Moderni̇zmi̇n İsti̇krarsizliği Bağlaminda Yabancilaşma: Gül Yeti̇şti̇ren Adam

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 15

_____________________________________________________________________________________

Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174

Yayın Geliş Tarihi / Article Arrival Date Yayınlanma Tarihi / The Publication Date
02.11.2016 30.11.2016

Yrd. Doç. Dr. Mustafa AYDEMİR


İbrahim Çeçen Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü
maydemir758@hotmail.com

MODERNİZMİN İSTİKRARSIZLIĞI BAĞLAMINDA


YABANCILAŞMA: GÜL YETİŞTİREN ADAM1
Öz
Rasim Özdenören, Türk edebiyatında çığır açan önemli isimlerden biridir.
Esrelerinde modernleşmenin yol açtığı kültürel çözülmeyi, yabancılaşma ve benlik
olgusunu sıklıkla işler. Bu yaklaşımını tek romanı olan Gül Yetiştiren Adam’da da
sürdürür. Yabancılaşma, en özgün anlamıyla özellikle kültürel yozlaşma
neticesinde bir kişiyi dış dünyadan uzaklaştıran, onu kendine ve dış dünyaya
yabancı hale getiren bir psikolojik duygunun adıdır. Bu nedenle yabancılaşmanın
toplumsal ve psikolojik boyutlarının olduğu muhakkaktır.
Bu çalışmada Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam isimli romanı, yabancılaşma ve
yabancılaşmanın yol açtığı benlik arayışı ekseninde irdelenecektir. Eser 1970-1978
yılları arasında ideolojik kamplaşmaların yoğun bir şekilde olduğu bir dönemde
yazılmıştır. İdeolojik kamplaşmaların temelinde siyasi görüş olduğu kadar
toplumun değer yargılarında ciddi tahribata yol açan hızlı değişim ve dönüşümün
de etkisi vardır. Özelikle Tanzimat döneminden itibaren hızlı bir ivme gösteren ve
günümüze kadar etkisi devam eden Batılılaşma süreci, değerler dünyasında
meydana getirdiği tahribat nedeniyle bireyselleşme sürecini ve benlik bilincini
olumsuz manada etkilemiştir. Birey ve toplum arasındaki bağın zayıflamasına ve
dolayısıyla bireylerin dış dünyaya yabancılaşmasına yol açan bu durum, ontolojik
çıkmazlara yol açmıştır. Eserin başkahramanı olan Gül Yetiştiren Adam,
Batılılaşma sürecinin toplumda meydana getirdiği değişim şokunu Türkiye ve
Amerika ekseninde ele alarak yabancılaşma ve benlik bilincine yol açan nedenleri

1Bu yazı, 22-25 Eylül 2016 tarihinde Macaristan Budapeşte’de düzenlenen “International Conference on Humanities
and Social Sciences”, konferansında bildiri olarak sunulmuş; bazı eklemelerle ve makale formatına uygun olarak
yeniden düzenlenmiştir.
Modernizmin İstikrarsızlığı Bağlamında Yabancılaşma: Gül Yetiştiren Adam

psiko-sosyal bir temele oturtur. Bu çalışmada söz konusu edilen psiko-sosyal


temellerin kurmaca bir dünyaya nasıl aktarıldığı tespit edilmeye çalışılacaktır.
Anahtar kelimeler: yabancılaşma, yalnızlık, benlik bilinci, modernleşme,
değişim, Gül Yetiştiren Adam, Rasim Özdenören.

ALIENATION IN THE CONTEXT OF MODERNIZIM


INSTABILTY: GUL YETIŞTIREN ADAM
Abstract
Rasim Özdenören is one of the pioneer and important figures in Turkish literatüre.
In his works, he often makes use of cultural disintegration caused by modernization
and the phenomenon of self-alienation. This approach is also pursued in his only
novel Gül Yetiştiren Adam (Rose Breeding Man). Alienation, with the original
meaning as the result of cultural degeneration is the name of the psychological
sense which takes away the person to the outside world and makes unfamiliar with
himself and the outside world.
In this study, Rasim Özdenören’s novel, Gül Yetiştiren Adam (Rose Growing Man),
alienation and estrangement caused by self-seeking will be analyzed. The present
work was written between 1970 and 1978 with ideological polarizations that is
heavily present throughout the period. On the basis of ideological polarization, 161
political views have a lot of effects on society's value judgments causing serious
damage and make rapid change and transformation.
Especially since the Tanzimat period, showing a rapid acceleration and the ongoing
effects of Westernization process until today, have affected the value of the
individuation process because of damage caused in the world and also negatively
affected the sense of self-awareness. By weakening the bond between the
individual and society that has led to the alienation of individuals with outside
world subsequently has led to ontological dilemma. The protagonist of the work of
the Rose Breeding man, by addressing the causes of alienation and self-awareness
as psycho-social basis, presents the shock caused by changes in the societies of
Turkey and the United States during westernization process. This study will
attempt to determine the psycho-social basis of a fictional world.
Keywords: alienation, self-awareness, modernization, change, Rose
Growing Man, Rasim Özdenören.

Giriş
Modern çağ insanını derinden etkileyen yabancılaşma, özgün anlamıyla “bir şeyi ya da
kimseyi başka bir şeyden uzaklaştıran, başka bir şeye ya da kimseye yabancı hâle getiren eylem
ya da gelişmenin adıdır.” (Dursun; Karataş, 2011: 241). Benlik yitimi, kaygı, korku, kuralsızlık,
umutsuzluk, karamsarlık, bunalım, kişiliksizleşmek, iletişimsizlik, yalnızlık, amaçsızlık,
anlamsızlık, değer ve inanç yitimi gibi kavramlara atıfta bulunan yabancılaşma (Özbudun;
Markus; Demirer, 2008: 39) genel olarak insanın kendine, diğerlerine ve toplum kurallarına
bağlılığının kopması olarak tarif edilir (Baş, 2003: 1).

The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174
Modernizmin İstikrarsızlığı Bağlamında Yabancılaşma: Gül Yetiştiren Adam

