Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 496

İHLÂS SÛRESİ TEFSİRİ VE ŞERHLERİ

İBN SÎNÂ
TÜRKİYE YAZMA ESERLER KURUMU BAŞKANLIĞI YAYINLARI: 203
Bilim ve Felsefe Serisi : 68
Kitabın Adı : İHLÂS SÛRESİ TEFSİRİ VE ŞERHLERİ
Müellifi : Ebû Ali İbn Sînâ (ö. 428/1037)
Ebû Abdullah Celâleddîn Muhammed b. Es‘ad b.
Muhammed ed-Devvânî (ö. 908/1502)
Ahmed el-Maraşî ed-Debbâğî (ö. 1165/1752)
Ebû Sa‘îd Mehmed b. Mustafa el-Hâdimî (ö. 1176/1762)
Müellif-i Meçhul (ö. ?)
Ebu’l-Kasım Muhammed b. Abdurrahman (ö. 20. yy.)
Ahmet Hamdi Akseki (ö. 1951)
Özgün Dili : Arapça
Çeviren : Dr. Ahmet Faruk Güney
Kırklareli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Temel İslam Bilimleri Bölümü (Tefsir), Öğretim Üyesi
Son Okuma : Dr. Esra Tellioğlu Ünver, Yazma Eser Uzmanı
Arşiv Kayıt : Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa, Nr. 321
Kapak Görseli : Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa, Nr. 321
Kitap Tasarım : AS-64 Basın-Yayın Tanıtım, Org. ve Paz. Ltd. Şti.
Baskı : Matsis Matbaa Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti.
Tevfikbey Mh. Dr. Ali Demir Cd. No: 51 Sefaköy - İstanbul,
Tel.: 0 (212) 624 21 11 www.matbaasistemleri.com,
Sertifika No: 40421
Baskı Yeri ve Yılı : İstanbul 2022
Baskı Miktarı : 1. Baskı, 1500 adet

KÜTÜPHANE BİLGİ KARTI


Library of Congress A CIP Catalog Record
Ebû Ali İbn Sînâ, Ebû Abdullah Celâleddîn Muhammed b. Es‘ad b. Muhammed Devvânî,
Ahmed el-Maraşî ed-Debbâğî, Ebû Sa‘îd Mehmed b. Mustafa el-Hâdimî, Müellif-i Meçhul,
Ebu’l-Kasım Muhammed b. Abdurrahman Dihlevî, Ahmet Hamdi Akseki
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1. İbn Sînâ, 2. İhlas Sûresi Tefsiri, 3. Celaleddin Devvânî, 4. Debbâğî, 5. Hâdimî,
6. Ebu’l-Kasım Muhammed, 7. Ahmet Hamdi Akseki
ISBN: 978-975-17-5352-6

Copyright © Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı. Her hakkı mahfuzdur.


Bütün yayın hakları Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığına aittir. Başkanlığın izni
olmaksızın tümüyle veya kısmen, hiçbir yolla ve hiçbir ortamda yayımlanamaz ve çoğaltılamaz.
T. C. Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı
Süleymaniye Mah. Kanuni Medresesi Sok. No: 5 34116 Fatih / İstanbul
Tel.: +90 (212) 511 36 37
Faks: +90 (212) 511 37 00
info@yek.gov.tr
www.yek.gov.tr
İHLÂS SÛRESİ TEFSİRİ VE
ŞERHLERİ

(İNCELEME-ELEŞTİRMELİ METİN-ÇEVİRİ)

İBN SÎNÂ (ö. 1037)

Hazırlayan
Ahmet Faruk Güney

T Ü R K İ Y E
Y A Z M A
ESERLER
K U R U M U
BAŞKANLIĞI
TAKDİM
İnsanlık tarihi, akıl ve düşünce sahibi bir varlık olan insanın kurduğu
medeniyetleri, medeniyetler arasındaki ilişkileri anlatır. İnsan, zihnî faali-
yetlerde bulunma kabiliyetiyle bilim, sanat ve kültür değerleri üretir, üret-
tiği kültür ve düşünce ile de tarihin akışına yön verir.
Medeniyetler, kültürler, dinler, ideolojiler, etnik ve mezhebî anlayışlar
arasındaki ilişkiler kimi zaman çatışma ve ayrışmalara, kimi zaman da uz-
laşma ve iş birliklerine zemin hazırlamıştır.
İnsanların, toplumların ve devletlerin gücü, ürettikleri kültür ve mede-
niyet değerlerinin varlığıyla ölçülmüştür. İnsanoğlu olarak daha aydınlık
bir gelecek inşa edebilmemiz, insanlığın ortak değeri, ortak mirası ve ortak
kazanımı olan kültür ve medeniyet değerlerini geliştirebilmemizle müm-
kündür.
Bizler, Selçuklu’dan Osmanlı’ya ve Cumhuriyet’e kadar büyük devletler
kuran bir milletiz. Bu büyük devlet geleneğinin arkasında büyük bir me-
deniyet ve kültür tasavvuru yatmaktadır.
İlk insandan günümüze kadar gökkubbe altında gelişen her değer, haki-
katin farklı bir tezahürü olarak bizim için muteber olmuştur. İslâm ve Türk
tarihinden süzülüp gelen kültürel birikim bizim için büyük bir zenginlik
kaynağıdır. Bilgiye, hikmete, irfana dayanan medeniyet değerlerimiz tarih
boyunca sevgiyi, hoşgörüyü, adaleti, kardeşlik ve dayanışmayı ön planda
tutmuştur.
Gelecek nesillere karşı en büyük sorumluluğumuz, insan ve âlem tasav-
vurumuzun temel bileşenlerini oluşturan bu eşsiz mirasın etkin bir şekilde
aktarılmasını sağlamaktır. Bugünkü ve yarınki nesillerimizin gelişimi, geç-
mişimizden devraldığımız büyük kültür ve medeniyet mirasının daha iyi
idrak edilmesine ve sahiplenilmesine bağlıdır.
Felsefeden tababete, astronomiden matematiğe kadar her alanda, Me-
dine’de, Kâhire’de, Şam’da, Bağdat’ta, Buhara’da, Semerkant’ta, Horasan’da,
Konya’da, Bursa’da, İstanbul’da ve coğrafyamızın her köşesinde üretilen de-
ğerler, bugün tüm insanlığın ortak mirası hâline gelmiştir. Bu büyük ema-
nete sahip çıkmak, bu büyük hazineyi gelecek nesillere aktarmak öncelikli
sorumluluğumuzdur.
Yirmi birinci yüzyıl dünyasına sunabileceğimiz yeni bir medeniyet pro-
jesinin dokusunu örecek değerleri üretebilmemiz, ancak sahip olduğumuz
bu hazinelerin ve zengin birikimin işlenmesiyle mümkündür. Bu miras
bize, tarihteki en büyük ilim ve düşünce insanlarının geniş bir yelpazede
ürettikleri eserleri sunuyor. Çok çeşitli alanlarda ve disiplinlerde medeni-
yetimizin en zengin ve benzersiz metinlerini ihtiva eden bu eserlerin ko-
runması, tercüme ya da tıpkıbasım yoluyla işlenmesi ve etkin bir şekilde
yeniden inşa edilmesi, Büyük Türkiye Vizyonumuzun önemli bir parçası-
dır. Bu doğrultuda yapılacak çalışmalar, hiç şüphesiz tarihe, ecdadımıza,
gelecek nesillere ve insanlığa sunacağımız eserleri üretmeye yönelik fikrî
çabaların hasılası olacaktır. Her alanda olduğu gibi bilim, düşünce, kültür
ve sanat alanlarında da eser ve iş üretmek idealiyle yeniden ele alınma-
ya, ilgi görmeye, kaynak olmaya başlayan bu hazinelerin ülkemize ve tüm
insanlığa hayırlar getirmesini temenni ederim. Aziz milletimiz, bu kutsal
emaneti yücelterek muhafaza etmeyi sürdürecektir.
Recep Tayyip Erdoğan
Cumhurbaşkanı
İÇİNDEKİLER
TAKDİM 4
SUNUŞ 9
ÖNSÖZ 13
I. GİRİŞ 15
A. İhlâs Sûresi Hakkında Genel Bilgiler 15
1. Nüzûlü 15
2. Fazileti ve İçeriği 17
B. İbn Sînâ Öncesi İhlâs Sûresi Tefsirleri 17
C. İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri 18
D. İbn Sînâ’nın Yorumu Sonrasında İhlâs Sûresi Tefsiri 21
E. Tahkik ve Tercümede Takip Edilen Yol 23
II. MÜELLİFLER VE ESERLER 24
A. İBN SÎNÂ (ö. 428/1037) 24
1. Hayatı ve Eserleri 24
2. İhlâs Sûresi Tefsiri: Arapça Metin 26
3. İhlâs Sûresi Tefsiri 27
4. Tefsîr-i Sûre-i İhlâs-Metin ve Çeviri 28
B. CELÂLEDDİN DEVVÂNÎ (ö. 908/1502) 49
1. Hayatı ve Eserleri 49
2. İhlâs Sûresi Hâşiyesi 50
3. Devvânî’ye ait Hâşiyenin Yazmaları 51
4. İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne Hâşiye -
Eleştirmeli Metin ve Çeviri 54
C. AHMED EL-MARAŞÎ ED-DEBBÂĞÎ (ö. 1165/1752) 125
1. Hayatı ve Eserleri 125
2. İhlâs Sûresi Hâşiyesi 125
3. Debbağî’ye Ait Hâşiyenin Nüshaları 126
4. İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne Hâşiye -
Eleştirmeli Metin ve Çeviri 130
D. EBÛ SA‘ÎD MEHMED EL-HÂDİMÎ (ö. 1176/1762) 209
1. Hayatı ve Eserleri 209
2. İhlâs Sûresi Şerhi 210
3. Hadimî’ye Ait Şerhin Nüshaları 211
4. İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne Şerh -
Eleştirmeli Metin ve Çeviri 214
E. MÜELLİFİ MEÇHUL BİR ŞERH: KONYA YUSUF AĞA
NÜSHASI 297
1. Nüshanın Tanıtımı 297
2. İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne Şerh -
Eleştirmeli Metin ve Çeviri 298
F. EBU’L-KASIM MUHAMMED
ABDURRAHMAN 351
1. Hayatı ve Eserleri 351
2. Ebu’l-Kasım’a Ait Hâşiye Metni 351
3. İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne Hâşiye -
Eleştirmeli Metin ve Çeviri 354
G. AHMET HAMDİ AKSEKİ (ö. 1370/1951) 417
1. Hayatı ve Eserleri 417
2. İhlâs Sûresi Tercüme ve Şerhi 418
EKLER 473
KAYNAKÇA 481
1. Türkçe Kaynaklar 481
2. Arapça Kaynaklar 487
DİZİN 491
SUNUŞ
İçkin Metafizikten Aşkın Metafiziğe İhlâs Sûresi ve Yorumları
İhsan Fazlıoğlu*
İslâm Hayat Görüşü’nün, kanaatimce, en önemli kavramı ‘Teâlâ’ ya-
ni aşkın (trancendent) kavramıdır. Çünkü İslâm temeddününün Akdeniz
kültür havzasından tevarüs ettiği felsefe-bilim mirası büyük oranda içkin
(immanent) metafiziğe (ya da Logos metafiziğine) dayanan bir gelenekti.
Yok-iken yaratıcı, kâdir-i muhtâr, kişi Tanrı anlayışından hareketle kurulan
aşkın metafizik ve bu metafizikten hareketle üretilen anlam önermelerine
dayalı, Evren’e ilişkin açıklama modellerinin meşruiyeti, söz konusu aşkın
metafiziğin iyi temellendirilmesine bağlıydı. Böyle bir temellendirme bir
yandan tevarüs edilen içkin metafizik geleneğini dikkate almak, diğer yan-
dan da aşkın metafiziğin Mutlak Gayb kavramını muhafaza etmek zorun-
daydı. İslâm temeddünündeki kelâmî ve felsefî okullar, mensubiyet duy-
dukları değişik metafizikler zemininde, söz konusu temellendirmeyi farklı
bilim dallarının Kitâb-i Tekvînî yani Evren hakkında ürettiği muhtelif re-
simleri dikkate alarak yapmaya çalıştılar. Ayrıca ulaştıkları sonuçları Tenzilî
Kitâb’ın yani Kur’ân-ı Kerîm’in ilkeleriyle de yorumladılar ve uyumlu hâle
getirmeye çalıştılar.
Mekân-zaman sahnesiyle kayıtlı olmayan Mutlak Gayb’ı, işâret-i akliye
ile imleyen bu kavramı ve içeriğini en üst düzeyde İhlâs Sûresi temsil eder.
Nitekim, İhlâs Sûresi’nin bir adının ‘Tecrîd’ olması bu açıdan anlamlıdır.
Tecrîd, klasik İslâm düşünce geleneğinde, mekân-zamana ilişkin cismî ve
cismânî tüm özelliklerden âri olmak demektir. Bu özellikleriyle İhlâs Sû-
resi, İslâm Hayat Görüşü’nün en temel ilkesini yani ‘Tevhîd’i özetler ve
bu özetle ‘Esâs’ı verir ki, bu çerçevede yaşayan insanı da ‘Necât’a ulaştırır.
Nitekim, Tevhîd, Esâs ve Necât, tefsir geleneğinde, İhlâs Sûresi’nin diğer
adları olarak karşımıza çıkarlar. Tüm bu adlandırmaların tesâdüfî olmadı-
ğı, tersine belirli bir metafizik içeriğe karşılık geldiği söylenebilir. Bu çerçe-

* Prof. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi.


10 SUNUŞ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

vede İhlâs Sûresi’nin konu ve mana itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birine
karşılık geldiğinin sıklıkla vurgulanması da bu tespitle alakalıdır. Fahred-
din Râzî, daha soyut bir şekilde, dinin nihâî maksadının Zâtullah, Sıfatul-
lah ve Efâlullah’ı bilmek olmasından hareketle ve İhlâs Sûresi’nin doğru-
dan Zâtullah’a ilişkin olması hasebiyle Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birini temsil
ettiğini söyler. Gazzâlî ise daha çok bilgi açısından, insanın bilgisinin nihâî
kertede, marifetullah, marifetu’s-sırâtı’l-mustakîm (marifetü’d-dünyâ) ve
marifetu’l-âhire gibi üç temele ircâ edilebileceğini belirtir ve İhlâs Sûre-
si’nin Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birini oluşturmasını marifetullahı muhtasar
ve müfid bir şekilde içermesiyle açıklar.
Hem Gazzâlî hem de Fahreddin Râzî’den önce, benzer noktalara işaret
eden İbn Sînâ kendi metafiziği açısından, yani varlık ve mâhiyet ile îcâb
ve imkân ayrımlarından hareket ederek, İhlâs Sûresi’ni kıyâs mantığının
verdiği olanakları da kullanarak şerh eder. ‘Huve’ üzerinden Tanrı’nın var-
lığını, ‘Ehadd’ üzerinden de Tanrı’nın birliğini temellendiren İbn Sînâ,
her iki açıdan da Tanrı’nın bir ‘İlke’ olduğunu belirtir. İbn Sînâ’nın İhlâs
Sûresi’ne ilişkin bu yaklaşımı, diğer sûre tefsirlerinden de ilham alarak,
tefsir tarihinde bir gelenek oluşturmuştur. Bir kısım müfessir bizzat İbn
Sînâ’nın metnini şerh etmiş ya da üzerine hâşiyeler kaleme almış; bir kı-
sım müfessir müstakil tefsir çalışmalarında İbn Sînâ’nın bu çalışmaların-
dan faydalanmış, bir kısım müfessir ise İbn Sînâ tarzında kendi bağımsız
İhlâs Sûresi tefsirlerini telif etmişlerdir. İbn Sînâ’nın bu tarzı, kendinden
sonra, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirinde kelâmî ve felsefî meselelerin ele alın-
ması yanında, bizâtihi meselelerin kelâmî ve felsefî açıdan incelenmesini
tetiklemiştir. Nitekim İslâm tefsir tarihinde pek çok önemli isim bu alanda
kalem oynatmıştır.
İşte Ahmet Faruk Güney bu çalışmasında konuyla ilgili bir demet
âlimin çalışmasını hem inceliyor ve çözümlüyor hem de bu çalışmaların
eleştirel metinleriyle çevirilerini veriyor. Güney’in çalışmasının bir bü-
tün olarak çizdiği resim ayrıntılı bir değerlendirmeyi hak ediyor. Ancak
dikkat edilecek ilk nokta konuyla ilgili çalışmaların büyük bir kısmının
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 11

Osmanlı-Türk âlimleri eliyle yapılmış olmasıdır. Bu nedenle söz konusu


metinlerin Osmanlı-Türk kelâmî ve felsefî düşünce tarihi yazımında dik-
kate alınmaları gerekir. Hatta bu metinler, bahse konu olan âlimlerin ken-
di kelâmî ve felsefî yaklaşımlarının bir uygulaması olarak bile görülebilir.
Bu âlimler oldukça tanıdık isimlerdir: Nahcuvânî, Kocavî, Taşköprülüzâ-
de, M. Emin Şirvânî, Debbâğî, Hâdimî, Alûsî, ... Özellikle Musa Kâzım,
Elmalılı ve Akseki’nin bu âlimler arasında bulunması söz konusu ilginin,
Osmanlı-Türk ilim dünyasının son dönemleriyle Cumhuriyet’in ilk yılla-
rında da devam ettiğini göstermektedir.
Güney’in neşir ve tercüme ettiği metinlerin ayrıntılı bir incelemesinin
yapılması, İhlâs Sûresi’nin İslâm felsefe-bilim tarihinde varlık tasavvurunu
nasıl belirlediğini tespit etmek açısından önemlidir. Bu tasavvurun yoğun
olarak tenzîhî bir nitelik taşıdığı söylenebilir. Söz konusu nitelik, yukarıda
‘Teâlâ’ kavramı etrafından serdedilen düşüncelerle birlikte ele alındığında
son derece anlamlıdır. Çünkü ister kelâmî ister meşşâî-felsefî açıdan olsun,
tüm farklı yorumlar, ‘Huve’nin, Mutlak Gayb olması haysiyetiyle, zâtı ba-
kımından, ‘O’ olmasını muhafaza etmek üzere yapılmıştır. O’nun sıfatları
ve fiilleri de bu çerçevede ele alınmıştır. İbn Sînâ tarzında yapılan İhlâs
Sûresi tefsirleri de bu yorumların ve ele alışların en muhtasar ve müfid
örneklerini içerirler.
Yukarıda işaret edildiği üzere Güney bu eserinde İbn Sînâ’nın İhlâs Sû-
resi tefsiri ile ona yazılan şerh ve hâşiyeleri ele almıştır. İslâm temeddü-
nündeki muhtelif âlimlerin telif ettiği müstakil eserleri çalışmasına dahil
etmemiştir. Yazar’dan beklentimiz bahse konu olan diğer tüm İhlâs Sûresi
tefsirlerini de çalışması ve söz konusu geleneği tüm ayrıntıları ile ortaya
çıkarmasıdır. Elbette akabinde tüm metinlerin çözümlenmeleri ve yazıl-
dıkları tarihî bağlam açısından incelenmeleri gerekir; ayrıca günümüzde
Tevhidî bir varlık tasavvurunun inşasında, söz konusu fikirlerin ne açıdan
ve nasıl istihdam edilebileceklerinin de müzakere edilmesi ümidimiz; hatta
vazifemizdir.
ÖNSÖZ
Bu kitapta yer alan metinler İbn Sînâ’nın telif ettiği İhlâs Sûresi Tefsiri ve
bu tefsir üzerine kaleme alınmış şerhlerden/hâşiyelerden oluşmaktadır. Biri
İbn Sînâ’ya ait tefsir metni olmak üzere toplamda yedi metnin yer aldığı bu
eser iki ana bölümden meydana gelmektedir. Eserin I. kısmı giriş bölümü
olup bu bölümde genel olarak İhlâs sûresi hakkında bilgi ile İbn Sînâ ile
başlayan müstakil İhlâs sûresi tefsir yazımı ve İbn Sînâ’nın metni üzerine
yapılmış şerhlerle ilgili bilgilere ve değerlendirmelere yer verilmektedir.
II. kısım ise İbn Sînâ’nın tefsiri ve bu tefsir üzerine yapılan müstakil altı
şerhin metinlerinden oluşmaktadır. Bu metinlerden Arapça olan beş tane-
sinin hem tahkiki hem de tercümesi tarafımızdan yapılmıştır. Dili Türkçe
olan bir tane şerh ise gerekli düzenlemeler yapılmak suretiyle bu metinler
arasına dahil edilmiştir.
Metinlerin neşrinde ilk olarak eserlerin müellifleri hakkında kısa bil-
giler aktarılmıştır. Daha sonra müelliflere ait şerhler tanıtılmış, bunu ta-
kiben eserin tahkikli metnine ve tercümesine karşılıklı olacak şekilde yer
verilmiştir.
İbn Sînâ’nın tefsiri üzerine yazılmış bu şerhler/hâşiyeler doktora çalış-
mamız sırasında ortaya çıkardığımız eserlerdendir. Tezimizin teslimi son-
rasında bulduğumuz müellifi meçhul bir tanesi dışındaki diğer metinler,
tezimizde tahkiksiz ve tercümeleri olmadan sadece dizilmiş olarak ham
denilecek bir biçimde yer almışlar, tezin tamamlanmasından sonra tara-
fımızdan hem tahkik hem de tercüme edilmişlerdir. Ancak o zamandan
bugüne kadar yayımlamak mümkün olmadı. Nihayet vakt-i merhununa
bağlı olarak artık kisve-i taba bürünmüş hâldeler.
Bu sebeple öncelikle Hakk’a şükreder, bu hayırlı neticenin ortaya çık-
masına vesile olan Yazma Eser Kurumu Başkanlığı’na ve özellikle orada
eserin bu şekliyle okuyucuya ulaşmasında büyük emek veren kurum uz-
manlarına minnet ve şükranlarımı sunarım.
Nihayetinde bu eserimi üzerimde ödeyemeyeceğim hakları bulunan
merhum babam Hacı Kenan Güney hocanın ve merhume annem Hacı
Ayşe Güney’in aziz hatıralarına ithaf ediyorum.
I. GİRİŞ

A. İhlâs Sûresi Hakkında Genel Bilgiler


Bu sûre için kullanılan en yaygın isimler ‘İhlâs’ ve ilk âyeti olan “kul
huvellahu ehad” isimleridir. Bunların dışında kaynaklarda yirmiye yakın
isim zikredilmektedir.1 Bu isimlerden bazıları şunlardır: Allah’ın birliğini
ifade ettiği için ‘tevhîd’, yine ihtiva etmiş olduğu tevhid akidesinin İslam’ın
temeli olmasından dolayı ‘esâs’, Allah’ın hiçbir şeye benzemediğini ifade
ettiği için ‘tecrîd’, burada anlatıldığı şekilde Allah’a inananların kurtuluşa
ereceği için ‘necât’ isimleri verilmiştir.
İhlâs sûresinin âyet sayısı dörttür. Mekkî ve Şâmî’de2 ise beştir. Onlar
“lem yelid” ifadesini de bir âyet saymışlardır.3 Fasılası ise yalnız “dâl” (‫)د‬
harfidir.

1. Nüzûlü
İhlâs sûresi iniş sırasına göre yirmi ikinci, Mushaf-ı şerif ’teki sırası bakı-
mından ise yüz on ikinci sûredir. Nâs sûresinden sonra, Necm sûresinden
önce Mekke döneminin başlarında indirilmiştir. İbn Mesud (ö. 32/652-
53), Cabir b. Abdillah (ö. 78 /697) Hasan-ı Basrî (ö. 110/728), Mücahid
b. Cebr (ö. 103/721), Zemahşerî (ö. 538 /1144) ve Fahreddin Râzî (ö.
606/1210) gibi müfessir ve âlimler bu görüşü kabul etmişlerdir. İbn Abbas
(ö. 68/687-88), Ebü’l-Âliye er-Riyâhî (ö. 90/709), Muhammed b. Kâ‘b
el-Kurazî (ö. 108/726?) ve Süyûtî (ö. 911/1505) gibi âlim ve müfessirler
ise Medine döneminde indirildiği görüşündedirler. Yine bu sûrenin önce
Mekke sonra da Medine döneminde ikinci defa indirildiğini ileri sürenler
de olmuştur.4

1 Râzî, Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer, et-Tefsiru’l-Kebîr: Mefâthu’l-Gayb, Beyrut:


1990/1411, XXXII/175-176; Emin Işık, “İhlâs Sûresi”, DİA, c. 21 (İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları,
2000), 537-538.
2 Mekkî terimi, kıraat imamlarından üç imam için kullanılan terimdir. Bunlar: Abdullah b. Kesir (ö.
120/737), Muhammed b. Muhaysin (ö. 122/740), Humeyd b. Kays el-A’rac (ö. 130/747); Şâmî terimi
ise kıraat imamlarından Abdullah b. Amir (ö. 118/736)’in ekolünü ifade etmektedir. Temel, Nihat,
Kıraat ve Tecvid Istılahları, İstanbul 1997, s. 102, 124.
3 Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul: 1979, IX/6273.
4 Suyûtî, Celaluddin Abdurrahman, el-İtkân fi Ulûmi’l-Kur’ân, (thk. Mustafa Dîbilbuğa) Dımeşk:
1993/1414, I/42, 113-114, a.mlf. Lubâbu’n-Nukûl fî Esbâbi’n-Nuzûl, Beyrut: 1994/1414, s. 238.
16 GİRİŞ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sûrenin Mekke döneminde indirildiğini kabul edenler Mekke’de müş-


riklerin Hz. Peygamber’e (s.a.) gelerek “Bize rabbinin nesebini söyle!” diye
kendilerinden istekte bulunduklarını, Hz. Peygamber’in de onlara bu sûre-
yi okuduğunu aktaran rivayeti1 nüzûl sebebi olarak göstermişlerdir.
İhlâs sûresinin Medenî sûrelerden olduğu görüşünde olanlar ise Medi-
neli yahudilerin ulûhiyetle ilgili “Allah, mahlukatı yarattı, onu kim yarat-
tı?” sorularına cevap olmak üzere Cebrail’in Hz. Peygamber’e (s.a.) gelerek
“kul huvellahu ehad” sûresini okuduğunu ifade eden rivayetleri2 ileri sür-
müşlerdir.
İhlâs sûresinin sebeb-i nüzûlüyle ilgili aktarılan rivayetlerden, sûrenin,
değişik grupların -müşrikler, Yahudiler ve Hristiyanlar- Hz. Peygamber’e
Allah hakkında sordukları sorulara cevap olarak indirilmiş olması sonu-
cu çıkmaktadır. Muhtemeldir ki Hz. Peygamber farklı dönemlerde farklı
muhatapların suallerine bu sûre ile cevap vermiştir, bu sebeple bu sûrenin
nüzûlünün tekrar ettiği düşünülmüş olmalıdır. Ancak farklı dönemlerde
farklı muhatapların sorularına cevap olarak okunması sûrenin nüzûlünün
de tekrar ettiği anlamına gelmese gerektir. Çünkü Hz. Peygamber’in in-
sanlara öğretmek için çabaladığı İslam dininin esası olan ilkenin -Allah’ın
birliği ve O’nun hiçbir şeye benzemediği, her şeyin O’nun elinde olduğu
(Tevhid)- veciz bir şekilde açıklandığı bu sûrenin, hicretten sonra indiril-
miş olması bu açıdan uzak bir ihtimaldir. Ayrıca İhlâs sûresinin nazmı, dili,
üslubu ve içeriği gibi diğer özellikleri3 de onun Mekkî sûrelerden olduğu
görüşünü daha güçlü kılmaktadır.

1 Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Muessesetu’r-Risale, Kahire: 1416/1995, V/133-134, Tirmizî, “Tefsir”,


112/1, 2, İbn Kesir, Ebu’l Fidâ İsmail, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azim, Dımaşk: 1994/1415, IV/683.
2 İbn Hişam, Ebû Muhammed Cemaleddin Abdülmelik, es-Siretu’n-Nebeviyye, (thk. Süheyl Zekkar)
Beyrut: 1992, I/571-572; Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir b. Yezid, Câmi’ul-Beyan an Tevili
Âyi’l-Kur’ân, Dâru’l-Fikr, Beyrut: 1984, XXX/343; Râzî, Mefâthu’l-Gayb, XXXII/175; İbn Kesir, a.g.e.,
IV/683-688., Suyûtî, Lubâbu’n-Nukûl, s. 238.
3 Mekkî ve Medenî sûrelerin özellikleri için bk. Zerkeşî, Bedruddin Muhammed, el-Burhân fi Ulû-
mi’l-Kur’ân, Beyrut 1972, I/187-191; Suyûtî, el-İtkân, I/26-27; Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usulü, TDV
yayınları, Ankara: 1993, s. 60-61.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 17

2. Fazileti ve İçeriği
İhlâs sûresinin fazileti hakkında da pek çok rivayet aktarılmıştır.1 Bun-
lardan en meşhuru “İhlâs sûresinin Kur’ân’ın üçte birine denk olduğu-
nu” ifade eden hadis-i şeriftir. Hz. Peygamber (s.a.) “Varlığım elinde olan
Allah’a yemin ederim ki bu sûre, Kur’ân’ın üçte birine denktir.”2 buyur-
muştur. Yine Hz. Peygamber, bu sûreyi sevdiği için her namazda okuyan
bir sahabiye “Ona haber verin, Allah da onu seviyor.”; başka bir rivayette
“Onu sevmen seni cennete götürür.” buyurmuştur.3
İhlâs sûresinin Kur’ân’ın üçte birine denk olmasıyla ilgili olarak âlimle-
rin bir kısmı sevabı itibarıyla bir kısmı da konusu ve mânâsı itibarıyla üçte
birine denk olduğunu söylemişlerdir.
İmam Gazzâlî (ö. 505/1111), Kur’ân’da yer alan bilgilerin Allah hak-
kında bilgi (marifetullah), âhiret bilgisi ve doğru yolun bilgisi (sırat-ı müs-
takim) olmak üzere üç esasa ayrıldığını belirterek İhlâs sûresinin marife-
tullah ve tevhid konusunu ihtiva ettiğini, dolayısıyla Kur’ân’ın üçte biri
değerinde kabul edildiğini ifade etmektedir.4 Yine Fahreddin er-Râzî (ö.
606/1210) şöyle demiştir: “Bütün şeriatlerden ve ibadetlerden maksad Al-
lah’ın zâtını, sıfatlarını ve fiillerini bilmektir. Bu sûre ise Allah’ın zâtından
bahsetmektedir. Bu sebeple Kur’ân’ın üçte birine denktir.” 5
Gazzâlî ile Râzî’nin yapmış olduğu bu yorumlar, zât, mahiyet, hüvi-
yet, ulûhiyet, vahdet vb. konularla ilgili görüşlerini Kur’ân merkezli olarak
tefsir dairesi içerisinde ifade etmek isteyen âlimlerin, İhlâs sûresini niçin
tercih ettiklerinin izahı olarak görülebilir.

B. İbn Sînâ Öncesi İhlâs Sûresi Tefsirleri


İbn Sînâ’nın vefatı olan 428/1037’ye kadar telif edilen eserler arasında
müstakil İhlâs sûresi tefsirlerinin mevcudiyetine kaynaklarda rastlanılama-

1 Bu konudaki rivayetleri topluca görmek için bkz: İbrahim Ali Seyyid Ali İsa, el-Ehâdîsu ve’l-Âsâ-
ru’l-Vârride fî Fezâili Suveri’l-Kur’ani’l-Kerim: Dirasetun ve Nakd, Kahire 2001/1421, 393-427.
2 Buhârî, “Tevhid” 1.
3 Buhârî, “Tevhid” 1.; Tirmizî, “Fezâil’ul-Kur’ân”, II, “Tefsir” 93.
4 Gazzâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed, Cevâhiru’l-Kur’ân ve Dureruhu, Dâru İhyai’l-Ulûm
Beyrut: 1411/1990, s. 77-78.
5 Râzî, Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer, Mefâtîhu’l-Gayb, c. XXXII, s. 176-177.
18 GİRİŞ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

mıştır.1 Kaynaklarda Hallâc-ı Mansur’a (ö. 309/922) izafe edilen Kitâbu


Tefsîr-i Kul Huvellahu Ehad isimli bir tefsirin adı verilmektedir.2 Böyle bir
tefsirin varlığına kütüphanelerin kayıtlarında rastlanılamadığı gibi yine
Hallâc-ı Mansur’a bu eseri nisbet eden modern dönemdeki eserlerde de
herhangi bir kütüphane kaydından söz edilmemektedir. Ancak söylemek
gerekir ki “ene’l-Hak” söyleminde bulunan bir zâtın İhlâs sûresi gibi Al-
lah’ın zâtından bahseden bir sûreyi yorum için seçmiş olması önemlidir.
Elde olmaması da tefsir tarihi açısından büyük bir kayıp olarak görülme-
lidir.
Yapmış olduğumuz araştırma sonucunda ortaya çıkan netice şudur:
Tefsir tarihi boyunca İbn Sînâ’ya kadar geçen süre boyunca kaleme alınmış
tefsir eserleri arasında İhlâs sûresinin felsefî açıdan yapılmış bir tefsiri olma-
dığı gibi, İhlâs sûresi üzerine müstakil olarak yazılmış tefsir eseri de yoktur.
Bu sebeple İhlâs sûresinin felsefî yorumu ilk defa İbn Sînâ (ö. 428/1037)
tarafından yapıldığı gibi İhlâs sûresi üzerine müstakil tefsir yazma geleneği
-felsefî olsun olmasın- İbn Sînâ ile başlamış ve devam etmiştir diyebiliriz.

C. İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri


İbn Sînâ, filozofların âdeti olduğu üzere Kur’ân’ın bütününe değil
Kur’ân’dan seçmiş olduğu bazı âyet ve sûrelere tefsir yazmıştır. Filozofların
yorumlamak için genel olarak Kur’ân-ı Kerim’den, onların felsefî anlayışla-
rını yansıtabilmelerine imkan veren sûre ve âyetleri tercih ettiklerini biliyo-
ruz.3 Bu anlamda İbn Sînâ da felsefî düşüncesi ile vahiy arasında bir uzlaşı
olduğunu gösterebileceği en önemli sûre olan İhlâs sûresini yorumlamak

1 Taranan kaynaklar şunlardır: İbn Nedim, el-Fihrist; Davudî, Şemseddin Muhammed b. Ali b. Ahmed,
Tabakatü’l-Müfessirîn; Taşköprîzâde Ahmed Efendi, Mevzuâtu’l-ulûm; Kâtip Çelebi, Keşfu’z-Zunûn
an Esâmi’l-Kutub ve’l-Funûn; İsmail Paşa, Bağdatlı, İzahu’l-Meknûn fi’z-Zeyl ala Keşfi’z-Zünûn; a.mlf.
Hediyyetu’l-Ârifîn Esmâu’l-Müellifîn ve Âsâru’l-Muasannifîn; Brockelman, Carl, Geschichte der Arabisc-
hen Litteratur(GAL); Zirikli, Hayreddin, el-A’lam, Sezgin, Fuad, Geschichte des Arabischen Schrifttums
(GAS); Aga, Muhammed Muhsin Tahrani, ez-Zeria ila Tasanifi’ş-Şia; Bikâî, Muhammed Hasan, Ki-
tabname-i Büzürg : Kur’an-ı Kerim; İshak, Ali Şevvah, Mucemu Musannefâti’l-Kur’âni’l-Kerim; Ayrıca
yazma kütüphane katalogları da bu kaynaklara ilaveten taranmıştır.
2 İbn Nedim, el-Fihrist, (thk. Rıza Teceddüd), Tahran 1971, s. 242.; Davudî, Şemseddin Muham-
med b. Ali b. Ahmed, Tabakatu’l-Müfessirîn, (thk. Ali Muhammed Ömer), Kahire, 1972/1392, I/162;
Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetu’l-Ârifîn, (trc. Kilisli Rifat Bilge; (tsh. İbnülemin Mahmûd Kemal İnal,
Avni Aktuç), Ankara: Millî Eğitim Bakanlığı, 1955, I/305.
3 Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınevi, Ankara 1996, II/31 vd.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 19

üzere tercih etmiştir.1 Çünkü İhlâs sûresi İmam Gazzâlî’nin de dediği gibi
Allah’ın zâtından bahseden yegâne sûre olma özelliğini taşımaktadır.2
İbn Sînâ’nın İhlâs sûresi tefsiri matbudur, dili Arapçadır. Türkçeye de
tercüme edilmiştir.3 İbn Sina bu sûreyi tefsir etmekle metafizik anlayışının
temeli olan vâcib-mümkün ayrımını temellendirebilmekte, Allah’ın mut-
lak hüviyetini açıklamakta, vücud’un mahiyetten ayrı bir şey olduğunu,
mevcudatın bir vâcibu’l-vücûd’dan/varlığı zorunlu olandan nasıl varlık
kazandığına dair görüşlerini Kur’ân’daki bir sûreden hareketle ve sûrenin
çerçevesinde delillendirebilmektedir. Başka bir ifade ile Allah’ın zâtından,
sıfatlarından ve fiillerinden kendi görüşleri uyarınca bahsedebilecek imkâ-
nı bulmaktadır.4
İbn Sînâ’nın İhlâs sûresi tefsirinin yorumunda kullandığı dil mantık
dili, oluşturduğu metin de klasik kıyas teorisine uygun şekilde neticeler
elde etmek amacıyla dizilmiş öncüllerden oluşan kıyaslar manzumesi gibi-
dir. Bu durumu merhum Ahmet Hamdi Akseki (ö. 1951) şu şekilde ifade
etmektedir:

“Fevkalâde bir mantıkçı olan ve Aristo mantığını yeniden ıslah ve ten-


sik etmiş bulunan Türk filozofunun diğer eserleri gibi bu eserinde de her
cümle mantık terazisiyle ölçülerek konmuştur, her cümlesi ayrı ayrı şerhe
muhtaçtır…”5

İbn Sînâ’nın maksadını ifade etmek için uyguladığı bu yöntem onu


şerh eden âlimlerin bazıları (msl. Debbağî ve Hadimî) tarafından da hem
yinelenmiş hem de açıklanmıştır. Yayımlanan metinlerde bu durum açıkça
görülebilecektir. Böylece Kur’ân’ın yorumuna dair bir metnin kıyaslarla
örülmüş bir örneği de ortaya konulmuştur, denilebilir.

1 İbn Sînâ, İhlâs sûresi dışında da bazı sûre (A’la, Felak, Nâs) ve âyetleri (Nûr ve İstivâ âyetleri) şerh et-
miştir. Bunlar için bkz. Âsi, Hasan, et-Tefsiru’l-Kur’âni ve’l-Lugatu’s-Sufiyye fî Felsefeti İbn Sina, Beyrut
1404/1983. Ayrıca İbn Sînâ’nın Kur’ân yorumu üzerine yapılmış Türkçe çalışma için bkz.: Okumuş
Mesut, Kur’an’ın Felsefî Okunuşu; İbn Sina Örneği, Araştırma Yayınevi, Ankara: 2003.
2 Gazzâlî, Cevâhiru’l-Kur’ân ve Dureruhu, s. 77-78.
3 Bu baskılar ve tercümeler hakkında ileride İbn Sînâ’nın metninin neşredildiği yerde bilgi verilecektir.
4 el-Hatib, Abdullah Abdurrahman, “Tefsiru Sûreti’l-İhlas li’ş-Şeyh Ebi Ali el-Hüseyin b Abdillah b.
Sina”, Mecelletu’ş-Şeria ve’d-Dirasâti’l-İslamiyye, 1423/2002, c. XVII, sy. 51, s. 51.
5 Akseki, Ahmet Hamdi, “İbn Sina’nın İhlas Sûresi Tefsiri, Tercüme ve Şerh”, Selamet, c. IV sy. 11, Mart
1949, s. 1.
20 GİRİŞ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

İbn Sînâ’nın İhlâs sûresi tefsirinde yapmış olduğu yorum temel olarak
şu şekildedir:
İlk olarak “Hüve” lafzından Allah’ın mutlak hüviyetine ve oradan meb-
de-i evvele intikal ederek vâcibu’l-vücûd hakkında uzun açıklamalarda
bulunur. Bu, bir anlamda isbat-ı vâcib’dir ki onu şerh eden müfessirlerin
üzerinde durduğu temel konulardan biri de budur.
Zât-ı mutlak’ın hüviyeti üzerinde durduktan ve hakikat-i ilâhiye’nin
neden ibaret olduğunu ifade ettikten sonra, O’nun tarifinin nasıl olabile-
ceği konusunu klasik tanım teorisi üzerinden tartışır. Zât-ı mutlak’ın ma-
hiyeti, mahiyeti kurucu [mukavvim] unsurlardan meydana gelmediğinden
hakikatini ifade edecek bir tanımının [hadd] yapılamayacağını belirtir.
Dolayısıyla yapılacak tanımın ancak mahiyetin gerektirdiği niteliklerle [lâ-
zımlarla] olabileceğini ifade eder.
İlk âyetteki “Ehad” lafzından hareketle Zât-ı ulûhiyet’in birliğini açık-
lar. Vahdet’in türlerinden bahseder. Zât-ı ulûhiyet’in birliğinin mutlak ol-
duğunu belirtir. O, hem zât itibarıyla birdir hem de zâtını oluşturan her-
hangi bir kurucu unsuru olmaması hasebiyle basît anlamında birdir. Zât-ı
ulûhiyet’in başkalarına bağlı mahiyeti yoktur ve bütün varlığın dayandığı
ilkesi[mebdei]dir. Çokluk, âlem O’ndan sudur yoluyla ortaya çıkmıştır.
Daha sonra da her ne sûretle olursa olsun Allah’a bir şerik, bir ortak, bir
denk, doğurmak ve doğurulmak isbat edenlerin veya böyle bir vehme (var
olanlara vücud vermesinden hareketle benzerine de varlık verebileceğine
dair olan bir vehim) kapılanların düşüncelerinin bâtıl olduğunu açıklar.
Varlık’ta kendisine denk bir vücud’un olmadığını belirtir.
Son olarak sûrenin ima ve tariz yoluyla Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiillerine
dair her şeyi, dolayısıyla Vâcibu’l-vücûd olan Zât-ı mutlak’ı en güzel şekil-
de tarif ettiğini belirterek İhlâs sûresinin bu sebeple Kur’ân’ın üçte birine
denk olduğunu ifade eder.1

1 el-Hatib, Abdullah Abdurrahman, “Tefsiru Sûreti’l-İhlas li’ş-Şeyh Ebi Ali el-Hüseyin b Abdillah b.
Sina”, Mecelletu’ş-Şeria ve’d-Dirasâti’l-İslamiyye” 1423/2002, c. XVII, sy. 51, s. 51.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 21

D. İbn Sînâ’nın Yorumu Sonrasında İhlâs Sûresi Tefsiri


İbn Sînâ’nın, İhlâs sûresini bu şekilde yorumlaması, kendisinden sonra-
ki dönemde de sûrenin felsefî ve kelâmî bakış açısıyla yorumlanmasına se-
bep olmuş, İhlas sûresi üzerine yapılan yorumlarda bu veciz eserden bolca
faydalanılmıştır. Sînâ’dan sonra İhlâs sûresi üzerine felsefî ve kelâmî bakış
açısıyla yapılan çalışmalarda ortaya konan eserler üç tarzdadır:
a. Bazı âlimler İbn Sînâ’nın bu tefsiri üzerine şerh / hâşiye yazmışlardır.
b. Bâzıları ise Sînâ gibi İhlâs sûresi üzerine felsefî bakış açısıyla müstakil
tefsirler yazmışlardır.
c. Bir kısım âlimler ise yazdıkları tam tefsirler içinde İhlâs sûresini yo-
rumlarken hem İbn Sînâ’dan alıntılar yapmışlar hem de aynı şekilde felsefî
ve kelâmî konulara değinmişlerdir. Burada yer verdiğimiz metinler sadece
İbn Sînâ’nın tefsiri üzerine yapılan şerh/hâşiyelerden oluşmaktadır.1
Yapmış olduğumuz araştırmaya bağlı olarak tespit edebildiğimiz İbn
Sînâ’nın İhlâs sûresi tefsiri üzerine şerh/hâşiye yazan âlimler şunlardır:
1. Celâleddin Muhammed b. Es‘ad b. Muhammed Devvânî (ö.
908/1502)
2. Ahmed el-Maraşî ed-Debbâğî (ö. 1165/1752)
3. Ebû Saîd Mehmed b. Mustafa b. Osman el-Hâdimî (ö. 1176/1762)
4. Müellifi Meçhul (Konya Yusuf Ağa Nüshası)
5. Ebu’l-Kasım Muhammed Abdurrahman (20. yüzyılın başları?)
6. Ahmet Hamdi Akseki (ö. 1370/1951)
İbn Sînâ’nın eseri üzerine yazılan altı şerhin beş tanesinin müellifi olan
âlimler2 Osmanlı ilim ve kültür hayatı içerisinde yer alan âlimlerdir. Yine
İhlâs sûresini felsefî anlayışla tefsir edip müstakil eser yazanlardan üç ta-
nesi3 ile aynı şekilde İbn Sînâ’dan faydalanan ve felsefî yorumuna bütün
1 Şerhlerin dışındaki metinlerin ayrıntısı için bkz.: Güney, Ahmet Faruk, İbn Sina’dan Elmalılı’ya İhlâs
Sûresi Felsefî Tefsir Geleneği: Bir Varlık İdrakinin Zemini Olarak İhlâs Sûresi Tefsiri, (Basılmamış Dokto-
ra Tezi) Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul: 2008, s. 70 vd.
2 Debbağî (ö. 1165/1752) Hadimi (ö. 1176/1762), Meçhul Müellif ve Akseki (ö. 1370/1951). Devvânî
(ö. 908/1502) kendisi Osmanlı coğrafyası içerisinde olmasa bile bu coğrafya ile ilişkisi olduğu ve II.
Bayezid ile yazıştığı bilinmektedir. Ondan yedi yıl süreyle okuyan Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi
(ö. 922/1516) II. Bayezid döneminde Anadolu ve Rumeli kazaskerliği görevinde bulunmuştur.
3 Taşköprîzade Ahmed Efendi, (ö. 968/1561), Mehmed Emin Şirvânî (ö. 1036/1627), Musa Kazım
Efendi (ö. 1338/1920).
22 GİRİŞ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

tefsiri içinde yer veren âlimlerden dört tanesi1 de Osmanlı ilim ve kültür
hayatı içerisinde -veya bu dünya ile ilişki içinde- olan âlimler arasında yer
almaktadır. Şunu da belirtmek gerekir ki merhum Ahmet Hamdi Akseki
ve Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır da Osmanlı döneminde yetişmiş,
tefsir eserlerini Cumhuriyet devrinde vermişlerdir.
Yine belirtmek gerekir ki Türkiye’de ve diğer Müslüman ülkelerde yapı-
lan son dönem tefsir çalışmalarında kaleme alınan müstakil veya tam tefsir
çalışmaları içerisinde İhlâs sûresinin bu anlamda felsefî ve kelâmî ağırlıklı
yoruma konu edinildiği bir çalışmaya rastlanılmamıştır. Bu anlamda İhlâs
sûresinin felsefî anlayışla yorumlandığı sürecin Elmalılı’da (ö. 1361/1942)
son bulduğu da söylenebilir.
İhlâs sûresiyle ilgili felsefî ve kelamî içerikli şerhler ve tefsirler kaleme
alan âlimlerin içinde yaşadıkları ilmî ve kültürel coğrafyanın yukarıda
yapılan tasvirinden şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür: İbn Sînâ’nın
felsefî içerikli tefsirinin hem şerhler üzerinden hem de müstakil olarak ka-
leme alınan eserlerde hem de tam tefsirler içerisinde yer verilerek takip
edildiği ve sürdürüldüğü coğrafya büyük oranda Osmanlı siyasî, kültü-
rel coğrafyası ve ilmî hayatıdır. Bu açıdan İbn Sînâ’nın tefsiri üzerinden
hareketle ortaya çıkan şerh geleneği bir anlamda Türk düşünce geleneği-
nin de bir parçası olarak görülebilir. Bu durumun nedenleri arasında en
önemlisinin, Osmanlı ilim anlayışının İbn Sînâ-Gazzâlî-Fahreddin Râzî
çizgisine dayanması ve Dâvûd-i Kayserî (ö. 751/1350) ile Molla Fenârî’nin
(ö. 834/1431) bu çizgiye nazarî-irfanî bakış açısını da katarak bunu
kelâmî-irfanî bir yapıya dönüştürmüş olması2 söylenebilir.
Ayrıca İbn Sînâ ile başlayan felsefî ağırlıklı bu tefsir geleneği filozofların
ve kelamcıların bakış açısına uygun olarak ulûhiyet anlayışının biraz daha
tenzih ağırlıklı olarak yorumlandığı, Cenab-ı Hakk’ın tekliğinin ve yegâne
oluşunun ısrarla vurgulandığı bir yorum geleneği olarak da görmek müm-
kündür.
1 Nimetullah Nahcivânî (ö. 920/1514), Şeyhzâde Muhyiddin el-Kocavî (ö. 951/1544), Şihabuddin
Mahmud Alûsî (ö. 1270/1854), Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ö. 1361/1942).
2 İhsan Fazlıoğlu, “Osmanlı Coğrafyasında İlmî Hayatın Teşekkülü ve Davud el-Kayserî”, Uluslararası
Davud el-Kayserî Sempozyumu, Ankara 1998, s. 25-42, a.mlf. “Osmanlı Döneminde Bilim Alanındak
Türkçe Telif ve Tercüme Eserlerin Türkçe Oluş Nedenleri ve Bu Eserlerin Dil Bilincinin Oluşmasında-
ki Yeri ve Önemi”, Kutadgubilig, sy. 3, Mart 2003, s. 153.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 23

E. Tahkik ve Tercümede Takip Edilen Yol


Tahkikte genel itibariyle İSAM Tahkik Esasları (İTNES 2017) dikkate
alınmıştır. Her nüshanın varak numarası dipnotlarda verilmiş, alıntı ifade-
ler küçük punto ve normal paragraftan daha içeride olacak biçimde gös-
terilmiştir.
Devvânî’nin hâşiyesinin tahkikinde esas aldığımız metinde eksik olan
kısımlar diğer nüshalardan tamamlanmış, eksik olduğu dipnotlarda göste-
rilmiştir.
Tercümede olabildiğince günümüz Türkçesi kullanılmaya çalışılmış, te-
rimler mümkün olduğu kadar korunmuş, bazı ifadelerin Arapça karşılığı
yay parantez ( ) içinde, metinde yer almayan ifadeler ise köşeli parantez
içinde [ ] gösterilmiştir. Eş anlamlılığı ifade için eğik çizgi ‘/’ kullanılmıştır.
İbn Sînâ’nın tefsir metninin tercümesi için bu eserin Şerefeddin Yalt-
kaya tarafından yapılmış ilk Türkçe tercümesine yer verdik. Böylece bu
tercüme de gün yüzüne çıkarılmış olmaktadır. Şerhlerin tercümelerinde
ise İbn Sînâ’ya ait metnin ortak tercümesi olarak iskeletini Ahmet Hamdi
Akseki’nin yapmış olduğu, tarafımızdan hazırlanan metni kullandık.
Eserlerde İbn Sînâ’ya ait metin parçalı olarak şerh edildiğinden bu me-
tinlerin okunması sırasında ana metinle bağlantının ve akışın kaybedil-
memesi, siyak-sibakın kaçırılmaması amacıyla tahkik edilen eserlerin bir
kısmında ilgili yerin metnine hem tahkik edilen metinde hem de tercüme-
sinde -bir bütün olarak- köşeli parantez içinde yer verilmiştir.
Metinde kullanılan kaynaklar en sonda Bibliyografya kısmında hem
Arapça hem de Türkçe olarak verilmiştir.
24 İBN SÎNÂ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

II. MÜELLİFLER VE ESERLER

A. İBN SÎNÂ (ö. 428/1037)


1. Hayatı ve Eserleri
İslam felsefesi Meşşâî okulunun en büyük sistem kuran filozofu olarak
kabul edilen Ebû Ali Hüseyn b. Abdillah b. Ali b. Sînâ, 370/980-81 ta-
rihinde Samânîlerin başkenti ve entelektüel merkezi olan Buhara1 yakın-
larındaki Efşene kasabasında doğdu. Babası Abdullah, aslen Belhli olup
sonradan Buhara’ya yerleşmiş; orada bir kasabanın yöneticisi olmuştur. İyi
bir öğrenim gören babasının İsmailî2 olduğu ve İsmailî dâilerle irtibatının
bulunduğu belirtilmektetir.3 Bu irtibat neticesinde evi felsefe, geometri ve
Hint matematiğinin tartışıldığı bir merkeze dönüşmüştür.4 Bu sebeplerle
içinde yaşadığı ortam gereği İbn Sînâ, erken yaşlarda kendisini felsefî ko-
nuların içinde bulmuş ve bu konulara aşinalık kazanmıştır.
Olağanüstü zekâsı sayesinde dikkatleri küçük yaşta üzerinde toplayan
İbn Sînâ, Ebû Bekr el-Berkî’den dil, edebiyat; Hanefî fakihi Ebû Muham-
med İsmail ez-Zâhidî’den fıkıh okudu. Babasından geometri, aritmetik
ve felsefe konularını okuduktan sonra babasının isteği üzerine Mahmud
el-Messâh’tan Hint matematiği, Ebû Abdillah el-Nâtilî’den Porphyrius’un
(ö. 305) İsaguci’sini, Euclides’in (ö. 300) Elementler’ini, Batlamyus’un (ö.
165) el-Mecistî’sini okudu.5 Hocası Nâtilî, Buhara’dan ayrıldıktan sonra
İbn Sînâ, öğrenimini çoğunlukla kendi başına devam ettirmiş; fizik, meta-
fizik ve diğer felsefî konularla ilgili eserlerden ve şerhlerinden faydalanarak
bu konularda kısa zamanda büyük bir birikim elde etmiştir.
Felsefî konuların dışında tıp ve fıkıhla da alakasını devam ettirerek fı-
kıhta münazara yapacak seviyeye erişmiştir. Samanîlerin saray hekimi Ebû
Mansur Hasan b. Nuh el-Kumri’den tıp tahsil etmiştir. Ancak diğer alan-
1 Nasr, Seyyid Hüseyin, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, İstanbul 1985, s. 205.
2 Cafer es-Sâdık’ın oğlu İsmail’e kendilerini nisbet eden aşırı Şiî mezhebi. Bk. Seyyid Muhammed
es-Seyyid, “İsmâiliye”, DİA, c. 23 (İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 2001), 128-133.
3 İbn Ebi Useybia, Uyûnu’l-Enba fî Tabakâti’l-Etıbba, Beyrut, t.y., s. 437.
4 İbnu’l-Kıftî, İhbaru’l-Ulema bi Ahbari’l-Hukemâ, Kahire, t.y. s. 269.
5 Beyhaki, Târîhu Hukemâi’l-İslâm, Dımeşk, 1946, s. 53; İbn Hallikan, Vefâyatu’l-Alam, (Çev. Rodoslu
Mehmet) İstanbul, 1280, c. I, s. 192; Ömer Mahir Alper, “İbn Sînâ”, DİA, c. 20 (İstanbul: Diyanet
Vakfı Yayınları, 1999), s. 319.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 25

larda olduğu gibi tıp alanında da hocalarından bir müddet ders aldıktan
sonra kendi başına tıpla ilgili eserleri okumaya devam etmiş ve birçok tabip
tarafından daha on altı yaşında iken tıp otoritelerinden sayılmıştır.1
İbn Sînâ’nın kendisini geliştirmesinde ve pek çok eseri görüp incele-
mesinde Sâmânî hükümdarı Nûh b. Mansûr’un (ö. 387/997) zengin kü-
tüphanesinin büyük bir payı vardır. Sultanın hastalığına çare bulması için
saraya çağrılan İbn Sînâ, tedavi konusunda nisbî bir başarı sağlayınca saray
doktorları arasına girmiş; böylece daha sonra yanan bu özel ve zengin kü-
tüphaneden istifade etme şansını yakalamıştır.2
Babasını yirmili yaşlarında kaybeden İbn Sînâ, bu tarihten (393/1003)
sonra Buhara’yı terk etmek zorunda kalmış ve bundan sonraki hayatı, siya-
si ilişkilerin belirlediği iniş çıkışlarla geçmiştir.3 Siyasi olarak yaşadığı pek
çok olay ve iniş-çıkışlı bir hayattan sonra İbn Sînâ, 415/1024 yılında İs-
fahan’a, Alauddevle’nin yanına gitmiştir. Alauddevle’nin meclisine katılan
İbn Sînâ, burada büyük bir itibar ve saygı görmüştür. Hükümdar, onu vezir
yapmış ve devletin en önemli işlerini İbn Sînâ’nın kendisine bırakmıştır.4
İsfahan’da kaldığı yıllarda nispeten sakin bir hayat geçiren İbn Sina,
Gazneli hükümdarı Sultan Mesud’un İsfahan’ı almasından sonra evinin
ve kütüphanesinin yağmalanması üzerine büyük bir sarsıntı geçirmiştir.
Sağlığı bozulmuş ve devrinin yaygın hastalığı olan kulunca yakalanmış-
tır. Kendini tedavi etmeye çalışan İbn Sînâ bir ara iyileşir gibi olmuşsa da
Alauddevle ile seferde bulunduğu sırada Hemedan’da tekrar hastalanarak
orada 428/1037 yılında vefat etmiştir.5
İslam dünyasında Kindî ile gelişmeye başlayan İslam felsefesinin her
bakımdan zirvesi kabul edilen İbn Sînâ, son derece ayrıntılı ve mükem-
mel bir felsefî sistem kuran yegâne İslam filozofu olarak görülmektedir.
Kendisinden önceki Yunan felsefe geleneğini titiz bir şekilde eleştiriye tâbi
1 İbn Ebi Useybia, Uyûnu’l-Enba fi Tabakâti’l-Etıbba, Beyrut, t.y., s. 438; Alper, “İbn Sînâ”, 20: 320.
2 Beyhaki, Ali b. Zeyd, Tarihu Hukemai’l-İslam, Dımeşk 1946, s. 56.
3 Alper, “İbn Sînâ”, 20: 320.
4 Nizam-i Aruzî, Çehar Makale-i Aruzi, s. 73. Nizam-i Aruzî, İbn Sina’nın bu vezirliği ile ilgili şu değer-
lendirmeyi yapmaktadır: “Gerçek şu ki Aristo’nun İskender’e vezir olmasından sonra hiçbir hükümda-
ra Ebû Ali gibi bir vezir nasib olmamıştır.”
5 Beyhaki, Ali b. Zeyd, Tarihu Hukemai’l-İslam, s. 69-70; İbn Hallikan, Ebu’l-Abbas Şemseddin Ahmed
b. Muhammed, Vefeyatu’l-A’yan, (trc. Mehmed Rodosizade), İstanbul 1280, s. 195.
26 İBN SÎNÂ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

tutarak başarılı bir sentez ortaya koymuş, bunu İslam vahyiyle de uyumlu
bir şekilde ifade edebilme başarısını göstermiştir. 1 Böylece felsefe, kelam
ve irfan alanlarını kuşatabilecek bir şekilde kurmuş olduğu sistem ve oluş-
turmuş olduğu dil ile felsefe tarihinin en etkili filozoflarından biri hâline
gelmiştir. Bu sebeple kendisinden sonraki bütün felsefî faaliyet, kendisini
onunla tanımlama yoluna gitmiştir.2
Kendisine iki yüz kırkın üzerinde eser nisbet edilen İbn Sînâ, İslam
filozofları arasında en çok eser vermiş müelliflerden biridir. İbn Sînâ’nın
mantık, tabiiyat (fizik bilimleri), riyaziyat (matematik bilimleri) ve ilahiyat
(metafizik) alanlarıyla ilgili eserleri oldukça geniş hacimli ve kendisinden
önceki filozoflarınkinden daha kapsamlıdır.3
Eserlerinden bazıları şunlardır: eş-Şifâ, en-Necât, el-İşârât ve’t-Tenbîhât,
el-Kānûn fi’t-Tıb, Dânişnâme-i Alâî, el-Mebde ve’l-Meâd, Uyûnu’l-Hikme,
el-Mübâhasât, Hay b. Yakzan, el-Hikmetu’l-Meşrikıyye, el-Hidâye…
Tefsire dair; dört sûre, iki âyet ve bir de Huruf-i mukatta’nın anlamları-
na dair yazmış olduğu risale olmak üzere yedi eseri mevcuttur:4
1. Tefsîru Sûret’l-İhlâs, 2. Tefsîru Sûreti’l-Felak, 3. Tefsîru Sûreti’n-Nâs,
4. Tefsîru Sûreti’l-A‘lâ, 5. Tefsîru Âyeti’n-Nûr, 6. Tefsîru Âyeti “Sümme’s-tevâ
ile’s-semâi ve hiye dûhanun”, 7. Risâletü’n-Niyrûziyye
İbn Sînâ’nın tefsire dair eserlerinden özellikle İhlâs Sûresi Tefsiri yuka-
rıda da ifade edildiği üzere kendisinden sonra birçok âlim tarafından hem
şerh edilmiştir hem de İhlâs sûresinin tefsirinde pek çok müfessirin ken-
disinden çokça istifade ettiği bir yorum olmuştur. Böylece kendisinden
sonra felsefî anlamda bir gelenek oluşturan İbn Sînâ, Kur’ân yorumunda
da farklı bir bakış açısıyla yeni bir geleneğin oluşmasına ön ayak olmuştur.

2. İhlâs Sûresi Tefsiri: Arapça Metin


İbn Sînâ’ya ait tefsir metni, ilk defa Ebu’l-Kasım Muhammed b. Ab-
durrahman el-Mennân’ın şerhiyle birlikte şu isimle basılmıştır: Tefsîru Sû-
reti’l-İhlâs li’ş-Şeyhi’r-Reis Ebu Ali b. Abdillah eş-Şehîr bi-İbn Sînâ maa’t-Ter-

1 Alper, Ömer Mahir, İbn Sina, İstanbul 2008, s. 45.


2 Gutas, Dimitri, İbn Sina’nın Mirası, (Çev. Cüneyt Kaya), İstanbul 2004, s. 137 vd.
3 Alper, “İbn Sina”, 20: 337.
4 Âsi, Hasan, et-Tefsiru’l-Kur’âni ve’l-Lugatu’s-Sûfiyye fî Felsefeti İbn Sina, s. 84-125.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 27

cümeti ve’l-Havâşi el-Fâika eş-Şâika es-Seniyye el-Behiyye, Delhi: 1311. Bu


şerh burada yayımladığımız metinler içerisinde yer almaktadır.
Daha sonra Arapça metin iki defa da tahkikli olarak neşredilmiştir. İlki,
Hasan el-Âsi tarafından diğer tefsir risaleleriyle birlikte basılmıştır: et-Tefsî-
ru’l-Kur’ânî ve Lügatu’s-Sûfiyye fî Felsefet-i İbn Sînâ, Beyrut: 1983.
İkinci tahkikli neşir de kısa bir incelemeyle birlikte Abdullah Abdur-
rahman el-Hatib tarafından Tefsîru Sûreti’l-İhlas li’ş-Şeyh Ebi Ali el-Hüseyin
b Abdillah b. Sînâ adıyla Mecelletu’ş-Şeria ve’d-Dirasâti’l-İslamiyye’de yayım-
lanan makale içerisindeki metindir (1423/2002, c. XVII, sy. 51).
Burada yer verdiğimiz Arapça metin, ağırlıklı olarak Abdurrahman
el-Hatib tarafından tahkik edilen metne dayanmaktadır.
3. İhlâs Sûresi Tefsiri
İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri Türkçeye dört defa tercüme edilmiştir. İlk
tercüme Şerefeddin Yaltkaya (ö. 1947) tarafından yapılmıştır.1 İkinci tercü-
me Ahmet Hamdi Akseki’nin İbn Sînâ’nın tefsiri üzerine kaleme aldığı şerh
kısmına ilave olarak yaptığı tercümedir. Ancak yayımlandığı derginin kapan-
ması sebebiyle hem şerh hem de tercüme eksiktir.2 Bu iki tercümeyi yapan
Şerefeddin Yaltkaya ve Ahmet Hamdi Akseki’nin Osmanlı’dan Cumhuri-
yet’e intikal eden ulemadan olmasının yanısıra Türkiye Cumhuriyeti’nin sıra
ile ikinci ve üçüncü Diyanet İşleri Reisi olmaları da ayrıca önemlidir.
Üçüncü tercüme Bekir Karlığa tarafından yapılmıştır.3 Dördüncü ter-
cüme ise Şerefeddin Yaltkaya’nın tercümesinden istifadeyle Mesut Oku-
muş tarafından yapılmıştır.4
Burada yer verdiğimiz metin, Şerefeddin Yaltkaya tarafından yapılmış
olan tercümenin latinize edilmiş hâlidir. İbn Sînâ’nın tefsirinin ilk Türkçe
tercümesi olması dolayısıyla bu tercümeye yer vermeyi tercih ettik. Böyle-
ce bu tercüme de gün yüzüne çıkmış olacaktır. Tercüme metinde yer alan
köşeli parantez [ ] bizim ilavelerimizi ifade etmektedir. Yay parantez ( )
içindeki açıklamalar ise mütercimin kendisine aittir.
1 “Tefsir-i Sûre-i İhlas li-İbn Sina”, Sırat-ı Müstakim, Eylül 1326, c. 5, sy. 106, s. 21-25.
2 “İslam Türk Filozofu İbn Sina’nın İhlâs Tefsiri”, Selamet, c. IV sy. 11-79 (23 Mart 1949) -36-104. (2
Kasım 1949).
3 “İslam Düşüncesi Üzerine Araştırmalar” İstanbul 1995, s. 248-255.
4 Kur’an’ın Felsefî Okunuşu; İbn Sina Örneği, Ankara 2003, s. 243-251.
28 TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS


li-İbn Sînâ1
Bismillahirrahmanirrahim
“Kul huve Allahu ehad” kavl-i celîl-i ilahî’deki ‘hüve’ zamiri, mercii mes-
5 bûk olmamakla muktezâ-yı zâhirin hilâfına varid bir zamîr-i şan hâlinde tef-
sir olunur. Fakat buna İbn Sînâ “el-hüve’l-mutlak” diyor ve izah ediyor:
[Hüve]
el-Hüve’l-mutlak, hüviyeti gayrıdan müstefad olmadığı gibi gayra da
mevkuf değildir. Çünkü “hüviyeti gayrıdan müstefad olan”ın mahiyetini*
10 tasavvurda gayr dahi nazar-ı itibara alınmak lâzımdır.
Ne zaman ki gayr nazar-ı itibara alınmaz ise “mahiyeti gayrdan müste-
fad olan”ı “hüve hüve” tasavvur mümkün olmaz. Lâkin “mahiyeti gayrıdan
müstefad olmayıp bizzât mahiyete mâlik olanlar”[ın] hüve hüve tasavvuru
için gayrın nazar-ı itibara alınıp alınmaması müsavidir; yani mahiyeti gay-
15 rıdan müstefad olmadığı için gayr nazar-ı itibara alınsın alınmasın o, o’dur.
Bilcümle mümkinâtın vücudu ise, gayrdan müstefad, yani bir müessi-
rin eseri olmakla vücûd-i zâtîleri olmadığı için hususiyât-ı vücûdiyeleri bit-
tab‘ gayrdandır ki bu hususiyyet-i vücûdiyye dahi mahiyetten ibarettir. İşte
mahiyette melhûz olan ahvâl, şu tahlil olunan noktalardır ki bundan da
20 -şu sondaki tafsile nazaran- “hüviyeti gayrdan müstefad olan”ın mümkin
ve böyle olmayıp “hüviyeti zâtî olan”ın da vâcib olmuş olduğu anlaşılıyor.
(Vücud’un mümkin ve vâcib kısımları olmamış olaydı ya devr u teselsül
veyahut ma‘dumdan mevcudun zuhuru icab eyler idi.)
Bir de mümkinin vücudu zâtî olmadığından, yani hüviyeti vücudu-
25 na mugayir olduğundan, “vücudunun gayrdan müstefad olmuş” olduğu
da âşikâr olur. (Eğer vücudu zâtî olaydı, yani “gayrdan müstefad olma-
mış” olaydı, bu vücud, mahiyetinin aynı olur ve binaenaleyh mümkin de-
ğil vâcib olmuş olur idi.) Bundan dolayı da “hüviyeti vücuduna mugayir
olan”ın, yani mümkin’in hüviyeti, nefs-i mahiyeti için mahiyet olamaz ve
30 daha sarih bir tabir ile “li-zâtihi o, o’dur” denilemez. (Yani gayrla nazar-ı
itibara alınması icab etmeyerek bi-lâ şartı şey o vücud, ayn-ı zât veyahut o
hüviyete “nefs-i mahiyetin mahiyetidir” denilemez. Belki mümkinin vücu-
dunun münezzi‘i olan gayr dahi nazar-ı itibara alınmak lâzım gelir.)

1 Şerefeddin Yaltkaya tefsirin tercümesinden önce kısa bir girizgah yaparak hem İbn Sînâ hem de yazmış
olduğu tefsirinin kıymetine dair açıklamalarda bulunmuştur.
*
Hüviyet ile mahiyet her ne kadar zâten müttehid ise de itibaren muhteliftir.
‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫‪29‬‬

‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ـ‬


‫ـ א‬ ‫א‬ ‫ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫أ‬ ‫ا ئ‬ ‫ـ‬

‫ا‬ ‫ـ ا ا‬

‫﴿ ُـ ْ ُ َ ا ّٰ ُ َا َ ٌ ﴾‬

‫ــא כאن‬ ‫ـ ه‪ .‬ـ ن כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ ‪ :‬ـ اـ ي‬ ‫ا ـ ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ‪ .‬وכ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ אدة ـ‬ ‫ـه‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬

‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه أو ـ‬ ‫ـ اء ا ـ‬ ‫ـ אدة ـ ذا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن‬

‫ـ‬ ‫ـه‬ ‫ــא כאن و ـ ده ـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬وכ‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫כـ‬ ‫כـ כ‬

‫ـ ه‪ .‬א ـ ي‬ ‫ـ ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ذن כ‬ ‫ـ ه‪ ،‬وذ ــכ ـ ا‬ ‫و ـ ده ـ‬

‫ـ د‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ ه‪ ،‬ـ‬ ‫ـ ده כאن و ـ ده ـ‬ ‫אـ ة‬ ‫ــא א ـ‬ ‫وأ ـאً ــכ‬

‫اـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫א ـ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ‬


30 TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Lâkin Mebde-i Evvel, “li-zâtihi hüve hüve” olduğundan vücudu, ayn-ı


mahiyetidir ki bundan da zarureten vâcibu’l-vücûd olduğu sabit olur ve
yalnız vâcibu’l-vücûd için de “lâ hüve illâ hüve” denileceği tezahür eder;
yani Mebde-i evvel’in gayrı olan kâffe-i mümkinât, min haysu hüve hü-
5 ve nazar-ı tefekküre alınırsa o, o’dur sûretiyle mahiyetlerine bi-lâ şartı şey
ayn-ı vücûd olmak hükmü verilemez.
Belki bunların hüviyetleri gayrdan müstefad ve vâcibu’l-vücûd ki li-zâti-
hi hüve hüve olan ve daha doğrusu zâtî aynı mahiyeti olmakla “o, o’dur”
tabirinden başka bir suretle ifadesi mümkün olmayan Mebde-i Evvel’in
10 hüviyeti ise gayrdan müstefad olmayıp muktezâ-yı zâttır.
Bu hüviyet-i mutlaka ise adîmu’l-isim bir mânâ olmakla zikr-i levâzı-
mıyla şerh olunmuştur.
Levâzım: ya izafî veya selbîdir ki levâzım-ı izâfiye, muarrefi daha ziyade
tavzih ve tarif edeceğinden tariflerde levâzım-ı selbiyeden ziyade bunların
15 isti‘mali evlâdır. Sülûb ve izâfâtı câmi‘ olan lâzım ise tarif hususunda bit-
tab‘ sıfat-ı ekmeliyeti hâizdir ki bu da o hüviyetin ancak “ilah” olmasıyla
zikr u îrad olunabilir. Çünkü ilah, sûret-i mutlakada gayr kendisine mün-
tesib olup kendisinin gayra asla intisabı olmayandır.
İlah-ı mutlak ise cemî-i mevcudâta nisbeten (avâlim-i gaybiye ve mev-
20 cudât-ı meşhûdedeki kâffe-i mücerredât ve maddiyâta nazaran) bu hâl u
vaziyette olduğundan gayrın kendisine intisabı izafî ve kendisinin gayra
adem-i intisabı selbî olmuş olur. Ve arz olunduğu vech üzre celâl ve azame-
tine binaen “o, o’dur”dan başka hüviyet-i ilâhiye için bir ta‘bir olmadığın-
dan bu hüviyet-i muazzama zikr-i levâzımıyla şerh olundu ki bu levâzım
25 dahi izâfî ve selbî olup bunların ekmeli ise ikisini de câmi‘ olan lâzım oldu-
ğu dahi ânifen arz olunmuş idi.

[Allah]
‘Allah’ lafz-ı şerifi ise ism-i zât olup cemî-i sıfâtı müstecmi‘ ve kâffe-i
levâzım-ı selbiye ve izafiyeyi câmi‘dir.
30 Rücû‘: Binaenaleyh hüviyet-i mutlakaya işaret olan ‘hüve’ lafzı, ‘Allah’
ism-i zâtıyla takib kılınıp hüve’nin adîmu’l-isim olan medlülü tamamen
keşf u izah buyuruldu.
‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫‪31‬‬

‫ـ د‬ ‫ا‬ ‫א ـ ‪ .‬ـ ذن وا ـ‬ ‫ا ـ ‪ ،‬ـ ذن و ـ ده ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ا ول ـ‬ ‫כـ‬

‫ـ ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ـ‬ ‫ــא ـ اه ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬أي כ‬ ‫ـ إ‬ ‫اـ ي‬

‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ ذا ـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ـ اـ ي اـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ه‪ .‬ووا ـ‬

‫از ـ ‪.‬‬ ‫إ‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ‪،‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫و ــכ ا‬

‫ــ ًא ــ ا ــ ر‬ ‫א ــ أ ــ‬ ‫‪ .‬وا ــ ازم ا‬ ‫ــא إ א ــ و ــא ــ‬ ‫وا ــ ازم‬ ‫‪٥‬‬

‫‪ .‬وذ ــכ‬ ‫א ـ وا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ـ زم ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫‪ .‬وا כ ـ‬ ‫ا ـ‬

‫ـ اـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ هو‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ ـאً‪ ،‬ـ ن ا ـ ـ ا ـ ي‬ ‫ـ כـ ن ــכ ا‬

‫ـ دات‪ ،‬א ــאب ـ ه‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ـ ي כـ ن כ ــכ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬وا ـ ا‬

‫‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫اـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ إ א ـ وכ ـ‬

‫ــא إ‬ ‫ــא و‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫כ ـ أن‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا‬ ‫و ــא כא ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬

‫و ــא‬ ‫ــא ـ‬ ‫ــא أن ا ـ ازم‬ ‫از ــא‪ .‬و ـ‬ ‫ـ إ ــא כـ ن‬ ‫ـ ح ــכ ا‬ ‫ـ‬
‫ْ‬
‫ـ ‪ .‬و ــא أن‬ ‫ـ ذכـ ا‬ ‫وا ـ ح ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫إ א ـ و ــא أن ا כ ـ‬

‫ـ ﴿ ـ ﴾ כـ ﴿ا ﴾ כـ ن‬ ‫ـ م ّـ‬ ‫ـ ًא‬ ‫ــא‬ ‫ــאول‬ ‫אـ‬ ‫ا ـ ا‬

‫ــכ‪.‬‬ ‫ـ ﴿ ـ ﴾ وכא ـ ح‬ ‫ـ‬ ‫ــא دل‬ ‫﴿ا ﴾ כא כא ـ‬ ‫‪١٥‬‬


32 TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Letâif:
a) Bu hüviyet-i mukaddese-i ilâhiye’nin yalnız lâzım-ı ulûhiyet ile ta-
rif olunması mukavvimât-ı sâire (cins ve fasıl, araz gibi tariflerde isti‘mal
olunan eczâ-i maddiye)si olmadığına işarettir. Çünkü olduğu hâlde adem-i
5 zikirleri kâsıriyet-i kelamı mucib olur idi.
b) Lâzım-ı ulûhiyet, yani ulûhiyetten ibaret olan lâzımın zikri akîbinde
‘ehad’ lafzı irad olundu ki bu lafız gâyet-i vahdaniyeti ifade ettiği için hü-
viyet-i mukaddese-i mezkure nihayet-i ferdiyette ve gâyet-i vahdette olup
tarifi hususunda mukavvimât mevcud olmadığına ve bundan dolayı da
10 ancak zikr-i levâzımıyla tarif kılınacağına tenbih ve işaret buyurulmuştur.
Takdir-i kelam, “Gâyet-i vahdet ve kemâl-i besâtetinden dolayı ukûl-i
kâsıra-i beşeriye, iktinâh-ı hakikatinden kâsır ve envâr-ı ezeliyesinin me-
bâdi-i işrakına bile tâkat getirmekten âciz olduğu ulûhiyetten ibaret olan
hüviyet-i mukaddese adîmu’l-isim olmakla levâzımının zikrine iktisar
15 olundu” demek olur.
c) (Mebdeiyyet-i küll, vücûb-i vücûd vesâire gibi) hüviyet-i mebde-i
evvel için levâzım-ı kesîre var ise de bu levâzımın Mebde-i Evvel’e olan
nisbetleri mütefâvittir; yani bir tertib dahilindedir, kurb ve bu‘dları müsavi
değildir. Çünkü levâzım, malûlât demektir. Vâhid-i hakîkî-i basîtten ise vâ-
20 hidden başkası sudûr etmez. Ancak ale’t-tenâzül tûlen ve arzen yekdiğerini
velî ederek vahdât-i levâzım bi’s-sudûr tekessür ve taaddüd eyler ki lâzım-ı
karîbinin ta‘rif hususundaki haiz olduğu kuvvetin lâzım-ı baîdden daha
ziyade olduğu da yukarıda zikrolunmuş idi.
Nitekim insanın a‘râz-ı zâtiyesinden olan taaccüb ile dıhk’dan her bi-
25 rinin insana olan nisbetleri bir addolunmayıp taaccüb, dıhk’a nazaran ak-
reb-i itibar olunmakla insanı taaccüb sıfatıyla tarifi daha ziyade medâr-ı
tavzîh olur. Bunun için bir mahiyetin levâzımıyla ta‘rifindeki vüzûh ve
hafâ, o lâzımın mahiyete olan kurb ve ba‘îdiyle mütenâsibdir.
Bi-ibaretin uhrâ, bir mahiyetin lâzım-ı ba‘îdi malûl-i hakîkîsi olmayıp
30 malûlün malûlü olmakla ikinci veya üçüncü derecede vâki‘ olmuş olur.
Kendisi için sebep olan bir şeyin dahi sûret-i hakîkada bilinmesi, o
sebebin bilinmesine menût olduğu gibi, “sebeb-i vücûdu olmayan” dahi
levâzımın zikriyle malum olacağı için tarif-i mahiyette levâzım-i ba‘îdenin
zikri tarifin hakîkî olmasına mâni‘ olur. Tarifin hakîkî olması için mahiye-
35 tin bizzât iktiza ettiği levâzım-ı karîbe zikrolunmalıdır.
‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫‪33‬‬

‫أ ‪:‬‬ ‫אئ‬ ‫و‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ذ ــכ ـ‬ ‫ـ أ ـ‬ ‫از ــא و ـ ا‬ ‫ـ‬‫ــא ـ ف ــכ ا‬ ‫ــא أ ـ‬


‫ّ‬
‫ــא ا ـ ا ـ ازم א ـ اً‪.‬‬ ‫ــאت وإ ــכאن ا ـ ول‬ ‫ـ ء ـ ا‬

‫ذ ــכ ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾‪ .‬و ـ‬ ‫ّـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ زم ا‬ ‫ــא ـ ح ــכ ا‬ ‫و ــא‪ :‬أ ـ‬


‫ــ ا א ــאت ــ‬ ‫ــא כאن ــ أ‬ ‫ــ أ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ ‪ ،‬ــכאن ــ‬ ‫ا א ــ ــ ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ إ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـم ـ ر‬ ‫ــאت‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة و ـ כـ‬ ‫ا‬


‫ــא‬ ‫ـ ح ــא إ ــא ـ ك ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا ــכ م‪ :‬ا‬ ‫ـ‬ ‫כـ ا ـ ازم‪ .‬و‬
‫ــא وכ ــאل‬ ‫א ــ و‬ ‫ــ‬ ‫ــ ذכــ ا ــ ازم‪ ،‬و ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــאت وا‬ ‫ذכــ ا‬
‫א ـ ا ـ ل ـ اכ ــא א وا ـ ف دون ــאدئ إ ـ اق أ ار ــא‪.‬‬ ‫אا ـ‬ ‫ــא‬

‫و ــא‪ :‬أن ـ ا ـ أ ا ول ــא ـ ازم כ ـ ة‪ .‬و כ ـ ــכ ا ـ ازم َّ ـ ‪ .‬ـ ن‬ ‫‪١٠‬‬


‫َ‬
‫ـ ر ـ أכ ـ ـ‬ ‫ا ـ ازم ـ ت‪ .‬وا ـ ء ا ا ـ ا ـ ُّ ا ـ ـ כ و ـ‬
‫أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـאً‪ .‬و ن ا ـ زم ا‬ ‫ًو‬ ‫ـ ه ـ‬ ‫ا ــאزل ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ا ـ إ‬
‫ـ ا‬ ‫א ــכאً‪.‬‬ ‫ّ ـאً أ ـ ف ـ כ ـ‬ ‫ــאن‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ن כـ ن ا‬ ‫ـאً ـ ا ـ زم ا‬
‫ـ‬ ‫ــא כאن ا ـ زم أ ـ ب כאن ا‬ ‫از ــא‬ ‫ـ ء ـ ء ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ْ أراد‬
‫أ ـ ‪.‬‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ًא‪ :‬و ــ أن ا ــ زم ا‬ ‫ــ آ ــ أ ــ‬ ‫ــ ا ا ــכ م ــ‬ ‫و כــ‬
‫ـ ‪ ،‬وا ـ ء ا ـ ي‬ ‫ً‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ ء‬ ‫ً‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ا ـ ء‬
‫ـ ُذכـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫ـא ‪.‬‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ‬ ‫ـف א‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ـאً‪ ،‬ـ‬ ‫ـאً‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة ـ כـ ذ ــכ ا‬ ‫از ــא ا‬ ‫ـ ء ـ‬ ‫ا א ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ءاـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ زم ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ أن ُ כ ـ ـ ا‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ـ ه‪.‬‬ ‫ا ـ ء اـ‬
34 TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Mebde-i Evvel’in ise vücûb-i vücûdundan akreb diğer bir lâzımı yoktur.
Zira vücûb-i vücûdu vasıtasıyla kâffe-i kâinata mebde olmuştur.
Vücûb-i vücûd ve mebdeiyyet-i küll lâzımlarının mecmuu veyahut
levâzım-i selbiye ve izafiyenin hey’et-i mecmû‘ası da ulûhiyetten ibarettir.
5 Fe-lihâzâ “hüve” lafz-ı şerifiyle bundan başka bir sûretle ifadesi müm-
kin olmayan hüviyet-i mahza-i basîta-i hakka’ya işaret olunup buna lüzû-
men en karîb olunan ulûhiyet terdif olunmuş olmakla tahkîkât-ı hikemi-
ye-i mezkûre kavl-i ilâhî’ye tamamen tetabuk eylemiştir.
[O’nu tesbih (ve takdis) ederim. O’nun şanı ne yüksek, [kuvvet ve]
10 kudreti ne kahredicidir! O, öyle yüce bir ilâhtır ki ihtiyaçlar O’nda son
bulur. İstenilen şeylere O’nun yardımıyla erişilir. O’nu nitelendirenlerin
en büyük sıfatları ve övenlerin en yüce övgüleri, O’nun [Kur’ân’da] kendisi
için seçtiği celâl, azamet, lütuf ve güzellik vasıflarının en aşağılarına bile
ulaşmaz. [Onlar, O’nu tavsiften acizdir]. Bilakis bu hususta mümkün olan
15 miktar, daha fazlasının söylemenin mümkün olmadığı şeyi söylemektir ki
o da Kitab-ı Aziz’inde zikreylediği, mukaddes vahyine ve zâhir, celî, dakîk
remizlerine tevdi ettiği şeydir.]1

Şekk ve Tahkik
Her ne kadar bizim için mahiyet-i ilâhiyeyi marifet ancak sülûb ve
20 izâfât vasıtası ile ise de akıl ve âkil ve makûlün bir olduğu mertebe-i ulûhi-
yette malum olan bu mahiyet ne için beyan olunmayıp levâzımının zikrine
iktisar olunmuştur?
-Mebde-i Evvel’in vahdeti “vahdet-i mücerrede” ve besâteti “besâtet-i
mahza” olmakla hiçbir sûretle mukavvimât mevcud olmadığı gibi o merte-
25 bede asla kesret ve isniyyet dahi yoktur.
Bu mertebenin li-zâtihi aklî -mukavvimâtı bulunmadı-
ğı için- mukavvimât-ı zâtını taakkul mânâsına olmayıp cemî‘-i vü-
cûh itibariyle kesretten münezzeh olan hüviyet-i sırfa-i mahzâsı-
nı taakkulundan ibarettir ki levâzım dahi işte bu besâtetin icabât ve
30 malûlâtıdır. (Yani, o mertebe levâzım’dan bi’l-külliye mücerreddir.)

1 “Onu tesbih ve takdis ederim” ifadesi ile başlayan paragraf Şerefeddin Yaltkaya tarafından tercüme
edilmemiş bunun yerine tercüme metinde Arapça ifadesi yer almıştır.
‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫‪35‬‬

‫ــ وا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ د‪ .‬ــ‬ ‫زم أ ــ م ــ و ــ ب ا‬ ‫ــ‬ ‫وا ــ أ ا ول‬

‫ـ‬ ‫ـ ع‬ ‫ــא ـ اه‪ .‬و‬ ‫ـ أ ــכ‬ ‫ـ أـ‬ ‫و ـ ب و ـ ده‬ ‫ــא‬ ‫ـ دو‬ ‫ا‬

‫ـ ًא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ﴿ ـ ﴾اـ ا‬ ‫ـ ا ــא أ ــאر‬ ‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫ـ ء‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬وכאن‬ ‫ـ ء ـ ىأـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫כ ـ أن‬ ‫ا ـ‬


‫ّ‬
‫ـ ا א ـ ـ زم‬ ‫ـ אء و ـאً ـ ‪ ،‬و ـ ا‬ ‫ذ ــכ כـ أ ـ ب ا‬ ‫ـ ا ـ ازم ّ ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ــאب‪.‬‬ ‫وا‬ ‫ا ـ‬

‫ـ ا א ــאت‬ ‫ـ א ! ـ اـ ي ـ‬ ‫ــא ! و ــא أ ـ‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫ـ א‬

‫ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ ـ ا ـ ل وا‬ ‫ــא ا ـ‬ ‫ـ أد ـ‬ ‫ـ ه ـ ا א ــאت‪ ،‬و‬ ‫وـ‬

‫כـ ذכـ ه‬ ‫ـ ؛ ـ ا ـ را‬ ‫ا ا‬ ‫ـ ت ا א ـ وأ ـ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ‬ ‫وا‬

‫ــ س‬ ‫ــ وأود ــ ــ و ــ ا‬ ‫ــ ا ــ ي ذכــ ه ــ כ א ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ أز ــ‬ ‫ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫وا ـ ز ا א ـ ة ا‬

‫ــא‬ ‫ــ ه‬ ‫כــ‬ ‫ــאرك و א ــ وإن כאن‬ ‫ــכ‪ :‬و ــ أن א ــ‬


‫ّ‬ ‫و ــ‬

‫ــא‪ .‬ـ ن ــאك ا ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ــאت وا ـ ب إ أ ـ‬ ‫ا‬ ‫ــא‬ ‫إ‬

‫ــכ ا ـ ازم؟‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــכ ا א ـ وا‬ ‫כـ‬ ‫ــאذا ـ‬ ‫ـ ل وا ـ ‪.‬‬ ‫وا א ـ وا‬

‫ــ دة‬ ‫ــ و ــ ة‬ ‫ــאت أ ــ ً‪.‬‬ ‫ــ أ ا ول ــ ء ــ ا‬ ‫ــ ل‪ :‬ــ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــאك أ ــ ً‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ و כ ــ ة ــ و ا‬ ‫و ــא‬

‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــאت‪ ،‬ــ‬ ‫ذا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ‬

‫ــ ه‪.‬‬ ‫ــ ا‬ ‫ا כ ــ ة ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ِ ــ ا‬ ‫ــ ا‬ ‫ا‬ ‫ذا ــ إ‬
36 TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Vahdet-i sırfa-i ilâhiyeden “hüve” ile tabir edilip olduğu gibi vücûd-i mah-
sûs-i ilahîye işaretten sonra besâitin levâzım-ı karîbe ve mürekkebâtın mu-
kavvimât ile tarifi usûl-i hikemiyeden olmakla Mebde-i Evvel’in besâtet-i
hakîkîyesine en karîb bir mertebede bulunan lâzım-ı ulûhiyet zikrolundu.
5 Zira tarifin mânâ-yı hakîkîsi makûl ve muarref olan, yani tarifi sadedinde
bulunulan şeye mutabık bir sûretin nefiste husûlüdür.
Eğer muarref mürekkeb olursa bittab‘ eczâsının ve basît olduğu tak-
dirde levâzımının dahi ayn-ı zamanda nefiste husûlü icab eder ki besâitin
levâzımıyla olan tarifi mürekkebâtın eczâsıyla olan tarifi gibidir. Bu mesele
10 hakkında kütüb-i mantıkiyeden Kitabu’ş-Şifâ nâm eserimde daha ziyade
tafsîlât mevcuttur.

[Ehad]
“Ehad” vahdette mübâlağadır ve bu hususta mübâlağa-i tâmme dahi
haddu’l-gayeye vüsul ile olur. Çünkü “vâhid” za‘f ve şiddet itibariyle mânâ-
15 sı efradında derece-i müsaviyede olmayan bir küllî-i müşekkek olmakla
“hiçbir vechile kâbil-i taksim olmayan”ın, “bir vecihten taksimi mümkün
olan”dan daha ziyade vâhidiyetle tavsifi evlâ olduğu gibi, “inkisam-ı aklî ile
taksim edilebilen” dahi, “hissen taksim edilen”den daha çok bu sıfatla tav-
sif olunmaya ehakk ve elyaktır. “Hissen taksimi mümkün olup da taksimi
20 henüz kuvveden fiile çıkarılmamış olan” dahi, “bilfiil taksim edilmiş olan
şey”den daha ziyade bu tavsife müstahaktır.
Şu misallerden vâhidiyetin efradı beynindeki tefâvüt anlaşıldıktan son-
ra bunların en kavisinin, yani vâhidiyette hadd-i kemâle vâsıl olan ferdin
mâ-fevki olmamak lâzım gelir. Çünkü vâhidiyetteki mübâlağa ve ferdani-
25 yet-i mutlaka bunu muktezidir, yoksa ehadiyet nisebî kalıp ehad-ı mutlak
değil ehad bi’l-kıyas olmuş olur.
Bu “ehad” lafz-ı şerifi, mahiyet-i ilâhiye’nin min külli’l-vücûh vâhid
olduğuna, yani ecnâs ve fusûl gibi mukavvimâtı teşkil eyleyen kesret-i mâ-
neviye ve madde ve sûret gibi kesret-i maddiyesi bulunmadığına dâlldir ki
30 bu lafz-ı şerif ayn-ı zamanda kerem-i vech-i ilâhîye lâyık, vahdet-i kâmile
ve besâtet-i hakka’yı burka‘-pûş eden sûver, a‘râz ve eb‘âz ve a‘zâ ve eşkâl
ve elvan ve sâir vücûh-i teşbihten münezzeh olduğunu da mutazammındır.
‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫‪37‬‬

‫ـ ‪ .‬و ـ أ ــאر‬ ‫א א ـ ازم ا‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ ة ـ ازم‪ .‬ـ ذن ذכـ‬ ‫و ــכ ا‬


‫ـ‪.‬‬ ‫א ـ و ـ ده‬ ‫ـ ص ـ‬ ‫ا ـ و ـ ده ا‬

‫ـ ـ ا כ ــאل‬ ‫از ــא ا‬ ‫ا ــאئ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا כ ـ ‪ :‬و ـ أن‬ ‫و ـ اأ ـ‬


‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ا אـ‬ ‫ـ‬ ‫א ــא‪ .‬ـ ن ا‬ ‫כ ــאت כ ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫כ‬
‫أ ائـ ‪ ،‬وإن כאن‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل‪ .‬ـ ن כאن כ ـ ًא و ـ أن‬ ‫א ـ‬ ‫ـ رة‬ ‫‪٥‬‬
‫א ـ أ ـאً‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ כ ــכ כא ـ ا ـ رة ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ אً و ـ ـ ازم‬
‫כ ــאت‪ .‬و ــאم‬ ‫ــאت ـ ا‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ا ــאب כא‬ ‫א ـ ازم ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ا‬
‫ـ כ ــאب ا ـ אء‪.‬‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫ـ‬

‫ـ ة‬ ‫ـ ة‪ .‬وا א ـ ا آ ـ ـ ا‬ ‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ א ـ ـ ا‬ ‫و ـ ـ‬
‫ــא‪ .‬ـ ن‬ ‫כ ـ أن כ ـ ن أ ـ و أכ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ إذا כא ـ ا ا ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ‬ ‫ـ أ ـ ً أو ـ א ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ א ــכ כ‪ .‬א ـ ي‬ ‫ــא‬ ‫ـ ل ـ‬ ‫ا ا ـ‬
‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫א ا‬ ‫ـ ًא أو ـ‬ ‫ــא ًא‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ه‪ .‬وا ـ ي‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬
‫‪،‬‬ ‫ـ א‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫و ـ א ـ ة أو ـ א ا‬ ‫ـ א ـ‬ ‫وا ـ ي‬ ‫ـ א ـ‬
‫ـ و ـ ة‬ ‫ـ א ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ي ـ و ـ ة א ـ ـ أو ـ א ا ـ ــא‬ ‫אـ‬
‫ـ‬ ‫ــאب ا ـ ا ـ أ כ ــא ــאل ِ ـ כ ــאب وا‬ ‫ــא ـ ا‬ ‫ـ ـ و‬ ‫א‬ ‫‪١٥‬‬
‫ّ ٌ‬
‫ـ وأن‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ اء وا ــאت‪ .‬وإذا ـ أن ا ـ ة א ـ‬ ‫واء أو ِ ِ ـ‬ ‫وا ـ‬
‫ّ ّ‬
‫כـ أن‬ ‫ـ ـ ل ـ ــא ـ א ــכ כ وا כ ـ ـ ا ـ ة ـ ا ـ ي‬ ‫ا ا‬
‫ـ ة‪،‬‬ ‫אـ ا א ـ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫ـ ة‪ .‬وإ‬ ‫כـ ن ـ ء آ ـ أ ـ ى ـ ـ ا‬
‫ـ ء دون ـ ء‪.‬‬ ‫כـ ن أ ـ ًا א ــאس ا ـ‬ ‫ـ ًא‪ ،‬ـ‬ ‫כـ ن أ ـ ًا‬ ‫ـ‬

‫‪ ٢٠‬ه‪ ،‬وأ ـ כ ـ ة ــאك أ ـ ً‬


‫ـ ا ـ‬ ‫א ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ دل ـ أ ـ وا ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ــאت כא ــאس وا ـ ل أو כ ـ ة ا ـ اء ا ـ‬ ‫ـ ‪،‬أ ـ כ ـ ةا‬ ‫כـة‬
‫ـ ‪ .‬وذ ــכ‬ ‫ـ א ـ ة أو א ـ כ ــא ـ ا‬ ‫כא ــאدة وا ـ رة ـ ا ـ أو כ ـ ًة‬
‫אض‬ ‫وا אدة وا ـ رة وا ـ اض وا‬ ‫وا‬ ‫ـ ًא ا‬ ‫ـ ا ــאن כ ـ‬
‫وا ــא‬ ‫ة ا כא‬ ‫َّ ا‬ ‫ها ـ ا‬ ‫ان و ــאئ ا‬ ‫ــכאل وا‬ ‫אء وا‬ ‫وا‬
‫ـ ء‪.‬‬ ‫ـ ء أو ــאو‬ ‫ـ أن ـ‬ ‫ـ و אـ‬ ‫ـ ا ئ ـ כـ م و ـ و ـ‬ ‫‪ ٢٥‬ا‬
38 TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

-Yukarıdan beri zikrolunan deâvâ-yı adîdenin ‘ehad’ lafz-ı şerifinde in-


diracı teslim olunduktan sonra bu davalara burhan aranılacak olursa şu
suretle bir kıyas teşkil eyler ve bir burhan-ı mantıkî ikame ederiz:
Hüviyeti, ictimâ‘-ı eczâdan hâsıl olan mahiyetin cümlesini tasavvur, bu
5 eczânın zihinde huzuruna mütevakkıftır; yani bunlar hiçbir zaman li-zâti-
hi hüve hüve olmayıp gayrın inzimamı lâzımdır.
Bunun için gayr nazar-ı itibara alınmaksızın “o, o’dur” denilip zâtı için
aynî mahiyeti olmak hükmü verilemez.
Lakin Mebde-i Evvel, “Allah” lafz-ı şerifinin delâleti vech üzere li-zâtihi
10 hüve hüve olmakla hüviyet-i ilâhiyenin eczâsı olmadığı sabit olur. (Yani
hüviyet-i ilâhiye basît olmakla eczâsı yoktur ki bu da vâcib’ul-vücûd ve
mebde-i küll olmaklığı ve sâir levâzım-ı ulûhiyeti mucibdir.)

Allahu’s-samed
“Samed” lügatta iki sûretle tefsir olunmuştur: 1. Lâ cevfe lehû (boşluğu
15 olmayan); 2. Umûr-i mühimmede kendisine müracaat olunan zât-ı celî-
lu’l-kadr’dir.
Birinci tefsire göre mânâsı selbîdir ki nefy-i mahiyete işarettir. [Nefyo-
lunan bu mahiyet gayra müteallik olan mahiyettir.] Çünkü “mahiyeti-ol-
mayan”ın mahiyetten ibaret olan cevf ve batnı dahi olmayacağı tabiidir.
20 Bâtını olmadığı hâlde mevcud bulunan zâtındaki cihet ve itibarı ancak
vücududur.
Vücuddan başka itibar ve ciheti olmayan yani min haysu hüve hüve vü-
cuddan ibaret olan ise gayr-ı kâbil-i ‘ademdir. Bundan da samed-i hakîkînin
kâffe-i vücûhtan mutlak vâcibu’l-vücûd olduğu mantıken istintac olunur.
25 İkinci tefsire nazaran mânâ selbî olmayıp izafîdir. Bu da kâffe-i mah-
lukât için zât-ı ulûhiyetin seyyid-i küll olmasıdır.
Âyet-i kerîmeden bu iki mânânın irade edilmesi de muhtemeldir.* Bu
hâlde âyet-i kerîme’nin mânâ-yı münîfi, “İlah böyle olandır, yani ulûhiyet
şu selb u icabın mecmû‘undan ibarettir” siyakında olmuş olur.
*
İbn Sînâ’nın bu kelamı kendisi Hanefiyyu’l-mezheb olmakla umûm-i müştereke binaendir.
‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫‪39‬‬

‫ــ ه‬ ‫ــ‬ ‫ر ــ‬ ‫ــאرت‬ ‫ــ‬ ‫ــئ‬ ‫ــ ‪ َ :‬ــ ْ أ ّن د ــאوى ــ ه ا‬ ‫و ئــ‬

‫ــא כא ــ‬ ‫א ــ أن כ‬ ‫ــ ل‪:‬‬ ‫ــ ه ا ــ رة؟‬ ‫ــא ــ‬ ‫ــאن‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ‪،‬‬ ‫ا‬

‫ـ ل ــכ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאع أ ـ اء כא ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ ــא‬

‫ا ـ כ ــא دل‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ا ول ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬כـ‬ ‫اـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ اء ـ‬ ‫ا‬

‫ـ اء‪ .‬ـ ا ــא‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ﴿ ُ ـ ْ ُ ـ َ ا ُ أَ َ ـ ٌ ﴾‪ ،‬ـ ذن ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ار כ ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ا ـ ‪ .‬وا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ‬

‫א ـ ‪ ﴿ :‬اَ ّٰ ُ ا َّ َ ُ ﴾‬ ‫ـ‬

‫ـ ف ـ ‪ .‬وا א ـ ‪ :‬ا ـ ‪.‬‬ ‫ــא‪ :‬ا ـ ي‬ ‫ـ ان‪ ،‬أ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ ـ ا ـ‬ ‫ا‬

‫ــא ـ‬ ‫ـ ا א ـ ‪ .‬ـنכ‬ ‫‪ ،‬و ـ إ ــאرة ا ـ‬ ‫ــאه ـ‬ ‫ـ ا ول‬ ‫ـ ا‬

‫ـ د ـ‬ ‫א ـَ ـ و ـ‬ ‫ــכ ا א ـ ‪ .‬و ــא‬ ‫ـ فوא ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫א ـ כאن ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ‬ ‫ـ د‪ ،‬ـ‬ ‫ا ــאر ـ إ ا‬ ‫ـ د‪ .‬وا ـ ي‬ ‫ـ و ا ــאر ـ ذا ـ إ ا‬

‫ـ‬ ‫ـ م‪ .‬ـ ذن ا‬ ‫ـ د ـ אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ م‪ .‬ـ ن ا ـ ء ـ‬ ‫אـ‬

‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـאً ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ا‬ ‫ا ـ ا ا ـ‬

‫ـ ًا ــכ ‪ ،‬أي ـ أ ــכ ‪.‬‬ ‫ــאه إ א ـ ‪ ،‬و ـ כ ـ‬ ‫ـ ا אـ‬ ‫و ـ ا‬

‫ـ ا ـ ي כـ ن‬ ‫ــאه أن ا ـ‬ ‫ــא ـ اداً ـ ا ـ ‪ ،‬وכאن‬ ‫ـ أن כ ـ ن כ‬ ‫و‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــאب‪.‬‬ ‫وا‬ ‫ـ ع ـ اا ـ‬ ‫ــאرة ـ‬ ‫ـ‬ ‫כ ــכ‪ ،‬أي ا‬


40 TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Lem yelid ve lem yûled


Hüviyet-i ilâhiye’nin kâffe-i mahlûkatı îcad ve cemî‘ mahiyâtta ifâza-i
vücûd mânâsına olan ulûhiyeti muktezi olmasıyla kendisinin bir misl’ine
dahi ifâza-i vücûd eyleyip onun vâlidi olması tevehhüm edilmiş olmakla
5 Hak Teâlâ hazretleri bu zehâb-ı bâtılı def‘ için “lem yelid” kavl-i celîliyle
kendisinde[n] bir misl’in tevellüd etmeyeceğini beyan buyurdular. Çünkü
kendisinden bir misl’i tevlîd edenler mahiyette o misl ile müşterektir. (Zira
mislen nev‘ide mümâselet, şahsiyetin onda iştirâkiyle olur.)
Ve bu sûretle mahiyet-i müşterekesi olanların teşahhusâtı dahi maddî ol-
10 mak veyahut madde ile alâkası bulunmakla olur ki bundan da maddiyyâtın
veyahut madde ile alâkadar olanların gayrısından mütevellid olacağı sabit olur.
Ve şu hâlde takdir-i kelâm, “Doğurmadı çünkü doğurulmadı” hâlinde bu-
lunur. (Yani ne kimse kendisinin pederi ve ne kendi kimsenin pederi değildir.)
Doğurmamasına doğurulmamış olması illet olarak îrad olunmuş ise de
15 in‘ikâsen doğurulmamış olmasına bir delil aranılmak mümkün olmakla bu
yoldaki vârid olacak bir suâl-i mukaddere cevab olarak deriz ki: Sûre-i şeri-
fede buna da işaret-i kâfiye vardır. Yukarıda “samed” lafz-ı şerîfinin tefsirin-
de zikrolunduğu üzere cevf ve batnı olmamak ve mahiyeti bulunmamakla
zâtındaki cihet ve itibarı ancak vücudundan ibaret olduğu, yanî zâtı ayn-ı
20 vücûdu bulunduğu, daha doğrusu gayrdan gayr-ı mütevellid bulunması
vâcib olduğu için ibtida sûre-i şerifede “hüve” buyurulup buna işaret edil-
miş ve bu mahiyetin gayrdan müstefad olmayıp li-zâtihi hüve hüve olduğu
üslûb-i diğer ile ifade olunmuş idi.

Tezyîl:
25 ‫ات َ َ َ َّـ َن ِ ْ ـ ُ َو َ ْ َ ـ ُّ ا ْ َ ْر ُض‬
ْ ُ َ ٰ ‫אد ا َّ ـ‬ َ ‫)و َ א ُـ ا ا َّ َ ـ َ ا َّ ْ ٰ ـ ُ َو َـ اً َ َ ـ ْ ِ ْئ ُـ ْ َ ْ ـٔـאً ِاداًّ َـ‬
ُ ‫ـכ‬ َ
ve 1(ً‫ـאل َ ـ اًّ اَ ْن َد َ ـ ْ ا ِ ْ ٰ ـ ِ َو َـ ا‬ ُ ‫َو َ ِ ـ ُّ ا ْ ِ َ ـ‬
َّ
2 ِ
(ً‫)واَ َّ ُ َ َ א ٰ َ ُّ َر ِّ َא َ א ا َّ َ َ َ א ً َو َ َو َ ا‬
َ َ
gibi Cenâb-ı Hakk’ın veled ve zevc ittihaz eylemiş olduğu itikâd-ı bâtılını
redden tehdîd-âmiz şeref-nüzûl eylemiş olan bilcümle âyât-ı kerîmenin bu
30 sırr-ı azîme râci‘ olduğuna bu âyet-i celîlede tembih ve işaret vardır. Çünkü

1 Meryem 19/88-91: “Rahmân çocuk edindi, dediler. Hakikaten çok çirkin bir iddia ortaya attınız. Öyle
ki bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer ortasından yarılacak, dağlar yıkılıp çökecek! Çünkü
Rahmân’a çocuk yakıştırıyorlar. Hâlbuki çocuk edinmek Rahmân’ın şanına yakışmaz.”
2 Cin 72/3: “Şu muhakkak ki Rabbimizin şanı çok yücedir; O ne bir eş edinmiştir ne de çocuk.”
‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫‪41‬‬

‫ـ ‪َ ﴿ :‬ـ َ ِ ـ ْ َو َ ُ َ ْ ﴾‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬


‫ْ‬ ‫ْ‬

‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאج ا ـ وأ ـ‬ ‫ا ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ א و א ـ أن ا ــכ‬ ‫ــא ـ‬


‫ّ‬
‫ــ כ ا א ــאت‪ ،‬ــ‬ ‫ــ د‬ ‫ــ دات و ــ ا ــאض‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ د‬
‫ّ‬
‫ا و ــאم أ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ‬ ‫ــא ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ أن‬ ‫ــ א أ ــ‬

‫ـ ا ــכ وإ ــאد ا ــכ ‪،‬‬ ‫א ــא ا א ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא כא ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ א أـ‬ ‫כ ـ ن و ـ اً ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ـ ده و ـ د‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬

‫ــ و ــ‬ ‫ــ כ‬ ‫א ــ‬ ‫ــ כא ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ ‪ ،‬ــ ن כ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬

‫ا ــ‬ ‫إ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه‬ ‫ــ و ــ‬ ‫ــ כ‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ ه‪ .‬ــכ‬

‫ــ ًا ــ‬ ‫ــ א ــאدة כאن‬ ‫ــא כאن אد ــ ًא أو כאن ــ‬ ‫ــא‪ ،‬وכ‬ ‫ا ــאدة و‬

‫ـ «‪.‬‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــכ م כ ـ ا » ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪.‬‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ؟‬ ‫ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ـ أـ‬ ‫ـ ه ا ـ رة ـ ل‬ ‫ـ ن ـ ‪ :‬ـ ي إ ــאرة ـ‬

‫ـ ‪،‬و ـ اـ يا ـ أ ـ‬ ‫ـ א ـ وا ــאر ـ ى أ ـ‬ ‫ــא ـ כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪:‬‬

‫ــ ه‪،‬‬ ‫ــ اً ــ‬ ‫כــ ن‬ ‫أن‬ ‫ا ــ و ــ‬ ‫ــ‬ ‫أول ا ــ رة כــ ه وכא ــ‬

‫ا ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫כــ ن ــ‬ ‫ــ ه ــ‬ ‫ــ אرة ــ‬ ‫ــ‬ ‫כא ــ‬ ‫وإ‬

‫ا ــ ارد‬ ‫ــ‬ ‫أن ا‬ ‫ــ ‪ .‬و ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫و ــ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــ ا ا ــ ‪:‬‬ ‫ــ د ا ــ‬ ‫وا و ــ‬ ‫א ــ‬ ‫ا אئ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ آن‬ ‫ــ‬
42 TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

kendisinin bir misli olmayan için veled sahibi olmak mümteni‘ olduğun-
dan veledin pederden infisal eylemiş bir misl olduğu ve bu dahi mahiyet-i
nev‘iyenin tekessürünü ve mahiyet-i nev‘iyenin tekessürü de -yukarıda be-
yan olunduğu vechile- maddiyeti mûcib olur ki bu da mahiyetin li-zâtihi
5 hüve hüve olmayıp gayrdan tevellüdünü muktezi idi.

