15755c2b-2cf0-4c76-8fa3-8b449a6f8845

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 118

TÜRK DİLİ VİZE SINAVI KONU BAŞLIKLARI

- DİL
- KÜLTÜR
- YERYÜZÜNDEKİ DİLLER
- TÜRK DİLİNİN TARİHİ GELİŞİMİ

TÜRK DİLİ FİNAL VE BÜTÜNLEME SINAVI KONU BAŞLIKLARI

- DİL
- KÜLTÜR
- YERYÜZÜNDEKİ DİLLER
- TÜRK DİLİNİN TARİHİ GELİŞİMİ
- ALFABE TARTIŞMALARI VE TÜRKLERİN KULLANDIĞI ALFABELER
- NOKTALAMA VE YAZIM KURALLARI
- TÜRKÇENİN SES ÖZELLİKLERİ
- TÜRKÇENİN YAYILIM ALANLARI
1
2
.................................................................................................................................. 3

............................................................................................................. 4

............................................................................................................................................ 5

............................................................................................................................................. 7

............................................................................................................... 8

.............................................................................................................12

............................................................................................................33

...................................................................................................................34

..........................................................................................................36

..........................................................................................................42

3
4
Türk Dilinin, yapısı, işleyişi, tarihi gelişimi, Türk dili yadigârları ve edebi eserleri tarihi
dönemleri içerisinde sizlerle paylaşırken aynı zamanda “ Kompozisyon Bilgisi”, “Yazı Türleri”
gibi çeşitli alanlarda da, ilk dersten başlayarak, yararlı ve pratik bilgiler vermek
amaçlanmaktadır.
Bu bölümün konusu ise “Dil Nedir?”, “Dilin Tanımları”, “Dilin Özellikleri” ve “Dilin Alt
Dalları”, “Dilin Türleri” hakkındadır.

 Bu üniteyi çalıştıktan sonra;


 Dilin tanımını bilecek ve önemini
AMAÇLAR

açıklayabilecek,
 Dillerin özelliklerini açıklayabilecek,
 Dilin alt dallarını, konuşma dili ve yazı dili
arasındaki farkları söyleyebileceksiniz.
 Dilin türlerini açıklayabilecek
 İnsanın kültür alanının ana diline göre ve ana
dilinin imkânlarıyla şekillendiğini, kendini ve
dünyayı dil aracılığıyla anlamlandırdığını ifade
edebilecek
 Zamanın ihtiyaçlarına cevap verebilecek aydın
kişiler durumuna gelmenizde, dilin her zaman
hayatınızın en iyi iletişim kaynağı olduğunu
açıklayabilecek
 Türk dilinin yapısı üzerinde farkındalığınızı
arttırmak,
 Dili kullanmanın, bilgiden çok beceriye
dayandığı anlatabilecek
 Dili kullanma becerisinin insanın her türlü
etkinliğinde önemli rolü oynadığını
açıklayabilecek

5
6
Öncelikle bu dersimizde:
Dil konusunu tabiî bir varlık olarak ele almak, insan dilinin yapısını ve dünya dilleri
arasındaki muazzam çeşitliliği kavratmak, diller arasındaki farklılıkları ve ortak özellikleri
belirlemek ve dilin iletişimde kullanılan en etkin sistem olduğunu anlatmaktır.
Dilin oluşumu açıklanarak insanın dil yetisine sahip bir varlık olduğu, dil yetisi çevresinde
iletişim etkinliğinin gerçekleşmeye başladığı, iletişimin anlaşmayı sağlamak için gerçekleştiği
vurgulanacaktır.

«Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan


doğal bir vasıta; kendine has kuralları
içinde yaşayıp gelişen canlı bir varlık;
milleti bir arada tutan, koruyan ve milletin
ortak malı olan sosyal bir kurum; temeli
bilinmeyen zamanlarda atılmış gizli bir
anlaşmalar sistemi ve seslerle örülmüş
muazzam bir yapıdır.»

7
Dersimize dilin tanımlarıyla devam edelim; ancak, öncelikle tabiî (doğal) varlıklar ve sun’i
(yapay) varlıkları doğru biçimde tespit etmek için, önemli bir hususu vurgulamanın, dilin
tanımları başlığını iyi ve doğru anlama açısından önemli olduğunu düşünüyoruz.

Tabiî varlıkların tam ve eksiksiz bir tanımı yapılamaz; ancak her tanım, o varlığın
farklı bir yönüne açıklık getirebilir.

İnsanoğlunu diğer canlılardan ayıran özellikler: başta dil yetisi olmak üzere konuşma
becerisi, zekâ, düşünme sistemi, duygu, anlam oluşturma, anlamlar arasında spektrum
oluşturarak anlam haritaları meydana getirme, geçmiş zaman bilgileri-anlık bilgiler arasında
benzerlikler, karşıtlıklar ve tezatlıklar gibi ilişkiler kurarak bu bilgileri geleceğe taşıyabilme gibi
özeliklerdir; ancak bunların hepsinin başında DİL yeteneğimiz vardır. Dil olmadan bu
özelliklerin oluşması da mümkün değildir. Dil olmadan düşünce, zekâ vb. kavramlar da
oluşamaz. Bizler ancak kelimeler aracılığıyla düşünürüz. Kısacası dil olmadan insan da
olamayız. Bizi insan, eşrefi mahlûkat olma şerefine ulaştıran en önemli özelliğimiz dildir.
Bir insan bir diğeriyle karşılaştırıldığında, her ikisinin de birbirlerinden parmak izi gibi
farklı olduğunu söyleyebiliriz. Bu sadece vücut ve görünür uzuvlardan oluşan bir farklılık değil,
sosyal, psikolojik ve ruhsal yönden tüm farklıları kapsar. Yeryüzünde mükemmel özelliklerde
yaratıldığımız gibi, farklı özelliklerimiz de bir araya geldiğinde birbirini destekleyen ve besleyen
zenginliklere sahip olduğumuz ortaya çıkar. Birimiz diğerinin eksik bıraktığı bir yönü
tamamlama noktasında hazır yetenek ve potansiyellere sahip bir varlık olarak, gereken zamanın
oluşması için sırada beklemektedir. Farklılıkların oluşturduğu farklı yeteneklerle geleceği
birlikte inşa ettiğimiz ortadadır.
8
Geleceği inşa edebilme gücümüz ve yeteneğimiz de karşılıklı iletişimimizi sağlayan DİL
sayesinde gerçekleşebilir.
Bu bağlamda dilin tanımlarına bir göz atarken, doğal bir varlık olan dilin tek bir
tanımından söz etmenin de mümkün olamayacağını ancak dilin tanımlarından söz
edebileceğimizi dersimizin bu aşamasında vurgulamak istiyorum.

Tahsin Banguoğlu’nun Dil Tanımı:

"Dil insanların meramlarını anlatmak için kullandıkları bir sesli


işaretler sistemidir. Elle, başla, gözle, kaşla işaretler yaparak da bazı
duygularımızı, düşünce ve dileklerimizi anlatırız. Fakat en mükemmel
anlatma (expression) vasıtamız dildir. Konuşma (parole) kişioğluna vergi
olan ve insanı hayvandan ayıran bir yüksek işleyiştir(function). İnsan
konuşma yeteneği ile doğar. Fakat dil doğuştan bilinmez. Çocuk içinde
yaşadığı topluluğun dilini, anadilini (langue maternelle) uzun bir çıraklık
devresi süresince öğrenir. Aslında her dil (langue) bir insanlar topluluğu
arasında binyıllar boyunca gelişerek meydana gelmiş bir sosyal kurumdur.”

Doğam Aksan’ın Dil Tanımı:


“Dil bir anda düşünemeyeceğimiz kadar çok
yönlü, değişik açılardan bakınca başka başka nitelikleri
beliren, kimi sırlarını bugün de çözemediğimiz büyülü bir
varlıktır. O, gerek insan gerek toplum gerekse insan ve toplumdan ayrı
düşünülemeyecek olan bilim, sanat, teknik gibi bütün alanlarla ilgili bulunan,
aynı zamanda onları oluşturan bir kurumdur.”
“Dil, insanı insan yapan özelliklerin başında yer almaktadır. Dili
olmayan bir insan topluluğunu düşünmek mümkün değildir. Çünkü insan,
dili kullanma yetisine, konuşma özelliğine sahip tek varlıktır. Duygu ve
düşüncelerimizi, geçmişimizi, geleceğimizi, yaşadıklarımızı, hayallerimizi bir
başkasına aktarabilmemizi sağlayan, dil değil midir? Bir Afrika kabilesinin
dilinde henüz konuşmayan çocuklara “kuntu” yani “şey” denmektedir.
Konuşmaya başladığında ise çocuğa “muntu” yani “insan” diye
seslenilmektedir.”

Zeynep Korkmaz'ın Dil Tanımı:

“Dil, bir toplumu oluşturan kişilerin düşünce ve duygularının o


toplumda ses ve anlam bakımından ortak öğeler ve kurallardan
yararlanarak başkalarına aktarılmasını sağlayan çok yönlü ve
gelişmiş bir sistemdir.

Edward Sapir

"Dil, yalnızca insana özgü olan; düşüncelerin,


duyguların ve isteklerin, istençle (irade
göstererek) üretilmiş semboller kullanarak
iletilmesini sağlayan ve içgüdüsel olmayan bir yöntemdir.”

"Dil, aslında kültürel ya da sosyal bir üründür ve öyle anlaşılmalıdır."

9
Mehmet Kaplan’ın Dil Tanımı
Dil, tıpkı ev gibi bir milletin duygu, düşünce ve hayatının barınağı,
korunağıdır… Dilin bütünü milletin evidir. Bin bir odalı bir ev! Buna şehir,
ülke demek daha doğru olur. Milletler dillerini tıpkı medeniyetleri gibi
korurlar.

Günay Karaağaç’ın Dil Tanımı:


Dil, insan oluş maceramızın başlangıç noktasıdır.
Kendisi de tabiatın bir parçası olan insanı, tabiatın
başka varlıklarından ayıran başlıca özellik, başka yer
ve zamanlara ait bu bilgi birikimine, yani tarihe sahip
oluşudur. Başka varlıklar gibi “bugünde” ve “burada”
yaşamakta olan insanı, bugünden ve buradan götüren “dil”dir.

Fuat Bozkurt’un Tanımı:


“Dil, evreni algılayış ve yansıtmanın ses, sözle
göstergesidir. Evren sonsuz ve devingendir. Kişioğlu
evreni bilinci ile algılar, dili ile yansıtır. Kişioğlu evreni algılama ve
yansıtması ölçüsünde dili güçlüdür. Bu bakımdan dil, kişinin evrene açılan
aydınlığıdır

Ahmet Buran ve Dil

Nasıl tanımlanırsa tanımlansın bu tanımların hiçbiri dilin temel


işlevinin bilme ve bildirişme olduğu gerçeğini değiştirmez. Tabiî ki
bilme ve bildirişme olayı da akıl ve bilinç ile doğrudan ilgili bir
olgudur. Kişisel ve toplumsal olarak insanın varlığı algılama biçimiyle
ilgilidir… ve
… Kendi doğal şartları içinde doğup gelişen bu dillerin,
toplumun zihinsel ve sosyo-kültürel dünyası ile sıkı bir bağı vardır.
Sesbirim, biçimbirim, sözcük ve cümle gibi dilin temel birimleri
bakımından bu diller özgün özelliklere sahiptirler.

Muharrem Ergin’in Dil Tanımı:


Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan doğal bir vasıta; kendine has
kuralları içinde yaşayıp gelişen canlı bir varlık; milleti bir arada tutan, koruyan
ve milletin ortak malı olan sosyal bir kurum; temeli bilinmeyen zamanlarda
atılmış gizli bir anlaşmalar sistemi ve seslerle örülmüş muazzam bir yapıdır.”

10
Ferdinand de Saussure’ün Dil Tanımı:

Dil bir kâğıda da benzetilebilir: Düşünce kâğıdın ön yüzü,


ses ise arka yüzüdür. Kâğıdın ön yüzünü kestiniz mi, ister
istemez arka yüzünü de kesmiş olursunuz. Dilde de durum aynı:
Ne ses düşünceden ayrılabilir, ne de düşünce sesten.

Noam Chomsky ve Dil

Dil yetisi insanlara özgü bir yetidir. Tüm insanlarda var olan ve
başkalarında var olmayan, benzersiz, basit girdilerle zengin ve
karmaşık dilleri ortaya çıkartabilen bir yeti. Bu şekilde gelişen dil,
bizim ortak biyolojik doğamız doğrultusunda belirlenmiştir, düşünce ve
kavrayışa derin bir biçimde nüfuz eder ve doğamızın temel bir bölümünü
oluşturur.

11
Değerli öğrenciler,
Dilin özelliklerini önceliklerini başlıklar halinde aşağıdaki şekilde belirlemekte yarar
görüyorum.
Dilin Özellikleri
1. Dil bir sistemdir.
2. Dilin temeli sestir ve doğal olarak sözlü anlatım yani, en etkili anlaşma aracıdır.
3. Tabiî (doğal) bir araçtır ve doğal dilde nedensizlik ilkesi esastır.
4. Dilde ilkel dil, gelişmiş dil ayırımı yoktur.
5. Dilin kendini mahsus (özgü) kuralları vardır ve dilin üretim yetisi sınırsızdır.
6. Dil sürekli değişim ve gelişim içinde olan canlı bir varlık olması, her dilin ait olduğu
toplumun gereksinimlerine cevap verebilecek yeterlilikte olmasını sağlamıştır.
7. Dil toplumsal katmanlara göre değişir.
8. Dil, öğrenilen değil, edinilen kuşaktan kuşağa aktarılan bir sistemdir ve milletin ortak
malıdır.
9. Dil toplumsal ve millî (ulusal) bir kurumdur. Milletin sosyal akrabalık bağıyla
oluşmasını sağlar.
10. Dil, insanı konu alan her bilim dalıyla yakından ilgili doğal bir iletişim aracıdır.
11. Dil, hem araçtır hem malzemedir hem de bu aracı ve malzemeyi kullanan sistemdir.
12. Diller arasında benzerlikler ve ortaklıklar olabilir.
13. Temeli bilinmeyen zamanlarda atılmıştır.
14. Gizli bir anlaşmalar sistemidir.

12
Birinci olarak diyoruz ki, dil aslında bir sistemdir. Dil bir sistemdir derken özellikle neyi
anlatmak istiyoruz? Özellikle, dilde belli bir sistemin ve kuralların var olduğunu vurgulamak
istiyoruz. Biz “-(I)yor” ekini kullanacaksak örneğin gör-ü-yor, -yor ekinin yerine, keyfimize göre
bir başka ek isimlerden yüklem yapan ek-fiil üçüncü teklik şahıs “-DIr” ekini bu fiile
getiremeyiz. Bu eki “Gör-“ fiiline getirirsek “gör-dür” diye anlamlı bir yapı oluşturamayız. Aynı
şekilde “-Iyor” ekini bir isme getiremeyiz. “Güzel-yor-“ şeklinde bir çekimle bir yüklem elde
edemeyiz, ama ek-fiil üçüncü teklik şahıs ekini ekini getirerek, “güzel-dir” şeklinde bir isim
cümlesinin yüklemini oluşturabiliriz. Dilde ona ait bir sistem vardır ve bu sistemin dışına
çıkamayız.
Dil insanlar asında kullanılan en sistemli iletişim aracıdır. İnsanlar, duygu ve
düşüncelerini, korkularını, beklentilerini, umutlarını, acılarını, sıkıntılarını dil sayesinde diğer
insanlara paylaşır. İnsanlarla, insanların duygu düşünceleriyle, nesnelerle, tabiattaki canlı cansız
tüm varlıklarla aramızdaki en önemli iletken dildir. Çevremizdeki her şeyi diğer insanlara,
geleceğe, gelecekteki nesillere aktarmak için dil denilen sistemli aracı kullanır, onun vasıtasıyla
iletişime gireriz. Bu iletişimin sağlıklı gerçekleşmesi dil denilen bu sistemin kurallarını iyi
bilmekle mümkündür.
Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en etkili iletişim aracıdır. İnsan, düşüncelerini,
duygularını bilgilerini ve tecrübelerini başkalarıyla paylaşmak; başkalarının düşünce, duygu,
bilgi ve tecrübelerinden yararlanmak, onları anlamak ve hissetmek üzere yaratılmış sosyal bir
varlıktır. İnsan bütün bu ihtiyaçlarını dille karşılar; diğer insanların düşüncelerini, duygularını,
bilgilerini ve tecrübellerini dil ile anlar; kendine ait olanları da dil ile anlatır.
Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan en etkili iletişim aracıdır. İnsan, düşüncelerini,
duygularını bilgilerini ve tecrübelerini başkalarıyla paylaşmak; başkalarının düşünce, duygu,
bilgi ve tecrübelerinden yararlanmak, onları anlamak ve hissetmek üzere yaratılmış sosyal bir
varlıktır. İnsan bütün bu ihtiyaçlarını dille karşılar; diğer insanların düşüncelerini, duygularını,
bilgilerini ve tecrübellerini dil ile anlar; kendine ait olanları da dil ile anlatır.
Dille ilgili bu aşamalar, anlama (dinleme, düşünme ve okuma düzeyleri) ve anlatma (yazılı
anlatım ve konuşma düzeyleri) dediğimiz iki aşamadan oluşur:

Dil işitme, görme taklit ve konuşma aygıtlarının gelişmesiyle kişiye ait bir beceri olarak
ortaya çıkar. Sözsüz (beden dili), sözlü ve yazılı iletişimi sağlayan dil becerileri beş öğelidir:
düşünme, konuşma, yazma, okuma ve dinleme.
Beş öğeli olan dil becerileri olumlu ve olumsuz yönlere sahiptir. Türk Dili dersi açısından
dil becerilerinin akademik düzeyde, olumlu kullanımı üzerine yoğunlaşmak dersimizin önemli
amaçlarından biri olacaktır. Derslerimiz, bir sözün, neyi, ne zaman, hangi mekânda, hangi kişiye
13
nasıl ifade edilmesi gerektiği gibi; olumlu ve insanları etkileyecek şekilde nasıl kullanılması
gerektiği ile ilgili kullanımlara yönelik çalışmalar içerecektir.

Ortalama bir insanda dil performansı bir yaş civarında sözlü dil yetisi, eğitim çağından
sonra da yazılı dil yetisi gelişir. Sözlü dil dinlemeyi; yazılı dil de okumayı besleyerek gelişir.
Örgün eğitimin temel amaçlarından biri, kişinin dil performansını yükseltmektir. Dil performansı
geliştikçe kişi, düşünen, düşündüğünü sözlü ve yazılı olarak ifade edilen, ifade edileni
anlayabilen bir kişi olarak, düşünen, konuşan, yazan, okuyan ve dinleyen biri olarak; düşünme,
değerlendirme, eleştirme ve yorumlama yeteneğine sahip olacaktır.
Dil, soyut bir sistemdir; buna karşılık onun kişisel kullanımı olan söz ve yazı somuttur.
Düşünce ancak ve ancak ana dilin bahçesinde çiçek açar. Bilimi Türkçede kuramıyorsak, ona
sahip değiliz demektir. Her dilin sözcükleri farklı bir dünya algılaması yansıtır. Bu algılama tarzı
dil sisteminin bir parçasıdır.
Dil yalnızca konuşabilmek değildir. İnsanoğlunun düşündüğünü başkalarına iletebilmesi de
demektir. Dilde düzen insanın gözüdür, beynidir, düşüncesi, ruhudur.
Dil bilimcilerinin “dil yetisi” ve “dil performansı” kavramlarıyla ifade ettiği şey; her
insanın dil edinme ve kullanma yeteneğine sahip olarak doğmasıdır. Her insan yaşadığı kültür
çevresinden işittiği seslere göre taklit ettiği dilin seslerini ve mantığı kavrayarak dilini
kullanmayı öğrenir. Hangi etnik kimlikten doğarsa doğsun bir çocuğun yaşadığı kültürel çevre,
taklit ettiği seslerle biçimlenen başta hançere (larenks) olmak üzere şekillenen diğer konuşma
aygıtlarına göre kullandığı kültür dilini öğrenir. Türk olarak doğmuş bir çocuğu İngiltere’ye,
İngiliz olarak dünyaya gelmiş bir çocuğu Türkiye’ye bir aileye teslim edin, bunlar kendi etnik
dillerini değil, bulundukları kültürel çevrenin dilini öğreneceklerdir. Her insan dünyadaki tüm
dilleri edinebilme ve kullanabilme kabiliyeti ile dünyaya gelmiştir.
“Dili, kültür hazinesi yapan çıplak dil kaideleri değil, duygu, düşünce ve çeşitli hayat
tecrübelerini anlatmak için halkın yüzyıllar boyunca icat ettiği sayısız ifade şekilleridir.”
(Kaplan, Mehmet, Kültür ve Dil, Dergâh Yayınları: 2003:176)
Anlaşılmak, mesleğimizde başarı elde etmek, yaratıcı olmak, yaradılışımızdan getirdiğimiz
ve sadece kendimize ait olan yeteneklerimizi yurdumuzun ve insanlığın hizmetine sunmak
istiyorsak işe dilimize ilgi göstermekle başlayabiliriz.
Düşünme, konuşma, yazma, okluma ve dinleme kavramlarıyla ifade ettiğimiz dil becerileri
her öğesiyle olumlu ve olumsuz özellikleri bakımından madalyonun iki yüzü gibidir. Yunus
Emre’nin ifade ettiği gibi, “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı/ Söz ola agulu aşı, balı ile
yağ ide bir söz: Kişi bile sözün demini demeye sözün kemini / Bu cihan cehennemini sekiz uçmag
ide bir söz.” Söz savaşları bitirebildiği gibi, başı da kestirebilme özelliğine sahiptir.
Davranışçı kuram, dilin alışkanlıklar ve becerilerden oluşan bir dizge olduğunu, dile dair
bilgilerin koşullanma ilişkilendirme ve becerileri uygulamaya dönük araştırmalar yapma
türünden mekanizmalarla öğrenildiğini ve bir dili bilmenin bu becerilere hâkim olmak, dil
kullanımının ise bu becerilerin uygulaması olduğunu öne sürmüştür.
Chomsky bu kuramın yanlışlığını dile getirir ve bütün insan dillerinin ortak temelini
oluşturan şeyin “evrensel dilbilgisi” olduğunu varsayar. Örneğin her dilde özne, yüklem, tümleç
vardır. Evrensel dil bilgisi bizim tüm insan dillerini öğrenmemizi mümkün kılan, kalıtım yoluyla
14
aktarılan, doğuştan gelen genetik bir yetenektir. Dolayısıyla evrensel dil bilgisi insan dilinin
değişmeyen ve öğrenilmeden bilinen özelliklerini içerir. Bu özellikleri biliyoruz ancak onları
öğrenemiyoruz. Bu bilgiyi öğrenme sürecinde bir temel olarak kullanıyoruz. Dolayısıyla
Chomsky’ye göre dil deneyim yoluyla öğrenilen bir şey değil de deneyimi düzenlemenin bir
yoludur.
Dil deneyimlerimizle ve çevremizdeki kişilerle etkileşim içinde, geçmiş çağlardan
günümüze aktarılan sözlü ürünlerle ve günümüze kadar iletilen yazılı belgeler ve eserler
vasıtasıyla bilgi edinmemizi, bilgilerimizi belleğimizse yerleştirmemizi, zihnimizdeki bilgileri
kullanarak yeni bilgiler üretmemizi sağlar. Dolayısıyla sil deneyimlerimizi düzenler, daha
cüretkâr bir ifadeyle söylersek dil hayatımızı düzenler. İnsan dili kullanmadaki gücü kadar
insandır. Dili kullanmadaki gücü kadar anlayabilir, anlatabilir. İnsan dil edinme gücünü
kavramaya harcadığı emek kadar sosyal bir varlıktır.
Chomsky’nin dil bilim kuramı, insanlardaki dil organının insan türünün evrimsel gelişimi
içinde ortaya çıkan bir yapı olduğu varsayımına dayanmaktadır. Bu yapı, tıpkı insanın diğer
fiziksel yapıları gibi genetik olarak belirlenmiştir ve kalıtsal olarak aktarılmaktadır. İnsan
türünün genetik kodu insanın diğer organlarının embriyolojik gelişmesini düzenlediği gibi dil
organlarının da büyümesini ve şekillenmesini belirler. Chomsky’nin üzerinde uğraştığı temel
problemlerden birisi, bir çocuğun zihinsel gelişimi seyri içinde nasıl olup da bir dili, hiçbir
şekilde maruz kalma, koşullanma, ilişkilendirme ve bu becerileri uygulamaya dönük alıştırmalar
yapma türünden mekanizmalarla öğrenilemeyecek bir yaratıcılık ve hızda öğrendiğidir. Bu
aslında çık eski bir problemin dil ile ilgili olarak yeniden formüle edilmesinden ibarettir.
Bilgimizin çoğunun daha önceki varlığımızdan geldiği ve bu bilgilerin daha sonra yeniden
hatırlandığı anlayışı. Bu alanda Platon’un diyalogları “Sokratik Diyalog” olarak adlandırılan ve
hatırlama/hatırlamaya yardımcı olma şeklinde değerlendirilecek bir bilişim yönteminin
inceliklerini sunmaktadır. Chomsky’nin önerdiği yaklaşım: “Bilgimizin ve anlayışımızın belirli
yönlerinin doğuştan var olduğu, doğal biyolojik yeteneklerimizin bir parçası olduğu,
kanatlarımızın değil de kollarımızın ve bacaklarımızın gelişmesini sağlayan ortak doğamızın
öğeleriyle aynı derecede genetik olarak belirlendiğidir.
İnsanı diğer canlılardan farklı kılan en önemli özelliği, soyutlama yeteneğidir. Dil,
başlangıçta, sözlü ve sözsüz bütün sembolleri içeren ve insanın çeşitli gereksinmelerine karşılık
olan bir araçtır. Zamanla doğal ihtiyaçlar alanının dışına taşarak genişlemiş ve iletilmek istenen
mesajın sınıflandırılması gibi işlevler üstlenmiştir. Kişiler arası iletişimle gelişmeye başlayan
dil, her geçen gün kavramsal ve soyut düzeyde ilerlemiştir. Sesli dil, kodlama malzemesinin
olanaklarını, somuttan soyuta geçmekte sınırsızca kullanmıştır.
İnsanlar arasındaki en temel iletişim aracı olan dil, bütün işlevleri bir arada
düşünüldüğünde, yazılı- sözlü sembollerin yanında, sözsüz göstergeleri hatta "iç konuşma" gibi
diğer alanları da kapsamaktadır.
Tabiattan gelen bilgiler, dil kalıbına dökülerek anlatılabilir hale gelirler. Anlaşılmak, ,
yaratıcı olmak, yaradılıştan gelen yetenekleri yurdumuzun ve insanlığın hizmetine sunmak
istiyorsak bunun en etkili yolu, zengin bir kelime hazinesi sahip olmaktan geçer.
İnsan düşüncesi ancak kültür dilinin bahçesinde yaratıcı hale gelip renkli ve güzel kokulu
çiçekler açabilir. Ancak, zengin kültür dilleri, milletleri çağdaş medeniyettin en ön saflarına
çağlar.
Soyut bir sistem olan dilin kişisel kullanımı somuttur. Dili somut hale getiren söz ve yazı
sayesinde, iletişim etkili bir hale gelir. Bu da dil bahçesinin kelimelerinin zengin bir şekilde
kullanılması ile mümkündür. Bir dilin doğal olarak yaratılmış temel anlamlı kelimeleri, ortak
anlamlar oluşturacak şekilde kullanıldıkça dilin soyut ifadeleri somutlaştırma kabiliyeti arttıkça
dilin iletkenliği de artacaktır.
Türk Dilini konuşan bireyler olarak bizler öncelikle Türk dilinin bir sistem olduğunu ve bu
sistemin kendine özgü kuralları olduğunu ve bunlara uymak zorunda olduğumuzu bilmek
zorundayız.

15
Yeryüzünde mevcut olan bütün diller sistem ve kurallar bütünü olma özelliğini
gösterirler. Her dil sistem olmak bakımından konuşurlarını/ kullanıcılarını kuşatır. Dilin
kullanıcıları o sistemin işleyişini kavramak ve o sisteme uygun davranmak
durumundadırlar.
Dilin sistem olma özelliği aslında dili dil yapan husustur ve dilin soyut yönüdür. Soyut
bir sistem olan dilin kişisel kullanımı ise somuttur. Dili somut hâle getiren söz ve yazı
sayesinde, iletişim etkili bir hâle gelir. Bu da dil bahçesinin kelimelerinin zengin bir şekilde
kullanılması ile mümkündür. Bir dilin doğal olarak yaratılmış temel anlamlı kelimeleri,
ortak anlamlar oluşturacak şekilde kullanıldıkça dilin soyut ifadeleri somutlaştırma
kabiliyeti arttıkça dilin iletkenliği de artacaktır.

16
Değerli öğrenciler,
Bir çocuğun beş yüz farklı sesi ayırt edebilmesi ve gerektiğinde duyduğu sesleri taklit
ederek çıkartabilmesi mümkün olduğundan bir çocuk çocukluk dönemde duyduğu seslere göre
hançerlisini geliştirir. Bir çocuğu dünyanın neresine götürürseniz götürün o yörede konuşulan
dili öğrenme kabiliyetiyle donatılmış olduğundan her türlü dili öğrenme kabiliyeti ile
yaratılmıştır; ancak, çocuk sadece duyduğu seslere ait olan dili öğrenir. Bu yüzden, yeni doğmuş
bir çocuğu Çin’e götürün Çince, İngiltere’ye götürün İngilizce, Suudi Arabistan’a götürün
Arapça’ öğrenebilir.
İnsan zamanla duyduğu sesleri kullanmazsa o yeteneğiniz körelmeye başlıyor.
Dilin nasıl bir şey olduğunu incelersek sınırlı sayıda seslerle oluşan sınırlı sayıda kelime ile
sınırsız sayıda anlamlı cümleler üretebiliyoruz. Dilin arkasına baktığınızda zihnimizde
olağanüstü bir kabiliyet var, en sıradan insan bile dili ve seslerini kullanabiliyor. Zihnimiz âdete
bir hesap makinası gibi, siz ona sesleri ve kelimeleri verdiğinizde insan zihni bu birliklerden
sonsuz sayıda anlamlar üretebilmektedir. Dışardan konuşmayı duymazsa insan dili öğrenemiyor.
Baştan insan da kalıp olarak dil edinme kabiliyeti olmazsa onu alması mümkün değil. Dışarıda
olmayıp da çıktı olarak verilen o şey için onun içinde baştan o programın olması lazım.
Zihnimizde aynı şekilde görüyoruz ki daha doğuştan dil konuşmak gibi, kültür oluşturacağımız
şeyin temeli olacak bir şeyi konuşmaya yönelik bir programı var.
“Dilin temeli sestir ve doğal olarak sözlü anlatım yani, en etkili anlaşma aracıdır.”
ilkesi, dilin ikinci özelliğini oluşturur. Ancak sesler tek başlarına bir anlam ifade etmezler.
Alfabedeki sesler çıkarıldığında ses değerini gösterirken, yazıda ise harf değerini taşırlar. Sesler
yan yana geldiğinde anlamlı küçük birlikler olan kelimeleri (sözcükleri) oluşturduklarında bir
şey ifade ederler. Doğuştan bebekler dil kullanma yeteneğine sahiptirler ve her birimizin
zihninde dili öğrenmeyle ilgili kalıplar var. Çocuk yaştan itibaren bu sebeple dili
öğrenebiliyoruz. Yeni doğmuş bir çocuk beş yüze yakın sesi ayırt edebiliyor. Biz Türkçeyi
konuşurken otuza yakın ayrı sesle konuşuyoruz. Yeni doğmuş çocuk beş yüze yakın ayrı sesi
duyabiliyor. Diğer dünya dillerinde ses sayısı değişebilmektedir. Bazı dillerde birden fazla “b”
sesini bulabilirsiniz. Örneğin Çince tonlama ve vurgu bakımından zengin bir dil olduğu için çok
fazla ses kullanımına sahiptir.
Bir beceri olarak dilin ses ögelerini kullanırken, etkili bir ses kullanımı son derce
önemlidir. “Etkili bir konuşma sesi neye bağlıdır, etkili konuşma sesine nasıl sahip
olabiliriz?” Tabii bunun için öncellikle kendi sesinizi tanımanız gerektiğini vurgulamak
zorundayım. Kendi sesinizi tanımadıkça, sesinizi etkili bir sese kavuşmanız mümkün değildir.
İnsan sesi ses ve ses organlarının uyum içerisinde çalışması ile gerçekleşir. İyi bir konuşma
sesine sahip olmak için önce akciğerlerin, solunum kaslarının ve solunum sistemini oluşturan
diğer kasların sağlıklı olması gerekir. Yine işitme organımızın yani kulağımızın da iyi duyması
gerekir. Elbette ruh haliniz de önemlidir.
Dilin belli bir ses dizgesine sahip oluşu, dil seslerinin oluşumu, dil seslerinin belli bir
düzen dâhilinde bir araya gelerek anlam yükü taşıması gibi durumlar dilin öz niteliklerini
oluşturur. Dil seslerinin oluşturduğu düzen, başka bir ifadeyle dil seslerinin sıralanışı, sesler
arasındaki uyum kuralları, bir dilin ses dizgesinin temel ögelerindendir. Ayrıca her dilin
kendisine ait sesleri olduğundan, diller kendi seslerinin çeşitliliği bakımından nitel ve nicel
farklılıklara sahiptir. Dillerin ses dizgesinin, ses çeşitliliğinin ayırıcı nitelikte oluşu, dillerin
temel niteliklerinden sayılır. Bir dilin ünlü ünsüz sayısı, ünlü ve ünsüz seslerin özellikleri bir
başka dile göre tamamen farklı oluşuyla birlikte, her dildeki ünlü ve ünsüzlerin sıralanışı, ses
dizimi kuralları dilin fonetik temel nitelikleri arasındadır.
Dil seslerinin oluşumunda her toplum kendi sesleme alışkanlıklarını kazanır ve bu durum
geleneksel bir şekilde devam eder. Toplumların sesleme alışkanlığının temelde aynı oluşu, yani
17
seslerin boğumlama yerleriyle bürünsel özelliklerinin toplumun bütün bireylerinde anlaşılır
derecede ortak oluşu dilin bir anlaşmalar dizgesi olduğunun göstergesidir.
“Masa”, “kalem”, “kâğıt” gibi somut anlamlı cins isimleri söylediğimizde bunların neden
kendi türünden tek bir varlığı gösterdiği gibi kendi türünden bütün varlıkları da zihnimizde bir
resim oluşturacak şekilde temsil edilmektedir. Bunların sesleriyle anlamları arasında bir ilişki var
mıdır? Sorusunun cevabı, işte bu nedensizlik ilkesiyle açıklanabilir. Bu nesneye neden bu
adların verildiğini açıklayamıyoruz. Burada “gösteren”, “gösterilen” ilişkisi karşımıza
çıkmaktadır. Ele almış olduğumuz kelimeyi en küçük yapısına kadar bölelim: “k.i.t.a.p”
dediğimizde bu sözcüğü bize veren sesler vardır, işte bu sesler dil terminolojisinde “gösteren”
adını almaktadır. Bu gösterenin hemen bizim zihnimizde canlandırmış olduğu “kavram” son
derece önemlidir, yani biz bu sesleri yan yana gördüğümüz zaman hemen aklımıza nesne olan
kitap geliyorsa… Zihinsel işlem araya giriyorsa, o zaman da “gösterge” kavramı karşımıza çıkar.
Gösterge bizim dilimizde anlamı ifade eden sözcükteki en küçük birime verilen kavram
olmaktadır.
Dünyadaki bütün diller konuşuldukça var olurlar, dolayısıyla sesleri var oldukça
diller de var olur. Diller elbette ortak seslerle kullanılış sahasında ifade edilirler ama bir
dili diğerlerinden ayıran biraz da kendi karakteristik sesleridir. Örneğin Türkçe ünlüleri
zengin olan ve her ünlüsü bağımsız biçimde seslendirilen bir dildir.
Dilin esasını sesin oluşturması, sözlü iletişimin yazılı iletişime nispetle doğal olduğunu
da ortaya koyar. Yazılı ifade seslerin gözle görülür hâle getirilmesi ve tespiti açısından
önemlidir ancak yapaydır. Dilde esas ve doğal olan sözlü ifadedir.

18
Doğal (tabii) varlıkların karşıtı sun’i varlıklardır. Yapay (sun’i) varlıklar genellikle bir tek
varlık tarafından yaratılmış, oluşturulmuş varlıklar değildir. Yapay varlıklar, belli bir grup
insanın düşünerek, tasarlayarak, planlayarak yaptıkları varlıklardır. Bugün teknolojik olarak
insanın kullanımına sunulan varlıklar yapay varlıklar olarak adlandırılır. Hâlbuki doğal (tabii)
varlıklar böyle değildir. Kendilerine ait değiştirilemeyen, müdahale edilemeyen kanunlara
sahiptirler.
“Masa”, “kalem”, “kâğıt” gibi somut anlamlı cins isimleri söylediğimizde bunların neden
kendi türünden tek bir varlığı gösterdiği gibi kendi türünden bütün varlıkları da zihnimizde bir
resim oluşturacak şekilde temsil edilmektedir. Bunların sesleriyle anlamları arasında bir ilişki var
mıdır? Sorusunun cevabı, işte bu nedensizlik ilkesiyle açıklanabilir. Bu nesneye neden bu
adların verildiğini açıklayamıyoruz. Burada “gösteren”, “gösterilen” ilişkisi karşımıza
çıkmaktadır. Ele almış olduğumuz kelimeyi en küçük yapısına kadar bölelim: “k.i.t.a.p”
dediğimizde bu sözcüğü bize veren sesler vardır, işte bu sesler dil terminolojisinde “gösteren”
adını almaktadır. Bu gösterenin hemen bizim zihnimizde canlandırmış olduğu “kavram” son
derece önemlidir, yani biz bu sesleri yan yana gördüğümüz zaman hemen aklımıza nesne olan
kitap geliyorsa… Zihinsel işlem araya giriyorsa, o zaman da “gösterge” kavramı karşımıza çıkar.
Gösterge bizim dilimizde anlamı ifade eden sözcükteki en küçük birime verilen kavram
olmaktadır.
Bir Alman’ın kavramları adlandırışı ile bir Türk’ün kavramları adlandırışı çok farklı
olduğundan bu iki milletin anlaşma aracı olan dilleri de birbirleri farklı olacaktır. Yabancı bir
ülkeye gittiğinizde o ülkenin kendi aralarındaki anlaşma dizgesini tanımadığınız için doğal
olarak o dili anlamanız da mümkün değildir. Türklerin “taş” diye adlandırdığı nesneye Almanlar
“stein”, İngilizler “stone”, Araplar “hacer”, Farslar “seng”, Ruslar ise “kamen” derler. Her millet,
varlıkları adlandırma konusunda birbirinden farklı bir ulusal ortak karara sahiptir. Zaten
milletleri birbirinden ayıran, milleti millet yapan da varlığı farklı algılama, yorumlama biçimidir.
Eskimolar için “kar” çok önemli olduğundan, karın yağış biçimi, katılık derecesi, erimişlik
ölçüsü, vb. bakımlarından ayrı ayrı sözcükler kullanılır. Bazı Afrika dillerinde de “duymak”
kavramını anlatmak için ayrı ayrı sözcükler vardır; karşısındakini görerek duymak, ağacın
tepesindeyken duymak, çalıların arkasındayken duymak, nehrin öbür yakasındayken duymak,
çukur bir yerdeyken duymak, vb. Oysa bu gibi ayrımlardan hiç birisi Batı dillerinde
bulunmamaktadır.
Demek oluyor ki, ekonomik bakımdan geri kalmış ülkeler vardır ama anlatım açısından
geri kalmış “ilkel” diller diye bir şey yoktur. Diller arasındaki tek ayrılık, önem verilen yaşam
alanlarına göre, her dildeki birimlerin başka başka dağılım göstermeleridir.
Milletleri birbirinden ayıran, milleti millet yapan varlığı farklı algılama, yorumlama
biçimidir. Örneğin bir Alman’ın kavramları adlandırışı ile bir Türk’ün kavramları
adlandırışı çok farklı olduğundan bu iki milletin anlaşma aracı olan dilleri de birbirleri
farklı olacaktır. Yabancı bir ülkeye gidildiğinde o ülkenin anlaşma dizgesini tanınmadığı
için doğal olarak o dili anlamak da mümkün olmayacaktır. Türklerin “taş” diye
adlandırdığı nesneye Almanlar “stein”, İngilizler “stone”, Araplar “hacer”, Farslar “seng”,
Ruslar ise “kamen” derler. Her millet, varlıkları adlandırma konusunda birbirinden farklı
bir ulusal ortak karara sahiptir. Yani Türkçe dağa neden «dağ», taşa neden «taş», yola
neden «yol» vb. dendiğini bir sebebe bağlamak imkânsızdır. Dillerde yalnızca ünlemler
yarı nedenlidir.

19
Dilin diğer bir özeliği de “Dilde ilkel dil, gelişmiş dil ayırımı yoktur.” ilkesidir. Dili
«ilkel, gelişmiş» gibi sınıflandırmalarla ayırmak mümkün değildir.
“İlkel” veya “gelişmiş” diller diye bir ayrım yapılması yanlıştır. Çünkü her dil, kullanıldığı
toplumun koşullarına ve ihtiyaçlarına göre yeterince geliştirilmiştir. Bazı felsefe terimleri
Türkçede bulunmayabilir, buna karşılık (dünür, elti, bacanak) vb. gibi akrabalık terimleri de Batı
dillerinde yoktur. İnsancıllık açısından alınacak olursa, akrabalık terimleri niçin felsefe
terimlerinden daha önemli olmasın? Eskimolar için “kar” çok önemli olduğundan, karın yağış
biçimi, katılık derecesi, erimişlik ölçüsü, vb. bakımlarından ayrı ayrı sözcükler kullanılır. Bazı
Afrika dillerinde de “duymak” kavramını anlatmak için ayrı ayrı sözcükler vardır; karşısındakini
görerek duymak, ağacın tepesindeyken duymak, çalıların arkasındayken duymak, nehrin öbür
yakasındayken duymak, çukur bir yerdeyken duymak, vb. Oysa bu gibi ayrımlardan hiç birisi
Batı dillerinde bulunmamaktadır. Demek oluyor ki, ekonomik bakımdan geri kalmış ülkeler
vardır ama anlatım açısından geri kalmış “ilkel” diller diye bir şey yoktur. Diller arasındaki tek
ayrılık, önem verilen yaşam alanlarına göre, her dildeki birimlerin başka başka dağılım
göstermeleridir.
Eskimolar için “kar” çok önemli olduğundan, karın yağış biçimi, katılık derecesi,
erimişlik ölçüsü, vb. bakımlarından ayrı ayrı sözcükler kullanılır. Bazı Afrika dillerinde de
“duymak” kavramını anlatmak için ayrı ayrı sözcükler vardır; karşısındakini görerek
duymak, ağacın tepesindeyken duymak, çalıların arkasındayken duymak, nehrin öbür
yakasındayken duymak, çukur bir yerdeyken duymak, vb. Oysa bu gibi ayrımlardan hiç
birisi Batı dillerinde bulunmamaktadır.
Demek oluyor ki, ekonomik bakımdan geri kalmış ülkeler vardır ama anlatım
açısından geri kalmış “ilkel” diller diye bir şey yoktur. Diller arasındaki tek ayrılık, önem
verilen yaşam alanlarına göre, her dildeki birimlerin başka başka dağılım göstermeleridir.