Yabancılaşma kavramı, psikolojiden sosyolojiye ve felsefeye kadar birçok beşerî


disiplinlerde tartışılmaktadır. Felsefede yabancılaşma, “şeylerin, nesnelerin bilinç için yabancı,
uzak ve ilgisiz görünmesi, daha önceden ilgi duyulan şeylere dostluk içinde bulunulan insanlara
karşı kayıtsız kalma, ilgi duymama, hatta bıkkınlık ve tiksinti duyma” (Cevizci, 1999: 906)
olarak tarif edilirken; psikolojide “şizofreni, psikoz gibi ruh hastalıklarında kişiliksizleştirme,
gerçekdışılık veya yabancılık duyguları, normsuzluk, rol karışıklığı, yalnızlık, güçsüzlük ve
umutsuzluk duyguları ile ifade edilen bir durum”; (Budak, 2000: 994) sosyolojide ise “hızlı
toplumsal dönüşüm dönemlerinde değerler sistemi ve normatif yapının toplumsal yapı ile ilişki
ve uyumunun bozulması ve toplumu oluşturan bireylerin davranış, düşünce ve eylemleri
üzerindeki belirleyici niteliğinin yitirilmesi” olarak kabul edilir (Tolan, 1880: 171).
Georg Simmel’e göre yabancılaşma, Metropol’ün dayattığı karmaşık yaşam tarzı ile
ilişkili bir kavramdır. Buradaki yaşam tarzının kapitalist bir mahiyete dayanması, hızlı ve
karmaşık bir yapı göstermesi, bireyi yapmacık tavırlar ve ani değişkenlikler gibi metropole
uygun tavırlara teşvik eder. Böylece fark edilme arayışına giren birey kendi özünden
uzaklaşarak anlamsız bir varlığa dönüşür (Simmel, 2009: 99). Modernizmle birlikte gücünü
derinden hissettiren kapitalist dünya görüşü etrafında yabancılaşma kavramına açıklama getiren
Jean Baudrillard ise modern dünyanın tüketimi de yabancılaşmayı hızlandırdığı görüşündedir.
Ona göre nesnelerin hızla tüketilmesi, insan ve nesne arasındaki ilişkiyi zedelemiş ve tüketimin
hızı ve şekli, insanın karakterini belirleyici bir fonksiyon haline dönüştürmüştür (Baudrillard,
2008: 40).
162
Marx yabancılaşmaya yol açan asıl unsurun kapitalizm olduğunu savunur ve
yabancılaşmayı özel mülkiyet, emek ve iş bölümü açısından ele alır. Kapitalist sistem de üretim
hızının artmasına bağlı olarak gelir düzeyinde adaletsizliğin ve haksız kazancın arttığını,
üretimin oluşmasına katkı sağlayan işçilerin bir nesne durumuna düşürüldüğünü, her şeyin
nesnelleştiğini ve nesnel dünyanın değer kazanması ile dünyanın değersizleştiğini savunur. Ona
göre “işçi ne kadar çok meta üretirse, o kadar ucuz bir meta”ya dönüşür. Nesnelerin değer
kazanmasıyla insanın değersizleşmesi orantılı olarak artar. Bu da kişinin yabancılaşmasına yol
açar. Ayrıca emeğin yabancılaşmasını gündeme getiren Marx, kapitalist toplumlarda emeğin
elde ettiği paranın bireye sahte bir özgürlük verdiğini, bireyi paranın kölesi haline getirdiğini,
pasifleştirdiğini ve güçsüzleştirdiğini ifade eder (Marx, 2013: 21).
Yabancılaşma kavramını medeniyet ve teknoloji bağlamında muhalif bir bakış açısıyla
yaklaşan Özel, içtenliğin yok oluşu, israfın artması, maddileşme, dünyevileşme, ahireti unutma,
yabancılaşma gibi olumsuzluklar üzerinden medeniyeti değerlendirir. Ona göre teknik ve
medeniyet, insanı ve insanlığı ileriye taşımak yerine, hakikatten uzaklaştırarak yabancılaştırır.
Yabancılaşmaya karşı durmak için çağa direnç göstermek gerektiğini savunan Özel “Çağa
yabancı olma, çağdan bîhaber olma anlamına gelmez. Tam tersine çağ hakikate yabancı kaldığı
için hakikat adına yola çıkanlar, çağın bir unsuru olmayı reddederler ve çağa onun tanımadığı
doğruları getirirler.” diyerek yabancılaşmaya karşı çağın üstünde vasıflara sahip insanların
durabileceğine dikkati çeker (Özel, 2009: 80). İnsanın kendi “ben”ine yabancılaşmasını da din
ekseninde yorumlayarak insanın yabancı olmasını, Allah tarafından belirlenmiş bir “ben”i
olduğunu bilmemesine bağlar. Dolayısıyla hayata ve evrene anlamın Allah tarafından verilmiş
olduğunu anlamamak da “ben”in yabancılaşmasına yol açacağını ileri sürer (Özel, 2009: 85).
Yabancılaşma ve yabancılaşmanın yol açtığı yalnızlık, sanayileşme ile birlikte hız
kazanan değişmenin akışına kendini kaptıran insanların, değişimle birlikte yeni değerler sitemi

The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174
Modernizmin İstikrarsızlığı Bağlamında Yabancılaşma: Gül Yetiştiren Adam

ve hayat tarzının eski değerleri kuvvetle sarsmasını ve hayatın insani hüviyetini kaybetmesine
bağlı olarak sürüklenişini, anlamlı hâle getirmeye çalışan çabaların ürünüdür. Zira insanlar,
makine medeniyetinin çarkı hâline getirilmişlerdir. Bu insanları makinenin çarkı seviyesine
düşmekten kurtarmak üzere ortaya atılan kavramlardan biri de egzistansiyalizmle ilişkili olan
yabancılaşma kavramıdır (Güngör, 1995: 191-192).
Yabancılaşma, en soyut anlamını varoluş felsefesi içinde bulur. Modern yaşamın katı
gerçekliği karşısında silikleşen modern insanın yalnızlığını, mutsuzluğunu, benlik
parçalanmasını ele alan bu akımın temel problemi yabancılaşmadır. Pozitif bilimlerdeki
ilerlemelerin, insanın evrendeki en değerli varlığı olma yönündeki anlayışı altüst etmesi, 20.
yüzyıl edebiyatını “Promete’ce meydan okuma ile Sisyphos’ca umutsuzluk arasında gidip gelen
karmaşık bir görünüme” sokar (Glicksberg, 2004: 23). Çünkü pozitif bilimlerdeki gelişmelerin,
sadece yeryüzü için bazı doğruları belirlemede yararlı olabileceği, bunun dışında yaradılış
içinde insanın ve onun teknesi olan yeryüzünün bir toz zerresi bile olmadığı şeklindeki
dayatması, insanda bir “özgüven sorununu” gündeme getirmektedir (Yalçın, 2011: 63).
Evren ve yaradılış karşısındaki konumlarını irdeleme neticesinde, çaresizlik duygusu
içinde kıvranan 20. yüzyıl insanı, parçalanan benliğine duyarsız kalmayan varoluşçuluk
felsefesini benimser. Zira bu felsefede, insan varoluşunun anlamı, insanın kendini
gerçekleştirmesi, “güçsüzlüğü ve hiçliği içinde insan, zaman içinde ve tarihselliği içinde insan,
ölüme mahkûm bir varlık olarak insanın varoluşu, hiçliği karşısında insanın varoluşu, insanın
varoluşunun hâlisliği” söz konudur. Daha da önemlisi “insan evreni aşabilir mi aşamaz mı? 163
Aşarsa nereye dek varır bu aşma?” gibi soruların cevabını arama peşindedir insan. Görüldüğü
gibi dış dünyaya yönelik algılama ve yorumlama tarzının değişmesi sonucu varoluşçuluk,
insanın kendini sorgulama ve varlığını araştırma çabasıdır. İnsan için tek sorun kendisidir.
Teknolojik gelişmelerle büyüsü bozulan evrende, Tanrı yitirilmiş ve insan evrenin ekseni
olmuştur ve bunun sonucunda insan, kendisi için sorunsal olmuştur (Akarsu, 1994: 187-188).
Varoluşçulara göre insan, daha önceden tanımlanamaz, belirlenemez ve hiçbir şey
değildir. Ancak sonradan bir şey olacaktır ve kendisini nasıl yaparsa öyle olacaktır. Sartre,
insanoğlunun kendi özünü kendi eliyle yaratmak zorunda olduğuna inanır. Ona göre insan,
kişiliğini dünya sahnesine atılarak, acı çekerek, kavga ederek yavaş yavaş belirler (Glicksberg,
2004: 130-131). Böyle bir algılama içinde sürekli bunalım içinde olan insan, yabancılaştığı bu
dünyada yalnızdır. Köklerinden kopmuş, mutsuz ve huzursuzdur. Var olma ve benlik onun
temel sorunsalıdır.
Zihinsel yapı itibariyle insanı diğer varlıklardan ayrıcalıklı bir konuma getiren ve Marx
tarafından “toplumsal ilişkilerin tamamı” (Liang, 1993: 120) olarak tanımlanan benlik,
yeryüzünde herhangi bir şey olarak değil, insan olarak bulunmanın tüm anlamını ve amacını
oluşturur. Ben olmak ve ben hâline gelmek, kişinin erişebileceği en yüksel varoluş seviyesidir
(Taşdelen, 2004: 78). Benlik bilinci de bireyin kendisi ile ilgili düşüncelerini, algılamalarını ve
kanaatlerini içerir. Bireylerin nesneler dünyasından ayrı, özel bir varlık olduğunu kavraması, bu
bilincin sağlıklı bir gelişim içinde olması şarttır. Bir yanıyla sosyal bir varlık olan insan, zihnî
melekeleriyle benlik bilincini hisseder ve kendini anlamlandırmaya çalışır. Bu anlamlandırma
sürecine, varoluş süreci diyebiliriz.
Özdenören, varoluşsal kaygılar nedeniyle topluma ve kendine yabancılaşan bireyin
tasavvufi değerlere yönelerek bunu gerçekleştirebileceğine inanmaktadır. Ancak toplumdaki
gelişmelerin yol açtığı çözülmeye karşı direnemeyen kişiler ise edilgen bir başkaldırıyı kendi

