülkeyi daha rahat kuşatabilmeleri adına uygulamaya
koydukları bir “soygun planı” mıdır?

Tüm önyargılardan sıyrılarak bu sorunun sağlıklı yanıtına ulaşabilmek


için zaman zaman köpürtülen özelleştirme denizine daha yakından bakmak
zaruri olsa gerek…

Ve son dönemlerde, tıpkı Arjantin tarihi krizi öncesinde yapıldığı gibi


fazlasıyla hızlandırılan özelleştirme sürecinden ya da furyasından önemli bir
kesit...

TÜPRAŞ

16 Kasım 1983’te kurulan, 18 Haziran 1984’te Türkiye Petrolleri


Anonim Ortaklığı’na (TPAO) bağlı bir şirkete dönüşen ve İzmir İpraş, İzmir
Aliağa, Kırıkkale ve Batman Rafinerisi olmak üzere 4 büyük rafineriye
sahip olan TÜPRAŞ elden çıkartılmak istenmektedir.

Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın TÜPRAŞ’ın % 51 hissesini blok


olarak satmayı düşündüklerini açıkladığı tarih ise Haziran 2003’tür.

6
Her yıl kar eden, ihracatta Türkiye’nin ilk on kuruluşu ve dünyanın
da 400 büyük şirketi arasında yer alan ve ödediği yüklü miktarda vergi ile
bütçeye katkı yapan TÜPRAŞ’ı özelleştirmek isteyen Unakıtan’ın, o süreçte
kendisine yöneltilen bir soruya verdiği cevapsa ilginç...

Türkiye Cumhuriyeti’nin Maliye Bakanı olan Kemal Unakıtan’a,


TÜPRAŞ’a talip olanlar arasında Rus Petrol Devi Lukoil’in de bulunduğu
hatırlatılarak “Bu Rus şirketi, TÜPRAŞ’ın % 51’ine tek başına sahip olursa
vermeyi düşünür müsünüz?” diye soruluyor.

Sayın Maliye Bakanı’nın yanıtı ise son derece profesyonel! “Parayı


getiren ihaleyi kazanırsa elbet alır! Sınırlamamız yok! Parayı getiren ister
Rus olsun ister başkası! İhale kurallarına uyana TÜPRAŞ’ı satarım!”

Sonuçta ülkede, Türkiye’nin ihtiyacı olan 30 milyon tonluk petrol


ürününü tümüyle yabancıların yönetimine bırakmaktan hiçbir rahatsızlık
duymayan maliye bakanları oldukça; “özelleştirme”nin, Türkiye’yi
Türksüzleştirme Politikası’nda en etkili yöntemlerden biri olmaya devam
edeceği de son derece açıktır.

Aksi taktirde,

9 sermayesi 250 katrilyon 419 trilyon 200 milyar olan,

9 % 65.8’i devlete % 34.2’si ise özel teşebbüse ait olan,

9 her yıl 500 büyük sanayi kuruluşu arasında ilk sıralara yerleşen,

9 cirosu 16.1 milyar Dolar’ı, hazine katkısı ise 8.2 milyar Dolar’ı bulan,

9 AB ülkeleri ile rekabet edebilen teknoloji ve nitelikli işgücü ile


Avrupa’nın 5. büyük rafineri şirketi durumunda yer alan,

9 yıllık toplam 27.6 milyon ton petrol işleme kapasiteli 4 rafineriye


sahip olan

TÜPRAŞ’ın 29 Nisan 2005’te açıklanan ihale sürecine mukabil elden


çıkarılışına bir anlam yükleyebilmek mümkün olamayacaktır...

7
Neticede şu çok açıktır ki; “özelleştirme olgusu” ekonomideki açığı
kapatmak adına sergilenen bir ekonomik denge hareketi değil, sergilenen
IMF odaklı ekonomi politikalarının önemli bir uzantısıdır.

Öyle ki;

9 T.C. Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, IMF’in


“Özelleştirme hareketinizi yönlendirecek bir ekip kurun!”
direktifinden sonra kurgulanan bir idare merkezidir.

9 Yabancı firmalarla sağlanan danışmanlık anlaşmaları ise; yine


“küresel irade”nin IMF’in ağzından Türkiye’ye ilettiği
“Özelleştirmede size yol gösterecek Amerikan ve İngiliz danışmanlık
şirketleriyle hemen anlaşma yapın!” direktifinin bir sonucudur.

9 Anlaşmalar için Türkiye’ye önerilecek liste de hazırlanmış ve Roth


Schild, Meryill Lynch, Morgan Guaranty, Chase Manhattan, WRA,
Arnold & Porter, T. Chase İnvestment, Soloman Brothers, Price
Waterhouse, Mc Kinsey Company, White & Case ve Mc Kenzie gibi
yandaş firmalardan oluşan liste içinden, ayrıca özelleştirilecek
kurumların başına da danışmanlar yerleştirilmesi istenmiştir.

Bu “danışmanlık” hizmetlerinin karşılığı ise yine talimat sahiplerinin


yüksek himayelerinde milyon Dolar’lar üzerinden belirlenerek; Türkiye, hem
kendi kalelerini birilerine hediye eden, hem de üste para veren bir saf ülke
pozisyonuna düşürülmüştür.

Zira ne ilginçtir ki; ihaleler ya kapalı usul yapılmakta, ya da açık olsa


bile yerli yatırımcılardan ziyade yabancı müteşebbislerde kalmaktadır... Ve
süreç bununla da kalmamakta, ihaleleri alan yabancı yatırımcıların altından
farklı ülkelerin istihbarat servisleri çıkmaktadır...

Ülkenin bu pozisyona düşmesine sebep olan “irade yoksunu sözde siyasi


irade”nin inisiyatifi ile kurulan Özelleştirme İdaresi ise; kurumun
“uluslararası eğitimli” üst düzey yöneticileri tarafından gerçekleştirilen
basın toplantıları ile nerede ne kadar özelleştirme yapıldığını “onurla”
kamuoyu ile paylaşmaktadır.

8
Yapılan 26 Mayıs 2005 tarihli basın açıklamasının gösterdiği rakamlar
ise şöyledir;

• 2003 Yılı’ndan bu yana 65 işletme ve şirketin özelleştirilmesi


gerçekleştirilmiş ve bu kapsamdaki kuruluşlara verilen yetki
çerçevesinde yapılan ihaleler sonucu 800 adet gayrimenkul satışı
yapılmıştır.

• Özelleştirme uygulamalarından, 2004 Yılı’nda 1.5 milyar ABD


Doları, 2005 Yılı’nın ilk 5 aylık döneminde ise 1.3 milyar ABD Doları
olmak üzere son iki yıllık süreç içinde 3.2 milyar Dolar nakit girişi
sağlanmıştır.

Bu “onurla” ifade olunan ve özelleştirme süreci olarak zikredilse de


esasen bir “sömürgeleştirme süreci” olan maratonun, örneği verilen TÜPRAŞ
dışında şüphesiz birçok halkası daha sözkonusudur...

Özelleştirme süreci tamamlanarak Türksüzleştirilen Türk Telekom


ise Saudi Oger adlı Arap şirketinde kalarak neredeyse elden çıkarılmış gibidir.

55 bin çalışanı olan, yani 250 bin kişiye ekmek sağlayan, personeli
kalifiye eleman statüsünde olup teknolojik alt yapısı yeni durumda bulunan,
kar eden ve katma değer oluşturan, dünya sıralamasında 13. sırada yer alan,
2004 Yılı itibarıyla net karı 2.5 katrilyon olan ve kamuya aktardığı kaynak
ise 5.6 katrilyon olan böylesi bir kurumun özelleştirilmesinin ekonomi
alanında doğuracağı soru işaretleri bir yana bırakılıp, konunun milli güvenlik
kısmına gelinir ise şöyle bir ilginç örneği vermek yerinde olacaktır...

Amerikan Telekom Şirketi’ni

Bir Türk Şirketi Alabilir miydi?

Alman Telekom Şirketi, bir Amerikan Telekom şirketi olan Voice


Stream’i ele geçirmek ister ve 24 milyar Dolar’lık bir rakam teklif eder.
Ancak Amerika’da hiçbir yabancı hükümete veya temsilciye telekom işletme

9
ruhsatı verilmez. Dolayısıyla bu teklif üzerine, söz konusu yasanın
yumuşatılması tehlikesini sezerek bundan son derece rahatsız olan Amerikan
Senatörü Ernest Hollings, Amerikan Telekom Şirketi Voice Stream’in
Almanların eline geçme ihtimaline şiddetle karşı çıkarak, derhal yasanın
yumuşatılma ihtimalini tamamen ortadan kaldıracak hukuki çalışmalara
girişir.

Yani Amerika son 66 yıldır telekom pazarlarını yabancılara


açmamaktadır ama biz ne ilginçtir ki gayet büyük bir rahatlıkla Türk
Telekom’u da yabancı ellere teslim etmenin eşiğindeyiz.

Ayrıca üçüncü dünya ülkesi olmayan bir ülkede ilk defa bir telekom
şirketi yabancılara satılmış ve onların inisiyatifine terk edilme yoluna
gidilmiştir.

Bununla birlikte AB ülkelerinde telekom ihaleleri halka arz edilmekte,


geriye kalan kısımları ise yerli müteşebbislere devredilmekte ve yabancılara
satılmamaktadır.

AB üyesi olmak için inatla direten Türkiye ise; ne hikmetse AB


ülkelerinin bu prensiplerinden ders almak yerine, tam aksi bir tutumla “kritik
noktaları” yabancıların kontrolüne bırakarak onlara bir servis altyapısı
sağlama yoluna gitmektedir.

Ve şimdi sırada olan adım ise; son teklif tarihi 26 Eylül 2005 olan, yılda
ortalama 7 milyon ton çelik üreterek cirosunu 6.2 milyar YTL’ye taşıyan
ERDEMİR’dir...

Talipleri arasında Fransız Arcelor, Hindistan – İngiliz ortaklığındaki


Mittal Steel, İngiliz – Hollanda ortaklığındaki Corus, Rus Novolipetsk ve
OAO Severstal ile Amerikan US Steel şirketleri bulunan ERDEMİR’in 2004
net karı ise 790.1 milyon YTL’dir.

1987 Yılı’nda özelleştirme programına alınan ve 1990 Yılı’nda


hisselerinin % 2.93’ü halka arz yoluyla, 1990-1994 yılları arasında ise
hisselerinin toplam % 6.05’i İMKB’de satış yoluyla özelleştirilen
ERDEMİR’in halihazırdaki % 46.12 oranındaki hissesi ise özelleştirme
idaresi portföyünde yer almaktadır.

ERDEMİR’deki, Türkiye Kalkınma Bankası Hisseleri de dahil olmak


üzere toplam % 49.29 oranındaki kamu hisselerinin özelleştirilmesi ise 24
Mayıs 2005’ten itibaren ilanla ihaleye çıkmıştır.

10
Bununla birlikte Eti Alüminyum A.Ş.’de bulunan % 100 oranındaki
kamu hissesinin özelleştirilmesi ise 9 Nisan 2005 Tarihi’nde ilana çıkmıştır…

Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK; “Bir memleket kağıdını


kendi yapamadığı zaman ulusal kültürünü yabancı kültürüne bağlar.
Kapitülasyonların en tehlikelisi de budur!” sözünü ve Albayraklar
Davası’nda ihaleye fesat karıştırmaktan Başbakan Tayyip Erdoğan ile
birlikte yargılanarak 2 ay 27 gün hapis, para cezası ve 1 yıl ihaleden men
cezası alan Mustafa Albayrak’a 2003 Haziran’ında 1 milyon 100 bin
Dolar’a teslim edilen SEKA da hatırlanacak olursa, sürecin hangi noktalara
doğru götürülmek istendiğini algılamak da daha kolay olacaktır.

Fabrikanın teslim alınmasının akabinde 287 işçinin işine son veren ve


diğer bir SEKA işletmesi olan Afyon şubesinde de 226 çalışanı işten atan
yeni şirket sahipleri, Balıkesir ve Afyon’da mağdurlar tarafından organize
edilen protesto gösterilerinden de hiçbir şekilde etkilenmemiştir.

Ayrıca bu noktada, ekonomik açığı kapatmak adına özelleştirme


yapıldığını savunanlara sorulabilecek çok önemli bir sorunun da yeri
gelmiştir.

SEKA Balıkesir’in satışından 3 taksit ile 1 milyon 100 bin Dolar, yani
1.5 trilyon alacak olan devlet, işinden edilen işçilere toplam 9 trilyon tazminat
ödeyeceğine göre ortaya çıkan 7.5 trilyonluk zararla hangi “bütçe açığı”
kapatılacak, ya da nasıl bir “ekonomik istikrar” sağlanacaktır?

Sakın “Düze çıkacağız!” söylemleri ile, alınan “küresel talimatlar”


doğrultusunda “Türkiye Cumhuriyeti’nin öz kaynakları” birilerine
sorumsuzca peşkeş çekiliyor olmasın!

