Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 20

1.

BÖLÜM DİN SOSYOLOJİSİNİN TEMELLERİ

A-Sosyolojiyi Hazırlayan Gelişmeler

Dilimiz de ilkin Arapça olarak ‘’içtimaiyat’’ ve ‘’ilm-i içtima’’


tarzında adlandırılan ‘sosyoloji’, toplumu ve toplumsal olayların
bilimsel incelenmesini konu edinen genç bir bilimdir.

Sanayileşme, modernleşme, nüfusun daha önceki yüzyıllara göre


katlanarak artışı, felsefenin ‘a priori’ ve peşin hükümle hareket
etmesi, insanların yeni düzene intibakını sağlama gibi nedenler
sosyolojinin müstakil bir branş halinde ortaya çıkmasını sağladı.

Sosyolojinin felsefeden ayrılarak bir disiplin olarak gelişmesi, XIX.


yüzyılın başında Batı toplumlarında meydana gelen hızlı değişimlerle
birlikte başladı.

Esasen, XVIII. yüzyıldan bu yana kitlesel sosyal dönüşümler çağında


yaşıyoruz. İki yüz yıllık bir zaman dilimini aşan sürede çok kapsamlı
sosyal değişimler gerçekleşti. Bu değişimlerin temel nedenleri, XVIII. ve
XIX. yüzyıl Avrupa’sının iki büyük devrimi olarak tanımlanan
toplumsal hareketlerinde ve tüm dünyada yaşanılan nüfus
patlamasında aranmalıdır.

Devrimlerin birincisi, hem kendine özgü bir olaylar dizisi hem de


modern siyasal dönüşümlerin simgesi haline gelen 1789 Fransız
Devrimidir. Bunun sonucunda ortaya çıkan gelişmeler, insan ilişkilerini
büyük ölçüde etkilemiştir. Burjuvazi adı verilen esnaf ve zanaatkarlar
kuvvetli bir zümre haline gelmiştir.

1789 Fransız Devrimiyle Avrupa, tarihinde ilk kez özgürlük, eşitlik ve


kardeşlik idealleri üzerine kurulu bir toplumsal düzen meyana
getirmek için geleneksel düzenin yıkılışına şahit olmuş ve bunun
sonucunda küresel bir siyasal değişim iklimi ortaya çıkmıştır.

Kökleri XVIII. yüzyıl Britanya’sına kadar uzanan ve XIX. yüzyılda


bütün Batı Avrupa ve Birleşik Amerika’ya kadar yayılan bir dizi teknik
yeniliklerin ortaya çıkışı, ikinci büyük devrimdir. Küçük kasabalar
ortadan kalkmış, yerine hava kirliliği teneffüs etmeye başlayan büyük
kentler kurulmuştur.

Geleneklere bağlı toplum forumlarını ortadan kaldıran etkenlerin


başında kentleşme ve sanayileşme bulunsa bile bunlarla bağlantılı ve
burada anlatılmaya değer bir üçüncü fenomen daha var: O da XVIII.
yüzyıldan itibaren gittikçe artamaya başlayan nüfus sayısıdır.

İnsanlık tarihinin büyük bölümünde, doğum ve ölüm oranları


arasında genel bir denge bulana gelmiş olmakla birlikte, ortalama
yaşam süresinin artması ve çocuk ölüm oranlarındaki dramatik düşüş,
bu müthiş nüfus artışının iki önemli nedenidir. A. Giddens’a göre, son
iki yüzyıl öncesine kadar ortalama insan ömrü otuz beşi pek
geçmemekteydi.

Dolayısıyla toplumsal korunma endişesi ve toplumsal sorunlardan


uzak daha iyi bir dünyada yaşama arzusu, bilim adamlarının,
toplumsal konuları araştırmaya sevk etti. İşte bunların tamamı,
sosyolojinin ortaya çıkışının arka planında yer alan temel
motivasyonu oluşturur.

B-Sosyolojinin Konusu

Sosyoloji insan ilişkilerini bilimsel olarak inceleyen bir disiplindir.


Daha genel anlamda, sosyoloji, toplum içindeki bireyi, grupları,
kurumları, bunlar arasındaki ilişki ve etkileşimleri ve toplumsal
sorunları tasvir edici (deskriptif ) ve objektif tarzda inceleyen bir
disiplindir.

Sosyologlar toplumsal kurumlar ve insan ilişkileri üzerinde çalışan


kişilerdir. Bir toplumun üyesi olarak insanlar birbirlerini anlayabilirler.
Bununla birlikte sosyologlar, bazen çok basit olan açıklamaları
inceleyip sonunda hemen herkesin kabul edebileceği toplumsal
gerçekleri ortaya koyarlar.

Sosyologların yaptığı işi bir örnek olarak intihar incelemeleri


verilebilir. Sosyoloji bütün insan davranışlarının örüntülenmiş
olduğunu kabul eder. Örüntülenmiş davranış (patterned conduct)
kısaca, insanlar arasında düzenli olarak yinelenen tek biçimli hareket
ve uygulamalar olarak tanımlanabilir. Madem ki insan davranışları
örüntülenmiştir öyleyse intihar vakasında ki davranış örüntüsü nedir?
Bir tek intihar olayı örüntülenmiş bir davranış değildir. Çünkü
muhatabı bir tek kişidir. Çünkü kişiyi intihara iten birçok toplumsal
neden olabilir. Sosyologlar belirli intihar olayları hakkındaki
benzerlikleri ortaya çıkarmaya ve intihar sebepleri hakkında bilgiler
toplayarak genel sonuçlar ulaşmaya çalışmaktadırlar.
Böylece sosyologların görevinin, sıradan insanların göremediği
davranış kalıbını ortaya çıkarmak olduğu anlaşılır. Sosyologlar bu
konuyla ilgili şu sorular sorulabilir: Gençler mi yoksa yaşlılar mı daha
çok intihar girişiminde bulunurlar? Hangi din mensuplarında intihar
daha yaygındır? İntihar olaylarında inançların rolü nedir? Sosyal
gruplara katılanlarda mı yoksa tek başına yaşamayı tercih etmiş
kişilerde mi intiharlar daha yaygındır? Ancak belirli gözlem ve
işlemlerden sonra sosyal olguların işleyiş düzeni ortaya çıkabilir.

Sosyologlar bazen çok girift ve istisnai konularla da uğraşırlar.


Mesela bir ABD’li sosyolog, ölüm hadisesinin kişinin içinde bulunduğu
sosyal durumdan etkilendiği fikrindeydi. Muhtelif birçok insan
grubunu araştırdıktan sonra ‘’ölüm kayması’’ diye bir etken keşfetti.
Bazı özel günlerinde insanların ölme ihtimallerinin azalığı sonucuna
ulaştı.