The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174
Modernizmin İstikrarsızlığı Bağlamında Yabancılaşma: Gül Yetiştiren Adam

içinde yaşamak zorunda kalırlar. Özdenören’in eserlerinin çoğunda başkişi konumundaki


kahramanların temel özelliği, hep yalnız oluşlarıdır. Toplumla uyuşamama, şehir hayatına
adapte olamama, kuşaklar arası çatışma gibi olumsuzluklar, yalnızlığın sebebini oluşturur.
Bunda 1950’lerde toplumsal yapıdaki bazı değişimlerin belirginleşmesinin etkisi oldukça
fazladır. Özellikle tek parti yönetiminin baskıcı zihniyeti, toplumsal gelişimdeki dengesizliği ve
sınıfsal çatışmanın etkilerini iyice arttırır. Türk edebiyatında 1950-1960 yılarında zirveye
tırmanan “varoluşçuluk” akımı, dönem yazarlarının sanat anlayışlarında varlığını hissettirir.
Türk sanatçıları arasında varoluşçuluğun popüler olmasının nedenini, bu edebiyat akımının
burjuva ahlâk anlayışına karşı bir ahlâk yaratmanın insan hakkı olduğunu ilân etmesine, burjuva
toplumuna karşı isyancı yaklaşımı desteklemesine bağlanır (Uturguary, 1989: 18).
Bu akım, ülkenin sosyalpolitik yaşamdaki faktörlerin karmaşık yapısından doğmuş ve
sanatçılar arasında küçük burjuva aydınlarının ruhsal bunalımını yansıtmıştır. Özdenören’in,
yabancılaşma ve yalnızlık konularını işleyen eserlerinde kişilerin yalnızlıkları, akımın
ilkeleriyle örtüşür. Çünkü bu akıma göre önemli olan dış gerçeklik değil iç gerçekliktir, yani
insanın iç dünyasıdır. Bu nedenle Özdenören’in kişileri, psikolojik yalnızlık içinde boğulurlar.
Meral Demirel, yabancılaşmanın yol açtığı varoluşsal endişeye bağlı olarak yalnızlık yaşayan
Özdenören’in kişilerini, Teist Varoluşçuluk adıyla bilinen düşünce sistemiyle ilişkilendirerek şu
değerlendirmede bulunur:
“Bugün “teist varoluşçuluk” adıyla bilinen bu düşünce, Rasim Özdenören’in varoluşçu
öykülerinde karşımıza çıkmaktadır. Yazarın, varlığının anlamını sorgulayan kişilerinin büyük 164
bölümü, Tanrı’nın kulu olma bilincini taşıyarak, yaşamını buna göre düzenlemenin doğru seçim
olduğunu bilir. Varoluşsal süreç içindeki bu kişiler, seçimi uygulamaya koymak, ya da hayata
geçirdikleri seçimle ilgili olarak kafalarında bulunan soruları bertaraf etmek çerçevesindeki
varoluşsal problemlerle cebeleşirler. Bu sürece girmiş kişiler arasında, çözümün manevi
değerlere yönelmek olduğunu henüz keşfedilmemiş olması yönüyle işlenenler de bulunaktadır.”
(Demirel, 2007: 122).
Özdenören’de yabancılaşma, felsefî anlamından ziyade psikolojik içeriğiyle karşımıza
çıkar. Yabancılaşan kişiler, yeni yaşam tarzının dayattığı değerler karşısında direnç
oluşturamayan, aile kurumunun değişmesiyle zayıflayan aile ilişkileri sonucunda, iç dünyasında
yalnızlığa gömülen kişilerdir. Bu kişiler içinde, topluma ve kendilerine olan
yabancılaşmalarının farkına varıp kendilerini sorgulayan ve hayat ile aralarındaki engelleri
kaldırmaya çalışan kısacası benlik arayışında olan kişiler çoğunluktadır. Yazar, sıkıntı ve
bunalımı, varoluşsal kaygılar nedeniyle topluma ve dolayısıyla kendine yabancılaşan bireyin
“toplumdan kopuşunu ifade edecek bir şekilde” kullanmayı seçer (Bulut, 2015: 80). Bunların
dışında, psikolojik anlamıyla kendi varoluşsal bilincini sorgulayan kişiler de işlenir. Yaradılış
olarak varoluşsal bilinci taşıyan bu kişiler, yaşamlarını değerli kılacak bir anlam
arayışındadırlar. Bu noktada yazar, varoluşsal bilincini tamamlama derdindeki kişilerine yol
gösterir. Varlığının anlamını sorgulayan bu kişiler, “Tanrı’nın kulu olma bilincini” sürekli
taşıyarak yaşamını buna göre düzenlemeye çalışırlar (Demirel, 2007: 122).
Yazarın varoluşsal kaygı taşıyan kişilerine çözüm yolu olarak manevi değerleri
göstermesi onu, “dini ve ahlâki değerleri dışlamış, Tanrı’yı yok saymış” (Aslan, 2008: 104)
atesit varoluşçulardan ayırarak teist varoluşçuluğun temsilcisi olan Kierkegaard’a yaklaştırır.
Kierkergaard, varoluşçuluk felsefesinin temeline iman tecrübesi, insani ve ahlaki değerleri
yerleştirir. Acımasız dünyanın boşluğu içerisinde mutsuz olan insanın ancak iman ışığında

The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174
Modernizmin İstikrarsızlığı Bağlamında Yabancılaşma: Gül Yetiştiren Adam

kendini gerçekleştireceğine, aksi takdirde mutsuzluk ve yalnızlık içinde hayatını trajik hâle
getireceğine inanır (Magill, 1992: 14). Felsefesinin asıl temasını Hıristiyanlık üzerine kuran bu
Danimarkalı filozof, tanrı ve inanç kavramıyla ilişkili bir varoluşu savunur. Ona göre yalnızlık,
insanın kaderidir. Sadece kendine ve Tanrı’ya karşı sorumlu olan insan, ancak Tanrı sevgisiyle
gerçek ahlaksal değerleri kavrar ve böylece sağlıklı bireyleşme serüvenini gerçekleştirir.
Kierkergaard’ın etkisinde kalan Özdenören’in eserlerinde birey, inanç etrafında kendini
anlamlandırmaya çalışmaktadır. Yazar için yabancılaşma olgusu, doğal bir süreçtir. Bu yüzden
yabancılaşmaya yol açan durumları ortadan kaldırmak ya da en aza indirmeye çalışmak yerine
bireylerin yaradılışlarındaki özellikleri tasfiye ederek onları içsel bilinçte saklı olan gerçekle
yüzleştirmek gerekir. Bu içsel bilinçte kendi benliğini keşfe çıkan bireyler, inanç eksenli
yapılarını daha anlamlı hâle getirerek varoluşlarını gerçekleştirirler.
1.Bir Yabancılaşma Romanı: Gül Yetiştiren Adam
Özdenören’in ilk ve tek roman olan Gül Yetiştiren Adam, “1970’li yılların sosyal
olayları, ortamı kasıp kavururken, üniversiteli gençler, ideolojileri uğruna birbirlerini
öldürürken” yazılmış (Haksal, 2008: 60) ve 1978’de Yeni Devir gazetesinde tefrika edilmiştir
(Zarifoğlu, 1979: 34). Dolayısıyla eserde 1970-1978 yıllarının Türkiye’sinde geçen olaylar ele
alınmaktadır.
Eser, birbirinden bağımsız gibi görünen; ancak modernleşmenin farlı kültürlere mensup
bireyler üzerindeki etkisini göstermesi bakımından aynı eksende birleşen iki uzun öyküden 165
oluşur. Birinci öyküde, Maraş’taki Gül Yetiştiren Adam’ın yaşamı ve hayata bakış açısı,
değişim karşısında yaşadığı çatışmalardan; ikinci öyküde ise Amerika’daki Sitare’nin yaşadığı
kültürel ve sosyal çatışmalardan söz edilmektedir.2 Modern kültürün karşısına dinî kimliğiyle
GYA’nın konulması, eseri, tasavvufi yönüyle “İslamcı gençliğin birçok konuya bakışında
çerçeve çizici, önemli bir referans kitabı” konumuna getirir (Aktaş, 2006: 7).
İki farklı öykünün birbiriyle hem kesişmeden hem de aynı zamanda birbirinden
ayrılmadan, bir bütün içerisinde aktarılmasıyla oluşan eser, yirmi üç bölümden oluşmaktadır. İlk
on bölümdeki olaylar GYA’nın, sonraki bölümler Sitare’nin etrafında şekillenmektedir. Son
bölümde ise iki öykünün sonucunu veren kısımlar anlatılmıştır.
Romanın birinci bölümü, Millî Mücadele sonrası dış dünya ile bütün bağını kopararak
hayatını güzel kokulu güller yetiştirmeye adamış bir yaşlı adam üzerine kurgulanır. GYA, çetin
savaş döneminde arkadaşlarıyla birlikte halifelik adına korkusuzca savaştığı hâlde, savaş sonrası
kurulan yeni rejimle uyuşmayan arkadaşları gibi bedel ödemekten çekindiği için evine kapanır.
Asılarak bedel ödeme cesareti gösteremeyen GYA, savaş sonrası yeni rejime tepkisini evine
kapanmakla verir. Evin dışında olup bitenlere ilgisiz kalışı, hayata sessiz bir protesto olarak
kabul etmek mümkündür. Bu protestosu yaklaşık elli yıl süren GYA, sosyal ve kültürel hayatta
meydana gelen değişimlerin uzağında bir derviş hayatı yaşar. Dünyanın en güzel kokan güllerini
üretmekten ve ibadetini yapmaktan başka hiçbir şey yapmadığı için dış dünyadan habersiz ve
mutludur.
Sabah namazını cemaatle kılmak için torunuyla camiye gitmesi, GYA’nın hayatında bir
kırılma noktası olur. Dinginliğe alışan bu adam için dışarıdaki hayat ürkütücüdür. İnzivada