Velem yekun lehû küfüven ehad


Kendisi bir mislinden ve bir misli dahi kendinde mütevellid olmadığı
beyan buyurulduğu gibi bu âyet-i kerîmede hiçbir kimsenin kendisinin
küfüvü olmadığı îrad ve ityân kılındı.
10 Küfüv olmak, kuvvet-i vücûdda bir şeyin diğer şeye müsâvî olmasıdır
ki bu da mahiyet-i nev‘iye veya vücûb-i vücûdda yekdiğerlerine müsavi
olmak ihtimallerini hâvîdir.
Mahiyet-i nev‘iyedeki müsavâtı ve “lem yelid ve lem yûled” kavl-i celîli
iptal eyler. Çünkü -mirâren arz olunduğu vech üzere- “mahiyeti kendiyle
15 gayrı arasında müşterek olan”ın vücûdu maddî olmak icab eder ki bu da
gayrıdan tevellüdü muktezi idi. Lâkin hüviyet-i mutlaka-i ilâhiye, gayrdan
mütevellid olmadığı için mahiyet-i nev‘iyede müsavisi yoktur.
İhtimal-i sânî, vücûb-i vücûd idi ki bu da mahiyet-i cinsiyedeki iştirak
demektir. Bu âyet-i kerîme bunu da cerh ve iptal eyler. Zira kıyas-ı hul-
20 fî ile mahiyet-i cinsiyede iştiraki kabul olunsa cinsin faslı istilzâmından
dolayı cinsi olduğu gibi faslı dahi olması, yani “ümm” mesabesinde olan
cinsi ve “eb” mesabesinde bulunan (veled’in eb’e olan intisabı daha kavî
olmakla eb’in bu babda asaleti vardır; bunun için “eb”, fasl itibar olunup
“ümm”, cinsi mesabesinde kalmıştır) faslın izdivacından mütevellid bu-
25 lunması lâzım gelir. Hâlbuki kimse tarafından îlâd olunmuş değildir; yani
vâcibu’l-vücûd’dur.
Maamâfih sûre-i şerifenin evvelindeki icra edilen tahkikâttan mahiyet-i
mebde-i evvel’in “li-zâtihi hüve hüve” olduğu sabit olmuş olduğundan cins
ve faslın izdivacından tevellüdü bu sûretle de men‘ olunmuştur.
‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫‪43‬‬

‫ــאل ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـن ـ‬ ‫ـ ا ـ ء‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫و ـ أن ا ـ‬

‫ا ــאدة כ ــא ــא‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وذ ــכ‬ ‫ـ כـ ت א ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫و ـ ‪ .‬وا ـ إ ــא‬

‫ـ ‪ .‬ـ ذن‬ ‫ـ د א ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ‪ .‬כـ وا ـ‬ ‫כـ ن א ـ‬ ‫ــא כאن אد ـאً‬ ‫وכ‬

‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ هو ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬

‫﴿و َ َ ُכ ْ َ ُ ُכ ُ ًا أَ َ ٌ ﴾‬ ‫ه‬ ‫و إ‬ ‫‪٥‬‬


‫َ ْ‬

‫כـ ن ـ‬ ‫ـ أـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وأن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ــא أ ـ‬
‫ّ‬
‫ـ د‬ ‫ـ ةا‬ ‫ــאوي ـ‬ ‫ـ د‪ .‬وا‬ ‫ـ ةا‬ ‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ــא‬ ‫כ ـ اً أ ـ ‪ ،‬أي ـ‬

‫ـ ‪ ،‬وا א ـ أن‬ ‫ــאو אً ـ ـ ا א ـ ا‬ ‫ــא أن כ ـ ن‬ ‫ـ ؛أ‬ ‫ـ و‬

‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ و ـ با‬ ‫ــאو‬ ‫ـ و כـ‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ــאو‬

‫א ـ ﴿و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــכ ُ ـ‬ ‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ــא أن כـ ن ـ ــא ــאو‬


‫ََ ْ‬
‫‪١٠‬‬

‫ــ ه כאن و ــ ده אد ــאً ــכאن‬ ‫ــ و ــ‬ ‫ــ כ‬ ‫ــא כאن א ــ‬ ‫ُ َــ ْ ﴾‪ .‬ــ ن כ‬

‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬כ ـ‬ ‫ـ اً ـ‬

‫ــכ‬ ‫ـ د‪،‬‬ ‫ـ و ـ و ـ با‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ــאو‬ ‫وأ ــא أن כـ ن ـ ــא‬

‫ـ اً‬ ‫ـ و כ ـ ن و ـ ده‬ ‫و‬ ‫ـ‬ ‫ئـ כـ ن ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ها ـ ؛‬ ‫أ ـאً ُ ـ‬

‫ـ ا ـ ي כ ـ ن כא ب‪،‬‬ ‫ـ ا ـ ي כ ـ ن כא ّم و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا زدواج ا א ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ئ ـ ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ــא כא ـ‬ ‫ـ أول ا ـ رة ـ ن כ‬ ‫ـ ‪ .‬وأ ـאً‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬

‫اـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫اـ‪ ،‬כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
44 TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Hâtime

Bu sûre-i şerifedeki hakâyık-ı âliye sûret-i icmâlide ber-vech-i âti derc-i


sutûr edilir:

“Hüve” tabirinden başka bir sûretle ifade edilemeyen ve hüve’den baş-


5 ka bir ismi olmayan hüviyet-i mahza’ya işaretten sonra bu hakikat akre-
bu’l-levâzım olan ve beyan olunduğu üzere tarif ve tavzîhte en kuvvetli
olan ulûhiyetle takip olunup badehu “ehadiyet” zikr u îrad olundu ki bun-
dan iki fâide-i azîme müstefad olunmuştur. (Bu fâideler yekdiğerinin mü-
temmimidir.)

10 a) “Mukavvimâtın zikriyle tarif-i kâmil icrâ olunmayıp niçin levâzımın


zikriyle iktisar olunmuştur?” denilmemesi. (Çünkü ulûhiyet mertebesinde
aslâ kesret olmadığı için mukavvimât olmamakla hadd-i tam ile tarif olu-
namayacağını ‘ehad’ lafz-ı şerifi iş‘âr ve ifade eyler.)

b) Ve ehadiyet, zât-ı ilâhî’nin cem‘-i vücûhtan olduğunu beyan ve ulû-


15 hiyet, “kâffe-i avâlimden istiğna ve cem‘-i mevcudâtın kendisine ihtiyacı”
mânâsına olmakla vâhid-i mutlak olmaması eczâsına ihtiyacını îcâb edece-
ğinden, lâzım olan ehadiyet, ulûhiyete terdîf ve ulûhiyet, ehadiyet ile takip
olunduğu, bundan da ulûhiyete ehadiyetin terettüb edeceği îzân kılındı.
Çünkü her ne kadar “min haysu hüve hüve ulûhiyet” ehadiyeti muktezi ise
20 de ehadiyet, ulûhiyeti muktezi değildir.

Bundan sonra, mânâ-yı ulûhiyet’in tahkiki zımnında “vücûb-i vücûd”


veya “mebdeiyyet-i küll” mânâlarına olan “samediyet” îrad olundu.

Badehu, kendisi gayrdan tevellüd eylememiş olmakla gayrın da kendi-


sinden tevellüd eylemediği ve her ne kadar zât-ı ulûhiyet cemî‘-i mevcu-
25 dâtın hâlıkı olmakla kâffe-i mahiyâta ifâza-i vücûd eylemiş ise de vücûd-i
ilâhîsi gayret-i eser-i feyzi olmadığı gibi, kendisi dahi bir misline ifâza-i
vücûd etmediği beyan buyuruldu ve bunu dahi vücudda kendisine müsavi
bir şey olmaması beyanı takip eyledi.
‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫‪45‬‬

‫اا‬ ‫א‬

‫ــ ا ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ه ا ــ رة! أ ــאر أو ً ا ــ‬ ‫אئــ‬ ‫أ ــ ا ــ כ ــאل‬

‫ـ‬ ‫ـ أ ـ ب ا ـ ازم ــכ ا‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫כـ ا‬ ‫ّـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ‬ ‫ــא إ أ ـ‬ ‫ا ـ‬

‫ـאً כ ــא ــאه‪.‬‬ ‫وأ ـ א‬


‫ّ‬

‫ا כא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאل إ ـ ـ ك ا‬ ‫אئ ـ ؛ ا و ـ כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ا‬ ‫ّـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ ل ـ أ ـ ـ ذا ـ وا ـ‬ ‫ــאت و ـ ل ا ـ ذכـ ا ـ ازم‪ .‬ا א ـ‬ ‫כـ ا‬

‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ا‬

‫ــאرة‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـنا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ـ ُ ِّـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ور ـ ا‬


‫َ‬
‫ـאً وإ‬ ‫ــאج ا ــכ ا ـ ‪ .‬و ــא כאن כ ــכ כאن وا ـ اً‬ ‫ـ ا ــכ وا‬ ‫ـ ا ـ אئ‬

‫ـ ة‬ ‫ـ ة وا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫א ـ ًא ا ـ أ ائـ ‪ .‬ـ ن ا‬ ‫ــכאن‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا‬

‫ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ودل ـ‬


‫ـ ﴿ا ا َّ َ ـ ُ ﴾ ّ‬ ‫ذ ــכ‬ ‫ّـ‬ ‫ـ‬

‫ـ دات‪.‬‬ ‫ــא ـ اه ـ ا‬ ‫ـ دכ‬ ‫ئـ‬ ‫ـ د وا‬ ‫א ــא و ـ ب ا‬ ‫ا ـ‬

‫ـ ه‪ .‬و ـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه؛‬ ‫ـ‬ ‫ّـ‬ ‫ذ ــכ ــאن أ ـ‬ ‫ّـ‬ ‫ـ‬
‫ّ‬
‫ـ د‬ ‫ا‬ ‫ـ ز أن ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ـ دات א ـ ًא‬ ‫ـ ا‬ ‫وإن כאن إ ـ ًא ِ‬ ‫‪١٥‬‬
‫ّ‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ ــא ـ כـ و ـ ده ـ‬ ‫ـ‬

‫د‪.‬‬ ‫ةا‬ ‫אو‬ ‫د א‬ ‫ا‬ ‫ذ כ אن أ‬


46 TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Hülâsa, sûre-i şerifenin evvelinden “Allahu’s-samed” kavl-i kerîmine


kadar mahiyât ve levâzım-ı mahiyet ve vahdet-i hakîkîye ve aslen gayr-ı
mürekkebiyet beyan ve nihayet-i sûre-i şerifeye kadar olan âyetlerde
dahi ne mahiyet-i cinsiye ve ne mahiyet-i nev‘iyesinde herhangi sûretle
5 olursa olsun kendisine müsavi gelecek birşey olmadığı ityan buyurul-
muştur.

Bilcümle ulûmun talep ve tahsilinden maksad-ı aslî zât ve sıfât-ı ilahîyi


marifet ve ef‘al-i ilâhiyenin keyfiyet-i sudûrunu dirayet olduğu derkâr ve
sûre-i şerifeden ise tariz ve îmâ tarikiyle zât-ı ilâhiye’ye taalluk eden imanın
10 kâffesini âşikâr olmakta olduğundan Resûlullah (s.a) efendimiz hazretleri
bu sûre-i şerifenin aslu’l-ulûm Kur’ân-ı Kerîm’in sülüse muâdil olduğu be-
yan buyurulmuştur.

Fe-hâzâ âhiru mâ-vekaat min esrar-i hâzihi’s-sûre.


Vallahu teâlâ a‘lem bi-gayâtiha.
15 Velhamdu lillâhi li-veliyyihi ve’s-salâtu alâ-Nebiyyihi…
‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫‪47‬‬

‫ــאن א ـ و ـ ازم א ـ‬ ‫ـ ﴿ا ا َّ َ ـ ُ ﴾ ـ‬ ‫ِ ـ أول ا ـ رة ا ـ آ ـ‬


‫﴿כ ُ ـ ًا‬
‫ُ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ﴿ ـ َ ِـ ْ ﴾ ا ـ‬ ‫ـ وأ ـ ـ כ ـ أ ـ ً‪ .‬و ـ‬ ‫وو ـ ة‬
‫ـ ن כـ ن ـ ًا‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫أ َ ـ ٌ ﴾ ـ ــאن أ ـ ـ ـ ــא ــאو ـ‬
‫ـ اً ـ ـ ه و ـ ن כـ ن از ـאً ـ ـ ا ـ د‪ .‬و ـ ا‬ ‫ـ و ـ ن כـ ن ـ‬
‫ـ ذا ـ ‪.‬‬ ‫ــאم‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬

‫א ــ‬ ‫ــ ذات ا‬ ‫ــ א‬ ‫ا ــ م‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫و ــא כאن ا ــ ض ا‬


‫אء‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬و ـ ه ا ـ رة دا ـ‬ ‫ـ ور أ א ـ‬ ‫א ـ وכ ـ‬ ‫و‬
‫ـ ه ا ـ رة אد ـ‬ ‫ـ م ُ ِـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ ذات ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ا ـ آن‪.‬‬ ‫ـ‬

‫א א א‪.‬‬ ‫رة‪ .‬وا أ‬ ‫أ ار ا‬ ‫ا אو‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ و ــ ع ا ــכ ‪ ،‬وا ــ ة‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא وا‬ ‫ا‬ ‫ــ‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫ا‬

‫ـ‬ ‫ا ـ و ـ ع ا ــכ ‪ ،‬وا ـ ة ـ‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא وا‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ‬


‫ـ ‪.‬‬ ‫ا‬
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 49

B. CELÂLEDDİN DEVVÂNÎ (ö. 908/1502)


1. Hayatı ve Eserleri
Ebû Abdullah Celâlüddîn Muhammed b. Es‘ad b. Muhammed Dev-
vânî, 827-830 (1424-1427) yılları arasındaki bir tarihte İran bölgesinde
Kâzerûn’a bağlı Devvân köyünde doğdu. İlk tahsilini köyünde Seyyid Şerif
Cürcânî’nin talebelerinden olan babasından aldı. Buradan Şiraz’a giderek
pek çoğu Seyyid Şerif ’in talebesi olan Safiyyuddin el-Îcî, Ebu’l-Mecd Ab-
dullah el-Geylî, Mazharuddin Muhammed el-Kâzerûnî, Muhyevî Lârî gibi
âlimlerden aklî ve naklî ilimleri okudu.1
Devvânî tahsilini tamamladıktan sonra çeşitli medreselerde hocalık
yaptığı gibi Karakoyunlu devletinde sadâret görevinde de bulunmuştur.
Devvânî, Akkoyunluların Tebriz’i ele geçirmeleri üzerine Irak’a gitmiş; bir
süre sonra yeniden Şîraz’a dönmüş ve ömrünün büyük bir kısmını burada
geçirmiştir. 1478 yılında Akkoyunlu hükümdarı Sultan Yakub tarafından
merkezi Şîraz olan Fars eyaleti kadı’l-kudâtlığına tayin edilmiştir. Bu göre-
vini, 1497’de ortaya çıkan karışıklıklar sebebiyle Şîraz’ı terk etmeye mec-
bur kalana kadar sürdürmüştür. Siyasi karışıklıkların düzelir gibi olması
üzerine memleketine dönmek üzere yola çıkan Devvânî, doğum yeri olan
Devvân’a yakın bir mevkide hastalanarak 908/1502’de vefat etmiştir.2
Yaşadığı dönemin en büyük âlimlerinden biri olan Devvânî’nin şöhreti
ve eserleri kendisi hayatta iken İslam dünyasına özellikle de İran ve Os-
manlı topraklarına yayılmıştır. Osmanlı sultanı II. Bayezid ile mektuplaş-
tığı bilinmektedir. Ayrıca kendisinden yedi yıl ders okuyan ve İstanbul’a
dönen Müeyyedzâde Abdurrahman Efendi (ö. 1516), Anadolu ve Rumeli
kazaskeri olmuştur. Bu durumun onun ve eserlerinin Osmanlı medresele-
rinde okutulmasında ve Osmanlı coğrafyasında yaygınlaşmasına katkıda
bulunduğu muhakkaktır.
Devvânî, Teftâzânî (ö. 792/1390), Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 816/1413)
gibi büyük filozof-kelâmcılardan sonra gelmesine rağmen onlar kadar
etkili olmuş bir âlimdir. Felsefe ile kelâmın birleştirildiği müteahhirûn

1 Anay, Harun, “Devvânî”, DİA, c. 9 (İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 1994), 257.
2 Anay, “Devvânî”, 9: 258.
50 CELÂLEDDİN DEVVÂNÎ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

döneminin bariz özelliklerini taşıyan eserlerinde Eş‘ârî kelâmının, İbn Ara-


bî’nin vahdet-i vücud görüşünün ve işrakî felsefenin izleri görülmektedir.1
Eserleri arasında kelâma dair olanlardan Şerhu’l-Akâidi’l-Adudiyye,
Hâşiye ala Şerhi’t-Tecrid, Risale fî İsbatı Vâcib, ez-Zevra ve’l-Havra; felsefe
ve mantık’a dair olanlardan Şevâkilu’l-Hûr fi Şerhi Heyâkilu’n-Nur, Şerhu
Tehzibi’l-Mantık ve’l-Kelâm, Hâşiye ala Şerhi’ş-Şemsiye; ahlâk’a dair eserleri
arasından ise Ahlâk-i Celâlî, Risale-i Adalet sayılabilir.
Tefsir’e dair eserleri şunlardır: Tefsiru Sûreti’l-Kâfirûn,2 Tefsiru âyeti “Ya
beni âdeme huzû zinetekum”3 ve Hâşiye alâ Tefsiri Sûreti’l-İhlâs

2. İhlâs Sûresi Hâşiyesi


Devvânî’nin bu eseri İsfahan’da 1405/1985 yılında Kasım Toyserkâni
tarafından er-Resailu’l-Muhtâre (İsfahan 1405) isimli kitap içerisinde tah-
kiksiz olarak neşredilmiştir. Ancak kitapta Devvânî’nin eseri hâşiye olarak
değil müstakil bir eser/risale biçiminde basılmıştır. İbn Sînâ’ya ait olan tef-
sir metni, Devvânî’in metni imiş gibi herhangi bir ayrım yapılmaksızın
ve bunu belirten açıklayıcı bir ifade olmaksızın bu metin içerisinde yer
almaktadır. Bu sebeple eser, bir şerh olarak değil Devvânî’nin müstakil
olarak kaleme aldığı İhlâs sûresi tefsiri olarak takdim edilmiştir. Bundan
dolayı eserin bir şerh/hâşiye olduğu, ana metni bilmeyen kişi tarafından
anlaşılamadığından bu eser Devvânî’nin eserleri arasında sayılmakla be-
raber şerh olarak geçmemektedir.4 Hâlbuki bu eser, İbn Sînâ’nın metnini
içeren ve o metni cümle cümle değil konu bütünlüğü dikkate alınarak
paragraflar hâlinde açıklandığı bir şerh-hâşiye niteliğindedir. Buna bağlı
olarak yayınladığımız tahkik ve tercüme metinde İbn Sînâ’nın metninin
ayrıca konulmasına gerek duyulmamıştır.

1 Anay, “Devvânî”, 9: 258.


2 Bu risale Cevdet Akbay tarafından edisyon kritik edilmiştir. Bk. Akbay, Cevdet, Celaleddin ed-Devvânî
ve Tefsiru “Kul yâ Eyyuhe’l Kâfirûn”, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü,
İstanbul 1987.
3 Bu risale de Mehnaz-ı Abbâsî’nin Berresî-yi Bahşi ez Âsâr-ı Tefsiri-yi Celâleddin Devvânî adlı çalışması
içerisinde (Tahran t.y.) yer almaktadır.
4 Anay, “Devvânî”, 9: 259.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 51

3. Devvânî’ye ait Hâşiyenin Yazmaları


Veri tabanlarında ve kütüphane katolaglarında yaptığımız taramaya göre
Türkiye’deki yazma kütüphanelerde Celâleddin Devvânî’nin İbn Sînâ’nın
İhlâs Sûresi Tefsiri üzerine yazmış olduğu hâşiye ile ilgili on bir (11) kayıt
bulunmaktadır. Bunların sekizinin içeriği İhlâs Sûresi Tefsiri hâşiyesi olup bu
nüshaların iki tanesi çok eksik, biri ise iki varak eksiği olan nüshalardan oluş-
maktadır. Diğer üç nüsha ise İhlâs Sûresi Tefsiri hâşiyesi değildir. Tahkikte iki
varak eksik nüsha da dahil olmak üzere beş nüshayı kullandık. Kullandığı-
mız nüshaların bulunduğu kütüphaneler ve özellikleri şu şekildedir:
1. Çorum Hasan Paşa İl Halk Kütüphanesi Nr. 19Hk 3186/1 vr.
1b-26b.
Genel olarak nokta ve harekesiz kırık nesihle yazılmış olan bu nüsha 13
satır hâlinde 26 varaktan oluşmakta ve bir mecmuanın içinde bulunmak-
tadır. Nüshanın sonunda tahrir edildiği sene olarak hicrî 949 (m.1542)
tarihi yer almaktadır. Nüshanın noktasız ve harekesiz olması, bazı yerlerde
bir takım kelimelerin üzerlerinin çizilmiş olması eserin müellifin müsved-
de nüshası olma ihtimalini akla getirse de ferağ kaydının hicrî 949 ol-
ması bu ihtimali ortadan kaldırmaktadır. Ancak Devvânî’ye ait şerhin bu
nüshası hicrî 908 (m.1502)’de vefat eden müellifin yaşadığı döneme en
yakın tam nüsha olmaktadır. Bu sebeple de tahkikte bu nüsha esas alınmış,
metin içerisinde bu nüshaya ait sayfa numaralarına yer verilmiştir. Tahkik
esnasında bu nüshanın rumuzu olarak ‫ چ‬harfi kullanılmıştır.
2. Süleymaniye Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa, Nr. 321 vr. 75b-89a.
Nesh-talik hattıyla 17 satır olarak istinsah edilen bu nüsha bir risaleler
mecmuası içerisinde yer almaktadır. Bu nüshada Bursa’da Recep ayının
başlarında hicrî 962 (m.1555) senesinde istinsah edildiğine dair istinsah
kaydı bulunmaktadır. Müellifin dönemine en yakın ve tamam olan ikinci
nüsha budur. Tahkikte rumuzu ‫ ش‬harfidir.
3. Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, Nr. 246 vr. 120b-127b.
Devvânî’ye ait Kâfirûn sûresinin tefsirinin de bulunduğu bir risaleler
mecmuası içerisinde nesh-talik hattıyla 29 satır olarak yazılmış bir nüs-
52 CELÂLEDDİN DEVVÂNÎ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

hadır. Bu nüshanın özelliği diğer nüshalarda var olan ithaf kısmının bu-
lunmamasıdır. Ayrıca müstensih Devvânî’nin şerhinden önce İbn Sînâ’nın
İhlâs Sûresi Tefsiri’nin tamamını müstakil olarak yazmıştır. Bu sebeple ola-
cak ki diğer nüshalarda metin içerisinde tamamı verilen İbn Sînâ’nın tefsir
metnine bu nüshada ilgili yerin başından ve sonundan birkaç cümle alıntı-
lanarak yer verilmektedir. Tahkikte bu nüshanın rumuzu ‫ أ‬harfidir.
4. Süleymaniye Kütüphanesi, Reisulküttab, Nr. 1146 vr. 140b-151b.
Devvânî’ye ait risalelerin bulunduğu bir mecmuada bulunan bu nüsha
nesh-talik hattıyla olup 23 satır olarak istinsah edilmiştir. Nüshada ferağ
kaydı yoktur. İbn Sînâ’nın metnini tam olarak içerir. Nüshanın rumuzu
tahkikte ‫ ر‬harfidir.
5. Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi, Nr. 385 vr.
116b-130b.
Nesh-talik hattıyla 17 satır olarak yazılmış, çoğunluğu Devvânî’ye ait
risalelerin içinde bulunduğu bir mecmua içerisinde bulunan bu nüshada
iki varak kayıptır. Buna bağlı olarak tahkikte esas alınan diğer dört nüshaya
destek mahiyetinde bu nüshadaki farklar da gösterilmiştir. Bu nüshanın
tahkikteki rumuzu ‫ ــ‬dir.
Bu nüshaların dışında Devvânî’nin İhlâs sûresi şerhine dair eksik olan
başka yazmalar da mevcuttur. Bu nüshalardan Süleymaniye Kütüphanesi
Hamidiye Bölümü Nr. 1441 vr. 132-138 olan nüsha ile Ragıb Paşa Kü-
tüphanesi Nr. 1469 vr. 45-51 yer alan nüshada 10 sayfaya yakın bir atlama
söz konusudur. Bu iki nüshanın birinin diğerinden istinsah edilmiş olma
ihtimali oldukça yüksektir.
Kayıtlarda bu tefsirin Hacı Mahmud Efendi, Nr. 385 vr. 74-88 arasın-
da da bir nüshasının bulunduğuna dair kütüphane kaydı doğru değildir.
Orada başka risale vardır. Yine kayıtlarda Süleymaniye Kütüphanesi Esad
Efendi Nr. 3733 vr. 1-4’te İhlâs Sûresi Tefsiri diye kaydedilen eser İhlâs
sûresi değil Devvânî’ye ait Fatiha sûresi tefsiridir. Yine Süleymaniye Kü-
tüphanesi Hacı Beşir Ağa Nr. 666 vr. 117-126 arasında İhlâs Sûresi Tefsiri
olarak kaydedilmiş risale İhlâs sûresi değil Devvânî’nin Kâfirûn sûresiyle
ilgili risalesidir.
İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsirine Hâşiye
(Hâşiye alâ Tefsir-i Sûreti’l-İhlâs li İbn Sînâ)

Telif
Celâleddîn Muhammed b. Es‘ad es-Sıddîkî ed-Devvânî
(ö. 908/1502)
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬

‫)ت‪(١٥٠٢/٩٠٨ .‬‬ ‫ا وا‬ ‫ا‬ ‫أ‬ ‫لا‬


METİN

56 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bismillahirrahmanirrahim
Hamd, nimetleri sayılabilmenin ve sayılanların ötesinde, ehad ve sa-
med olan [Allah’a], salât ve selam, en çok övülmüş ve en şerefli olan efendi-
miz Muhammed’e, O’nun ailesine ve her biri bahtiyar ve deha sahibi olan
5 ashâbı üzerine olsun!
İşte bu İhlâs sûresi tefsiri ki ganî Allah’a muhtaç (fakîr) olan müelli-
fi Muhammed b. Es‘ad es-Sıddîkî ed-Devvânî’ye Allah Teâlâ’nın kalbine
açtıklarından oluşmaktadır., [Bu risalede] ehl-i tefsirin görüşlerinden bir
seçki ile Allah Teâlâ’nın gönlü kırık bu fakire bahşettiği ilaveler ile tahkikat
10 ve bazı imamların aklî [ilimlerin] sanatlarında asılları bulunan hikemî ka-
nunların akledilir usûllerine dair düzenlediği [şeyler], onlara uygun şekilde
yapılan tenkit, tamamlama (itmâm), eksiklik[lerini gösterme], güçlendir-
me (ihkâm), zayıf olan yanlarını gösterme ve [bu zayıflıkları] sağlamlaştır-
ma [suretiyle] yer almaktadır.Yine aklî ve naklî ilimler denizinin akıntıla-
15 rına dalan, usul ve füru‘a ait meselelerin hüccetlerinin derinliklerine inen
keskin zeka ve isabetli fikir sahiplerinin şahit olduğu -ki onlar bu günlerde
“kibrit-i ahmer”den daha değerlidirler hatta neredeyse çok nadir olacak
şekilde yoktur- [şeyleri] içermektedir.
Bu kitabı hilafete sahip, saltanatla övünen, ikram, ihsan ve yumuşaklıkla
20 bütün canlıları örten, cömertlik bahçesini harap olduktan sonra tekrar ma-
mur eden, alt üst olduktan sonra ilmin evlerini yükselten, anlama dair eserleri
silindikten sonra bu eserleri yeniden inşa eden, zamanında adalet bahçesi-
nin tazeliğine [döndüğü], faziletin [de] kemal ehlinin emellerinin ona yak-
laşma amacına yöneldiği, iyilik yapmanın iplerini elinde tutarak onu talihi
25 olanlara yönelten, yaygın adaletinin nurlarıyla âlemin semasını aydınlatan,
kâmil bağışının büyük payı âdemoğlulları topluluklarına ulaşan, zamanın
hükmetme yularını kendisine verdiği, zor günlerde doğru kararlara yönelten,
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬

‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪57‬‬

‫ا‬ ‫ا ا‬ ‫‪١‬‬
‫‪١]/‬ظ[‬
‫ــאوزت ـ ـ ا ـ د وأ ـ ا ـ د‪،‬‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ا ـ ‪ ٢‬ـ ا‬
‫ــ ــ כ‬ ‫ــ و ــ آ ــ و‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫وا ــ ة وا ــ م ــ ــ א ا‬
‫أو ـ ّي أو ـ و ـ ي أ ـ ‪.‬‬
‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫و‪ ٣‬ـ ‪ ،‬ـ ا ـ ـ رة ا ـ ص ـ ــא ـ ا א ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ ز ـ ة ــא א ـ أ ـ‬ ‫ـ ا وا ـ ‪ .‬و ـ ـ‬ ‫ـ ـ أ ـ ا‬ ‫إـ ا ا ـ‬
‫א ـ ـ ا ا ـ ‪ ٤‬ا כ ـ ‪ ٥‬و ـ ــא ـ ه‬ ‫ــא‬ ‫ــאت‬ ‫ــאت و‬ ‫ا ـ ـ‬
‫‪٨‬‬
‫ــא ـ‬ ‫ـ ا ئ ـ ا ـ ل ـ ‪ ٦‬ا ـ ل‪ ٧‬ـ ا ا ـ ا כ ـ ا ـ ـ ـ‬
‫وا ـ ام‬ ‫ا ـ ل ـ ــא ـ ــא‪ ٩‬ـ ا ـ وا ــאم وا ـ وا ــכאم وا‬
‫ــא ــא ه أو ـ ا ـ ا א ـ وا כ ـ ة ا אئ ـ ا ـ א ـ ا ـ ــאر ــאر ا ـ م‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ ‪ ،‬وإن כא ـ ا ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ ا ــאئ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ وا ـ ‪ ،‬و א ـ ا‪ ١٠‬ـ‬
‫ـ ‪ ،‬ـ ‪٢]/‬و[ ــכאد ـ ‪ ١١‬ـ ا ـ ا ـ ر‪.‬‬ ‫ـ ه ا ــאم أ ـ ـ ا כ ـ ا‬
‫ائـ ا אم‬ ‫ـ و‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ כא ـ ا ـ‬ ‫ــא ـ ت ـ א‬ ‫وـ ا‬
‫رِ ــאع ا ـ د ـ ا ـ راس وأ ـ ــאزل ا ـ ـ‬ ‫ــאف ا כ ـ وا أ ـ و ّ ـ‬
‫ــאس‪ ،‬آض ـ ز א ـ روض ا ـ ل إ روائ‬ ‫ـ ّ ا‬ ‫ا ــכאس‪ ،‬وأ ــאد آ ــאر ا א ـ‬ ‫‪١٥‬‬
‫ذوي‬ ‫אل‬ ‫אل ا‬ ‫ودر‬
‫ا כ אل ّ‬
‫‪١٢‬‬
‫آ אل أ‬ ‫إ א‬ ‫و אد د ا‬
‫‪ ١٣‬وائ‬ ‫آدم‬ ‫ا א وأ אب ائ‬ ‫ار‬ ‫ا אل‪ ،‬أ אء אء ا א‬
‫ــאب ا אم‪،‬‬ ‫ودل أ ـ ‪ ١٦‬ا אئ‬
‫ـ ز ــאم ا ــכאم‪ّ ،‬‬ ‫ـ ا כא ـ ‪ ،‬أ ـ ‪ ١٤‬إ ـ ‪ ١٥‬ا‬

‫‪١١٦ :‬ظ | ر‪١٤٠ :‬ظ‪.‬‬ ‫ش‪٧٥ :‬ظ |‬ ‫‪١‬‬


‫ش‪. +‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ش ر ‪ +‬أ א؛ – و ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪:‬ا‬ ‫‪٤‬‬
‫چ–اכ ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ل ‪.‬‬ ‫–ا‬ ‫ش‬ ‫‪٦‬‬
‫‪ :‬ا ل‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
‫– ‪.‬‬ ‫ر‬ ‫‪٨‬‬
‫– א‪.‬‬ ‫‪٩‬‬
‫ش‪ :‬א ا‪.‬‬ ‫‪١٠‬‬
‫ا ‪.‬‬ ‫شر ‪:‬‬ ‫‪١١‬‬
‫‪١١٧‬و‪.‬‬ ‫‪١٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫ش‪:‬‬ ‫‪١٣‬‬
‫‪:‬ا ‪.‬‬ ‫‪١٤‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪+‬أ‬ ‫‪١٥‬‬
‫چ‪ :‬ا ‪.‬‬ ‫‪١٦‬‬
58 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

güzel gayretleriyle varlıkların yararlarına olan şeylerin düzene konuldu-


ğu zâta ithaf ediyorum ki o zamanın en iyisi, devrin ve vaktin kudretli-
si, sultan oğlu sultan, hakan oğlu hakan, güven ve güvenilirlik yaygısını
yayan, cömertliğin ve minnettarlığın sancağını âdemoğlunun ve insan
5 cinsinin üzerinde dalgalandıran, Kur’ân’ın âyetlerine, Furkan’ın açık-
lamalarına destek olan, Rahman’ın merhametinin inceliklerini ortaya
çıkaran, hilafetin, dünyanın ve dinin destekçisi Ebu’l-Feth Abdülkâ-
dir’dir.1 Allah Teâlâ hilafetinin gölgesini, merhametinin kazancını kıya-
mete kadar baki kılsın!
10 Bu eseri onun çevresinde bulunan, cömertliğinden pay almış zeki
kişilere gönderdim ki ondan memnuniyet duysunlar, tedkik nazarıy-
la onu düşünsünler ki tahkikin incilerini ve tedkikin en güzelini el-
de etsinler. Allah Teâlâ tevfikin sahibidir ki tevfikinin, onu O’ndan
umanlarla beraber olduğu ise hakikattir. İşte ben, [yegane] mabud olan
15 Allah’ın yardımıyla maksadımı açıklamaya başlıyorum ve öncesinde bir
mukaddime takdim ediyorum:

Mukaddime
Bu sûre ittifakla Mekkîdir. İhlâs sûresi olarak isimlendirilmiştir.
Çünkü ileride geçeceği üzere Allah Teâlâ’nın birliği (tevhîd) ile O’nunla
20 ortaklığın nefyini içermektedir. Dinin asıllarını kapsadığı için “sûre-
tu’l-esas” olarak da isimlendirilmiştir. Keşşâf ’ta Ubey [b. Ka’b (r.a.)] ve
Enes [b. Mâlik (r.a.)], Nebi’den (s.a.v.) şöyle rivayet etmektedir: “Yedi
gök ve yedi yer kulhuvellahu ehad üzerine tesis edilmiştir.” Yani bütün
bunlar bu sûrede dile getirilen Allah Teâlâ’nın birliğine ve sıfatlarının
25 bilinmesine delâlet etsin diye yaratılmıştır.2 Bu sûrenin Kur’ân’ın üçte
birine denk olduğu hadiste de vârid olmuştur.3

1 Devvânî’nin metnini ithaf ettiği bu kişinintam olarak kim olduğu tespit edilememiştir.
2 Zemahşerî, Ebu’l-Kasım Carullah, el-Keşşâf an Hakâiki Gavâmizi’t-Tenzil ve Uyûnu’l-Ekâvîl fi Vucû-
hi’t-Tevil, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiye, Beyrut: 1995, IV/814.
3 Buhârî, “Tevhid” 1, “Fezâilu’l-Kur’ân”, 13; Müslim, “Kitabu Salâti’l-Müsafirîn ve Kasriha”, 45.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪59‬‬

‫ـ وا وان‬ ‫ـ ا ــאن و כ ا‬ ‫א ـ ا ــאم‪ ،‬ـ‬ ‫ــאم‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫وا ـ‬


‫ــאط ا ـ وا ــאن‬ ‫ـ ا ـ אن ا ـ ا ـ אن‪ ١‬وا א ــאن ا ـ ا א ــאن‪ ٢‬א ـ‬
‫ــאن‪ ،‬א ـ آ ــאت‬ ‫ـ أدم‪ ٣‬و ـ ع ا‬ ‫ائ ـ‬ ‫ــאن ـ‬ ‫א ـ را ــאت ا ـ د وا‬
‫‪٤‬‬
‫א ــ ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫أ ــאف ا‬ ‫אئــ‬ ‫ــ‬ ‫ــאن‬ ‫ــאت ‪٢]/‬ظ[ ا‬ ‫ا ــ آن و‬
‫ــ‬ ‫ــ ل‬ ‫א ــ‬ ‫ّــ ه ا‬ ‫ــ ا ــאدر‪،‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ــא وا ــ أ ــ ا ــ‬ ‫ــ وا‬ ‫وا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ما ـ ‪.‬‬ ‫و ـ ال رأ ـ إ ـ‬

‫ــ‬ ‫ــ ده و‬ ‫ــ‬ ‫ّ ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫إ ــ ا زכ ــאء ا א ــ‬ ‫و ــ أر ــ‬


‫ــ ‪،‬‬ ‫ــ و ــ ر ا‬ ‫ــ و ــ وا ــ ــ رر ا‬ ‫ــ اه ا ــ ا‬ ‫ــ وا ــ و‬
‫ـ ‪ ٦.‬و ــא أ ــא أ ـ ع ـ‬ ‫ـ ر ــאء ا ا ـ‬ ‫ـ ‪،‬و ـ‬ ‫אـ وـ ا‬ ‫وا‬
‫‪٧‬‬
‫ــ ‪:‬‬ ‫ــ ي ذ ــכ‬ ‫ــ د وأ ــ م ــ‬ ‫ــ د ــ ن ا ا‬ ‫ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫‪٨‬‬
‫ا‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ص؛ ِ ــא‬ ‫ـ رة ا‬ ‫ــאق‪ ١٠.‬و ـ‬ ‫إن ـ ه‪ ٩‬ا ـ رة כ ـ א‬


‫ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ــאس‬ ‫و ـ رة ا‬ ‫ـ اك ـ כ ــא ـ‬ ‫אـ و ـ ا‬ ‫ـ ا‬
‫ـ‬ ‫ـ ا ـ م‪» :‬أ‬ ‫ـ ا ـ‬
‫أ ـ ل ا ـ ‪ .‬و ـ ا כ ــאف روى‪ ١١‬أ ـ وأ ـ‬
‫ّ‬
‫כـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ـ ا أ ـ «‪.‬‬ ‫ا ـ ات ا ـ وا ر ـ ن ا ـ‬ ‫‪١٥‬‬
‫‪١٢‬‬
‫ــא ـ ه ا ـ رة‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ‪٣]/‬و[ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ و‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫د ئـ‬
‫ا ـ آن‪.‬‬
‫‪١٣‬‬
‫ـ‬ ‫أن ـ ه ا ـ رة אد ـ‬ ‫ـ‬ ‫ورد ـ ا‬

‫אن‪.‬‬ ‫‪+‬‬ ‫ا‬‫ش‬ ‫‪١‬‬


‫ش ‪٧٦‬و‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫– آدم‪.‬‬ ‫ش‬ ‫‪٣‬‬
‫ر ‪١٤١‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫چ–أ ا ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫أ ‪١٢٠‬ظ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫‪. +‬‬ ‫شأ‬ ‫‪٧‬‬
‫‪.‬‬ ‫–ا‬ ‫شأ‬ ‫‪٨‬‬
‫ش ‪ :‬כ‪.‬‬ ‫‪٩‬‬
‫‪.‬‬ ‫ش ‪ +‬أى ا אق‬ ‫‪١٠‬‬
‫‪١١٧‬ظ‪.‬‬ ‫‪١١‬‬
‫ي‪.٨١٤/٤ ،‬‬ ‫ا כ אف‬ ‫‪١٢‬‬
‫א ‪.٤٥‬‬ ‫و‬ ‫א‬ ‫ةا‬ ‫‪ ،‬כ אب‬ ‫אئ ا آن ‪١٣‬؛‬ ‫‪،١‬‬ ‫ا אري‪ ،‬כ אب ا‬ ‫‪١٣‬‬
60 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Denilmiştir [İbn Sînâ] ki:

“Bütün ilimlerin talep edilmesinden ve öğrenilmesinden en önemli mak-


sad (maksad-ı aslî) Allah’ın zâtını, sıfatlarını ve fiillerinin O’ndan ortaya çı-
kışını bilmektir. İşte bu sûre, tariz ve ima yoluyla Allah’ın yüce zâtına taal-
5 luk eden bütün bu konulara delâlet etmektedir. Bu sebepledir ki Kur’ân’ın
üçte birine denk kılınmıştır.”1

Şöyle denilmesi uzak bir ihtimal olmaz: Kur’ânî maksatlar başlangıcın


(mebde), sonun (mead), ahkâmın ve kıssaların bilinmesi ile sınırlanmıştır.
Kıssalar ise bu maksatları anlamaya, ondan yüz çevirenlerin ve onu inkar
10 edenlerin durumlarından ibret almaya teşvik içindir. Bu sûre ise mebde
konusuna şamildir. Dolayısıyla Kur’ân’ın üçte birine denk olmaktadır.
Şöyle denile[rek itiraz edile]mez: “Daha önce bu sûrenin Kâfirun sû-
resi ile birlikte kelime-i tevhid mesabesinde [olduğunu] zikrettiniz. Bu da
Kur’ân’ın dörte birine denk olmasını gerektirir.” Çünkü biz şöyle söylüyo-
15 ruz: Kâfirûn sûresinin açık olarak Yüce Allah’tan başkasına ibadetin neh-
yini içerdiğinde şüphe yoktur. Bu sebeple ibadetin [sadece O’ na] mahsus
kılınması, Yüce Allah’a ibadet emri ona eklenmediği sürece tamam olmaz.
Bu sûre, Allah’a ibadetin teşvikini içermektedir. Her ne kadar Allah’ın sı-
fatları bahsine teşvik olan ek bir emir de içermiş olsa [Kur’ân’ın] bütün
20 maksatlarına itibarla Kur’ân’ın üçte birine, bir kısmının itibarına göre ise
Kur’ân’ın dörtte birine denktir. Şüphe yok ki üçte bir, dörte biri içerir.
Şunu bil ki Keşşâf ’ta [Zemahşerî bu sûrenin] Allah’ın sıfatlarını, adlini
ve tevhidini ihtiva etmesinden dolayı Kur’ân’ın tamamına denk olduğuna
işaret etmiştir:
25 “İlim, şeref bakımından bilinene (ma‘lûma) tâbidir. Bu sûrenin bilineni ise
Allah Teâlâ, sıfatları ve hakkında caiz olanlar ve olmayanlardır.”2

1 İbn Sînâ, Tefsiru Sûreti’l-İhlâs, (thk. Abdurrahman el-Hatib) Mecelletu’ş-Şeria ve’d-Dirasâti’l-İslamiyye”,


1423/2002, XVII/51, 85.
2 Zemahşerî, el-Keşşâf, IV/814.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪61‬‬

‫‪:‬‬
‫א ـ وכ ـ‬ ‫אـ و‬ ‫ـ ذات ا‬ ‫ـ א‬ ‫ا ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫إن ا‬
‫ـ‬ ‫ــאء ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ ه ا ـ رة دا ـ‬ ‫ـ ور أ א ـ‬
‫‪٢‬‬
‫ا ـ آن‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫אد ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ـ‬ ‫ـم‬ ‫אـ ‪،‬‬ ‫ـ ذات ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ــא‬

‫ــאد‬ ‫ــ ا ــ أ وا‬ ‫ــ ة ــ‬ ‫א ــ ا آ ــ‬ ‫ــ أن ــאل‪ :‬إن ا‬ ‫و‬ ‫‪٥‬‬
‫ــאر ـ‬ ‫א ـ وا‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ا ـ‬ ‫‪ ،‬א ـض‬ ‫ـ‬ ‫ــכאم وا‬ ‫وا‬
‫ـ ا ـ أ‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא وا כ ـ ‪ .‬و ـ ه ا ـ رة‬ ‫ـ‬ ‫أ ـ ال ا‬
‫ا ـ آن‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫אد ـ‬ ‫כא ـ‬
‫ــ כ ــ‬ ‫ــ رة ا כא ــ‬ ‫ــא אً أن ــ ه ا ــ رة‪ ٤‬ــ‬ ‫ــאل ــ ذכ ــ‬
‫أن‬ ‫ر ــ‬ ‫ــא ــ ل‪:‬‬ ‫‪٦‬‬
‫ــ ا ــ آن؛‬ ‫ــ ذ ــכ أن כــ ن אد ــ‬ ‫ــ ‪ ٥‬و‬ ‫ا‬ ‫‪١٠‬‬
‫ــאدة ــ ه א ــ כ ــא ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ رة ا כא ــ‬
‫אـ ‪.‬‬ ‫אد ـ‬ ‫‪٧‬‬
‫ـ إ ـ ا ـ‬ ‫א ــאدة ‪٣]/‬ظ[ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫و ــכ‬
‫ـ أـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ وإن כא ـ‬ ‫אد ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٨‬‬
‫و ـ ه ا ـ رة‬
‫ا ـ آن‪ ،‬و א ــאر‬ ‫ــא ـ‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫א ــאر‬ ‫אـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫زائـ‬
‫אـ‪.‬‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ر ـ ‪ .‬ـ ن ا ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــאت‬ ‫ائ ــא ـ‬ ‫‪٩‬‬


‫ـ ل כ ا ـ آن‬ ‫وا ـ أ ـ أ ــאر ـ ا כ ــאف إ ـ أ ـ‬
‫ـ ه‪:‬‬ ‫ـ و‬ ‫ا و‬
‫אـ‬ ‫אـ و‬ ‫ـ م ـ ه ا ـ رة ـ ا‬ ‫ـ م ـ ا ـ فو‬ ‫وا ـ א ـ‬
‫‪١١‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ز‬ ‫ـ ز‪ ١٠‬و ــא‬ ‫و ــא‬

‫‪.‬‬ ‫أ–‬ ‫‪١‬‬


‫א‪ ،‬ص ‪.٨٥‬‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫‪٢‬‬
‫أ‪:‬‬ ‫‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫رة‪.‬‬ ‫ها‬ ‫א אً أن‬ ‫ذכ‬ ‫אل‬ ‫ا آن‪.‬‬ ‫אد‬ ‫أ כא‬ ‫ا‬ ‫ش–‬ ‫ا‬ ‫‪٤‬‬
‫ش ‪٧٦‬ظ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫‪.‬‬ ‫ا‬ ‫כ‬ ‫رة ا כא‬ ‫כ ن‬ ‫‪ +‬כ א ذכ ر ا أن | أ ‪ +‬כ א ذכ‬ ‫ش‬ ‫‪٦‬‬
‫‪١١٨‬و‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
‫ر ‪١٤١‬ظ‪.‬‬ ‫‪٨‬‬
‫‪ +‬אل | أ ‪١٢١‬و‪.‬‬ ‫شر‬ ‫‪٩‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪+‬‬ ‫ش‬ ‫‪١٠‬‬
‫ي‪.٨١٤/٤ ،‬‬ ‫ا כ אف‬ ‫‪١١‬‬
62 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Kadı [Beyzâvî] Tefsir’inde İhlâs sûresinin Kur’ân’ın üçte birine denk


olduğunu ifade eden hadisi naklettikten sonra bunu Kur’ân’ın mak-
satları akâid, ahkâm ve kıssalarla sınırlı olmasıyla” açıklar ve bu sûrenin
[Kur’ân’ın] tamamına denk tutanın ise [Kur’ân’ın] maksadının Allah’ın
5 zâtı olarak sayan olduğunu söyler.”1
Görebildiğim tefsirlerde Keşşaf ’ın dışında Kur’ân’ın tamamına denk ol-
duğuna işaret eden bir hadis bulamadım.
İbn Kesîr’in Tefsir’inde ve el-Meâlim’de [de] vardır -ki bu ikisi, [bu sû-
renin] Kur’ân’ın üçte biri olduğuna dair Resûlullah’tan rivayet edilen bir-
10 çok hadis rivayetinde dayanaktır.-. Evet! İbn Kesîr, İmam Ahmed’den -ki
isnadı Ebû Saîd el-Hudrî’ye dayanır- şöyle rivayet etmiştir: Bir gece Katâde
b. Nu‘mân’da kaldı ve gece boyunca “kulhuvellahu ehad”i okuyordu. Bunu
Resulullah’a (s.a.v.) aktardılar. Buyurdular ki: “Nefsimi elinde tutana yemin
olsun ki muhakkak o, Kur’ân’ın yarısına veya üçte birine denktir.”2 Buradaki
15 şekkin raviden olduğu açıktır. Bu sebeple Kur’ân’ın tamamına denk olması-
na ilave olarak yarısına denk olduğuna dair bir şey sabit olmamıştır.

Sebeb-i Nüzûlü
[Beğavî] el-Meâlim’de Ebu’l-Âliye, Ubey b. Ka’b’dan şöyle rivayet etmiş-
tir: Müşrikler Resulullah’a (s.a.v.), bize Rabbinin nesebini anlat! demişler,
20 bunun üzerine Allah Teâlâ bu sûreyi indirmiştir.3
Merhum babam -Allah ona rahmet etsin- Sevâd-ı Azam olarak isim-
lendirdiği tefsirinde şöyle nakletmiştir: Bu sûre indirilirken meleklerin bir
grubu, bu Yüce Rabbi’nin nesebidir diyerek [sûrenin inişine] ona eşlik et-
miştir.4 Yine el-Meâlim’de aynı şekilde İbn Abbas’tan şöyle rivayet edilmiş-
25 tir: Âmir b. Tufeyl ve Zeyd b. Rebîa, Resulullah’a (s.a.v.) geldiler. Âmir, Ey
Muhammed! Bizi neye davet ediyorsun? diye sordu. Resulullah (s.a.v.) şöy-
le buyurdular: “Yüce Allah’a.” Bize O’nu vasfet, altından mı gümüşten mi
demir den mi odundan mı? diye sorunca bu sûre nazil oldu. Allah Zeyd’i
yıldırımla, Amir’i ise taunla helak etti.5

1 Beyzâvî, Nâsıruddin Ebu’l-Hayr Abdullah b. Ömer, Envâru’-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl I-II, Kahire:


1939/1358, II/457.
2 İbn Kesir, Ebu’l-Fida İsmail, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, Daru İbn Kesir, Beyrut: 1415/1994, IV/684-
685.
3 Beğavî, Ebû Muhammed Hüseyin b. Mesud, Meâlimu’t-Tenzil, Dâru Tayyibe, Riyad: 1409, VIII/587.
4 Devvânî’nin babasına ait olduğunu ifade ettiği bu tefsir eserin mevcudiyetiyle ilgili kütüphane katalog-
larında bir kayıt bulunamamıştır.
5 Beğavî, Meâlimu’t-Tenzil, VIII/587.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪63‬‬

‫ا ـ آن‬ ‫أ ــא ـ ل ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪١‬ا‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ ه ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ــאل ا א ـ‬


‫‪ .‬و ــאل و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــכאم وا‬ ‫ـ رة ـ ا אئـ وا‬ ‫و ـ ‪ :‬ـ ن א ـ ا ـ آن‬
‫‪٢‬‬
‫ـ د א ـ ات‪.‬‬ ‫ـ ل ـ ه ا ـ رة כ ـ ا ـ ا‬
‫ــכ ا آن‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫כ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫وـ أ ـ ـ ا א ـ ا ـ ا‬
‫ا כ ــאف‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫إ‬ ‫‪٥‬‬

‫دة‬ ‫אت א وا ــאت ا‬ ‫ا‬ ‫ـ ة‬ ‫א ـ و ــא ا‬ ‫ـ ا ـ ا כ ـ وا‬ ‫ـ‬


‫ا ـ آن‪ .‬ـ ! روى ا ـ‬ ‫ـ و ـ أ ــא ـ ل ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ‪٤]/‬و[ ر ـ ل ا‬
‫ــאن‬ ‫ا ـ ري أ ـ ــאت ــאدة ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ אده ـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــאم أ‬ ‫اכ ـ‬
‫ــאل‪:‬‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫أ ـ « כـ ذ ــכ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ا ـ כ ـ ب« ـ‬
‫ــכ ا ـ اوي‪.‬‬ ‫ا ـ آن أو ـ ‪ ٣.‬وا א ـ أ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل‬ ‫ـ هأـ‬ ‫ـ‬ ‫وا ـ ي‬ ‫‪١٠‬‬
‫ــכ ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ כ‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ‬ ‫ـאً‬ ‫ــא‬ ‫כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫و א‬ ‫وأ א‬
‫ـ ل‬ ‫אـ ا‬ ‫ـכ‬ ‫أن ا‬ ‫ـ כـ‬ ‫א ـ روى أ ـ ا א ـ ـ أ ـ‬ ‫ــאل ـ ا‬
‫‪٦‬‬
‫ـ ه ا ـ رة‪.‬‬ ‫אـ‬ ‫ــא ر ــכ! ـ ل ا‬ ‫ـ ا ـ م‪ :‬ا ـ‬ ‫ا‬
‫ـ ‪ :‬أن ـ ه‬ ‫ـ ه ا כ ـ ا ـ ي ـ אه א ـ اد‪ ٧‬ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫و ـ وا ـ ي ر‬ ‫‪١٥‬‬
‫ا ـ ب א ـ ‪ ٨.‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ن أ ــא‬ ‫ئכـ‬ ‫א ـ ج ـ ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ رة إذا‬
‫ـ‬ ‫ـ وز ـ ـ ر ـ أ ــא ا ـ‬ ‫ــאس أن א ـ ـ ا‬ ‫ا א ـ أ ـ ًא ـ ا ـ‬
‫א ـ ‪ .‬ــאل‪ :‬ــא ِ ـ‬ ‫ـ ؟ ــאل‪ :‬إ ـ ا‬ ‫ــא ــא‬ ‫ا ـ م ــאل א ـ ‪ :‬إ ـ ــא‬
‫ـ ه ا ـ رة‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ؟‬ ‫ـ ‪٤]/‬ظ[ أم ـ‬ ‫ـ أم ـ‬ ‫أ ِ ـ ذ ـ أم ـ‬
‫‪١٠‬‬
‫ــכ ا ز ـ اً א א ـ و א ـ ًا‪ ٩‬א א ـ ن‪.‬‬ ‫‪٢٠‬‬

‫‪ ١‬چ ‪ +‬ا ّ‪.‬‬


‫ي‪.٤٥٧/٢ ،‬‬ ‫‪ ٢‬أ ار ا‬
‫כ ‪.٦٨٥-٦٨٤/٤ ،‬‬ ‫ا آن ا‬ ‫‪ُ ٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ٤‬أ–‬
‫‪١١٨‬ظ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ي‪.٥٨٧/٨ ،‬‬ ‫א ا‬ ‫‪٦‬‬
‫‪ ٧‬ش ‪٧٧‬و‪.‬‬
‫‪.‬‬ ‫اا‬ ‫‪٨‬‬
‫‪ ٩‬ر ‪١٤٢‬و‪.‬‬
‫ي‪.٥٨٧/٨ ،‬‬ ‫א ا‬ ‫‪١٠‬‬
64 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Dahhâk, Katâde ve Mukâtil şöyle demişlerdir: Yahudilerin din adam-


larından bir grup Nebi’ye (s.a.v.) gelerek şöyle söylemişlerdi: Ey Mu-
hammed! Bize Rabbini vasfet! Umulur ki sana iman ederiz. Allah Teâlâ
sıfatını Tevrat’ta indirmiştir. Bize haber ver O neydendir? Yer mi, içer
5 mi, kime varis olur, O’na kim varis olur? Bunun üzerine Allah Teâlâ bu
sûreyi indirdi.1
İbn Mes‘ûd ve Ubey b. Kâ‘b’ın kıraatine göre “kul ( ‫ ”) ــ‬ifadesi ol-
madan “huve’l-lâhu ehadun ( ‫ ”) ــ ا أ ــ‬şeklindedir. Keşşâf ’ta Nebi’nin
(s.a.v.) kıraatinin “kul huve” olmadan “Allahu ehadun” şeklinde olduğu-
10 nu söylemektedir. Nebi (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Kim “Allahu ehad”i
okursa Kur’ân’a denk olmuş olur.2 “Kul” ifadesinin “Kul ya eyyuhel
kâfirûn” da olduğunda ittifak etmişlerdir. “Tebbet”te ise caiz değildir.
Denildi ki: Çünkü “kul ya eyyuhel Kâfirûn” Resulullah’ın (s.a.v.) me-
şakkatidir ve onlara [müşriklere] olan tehdididir, “Tebbet” ise amcasının
15 azarlanmasıdır ve Hz. Peygamber’den (s.a.v.) olması uygun düşmez. Bu
sûreye gelince o, tevhidle ilgili olup bazı yerde onu dile getirmekte bazı
yerde de O’na daveti emretmektedir. Ebû Leheb’in azarlanmasına dair
ifade eğer Allah tarafından olursa bunun, onun paylanması ve rezil edil-
mesi olduğunu söylemek imkan dahilinde olur.

20 Mânâsı
“Hüve”nin zamir-i şan oluşuna göre “hüve” mübteda, haberi ise “Allahu
ehad” cümlesi olur. Bu haber, mânâ bakımından mübtedanın kendisi
oluğu için mübtedaya dönen aid zamirine ihtiyaç yoktur. Çünkü “Al-
lahu ehad” cümlesi, “hüve”nin ifade ettiği şandan/durumdan ibarettir.
25 Buradaki durum “Zeydun ebuhu muntalikun ( ‫ـ‬ ‫ ”)ز ـ أ ـ ه‬daki gibi de-
ğildir. Çünkü burada “Zeyd” ve “[ebuhu muntalikun şeklindeki] cümle”
iki farklı anlama delâlet etmektedir, bu sebeple ikisini birleştiren bir şey
[zamir] gerekir. Keşşâf ’ta da bu şekildedir. Bu durum nahivde halledilmiş
bir meseledir.
1 Vâhidî, Ebu’l-Hasan Ali b. Ahme, Esbabu’n-Nuzûl, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut: 1414/1994, s. 404.
2 Zemahşerî, el-Keşşâf, IV/812.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪65‬‬

‫ـ‬ ‫ــאك و ــאدة و א ـ ‪ :‬ــאء أ ــאس ـ أ ــאر ا ـ د إ ـ ا ـ‬ ‫و ــאل ا‬


‫ـ‬ ‫אـ أـ ل‬ ‫ـ ــכ‪ .‬ـ ن ا‬ ‫‪١‬‬
‫ــא‬ ‫ـ !‬ ‫ــא ر ــכ ــא‬ ‫ا ـ م א ـ ا‪ :‬ـ‬
‫ــ כ و ــ ب و ــ ورث و ــ‬ ‫أي ــ ء ــ ‪ ،‬و ــ‬ ‫ِ‬
‫ــא ـ ّ‬ ‫ــ ا ر ــ ‪.‬‬
‫‪٢‬‬
‫א ـ ـ ه ا ـ رة‪.‬‬ ‫ـ ؟ ـ لا‬

‫» ـ ا أ ـ « ـ ون » ـ «‪ .‬و ــאل ـ‬ ‫ـ כ ـ‬ ‫ـ د وأ ـ‬ ‫ائ ـ ا ـ‬ ‫وـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ «‪ .‬وإن ا ـ‬ ‫ـ »ـ‬ ‫ـ ا ـ م»أ أ ـ «‬ ‫ا כ ــאف أن ائ ـ ا ـ‬


‫ــ أ »ا أ ــ « כאن ــ ل ا ــ آن‪ ٣.‬و ــ ا ــ ا ــ أ ــ‬ ‫ا ــ م ــאل‪ :‬إن ــ‬
‫ــ ز‪ ٤‬ــ ﴿ ــ ﴾‪ .‬ــ ؛ ِ ّن‬ ‫ــא أ ــא ا כא ــ ون﴾ و‬ ‫ــ » ــ « ــ ﴿ ــ‬ ‫ــ‬
‫ـ ـ‬ ‫ـ ‪ .‬و﴿ ـ ﴾ א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل‪ ٥‬و ا‬ ‫ــא ا‬ ‫אأ ــא ا כא ـ ون﴾‬ ‫﴿ـ‬
‫ـ إ ـ أ ـ ى‪.‬‬ ‫ـ ل ـ ــאرة و ـ ـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وأ ــא ـ ا‬ ‫‪٦‬‬
‫أن כـ ن‬ ‫א ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ‬ ‫א ـ כאن أد ـ‬ ‫إذا כאن ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫أـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ أن ــאل‪ :‬إن ا ـ ل‬ ‫و‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ز ـ هو‬

‫אه‪:‬‬ ‫א‬ ‫‪٥]/‬و[‬

‫ـ ﴿ا أ ـ ﴾‪.‬‬ ‫ـ ءو ـ ه‬ ‫ــאن‪ ،‬و﴿ ـ ﴾‬ ‫ـ اً‬ ‫وأ ــא أن כـ ن ﴿ ـ ﴾‬


‫ـ‬ ‫ـ ؛ ن‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫ـ إ ـ ‪ ٧‬ا אئـ כ ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫א ـ ـ‬ ‫و‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ «‪،‬‬ ‫כ ــכ »ز ـ أ ـ ه‬ ‫﴿ا أ ـ ﴾ ـ ا ــאن ا ي﴿ ـ ﴾ ــאرة ـ ‪ .‬و ـ‬


‫ــא‪ .‬כ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ن ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ن »ز ـ ا« وا‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ وغ ـ ـ ا‬ ‫‪٨‬‬
‫ـ ا כ ــאف‪ .‬و ـ أ ـ‬

‫چ – א‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ا ي‪ ،‬ص ‪.٤٠٤‬‬ ‫أ אب ا ول‬ ‫‪٢‬‬
‫ي‪.٨١٢/٤ ،‬‬ ‫ا כ אف‬ ‫‪٣‬‬
‫‪١١٩‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫‪. :‬‬ ‫‪٥‬‬
‫– أن כ ن‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫أ ‪١٢١‬ظ‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
‫چ‪ :‬و ا‪.‬‬ ‫‪٨‬‬
66 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

“[Hüve zamirinin] “Bize Rabbini vasfet! veya bize Rabbinin nesebi an-
lat!” dediklerinde kendisinden sorulana râci olmasına gelince bazı sufiler bu
lafzı Allah’ın güzel isimlerinden biri olarak saymışlardır. İmam Râzî şöyle
demiştir: Bazı meşayih bana şu sözü öğretmişlerdir: “Ya hüve! Ya men hüve
5 Ya men lâ huve illâ hüve/Ey O! Ey O olan! Ey O’ndan başka O olmayan!”1

[Şerh]
Filozofların şeyhi ve reisi olan Ebû Ali b. Abdullah İbn Sînâ bu sûrenin
tefsirine dair elde dolaşan (ma‘mûl) risalesinde şöyle demektedir:
[Kul Huvellahu Ehad]
10 “Bu âyetteki ‘Hüve’ mutlaktır. Mutlak hüve, [mahiyet ve] hüviyeti baş-
kasına dayanmayan demektir. Çünkü hüviyeti başkasının varlığına bağlı
olan her şey, (ondan faydalanmıştır) ondan hâsıl olmuştur. Binaenaleyh,
varlığına sebep olan o şey onunla birlikte düşünülmedikçe o, hüve hüve
[kendiliğinden mevcud] olamaz. Hâlbuki hüviyeti zâtından olan, kendi-
15 siyle birlikte başka bir şey ister düşünülsün isterse düşünülmesin o, o’dur.
Fakat bütün mümkünlerin vücudu başkasındandır. Varlığı başkasından
olan her şeyin vücudunun (varlığının) hususiyeti başkasındandır (varlığına
sebep olan illettendir). İşte bu (hususiyet), hüviyetten ibarettir. Öyleyse
her mümkünün hüviyeti başkasındandır. [Hüviyeti] zâtından (li-zâtihi hü-
20 ve hüve) olan ise Vâcibu’l-vücûd’dur.”

Derim ki:
Bu sözlerin tahkiki ve tafsili şöyledir: . Farâbî’nin Talikât’ında söylediği
gibi her şahsın hüviyeti, özel varlığının (has vücud) kendisinden ibarettir:
“Bir şeyin hüviyeti ve birliği (vahdet), onu başkasından ayıran teşahhusudur
25 ki bu, o özel varlığının kendisinden ibarettir.”2
Mahiyet, maddeden mücerred olursa nevi şahsına münhasır olur. Çün-
kü ortada farklı karışımlardan (muhalatât-ı garibe) mücerred olan bir ma-
hiyetten başka bir şey yoktur. [Eğer] bir failin tesiriyle var olursa onda ne
mahiyet ne de arazlar bakımından çokluk/teaddüd olmaz. Dolayısıyla da
30 ancak tek bir şahıs olur.

1 Râzî, Fahreddin Muhammed b. Ömer, Mefâtîhu’l-Gayb, Dâru’l-kütübi’l-ilmiye, Beyrut 1434/2013,


I/128.
2 Farabî, Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Uzluğ b. Tarhan, Talikât, Haydarabad: 1346, s. 21.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪67‬‬

‫ــא ر ــכ! أو ا ـ‬ ‫‪١‬‬


‫א ـ ا‪ » :‬ـ‬ ‫ـ ل ـ‪ ،‬ـ‬ ‫وأ ــא أن כـ ن را ـאً إ ـ ا‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ אء ا‬ ‫ـ اد ا‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ وا ـ ه ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ــא ر ــכ!« و ـ‬
‫ـ ‪«.‬‬
‫‪٢‬‬
‫إـ إ‬ ‫ـ ــא ـ‬ ‫ــא ـ ــא ـ‬ ‫ــא‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאل ا ــאم ا ـ ازي‪» :‬‬

‫ــא‬ ‫ــ א ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫أ ــ‬ ‫ــ ورئ ــ‬ ‫ا‬ ‫و ــאل ــ‬
‫ــ ه ا ــ رة‪:‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ــ ه‪ .‬ــ ن כ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫כــ ن‬ ‫ــ ا ــ ي‬ ‫ا ــ ا‬
‫ـ ‪ .‬وכ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ אدة ـ ‪.‬‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫כـ‬ ‫ـ ‪ .‬כـ כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه أو ـ‬ ‫ـ اء ‪٥]/‬ظ[ ا ـ‬ ‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن‬
‫ـ و ـ ده ـ ‪ ،‬وذ ــכ‬ ‫ـه‬ ‫ــא כאن و ـ ده ـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬وכ‬ ‫ـ ده‪ ٣‬ـ‬
‫‪٤‬‬
‫ــ وا ــ‬ ‫ــ ه‪ .‬א ــ ي כــ ن ا ــ‬ ‫ــ ــ‬ ‫כــ‬ ‫ــ ‪ .‬ــ ذن כ‬ ‫ــ ا‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ د‪.‬‬ ‫ا‬

‫‪٥‬‬
‫أ ل‪:‬‬

‫ـ و ـ ده ا ــאص‬ ‫ــאرة ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫ـ ‪ :‬أن‬ ‫ـ ذ ــכ و‬


‫ـ‬ ‫ــאز ـ‬ ‫اـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ء وو‬ ‫אـ ‪»:‬‬ ‫ـ‬ ‫כ ــא ــאل ا אرا ـ‬
‫‪٦‬‬
‫ـ و ـ ده ا ــאص‪«.‬‬ ‫ـ ه‪ ،‬ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫א إذ؛ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اً ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ دة ـ ا ــאدة‪ ٧‬כאن‬ ‫ـ ذا כאن ا א ـ‬


‫ـ ا א ـ ـ כـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ذا و ـ ت‬ ‫א ــאت ا‬ ‫ـ دة ـ ا‬ ‫א ـ‬ ‫ــאك إ‬
‫אً وا ـ اً‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن إ‬ ‫ا ـ ارض ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا א ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ د‬

‫ش ‪٧٧‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ـ‬ ‫رأ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه כـ ‪» :‬وا ـ ـ ا ا‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ م ا ــאم و כـ‬ ‫ـ ـ ا ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ ازي ‪.١٢٨/١‬‬ ‫إ ـ إ ـ ‪ ،«...‬א ـ ا ـ‬ ‫ـ إ ـ ‪ ،‬ــא ـ‬ ‫ا כ ـ ‪ :‬ــא ـ‬
‫‪١١٩‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ر ‪١٤٢‬ظ‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫چ ش أ – أ ل‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫אت‪ ،‬ص ‪.٢١‬‬ ‫אن ا אرا ‪،‬‬ ‫أوز‬ ‫ا‬ ‫‪٦‬‬
‫چ ش أ‪ :‬ا א ‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
68 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Ancak [mahiyet] maddî olup eğer maddesi, farklı her bir paydaki varlı-
ğının başka payda bitişik olduğu arazlardan farklı, [ancak] kendisine mah-
sus olan arazlara mukarin/bitişik olması bakımından farklı istidatlardaki
madde ile ittisaf ederse mahiyetin dışında bulunan bu arazlara göre arala-
5 rında farklılık (ayrıklık/imtiyaz) ortaya çıkar.
Bu şahıslar arasındaki farklılık, [müşterek] mahiyetlerine dahil olan bir
durum sebebiyle değildir, aksine özel varlığına (vücud-ı hass) bitişik olan
arazlar sebebiyledir. Arazlardan oluşan her şahsın hüviyeti, onlarla [arazlar-
la] birlikte olan özel varlığı itibara alınarak ortaya çıkan [bu] mahiyettir.
10 Bu anlamda şöyle söylediklerini duymuşsundur: “Tek bir tür (nev‘) ve şa-
hıslar arasındaki ayrım, hakikatlerinin dışında olan arazlar sebebiyledir.”1
Sonra, [bir] illetli olan şahsın özel varlığı, şüphesiz başkası sebebiyle
olur. Böylece ister türü bir ferdle sınırlı olsun ister olmasın, hüviyeti baş-
kasından olur. Bu gayrın yokluğu takdir edildiğinde kendisi için bir hüvi-
15 yet olmaz. Aksine [hüviyeti olması başkasının] varlığını şart koşar. Mutlak
hüve yani böyle herhangi bir şartla kayıtlı olmayan “hüve”, sadece Vâcib
Teâlâ’dır. Çünkü O’nun hüviyeti zâtının aynıdır, başkasından değildir.
Çünkü vücudu, zâtının aynıdır. Bu sebeple teşahhusu, zâtının aynıdır. Bu
duruma İbn Sînâ bu sözünün ilavesinde şöyle işaret etmektedir:

20 “Fakat bütün mümkünlerin varlığı (vücûdu) başkasındandır. Hüviyeti


kendisinden olan (li-zâtihi hüve olan) Vâcibu’l-vücûd’dur. Aynı şekilde
mahiyeti varlığından başka olan her şeyin vücudu [kendisinden olmayıp]
başkasındandır. Bundan dolayı hüviyeti, mahiyetin kendisi için (nefs-i ma-
hiyet) mahiyet olmaz. Dolayısıyla zâtından dolayı hüve hüve (li zâtihi hüve
25 hüve) olmaz. Fakat İlk İlke (Mebde-i Evvel), zâtından dolayı hüve hüve
olandır. Öyle ise O’nun varlığı mahiyetinin aynıdır [hüviyeti vücudundan
ibarettir]. Dolayısıyla Vâcibu’l-vücûd lâ-hüve illa hüve olandır (kendisin-
den başka bir hüviyeti olmayan hüviyettir). Başka bir ifadeyle O’nun dı-
şındaki her şey, hüve hüve olmak bakımından (min haysu hüve hüve) bir
30 hüviyete sahip değildir. Bilakis hüviyeti başkasındandır. Vâcibu’l-vücûd ise
zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve olandır. Bilakis zâtı ancak O’dur [hü-
ve’den ibarettir], başka değildir.”

1 Cemaleddin Hasan b. Yusuf el-Hillî, Keşfu’l-Murâd fi Şerhi Tecrîdi’l-İtikâd, Müessesetu’l-A’lemi’l-Ku-


tub, Beyrut: 1988/1408, s. 78.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪69‬‬

‫و د ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ادات ا‬ ‫ـ‬ ‫אد ــא א‬ ‫وأ ــא إذا כאن אد ـ ـ ن ا ـ‬
‫ارض‬ ‫אـ ة‬ ‫ـ ارض‬ ‫אر ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ وا ـ ـ ا‬
‫ــכ ا ــ ارض‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــאز‬ ‫ــאء ا‬ ‫ــ ى‬ ‫ــ ا‬ ‫אر ــא ــ ا‬ ‫ا ــ‬
‫ـ ا א ـ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ا אر ـ‬

‫ا ــא‪ ٢‬ــ‬ ‫ــ‬ ‫أ ــ دا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ אص ــ‬ ‫ــכ ‪٦]/‬و[ ا‬ ‫ــ‬ ‫وا א ــ‬ ‫‪٥‬‬

‫ــכ ا א ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫د ــא ا ــאص‪ .‬و‬ ‫אر ـ‬ ‫א ـ ارض ا‬


‫ــאز ــ‬ ‫ــ ن »إن ا‬ ‫ــא ــ‬ ‫ــ‬ ‫א ــאر و د ــא ا ــאص ــא‪ ٣.‬و ــ ا‬
‫ــא«‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ אص‪ ٤‬وا ـ ع ا ا ـ إ ــא ـ א ـ ارض ا אر ـ‬ ‫ا‬

‫ـ ه‪،‬‬ ‫אـ ـ‬ ‫כـ ن و ـ ده ا ــאص ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ي כـ ن‬ ‫ـ ا ـ‬


‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ ده أو ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ـ اء ا‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ أي ا ـ‬ ‫ـ ط و ـ ده ـ ‪ .‬א ـ ا‬ ‫ـ ا ــאء ذ ــכ ا ـ ‪ .‬ـ‬ ‫ـ‬


‫ـ ه؛ ن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـن‬ ‫אـ‬ ‫ـ ء ـ ا ا ـ‬ ‫ـ وط‬ ‫ا‬
‫ـ‪:‬‬ ‫ـ ا ا ــכ م‬ ‫ـ ذا ـ כ ــא أ ــאر إ ـ ـ ذ ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ـ ده ـ ذا ـ‬
‫ـ ‪ ،‬ـ ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬א ـ ي כـ ن‬ ‫ـ ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ذن כ‬
‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ ده כאن و ـ ده ـ‬ ‫אـ ة‬ ‫א ـ‬ ‫ـ د‪ .‬وأ ـאً ــכ‬ ‫ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫ـ‬ ‫ـ أ ا ول ـ‬ ‫ا ـ ‪٦]/ .‬ظ[ כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫א ـ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ‬
‫ـ ‪ ،‬أي‬ ‫ـ إ‬ ‫ـ د ـ اـ ي‬ ‫ا‬ ‫א ـ ‪ .‬ـ ذن وا ـ‬ ‫ا ـ ـ ذن و ـ ده ـ‬
‫ـ د‬ ‫ا‬ ‫ـ ه‪ ،‬ووا ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٦‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ اه ـ‬ ‫כ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ ذا ـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اـ ي اـ‬

‫چ ش أ – ا אر ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫אص‪.‬‬ ‫أ‬ ‫אص‬ ‫ام ا‬ ‫ارض دا‬ ‫א‬ ‫כ وإ‬ ‫ام א א ا‬ ‫‪٢‬‬
‫أ – א‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ش ‪٧٨‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫‪١٢٠‬و‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫أ ‪١٢٢‬و‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
70 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Derim ki:
[İbn Sînâ] bu matlabın tahkikinde biraz mübâlağalı davranmıştır.
Burada “Mümkün li-zâtihi hüve hüve olamaz” sözündeki şüphe ortalığı
kaplamış olabilir. Çünkü bu sözün gereği (muktezâ), başkası sebebiyle
5 hüve hüve olur demektir. Bu durum, bir şey ile [o şeyin] kendisi arasın-
daki meydana getirmenin (ca‘l) aracılığının (tavassut), selim fıtratın şeha-
detiyle gayr-i makul olmasıdır. Bundan dolayı bu sözün şu şekilde tevcih
edilmesi gerekir: Bir şey var olmadığı sürece o, şeylerden bir şey olmaz.
Zira onun [ma‘dumun] zâtının olmadığı mutlak olarak bilinmektedir.
10 Eğer varlığa gelirse olumlu önermenin (mûcibe) doğruluğunun mev-
zusunun varlığını gerektirmesi sebebiyle, zarurî olarak onun hakkında
[hakikatine uygun] doğru olarak ne yüklenebiliyorsa onun [kendisine]
yüklenilmesi doğru olur. Böylece varlığına [hakikatine] uygun [ne varsa]
kendisiyle o şey arasında bir aracılık olmaksızın onun için ona doğru
15 olarak yüklenir.
Bu sözün tafsili ve tahkiki şu şekildedir: İlletten ilk sâdır olan malûlün
zâtıdır. Sonra akıl ondan varlık, onun hüve hüve oluşunu ve bunun dı-
şında ona doğru bir şekilde yüklenebilecek (gerçeklik kazandıran) diğer
mefhumları [soyutlayarak] çıkarır. Çünkü malûle ait her şey, illetinden-
20 dir. Nasıl olmasın ki? Zâtı, illettendir; dolayısıyla ona [varlık kazandıra-
cak şekilde] doğru olarak yüklenen her şey illetinden olur.
Eğer “mahiyetlerin yaratılmamış (gayr-ı mec‘ûle) olduğu söylenmişti”
dersen deriz ki: Bunun mânâsı, kendisinin zâtıyla sudurunun nefyi değil
o şeyle kendisi arasındaki meydana getirmedeki (ca‘l) aracılılığın nefye-
25 dilmesidir. Çünkü araştırıldığında mahiyetlerin mutlak olarak failin eseri
olduğunu inkar edenlerin [olduğu görülür]. Denildi ki: Failin eseri ne-
dir? Şöyle denilmesi gerekir: “O, vücud olan ve onunla ittisaf eden veya
onun dışında başka bir şeydir.” Onların söylediği her şey (her ne derler
ise), [söyledikleri] o şey mahiyetlerden bir mahiyet olur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪71‬‬

‫أ ل‪:‬‬

‫ـ »أن‬ ‫ــאك ــכ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫و‬ ‫ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫‪١‬‬


‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ אـ‬
‫ــ ه‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــאه‪ ٢‬أن כــ ن ــ‬ ‫ا ــ «‪ ،‬ــ ن‬ ‫ــ‬ ‫כــ ن ــ‬ ‫כــ‬ ‫ا‬
‫‪،‬‬ ‫ـ ةا ـ‬ ‫ـ אدة ا‬ ‫ـ ل‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ءو‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫وا ــאل أن‬
‫ـ אء‪،‬‬ ‫ـ ئ ًא ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ء ـ כـ‬ ‫ـ ـ ا ــכ م ـ ــא ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ورة أن‬ ‫‪٤‬‬


‫ـ‬ ‫ـ ق‬ ‫ـ ــא‬ ‫ـ ق‬ ‫ذات ـ ‪ ،‬ـ ذا و ـ‬ ‫ـאً‬ ‫ـ م‬ ‫ـنا‬
‫ـ‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫ــאوق‬ ‫‪٦‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ع‬ ‫و ـ دا‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ‬ ‫ـ قا‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا ـ ءو‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬

‫ــ ل ــ ا ــ‬ ‫ــ ذات ا‬ ‫ــ ر ــ ا ــ‬ ‫ــ ‪ :‬إن أول ــא‬ ‫ــ و‬ ‫و‬
‫ــ ‪/ .‬‬ ‫ــאت ا אد ــ‬ ‫ــ و ــ ذ ــכ ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ د وכ ــ‬ ‫ــ ع ــ ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫כאن؟ وذا ـ ـ ا ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ ‪ ٨.‬وכ ـ‬ ‫‪٧‬‬


‫ـ ل‬ ‫ــא‬ ‫]‪٧‬و[ ـ ن כ‬
‫ــא‪.‬‬ ‫ــא‪ ٩‬כ ـ ن‬ ‫ـ ق‬

‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאه ـ‬ ‫ــא‪:‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ر أن ا א ــאت ـ‬ ‫ـن ـ ‪ :‬ـ‬


‫כــ כــ ن ا א ــאت‬ ‫ــ א ا ــא‪ .‬ــ ن َ ــ‬ ‫ــ ور‬ ‫ــ‬ ‫ــ א‬ ‫ــא و ــ‬
‫ــ أن ــ ل‪ :‬ــ‬ ‫ــאذا؟ ــ‬ ‫ــ ‪ .‬و ــ أ ــ ا א ــ‬ ‫ــאً‪ ١٠‬أ ــ ا א ــ إذا ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫א ــ ــ ا א ــאت‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــאف ــ أو ــ ه‪ .‬وכ‬ ‫ــ د وا‬ ‫ا‬

‫‪.‬‬ ‫‪:‬‬ ‫‪١‬‬


‫‪ ٢‬ر‪١٤٣‬و‪.‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪ +‬ا‬ ‫‪ ٣‬چش‬
‫‪.‬‬ ‫ق‬ ‫– א‬ ‫‪٤‬‬
‫‪١٢٠‬ظ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫‪.‬‬ ‫–‬ ‫‪ ٦‬أ‬
‫ل‪.‬‬ ‫‪ ٧‬أ–‬
‫‪ ٨‬ش ‪٧٨‬ظ‪.‬‬
‫א‪.‬‬ ‫‪ ٩‬چ–‬
‫‪ +‬و‪.‬‬ ‫‪ ١٠‬ش أ‬
72 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

İş, failin eserinin, mahiyetlerden bir mahiyet olduğunu kabul etme-


ye gelip dayandı. Ancak müteahhirînden bazılarının bu konuda mazeret
olarak söyledikleri şudur: Failin eseri vücudla ittisaftır; bu, vasıflanmanın
(ittisâf) suduru mânâsında değildir. Aksine malûlün meydana gelmesinin
5 vücudla vasıflanması olduğu anlamı duyulmamıştır. Çünkü bu ayrım, on-
lara göre asla failin eseri olmayan durumlara yol açar.
Sonra biz deriz ki: Onlar failin eserini varlıkla ittisaf kıldılar. Bununla
beraber akıl varlıkla vasıflanmayı (ittisafı) ondan soyutlayarak çıkarır. Biz
bunun ötesine vâkıf olamayız.
10 Hepsinin failin eseri oluşuna gelince bu pek çok mahzuru gerekli kılar
veya [failin] eseri[ni] ilk ittisaf kılarak geri kalanları aklın [soyutlayarak]
çıkarmasına havale eder. İkisi arasında fark olmadığı ortadadır. Dolayısıyla
zât olan ilk eser meydana gelir, diğer vasıflanmalar (ittisâf) zâtın gereği
(levâzım) olan aklî çıkarımlar olur. Öyleyse Mebde-i Evvel’den ilk sâdır
15 olan, onların açıkça iddia ettiklerinin aksine çokluk (teaddüd) ve birleşim
(terekküb) içermeyen tek bir şeydir. İttisafla ilgili söyledikleri, kendi içinde
pek çok durum içermektedir.
Bilakis biz deriz ki: İttisaf, nisbet olması sebebiyle, sadır olanların ilki
olarak tasavvur edilemez. Aksine sadır olanların ilki, kendisinden ittisaf
20 ve ona dair olanların (sadır olanın içerdiği itibarların) çıkarıldığı zâttır.
Varlıkla ittisaf olarak ifade edilmesi zâtın en yakın lâzımı olmasındandır.

Tahkik-i makam
Failin tesiri bazen, boyacının elbisedeki tesirinin boyamanın onda hasıl
olması olduğu şeklindeki örnek gibi kâbil’e eserin taşmasıyla (ifâza) olur.
25 Bu ise herkesin malumu ve şahid olduğu bir şeydir. Failin tesiri bazen ora-
da kâbil olmadan mahza ibda (yoktan var etme) ile olur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪73‬‬

‫ـ א ـ ـ ا א ــאت‪ ،‬و ــא‬ ‫ـ اف ـ ن ــא ـ أ ـ ا א ـ‬ ‫ـ آل أ ـ إ ـ ا‬


‫ـ د‬ ‫ــאف א‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ـ ر ـ ذ ــכ ـ أن أ ـ ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ع‪.‬‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ ًא א‬ ‫ـ ل‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאف‪ ،‬ـ‬ ‫ـ ور ا‬ ‫ـ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ــא أ ـ ا א ـ أ ـ ً‬ ‫ـ ء‬ ‫ـ إـ أ ـ ر ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـن ـ اا‬

‫ـع‬ ‫ـ د ـ أن ا ـ‬ ‫ــאف א‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ اأـ ا א ـ‬ ‫ء‬ ‫ـ ل‪ :‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬


‫‪١‬‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ د‪ ،‬و כـ ا إ ـ‬ ‫ــאف א‬ ‫ـ ا‬

‫ــ ورات כ ــ ة أو‬ ‫ــ م‬ ‫ــ ًא أ ــ ‪٧]/‬ظ[ ا א ــ و ــ‬ ‫‪٢‬‬


‫ــא أن כــ ن‬
‫ـق‬ ‫ــאف ا ول‪ ،‬و ــאل ا א ـ إ ـ ا ـ اع ا ـ ‪ .‬و ـ ا ـ أن‬ ‫ُ ْ ـ أـ اا‬
‫ـ‬ ‫ا ــאت ا‬ ‫א ــאت ـ ا‬ ‫ـ ا ـ ا ول ـ ا ـ ات و ــאئ ا‬ ‫‪٣‬‬
‫ــא‪،‬‬
‫ـ أن ا ــאدر ا ول ـ ا ـ أ ا ول أ ـ وا ـ‬ ‫ئـ‬ ‫ـ م ا ـ ات‪ .‬و‬ ‫ا ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫א ــ ًا‪ ٤.‬ــ ن ــא א ــ ه ــ ــ‬ ‫ــ ف ــא ذ ــ ا إ ــ‬ ‫כــ أ ــ ً‬ ‫ــ د ــ و‬
‫ـ ‪ ٥‬ـ ة أ ـ ر‪.‬‬ ‫ــאف‬ ‫ا‬

‫ــא‬ ‫ـ ر أن כ ـ ن أول ا ـ ادر‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאف כ ـ‬ ‫ـ ل‪ :‬إن ا‬ ‫ـ‬


‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪.‬وـ‬ ‫ــאف و ــא‬ ‫ــא ا‬ ‫ـع‬ ‫ـ أول ا ـ ادر‪ ٦‬ـ ا ـ ات ا ـ‬
‫ـ د‪ ٧‬כ ـ أ ـ ب ا ـ ازم إ ــא‪.‬‬ ‫ــאف א‬ ‫א‬ ‫‪١٥‬‬

‫אم‬ ‫ا‬ ‫و‬

‫ـ ـ ا ـ ب‬ ‫ــאغ‬ ‫ـ ا א ـ ‪ ٨،‬כא‬ ‫ـ כـ ن א ـ أ ـ‬ ‫ـ ا א ـ‬ ‫إن‬


‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ‪ ٩.‬و ـ כ ـ ن א ـ اع ا‬ ‫ــאرف ا‬ ‫ـ و ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬
‫ـ أن כ ـ ن ــאك א ـ ‪.‬‬

‫‪.‬‬ ‫ش ‪:‬‬ ‫‪١‬‬


‫‪١٢١‬و‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫א‪.‬‬ ‫ش‪:‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ش ‪ :‬א ‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫‪.‬‬ ‫–‬ ‫أ‬ ‫‪٥‬‬
‫ر ‪١٤٣‬ظ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫د‪.‬‬ ‫چ‪ :‬א‬ ‫‪٧‬‬
‫ش ‪٧٩‬و‪.‬‬ ‫‪٨‬‬
‫أ ‪١٢٢‬ظ‪.‬‬ ‫‪٩‬‬
74 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Varlık veren (mûcid) failin tesirinin birinci kısımdan olmadığı açıktır.


Nasıl olsun ki? Orada varlığı kabul edecek bir şey yoktur. Çünkü bu tesir-
den önce mahiyetin kesinlikle bir sübûtu yoktur. Bu sebeple failin tesiri, bu
mahiyetlere varlık vermesi (ifâzâtu’l-vücûd) şeklinde nasıl olabilir? Bilakis
5 varlık veren failin tesiri, ancak mahiyetin zâtını var etmektir (ifâza). Sonra
akıl, bu zâttan vücud ve vücudla nitelenmek gibi mefhumları çıkarır.
Bu duruma dikkat çeken şeylerden biri şudur: Hareketi ihtiyarı ile var
eden bir varlık verici, sadece hususi bir hareketin tahayyülüne ihtiyaç duyar.
Şayet ondan ilk sâdır olan, hareketin varlıkla ittisafı ise fail, tercih (ihtiyar)
10 ile sudurunda onun tasavvuruna ihtiyac duymaz. Çünkü bu takdire göre o,
hakîkî eserdir. Fiilini seçerek yapan (fâil-i muhtâr) için ise hakîkî anlamda
kendisinden neyin sudur edeceğiyle ilgili bir tasavvurunun olması gerekir.
Hakikat zikrettiğimiz gibidir. Fakat tesirle ilgili şahid olunan eserin
kâbil üzerine ifazası olunca vehimle dolu olan akıl, var etmede de bunun
15 benzeriyle hükmetmektedir. Ona güven olmaz, bu sebeple iyi anla! Muvaf-
fak kılan ancak Allah’dır. Sonra [İbn Sînâ] şöyle demiştir:
“İşte o hüviyet ve hususiyet, ismi olmayan, öyle bir mânâdır ki onu lâzımla-
rından başka hiçbir şey ile şerh etmek mümkün değildir. [Vâcibu’l-vücûdun]
lâzımlarından bir kısmı izafî, bazıları da selbîdir. İzafî olan lâzımlar, tarif
20 bakımından selbî olanlardan daha sağlamdır. Tarifin en mükemmeli, iza-
fetle selbin her iki nevini toplayan bir lâzım [ile yapılan]dır. Bu ise [vücu-
du vâcib olan] o hüviyetin ‘ilâh’ olmasıdır. Çünkü ilâh (mabud); başkası
kendisine nisbet olunan ve kendisi başka bir şeye nisbet olunmayandır.
Mutlak ilâh ise bütün mevcudata nisbetle böyle olandır.Bütün mevcudatın
25 ona intisabı izafî, onun başkasına intisabı olmaması da selbîdir. Hüviyet-i
ilâhiyeyi; azamet ve celâlinden dolayı “hüve hüve”den başka bir şeyle ifade
mümkün olmadığı ve o hüviyeti şerh ve tarif etmek de ancak lâzımlarıyla
olabileceği ve lâzımların bir kısmı izafî bir kısmı selbî olduğunu beyan
etmiştik. Yine her iki lâzımı cem etmek sûretiyle yapılan tarifin o hüviyeti
30 şerh ve tarifte en mükemmel olacağını açıklamıştık. ‘Allah’ ismi bunun her
ikisini cem etmiş bulunduğu için, hüviyet-i mutlakaya işaret olan hüve’den
sonra ‘Allah’ ismi getirilerek ‘hüve’ lafzının delâlet eylediği anlam [basît-i
hakîkî ve zât-ı mutlak, /zât-ı baht-ı ehadiyet] bununla izah ve şerh olundu.”
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪75‬‬

‫؟و‬ ‫ـ ا ول‪ .‬כ ـ‬ ‫ـ ـ ‪٨]/‬و[ ـ ا‬ ‫ا ـ أن ـ ا א ـ ا‬ ‫وـ‬


‫ـ ت أ ـ ‪ .‬כ ـ כـ ن‬ ‫א ـ‬ ‫ـ ـ اا ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ د‪ ،‬إذ ـ‬ ‫ــאك أ‬
‫ـ إ ــא ـ ـ ن ـ‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫א ـ ـ א ـ ا ـ د ـ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ ا‬
‫ــא‪.‬‬ ‫ـ د‪ ٢‬و‬ ‫ــאف א‬ ‫א ـ ‪ ،‬ـ ا ـ ـ ع‪ ١‬ــא ا ـ د وا‬ ‫ذات ا‬
‫ـ‬ ‫ــאج‪ ٤‬إ إ ـ‬ ‫ــאر‬ ‫כـ ‪ ٣‬א‬ ‫ـ‬ ‫ُ ـ ـ ذ ــכ أن ا‬ ‫و ــא‬ ‫‪٥‬‬
‫ــ د‬ ‫ــ ‪ .‬و ــ כאن ا ــאدر ا ول ــ ــ ا ــאف ا כــ א‬ ‫ا כــ ا‬
‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ره؛ ـ ا ـ ا‬ ‫ــאر إ ـ‬ ‫א ـ ـ إ ـ اره א‬ ‫ــאج ا‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ر ــא ـ ر ـ‬ ‫ــאر ـ‬ ‫א ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ و‬ ‫ا‬
‫ـ ا ـ إא ـ ا ـ ـ ا אـ‬ ‫ــא‬ ‫ــא כאن ا‬ ‫א ـ אذכ ــא‪ ٥.‬כ ـ‬
‫ــאد ـ ذ ــכ‪ ،‬و ا ـ اد ـ ‪ .‬א ـ !‬
‫‪٦‬‬
‫ـ ـ ا‬ ‫כـ ا ـ ا ـ ب א‬ ‫‪١٠‬‬
‫‪٧‬‬
‫وا ا ـ ‪ .‬ـ ــאل‪:‬‬
‫از ـ ‪ .‬وا ـ ازم‬ ‫إ‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫و ــכ ا‬
‫‪.‬‬ ‫ـ ًא ـ ا ـ ر ا ـ‬ ‫ــא إ א ـ و ــא ـ ‪٨]/ .‬ظ[ وا ـ ازم ا א ـ أ ـ‬
‫ـ ا א ـ وا ـ ‪ .‬وذ ــכ ـ כـ ن‬ ‫ـ ا ـ زم ا א ـ‬ ‫وا כ ـ ـ ا ـ‬
‫ـ ه‪ .‬وا ـ‬ ‫ـ إـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ هو‬ ‫ـ إ ـ‬ ‫ـ إ ـאً‪ ،‬ـ ن ا ـ ـ ا ـ ي‬ ‫ــכ ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫ــאب ـ ه إ ـ إ א ـ‬ ‫ـ دات‪،‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ـ ي כـ ن כ ــכ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫ـ‬ ‫כـ أن‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫‪ .‬و ــא כא ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ إـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫وכ ـ‬
‫א‬
‫‪٨‬‬
‫از ــא‪ ،‬و ـ‬
‫ــא إ ـ ـ ـ ‪ ،‬ـ ـ ح ــכ إ ــא כـ ن‬ ‫ــא و‬ ‫ــא‬
‫ْ‬
‫و ــא إ א ـ و ــא أن ا כ ـ ـ ا ـ وا ـ ح‪ ٩‬ــכ‬ ‫ــא ـ‬ ‫أن ا ـ ازم‬
‫ّـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـم‬ ‫ـ ًא‪،‬‬ ‫ــא‬ ‫ــאول‬ ‫אـ‬ ‫ـ و ــא أن ا ـ ا ـ‬ ‫ـ ذכ ـ ا‬ ‫ا‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ــכ‪.‬‬ ‫ـ » ـ « وכא ـ ح‬ ‫ـ‬ ‫ــא دل‬ ‫כـ ن »ا « כא כא ـ‬ ‫ـ » ـ « כـ ا‬

‫‪١٢١‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫د‪.‬‬ ‫‪ ٢‬أ – אا‬
‫رچ‪. +‬‬ ‫‪ ٣‬ش‬
‫אج‪.‬‬ ‫‪ ٤‬ش‪+‬‬
‫‪ ٥‬أ ‪ :‬ذכ ه‪.‬‬
‫‪ ٦‬أ ‪. :‬‬
‫‪ .‬אل‪.‬‬ ‫‪ ٧‬چ – وا ا‬
‫‪١٢٢‬و‪.‬‬ ‫‪٨‬‬
‫‪ ٩‬ش ‪٧٩‬ظ‪.‬‬
‫‪ ١٠‬ر ‪١٤٤‬و‪.‬‬
76 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Derim ki:
Daha önceki ifade edilenlerden sonra bu sözlerin ilave açıklamaya ihti-
yacı yoktur. İzafî lâzımlar sadece tarif bakımından selbî lâzımlardan daha
güçlüdürler. Çünkü izafî durumlar, bir şeyin ne olduğunu tayin etmeye
5 selbî olanlardan daha yakındırlar. Mesela sen heyulanın açıklamasına dair
“heyula; cisim değildir, sûret değildir, akıl değildir, nefs değildir, mürekkeb
değildir” gibi selbî bakımdan ona yüklemenin mümkün olduğu şeyler söy-
lersen bunlar onun ne olduğunu tayin etmede “heyulanın cismin kendisin-
den oluştuğunu ve mahallinin cisimsel suret olan şey olduğunu” söylemen
10 gibi olmaz. Bu ve benzeri örnekler bu duruma dikkat çekerler.
“Allah” lafzı ulûhiyeti içermektedir. Bununla beraber [bu mânâ da dahil
olmak üzere] mânâsı, mutlak hakîkî ilâh demektir. Hüccetu’l-İslam [İmam
Gazzâlî] şöyle demiştir:
[Allah lafzı] ilahî sıfatların, rububiyet vasıflarının hepsini câmi, yaratıcı
15 (sâni‘) olan, vücud-i hakîkîde tek olan gerçek (hak) mevcûdun ismidir.
Çünkü O’nun dışındaki bütün var olanlar (mevcûdât), varlığa layık değil-
lerdir. Varlığı O’ndan almışlardır, zâtına ve ona varlık kazandıran yönüne
nisbetle [hepsi] helak olacaktır. Dolayısıyla O’nun zâtı dışında her varlık
helak olucudur. Allah isminin bu anlamda alem isimler gibi O’na delâlet
20 etmek için gelmiş olması daha uygundur. İştikakı ve tasrifiyle ilgili zik-
redilen her şey ise zorlama ve tekellüften ibarettir.1 (Sözleri burada sona
ermiştir; Allah ruhunu temiz kılsın!)
Yine [İbn Sînâ]’nın sözünden, [Allah Teâlâ’nın] hakikatinin bilineme-
yeceği ve sözünün ulûhiyet anlamı içerdiği anlaşılmaktadır. Sonra Şeyh
25 Ebû Ali [İbn Sînâ] şöyle söylemektedir:

“Burada, [söylenilenin dışında] pek çok başka ince mânâlar da vardır: On-
lardan biri şudur: O hüviyetin, ulûhiyet olan lâzımlarıyla tanımlanması/
tarif edilmesi, onun hiçbir mukavvimi (kurucu unsuru) olmadığına işaret
eder. Aksi hâlde onları zikretmeyerek yalnız lâzımlarıyla tarif edilmesi nok-
30 san [bir tarif ] olurdu.

1 Gazzâlî, Ebû Hamid, el-Maksadu’l-Esnâ fi Şerhi’l-Esmâi’l-Hüsnâ, Mektebetu’l-Kur’ân, Kahire t.y.,


s. 61.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪77‬‬

‫أ ل‪:‬‬

‫ــ ح‪ ،‬وأ ــא أن ا ــ ازم‬ ‫ــ‬ ‫ــאج إ ــ‬ ‫ــא ــ‬ ‫כאن ــ ا ا ــכ م ــ‬

‫א ــ ‪٩]/‬و[‬ ‫ــ ؛ ِ ن ا ــ ر ا‬ ‫ــ ًא ــ ا ــ ازم ا ــ‬ ‫א ــ أ ــ‬ ‫ا‬

‫ــ ح‬ ‫ــ ً ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــכ ــ‬ ‫‪.‬‬ ‫ــ ا ــ ء ــ ا ــ ر ا ــ‬ ‫أ ــ ب إ ــ‬

‫ــא‬ ‫כ ـ ًא إ ـ آ ـ‬ ‫ـ ًא و‬ ‫ـ ًو‬ ‫ـ رة و‬ ‫ـ ًא و‬ ‫ـ أ ــא ـ‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬

‫כـ‬ ‫ــא ـ أن ـ ل ـ ا ـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ ب ـ כـ‬ ‫ـ ق‬

‫ــ ذ ــכ‪.‬‬ ‫ــא ــ‬ ‫‪ .‬ــ ا وأ א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ّــ ا ــ رة ا‬ ‫ــ و‬ ‫ــ ا‬

‫ــ‬ ‫ــ ا ــ ‪ .‬ــאل‬ ‫ــאه ا ــ ا‬ ‫ــ ‪ ،‬ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫»ا «‬ ‫و ــ‬


‫ــ م‪:‬‬ ‫ا‬
‫ــ ت‬ ‫ــ ت‬ ‫ــ ا‬ ‫ــאت ا‬ ‫ــ د ا ــ ا א ــ ا א ــ‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ اه‬ ‫ــ د‬ ‫ــ ‪ .‬ــ ن כ‬ ‫ــ د ا‬ ‫ــ د א‬ ‫ــ ا‬ ‫ا‬
‫ــ‬ ‫א ــכ و ــ‬ ‫ذا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ د ــ ‪،‬‬ ‫ــ د‪ .‬وإ ــא ا ــ אد ا‬
‫ـ‬ ‫ــאر ـ ا‬ ‫ـ د א ــכ إ و ـ ‪ .‬وا ْ ـ أ ـ‬ ‫ـ د ــכ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ‬
‫ـ‬ ‫ــא ذכ ـ ـ ا ـ א و‬ ‫ـ م‪ .‬وכ‬ ‫ـ ى أ ـ אء ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫ـ‬
‫و כ ّــ ‪ ٢ .‬ا ــ כ ــ ــ س ــ ه‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ّ ــ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــאل‬ ‫ـ‪ .‬ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ وأ ـ‬ ‫ُ َـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪٩]/‬ظ[ أ ـ‬ ‫و ـ‬


‫ـ ‪:‬‬ ‫أـ‬ ‫ا ـ‬

‫ــ‬ ‫از ــא و ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫و ــ אئــ أ ــ ى‪ ،‬ــא أ ــ ــא ــ ف ــכ ا‬


‫ّ‬
‫ــא إ ــ‬ ‫ــכאن ا ــ ول‬ ‫ــאت وإ‬ ‫أ ــ ذ ــכ ــ ــ ــ ــ ء ــ ا‬
‫ا ــ ازم א ــ ا‪.‬‬ ‫‪٢٠‬‬

‫‪١٢٢‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ا ‪ ،‬ص ‪.٦١‬‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫‪٢‬‬
78 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Yine o nüktelerden biri şudur: Bu hüviyeti [hüviyet-i ilâhiyeyi], mahiyetin


lâzımlarıyla [ulûhiyetin lâzımı ile yani izafî ve selbî lâzımlarını zâtında cem
etmiş olan Allah ile] şerh edince bunu O’nun bir (ehad) olduğu [ifadesi]
takip etti. “Ehad”, birliğin (vahdaniyet) son sınırında bulunan demektir.
5 Burada [‘Allah’tan sonra ‘ehad’ denilmesi], O’nun vahdetin en son sınırın-
da bulunmasından ve tarif bakımından hiçbir mukavvimatı olmamasın-
dan [o hüviyetin] mukavvimatla tarifinin mümkün olmadığına bir tembih
vardır.1
[Böylece] kelâmın takdiri şöyle olur: Tarifi ve şerhi mümkün olmayan bir
10 hüviyet. Bu hüviyetin tarifinde mukavvimatın ziredilmeyerek ilâhiyetten
ibaret olan lâzımlarıyla yetinilmesi akılların künhünü anlamaktan ve nur-
ların parıltılarının başlangıçlarının önünde durmaktan aciz kaldığı vahde-
tin son sınırında ve basîtlikte kemal derecesinde olmasındandır.
Nüktelerden biri de şudur: Mebde-i Evvel’in hüviyetinin birçok lâzımı var-
15 dır ve [bu lâzım]ların hepsi bir tertip üzeredir. Çünkü lâzımlar, [O’nun]
malûlleridir. Her yönden basit, gerçek bir olandan ancak bir sudur eder.
Bu da dikey veya yatay olarak kendisinden inen terip üzere olur. Bir şeyin
yakın lâzımı, tarif bakımından uzak lâzımdan daha kuvvetlidir. Dolayısıyla
insanın şaşıran (müteaccib) olması, gülen (dâhik) olmasından daha iyi ta-
20 rif olmaktadır. Bunun içindir ki bir şeyin mahiyeti, lâzımlarından biri ile
tarif edilmek istenildiğinde lâzım, o mahiyete ne kadar yakın ise tarif de o
derece güçlü ve açık olur.

Derim ki:
Bu da aynı şekilde ilave açıklamaya ihtiyaç duymamaktadır. Lâzımla-
25 rın malûlât olmasına gelince buradaki ifade, malûlât olan hamlî/yüklem
olan lâzımlarla ilgilidir, [hamlî lâzımlar] malûl olmaları hasebiyle değil de
mutlak anlamda lâzım olsalar bile böyledir. Çünkü illet, malûlün lâzımdır.

[İbn Sînâ] der ki:


Bunu daha kuvvetli bir tahkik olmak üzere başka bir tarzda zikredebiliriz.
30 Şöyle ki: Bir şeyin uzak lâzımı, hakikatte o şeyin malûlü olmayıp bilakis
malûlünün malûlü olur. Sebebi olan bir şey, [onu varlığa getiren] sebep-
lerini bilmeksizin gerçek mânâda (hakikatiyle) tarif edilemez. Bu tahkike
istinaden diyebiliriz ki mahiyetin tarifinde uzak lâzımlardan bir şey zikro-
lunsaydı bu tarif, hakîkî bir tarif olmazdı. Zira bir şeyin hakîkî tarifi, tarifte
35 o şeyin [mahiyetin] başkası için değil, zâtından dolayı gerektirdiği (li zâtihi
iktiza ettiği) yakın lâzımın zikredildiği tariftir.

1 Yani lâzımlarını söylemekten başka bir sûretle tarifin imkânsız olduğuna bir tenbih vardır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪79‬‬

‫ذ ــכ ـ ﴿أ ـ ﴾‪ .‬و ـ‬ ‫ّـ‬ ‫ـ ـ زم ا א ـ‬ ‫ــא ـ ح ــכ ا‬ ‫و ــא أ ـ‬


‫ــ ا א ــאت ــ‬ ‫ــא כאن ــ أ‬ ‫ــ أ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ ‪ .‬כאن ــ‬ ‫ا א ــ ــ ا‬
‫ـ إ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـم ـ ر‬ ‫‪١‬‬
‫ــאت‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة و ـ כـ‬ ‫ا‬
‫כــ ا ــ ازم‪.‬‬

‫אت‬ ‫א ذכـ ا‬ ‫ـ ح ــא إ ــא ُـ ك ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا ــכ م‪ :‬ا‬ ‫ـ‬ ‫و‬ ‫‪٥‬‬


‫א ـ‬ ‫אا ـ‬ ‫ــא وכ ــאل ــא‬ ‫ـ אـ و‬ ‫ـ ذכـ ا ـ ازم و ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫وا‬
‫ا ـ ل ـ اכ ــא א وا ـ ف دون ــאدئ إ ـ اق أ ار א‪.‬‬

‫َّ ــ ‪ .‬ــ ن‬ ‫ــכ ا ــ ازم‬ ‫ــ ا ــ أ ا ول ــא ــ ازم כ ــ ة و כــ‬ ‫و ــא أن‬
‫َ‬
‫ـ ر ـ ‪/‬‬ ‫ـ כ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ازم ـ ت‪ .‬وا ـ ء ا ا ـ ا ـ ُّ ا‬
‫ـ ًא‪ .‬و ن‬ ‫ـ ه ـ ًو‬ ‫ـ ‪ ٢‬ا ـ ا ــאزل ـ‬ ‫]‪١٠‬و[ أכ ـ ـ ا ا ـ إ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ّ ـאً أ ـ ف ـ‬ ‫ـאً ـ ا ـ زم ا ـ ‪ ،‬כ ـ ن ا ــאن‬ ‫ا ـ زم ا ـ أ ـ‬
‫‪٣‬‬
‫כ ــ א ــכאً‪ .‬ــ ا ــ ْ أراد ــ א ــ ــ ا א ــאت ــ ء ــ از ــא‬
‫ــא כאن ا ــ زم أ ــ ب כאن ا ــ أ ــ ‪.‬‬

‫أ ل‪:‬‬
‫ــא‬ ‫ت؛ ِ ن ا ــכ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ ح‪ ،‬وכـ ن ا ـ ازم‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا أ ـ ًא‬ ‫‪١٥‬‬

‫أن כ ـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ًא‬ ‫ت‪ ٤‬وإن כאن ا ـ ازم‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ ا ـ ازم ا‬


‫ـ ل‪.‬‬ ‫زم‬ ‫‪ .‬ـنا ـ‬ ‫ـ‬
‫אل‪:‬‬
‫ـ‬ ‫ـאً‪ .‬و ـ أن ا ـ زم ا ـ‬ ‫ـ أ ـ ىأ ـ‬ ‫و כ ـ ـ ا ‪ ٥‬ا ــכ م ـ‬
‫ــ ‪ .‬وا ــ ء‬ ‫כــ ن ــ ً‬ ‫ــ ــ‬ ‫ــ ء‬ ‫ا ــ ء כــ ن ــ ً‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ـ‬ ‫ـא ‪ .‬ـ اا‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ إ ـ‬ ‫א‬ ‫ـف‬ ‫اـ ي ـ ـ‬
‫ـ ا ــ ــ כــ ذ ــכ ا ــ‬ ‫ــ ـ ء ــ از‬ ‫ــ ا א‬ ‫ــ ذכــ ــ‬
‫כـ ـ ‪١٠]/‬ظ[ ا ـ ا ـ زم‬ ‫ـ ـ أن‬ ‫ا‬ ‫ـאً‪ ،‬ـ ا ـ‬ ‫ـאً‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ا ـ ء اـ‬ ‫ـ ءاـ ي‬ ‫ا ـ‬

‫ش ‪٨٠‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ر ‪١٤٤‬ظ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫‪١٢٣‬و‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ت‪.‬‬ ‫–و‬ ‫أر‬ ‫‪٤‬‬
‫أ ‪١٢٣‬و‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
80 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Mebde-i Evvel’e gelince: O’nun varlığının vâcib olmasından daha kadim


(daha yakın) bir lâzımı yoktur. Çünkü O [mebde-i evvel], “hüve hüve”
zorunlu varlık olduğu için, varlığının zorunluluğu vasıtasıyla kendisi dışın-
daki bütün [var olanların] ilkesi olması O’na gerekli (lüzûm) olmaktadır.
5 İşte bu iki şeyin [li-zâtihi vâcibu’l-vücûd ve bütün eşyanın mebdei olmak
lâzımlarının] mecmuu da ilâh olmaktan (âlihiyet) ibarettir.
Bunun içindir ki “hüve” lâfzı ile ‘hüve’ den başka bir şeyle ifade edilmek
imkânı olmayan basit-i hakîkî hüviyet-i mahza’ya işaret etmiş, lâzımından
bir şeyle tarif edilmesi gerekli olduğundan bu [hüve lafzını] gereklilik bakı-
10 mından (lüzum) kendisine en yakın şey [yakın lâzımı] ile takip etmiştir ki
bu da selb ve icab lâzımlarını toplayan “ilahlık (âlihiyet)”tır.1
Onu tesbih ve takdis [birden ziyade ve başkasına muhtaç olmak gibi eksik
sıfatlardan tenzih] ederim. O’nun şanı ne yüksek, kuvvet ve kudreti ne
kahirdir! O, hacetlerin [yalnız] O’nda son bulduğu ve istenilen şeylerin
15 ancak O’ndan olduğu [ilahtır]. O’nu tavsif edenlerin en büyük ve en beliğ
vasıfları, O’nun [Kur’ân’da] kendi nefsi için ihtiyar eylediği celâl, azamet,
fazilet ve güzellik mertebelerinin en aşağılarına bile yetişemez. Belki bu hu-
susta mümkün olan miktar, daha ziyadesini söyleyebilmenin imkansız ol-
duğu şeyi söylemektir ki o da Kitâb-ı Azîz’inde zikreylediği ve [Kur’an’ın]
20 mukaddes yüksek varlığına tevdi ettiği [vasıflardır].”