20
“Dilin kendini mahsus (özgü) kuralları vardır ve dilin üretim yetisi sınırsızdır.” ilkesi
üçüncü özellik olarak üzerinde durulması gereken diğer bir özelliktir.
Her dilin kendine özgü kuralları, birbirinden farklı anlatım yolları, sistemli bir yapıları
vardır. Dilin kendine özgü kuralları, doğal olarak kendi bünyesinden, içinden
kaynaklanmaktadır. Dillerin yaratılışından kaynaklanan ortaklaşmış özelliklere de rastlanır.
Doğal olarak bu benzerlikler, insanın dil becerisindeki sistemi yaratan varlığın koyduğu
ortaklaşmalar olarak değerlendirilmelidir. Bununla birlikte karşılıklı ödünçlemelerden
kaynaklanan ve aynı dil ailesi içerinde bulunmakta kaynaklanan ortaklaşmalar da vardır.
Türk dilinin kendine özgü en önemli kuralı, kelime işletim sistemidir. Türk dilinin
işlemesinde en büyük yük, eklerdedir. Türkçede kullanılan son ekler, yapım ve çekim ekleridir.
Gerek yapım ekleri, gerekse çekim ekleri kendi aralarında dizimsel bir sıra izlerler. Sıra
değiştiğinde ya anlam değişir; ya da artık dil dışı bir biçim oluşur. Bunu “kök+yapım eki+çekim
eki” şeklinde formülleştirmek mümkündür: “yaz-ı-lar-ı-nız, su-la-dı-k” vb. Elimizdeki ilk yazılı
belgeler olan Orhun Abideleri’nden bu güne yaklaşık 1300 yıldır, bu böyledir.
Türkçede bu yapının dil becerisi ve dil öğrenimi sürecine yansıyan, kelime türetme
kolaylığı, çekim düzeni ve kelime yapısını saydamlaştırma gibi olumlu işlevleri öğrenilmesini de
kolaylaştırmaktadır. Türkçe yapısı itibariyle matematiksel bir düzene sahiptir. Türkçenin kelime
yapısındaki matematiksel sistem, kelime kökünün her durumda sabit kalmasından, kelime
köküne gelen yapım ve çekim eklerinin kökten kolaylıkla ayırt edilebilmesinden ve kökle
birleşmesine rağmen fonksiyonlarının kolaylıkla fark edilmesinden kaynaklanmaktadır.
Fakat son zamanlarda Batı dillerinin etkisiyle Türkçe kurallara aykırı tamlamalar
kurmaktayız. Apartman Menekşe, Kulüp 69 vb. kullanımlar, 1300 yıllık Türk dili tarihine
ihanettir.
Yine her dilde o dile özel bir dünya görüşü vardır. Biz yağmurun çok fazla yağdığını ve
aniden bastırdığını anlatmak için “bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor” derken; bir İngiliz
bu durumu “it is raining cats and dogs” yani “kediler ve köpeklercesine yağmur yağıyor,”
sözleriyle anlatır.
Herhangi bir dilin yapısını belirleyen dört sistem:
1. Ses Bilim (fonoloji)
2. Biçim Bilgisi (morfoloji)
3. Söz dizimi (sentaks)
4. Anlam Bilimi (semantik)
Sözdizimi insanın hayal edebileceği her şey hakkında konuşma imkânı sağlamakta ve
konuşan kişiler için dâhice buluşlar yapmasına elverişli bir sistem oluşturmaktadır. Söz dizimi
karmaşık alamlar ifade eden işaretler kombinasyonları içine nispeten basit anlamlar ifade eden
işaretler koymak için kullanılır.
“Adam aslanı öldürdü.” “Aslan adamı öldürdü.” “Aslanı öldüren adam gibi “adam”,
“öldürmek” “arslan” kelimelerini sözdizimsel olarak farklı anlamlar ifade edecek şekilde sınırsız
yaratıcılıkla kullanabiliriz.
“Öldürmek” eylemine geçmiş zaman “-DI” getirdiğimizde fiil yüklem, “-An” sıfat-fiil
ekini getirdiğimizde ise bir sıfat unsuru meydana getirerek farklı bir sözdizimi oluşturduğunu
söyleyebiliriz.
Yani doğal diller kelimeler arası ilişkileri sağlayacak temel kelime yapılarıyla birlikte ekler
sistemini de oluşturarak yeni anlamlar üretecek yapım eklerini, kelimeler arası sözcük öbeklerini
anlam ilişkileriyle birbirine bağlayacak çekim eklerini ya da bunun yerine parçalar tek heceli
dillerde vurgu ve tonlama sistemini geliştirmiştir.

21
Burada gördüğümüz gibi aynı işaretlerle farklı şekillerde anlam ifade edebilecek yapılar
oluşturarak kullanabiliyoruz. Bu insan dilinin tabiî (doğal) özelliğidir.
Türkçede adam aslanı öldürdü işaret dizisinde ve aslan adamı öldürdü işaret dizisi ile
sonsuz cümle ve sözdizimi oluşturmak mümkündür.
Adam aslanı öldürdü.
Kadın adamın aslanı öldürdüğünü söyledi.
Yaşlı kadın genç adamın aslanı öldürdüğünü söyledi.
Yaşlı kadın genç adamın antilobu yiyen aslanı öldürdüğünü söyledi.
Genç kız yaşlı kadının antilobu yiyen aslanı genç adamın öldürdüğünü söylediğine
inanmadı.
Sözdizimi insanın konuşabilmesini sağlayan bir mekânımadır ya da sözdizimi bloklarının
sonsuz sayıda cümle üretesini sağlayacak şekilde oluşmasını sağlayan ve bir dili tabiî bir dil
yapan önemli özelliklerden biridir. Sözdizimi olmadan ayrı işaretlerle anlamlar meydana
getirebilmemiz mümkün olamazdı ve bizim ancak bir dildeki işaretlerin sayısı kadar
konuşmamız mümkün olacaktı.
Her dil sistem olarak kendi kuralları içerisinde var olur ve gelişir. Dilin kullanıcıları
bu kuralları bilmek ve bu kurallara uymak durumundadırlar. Fakat dil mekanizması
kurallar dizgesi olmakla birlikte biçim ve anlam yaratma özelliği bakımından
sınırlandırılamaz. Bir dilin söz dizimi insanın iletişim kurabilmesini sağlayan bir
mekanizma olarak sonsuz sayıda cümle ve anlam üretmeyi sağlayacak şekilde oluşmuştur.
Bundan dolayı bazı dilbilimciler dili sınırlı sayıda malzeme ile sınırsız anlam yaratma aracı
olarak görürler.

Sözünü bilen kişinin Kişi bile söz demini


Yüzünü ak ede bir söz Demeye sözün kemini
Sözü pişirip diyenin Bu cihan cehennemini
İşini sağ ede bir söz Sekiz uçmağ ede bir söz
(Yunus Emre)
Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz

22
Benzer iktisadi, sosyal ve kültürel konumlara sahip bireylerden oluşan, sınıf niteliği ve
sınıf ayrımcılığı taşımayan toplumsal düzeye “toplumsal katman” diyoruz.
Dil ilişkisi (language contact): ödünç alma (borrowing), çokdillilik (multilingualism), bir
toplumda iki dil kullanılması durumu/ikidillilik (diglossia), ilişki dilleri (pidgins), kreoller
(creoles), geçer dil (lingua franca), kod değiştirimi (code- switching). Diyalekt (dialects),
standartlar (standarts), sosyolekt (sociolects), argo (argot), jargon, Esperanto (yapay dil), dil
devrimi, dil yasakları, dil engelleri, dil normu vb alanlar toplumsal katman ilişkileri ilgii konu
başlıklarıdır.
Bir dilin kullanıcıları o dili işlevsel olarak yeri geldikçe ya da duruma göre çeşitli türlerde
kullanabilmektedirler. Bunlar özel etkileşimlere, kurumlara, işyeri ilişkilerine, cinsiyete, yaşa vb.
biçimsel ya da biçimsel olmayan durumlara bağlı olmaktadır. Dil türlerinin kullanımında ruhsal
etkenler de önem taşımakta, değişik durumlarda değişik dilsel davranışlarla karşılaşılmaktadır.
Dilin işlevsel türleri daha çok «meslek dilleri, özel diller, grup dilleri, argo vb.» biçiminde
adlandırılabildiği gibi dilin alt dalları olarak «ana dili, resmî dil, yazı dili, konuşma dili, karma
dil, karışık dil, yapma dil» kavramları içinde de değerlendirilebilirler.

23
Aksana göre dil, “Dil bir toplumun düşünce yapısını, anlatım yollarını gösteren, onu millet
yapan, insanın toplumla en sıkı bağlarını oluşturan, onun bilinçaltına inen kültürün en güçlü
ögesidir. İnsan ana diliyle toplumun bir parçası olur. Bu sebeple yapma bir dilin ana dili olarak
benimsenmesi güç, daha doğrusu olanaksızdır.”
Bireylerin anadilleri kavramları anlamlandırdıkları ve hayatı algıladıkları temel
niteliğindedir. Anadilinin edinilme süreci yabancı dillerin öğrenilme sürecinden farklıdır.
Anadilini edinen hiçbir birey başlangıçta o dilin gramer kurallarından haberdar değildir;
doğal ortamda doğal biçimde kuralları bilmeden edinir. Yabancı diller ise önce gramer
kurallarıyla öğrenilirler.
Aynı dili kullanan kişiler o dili kuşaktan kuşağa aktarırlar ve o dille kolektif bilinç
oluştururlar. Anadil, ortak aklın ürünü olduğu gibi ortak millî hafızanın da yapıcısı, ortak
millî hafızanın kendisidir. Türk milletine mensup insanların nesnelere ve eylemlere
verdikleri isimler bu ortak bilinçle ortak hafızayla bütün Türk toplulukları arasında
hemen hemen aynıdır benzerdir.

24
Dilin özellikleri açısısnda inceleyeceğimiz diğer bir ilke “Dil toplumsal ve millî (ulusal) bir
kurumdur. Milletin sosyal akrabalık bağıyla oluşmasını sağlar.” ilkesidir. Bu hususu dikkatle
dinlemenizi rica ediyorum.
Dil, milleti meydana getiren, millî kimliği ayakta tutan en önemli unsurdur. Dil sayesinde
kişi en özel duygularını ifade edebildiği gibi yine dil sayesinde sosyalleşmekte, toplumun-
milletin bir bireyi olmaktadır. Dil düşüncenin evi olduğuna göre insan diliyle düşünmekte,
diliyle yaşamaktadır. Toplumsal değerlerin taşıyıcısı olan dile sahip çıkılmadığı zaman değerlere
yabancılaşma ortaya çıkacak; değerlere yabancılaşma da millî kimliğe yabancılaşmayı millî
kimliği kaybetmeyi beraberinde getirecektir.
Dilde birlik bir millet için bir ülke için en sağlam yapı taşıdır, milleti bir arada tutacak en
büyük güç de dil birliğidir.
Toplumların kolektif bilinci dil sayesinde oluşmakta, varlığını dil sayesinde devam
ettirmektedir. Dil sayesinde toplumun bireyleri ortak değerleri kazanır, ortak bilince ulaşırlar.
Milletlerin ortak kültürel değerleri, gelenek ve görenekleri dil sayesinde işlenerek nesilden nesile
aktarılmaktadır. Toplumu meydana getiren fertler de dil sayesinde kendilerine ulaşan millî
değerlere sahip çıkmakta, onlar etrafında kenetlenerek, ortak bilinçleri gelişmektedir.
Saussure‟ün de dediği gibi „dil toplumsal bir uzlaşıyla ortaya çıkan sistem‟ olması dolayısıyla
başka toplumların dillerine kapalıdır. Yani toplum kendi dilini bırakarak başka bir dili kolayca
benimsemez.
Uzun deneyimler ve tecrübeler neticesinde oluşan ve toplumun ortak değerleri haline gelen
örfün, gelenek ve göreneklerin nesilden nesile aktarılması, ortak değerler olarak benimsenmesi,
ortak aklın ortak bilincin ürünü olan dille gerçekleşmekte ve millî hafıza oluşturulmaktadır.
Türkçenin en eski yazılı belgelerinden itibaren işlenen ve Türk töresinin taşıyıcısı da koruyucusu
da dildir.
Dilin sınırları dünyanın sınırlarıdır. Diliniz neyse dünyanız da odur. Kullandığınız
kelimelerin kurduğunuz cümlelerin sayısı neyse dünyanız, tefekkürünüz, tasavvurunuz da odur.
Dil sadece bir iletişim aracı değil, dil medeniyettir, gönüldür, en önemlisi de bir milletin
hafızasıdır. Çocukluk dönemini hatırlamaya çalıştığımızda belli bir yaşın altında hiçbir şey
hatırlayamayız, çünkü dil yoksa hafıza yoktur. Dil ne zaman kullanılmaya başlanırsa o zaman
hafıza kaydetmeye başlar. Dil milletler için de hafızadır. Cemil Meriç, milletin ana vasfı
devamlılıktır diyor. Dilde devamlılık, terbiyede devamlılık, gelenekte devamlılık; dil
medeniyetin, hafızanın, millet olabilmenin ana vasfıdır. Bir toplumdan dilini alırsanız o
toplumun milliyetini de, medeniyetini de, hafızasını da almış olursunuz. Bir toplumun diline
kastederseniz, o toplumun dinine de, kültürüne, sanatına da, edebiyatına da kast etmiş olursunuz.
Cemil Meriç’in yine ifade ettiği gibi, “altı yüz yıl cerrahi bir müdahale ile içtimai hayattan
koparılınca Türk düşüncesi boşta kalmıştır, boşlukta kalmıştır.” Cahil okuma yazma bilmeyen
kişi değildir. Cahil başka ümmi başka bir şeydir. Cehaleti yok eden okuma yazma bilmek
değildir, mektep, medrese görmek değildir. Diplomalara sahip olmak değildir. Cehaleti yok eden
şey, idraktir, irfandır, ahlaktır ve hikmettir.
Dil insanlığın hazinesini dünden bugüne, bugünden yarına taşır.
Kâinattaki göstergelerin tümünün anlaşılabilmesi için dil destekleyicisine ihtiyaç duyarlar.
Dil toplumun ortak malı olduğu kadar, bir o kadar da anlamlı bir kurallar bütünüdür. Bu kuralları
insan sosyal bir varlık olarak dünyaya geldiği zaman, kendi toplumunun sınırları içinde hazır
olarak bulur. Sosyal bir varlık olarak sosyalleşme kabiliyeti ve yeteneği ile dünyaya gelen insan,
aynı şekilde konuşma yetisi ile dünyaya gelir. Bu yetiyi istediği kadar geliştirebilir. Bu nedenle
dilimimizin sınırları dünyamızın sınırlarıdır aynı zamanda. Bir milletin dil hazinesi onun
kültürünün de, boyutlarını belirler. Bir dil göstergeleri ne kadar kelime hazinesi ile anlaşma
aracının öğeleri haline dönüştürürse, o kültür medeniyetin ön saflarında yer alır.
25
Dil insanlığın hazinesini dünden bugüne, bugünden de yarına taşır.
Kâinattaki göstergelerin tümü anlaşılabilmek için dil destekleyicisine ihtiyaç
duyarlar. Dil toplumun ortak malı olduğu kadar, bir o kadar da anlamlı kurallar
bütünüdür. Bu kuralları insan sosyal bir varlık olarak dünyaya geldiği zaman, kendi
toplumunun sınırları içinde hazır olarak bulur. Sosyal bir varlık olarak sosyalleşme
kabiliyeti ve yeteneği ile dünyaya gelen insan, aynı şekilde konuşma yetisi ile de dünyaya
gelir. Bu yetiyi istediği kadar geliştirebilir. Bu nedenle dilimizin sınırları aynı zamanda
dünyamızın da sınırlarını oluşturur. Bir milletin dil hazinesi onun kültürünün de
boyutlarını belirler. Bir dilin göstergeleri ne kadar kelime hazinesi ile anlaşma aracının
öğeleri hâline dönüştürürse, o kültür medeniyetin ön saflarında yer alır.

26
Dolayımsallık: Dil hem bir malzeme, hem de bir araçtır. İhtiyaç, duygu, düşünce v.s.
bildirirken kullandığımız dil; kelime hazinesi, söz dizimi gibi ögelerle kendi malzemesini sunar.
Dil insanın günlük iletişimden bilimsel çalışmalara değin her türlü faaliyetini
gerçekleştirmesini sağlayan bir iletişim aracı olmasının yanı sıra dil bilimin, dil bilgisinin
ve insanı keşfetmek isteyen diğer bilim alanlarının malzemesidir. Aynı zamanda bu
malzemelerin incelenmesini, çözümlenmesini sağlayan bir sistemdir. Örneğin; dili yazılı
veya sözlü biçimde kullanarak insan dili ile psikoloji arasındaki ilişkileri, konuyla ilgili dil
malzemesi aracılığıyla öğrenebiliriz.

27
Dil insanın günlük iletişimden bilimsel çalışmalara değin her türlü faaliyetini
gerçekleştirmesini sağlayan bir iletişim aracı olmasının yanı sıra dil bilimin, dil bilgisinin
ve insanı keşfetmek isteyen diğer bilim alanlarının malzemesidir. Aynı zamanda bu
malzemelerin incelenmesini, çözümlenmesini sağlayan bir sistemdir. Örneğin; dili yazılı
veya sözlü biçimde kullanarak insan dili ile psikoloji arasındaki ilişkileri, konuyla ilgili dil
malzemesi aracılığıyla öğrenebiliriz.

28
Yeryüzünde ilk söylenen söz hangisidir? Konuşulan ilk dil hangisidir? gibi soruların
yanıtını vermek mümkün değildir. Özelde bir dil ile ilgili olarak da ilk defa hangi tarihte
konuşulduğunu, söylenen ilk sözün ne olduğunu tespit etmek imkânsızdır. Örneğin
Türkçenin ilk defa ne zaman konuşulduğu, ilk hangi ifadelerle kullanıldığı
bilinmemektedir.

Aynı biçimde dünyada dil adı verilen sistemin de nasıl ve ne zaman ortaya çıktığı
bilinmemektedir. Ancak dilin doğuşu ile ilgili birtakım teoriler ortaya atılmıştır. «Yansıma
teorisi, iş teorisi, evrimsel teori, dinî teori» gibi çok sayıda görüş zaman içerisinde dile
getirilmiştir. Fakat bütün bunlar dili bütün bir sistem olarak açıklamak bakımından birer
varsayımdan öteye gidememiştir.

29
Aynı dilin kullanıcıları kavramlara aynı adları verirler. Sanki bu konuda aralarında
gizlice anlaşmış gibi –Ki temelde böyle bir anlaşma söz konusu değildir.- nesneleri ve
varlıkları aynı şekilde adlandırırlar. Bu ortak anlaşmanın bir ürünü olan dil göstergeleri,
dilin kullanılış sahası içinde kullanıldıkları cümleye göre farklı anlamlar kazanırlar. Bu
farklı anlamlar da dilin kullanıcılarınca müştereklik gösterir:
«Romancının dili etkileyiciydi.», «Çocuğun dili çözülmedi gitti.», «Kapının dili içinde
kalmış.» cümlelerinde bu farklı anlamları görmek mümkündür.
Dil göstergeleri sebepsiz yere bırakılıp yerlerine yenisi uydurulamaz. Dil, ancak ve
ancak kendi doğal seyri içinde değişebilir.

30
İnsan dışındaki varlıklar da iletişim ve bildirişim becerisine sahiptirler. Özellikle
hayvanların hem kendi aralarında hem de insanlarla iletişim kurdukları gözlemlenebilen bir
olgudur. Aynı zamanda toprağa atılan bir tohumun yeşermesi, bitkilerin yapraklarının güneşe
doğru yönelmesi de birer bildirişim örneğidir. Fakat bu iletişim ya da bildirişim türlerinden
hiçbiri insan dili kadar derin ve gelişmiş bir yapıya sahip değildir. İnsan dili hayvan dilinden
içgüdüsel olmamak ve gelişebilen bir sistem olmak bakımlarından ayrılır. Hayvanlar içgüdüleri
doğrultusunda iletişim kurarlar ve binyıllar geçse de bu iletişim nitelik olarak değişmez. Bu
açıdan dil, insana özgü bir iletişim aracıdır.

31
İnsan dili doğaldır. Yani insan dünyaya geldiğinde dili edinebileceği bir mekanizma ile
donatılmış olarak gelir ve doğal çevresinde hazır bulduğu dili yine doğal yöntemle edinir. Her
toplumun kültürüne göre edinilen bu diller çeşitlenir. Tarihin çeşitli dönemlerinde insanlar
arasında kullanılan farklı dilleri ortadan kaldırmak ve bütün insanların aynı dille anlaşmalarını
sağlamak amacıyla Esperanto (Polonyalı Dr. L.L. Zamenhof), Volapük (J.M. Schleyer),
Bâlîbilen (Edirneli Mehmet Muhiddin Efendi) gibi bazı yapay diller oluşturulmuş ancak
insanlığın ırki ve millî kimlikler açısından farklılıklar arz eden yapısıyla uyuşmadığı için doğal
olarak yaygın bir kullanım alanı kazanamamışlardır.

32
İnsan dili doğaldır. Yani insan dünyaya geldiğinde dili edinebileceği bir mekanizma ile
donatılmış olarak gelir ve doğal çevresinde hazır bulduğu dili yine doğal yöntemle edinir. Her
toplumun kültürüne göre edinilen bu diller çeşitlenir. Tarihin çeşitli dönemlerinde insanlar
arasında kullanılan farklı dilleri ortadan kaldırmak ve bütün insanların aynı dille anlaşmalarını
sağlamak amacıyla Esperanto (Polonyalı Dr. L.L. Zamenhof), Volapük (J.M. Schleyer),
Bâlîbilen (Edirneli Mehmet Muhiddin Efendi) gibi bazı yapay diller oluşturulmuş ancak
insanlığın ırki ve millî kimlikler açısından farklılıklar arz eden yapısıyla uyuşmadığı için doğal
olarak yaygın bir kullanım alanı kazanamamışlardır.
Bir dil kullanıldığı zaman içinde; içinde bulunulan çevre, yaşanılan coğrafya, din gibi
etkenler nedeniyle çeşitlilik gösterir. Bu çeşitlilikler «lehçe, şive (ağız), birey dili» kavramları
içinde değerlendirilirler. Bu kavramları şu şekilde izah edilebilir:
LEHÇE (dialect): Bir dilin çeşitli ses, biçim, anlam ve dizim farkları gösteren alt kollarına
denir. Türkçenin bugünkü kolları arasında diğerlerine oranla en yoğun farklılık Çuvaş Türkçesi
ve Yakut Türkçesinde görülmektedir. Bu nedenle bu lehçeler Türkçenin uzak lehçeleri olarak
adlandırılırlar. Azeri, Türkmen, Özbek, Uygur, Kazak, Kırgız, Başkurt vb. Türk lehçeleri ise
Türkçenin yakın lehçeleridir.
ŞİVE (ağız, accent): Şive teriminin anlamı ve kullanılışı konusunda dilcilerin farklı
görüşleri vardır. Bazıları bu terimi yakın lehçe anlamında kullanırken bazıları ağız anlamında
kullanmaktadır. Türk Dil Kurumu’nun internet sayfasında lehçe «ağız» anlamıyla açıklanmıştır.
Şive ya da ağız bir dilin anlaşma oranı olarak kabul edilen %70’lik anlaşma oranının altına
düşmeyen ancak söyleyiş, anlam ve kullanım boyutunda bazı farklılıklar gösteren kollarıdır.
Ankara ağzı, Konya ağzı, İstanbul ağzı, Diyarbakır ağzı gibi. Bu kollardan birinin söz konusu
dilin tüm özelliklerini iyi yansıttığı kabul edilir ve bu ağzın özellikleri yazı dili olarak belirlenir.
Ancak burada unutulmaması gereken nokta şudur: Ağızlar dilin bozulmuş biçimi değildir.
Gerçekte yazı dili olarak kabul edilen ağız standart olması için çeşitli kuralara uydurulur, oysa
ağızlar doğal süreçleri içinde değişim gösterirler ve gelişirler. Bu açıdan hiçbir ağzın özellikleri
konuşma yanlışı olarak nitelendirilmemelidir.
BİREY DİLİ (idiolect): Bir dili konuşan her birey; o dili yaşantısı, tecrübeleri ve eğitimi
sonucunda kendine özgü farklılıklarla kullanır. Bu farklılıklar ses, biçim, anlam ya da dizim
boyutunda olabilir. Edebî incelemeler yapılırken sanatçıların dil kullanımlarına bakılır. Bu
incelemeler her sanatçının söz varlığının ve anlam dünyasının farklı olduğunu gösterir. Ancak
birey dili sadece sanatçılar için geçerli değildir. Her bireyin dil kullanımı kendine özgüdür. Bu
durumda «Bir dili konuşan kişi sayısı kaçsa, ana dili konuşma sayısı da o kadardır.» demek
yanlış olmaz.

33
Dil, çeşitli özelliklerine göre farklı türlere ayrılır:
1. ANA DİLİ (anadil): Başlangıçta anneden ve yakın aile çevresinden öğrenilen daha
sonra da ilişkili bulunulan çevrelerden ve kişilerden etkileşim yoluyla geliştirilen, insanın
bilinçaltına inen ve bireylerin toplumla en güçlü bağlarını oluşturan dildir.
2. ORTAK (standart, ölçünlü) DİL: Bir ülkede konuşulan lehçe ya da ağızlar içinde
yaygınlaşıp egemen olan ve yazı dili durumunda olana verilen addır. Türkçe için İstanbul ağzının
temel alınması buna örnektir. Ortak dil, dilde bütünlük sağlamak amacıyla çeşitli kurallar getirir.
3. ÖZEL DİLLER: Bir dildeki sözcük ve ekleri temel alarak farklı gruplarca, farklı
biçimde kullanılan dil biçimlerine özel dil denir. İki türü vardır:
a)Grup Dilleri (sosyolekt): Bir toplumda, bireyin içinde bulunduğu sınfa, cinsiyete,
özellikle mesleğe göre beliren dillere grup dili denir. Sözcük kadrosuna «terminoloji» adı verilir.
Dilciler için kök, gövde; çocuk dili için mama, atta; terziler için sülfile, vatka, teğel vb.
b)Argo: Argo genellikle küfürlü konuşma biçimini çağrıştırmaktadır. Ancak argo; her
ülkede, her dilde görülen, toplum içinde bazı kesimlerin ya da grupların farklı biçimde anlaşmayı
sağlamak amacıyla oluşturdukları özel dillerdir.
Argo içinde yer alan sözcüklerin en önemli özelliği ait oldukları dile ya da ilişkide
bulunulan ve genellikle az bilinen diğer dillere ait sözcüklere çoğunlukla mecaz anlamlar
yüklemesi ya da deyim aktarmasına uğraması sonucunda oluşturulmalarıdır. Sözgelimi mangiz
«para», aftoş «sevgili», gacı «kadın» gibi sözcükler nispeten daha az bilinen Rumca, Ermenice,
Romence gibi dillerden alıntıdır.
Argo dilde en çabuk değişen ve en çok çeşitlilik gösteren unsurlardan biridir. Argolar
yöreden yöreye değiştiği gibi yıldan yıla da değişiklik gösterebilir. Sözgelimi Türkçe argoda
hortumla-, hortumcu, yancı, kapkaç gibi sözcükler yenidir.
Türkiye Türkçesindeki argo sözcüklere; matrak «komik, hoş» (Ar. «çekiç»), çak- «bir
dersten başarısız olmak, sınıfta kalmak», inek «çok çalışkan öğrenci», bilezik «kelepçe», ot
«uyuşturucu madde türü», dolma «yalan», ördek «seyahat araçlarında biletli yolcu dışında
yoldan toplanan yolcu», aynasız «polis» vb. başka örnekler göstermek mümkündür.
4. YAPMA DİL: İnsanların ortak bir dille anlaşmasını sağlamak amacıyla çoğunlukla bir
başka dil temel alınarak sonradan oluşturulan dile denir. Yapma dillerin en önemli özelliği
sonradan oluşturulmalarıdır. Yeryüzünde farklı dillerle iletişim kurmanın güçlüğü fikri yapma dil
düşüncesini doğurmuştur. Yapma dillerin en bilineni Esperanto’dur, Polonyalı hekim Zamenhoff
tarafından oluşturulmuştur. Bu dille yayımlanmış çeşitli kitaplar hatta dergi ve gazeteler vardır.
Yapma diller çoklukla doğal dillerden yararlanılarak oluşturulur. Bilinen 200 kadar yapma
dil vardır. Bunlar arasında Edirneli Mehmet Muhittin Efendi tarafından yapılan Bâlibilen, Ido,
Volapük, Oksdental, Inter-lingua adı anılabilecek olanlardır. Öte yandan FORTRAN gibi
matematiksel ve bilimsel uygulamalara dönük programlama dilleri de yapma dillerdendir.
5. KARMA DİL: İki ya da daha fazla dilin karışımından oluşmuş karma bir dilin (mixed
language), çocukluktan itibaren ana dili olarak edinilen biçimidir. Bu diller, esir olarak kendi
ülkeleri dışına götürülen insanların gündelik iletişimler için kendi dillerini terk edip egemen dilin
basit biçimini kullanmaya başlamasıyla oluşmuştur.. Bu topluluklar biçim bilgisel ve söz
dizimsel çerçevesi kendi ana dillerinden, sözcükleri egemenliği altında oldukları dilden alarak
yeni diller yaratmışlardır. «Black English» denen Amerika’daki zencilerin konuştuğu İngilizce;
Fransız sömürgesi altında yaşamış olan Tunus, Fas, Cezayir gibi ülkelerde kullanılan Fransızca
karma dillere örnek verilebilir.
6. KARIŞIK DİL: Gezgin, balıkçı ya da tüccarların yerli halkla sürekli ilişkileri sonucu
ortaya çıkmış dillerdir. Bu diller genellikle basit biçim bilgisel ve söz dizimsel temele dayanan
34
iki dilden de alınan sözcüklerle oluşturulmuştur. Bu dillerin en uzun ömürlüsü beş yıllıktır.
Akdeniz limanlarında konuşulan Sabir, Pasifik kıyılarında görülen Chinock gibi karışık diller
kaybolup gitmiştir. Fakat bugün bütün Pasifik Okyanusunda çeşitli karışık diller yaşamaktadır.
Ayrıca Karadeniz Bölgesinde birçok şehirde ve İstanbul’da Sovyetler Birliği’nin dağılmasından
sonra başlayan bavul ticareti sırasında ticaret amacıyla oluşturulan Türkçe- Rusça, Türkçe-
Ukraynaca karışık diller de olmuştur.
Karma dil ile karışık dil arasındaki en önemli fark; karma dilin doğuştan itibaren
edinilmeye başlanması ve uzun ömürlü olması, karışık dilin ise yalnızca ihtiyaç duyulduğunda
ortaya çıkması ve geçici süreyle kullanılıp unutulmasıdır.

35
Kutadgu Bilig’den

Ukuşka biligke bu tılmaçı til,


Yaruttaçı erni yorık tilni bil.
Anlayış ve bilgiye tercüman olan, bu dildir,
İnsanı aydınlatan fasih dilin kıymetini bil.
Kişig til agırlar bulur kut kişi,
Kişig til uçuzlar barır er başı.
İnsanı, dil kıymetlendirir, insan da onunla mutlu olur,
İnsanı dil değerden düşürür, insanın dili yüzünden başı da gider.
Til arslan turur kör işikte yatur,
Aya evlig er sak başıngnı
yiyür.
Dil, aslandır, bak, eşikte yatar,
Ey ev sahibi, dikkat et, sonra senin başını yer.
Tilin emgemiş er negü tir eşit,
Bu söz işke tatgıl özünge iş it.
Dilinde eziyet çeken adam ne der, dinle,
Bu söze göre hareket et onu daima hatırda tut.
Mini emgetür til idi ök telim,
Başım kesmesüni keseyin tilim.
Bana dilim pek çok eziyet çektiriyor,
Başımı kesmesinler de, ben dilimi keseyim.
Sözüngni küdezgil tişing barmasun,
Tilingni küdezgil tişing sunmasun.
Sözüne dikkat et, başın gitmesin.
Dilini tut, dişin kırılmasın.
Bilip sözlese söz biligke samur,
Biligsiz sözü öz başını yiyür.
Söz: bilerek söylenirse, bilgi sayılır;
Bilgisizin sözü kendi başını yer.
Öküş sözde artuk asıg körmedim,
Yana sözlemişte asıg tulmadım.
Çok sözden hiç fazla fayda görmedim,
Ama söylemek de faydasız değildir.
Togoglı ölür kör kalır belgü söz,
Sözüng edgü sözle özüng ölgüsüz.
Bak doğan ölür, ondan eser olarak da söz kalır.
Sözünü iyi söyle ölümsüz olursun.
İki neng bile er karımaz özi,
Bir etgü kılınçı bir edgü sözi.
İnsan iki şey ile kendini ihtiyarlıktan korur, kurtarır.
Biri iyi iş, biri de iyi söz.

36
DİL ve KÜLTÜR

Ziya Gökalp, dili kültürün temel unsuru sayar. O, bu görüşünde


haklıdır. Zira dil, duygu ve düşüncenin âdeta kabıdır. Bir milletin bütün
duygu ve düşünce hazinesi, dil kabına veya kalıbına dökülür ve bu dil
kabı ile yerden yere, nesilden nesile aktarılır. Yazı, dilin sesini
kaybeden bir vasıta olarak dilin bir parçasıdır. Fakat kültür, söz ile de
bir millet arasına yayılır.
Dil, kültürün temeli olduğuna göre, bir milletin dil ile ifade ettiği
sözlü, yazılı her şey kültür kavramına girer. Sabahtan akşama kadar
evde, sokakta, çarşıda, iş yerinde konuşan halk, farkında olmadan dil
tarlasını eker biçer. Dilin duygu ve düşünce ile dolmasının sebebi, günlük
hayata çok yakın olmasıdır.
Aslında dili yaratan hayat, daha doğrusu sosyal hayattır. Anne
çocuğuna bir oyuncak verir. “Bak sana otomobil getirdim.” der.
Böylece çocuk, oyuncak otomobil ile beraber “otomobil” kelimesini
öğrenir. Fakat dil her zaman böyle bir eşya gösterilerek öğrenilmez.
Bebek etrafında manasını anlamadığı birtakım sesler duyar. Zamanla onların bir şeye tekabül
ettiğini öğrenir.
Dil deyince, konuşulan ve yazılan bütün kelime ve cümleleri anlamak lazımdır. Halk
günlük hayatında kelimeleri menşelerine göre ayırmaz. Onu ilgilendiren, kelimelerin manası, işe
yaramasıdır. Bir bakkal dükkanında on dakika oturup halkı dinleyerek hangi kelimeleri
kullandığını tespit edebilirsiniz.
İlle öztürkçe yazılmamış, "normal", "tabii" yazılı bir üründe, bir gazete veya kitapta da bu
işi yapabilirsiniz. "Normal" ve "tabii" konuşan halk gibi, "normal" ve "tabii" yazan bir yazar da
sözcüklerin kökenine değil, anlamına, ayırtısına ve işe yararlılığına önem verir.
Her ulus dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur. Bu esnada o, akan bir nehir gibi,
içinden geçtiği her topraktan bazı öğeler alır. Her uygar ulusun konuşma ve yazı dili, karşılaştığı
uygarlıklardan alınan sözcük ve deyimlerle doludur. Bu bakımdan her ulusun dili, o ulusun
çağlar boyunca yaşadığı tarihin sanki bir özetidir. Dile bu gözle bakılırsa anlam kazanır.
Batılı dil bilginleri, filologlar yazılı veya sözlü kültür eserlerini incelerken, bir arkeolog
gibi hareket ederler. Bir çeşit "dil arkeolojisi" yaparlar. İlkin inceledikleri metnin tarihini sap-
tamaya çalışırlar. Çünkü her metin dil tarihinin bir kesitini verir. O kesitte, yerli, yabancı
ayırmaksızın yazılışı, söylenişi, anlamı dikkatle saptanır. Çünkü en küçük bir işaret, bir ses
değişmesi, o sözcük hatta bütün metnin anlamını değiştirebilir. Eğer Sümerce bir metinde Tanrı
ve at sözcükleri Türkçe Tanrı ve at anlamlarına geliyorsa, bu, bütün insanlık tarihine yeni bir
gözle bakmayı gerektirir. Bundan dolayı dil bilginleri, filologlar eski metinleri incelerken kılı
kırk yararlar. Sözcüklerin kökenleri onları dil ve kültür tarihi bakımından ilgilendirir. Göktürk
harfleriyle yazılmış bir mezar taşında görülen Çince, Hintçe bir sözcük, dil ve kültür tarihi
bakımından önemli bir anlam taşır. Türklere ait eski metinlerde sade Türkçe sözcüklere önem
vererek, yabancıları bir kenara atmak hem kültür kavramına, hem de ilmî düşünceye aykırıdır.
Dili bir ulusun uygarlık tarihinin aynası olarak inceleyenler, onda pek çok şey görürler.
Dil ile tarih ve kültür arasındaki ilgiyi bilen bir kimse dili tek başına almaz. Çünkü dilde
her sözcüğün yazılış, ses, biçim ve anlamını tayin eden, tarih ve kültürdür. Yunus Emre'nin
şiirlerinin dilini, yazıldığı dönem ve çevreden ayrı ele alamazsınız. Çünkü o ağacın kökleri
gelenek ile beraber, yetiştiği topraklara sımsıkı bağlıdır. Bu da gösterir ki filolog sadece dilci
değil, geniş kültürlü, kafası dil gibi yaşamın bütün olanaklarına açık bir insan olmalıdır.
Kültür eserleri, dilin belli bir yer ve anda donmuş şekilleridir. Bu bakımdan onları n
abidelerden farkları yoktur. Kütüphaneler dil abidelerini toplayan müzelerdir. Dil, bir kap

37
olduğuna göre anlara “duygu, düşünceyi hayal müzeleri demek gerekir. Biz eskiden yaşamış
insanların hayat tecrübelerini, inanç ve değerlerini bu eserlerden öğreniriz. Aslında dili hem şekli
hem muhtevası ile inceleyen filolojinin gayesi, insan kültürünü tanımaktır. Fakat bu görüşe
ancak dil ile kültür arasındaki bağlantıyı görenler ulaşabilirler.
(Hisar, nr. 22 Ekim 1965)

Mehmet KAPLAN

DİN VE KÜLTÜR
Büyük İngiliz şâiri ve tenkitçisi T.S. Eliot’un Doç. Dr. Sevim Kantarcıoğlu tarafından
Türkçeye çevrilen “Kültür Üzerine Düşünceler” adlı kitabında, Türk aydınlarına yeni ufuklar
açacak fikirler var. Bunlardan bir din ile kültür arasındaki münasebetlerdir.
T.S. Eliot, din ile kültürü biririnden ayrı iki vakıa olarak kabul etmekle beraber onlar
arasında hayati bir münasebet buluyor. Ona göre din, kültürü aşan ve onu besleyen bir kaynaktır.
Bir yerde şöyle diyor:
Kültür aslında herhangi bir toplumun dininin vücud bulmuş bir şeklidir.
Din, basit olarak bir inançlar ve ibadetler mecmuasıdır diye tarif edilebilir. Fakat bu
inançlar ve ibadetler, toplum hayatında gerçekleşirken, biribirini doğuran ve birbirine bağlı bin
bir şekil yaratır. Türklerin bin yıldan beri benimsedikleri ve içinde yaşadıkları İslamiyeti göz
önüne alarak, ondan doğan ve onunla ilgili kültür ve sanatları tespitte çalışalım.
İslamiyet’e göre Kur’an Allah kelâmıdır. O, daha nâzil olduğu sırada yazıya geçirilmiştir.
Allah’ın emirlerinin dil ile ifade edilmiş olması, Arapça’da dil ile ilgili birçok kültür faaliyeti ve
unsurunun doğmasına sebep olmuştur. Kur’an daha peygamberin zamanından beri ezberlenmiş
ve onun doğru ve güzel olarak okunması değer verilen bir iş sayılmıştır. İslâm toplumunda
Kur’an’ı bütün olarak doğru ve güzel okuyanlara karşı daima saygı gösterilmiştir. Kur’an’ın
doğru ve güzel olarak yazılması da değer verilen ayrı bir iş sayılmıştır. Hafızlık gibi hattatlık da
devam eden , işlenen güzel ve mükemmel hale getirilen birer kültür faaliyeti olmuştur. Arap
harfleri bırakıldıktan sonra Türkiye’de hat sanatının yok oluşu, din ile kültür arasındaki
münasebetleri gösteren bir örnektir.
Kur’an’ın çeşitli şekillerde yorumlanması, mezhepleri, kelâ ilimlerini ve felsefeleri
doğurmuştur. İslâm âleminde binlerce müfessir, âlim ve filozof yetişmiştir. Bunların hepsi, din
denilen kutsal ağacın dalları ve yapraklarıdır. Kur’an’a dayanan ve ondan ilham alan edebiyat
gelenekleri bütün İslâm ülkelerinde vardır. İnananlara özel bir terbiye veren , hatta onların
yaşayış tarzlarını tayin eden tarikatlar de, felsefe ve edebiyat gibi dinden doğmuşlardır.
Türkiye de ve başka İslâm ülkelerinde gelişen mimari ve musukî ile diğer güzel sanat
eserleri, içinde yaşanılan zaman ve mekânı kendilerine has şekil, mânâ ve hayallerle
süslemişlerdir. İslâm dini olmadan bunların hiçbirinin var olmasına imkân yoktu.
İslamiyet’in bir ahlâk, bir hukuk sistemi, hatta çeşitli idare tarzları doğurduğu da hesaba
katılırsa, Eliot’un kültürü dine bağlamasının ne kadar doğru bir fikir olduğu açıkça görülür.
Dikkate şayan olan nokta aralarında bazı benzerlikler bulunsa da her dilin inanç ve ibadet
şekilleri gibi onlardan doğan kültür ve sanat faaliyetlerinin de birbirinden farklı oluşudur. Bu
farklılaşma sadece dinden gelmez. Dinlerin yayıldığı coğrafi sahalar ve aynı dini benimseyen
kavimlerin daha önceki dini inanç, örf, âdet, yaşayış tarzları da farklılıklar doğurur. İslâmiyet
aynı esaslara dayandığı halde, Müsluman kavimlerin benimsedikleri mezhepler, tarikatlar, felsefi
düşünceler, sanat eserleri, idare ve yaşayış tarzları birbirinden farklıdır.
Eliot bu farklılığın faydalı, kültürleri zenginleştirici, olduğuna kanidir. Bu fikir de tarihi
gerçeklere uygundur. Daha açık bir kavim olan Türkler, sadece Fars ve Araplardan değil,