2
Çalışmamızın bundan sonraki kısımlarında roman kişisi Gül Yetiştiren Adam yerine GYA
kullanılacaktır.

The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174
Modernizmin İstikrarsızlığı Bağlamında Yabancılaşma: Gül Yetiştiren Adam

kaldığı yıllarda dışardaki yaşam çok değişmiş, insanların giyimimden, ahlaki değerlere kadar
her şey yozlaşmıştır. Kendini bu dünyaya ait hissetmeyen GYA’ya her şey yabancıdır. Bu
değişimle en çok da camide karşılaşır. Eskiden insanların dolup taştığı camide artık çok az insan
vardır. Bu zihni değişim öncelikle kılık kıyafette kendini göstermektedir. Takkenin yerini fötr
şapka almıştır. Namaz sonrası kendini tutamayan GYA, cami avlusundaki kalabalığa haykırır.
Aslında bu haykırışı, modernleşmenin sosyal, kültürel ve dinî hayatımızda alıp götürdüklerine
karşı bir isyanıdır. Artık bu toplum onun için bir yabancıdır. Bölümün sonunda GYA’nın bu
konuşmasından dolayı tutuklanır.
Romanın ikinci bölümü, Amerika’da yaşayan Sitare isimli bir Türk kadınının
çevresinde gelişen olaylar üzerine şekillenir. Genç ve güzel bir kadın olan Sitare, Türk asıllı
yaşlı bir adam olan Çarli ile evlidir. Ancak Sitare hasta olan eşini sevmemektedir. Sitare’in
yaşadıklarından hareketle yazar, Amerika’da yozlaşan günlük yaşamın bir panoramasını vermek
niyetindedir. Amerika’daki hayat; kumar, parıltılı dünya, hızlı bir yaşamdan oluşmaktadır. Her
şeyin paraya endeksli olduğu bu dünyanın yozlaşmış değerleri, Sitare ve çevresinden hareketle
verilir. Sitare ve arkadaşlarının birkaç günlüğüne dinlenmek için gittikleri şaşalı yerde
yaşananlar, yozlaşmış değerleri göstermek bakımından önemlidir. Sahte ilişkiler, yalanlar,
samimiyetsiz davranışlar bu bölümün konusunu oluşturur. Zira bu bozulan insan ilişkilerini
belirleyen tek şey, paradır. Zengin olan Sitare, paranın gücüne güvenerek hoşlandığı Yavuz’u
elde etmek için arkadaşlarıyla çıktığı tatilin bütün masraflarını karşılar. Ancak bu uğraşısı boşa
çıkan Sitare, çareyi intihar etmekte bulur. Aslında Sitare’yi intihara sürükleyen tek şey Yavuz’u
166
elde edememesi değil; modernleşmeyle birlikte oluşan sevgisiz ve samimiyetsiz hayattır.
2.Modern Dünyanın Çıkmazı: Yabancılaşma ve Yalnızlık
Özdenören, romanda modernleşmeye bağlı olarak ortaya çıkan değerler dünyasındaki
hızlı değişimin sebep olduğu yıkıma dikkati çeker. Eserde iki farklı toplumsal dinamiklere sahip
Türkiye ve Amerika’nın yabancılaşma karşısında sergilediği tavırlar gözler önüne serilir. Bir
tarafta Türkiye’nin modernleşmeyle birlikte şehirleşmesi ve kültürel yozlaşması ele alınırken,
diğer tarafta Amerika’nın kendi öz kültürüne yabancılaşan insana özgü bütün değerleri
anlamsızlaştıran bakış açısı irdelenir. Böylece iki farklı toplumun insana ve hayata yönelik
farklı bakış açıları ortaya konmaya çalışılır. Bu farklılık, Türkiye’nin temsil ettiği medeniyetin
insan merkezli olması; Batı’yı temsil eden Amerika’nın ise, kendinden olsun ya da olmasın
bütün insanları küçümseyen ve dolayısıyla aristokrasi ve burjuvanın oluşmasına yol açan bir
düşünceye sahip olmasından kaynaklanır (Haksal, 2008: 80-81).
Modernleşme, kavramlarla birlikte kendi kültürünü ve yaşam tarzını da ithal ederek
Türk toplumunun sosyal ve kültürel hayatında ciddi çözülmelere yol açar. Toplumun yaşam
tarzını Batı’ya göre düzenleme ve onlara benzeme çabası, toplumsal çözülmenin bir sonucudur.
Modernleşen birey, millî kültürüne, dinine, medeniyetin reddettiği bütün değerlere karşı gelerek
ciddi bir yabancılaşmanın içine girer. Romanda Batı’yı tek kurtuluş reçetesi olarak gören
anlayış, öncelikle şehirleşme düzleminde ele alınır. Yazar, özellikle “şehirleşme olgusunun
kültürel boyutu olan modernizm yansımalarını” hayranlık ekseninde işler (Akçay, 1999: 79).
Yabancı hayranlığı, bireyin içinde doğduğu kültürü hakir, çirkin değersiz görüp herhangi bir
analitik muhakemeye dayanmaksızın dışardan gelen her türlü unsuru olumlu gören bir ruh hâlini
ifade eder (Bostancı, 2010: 122). Romanda mekân olarak şehir, bireylerin değişime ayak
uydurarak kendi öz değerlerini bir tarafa bırakan bir yer olarak verilir. Tiyatro, sinema, aile
bahçesi, Batılı değerlere göre eğitim veren kurumlar “hilkat garibesi gibi, dünyanın sekizinci