AKP içinde önemli bir isim olan ve üstelik ekonomiden sorumlu


başbakan yardımcısı Abdüllatif Şener’in piyasalarda geniş yankı uyandıran
“Özelleştirme bu hızla giderse Arjantin’e döneriz!” çıkışı da kesinlikle
gözardı edilemez bir gerçektir!

Abdüllatif Şener’in bu açıklaması; AKP’nin izlemekte olduğu yanlış


politikaların kendi “derin bilinçaltlarında biriktirdiği korku”nun bir
dışavurumudur!

Saygılar,

SESAR

11
TANRI’NIN TOKADI

“CHIRAC”

DEDİ !

Masa Başında
Kaybetme Hastalığımız
Devam Ediyor!

Hele bir de “elma şekeri” ile kandırılabilecek kadar konuların ve olayların uzağında
bir hükümet ve başbakan iş başında olunca Türkiye’nin konumu giderek daha da zora giriyor.

Gelişmelere bir göz atınca içine düşürüldüğümüz kumpas hemen fark edilebiliyor:

Gümrük Birliği anlaşmasını Kıbrıs Rum kesimi de dahil 10 yeni Avrupa Birliği
üyesini kapsayacak şekilde genişletecek. Ek Protokol imzalandı. İmza, Türkiye'nin AB
Daimi Temsilcisi Büyükelçi Oğuz Demiralp tarafından atıldı.

Türkiye ile AB Dönem Başkanı İngiltere arasında mektup teatisiyle yürütülen


imza süreci, imzalı metnin, Türkiye'nin Ek Protokol'ü imzalamasının Kıbrıs Rum
kesimini tanıdığı anlamına gelmeyeceğine yönelik deklarasyonla birlikte İngiltere'ye
gönderilmesiyle tamamlandı.

Hükümet çevreleri ve Dışişlerinden yapılan açıklamalarda artık 3 Ekim tarihinde


Avrupa Birliği ile başlayacak olan müzakere sürecinin önünde engel kalmadığı yönünde
görüşler ifade edilmeye başlanmıştı ki; “kazın ayağının” pek de öyle olmadığı ortaya
çıkıverdi.

Türkiye Gümrük Birliği Ek Protokolü’nü imzalarken aşağıdaki metni deklare


etmişti:

12
1. Türkiye, Kıbrıs sorununa siyasi bir çözüm bulunması yönündeki kararlılığını
muhafaza etmektedir ve bu yöndeki tutumunu da açıkça ortaya koymuştur. Bu
doğrultuda Türkiye, BM Genel Sekreteri'nin iki kesimli yeni bir ortaklık devleti
kurulmasını hedefleyen kapsamlı çözüme ulaşma yönündeki çabalarını desteklemeyi
sürdürecektir. Adil ve kalıcı bir çözüm, bölgede barışa, istikrara ve uyumlu ilişkilerin
tesisine önemli bir katkıda bulunacaktır.

2. İşbu protokolde atıfta bulunulan “Kıbrıs Cumhuriyeti”, 1960'ta kurulan asıl ortaklık
devleti değildir.

3. Türkiye bu nedenle, Kıbrıs Rum makamlarının, hali hazırda olduğu gibi, Kıbrıs'ta
sadece ara bölgenin güneyinde otorite, denetim ve yetki icra ettiği ve Kıbrıs Türk
halkını temsil etmediği şeklindeki tutumunu sürdürecek ve anılan makamların
tasarruflarını buna göre muameleye tabi tutacaktır.

4. Türkiye bu protokolün imzalanması, onaylanması ve uygulanmasının, protokolde


atıfta bulunulan “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin herhangi bir biçimde tanınması anlamına
gelmediğini ve Türkiye'nin 1960 Garanti, İttifak ve Kuruluş Anlaşmaları’ndan
kaynaklanan hak ve mükellefiyetlerini haleldar etmediğini beyan eder.

5. Türkiye, işbu protokole taraf olmasının Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile mevcut
ilişkilerini değiştirmeyeceğini teyit eder.

6. Kapsamlı bir çözüm bulununcaya değin, Türkiye'nin Kıbrıs'a ilişkin tutumu


değişmeyecektir. Türkiye, Kıbrıs'ta kapsamlı bir çözüm sonucunda oluşacak yeni
ortaklık devleti ile ilişkiler tesis etmeye hazır olduğunu beyan eder.

Deklarasyonda Türkiye her ne kadar “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin herhangi bir


biçimde tanınması anlamına gelmediğini” belirtse de Kıbrıs Rum kesimi lideri Tasos
Papadopulos yaptığı açıklamada, Türkiye'nin Ankara Anlaşması'nı AB'nin 10 yeni üyesini
kapsayacak şekilde genişleten Ek Protokol'ü, herhangi bir şart veya önkoşul olmadan
imzalamak zorunda olduğunu söyledi

Papadopulos, ''Türkiye, Ek Protokol 'ü bizim açımızdan tatmin edici bir biçimde
imzalayana kadar, AB ile üyelik müzakerelerinin başlatılmasını kabul etmeyeceğiz''
ifadelerini kullandı.

Yani veto tehdidinde bulundu!

Ancak esas çarpıcı açıklamalar Fransa’dan geldi.

Fransa Başbakanı Dominique de Villepin, yaptığı açıklamada, Türkiye'nin


Kıbrıs'ı tanımaması halinde, AB ile müzakerelerin düşünülemeyeceğini söyledi.

Fransız Başbakan Villepin, Türkiye-AB arasında 3 Ekim’de başlaması öngörülen


müzakerelerin ertelenebileceğini savunarak, AB'nin 25 üyesinden her birini tanımayan
bir ülkeyle müzakere yapılmasının düşünülemeyeceğini belirtti.

13
Fransız Le Figaro gazetesi de, Fransa Başbakanı’nın “Kıbrıs tanınmalı”
yönündeki açıklamalarının Cumhurbaşkanı Jacques Chirac tarafından da
desteklendiğini yazmıştı.

Gazete, Chirac’ın “başbakanın da ifade ettiği gibi, AB üyelerinden birini


tanımaksızın, bir ülke ile müzakere açılması düşünülemez” dediğini de yazmıştı.

Haberde, cumhurbaşkanının bakanlar kurulu oturumunda sarfettiği sözlerinin


birçok bakan tarafından teyit edildiği de vurgulanıyordu.

Fransa Başbakan’ı ile Cumhurbaşkanı’nın açıklamalarını “üzücü” olarak


değerlendiren Erdoğan, ise “aldatılmış” bir insanın ruh halini yansıtan bir şekilde müzakere
kararının verildiği 17 Aralık’ta Chirac'ın kendisine telefon ettiğini belirterek Chirac, “bu bir
siyasi tanıma değildir, ben de dönem başkanı Lüksemburg, Almanya Başbakanı Gerhard
Schröder ve AB Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barrosa'ya katılıyorum” demiştir. Şimdi
maalesef bu tür açıklamalar yapılıyor” diye konuştu.

İnsan “başka ne bekliyordunuz?” diye sormadan edemiyor.

Siyaset ve devlet adamlığı zaten bu tür “oyun”ları önceden görebilme ve


“kontra”sını hazırlayabilme sanatıdır.

Ancak siz tarih bilincinden uzak olarak “hayal” peşinde koşarsanız ya da


Özal’ın bile “uzun ince bir yol” diye nitelediği AB sürecini ülke çıkarlarını göz ardı
ederek kendi siyasi, ekonomik ve psikolojik çıkarlarınız ve ikbaliniz uğruna kullanmaya
kalkarsanız Tanrı’nın tokadı işte böyle “Chirac” diye iner!

İnce diplomasi oyunlarını ve saman altından su yürütmesini iyi bilen AB Dönem


Başkanlığı'nı yürüten İngiltere ise iyi polis rolünü üstlenerek Fransa Başbakanı Villepin'in
sözlerine “görünüşte” sert tepki gösterdi. Reuters'a açıklamalarda bulunan bir İngiliz
diplomat, müzakereler öncesinde masada bulunan tüm şartları yerine getiren Türkiye için yeni
şartlar belirlemenin “iyi niyetin suiistimali” olacağını kaydetti. “Kıbrıs hiçbir zaman
müzakereler için ön şart olmadı. Bu gerçeği AB liderleri de onayladı. Chirac'ın
açıklamalarında da bunu görmek mümkün” diyen diplomat müzakerelere 2 ay kala yeni
şartlar ortaya çıkarılamayacağını vurguladı. AB Komisyonu'ndan bir yetkili de Villepin'in
sözlerini, “AB verdiği sözleri tutmak zorunda” diye yorumladı.

Bu açıklamalar karşısında yüreğine su serpilen bazı “saf”lar bulunsa da kötü gidişin


farkında olanlar “gemiyi” çoktan terketmeye başladılar.

Nitekim AKP’nin Başmüzakereci sorununu altı ayda zor çözdüğü ve AB ile


otuzdan fazla maddenin görüşüleceği çetrefilli müzakere süreci için henüz doğru dürüst
kadroların bile oluşturulmadığı bir ortamda; Avrupa Birliği Genel Sekreterliği görevini
yürüten Murat Sungar da istifa ederek görevinden ayrıldı.

ABD ile yürüttüğü tezkere pazarlıklarında gemiyi karaya oturtan AKP’nin


Avrupa Birliği müzakere sürecinde Türkiye’yi bir “Titanik” faciasıyla karşı karşıya
bırakması eğer “tedbir” alınmazsa maalesef kaçınılmaz bir son olarak görünmektedir.

14
Türkiye ancak bir “kayığı” zor idare edebilecek kadar kumanda yeteneği olan
“kaptan”ların yönetebileceği bir ülke değildir.

Türkiye; gerekirse gemileri karadan yürüterek “Bizans”ı fetih edebilecek “Fatih”lerin


ruhunu taşıyanların yönetebileceği bir ülkedir.

ABD ile ilişkilerden Türk Dünyası’na; Kuzey Irak’tan Kıbrıs’a ülkeyi bütün
cephelerde önemli mevzi kayıplarına uğratmış bir hükümet ve bütün gücü boynuna papyon
bağlayıp “elindeki kadehi kaldırabilmek” olan bir diplomasi anlayışıyla AB müzakere
sürecini götürebilmek mümkün değildir.

Hele karşımızda kendini hiç bir etik değerle bağlı saymayan ve sözünde durmayan bir
Avrupa varsa!

Bu tavır Avrupa ve Fransa’nın sadece bu gün takındığı bir tavır değildir.

Tarihi örneklerini vermeden önce hayal kırıklığı yaşayanın sadece Başbakan


olmadığını belirtelim ve Fikret Bila’nın konuya ilişkin şu satırlarını birlikte okuyalım:

“Türkiye, Ek Protokol’e imza atarak Avrupa Birliği'ne (AB) verdiği sözü tuttuğunu
düşünüyor. Doğal olarak da 3 Ekim'de müzakereye başlamak için bir engel olmadığını
savunuyor ki, bu doğru...

17 Aralık kararlarında tek koşul vardı: Türkiye'nin Güney Kıbrıs'ı da kapsayacak


şekilde Gümrük Birliği'ni bir Ek Protokol’le yaygınlaştırması.

Türkiye bunu yaptı...

Yaptı ama başta Fransa olmak üzere bazı AB ülkelerinden çatlak sesler yükselmeye,
gündeme bazı “ama”lar sürülmeye başladı.

Fransa “yan çiziyor” görüntüsü veriyor ki, bu, “büyük devlet” tanım ve
konumuyla örtüşmüyor.

(Çünkü Fransa Türkiye’yi preslerken; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ının


kendilerine sözlü olarak verdiği bazı tavizleri realize etmek istiyor.Yani Fransa, Erdoğan’a
“sözünde dur” diyor.SESAR)

Türkiye'nin 3 Ekim'de müzakereye başlaması için Ek Protokol’ü imzalamış


olmasının yeterli olmayacağını, Güney Kıbrıs'ı siyasi olarak da tanıması gerektiğini
söylüyor.

AB Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn'in aksine


açıklamalarına karşın, Chirac “tanıma koşulu”nu gündeme sundu.

Fransa gibi AB'nin liderlerinden sayılan ve AB'yi “ilkeler-değerler” kurumu olarak


savunan bir ülkeye, sözlerinin arkasında durmamak, Türkiye üzerinden iç politika yapmaya
yönelmek de yakışmıyor.

15
(Ama pek tabii olarak bütün ülkeler; eğer karşılarında devlet adamı, siyasetçi veya
akıllı yönetici ve diplomat bulmazlarsa bir anda kendi çıkarlarını maksimize etmek için
yarışırlar. Unutmayalım ki uluslararası siyasi ilişkiler “etik” değerler üzerinden değil
anlaşmalar üzerinden yürür. “Söz”ün yeri yoktur; “yazı”nın yeri vardır.Kaldı ki günümüzde
“modern haydutluk” söz konusu olduğu için yazıya bile güven kalmamıştır.Yani “güç”
anlaşmaları bile iptal etmektedir. SESAR)

Erdoğan dayanamadı

Başbakan Erdoğan, Chirac'ın bu "ikili" tutumuna dayanamadı ve aralarındaki


konuşmayı açıkladı. Chirac'ın kendisini tebrik için aradığında, Ek Protokol koşulunun siyasi
olarak tanıma anlamına gelmeyeceğini belirttiğini söyledi. Chirac'ın, Erdoğan'a “başka”,
kamuoyuna “başka” konuştuğu anlaşıldı.