38
Hıristiyan kavimlerin kültürlerinden de yararlanmışlardır. Ayasofya modeli olmazsaysı,
Sülaymaniye ve Sultan Ahmet de olmazdı. Türkçeye giren yabancı kelimeler, Türklerin beraber
yaşadıkları veya temasta bulundukları kavimlerden neler aldıklarını açıkça gösterir.
Eliot, adı geçen kitabında “kültürde çözülmeden de bahsediyor. Ona göre kültürde
çözülmenin sebeplerinden “ihtisaslaşma”dır. Bir medeniyet ihtisaslaşarak geişir, fakat kültürden
ve manevî değerlerden uzaklaştırır. Şöyle diyor Eliot:
“Kültürde çözülme kültürde ihtisaslaşmayı takip eden bir olgudur. Bir toplumun muzdarip
olabileceği en köklü çözülme ihtisaslaşma ile olur. Bu, kültürde çözülmenin yegâne çeşidi ve
yegâne yönü değildir. Fakat sebep ve neticede ne olursa olsun, kültürde çözülme en ciddi ve
tedavisi en güç hastalıktır.
Kültürde çözülmenin başlıca alameti tabakalamadır. Aynı tabakada farklılaşma
“bölünme”yi doğurur.
İslamiyet’te ruhban sınıfı olmamakla beraber, medrese yapmış olduğu öğretime dayalı
sosyal fonksiyonlarla, halktan ayrı bir sınıf doğurmuştur. Osmanlı aydın tabakasının kültürü
Türk halkının kültürüne yabancıdır. Onun kültür kaynağını Arapça ve Farsça kitaplar tayin eder.
Türkçe, Arapça, Farsça karışımı olan Osmanlıca, Osmanlı aydın tabakasının dilidir. Ondaki
kavramların çoğu günlük halk dilinde yoktur.
Osmanlı aydını Tanzimat’tan sonra Batı dillerini öğrenmiş, böylece aydın tabaka arasında
kabaca doğulu ve batılı diye tavsif edilebilecek, birbirine zıt ve hatta düşman iki zümre vücuda
gelmiştir.
Batılı kaynaklardan beslenen aydın tabaka, Türk halkına Osmanlı aydınlarından çok daha
fazla yabancıdır. Zira ne de olsa, Osmanlı aydını ile halk tabakası aynı dini inançları paylaşırlar.
Asırlarca aynı din çevresi içinde yaşama, Osmanlı devri halk ve aydın tabakları arasında ortak
bir zihniyet vücuda getirmiştir. Batı ve kültürü ile yetişen yeni aydın sınıfı, hem eski Osmanlı
tabakasına, hem de halk tabakasına yabancıdır. O bin yıllık Türk-İslâm kültürünün değil,
bambaşka kaynaklara dayanan Batı kültürünün temsilcisidir. Tanzimat’tan sonra Türk
toplumunda görülen çözülmenin başlıca sebebi, bu tabakalaşma, farklılaşma ve zıtlaşma ile
açıklanabilir. Mehmet Akif Safahat’ında bu vakayı çok güzel anlatır ve aydınlatır.
T.S. Eliot’a göre, bu çözülmenin önüne geçmenin başlıca çarelerinden birisi toplumun
ortak din ve kültür kaynaklarına dönmek ve onlarla beslenmektir. Fakat Türkiye’de gelişme, bu
istikamette değil, tamamıyla aksi istikamette oluyor. Aydınlar ilerlemeyi bin yıllık Türk
kültürünü yıkmakta arıyorlar. Benimsedikleri yabancı kültür ve ideolojiler, onları içinden
çıktıkları topluma düşman kılıyor. Türkiye’de vukua gelen hadiseler bunun açık delilidir.
(Ağustos 1982)
Mehmet KAPLAN

TÜRK EDEBİYATI VE TÜRK MİLLETİNİN KÜLTÜREL DEĞERLERİ


Prof. Dr. Mehmet KAPLAN

Stendhal (Sitendal), romanı cadde üzerinde gezdirilen bir aynaya benzetmiştir. Çağdaş
romancılar, eserlerinde umumiyetle hayatı aksettirmeyi gaye edinmişlerdir. Böyle olunca hayatta
ne varsa romana bunların hepsi girer. Hatta bir romanın güzelliği, aksettirdiği hayatın zenginliği
ile ölçülür.
Bununla beraber, hayat o kadar zengin ve çeşitlidir ki hiçbir roman onu tamamıyla içine
alamaz; buna imkân yoktur. Her roman, yazarının bakış tarzı ile sınırlıdır. Edebiyat ancak bütünü
ile ele alınırsa kültüre denk düşer. Nasıl her insan hayatın bir parçası ise her edebî eser de
öyledir. Her edebî eserde hayat veya kültürün bir parçası görünür. Fakat kırık bir aynada da nasıl

39
insanın çehresi gözükürse bir mısra, bir beyit, bir atasözü hatta küçük bir deyişte de insandan bir
parça vardır. Buna örnek olmak üzere birkaç küçük söz zikredeceğim.
Bundan birkaç yıl önce Konya’da, Konyalı hoşsohbet bir emekli ilkokul öğretmenini
ziyaret etmiştim. Güzel saz çalıyordu. Eskilerin “erbabıdil” dedikleri bir zattı. Bir ara latife ile
insanın yeryüzündeki durumunu anlatmak için “Beşikten ötesi gurbet.” dedi. Ben bu söze
bayıldım. Türk halkı nasıl üç kelime ile derin bir duyguyu dile getiriyordu. Şimdi bu sözün
içinde bizim medeniyetimizin bir parçası olan “beşik” de vardır. Elinde defter kalem, duyduğu
her şeyi kaydeden büyük kültür karıncası Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver, bir gün bana Sivas’tan
derlediği, altın kıymetinde bir söz söyledi. Sivas’ta halı ören bir kızdan işitmiş: “Her yanlış, bir
nakış.” Bu söz büyük Fransız filozofu Alain (Alen)’in yazılarında sık sık zikrettiği bir fikrin
Türkçesidir, “Şahsiyet hatayı meziyet hâline getirir.” Halıcı kızın sözü, maddi ile maneviyi
birleştirmesi bakımından ayrıca derin bir mana taşır. Hakikatte maddi kültür ile manevi kültür
birbirinden ayrılmaz. Türk atasözlerinde hikmetlerin çoğu madde âleminden alınma bir timsale
dayanır.
Günlük dil veya edebî dil, baştan başa bir kültür hazinesidir. Türkler içinde yaşadıkları her
medeniyet çağında dili halı gibi işlemişlerdir. Ben Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lügâti’t-
Türk’ünü roman gibi birkaç kere okudum. Dede Korkut Kitabı gibi o da atlı göçebe
medeniyetine ait bir hazinedir. Size ondan eski Türk medeniyetiyle ilgili iki söz zikredeceğim.
Birisi o devir Türk’ünün yaşayış tarzını özetleyen bir atasözü: “Kuş kanadı ile, er atı ile.” O
devir Türk medeniyeti ata dayanır. At, o devir Türk medeniyetinin anahtarıdır. Eski bir Türk
efsanesine göre Türk, gökyüzünden yeryüzüne atlı olarak inmiştir. Bilindiği gibi Türk şamanları
gök tanrısının katına ata veya kartala binerek yükselirler. Divanü Lügâti’t-Türk’te geçen bir
kelime, bana dilin arkeolojiden daha önemli bir kültür hazinesi olduğunu öğretti. Zira eski
çağlara ait yer altında saklanamayan nesneleri eski bir metinde bulmak mümkündür. Türkler,
karlı sahalarda güneşin parıltısı gözlerini kör etmesin diye at kılından gözlük yapar ve
takarlarmış. Buna “boyunduruk” gibi “gözündürük” derlermiş. Kaşgarlı’nın lügatı yazılı bir atlı
göçebe medeniyeti müzesidir. Bilindiği gibi onda eski Türklerin düğünlerini, matemlerini,
dinlerini, savaşlarını tavsir eden güzel şiirler de vardır.
Biz İslamlıktan önceki Türk medeniyetine ait pek az şey biliyoruz. Hâlbuki bize ait pek
çok şey o devirden kalmadır.

Dil ve kültür konusu beni, sadece Türkiye’ye has bir mesele olarak değil, beşerî, içtimai ve edebî
bir konu olarak da çok yakından ilgilendirmiştir. Okuyucu bazı yazılarda bunu açıkça görecektir.
Zaten kültür ve dil meselelerini, genel bir temele oturtmadan özel (millî) olarak da
anlayabileceğimize kani değilim. Bu yazıların bazı bakımlardan genel olarak dil ve kültür
üzerinde düşünenleri de ilgilendireceğini sanıyorum. Yunus bir şiirinde “Dil hikmetin yoludur.”
diyor. Ben Türkçe üzerinde düşünürken bazı hakikatlere ulaşır gibi olduğumu hissettim. Sadece
Türkçenin değil, bütün insanlık dilinin pek çok beşerî hakikati gizlediğine kaniyim. Ortak ve
sürekli inançlar dilin içine sinerler. Milyonlarca insanın binlerce yıl denediği hakikatlerin deposu
olan dil bizi aldatmaz. Uydurma ve uzun ömürlü olmayan kelimelerden şüphe edebiliriz. Büyük
yazarlardan pek azı yeni kelimeler icat etmişlerdir. Şaheserler asırların tecrübesinden geçmiş,
sağlam ve zengin manalı kelimelerle yazılmıştır. Yunus’un, Fuzulî’nin, Baki’nin şiirlerinde
bugün derin manalar bulmaktayız. Bunu asırların tecrübelerine borçluyuz. Kökleri ve yapısı
sağlam Türkçe kelimelerde binlerce yılın duygu ve düşüncesi, bugün de gün ışığı gibi parlar.
Uydurma kelimelerde bu aydınlık ve sağlamlık yoktur. Bugün ortalıkta dolaşan uydurma
kelimeler binlerce yıl yaşama gücüne sahip olursa onların arasına katılabilirler. Bugünden
onların gelecekleri hakkında hüküm veremeyiz.
Dilin sağlamlığının en kesin delili, güzel edebî eserlerde yaşamasıdır. Yahya Kemal, bunu
bildiği için eski şairlerin kullandığı kelimeleri kullanmaktan çekinmemiştir. Sırtını milletinin
tarih ve kültürüne dayayan sanatçı geleceğine güvenebilir. Beni bu denemeleri yazmaya sevk
eden bu inanç olmuştur.

40
Mehmet KAPLAN

41
1.“İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan
doğal bir vasıta; kendine has kuralları içinde yaşayıp gelişen canlı bir varlık; milleti bir arada
tutan, koruyan ve milletin ortak malı olan sosyal bir kurum; temeli bilinmeyen zamanlarda
atılmış gizli bir anlaşmalar sistemi ve seslerle örülmüş muazzam bir yapıdır.”
Yukarıda aşağıdakilerden hangisi tanımlanmıştır?
A)Kültür
B)Dil
C) Antropoloji
D) İletişim
E) Sesler

2. “Biz “-(I)yor” ekini kullanacaksak örneğin gör-ü-yor, -yor ekinin yerine,


keyfimize göre bir başka ek isimlerden yüklem yapan ek-fiil üçüncü teklik şahıs “-DIr” ekini bu
fiile getiremeyiz. Bu eki “gör-“ fiiline getirirsek “gör-dür” diye anlamlı bir yapı oluşturamayız.
Aynı şekilde “-Iyor” ekini bir isme getiremeyiz. “güzel-yor-“ şeklinde bir çekimle bir yüklem
elde edemeyiz, ama ek-fiil üçüncü teklik şahıs ekini ekini getirerek, “güzel-dir” şeklinde bir isim
cümlesinin yüklemini oluşturabiliriz.”
Yukarıda verilen örnek, dilin hangi özelliğine örnek olabilir?
A) Dil bir sistemdir.
B) Dilde ilkel dil, gelişmiş dil ayırımı yoktur.
C) Dil toplumsal ve millî (ulusal) bir kurumdur.
D) Gizli bir anlaşmalar sistemidir.
E) Dil toplumsal katmanlara göre değişir.

3. “Mesela at da bir vasıtadır, otomobil de bir vasıtadır. Fakat insan otomobile


istediği şekilde hükmedebilir, at karşısında ise onun tabiatına uygun şekilde hareket
etmek zorundadır. Ot omobile istediği şekli verir, onun biçimini istediği şekle sokar, onu istediği
gibi kullanır, isterse uçuruma sevk edebilir. Fakat atın biçimini değiştiremez, onu istediği gibi
kullanamaz, istediği yere sevk edemez. Başını kesseniz ata korktuğu yerde bir adım
attıramazsınız. İşte dilin vasıtalığı atın vasıtalığı gibidir.”
Yukarıda verilen örnek, dilin hangi özelliğine örnek olabilir?
A) Dil, öğrenilen değil, edinilen kuşaktan kuşağa aktarılan bir sistemdir
B) Dil sürekli değişim ve gelişim içinde olan canlı bir varlıktır.
C) Dil tabiî (doğal) bir araçtır
D) Dilin kendini mahsus (özgü) kuralları vardır
E) Dil toplumsal katmanlara göre değişir.

4. “Eskimolar için “kar” çok önemli olduğundan, karın yağış biçimi, katılık
derecesi, erimişlik ölçüsü, vb. bakımlarından ayrı ayrı sözcükler kullanılır. Bazı
Afrika dillerinde de “duymak” kavramını anlatmak için ayrı ayrı sözcükler vardır; karşısındakini
görerek duymak, ağacın tepesindeyken duymak, çalıların arkasındayken duymak, nehrin öbür
yakasındayken duymak, çukur bir yerdeyken duymak, vb. Oysa bu gibi ayrımlardan hiç birisi
Batı dillerinde bulunmamaktadır.

42
Demek oluyor ki, ekonomik bakımdan geri kalmış ülkeler vardır ama anlatım açısından
geri kalmış “ilkel” diller diye bir şey yoktur. Diller arasındaki tek ayrılık, önem verilen yaşam
alanlarına göre, her dildeki birimlerin başka başka dağılım göstermeleridir.”
Yukarıda verilen örnek, dilin hangi özelliğine örnek olabilir?
A) Dil, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir sistemdir
B) Dil sürekli değişim ve gelişim içinde olan canlı bir varlık
C) Dil, insanı konu alan her bilim dalıyla yakından ilgili doğal bir iletişim aracıdır.
D) Dilde ilkel dil, gelişmiş dil ayırımı yoktur.
E) Dil tabiî (doğal) bir araçtır

5. “Türk dilinin işlemesinde en büyük yük, eklerdedir. Türkçede kullanılan son


ekler, yapım ve çekim ekleridir. Gerek yapım ekleri, gerekse çekim ekleri kendi
aralarında dizimsel bir sıra izlerler. Sıra değiştiğinde ya anlam değişir; ya da artık dil dışı bir
biçim oluşur. Bunu “kök+yapım eki+çekim eki” şeklinde formülleştirmek mümkündür: “yaz-ı-
lar-ı-nız, su-la-dı-k” vb. Elimizdeki ilk yazılı belgeler olan Orhun Abideleri’nden bu güne
yaklaşık 1300 yıldır, bu böyledir. Türkçede bu yapının dil becerisi ve dil öğrenimi sürecine
yansıyan, kelime türetme kolaylığı, çekim düzeni ve kelime yapısını saydamlaştırma gibi olumlu
işlevleri öğrenilmesini de kolaylaştırmaktadır. Türkçe yapısı itibariyle matematiksel bir düzene
sahiptir. Türkçenin kelime yapısındaki matematiksel sistem, kelime kökünün her durumda sabit
kalmasından, kelime köküne gelen yapım ve çekim eklerinin kökten kolaylıkla ayırt
edilebilmesinden ve kökle birleşmesine rağmen fonksiyonlarının kolaylıkla fark edilmesinden
kaynaklanmaktadır.”
Yukarıda verilen örnek, dilin hangi özelliğine örnek olabilir?
A) Dilde ilkel dil, gelişmiş dil ayırımı yoktur.
B) Her dil ait olduğu toplumun gereksinimlerine cevap verebilecek yeterliliktedir
C) Dilin sürekli değişim ve gelişim içinde olan canlı bir varlıktır.
D) Dil toplumsal katmanlara göre değişir.
E) Dilin kendini mahsus (özgü) kuralları vardır ve dilin üretim yetisi sınırsızdır.

6. Bir dil incelenirken dilbilimin dört temel şubesi, dili çeşitli yönlerden ele alır.
Dilin bu dört temel şubesi arasında aşağıdakilerden hangisi olamaz?
A) Ses Bilim (Fonoloji)
B) Biçim Bilgisi (morfoloji)
C) Kültür bilimi (Antropoloji)
D) Söz dizimi (Sentaks)
E) Anlam Bilimi (Semantik)

7. Aşağıdakilerden hangisi dilin özelliklerinden biri değildir?


A) Oluşum tarihinin belli olması
B) Doğal bir iletişim aracı olması
C) Sosyal birim kurum olması
D) İşaretler sistemi olması
E) Kendine özgü yasalarının olması

8. .“Her bitki kendi tohumunda yaratılış sırrına ait var olma bilgisi taşır; ancak,
tohumda şifrelenen bitkinin kendi şekline dönüşebilmesi için toprak, nem, ışık gibi şartları kendi
genetik kodlamasına uygun şartlarda bulması gerekir. Bu şartlar oluşturulmazsa, tohum çekirdeği

43
ekildiği toprakta çürür gider ve yaratılış sırrına ulaşamaz.” cümleleri, aşağıdaki konulardan
hangisi ile doğrudan ilişkilendirilebilir?
A) Toplumların kültürlerinin değişkenliği
B) Dil kültür ilgisini
C) Dilin anlaşmayı sağlama aracı olması
D) Bireyin ana dilini edinimi
E) Dilin canlılık özelliği

9. “Batı Karadeniz’deki Kastamonu yöresinde yol kenarındaki bir tabelada ‘Daş


düşebülü, ayu çıkabülü.’ yazmaktadır.” Bu tabeladaki cümle, dilin hangi özelliğini
göstermektedir?
A) Ağız
B) Jargon
C) Lehçe
D) Şive
E) Argo

10. Aşağıdakilerden hangisi dil becerilerinden olamaz?


A) Düşünme
B) Kekemelik
C) Yazma
D) Dinleme
E) Konuşma

44
Bu dersi dinledikten sonra:
“Kültür” kavramını ve anlamını anlayacak
“Kültür” ve “medeniyet” arasındaki ilgiyi kuracak
“Kültür ve “miras arasındaki bağlantıyı kuracak
İnsan hayatındaki kültürün rolü etkilerini anlayacak ve tartışabilecek
“Dil- Kültür” arasındaki ilgiyi algılayabilecek ve tartışabileceksiniz.

45
“Kültür” kelimesi “cult ya da cultus” Latince (Latince ‘de "toprağı işleme" demek olan,
batı Avrupa dillerinde "yüksek genel bilgi" anlamıyla) Türkçeye giren tabir, terim. Fransızcadan
dilimize girmiş “işlemek, toprağı sürmek (tilling)”, “ekip biçmek (cultivating)”, “inceleme,
damıtma, arındırma (refining)” ve “ibadet (worship.)” anlamına gelen bir kelimedir. Özetle “bir
şeyin geliştirilmesi” ya da “arıtılması, inceltilmesi” anlamına gelir. Özelikle Sanskrit dilindeki
“Sanskrit” ile aynıdır. Sanskrit terimi, ‘Kri’ (yapmak)kökünden elde edilmiştir. ‘Kri’kökünden
gelen üç kelime; “Saskriti’ (temel madde veya durum) ve ‘vikriti’ (modifiye edilmiş, çürümüş
madde ya da durum) ‘prakriti’, rafine edilmiş ham madde (tohum), ya da hasarlı bozuk
(mahvolmuş, çürümüş) anlamına gelir. Sanskrit, kelime olarak cilalanmış, düzenlenmiş,
kusursuzlaştırılmış manalarını taşımaktadır.
Culture (latince) ekip biçmek, ürün almak anlamına geldiği gibi toplumdan topluma
alandan alana farklı anlamlarda da kullanılır. Tıpta; bakteri üretmek anlamına gelir. Benzer
nitelikler gösteren dönemleri, çağları tanımlamak için kullanılır. Eleştirme, zevk alma yetilerinin
kullanıldığı alanlarda geçer. bir topluma, ulusa mal olan davranış, sanat, din, dil gibi öğelerin
tümüdür.
Kültür, Türk Dil Kurumunun yayımladığı Türkçe sözlükte: “Tarihsel, toplumsal gelişme
süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere
iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren
araçların bütünü, hars, ekin.” olarak tanımlanmaktadır.
Kültür, milletin fertleri arasında sosyal akrabalık bağını oluşturan başta dil olmak
üzere tarih, din, örf ve âdetler, hukuk sistemi, müzik, güzel sanatlar, ekonomi, ahlak
anlayışı ve dünya görüşü gibi maddi ve manevi değerlerin tümüdür ve bu değerler
kültürün başlıca unsurlarını oluşturur. Bunlar o milletin fertlerini birbirine bağlarken,
diğer milletlerden ayırır; içeride birleştirici, dışarıya karşı ayırıcı rol üstlenir.

Kısaca, bir toplumun tarihsel süreç içerisinde oluşturduğu, nesilden nesile aktardığı maddi-
manevi birikimlerinin tümüne kültür denir.
Prof. Dr. Sadık Kemal Tural, “Tarihin derinliklerinden süzülüp gelen; zamanın ve
ihtiyaçların doğurduğu, şuurlu tercihlerle, manalı ve zengin bir sentez oluşturan; sistemli ve
sistemsiz şekilde nesilden nesile aktarılan; bu suretle her insanda mensubiyet duygusu, kimlik
şuuru kazanılmasına yol açan; çevreyi ve şartları değiştirme gücü veren; nesillerin yaşadıkları
zamana ve geleceğe bakışları sırasında geçmişe ait atıf düşüncesi geliştiren; inanışların,
kabullenişlerin, yaşama şekillerinin bütününe Kültür denir.”
Prof. Dr. Muharrem Ergin, “Kültür, bir topluluğu, bir milleti millet yapan, onu başka
milletlerden ayıran hayat tezahürlerinin bütünüdür. Bu hayat tezahürleri her milletin kendine has
olan millî değerleridir.”
Kültürel birikimler iki başlıkta incelenebilir:
1. Maddi Kültür: Bir toplumu toplum yapan maddi unsurların tümüdür. Binalar, halk
oyunları, kitapları, sokak oyunları, gelenek ve görenekleri maddi kültüre girer.

46
2. Manevi Kültür: İnanç, yaşayış, olaylara bakış vb. unsurlar da manevi kültürü oluşturur.
Edward Taylor, “Kültür; toplumun üyesi olarak, insanın öğrendiği, edindiği bilgi, sanat,
gelenek-görenek ve benzeri yetenek, beceri ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütündür.”
Edward Taylor’un tanımında kültürün öğrenilen bir değer, üst kuşaklardan devralınan bir
miras olduğu vurgulanmaktadır. Kültür tanımlarını incelediğimiz zaman, üç ortak yönün
varlığına tanık olmaktayız: Kültür üst kuşaklardan miras olarak devralınır, miras yaşanır ve
sonraki kuşaklara yine bir miras olarak devredilir.
Kültür sosyolojideki en önemli kavramlardan biridir. Hiçbir insan toplumu kendi kültürünü
geliştirmeden var olamaz. Hayvan ve insan toplulukları arasındaki ana farklardan en önemlisi
kültürdür. Hayvan topluluklarında dil sistemi ve toplum tecrübesini nesilden nesile aktarma
olmadığından kültür yoktur. Bu hayvanlarla insanlar arasındaki farkın dilden sonra önemli
belirleyicilerden biridir.
Kültür, bir topluluğun yönetim yapısı, yasalar, yönetmelikler vb., nüfus ve yerleşim, bilim
ve teknoloji, güzel sanatlar, din ve inanç sistemi, gelenek ve görenek, felsefe, üretim, tüketim
araçları ve biçimleri, spor, moda, dil (iletişim) ve bunlardan oluşan, sürekli gelişmeye ve
değişmeye açık bir bütündür. Kültürel sistemi oluşturan öğeler, birbirlerinden bağımsız değildir.
Bu öğelerin birindeki değişme, diğer öğeleri de etkiler ve değiştirir. İnsan, bir kültürel sistem
içinde doğar, büyür ve ölür. Bu nedenden dolayı, insan bir bakıma kültürel değerlerle iç içe
yaşayan, onlardan etkilenen; diğer yandan yeni kültürel değerleri oluşturan bir varlıktır.

Kültür bir yaşam tarzıdır. Yemek yemeniz, giysileriniz, konuştuğunuz diliniz ve Allah’a
ibadet biçimlerinizi hepsinin kültürle ilgili yönleri vardır. Çok basit bir anlamda, kültür
düşündüğümüz ve yaptığımız şeylerin somutlaşmış biçimi olduğunu söyleyebiliriz. Aynı
zamanda toplum üyeleri olarak atalarımızdan miras olarak aldığımız şeylerdir. Sosyal grupların
üyesi olarak insan ve insan gruplarının başarıları ve kazanımlarının tamamı “kültür” olarak
adlandırılır. Sanat, müzik, edebiyat, mimari, heykel, felsefe, din ve bilim kültürün değişik
cepheleri olarak görülebilir. Ancak kültür: adetleri, gelenekleri, bayramları yaşam tarzlarını ve
çeşitli konularda yaşama bakışı, hayat nizamını ve dünya görüşünü de içerir.
Kültür nesilden nesile aktarılan grup yaşamında insanın çevresinde yaptığı maddi ve maddi
olmayan tüm üretimleri içerir. Sosyal bilimciler arasında kültürün insan tarafından sonradan
kazanılan açık ve kapalı davranış kalıpları içerdiği yönünde genel bir mutabakat vardır. İnsan
gruplarının ayırt edici başarılarını oluşturan eserlerler, semboller aracılığıyla kendilerine has
şekillenmeleri bunlar vasıtasıyla iletirler. Kültürün temel çekirdeği toplumun tarih içerisinde
kendine ait seçkin değerlerle ve nesilde nesile iletilen yüce fikirlerle ince ince, gergef gergef
toplumun tüm üyeleri tarafından dokunur. Kültür tarihsel sembollerle somutlaşan anlamlarla
insanların kendi aralarında oluşturduğu milli mutabakata bağlı iletişim ağıyla sürekli olarak
çağdaş anlamda sürdürülebilir bir biçim kazanması için bilgileri sürekli geliştirilerek hayata karşı
tutumları çağın özüne bağlı kalarak ifade edecek şekilde biçimde çağdaş bir modele
dönüştürtülerek süreklilik kazandırılır.
Kültür yaşam ve düşünme modlarımızda şekillenen doğamızın ifadesidir. Bu
edebiyatımızda, dini uygulamamızda, dinlenme, tatil ve eğlenme biçimlerimizin doğasında da
görülebilir. Kültür iki ayrı bileşenden yani maddi ve maddi olmayan (manevi) iki ayrı unsurdan
oluşur. Maddi kültür hayatımızın maddi yönü ile ilgili olan elbisemiz, yiyeceğimiz ve ev
eşyalarımız gibi nesnelerden oluşur. Maddi olamayan kültür ise fikirler, idealler, düşünceler ve
inançlardır.
Kültür ülkeden ülkeye, bir yerden bir yere değişir. Kültürün gelişimi, yerel, bölgesel ve
ulusal bağlamda tarihsel olarak işlenen bir sürece bağlıdır. Örneğin, başkalarının giyimleri, yeme
alışkanlıkları, sosyal ve dini gelenekleri selamlaşma biçimleri bizimkilerden çok farklıdır. Başka
bir ifadeyle, herhangi bir ülke insanın kendi ayırt edilmesi onun kültürel gelenekleriyle
karakterize edilir.

47
Maddi Kültür: Bundan insanın ürettiği fizikî objeleri anlaşılır: Ev, yol, araba, kalem gibi.
Manevi Kültür: Maddi olmayan şeyleri ifade eder: Din, sanat, kültür, değerler sistemi
gibi soyut kavramlar manevi kültür içindedir. Bunların fiziki bir şekli yoktur ama insan
davranışlarını tanımlamak açısından önemlidirler.
Gerçek Kültür: Toplum yaşamında gözlemlenebilen her şeydir. Günlük hayatta
uygulanan kültür gerçek kültürdür. Bir insan Müslümansa, Müslümanlığın gereklerini yerine
getirmesi gibi. Bir insanın İslamî prensipleri takip etmesi ve uygulaması olağandır. Düğün
törenlerinde davul çalıp oynamak gibi gelenek ve görenekler de gerçek kültürdür.
İdeal Kültür: İnsanlara kalıp olarak sunulan kültür ideal kültür olarak adlandırılır.
Toplumun ulaşmak istediği amaçlara göre tarih içerisinde oluşan ideal insan tipi, kahraman,
çalışkan insan tipi, veli tipi vb. gibi. Ana pratikleri usta-çırak ilişkisine dayanır. Bu kültür
kitaplarla ve dille izah edilemez, ancak yaşanır.

“Kültür” ve “uygarlık (medeniyet” kelimeleri genellikle eşanlamlı olarak kullanılır. Ancak


bu kelimelerin anlamı birbirinden açık bir biçimde ayırt edici olarak tanımlanmalıdır. “Uygarlık
(medeniyet)” daha iyi yaşam yollarına sahip olmak demektir ve bazen ihtiyaçlarımızı
karşılaşmak için doğaya hükmetmek onu kendimize göre değiştirmek ve düzenlemek anlamına
gelir. Uygarlık, aynı zamanda, çağdaş anlamda, toplu çalışmak için, gelişmiş gıda, giyim, elbise
ve yaşam alanı üretmek için iletişim vb. konularda en mükemmele erişmek için iyi tanımlanmış
organize gruplara ve siyaset içinde iyi organize olmuş toplum ve örgütler sahip olmak gibi çeşitli
aşmaları kapsar.
Diğer taraftan, “kültür”, beni ve kalbi geliştirmek anlamına da gelir. Bunlar insan
yaşamanın güzel sanatlar, bilim, müzik, dans gibi çeşitli ve yüksek ilgi alanlarını içeren kültürel
faaliyetler olarak da sınıflandırılır. Yoksul ve en ucuz kıyafetleri giyen biri barbar, medeniyetsiz
bir olarak kabul edilebilir, ama yine de böyle bir bay ya da bayan en kültürlü kişi olarak kabul
edilebilir. Gösterişli zenginliğe sahip bir “uygar” olarak kabul edilebilir, ama kültürlü
olmayabilir. İnsan sadece fiziksel bir varlık değildir. İnsan üç düzeyde yaşar ve hareket eder:
fiziksel, zihinsel ve ruhsal. Daha iyi toplumsal yaşam ve politika yolları ve çevremizdeki
doğanın daha iyi kullanımı uygarlık (medeniyet) olarak adlandırılabilir.
Bu nedenle kültür dediğimizde, uygarlıktan farklı bir şeyi kastettiğimizi anlamak
zorundayız. Gördüğümüz gibi “kültür” insanın içini geliştiren yüksek düzey bir şeydir.

Kültürel gelişme tarihsel bir süreçtir. Atalarımız atalarından birçok şey öğrendi. Zamanın
geçişiyle, öğrendiklerine ilave olarak kendi deneyimlerinden ve gelecek kuşaklar için faydalı
olamayacak şeylerden fedakârlıkla vazgeçerek zamanlarını değerlendirerek yeni keşif, icatlarla
birlikte sosyal, psikolojik, sanat ve siyasi alanda kazandıkları deneyimleri bize miras olarak
bıraktılar. Bizim sıramız gelinceye kadar atalarımızın sırayla bıraktığı maddi ve manevi kültür
değerlerinden çok şey öğrendik. Zaman geçtikçe yeni düşünceler, mevcut olan fikirlere yeni
fikirler, yararlı deneyimler ve gelişmeler eklemeye var olan ve mevcut olan kültürel değerlere
sürekli biçimde yeni bir şeyler eklemeye devam ederken, kültür çekirdeğimizin ana yapısını
bozabilecek her şeyden vazgeçerek yolumuza devam ediyoruz. Gerektiğinde büyük
fedakârlıklarla, hem de canımız pahasına. Kültürün nasıl iletildiğini ve nesilden nesile nasıl
taşındığını toplumsal bir mutabakatla bilinçsiz bir farkındalık yaratarak. Bizim atalarımızda
miras, emanet aldığımız kültür, kültürel miras olarak adlandırılır. Bu miras çeşitli düzeylerde var
olmaktadır. İnsanlık bir bütün olarak insan mirası olarak adlandırılan bir kültürü devralmıştır. Bir
ulus da ulusal kültür mirası olarak adlandırılabilen bir kültürü devralır.
48
Kültürel miras nesilden nesile kendi ataları tarafından kendi insanlarına o ulusun bir ferdi
kılacak maddi-manevi değerleri, yaşam biçimini ve dünya görüşünü doğal olarak bulaşan
değerleri içerir. Kültür mirası bizi biz yapan değerlerdir. Bizi biz farkında olmadan hayatta
onurla tutan kıymetlerdir. Sahip olduğumuz ulus kimliğimizle bizi gururlandıran canımızdan aziz
bilmemiz gereken hazinemizdir. Kültürel miras değerlerimizi, kıymetlerimiz ve hazinelerimizi
koruyan, muhafaza eden ve tarihi bakımdan sürekliliğimizi sağlayan emanetlerdir.
Birkaç örnek, miras kavramını açıklığa kavuşturmak için yararlı olacaktır.
Mimari yaratıların yanı sıra, el yapımı eserler, anıtlar, entelektüel başarılar, felsefe, bilgi
hazineleri, bilimsel buluşlar ve keşifler de mirasın bir parçasıdır.

Şimdi dünya çapında farklı kültürler için ortak olan bazı genel özellikler üzerinde duralım:

1. Kültür öğrenilir ve sonradan zamanla kazanılır:


Kültür, belirli davranışların kalıtım yoluyla elde esilmesiyle zamanla sonradan kazanılır. Bireyler
ebeveynlerinin belirli niteliklerini kalıtım yoluyla alırlar, ancak sosyo-kültürel kalıplar kalıtım yoluyla
alınamazlar. Bunlar aile üyelerinden, gruplardan ve içinde yaşadıkları toplumlardan öğrenilir. İnsan
kültürünün fiziksel ve sosyal çevreyle ilgili faaliyetlerden etkilendiği açıktır.
2. Kültür insan grupları tarafından paylaşılır:
Bir düşünce ya da eylem bir grup insan tarafından paylaşılır, inanılır ya da uygulanırsa ona kültür
denilebilir.
3. Kültür Birikimdir:
Nesilden nesile aktarılabilen farklı bilgilerle somutlaşır. Daha fazla bilgi zaman geçtikçe özellikle
kültüre ilave edilir. Hayatımız ile ilgili problemlere bir kuşaktan diğerine çözüm bulunabilir. Özellikle
kültür zaman içerisinde birken hayat tecrübeleri ilgilidir.
4. Kültür değişir:
Bilgi, düşünce ya da yeni kültürel özellikleri eklendikçe kaybolan bazı gelenekler vardır. Zaman
geçtikçe belirli bir kültür içinde kültürel değişim olasılıkları vardır.
5. Kültür Dinamiktir:
Hiçbir kültür, sürekli olarak kalıcı değildir. Kültür yeni fikirler ve yeni teknikler ilave edilerek,
zamanla değişerek ya da eski tarzları değişerek sürekli olarak değişir. Kültürün biriktirdiği kaliteden
kaynaklanan özellikleri vardır. Zaman içerisinde sürekli geliştiğinden dinamik bir yapıya sahiptir. Bu
değişim dildeki değişiklik gibi kültürün de canlı bir varlık olduğunun kanıtıdır.
6. Kültür bize bir takım davranış kalıpları dizisi verir:
7. Kültür Çeşitlidir:
Kültür birbirini karşılıklı olarak etkileyen ve geliştiren birkaç farklı öğelere sahip bir sistemdir. Bu
öğeler farklı olmakla birlikte bir bütün olarak birbirine bağlı birlikte kültürü oluşturan maddi ve manevi
değerlerdir.
8. Kültür Düşünseldir:
Genellikle aynı kültüre sahip insanların

Kültür öğrenilir: Kültür eğitim, öğretim ve tecrübe yoluyla zamanla kazanılan bir süreçtir.
Kültür paylaşılabilir. Kültür aktarılabilir. Kültür değişkendir. Kültür tarihsel bir boyuta sahiptir.
Kültür süreklidir. Kültür ihtiyaçları karşılayıcı bir sistemdir. Kültür tatmin edici özelliğe sahiptir.
Kültür millîdir. Kültür özgündür. Kültür insan eseridir. Kültür durağan değildir, zaman içinde
değişir. Kültürel değişim hızı her toplumda farklıdır. Maddi öğeler daha hızlı değişir. Canlı ve
tabii bir varlıktır. Ahenkli bir bütündür. Özü değiştirilemez. Kültür farklı derinlik katmalarıyla
kendini gösterir.
Bu açıklamalardan sonra kültürün özellikleri şöyle özetlenebilir:
1. Millîdir,
2. Tarihîdir,
49
3. Özgündür,
4. Milletin ortak malıdır,
5. Canlı ve tabii bir varlıktır,
6. Ahenkli bir bütündür,
7. Özü değiştirilemez.

Dil, millî kültürün temel unsuru ve taşıyıcısıdır. Her nesil, kendi kültürünü, kendi
değerlerini dil sayesinde öğrenir ve sosyal bir miras olarak kendinden sonra gelenlere aktarır.
Sosyal bir miras olarak nesilden nesile aktarılan şey kültürdür.
Bir milletin varlığından söz edebilmek için dil ve kültür gibi birbirinden ayrılmaz iki
unsurun varlığından söz etmek gerekir.
Brown “Bir dil bir kültürün bir parçasıdır, bir kültür de dilin bir parçasıdır; bu iki unsur
karmaşık ve iç içedir bu yüzden dil veya kültürün önemini ikisinin de birbiriyle iç içe
ayrılmazlığını içeren bir durum arz eder. Kısacası dil ve kültür birbirinden ayrılamaz.”
Genellikle dilin kültürün bir parçası olduğu kabul edilmektedir.
Bazı dil bilimciler dil olmadan kültürün var olamayacağını düşünmektedir.
Dil aynı zamanda kültürü yansıtır, etkiler ve şekillendirir.
Kültür, bir milletin hayat biçimini, yaşam ve düşünce tarzlarını bunlara yaklaşımlarını
oluşturan tarihsel ve kültürel arka planını oluşturur ve sembolik olarak bir milleti temsil eder.
Bir milletin varlığından söz edebilmek için dil ve kültür gibi birbirinden ayrılmaz iki
unsurun varlığından söz etmek gerekir.
Bazı araştırmacılar bir anlamda insanların kendi dillerinin bir kültürü ihtiva eden unsurları
nesilden nesile aktarması bakımından dilin kültürün aynası olduğunu söylerler.
Dil ve kültürü sembolize etmek için kullanılan diğer bir benzetme de buzdağıdır. Görünen
kısım sadece kültürün bir parçası ile dilin bir parçasıdır; asıl büyük bir kısım yüzeyin altında
yatan kısımdır ki kültürün bu kısmı hissedilir ama görülmez.
Brown’u dil ve kültür ilgisini üç yeni benzetme (metafor/mecaz) aracılığıyla
aktarılmaktadır.
a) Felsefi bir açıdan:
Dil + kültür -yaşayan organizma
Beden kan
Dil ve kültür canlı bir organizma oluşturur; dil beden, kültür de bu bedende dolaşan kandır.
Kültür olmadan dil ölmüş, dil olmadan da kültür hiç şekillenmemiş olurdu.
b) Bir iletişim açsından:
Dil + kültür - yüzme (iletişim)
Yüzme becerisi su
İletişim yüzmektir, dil yüzme becerisi ve kültür sudur. Dil olmadan (çok sığ suda) iletişim
çok sınırlı bir derecede kalacaktır; kültürsüz hiç iletişim olmayacaktır.
c) Pragmatik bir açıdan:
Dil + kültür - ulaşım (iletişim)
araç trafik ışığı
İletişim ulaşım gibidir: Dil araç ve kültür trafik ışığıdır. Dil iletişimin daha kolay ve daha
hızlı olmasını sağlar; kültür düzenler, bazen iletişi teşvik eder, bazen de engellemektedir. Tek bir
kelimeyle dil ve kültür birbirlerinden farklı olarak bir bütün oluştururlar.

50
SORULAR:
1. “Kültür ve “Sanskriti” kelimelerinin aynı anlama geldiğini nasıl söyleyebiliriz?

..
2. Boşlukları doldurun
a. İnsan ve insan gruplarının başarıları ve kazanımlarının tamamı ……. olarak adlandırılır.
b. Kültür iki ayrı bileşenden yani maddi ve …………… iki ayrı unsurdan oluşur.
3. Kültürel miras nedir?