The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174
Modernizmin İstikrarsızlığı Bağlamında Yabancılaşma: Gül Yetiştiren Adam

harikası” olarak verilir (Özdenören, 2009: 68). Romanda “Teknoloji’nin girmesinin büyülü bir
etkisi vardır” (Özdenören, 2009: 68) ifadeleriyle teknolojinin büyülü ve çekici tarafına dikkat
çekilir.
Eserde nesil çatışması, okullar aracılığıyla verilir. Zira bu okullar, Batı’nın değerlerinin
verildiği önemli kurumlardır. Burada mezun olan kişiler, teknolojiden uzak kalan toplumu
küçümser ve alaya alırlar. Böylece okulların yabancı kültürü benimsetme işlevi romanda
başarılı bir şekilde kullanılır. Mekân dışında giyim kuşamdan hareketle de Batı’nın yaşam
tarzını sadece şekilci olarak benimseyen toplumun genel panoraması irdelenir. Ahlaki
yozlaşmanın bir neticesi olan bu durum karşısında şehrin dengesi bozulmuş, geç saatlere kadar
devam eden ve sarhoş naralarıyla çalkalanan şehirde her şey doğal karşılanır olmuştur. Camiye
fötr şapkanın girmesi, Batılı değerlerinin manevi alanlara bile sirayet ettiğinin göstergesidir.
Dıştan başlayan çürümenin ruh dünyasındaki yansıması, romanda “yeni yetmeler” (Özdenören,
2009: 69) ifadesiyle karşılığını bulur. Aşağılık kompleksi içinde olan bu yeni yetmelere göre
horlanmışlıkları ve hor görülmeleri, parka taşlarıyla döşenmiş sokaklar ve şehrin ruhuna
yabancı yüksek binalar sayesinde kurtulacaktır. Kılık kıyafetleriyle Batılılara benzeyen bu
insanların din anlayışı, çağın değerleri doğrultusunda şekil değiştirmiş ve derinlikten yoksun bir
unsur hâline gelmiştir. GYA, çağın din anlayışını, başına topladığı kalabalığa “Hangi
millettensiniz?” (s. 131), “Hani İslam’ınız?” (Özdenören, 2009: 132) hitabıyla eleştirir ve kendi
benliklerine dönmesi konusunda onları uyarır. Kalabalık, GYA’nın söylemlerinden etkilenerek
dalgın dalgın ayrılırlar. GYA’nın söylediklerini teyit eden bu ayrılış, millî ve manevi değerlerin,
167
hızlı değişim karşısında ciddi bir tahribata uğradığını simgeler.
Roman kişisi GYA’nın şahsında, bireyin toplum tarafından kuşatılmışlığı ve
kıstırılmışlığı vurgulanır. Toplumun millî ve manevi değerlere ters düşmesi, bu değerler
konusunda hassasiyet gösteren kişiler ile toplum arasında değerler bağlamında çatışmayı
doğurur ve birey, bu tepkisini toplumdan uzaklaşarak gösterir. Romanda GYA’nın eve
kapanmasında söz konusu değerler çatışması vardır. Tek parti döneminin çağdaş değerler
doğrultusunda toplumu şekillendirirken manevi değerleri ötekileştirmesi, manevi değerleri
içselleştirmiş ve bu değerler adına savaşmış olan GYA’nın iç dünyasında yıkıma sebep olur.
Yaşayabileceği bir dünya yaratmak için kendi evine kapanır ve elli yıl boyunca gül
yetiştirmekle hayatını idame ettirir. Sembolik anlamda Gül, hem temsil ettiği dünya görüşünü
hem de Hz. Muhammed’e olan sevgisinin ifadesidir. Bu sembolle yazar, yabancılaşma olgusunu
belirgin kıldığı gibi, her şeyi nesnelleştiren modern dünyanın ticari kaygısından uzak bir dünya
da yaratma peşindedir.
İnziva boyunca GYA, dış dünyaya bütünüyle yabancılaşır ve olup bitenlerden haber
alamaz. Dış dünya ile kendi dünyası arasındaki mesafeyi “Evden çıkınca sanki üzerime bir
menfurluk bulaşacakmış gibi geldi bana hep” (Özdenören, 2009: 39) şeklinde ifade eden GYA,
değişim karşısında toplumu uyarmak adına dışarı çıkar. Dışarı çıktığında söylediği “…bu kadar
değişmeyi aklımdan geçirmiyordum doğrusu.” (Özdenören, 2009: 126) ifadesi, onun topluma ne
kadar yabancı olduğunu ortaya koyar. Ayrıca bütünüyle yabancısı olduğu bir şehirde olduğunu
üzüntüyle kabul eden GYA’nın, gittiği camide tanınmaması da gerçek hayata ne kadar
yabancılaştığını göstermesi bakımında önemlidir.
Yazar, yabancılaşma olgusunu, kılık kıyafetten hareketle de vermeye çalışır. Zira giyim
kuşam insanların dünyayı algılaması ve yorumlaması hakkında önemli ipuçları vermektedir.
Romanda GYA, cübbe, sarık ve entarisiyle, ilk görüşte çağın insanlarından farklı derviş

The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174
Modernizmin İstikrarsızlığı Bağlamında Yabancılaşma: Gül Yetiştiren Adam

görünümlü biridir. Başına topladığı ve çağın değerlerine göre giyinen insanlara söylediği
“Kardeşler! Dışı kâfire benzeyen insanın içi de onlara benzemeye başlar.” (Özdenören, 2009:
133) ifadesi, Batılılaşmayı biçimsel olarak algılayan toplumun yabancılaşmasını, kıyafet
düzeyinde temsil eden önemli bir cümledir. Kalabalıktan birinin GYA’nın giyimi hakkında
“Üstüne dikkat ettin mi? Elli yıl önce giyilirdi bu entariler… Hatırlıyorum, rahmetli babamın
da vardı böyle entarisi.” ( Özdenören, 2009: 134-135) ifadesi de genç neslin topluma ve
değerlerine yabancılaştığını gösterir.
Romanın ikinci bölümünde, Sitare’nin yaşadıklarından hareketle modernitenin
bireyselliği, modern hayat ile toplumsal değerler arasındaki çatışma gündeme getirilir. Bu
çatışmayla yazar, modern dünyanın kültürel ve insani özelliklere üstünlük kurması,
yabancılaşmayı derinleştiren sebepler olarak verilir. Romanda, düzenin reddedilmesi, değerlere
küçümseyici bir bakış sergilenmesi, yabancılaşma kavramı etrafında şekillenir.
Yabancılaşmayı körükleyen modern kültür, sanayileşmenin bir sonucudur. Sanayileşme,
insan gücünü ve dolayısıyla insana has değerleri küçümsediği ve nesneyi her şeyin ölçütü hâline
getirdiği için insanlar giderek mekanikleşir. Dolayısıyla bireyin hem kendine hem de diğer
bireylere yabancılaşması kaçınılmaz olur. Zamanla bireyin iç dünyasındaki huzursuzluk artan
bir hızla toplumsal bir duygu hâline gelir.
Yabancılaşmayı, modern kültür algısıyla şekillenen metropolden ayrı düşünmek
mümkün değildir. Dolayısıyla birey, fark edilmek için “kasıtlı bir şekilde tuhaf olmaya teşvik
168
edilir; yani, yapmacık tavırlar ani değişkenlikler gibi metropole uygun” davranışlarla kendini
göstermeye çalışır (Simmel, 2009: 99). Romanda Amerika’nın büyük bir metropolünde, modern
kültüre uyum sağlamaya çaba gösteren Sitare, değerlerini bir tarafa bırakıp farkındalığını para
ve hızlı yaşamın nabzını yakalama ile göstermeye çalışır. Sitare ve arkadaşları, modern kültüre
uyum sağlamak için, millî ve manevi değerlere sırt çeviren insanlardır. Batı dünyasının dışında
olmalarına rağmen, onlara benzemeye çalışmalarının temelinde, modern kültürün dönüştürücü
etkisi vardır. Para, onlar için dünyayı anlamlandırmanın tek ölçütüdür. İnsani duygulardan uzak
olan bu kişilere göre “insanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer
kazanması ile orantılı”dır (Marx, 2005: 140). Roman kişisi Sitare, nesneleşen insanın durumunu
Çarli ile evlenirken gösterir. Sitare, aralarında yaş farkı olmasına rağmen Çarli ile parası için
evlenerek kendisini nesne durumuna sokar. Zira Çarli evlidir; genç ve güzel Sitare’yi nesne gibi
görmüş ve eşinden boşanarak Sitare’yle evlenmiştir. Çarli’nin hastalanmasından sonra
Sitare,“Çarli’yi düşünüyorum... Ama nasıl biliyor musun, Çarli olarak değil de, bir nesne gibi”
(s. 66) diyerek Çarli gibi düşündüğünü ortaya koyar.
Sitare’nin arkadaşlık ilişkileri de evliliği gibi nesnelleşir. Eğlenmek için gittikleri Las
Vegas’ta bütün masrafları üstlenerek içine düştüğü boşluk duygusunu gidermeye çalışır. Neden
bütün masrafları karşıladığına dair soruya “Bunların hiçbirini sizin için yapmadım çocuklar.
Kendim için yaptım, belki de biraz da böyle konuşasınız diye yaptım.” (Özdenören, 2009: 27)
şeklinde cevap vermesi, Sitare’nin içine düştüğü bunalımdan bu yolla kurtulmaya çalıştığını
gösterir. Bu yaklaşımı, modern kültürün yücelttiği kapitalist algının bireyler nazarındaki
yansıması olarak kabul etmek gerekir. Zira bu anlayışta, benliği tatmin etmenin tek ölçütü
paradır. Bireyler, yaşadıkları boşluk duygusunu ve köksüzlüğünü birbirine yaslanarak
gidermeye çalışırlar. Modern ortamlar, bir tarafta coğrafi, etnik, sınıfsal, ulusal, dinî ve ideolojik
sınırların ötesine geçerek bireyleri birleştirirken diğer tarafta toplumu sürekli parçalanma ve