(Yani diplomasinin “söz”e değil “yazı”ya bağlı olduğu bir kez daha görüldü.-SESAR)

Erdoğan, “üzüldüm” diyerek, nazik bir üslupla “şaşkınlığını” yansıtmış oldu. Bu,
Başbakan Erdoğan'ın Fransa'dan ve Chirac'tan beklemediği bir tavırla karşılaştığını
gösteriyor.

(Bu ait olmadığı bir dünyanın mantığını ve Avrupa’yı anlayamamanın


şaşkınlığıdır. İslam “alacak”, “verecek” işlerini mutlaka yazılı hale getirmeyi
emrediyor.İslam’ı referans aldığını söyleyen Erdoğan;diplomasinin de bir tür ticaret
olduğunu düşünüp bu basit kuralı uygulasa yani “evet”i “yazılı” hale getirmiş olsaydı bütün
bu şaşkınlıkları yaşamayabilirdi.Anlaşılan “gömlek değiştirirken” başka şeyleri de
kaybetmiş! -SESAR)

Değerlerin gereği...

Türkiye, AB “değerlerimizin gereğidir” dediği koşulları bir bir yerine getirdi. Her
biri ayrı bir sancıya yol açsa da 3 Ekim'e kilitlendi ve bugünlere böyle gelindi.

Şimdi Fransa yüzünden 3 Ekim'de masaya oturamazsa sancı daha da büyüyecek,


kuşkusuz. Fransa yanına alacağı bazı AB ülkeleriyle, Güney Kıbrıs'ı bir koşul haline
getirirse ne olur?”

diye yazdıktan sonra asıl can alıcı noktaya geliyor ve aşağıdaki görüşlere yer veriyor.

“Türkiye ile Fransa arasındaki tarihi, sosyal ve siyasal ilişki çok az ülke arasında
vardır. Fransa, Türkiye'nin siyasi ve hukuki yapısına model aldığı bir ülkedir. Bu
ilişkinin ağır yara alması önemli sonuçlar doğurur.

Eğer AB ilkeler ve değerler bütünüyse, Fransa da diğer ülkeler de sözlerini


çiğneyip, Türkiye'nin önüne yeni koşullar getirmemelidir.”

Gerçekten de kendisine tanıdığımız kapitülasyonlar ve sömürgelerinden emdiği


kanla semirmiş Fransa ile Türkiye arasında siyasi ve hukuki model olma yanında başka
önemli tarihi, sosyal ve siyasal ilişkiler olmuştur.

16
Başta Jön Türkler olmak üzere batılılaşma yolunda; Türk aydınları ve devlet
yöneticileri üzerinde (ayrı bir inceleme konusu gerektiren) laik, pozitivist ve modernist
daha çok olumsuz etkileri olan Fransa’nın bugünkü tavrı ilk değildir.

Nitekim:

Batı’yı her şeyi ile tanımak isteyen ilk devlet adamlarımızdan biri olan Nevşehirli
Damat İbrahim Paşa bu maksatla, ilk iş olarak Avrupa başkentlerine daimi olmasalar bile
elçiler yollamıştır.

İlk elçiler; belki de yenilginin sırlarını çözebilmek için 1719’da Viyana’ya ve


1720-1721’de de Paris’e gönderilmişti.

Paris’e gönderilen Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi’ye verilen talimat özetle “Paris’te
her yeri görmesi, fabrikaları, kaleleri ve okulları ziyaret etmesi, genel olarak Fransız
kültür ve medeniyetinin ürünlerini tanıyıp tespit etmesi” yönündeydi.

Mehmet Çelebi bunları fazlası ile yaptı. Ama daha çok dışarıdan gördüklerini, bir
anlamda her şeyin dış görünüşünü bildiriyordu. Paris’in sokak ve manzaraları, hastaneleri,
askeri alanları, okulları ve matbaaları ile ilgili raporlar gönderiyordu.

Ancak bunlar dış görünüşler ve Fransa’daki gelişmelerin sonuçlarıydı. Batı’daki


gelişmelerin temeli olan bilim, tecrübe, ekonomi ve teknoloji üzerinde neredeyse hiç
durulmuyordu. Yani Batı’nın gücünün asıl kaynakları üzerinde derin bir araştırma söz
konusu değildi.

Bugün bile olduğu gibi her konuda yüzeysel kalınıyordu Batı’nın üstünlüğünü
sağlayan ana faktörleri kimse görmek istemiyordu.

Bu raporların en büyük etkisi İstanbul’daki yaşayış ve saray hayatı üzerinde


görüldü.

Her şey Fransa’dan geliyor, her yapılanda Fransa’daki benzerleri örnek alınıyor,
hemen hemen bütün ithalat ve ihracat Fransa ile yapılıyordu.

Bu “ilk yanlış” başlangıç Türkiye’nin bu gün bile içinden çıkamadığı pek çok
sorun ve çözemediği paradoksların kaynağını teşkil ediyordu.

Biz Batı’ya Fransa’nın penceresinden bakıyorduk. Fransa ise; Osmanlıların


bilhassa Rusya karşısında gerilemeye başlaması dolayısı ile Kanuni’den beri devam
eden çıkarlarının ortadan kalkacağı endişesi ile Osmanlı ile ilgileniyordu.

Ancak Fransa bugün olduğu gibi o günlerde de ikiyüzlü politikalarını sürdürmeye


devam edecekti.

Muhtemelen de “AB’nin kötü polisi” rolünü üstlenmesi bu tarihi “birikiminden”


kaynaklanıyor olmalı.

17
1768’de başlayan ve altı sene devam eden Türk-Rus Savaşı’nı bitiren Küçük
Kaynarca Anlaşması ile herşey meydana çıkmıştı. Osmanlıların hem savaş teknolojisinde,
hem de diplomaside ne kadar geri kaldığı herkesçe görülmüştü.

Zamanın Avusturya elçisi Franz Thugut, yapılan anlaşmada Osmanlı diplomasisinin


beceriksizliklerini şöyle anlatmaktadır:

“Bu anlaşmanın maddeleri Rus diplomatlarının kalitesinin ve becerisinin bir


göstergesidir. Türk - diplomasisinin - aymazlığının ise ender rastlanan bir örneğidir.”

Bu cümle; bugün Ek Protokolü imzalayanlar için de geçerlidir

Nitekim, Küçük Kayanarca Anlaşması’nın imzalanmasından sekiz ay sonra Çariçe


Katerina; anlaşmayı çok ters bir şekilde yorumlayarak “Bundan böyle Ortodoksluk,
doğduğu yerlerde, bizim emperyal korumamız altındadır.” diyecek ve Osmanlı
topraklarındaki Ortodoksların hamiliğine soyunacaktı.

Bunu ilk kabul eden ülke de Fransa olacaktı!

Bugün AKP Hükümeti ve Başbakan Erdoğan’ın izlediği diplomasi Küçük


Kaynarca Anlaşması’nı imzalayanların izlediği diplomasiyle aynıdır.

O zaman Çariçe Katerina’nın “kıvırtması” için sekiz ay gibi bir zamanın geçmesi
gerekmiş.

Bugün ise, Fransa ve Chirac’ın sözünden “cayması” için Ek Protokolün


imzalanmasının üzerinden bir hafta bile geçmedi.

Böylece Fransa kendisine güvenilemeyeceğini bir kez daha ortaya koyarken ne


yazık ki Türkiye’yi yönetenler de liyakatsizlik, yetersizlik ve inisiyatifsizliklerini göstermiş
oldular.

Ermeni soykırım iddialarını en ateşli savunan ülkelerden biri Fransa’dır. Bu konuya


ilişkin Ermeni Soykırım Anıtı bile dikmiştir.

Kendal Nezan’nın Fransa eski Devlet Başkanı Françoise Mitterrand’ın dul eşi
“Madam” Danielle Mitterrand’ın “özel himayelerinde” Kürt Enstitüsü Başkanlığı’nı
sürdürüyor olması ve Madam’ın geçmişten bu yana süregelen “Kürt aşkı” sadece
“uzatmalı sevgili” mantığıyla açıklanamaz.

Nitekim Mısır’a çıkıp Akka önlerine kadar gelen Napolyon’un Osmanlıyı çok
sevdiği için oralara kadar kalkıp geldiğinin söylenemeyeceği gibi.

Sn. Başbakan ne zannediyordu acaba?

Herkesin kendisini dört gözle AB’ye beklediğini mi?

Eğer Başbakan Erdoğan’ın; 1995 Yılı’nda Gümrük Birliği Anlaşması görüşmeleri


esnasında Fransız Dişişleri Bakanı Juppe’nin Yunanlı meslektaşına yazdığı mektupta “AB

18
ile Kıbrıs arasındaki ilişkilerin gelişmesinde Türkiye’nin söz hakkı olmadığını”
belirttiğinden haberi olsaydı bugünkü hayal kırıklığını yaşamayabilirdi.

Ya da tarihten biraz haberi olsaydı Fransa’nın neler yapabileceğini kestirebilirdi.

Üçüncü Sultan Selim de yapacağı işler için ilk olarak elini Fransa’ya uzatmıştı.
Daha hükümdar olmadan 16. Louis ile temasa geçmişti. Sonra da adamlarından İshak
Efendi’yi Fransa’ya göndermişti.

Mühendishane-i Berri Hümayun’da bir fermanla Fransızca’nın ayrı bir ders olarak
okunmasını bile sağlamıştı. Ve bu okulda 400 cilt Fransızca savaş bilgisi, fizik ve
topçuluğu ait kitap bile bulunuyordu.

İşte işler böyle bir tempoda ve oldukça “iyi” münasebetler içinde devam ederken
1798’de Fransızlar ansızın Mısır’a asker çıkardıkları duyuldu. Napolyon Bonapart
kumandasındaki bir ordu kısa zamanda Kahire’ye girmiş ve daha sonra da Suriye
istikametine doğru ilerlemeye başlamıştı.

Neyse ki Cezzar Ahmet Paşa Akka’da Napolyon’a “dur” demiş ve onu yenerek
geldiği yere; yani Fransa’ya geri göndermişti.

Bakalım AKP ve Başbakan Erdoğan’ın yanlışlarına kim “dur” diyecek!

Ve bakalım masa başındaki kayıplarımız ne zaman bitecek!

Türkiye karşılığında hiçbir şey almadan Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne Kenan


Evren’le onay vermişti.

Daha sonra da Londra ve Zürih Anlaşmalarından doğan haklarından vazgeçmiş;


karşılığında hiçbir şey almadan Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye üye olmasına göz
yummuştur.

Çünkü bu anlaşmalara göre Türkiye ve Yunanistan’ın müştereken üye olmadığı


hiçbir topluluğa Kıbrıs’ın üye olmaması gerekmektedir.

Yine Türkiye AB’ye girmeden Gümrük Birliği Anlaşması gibi bir garabetin
altına imza atmıştır. Konuya ilişkin yükümlülükleri yerine getiren Türkiye anlaşmadan
doğan zararlarının telafisi konusunda ise kılını kıpırdatmamaktadır.

Serbest dolaşım hakları konusunu ise çoktan rafa kaldırmış durumda.

Türk Dışişleri hiçbir konuda “önleyici diplomasi” yürütememektedir.

Ne Avrupa Parlamentolarında alınan Ermeni Soykırımını kabul eden kararları


önleyebilmekte ne de Terör Örgütü sayılan PKK’nın Avrupa’daki bürolarının faaliyetlerini
engelleyebilmektedir.

19
Kuzey Irak’ta adım adım güdümlü bir “Kürt Devleti”ne doğru yol alınırken ve sekiz
yıl sonra Kürtlerin kendi kaderlerini tayin edecekleri bir referandum isteğinden söz
edilirken “Türkiye’yi yönetenler” balığa çıkmaktadırlar!

Kumanda Kademesi’ni oluşturan Paşalar ise bu bağlamda “Tayyip Silahlı


Kuvvetleri” nitelemesini sineye çekmekte; Türkiye’nin elimizden kayıp gitmesine “paşa
paşa” seyretmektedirler.

Bu kafa ile devam edersek sadece Kıbrıs değil; artık Anadolu Coğrafyası da
tehdit altındadır!

Türkiye’yi yönetenler, aydınlar ve Sn. Başbakan tarihten ders almamayı


sürdürürlerse “beklemedikleri” daha çoook “Chirac” sesi dinleyeceklerdir!

Saygılar…

SESAR

20
ZORUNLU BİR UYARI;

“TSK NE YAPIYOR?”