..
4. Kültürel mirasa bazı örnekler veriniz.

..

51
Türk dilinin sözlüksel ve dilbilgisel bakımdan incelenmesi Kaşgarlı Mahmut’un Divanın
yanında henüz ele geçmeyen bir dilbilgisi kitabıyla başlar.
19.yy’da Türk lehçeleriyle ilgili özellikle Türk dünyası dışında çalışmaların arttığına şahit
oluyoruz.
Bu çalışmalarda önceliği Ruslar çekmektedir.

Kazan Üniversitesi tarafından 1839’da neşredilen “Türk-Tatar Dillerinin Dilbilgisi” adlı


Mirza Kazım Beyin eseri bu alanda önemli bir eser olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ünlü Alman asıllı Rus Türkbilimcisi Radloff “Kuzey Türk Lehçelerinin Mukayeseli
Dilbilgisi” ni 1882’de, “Türk Lehçelerinin Büyük Sözlüğü” nü 4 cilt ve 12 bölüm halinde 1888-
1911 yılları arasında hazırlamıştır. Radloff’un bu yapıtında 70.000 sözcük bulunmaktadır.
Hüseyin Kazım Kadri 1870-1934 yılları içerisinde otuz yıl boyunca çalışarak tamamladığı
3659 sayfalık ve 4 ciltlik eserinde Türkçeye giren Arapça, Farsça sözcüklerle birlikte Uygur,
Çağatay, Azerbaycan, Kazan, Yakut, Koybal, Çuvaş, Altay, Kazan Türklerine ait sözcükleri
örnekleriyle vermiştir.
Ahmet Cevat Emre(1887-1961) “Türk Lehçelerinin Mukayeseli Grameri I Fonetik” adlı
eseri 1949’da yayımlanmıştır.
Türkçe ve Türk dünyası adına 1950-1980 arası verimsiz yıllar olarak kaydedilmiştir.
Sebebi ise Sovyetler Birliği ve Türkiye’deki iç çekişmelerdir.
Saadet Çağatay’ın 1. cildi “Türk Lehçeleri Örnekleri” 1950’de, 2. cildi ise “Yaşayan Ağız
ve Lehçeler” 1972’de basıldı.
Muharrem Ergin’in “Azeri Türkçesi” 1971’de basıldı.
Ekrem Ural Arat’ın “Kaşgar Ağzından Derlemeler” adlı eseri 1965’te yayımlanmıştır.
Yudahin’in “Kırgız Sözlüğü” 1945’te basılmıştır.
Türk Dünyası Araştırmalar Vakfının 1984’te yayınladığı “Kazak Türkçesi Sözlüğü”
önemlidir.
Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü tarafından 1976’da yayımlanan “Türk Dünyası El
Kitabı” önemli bir eserdir.
A.von Gabain’in “Eski Türkçenin Grameri”ni Mehmet Akalın tercüme ederek 1988’de
yayımlanmıştır.
Janos Eckmann’ın “Çağatayca El Kitabı” Günay Karaağaç tarafından çevrilerek 1988
yılında basılmıştır.
Ahmet Caferoğlu’nun “Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü” 1968’de yayınlanmıştır.
1991 yılında Ahmet Bican Ercilasun ve diğerlerinin hazırladığı “Karşılaştırmalı Türk
Lehçeleri Sözlüğü” yayınlanmıştır.
Fuat Bozkurt’un 1992 yılında yayımlanan “Türklerin Dili” adlı yapıtı bu alanda yapılan
çalışmalardan bazılarıdır.

Türklük bilimi/Türkoloji, Türkiyat, dar anlamda Türk dili ve lehçelerini, geniş anlamda ise
Türkleri ve Türklükle ilgili konuları inceleyen, araştıran bilim dalıdır.
Türkoloji alanındaki çalışmalar Türklerin ve başka milletlerin yaptıkları çalışmalar
bakımından iki ana başlıkta incelenebilir.
Türk dünyası dışından gelen önemli bilgiler Latin ve Bizans yazarlarının verdikleri
bilgilerdir. Bunlar ıv., v., vı. Yy’a ait bilgilerdir:Marcellinus, priskos, Jordanes gibi.

52
Türkler ve Türk dili hakkında bilgi verilen önemli kaynaklardan biri de Çin kaynaklarıdır.
Bu kaynaklarda Türk adı için “T’u-küe” biçiminde verilmektedir.
Thomsen, Türk, Tanrı, Köl Tigin gibi özel adların Çin kaynaklarında bulunmasından
hareketle Orhun metinlerini 1893’te çözmeyi başarmıştır.
Tang Sülalesi Tarihi ve Ye-Lü-Zhu’nun “Shuang Xi Zui Yin Ji” adlı eseri Türk yazıtları
hakkında bilgi veren önemli Çin kaynaklarından biridir.
Yine bazı önemli gezginlerin(Marco Polo, İbni Batuta) eserlerinde Türkoloji ile ilgili
bilgilere rastlanılmaktadır:
Türk diliyle ilgili olarak XIV. yy’ ın başında Codex Cumanicus adıyla bir eserin yazıldığı
bilinmektedir.
Savaş esirleri ve misyonerlerde Türkolojiyle ilgilenmişler, eserler vermişlerdir.
Sibirya’da esir bulunan İsveçli subay J. Von Strahlanberg 1730 yılında yazdığı Asya ve
Avrupanın Kuzeydoğu Bölümleri adlı eseriyle Türk yazıtlarını dünyaya duyurmuştur.
1700’lü yıllardan itibaren batıda hızla Türkoloji kürsüleri kurulmaya başlanmıştır. Bunlar
özellikle Almanya, Rusya, ingiltere, Fransa ve İtalya’da yoğun olarak karşımıza çıkmaktadır.
Batıdaki Türkoloji çalışmaları daha çok oryantalizm adı altında yürütüldü. Bu çalışmaları
yapanlara da müsteşrik adı verildi.
Bu çalışmalarda adı geçenler iki gruba ayrılmaktaydı: Dostlar ve düşmanlar.
Dostlardan bazıları: Lamartine, Auguste Comte, Pierre Loti vb.
Avrupalılardan birçok bilim adamı Türkçeye Türkolojiye gönül vermiştir.
Arap ve İranlı bazı ilim adamları da Türkoloji Üzerine çalışmalar yapmıştır. Ebu Hayyan
“Kitabü’l- idrak Li-Lisani’l-Etrak”, İbn Mühenna “Hilyetü’l – İnsan ve Hilbetü’l –Lisan” gibi
Arap dilcileri Memluk Türkçesi üzerinde çalışmıştır. İranlı tarihçi Cüveyni “Cihankuşa”,
Fahrettin Mübarekşah “Şecere-i Ensab” XII. Ve XIII.yy’da Göktürk yazıtlarından
bahsetmektedirler.
Türklerin ve Türk kaynaklarının Türkolojiye katkıları ise 7. ve 8.yy’a ait Orhun, Yenisey
abideleriyle başlar. Ardından Kaşgarlı Mahmud’un “Divanü Lügati’t- Türk” eseri gelir.
Ardından “Muhakemetü’l-Lügateyn” adlı eseriyle Ali Şir Nevai gelir.

Türk adı cins isim olarak eskiden beri kullanılmakta ve şu anlamlara gelmektedir: Miğfer,
terk edilmiş, olgunluk çağı, deniz kıyısında oturan adam, türemiş, türeli, kanun ve nizam sahibi,
devlete bağlı halk, teba, güç, kuvvet, güçlü kuvvetli vb.
İbrahim Kafesoğlu, Türk adının özel isim olarak Altaylı kavimleri karşılamak üzere 420
tarihli bir Pers metninde geçtiğini 515’te ise Hunlarla birlikte Türk- Hun devleti olarak (Güçlü
Hun) anıldığını belirtmektedir.
Başka bir araştırmacı Türk adının “Türük”ten çıktığını ve 6.-8.yy’da hüküm süren, 552
tarihinde kurulan Göktürklerle başladığını ileri sürmektedir.
Efrasiyap Gemalmaz ise Türk adının M.Ö. 1328 yılında Çincede “Tu-Kiu” şeklinde
geçtiğini ancak, bugünkü söyleyişe en yakın olan şekliyle Roma’lı Pompeius Meala’nın M.Ö.
1.yy’da Azak Denizinin kuzeyinde yaşayan halktan söz ederken “Turcae” dediğini
belirtmektedir.
İbrahim Kafesoğlu Türk adının Çin’de Chou Sülalesi Yıllığında(557-579), Bizans tarihçisi
Agathias’ın eserinde, cahiliye dönemi Arap şairlerinden Nabiga’t –uz-Zubyani’nin divanında,
XII.yy’a ait Rus kroniğinde geçtiğini belirtir.
Bazı araştımacılar Türk adının “Tik” veya “Tikler” biçiminde kullanıldığından
bahsetmektedir. Hatta Tarihçi Heredotos’un doğu kavimleri arasında andığı “Targitab”ların,
İskit topraklarında tarih sahnesine çıkan “Tyrkae”lerin, Tevratta adı geçen “Togarma”ların,
Hint kaynaklarında yer alan “Turukha”ların veya “Thrak”ların, Ön Asya çivi yazılı metinlerde
geçen “Turukku”ların, Çin kaynaklarında geçen “Tik” veya “Di”lerin Türk olduğunu savunan
görüşler vardır.

53
Efsaneye göre Türkler Hz. Nuh’un üç oğlundan biri olan Yasef’in oğlu Türk’ten
gelmektedir. Zend- Avesta’ya göre ise Feridun’un oğlu Tur veya Turac’dan gelmektedir.
A. Vambery, Türk adının kökeni konusunda töre-/türe-/türü->türük>türk(türeyen,
töresi,nizamı olan) biçiminde geliştiğini belirtir.
A. Von Le Cog, G. Nemet ve başkaları ise “erk,güç, kuvvet, fazilet” anlamlarına geldiğine
inanırlar.
Efrasiyap Gemalmaz ise “tür+ök” sözlerinin birleşiminden meydana geldiği ve “Tanrıya ve
evrene bağlı insan topluluğu” anlamında kullanıldığını belirtmektedir.
Türk kaynaklarında ise ilk defa Orhun Yazıtları’nda karşımıza çıkmaktadır. O günden beri
her dönem ve devirde geçmektedir.

Bahaddin Ögel, Türk soyunun beyaz ırka mensup olduğunu belirtmektedir.


İslam Ansiklopedisi’nde , Türklerin beyaz tenli, koyu parlak gözlü, ay yüzlü, badem gözlü,
endamlı, sağlam yapılı erkek ve kadınları ile Orta Çağ kaynaklarında güzelliğe misal olarak
gösterildiği belirtilmiştir.
İbrahim Kafesoğlu da Türk(Turan) tipinin dominant vasfının beyaz renk, düz burun, ay
yüzlü, hafif dalgalı saç, orta gürlükte sakal ve bıyık olduğunu ileri sürmektedir.
Kaynaklar Türklerin farklı ırklara ait özellikler gösterdiğini de belirtmiştir.
Osman Turan, Çin kaynaklarının Türklerden, Kırgızlardan bahsederken kumral saçlı, mavi
gözlü ve uzun boylu olarak ifade etmektedir.
İslam, Ermeni ve Bizans kaynakları Türklerin Kıpçak(Kuman), Peçenek ve Bulgar
Türklerinin sarışın, beyaz tenli ve uzun boylu olduklarını belirtmektedir.
Ruslar ve Almanlar, Kumanları sarışın anlamlarına gelen “Polovtsi” ve “Falben”
biçiminde adlandırmışlardır.
Türk soyu kuzeyde yaşayanlar beyaz tenli iken güneyde yaşayanlar esmer tenlidir.

Yaygın görüşe göre Türklerin yurdu, Göktürk ve Uygur devletlerinin merkezi, Orhun
havalisinin bulunduğu Moğolistan olarak görülmektedir.
Bununla birlikte tarihi, destani, ve lisani deliller Türklerin ana yurdunun Ural-Altay
dağları arasındaki geniş coğrafya olduğunu ortaya koymaktadır. Balkaş, Aral ve Isık Köl civarı
Türklerin ana yurdu konusunda ağırlık kazanan görüştür.
İbrahim Kafesoğlu, Türklerin proto-tipi sayılan “brakisefal” savaşçı beyaz ırk, taş
devrinin ilk yıllarından beri Altay-Sayan dağlarının kuzeybatı bölgesi halklarından olduğunu
belirtir.
Z.V. Togan, Tiyanşan-Aral mıntıkası olduğunu söyler.
A.B.Ercilasun, Türklerin ana yurdu olarak, M.Ö. 2000-1000 li yıllarda Ural dağları ile
Sayan, Altay ve Tanrı dağları arasında yaşadıklarını ifade eder.
Osman Nedim Tuna Türkçe ile Sümerce arasındaki ilgiyi tespit ettiği çalışmasında
Türklerin ana yurdu hakkında “Türklerin en az M.Ö. 3500’lerde Türkiye’nin Doğu bölgesinde
bulunduğu tepit edilmiştir.” şeklinde bilgiler vermektedir.
A.B.Ercilasun: “M.Ö. 2000’li yıllarda ve o tarihlerden önce Anadolu’da, Mezopotamya’da
çoğunlukla eklemeli dil konuşan kavimler yaşamıştır.” diyerek Türklerin ana yurdunun Anadolu
olabileceği konusuna vurgu yapmaktadır.
Günümüzde Çağdaş Türk Lehçelerinin kaynağını teşkil eden coğrafyalar Türkistan(Doğu
ve Batı) ve Türkiye olarak adlandırılmaktadır. Bugün bu coğrafya geniş bir alanı kapsamaktadır.

Türkçe, Türk kelimesinin kavram alanı içinde yer alan bütün boy, soy, oymak ve aşiretlerin
konuştukları dilin ortak adıdır. Aradaki farklılıklar lehçe, uzak lehçe, yakın lehçe ve ağız
terimleriyle ifade edilmektedir.
Türkçenin üç uzak lehçesi vardır: Yakutça, Çuvaşça, Türkçe.

54
Türkçenin yakın lehçeleri: Türkiye, Azerbaycan, Özbek, Kırgız, Kazak, Tatar, Türkmen,
Uygur Türkçeleridir.
W. Radloff, L. Budagov, P.M.Melioransky, J.Nemeth gibi Türkologlar Türk dilinin kolları
için lehçe “dialekt” terimini kullanmışlardır.
R.R.Arat ise Çuvaşça ve Yakutça için “lehçe” diğer kollar için “şive” terimini kullanmıştır.
Bolşevik İhtilali’nden sonra özellikle Rus Türkologlar lehçe(dialekt) terimi yerine dil
“yazık” terimini kullanmışlar ve bunun literatüre bu şekilde geçmesine önderlik etmişlerdir.
Bundan sonra “Türk dilleri” kullanımı ağırlık kazanmıştır.
İngilizcede “Turkish” Türkiye Türçesini, “Turcic” ise bütün Türk dillerini karşılamaktadır.
Göktürklerden itibaren Türkçe, Türk dili, Türki ifadelerinin genel bir kullanım olduğunu
ve bütün Türk kavimlerinin konuştuğu ortak dili kast ettiğini görmekteyiz.
Sömürge yaklaşımının ortaya çıkardığı bölgeye ve oba, oymak adlarıyla anılan Türk dili
kullanımları maksatlı ve yanlıştır. Kazakça, Türkmence, Özbekçe gibi. Doğrusu Kazak Türkçesi,
Türkiye Türkçesi vb. olmalıdır.

Dillerin doğuşu ve kökeni konusunda faklı görüşler ileri sürülmektedir.


Bir dilin dünya dilleri arsındaki yeri ve değeri; dünya çapındaki yaygınlığı, diplomasi dili,
uygarlık dili, geçer bölge dili, resmi dil, ulusal dil, yazı dili olmasıyla ölçülmektedir.
Bu ölçütlerin yaygınlığı, eskiliği ve geçerliliği bir dilin diğer diller arasındaki yerini,
konumunu, işlevselliğini ve değerini belirler.
Türkçe eski devirlerden beri yukarıda belirtilen özelliklere haiz, dünya çapında prestijli,
yaygın ve işlevselliği yüksek bir dil olarak değerlendirilmektedir.
Bunun delilleri Türkçenin dünya üzerinde yaklaşık iki yüz milyon konuşanının olması, en
eski yazılı belgelerinin bulunmasıdır.
Sümer kaynaklarında Osman Nedim Tuna’nın tespit ettiği 168 sözcük batıda, doğuda ise
M.S. 687-689 tarihlerine ait olduğu tespit edilen Çoyr yazıtı Türkçenin kendi grubu içinde yer
alan diğer dillerden daha eski olduğunu ortaya koymaktadır.
Dil alanında yapılan araştırmalar yeryüzünde yaklaşık 3000-6000 dil olduğunu ortaya
koymaktadır.
Diller arasında yapılan eşzamanlı ve artzamanlı karşılaştırmalar bazı dillerin kendi
aralarında yapı ve köken bakımından benzerlikler taşıdığını ortaya koymuştur.
Yapılan bu araştırmalar ışığında diller bazı tasniflere tabi tutulmuştur.

Tek heceli diller:Çince, Tibetçe, Vietnamca, Siyamca, Baskça,Endonezyaca;


Eklemeli diller:Türkçe, Moğolca, Mançu-Tunguzca, Korece, Japonca, Fince,Macarca,
Ural-Altay dil ailesine mensup diller;
Bükümlü(Çekimli) diller:Almanca, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Rumence, Ruşça,
Sırpça, Yunanca, İbranice, Arapça, Farsça, Ermenice vb.

Hint-Avrupa Dilleri: Germen dilleri:Almanca, Flemenkçe, İngilizce, İskandinav dilleri;


Roman Dilleri:Fransızca, İspanyolca, Portekizce, İtalyanca ve Rumence; Slav Dilleri:Rusça,
Bulgarca, Sırpça, Lehçe, Yunanca,Arnavutça, Hititçe.
Farsça, Ermenice,Sanskritçe, Avestçe.
Sami Dilleri: Akadca, İbranice, Arapça.
Ural-Altay Dilleri: Türkçe Ural- Altay dil ailesinin Altay koluna mensuptur. Ural kolunda
Fin-Ugor ve Samoyed dilleri olarak adlandırılan:Fince, Macarca, Ugorca,Permce, Estçe,
Eskimoca gibi diller mevcuttur.
Altay kolunda ise: Türkçe, Moğolca, Mançu-Tunguzca, Korece, Japonca vardır.
55
Çin-Tibet Dilleri:Çince, Tibetçe.
Bantu Dilleri:Orta ve Güney Afrikada konuşulan dillerdir.
Kafkas Dilleri:Abazaca, Adigece, Çeçence,İnguşça, Kabartayca, Gürcüce, Avarca,
Lezgice
Türkçenin dünya dilleri arasındaki yerini belirleyen iki görüş ön plana çıkmaktadır.
1. Birinci görüş: Türk dilini köken bakımından Ural- Altay dilleri ailesine bağlayan
görüştür.
2. İkinci görüş: Türkçenin Ana Hun Dili adı verilen dilden doğduğu görüşüdür. Bu görüşe
göre Batı Hun Lehçesi Çuvaşçayı, Kuzey Hun Lehçesi Yakutçayı, Doğu Hun Lehçesi de Türk-
Tatar dillerini doğurmuştur.

Bir dilin tarihini “yazı dili öncesi” ve “yazı dili sonrası” biçiminde ayırarak incelenmelidir.
Yazı dili sonrasının kaynakları yazılı metinlerdir.
Yazı dili öncesinin kaynakları ise sözlü edebi ürünler, kalıplaşmış ifadeler, söz
varlıklarıdır.
Türk dilinin tarihinden bahsederken bunu yazılı metinlere göre belirleyebilmekteyiz. Türk
dili tarihi demek Türk yazı dili tarihi demektir.
Altay dilleri teorisinin kurucusu Ramstedt’in Türkçenin kökeni hakkındaki görüşlerine
birçok bilim adamı katılmıştır. Özellikle Rus w. Kotwicz, Rudnev, Vladimirtsov; Macar
J.Nemeth, Gombocz; Finli Pentti Aalto; Amerikalı N. Poppe Altay teorisinin gelişmesine çok
hizmet etmişler. Bununla ilgili bazı diyagramlar hazırlamışlardır.

ALTAY DİL BİRLİĞİ


Çuvaş-Türk-Mongol-Mançu-Tunguz Ana Kore
Çuvaş-Türk Mongol-Mançu-Tunguz
Ana Ana Ana Mongolca Ana
Türkçe Çuvaşça Mançu-Tunguzca
Türk dilleri Çuvaşça Mongol d. Mançu-T. D. Kore d
Altay dilleri teorisini O. Pritsak ve K.H. Menges gibi bazı dilciler desteklerken K.
Grönbech, Benzing, G. Doerfer, Sir Gerard Clauson ise bu teoriye karşı çıkmaktadırlar. Karşı
çıkanlara göre Altay dillerindeki yakınlık akrabalıktan çok ödünçlemelerden ibarettir.
Gerhard Deorfer “Temel Sözcükler ve Altay Dilleri Sorunu” adlı makalesinde Altay
dillerinde temel kelimelerin ortak olmadığı görüşünü savunur.
Türkçenin Çuvaşça-Türkçe dönemi M.Ö. 8000’li yıllara götürülmekte, İlk Türkçe içinse
M.S. II.yy’a kadar götürülmektedir. Ancak bu dönem karanlık olduğundan varsayımlar üzerine
kurulu bir tarihleme söz konusudur.
Eski Türkçeden itibaren Türk dilinin tarihi gelişimini metinlerle takip edebilmekteyiz.
A. Caferoğlu bu dönemleri şu şekilde tarihlendirmektedir:Eski Türkçe(VI-IX), Orta
Türkçe(IX-XV), Yeni Türkçe(XVI- günümüze), Modern veya Çağdaş Türkçe günümüzdeki
Türkçedir.
Türk dilinin bilinen ilk eserleri, yazılı kaynakları, Göktürklere ait Orhun Yazıtlarıdır.
Türk dili VII-VIII YY’dan XIII.yy’a kadar tek yazı dili halinde yaşamıştır.
Bu ilk dönemi Göktürkçe ve Uygurca olarak iki döneme ayrılmaktadır.
A.von Gabain’in Eski Türkçede tespit ettiği beş ağız ve Kaşgarlı Mahmut’un Divanü
Lugati’t Türk’te belirttiği farklılıklar daha çok konuşma dilindeki farklılıklardır.
XII-XIII. Yy’dan itibaren Türk yazı dili çeşitli iç ve dış sebeplerle farklılaşmaya
başlayarak Kuzeydoğu ve Batı Türkçesi şeklinde iki ana kola ayrılmıştır.
Kuzeydoğu Türkçesi XIII-XIV. Yy’da Eski Türkçenin devamı olarak varlığını devam
ettirmiştir.
56
XV. Yy’dan itibaren kuzey kolu Kıpçak Türkçesi doğu kolu ise Çağatay(Karluk) Türkçesi
olarak ikiye ayrılmıştır.
Batı Türkçesi(Oğuz) ise XII. Yy’dan itibaren şekillenmeye başlamış ve en sağlam işlenmiş
Türk lehçesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Hazar denizinden Balkanlara kadar uzanan
coğrafyada çeşitli lehçe ve ağızlar olarak konuşulmaktadır.
Batı Türkçesinin ilk dönemi XIII-XV.yy’ları Eski Türkiye Türkçesi ya da Eski Anadolu
Türkçesi olarak kabul edilmektedir.
XVI.yy’dan XX.yy’ın başlarına kadar Osmanlı Türkçesi.
XX.yy’ın başından bugüne kadar ise Modern Türkiye Türkçesi olarak kabul edilmektedir.
Bazı Türk dili tarihçileri Türkçeyi iki ana döneme ayırmaktadır. XIII. Yy’a kadar Eski
Türk Dili ,XIII. YY’dan sonrası Yeni Türk Dili olmak üzere.
Ahmet Caferoğlu Türk dilinin tarihi devirlerini tarih öncesi ve sonrasını birlikte düşünerek
bazı dönemler belirlemektedir.
1.Altay Devri, 2. En Eski Türkçe Devri, 3.İlk Türkçe Devri, 4. Eski Türkçe Devri, 5.Orta
Türkçe Devri, 6.Yeni Türkçe Devri, 7.Çağdaş Türkçe Devri.
A. Bican Ercilasun, Türk Dili Tarihi eserinde Türk dilinin tarihi gelişimini: 1.İlk Türkçe,
Ana Türkçe, Eski Türkçe, Batı Türkçesi, Kuzey ve Doğu Türkçesi.
Eski Türkçe kendi içinde Köktürkçe ve Uygurca biçiminde iki döneme ayrılmıştır.
Köktürkçe 6-8.yy arasında, Uygur Türkçesi 9-15.yy arasında varlığını devam ettirmiştir.
İlk eserler Karahanlı yazı diliyle 11-13. yy’da verilmiştir.
Türk yazı dili 13. yy’dan itibaren batı ve kuzeydoğu diye ikiye ayrılmıştır.
Batı grubunda Azerbaycan Türkçesi, Türkiye Türkçesi, Gagauz Türkçesi, Türkmen
Türkçesi vardır.
Kuzey-Doğu grubun 14-15.yy’da Harezm-Kıpçak, 15.yy’da Çağatay adıyla varlığını
sürdürerek günümüzde, Özbek,Uygur, Karaçay –Malkar, Tatar, Karakalpak, Nogay, Kırım,
Kazan, Kırgız Türkçeleri olarak varlığını devam ettirmektedir.
Lehçe:Bir dilin yazı diliyle takip edilemeyen, kendinden ayrıldığı var sayılan en eski
koludur.
Şive: Bir dilin yazı diliyle takip edilen, kendinden ayrıldığı bilinen bir koludur.
Ağız: Bir dilin farklı bölgelerdeki konuşma biçimleridir.
Reşit Rahmeti Arat ve onun gibi düşünen Türkologlar Çuvaşça ve Yakutçayı
Türkçenin lehçeleri, diğerlerini şive olarak değerlendirmektedir.
A.Von Gabain, Zeynep Korkmaz ve Kaşgarlı Mahmut araştırmalarında Eski Türkçe’de
ağız farklılıkları tespit etmişlerdir. Bu da Türk dili içinde farklı lehçelerin şekillenmesinin
temellerinin çok eskiye götürülebileği düşüncesini doğurmaktadır.
Konuşma dillerinin ortak bir yazı dili haline dönüşmesi “seçilme, standartlaşma,
yaygınlaşma ve kabul” aşamalarından geçmesiyle mümkündür. Bu dillerin doğal yolla
oluşmasıdır.
Başka bir yöntem de zorlama bir yaklaşımla “dil mühendisliği” bir dil yapılmasıdır.
Bu da yapay dil oluşturma yöntemidir.
Sonuç olarak farklı ağız özelliklerinin ortaya çıkması dil içi ve dil dışı etmenlere
bağlanmaktadır. Bu ağızlar yine dil içi ve dil dışı etmenlerin tesiriyle birer lehçeye
dönüşmüşlerdir.
Türk lehçelerinin tasnifi meselesi çok önemli bir konudur. Gerek ulusal gerekse uluslar
arası arenada üzerinde oynanan bir meseledir. Bu konu hem zor bir konu hemde tehlikeli bir
konudur.
Türk lehçelerinin doğru ve isabetli bir tasnifinin yapılabilmesi için:
1.Her lehçenin gramer bakımından ayrıntılı olarak incelenmesi gerekir;
2.Lehçelerin benzer ve farklı yönlerinin ortaya konması gerekir;
3.Lehçelerin dil özelliklerinin onu konuşan Türk boylarıyla örtüşüp örtüşmediğine
bakılmalıdır;

57
4.Her lehçenin eski ve yeni dil malzemesi incelenerek lehçenin tarihi gelişimi
saptanmalıdır.

Türk dilinin ilk tasnifini Kaşgarlı Mahmut yapmakta ve Türk dilini Doğu ve Batı diye iki
gruba ayırmaktadır. Kaşgarlı, Doğu kolunu Hakaniye diye adlandırmakta ve buna Uygur, Çigil,
Karluk vb. Kaşgar ve Balasagun civarını kastetmektedir. Batıya ise Oğuz demekte ve buna Oğuz
grubu lehçelerini, Kırgız, Kıpçak, Peçenek, Bulgar vb. Kaşgar’ın batısını kastetmektedir.
Tarihi, kronolojik olarak bakılacak olursa Kaşgarlı’dan sonra İ.N.Berezin 1848’de Türk
Lehçelerinin tasnifinden bahsetmiştir.
Radloff daha sonraki dönemde Türk dillerinin tasnifiyle ilgili çalışmalar yapmıştır.
Ardından Kroş, Radlof’un çalışmalarını geliştirmiştir.
Daha sonra Samoyloviç, bunların yaptığı çalışmaları birleştirip geliştirmiş ve daha
gelişmiş bir Türk lehçeleri tasnifi yapmıştır ki bu, Türk lehçelerinin tasnifi konusunda temel
kabul edilmektedir.
Türk lehçelerinin tasnifiyle ilgilenen diğer bilim adamları Bogoraditsky, Rasanen,
Kononov’dur.
1953 yılında Reşit Rahmeti Arat, bütün tasnif denemelerini inceleyerek, dil özelliklerini ve
tarihi-kavmi-coğrafi esasları dikkate alarak, “Türk Şivelerinin Tasnifi” adlı makalesinde önemli
bir tasnif ortaya koymuştur.
Ana Türkçe veya Eski Türkçe---
s g. -y g. -s g.
Eski Çuv. Eski Türkçe veya Uygur Devri Eski Yak.
1. –d g. Sayan
2. –z g. Abakan
3. tav g. Şimal
r g. 4. taglı g. Tom -t g.
Çuvaş 5. taglık g. Şark Yakut
6. dağlı g. Cenup
Yukarıdaki tasnif R. R. Arat’a aittir.
Türk lehçelerinin tasnifinde bakış açıları:
1.Coğrafi yönlere göre: Kuzey, Güney, Doğu, Batı, Kuzeydoğu, Kuzeybatı, Güneybatı,
Güney doğu, orta, merkez.
2.Boy adlarına göre:Bulgar, Çağatay, Çuvaş, Hakas, Tatar, Yakut vb.
3.Coğrafi adlara göre:Abakan, Altay, Kıpçak, Sibirya, Volga, Ural-Volga vb.
4. Dil özelliklerine göre: d grubu, r grubu, y grubu, s grubu, tav grubu vb.
5.Tabirlerin karışık kullanılmasına göre: tav grubu(Kıpçak-Kuzeybatı), taglık
grubu(Çağatay- Güneydoğu), dağlı grubu(Kıpçak- Türkmen-Orta) vb.

1.Güney Batı Grubu:Kafkasya,Azerbaycan, Türkmenistan, Anadolu ve Güney Kırım’da


konuşulan lehçeler.
2.Kuzeybatı Grubu:İdil havzası, Sibirya, Kuzey Kafkasya, Kuzey Kırım, Batı Türkistan,
Doğu Türkistan’ın bir kısmı, Altayların bir kısmı ve Afganistan’daki bazı ağızlar.
3.Güneydoğu Grubu:Doğu ve Batı Türkistan’ın bir kısmında konuşulan lehçeler.
4.Orta Grup:Hive ve çevresi
5.Kuzeydoğu Grubu:Altayların bir bölümü.

A. Uzak Lehçe Grupları:


58
1. r Grubu(r-z, l-ş, s-y=Çuvaş)
2. t Grubu(t-d,s-y=Yakut)
B.Yakın Lehçe Grupları:
1. d Grubu(adak, tag, taglıg, kalgan=Sayan)
2. z Grubu(azak, tag, taglık, kalgan=Abakan)
3. tav Grubu(ayak, tav, tavlı, kalgan=Kuzey)
4. taglı Grubu(adak, tag, taglı, kalgan=Tom)
5.taglıg Grubu(ayak,tag,taglık,kalgan=Doğu)
6.dağlı Grubu(ayak,dağ, dağlı,kalan=Güney)
Wilhelm Radloff’un Tasnifi
Temelde yönlere göre ayrılmış olup yönler adı altında bölgesel özellikler de arz
etmektedir.
1.Doğu şivesi:Yakut, Çuvaş, Uygur.
2.Batı şivesi:Kazak,Kırgız, Tatar.
3. Orta Asya şivesi:Çağatay ve Batı Uygur.
4.Güney şiveleri:Oğuz şiveleri.
Wilhelm Radloff, uzak- yakın lehçe ayrımına gitmeden bir ayrım yapmıştır. Ayrıca,
gruplar arasında coğrafik, sessel ayrımlar ciddi olarak dikkate alınmamıştır.
G.J.RAMSTEDT’İN TASNİFİ
Ramstedt tasnifinde yönlere ve ses özelliklerine göre tasnifte bulunmuştur. Reşit Rahmeti
Arat’ın tasnifiyle benzerlikler arz etmektedir.
1.Çuvaş(tu<tag).
2.Yakut(tın<ta<tag).
3.Kuzey Grubu(d bölümü, z bölümü, y bölümü)
4.Doğu Grubu(y<d)Doğu Türkistan ve Özbekistan
5.Güney Grubu(dağ ve da<tağ)Oğuz grubu.
A.SAMOYLOVİÇ’İN TASNİFİ
Samoyloviç tasnifini ses özelliklerine göre yapmış olmakla birlikte kavramların karışık
kullanımına da yer vermiştir. En detaylı tasniflerden birini yapmıştır.
1. R Grubu(Bulgar)
2. D Grubu(Uygur, Kuzeybatı), Yakut,(d,t,z).
3.Tav Grubu(Kıpçak, Kuzeybatı(Altaylardan Hazar denizinin kuzeyine kadar olan orta
kuşak kuzey çizgisi.Kazak, kırgız, Nogay.
4.Taġlık Grubu(Çağatay, Güneydoğu),Özbek, Doğu Türkistan, Batı Türkistan.
5.Taglı Grubu(Türkmen, Kıpçak, Orta) Bu kısım Kıpçak, Karluk ve Oğuz lehçelerinin
ortak özellikler gösteren kısmı Harezm, Hive bölgesidir.
6. ol Grubu(Türkmen, Güneybatı) Oğuz lehçesi bölgesidir.
N.A.BASKAKOV’UN TASNİFİ
Baskakov tasnifini boy adlarını esas alarak yapmıştır. Baskakov Türk dilinin kaynağı
olarak Hunlara dayandığını savunmuş ve tasnifinde de bunu vurgulamıştır. Tasnifini iki ana dala
ayırmıştır.
A. Batı Hun Dalı: 1. Bulgar Grubu, 2.Oğuz grubu, 3. Kıpçak Grubu, 4. Karluk Grubu.
B. Doğu Hun Dalı:1.Uygur Grubu, 2. Kırgız-Kıpçak Grubu.
BİR DİLİN SÖZ VARLIĞI
Söz varlığı, sözcükbilimin (lexicologie) bir dalı olup (Aksan 1998, 14) bir dilin bütün
kelimelerini; bir kişinin veya bir topluluğun söz dağarcığında yer alan kelimelerinin toplamını
(Korkmaz 1992, 100) içine alır. Söz varlığı Türkçe Sözlük’te de “Bir dildeki sözlerin bütünü,
söz hazinesi, söz dağarcığı, sözcük hazinesi, vokabüler, kelime hazinesi (Türkçe Sözlük
2005, 1807)” olarak tanımlanmıstır.
Bir dilin söz varlığının temelini teskil eden temel söz varlığı, her dilde kusaktan kusağa
aktarılarak yasayan, insan hayatında birinci derecede öneme sahip olan, insana ve çevresine ait
önemli kavramları yansıtan sözcüklerdir.
59
Vücutla ilgili sözcükler, doğayla ilgili kavramlar, renk bildiren sözcükler, hayvan adları,
sayılar, en çok kullandığımız fiiller, manevî kültüre ait dinle, kutsal kavram ve kişilerle, gelenek,
göreneklerle ilgili sözcükler temel söz varlığını olusturan unsurlardır.
Söz varlığının farklılaşmasına ve lehçeleşmeye coğrafi farklılıklar, boy özellikleri,
göçler, savaşlar, komşuluk ilişkileri, edinilen yeni inanç sistemleri ve dinler, girilen farklı
kültür çevreleri gibi birçok etkenle birlikte zaman ve mekân farklılıkları etkili olmustur.
Son dönemde SSCB’nin böl-parçala-yönet siyaseti sonucunda Türk boylarına farklı
alfabeler kabul ettirilmiş ve her boyun konuşma ağızları yazı diline dönüştürülmüştür. Böylece
suni bir yolla yirmiden fazla Türk yazı dili meydana getirilmistir. Bu çalışmalar Türk dillerinin
söz varlığındaki farklılaşmayı tetiklemiştir.
Bir dilin söz varlığının temelini teskil eden, “çekirdek sözcükler”, “kalıt sözcükler”
olarak da adlandırılan temel söz varlığı, her dilde kuşaktan kuşağa aktarılarak yaşayan, insan
hayatında birinci derecede öneme sahip olan, insana ve çevresine ait önemli kavramları yansıtan
sözcüklerdir (Aksan 1998, 17). Temel sözcükler, bir dilin varlığını ve kimliğini temsil ederler
(Buran 2001, 82).
Dilbilimciler bir dilin söz varlığında yer alan temel sözcüklerin 2000 dolayında olduğunu
söylemektedirler (Aksan 1998, 20). Temel söz varlığı dilde en az değişikliğe uğrayan öğelerdir.
Temel söz varlığına ait sözcüklerin 1000 yılda ancak % 19’unun değistiği, % 81’inin korunduğu
ifade edilmektedir (Aksan 1998, 17).
Bir dilin söz varlığını meydana getiren sözcükler, bir kavramın yalnız o dildeki ses
karşılığını meydana getirmez, aynı zamanda o dili konuşan toplumun kavramlar dünyasını,
maddi ve manevi kültürünü, dünya görüşünü, olayları ve kavramları algılayış biçimini de ortaya
koyar. Yeryüzündeki varlıklar, kavramlar birçok yerde aynı olduğu halde, bunların adlandırılışı
ve kapsamları dilden dile farklılık gösterir (Aksan 1996, 7). Bu yüzden her dilin söz varlığı kendi
içinde değişik biçimlerde şekillenir.
Söz varlığı bakımından dil ilişkileri içindeki kaynaklardan biri de ödünç kelimelerdir.
Ödünç kelime alış verişi daha çok aynı dil ailesi ya da aynı dilin çeşitli katmanları arasındaki iç
alıntılardır. Bu tür alıntılarda alınan kelimeler ses, sekil ve anlam yönünden pek değişikliğe
uğramazlar. Dillerin beslendiği bu kaynaklar "dillerin hayat damarları" olarak değerlendirilir
(Karaağaç 2002, 103-104). Bu bağlamda yüzyıllar içerisinde Türk lehçelerinin zamanla
birbirlerini etkiledikleri ve karsılıklı olarak kelime alış verişinde bulundukları görülür. Türk
lehçeleri söz varlığındaki çeşitliliği ve zenginliğiyle bir hazine konumundadır.
Türkiye Türkçesi ağızlarının yapısı ve söz varlığı, genel özellikleriyle Oğuz boylarına
dayandığı için, Oğuzca özellikler gösterir. Fakat, Anadolu’ya yalnız Oğuz boyları yerleşmemiş,
gerek XI. Yüzyıldan önce gerekse daha sonraları Oğuzların dışında kalan diğer Türk boyları da
Anadolu’ya yerleşmiştir. Zeynep Korkmaz, Bartın ve yöresi ağızlarında Oğuz, Türkmen ve
Kıpçak unsurlarının karısıp kaynaşmasıyla bir tabakalaşmanın ortaya çıktığını dil verileriyle
belirlemektedir (Korkmaz 2005, 162-178).
Zeynep Korkmaz, bugün Türkiye Türkçesinde görülen “bubay, gendüy, dav, avuz,
yalavuz, sovuk, hen (sen), hizi (sizi), cılkı, cırla-“ kelimelerini, Anadolu’ya gelen Kıpçak
Türklerinin varlığıyla açıklar. Zeynep Korkmaz, Anadolu’daki yer adlarından hareketle bu
bölgeye Orta Asya’dan Çiğil Türklerinin bile gelmis olduğu yargısına varılabileceğini kaydeder
(Korkmaz 1971, 21). Ahmet Buran da Türkiye Türkçesi ağızlarında görülen ş/s farklılaşmasını
Kıpçak özelliği olarak açıklar (Buran 2007, 2107-2112). Bugün İzmit’ten Artvin’e kadar uzanan
sahil şeridinde özellikle İzmit, Bartın, Tirebolu ve Artvin’de yoğun olmak üzere, Türkiye’nin her
yerinde Kıpçak Türkçesinin özellikleri görülmektedir (Karahan 1996, 181).
Türk Lehçeleri Arasında Kelime Eş Değerliği
Bugün Türk Dünyasında tarihî ve siyasî sebeplerle ortaya çıkan birçok Türk lehçesi veya
yazı dili kullanılmaktadır. Bunlar, çeşitli yönlerden birbirlerinden az veya çok farklılık
göstermektedir. Kelime hazinesi, bu bakımından en dikkate değer kısmı teşkil etmektedir. Türk
lehçelerinin kendilerine mahsus kelime hazineleri vardır. Ancak bu kelime hazineleri, belli bir
oranda “temel lehçe” düzeyinde; bundan daha az bir oranda da “Genel Türkçe” düzeyinde
60
birbiriyle örtüşürler. Türk lehçelerinin kelime hazinelerinin örtüşmesinde, kaynak bakımından
aynı gruba girmenin yanı sıra, tarih boyunca toplulukların kendi aralarında kurdukları iktisadî,
kültürel münasebetlerin ve dinî, siyasî yönlerden maruz kaldıkları yabancı etkilerin de önemli
rolü vardır.
“Kelime eş değerliği” terimiyle, iki ayrı lehçede bulunan kelimelerin birbirlerine “kavram
alanı” bakımından denk olma durumu ifade edilmektedir. Türk lehçelerinin kelime hazinelerinin
tam örtüşmemesi, kelime eş değerliği konusunun önemini arttırmaktadır. Çünkü Türk lehçeleri
arasında yapılacak aktarmaların başarılı olabilmesi, “kaynak lehçe”deki bir kelimenin “hedef
lehçe”deki eş değerinin bilinmesi ve kullanılmasına bağlıdır. Kelime eş değerliği yönünden;
“bire bir”, “bire çok” ve “bire hiç” durumu söz konusudur. Başarılı bir aktarma için bilhassa, bir
kelimeye birden fazla kelimenin eş değer olduğu duruma özen göstermek gerekir; zira böyle
kelimeleri aktarırken hata yapma ihtimali yükselmektedir.
Türk lehçelerinin kendilerine mahsus kelime hazineleri vardır. Ancak bu kelimelerin
önemli bir bölümü, temel lehçe düzeyinde; bundan daha az bir bölümü “Genel Türkçe”
düzeyinde birbiriyle örtüşür. Meselâ, Oğuzcaya dayanan Türkiye ve Azerbaycan Türkçelerinin;
Kıpçakçaya dayanan Kazak ve Karakalpak Türkçelerinin kendi aralarındaki örtüşme oranları
yüksek olmasına rağmen, bu dördünün örtüşen veya ortak olan kelimeleri söz konusu olduğunda
bu oran düşmektedir. Bütün Türk lehçelerindeki örtüşen kelimelerin oranı ise daha da düşüktür.
Bu çalışmada, “kelime eş değerliği” (“lexikalische Äquivalenz”) terimiyle, kaynak
anlaşma birliğindeki bir “kelime”nin “kavram alanı”yla (“Wortfeld”) hedef anlaşma birliğindeki
bir kelimenin kavram alanının birbirlerine “eş değer” veya “denk” olma durumu; bir başka
deyişle birbiriyle “örtüşmesi” ifade edilmektedir. Bu terim ile “tam eş değerlik”in yanı sıra,
“kabul edilebilir eş değerlik” de kastedilmektedir.
“Tam eş değerlik”; kaynak anlaşma birliğinde bir kelimenin bütünüyle, yani ses, düz
anlam, çağrışım, metin türüne uygunluk, kullanım şekli vb. yönlerden, “hedef anlaşma
birliği”nde bir eş değerinin (“formale, denotative, konnotative, textnormative, pragmatische usw.
Äquivalenz”) olmasıyla mümkündür.
“Kabul edilebilir eş değerlik” ise, kaynak anlaşma birliğinde bir kelimenin hedef anlaşma
birliğinde bir kelimeye düz anlamı; metin bağlamında kullanılışı, yarattığı etki vb. yönlerden
benzer olma durumudur.
1. Kaynak lehçedeki bir kelimeye, hedef lehçede bir kelime eş değer olabilir:1 ≡ 1
A)Kaynak lehçedeki bir kelimenin kavram alanıyla hedef lehçedeki bir kelimenin kavram
alanı, tamamen veya kabul edilebilir bir şekilde örtüşebilir; bu durumda, “bire bir” eş değerlik
söz konusudur. Örnek: at ve bir sözcükleri:Ttü. at ≡ Az. at ≡ Başk. at ≡ Kaz. at ≡ Kırg. at ≡
Özb. at ≡ Tat. at ≡ Türkm. at ≡ Uyg. at (LS: 32-33). Ttü. bir “1” ≡ Az. bir ≡ Başk. bir ≡ Kaz.
bir ≡Kırg. bir ≡ Özb. bir ≡ Tat. bir ≡ Türkm. bir ≡ Uyg. bir (LS: 70-71)
B)Eş değer kelimelerin pek çoğu ise, aynı kaynaktan geldikleri hâlde zaman içinde belli
ses değişikliklerine uğramışlardır. kavram alanları tam örtüşmeye çok yakındır. Örnek: Ttü. beş
≡ Az. beş ≡ Başk. biş ≡ Kaz. Bes ≡ Kırg. beş ≡ Özb. beş ≡ Tat. biş ≡ Türkm. beeş ≡ Uyg. bäş
(LS: 62-63). Ttü. yıldız ≡ Az. ulduz ≡ Kaz. juldız ≡ Kırg. cıldız ≡ Özb. yulduz ≡ Tat. yoldız ≡
Türkm. yıldız (LS: 988-989) Ttü. yol ≡ Az. yol ≡ Başk. yul ≡ Kaz. jol ≡ Kırg. col ≡ Özb. yol ≡
Tat. yul ≡ Türkm. yool ≡ Uyg. yol
C) Ses ve yapı bakımından birbiriyle ilgisi olmayan, ayrı kaynaklardan gelen kelimeler de
eş değer olabilir. Örnek:Ttü. yemek ≡ Kırg. tamak ≡ Özb. åvkat ≡ Türkm. Nahar, Ttü. sincap
kelimesinin, Kaz. tiyin ≡ Kırg. Tıyın, Ttü. bardak ≡ Kaz. stakan
2.Kaynak lehçedeki bir kelimeye, hedef lehçede birden fazla kelime eş değer olabilir:
1 ≡ 1n.
Kaynak lehçedeki bir kelimenin kavram alanını, hedef lehçede bir değil, ancak birden fazla
kelimenin kavram alanı, tamamen veya kabul edilebilir bir şekilde örtebilir; bu durumda, “bire
çok” eş değerlik söz konusudur. Bu tür kelimeler kendi aralarında aşağıdaki şekilde
gruplanabilir:

61
a. Kaynak lehçedeki bir kelimenin, ses ve yapı bakımından aynı olan veya lehçeler
arasındaki düzenli ses denklikleriyle aynı kaynaktan geldiği bilinen şekli, hedef lehçede
bulunabilir. Ancak bu iki kelimenin kavram alanları birbiriyle az bir oranda örtüşebilir. Burada,
yukarıda belirtilen kabul edilebilir bir örtüşme de söz konusu değildir. Bire bir eş değer gibi
gözükmelerine rağmen kavram alanları bakımından az bir oranda örtüşen kelimeler “yarım
yalancı eş değer kelimeler”dir
Bu yapıların kavram alanları tam anlamıyla örtüşmediği için hedef lehçeden bir başka
kelimeye daha ihtiyaç duyulmaktadır:
Kaz.=Özb.=Kırg.=kol ‘u anlatmak için Ttü.=el’e de ihtiyaç vardır. Ttü.nde evlen- fiilinin
kavram alanı ise, erkek için Kırg. üylön- ≡ Özb. üylän- ≡ Tat. öylän- ≡ Türkm. öylen-; kadın için
Kırg. erge tiy- ≡ Özb. turmuşgä çık- ≡ Tat. kiyävgä çık- ≡ Türkm. durmuşa çık- fiilleri
tarafından örtülmektedir (LS: 228-229).
Kırg.nde cün kelimesinin kavram alanı, Ttü.nde yün + yapağı tarafından örtülmektedir,
burada bire iki eş değerliği söz konusudur. Ttü.nde kardeş Kaz.nde karındas ve Kırg.nde
karındaş olarak kullanılmaktadır. Kırg.nde bundan başka en azından üç kelime daha kullanılmak
durumundadır; ece “büyük kız kardeş” (Taymas 1994 a: 321); ini “küçük erkek kardeş” ve ağa
“büyük erkek kardeş” (Taymas 1994 a: 369; 9)16. Burada bire dört eş değerliği söz konusudur.
b. Ses ve yapı bakımından birbiriyle ilgisi olmayan, ayrı kaynaklardan gelen kelimeler
arasında da bire çok eş değerlik olabilir:Ttü.nde gebe kelimesiyle “karnında yavru bulunan kadın
veya hayvan” kastedilmektedir. Ancak bunun kavram alanı, Kaz.nde insan için jükti ≡ eki kabat
≡ ayağı avır + hayvan için buvaz kelimeleri olmak üzere en az iki kelime tarafından
örtülmektedir. Ttü.nde olgun17 kelimesi, hem insan hem de meyveler için kullanılmaktadır;
Buna, Kırg.nde ise insan için cetilgen + meyve için bışkan kelimeleri karşılık gelmektedir.
Ttü.nde göbek kelimesine karşılık Kırg.nde “karnın ortasında bulunan çukurluk” anlamında
kindik; “yağ bağlamış şişman karın” anlamında çoñ kursak kullanılmaktadır burada bire iki eş
değerliği söz konusudur. Ttü.nde dön- fiilinin kavram alanı, Kırg.nde “bir şeyin etrafında
dönmek” için aylan- + “geri dönmek” için kayt- + “bir yere dönmek” için burıl- olmak üzere en
az üç kelime tarafından örtülmektedir; burada bire üç eş değerliği söz konusudur.
Kaynak lehçedeki bir kelimeye, hedef lehçede hiç bir kelime eş değer olmayabilir:
Kaynak lehçedeki bir kelimenin kavram alanını, hedef lehçede hiç bir kelimenin kavram
alanı kabul edilebilir bir şekilde örtmeyebilir. Bu durumda “bire hiç” eş değerlik söz konusudur:
Kaz.nde dombıra, kelimesinin Ttü.nde eş değeri yoktur; Ttü.nde kullanılan bağlama
kelimesinin de Kaz.nde eş değeri yoktur. Türkiyelilerin yakından tanıdığı karnı yarık, Kırg.nde
ancak baklacan tamağı “patlıcan yemeği” olarak tarif edilebilmektedir. Deniz kültürü zayıf olan
bir Özbek Türkü için, Ttü. korsan, ancak karåkçi “haydut” olarak kullanılmaktadır.
Türk Lehçeleri Arasında Kelime Eş Değerliği
Başarılı bir aktarma için bilhassa, bir kelimeye birden fazla kelimenin eş değer olduğu
duruma özen göstermek gerekir; zira böyle kelimeleri aktarırken hata yapma ihtimali
yükselmektedir:kazı: atın kaburga kısmı ve yağlı etinden yapılan sucuk. Ttü. koş- x Uyg. koş-
“eklemek” = Kaz. kos-; Ttü. düşün- x Türkm. düşün- “anlamak” = Kırg. tüşün- = Kaz. Tüsin-;
Ttü. Düşmek, Özb. Tüşmek= inmek gibi.
TÜRKÇENİN İLK SÖZLÜĞÜ DİVANÜ LÜGATİ’T TÜRK VE TÜKÇENİN
SÖZVARLIĞI
Sözlük bir derleme sözlüğüdür.
Divan’da geçen boy ve diyalekt adları: Oğuz, Kıpçak, Argu, Barsgan, Yağma, Yemek,
Tohsı, Çigil, Uygur, Balasagun, Kaşgar, Çomullar, Hakanlılar(Hakaniye), Karluklar, Kaylar,
Tatar, Kaylar, Kençekler, Suvarlar, Türkmenler, Hotan, Yabakular, Peçenek(Beçenekler),

62
Yeryüzündeki diller, çeşitli ölçülere göre sınıflandırılmış ve bu sınıflandırma sonucunda “dil
aileleri” kavramı ortaya çıkmıştır. Hâlen tartışmalı olmakla birlikte Türkçe, Ural-Altay dil ailesinin Altay
koluna mensup kabul edilir. Bu kabul, Türkçenin öncelikle Moğolca, Mançu-Tunguzca, Korece ve
Japonca gibi Altay dilleri ile daha sonra da Macarca, Fince vb. Ural dilleriyle akraba olduğu anlamına
gelmektedir.
Bugünkü bilgilerimize göre Türkçenin Altay dillerinden hangi tarihte ayrılıp bağımsız bir dil olarak
kullanıldığına dair kesin yargıda bulunmak mümkün değildir.
Tarih ile ilgili meselelerde ve özellikle dillerin tarihi ile ilgili bahislerde en önemli dayanak her
zaman "yazı" olmuştur. Yazı ortaya çıkışından itibaren tarihe ışık tutan somut bir kanıt özelliği gösterir.
Bu yüzden yazı, dillerin tarihi dönemlerinin ve yaşının saptanmasında birinci başvuru kaynağıdır.
Bununla birlikte yazının dillerin somut delillerini taşıyan bir araç olarak ortaya çıkmadan evvel
oluşturulmuş dil varlıkları ya da yazılı dönemde oluşturulup da yazıya geçirilmeden sözlü kültür ürünü
olarak varlığını sürdürmüş dil varlıklarının olması dillerin yaşının saptanmasına farklı bir boyut getirir.
Bu nedenle dillerin teşekkül zamanlarını veya net yaşlarını saptarken sadece yazılı belgelere dayanarak
yol almaya çalışmak hatalı bir düşünce olacaktır.
Birçok bilim insanı tarafından yeryüzünün en eski dillerinden biri kabul edilen ve kökleri tarihin
derinliklerine kadar uzanan Türkçenin yaşı hakkında birçok iddia olmakla birlikte bu konuda net bir tarih
vermek imkânsızdır. Çünkü birçok dilin olduğu gibi Türkçenin de yazılı malzemeleri yanında yazıya
geçirilmemiş sözlü ürünleri ya da yazı öncesi dönemlerde oluşturulmuş dil varlıkları bulunmaktadır
İlgi çekici bir konu olan bu “yaş” meselesi üzerine bazı görüşler vardır, ancak herkesçe
benimsenmiş bir tarih şimdilik söz konusu değildir. Çünkü konuyla ilgili elde bulunan bilimsel veriler,
kesin bir yaş belirlemek için yeterli görünmemektedir.
Türkiye’de pek çok bilim adamınca kabul edilen bir görüş; Türkçenin yaşının bugünden en az 8500
yıl geriye gittiği yönündedir. Söz konusu olan bu süre, Türkçenin, bugün yeryüzünde yaşayan diller
içerisindeki en yaşlı dillerden biri, belki de birincisi olduğunu gösterir. Bu şekilde MÖ 6500’lü yıllara
tarihlenen Türkçenin ilk yazılı izlerine, MÖ 4000’li yıllarda tarih sahnesine çıkan ve insanlığa yazı
yazmayı armağan eden Sümerlerden kalan tabletlerde rastlanır.
İnsanlık tarihi için son derece önemli olan Sümerler, oldukça önemli ve kendilerinden sonraki
bütün medeniyetleri etkileyen bir medeniyet kurmuşlar, ayrıca medeniyetin taşıyıcısı kabul edilen yazıyı
kullanmışlar ve pek çok yazılı belge bırakmışlardır. Sümercenin bugün yaşayan birtakım dillerle ilişkisi
çok tartışılan konulardandır.
Bu tartışmalara konu olan dillerden biri de Türkçedir ve bu tartışma uzun zamandır yapılmaktadır.
Atatürk de bu tartışmalara ilgisiz kalmamış, 1935 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni
kurdurarak bu tür konuların araştırılmasını istemiştir.
Konuyla ilgili önemli bir çalışma yayımlayan Prof. Dr. Osman Nedim Tuna, Sümerce ve Türkçe ile
Sümerler ve Türkler arasındaki ilişkiler konusunda yaptığı araştırmaların sonucunu birkaç madde hâlinde
şöyle sıralar:
1. Sümerce ve Türkçede 168 ortak kelime vardır ve bu kelimeler, akrabalıktan ya da kelime
alışverişinden kaynaklanmış olabilir. Diller arasındaki ortaklıklar, ya akrabalık ya da komşuluk ilişkisi
sonucunda oluşur. Sümerce ile Türkçe arasında bir ilişki olduğu konusu, bu ortak kelimelerin tespit
edilmesiyle kuşkuya yer bırakmayacak biçimde ispat edilmiş, ancak ilişkinin niteliği henüz netlik
kazanmamıştır.
2. Türklerin en az M.Ö. 3500’lerde Türkiye’nin doğu bölgesinde bulunduğu tespit edilmiştir.
3. Türk dilinin zamanımızdan 5500 yıl önce bağımsız ve iki kollu bir dil olarak varlığı
ispatlanmıştır. Türkçenin bilinmeyen zamanlarda Doğu ve Batı Türkçesi olarak adlandırdığımız iki kola
ayrıldığı pek çok bilim adamının benimsediği bir görüştür. Burada bu görüşle temel olacak bir zaman
belirtilmiştir.
4. Bugün, yaşayan dünya dilleri arasında, en eski yazılı belgelere sahip olan dil, Türk dilidir. Bunun
kanıtı, çivi yazılı Sümerce tabletlerdeki alıntı kelimelerdir.

63
Prof. Dr. Osman Nedim Tuna’nın tespit ettiği 168 kelimeden birkaçı şunlardır:
SÜMERCE TÜRKÇE
adakur adak (ayak)
agar agır (ağır)
dingir tenri (Tanrı)
kaş- kaç (kaç-)
men men (ben)
sag sag (sağ)
Türkçenin yaşıyla ilgili sorunlar tartışılırken doğal olarak Türklerin ana yurdunun neresi olduğu
sorusu da gündeme gelmektedir. Herkesçe kabul edilmemekle beraber Altay dağları çevresi, Baykal gölü
çevresi ya da Karadeniz ile Hazar arasındaki bozkırların Türklerin ana yurdu olduğu şeklinde görüşler
vardır. Sümerce ile Türkçenin ilişkisi, bu konuda yeni fikirlere ve tartışmalara yol açabilecek niteliktedir.
Bütün bunların aydınlatılması için başta arkeoloji olmak üzere çeşitli bilim dallarının işbirliğine ve
yeni araştırmalara gerek vardır.
Tarihin bilinmeyen zamanlarında atı ehlileştiren ve demiri işlemeyi öğrenen Türkler, bu iki tekniği
kullanarak komşularına üstünlük sağlamışlar; yönetici ve aynı zamanda da “medeniyet kurucu” kavim
konumuna yükselmişlerdir. İnsanlığın ortak medeniyetine de büyük katkısı olan bu durum, Türklerin çok
erken çağlarda geniş ve farklı coğrafyalara dağılmalarına, dolayısıyla da değişik halklarla kaynaşmalarına
yol açmıştır. Türklerin çok erken devirlerde yaşamaya başladıkları bu hareketli, bir başka deyişle atlı
konargöçer hayat tarzı, ana yurt konusundaki belirsizliğin temel nedenidir.
Konuşma dili olarak yaşı kesin rakamlarla ifade edilemeyen Türkçenin yazı dilinin tarihini
izleyebilmekteyiz. Bugünkü bilgilerimize göre Türkçenin ilk yazılı belgesi M.S. 687-692 yıllarına
tarihlenen Çoyr yazıtıdır. Bu yazıttan 1200 yıl öncesine giden Kazakistan’daki Esik kurganlarından
(mezarlarından) çıkan bir taş üzerinde Köktürk yazısına çok benzeyen 26 karakter tespit edilmiştir ve
okuma denemeleri devam etmektedir. Bu yazı tam çözüldüğünde Türk yazı dilinin tarihi M.Ö. 5-4.
yüzyıllardan başlatılacaktır.
Tarihi bilinen ilk belgeyi Çoyr yazıtı olarak kabul edip diğer bazı dillerin ilk belgeleriyle
karşılaştırdığımızda şöyle bir durumla karşılaşırız:
Türk dili: M.S. 687-692, Çoyr yazıtı.
Japonca: M.S. 712, Nihon şoki.
İngilizce: En eski belgesi M.S. 8. yüzyıla aittir.
Fransızca-Almanca: En eski belgeleri, M.S. 843 yılında iki kardeş arasında bir antlaşmadır.
İtalyanca: 17. yüzyılda oluşmuştur.
Macarca: Tihanyi Vakıfnamesi M.S. 1057.
Yukarıda belirtildiği üzere Türk dilinin Altay dillerinden ayrılıp bağımsız bir dil
olarak konuşulmaya başlanması, tarihin bilinmeyen zamanlarına uzanmaktadır.
Ayrıca Türkçenin yine çok erken devirlerde Eski Doğu Türkçesi ve Eski Batı Türkçesi diye
adlandırılan iki kola ayrıldığı genel kabul gören bir durumdur. Bir dilin lehçelere, yani ses, biçim ve
telaffuz yönlerinden değişiklikler gösteren kollara ayrılması, mekân farklılaşması ve zaman geçmesiyle,
ayrıca farklı dillerle ilişkilere girmesiyle ilgilidir. Bir dilin konuşurları, bölünüp farklı coğrafyalarda
yaşamaya başladığında dillerinde de önceleri çok önem arz etmeyen, ancak zamanla çoğalıp fark edilir
duruma gelen değişiklikler görülür. Zaman geçtikçe artan bu değişiklikler, kolların başka başka dillerle
ilişki içinde olmasıyla daha da artar. Türklerin hareketli, daha doğru bir ifadeyle konargöçer bir hayat
yaşamaları, sürekli yer değiştirmelerine ve parçalanmalarına yol açmıştır. Yaşadıkları hayat tarzından
kaynaklanan bu bölünmeler, dillerinde de erken zamanlarda belirgin farklılıkların oluşması sonucunu
doğurmuştur.
Bu ve bunun gibi bilgilerle milattan birkaç bin yıl öncesine dayandırılan Türkçenin tarihi gelişimini
yazılı belgelerin olduğu dönem ve yazılı belgelerin olmadığı dönem olarak iki dönemde incelemek
gerekir. Bu konuda yazılı belgelerin olmadığı dönemlere ait söylenenlerin tahminî bilgiler olacağı ve
üzerinde görüş birliği olmadığı hususlarını da belirtmek yerinde olacaktır.
Sözlü dil varlığının ortaya koyduğu ürünler ve daha sonraki dönemlere ait yazılı belgeler bu dönem
hakkında fikir yürütmek için kullanılan en önemli kaynaklardır. Bu kaynaklardan hareketle oluşturulan
teoriler ve yapılan yorumlar bu dönem hakkında kanıtlara dayandırılamadığından bu dönem bazı bilim
insanları tarafından "Karanlık Devir" olarak da adlandırılmaktadır.
Yazı öncesi dönemde (Karanlık Dönem) Türkçe için üç aşamadan söz edilebilir:
1. Ana Altayca (Altay Dil Birliği) Dönemi,
64
2. En Eski Türkçe Dönemi,
3. İlk Türkçe Dönemi.
1. Ana Altayca (Altay Dil Birliği) Dönemi
Bu dönem isminden de anlaşılabileceği üzere bugün için Ural-Altay dil ailesine dâhil olan Türkçe,
Moğolca, Japonca, Korece ve Mançu-Tunguz dillerinin tek başlarına birer dil olmadan önce "Ana
Altayca" ya da "Ana Türkçe" adı verilen tek bir ana dil hâlinde yaşadıkları dönem olarak
düşünülmektedir. Bu kanıya Ural-Altay dil ailesinin Altay kolunu konu edinen Altayistik çalışmalarından
hareketle varılmıştır.
Türkçenin bahsedilen Ana Altaycadan hangi şekilde ve tam olarak ne zaman ayrıldığı konusunda
net bir bilgi bulunmamakla birlikte bu ayrılışın ilk zamanlarında Türkçe ile Moğolcanın "Türk-Moğol dil
birliği" şeklinde varlıklarını sürdürdükleri, daha sonra ise Türkçe ve Moğolcanın birbirinden ayrılarak
müstakil birer dil hâline geldikleri ileri sürülmektedir.
2. En Eski Türkçe Dönemi
Bu dönemde Türkçenin bağımsız bir dil hâline geldiği düşünülmektedir. Buna ek olarak bu döneme
"Türk-Çuvaş dil birliği dönemi" diyenler bulunmakla birlikte; Prof. Dr. Ahmet CAFEROĞLU hakkında
fazla malumat bulunmadığı için bu dönemin İlk Türkçe dönemi ile birlikte değerlendirilmesi gerektiğini
belirtir.
3. İlk Türkçe Dönemi
Bazı kaynaklara göre Türkçe bu dönemde bağımsız bir dil olarak görülmekte ve Hun Türkçesi
olarak nitelendirilmektedir. Bugünkü Çuvaş, Yakut ve diğer Türk lehçelerinin bu Hun Türkçesinden
ayrıldıkları düşünülmektedir. Prof. Dr. Ahmet CAFEROĞLU ise birlikte değerlendirdiği En Eski Türkçe
ve İlk Türkçe dönemlerinde Hun Türkçesine Peçenek, Bulgar ve Hazar Türkçelerini de dâhil eder.
Büyük bir imparatorluk olan Hun Devletinin içerisinde pek çok halk bulunmakta ve pek çok dil
konuşulmaktaydı; ancak devletin kurucuları ve hâkim unsuru Türklerdi. Çin yazmalarında karşılaşılan
kişi, yer ve eşya adları Çincenin ses sistemine göre değiştirilerek yazıldıkları için Hun dili ile ilgili tam
bilgi vermemektedir. Fakat bilim adamları Çin kaynaklarında karşılaşılan bu kelimelerin pek çoğunu
Türkçe ile açıklamaktadırlar. Çin kaynaklarında, Çince söyleyişle kaydedilmiş olan iki cümle vardır ki
M.S. 329 tarihli bu kayıt, Türkçenin şimdilik ilk cümle örneğidir. Çin kaynaklarında tespit edilen ve
Hunlara ait olan bazı kelimeler ise şunlardır: tengri, kut, il, törü, yabgu, ordu, sü, börü, temir, kural
(silah), kapagçı (bekçi), bitigçi (yazar). Görüldüğü üzere kelimeler; inanç, devlet, töre ve askerlikle
ilgilidir.
Türkçenin tarihsel dönemleri, özellikle yazıyla izlenemeyen karanlık diyebileceğimiz dönemlerin
adlandırılmasında bilim adamları arasında birtakım farklılıklar görülmektedir. Ancak yazılı dönemlerin
adlandırılması hemen bütün bilim adamlarınca benzer biçimde ve benzer ölçütler dikkate alınarak
yapılmıştır. Yazıyla izlenemeyen dönemlerin adlandırılmasında Altay Dil Birliği Dönemi, En Eski Türkçe
Dönemi, İlk Türkçe Dönemi gibi terimler kullanılmıştır. Dil içi ve dil dışı gelişmelerle yapılagelen
adlandırmalar dikkate alınarak Türkçenin özellikle yazıyla izlenebilen dönemleri şöyle açıklanabilir:

Türkçenin M.S. 5-10. yüzyıllarını Eski Türkçe Dönemi olarak adlandırmak hemen herkesçe kabul
edilmektedir. Eski Türkçe Dönemi, kendi içinde Köktürk ve Uygur dönemleri olmak üzere ikiye ayrılır.
Köktürkler, Türkçenin bilinen ilk ve hacimli yazılı belgelerini bıraktıkları için kültür ve dil tarihimiz
açısından son derece önemli bir yere sahiptirler. Orhun ırmağı kıyısında bulunan ve bengü (sonsuz) taş
olarak adlandırılan granit üzerine yazılmış olan bu yazılar, 1893’te Danimarkalı bilgin V. Thomsen
tarafından okunmuştur. Hem Çin kaynaklarındaki hem de Bizans kaynaklarındaki kayıtlardan 1. Köktürk
Kağanlığı döneminde Türkçenin yazı dili olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Türklerin kendi yazdıkları belgelerle ilgili olarak sürekli yeni bilgiler ortaya çıkmakta ve yayınlar
yapılmaktadır. En hacimlileri 2. Köktürk Devleti dönemine ait olan Kül Tigin, Bilge Tonyukuk ve Bilge
Kağan adına dikilmiş anıtlardır. Bu yazıtlarla ilgili Türkiye ve Türkiye dışından pek çok bilim adamı
çalışmış ve çalışmaktadır. Ayrıca sürekli yeni yazıtlar da bulunmaktadır.
Bu yazıtlardan Tonyukuk adına dikilmiş olan 725-726 yıllarında, Kül Tigin’e ait olan 21 Ağustos
732’de, Bilge Kağan yazıtı da 24 Eylül 735’te dikilmiştir. Orhun Abideleri adlı eserde Muharrem Ergin
bu yazıtların özelliklerini şöyle belirtir: Türk adının, Türk milletinin isminin geçtiği ilk Türkçe metin... İlk
Türk tarihi... Taşlar üzerine yazılmış tarih... Türk devlet adamlarının millete hesap vermesi, milletle
hesaplaşması... Devlet ve milletin karşılıklı vazifeleri... Türk nizamının, Türk töresinin, Türk
medeniyetinin, yüksek Türk kültürünün büyük vesikası... Türk askerî dehasının, Türk askerlik sanatının
65
esasları... Türk gururunun ilahî yüksekliği... Türk feragat ve faziletinin büyük örneği... Türk edebiyatının
ilk şaheseri... Türk hitabet sanatının erişilmez şaheseri... Yalın ve keskin üslubun şaşırtıcı numunesi...
Türk milliyetçiliğinin temel kitabı... Bir kavmi bir millet yapabilecek eser... Türk dilinin mübarek
kaynağı... İnsanlık âleminin sosyal muhteva bakımından en manalı mezar taşları...

Eski Türkçe olarak adlandırılan dönemin ikinci yarısını Uygur Türklerince yaratılan zengin
edebiyat ürünleri oluşturmaktadır. Köktürklerdeki geleneğe uygun olarak Uygurlarda da her ne kadar anı
taşları dikme yaygınsa da Uygurlar daha çok kâğıtlara yazılmış edebî ürünler bırakmışlardır. Ancak
Köktürklerdeki geleneğe uygun olarak Ötüken Uygur Kağanlığı döneminden kalma taşlara yazılmış pek
çok yazıt da vardır.
Türk medeniyet tarihinde çok önemli bir yere sahip olan Uygurlar, Köktürkleri ortadan kaldırarak
745 yılında Orhun Uygur Kağanlığını kurdular. Bu devlet ise 840 yılında Kırgızlar tarafından ortadan
kaldırıldı. Bu olay üzerine ülkelerini terk edip güneye göç eden Uygurlar, güneyde siyasi açıdan değil
ama kültür tarihi açısından büyük önem taşıyan Kansu Uygur Devleti ve Hoço Uygur Devleti’ni kurdular.
Uygurların kuzeyden güneye göç etmeleri, millî hafızada yer etti ve Göç Destanı bu olay üzerine
oluştu. Güneye göçüp küçük devletçikler kuran ve tam olarak yerleşik hayata geçen Uygurlar, bozkır
hayatlarına ait pek çok gelenekten uzaklaştılar. Orhun bölgesinde yaşarken kullandıkları Orhun yazısını
bırakıp dillerini çeşitli alfabelerle yazıya geçirdiler; ayrıca eski dinlerini de bırakıp Maniheizm’i,
Budizm’i, Nasturilik’i vb. kabul edenler oldu. Bu dinlerin etkisiyle dinî bir edebiyat gelişti ve Çince,
Tibetçe vb. komşu dillerden pek çok eser Uygurcaya tercüme edildi. Ağırlıklı olarak tercümeye dayalı ve
dinî bir edebiyat olan Uygur edebiyatında hayatın farklı alanlarına dair metinler de vardır. Uygurlardan
günümüze yalnızca düz yazı metinler değil, şiirler de kalmıştır. Bazı şair adları da günümüze ulaşmıştır.
Türk edebiyatının bilinen ve Uygurlardan kalan ilk aşk şiiri, Aprınçur Tigin’e aittir ve şiirin ilk
dörtlüğü şöyledir:
Uygur Türkçesi Türkiye Türkçesi
Kasınçıgımın öyü kadgurar men Yavuklumu düşünüp dertlenirim
Kadgurdukça Dertlendikçe
Kaşı körtlem Kaşı güzelim
Kavışıgsayur men. Kavuşmak isterim.
Uygur dönemine ait önemli birkaç eser şunlardır:

Manici Uygur çevresine ait olan bu eser nesir şeklinde kaleme alınmış bir fal kitabıdır. Dine ait
unsurlar içermesine rağmen dinî bir eser olmayıp 65 paragraftan oluşan bir fal kitabıdır ve bu
paragrafların her biri ayrı birer fal olarak yorumlanır. Bu paragraflar "şöyle biliniz, iyidir" veya "şöyle
biliniz, kötüdür" şeklinde kesin hükümlerle biter. Eser Uygur dönemine ait olmasına rağmen Köktürk
alfabesi ile yazılmıştır. Ayrıca, bu eser yazıldığı döneme ait inanışlar, âdetler, masallar ve günlük dilin
kelimelerini içermesi bakımından da önem taşımaktadır.

Budist Uygur çevresine ait olan ve Çinceden Uygurcaya çevrilmiş olan bu eserin 10. yüzyılın ilk
yarısında yazıldığı düşünülmektedir. Burkan (Buda) ve bütün burkanlar tarafından verildiğine inanılan
vaazların diyalog ve hikâye tekniği kullanılarak kaleme alınmasıyla oluşturulan Altun Yaruk, Budizm'in
öğretilerini ve Buda'nın menkıbelerini anlatır. Türkçe tabirlerin kullanılması ve halk diline ait basit
kelimelere sıkça yer verilmesi, döneminin dil özelliklerini yansıtması bakımından bu eseri değerli
kılmaktadır.

Çinceden çevrilmiş bir eserdir. Budizm'e ait inanışlara ve günlük hayata yönelik pratik bilgilere yer
verir. Bu eser zengin kelime hazinesi bakımından önem arz eder.
Karahanlı-Harezm Dönemi (Orta Türkçe)
İslam dini Türkler arasında 8. yüzyıldan başlayarak yavaş yavaş yayılmaya başlar ve 10. yüzyılda
Karahanlı kağanı Abdulkerim Satuk Buğra Han zamanında toplu olarak din değiştirmeler, yani İslam
dinini benimsemeler görülür. İslam dininin Türkler arasında hâkim duruma gelmesi, dili de etkiler ve hem
din değişikliğinden, hem de dilin iç bünyesindeki bazı değişmelerden dolayı Eski Türkçe döneminin
kapandığı, Orta Türkçe döneminin başladığı kabul edilir. 10. yüzyılda başladığı kabul edilen bu dönem de

66
kendi içerisinde Karahanlı Türkçesi ve Harezm Türkçesi olmak üzere ikiye ayrılır. Karahanlı döneminden
günümüze, sayı olarak çok olmamakla birlikte Türk dil ve kültür tarihi açısından son derece önemli
eserler kalmıştır.

1069 yılında Yusuf Has Hacip tarafından yazılmış 6645 beyitten oluşan Kutadgu Bilig; Kâşgarlı
Mahmut tarafından 1072 yılında başlanıp 1077 yılında tamamlanmış, 7000’den fazla Türkçe kelimenin
Arapça karşılığı verilmekle kalınmayıp şiirlerle, atasözleri ve deyimlerle örneklendirilerek
zenginleştirilmiş, Türk kültürünün hazinesi olarak değerlendirilen Dîvânu Lugâti't-Türk; Edip Ahmet
Yüknekî tarafından yazılan Atebetü’l-Hakâyık; Ahmet Yesevi’nin şiirlerinin toplanmasıyla oluşturulan
Divân-ı Hikmet ve kim tarafından yazıldığı tam olarak bilinmeyen Kur’an Tercümesi gibi eserler bu
dönemin ürünleridir.
Kutadgu Bilig
Bu eserlerden Kutadgu Bilig; Türk devlet anlayışını ve Türk’ün dünya ile ilişkisini, insanlar arası
ilişkileri, Türk’ün tabiat algısını, bilgi karşısındaki tavrını bizlere aktaran bir eserdir.
Türk-İslam kültürünün bilinen ilk büyük eseri durumundaki Kutadgu Bilig Yusuf Has Hacip
tarafından 1069-1070 yıllarında yazılmıştır. İsminin kelime anlamı «mutluluk veren bilgi» terim anlamı
ise «siyaset bilgisi» olan Kutadgu Bilig, mesnevi nazım türünde yazılmış bir eser olup 6645 beyitten
oluşur. Eserin bir nüshası Uygur harfli, iki nüshası ise Arap harflidir. Arap alfabesinin Türkçede
kullanıldığı ilk eserlerdendir.
Kutadgu Bilig, dört ana kahraman çevresinde geçen alegorik bir eser özelliği gösterir. Eserdeki
kahramanlardan "Kün Togdı" adaleti temsil eden hükümdar, "Ay Toldı" ise bahtı temsil eden vezirdir.
Eserde yer alan üçüncü kişi "Ögdülmiş" aklın temsilcisidir ve vezirin oğludur. Dördüncü kişi olan
"Odgurmış" ise akıbetin temsilcisidir ve Ögdülmiş'in arkadaşıdır. Bu dört kahramanın karşılıklı
konuşmalarını manzum şekilde hikâye eden bu eserde ideal insan tipi, iyilik ve doğruluğun önemi gibi
konular işlenmekle birlikte devlet yönetme sanatı, hükümdar ve ideal devlet adamı niteliklerinin de
sıralanmış olması, Türk kültüründeki ilk siyasetname olarak kabul gören bu eseri oldukça önemli bir yere
taşır.
«Ukuş kayda bolsa ulugluk bulur
Bilig kimde bolsa bedüklük alur»
(İdrak nerede olursa, (orası) yücelik kazanır; bilgi kimde olursa, (o) büyüklük bulur.)
«Ukuş körki til ol, bu til körki söz
Kişi körki yüz ol, bu yüz körki köz»
(Aklın güzelliği dildedir, dilin güzelliği sözde; kişinin güzelliği yüzdedir, yüzün güzelliği de
gözde…)
«Köngül kimni sevse kamugı sevüg
Körür közke ursa körünmez bolur»
(Gönül kimi severse her şeyi sevimli olur; gören göze vursa (o bile) görünmez.)
Dîvânu Lugâti't-Türk
Dîvânu Lugâti't-Türk ise yine Türk kültürü ile ilgili bilgiler vermekle birlikte esas olarak
Türkçeden Arapçaya bir sözlüktür ve Türkçenin 11. yüzyıldaki söz varlığını bize aktarır. Adı "Türk
Dillerinin Sözlüğü" olarak günümüz Türkçesine çevrilebilecek olan bu eser Kâşgarlı Mahmut tarafından
1070-1072 yılları arasında kaleme alınmıştır. Arapların Türkçe öğrenebilmelerini sağlamak için yazılmış
ansiklopedik bir sözlük özelliği de taşıyan bu eser, Arap yazı sistemi ve alfabesine göre düzenlenmiştir.
Çünkü, Kâşgarlı'ya göre Allah tarafından yeryüzüne hâkim kılınan Türklere derdini anlatmak ve
Türklerin gönlünü alabilmek için Türkçe konuşmaktan başka yol yoktur.
Dîvânu Lugâti't-Türk sadece bir sözlük değil aynı zamanda Türkçenin ilk dilbilim kitabıdır. Çünkü
Kâşgarlı Mahmut bu eserinde yeri geldikçe Türkçenin yapısal özellikleri hakkında açıklamalar da
yapmıştır.
Kâşgarlı Mahmut, Arapça karşılığını verdiği hemen her Türkçe kelime için örnek olarak çeşitli
atasözleri ve şiir parçaları kullanmıştır. Bir araya getirildiklerinde dönemin antolojisini oluşturabilecek
düzeyde olan bu örnek şiirler, aynı zamanda yazıldığı dönemin halk kültürü hakkında da önemli ipuçları
vermektedir.
Dîvânu Lugâti't-Türk, tüm bu özelliklerinin yanında o dönemin coğrafyası hakkında da önemli
bilgiler içermektedir. Çalışmaları için neredeyse bütün Türk coğrafyasını gezen Kâşgarlı, bu eserinde bir
dünya haritasına da yer vermiştir.
67
«Öpkem kelip ogradım
Arslanlayu kökredim
Alplar başın togradım
Emdi meni kim tutar»
(Öfkem geldi, düşmanın üzerine yürüdüm; aslan gibi kükredim; yiğitlerin başını doğradım; şimdi
beni kim tutabilir?)
«Alımçı arslan, berimçi sıçgan»
(Alacaklı (alacağını isterken) arslan, borçlu sıçan gibidir.)
«Aç ne yemes, tok ne temes»
(Aç ne yemez, tok ne demez.)
«Avçı neçe al bilse, adıg ança yol bilir»
(Avcı ne kadar hile bilirse ayı onca yol bilir.)
«Kanıg kan bile yumas»
(Kanı kan ile yıkamazlar.)
«İt ısırmas, at tepmes teme»
(İt ısırmaz, at tepmez deme!)
«Birin birin ming bolur, tama tama köl bolur»
(Birer birer bin olur; damlaya damlaya göl olur.)
«Kişi alası içtin, yılkı alası taştın»
(İnsanın alası içinde, hayvanın alası dışında olur.)
«Ot tütünsüz bolmas, yigit yazuksuz bolmas»
(Ot tütünsüz olmaz, genç günahsız olmaz.)
«Tag tagka kavuşmas, kişi kişike kavuşur»
(Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.)
Atebetü’l-Hakâyık
12. yüzyılda yazıldığı tahmin edilen bu eser Edip Ahmed Yüknekî'ye ait olup beyitler ve
dörtlüklerden oluşan manzum bir öğüt kitabıdır. Adı "Gerçeklerin Eşiği" olarak günümüz Türkçesine
çevrilebilir. Eserin dörtlükler ile yazılan ana bölümünde şu konular işlenmiştir: ilmin faydası ve
bilgisizliğin zararları, dilin muhafazası, dünyanın dönekliği, cömertlik, tevazu ve başka iyilikler,
zamanenin bozukluğu.

68
Harezm Türkçesi, 13. ve 14. yüzyıllarda Batı Türkistan'daki Harezm bölgesinde ortaya çıkan ve
Karahanlı Türkçesi temelinde gelişen bir yazı dilidir. Harezm-Altınordu Türkçesi olarak da adlandırılan
Harezm Türkçesinden günümüze çoğu dinî ve edebî olmak üzere pek çok eser kalmıştır. Harezm Türkçesi
ile yazılan eserlerden bazıları şunlardır:
Mukaddimetü’l-Edep
12. yüzyılda ünlü bilgin Zemahşerî'nin yazdığı bu eser Araplara Türkçeyi öğretme amacını güden
sözlük türünde bir eserdir. Arapça kelimelerin altlarına Türkçe karşılıkları yazılarak oluşturulmuştur.

Adı günümüz Türkçesine "Peygamberlerin Hikâyeleri" olarak çevrilebilecek olan bu eserde,


peygamberlerin hayat hikâyeleri ve mucizeleri yanında sahabenin ve dört halifenin menkıbeleri de
anlatılmıştır. Rabgûzî tarafından kaleme alınan bu eserin yazılış tarihi 1310'dur.

Türkçeye «Cennetlerin Açık Yolu» biçiminde çevrilebilecek eser kırk hadis türünden bir metindir.
Kerderli Mahmut bin Ali tarafından kaleme alınmıştır.

Dinî- tasavvufi türden bir eserdir, manzum şekildedir.