Sosyolojik Muhayyile: Inkeles, sosyoloji, insanın toplumsa hayatını


karakterize eden ‘düzeni’ bulmaya ve onu anlamaya çalışan bir birim
olarak tarif eder. Sosyoloji bu anlamda ‘öte’yi kurcalar. Sadece
görüneni değil, görünenle birlikte görünenin ötesini merak eder. C.
Wright Mills bunun ancak sosyolojik muhayyile (sosyolojik bakış açısı)
ile mümkün olacağını söyler.

C-Sosyolojide Araştırma Yöntemleri

1-Nicel (Kanatitatif) Yöntem

Nicel yöntem istatistiksel ölçü, analiz ve kısmen de olsa sebep-


sonuç ilişkisine dayalı açıklamayı ifade eder.

Nicel yöntem içinde en yaygın veri toplama yolu, surveylerdir.


Survey yazılı anket forumlarıyla, telefonla veya yüz yüze
görüşmelerle, internet, gazete, dergi gibi yaygın iletişim araçlarıyla,
ev ziyaretleriyle, vb. yöntemlerle uygulanan ve çok sayıda insandan
bilgi toplamaya elverişli, gözlemsel, tanımlayıcı bir araştırma
tekniğidir. Bu tür araştırmalar daha çok insanların belli konulardaki
tutumları, inançları, kanıları, beklentileri, tercihleri, vb. konusunda
genel eğilimleri ve özellikleri ortaya çıkarmaya yönelik olarak yapılır.

Niceliksel yaklaşım daha çok sayıda kişiyi kapsar, uygulama ve


değerlendirme kolaylıkları sağlar. ‘’Neden’’ sorusunun derinlikli cvabını
vermez.
Niceliksel bulguların dayandığı güvenli ve geçerli bilgilerin ardındaki
gerçeklere ulaşmak istendiğine niteliksel yöntemler devreye girer.

2-Nitel (Kalitatif) Yöntem

Niteliksel araştırma yöntemleri resmin bütünüyle ilgili bilgi


toplamak, ‘neden’ ve ‘nasıl’ a ulaşmak için kullanılır. Burada sosyal
eylem, olay ya da olgu katılımcı gözlem ve görüşme tekniği ile
anlaşılmaya çalışılır.

a-Odak Grup: Grup Görüşmesi

Otak Grup bir derinlemesine görüşme tekniğidir. Araştırılan konu ile


ilgili kişiler arasından seçilen temsili bir grupla birlikte yürütülür.
Böylece aynı konuyla ilgili farklı bakış açıları, fikirler, değerlendirmeler
ve yaşantılardan derlenen zengin bir içerik elde edilir. En az 6, en fazla
12 kişiden oluşacak gruplar ideal görülmektedir.

b-Alan Araştırması (Etnografik Araştırma)

Alan araştırması terimi, hemen hemen ‘etnografik araştırma’ ya da


‘etnografi’ ile aynı anlamda kullanılmaktadır. Etnografya, antropoloji
biliminin alt dalını oluşturmaktadır.

Genel antropoloji disiplini dört ana alt disiplini kapsamaktadır.


Sosyal/kültürel, arkeolojik, biyolojik/fiziksel ve linguistik antropoloji.
Antropologların büyük bir bölümü kültürel antropoloji alanında
uzmanlaşmıştır.

Genel antropoloji insan biyolojisinin, psikolojisinin, toplumun ve


kültürün temellerini araştırır ve aralarındaki ilişkileri inceler.
Genellikle toplumun ve kültürün temellerini inceleyen, toplumsal ve
kültürel farklılıkları betimleyen antropoloji dalına kültürel (sosyal)
antropoloji adı verilir.

Toplumları ve kültürleri inceleyen kültürel antropolojinin de


etnografya ve etnoloji adında iki cephesi vardır. ‘İnsanların portresi’
anlamına gelen etnografya, alan çalışması üzerine temellenir ve tikel
bir grup, toplum ya da kültürün -gelenek ve göreneklerin, inançların-
‘etno-resmini’ tasvir eder, köken ya da kaynağını inceler.

Etnograflar, geleneksel küçük topluluklar içinde yaşayarak,


katılımcı-gözlem yöntemiyle, yerel davranış, inanç, adet, akrabalık
ilişkileri, toplumsal yaşam, iktisadi faaliyet, siyaset ve dini inceler.
Etnograflar genellikle besin kıtlığı, beslenme yetersizliği ve
yoksulluğun çeşitli görünümleriyle karşı karşıya bulunan insanlara
yönelik ayrımcı uygulamaları gözlemlerler. Kültürel antropolojinin
diğer cephesi etnolojidir. Kültürler arası karşılaştırma üzerine
temellenen etnoloji, etnografinin farklı toplumlardan derlediği veri ve
sonuçları inceler ve karşılaştırır. Bir diğer ifadeyle, etnografik
verilerin, kültürün, ırkların, kökeninin ve yeryüzüne yayılışının
karşılaştırmalı incelemesidir.

Modern antropologlar etnografyanın bir uzmanlık dalı olarak


yerleşmesini, Bronislaw Malinowski’nin 1915’lerde Melanezya
Adalarında yaptığı öncü çalışma ile başlatırlar. Sosyoloji ile XX.
yüzyılın başlarından itibaren sosyolojiden ayrılmaya başlayan
antropoloji arasında yakın bir ilişki vardır. Avustralya yerlilerinin
dinlerini inceleyen Durkheim örneğinde olduğu gibi.

Her iki disiplin arasında temel farklılıkları şöyle gösterebiliriz:


Etnografların incelediği topluluğun tüm üyeleriyle görüşmeleri,
sosyologların ise bir örneklem kullanmaları, temel farklardan birisidir.
Keza etnograflar survey tekniği içerisinde mülakata yer verirken,
sosyologlar bazen mülakata da yer vermekle birlikte çoğunlukla anket
uygularlar.

c-Tarihsel Karşılaştırmalı Araştırma

Genellikle niteliksel kabul edilen bu tür araştırmalar, geçmiş tarihi


dönemlerdeki toplumların sosyal hayatını inceler (Sözgelimi Weber’in
‘Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’ isimli eseri). Son zamanlarda
tarihsel araştırmalarda niceliksel analiz kullanma eğitiminde de bir
artış gözlenmektedir.

d-Gözlem, Karşılaştırma ve Anlama

Genel Sosyolojinin bir alt disiplin olarak din sosyolojisi,


araştırmalarında tüm sosyolojik teknik ve yöntemleri kullanabilir. Bu
disiplinin araştırma yöntemi içerisinde gözlem, karşılaştırma ve doğru
anlamının önemli bir yeri vardır.