Son dönemde Türkiye’yi en çok şaşırtan kurum,

ne yazık ki Türk Silahlı Kuvvetlerimiz!

1876 sonrası tarihi gelişmelerin neredeyse aynen tekerrür ettiği


günümüz Türkiye’sinde “milletin ortak aklının tecelli ettiği yer” olarak
TSK’mızın duruşu şüphesiz hayati öneme sahiptir!

Bir Türkiye Cumhuriyeti hükümeti mi, yoksa II. Abdülhamit’e hallini


arza giden heyetin dinamiklerinin hükümeti mi olduğu bir türlü
kestirilemeyen Ak Parti Hükümeti rotasını şaşırdığında; TSK’nın, bir deniz
feneri işlevi görerek Anayasa’nın, milletin ve tarihin kendisine yüklediği
vazifeyi yerine getirmesini beklemek millet olarak en temel hakkımızdır!

Ayrıca orduyu

bir müdehaleye,

bir darbeye,

bir anti-demokratik bir tutuma yöneltmek

şeklinde bir düşüncemiz asla söz konusu değildir, olamaz da!

21
Ancak paşalarımızın, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni tekrar
okumasını ve aşağıdaki satırlar üzerinde düşünmesini önermek de yine en temel
hakkımızdır!

“İstiklâl ve Cumhuriyet’ine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada


emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren (Türk
Askeri'nin başına çuval geçirilmesi ve PKK terörü gibi örnekleri çoğaltmak
mümkündür...) ve hile (AB normları, çağdaş ordu ve demokrat paşalar
görünümü altındaki pasifizasyon gibi önemli noktalar da yine çoğaltılabilecek
örneklerdir...) ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine
girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal
edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere,
memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet
içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini,
müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde
harap ve bîtap düşmüş olabilir.”

Dolayısıyla hemen her makamda bulunan

Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi;

bir duvar süsü değil,

“UYARI SİSTEMİ”dir!

Şimdi Ak Parti Hükümeti’ne bu açıdan bir bakınız!

57., 58. ve 59. hükümetler ile buna benzer örnekleri de

bu açıdan bir daha değerlendiriniz lütfen!

Hatta tüm kuvvet komutanları kendi tutumlarını

“Gençliğe Hitabe Mihengi”ne vurabilirler!

22
Bakalım bunları yaptıktan sonra da hala

“Türkiye’nin şu anki durumunun Gençliğe Hitabe ile ne ilgisi var?”

cümlesini kurabilecek misiniz?

Lütfen milletin size emanet ettiği koltukları derhal terk ediniz

ya da gereğini yapınız!

Bunu millet ve devlet için yapmayacaksanız,

kendi onurunuz için yapın!

ZİRA SÖZ KONUSU VAHİM DURUMUN

SÜRDÜRÜLEMEZ OLUŞU

GÜN GİBİ ORTADADIR !

AKP Hükümeti - TSK İlişkileri

28 Şubat Süreci’nden olumsuz etkilenen ve bir anda din - devlet ilişkisi


konusunda taraf haline gelen TSK ile bugünkü AKP Hükümeti’nin verdikleri
fotoğraf çok uyumlu gözükmektedir.

Nitekim Genelkurmay Başkanı Özkök; “Hükümetle ilişkileriniz


nasıl?” sorusuna karşılık mevcut ilişkileri “şiir gibi” diyerek nitelendirmiştir.

23
“Şiir gibi” nitelemesi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı olumlayan ve
destekleyen bir içeriğe sahiptir.

28 Şubat Süreci’nin dayanaklarının ne kadar sanal olduğu ortaya


çıkınca ve sürecin akabinde 1999 Seçimleri ile işbaşına gelen 57. Hükümet
zamanında meydana gelen depremler ve ekonomik krizler Türk Devlet
Yapısı’nı zedeleyince TSK daha temkinli olmaya ve siyasi erke müdahale
etmemeye yönelmiştir.

28 Şubat’ta “şeriat gelecek” endişesi ile alaşağı edilen Refah - Yol


Koalisyonu’nun “en belalı ismi” kabul edilen Orgeneral Çevik Bir; bugün
AKP Hükümeti’nin danışmanlarındandır.

28 Şubat’ta Necmettin Erbakan’ın teşebbüs etmediği herşeye bugün


teşebbüs eden Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlığında “bir ortakla
seyreltilmemiş güya dinci bir iktidar”da yolsuzluklar, hırsızlıklar, ihanet ve
peşkeşler ayyuka çıkmıştır ama şimdi hiçbir tehlike yoktur (!) ...

Tehdit algılamaları köreltilmiş yeni yetmelerden oluşan bir siyasal


erkin peşine takılarak en yakın müttefikini kaybetmiş TSK’dan da “çıt”
çıkmamaktadır!

28 Şubat’ın generali Çevik Bir’e dönüp “Hani bunları şeriat geliyor


diye indirmiştin? Şimdi niye danışmanlıklarını yapıyorsun?” diye soran etik
değerleri kuvvetli bir komuta kademesi de yoktur!

“Bütün komutanları bir şekilde bağladık, artık TSK’yı tesirsiz hale


getirdik!” diyen başbakana; “Yani TSK, Tayyip Silahlı Kuvvetleri mi
oldu?” diye soran danışmana hak vermemek mümkün değildir!

Nihayetinde Kuzey Irak’ta, Kıbrıs’ta, Türkiye’nin doğu ve


güneydoğusu’nda, Telekom, Tüpraş, Petkim, Erdemir’de ve daha başka
alanlarda kaybettiklerinin farkında olmayan TSK’nın AKP Hükümeti ile
ilişkileri gayet iyi gitmektedir.

Vatanı sadece sınırlardan ibaret sanan bugünkü kuvvet komutanları


ve Genelkurmay Başkanı’na “ABD’nin vatan tanımı”nı öğrenmelerini
tavsiye etmek yerinde olacaktır.

Neticede 28 Şubat’ta Refah - Yol’a müdahale etmek ne kadar yersiz ve


yanlışsa; bugün AKP Hükümeti’ne müdahale etmemek de bir o kadar yanlıştır.

24
• Türk Amerikan İlişkileri giderek aleyhimize dönerken,

• Başbakan’ın ifadesinin aksine Türkiye’de bölgesel, etnik ve dinsel


milliyetçilik alıp başına giderken (sadece AKP’lilerin bile şikayet
ettikleri 3K’ya - Karadenizliler, Kayserililer ve Kürtler - bakmak
yeterli),

• Devletin en önemli kurumları özelleştirme adına peşkeş çekilirken,

• Kemal Derviş’e yaptıklarının hesabı sorulmazken,

• Türkiye tasfiye edilirken,

• Atatürk’ün deyişiyle “ülkenin bütün kaleleri zaptedilmiş” ve Ordu


da “terhis” edilme aşamasına gelmişken,

yaptığı tehdit algılamaları ile ünlü askeri heyetten

“tıss” yok..!

Olamaz da!

Hazine Bulan Türk Düşmanları

Genelkurmay Başkanı Özkök’ün demokratik kişiliği Recep Tayyip


Erdoğan’ın siyasal yetersizliği ile birleşince ortaya çıkan resimin alıcıları o
kadar memnun ve şaşkınlar ki!

Şaşkınlığın sebebi ise bulunan ganimetin büyüklüğü ve zahmetsizce


elde edilişinden şüphesiz...

Türkiye gibi bir ülkeyi bu kadar ucuza kapatmak herkese küçük dilini
yutturacak kadar akıl almaz bir iş!

Ülke adına ise hazin ve vahim bir durum...

Komuta kademesi, “bu ahval ve şeriat altında dahi” Osmanlı’nın son


döneminde basireti ve feraseti bağlanan paşaların rehaveti ve

25
sorumsuzluğu içinde AKP Hükümeti’nin işini kolaylaştırırken; millet ve
devletin sonunun hazırlanışını da sadece seyrediyor!

Dolayısıyla bugünkü hükümet ve komuta kademesi; tüm düşman ve


rakipler tarafından olağanüstü bulunarak takdir ediliyor.

Atatürk’ün bugünkü komuta kademesi hakkında ne söyleyeceğini


merak edenlere ise; “NUTUK” adlı eseri yeniden okumaları tavsiye olunur...

Saygılar…

SESAR

26
1994 Yılından Beri Yağmaya

Göz Yumulan İstanbul’da

İNSANLIK YIKILIRKEN
BAZI SORULAR

Son günlerde tüm televizyon ekranlarında İstanbul’da kaçak yapılaşma gerekçesi ile
yıkılan gecekondulardaki insanlık ayıbını izliyoruz.

Belediye yıkım ekipleri, yüzlerce polis veya jandarma…

1994 yılından bugüne gelene kadar İstanbul’u Recep Tayyip Erdoğan ve O’nun
ekonomik ve idari ideolojisi yönetti.

Recep Tayyip Erdoğan Mahalli Seçimler esnasında gündeme gelen kaçak yapılaşma
tartışmaları üzerine “benim evim bile kaçak” diyerek konuya girmiş iyi de destek toplamıştı.
Recep Tayyip Erdoğan’ın bu beyanatı kaçak yapılaşmayı teşvik ve meşrulaştırma gibi
(zorlasanız da) yorumlanamaz değil mi?

1994 yılından bu yana göz yumulan kaçak yapılaşma ve kamu arazisi yağmasına
Recep Tayyip Erdoğan’ın bakışı nasıl oldu? (Belediye alt yapı hizmetlerinin
yaygınlaştırılmasından bunu anlayabilirsiniz.)

1994 yılında, 1995 yılında, 1996 yılında, 1997 yılında İstanbul’da ne kadar kaçak
konut yapıldı?

Recep Tayyip Erdoğan bu dönemde kaçak yapılaşma ile nasıl mücadele etti?
(Belediye hizmetleri kaçak yapılara nasıl gitti?)

1998, 1999, 2000, 2001, 2002, 2003, 2004 ve 2005 yılında ne kadar kaçak konut
yapıldı?

Recep Tayyip Erdoğan kaçak yapılaşmaya bu dönemde nasıl yaklaştı?

2004’den önce Recep Tayyip Erdoğan, bugünkü gibi tavizsiz bir tutum sergileseydi
İstanbul gecekondu cenneti olur muydu?

27
RAHATSIZ EDİCİ SORULAR

• Bugün kaçak konuta gösterilen tavizsiz yaklaşım, kent estetiği, su havzalarının korunması,
imara aykırı yapılaşmayı önlemeye mi yönelik?

• Son dönemde hükümet ve belediye tarafından üretilen konut projeleri ile kaçak yapıların
yıkımları arasında ne gibi ilişki var?

• İstanbul’daki kaçak yapılaşmaya tavizsiz yaklaşımının arkasında hükümetin ve


yandaşlarının da içinde bulunduğu konut ve arazi projeleri var mı?

• İstanbul’daki hijyene aykırı üretim yapan işyerlerini, denetleyecek zabıta elemanı


bulunmazken, yıkımlardaki zabıtalar nereden bulunuyor?

• Yıkımlar şova dönüştürülerek İstanbul’a göç eden ve edecek vatandaşlara el altından bazı
adreslere yönlendirme yapılıyor mu?

• İstanbul’da kapkaç, hırsızlık ve diğer asayiş olaylarında güvenlik görevlisi açığı hep bir
mazeret olarak ileri sürülürken, yıkımlarda nasıl oluyor da küçük bir ülkenin ordusu
büyüklüğünde güvenlik kuvveti toplanıyor?

• Belediyenin gücü neden hep garibana yetiyor?

• Yıkımlarda görev alan güvenlik kuvvetlerinin psikolojisi olaylardan nasıl etkileniyor?

• Televizyonlardan yıkımları izleyen halkın, siyasilere, devlete, bürokrasiye, belediyeye,


polise, zabıtaya ve medyaya karşı düşüncelerindeki değişimi hiç merak ettiniz mi?

• 2002 yılındaki Recep Tayyip Erdoğan’la, 2005 yılındaki Recep Tayyip Erdoğan insani,
dini, dünyevi açıdan ne kadar farklılaştı?

• Acaba “halkın” içinden çıkan bir Başbakan nasıl halk düşmanına dönüştüğünü hiç
düşündü mü?

• Acaba İstanbul’da kaç gariban “kaçak konutun yıkılacak” tehdidi ile nerelere para akıttı?

• Asayişe güvenlik görevlisi bulunmazken yıkıma nasıl bulunuyor?

• Alt yapı sorunu için dozer, greyder, kepçe bulunmazken yıkım için nasıl bulunuyor?

Sayın Başbakan’a daha yüzlerce soru sorulabilir.

• Ama en önemli soru şu olsa gerek: Acaba Adalet ve Kalkınma Partisi, gerçekten adı ile
müsemma mı ya da AK Parti “AK”ı ne kadar temsil ediyor?

28
• Şu andaki Başbakan acaba Güneysu’dan, Kasımpaşa’dan halkın içinden çıkıp gelen Recep
Tayyip Erdoğan mı, yoksa iktidarda birden hırsına mağlup olmuş Recep Tayyip Erdoğan
mı?