12. yüzyıl sonlarına kadar değişik coğrafi bölgelerde farklı lehçelere ayrılmış olan Türkçe, tek yazı
diline sahipken bu tarihten sonra birbirinden oldukça uzak coğrafyalarda üç ayrı yazı dili halinde
gelişmeye başlamıştır. Bu yazı dilleri a. Kuzey (Kıpçak) Türkçesi, b. Doğu (Çağatay) Türkçesi c. Batı
(Eski Oğuz ya da Eski Anadolu) Türkçesidir.

Kuzey Türkçesi, Kıpçak Türkçesinin yazı dilidir ve Altınordu döneminde oluşan edebî dilin
devamıdır. Asıl Kıpçak sahasında, yani Karadeniz’in kuzeyinde bu lehçeyle oluşturulan önemli bir eser
Alman ve İtalyan rahipleri tarafından yazılmış olan Codex Cumanicus (Kuman Kitabı)’tur. Eserde
Hıristiyanlığa ait pek çok dua, ilahi, İncil çevirileri; Latince, Farsça ve Türkçe dil bilgisine ait bilgiler,
sözlükler; Almanca-Türkçe sözcük listesi ve bilmeceler yer almaktadır. 1300’lü yıllarda Türkçenin Latin
harfleriyle yazıldığı bir eserdir.
Kıpçak Türkçesi ile diğer eserler Mısır’da Kölemenler zamanında yazılmıştır. Karadeniz’in
kuzeyindeki limanlardan toplanarak Mısır’da köle pazarlarında satılan Kıpçaklar, bir müddet sonra
orduya hâkim olurlar ve devleti de ele geçirip Kölemen (Memluk) devletini kurarlar. İnsanlık tarihinde
pek örneği olmayan bu durum, dil konusunda da etkili olur. İdarecilerin dili özenilen dil durumuna
yükselir ve bu dille konuşmak ve yazmak moda hâline gelir. Bunun sonucunda Türkçe öğrenen pek çok
bilgin ve şair, Mısır ve Suriye’de başta sözlük ve gramer olmak üzere pek çok Türkçe eser yazar. Bu
şekilde Kuzey Türkçesi pek çok eserini Türk dünyasının en güneyinde, Mısır ve Suriye’de vermiş olur.
Bu Türkçe ile yazılmış olan sözlük ve gramerler dışında Gülistan Tercümesi; Kansu Gavri, Sultan
Kayıtbay ve oğlu Muhammet Kayıtbay’ın şiirleri de bulunmaktadır.
Kıpçak Türkçesinin üçüncü kolu Ermeni harfleriyle oluşturulmuştur. Kıpçaklarla Ermenilerin
yoğun ilişkisi neticesinde özellikle dinî ve resmî nitelikli çok sayıda belge bu döneme aittir. Ermeni
Harfli Kıpçak Türkçesi metinleri 1559-1664 yılları arasına aittirler ve bazı araştırmacılarca asıl Kıpçak
Türkçesi metinleri sayılmaktadırlar.

Müşterek Türkistan Türkçesi olarak da anılan Çağatay Türkçesi; esas dil malzemesi bakımından
Uygur, Karahanlı çizgisinin devamıdır. Ancak bu yazı dillerinde fazla görülmeyen yabancı ögeler, İslam
dininin yaygınlaşıp kökleşmesi dolayısıyla Çağatay Türkçesinde çokça görülür. Çağatay Türkçesi; içinde
barındırdığı Arapça ve Farsça ögeler bakımından Osmanlı Türkçesini andırır. Bu lehçenin Osmanlı
Türkçesiyle başka bir benzerliği de büyük bir edebiyat, bilim ve diplomasi dili olmasıdır. 14. yüzyıldan
19. yüzyıla kadar devam eden Çağatay edebiyatı; Klasik Öncesi Devir, Klasik Devir (Nevayi Devri) ve
Klasik Sonrası Devir olmak üzere üçe ayrılarak incelenir. Klasik Öncesi Devir, bu edebiyatın oluşup
gelişme devridir. Bu dönemde Lütfi ve Sekkaki gibi önemli şairler yetişmiştir.

69
İkinci dönem olan Klasik Devir Çağatay Türkçesi için tek başına Nevayi devri de denilmektedir.
Ali Şir Nevayi, hiç şüphesiz Türk edebiyatı için son derece önemli bir şahsiyettir. Otuzun üzerinde eser
yazmış olan Nevayi, pek çok konuda öncü ve kurucudur. Nevayi, ilk şairler tezkiresi Mecalisü’n-
Nefayis’in, Farsça ile Türkçeyi karşılaştırarak Türkçenin daha üstün bir dil olduğu sonucuna ulaştığı
Muhakemetü’l-Lügateyn’in, Türk kültür tarihi açısından çok önemli olan Nesayimü’l-Mahabbe’nin, dört
adet divanın, beş adet mesnevinin, Türk edebiyatının ilk biyografi örneklerinin yazarıdır.
Nevayi dışında Klasik dönemin iki önemli edebiyatçısı da aynı zamanda hükümdar olan Hüseyin
Baykara ile Babür’dür. Babür, hatıra türünde yazdığı Babürname (Vekayi) adlı eseriyle hatıra
edebiyatının önemli örneklerinden birini vermiştir. Baykara ise yazdığı Divan ile bilinir.
Ayrıca bu dönemde Ebu’l-Gazi Bahadır Han tarafından yazılan Şecere-i Terâkime ve Şecere-i Türk
adlı eserler de Türklerin soy kütüğünü anlatması bakımından önemlidir.
Klasik sonrası Çağatay Türkçesi devrinde de başta dinî ve edebî olmak üzere pek çok eser
yazılmıştır. Çağatay Türkçesinin günümüzdeki devamı olarak Özbek Türkçesi kabul edilir.

Tarihte Oğuz Türklerinin kurduğu önemli devletlerden biri olan Büyük Selçuklu Devletinin
Anadolu’yu fethetmesi, bu bölgeye büyük çoğunluğunu Oğuzların oluşturduğu Türk kitlelerinin göç edip
yerleşmesine yol açtı. Anadolu’da Türklerin Bizans aleyhine sürekli genişlemesi ve buranın bir “İslam
diyarı” durumuna gelmesiyle Türk olmayan başka pek çok halk da Türklerin arkasından gelip bu
coğrafyaya yerleşti. 13. yüzyılda Cengiz Han’ın önünden kaçan Türklerin de Anadolu’ya gelip
yerleşmesiyle bölge büyük ölçüde Türkleşmiş oldu ve aynı yüzyılda burada Oğuz Türkçesi bir edebî dil
olarak kullanılmaya başlandı. Özellikle Anadolu Selçuklularının yıkılıp beyliklerin kurulmasıyla Oğuz
Türkçesi, yazı dili olarak Anadolu’da tam bir hâkimiyet kurmuş oldu. Oğuz Türkçesi, bu hâkimiyete hem
Doğu Türkçesi yazı geleneğiyle hem de Farsça ve Arapçaya karşı mücadele ederek ulaştı.
Nitekim Eski Oğuzca ile yazılmış ilk eserlerde Karahanlı Türkçesinin ses ve şekil özellikleri yer
yer karşımıza çıkar. Bilim adamları bu tür Doğu Türkçesi özellikleri barındıran eserleri “karışık dilli
eserler” olarak adlandırmışlardır. Batı Türkçesinin ilk dönemine Eski Oğuz Türkçesi ya da Eski Anadolu
Türkçesi denilmektedir. Bu dönem 12. yüzyıl sonlarında başlar ve 15. yüzyıl sonlarında (1453)
tamamlanır. 16. yüzyılda Batı Türkçesinin Osmanlı Türkçesi dönemi başlar. Eski Oğuz Türkçesi yalnızca
Anadolu’da değil, Azerbaycan, Irak ve Suriye’de de kullanılmıştır. Çünkü bu belirtilen yerlerin tamamı
Anadolu’dan önceki Türk ve Türkçe yurtlarıdır. Eski Oğuz yazı dilinin siyasal sınırları ise Anadolu
Selçukluları, Beylikler, Karakoyunlu ve Akkoyunlu Devletleriyle Osmanlı’nın ilk dönemidir.
Eski Oğuz Türkçesine ait, kaynaklarda kayıtlı olup da bugüne ulaşamayan ve adları bilinen
birtakım eserler vardır. Bu eserler bulundukça dönemin dil özellikleri daha iyi aydınlanacaktır. Bu
dönemde eser veren önemli bazı isimleri şöyle sıralayabiliriz: Mevlana’nın oğlu Sultan Veled, Yunus
Emre, Şeyyad Hamza, Gülşehrî, Âşık Paşa, Ahmet Fakih, Pir Sultan Abdal, Hacı bayram Veli, Hacı
Bektaş Veli ve Hoca Mesut.
16. yüzyıl başlarında yazıya geçirildiği düşünülen Dede Korkut Kitabı da dil ve üslup özellikleriyle
Eski Oğuz Türkçesine ait bir eser olarak kabul edilmektedir.
Bu dönemin dil tarihimiz açısından en önemli olayı Karamanoğlu Mehmet Bey’in 15 Mayıs
1277’de yayımladığı «Bugünden sonra divanda, topluluklarda, çarşıda, mecliste, meydanda Türkçeden
başka dil kullanılmayacaktır.» buyruğudur.
«İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır
Okumaktan mana ne, kişi Hakk’ı bilmektir
Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru ekmektir
Okudum bildim deme, çok tâat kıldım deme
Eri Hak bilmez isen, abes yere yelmektir
Dört kitabın manası, bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin, bu nice okumaktır
Yunus Emre der hoca, gerekse var bin hacca
Hepisinden eyice, bir gönüle girmektir.»
Osmanlı Türkçesi
Osmanlı, Fatih Sultan Mehmet’in 1453’te İstanbul’ almasından itibaren farklı bir sosyokültürel
mecraya girmiştir. Osmanlı’nın ticari, siyasi ve askerî alanlarda dünyanın süper gücü olması, dili de
etkilemiştir. Eski Oğuz Türkçesinin özellikle 14. yüzyılda Arapça ve Farsça karşısında geldiği üstün
70
konum tersine dönmeye başlamıştır. Bu tarihten itibaren dilimizde Arapça-Farsça sözcükler ve gramer
kuralları yoğunlaşmaya başlamış; yazı dilinde Türkçe gerileme dönemine girmiştir.
İlerleyen süreçte Osmanlı’nın halifeliği alarak İslam coğrafyasına da hâkim olması ve İslam’ın
temsilcisi konumunu elde etmesi, medreselerde Kuran’ın dili olan Arapçayı bilim dili hâline getirmesi
dildeki ağırlaşmayı hızlandırmıştır. Diğer taraftan çok güçlü bir edebî geleneğe sahip olan Farsça da
Osmanlı Türkçesindeki bu ağır dilin diğer etkeni olmuştur.
Osmanlı medreselerinde Arapça-Farsçanın üstün konumu, aydınların Türkçe kullanımını önemli
ölçüde etkilemiştir. Arapça ve Farsça bilen Osmanlı aydınları yazdıkları eserlerde sanat ve yüksek
söyleyiş kaygısıyla Türkçe sözcüklerden daha çok Arapça-Farsça sözcükleri tercih eder olmuşlardır. Bu
tercihler neticesinde söz konusu yazarların eserlerinde Türkçe sözcükler kullanım sahasından uzaklaşmış;
Arapça-Farsça sözcükler ve gramer kuralları yoğunlaşmıştır.
Osmanlı Türkçesi, 1453 tarihinden itibaren sözü edilen süreçte ortaya çıkan ve özellikle 16. yüzyıl
ile 20. yüzyıl arasında (1911’deki Yeni Lisan hareketine kadar devam eden) ortalama dört yüz yıllık
zaman diliminde metinleri gözlemlenebilen yazı dilinin adıdır. Bu süreç dikkate alındığında Osmanlı
Türkçesinin başlangıç ve bitiş tarihleri (1453-1911) olarak verilebilir.
Fakat dildeki bütün ağırlaşmalara rağmen Osmanlı Türkçesi başka bir dil olarak algılanmamalıdr.
Osmanlı Türkçesi de diğer Türk lehçeleri gibi Türkçedir. Ama kendi içinde homojen yapıya sahip
değildir. Bu dönemde yazara ve metne göre değişen ağır ya da sade dil örnekleri görülmektedir.
Aşağıdaki örneklerin hepsi Osmanlı Türkçesinden seçilmiştir ve bu örnekler incelendiğinde hem sade
hem de ağır dil unsurları görülecektir:
«Girdi miftah-ı genc-i maani elime
Âleme bezl-i güher eylesem itlâf değil
Levh-i mahfûz-ı sühandır dil-i pâk-i Nef’i
Tab’-ı yârân gibi dükkânçe-i sahhâf değil»
«Gel gel berü ki savm u salâtın kazâsı var
Sensiz geçen zamân-ı hayâtın kazâsı yok»
«Gözceğizim boyamak ister benim
Al boyayıp kan ile dudağını»
«’İlm kesbiyle pâye-i rif’ât bir ârzû-yı muhâl imiş ancak
‘Aşk imiş her ne var âlemde ‘ilm bir kıyl u kâl imiş ancak»
«Zinhar eline ayna vermen ol kâfirin
Zira görünce sûretini putperest olur»
«Mehmet Bey’in hânesine leylen fürce-yâb-ı duhûl olan sârik, sekiz adet kaliçe-i giran-bahâ sirkat
eyledi.»
Sonuç olarak Osmanlı Türkçesinin iki önemli özelliğini kaydetmek gerekir. Bu dönem ilk olarak
yazı dili ile konuşma dilinin ayrıldığı dönemdir. İkinci olarak ise yazı dilinde Arapça- Farsça sözcükler ve
gramer kurallarının yoğun olduğu dönemdir. Yani Osmanlı Türkçesinde halkın konuşma dili sade iken
yazı dili ağırdır. Bu da aydınların dili ile halkın dilinin farklılaşmasına sebep olmuştur.

71
Alfabe veya abece her biri dildeki bir sese karşılık gelen harfler dizisidir. "Abece" kelimesi,
Türkçedeki ilk üç harfin okunuşundan oluşur. Benzer biçimde Fransızca kökenli
“Alphabet” kelimesinden dilimize geçen "alfabe" sözcüğü, eski Yunancadaki ilk iki harf olan "alfa" ile
"beta"nın okunuşundan gelir.
Türk alfabesinde 29 harf bulunur:

A, B, C, Ç, D, E, F, G, Ğ, H, I, İ, J, K, L, M, N, O, Ö, P, R, S, Ş, T, U, Ü, V, Y, Z.
Diller, yazıma geçirilme şekilleri itibarıyla ikiye ayrılır;
Alfabeye dayalı (sesçil) diller “fonogram kullanan diller"
Alfabeyi oluşturan her bir elemanın genelde bir anlamı olmaz, sadece çıkarılması gerekli sesi
belirtir ve ancak diğer harflerle yan yana geldiğinde belli bir anlam kazanır. Dünyadaki dillerin büyük
çoğunluğu, alfabe ile yazılır.
Resimvarî karakterler kullanılarak yazılan diller “ideogram kullanan diller”
Böyle dillerde -genelde- her simge, bir nesneyi tanımlar ve görece çok az tanım iki veya fazlası
karakterle ifade edilir. Örnek: Çince, Japonca.

İngiliz Alfabesi: 26
Fransız Alfabesi: 26
Arap Alfabesi: 28
İtalyan Alfabesi: 21
Rus Alfabesi: 33
Fars Alfabesi: 33
Alman Alfabesi: 30
Yunan Alfabesi: 24
Ermeni Alfabesi: 38
İbrani Alfabesi: 22
Türk Alfabesi: 29
Türkler tarih boyunca:
Göktürk, Mani, Soğut, Uygur, Brahmi, Tibet, Süryani, İbrani, Ermeni, Grek, Arap, Kiril, Latin
alfabelerini kullanmışlardır.

Bugünkü bilgilerimize göre Türkçenin metinlerle izleyebildiğimiz tarihi boyunca, kullandıkları ilk
düzenli, kuralları yerleşmiş yazı sistemi Köktürk alfabesidir. Bu alfabe yabancılarca Run harşeri, Yenisey
Run harşeri, Runik alfabe, Türk Run yazısı gibi terimlerle adlandırılmıştır. Ancak bu esrarengiz yazıyı
okumayı başaran ilk araştırmacı olan V. Thomsen, “Türk alfabesi” olarak adlandırmıştır.
Bugüne kadar Köktürk alfabesiyle yazılan metinlerin ilk örneklerinin 7. yüzyıla kadar gidebildiği
kabul edilmişken, yeni araştırmacılar çok daha eski tarihlere giden yazıtlar bulmuşlar ve yazının dağıldığı
coğrafyanın sınırlarının da yeniden çizilmesini gerektiren sonuçlara ulaşmışlardır.
Bugünkü Kazakistan sınırları içerisindeki Esik kurganlarında çıkan dört bin civarındaki buluntu
içerisinde, üzerinde Köktürk harşerinin ilkel şekilleriyle yazılmış 26 harşik ibare olan bir tas vardır. MÖ
5.-4. yüzyıllara ait olan bu yazı, Köktürk harşerinin kullanılma tarihini Orhun yazıtlarından yaklaşık 1200
yıl, bugünden ise 2500 yıl geriye götürmektedir.
Köktürk yazılı belgelerle Asya ve Avrupa’nın çok büyük bir bölümünde
karşılaşılmaktadır. Bu durum, Köktürk yazı sisteminin oldukça uzun bir süre ve çok geniş bir
coğrafyada kullanılmış olduğunun kanıtıdır. Köktürk yazısı, Uygur Kağanlığı ve Kırgız Kağanlığı
dönemlerinde de kullanılmıştır.
Bu yazı çoğunlukla taşlar üzerine kazınarak yazılmış olmakla birlikte Irk Bitig adlı eser gibi kağıda
yazılmış ve günümüze ulaşmış metinler de vardır.
Köktürk yazısının kökeni konusunda bugüne kadar pek çok kuram ortaya atılmıştır. Fakat bu
kuramların hiçbiri de bugün için herkesçe kabul görecek bir durumda değildir. Konuyla ilgili uzmanlar
tarafından bu yazının kökeniyle ilgili olarak şu görüşler ileri sürülmüştür:
1. İskandinavyalıların ve Germenlerin kullandığı Runik yazıdan doğmuştur.
72
2. Grek yazısıyla ilişkilidir.
3. Küçük Asya’daki Yunan yazı sistemiyle ilişkisi vardır.
4. Sami yazısının etkileri görülmektedir.
5. Arami ya da onunla aynı kaynaktan çıkmış olan Pehlevi veya Soğut alfabesine
dayanır.
6. İskandinav Run sistemiyle Arami sisteminin karışımıdır.
7. Arami yazısı ve Türk damgalarının karışımından çıkmıştır.
8. Türk damgalarından çıkmıştır.
9. Sogut ve Pehlevi yazısı etkileriyle beraber Türk damgalarından kaynaklanmıştır (User, 2006:
35).
Köktürk yazısının kökeniyle ilgili tartışmalar sürmektedir ve henüz bir sonuca bağlanmamıştır.
Ancak bu yazı yukarıda belirtildiği üzere Türkler tarafından oldukça uzun bir süre ve çok geniş bir
coğrafyada yaygın olarak kullanılmıştır. Ayrıca bu yazı sistemi, Türkçenin seslerini yazıya geçirebilme
özelliği bakımından bugün kullandığımız Latin kökenli alfabe bir yana, tarih boyunca kullandığımız
bütün alfabelerden daha yeterlidir.
KÖK-TÜRK YAZISI
TÜRK YAZISI
Türk yazısı sağdan sola yazılır.
Türk yazısında büyük harf - küçük harf ayırımı yoktur.
Yazı bir taşa yazılıyor ise taş dikildiğinde sol üst köşesinden aşağıya doğru okunur.
Kelimeleri birbirinden ayırmak için ( : ) işareti kullanılır. Bu işaret satırların ilk kelimelerinin
önünde kullanılmazken, satırların son kelimelerinin sonunda kullanılır.
Taş yazıtlarda birinci satırın üstüne ve altına, takip eden satırların altlarına bir çizgi çizilir.
Türk yazısında bugün kullandığımız C, F, H, J ve V harfleri yoktur.
SESLİ HARFLER
Dört tanedirler. Her biri hem kalın hem de ince iki sesle okunurlar. Bu bakımdan bu 4 sesli harf 8
sese karşılık verir. Buna karşılık sessiz harflerin bazıları ince veya kalın sesli harflerle okunmak üzere
ikiye ayrılmışlardır.
Yalnız Yenisey yazıtlarında kullanılmış olan ve e ile i arası (é) ses veren bir diğer sesli harf daha
vardır.
Sesli harfler şunlardır:
A=A,E
I=I,İ
O=O,U
Ö=Ö,Ü
Türkçenin grameri hakkında yeterince bilgi edinebildiğimiz en eski derli toplu metinler, II. Kök-
Türk Kağanlığı zamanında (682-744) anıt olarak dikilmiş taşlarda bulunmaktadır.
Bu abidelerin en önemlileri Köktürkleri Çin hakimiyetinden kurtaran Kutlug (İlteriş) Kağan,
kardeşi Kapgan Kagan ve Kutlug'un oğulları Bilge Kağan ve Köl Tigin ve onlara vezirlik yapmış büyük
devlet ve siyaset adamı Boyla Baga Tarkan (Bilge Tonyukuk) adına dikilen taşlardır.
Bunlardan başka birçok irili ufaklı runik harfli abide de bulunmaktadır

73
Ötüken bölgesindeki Uygurlar, bir taraftan Köktürk harfleriyle yazıtlar dikerek Köktürklerdeki
geleneği sürdürürken, diğer taraftan Soğutlarla geliştirdikleri siyasi ve ticari ilişkiler sonucunda Budizm’e
ve Maniheizm’e yöneliyorlardı. Dinî ilişki, yazının da değiştirilmesi sonucunu doğurdu ve Soğut yazı
sistemi geliştirilerek Uygur alfabesi oluşturuldu. Uygur yazı sistemi, Köktürk alfabesi gibi taş ve kayalara
kazınarak da kullanıldı.
Budist, Manici ve Hristiyanlığa ait metinler, mektuplar, hukuk belgeleri, yarlıklar (fermanlar),
astronomi ile ilgili metinler, takvim ve tıp metinleri, Türk halk edebiyatı metinleri gibi çeşitli alanlara ait
eserlerin yazıya geçirilmesinde kullanılan Uygur alfabesi, köken olarak Soğut alfabesinden türemiş olsa
da kullanım alanları ve süresi dikkate alındığında bir Türk alfabesi kimliğini kazanmıştır.
Uygur alfabesi; Hitaylar, Moğollar, Mançular, Kalmuklar, Buryatlar gibi halkların alfabelerine de
kaynaklık etmiştir. Moğol İmparatorluğu, sadece Uygur yazısını benimsemekle kalmamış, devlet
kademesindeki danışmanlar hep Uygurlardan oluşmuş ve komşu devletlerle haberleşmede Uygur
Türkçesi kullanılmıştır.
Uygur alfabesi, Fatih ve II. Bayezit devirlerinde Osmanlı sarayında da bilinen ve kullanılan bir yazı
sistemidir. Fatih’in, Uzun Hasan’a yolladığı iki mektup bu alfabeyle yazılmıştır.
Özellikle 11-15. yüzyıllarda Çağatay, Altınordu ve Kıpçak sahalarına ait bazı eserlerin Uygur
harfleriyle yazılmış olması, bu alfabenin kullanılma süresinin uzunluğunu ve kullanılma alanının
genişliğini gösterir.
Türklerin İslam dinini kabul etmelerinin hemen ardından Uygur alfabesi terk edilip Arap harflerine
ani bir geçiş yaşanmamış, uzun süre bu iki alfabe yan yana kullanılmıştır. Hatta bu alfabenin, 13.
yüzyıldan sonra bir süre çok yaygın olarak kullanıldığı da anlaşılmaktadır.
Kısaca Uygur alfabesi, 8-17. yüzyıllar arasında Doğu Türkistan, Harezm, Altınordu bölgelerinden
İstanbul’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada kullanılmıştır.
Esasen toplam 18 harften oluşan bu alfabe de Türkçenin yazımı için son derece yetersizdir. Ancak
uzun bir süre büyük bir kültür birikiminin taşıyıcısı olması ona hatırı sayılır bir önem ve değer
yüklemiştir.
UYGUR ALFABESİ
Mani Alfabesi
Uygur kağanı Bögü 762 yılında Mani dinini kabul edip halkına da kabul ettirince Mani alfabesi, bu
dini benimseyen Türkler tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Bu alfabeyle yazılmış metinler Doğu
Türkistan’da Turfan civarında bulunmuştur. Mani alfabesiyle yazılmış Türkçe metinler, genellikle dini
içeriklidir ve fazla da değildir.
Uygurlardan adı bugüne ulaşan şair Aprınçur Tigin, Maniheist Uygur çevresine mensuptur ve Mani
alfabesiyle yazılmış bazı şiirleri günümüze kadar gelmiştir.
Türkçenin yazımı için çok yetersiz olan bu alfabe, dar bir çevrede ve 8-9. yüzyıllarda kısa süre
kullanılmış din yoluyla gelen ilk alfabedir.
Soğut Alfabesi
Soğut kavmi ile Türkler arasındaki ilişkiler oldukça eski tarihlere gitmektedir. Birinci Köktürk
kağanlığı zamanında 6. yüzyılda dikilmiş olan Bugut yazıtının Soğut diliyle yazılmış olması, bu ilişkinin
ve Türkler üzerindeki Soğut etkisinin açık göstergelerinden biridir. Soğutlar, Fars kökenli bir kavim olup
Köktürkler ve Uygurlar devrinde bölge ticaretinde söz sahibidirler. Bu kavim, inanç ve siyasette de
zaman zaman etkili olmuştur. Bugünkü bilgilere göre Soğut alfabesi 9. yüzyıla ait olduğu düşünülen
Karabalgasun yazıtında Soğutça bölümün yazılmasında kullanılmıştır.
Türkçenin yazımında son derece yetersiz olan bu alfabe, 22 harften oluşur ve sağdan sola yazılır.
Bu alfabe Türklere 8. yüzyılda gelmiş ve kısa zamanda birtakım değişikliklerle Uygur alfabesi
olmuştur. Türkçenin seslerini yazıya geçirmek bakımından çok yetersiz olan bu yazının Türkler
tarafından kullanılmasının nedeni ticaridir. Uzun süre Türklerle iç içe yaşayan ve zaman içerisinde
Türkleşen Soğutların yazı sisteminin asıl önemi Uygur alfabesinin kaynağını oluşturmasıdır.
Brahmi Alfabesi
Daha çok Budist Uygurlar tarafından kullanılan Brahmi alfabesi Hindistan kökenli bir yazı
sistemidir. Din dolayısıyla kullanılan alfabelerdendir. Hintçeden, Budizm ile ilgili kitapların Türkçeye
tercüme edilmesi sebebiyle Uygurlara gelmiş, ancak Türkçe için kullanışlı olmadığından yaygınlaşıp
benimsenmemiştir. Bu yazıyla yazılıp da bugüne ulaşan çok az metin vardır.
Tibet Yazısı

74
Türklerle Tibetliler arasında çok eskilere giden bir ilişki olduğu Köktürk yazıtlarından
anlaşılmaktadır. Türkler arasında Budizm’in yayılmasında da Tibetli misyonerler etkili olmuştur. Uygur
kağanlığı döneminde Tibetlilerle ilişkilerin arttığının bir göstergesi olarak Tibet yazısının Uygurlar
arasında kullanılmaya başlanması gösterilebilir.
Tibet yazısı da Uygurlarca Brahmi yazısı gibi çok kullanılmamıştır. Türkçenin ses sistemine çok
uygun olmayan bu yazı sistemi, çok sınırlı sayıda metnin yazılmasında kullanılmış ve kısa zamanda da
terk edilmiştir.
Süryani Alfabesi
20. yüzyılın başlarında Doğu Türkistan’da yapılan araştırmalarda 17’si bugün yaşamayan 30 ayrı
dilde, 24 farklı alfabeyle yazılmış binlerce metin bulunmuştur. Bu karışıklık ve çeşitlilik o coğrafyada pek
çok halkın, kültürün, inancın birlikte yaşadığını gösterir. Bu yüzden de Uygur Türk Devleti, tarihin
kaydettiği en hoşgörülü, düşünce ve inanç hürriyetine en saygılı devletlerinden biri olarak değerlendirilir.
Belirtilen bu çeşitliliğin unsurlarından biri de Süryani alfabesinin bir kolu olan Estrangelo yazısıdır.
Hristiyan misyonerler Türkler arasına 2. yüzyılda girmeye başlamışlarsa da bu dinin Türklerce
kabul edilen Nasturi mezhebi 7. yüzyılda yayılmaya başlamıştır.
Doğu Türkistan’ın Turfan şehri çevresinde araştırma yapan bilim adamları, bu bölgede pek çok
Nasturi kilisesine rastlamışlardır. Farklı alfabelerle yazılmış olan bu dine ait metinler, daha çok bu
kiliselerde bulunmuştur. Bunların içinde Estrangelo (Süryani) yazısıyla yazılmış metinler de vardır.
İbrani Alfabesi
Tarihteki Türk devletlerinin yöneticilerinden, Museviliği yalnızca Hazar Devleti yöneticilerinin
seçtiği bilinmektedir. Uygurlarda olduğu gibi Hazarlarda da çok çeşitli dinler ve halklar engin bir
hoşgörüyle bir arada ve barış içerisinde yaşamışlardır. Köktürk Devleti’nin en batı ucundaki bir Türk
boyu olan Hazarlar, bu devletin hâkimiyeti zayıflayınca Kafkasların ve Karadeniz’in kuzey bozkırlarında
kendi devletlerini kurdular. Çok dinli ve çok dilli bir siyasi yapıya sahip olan Hazarlarda Köktürk alfabesi
yanında İbrani alfabesi de kullanılmıştır. Ancak Hazarlardan günümüze bu alfabe ile yazılmış belge
kalmamıştır. Bugün var olan İbrani harfli Türkçe belgeler, Hazarların torunları olduğu kabul edilen Karay
Türklerinden kalmadır.
İbrani alfabesi, inanç sisteminin etkisiyle Türkler tarafından kullanılmış alfabelerdendir. İbrani
alfabesi 9. yüzyılda, Museviliğin Karay mezhebine giren Hazar Türklerinin bilhassa kağan sülalesince
kullanılmış olmalıdır. 16. yüzyıldan beri İbrani alfabesini kullanan Karaylar, bugün bu alfabeyi yalnızca
dini metinlerinde ve ibadet amaçlı kullanmaktadırlar.
Ermeni Alfabesi
Ermeni harfli Kıpçak Türkçesi metinleri, özellikle Kafkaslarda ve Karadeniz’in kuzeyinde
karşımıza çıkar. Bu metinlerin Kıpçak Türklerinin hakimiyetinde yaşayan ve Kıpçakçayı ana dili olarak
benimsemiş olan Ermenilere mi, yoksa Hristiyanlığı benimsemiş ve kilise yazısı olarak Ermeni alfabesini
kabul etmiş olan Kıpçaklara mı ait olduğu konusu tartışmalıdır. Son zamanlarda ikinci görüş, yani bu
metinlerin Hristiyan Kıpçaklara ait olduğu görüşü ağırlık kazanmaktadır. Ermeni harfli metinler
çoğunlukla dini konulu metinlerdir. Dar bir alanda din dolayısıyla ve kısa bir zaman diliminde kullanılan
alfabelerdendir.

Bu alfabe, Anadolu’da Hristiyanlığın Ortodoks mezhebine bağlı Karamanlı Türkler tarafından 18-
20. yüzyıllar arasında kullanılmıştır. Kuzey Sami yazısından gelişen yazı sistemlerinden biri olan Grek
alfabesi, Karamanlı Türkçesinin ses sistemini tam olarak yansıtmamaktadır. Sınırlı sayıda insan ve dar bir
alanda kullanılmış olmasına rağmen Grek alfabesiyle çok sayıda eser verilmiştir. Anadolu, Suriye,
Balkanlar ve Kırım’ın bazı bölgelerindeki Ortodoks Hristiyan Türkler tarafından kullanılmış olan bu yazı
sistemi de din dolayısıyla gelen alfabelerdendir. Lozan antlaşmasıyla bu alfabenin kullanımı sona
ermiştir.

Türklerle Müslümanların ilişkilerinin sıklaşması 8. yüzyıl başlarına kadar gider. Müslüman tüccar
kervanları, dervişler gibi İslam’ı yaymak için çabalayanların uğraşları sonucunda öncelikle Karluklar,
Karahanlılar, İdil Bulgarları ve Oğuzlar arasında yayılan İslamiyet, Türklerin en uzun süreyle kullanacağı
alfabeyi de beraberinde getirmiştir. Bu alfabe bir müddet Uygur alfabesiyle bir arada kullanılmıştır.
İlk İslami eserler olan Kutadgu Bilig, Divanü Lügati’t-Türk, Atabetü’l-Hakayık gibi Türkçenin
önemli eserlerinin yazarlarının elinden çıkan nüshaları günümüze ulaşmadığı için Uygur mu, yoksa Arap
75
alfabesiyle mi yazıldıkları konusu tartışmalıdır. Ancak zaman ilerledikçe Arap alfabesinin kullanımı
yaygınlaşmış ve gittikçe bu alfabe Türklerin en yaygın ve en uzun süreli kullandıkları alfabe konumuna
yükselmiştir.
Arap alfabesi Türkler arasında İslamiyet’in kabul edilmesinden 19. yüzyıla kadar geleneksel
şekliyle kullanılagelmiştir. 19. yüzyıldan başlayarak bu alfabenin Türkçenin yazımında yetersiz olduğu
yazılmaya başlanmış, özellikle ünlüleri göstermekte kullanılan harf ve işaretlerin eksikliği en çok
eleştirilen yön olmuştur. Çeşitli devletlerin egemenliğinde yaşayan ve Arap alfabesini kullanan Türk
aydınları özellikle 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında alfabenin düzeltilmesi ve Türkçeye daha
uygun bir duruma getirilmesi konusunda tekliflerde bulunmuşlardır.
Arap alfabesinin Türkler arasında oldukça uzun bir süre kullanılması ve din yoluyla gelmiş olması
Türk dünyasının çok büyük bir kısmında bu yazının kutsal olduğu düşüncesinin yerleşmesine yol
açmıştır. Bu algı birbiriyle ilgisi olmayan bağımsız iki olgunun (din ve yazının) birbirine karıştırılmasının
da sebebi olmuştur. Bu yüzden Tanzimat yıllarına kadar yazıya en ufak bir müdahaleden söz dahi
edilememiş, ancak Tanzimat’tan sonra alfabe tartışmaları başlamıştır.
Türkçenin yazımında dünyanın çeşitli ülkelerinde bugün de kullanılan alfabelerden biri de Arap
alfabesidir. Özellikle İslam coğrafyasında İran, Irak, Suriye, Afganistan gibi ülkelerde yaşayan ve ana
dilleri Türkçeyi okuyup yazma imkanına sahip olan Türk toplulukları, dillerinin yazımında Arap
alfabesini kullanırlar. Çin hakimiyetindeki Doğu Türkistan (Sincan Uygur Özerk Bölgesi) olarak
adlandırılan ve Orta Asya Türk cumhuriyetlerine sınır olan bölgedeki büyük çoğunluğunu Uygurların
oluşturduğu Türk halkları da kendi lehçelerini Arap alfabesiyle yazmaya devam etmektedirler.

En eski Slav kitaplarının yazıldığı iki alfabeden biri olan Kiril alfabesi, 9. Yüzyılda
oluşturulmuştur. Bu alfabenin Rus topraklarına girmesi 9. yüzyıl ortalarında başlar. 10. yüzyılda
Hristiyanlığın Ruslar arasında kabul görmesi, Kuzey Karadeniz ile bütün Sibirya ve Orta Asya’nın da
kaderini belirler. Rusların bu dini kabul etmelerinin önemli sonuçlarından biri alfabe ve yazı diline
kavuşmalarıdır. Önceleri küçük şehir devletleri halinde yaşayan Ruslar, Altın Ordu’nun yıkılışı ile
beraber siyasi bir güç olmaya ve Türk topraklarında yayılmaya başlamıştır. Rusların yayılmacı politikaları
sonucunda Rus olmayan pek çok halk Hristiyanlaştırılmış ve zamanla da Ruslaşmışlardır. Bu durumdan
en çok etkilenenler ise hiç şüphesiz o coğrafyanın eski yerleşikleri olan Türk halkları olmuştur. Kiril
alfabesi asimilasyon politikalarının bir aracı olarak kullanılmış ve alfabeleri Kirilleştirilen ilk Türk soylu
halk Çuvaşlar olmuştur. Sibirya Türk halklarını Hristiyanlaştırmak amacıyla kurulan bir misyoner örgütü
tarafından Yakut, Altay, Şor Türklerinin konuşma dillerine Kiril alfabesini uygulamış ve mümkün
olduğunca küçük parçalara ayırma düşüncesiyle her birinin konuşma dili, yazı dilleri haline getirilmiştir.
Müslüman olmayan Türk halklarının konuşma dilleri, Kiril alfabesini kullanan yazı dilleri durumuna
getirilirken Müslüman Türk toplulukları içinde de bazı aydınlar Kiril harflerinin kabul edilmesi
gerektiğini savunmaya başlamışlardır. Hatta bunlardan bir kısmı kendi halklarının dillerine ait alfabe ve
dil bilgisi kitaplarını Kiril harfleriyle yazıp yayınlamışlardır.
1926’da yapılan Bakü Türkoloji Kongresi’nde bütün Türklerin Latin alfabesini kullanması yolunda
bir karar alınmış ve Çuvaşlar dışında kalan bütün Türk toplulukları bu kararı uygulamışlardır. Eski
Sovyetler Birliğinde yaşayan Türk halklarının Rus-Kiril alfabesini kullanmaları yolunda Moskova’nın
aldığı karar üzerine 1939’da Azerbaycanlılar, Tatarlar, Yakutlar ve Hakaslar; 1940’da Kazak, Kırgız,
Başkurt, Karakalpak ve Özbekler; 1943’te Tuvalılar ve 1957’de de Gagavuz Türkleri Latin alfabesini
bırakıp Kiril alfabesine geçmişlerdir.
Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bağımsız olan Türk Cumhuriyetlerinden bir kısmı
yeniden Latin alfabesini kullanmaya başlamıştır. Bugün Rusya Federasyonu içerisinde yaşayan bütün
Türk halklarıyla Kazakistan ve Kırgızistan Kiril alfabesini kullanmaya devam etmektedir.

Latin alfabesinin Grek alfabesinden doğduğu kabul edilmektedir. Bu alfabe, Türkçenin


yazılmasında çeşitli coğrafyalarda 14. yüzyıldan beri kullanılmaktadır. Türklerin kendi dillerini bu
alfabeyle yazmalarına ise 20. yüzyıl başlarından itibaren rastlanır. Avrupalılar 14. yüzyıldan başlayarak
Latin alfabesiyle pek çok Türkçe metin oluşturmuşlardır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda Latin harflerini kabul etme düşüncesi ilk olarak 1868’de ortaya
atılmıştır, ancak çok sert tepkiler görmüştür. Latin alfabesinin kabul edilmesi yolunda olumlu düşüncelere
76
sahip olan Sultan II. Abdülhamit’in şu değerlendirmesi dikkat çekicidir: “Halkımızın okuma yazma
bilmemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü bizim yazımızın sırlarına alışmak kolay değildir. Latin
alfabesini almakla belki halkımızın işini kolaylaştırabiliriz” (User, Hatice Şirin; Başlangıcından
Günümüze Türk Yazı Sistemleri, 2006: 365).
Osmanlı devleti içerisindeki topluluklardan Latin harflerini ilk kullananlar Arnavutlardır.
Arnavutlar bu alfabeyi 1880’lerde yaygın olarak kullanmaktaydılar.
Osmanlı basınında özellikle 20. yüzyılın başlarında Latin alfabesinin taraftarları ve karşıtlarının
büyük bir tartışmaya giriştikleri görülür. Birinci Dünya Savaşı yıllarında duraklayan bu tartışmalar
Kurtuluş Savaşının hemen ardından yeniden alevlenmiştir.
1926-1927 yıllarında basında alfabe değişikliği ile ilgili pek çok yazı yayınlanır ve 1927’de alfabe
değişikliği kararı alınır ve bu kararın uygulanması 1 Kasım 1928 tarihinde çıkarılan bir kanunla olur. Bu
kararın alınmasında ve uygulanmasında elbette Bakü Türkoloji Kongresi’nde alınan karar da etkili
olmuştur, çünkü o kongreye Türkiye’den de temsilciler katılmış ve kararlar birlikte verilmiştir.
Arap alfabesinin Türkçenin ses sistemini karşılamaktan uzak bir yazı sistemi olduğu gerçeği
Osmanlının yetiştirdiği en büyük aydınlardan biri olan Katip Çelebi tarafından 17. yüzyılda ilk olarak dile
getirilmiştir. Bu alfabenin yetersizliğini kabul eden bazı aydınlar da yazı reformundan bahsetmişler,
ancak o dönemde bir sonuç alınamamıştır. Alfabe değişikliği ancak Atatürk’ün direktifleriyle ve
TBMM’nin kararıyla gerçekleşebilmiştir. (1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında
Kanun)
Alfabe değişikliği bir süreç meselesidir ve başlangıcı Osmanlı Devleti’ndedir. Dönemin savaş
şartları buna imkan tanımaz. Tüm Osmanlı’da okuma yazma bilen oranaı %8. Bunun sadece %1’i
Anadolu’dadır. Abdülhamit Han 8500 tane Sübyan Mektebi açar, ama gönderilen öğrenci olmadığı için
büyük çoğunluğu kapanır. 1845’te eğitim işleriyle uğraşmak üzere Maarif Meclisi açıldı. Bir akademik
kurum niteliğinde Encümen-i Daniş, 1851’de kuruldu. Bunun sonucunda, 1863 yılında ilk ders
kitaplarında, sesli harfleri göstermek için işaretler kullanıldı. 1911 yılında İstanbul’da bir “Harfleri Islah”
Komisyonu kuruldu.