Gözlem (observation), olayların gözlemlenerek tasvir edilmesi


(description) anlamına da gelir. Sosyolojide doğrudan ve dolaylı olmak
üzere iki türlü gözlem vardır. Doğrudan gözlem, anket, mülakat,
monoğrafi gibi tekniklerle güncel dini olayların doğrudan doğruya
gözlemlenmesi demektir. Dolaylı gözleme gelince, biliyoruz ki din
sosyolojisi sadece güncel toplumların dini hayatı ile ilgilenmez.
Geçmiş toplumların kaynağını dinden alan sosyal ilişkilerin
araştırılması da onun ilgi alanı içerisindedir.

Din sosyoloğu çalışmasını sürdürürken başta kültürel antropoloji,


dinler tarihi ve psikoloji olmak üzere tarih antropoloji folklor, hukuk,
ahlak, ilahiyat, coğrafya vs. gibi tüm sosyal bilimlerden yararlanabilir.

Sosyoloji, sadece istatistik veya sosyolojik tasvir anlamını ifade


eden sosyografik demek değildir. Sosyoloji, ancak gözlemleyip tasvir
ettiği olguları karşılaştırıp açıklamalara gittiği, olaylar arasında
sebep-sonuç bağ kurabildiği ve teoriler oluşturabildiği ölçüde amacına
ulaşmış sayılır. Sosyoloji, olayları sosyal bağlamları içerisinde bütün
olarak ele alır ve tek tek olayları bu bütünün parçaları olarak
değerlendirir.

Belli bir zaman ve mekanda yürürlükte ve geçerlilikte olan bir


olayın özelliklerini anlamak için en iyi yol, onu başka zaman ve
mekanda rastlanan benzer olgularla mukayese etmektir. Bu
mukayese, benzerlikler (comparison) kadar zıtlıklar (contrast)
açısından da yapılabilir.

Sosyal olayların ilk yüzünü kavrayabilmek için Max Weber’in Dilthey


ve Rickert’tan etkilenerek geliştirdiği anlayıcı sosyoloji (verstehende)
yöntemine başvurulabilir. Onun sosyolojisi, sosyal eylemler ve bu
eylemlerin içerdiği anlamlar üzerine kurulmuştu. Eylem, davranıştan
farklı olarak, anlam ve niyet içerdiğinden eylemi yapan kişinin (fail,
aktör) gözünde öznel bir anlam taşımaktadır. Ona göre davranış, failin
bir anlam yüklemediği (göz kırpma gibi) sadece fiziksel bir harekettir.
Weber’in amacı, her failin, bir anlam ve niyet içeren sosyal eylemine
kendi verdiği anlamı kavramaktır. Bu onun anlayacağı sosyoloji dediği
şeydir. Niyet ve eylem ayrılmaz bir şekilde birbirine bağlıdır.

Sosyal bilimciler, kimi pozitivist gelenekten gelenlerin ve


Marksistlerin yaptığı gibi, teoriyi uykuya önceledikleri ve sosyal
faaliyet kendi eylemi hakkındaki fikrini önemsemedikleri sürece, belli
bir sosyal olgunun anlaşılmasında yanılgıya düşebilirler. Weber’in
sosyal eylem teorisinin önemli bir argümanı, dışsal açıklamacı
sosyolojik yönteme karşı empatiyi içeren anlamacı sosyolojidir.
Sosyal eylemin doğru bir şekilde anlaşılabilmesinde, hiç kuşkusuz
sosyal olguları tür ve tiplere ayırmanın önemli katkısı olacaktır. İlkel
dinler, çok tanrılı dinler, tek tanrılı dinler, ulusal dinler, evrensel dinler
vb. Gibi. İslam bilginleri daha çok Hak dinler, Batıl dinler ayrımını
yapmışlardır. Şehristani ve İbn Hazm gibi bazı İslam bilginleri hak
dinlere el-Milel, ikincilere en-Nihal adını vermiştir.

Weber'in ideal tip yönetiminin, sosyal eylemlerin doğru ve kolayca


anlaşılabilmesi için Weber, kavramsal bir haritaya gereksinim duyarak
ideal tip yöntemine başvurur.

Burdaki ‘ideal’, normatif olmaktan ve değer belirtmekten ziyade


‘saf ’ ya da ‘soyut’ anlamında olup herhangi bir değer yargısıyla ilgili
değildir. Analitik amaçlarla, din önderleri için olduğu gibi ahlaksızlık
tipleri için de ideal tipler soyut olarak inşa edilebilir.

Toplumsal olgularda tipik olmayan özellikler ise dışarıda


bırakılmıştır. İdeal tipler hakkında fikir yürütmenin en iyi yolu, onları
soyut ‘fikir tipleri’ olarak düşünmektir; yani sosyoloğun, gerçek
dünyaya ilişkin en akılcı öğeleri seçerek kendi kafasında kurguladığı
bir şeydir. Bir başka deyişle ideal tip, bir amaç olmaktan çok belirgin
bir olgunun tespiti ve anlaşılması için bir araç niteliği taşıyan, zihinsel
bir kurgudur.

Sosyal olguların tür ve tiplere ayrılmasından sonra sebeplilik


aşamasına geçilir. Sosyoloji tek sebeple izah yanılgısına düşmeksizin
din dahil tüm sosyal olgularda toplumsal ve psikolojik
şartları/unsurları göz önünde bulundurmak durumundadır.

D-Objektiflik/Sübjektiflik Sorunu

Yönetimi itibariyle sosyoloji normatif ve sübjektif olmayıp objektif


deneysel (empirik) ve tasvir edici (deskriptif ) bir bilimdir. Oysa
biliyoruz ki, sosyal bilimler arasında değer yargıları ile normatif
hükümleri sistemlerin omurgası haline getiren hukuk, pedagoji, ahlak
ve estetik gibi bir seri disiplinlerde yer almaktadır. Bu bilimlerin özünü
değer yargıları teşkil ettiği için kendilerine normatif disiplinler adı
verilmektedir.

Sosyolojinin mahiyeti ile ilgili ilk tespitlerden birisi onun normatif


bir bilim dalı olmadığı yani sosyoloji olması gereken de değil bizzat
olanla ilgilenir. Olan durumu izah eden önermeye tasviri, olması
gereken durumu izah edene de normatif denir.

Sosyal bilimlerde yöntem tartışmaların başında gelen konulardan bir


tanesi objektiflik sorunudur. Objektifliğin karşıtının genellikle
araştırmacının veri toplar ve yorumlarken kişisel yargılardan
kurtulmaması şeklinde tanımlanan sübjektiflik olduğu kabul edilir.
Sübjektifliğin veri çarpıttığı, dolayısıyla geçerliliğini azalttığı
düşünülür.