• Hala Recep Tayyip Erdoğan’a destek veren alnı secdeye değen Müslüman var mı?

• Varsa verdiği desteğin hesabını nasıl vereceğini bu “Müslüman” hiç düşündü mü?

• İslam’ın bir “cankurtaran yeleği” olarak giyilip, iktidar yolculuğundan sonra gözden
ıraklaştırılması ve çıkarılıp atılması acaba dini ortaya koyarak iktidara gelenleri hiç
rahatsız etmiyor mu?

• Recep Tayyip Erdoğan, acaba hala oy verenler tarafından alkışlanıyor mu? Şayet
alkışlanıyor ya da beğeniliyorsa, beğenen insanın Erdoğan’ın ekonomik ve idari ideolojisi
ile bağı ne kadardır?

• Ahmet Hakan, Ertuğrul Özkök ve Mine Kırıkkanat gibi tuzu kuru “fildişi kule” sakinleri,
bu soruları sorabilir mi?

• Ya da bizi de geçip gerçekten halkın, milletin, devletin, insanlığın ve hepsinden önemlisi


adaletin savunucusu olabilirler ve daha ağır sorular sorabilirler mi?

• Ve bunu hükümetin iktidardan gitmeye başladığı anda değil de şimdi yapabilirler mi?

• Mesela Fatih Altaylı “Ne Zaman Adam Oluruz” kutucuğuna; “Adaletsizliği yapan iktidara
uzak olduğumuz zaman” diye yazabilir mi?

• Veya “Recep Tayyip Erdoğan ile ipleri kopardığım zaman” diye yazabilir mi?

• Mesela “Tayyipçi” köşe yazarları artık “yağ yakmaktan” vazgeçip can alıcı sorular
sormaya başlayabilirler mi?

• Kalkıp, Anadolu’da “İnsan Hakları” dersleri veren gazeteciler ve aydınlar adaletsizliğin,


yağmanın, sorumsuzluğun, aymazlığın ve "Beyt-ül Mal"ı talanın bir insan hakları ihlali
olduğunu ve bunu bu hükümetin bile yapabileceğini ve hatta yaptığını yazabilirler mi?

Aydın olmak kitap yazmak ve suya sabuna dokunmamak ve yağ yakmak değildir.
Mehmet Akif gibi Necip Fazıl gibi dik durabilmektir.

Ne yazık ki “Bir kısım Asım’ın Nesli”, Lebid Bin ASAM’ın nesli oluyorsa, sorular
daha da fazlalaşacaktır.

Son söz: Mağrur olma Recep Tayyip!

Senden büyük Allah var.

29
GENELKURMAY VE AKP HÜKÜMETİ

“OLASI KUZEY IRAK HAREKATI”

İLE İLGİLİ ŞU BASİT SORULARA

ACİLEN CEVAP VERMELİDİR!

DÜNYANIN EN ZOR SORULARI,

EN BASİT OLANLARIDIR!

1. BÖLÜM

Son günlerde artan PKK terörü sebebiyle önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
ardından da Genel Kurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ; “Türkiye’nin gerekirse
Kuzey Irak’a girerek, PKK terörüne karşı önlem alacağını” kamuoyuna açıkladı.

Fakat gözden kaçanlar ve kaçırılanlar hem Başbakan Erdoğan’ın, hem de Orgeneral


Başbuğ’un çıkışlarını bir anda boşa çıkardı.

Şöyle ki:

Türkiye, Saddam zamanında Kuzey Irak’a birçok kez sıcak takip kapsamında askeri
harekat düzenledi. Ama bu harekatlar hep sonuçsuz kaldı. O halde bu bağlamda aşağıdaki
soru sorulamaz mı?

“Şimdi düzenlenecek bir sınır ötesi sıcak takibin başarı şansı ne kadardır?”

ABD Irak’ı işgal etmeden önce, ABD’nin işgalinin PKK terörünü


tırmandırabileceğine ilişkin bir değerlendirme Genel Kurmay’da yapılmadı mı? Geçmişten
beri PKK’ya sempati ile bakan ya da en azından nötr kalan ABD’nin, PKK terörüne göz

30
yumacağını analiz edemeyen bir Genel Kurmay, sınır ötesi harekatın başarılı olacağını nasıl
ve neye dayanarak öngörmüştür?

Saddam zamanında, TSK’dan herhangi bir erin önünde titreyen Barzani ve Talabani
şimdi Irak’ta 100.000 kişilik ağır silahlara, tanklara, yerden havaya füzelere sahip bir orduyla
techiz edilirken, bu durumun PKK terörünü motive edemeyeceği hangi sebeple
düşünülmüştür. PKK için Kuzey Irak’a girildiğinde, Barzani ve Talabani’nin ellerindeki
orduyu TSK’ya karşı kullanmayacaklarının garantisi var mıdır?

Kuzey Irak’ın 25 Km. derinliğine kadar bir alanı “mayın denizi” haline getiren
PKK’yı, bu işlemi yaparken seyredenler sınır ötesi harekatta olası zayiat konusunda ne
düşünüyorlar?

ABD ve koalisyon güçleri, Irak’taki başarısızlık için, Türkiye’yi sorumlu tutuyorlar.


Peki ABD’nin, İngiltere’nin ellerindeki teknolojik, ekonomik ve siyasi imkanlarla başarılı
olamadığı Irak’ta, henüz ordusunun modernizasyonunu tamamlamamış, ekonomik sorunlarını
çözememiş bir Türkiye nasıl başarılı olacak?

ABD, İngiltere ve koalisyon ülkelerinin ayda 5 milyar dolar masrafla içinden


çıkamadıkları Irak bataklığından, bu kırılgan ve her an patlamaya hazır ekonomimizle
Türkiye nasıl çıkacak?

Genel Kurmay’ın bu soruya cevabı nedir?

Hükümetin bu soruya cevabı nedir?

Ve diğer sorular

ABD ve koalisyon güçlerinin Irak’ta asayiş için desteğe ihtiyacı var ise Barzani ve
Talabani’nin elindeki 100.000 kişilik ordu niye kullanılmamaktadır?

Genelkurmay İkinci Başkanı ve kuvvet komutanları, ülkenin ekonomik talanı,


Telekom, Petkim, Tüpraş ve diğer özelleştirme peşkeşleri ile Anayasal sistemin tasfiyesini
başarı ile gerçekleştiren Türkiye ekonomisini silahsız eylemle yerle bir eden, istiklal ve
istikbalimizi ayağa düşüren hükümet hakkında ne düşünmektedirler?

Yüksek Askeri Şura’nın yaklaştığı bugünlerde, askeri öngörü, askeri strateji ve vatan
savunması gibi temel askeri hususlardaki başarısızlık ya da en azından pasifliği kamuoyunca
kabul görmüş mevcut komuta kademesi acaba bu bireysel ve kurumsal beceriksizlik tablosunu
örtmek için iyi planlanmamış bir Kuzey Irak harekatı ile örtmek mi istemektedir?

ABD’den izinsiz Türkiye’nin içindeki teröristlerle mücadelede zorlanan bir ülke,


ABD’nin ve koalisyon güçlerinin, Barzani ve Talabani’nin desteğine sahip teröristleri Irak’ta
ABD’nin her an değişebilecek tutumu ile imhayı nasıl planlamıştır?

Doğusu ve Güneydoğusu’ndaki her askeri harekat, (yakın tarihimiz incelenirse


görülecektir) Türkiye’nin toprak kaybı ile sonuçlanmıştır. Kuzey Irak’a bir harekatın da böyle
bir netice doğurmasını nasıl önleyeceksiniz? KKTC’yi elinde tutmakta zorlanan ve hatta
AB’den tarih alacağız diye tepsi içinde yabancılara ikram eden Genelkurmay ve AKP
Hükümeti’nin bu konuda varsa A, B, çok zor ama C planı var mı, varsa nedir?

31
Bu soruları çoğaltmak mümkün.

Bu sorularımızın cevabını tüm Türkiye sabırsızlıkla bekliyor.

Ancak her şeye rağmen Kuzey Irak’a bir askeri harekat yapılacaksa...

Öncelikle:

Başbakan’ın ve Bakanların, AKP milletvekillerinin ve mevcut komuta kademesinin


askerliğini yapmış ya da yapan çocukları için yasal düzenleme yapılıp Kuzey Irak’a ilk
girecek askeri birliklere yerleştirilmeleri sağlanmalıdır. Şayet yukarıdaki seçkinlerin bu
duruma uygun çocukları yoksa, 1. dereceden yakınlarının çocukları yasal düzenleme ile Irak’a
gönderilmelidir. Şayet bu da imkan dahilinde değilse bizzat kendileri için yasal düzenleme
yapılmalı ve Kuzey Irak’ta savaşmaları sağlanmalıdır. Bu şerefli görevden kaçacak herhalde
kimse yoktur.

Şayet Kuzey Irak’a düzenlenecek harekatın Yüksek Askeri Şura’ya yönelik bir boyutu
yoksa, yani bazıları koltuklarını kaybetmemek için bir “savaş hali” durumuna sığınılıyorsa,
mevcut kuvvet komutanlarının istifası gündeme gelmelidir!.. Hem de hemen!

Yine Kuzey Irak’a bir askeri harekat düzenlenecek ise Barzani ve Talabani tarafından
kurulan ancak ABD ve İngiltere tarafından Irak’ta kullanılmayan ordu terhis edilmeli ve
silahları da Türkiye tarafından imha edilmelidir. Muhakkak edilmelidir.
Kuzey Irak’a düzenlenecek askeri harekat Recep Tayyip Erdoğan hükümetini
kurtarmaya yönelikse, bilinmelidir ki, mevcut komuta kademesi; Türkiye’yi sömürge
derekesine (seviyesine) düşürmüş bir hükümetin payandası olamaz. Olmamalı!

Yine Kuzey Irak’a Türkiye asker gönderecekse ABD ve İngiltere mutlaka Barzani ve
Talabani’nin ordusunun Irak’taki asayişi sağlamakta niye kullanmadığını herkese ikna edecek
inandırıcılıkta açıklamalıdır. Hem de acilen açıklamalıdır.

Genel Kurmay Başkanlığı, ABD ve hükümet de ABD bölgeye müdahale etmeden


önce neden PKK’yı bitirmediğini aynı inandırıcılık düzeyinde kamuoyuna açıklamalıdır. Hem
de muhakkak açıklamalıdır.

Şeyh Said’in torunu Abdülmelik Fırat (ki bu konuları çok iyi bilir); “Türkiye istese
PKK’yı Hizbullah gibi bir günde bitirir” açıklamasını yaptı. Bu açıklama dikkate alınmalı ve
3-5 bin teröristin 700-800 bin kişilik mevcudu olan bir orduya karşı nasıl barınabildiği yine
aynı inandırıcılık düzeyinde kamuoyuna anlatılmalıdır. Muhakkak anlatılmalıdır.

Gün geçtikçe netleşen fotoğrafa bakıp diyoruz ki:

Hem Başbakan’ın hem Orgeneral Başbuğ açıklamaları maalesef kamuoyuna inandırıcı


gelmemiştir.

Gelememiştir!

32
Açıklamanın tüm “inandırıcılık ayakları” eksiktir.

Özellikle Sayın Başbakan,

AB’den, ABD’den şamar üstüne şamar yedikten sonra, ekonomiyi düzeltemeyeceği


ortaya çıktıktan sonra, birden, icazet aldığı ABD’ye bile karşı çıkarak, PKK terörüne karşı
aslan kesildi. Böyle olunca şüphelerimiz daha da arttı.

Sayın Başbakan kamuoyuna olası bir Kuzey Irak harekatı ile hangi başarısızlıklarını
örteceğini açıklamalıdır. Eğer bunu yapmazsa biz Başbakan’ın ve O’nun değişik
bürokrasilerdeki suç ortaklarının neleri örtmeye çalıştığını, Türk milletine ve elifi elifine
anlatacağız!..

Sayın Orgeneral Başbuğ da, bugüne kadar somut hiçbir başarı göstermeyen ve üstelik
siyasi tecrübeden, uluslararası ilişkiler tekniğinden, yönetsel ehliyet ve liyakatten yoksun bir
hükümetin değerlendirmelerine nasıl ortak olduğunu ve paylaştığını muhakkak açıklamalıdır.

Bunun da ötesinde, Türkiye’nin Osmanlı’nın son dönemindeki maceralara


sürüklemesinin önüne geçmek için hem hükümetin hem de Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet
komutanlarının istifası zaruret haline gelmiştir.

Kamuoyuna en derin endişelerimizle açıklarız.