Derim ki:
Kitabu’l-Burhan’da açıkça ifade edildiği gibi sebebi olan her bir şeyin
bilgisi, ancak o sebebi bilmekle hasıl olur.2 Bu da tasavvur ve tasdike da-
yanır. Çünkü bir şeyi, hakikatinin künhü ile tasavvur etmek ancak onun
25 sebepleri olan cüzlerini bilmekle hasıl olur. Yakin ise -aklın varlığı sebebiy-
le- mesela ancak varlığının sebebini -ki vâcib olandır- bilmekle hasıl olur.
Bir şeyin yakın lâzımı -o şeyin sebebi değil sonucu olsa da- ancak ona en
yakın olduğu için [tarifte] onu kullanmak daha evlâdır. Çünkü şayet onun
sebebi olsaydı belirleyici olan o olurdu. Kendisi için bir sebep olmadığın-
30 dan, onun ardından zâta en yakın olan [şey/nitelik] gelir. Çünkü o [lâzım],
[zâtın] marifetine yükselmeyi mümkün kılan en özel [lâzım] olur.

1 Yani hüve’den sonra hemen en yakın lâzımını getirdi ki o da selb ve icab lâzımlarını, selb ve icabdan
ibaret olan bütün kemal vasıflarını kendisinde toplamış olan âlihiyet (Allah) tir. Hüve’nin delâlet eyle-
diği zât-ı baht ve vücûd-i mutlak’ın en yakın lâzımı Allah’tır. Buradaki ‘hüve’ ancak ‘Allah’ lâfza-i celâli
ile tarif olunabilir.
2 İbn Sînâ, Ebû Ali Hüseyin b. Abdillah, eş-Şifa: el-Mantık, (thk. Ebu’l-Alâ Afifî), Vizaretu’t-Terbiye
ve’t-Talim, Kahire: 1375/1956, III/85.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪81‬‬

‫ـ وا ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ د‪ .‬ـ‬ ‫زم أ ـ م ـ و ـ ب ا‬ ‫ـ‬ ‫وا ـ أ ا ول‬


‫ـ‬ ‫ـ ع‬ ‫ــא ـ اه‪ .‬و‬ ‫ـ أ ــכ‬ ‫ـ أـ‬ ‫و ـ ب و ـ ده‬ ‫ـ د ا ـ‬ ‫ا‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫ـ‬ ‫כـ أن‬ ‫ـאً ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ﴿ ـ ﴾إـ ا‬ ‫ـ ا‪ ١‬أ ــאر‬


‫ذ ــכ‬ ‫ـ ء ـ ا ـ ازم ّ ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وכאن‬ ‫ـ ء ـ ىأـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫‪.‬‬ ‫ــאب وا ـ‬ ‫زـ ا‬ ‫ـ ا א ـ‬ ‫ـ אء و ـ ًא و ـ ا‬ ‫כـ أ ـ ب ا‬

‫ـ ا א ــאت و ـ‬ ‫ـ א ! ـ اـ ي ـ‬ ‫ــא و ــא أ ـ‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫‪٢‬‬


‫ـ א‬
‫ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫ـ أد ـ‬ ‫ــאت و‬ ‫ـ ه ـ ا‬
‫כــ‬ ‫ــ ا ــ ر ا‬ ‫ــ‬ ‫ا ا‬ ‫ــ ت ا א ــ وأ ــ و ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ أ‬ ‫وا‬
‫ــ وأود ــ ــ و ــ‬ ‫ــ ا ــ ي ذכــ ه ــ כ א ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ أز ــ‬ ‫ذכــ ه ا‬ ‫‪١٠‬‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫ــ س ا‬ ‫ا‬

‫أ ل‪:‬‬

‫ـ‬ ‫ـ إ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ــאن أن ا ـ ــכ‬ ‫ـ ‪١١]/‬و[ ـ כ ــאب ا‬ ‫ـ‬


‫ـ‬ ‫ـ را ـ ء כـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـن‬ ‫ـ ر وا‬ ‫ّـ د ـ ا‬ ‫ـ ‪ ٣.‬و ـ ا‬ ‫ا ـ‬
‫ـ د ـ‬ ‫ـنا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـ א ‪ .‬وا‬ ‫ائ ـ ا ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫إ ــא‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ء‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ي ـ ا ا ـ ‪ .‬وا ـ زم ا‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫إ ــא‬


‫כـ ن أو ـ ‪ ،‬ـ ـ כאن ـ‬ ‫ـ אً ـ ‪ ،‬و כ ـ أ ـ ب إ ـ‬ ‫وإن‪ ٤‬כאن ـ ًא ـ و ـ‬
‫ّ‬
‫ـ ًא ـ ‪،‬‬ ‫כאن ـ أ ـ ب إ ـ ا ـ ات‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬و ــא ـ כـ ـ‬ ‫ـ כאن ـ ا‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ّـ إ ـ ـ‬ ‫ــא כـ ا‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ أ ـ‬

‫ش ‪٨٠‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪١٢٣‬ظ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫א‪.٨٥/٣ ،‬‬ ‫ا אء‪ :‬ا‬ ‫‪٣‬‬
‫ر ‪١٤٥‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫‪.‬‬ ‫شأر ‪:‬أ‬ ‫‪٥‬‬
82 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sen biliyorsun ki bu söz, retorik (hitabî) bir ifadedir. Söylenmeye en ya-


kın olan söz şudur: Uzak lâzım, yakın lâzımın malûlüdür. Dolayısıyla ilim
ancak bu yakın lâzımı bilmekle hasıl olur. Uzak lâzımla tarif, yakın lâzımı
bilmeye bağlıdır ve yakın lâzımla tarif ettikten sonra uzak lâzıma ihtiyaç
5 yoktur. Yakın lâzımın ifade etmediğini uzak lâzım ifade etmez. Yakın lâzım
bilinince uzak lâzımı bilmekten müstağni olunur.
Burada geride bir şey kaldı ki o da şudur: Sözü, sebebi olmayanın ha-
kikatinin ancak sebeplerini bilme yönünden bilinebileceği şeklinde ka-
yıtlamıştır. Bunu Şifâ’da açıklamıştır.1 Yine [şu şekilde takyid etti ki] bir
10 şeyin sebebi yoksa malûllerinden hareketle onu bilmek mümkündür ve
malûllerinden hareketle onunla ilgili istidlal etmek, burhan-i innî değil
burhan-ı limmî olur.2 Bu da burhan-ı limmînin sonuçlardan (müsebbebât)
hareketle düzenlemesi gibi sebebi olmayanın künhünü lâzımlarından hare-
ketle tasavvur etmeyi gerektirir. Bundan kurtulmanın yolu şudur ki Şifâ’da
15 ikinci fasılda bu sözü şöyle açıklamıştı: Konusunda sebebi olmayan, ya
kendiliğinden apaçık ortadadır ya da kesinlikle kıyas yoluyla yakînî olarak
açıklanamaz.3 Bu ise burada söylediklerine aykırıdır.
Sonra bu söylediklerinden -doğruluğu kabul edildiği takdirde bile- lâ-
zımlarla yapılan tarifin yeterli (müfîd) olması gerekmez. Şeyh’in maksadı
20 şu olabilir: Sebebi olmayanın, sebebi bilmek bakımından taayyününün ha-
sıl olması, ancak mümkün olan en üst seviyede yakın lâzımını bilerek onu
tasavvur etmekle olur. Yani hiçbir nedeni olmayanda mümkün olan en üst
nokta, onun gereklerini (levâzım) tasavvur etmek ve sonuçlarını (müseb-
bebât) bilmek yönünden hâllerini (ahvâl) tasdik etmektir. Burada illetin
25 bilgisi olmadığı hâlde onun burhan-ı limmî olarak isimlendirilmesi[ne ge-
lince] çünkü O’nda illet yoktur. Istılahta tartışma olmaz! İşte bu şekilde
tevcih edilmesi gerekir. Bunu iyice düşün!

1 İbn Sînâ, eş-Şifa, III/85-93 vd.


2 İlletten ma‘lûle yani sebepten sonuca götüren kıyasa burhân-ı limmî, sonuçtan sebebe götüren kıyasa
da burhân-ı innî denilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Yusuf Şevki Yavuz, “Burhan”, DİA, c. 6 (İstan-
bul: Diyanet Vakfı Yayınları, 1992), 30.
3 İbn Sînâ, eş-Şifa, III/94.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪83‬‬

‫ــ ل‬ ‫ــ‬ ‫א ــ ‪ .‬وا ــ ب أن ــאل‪ :‬إن ا ــ زم ا‬ ‫ــ أن ــ ا כ م‬ ‫وأ ــ‬


‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬א‬ ‫ـ ا ا ـ ا ـ ي ـ ا ـ زم ا‬ ‫ـ ا ـ إ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ زم ا‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ إ ـ ا ـ زم ا‬ ‫و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ زم ا‬ ‫ـ ف ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ زم ا‬
‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وإذا ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ـ‬ ‫א ـ زم‪ ١‬ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـف‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــכ م ـ ن ــא‬ ‫ــא ـ ء و ـ أ ـ ـ‬ ‫‪١١]/‬ظ[ ـ‬


‫ـ ء‬ ‫ــכ ـ ا ـ אء‪ ٢.‬و ـ إذا ـ כـ‬ ‫ـح‬ ‫ـא ‪.‬وـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫إ‬
‫‪٤‬‬
‫ــאن ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ل‬ ‫ـ‬ ‫ـ وـنا‬ ‫‪٣‬‬
‫כـ ا ـ ـ ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ر‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ر כ ـ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ــאن إ ّـ ‪ ٥.‬وذ ــכ‬ ‫و ـ‬
‫ـ أ ـ ـ ا ـ אء‬ ‫ّـ‬ ‫ـ א ‪ .‬وو ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאن ا ّ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫از ـ כ ــא أ ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ إ ــא أن כـ ن‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ا ــכ م ـ ن ــא‬ ‫ـ ا אـ‬ ‫ـح ـ ا‬


‫ــא‪.‬‬ ‫ــא ذכـ ه‬ ‫א ـ ًא א ـ ًא أ ـ ‪ ٦.‬و ـ ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وإ ــא أن‬ ‫ــא‬
‫ّ‬
‫ـ اً כ ـ ــא‬ ‫א ـ ازم‬ ‫ـ‬ ‫أن כـ ن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ م ـ ذ ــכ ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ـ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ‬ ‫أـ‬ ‫ـ دا ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٧‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬
‫‪.‬‬ ‫زـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ره ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא כـ‬ ‫ـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫اـ ـ‬ ‫ـ ق‬ ‫از ـ وأن‬ ‫ـ ر‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ أن א ـ ــא כـ‬


‫ـ ما ـ א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאن ا ّ ـ‬ ‫ذ ــכ א‬ ‫ـ א ‪،‬و ـ‬ ‫ـ ‪١٢]/‬و[ ا ـ‬
‫ـ !‬ ‫ـ‪.‬‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ ‪ .‬כـ ا‬
‫‪٨‬‬
‫ــא‬ ‫ـ ح‬ ‫ـ ‪.‬ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאك إذ؛‬

‫‪١٢٤‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫א‪.٩٣-٨٥/٣ ،‬‬ ‫ا אء ‪ :‬ا‬ ‫‪٢‬‬
‫ش ‪٨١‬و‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ش‪. ِ :‬‬ ‫‪٤‬‬
‫َ‬
‫ش‪ :‬إ ّن‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫א‪.٩٤/٣ ،‬‬ ‫ا אء‪ :‬ا‬ ‫‪٦‬‬
‫أ– ‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
‫‪١٢٤‬ظ‪.‬‬ ‫‪٨‬‬
84 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sonra [İbn Sînâ] şöyle dedi:

“[Burada şöyle bir şüphe var[id olur]. O da Yüce Allah’ın mahiyetinin


bilgisi, başkası için ancak izafetlerle ve selblerle mümkün ise de Yüce
Allah’ın, o mahiyeti bilmektedir. Burada akıl, akleden (âkil) ve akledilen
5 (ma‘kûl) birdir. Dolayısıyla niçin o mahiyeti zikretmedi ve lâzımların
zikriyle yetindi?
[Cevaben] diyoruz ki: Mebde-i Evvel’in asla mukavvim unsuru yoktur.
Çünkü O, mücerred vahdete sahip olup [her türlü kesretten münez-
zeh olarak] mahza basîttir. O’nda hiçbir surette çokluk ve ikilik yoktur.
10 O’nun kendi zâtını akletmesi, zâtının kurucu unsuru (mukavvim) olup
da onu akletmesi değildir. Zira O’nun zâtının kurucu unsuru yoktur
ki nasıl zâtına dair kurucu unsur akletsin?! Bilakis O’nun zâtına dair
aklettiği şey ancak her yönden çokluktan münezzeh olan, sırf ve mahza
hüviyetidir.O [hüviyetin ve] birliğin (vahdet) birtakım lâzımları vardır.
15 Bunun içindir ki önce [basit-i hakîkî olan] o hüviyeti zikretmiş, sonra
onu yakın lâzımlarıyla açıklamıştır. [Böylece] ne ise o olan özel varlığına
(vücûd-i mahsus) işaret etmiştir.”

Derim ki:

Bu [görüşünü] şüphe yoluyla ortaya koydu ve daha önce zikrettik-


20 lerini aydınlatmak/açıkça ortaya koymak (tavzîh) ve açıklamak (takrîr)
için bu görüşünü arz etti. Çünkü O’nun ne mahiyeti ne de mahiyeti[nin]
kurucu unsurları (mukavvimât) olduğu ifade edilince özü “başkası bil-
mese de Allah’ın kendi mahiyetini bildiği” olan bu şüphe, O’na yönel-
tilmezdi. Öyle ise bu mahiyet zikredilmeyip niçin lâzımların zikrine
25 dönüldü?

Bu şüphenin ortadan kaldırılmasıyla ilgili zikrettiği şeyin hasılı


şudur: O’nun asla mahiyeti olmadığı, aksine O, kesretten tamamiyle
uzak, yüce, özel bir hüviyet olan vücud-i baht olduğu için O, ancak
lâzımlarıyla açıklanabilir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪85‬‬

‫אل‪:‬‬

‫ــא‬ ‫ــא إ‬ ‫ـه‬ ‫‪١‬‬


‫כـ‬ ‫א ـ وإن כאن‬ ‫ـכ‪ .‬و ـ أن א ـ‬
‫ـ ّ‬ ‫و ـ‬
‫ــא‪ .‬ــ ن ــאك ا ــ وا א ــ‬ ‫א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫א ــאت وا ــ ب إ أ ــ‬ ‫ا‬
‫ــכ ا ـ ازم؟‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــכ ا א ـ وا‬ ‫כـ‬ ‫ــאذا ـ‬ ‫ـ ل وا ـ ‪.‬‬ ‫وا‬

‫ــ دة‬ ‫ــ و ــ ة‬ ‫ــאت أ ــ ؛‬ ‫ــ أ ا ول ــ ء ــ ا‬ ‫‪٢‬‬


‫ــ ل‪ :‬ــ‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ‬ ‫ــ ؛‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــאك أ ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ و כ ــ ة ــ و ا‬ ‫و ــא‬


‫ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــאت כ ــ‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــאت ذا ــ ‪،‬‬ ‫ــ ذا ــ‬ ‫ــ‬
‫ـ اכـ ة‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ِ ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ذا ـ إ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאت ـ‬
‫א‬ ‫ــ و ــ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ــ ة ــ ازم‪ .‬ــ ذن ذכــ‬ ‫ــ ه‪ .‬و ــכ ا‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫ــא ــ و ــ ده‬ ‫ــ ص ــ‬ ‫ــ ‪ .‬و ــ أ ــאر إ ــ و ــ ده ا‬ ‫א ــ ازم ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫‪١٢]/‬ظ[ أ ل‪:‬‬

‫ـ‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ اً ـ ‪.‬‬ ‫ـאً ــא ذכ ـ ه و‬ ‫ا ــכ ود ـ‬ ‫ـ‬ ‫إ ــא أورد ذ ــכ ـ‬

‫ـ‬ ‫כـ ر ا ـ ي‬ ‫ّ ـ ‪ ٤‬ا ــכ ا‬ ‫ــאت ا א ـ ـ‬ ‫א ـ و‬ ‫ـאّ ـ ر أ ـ‬


‫ّ‬
‫ــכ ا א ـ و ـ ل‬ ‫כـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ــא ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ف א ـ وإن ـ‬ ‫אـ‬ ‫أـ‬

‫إ ـ ذכـ ا ـ ازم؟‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــ‬ ‫ــ א ــ أ ــ ‪ ،‬ــ‬ ‫ــא ــ כــ‬ ‫ــא ذכــ ه ــ د ــ ا ــכ أ ــ‬ ‫و א ــ‬

‫ـ اכ ـ ة אכ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ‪٥‬ا‬ ‫اـ ي ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ دا‬ ‫ا‬

‫א ــ ازم‪.‬‬ ‫إ‬ ‫ــ‬ ‫כــ‬

‫أ ‪١٢٣‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ر ‪١٤٥‬ظ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ش ‪٨١‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫أ‪:‬‬ ‫‪٤‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪+‬ا‬ ‫أ‬ ‫‪٥‬‬
86 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sonra [İbn Sînâ] şöyle dedi:

“[Âyette] Allah’tan sonra gelen ‘ehad’, birlikte (vahdet) mübâlağadır. Bir-


likte (vahdet) tam mübâlağa, ancak bir/tek olmak’ın (vâhidiyet) kendi-
sinden daha ekmeli (tam) ve daha kuvvetlisi tasavvur edilmediğinde tahak-
5 kuk eder. Çünkü bir (vâhid), kendisinin altındaki fertlere teşkik suretiyle
söylenebilir. Hiçbir yönden bölünmeyen, birliğe (vâhidiyet) bazı yönler-
den bölünenden daha lâyıktır. Aklî olarak bölünen birliğe (vâhidiyet)
bilfiil[ hissî] olarak bölünenden daha lâyıktır. Bilfiil olarak bölüne bilen
birliğe (vahdet) kendisi için toplayıcı birlik olandan daha layıktır. Kendisi
10 için toplayıcı bir birlik (vahdet) olan, kendisi için bir toplayıcı birlik olma-
yan ve kitap, neşter ve ilaç için tıbbî veya gıda ve içecek için sıhhî denilmesi
örneğindeki gibi birliği (vahdet) yalnız ilkeye (mebde) nisbet sebebiyle olan
bilfiil bölünebilenden birliğe (vâhidiyet) daha layıktır.
Birlik’in (vahdet) en kuvvetli ve en zayıf olmayı kabul eden olması ve bir’in
15 (vâhid) altındakilere teşkik ile söylenilmesi sabit olunca birlik’te (vahdet)
en mükemmel olan, birlik’te (vahdet) kendisinden daha kuvvetli başka bir
şey olmasının imkânı olmayan olur. Eğer böyle olmasa O, birliğin (vahdet)
en son haddinde olmazdı. Bundan dolayı O, mutlak bir (ehad) olmayıp
bilakis başka bir şeye kıyasla bir olurdu.
20 Öyle ise Allah Teâlâ’nın “ehad” buyurması, O’nun bütün yönlerden bir
(ehad) olduğuna ve O’nda ne cinsler ve fasıllar gibi kurucu unsurların çok-
luğu veya cisimdeki madde ve suret gibi aklî parçaların çokluğu demek
olan manevi çokluk; veya ne de cisimde olduğu gibi bilkuvve veya bilfiil
hissî çokluk bakımından asla bir çokluk olmadığına delâlet etmektedir.
25 İşte [‘ehad’ sözünün] bu [şekilde beyanı], Allah Teâlâ’nın cinsten fasıldan,
madde ve sûretten, arazlardan, boyutlardan, azalardan, şekillerden, renk-
lerden, kâmil vahdetini ve vech-i keremine layık olan basît-i hakîkî oluşu-
nu bozabilecek teşbihin her türlüsünden münezzeh oluşunun açıklamasını
içermektedir. O’nun celali yücedir ve [O] herhangi bir şeyin kendisine
30 benzemesinden veya müsavisi/dengi olmasından mütealdir.”

Derim ki:
Kitabın, neşterin ve ilacın birliği tıbba nisbetleri; gıdanın ve içeceğin
birliği ise sıhhate nisbet edilmeleri sebebiyledir. Açıktır ki tıp; ilaç, neşter
ve kitabın ilkesi değildir. Onlar bir ilkeye nisbet edildiği için benzerdirler
35 [yoksa] onun için misal değildirler.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪87‬‬

‫אل‪:‬‬
‫ــ إ‬ ‫ــ ة‬ ‫و ــ ‪﴿ ١‬أَ َ ــ ٌ ﴾ א ــ ــ ا‬
‫ــ ة‪ .‬وا א ــ ا آ ــ ــ ا‬
‫ــא‪ .‬ـ ن ا ا ـ‬ ‫כ ـ أن כ ـ ن أ ـ و أכ ـ‬ ‫ـ‬ ‫إذا כא ـ ا ا ـ‬
‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫א ا‬ ‫ـ أ ـ أو ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــכ כ‪ .‬א ـ ي‬ ‫ـ א‬ ‫ــא‬ ‫ـ ل ـ‬
‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـאً أو ـ א ا‬ ‫ـ ا ــא ًא‬ ‫ـ ـ ـ ا ـ ه‪ .‬وا ـ ي‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ א ـ ‪،‬‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫א ا‬ ‫ـ א ـ و ـ א ـ ة أو ـ‬ ‫א ـ ‪ ،‬وا ـ ي‬
‫ـ א ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ـ أو ـ א ا ـ ‪١٣]/‬و[ ــא‬ ‫אـ ي ـ و ـ ة א ـ‬
‫ــאب إ ـ ا ـ أ כ ــא ــאل ِ ـ כ ــאب‬ ‫ــא ـ ا‬ ‫ـ و ـ ة א ـ ـ و‬
‫ّ ٌ‬
‫ـ اء وا ـ اب‪.‬‬ ‫ِـ‬ ‫ـ وا ـ واء أو ِ‬ ‫وا‬
‫ّ ّ‬
‫ــ وأن ا ا ــ ــ ل ــ ــא ــ‬ ‫ــ وا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ة א‬ ‫أن ا‬ ‫وإذا ــ‬ ‫‪١٠‬‬
‫כـ أن כـ ن ـ ء آ ـ أ ـ ى ـ‬ ‫ـ ة ـ اـ ي‬ ‫ـ ا‬ ‫ــכ כ وا כ ـ‬ ‫א‬
‫ـאً‪،‬‬ ‫כـ ن أ ـ اً‬ ‫ـ ة‪ ،‬ـ‬ ‫אـ ا א ـ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫ـ ة‪ .‬وا‬ ‫ـ ا‬
‫ـ ء دون ـ ء‪.‬‬ ‫כ ـ ن أ ـ ًا א ــאس إ ـ‬ ‫ـ‬

‫כ ـ ة ــאك‬ ‫ـ ه‪ ،‬وأ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ دل ـ أ ـ وا ـ‬ ‫ـ‬


‫ـ اء‬ ‫ـ ل أو כ ـ ة ا‬ ‫ــאس وا‬ ‫ــאت כא‬ ‫ـ ‪،‬أ ـ כـ ةا‬ ‫כـ ة‬ ‫أ ـ‬ ‫‪١٥‬‬
‫א ـ ة أو א ـ כ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כא ــאدة وا ـ رة ـ ا ـ ‪٢‬أو כ ـ ًة‬ ‫ا‬
‫ـ وا ــאدة وا ـ رة‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ـאً ـ ا‬ ‫ـ ا ــאن כ ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وذ ــכ‬ ‫ا‬
‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ها‬ ‫ــכאل وا ـ ان و ــאئ ا‬
‫‪٣‬‬
‫ــאء وا‬ ‫ــאض وا‬ ‫ـ اض وا‬ ‫وا‬
‫ـ و אـ‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ ا ئ ـ כـ م و ـ و ـ‬ ‫ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ ة ا כא ـ وا‬ ‫َّ ـ ا‬
‫ـ ء‪.‬‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ء أو‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫‪٢٠‬‬

‫أ ل‪:‬‬

‫وا ــ اء‬ ‫ــאب إ ــ ا ــ‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ وا ــ واء و‬ ‫ا כ ــאب وا‬
‫ــ أ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ .‬و א ــ أن ا ــ‬ ‫ــאب إ ــ ا‬ ‫‪١٣]/‬ظ[ ا‬ ‫ــ‬ ‫وا ــ اب‬
‫ــא ن ــ ‪.‬‬ ‫ــאب إ ــ ا ــ أ‬ ‫ــ ان‬ ‫ــא‬ ‫ــ وا כ ــאب‪.‬‬ ‫ــ واء وا‬
‫‪١٢٥‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ر ‪١٤٦‬و‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫‪١٢٥‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ش ‪٨٢‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
88 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Yerinde ifade edildiği üzere heyula ve sûreti, haricî cüzler olduğu hâlde
aklî cüzler kıldı. [İbn Sînâ]’nın ibaresi, aralarında hissî bakımdan değil de
aklî bakımdan ayrılık (temâyüz) olması için o ikisini [heyula ve sûret] mu-
kavvimatın çokluğunun kısımları kıldığına delâlet etmektedir. [Hâlbuki] o
5 ikisi, cisimlerin cüzlerine aykırı olarak konum (vaz‘) bakımından birdirler.
Çünkü [onlar], basît olan cismin iki yarısında olduğu gibi vehmî cüzlerden
olsa da konumda ayrılmıştır. Çünkü hissî olarak o ikisi arasındaki ayrılık,
açıkça ortadadır. Şöyle ki iki yarısından birisine yapılan hissî işaret, diğer
yarısına yapılan işaretten farklıdır. Bazı musannifler, cüzlerin taksimini aklî
10 ve haricî olarak; sonra [İbn Sînâ’nın] söylediklerini göz önüne alarak haricî
olanın taksimini de hissî ve aklî olarak açıklamışlardır.
Şeyh [İbn Sînâ] şöyle dedi:

“Şayet denilirse ki “Haydi kabul edelim ki bu mesele[nin dâvaları] şu lafzın


[ehad lafzının] içinde bulunmaktadır. Ancak bu sûrede buna delâlet eden
15 açık delil (burhân) nerededir? Cevap olarak deriz ki: Bunun açık delili şu-
dur: Hüviyeti; ancak cüzlerin bir araya gelmesiyle hâsıl olan şeyin hüviyeti,
o cüzlerin husûlüne bağlı olduğundan böyle bir hüviyet zâtından dolayı
hüve hüve olmayıp başkasındandır. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın “Kul huvella-
hu ehad” kelamınının delâletine göre Mebde-i Evvel, zâtından dolayı hüve
20 hüve’dir. Öyleyse O’nun cüzleri yoktur. Bu âyetle ilgili anlayışımın vardığı
yer burasıdır. Kelâmının sırlarını kuşatan, Allah’tır.”

Derim ki:
Cevapta gerçeği dile getirdi. Şöyle ki, O’nun birlik mertebelerinin en
üstünde bulunmasının ve her yönden çokluktan münezzeh oluşunun deli-
25 li, varlığının herhangi bir şartla mukayyet olmayıp mutlak olmasıdır. Çün-
kü ayrıntısıyla açıkladığı gibi böyle olanda çokluk asla bulunmaz.
Şayet şöyle dersen: Arazlardan meydana gelen çokluğun O’nda olma-
dığının açık delili (burhân) nerededir? [Cevap olarak] denilir ki: Arazların
ilişmesi (ârız olması), bu arazlar nazar-ı itibara alınması bakımından çok-
30 tur. Çünkü cisim, mesela beyaz olması itibariyle çeşit çeşit olması bakımın-
dan [diğerinden] farklıdır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪89‬‬

‫ــ ــ أ ــא أ ــ اء אر ــ כ ــא ــ ر ــ‬ ‫ــ وا ــ رة أ ــ اء‬ ‫و ــ ا‬


‫ــאت כـ ن ا א ـ‬ ‫ـ אً כ ـ ة ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ ل ـ ذ ــכ אر ـ أ ـאً‬
‫ـ ف أ ـ اء‬ ‫ـ‬ ‫ــא ّ ـ ان ـ ا‬ ‫ا ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬
‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ כ ــא ـ‬ ‫أ ـ اء و‬ ‫ـ و ـ כא ـ‬ ‫אـ ة ـ ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ ‪.‬‬ ‫ا‬
‫ـ‬ ‫ـ إـ أ ـ ا‬ ‫ــאرة ا‬ ‫א ـ ‪ .‬إذ؛ ا‬ ‫ــא ـ ا ـ‬ ‫ــאز‬ ‫ا ـ ؛ ـنا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ اء إ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـح ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאرة إ ـ ا‬ ‫ـ ا‬


‫ــא ذכـ ‪.‬‬ ‫ـ اً إ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ ا אر ـ إ ـ ا‬ ‫ـ وا אر ـ ‪ .‬ـ‬ ‫ا‬

‫‪:‬‬ ‫אل ا‬
‫ـ‪،‬‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ‬ ‫ر ـ‬ ‫ــאرت‬ ‫ـ‬ ‫ــئ‬ ‫َ ـ ْ أ ّن د ــאوى ـ ه ا‬ ‫ـن ـ‬
‫ـ إ ــא‬ ‫ــא כא ـ‬ ‫א ـ أن כ‬ ‫ـ ل‪:‬‬ ‫ــא ـ ـ ه ا ـ رة؟‬ ‫ــאن‬ ‫ـ ا‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ اء‬ ‫ـ ل ــכ ا‬ ‫ـ ‪١٤]/‬و[ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאع أ ـ اء כא ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ כ ــא دل‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ا ول ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬כـ‬ ‫اـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ اء‪ .‬ـ ا ــא ـ إ ـ‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ﴿ ُ ـ َ ا ُ أَ َ ـ ٌ ﴾‪ .‬ـ ذن‪ ١‬ـ‬
‫ـ ار כ ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ه ا ـ ‪ .‬وا‬
‫أ ل‪:‬‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ ةو‬ ‫ا‬ ‫اـ‬ ‫ــאن ـ כ ـ ـ أ ـ‬ ‫ـ ا ـ اب أن ا‬ ‫ّـ‬ ‫ـ‬


‫ـ ط‪ .‬ـ ن ـ כـ ن כ ــכ‬ ‫ـ‬ ‫ـאً ـ‬ ‫ـ و ـ هاכـ ةכ ـ ـ‬ ‫ـ‬
‫‪٢‬‬
‫כـ ن ـ כ ـ ة أ ـ כ ــא ّ ـ ‪.‬‬
‫ـ اض؟ ـ ‪:‬‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫ـ اכـ ةا א‬ ‫ـ‬ ‫ـ ن ـ ‪ :‬أ ـ ا ــאن ـ أ ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اض‪ ٥‬ـ ن ا‬ ‫ـ اض כ ـ ة‪ ٣‬א ــאر ــכ‪ ٤‬ا‬ ‫ِ ن ـ وض ا‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ـכ ‪.‬‬
‫ـ ّ‬ ‫أـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ ـ ـ‬ ‫أـ أ ـ‬
‫‪١٢٦‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪.‬‬ ‫כ א‬ ‫–أ‬ ‫أر‬ ‫‪٢‬‬
‫ش ‪٨٢‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ر ‪١٤٦‬ظ‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫‪.‬‬ ‫چ – ا اض כא‬ ‫‪٥‬‬
90 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Şöyle dersen: Allah Teâlâ’nın hüviyeti, izafî ve selbî [lâzımlar] itibariyle


çoktur?
Cevap şudur: Bu [izafî ve] selbî lâzımlar ancak başkası dikkate alın-
dığında ortaya çıkar. Bir şeyin ilkesi [mebdei/var edicisi] olması, ancak
5 zâtının bu diğer şeyle beraber dikkate alınmasıyla olur. Aynı şekilde özel
(mahsûs) selb de yani ondan başkasının selbi, ancak bu başkasının bu şeyle
mukayesesiyle ortaya çıkar. O da başkasından kaynaklanan ve başkasına
ihtiyaç duyan izafet ve nisbetle ilgili hüküm vermektir. Allah Teâlâ’nın zâtı,
kendisi olması bakımından, bütün çokluklardan münezzehtir. Çokluk an-
10 cak başkasından neşet eder.
Sonra şöyle dedi:

[Allahu’s-Samed]
Allah Teâlâ’nın “Allahu’s-samed”kavliyle [ilgili şöyle dedi]:

“Samed, lügatte iki şekilde tefsir edilmiştir: 1. Hiç boşluğu (cevf) olmayan;
15 2. Ulu (Seyyid). Birinci tefsire göre samed’in mânâsı selbî olup mahiyeti-
nin olmadığına işarettir. Çünkü, [zâtından başka] mahiyeti olan her şeyin
cevfi ve içi vardır, bu da mahiyetin kendisidir. Mevcud olduğu hâlde içi
(bâtın) olmayan şeyin zâtında varlıktan (vücûd) başka bir itibar ve cihe-
ti yoktur. Varlıktan başka bir itibarı olmayan, yokluğu kabul etmeyendir.
20 Zira, o olması bakımından mevcud olan [yani varlığında kendi zâtından
başka bir illet ve sebep olmayan ve yokluğu düşünülemeyen] şey, yokluğu
kabul etmeyendir. Öyle ise hak olan samed, bütün yönlerden mutlak ola-
rak Vâcibu’l-vücûd’dur.
İkinci tefsire göre samed’in mânâsı, izafîdir ki bu da bütünün (küll) başı
25 (seyyid) yani bütünün ilkesi olmasıdır. Âyet-i Kerime’den her iki anlamın
murad edilmesi muhtemeldir. Bu takdirde âyet-i kerimenin anlamı şöyle
olur: “İşte ilâh, bu şekilde olandır. Yani ulûhiyet, bu icab ve selbin bütü-
nünden ibarettir. [Bu iki şey kendisinde bulunmayan, hak ilâh değildir.]

Derim ki:
30 Mahiyet, ancak varlıkla ortaya çıkar (zâhir olur). Varlık, zâhirdir; ma-
hiyet, bâtındır. Dolayısıyla [mahiyet], cevf [iç/boşluk] mesabesindedir. Bu
sebeple mahiyeti olmayan, boşluğu olmamaya uygun bir şekilde mevcud
olur. Mahiyet olmayınca onun için ancak farklı karışımların bütününden
mücerred olan sırf varlık (vücud-ı baht) olur. [Zât] varlığın aynı olunca hüve
35 hüve olmak bakımından mevcud olur ve yokluğu (‘adem) kabul etmez.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪91‬‬

‫א אت‪.‬‬ ‫ب وا‬ ‫כ ة א אر ا‬ ‫א‬ ‫‪:‬‬ ‫ن‬

‫ـ أً ـ ء‬ ‫ـ ه‪ .‬ـ ن כ ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ اب أن ــכ ا ـ ب‪ ١‬إ ــא‬
‫ـ‬ ‫ـ صأ ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ذا ـ ـ ذ ــכ ا ـ ء‪ .‬وכـ ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫إ ــא‬
‫כـ‬ ‫א ـ إ ـ ذ ــכ ا ـ ء ‪١٤]/‬ظ[ ـ ـ‬ ‫ــכ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ ــא‬ ‫ا ـ‬
‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬ا ـ‬ ‫ـ هو ـ ـ‬ ‫ــאج‪ ٣‬إ ـ‬ ‫א ـ ـ أـ‬ ‫ا ـ وا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ه‪ .‬ـ ــאل‪:‬‬ ‫ــאئ و ـ ه ا כ ـ ة إ ــא ا כ ـ ة א ــئ ـ‬ ‫ـ ـ‬

‫﴿ا ُ ا َّ َ ُ ﴾‬
‫ـ‬ ‫ـ ف ـ وا א ـ ا ـ ‪.‬‬ ‫ــא ا ـ ي‬ ‫ـ ان‪ ،‬أ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ ـ ا ـ‬ ‫ا‬
‫ــא ـ א ـ כאن‬ ‫ـ ا א ـ ‪ .‬ـنכ‬ ‫‪ ،‬و ـ إ ــאرة إ ـ‬ ‫ــאه ـ‬ ‫ـ ا ول‬ ‫ا‬
‫ـ و‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ــכ ا א ـ ‪ .‬و ــא‬ ‫ـ فوא ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫‪٤‬‬
‫ـ م‪.‬‬ ‫ـ אـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ا ــאر ـ إ ا‬ ‫ـ د‪ .‬وا ـ ي‬ ‫ا ــאر ـ ذا ـ إ ا‬
‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ا‬ ‫ـ م‪ .‬ـ ذن ا‬ ‫ـ د ـ אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـنا ـ ء ـ‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـאً ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ا‬

‫ـ اً ــכ ‪ ،‬أي ـ أ ــכ ‪ .‬و‬ ‫ــאه إ א ـ و ـ כ ـ‬ ‫ـ ا אـ‬ ‫و ـ ا‬


‫ـ ا ـ ي כـ ن כ ــכ‪ ،‬أي‬ ‫ــאه أن ا ـ‬ ‫ــא ـ اداً ـ ا ـ ‪ ،‬وכאن‬ ‫أن כـ ن כ‬ ‫‪١٥‬‬
‫ــאب‪.‬‬ ‫وا‬ ‫ـ ع ـ اا ـ‬ ‫ــאرة ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫أ ل‪:‬‬
‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫‪٥‬‬
‫ــ د א ــ وا א ــ א ــ ‪.‬‬ ‫ــ د‪ ،‬א‬ ‫ــ א‬ ‫ا א ــ إ ــא‬
‫ــ ف ــ ‪ .‬وإذا ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ د א ــ‬ ‫ــ ‪١٥]/‬و[‬ ‫א ــ ــ‬ ‫ا ــ ف‪ ،‬ــא‬
‫א ــאت‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ د ــ‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ د ا‬ ‫ــ إ ا‬ ‫ــ א ــ ــ כــ‬ ‫כــ‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ـ ا ـ م‪.‬‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ ‪ .‬و ــא כאن ـ ا‬ ‫ا‬

‫ب‪.‬‬ ‫اب أن כ ا‬ ‫– א‬ ‫چشر‬ ‫‪١‬‬


‫چ ‪ +‬ذ כ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫أ ‪١٢٤‬و‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫‪١٢٦‬ظ‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫– א ‪.‬‬ ‫أر‬ ‫‪٥‬‬
92 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Mahiyeti olmayan için yokluğa aykırı (münâfi) bir itibar yoktur ki mahi-
yeti olanın hilafına bu itibara göre yokluğu kabul etsin. Çünkü varlıktan
farklı olması itibariyle mahiyet, yokluğu kabul eder. Vâcib Teâlâ’nın dışın-
da olan her şey, mahiyet sahibidir ve onların hepsi mümkündür. [Âyette
5 “samed” kelimesini sözlükteki] iki anlamı birden kast edilme ihtimaliyle
ilgili söylediğine gelince usûlcülerin çoğunluğunun bu konudaki görüşü,
müşterek ismin [aynı anda] iki anlamda kullanılmasının mümkün olma-
ması [şeklindedir].
İmamımız el-Muttalibî eş-Şâfiî’nin -Allah ona rahmet etsin- cevazına
10 dair görüş nakledilmiştir. İmam Huccetülislam [Gazzâlî] bu kullanımı
uzak görmüş ve şöyle demiştir: Bu görüş şayet gerçekten ondan [Şâfiî’den]
gelmiş ise bu, uzak bir görüştür (doğru değildir). Aksine mutlak anlamda
“ayn” lafzı, kendisinin anlamını tayin edecek bir karinenin delâletine kadar
lügatte mübhemdir.1
15 Evet, şeriatın lafızdaki tasarrufu onların vaz’ından [ve lafzın bütün an-
lamlarını kastedecek şekilde kullanımından uzak değildir. İşte bu lafzın
da onu söyleyen kimsenin, başkasının tasdikine ihtiyaç duymasına bağlı
olmadan, bu şekilde olması caizdir.

[Lem Yelid ve Lem Yûled]


20 [İbn Sînâ] Allah Teâlâ’nın “Lem yelid ve lem yûled (Allah doğurmadı ve
doğurulmadı)” kavliyle ilgili şöyle dedi:

“Hak Sübhânehû ve Teâlâ, [kendisini tarif ederken ‘es-Samed’ demekle]


her şeyin kendisine dayandığını (müstenid) ve muhtaç olduğunu, bütün
mevcudata varlık verenin kendisi olduğunu ve bütün mahiyetlere varlık
25 verenin/taşıranın (feyyâz) kendisi olduğunu beyan ettikten sonra [“Lem
yelid ve lem yûled” buyurmakla] kendisinden benzerinin (misl) sudurunun
imkansız (mümteni) olduğunu beyan buyurmuştur.
[Çünkü] O’nun hüviyetinin izafî anlamı, [hüvîyet-i ilâhiye bütün mahiyet-
ler üzerine varlık veren, yok iken onları var eden anlamında olan] ulûhiyeti
30 gerektirince, bazıları bu durumun O’nun kendi varlığından [O’na çocuk
olacak] kendisinin bir misline de varlık verebilmesini (feyz) gerektirdiğini
vehmettikleri için Allah Teâlâ, [“Lem yelid ve lem yûled” sözüyle] kendisin-
den mislinin tevellüd etmeyeceğini beyan buyurmuştur. Çünkü kendisin-
den misli doğan her şeyin mahiyeti, onunla başkası arasında müşterek olur.

1 Gazalî, el-Maksadu’l-Esnâ, s. 43.


‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪93‬‬

‫ــאر‬ ‫ــכ ا‬ ‫ــ ا ــ م‬ ‫ــ‬ ‫א ــ ا ــ م‬ ‫א ــ ــ ا ــאر‬ ‫ــא‬ ‫و ــ‬


‫ــ م‪.‬‬ ‫ــ د א ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫א ــ ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ف ــא ــ א ــ ‪ .‬ــ ن ــ‬
‫ـ أن‬ ‫כـ ‪ .‬و ــא ذכـ ه ـ أ ـ‬ ‫ـ א ـ ‪٢‬و ـ‬ ‫אـ‬ ‫ــא ـ ى ا ا ـ‬ ‫‪١‬‬
‫وכ‬
‫ـ ز‬ ‫ـ أـ‬ ‫ـ ـ ‪٣‬ا‬ ‫إ ـ ا כـ‬ ‫ـ اداً א ـ ي ذ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن כ ا‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ك ـ כ ا‬ ‫אل ا ـ ا‬ ‫ا ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ه ا ــאم‬ ‫ـ ازه‪ .‬وا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫‪٤‬ر‬ ‫َّ ِ ِ ـ ا ــא‬ ‫ـ إ א ــא ا‬ ‫و ـ‬


‫ـ ـ ا ـ إ ـ أن‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ م و ــאل‪ :‬ـ ا إن ـ‬ ‫ا‬
‫‪٥‬‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل‬

‫ق‬ ‫ـ إ‬ ‫ـ ‪٦‬و‬ ‫ـ أن כـ ن ـ و‬ ‫ــאظ‬ ‫ـف ـ ا ـع ـ ا‬ ‫ـ‬


‫ـ اا ـ ‪/‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ز أن כ ـ ن ـ ا ا ـ‬ ‫א ـ ‪.‬و ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫رادة‬ ‫ا ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ‪:‬‬ ‫ـ ا ـ ‪ .‬ــאل‪ ٨‬ـ‬ ‫ــאج إ ـ‬ ‫‪٧‬‬


‫ـ‬ ‫ــכ‬ ‫]‪١٥‬ظ[ ـ أن ا אئـ‬

‫﴿ َ َ ِ ْ َو َ ٌ َ ْ ﴾‬
‫ْ‬ ‫ْ‬
‫ـ د‬ ‫ـ‬ ‫ــאج إ ـ وأ ـ ـ ا‬ ‫إ ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ א و א ـ أن ا ــכ‬ ‫ــא ـ‬
‫ّ‬
‫ــ א أ ــ‬ ‫ــ د ــ כ ا א ــאت ــ‬ ‫ــ دات و ــ ا ــאض‬ ‫ــ ا‬
‫ّ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫‪١٥‬‬

‫א ــא‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ا و ــאم أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫إـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬


‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ و ــ ده و ــ ُد‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ــכ وإ ــאد ا ــכ‬ ‫ا א ــ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ن כ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ א أـ‬ ‫כ ـ ن و ـ اً ـ ‪ ،‬ـ‬
‫ّ‬
‫ـ ه؛‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ ه‪ .‬ــכ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫כא ـ א ـ‬
‫ش ‪٨٣‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫א ‪.‬‬ ‫א‬ ‫ىا ا‬ ‫א‬ ‫م‪ .‬وכ‬ ‫د א‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫א‬ ‫ن‬ ‫–‬ ‫أر‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫–‬ ‫شأ‬ ‫‪٣‬‬
‫)ت‪.(٨٢٠/٢٠٤.‬‬ ‫ا א‬ ‫إدر‬ ‫ا‬ ‫ا אم أ‬ ‫‪٤‬‬
‫ا ‪ ،‬ص ‪.٤٣‬‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬
‫ر ‪١٤٧‬و‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫– ‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
‫‪١٢٧‬و‪.‬‬ ‫‪٨‬‬
94 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Böylece o, madde ve ilgilileri vasıtası olmaksızın teşahhus etmemiş olur.


Maddî olan yahut madde ile alâkası bulunan her şey, başkasından doğmuş
olur. Böylece âyetin anlamı şu şekilde olur: “Doğurmadı, çünkü doğurul-
madı.”
5 Şayet: Bu sûrede her türlü eksiklikten münezzeh Allah’ın doğurulmamış
olduğuna delâlet eden bir işaret var mıdır? diye sorulursa;
Bu suale şöyle cevap verilir: Sûrenin başlangıcında zikrolunan “hüve” den
başka kendisi için bir mahiyet ve itibar olmayınca ve hüviyeti zâtından do-
layı (li-zâtihi) olunca bu, O’nun başkasından doğmamış olmasını zorunlu
10 kılar. Aksi takdirde hüviyeti, başkasından kazanılmış olurdu ve O, li-zâtihi
hüve hüve olmazdı.”

Derim ki:
Açıktır ki başkasından doğmak, bazen Zeyd’in babasından doğması
gibi tevlîd (doğmasına sebep olmak) yoluyla olur; bazen de bazı canlıların
15 küflü (bozulmuş) maddelerden doğması gibi bu [tevlîd] yoluyla olmaz.
Her iki durumda da doğan, maddeye ihtiyaç duyar.
[Allah Teâlâ’nın] “Lem yûled/Doğurulmadı” sözü, bütün tevellüd (doğ-
ma) yollarını bilhassa da maddeyi nefyetmektedir. “Lem yelid/Doğurma-
dı” sözü ise O’nun başkası için madde olmasını -ki böylece O’ndan başkası
20 doğsun- nefyetmektedir. Buna göre “lem yûled/doğurulmadı” ifadesi “lem
yelid/doğurmadı” ifadesinin delili olmaktadır. [İbn Sînâ’nın] dediği gibi,
“doğurmadı (“lem yelid”) çünkü O’ndan başkası doğmadı (“lem yûled”)”.
Çünkü maddî olmayandan, başka bir şey doğmaz.
Burada başka bir anlam da ortaya çıkmaktadır: Allah Teâlâ’nın “lem
25 yelid/doğurmadı” sözü açıkça anlaşılacağı üzere O’nun başkasının babası
olmasını nefyetmektedir. Bundan maksat, mutlak olarak benzerinin (mis-
linin) nefyedilmesidir. Çünkü bir şeyin benzeri ya babası olmakla ya ço-
cuğu olmakla ya da doğum (tevellüd) ilişkisi olmaksızın mahiyette dengi
(küfüvv) olmakla olur. Allah Teâlâ’nın “lem yelid ve-lem yûled ve lem-ye-
30 kun lehû küfüven ehad/Doğurmadı, doğurulmadı, kendisine bir denk de
olmadı” sözü bütün benzerlikleri nefyetmektedir.
Şayet şöyle dersen: Denkliğin nefyi, mutlak olarak benzerlerinin nefye-
dilmesi hususunda yeterlidir. Çünkü mahiyette benzerlik, baba ve çocuk
olmaklıktan daha geneldir. Dolayısıyla da denkliğin nefyi, bu gayeyi ifade
35 için yeterlidir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪95‬‬

‫ـ‬ ‫ــא כאن אد ـאً أو כאن ـ‬ ‫ــא‪ ،‬وכ‬ ‫ا ــאدة و‬ ‫ا ـ‬ ‫إ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ «‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــכ م כـ ا » ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ اً ـ‬ ‫א ــאدة כאن‬

‫؟‬ ‫א‬ ‫أ‬ ‫رة ل‬ ‫ها‬ ‫‪ :‬ي إ אرة‬ ‫ن‬

‫ـ ‪ ،‬و ـ ا ـ ي ا ـ أ ـ أول‬ ‫ـ א ـ وا ــאر ـ ى أ ـ‬ ‫ــא ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪:‬‬


‫ــ ه‪ ،‬وإ‬ ‫ــ ًا ــ‬ ‫כــ ن‬ ‫أن‬ ‫ا ــ و ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ رة כــ ه وכא ــ‬ ‫‪٥‬‬
‫اـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ אدة ـ‬ ‫ـ‬ ‫כא ـ‬

‫أ ل‪:‬‬

‫ـ زـ‬ ‫ـ כ ــא ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ـ ـ כـ ن‬ ‫ـ‬


‫ـ ا ـ ‪١٦]/‬و[ أن ا‬
‫ّ‬
‫ا ــאت ـ ا ـ ّاد‬ ‫‪٢‬ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ ــא‪ ١‬ـ‬ ‫כـ ن ـ ا ا‬ ‫ـ أ ـ ‪.‬وـ‬
‫ّـ إ ـ ا ــאدة‪.‬‬ ‫ــאج ا‬ ‫ر ـ‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ כ ــא ا‬ ‫ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــאدة‪ .‬و ـ ﴿ َ ـ َ ِ ـ ْ ﴾‬ ‫ـ ـ قا ـ ـ ـ‬ ‫ـ ﴿ َـ ُ َـ ْ ﴾ ـ‬
‫ْ‬ ‫ْ‬
‫ه‪ .‬ـ ـ ا כ ـ ن ـ ﴿ ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ن כ ـ ن ـ ــאدة ـ ه ـ‬ ‫ـ‬
‫َ ْ‬
‫ـ ـ ـ ه«؛‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ﴿ َ ـ َ ِ ـ ْ ﴾ כ ــא ــאل » ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫﴾د ـ‬ ‫ُ َـ ْ‬
‫ْ‬
‫ـ ـ ـ ءآ ـ ‪.‬‬ ‫ــא ـ אد ـאً‬ ‫ـن‬

‫ـ ه כ ــא‬ ‫و ـ ــאك ـ آ ـ ‪ ٣‬و ـ أن ـ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ ﴾ ـ‬


‫כ ـ وا ـ اً‬ ‫‪١٥‬‬
‫ْ‬
‫ـאً‪ .‬ـ ن ـ ا ـ ء إ ــא أن כـ ن‬ ‫ـ ا א ـ ‪ .‬و כـ ن ا ـ ض ـ ـ ا ـ‬
‫ـ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ و ـ‬ ‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫وا ـ ًا ـ أو و ـ ًا ـ أو כ ـ ًا ـ ـ ا א ـ ـ ون‬
‫ْ‬
‫ــאل‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ُ َـ ْ و ـ َ ُכـ ْ ـ כ ـ اً أ َ ـ ٌ ﴾ ـ‬

‫ـ ا א ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ ًא؛ ن ا‬ ‫ــאل‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـن ـ ‪ :‬ـ اכ ـ כ ـ‬


‫ـ ا ا ـ ض‪١٦]/ .‬ظ[‬ ‫ـ ‪٤‬اכ ـ ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ا ا ـ وا ـ‬ ‫أ ـ‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ش ‪٨٣‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪.‬‬ ‫چ–‬ ‫‪٢‬‬
‫ش–آ ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ا כ כאف‪.‬‬ ‫ش أ‪:‬‬ ‫‪٤‬‬
96 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Cevaben deriz ki: Maksat, Allah Teâlâ’nın mahiyette her türlü ortaklı-
ğın tamamından münezzeh olduğunu ayrıntısıyla izah etmektir. Mahiyette
ortaklık, ancak [daha önce geçen] üç kısımdan biri ile olur. Ki burada
Allah’[hakkınd]a bunu söyleyip bâtıl bir şekilde bunu vehmedenlere bir
5 reddiye vardır. Şöyle ki, Allah Teâlâ’nın çocukları olduğunu iddia ettiler
ve O’nu üçün üçüncüsü yaptılar. Her ne kadar Allah’a bâtıl [bir şeyi] isnat
edenlerin (mübtıl) hiçbiri, O’na bir baba isbat etmeseler de “lem yelid/
doğurmadı” ifadesinin önce zikredilmesinin bu inceliğe binaen olması
muhtemeldir. Babalığın nefyedilmesi önce zikredilince bunun arkasından
10 çocuk olmaklığından nefyedilmesi gerekti. Sonra herhangi bir ortaklıktan
münezzeh olduğunun tam olması için bu ifadeyi, denginin olmadığı ifa-
desi takip etti.
[Ve Lem Yekûn Lehû Küfüven Ehad]
[İbn Sînâ] Allah Teâlâ’nın “Ve lem yekûn lehû küfüven ehad (O’na bir
15 denk de olmadı)” kavliyle ilgili şöyle dedi:

“Allah Teâlâ kendisinin benzerinden doğmamış olduğunu ve benzerinin


de O’ndan doğmamış olduğunu açıkladıktan sonra kendisine hiçbir şeyin
eşit (müsavi) olmadığını beyan etti. Yani varlığının şiddetinde (kuvvetin-
de) kendisinin eşiti (müsâvi) yoktur. Varlığın kuvvetinde eşit olmanın iki
20 ihtimali vardır: Birincisi türsel mahiyette (mahiyet-i neviye) O’nun eşiti
olması, ikincisi türsel mahiyetinde eşitinin olmaması ancak varlığının
zorunluluğunda (vücûb-i vücûd) eşiti olması.
Türsel mahiyetinde O’nun eşitinin olmasına gelince bunu, Allah Teâlâ’nın
“ve lem yûled/doğurulmadı” sözü geçersiz kılmaktadır. Çünkü mahiyeti,
25 kendisiyle başkası arasında müşterek olan her şeyin vücudu, maddî olur.
Dolayısıyla başkasından doğmuş olur fakat O, başkasından doğmamış
olandır.
Varlığın zorunluluğu (vücûb-i vücûd) olan cinssel mahiyette (mahiyet-i
cinsiye) eşiti olmasına gelince bunu da [aynı şekilde] bu âyet geçersiz kıl-
30 maktadır. Çünkü o zaman onun cinsi ve faslı olur. Böylece varlığı (vücûd)
anne gibi cinsten ve baba gibi fasıldan hâsıl olan iki şeyin birleşmesinden
(izdivac) doğmuş olmaktadır. Fakat O, [başkasından] doğmamış olandır.
Aynı şekilde bu sûrenin başlangıcı da bunu geçersiz kılar. Çünkü mahiyeti,
cins ve faslın birleşmesinden oluşan hiçbir şeyin hüviyeti, li-zâtihi olmaz.
35 Ancak O, li-zâtihi hüve hüvedir.”
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪97‬‬

‫ـ ا א ـ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ـ و ـ ها ـ כ‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ــא‪ :‬ا‬

‫رد ًا ــ‬
‫ــ أن ــ ّ‬ ‫ــ‬ ‫ــאم ا‬ ‫ــ أ ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫وا ــ כ ــ ا א ــ‬

‫ــ ا א ــ‬ ‫א ــ أو داً و‬ ‫‪٢‬‬


‫اد ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ف ذ ــכ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ا‬

‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ ﴾ ـ ه ا כ ـ ‪ .‬ـ ن ـ‬ ‫‪٣‬‬


‫ـ‪.‬و ـ‬
‫ْ‬
‫ــ‬ ‫ــ ذ ــכ إردا ــ‬ ‫إ ــ إ ــאت ا ا ــ ــ א ــ ‪ .‬ــא ــ م ــ ا ا ــ ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ا ـכ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ًא‬ ‫ـ ا כא ـ‬ ‫ّـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ا‬

‫﴿و َ َ ُכ ْ َ ُ כ ًا أَ َ ٌ ﴾‬ ‫א‬ ‫אل‬


‫َ ْ‬

‫כـ ن ـ כ ـ اً‬ ‫ـ ـ ـ أن‬


‫ّ‬
‫ـ وأن ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ أ ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ـ ـ ة ا ـ د‪ .‬وا ــאوي ـ ـ ة ا‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ــא‬ ‫أ ـ ‪ ،‬أي ـ‬
‫ــאو‬ ‫ـ ‪ ،‬وا א ـ أن‬ ‫ــאو אً ـ ـ ا א ـ ا‬ ‫ــא أن כ ـ ن‬ ‫ـ ؛أ‬ ‫و‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ و ـ با‬ ‫ــאو‬ ‫ـ و כـ‬ ‫ـ ا א ـ ا‬

‫ـ ‪ ٤‬א ـ ﴿و ـ‬ ‫ــכ ُ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ــאو‬ ‫ــא أن כـ ن ـ ــא‬


‫َ ْ‬
‫ـ ه כאن و ـ ده אد ـאً ‪١٧]/‬و[‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫ُ َ ـ ْ ﴾؛ ـ ن כ‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬כ ـ‬ ‫ــכאن ـ اً ـ‬

‫ــכ‬ ‫ـ د‪،‬‬ ‫ـ و ـ و ـ با‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ــאو‬ ‫وأ ــא أن כ ـ ن ـ ــא‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ًا‬ ‫ـ و כـ ن و ـ ده‬ ‫و‬ ‫ـ‬ ‫ئـ כـ ن ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ها ـ ؛‬ ‫أ ـ ًא ُ ـ‬


‫ـ ا ـ ي כ ـ ن כא ب‪،‬‬ ‫ـ ا ـ ي כ ـ ن כא ّم و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا زدواج ا א ـ‬
‫ئ ـ ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ــא כא ـ‬ ‫ـ أول ا ـ رة؛ ـ ن כ‬ ‫ـ ‪ .‬وأ ـ ًא‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬
‫اـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫اـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫ر ‪١٤٧‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ش أ‪ :‬د ا ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫أ ‪١٢٤‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ش ‪٨٤‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
98 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Derim ki:
Yerinde sabit olduğu üzere mahiyet, ancak maddî ise ferdleri çoğalır.
Daha önce işaret edildiği üzere mücerred mahiyetler, türünde tek bir ferde
münhasır olur. Mahiyeti kendisiyle başkası arasında müşterek olan, maddî
5 olur ve başkasından meydana gelmiş (mütevellid) olur ki o da maddedir.
Sen, başka bir delile ihtiyaç duymaksızın aynı şekilde bu durumun O’nun
cinssel mahiyetinde de eşiti olmasının nefyedilmesi olduğundan haberdar-
sın. Ancak o [İbn Sînâ], faydanın çoğalması için başka bir tarzda bunu zik-
retti. “Varlığın zorunluluğu (vücûbu’l-vücûd) olan cinssel mahiyetinin eşiti
10 olmasına gelince..” sözünün anlamı şudur: Vehmeden biri, şayet varlığının
zorunluluğu (vücûbu’l-vücûd), cinssel mahiyeti ve yüce hüviyeti[nin], bu
mahiyette başkasına eşit olacağını vehmederse bu âyet, bunu geçersiz kıl-
maktadır.
Burada geriye bir şey kalmaktadır ki o da şudur: Varlığın zorunlulu-
15 ğunun hakikatleri gerçekten farklı olan mahiyetlere ârız olması niçin caiz
olmasın? [İbn Sînâ], bu [şüphenin] ortadan kaldırılmasıyla ilgili bir şeye
değinmemiştir. Çünkü onlara [Meşşâî filozoflara göre] varlığın zorunlulu-
ğu yani müteekkid vücud, vâcib hüviyetin dışında değildir. Burada geriye
ancak şöyle bir ihtimal [daha] kalmıştır ki o da şudur: Allah’ın zâtının
20 dışında olmadığını isbat ettiği müteekkid vücud, mutlak vücud değildir.
[Hâlbuki] Allah Teâlâ böyle olmaktan yücedir. Çünkü o [mutlak varlık],
ikinci makullerden olur ve bu mefhum [hüviyet] olan özel varlık (vücûd-i
hâs) ona [mutlak vücuda] ârız olmuş olur. O zaman da bu mefhumun,
vücûd-i hassın aynı olan farklı mahiyetlere ilişmesi niçin caiz olmasın?
25 Bu şüphe bu konularla meşgul olmaya başladığım zamanların başında
bende bulunan şüphelerdendi. Bu [risaleden] önce 862 senesinde [telif et-
tiğim] Risaletu’t-Tehliliyye’de bu şüpheleri yazdım. Sonra bu tarihten son-
raki yıllarda telif edilmiş Tecrid’in yeni şerhini (eş-Şerhu’l-Cedîd li’t-Tecrîd)1
gördüm. Bu şüphe muteahhirûnun sözlerinin az bir dikkatle [okunması-
30 nın] yol açtığı şüphelerdendir. Bu şüpheyi gideren özetini burada vereceği-
miz bir makalemiz vardır. Şu şekildedir:

1 Bu eser Alaaddin Ali b. Muhammed el-Kuşçî [Ali Kuşçu] (ö. 1474/879)’ya aittir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪99‬‬

‫أ ل‪:‬‬
‫אد ـ ‪ .‬وإن ا א ـ‬ ‫ـ د أ اد ــא إذا כא ـ‬ ‫ـ أن ا א ـ إ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ כ‬ ‫ــא ًא‪ .‬ــא כאن א ـ‬ ‫ـ د כ ــא أ ـ א إ ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ دة‬ ‫ا‬
‫ـ ـن‬ ‫ـ ه و ـ ا ــאدة‪ .‬وأ ـ‬ ‫ـ اً ـ‬ ‫ـ ه כـ ن אد ـאً و כـ ن‬ ‫ـ و ـ‬
‫א ـ إـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـאً ـ‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ‪ ١‬أن כ ـ ن ـ ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ »وأ ــא أن כـ ن ـ ــא‬ ‫אئـ ة‪ .‬و ـ‬ ‫ـאً آ ـ כ ـ اً‬ ‫د ـ آ ـ ‪ ،‬כ ـ ذכـ‬
‫ـ‬ ‫ّـ‬ ‫ـ د« أ ـ ـ‬ ‫ـ ‪١٧]/‬ظ[ و ـ و ـ ب ا‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ــאو‬
‫ـه ـ‬ ‫ــאو אً‬ ‫אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ و כـ ن‬ ‫ـ دو א ـ ا‬ ‫أ ـ כـ ن و ـ ب ا‬
‫ـ ها ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ــכ‬ ‫‪٢‬‬
‫ــכ ا א ـ ‪،‬‬
‫د אر אً א אت‬ ‫ز أن כـ ن و ب ا‬ ‫‪٣‬‬
‫ــא ـ ء و ـ أ ـ ِـ‬ ‫و ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫َ‬
‫ـ د‬ ‫ـ أن و ـ ب ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ ر‬ ‫ـ‬ ‫ـض‬ ‫ـ ؟‪ ٤‬و ـ‬ ‫א ـ א‬
‫ــאل إ‬ ‫ـ اا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‪ .‬ـ‬ ‫ـ ا ا‬ ‫אر ـאً ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ دا‬ ‫أ ـ ا‬
‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫ــאرج ـ ذا ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ا ـ ي أ ـ أ ـ‬ ‫ـ دا‬ ‫ــא أن ا‬ ‫ـ‬ ‫أـ‬
‫ـ د‬ ‫כـ ن ـ ا‬ ‫ـ تا א ـ‬ ‫ـ ذا ــכ‪ .‬ـ ـ ا‬ ‫ـ ‪ ،‬אـ‬ ‫ـ د‪ ٥‬ا‬ ‫ا‬
‫ـ م‬ ‫ـ ز أن כـ ن ـ ا ا‬ ‫ِـ‬ ‫ئـ‬ ‫ـ م ــאرض ـ ‪ .‬و‬ ‫ـאص ا ـ ي ـ ا ا‬
‫ا ـ ّ‬ ‫‪١٥‬‬
‫ــא ـ و ـ ده ا ــאص؟‬ ‫ـ ‪٦‬כ‬ ‫אر ـאً א ــאت‬

‫א ــ ‪ .‬وأورد ــא ــ‬ ‫ــ ه ا‬ ‫ــ أوائــ ا ــ א‬ ‫ــא כאن ــ‬ ‫و ــ ه ا ــ‬
‫و א אئـ ‪.‬‬ ‫ـ ا ـ و ـ‬ ‫ـ ر‬
‫‪٧‬‬
‫ــא ـ ذ ــכ אر ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ــא ا‬ ‫ا‬
‫ـة‬ ‫ا‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪٨‬اـ ي‬ ‫ـ‬ ‫‪١٨]/‬و[ ـ ا ـ ح ا‬ ‫ـ رأ ـ‬
‫دـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ ما‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ ذ ــכ‪ .‬و ـ ه ا ـ‬ ‫ـ ا ا אر ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ــא‪ .‬و ـ ‪:‬‬ ‫ــא‬ ‫ــא א ـ ـ رد‬ ‫ـ ‪ .‬و ــא ـ د‬

‫‪.‬‬ ‫ش‪:‬‬ ‫‪١‬‬


‫כا א ‪.‬‬ ‫أ–‬ ‫‪٢‬‬
‫أ– ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ر ‪١٤٨‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ش ‪٨٤‬ظ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫أ‪ :‬א ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫ر‪.‬‬ ‫أ–‬ ‫‪٧‬‬
‫)ت‪.(١٤٧٤/٨٧٩.‬‬ ‫ا‬ ‫ءا‬ ‫‪٨‬‬
100 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Vücûd’un anlamı Farsça’da “hest” ve eş-anlamlılarıyla ifade edilir. [Bu


anlamın onlardan] birine yüklenmesi mümkün [ise] diğerine de yüklen-
mesi mümkündür. [Yine bu anlam], vücûd’un hakikatinden ya da kendi-
sinin ârız olduğu diğer bir durumdan daha geneldir ve ikinci makullerden
5 itibarî bir durumdur, bedihîdir.
Mahiyeti varlığından ayrı olanın mümkün olduğu burhanla sabit olun-
ca bunu, mahiyeti varlığın aynı olan [bir durum/varlık olduğu] sonucuna
ulaştırmak gerekirdi. Bunun kendi zâtıyla kâim, başkasına ârız olmayan
bir durum olduğu besbellidir. Bu, varlığın hakikatidir (hakîkatü’l-vücûd).
10 Böylece başkasını varlıkla nitelendirmek, varlığın ona ârız olması aracılığı
ile değil; onun varlığa nisbet edilmesi vasıtasıyladır. Çünkü bir şeyden tü-
remiş kelimenin (müştak) imkanı, türetmenin (iştikâk) kaynağının (mebde)
da kendisiyle kâim olmasını gerektirmez. Yerinde ifade edildiği gibi “de-
mirci/haddâd” ifadesinin imkanı, demirin onun ustalığının konusu olması
15 sebebiyledir. “Müşmis/güneşli” ifadesinin su için mümkün olması, suyun
Güneş’e nisbetine bağlıdır.
Derinlemesine inceledikten sonra ortaya çıktı ki varlık (vücûd), var ola-
nın (mevcûd) türemesinin kaynağı olup kendi zâtıyla kâim bir durumdur.
O da Vâcib Teâlâ’dır. O’nun dışındakilerin varlığı, O’nun varlığına nisbet-
20 ten ibarettir. Böylece vücud, bu hakikatten ve bunun dışında ona nisbet
edilenlerden daha genel olmuş olur. Bu genel mefhum, itibarî bir durum
olup ikinci makullerden sayılır ve bedihiyyatın ilki kılınmıştır.
Şayet şöyle dersen: Varlığın kendisi olduğu hâlde bu hakikatin hariçte
mevcud olduğu nasıl tasavvur edilir? Varlığın anlamının bu hakikatten ve
25 diğerlerinden daha genel olduğu nasıl akledilebilir? Çünkü biz var olandan
(mevcûd) ve bu hakikatten kendisiyle muttasıf olmadığını kendisinin de
onunla kâim olmadığını anlamıyoruz. Sonra onlar, vücudu ikinci makul-
lerden kıldılar ve Vâcib’in aynı olduğunu iddia ettiler. Malumdur ki bu
anlamın onun [vâcibin] aynı olması uygun değildir. Allah, bu durumdan
30 yücedir. Böylece vücûd’un kendi zâtıyla kâim anlamında kullanılması baş-
ka bir mânâ olur. O zaman da mümkünler bu mefhuma ârız olmada müş-
terek olurlar. Bu da onun, varlığın kendisi olmasına engel olur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪101‬‬

‫ـ ـ ا אر ـ ب» ـ « و اد א ـ و ـ ا ـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ـ دا‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫إن ا‬


‫ــ د أو أ ــ اً آ ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ أن כــ ن‬ ‫ــ ‪ ،‬أ ــ‬ ‫ــ ق‬ ‫ــא‬ ‫ــ‬ ‫ــ ق‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫ت ا א ــ‬ ‫ــ‬ ‫و ــ ًא ــ أ ــ ا ــאري ــ ا‬

‫ـ ا אئـ إ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ‪ ،‬و‬ ‫ـ د‬ ‫אـ ة‬ ‫ــאن أن ــא א ـ‬ ‫א‬ ‫و ــא ـ‬


‫ــאرض‬ ‫ـ‬ ‫ـ م כ ـ ن ذ ــכ أ ـ ًا אئ ـ ًא ا ـ‬ ‫ـ د‪ .‬ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא כ ـ ن א ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫כ ـ‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ـه א‬ ‫ـ د‪ .‬و כـ ن و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ه‪ .‬و כـ ن‪ ١‬ـ‬
‫ــאم‬ ‫ـ‬ ‫ـ ء‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ــא إ ـ ‪ .‬ـ ن ـ ق ا‬ ‫ا ـ‬ ‫و ـאً ـ ـ‬
‫א ـ‬ ‫ـ ع‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ا ـ אق ـ ‪ .‬ـ ن ـ ق ا ـ ّ اد إ ــא ـ‬
‫ـ‬ ‫إـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــאء‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ٢.‬و ـ ق ا‬ ‫ـ ــא ـ ر ‪١٨]/‬ظ[ ـ‬
‫‪.‬‬ ‫ا ــאء إ ـ ا ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ د‪ ٣‬ـ أ ـ‬ ‫ـ أ ا ـ אق ا‬ ‫ـ داـ ي ـ‬ ‫ـ أن ا‬ ‫ـ إ ــאن ا ـ‬


‫כــ ن‬ ‫ــ ه ــאرة ــ ا ــא إ ــ‬ ‫د ــ‬ ‫א ــ و‬ ‫ا ــ و ــ ا ا ــ‬ ‫אئــ‬
‫ـאم‬
‫ـ ما ـ ّ‬ ‫إ ــא‪ .‬وذ ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא ا‬ ‫ـ وـ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ دأ ـ‬ ‫ا‬
‫ــאت‪.‬‬ ‫ت ا א ـ و ـ ّأول ا‬ ‫ـ‬ ‫أ ـ ا ــאري‪ ٤‬و ـ ا ـ ي ـ ّ ـ ا‬

‫ـ داً ـ ا ــאرج ـ أ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ر כـ ن ــכ ا‬ ‫ـن ـ ‪:‬כـ‬ ‫‪١٥‬‬


‫ــא؟ ــא‬ ‫ــ و‬ ‫ــכ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ د أ ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ כــ ن‬ ‫ــ د؟ وכ ــ‬ ‫ا‬
‫ـ א ــא‪ .‬ـ‬ ‫ـ م‬ ‫ـ אو‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د و ــכ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ‬
‫ـ م أن ـ ا‬ ‫واد ـ ا ـ ا ا ـ ‪ .‬و‬‫ـ اا ـ د ـ ا ـ تا א ـ ّ‬ ‫إ ـ‬
‫ــ د ــ‬ ‫ــ أن כــ ن ــ ‪ .‬א ــ ــ ذ ــכ‪ .‬כــ ن إ ــ ق ا‬ ‫ــ‬ ‫ا‬
‫ـ وض‬ ‫כ ــאت ـ‬ ‫ــאرכאً‬ ‫כـ ن‬ ‫‪٦‬‬
‫ئـ‬ ‫ـ آ ـ ‪.‬و‬ ‫ا ــא‬ ‫ـ ا אئ ـ‬ ‫ا‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ‪٧‬כ ـ‬ ‫ـ م ‪١٩]/‬و[‬ ‫ذ ــכ ا‬

‫أ ‪١٢٥‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪.‬‬ ‫چ–‬ ‫‪٢‬‬
‫د‪.‬‬ ‫أ‪ :‬ا‬ ‫‪٣‬‬
‫ش ‪٨٥‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ر ‪١٤٨‬ظ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫أ–و ئ ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫‪.‬‬ ‫أ‪:‬‬ ‫‪٧‬‬
102 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Derim ki: Vücûd’un anlamı, vehme hemen gelen ve örfte vehmedi-


len anlam değildir. Yani ifade edildiği gibi varlığın kendisiyle kaim olduğu
şeyi kastediyorum. Aksine anlamı, Farsça’da ve diğerlerinde “hest” ile ve
eş-anlamlılarıyla ifade edilen şeydir. Bu, varlığın kendisiyle kâim olmasını
5 gerektirmez. Bunu açıklayan şeylerden biri şudur ki: Sıcaklığı ateşten so-
yutladığımızı farz etsek o [ateş yine] sıcak ve sıcak verici olur.

Şayet şöyle dersen: Bu genel anlam nasıl tasavvur edilir? Derim ki: Ken-
disiyle kâim olan varlıktan ve özel bir nispet edilme ile ona nisbet edilen-
den daha genel olması mümkündür. Onun mânâsı, vücudun onunla kâim
10 olduğu [şeklinde] konulursa kendisiyle kâim vücuddan daha genel olması
mümkündür. Böylece varlığın onunla kâim olması, bir şeyin kendisiyle kaim
olması kabilinden ve onunla kaim olması ise diğer itibarî durumların kâim
olması gibi [aklın] iliştiklerinden (ma‘rûz) ilk aklî ayrışmalar (soyutlamalar)
kabilinden olur. Tümellik (külliyet), tikellik (cüziyet) ve benzerleri gibi. İlk
15 anlamı ile kıyamın mecaz olarak kullanılması onunla ilgili vardır (mevcud)
kullanımının da mecaz olmasını gerektirmez. Çünkü burada sözün lügavî
anlamda olmadığı açıktır. Mevcud lafzının lügavî olarak ister hakîkî ister
mecazî anlamda ona yüklenmesi, aklî bahislerde bir şey ifade etmez.

Bu tafsilatı özetleyelim: Mevcudun ortaya çıkmasının (iştikâk) ilkesi


20 olan varlık (vücûd), kendinde tek bir durumdur. O, haricî bir hakikattir.
Mevcud, vücudun kendisiyle kâim olduğu değil aksine kendisine nisbet
edildiği şeydir. Bu da ya kendisiyle kâim varlığın aynı olur ya da özel başka
bir nisbetle olur.

Buradan varlıktan akledilenin, mevcudların niteliği olan itibarî bir du-


25 rum olduğu şeklindeki vehmin ortadan kalktığı aşikar olmaktadır. Yani
“hestî” ve “bûden” ve benzerlerini kastediyorum. Kendi zâtıyla varlığı kaim
olan hakikati ifade etmek başka bir vaz ile olur. Bunu arazda kastetmi-
yoruz. O, Vâcib Teâlâ’nın vücûd ile sıfatlanmaktan müstağni olmasıdır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪103‬‬

‫ــא ــאم ـ‬ ‫ـ ا ـ ف‪ .‬أ ـ‬ ‫ـ و‬ ‫ـ د ــא ــאدر إ ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ‪ :‬ـ‬


‫ــא ـ ا ــאت ب » ـ «‬ ‫ـ א אر ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ــאه ــא‬ ‫ـ د כ ــא ـ ر‪ .‬ـ‬ ‫ا‬
‫ـد‬ ‫ـ ذ ــכ أ ـ ـ ـ ض‬ ‫ـ د ـ ‪ .‬و ــא‬ ‫ــאم ا‬ ‫ـ‬ ‫و اد א ـ ‪ .‬وذ ــכ‬
‫ّ‬
‫ـאراً و ـ ارة‪.‬‬
‫ا ـ ارة ـ ا ــאر כאن ـ ّ‬
‫ـ ر ـ ا ا ـ ا ـ ؟ ـ ‪ :‬כ ـ أن כ ـ ن ــא ـ‬ ‫ـن ـ ‪ :‬כـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ّ‬
‫ــאً‪ ،‬و כــ‬ ‫ــ إ ــ ا ــא אً‬ ‫ــ و ــא ــ‬ ‫ــ د ا אئــ‬ ‫ــ ا‬ ‫أ ــ‬
‫ّ‬
‫‪١‬‬
‫ـ ‪ .‬כـ ن‬ ‫ــאه ــא ــאم ـ ا ـ د أ ـ ّ ـ أن כـ ن و ـ داً אئ ـאً‬ ‫أن ـ‬
‫ـ ا ول‬ ‫ـ و ـ أن כـ ن א ـ ـ ـ‬ ‫ـ ــאم ا ـ ء‬ ‫ــאم ا ـ د ـ ـ‬
‫ئـ‬ ‫אر ـ ‪ .‬ـ ا כ ـ وا‬ ‫و א ــא כ ــאم ــאئ ا ـ ر ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا‬
‫ــאزاً أن כـ ن إ ـ ق‬ ‫ـ ا ول‬ ‫ـ م ـ إ ـ ق ا ــאم ـ ا‬ ‫ــא‪ .‬و‬ ‫و אئ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ا ـ ي‪،‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ أن ا ــכ م‬ ‫ـ‬ ‫ــאزاً כ ــא‬ ‫‪٢‬‬


‫ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ا‬
‫ــאز ـ ي‪ ،‬ـ ن ذ ــכ ـ‬ ‫ـ أو‬ ‫ـ ‪١٩]/‬ظ[‬ ‫ـ‬ ‫ـ د‬ ‫وأن إ ـ ق ا‬
‫ـ ء‪.‬‬ ‫ـ ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ا א ـ‬

‫ـ دأ ـ‬ ‫ـ אق‬ ‫ـ أا‬ ‫ـ داـ ي ـ‬ ‫ـ أن‪ ٣‬ا‬ ‫ـ اا‬ ‫ـ‬ ‫ّـ‬


‫ــא‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ د ــא ــאم ـ ا‬ ‫ا‬ ‫אر ـ ‪ .‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫وا ـ ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ‪.‬‬ ‫ـ أ ـى‬ ‫ـ وإ ــא‬ ‫ـ د ا אئ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫إ ـ إ ــא כ ـ‬ ‫ـ‬

‫ــ د‪ ٤‬أ ــ‬ ‫ا‬ ‫ــ ل ــ‬ ‫أن ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ــאع ــא‬ ‫ــ ا‬ ‫و ــ‬
‫ــא‪.‬‬ ‫» ــ « و» ــ دن« و אئ‬ ‫ــ دات‪ .‬أ ــ‬ ‫و ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــאري‬
‫ــ آ ــ ‪ .‬و‬ ‫ــ د إ ــא כــ ن‬ ‫ا ــא‪ ٥‬א‬ ‫ــ ا אئ ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫א‬
‫ــ د‪،‬‬ ‫ــאف א‬ ‫ــ ا‬ ‫א ــ‬ ‫ــ ذ ــכ ــ ا ــ ض و ــ ا ــ אء ا ا ــ‬ ‫‪٢٠‬‬

‫أ – כ ن‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪.‬‬ ‫د‬ ‫قا‬ ‫ى‪ ،‬وأن إ‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫א‬ ‫أن ا כ م‬ ‫أ ر – אزاً כ א‬ ‫‪٢‬‬
‫ش ‪٨٥‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫د‪.‬‬ ‫أ‪ :‬ا‬ ‫‪٤‬‬
‫أ ‪١٢٥‬ظ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
104 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Biz şunu diyoruz: Mevcud olarak isimlendirilen bedihî mefhum, [yukarı-


da] zikredilen iki vecihten birisi olan var olmaklıktır (mevcûdiyet). Müm-
kün mevcudların -ki onlar ikinci yön ile var olanlardır (mevcûdât)-, birinci
yönle mevcud olanda sona erdiğine burhan delâlet etmektedir. Şöyle söyle-
5 yebilirsin: İlmi ifade etmek için kullanılan “dânişten” ve “dâniş” ve bunun
dışındaki diğer lafızlar, bunların itibarî izafetler olduğuna delâlet eder.
Sonra burhan ve araştırma, bilinenin sûretinin kendisiyle olduğu şeyi
gerektirir. Yerinde tahkik edildiği üzere bu, bazen cevherdir. Aynı şekil-
de varlık (vücûd), itibarî niteliklerden olduğunu vehmettirecek lafızlarla
10 ifade edilir. Sonra tahkik, onun zâtı ile kaim bir durum olduğunu ve
mümkün mahiyetlerden başkasının ona nisbet edildiğini [ortaya çıkarır].
Böylece [o nisbet edilen] ayrıntısı geçtiği üzere mevcud şeklinde isimlen-
dirilir. Bu makamı hakkıyla teemmül et! Umulur ki Allah gayene ulaştı-
racak kapıları açar.
15 Demiştir ki:
[Bu Tefsirin Hâtimesi]
[İbn Sînâ] dedi ki:

“Bu sûredeki hakikatlerin kemaline bak! Önce “O’nun hüve (o) olması”n-
dan başka bir [şekilde ifade edilmeyen ve hüve’den başka] ismi olmayan
20 hüviyet-i mahzasına işaret etti. Sonra açıkladığımız üzere bunu, hakikatin
en yakın lâzımı ve tarif olarak en güçlüsü olan ulûhiyeti [Allah lafzını]
ifadesi takip etti. Sonra ardından “ehad” lafzını, iki şeyi ifade etmek için
getirdi: Birincisi, “Mukavvimatın [kurucu unsurların] zikriyle yapılan tam
tarifin terk edilip lâzımların zikriyle yetinildi” denilmemesi için; ikincisi,
25 zâtında bütün yönlerden (cemi-i vücûh) bir olduğunun delili olması için
[zikredildi]. Ehadiyet, ulûhiyetten sonra getirildi, ulûhiyet, ehadiyetten
sonra getirilmedi. Çünkü ulûhiyet, O’nun her şeyden müstağni olması ve
her şeyin O’na muhtaç olmasından [O’na nisbet edilmesinden] ibarettir.
Böyle olan mutlak olarak birdir (vâhid). Aksi takdirde O, cüzlerine muh-
30 taç olurdu. Çünkü ulûhiyet, hüve hüve olması itibariyle birliği (vahdet)
gerektirir. Ancak birlik (vahdet), ulûhiyeti gerektirmez.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪105‬‬

‫ــ‬ ‫د ــ‬ ‫ــ د و ــ ا‬ ‫א‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ م ا‬ ‫ــ ل‪ :‬إن ا‬ ‫‪١‬‬
‫ــא‬
‫כ ــ و ــ‬ ‫ــ دات ا‬ ‫ــ أن ا‬ ‫ــאن‬ ‫כ ر ــ ‪ .‬و ــ دل ا‬ ‫ــ ا‬ ‫ا‬
‫‪٢‬‬
‫ـ ا ول‪ .‬و ــכ أن ـ ل‬ ‫ـ د א‬ ‫ـ إـ ا‬ ‫ـ ا אـ‬ ‫ـ دات א‬ ‫ا‬
‫ـ‬ ‫ــאظ ا ا ـ‬ ‫ــא ـ ا‬ ‫و‬ ‫ودا ـ‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כ ــא أن ا ـ ‪٢٠]/‬و[‬
‫ّ‬
‫אر ــ ‪.‬‬ ‫א ــאت ا‬ ‫أ ــ ــ ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ًا כ ــא‬ ‫ـ م‪ .‬ور ــא כאن‬ ‫ـ رة ا‬ ‫‪٣‬‬


‫ــאن ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאن وا‬ ‫ـ ا‬
‫ــ ــ ا و ــאف‬ ‫ــ‬ ‫ــאظ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ د‬ ‫ــ ‪ .‬כ ــכ ا‬ ‫ــ ــ‬
‫ــ ه ــ ا א ــאت‬ ‫إ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ و‬ ‫ــ أ ــ أ ــ אئــ‬ ‫אر ــ ‪ .‬ــ ا‬ ‫ا‬
‫ـ ! ـ‬ ‫ــאم ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‪.‬‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ د ًا ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ا‬
‫א ـ ًא إ ـ ا ـ ام!‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫אل‪:‬‬

‫‪.‬‬ ‫اا‬ ‫א‬

‫ا ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ه ا ـ رة‪ .‬أ ــאر أو إ ـ‬ ‫אئـ‬ ‫أ ـ إ ـ כ ــאل‬


‫ــ‬ ‫ــ أ ــ ب ا ــ ازم ــכ ا‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫כــ ا‬ ‫ّ ــ‬ ‫ــ ‪ .‬ــ‬ ‫ــא إ أ ــ‬
‫ــאل إ ـ‬ ‫אئ ـ ؛ ا و ـ כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ا‬ ‫ّـ‬ ‫ـ ًא כ ــא ــאه‪ .‬ـ‬ ‫وأ ـ א‬ ‫‪١٥‬‬
‫ّ‬
‫ـ ل ـ‬ ‫ــאت و ـ ل إ ـ ذכـ ا ـ ازم‪ .‬ا א ـ‬ ‫ـ ك ا ـ ا כא ـ כـ ا‬
‫‪٤‬‬
‫ـ ا ـ وـ ُ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ه‪ .‬ور ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫أ ـ ـ ذا ـ وا ـ‬
‫َ‬
‫ـ ا ــכ وا ــאج ا ــכ‬ ‫ــאرة ـ ا ـ אئ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ٥.‬ـ ن ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫ـ‬ ‫א ـ ًא إ ـ أ ائـ ‪ .‬ـ ن ا‬ ‫ــכאن‬ ‫ـ ًא وإ‬ ‫إ ـ ‪ .‬و ــא כאن כ ــכ כאن وا ـ ًا‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ة‬ ‫ـ ة‪ ،‬وا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٢٠‬‬

‫‪١٢٧‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ر ‪١٤٩‬و‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫أ‪. :‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ش ‪٨٦‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫چ ‪٢٠‬ظ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
106 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sonra bunu “Allahu’s-samed/Allah sameddir” sözü takip etti. Bu ifade, zo-


runlu varlık (vâcibu’l-vücûd) ve var olanlardan (mevcûdât) kendisi dışında
her şeyin (küll) varlığının ilkesi olması anlamında ‘samed’ oluşuyla, ulûhi-
yetin anlamının tahkikine delalet etmektedir.
5 Bu açıklamasını, O’ndan başkasının doğmadığı (tevellüd) ifadesi takip etti.
Çünkü O, başkasından doğmadı. O, bütün var olanların ilâhı ve onlara
varlık veren olduğu hâlde, kendi varlığı başkasının varlık vermesiyle (feyz)
olmadığı gibi O’nun da benzerine varlık vermesinin (feyz) mümkün olma-
dığını beyan etti. Sonra bu açıklamasını varlıkta, kendisine varlık (vücûd)
10 kuvvetinde eşit (müsâvî) hiçbir şeyin olmadığı ifadesi takip etti.
Sûrenin başlangıcından “Allah sâmeddir/Allahu’s-samed” âyetine kadar
[olan kısmı]; mahiyeti, mahiyetinin lâzımları, hakîkî vahdeti ve O’nun
asla mürekkeb olmamasına dairdir. “Lem yelid/Doğurmadı” âyetinden
sûrenin sonuna kadar [olan kısmı] ise O’nun ne türünde ne de cinsinde
15 eşiti (müsâvî) olmadığı; hiçbir şekilde ne O’ndan bir doğan (mütevellid)
olduğu, ne O’nun bir başkasından doğan olduğu, ne de vücudda kendisine
bir mukabili (müvâzî) olmasına dairdir. İşte bu kadarla [Allah’ın] zâtını
bilmenin (marifet) tamamı hasıl olur.
İlimlerin tamamını tahsil etmenin en yüce gayesi, Allah Teâlâ’nın yüce
20 zâtını, sıfatlarını ve fiillerinin kendisinden ne şekilde sudur ettiğini bilmek
olunca bu sûre, tariz ve ima yoluyla Allah Teâlâ’nın zâtıyla ilgili konuların
hepsine delalet eder. Şüphe yok ki [bu sebeple] bu sûre, Kur’ân’ın üçte
birine denk kılındı.”

Derim ki:
25 Hüve’den başka ismi olmamasına gelince bundan maksat, O’nun haki-
katini açıklayacak bir ismi olmamasıdır. Mahiyetine delâlet eden bir ismi
kastediyorum. Ulûhiyetin en yakın ve en güçlü lâzımı olduğuyla ilgili açık-
lama ise geçmişti.
Ehadiyetin zikredilmesiyle ilgili birinci fayda, O’nun her yönden
30 bir olduğunun bilinmesidir. O’nun cinsi, faslı, özetle kurucu unsu-
ru yoktur. Dolayısıyla zâtî unsurlar ile tarif edilmesi mümkün değil-
dir. Böylece vehim, ortadan kalkmış olur. Bu fayda “bütün yönlerden
bir olduğunun delili olarak zikredildi” sözüyle tamamlanmış oldu.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪107‬‬

‫ـ ا ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬
‫ودل ـ‬
‫ـ ّ ـ ذ ــכ ـ ﴿ا ُ ا َّ َ ـ ُ ﴾ ّ‬
‫ـ دات‪.‬‬ ‫ـ د כ ــא ـ اه ـ ا‬ ‫א ــא و ـ ب ا ـ د وا ئ ـ‬

‫ــ ــ ــ ه‪ .‬و ــ‬ ‫ّــ ــ ــ ه؛ ِ ــ ــ‬ ‫ــ ّ ــ ذ ــכ ــאن أ ــ‬


‫ّ‬
‫ـ ز أن ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ـ دات א ـ ًא‬ ‫ـ ا‬ ‫أ ـ وإن כאن إ ـאً‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫ـ ذ ــכ ــאن أ ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬ـ‬ ‫ـ כ ــא ـ כـ و ـ ده ـ ـ‬ ‫ا ـ د ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ ةا‬ ‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ـ د ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬

‫ــאن א ــ و ــ ازم א ــ‬ ‫ــ ﴿ا ُ ا َّ َ ــ ُ ﴾ ــ‬ ‫ِ ــ أول ا ــ رة إ ــ آ ــ‬


‫ـ ﴿כ ـ ًا‬ ‫ـ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ ﴾ إ ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬وأ ـ ـ כـ أ ـ ‪ .‬و ـ‬ ‫وو ـ ة‬
‫ْ‬
‫ـ ن כـ ن ـ ًا‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫أ َ ـ ٌ ﴾ ـ ــאن أ ـ ـ ـ ــא ــאو ـ‬
‫ـ و ـ ن כـ ن ‪٢١]/‬و[ ـ اً ـ ـ ه و ـ ن כـ ن از ـאً ـ ـ ا ـ د‪،‬‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ ذا ـ ‪.‬‬ ‫ــאم‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اا‬

‫אـ‬ ‫אـ و‬ ‫ـ ذات ا‬ ‫ـ א‬ ‫ا ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ــא כאن ا ـ ض ا‬


‫ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ــאء‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ـ ه ا ـ رة دا ـ‬ ‫ـ ور أ א ـ‬ ‫وכ ـ‬
‫ـ ه ا ـ رة אد ـ‬ ‫ـ م ُ ِـ‬ ‫אـ ‪،‬‬ ‫ـ ذات ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬
‫ا ـ آن‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫أ ل‪:‬‬

‫ـ ‪.‬أ ـ‬ ‫ـح‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬א ـ اد ـ أ ـ‬ ‫ا ـ ـ إ‬ ‫أ ــא أ ـ‬


‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ًא ـ‬ ‫ـ أ ـ ب ا ـ ازم وأ ـ א‬ ‫א ـ ‪ .‬وأ ــא כ ـ ن ا‬ ‫ا ـ ًא ـ ل ـ‬

‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـ وا ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذכ ـ ا‬ ‫وا אئ ـ ة ا و ـ‬


‫ــ‬ ‫ا א ــ‬ ‫ــ‬ ‫כــ‬‫ــ ــ ّ م‪ .‬ــ‬ ‫ــ ــ ــ ‪ ٢‬و ــ و א‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ل ـ أ ـ وا ـ‬ ‫ا ـ ‪ ٣.‬و ـ ـ ـ ه ا אئ ـ ة ـ‬

‫ر ‪١٤٩‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ش ‪٨٦‬ظ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫ش أ‪ :‬ا ا‬ ‫‪٣‬‬
108 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Özetle o [İbn Sînâ], kurucu unsuru ifade eden tam (kâmil) tarifi, [Allah
Teâlâyı] onlardan tenzih etmekten ve İbn Sînâ’nın sözünden anlaşılaca-
ğı üzere ulûhiyetin vahdeti gerektirmesinin açık olmasından dolayı terk
etmiştir. İlâhî vahdetin gerekliliği, bu mertebedeki zuhurunda değildir.
5 Şöyle denilmesi mümkündür: Hakîkî vahdet, ancak Zorunlu Varlık’a (Vâ-
cibü’l-vücûd) aittir ve varlığın zorunluluğu, ulûhiyeti gerektirir.
Samediyet ise her şeyin ilkesi (mebde-i küll) olmaktan ya da onun
gerektirdiği şeyden ibarettir. Böylece [İbn Sînâ’nın] söylediği gibi ulû-
hiyetin anlamının tahkiki olur. Başkasının O’ndan doğmaması, O’nun
10 başkasından doğmamasına dayanır ki bu da kendisinden başkası doğan
her şeyin maddî olduğu ve onun da başkasından doğduğu [ilkesine]
dayanır.
“Lem yelid/doğurmadı” madde olmasını nefyeder “ve lem yûled/
doğurulmadı” varlığının maddî olmasını nefyeder denilse uzak bir ih-
15 timal olmaz. Benzer şekilde ilki, kendisine ilke (mebde) olan benzeri-
nin nefyidir; ikincisi, kendisinden sonra gelen benzerinin nefyidir; “ve
lem yekun lehû küfüven ehad/kendisine bir denk de olmadı” kendisine
eşlik eden bir benzerinin nefyidir denilse bu da uzak ihtimal olmaz.
Böylece O [Allah Teâlâ] kendisinin ne öncesinde ne sonrasında ne de
20 beraberinde bir benzerinin olmadığını ifade etmiştir. Sana düşen şöyle
söylemektir: Tevhid bu sûredeki çeşitli yerlerden anlaşılabilir:
Birincisi: [İbn Sînâ’nın] ifade ettiği gibi “Hüve” sözünden. İkincisi:
“Allah” sözünden. Çünkü ulûhiyet [İbn Sînâ’nın] ifade ettiği gibi bir-
liği (vahdet) gerektirir. Üçüncüsü: ‘Ehad’ sözünün bu anlamı sarih ola-
25 rak ifade etmesinden. Dördüncüsü: “Samed” sözünden. [İbn Sînâ’nın]
ifadesinden anlaşılacağı üzere. Beşincisi: “Lem yelid ve lem-yûled/Doğ-
madı, doğurulmadı” âyetinden.
[Sûrede] “Allah” lafzının tekrar edilmesine gelince, meşhur tefsirle-
rin üslübuyla konuşmaya başladığımız yerde inşallah bu konuda konu-
30 şacağız.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪109‬‬

‫ـ‬ ‫ــא وا ـ ام ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאت‬ ‫כـ ا‬ ‫ا כא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أـ ـ كا‬ ‫و א‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة ‪٢١]/‬ظ[ ا‬ ‫ـ כ ـ ‪ .‬وا ـ ام ا‬ ‫א ـ כ ــא ـ‬ ‫‪١‬‬


‫ـ ة‬ ‫ا‬

‫ا ـ‬ ‫כـ ن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ةا‬ ‫ـ ‪ .‬وإن أ כـ أن ــאل‪ :‬ا‬ ‫ـ ر ــכ‪ ٢‬ا‬ ‫ا‬

‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ما‬ ‫ـ د‬ ‫ـ د وو ـ ب ا‬ ‫ا‬

‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ًא‬ ‫‪ ،‬כـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ئ ـ ا ــכ أو ــא‬ ‫ــאرة ـ‬ ‫ـ‬ ‫وا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ـ ا ـ‬ ‫ـ م‬ ‫إـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫כ ــא ذכـ ه‪ .‬وכـ ن ـ م‬

‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـאدي‬


‫ـ ّ‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫أن כ‬

‫ـ ‪.‬‬ ‫כ ـ אد ـ ًא ـ‬ ‫ــאدة ﴿و ـ ُ َـ ْ ﴾ ـ‬ ‫‪٣‬‬


‫כ ـ‬ ‫و ـ ـ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ ﴾ ـ‬
‫ْ‬
‫ـ اـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـ وا א ـ‬ ‫ـ اـ ي ـ‬ ‫وכ ـ ا ـ ـ ـ ن ا ول ـ‬

‫ـ ا ـ ي כـ ن אر ـ ًא ـ ‪ .‬ـ أ ــאد أ ـ‬ ‫ـ ‪﴿ ٤‬و ـ َ ُכـ ْ ـ כ ـ ًا أ َ ـ ٌ ﴾ ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـאً‪ .‬و ــכ أن ـ ل‪ :‬إن ا‬ ‫ـ اً و‬ ‫ِّ ـאً ـ و‬ ‫ـ ـ‬

‫ـ ده‪:‬‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ ه ا ـ رة ـ‬

‫ـ‬ ‫ـ ﴿ا ﴾؛ ن ا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ﴿ ـ ﴾ כ ــא ـ ره‪ .‬وا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ول ـ‬

‫ـ‬ ‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾‪ .‬وا ا ـ‬


‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة כ ــא ـ ره‪ .‬وا א ـ‬ ‫ـ ما‬

‫ـ ﴿ ـ َ ِ ـ ْ و ـ ُ َـ ْ ﴾‪.٥‬‬ ‫‪٢٢]/‬و[ ـ‬ ‫ـ כ ـ ‪ .‬وا א ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ا ــכ م‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫אـ‬ ‫ـ إن ــאء ا‬ ‫وأ ــא إ ــאدة ـ »ا « כ ـ‬

‫ـ رة‪.‬‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ـ‬

‫‪.‬‬ ‫أ‪ :‬ا‬ ‫‪١‬‬


‫أ‪ :‬ه‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫כ ‪.‬‬ ‫﴾‬ ‫أ ر – אدة ﴿و‬ ‫‪٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ش أ‪:‬‬ ‫‪٤‬‬
‫أ ‪١٢٦‬و‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
110 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Deriz ki: “Hüve” lafzı daha önce geçtiği gibi ya zamir-i şandır ya da
kendisinden sorulan şeye (mesûlun-anh) râcidir. “Allah” lafzı, ya alem’dir.
Mûtezile’nin hilafına olarak Eş‘ârîlerin çoğunluğu bu görüştedir. [Mutezi-
le] Allah hakkında alemliğin muhal olduğu görüşündedirler. Çünkü hu-
5 susî olan zâtı bilinmez ki [onun karşısına alem isim] vaz edilsin. Bilinen
sadece bir ferde münhasır olan tümel (küllî) mefhumlardır; lafız, bu küllî
mefhumların benzerleri için vaz olunur, dolayısıyla da alem olmaz.
Buna şöyle cevap verildi: Allah Teâlâ, zâtının hususiyetini bilendir. Bu
[anlamı], hususiyetiyle [ifade edebilecek] bir lafzı vaz etmesi mümkündür
10 ki böylece [vaz edilen bu lafız O’nun] alem ismi olur. Bu anlayışın vaz
edenin Allah Teâlâ olduğunu kabul eden görüşe göre olduğu açıktır. Buna
göre “Allah” lafzından kendisi için vaz edildiği anlamın dışında bir şeyin
anlaşılması gerekir. Çünkü bu takdire göre Allah Teâlâ’dan başka kimse,
lafzın kendisi için vaz edildiği zâtın hususiyetini bilmemektedir. Bazen
15 küllî mefhumun vaz’ın aleti olduğu söylenebilir. [O zaman] lafzın karşısına
konulduğu anlam (mevzu lehi), bu mefhumun kendisine doğru bir şekilde
yüklendiği bu hususiyet olur. Burada ve benzer yerlerde geçtiği gibi. Yine
buna göre bu lafızdan anlaşılan şey, karşısına konulduğu anlam değil, küllî
mefhumlardan kendisine doğru bir şekilde yüklenilen [anlamlar] olur.
20 Şayet şöyle denilirse: “Allah” lafzı alem olmadığında “lâ ilâhe illallah”
sözümüz tevhidi ifade etmez. Çünkü o zaman bu söz, ilâh [olmaklığ]ın
sadece bu tümel mefhuma ait olduğunu ifade eder. [Bu durumda] bu sözü
söyleyenin bu küllî mefhumun pek çok ferdi olduğuna inanması mümkün
olur. Dolayısıyla bu kelime, tevhidi ifade etmez.
25 Derim ki: Bu kelime (söz), müşriklerin taptığı putlar, yıldızlar, kişiler
gibi bâtıl ilâhların nefyini ifade eder. Ve bu kelime sebebiyle bu sözü söyle-
yen kişinin ibadetindeki şirk ortadan kalkar. Bundan dolayı Nebî sallâllahu
alâ âlihi ve sellem ve ashâbı bu kelime ile yetinmiş, bunu söyleyen kişiden
ellerini çekmişler ve onun müslüman olduğuna hükmetmişlerdir. Sonra
30 onu Allah’ın sıfatlarından ve hükümlerinden O’nun için zorunlu olanları
ayrıntısıyla bilmekle mükellef kılmışlardır. Şayet bir kimse, başka bozuk
bir itikadı sebebi ile küfre düşerse bu kelime onun müslüman olmasını
gerekli kılmaz. Bu ise açıktır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪111‬‬

‫‪١‬‬
‫ـ ل ـ כ ــא ـ ‪ .‬و»ا « إ ــא‬ ‫ـ ا ـ ن أو را ـ إ ـ ا‬ ‫ـ ل‪ :‬ـ » ـ « إ ــא‬
‫ّ‬
‫אل؛‬ ‫אـ اا َ َ‬ ‫אً‬ ‫ــא ة‬ ‫ـ را‬ ‫َ َ ـ כ ــא ذ ـ إ ـ‬
‫ـة ـ‬ ‫ــאت כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وإ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذا ـ ا‬ ‫ِ ـ‬
‫כـ ن َ َ אً‪.‬‬ ‫ــאت ا כ ـ‬ ‫ــאل ــכ ا‬ ‫ـאً‬
‫‪٢‬‬
‫ـ د כـ ن ا ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ًא‪ ٣‬زائ ـ‬ ‫ـ ز أن ـ‬ ‫ـ ذا ـ‬ ‫אـ‬ ‫אـ‬ ‫ورد ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ــ ا‬ ‫א ــ א ــ ‪ .‬و ــ‬ ‫ــ أن ا ا ــ ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫כــ ن َ ــ ًא‪ .‬و ــ ا‬
‫ـ ه אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ »ا « ـ ــא و ـ ـ ‪ .‬إذ؛‬ ‫ـ‬ ‫ـ م أن כ ـ ن ــא ـ‬
‫ــאل ر ــא כ ـ ن‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ع ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ذا ـ ا ـ‬
‫ــ ق‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ع ــ‬ ‫ــ ‪ .‬و כــ ن ا‬ ‫ــ م ا כ ــ آ ــ‬ ‫ا‬
‫כـ ن‬ ‫ـ ا ‪٢٢]/‬ظ[ أ ـ ًא‬ ‫ـ ا و אئ ـ ه‪ .‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ م כ ــא ـ‬ ‫اا‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ــאت ا כ ـ ‪.‬‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫ـ ق‬ ‫ــא‬ ‫ــא و ـ ـ ـ‬ ‫ـ اا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬

‫ــ ن ــ ‪ :‬إذا ــ כــ ــ »ا « ــ ًא כــ ن ــא » إ ــ ا ا « ــ اً‬


‫ــאر ا ـ ـ ذ ــכ ا ـ م ا כ ـ ‪ .‬و כـ‬ ‫ـ ًا‬ ‫ـ ‪ .‬إذ؛‪ ٥‬כـ ن ئـ‬
‫ــ اً أن‪ ٦‬ــכ ا ــ م ا כ ــ أ ــ اداً כ ــ ة ــ כــ ن ــ ه‬ ‫أن כــ ن ا אئــ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫‪٧‬‬
‫اכ ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫و ــא‬ ‫ـכ ن‬ ‫ـ ا ـ כאن ا‬ ‫ـ ا א ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫‪٨‬‬


‫ـ‬ ‫ـ ‪ :‬ـ هاכ ـ‬
‫אئ ــא‪.‬‬ ‫ـ ا ـ ك ـ ا ــאدة ـ‬ ‫ـ אص‪ ،‬و ـ א‬ ‫وا‬ ‫ــאم وا כ اכـ‬ ‫ـ ا‬
‫ـ ه ا כ ـ وأ ــכ ا‬ ‫אـ‬ ‫وأ‬ ‫ـ وآ ـ و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫و ــכ اכ ـ ا ـ‬
‫אـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ אئ ــא و כ ـ ا ـ ‪ .‬ـ כ ّ ـ ه א ـ א א ـ ا ا‬
‫ـ هاכ ـ‬ ‫א ـ وأ כא ـ ‪ .‬و ـ כאن כ ـ أ ـ ـ ا ــאد א ـ آ ـ ـ כـ‬ ‫‪٢٠‬‬
‫‪ .‬وذ ــכ א ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـאً‬ ‫‪٩‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬

‫أ – إ א‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ش ‪٨٧‬و‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ر ‪١٥٠‬و‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫ش–‬ ‫‪٤‬‬
‫أ – إذ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫أ – أن‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫‪.‬‬ ‫هاכ‬ ‫‪:‬‬ ‫‪.‬‬ ‫ا‬ ‫هاכ‬ ‫כ ن‬ ‫–‬ ‫جشأر‬ ‫‪٧‬‬
‫ة‪.‬‬ ‫أ‪:‬‬ ‫‪٨‬‬
‫أ‪ +‬א ‪.‬‬ ‫‪٩‬‬
112 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

“Küllî mefhum, vaz için bir alettir ve kelimenin karşına konulduğu an-
lam (mevzu leh) -ki hususiyettir [Allah Teâlâ’nın hakikati]- anlaşılmayan
bir şeyin karşısına lafız vaz etmeyi gerektiriyor” sözüne gelince; [deriz ki]
biz Allah’ın isimlerinden ancak bu küllî mefhumları anlıyoruz. Açıktır ki
5 melekler de bu şekildedir. Sahih haberlerden anlaşıldığı gibi Yüce ve Mu-
kaddes Allah’ın zâtı, başkasından gizlenmiştir. Daha önce İmam Huccetu-
lislam’dan [Gazzâlî] naklettiğimiz gibi [Allah lafzı] bu anlama delâlet eder
ki o da ilâhî sıfatları câmi hak vücuddur ve alem isim yerinde kullanılır.
Bu açıktır.
10 Burada bu konuyla alakalı başka şey daha var: “Zeyd” gibi şahsî alemler
ya vaz edildiği şeyi (mevzu) belirli bir şahıs olur ki yaygın olarak akla ilk
bu gelir. Bir kimse, kendisine bir oğlu doğduğu haberi verilince daha onu
görmeden ona “Zeyd” adını koyar. Ve bu lafız, mütehayyile kuvvetinde
meydana gelen hayalî bir sûret için isim olmuş olur. O zaman, doğan bu
15 sûrette olmazsa bu ismin ona yüklenmesi (ıtlâk) bu vaz’a göre [doğru] ol-
maz. Şayet bu lafız, sadece bu ferdle sınırlı olan küllî bir mefhum için vaz
edilmiştir denilirse daha önce geçtiği gibi o, alem isim olmaz. Sonra bu
şahsî alemlerden bir alem [isim] duysak ve müsemmasını asla görmesek, o
şahsın nasıl bir hususiyeti olduğunu anlamayız. Aksine çoğunlukla bulun-
20 duğu sûretin dışında başka bir sûreti hayal ederiz.
Ya da bütün bu hayalî sûretler, [alemin] karşısına konulduğu (mev-
zu‘-leh) şey olur. O zaman da bu lafız sınırsız anlamlar arasında müşterek
lafızlar kabilinden olur.
Ya da karşısına konulduğu şey, sadece onun sahip olduğu bu hususiyet
25 olur. Bu hususiyetin dışındaki her şey, konulduğu bu anlamın dışında kalır
ve o [hususiyetin] dışında anlaşılan bütün hususiyetler yanlış anlama olur.
Ya da bu zâtta bulunduğuna inandığımız şahsî alem isimler [karşısına
konduğu her hususiyeti] gerektirir. Bu konuda daha önce dile getirilen
[şey]ler vardır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪113‬‬

‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ع ــ‬ ‫ــ وأن ا‬ ‫ــ م ا כ ــ آ ــ‬ ‫وا ــ ل ــ ن ا‬


‫אـ ا‬ ‫ـ ‪٢٣]/‬و[ أ ـ אئ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ــא‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ مو ـ ا ـ‬
‫אـ و ـ‬ ‫ئכ ـ أ ـאً כ ــכ‪ .‬وذا ـ‬ ‫ــאت ا כ ـ ‪ .‬وا א ـ أن ا‬ ‫ــכ ا‬
‫ــא ــא ًא ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ــאر ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه כ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫أ ـ ًא‬
‫ـ دا ـ‬ ‫ـ و ـ ا‬ ‫ـ اا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאر ـ ا‬ ‫ـ م‪ ١‬أ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ــאم‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ م‪ .‬و ـ ا א ـ ‪.‬‬ ‫ـ ىا‬ ‫ـ‬ ‫ــאت ا‬ ‫ا א ـ‬

‫ـ إ ــא أن כـ ن‬ ‫‪٣‬כ ـ‬ ‫ـ ما ـ‬ ‫ــאم أن ا‬ ‫ـ א‬ ‫ــא‬


‫‪٢‬‬
‫ـ‬
‫ــ ا ــ‬ ‫ــ ر‪ .‬ــ ذا أ ــ أ ــ‬ ‫ــאدر ا‬ ‫ــ כ ــא ــ ا‬ ‫ا‬ ‫ــכ ا ــ‬
‫א ـ ا ـ‬ ‫ـ رة ا‬ ‫ـ ه כ ـ ن ـ ا ا ـ ا ـ ًא‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ אه ز ـ ًا ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ د ـ ه ا ـ رة ـ כ ـ‬ ‫ئ ـ إذا ـ כ ـ ا‬ ‫ـ ‪.‬و‬ ‫ـ ا ـ ة‪ ٤‬ا‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ م‬ ‫ـ ًא‬ ‫ـ כ ـ‬ ‫ـ ‪ ٥.‬و ـ‬ ‫ذ ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذ ــכ ا‬ ‫إ‬


‫א َ ـאً ـ‬ ‫ـ ـ ذ ــכ ا ـ د ـ כـ َ ـאً כ ــא ـ ‪ .‬ـ إذا ـ‬ ‫اכـ ‪٦‬ا‬
‫ـ ا ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٨‬‬
‫ــא‬ ‫ـ ـ ّ אه أ ـ‬ ‫‪٧‬وـ‬ ‫ــכ ا ـ م ا ـ‬
‫ـ ـ ا ـ ر‪.‬‬ ‫ـ ــא ـ‬ ‫ــאه ـ‬ ‫ــא ‪٢٣]/‬ظ[ ـ ر ــא‬

‫ــאظ‬ ‫ـ ا‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـאً ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ــכ ا ـ ر ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא أن כـ ن‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ رة‪.‬‬ ‫ــאن ـ‬ ‫ـ כ ـ‬ ‫ا‬

‫ــא‬ ‫ــא ـ ‪ .‬כـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ع ـ ـ ا‬ ‫وإ ــא أن כـ ن ا‬


‫ـאً‪.‬‬ ‫ــאت ـ‬ ‫ــא ـ ا‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ ع ـ‬ ‫אر ـאً ـ ا‬

‫א ذכ ‪.‬‬ ‫כ ا ات و‬ ‫ا‬ ‫ما‬ ‫م أن ا‬ ‫א أن‬

‫ش ‪٨٧‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫أ ‪ +‬ء‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫ش‪ :‬ا‬ ‫‪٣‬‬
‫ش أ ر – ة‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫أ ‪١٢٦‬ظ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ر ‪١٥٠‬ظ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫‪.‬‬ ‫أ‪ :‬ا‬ ‫‪٧‬‬
‫ج ش ا ر‪ :‬ذا‪.‬‬ ‫‪٨‬‬
114 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Vehayut [alem isimlerin] hakîkî tikeller (cüziyyât) olduğu iddiası


terkedilir ve [bu ismin] bir ferde ait tümel (küllî) mefhumlar için vaz
edildiği söylenir. Anlaşılacağı üzere her iki durum üzerine düşünülmesi
gerekir.
5 Allah Teâlâ’nın “ehad” sözü daha önce geçtiği gibi birlikte (vah-
det) mübâlağadır. [Ehad lafzı] ya bedeldir ya da ikinci haberdir. Bu
“hüve”nin kendisinden sorulan şeye (mesûlun-anh) râci olması duru-
mundadır. Şayet [hüve], zamir-i şan olursa haber olur. Denildi ki: “Al-
lah”, bütün ikrâm sıfatlarına delâlet ettiği gibi [ehad] de bütün celâl
10 sıfatlarına delâlet eder.
Hakîkî bir (vâhid), zâtının her türlü terkib ve çokluktan (taaddüd)
ve bunlardan herhangi birinin gerektirdiği, cisim olmak, yer kaplamak
(tahayyüz), hakikatte ve varlığının zorululuğuna ait hususiyetlerde, zâtî
kudrette, ulûhiyeti gerektiren kâmil hikmetinde ortağı bulunmaktan
15 münezzeh olmasıdır. Daha önce geçtiği üzere ulûhiyetin, herhangi bir
istisnası olmadan bütün cemal ve celal sıfatlarını gerektirdiğini anla-
mışsındır. Bu sebeple diyoruz ki -daha önce buna işaret edilmişti- zik-
redilen sıfatlar diğer bütün sıfatları içerir. Buradan hareketle şöye de-
nilmiştir: Esmâ-i hüsnâ’dan her biri, diğer isimleri içerir.
20 “Samed”de, “ ‫[ ” ــ إذا ــ‬samede izâ kasade/Samed: yönelmek]
anlamından hareketle kendisine yönelinen yani her türlü ihtiyaç için
kendisine dönülen efendi (seyyid) anlamındadır. [Allah Teâlâ] mutlak
olarak bu vasıfla vasıflanmıştır. Çünkü O, diğer her şeyden mutlak ola-
rak müstağnidir. Onun dışında her şey, her açıdan O’na muhtaçtır. Her
25 diğer şey, bazısı tabiî, bazısı iradî olarak, bazısı da aslî istidadına göre
her yönden O’na yönelmektedir. Çünkü mahiyetler, aslî istidatlarına
göre Yüce Mebde-i Evvel’den kemallerini talep ederler. İstidat diliyle
yapılan dua ise mutlaka müstecab olur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪115‬‬

‫ــאت‬ ‫ـ‬ ‫ــאل ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ئ ــאت‬ ‫ــא‬ ‫وإ ــא ـ ك د ـ ى כ‬


‫ـ כ ــא ـ ى‪.‬‬ ‫ـّ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة ـ ا ـ د‪ .‬وכ ا‬ ‫اכ ـ ا‬

‫ـ ــאن‪.‬‬ ‫ـ ة כ ــא ـ ‪ .‬و ـ إ ــא ـ ل أو‬ ‫ـ א ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ א ـ ـ ا‬ ‫و ـ‬


‫ـ ا ــאن‬ ‫ـ ل ـ ‪ .‬وأ ــא إذا כאن‬ ‫ـ כ ـ ن » ـ « را ـאً إ ـ ا‬ ‫و ـ ا ـ‬
‫ـ‬ ‫ــאت ا ـ ل כ ــא دل »ا « ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ‪:‬إـ ـ ل ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ــאت ا כ ـ ام‪.‬‬

‫ــא כـ ن ـ ه ا ـ ات ـ ‪٢٤]/‬و[ أ ــאء ا כ ـ وا ـ د و א‬ ‫ـ‬ ‫وا ا ـ ا‬


‫‪٢‬‬
‫ـ ب‬ ‫ــא‬ ‫ـ و ا‬ ‫ــאرכ ـ ا‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ ‪ ١‬وا‬ ‫ــא כא‬ ‫ـ مأ‬
‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وأ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د وا ـ رة ا ا ـ وا כ ـ ا א ـ ا‬ ‫ا‬
‫ــא ـ ء ـ‬ ‫ـّ‬ ‫ـ‬ ‫ــאت ا ـ ل وا כـ ام‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـنا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــאرة‪.‬‬ ‫ــאت כ ــא ـ إ ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫‪٣‬‬


‫ـ‬ ‫כـ رة‬ ‫ـ ا و ــאف ا‬ ‫ـ لכ‬
‫ـ אء‪.‬‬ ‫ــאئ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ אء ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ‪ :‬إن כ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫وـ‬

‫ائــ ِ ــ َ َ ــ َ إذا‬ ‫ــ د ــ ا‬ ‫ــ د إ ــ أي ا‬ ‫ــ ا ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫وا‬


‫ـ ًא‪ .‬وכ ــא‬ ‫ـه‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ق‪ .‬ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ف ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ ا‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫אـ‬ ‫ــאر إ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫אـ و‬ ‫ـ‬ ‫ــאج إ ـ ـ‬ ‫ـ اه‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ‪ ٤.‬ـ ن‬ ‫اد ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ــא إرادي و‬ ‫ـ و‬ ‫ــא‬ ‫ــאت‬ ‫ا‬
‫ّ‬
‫כ ــא ت ـ ا ـ أ ‪٢٤]/‬ظ[ ا ول‬ ‫א ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ا ـ اد ا‬ ‫ا א ــאت‬
‫ـ אب ا ـ ‪.‬‬ ‫اد‬ ‫ـ‬ ‫ــאن‪ ٦‬ا‬ ‫ــאء‬ ‫א ـ ‪ .‬وا‬

‫ش ‪٨٨‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫أ ‪ :‬כ ب‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫אء ا‬ ‫ا‬ ‫‪ :‬إن כ أ‬ ‫אرة‪ .‬و‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫ا אت כ א‬ ‫أ–‬ ‫‪٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫ش أ ر‪ :‬ا‬ ‫‪٤‬‬
‫‪.‬‬ ‫ش أ ر‪ :‬ا‬ ‫‪٥‬‬
‫‪.‬‬ ‫أ‪:‬‬ ‫‪٦‬‬
116 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Denildi ki: [Samed lafzının âyette] marife/belirli [es-samed şeklinde], [ehad


lafzının ise] nekre/belirsiz olarak gelmesi onların [Arapların] Allah’ın bir oldu-
ğunu değil ama samediyetini bildikleri içindir. Derim ki: Bu söz, sıkıntılı ol-
maktan kurtulamaz. Çünkü muhatabın haberin içeriğini bilmesi, mübtedanın
5 haberinin marife olmasını gerektirmez. Aksine bu şekildeki hitab, muhatabı
cahil seviyesine indirerek ona konuşmayı gerektirir. Çünkü haberin gerektirdi-
ği şeyin ifadesinin (lâzım-ı faide-i haber) bu makamla ilişkisi yoktur.
Evlâ olan şöyle söylenilmesidir: Tarif (belirli olmak), sınırlama (hasr)
ifade etmek içindir. Senin “Zeyd’un-er-recul/Adam [dediğin] Zeyd’dir”
10 sözün gibi. “Allah” lafzının tekrarı, bu sıfatla vasıflanmayanın ulûhiyete
layık olmadığına işaret etmek içindir. Allah’ın şu sözü gibi: “Muhakkak ki
Allah’ın katında din, [yalnız] İslam’dır”1. Özetle iki tarafıyla da sınırlama
ifade etmektedir. Bunu düşün!
[“Allahu’s-samed” ifadesindeki] atfın terki, ya içerdiği anlamının (maz-
15 mûn) [ilk] cümlenin içerdiği anlamın bir gereği (lâzım) olmasındandır -ki
bu ilk cümlenin ikrarı demektir- veya samediyetin, ehadiyeti zorunlu kıl-
masından dolayı ona delil olmasından veya onun neticesi gibi oluşundandır.
Çünkü ehadiyet, daha önce ayrıntısı geçtiği üzere samediyyeti gerektirir.
“Lem yelid ve lem yûled (Allah doğurmadı ve doğurulmadı)” ifadeleri,
20 kendisinden önce geçen iki cümlenin içerdiği anlamı ikrar ve tekid etmek-
tedir. “Lem yelid ve lem yûled” ifadeleri önceki o iki cümleye atıf değil-
dir. -“Allah alîm ve hakîmdir”2 ifadesinde olduğu gibi- Allah’ın sıfatlarında
zaman gözetilmesi söz konusu olmamakla beraber [“lem yelid” şeklinde]
mazi kalıbıyla gelmesi, “Melekler Allah’ın kızlarıdır”3 ve “Mesih ve Üzeyr
25 Allah’ın oğludur”4 diyenleri reddetmek ve “ve lem yûled” ifadesine uyması
içindir. Çünkü mazi kalıbında olması gerekir.
“Ve lem yekun lehû küfüven ehad (O’na bir denk de olmadı)” ifadesine
gelince Hırıstiyanların bir kısmının buna aykırı olarak söylediklerine red-
diye olarak denklik (kefâet) -nikahta denklik- anlamına gelen bir aradalığın
30 nefyedilmesidir. Âyette baba, çocuk ve eş olması nefyedilmektedir.