The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174
Modernizmin İstikrarsızlığı Bağlamında Yabancılaşma: Gül Yetiştiren Adam

yenilenmenin, mücadele ve çelişkinin, belirsizlik ve acının girdabına sürükler (Berman, 2006:


27).
Modern kültürün dönüştürücü etkisini isimlerde görmek mümkündür. Bireyler, kendi
değerlerine yabancılaşmayı önce isim düzeyinde sembolik olarak gösterirler. Çarli, Türk
kültüründe olmayan bir isimle adlandırılır. Marta isimli bir kadının köpeğine isim ararken geçen
diyalogda kültürel farklılığı gözler önüne serer. Bununla yazar, Batı medeniyetinin kendi
kültürüne mensup olmayan insanlara yönelik dışlayıcı bakışı verilmeye çalışır:
“Evet, köpeğime bir isim arıyorum.
Bu mu derdin?
Evet, ama çok önemli benim için.
Demin köpek isimleri ile ilgili bir kitap gördüm şurda. Köpeğinize İsim Seçerken, diye
bir şeydi.
Ben senin adını koymak istiyorum köpeğime, diyor.
Benim adımı mı?
Evet.
Başka ad bulamadın mı?
Düşündüm, 169

Ama Amerikan isimleri hoşuma gitmiyor.


İyi ama biz Türkler adınızı köpeklerimize koymayız da, koydurtmayız da.
Ama sevgilim diyor, bu benim seni sevdiğimi gösterir.”(s. 32)
Romanda modernlik ve yabancılaşma arasındaki ilişki, bıkkınlık kavramıyla
somutlaştırılır. Yazar, paranın yaşamı kolaylaştıran anlayışı çerçevesinde sınırsız zevkin bireyi
her şeye karşı kayıtsızlaştırması açısından ele alır. Kayıtsızlık, kişiyi dış dünyada gerçekleşen
her türlü değişime tepki vermesini engelleyen bir tehdit unsurudur. Bu tepkisizlik,
yabancılaşmayı tetikler. Değişimin olumsuz sonuçlarına karşı kendini koruyamayan bireyler,
derinlemesine düşünmezler ve kendilerini olayların akışına bırakırlar (Simmel, 2009: 99).
Evlilik kurumuna karşı kayıtsız kalarak hasta kocasını kendi kaderine terk edip
arkadaşlarıyla Laz Wegas’a giden Sitare, aynı kayıtsızlığı arkadaş ilişkilerinde de gösterir.
Arkadaş grubundayken bile gösterdiği bıkkınlık hâli, herkesi hiç durumuna düşürür. Bu
boşlukta herkesin tek başına olduğu romanda şöyle ifade edilir:
“Kendimi bir nokta olarak hiç gördüm. Bu durmadan akan, yürüyüp kaybolan giden
girdap içinde, bu korkunç çağıltıda bir damla su gibi. Yalnız kendimi değil, yaptıklarımı da,
yapmayı tasarladıklarımı da. Sitare’yi de. Her şeyi. Bu akıp giden insan yığınını, tek tek her biri
önemsiz bir vesile ile olan şu insanları. Bir arada oluşlarının insana verdiği korkunç ağırlık.
Tek tek hepsi sıfır. Bir araya gelince ezip geçiyorlar seni. Çiğniyorlar. Sen tek başınasın,
onlarsa yığın olarak sana karşı bütünleşmişler.” (Özdenören, 2009: 90)
Görüldüğü gibi “nedensiz, sorunsuz, anlamsız bir varlık” (Sartre, 2005: 10) hâline
gelen bireyler, ilişkilerini de anlamsızlaştırırlar. Zira bunlar “kitlelerdeki zihniyetin tekleşmesi
kanununa tabi olmuşlar”dır.” (Le Bon, 1974: 32). Buna göre kişinin şahsiyeti ortadan kalkar,

The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174
Modernizmin İstikrarsızlığı Bağlamında Yabancılaşma: Gül Yetiştiren Adam

herkesin fikri tek istikamete yönelir. Bu durumda sıkıntı, bıkkınlık ve umutsuzluk, baş gösterir.
Romanda Sitare, buna tepki göstererek arkadaş grubu içerisinde farklılık gösterir. Ondan herkes
gibi davranması beklenirken o “ama herkes bende olmayan şeyleri bekliyor” (s. 118) diye tepki
gösterir. Bıkkınlığı ve yalnızlaşmayı ifade eden bu psikoloji, romanın ikinci bölümünde
sürdürülür. Sitare, toplumun kendisine dayattığı uydurma kişiliğe isyan eder. Bu baskıcı anlayış
karşısında Sitare, “Sen de onlar gibisin, diyor bana, herkes gibisin.. madem öyle, peki, deli rolü
yapacağım hepinize.”( Özdenören, 2009: 98) şeklinde karşı çıkar. Bu cümlede kolektif şuurun
beklediği birey tipinin “deli” diye tanımlanması, modern kültürün yok ettiği kendilik bilincine
yöneltilen bir eleştiridir.
3.Bireyin Toplumdan Kopuşu: Başkaldırı
Özdenören, başkaldırıyı, varoluşsal kaygılar nedeniyle topluma ve kendine yabancılaşan
bireyin, toplumdan kopuşunu ifade edecek şekilde kullanır. Onun eserlerinde toplumla sağlıklı
bir ilişki kuran insanlar, genelde tasavvufî değerlere yönelen kişilerdir. Benlik bütünlüğünü
gerçekleştirme yolunda önemli bir adım atan bu bireylerin dışında, toplumdaki gelişmelerin yol
açtığı çözülmeye karşı direnemeyen kişiler ise başkaldırıyı kendi içinde yaşarlar.
Romanda modernleşmeyle birlikte giderek artan değişimin değerler dünyasında
yarattığı tahribat, başkaldırının sebebi olarak gösterilir. Batı’ya yönelen zihniyetin, modern
değerler doğrultusunda oradan gelen her şeyi içselleştirmeden bünyesine taşıması, Batı kültürü
ve normlarının geleneksel değerler üzerinde hâkimiyet kurmasına yol açar. Zira bu dönemde
170
Batı’ya benzemek, Türk toplumu için modernleşmenin temelini oluşturmaktadır. Toplumda
kabul gören dinî değerler de bu dönüşümden nasibini alır. Tek parti döneminin din konusunda
takındığı olumsuz tavır, toplumda ciddi çatışmalara sebep olur. Eserde GYA, hilafetin
kaldırılmasından sonra kurulan yeni düzenin dinî duyguları baskılarla kontrol altına almaya
çalışmasına tepki gösterir. Bu yüzden elli yıl boyunca eve kapanarak pasif bir direniş
gerçekleştirir. Dinî değerleri hayatının merkezine almış insanların ötekileştirilmesi, hatta açıkça
söylenmese de İstiklal Mahkemelerini çağrıştıran mahkemelerde halife adına savaşmış
arkadaşlarının idam edilmesi, onu pasif bir başkaldırıya yönlendirir. Zira GYA ve arkadaşları,
halifeye bağlılıkları ve vatan sevgisi için girdikleri savaşta, kendi varoluşunu dinî ve millî
değerler ile anlamlandırmaya çalışmışlardır. Bunu gösterirken bile dinî değerler doğrultusunda
inzivaya çekilir.
Yazar, başkaldırıyı aldatılmışlık psikolojisiyle vermeye çalışır. Zira uğruna savaştıkları
ve öldükleri değerlerin savaş sonrasında boş olduğunu anlaması, onu isyana sürükler:
“…ne için savaştığımızı biliyoruz sanıyorduk hepimiz. Meğer aldatılmışız. Garip bir
Mevlüt vardı, şehit düştü. Kimse beklemezdi ondan böyle bir yiğitliği. Biliyor musun, korkaklık
da bulaşıcıdır, yiğitlik de. Hepimiz yiğitleşmiştik. Ölüm vız geliyordu herkese. Ama savaş içinde
oluyor bu tabii. Çünkü ölmeyi düşünmüyorsun, kolayca ölünüyor. Ölmek barış zamanında zor
oluyor. Çünkü ölmeyi düşünmeye başlıyorsun o zaman, bir de elde etmek istediğin şeyler söz
konusu. Savaşırken bir şey elde edeceğine inanıyorsun ölmekle, barış zamanındaysa bu yok işte.
O zaman savaşta ölmek kolay oluyor, barıştaysa zor. Ölümü göze almakla elde etmek
istediğimiz bir şey vardı bizim de, savaşırken.. savaştan sonra baktık ki, onlar için
savaşmamışız. Düpedüz aldatılmışız. İşte insanın zoruna giden bu oluyor.” (Özdenören, 2009:
38-39).