Saygılar

SESAR

33
“GENİŞ ÖLÇEKLİ
ÇÖKERTME PLANI”NDA
TSK AYAĞI

“Merkezi Vuruş”a Programlı

Bir Ön Müdehale;

“TSK’ya Virüs Bulaştırma”

“Soros Körfezi’ne Yanaştırılan En Son Gemi; Türkiye”


başlığıyla yayınladığımız Soros Dosyası’nda sözü edilen
“Ekonomi Eksenli Türkiye Operasyonu”, aslında birçok alanda
sessizce yürütülen “küresel hamleler”in bağlı bulunduğu bir
“merkezi vuruş” konumunda. Ancak ekonomi eksenli bu
“matematik vuruş”la hedefi tamamen indirebilmek için zeminin
sorun yaratan tüm “direnç unsurları”ndan temizlenmesi de şart!

İşte bu “altın kural” sebebiyledir ki; üzerinde çalışılan


temel satıh olan Türkiye’nin ekonomi piyasalarında yapılacak
“Soros Operasyonu” öncesi sorun çıkarabilecek bir çok “direnç
noktası” uzun bir süreden beri törpülenmeye uğraşılıyor. Türkiye
Cumhuriyeti’nin “yüce değerler”ini ve “devletin bekası”nı
sembolize eden Türk Silahlı Kuvvetleri ise bu “müdehale
noktaları”nın en başında yer almakta.

Bu nedenle SESAR olarak, TSK’ya “bilinçli olarak


enjekte edilen pasifizasyon tesirli virüs” bulaştırma girişimlerine
detay vermeyi amaçlayan bu raporla; “Türkiye üzerinde
yürütülen geniş ölçekli tarihi operasyonlar”ın tüm ayaklarına

34
bütün olarak yaklaşılması gerektiği gerçeğinin altını bir kez daha
önemle çiziyoruz.

Türk Silahlı Kuvvetleri

Üzerinden Yürütülen

“Özgüven Saldırıları’’

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ; TÜRKİYE


CUMHURİYETİ’Nİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ YAPAN TÜM “MİLLİ
VE MANEVİ DEĞERLER’’İN ODAKLANDIĞI BİR YÜCE KURUM
VE BAĞIMSIZ TÜRKİYE DEVLETİ’NİN “GÜÇ VE BEKA’’SINI
TEMSİL EDEN “EN ÖNEMLİ KUVVET MERKEZİ’’DİR.

DOLAYISIYLA BÖYLESİ BİR HASSAS KURUMUN


KAMUOYUNA TELKİN EDECEĞİ EN UFAK BİR “ÖZGÜVEN
EKSİKLİĞİ’’ TÜM TOPLUMSAL YAPIYI EN SERİ VE EN
KUVVETLİ ŞEKİLDE ETKİLEYECEK VE ÜLKE ÜZERİNDE
YÜRÜTÜLEN “GENİŞ ÇAPLI PASİFİZASYON HAREKETİ’’NE
DE ÖNEMLİ ÖLÇÜDE DESTEK SAĞLAYACAKTIR.

Ve başta Türk Toplumu’nun “kültürel geçmiş’’i ile TSK’nın


“yüce misyon ve kimlik’’ine ters düşecek böylesi bir planın uzun
süreden beri ülke üzerinde yürütüldüğünü görebilmek de o kadar
zor bir iş değil! Zira kamuoyunda zaman zaman sakız haline
getirilen “şeffaf yönetim anlayışı’’, bu alandaki “derin
çalışmalar’’a da süratle yansımış durumda. “Küresel talimatlar
gayet şeffaf yöntemlerle kitlelere iletilir ve tüm global mesajlar
açıklıkla kamuoyu ile paylaşılır!’’ şeklinde... Yani her türlü
“küresel mesaj“ açıktan ve hatta Türk Silahlı Kuvvetleri gibi bir
kurum üzerinden bile verilebiliyor bugün! “Bir gerçeği gizlemenin
en iyi yolu; o gerçeği söylemektir.’’ Ifadesi de sanırız oldukça iyi
işliyor burada...

Söz konusu bu “acı ve öfke veren tespit’’in somut


açılımları ise; son dönemde kamuoyunda sıkça tartışılan ancak
daha çok alkışlayarak tepki verilen “üst düzey TSK yetkilileri’’nin

35
son derece “samimi açıklamalar’’ında ve “AB Kozu’’ üzerinden
yürütülen “şantaj senaryoları’’nın TSK ayağında mevcut...

GENELKURMAY BAŞKANI ÖZKÖK’ten

“Küresel Ekonomi – Küresel Güvenlik Dengesi”

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün 20


Nisan 2005’te Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı ve
kamuoyunda “İlk defa bir genelkurmay başkanı bu kadar
detaylı açıklamalarda bulundu!’’ diyerek popülarize edilen “Yıllık
Değerlendirme Konuşması’’nı 28 Nisan’da “yorumsuz’’ olarak
sunmuştuk sizlere. Zira “son derece açık olan küresel
işaretler’’e ışık tutmak adına bir “tersten okuma’’ yapmaya gerek
duymaksızın değerlendirmeyi kamuoyuna bırakmıştık. Ancak
“sanal medya rüzgarı’’ ve temeldeki “Soros Operasyonu’’ ile
süratle bir yerlere taşınmak istenen Türkiye’yi gözlemledikçe bu
“tersten okumalar’’a biraz daha detay vermekte fayda olduğunu
düşünüyoruz.

ABD İle “Ortak Beklentiler’’

Orgeneral Hilmi Özkök; Ege Krizi’nden Kıbrıs’a,


Ermenistan Sorunu’ndan PKK’ya kadar bir çok önemli noktaya
değindi bu konuşmada. Ama şüphesiz en önemli açıklamaları
“küresel dengeler’’ ve “Türkiye – ABD İlişkileri’’ konusunda
oldu.

ABD ile Türkiye arasında yansıtıldığı gibi bir “kriz


ortamı’’nın olmadığını dile getiren Özkök, “Türkiye’nin ABD’ye,
ABD’nin de Türkiye’ye ihtiyacı vardır. Türkiye ABD ilişkileri
pek çok bölgesel sorun karşısında ortak beklentiler ve
kaygıları paylaşmaktadır.’’ dedi. Sayın genelkurmay başkanımız
böylesi “ferahlık veren bir açıklama’’da bulununca bizler de
oldukça rahatladık tabi! Demek ki Genişletilmiş Ortadoğu ve
Kuzey Afrika Projesi dahilinde ortak çıkılacak topraklardan bize

36
de oldukça “iyi bir hisse’’ düşecek! Zira bu “ortak beklentiler ve
ortak kaygılar’’ söylemi çıksa çıksa buraya çıkar!

Oysa içinde bulunduğumuz dönemde ABD’yle en net ifade


ile bir “körler sağırlar diyaloğu’’ yaşanmaktadır. Zira ABD ile
ilişkiler konusunda ne hükümet, ne de devletin diğer birimleri
gerçekleri ifade etmemekte ve dış ilişkilerde sürekli bir “bahar
havası görüntüsü’’ yaratılmaya çalışılmaktadır. Oysa ilk elden
temin edilen tüm bilgiler, aradaki sorunun şiddeti konusunda daha
da kuşku duyulmasına sebep olmaktadır. Devlete ve hükümete
bağlı birimlerin ABD’yi, ABD’nin benzer birimlerinin de Türkiye’yi
doğru okuyamadığını ve her iki tarafın da yarım bilgilerle “total
değerlendirmeler’’ yaptıklarını aynel yakin biliyoruz.

Bu ABD ve Türkiye’ye yönelik “endirekt okumalar’’; yani


suyunun suyu şeklinde ve yanlış bilgiler temelinde yapılan
değerlendirmeler elbette ki iki ülke arasındaki sorunlu ilişkileri tamiri
zor bir hale getiriyor. Ortaya çıkan en sakıncalı sonuçlardan bir
diğeri ise; tıpkı Erdoğan gibi konuşan Özkök’ün bu durumunun,
ABD ile ilgili bilgi kaynaklarının hükümetle aynı olduğunu
göstermesi ve sonuçta Türkiye’nin “çok ince bir
dezenformasyon’’a tabi tutulduğunun görülmesidir.

Türkiye’nin son dönemde ABD ile iletişimde kullandığı


akslar maalesef “spekülatif akslar’’dır. Türkiye yine son
dönemde alışılmış irtibat ve iletişim kanallarını devlet ciddiyeti
içinde yeniden kullanmazsa, ABD ile o “ortak beklentiler’’in
gerçekleşmesi de imkansızdır! Zira “ortak beklentiler’’ ancak
“reel ilişkiler’’le realize edilebilir..!

“Batılı Değerler’’

İle

“Uyumlu Türkiye’’

Türkiye'nin, Batı’nın değerlerini kendi değerleriyle uyumlu


bulan bir ülke olduğunu dile getiren Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Hilmi Özkök, “AB’ye üyelik süreci’’ ile ilgili olarak da

37
şöyle konuştu; ''Batı’nın yıllar süren bir süreç içerisinde
oluşturduğu ekonomik ve siyasi birliğine, biz yıllar önce talip
olduk. Şimdi AB'nin askeri birliğinin de oluşmakta olduğunu
izliyor ve ona da katılmayı arzu ediyoruz. Türkiye'nin menfaati
AB'nin asli üyesi olmakta yatmaktadır.” Bu noktada “AB
Üyeliği” adına bizden istenilenleri tekrar tekrar hatırlatmaya
bilmiyoruz gerek var mı…

Sonuçta ya karşımızda “kafası hayli karışık bir komutan


fotoğrafı’’ var; ya da bir çok “dengeyi tutturmaya çalışan nafile
gayret sahibi bir yönetici profili’’... Eğer bu açıklama politik
değilse; o zaman bu değerlendirme “tehdit algılaması en hafif
ifade ile flulaşmış bir komutan’’ın, daha net bir ifadeyle ise
“pasifizasyon operasyonlarından fazlasıyla nasibini almış olan
bir yönetici’’nin değerlendirmesidir... Hem Türkiye olarak
“yöneten değil yönetilen yöneticiler”e alıştırılmış bir millet
olmaya zorlanışımız da yeni bir gelişme değil zaten…

“Küresel Ekonomi’’den

“Küresel Güvenlik’’e

“Küresel karar mekanizmasında rol alan küresel


aktörleri, aynı zamanda dünyadaki güvenlik ve istikrarın da
baş aktörleri olarak niteleyebiliriz. Dünyadaki istikrar ve
dengeleri sarsan büyük olaylar aslında bu aktörlerin çeşitli
alanlarda karşı karşıya gelmelerinin bir sonucudur. Bu büyük
olayları ölçeğine göre; bölgesel ve küresel kırılmalar olmak
üzere ikiye ayırabiliriz.’’ diyen Hilmi Özkök, konuşmasında
“ekonomideki küreselleşme”ye parallel “güvenlik
stratejileri”nin de küreselleşmek durumunda olduğuna vurgu
yaptı. Bu “derin ve reel saptama”nın tersten okuması ise olsa
olsa şöyle olur; “Küresel ekonominin önlenemez gidişi
karşısında, izleyeceğimiz uslu güvenlik stratejileri ile global
yöntemleri uygulamaya talip olmak durumundayız.” Yani
taşeronluğa…

38
Genişleyen İşbirliği İmkanları

“ABD ve Türkiye; Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve


Orta Asya’yı kapsayan geniş bir coğrafyada barış, istikrar ve
güvenliğin sağlanması için birlikte çalışmaktadır. Türkiye’nin
Avrasya ve Orta Doğu Coğrafyası’nın kesişme noktasında
bulunması ABD’nin bölgesel faaliyetlerinde Türkiye’nin güçlü
bir ortak olarak kabul edilmesine yol açmaktadır. Türkiye’nin
doğu ve güneydoğu komşuları arasında tek demokratik ve laik
ülke olması da bu alanda ABD ile işbirliği imkanlarını
arttırmaktadır.’’ şeklinde devam eden konuşmanın bu “işbirliği’’
kısmı da oldukça sorunlu aslında. Zira bir çok konunun olduğu gibi
bu “işbirliği’’nin de tam olarak nereye çıktığı pek net değil... Hele
ki son zamanlarda sıklıkla yinelenen “stratejik ortaklık’’ ifadesi de
dikkate alınırsa, bu “işbirliği’’ ve “ortaklık”ın Türkiye’yi hangi
“açmazlar’’la başbaşa bırakacağını düşünüp “kaygı’’ duymamak
olanaksız gibi...