1 Âl-i İmran 3/19.


2 Mesela: Nisa 4/11, 17, 24 gibi.
3 En’am 6/100; Zuhruf 43/15.
4 Tevbe 9/30.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪117‬‬

‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ .‬أ ــ ل‪ ٢:‬ــ ا ا ــכ م‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫‪١‬‬


‫ــ‬ ‫ــ‬
‫ـ ا ـ ء‪ ،‬ـ إ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ نا ـ‬ ‫א ـ‬ ‫כـ ر؛ ِ ّن ِ ـ ا‬
‫ـ ا א ـ ؛ ِ ن ا ــאد َة ِ‬
‫زم אئـ ِة ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪٣‬إ ـ ا‬ ‫ـ أن‬
‫ــאم‪.‬‬ ‫ـ اا‬ ‫ـل ـ‬

‫ـ‬ ‫ـ «‪ .‬وا ــאدة‬ ‫ـ כ ــכ »ز ـ ا‬ ‫ِ ــאدة ا‬ ‫ـ‬ ‫א و ـ أن ــאل أن ا‬ ‫‪٥‬‬

‫א ـ ﴿إن ا ـ‬ ‫ـ ‪.‬כ ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ אر ـ ن َ ـ ْ ـ‬ ‫»ا «‬


‫ـ !‬ ‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ا ـ م﴾‪ ٤‬א א ـ أ ـ‬

‫ـ ن ا و ـ ‪ ٦‬ـ ـ ِ ر ـ ول أو‬ ‫زم‬ ‫ـ‬ ‫و ـ ك ا א ـ ‪ ٥‬إ ــא ِ ن‬


‫ّ‬
‫ِ‬
‫ـ ـ؛ ن‬ ‫ـ أو ِ ـ כא‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאء ـ أن ا‬ ‫ـ‬ ‫ِ ـ د ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ما‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫‪/‬‬ ‫ـ ا ــא‬ ‫ـ نا‬ ‫ــא ـ ران‬ ‫ـ א ـ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ و َـ ُ َـ ْ ﴾‬


‫ْ‬ ‫ْ‬
‫ـ أن ا ــאن‬ ‫ــאر ـ ا א ـ‬ ‫ــא‪ .‬وا‬
‫‪٩‬‬ ‫‪٨‬‬
‫ــא‬ ‫]‪٢٥‬و[ و ا ــא‪ ٧‬ـ‬
‫﴿وכאَ َن ا ُ ِ ـ ًא َ ِכ ـאً﴾ ـ روده رداً‬
‫ـ َ‬ ‫א ـ כ ــא ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ ظ ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ﴿وـ‬ ‫ـ و ـ ا ـ ا «‪ ١١‬و א ـ‬ ‫ئכـ ــאت ا ‪ ١٠‬وا‬ ‫ــאل »ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫َ ْ‬
‫ـ ا א ـ ‪.‬‬ ‫ـ أن כـ ن‬ ‫ُ َ ـ ْ ﴾‪ .‬ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــ ن כــ ن ا ــ اد א כ אئــ‬ ‫כ ــ اً أَ َ ــ ٌ ﴾ ــ ا א ــ‬ ‫﴿و َــ ْ َ ُכــ ْ َــ ُ‬


‫ــ َ‬
‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‪ .‬ـ‬ ‫ـ ـ ا ــאرى ا אئ ـ‬ ‫رداً‬
‫‪-‬ا כ אئـ ـ ا ــכאح‪ّ -‬‬
‫ا ا ـ وا ـ وا א ـ ‪.‬‬

‫‪.‬‬ ‫دون أ‬ ‫א‬ ‫ا‬ ‫כ اً‬ ‫أ‬ ‫אً و‬


‫ورد‬ ‫‪١‬‬ ‫ا‬
‫‪ ٢‬چ – أ ل‪.‬‬
‫‪ ٣‬ر ‪١٥١‬و‪.‬‬
‫ان ‪.١٩/٣‬‬ ‫‪ ٤‬أل‬
‫﴾‪.‬‬ ‫א ﴿ا ا‬ ‫‪ ٥‬أى‬
‫ا و ‪.‬‬ ‫‪ ٦‬ا‬
‫‪ ٧‬ش ‪٨٨‬ظ‪.‬‬
‫א‪.‬‬ ‫‪ ٨‬چ ش‪:‬‬
‫‪ ٩‬چ‪ :‬א | أ ‪١٢٧‬و‪.‬‬
‫ف ‪.١٥/٤٣‬‬ ‫رة ا אم ‪١٠٠/٦‬؛ رة ا‬ ‫‪١٠‬‬
‫‪.٣٠/٩‬‬ ‫رة ا‬ ‫‪١١‬‬
118 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

“Lem yelid/doğurmadı” ifadesinin “lem yûled/doğurulmadı”dan önce


gelmesine gelince bu, [Lem yelid] daha önemli olduğu içindir. Çünkü kafir-
lerden bir grup, doğurulmuş olmaklığa aykırı olarak [Allah hakkında baba
olduğu şeklinde] aksine vehimde bulundular. “Ve lem yekun lehû küfüven
5 ehad” ifadesinde [bulunan “lehû”] zarf-ı lağvının1 açıkça sonra gelmesi ge-
rektiği hâlde önce gelmesi, ifadede fazla olmasındandır. Çünkü zarf-ı müste-
karrın2 aksine zarf-ı lağv asla kelâmda asla asıl (umde) olmaz. Bazen umde de
olabilir. Sibeveyh fasih arabın zarf-ı lağvı tehir ettiğini kaydetmiştir. Çünkü
burada maksat, Allah Teâlâ’nın zâtından denkliğin (mükâfeet) nefyidir. Bu
10 anlamın ortaya çıktığı yer, zikredilen zarf [olduğundan] en önemli olmakta
ve öne alınması daha uygun olmaktadır. Özetle, zarf-ı lağvın sonraya bırakıl-
ması ancak öne alınmaya neden olan bir incelikten dolayı olabilir. Bu, ilave
[ifadelerin] hepsinde genel bir şey olduğu bilinen bir şeydir.
Bu sûrenin Kur’ân’ın üçte birine denk olduğunu gösteren hadis-i şe-
15 rif, sûrenin [okuyuşundan elde edilen] sevabın Kur’ân’ın tamamından el-
de edilen sevabın üçte birine denk olduğuna işaret etmektedir; sırf [sûre-
nin] medlûlünun Kur’ân’ın tüm maksatlarının üçte birine delâlet ediyor
oluşuna [delâlet etmemektedir.] Bunlardan biri şudur: Buhârî, Ebû Saîd
[el-Hudrî]’den (r.a.) şöyle rivayet etmektedir: Resûlullah (s.a.v.) ashabına
20 şöyle söylemiştir: Sizden biriniz bir gecede Kur’ân’ını üçte birini okumak-
tan aciz midir? Bu durum onlara zor geldi ve ey Allah’ın elçisi hangimizin
gücü buna yeter? dediler: Buyurdular ki: “Allahu’l-vâhidu’s-samed (Allah
birdir sameddir)” Kur’ân’ın üçte biridir.3
Bunlardan biri de şudur: Ahmed b. Hanbel, Ebû Eyyub (r.a.) isnadıyla
25 Nebi (s.a.v.)’den şöyle rivayet etmektedir. Buyurdular ki: Sizden biriniz bir
gecede Kur’ân’ın üçte birini okumaktan aciz midir? Şüphesiz kim “Kul
huvellahu ehad Allahu’s-samed (Allah birdir Allah Sameddir)”i bir gecede
okursa o gece Kur’ân’ın üçte birini okumuş olur.4

1 Müteallak umûmî mânâlı fiillerden olmazsa veya mahzuf da değilse zarf veya harf-i cerle mecrûru zarf-ı
lağv adını alır.
2 Müteallakı umûmî mânâlı fiil veya şibh-i fiillerden olur ve cümlede bulunmazsa zarf veya harf-i cerli
isim zarf-ı müstakarr adını alır.
3 Buhârî, “Fezâilu’l-Kurân” 13; Müslim, “Kitabu Salati’l-Müsafirîn ve Kasriha” 259.
4 Tirmîzî, “Kitabu Sevâbi’l-Kur’an” 11.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪119‬‬

‫ـ ؛‪ ِ ١‬ن אئ ـ ـ ا כ ــאر‬ ‫ـ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ ﴾ ـ ﴿ َـ ُ َـ ْ ﴾ ِ ـ ا‬ ‫و ـ‬
‫ْ‬ ‫ْ‬
‫د ـ ‪ .‬و ـ ا ـ ف ا ـ ـ ﴿و ـ َ ُכ ـ ْ ـ כ ـ اً‬ ‫ـ ـ فا‬ ‫ـ ا‬
‫ـ ة‬ ‫ـ ـ ا ــכ م‪ .‬إذ؛ כ ـ ن ا ـ‬ ‫ـه כ ـ‬ ‫أ َ ـ ٌ ﴾ ـ أن ا א ـ‬
‫ـ أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ف ا ـ ف‪ ٢‬ا ـ ‪ ،‬ـ ـ כ ـ ن ـ ة‪ .‬و ـ ـ‬ ‫أ ـ‬
‫ــ ا ــ ف ا ــ ؛ ِ ن ا ــ ض ــ ا כא ــאة ــ‬ ‫‪٣‬‬
‫ــ ‪٢٥]/‬ظ[‬ ‫ــ ا‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ‬ ‫ذات ا א ــ ‪ .‬و ــ ّ ــ ه ا אئــ ة ــ ا ــ ف ا כــ ر‪ ،‬ــכאن أ ــ و א‬


‫ّ‬
‫כـ ن‪ ٦‬כ ـ دا ـ إ ـ‬ ‫أو ـ ‪ ٤.‬وا א ـ أن ـ ا ـ ف ا ـ ‪ ٥‬إ ــא ـ ـ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ت כ ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫ـد ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وذ ــכ‬ ‫ا‬
‫‪٧‬‬
‫ـ ن ا ــא‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ آن‬ ‫ـ أن ـ ه ا ـ رة ـ‬ ‫ا اـ‬ ‫אد ـ‬ ‫ـن ـ ا‬
‫ــא ــא أورده‬ ‫א ـ ا ـ أن‪ .‬ـ ن‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ د כـ ن‬ ‫ا ـ آن‪،‬‬ ‫ـ اب ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫אـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ــאل‪ :‬ــאل ر ـ ل ا‬ ‫אـ‬ ‫ر ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאري ـ أ ـ‬ ‫ا‬


‫ـ ذ ــכ‬ ‫ـ‪.‬‬ ‫ا ـ آن ـ‬ ‫כ ـ أن ـ ء ـ‬ ‫ـ أ‬ ‫אـ ‪:‬أ‬ ‫ـ و ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذ ــכ ــא ر ـ ل ا ! ــאل‪ :‬ا ا ا ـ ‪ ٨‬ا‬ ‫ـ و א ـ ا ـ أ ــא‬
‫‪٩‬‬
‫ا ـ آن‪.‬‬

‫ــא ـ ا ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ א ـ אده ـ أ ـ أ ـ ب ر ـ ا‬ ‫و ــא ــא رواه أ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ؟ ـن ـ‬ ‫כـ أن ـ ء ـ ا ـ آن ـ‬ ‫ـ أ‬ ‫ـ و ـ أ ـ ــאل‪ :‬أ‬ ‫ـ ا‬


‫‪١١‬‬
‫ا ـ آن‪.‬‬ ‫ئـ ‪٢٦]/‬و[ ـ‬ ‫ـ ـأ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ا أ ـ أ ا‬ ‫ـأ ـ‬

‫‪.‬‬ ‫‪ ١‬ر‪ :‬ا‬


‫‪ ٢‬أ – ف‪.‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ٣‬أ–ا‬
‫‪ ٤‬ش‪ :‬أ ى‪.‬‬
‫‪ ٥‬أ–ا ‪.‬‬
‫כ ن‪.‬‬ ‫‪ ٦‬أ–‬
‫‪ ٧‬ش ‪ +‬ائ א‪.‬‬
‫‪ ٨‬ر ‪١٥١‬ظ‪.‬‬
‫‪.٢٥٩‬‬ ‫א‬ ‫ةا‬ ‫‪،‬‬ ‫ا אري‪ ،‬אئ ا آن ‪١٣‬؛‬ ‫‪٩‬‬
‫‪ ١٠‬ش ‪٨٩‬و‪.‬‬
‫ي‪ ،‬כ אب اب ا آن ‪.١١‬‬ ‫ا‬ ‫‪١١‬‬
120 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Yine Ahmed [b. Hanbel], Ubey b. Ka‘b veya ensardan bir kişiden (r.a.)
şöyle rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Kim “Kul-
huvellahu ehad/ Allah birdir Allah Sameddir”i okursa sanki Kur’ân’ın
üçte birini okumuş olur.1
5 Yine Ahmed [b. Hanbel] (r.a.), Humeyd b. Abdurrahman’dan (r.a.)
şöyle rivayet etmiştir: Ashâbından birisinin okuyuşu Hz. Peygamber’e
(s.a.v.) haber verilince şöyle buyurdular: “Namazı kendisiyle kılan için
Kulhuvellahu ehad (Allah birdir Allah Sameddir) Kur’ân’ın üçte birine
denktir.2
10 Yine Ahmed [b. Hanbel] (r.a.), Ebu’d-Derda’dan (r.a.) şöyle rivayet
etmiştir. Resulullah (s.a.v.) sizden biriniz her gün Kur’ân’ın üçte birini
okumaktan aciz midir? diye buyurdu. “Evet! Ey Allah’ın elçisi, biz zayıf
kimseleriz ve bunu yapmaktan aciziz.” dediler. Resulullah (s.a.v.) buyur-
du ki: Allah Teâlâ, Kur’ân’ı üç parçaya bölmüştür ve “Kulhuvellahu ehad
15 (Allah birdir Allah Sameddir)” Kur’an’ın üçte biridir.3 Müslim ve Nesâî,
Katâde’den (r.a.) de rivayet etmişlerdir.
Bu hadis-i şerifler ve benzerleri İhlâs sûresinin sevabının Kur’ân’ın üç-
te birine denk olduğuna açık şekilde delâlet etmektedir. Dolayısıyla onu
üç defa okuyanın sevabı, Kur’ân’ın tamamını okuyanın sevabı gibi olur.
20 Burada, Kur’ân’ı okuyanın her harfine on hasene yazılacağını gös-
teren hadislerle4 uyuşmayan müşkil bir durum vardır. Dolayısıyla
Kur’ân’ın tamamını okuyanın sevabı, “Kul hüve’llâhu ehad (De ki: O
Allah, birdir.)” okuyanın sevabı nispetiyle kat kat artacaktır. Buna şu
şekilde cevap verilebilir: Kur’ân’ın tamamını okuyan için okuduğu harf
25 adedince elde ettiği ayrıntılı sevap ile birlikte Kur’ân’ı hatmettiğinde
onu hatmetmesi sebebiyle müstehak olduğu ayrı bir sevap daha vardır.

1 Ahmed b. Hanbel, el-Musned, Muessesetu’r-Risale, Kahire: 1416/1995, 15/471.


2 Ahmed b. Hanbel, el-Musned, 18/491 (“Namazı kendisiyle kılan için” ifadesi Müsnedde yoktur.);
Nesaî, es-Sunenu’l-Kübrâ, “Kitabu Ameli’l-Yevm ve’l-Leyle” 202.
3 Ahmed b. Hanbel; el-Musned, 18/567, 568, 576; Müslim, “Kitabu Salati’l-Müsafirîn ve Kasriha” 259.
4 Tirmizî, “Fezâilu’l-Kur’an” 16.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪121‬‬

‫אـ‬ ‫ــאري ر ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫أو ر ـ‬ ‫ـ כ ـ‬ ‫ـ أـ‬ ‫ـ‬ ‫وأ ـאً روى أ‬


‫ـ ا أ ـ‬ ‫ـأ ـ‬ ‫ـ و ـ ‪ »:‬ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאل‪ :‬ــאل ر ـ ل ا‬ ‫ـ‬
‫‪١‬‬
‫ا ـ آن‪«.‬‬ ‫כ ــא ـ أ ـ‬

‫‪٣‬‬
‫ــא أن ـ اً‬ ‫אـ‬ ‫ـ ‪٢‬ر ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫وأ ـאً روى أ‬
‫ـ ا ـ م أ ـ ــאل‪:‬‬ ‫ـ ه ـ ا ـ‬ ‫ـ ا ـ م‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאب‬ ‫ـ أ‬ ‫‪٥‬‬

‫ــא‪.‬‬
‫‪٤‬‬
‫ـ‬ ‫ا ـ آن ـ‬ ‫ـ ل ـ‬ ‫ـ ا أ ـ‬ ‫ـ‬

‫ـ‬ ‫ــא أن ر ـ ل ا‬ ‫אـ‬ ‫ـ أ ـ ا ـ ردا ر ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫وأ ـ ًא روى أ‬


‫ا ـ آن؟ א ـ ا‪:‬‬ ‫ـ م ـ‬ ‫כ ـ أن ـ أ כ‬ ‫ـ أ‬ ‫ــאل‪» :‬أ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫אـ‬ ‫ا‬
‫ـ ّ أ ا ـ آن‬ ‫אـ‬ ‫ـ ‪ .‬ــאل‪ :‬ـ ن ا‬ ‫ـ ذ ــכ وأ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ‬ ‫ـ ! ــא ر ـ ل ا‬
‫ــאدة‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאئ‬ ‫ـ وا‬ ‫ا ـ آن‪ ٥«.‬ورواه‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا أ ـ‬ ‫ـ أ ـ اء ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ‪.‬‬ ‫אـ‬ ‫ر ـ ا‬

‫وأ ــ א א א ــ ة ــ أن ا ــא ــ ل ــ اب ــ‬ ‫אد ــ ‪ ٦‬ا ــ‬ ‫ــ ه ا‬


‫א ـ‪.‬‬ ‫ـ أ ا ـ آن‬ ‫ـ اب ـ‬ ‫ـ ات ـ‬ ‫ـأ ـ‬ ‫ا ـ آن‪ .‬כ ـ ن ـ اب ـ‬

‫ــאرئ ا ــ آن ــכ‬ ‫ــ أ ــ כ ــ‬ ‫‪٢٦]/‬ظ[ ا ا ــ‬ ‫אد ــ‬ ‫ــכ‬ ‫و ــ ا‬


‫ــ‬ ‫א ــ א‬ ‫א ــאً‬ ‫א ــ أ‬ ‫כــ ن ــ اب ا ــ آن‬ ‫ــ אت‬
‫‪٧‬‬
‫ــ‬ ‫ــ ف‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــ‬ ‫ــ ًא‬ ‫ــ ا أ ــ ‪ .‬א ــ اب أن ــאرئ ا ــ آن ا ــ ًא‬ ‫ــ اب ــ‬ ‫إ ــ‬
‫ــ ‪،‬‬ ‫ــ ه ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ــ آن ــ ــ اب آ ــ‬ ‫ــ وف ــא ــ أه‪ ،‬وإذا‬

‫‪.٤٧١/١٥ ،‬‬
‫‪،‬ا‬ ‫أ‬ ‫‪١‬‬
‫ا ‪.‬‬ ‫چ ش أ‪:‬‬ ‫‪٢‬‬
‫چ ش أ ر‪ :‬ا‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ــאئ ‪ ،‬כ ــאب ـ ا ـ م‬ ‫اכـ ى‬ ‫ـ ‪٤٩١/١٨ ،‬؛ ا ـ‬ ‫ـ ‪،‬ا‬ ‫ـ ــא« ـ ا ـ ‪ .‬أ ـ ـ‬ ‫ـ ــאرة » ـ‬ ‫‪٤‬‬
‫وا ــ ‪.٢٠٢‬‬
‫‪.٢٥٩ ،‬‬ ‫א‬ ‫ةا‬ ‫‪ ،‬כ אب‬ ‫‪ ٥٧٦ ،٥٦٨ ،٥٦٧/١٨ ،‬؛‬ ‫‪،‬ا‬ ‫چ – אدة | أ‬ ‫‪٥‬‬
‫أ ‪١٢٧‬ظ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫ي‪ ،‬אئ ا آن ‪.١٣‬‬ ‫ا‬ ‫‪٧‬‬
122 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Böylece “Kul hüve’llâhu ehad (De ki: O Allah, birdir.)”i [İhlâs sûresini]
okumanın sevabı, Kur’ân’ın bütününe ait okuyuştan elde edilen sevabın
(her harf için verilen sevap) üçte birine değil, bu hatimden elde edilen se-
vabının üçte birine denk olur. Bu şuna benzer: Ev yaptıran biri, evi yapan
5 kimseye her güne karşılık belli bir ücret belirler. Ev tamamlanınca tamam-
lanmasının karşılığı olarak her güne ait belirlenen ücret dışında başka bir
karşılık daha verir.
Diğer sûrelerle ilgili olarak varid olan Kur’ân’ın dörtte birine, daha azı-
na veya daha fazlasına denk olduğunu ifade eden hadisler de buna göre
10 kıyaslanır.
Allah Sübhânehû her şeyin hakikatini çok daha iyi bilir. Sâlât u selam
nur[lar] parıldadığı müddetçe Efendimiz Muhammed’e olsun!
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪123‬‬

‫ـ ا آن‪ .‬ـ‬ ‫ـ اب ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اب ا‬ ‫ـ ل ـ‬ ‫ـ ا أ ـ‬ ‫ـ اب ـ‬

‫אئـ ة‬ ‫ـ‬ ‫و‬ ‫ـ ًא כ ـ م د א ـ و ـ ـ إذا ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ذ ــכ أن ـ أ ـ‬

‫ـ م‪.‬‬ ‫ـ ِ ـ ةכ‬ ‫أ ـ ى ـ ى ــא‬

‫أو أכ ‪.‬‬ ‫ل ر أو أ‬ ‫أ א‬ ‫رة‬ ‫אئ ا‬ ‫ا אس‪ ١‬א ورد‬ ‫و‬

‫ت‬ ‫ــא ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ א‬ ‫ــ‬ ‫‪٢‬‬


‫אئــ ا ــ ر وا ــ ة‬ ‫ــ א أ ــ ا‬ ‫وا‬ ‫‪٥‬‬
‫‪٣‬‬
‫ا ـ ر‪.‬‬

‫‪ ١‬چ أ ‪ :‬ا אس‪.‬‬


‫ا ر ‪.‬‬ ‫‪٩٦٠‬‬ ‫أوائ ر‬ ‫‪.‬‬ ‫وآ أ‬ ‫א‬ ‫ا‬ ‫‪ ٢‬ش‪ :‬و‬
‫‪.‬‬ ‫ا وا‬ ‫لا‬ ‫אا‬ ‫א כ ا‪.‬‬ ‫و‬ ‫أ‬ ‫وآ و‬ ‫א‬ ‫ا‬ ‫أ‪ :‬و‬
‫‪.٩٤٩‬‬ ‫ها א‬ ‫‪ ٣‬چ ‪ +‬و ا اغ‬
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 125

C. AHMED EL-MARAŞÎ ED-DEBBÂĞÎ (ö. 1165/1752)


1. Hayatı ve Eserleri
Ahmed el-Maraşî’nin biyografisi hakkında kaynaklarda fazla bilgi bu-
lunmamaktadır. İlgili kaynaklarda göre göre tefsir âlimi olup medresselerde
müderrislik görevinde bulunmuştur. Sünbülzâde Müftü Esad Efendi’den
sonra Maraş’ta müftülük yaptığı ve 1165/1752’de Maraş’ta vefat ettiği ifa-
de edilmektedir. İbn Sînâ’nın tefsiri üzerine yazmış olduğu hâşiyeye döne-
minde iki Anadolu, dört Rumeli kazaskeri ve bunların dışında iki önemli
âlimin takriz yazmış olmasından hareketle kendisinin dönemin ilmî muhi-
tinde tanındığını ve saygı gördüğünü söylemek mümkündür.
Eserleri arasında Hâşiye alâ Şerhi’l-Besmele, Kazabâdî (ö. 1163/1750)
ile Yanyalı Esad’ın, Enbiyâ 108. âyetiyle ilgili el-Keşşaf ve Envaru’t-Ten-
zilde geçen müşkillere dair risâlelerine zeyl olarak yazdığı Risale fi’t-Tefsir,
Risale fi Şerhi Tarîkati’l-Muhammediyye, Risale fi Beyâni Kavlihi Teâlâ
“İnnalâhe lâ ya’firu en Yuşreke” ve Hâşiye alâ Tefsiri Sûreti’l-İhlâs li-İbn
Sina sayılmaktadır.1

2. İhlâs Sûresi Hâşiyesi


Ahmed el-Maraşî ed-Debbâğî, İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri üzerine
kaleme aldığı bu şerhini, onun meramını tavzih, mahfiyatını/kapalı kalan
yerleri izhar, matviyyatını /zikredilmeyen öncülleri tasrih amacıyla telif et-
tiğini söylemektedir.2 Telif kaydı bulunmamakla beraber eserin telif tari-
hinin 1740 olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü esere takriz yazanlardan
biri olan Şeyhülislam Mehmed Emin Hayatîzâde (ö. 1160/1747), imza-
sında takrizin yazıldığı tarihte Rumeli kazaskeri olduğunu ifade etmiştir.
Kendisi 11 Şubat 1740 yılında kazasker olup örfî süresini tamamlamasının
ardından bir yıl sonra görevden alınmıştır.3 Yine takriz sahiplerinden biri

1 Bursalı, Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul: 1333, I/308.; Dikici, “Ahmed Efendi (Debbağ-
zade)”, Kahraman Maraş Ansiklopedisi, Kahraman Maraş Sütçü İmam Üniversitesi Yayınları, Kahra-
man Maraş 2017ü I/104-106.
2 ed-Debbağî, Ahmed el-Maraşî, Hâşiye alâ Tefsiri Sûreti’l-İhlâs li-İbn Sînâ, Süleymaniye Kütüphanesi,
Çelebi Abdullah Bölümü Nr. 273, vr. 148a.
3 Mehmet İpşirli, “Mehmed Emin Efendi, Hayâtîzâde”, DİA, c. 28 (İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları,
2003), 467.
126 DEBBÂĞÎ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Şeyhulislam Mehmed Said Karahalil Efendizâde (ö. 1168/1755) de kendi-


sinin takrizi yazdığı zamandaAnadolu kazaskeri olduğunu belirtmektedir
ki o da 11 Şubat 1740 yılında kazaskerliğe atanmıştır.1
Ahmed ed-Debbâğî’nin eseri İbn Sînâ’nın Tefsir’inin kelimelerine
veya cümlelerine değil pasajlar biçimimdeki ifadelerine yönelik açıkla-
malardan oluşmaktadır. Eserinde önce İbn Sînâ’nın metnine, sonra ken-
di açıklamalarına yer vermektedir. İbn Sînâ’ya ait metni cümle cümle
değil, paragraflar hâlinde alıntılar; sonra “hâsıluhu” tabiriyle ifade edi-
lenden maksadın ne olduğuna dair açıklamalarda bulunur. Bu sebeple
İbn Sînâ’nın tefsirinin tamamını Debbâğî’nin eseri içerisinde bulmak
mümkündür. Bu sebeple hem tahkikli metinde hem de tercümesinde
İbn Sînâ’nın metnine ayrıca yer verilmemiştir.

3. Debbağî’ye Ait Hâşiyenin Nüshaları


Eserin Türkiye’deki yazma eser kütüphanelerinde bulabildiğimiz ve
tahkikte kullandığımız beş nüshası şunlardır:

1. İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi, Nr. A. 3674


16 satır hâlinde nesih hatla yazılmış olan bu nüshanın müellife ait
müsvedde nüsha olması kuvvetle muhtemel olmakla birlikte buna dair
bir kayıt yoktur. Ancak metin içerisinde yer alan bazı yerlerin silinip
yeniden yazılmış olması, yine bazı ifadelerin üstünün çizilmesi, nüsha
kenarlarındaki ilave notlar, bu nüshada olup diğer nüshalarda olmayan
tetimme kısmı bu ihtimali kuvvetlendirmektedir.
Nüshada yer alan numaralar 9b’den başlayıp 35a’da sona ermektedir.
9b-12b arasında takrizler yer almaktadır. Bu takrizler, talik hatla yazılmış
olup sonunda mühürleri vardır. Ancak 35a’da yer alan çok kısa üç takriz,
nesih hatla yazılmış olup mühürsüzdür.
Şerh kısmı 13b-32a arasında yer almaktadır. Eserin ithaf kısmının
üzeri çizilmiş, başlangıç kısmı ise sayfanın kenarına yazılmıştır.

1 Tahsin Özcan, “Mehmed Said Efendi, Halilefendizâde”, DİA, c. 28 (İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları,
2003), 523.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 127

Şerh kısmına ait duanın bitiminden sonra 32b-34b arasında ise biraz
eksik ve karışık biçimde İhlâs sûresinin irabından, isim ve faziletinden bah-
seden ve en sonunda da abdestle ilgili bir konuya değinen bir tetimme
mevcut olup bu tetimme diğer nüshaların hiçbirinde yer almamaktadır.
Bu durum, bu nüshanın eserin ham (müsvedde) hâlinin bulunduğu nüs-
ha olduğu düşüncesini güçlendirmektedir. Tahkikte bu nüsha (‫ )م‬harfi ile
gösterilmiştir. Bu nüshada mühürlü olarak takrizi olan kişiler şunlardır:
Eski Anadolu Kazaskeri Ahmed Nîlî Mirzâde, [9b], Eski Rumeli Kazas-
keri Seyyid Zeynelabidin [10a], Eserin yazıldığı zamanda Rumeli Kazas-
keri Mehmed Emin Hayatîzâde [11a], Eserin yazıldığı zamanda Anadolu
Kazaskeri Mehmed Said Karahalil Efendizâde [11b], Eski Rumeli Kazas-
keri Mehmed Esad [12a], Eski Rumeli Kazaskeri Mehmed Pirîzâde [12b].
Bunların dışında mühürsüz olarak da şu kişilerin takrizi bulunmaktadır:
Eski Rumeli Kazaskeri Şeyh Mehmed [35a], Eski Rumeli Kazaskeri
Seyyid Ali [35a], Mehmed el-Maraşî Saçaklızâde [35a].

2. Kayseri Raşid Efendi Kütüphanesi, Nr. 11299


Çok temiz bir nesih hatla ve müstakil olarak yazılmış olan bu nüsha,
15 satır hâlinde toplam 29 varaktan oluşmaktadır. 1b-4b arasında takriz-
ler, 5a-29a arasında da şerhin kendisi yer almaktadır. 29b’de ise sonradan
başka bir hatla yazılmış bir takriz bulunmaktadır.
Bu nüsha, kanaatimizce eserin müsvedde nüshasının tebyiz edilmiş ve
gözden geçirilmiş nüshası olması kuvvetle muhtemeldir. Metin üzerinde
yapılmış düzenlemeler ve kenarlarda yer alan bazı ilaveler, bizde bu nüsha-
nın gözden geçirilmiş olabileceği kanaatini oluşturmaktadır. Bu nüshada
ithaf ve tetimme kısmı olmadığı gibi herhangi bir istinsah kaydı da yoktur.
Tahkik edilen metinde metin içerisinde gösterdiğimiz numaralar bu nüs-
haya ait olup bu nüsha (‫ )ق‬harfi ile gösterilmiştir.
Takrizler nüshanın başlangıcında yer almakta olup başlıkları yeşil renkli
mürekkeple yazılmıştır. Bu nüshada takrizleri olan kişiler şunlardır:
Eski Anadolu Kazaskeri Ahmed Nîlî Mirzâde, [1b], Eski Rumeli Kazas-
keri Seyyid Zeynelabidin [2a], Eski Rumeli Kazaskeri Mehmed Esad [2a],
128 DEBBÂĞÎ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Eski Rumeli Kazaskeri Mehmed Pirîzâde [2b], Eserin yazıldığı zamanda


Anadolu Kazaskeri Mehmed Said Karahalil Efendizâde [3b], Eserin yazıl-
dığı zamanda Rumeli Kazaskeri Mehmed Emin Hayatîzâde [4a], Buha-
rakînî olarak bilindiğini ifade eden bir müderris [29b].
Bu nüshada İstanbul Üniversitesi nüshasında mühürsüz olarak bulunan
üç takriz ise yer almamaktadır.

3. Topkapı Sarayı Kütüphanesi, Emanet Hazinesi Nr. 604.


Müstakil hâlde 22 varak olarak nesih hattıyla yazılmış bir nüshadır.
İthafın olduğu tek nüsha olup Şeyhulislam Mustafa Efendi’ye1 müellifinin
bir talebinin ve arzusunun gerçekleşmesine vesile olması amacıyla sunul-
muştur. [2a] Eserde takrizler yer almamaktadır. İstinsah kaydı da yoktur.
Bu nüshaya tahkikte (‫ )ت‬rumuzuyla gösterilmiştir.

4. Süleymaniye Kütüphanesi Çelebi Abdullah Bölümü, Nr. 273


Bir risaleler mecmuası içinde 147b-156b arasında yer almaktadır. 23 sa-
tır hâlinde nesih hattıyla yazılmıştır. Nüshada istinsah veya başka bir kayıt
yoktur. Ancak müstensih büyük ihtimalle İstanbul nüshası ile ithaf edilen
Topkapı nüshasını görmüş olmalıdır. Çünkü bu nüshada şerhe ait iki baş-
langıç yer almaktadır. İlk önce 147b’de eserin ithaflı olan başlangıç kısmı yer
almakta ancak ithaf kısmından sonra metin devam etmemektedir. Buna mu-
kabil 148a’da besmele ile tekrar başlayan nüsha tefsirin tamamını içermekte,
ithaf kısmı burada yer almamaktadır. Bu nüsha, nüshalar arasında en çok
İstanbul Üniversitesi Kütüphanesindeki nüsha ile benzeşmektedir.
Tahkikte bu nüshaya (‫ )ع‬ile işaret edilmiştir.

5. Süleymaniye Kütüphanesi Esad Efendi Nr. 3584 (1b-11b arası)


23 satır hâlinde nesih hattıyla yazılmış nüshadır. Bu nüshanın da her-
hangi bir istinsah kaydı yoktur. Sonunda dua cümlesi eksiktir. Bu nüsha
kontrol edilmekle birlikte tahkikte kullanılmamıştır.

1 Bu kişi Feyzullahefendizâde Mustafa Efendi (ö. 1158/1745) olmalıdır. Eserin telif edildiği tarih ve
ithafta şeyhülislam oğlu şeyhülislam olması dikkate aldığında bu kişinin o dönemdeki Şeyhulislam
Mustafa Efendi olduğu netleşmektedir. Bkz. Mehmet İpşirli, “Mustafa Efendi Feyzullahefendizâde”,
DİA, c. 31 (İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 2020), 297.
İbn Sina’nın İhlâs Sûresi Tefsirine Hâşiye
(Hâşiye alâ Tefsîr-i Sûreti’l-İhlâs li İbn Sînâ)

Müellif
Ahmed el-Maraşî ed-Debbâğî (ö. 1165/1752)
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬

‫)ت‪١١٦٥.‬ه‪١٧٥٢/‬م(‬ ‫ا אّ‬ ‫ِ‬


‫ا ْ َ‬ ‫أ‬
METİN

132 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bismillahirrahmanirrahim
Hamd, bir olan (el-Ehad), hiçbir şeye muhtaç olmayan (es-Samed)
Allah’adır. Salât, bütün resuller arasında biricik olan, hiçbirinin ona denk
olmadığı, Allah’ın resulu Hz. Muhammed’e olsun. Ve yine salât, yâkinî
5 imanlarıyla en bahtiyâr ve ihlâslarıyla en şerefli kimseler olan O’nun ailesi-
nin ve ashâbının üzerine olsun.
Sonra, Ganî olan Allah’a muhtaç Ahmed el-Maraşî ed-Debbâğî der ki:
Şeyhu’r-Reis Ebû Ali İbn Sînâ’nın İhlâs sûresi üzerine faziletlilerin şaşırdığı,
havassın hoş karşıladığı bir üslupla kaleme alınmış verimli bir beyanına,
10 faydalı bir tefsirine rastladım. Bu tefsiri, hiç dokunulmamış, üzerine bir
şey telif edilmemiş ve hakkında bir şey duyulmamış hatta herhangi birinin
nazarı ona değmemiş1 bir şekilde buldum. Bundan dolayı o tefsiri gören
herkesin onun üzerine düşünmesi ve onun dışındaki her şeyde düşünülen-
lerden daha dakik bir düşünce ile ona yönelmesi için bu tefsir üzerine bir
15 hâşiye yazmak istedim.
Sözünü nakletmeye, meramını aydınlatmaya, gizli kalan yerlerini or-
taya koymaya ve kapalı kısımlarını açıklamaya giriştim. Sonra büyüklerin
bakış açısına uygun olarak Aziz ve Yüce Allah’ın bana ilhamı ile kelâmın
nazmına yakışır bir biçimde, ancak O’nun yanında olduğu kişi muvaffak
20 olur ve doğruya ulaşır diyerek ve Allah’tan doğruya ulaştırmada yardımı-
nı dileyerek makamın tahkikine [başladım]. [Bunu yaparken kullandığım
ifadeler] kısa olmadığı gibi sözü güzelleştirmek için [uzatılmış] bıktırıcı
şekilde de değildir. [Şerh yapılırken] sonuçta önem arzeden şeylerin ince-
lenmesi, mevcut durumun gerçekliğinin açıklanması ve ortaya çıkarılma-
25 sı, sözdeki mefhum ve mânânın anlaşılmasındaki zorlukların giderilmesi
[şeklinde bir yol] tercih edilecektir.

1 Maraşî’nin bu ifadesinden, onun İbn Sînâ’nın tefsirine daha önce yapılan Celâleddin Devvânî’ye (ö.
908/1502) ait şerhi görmediği anlaşılmaktadır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪133‬‬

‫ا‬ ‫ا ا‬ ‫‪١‬‬
‫‪٤]/‬ظ[‬
‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ر ــ‬ ‫ــ ة‬ ‫ــ وا‬ ‫ــ ا‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ا‬
‫א ـ أ ـ‬ ‫ـ כא ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ ـ اً أ ـ ‪ .‬و ـ آ ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ د و ـ כـ‬
‫ــ أ ــ ‪.‬‬ ‫و‬
‫‪٤‬‬
‫ـאّ‬ ‫ـ ا ـ ‪ ٢‬א ّא ـ ‪ ٣‬إ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ اـ ا ا ـ أ‬ ‫ـ لا‬ ‫و ـ ‪،‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ص‬ ‫ـ رة ا‬ ‫ـ א‬ ‫ـ‬ ‫ا ئـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ـאً‬ ‫ـ اً‬ ‫א ـאً أ ـאً و‬ ‫אد ـ‬
‫ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ اً ـ‬ ‫ا ـ اص‪ ،‬و‬ ‫ـ ء‪ ٦‬و ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ أ ـ ب ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ ـ ‪ .‬ـ ردت أن أ ـ ر א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ‬
‫‪٧‬‬
‫ــא ـ اه‪.‬‬ ‫ـ כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أدق ـ כ‬ ‫ـ رآه‬ ‫ـ إ ـ כ‬ ‫‪٥]/‬و[ و‬

‫אـ ‪ .‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ و‬ ‫ا ـ وإ ــאر‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ ـ ‪٨‬و‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ ‪،‬و ـن‬ ‫ــאم‬ ‫ــאر ا‬ ‫ـ ا ـ م ـ و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــאم ــא أ‬
‫‪٩‬‬
‫ـ‬ ‫ـ اب אئـ ً إن ا ـ اب إ ــא ـ ـ‬ ‫אً א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــכ م ـ ‪،‬‬ ‫ـ‬
‫ـ ا ــאل ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـאً‬ ‫ـ ا ــאل‬ ‫ــאل‬ ‫ــאل ـ‬ ‫ـم‬ ‫أ ــאب ـ‬
‫ـ م ـ ا ــאل‪.‬‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ــאل ود ـאً‬ ‫ا ــآل‪ ،‬وإ ــאراً‬

‫م ‪١٣‬ظ|ت ‪١‬ظ| ع ‪١٤٨‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬


‫‪.‬‬ ‫ق‪ ،‬ت – ا‬ ‫‪٢‬‬
‫ــ ا ــ أ ــ‬ ‫ــ ل א ــ و ــאزوا‬ ‫ــאل ــא ا ــאزوا‬ ‫ت ‪ +‬أن أر ــאب ا ــ وا כ ــאل وأن أ ــאب ا ــ وا‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ وا ـ ‪ .‬و ـ ا ـ‬ ‫ـ ـ ـ أ ـ ا ا ـ وأ ـ ا ــכאرم وأ ـ ا ـ ارف ـ ـ ـ ا‬ ‫ـ و ر ـ‬ ‫א‬
‫ا ـ ـ ق ــא أ ـ ‪.‬‬ ‫‪ ،‬ـ أ ـ כـ أ ـ ـ‬ ‫ــאرف‪ .‬כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ؛ ِ ـ أ ـ ف ا ــאرف ـ כ‬ ‫ـ ا ـ ح وا‬
‫و ـ ‪ .‬وأ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ــאرت ]ت ‪٢‬و[ ـ ـ ‪ ،‬ـ أدى ــא أ ـ ا ـ أ ـ وأ ـ ــא أ ــאه ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כא ـ‬
‫אئ ـ و ـ ح ا وراق‪ .‬وأ ـ ذو ا ـ ا א ـ‬ ‫ـ نا‬ ‫ـ ن ا ـ اق دون أن ـ ر ـ‬ ‫أ ـ ى ـن ـ כ אـ ـ‬
‫ـ ا ـ م‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ א و ــא ا‬ ‫ـ وا ـ ا א ـ ‪ ،‬أ َ و ـ ـ ا ـ م ا ـ ـ ا ـ م ـ‬ ‫وا ـ ف ا‬
‫ـ ــאء ـ ة ـ ا ـ ا ـ ‪،‬‬ ‫دو ـ ـ ا ــאء א ـ و ــא ـ כ اכ ـ رأ ـ ـ ا ـ ء ــא‬ ‫ـ‬ ‫زا ـ‬
‫ـ ـ ا ــאع ــכ ا כ ــא ت وا ــאف ــאب ـ ـ ه ا ـ ت وا ــאت أن‬ ‫و ـ ا رـ ا دـ ا ـ ‪.‬أ‬ ‫أ ـ ـ‬
‫ـ اـ‬ ‫א ـ و ـ يو‬ ‫ـ‬ ‫ِ ن ــא‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــא ـ ا ـ‬ ‫ـ وأن أ‬ ‫ـ ر ــא‬ ‫أ ـ ر ـ אدة‬
‫ـ اً ـ اً ـ ذو ا ـ ل‪.‬‬ ‫أ ـ ر ـ و ـ ي‪ .‬ـ ن ـ إ ــא ـ و ـ ــא ـ ا ـ ل وا ـ ل כא ـ כ כ ـאً در ـאً ـ‬
‫ئ ـ ـ ا ـ ل‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫ـ ا ـ ل ــאرت‬ ‫وإن א ــא‬
‫א‪.‬‬ ‫ت‪ ،‬ع – إ‬ ‫‪٤‬‬
‫ا‪.‬‬ ‫ت‪ :‬ر א و‬ ‫‪٥‬‬
‫م‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ت‪+‬و‬ ‫‪٦‬‬
‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ ‪ .‬ـ ردت أن أ ـ ر א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‪ .‬ـ ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫ـ ـ وـ‬ ‫ت – و ـ כـ ا ـ‬ ‫‪٧‬‬
‫ـ ـ כ ــא ـ اه‪.‬‬ ‫ـ ا ـ כ ـ رأه ـ أدق ـ כ‬ ‫و‬
‫ا א‪.‬‬ ‫ا‬ ‫رأ א ا أدق‬ ‫إ אכ‬ ‫م‪ ،‬ع‪ :‬ردت أن أ ر א‬
‫כ ‪.‬‬ ‫ت‪ :‬ردت‬ ‫‪٨‬‬
‫م‪ ،‬ع ‪ +‬و ‪.‬‬ ‫‪٩‬‬
134 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Cahiller onu [bu şerhi] reddetse de kâmil olanlar onu hoş karşılayacak-
tır. Yetersizler onu zayıf görseler de mahir olanlar onu destekleyeceklerdir.
Onu, meşhur kimselerin söylediği sözlerdeki mânâların inceliğini anlama-
yan kifayetsizlerin bakışından Allah’a sığındırırım. Muvaffakiyetim ancak
5 Hasîb [her şeyi saymışcasına bilen, hesaba çeken] ve Muvaffık [başarıyı
bahşeden] olan Allah iledir, tevekkülüm O’nadır, O’na sığındım ve O’na
yöneldim.
[Şerh]
Şeyhu’r-Reis [İbn Sînâ] dedi ki:

10 “Kul huvellahu ehad/De ki: O, Allah birdir”. Bu âyetteki ‘hüve’ mut-


laktır. Mutlak hüve, hüviyeti başka bir şeye bağlı olmayan/dayanma-
yan demektir.”

Derim ki:
Yani Allah Sübhânehû “kul huvelllahu ehad/de ki o Allah birdir” sö-
15 zündeki “hüve” ile mutlak hüve’yi murad etmiştir. Demek oluyor ki Allah
Teâlâ, “O” oluşunda [kendisi] dışında hiçbir şeyle mukayyed olmaması
anlamıyla her yönüyle mutlaktır. Yani “hüviyeti başkasına bağlı olmayan-
dır” şeklindeki ifadesinin tefsiri de delalet ettiği üzere hüviyeti başkasına
bağlı olmamak anlamında, varlığında (vücûd) müstakil [olup], cins ve fasıl
20 gibi herhangi bir mukavvim [mahiyetini oluşturan] unsura asla muhtaç
olmayandır.
Netice olarak, Allah Teâlâ sûrenin başlangıcında zât-ı şerifini ve mahi-
yetini tarif etmeyi murad etti. Malumdur ki bir şeyin tarifi onun [tarifin]
zikriyle olur. Azametinden ve yüceliğinden dolayı “hüve” dışında bir lafızla
25 onu [ne olduğunu] ifade etmek ve zikretmek mümkün değildir. Bu sebeple
[Allah Teâlâ] onunla [‘hüve’ lafzıyla] mahiyeti ifade etti. Şeyhu’r-Reis de
Allah Teâlâ’nın “hüve” ile muradının ne olduğunu açıklamayı istedi ve zik-
redilen anlamıyla bunun “mutlak hüve” olduğunu dedi.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪135‬‬

‫ــא‬ ‫ـ ف‬ ‫ــא ا א ـ ون‬ ‫ـ א‪ ١‬ا כ َ َ ـ و ئ ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ئ ـ رد ــא ا‬


‫ـ ة‬ ‫א ـ ا ـ ال‬ ‫ـ ا א ـ ا אر ـ د ـ‬ ‫ا א ـ ون‪ ٢.‬ا ـ د א ا ـ‬
‫ــ ت‬ ‫وإ ــ ا‬ ‫כ ــ‬ ‫ــ ‪٥]/‬ظ[ إ א ِّــ ا ــ ‪ ،‬ــ‬ ‫ا אئ ــ ‪ .‬و ــא‬
‫وأ ـ ‪.‬‬
‫‪٣‬‬
‫‪:‬‬ ‫ا ئ‬ ‫אل ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ اـ ي‬ ‫ـ ﴿ ُـ ْ ُ ـ َ ا ﴾ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫» ـ‬


‫ـ ه«‬

‫أ ل‪:‬‬

‫ـ‬ ‫ـ أي ـ‬ ‫ـ ا ﴾ ـ ا‬ ‫ـ ﴿ـ‬ ‫ـ א ب» ـ « ـ‬ ‫ـ أراد ا‬


‫ـ و ـ ده‬ ‫ـ‬ ‫ـ ء ـ ه א ـ أي‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כ و ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ أن‬ ‫‪٥‬‬


‫ــ ‪،‬‬ ‫وا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫‪٤‬‬
‫ــ م أ ــ‬ ‫ــאج ــ ا ــ‬ ‫ــ‬
‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ » ـ اـ ي‬ ‫ـه‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ ل‬
‫‪٦‬‬
‫ـه ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ه‪«.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫‪٧‬‬
‫وא ـ‪.‬‬ ‫ذا ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ أراد ـ أول ـ ه ا ـ رة‬ ‫وا א ـ أ ـ‬
‫‪٨‬‬
‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫כـ ذכ ــא وا‬ ‫ا ـ ء إ ــא כـ ن כـ ه‪ .‬و‬ ‫ـ‬ ‫ـ م أن‬ ‫وـ ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫ـ‬ ‫ا ئـ‬ ‫ــא‪ ٩.‬ـ راد ا ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ » ـ «‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ــא و‬
‫כـ ر‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫א‬ ‫‪١١‬‬
‫ـ «‬ ‫ــאل » ـ ا‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ‬ ‫ـ اده א ـ‬

‫א‪.‬‬ ‫ق‪:‬‬ ‫‪١‬‬


‫א ا א ون‪.‬‬ ‫ف‬ ‫ون‬ ‫אا א‬ ‫ت– وئ‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫ا ئ‬ ‫ت – אل ا‬ ‫‪٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق‪ ،‬ت ‪ -‬أ‬ ‫‪٤‬‬
‫‪.‬‬ ‫وا‬ ‫م– ا‬ ‫‪٥‬‬
‫ع ‪١٤٨‬ظ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫‪.‬‬ ‫وא‬ ‫ت‪ ،‬ع – ا‬ ‫‪٧‬‬
‫א‪.‬‬ ‫ت‪ ،‬ع – وا‬ ‫‪٨‬‬
‫א‪.‬‬ ‫أى‬ ‫א و א‬ ‫ت‪ ،‬ع ‪:‬‬ ‫‪٩‬‬
‫ت ‪٣‬و‪.‬‬ ‫‪١٠‬‬
‫م ‪١٤‬و‪.‬‬ ‫‪١١‬‬
136 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Özetle, hüve olan her şeyin bir hüviyeti, hususiyeti ve özel varlığı (vü-
cûd-i hâs) vardır. Fakat Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, başkasından “hü-
ve”dir ve hüviyeti başkasına bağlı olması mânâsıyla başkasıyla kaim olmak-
la kayıtlıdır. [O’nun dışındaki her şey], mutlak hüve olmaz; aksine, Allah
5 Teâlâ’nın hüve oluşundan ve hüviyetinden farklı olarak mukayyed olur.
Böylece Allah Teâlâ’nın “Kul huvellahu ehad (De ki: O Allah, birdir.)” ifa-
desinin mânâsı mezkûr anlama göre “De ki: O, mutlak hüve’dir.” şeklinde
olur. Bu, sana biraz sonra açıklanacaktır.
Sonra derim ki: “Hüviyeti başkasına bağlı olmayan” sözü “hüviyeti
10 başkasına bağlı değildir” anlamındadır. “Başkasına bağlı olmayan (hüvel-
lezi lâ yekûnu)” ifadesi, öncesinin [mutlak hüve’nin] tefsiridir. Bu duruma
şöyle delil getirebiliriz: Bu ifadeyi küçük öncül (suğra) yaparız ve ona bü-
yük öncül (kübra) ilave ederiz. Şu şekilde:
Allah Teâlâ’nın nazm-ı celil’deki ‘hüve’den muradı, mutlak hüve’dir.
15 Çünkü onunla buradaki muradı, hüviyetinin başkasına bağlı olmamasıdır.
Hüviyeti başkasına bağlı olmayan ise mutlak hüve’dir. Netice şudur: O,
Mutlak hüve’dir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın bununla muradı, mut-
lak hüve’nin bu olduğudur.
[İbn Sînâ] dedi ki:
20 “Çünkü hüviyeti başkasının varlığına bağlı olan her şey, (ondan fay-
dalanmıştır) ondan hâsıl olmuştur. Binaenaleyh, varlığına sebep olan
o şey onunla birlikte düşünülmedikçe (itibare alınmadıkça) o, hüve
hüve [kendiliğinden mevcud] olamaz.”

Derim ki:
25 “Hüviyeti başkasından” ifadesi, hüviyeti başkasına bağlıdır ve ancak
onunla birlikte o olur anlamındadır. “Fe-bidûnihi/[varlığına sebep olan]
o şey olmadan” ifadesi, “ancak onunla hüve hüve olur” demektir. Dolayı-
sıyla başkasıyla hüve hüve (hüve hüve li-gayrihi) olur anlamındadır. Sonra
açıktır ki [bu], Allah Teâlâ’nın “hüviyeti başkasına bağlı olmayan” sözünün
30 zımnında bulunan davanın delilinin bir parçasıdır. Bunun takririnde başka
yollar da vardır. En açık olanı ise bu ifadeyi matvi1 şartlı mukaddemden
[zikredilmeyen şartlı öncülden] istisna yapmaktır.
1 Matvi kıyas, genellikle iki önerme ile yapılan bir kıyastır. Bu önermelerden biri öncül diğer sonuç olup
bu durumda öncüllerden biri atılmıştır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪137‬‬

‫ـ ‪٦]/‬و[ وو ـ د ــאص‪ ١.‬כـ‬ ‫ـ و‬ ‫ـ ء ـ وـ‬ ‫ـ أن כ‬ ‫وא‬


‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫‪٢‬‬
‫אـ ـ‬ ‫ـ هو ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ ه א ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‪.‬‬ ‫ـ و‬ ‫אـ‬ ‫ـ فכ ـ‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫כـ ن ـ ا‬ ‫ـ‬
‫ــכ ـ ا‪.‬‬ ‫כ ـ ر‪ .‬و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ א‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ﴾ ـ‬ ‫אـ ﴿ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ ه«‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ »‬ ‫ـ أ ـ ل‪ :‬إن‬ ‫‪٥‬‬
‫כـ أن‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‪«...‬‬ ‫ـ » ـ اـ ي‬ ‫ـ ه‪ .‬وإن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ى و ـ إ ـ כ ـ ى‪ .‬כ ـ ا‪:‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذ ــכ ـ ن‬ ‫ـ ل ـ‬
‫ـ‬ ‫‪٦‬‬
‫כـ ن‬ ‫ـ ‪٥‬اـ ي‬ ‫ـ ‪ .‬ن ـ اده ـ‬ ‫أن ـ اده א ـ ب» ـ «‪ ،‬ـ ا‬
‫ـ ‪ .‬ـ ‪ :‬ـ‬ ‫ـه ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ ه‪ ،‬و ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫‪٨‬‬
‫ـ ا‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫أي ـ اده א ـ‬ ‫‪٧‬‬
‫ـ‬ ‫ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫אل‪:‬‬
‫‪«.‬‬ ‫כ‬ ‫و‬ ‫ه‬ ‫א כאن‬ ‫» نכ‬

‫أ ل‪:٩‬‬
‫ــכ‪.‬‬ ‫כــ ن ــ إ‬ ‫ــ ــ ن‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه«‬ ‫ــ ــ‬ ‫ــ »‬ ‫إن‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ ‪٦]/‬ظ[‬ ‫ـ إ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ » و ـ ‪ «...‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١٥‬‬
‫ــ‬ ‫כــ ن‬ ‫ــ » ــ ا ــ ي‬ ‫ــא‬ ‫ــ ء ــ د ــ د ــ ى‬ ‫ــ ا א ــ ‪ ١١‬أ ــ‬
‫ـ ا‪ ١٣‬ا ـ אء ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‪ ١٢‬أن‬ ‫ـ ه ـ ق أو‬ ‫ـ ه‪ «..‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫‪١٤‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ م ـ‬
‫ق – وو د אص‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪.‬‬ ‫א‬ ‫ت‪ :‬ذا כ | م ‪-‬‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫ت‪ ،‬م‪ ،‬ع – ا‬ ‫‪٣‬‬
‫א‪.‬‬ ‫אأ‬ ‫ا‬ ‫א إ ‪.‬؛ م ‪:‬‬ ‫‪.‬و أ‬ ‫ا‬ ‫ت‪ ،‬ع‪:‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ق‪. ِ :‬‬ ‫‪٥‬‬
‫כ ن‪...‬‬ ‫ا ي‬ ‫ا‬ ‫ت‪ ،‬ع ‪ :‬أن اده أى‬ ‫‪٦‬‬
‫‪.‬‬ ‫ا‬ ‫م–‬ ‫‪٧‬‬
‫‪.‬‬ ‫ا‬ ‫‪ :‬اده א‬ ‫ت‪ ،‬ع ‪:‬‬ ‫‪٨‬‬
‫‪.‬‬ ‫م‪ ،‬ع ‪+‬‬ ‫‪٩‬‬
‫‪.‬‬ ‫ا‬ ‫כ ن‬ ‫م‪ ،‬ع ‪-‬‬ ‫‪١٠‬‬
‫ت–ا א ‪.‬‬ ‫‪١١‬‬
‫م ‪١٤‬ظ‪.‬‬ ‫‪١٢‬‬
‫ت ‪٣‬ظ‪.‬‬ ‫‪١٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫ت‪ ،‬م‪ ،‬ع –‬ ‫‪١٤‬‬
138 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Şu şekilde: “Hüviyeti başkasından olan her şey, şayet o itibara alınmazsa


hüve hüve olmaz. Mutlak hüve ise hüviyeti [başkasına] bağlı olmayandır.
Fakat o [mutlak hüve], böyledir. Netice (sonuç) şudur: ‘Mutlak hüve, hü-
viyeti başkasına bağlı olmayandır.’” Bu konuda iyice düşün!
5 Sonra derim ki: “Hüviyeti başkasından olan her şey, o olmadan hüve
hüve olmaz” ifadesinin dördüncü şekildeki1 küçük öncül (suğra) olduğu
bir hakikattir. Büyük öncülü (kübra) ileride gelecek ifadedir: “Öyle ise her
mümkünün hüviyeti başksındandır.” Bunun açıklaması neticesiyle (sonuç)
birlikte ileride gelecektir.
10 [İbn Sînâ] der ki:

“Hâlbuki hüviyeti zâtından olan, kendisiyle birlikte başka bir şey ister
düşünülsün isterse düşünülmesin o, o’dur /hüve hüve’dir.”

Derim ki:
“Hüviyeti zâtından olan” sözü “başkasına bağlı olmayandır” anla-
15 mındadır. “Hüve hüve’dir” sözü, öncekinin mukabili olması karinesiyle
“zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve” anlamındadır. Böylece zikredilen
anlamıyla mutlak hüve’ye râci olur. Bunun incelemesi ileride gelecektir.
“Hâlbuki hüviyeti zâtından olan, kendisiyle birlikte başka bir şey ister
düşünülsün isterse düşünülmesin o, o’dur/hüve hüve’dir” sözü, “Hüviyeti
20 başkasından ödünç alınmış olanın (müste‘âr) varlığı, başkasındandır” ifa-
desinden anlaşılmış olan itibariyle onun çelişiğidir (nakîz).
Bunun dördüncü şekil’den olan bir delilin küçük öncülü (suğra) ol-
duğunu duydun. “Hüviyeti zâtından olan her şey, hüve hüve’dir. Başkası
itibara ister alınsın ister alınmasın o o’dur/hüve hüve’dir” sözü, başka
25 bir delilin diğer bir küçük öncülüdür (suğra). Aynı şekilde onun büyük
öncülü (kübra) matvidir. [İbn Sîna’nın] kendisi onu sonucuyla (netice)
açıklayacaktır.

1 Kıyasın dört şeklinden biri olup orta terimin büyük önermede yüklem, küçük önermede konu oldu-
ğunda dördüncü şekil olur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪139‬‬

‫ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ـ ون ا ــאره‪ ١‬ـ כـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫כـ ا‪ » :‬ـ כאن כ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬כ ـ כ ــכ؛ ـ ‪ :‬ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ اـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫‪٢‬‬
‫ـ!‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪«.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫اـ ي‬

‫ـ‬ ‫و ـ ـ כـ‬ ‫ـه‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ـ » ـنכ‬ ‫ـ أ ـ ل‪ :‬إن ا ـ أن‬


‫ـ ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ا ـ ‪ » .‬ـ ذن כ‬ ‫ـ ى ـ ا ــכ ا ا ـ و כ ـ اه‬ ‫ـ »‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ ه«‪ .‬و ـ‬

‫אل‪:‬‬

‫«‬ ‫أو‬ ‫اء ا‬ ‫ذا‬ ‫א כאن‬ ‫»وכ‬

‫أ ل‪:‬‬

‫ـ «‬ ‫ـ » ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬وإن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ «‬ ‫ـ »‬ ‫إن‬ ‫‪١٠‬‬


‫ــ‬ ‫א‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫א ــ ــא‬ ‫‪٣‬‬
‫ــ‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬
‫ــ ذ ــכ‪.‬‬ ‫כــ ر‪ ٤.‬و ــ‬ ‫ا‬

‫ـ « إ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اء ا ـ أو ـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ـ »وכ‬ ‫وإن‬


‫ـه‬ ‫ـ אرة ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ـ ‪٧]/‬و[ » ـ ن כ‬ ‫ـ م‬ ‫א ــאر ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪٥‬ا‬
‫ـ ه«‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــא כאن‬ ‫ـ »وכ‬ ‫ـ ا ــכ ا ا ـ ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬


‫ـى ـ د ـ‬ ‫أن ذ ــכ‬ ‫ـ‬ ‫وـ‬
‫‪٨‬‬
‫ـ ىأ ـ ى ـ‬ ‫‪٧‬‬
‫ـ «‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اء ا ـ أو ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫‪٩‬‬
‫ـ‬ ‫ح‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫أ ـאً‪ .‬و כ ـ اه‬

‫ت – ا אره‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫!‬ ‫ت‪ ،‬م –‬ ‫‪٢‬‬
‫ع ‪١٤٩‬و‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ا‪.‬‬ ‫ق‪+‬ا ى‬ ‫‪٤‬‬
‫ق–إ א ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ق‪ -‬د ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫«‪.‬‬ ‫أو‬ ‫اء ا‬ ‫ذا‬ ‫»وכ א כאن‬ ‫ت–‬ ‫‪٧‬‬
‫‪.‬‬ ‫آ‬ ‫ىأ ى د‬ ‫م‪ ،‬ع ‪:‬‬ ‫‪٨‬‬
‫‪.‬‬ ‫؛ ع ‪ :‬أى ا‬ ‫ت–‬ ‫‪٩‬‬
140 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[İbn Sînâ] der ki:

“Fakat bütün mümkünlerin varlığı (vücûd) başkasındandır. Varlığı


başkasından olan her şeyin varlığının hususiyeti, başkasındandır.”

Derim ki:
5 “Bütün mümkünlerin varlığı başkasındandır” sözü küçük öncüldür
(suğra). “Varlığı başkasından olan her şeyin varlığının hususiyeti de baş-
kasındandır” sözü ise birinci şeklin büyük öncülüdür (kübra). “Öyle ise
bütün mümkünlerin hüviyeti başkasındandır” sözü ise sonucudur (netice).
Böyle olduğu aşikardır.
10 Sonra “Öyle ise bütün mümkünlerin hüviyeti başkasındandır” sözü
dördüncü şekilden olan “Hüviyeti başkasınan olan hiçbir şey hüve hüve
olmaz” sözüne ait vaat edilen büyük öncüldür (kübra). Tertibini aks ederek
onu birinci şekle çeviririz. Şu şekilde:
Bütün mümkinlerin hüviyeti başkasındandır.
15 Hüviyeti başkasından olan hiçbir şey hüve hüve olmaz.
Şöyle netice verir: Hiçbir mümkün zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hü-
ve olmaz.
İşte bu vaat edilen neticedir.
[İbn Sînâ] der ki:

20 “Li-zâtihi hüve hüve olan Zorunlu Varlık’tır (Vâcibu’l-vücûd).”

Derim ki:
Biliyorsun ki bu [ifade], “Hiçbir mümkün hüve hüve olmaz” sözünün
mefhum itibariyle çelişiğidir (nakîz). Bunun dikkate alınması [o ifade-
yi] “Öyle ise bütün mümkünlerin hüviyeti başkasındandır” sözünün bir
25 sonucu yapmaktadır (onun bir fer’i yapmaktadır). Çünkü işittiğin üzere
o, dördüncü şeklin küçük öncülü (suğra) oldu; sonra da “Bütün müm-
künlerin hüviyeti başkasındandır” sözünden oluşan delilin tertibinin ak-
sedilmesiyle de birinci şeklin büyük öncülü (kübra) oldu. Dolayısıyla id-
dia edilenin delilinin parçasından sonuç çıkması, sonuç itibariyle ondan
30 sonuç çıkmasıdır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪141‬‬

‫אل‪:‬‬
‫‪١‬‬

‫ـ‬ ‫ـه‬ ‫ـ ه‪ ،‬وכ ــא כאن و ـ ده ـ‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫כـ‬ ‫» כـ כ‬


‫ـ ه«‬ ‫ـ ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬وذ ــכ ـ ا ـ ‪ .‬ـ ذن כ‬ ‫و ـ ده ـ‬
‫أ ل‪:‬‬
‫»وכ א כאن‪ ٣‬و ده‬ ‫ى‪ ٢.‬وإن‬ ‫ه«‬ ‫ده‬ ‫כ‬ ‫»כ‬ ‫إن‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ و ـ ده ـ ـ ه« כ ـ ى ـ ا ــכ ا ول‪ .‬و » ـ ذن כ‬
‫‪٤‬‬
‫ـه‬ ‫ـ‬
‫‪٥‬‬
‫ـ ‪ .‬وذ ــכ א ـ ‪.‬‬ ‫ـ ه«‬ ‫ـ ـ‬ ‫כـ‬
‫ـ‬ ‫ـ دة‬ ‫ـ ـ ـ ه« ـ ا כ ـ ى ا‬ ‫כـ‬ ‫ـ إ ـ أي ـ » ـ ذن כ‬
‫ـ ه ـ כ ـ ـ ـ « ـ ا ــכ ا ا ـ ‪ .‬ـ ده ا ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫» ـ ن כ ــא כאن‬
‫ا ول כـ ا ـ כـ ا‪:‬‬ ‫‪١٠‬‬

‫ه‪.‬‬ ‫כ‬ ‫»כ‬


‫‪٧]/‬ظ[ ا ‪«.‬‬ ‫כ‬ ‫ه‬ ‫א כאن‬ ‫وכ‬
‫ا ‪«.‬‬ ‫כ‬ ‫כ‬ ‫‪ » ٦:‬כ‬
‫د ‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫ا‬
‫אل‪:‬‬ ‫‪١٥‬‬

‫د«‬ ‫ا‬ ‫وا‬ ‫»א ي כ ن ا‬


‫أ ل‪:‬‬
‫כـ ـ כـ ـ ـ «‪.‬‬ ‫ـ ا ـ م ـ » ــכ‬ ‫ـ أـ ‪ ٧‬ـ ا ـ‬ ‫أـ‬
‫ـى‬ ‫ـ ـ ـ ه«؛ ِ ـ و ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ » ـ ذن כ‬
‫‪٨‬‬
‫ــאر ذ ــכ ـ ـ‬
‫ّ‬
‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ » ــכ‬ ‫ـ ا ا ـ ‪ ،‬ـ כ ـ ى‪ ٩‬ـ ا ول כـ ا ـ ـ د ـ‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ـ ـ ذ ــכ ـ ً‪.‬‬ ‫‪ .‬א ـ ـ ـ ءد ـ ا ّ ـ‬ ‫ـ ـ ه« ـ ــא ـ‬

‫م ‪١٥‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ا ا ‪.‬‬ ‫ت‪:‬כ ى‬ ‫‪٢‬‬
‫ت ‪٤‬و‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ت – ا כ ا ول‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ق‪ ،‬م‪ ،‬ت – وذ כ א ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق–‬ ‫‪٦‬‬
‫ا ا ل‪.‬‬ ‫ت‪ :‬أ‬ ‫‪٧‬‬
‫‪.‬‬ ‫م‪ ،‬ع ‪ :‬כ‬ ‫‪٨‬‬
‫ى‪.‬‬ ‫ت‪:‬‬ ‫‪٩‬‬
142 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sonra derim ki gerçek şudur: “Zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve


olan Zorunlu Varlık’tır (Vâcibu’l-vücûd)” sözü hakikatte öncesinde buluna-
nın yardımıyla dördüncü şekilden olan bir delilden ortaya çıkar ki “Hüvi-
yeti zâtından olan her şey hüve hüve’dir” sözü olarak vaki olmuştur. İşaret
5 ettiğimiz üzere [bu ifade] onun küçük öncülüdür (suğra).
Takriri şu şekildedir:
Hüviyeti zâtından olan her şey hüve hüve’dir.
Vâcibu’l-vücûd hüviyeti zâtından olandır (li-zâtihi).
Bunu birinci şekl’e şu şekilde çeviririz:
10 Vâcibu’l-vücûd hüviyeti zâtından olandır.
Hüviyeti zâtından olan li-zâtihi hüve hüve’dir.
Şöyle netice verir: Vâcibu’l-vücûd li-zâtihi hüve hüve’dir.
Şu sözümüzü döndürmüş (aks) olduk: “Li-zâtihi hüve hüve olan vâci-
bu’l-vücûd’dur.” Matlub olan da budur.
15 Sen şöyle söyleyebilirsin: “Mümkünün dışında var olan, li-zâtihi hü-
ve hüve olandır” sözümüz “Bütün mümkünler [li-zâtihi] hüve hüve ol-
maz” sözünün çelişiğidir (nakîz). Bunun döndürülmesi şu sözümüzdür:
“Li-zâtihi hüve hüve olan mümkünün dışında var olandır.” Bunu küçük
öncül (suğra) yaparız. “Mümkünün dışında var olan, Zorunlu Varlık’tır
20 (Vâcibu’l-vücûd)” sözümüzü büyük öncül (kübra) yaparız. [Bu kıyasın]
sonucu (netice) şu sözdür: “Zâtı nedeniyle (li-zâtihi) hüve hüve olan,
zâtından dolayı Zorunlu Varlık’tır (li-zâtihi vâcibu’l-vücûd).” Veya “Bü-
tün mümkünlerin varlığı (vücûd) başkasındandır” sözünü istisna yaparız.
Şu şekilde:
25 Şayet mümkün, zâtı nedeniyle (li-zâtihi) hüve hüve olmazsa zâtı ne-
deniyle hüve (li-zâtihi hüve) olan, zâtı nedeniyle Zorunlu Varlık’tır (Vâci-
bu’l-vücûd li-zâtihi). Fakat bu böyledir [zâtı nedeniyle mümkün olan, hüve
hüve olmaz].
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪143‬‬

‫ـ د« إ ــא‬ ‫ا‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ » א ـ ي כـ ن ا ـ‬ ‫ـ أ ـ ل‪ :‬إن ا ـ أن‬


‫ــא כאن‬ ‫ـ »وכ‬ ‫ـ ا اـ ‪٢‬و ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ــא‬ ‫‪١‬‬
‫ـ‬ ‫ـع ـ ا‬
‫ـ ى ـ כ ــא أ ـ א إ ـ ‪.‬‬ ‫ـ «‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ‬
‫ه כ ا‪:‬‬
‫‪٣‬‬
‫‪،‬‬ ‫ذا‬ ‫א כאن‬ ‫»כ‬ ‫‪٥‬‬

‫ا «‬ ‫‪٤‬‬
‫دا ي‬ ‫ا‬ ‫وا ا‬
‫ا ول כ ا‪:‬‬ ‫ده ا‬
‫ا ‪،‬‬ ‫د‪ ٥‬ا ي‬ ‫ا‬ ‫»ا ا‬
‫ا ‪٨]/ ،‬و[‬ ‫ا‬ ‫א כאن‬ ‫وכ‬
‫«‪.‬‬ ‫دا ي ا‬ ‫ا‬ ‫‪ ٦:‬א ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ب‪.‬‬ ‫ا‬ ‫د« و‬ ‫ا‬ ‫ا ا‬ ‫א»א ي ا‬ ‫כ אا‬


‫ــ «‪ ٨‬إ ــא‬ ‫ــ‬ ‫ــ داً‪ ٧‬ا ــ ي ا ــ‬ ‫כــ‬ ‫ــא » ــ ا‬ ‫و ــכ أن ــ ل‪ :‬إن‬
‫ــא‬ ‫ذ ــכ ـ‬ ‫ـ «‪ ١٠.‬وإن כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ » ــכ‬ ‫‪٩‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ا‬
‫כـ‬ ‫ــא »و ـ ا‬ ‫ـ ى‪ .‬و‬ ‫ـ‬ ‫ـ دا«‬ ‫כـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫»ا ـ ي ا ـ ـ‬
‫ـ وا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ » א ـ ي כـ ن ا ـ‬ ‫ـ د« כ ـ ى‪ .‬ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ دا ا ا ـ‬ ‫‪١٥‬‬
‫ـ ه« ا ـ ًאء כ ـ ا‪:‬‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ »כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ا ـ «‪ ١١‬أو‬ ‫ا‬
‫ـ د اـ ‪،‬‬ ‫ا‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫اـ ‪ ،‬אـ ي اـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫כـ‬ ‫» ـ כאن‬
‫כ ـ כ ــכ«‪،‬‬

‫‪.‬‬ ‫ت– ا‬ ‫‪١‬‬


‫م‪ ،‬ع – ا ا ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫ذا‬ ‫אכאن‬ ‫ه כ ا‪» :‬כ‬ ‫אا ‪.‬‬ ‫כ אأ‬ ‫ى‬ ‫ت–‬ ‫‪٣‬‬
‫ت ‪٤‬ظ‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ت‪. +‬‬ ‫‪٥‬‬
‫‪.‬‬ ‫م‪ ،‬ع ‪-‬‬ ‫‪٦‬‬
‫ت‪. +‬‬ ‫‪٧‬‬
‫ع ‪١٤٩‬ظ‪.‬‬ ‫‪٨‬‬
‫م‪.‬‬ ‫ت‪ +‬א‬ ‫‪٩‬‬
‫م‪ ،‬ع ‪ +‬أى ا ‪.‬‬ ‫‪١٠‬‬
‫م ‪١٦‬و‪.‬‬ ‫‪١١‬‬
144 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[Bu kıyasın] sonucu (netice) şöyledir: “Zâtı nedeniyle (li-zâtihi) hüve


hüve olan, zâtından dolayı Zorunlu Varlık’tır (li-zâtihi vâcibu’l-vücûd)”.
Açıklamasına gelince: “Her mümkünün varlığı başkasındandır” sözü-
nün çelişiği (nakîz) olan “mümkünün dışında var olanın (mevcûd) varlığı
5 (vücûd) zâtındandır” sözüdür. Bunu küçük öncül (suğra) yaparız. “Varlığı
(vücûd) başkasından olan her şeyin hüviyeti başkasındandır” sözünün çe-
lişiği “vücudu zâtından olanın hüviyeti zâtındandır” sözümüzdür. Bunu
büyük öncül (kübra) yaparız. [Bu kıyasın] neticesi şu şekildedir: “Öyle ise
mümkünün dışında var olanın hüviyeti zâtındandır.”
10 “Öyle ise her mümkünün hüviyeti başkasındandır” sözünün çelişiği işte
bu neticeden ibarettir. Yani şu sözüdür: “Öyle ise mümkünün dışında var
olanın hüviyeti zâtındandır.” Bunu küçük öncül (suğra) yaparız.
“Hüviyeti başkasından olan hüve hüve olmaz” sözünün çelişiği “Hü-
viyeti zâtından olan her [şey], zâtı itibariyle hüve hüve’dir” sözümüzdür.
15 Bunu büyük öncül (kübra) yaparız.
Netice şu olur: “Öyle ise mümkünün dışında var olanın hüviyeti zâtın-
dandır.”
Sonra “Mümkünün dışında var olan, zorunlu (vâcib) olandır”. Bunun
aksi (döndürülmesi) “Vâcib, mümkünün dışında var olandır” olur. Bunu
20 küçük öncül (suğra) yaparız. Zikredilen netice yani “Mümkünün dışında
var olan li-zâtihi hüve hüve’dir” ise büyük öncül (kübra) olur. Şöyle so-
nuç verir: “Zorunlu (Vâcib), zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve olandır.”
Döndürülmesi (aks) “Zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve olan, Zorunlu
Varlık’tır (Vâcibu’l-vücûd)” şeklinde olur. Bu da talep edilendir.
25 Vehimden kaynaklanan şeylerden kaçınmak sûretiyle konunun gerek-
tirdiği takrir bu şekildedir.
[İbn Sînâ] der ki:

Aynı şekilde mahiyeti varlığından başka olan her şeyin vücudu [ken-
disinden olmayıp], başkasındandır. Bundan dolayı hüviyeti, mahiye-
30 tin kendisi için (nefs-i mahiyet) mahiyet olmaz. Dolayısıyla zâtından
dolayı hüve hüve (li zâtihi hüve hüve) olmaz.. Fakat İlk İlke (mebde-i
evvel), zâtından dolayı hüve hüve olandır. Öyle ise O’nun varlığı ma-
hiyetinin aynıdır [hüviyeti vücudundan ibarettir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪145‬‬

‫‪١‬‬
‫د ا «‬ ‫ا‬ ‫وا‬ ‫‪»:‬א ي ا‬

‫ـ » ـ‬ ‫ـ ه« إ ــא ـ‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ »כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬


‫ــא כאن‬ ‫ـ »وכ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ى‪ .‬وإن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ده ا ـ «‬ ‫ـ داً‬ ‫כـ‬ ‫ا‬
‫ـ‬ ‫ــא‪» ٢‬و ــא ـ و ـ ده ـ ذا ـ‬ ‫ـ ه« إ ــא ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـه‬ ‫و ـ ده ـ‬
‫ـ ـ ذا ـ «‪.‬‬ ‫ـ د ًا‬ ‫כـ‬ ‫ـ ‪ » :‬ـ ذن ـ ا‬ ‫ـ כـ ى ـ‬ ‫ـ ذا ـ «‪.‬‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ‪ ٤‬أي‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ ه« إ ــא ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ » ـ ذن כ‬ ‫ـ‬ ‫‪٣‬‬


‫وإن‬
‫ـ ى‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ ‪«.‬‬ ‫ـ د ًا‬ ‫כـ ‪٨]/‬ظ[‬ ‫ـ ‪ » :‬ـ ذن ـ ا‬

‫ــא‬ ‫ـ « إ ــא ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ـ ‪» :‬وכ‬ ‫وإن ـ‬


‫ـ כ ـ ى‪.‬‬ ‫ـ ـ ذا ـ «‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫»כ‬

‫ذا «‪.‬‬ ‫داً‬ ‫כ‬ ‫ا‬ ‫‪ » :‬ذن‬ ‫‪١٠‬‬

‫כــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ د ًا ــ ا ا ــ «‪ .‬و כ ــ ‪ :‬ا ا ــ‬ ‫כــ‬ ‫ــ » ــ ا‬


‫‪٦‬‬
‫ــ داً‬ ‫כــ‬ ‫ــ » ــ ا‬ ‫כــ رة‪ ٥‬أي‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ى‪ .‬وا‬ ‫ــ‬ ‫ــ داً‬
‫ـ «‪ .‬و כ ـ »ا ـ ي‬ ‫ـ‬ ‫اـ ي اـ‬ ‫ـ « כ ـ ى‪ .‬ـ ‪ » :‬א ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫اـ ي اـ‬
‫ـ ب‪.‬‬ ‫ـ د«‪ .‬و ـ ا‬ ‫ا‬ ‫ـ ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫اـ‬

‫אت ا و אم‪.‬‬ ‫אً‬ ‫‪٧‬‬


‫אم‬ ‫اا‬ ‫ر‬ ‫כ ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫אل‪:‬‬
‫ـ א ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫ـ ده‬ ‫אـ ة‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫وأ ـאً כ‬
‫ا ـ ـ ذن و ـ ده‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ا ول ـ‬ ‫ا ـ ‪ .‬כـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫א ـ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬
‫א‬ ‫ـ‬

‫ا ـ ‪ ،‬א ـ ي ا ـ ـ وا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ده ـ ـ ه« ا ـ ًאء כـ ا‪ » :‬ـ כאن כـ ـ כـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ »כ‬ ‫ق – أو ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ـ ‪ » :‬א ـ ي ا ـ ـ وا ـ ا ـ د ا ـ «‪.‬‬ ‫ا ـ د ا ـ ‪ ،‬כ ـ כ ــכ«‪ ،‬ـ‬
‫ت ‪٥‬و‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ت‪ :‬و ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫ذכا‬ ‫ت‪:‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ا כ رة‪.‬‬ ‫ت‪ ،‬م – وا‬ ‫‪٥‬‬
‫ت‪. +‬‬ ‫‪٦‬‬
‫م ‪١٦‬ظ‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
146 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Derim ki:
“Aynı şekilde mahiyeti vücudundan farklı olan her şey … ” cümlesinin,
“Hüviyeti başkasından ödünç alınmış (müste‘âr) olan her şey, o başkası
itibare alınmadığında hüve hüve olmaz” cümlesine atıf olduğu sana gizli
5 değildir. Daha önce öğrendiğin üzere o, ilk olarak “Hiçbir mümkün zâtın-
dan dolayı (li-zâtihi) hüve hüve olmaz” sözünü, sonra da “Zâtıyla (li-zâti-
hi) hüve hüve olan, Zorunlu Varlık’tır (Vâcibu’l-vücûd)” sözünü ispat etti.
“Aynı şekilde mahiyeti, varlığından (vücûd) farklı (mugâyir) olan her şe-
yin varlığı (vücûd) başkasındandır” sözüyle “Öyle ise vücudu mahiyetinin
10 aynıdır” cümlesinin ispatını; sonra da ileride gelecek “Öyle ise Zorunlu
Varlık (Vâcibu’l-vücûd) O ne ise o (lâ-hüve illa hüve) olandır” cümlesinin
ispatını murad etti.
Ancak işiteceğin üzere bunların takribi1 tamamlanmadı. Biz buradaki kelâ-
mın takriri ve makamın [gereği olan] tahkiki konusunda şöyle söylüyoruz:
15 Mahiyeti vücudundan farklı olanın vücudu başkasındandır.
Vücudu başkasından olanın hüviyeti, mahiyetinin kendisi olan mahi-
yeti olmaz.
Şöyle netice verir: Mahiyeti vücudundan farklı olan hiçbir şeyin hüvi-
yeti, mahiyetinin kendisi olan mahiyet olmaz. Bunu küçük öncül (suğra)
20 yaparız ve ona şu sözümüzü büyük öncül (kübra) olarak ekleriz: “Hüvi-
yeti, mahiyetinin kendisi olan mahiyeti olmayan her şey, zâtından dola-
yı (li-zâtihi) hüve hüve olmaz.” Şöyle netice verir: Mahiyeti vücudundan
farklı olan hiçbir şey li-zâtihi hüve hüve olmaz.
Sonra derim ki: “Her mümkünün vücudu başkasındandır” cümlesi de
25 ondan başka bir delilin küçük öncülü (suğra) olduğu gibi “Fakat İlk İlke
(Mebde-i Evvel), zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve’dir” cümlesi bir deli-
lin küçük öncülüdür (suğra). İkisinin de büyük öncüllerini (kübra) ileride
işiteceksin. Fakat bu küçük öncüller (suğra) işiteceğin üzere nazarîdir. Son-
ra onun delili de mefhumu ve çelişiği (nakîz) dikkate alınarak öncesinden
30 alınmıştır. Onun takririnde şöyle deriz:

1 Takrib: Delilin matlubu gerektirecek biçimde serdedilmesidir. Takrib, delilin gerektirdiği netice, da-
vanın/matlubun aynısı, müsavisi veya ondan mutlak olarak hususi olursa tamam olur. Bkz. İsmail
Gelenbevî, Tartışma Usulü, (trc. Talha Alp), Yasin Yayınevi, İstanbul 2012, s. 35.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪147‬‬

‫أ ل‪:‬‬

‫ـ‬ ‫ـ ده‪«..‬‬ ‫אـة‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫ـ »وأ ـאً כ‬ ‫ــכ أن‬ ‫ـ‬
‫ـه‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـه‬ ‫ـ אرة ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ـ ‪٩]/‬و[ ‪ » ١‬ـ ن כ‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ »כ‬ ‫ـ أ ـ ـ أ ـ أو ً‬ ‫ـ כـ ـ ـ «‪ .‬و ـ‬
‫ـ د«‪.‬‬ ‫ـ »אـ ي اـ ـ ـ ا ا ـ ا‬ ‫اـ « ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ه‪«...‬‬ ‫ـ ده כאن و ـ ده ـ‬ ‫אـ ة‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫ـ »وأ ـאً כ‬ ‫ـ راد‬


‫د‬ ‫ـ ا ـ » ـ ذن وا ـ ا‬ ‫א ـ «‪ ،‬ـ إ ــאت‬ ‫ـ » ـ ذن و ـ ده ـ‬ ‫إ ــאت‬
‫‪٢‬‬
‫ـ «‪.‬‬ ‫ـ إ‬ ‫ـ اـ ي‬

‫אم‪:‬‬ ‫ا‬ ‫اכ مو‬ ‫ل‬ ‫‪.‬‬ ‫א‬ ‫א‬ ‫כ‬

‫ه‪،‬‬ ‫ده‬ ‫ده‬ ‫א ة‬ ‫א כאن א‬ ‫»إن כ‬ ‫‪١٠‬‬

‫‪:‬‬ ‫«‪.‬‬ ‫א‬ ‫א‬ ‫‪٣‬‬


‫כ ن‬ ‫ه‬ ‫و ده‬ ‫وא‬

‫א ـ «‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫אـة‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫» ــכ‬


‫ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ــא‬ ‫ــא »وכ‬ ‫ـ ى‪ ٤‬و ـ إ ـ כ ـ ى‬
‫‪٥‬‬
‫ـ‬
‫ـ ده ـ‬ ‫אـ ة‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫ا ـ «‪ .‬ـ ‪ » :‬ــכ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫א ـ ـ‬
‫ا ـ ‪«.‬‬ ‫ـ‬ ‫כ ـ ن ‪٩]/‬ظ[ ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ى ـ د ـ כ ــא أن‬ ‫اـ «‬ ‫ـ‬ ‫ـ » כـ ا ـ أ ا ول ـ‬ ‫ـ أ ـ ل‪ :‬إن‬


‫כ ا ــא‪ .‬כـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٦‬‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـى ـ د ـ‬ ‫ـ ه«‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ »כ‬
‫ــ م‬ ‫ــ א ــאر ا‬ ‫ــא‬ ‫ــא א ــ ذ‬ ‫ــ ‪ .‬وإن د‬ ‫ــא‬ ‫ــ‬ ‫ــ ى‬ ‫ــכ ا‬
‫‪٧‬‬
‫ـه‬ ‫ـ ل ـ‬ ‫‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫وا‬

‫‪ ١‬ت ‪٥‬ظ‪.‬‬
‫ده‪.‬‬ ‫א‬ ‫اه א‬ ‫‪ ٢‬م ‪ +‬أى כ א‬
‫ه‪.‬‬ ‫ع ‪ +‬أى כ א اه‬
‫‪ ٣‬ع ‪١٥٠‬و‪.‬‬
‫‪ ٤‬م ‪١٧‬و‪.‬‬
‫‪ ٥‬ت ‪٦‬و‪.‬‬
‫ه‪.‬‬ ‫د‬ ‫ى‬ ‫ه«‬ ‫ده‬ ‫כ‬ ‫»כ‬ ‫‪ ٦‬ق – כ א أن‬
‫ه‪.‬‬ ‫‪ ٧‬ت ‪ +‬ذ כ؛ م –‬
148 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

“Mahiyeti vücudundan farklı olan her şeyin vücudu başkasından-


dır” sözünün mefhum olarak çelişiği (nakîz) “Mahiyeti vücudundan
farklı olmayan her şeyin vücudu zâtındandır” sözümüzdür. Bunu kü-
çük öncül (suğra) yaparız.
5 “Vücudu başkasından olanın hüviyeti, mahiyetinin kendisi olan
mahiyeti” sözünün çelişiği şu sözümüzdür: “Vücudu zâtından olanın
hüviyeti, mahiyetinin kendisi olan mahiyet olur.” Bunu büyük öncül
(kübra) yaparız.
Şöyle netice verir: “Mahiyeti vücudundan farklı olmayan her şeyin
10 hüviyeti, mahiyetinin kendisi olan mahiyet olur.” Bunu [da] küçük ön-
cül (suğra) yaparız.
Sen “Hüviyeti, mahiyetinin kendisi olan mahiyet olmayan hiçbir
şey, zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve olmaz” cümlesinin çelişiği-
nin şu sözümüz olduğunu bilirsin: “Hüviyeti, mahiyetinin kendisi olan
15 mahiyet olan her şey, li-zâtihi hüve hüve olur”. Bunu şu sözümüzün
netice olması için büyük öncül (kübra) yaparız: “Mahiyeti vücudundan
farklı olan her şey, li-zâtihi hüve hüve’dir.” Bunu şu sözü için büyük
öncül (kübra) yaparız: “İlk İlke (Mebde-i Evvel), mahiyeti vücudundan
farklı olmayandır.” Şöyle söylüyoruz:
20 İlk İlke (Mebde-i Evvel), mahiyeti vücududan farklı olmayandır.
Mahiyeti vücudundan farklı olmayan her şey, li-zâtihi hüve hüve’dir.
Şöyle netice verir: Mebde-i Evvel li-zâtihi hüve hüve’dir.
Küçük öncüle (suğra) gelince bu, açıktır. Büyük öncüle (kübra) ge-
lince [o şu şekildedir]: “Mahiyeti vücudundan farklı olmayan her şeyin
25 vücudu zâtındandır. Vücudu zâtından olan her şeyin hüviyeti, mahiye-
tinin kendisidir. Hüviyeti mahiyetinin kendisi olan her şey, zâtından
dolayı (li-zâtihi) hüve hüve’dir.’ Sonuç, büyük öncül (kübra) olur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪149‬‬

‫ــ ده ــ‬ ‫ــ ده‬ ‫א ــ ة‬ ‫ــא כאن א ــ‬ ‫ــ م‪ » ١‬ــכ‬ ‫ــ א‬ ‫ــ‬ ‫إن‬
‫ـ ده ـ ذا ـ «‪.‬‬ ‫ـ ده‬ ‫אـ ة‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫ــא »כ‬ ‫ـ ه« إ ــא ـ‬
‫ــ ى‪.‬‬ ‫ــ‬

‫ــ‬ ‫ــ א ــ‬ ‫כــ ن‬ ‫ــ ه ــ‬ ‫ــ »و ــא ــ و ــ ده ــ‬ ‫ــ‬ ‫وإن‬
‫«‪.‬‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ــא »و ــא ـ و ـ ده ـ ذا ـ‬ ‫א ـ « إ ــא ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ כـ ى‬
‫‪٢‬‬

‫ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫ـ ده כ ـ ن‬ ‫אـ ة‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫ـ ‪ » : ٣‬ــכ‬


‫ـ ى‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫‪٤‬‬
‫א ـ «‪.‬‬

‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫כـ ن ‪١٠]/‬و[‬ ‫ــא‬ ‫ـ »وכ‬ ‫ـ أن ـ‬ ‫وأ ـ‬


‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ــא »وכ‬ ‫ا ـ « إ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫אـ ة‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫ــא »כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ ى‬ ‫ا ـ «‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬
‫ــ‬ ‫ــ »ا ــ أ ا ول ــא כאن א ــ‬ ‫ــ כ ــ ى‬ ‫ا ــ «‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ ده ــ‬
‫ـ ده« ـ ن ـ ل‪:‬‬ ‫אـ ة‬

‫ده«؛‬ ‫א ة‬ ‫أ ا ول א כאن א‬ ‫»ا‬

‫ا «‪،‬‬ ‫ده‬ ‫א ة‬ ‫א כאن א‬ ‫»وכ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ا «‬ ‫أ ا ول‬ ‫‪ » ٥:‬א‬

‫ـ ده‬ ‫אـ ة‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫ـ ى א ـ ‪ .‬وأ ــא ا כ ـ ى ـ ِ ن »כ‬ ‫أ ــא ا‬


‫ــא כאن‬ ‫א ـ ‪ ،‬وכ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن و ـ ده ـ ذا ـ‬ ‫ـ ده ـ ذا ـ ‪ ،‬و כ‬
‫ـ ا כ ـ ى‪.‬‬ ‫اـ «‬
‫‪٦‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫‪.‬‬ ‫م وا‬ ‫ع‪ :‬ل א אر ا‬ ‫‪١‬‬
‫ت ‪٦‬ظ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ت ‪ +‬א‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫م ‪١٧‬ظ‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق‪-‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ت ‪٧‬و‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
150 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sonra “İlk İlke (Mebde-i Evvel), zâtı nedeniyle/zâtıyla (li-zâtihi) hü-


ve hüve’dir” sözünü küçük öncül (suğra) yaparız ve ona vadettiğimiz bir
büyük öncül (kübra) ekleriz. Şu şekildedir: “Li-zâtihi hüve hüve olan her
şeyin vücudu, mahiyetinin aynıdır.” Sonucu şu şekildedir: “İlk İlke’nin
5 (Mebde-i Evvel) vücudu, mahiyetinin aynıdır.” Bu ise [İbn Sînâ’nın] “Öyle
ise İlk İlke’nin varlığı (vücûd), mahiyetinin aynıdır” cümlesinin aynısıdır.
Ancak bu büyük öncül (kübra) işiteceğin üzere nazarîdir. Dolayısıyla “Öy-
le ise varlığı (vücûd), mahiyetinin aynıdır” sözünün takribi tamamlanmadı.
Bu sebeple ileride gelecek olan “Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd),
10 kendisinden başka bir hüviyeti olmayandır (la-hüve illa hüve)” sözü de
[bunu] doğrulamaz. [Bu ifadelerin] “Öyle ise varlığı (vücûd) mahiyetinin
aynıdır” sözünün takribi olmayışına gelince bu, ortadadır.
Bunun takrib olmayışına gelince bu, [Allah] zâtı nedeniyle (li-zâtihi)
hüve hüve değil de kendinde (fî-nefsihi) hüve hüve olsa da Allah’ın varlı-
15 ğı (vücûd) sadece mahiyetinin aynı olması sebebiyledir. Çünkü bu büyük
öncülden (kübra) ortaya çıkan sonuç, hüve hüve oluşunun, vücudunun
mahiyetinin aynı olmasını gerektirdiğidir. Bu da ancak, li-zâtihi hüve hüve
olmayıp nefsinde hüve hüve olmasıyla tamam olur. Yani bu ancak mahiye-
tinin varlığından (vücûd) farklı olmamasının, varlığının (vücûd) zâtının ve
20 mahiyetinin aynı olmasını gerektirmesiyle tamam olur.
Daha önce varlığının (vücûd) zâtının aynı olmasının değil, varlığının
zâtından olmasını gerektirdiğini öğrenmiştin. [Bunun] açıklamasına ge-
lince o, “Mahiyeti varlığından farklı olan her şeyin vücudu başkasından-
dır” sözünden mefhum yoluyla gerekli olan şu “Mahiyeti varlığından farklı
25 olmayan her şeyin varlığı, zâtındandır” sözümüzdür; “vücudu, zâtının ve
mahiyetinin aynıdır” sözü değildir. Bir şeyin mahiyetinin vücudundan
farklı olmamasından veya aksine olan durumdan ancak [varlığının] başka-
sından olmayışı lâzım gelir. [Mahiyetinin vücudunun] ne aynısı ne gayrısı
veya gayrısı oluşunun caiz olmasından dolayı vücudunun aynısı olması
30 lâzım gelmez.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪151‬‬