The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174
Modernizmin İstikrarsızlığı Bağlamında Yabancılaşma: Gül Yetiştiren Adam

Romanın başında elli yılık pasif bir direniş olarak kabul edilen inzivadan sonra GYA,
sonlara doğru dışa dönük bir başkaldırıya yönelir. Aslında bu başkaldırı, kendi kültürünü,
topluma empoze ederek kültür asimilasyonunu yapanlara bir tepkidir. GYA’nın dışa dönük
başkaldırı sergilemesinin amacı, yine aldanış duygusudur. İnziva yıllarında, dış dünyaya
duyarsız kalmış ve hızlı değişimin tahribatına karşı hiçbir şey yapmamıştır. Ancak torunuyla
birlikte sabah namazı için dışarı çıktığında, değişimin tahribatına tanıklık eder ve hayal kırıklığı
yaşar. Yaşadığı hayal kırıklığı, toplumu uyarma konusunda ona ciddi sorumluluklarını hatırlatır.
Bu bilinçle hareket eden GYA’nın, namaz sonrası çıkan kalabalığa sarf ettiği sözler, değişime
uyum sağlayan topluma ve değerlerine bir isyandır. GYA’ya göre Batılı gibi giyinen kalabalık,
şekil olarak Müslümanlara değil, Nasranilere benzer. Bu konuşma sonrasında GYA, irticacı
olduğu gerekçesiyle tutuklanır. GYA’nın inzivaya çekilmesine ve hapse gönderilmesine sebep
olan zihniyet aynıdır ve yeni sistemin, toplumsal örgütlemelerin temelini dinî içerikten
arındırma çabasının artan bir hızla devam ettiğini gösterir.
4.Modern İnsanın Hayata Meydan Okuması: İntihar
Modern ve geleneksel toplumun ölüm karşısındaki tavrını yazar, roman kişilerinin
ölüme bakışlarından hareketle verir. Geleneksel yaşamından giderek uzaklaşan birey,
modernitenin de etkisiyle ölüme karşı bir inançsızlık besler. Gündelik yaşamın karmaşası
içerisinde hayatın nabzını tutmayan bireyin ölüm algısı da değişir. Eserde modernitenin ölüm
algısını Sitare; geleneksel toplumun ölüm algısını da GYA temsil eder. Modern kültürün
temsilcisi olan Sitare, modern hayatın bir bireyi olarak “varoluşsal boşluk” (Frankl, 1999: 18) 171
tehlikesiyle karşı karşıyadır. Kendisi gibi olmak yerine, çevrenin beklentilerine göre davranan
Sitare, hayattan zevk alamayan, sıkılgan mutsuz bir kişiye dönüştürür. Sitare, “Kimse olduğu
gibi görmek istemiyor beni”(s. 97) cümlesiyle, dünyanın anlamsızlığına atıfta bulunarak intihar
düşüncesinin alt yapısını oluşturur. Romanda nasıl intihar ettiği net olarak belirtilmese de,
Sitare’nin uyku hapları alarak intihar ettiği, Sitare ile ben anlatıcı arasında geçen aşağıdaki
diyalogla somutlaşır:
“Sitare diyorum, uyku hapı aldığın doğru mu?
Hah, işte şimdi üstüne bastın. Evet, aldım; ama kendimi öldürmek için değil. Uyumak
için. Ama herkes kendimi öldürmemi bekliyor benden. Belki bunu da yaparım.” (Özdenören,
2009: 98).
Sitare, yaşadığı hayata meydan okuduğunu göstermek için intiharı seçer. Bu eylem,
kişinin hayata son isyanıdır. Moderniteyle anlamsızlaşan yaşamın, bireyde meydana getirdiği
psikoloji romanda şöyle yer alır: “Düpedüz umutsuzluk, dedim şimdi düşünüyorum da gösteriş
gibi duran tavırlarının altında yatan şey hep bu zavallı umutsuzlukmuş. Tutunmak istediği her
şey sonunda bir sahtekârlık olarak görünmüş.” (Özdenören, 2009: 142).
Romanda ölüme geleneksel olarak yaklaşan anlayış, GYA’nın bakışıyla verilir. GYA,
modernitenin etkisine kalmadığı için değerler dünyası da anlamsızlaşmamıştır. Onun hayatı
anlamlı kılan dinî değerlere göre bir ölüm anlayışı söz konusudur. Sitare’yi esir alan
modernitenin ölüm korkusunu yaşamaz. Zira ölüm gerçeği, yaşamını anlamlandırmasına imkân
sağlamıştır. GYA, hayatın anlamını kavrayarak ölümü hayatla birleştirir, hayatı zenginleştirir.
Bu yolla kendini “önemsiz şeylerle bunaltmaktan kurtar”ır (Yalom, 2000: 94).
Dinî değerler konusunda çatışma yaşamaksızın dingin bir yaşam sürdüren GYA, ölümü
sonsuz yaşamın başlangıcı olarak görür. Ona göre ölüm, bir daha ölmemektir: “Ben yaşlandım