Sosyal fenomenleri araştıran kimselerin elden geldiğince dürüst ve


tarafsız olması beklenir. Weber’in sosyolojisi, ‘’seçmeci yakınlaşmalar’’
(elective affinity) diye adlandırılan çok nedenli açıkamalara ve
nomotetik (toplumsal düzenliliklere ilişkin genel yasalar kurgulayan)
çözümlemeler yerine ideografik (tarihsel ve biricik oluşumları anlatan)
çözümlemelere yönelmiştir.

Sosyoloji, empirik bir bilim olmakla birlikte hiçbir zaman fizik,


kimya ve fizyoloji anlamında deneysel bir bilim değildir. Sosyoloğun
laboratuvarı tolumdur; fizik laboratuvarında olduğu gibi başlanılan
deneyi durdurup tekrar etme imkanı yoktur.

Sosyal bilimlerin değerlendirmeleri bazı genel sonuçları içerse de


çoğunlukla mekana, zamana ve toplum yapılarına göre itibarilik
gösterir. Başta din, evlilik, aile ve sosyal tabakalaşma olmak üzere bir
çok sosyal olayın açıklanışında bir ülkeden diğerine derin yaklaşım
farkları mevcuttur.

Fenomenlerle ilgilenen pozitif bir bilim de olması nedeniyle,


sosyolojiden çoğu defa abartılı roller beklenir. Oysa sosyolojinin
sınırları, çerçevesi belirlidir ve kesin çözümler sunması kolay değilir.

E-Din Sosyolojisinin Tarihçesi

Din sosyolojisinin sistematik bir bilim dalı olarak XIX. yüzyılın


sonlarına doğuşu genellikle Emile Durkheim (1917) ile başlatılsa da
toplum ve dine dair araştırmaların tarihi kuşkusuz çok eskidir.

1-Antik Yunan’da Din ve Toplum

Ksenophanes (Xenophanes), çok tanrılı dinlerdeki iman konusunu


Efes'le Heraklit ise ibadet ve dini törenleri incelemiştir. M.Ö. 400’lerde
Sofistler olarak bilinen grup kendilerinden önceki felsefecilerin aksine
bakışlarını fizik ve metafizik konularından çok insan ve topluma
çevirmişler. İnsan her şeyin ölçüsüdür; ilkesine dayanarak ilim, ahlak
ve dinin insanı kaynaklarını araştırmışlardır.

Atina'da doğan ve son derece akıllı, dindar, samimi, açık sözlü bir
kimse olan Sokrates dini eğilimlerine ve gençlik üzerindeki olumlu
etkisine rağmen, devletin tanrılarını inkar ettiği, yeni tanrılara
tapındığı ve gençliği bozduğu iddiasıyla, aleyhinde açılan dava
sonunda baldıran zehriyle ölüme mahkum edildi. En başta gelen
suçlamalardan biri Tanrı tanımazlıktı.

Platon (Eflatun) ‘’her şeyin ölçüsü Tanrı’dır’’ diyerek sisteminin


temeline dini yerleştirmiştir. Tasarladığı toplum düzenini dinsiz
yaşayamayacağını inandığı için Devlet (Poletia) isimli eserinde
zamanın eğitim sistemlerinde uygulanan din öğretimini eleştirmiş;
yeni bir eğitim ve öğretimin hangi ilkelere dayanması gerektiği
üzerinde durmuştu. Ona göre dinsizliğin asıl sebebi halktan değil, iyi
eğitilmemiş yüce değerlerle donanımlı olmayan filozoflardan
gelmekteydi. Dinsizliğe götüren materyalist felsefeye karşı spiritüalist
bir felsefe kurmak gerektiğini belirterek, fikir tarihinde ilk olarak
sağlam bir ilahiyat sistemi kurmuştun Ona göre ilahiyatın birinci
vazifesi Tanrı'nın varlığını ispat etmektir. İkincisi tanrının insanlarla
ilgilendiği ve bu nedenle de hiçbir kimsenin yaptıklarının yanına kar
kalmayacağını göstermektir. Ve nihayet sadece bir takım yalvarma
veya bağışlarla Tanrı’ların kazanılmayacağını ve herkesi kendi
hareketinden sorumlu tutulacağını belirtmektedir. Böylece Platon
inanç, eylem ve müeyyidenin önemini dile getirmekte ve bunların bir
toplumun varlık şartlarının temelini teşkil ettiğini söylemektedir.

Platon'a göre görünen dünyanın ötesinde daha mükemmel bir dünya


var: İdealler Dünyası. Mağara metaforuyla açıklar: Yeryüzündeki tüm
nesne ve kurumlar aslında idealler dünyasındaki gerçek nesnelerin
görüntüleridir.

Plotun’un öğrencisi olan Aristoteles birçok özelliği din hakkındaki


görüşlerini daha çok psikolojik ve metafizik temellerine
dayandırmıştır. Ortaçağ Müslüman, Yahudi ve Hristiyan teologları
Aristo’dan büyük ölçüde yararlanmışlardır.

Deneysel Sosyolojinin öncüleri arasında gösterilen Aristoteles’e göre


bir şahsın erdemli olması bunu davranışa dökmesiyle ortaya çıkar.
2-İslam Dünyasında Din ve Toplum

Tüm İslami bilimlerin, din sosyolojisi açısından mümbit birer kaynak


oluşuna ilaveten bir çok İslam aliminin görüşleri ayrıca münferiden
ele alıp incelemeyi fazlasıyla hak etmektedir. Başlıcalarını ismen
zikretmek gerekirse; Farabi, İbn Miskeveyh, Gazali, Maverdi,
Şehristani, ibn Rüşd, İbn Bacce, İbn Hazm, İbn Haldun ve İbn Teymiye
içlerinde en dikkat çekici olanlardır.

Farabi’nin büyük ölçüde Platon’dan etkilendiği bilinmektedir. Onun


alanımızla ilgili görüşleri arasında ‘’erdemli (fazıl) toplum’’ , ‘’erdemli
(fazıl) olmayan toplum’’ tiplemesi dikkate değerdir. Bununla ilgili
görüşlerini, es-Siyasetü’l-Medeniyye va Arau Ehli’l-Medineti’l-Fazıla
isimli iki eserinde serdetmiştir.