‫ــ ى‪ .‬و ــ إ ــ כ ــ ى‬ ‫ا ــ «‬ ‫ــ‬ ‫ــ » א ــ أ ا ول ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬


‫א ـ « ‪١٠]/‬ظ[‪ .‬ـ ‪:‬‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن ـ‬ ‫ـ دة‪ ١‬כ ـ ا‪» :‬وכ‬
‫ـ » א ـ أ ا ول‪ ٢‬و ـ ده ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ «‪ .‬و ـ‬ ‫» א ـ أ ا ول و ـ ده ـ‬
‫» ـ ذن‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــכ ا כ ـ ى‬ ‫א ـ «‪ ٣‬כـ‬
‫ـ‬ ‫ـ د ـ اـ ي‬ ‫ا‬ ‫ـ ا ـ » ـ ذن وا ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ« ـ‬ ‫و ـ ده ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫א ـ‪.‬‬ ‫א ـ«‬ ‫ـ » ـ ذن و ـ ده ـ‬ ‫‪٦‬‬


‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ «‪ ،‬أ ــא ـ م‬ ‫إ‬

‫ـ‬ ‫א ـ ـ כאن ـ‬ ‫ذ ــכ‪ ،‬ـ ِ ن و ـ ده إ ــא כ ـ ن ـ‬ ‫ـ‬ ‫وأ ــא ـ م‬


‫ـ م כـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــכ ا כ ـ ى أن כ ـ‬ ‫اـ ؛ ِ ن א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫‪٧‬‬
‫ـ‬ ‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫א ـ ‪ .‬وذ ــכ إ ــא ـ ـ כאن ـ‬ ‫و ـ ده ـ‬
‫ـ ده‪ ٨‬כـ ن و ـ ده ـ ذا ـ‬ ‫אـ ة‬ ‫ـ‬ ‫إ ــא ـ ذ ــכ ـ ا ـ م כـ ن א ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫وא ـ‪.‬‬

‫כ ـ ‪١١]/‬و[ ـ ذا ـ ‪.‬‬ ‫ـ م כ ـ ن و ـ ده ـ ذا ـ‬ ‫أ ـ إ ــא‬ ‫ـ‬ ‫وـ‬


‫ـ ده‬ ‫אـة‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫ـ »כ‬ ‫ـ م ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ أن ا ـ زم‬
‫ـ ده‬ ‫ـ ده‬ ‫אـ ة‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫ــא »כ‬ ‫ـ ه« إ ــא ـ‬ ‫ـ ده ـ‬
‫ـ م א ـ ة א ـ ‪ ١٠‬ا ـ ء‬ ‫ـم ـ‬ ‫و ـ ده ـ ذا ـ ‪ ٩‬و א ـ ‪ .‬ـ‬ ‫ـ ذا ـ «‪،‬‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ از أن כ ـ ن‬ ‫ــא‬ ‫כ ـ‬ ‫ــא‪،‬‬ ‫ـ مכ ـ ـ‬ ‫כ ـ إ‬ ‫ـ ده و ـ‬
‫ــא‪.‬‬ ‫ــא‪ ١١‬أو‬ ‫ـ و‬

‫دة‪.‬‬ ‫‪ ١‬ع–‬
‫‪ ٢‬ت‪ ،‬م‪ ،‬ع ‪ :‬ذن‪.‬‬
‫‪ ٣‬ع ‪١٥٠‬ظ‪.‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ٤‬ت ‪ :‬أى‬
‫‪ ٥‬م ‪١٨‬و‪.‬‬
‫‪.‬‬ ‫م‬ ‫‪ ٦‬م‪ ،‬ق‪ ،‬ع ‪+‬‬
‫ا ‪.‬‬ ‫כאن‬ ‫‪ ٧‬ع–إ א‬
‫‪ ٨‬ت ‪٧‬ظ‪.‬‬
‫‪ ٩‬ت – ذا ‪.‬‬
‫‪ ١٠‬ت – א ‪.‬‬
‫‪ ١١‬م ‪١٨‬ظ‪.‬‬
152 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bundan dolayı Hukema ile Eşarîler ve Eşarîler ile Maturidîler arasın-


da Allah’ın sıfatlarının zâtının aynı olması, ne aynı ne gayri olması [veya]
gayrı olması konusunda tartışma ortaya çıkmıştır. Eşarîler ile Maturidîler
arasında Allah’ın diğer sıfatları konusunda da tartışmalar vardır; yerinde
5 özet olarak incelenmiş olduğu üzere sıfatlar zâtından ayrı mıdır veya ne
odur ne de gayridir.
[Buraya kadar anlattıklarımızın] özeti şudur: Sen, “Mahiyeti vücudun-
dan farklı olan her şeyin varlığı (vücûd) başkasındandır” sözündeki çelişik
olan iki şeyin dikkate alınmasının lâzımı olanın “Mahiyeti, varlığından
10 farklı olanın varlığı (vücûd) zâtındandır; varlığı (vücûd), zâtının ve mahiye-
tinin aynı değildir. ” sözümüz olduğunu anladın.
“Varlığı, başkasından olanın hüviyeti, mahiyetinin kendisi olan mahi-
yetidir” sözünden anlaşılan ve çelişiği dikkate alındığında [bu sözün] lâzı-
mı şu sözümüzdür: “ Varlığı, zâtından olanın hüviyeti, mahiyetinin kendi-
15 sidir; hüviyeti, mahiyetinin kendisi değildir.”
“Hüviyeti mahiyetinin kendisi olmayan hiçbir şey, zâtından dolayı
(li-zâtihi) hüve’dir, hüve hüve değildir.” sözü dikkate alındığında [bu sö-
zün] lâzımı ise şu sözümüzdür: “Hüviyeti mahiyetinin kendisi olan her şey,
zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve’dir; kendinde hüve hüve değildir.”
20 Büyük öncül (kübra) tam değildir, dolayısıyla takrib tamamlanmamıştır.
Hukemanın ve Eşârî’nin Allah Teâlâ’nın varlığının sıfatının, zâtının ay-
nı olduğu şeklindeki görüşü ve [İbn Sînâ’nın] sözünü bu ikisinin görüşü
üzerine bina ettiğine dair konuya gelince [bu] yerinde ikisinin de reddetti-
ği şeyi savunduğuna dair ilzam edici bir cevap olmaz.
25 [İbn Sînâ] der ki:

“Dolayısıyla Vâcibu’l-vücûd lâ-hüve illa hüve olandır (kendisinden


başka bir hüviyeti olmayan hüviyettir). Başka bir ifadeyle O’nun dı-
şındaki her şey, hüve hüve olmak bakımından (min haysu hüve hü-
ve) bir hüviyete sahip değildir. Bilakis hüviyeti başkasındandır. Vâci-
30 bu’l-vücûd ise zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve olandır. Bilakis/
hatta zâtı ancak O’dur [hüve’den ibarettir], başka değildir.”
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪153‬‬

‫ــא ة وا א ـ ي ـ‬ ‫ـ يو ـ ا‬ ‫و ــכ و ـ ا ـ اع ـ ا כ ــאء وا‬


‫ــא ة‬ ‫ــ ه و ــ ه‪ .١‬و ــ ا‬ ‫ــ و‬ ‫ــ ذا ــ و‬ ‫ــ و ــ ده א ــ‬ ‫כــ ن‬
‫ــא ـ‬ ‫ـ و‬ ‫ـ ذا ـ ‪ ٣‬أو‬ ‫ـ‬ ‫אـ ‪ :‬ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫אـ‬ ‫ــאئ‬ ‫وا א ـ ي ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫א ـ‬

‫ــא כאن‬ ‫ـ » ــכ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫أن ا ـ زم א ــאر ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ :‬إ ــכ ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ــא כאن‬ ‫ــא »כ‬ ‫ــ ه« ‪١١]/‬ظ[ إ ــא ــ‬ ‫ــ ده ــ‬ ‫ــ ده‬ ‫א ــ ة‬ ‫א ــ‬
‫‪٤‬‬
‫و ــ ده ــ ذا ــ و א ــ «‬ ‫ــ ده ــ ذا ــ ‪،‬‬ ‫ــ ده‬ ‫א ــ ة‬ ‫ــ‬ ‫א ــ‬

‫ـه ـ‬ ‫ـ »و ــא כـ ن و ـ ده ـ‬ ‫ـ م ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫وإن ا ـ زم א ــאر ا‬


‫ـ‬ ‫ــא »و ــא ـ و ـ ده ـ ذا ـ‬ ‫א ـ « إ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫כـ ن‬
‫א ـ «‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫א ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ــא‬ ‫ـ »وכ‬ ‫وإن ا ـ زم א ــאر ذ ــכ ـ‬


‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ــא »وכ‬ ‫ا ـ « إ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ «‪ ٥.‬א כ ـ ى ـ א ـ ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬

‫ـ ي ـ ذا ـ و ــאء‬ ‫ـ ا כ ــאء‪ ٦‬وا‬ ‫ـ و ـ ده א ـ‬ ‫وأ ــא ا ـ ل ـ ن‬


‫ــא ــ‬ ‫ا ــ ــא د‬ ‫ا ــאً إ ا ــאً ــ أ ــ‬ ‫כــ ن‬
‫‪٧‬‬
‫ــא ــ‬ ‫ــ‬ ‫כ ــ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ‪.‬‬
‫אل‪:‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ اه ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬أي כ‬ ‫ـ إ‬ ‫ـ د ـ اـ ي‬ ‫ا‬ ‫» ـ ذن وا ـ‬
‫ـ د ـ اـ ي اـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ه‪ .‬ووا ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫اـ ‪ .‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١٢]/‬و[ ـ‬
‫ـ«‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ ذا ـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ه‪.‬‬ ‫ت–و‬ ‫‪١‬‬


‫ت ‪٨‬و‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ت‪ :‬א ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق‪ ،‬ت – و א‬ ‫‪٤‬‬
‫م ‪١٩‬و‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ع ‪١٥١‬و‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫ت ‪٨‬ظ‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
154 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Derim ki:
“Dolayısıyla Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), kendisinden başka bir
hüviyeti olmayandır (lâ-hüve illa hüve)” sözünden ortaya çıkan şudur:
İlk İlke’nin (Mebde-i Evvel) varlığı, mezkur delile göre mahiyetinin aynı
5 olunca -ki bu [mebde-i evvel] vâcibu’l-vücûd’un misdakı (doğru olarak
örtüştüğü anlam) idi- Zorunlu’nun (el-Vâcib) varlığı da aynı şekilde mahi-
yetinin aynısı olur.
Sonra onun iddiasına göre bu gerekliliğin anlamı şöyle tevcih edilir: Sen
daha önce şu “Zâtı nedeniyle (li-zâtihi) hüve hüve olan, Zorunlu Varlık’tır
10 (Vâcibu’l-vücûd)” sözünü ispat ettiğini işitmiştin. Ve bunun döndürülme-
sinin (aks) “Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), zâtı nedeniyle (li-zâtihi) hüve
hüve’dir” olduğunu da biliyorsun.
Yine aynı şekilde İlk İlke’nin (Mebde-i Evvel), zâtı nedeniyle (li-zâtihi)
hüve hüve oluşunun [bunu] gerektirdiğini, yani onun kabulüne göre [İlk
15 İlke’nin] varlığının mahiyetinin aynı olduğunu anladın. [Onun görüşüne
göre] İlk İlke (Mebde-i Evvel), misdakı (doğru olarak örtüştüğü anlam)
olarak vâcib ile birdir (müttehid). Dolayısıyla bu durum, Zorunlu Varlık’ın
(Vâcibu’l-vücûd) zâtı nedeniyle hüve hüve olmasının özel varlığının (vü-
cûd-i hass) zâtının ve mahiyetinin aynısı olmasını gerektirmesini gerektirir.
20 Veya özet olarak şöyle söylersin: “Onlar [Vâcibu’l-vücûd ve Mebde-i evvel]
misdak olarak birdir.”
[Böylece] onun iddia ettiği üzere Mebde-i Evvel’in varlığının, mahi-
yetinin aynı olduğu isbat oldu. Yine Zorunlu Varlık’ın (Vâcibu’l-vücûd)
varlığının, zâtının ve mahiyetinin aynı olduğu da ispat edilmiş oldu.
25 Sonra derim ki: Bu tahkikten öğrenildi ki: “Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâ-
cibu’l-vücûd), kendisinden başka bir hüviyeti olmayandır (lâ-hüve illa hüve)”
sözünün varacağı yer “Öyle ise Zorunlu Varlık’ın (Vâcibu’l-vücûd) hüve’den
başka zât ve mahiyeti yoktur” olur. Yani hüviyeti ve özel varlığı (vücûd-i hass)
[yoktur]. “Hüve” ile [filozofların] kendi alanlarında özel varlıktan (vücûd-i
30 hass) ibaret olan hüviyeti murat edilmiştir. Sözün vardığı bu noktanın gerek-
tirdiği üzere [bu], işittiğin üzere “Öyle ise varlığı, mahiyetinin aynıdır” sözü-
nün bir sonucudur. Tahkiki ileride gelecektir. Evet, zâhirdeki anlamı şudur:
Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), zâtı ve mahiyeti olmayan hüve’dir.
Yani hüviyeti ve varlığı ancak hüve yani varlığıdır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪155‬‬

‫أ ل‪:‬‬

‫ـ ‪ « ...‬ـ ذا כאن‬ ‫ـ إ‬ ‫ـ د ـ اـ ي‬ ‫ا‬ ‫ـ » ـ ذن وا ـ‬ ‫إن א ـ‬


‫ـ د‬ ‫ا‬ ‫כـ ر وכאن ذ ــכ ـ ا ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫א ـ א‬ ‫و ـ د ا ـ أ ا ول ـ‬
‫א ـ‪.‬‬ ‫أ ـאً ـ‬ ‫ـ دا ا ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ا ــא‬

‫ـ‬ ‫أـ ـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ـ ـ ذ ــכ ـ ز ـ أ ــכ ـ‬ ‫ـ ا ـ و ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫د‬ ‫ا‬ ‫أن כ ـ ا ا ـ‬ ‫ـ د« وأ ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ا ا ـ‬ ‫ـ »אـ ي اـ ـ‬


‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫اـ ي اـ‬

‫ا ـ ـ ا ـ م أي ـ ز ـ‬ ‫ـ‬ ‫أ ـאً أن כـ ن ا ـ أ ا ول ـ‬ ‫ـ‬ ‫وـ‬


‫ـ م ذ ــכ ا ـ ام‬ ‫ا ــא‬ ‫א ا ـ‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ‬ ‫א ـ ‪ .٢‬وإ ـ‬ ‫כ ـ ن و ـ ده ـ‬
‫ا ـ כ ـ ن و ـ ده ا ــאص ـ ذا ـ ‪ ٤‬و א ـ ‪ .‬أو‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ا‬ ‫כـ ن ا ا ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ا ـאً‪.‬‬ ‫ـ ان‬ ‫ــא‬ ‫ــא ‪ ٥‬أ‬ ‫ـ لإ‬

‫כــ ن‬ ‫ــ‬ ‫ــ ز ــ ‪ .‬و ــ‬ ‫א ــ‬ ‫‪٦‬‬


‫أن و ــ د ا ــ أ ا ول ــ‬ ‫ــ‬ ‫و ــ‬
‫ــ د ــ ذا ــ ‪ ٧‬و א ــ ‪.‬‬ ‫ا‬ ‫و ــ د ‪١٢]/‬ظ[ ا ا ــ‬

‫ـ د ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ » ـ ذن وا ـ‬ ‫ـ أن ــآل‬ ‫ـ اا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـ ل‪ :‬ـ‬


‫ـ‬ ‫ـ « أي إ‬ ‫ذا ـ و א ـ إ‬ ‫ـ د‬ ‫ا‬ ‫ـ «‪ » ،‬ـ ذن وا ـ‬ ‫ـ إ‬ ‫اـ ي‬ ‫‪١٥‬‬
‫ـ و ـ د ا אص‪.‬‬ ‫‪٨‬‬
‫ـ‬ ‫ــאرة ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫وو ـ ده ا ــאص ـ ن ـ اد ـ‬
‫ــא‬ ‫א ـ« ـ‬ ‫ـ » ـ ذن و ـ ده ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذ ــכ ا ــآل‬ ‫כ ــא‬
‫ـ د‪ ٩‬ـ‬ ‫ا‬ ‫ــאه ـ ا א ـ ‪ :‬ـ ذن ا ا ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ أن‬ ‫‪.‬و ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ أي إ و ـ ده‪.‬‬ ‫ـ ‪ ١٠‬وو ـ ده إ‬ ‫ـ ‪ ،‬أي‬ ‫ذا ـ و א ـ‬ ‫اـ ي‬

‫ا א‪.‬‬ ‫د‬ ‫ا‬ ‫ا ا‬ ‫ا כ ر وכאن ذ כ‬ ‫‪ ١‬ق‪ ،‬ت – א‬


‫‪.‬‬ ‫ز‬ ‫א‬ ‫‪ ٢‬ت ‪ :‬ا م כ ن و ده‬
‫‪١٩ ٣‬ظ‪.‬‬
‫‪ ٤‬ت – ذا ‪.‬‬
‫‪ ٥‬ت ‪٩‬و‪.‬‬
‫‪ ٦‬ت ‪ +‬ذا و‪.‬‬
‫‪ ٧‬ق‪ ،‬ت – ذا و‪.‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ٨‬ق‪ ،‬ع –‬
‫د‪.‬‬ ‫ا‬ ‫‪ ٩‬ع – ذن ا ا‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ١٠‬ق‪ ،‬م‪ ،‬ع –‬
156 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sen biliyorsun ki [bu durum]; tek bir şeyden bir şeyin nefyi, o şey için
bir açıdan ispatı ve diğer bir yönden kendisinden bir şeyin istisna edilme-
sidir. Bunun dışında işittiklerinde zahirî olarak başka bir anlam da vardır.
Fakat onda olan her şeyi iyi düşünmelisin!
5 Sonra bilirsin ki varılan bu anlamın varılacak anlam bakımından dön-
dürülmesi (aks) şöyledir: O Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), zâtından ve
mahiyetinden başka varlığı olmayandır. Bunun anlamı, ondan çıkan anlam
ve bundan anlam çıkarılmasının gerektirmesi uyarınca “Öyle ise Zorunlu
Varlık (Vâcibu’l-vücûd), varlığı mahiyetinin aynı olandır” [şeklindedir].
10 Bunun açıklaması şöyledir: Sen, “Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vü-
cûd), kendisinden başka bir hüviyeti olmayandır (lâ-hüve illa hüve)” sözü-
nün “Öyle ise varlığı, mahiyetinin aynıdır” sözünün neticesi olduğunu öğ-
rendiğini biliyorsun. Bu ikisinin yani İlke İlke (Mebde-i Evvel) ve Zorunlu
Varlık’ın (Vâcibu’l-vücûd) misdak (anlamlarının örtüşmesi) bakımından
15 bir olduğunu da duymuştun.
[İbn Sînâ] “Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), kendisinden baş-
ka bir hüviyeti olmayandır (lâ-hüve illa hüve)” cümlesiyle “Öyle ise Zorun-
lu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), varlığı mahiyeti ve zâtı aynı olandır” [şeklinde]
söylemeyi murad etmiştir. Fakat bunu, daha sonra işiteceğin mezkur sö-
20 züyle ifade etmiştir. Bu anlamın ondan anlaşılması örtülü bir şekilde olun-
ca onu şu sözüyle açıkladı (tefsir etti): “O’nun dışındaki hiçbir şey, hüve
hüve olmaklığı bakımından (min haysu hüve hüve) zâtı itibariyle (li-zâtihi)
hüve hüve değildir. Aksine [onların] hüviyeti, başkasındandır.” Hakikatte
bu sözün, yani “Onun dışındaki her şey hüve hüve olmak bakımından …”
25 ve “Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), zâtı nedeniyle hüve hüve’dir, hatta
zâtı, başkası değil ancak O’dur” sözünün açıklamasına göre ulaşılan bu
anlamın tefsiri olmuştur. İster “Hatta zâtı, başkası değil ancak O’dur” ifa-
desinden önceki ifadenin terki (ıdrâb) veya ondan terakkisi olsun aynıdır.
Ancak ikincisi, zâhir olandır. “Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd)
30 kendisinden başka bir hüviyeti olmayandır (lâ-hüve illa hüve)…” cümlesi
“Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), zâtı nedeniyle (li-zâtihi) hüve
hüve olandır, bilakis zâtı, başkası değil ancak O’dur.” anlamındadır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪157‬‬

‫ــכ ـ و ـ‬ ‫ـ ء وا ـ وإ א ـ‬ ‫ـ ء ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـ إ ــא ـ‬ ‫وأ ـ‬


‫ــאن‬ ‫وـ‬ ‫ـ ذ ــכ ــא ـ ــא ـ‬ ‫ـ ـ و ـ آ ـ ‪.‬اـ‬ ‫وا ـ אء ـ ء ـ‬
‫‪٢‬‬
‫ـ !‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫آ ـ ـ ا א ـ ‪ ١.‬כ ـ‬

‫ــ د ‪١٣]/‬و[‬ ‫ا‬ ‫إ ــא ــ ا ا ــ‬ ‫ذ ــכ ا ــ ل ــ‬ ‫ــ أن כــ‬ ‫ــ إ ــכ‬
‫ـ د ـ اـ ي‬ ‫ا‬ ‫ــאه » ـ ذن وا ـ‬ ‫و ـ ده إ ذا ـ و א ـ ‪.‬‬ ‫ـ اـ ي ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ذ ــכ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ــאء ا‬ ‫ـ ‪ ٤‬وا‬ ‫ـع‬ ‫א ـ« ـ وـ ا‬ ‫ـ‬ ‫‪٣‬‬


‫و ـ ده‬

‫ـ‬ ‫ـ د ـ اـ ي‬ ‫ا‬ ‫ـ » ـ ذن وا ـ‬ ‫أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ‪ :‬إ ــכ‬


‫ــא‬ ‫أ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ «و ـ‬ ‫ـ ‪ » ٥‬ـ ذن و ـ ده ـ‬ ‫ـع ـ‬ ‫ـ ‪ «...‬إ ــא‬ ‫إ‬
‫ا ــא‪.‬‬ ‫ـ ان‬ ‫أي ا ـ أ ا ول وا ا ـ‬

‫ــ ‪ «...‬أن ــ ل‬ ‫ــ إ‬ ‫ــ د ــ ا ــ ي‬ ‫ا‬ ‫ــ » ــ ذن وا ــ‬ ‫ــא أراد‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ذ ــכ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ و ذا ـ « כ ـ‬ ‫ـ د ـ ا ـ ي و ـ ده ـ‬ ‫ا‬ ‫» ـ ذن وا ـ‬


‫ـ ًא ّ ـ ه‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‪ ٦.‬و ــא כאن ا ــאم ـ ا ا‬ ‫ـ‬ ‫כ ـ ر ــא‬ ‫ـ ا‬
‫ــ ــ‬ ‫ا ــ ‪ .‬ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא ــ اه ــ‬ ‫ــ أي » כ‬
‫ـ‬ ‫ــא ـ اه ـ‬ ‫ـ أي »כ‬ ‫ـ ه‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ .«...‬ـ أن ـ ـ ا‬
‫ـ اً‬ ‫ـ«‬ ‫ـ ـ ذا ـ ـ‬ ‫ـ دو ـ اـ ي اـ ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ‪ ٧«...‬و »وا ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ًא‬ ‫ــא ـ أو‬ ‫ا ـ ًא ‪١٣]/‬ظ[‬ ‫ـ «إ‬ ‫ـ » ـ ذا ـ ـ‬ ‫ــכ ـ ً ـ اء‪ ٨‬כאن‬


‫ـ ‪«...‬‬ ‫ـ إ‬ ‫ـ د ـ اـ ي‬ ‫ا‬ ‫ـ » ـ ذن‪ ٩‬وا ـ‬ ‫ـ ا א ـ‪.‬‬ ‫ـ ‪ .‬وا א ـ‬
‫ـ «‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ ذا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ـ اـ ي اـ‬ ‫ا‬ ‫ـ » ـ ذن وا ـ‬

‫אن آ ‪.‬‬ ‫ت‪:‬و‬ ‫‪١‬‬


‫م ‪٢٠‬و‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ت ‪٩‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫ت‪ :‬ا‬ ‫‪٤‬‬
‫ع ‪١٥١‬ظ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ا‪.‬‬ ‫م‪ ،‬ع ‪ -‬א‬ ‫‪٦‬‬
‫‪.«...‬‬ ‫اه‬ ‫أى »כ א‬ ‫ه‬ ‫م‪ ،‬ت –‬ ‫‪٧‬‬
‫‪.‬‬ ‫ًא‬ ‫أو‬ ‫א‬ ‫«‬ ‫» ذا‬ ‫ا א כאن‬ ‫ًإ‬ ‫ت‪ ،‬م‪ ،‬ع ‪:‬‬ ‫‪٨‬‬
‫م ‪٢٠‬ظ‪.‬‬ ‫‪٩‬‬
158 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sen biliyorsun ki ileri sürülen şeyin ilk sonucu, sonuç çıkarmanın ge-
rektirdiği üzere şu sözdür: “Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), ken-
disinden başka bir hüviyeti olmayandır (lâ-hüve illa hüve)”. İkinci olarak
ileri sürülen ise “Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), zâtı nedeniyle (li-zâtihi)
5 hüve hüve olandır” sözünden kaynaklanır ki bu, Zorunlu’nun varlığının
mahiyetinin aynısı olduğu anlamındadır. Bu sebeple takrib vaki olmaz.
Biz bunun uzlaştırılması hususunda şöyle deriz: “Zorunlu Varlık,
[li-zâtihi hüve hüve’dir]…” sözü, “hüve”nin tekid amacıyla tekrarının ve
“bilakis zâtı kendisi olan başka olmayandır” sözünün işaret ettiğimiz üze-
10 re önceki ifadenin terk edilmiş (ıdrab) oluşunun bunu gerektirmesi üzere
“Zorunlu Varlık, zâtı nedeniyle hüve hüve olandır, başka değil” anlamın-
dadır. Ayrıntısı ileride gelecektir.
Sonra biliyorsun ki farz edildiği üzere zâtın “hüve” ile sınırlandırılması
makamın yardımıyla aksini de gerektirir. Düşün!
15 Sonra derim ki: “Bilakis zâtı o’dur (hüve’dir), başka değil” sözü ya “bila-
kis zâtı hüve’dir, hüve’nin dışında başka zât yoktur” anlamındadır. Böylece
zât, onun gayrı olur ve dolayısıyla “hüve” oluşunda vasıta olur. Böylece de
zâtı için ‘hüve’ olur. Ancak bu ihtimal ıdrabda uzak bir ihtimaldir. Bilakis
gizli olamayacak şekilde fasiddir. Ya da “bilakis zâtı hüve’dir, hüve’den baş-
20 ka değildir” anlamındadır. Bu, zâtı hüve hüve’dir, hüve’den başka değildir
anlamındadır.
Derim ki: Sözdeki bu ihtimal sonuçta ortaya çıkan hakikattir. Müfessi-
rin sözü de bunu desteklemektedir. Yani “lâ-hüve illâ hüve” sözü. Çünkü
bu sözün vardığı anlam, işittiğin üzere “O, hüve hüve’dir; hüve’den başka
25 değildir” anlamıdır. Bu durumdan devr1 vehmedilmez. Anlayasın!
Bundan elde edilen sonuç, “Bilakis zâtı o’dur (hüve), o’ndan başka değil”
[sözünün] O’nun ‘hüve’ oluşu için vasıta olmasıdır. Bu ihtimale binaen,
kastedilen ifadenin terki (ıdrab) anlamının içinde zorunlu olarak bulunan
sınırlama (kasr), “vâcibu’l-vücûd li-zâtihi hüve hüve olandır” ifadesindeki
30 hüve’nin tekrarından anlaşılan kasr anlamına döner. Hangisi olursa olsun
varlık takdir edildiğinde “başka değil/lâ gayru” ifadesi “hüve’den başka/lâ
gayru hüve” takdirindedir.

1 Mantıkta devir, “biri diğeriyle tanımlanabilen iki tarif, ispatı birbirine bağlı iki önerme ve birinin
varlığı diğeriyle bağlantılı iki şart arasındaki ilişki” anlamlarına gelir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪159‬‬

‫ــ ا ــ أن ــ » ــ ذن‬ ‫ــ أن ا ّ ــ ــآ ً أو ً ــ ــא‬ ‫‪١‬‬


‫وأ ــ‬
‫ـ »وا ـ ا ـ د ـ ا ـ ي‬ ‫ـ إ ـ « و א ــא أن‬ ‫ـ د ـ اـ ي‬ ‫وا ـ ا‬
‫‪٣‬‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ א ـ ـ‬ ‫ـ أن و ـ د ا ا ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ « إ ــא ـ‬ ‫اـ ـ‬
‫د‬ ‫ا‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ‬ ‫ـ إن و ـ »وا ـ ا ـ د‪«...‬‬ ‫ـل ـ‬
‫ا‬ ‫ـ כـ ر » ـ « כ ـ ًا و ــאدي ـ إ‬ ‫ـ ـ ــא‬ ‫اـ ي اـ ـ ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫‪.‬‬ ‫ـ « ـ ــא أ ـ א إ ‪ .‬و ـ‬ ‫ا ــאل‪ ٤‬ـ » ـ ذا ـ ـ‬
‫ـ م כ ـ‬ ‫ـ وض‬
‫‪٥‬‬
‫ــא ـ ا‬ ‫ـ ا ـ ات ـ » ـ « ـ‬ ‫ـ إ ــכ ـ أن‬
‫‪٦‬‬
‫ـ ا ــאم‪ .‬ـ !‬
‫ـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ ـ‬ ‫ـ « إ ــא‬ ‫ـ أ ـ ل‪ :‬إن ـ ‪١٤]/‬و[ » ـ ذا ـ ـ‬
‫ـ כ ـ ـ ‪ ،‬כـ ن ـ ذا ـ ـ ‪.‬‬ ‫ذا ـ ـ ـ כـ ن ا ـ ات ـ ه כـ ن وا‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ ‪ ٨.‬أو ـ ـ‬ ‫א ـ ـ ــא‬ ‫ــאل ـ ـ ا ـ اب‪ ٧‬ـ‬ ‫כـ ـ ا ا‬
‫ـ ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ‪ ،‬ـ أن ذا ـ إ ــא ـ‬ ‫ذا ـ ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫‪ ١٠‬ا‬ ‫ه‬ ‫ــאل ـ ا ــאل ـ ا ـ ـ ا ــآل‪ ٩.‬و‬ ‫ـ ل‪ :‬إن ـ ا ا‬
‫ـ ‪.‬و‬ ‫ـ‬ ‫إ ــא ـ ـ‬ ‫أي ـ » ـ إ ـ «؛ ِ ن آ ـ ‪ ١١‬ـ א ـ‬
‫‪١٢‬‬
‫ـ !‬ ‫ـ ـ ا ـ ور‪.‬‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ـ « ـ כ ـ ن وا ـ כ ـ ـ ‪ .‬ـ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ » ـ ذا ـ‬
‫ـ داـ ا ـ‬ ‫ـ ا ـ اب ا‬ ‫ـ رج ا ا ـאً ـ‬ ‫ا‬ ‫ــאل ـ ا ـ‬ ‫ا‬
‫ـ »وا ا ـ ا ـ د ـ ا ـ ي ا ـ ـ ـ «‪ .‬وأ ـאً‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ כـ ر ـ‬ ‫ا‬
‫ـ ـ «‪.‬‬ ‫ـ ا ـ د‪» ١٣‬‬ ‫ـ‬ ‫«‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن أن ـ »‬

‫ت ‪١٠‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق –أ א‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫ع‪:‬‬ ‫‪٣‬‬
‫אل‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ت–‬ ‫‪٤‬‬
‫ا وض‪.‬‬ ‫א‬ ‫ت–‬ ‫‪٥‬‬
‫ا אم!‬ ‫א‬ ‫م‪ ،‬ع ‪ :‬כ‬ ‫‪٦‬‬
‫اب‪.‬‬ ‫ا‬ ‫اب؛ ع –‬ ‫م‪ –:‬ا‬ ‫‪٧‬‬
‫אإ ‪.‬‬ ‫אأ‬ ‫ت‪:‬‬ ‫‪٨‬‬
‫ا אل‪.‬‬ ‫אل ا‬ ‫م‪ ،‬ع ‪ :‬ا ا‬ ‫‪٩‬‬
‫ت ‪١٠‬ظ‪.‬‬ ‫‪١٠‬‬
‫م ‪٢١‬و‪.‬‬ ‫‪١١‬‬
‫!‬ ‫ا ور‪.‬‬ ‫ق –و‬ ‫‪١٢‬‬
‫د‪.‬‬ ‫ق‪ ،‬ت – ا‬ ‫‪١٣‬‬
160 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sen O’nun “hüve” oluşunun, hüviyetini gerektirdiğini biliyorsun.


Vardığı noktada bu [durum], işittiğin üzere onların sanatlarında (fen)
özel varlığından (vücûd-i hass) ibarettir. Biz deriz ki: İbn Sînâ’nın “Bila-
kis zâtı o’dur (hüve), o’ndan başka değil” sözündeki muradı, melzumun
5 zikredilip lâzımın kastedilmesi şeklinde, çıkarımın (tefri‘) ve “Öyle ise
varlığı, mahiyetinin aynıdır” sözü ve İlk İlke (Mebde-i evvel) ve Zorun-
lu’nun (Vâcib) misdakının (doğru olarak örtüştüğü anlam) bir olmasının
yani İlk İlke’nin varlığı mahiyetinin aynısı olmasından yapılan çıkarımın
(müferra-aleyh) karinesinin gerektirmesiyle hüviyeti ve özel varlığıdır
10 (vücûd-i hass). İleride gelecek şu ifadeleri, [Mebde-i evvel’in varlığının
mahiyetinin aynısı olması]nı dile getirmektedir: “Hüviyet-i ilâhiyenin
celalet ve azametinden dolayı ancak hüve’den başka bir şeyle ifade edil-
mesi mümkün değildir” ve “Hüve ile basît olan mahza hüviyetine işaret
edince…’ vb. Anlayasın!
15 Sonra o [İbn Sînâ], “li-zâtihi hüve hüve” sözününün öncesinin gerek-
tirmesinden ve onunla ilgili ifadenin terkinden (ıdrab) ve kendisinin de
daha önce pek çok defa açıkladığı gibi [zât-ı ilâhiyeyi] ancak O’nun hüve
olmasından başka bir şey ile ifade imkanı olmadığından dolayı hüviyetin
ve hüve’ye ait gereken varlığın (vücûd-ı lâzime) zikredilmesini [bırakıp]
20 hüve’ye dönüş yaptı.
Sonra derim ki:
Sen anladın ki [Allah Teâlâ’nın] hüviyeti, netice itibariyle özel varlı-
ğından (vücûd-i hass) ibarettir. Bunun vardığı nokta şudur: “Öyle ise Zo-
runlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), zâtı ve mahiyeti, hüviyeti ve varlığı olandır.”
25 Bu ifadenin döndürülmesinin (aks) vardığı şekil şu şekildedir: “Öyle ise
Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), hüviyeti ve varlığı, zâtı ve mahiyeti olan-
dır.” Bu iddia edilenin (müddeâ) ve çıkarımın (tefri‘) gerektirdiği şeydir.
Tedebbür eyle!
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪161‬‬

‫ـ ‪ ،‬و ـ ـ ا ــآل‪ ٢‬ــאرة ـ و ـ ده‬ ‫ـ أن כ ـ ‪ » ١‬ـ « ـ م‬ ‫وأ ـ‬


‫ـ ‪١٤]/‬ظ[ » ـ ذا ـ‬ ‫‪ .‬ـ ل إن‪ ٤‬ـ اده ـ ـ‬ ‫ـ ‪ ٣‬ـ ــא ـ‬ ‫ا ــאص ـ‬
‫ـ ا ــאء‬ ‫‪٦‬‬
‫ـ وو ـ ده ا ــאص כ ـ ا ـ وم وإرادة ا ـ زم‬ ‫ـ «‪ ٥‬إ ــא ـ‬
‫ـ » ـ ذان و ـ ده ـ א ـ «‪ ٧‬وا ــאد ا ـ أ‬ ‫ا ـ وا ـ ع ـ ذ ــכ ـ‬
‫ا ـ ًא أي כـ ن و ـ د ا ـ أ ا ول ـ א ـ ‪ ٨.‬כ ــא ــאدى ـ‬ ‫ا ول وا ا ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ــא‪ ٩‬إ‬ ‫ــא و‬ ‫כـ ا ـ ـ‬ ‫ـ ا ـ »و ــא כא ـ ا ـ ا ـ‬
‫‪١٢‬‬
‫ـ !‬ ‫‪١١‬‬
‫ـ ‪ ١٠«..‬ا ـ ـ ذ ــכ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ـ «‪ ،‬و ـ » ــא أ ــאر ـ ا ـ‬
‫ــאء‬ ‫‪١٤‬‬
‫ـ أ ـ ‪ ١٣‬إ ــא ـ ل إ ـ ـ ـ ذכـ ا ـ وا ـ د ا ـ زم ـ إ ـ‬
‫ـ‬ ‫ــא إ‬ ‫ـ » ا ـ ـ ـ « وا ـ اب ـ و ـ م إ ــכאن ا ـ‬ ‫ــא ـ ـ‬
‫‪١٦‬‬
‫ـ ‪ ١٥‬ـ ـ ة‪.‬‬ ‫ـ ـ ــא ـ ح ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫أ ل‪:‬‬
‫ـ إ ــא ـ و ـ ده ا ــאص ــآ ً‪ .١٧‬آ ـ » ـ ذن وا ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫إ ــכ ـ‬
‫ـ ‪ ١٨‬وو ـ ده‪ «.‬כ ـ ــآ ً ‪ » :‬ـ ذن‪ ١٩‬ا ا ـ‬ ‫ا ـ د ـ ا ـ ي ذا ـ و א ـ‬
‫ـ ‪١٥]/‬و[‬ ‫ـ و‬ ‫ـ وو ـ ده ذا ـ و א ـ ‪ .«.‬و ـ ا‬
‫‪٢٠‬‬
‫ا ـ د ـ اـ ي‬
‫‪٢١‬‬
‫ا ـ ـ ا‪ .‬ـ !‬ ‫‪١٥‬‬

‫ت –כ ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ق – ا آل‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق–‬ ‫‪٣‬‬
‫‪ .‬ل إن‪.‬‬ ‫א‬ ‫م–‬ ‫‪٤‬‬
‫ع ‪ :‬ا אم‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫م ‪ :‬כ ا زم وإرادة ا وم‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫א «‬ ‫» ذان و ده‬ ‫م‪ ،‬ت‪ ،‬ع –‬ ‫‪٧‬‬
‫א ‪.‬‬ ‫ق – أي כ ن و د ا أ ا ول‬ ‫‪٨‬‬
‫ع ‪١٥٢‬و‪.‬‬ ‫‪٩‬‬
‫ـ ـ ا א ـ »أ ــאر إ ـ‬ ‫ـ ص ـ‬ ‫ـ أ ــאر ا ـ و ـ ده ا‬ ‫م‪ ،‬ع ‪ +‬و ـ ا ـ ـ ذا ذכ ـ ا ـ و ـ א א ـ ازم ا‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ ـ «‬ ‫ا ـ ــא إ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا‬
‫ذ כ‪.‬‬ ‫م‪ ،‬ع – ا‬ ‫‪١١‬‬
‫ت ‪١١‬و‪.‬‬ ‫‪١٢‬‬
‫ق‪ ،‬ت – أ ‪.‬‬ ‫‪١٣‬‬
‫ق‪ ،‬ت – ا ‪.‬‬ ‫‪١٤‬‬
‫م ‪٢١‬ظ‪.‬‬ ‫‪١٥‬‬
‫‪.‬‬ ‫א‬ ‫م‪ ،‬ع ‪:‬‬ ‫‪١٦‬‬
‫ق– آً ‪.‬‬ ‫‪١٧‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق–‬ ‫‪١٨‬‬
‫م‪ ،‬ع ‪ +‬و د‪.‬‬ ‫‪١٩‬‬
‫ت‪. +‬‬ ‫‪٢٠‬‬
‫!‬ ‫ت–‬ ‫‪٢١‬‬
162 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

“O (hüve), o’dan başka o olmayandır (lâ-hüve illâ hüve)” sözü, “O,


O’ndan başka ilâh olmayan Allah’tır (hüvellahu’llezî lâ ilâhe illa hû)” ve
“Allah kendisinden başka ilâh olmayandır (Allahu lâ ilâhe illâhû)” yerinde-
dir. İşte bu konunun bu şekilde anlaşılması gerekir. Sana düşen vehimlerin
5 ortaya çıkardığı şeylerden kaçınarak tam bir şekilde tedebbür etmendir!
Allah başarıya ulaştırandır (muvaffık) ve anlayış O’ndandır. Kim bunun
dışında bir şeye meylederse vehimlerin çukuruna düşmüş olur.
[İbn Sînâ] der ki:
“İşte o hüviyet ve hususiyet, ismi olmayan, öyle bir mânâdır ki onu
10 lâzımlarından başka hiçbir şey ile şerh etmek mümkün değildir. [Vâci-
bu’l-vücûdun] lâzımlarından bir kısmı izafî, bazıları da selbîdir. İzafî
olan lâzımlar, tarif bakımından selbî olanlardan daha sağlamdır. Ta-
rifin en mükemmeli, izafetle selbin her iki nevini toplayan bir lâzım
[ile yapılan]dır. Bu ise [vücudu vâcib olan] o hüviyetin ‘ilâh’ olması-
15 dır. Çünkü ilâh (mabud); başkası kendisine nisbet (intisab) olunan
ve kendisi başka bir şeye nisbet olunmayandır. Mutlak ilâh ise bütün
mevcudata nisbetle böyle olandır. [Kendisinden başka] Her şeyin [bü-
tün var olanların] O’na intisabı izafî, O’nun başkasına intisabı olma-
ması da selbîdir.
20 [ALLAH]
Hüviyet-i ilâhiyeyi; azamet ve celâlinden dolayı “hüve hüve”den başka
bir şeyle ifade mümkün olmadığı ve o hüviyeti şerh ve tarif etmek de
ancak lâzımlarıyla olabileceği ve lâzımların bir kısmı izafî bir kısmı
selbî olduğunu beyan etmiştik. Yine her iki lâzımı cem etmek sûre-
25 tiyle yapılan tarifin o hüviyeti şerh ve tarifte en mükemmel olacağını
açıklamıştık. ‘Allah’ ismi bunun her ikisini cem etmiş bulunduğu için,
hüviyet-i mutlakaya işaret olan hüve’den sonra ‘Allah’ ismi getirilerek
‘hüve’ lafzının delâlet eylediği anlam [basît-i hakîkî ve zât-ı mutlak, /
zât-ı baht-ı ehadiyet] bununla izah ve şerh olundu.
30 “Burada, [söylenilenin dışında] pek çok başka ince mânâlar da var-
dır: Onlardan biri şudur: O hüviyetin, ulûhiyet olan lâzımlarıyla ta-
nımlanması/tarif edilmesi, onun hiçbir mukavvimi (kurucu unsuru)
olmadığına işaret eder. Aksi hâlde onları zikretmeyerek yalnız lâzımla-
rıyla tarif edilmesi noksan [bir tarif ] olurdu.
35 Yine o nüktelerden biri şudur: Bu hüviyeti [hüviyet-i ilâhiyeyi], mahi-
yetin lâzımlarıyla [ulûhiyetin lâzımı ile yani izafî ve selbî lâzımlarını
zâtında cem etmiş olan Allah ile] şerh edince bunu O’nun bir (ehad)
olduğu [ifadesi] takip etti. “Ehad”, birliğin (vahdaniyet) son sınırında
bulunan demektir. Burada [‘Allah’tan sonra ‘ehad’ denilmesi], O’nun
30 vahdetin en son sınırında bulunmasından ve tarif bakımından hiçbir
mukavvimatı olmamasından [o hüviyetin] mukavvimatla tarifinin
mümkün olmadığına bir tembih vardır.1

1 Yani lâzımlarını söylemekten başka bir sûretle tarifin imkânsız olduğuna bir tenbih vardır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪163‬‬

‫ـ »ا‬ ‫ـ «‬ ‫ـ » ـ ا اـ ي اـ إ‬ ‫ـ «‬ ‫ـ إ‬ ‫ـ » ـ اـ ي‬
‫אت‬ ‫ـ ًא‬ ‫ـ ا אم‬ ‫ــכ א‬ ‫ـ ا ا ــאم‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ «‪ .‬כـ ا‬ ‫اـ إ‬
‫‪٢‬‬
‫ـ ا و אم‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذ ــכ ـ‬ ‫ــאم‪ .‬ـ‬ ‫ـ و ـ ا‬ ‫ا و ــאم!‪ ١‬وا ا‬

‫אل‪:‬‬

‫از ــא‪.‬‬ ‫إ‬ ‫ــ‬ ‫כــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ وا‬ ‫»و ــכ ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ ًא ــ ا ــ ر‬ ‫א ــ أ ــ‬ ‫‪ .‬وا ــ ازم ا‬ ‫ــא إ א ــ و ــא ــ‬ ‫وا ــ ازم‬


‫‪.‬‬ ‫א ــ وا ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ا ــ زم ا א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫‪ .‬وا כ ــ‬ ‫ا ــ‬
‫ـ‬ ‫ـ هو‬ ‫إ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ٣‬إ ـ ًא‪ ،‬ـ ن ا ـ ـ ا ـ ي‬ ‫وذ ــכ ـ כـ ن ــכ ا‬
‫ــ دات‪،‬‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ا ــ ي כــ ن כ ــכ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه‪ .‬وا ــ ا‬ ‫ــ ا ــ‬
‫‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫اـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאب ـ ه إ ـ إ א ـ وכ ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ‬ ‫ــא إ‬ ‫ــא و‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫כـ أن‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا‬ ‫و ــא כא ـ‬
‫و ــא‬ ‫ــא ـ‬ ‫ــא أن ا ـ ازم‬ ‫از ــא‪ .‬و ـ‬ ‫ـ ـ ‪ .‬ـ ـ ح ــכ إ ــא כـ ن‬
‫ْ‬
‫ـ ‪ .‬و ــא أن‬ ‫ـ ذכـ ا‬ ‫وا ـ ح ــכ ا‬ ‫إ א ـ ‪ .‬و ــא أن ا כ ـ ـ ا ـ‬
‫ـ » ـ « כـ ا‬ ‫‪١٥]/‬ظ[‬ ‫ـ م ّـ‬ ‫ـאً‪،‬‬ ‫ــא‬ ‫ــאول‬ ‫‪٤‬‬
‫אـ‬ ‫ا ـ ا ـ‬
‫ــכ‪.‬‬ ‫ـ وכא ـ ح‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא دل‬ ‫כـ ن »ا « כא כא ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ أ ـ‬ ‫از ــא و ـ ا‬ ‫ـ‬


‫ــא ـ ف ــכ ا‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫أ ـ ى‪،‬‬ ‫אئـ‬ ‫و ـ‬
‫ّ‬
‫ــא ا ـ ا ـ ازم א ـ اً‪.‬‬ ‫ــאت وإ ــכאن ا ـ ول‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ذ ــכ ـ ـ‬

‫ذ ــכ ـ ﴿أ ـ ﴾‪ .‬و ـ‬ ‫ّـ‬ ‫ـ ـ زم ا א ـ‬ ‫ــא ـ ح ــכ ا‬ ‫و ــא أ ـ‬


‫ــ ا א ــאت ــ‬ ‫ــא כאن ــ أ‬ ‫ــ أ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ ‪ .‬כאن ــ‬ ‫ا א ــ ــ ا‬
‫ـ إ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـم ـ ر‬ ‫ــאت‪،‬‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة و ـ כـ‬ ‫ا‬ ‫‪٢٠‬‬

‫כــ ا ــ ازم‪.‬‬

‫אت ا و אم‪.‬‬ ‫א‬ ‫ق–‬ ‫‪١‬‬


‫ا و אم‪.‬‬ ‫ذכ‬ ‫ق‪ ،‬ت –‬ ‫‪٢‬‬
‫ت ‪١١‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫م ‪٢٢‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
164 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[Böylece] kelâmın takdiri şöyle olur: Tarifi ve şerhi mümkün olma-


yan bir hüviyet. Bu hüviyetin tarifinde mukavvimatın ziredilmeyerek
ilâhiyetten ibaret olan lâzımlarıyla yetinilmesi akılların künhünü an-
lamaktan ve nurların parıltılarının başlangıçlarının önünde durmak-
5 tan aciz kaldığı vahdetin son sınırında ve basîtlikte kemal derecesinde
olmasındandır.
İnce mânâlardan biri de şudur: Mebde-i Evvel’in hüviyetinin birçok
lâzımı vardır ve [bu lâzım]ların hepsi bir tertip üzeredir. Çünkü lâzım-
lar, [O’nun] malûlleridir. Her yönden basit, gerçek bir olandan ancak
bir sudur eder. Bu da dikey veya yatay olarak kendisinden inen terip
10 üzere olur. Bir şeyin yakın lâzımı, tarif bakımından uzak lâzımdan da-
ha kuvvetlidir. Dolayısıyla insanın şaşıran (müteaccib) olması, gülen
(dâhik) olmasından daha iyi tarif olmaktadır. Bunun içindir ki bir şe-
yin mahiyeti, lâzımlarından biri ile tarif edilmek istenildiğinde lâzım,
o mahiyete ne kadar yakın ise tarif de o derece güçlü ve açık olur.
15 Bunu daha kuvvetli bir tahkik olmak üzere başka bir tarzda zikrede-
biliriz. Şöyle ki: Bir şeyin uzak lâzımı, hakikatte o şeyin malûlü ol-
mayıp bilakis malûlünün malûlü olur. Sebebi olan bir şey, [onu varlı-
ğa getiren] sebeplerini bilmeksizin gerçek mânâda (hakikatiyle) tarif
edilemez. Bu tahkike istinaden diyebiliriz ki mahiyetin tarifinde uzak
20 lâzımlardan bir şey zikrolunsaydı bu tarif, hakîkî bir tarif olmazdı.
Zira bir şeyin hakîkî tarifi, tarifte o şeyin [mahiyetin] başkası için de-
ğil, zâtından dolayı gerektirdiği (li zâtihi iktiza ettiği) yakın lâzımın
zikredildiği tariftir.
İlk İlke’ye (Mebde-i Evvel) gelince: O’nun varlığının vâcib (zorunlu)
25 olmasından daha kadim (daha yakın) bir lâzımı yoktur. Çünkü ancak
O, hüve hüve [bi zâtihi] Zorunlu Varlık’tır. (Vâcibu’l-vücûd). Varlığı-
nın zorunluluğu vasıtasıyla kendisi dışındaki her şeyin [bütün mev-
cûdâtın] ilkesi olması O’na lâzım gelir. İşte şu iki şeyin [li-zâtihi vâci-
bu’l-vücûd ve bütün eşyanın mebdei olmak lâzımlarının] toplamı ilâh
30 olmaktan (âlihiyet) ibarettir. Bunun içindir ki “hüve” lâfzı ile “hüve”-
den başka bir şeyle ifade edilmek imkânı olmayan basit-i hakîkî hüvi-
yet-i mahza’ya işaret etmiş, lâzımından bir şeyle tarif edilmesi gerekli
olduğundan bu [hüve lafzını] gereklilik bakımından (lüzûm) kendisi-
ne en yakın şey [yakın lâzımı] ile takip etmiştir ki bu da selb ve icab
35 lâzımlarını toplayan “ilahlık (âlihiyet)”tır.1

1 Yani hüve’den sonra hemen en yakın lâzımını getirdi ki o da selb ve icab lâzımlarını, selb ve icabdan
ibaret olan bütün kemal vasıflarını kendisinde toplamış olan âlihiyet (Allah) tir. Hüve’nin delâlet eyle-
diği zât-ı baht ve vücûd-i mutlak’ın en yakın lâzımı Allah’tır. Buradaki ‘hüve’ ancak ‘Allah’ lâfza-i celâli
ile tarif olunabilir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪165‬‬

‫ــא ذכــ‬ ‫ــ ح ــא إ ــא ُــ ك ــ‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ــ ا ــכ م‪ :‬ا‬ ‫ــ‬ ‫و‬
‫ــא وכ ــאل‬ ‫א ــ و‬ ‫ــ‬ ‫ــ ذכــ ا ــ ازم و ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــאت وا‬ ‫ا‬
‫ــאدئ إ ــ اق‬ ‫א ــ ا ــ ل ــ اכ ــא א وا ــ ف دون‬ ‫א ا ــ‬ ‫ــא‬
‫أ ار ــא‪«.‬‬

‫َّ ـ ‪ .‬ـ ن‬ ‫ــכ ا ـ ازم‬ ‫ـ ا ـ أ ا ول ــא ـ ازم כ ـ ة و כ ـ‬ ‫و ــא أن‬ ‫‪٥‬‬


‫َ‬
‫‪١‬‬
‫ـ ر ـ‬ ‫ـ כ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ت‪ .‬وا ـ ء ا ا ـ ا ـ ُّ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ازم‬
‫ـאً‪.‬‬ ‫ًو‬ ‫ـ ه ـ‬ ‫ا ــאزل ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ا ـ إ‬ ‫أכ ـ‬

‫ّ ــאً‬ ‫ــאن‬ ‫ــ ‪ .‬כــ ن ا‬ ‫ــאً ــ ا ــ زم ا‬ ‫أ ــ‬ ‫ــ‬ ‫و ن ا ــ زم ا‬


‫ـ ء‬ ‫א ـ ـ ا א ــאت‬ ‫ـ‬ ‫א ــכ ًא‪ .‬ـ ا ـ ْ أراد‬ ‫أ ـف ـ כ ـ‬
‫أ ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــא כאن ا ــ زم أ ــ ب כאن ا‬ ‫از ــא‪،‬‬ ‫ــ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ا ـ ء‬ ‫ـ‬ ‫ـאً‪ .‬و ـ ‪ :‬أن ا ـ زم ا‬ ‫ـ آ ـ أ ـ‬ ‫כـ ا ــכ م ـ‬ ‫ـ‬


‫ـ ‪ .‬وا ـ ء ا ـ ي ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ‪ .‬ـ‬ ‫ـ ء‬ ‫ً‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬
‫ــ ُذכــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ا‬ ‫ــ א ‪.‬‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ إ‬ ‫ــ ف א‬ ‫ــ‬
‫ــא‬ ‫ــ‬ ‫ــ ة ــ כــ ذ ــכ ا‬ ‫از ــ ا‬ ‫ــ ء ــ‬ ‫ا א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬
‫ـ ء‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ زم ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن ُ כـ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא‪ ،‬ـ ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ا ـ ء اـ‬ ‫اـ ي‬

‫ـ وا ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ م زم أ ـ م ـ و ـ ب ا‬ ‫وا ـ أ ا ول‬


‫ــ ع‬ ‫ــא ــ اه‪ .‬و‬ ‫ــ أ ــכ‬ ‫ــ أ ــ‬ ‫و ــ ب و ــ ده‬ ‫ــ د‪ .‬و ا ــ‬ ‫ا‬
‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ﴿ ــ ﴾ ا ــ ا‬ ‫ــ ا أ ــאر‬ ‫ــ ‪.‬‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ا ز ــ‬
‫ذ ــכ כـ‬ ‫ـ ء ـ ا ـ ازم‪ ّ ،‬ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫כـ أن‬ ‫ـאً ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ّ‬
‫ــאب‪.‬‬ ‫وا‬ ‫ـ ا א ـ ا ـ زم ا ـ‬ ‫ـ אء و ـ ًא ـ ‪ ،‬و ـ ا‬ ‫أ ـ با‬

‫ت ‪١٢‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
166 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Onu tesbih ve takdis [birden ziyade ve başkasına muhtaç olmak gi-


bi eksik sıfatlardan tenzih] ederim. O’nun şanı ne yüksek, kuvvet ve
kudreti ne kahirdir! O, hacetlerin [yalnız] O’nda son bulduğu ve iste-
nilen şeylerin ancak O’ndan olduğu [ilahtır]. O’nu tavsif edenlerin en
5 büyük ve en beliğ vasıfları, O’nun [Kur’ân’da] kendi nefsi için ihtiyar
eylediği celâl, azamet, fazilet ve güzellik mertebelerinin en aşağılarına
bile yetişemez. Belki bu hususta mümkün olan miktar, daha ziyadesi-
ni söyleyebilmenin imkansız olduğu şeyi söylemektir ki o da Kitâb-ı
Azîz’inde zikreylediği ve [Kur’an’ın] ince (dakîk), parlak (celî), açık
10 (zâhîr) ve münezzeh yüksek varlığına tevdi ettiği [vasıflardır].”
“[Burada şöyle bir şüphe var[id olur]. O da Yüce Allah’ın mahiyeti-
nin bilgisi, başkası için ancak izafetlerle ve selblerle mümkün ise de
Yüce Allah’ın, o mahiyeti bilmektedir. Burada akıl, akleden (âkil) ve
akledilen (ma‘kûl) birdir. Dolayısıyla niçin o mahiyeti zikretmedi ve
15 lâzımların zikriyle yetindi?
[Cevaben] diyoruz ki: İlk İlke’nin (Mebde-i Evvel) asla kurucu (mu-
kavvim) unsuru yoktur. Çünkü O, mücerred birliğe (vahdet) sahip
olup [her türlü kesretten münezzeh olarak] sırf (mahza) basîttir. O’n-
da hiçbir sûrette çokluk ve ikilik yoktur.
20 O’nun kendi zâtını akletmesi, zâtının kurucu unsuru (mukavvim)
olup da onu akletmesi değildir. Zira O’nun zâtının kurucu unsuru
yoktur ki nasıl zâtınına dair kurucu unsur akletsin?! Bilakis O’nun
zâtına dair aklettiği şey ancak her yönden çokluktan münezzeh olan,
sırf ve mahza hüviyetidir. O [hüviyetin ve] birliğin (vahdet) birtakım
25 lâzımları vardır. Bunun içindir ki önce [basit-i hakîkî olan] o hüviyeti
zikretmiş, sonra onu yakın lâzımlarıyla açıklamıştır. [Böylece] ne ise o
olan özel varlığına (vücûd-i mahsus) işaret etmiştir.”
Bu [şekilde tarif ] için hikmette bir usul vardır: Basît olanları kemal-
de yakın lâzımlarıyla tarif etmek, birleşik (mürekkeb) olanları kurucu
30 unsurlarla (mukavvimât) tarif etmek gibidir.
Derim ki:
“İşte bu hüviyet” ile başlayan ve “sudur etmez” cümlesine kadar olan
sözün açıklamasını yapmıştık.
Böylece deriz ki:
35 “Sudur etmez….” sözünün hukemaya ait “birden ancak bir sudur eder”
kuralına dayandığını biliyorsun. Bu da [sonuçta] aracıların ispatına râci
olur. Bu [anlayış], Ehl-i sünnete göre bâtıl olup ancak bir zorlamadan iba-
rettir. İlahî Kelâm’ın nazmını tefsir etmek amacıyla böyle bir şeyin söylen-
mesi, ehl-i İslam’a yakışmaz.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪167‬‬

‫ـ ه‬ ‫ـ ا א ــאت و ـ‬ ‫ـ א ‪ ،‬ـ اـ ي‬ ‫ــא و ــא أ ـ‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫ـ א‬


‫ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ ـ ا ـ ل وا‬ ‫ــא ا ـ‬ ‫ـ أد ـ‬ ‫ـ ا א ــאت‪ .‬و‬
‫ـ‬ ‫כـ ذכـ ه ا‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ا ـ را‬ ‫ا ا‬ ‫ـ ت ا א ـ وأ ـ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫أ‬
‫ـ س ور ـ زه‬ ‫ـ وأود ـ ـ و ـ ا‬ ‫ـ ا ـ ي ذכ ـ ه ـ כ א ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫أز ـ‬
‫‪١‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا א ـ ةا‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ ه‬ ‫כــ‬ ‫ــאرك و א ــ وإن כאن‬ ‫ــ ‪١٦]/‬و[ א ــ‬ ‫ــכ و ــ أن‬
‫ّ‬ ‫و ــ‬
‫ــא‪ .‬ــ ن ــאك ا ــ‬ ‫א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫‪٢‬‬
‫א ــאت وا ــ ب إ أ ــ‬ ‫ــא א‬
‫ــכ ا ــ ازم؟‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫כــ ــכ ا א ــ وا‬
‫‪٣‬‬
‫ــאذا ــ‬ ‫ــ ل وا ــ ‪.‬‬ ‫وا א ــ وا‬

‫ـ دة و ــא‬ ‫ــאت أ ـ ‪ .‬ـ و ـ ة‬ ‫ـ أ ا ول ـ ء ـ ا‬ ‫ـ ل‪ :‬ـ‬


‫ـ ذا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اـ ـ‬ ‫ـ ‪ .‬و כ ـ ة ـ و ا ـ ــאك أ ـ ‪.‬‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـً ـ اכـ ة‬ ‫ـ وو ـ ة ِ ـ ً‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ إ‬ ‫ــאت‪ ،‬ـ‬
‫ـ أ ــאر ا ـ و ـ ده‬ ‫א א ـ ازم ا‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬ـ ذا ذכ ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫از ــא ا‬ ‫ــאئ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ :‬أن‬ ‫ـ ا כ ـ‬ ‫ـ ص‪ .‬و ـ ا أ ـ‬ ‫ا‬
‫א ــא«‬ ‫כ ــאت‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا כ ــאل כ‬

‫أ ل‪:‬‬ ‫‪١٥‬‬

‫‪٤‬‬
‫ر«‬ ‫»و‬ ‫«ا‬ ‫»و כ ا‬ ‫א آل‬
‫‪٥‬‬
‫ل‪:‬‬

‫א ـ ة ا כ ــאء ـ أن ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ر‪«...‬‬ ‫ـ »و‬ ‫ـ ‪ ٦‬أن‬ ‫أـ‬


‫ـ أ ـ ا ـ‬ ‫ــאئ ‪ .‬وذ ــכ א ـ‬ ‫ـ ‪ ٧‬ا ـ إ ــאت ا‬ ‫ـ ر ـ إ ا ا ـ ‪.‬‬
‫ـ م‪.‬‬
‫‪٨‬‬
‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــכ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ د‬ ‫אـ ـ‬ ‫إ أن כ ـ ‪.‬‬ ‫‪٢٠‬‬

‫«‬ ‫ا‬ ‫ا א ةا‬ ‫س ور زه ا‬ ‫ا‬ ‫و‬ ‫א ‪ ...‬وأود‬ ‫אأ‬ ‫א‬


‫ق‪ ،‬م‪ ،‬ت‪ ،‬ع – »‬ ‫‪١‬‬
‫م ‪٢٢‬ظ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ع ‪١٥٢‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ر«‬ ‫»و‬ ‫כ«‬ ‫ق ‪» :‬و‬ ‫‪٤‬‬
‫م ‪ -‬ل‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫‪.‬‬ ‫م‪ ،‬ع – أ‬ ‫‪٦‬‬
‫م‪ ،‬ع ‪ :‬و ‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
‫ــכ א ـ ر‬ ‫ـ ا ــכ م‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ‪ .‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫أ‬ ‫ــא‬ ‫م‪ ،‬ع ‪ :‬و ـ أ ــא أ ـ ا ـ و ـ وا ا ـ‬ ‫‪٨‬‬
‫ا ــאم!‬
168 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

“Burada şöyle bir şüphe varid olur…” sözüne gelince onu reddetme hu-
susunda cevabında herhangi bir zorlamaya (tekellüf) ihtiyaç duymaksızın
deriz ki: Eğer Allah Teâlâ, kendisine has bir hikmet dolayısıyla bunu [kendi
zâtını ve mahiyetini] kendisine has kıldığından dolayı Allah’ın dışındakiler
5 için, O’nun zâtını ve mahiyeti bilmek mümkün değilse O’nun dışındaki-
ler için başka bir şey zikretmenin bir faydası yoktur. Yani Allah Teâlâ Yüce
zâtına has bir hikmet sebebiyle zâtını bilmede başkasına herhangi bir isti-
dad vermemişse O’nun dışında başka birisi için bunu zikretmeye ihtiyaç
ve gerek de yoktur. Bilakis bu şüpheyi izale için yapmış olduğu açıklamalar
10 ancak tekellüften ibarettir. İyice düşün!
[İbn Sînâ] der ki:

“[Ehad]
“[Âyette] Allah’tan sonra gelen ‘ehad’, birlikte (vahdet) mübâlağadır.
Birlikte (vahdet) tam mübâlağa, ancak bir/tek olmak’ın (vâhidiyet)
15 kendisinden daha ekmeli (tam) ve daha kuvvetlisi tasavvur edilmedi-
ğinde tahakkuk eder. Çünkü bir (vâhid), kendisinin altındaki fertlere
teşkik suretiyle söylenebilir. Hiçbir yönden bölünmeyen, birliğe (vâ-
hidiyet) bazı yönlerden bölünenden daha lâyıktır. Aklî olarak bölü-
nen birliğe (vâhidiyet) bilfiil[ hissî] olarak bölünenden daha lâyıktır.
20 Bilfiil olarak bölüne bilen birliğe (vahdet) kendisi için toplayıcı birlik
olandan daha layıktır. Kendisi için toplayıcı bir birlik (vahdet) olan,
kendisi için bir toplayıcı birlik olmayan ve kitap, neşter ve ilaç için
tıbbî veya gıda ve içecek için sıhhî denilmesi örneğindeki gibi birliği
(vahdet) yalnız ilkeye (mebde) nisbet sebebiyle olan bilfiil bölünebi-
25 lenden birliğe (vâhidiyet) daha layıktır.
Birlik’in (vahdet) en kuvvetli ve en zayıf olmayı kabul eden olma-
sı ve bir’in (vâhid) altındakilere teşkik ile söylenilmesi sabit olunca
birlik’te (vahdet) en mükemmel olan, birlik’te (vahdet) kendisinden
daha kuvvetli başka bir şey olmasının imkânı olmayan olur. Eğer böyle
30 olmasa O, birliğin (vahdet) en son haddinde olmazdı. Bundan dolayı
O, mutlak bir (ehad) olmayıp bilakis başka bir şeye kıyasla bir olurdu.
Öyle ise Allah Teâlâ’nın “ehad” buyurması, O’nun bütün yönlerden
bir (ehad) olduğuna ve O’nda ne cinsler ve fasıllar gibi kurucu un-
surların çokluğu veya cisimdeki madde ve suret gibi aklî parçaların
35 çokluğu demek olan manevi çokluk; veya ne de cisimde olduğu gibi
bilkuvve veya bilfiil hissî çokluk bakımından asla bir çokluk olmadı-
ğına delâlet etmektedir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪169‬‬

‫ــא כ ـ‬ ‫א ـ اـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل ‪١٦]/‬ظ[ ـ د ـ ـ‬ ‫‪١‬‬


‫ــכ«‬ ‫ـ »و ـ‬ ‫وأ ــא‬
‫ــא ـ‬ ‫א‬ ‫ـ ذا ـ ‪ ٣‬و א ـ‬ ‫ـه אـ‬ ‫ـ ا ـ اب‪ ٢‬أ ـ إذا ـ כ ـ‬
‫ــא‪ ٦‬ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ أـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ـه‬ ‫אئـ ة כ ــא‬ ‫ـ‬ ‫‪٤‬‬
‫אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כ ـ‬ ‫אـ‬
‫ذכ ــא‬ ‫ـ‬ ‫אئـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫כ ـ‬ ‫ــא‬ ‫ادا‬ ‫ـ ها ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ!‬ ‫ــא א ـ ـ د ـ ‪ ٨‬إ أن כ ـ ‪.‬‬ ‫و ـ‬ ‫א ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـه‬
‫‪٧‬‬
‫‪٥‬‬

‫אل‪:‬‬
‫ــ ة‬ ‫ــ ة‪ .‬وا א ــ ا آ ــ ــ ا‬ ‫ــ ﴿أ ــ ﴾ א ــ ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫و ــ‬
‫ــא‪.‬‬ ‫כــ أن כــ ن أ ــ و أכ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ا‬ ‫ــ إ إذا כא ــ‬
‫ـ أ ـ أو ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــכ כ‪ .‬א ـ ي‬ ‫ـ א‬ ‫ــא‬ ‫ـ ل ـ‬ ‫ـنا ا ـ‬
‫ــאً أو ــ‬ ‫ــא אً‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ه‪ .‬وا ــ ي‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ‬ ‫א ا‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫א ا‬ ‫ـ א ـ و ــא ـ و ـ ة א ـ أو ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫א ا‬
‫ـ أ כ ــא ــאل‬ ‫ــאب ا ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫א ـ و ـ ـ و ـ ة א ـ ـ و‬
‫ــ اء وا ــאت‪.‬‬ ‫ــ وا ــ واء و ِ ِ ــ‬ ‫ِ ــ כ ــאب وا‬
‫ّ ّ‬ ‫ّ ٌ‬
‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ ل ــ‬ ‫وأن ا ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ وا‬ ‫ــ ة א ــ‬ ‫أن ا‬ ‫وإذا ــ‬
‫כـ أن כـ ن ـ ء آ ـ أ ـ ى ـ‬ ‫ـ ة ـ اـ ي‬ ‫ـ ا‬ ‫ــכ כ وا כ ـ‬ ‫א‬ ‫‪١٥‬‬
‫ـאً‪،‬‬ ‫כ ـ ن أ ـ اً‬ ‫ـ ة‪ .‬ـ‬ ‫אـ ا א ـ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫ـ ة وإ‬ ‫ـ ا‬
‫ـ ء دون ـ ء‪.‬‬ ‫כ ـ ن أ ـ ا א ــאس ا ـ‬ ‫ـ‬

‫כ ـ ة ــאك أ ـ‬ ‫ـ ه وأ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫א ـ ﴿أ ـ ﴾ دل ـ أ ـ وا ـ ـ‬ ‫ـ‬
‫ــ اء‬ ‫ــ ل أو כ ــ ة ا‬ ‫ــאس وا‬ ‫ــאت ــ ا‬ ‫ــ ‪ ،‬أ ــ כ ــ ة ا‬ ‫כ ــ ة‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ א ـ ة أو א ـ כ ــא ـ ا‬ ‫ـ ـ ا ــאدة وا ـ رة أو כ ـ ًة‬ ‫ا‬ ‫‪٢٠‬‬

‫כ«‬ ‫»و‬
‫ق – وأ א‬ ‫‪١‬‬
‫أ ‪.‬‬ ‫لد‬ ‫د‬
‫ق‪ :‬ل‬ ‫‪٢‬‬
‫ق‪ ،‬م – ذا ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫א ‪.‬‬ ‫כ‬ ‫א‬ ‫א א‬ ‫ق‪ ،‬ت –‬ ‫‪٤‬‬
‫ق ‪ -‬ه‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫م ‪٢٣‬و‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫م‪ ،‬ع ‪ -‬ه‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
‫د ‪.‬‬ ‫א א‬ ‫و‬ ‫ق‪-‬‬ ‫‪٨‬‬
170 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

İşte [‘ehad’ sözünün] bu [şekilde beyanı], Allah Teâlâ’nın cinsten fasıl-


dan, madde ve sûretten, arazlardan, boyutlardan, azalardan, şekiller-
den, renklerden, kâmil vahdetini ve vech-i keremine layık olan basît-i
hakîkî oluşunu bozabilecek teşbihin her türlüsünden münezzeh olu-
5 şunun açıklamasını içermektedir. O’nun celali yücedir ve [O] herhan-
gi bir şeyin kendisine benzemesinden veya müsavisi/dengi olmasından
mütealdir.”
“Şayet denilirse ki “Haydi kabul edelim ki bu mesele[nin dâvaları] şu
lafzın [ehad lafzının] içinde bulunmaktadır. Ancak bu sûrede buna
10 delâlet eden açık delil (burhân) nerededir?
Cevap olarak deriz ki bunun açık delili şudur: Hüviyeti; ancak cüzle-
rin bir araya gelmesiyle hâsıl olan şeyin hüviyeti, o cüzlerin husûlüne
bağlı olduğundan böyle bir hüviyet zâtından dolayı hüve hüve olma-
yıp başkasındandır. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın “Kul huvellahu ehad” ke-
15 lamınının delâletine göre İlk İlke (Mebde-i Evvel), zâtından dolayı (li
zâtihi) hüve hüve’dir.”

Derim ki:
Buraya kadar “hüve” zamirinin mercii ve Allah Teâlâ’nın onunla neyi
murad ettiğini açıklayınca o [İbn Sînâ], O’nun zât-ı şerifi ve diğerlerinden
20 farklı olarak “hüve” lafzıyla ifade edilen mahiyeti [şeklindeki] tarif edilenin,
bu şekilde ifade edilmesinin sebebini, mukavvimatla tarifin olmamasının
sebebini, lâzımlarından en yakınıyla yani Allah lafzıyla tarifin sebebini ve
[Allah lafzını] “ehad”ın takip etmesini anlamını ve Allah anlamının onu
gerektirmesini beyan ederek açıklamayı murad etti.
25 Bundan elde edilecek sonuç, Allah Teâlâ’nın bu sûrenin başlangı-
cında zâtını tarif etmeyi murad edince -ki bir şeyin tarifinde onun zik-
redilmesi gerekir- celalet ve azametinden dolayı hüve’den başka bir şey-
le ifade edilmesi mümkün olmayınca zâtını “hüve” ile ifade etmiş ve
onunla hüviyetine işaret etmiştir. O’ndan başkası için Allah Teâlâ’nın
30 künhüyle zâtını ve mahiyetini bilmek, Allah kendisine has bir hik-
metten dolayı bunu bilmeyi zâtına mahsus kılması ve “ehad” lafzı-
nın da işaret ettiği gibi hakîkî birliği ve sırf basît olması dolayısıyla ku-
rucu unsurlarının (mukavvimât) olmaması sebebiyle mümtenidir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪171‬‬

‫ــ اض‬ ‫ــ وا ــאدة وا‬ ‫وا‬ ‫ــ‬ ‫ــאً ــ ا‬ ‫ــ ‪ ١‬ا ــאن כ ــ‬ ‫وذ ــכ‬
‫ـ ة ا כא ـ‬ ‫َّ ـ ا‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ها‬ ‫ــכאل وا ـ ان و ــאئ ا‬ ‫ــאض وا‬ ‫وا‬
‫ـ ء أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ئ ـ כـ م و ـ و ـ‬ ‫ا‬ ‫ــא‬ ‫وا‬
‫ـ ء‪.‬‬ ‫ــאو‬

‫ـ‪،‬‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ‬ ‫ر ـ ‪١٧]/‬و[‬ ‫ــאئ‬ ‫و ئ ـ ـ ‪ َ :‬ـ ْ أ ّن د ــאوى ـ ه ا‬ ‫‪٥‬‬


‫ــא ـ ـ ه ا ـ رة؟‬ ‫ـ ا ــאن‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאع أ ـ اء כא ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ ــא‬ ‫ــא כא ـ‬ ‫ـ ل‪ :‬إن כ‬


‫ـ أ ا ول ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬כـ‬ ‫اـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ اء ـ‬ ‫ـ ر ــכ ا‬ ‫ـ‬
‫אـ ﴿ ـ ا ﴾‬
‫‪٢‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ כ ــא دل‬ ‫ـ‬

‫أ ل‪:‬‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـه‬ ‫ـ أراد أن ـ و ـ‬ ‫ـ ‪ » ٣‬ـ « و ـ اده א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ــא ـ ا ـ‬


‫ـ » ـ « دون ـ ه‪ .‬وو ـ‬ ‫אـ‬ ‫‪٤‬و א ـ‬ ‫ـ ف ا ـ ي ـ ذا ـ ا ـ‬ ‫ـ ا‬
‫َّ‬
‫ــ ‪» ٦‬ا «‪ ،‬وو ــ‬ ‫از ــ ‪ ،‬أي‬ ‫‪٥‬‬
‫ــ ب‬ ‫ــ‬ ‫ــאت وو ــ‬ ‫ــ א‬ ‫ــ م‬
‫ـ ا ا ــאه‪.‬‬ ‫ــאء‬ ‫ــאه وا‬ ‫ــאن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ــ‬ ‫ذا ــ وإ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא أراد ــ أول‪ ٧‬ــ ه ا ــ رة‬ ‫א ــ‬ ‫ــ أن ا‬ ‫א‬ ‫‪١٥‬‬
‫» «‬ ‫‪٨‬‬
‫א‬ ‫ــא و‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ء ـ ذכـ ه وا ـ ا‬ ‫ـ‬
‫ّ‬
‫‪١٠‬‬
‫כ ـ وא ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ ذا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ٩.‬و ــא ا‬ ‫ــכ وأ ــאر ـ ا ـ‬ ‫ــא‬
‫א ــ‬ ‫ــ‬ ‫כــ‬ ‫ــא ــא‪ ١٢.‬و ــ‬ ‫ــ‬ ‫כ ــ‬ ‫‪١١‬‬
‫אر ــא ا ــ‬ ‫ــ ه‬
‫ــא ـ ‪١٧]/‬ظ[ »أ ـ «‪.‬‬ ‫ـ ا ـ دل‬ ‫ا‬ ‫ـ و ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאت‬

‫‪ ١‬ت ‪١٣‬و‪.‬‬
‫‪ ٢‬م ‪٢٣‬ظ‪.‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ٣‬ق‪ ،‬ت –‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ٤‬ق– ا‬
‫‪ ٥‬ع ‪١٥٣‬و‪.‬‬
‫‪ ٦‬ق– ‪.‬‬
‫‪ ٧‬ق – أول‪.‬‬
‫א‪.‬‬ ‫‪ ٨‬ق–و‬
‫‪ ٩‬ت ‪١٣‬ظ‪.‬‬
‫‪ ١٠‬ت – و א ‪.‬‬
‫אر א ا ‪.‬‬ ‫‪ ١١‬ت –‬
‫א א‪.‬‬ ‫א ؛ت–‬ ‫‪ ١٢‬م‪ :‬כ‬
172 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Basît olanların yakın lâzımlarıyla yapılan tarifi, kâmil anlamda bileşikle-


rin (mürekkeb) kurucu unsurlarla (mukavvimât) yapılan tarifi gibidir. Yüce
zâtının lâzımları ve mahiyeti izafî ve selbîdir. Tarifte mükemmel olan, iki-
sini de zikrederek [yapılan tariftir]. “Allah” lafzının anlamı, en yakın lâzım-
5 dır ve bu iki anlamı da içerir. [Bu sebeple] Allah Teâlâ, kendisini onunla
[Allah lafzı ile] tarif etti.
Sonuç itibariyle “ehad”, O’nun kurucu unsurlarla tarifinin yokluğu hu-
susunun vardığı sonuçtaki cevabı ve kurucu unsuru olmaksızın en yakın
lâzımıyla tarif edilmesinin açıklamasıdır. Ancak Allah Teâlâ, birliğin en son
10 sınırıyla muttasıf olan gerçek birdir. Bu durum, kurucu unsurun yokluğu-
nu gerektirir.
Bundan elde edilecek sonuç, Allah Teâlâ’nın her açıdan gerçek bir (Vâ-
hid-i hakîkî) olmasıdır. Gerçek Bir, terkipten, taaddüdden ve bunların
gerektirdiği şeylerden münezzehtir. Mukavvimatla yapılan tarif, bunları
15 gerektirdiğinden gerçek bir olmaya aykırıdır. O, bunlardan münezzehtir.
Sadece lâzımlarla tarif edilir. “Allah” onun en yakın, icab ve soyutlama
(intizâ‘) bakımından en şümullü olan lâzımıdır. Dolayısıyla bununla ta-
rif edildi. “Ehad”, O’nun mukavvimatı olmadığına ve onlarla tarifinin
mümkün olmadığına ve en yakın lâzımla tarif edilmesinin gerektiğine
20 yani O’nun “Allah” lafzı ile tarif edilmesi gerektiğine dair kesin delildir
(burhân).
“Allah”, O’nun gerçek bir (vâhid-i hakîkî) olduğunun kesin delilidir.
Bunun açıklamasına gelince [şu şekildedir]: Ulûhiyet, gerçek birliği gerekli
kılar. Eğer ilâh olursa O, gerçek bir (vâhid-i hakîkî) olmuş olur. Gerçek Bir
25 değilse ilâh olmaz.
Hasılı, “O ehad’dir”; yani hüviyeti başkasına bağlı değildir. Ehad’dir;
çünkü O, Allah’tır, Allah [ise] ehad’dir, dolayısıyla “O, ehad”dir. Küçük
öncüle (suğra) yani “Çünkü O, Allah’tır” sözüne gelince o, açıktır. Bü-
yük öncüle (kübra) yani “Allah ehad’dir” sözüne gelince Allah, başkasından
30 müstağni olan ve her şey kendisine muhtaç olan olduğu ve başkasından
müstağni olan “ehad” olduğu için Allah, ehad’dir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪173‬‬

‫א ــא وإن‬ ‫כ ــאت‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ا כ ــאل כ‬ ‫از ــא ا‬ ‫ــאئ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫وإن‬
‫ــא وכאن‬ ‫ذכ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫‪ ،‬وا כ ـ‬ ‫אـ و א ـ ‪١‬إ א ـ و ـ‬ ‫ـ ازم ذا ـ‬
‫ــא ـ ‪.‬‬ ‫ــא‪،‬‬ ‫ـ ‪ ٢‬ا أ ـ ب ا ـ ازم و אو‬ ‫ـ‬

‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ــאت‪ ،‬و ــאن‬ ‫ــא א‬ ‫‪٣‬‬


‫ـ م‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ اب ـ ا ـ ل ـ‬
‫ـ ة‪،‬‬ ‫ـ ًא א ـ ا‬ ‫ـ ًא‬ ‫א ـ وا ـ ًا‬ ‫ــאت‪ ،‬כ ـ‬ ‫ـ ب از ــא دون ا‬ ‫‪٥‬‬
‫ــאت‪.‬‬ ‫وا ـ ام ذ ــכ ـ م ا‬

‫ـه ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬وا ا ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ وا ـ‬ ‫ـ إـ‬ ‫א‬


‫ـ ة‬ ‫א אـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאت‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫א‪ .‬وا‬ ‫ـ‬ ‫وا ـ د و ــא‬ ‫ا כـ‬
‫א إ א ــאً‬ ‫ــא وأ ــ‬ ‫ــא وإ ــא ــ ف א ــ ازم‪ .‬وأن »ا « أ‬ ‫ــ ه‬ ‫ــ‬ ‫ا‬
‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ــאت و ـ ا ــאع ا‬ ‫ـ ما‬ ‫ــאن ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ ‪.‬‬ ‫وا ا ـאً‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ »ا «‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ زم‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ ب ا ـ ازم أي‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ‬ ‫و ـ وم ا‬

‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ أن ا‬ ‫ــ ‪١٨]/‬و[‪.‬‬ ‫ــאن ــ أ ــ وا ــ‬ ‫و »ا «‬


‫ـאً ـ‬ ‫ـאً‪ ،‬و ــא ـ כـ وا ـ اً‬ ‫ــא כאن إ ـאً כאن وا ـ اً‬ ‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ةا‬ ‫ا‬
‫כـ إ ـ ًא‪.‬‬
‫‪٧‬‬
‫ـ أي ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬أ ـ ؛‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٦‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ أ ـ ‪ ،‬أي ا ـ ي‬ ‫א‬ ‫‪١٥‬‬
‫‪١٠‬‬
‫א ـ ‪ .‬وأ ــא ا כ ـ ى‬ ‫‪٩‬‬
‫ـ » ـ ا «‬ ‫‪٨‬‬
‫ـ ى أي‬ ‫ـ أ ـ ‪ .‬وأ ــא ا‬ ‫ا وا أ ـ‬
‫‪١٢‬‬
‫ــאج إ ــ ا ــכ ‪،‬‬ ‫ــ ا ــ وأ ــ‬ ‫‪١١‬‬
‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ وا أ ــ ‪ ،‬ن ا‬ ‫أي‬
‫ـ ا ـ أ ـ ‪ ،‬ــא أ ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫وا‬

‫‪.‬‬ ‫‪ ١‬ت–و א‬
‫‪ ٢‬ق– ‪.‬‬
‫‪ ٣‬م ‪٢٤‬و‪.‬‬
‫‪ ٤‬ت ‪١٤‬و‪.‬‬
‫ب ا ازم أى‪.‬‬ ‫‪ ٥‬ق – و وم ا‬
‫‪ ٦‬م‪ ،‬ع ‪ :‬כ ن‪.‬‬
‫‪ ٧‬م – أى ‪.‬‬
‫ى أى‪.‬‬ ‫‪ ٨‬ق‪-‬ا‬
‫أ «‬ ‫‪ ٩‬ق‪:‬‬
‫‪ ١٠‬ق ‪ -‬ا כ ى‪.‬‬
‫‪ ١١‬م ‪٢٤‬ظ‪.‬‬
‫‪ ١٢‬ق‪ ،‬ت ‪ :‬ه‪.‬‬
174 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sonra derim ki: Onun için “madde ve sûret gibi parçalara ait çokluk
yoktur” şeklindeki onların tahakkukunu dile getiren sözüne cevap veril-
miştir. [Bu söz] bunların [madde ve sûretin] Allah Teâlâ’nın dışında olanlar
için tahakkuk ettiğini dile getirmektedir. [Ehl-i sünnet] bunları geçersiz
5 kılmıştır. [İbn Sînâ’nın] sözü bu durumda bir tekellüf olarak yorumlana-
bilir. Ancak İlahî Kelâm’ın nazmının tefsirinde bunun ortaya getirilmesi
gerekmez. İyice düşün!
[İbn Sînâ] der ki:

“[Samed]
10 Allah Teâlâ’nın “Allahu’s-samed” kavliyle [ilgili şöyle dedi]:
“Samed, lügatte iki şekilde tefsir edilmiştir: 1. Hiç boşluğu (cevf) ol-
mayan; 2. Ulu (Seyyid). Birinci tefsire göre samed’in mânâsı selbî olup
mahiyetinin olmadığına işarettir. Çünkü, [zâtından başka] mahiyeti
olan her şeyin cevfi ve içi vardır, bu da mahiyetin kendisidir. Mev-
15 cud olduğu hâlde içi (bâtın) olmayan şeyin zâtında varlıktan (vücûd)
başka bir itibar ve ciheti yoktur. Varlıktan başka bir itibarı olmayan,
yokluğu kabul etmeyendir. Öyle ise hak olan samed, bütün yönlerden
mutlak olarak Vâcibu’l-vücûd’dur.
İkinci tefsire göre samed’in mânâsı, izafîdir ki bu da bütünün (küll)
20 başı (seyyid) yani bütünün ilkesi olmasıdır. Âyet-i Kerime’den her iki
anlamın murad edilmesi muhtemeldir. Bu takdirde âyet-i kerimenin
anlamı şöyle olur: “İşte ilâh, bu şekilde olandır. Yani ulûhiyet, bu icab
ve selbin bütününden ibarettir. Böylece âyet-i kerime], anlamı varlığın
zorunluluğu (vücûbü’l-vücûd) ve kendi dışındakilerin ilkesi olan sa-
25 mediyet ile ulûhiyetin mânâsının tahkikine delalet etmiş olur.”

Derim ki:
Gerçek (Hak) samed’in anlamından ortaya çıkan sonuç, [Allah’ın] Zo-
runlu Varlık (vâcibu’l-vücûd) ve bütünün ilkesi (mebde-i küll) oluşudur.
“Böylece [âyet-i kerime], ulûhiyetin mânâsının tahkikine delalet etmiş
30 olur…” cümlesinden anlaşılan şey şudur: Bu cümle “O, Allah’dır (hü-
ve’ll-Allah)” ifadesinde bulunan hükmün anlamının tahkiki için, Allah
Teâlâ’nın samed oluşu ilavesiyle bilgilerinin artırılmasıdır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪175‬‬

‫ـ اء כא ــאدة وا ـ رة« أ ـ‬ ‫ـ »و כ ـ ة ا‬ ‫‪٢‬‬


‫ـ أي ـ‬ ‫ـ أ ـ ل‪ ١:‬ـ د‬
‫ـ‬ ‫ـ כ ـ כـ‬ ‫ــא‪ ٤.‬و כـ‬ ‫ـ ه אـ ‪٣‬وـ أ‬ ‫ــא ـ‬ ‫א ـ‬
‫ـ !‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ ا ــכ م‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ـ ا ــאن ذ ــכ ـ‬ ‫ــאم כـ‬ ‫ا‬

‫אل‪:‬‬
‫ــא ا ـ ي‬ ‫ـ ان‪ ،‬أ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ ـ ا ـ‬ ‫ـ ﴾ا‬ ‫ـ ﴿ا ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ ف ـ وا א ـ ا ـ ‪.‬‬

‫ــא ـ‬ ‫ـ ا א ـ ‪ .‬ـنכ‬ ‫‪ ،‬و ـ إ ــאرة ا ـ‬ ‫ــאه ـ‬ ‫ـ ا ول‬ ‫ـ ا‬


‫ـ د ـ‬ ‫א ـَ ـ و ـ‬ ‫ــכ ا א ـ ‪ .‬و ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ فوא ـ‬ ‫א ـ כאن ـ‬
‫ـ د‪ ،‬ـ‬ ‫ا ــאر ـ إ ا‬ ‫ـ د‪ ،‬وا ـ ي‬ ‫ـ ‪١٨]/‬ظ[ و ا ــאر ـ ذا ـ إ ا‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـאً ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ا‬ ‫ـ ا ـ ا ا ـ‬ ‫ـ م‪ .‬ـ ذن ا‬ ‫ـ אـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ أن כ ـ ن‬ ‫ـ اً ــכ ‪ ،‬و‬ ‫ــאه إ א ـ ‪ ،‬و ـ כ ـ‬ ‫ـ ا אـ‬ ‫و ـ ا‬


‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ي כ ـ ن כ ــכ‪ ،‬أي ا‬ ‫ــאه أن ا ـ‬ ‫ــא ـ اداً ـ ا ـ ‪ ،‬وכאن‬ ‫כ‬
‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــאب‪ .‬ــ ل‬ ‫وا‬ ‫ــ ع ــ ا ا ــ‬ ‫ــאرة ــ‬
‫ــא ــ اه«‬ ‫ئ ــ‬ ‫ــ د و ا‬ ‫ــאه و ــ ب ا‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫א‬

‫أ ل‪:‬‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ م‬ ‫ـ د وا ـ أ ــכ ‪ .‬وإن ا‬ ‫ا‬ ‫ـ ا ـ ‪،‬ا ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫‪٦‬‬


‫إن א ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ ــא ـ‬ ‫ـ ‪ «..‬إن ـ ه ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ »ـ ل ـ‬ ‫ـ‬
‫אـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאدة‬ ‫ـ ا‬ ‫ا כـ‬

‫م‪ ،‬ع – أ ل‪.‬‬ ‫‪١‬‬


‫‪.‬‬ ‫א‬ ‫م‪ :‬د‬ ‫‪٢‬‬
‫ه א ‪.‬‬ ‫ق–‬ ‫‪٣‬‬
‫أ אً‪.‬‬ ‫م‪:‬و ا אأ ا‬ ‫‪٤‬‬
‫ا כ م‪.‬‬ ‫د‬ ‫ا אن ذ כ‬ ‫אم כ‬ ‫ا‬ ‫כ‬ ‫כ‬ ‫ت‪ ،‬م‪ ،‬ع – و כ‬ ‫‪٥‬‬
‫ت– א ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
176 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Hasılı; O, Allah’tır; çünkü O, samed’dir. Samed [olan], Allah’tır. Yani


[samed], ulûhiyeti istilzam eder ve onu gerektirir. Şöyle netice verir: “O,
Allah’tır.” İstersen şöyle söyle: “Eğer O, samed ise O, Allah’tır; hatta samed-
dir. Şöyle netice verir: Öyle ise O, Allah’tır.” İyice anla! Başarıya ulaştıran
5 Allah’tır. En iyi bilen ancak O’dur.
Şayet şöyle dersen: “Birinci anlamına göre [samed’in mânâsı] mahiyeti-
nin olmadığına işarettir…” sözü, daha önce geçen “hüviyeti, mahiyetinin
kendisi olan mahiyeti olmaz” sözünden anlaşılanla çelişir. Aynı şekilde da-
ha önce geçen “öyle ise varlığı, mahiyetinin aynıdır” sözü ve “Burada şöyle
10 bir şüphe varid olabilir. Bu da O’nu bilmek, mahiyetini bilmektir [şeklin-
dedir]…” sözü ile açık bir tenakuz ile çelişmektedir. -Ki varlığı’ndaki (vü-
cûduhu) zamir, Zorunlu Varlık’tan (Vâcibü’l-vücûd) ibaret olan İlk İlke’ye
(Mebde-i Evvel) râcidir ki o da O’ndan ibarettir-. [Yine] bu söz, “Her ne
kadar mahiyet-i ilâhiyeyi izafeler ve selblerle başkalarının bilmesi mümkün
15 değilse de …” sözüyle ve bunun gibi [sözlerle] çelişmektedir.
Derim ki: Yerinde zikredilen [Mahiyetinin olmadığına işarettir] sözü-
nün vardığı anlam, varlığının (vücûd) dışında olan mahiyetinin olmadığı-
dır. Bu, mutlak anlamda mahiyetin olmadığı anlamına gelmez. Zikredilen
[tenakuz oluşturduğu ileri sürülen] sözlerin anlamı ise O’nun yüce zâtının,
20 mahiyetinin ve özel varlığının (vücûd-i hass) bir olduğudur. Varlığı dışında
O’nunla beraber başka bir şey yoktur. Dolayısıyla ortada bir tenakuz yok-
tur. Amacı, daha önce kısaca geçtiği üzere hukemanın ve Eşarî’nin varlığın
sıfatları hakkındaki zâtının aynı olduğu görüşüne dayanmaktadır. Bu ye-
rinde ayrıntılarıyla açıklanmıştır. İyi düşün ve gafil olma!

25 “[Lem Yelid ve Lem Yûled]


[İbn Sînâ] Allah Teâlâ’nın “Lem yelid ve lem yûled (Allah doğurma-
dı ve doğurulmadı)” kavliyle ilgili şöyle dedi:
“Hak Sübhânehû ve Teâlâ, [kendisini tarif ederken ‘es-Samed’ demek-
le] her şeyin kendisine dayandığını (müstenid) ve muhtaç olduğunu,
30 bütün mevcudata varlık verenin kendisi olduğunu ve bütün mahiyet-
lere varlık verenin/taşıranın (feyyâz) kendisi olduğunu beyan ettikten
sonra “Allah doğurmadı ve doğurulmadı [Lem yelid ve lem yûled]” bu-
yurmakla kendisinden benzerinin (misl) sudurunun imkansız (müm-
teni) olduğunu beyan buyurmuştur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪177‬‬

‫‪١‬‬
‫ــא‬ ‫ــ و‬ ‫ــ م ا‬ ‫א ــ ــ ا ؛ ــ ا ــ ‪ ،‬وا ــ ا ‪ ،‬أي‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ـ ا ‪ ،‬כـ ا‬ ‫ـ ـ כאن ـ ‪١٩]/‬و[ ا‬ ‫ـ ‪ ٢:‬ـ ا ‪ .‬وإن ــئ‬
‫‪٥‬‬
‫ـ ‪ ٣:‬ـ ا ‪ ٤.‬א ـ ! وا ا ـ و ـ أ ـ !‬
‫‪٦‬‬
‫ــ ن ــ ‪ :‬إن ــ » ــאه ــ ا ول إ ــאرة ا ــ ــ ا א ــ ‪ «...‬א ــ‬
‫ـ א ـ ـ א ـ « وכـ ا א ـ‬ ‫ــאر ا ـ م‪ ٧‬ـ ا ــא » ـ כـ ن‬ ‫א‬ ‫‪٥‬‬
‫ــ‬ ‫ــ ‪ ٨‬ا ــא » ــ ذن و ــ ده ــ א ــ « و ــ »و ــ ــכ‪ .‬و ــ أ ــ‬
‫ـ و ـ ده إ ـ ا ـ أ ا ول‪ ،‬ــאرة‬ ‫ـאً ـ أن ـ‬ ‫‪٩‬‬
‫ـ ‪ «...‬א ـאً‬ ‫א‬
‫ـ א ـ א ـ وإن‬ ‫ـ »إن‬ ‫ا ا ـ ا ـ د ــאرة ـ א ـ و א ـ‬ ‫ـ‬
‫‪١٠‬‬
‫ـ ذا ــכ‪.‬‬ ‫ـ ه إ א א ـ وا ـ ‪ «...‬ا ـ‬ ‫ـ‬
‫د‪،‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ‪ :‬إن ــآل ـ ا כـ ر ـ ا ــאم إ ــא ـ ‪ ١١‬ـ ا א ـ ا‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ ًא‪ .‬وأ ــא ــآل ـ ا ا ـ ال ا כـ رة‪ :‬إن ذا ـ א ـ و א ـ وو ـ ده‬ ‫ــא‬
‫ـ ا ــאم‪ ١٢.‬א ـ أن‬ ‫ـ ء ـ ـ ـ اا ـ د ـ א ـ‬ ‫ا ــאص ـ‬
‫ـ ا ـ د ـ أ ـ ـ ذا ـ ـ ــא ـ‬ ‫אئـ ـ ـ ل ا כ ــאء وا ـ ي ـ‬
‫‪١٤‬‬
‫ـ !‬ ‫א ـ ‪ ١٣.‬ـ ! و‬ ‫ـ ـ‬ ‫إ ــא ً‪ .‬و ـ‬

‫﴿ َ َ ِ ْ َو َ ُ َ ْ ﴾‬ ‫אل‬ ‫‪١٥‬‬
‫ْ‬ ‫ْ‬
‫ـ د‬ ‫ـ ‪ ١٥‬ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאج إ ـ وأ ـ‬ ‫إ ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ א أن ا ــכ‬ ‫ــא ـ‬
‫ّ‬
‫ــ א أ ــ‬ ‫ــ د ــ כ ا א ــאت ــ‬ ‫ــ دات و ــ ا ــאض‬ ‫ــ ا‬
‫ّ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬
‫ت ‪١٤‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق‪ ،‬م –‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫م‪ ،‬ت‪ ،‬ع –‬ ‫‪٣‬‬
‫ة‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ةآ‬ ‫ها‬ ‫»م« و »ع«‬ ‫‪٤‬‬
‫!‬ ‫أ‬ ‫و‬
‫م‪ ،‬ع ‪ +‬א ! وا ا‬ ‫‪٥‬‬
‫م ‪٢٥‬و‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫ع ‪١٥٣‬ظ‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
‫‪.‬‬ ‫א « وכ ا א‬ ‫א‬ ‫» כ ن‬ ‫م‬ ‫ق – א אر ا‬ ‫‪٨‬‬
‫א ‪ «...‬א אً‪.‬‬ ‫כ‪ .‬و أ‬ ‫»و‬ ‫ق–و‬ ‫‪٩‬‬
‫ـ‬ ‫אـ و אـ‬ ‫ـ و ـ ده إ ـ ا ـ أ ا ول‪ ،‬ــאرة ـ ا ا ـ ا ـ د ــאرة ـ‬ ‫ــא ـ أن ـ‬ ‫ق‪ ،‬م‪ ،‬ع –‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ ذا ــכ‪.‬‬ ‫ـ ه أ א א ـ وا ـ ‪ «...‬ا ـ‬ ‫ـ א ـ א ـ وإن ـ‬ ‫»إن‬
‫ا כ ر ا אم إ א ‪.‬‬ ‫ق–‬ ‫‪١١‬‬
‫א ‪...‬‬ ‫» ذن‪ «..‬إن ذا و א وو ده‬ ‫ق – و آل‬ ‫‪١٢‬‬
‫آ ‪ .‬و כ אم אل‪.‬‬ ‫‪.‬وذا כ‬ ‫‪.‬؛ م‪،‬ع‪ :‬و‬ ‫א‬ ‫د‬ ‫ا‬ ‫ق‪:‬‬ ‫‪١٣‬‬
‫»م«و »ع« ه ا ة أول ا ة‪.‬‬ ‫‪١٤‬‬
‫م ‪٢٥‬ظ‪.‬‬ ‫‪١٥‬‬
178 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[Çünkü] O’nun hüviyetinin izafî anlamı, [hüvîyet-i ilâhiye bütün ma-


hiyetler üzerine varlık veren, yok iken onları var eden anlamında olan]
ulûhiyeti gerektirince, bazıları bu durumun O’nun kendi varlığından
[O’na çocuk olacak] kendisinin bir misline de varlık verebilmesini
5 (feyz) gerektirdiğini vehmettikleri için Allah Teâlâ, [“Lem yelid ve lem
yûled” sözüyle] kendisinden mislinin tevellüd etmeyeceğini beyan bu-
yurmuştur. Çünkü kendisinden misli doğan her şeyin mahiyeti, onun-
la başkası arasında müşterek olur. Mahiyeti kendisi ve diğeri arasında
ortak olan ancak madde ve ilgilileri vasıtası ile teşahhus etmiş olur.
10 Maddî olan yahut madde ile alâkası bulunan her şey, başkasından doğ-
muş olur. Böylece âyetin anlamı şu şekilde olur: “Doğurmadı, çünkü
doğurulmadı.”
Şayet: Bu sûrede her türlü eksiklikten münezzeh Allah’ın doğurulma-
mış olduğuna delâlet eden bir işaret var mıdır? diye sorulursa;
15 Bu suale şöyle cevap verilir: Sûrenin başlangıcında zikrolunan “hü-
ve” den başka kendisi için bir mahiyet ve itibar olmayınca ve hüviyeti
zâtından dolayı (li-zâtihi) olunca bu, O’nun başkasından doğmamış
olmasını zorunlu kılar. Aksi takdirde hüviyeti, başkasından kazanıl-
mış/ödün alınmış (müstear) olurdu ve O, li-zâtihi hüve hüve olmazdı.”

20 Derim ki:
Hak Teâlâ’nın “… beyan buyurmuştur.” sözünden çıkan sonuç şudur:
Allah Teâlâ’nın “doğurmadı (lem yelid)” sözü mukadder bir sorunun ceva-
bıdır. Yani “O; Allah’tır, Ehad’dir; Allah, sameddir” sözünden sonra orta-
ya çıkan tevehhümle ilgili ihtirazî kayıttır. Çünkü ulûhiyet ve samediyet,
25 başkasına varlık vermeyi ve onun için ilke olmaklığı gerektirir. [Peki] do-
ğurma yoluyla benzerine varlık vermesi (ifâza) mümkün müdür? Bunun
reddedilmesi, [Hak] Teâlâ’nın “ Doğurmadı (Lem yelid)” sözüyle ve “ Ve
doğurulmadı (ve lem yûled)” kesin deliliyledir. Çünkü burada “Böylece
âyetin anlamı şu şekilde olur: Doğurmadı, çünkü doğurulmadı” sözünün
30 işaret ettiği gibi illetin, malûl üzerine atfedilmesi vardır. “ Ve doğurulmadı
(Ve lem yûled)”sözünün deliline gelince bu, “kendisi için mahiyet ve itibar
yoktur” cümlesiyle açıkladığı sûrenin başlangıcında yer alan hüve’dir. Ki
netice itibariyle anlamı hüve’nin daha önce ifade edildiğinden anlaşılana
delil olur. Bunun açıklamasında pek çok yol olduğunu söyleriz:
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪179‬‬

‫א ــא‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ا و ــאم أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫اـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬


‫ـ ‪ ١.‬כא ـ‬ ‫ـ و ـ ده و ـ ُد‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــכ وإ ــאد ا ــכ‬ ‫ا א ـ‬
‫ــא‪ ،‬وכ‬ ‫إ ا ـ ا ــאدة و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫א ـ‬
‫ـ ا ــכ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ اً ـ‬ ‫ـ א ــאدة כאن‬ ‫ــא כאن אد ـאً أو כאن ـ‬
‫ـ «‪.‬‬ ‫ـ ‪١٩]/‬ظ[ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ا » ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ‪:‬‬ ‫ـه‬ ‫ـ א‬ ‫ـ ه ا ـ رة ـ ل أ ـ‬ ‫وأي إ ــאرة ـ‬ ‫ـ ‪:‬‬ ‫ئـ‬


‫ـ ‪ ،‬و ـ ا ـ ي ا ـ اء ـ أول ا ـ رة‬ ‫ـ א ـ و ا ــאر ـ ى أ ـ‬ ‫ــא ـ כـ‬
‫ـ אر ًة‬ ‫ـ‬ ‫כא ـ‬ ‫ـ اً و إ‬ ‫כـ ن‬ ‫أن‬ ‫اـ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ه وכא ـ‬
‫اـ «‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ‬

‫أ ل‪:‬‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ر‪ ،‬أي‬ ‫ـ ﴾ ـ اب ـ‬ ‫אـ ﴿ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إن‬ ‫א‬ ‫‪٢‬‬


‫ـ » ــא ـ ‪«...‬‬

‫ــ‬ ‫ــ ﴾‪ .‬إن‬ ‫ــ ا أ ــ ا ا‬ ‫א ــ ﴿ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ا ــ از‬

‫ـ زإא ـ‬ ‫ــכ‪ ،٣‬ـ‬ ‫ئـ‬ ‫ـ ه وا‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ إא ـ ا‬ ‫ـ وا‬ ‫ا‬

‫ـ ﴾؛‬ ‫ـ ﴿و ـ‬ ‫ــאن‬ ‫ـ ﴾و‬ ‫אـ ﴿ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـن ـ ‪،‬‬ ‫و ـ د‬

‫ـ «‪.‬‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ »א‬ ‫‪٤‬‬


‫ـ ل כ ــא أ ــאر إ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬


‫ـ ﴿ ـ ﴾ ـ أول ا ـ رة‬ ‫ـ ﴾ إ ــא ـ‬ ‫ـ ﴿و ـ‬ ‫وأ ــא د ـ‬

‫ـ ‪ ٦‬ا ـ أن כ ـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ـ א ـ وا ــאر‪٢٠]/ «...‬و[ ـ ن‬ ‫ـ »و ــא ـ כ ـ‬

‫ـ ق‪:‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل ـ‬ ‫ــא ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذ ــכ כ ــא ـ‬ ‫ـ ﴿ ـ ﴾د ـ‬

‫ت ‪١٥‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪«...‬‬ ‫» א‬ ‫ت–‬ ‫‪٢‬‬
‫כ‪.‬‬ ‫ق – وا ئ‬ ‫‪٣‬‬
‫م ‪٢٦‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ت ‪١٥‬ظ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ت‪ ،‬ع ‪ :‬א ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
180 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bu yollardan biri şudur: Çünkü Allah Teâlâ, “Başkasından doğmadı;


çünkü varlığı başkasından olmamak anlamında zâtı sebebiyle (min-zâti-
hi) hüve hüve’dir.” [cümlesi] küçük öncüldür (suğra). “Zâtı sebebiyle hüve
hüve olan, varlığı başkasından olmak anlamında başkası sebebiyle hüve
5 hüve olandan farklıdır.” [cümlesi] büyük öncül (kübra) olur. “Varlığı baş-
kasından olan ise başkasından doğar” [cümlesi] başka bir büyük öncül
(kübra) olur. [Bunun ] sonucu şu şekildedir: “O, başkasından doğmayan
Allah Teâlâ’dır.” Bu küçük öncül (suğra) olur. “Başkasından doğanın dışın-
da olan, başkasından doğmamıştır.” cümlesi büyük öncül (kübra) olur. “Al-
10 lah Teâlâ, başkasından doğmamıştır.” [cümlesi netice olur] ki bu da talep
edilen (matlûb) şeydir.
Biliyorsun ki öncüllerin (mukaddimât) tamamı açıktır. Biz açıklama
sadedinde deriz ki:“Allah Teâlâ zâtı sebebiyle hüve hüve’dir” cümlesi, ay-
rıntısı daha önce geçtiği üzere hüviyeti ve özel varlığı (vücûd-i has) zâtın-
15 dandır anlamıyla “O, hüviyeti başkasına bağlı olmayandır” sözüyle sabit
olmuştur. “Hüviyeti zâtından olan, hüviyeti ve varlığı başkasından olandan
farklıdır” cümlesi ise açıktır. Başkasından var olması anlamıyla “Hüviyeti
başkasından olan, başkasından doğmuştur” cümlesine gelince bu da aynı
şekilde açıktır.“Başkasından doğanın farklı/başka olan, başkasından doğ-
20 mamıştır” cümlesine gelince o da aynı şekilde [açıktır]. Size düşen tam bir
tedebbürdür!
[Ve Lem Yekun Lehû Küfüven Ehad]
[İbn Sînâ] Allah Teâlâ’nın “Ve lem yekûn lehû küfüven ehad (O’na
bir denk de olmadı)” kavliyle ilgili şöyle dedi:

25 “Allah Teâlâ kendisinin benzerinden doğmamış olduğunu ve benzeri-


nin de O’ndan doğmamış olduğunu açıkladıktan sonra kendisine hiç-
bir şeyin eşit (müsavi) olmadığını beyan etti. Yani varlığının şiddetin-
de/kuvvetinde kendisinin eşiti (müsâvi) yoktur. Varlığın kuvvetinde
eşit olmanın iki ihtimali vardır: Birincisi türsel mahiyette (mahiyet-i
30 neviye) O’nun eşiti olması, ikincisi türsel mahiyetinde eşitinin olma-
ması ancak varlığının zorunluluğunda (vücûb-i vücûd) eşiti olması.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪181‬‬

‫ـ و ـ ده‬ ‫ـ ذا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه؛‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ »ـ‬ ‫ــא‪ :‬إ ـ‬

‫ـ‬ ‫ـ ه‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ى‪» ،‬و ــא ـ‬ ‫ـ ه«‬ ‫ـ‬

‫ـ ه«‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫ـ ه« כ ـ ى‪» .‬و ــא ـ‬ ‫ــא و ـ ده ـ‬ ‫ـ‬

‫ـ ى‪» .‬و ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫כ ـ ى أ ـ ى‪ .‬ـ ‪ :‬ـ‬

‫ـ ه«‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ ه« כ ـ ى‪ » .‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ب‪.‬‬ ‫و ـ ا‬

‫ــ »أ ــ‬ ‫ــאً ‪ .‬أ ــא‬ ‫ــ ل‬ ‫ــ א א ــ ة‬ ‫ــאت‬ ‫ــ أن ا‬ ‫وأ ــ‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١‬‬


‫כـ ن‬ ‫ـ » ـ اـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذا ـ ‪ «...‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬

‫ـ‪.‬‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وو ـ ده ا ــאص ـ ذا ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ ه«‬ ‫ـ‬

‫א ـ ‪.‬‬ ‫ـ ه«‬ ‫ـ وو ـ ده ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ‬ ‫ـ »و ــא‬ ‫وأ ــא‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــ ه‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه«‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ »و ــא‬ ‫وأ ــא‬

‫ـ ه«‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ »و ــא ـ‬ ‫א ـ أ ـאً ‪ .‬وأ ــא‬
‫‪٢‬‬
‫ـ ا ــאم!‬ ‫כـ ا‬ ‫ــא כ ــכ‪.‬‬

‫אل‪:‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وأن‬ ‫ـ‬ ‫﴿ َو َـ َ ُכـ ْ َـ ُ ُכ ُ ـ اً أَ َ ـ ٌ ﴾ ــא ـ أ ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١٥‬‬
‫ْ‬
‫ــ د‪.‬‬ ‫ــ ة ا‬ ‫ــ‬ ‫כــ ن ــ כ ــ اً أ ــ ‪ ،‬أي ــ ــ ــא ــאو‬ ‫ــ ــ أ ــ‬
‫ّ‬
‫ـ ‪ ،‬وا א ـ أن‬ ‫ــא أن כـ ن ــאو אً ـ ـ ا א ـ ا‬ ‫ـ و ـ ؛أ‬ ‫و‬
‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ و ـ با‬ ‫ــאو‬ ‫ـ و כـ‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ــאو‬

‫ت ‪١٦‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫כـ‬ ‫ــא‪.......... :‬‬ ‫ـ ق‪:‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل ـ‬ ‫ــא ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫م‪ ،‬ق‪ ،‬ع – ـ ذ ــכ כ ــא ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ا ــ ا ــאم!‬
182 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Türsel mahiyetinde O’nun eşitinin olmasına gelince bunu, Allah


Teâlâ’nın “ve lem yûled/doğurulmadı” sözü geçirsiz kılmaktadır.
Çünkü mahiyeti, kendisiyle başkası arasında müşterek olan her şeyin
vücudu, maddî olur. Dolayısıyla başkasından doğmuş olur fakat O,
5 başkasından doğmamış olandır.
Varlığın zorunluluğu (vücûb-i vücûd) olan cinssel mahiyette (mahi-
yet-i cinsiye) eşiti olmasına gelince bunu da [aynı şekilde] bu âyet ge-
çersiz kılmaktadır. Çünkü o zaman onun cinsi ve faslı olur. Böylece
varlığı (vücûd) anne gibi cinsten ve baba gibi fasıldan hâsıl olan iki
10 şeyin birleşmesinden (izdivac) doğmuş olmaktadır. Fakat O, [başka-
sından] doğmamış olandır.
Aynı şekilde bu sûrenin başlangıcı da bunu geçersiz kılar. Çünkü
mahiyeti, cins ve faslın birleşmesinden oluşan hiçbir şeyin hüviyeti,
li-zâtihi olmaz. Ancak O, li-zâtihi hüve hüvedir.”