The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174
Modernizmin İstikrarsızlığı Bağlamında Yabancılaşma: Gül Yetiştiren Adam

artık, ölümü bekliyorum, ölüm nedir biliyor musun? Önünde sonunda çalacağımız tek hakikat
kapısı, bizi bir yaradan var, Yaradanın emriyle gene kendisine dönüşümüzdür ölüm, bir daha
ölmemek üzere dönüşümüzdür ona” (Özdenören, 2009: 18).
Kısaca Sitare ile GYA’nın ölümü algılamalarındaki farklılık, içinde bulundukları
yaşamı algılamalarından kaynaklanır. Bu farklılık ne kadar birey düzeyinde gösterilmeye
çalışılsa da, iki farklı dünyanın ölüm karşısındaki tavrını göstermektedir.
Sonuç
Modern çağ insanının çıkmazı olarak görülen yabancılaşma, insanın kendine ve toplum
kurallarına bağlılığının azalması olarak tarif edilir. İnsanın iç dünyasının ön plana çıkarıldığı bu
anlayışa göre birey psikolojik yalnızlık içinde boğulmaktadır. Özdenören, toplumdan
yabancılaşan bireyin tasavvufi değerlere yönelerek varoluşunu gerçekleştirebileceğine
inanmaktadır. Bireyin Tanrı’nın kulu olduğu bilincini taşıyarak ve yaşamını buna göre
düzenleyerek varoluşsal problemlerle başa çıkabileceğini savunur. Ona göre, acımasız dünyada
mutsuz olan kişinin ancak inanç etrafında kendini anlamlandırabilir. Roman kişilerinin
yabancılaşması, felsefî anlamından ziyade psikolojik içeriğiyle karşımıza çıkar. Bu yüzden
yabancılaşmaya yol açan durumları ortadan kaldırmak için onları içsel bilinçte saklı olan
gerçekle yüzleştirmek gerekir.
Romanda modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan değişime dikkat çekmek için farklı
toplumsal dinamiklere sahip Türkiye ve Amerika toplumunun yabancılaşma karşısında 172
sergilediği tavırlar gözler önüne serilir. Türkiye’nin temsil ettiği Doğu medeniyetin insan
merkezli; Batı’yı temsil eden Amerika’nın ise, insanı küçümseyen bir düşünceye sahip olduğu
görülür. Toplumun millî ve manevi değerlerini barındıran GYA, modern dünyanın
kutsallaştırdığı paradan uzak bir yaşantıyla iç huzuru bulmaya çalışırken, modern dünyanın bir
bireyi olan Sitare’nin arkadaşlık ilişkilerinde ve içine düştüğü boşluk duygusunu gidermede tek
ölçütü para olur.
Modernleşmeyle birlikte giderek artan değişimin değerler dünyasında yarattığı tahribat,
romanda başkaldırının sebebi olarak verilir. Dinî duyguların baskılarla kontrol altına alınmasına
tepki gösteren GYA, elli yıl boyunca eve kapanarak pasif bir direniş gerçekleştirir. Ancak bu
pasif direnişten sonra kültür emperyalizmine karşı GYA, dışa dönük bir başkaldırıya yönelir.
Hayata dinî değerler açısından yaklaşan GYA’ya göre ölüm, sonsuz yaşamın başlangıcı olarak
görülürken modern dünyanın bir bireyi olan Sitare, yaşadığı hayata meydan okuduğunu
göstermek için intiharı seçer.

KAYNAKLAR
Akarsu, Bedia (1994). Çağdaş Felsefe, İnkılap Yay., İstanbul.
Akçay, Ahmet Sait (1999). “Gül Yetiştiren Adam”, Yedi İklim, nu: 107-108, İstanbul.
Aktaş, Yasin (2006). “Bir Yazardan Daha Fazlası”, Kitap Postası, nu: 13, İstanbul.
Aslan, Bahtiyar (2008). “Rasim Özdenören’in Kahramanlarında Kendini İdrak Biçimleri”,
Hikâyenin Bugünü Bugünün Hikâyesi: 80 Sonrası Tük Hikâyesi Sempozyumu,
İstanbul.
Baş, Selma (2003). Türk Hikâyeciliğinde Yabancılaşma, (1950-1980), Yüzüncü Yıl
Üniversitesi SBE, (Basılmamış Doktora Tezi), C. I, Van.

The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174
Modernizmin İstikrarsızlığı Bağlamında Yabancılaşma: Gül Yetiştiren Adam

Baudrıllard, Jean (2008). Tüketim Toplumu, (Çev. Hazan Deliceçaylı-Ferda Keskin), Ayrıntı
Yay., İstanbul.
Bulut, Ayhan (2015). “Rasim Özdenören’in “Hışırtı” ve “Göl” İsimli Öykülerinde Kadınların
Ontolojik Sorunlarla İmtihanı: İntihar”, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Ocak-
Haziran, S.13.
Berman, Marshall (2006). Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, (Çev. Bülent Peker ve Ümit Altuğ),
İletişim Yay., İstanbul.
Bostancı, Naci (2010). “Toplum ve Kültür”, Sosyolojiye Giriş, (Haz. İhsan Sezal), Beta Yay.,
İstanbul.
Budak, Selçuk (2000). Psikoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yay., Ankara.
Cevizci, Ahmet (1999). Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay., İstanbul.
Demirel, Meral (2007). “Rasim Özdenören’in Öykülerinde Trenle İstasyonun İşlevi ve Simgesel
Değeri”, Işıyan Kelimler, (Haz. Alim Kahraman) , Kaknüs Yay., İstanbul.
Frankl,Viktor E. (1999). Duyulmayan Anlam Çığlığı, (Çev. Selçuk Budak), Öteki Yay.,
İstanbul.
Glicksberg, Charles I. (2004). Avrupa Edebiyatında Trajik Görünüm, (Çev. Yunus Balcı), Hece
Yay., Ankara.
173
Güngör, Erol (1995). Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, Ötüken Yay., İstanbul.
Haksal, Ali Haydar (2008). Ruh Denizinden Öyküler, İnsan Yay, İstanbul.
Le Bon, Gustave (1974). Kitleler Psikolojisi, (Çev: Selahattin Demirkan) Yağmur Yay.,
İstanbul.
Liang, R. D. (1993). Bölünmüş Benlik, (Çev. Selçuk Çelik), Kabalcı Yay., İstanbul.
Magill, Frank (1992). Egzistansiyalist Felsefenin Beş Klasiği, (Çev. Vahap Mutal), Dergah
Yay., İstanbul.
Marx, Karl (2005). 1844 El Yazmaları/ Ekonomi Politik ve Felsefe, (Çev. Kenan Somer), Sol
Yay, Ankara.
Marx, Karl (2013). Yabancılaşma, (Çev. Kenan Somer vd.), Sol Yay., Ankara.
Özbudun, Sibel; MARKUS, George; Demirer, Temel (2008). Yabancılaşma Ve…, Ütopya
Yay., Ankara.
Özdenören, Rasim (2009). Gül Yetiştiren Adam, İz Yay., İstanbul,
Özel, İsmet (2009). Üç Mesele Teknik-Medeniyet- Yabancılaşma, Şule Yay., İstanbul.
Sartre, Jean Paul (2005). Varoluşçuluk, (Çev. Asım Bezirci), Say Yay., İstanbul.
Özbudun, Sibel; MARKUS, George; DEMIRER, Temel (2008). Yabancılaşma Ve… Ütopya
Yay., Ankara.
Simmel, George (2009). Modern Kültürde Çatışma, (Çev. Tanıl Bora-Nazile Kalaycı-Elçin
Gen), İletişim Yay., İstanbul.
Taşdelen, Vefa (2004). Kierkegaard’ta Benlik ve Varoluş, Hece Yay., Ankara.

The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174
Modernizmin İstikrarsızlığı Bağlamında Yabancılaşma: Gül Yetiştiren Adam

Timur, Kemal (2011). “Rasim Özdenören’in Öykülerinde Yabancılaşma”, Medeniyetin


Burçları: Rasim Özdenören Kitabı, (Haz. Ali Dursun, Turan Karataş), Kayseri.
Tolan, Barlas (1981). Çağdaş Toplumun Bunalımı-Anomi ve Yabancılaşma, Ankara İktisadi ve
İdari İlimler Yay., Ankara.
Uturgauri, Svetlana (1989). Türk Edebiyatı Üzerine, (Çev. Hakan Aksay), Cem Yay., İstanbul.
Yalçın, Alemdar (2011). Siyasal ve Sosyal Değişmeler Açısından Cumhuriyet Dönemi Çağdaş
Türk Romanı, Akçağ Yay., Ankara.
Yalom, Irvın (2000). Varoluşçu Psikoterapi, (Çev. Zeliha İyidoğan Babayiğit), Kabalcı Yay.,
İstanbul.
Zarifoğlu, Cahit (1979). “Rasim Özdenören Gül Yetiştiren Adam’ı Anlatıyor”, Mavera, nu: 34,
Ankara.

174

The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 34, Kasım 2016, s. 160-174

You might also like