İslam dünyasında din-toplum ilişkileri bağlamında ilk akla gelen


isim, Tunus doğumlu İbn Haldun’dur. Daha çok, sosyolojik içeriği
bakımından din sosyolojisinin öncü eserlerinden sayılabilecek
Mukaddime isimli eseriyle tanınmıştır. İbn Haldun Mukaddime’de yeni
ilmin adının İlmü’l-umran olduğunu söylüyor. Açık bir şekilde
tanımlanmamakla birlikte umran kavramı, iktisadi yapıyla doğrudan
ilişkilidir.

İlmü’l-umran’ın amacı, toplumsal sünnetulahı araştırmaktır. İbn


Haldun’un Mukaddime’deki yöntemi ana başlıklarıyla şöyle
gösterilebilir:

-Döngüsel / çevrimsel (cyclical) tarih anlayışına sahiptir.

-Fiziksel yasalarla toplumsal yasalar arasında benzerlik kurar.

-Tarihi rivayetleri ve olayları akıl süzgecinden geçirerek yorumlar.

Sosyal bir tarihçi olarak İbn Haldun, siyasal egemenliklerin


kaynaklarını ve işleyiş süreçlerini objektif bir tavırla inceler. Akılcı ve
gözleme dayanan bir araştırma ruhuna sahiptir. Akla ve gözleme
dayanarak açıklar, akli olmayan ve gözlemlere dayanmayan tarihsel
aktarımlardan kaçınır.

İbn Haldun, maddede olduğu gibi toplum hayatının da bir tabiatının


(kanun) olduğunu düşünmektedir. Burada ‘tabiat’ kavramı bir
değişmezliği, sürekliliği ve ilkeyi ifade etmektedir. Süreklilik ve
değişmezlik sebebiyle, sosyal kanunlar karşısında insan iradesinin
etkisizliğini belirtmek üzere Muaviye’nin mülke (saltanata)
kavuşmasını örnek gösterir.

Sık sık kullandığı ‘zati araz’ , ‘sosyal hallerin tabiatı’ ve


‘sünnetullah’ gibi kavramlar, sosyal olayları biçimlendiren temel
ilkeleri değişmezliğini gösterir. Mesela, her üçgenin iç açılarının
toplamının iki dik açıya eşitliğini ‘zati araz’ kavramıyla açıklar.
Toplumsa olayların oluşumuna yönelik kesinlik belirten görüşlerinden
dolayı İbn Haldun’u determinist olmakla itham edenler de olmuştur.

İnsanın zayıf, temelde cahil ve ben merkezci olmasına karşılık


Allah’ın ona düşünme yeteneği ve el gücü (el-fikr ve’l-yed)
bahşettiğini söyleyen İbn Haldun, toplumu, insanın zayıflığını telafi
amacıyla insanlar tarafında bilinçlice oluşturulmuş bir yapı olarak
görür. Gıda ve beslenme, savunma ve güvenlik ihtiyaçlarını insanların
bir arada yaşamalarını gerekli kılan en önemli etkenlerdir. İnsan tek
başına yaşayabilseydi, neredeyse kendisine yetebilecek asgari gıdayı
bile temin edemezdi.

3-Din Sosyolojisinin Doğuşu

Sosyoloji, ismini Comte’den almış olmakla birlikte, sosyolojiyi


kuranlar arasında ilk önce hocası, Saint Simon’un adı geçer. Özel
mülkiyet karşıtlığı, emek ve emekçiye değer atfetmesi, başkalarının
sırtından kazanan rantiyecileri dışlaması; sınıf çatışmaları
toplumların evrimine yön veren motor görevi görmesi vb.
görüşlerinden dolayı Simon, sosyalizmin öncüsü olarak da
görülmektedir. Cemil Meriç onu ‘’ilk sosyolog, ilk sosyalist’’ olarak
niteler.

XIX. yüzyıl ve onu temsil eden pozitivist felsefe XVIII. yüzyılın aşırı
akıcılığına bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Pozitivist ekolün en önde
gelen temsilcisi, Auguste Comte’dur. Comte sosyolojiyi statik ve
dinamik olarak ikiye ayırır. Sosyal statik, toplumsal düzeni
incelemede kullanılacak bir düzen (ordre) kuramı, sosyal dinamik ise
toplumsal gelişmeyi incelemede kullanılacak bir ilerleme (progress)
kuramıdır. Statik sosyoloji, belirli bir zaman kesiti içerisinde bir
yandan toplumsal yapıyı (toplumsal anatomi) incelerken öte yandan
da toplumsal birlik ve uyumu (social consensus) sağlayan kurumları
inceler. Dinamik sosyoloji, insanlığın tarihsel gelişiminin
incelenmesidir.
Gerek statik sosyal gerekse dinamik sosyalin temel unsuru dindir.
Ona göre toplumu meydana getiren üç temel vardır: Aile, devlet ve
din. Bunlar olmadan bir toplum kurulamaz. Comte kurmayı tasarladığı
toplumun pozitivist bir dini olacağını ileri sürerek Pozitivizmin
İlmihali isimli eserini bile yazmayı denedi.

Sistematik din sosyolojisini ilk dikkat çekici ismi topluma çok


belirgin bir şekilde vurgu yapan Emile Durkheim’dir. Din sosyolojisi
kavramını ilk kullananı olarak bu temele ilk harcı koymakla kalmadı,
temellerin yükselmesine de katkı sağladı. Seleflerinden farklı olarak,
öncelikle sosyolojik yönetimin ilkelerini inceleyerek başladı. Tüm
toplumsal olayların arka planında toplumsal şartların yattığına ilişkin
genel ve de indirgemeci bir çerçeve çizdi. Bununla birlikte toplumsal
olgulara, kendi değer yargılarımızdan bağımsız bir şey olarak
yaklaşılması gerektiğini ileri sürerek objektiflik kavramını sosyolojiye
monte etti.

Sistematik di sosyolojisinin kurucusu olarak Durkheim kabul edilse


bile dini karakterleri sosyal davranışların ve gruplaşmaların daha
sistematik bir tipolojisini gerçekleştiren sosyolog Max Weber’dir.

4-Din Sosyolojisinin Konusu

Din sosyolojisi insanların din ile bağlantılı sosyal davranışlarını,


sosyal ilişkilerini ve bu ilişkiler üzerinde temellenen sosyal kurum ve
grupları araştırma konusu edinir. Bir başka ifadeyle, din sosyolojisi
‘’dini inanç ve pratiklerin sosyal örgütlenme biçimleri ve sosyal etkileri
ile ilgilenir’’.