15 Derim ki:
İbn Sînâ’nın “Allah Teâlâ’nın ‘ve lem yûled/doğurulmadı’ sözüyle bunu
geçersiz kılmaktadır çünkü kendisiyle başkası arasında mahiyeti müşterek
olan…” sözünün anlamının bu söze delil olması açıktır. Bunun ifade edil-
mesinin başka yolları da vardır. Onlardan biri şöyledir:
20 Şayet Allah Teâlâ için bir denk (küfüvv) yani kendisine eşit (müsâvi) ve
varlığın kuvvetinde kendisine bir ortak olsa [bu denk olan], türsel mahi-
yette kendisine eşit olur, dolayısıyla da [Allah Teâlâ] maddî ve başkasından
doğmuş olur. [Önermenin] art bileşeni (tâli) işittiğin üzere bâtıldır; mu-
kaddem de bunun gibidir. Sonuç [Allah Teâlâ’nın şu sözü olur] : “Fe-lem
25 yekun lehû küfüven ehad/Hiçbir şey O’na denk olmadı.”
Bunun özü şudur: Şayet kendisine bir denk olsa o, maddî olurdu. Maddî
olsa başkasından doğmuş (mütevellid) olurdu. [Bu önermede yer alan] art
bileşen (tâli) takriri ayrıntısıyla geçtiği delil ile geçersizdir. Hatırlayasın! Ön-
cül (mukaddem) de aynı şekilde bâtıl olur. [Bu önerme şöyle] netice verir:
30 “Fe-lem yekun lehû küfüven ehad/Hiçbir şey O’na denk olmadı.” Bu İbn
Sînâ’nın “ ‘Ve lem yûled/doğurulmadı’ ifadesi onu geçersiz kılar…” sözünün
anlamı “Dolayısıyla başkasından mütevellid olur”dur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪183‬‬

‫א ـ ﴿و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ــכ ُ ـ‬ ‫א ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ــא أن כ ـ ن ـ ــא‬


‫ـ ا‬ ‫ـ ه ــכאن و ـ ده אد ــא ــכאن‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ ﴾؛ ـ ن כ‬
‫ـ د‪،‬‬ ‫ـ و ـ و ـ با‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ه‪ .‬وأ ــא أن כ ـ ن ـ ــא‬ ‫ـ‬
‫ئـ כـ ن ـ ـ و ـ و כـ ن و ـ ده ـ اً‬ ‫ــכ أ ـאً ُ ـ ـ ه‪ .‬ـ‬
‫ـ ا ـ ي כـ ن כא ّم و ـ ا ـ ي כـ ن כא ب‬ ‫ـ ا زدواج‪ ١‬ا א ـ ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ أول ا ـ رة‪ .‬ـ ن כ ــא כא ـ א ـ ئ ـ ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وأ ـ ًא‬ ‫כـ ـ‬
‫ـ اـ‪ ،‬כـ ـ اـ‪.‬‬ ‫ا ـ وا ـ ـ כ ـ‬
‫أ ل‪:‬‬
‫א ــ‬ ‫ــ ﴾ ــ ن כ‬ ‫א ــ ﴿و ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ »و‬ ‫ــ‬ ‫ــ أن‬
‫ــא‪:‬‬ ‫ــ ه ــ ق‪.‬‬ ‫ــ ‪ .‬و ــ‬ ‫ــ כ ‪ «...‬أن כــ ن ــ ا ا ــ ل د ــ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــא أن כـ ن‬ ‫ـ د‬ ‫ـ ةا‬ ‫أ ـ ـ כאن ـ א ـ כ ـ اً أ ـ أي ــאو אً و ـ כ ًא ـ‬


‫‪٤‬‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ًا ـ‬ ‫ـ כ ـ ن ‪٢٠]/‬ظ[ אد ـאً כ ـ ن‬
‫‪٣‬‬
‫ــאو אً ـ ‪ ٢‬ـ ا א ـ ا‬
‫‪٨‬‬
‫ـ ‪ ﴿ ٧:‬ـ כـ ـ כ ـ ًا أ ـ ﴾‬ ‫ـ‪ .‬ـ‬ ‫وا ـ م‬
‫‪٦‬‬
‫ــא ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫א ـ‬ ‫وا א ـ‬
‫ـ ‪ ٩:‬ـ כאن ـ כ ـ اً أ ـ כـ ن אد ـאً و ـ כאن אد ـאً‪ ١٠‬כـ ن ـ ًا ـ‬
‫ـ ً ‪ .‬כ ـ !‪ ١٢‬وا ـ م ـ ‪.‬‬ ‫ـه‬ ‫ـ ه‪ ١١.‬وا א ـ א ـ א ـ ا ـ ي ـ‬ ‫‪١٥‬‬
‫ـ ‪«...‬‬ ‫ـ وـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ »‬ ‫ـ ‪ ١٣:‬ـ כ ـ ـ כ ـ اً أ ـ ‪ ١٤.‬و ـ ا‪ ١٥‬ـ‬
‫‪١٦‬‬
‫ـ ه«‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ »‬ ‫اـ آ ـ‬

‫‪ ١‬ع ‪١٥٤‬و‪.‬‬
‫אو א ‪.‬‬‫‪ ٢‬ت – أن כ ن‬
‫‪ ٣‬ت ‪١٦‬ظ‪.‬‬
‫ه‪.‬‬ ‫اً‬ ‫‪ :‬כאن כ اً أ כ ن‬ ‫‪ ٤‬م‪+‬‬
‫ه‪.‬‬ ‫اً‬ ‫ت ‪ +‬ل‪ :‬כאن כ اً أ כ ن‬
‫‪ ٥‬م ‪٢٦‬ظ‪.‬‬
‫﴾‪.‬‬ ‫﴿و‬ ‫‪ ٦‬م‪ :‬ا ي‬
‫‪:‬‬ ‫‪ ٧‬ق–‬
‫«‬ ‫כ اأ‬ ‫כ‬ ‫‪.‬‬ ‫وا م‬ ‫א‬ ‫‪ ٨‬ت ع – وا א א‬
‫‪ ٩‬ت‪ :‬ل‪.‬‬
‫‪ ١٠‬ت ع – כ ن אد א و כאن אد א‪.‬‬
‫ه‪.‬‬ ‫‪ ١١‬ق –‬
‫‪.‬‬ ‫א‬ ‫ه‬ ‫أ‬ ‫‪ ١٢‬ت‪:‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ١٣‬ق –‬
‫ـه‬ ‫ـ اـ ى ـ‬ ‫א‬ ‫א ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬وا א ـ‬ ‫ـ اً ـ‬ ‫ن אد ـאً و ـ כאن אد ـאً כـ ن‬ ‫ـ ‪ :‬ـ כאن ـ כ ـ اً أ ـ כـ‬ ‫‪ ١٤‬ت م –‬
‫כـ ـ כ ـ ا أ ـ ‪.‬‬ ‫ـ ً‪ .‬כ ـ ! وا ـ م ـ ‪ .‬ـ ‪ :‬ـ‬
‫‪ ١٥‬ت ‪ +‬א ‪.‬‬
‫ه«‪.‬‬ ‫»‬ ‫‪ ١٦‬ق – ا آ‬
184 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Veya O’nun cinssel mahiyetinde (mahiyet-i cinsiyye) eşiti (müsâvi) olur,


böylece anne ve baba gibi onun cinsi ve faslı olur. Böylece başkasından doğ-
muş (mütevvellid) olmuş olur. Zikredilen aynıyla mukaddemin deliliyle tâli
bâtıldır. Mukaddem de aynı şekilde [bâtıldır]. Netice Allah Teâlâ’nın şu sözü
5 olur: “Ve lem yekun lehû küfüven ehad/Hiçbir şey O’na denk olmadı.” Bu
İbn Sînâ’nın “aynı şekilde bu âyet onu geçersiz kılar” sözünden elde edilen
[sonuçtur].
Sonra Allah Teâlâ’nın “Ve lem yekun lehû küfüven ehad/ Hiçbir şey
O’na denk olmadı” sözünü ispatı hususunda deriz ki: [Öyledir.] Çünkü
10 şayet O’na herhangi bir denk olsa idi O’nun mahiyeti, cins ve fasıldan mü-
rekkeb olurdu. Dolayısıyla li-zâtihi hüve hüve olmazdı. Art bileşen (tâlî)
daha önce zikredildiği üzere li-zâtihi hüve hüve olması delilinden dolayı
geçersizdir. Öncül (mukaddem) de aynı şekilde geçersizdir. Netice Alllah
Teâlâ’nın “Ve lem yekun lehû küfüven ehad (Hiçbir şey O’na denk olma-
15 dı)” sözü olur. Bu [İbn Sînâ’nın] “Aynı şekilde sûrenin başlangıcı da bunu
geçersiz kılmaktadır” sözünün anlamıdır. Uyanık ol! Gafil olma!
[Bu Tefsirin Hâtimesi]
[İbn Sînâ] dedi ki:

“Bu sûredeki hakikatlerin kemaline bak! Önce “O’nun hüve (o) ol-
20 ması”ndan başka bir [şekilde ifade edilmeyen ve hüve’den başka] ismi
olmayan hüviyet-i mahzasına işaret etti.
Sonra açıkladığımız üzere bunu, hakikatin en yakın lâzımı ve tarif ola-
rak en güçlüsü olan ulûhiyeti [Allah lafzı] takip etti. Sonra ardından
“ehad” lafzını, iki şeyi ifade etmek için getirdi: Birincisi, “Mukavvi-
25
matın (kurucu unsurların) zikriyle yapılan tam tarifin (hadd-i tam)
terk edilip lâzımların zikriyle yetinildi” denilmemesi için; ikincisi,
zâtında bütün yönlerden (cemi-i vücûh) bir olduğunun delili olması
için [zikredildi].
Ehadiyet, ulûhiyetten sonra getirildi; ulûhiyet, ehadiyetten sonra geti-
30
rilmedi. Çünkü ulûhiyet, O’nun her şeyden (küll) müstağni olması ve
her şeyin O’na muhtaç olmasından [O’na nisbet edilmesinden] ibaret-
tir. Böyle olan mutlak olarak birdir (vâhid). Aksi takdirde O, cüzlerine
muhtaç olurdu. Çünkü ulûhiyet, hüve hüve olması itibariyle birliği
(vahdet) gerektirir. Ancak birlik (vahdet), ulûhiyeti gerektirmez.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪185‬‬

‫ـ כא م وا ب‬ ‫و‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאو אً ـ ا א ـ ا‬ ‫أو و כ ـ ن‬


‫ـ‪ .‬ـ ‪:‬‬
‫‪٢‬‬
‫ـ م‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ م‬ ‫ـ ا‬ ‫א ـ א‬ ‫ـ ه‪ ١.‬وا א ـ‬ ‫ـ اً ـ‬ ‫כـ ن‬
‫ـ ه ا ـ أ ـ ًא«‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ »‬ ‫ـ כ ـ ًا أ ـ ﴾‪ .‬و ـ ا א ـ‬ ‫﴿و ـ כـ‬

‫ــ ــ כאن ــ כ ــ اً أ ــ‬ ‫ــ כ ــ اً أ ــ ﴾‬ ‫ــ ل ــ إ ــאت‪﴿ ٣‬و ــ כــ‬ ‫ــ‬


‫א ـ‬ ‫ا ـ ‪ .‬وا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫‪٤‬‬
‫כـ‬ ‫כـ ن א ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ؛ ـ ‪:‬‬ ‫ـ م‬ ‫ـ ذכـ ه ـ ـ ة‪ .‬و ا‬ ‫ـ‬ ‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أـ‬ ‫ــא ـ‬
‫ـ أ ـאً أو ــא‪«...‬‬ ‫ـ »‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ‪٢١]/‬و[ כ ـ اً أ ـ ﴾ و ـ ا‬ ‫ـ ﴿و ـ כـ‬
‫‪٦‬‬
‫ـ !‬ ‫ـ و‬

‫אل‪:‬‬

‫‪.‬‬ ‫א‪ ٧‬إ أ‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫‪ ،‬أ אر أو ً ا‬ ‫א‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـאً כ ــא ــאه‪.‬‬ ‫ـ وأ ـ א‬ ‫ـ ا ـ أ ـ ب ا ـ ازم ــכ ا‬ ‫כـ ا‬ ‫ّـ‬ ‫ـ‬


‫ّ‬
‫ا כא ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ אئ ـ ؛ ا و ـ ئـ ــאل إ ـ ـ ك ا‬ ‫ّ ـ כـ ا‬ ‫ـ‬
‫َ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאت و ـ َ ل ا ـ ذכـ ا ـ ازم‪ .‬ا א ـ ـ ل ـ أ ـ ـ ذا ـ وا ـ‬ ‫ا‬
‫ه‪.‬‬ ‫ا‬

‫ــאرة‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـنا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ‪ ٨‬ـ ا ـ و ـ ُ ِ ّـ‬


‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ور ـ ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫َ‬
‫ــ ًא وإ‬ ‫ــ ا ــ אئ ا ــכ وا ــאج ا ــכ إ ــ ‪ .‬و ــא כאن כ ــכ כאن وا ــ ًا‬
‫ـ ة‬ ‫ـ ة وا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫א ـאً ا ـ أ ائـ ‪ .‬ـ ن ا‬ ‫ــכאن‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا‬

‫ه‪.‬‬ ‫ق–‬ ‫‪١‬‬


‫‪.‬‬ ‫ق–‬ ‫‪٢‬‬
‫ق‪ ،‬ت – إ אت‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ت– כ ‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ت‪ ،‬م‪ ،‬ع ‪ :‬א ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫!‬ ‫و‬ ‫م‪ ،‬ع –‬ ‫‪٦‬‬
‫ت ‪١٧‬و‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
‫م ‪٢٧‬و‪.‬‬ ‫‪٨‬‬
186 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sonra bunu “Allahu’s-samed (Allah sameddir)” sözü takip etti. Bu


ifade, varlığı[nı]n zorunluluğu (vücûbu’l-vücûd) ve var olanlardan
(mevcûdât) kendisi dışında her şeyin (küll) varlığının ilkesi olması
anlamında ‘samed’ oluşuyla, ulûhiyetin anlamının tahkikine delalet
5 etmektedir.
Bu açıklamasını, O’ndan başkasının doğmadığı (tevellüd) ifadesi ta-
kip etti. Çünkü O, başkasından doğmadı. O, bütün var olanların ilâhı
ve onlara varlık veren olduğu hâlde, kendi varlığı başkasının varlık
vermesiyle (feyz) olmadığı gibi O’nun da benzerine varlık vermesinin
10 (feyz) mümkün olmadığını beyan etti. Sonra bu açıklamasını varlıkta,
kendisine varlık (vücûd) kuvvetinde eşit (müsâvî) hiçbir şeyin olmadı-
ğı ifadesi takip etti.
Sûrenin başlangıcından “Allah sâmeddir (Allahu’s-samed)” âyetine ka-
dar [olan kısmı]; mahiyeti, mahiyetinin lâzımları, hakîkî vahdeti ve
15 O’nun asla mürekkeb olmamasına dairdir. “Lem yelid (Doğurmadı)”
âyetinden “Küfüven ehad (O’na bir denk de olmadı)” ifadesine [sû-
renin sonuna] kadar olan kısmı ise O’nun ne türünde ne de cinsinde
eşiti (müsâvî) olmadığı; hiçbir şekilde ne O’ndan bir doğan (mütevel-
lid) olduğu, ne O’nun bir başkasından doğan olduğu, ne de vücudda
20 kendisine bir mukabili (müvâzî) olmasına dairdir. İşte bu kadarla [Al-
lah’ın] zâtını bilmenin (marifet) tamamı hasıl olur.
İlimlerin tamamını tahsil etmenin en yüce gayesi, Allah Teâlâ’nın yüce
zâtını, sıfatlarını ve fiillerinin kendisinden ne şekilde sudur ettiğini
bilmek olunca bu sûre, tariz ve ima yoluyla Allah Teâlâ’nın zâtıyla il-
25 gili konuların hepsine delalet eder. Şüphe yok ki [bu sebeple] bu sûre,
Kur’ân’ın üçte birine denk kılındı.”

Şeyhu’r-Reis [İbn Sînâ]nın İhlâs sûresi tefsiriyle ilgili sözü burada bitti.
Derim ki:
[Tefsirin] son sözünden (hâtime) elde edilen [sonuç] şudur: Allah Teâlâ,
30 bu sûrenin başlangıcında zâtını tarif etmeyi murad edince, O’nu azamet ve
celaletinden dolayı hüve’den başka bir şeyle ifade etmek mümkün olma-
dığı için Allah Teâlâ, “ Kul hüve/ De ki: o’dur” [şeklinde ifade] buyurdu.
Hakîkî basitliğinden dolayı kurucu unsuru (mukavvimât) olmadığı ve en
yakın lâzımıyla yapılan tarifinin en mükemmel tarif olduğu için -ki o da
35 en kapsayıcı ve en yakın lâzımı olan ‘Allah’ lafzının anlamı idi- “Allah” ile
tarif etti. Kurucu unsurlarının (mukavvimât) olmamasının ve lâzımlarının
en yakını ile -yani Allah ile- tarif edilmesinin nedeni kapalı kalınca tafsili
geçtiği üzere bu duruma “ehad” lafzı ile dikkat çekti.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪187‬‬

‫ـ ا ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ودل ـ‬
‫ـ ﴾ ّ‬ ‫ـ ﴿ا ا‬ ‫ذ ــכ‬ ‫ّـ‬ ‫ـ‬
‫ـ دات‪.‬‬ ‫ــא ـ اه ـ ا‬ ‫ـ دכ‬ ‫ئـ‬ ‫ـ د وا‬ ‫א ــא و ـ ب ا‬

‫ـ ه‪ .‬و ـ أ ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه؛‬ ‫ـ‬ ‫ّـ‬ ‫ـ ّ ـ ذ ــכ ــאن أ ـ‬


‫ّ‬
‫ــ ز ‪]/‬ظ‪ [٢١‬أن‬ ‫ــא ــ‬ ‫ــ د‬ ‫ــ دات ّא ــאً‬ ‫وإن כאن إ ــאً ِ ــ ا‬
‫ـ ه‪ .‬ذ ــכ ــאن أ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ ــא ـ כـ و ـ ده ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ّ‬
‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ ةا‬ ‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ـ د ــא‬ ‫ـ ا‬

‫ــאن א ـ و ـ ازم א ـ وو ـ ة‬ ‫ـ ﴾ ـ‬ ‫ـ ﴿ا ا‬ ‫ِ ـ أو ـ ا ـ آ ـ‬
‫ـ ﴿כ ـ ًا أ ـ ﴾ ـ‬ ‫ـ ﴾اـ‬ ‫ـ ﴿ـ‬ ‫أ ـ ‪.‬و ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ١‬وأ ـ‬
‫ـ ًا ـ و‬ ‫ـ ن כـ ن‬ ‫ـ؛‬ ‫ـ‬ ‫ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ــאن أ ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ د‪.‬‬ ‫از ـ ًא ـ ـ ا‬ ‫ـ ن כـ ن‬ ‫ـ هو‬ ‫ـ ًا ـ‬ ‫ـ ن כـ ن ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ ذا ـ ‪.‬‬ ‫ــאم‬ ‫ـ‬

‫א‬ ‫אـ و‬ ‫ـ ذات‪ ٣‬ا‬ ‫ـ א‬ ‫ـ ا ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ــא כאن ا ـ ض ا‬


‫ــאء ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬و ـ ه ا ـ رة ا ـ‬ ‫ـ ور أ א ـ‬ ‫وכ ـ‬
‫ـ ه ا ـ رة ُ אد ـ ً‬ ‫ـ م ُ ِـ‬ ‫אـ ‪،‬‬ ‫ـ ذات ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬
‫ِ ـ ا ـ آن‪.‬‬ ‫‪١٥‬‬

‫ص‪ .‬أ ل‪:‬‬ ‫رة ا‬ ‫ا ئ‬ ‫כ م‬ ‫ا‬

‫כـ‬ ‫ذا ـ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא أراد ـ أول‪ ٥‬ـ ه ا ـ رة‬ ‫אـ‬ ‫א ـ ‪٤‬أـ‬ ‫א ـ‬
‫ـ ﴾‪ .‬و ــא ـ כـ ـ‬ ‫ـ ـ ‪ ،‬ــאل א ـ ‪ ﴿ :‬ـ‬ ‫ــא إ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫‪٢٢]/‬و[ ا‬
‫ـ‬ ‫ئ ـ وכאن‬ ‫ــא ـ ب از ــא أכ ـ‬ ‫ـ وכאن‬ ‫ا‬ ‫ــא‬ ‫ــאت‬
‫א ــא وو ـ‬ ‫ـ م‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ــא ـ ‪ .‬و ــא‬ ‫ــא وا ـ א א‬ ‫ـ ‪﴿ ٦‬ا ﴾ أ‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ّ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذ ــכ‬ ‫ــא ـ ب از ــא‪- ،‬أي ــא ‪ -‬ـ‬
‫ّ‬
‫ت ‪١٧‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ع ‪١٥٤‬ظ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫م ‪٢٧‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫ت‪ ،‬م‪ ،‬ع – א‬ ‫‪٤‬‬
‫م – أول‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق‪ ،‬م‪ ،‬ع –‬ ‫‪٦‬‬
188 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Onların [Araplar] indinde O Allah’ın varlığı (kevn) aşikâr değilse de


[Allah] Teâlâ’nın samed oluşu onlarca malum idi. Bu sebeple “Allah sa-
meddir” buyurdu. “O, Allah’dır, birdir” ve “Allah sameddir” sözlerinden
[kendisinin] bir benzerine tevlid yoluyla varlık feyzedebileceği vehmedilin-
5 ce bu, “lem yelid (doğurmadı)” ifadesiyle bertaraf edildi. Buna “ve lem yû-
led (doğurulmadı)” sözüyle delil getirildi. Geriye varlık kuvvetinde O’nun
bir benzerinin bulunabileceği ve tahakkuk edeceği vehmi kalınca O da
bunu, “ve lem yekun lehû küfüven ehad (Hiçbir şey O’na denk olmadı)”
âyetiyle defetmiştir.
10 [Böylece] “Ve lem yûled (doğrulmadı)” ile aynı şekilde sûrenin başlan-
gıcındaki “hüve”nin delinin açıklandığı ve sebeninin tafsil ettiği şekilde ol-
duğunu anlamış oldun. Burada daha fazla ilaveye gerek kalmayacak şekilde
bunu açıkladık. İyice düşün! Allah, her şeyi en iyi bilendir.

Tetimme
15 Derim ki: Makamın/durumun tahkikinin kendisine bağlı olduğu üze-
rinde konuşulacak bir konu kaldı. Bunu maksadımızı açıklamak gayesi ve
İlahî Kelâm’ın nazmının anlamının ortaya çıkması amacıyla özet bir şekil-
de ortaya koyacağız. O [konu] da İbn Sînâ’nın “sonra onu lâzımlarıyla şerh
etti, lâzımların bir kısmı izafî bir kısmı selbîdir ve [tarifte] en mükemmel
20 olanı ikisini zikretmektir, [hüve’den sonra] ‘Allah’ ismi getirildi” sözü ile
“(… o da icap ve selbi toplayan ilahlıktır (Allah olmaklık)” sözü ve “Ulû-
hiyet, bu icab ve selbden ibarettir” cümlelerinin mefhumudur.
“Allah” lafzı ,O’nun selbî ve sübutî sıfatların bütününe delalet eder. Bu
konuda aralarında ihtilaflar vardır. Bunu, bu sûrenin başlangıcında onlar
25 arasındaki muhakememle birlikte Allah lafzı ile ilgili olarak Beyzâvî üzeri-
ne yazdığım risalede söyledim. Onun bir özeti şöyledir:
Beyzâvî, Fâtiha sûresindeki besmelenin tefsirinin başlangıcında “Allah”
lafzının mânâsını beyan ettikten sonra şöyle demiştir:
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪189‬‬

‫ـ ‪ .‬ــאل‪:‬‬ ‫אـ ا‬ ‫ـ כ ـ‬ ‫ـאً‬ ‫ـ כـ ن ـ ا ‪ ١‬وכאن‬ ‫ـ‬ ‫و ــא‬


‫و د‬ ‫ـ ﴾إ א‬ ‫ـ ﴿ ـ ا أ ـ ﴾ و ـ ﴿ا ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ﴾‪ .‬و ــא‬ ‫﴿ا ا‬
‫ـ‬ ‫ـ ﴾‪ .‬و ــא ـ‬ ‫ـ ﴿و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ﴾‪ .‬وا ـ ل‬ ‫ـ ـ ن ـ د ـ ب﴿ ـ‬
‫ـ ﴿و ـ כـ ـ כ ـ اً أ ـ ﴾‪.‬‬ ‫ـ دد ـ‬ ‫ـ ةا‬ ‫ـ ــא א ـ ـ‬ ‫ـ و‬ ‫أن‬

‫ـ ﴿ ـ ﴾ ـ أول ا ـ رة ـ‬ ‫﴾وכـ ا‬ ‫ـ ﴿و ـ‬ ‫أن د ـ‬ ‫ـ‬ ‫وـ‬ ‫‪٥‬‬


‫‪٣‬‬
‫כـ !‬ ‫א ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ــא ــאك ــא‬ ‫ــא‪ .‬ـ أو‬ ‫ــא و ّ ـ و‬ ‫ـح‬ ‫ــא‬
‫‪٢‬‬

‫وا أ ـ ‪.‬‬

‫ـت‬ ‫ــאم‪،‬‬ ‫ـ ا‬ ‫‪٥‬‬


‫ـ‬ ‫‪٢٢]/‬ظ[‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــכ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫أ ـ ل‪ ٤:‬ـ‬
‫ـ م‬ ‫ـ ا ــכ م‪ ٧.‬و ـ ‪ ٨‬ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ام و‬ ‫ـ‬ ‫‪٦‬‬
‫ـ ا ــכ م‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ــא وأن ا‬ ‫وا כ ــ ذכ‬ ‫ــא إ א ــ و ــ‬ ‫از ــא‪،‬‬ ‫א‬ ‫ــ‬ ‫ــ » ــ‬ ‫ــ‬
‫«و ـ‬ ‫ــאب وا ـ‬ ‫ـ ا א ـ‬ ‫ـ »و ـ ا‬ ‫ــא ـ « و ـ‬ ‫ــא‬ ‫אو‬
‫‪٩‬‬
‫ــאب«‪.‬‬ ‫وا‬ ‫ـ اا ـ‬ ‫ــאرة ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أي »ا‬

‫ــא‬ ‫ــאً‪ .‬و ــ ا ــ ف‬ ‫ــ وا ــ‬ ‫א ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ »ا « ــ ل‬ ‫إن‬


‫ـ »ا « ـ أول ـ ه ا ـ رة ـ‬ ‫ــאوى ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ـ ر ــא‬ ‫ـ ‪،‬‬ ‫‪١٥‬‬
‫ــ ‪:‬‬ ‫ــאك‬ ‫‪١٠‬‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫אכ ــ‬

‫ـ‬ ‫ــאه أي‬ ‫ــאن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאوي ــאل ـ أول‬ ‫إن ا‬
‫»ا «‪:‬‬

‫‪ ١‬ت ‪١٨‬و‪.‬‬
‫‪ ٢‬م ‪٢٨‬و‪.‬‬
‫א ‪ .‬כ!‬ ‫א אك א‬ ‫‪ ٣‬ق – أو‬
‫‪ ٤‬م‪ ،‬ع – أ ل‪.‬‬
‫‪ ٥‬ت‪+‬ا א ‪.‬‬
‫ا כ م‪.‬‬ ‫‪ ٦‬ت–‬
‫ا כ م‪.‬‬ ‫‪ ٧‬ق‪ ،‬م‪ ،‬ع – و‬
‫‪ ٨‬ت ‪ :‬ل ف ذ כ أن‪.‬‬
‫אب«‪.‬‬ ‫وا‬ ‫اا‬ ‫אرة‬ ‫أى »ا‬ ‫‪ ٩‬ت ‪١٨‬ظ‪ |.‬ق – و‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ١٠‬ت‪ ،‬م‪ ،‬ع –‬
190 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Denildi ki “Allah” O’nun zâtına mahsus özel bir isimdir (alem). Çünkü
ona [Allah ismine] sıfat verilir, o sıfat olmaz. Çünkü ona ait sıfatı yerinde
olan bir isminin bulunması ve [o ismin] ondan başkası için kullanılması-
nın mümkün olmaması gerekir. Şayet o bir vasıf olsaydı “Lâ ilâhe illallah”
5 sözü, tevhid olmazdı. Tıpkı “La ilâhe illarrahman”ın [olmadığı gibi]. O
zaman da şirke engel olmazdı. En açık olan, onun aslında sıfat olduğudur.
Ancak O’nun dışında başkası için kullanılmaması yönünden bu sıfat onda
üstün gelmiş ve ona sıfat verilmesinde, kendisinin sıfat olmamasında ve or-
taklığa ihtimal verecek yolun olmamasında onun yerine geçmede ‘Süreyya’
10 ve ‘Saık’ [lafızları] gibi özel ismi (alem) gibi olmuştur .Çünkü O’nun zâtı
hüve hüve itibariyle, hakîkî olsun olmasın başka bir şeyi göz önüne alma-
dan beşer için akledilebilir değildir. Herhangi bir lafzın kendisine [tam bir
şekilde] delaleti de mümkün değildir. Eğer sadece hususî olarak zâtına de-
lalet etse idi Yüce ve her türlü eksiklikten münezzeh [Allah’ın] “O göklerde
15 de Allah’tır”(En’am 6/3) âyetinin zâhiri, doğru bir anlam ifade etmezdi.1

Derim ki:
“Denildi ki [‘Allah’] zâtına mahsus özel isim/alemdir” sözü ile İhlâs sûresi
tefsirinde yer alan “Allah lafzının ikram sıfatlarına delalet ettiği gibi” ve
Eşarî’nin [ismin] zâttan alındığı ile ilgili görüşünün reddi konusunda söy-
20 ledikerinden zahir olan şudur ki burada zikredilen “zâtı için özel/alem isim
gibidir” ifadesi, sübûti sıfatlar göz önüne alınarak bu delilinin bir parçası
olarak zâtına mahsus özel isim (alem) takdirindedir.

Adud[iddin el-Îcî] Mevâkıf ’ta demiştir ki:


Eş‘ârî, ismin medlûlü bazen müsemmanın aynısı olabilir demiştir. Yani
25 zâtının, “o (hüve)” olmak bakımından “Allah” ismi gibi. Çünkü o [isim],
onda herhangi bir anlam gözetilmeksizin Zât-ı Teâlâ’nın ismidir. Bazen ne
aynısı ne o ne de gayrısı olabilir demiştir.2

Yine Adud[iddin el-Îcî] burada yani Mevâkıf ’ta başka bir yerde de şöyle
demiştir ki:
30 İsim ya müsemma o şeyin zâtı olan zâttan alınmadır veya parçasından (cüz)
veya vasfından veya kendisinden ortaya çıkan bir fiilden alınmadır. Son-
ra Allah Teâlâ hakkında hangisi mümkündür? Ya zâtından alınmadır [ki]
üzerinde konuştuğumuz akledilme meselesi onun bir sonucudur veya par-
çasından (cüz) alınmadır ki bu, muhal olan bir durumdur veya vasfından
35 yahut fiilinden alınmadır ki bu, caizdir.3

1 Kadı Beyzâvî, Ebu’l-Hayr Abdullah b. Ömer, Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Tevil, I/4.


2 el-Îcî, Ebu’l-Fazl Aduddin Abdurrahman b. Ahmed, el-Mevâkıf fi İlmi’l-Kelam, s. 333.
3 el-Îcî, el-Mevâkıf fi İlmi’l-Kelam, s. 333.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪191‬‬

‫ـ ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫و‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ؛‬ ‫اـ ا‬ ‫و ـ أي ا َ َ ـ‬


‫ـ اه‪ .‬و ـ ـ כאن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ ‪،‬و‬ ‫ـ‬ ‫ـي‬ ‫ـ ا ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ‪ «.‬ـ‬ ‫ـ اً ـ » إ ـ إ ا‬ ‫«‬ ‫ـ ل» إـ إ‬ ‫ـאً ـ כـ‬ ‫و‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‪ ،‬כـ‬ ‫ـ أ‬ ‫ـ أـ و ـ‬ ‫ا ـ כ ‪ .‬وا‬
‫ـ اه ـ إ ـ اء ا و ــאف‬ ‫ـ أ ـى‬ ‫ــא ا‬ ‫ـ ه و ــאر כא َ َ ـ ‪٢٢]/‬و[ ـ ا‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאل ا ـ כ إ ـ ‪ .‬ن ذا ـ ـ‬ ‫ـ وا ــאع ا ـ ـ و ـ م ـ ق ا‬
‫ـ‬ ‫כـ ‪ ١‬أن ـ ل‬ ‫ـ‪ .‬ـ‬ ‫ـ ل‬ ‫ـ أو ـ ه ـ‬ ‫ـ ا ــאر أ ـ آ ـ‬
‫ـ א‬ ‫ـ‬ ‫ـ ص ــא أ ــאد א ـ‬ ‫ـ د ذا ـ ا‬ ‫ـ ؛ و ـ ـ دل ـ‬
‫ـאً‪.‬‬
‫‪٢‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ات﴾‬ ‫و א ـ ﴿و ـ ا‬

‫أ ل‪:‬‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ص »כ ــא‬ ‫ـ رة ا‬ ‫ـ ـ‬ ‫اـ «و ـ‬ ‫ـ »و ـ ‪ َ َ ٣‬ـ‬ ‫إن ا א ـ ـ‬


‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ي ـ أن‬ ‫ـ ـ رد ـ ل‪ ٥‬ا‬ ‫ــאت ا כـ ام« و ـ‬ ‫دل ا ‪ ٤‬ـ‬
‫ـ اه‪ «..‬ـ‬ ‫‪...‬أ ـ ى‬ ‫כ ـ ر ــאك »כא‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ‪ ٦‬إن‬ ‫ــא‬ ‫ا ـ ات ـ‬
‫ـ ا‪.‬‬ ‫ـ ـ ن כـ ن ـ ء ـ د ـ‬ ‫ــאت ا‬ ‫‪٧‬‬
‫ـ‬ ‫اـ ـ‬ ‫ـ כא َ ـ‬
‫‪:‬‬ ‫ا‬ ‫و אل ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪ ،‬أي ذا ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ لا‬ ‫ـ ي ـ כـ ن‬ ‫» ــאل ا‬


‫‪٨‬‬
‫ـ ه«‬ ‫و‬ ‫ـ و ـ כـ ن ـ ه و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــאر‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫اـ‬ ‫ا ‪ ،‬ـ ا ـ‬
‫ا ‪:‬‬ ‫أي‬ ‫אم آ‬ ‫و אل أي ا‬
‫ذات ا ـ ء أو ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ ات ـ ن כـ ن ا‬ ‫ـ ‪٢٣]/‬ظ[ إ ــא أن‬ ‫»إن ا‬
‫ا ات‬ ‫א إא‬ ‫א‪ .‬أ א כ‬ ‫ا אدر‬ ‫ا‬ ‫א أو‬ ‫و‬ ‫ئ א أو‬ ‫‪٢٠‬‬
‫אئـ ‪«.‬‬ ‫ـ أو ـ ا ـ‬ ‫ــאل أو ـ ا‬ ‫ــא ـ כ ــא ـ أو ـ ا ـ ء‬ ‫ـع‬
‫م ‪٢٨‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫אوي‪.٤/١ ،‬‬ ‫أ را‬ ‫‪٢‬‬
‫ع ‪١٥٥‬و‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ت ‪١٩‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ت – ل‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫‪.‬‬ ‫א‬ ‫ت‪ ،‬م‪ ،‬ع –‬ ‫‪٦‬‬
‫‪.‬‬ ‫ت–‬ ‫‪٧‬‬
‫‪ ،‬ص‪.٣٣٣ .‬‬ ‫اכ م‬ ‫ا ا‬ ‫‪٨‬‬
192 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[Seyyid] Şerîf demiştir ki:

Zâtının akledilmesini mümkün görmeyen onun yerine geçen bir isim ta-
savvur etmez. Bu, bir inceleme konusudur. Çünkü ismin konulması (vaz‘),
zâtın herhangi bir şekilde akledilmesinin mümkün olmasına bağlı değildir.
5 İsim bir özeliği için konulur ve herhangi bir itibarla anlaşılır kılmayı he-
defler. Bu şekildeki [açıklama], isim koymanın (vaz‘) tashihi demek olur.1

Adud[iddin el-Îcî] ondaki (Mevâkıf ’ta) başka bir yerde demiştir ki:

Tartışma, [ismin] sıfatlardan ve fiillerden alınması hususundadır. Allah ise


zâtın ismidir; çünkü O’ndan başkası onunla nitelendirilmez. Onun câmid
10 (türememiş) alem isim olduğu denilmiştir. Yani [o isim], zât için sadece
sübûtî sıfatları göze önüne alınarak [kullanılan] câmid bir isimdir. Bu; Ebû
Hanîfe’nin, Sîbeveyh’in, Ebû Süleymân’ın ve Gazzâlî’nin görüşünün var-
dığı anlamdır.2

[Seyyid] Şerîf demiştir ki:

15 Burada, aslında bulunan vasıf özelliği, yaygınlık kazandığı şekliyle kemal


sıfatlarına işaret eden zâtına mahsus alem isme dönüşmüştür.3

Derim ki:
Onunla [Eş‘ârî] musannif yani Beyzâvî arasındaki fark şudur: [Eş‘ârî’de]
sübûtî sıfatlarının medlûlüne işaret eder, musannife [Beyzâvî] göre ise
20 [medlûlüne] delalet eder. [Eş‘ârî] ye göre o, alemdir; musannife [Beyzâvî]
göre ise alem gibidir. Sözün sonucu şudur ki Eş‘ârî, “Allah” lafzının zâttan
alınma olduğunu ve kendisinde başka herhangi bir anlam gözetilmeksizin
sadece onun için vaz edildiği iddia etmiştir. İmam-ı A‘zam, Adûd[iddin
el-Îcî] ve musannif [Beyzâvî] gibi çoğunluk (cumhûr) ise bunun müm-
25 kün olmadığını iddia etmiştir. Bunu şöyle delillendirirler: Şayet Zât-ı Teâlâ
künhü ile akledilemezse [isim], zâtından alınmaz. O, künhüyle akledile-
memesi dolayısıyla ondan [zâttan] alınmamıştır. [Seyyid] Şerîf ise az önce
işittiğin üzere “Bu, bir inceleme konusudur çünkü ayrılık…” sözünden
anlaşılan mânâ ile [zâtın ismi] gerektirmesini (mülâzemet) reddetmektedir.

1 Cürcânî, Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed es-Seyyid eş-Şerif, Şerhu’l-Mevâkıf, VIII/231.


2 el-Îcî, el-Mevâkıf fi İlmi’l-Kelam, s. 333.
3 Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, VIII/234.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪193‬‬

‫‪:‬‬ ‫و אل ا‬
‫ـ‬ ‫ـ ‪ ِ ،‬نو ـ ا‬ ‫ـ ر ا ـ ًא زائـ ‪ .‬و ـ‬ ‫ـ ذا ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫» ـ‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ــא و‬ ‫ــ ذات ــא‬ ‫ــ از أن‬ ‫‪١‬‬
‫ــ‬ ‫ــ‬
‫‪٢‬‬
‫ـ «‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ــא א ــאر ــא و כ ـ ن ذ ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫و‬

‫‪:‬‬ ‫آ‬ ‫‪٣‬‬


‫و אل ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫اـ؛‬ ‫ــאل‪ .‬ــא ا ـ‬ ‫ــאت وا‬ ‫ـ ذ ـ ا‬ ‫»إن ا ـ اع ـ ا‬


‫ــآ ً‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ ا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ‪ ٤،‬أي ا ـ ـ‬ ‫ـ ـ ه‪ .‬و ـ َ َ ـ‬
‫‪٥‬‬
‫ـ אن وا ا ـ ‪«.‬‬ ‫وأ ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ لأـ‬

‫‪:‬‬ ‫و אل ا‬
‫ــאت ا כ ــאل‬ ‫ـ ًا‬ ‫َ ـ ًא ا ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ‪٢٤]/‬و[ ـ ا‬ ‫ـ و‬ ‫»أ ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫‪٦‬‬
‫ـ אر«‬
‫‪٧‬‬
‫أ ل‪:‬‬

‫ــ ه‬ ‫ــ ة‬ ‫ــ‬ ‫א ــ ا‬ ‫ــאوي أن‬ ‫أي ا‬ ‫ــ‬ ‫א ــ ق ــ و ــ ا‬


‫ا ــכ م؛‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪.‬‬
‫‪٨‬‬
‫ـ ا‬ ‫ـ ه وכא َ ـ‬ ‫َـ‬ ‫ـ ‪ .‬وأ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫و‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ع ــא ـ‬ ‫ـ ذ ـ ا ـ ات‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ـ أن‬ ‫ـ يذ ـ‬ ‫أن ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ ا ــאم ا‬ ‫ـ ر‬ ‫ا‬ ‫ـ ‪ .‬وذ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ــאر‬
‫ـ ذ ـ‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫אכـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ ـ ن ذا ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ م ـ ازه‪ .‬وا ـ‬
‫ـ ‪،‬‬ ‫ـ »و ـ‬ ‫‪٩‬‬
‫ز ـ ــآ ً‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ذ ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫כـ‬
‫آ ـ ًא‪.‬‬ ‫ــא ـ‬ ‫ن ا ـ ف‪ «...‬ـ‬

‫م ‪٢٩‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫א ‪.٢٣١/٨ ،‬‬ ‫حا‬ ‫ا‬ ‫‪٢‬‬
‫ت ‪١٩‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫‪ ،‬ص‪.٣٣٣ .‬‬ ‫اכ م‬ ‫ا ا‬ ‫‪٤‬‬
‫א ‪.٢٣٤ /٨ ،‬‬ ‫حا ا‬ ‫‪٥‬‬
‫א ‪.٢٣٥/٨ ،‬‬ ‫حا ا‬ ‫‪٦‬‬
‫م‪ ،‬ع – أ ل‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
‫‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ه وכא َ‬ ‫م‪ ،‬ع – وأ َ‬ ‫‪٨‬‬
‫ق – آ ً‪.‬‬ ‫‪٩‬‬
194 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Fahr[reddin Râzî], “O’nun künhü ile akledilemez oluşunu kabul


etmiyoruz” [görüşünden] elde edilen sonucun istisnasını reddetmek-
tedir. Niçin Allah Teâlâ, kullarından bir kısmına zâtını künhüyle bil-
me ayrıcalığını bahşetmesi mümkün olmasın? Biz, burada [Seyyid]
5 Şerîf ’in tartışmanın ismin mutlak olarak konulmasıyla (vaz‘) ilgili
değil aksine “Allah” lafzının Zât-ı Teâlâ için özel isim (alem) olarak
konulması (vaz‘) ile ilgili men‘inin reddinin sonucu olarak iki [görü-
şü] de reddettik.
Şüphe yok ki bu durum, ismin zâttan alındığının takdir edilme-
10 sine binaen künhü ile akledilebilir olmasına veya özel ismin (alem)
tarifinde ve [Allah isminin] Zât-ı Teâlâ için alem olması hususunda
söylediklerini seslendirmeye bağlıdır. Ayrıntısı ileride gelecek ve bu
durum, sana daha belirgin hâle gelecektir.
Fahr[eddin Râzî]’nin -men‘inin ve delilinin kabul edildiği tak-
15 dir edilse bile- men‘inin reddinden ortaya çıkan şey şudur: Yukarıda
zikredilen mülazemet/birbirini gerektirme, özü Allah’ın zâtının in-
sanların çoğunluğu için künhünü akletmek mümkün olmadığından
onlara nisbetle [ismin] zâttan alınmamış olması sebebiyle bu men
şartlı ve mukayyed olarak yöneltilmiş bir men olur. Fakat o [zât], bir
20 hikmete binaen böyledir; dolayısıyla da onlara nisbetle [isim], zâttan
alınmamıştır.
Bunun sonucu, istisna [bir anlam] ifade etse de onun men etmek
için bir esas teşkil etmediğidir. İyice düşün! Bütüne ait hüküm, ço-
ğunluğa göredir. O’nun destek sadedinde zikrettiği, özel ismin (alem)
25 hükmü ve ondan kastedilenin bütünü kapsamasına göre azdan da az
olduğu için yok hükmündedir. Bir kişi bile olsa bazıları için Allah
Teâlâ’nın zâtının akledilebilir olmaması, -umum ifade etmeklik orta-
dan kalktığı için- [ismin] zâttan alınmasının imkanın olmaması için
yeterlidir. Bunu anla!
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪195‬‬

‫ـ אכـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ أ ــא ـ‬ ‫ـ إ ــא‬ ‫ـ ا ـ אئ ـ ن כـ ن א‬ ‫و ـ ا‬

‫ـ ذا ـ כ ـ ؟ و ـ د א ــא‬ ‫ــאده‬ ‫ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ز أن‬

‫ــ و ــ‬ ‫أن ا ــכ م ــ‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ــאك‪ ١‬ــ ن כــ ن א ــ ‪٢٤]/‬ظ[ د ــ‬

‫אـ ‪.‬‬ ‫ـ »ا « َ ـ ًא ا ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ ًא‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫ـ أو ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ٢‬أن‬ ‫ـ‬ ‫אכـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ‬ ‫ــכ أ ـ‬ ‫و‬ ‫‪٥‬‬

‫אـ ‪.‬و ـ‬ ‫ـאً ا ـ‬ ‫ا َ َ ـ وכ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ــא א ـ ا ـ‬ ‫ــאدي‬ ‫‪٣‬‬


‫ـ‬

‫ــכ‪ ٤‬ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ و‬

‫כ رة‬ ‫زـ ا‬ ‫و ـ ه‪ ٦‬أن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪٥‬ا‬ ‫و א ـ دـ‬

‫כ ــ‬ ‫כــ‬ ‫ــ ــ‬ ‫א ــ‬ ‫ــא أن ذا ــ‬ ‫ــ ة ــ ن כــ ن א‬ ‫ــ و‬ ‫ــ‬

‫כ ـ‪.‬‬ ‫ـ إ ـ ‪ .‬כ ــא כ ــכ‬ ‫ــא א‬ ‫ـ ذ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫כ‬ ‫ـ‬ ‫ــאن أن‬ ‫ا‬ ‫‪١٠‬‬
‫‪٧‬‬
‫ـ إ ـ ‪.‬‬ ‫ــא א‬ ‫ـ ذ‬ ‫ـ‬

‫כ ــ‬ ‫ــ ّ اً! وأن‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪.‬‬ ‫ــ رداً‬ ‫ــ‬ ‫ــ ــ‬ ‫ــ אء‬ ‫ــ أ ــ ا‬ ‫א‬
‫ـ وم‬ ‫כـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫כ ـ أـ‬ ‫ــאم ا ـ‬ ‫כـ ا ــכ ‪ .‬وأن ــא ذכـ ه ـ‬

‫אـ‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ م כـ ن ذا ـ‬ ‫ـ د ـ ‪٢٥]/‬و[ ــאم‬ ‫ـ أن כـ ا َ َ ـ وا‬

‫ــ ا ــ ات‬ ‫ــ‬ ‫ــ م ــ از أن‬ ‫ــ و ــ وا ــ اً ٍ‬


‫כאف ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫‪١٥‬‬
‫‪٨‬‬
‫ـ ا!‬ ‫ـ م‪ .‬א ـ‬ ‫ـ ات ا‬

‫م ‪٢٩‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ع ‪١٥٥‬ظ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫م‪ ،‬ع – أو א‬ ‫‪٣‬‬
‫כ‪.‬‬ ‫م‪ ،‬ع – و‬ ‫‪٤‬‬
‫ق– ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫و ه‪.‬‬ ‫م‪ ،‬ع –‬ ‫‪٦‬‬
‫إ ‪.‬‬ ‫م‪ :‬א‬ ‫‪٧‬‬
‫אـ‬ ‫ـ ا ـ ـ ا ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ر ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאم ا ـ‬ ‫م‪ ،‬ع ‪ :‬ـ ا ـ أن כ ـ כ ـ ا ــכ ‪ .‬وأ ــא ــא ذכ ـ ه ـ‬ ‫‪٨‬‬
‫ــ ــ ّ اً!‬ ‫ــ ه‪.‬‬ ‫ــ ــ‬ ‫ــ ــ رداً‬ ‫כــ ر أ ــאً ــ‬ ‫ــ א ــ ا‬ ‫ــ أن ا ــ אء ئــ‬ ‫ا ــ وم‪ .‬وأ ــ‬
196 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Musannif [Beyzâvî] dışındakiler ve Celâleddin Devvânî, Allah isminin


sıfatlarından alındığını ileri sürmüşlerdir. Ya sadece sübûtî sıfatlarından
alınmış ve onlarla birlikte zâtı için alem isim olarak vazedilmiştir. Bu gö-
rüşte olanlar, Devvânî’nin dışında olanlardır. Devvânî ise aynı şekilde selbî
5 sıfatlarından alınmış ve onları da dikkate alarak zât için alem olarak vaz
edildiğini ileri sürmüştür. Şeyhu’r-Reis’in sözü bu [görüşe] râcidir. Zahir
olan Devvânî’nin [ismin alındığını] söylediği yerdir. Veya bu [Allah lafzı],
aslen isim veya kendisinde bir vasıf olduğunda sadece kemal sıfatlarına
işaret eden zâta ait alem isim olmuştur. Veya bu sıfatlar göz önüne alınarak
10 zâta ait alem gibi [bir isim olmuştur.] Veya sübûtî veya selbî sıfatları göz
önüne alarak veya daha önce işittiğin gibi aynı şekilde selbî sıfatlar alına-
rak zâta ait câmid (türememiş) bir alem isim olmuştur. Sana düşen, sözü
etraflıca düşünmektir!
Üzerinde olduğumuz konuya dönelim ve diyelim ki:
15 Beyzâvî’nin İhlâs sûresinin tefsirinin başlangıcında “Allah’ın ikram sı-
fatlarına delalet etmesi gibi…” demesine Devvânî, “Ulûhiyet, celalet ve
azametinden dolayı ancak O’nun hüve ile ifade edilebilir. Bu hüviyet, an-
cak lâzımlarıyla açıklanabilir. Lâzımlar ise sübûtî ve selbîdir. Allah lafzı,
iki anlamı da içerir. “Hüve” lafzı, O’nun tarifi olarak hüviyetine işarettir.
20 Bundan dolayı hüve’yi [Allah lafzı] takip etti” sözüyle itiraz etmiştir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪197‬‬

‫א ـ إ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ا‬ ‫وا وا ـ ‪ ١‬إ ـ أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ذ ـ‬


‫ا وا ـ إ ـ أن‬ ‫ـ ا وا ـ ‪ .‬وذ ـ‬ ‫ــא‪ .‬و ـ‬ ‫ـאً ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫ا ئـ‬ ‫ــא‪ .‬و ـ ل ا ـ‬ ‫ـאً ـ ات ـ‬ ‫ـ‬ ‫أ ـאً ‪ ٢‬و‬ ‫ـ ـ ا ـ‬
‫ـ أو و ـ‬ ‫ـ ا‪ ٣.‬وإ ــא ا ـ ـ أ‬ ‫ـ ا وا ـ‬ ‫ـ إ ـ ذا ــכ‪ .‬وا א ـ أ ـ‬
‫ـ ات ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ أو כא ـ‬ ‫‪٤‬‬
‫ــאت ا כ ــאل‬ ‫ـ اً‬ ‫ـ ـ ات‬ ‫ـאً א‬ ‫ــאر‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫أ ـאً ـ‬ ‫ــא أو ـ ا ـ‬ ‫אـ ـ ـ‬ ‫ــאت‪ ٦‬أو ـ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ‬


‫‪٧‬‬
‫ــכ إ א ـ أ ـ اف ا ــכ م!‬ ‫‪.‬‬ ‫ــא ـ‬

‫ل‪:‬‬ ‫‪.‬‬ ‫א‬ ‫إ‬ ‫א‬

‫ــאت ا כـ ام«‬ ‫ـ ص »כ ــא دل ـ‬ ‫ــאوي ـ أول ـ رة ا‬ ‫و ــא ــאل ا‬


‫ـ‬ ‫ــא إ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫כـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ن »ا‬ ‫ـ ‪٢٥]/‬ظ[ ا وا ـ‬ ‫ا ـض‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــא و ـ » ـ « إ ــאرة‬ ‫و »ا « אو‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ــא‬ ‫از ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪٨‬و ـ حا‬


‫ــא‪«.‬‬ ‫ـ‬ ‫‪٩‬‬
‫ــא و ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ כא‬ ‫إـ‬

‫ق – وا وا ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪...‬‬ ‫أ אً و‬ ‫ا‬ ‫أن‬ ‫إ‬ ‫‪ .‬وا وا‬ ‫אت ا‬ ‫ا‬ ‫أن‬ ‫إ‬ ‫وا وا‬
‫م‪ :‬ذ‬ ‫ا‬ ‫‪٢‬‬
‫‪...‬‬ ‫أ אً و‬ ‫ا‬ ‫أن‬ ‫ا‬ ‫وا وا إ‬‫ع‪ :‬ذ‬
‫‪.‬‬ ‫א‬ ‫ا ئ‬ ‫ه א א ا‬
‫م‪ ،‬ع‪ :‬وا א أن‬ ‫‪٣‬‬
‫‪.‬‬
‫م‪،‬ع‪+‬و‬ ‫ا‬ ‫‪٤‬‬
‫م‪ ،‬ع – ‪.‬‬
‫א ‪.‬‬ ‫لا‬ ‫م‪ ،‬ع ‪ +‬و‬ ‫‪٥‬‬
‫כ ا אت‪.‬‬ ‫م – ات‬ ‫‪٦‬‬
‫ـ ل«‪ .‬ـ ا‬ ‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا ــכ م‪ «..‬ا ـ ا ـ ـ ة » א ـ إ ـ ــא ـ‬ ‫ـ ا ــאرات ـ أول ـ ة »‬ ‫ـ »ت«‬ ‫ـ‬ ‫‪٧‬‬
‫ـ‪:‬‬
‫ـ‬ ‫ـ از‬ ‫כ ـ أن ـ א כ ـ ‪ .‬وذ ـ ا ـ ا ـ إ כא ـ‬ ‫ـ ر ا ـ ا ـ أن ذا ـ א ـ‬ ‫ـ ا ــכ م؛ أن ا‬
‫ـ ا ــאر ـ‬ ‫ـ ذا ـ א כ ـ ‪ .‬و ـ د ـ ــאك‪ .‬وذ ـ ا ـ ي ا ـ ـ از أن ـ ا ـ ـ ا ـ ات ـ‬ ‫ــאده‬ ‫ـ‬
‫ـאً ـ ات‪...‬‬ ‫ـ ـ ا ـ ا ـ‬ ‫ـ ذ ــכ ذ ـ ا ـ أ ـ ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ ‪ .‬وا ـ‬ ‫ـ و ـ ــא و ـ ل‬
‫ـ ذ ــכ‪ .‬و ـ ل‬ ‫ـ وا ـ ]ت ‪٢٠‬و[ وا وا ـ‬ ‫و أ ـ ـ אن وا ا ـ ا ـ ـ م ـ ازه‪ .‬و ـ ا‬ ‫ـ و ـ‬ ‫وأ ـ‬
‫ــא‪ .‬ـ ا ـ‬ ‫ـ ذ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل ـ‬ ‫ـ ذ ــא‪ ،‬כ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ א ـ ـ ـ כ ـ أن ـ א כ ـ א ـ‬
‫ـ‬ ‫אـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ أن ـ ا ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫‪ .‬و ـ د א ــא ــאك‪ .‬ـ ذ ـ‬ ‫ز ـ ‪ .‬وا ـ ا ـ אئ ـ ــא ـ‬
‫ما ـ ا ئـ‬ ‫ــא‪ .‬وכ‬ ‫ـאً ــא ـ‬ ‫ــא‪ .‬وا وا ـ ا ـ أن ـ ـ ا ـ أ ـאً و ـ‬ ‫ــא ا ـ‬ ‫ـ و ـ‬
‫ـ‬ ‫اـ ـ‬ ‫ــאت ا כ ــאل أو כא ـ‬ ‫ـ ــאر ـאً א ـ ا ـ ـ اً‬ ‫ـ ا ـ ذ ــכ‪ .‬وأ ــא ا ـ ـ أ ـ أو و ـ‬
‫ـ أو َ ـ א ـ ‪ .‬و ـ ـ ن‪.‬‬ ‫ا‬
‫ت ‪٢٠‬ظ‪.‬‬ ‫‪٨‬‬
‫م ‪٣٠‬و‪.‬‬ ‫‪٩‬‬
198 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Derim ki: Ortaya çıkan sonuç, [Allah lafzının] sübûtî sıfatlara dela-
let ettiği gibi aynı şekilde selbî sıfatlara da delalet ettiğidir. Sa‘dî [Çele-
bi] buna, nakz ve delaletin selbî olanı içermesine ilişkin [takdirin] fasid
olmasının gerekliliği (lüzûm) yoluyla, “[Allah lafzının] delalet etmesi
5 gibi…” sözünü Râzî’nin zikrettiği gibi selbî olanları değil sübûtî olan-
ları toplayan olduğunu söyleyerek cevap verir. Aksi takdirde onu bu
isimle nitelendiren şirk koşmaz demek olur. Şihab [hâşiyesinde Hafâ-
cî], Devvânî’yi teyid için, Allah [lafzının] anlamının, alemiyetten önce
hak mabud anlamına geldiğiyle onu reddetmiştir; böylece zât ile zâta
10 delalet etmiş olur. Çünkü [zât], künhü ile bilinemez olunca diğer özel
isimlerin müşahhasatı gibi olan sıfatlar itibare alınmıştır. [Bu], ister
itiraz edenin ileri sürdüğü gibi hepsi, isterse diğerlerinin ileri sürdüğü
gibi sadece sübûtî sıfatlar murad edilsin aynıdır. Burada genel anlam
gözetilmiştir. Dolayısıyla “Aksi takdirde [onu bu isimle nitelendiren]
15 şirk koşmaz…’ sözünün bir nedeni de olmaz. İcmalen göz önüne alın-
masıdan dolayı, şirkin olmamasının gerekliliğinde bozukluk (fesâd) or-
taya çıkmaz.
Deriz ki: “…[özel isimlerin müşahhasları gibi sıfatlar] itibare alın-
mıştır” sözünün, işittiğin ve işiteceğin üzere “onlar teşahhus edenler
20 gibi olmaları hasebiyle itibare alınmıştır” anlamında olduğu açıktır.
Ve yine onun reddi konusunda deriz ki: İtibare almanın genel olma-
sı (icmâl) ile genel olmanın en son haddini murad ederse bunu “mü-
şahhasları gibi…” sözü reddeder. Ve eğer onunla izafî olanları murad
ederse Sa‘dî’nin mülazemet [görüşü] onu tamamlar. Bu konunun tah-
25 kiki gelecektir.
Yine deriz ki: Musannif [Beyzâvî]; “en açık olan onun aslında sıfat
oluşudur” şeklindeki sözüyle Ebû Hanîfe’nin ve ona tâbi olanların gö-
rüşlerinin doğruluğu (sıhhat) ile Devvânî ve onları destekleyenlerin gö-
rüşünün doğruluğunu dile getirecek şekilde “gerçek (sahîh) veya doğru
30 (savâb) olan” demeksizin sanki aralarındaki tartışmanın lafzî olmasına
râci olduğuna işaret etmiştir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪199‬‬

‫أ ـאً‪ .‬وأ ــאب ـ‬ ‫ـ دل ـ ا ـ‬ ‫א ـ أ ـ כ ــא دل ـ ا‬ ‫‪١‬‬


‫أ ـ ل‪:‬‬
‫ـ »כ ــא‬ ‫ـ ن ــאل‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪٣‬د‬ ‫ــאد ـ‬ ‫‪ ٢‬و ـ وم ا‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ا ـ ي‬
‫ـ‬ ‫ــא ا ـ ك ـ‬ ‫כ ــא ذכـ ه ا ـ ازي وإ‬ ‫ـ دون ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫دل‪ «..‬أي‬
‫ـ دא ـ ‪،‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـن‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ ا وا ـ‬ ‫אب‬
‫ـ ا ا ـ ورده ا ـ ُ‬
‫‪٤‬‬

‫ــאت ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ـ אכـ‬ ‫ــא ــא ـ כـ‬ ‫ـ ل א ـ ات ـ ا ـ ات؛‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ض أو ا‬ ‫ــא כ ــא ذ ـ إ ا‬ ‫ـ م ـ اء أر ـ‬ ‫אت ــאئ ا‬ ‫ـ‬ ‫כא‬


‫ــא أ ـ ك‪٢٦]/ «...‬و[‬ ‫ـ »و إ‬ ‫ــא ‪ .‬ـ و ـ‬ ‫ـ إ‬ ‫ـه‬ ‫כ ــא ذ ـ إ ـ‬
‫‪٦‬‬
‫ــא ‪.‬‬ ‫ـ إ‬ ‫ـ اك כـ ن ا‬ ‫ــאد ـ ـ وم ـ م ا‬

‫أ ــא‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫‪«...‬‬


‫‪٨‬‬
‫ــ‬ ‫ــ »‬ ‫ــ ‪ ٧‬إن‬ ‫ــ ل‪:‬‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫و ــ‬ ‫ــא ــ‬ ‫ــ‬ ‫אت‬ ‫ــ‬ ‫כא‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــ‬ ‫ا ــ‬ ‫ــאل‬ ‫א ــ ا‬ ‫‪٩‬‬


‫ــ‬ ‫ــאل ا‬ ‫ــ ل‪ :‬ــ رده إن أراد‬
‫ــ‬ ‫ز ــ ا ــ ي‪ .‬و ــ‬ ‫ــ‬ ‫אت«‪ ١٠‬وإن أراد ــ إ א ــאً‬ ‫ــ‬ ‫»כא‬
‫ــאم‪.‬‬ ‫ا‬

‫ـ ‪ «...‬دون أن‬ ‫ـ أ‬ ‫ـ أـ و ـ‬ ‫ـ »وا‬ ‫כ ـ أ ــאر‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل‪ :‬إن ا‬


‫ـ‬ ‫ـ و א ـ وإ ـ‬ ‫ـ ـ ل‪ ١٢‬أ ـ‬ ‫ـ أو ا ـ اب«‪ ١١‬ا ـ‬ ‫ـ ل »وا‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ إـ ا‬ ‫ـ ا ـ اع‬ ‫ر ــא ـ ن‬ ‫ـ ل ا وا ـ ‪ ١٣‬وإ ـ‬

‫م – أ ل‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ت–‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫م‪ ،‬ع ‪:‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ي‪.‬‬ ‫ق ‪ +‬أى ا‬ ‫‪٤‬‬
‫ا وا ‪.‬‬ ‫ت‪ ،‬م‪ ،‬ع –‬ ‫‪٥‬‬
‫א ‪.‬‬ ‫إ‬ ‫اك כ ن ا‬ ‫ما‬ ‫وم‬ ‫אد‬ ‫ت‪ ،‬م –‬ ‫‪٦‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق‪ ،‬م –‬ ‫‪٧‬‬
‫ت‪+‬إ א ‪.‬‬ ‫‪٨‬‬
‫‪.‬‬ ‫ت‪ ،‬م‪ ،‬ع – ا‬ ‫‪٩‬‬
‫ت ‪٢١‬و‪.‬‬ ‫‪١٠‬‬
‫اب«‬ ‫أو ا‬ ‫ت – دون أن ل »وا‬ ‫‪١١‬‬
‫م ‪٣٠‬ظ‪.‬‬ ‫‪١٢‬‬
‫ع ‪١٥٦‬و‪.‬‬ ‫‪١٣‬‬
200 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sözünün özeti şudur ki: Eş‘ârî’nin görüşü, ayrıntısı ileride geleceği


üzere ilimden maksadı kaçırdığı için, işitene tarif edileni anlatmak ve
kendisi dışındaki bütün somut şeyleri (müşahhasât) ayırt ederek zih-
ninde onu hazırlamak olduğu için reddedilmiştir. Onların görüşü sa-
5 hihtir ve “En açık olan bunun vasıf olduğudur…” şeklindeki sözlerinin
gerçekleşmesi (tahakkuk) açıktır.
Derim ki: Öyle ise Devvânî’nin söyledikleri ona yani Beyzâvî’ye ce-
vap olmaz. Aksine Sa‘dî’nin cevabı, işittiğin üzere bir tarafıyla selbî ola-
nın genelleştirilmesine dair görüşünün ima yoluyla onun kabulünün
10 vardığı anlam olarak nakzına irca eder.
Bunun cevabında yani Sa‘dî’nin bu tartışmanın hakîkî oluşunu ka-
bulüne dayalı olan nakzının cevabı hususunda deriz ki: Şayet “…. onu
bu isimle isimlendiren” sözüyle onu bu isimle nitelendireni, genel ola-
rak sübûtî ve selbî sıfatlarını tasavvur eden olarak murad etmiş ise [ve
15 böylece] şirki ile inancından kaynaklanan şirk olarak murat etmiş ise
onun gerektirmesi (mülâzemet) imkansızdır (memnu) veya bâtıldır. Bu-
rada işaret ettiğimiz üzere genel anlamıyla noksanlıktan uzak olduğunu
tasavvur etmek, bu özellikle bir ortaklıktan (şirk) ve ortaktan (şerîk)
uzak oluşunu tasavvur etmeyi gerektirmez ki [bu tasavvur, onun] or-
20 taktan uzak olduğunu gerektirsin. Dolayısıyla kavramın içerisinde bu-
lunan selbî anlam ve o anlama delaleti göz önüne alındığında itikadı
sebebiyle O’nu bu adla isimlendirenin O’na şirk koşmadığına delalet
etmesi gerekir. Şayet o şekilde kabul edilirse istisnası, şirkin zorla ve-
ya inkar olarak açığa çıkmasının mümkün olması sebebiyle imkansız
25 (memnu) olur. Eğer zahirde [lafızda] olan şirki kastetmiş ise o zaman,
mülazemeti tam olmaz. Çünkü şayet gerektirse zahiren değil de iti-
kaden vakıada müsemmanın şirk koşmasının yokluğunu gerektirirdi.
Eğer en geneli murad etmişse işiteceğin üzere mülazemet konusundaki
tartışmanın çerçevesi genişleyecektir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪201‬‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ـ ا ـ‬ ‫ـ ي ـ دود ـ ات ا‬ ‫ـ ‪:‬إن ـ ل ا‬ ‫ـ‬


‫ــ‬ ‫ــא ــ اه א ــאر‬ ‫ــ‬ ‫ــ اً ــ‬ ‫ــאره ــ ذ ــ‬ ‫وإ‬ ‫ــא‬ ‫ا ــ ف‬
‫َّ‬
‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ و א ــ‬ ‫‪١‬‬
‫ــ‬ ‫ــ ‪ .‬وأن‬ ‫ــא ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ א‬
‫ــ أ ــ و ــ ‪٢٦]/ «...‬ظ[‬ ‫ــ ‪» ٢‬وا‬

‫ـ اب‬ ‫ـ‬ ‫وا ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ــאوي إ ـ دا‬ ‫ـ ‪ ،‬أي ـ ا‬ ‫ـد‬ ‫ئـ‬ ‫‪٣‬‬
‫أ ـ ل‪:‬‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ا ـאً ـ ا אئ ـאً‬


‫‪٥‬‬
‫ــآ ً ا‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ـ‬ ‫ـ اـ‬ ‫ا ـ ي ـ‬
‫‪.‬‬ ‫ــא ـ‬

‫כــ ن ا ــ اع‬
‫‪٧‬‬
‫ــ‬ ‫ــ ر‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ ي‬ ‫‪٦‬‬
‫ــ ل ــ رده أي ــ رد ــ‬
‫ـ‬ ‫ــאت‪ ٨‬ا‬ ‫ـ راً‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ «...‬ـ‬ ‫ـ » ـ‬ ‫ـאً‪ ،‬إ ـ إن أراد‬
‫ـ أو א ـ‬ ‫ز ـ‬ ‫ــאده‬ ‫ـ اכ إ ـ اכ ًא ـ ا‬ ‫ــא ً ـ ن أراد‬ ‫إ‬ ‫وا ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ر‬ ‫ـ م‬ ‫ــא ً‬ ‫إ‬ ‫ـ ‪٩‬ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ر‬ ‫ــאك ـ أن‬ ‫ــא أ ـ א إ ـ‬


‫ـ ا ـ כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ر‬ ‫ـم‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ ا ـ כ وا ـ כ‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ــא ـ م إ ـ اك ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ود‬ ‫ـ‬ ‫ـ ما ـ‬ ‫‪١١‬‬
‫ـ م ـ ا ــאر‬
‫ـ ا ـ ك إ ــא‬ ‫ـ از أن‬ ‫ـ‬ ‫א ـ אئ‬ ‫ـ‬ ‫ــאده‪ .‬و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ اا‬
‫ـ א ـ ‪ .‬ـ ‪٢٧]/‬و[‬ ‫ز ـ‬ ‫ـ د ًا‪ ،‬وإن أراد إ ـ اכ ًא ـ ا א ـ‬ ‫כ ــא أو‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ا א ـ ‪ ،‬وإن أراد‬ ‫ــאداً‬ ‫ـ ا اـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ م ـ م إ ـ اك ا‬ ‫ـ ـم‬


‫‪.‬‬ ‫ــא ـ‬ ‫ــאء ـ‬ ‫زـ‬ ‫ـ دائ ـ ة‪ ١٢‬ا א ـ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫ي‪.‬‬ ‫أن ل ا‬ ‫‪١‬‬


‫‪ ٢‬ق‪ :‬ئ ‪.‬‬
‫‪ ٣‬ق‪ ،‬ت – أ ل‪.‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ٤‬ق–‬
‫‪ ٥‬م‪ ،‬ع ‪ :‬آ ‪.‬‬
‫؛ م‪ ،‬ع ‪ :‬اب‪.‬‬ ‫‪ ٦‬ت–‬
‫أن כ ن ا اع‪.‬‬ ‫‪ ٧‬ت‪:‬‬
‫אت‪.‬‬ ‫‪ ٨‬ت–‬
‫‪ ٩‬ت ‪٢١‬ظ‪.‬‬
‫‪ ١٠‬ت‪ ،‬م‪ ،‬ع – وا כ‪.‬‬
‫‪ ١١‬م ‪٣١‬و‪.‬‬
‫‪ ١٢‬ق‪ ،‬ت – دائ ة‪.‬‬
202 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Eğer onu isimlendiren, taklid yoluyla isimlendireni murat eder ise bir-
birini gerektirme (mülâzemet) imkansızdır veya bâtıldır. Hatta mukallitten
en genel olan murat edilmişse istisna, gizli kalmayacak şekilde aynı bu
şekildedir. Eğer şirkin yokluğunun lüzûmu, mutlak olarak onu bu isimle
5 isimlendirenin şirkinin yokluğunu gerektirdiğini murat etmişse işittiğin
üzere ikisi de imkansızdır. Çünkü şayet bu şekilde bir gereklilik olursa bu,
mukallidin dışında şirkin yokluğunu gerektirir. Şayet bununla onun dışın-
da şirkin olmayışını murad etmişse mülazemet kabul edilir. Fakat o zaman
istisna ile onun dışındakilerin şirki kastedilmişse geçtiği üzere bu, imkansız
10 veya bâtıl olur. Eğer mukallidin şirkini murad etmişse umumileştirmekten
talep edilen bu değildir. Düşün!
Şöyle söyleyebilirsin: Eğer O’nu o isimle isimlendiren, alemiyetini bilen
murat etmiş ise işaret ettiğimiz üzere mülazemet, imkansız veya bâtıl olur.
Bu kabul edilirse istisna, zorla olsun inkarla olsun zahirde şirk koşmanın
15 imkanı sebebiyle imkansız olur. Eğer bununla alemiyetini bilmeyeni veya
en genel olanı murat etmişse mülazemet, -tafsili geçtiği şekilde işittiğin
gibi- tekrar üzere olur. Sana düşen, doğru şekilde düşünmektir!
Sonra derim ki: Sa‘dî’de yer aldığı üzere bu bahisler, tartışma hakîkî
ise musannife [Beyzâvî] tamamıyla cevap teşkil etmektedir. İyice düşün!
20 Allah, başarıya ulaştırandır.

Hâtime
Bana göre Hak Teâlâ’nın o isimle isimlendirilmesi konusunda ha-
kikat olan, delillerinin güçlü olmaları ve onların -özellikle İmam-ı
Azam gibi- üstün kimseler olmalarından dolayı cumhurun sıfatlar ba-
25 kımından alem olmaklığına dair görüşüdür. İşaret ettiği üzere bu, bü-
tün sıfatları toplamış olan zâtın ismi şeklinde denildiği gibi burada
Şeyhu’r-Reis’in ve Devvânî’nin selbî delaletinin genelleştirmesine dair gö-
rüşüdür. Onlar, Allah Teâlâ’nın sıfatlarının, mutlak olarak o sıfatların di-
ğer özel isimlerin (alem) teşahhus etmiş olanları gibi olduğu görüşündedir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪203‬‬

‫ـ אء‬ ‫ـ أو א ـ ـ ا‬ ‫زـ‬ ‫ـ اً א‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫وإن أراد ـ‬


‫ـ ‪ .‬ـ ن أراد ـ وم ـ م‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ١‬وإن أراد ا‬ ‫ــא‬ ‫أ ـאً ًכ ــכ ـ‬
‫‪ .‬ـ ـ‬ ‫ـ ‪ ٢‬כ ــא ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ ًא כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اك ـ م إ ـ اك ـ‬ ‫ا‬
‫زـ‬ ‫ـ م ا ـ اك ـ ه א‬ ‫ـ ‪ .‬وإن أراد ـ‬ ‫ــא ـ م ـ م إ ـ اك ـ ا‬ ‫ـم‬
‫ــא ـ ‪.‬‬ ‫ـ أو א ـ‬ ‫ئـ ا ـ اك ـ ه‬ ‫ـ אء ـ‬ ‫‪ .‬כـ إن أراد א‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ!‬ ‫ـ ‪.‬‬
‫‪٣‬‬
‫ـ ب ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫و إن أراد إ ـ اك ا‬

‫ــ أو‬ ‫ز ــ‬ ‫ــ א‬ ‫ــ ا א ــ‬ ‫ــ‬ ‫و ــכ أن ــ ل‪ :‬إن أراد ــ‬
‫ـك ـ ا א ـ‪،‬‬ ‫ـ از أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ אء‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ــא ا ـ א إ ـ ‪ ،‬و ـ‬ ‫‪٤‬‬
‫א ـ‬
‫ز ـ כ ــא ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ــא أو ا‬ ‫ـ ا אـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ د ًا‪ ،‬وإن أراد ـ‬ ‫إ ــא כ ـ ًא أو‬
‫ـ ا ــאدق!‬ ‫ــכ א‬ ‫ـ ‪٢٧]/ .‬ظ[‬ ‫ـ ا دـ اـ ي ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ا ــ ي ــ د‬ ‫ــאث כ ــא وردت‬ ‫ــ أ ــ ل‪ :‬إن ــ ه ا‬


‫ــ ‪.‬‬ ‫ــ ا!‪ ٧‬وا ا‬ ‫ــ‬ ‫ــאً‪.‬‬ ‫ــא‪ ٦‬إن כאن ا ــ اع‬ ‫ا‬

‫א‬

‫ــ ر ــ‬ ‫ــ ل ا‬ ‫ــ إ ــא ــ‬ ‫א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ي ــ‬ ‫أ ــ ل‪ :‬إن ا ــ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا ــאم ا‬ ‫‪ ،‬ـ א‬ ‫ــא‬ ‫ــאت ـ ة أد ـ و ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ََ ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــ‬ ‫ــ م د‬ ‫ــ‬ ‫و ــ ل ا وا ــ‬ ‫ا ئ ــ‬ ‫ــ ل ا ــ‬ ‫ــ إ ــא ــ‬ ‫و ــ د‬
‫ــא א ــ ا‬ ‫ــאت‬
‫‪٩‬‬
‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ات‬ ‫ــא ــ أ ــ ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫‪٨‬‬
‫ــ‬
‫ــ م‪.‬‬ ‫ــאئ ا‬ ‫אت‬ ‫ــ‬ ‫א ــ כא‬ ‫أ ــא‬ ‫ــ‬ ‫ــ ًא ــ‬ ‫‪١٠‬‬
‫א ــ‬ ‫א ــ‬ ‫إن‬
‫‪.‬‬ ‫א‬
‫‪ ١‬ت‪ ،‬م‪ ،‬ع –‬
‫‪.‬‬
‫‪ ٢‬م‪ ،‬ع –‬
‫‪.‬‬ ‫ا‬
‫‪ ٣‬ق‪ ،‬م‪ ،‬ع –‬
‫‪ ٤‬م ‪٣١‬ظ‪.‬‬
‫‪ ٥‬ت ‪٢٢‬و‪.‬‬
‫ا א‪.‬‬ ‫‪ ٦‬ت–‬
‫!‬ ‫‪ ٧‬ت‪:‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ٨‬ق–‬
‫אت‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ات‬ ‫أ ا‬ ‫א‬ ‫‪ ٩‬ت‪ ،‬م‪ ،‬ع –‬
‫‪ ١٠‬ع ‪١٥٦‬ظ‪.‬‬
204 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Hüviyetin isimsiz bir mânâ olduğu, açıklamasının ancak lâzımlarıyla ola-


bileceği, lâzımlarının da izafî ve selbî olduğu, bunların en mükemmeli-
nin ise ikisini de içeren [lâzım] olduğu, “hüve”nin delalet ettiği anlamı
açığa çıkardığı için “Allah” lafzınının ikisini de içerdiğini, zât künhü ile
5 bilinemediği için diğer özel isimlerin (alem) teşahhus edenleri gibi sı-
fatlarının itibare alındığı [bilgisi] daha önce geçtiği için sen, bütün bu
nakledilenlerin [Allah lafzının] anlaşılmasında da selbiyet mefhumunun
dikkate alınması [görüşüne hitaben] söylediğini bilmektesin. Aynı şekil-
de [bu durum], onların ilim tarifindeki görüşlerinde vardır. Onlardan
10 Hatîb ed-Dımeşkî Telhis’inde şöyle demektedir:

O [isim], bütün teşahhus edenleriyle beraber bir şeyin kendisini, diğer


şeylerin bütününden ayırt edilecek şekilde, kendisine mahsus bir isimle
işitenin zihninde hazır etmek amacıyla vaz edilen şeydir. ‘Kul huvellahu
ehad’ gibi.1

15 “Allah Teâlâ’nın sıfatları, diğer alem [isim]lerin müşahhasatı gibidir”


sözleri ile zikredilen tarifleri, özellikle “bütün müşahhasatıyla beraber bir
şeyin kendisini, diğer şeylerin bütününden ayırt edilecek şekilde, işitenin
zihninde hazır etmek amacıyla…” sözleri, -o alemlerin müşahhasat gibi
olmaları bakımından müşahhasat gibi olanların bütüne dair mülahaza-
20 larla- açık delaletle [“Allah” lafzının] zâtı için alem olarak vaz edildiğine
delalet etmektedir.
Sen biliyorsun ki Allah Teâlâ’nın sıfatları, O’nun sıfatları olmak açı-
sından diğer alemlerin müşahhasatı gibidir. Bunu açıkça ifade etmişlerdi.
Sübûtî ve selbîden anlaşılan ondan anlaşılanın içinde yer alır. Ve o [Allah
25 lafzı], alem [ism]in mezkur tariflerine göre ve zâtla ilgili görüşlerinin ge-
reği olarak gerçek mabud olarak vehmedilenlerin tümünden ayrı oldu-
ğuna delalet eder.

1 Kazvînî, Ebu’l-Meâli Celâleddin el-Hatîb Muhammed, Telhîsu’l-Miftâh, Mektebetu’l-Buşra, Pakistan:


1431/2010, s. 18-19.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪205‬‬

‫از ــא وإن ا ـ ازم‬ ‫אإ‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫أن ا‬ ‫و ــא ـ‬
‫ــא دل‬ ‫ــא כــ ن כא כא ــ‬ ‫ــא وأن »ا « אو‬ ‫وا כ ــ ذכ‬ ‫إ א ــ و ــ‬
‫אت‬ ‫ـ‬ ‫ــאت כא‬ ‫ـ‬ ‫وـ אכـ‬ ‫ـ » ـ « وأن ا ـ ات ــא ـ כـ‬
‫ــ م‬ ‫ــ ا ــאر‬ ‫ــ أن ــ ه ا ــ ل אد ــ‬ ‫ــכ‬ ‫‪١‬‬
‫ــ م‬ ‫ــאئ ا‬ ‫‪٢٨]/‬و[‬
‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـאً‪ .‬وכـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‪:‬‬ ‫ــאل ـ‬ ‫ـ‬


‫ــא ـ اه‬ ‫ـ‬ ‫ـ ًا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאره‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ء ـ‬ ‫ـ ــא و ـ‬
‫‪٢‬‬
‫ـ ا أ ـ ﴾«‬ ‫ـ ﴿ـ‬ ‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ ذ ـ ا ــא‬

‫ــ‬ ‫ــ م ‪ «...‬وإن‬ ‫ــאئ ا‬ ‫אت‬ ‫ــ‬ ‫א ــ כא‬ ‫א ــ‬ ‫ــ »إن‬
‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ اً ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאره‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ »ـ‬ ‫כـ ر ـ א‬ ‫ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ع‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أـ‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ اه ـ ذ ـ ا ــא ‪ «..‬ـ ل د ـ‬
‫‪٧‬‬
‫אت‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ٦‬أ ــא כא‬ ‫אت‪ ٥‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא כאن כא‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫اـ ـ‬

‫אت‬ ‫ـ‬ ‫א ـ إ ــא ـ כא‬ ‫أ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٨‬‬


‫אـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ أن‬ ‫وأ ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫‪ ١٠‬دا ـ‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ـ‪.‬‬
‫‪٩‬‬
‫ـ م‪ .‬و ـ‬ ‫ــאئ ا‬
‫ــ‬ ‫ــ أ ا ــ‬ ‫ــ ‪ ١١‬و‬ ‫כــ ر‬ ‫ــ ا‬ ‫‪٢٨]/‬ظ[ و ــ دال ــ و ــ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ داً א ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـאً‬ ‫ــא‬ ‫ا ـ ات‬

‫از ــא وإن ا ـ ازم إ א ـ و ـ وا כ ـ ذכ ــא‬ ‫כـ ـ א إ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪ ١‬ت‪ ،‬م‪ ،‬ع – و ــא ـ أن ا ـ‬
‫ــאت כא ـ אت‬ ‫ـ‬ ‫وـ אכـ‬ ‫ــא دل ـ » ـ « وأن ا ـ ات ــא ـ כـ‬ ‫وأن »ا « אو ــא כـ ن כא כא ـ‬
‫ــאئ ا ـ م‪ ِ .‬ــכ ـ أن ـ ه ا ـ ل‪.‬‬
‫ا אح و ‪ ،‬ص‪.١٩-١٨ ،‬‬ ‫‪ ٢‬م ‪٣٢‬و‪|.‬‬
‫‪.‬‬ ‫ا‬ ‫أن‬ ‫‪ ٣‬م‪ ،‬ع ‪:‬‬
‫א כאن‪...‬‬ ‫ا‬ ‫أ‬ ‫‪ ٤‬ت‪:‬‬
‫م‪.‬‬ ‫‪ ٥‬م‪ ،‬ع ‪ +‬אئ ا‬
‫‪ ٦‬ت ‪٢٢‬ظ‪.‬‬
‫אت‪.‬‬ ‫أ א כא‬ ‫‪ ٧‬ق–‬
‫אً‪.‬‬ ‫‪ ٨‬م‪+‬‬
‫ا ‪.‬‬ ‫‪ ٩‬ق‪ ،‬م – و‬
‫א‪.‬‬ ‫‪ ١٠‬ق‪ ،‬ت ‪:‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ١١‬ق‪ ،‬ت – ا כ ر‬
206 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Derim ki: İsm-i azam oluşunun sebebi ise dedikleri gibi mânâ bakı-
mından bu kadar şümullü olmasına dayanır. Münakaşa şeref bahsiyle ilgi-
lidir. Eş‘ârî’nin ve musannifin [Beyzâvî] tercihi işittiğin üzere zorlamadan
ibarettir. Bu şekilde bu bahsin, vehimlerden ortaya çıkanlardan kaçınarak
5 anlaşılması gerekir. Muavaffak kılan Allah’tır, anlayış O’ndandır.

Sonra derim ki: Bu kadarla yetinmeyen bu konudaki zikredilen risa-


lemize dönsün baksın! Ona da razı olmayıp sağa sola yeltenen vehimler
denizine düşmüş olur. Sana düşen tam bir tedebbürdür!

Allah’ım! Sülüs-i Kur’ân’a [Kur’an’ın üçte birine olan] hizmetimi Gufran


10 [olan sen]in şefaatine/affına, cennete girmeye ve cemalini müşahadeye vesile
Kıl!
Ya Raûf u Ya Rahman! [Yine bu hizmetimi] Habibine komşu olmaya -ka-
tındaki değeri sebebiyle- aracı kıl! Beni, anne babamı ve bütün müminleri
bağışla! Amin!
15 En üstün salât u selam kıyamete kadar O’nun ve ailesinin üzerine olsun!
Mutlak izzet sahibi olan rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir!
Selam peygambere, hamd âlemlerin rabbinedir!
Ya Rabbi! Bize dünyada da iyilik ver âhirette de iyilik ver! Bizi cehannem
azabından koru! Salat u selam üzerine olan Habibin hürmetine amin!
20 [Nihayette] Allah’ın salât u selamı Peygamberlerin efendisine, O’nun ailesine
ve bütün peygamberlerin üzerine olsun!
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪207‬‬

‫ـ אل ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫ــא א ـ ا إ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ـ أ ـ ل‪ :‬إن‪ ١‬و ـ כ ـ ا ـ אً أ ـ‬


‫‪٣‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ي وا‬ ‫و ـ لا‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬
‫‪٥‬‬
‫ـ ذات ا و אم‪.‬‬ ‫אً‬ ‫ــאم‬ ‫ـ اا‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ ‪ .‬כـ ا‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬
‫ــאم‪.‬‬ ‫ـ و ـ ا‬ ‫وا ا‬
‫ــאك و ـ‬ ‫‪٧‬‬
‫כـ ر‬ ‫ا‬ ‫ـ ا ـ ر ــא‬ ‫ـ اا ـ ر‬ ‫ـ أ ـ ل‪ ٦:‬و ـ ـ כ ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫‪٨‬‬
‫ـ ا ــאم!‬ ‫ــכ א‬ ‫ـ ا و ــאم‪.‬‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ًא و ـ ًا ـ‬ ‫ـ ـ ض ــא و ـ‬
‫אن‬ ‫لا‬ ‫ان وو‬ ‫ا آن‬ ‫ا‬ ‫أ‬
‫א כ!‬ ‫و א ة‬
‫‪٩‬‬
‫م‬ ‫ةإ‬ ‫ا‬ ‫آ أ‬ ‫و‬ ‫כ‬ ‫! و אورة‬ ‫א رؤف! א ر‬
‫!‬ ‫אت أ‬ ‫وا‬ ‫ا‬ ‫و ا ّي و‬ ‫ان وا‬ ‫ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫رب‬ ‫وا‬ ‫ا‬ ‫م‬ ‫نو‬ ‫א‬ ‫אن ر כ رب ا ة‬


‫!‬ ‫ا א‬
‫اب ا אر!‬ ‫و א‬ ‫ة‬ ‫ا‬ ‫و‬ ‫א‬ ‫ا‬ ‫ر אآ א‬
‫م‬ ‫ة وا‬ ‫ا‬ ‫כ‬ ‫!‬ ‫أ‬
‫!‬ ‫أ‬ ‫آ و‬ ‫و‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫و‬ ‫‪١٥‬‬

‫‪١٠‬‬
‫!‬ ‫آ‬

‫‪ ١‬ت‪. :‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ٢‬م‪ ،‬ع ‪:‬‬
‫‪.‬‬ ‫ي وا‬ ‫‪ ٣‬ق–و لا‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ٤‬ت‪:‬‬
‫ذات ا و אم‪.‬‬ ‫אً‬ ‫‪ ٥‬ق‪ ،‬ت –‬
‫‪ ٦‬ت‪ ،‬م – أ ل‪.‬‬
‫‪ ٧‬ق – ا כ ر‪.‬‬
‫ا כ م‪.‬‬ ‫א ام‬ ‫و أ‬ ‫‪ ٨‬ت‪ ،‬م ‪ :‬وا ا‬
‫‪ ٩‬ق‪٢٩ :‬و‪.‬‬
‫ة א ــכ و ــאورة ــכ א ـ‬ ‫ـ ان وو ـ אً ـ ا ــאن و ــא‬ ‫ـא‬ ‫ـ ا ـ آن و ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪ ١٠‬ت ‪ :‬ا ـ ا ـ‬
‫ـ‬ ‫ــאن! وا ـ ـ و ا ـ ّى و‬ ‫ــא ـ א ا ـ ر ا ـ وا‬ ‫ـ ك! ـ رؤوف ــא כ ـ ــא ر ـ ــא ر ـ ! وا ـ ذ ــאئ‬
‫ـ ا ــאء‬ ‫ـ وآ ـ و ـ‬ ‫א‬ ‫رب ا א ـ وا ـ ة وا ـ م ـ ـ‬ ‫ـ ! وآ ـ כ ــא أن ا ـ‬ ‫ــאت أ‬ ‫وا‬
‫ـ !آ ـ !‬ ‫وا‬
‫ــכ א ـ‬ ‫א ــכ و ــאورة‬ ‫ة‬ ‫ـ ان وو ـ אً ـ ا ــאن و ــא‬ ‫ـא‬ ‫ـ ا ـ آن و ـ‬ ‫ـ‬ ‫م‪ ،‬ع ‪ :‬ا ـ ا ـ‬
‫و ـ آـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫ا‬ ‫ـ !و ـ‬ ‫ــאت أ‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ ك! ــא ر ـ ــא ر ـ ! وا ـ ـ و ا ـ ّى و‬
‫ـ !آ ـ !‬ ‫و ـ أ‬
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 209

D. EBÛ SA‘ÎD MEHMED EL-HÂDİMÎ (ö. 1176/1762)


1. Hayatı ve Eserleri
Ebû Sa‘îd Mehmed b. Mustafa el-Hâdimî, 1701’de Konya’nın Hâdim ka-
sabasında dünyaya gelmiştir. Mensub olduğu aile, soyu Hz. Peygamber’e ula-
şan ve özellikle 18. yüzyıldan sonra çok sayıda âlim ve sûfi çıkaran bir ailedir.1
İlk öğrenimini Nakşibendî şeyhlerinden Murad Buhârî’nin Anadolu’daki
halifelerinden biri olan babası Kara Hoca lakaplı Fahrurrum Mustafa Efen-
di’den yapmıştır.2 1720 yılından itibaren tahsilini Konya’daki Karatay Med-
resesi’nde devam ettirmiştir. 1725’te İstanbul’a gelerek İstanbul’un etkili ve
şöhretli müderrislerinden Kazovalı Ahmed Efendi’nin medresesinde tahsili-
ne devam etmiştir. Burada sekiz yıl eğitim gördükten sonra memleketine dö-
nerek babasından boşalan Hâdim Medresesi’nde ders vermeye başlamıştır.3
Hâdim’de babası ile birlikte eğitim, öğretim ve irşad faaliyetlerine başla-
yan Ebû Sa‘îd’in ilmi şöhreti yaygınlaşmış ve Hâdim, bir ilim ve irfan mer-
kezi hâline gelmiştir. Ününün Anadolu’nun diğer bölgelerinde yayılmasıy-
la birlikte I. Mahmud tarafından Darussaade Ağası Beşir Ağa vasıtasıyla
İstanbul’a davet edilmiş, padişahın bulunduğu bir mecliste huzurda ders
takrir etmiştir.4 Kendisinden İstanbul’da kalması istenildiyse de memleke-
tine dönmeyi tercih etmiş ve faaliyetlerine burada devam etmiştir.5
Yetiştirdiği talebeleri arasında meşhur filozof ve mantıkçı İsmail Gelen-
bevî, Gözübüyükzâde İbrahim Efendi, Muhammed b. Süleyman Kırkağa-
cî, Hafız Hasan Üskübî ve oğulları Said, Abdullah, Mehmed Emin, Nu-
man gibi pekçok âlim ve müderris olan Mehmed Hâdimî 1176/1762’de
Hâdim’de vefat etmiştir.6
Osmanlı medrese geleneği içinde yetişen meşhur ve seçkin âlimlerden
biri olan Hâdimî, dönemin en saygın hocalarından icazet aldıktan sonra
döndüğü memleketinden birkaç istisna dışında pek ayrılmamıştır. Haya-

1 Göktaş, Salih, Ebu Said Muhammed el-Hâdimî ve Hâdim, Konya 1985, s. 91; Sarıkaya, Yaşar, Merkez
ile Taşra Arasında Bir Osmanlı Alimi: Ebu Said el-Hadimî, İstanbul 2008, s. 28.
2 Kufralı, Kasım, Nakşbendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul Üniversitesi
Türkiyat Enstitüsü, İstanbul 1949, s. 167.
3 Mustafa Yayla, “Hâdimî Ebû Saîd”, DİA, c. 15 (İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 1997), 24.
4 Ebu’l-Ula Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II/771.
5 Sarıkaya, Yaşar, Merkez ile Taşra Arasında Bir Osmanlı Alimi: Ebu Said el-Hadimî, s. 130.
6 Yayla, “Hâdimî Ebû Saîd”, 6: 25.
210 HÂDİMÎ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

tını Hâdim ve civarında geçirmiştir. Ölümüne kadar eğitim ve irşad faa-


liyetiyle uğraşmıştır. Yazdığı eserlerle ve yetiştirdiği talebelerle Anadolu’da
şöhreti İstanbul’a ve diğer bölgelere ulaşan bir eğitim merkezi kurarak il-
min, nakşî irşadın yaygınlaşması için ömrünü harcamış, merkezi bırakarak
taşrada yaşamayı tercih etmiş büyük bir âlimdir.1
Dil, Mantık, Kelâm, Fıkıh usulü ve Fıkıh, Tasavvuf, Ahlak, Hadis
ve Tefsir gibi sahip olduğu birikimin her alanında eser vermiş olan Ha-
dimî’nin altmışın üzerinde irili ufaklı eseri vardır.2
Tefsir’e dair eserleri şunlardır: 1. Risaletu’l-Besmele, (Şerh-i Besmele).
2. Adâb-ı Kıraati’l- Kur’ân3 3. Hâşiye ala Tefsiri Sûret’in-Nebe’ li’l-Beyzâvî
4. Risale fi Kavlihi teâlâ “ve yuminune bihi ve yestağfiruneh”, 5. Risale fi
Kavlihi teâlâ “velev alimallahu fihim hayran” 6. Risale fi Kavlihi teâlâ “ve
huvel gafurul vedûd” 7. Risale fi Kavlihi teâlâ “İnne bade’z-zanni ismun”
8. Risale fi Kavlihi teâlâ “kulilllahumme malikel mulk” 9. Risale fi Tefsir-i
Sûreti’n-Naziât 10. Risale fi Kavlihi teâlâ “lev kane fihima alihetun illallahu
lefesedeta” ve 11. Şerh alâ Tefsir-i Sûreti’l-İhlâs li-İbn Sina. Tefsire dair eser-
leri arasında matbu olanlar sadece besmele şerhidir.

2. İhlâs Sûresi Şerhi


Hâdimî, şerhini İbn Sînâ’nın kıyaslarını tasvir, delillerini açıklamak ve
ihtilaflarına işaret etmek üzere önemli bazı arkadaşlarının isteği ile kale-
me aldığını ifade etmektedir. Şerhi, İbn Sînâ’nın metni üzerine yazılmış
uzun sayılacak şerhlerdendir. Mehmed Hâdimî, eserinin başlangıcında İbn
Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri hakkında şunları söylemektedir:

“Tertip ve üslûbunda, maksatları eda ve ifadede misli geçmemiş ve yal-


nız İbn Sînâ’nın idrakinden doğmuş çok kıymetli bir incidir. İhlâs sûresi-
nin içerdiği hükümleri ve birçok hakikatleri ince delillerle güçlendirmesi
bakımından çok önemli olan bir tefsirdir.
Ancak bazı maksatları şeriatın ilkelerine aykırı olan felsefî esaslara dayan-
makta, mukaddimelerinin birleştirilmesi, kıyaslarının tasvirinde ise zorluk
ve müşkilat bulunmaktadır.”

1 Sarıkaya, Yaşar, Merkez ile Taşra Arasında Bir Osmanlı: Ebu Said el-Hadimî, s. 77.
2 Eserlerinin listesi için bk.: Yayla, “Hâdimî Ebu Saîd”, 6: 25-26; Sarıkaya, a.g.e., s. 104-107.
3 Fırat, Yavuz, Ebu Said el-Hadimi ve Risaletu Tertili’l-Kur’an, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1991.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 211

Hâdimî, şerhinde İbn Sînâ’nın ifadelerini alıntılarken uzun alıntılar şek-


linde değil cümleler içinde gerekli gördüğü yerlerde açıklamalar yapmakta-
dır. Bu şekilde metnin tamamını şerh etmektedir. Ayrıca Debbâğî’nin şerhi
kadar olmasa da İbn Sînâ’nın cümlelerini önermeler şeklinde sıralamakta
veya buna işaret etmektedir.
Tahkik ve tercüme metinde Hâdimî’nin yapmış olduğu şerhin takip
edilebilmesi, siyak-sibakının gözden kaçırılmaması için İbn Sînâ’nın met-
nine köşeli parentez içinde yer verilmiştir.

3. Hadimî’ye Ait Şerhin Nüshaları


Hâdimî’nin şerhinin tahkiki yapılırken Türkiye kütüphanelerinde
mevcut olan nüshaları esas alınmıştır. Bu eserin Türkiye kütüphanelerinde
yapılan taramalarda sekiz nüshasına rastlanmıştır. Bu nüshalardan üç ta-
nesi Süleymaniye Kütüphanesi Reşid Efendi Bölümü Nr. 1017, 1032 ve
1091’de; biri Süleymaniye Kütüphanesi Denizli Bölümü Nr. 389/25’te, bir
diğeri Ankara Millî Kütüphane Nr. 5416’da, diğer ikisi ise Konya Karatay
Yusuf Ağa Kütüphanesi Nr. 8218/4 ve 9913’te yer almaktadır.
Eserin tahkikinde bu nüshalardan beş tanesi esas alınmıştır. Bu nüsha-
lar şunlardır:
1. Reşid Efendi Nr. 1017.
Bir risale mecmuası içerisinde 92b-101b arasında 21 satır hâlinde nesih
hattıyla yazılmıştır. İstinsah kaydı hicrî Receb 1177 olup eserin telifinden
-ki eserin telif kaydı hicrî 1156’dır- 21 yıl sonra istinsah edildiği şeklinde-
dir. Müstensihi Hafız Abdurrahman adlı bir kişi olup eserin müellifinden
‘üstadımız’ diyerek bahsetmekte ve istinsahı müellif nüshasından yaptığı-
nı söylemektedir. İlave olarak yazmış olduğu bir cümle ise sayfanın kesil-
mesi sebebiyle okunamamaktadır. Tahkikte bu nüsha ‫ر‬ile gösterilmiştir.
Dolayısıyla bu nüsha müellif nüshası olmadığı gibi hamişlerinde yer alan
açıklamalar da müellife ait değildir.1

1 Harun Bekiroğlu, “Bir Felsefî Tefsir Örneği Olarak Muhammed Hâdimî’nin İbn Sina’ya Ait İhlâs
Sûresi Tefsirine Hâşiyesi” [Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2013/1, c. 12, sayı: 23, s. 137.]
isimli makalede istinsah kaydına dikkat edilmemesi sebebiyle bu nüshadan müellif nüshası olarak bah-
sedilmektedir ki anlaşılacağı üzere bu doğru değildir. Yine mezkur makalede “İbn Sina’da Elamalılı’ya
212 HÂDİMÎ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

2. Millî Kütüphane Nr. 5416.


Bu nüsha da bir mecmua içinde 1b-7b arasında 25 satır hâlinde nesih
hattıyla istinsah edilmiştir. İstinsah kaydı hicrî 1189 olarak kaydedilmiştir.
Bu nüshanın da Hâdimî’nin hattı ile olan nüshadan istinsah edildiği be-
lirtilmiştir. Müstensihi Hasan b. Hasan el-Amâsî’dir. Tahkikte bu nüsha ‫م‬
ile gösterilmiştir.
Bu iki nüsha müellifin nüshasından istinsah edildiğine dair kayıt bu-
lunan nüshalardır. Bunların dışındaki nüshalarda böyle bir kayıt yoktur.
3. Süleymaniye Kütüphanesi Reşid Efendi Bölümü Nr. 1091
1b-9b arasında 23 satır hâlinde nesih hattıyla yazılmış müstakil bir nüs-
hadır. Amasya Medrese-i Sultaniyesi’nde Halil b. Abdulgaffar tarafından
istinsah edilmiştir. Müstensih kütüphane kayıtlarında yanlış olarak eserin
müellifi olarak kaydedilmiştir. İstinsahın Pazar günü yapıldığına dair kayıt
olmakla birlikte senesine dair bir kayıt yoktur. Tahkikte bu nüsha ‫ ش‬ile gös-
terilmiştir.
4. Süleymaniye Kütüphanesi Denizli Bölümü, Nr. 389/25
Bir mecmua içinde yer alan bu nüsha 25 satır hâlinde 220b-227b ara-
sında yer almaktadır. Nüshanın istinsah tarihi hicrî 1175’tir. Tahkikte bu
nüsha ‫ د‬ile gösterilmiştir.
5. Süleymaniye Kütüphanesi Kasidecizâde Bölümü, Nr. 671
Girişi süslü ve kenarlıklı olarak 21 satır hâlinde nesh-talik bir hat-
la yazılmış olarak 48b-57b arasında bir mecmua içinde yer almaktadır.
Nüshanın istinsah tarihi hicrî 1276’dır. Tahkikte bu nüsha ‫ ق‬ile gösterilmiştir.
Burada nüshalarla ilgili son bir not olarak Konya Karatay Yusuf Ağa
8218’de yer alan nüshanın 4. risale olmasına rağmen kütüphane kayıtların-
da 6. risale olarak kaydedilmiş olduğunu belirtmek gerekir.

İhlas Sûresi Felsefî Tefsir Geleneği, İstanbul 2008” isimli doktora tezimizde ilk defa incelenen ve yine
ilk defa dizilmek suretiyle Arapça metni verilen Hadimî’nin tefsir metninden de tahkik edilmiş bir
metin olarak bahsedilmekte ve bu metnin tahkikinin eksik olduğu ifade edilmektedir. Bu durum tezde
yayınlanan metnin girişindeki açıklamaları görmemekten kaynaklanan bir hata olsa gerektir. Çünkü
bu metnin ilk defa dizilerek gün yüzüne çıkarıldığı ve orada yer alan metnin sadece bir dizgi olduğu
dolayısıyla tahkik olmadığı orada belirtilmektedir.
İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsirine Şerh
(Şerh alâ Tefsiri Sûreti’l-İhlâs li İbn Sînâ)

Müellif
Ebû Sa‘îd Mehmed el-Hâdimî (ö. 1176/1762)
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬

‫) ت‪(١٧٦٢/١١٧٦ .‬‬ ‫ا אد‬ ‫أ‬


216 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bismillahirrahmanirrahim
Hamd, bir (ehad) [ve] samed [olan], “doğurmayan, doğurulmayan, ken-
disine bir denk de olmayan” Allah’adır. Ezelden ebede kadar sâlât ve selam
O’nun peygamberi olan Muhammed’e, ailesine ve ashâbı üzerine olsun!
5 Seçkin Filozof Şeyh Ebû Ali İbn Sînâ’ya ait İhlâs Sûresi Tefsiri üslubunda
benzersiz (bedî‘) ve yönteminde ilgi çekici/şaşırtıcı, öncüllerin hakikatleri ve
ince açıklamalarla âyetlerin lafızlarının bildirdiği hükümleri içeren, [aynı za-
manda] o, faydalarının sırlarını kuşatan ve biricik üstün vasıflarını koruyan
[bir tefsir] iken bazı maksatları, şeriatın ilkelerine uygun olmayan şekilde
10 iş görmeyen (kör ve aksak) felsefî esaslara dayanmakta, mukaddimelerinin
birleştirilmesinde zorluk, [mukaddimelerin] maddelerindeki zorluk, kıyasla-
rının tasvirinde müşkilat, delillerinin tertibinde ise kapalılık bulunmaktadır.
Arkadaşlarımdan önde gelenleri benden bu tefsiri şerh etmemi istediler.
Ahbablarımın en değerlilerinden olduğu için istenileni yapmamak olmu-
15 yor. Zaman konusunda engellerin çokluğundan dolayı, [bu eserde] ilk ba-
kışta ortaya çıkan şeyi yazdım. O da kolay bir ibareyle [ve] metnin zor ve
kapalı mânâlarının halledilmesi, çelişkilerine dikkat çekilerek anlamı kapa-
lı olanlarının tevil edilmesi, delillerinin düzenlenmesi ve kıyaslarının nasıl
olduğunun açıklanması [şeklinde]dir. Celîl olan Allah’tan yardım dilerim.
20 O bana yeter, O ne güzel vekildir!

[Kul Huvellâhu Ehad]


“De ki: O, Allah, birdir.”