“Genişleyen işbirliği imkanları’’nın Türk Yönetimi


tarafından “daralan bir işbirliği sistemi’’ne dönüştürülmesi de bir
diğer önemli nokta. Zira Türkiye, “avantajlı bir coğrafi konum’’a
ve “askeri düzlem’’de olduğu gibi bir çok alanda “üst düzey bir
donanım”a haiz olmasına rağmen; bu “pozitif unsurlar’’
maalesef kuvveden fiile eriştirilememektedir. Hal böyle olunca da,
Türkiye elinde bir çok “avantajlı kart” bulunan bir ülke edasıyla
“uluslararası ilişkilere yönelik analizler” yaparken; ABD de
Türkiye’ye alternatif ülkeler ve üsler bulma arayışlarına hız veriyor.
Dolayısıyla şu an sadece bir temenni ifadesi olan “genişleyen
işbirliği imkanları” açıklaması bu zorlu patikada hedefe varmaya
yardımcı olacak mı bilinmez ama; Türkiye’nin kendi “avantaj ve
dezavantajlar”ı ile “attığı ya da atmadığı adımlar”ı tekrar gözden
geçirmesi gerektiği de hayli önemli bir gerçek! Örneğin elde tutulan
o “avantajlı kartlar”ın “gerçek birer koz” oldukları ne denli kesin
acaba? Elimizde tuttuğumuz Almanya, Fransa, İsrail ve Rusya
gibi o “önemli kartlar” sakın “sanal” olmasın..? Bu ihtimal
düşünülürse, ABD ile Afganistan ve Kafkasya noktalarında en
azından şimdilik sorunsuz görünen ilişkiler yumağı; Irak ve

39
Kıbrıs’ta yaşanan ve ilerleyen dönemlerde daha da karmaşık bir
hal alması kuvvetle muhtemel olan “açmazlar” ile çok daha
“sorunlu bir yapı”ya bürünebilir.

“Tam Bağımsızlık”ı

Tartışmaya Açan General; BAŞBUĞ

Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral İlker


Başbuğ’un son dönem açıklamaları ise Genelkurmay Başkanı
Özkök’ün açıklamalarını aratmayacak cinsten. Zira “tam
bağımsızlık’’ gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin “olmazsa olmaz’’ı
olan bir “milli değer’’in sayın komutanca tartışmaya açılır hale
getirilmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 3.
maddede ihlal yapıldığı için Teröristbaşı Abdullah Öcalan’ın
adil yargılanmadığı yönünde verdiği kararla ilgili olarak “Biz bu
konuda tarafız!’’ açıklamasını yapma gereği duyması pek de
olağan gelişmeler sayılmaz hani!

"21. Yüzyıl ilişkiler ağında tam bağımsızlık kavramı


üzerinde de düşünmek zorundayız. Ulusların egemenlik
haklarının belirli bir alanını, kendi arzusu ve kendi iradesi ile
o kuruluşun karar mekanizmalarında yer alması kaydıyla ve
o kuruluştan kendi arzusuyla çekilebilmesi mümkün olduğu
sürece, uluslararası bir kuruluşa devretmesi acaba tam
bağımsızlığı zedeler mi? Sanırım bu soruyu tartışmalı ve bir
uzlaşıya varmalıyız." diyerek kamuoyunu “ilginç bir
uzlaşı”ya davet eden Başbuğ’a sözünü ettiği “karar
mekanizması”nın hangi mekanizma olduğunu sormak sanırız
zaruri bir edim. Zira bu mekanizma içinde alınan kararların
kimlerin çıkarlarına hizmet ettiği ve bu süreçte Türkiye’nin
“ulusal çıkarlar” noktasında alacağı yara bizleri son derece
yakından ilgilendiriyor! Ayrıca bu önemli noktanın “birileri”ni
çok fazla ilgilendirmiyor olması da..!

Ve Nutuk’tan küçük bir alıntı; "Esas, Türk milletinin


haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas,
ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla temin olunabilir."

40
“Biz Tarafız!’’

“Tam bağımsızlık kavramını esnetme girişimleri’’ ile


birlikte Başbuğ’dan gelen ikinci bir adım da Teröristbaşı
Öcalan’ın yeniden yargılanması konusuyla ilgili oldu. Sanki iki
ülke arasında gerçekleşen krize göre konum belirleyen bir
üçüncü ülke edasıyla “Biz tarafız!’’ dedi kendileri! Tabi buna
da şükür! Konunun karamizahı dahi kaldırmayacak denli ciddi
olduğunun elbet bilincindeyiz ancak sanırız ki; aramızda
bulunduğu konumun ne anlama geldiğinin yeterince bilincinde
olmayanlar var. Tabi umarız bu durum sadece bir “bilinç
eksikliği’’dir.

Yüce milletimizin ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin


varlığına, toprak bütünlüğüne, bayrağına velhasıl her şeyine
saldıran teröristbaşına karşı kesinlikle “taraf” olunamaz!
Taraflık, “eşit şartlar”ı çağrıştırır ve bir “ilişkiler demeti”ni
içerir.

Sayın Başbuğ!

Ne siz, ne Türkiye, ne de TSK; teröristbaşı konusunda


“taraf” olamazsınız! Bu olayın “karşı taraf”ı yoktur! Bu olayda
tek “suçlu” vardır; o da ismi üzere tamamıyla intikam
duygusundan haraket eden Öcalan’dır! Bu olayda “suçlunun
karşısındaki taraf”; tam anlamıyla “devlet”, tüm bireyleri ile
“millet”tir! “Biz tarafız!” ifadesi en hafif anlamı ile “Bizi bu işe
karıştırmayın ve sorumluluk altında bırakmayın!” anlamına
gelir ki; böyle bir pozisyon da talep bile edilemez!

Kısacası “Biz tarafız!” ifadesinin en net açıklaması


“tarafsızlık”dır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin “bağımsızlık
timsali” olan Türk Silahlı Kuvvetleri gibi bir kurum; “bitaraf
olanın bertaraf olacağı gerçeği”ni en iyi özümsemesi gereken

41
kurumların başındadır ve böylesi bir açıklama yapma lüksü de
kesinlikle yoktur!

Bu ilginç açıklamalarla bir anda gündeme oturan Org.


İlker Başbuğ, yakında ABD Genelkurmay Bşk. Yard. Org.
Peter Pace ile biraraya gelerek “Türkiye ve ABD’nin Stratejik
Bakış Açısı’’ konulu bir konferansta açıklama yapacak.

Hava Kuvvetleri Komutanlığı’ndan Tümgeneral Abidin


Ünal, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan Tümgeneral Hilmi
Akın Zorlu, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan Tuğamiral
Cem Gürdeniz, “1 Mart Tezkeresi’ni reddederek hata
yaptık!’’ açıklamasına imza atan Milli Savunma Bakanı Vecdi
Gönül, MGK Genel Sekreteri Büyükelçi Yiğit Alpogan ile
Savunma Sanayi Müsteşarı Murat Bayar’ın da (acaba niye bir
“havuç sepeti”yle gidiyoruz, o da merak konusu!) katılacağı
konferans; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 6
Haziran’daki olası ABD ziyaretinden 2 gün önce
gerçekleşecek.

Umarız Türkiye, savunma ve dış ilişkiler konularının


masaya yatırılacağı bu üst düzey görüşmelerde de;
“düzeltmede hayli zorlanılan alışıldık gaflar’’la başbaşa
bırakılmaz! Ayrıca orada da alıştırıldığımız üzere “teslimiyetçi
ve suya sabuna dokunmayan açıklamalar” yapılmaya devam
edilecek ise; doğrusu böylesi dış temasların olmaması,
olmasından daha yeğdir…

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin

“Yıpratma Amaçlı Tüm Girişimler’’e

Yönelik Tavrı Nettir!

Bu Tavır da TARTIŞMAYA AÇILAMAZ!

42
Netice olarak Türk Silahlı Kuvvetleri, yürütülen “geniş
ölçekli çökertme planı’’ dahilinde tıpkı “28 Şubat Süreci’’nde
olduğu gibi bir “yakın markaj’’ içindedir. Bu durum, gösterimde
olan işaretlere bakılarak kolaylıkla varılabilecek bir sonuç. Ancak
şu da çok iyi bilinmelidir ki; Türk Ordusu ve Türkiye
Cumhuriyeti Devleti tarihi süreç içinde maruz kaldıkları tüm
hain girişimlere aynı üslupla yanıt vermişlerdir. Yani şurası kesin
ki; Türkiye’nin bu konudaki kararlılığı hiçbir şekilde
“TARTIŞMAYA AÇILAMAZ!’’ Belki zaman biraz geç olabilir
ama sonuç hep aynı olmuştur, olmaya da devam edecektir..!

Yolsuzluk Dosyalarında

İlginç Zamanlama!

AB dayatmalarının TSK ayağı üzerinden atılan


adımlarıyla iyiden iyiye kıskaca alınan “askeri düzlem’’, şimdi
de ilginç bir zamanlama ile gündeme dahil edilen “yolsuzluk
dosyaları’’ ile başbaşa. Göreve geldiği günden bu yana
“yolsuzlukla mücadele’’ konusunda hiçbir adım atmayan
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, ne ilginçtir ki
görev süresinin dolmasına çok yakın bir zamanda “yolsuzlukla
mücadele’’ girişimine start verdi. Tabi kendisini yürekten
destekleyen Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün
“motivasyon dolu açıklamalar’’ını da unutmamak gerek.
Sayın Gönül, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi
Özkök’ün soruşturmalara izin vermesini taktirle karşılıyor ve
“Sayın Özkök böyle bir başlangıç yapmasaydı süreci
kesinlikle işletemezdik!“ diyor. Ve Hükümet ile TSK arasında
birçok konuda “paralellik arzeden açıklamalar’’ın akabinde
çizilen bu “uyum tablosu’’ da, bir çok “soru işareti“ ve
“kaygı“yı beraberinde getiriyor...

43
Ayrıca bu “ilginç zamanlama“ konusuyla birlikte “açılan
dosyaların dışında kalanlar’’ takılıyor kafamıza! Acaba;

• Eski Jandarma Genel Kom. Orgeneral Şener Eruygur,


• Eski Deniz Kuvvetleri Genel Kom. Oramiral İlhami Erdil,

ile Türk Silahlı Kuvvetleri’ni Güçlendirme Vakfı’na (TSKGV) ait


olan HAVELSAN (Hava Elektronik Sanayii) ve G.A.T.A.
(Gülhane Askeri Tıp Akademisi) dışında silahlı kuvvetler
bünyesinde gerçekleştirilmiş hiçbir yolsuzluk olayı yok mu? Eğer
“Bizden kendi içimizdeki pislikleri temizlemeden sağlıklı işlev
görmemiz beklenmesin!’’ deniyorsa; sanırız bu “temizlik
harekatı’’ da “sağlıklı yöntemler’’ ve “bütüncül bir bakış
açısı’’yla gerçekleştirilip “zülf-i yar’’e de dokunulmalı!

TSK’dan Övgü Alan Kitabın

Arka Yüzü

Ve www.gata.edu.tr adresinden giriş yapılabilecek olan


G.A.T.A.’ya ait web sitesinin kütüphane-kitap özetleri kısmından
övgü dolu özetine rastlayabileceğiniz bir kitap; Umut Bir
Yöntem Olmaz (Hope is Not a Method Random House).

1996’da yayınlanan ve 1997 Haziranı’nda da Boyner


Yayınları’ndan Türkiye Piyasaları’na sürülen kitap “Soğuk
Savaş Dönemi Sonrasında Taşeronlaştırılan ABD
Ordusu’’na uygulanan “değişim stratejisi’’ni konu alıyor ve
ABD’nin son 15 yıllık operasyonlarını deşifre ediyor. Tıpkı
Sayın Soros’un “sömürü’’nün adını “demokrasi’’ koyması gibi
burada da “ordu gücünün taşeron firma haline getirilişi’’
“değişim’’ adı altında pazarlanıyor.

Hangi “Değişim’’?

44
Çağlar önce “Değişmeyen tek şey değişimdir!’’ diyen
Ünlü Filozof Herakleitos gayet isabetli bir tespitte bulunmuş
bulunmasına ama; mümkünse bu “değişim’’lerin altından
başka şeyler çıkmasın! Zira üzerinde yaşadığımız dünya
coğrafyasında tüm ilişkiler, ilginç bir “yanılsama zinciri’’üzerine
kurgulanmış durumda. Ya da “yanılsatma zinciri’’... Zira siz
yanılmak istemeyebilirsiniz ama “yanıltmak isteyenler’’ son
derece profesyonel!

“Demokrasi’’ diye elinizi uzatmışsınız, bir de bakmışsınız


altından “emperyalizm’’ çıkmış! “Bu galiba özgürlük!’’ diyerek
yaklaşacak olmuşsunuz, kendinizi bir anda “kafes’’te
buluvermişsiniz! Ne kadar da ilginç değil mi? “Demokrasi
yemiyle sömürü’’, “özgürlük vaadi ile kafesleme’’... Hal
böyle olunca, insan bu “değişim senaryolarının perde
arkası’’na daha dikkatli bakma gereği duyuyor ister istemez. Ve
yazık ki gözlemlenen yine aynı kurgu!

İşte Eski ABD Kara Kuvvetleri Komutanı Gordon R.


Sullivan ile Michael V. Harper tarafından yazılan “Umut Bir
Yöntem Olamaz” yapıtı da bu “klasik kurgu”nun “tipik bir
uzantı”sı. G.A.T.A.’nın kütüphanesinde; amacı “ABD Kara
Kuvvetleri Komutanlığı’nın 1989-1995 yıllarındaki
dönüşümünü ve bu dönüşümün liderlere ışık tutan yönlerini
arz etmektedir.” şeklinde tanımlanan yapıt, aslında bambaşka
noktalara ışık tutan bir kitap!