Kuruluşundan günümüze gelinceye kadar birbirlerinden genellikle


farklı din sosyolojisi alanları ortaya çıkmıştır. Biz bunları klasik ve
çağdaş yaklaşımlar olarak iki kategoride değerlendireceğiz. Klasik
yaklaşımlar, din sosyolojisinin doğuşundan yaklaşık 1960’lı yıllara
kadar olan zaman dilimini; çağdaş yaklaşımlar ise daha sonraki batılı
araştırmaları kapsar.

a)Klasik Yaklaşımlar

- Dinlerin ortaya çıkışının sosyal nedenlerini araştıranlar.

- İçeriden bakarak dinlerin sosyal ve dünyevi görünümlerini


araştıranlar.
- Din ile dünyevi (profan) toplum arasındaki karşılıklı etkileşimi konu
edinenler.

- Dine kollektif yanılgı, sınıflarını sömürme aracı, dünyadan kaçma


çabası, acıları rahatlatmaya yarayacak telafi mekanizması olarak
bakanlar.

b)Çağdaş Yaklaşımlar

b.a)Fenomenolojik Yaklaşım

Fenomen sözcüğünün Türkçesi görüngüdür. Felsefede fomenoloji,


terimi ilk kullanan Edmund Husserl’in çalışmalarıyla somutlaştı.
Husserl fenomenolojiyi, ‘’insanın duyularıyla doğrudan kavranabilecek
şeylere ilgi’’ olarak tanımlar.

Fenomenoloji, sosyal bir fenomeni anlamak isteyen araştırmacının


kabullerinden, ön yargılarından ve felsefi dogmalarından kaçınması ve
sosyal olgunun ancak sosyal fail tarafından ‘doğrudan doğruya’
algılandığı şekilde anlaşılması gerektiğini vurgulayan bir yöntemdir.
Özellikle Husserl’in şeylerin aslına dönme çağrısı, sosyologların bilgi
kaynaklarını sorgulamalarına neden oldu. Dini araştırmalar alanına
fenomenoloji, gerek ‘ardındaki’ Mutlak Hakikati gerekse onun sosyal
yansımaları üzerindeki tüm dünyevi etkileri paranteze alan (epoche,
bracketing) kutsala yönelik deskriptif bir yaklaşım olarak ortaya çıktı.

Weber’in verstehen (öznel anlayış) sosyolojisi söz konusu yöntemin


başlama noktasını oluşturmakla birlikte bunun sosyolojideki ilk
önemli ismi, Alfred Schutz’dur. Sosyolojik araştırmada ‘metodolojik bir
ateizmi savunan Berger fenomenolojik yaklaşımı sistemleştiren
sosyologlardan birisidir. Breger’e göre sosyolojik y da teolojik bir
determinizme kaymanın en güvenli yolu metdolojik ateizmdir ve
böyle bir ateizm topyekun bir ateizm olarak anlaşılmamalıdır.

Dinin hayta anlam kazandırmak ve sosyal düzeni meşrulaştırmak


gibi bilişsel (kognitif ) işlevlerinin olduğunu kabul etme, fenomenolojik
bakış açısının temel varsayımıdır. Teodisenin rolü, anomiyle mücadle
etmektir. Bu yüzden din, insanlık tarihi boyunca anomiye karşı en
etkili siperlerden biri olagelmiştir.
b.b)Kültürel (Antropolojik) Din Sosyolojisi

Bu akımın öncüleri; Clifford Geertz, Mary Douglas, Robert J.


Wuthnow, Daniel Bell ve Robert N. Bellah’tır. Onlara göre sosyoloji,
ilgili bütün disiplinler ile ilişkiye girmeli ve bunu yaparken özerkliğini
ve bağımsızlığını kaybetmek gibi bir endişeye kapılmamalıdır. Kültürel
din sosyolojisinin dine bakışını belirleyen kavramlar; kültür, mana,
sembol, tecrübe, anlama ve iletişimdir. Sosyal antropolog C. Geertz,
‘Kültürel Bir Sistem Olarak Din’ adlı makalesinde dini, kültürel
sistemin bir parçası olarak, insanları etkileyen bir semboller sistemi
olarak görür.

2.BÖLÜM DİNİN SOSYOLOJİK TANIMI

A-Sosyolojik Açıdan Din

Kurucu sosyologların dine olan yoğun ilgileri, birtakım tartışmaları


da beraberinde getirdi. Dönemlerinin moda akımları olan Aydınlanma
ve Pozitivist felsefi gibi ‘ilahi kaynaklı’ din karşıtı çerçevelerin
etkisinde kalarak kurucu sosyologların dine bütüncül değil tikel
açıdan bakmaları, sorunun temel parçasıyı.

Sosyolojik Din Tanımları

1-Özsel Tanımlar

Kutsal aşkın, ilahi ve tabiatüstü gibi gerçek özü ve içeriği açısında


yapılan din tanımlarına özsel tanımlar (substantive-essenatialist)
denir. Din, bütünüyle özle ilgilidir. Tanrıya, manevi güçlere ya da
kutsal olarak bilinen şeylere iman edenlerin bir dini vardır,
inanmayanların ise yoktur.

Dinin özsel bir tanımını kabul etmek, Tanrı, Kutsal, Tabiatüstü,


Müteal ve gerçek gibi aşkın bir varlığa işaret eden inançlar sistemini
kabul etmek demektir. Kendi dünyamızı anlama çabası olup, gerçekte
sosyal ya da psikolojik yaşantımızla ilgisi olmayan spekülatif bir
girişimdir. Alman din bilimci Rudolf Otto’nun ‘’din kutsalın
tecrübesidir’’ tarzındaki tanımı buna örnek olarak gösterebiliriz.

İnsanların birbirini etkilemesiyle tecrübeler (objectivization) ve


bireyler üzerinde hakimiyet kuran bir olgu haline gelir. Sadece
bireylerce hissedilen sübjekitf bir tecrübe olarak kaldığı ve somutlaşıp
objektifleşmediği sürece hiçbir din toplum üzerine etkili olamaz.

2-İşlevsel Tanımlar

İşlevsel tanımlara odaklananlara göre din, dünyevi görüşlerine, insan


ve toplum üzerindeki sosyal ve psikolojik etkilerine göre tanımlanır.
İnsanın inanç sistemi, hem toplumsal yaşantısında hem de psikolojik
yaşantısında belirli bir rol oynuyorsa o bir dindir, böyle bir etkisi yoksa
(felsefe gibi) başka bir şey olarak görülür.

Köklerini Durkheim’de bulan, T. Parson ve R. K. Merton gibi


sosyologların geliştirdiği yapısal işlevselci kuramcılarda göze çarpan
özellik, daha çok, sosyal düzen, sosyal bütünleşme ve sosyal çatışma,
sosyal değişme gibi toplumsal farklılaşmaya dinin katkısı meselesinin
ön planda olmasıdır.