77
78
79
80
81
82
83
84
Bağlaç Olan da, de’nin Yazılışı
Bağlaç olan da, de ayrı yazılır. Kendisinden önceki kelimenin son ünlüsüne bağlı olarak
ünlü uyumlarına uyar: Kızı da geldi gelini de. Durumu oğluna da bildirdi. Sen de mi kardeşim?
Güç de olsa. Konuşur da konuşur.
UYARI : Ayrı yazılan da, de hiçbir zaman ta, te biçiminde yazılmaz.
UYARI : Ya sözüyle birlikte kullanılan da mutlaka ayrı yazılır: ya da.
UYARI : Da, de bağlacını kendisinden önceki kelimeden kesme ile ayırmak yanlıştır:
Ayşe de geldi (Ayşe'de geldi değil).
UYARI : Da, de bağlacının bulunma durumu eki olan -da, -de, -ta, -te ile hiçbir ilgisi
yoktur. Bulunma durumu eki getirildiği kelimeye bitişik yazılır: devede (deve-de) kulak, evde
(ev-de) kalmak, yolda (yol-da) kalmak, ayakta (ayak-ta) durmak, çantada (çanta-da) keklik. İkide
(iki-de) bir aynı sözü söyleyip durma.
Yurtta sulh, cihanda sulh. (Mustafa Kemal Atatürk)
Bağlaç Olan “ki”nin Yazılışı
Bağlaç olan ki ayrı yazılır: demek ki, kaldı ki, bilmem ki.
Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin.
(Mustafa Kemal Atatürk)
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki! (Orhan Veli Kanık)
Ruşen Eşref Ünaydın'ın "Diyorlar ki" adlı eseri ne güzeldir!
Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer.
Ki bağlacı, birkaç örnekte kalıplaşmış olduğu için bitişik yazılır: belki, çünkü, hâlbuki,
mademki, meğerki, oysaki, sanki. Bu örneklerden çünkü sözünde ek aynı zamanda küçük ünlü
uyumuna uymuştur.
Şüphe ve pekiştirme göreviyle kullanılan ki sözü de ayrı yazılır: Babam geldi mi ki?
Başbakan konuşacak mı ki?
Bağlaç Olan ne ... ne ...’nin Yazılışı
Bu bağlacın kullanıldığı cümlelerde fiil olumlu olmalıdır: Ne Fransa’da ne de Almanya’da
aradığını bulabilmişti.
Onlar ne arsız ne yılışkan ve yırtık gülmelidirler; ne de
somurtmalıdırlar. (Refik Halit Karay)
Ne ziraat ne ticaret için kâfi nüfus kaldı. (Falih Rıfkı Atay)
Soru Eki mı, mi, mu, mü’nün Yazılışı
Bu ek gelenekleşmiş olarak ayrı yazılır ve kendisinden önceki kelimenin son ünlüsüne
bağlı olarak ünlü uyumlarına uyar: Kaldı mı? Sen de mi geldin? Olur mu? İnsanlık öldü mü?
Soru ekinden sonra gelen ekler, bu eke bitişik olarak yazılır: Verecek misin? Okuyor
muyuz? Çocuk muyum? Gelecek miydi? Güler misin, ağlar mısın?
Bu ek sorudan başka görevlerde kullanıldığında da ayrı yazılır: Güzel mi güzel! Yağmur
yağdı mı dışarı çıkamayız.
UYARI: Vazgeçmek birleşik fiili, mi soru ekiyle birlikte kullanıldığında iki ayrı biçimde
yazılabilir: Vaz mı geçtin? Vazgeçtin mi?
Fiil Çekimi ile İlgili Yazılışlar
Gelecek zaman ekinin ünlüleri ile zaman ekinden önceki ünlü, söyleyişe bakılmaksızın
bütün şahıslarda a, e ile yazılır: geleceğim, gelmeyeceğim, gelemeyeceğim, geleceğiz,
gelmeyeceğiz, gelemeyeceğiz, gelmeyeceksin, gelemeyeceksin; alacağım, almayacağım,
alamayacağım, almayacaksın, alamayacaksın; başlayacağım.
Teklik ve çokluk 1. kişi emir eklerinin ünlüsü ile ekten önceki ünlü, söyleyişe
bakılmaksızın a, e ile yazılır: başlayayım, gelmeyeyim; başlayalım, gelmeyelim.
İstek ekinden önce gelen ünlü, söyleyişe bakılmaksızın a, e ile yazılır: başlayasın, başlaya,
başlayasınız, başlayalar; gelmeyesin, gelmeye, gelmeyesiniz, gelmeyeler.

85
Mastar Eklerinin Yazılışı
-mak, -mek ile biten mastarlardan sonra -a, -e, -ı, -i eklerinden biri geldiğinde araya y
ünsüzü girer: kazanmak-a > kazanma-y-a, aldanmak-ı > aldanma-y-ı, sevmek-e > sevme-y-e,
görmek-i > görme-y-i.
İken’in Yazılışı
İken ayrı olarak yazılabildiği gibi kelimelere eklenerek de yazılabilir. Bu durumda
başındaki i ünlüsü düşer. Getirildiği kelimenin ünlüleri kalın da olsa, bu ekin ünlüsü ince kalır:
okur-ken (< okur iken), yazar-ken (< yazar iken), çalışır-ken (< çalışır iken), uyur-ken (< uyur
iken), başlar-ken (< başlar iken), durmuş-ken (< durmuş iken), olgun-ken (< olgun iken),
durgun-ken (< durgun iken).
İken, ünlüyle biten kelimelere ek olarak getirildiğinde başındaki i ünlüsü düşer ve araya y
ünsüzü girer: okulday-ken (< okulda iken), yolday-ken (< yolda iken).
İle’nin Ek Olarak Yazılışı
İle ayrı olarak yazılabildiği gibi kelimelere eklenerek de yazılabilir. Kelimelere eklenerek
yazıldığında ünlü uyumlarına uyar.
İle, ünsüzle biten kelimelere ek olarak getirildiğinde i ünlüsü düşer ve bitişik yazılır: bulut-
la (bulut ile), çiçek-le (çiçek ile), kuş-la (kuş ile).
İle, ünlüyle biten kelimelere ek olarak getirildiğinde başındaki i ünlüsü düşer ve araya y
ünsüzü girer. Ek, ünlü uyumlarına uyar: arkadaşı-y-la (arkadaşı ile), anası-y-la, (anası ile),
çevre-y-le (çevre ile), sürü-y-le (sürü ile), yapı-y-la (yapı ile).
Ek Fiil Olan imek’in Yazılışı
İmek fiili bugün daha çok ekleşmiş olarak kullanılmakta ve ünlü uyumlarına uymaktadır.
Ünlüyle biten kelimelere eklendiğinde i ünlüsü düşer. Bu durumda araya y ünsüzü girer:
ne-y-se (ne ise), sonuncu-y-du (sonuncu idi), yabancı-y-mış (yabancı imiş).
Ünsüzle biten kelimelere eklendiğinde de i ünlüsü düşer: gelir-se (gelir ise), güzel-miş
(güzel imiş), yorgun-du (yorgun idi).
Pekiştirmeli Sıfatların Yazılışı
Pekiştirmeli sıfatlar bitişik yazılır: apaçık, apak, büsbütün, çepeçevre, çırçıplak,
çırılçıplak, dümdüz, düpedüz, gömgök, güpegündüz, kapkara, kupkuru, paramparça,
sapasağlam, sapsarı, sırsıklam, sırılsıklam, sipsivri, yemyeşil.
Büyük Harflerin Kullanıldığı Yerler
A. Cümle büyük harfle başlar: Ak akçe kara gün içindir.
Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. (Atatürk)
Cümle içinde tırnak veya yay ayraç içine alınan cümleler büyük harfle başlar ve sonlarına
uygun noktalama işareti (nokta, soru, ünlem) konur:
Atatürk, "Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" diyor.
Anadolu kentlerini, köylerini (Köy sözünü de çekinerek yazıyorum.) gezsek bile görmek
için değil, kendimizi göstermek için
geziyoruz. (Nurullah Ataç)
Ancak iki çizgi arasındaki açıklama cümleleri büyük harfle başlamaz:
Bir zamanlar -bu zamanlar çok da uzak değildir, bundan on, on iki yıl önce- Türk
saltanatının maddi sınırları uçsuz bucaksız denilecek kadar
genişti. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
İki noktadan sonra gelen cümleler büyük harfle başlar:
Menfaat sandalyeye benzer: Başında taşırsan seni küçültür, ayağının altına alırsan
yükseltir. (Cenap Şahabettin)
Ancak iki noktadan sonra cümle niteliğinde olmayan örnekler sıralandığında bu örnekler
büyük harfle başlamaz:
Bu eskiliği siz de çok evde görmüşsünüzdür: duvarlarda çiviler, çivi yerleri,
lekeler... (Memduh Şevket Esendal)
UYARI: Rakamla başlayan cümlelerde rakamdan sonra gelen kelime büyük harfle
başlamaz: 2005 yılında Türk Dil Kurumunun 73. yılını kutladık.
86
UYARI: Örnek niteliğindeki kelimelerle başlayan cümlede de ilk harf büyük yazılır:
"Banka, bütçe, devlet, fındık, kanepe, menekşe, şemsiye" gibi yüzlerce kelime, kökenleri yabancı
olmakla birlikte artık dilimizin malı olmuştur. "Et-, ol-" fiilleri, dilimizde en sık kullanılan
yardımcı fiillerdir.
B. Dizeler genellikle büyük harfle başlar:
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi;
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.
(Muhibbi)
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
(Mehmet Akif Ersoy)

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;


Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
(Yahya Kemal Beyatlı)
C. Özel adlar büyük harfle başlar:
1. Kişi adlarıyla soyadları büyük harfle başlar: Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Kâzım
Karabekir, Ahmet Haşim, Tevfik Fikret, Mehmet Emin Yurdakul, Hüseyin Cahit Yalçın, Orhan
Veli Kanık, Sait Faik Abasıyanık, Yunus Emre, Evliya Çelebi, Gevheri, Karacaoğlan, Âşık Ömer,
Wolfgang von Goethe, Wilhelm Radloff, Vilhelm Thomsen, Victor Hugo.
Takma adlar da büyük harfle başlar: Muhibbi (Kanuni Sultan Süleyman), Demirtaş (Ziya
Gökalp), Tarhan (Ömer Seyfettin), Aka Gündüz (Hüseyin Avni, Enis Avni), Kirpi (Refik Halit
Karay), Deli Ozan (Faruk Nafiz Çamlıbel), Server Bedi (Peyami Safa), İrfan Kudret (Cahit Sıtkı
Tarancı), Mehmet Ali Sel (Orhan Veli Kanık).
2. Kişi adlarından önce ve sonra gelen saygı sözleri, unvanlar, lakaplar, meslek ve rütbe
adları büyük harfle başlar: Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, Kaymakam Erol Bey, Sayın
Prof. Dr. Hasan Eren, Zeynep Hanım, Bay Ali Çiçekçi, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Doktor Behçet
Uz, Mareşal Fevzi Çakmak, Yüzbaşı Cengiz Topel; Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim,
Kanuni Sultan Süleyman, Genç Osman, Deli İbrahim, Avcı Mehmet, Nişancı Mehmet Paşa, Deli
Petro.
Akrabalık bildiren kelimeler büyük harfle başlamaz: Tülay abla, Ayşe teyze, Fatma nine,
Kemal dayı, Saim amca, Ali enişte.
Akrabalık bildiren kelimeler başa geldiğinde lakap yerine kullanıldığı için büyük harfle
başlar: Nene Hatun, Baba Gündüz, Dayı Kemal, Hala Sultan.
Bazı tarihî ve menkıbevi şahsiyetlerde ise akrabalık bildiren kelime sonda olduğu hâlde
unvan değeri kazandığı ve özel ada dâhil olduğu için büyük harfle yazılır: Gül Baba, Susuz
Dede, Adile Hala, Gülsüm Bacı, Sultan Ana.
Resmî yazılarda saygı bildiren sözlerden sonra gelen ve makam, mevki, unvan bildiren
kelimeler de büyük harfle başlar: Sayın Bakan, Sayın Başkan, Sayın Rektör, Sayın Vali,
Hitap kelimeleri de büyük harfle başlar: Sevgili Kardeşim, Aziz Dostum, Değerli
Arkadaşım
3. Hayvanlara verilen özel adlar büyük harfle başlar: Sarıkız, Fino, Karabaş, Pamuk,
Minnoş, Tekir.
4. Millet, boy, oymak adları büyük harfle başlar: Türk, Alman, İngiliz, Rus, Arap, Japon;
Oğuz, Kazak, Kırgız, Özbek, Tatar; Karakeçili, Hacımusalı.
5. Dil ve lehçe adları büyük harfle başlar: Türkçe, Almanca, İngilizce, Rusça, Arapça;
Oğuzca, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca.
6. Devlet adları büyük harfle başlar: Türkiye Cumhuriyeti, Amerika Birleşik Devletleri,
Suudi Arabistan, Azerbaycan Cumhuriyeti.
7. Din ve mezhep adları ile bunların mensuplarını bildiren sözler büyük harfle başlar:
Müslümanlık, Müslüman; Hristiyanlık, Hristiyan; Musevilik, Musevi; Budizm, Budist; Hanefilik,
Hanefi; Malikilik, Maliki; Protestanlık, Protestan; Katoliklik, Katolik.
87
8. Din ve mitoloji ile ilgili özel adlar büyük harfle başlar: Tanrı, Allah, Cebrail, Zeus,
Oziris, Kibele. Ancak tanrı kelimesi özel ad olarak kullanılmadığında küçük harfle başlar: Eski
Yunan tanrıları. Bazı dinî terimlerin küçük harfle başlaması gelenekleşmiştir: cennet, cehennem,
uçmak, tamu, peygamber, sırat köprüsü.
9. Gezegen ve yıldız adları büyük harfle başlar: Merkür, Neptün, Plüton, Halley,
Dünya,Güneş, Ay vb.
UYARI: Dünya, güneş, ay kelimeleri gezegen anlamı dışında kullanıldığında küçük harfle
başlar.
10. Yer adları (kıta, bölge, il, ilçe, köy, semt, cadde, sokak, semt vb.) büyük harfle başlar:
Asya, Avrupa, Afrika, Amerika; İç Anadolu, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Yakın Doğu;
Ankara, İstanbul, Taşkent, Bağdat, Moskova; Turgutlu, Ürgüp, Ahlat; Çayırbağı, Akçaköy;
Bahçelievler, Cebeci; Atatürk Bulvarı, Ziya Gökalp Caddesi; Sankiyedim Sokağı, Asmalımescit
Sokağı.
UYARI: Doğu ve batı sözleri yön bildirdiğinde küçük olarak yazılır: Bursa’nın doğusu.
Bu sözler düşünce, hayat tarzı, politika vb. anlamlar bildirdiğinde ise büyük olarak yazılır: Batı
medeniyeti, Doğu mistisizmi vb.
Yer adlarında ilk isimden sonra gelen deniz, nehir, göl, dağ, boğaz vb. tür bildiren ikinci
isimler büyük harfle başlar: Ağrı Dağı, Aral Gölü, Çanakkale Boğazı, Dicle Irmağı, Ege Denizi,
Erciyes Dağı, Fırat Nehri, Tuna Nehri, Van Gölü, Zigana Geçidi, Süveyş Kanalı.
UYARI: Özel ada dâhil olmayıp tamlama kuran şehir, il, ilçe, bucak, belde, köy vb. sözler
küçük harfle başlar: Konya ili, Etimesgut ilçesi, Taflan köyü vb.
Mahalle, meydan, bulvar, cadde, sokak adlarında geçen mahalle, meydan, bulvar, cadde,
sokak kelimeleri büyük harfle başlar: Gazi Osmanpaşa Mahallesi, Yıldız Mahallesi, Yunus Emre
Mahallesi, Karaköy Meydanı, Zafer Meydanı, Gazi Mustafa Kemal Bulvarı, Ziya Gökalp
Bulvarı, Nene Hatun Caddesi, Cemal Nadir Sokağı, Fevzi Çakmak Sokağı, İnkılap Sokağı, Reşat
Nuri Sokağı, Türk Ocağı Sokağı.
UYARI: Yer bildiren özel isimlerde de kısaltmalı söyleyiş söz konusu olduğu zaman,
kelime başında büyük harf kullanılır: Hisar’dan, Boğaz’dan, Bulvar’dan.
11. Saray, köşk, han, kale, köprü, anıt vb. yapı adlarının bütün kelimeleri büyük harfle
başlar: Topkapı Sarayı, Dolmabahçe Sarayı, İshakpaşa Sarayı, Çankaya Köşkü, Horozlu Han,
Ankara Kalesi, Alanya Kalesi, Galata Köprüsü, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü, Mostar Köprüsü,
Beyazıt Kulesi, Zafer Abidesi, Bilge Kağan Anıtı.
12. Kurum, kuruluş ve kurul adlarının her kelimesi büyük harfle başlar: Türkiye Büyük
Millet Meclisi, Türk Dil Kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Devlet Malzeme Ofisi, Millî
Kütüphane, Çocuk Esirgeme Kurumu, Atatürk Orman Çiftliği, Çankaya Lisesi; Anadolu Kulübü,
Mavi Köşe Bakkaliyesi; Türk Ocağı, Yeşilay Derneği, Muharip Gaziler Derneği, Emek İnşaat;
Bakanlar Kurulu, Danışma Kurulu, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı; Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü.
13. Kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge, genelge adlarının her kelimesi büyük harfle başlar:
Medeni Kanun, Borçlar Hukuku (kanun), Atatürk Uluslararası Barış Ödülü Tüzüğü, Telif Hakkı
Yayın ve Satış Yönetmeliği.
UYARI: Kurum, kuruluş, kurul, merkez, bakanlık, üniversite, fakülte, bölüm, kanun,
tüzük, yönetmelik vb.ni bildiren kelimeler, belli bir kurum vb. kastedildiğinde büyük harfle baş-
lar: Bu yıl Meclis, yeni döneme erken başlayacaktır. Son aylarda Kurum, yazım konusunda
yoğun bir çalışma içine girmiştir. 2876 sayılı Kanun bu yıl yeniden gözden geçiriliyor. Bu madde
Yönetmelik’in 4’üncü maddesine aykırı düşmektedir.
14. Kitap, dergi, gazete ve sanat eserlerinin (tablo, heykel, müzik) her kelimesi büyük
harfle başlar: Nutuk, Safahat, Kendi Gök Kubbemiz, Anadolu Notları, Sinekli Bakkal; Türk Dili,
Türk Kültürü, Varlık; Resmî Gazete, Hürriyet, Milliyet, Türkiye, Yeni Yüzyıl, Yeni Asır;
Saraydan Kız Kaçırma, Onuncu Yıl Marşı.
UYARI: Özel ada dâhil olmayan gazete, dergi, tablo vb. sözler büyük harfle başlamaz:
Milliyet gazetesi, Türk Dili dergisi, Halı Dokuyan Kızlar tablosu.
88
UYARI: Büyük harflerin kullanıldığı yerlerde bulunan ve, ile, ya, veya, yahut, ki, da, de
sözleriyle mı, mi, mu, mü soru eki küçük harfle yazılır: Mai ve Siyah, Suç ve Ceza, Leyla ile
Mecnun, Turfanda mı, Turfa mı? Diyorlar ki, Dünyaya İkinci Geliş yahut Sır İçinde Esrar, Ya
Devlet Başa ya Kuzgun Leşe, Ben de Yazdım.
15. Millî ve dinî bayramlarla bayram niteliği kazanmış günlerin adları büyük harfle başlar:
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, Ramazan
Bayramı, Kurban Bayramı, Nevruz Bayramı, Anneler Günü, Öğretmenler Günü, 27 Mart Dünya
Tiyatrolar Günü, 14 Mart Tıp Bayramı, Hıdırellez.
Kurultay, bilgi şöleni, açık oturum vb. toplantıların adlarında her kelime büyük harfle
başlar: V. Uluslararası Türk Dili Kurultayı, Manas Bilgi Şöleni.
16. Tarihî olay, çağ ve dönem adları büyük harfle başlar: Kurtuluş Savaşı, Millî Mücadele,
Cilalı Taş Devri, İlk Çağ, Yükselme Devri, Millî Edebiyat Dönemi, Servetifünun Dönemi,
Tanzimat Dönemi.
UYARI: Tarihî dönem bildirmeyip tür veya tarz bildiren terimler küçük harfle başlar:
divan şiiri, divan edebiyatı, halk şiiri, halk edebiyatı, eski Türk edebiyatı, Türk dili, Türk sanat
müziği, Türk halk müziği, tekke edebiyatı.
17. Özel adlardan türetilen bütün kelimeler büyük harfle başlar: Türklük, Türkleşmek,
Türkçü, Türkçülük, Türkçe, Türkolog, Türkoloji, Avrupalı, Avrupalılaşmak, Asyalılık, Darvinci,
Konyalı, Bursalı.
UYARI: Özel ad kendi anlamı dışında yeni bir anlam kazanmışsa büyük harfle başlamaz:
acem (Türk müziğinde bir perde), hicaz (Türk müziğinde bir makam), nihavent (Türk müziğinde
bir makam), acemi (tecrübesiz), amper (elektrik akımında şiddet birimi), jul (fizikte iş birimi),
allahlık (saf, zararsız kimse), donkişotluk (gereği yokken kahramanlık göstermeye kalkışmak).
UYARI: Para birimleri büyük harfle başlamaz: avro, dinar, dolar, lira, yeni kuruş, liret.
UYARI: Özel adlar yerine kullanılan "o" zamiri cümle içinde büyük harfle yazılmaz.
UYARI: Müzikte kullanılan makam ve tür adları büyük harfle başlamaz: acemaşiran,
acembuselik, bayati, hicazkâr, türkü, varsağı, bayatı.
18. Yer, millet ve kişi adlarıyla kurulan birleşik kelimelerde özel adlar büyük harfle başlar:
Antep fıstığı, Brüksel lahanası, Frenk gömleği, Hindistan cevizi, İngiliz anahtarı, Japon gülü,
Maraş dondurması, Van kedisi.
Ç. Belirli bir tarih bildiren ay ve gün adları büyük harfle başlar: 29 Mayıs 1453 Salı günü,
29 Ekim 1923, 28 Aralık 1982'de göreve başladı. Lale festivali 25 Haziranda başlayacak.
1919 senesi Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. (Atatürk)
Belirli bir tarihi belirtmeyen ay ve gün adları küçük harfle başlar: Okullar genellikle
eylülün ikinci haftasında öğretime başlar. Yürütme Kurulu toplantılarını perşembe günleri
yaparız.
D. Levhalar ve açıklama yazıları büyük harfle başlar: Giriş, Çıkış, Müdür, Vezne, Başkan,
Doktor, Otobüs Durağı, Dolmuş Durağı, Şehirler Arası Telefon, III. Kat, IV. Sınıf, I. Blok.
E. Bilim dallarında kullanılan terimlerin büyük harfle yazılışı, ilgili dallardaki uygulamaya
bağlıdır: Canis canis, Carduelis carduelis, Ardea alba, Populus alba, Prunus domestica, Pinus
silvestris.
F. Kitap, bildiri, makale vb.nde ana başlıkta bulunan kelimelerin tamamı, alt başlıkta
bulunan kelimelerin ise yalnızca ilk harfleri büyük olarak yazılır.
G. Kitap, dergi vb.nde bulunan resim, çizelge, tablo vb.nin altında yer alan açıklayıcı
yazılar büyük harfle başlar.

Birleşik Kelimelerin Yazılışı


Belirtisiz isim tamlamaları, sıfat tamlamaları, isnat grupları, birleşik fiiller, ikilemeler,
kısaltma grupları ve kalıplaşmış çekimli fiillerden oluşan ifadeler, yeni bir kavramı
karşıladıklarında birleşik kelime olurlar: yer çekimi, hanımeli, ses bilgisi; beyaz peynir, açıkgöz,
toplu iğne; eli açık, sırtı pek; söz etmek, zikretmek, hasta olmak, gelebilmek, yazadurmak,
alıvermek; çoluk çocuk, çıtçıt, altüst; başüstüne, günaydın; sağ ol, ateşkes, külbastı.
89
Bitişik Yazılan Birleşik Kelimeler
1. Ses düşmesine uğrayan birleşik kelimeler bitişik yazılır: kaynana (< kayın ana), kaynata
(< kayın ata), nasıl (< ne asıl), niçin (< ne için), pazartesi (< pazar ertesi), sütlaç (< sütlü aş),
birbiri (< biri biri).
2. Et- ve ol- yardımcı fiilleriyle birleşirken ses düşmesine veya ses türemesine uğrayan
birleşik kelimeler bitişik yazılır: emretmek (<emir etmek), kaybolmak (<kayıp olmak); haletmek
(<hal’ etmek=tahttan indirmek), menolunmak (<men’ olunmak); affetmek (<af etmek),
reddetmek (<ret etmek).
UYARI : Sadece söyleyişte tonlulaşma biçiminde ses değişmesine uğrayanlar ayrı yazılır:
azat etmek, hamt etmek, izaç etmek, iktisap etmek. Bu örneklerde tonluluk söyleyişte belirtilir.
3. Kelimelerden her ikisi veya ikincisi, birleşme sırasında benzetme yoluyla anlam
değişmesine uğradığında bu tür birleşik kelimeler bitişik yazılır.
a. Bitki adları: aslanağzı, civanperçemi, keçiboynuzu, kuşburnu, turnagagası, açıkağız,
akkuyruk (çay), alabaş, altınbaş (kavun), altıparmak (palamut), beşbıyık (muşmula),
acemborusu, çobançantası, gelinfeneri, karnıkara (börülce), kuşyemi, şeytanarabası,
venüsçarığı, yılanyastığı, akşamsefası, camgüzeli, çadıruşağı, gecesefası, ayşekadın (fasulye),
hafızali (üzüm), havvaanaeli, meryemanaeldiveni.
b. Hayvan adları: danaburnu (böcek), akbaş (kuş), alabacak (at), bağrıkara (kuş), beş-
parmak (deniz hayvanı), beşpençe (deniz hayvanı), çakırkanat (ördek), elmabaş (tepeli dalgıç),
kababurun (balık), kamçıkuyruk (koyun), kamışkulak (at), karabaş, karagöz (balık), karafatma
(böcek), kızılkanat (balık), sarıkuyruk (balık), yeşilbaş (ördek), sazkayası (balık), sırtıkara
(balık), şeytaniğnesi, yalıçapkını (kuş), bozbakkal (kuş), bozyürük (yılan), karadul (örümcek),
sarısabır (bitki).
c. Hastalık adları: itdirseği (arpacık), delibaş, karabacak, karataban.
ç. Alet ve eşya adları: balıkgözü (halka), deveboynu (boru), domuzayağı (çubuk), domuztır-
nağı (kanca), horozayağı (burgu), kargaburnu (alet), keçitırnağı (oyma kalemi), kedigözü
(lamba), leylekgagası (alet), sıçankuyruğu (törpü), baltabaş (gemi) gagaburun (gemi), kancabaş
(kayık), adayavrusu (tekne).
d. Biçim adları: ayıbacağı (yelken biçimi), balıksırtı (desen), civankaşı (nakış), eşeksırtı
(çatı biçimi), kazkanadı (oyun), kırlangıçkuyruğu (işaret), koçboynuzu (işaret), köpekkuyruğu
(spor), sıçandişi (dikiş), balgümeci (dikiş), beşikörtüsü (çatı biçimi), turnageçidi (fırtına).
e. Yiyecek adları: dilberdudağı (tatlı), hanımgöbeği (tatlı), hanımparmağı (tatlı), ka-
dınbudu (köfte), kadıngöbeği (tatlı), kargabeyni (yemek), kedidili (bisküvi), tavukgöğsü (tatlı),
vezirparmağı (tatlı), bülbülyuvası (tatlı), kuşlokumu (kurabiye), alinazik (kebap).
f. Oyun adları: beştaş, dokuztaş, üçtaş.
g. Gök cisimlerinin adları: Altıkardeş (yıldız kümesi), Arıkovanı (yıldız kümesi), Büyükayı
(yıldız kümesi), Demirkazık (yıldız), Küçükayı (yıldız kümesi), Kervankıran (yıldız), Samanyolu
(yıldız kümesi), Yedikardeş (yıldız kümesi).
ğ. Renk adları: baklaçiçeği, balköpüğü, camgöbeği, devetüyü, fildişi, gülkurusu, kavuniçi,
narçiçeği, ördekbaşı, ördekgagası, tavşanağzı, tavşankanı, turnagözü, vapurdumanı,
vişneçürüğü, yavruağzı.
4. -a, -e, -ı, -i, -u, -ü zarf-fiil ekleriyle bilmek, vermek, kalmak, durmak, gelmek, görmek ve
yazmak fiilleriyle yapılan tasvirî fiiller bitişik yazılır: alabildiğine, düşünebilmek, yapabilmek;
uyuyakalmak; gidedurmak, yazadurmak; çıkagelmek, olagelmek, süregelmek; düşeyazmak,
öleyazmak; alıvermek, gelivermek, gülüvermek, uçuvermek; düşmeyegör, ölmeyegör.
5. Bir veya iki ögesi emir kipiyle kurulan kalıplaşmış birleşik kelimeler bitişik yazılır:
alaşağı, albeni, ateşkes, çalçene, çalyaka, dönbaba, gelberi, incitmebeni, rastgele, sallabaş,
sallasırt, sıkboğaz, unutmabeni; çekyat, geçgeç, kaçgöç, kapkaç, örtbas, seçal, veryansın,
yapboz, yazboz tahtası.
6. -an/-en, -r/-ar/-er/-ır/-ir, -maz/-mez ve -mış/-miş sıfat-fiil eklerinin kalıplaşmasıyla
oluşan birleşik kelimeler bitişik yazılır:

90
ağaçkakan, alaybozan, cankurtaran, çöpçatan, dalgakıran, demirkapan, etyaran, filizkıran,
gökdelen, oyunbozan, saçkıran, yelkovan, yolgeçen;
akımtoplar, altıpatlar, barışsever, basınçölçer, betonkarar, bilgisayar, çoksatar, dilsever,
füzeatar, özezer, pürüzalır, uçaksavar, yurtsever;
baştanımaz, değerbilmez, etyemez, hacıyatmaz, kadirbilmez, karıncaez-mez, kuşkonmaz,
külyutmaz, tanrıtanımaz, varyemez;
çokbilmiş, güngörmüş.
7. İkinci kelimesi -dı (-di / -du / -dü, -tı / -ti / -tu / -tü) kalıplaşmış belirli geçmiş zaman
ekleriyle kurulan birleşik kelimeler bitişik yazılır: albastı, ciğerdeldi, çıtkırıldım, dalbastı,
fırdöndü, gecekondu, gündöndü, hünkârbeğendi, imambayıldı, karyağdı, külbastı, mirasyedi,
papazkaçtı, serdengeçti, şıpsevdi, zıpçıktı.
8. Her iki kelimesi de -dı (-di / -du / -dü, -tı / -ti / -tu / -tü) belirli geçmiş zaman veya -r /-ar
/-er geniş zaman eklerini almış ve kalıplaşmış bulunan birleşik kelimeler bitişik yazılır:
dedikodu, kaptıkaçtı, oldubitti, uçtuuçtu (oyun); biçerbağlar, biçerdöver, göçerkonar, kazaratar,
konargöçer, okuryazar, uyurgezer, yanardöner, yüzergezer.
Aynı yapıda olan çakaralmaz kelimesi de bitişik yazılır.
9. Somut olarak yer bildirmeyen alt, üst ve üzeri sözlerinin sona getirilmesiyle kurulan
birleşik kelimeler bitişik yazılır: ayakaltı, bilinçaltı, gözaltı (gözetim), şuuraltı; akşamüstü,
akşamüzeri, ayaküstü, ayaküzeri, bayramüstü, gerçeküstü, ikindiüstü, olağanüstü, öğleüstü,
öğleüzeri, suçüstü, yüzüstü.
10. İki veya daha çok kelimenin birleşmesinden oluşmuş kişi adları, soyadları ve lakaplar
bitişik yazılır: Alper, Aydoğdu, Birol, Gülnihal, Gülseren, Gündoğdu, Şenol, Varol; Abasıyanık,
Adıvar, Atatürk, Gökalp, Güntekin, İnönü, Karaosmanoğlu, Tanpınar, Yurdakul; Boynueğri
Mehmet Paşa, Tepedelenli Ali Paşa, Yirmisekiz Çelebi Mehmet, Yedisekiz Hasan Paşa.
11. İki veya daha çok kelimeden oluşmuş Türkçe yer adları bitişik yazılır: Çanakkale,
Gümüşhane; Acıpayam, Pınarbaşı, Şebinkarahisar; Beşiktaş, Kabataş.
Şehir, kent, köy, mahalle, dağ, tepe, deniz, göl, ırmak, su vb. kelimelerle kurulmuş sıfat
tamlaması ve belirtisiz isim tamlaması kalıbındaki yer adları bitişik yazılır: Akşehir, Eskişehir,
Suşehri, Yenişehir; Atakent, Batıkent, Konutkent, Korukent, Çengelköy, Sarıyer, Yenimahalle;
Karabağ, Karadağ, Uludağ; Kocatepe, Tınaztepe; Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz; Acıgöl;
Kızılırmak, Yeşilırmak; İncesu, Karasu, Sarısu, Akçay.
12. Kişi adları ve unvanlarından oluşmuş mahalle, meydan, köy vb. yer ve kuruluş
adlarında unvan kelimesi sonda ise, gelenekleşmiş olarak bitişik yazılır: Abidinpaşa,
Bayrampaşa, Davutpaşa, Ertuğrulgazi, Kemalpaşa (ilçesi); Necatibey (Caddesi), Mustafabey
(Caddesi).
13. Ara yönleri belirten kelimeler bitişik yazılır: güneybatı, güneydoğu, kuzeybatı,
kuzeydoğu.
14. Bunlardan başka dilimizde her iki ögesi de asıl anlamını koruduğu hâlde yaygın bir
biçimde gelenekleşmiş olarak bitişik yazılan kelimeler de vardır:
a. Baş sözüyle oluşturulan sıfat tamlamaları: başağırlık, başbakan, başçavuş, başeser,
başfiyat, başhekim, başhemşire, başkahraman, başkarakter, başkent, başkomutan, başköşe,
başmüfettiş, başöğretmen, başparmak, başpehlivan, başrol, başsavcı, başşehir, başyazar.
b. Bir topluluğun yöneticisi anlamındaki başı sözüyle oluşturulan belirtisiz isim
tamlamaları: aşçıbaşı, binbaşı, çarkçıbaşı, çeribaşı, elebaşı, mehterbaşı, onbaşı, ustabaşı,
yüzbaşı.
c. Oğlu, kızı sözleri: çapanoğlu, eloğlu, hinoğluhin, elkızı.
ç. Ağa, bey, efendi, hanım, nine vb. sözlerle kurulan birleşik kelimeler: ağababa, ağabey,
beyefendi, efendibaba, hanımanne, hanımefendi, hacıağa, hıyarağalık, kadınnine, paşababa.
d. Biraz, birkaç, birkaçı, birtakım, birçok, birçoğu, hiçbir, hiçbiri, herhangi belirsizlik sıfat
ve zamirleri de gelenekleşmiş olarak bitişik yazılır.
15. Ev kelimesiyle kurulan birleşik kelimeler bitişik yazılır: aşevi, bakımevi, basımevi,
doğumevi, gözlemevi, huzurevi, konukevi, orduevi, öğretmenevi, polisevi, yayınevi.
91
16. Hane, name, zade kelimeleriyle oluşturulan birleşik kelimeler bitişik yazılır: çayhane,
dershane, kahvehane, yazıhane; beyanname, kanunname, seyahatname, siyasetname; amcazade,
dayızade, teyzezade.
UYARI: Eczahane, hastahane, pastahane, postahane sözleri kullanımdaki yaygınlık
dolayısıyla eczane, hastane, pastane, postane biçiminde yazılmaktadır.
17. Farsça kurala göre oluşturulan isim ve sıfat tamlamaları ile kalıplaşmış biçimler bitişik
yazılır: cürmümeşhut, darıdünya, ehlibeyit, ehvenişer, erkânıharp, fecrisadık, gayrimenkul,
gayrimeşru, hüsnükuruntu, hüsnüniyet, suikast, hamdüsena, hercümerç.
18. Arapça kurala göre oluşturulan tamlamalar ve kalıplaşmış biçimler bitişik yazılır:
aliyyülâlâ, ceffelkalem, darülaceze, darülfünun, daüssıla, fevkalade, fevkalbeşer, hıfzıssıhha,
hüvelbaki, şeyhülislam, tahtelbahir, tahteşşuur; âlemşümul, cihanşümul, aleykümselam,
Allahualem, bismillah, fenafillah, fisebilillah, hafazanallah, inşallah, maşallah, velhasıl,
velhasılıkelam.
19. Müzik makam adları bitişik yazılır: acembuselik, hisarbuselik, muhayyerkürdi.
Bir sıfatla oluşturulan usul adlarında sıfat ayrı yazılır: ağır aksak, yürük aksak, yürük
semai.
20. Kanunda bitişik geçen veya bitişik olarak tescil ettirilmiş olan kuruluş adları bitişik
yazılır: İçişleri, Dışişleri, Genelkurmay, Yükseköğretim.
Ayrı Yazılan Birleşik Kelimeler
1. Etmek, edilmek, eylemek, kılmak, kılınmak, olmak, olunmak yardımcı fiilleriyle kurulan
birleşik fiiller herhangi bir ses düşmesine veya türemesine uğramazsa ayrı yazılır: alt etmek, arz
etmek, azat etmek, boş olmak, dans etmek, el etmek, göç etmek, ilan etmek, kabul etmek, kul
etmek, kul olmak, not etmek, oyun etmek, sağ olmak, söz etmek, terk etmek, var olmak, yok
etmek, yok olmak.
2. Birleşme sırasında kelimelerinden hiçbiri veya ikinci kelimesi anlam değişikliğine uğ-
ramayan birleşik kelimeler ayrı yazılır.
a. Hayvan türlerinden birinin adıyla kurulanlar:
ada balığı, ateş balığı, dil balığı, fulya balığı, kedi balığı, kılıç balığı, köpek balığı, ton
balığı, yılan balığı; acı balık, bıyıklı balık, dikenli balık.
ardıç kuşu, arı kuşu, çalı kuşu, deve kuşu, muhabbet kuşu, saka kuşu, tarla kuşu, yağmur
kuşu; alıcı kuş, boğmaklı kuş, makaralı kuş.
ağustos böceği, ateş böceği, cırcır böceği, hamam böceği, ipek böceği, uçuç böceği, uğur
böceği; ağılı böcek, çalgıcı böcek, sümüklü böcek.
at sineği, et sineği, meyve sineği, sığır sineği, su sineği, uyuz sineği.
deniz yılanı, ok yılanı, su yılanı; Ankara keçisi, dağ keçisi, yaban keçisi; fındık faresi, tarla
faresi; dağ sıçanı, tarla sıçanı; Beç tavuğu, dağ tavuğu; Amerika tavşanı, yaban tavşanı; kaya
örümceği, şeytan örümceği; bal arısı, yaban arısı; Pekin ördeği, yaban ördeği; Ankara kedisi,
Van kedisi; Afrika domuzu, yaban domuzu.
Ayrı Yazılan Birleşik Kelimeler
c. Nesne, eşya ve alet adlarından biriyle kurulan birleşik kelimeler:
alçı taşı, bileği taşı, çakmak taşı, damla taşı, Hacıbektaş taşı, kireç taşı, lüle taşı, Oltu taşı,
sünger taşı, yılan taşı; buzul taş, damla taş, dikili taş, kayağan taş, yaprak taş.
arap sabunu, el sabunu; kahve değirmeni, yel değirmeni; kahve dolabı, su dolabı; oturma
odası; duvar saati, kol saati; duvar takvimi, masa takvimi; yemek masası; itfaiye aracı,
kurtarma aracı; masa örtüsü, yatak örtüsü; el kitabı, Frenk gömleği, İngiliz anahtarı, İngiliz si-
cimi; alt geçit, tüp geçit, üst geçit, çekme demir, çekme kat, dolma kalem, dönme dolap, kesme
kaya, toplu iğne, vurmalı çalgılar, vurmalı sazlar, yapma çiçek.
afyon ruhu, katran ruhu, lokman ruhu, nane ruhu, tuz ruhu.
ç. Yol ve ulaşımla ilgili birleşik kelimeler: Arnavut kaldırımı; çevre yolu, deniz yolu, hava
yolu, kara yolu, keçi yolu; köprü yol.