“Bu âyetteki ‘Hüve’ mutlaktır. Mutlak hüve, (mahiyet ve) hüviyeti


başkasına dayanmayan demektir. Çünkü hüviyeti başkasının varlığına
25 bağlı olan her şey, (ondan faydalanmıştır) ondan hâsıl olmuştur. Bi-
naenaleyh, varlığına sebep olan o şey onunla birlikte düşünülmedikçe
(itibare alınmadıkça) o, hüve hüve [kendiliğinden mevcud] olamaz.
Hâlbuki hüviyeti zâtından olan, kendisiyle birlikte başka bir şey ister
düşünülsün isterse düşünülmesin o, o’dur. Fakat bütün mümkünlerin
30 vücudu başkasındandır. Varlığı başkasından olan her şeyin vücudu-
nun (varlığının) hususiyeti başkasındandır (varlığına sebep olan illet-
tendir). İşte bu (hususiyet), hüviyetten ibarettir. Öyleyse her mümkü-
nün hüviyeti başkasındandır. [Hüviyeti] zâtından (li-zâtihi hüve hüve)
olan ise Vâcibu’l-vücûd’dur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪217‬‬

‫ا‬ ‫ا ا‬ ‫‪١‬‬
‫‪٩٢]/‬ظ[‬

‫ـ ا ـ ي ﴿ َ ـ َ ِ ـ ْ َو َ ـ ُ َ ـ ْ َو َ ـ َ ُכ ـ ْ َ ـ ُ כ ـ اً َا َ ـ ٌ ﴾‬ ‫ـ ا‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬


‫ْ‬ ‫ْ‬ ‫ْ‬
‫ـ و ـ آ ـ ـ ا زل إ ـ ا ـ ‪ .‬و ـ ‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ ة وا ـ م ـ‬ ‫وا‬

‫ــ ًא‬ ‫ــ ف ا ــאص ــא כאن‬ ‫ــ ا‬ ‫أ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ص‬ ‫ــ رة ا‬ ‫ــ‬
‫אئـ‬ ‫ـ أ ــכאم إ ــכאم ـ دات ا ــאت‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ أ ـ و ـאً ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ٍ‬
‫ــאم ا ــאء ا ائــ כــ‬ ‫ٍ‬
‫ــאو ــ ار ا ائــ‬ ‫ــאت ود אئــ ا ــאت و ــ‬ ‫ا‬
‫א ـ ة‬ ‫ئـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ راء ـ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ه‬ ‫ـ‬
‫ّ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאت‪ ،‬و ــכ ذوات ا ـ اد‪،‬‬ ‫ـ رـ ا‬ ‫ــאء‪،‬‬ ‫ا ـع א ـ ا‬
‫أد ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وُ‬ ‫أ‬

‫ــ م‬ ‫ــ‬ ‫‪٣‬‬


‫ــ‬ ‫ــאب‬ ‫ــ اص ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ِ ّــ‬ ‫وا ــ َ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ א ـ ا ول زد ــאم‬ ‫ــאب‪ .‬ـ ّرت ــא‬ ‫כ ـ ـ أ ـّ ا‬ ‫ــא ة ــئ‬
‫א ـ و ئـ ِّ ً‬ ‫ـ ة ِ ـאً ـ‬
‫ّ‬
‫ـ‬ ‫ــאن‬ ‫‪٤‬‬
‫ــאرة ـ ة و ـ ّ‬ ‫ـ‬ ‫ائـ ا‬
‫ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـאً ــא ا‬ ‫ـ أ ـ‬ ‫ـ ‪ ٥‬أد ـ و‬ ‫ـ و ِّ ـאً‬
‫و ـ ا כـ !‬

‫]﴿ ُ ْ ُ َ ا ّٰ ُ َا َ ٌ ﴾‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ـ ه‪ .‬ـ ن כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ ‪ :‬ـ اـ ي‬ ‫ا ـ ا‬


‫ــא כאن‬ ‫ـ ‪ .‬وכ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ אدة ـ‬ ‫ـه‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫כـ‬ ‫ـ ‪ .‬כـ כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه أو ـ‬ ‫ـ اء ا ـ‬ ‫ـ אدة ـ ذا ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ه‪،‬‬ ‫ـ و ـ ده ـ‬ ‫ـه‬ ‫ــא כאن و ـ ده ـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬وכ‬ ‫ـ ده ـ‬
‫اـ‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬א ـ ي כ ـ ن‬ ‫ـ ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ذن כ‬ ‫وذ ــכ ـ ا‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ـ د‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ـ وا ـ‬
‫م ‪١‬ظ| د ‪٢٢٠‬ظ| ش ‪١‬ظ| ق ‪٤٨‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪.‬‬ ‫ش–‬ ‫‪٢‬‬
‫م‪. ِ :‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ش– ‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫‪.‬‬ ‫ش‪:‬‬ ‫‪٥‬‬
218 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Aynı şekilde mahiyeti varlığından başka olan her şeyin vücudu [ken-
disinden olmayıp], başkasındandır. Bundan dolayı hüviyeti, mahiye-
tin kendisi için (nefs-i mahiyet) mahiyet olmaz. Dolayısıyla zâtından
dolayı hüve hüve (li zâtihi hüve hüve) olmaz. Fakat İlk İlke (mebde-i
5 evvel), zâtından dolayı hüve hüve olandır. Öyle ise O’nun varlığı ma-
hiyetinin aynıdır [hüviyeti vücudundan ibarettir]. Dolayısıyla Vâci-
bu’l-vücûd, lâ-hüve illa hüve olandır (kendisinden başka bir hüviyeti
olmayan hüviyettir). Başka bir ifadeyle O’nun dışındaki hiçbir şey,
hüve hüve olmak bakımından (min haysu hüve hüve) bir hüviyete
10 sahip değildir. Bilakis hüviyeti başkasındandır. Vâcibu’l-vücûd ise
zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve olandır. Hatta zâtı ancak O’dur
[hüve’den ibarettir], başka değildir.
İşte o hüviyet ve hususiyet, ismi olmayan, öyle bir mânâdır ki onun
lâzımlarından başka hiçbir şey ile şerhi mümkün değildir. [Vâci-
15 bu’l-vücûdun] lâzımlarından bir kısmı izafî, bazıları da selbîdir. İzafî
olan lâzımlar, tarif bakımından selbî olanlardan daha sağlamdır. Ta-
rifin en mükemmeli, izafetle selbin her iki nevini toplayan bir lâzım
[ile yapılan]dır. Bu ise [vücudu vâcib olan] o hüviyetin ‘ilâh’ olması-
dır. Çünkü ilâh (mabud); başkası kendisine nisbet (intisab) olunan
20 ve kendisi başka bir şeye nisbet olunmayandır. Mutlak ilâh ise bütün
mevcudata nisbetle böyle olandır. [Kendisinden başka] Her şeyin
[bütün var olanların] O’na intisabı izafî, O’nun başkasına intisabı
olmaması da selbîdir.]

[ŞERH]
25 (Hüve/o) Makam karinesiyle Zorunlu Varlık’ın (Vâcibu’l-vücûd) zâtı
demektir. (Mutlak) Öyle bir zât ki varlığı, kendisinden farklı (muġâyir)
ve kendisi üzerine zaid olmakla kayıtlı değildir. O, zâtı itibariyle (li-zâtihi)
hüve hüve’dir. Bilakis varlığı, zâtının aynıdır.
[Bu cümlelerin] hüküm içeren bir önerme (kaziyye) olduğu açık-
30 tır. Müsned (el-mutlak), anlamın müsned-ileyhe (hüve) sınırlandırıl-
masını (kasr) ifade etmek amacıyla marife olarak getirilmiştir. Bura-
da iki önerme (kaziyye) vardır: Birincisi zikrettiğimiz gibi söylenenin
sahip olduğu mânâdır (mantûk). Yani “Zorunlu (Vâcib) zâtı itibarıyla
(li-zâtihi) hüve hüve’dir, Hatta zâtı, varlığının aynıdır”. İkincisi ise kas-
35 rın mefhumundan anlaşılandır: Yani “Zorunlu olmayan, zâtı itibarıyla
(li-zâtihi) hüve hüve değildir; bilakis, varlığı başkasındandır” [kaziy-
yesidir]. Mutlak vücûd’un bu mânâ ile yorumlanması nadir değildir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪219‬‬

‫ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ ه‪ ،‬ـ‬ ‫א ـ ة כאن و ـ ده ـ‬ ‫ــא א ـ‬ ‫وأ ـאً ــכ‬


‫ا ـ ‪ ،‬ـ ذن و ـ ده ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ا ول ـ‬ ‫ا ـ ‪ .‬כـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫א ـ‪ ،‬ـ‬
‫ـ ـ‬ ‫ــא ـ اه ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬أي כ‬ ‫ـ إ‬ ‫ـ داـ ي‬ ‫ا‬ ‫א ـ ‪ .‬ـ ذن وا ـ‬
‫ـ ‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ـ اـ ي اـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ه‪ .‬ووا ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذا ـ أ ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫از ــ ‪.‬‬ ‫إ‬ ‫ــ‬ ‫כــ‬ ‫ــ ‪،‬‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ وا‬ ‫و ــכ ا‬
‫ــאً ــ ا ــ ر‬ ‫א ــ أ ــ‬ ‫‪ .‬وا ــ ازم ا‬ ‫ــא إ א ــ و ــא ــ‬ ‫وا ــ ازم‬
‫‪.‬‬ ‫א ــ وا ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ا ــ زم ا א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫‪ .‬وا כ ــ‬ ‫ا ــ‬
‫ـ‬ ‫ـ هو‬ ‫إ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ ـאً‪ ،‬ـ ن ا ـ ـ ا ـ ي‬ ‫وذ ــכ ـ כـ ن ــכ ا‬
‫ــ دات‪،‬‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ا ــ ي כــ ن כ ــכ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه‪ .‬وا ــ ا‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫‪١٠‬‬

‫[‬ ‫ـ‬ ‫اـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ــאب ـ ه إ ـ إ א ـ وכ ـ‬

‫ـ ( أي ا ـ ات‪ ١‬ا ـ ي ـ‬ ‫ــאم‪) .‬ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ د‬ ‫ا‬ ‫) ـ ( أي ذات ا ا ـ‬

‫ـ ‪ ،‬ـ اـ ي‬ ‫ـ اـ ي اـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ و ـ ده ـ اً ـ ـ ن כـ ن א ـ اً زائـ اً‬


‫و ـ ده ـ ذا ـ ‪.‬‬

‫ــ ٌ‬ ‫‪٢‬‬
‫ــ‬ ‫כــ ‪ .‬وا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫أ ــ‬ ‫أن ا א ــ‬ ‫ــ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــ כ ــא‬ ‫ــא‬ ‫ــאن‪٤‬؛ أ‬ ‫ــאك‬ ‫إ ــ ‪.‬‬


‫‪٣‬‬
‫ــ‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه‬ ‫ــ ةٌ‬
‫ــא‬ ‫ــ و ــ ده«‪ ،‬و א‬ ‫ــ ــ ا ــ ي ذا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ‬ ‫ذכ ــא أ ــ »ا ا ــ‬

‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫» ــ ا ا ــ‬ ‫ــ أ ــ‬ ‫ــ م ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬

‫ــ ‪،‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ د ا‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه«‪ .‬و‬ ‫و ــ ده ــ‬

‫د – ا ات‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ا ‪.‬‬ ‫ق ‪ +‬وا‬ ‫‪٢‬‬
‫ردقش–ا ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ م‪ .‬כ‬ ‫ــא ـ ا‬ ‫ـ ق و ــאن‬ ‫ــא‪ .‬ــאن ــא ـ ا‬ ‫ـ أن ــא أر ـ‬ ‫و ـ א ـ ر م ق‪:‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ ـ ا ـ ا ـ ‪.‬‬ ‫ـ ها ر ـ‬ ‫ـ ‪ .‬אئ ـ ة ا ـ‬
220 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Ârif el-Câmi bir risalesinde şöyle söylemiştir: Zihnen ve haricen aynı olan
varlık (vücûd), mutlak varlıktır (vücûd-i mutlak).1 Başka bir yerde ise “Vâcib
Teâlâ’nın hakikati, mutlak varlık (vücûd-i mutlak) olmaktır” demektedir.2
Böylece ortaya çıkmıştır ki burada “mutlak” ifadesinden maksat, mev-
5 cudât arasında mânevi müşterek olarak bilinen durum değildir. Burada
kastedilen, var olanın (mevcûd) varlığın (vücûd) aynı olmasıdır. Bunun
mukabili ise ‘mukayyed’dir. Bu karşı olma (mukâbele), zorunlu olarak
mümkünde varlığın (vücûd) mevcud üzerine zaid olmasını gerektirir. Bu,
hukemanın yoludur. Bazı fazilet sahibi kimseler ise bu görüşü muhakkikî-
10 ne nisbet etmişlerdir. Burada kelamcıların çoğunluğuna bir reddiye vardır.
Çünkü onlara göre vücûd, bütün varlıklarda zaiddir. Eş‘ârî’ye de aynı şekil-
de bir red vardır. Çünkü ona göre [vücûd] her şeyde aynıdır.
Sonra açıktır ki [İbn Sînâ’nın] bu sözü sonrası ile birlikte “Hüviyet-i
ilâhiyeyi; [azamet ve celâlinden ve basît-i hakîkî olmasından dolayı hü-
15 ve hüve’den başka bir şeyle ifadenin mümkün olmadığı] ….” ifadesinin
içerdiği anlama kadar bir önsöz (temhîd) ve içerdiği anlamın ne olduğunu
zikretmek için ilke olmaklığının nedeninin açıklandığı bir giriştir. [Bu-
radaki] “hüve”nin Nazm-ı Celil’de yer alan ‘hüve’ olması, “mutlak”ın ise
az önce zikredilen anlamda zamirin mercii olması muhtemeldir. Ondan
20 sonra gelen “Çünkü hüviyeti [başkasına bağlı olan her şey]…..” sözü de bu
tefsirden anlaşılanın içerdiği iddianın nedeni kılınır.
(Çünkü hüviyeti) yani kendisini başkasından ayıran teşahhussu, (baş-
kasının varlığına bağlı olan her şey hüve) yani vücudu (hüve), zâtının
aynı (olamaz.)
25 Bu mukaddime, şöylece zikredilen ikinci önermenin delili olaracak şekil-
de matvi (entimem/karışık) küçük öncülle (suğra) beraber büyük öncüldür
(kübra): “Zorunlu olmayanın hüviyeti, başkasındandır”; “Hüviyeti başkasın-
dan olan li-zâtihi olmaz, hatta hüve hüve olmaz.” Bunun sonucu (netice) şu
şekildedir: “Zorunlu olmayan, li-zâtihi hüve hüve değildir, hatta hüve hüve
30 [bile] değildir.” Yani hüviyeti, başkasındandır. Matlub olan [sonuç] budur.

1 el-Câmi, Ebu’l-Berekat Nureddin Abdurrahman, ed-Durretu’l-Fâhira, Tahran 1980/1358, s. 2.


2 el-Câmi, ed-Durretu’l-Fâhira, s. 3.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪221‬‬

‫ـ د‬ ‫ر ــאئ ‪» :‬ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כ ــא ــאل ا ــאرف ا א ـ )ت‪ (١٤٩٢/٨٩٨.‬ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ‪»:‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ «‪ ٢.‬و ـ‬ ‫ـ دا‬ ‫ـ ذ ـ ًא و אر ـ ًא ـ ا‬ ‫ا ـ ي‪ ١‬ـ‬
‫‪٣‬‬
‫ـ «‬ ‫ـ دا‬ ‫ـ ا‬ ‫אـ‬ ‫ا ا ـ‬

‫ـ ي ـ‬ ‫ـ ك‬ ‫ــא ـ‬ ‫ــא ــא ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ اد ـ ا‬ ‫ـ أن ـ‬


‫‪٤‬‬
‫ـ ورة‬ ‫ـم‬ ‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ د‪ .‬و א ـ ا‬ ‫ـ د ـ ا‬ ‫ـ دات‪ .‬א ـ اد כـ ن ا‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ا כ ــאء‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ د‪ .‬و ـ‬ ‫כ ـ زائ ـ ًا ـ ا‬ ‫ـ د ـ ا‬ ‫א ـ כـ ن ا‬ ‫ا‬


‫ـ زائـ‬ ‫ـ را כ ـ ؛‬ ‫ـ رد ـ‬ ‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ءإـ ا‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫و ـ‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ي أ ـאً؛‬ ‫ـ ‪ .‬وا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬

‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ »و ــא כא ـ‬ ‫ـ ن‬ ‫ــא ـ ه إ ـ‬ ‫ـ ا א ـ ‪ ٥‬أن ـ ا ا ــכ م ـ‬


‫ـ‪.‬‬ ‫ــא ذכـ ـ‬ ‫ئـ‬ ‫ـ و ـ ا‬ ‫ـ ُذכـ‬ ‫ـ ‪٩٣]/ ٦‬و[ و‬ ‫ـ ‪» ...‬‬ ‫ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـאً‬ ‫ـ «‬ ‫ـ ‪» ٧.‬وا‬ ‫ـ أن כ ـ ن ـ » ـ « ـ ا ـ ي ـ ا ـ ا‬ ‫و‬


‫ــא כאن‬ ‫ــא ــ ه » ــ ن כ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫כــ ر آ ــאً‪ .‬ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ א‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫اا‬ ‫ـ אدة‬ ‫ـ ‪٨‬ا‬ ‫ـ ىا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪«...‬‬
‫ّ‬
‫ـه ـ‬ ‫ـ ا ـ ‪ ).‬ـ‬ ‫ــאز ـ‬ ‫اـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ـ ( أي‬ ‫ــא כאن‬ ‫) ـنכ‬
‫ـ ( أي و ـ ده ) ـ ( أي ـ ذا ـ ‪.‬‬ ‫כـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫כــ رة‬ ‫ــ ا א ــ ا‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ د ــ‬ ‫ــ ى‬ ‫ــ כ ــ ى ــ‬ ‫ــ ه ا‬
‫اـ ـ‬ ‫ـ ه ـ כـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬و ــא כאن‬ ‫ـ ـ‬ ‫כـ ا‪ » :‬ـ ا ا ـ‬
‫ـ «‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫اـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫ـ « ـ ‪ »:‬ـ ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬
‫ـ ب‪.‬‬ ‫ـ ه‪ .‬و ـ ا‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ כאن‬

‫ق ‪٤٩‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫א ‪ ،‬ص ‪.٢‬‬ ‫ا رة ا א ة‬ ‫‪٢‬‬
‫א ‪ ،‬ص ‪.٣‬‬ ‫ا رة ا א ة‬ ‫‪٣‬‬
‫ورة‪.‬‬ ‫ش‪:‬‬ ‫‪٤‬‬
‫אن‪.‬‬ ‫ا‬ ‫و‬ ‫אن‬ ‫ا‬ ‫א‬ ‫‪.‬‬ ‫و‬ ‫و‬ ‫ب כ رد‬ ‫اا‬ ‫א ر م ق‪:‬‬ ‫و‬ ‫‪٥‬‬
‫ش ‪٢‬و‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫‪.‬‬ ‫م–ا‬ ‫‪٧‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق‪ :‬ا‬ ‫‪٨‬‬
222 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

([Hâlbuki] hüviyeti zâtından olan) ifadesi, başkasından soyutlanma-


yarak/intiza edilmeyerek [demektir]. [Yani] mütekellimînin mezhebinde
olduğu gibi zâtın vücuduna tam illet oluşu anlamında değildir. (O, o’dur
[hüve hüve’dir.]): Tefsiri [yukarıda] geçti. Aynı şekilde zikredilen yöntem
5 üzere ilk önermeye delildir. Şöyle demek istemektedir: Zorunlu (Vâcib),
hüviyeti zâtından olandır; hüviyeti zâtından olan ise hüve hüve’dir; dola-
yısıyla Zorunlu (Vâcib), hüve hüve’dir. “O mutlak hüve’dir” sözümüzün
anlamı [işte bu]dur. Şunu demek istiyorum: Zorunlu (Vâcib), mutlak vü-
cûd ile mevcuddur. İkinci delil, ikinci [öncülün] birinci öncül gibi olması
10 nedeniyle ilki üzerine takdim edilmiştir. İyi anlayasın!
Eğer bu iki mukaddemenin şartları gözetilerek ikinci şeklin sûretin-
de olmaları hususu açıktır denilirse “Hüviyeti başkasından olanın hüvi-
yeti zâtından olmaz” sözümüzü netice verir. Sonra biz, bu neticeye küçük
öncülü müsellem bir önerme olan büyük öncül (kübra) ekleyelim. Şöyle:
15 “Zorunlu olmayan, hüviyeti başkasından olanlardır; hüviyeti başkasından
olanların hüviyeti zâtından olmaz.” Bunlar mefhumu anlaşılan önermenin
yani ikincisinin aynısını netice verir. Benim zikrettiğim şey, gizli olan ihti-
malin sarih ve güçlü olana tercih edilmesidir.
Kendisinde doğru olduğunu kabul ettikten sonra derim ki: Lafzen söy-
20 lenilen (mantûk) ilk kaziyyenin -esas maksad [onun ifade ettiği anlam]
olmakla beraber- delilsiz kalması gerekir. O kaziyyedeki bedîhiyyetin uzak
olduğu iddiası, bu kaziyyenin açıklıkta ondan aşağı olmamasıyla birlikte
tercih-bila-müraccihi (bir üstünlük sebebi olmaksızın birisini üstün tut-
ma) gerektirir. Kural şudur ki: Lafız bir şeyi mânâ da başka bir şeyi gerekti-
25 rirse mânâ tarafı tercih edilir. Bu özellikle aklî ilimlerde böyledir.
Evet! Şayet bu neticeye başka bir öncül ilave edersek ileride zikredece-
ğine benzer bir önermeyi netice vermesi mümkündür. Ancak bu zikrettiği-
mizden daha büyük bir külfettir.Hasılı, Enfal sûresinde yer alan bir âyetin
tevcihlerinde[yorumlarında] olduğu gibi1 lafızda ittifak etse de maksad bir
30 kıyas oluşuyla değil iki kıyas oluşuyla alakalıdır.

1 ﴾‫﴿و َ ـ ْ َ ِ ـ ا ّٰ ُ ِ ـ َ ــ اً َ َ ْ ـ َ َ ُ َو َ ـ ْ اَ ْ ـ َ َ ُ َ َ َ َّ ـ ْ ا َو ُ ـ ُ ْ ِ ُ ــ َن‬
َ “Allah onlarda bir hayır görseydi elbette
ْ ْ ْ ْ ْ َ
kulaklarına sokardı ve bu hâllerinde kulaklarına soksaydı yine aldırmaz döner giderlerdi.” [Enfal 8/23]
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪223‬‬

‫ـ כـ ن‬ ‫ـه‬ ‫ـ ع‪ ١‬ـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ ( ـ ن‬ ‫ــא כאن‬ ‫و ـ ‪) :‬وכ‬


‫‪٢‬‬
‫ـ ه‪ .‬د ـ‬ ‫ـ ( ـ‬ ‫ا כ ـ ‪ ).‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ده כ ــא ـ‬ ‫ا ـ ات ـ א ـ‬
‫ّ‬
‫ـ ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ـ »ا ا ـ‬ ‫כـ ر أ ـאً‪.‬‬ ‫ـ ا ـ ا‬ ‫ـ ا وـ‬ ‫ـ ا‬
‫ــא » ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ «‪ .‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬א ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ‬ ‫ذا ـ ‪ ،‬و ــא כאن‬
‫ـ‬ ‫ـ ا وـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ّم د ـ ا א ـ‬ ‫ـ دا‬ ‫ـ د א‬ ‫ـ «‪ ،‬أي ا ا ـ‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ‪٣‬ا وـ ‪ ،‬א ـ !‬ ‫أن ا א ـ כא‬

‫ـ ا ـ ائ‬ ‫ــאن‬ ‫ــא ـ رة ــכ‬ ‫ـ כ‬ ‫ـ‬ ‫ــאن‬ ‫ـ ان ا‬ ‫ـن ـ‬


‫ـ ه‬ ‫ّـ إـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ ‪ «.‬ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـه‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــא » ــא כאن‬ ‫و ـ‬
‫ـ ه؛‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ـ ى‪ .‬כـ ا » ـ ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ ى‬ ‫ا‬
‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ «‪،‬‬ ‫כـ ن‬ ‫ـه‬ ‫ـ ـ‬ ‫و ــא כאن‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا ـ يا‬ ‫‪٤‬‬


‫ـ‬ ‫ــאل ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ أ ـ ا א ـ ‪ .‬ــא ذכ ـ‬ ‫ا‬

‫ـ ـ د ـ‬ ‫ـ ا وـ ا‬ ‫ـ ـ ذا ـ ‪ :‬ـ م ــאء ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬


‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة ـ أن ـ ه‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ود ـ ى ا‬ ‫ـ دا‬ ‫ـ أـ ا‬
‫ـ ئאً‬ ‫ّ ـ ‪ .‬و ـ ـ ر أ ـ إذا د ـ ا ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـم‬ ‫ـ ح‬ ‫ذ ــכ‪ ٥‬ـ ا‬
‫َّ ـ ‪ ،‬ـ א ـ ا ـ م ا ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫אـ‬ ‫ـ أ ـ‬ ‫وا‬ ‫‪١٥‬‬
‫ّ‬
‫ــ‬ ‫כــ ا ــ אج ــכ ا‬ ‫ــ أ ــ ى‬ ‫ــ‬ ‫ــכ ا‬
‫ــ ! ــ ــ إ ــ‬
‫ّ‬
‫ـ إ ــא‬ ‫ــא ذכ ــא‪ .‬وا א ـ أن ا‬ ‫ـ אً ــא ـ כ ه‪ ،‬כ ـ ذ ــכ أ ـ כ ـ‬
‫و ـ ه‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ כ ــא ـ‬ ‫א ـאً وا ـ اً وإن ا ـ‬ ‫ــא א ـ‬ ‫ـ כ‬
‫‪٦‬‬
‫ــאل‪.‬‬ ‫آـ ا‬
‫ق‪ :‬ع‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫د ‪٢٢١‬و‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫م ‪٢‬و‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫ش–ا‬ ‫‪٤‬‬
‫ق ‪ ٤٩‬ظ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ــאل‪[٢٣/٨ ،‬‬ ‫﴿و َـ ْ َ ِ ـ ا ّٰ ُ ِ ـ َ ـ ًا َ َ ْ ـ َ َ ُ َو َـ ْ اَ ْ ـ َ َ ُ َ َ َ َّـ ْ ا َو ُ ـ ُ ْ ِ ُ ـ َن﴾ ]ا‬
‫َ‬ ‫אـ‬ ‫ـ‬ ‫و ـ א ـ ر م ق‪ :‬و ـ‬ ‫‪٦‬‬
‫ْ‬ ‫ْ‬ ‫ْ‬ ‫ْ ْ‬ ‫َ‬
‫‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ــאه ـ ر ــא‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ــא ذכ ـ ‪ .‬ـ‬ ‫ــאل‪ .‬وا ـ اب א ـ إ ـ ا ـ‬ ‫ـ أـ‬ ‫ــכ أول ـ أن‬
224 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Daha önce zikrettiğimizden anlamışsındır ki sorun (matlûb) iki cüzü


ile sabit olmuştur.Görüldüğü üzere [İbn Sînâ] sonra daha da âşikâr hâle
getirmek için başka bir yolla da ispat etmeyi istemiş ve şöyle demiştir:
(Fakat bütün mümkünlerin varlığı başkasındandır.) Aksi takdirde
5 devr veya teselsül veya tercih-bila-müraccih gerekirdi. Yine var olanın
(mevcûd) yok olandan (ma‘dûm) olmasını gerektirirdi ki mahallinde bu
konuya değinilmiştir. Ancak bunun üzerine ademî şartla li-zâtihi varlığı-
nın zorunluluğunun imkanı ve zorunluluk tanımına ulaşmaksızın müm-
künde varlığın tercih edilen olmasının imkanına değinmiştir.
10 Açıktır ki bir şey zorunluluk mertebesine ulaşmadığı sürece varlığı
imkansızdır (mümteni). Yine şayet mümkünün anlamının varlık ve yok-
luğun iki tarafının eşit olduğu göz önüne alınırsa ona herhangi bir şeyin
[nisbet edilmediği] anlaşılır. Sonra ona yani musannife [İbn Sînâ] göre
bir illete muhtaç olmanın illetinin imkan olduğuna dair burada bir ima
15 vardır. [Bunun] hudûs veya toplamı [olduğu] denilirse de bu konudaki
sözü uzatmayalım.
İşte bu öncül, büyük öncül (kübra) için bir küçük öncüldür (suğra).
O [da şu] sözümüzdür: (Varlığı başkasından olan her şeyin varlığı-
nın (vücûd) hususiyeti) O şeyin sûretinin meydana gelmesi kabilinden
20 (başkasındandır). Hususiyeten murad, şu sözünden anlaşıldığı şekilde
onun varlığıdır. (İşte bu) ifadesi, hususiyyete işaret etmektedir. (hüvi-
yetten ibarettir.) Yani özel varlığından (vücûd-i hass) [ibarettir]. Bu ön-
cülün anlamı şudur: “Varlığı başkasından olan her şeyin hüviyeti başka-
sındandır.”

25 [Buna] şöyle cevap verilmiştir: Eğer özel ilk varlık murad edilirse bu-
nu ifade eden bir şey olmadığından bu, bir hezeyan olur. Eğer mutlak
olan kastedilirse bu öncülün aynısı olur ki bu memnudur. Çünkü mut-
lak, mevcud değildir; dolayısıyla kendisinin dışındakine illet olması bir
tarafa ona da illet olmaz. İyice düşün!
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪225‬‬

‫ئ ــ ‪ .‬ــ أ ــ ‪ ١‬أراد إ א ــ‬ ‫ــא أ ــ א أن ا ــ ب ــ أُ ــ‬ ‫ــ‬ ‫و ــ‬


‫ْ‬
‫ـ ده‬ ‫כـ‬ ‫ــא ـ ا א ـ ــאدة ا כ ــאف ــאل‪ ) :‬כـ כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ آ ـ‬
‫ـ د ـ‬ ‫ـ وـ ما‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أو ا‬ ‫ـ م ا ـ ور أو ا‬ ‫ـ ه( وإ‬ ‫ـ‬
‫ـط‬ ‫ـ از و ـ ب و ـ ده ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬כـ أورد‬ ‫ـ وم‪ .‬ـ ـ ر ـ‬ ‫ا‬
‫ّ‬
‫ــ‬ ‫ــ ًא ــ وا ــ إ ــ‬ ‫כــ را‬ ‫ــ د ــ ا‬ ‫ــ ‪٩٣]/‬ظ[ و ــ از כــ ن ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ب‪.‬‬ ‫ا‬

‫ـ د‪ .‬وأ ـאً ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ب‬ ‫ـ إـ ر ـ ا‬ ‫ـ أن ا ـ ء ــא ـ‬ ‫و‬


‫ـ ء‪ .‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـد‬ ‫ـ د‪ ٣‬وا ـ م‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאوى‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬
‫ـ ‪ .‬وإن ـ‬ ‫ــאر إ ـ ا ـ ـ ا ــכאن ـ ه‪ ،‬أي ا‬ ‫ـ ‪ ٤‬إ ــאء إ ـ أن ـ ا‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ع‪ .‬א ـ ‪ ٥‬ا ــכ م ـ‬ ‫ـ ا ـ وث أو ا‬ ‫‪١٠‬‬
‫ّ‬
‫ــ ه‬ ‫ــא כאن و ــ ده ــ‬ ‫ــא‪) .‬وכ‬ ‫ــ ى כ ــ ى ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه ا‬
‫ــ ه( وا ــ اد ــ‬ ‫ــ رة ا ــ ء ) ــ‬ ‫ــ ل‬ ‫ــ‬ ‫ــ و ــ ده( ــ‬
‫ــ ) ــ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ــ ًا إ ــ‬ ‫ــ )وذ ــכ(‬ ‫ــ‬ ‫ــ د ــא ــ‬ ‫ــ ا‬
‫ـه‬ ‫ــא כאن و ـ ده ـ‬ ‫ـ ‪» :‬وכ‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ا ــאص‪.‬‬ ‫ـ ( أي ا‬ ‫ا‬
‫ــ ه«‪.‬‬ ‫ــ ــ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــאن ـ م ا ــאدة‪ .‬وإن‬ ‫ـ د ا ول ا ــאص‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ‪ :‬أ ـ إن أر ـ‬ ‫ـد‬


‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ؛ نا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫أر ـ ‪ ٦‬ا‬
‫ـ !‬ ‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ أن כـ ن ـ‬

‫ر– أ ‪.‬‬ ‫‪١‬‬


‫‪.‬‬‫د‪ ،‬م‪:‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ش ‪٢‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ق– ‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ل‪.‬‬ ‫م ش‪:‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ر م د ق – أر ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
226 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bu iki öncül birinci şekil olarak netice verir. [O da şu] sözümüzdür:


(Öyleyse bütün mümkünlerin hüviyeti başkasındandır.) Bu söz ikinci
önermeye (kaziyye) eşittir. Çünkü zorunlu olmayan, mümkünden başka
bir şey değildir. Bu konu mantık ilminde (ilmu’l-mîzan) şöyle ifade edil-
5 miştir: Takrib, eşit veya daha daha özel bir biçimde veya onun aksi şeklinde
sonucun (netîce) matlubu gerektirdiği durumlarda tamdır.
Eğer bununla ikna olmazsan bu sonuca müsellem bir büyük öncül
(kübra) ve küçük öncül (suğra) ilave edersin. “Zorunlu olmayan, mümkün-
dür” sözümüz birinci şekil sûretinde matlubun aynını netice verir. Çünkü
10 bildiğin gibi hüviyetten kastedilen, varlıktır. Sonra bu sonuca büyük ön-
cülü müsellem bir küçük öncül ilave ederiz. Şu sözümüzü kastetmekteyim:
“Hüviyeti başkasından olan hiçbir [şey], li-zâtihi hüve hüve değildir.” [Bu
önerme] ibareden anlaşılan önermenin içerdiği başka bir önermeyi netice
verir.

15 Sonra bu sonucu, ilk önermenin -mantuk olan [önermeyi] kastetmek-


teyim- iki cüzünden birini netice veren delil için bir önerme yaparız. Bazı
maksatların diğer bazısı için ilke (mebâdi) olması imkansız değildir. Dola-
yısıyla şöyle deriz: “Öyleyse mümkünün varlığı, li-zâtihi değilse (li-zâtihi
hüve hüve olan Zorunlu Varlık’tır). Fakat öncül zikrettiğimiz gibidir. Art
20 bileşen (tâli) de bu şekildedir. Düz döndürme (aks-i müstevi) olarak şu şe-
kilde döndürürüz: “Zorunlu Varlık, li-zâtihi hüve hüvedir”. Matlub [olan
da] odur.
Çünkü bu, mantuk önermenin ilk cüzüdür. Fakat bu mülazemetin be-
yanı, bedihi bir önermedir ki o da devr veya teselsül ve tercih-bilâ-murac-
25 cih gibi [durumlara düşmemek] için bütün mevcutlar/var olanlar içinde
varlığı li-zâtihi olan bir varlığın gerekliliğidir. Buna, bu delilin tertibinde
varlığı li-zâtihi olanın ya mümkün ya da zorunlu olması şeklinde bina etti-
ğin görüşünle işaret edildiği gibi. Fakat öncül [yani mümkün oluşu] bâtıl,
tâlî [yani vâcib oluşu] haktır. Bu da matlubdur. Çünkü her mümkünün
30 hüviyeti başkasındandır. İlk sonuç, ikincisinin [tâlînin] batıl oluşunun
delilidir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪227‬‬

‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ــא‪ ) :‬ـ ذن כ‬ ‫ــאن ـ ا ــכ ا ول‪.‬‬ ‫ــאن‬ ‫ـ ان ا‬


‫כـ ‪.‬‬ ‫ـ ئאً ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا א ـ؛ ن ـ ا ا ـ‬ ‫ــאو‬
‫‪١‬‬
‫ـ ه( ـ ه‬ ‫ـ‬
‫ـ ب ـ اء‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאم ـ כـ ن ا‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ‪ ٢‬أن ا‬ ‫وـ ـ ر ـ ا‬
‫כ ــא إ ـ ‪.‬‬ ‫أو‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫ــאوي أو כ‬ ‫א‬

‫ــא » ـ‬ ‫‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـى‬ ‫ـ כـ ى‬ ‫ــכ ا‬


‫ــכ ـ إ ـ‬ ‫ـ‬ ‫وإن ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ّ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ب‪ .‬إذ ا ـ اد ـ ا‬ ‫ـ ـ ا ــכ ا ول ـ ا‬ ‫כـ «‬ ‫ا ا ـ‬
‫כ ـ ى‪ .‬أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـى‬ ‫ـ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ إـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ‬ ‫ـ د כ ــא‬ ‫ا‬
‫ــא‬ ‫ـى‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ « ـ ا‬ ‫اـ ـ‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ــא »وכ‬
‫‪٤‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ا‬ ‫ا ـ‬

‫ـ ا وـ أ ـ‬ ‫ئـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬


‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــ ل כــ ا‪:‬‬ ‫ــ ‪،‬‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫אدئًــא‬ ‫א ــ‬ ‫ا‬ ‫ــ ‪ ،‬و ا ــאع כــ ن ــ‬ ‫ا‬
‫ـ د( و כ ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫اـ ‪).‬אـ ي اـ‬ ‫כـ‬ ‫إذا ـ כ ـ و ـ د ا‬
‫ـ د‬ ‫ــא‪» :‬ا ا ـ ا‬ ‫ـ يإـ‬ ‫כ ـ א‬ ‫ــא ذכ ــא‪ ،‬א א ـ כ ــכ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫ا َ ـ َّ م‬
‫ـ ب‪.‬‬ ‫ـ «و ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫اـ ي اـ‬

‫زـ‬ ‫ــאن ـ ه ا‬ ‫ـ ‪ .‬כـ‬ ‫ـ ا‬ ‫إذ ـ ا ـ ء ا ول ـ ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ ور أو ا‬ ‫ــא כ ـ ن و ـ ده ا ـ‬ ‫ـ دات‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ أـ‬


‫‪٧‬‬
‫ــכ‬ ‫ــאء ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ـ ه‪ .‬כ ــא أ ـ ذ ــכ أن ـ ل ـ‬ ‫وا‬
‫ــ ‪ ،‬و ــ‬ ‫א א ــ‬ ‫כــ أو وا ــ ‪ .‬כــ ا ــ م א ــ‬ ‫ا ــ ي و ــ ده ا ــ إ ــא‬
‫ـ نا אـ ‪.‬‬ ‫ـ ا وـ د ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬א‬ ‫ـ ـ‬ ‫‪٨‬‬
‫כـ‬ ‫ـ ب؛ ن כ‬ ‫ا‬
‫ش‪ :‬אو ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ا اد א ا‬ ‫‪٢‬‬
‫د ‪٢٢١‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ق ‪٥٠‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق‪ :‬ا‬ ‫‪٥‬‬
‫ق‪. +‬‬ ‫‪٦‬‬
‫ش‪ :‬ذ כ‬ ‫‪٧‬‬
‫م ‪٢‬ظ‪.‬‬ ‫‪٨‬‬
228 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sonra mantuk olan ilk önermenin ikinci cüzünden bir netice çıkarmak
istedi ve şöyle dedi: (Aynı şekilde) Bu ifade ilk anda anlaşılacağı üzere
“Fakat her mümkünün [hüviyeti başkasındandır]” cümlesine atıftır. (Ma-
hiyeti varlığından farklı olan her şeyin varlığı, başkasındandır.) Ona
5 şunu ilave ederiz: “Varlığı başkasından olan hiçbir şeyin varlığı, mahiyeti-
nin aynı olmaz. Mahiyeti varlığından farklı olan hiçbir şeyin varlığı, mahi-
yetinin aynı olmaz.” Dilersen bu neticeye küçük öncül oluşturmanın kolay
olduğu bir yolla bir büyük öncül ilave edersin. [Şu ] sözümüz [gibi]: “Her
mümkünün mahiyeti, varlığından farklıdır.” Şöyle netice verir: “Hiçbir
10 mümkünün varlığı mahiyetinin aynı olmaz.”
Daha önce geçtiği şekilde diyoruz ki: Eğer mümkünün varlığı mahi-
yetinin aynı değilse Zorunlu’nun varlığı mahiyetinin aynıdır. Fakat ön-
cül doğru olunca art-bileşen de şu sözü olur (Öyleyse Vâcib’in vücudu
mahiyetinin aynıdır) ki o [söz] de haktır ve matlub olandır. Önermele-
15 rin konularında olduğu gibi delillerin biçimlerindeki (sûret) olumsallıkla
(muhtemel) ilgili bu kadarını zikrederek geçelim.
Sonra, mefhum ve mantuk olarak “mutlak hüve”nin içeriğinde bulunan
bu dört [kaziyyeyi] zımnen ve açık olarak netice verince matlubda olduğu
gibi “vâhid” lafzıyla [bunu bir] bütün olarak zikretmek istedi. Bu sebeple
20 özetledi ve şöyle söyledi: (Öyleyse Zorunlu Varlık, kendisinden başka
bir hüviyeti olmayan hüviyettir (lâ-hüve illa hüve).) Bu ifade “mutlak
hüve” sözümüzden kastedilen anlamdır. (Yani O’nun dışındaki her şey)
sözünün açıklaması buna delalet ettiği gibi bu, ayrıntılı olarak [zikredilen]
dört önermenin (kaziyye) bir neticesi (fer‘) durumundadır. Bu söz “Zorun-
25 lu olmayanlar” sözümünüzün anlamıdır.
(Hüve hüve [zâtı itibariyle] olmak bakımından) Bu ifadenin, vah-
det-i vücûd görüşünde olanların benimsediği gibi vâcibin [zâtının varlı-
ğının] aynısı olması durumuyla ilgili ihtirazî bir kayıt olduğu söylenmiş-
tir. Ben derim ki: Bu Kadı Mir’de yer aldığı üzere1 muhakkikînin ve aynı
30 şekilde sûfiyenin görüşüdür. İhtiraz [kaydı], meşhur olana hamledilmesi
veya zâhir ehlinin anlayışında olduğu gibi musannife [İbn Sînâ] göre bu
görüşün makbul olmaması durumu dışında uygun değildir. Bilakis bazıları
bunu küfür [bile] kabul eder.

1 el-Meybûdî, Kadı Mir Hüseyin b. Muinuddin, Şerhu Hidâyet’il-Hikme Matbaa-i âmire, t.y.; s. 101.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪229‬‬

‫ــאل‪:‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا و ــ ا‬ ‫ــ أراد ا ــ אج ا ــ ء ا א ــ ‪٩٤]/‬و[ ــ ا‬


‫ــא כאن‬ ‫ــאدر )כ‬ ‫ــא ــ ا‬ ‫כــ « ــ‬ ‫ــ » כــ כ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬‫)وأ ــאً(‬
‫ــא כאن و ـ ده ـ‬ ‫ـ ه( و ّ ـ إ ـ »وכ‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫ـ ده‬ ‫א ـ אـة‬
‫כـ ن‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫כـ ن و ـ ده ـ א ـ ‪ ،‬ــכ ــא כאن א ـ ‪ ١‬א ـ ة‬ ‫ـه ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ ى ـ‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ ‪٢‬إـ‬ ‫و ـ ده ـ א ـ « وإن ــئ‬ ‫‪٥‬‬
‫ّ‬
‫כـ‬ ‫ـ »כ‬ ‫ـ ده«‬ ‫אـ ة‬ ‫כـ כאن א ـ‬ ‫ـ ل ـ ى ــא‪» :‬כ‬ ‫ا‬
‫א ـ «‪.‬‬ ‫כ ـ ن و ـ ده ـ‬
‫ـ دا ا ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ا ــא إذا ـ כـ ‪ ٣‬و ـ د ا‬ ‫ـ ل א‬
‫ــ‬ ‫‪ ):‬ــ ذن و ــ د ا ا ــ‬ ‫א א ــ ‪ ٤‬و ــ‬ ‫ــ م ــ‬ ‫א ــ ‪ ،‬כــ ا‬ ‫ــ‬
‫ـ اا ـ ر‬ ‫ـ‬ ‫ـ ت ـ را دـ‬ ‫ـ ب‪ .‬א ـ ـ‬ ‫א ـ( ـ و ـ ا‬ ‫‪١٠‬‬
‫ــאت‪.‬‬ ‫כ ــא ـ ذوات ا‬
‫ــ » ــ‬ ‫ــ ن‬
‫ا ــ ً و ــ ًא ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه ا ر ــ‬ ‫ــ ــאّ ا ــ‬
‫ـ ًא ـ »وا ـ « כ ــא ـ ا ـ ب‪.‬‬ ‫ـאً أراد أن כـ‬ ‫ـאً و‬ ‫ـ «‬ ‫ا‬
‫ــא‬ ‫ـ ــאل‪ ) :‬ـ ذن وا ـ ا ـ د ـ ا ـ ي ـ إ ـ ( و ـ ا ـ ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ه‬ ‫ـ‬ ‫א ــאء ا ر ـ ا ّ ـ כ ــא ـ ل‬ ‫ـ‬ ‫ـ «‪ .‬ـ ا‬ ‫»و ـ ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫ــא » ـ ا ا ـ «‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ اه( و ـ‬ ‫)أي כ‬
‫ـ ا ا ـ ‪ ،‬כ ــא ذ ـ‬ ‫ـ כ ـ‬ ‫ـ ا ا ـ از ـ‬ ‫ـ ( ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫)ـ‬
‫‪٦‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫א ـ‬ ‫ـ ‪ ٥‬כ ــא ـ‬ ‫ـ د‪ .‬أ ـ ل‪ :‬ـ ا ـ ل ا‬ ‫ـ ةا‬ ‫ــאل‬ ‫إ ـ ـ‬
‫ـ ر أو‪ ٧‬أ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫إ أن‬ ‫א ـ‬ ‫ـ از ـ‬ ‫ـ‪ .‬א‬ ‫وכ ـ ا ـ ا‬
‫ـ ن ذ ــכ כ ـ اً‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫כ ــא ـ أ ـ ا א ـ ‪ .‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـّ‬ ‫ـ‬ ‫‪٢٠‬‬

‫‪.‬‬
‫ش‪:‬‬ ‫‪١‬‬
‫ق‪:‬‬ ‫‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ش ‪٣‬و‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ق ‪ +‬כ כ‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ــא‬ ‫ـ دات و ـ‬ ‫ـ כ ا‬ ‫ـ د ـ כ ـ ـ ا ا ـ ـ ا ـ‬ ‫ـ ن‪ :‬أن ا‬ ‫ـ ــאل و ــאل ا‬ ‫و ـ א ـ ر م ق‪:‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ــא‪ .‬وإ ــא ا ــאزت و ـ دت ـ ات و ــאت ا אز ـ ‪ .‬ا ـ ‪ .‬وأכ ـ ه‬ ‫ــא و‬ ‫ـ ا ـ אء‪ ،‬ـ ـ‬ ‫ـ ـ ـ ء‬ ‫ـ‬
‫ـ وف ـ א ـ ــא ـ ـ‬ ‫اد ـ‬ ‫د ـ « أ ـ آ ـ ــא ــאل‪ » :‬ـ‬ ‫ـ ا ـ ب«أ ـ ـ ا כ ـ ة ا‬ ‫ـ مأ‬ ‫ا ـ ا‬
‫ــא כ ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫כ ـ « ـف‬
‫دي‪ ،‬ص ‪.١٠١‬‬ ‫ي‬ ‫ا ا‬ ‫א‬ ‫‪٦‬‬
‫م‪ :‬وأ ‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
230 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Zâtı itibariyle bir hüviyete sahip (li-zâtihi hüve hüve) değildir.) Bu


ifade, ikinci defa “Öyleyse her mümkünün [hüviyeti başkasındandır]” sö-
zünden anlaşılan şeydir ve (Bilakis hüviyeti başkasındandır.) sözü de bu
sözün aynısıdır.
5 (Ve Vâcibu’l-vücûd li-zâtihi hüve hüve olandır.) Bu sözü “Li-zâtihi
[hüve hüve olan Vâcibu’l-vücûd’dur]” ifademizin döndürülmüş hâlidir.
(Bilakis zâtı ancak o’dur) “Öyle ise Zorunlu’nun varlığı mahiyetinin ay-
nıdır” sözünün içeriği olarak zâtı, mahiyetinin aynı anlamına gelmektedir.
(Başka değildir.) ifadesi, kendisinden önceki ifadenin pekiştirilmesidir.
10 (İşte o hüviyet,) li-zâtihi hüve hüve olan ve zâtının, zamirin mercii
olması muhtemel olan “mutlak”tan anlaşılan varlığının aynı olan hüviyet.
(Mânâsı) yani hakikati ve mahiyetinin tamamı (isim verilemeyen [bir
mânâdır]) Yani (şerhi, mümkün değildir.) Şerhinin mümkün olmaması,
[İbn Sînâ’nın] hüviyetinin zâtının aynı olması ve varlığının zâtından ol-
15 masında daha önce ifade edilen şeylerin hepsinin bir sonucu olsa gerektir.
Çünkü bu, basît olmayı ve tarif edilmesine engel olan müşareketin [cinste
ortaklığın] olmamasını gerektirir. Bunlar daha önce zikrettiği şeylerin so-
nuçlardır. [İyi] anla!
Sonra şerh ya tam tanım (hadd-i tam) ile ya da bir şeyin zâtından haber
20 veren alem [isimle] olur. Bu Beyzâvî’ye göre tercih edilen görüşe daha uygun-
dur. Ona göre ism-i celal [Allah ismi]; vasıftır, alem isim değildir.1 Çünkü
Allah’ın zâtı beşer için akledilebilir değildir.Fakat Beyzâvî’ye, Peygamberlerin
en kamilleri gibi beşerden bazıları için, [kalpte] zarurî bir yaratma ile veya
kalbin saflaştırılmasıyla bunun mümkün olduğu söylenerek cevap verilmiş-
25 tir. Eğer bu görüş kabul edilirse [bu kabulden hareketle lafzın] vaz edeni Al-
lah Teâlâ olacağından mutlak anlamda ona delalet etmeyen bir lafzın olması
gerekmez. Bu durum, şu söze [kabule] dayanır: [Allah’ın] künhünü bilmek
vaki değildir, hatta bazılarına göre imkansızdır. Bu görüşte olanlardan bir
kısmı filozoflardır. Çünkü [onlara göre] bir şeyin künhünü bilmenin yolu,
30 cins ve faslı gerektiren tam tanım (hadd-i tam) ile olur. Allah Teâlâ bundan
[cinsi ve faslı olmaktan] münezzehtir. Çünkü tikelleri bilmenin yolu duyu-
lardır. Burada soyutlama yapmak ise mümkün değildir.

1 Kadı Beyzâvî, Nâsıruddin Ebu’l-Hayr Abdullah b. Ömer, Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Tevil, Mısır


1358/1939, I/4.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪231‬‬

‫כ ـ ‪ ...‬ا ـ « ـ‬ ‫ـ » ـ ذن כ‬ ‫ـ‬ ‫اـ (و ـ اـ ي ـ‬ ‫‪١‬‬


‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫) ـ‬
‫ـ ا ا ـ ل‪.‬‬ ‫ـ ه( ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫)ـ‬ ‫ا ـ ةا א ـ ‪.‬و‬

‫ــא » א ــ ي ا ــ ‪...‬‬ ‫ــ ( כــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ د ا ــ ي ا ــ‬ ‫ا‬ ‫و ــ )ووا ــ‬
‫ـ » ـ ذن و ـ د‬ ‫ـ ن‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذا ـ‬ ‫ـ (‬ ‫ا ـ «‪ ٢.‬و ـ ) ـ ذا ـ‬
‫א ـ ‪«.‬‬ ‫ـ‬ ‫ا ا ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫א‬ ‫( כ‬ ‫)‬ ‫و‬

‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ و ـ ده ا ـ ي ـ‬ ‫ـ وذا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ (اـ ي اـ‬ ‫)و ــכ ا‬


‫ــ‬ ‫ــ و ــאم א ــ ‪) .‬‬ ‫ــ ‪ ) .‬ــאه( أي‬ ‫ــאً‬ ‫ــ כ ــ‬ ‫ا ــ ي‬
‫ـ م ا ــכאن ـ‬ ‫א( ـ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ‪ ،‬أي )‬ ‫ـ ( أي ا ـ ا ـ ال‬ ‫ا‬
‫ـ‬ ‫ـ ذا ـ وכـ ن و ـ ده ـ ذا ـ ـ ا‬ ‫ـ ـ כ ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫‪١٠‬‬

‫ائـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאرכ ا א ـ‬ ‫ــא ‪ ٤‬و ـ م ا‬ ‫ـ ما‬ ‫כـ ر؛ ـ‬ ‫ا‬


‫ـ ذ ــכ‪ .‬א ـ !‬ ‫ــא‬

‫ــא‬ ‫ـ ا ـ ح إ ــא א ـ ا ــאم أو ا َ َ ـ ا ـ ـ ذات ا ـ ء‪ .‬و ـ ا א ـ‬


‫ـ‬ ‫َ َ ـ ؛‪ ِ ٥‬ن ذا ـ א ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ــאر ـ ا ــאوي ـ أن ا‬ ‫ـ ا‬
‫ــאء‬ ‫ـ ا ـ ככ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬כـ ـ د ـ ـ ـ ز כ ـ‬ ‫ـ ل‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـאً‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل‬ ‫ـ م ـ أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ وري‪ .‬و ـ‬ ‫ـ أو‬ ‫א‬
‫ـ‬ ‫ــא ــאل‪ :‬أن‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ‪٩٤]/ .‬ظ[ و ـ ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ از أن כـ ن ا ا ـ‬
‫ـ ا כ ـ ا ـ ‪ ٦‬ا ــאم‬ ‫ـ ؛ إذ‬ ‫ـ ا‬ ‫‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وا ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫אכـ‬
‫ئـ ا ـ اس‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ‪ ،‬وإن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ـ م‬ ‫ا‬
‫כـ ‪.‬‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫و ــא‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ق ‪٥٠‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫م‪ :‬אل‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫د– ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫د ‪٢٢٢‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫אوي‪.٤/١ ،‬‬ ‫أ ار ا‬ ‫‪٥‬‬
‫‪.‬‬ ‫ش‪:‬‬ ‫‪٦‬‬
232 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Ancak Şerh-i Mevâkıfta [Seyyid Şerif ] şöyle demiştir: “Allah Teâlâ’nın,


kendi hakikatinin künhünü bilmekle ilgili bazı kimseler için bilgi yarat-
ması caizdir.”1Şerh-i Adûd’da şöyle yer alır: Resmin tanımlananın künhünü
ifade etmesi mümkündür.2
5 Şunu bil ki tarifler, sadece tümeller (küllî) içindir. Bundan dolayı Tav-
zîh’te olduğu gibi şöyle denilir: “Ferde ait olanın (şahsî) tanımı olmaz, tikel
yoluyla duyularla [bilinir.]” Burada tikel, soyut (mücerred) olduğundan cis-
manî bir alet ile idrak edilemez. Telvihte bu konuyla ilgili bilgi ve tahkikat
vardır. Ancak burası yeri değildir.3
10 (Ancak lâzımlarıyla [şerh ve tarif edilir.]) Yani resimleri yoluyla [tarif
edilebilir]. Şu reddedilmez ki bir şeyin lâzımı, daha genel (âmm) olabilir ve
genel ilinek (arâz-ı âmm) olur. [Bu lâzım] açık olmayan (gayr-i beyyin) da
olabilir. Bu ikisiyle de tarifin mümkün olmadığı kabul edilir. Akıl, bir şeyin
künhünü bilmeyi mümkün kılmasa da lâzımını idrak etmeye kadir olabilir.
15 (Lâzımlardan bir kısmı izafîdir.) Mütekellimîne göre izafî olanlara
örnek olarak şöyle söylenilir: Kâdir, âlim. Fakat burada kastedilen ileride
ortaya çıkacağı üzere bu şekilde olanlar değildir.
(İzafî olanlar tarif bakımından daha kuvvetlidir.) Selbî olan lâzım-
lara nisbetle.
20 ([Lâzımların bir kısmı da] selbîdir.) Aynı şekilde ona [İbn Sînâ’ya]
göre Allah Teâlâ’nın cisim ve cevher olmaması gibi. Zahir olan burada bu-
nun kastedilmediğidir. [İbn Sînâ’ya] şöyle cevap verilmiştir: Eğer lâzımdan
maksat mahiyetin lâzımı ise ki bu, küllî olur. Burada lâzımın gerektirdiği
(melzûm) şeyin amacı, şahsî (teşahhus etmiş) ve cüzî olanın tarifidir ki
25 bu uygun değildir. Çünkü varlığın lâzımı, -varlığı kabul edildikten sonra-,
mahallinde zikredildiği üzere arâz-ı mufarık kabilinden olduğundan tarif
için uygun değildir. Allah Teâlâ’nın zâtının bilinmesinde kesin bilgi veren
tariflerden biriyle hasıl olanın dışında düşük düzeyde bir şeyle yetinme
iddiası, gayet uzak bir iddiadır.

1 Cürcânî, Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed es-Seyyid eş-Şerif, Şerhu’l-Mevâkıf, I/243.


2 el-Îcî, Ebu’l-Fazl Aduddin Abdurrahman b. Ahmed, Şerhu’l-Adûd al Şerhi Muhtasari’l-Münteha
el-Usulî li-İbn Hacib, I/246.
3 Teftâzânî, Saiduddin Mesud b. Fahruddin, Şerhu’t-Telvîh ala’t-Tavzih li-Metni’t-Tenkîh fi Usuli’l-Fıkh,
I/28.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪233‬‬

‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫‪٣‬‬


‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ز‬ ‫اـ ‪:‬‬
‫‪٢‬‬
‫ـ حا‬ ‫ــאل ـ‬ ‫‪١‬‬
‫כـ‬
‫ـ م‪.‬‬
‫‪٥‬‬
‫ـ כـ ا‬ ‫ـ ز إ ــאدة ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ حا‬ ‫א ـ ‪ ٤.‬و ـ‬

‫ــ ‪:-‬‬ ‫כ ــאت‪ .‬و ــ ا ــאل –כ ــא ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫‪٦‬‬


‫ــאت إ ــא‬ ‫ا ــ أن ا‬
‫ـ داً‬ ‫ئـ‬ ‫א ـ اس‪ .‬و ــא כ ـ ن ا‬ ‫ئـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ّ وإ ــא‬ ‫ا ـ‬
‫ــאم‪.٧‬‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ و‬ ‫ــ ا ــ اد‬ ‫ــ א ‪ .‬و ــ ا‬ ‫ــ رك א ــ ا‬ ‫‪٥‬‬

‫כــ ن‬ ‫ــ د أن زم ا ــ ء ــ כــ ن أ ــ‬ ‫א‪ .‬ــ‬ ‫ــ‬ ‫از ــא( أي‬ ‫)إ‬
‫ر‬ ‫‪٨‬‬
‫ــא‪ .‬وا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ ـ ر ـ م ـ از ا‬ ‫ـ ًא א ـ ًא و ـ כـ ن ـ‬
‫ّ‬
‫ــא أ ـאً‪.‬‬ ‫כـ כ‬ ‫ـ إدراك از ـ و ـ‬

‫ـ » ــאدر« و« א ـ «‪ .‬כ ـ‬ ‫ــאل ـ‬ ‫ـ ا כـ‬ ‫א ـ‬ ‫) ــא إ א ـ ( وا‬


‫‪.‬‬ ‫ذ ــכ כ ــא ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ا ـ اد‬ ‫‪١٠‬‬

‫‪.‬‬ ‫ا‬ ‫إ‬ ‫א( א‬ ‫أ‬ ‫)و‬

‫ـ ًا‪ ،‬ـ ه‪ ٩‬أ ـ ًא‪ .‬وا א ـ أن ا ـ اد‬ ‫ـ ًא و‬ ‫אـ‬ ‫(כ ـ مכ ـ‬ ‫)و ـ‬


‫ـ د‬ ‫ـ ا ـ زم زم ا א ـ כ ـ ‪ ،‬وا ـ وم ا‬ ‫ـ أ ـ إن أر ـ‬ ‫ـ ه ــא‪ .‬ـ د‬
‫و ـ ده‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وإن زم و ـ د‪،‬‬ ‫ـ‬
‫‪ ١٠‬و ئ ـ‬ ‫ـ ــא ـ‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫ـ ًא‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــאرق‪ ،‬כ ــא ذכـ ـ‬ ‫ـ ا ـ ضا‬ ‫أن زم ا ـ د ـ‬ ‫‪١٥‬‬
‫‪١١‬‬
‫ــ ى‬ ‫ــ ا ــ ا א ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫א‬ ‫א ــ‬ ‫ــ ذا ــ‬ ‫ود ــ ى ا כ ــאء ــ‬
‫אـ ا ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ّـ ة‬ ‫ــאت ا‬ ‫ا‬

‫‪ ١‬ق– כ ‪.‬‬
‫‪ ٢‬ش ‪٣‬ظ‪.‬‬
‫‪ ٣‬ر‪ :‬ا ‪.‬‬
‫‪.٢٣٦/١ ،‬‬ ‫حا ا‬ ‫‪٤‬‬
‫‪.٢٤٦/١ ،‬‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫ح‬ ‫‪٥‬‬
‫‪ ٦‬ق‪ :‬ا ‪.‬‬
‫ا ‪.٢٨/١ ،‬‬ ‫ا‬ ‫حا‬ ‫‪٧‬‬
‫‪ ٨‬م ‪٣‬و‪.‬‬
‫‪ ٩‬ق‪ :‬ه‪.‬‬
‫‪ ١٠‬ق ‪٥١‬و‪.‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ١١‬ق‪:‬‬
234 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Bunda en mükemmel olan) tarifi kastetmekteyim (lâzımın iki tü-


rünü de içerendir.) Yani selbî ve izafî olan iki türünü de içeren lâzımla
yapılan tarif, [tariflerin en mükemmelidir.]
(Bu ise) ikisini de içeren lâzımın (o hüviyetin) yukarıda zikredilen
5 harici olarak ona has olan hüviyetin (ilâh olması) açıktır, mabud olması-
nı kastetmekteyim. Denilir ki bundan sonra [İbn Sînâ’nın] zikrettikleri,
onların [filozofların] örfüne göre ilâhın anlamıdır.
(Çünkü) bu (ilâh, başkası kendisine nisbet olunandır.) [başkası]
ile O’nun dışındaki şeylerin tümünü [kastederek] izafetin istiğrak ifade
10 etmesi yoluyla intisab, ister vasıtalı ister vasıtasız olsun [O’na olmakta-
dır.] Bu[rada söylenilene] şu şekilde itiraz edilmez: O’nun dışındakiler-
den (gayr) maksat her şey ise bunun filozofun görüşü olduğunu kabul
etmiyoruz. Aksine onlara [filozoflara] göre O’ndan [ilk olarak] akl-ı ev-
velden başka bir şey sudur etmez. Eğer bir kısmı kastedilmiş ise o zaman
15 [O’nun] mutlak ilâh olduğunu kabul etmeyiz. Ancak şu şekilde itiraz
edilir: Eğer intisabdan maksad irade ve ihtiyar ile olan ise bunun filozo-
fun [İbn Sînâ’nın] görüşü olduğunu kabul etmiyoruz. Eğer zorunluluk
(îcâb) ile olursa bu durumda da O’nun ilâh oluşunu kabul etmiyoruz.
İşte bu mesele, filozofun [İbn Sînâ] hata ettiği meselelerden biridir. Yine
20 bu mesele burada müsellem bir mesele olarak kabul edilmektedir. Ancak
açıklaması ince düşünceye muhtaçtır. Bu isbat-ı vâcibe dair burhanların
kaynağıdır.
(Bunun aksi olmaksızın) Yani O, başka bir şeye nisbet edilmez. Bu,
bedihî bir önermedir. Hatta iki tarafı tasavvur edildikten sonra evvelî
25 mukaddeme olur.
(Mutlak ilâh ise) Yani şehadet ve gayb âlemindeki soyut şeylerden
(mücerredât), maddî olanlardan, cevherlerden ve arazlardan her şeyin
üstünde olan demektir. Veya “mutlak”tan maksat, haricî bir ferdin zım-
nındaki tahakkukunu kat-ı nazar ederek tümel anlamıdır. (Bu şekilde
30 olandır.) Başkasının kendisine nisbetinde ve kendisinin başkasına istin-
sabı olmamasında böyle olandır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪235‬‬

‫ـ ‪ ١‬ا ـ ازم ـ‬ ‫ــא( أي‬ ‫) ـ ا ـ زم ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ( أي ا‬ ‫)وا כ ـ‬


‫א אت وا ـ ب‪.‬‬ ‫ا‬

‫כـ رة )إ ـ ًא(‬ ‫ـ ( ا א ـ ا אر ـ ا‬ ‫)وذ ــכ( ا ـ زم ا א ـ כـ ن ) ــכ ا‬


‫ـ ‪.‬‬ ‫ــאه ـ‬ ‫ــא ـ ه ـ‬ ‫ـ د ًا‪ .‬و ــאل ــא ذכـ ه‬ ‫ا א ـ أي‬

‫ــ أن‬ ‫ــא ــ اه‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه( أي‬ ‫إ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ــ ي‬ ‫) ــ ن( ــ ا )ا ــ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ د أ ّـ إن أر ـ‬ ‫أو ‪ .‬ـ‬ ‫ــאب ا ـ‬ ‫ـ اق ـ اء כאن ا‬ ‫אـ‬ ‫כـ ن ا‬


‫ـ ء‬ ‫ـ ر ـ‬ ‫ـ‬ ‫ذ ــכ ـ ا כ ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ا‬
‫ــ‬ ‫ــ د‬ ‫ــאً כــ‬ ‫כ ــ إ ــאً‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ــ ا ول‪ .‬وإن أر ــ ‪ ٢‬ا ــ‬
‫ــאب‬ ‫ــ ا כ ــ ‪ ،‬وإن ‪ ٣‬א‬ ‫ــ‬ ‫ــאر ــ‬ ‫ــאب ــא رادة وا‬ ‫إن أر ــ ا‬
‫ــא ا כ ــ ‪ .‬ــ إن‬ ‫ــ‬ ‫ــאئ ا ــ‬ ‫כ ــ إ ــאً‪ .‬و ــ ه إ ــ ى ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ‬ ‫ــאج إ ـ أ ــאر د ـ ‪ .‬و ـ ا‬ ‫א ــא‬ ‫وإ‬ ‫ـّ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ــئ‬ ‫ـ ها‬
‫ا ـ إ ــאت ا ا ـ ‪.‬‬

‫ـ‬ ‫ـ ـ أو ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬ـ ه‬ ‫ـ إـ‬ ‫ـ‬ ‫)دون כ ـ ( أي‬


‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ را‬

‫ـ اض‬ ‫ا ـ وا‬ ‫ـ دات وا אد ــאت وا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ( أي‬ ‫)وا ـ ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا כ ّـ‬ ‫ـ‬ ‫وا ـ אدة‪ .‬أو ا ـ اد ـ ا‬ ‫אـ ا ـ‬ ‫ـ‬


‫‪٤‬‬
‫‪ ).‬ـ ا ـ ي כ ــכ( ـ ا ــאب ا ـ إ ـ و ـ م‬ ‫ـ ٍد אر‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬
‫ّ‬
‫ا ـא ‪٥‬إـ ا ـ ‪.‬‬

‫ق‪ :‬ع‪.‬‬ ‫‪١‬‬


‫ر– أر ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ش ‪ +‬أر ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫د ‪٢٢٢‬ظ‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫א ـ‪ .‬ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ אت ـ‬ ‫ـ אت| ق – ا ـ ا ‪ ).‬א ــאب ا ـ ا ـ إ א ـ ( ِ ن ا‬ ‫ق‪ :‬ا‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫אـ א‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬
236 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Başkasının O’na intisabı izafî;) Çünkü intisab, izafet kategorisinden-


dir. Bu durumun şu prensiplerini korumak amacıyla onlara [filozoflara]
has olması muhtemeldir: “Basît olan ancak birden fazla şeye ilke (mebde)
olur.” İyice anla!
5 (O’nun başkasına intisabı olmaması da selbîdir.) Çünkü O’ndan
intisab selb edilmiştir. Sonra delillerin burada matlub olan “ilâh [olmaklı-
ğın] hem izafî hem de selbî lâzımları câmi” olduğu iddiasına uygun olarak
tertip edilmesi şu şekildedir: İlah; aksi (tersi) olmaksızın kendisi dışında-
kilerin O’na nispet edildiğidir. Böyle olan her şey ise selbî ve izafî lâzımı
10 câmi olur. “İşte bu da o hüviyetin ilâh olmasıdır” ifadesinin mazmunu olan
matlubu sonuç verir ki [bu sonuç] teemmül ile ortaya çıkar.
Küçük öncül (suğra) şu sözümüzdür: “Çünkü İlah her şeyin [kendisine
nisbeti olduğu kendisinin ise başka bir şeye nisbet olmayandır.]” Büyük
öncül (kübra) matvidir. Küçük öncülün (suğra) açıklaması şöyledir: İlah
15 burada “mutlak ilâh” [anlamında]dır. Mutlak ilâh ise bu şekilde olandır.
İkinci defa zikredilen önerme, bu delil için büyük öncüldür (kübra), suğ-
rası ise matvidir. Büyük öncülün açıklaması şöyledir: “Başkasının kendisine
nisbeti [selbîdir.]” Sana gereken, terkib hâlindeki bu iddiayı ispat edecek bi-
çimde tasvir etmektir. Sonra dilersen şöyle söylersin: “İlah” [ile yapılan tarif ],
20 tariflerin en mükemmelidir. Çünkü bu hepsini içeren lâzımdır.”
Buraya kadar söyledilerimizden iki durumun ortaya çıktığı açıktır:
1. “La hüve illa hüve” oluşu, 2. Tarifi konusunda en mükemmelinin ‘ilâh’
oluşudur. Bu iki sonuçtan maksad da bundan sonra zikredeceklerine bir
ön hazırlıktır. [Bundan sonra] zikredeceği şey, Allah Teâlâ’nın âyette önce
25 “hüve”, “Allah”, sonra “ehad”in zikredilmesinden maksadın ne olduğunun
açıklamasıdır.
[Allah]
[Hüviyet-i ilâhiyeyi; azamet ve celâlinden dolayı “hüve hüve”den baş-
ka bir şeyle ifade mümkün olmadığı ve o hüviyeti şerh ve tarif etmek
de ancak lâzımlarıyla olabileceği ve lâzımların bir kısmı izafî bir kısmı
30 selbî olduğunu beyan etmiştik. Yine her iki lâzımı cem etmek sûretiyle
yapılan tarifin o hüviyeti şerh ve tarifte en mükemmel olacağını açık-
lamıştık.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪237‬‬

‫ا‬ ‫אـ‪ .‬ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ אت ـ‬ ‫) א ــאب ا ـ إ ـ إ א ـ ( ‪٩٥]/‬و[ ؛ ن ا‬


‫!‬ ‫כـ ن ـ أً כ ـ ـ وا ـ ‪ «.‬א‬ ‫ـ »إن ا ـ‬ ‫א‬ ‫אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬

‫ـ‬ ‫ــאب‪ .‬ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ُـ‬ ‫(؛‬ ‫ـ‬ ‫إـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١‬‬


‫ـ‬ ‫)وכ ـ‬
‫ـ ب‬ ‫ـ ا‬ ‫«ا ـ‬ ‫א ـ وا ـ‬ ‫زم א ـ‬ ‫ـ د ـ ى »ا ـ‬ ‫ـ ها دـ‬
‫زم א ـ‬ ‫כـ ‪ ،‬وכ ‪ ٣‬כـ ا ـ‬ ‫ـ ه‪ ٢‬ـ‬ ‫إ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא כـ ا‪ :‬ا ـ ـ ا ـ ي‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ »وذ ــכ כ ـ ن ــכ‬ ‫ـ ن‬ ‫ـ باـ ي ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫‪.‬‬ ‫א ـ وا ـ‬


‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ א‬ ‫ـ ا ـ ًא«‬ ‫ا‬

‫ـ ى‪:‬‬ ‫ـ ‪ .‬ــאن ا‬ ‫ـ ا ـ ي‪ ...‬ا ـ « و ا כ ـ ى‬ ‫ــא » ـ ن ا ـ‬ ‫ـى‬ ‫وا‬


‫ـ ا ـ ي כ ــכ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ وا ـ ا‬ ‫ــא ا ـ ا‬ ‫ا ـ‬

‫ــ ‪ ،‬و ــאن ا כ ــ ى‬ ‫ــ اه‬ ‫ــ و‬ ‫כــ رة א ــאً כ ــ ى ــ ا ا‬ ‫ــ ا‬ ‫א‬ ‫‪١٠‬‬

‫כـ‪.‬‬ ‫ــאوى ا‬ ‫ـ إ ــאت ا‬ ‫ـه ـ‬ ‫ــכ‬ ‫ــאب ا ـ ا ـ «‬ ‫ـ »‬


‫زم א ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل ا ـ أכ ـ ‪ ٤‬ا‬ ‫ـ إن ــئ‬

‫ـ‬ ‫ـ ؛ وכ ـ ن ا כ ـ‬ ‫ـ ‪٥‬إ‬ ‫ــא أ ـ ان‪ :‬כ ـ‬ ‫ـ رإـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ ا א ـ‬


‫ــאن‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫ــא ذכ ـ ه ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ا‬ ‫ـ د‬ ‫ـ ا ـ ‪ .‬وا‬ ‫ـ‬
‫ـ «‪.‬‬ ‫ـ ـ »ا‬ ‫א ـ ب» ـ « ا ـ ًاء ـ ا‬ ‫و ـ إ אـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ‬ ‫ــא إ‬ ‫ــא و‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫כـ أن‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا‬ ‫]و ــא כא ـ‬
‫ــא ـ‬ ‫ــא أن ا ـ ازم‬ ‫از ــא‪ .‬و ـ‬ ‫ـ إ ــא כـ ن‬ ‫ـ ـ ‪ .‬ـ ـ ح ــכ ا‬
‫ْ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ذכـ ا‬ ‫وا ـ ح ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫و ــא إ א ـ ‪ .‬و ــא أن ا כ ـ‬

‫ش ‪٤‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ه‪.‬‬
‫ق–‬ ‫‪٢‬‬
‫ش‪ +‬א ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق‪ :‬ا‬ ‫‪٤‬‬
‫ق ‪٥١‬ظ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
238 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

‘Allah’ ismi bunun her ikisini cem etmiş bulunduğu için, hüviyet-i
mutlakaya işaret olan hüve’den sonra ‘Allah’ ismi getirilerek ‘hüve’
lafzının delâlet eylediği anlam [basît-i hakîkî ve zât-ı mutlak, [zât-ı
baht-ı ehadiyet] bununla izah ve şerh olundu.]
5 (Hüviyet-i ilâhiyeyi başka bir şeyle ifade mümkün olmadığından)
Daha önce geçtiği üzere [zâtı], başkası için zâtının akledilebilir olmama-
sı sebebiyle tanım ile veya bir alem isim ile [ifade edilemez]. Dolayısıyla
(azamet ve celaletinden dolayı) akledilemez. Çünkü daha önce zikredil-
diği anlamıyla O, “lâ hüve illa hüve”dir. Şanının böyle olduğunda şüphe
10 yoktur. O, en üstün yücelikte ve azametin de nihayetindedir. Bunun daha
önce geçen [ifade]ler için illet olarak zikredimesi evladır. Bu delillendir-
menin gerektirdiği gayenin [tanımının] zor olması olduğu açıktır. Matlub
olan ise bu, imkansızlıktır.
Nasıl? Sûfî muhakkiklere göre -ki bu İbn Abbas’ın, Ebû Zer’in,
15 Ka’bu’l-Ahbar’ın, Hasan-ı Basrî’nin, Şafiî’nin, Hanbelî’nin, İbn Mesud’un
iki ravisinden birinin ve Ebû Hureyre’nin de mezhebidir- en doğru olan
(esahh) şudur ki: Resulullah (s.a.) Miraç gecesi Rabbini baş[ındaki] gözüyle
görmüştür. Bu konuda meşhur olan Hz. Aişe’nin (r.a.) “Rabbini sadece ba-
siretle görmüştür” sözü olsa da aynı şekilde Câmiu’s-Sağirin şerhinde hem
20 basiret hem de beden gözüyle görmeyi birleştirdiği yer alır.1
(Hüve hüve’den başka bir şeyle [ifadesi mümkün olmadığından])
Bu ismin mümkün olmadığına nisbetle yapılan bir istisnadır. “La hüve illa
hüve” sözüyle bilinen bir durumdur. Sanki şöyle söylüyor: Zâttan bahset-
mek ancak gizli (meknî) bir zamirle olabilir. O da “hüve”dir.
25 (Sonra o [hüviyetin] şerhi) ifadesinin bu istisnaya dahil olduğu açıktır.
Bu, hadd[i-tam] ile O’nu ifade etmenin imkanı olmadığına nisbetledir.
(Ancak lâzımlarıyla olur, lâzımlar da izafî ve selbîdir, [lâzımların] en
mükemmeli ise ikisinin de zikredilmesidir.) Yani izafî ve selbî lâzımların
[zikredilmesidir] (Allah ismi bu ikisini de cem ettiğinden): Sanırım bu
30 [Allah lafzının iki anlamı da içermesi] onlara [filozoflara] göre “ilâh” ve
“Allah” kelimesinin müteradif veya eşit [anlamlı] olmasına dayanmaktadır.
Aksi takdirde aralarındaki fark açıktır, gereklilik (istilzâm) ise açık değildir.

1 el-Münâvî, Zeynuddin Muhammed Abdurrauf, Feyzu’l-Kadir Şerhu’l-Câmi’il-Kebir, Beyrut: 1391,


IV/6.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪239‬‬

‫ـ » ـ « כـ »ا «‬ ‫ـ م ّـ‬ ‫ــא‬ ‫ــא‬ ‫ــאول‬ ‫אـ‬ ‫و ــא أن ا ـ ا‬


‫ــכ‪[.‬‬ ‫ـ ﴿ ـ ﴾ وכא ـ ح‬ ‫ـ‬ ‫ــא دل‬ ‫כ ـ ن ﴿ا ﴾כא כא ـ‬

‫ــ م‬ ‫َ َ ــ‬ ‫ــ أو ا ــ‬ ‫ــא(‬ ‫ــ‬ ‫כــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫)و ــא כאن ا‬
‫ـ إ‬ ‫ـ‬ ‫ــא(؛‬ ‫ــא و‬ ‫ـ )‬ ‫ـ ه ــא ـ ‪ .‬وإ ــא ـ‬ ‫ـ ‪ ١‬ذا ـ‬
‫ـ و אـ‬ ‫אـ ا‬ ‫ــא כ ـ ا‪ ،‬ـ ـ‬ ‫ــכ أن ـ‬ ‫ـ ا ـ ي ذכ ـ ‪ .‬و‬ ‫ـ א‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ا‬ ‫ـ أن א ـ ــא ـ م ـ‬ ‫ـ ‪،‬‬ ‫ــא‬ ‫ـ ها ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ا و ـ أن כـ‬ ‫ا‬


‫ــאع‪.‬‬ ‫ـ ب ـ ا‬ ‫ـ ‪ .‬وا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫ــאس وأ ـ ذر‬ ‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٢‬‬


‫ـ و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫כ ـ ؟ وا‬
‫ـ د‬ ‫ـ وإ ـ ى روا ـ ا ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ ي وا ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאر و‬ ‫ا‬ ‫وכ ـ‬
‫ـ رأ ـ ‪ .‬أ ـ ًא ـ‬ ‫ـ اج‬ ‫ـ ا‬ ‫رأى ر َّـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ةأـ‬ ‫وأ ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫‪٥‬‬
‫ـ ر‬ ‫א ـ ‪ ٤‬وإن כאن ا‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ ‪٣‬ا ؤـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أـ‬ ‫ـح אـ ا‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫ـة‬ ‫ــא أ ـ א‬ ‫ـ ـ ل אئ ـ ر ـ ا‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وכאن‬ ‫ـ م إ ــכאن ا‬ ‫ـ إـ‬ ‫ـ ( ـ ا ا ـ אء א‬ ‫ـ‬ ‫)إ‬


‫ـ‪،‬‬ ‫ـ ا כـ‬ ‫ـ ا ـ ات إ ــא כ ـ ن א‬ ‫ـ‬ ‫ـ لا‬ ‫ـ « כ ـ‬ ‫ـ إ‬ ‫»‬
‫و ـ » ـ ‪«.‬‬ ‫‪١٥‬‬

‫م ا כאن‬ ‫א ـ إ‬ ‫ـ אء‪ ،‬و‬ ‫ا‬ ‫أ دا‬ ‫א( ا א‬ ‫ـ‬ ‫)‬ ‫و‬


‫ــא( أي‬ ‫ـ ذכ‬ ‫‪ .‬وا כ ـ‬ ‫از ــא‪ ،‬وإ ــא إ א ـ و ـ‬ ‫ـ ٍّ ‪) ٧.‬إ ــא כـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫ـ ادف »ا ـ « و»ا «‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא( ـ‬ ‫אو‬ ‫‪) ،‬وأن ا‬ ‫א ـ وا ـ‬ ‫ا‬
‫א ـ‪.‬‬ ‫ـ ام ـ‬ ‫ــא א ـ وا‬ ‫א ـق‬ ‫א‪ ،‬وإ‬ ‫ـ أو ــאو‬

‫‪.‬‬ ‫ق‪:‬‬ ‫‪١‬‬


‫م‪ :‬ا‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫م ‪٣‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫אوي‪.٦/٤ ،‬‬ ‫ا‬ ‫‪٤‬‬
‫‪.‬‬ ‫م‪ :‬وأ כאن‬ ‫‪٥‬‬
‫ه‪.‬‬ ‫ق‪ :‬راى ر‬ ‫‪٦‬‬
‫ق‪ :‬ا ‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
240 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

([Hüve’nin ardından] takip etmiştir) yani Allah Sübhânehû ve Teâlâ


[ifadesi], zâta râci olan (hüve) lafzının cevabı olarak -Bu konuda [hüve ile
ilgili] epeyce söz söylenmiştir ancak burası yeri değildir.- (ortaya çıkarsın
diye) “kul huvel- Allah” âyetinde (Allah lafzını) ([hüve’nin ardından]
5 getirdi.) Çünkü bildiğin gibi keşfin hakikati tasavvvur edilemez. (Hü-
ve’nin delalet ettiği anlamı) O da Vâcib Teâlâ’nın zâtıdır. Yazılanlardan
anlaşılacağı üzere Allah Teâlâ bu sûreye, Habibi (s.a.)’ne yönelik ‘kul/de ki’
emrinden sonra kendisine delalet edecek bir ismin olmamasından dolayı
zâtına yönelik meknî bir zamir ile başladı.
10 Sonra yüce mahiyetinin açıklanmasında en mükemmel lâzım olmasın-
dan dolayı “Allah” lafzını [hüve’nin] ardından getirdi. Burada en aşağıdan
en yukarıya doğru yükselen bir yolun tercih edildiğine işaret vardır. Bu
durum, ârif olan sâlikin hâlinin derece derece [yükselmesinin] gerektirdiği
bir durumdur.
15 [Burada, [söylenilenin dışında] pek çok başka ince mânâlar da var-
dır: Onlardan biri şudur: O hüviyetin, ulûhiyet olan lâzımlarıyla ta-
nımlanması/tarif edilmesi, onun hiçbir mukavvimi (kurucu unsuru)
olmadığına işaret eder. Aksi hâlde onları zikretmeyerek yalnız lâzımla-
rıyla tarif edilmesi noksan [bir tarif ] olurdu.]

20 (Burada [söylenilenin dışında] pek çok ince mânâlar vardır.): Yani


bu [önce ‘hüve’ sonra ‘Allah’ lafzının] peş peşe gelmesinde.
(O nüktelerden biri, onun) yani hüviyetin (lâzımlarıyla tarif olun-
ması, onun) cins ve fasıl gibi ([hiçbir] mukavvimi olmadığına işaret
eder.) İşaretin anlamı şudur: Eğer bunlara [cins ve fasıl] sahip olsaydı [âyet-
25 te] onları zikrederdi. Delaletin gizli oluşundan dolayı cüzî bilgiden haber
veren ‘işar (işaret)’ lafzıyla ifade edildi. Aksi hâlde mülazemet (birbirini
gerektirme) imkansız olur. Bazıları aklî basîtin sübutuyla ilgili delilin gös-
terilemeyeceği görüşündedirler. Burada ifade edilen nükteden başka nük-
telerin olduğuna işaret etmek için ibarede yer alan “min” edatı çoğunluğa
30 muzaf kılınmıştır. O nüktelerden birini az önce zikrettik. Yine nüktelerden
biri de şudur: Burada şöyle bir tembih vardır; ârif olan sâlike yakışan, mari-
fetin kendisine görülen çeşitli yönlerine ikna olmamak, gücünün yettiğini
elde etmek için çalışmaktır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪241‬‬

‫ـ اب » َ َّ ــא« ) ـ ( أي ـ » ـ « ا ا ـ إ ـ‬ ‫ـ א و אـ‬ ‫) ّ ـ ( أي ا‬
‫ـ ا ﴾ ) כـ ن‬ ‫ــאم‪٩٥]/ .‬ظ[ ) ــא ( ـ ﴿ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ـ ات‪ .‬و ـ כ م‬
‫ـ (‪ ١‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ) .‬ــא دل‬ ‫ـ ر ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ اכ ـ‬ ‫כא כא ـ (؛ إذ‬
‫ـ ه ا ـ رة‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ ر أ ـ إ ــא ا ـ أ ا‬ ‫ـر‬ ‫אـ ‪ .‬אـ ي‬ ‫ذات ا ا ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ما‬ ‫ـ ذا ـ‬ ‫ـ ا כـ‬ ‫א‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ إـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‪.‬‬ ‫ا ـ ال‬

‫ـ إ ــאرة إ ـ‬ ‫אـ ‪.‬‬ ‫ـح א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ز ـ ًא أכ ـ‬ ‫ب»ا « כ ـ‬ ‫ّـ‬ ‫ـ‬


‫ــאل ا ــא כ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ .‬و ــ ا ــ ي‬ ‫ــ ا د ــ إ ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــאر‬ ‫ا‬
‫ـ ر ًا‪.‬‬ ‫ا ــאرف ـ ر ًا‬

‫ـ أ ـ‬ ‫از ــא و ـ ا‬ ‫ـ‬


‫ــא ـ ف ــכ ا‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫أ ـ‪:‬‬ ‫אئ ـ‬ ‫]و ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ّ‬
‫ــא ا ـ ا ـ ازم א ـ اً‪[.‬‬ ‫ــאت وإ ــכאن ا ـ ول‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ذ ــכ ـ ـ‬

‫‪.‬‬ ‫اا‬ ‫כ ة( أي‬ ‫אئ‬ ‫)و‬

‫ــ ‪.‬‬ ‫وا‬ ‫ــ‬ ‫א ــא( כא‬ ‫ــ م‬ ‫ــ )أ ــ‬ ‫ــא( أي ا‬ ‫‪٢‬‬
‫) ــא‪ ،‬أن‬
‫ـ אر‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ‪ ٣‬ـ ًא ـ‬ ‫وو ـ ا ـ אر أ ـ ـ כאن ذ ــכ ـ ـ ‪ .‬و כـ ن ا‬
‫ّ‬
‫ـ ‪ .‬و ـ א ـ ا ـ م ــאم د ـ‬ ‫ا ـ ـ ا ِ ـ ا ئ ـ ‪ ،‬وإ א ز ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫א ـ إ ـ ا כ ـ ة إ ــאرة إ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ ‪ِ » ٤‬ـ « ا‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ تا‬ ‫ـ‬


‫ــא‬ ‫ــא ــא ذכ ــא آ ـאً‪ .‬و ــא أن ـ‬ ‫أ ـ ى‪ .‬ـ‬ ‫אئ ـ‬ ‫أن ـ وراء ــא ذכ ـ‬
‫ـ‪،‬‬ ‫ـ ـ ـ و ـ ها‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ــא כ ا ــאرف أن‬ ‫إ ـ أن ا ئ ـ‬
‫ــא و ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫إـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬

‫ش ‪٤‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫د ‪٢٢٣‬و‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ق ‪٥٢‬و‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ش– ‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
242 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[Yine o nüktelerden biri şudur: Bu hüviyeti [hüviyet-i ilâhiyeyi], ma-


hiyetin lâzımlarıyla [ulûhiyetin lâzımı ile yani izafî ve selbî lâzımlarını
zâtında cem etmiş olan Allah ile] şerh edince bunu O’nun bir (ehad)
olduğu [ifadesi] takip etti. “Ehad”, birliğin (vahdaniyet) son sınırında
5 bulunan demektir. Burada [‘Allah’tan sonra ‘ehad’ denilmesi], O’nun
vahdetin en son sınırında bulunmasından ve tarif bakımından hiçbir
mukavvimatı olmamasından [o hüviyetin] mukavvimatla tarifinin
mümkün olmadığına bir tembih vardır.]
[Böylece] kelâmın takdiri şöyle olur: Tarifi ve şerhi mümkün olma-
10 yan bir hüviyet. Bu hüviyetin tarifinde mukavvimatın ziredilmeyerek
ilâhiyetten ibaret olan lâzımlarıyla yetinilmesi akılların künhünü an-
lamaktan ve nurların parıltılarının başlangıçlarının önünde durmak-
tan aciz kaldığı vahdetin son sınırında ve basîtlikte kemal derecesinde
olmasındandır.]

15 Yine o nüktelerde biri [şudur]: (Onu) yani hüviyeti (onunla) yani lâ-
zımları dikkate alarak “Allah” ile (şerh edince bunun ardından) yani “Al-
lah” lafızının ardından (O’nun “ehad/tek” olduğunu ifade etti ki [ehad]
birliğin son sınırında demektir.) Çünkü daha önce geçen ifadelerden
O’nun birliği gereklilik (iltizamî) olarak bilinince bunun açıklamasında
20 sonrasında faydadan hâlî olmayan bir nükte ile ifade edilmesi uygun düştü.
Burada [vahdetin] son sınırında olmaklığın anlamı, O’nun, haricen,
zihnen, zât, sıfat, tür ve fert (şahs) bakımından bir (vâhid) olmasıdır. Di-
ğer soyut şeylerle (mücerredât) cinste ortaklığı buna zarar vermez. Bilakis
burada soyutun (mücerred) anlamı mevcut gibi diğerlerinden farklıdır. Bu
25 anlamda da O, aynı şekilde birdir.
(Burada, O’nun) yani Vâcib Teâlâ’nın (en son sınırında bulunmasın-
dan) yani birliğin (vahdet) [son sınırında olmasından] (ve mukavvimatı
olmamamasından dolayı) -illetin malûle atfı veya aksi (malûlun illete at-
fı) kabilindendir- (onlarla) yani mukavvimatla (tarifi) yani mezkur olan
30 o hüviyetin tarifinin (mümkün olmadığına bir tembih vardır.) Burada
mukavvimattan maksat, illetlere ve zihnî şartlara şamil olan değildir; bila-
kis burada maksat, zâtî cüzlerdir. Aksi takdirde tarif mutlak olması nefye-
dilirdi. Bu ise hulftür. Çünkü daha önce onun [İbn Sînâ] açısından mut-
lak tarifin gerçekleşebileceği geçmişti. Buradaki tarif, resimsel ve zâtî olan
35 olumsuz [tariftir]. Dolayısıyla aralarında bir uyuşmazlık yoktur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪243‬‬

‫ذ ــכ ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾‪ .‬و ـ‬ ‫ّـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ زم ا‬ ‫ــא ـ ح ــכ ا‬ ‫]و ــא أ ـ‬


‫ـ ا א ــאت ـ‬ ‫ــא כאن ـ أ‬ ‫ـ أـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ‪ ،‬ــכאن ـ‬ ‫ا אـ ـ ا‬
‫ـ إ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـم ـ ر‬ ‫ــאت‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة و ـ כـ‬ ‫ا‬
‫כ ـ ا ـ ازم‪.‬‬

‫אت‬ ‫א ذכـ ا‬ ‫ـ ح ــא إ ــא ـ ك ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا ــכ م‪ :‬ا‬ ‫ـ‬ ‫و‬ ‫‪٥‬‬

‫א‬ ‫אا ـ‬ ‫ــא وכ ــאل ــא‬ ‫אـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذכـ ا ـ ازم‪ ،‬و ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫وا‬
‫ا ـ ل ـ اכ ــא א وا ـ ف دون אدئ إ ـ اق أ ار א‪[.‬‬

‫א ــאر ا ــ ازم ) ّ ــ‬ ‫ــ ) ــא( أي ــא‬ ‫א( أي ا‬ ‫ــא ــ‬ ‫و ــא )أ ــ‬

‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ و‬ ‫ّ ــא‬ ‫ـ ة( ِ ـ‬ ‫ـ و ـ ا אـ ـ ا‬ ‫ذ ــכ( أي ا ) א ـ ا‬

‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ئ ــ ِئــ‬ ‫ــ כ ــ‬ ‫أن‬ ‫ــ ه א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ا ــ ًא ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫‪١٠‬‬

‫אئ ـ ة‪.‬‬

‫אً‪ ،‬ـ‬ ‫ـאً و ـ‬ ‫ـًو‬ ‫אر ـאً وذ ـאً وذا ـאً و‬ ‫و ـ ا א ـ أ ـ وا ـ‬

‫אـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ دات ـ‬ ‫ــאئ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאرכ‬ ‫ـ‬

‫ـ أ ـאً ‪.‬‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ د‪،‬‬ ‫ــאئ ه כא‬ ‫ــא ـ‬

‫א ــא( أي‬ ‫א ــ ) ــ أ‬ ‫ــא כאن( أي ا ا ــ‬ ‫ــ أ ــ‬ ‫ــ‬ ‫) ــכאن ــ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــ ل أو‬ ‫ــ ا‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــאت( ــ‬ ‫ــ‬ ‫כــ‬ ‫ــ ة )و ــ‬ ‫ا‬

‫ــאت‪ .‬ــ‬ ‫כــ رة ) ــא( أي א‬ ‫ــ ا‬ ‫ــא( أي ا‬ ‫ا כــ ‪ ) .‬ــ ر‬

‫ــ ‪ ،‬ــ ا ــ اد ــא כــ ن‬ ‫ــ ا ــ وا ــ وط ا‬ ‫ــאت ــא‬ ‫ا ــ اد א‬

‫ّ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ؛ إذ ــ‬ ‫ــ ‪ .‬ــ ا‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ءاً ذا ــאً‪ ،‬وإ‬

‫א ــאت‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫وا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ ،‬أي ا‬ ‫ــ ا‬ ‫‪٢٠‬‬
244 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[İnce mânâlardan (nükte) biri de şudur: İlk İlke’nin (Mebde-i Evvel)


hüviyetinin birçok lâzımı vardır. Ve [bu lâzım]ların hepsi bir tertip üze-
redir. Çünkü lâzımlar, [O’nun] illetlidir (malûlât). Her yönden basît,
gerçek (hak), bir olandan olandan ancak bir sudur eder. Bu da dikey ve
5 yatay (tûlen ve arzan) olarak kendinden inen bir tertip üzere olur.
Bir şeyin yakın lâzımı, tarif bakımından uzak lâzımdan daha kuvvet-
lidir. Dolayısıyla insanın şaşıran (müteaccib) olması, gülen (dâhik) ol-
masından daha iyi tarif olmaktadır. Bunun içindir ki bir şeyin mahiye-
ti, lâzımlarından biri ile tarif edilmek istenildiğinde lâzım, o mahiyete
10 ne kadar yakın ise tarif de o derece güçlü ve açık olur.]

(İnce mânâlardan biri de şudur: İlk İlke’nin (Mebde-i Evvel) hüvi-


yetinin bir çok lâzımı vardır.) İşaret edileceği üzere varlığının zorunlulu-
ğu (vücûbü’l-vücûd), bütünün ilkesi olmaklığı (mebdeiyyet-i küll) ve ulûhi-
yet gibi. (Ve bunların hepsi bir tertip üzeredir. Çünkü lâzımlar O’nun
15 malûllerdir. Hâlbuki her yönden basît olandan) Bu, (âyetteki) peş peşe
gelişten ortaya çıkan nüktelerden birisi olmasının esas noktasıdır. (ken-
dinden inen bir tertip üzere olmaksızın birden çok [şey] sudur etmez.)
Yani başlangıç (mebde) olur. Buna şöyle cevap verilmiştir: Bu durum hariç-
te mevcud olan malûlde olur. Açıktır ki ilk akıl gibi bu illetlilerin (malûlât)
20 hariçte varlığı yoktur. Ancak hakikatte varlığının olduğu söylenebilir. İllet
açısından hariçte olduğu gibi buna riayet etmek gerekir.
Yine şöyle karşılık verilmiştir: Bu durum, akılların tertibinde açık ol-
duğu gibi ancak vasıtanın kendisinden sonrası için müeesir illet olduğu
durumda tasavvur edilebilir. Ancak bu sözden açıkça anlaşılan şudur: Bü-
25 tünün (mecmû‘) ilkeden (mebde) bir tertip üzere suduru, her şeyin Allah
Teâlâ’ya dayandığı görüşünün doğruluğuna dair yaptıkları araştırmalarına
(tahkîk) dayanmaktadır. Diğer zikrettikleri şeyler, şartlar ve aletler kabilin-
dendir. Ancak onlarla ilgili bazı durumlar ileri sürmüşlerdir:
Mesela: Vâcib’in selb ve izafet gibi itibarî yönleri (cihet) vardır. Bu cihet-
30 ler dikkate alınarak Mebde-i feyyaz’dan birçok (müteaddid) işlerin (umûr)
suduru mümkündür. Yine [bu] birçok (müteaddid) işle beraber hakîkî
birin (vâhid) zâtına ait hususiyetlerin olması mümkündür. [Böylece] bu
işlerin hepsi, bütünüyle O’ndan sudur eder. Burada da iyice teemmül et!
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪245‬‬

‫]و ــא أن ـ ا ـ أ ا ول ــא ـ ازم כ ـ ة‪ .‬و כ ـ ــכ ا ـ ازم َّ ـ ‪ .‬ـ ن‬


‫َ‬
‫ـ ر ـ أכ ـ‬ ‫ا ـ ازم ـ ت‪ .‬وا ـ ء ا ا ـ ا ـ ُّ ا ـ ـ כ و ـ‬
‫ـ‬ ‫ـאً‪ .‬و ن ا ـ زم ا‬ ‫ًو‬ ‫ـ ه ـ‬ ‫ا ــאزل ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ا ـ إ‬
‫א ــכאً‪.‬‬ ‫ّ ــא أ ـ ف ـ כ ـ‬ ‫ـאً ـ ا ـ زم ا ـ ‪ .‬ـ ن כـ ن ا ــאن‬ ‫أ ـ‬
‫ــא כאن ا ـ زم أ ـ ب‬ ‫ـ א ـ ـ ء ـ ء ـ از ــא‬ ‫ـ ا ـ ْ أراد‬ ‫‪٥‬‬
‫כאن ا ـ أ ـ ‪[.‬‬

‫ئ ــ ا ــכ‬ ‫ــ د و‬ ‫ــ ا ــ أ ا ول ــ ازم כ ــ ة( כ ــ ب ا‬ ‫)و ــא أن‬


‫ــ‬ ‫ــ ر ــ ا‬ ‫ت ــ ‪ ١‬و‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ ) .‬כ ــא‬ ‫ــ כ ــא‬ ‫وا‬
‫)أכ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ذ ــכ ا‬ ‫אئــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ כ و ــ ( ــ ا ــ ا ــ ار ــ כ ــ ــ‬
‫ــ أن ذ ــכ إ ــא ــ‬ ‫ــ ه( أي ا ــ أ‪ ،‬ــ د‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ا ا ــ إ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــא و ـ د‬ ‫ت ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ـ ا ــאرج‪ .‬و א ـ أن ـ ه ا‬ ‫ـ لا‬ ‫ـ ا‬


‫אـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ا ـ‪ .‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫אر ـ כא ـ ا ول إ أن ــאل أن ــא و ـ د ًا ـ‬
‫ا ـ ‪ ٢‬ر א ـ ذ ــכ כ ــא ـ ا אر ـ ‪.‬‬

‫ِّـ ة ِ ــא ـ ه כ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ر ـ כـ ن ا ا ـ‬ ‫و ـ د أ ـאً‪ ٣‬أن ذ ــכ إ ــא‬


‫ـ ع ـ‬ ‫ـ ور ا‬ ‫ـ ا ا ــכ م‬
‫ـ ا ـ ل ـ ً‪ .‬وأ ــא ا א ـ ـ‬ ‫ا א ـ ـ‬ ‫‪١٥‬‬
‫ـ ـ أن ا ــכ ‪٩٦]/‬و[ ـ‬ ‫ا ـ أ ـ ا ـ إ أن ـ ا ــכ م ـ‬
‫ـ ر‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ وط و‪٤‬ا ت وإ ـ أورد‬ ‫إ ـ א ـ ‪ ،‬و ــא ذכـ وا ِ ـ‬

‫אت‬ ‫א ــאت‪ ،‬א ــאر ـ ه ا‬ ‫ــאت ا אر ـ כא ـ ب‪ ٥‬وا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن ا ا ـ‬


‫ـ ز أن כـ ن ـ ات وا ـ‬ ‫ـ دة ـ ا ـ أ‪ ٦‬ا ــאض‪ .‬وأ ـ‬ ‫ـ ز ـ ور ا ـ ر ا‬
‫א أ ًא!‬ ‫ـ‬ ‫ـ א‪.‬‬ ‫رכ א‬
‫‪٧‬‬
‫ـ ر כا‬ ‫ـ دة‬ ‫ـ ـ أـر‬ ‫ـ‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ق– ‪.‬‬ ‫‪١‬‬


‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫אر ـ ‪ .‬כ ــכ ا‬ ‫ـ ل وا ـ‬ ‫כـ ن ـ أ כ ـ ـ‬ ‫ــא‬ ‫و ـ א ـ ر م‪ :‬ـ أن ا ـ ا אر ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫כـ ن ـ أ כ ـ כ ــכ‪ .‬א ـ !‬
‫ق – أ אً‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ق – و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫م ‪٤‬و| ش ‪٥‬و‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ق ‪٥٢‬ظ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
‫ر م ق ش – כ א‪.‬‬ ‫‪٧‬‬
246 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Delilinin tasviri şu şekildedir: “Çünkü onlar, O’nun malûlleridir”


küçük öncüldür (suğra) ve “[Her açıdan basît olandan ancak bir] sudur
eder” sözünün mazmunu ise büyük öncüldür (kübra). Çünkü bu, “Her bir
malûlun bir tertibi vardır” sözümüzün lâzımıdır. Ve birinci [şekilden] şöyle
5 netice verir: “Lâzımlar tertip üzeredir.”
Dilersen bu büyük öncülün matvi olduğunu söyleyebilirsin. Ve “[Her
açıdan basît olandan ancak bir] sudur eder” sözü, bu büyük öncülün delili
olur. En açık olan [ifadesi] şu şekildedir: Basît olanın malûlleri ya ondan
sudur etmez veya tertip üzere sudur eder. Mukaddem bâtıldır: O da “İlk
10 İlke’nin hüviyetinin pekçok lâzımı vardır” sözünün mazmunudur. Tâli şu
olur: “Basît olanın malûllerinin tertip üzere suduru gerçektir” Bu ise matvi
olan büyük öncüle eşittir.
(Bir de onlardan yakın olanı) yani lâzımlardan yakın olanı (tarif ba-
kımından daha kuvvetlidir.) Yani resim bakımından, tarifte daha sağlam-
15 dır. Bunun meydana gelmesi, tam tanım gibi gizli olsa da meydana gelmesi
zordur. [Böyle bir tanım] mahiyetin künhüne ulaştırır. [Lâzımın] yakın-
lığının artması, insanın lâzımlarında olduğu gibi tarif bakımından daha
güçlü olmayı gerektirmediği [şeklindeki itirazla bu durum] reddedilmez.
Yakınlıktan maksadın zihne nisbetle olduğunu söylemek mümkün olduğu
20 gibi asıl muradın bu şekilde olduğunu söylemek de mümkündür. Mühen-
dislerin nazarın ilim ifade etmediğine dair bununla delil getirdiği hüviyet
gibi insanın lâzımlarıyla ilgili konuya yerinde cevap verilmiştir.

[Bunu daha kuvvetli bir tahkik olmak üzere başka bir tarzda zikre-
debiliriz. Şöyle ki: Bir şeyin uzak lâzımı, hakikatte o şeyin malûlü ol-
25 mayıp bilakis malûlünün malûlü olur. Sebebi olan bir şey, [onu varlı-
ğa getiren] sebeplerini bilmeksizin gerçek mânâda (hakikatiyle) tarif
edilemez. Bu tahkike istinaden diyebiliriz ki mahiyetin tarifinde uzak
lâzımlardan bir şey zikrolunsaydı bu tarif, hakîkî bir tarif olmazdı.
Zira bir şeyin hakîkî tarifi, tarifte o şeyin [mahiyetin] başkası için de-
30 ğil, zâtından dolayı gerektirdiği (li zâtihi iktiza ettiği) yakın lâzımın
zikredildiği tariftir.
İlk İlke’ye (Mebde-i Evvel) gelince O’nun varlığının vâcib (zorunlu)
olmasından daha kadim (daha yakın) bir lâzımı yoktur. Çünkü ancak
O, hüve hüve [bi zâtihi] Zorunlu Varlık’tır (Vâcibu’l-vücûd). Varlığı-
35 nın zorunluluğu vasıtasıyla kendisi dışındaki her şeyin [bütün mev-
cûdâtın] ilkesi olması O’na lâzım gelir. İşte şu iki şeyin [li-zâtihi vâci-
bu’l-vücûd ve bütün eşyanın mebdei olmak lâzımlarının] toplamı ilâh
olmaktan (âlihiyet) ibarettir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪247‬‬

‫ــ ر‪«...‬‬ ‫ــ »و‬ ‫ــ ن‬ ‫ــ ى و‬ ‫ت ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ د ــ ‪،‬‬ ‫و‬
‫ـ «‪.‬‬ ‫ـ ا ول »ا ـ ازم‬ ‫ـ‬ ‫ـ«‬ ‫ت ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא »وכ‬ ‫زم‬ ‫כ ـ ى؛ ـ‬

‫ـ ه‪ ١‬ا כ ـ ى‪.‬‬ ‫ـ ر‪ «...‬د ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ »‬ ‫ـ هاכـ ى‬ ‫ـ‬ ‫وإن ــئ‬


‫ـ م‬ ‫ـ ‪ .‬وا‬ ‫ــאدرة ـ أو ــאدرة‬ ‫ـ‬ ‫إ ــא‬ ‫ـ‬ ‫تا‬ ‫ـ‬ ‫כـ ا‪:‬‬ ‫ـ‬ ‫وا‬
‫ت‬ ‫»‬ ‫ـ ا ـ أ ا ول ـ ازم כ ة«‪ .‬א א ـ أ‬ ‫ـ »‬ ‫ـ ن‬ ‫א ـ ‪ .‬ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‪.‬‬ ‫ــאو כ ـ ى ا‬ ‫ـ «و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאدرة‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫ـאً ـ‬ ‫ــא( أي ر ـ אً أي‬ ‫ــא( أي ـ ا ـ ازم )أ ـ ّ‬ ‫ـ‬ ‫)و ــא أن ا‬


‫ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـאً כא ـ ّ ا ــאم‬ ‫ـ ل ذ ــכ‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ כאن‬ ‫ا‬
‫ـ ازم‬ ‫ـ ‪ ٢‬כ ــא ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ أ ـ‬ ‫ـ د أن ز ــאدة ا ـ ب‬ ‫إـ כـ ا א ـ ‪ .‬ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ إـ ا‬ ‫ــא כـ ن א‬ ‫ـ‬ ‫כـ أن ــאل‪ :‬ا ـ اد ـ ا‬ ‫ــאن ـ أ ـ‬ ‫ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــאن‬ ‫ـ ازم ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن כـ ن כ ــכ‪ .‬و ـ أ ـ‬ ‫أو ــאل‪ :‬ا ـ اد ا‬
‫ـ إ ــאدة ا ـ ا ـ ‪.‬‬ ‫ـ ن ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ـ ا ـ‬ ‫כ‬
‫ـ ا ـ ء‬ ‫ـ‬ ‫ـאً‪ :‬و ـ أن ا ـ زم ا‬ ‫ـ آ ـ أ ـ‬ ‫ـ ا ا ــכ م ـ‬ ‫]و כـ‬
‫ــ ‪ ،‬وا ــ ء ا ــ ي ــ‬ ‫ــ‬ ‫כــ ن‬ ‫ــ ‪ ،‬ــ‬ ‫ــ ء‬ ‫ً‬ ‫ــ‬ ‫כــ ن‬
‫ـ ُذכ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫ـא ‪.‬‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ‬ ‫ـف א‬ ‫ـ‬ ‫‪١٥‬‬
‫ـאً‪،‬‬ ‫ـאً‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة ـ כ ـ ذ ــכ ا‬ ‫از ــא ا‬ ‫ـ ء ـ‬ ‫ا א ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ءاـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ا زم ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن ُ כـ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ا ـ ء اـ‬

‫ـ د‬ ‫ا‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫ـ د‪ .‬ـ ـ‬ ‫زم أ ـ م ـ و ـ ب ا‬ ‫ـ‬ ‫وا ـ أ ا ول‬


‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ع‬ ‫ــא ـ اه‪ .‬و‬ ‫ـ أ ــכ‬ ‫ـ أـ‬ ‫و ـ ب و ـ ده‬ ‫ــא‬ ‫و‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا‬

‫ش‪ :‬ه‪.‬‬ ‫‪١‬‬


‫د ‪٢٢٣‬ظ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
248 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bunun içindir ki “hüve” lâfzı ile “hüve” den başka bir şeyle ifade edil-
mek imkânı olmayan basit-i hakîkî hüviyet-i mahza’ya işaret etmiş, lâ-
zımından bir şeyle tarif edilmesi gerekli olduğundan bu [hüve lafzını]
gereklilik bakımından (lüzum) kendisine en yakın şey [yakın lâzımı]
5 ile takip etmiştir ki bu da selb ve icab lâzımlarını toplayan “ilahlık
(âlihiyet)”tır.
Onu tesbih ve takdis [birden ziyade ve başkasına muhtaç olmak gibi
eksik sıfatlardan tenzih] ederim. O’nun şanı ne yüksek, kuvvet ve kud-
reti ne kahirdir! O, hacetlerin [yalnız] O’nda son bulduğu ve istenilen
10 şeylerin ancak O’ndan olduğu [ilahtır]. O’nu tavsif edenlerin en bü-
yük ve en beliğ vasıfları, O’nun [Kur’ân’da] kendi nefsi için ihtiyar
eylediği celâl, azamet, fazilet ve güzellik mertebelerinin en aşağılarına
bile yetişemez. Belki bu hususta mümkün olan miktar, daha ziyadesi-
ni söyleyebilmenin imkansız olduğu şeyi söylemektir ki o da Kitâb-ı
15 Azîz’inde zikreylediği ve [Kur’an’ın] ince (dakîk), parlak (celî), açık
(zâhîr) ve münezzeh yüksek varlığına tevdi ettiği [vasıflardır].