Burada din, doğaüstü, müteal bir uluhiyet kavramı taşımaktan daha


çok;

-İşlevsel bir güvenlik mekanizması; toplumsal düzen; dayanışma ve


değişmeyi sağlama ve gerilimi hafifletme aracıdır.

-Sosyalleştirme, meşrulaştırma ve anlamlandırma gibi bütünleştirici


işlevi sayesinde insanın hayal kırıklığının, yaşadığı çatışma ve
engellemeleri üstesinden gelmesine yardımcı olur.

-Din ‘’ortak hafızadır’’, dağınık kitleleri ortak bir bilinç içerisinde bir
araya toplar ve kimliklerini dışa vurabilecekleri bir referans kaynağı
sağlar.

-Toplumsal düzen ve bütünleşme (entegrasyon) faktörü olmasının


yanı sıra kimi durumlarda toplumsal farklılaşma ve ayrışma nedeni de
olabilir.

İşlevsel yaklaşım açısından din bütünleşmeye yol açtığı gibi bazen


ayrılığa da neden olabilir.

3-Çok Yönlü Kapsayıcı (Polythetic) Tanımlar

Politetik din, din tanımı konusunda yetersiz kalan özsel ve işlevsel


din tanımlarına alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Gerçekte politetik
anlayış, bir sistemin tanımını yapmaktan çok, o sistemin din olup
olmadığını anlamak için bir kriterin ortaya konulmasıdır.
-Tanrı vb. kutsallara yönelik merkezi ilgi ve inançlar.

-Bu tür inançlara dayanan ahlaki kodların ihlali durumunda doğaüstü


müeyyideler.

-Dünyevi unsurların kutsal ve profan halinde dikotomik ayrışması.

-Dünyevi varlığın sıradanlığından kurtuluşa doğru bir yönelim.

-Dini pratikler.

-Bir kutsal metin ya da aynı şekilde yüceltilen sözlü gelenekler.

-Ruhbanlık ya da uzman dini elit.

-Manevi bir toplulukta bütünleşme, aidiyet hissi.

Gibi unsurların tamamı olmasa bile bir kısmı din kabul edilebilecek bir
sistemde görülebilir. Kuşkusuz, Budizm de bu ölçülere göre din olarak
görülür.

Politetik yaklaşım, özsel ve işlevsel yaklaşımları da kapsayan daha


gene bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın üstünlükleri, monotetik
yaklaşımın eksikliklerini yansıtır. Politetik yaklaşım, oluşabilecek
problemlerden sakınarak hiçbir kesin sınır çizmez, ancak diğer
taraftan belirsizliğe yol açar.

Özetlersek, işlevsel tanımlama, dinin fertlere ya da topluma


sağladığı farz edilen yararları tasvir eder ve dinin ne yaptığı ya da ne
işe yaradığı; özsel tanımlama ise dinin içeriği ya da özüyle ilgili
karakterleri içerir ve inin ne olduğu üzerine yoğunlaşır. Ancak her iki
tanım da monotetik ve birbirlerini dışlayıcıdırlar. Sadece sübjektif bir
tecrübe olarak hissedilen ama dış dünyada somutlaşıp
objektifleşmeyen bir din neredeyse imkansızdır. Bu iki tanımın
alternatif eksikliği ise her fenomenin dini olabileceğini kabul
etmesidir.

Her halükarda bir din, sosyolojik bakış açısından üç karakteristiği


itibariyle teşhis edilebilir. Bunlardan birincisi inançlar ve inanılan
alanın ya da iman alanının niteliğidir. İkincisi ibadet, ayin ve
ritüellerdir. Üçüncü unsur ise, aynı inanç topluluğuna mensup olma
(aidiyet) duygusudur. Bu maddelerden birisine sahip olmadığında, din
olma niteliğini elde edemeyecektir.
B-Kurucu Sosyologların Dine Bakışı

1-Karl Marx: Üstyapı Unsuru Olarak Din

a)Dinin Sosyal Kaynağı: İdeoloji ve Yabancılaşma

Alman toplum kuramcısı Kral Marx ilk eseri Elyazmaları’nda,


mülkiyet dağılımının ve aşırı uzmanlaşmanın doğurduğu
dengesizliklerin insan üzerindeki olumsuz psikolojik etkilerine dikkat
çeker; üretim araçlarının mülkleştirilmesi, işçilerin kendi öz
varlığından sıyrılarak yabancılaşmasına sebep olmaktadır. Bir grup
kapitalistin, başkasının ürününü kendisine mal etmesi
yabancılaşmanın kaynağıdır.

Marx’da din, emek ve iş bölümü yabancılaşmanın kaynağıdır.


Marksistler, toplumsal ayrışmanın sömürücü bir sınıf varlığından
kaynaklandığını söylerler. Varlıklı egemen sınıf kölevari bağımlılığı
sürdürürken sömürülenler, yabancılaşılanlardır.

Acı çeken insanlar kendilerini daha iyi bir dünyanın beklediği


inancıyla hareket ederek ıstıraplarının dindiğini düşünürler. Bu
anlamda in, bir ‘’afyon’’ gibi çekilen acıları uyuşturur; ölümden sonra
kurtuluş vaat ederek, ıstırap çekmeyi üstünlük sayarak ve doğaüstü
yardım ümidi bahşederek, sömürülenin ıstırabını dindirir.

Görüldüğü üzere, Marksist çerçevede dinin iki tür işlevi ortaya


çıkıyor: Din zayıflara, güçsüzlüklerinin telafi edileceği umudunu
vererek, varlıklılara d güçlerini Tanrı’nın bir armağanı olarak görme
inancını sağlayarak içerisinde bulunulan ortamı meşruaştırmaktadır.

b)Marx’ın Din Görüşünün Eleştirisi

Marx emekçi sınıfların sömürüldüklerinin farkına varmasını, yani


sınıf bilincinin gelişmesini engellediği düşüncesiyle dini afyon olarak
nitelendirmektedir. İkincisi, Marx’ın maddecilik anlayışı. Üçüncü
olarak Marksizm, işçi sınıfının bilinçlenmesini sağlamak amacıyla,
sosyal ve ekonomik koşulları düzeltme yerine daha da kötüleştirilmesi
yönünde bir eğilime sahiptir. Kimi Marksistlerin, yeryüzüne gerçek
adalet krallığını yaratacak olanların, talihsiz yoksulların yardımına
koşacak gerçek merhametlilerin (good Samaritans) dindar değil,
kendilerinin olduğunu iddia etmesi sadece marjinal, farklı bir damarın
varlığına işaret eder.
Dinleri eleştiren Marksizm, sonuçta kendisinin de bir din gibi
dogmatizme dönüştüğünü bilmezden gelir. Marksizm’in din eleştirisi,
modernleşme ve dolayısıyla sanayileşmenin sıkıntılarının önemli
boyutlara ulaştığı dönemde Avrupa’da yaşanan olayların bir
eleştirisinden ibarettir.