Sitede anafikri “Her örgütü; öngörülmesi olanaksız bir


gelecekte başarılı olmak üzere, yaratıcı ve uyumlu
davranışları kendi kültüründe benimseyecek şekilde
dönüştürmek mümkündür.” Ifadesi ile özetlenen yapıt;
açıklamadan da anlaşıldığı üzere bir “dönüşüm süreci”ni
anlatıyor. Ne var ki bu “dönüşüm süreci” Soğuk Savaş
Sonrası Dönem’de ABD Ordusu üzerinde yürütülen
“araçlaştırma girişimi”nin oldukça “estetik bir ifade’’si.
Aslında bu “dönüştürme”nin en net ifadesi “taşeronlaştırma”!
Kurulmak istenen “Sion Krallığı”na giden yolda bir adım daha
sonuçta…

Ayrıca bu adım, aynı şekliyle başka zeminlere de


uygulanacak bir adım. Mesela Türkiye! Neden mi? Böylesine

45
“kilit bir coğrafya”da bu denli “donanımlı bir askeri güç”
daha bulamazsınız da ondan! Yani “Kızım şimdi sana
uyguluyorum ama gelinim sıra sana da gelecek!” şeklinde…

Ve bu konudaki son sözümüz de, sözkonusu sitede kitaba


yönelik yapılmış değerlendirme cümleleri olsun; “Liderlik ve
vizyon konuları sürekli gündemde olmasına rağmen eserin,
her ikisini bilimsel bir tarzda meczederek sunması, bugün
ile geleceği ilintilendirmedeki ve liderlik konusundaki iddialı
yaklaşımı kitabı çekici hale getirmektedir.”…

Söz konusu “diplomatik, askeri, medyatik tüm


ilüzyonlar”ı gerçekleştiren “sözde kimlikler”in “tamamıyla
profesyonel” olduklarını daha önce söylemiştik sanırız… Bu da
bizi “doğrulayan bir değerlendirme” olmuş sonuçta…

“BOP ve AB Köprüleri’’nden Geçerken

TSK Üzerinden Yürüyenler

İlk Adım; “Sivilleştirilen MGK’’

Asıl adı “Vaadedilmiş Topraklara Erişim Projesi’’ olan


ancak “uluslararası arena’’da “Genişletilmiş Orta Doğu ve
Kuzey Afrika Projesi’’ olarak sunulan bir “büyük kıskaç’’ ve
bile bile talip olduğumuz bir “zorlu yol’’ Avrupa Birliği...

Bu “riskli iki kanal’’ üzerinde hareket etmeye çalışan


Türkiye; bir yandan bu iki güçlükle başetmeye çalışırken, diğer
yandan da “politikasızlık politikası’’ üzerinden giden bir
“iktidarsız iktidar’’la yol almaya çalışıyor. Ne kadar yol
alınabilirse o kadar tabi...

46
İşte bu “iç ve dış kuşatmalar’’ dahilinde “Türkiye’ye
zorla attırılan bir adım’’ da “Milli Güvenlik Kurulu’nun
sivilleştirilmesi’’ oldu. “Kalifiye bir askeri güç’’ olan Türk
Silahlı Kuvvetleri; sözkonusu bu iki kanal tarafından da
kullanılmak isteniyor aslında. Ne var ki; bu “donanımlı güvenlik
birimi’’nin fazla dolambaçlı yollara sapmadan “istenilen
adımlar’’ dahilinde sorunsuzca yönlendirilebilmesi için arıza
çıkarabilecek birkaç noktanın da traşlanması gerek! İşte “Milli
Güvenlik Kurulu’nun sivilleştirilerek etki ve yetkilerinin
sınırlandırılması’’ da bu “traşlama girişimleri’’nden yalnızca
biri. Zira reçetenin de, verilecek tavizlerin de sonu yok!

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınabilmesi için gereken


şartlar dahilinde Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin
sivil olması kuralını, kurul içindeki askeri üye sayısının
azaltılması adımlarının izlemesi de bu uzayan zincirin “tipik bir
halka’’sı konumunda. Ayrıca 1999 Yılı’nda Devlet Güvenlik
Mahkemeleri’nden asker üyenin çıkartılması adımının AB
tarafından istenilen değişiklikler için yeterli gelmemesi ve
ilerleyen süreçte DGM’lerin komple kaldırılması durumu ile
aynı şeyin askeri mahkemeler için de düşünülmesi konularının
gündeme getirilmesi de diğer örnekler olarak sıralanabilir.

Sonuçta hedef; “askeri yeşil’’den tamamıyla


arındırılarak “sorunsuz’’ hale getirilmiş “pembe’’, yani uslu
bir Türkiye...

İkinci Adım; “MSB’ye Bağlı Bir TSK’’

AB Üyeliği için istenilen değişiklikler kapsamında


Teröristbaşı Öcalan ile ilgili gündeme getirilen “istismarlar’’
da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ve “terörle mücadele’’
konusunda nice şehitler vermiş Türk Silahlı Kuvvetleri’ni
yıpratan konuların başında geliyor. Ancak duruma göre şekil
alan bu “dönemlik şantajlar’’ın ötesinde bir hamle daha var ki;
eğer gerçekleşirse ortada “askeri irade’’ namına hiçbir şey
kalmayacak. Bu “verimli hamle’’ ise; Türk Silahlı
Kuvvetleri’nin Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanarak
tamamıyla “siyasi irade’’nin eline teslim edilmesi adımı...

47
İşte o zaman gelsin “eline bir küresel icazet
tutuşturulup iktidar koltuğuna oturtulan oyuncular’’
eşliğinde kolayca yürütülüveren “siyonist planlar’’, gelsin
“yeni dünya düzenleri’’ ve “Avrupa Standartları’na taşınmış
ancak sesi soluğu kesilivermiş bir Türkiye’’...

Havanda Su Döven Bir Garip Ülke; Türkiye

AB Üyeliği Süreci’ndeki en kaygı verici taraf ise;


şüphesiz verilen “tavizler’’e mukabil alınacak “pozitif
netice’’nin hiçbir şekilde garanti olmaması. Daha önce de
kerelerce altını çizdiğimiz bu husus, “uluslararası
kamuoyu’’nda yapılan yeni açıklamalarla süreklilik arzetmeye
devam ediyor. “AB Yolu Atina ile Lefkoşa’dan geçer!’’ diyen
ve aynı zamanda da sayın başbakanın kadim dostu (!) olan
Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis (ki aslında AB
Yolu’nun geçtiğine inandırıldığımız ve ne menem bir yanılsama
olduğunu tarihin yazacağı bu ilginç merkezlerin en başında
küreselleşmenin başkenti Tel Aviv gelir!), Almanya’daki
seçim süreci sonrası başbakanlığına kesin gözüyle bakılan ve
Türkiye’nin AB Üyeliği konusundaki menfi görüşleri
kamuoyunca yakinen bilinen Alman Hıristiyan
Demokratları’nın Lideri Angela Merkel, yakın dönem Türkiye
teşriflerinde “veciz açıklamalar’’ yapan ABD’li Prof. Dr.
Samuel Paul Huntington ve referandumda AB Anayasası ile
birlikte Türkiye’ye de “hayır’’ diyen Fransa....

Görüşler çok açık ancak Türkiye her nedense keyifle


devam ediyor bu ilginç sürece! Belki de ettiriliyor demek daha
doğru! Zira ABD Dışişleri Bakanı Condolleezza Rıce’ın
“Türkiye’ye hayırın bedeli ağır olur!’’ şeklindeki “gaz verici
açıklamalar’’ı bize pek de dostane gelmiyor açıkçası! (Çünkü
karşımızda “Türkiye’ye evet demeyin!’’ diye ısrar eden bir
Rice var aslında!) Tıpkı kendisinin ABD’nin Guantanamo
Hapishanesi’nde Kur’an-ı Kerim’in tuvalete atılması olayına
ilişkin yaptığı “üzgünüz açıklaması’’nın biz Müslümanları
tatmin etmeye yetmediği gibi!

48
Ayrıca yakın zamanda gerçekleştirilen Türkiye
ziyaretinde AB Üyeliği konusuna ilişkin alışıldık yorumlar
yaparak “Türkiye AB’ye giremez!’’ diyen ABD’li Profesör S.
Huntington’un Atatürk İlkeleri’nin yeniden gözden geçirilmesi
gerektiği yönündeki açıklamalarına İngiliz bir tarihçiden tepki
gelmesi de hayli ilginç bir gelişme! “Atatürk İlkeleri’ni yeniden
değerlendirin!’’ diyen “uluslararası kamuoyu oluşturma
misyonu’’ ile görevli ideolog Huntigton’a bu konuyla ilgili yanıt
veren İngiliz Tarihçi Adrew Mango, “Huntington da
Lincoln’den vazgeçsin o zaman! Atatürk Türkiye’nin
temelini atan kişidir!’’ demiş.

Sonuçta ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın, İngiliz Tarihçi


Adrew Mango ve Türkiye’nin AB üyeliğine muhalif olan
Müstakbel Alman Başbakanı Merkel’e “Bu konuda yorum
yapmayınız! Türkiye’nin görüşme süreci başlatılmıştır!“
diyerek uyarıda bulunan AB Komisyonu'nun genişlemeden
sorumlu üyesi Verheugen’in bu açıklamları; klasik “iyi polis –
kötü polis oyunu’’nun “tipik birer parça’’sı aslında. Ne var ki
bu “alışıldık şaşırtmacalar’’ın orta yerinde AB ve “İsrail ile
ABD merkezli küresel güçler’’ tarafından mütemadiyen
çekiştirilen Türkiye, “içeride ve dışarıdaki kuvvetli
dezenformasyon çalışmaları’’ ve “küresel çemberin dışına
çıkamayan siyasi irade’’nin etkisiyle “kördövüşü’’ne tabi
tutulmaya devam ediliyor.

Tüm bu “aleyhteki gelişmeler’’e mukabil, “Yapacağımız


reformlar IMF değil, AB eksenli olacak!’’ diyen bir ekonomi
bakanı ve çiçeği burnunda bir başmüzakereci; Ali Babacan...

“Küresel iradeye endeksli bir yapı olan IMF’’ ile


Avrupa Birliği arasındaki bağlantılardan bu denli bihaber olan
ve “uluslararası arenadaki ince kurgular’’ı bu kadar “kör bir
bakış’’la değerlendiren bir ekonomi bakanına ne söylenebilir
ki... Anlaşılan Sayın Babacan’ın, “El yumruğunu yemeyen,
kendi yumruğunu balyoz sanır!’’ diyen atalarımızdan pek
haberi yok...

SONUÇ

49
TÜM BU VERİLER EŞLİĞİNDE, TÜRKİYE ÜZERİNDE
YÜRÜTÜLEN GENİŞ ÖLÇEKLİ ÇÖKERTME PLANI’NIN TSK
AYAĞINI VE TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ ÜZERİNDEN
İŞLERLİK KAZANDIRILAN ÇÜRÜTME OPERASYONUNU DAHA
NET OLARAK GÖREBİLMEK MÜMKÜN...

SESAR OLARAK; İLERLEYEN SÜREÇ İÇİNDE


SÖZKONUSU GENİŞ ÖLÇEKLİ ÇÖKERTME PLANI’NIN TSK
DIŞINDAKİ DİĞER AYAKLARINA DA YAKIN PLAN VEREREK,
“BUL-YAP’’IN TÜM PARÇALARINI TAMAMLAYIP TÜRKİYE
ÜZERİNDE OYNANAN OYUNUN DETAYLI BİR
DEŞİFRASYONUNU GERÇEKLEŞTİRMİŞ OLACAĞIZ.

BU ÇÜRÜME ZİNCİRİNİN DİĞER HALKALARI ARASINDA


İSE; HUKUK, İDARE, EKONOMİ GİBİ BİR ÇOK YAPIYI İÇİNE
ALAN ZEMİNLER İLE BİRLİKTE MİT, YARGITAY, DANIŞTAY,
RTÜK VE CUMHURBAŞKANLIĞI GİBİ ÖZEL KURUMLAR DA
YERALACAKTIR.

NETİCE OLARAK ŞU SÖYLENEBİLİR Kİ; İKTİDARSIZ


İKTİDARLAR, MEDYATİK İLÜZYONLAR VE AB İLE BOP
KISKACINDA EĞİLİP BÜKÜLEREK ŞEKİLLENDİRİLMEYE
ÇALIŞILAN BU TÜRKİYE FOTOĞRAFI BİRAZ DAHA
SÜRDÜRÜLMEYE ÇALIŞILIRSA, KORKARIZ SAYIN
BAŞBAKANIN RESMİNİ ÇİZDİĞİ ANCAK BİZİM
GÖREBİLMEKTE EPEY ZORLANDIĞIMIZ O “HUZUR
ATMOSFERİ’’ PEK DE FAZLA SÜRMEYECEK...

Saygılar,

SESAR

bilgi@sesar.com.tr

50

You might also like