92
d. Durum, olgu ve olay bildiren sözlerden biriyle kurulan birleşik kelimeler: açık oturum,
açık öğretim, ana dili, ay tutulması, baş ağrısı, baş belası, baş dönmesi, çıkış yolu, çözüm yolu,
dil birliği, din birliği, güç birliği, iş birliği, iş bölümü, madde başı, ses uyumu, yer çekimi.
e. Bilim ve bilgi sözleriyle kurulan birleşik kelimeler: anlam bilimi, dil bilimi, edebiyat
bilimi, gök bilimi, halk bilimi, ruh bilimi, toplum bilimi, toprak bilimi, yer bilimi; dil bilgisi, halk
bilgisi, ses bilgisi, şekil bilgisi.
Ayrı Yazılan Birleşik Kelimeler
f. Yuvar ve küre sözleriyle kurulan birleşik kelimeler: göz yuvarı, hava yuvarı, ısı yuvarı,
ışık yuvarı, renk yuvarı, yer yuvarı; hava küre, ışık küre, su küre, taş küre, yarı küre, yarım küre.
g. Yiyecek, içecek adlarından biriyle kurulan birleşik kelimeler: bohça böreği, su böreği,
talaş böreği; badem yağı, çiçek yağı, kuyruk yağı; arpa suyu, maden suyu, meyve suyu; kaşar
peyniri, tulum peyniri, beyaz peynir; Adana kebabı, tas kebabı, Urfa kebabı; İnegöl köftesi, İzmir
köftesi; ezogelin çorbası, mercimek çorbası, yoğurt çorbası; irmik helvası, kâğıt helvası, koz
helva; acı badem kurabiyesi; Kemalpaşa tatlısı, peynir tatlısı, yoğurt tatlısı; badem şekeri, balık
yumurtası.
burgu makarna, çubuk makarna, yüksük makarna; kakaolu kek, üzümlü kek; çiğ köfte, içli
köfte; dolma biber, kesme şeker, süzme yoğurt, yarma şeftali; kuru yemiş.
ğ. Gök cisimleri: Çoban Yıldızı, Kervan Yıldızı, Kutup Yıldızı, kuyruklu yıldız; gök taşı,
hava taşı, meteor taşı.
h. Organ veya organ yerine geçen sözlerden biriyle kurulan birleşik kelimeler: patlak göz,
süzgün göz; aşık kemiği, bel kemiği, elmacık kemiği; serçe parmak, şehadet parmağı, yüzük
parmağı; azı dişi, köpek dişi, süt dişi; kuyruk sokumu, safra kesesi; çatma kaş, takma diş, takma
kirpik, takma kol; ekşi surat, kepçe surat; gaga burun (kimse), karga burun, kepçe kulak, çakır
pençe, demir yumruk, kuru kemik.
ı. Benzetme yoluyla insanın bir niteliğini anlatmak üzere bitki, hayvan ve nesne adlarıyla
kurulan birleşik kelimeler: çetin ceviz, çöpsüz üzüm; eski kurt, sarı çıyan, sağmal inek; ağır top,
eksik etek, eski toprak, eski tüfek, kara maşa, sapsız balta.
i. Zamanla ilgili birleşik kelimeler: bağ bozumu, gece yarısı, gün ortası, hafta başı, hafta
sonu.
Ayrı Yazılan Birleşik Kelimeler
3. -r / -ar / -er, -maz / -mez ve -an / -en sıfat-fiil ekleriyle kurulan sıfat tamlaması
yapısındaki birleşik kelimeler ayrı yazılır: bakar kör, çalar saat, çıkar yol, döner sermaye, güler
yüz, koşar adım, yazar kasa, yeter sayı; çıkmaz sokak, geçmez akçe, görünmez kaza, ölmez çiçek,
tükenmez kalem; akan yıldız, doyuran buhar, uçan daire.
4. Renk sözü veya renklerden birinin adıyla kurulmuş isim tamlaması yapısındaki renk
adları ayrı yazılır: bal rengi, duman rengi, gümüş rengi, portakal rengi, saman rengi; ateş
kırmızısı, boncuk mavisi, çivit mavisi, gece mavisi, limon sarısı, safra yeşili, süt kırı.
5. Rengin tonunu belirtmek üzere renkten önce kullanılan sıfatlar ayrı yazılır: açık mavi,
açık yeşil, kara sarı, kirli sarı, koyu mavi, koyu yeşil.
6. Yer adlarında kullanılan batı, doğu, güney, kuzey, güneybatı, güneydoğu, kuzeybatı,
kuzeydoğu, aşağı, orta, yukarı, iç, yakın, uzak kelimeleri ayrı yazılır: Doğu Anadolu, Batı
Trakya, Orta Anadolu, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Orta Asya, Orta Doğu, Yakın Doğu,
Uzak Doğu, Güneybatı Anadolu, İç Asya, İç Anadolu, Aşağı Ayrancı, Yukarı Ayrancı.
Ayrı Yazılan Birleşik Kelimeler
7. Kişi adlarından oluşmuş mahalle, bulvar, cadde, sokak, ilçe, köy vb. yer ve kuruluş
adlarında sondaki unvanlar hariç, şahıs adları ayrı yazılır: Yunus Emre Mahallesi; Gazi Mustafa
Kemal Bulvarı; Ziya Gökalp Bulvarı; Nene Hatun Caddesi; Fevzi Çakmak Sokağı, Cemal Nadir
Sokağı; Koca Mustafapaşa; Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi, Sultan Ahmet Camii, Sütçü
İmam Üniversitesi.
8. Dış, iç, öte, sıra sözleriyle oluşturulan birleşik kelime ve terimler ayrı yazılır: ahlak dışı,
çağ dışı, din dışı, kanun dışı, olağan dışı, yasa dışı; ceviz içi, hafta içi, yurt içi; fizik ötesi, kızıl
ötesi, mor ötesi, sınır ötesi; aklı sıra, ardı sıra, peşi sıra, yanı sıra.
93
9. Somut olarak yer belirten alt ve üst sözleriyle oluşturulan birleşik kelime ve terimler
ayrı yazılır: deri altı, su altı, toprak altı, yer altı (yüzey); arka üstü, baş üstü, böbrek üstü bezi,
tepe üstü (trafikte).
10. Alt, üst, ana, ön, art, arka, yan, karşı, iç, dış, orta, büyük, küçük, sağ, sol, peşin, bir,
iki, tek, çok, çift sözlerinin başa getirilmesiyle oluşturulan birleşik kelime ve terimler ayrı yazılır:
alt yazı; üst kat, üst küme; ana bilim dalı, ana dili; ön söz, ön yargı; art damak, art niyet; arka
teker; yan cümle, yan etki; karşı görüş, karşı oy; iç savaş, iç tüzük; dış borç, dış hat; orta kulak,
orta oyunu; büyük anne, büyük baba; küçük harf, küçük parmak; sağ açık, sağ bek; sol açık, sol
bek; peşin fikir, peşin hüküm; bir gözeli, bir hücreli; iki anlamlı, iki eşeyli; tek eşli, tek hücreli;
çok düzlemli, çok hücreli; çift ayaklılar, çift kanatlılar.
Ayrı Yazılan Birleşik Kelimeler
b. Bitki türlerinden birinin adıyla kurulanlar:
ayrık otu, beşparmak otu, çörek otu, eğrelti otu, güzelavrat otu, kelebek otu, ökse otu,
pisipisi otu, taşkıran otu, yüksük otu; acı ot, sütlü ot.
ateş çiçeği, çuha çiçeği, güzelhatun çiçeği, ipek çiçeği, küpe çiçeği, lavanta çiçeği, mum
çiçeği, yayla çiçeği, yıldız çiçeği; ölmez çiçek.
avize ağacı, ban ağacı, dantel ağacı, kâğıt ağacı, mantar ağacı, mercan ağacı, öd ağacı,
pelesenk ağacı, süt ağacı, tespih ağacı; kör ağaç.
altın kökü, boya kökü, eğir kökü, helvacı kökü, meyan kökü; ek kök, saçak kök, yumru kök.
dağ elması, yer elması; çalı dikeni, deve dikeni; köpek üzümü, kuş üzümü; çakal armudu,
dağ armudu; at kestanesi, kuzu kestanesi; can eriği, gövem eriği; kuzu mantarı, yer mantarı; su
kamışı, şeker kamışı; dağ nanesi, taş nanesi; ayı gülü, Japon gülü; Antep fıstığı, çam fıstığı; sırık
fasulyesi, soya fasulyesi; Amerika bademi, taş bademi; Afrika menekşesi, deniz menekşesi; Japon
sarmaşığı, kuzu sarmaşığı; Hint inciri, kavak inciri; armut kurusu, kayısı kurusu; su sarımsağı,
şeker pancarı.
kuru fasulye, kuru incir, kuru soğan, kuru üzüm.
UYARI : Çiçek dışında anlamlar taşıyan baklaçiçeği (renk), narçiçeği (renk), suçiçeği
(hastalık); ot dışında anlamlar taşıyan ağızotu (barut), sıçanotu (arsenik); ses düşmesine uğramış
olan çöreotu ve yaygın bir biçimde gelenekleşmiş olan semizotu, dereotu bitişik yazılır.
Ayrı Yazılan Birleşik Kelimeler
b. Bitki türlerinden birinin adıyla kurulanlar:
ayrık otu, beşparmak otu, çörek otu, eğrelti otu, güzelavrat otu, kelebek otu, ökse otu,
pisipisi otu, taşkıran otu, yüksük otu; acı ot, sütlü ot.
ateş çiçeği, çuha çiçeği, güzelhatun çiçeği, ipek çiçeği, küpe çiçeği, lavanta çiçeği, mum
çiçeği, yayla çiçeği, yıldız çiçeği; ölmez çiçek.
avize ağacı, ban ağacı, dantel ağacı, kâğıt ağacı, mantar ağacı, mercan ağacı, öd ağacı,
pelesenk ağacı, süt ağacı, tespih ağacı; kör ağaç.
altın kökü, boya kökü, eğir kökü, helvacı kökü, meyan kökü; ek kök, saçak kök, yumru kök.
dağ elması, yer elması; çalı dikeni, deve dikeni; köpek üzümü, kuş üzümü; çakal armudu,
dağ armudu; at kestanesi, kuzu kestanesi; can eriği, gövem eriği; kuzu mantarı, yer mantarı; su
kamışı, şeker kamışı; dağ nanesi, taş nanesi; ayı gülü, Japon gülü; Antep fıstığı, çam fıstığı; sırık
fasulyesi, soya fasulyesi; Amerika bademi, taş bademi; Afrika menekşesi, deniz menekşesi; Japon
sarmaşığı, kuzu sarmaşığı; Hint inciri, kavak inciri; armut kurusu, kayısı kurusu; su sarımsağı,
şeker pancarı.
kuru fasulye, kuru incir, kuru soğan, kuru üzüm.
UYARI : Çiçek dışında anlamlar taşıyan baklaçiçeği (renk), narçiçeği (renk), suçiçeği
(hastalık); ot dışında anlamlar taşıyan ağızotu (barut), sıçanotu (arsenik); ses düşmesine uğramış
olan çöreotu ve yaygın bir biçimde gelenekleşmiş olan semizotu, dereotu bitişik yazılır.
Ayrı Yazılan Birleşik Kelimeler
b. Bitki türlerinden birinin adıyla kurulanlar:
ayrık otu, beşparmak otu, çörek otu, eğrelti otu, güzelavrat otu, kelebek otu, ökse otu,
pisipisi otu, taşkıran otu, yüksük otu; acı ot, sütlü ot.
94
ateş çiçeği, çuha çiçeği, güzelhatun çiçeği, ipek çiçeği, küpe çiçeği, lavanta çiçeği, mum
çiçeği, yayla çiçeği, yıldız çiçeği; ölmez çiçek.
avize ağacı, ban ağacı, dantel ağacı, kâğıt ağacı, mantar ağacı, mercan ağacı, öd ağacı,
pelesenk ağacı, süt ağacı, tespih ağacı; kör ağaç.
altın kökü, boya kökü, eğir kökü, helvacı kökü, meyan kökü; ek kök, saçak kök, yumru kök.
dağ elması, yer elması; çalı dikeni, deve dikeni; köpek üzümü, kuş üzümü; çakal armudu,
dağ armudu; at kestanesi, kuzu kestanesi; can eriği, gövem eriği; kuzu mantarı, yer mantarı; su
kamışı, şeker kamışı; dağ nanesi, taş nanesi; ayı gülü, Japon gülü; Antep fıstığı, çam fıstığı; sırık
fasulyesi, soya fasulyesi; Amerika bademi, taş bademi; Afrika menekşesi, deniz menekşesi; Japon
sarmaşığı, kuzu sarmaşığı; Hint inciri, kavak inciri; armut kurusu, kayısı kurusu; su sarımsağı,
şeker pancarı.
kuru fasulye, kuru incir, kuru soğan, kuru üzüm.
UYARI : Çiçek dışında anlamlar taşıyan baklaçiçeği (renk), narçiçeği (renk), suçiçeği
(hastalık); ot dışında anlamlar taşıyan ağızotu (barut), sıçanotu (arsenik); ses düşmesine uğramış
olan çöreotu ve yaygın bir biçimde gelenekleşmiş olan semizotu, dereotu bitişik yazılır.

95
96
97
98
99
Virgül ( , )
1. Birbiri ardınca sıralanan eş görevli kelime ve kelime gruplarının arasına konur:
Fırtınadan, soğuktan, karanlıktan ve biraz da korkudan sonra bu sıcak, aydınlık ve sevimli
odanın havasında erir gibi oldum.
(Halide Edip Adıvar)
Sessiz dereler, solgun ağaçlar, sarı güller
Dillenmiş ağızlarda tutuk dilli gönüller (Faruk Nafiz
Çamlıbel)
Zindana atılan mahkûmlar gibi titreşerek, haykırarak geri geri kaçmaya
uğraşıyorduk. (Hüseyin Rahmi Gürpınar)
2. Sıralı cümleleri birbirinden ayırmak için konur: Bir varmış, bir yokmuş.
Umduk, bekledik, düşündük. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
Fakat yol otomobillere yasak olduğundan o da herkes gibi tramvaya biner, kimse kendisine
dikkat etmez. (Falih Rıfkı Atay)
3. Cümlede özel olarak vurgulanması gereken ögelerden sonra konur:
Binaenaleyh, biz her vasıtadan, yalnız ve ancak, bir noktainazardan istifade
ederiz. (Mustafa Kemal Atatürk)
Noktalama İşaretlerinin Yazılışı
virgül (,)
4. Uzun cümlelerde yüklemden uzak düşmüş olan ögeleri belirtmek için konur:
Saniye Hanımefendi, merdivenlerde oğlunun ayak seslerini duyar duymaz, hasretlisini
karşılamaya atılan bir genç kadın gibi, koltuğundan fırlamış ve ona kapıyı kendi eliyle açmaya
gelmişti. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
5. Cümle içinde ara sözleri ve ara cümleleri ayırmak için konur:
Şimdi, efendiler, müsaade buyurursanız, size bir sual sorayım. (Mustafa Kemal Atatürk)
6. Anlama güç kazandırmak için tekrarlanan kelimeler arasına konur:
Akşam, yine akşam, yine akşam,
Göllerde bu dem bir kamış olsam! (Ahmet Haşim)
Kopar sonbahar tellerinden
Derinden, derinden, derinden
Biten yazla başlar keder musikisi (Yahya Kemal Beyatlı)
7. Tırnak içinde olmayan aktarma cümlelerinden sonra konur: Datça'ya yarın gideceğim,
dedi.
Şehirde ilk önce hükûmet doktoruyla karşılaştım.
– Bugünlerde başımı kaşımaya vakit bulamıyorum, dedi.
(Reşat Nuri Güntekin)
Noktalama İşaretlerinin Yazılışı
virgül (,)
8. Konuşma çizgisinden önce konur:
Bahçe kapısını açtı. Sermet Bey’e,
– Bu anahtar köşkü de açar, dedi. (Ömer Seyfettin)
9. Kendisinden sonraki cümleye bağlı olarak ret, kabul ve teşvik bildiren hayır, yok, evet,
peki, pekâlâ, tamam, olur, hayhay, başüstüne, öyle, haydi, elbette gibi kelimelerden sonra konur:
Peki, gideriz. Olur, ben de size katılırım. Hayhay, memnun oluruz. Haydi, geç kalıyoruz.
Evet, kırk seneden beri Türkçe merhale merhale Türkleşiyor. (Yahya Kemal Beyatlı)
10. Bir kelimenin kendisinden sonra gelen kelime veya kelime gruplarıyla yapı ve anlam
bakımından bağlantısı olmadığını göstermek ve anlam karışıklığını önlemek için kullanılır:
Bu, tek gözlü, genç fakat ihtiyar görünen bir adamcağızdır. (Halit Ziya
Uşaklıgil)
Bu gece, eğlenceleri içlerine sinmedi.
(Reşat Nuri Güntekin)
11. Hitap için kullanılan kelimelerden sonra konur:
100
Efendiler, bilirsiniz ki hayat demek, mücadele, müsademe demektir. (Mustafa Kemal
Atatürk)
Sayın Başkan,
Sevgili Kardeşim,
Değerli Arkadaşım,
12. Sayıların yazılışında, kesirleri ayırmak için konur: 38,6 (otuz sekiz tam, onda altı),
25,33 (yirmi beş tam, yüzde otuz üç), 0,45 (sıfır tam, yüzde kırk beş).
13. Bibliyografik künyelerde yazar, eser, basımevi vb. maddelerden sonra konur:
Falih Rıfkı Atay, Tuna Kıyıları, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1938.
Yazarın soyadı önce yazılmışsa soyadından sonra da virgül konur:
Ergin, Muharrem, Dede Korkut Kitabı, Ankara, 1958.
UYARI: Metin içinde ve, veya, yahut bağlaçlarından önce de sonra da virgül konmaz:
Nihat sabaha kadar uyuyamadı ve şafak sökerken Faik'e bol teşekkürlerle dolu bir kâğıt
bırakarak iki gün evvelki cephe dönüşü kıyafeti ile sokağa
fırladı. (Peyami Safa)
Ben Atatürk'le üç veya iki defa
karşılaştım. (Burhan Felek)
Ya şevk içinde harap ol ya aşk içinde gönül
Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahut gül! (Yahya Kemal
Beyatlı)
UYARI: Metin içinde tekrarlı bağlaçlardan önce ve sonra virgül konmaz:
Hem gider hem ağlar.
Ya bu deveyi gütmeli ya bu diyardan gitmeli. (Atasözü)
Gerek nesirde gerek nazımda yeni bir söyleyişe ulaşılmıştır.
Siz ister inanın ister inanmayın, bir gün bile durmam.
Ne kız verir ne dünürü küstürür.
Noktalama İşaretlerinin Yazılışı
virgül (,)
UYARI: Cümlede pekiştirme ve bağlama görevinde kullanılan da / de bağlacından sonra
virgül konmaz:
İmlamız, lisanımız düzelince lisanımız da kafamız düzelince düzelecek, çünkü o da ancak
onlar kadar bozuktur, fazla değil! (Yahya Kemal Beyatlı)
UYARI: Metin içinde -ınca / -ince anlamında zarf-fiil görevinde kullanılan mı / mi
ekinden sonra virgül konmaz: Ben aç yattım mı kötü kötü rüyalar görürüm nedense. (Orhan
Kemal )
Öyle zekiler vardır, konuştular mı ağızlarından bal akıyor sanırsın. (Attila İlhan)
UYARI: Şart ekinden sonra virgül konmaz:
Tenha köşelerde ağız ağıza konuşurken yanlarına biri gelecek olursa hemen
susuyorlardı. (Reşat Nuri Güntekin)
Gör gözlerinle de aklın yatarsa anlatıver millete. (Tarık Buğra)
UYARI: Metin içinde zarf-fiil ekleriyle oluşturulmuş kelimelerden sonra virgül konmaz:
Cumaları bahçede buluştukça kıza kendisinin adi bir mektep talebesi olmadığını
anlatmaya çalışıyordu. (Halide Edip
Adıvar)
Şimdiye dek, ben kendimi bildim bileli kimse Değirmenoluk köyünden kaçıp da başka
köyde çobanlık, yanaşmalık etmedi. (Yaşar Kemal)
Meydanlığa varmadan bir iki defa İsmail kendisini gördü mü diye kahveye
baktı. (Necati Cumalı)
Ancak yemekte bir karara varıp arkadaşına dikkatli dikkatli bakarak
konuştu. (Samim Kocagöz)

101
102
103
104
105
106
107
108
1. Aşağıda sıralanan özel adlara getirilen iyelik, durum ve bildirme ekleri kesme işaretiyle
ayrılır:
a. Kişi adları, soyadları ve takma adlar: Atatürk’üm, Fatih Sultan Mehmet’e, Muhibbi’nin,
Gül Baba’ya, Sultan Ana’nın, Yurdakul’dan, Kâzım Karabekir’i, Yunus Emre’yi, Ziya
Gökalp’tan, Refik Halit Karay’mış, Ahmet Cevat Emre’dir, Namık Kemal’se.
UYARI : Sonunda p, ç, t, k ünsüzlerinden biri bulunan Ahmet, Çelik, Çiçek, Halit,
Mehmet, Mesut, Murat, Özbek, Recep, Yiğit, Bosna-Hersek, Gaziantep, Kerkük, Sinop, Tokat,
Zonguldak gibi özel adlara ünlüyle başlayan ek getirildiğinde kesme işaretine rağmen Ahmedi,
Çeliği, Çiçeği, Halidi, Mehmedi, Mesudu, Muradı, Özbeği, Recebi, Yiğidi, Bosna-Herseği,
Gaziantebi, Kerküğü, Sinobu, Tokadı, Zonguldağı biçiminde son ses yumuşatılarak söylenir.
UYARI: Özel adlar için yay ayraç içinde bir açıklama yapıldığında kesme işareti yay
ayraçtan sonra konur: Yunus Emre (1240?-1320)'nin, Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)'nin.
Ancak cins isimler için yapılan açıklamalarda yay ayraçtan sonra doğal olarak kesme
işaretine gerek yoktur: İmek fiili (ek fiil)nin geniş zamanı şahıs ekleriyle çekilir.
UYARI : Özel adlar yerine kullanılan "o" zamiri cümle içinde büyük harfle yazılmaz ve
kendisinden sonra gelen ekler kesme işaretiyle ayrılmaz.
Noktalama İşaretlerinin Yazılışı
Kesme (‘)
b. Millet, boy, oymak adları: Türk’üm, Alman’sınız, İngiliz’den, Rus’muş, Oğuz’un,
Kazak’a, Kırgız’ım, Özbek’e, Karakeçili’nin, Hacımusalı’ya.
c. Devlet adları: Türkiye Cumhuriyeti’ni, Osmanlı Devleti’ndeki, Amerika Birleşik
Devletleri’ne, Azerbaycan Cumhuriyeti’nden.
ç. Din ve mitoloji ile ilgili özel adlar: Allah’ın, Tanrı’ya, Cebrail’den, Zeus’u.
d. Kıta, deniz, nehir, göl, dağ, boğaz, geçit, yayla; ülke, bölge, il, ilçe, köy, semt, bulvar,
cadde, sokak vb. coğrafyayla ilgili yer adları: Asya’nın, Marmara Denizi’nden, Akdeniz’i, Meriç
Nehri’ne, Van Gölü’ne, Ağrı Dağı’nın, Çanakkale Boğazı’nın, Zigana Geçidi’nden,
Uzunyayla’ya, Türkiye’dir, İç Anadolu’da, Doğu Anadolu’ya, Ankara’ymış, Sungurlu’ya, Ziya
Gökalp Bulvarı’ndan, Yıldız Mahallesi’ne, Taksim Meydanı’ndan, Reşat Nuri Sokağı’na.
UYARI: Yer bildiren özel isimlerde kısaltmalı söyleyiş söz konusu olduğu zaman ekten
önce kesme işareti kullanılır: Hisar’dan, Boğaz’dan.
e. Gök bilimiyle ilgili adlar: Jüpiter’den, Venüs’ü, Halley’in, Merih’e, Büyükayı’da,
Yedikardeş’ten, Samanyolu’nda.
f. Saray, köşk, han, kale, köprü, anıt vb. adları: Dolmabahçe Sarayı’nın, Çankaya
Köşkü’ne, Sait Halim Paşa Yalısı’ndan, Ankara Kalesi’nden, Horozlu Han’ın, Galata
Köprüsü’nün, Bilge Kağan Abidesi’nde, Çanakkale Şehitleri Anıtı’na.
Noktalama İşaretlerinin Yazılışı
Kesme (‘)
g. Kitap, dergi, gazete ve sanat eseri (tablo, heykel, müzik vb.) adları: Nutuk’ta,
Safahat’tan, Kiralık Konak’ta, Sinekli Bakkal’ı, Hürriyet’te, Resmî Gazete’de, Onuncu Yıl
Marşı’nı, Yunus Emre Oratoryosu’nu, Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’nü.
ğ. Kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge ve genelge adları: Millî Eğitim Temel Kanunu’na,
Medeni Kanun’un, Atatürk Uluslararası Barış Ödülü Tüzüğü’nde, Telif Hakkı Yayın ve Satış
Yönetmeliği’nin.
UYARI: Belli bir kanun, tüzük, yönetmelik kastedildiğinde büyük harfle yazılan kanun,
tüzük, yönetmelik sözlerinin ek alması durumunda kesme işareti kullanılır: Bu Kanun’un 17.
maddesinin c bendi... Yukarıda adı geçen Yönetmelik’in 2’nci maddesine göre... vb.
h. Hayvanlara verilen özel adlar: Sarıkız’ın, Karabaş’a, Pamuk’u, Minnoş’tan.
UYARI: Kurum, kuruluş, kurul ve iş yeri adlarına gelen ekler kesmeyle ayrılmaz: Türkiye
Büyük Millet Meclisine, Türk Dil Kurumundan, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığına, Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Dekanlığına, Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğüne, Türk Dili ve

109
Edebiyatı Bölümü Başkanlığının; Bakanlar Kurulunun, Danışma Kurulundan, Yürütme
Kuruluna; Mavi Köşe Bakkaliyesinden, Gimanın.
UYARI : Özel adlara getirilen yapım ekleri, çokluk eki ve bunlardan sonra gelen diğer
ekler kesmeyle ayrılmaz: Türklük, Türkleşmek, Türkçü, Türkçülük, Türkçe, Müslümanlık,
Hristiyanlık, Avrupalı, Avrupalılaşmak, Aydınlı, Konyalı, Bursalı, Ahmetler, Mehmetler, Yakup
Kadriler, Türklerin, Türklüğün, Türkleşmekte, Türkçenin, Müslümanlıkta, Hollandalıdan,
Hristiyanlıktan, Atatürkçülüğün.
Kesme (‘)
2. Kişi adlarından sonra gelen saygı sözlerine getirilen ekleri ayırmak için konur: Nihat
Bey’e, Ayşe Hanım’dan, Mahmut Efendi’ye, Enver Paşa’ya vb.
UYARI: Unvanlardan sonra gelen ekler kesmeyle ayrılmaz: Cumhurbaşkanınca,
Başbakanca, Türk Dil Kurumu Başkanına göre vb.
3. Kısaltmalara getirilen ekleri ayırmak için konur: TBMM'nin, TDK'nin, BM'de, ABD'de,
TV'ye.
UYARI : Sonunda nokta bulunan kısaltmalarla üs işaretli kısaltmalar kesmeyle ayrılmaz.
Bu tür kısaltmalarda ek noktadan ve üs işaretinden sonra, kelimenin ve üs işaretinin okunuşuna
uygun olarak yazılır: vb.leri, Alm.dan, İng.yi; cm³e (santimetre küpe), m²ye (metre kareye), 64ten
(altı üssü dörtten).
4. Sayılara getirilen ekleri ayırmak için konur: 1985'te, 8'inci madde, 2'nci kat; 7,65’lik,
9,65’lik.
1919 senesi Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım. (Mustafa Kemal Atatürk)
5. Şiirde seslerin ölçü dolayısıyla düştüğünü göstermek için kesme işareti kullanılır:
Bir ok attım karlı dağın ardına
Düştü n'ola sevdiğimin yurduna
İl yanmazken ben yanarım derdine
Engel aramızı açtı n'eyleyim (Karacaoğlan)
6. Bir ek veya harften sonra gelen ekleri ayırmak için konur: a'dan z'ye kadar, b'nin m'ye
dönüşmesi, Türkçede -lık'la yapılmış sözler.
UYARI: Akım, çağ ve dönem adlarından sonra gelen ekler kesmeyle ayrılmaz: Eski
Çağın, Yükselme Döneminin, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatına.

110
Dilimizde ilk kez Tanzimat döneminde kullanılan noktalama işaretleri, yazının daha kolay
anlaşılmasını sağlar. Yazının okunmasını kolaylaştırır ve anlam karışıklığına düşülmesine engel
olur. Biz konuşurken cümlede anlatmak istediklerimizi ses tonumuzla açık olarak ortaya
koyabiliriz. Nerede duracağımızı nerede vurgu yapacağımızı biliriz; ancak yazıda, böyle bir
vurgulama yapamadığımızdan, bunu noktalama işaretleriyle sağlamaya çalışırız. Şimdi
noktalama işaretlerinin neler olduğunu ayrıntılarıyla görelim.

NOKTA (.)
Anlamca tamamlanmış cümlelerin sonunda kullanılır.
“Bu konuyu mutlaka öğrenmeliyim.”
“Seni de bekliyoruz bu akşamki yemeğe.”
Sözcüklerin kısaltılarak yazılmaları halinde kullanılır.
“Seni bir de Dr. Ali Bey’e götürelim.”
“Askerlere Yzb. Ahmet emir vermiş.”
Rakamla yazılan tarihler arasında kullanılır.
“15.5.1995’te anlaşma imzalandı.”
Sıra bildiren “-ncı, -nci” eklerinin yerine kullanılır.
“Şimdi de 2. maddeyi inceleyelim.”
Saat ve dakikaların yazımında kullanılır.
“Bugün 8.45′te toplantı var.”

VİRGÜL (,)
Eş görevli sözcük ve söz öbeklerinin aralarında kullanılır.
“Kitaplarını, defterlerini, kalemlerini alıp gitti.” cümlesinde nesnelerin ayrılmasında,
“Kırmızı, güzel bir arabası vardı.” cümlesinde sıfatların ayrılmasında kullanılmıştır.
Anlamca karışan öğelerin ayrılmasında kullanılır.
“Yaşlı kadının yanına yaklaştı.”
“Yaşlı, kadının yanına yaklaştı.” cümlesinde virgül özneyi ayırmakta kullanılmıştır. Eğer
olmasaydı, “yaşlı”
sözü sıfat olurdu.
Arasözlerin başında ve sonunda kullanılır.
“Bu evi, çocukluğumun geçtiği yeri, asla sattırmam.”
İçinde başka virgül bulunmayan sıralı cümlelerin ayrılmasında kullanılır.
“Beni çağırdı, kendisi gelmedi.”
Cümle içindeki ünlem bildiren sözcüklerden sonra kullanılır.
“Yoo, bu kadarına dayanamam!”
Seslenme bildiren, hitap özelliği taşıyan sözcüklerden sonra kullanılır.
“Arkadaşlar, biraz beni dinler misiniz?”
NOKTALI VİRGÜL (;)
Öğe sayısı fazla olan ya da cümle içinde virgül bulunan sıralı cümleler arasında kullanılır.
“Öğretmen, elindeki not defterini açtı; sözlü yapacağı bir öğrenci aradı.”
Bir bağlaçla birbirine bağlanan cümleler arasında bağlaçtan önce kullanılır.
“Beni davet etmediniz; ama bunun için size kızmıyorum.”
Aralarında nitelik farkı bulunan söz öbeklerinin ayrılmasında kullanılır.
“Sözcükler isim, sıfat, zamir, zarf; edat, bağlaç, ünlem; fiil gibi gruplara ayrılabilir.
Öznenin diğer öğelerle karıştığı yerlerde kullanılır.
“Küçük; eski bir eve girdi.” cümlesinde giren “küçük” (ihtimalle küçük bir çocuk) tür.
Eğer virgül koysaydık bu
sözcük, evin sıfatı olarak da düşünülebilirdi.
111
İKİ NOKTA (:)
Bir cümlede açıklama yapılacaksa açıklamaya başlamadan hemen önce iki nokta kullanılır.
“Türkçede sözcük kökleri iki ana gruba ayrılır: İsim ve fiil.
Kavramlar tanımlanırken ya da açıklanırken kullanılır.
İsim: Varlıkları, kavramları karşılayan sözcüklerdir.
Konuşma metinlerinde kullanılır.
Ahmet: “Ne zaman geldiniz eve?” diye sordu.

DİKKAT: İki nokta işaretinden sonra birbirini takip eden ve virgülle ayrılmış sözcüklerin
yer aldığı bir
açıklama geliyorsa işaretten sonraki sözcüğün ilk harfi küçük yazılır. Eğer iki nokta
işaretinden sonra gelen
açıklama bir/birkaç cümleden oluşuyorsa ilk harf büyük biçimde verilir.
ÜÇ NOKTA (…)
Benzer örneklerin sürdürülebileceğini göstermek için kullanılır.
“Bahçede elma, portakal … daha birçok meyve ağacı vardı.”
Anlamca tamamlanmamış cümlelerin sonunda kullanılır.
“Bir de istediğimi almamışsa….”
Söylenmek istenmeyen sözler yerine kullanılır.
“Bu suçu … işlemiş olabilir.”
Sözün bir yerde kesildiğini anlatmak için kullanılır.
“– Niçin gelmedin?
– Benim …
– Mazereti bırak da gerçeği söyle.”
Yüklemi bulunmayan cümlelerin sonunda kullanılır.
“Karşıda başı dumanlı dağlar … Yan tarafta küçük bir dere …”
KISA ÇİZGİ (-)
Bir olayın başlangıç ve bitiş tarihleri arasında kullanılır.
“Bu savaş, 1939 – 1945 yılları arasında olmuştur.”
Birbiriyle ilgili ülke ya da kavram isimleri arasında kullanılır.
“Türkiye – Suriye ilişkileri biraz gergin.”
“Bir devlette, yasama – yürütme – yargı organları net olarak ayrılmalıdır.”
Cümle içindeki arasözlerin başında ve sonunda kullanılır.
“Bu konuyu – sen de hatırlarsın – onunla konuşmuştuk.”
Dilbilgisinde eklerin ve mastar halindeki fiillerin gösterilmesinde kullanılır.
“Kitapçı” sözcüğü “-çı” yapım ekini almıştır.
“Çalışkan” sözcüğü “çalış-” fiilinden türemiştir.
Osmanlıca tamlamalarda kullanılır.
“Servet-i Fünun edebiyatından sonra Fecr-i Âti Topluluğu gelir.”
UZUN ÇİZGİ (—)
Konuşma metinlerinde, konuşmaların başında kullanılır.
– Sen de bizimle gelecek misin?
– Neden gelmeyeyim?
– Hiç, sordum sadece.
KESME İŞARETİ (’)
Özel isimlere gelen çekim eklerinin ayrılmasında kullanılır.
“Bu konuda bir de Ahmet’in fikrini alalım.”
Eğer özel isim, yapım eki almışsa çekim ekleri kesmeyle ayrılmaz.
“Bu soruyu bir de İzmirlilere soralım.”
Sayılara ek getirilirken kullanılır.
“Toplantı 10.45′te başlayacaktır.”

112
Kısaltmalara ek geldiğinde kullanılır. Türkçede ek, kısaltmanın açılımına değil; kısaltmaya
gelir.
“Sorun BM’de görüşülecekmiş.”
“ABD’ye karşı olan görüşlerinden dolayı çok yadırgandı.”
İki sözcüğün kaynaştırılarak söylenmesi sırasında ses düşmesi olursa ya da şiirde vezin
gereği ses düşmesi
yapılmışsa kullanılır.
“Acep bu yerde var m’ola
Şöyle garip bencileyin”
“Yine n’oldu da ağlıyorsun?”
Anlamca karışan sözcüklerin yazımında kullanılır.
“Bu sorunun nasıl çözüleceğini bilmiyorum.” cümlesinde altı çizili sözün “soru” mu yoksa
“sorun” mu olduğu
belli değil. Bu karışıklığı kesmeyle giderebiliriz.
“Bu soru’nun nasıl çözüleceğini bilmiyorum.” cümlesinde sözcüğün “soru” anlamı içerdiği
açıklanmış olur.
SORU İŞARETİ (?)
Soru anlamı taşıyan cümlelerin sonunda kullanılır.
“Sana bu haberi kim verdi?”
Sözcüğün karşıt anlamının ifade edilmek istendiği yerlerde kullanılır.
“Burada ondan daha akıllı (?) biri var mı ki?
Kesin olarak bilinmeyen tarihler yerine kullanılır.
“Yunus Emre (? – ?) tekke şiirinin kurucusudur.”
TIRNAK İŞARETİ (“ ”)
Cümle içinde başkasına ait sözlerde kullanılır.
O, bana “Şimdi sizinle gelemem.” demişti.
Tırnak içindeki söze ek gelirse tırnaktan sonra gelir ve kesme kullanılmaz.
Siz bir de Haşim’in “O Belde”sini okuyun.
Cümlede önemsenen, vurgulanmak istenen sözcükler tırnak içine alınabilir.
Benim söylediklerim “vaad” değil; “gerçek”tir.
Alıntılar tırnak içine alınarak verilir.
Yunus’un “Bana seni gerek seni” dizesi, şairin amacını ortaya koyar.
Tırnak içindeki cümlenin içinde bir tırnak daha kullanmak gerekirse bu kez tekli tırnak (‘ ’)
kullanılır.
“Haşim, şiirin yoruma açık olmasını ister ve daima ‘Şiir her okuyanda ayrı duyguları
uyandırmalıdır.’ der.”
PARANTEZ (AYRAÇ) İŞARETİ ( ( ) )
Cümle içinde bir sözcüğün eş anlamlısı verilirse kullanılır.
“Bu dizede teşhis (kişileştirme) yapılmış.”
Cümledeki herhangi bir sözcüğün açıklanması durumunda kullanılır.
“Kıbrıs konusunda iki ülke (Türkiye ve Yunanistan) hiçbir zaman anlaşamaz.”
Cümle içinde kullanılan tarihler ya da bir sözcüğün anlamıyla ilgili noktalamalar parantez
içine alınır.
“Bu öğretim yılında (1993 – 1994), devlet yine gelişmiş (?) eğitim sistemleri
deneyecekmiş.”
Yabancı sözcüklerin okunuşu parantez içinde gösterilir.
“Bacon (Beykın) ünlü bir deneme yazarıdır.”
Tiyatro metinlerinde hareketleri anlatan bölümler parantez içine alınır.
“Kadın (başını öne eğerek): “Bilmiyorum.” dedi.
ÜNLEM İŞARETİ (!)
Ünlem cümlelerinin sonunda kullanılır.
“Hey, bana baksana sen!”
113
“Yandım!”
“Aman Allah’ım!”
Bir sözün yanında parantez içinde ünlem işareti bulunuyorsa o söze inanılmadığını
gösterir.
“Ne kadar nazik (!) biri olduğunu göreceksin.”
ŞAPKA KULLANIMI
Türkçede şapka işareti (^) kaldırılmamıştır; ancak TDK, sıkça kullanılan ve artık dile
söyleniş bakımından
oturan kimi sözcüklerdeki şapka işaretlerinin yazılmasını isteğe bırakmıştır.
Örnek: dükkan (dükkân), hikaye (hikâye), kağıt (kâğıt) vb.
Şapka, üzerine geldiği harfi ya uzun okutur ya var olan sesi inceltir.
Alem: Bayrak direklerinin veya minarelerin tepesindeki sembol
Âlem: Dünya
Aşık: Bir tür küçük kemik adı.
Âşık: Vurgun veya tutkun kişi.
Hal: Pazar yeri.
Hâl: Durum, vaziyet.
Şapka işareti, nispet i’si adı verilen durum için de kullanılır ve var olan kelimenin
sonundaki sesi uzatır.
Askerî (marş), millî (bütünlük), iktisadî (görüş), fikrî (eser) vb.
AYRI YA DA BİRLEŞİK YAZILAN –DE/-DA -- -Kİ
Türkçede ayrı yazılan –de/-da dahi anlamı içerirken birleşik yazılan tüm –de/-da ekleri
bulunma hâl durum
ekidir.
Türkçede ayrı yazılan –de/-da vardır; ancak buna karşın ayrı yazılan –te/-ta yoktur.
Aslında aşk ta yok. Aslında aşk da yok.
Zonguldak ta sevilen bir ilimizdir. Zonguldak da sevilen bir ilimizdir.
Türkçede ayrı yazılan tüm –ki’ler Farsçadan geçen bir yapılanmanın eseridir. Ayrı yazılan
tüm -ki’lerden sonra
ya bir açıklama ya bir karşı çıkış içeren sözcük veya cümle gelmektedir.
Bununla birlikte Türkçede birleşik yazılan –ki’lerin tamamı iyelik eki görev/anlamıyla
sözcüklere eklenmektedir.
DİKKAT: Türkçede ayrı yazılması gerekirken Farsçadaki halleriyle benimsenen ve
birleşik yazılan bazı kelimeler vardır. En sık kullanılan altı kelime şöyledir: halbuki, oysaki,
mademki, çünkü, sanki, illaki.
“ŞEY” KELİMESİNİN KULLANIMI
Türkçedeki “şey” kelimesi, tüm kullanımlarında ayrı yazılır.
Bir şey, her şey, hiçbir şey vb.
BÜYÜK HARF KULLANIMI
Özel tarih bildirimleri: 23 Nisan 2004, 19 Mayıs 1919 vb.
Eğer özel bir tarih belirtilmiyorsa söz konusu gün veya ay adları küçük harfle yazılır.
“Ali, Salı günleri okula gelmez.”
“Hiç unutmam; eylülden kasıma kadar süren bir yağış dalgasıyla karşılaşmıştık.”
Ulusal ve dinî bayramlar büyük harfle yazılır.
Kurban Bayramı, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı vb.
Bayram niteliği taşıyan özel gün ve haftalar büyük harfle yazılır.
Anneler Günü, Tıp Bayramı, Öğretmenler Günü vb.
Kişilerin sıfatları büyük harfle yazılır.
Ahmet Bey oldukça zengin biridir.
Turgay Binbaşı bugün çok sinirliydi.
Akrabalık ilişkilerini bildiren kelimeler büyük harfle yazılmaz.
Ayşe abla, Veli dayı, Murat amca vb.
114
Akrabalık bildiren kelimeler, sanlaşarak bir topluluk içinde kişinin sıfatı konumunda
kullanılıyorsa büyük harfle yazılır.
“Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla.”
“Bu mektubu da Güzin Abla okur.”
Yabancı kaynaklı kimi özel kişi ve mekân adları, büyük harfle ve konuşma diline oturduğu
halleriyle yazılır. Bu noktada, söyleyiş geleneği önem kazanmaktadır. Söz konusu yabancı kişi
ve mekân adları, eskiden beri dilimizde yerleştiği halleriyle yazılır.
Napolyon, Büyük İskender, Şarlken, Herodot, Aristo, Sokrat, Viyana (Wien), Londra
(London) Kaliforniya
(California) vb.
Bir uygarlık veya kültür yapılanmasını temsil eden coğrafi konumlar büyük harfle yazılır.
“Türkiye’nin bir türlü çözemediği Doğu-Batı sorununu irdeleyeceğiz.”
“Belki de Batı’nın bu konudaki görüşleri haklıdır.”
Bölgeler bazındaki adlandırmalar büyük harfle yazılır.
Doğu Anadolu, Kuzey Ege, Batı Karadeniz vb.
Coğrafi yön bildirimleri küçük harfle yazılır.
“Güneş, doğudan yükselirken yola çıkacağız.”
“Çoğu zaman, batıdan gelen serin rüzgârların etkisinde kalmış bir tarlayla
karşılaşıyorduk.”
Bir coğrafi oluşum, orada bulunan kültürel, sosyal, ekonomik veya askerî bir yapılanmayla
aynı adı
paylaşıyorsa büyük harf kullanımına yer verilerek söz konusu karışıklığın önüne geçilir.
Van Gölü, Van Kedisi, Van Kalesi; Ankara Kalesi, Ankara Kedisi, Ankara Keçisi;
Çanakkale Boğazı vb.
“Kızılırmak nehri” derken Kızılırmak adının başka bir oluşum tarafından taşınmamasından
hareketle “nehir”
sözcüğü küçük harfle yazılır.

115
116
117

You might also like