2-Auguste Comte: İnsanlık Dini

Comte evrimci bir anlayışla, toplumların zorunlu olarak birbiri


ardından aşamalar (Üç Hal Yasası) halinde farklı dönemlerden
geçtiğine inanır. Bunlar sırasıyla, teolojik, metafizik ve pozitif haldir.
Teolojik dönemde insan, evrendeki olayların değişmez yasalarla değil
insanlarınkine benzeyen iradeler tarafından yönetildiğine inanır.
Metafizik dönemde olayların açıklanmasında, Tanrı fikrinin yerine
tabiat kuvveti, cevher, erdem, özgürlük, eşitlik gibi niteliği belli
olmayan soyut manevi güçler geçmiştir ve insan evrendeki her şeyi bu
soyut güçlere göre belirlemeye çalışır. Pozitif dönem ise, açıklamaların
gözlenen olgular arasındaki bağlantıları gösterir bir hal aldığı bilimsel
aşamadır.

Kurmayı tasarladığı toplumun pozitivist bir dini olacağını ileri süren


Comte, Pozitivizmin İlmihalini (Catehisme Positiviste) bile yazmıştı.
Ancak umudu saf bir hayal olarak kaldı.

3-Emile Durkheim: Dinin Kaynağı Olarak Toplum

Bu anlayışın temsilcisi olarak Durkheim topluma çok güçlü bir


şekilde vurgu yapıyor; ‘’herhangi bir toplumsal olayın sebebi yine
toplumsaldır’’ ya da ‘’sosyal olgular ancak sosyal olgularla
açıklanabilir’’ diyordu. O, bütünüyle sosyal bir olgu olarak düşündüğü
din için de toplumsal açıklamaların dışında herhangi bir açıklama
kabul etmeyen bir sosyolojistti.

a)Din Tanımı

Durkheim için din, bilim alanının dışına konumlayacak kaar güçlü


bir kültür formu, bütünüyle sosyal bir olgudur. Onun din tanımı,
işlevsel tanımın ilk örneği olarak değerlendirilir. Durkheim dini,
inançlar, ibadetler ve cemaat (kilise) olarak üç ana başlık altında
toplamaktadır.

-Din, inançlar ve pratiklerle ilgilidir.


-Din, inançlar aracılığıyla sosyal davranışı etkilediği gibi, bir kilise
etrafında insanları bir araya toplayarak sosyal dayanışmayı da
sağlamaktadır.

-Kutsal, dinin merkezidir.

b)Totem İnancı

Durkheim ilkel toplumlarda var olan dinin kaynağını açıklamak


üzere totemizm kavramını kullanmakla birlikte, kendi sisteminde
totemizm de bizatihi toplumun ürünüdür. Durkheim’in düşüncesinde
esasen kutsal olan toplumdur. Özellikle totemcilikte isan farkına
varmadan kendi toplumuna tapınır. Totemcilik dışında ise bizzat
toplum, inançların ortaya çıkmasına ve gelişmesine yardımcı olur.

c)Kollektif Bilinç ve Din

Durkheim’in topluma atfettiği kutsallık, kendisini kollektif bilinç


kavramını üretmeye sevk etmiştir. Kollektif bilinç, nitelik açısından
bireysel bilinçten farklı, ortak duygu ve inanç dünyasından
kaynaklanan birlikteliktir. Bu bilinç, bireylerin içinde bulunduğu özel
koşulardan bağımsızdır, bireyler geçici o ise süreklidir. Bütün temel
değer yargılarımız, inançlarımız, gurubun kaderiyle ilgili istek ve
endişelerimiz hep kollektif bilin kategorisine girer.

Durkheim’e göre cemaat halinde yapılan toplu ayin, ibadet ve


törenler, bireyde ortak bir bilinç yaratarak bir çok sosyal uygulamanın
kutsal nitelik kazanmasına yol açar. Bireyi kendinden geçirir,
törenlerin coşkusuyla Tanrı’ya giden yolu bulur, ayin ve törenler
sayesinde günlük hayatın sıkıntılarını unutarak olağanüstü duygular
yaşar.

Durkheimcılara göre, bir ayinin anlamlığını gösteren önemli bir


unsur, onun kollektif doğasının bireysel, özel tecrübenin sınırlarını
aşan bir bilinç halini yaratma tarzıdır. Kollektif bilincin temel
niteliklerinden birisi, bireylerin daha büyük bir tolumsal birimin
parçası oldukları bilincine ulaşmalarını sağlaması nedeniyle toplumsal
dayanışma ve bütünleşmeye yol açmış olmasıdır.

d)Durkheim’in Eleştirisi
Durkheim’in pozitivistler gibi indirgemeci bir tutum içinde dine
dışarıdan bakıyordu. Onun için görüşüne yapılan eleştiriler ana
başlıklar halinde şöyle özetlenebilir:

-Avustralya yerlilerini bizzat doğrudan gözlemlediği halde sadece


etnologların yazılarını yorumlamak suretiyle, totemizmden çıkardığı
kanıtları bütün dinlere teşmil etmiştir. Başka hiçbir dini incelemeye
gerek duymadan ortaya atılan kapsamlı bir bin teorisi, yanlış ve
sübjektif bir değerlendirme olmaktan öteye geçmez.

-Dinin işlevselliği üzerinde odaklanmış inanç ve ibadetleri sadece birer


sosyal olgu olarak görmüştür.

-Kutsalı oldukça basit indirgeyerek Tanrı kavramının yerine toplumu


koymakta ya da en azından insanlardan müteşekkil olan bu sosyal
ilişkiler ağına gereğinden fazla olağanüstü bir güç vehmetmektedir.

4-Max Weber: Anlamlandırma İmkanı (Teodise) Olarak Din

Marx ve Durkheim’den farklı olarak Weber, doğrudan din tanımı


yapmaz fakat dinin, ‘’insani anlamlandırmayla ilgili bir eylem’’ iyi ve
kötü talihle ilgili teodiseler üreten bir fenomen olduğunu düşünür.
Weber’de din, hayatın güçlük ve adaletsizliğine köktenci bir karşılıktı.
Bu güçlük ve adaletsizlikleri anlamlı hale getirmeye çalışarak
insanları, bunların üstesinden gelmeye ve karşılaştıklarında
kendilerini daha güvende hissetmeye muktedir kılar. Böylece din,
dünyayı anlamlı ve düzenli hale getirir.

You might also like