(Varlığının zorunluluğundan daha kadim) yani daha yakın (O’na


ilişmez) yani O’nun [bundan daha yakın bir] lâzımı yoktur. Çünkü diğer
lâzımlar, her şeyin ilkesi (mebde-i küll) oluşu gibi bundan [varlığının zo-
20 runluluğundan] dallanırlar ki bu da bedihîdir. Çünkü zâtî varlık bakımdan
zorunlu olmazsa isbat-ı vâcible ilgili burhanlarda olduğu gibi mümkün-
lerin hepsi O’ndan sudur etmezdi. Akl-ı evvel’in ilk lâzım oluşu, diğer
akıllara veya müstakil varlığı ve aslî zâtı olan lâzımlara nisbetle izafîdir.
Sonra böyle oluşu izafî lâzıma yani her şeyin O’na nisbetine daha uygun
25 gözükmektedir. Aksi takdirde buradaki “tarif bakımından daha kuvvetli-
dir” sözüne aykırı olur.
(Ve vasıtayla O’na her şeyin ilkesi olması lâzım gelir.) Başka bir şeye
nisbet olunmaması anlamıyla selbî olmaya uygundur. Çünkü herşeye meb-
de olmak bunu gerektirir.
30 (Bu iki şeyin [varlığının zorunluluğu ve mebde-i kül oluşu] bütünü
O’nun ulûhiyetinden ibarettir.) Daha önce geçtiği gibi buradaki ulûhi-
yet, ‘Allah’ anlamındadır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪249‬‬

‫ـ‬ ‫כـ أن‬ ‫ـאً ا ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ » ـ «اـ ا‬ ‫ـ ا ــא أ ــאر‬


‫ّ‬
‫ــא ـ ء ـ ا ـ ازم ّ ـ ذ ــכ כـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ‪،‬‬ ‫ـ ء ـ ىأـ ـ‬ ‫ـ‬
‫ــאب‪.‬‬ ‫وا‬ ‫ـ ا א ـ ا ـ زم ا ـ‬ ‫ـ אء و ـאً ـ ‪ ،‬و ـ ا‬ ‫أ ـ با‬

‫ـ ا א ــאت و ـ‬ ‫ـ א ! ـ اـ ي ـ‬ ‫ــא ! و ــא أ ـ‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫ـ א‬


‫ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ ـ ا ـ ل وا‬ ‫ــא ا ـ‬ ‫ـ أد ـ‬ ‫ـ ه ـ ا א ــאت‪ ،‬و‬ ‫‪٥‬‬

‫כـ ذכـ ه‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ا ـ را‬ ‫ا ا‬ ‫ـ ت ا א ـ وأ ـ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ‬ ‫وا‬


‫ـ س‬ ‫ـ وأود ـ ـ و ـ ا‬ ‫ـ ا ـ ي ذכ ـ ه ـ כ א ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أز ـ‬ ‫ا‬
‫ـ ‪[.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫وا ـ ز ا א ـ ة ا‬

‫ـ د(؛ إذ‬ ‫زم )أ ـ م( أي أ ـ ب ) ـ و ـ ب ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ م ـ ( أي ـ‬ ‫)و‬

‫ـאً‬ ‫و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ؛ إذ ـ ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـع‬ ‫ـ أ ا ــכ‬ ‫ــאئ ا ـ ازم ככ ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ا ــ إ ــאت ا ا ــ ‪ .‬وכــ ن‬ ‫כ ــאت כ ــא ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ر ــ‬ ‫ذا ــאً َ ــא‬

‫ــאئ ا ــ ل أو‪ ١‬ــ ا ــ ازم ــא‬ ‫ــ إ ــ‬ ‫א‬ ‫ا ــ ا ول ز ــאً أول إ א ــ‬

‫א ـ أي‬ ‫ـ ا ـ زم ا‬ ‫ـ ‪ ٢‬כـ ن ـ ا‬ ‫وذات أ ـ ‪ .‬ـ إن ا‬ ‫ـ‬ ‫و ـ د‬

‫ـאً‪.‬‬ ‫א ــכ و ـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫ا ــאب ا ــכ إ ـ وإ‬

‫ـ‬ ‫ـ أـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ا ــכ (‬ ‫ـ أـ‬ ‫و ـ )و ا ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ(ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ع‬ ‫ـ م ذ ــכ‪) .‬و‬ ‫ـ‬ ‫إـ ا ـ ؛‬

‫ـ ا כ ــא ـ م‪.‬‬

‫د – أو‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪.‬‬ ‫ش–ا‬ ‫‪٢‬‬
250 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Bundan dolayı) Makamdan zahir olan şu şekilde söylenilmesidir: Ya-


ni hakikatinin ve mahiyetinin ifadesinin yokluğuyla beraber zikredilenler,
zâtın tarifinin nihayeti olması sebebiyle [(basît olan hüviyet-i mahza’ya
işaret etmiştir.) “İsmi olmayan/adimu’l-isim” sözünün mazmununa ve ir-
5 tibat bakımından yakın olsa da makam itibariyle uzak olmakla ifade imka-
nının yokluğuna işaret etmiştir.,.
([Hüve lafzı ile] kesinlikle) Yani katiyyen. Bu ifade zahiren basît
oluşuyla ilgili bir kayıttır. Bunu şu sözü teyid eder: “Hüve’den başka bir
şeyle ifadesi mümkün olmayan”, yine “Onun tarifinin lâzımlarla olması
10 gerekir.” En açık olan tarifinin lâzımlarla yapılmasıdır. Çünkü ilâhla yani
‘Allah’la [tarif edilmesi], önce geçtiği gibi tarifte nihai olandır ki o da lâ-
zımlarla yapılmıştır.
(O da) yani tarifi ([bu hüviyetin] ulûhiyetidir/ilâh oluşudur.) Ulû-
hiyet, icabî/izafî olanı yani vâcibu’l-vücûd oluşunu -ki başka bir şekilde
15 her şeyin ona nisbeti olarak ifade edilmiştir- ve selbî olanı -ki mebde-i kül
oluşu yani başkasına nisbeti olmamasıdır- câmidir.

[Burada şöyle bir şüphe var[id olur]. O da Yüce Allah’ın mahiyetinin


bilgisi, başkası için ancak izafetlerle ve selblerle mümkün ise de Yüce
Allah’ın, o mahiyeti bilmektedir. Burada akıl, akleden (âkil) ve akledi-
20 len (ma‘kûl) birdir. Dolayısıyla niçin o mahiyeti zikretmedi ve lâzım-
ların zikriyle yetindi?
[Cevaben] diyoruz ki: İlk İlke’nin (Mebde-i Evvel) asla kurucu (mu-
kavvim) unsuru yoktur. Çünkü O, mücerred birliğe (vahdet) sahip
olup [her türlü kesretten münezzeh olarak] sırf (mahza) basîttir. O’n-
25 da hiçbir sûrette çokluk ve ikilik yoktur.]

(Burada) yani tarifin lâzımlarla yapılması zorunluluğu hususunda


[şöyle bir şüphe varid olur]. Bu durum, daha önce “şerhi mümkün ol-
mayan isimsiz (adîmu’l-isim)” sözüyle önceden ortaya koyduğu açıklamaya
dayanır. Çünkü burada zikredilenler, nüktelerin tümünün bir önsözü gi-
30 bidir. [Delilin] tasviri şu şekildedir: “Zorunlu (Vâcib), açıklaması ve ifa-
de edilmesi mümkün olmayan zâttır. Durumu böyle olursa o zaman tarif
lâzımlarla olur.” Zamirin öncelikli olarak bu söze irca edilmesi ise anlam
dairesinin dışında kalan bir şey olur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪251‬‬

‫ــ‬ ‫א ــ‬ ‫ــאم أن ــאل‪ .‬أي و כــ ن ــא ذכــ‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫)و ــ ا( ا א ــ ــ‬
‫ــ )أ ــאر ــ إ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ و ــ ح א ــ‬ ‫ــ م إ ــאدة‬ ‫ا ــ ات ــ‬
‫ـ «و ـ م‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ »‬ ‫ـ ن‬ ‫ــאرة إ ـ‬ ‫ـ (‪ .‬و ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ا‬
‫ــאً ر ــאً‪.‬‬ ‫א ــאً وإن כאن‬ ‫‪١‬‬
‫ــ اً‬ ‫ــ‬ ‫إ ــכאن ا‬

‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫כـ ا‬ ‫ـ »ا ـ‬ ‫ـ ه‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ًא‪ .‬ا א ـ‬ ‫ـ ًא( أي‬ ‫)‬ ‫‪٥‬‬

‫ــא א ـ ازم؛ إذ‬ ‫ـ أن‬ ‫ــא א ـ ازم« ا‬ ‫ـ‬ ‫‪٢‬‬


‫ـ‬ ‫ـ ـ « و ــא »ا ـ‬ ‫إ‬
‫כ ــא ـ ‪ .‬و ـ א ـ ازم‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫אـ ـ ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫ـ د‬ ‫ــאب أي و ـ ب ا‬ ‫ـ (ا א ـ‬ ‫‪٩٦]/‬ظ[ )ا‬ ‫ـ‬ ‫)و ـ ( أي ا‬


‫ـ‬ ‫ـ أ ا ــכ ‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــאب ا ــכ إ ـ כ ــא أ ـ وا ـ‬ ‫ا ـ ي כאن‬
‫ـ م ا ــא ‪ ٣‬إ ـ ا ـ ‪.‬‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــא إ‬ ‫ــ ه‬ ‫כــ‬ ‫ــאرك و א ــ وإن כאن‬ ‫ــכ و ــ أن א ــ‬


‫ّ‬ ‫]و ــ‬
‫ــא‪ .‬ــ ن ــאك ا ــ‬ ‫א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא ا א ــאت وا ــ ب إ أ ــ‬
‫ــכ ا ــ ازم؟‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫כــ ــכ ا א ــ وا‬ ‫ــאذا ــ‬ ‫ــ ل وا ــ ‪.‬‬ ‫وا א ــ وا‬

‫ـ دة و ــא‬ ‫ــאت أ ـ ً‪ .‬ـ و ـ ة‬ ‫ـ أ ا ول ـ ء ـ ا‬ ‫ـ ل‪ :‬ـ‬


‫ـ و כ ـ ة ـ و ا ـ ــאك أ ـ ً‪[.‬‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ه ــא אً‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ازم‪ .‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫)و ـ ( أي ـ و ـ ب ا‬


‫ـ ع‬ ‫ـ‬ ‫א ــכ כ‬ ‫א«؛ إذ ــא ذכ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ »‬ ‫ـ‬
‫ــא و ــא ــא‬ ‫ـ‬ ‫א وا‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ذات‬ ‫ـ ه أن ‪» ٤‬ا ا ـ‬ ‫אـ ‪.‬‬ ‫ا‬
‫ــ ر‬ ‫ــ ا ا ــ ل ا ــ اء ــאرج ــ‬ ‫ــ إ ــ‬ ‫ــ ازم« وإر ــאع ا‬ ‫ــ‬ ‫כــ ا‬
‫ــאم‪.‬‬ ‫ا‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ق‪. :‬‬ ‫‪١‬‬


‫ق ‪٥٣‬و‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ش ‪٥‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ق ‪ +‬אل‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
252 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Şüphe [vardır]. O da mahiyetinin bilinmesidir. O, başkası için)


basitliğinden ve yüceliğiden dolayı (ancak izafetlerle ve selblerle) yani
lâzımlarıyla (mümkün ise de ancak O,) yani bu nazm-ı celîli söyleyen Vâ-
cib Teâlâ (onu bilmektedir) yani yüce mahiyetini bilir. (Dolayısıyla niçin
5 onu zikretmedi de) niçin (bu lâzımları zikretmekle yetindi?)
Bu şüpheden elde edilen, tekrar edilmeye bağlı olarak (buradaki id-
dianın) kabul edilmemesidir. (Bu men) şu şekilde dile getirilmektedir:
Eğer ( ‫إن ـ כ ـ‬/mümkün
ْ değil ise de) ifadesi Allah Teâlâ’ya veya hüviyet-i
mutlakaya nisbet edilerek şerhin mümkün olmadığı kastediliyorsa biz, kü-
10 çük öncülün doğruluğunu kabul etmiyoruz. Çünkü Vâcib [Teâlâ] [kendi]
mahiyetini bilir, dolayısıyla o mahiyetin şerhi, O’nun için mümkün olur.
Eğer ( ‫إن ــ כــ‬/mümkün
ْ değil ise de) sadece O’nun dışındakiler kastedi-
liyorsa küçük öncül müsellemdir; ancak büyük öncül, memnudur. Çünkü
küçük öncülde olan nisbet, kula; büyük öncülde olan nisbet Allah’adır.
15 İki mukaddimenin de doğruluğu kabul edilir; fakat orta terimin tekrarı
memnudur. Dilersen büyük öncüldeki tekrarı (uygun şekilde yaparsın)
veya takrib(delili uygun şekilde getirirsin) yaparsın. Bunu iyice anlayasın!
([Cevaben] diyoruz ki: İlk İlke’nin (Mebde-i Evvel) asla kurucu
(mukavvim) unsuru yoktur.) Tekrar tekrar bildiğin gibidir.
20 (Çünkü O, mücerred vahdete sahip olup her türlü kesretten mü-
nezzeh olarak basîttir.) ifadesi, ondan müstağni olmak gibidir. Açık olan
cevabın sonucu, memnu önermenin yani küçük öncülün ispatıdır: Şu şe-
kilde: Vâcib, asla mukavvim unsuru olmayan zâttır. Şanı böyle olanın ise
açıklaması imkansızdır. Küçük önermenin (suğra) olumsuzlamasını (selb),
25 yüklemi olumsuz (salibe-i mahmul) veya her ikisinden biri olumsuz öner-
me (ma’dule) olarak farzediyoruz. Veya şöyle söyleriz: Küçük öncül yüklemi
olumsuz olmakla birlikte büyük öncül konusu olumsuz (salibe-i mevzu)
dur. Bu birinci şekil olarak sonuç verir. İddia sahibinin senedinin iptalini
açısından eşiti olarak kabul etmek mümkündür. İyi düşün!
30 Cevabın tahkikine gelince [şöyledir]: Mahiyetin şerhi, zâtî imkansızdır
(mümteni‘) ve ona herhangi bir kudret taalluk etmez. İsmi yüce aziz olan
Bârî’nin ortağı (şerîk) olması gibi diğer imkansızlarda olan acziyet ve noksan-
lık ilişmez. Mahiyeti bilmek, açıklamayı (şerh) mutlak olarak doğru kılmaz.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪253‬‬

‫אـ‬ ‫א‬ ‫ـ )إ‬ ‫و‬ ‫ــא‬ ‫ـ ه(‬ ‫ـ א ـ وإن ـ כـ‬ ‫) ــכ و ـ أن‬
‫ـ‬ ‫ـ اا ـ ا‬ ‫כـ‬ ‫אـ و ـ‬ ‫( أي א ـ ازم )إ أ ـ ( أي ا ا ـ‬ ‫وا ـ‬
‫ــכ ا ـ ازم؟(‬ ‫ــא ـ‬ ‫כ ــא( و ِـ )ا‬ ‫א ـ ) ِ ـ َـ‬ ‫ــא( أي א ـ‬ ‫) אـ‬
‫َ‬
‫ــ ا د ــ ــ ن ــאل‪ :‬ــ م إ ــכאن ا ــ ح »إن«‬ ‫و א ــ ا ــכ ــ ا ــ‬
‫א ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ ى؛ إذ ا ا ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫א ـ أو ا‬ ‫ـ إـ ا‬ ‫א‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‪،‬‬ ‫כـ ا כ ـ ى‬ ‫ـ‬ ‫ـى‬ ‫ـ ‪ ،‬א‬ ‫א ـ ‪ .‬و»إن« إ ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬


‫ــאن‬ ‫ـ إ ـ ا ـ و ــא‪ ١‬ـ ا כ ـ ى إ ـ ا ‪ .‬א‬ ‫ـ ىا‬ ‫و»إن« ــא ـ ا‬
‫ا د ـ ـ ا כ ـ ى أو‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وإن ــئ‬ ‫ـ‬ ‫כ ـ ار ا‬ ‫ـ אن‪ ،‬כ ـ‬
‫ـ ‪ .‬א ـ !‬ ‫ا‬

‫اراً‪.‬‬ ‫(כ א‬ ‫مأ‬ ‫أ ا ول‬ ‫ل‬ ‫)‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ‪.‬و א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ـ ا כ ـ ة( כא‬ ‫ـ‬ ‫ـ دة‬ ‫ـ ) ـ و ـ ة‬


‫ذات‬ ‫ــ ى‪ .‬כــ ا‪ :‬ا ا ــ‬ ‫ــ أ ــ ا‬ ‫ــ ا‬ ‫ا ــ اب ا א ــ إ ــאت ا‬
‫ـ ى ــא‬ ‫ا‬ ‫ـض ـ‬ ‫א‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ م أ ـ ‪ ،‬و ــא ــא‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ل ـ ا כ ـ ى ا ــא‬ ‫ـ ى ا ــא ا‬ ‫و ـ ‪ ،‬أو ـ ل‪ :‬إن ا‬ ‫ـ ل أو ا‬ ‫ا‬
‫ـ‬ ‫ـ إ ــאل ا ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــכ ا ول‪ .‬و כـ أن‬ ‫ـ ع ـ‬ ‫ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫‪٣‬‬
‫ــאوا ‪ .‬א ـ !‬

‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ذا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ح ا א ــ‬ ‫ا ــ اب‪ :‬إن‬ ‫ــ‬ ‫و‬
‫ــאت כ ــ כ‬ ‫ــאئ ا‬ ‫כ ــא ــ‬ ‫وا ــ‬ ‫‪٤‬‬
‫ــ‬ ‫ــ م ا‬ ‫ا ــ رة و‬
‫ــאً‪،‬‬ ‫ا ــ ح‬ ‫ــ‬ ‫א א ــ‬ ‫א ــ ‪ .‬وإن ا ــ‬ ‫ــ ّ ا ــ‬ ‫ا ــאري‬

‫م ‪٤‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫د– ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫د ‪٢٢٤‬و‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق‪ :‬ا‬ ‫‪٤‬‬
254 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Fakat sualde isimsiz (‘adîmu’l-ism) olmaya yani daha önce geçtiği gibi ilmin
yokluğunun ismin de yokluğunu gerektirmesine itibar edildi. Şayet sualde
aynı şekilde buna itibar edilirse verilen cevap onu çürütmez. Cevapta şöyle
söylemek mümkündür: Kur’ânî hitaplarda Allah Teâlâ’nın âdeti, muhatap-
5 ların kaldırabileceği şekilde hitap etmektir. Muhatapların özellikle avam
hatta avamın cahillerinin, bu şekilde ifade edilse bile açıklamayı anlamaya
güçleri yetmez.
Eğer Allah Teâlâ onlara anlayış gücü vermeye kadirdir denilecek olursa
biz de şöyle cevap veririz: Şayet Allah tarafından böyle bir imkanın veri-
10 leceği kabul edilirse bu, hakîm ve habîr olan Allah’ın hikmetini bozan bir
şey olur. İşte bu, Onun hitabetine benzeyen lafzî bir yol olsa da Kur’ânî
nüktelerin ekseni buna benzer çerçevede döner.

[O’nun kendi zâtını akletmesi, zâtının kurucu unsuru (mukavvim)


olup da onu akletmesi değildir. Zira O’nun zâtının kurucu unsuru
15 yoktur ki nasıl zâtınına dair kurucu unsur akletsin?! Bilakis O’nun
zâtına dair aklettiği şey ancak her yönden çokluktan münezzeh olan,
sırf ve mahza hüviyetidir. O [hüviyetin ve] birliğin (vahdet) birtakım
lâzımları vardır. Bunun içindir ki önce [basit-i hakîkî olan] o hüviyeti
zikretmiş, sonra onu yakın lâzımlarıyla açıklamıştır. [Böylece] ne ise o
20 olan özel varlığına (vücûd-i mahsus) işaret etmiştir. Bu [şekilde tarif ]
için Hikmet’te bir usul vardır: Basît olanları kemalde yakın lâzımlarıy-
la tarif etmek, birleşik (mürekkeb) olanları kurucu unsurlarla (mukav-
vimât) tarif etmek gibidir.]

(Hüviyeti zikredip ve onu yakın lâzımlarıyla açıkladığında O’nun


25 özel varlığına işaret etti.) ifadesinin, cevabın tamamlayıcılarından olduğu
açıktır. özel varlığına işaretin, hüviyetin zikriyle yani “hüve” ile olduğunu
kastetmektedir. Onun şerhi ise lâzımlarıyla, yani başka bir şeyle mümkün
olmadığından sadece ‘Allah’ iledir.
(Bu şekilde şerh ve izah için) yani Vâcib Teâlâ’nın bilinmesinde sadece
30 lâzımlarla sınırlandığı için (hikmette bir kaide vardır). Burada nüktesi gizli
kalmayan ince bir ima vardır. (Basît olanları kemalde yakın lâzımlarıyla
tarif etmek;) yani basît olanları kemal üzere tarif, ancak yakın lâzımlarıyla
olur. “Lâzımlarıyla (bi-levâzımiha/‫ ”) از ــא‬ifadesi mübtedanın kaydıdır.
“Kemalde (fi’l-kemâl/‫ ”) ــ ا כ ــאل‬ifadesi de zahir olduğu üzere haberdir.1
35 Tam (kâmil) tarifi lâzımlarıyla olursa mukavvimat ile tarifi yoktur demektir.

1 Cümlenin Arapçası şu şekildedir: «‫ا כ אل‬ ‫از א ا‬ ‫אئ‬ ‫ا‬ ‫»إن‬


‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪255‬‬

‫ـ م‬ ‫ِـ‬ ‫ـ أن ـ م ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫כ ـ إن ا ـ ـ ا ـ ال‬


‫ـ ا ـ اب‪ ١.‬و כ ـ أن ــאل ـ‬ ‫ـ ا ـ ذ ــכ أ ـ ًא ـ ا ـ ال‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫א ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫א ــאت ا آ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫אـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ا ـ اب‪ :‬إن אد ـ‬
‫ا ــכ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ رون ـ ا ـ ح ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ن ـ א ا ـ ام ـ ا‬ ‫א‬
‫ّ‬
‫إ ــכאن‬ ‫ـ‬ ‫ــא‪ ٣:‬ـ‬ ‫ــאدر ـ إ ــאء ا ـ رة إ ـ ‪،‬‬ ‫ـ ن ـ ‪ :‬إن ا א ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا כ ـ ‪ .‬ـ ا وإن כאن ‪٩٧]/‬و[ و‬ ‫ــכ ِ ـ ّ ِ כ ـ ا‬ ‫ذ ــכ ـ‬


‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ار ــכאت ا آ ـ‬ ‫א ـ כـ‬ ‫א‬ ‫ـ‬

‫ــ ذا ــ إ‬ ‫ــ‬ ‫ــאت‪ ،‬ــ‬ ‫ــ ذا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫]‬
‫ـ ة‬ ‫ـ ه‪ .‬و ــכ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ اכـ ة ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ِ ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ا‬
‫ـ ‪ .‬و ـ أ ــאر ا ـ و ـ ده‬ ‫א א ـ ازم ا‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ ازم‪ .‬ـ ذن ذכ ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ا כ ـ ‪ .‬و ـ أن‬ ‫ـ ‪.‬و ـ اأ ـ‬ ‫ــא ـ و ـ ده‬ ‫ـ ص ـ‬ ‫ا‬
‫א ــא‪[.‬‬ ‫כ ــאت כــ‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ــ ا כ ــאل כ‬ ‫از ــא ا‬ ‫ــאئ‬ ‫ا‬

‫ـ أ ــאر إ ـ و ـ ده‬ ‫א א ـ ازم ا‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ ) ـ ذا ذכ ـ ا‬ ‫وا א ـ أن‬


‫כـ‬ ‫ــאرة إ ـ و ـ ده ا ــאص إ ــא ـ‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ اب‪.‬‬ ‫ا ــאص( ـ‬
‫ـ ‪ ،‬ـ م ا ــכאن‪.‬‬ ‫א ـ ازم‪ ،‬أ ـ ا‬ ‫ـ ‪،‬و ـ‬ ‫ـ ‪،‬أ ـ‬ ‫ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــ ا כ ــ (‬ ‫א ــ ازم‪) .‬أ ــ‬ ‫א ــ‬ ‫ــ ا ا ــ‬ ‫ــאر‬ ‫»و ــ ا« أي ا‬


‫ــ‬ ‫از ــא ا‬ ‫ــאئ‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪) .‬و ــ أن‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ إ ــאم‬
‫‪٥‬‬
‫از ــא‬ ‫ــ و ــ ا כ ــאل إ ــא ــ‬ ‫ــאئ‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫‪٤‬‬
‫ــ‬ ‫ــ ا כ ــאل(‬
‫ــא‬ ‫ــ‬ ‫‪٧‬‬
‫ــ‬ ‫ــ اء‪ ٦.‬و ــ » ــ ا כ ــאل«‬ ‫ــ » از ــא« ــ‬ ‫ــ ‪.‬‬ ‫ا‬
‫ــאت‪.‬‬ ‫א‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ‬ ‫א ــ ازم‬ ‫ــא ا כא ــ‬ ‫ــ ا א ــ ‪ .‬ــ ذا כאن‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ق ‪٥٣‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ق‪ :‬إ אد ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫ش‪:‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ش‪. +‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ش ‪٦‬و‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫اء‪.‬‬ ‫ر‪:‬‬ ‫‪٦‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق‪:‬‬ ‫‪٧‬‬
256 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Hasr anlamı, cümlenin mefhumundan ve aynı şekilde (mürekkeb olanla-


rın mukavvimat ve lâzımlarla tarif etmek gibidir.) -burada aklî cüzleri
kastetmektedir- sözünün karşılık geldiği anlamdan anlaşılmaktadır. Bunun
aynı şekilde haricî cüzler ile olması da caizdir. Muhtemelen bu durumdan
5 dolayı [müellif ibarede] ‘kâf (‫ ”)ك‬harfini kullanmıştır. (…ve lâzımlarla
olan [tarif gibidir.]) Yani mürekkeb olanların tarifi hakikatini oluşturan
unsurlarla ve lâzımlarıyla yapılabilir. Basît olanlara gelince onun tarifi, an-
cak ikincisiyle [lâzımlarla] olur.
[Çünkü tam ve kemal mertebesini bulan tarif, nefiste akledilenle
10 uyumlu(mutabık) bir suret oluşturan (hasıl eden) tariftir. Eğer ta-
rif edilen [bilinmesi istenilen şey] birleşik (mürekkeb) olursa nefiste
parçalarının (cüzlerinin) meydana gelmesi gerekir. [Eğer bilinmesi is-
tenilen şey] basît olur ve yakın lâzımlarıyla tarif olunursa akılda bu
şekilde meydana geldiğinde aklî suret de [akledilene] uyumlu olur.
15 Binaenaleyh, bir şeyi yakın lâzımlarıyla tarif, bu bölümde birleşik-
lerin (mürekkeb) mukavvimat ile yapılan tarifi gibidir. Bu meselenin
incelemesinin (takrîr) tamamı, Kitâb’üş-Şifâ adlı eserimdeki mantık
bölümünde mevcuttur.]

[Ehad]
20 [[Âyette] Allah’tan sonra gelen “ehad”, birlikte (vahdet) mübâlağadır.
Birlikte (vahdet) tam mübâlağa, ancak bir/tek olmak’ın (vâhidiyet)
kendisinden daha ekmeli (tam) ve daha kuvvetlisi tasavvur edilmedi-
ğinde tahakkuk eder. Çünkü bir (vâhid), kendisinin altındaki fertlere
teşkik suretiyle söylenebilir. Hiçbir yönden bölünmeyen, birliğe (vâhi-
25 diyet) bazı yönlerden bölünenden daha lâyıktır. Aklî olarak bölünen,
birliğe (vâhidiyet) hissî olarak bölünenden daha lâyıktır. Hissî olarak
bölünen ki o, bilkuvve olandır, birliğe (vâhidiyet) bilfiil bölünenden
daha layıktır. Kendisi için toplayıcı bir birlik (vahdet) olan, kendisi
için bir toplayıcı birlik olmayan ve kitap, neşter ve ilaç için tıbbî veya
30 gıda ve içecek için sıhhî denilmesi örneğindeki gibi birliği (vahdet)
yalnız ilkeye (mebde) nisbet sebebiyle olan bilfiil bölünebilenden bir-
liğe (vâhidiyet) daha layıktır.
Birlik’in (vahdet) en kuvvetli ve en zayıf olmayı kabul eden olması ve
bir’in (vâhid) altındakilere teşkik ile söylenilmesi sabit olunca birlik’te
35 (vahdet) en mükemmel olan, birlik’te (vahdet) kendisinden daha kuv-
vetli başka bir şey olmasının imkânı olmayan olur. Eğer böyle olmasa
O, birliğin (vahdet) en son haddinde olmazdı. Bundan dolayı O, mut-
lak bir (ehad) olmayıp bilakis başka bir şeye kıyasla bir olurdu.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪257‬‬

‫א ــא( أي‬ ‫כ ــאت‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ أ ــאً )כ‬ ‫א ــ‬ ‫ــ م ــ و ــ‬ ‫ــ‬ ‫א‬

‫ـ ا أورد כ ـ ا ــכאف‪.‬‬ ‫ـ اء ا אر ـ ‪ .‬ـ‬ ‫ـ ز א‬ ‫ـ ‪ .‬وأ ــא‬ ‫ـ اء ا‬ ‫א‬

‫ــא‬ ‫ــאئ‬ ‫ــאت وا ـ ازم وأ ــא ا‬ ‫ــאت א‬ ‫כ ــאت ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫)و از ــא(‬

‫ـ ‪.‬‬ ‫ا א ـ‬

‫ـ ل‪ .‬ـ ن כאن‬ ‫א ـ‬ ‫ـ رة‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ا אـ‬ ‫ـ‬ ‫]ـنا‬ ‫‪٥‬‬


‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫أ ائـ ‪ ،‬وإن כאن ـ ًא و ـ ـ ازم‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫أن‬ ‫כ ـ ًא و ـ‬
‫א ـ ازم‬ ‫ـ‬ ‫א ـ أ ـ ًא‪ .‬כ ـ ن ا‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ رة ا‬ ‫ـ ا ـ כ ــכ כא ـ‬
‫ــ‬ ‫ــ ا ا‬ ‫ــ‬ ‫כ ــאت‪ .‬و ــאم‬ ‫ــאت ــ ا‬ ‫א‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ا ــאب כא‬ ‫ــ‬
‫ـ כ ــאب ا ـ אء‪.‬‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬

‫ـ ة‬ ‫ـ ة‪ .‬وا א ـ ا آ ـ ـ ا‬‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ א ـ ـ ا‬ ‫و ـ ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــא‪.‬‬ ‫כــ أن כــ ن أ ــ و أכ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ إ إذا כא ــ ا ا ــ‬


‫ـ أ ـ أو ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــכ כ‪ .‬א ـ ي‬ ‫ـ א‬ ‫ــא‬ ‫ـ ل ـ‬ ‫ـنا ا ـ‬
‫ــאً أو ــ‬ ‫ــא אً‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ه‪ .‬وا ــ ي‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ‬ ‫א ا‬
‫ـ‬ ‫א ا‬ ‫و ـ א ـ ة أو ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫وا ـ ي‬ ‫ـ א ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫א ا‬
‫ـ א ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ א ـ ‪ ،‬א ـ ي ـ و ـ ة א ـ ـ أو ـ א ا‬ ‫ــא‬ ‫‪١٥‬‬
‫ــאب ا ـ ا ـ أ כ ــא ــאل ِ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ و ـ ة א ـ ـ و‬ ‫و ـ‬
‫ّ ٌ‬
‫ـ اء وا ــאت‪.‬‬ ‫ـ وا ـ واء أو ِ ِ ـ‬ ‫כ ــאب وا‬
‫ّ ّ‬
‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ ل ــ‬ ‫وأن ا ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ وا‬ ‫ــ ة א ــ‬ ‫أن ا‬ ‫وإذا ــ‬
‫כـ أن כـ ن ـ ء آ ـ أ ـ ى ـ‬ ‫ـ ة ـ اـ ي‬ ‫ـ ا‬ ‫ــכ כ وا כ ـ‬ ‫א‬
‫ـאً‪،‬‬ ‫כـ ن أ ـ اً‬ ‫ـ ة‪ ،‬ـ‬ ‫אـ ا א ـ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫ـ ة‪ .‬وإ‬ ‫ـ ا‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ـ ء دون ـ ء‪.‬‬ ‫כ ـ ن أ ـ اً א ــאس ا ـ‬ ‫ـ‬


258 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

İşte Allah Teâlâ’nın “ehad” sözü, O’nun her yönden bir/ehad olduğuna
ve O’nda asla bir çokluk bulunmadığına, O’nda cinsler ve fasıllar gibi
mukavvimatı oluşturan manevi çokluk veya cisimdeki madde ve sûret
aklî cüzlerin çokluğu veya cisimde olduğu gibi kuvvet ve fiil ile hissî
5 çokluk olmadığına delâlet etmektedir. İşte [‘ehad’ sözünün] bu şekilde
beyanı, Allah Teâlâ’nın cinsten, fasıldan, madde ve sûretten, arazlar-
dan, boyutlardan, azalardan, şekillerden, renklerden, kâmil vahdetini
ve vech-i keremine layık olan basît-i hakîkî oluşunu bozabilecek teş-
bihin her türlüsünden münezzeh oluşunun açıklamasını içermektedir.
10 Şayet “Haydi kabul edelim ki bu mesele[nin iddiaları] şu lafzın [ehad
lafzının] içinde bulunmaktadır. Ancak bu sûrede buna delâlet eden
açık delil (burhân) nerededir? dersen cevap olarak deriz ki: Bunun
açık delili şudur: Hüviyeti; ancak cüzlerin bir araya gelmesiyle hâsıl
olan şeyin hüviyeti, o cüzlerin husûlüne bağlı olduğundan böyle bir
15 hüviyet zâtından dolayı hüve hüve olmayıp başkasındandır. Hâlbuki
Allah Teâlâ’nın “Kul huvellahu ehad” kelamınının delâletine göre İlk
İlke (Mebde-i Evvel), zâtından dolayı(li zâtihi) hüve hüve’dir. Öyleyse
O’nun cüzleri (parçaları) yoktur. Bu âyetle ilgili anlayışımın vardığı
yer burasıdır. Kelâmının sırlarını en iyi kuşatan, Allah’tır.]

20 ([Âyette Allah’tan sonra gelen] Ehad; vahdette mübâlağadır.) Daha


önce bunun vahdette son sınır olduğunu öğrenmiştin. (O (vahdette tam
mübâlağa) ancak vâhidiyet en güçlü olduğu durumda tahakkuk eder.)
Çünkü son, kendisinde güç [gibi bir derecelenme] bulunanda tahakkuk
eder. Birlikte (vahdet) ise güç [şeklinde bir derecelenme] vardır. (Bir (vâ-
25 hid), kendisinin altındaki [fertlere] teşkik sûretiyle söylenebilir.) Man-
tık ilmi [kitaplarının] başlangıcında yer aldığı gibi [teşkikin] üç türüyle
söylenebilir. ([Şüphe yok ki] asla bölünmeyen) Asla bölünemeyecek şe-
kilde hakîkî anlamda sayısal bir, nokta ve Vâcib Teâlâ gibi. Soyut akılların
da böyle olduğu söylenmiştir. Fakat bu konuda muhakkik Devvânî’nin
30 (ö. 908/1502) bazı itirazları vardır.1 (…ona daha layıktır.) Yani bir olmaya,
bölünebilenden daha layıktır. Buna şöyle karşı çıkılmıştır: Burada matlub
olan kuvvettir. Bu açıklamanın gereği ise önceliktir (evleviyet) ve bundan
farklıdır. Çünkü denildiği gibi bunların birbirini gerektirmesi (telâzüm)
söylenmediği sürece ikisi de bir’in (vâhid) kısımlarından biridir. Ya da o
35 ikisinin birinden kastedilenin tecviz yoluyla “âhir/son” olduğu da söyle-
nebilir. Böylece bu mukaddimelerden ortaya çıkan delil şu şekilde olur:

1 ed-Devvânî, Ebû Abdillah Celaluddin b. Muhammed, Şerhu’l-Akâidi’l-Adûdiyye, (et-Tâlikât alâ Şerhi


Akâidi’l-Adûdiye içinde ) Mektebetu’ş-Şark ed-Devliyye, Kahire, t.y., s. 53.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪259‬‬

‫כ ـ ة ــאك‬ ‫ـ ه‪ ،‬وأ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ دل ـ أ ـ وا ـ‬ ‫ـ‬


‫ـ اء‬ ‫ـ ل أو כ ـ ة ا‬ ‫ــאس وا‬ ‫ــאت כא‬ ‫ـ ‪،‬أ ـ כـ ةا‬ ‫כـ ة‬ ‫أ ـ‬
‫א ــ ة أو א ــ כ ــא ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ أو כ ــ ة‬ ‫ــ כא ــאدة وا ــ رة ــ ا‬ ‫ا‬
‫ـ وا ــאدة وا ـ رة‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ـאً ـ ا‬ ‫ـ ا ــאن כ ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وذ ــכ‬ ‫ا‬
‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ها‬ ‫ــכאل وا ـ ان و ــאئ ا‬ ‫ــאء وا‬ ‫ــאض وا‬ ‫ـ اض وا‬ ‫وا‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ‬ ‫ـ و אـ‬ ‫ـ ا ئ ـ כـ م و ـ و ـ‬ ‫ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ ة ا כא ـ وا‬ ‫َّـ ا‬
‫ـ ء‪.‬‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ء أو‬ ‫ـ‬ ‫أن‬

‫ـ‪،‬‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ‬ ‫ر ـ‬ ‫ــאرت‬ ‫ـ‬ ‫ــئ‬ ‫َ ـ ْ أ ّن د ــאوى ـ ه ا‬ ‫و ئـ ـ‬


‫ـ إ ــא‬ ‫ــא כא ـ‬ ‫א ـ أن כ‬ ‫ـ ل‪:‬‬ ‫ــא ـ ـ ه ا ـ رة؟‬ ‫ـ ا ــאن‬
‫ـ اء ـ‬ ‫ـ ل ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאع أ ـ اء כא ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ כ ــא دل‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ا ول ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬כ ـ‬ ‫اـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ اء‪ .‬ـ ا ــא ـ إ ـ‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ـ‬‫א ـ ﴿ ُـ ْ ُ ـ َ ا أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ ذن ـ‬
‫ـ ار כ ـ ‪[.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ه ا ـ ‪ .‬وا‬

‫ــ ة‪ ) .‬ــ‬ ‫א ــ ــ ا‬ ‫أ ــ‬ ‫ــ‬ ‫)﴿أَ َ ــ ٌ ﴾‪ ،‬א ــ ــ ا‬


‫ــ ة( و ــ‬
‫ـ ة‪.‬‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ א ـ ة‬ ‫ـ إ إذا כא ـ ا ا ـ أ ـ (؛ إذ ا א ـ إ ــא‬ ‫‪١٥‬‬

‫ا ـ ا ـ‬ ‫ــכ כ(‬ ‫ـ א‬ ‫ــא‬ ‫ـ ل ـ‬ ‫ـ ة؛ ) ـ ن ا ا ـ‬ ‫وـ ا ا ـ‬


‫ــ أ ــ ( כא ا ــ א ــ د ا ــ ي‬ ‫ا ــ ‪ ) .‬א ــ ي‬ ‫ــ رة ــ أوائــ ا‬ ‫ا‬
‫א ــ ‪ .‬و ــ وכא ــ ل‬ ‫ــ وا ا ــ‬ ‫ــ أ ــ כא‬ ‫ــאً ــ ن‬ ‫כــ ن‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫ـ ة‬ ‫ــא( أي‬ ‫ـ ا وا ـ ‪) ٢.‬أو ـ‬ ‫ـ כ م‬ ‫ـ دة‪ ١،‬כـ‬ ‫ا‬
‫אـ‬ ‫ـ ا ا ــאن ـ ا و ـ و ـ‬ ‫ـ ب ـ ا ـ ة‪ .‬وا ـ زم ـ‬ ‫ـ أن ا‬ ‫ـد‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ز ــא כ ــא ــ ‪ ،‬أو ا ــ اد‬ ‫ــ وا ــ إ أن ــאل‬ ‫ــ‬ ‫‪٣‬‬


‫ــא‬ ‫ــכ כ‬
‫ــאت כـ ا‪:‬‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ز כـ ن א ـ ا‬ ‫ـ א‬ ‫ــא ـ ا‬ ‫ـ أ‬

‫ة‪.‬‬ ‫م‪:‬ا‬ ‫‪١‬‬


‫وا ‪ ،‬ص ‪.٥٣‬‬ ‫ح ا אئ ا‬ ‫‪٢‬‬
‫ش‪ :‬כ א‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
260 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

“(Ehad), birlikte (vahdet) mübâlağadır. Vahdette mübâlağa, bir olmak-


lığın (vâhidiyyet) kendisinde en güçlü olduğudur. Bir olmaklığın (vâ-
hidiyyet) kendisinde en güçlü olduğu şey ise öncelikliğin (evleviyyet) en
güçlü (eşeddiyet) olmak olarak tevil edilmesiyle asla bölünmeyendir.”
5 Yer değiştirilmeyle [yapılan] düz döndürülmesiyle (aks-i müstevi) aynı
şekilde kolay olur. Şöyle netice verir: “Ehad, yani bu şerefli konuda vaki
olan “ehad” asla bölünmez.” Bu ise istenilen sonuçtur. “Çünkü vâhid
[kendisinin altında yer alan şeylere teşkik sûretiyle söylenebilir]” sözü
ise birinci önermenin içeriğinde olanın illetidir. Mesela şöyle denir: Bir
10 (vâhid), teşkik sûretiyle söylenir. Teşkik sûretiyle söylenilende ise daha
şiddet olmaklık (eşedd) vardır. İyi anla!
Daha önce zikrettiğimiz gibi (Vahdetin kuvvet ve zayıflığı kabul
eden olması ve bir’in (vâhid) altındakilere) ihtiyaç duymadıklarına
(teşkik yoluyla söylenilmesi sabit olunca vahdette en mükemmel
15 olan; birlikte (vahdet) kendisinden daha kuvvetlisi olması müm-
kün olamayan olur.) Bu sözün “asla bölünmeyen” cümlesinden çıka-
rılmış olması muhtemeldir.
(Öyle ise “ehad”) “İza (‫”)إذا‬nın cevabıdır. (onun her yönden bir
olduğuna delalet eder.) Daha önce de geçtiği gibi hem zihnen hem
20 de haricen bir olduğunu gösterir. ve (O’nda asla bir çokluk yoktur;
O’nda cinsler ve fasıllar gibi mukavvimatı oluşturan çokluk yok-
tur…) sözünün işaret ettiği gibi [bir olduğunu gösterir.] Bunlar aklî
cüzleri bulunan çoğalan (mütekessir) mürekkeb mahiyetlerde olur.
[ke’l-ecnas’taki] “Kâf (‫ ”)ا ــכאف‬harfi bazı durumlarda veya “ayniyet ve
25 yakınlık” denilen durumlarda denildiği gibi açıklama içindir. (Madde)
yani heyûla (ve sûret gibi) -cisimsel suret olduğu açıktır, [sûretin] tür-
sel surete şamil olma ihtimali de vardır.- (cüzlerin) yani harici cüzlerin
(çokluğu yoktur.).
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪261‬‬

‫ـ أ ـ ‪،‬‬ ‫ـ ة‪ ٢‬ــא כـ ن ـ ا ا‬ ‫ـ ة‪ ،‬وا א ـ ـ ا‬ ‫א ـ ـ ا‬ ‫‪١‬‬


‫»﴿أَ َ ـ ُ ﴾‬
‫ـ‬ ‫א‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ أ ـ « وـ ا و ـ‬ ‫ـ أ ـ اـ ي‬ ‫و ــא כ ـ ن ـ ا ا‬
‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا اـ‬ ‫ـ ‪ :‬أ ـ ‪ ،‬أي ا‬ ‫ـ ‪ ٥‬أ ـאً‬ ‫ّـ‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ ي‬ ‫و כ ـ ا‬
‫ـ ب‪٩٧]/ .‬ظ[ و ـ » ـ ن‬ ‫ـ أ ـ ‪.‬و ـ ا‬ ‫اـ ي‬ ‫ـ عا ـ‬ ‫ا‬
‫ــכ כ‬ ‫ل א‬ ‫ـ ن ــאل ـ ا ا ـ‬ ‫‪٦‬‬
‫ـ ا وـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא‬ ‫ا ا ـ ‪ «...‬ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ــכ כ ـ أ ـ ‪ .‬א ـ !‬ ‫ـ ل א‬ ‫وا‬

‫ــ )وإن ا ا ــ‬ ‫ــ ( כ ــא ذכ ــא‬ ‫ــ ة وا‬ ‫ــ ة א ــ‬ ‫أن ا‬ ‫) ــ ذا ــ‬
‫כـ‬ ‫ـ ة‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאج إ ـ )وا כ ـ‬ ‫ــא‬ ‫ــכ כ(‬ ‫ـ א‬ ‫ــא‬ ‫ـ ل ـ‬
‫ـ أ ـ «‬ ‫ـ »אـ ي‬ ‫ـع ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫‪٧‬‬
‫ـ ة( ـ‬ ‫أـ ى ـ ـ ا‬

‫ـ ه( ذ ـאً و אر ـאً‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ اب »إذا«‪) ،‬دل ـ أ ـ وا ـ‬ ‫‪٨‬‬


‫ـ (‬ ‫)‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــאس‬ ‫ــאت כא‬ ‫כ ــ ة ا‬ ‫ــ )و כ ــ ة ــאك‬ ‫ــ إ ــ‬ ‫כ ــא ــ ‪ ،‬כ ــא‬
‫‪٩‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ــא أ ـ اء‬ ‫כ ــאت ا כ ـ ة ا ـ‬ ‫כ ـ ن ـ ا א ــאت ا‬ ‫ـ ل( ا ـ‬ ‫وا‬
‫ا ـ أو ا ـ ي ــאل ـ »ا ِ ـ ان‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫כ ــא ــאل ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ـ »ا ــכאف«‬
‫ـ )وا ـ رة( وا א ـ‬ ‫ـ اء( أي ا אر ـ ‪) ،‬כא ــאدة( ا‬ ‫ـ ‪) «.‬و כ ـ ة ا‬ ‫وا‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ــא‪ ١٠‬و‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪.‬و‬ ‫ا ـ رة ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫ّ‬
‫‪ «...‬ــא ـ ا כـ ر א ـאً و ـ ‪ .‬و ـ »و ــא‬ ‫»وا א ـ‬‫ـאً‪ .‬و ـ‬ ‫‪ ١‬و ـ א ـ ر م ‪ :‬ـ »أ ـ ‪ «...‬ــא ـ כـ ر ا ـ اء و‬
‫ـ‬ ‫ـ כ ـ ى‪ .‬ـ ـ‬ ‫כ ـ ئ ـ ًא‬ ‫ـ ؛ إذ ا כـ‬
‫ـ « ـ ا ـم‬ ‫ـ ن ـ »א ـ ي‬ ‫כـ ن ـ ا ا ـ « ـ‬
‫ــא ذכ ــא‪.‬‬ ‫وـ‬ ‫ـ‬
‫ـ رة ــכ ــאن‪ .‬وار ــכאب ا و ـ ـ ذ ــכ‬ ‫ـم ـ ا א ـ ـ‬
‫א ـ ـ ا ـ ة«‪ .‬ـ ‪» :‬أ ـ א ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫أ ـ‬‫ـ‬ ‫ـ ‪» :‬و ــא‬ ‫ـ ـ ها‬ ‫ـ‬ ‫‪ ٢‬و ـ א ـ ر م د‪ :‬وإن ــئ‬
‫ا ــ ة« و ــ ‪ :‬ــ ا ــ ب‪.‬‬
‫‪ ٣‬ق ‪٥٤‬و‪.‬‬
‫ى‪.‬‬ ‫‪ ٤‬م–ا‬
‫‪ ٥‬د ‪٢٢٤‬ظ‪.‬‬
‫‪ ٦‬م ‪٥‬و‪.‬‬
‫‪ ٧‬ق‪. :‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ ــא‬ ‫ـ اا‬ ‫ـ ا ـ ا ـ د‪ .‬و ـ » ـ ذا ـ ‪ «...‬כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪ ٨‬و ـ א ـ ر م‪ :‬ـ » א ـ دل‪«...‬‬
‫ا ــאدق‪.‬‬
‫‪.‬‬ ‫א أ اء‬ ‫‪ ٩‬ش–ا‬
‫א‪.‬‬ ‫‪ ١٠‬ق – א‬
262 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(İşte bu) yani zikredildiği şekliyle birlik (vahdet) (O’nun cins ve fasıl-
lardan münezzeh oluşununun açıklamasını içermektedir.) Sanki bura-
da uzak cinsini ve mutlak faslını kastetmektedir. Bu sebeple ilkini [cins’i]
tekil olarak zikretmekle beraber bunu [fasıllar] çoğul olarak zikretti. Cins
5 ve fasıl olan zihnî cüzlerden münezzeh oluşunu kapsayınca harici cüzler-
den münezzeh oluşunu da içermesi daha evla olur.
(Diğer her türlü teşbih yönlerinden…) ifadesi zahirinden başka bir
tarafa çekilmez. [Ve bu tenzih] Vâcib Teâlâ ve Tekaddes’in tam tenzihinin
(kemal-i tenzih) gerektirdiği durumun hakikati üzerine vaki olur ve mez-
10 kur vahdetin içerdiğinin dışına çıkmaz.
Sonra bu sözden murat, burada kastedilen vahdetin başka bir delil ile
ispatıdır. Aksi takdirde şu sözünün işaret ettiği gibi daha önce geçen söz-
lerden dolayı bunun tekrar ifade edilmesine ihtiyaç duyulmaz: (Bu mese-
lenin) yani Vâcib’in zihnen ve haricen cüzü olmadığı meselesinin (bu lafız
15 altında) yani “ehad” lafzı altında (yer aldığına dair açık delil şudur):
(Eğer bir şeyin hüviyeti, cüzlerin bir araya gelmesinden oluşuyor-
sa) zihnî veya haricî cüzlerin toplamından (hüviyeti onlara) bu cüzlere
(bağlı olur.) Ve hüviyeti cüzlere bağlı olan hiçbir şey (li-zâtihi hüve hüve
olmaz.) “Hüviyeti cüzlerin toplamından olan, li-zâtihi hüve hüve olmaz”
20 sözümüz birinci şekilden netice verir. Bu neticeyi şu sözümüz için büyük
öncül (kübra) kılarız: (Fakat Mebde-i Evvel hüve-hüve li-zâtihidir.) [Bu]
küçük öncül (suğra) olur ve ikinci şekilden şöyle netice verir: “Mebde-i
evvel’in [hüviyeti] cüzlerin toplamından oluşmaz.”
Sonra bu neticeyi döndürürüz (aks) ve şöyle deriz: “Cüzlerden oluş-
25 mayan ancak Mebde-i Evvel’dir ve İlk İlke (Mebde-i Evvel) bir’dir (ehad).”
Şöyle netice verir: “Cüzü olmayan şey bir’dir (ehad).” Matlub olan da bu-
dur. Aynı şekilde ikinci şekilden olmak üzere ilk neticeyi küçük öncül (suğ-
ra), ikinci önermeyi de büyük öncül (kübra) yapabilirsin. Çünkü şahsiyet
[cüzi olan], küllî yerine geçti. Dolayısıyla büyük öncülün küçük öncül
30 üzerine takdimine ve neticenin döndürülmesine gerek kalmaksızın netice
verir. (“Hüve’llah/O Allah’tır” sözünün bunu gösterdiği gibi) [Bu söz]
daha önce geçtiği gibi son mukaddimenin delilidir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪263‬‬

‫ــ‬ ‫ــאً ــ ا‬ ‫ــ כ ــ‬ ‫כــ رة )‬ ‫ــ ة ــ و ــ ا‬ ‫)وذ ــכ( أي ا‬


‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ ا أورد‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ وא‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل( כ ـ أراد א‬ ‫وا‬
‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ اء ا‬ ‫ا ـه ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ اد ا ول א ـ اد‪ .‬ـ ذا‬
‫ـ اء ا אر ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا ـه ـ ا‬ ‫وـ ‪١‬أـ‬ ‫ـ‬ ‫وا‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ه ووا ـ‬ ‫ـ وف ـ‬ ‫ـ ( ـ‬ ‫ــאئ و ـ ه ا‬ ‫ـ )و ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ــאرج ـ‬ ‫א ـ و ـ سو ـ‬ ‫ـ ا ا ـ‬ ‫ــאم כ ــאل‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ‬


‫כ ـ رة‪.‬‬ ‫ـ ةا‬ ‫ا‬

‫ــ آ ــ وإ‬ ‫ــ دة ــא‬ ‫ــ ة ا‬ ‫ــ ا ا ــכ م إ ــאت ا‬ ‫ــ ا ــ اد ــ‬
‫ــئ ( أي‬ ‫ــאن ـ ا ـ راج ـ ه ا‬ ‫ـ )وا‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ م כ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫‪٢‬‬
‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾‬ ‫ـ ( أي‬ ‫ـ ها‬ ‫ذ ـ ًא و אر ـ ًא ) ـ‬ ‫ـ م ـ ءا ا ـ‬ ‫ــئ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــא(‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اء( ذ ـאً‪ ٣‬أو אر ـאً )‬ ‫ــאع ا‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫)إن ــא כאن‬
‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ اء ) ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ء כـ ن‬ ‫ـ اء‪ .‬وכ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ‬
‫ـ اء‬ ‫ــאع ا‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫ــא »إن ــא כـ ن‬ ‫ـ أول ا ــכ‬ ‫ـ‬ ‫‪٩٨]/‬و[ ا ـ (‬
‫ـ‬ ‫ــא ) כـ ا ـ أ ا ول ـ‬ ‫ـ כـ ى‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ‬ ‫اـ «‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ‬
‫اء«‪.‬‬ ‫ــאع ا‬ ‫כـ ن ـ ا‬ ‫ـ ا ــכ ا א ـ »ا ـ أ ا ول‬ ‫ـ‬ ‫ـ ى‪.‬‬ ‫اـ (‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ اء ـ ا ـ أ ا ول‪،‬‬ ‫ـ ا‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ل‪ » :‬ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ها‬ ‫כـ‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ب‪ .‬و ــכ‪ ٥‬أن‬ ‫ـ ء ـ أ ـ «و ـ ا‬ ‫وا ـ أ ا ول أ ـ «‪ .‬ـ »أن ــא‬
‫ـ‬ ‫ــכ ا א ـ أ ـ ًא‪ .‬إذ ا ـ‬ ‫ـ ا א ـ כـ ى‬ ‫ـ ى وا‬ ‫ـ ا وـ‬ ‫ا‬
‫ـ ى وإ ـ‬ ‫ـ اכـ ى ـ ا‬ ‫ــאج إ ـ ار ــכאب‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ م ــאم ا כ ـ‬
‫ـ ة כ ــא ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ﴿ ُ ـ َ ا ُ﴾( د ـ‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ )כ ــא دل‬ ‫ا‬ ‫כـ‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ش ‪٦‬ظ| ر– و ‪.‬‬ ‫‪١‬‬


‫‪.‬‬ ‫و‬ ‫א ر م‪ :‬ن כ ن‬ ‫و‬ ‫‪٢‬‬
‫د – ذ א‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫א ر م‪ :‬و ا אب‪.‬‬ ‫و‬ ‫‪٤‬‬
‫ق ‪٥٤‬ظ‪ |.‬د ‪ :‬ذ כ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
264 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sonra cüzlerden muradın, hem haricî hem zihni olan olduğunu hatta
bu birleşimin sadece zihnî olan olmadığı yönden bu ikisinin birleşimine
(mecmû‘) şamil olduğunu öğrenmiştin. Bu mukaddime [İbn Sînâ’nın]
“Hüve’llah/O Allah’tır” sözünün bunu gösterdiği gibi” ifadesinin işaret
5 edeceği gibi açıklaması daha önce geçen söze dayanır. Bu mukaddime
öncelikli olarak terkibin lüzumuna [mürekkeb olmaktan kaynaklanan
gerekliliğe] dayanmaz. Lâzımın, zihnî terkib olduğu reddedilemez; bu,
mümteni değildir. Mümteni olan haricî olandır. Aklî basîtlerin ispa-
tında -eğer taayünü yani hüviyeti hakikatinin kendisi ise-, fertte (şahs)
10 bu mahiyetin türünün zaruri olarak kendisine münhasır olduğunun
söylenmesi gerekmez. Hikmetu’l-Ayn’in şârihinin [Seyyid Şerif Cürcânî
(ö. 816/1413)] Allâme Kutbuddin [Şirâzî (ö. 710/1413)]’den [naklen]
zikrettikleri buna yakındır. Varlığın zorunluluğu (vücûbü’l-vücûd), ma-
hiyetin kendisi olursa -yani onun tamamı- fasl ile ayrışması (imtiyâz)
15 mümkün değildir. Aksi takdirde varlığın zorunluluğu, mahiyetin kendisi
değil onun bir cüzü olmuş olur.1
Ben ise şöyle söylüyorum: Eğer bütün yönlerde haricî basit [olduğu] ka-
bul edilirse aklî olarak da basît olduğu sabit olur. Aksi takdirde birçok (mü-
teaddid) [şeyin] basît olandan varlık kazanması veya ondan suduru gerekir.
20 Eğer, “O, O’nun aynıdır; varlık [mevcudiyet/kıyam] ve sudur başkalığı
(gayriyet) gerektirir.” dersen şöyle söylerim: Birçok (müteaddid) [şey] bir’in
aynısı ve kendisi olmaz. Sonucu, tekrara râci olur. Bunu iyi anla!
Bütün bu anlatılanlar, senin aklî basîtin ispatına veya aklî terkibin im-
kansızlığına dair açık bir delilin (burhan) olmadığına dair söylenilen şeyle-
25 re cevap vermeni mümkün kılar.
Bil ki Allah Teâlâ’nın “Kul huvellahu ehad/De ki: Allah birdir” sözünde
açık veya gizli [sarih veya zımnî] dört hüküm vardır: 1. Zorunlu Varlık
(Vâcibu’l-vücûd) oluşu, 2. Bütünün ilkesi (Mebde-i küll) oluşu, 3. Ma-
hiyetinin olmayışı, 4. Ehad oluşu. Müellif [İbn Sînâ] Allah’ın ‘samed’ sö-
30 zünü, bu dört hükümden ilk ikisine açık, son ikisine kapalı olarak delil
kılmıştır.

1 Mübarekşah, Mîrek Şemsuddin Muhammed, Şerhu Hikmeti’l-Ayn, Müessesetu Çâb ve İntişarat, Da-
nişgâhı Firdevsî, Esfendimâh: 1253, s. 43-48.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪265‬‬

‫‪١‬‬
‫ــ ــ‬ ‫ــ اء ــא ــ ا אر ــ وا‬ ‫أن ا ــ اد ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ إ ــכ ــ‬
‫ــא ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وإن ـ ه ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬
‫ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ها‬ ‫ـ إ ـ ـ »כ ــא دل ـ ﴿ ُ َ ا ُ﴾«‪ .‬وأن‬ ‫א ـ כ ــא‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ ـ وم ا כ ـ ا ـ اء‪ .‬ـ ـ د أن ا ـ زم ـ ا כ ـ ا‬
‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ــא‬ ‫ــאل ـ إ ــאت ا‬ ‫ـ زم ـ أ ـ‬ ‫ـ ا אر ـ ‪ .‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫وا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ اً ـ‬ ‫ـ כאن ـ ع ــכ ا א ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫‪٣‬‬


‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫أ ـ إذا כאن ا‬
‫כ ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ــא ذכـ ه ــאرح‬ ‫ـ‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ ا ُ ـ‬ ‫ـ ــא ذכـ ا‬ ‫א ـ ورة‪ .‬و‬ ‫ا ـ‬
‫כــ أن כــ ن‬ ‫ا א ــ أي א ــא‬ ‫ــ د ــ‬ ‫ا ــ ‪ :‬أ ــ إذا כאن و ــ ب ا‬
‫‪٦‬‬
‫ـ א‪.‬‬ ‫ـ د ـ ءا א ـ‬ ‫ــכאن و ـ ب ا‬ ‫ـ وإ‬ ‫ــאز א‬ ‫ا‬

‫ـ ‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ه ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ٧‬ا אر ـ‬ ‫وأ ــא أ ـ ل‪ :‬إذا ـ ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــ وا ــאم‬ ‫ــ وره ــ ‪ .‬ــ ن ــ ‪ :‬إ ــ‬ ‫أو‬ ‫ــ‬ ‫ــ د א‬ ‫ــ م ــאم ا‬ ‫وإ‬
‫ــ أ ــאً‪.‬‬ ‫כــ ن ــ ا ا ــ و‬ ‫ــ د‬ ‫ــ ‪ .‬ــ ‪ :‬ا‬ ‫ــ ‪ ٨‬ا‬ ‫وا ــ ور‬
‫ــ را ــ إ ــ ا د ــ ‪ .‬א ــ !‬
‫‪٩‬‬
‫א‬

‫ـ ت‬ ‫ــאن ـ‬ ‫ـ م ــאم‬ ‫ــא ــאل ـ‬ ‫ــכ ا ـ اب‬ ‫و ــא ـ ر כ ـ أ כ ـ‬


‫ـ ‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ـ أو ـ ا ــאع ا כ ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫ا ـ ؛כ ـ‬ ‫ـ ًא أو‬ ‫א ـ ﴿ ُـ ْ ُ ـ َ ا أَ َ ـ ُ ﴾ أر ـ أ ــכאم‬ ‫ـ‬ ‫وا ـ أن ـ‬


‫‪ ١٠‬أ اً‪.‬‬ ‫ـ ب ا א ‪٩٨]/‬ظ[ وכ‬ ‫أ ا כ وכ‬ ‫د وכ‬ ‫ا‬ ‫وا‬
‫אً‪.‬‬ ‫אً و ـ ا‬ ‫ـ ا ّو‬ ‫א ـ ﴿ا َّ َ ـ ُ ﴾ د ـ‬ ‫ـ‬ ‫ّـ‬ ‫ا‬

‫‪.‬‬ ‫ش–‬ ‫‪١‬‬


‫‪.‬‬ ‫ر–ا‬ ‫‪٢‬‬
‫د ‪٢٢٥‬و‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ا ازي ا א )ت‪٧٦٦.‬ه‪١٣٦٥/.‬م‪.(.‬‬ ‫ا‬ ‫أ‬ ‫ا‬ ‫‪٤‬‬
‫‪٧٨٤‬ه‪١٣٨٢/.‬م‪.(.‬‬ ‫אرכ אه ا אري )ت‪.‬‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬
‫אرכ אه‪ ،‬ص ‪.٤٨-٤٣‬‬ ‫ا‬ ‫ح כ‬ ‫‪٦‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق‪ :‬ا‬ ‫‪٧‬‬
‫‪.‬‬ ‫د‪:‬‬ ‫‪٨‬‬
‫م ‪٥‬ظ‪.‬‬ ‫‪٩‬‬
‫ش ‪٧‬و‪.‬‬ ‫‪١٠‬‬
266 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[Samed]
Allah Teâlâ’nın “Allahu’s-samed”kavliyle [ilgili şöyle dedi]:

[‘Samed’, lügatte iki şekilde tefsir edilmiştir: 1. Hiç boşluğu (cevf) ol-
mayan; 2. Ulu (seyyid).
5 Birinci tefsire göre samed’in mânâsı selbî olup mahiyetinin olmadığı-
na işarettir. Çünkü, [zâtından başka] mahiyeti olan her şeyin cevfi ve
içi vardır, bu da mahiyetin kendisidir. Mevcud olduğu hâlde içi (bâtın)
olmayan şeyin zâtında varlıktan (vücûd) başka bir itibar ve ciheti yok-
tur. Varlıktan başka bir itibarı olmayan, yokluğu kabul etmeyendir.
10 Zira, o olması bakımından mevcut olan [yani varlığında kendi zâtın-
dan başka bir illet ve sebep olmayan ve yokluğu düşünülemeyen] şey,
yokluğu kabul etmeyendir. Öyle ise hak olan samed, bütün yönlerden
mutlak olarak Vâcibu’l-vücûd’dur.
İkinci tefsire göre samed’in mânâsı, izafîdir ki bu da bütünün (küll)
15 başı (seyyid) yani bütünün ilkesi olmasıdır. Âyet-i Kerime’den her iki
anlamın murad edilmesi muhtemeldir. Bu takdirde âyet-i kerimenin
anlamı şöyle olur: “İşte ilâh, bu şekilde olandır. Yani ulûhiyet, bu icab
ve selbin bütününden ibarettir. [Bu iki şey kendisinde bulunmayan,
hak ilâh değildir.]

20 (“Samed”, boşluğu olmayan) sözüne gelince bu, O’nun bir (ehad)


olduğunun zımnî delilidir. Çünkü boşluk (cevf), parçaları kapsama ve üç
sınırla [en, boy, derinlik tasavvur edilir. Yani o, yani ilke (mebde) birdir.
Çünkü O, boşluğu olmaması anlamıyla samed’dir. Boşluğu olmayan ise
bir’dir (ehad).
25 (Ulu (seyyid)) [lafzı ile] bir şey ona yöneldiğinde [söylenilen] “Samede
ileyhi ( ‫) َ َ ــ إ ــ‬/ona yöneldi” anlamından hareketle bütün ihtiyaçlarında
kendisine yönelineni kastetmekteyim. O, mutlak olarak bu nitelikle vasıf-
lanmıştır. Çünkü O, diğer [her] şeyden müstağnidir ve Kadı [Beydâvî]de yer
aldığı gibi O’nun dışındaki her şey, bütün ihtiyaçlarında O’na muhtaçtır.1
30 (Birinci tefsire göre samed’in anlamı, selbîdir ve mahiye-
tin olmadığına işarettir.) Yani daha önce defalarca gördüğün gi-
bi basîtliğinden dolayı başkasına taalluku, mahiyetinin olma-
dığının ise zımnî delilidir. Şu şekilde: İlke’nin (Mebde) boşluğu
yoktur, yani basît’tir. Boşluğu olmayanın mahiyeti yani muteallıkı olmaz.

1 Kadı Beyzâvî, Envâru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Tevil, II/455.


‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪267‬‬

‫﴿ اَ ّٰ ُ ا َّ َ ُ ﴾‬ ‫א‬ ‫]‬

‫ـ‬ ‫ـ ف ـ وا א ـ ا ـ ‪.‬‬ ‫ــא ا ـ ي‬ ‫ـ ان‪ ،‬أ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ ـ ا ـ‬ ‫ا‬


‫ــא ـ א ـ כאن‬ ‫ـ ا א ـ ‪ .‬ـنכ‬ ‫‪ ،‬و ـ إ ــאرة ا ـ‬ ‫ــאه ـ‬ ‫ـ ا ول‬ ‫ا‬
‫ـ و‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ ـ ف و א ـ ‪ ،‬ـ ــכ ا א ـ ‪ .‬و ــא א ـ َ ـ و ـ‬
‫ـ م‪.‬‬ ‫ـ אـ‬ ‫ا ــאر ـ ذا ـ إ ا ـ د‪ .‬وا ـ ي ا ــאر ـ إ ا ـ د‪ ،‬ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ا‬ ‫ـ م‪ .‬ـ ذن ا‬ ‫ـ د ـ אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـنا ـ ء ـ‬


‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـאً ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ا‬

‫ـ اً ــכ ‪ ،‬أي ـ أ ــכ ‪ .‬و‬ ‫ــאه إ א ـ و ـ כ ـ‬ ‫ـ ا אـ‬ ‫و ـ ا‬


‫ـ ا ـ ي ‪ ٤‬כ ـ ن כ ــכ‪،‬‬ ‫ــאه أن ا ـ‬ ‫ــא ـ اداً ـ ا ـ ‪ ،‬وכאن‬ ‫أن כ ـ ن כ‬
‫ــאب‪[.‬‬ ‫وا‬ ‫ـ ع ـ اا ـ‬ ‫ــאرة ـ‬ ‫ـ‬ ‫أي ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ر‬ ‫כ ـ أ ـ اً؛ إذ ا ـ ف إ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ف ـ (د ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ ) ـ‬


‫ّ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أي ا ـ أ أ ـ ؛‬ ‫ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ـ‬ ‫ـ اء و א ـ ود ا‬ ‫א ـ אل ا‬
‫ـ ف ـ أ ـ ‪.‬‬ ‫ـ ف ـ و ــא‬

‫ــ ‪ َ َ ٢‬ــ إ ــ إذا َ َ ــ ه‪ .‬و ــ‬ ‫ائــ‬ ‫ــ د إ ــ ــ ا‬ ‫)وا ــ ( أي ا‬


‫ـ ه‪ .‬وכ ــא ـ اه ــאج إ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ق‪ .‬ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ف ـ‬ ‫ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫‪٣‬‬
‫א ـ כ ــא ـ ا א ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا א ـ ( أي ا‬ ‫إ ــאرة إ ـ‬ ‫ــאه ـ ا ول ـ‬ ‫و ـ )‬


‫ــ ب ا א ــ ‪ .‬כــ ا‪:‬‬ ‫ــ כ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ار ًا د ــ‬ ‫ــ‬ ‫כ ــא‬ ‫ــא‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫א ــ ــ ‪ ،‬أي‬ ‫ــ ف ــ‬ ‫ــ ‪ ،‬و ــא‬ ‫ــ ف ــ ‪ ،‬أي‬ ‫ا ــ أ‬

‫‪.‬‬ ‫ل وا ض وا‬ ‫ر م‪ :‬ا‬ ‫א‬ ‫و‬ ‫‪١‬‬


‫ر‪. :‬‬ ‫‪٢‬‬
‫אوي‪.٤٥٥/٢ ،‬‬ ‫أ ار ا‬ ‫‪٣‬‬
268 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Ancak hukema ve mütekellimînin kullanımında “Vâcib’in mahiyeti” ve


“Bâri’nin mahiyeti” şeklinde [kullanım] şöhret bulmuştur. Evet! O’nun
mahiyet veya maiyyet ile nitelendirilmediği söylenir. Fakat açıklama sade-
dinde zikrettiği şeyler, zikrettiklerimizin dışında da değildir.
5 Sonra ilk öncül yani “samed, boşluğu olmayandır” ifadesi, (Mevcud ol-
duğu hâlde boşluğu olmayan şeyin zâtında varlıktan başka bir itibarı
ve ciheti yoktur.) ifadesinin büyük öncül olması ile ve (Zâtında varlık-
tan başka bir itibarı olmayan şey, yokluğu kabul etmeyendir.) sözünün
ikinci büyük öncül olması ile küçük öncül olup da neticelerin ayrıştırılma-
10 sı yoluyla “Yokluğu kabul etmeyen vâcibu’l-vücûd’dur.” ifademiz şeklinde-
ki üçüncü büyük öncülün kaldırılmasıyla (tay) (Öyleyse hakîkî samed,
vâcibu’l-vücûd’dur.) sözümüzün açık delilleridir. Açıktır ki bu iki öncül
özellikle ilki, açıklamaya ihtiyaç duymaktadır.
(İkinci tefsire göre samed’in mânâsı) Ki O’nun seyyid (efendi/ulu)
15 anlamı ile samed olmasıdır (izafîdir ve o da bütünün ilkesi oluşudur.)
Çünkü seyyid’in anlamının, başkasından istiğna ve diğerlerinin O’na
muhtaç olması anlamında olduğunu öğrenmiştin. Bu sebeple diyoruz ki:
Samed, seyyid’dir (efendi/ulu) ve seyyid, bütünün ilkesidir.
([Âyet-i Kerime’den her] iki anlamın murad edilmesi muhtemeldir.)
20 Umum-i müşterek1 olmasına bağlı olarak. Ancak -Şafiî’nin görüşünde ol-
duğu gibi- müşterek [lafzın] anlamlarının tümünün caiz olmasına gelince
müellifin mezhebinin Hanefî mezhebi olduğu meşhur olduğundan bu du-
rum onu desteklemez. Çünkü Hanefîler, müşterek lafzın [tek kullanımda]
mutlak mânâda bütün anlamlarının murad edilmesini caiz görmezler. Evla
25 olan “veya (ev/‫ ”) أو‬bağlacının “ve (vav/‫”)و‬dan bedel olduğu kabul edilerek
şöyle denilmesidir: “O boşluğu olmayan veya seyyid olandır.”2
(Bu takdirde [âyet-i kerimenin] anlamı, “Allah bu şekilde olandır”)
yani Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd) ve bütünün ilkesi (mebde-i küll) şek-
linde olandır. Bu, sarih olarak zikredilen iki neticenin bütünüdür. Bunu
30 [İbn Sînâ’nın] şu sözü destekler: (Ulûhiyet, anlamı varlığın zorunluluğu
ve kendi dışındakilerin varlığının ilkesi olmak olan bu icab ve selbin
bütününden ibarettir.)

1 Fıkıh usulünde müşterek, her biri ayrı vaz‘ ile olmak üzere birden fazla mânâya gelen lafzı ifade eder.
Müşterek’in mânâlarından biri tercih edilemediği zaman bu mânâların her birinin kastedilmiş sayılıp
sayılamayacağı konusu umumu’l-müşterek olarak adlandırılır.
2 Arapça ifade şu şekildedir: ‫ف أو ا‬ ‫א‬
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪269‬‬

‫ـ أ ـ ا כ ــאء‪ ١‬وا כ ـ أن ــאل » א ـ ا ا ـ « و« א ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫وإ‬


‫אـ ـ‬ ‫ــא ذכـ وا ـ‬ ‫א א ـ أو א אئ ـ ‪ .‬כـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ــאري« ـ ! ــאل‪ :‬إ ـ‬
‫ــא ذכ א‪.‬‬ ‫ــאرج‬

‫ـ‬ ‫ـى ـ‬ ‫ـ ف ـ«‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ »ا‬ ‫ـ ا وـ أ ـ‬ ‫ـ إن ا‬


‫ـ د( כ ـ ى و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ و ا ــאر ا ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ ف ـ و ـ‬ ‫)و ــא‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ م( כ ـ ى א ـ د ـ‬ ‫ـ د ـ אـ‬ ‫ا ــאر ا ـ إ ا‬ ‫ـ )وا ـ ي‬


‫ــא‪» :‬و ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ د( ـ כ ـ ى א ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ا ـ ا ا ـ‬ ‫ــא ) ـ ذن ا‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ لا אـ ‪.‬و‬ ‫ـ‬ ‫ـ د«‬ ‫ا‬ ‫ـ ا ـ م ـ ا ا ـ‬
‫ــאج إ ـ ا ــאن‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫ـ אا وـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫ـ أ ا ــכ (؛‬ ‫ـ ا ـ ‪) ،‬إ א ـ و ـ כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫)و ـ ا א ـ ( و ـ כـ ن ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــאج ا ــ إ ــ ‪.‬‬ ‫ــ אء ــ ا ــ وا‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ِ ــכ ــ‬
‫ـ أ ا ــכ «‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل‪» :‬ا‬
‫ّ‬
‫‪٢‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ك‪ .‬وأ ــא ا ــאء ـ‬ ‫ـ ما‬ ‫ــא( ــאء ـ ا‬ ‫ـ إراد‬ ‫)و‬
‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא ه ــא ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــא‬ ‫ــ‬ ‫ــ ك כ ــא ــ‬ ‫א ــ ا‬
‫ــא‬ ‫ـאً‪ .‬א و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ زون ذ ــכ ا‬ ‫ـ؛ ِ ـ‬ ‫ـ أـ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ف ـ أو ا ـ ب»أو« ـ ل ا ـ او‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫أن ــאل‪ :‬ـ‬ ‫ـ‬

‫‪.‬‬ ‫כ‬ ‫ئ‬ ‫ـ د وا‬ ‫ـ ا ـ ي כـ ن כ ــכ( أي ا ا ـ ا‬ ‫ــאه أن ا‬ ‫)‬


‫אرة‬ ‫)ا‬ ‫ه‬ ‫אً ‪٩٩]/‬و[ כ א‬ ‫כ ر‬ ‫ا‬ ‫عا‬ ‫ا‬
‫اه(‬ ‫د א‬ ‫ئ‬ ‫د‪ ٤‬وا‬ ‫א אو با‬ ‫אب ا‬ ‫وا‬ ‫اا‬ ‫‪٣‬‬
‫ع‬

‫ق ‪٥٥‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫‪.‬‬ ‫ش‪:‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ع‪.‬‬ ‫ق–‬ ‫‪٣‬‬
‫د ‪٢٢٥‬ظ‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
270 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bu ifadenin, zikredilenlerin neticesi olması, müsellem bir küçük ön-


cülün bu neticeye -hatta büyük öncüllerin neticelerine- ilave edilmesiyle
[olur]. Şu şekildedir: “O, Allah’tır, sameddir. Hakîkî samed, vâcibu’l-vü-
cûd’dur.” Allah, bu şekilde olandır. Yani Zorunlu Varlık’tır (Vâcibu’l-vü-
5 cûd).” [Diğerlerini] buna kıyas et! Böylece ‘samed’, delil hatta bildiğin gibi
kendisinden önceki hükümlerin itibarlarına göre delilleri olmaktadır.
Sonra “samed”in marife olarak gelişiyle “ehad”in nekre olmasında çeşit-
li sebeplerin olduğu dile getirilmiştir. Onlardan biri şöyledir: Zât-ı mukad-
des’e işaret, marife olması hâlinde mümkün değildir. Ehad’de asıl olan ‘el’
10 takısını almamasıdır. Eğer alırsa bu, şâzdır. [Âyette yer alan] “Allah” lafzı,
“hüve”nin haberidir ve bu, hasr ifade eder. Bu cümlenin, hasr ifade etmesi
uygundur. [Bundan dolayı] haber, ona (önceki cümleye) uygun olarak ma-
rife olarak getirilmiştir.
[Lem Yelid ve Lem Yûled]
15 [İbn Sînâ] Allah Teâlâ’nın “Lem yelid ve lem yûled (Allah doğurma-
dı ve doğurulmadı)” kavliyle ilgili şöyle dedi:

“Hak Sübhânehû ve Teâlâ, [kendisini tarif ederken ‘es-Samed’ demek-


le] her şeyin kendisine dayandığını (müstenid) ve muhtaç olduğunu,
bütün mevcudata varlık verenin kendisi olduğunu ve bütün mahiyet-
20 lere varlık verenin/taşıranın (feyyâz) kendisi olduğunu beyan ettikten
sonra “Allah doğurmadı ve doğurulmadı” [Lem yelid ve lem yûled] bu-
yurmakla kendisinden benzerinin (misl) sudurunun imkansız (müm-
teni) olduğunu beyan buyurmuştur.
[Çünkü] O’nun hüviyetinin izafî anlamı, [hüvîyet-i ilâhiye bütün ma-
25 hiyetler üzerine varlık veren, yok iken onları var eden anlamında olan]
ulûhiyeti gerektirince, bazıları bu durumun O’nun kendi varlığından
[O’na çocuk olacak] kendisinin bir misline de varlık verebilmesini
(feyz) gerektirdiğini vehmettikleri için Allah Teâlâ, [“Lem yelid ve lem
yûled” sözüyle] kendisinden mislinin tevellüd etmeyeceğini beyan bu-
30 yurmuştur. Çünkü kendisinden misli doğan her şeyin mahiyeti onunla
başkası arasında müşterek olur. Mahiyeti, kendisi ile diğeri arasında
ortak olan ancak madde ve ilgililerinin vasıtasıyla teşahhus etmiş olur.
Maddî olan yahut madde ile alâkası bulunan her şey ise başkasından
doğmuş olur. Böylece âyetin anlamı şu şekilde olur: “Doğurmadı;
çünkü doğurulmadı.”
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪271‬‬

‫ــ ‪ ،‬ــ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ى‬ ‫א ــאر ــ‬ ‫‪١‬‬


‫ــא ذכــ‬ ‫ــ‬ ‫وכ ــ‬
‫ـ د« ـ ‪ .‬ــא‬ ‫ا‬ ‫ـ ا ـ ا ا ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬وا‬ ‫ا א ـ ا כ ـ ى‪ .‬כـ ا » ـ ا‬
‫ـ ا ـ ي כـ ن כ ــכ‪ ،‬أي ا ا ـ ا ـ د‪ .‬ـ ـ ! כـ ن ﴿ا َّ َ ـ ُ ﴾ د ـ‬
‫ـ أد ّ ـ א ــאرات ــא ــא ـ ا ــכאم כ ــא ـ ‪.‬‬

‫ــאرة إ ـ‬ ‫ــא أن ا‬
‫ـ ﴿ا َّ َ ـ ُ ﴾ و ـ ه؛‬ ‫כ ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ــא‪ .‬وإن ا ـ ـ »أ ـ « ـ م د ـ ل »ال«‪ .‬وإن‬ ‫ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫ذات ا‬


‫ـ ًا‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ ه ا‬ ‫ـ‪ .‬א ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ل« ـ «‬ ‫ــאذ ًا‪ ،‬وإن »ا «‬ ‫د ـ‬
‫כـ ن ـ و ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ فا‬

‫﴿ َ َ ِ ْ َو َ ُ َ ْ ﴾‬ ‫]‬
‫ْ‬ ‫ْ‬
‫ـ د‬ ‫ـ‬ ‫ــאج إ ـ وأ ـ ـ ا‬ ‫إ ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ א و א ـ أن ا ــכ‬ ‫ــא ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ّ‬
‫ــ א أ ــ‬ ‫ــ د ــ כ ا א ــאت ــ‬ ‫ــ دات و ــ ا ــאض‬ ‫ــ ا‬
‫ّ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬

‫א ــא‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא כא ـ‬ ‫ا و ــאم أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ ا ـ‬ ‫ـ‬


‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ و ــ ده و ــ ُد‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ــכ وإ ــאد ا ــכ ‪.‬‬ ‫ا א ــ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ ن כ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ א أـ‬ ‫כ ـ ن و ـ اً ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫‪١٥‬‬
‫ـه ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫ـ‬ ‫א‬ ‫ـ ه‪ .‬ــכ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫א ـ‬ ‫כא ـ‬
‫ـ א ــאدة‬ ‫ــא כאن אد ـאً أو כאن ـ‬ ‫ــא‪ ،‬وכ‬ ‫ا ــאدة و‬ ‫ا ـ‬ ‫إ‬ ‫ـ‬
‫ـ «‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــכ م כـ ا » ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ اً ـ‬ ‫כאن‬

‫ش‪ :‬ذכ א‪.‬‬ ‫‪١‬‬


272 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Şayet: Bu sûrede her türlü eksiklikten münezzeh Allah’ın doğurulma-


mış olduğuna delâlet eden bir işaret var mıdır? diye sorulursa;
Bu suale şöyle cevap verilir: Sûrenin başlangıcında zikrolunan “hü-
ve” den başka kendisi için bir mahiyet ve itibar olmayınca ve hüviyeti
5 zâtından dolayı (li-zâtihi) olunca bu, O’nun başkasından doğmamış
olmasını zorunlu kılar. Aksi takdirde hüviyeti, başkasından kazanıl-
mış/ödün alınmış (müstear) olurdu ve O, li-zâtihi hüve hüve olmazdı.
Bunda büyük bir sır üzerine tembih vardır. [Allah’a] çocuk, eş isnad
edenlere yönelik Kur’ân’da varid olan tehdit, bu sırra râcidir. [Şöyle
10 ki:] bu[tevellüd/doğmak], çocuğun kendisinin benzeri olduğu şeyden
ayrılmasıdır. Zira, kendisi için benzeri (misl) olmayan şeye “çocuğu
var” denemez. Çocuk, ancak türsel mahiyeti(mahiyet-i nev’iye) çoğa-
lırsa ayrılır. Bu da, açıklandığı üzere madde sebebiyledir. Maddî olan
şeylerin hiçbirisinin mahiyeti, hüviyeti [hüviyetinden ibaret] olamaz.
15 Fakat Zorunlu Varlık’ın (Vâcibu’l vücûd) mahiyeti, hüviyetidir. Öyley-
se O’ndan ne başkası doğar ne de O, başkasından doğar.]

Anlamının seyyid (ulu-efendi) olarak takdiriyle “samed” ifadesinden


daha açık olduğu gibi (“Lem yelid ve lem yûled/Allah doğurmadı ve do-
ğurulmadı”; her şeyin O’na muhtaç olduğunu beyan ettiği üzere) .(O,
20 varlığı feyz edendir (feyyâzu’l-vücûd)). Burada “feyz”den murad, -Metâli
Hâşiyesinde olduğu gibi-1 ve aynı şekilde lafze-i celal’in izafî anlamından da
anlaşılacağı gibi fâilin fiilini herhangi bir karşılık (‘ivaz) ve amaç olmaksı-
zın sürekli şekilde yapmasıdır.
Bu [İbn Sînâ’nın] şu sözünün en yakın anlamıdır: (O’nun hüviyetinin
25 bir kısım anlamı izafî olan ulûhiyeti gerektirmesi sebebiyle bazıları, bu
durumun O’nun [kendi varlığından kendisinin] bir misline de varlık
verebilmesini de gerektirdiği vehmine kapıldılar) [İzafî anlamı olan] ile
bütünün ilkesi olmasını kastediyorum. Çünkü O’nun ilke (mebde) olu-
şu, sadece doğum yoluyla olur. Bu vehim, görünmeyenin görünen üzeri-
30 ne kıyası (kıyasu’l-gâib ale’ş-şâhid) türünden olması mümkündür. Çünkü
görünende ilke olmak (mebdeiyyet) ancak bu şekilde tasavvur edilebilir.
Bu vehmin sonucu, Allah’ın kendisinden mislinin doğmasıdır. Çünkü O,
bütünün ilkesidir (mebde-i kül) ve ilke (mebde), benzeri kendisinden do-
ğandır. Çünkü “lemma”nın [dahil olduğu cümle], cevabın illetidir.2 ([Bu
35 sebeple] Allah teâlâ) [Allah açıklamıştır cümlesi] birinci “lemma”nın ce-
vabıdır. 3 (O’ndan benzerinin (misl) doğmayacağını açıklamıştır.) Do-
layısıyla “Lem yelid/doğurmadı” demiştir.

1 İsfahanî, Ebu’s-Sena Şemseddin Mahmud, Metâliu’l-Enzâr, Dersaâdet: 1305, s. 368.


2 Arapça ifade şu şekildedir: ‫و د‬ ‫א אا א‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫א כא‬
3 Paragrafın başındaki şu cümledeki “lemma” kastedilmektedir: ‫ــאج إ‬ ‫“ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ َو َـ ُ َـ ْ ﴾ ــא ـ أن ا ــכ‬Lem
ْ ْ
yelid ve lem yûled/Allah doğurmadı ve doğurulmadı”; Her şeyin ona muhtaç olduğunu beyan edince…;
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪273‬‬

‫؟‬ ‫א‬ ‫أ‬ ‫رة ل‬ ‫ها‬ ‫‪ :‬ى إ אرة‬ ‫ن‬

‫ـ ‪ ،‬و ـ ا ـ ي ا ـ أ ـ أول‬ ‫ـ א ـ وا ــאر ـ ى أ ـ‬ ‫ــא ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪:‬‬


‫ــ ه‪ ،‬وإ‬ ‫ــ اً ــ‬ ‫כــ ن‬ ‫أن‬ ‫ا ــ و ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ رة כــ ه وכא ــ‬
‫اـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ אرة ـ‬ ‫ـ‬ ‫כא ـ‬

‫ـ ا ـ ارد ـ ا ـ آن ـ ا אئ ـ‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ أن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫و ـ‬ ‫‪٥‬‬


‫ـ ا ـ ء‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ ا ا ـ ‪ :‬و ـ أن ا ـ‬ ‫ـ داـ‬ ‫א ـ وا و ـ‬
‫ـ כـ ت‬ ‫ـ‬ ‫ــאل ـ و ـ ‪ .‬وا ـ إ ــא‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـن ـ‬
‫כـ ن א ـ‬ ‫ــא כאن אد ـ ًא‬ ‫ا ــאدة כ ــא ــא‪ .‬وכ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وذ ــכ‬ ‫א ـ ا‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ هو ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ذن‬ ‫ـ د א ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ‪ .‬כـ وا ـ‬
‫ـ ه‪[.‬‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــ ــ‬ ‫ــאج إ ــ ( כ ــא ــ ا‬ ‫)﴿ َــ َ ِ ــ ْ َو َــ ُ َــ ْ ﴾‬


‫ــא ــ أن ا ــכ‬ ‫‪١‬‬
‫ْ‬ ‫ْ‬
‫ــא‬ ‫ـ د( وا ـ اد ـ ا ـ‬ ‫ــאض ا‬ ‫ـ ا ـ ‪ ).‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫»ا ـ « ـ‬
‫ّ‬
‫‪٣‬‬
‫وכ ــא ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫אـ‬ ‫א ـ ا‬ ‫ـ ض כ ــא ـ‬ ‫ـ ضو‬ ‫ـ دائ ـ ًא‬ ‫א ِـ‬ ‫ِ ـ‬
‫ـ أ ـ ًא‪.‬‬ ‫אـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬

‫ـ‬ ‫ــא כא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ا و ــאم أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ )وכאن‬ ‫و ـ اأـ ب‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ و ـ د‬ ‫ـ أ ا ــכ ‪ ) ٤.‬ـ‬ ‫א ـ ( أي כ ـ‬ ‫א ــא ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ا‬


‫ــאس ا אئـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫ـ‬ ‫دة‪.‬‬ ‫ـ أ إ ــא כـ ن א ـ‬ ‫ـ (؛ ِ ن כ ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ »أ‬ ‫א ـ ا‬ ‫ـ ر כ ــכ‪.‬‬ ‫ئ ـ ـ ا ــא ‪ ٥‬إ ــא‬ ‫ـ ا ــא ؛ إذ ا‬
‫اـ ‪.‬‬ ‫ـ ل » ّ ــא« ـ‬ ‫ـ ـ ؛ ِ ّن‬ ‫ـ أ ا ــכ وا ـ أ ـ‬ ‫ـ «؛ ِ ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ـ ـ ( ــאل ﴿ َـ َ ِ ـ ْ ﴾‬ ‫) ـ ا ( ـ اب » ــא« ا و ـ )وأ ـ‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ْ‬

‫ش ‪٧‬ظ‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫א ‪ ،‬ص ‪.٣٢٨‬‬ ‫אر‬ ‫א ا‬ ‫א ا א |‬ ‫ش د ‪-‬כ א‬ ‫‪٢‬‬
‫«‪.‬‬ ‫ا‬ ‫»כ א‬ ‫א ر م‪:‬‬ ‫ق ‪٥٥‬ظ‪ | .‬و‬ ‫‪٣‬‬
‫م ‪٦‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ا א ‪.‬‬ ‫د – إذ ا ئ‬ ‫‪٥‬‬
274 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sonra buna delil getirmek istedi ve şöyle dedi: (Kendisinden misli do-
ğan her şeyin mahiyeti,) kâne’nin ismi olarak merfu1 olmasından açıkça
belli olduğu gibi bu, türsel [mahiyetidir] (onunla) yani babanın (vâlid)
ferdi (şahs) ile (başkaları arasında müşterek olur.) Yani doğanın (mev-
5 lûd) ferdi arasında [müşterek mahiyet olur.] Çünkü benzerlik (mümâselet),
örneğin iki ferdin türde müşterek olmasıdır. (Böylece madde ile teşah-
hus etmiş olur.) Açıktır ki burada maddeden murad heyûladır. Ayrıntıda
(tefrî‘) ise bir gizlilik vardır.
Şayet mahiyette ortaklık heyulânın sübutiyetini gerektiren ayrışmanın
10 (infikak), ayrılmanın (infisal) ve bitişmenin (ittisal) kabulünü gerektirir
dersek bu gayet uzak bir durum olurdu. Çünkü onlara göre zorunlu, türsel
mahiyettir. Zahir olan şudur ki bir ferde münhasır olanla onun dışında-
kilere münhasır olanı ayırmak bir şey ifade etmez. “Madde” sözüyle fert-
lerin (eşhâs) hepsinin teşahhusunun gerektirmesi anlamıyla “maddî olanı”
15 murad etmesi muhtemeldir. [Bununla onların] maddeye ait olan şeylerle
belirli hâle geldiği (taayyün) ve diğerlerinden ayrılmasını (imtiyaz)ı kastet-
mekteyim ki onlar da avârız-ı muşahhasa2lardır.
Ancak (Maddî olan her şey başkasından doğar) sözüyle küllî olanı
kastetmiş ise bu, müsellem değildir. Çünkü açıktır ki maddî olanların ço-
20 ğunluğu bir şeyden doğmuş (mütevellid) değildir. Şayet cüzî olanı kastet-
miş ise bu da bir şey ifade etmez.
(Böylece âyetin anlamı şu şekilde olur: Lem yelid/doğurmadı…)
ifadesinin makamının, illetin malûl üzerine atfedilmesi yoluyla anlamı
25 “Çünkü o doğurulmadı (lem yûled)” [takdirinde olan] [İbn Sînâ’nın]
(“Çünkü o doğurmadı/lem yelid”) sözünün makamında olduğu gibi
“O, başkasından doğmadı.” şeklinde olması mümkündür. Çünkü eğer do-
ğurulanlardan olsa idi O, bütünün ilkesi (mebde-i kül) olmazdı ve herşey,
kendisine muhtaç olmazdı. Daha önce defalarda söylediğimiz gibi, ileride
30 gelecek bazı cevapların da işaret edeceği üzere böyle olmadığına karar ver-
dik. Senin şöyle söylemen mümkündür: Bu takrirden sonra sual yoktur,
cevaba da ihtiyaç yoktur. İyice anla!

1 Arapça ifade şu şekildedir: ‫ه‬ ‫כא و‬ ‫א‬ ‫כא‬ ‫ن א‬


2 Mahiyeti aynı olanları dış dünyada birbirinden ayırt edilecek biçimde teşahhus etmelerini sağlayan o
mahiyete ilişen niteliklerdir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪275‬‬

‫א ــ (‬ ‫ــ כא ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــאل ) ــ ن כ‬ ‫ــ‬ ‫ل‬ ‫ــ‬ ‫ــ أراد ا‬

‫ا ا ـ ‪) ،‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ا א ـ א ـ ا ـ כאن‪ ) .‬ـ כא ـ ( أي ـ‬

‫ــ ع‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫א ــ ا ــ اك ــ‬ ‫ــ د ــ ‪ .‬إذ ا‬ ‫ا‬ ‫ــ ه( أي ــ‬

‫ــ‬ ‫ــ ‪ .‬ــ ا‬ ‫א ــאدة( ا א ــ أن ا ــ اد ــ ا ــאدة ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫)‬

‫ــאء‪.‬‬ ‫‪٥‬‬

‫ــאل‬ ‫ــכאك وا‬ ‫ــ ل ا‬ ‫ــ‬ ‫ا א ــ‬ ‫ــ اك ــ‬ ‫ــא‪ :‬إن ا‬ ‫و ــ‬

‫ـ‬ ‫א ـ ا ـ ‪ .‬إذ ا ا ـ‬ ‫‪١‬‬


‫ــכאن ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ تا‬ ‫ـ‬ ‫ــאل ا‬ ‫وا‬

‫ــ‬ ‫ــ د وا ــ و ــ ه‬ ‫ــ ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ .‬وا א ــ أن ا‬ ‫א ــ‬

‫ئـ‬ ‫ـم‬ ‫ـ أـ‬ ‫ـ » א ــאدة« أي ا ــאدي‬ ‫ـ أن ـ اد‬ ‫ـ‬ ‫ـ ئ ًא‪ .‬ـ ا‬

‫ــ‬ ‫ــ وا ــאزه א ــ ر ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ אص‪٩٩]/ .‬ظ[‬ ‫ــ ا‬ ‫כ‬ ‫ــ‬ ‫‪١٠‬‬

‫‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫إ ــ ا ــאدة‪ .‬و ــ ا ــ ارض ا‬

‫؛ إذ א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه( إن أر ـ ا כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ )وا ــאدي‬ ‫כـ‬

‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ئـ‬ ‫ـ ء وإن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا אد ــאت ـ‬ ‫أن‬

‫ـ ه כ ــא أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאم أن ــאل‪ :‬إ ـ ـ‬ ‫ـ ( ـ ا‬ ‫ـ أـ ـ‬ ‫)وا‬

‫ــ‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ (؛ ِ ــ ــ‬ ‫ــ ) ِ ــ ــ‬ ‫ــאم ــ‬ ‫ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ‪.‬‬ ‫א ـאً إ ـ‬ ‫ـ أ ــכ و‬ ‫ـ ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل؛ ِ ـ ـ כאن‬ ‫ا‬

‫ا ـ اب‬ ‫ـ‬ ‫ـ إـ‬ ‫כ ــכ כ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ اراً‪ -‬أ ـ‬ ‫‪-‬ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ر ــא‬ ‫وـ‬

‫א ــ إ ــ‬ ‫ــ ال و‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ا‬ ‫ــ‬ ‫ــכ أن ــ ل‪ :‬إ ــ‬ ‫כــ‬ ‫ا ــ ‪،‬‬

‫ا ــ اب‪ .‬א ــ !‬

‫‪.‬‬ ‫ش–‬ ‫‪١‬‬


276 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sonra bu delilin tasvirinde şöyle söylüyoruz: Şayet O’ndan benzeri


(misl) doğmuş olsaydı mahiyeti, müşterek olurdu. [Mahiyet] müşterek ol-
saydı madde ile teşahhus etmiş olurdu. Madde ile teşahhus etmiş olsaydı
maddî olurdu. Maddî olsaydı başkasından tevellüd ederdi. O’ndan misli
5 tevellüd etseydi O, başkasından tevellüd etmiş olurdu.
Tâli (art bileşen) batıldır. Çünkü takdir onun hilafınadır. Çünkü O,
doğurulmamıştır. Mukaddimelerin zahirindeki şartın yokluğunu düşünür-
sen şu şekilde söylersin: Eğer kendisinden misli tevellüd eden, başkasından
doğmuş olursa [şeklindeki kabulden hareketle] Allah’tan misli tevellüd et-
10 mişse [O da] başkasından tevellüd etmiş olur.
Mukaddem (öncül) hakikattir. Çünkü kendisinden misli tevellüd ede-
nin mahiyeti müşterektir. Ortak mahiyet (mahiyet-i müştereke) ise madde
ile teşahhus eder. Onunla teşahhus eden ise maddîdir. Maddî olan ise baş-
kasından mütevelliddir. Kendisinden misli tevellüd eden ise başkasından
15 mütevelliddir.
Aynı şekilde tâli de hakikattir. Yani şu sözümüzü kastediyorum: “Al-
lah’tan misli tevellüd etmişse O da başkasından tevellüd etmiştir.” Sonra
bunu önceki uslüba göre tâlisinin çelişiğinin istisnasıyla, istisnaî kıyas için
şartlı önerme [de] yapa[bili]riz.
20 (Şayet bu sûrede O’nun başkasından doğmamış olduğuna delâlet
eden bir işaret) yani bir delil (var mıdır? diye sorulursa) Yani sen “lem
yelid/doğurmadı” ifadesi ile delil getirdin; “lem yûled/doğurulmadı” ifade-
sinin delili nedir? Aksine ilk [delil], ikincisine bağlıdır ve ona olan ihtiyacı
daha kesindir [dersen] (Şöyle denilir: Sûrenin başlangıcında zikredilen
25 “hüve hüve”den başka kendisi için bir mahiyeti olmayınca;) Burada
‘hüve’ ve ‘Allah’ ile buna bağlı olarak varlığının zâtının aynı olması gibi
ifade edilen anlamlar. (bu O’nun başkasından doğmuş olmamasını zo-
runlu kılar.)
‘Lemma’nın cevabının illetine dahil olması hükmüne göre şöyle söy-
30 lüyoruz: Allah, varlığı zâtının aynı olandır ve bütünün ilkesidir (mebde-i
kül). Şanı böyle olan, başkasından doğmaz.”
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪277‬‬

‫ـ כ‪،‬‬ ‫א ـ‬ ‫ُ ـ כא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ :‬ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل ـ‬ ‫ـ‬


‫א ــאدة ــכאن אد ـאً‪ ،‬و ـ אد ـאً‬ ‫ـ‬ ‫א ــאدة‪ ،‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ כא ـ‬ ‫وـ‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬

‫ـ ما ـ ط‬ ‫ـ ‪ .‬وإن ـ ت إ ـ‬ ‫ـ؛ ِ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ؛ ِ نا‬ ‫وا א ـ‬


‫ـ ه‪ ،‬ـ‬ ‫ـ ًا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ا‪ :‬إذا כאن ــא‬ ‫ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ــאت‬ ‫א ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬

‫ــ כ‬ ‫ــ כ ‪ ٢،‬وا א ــ ا‬ ‫ــ א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ م ــ ؛ ِ ن ــא‬ ‫א‬
‫ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ــאدي‪ ،‬وا ــאدي‬ ‫ـ‬ ‫א ــאدة‪ ،‬وا‬ ‫ـ‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬

‫ـ ه‪ ٣.‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא » ـ‬ ‫ـ أ ـאً‪ .‬أ ـ‬ ‫وا א ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ب ا ــא ‪.‬‬ ‫א ـ א‬ ‫ـ‬ ‫א ـ אء‬ ‫ــאس ا ـ אئ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬

‫ـ ه(‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫) ـ ن ـ أي إ ــאرة( أي د ـ ) ـ ا ـ رة ـ ل ـ أ ـ‬


‫‪٥‬‬
‫ـ ﴿ َ ـ ُ َ ـ ْ ﴾ ـ ا ول‬ ‫ـ ‪ َ ﴿ ٤‬ـ َ ِ ـ ْ ﴾ ــא د ـ‬ ‫َ‬ ‫ـ أ ــכ ـ ا ـ‬
‫ْ‬ ‫ْ‬
‫ــאج ـ آכ ـ ‪.‬‬ ‫א‬ ‫ـ ا אـ‬ ‫ـ‬

‫ــא » ـ «‬ ‫ـ ‪ ،‬ا ـ أ ـ ـ أو ــא( ـ‬ ‫ـ ىأـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫) ـ ‪ :‬ــא ـ כـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫أن‬ ‫ـ כـ ن و ـ ده ـ ذا ـ ‪) .‬و ـ‬ ‫‪٦‬‬


‫ـ رة א ــכ‬ ‫אـ ا‬ ‫و»ا « ــאء ـ ا‬
‫ـ ه(‬ ‫ـ ًا ـ‬ ‫כـ ن‬

‫ـ ه«‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل‪» :‬ا و ـ ده ـ ذا ـ و ـ أ ــכ و ــא ــא כـ ا ـ‬


‫اـ ‪.‬‬ ‫ـ ل » ّ ــא« ـ‬ ‫כـ כـ ن‬

‫ق ‪٥٦‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫د ‪٢٢٦‬و‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫א ‪.‬‬ ‫אء‬ ‫א‬ ‫אئ‬ ‫אس ا‬ ‫ق–‬ ‫‪٣‬‬
‫ش ‪٨‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ش‪ :‬ا د ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬
‫ل‪» :‬ا و ده‪.‬‬ ‫ه(‬ ‫ا‬ ‫כ ن‬ ‫أن‬ ‫ذا ‪) .‬و‬ ‫כ ن و ده‬ ‫د–‬ ‫‪٦‬‬
278 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Aksi takdirde hüviyeti başkasından olur ve li-zâtihi hüve hüve ol-


mazdı.) ifadesi, bu iki mukaddimeden birisinin delilidir. Ancak mânâya
göre zahir olan, ilk matluba başka bir delil olmasıdır. Bu ise kıyas-ı hulf
yoluyla zahirdir.
5 [Ve Lem Yekun Lehû Küfüven Ehad]
[(İbn Sînâ) Allah Teâlâ’nın “Ve lem yekûn lehû küfüven ehad / O’na
bir denk de olmadı” kavliyle ilgili şöyle dedi:

“Allah Teâlâ kendisinin benzerinden doğmamış olduğunu ve benzeri-


nin de O’ndan doğmamış olduğunu açıkladıktan sonra kendisine hiç-
10 bir şeyin eşit (müsavi) olmadığını beyan etti. Yani varlığının şiddetin-
de/kuvvetinde kendisinin eşiti (müsâvi) yoktur. Varlığın kuvvetinde
eşit olmanın iki ihtimali vardır: Birincisi türsel mahiyette (mahiyet-i
neviye) O’nun eşiti olması, ikincisi türsel mahiyetinde eşitinin olma-
ması ancak varlığının zorunluluğunda (vücûb-i vücûd) eşiti olması.

15 Türsel mahiyetinde O’nun eşitinin olmasına gelince bunu, Allah


Teâlâ’nın “ve lem yûled/doğurulmadı” sözü geçirsiz kılmaktadır.
Çünkü mahiyeti, kendisiyle başkası arasında müşterek olan her şeyin
vücudu, maddî olur. Dolayısıyla başkasından doğmuş olur fakat O,
başkasından doğmamış olandır.
20 Varlığın zorunluluğu (vücûb-i vücûd) olan cinssel mahiyette (mahi-
yet-i cinsiye) eşiti olmasına gelince bunu da [aynı şekilde] bu âyet ge-
çersiz kılmaktadır. Çünkü o zaman onun cinsi ve faslı olur. Böylece
varlığı (vücûd) anne gibi cinsten ve baba gibi fasıldan hâsıl olan iki
şeyin birleşmesinden (izdivac) doğmuş olmaktadır. Fakat O, [başka-
25 sından] doğmamış olandır. Aynı şekilde bu sûrenin başlangıcı da bunu
geçersiz kılar. Çünkü mahiyeti, cins ve faslın birleşmesinden oluşan
hiçbir şeyin hüviyeti, li-zâtihi olmaz. Ancak O, li-zâtihi hüve hüvedir.]

(“Ve lem yekun lehû küfüven ehad (O’na bir denk de olmadı)” Al-
lah Teâlâ, kendisinin bir başkasından doğmamış olduğunu ve benzeri-
30 nin de kendisinden doğmamış olduğunu açıkladığında O’na varlığın
kuvvetinde hiçbir şeyin eşit olmadığını beyan etti.) türsel veya cinssel
olarak [eşiti yoktur.] Doğma alakası olmamasını da kastediyorum.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪279‬‬

‫ــ ى‬ ‫ا ــ ( د ــ‬ ‫ــ‬ ‫כــ ن ــ‬ ‫ــ ه ــ‬ ‫ــ ــ‬ ‫כא ــ‬ ‫ــ )وإ‬

‫ـ ب‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ כ ـ د ـ آ ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬כـ ا א ـ‬ ‫ـ ‪١‬ا‬

‫ــ ‪.‬‬ ‫ــאس ا‬ ‫ــ‬ ‫א ــ‬ ‫ا ول‪١٠٠]/ .‬و[ و ــ‬

‫﴿و َ َ ُכ ْ َ ُ כ اً أَ َ ٌ ﴾‬ ‫ه‬ ‫و إ‬ ‫]‬


‫َ ْ‬

‫כـ ن ـ כ ـ اً‬ ‫ـ ـ أـ‬


‫ّ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وأن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ــא أ ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ـ ةا‬ ‫ــאوي ـ‬ ‫ـ د‪ .‬وا‬ ‫ـ ةا‬ ‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ــא‬ ‫أ ـ ‪ ،‬أي ـ‬

‫ــאو‬ ‫ـ ‪ ،‬وا א ـ أن‬ ‫ــאو אً ـ ـ ا א ـ ا‬ ‫ــא أن כ ـ ن‬ ‫ـ ؛أ‬ ‫و‬

‫ــא أن כـ ن ـ ــא ــאو‬ ‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ و ـ با‬ ‫ــאو‬ ‫ـ و כـ‬ ‫ـ ا א ـ ا‬

‫ــא כאن א ـ‬ ‫א ـ ﴿و ـ ُ َـ ْ ﴾‪ .‬ـ ن כ‬ ‫ـ‬ ‫ــכ ُ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا א ـ ا‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬כ ـ‬ ‫ـ اً ـ‬ ‫ـ ه כאن و ـ ده אد ـאً ــכאن‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ و ـ و ـ با‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ه‪ .‬وأ ــא أن כـ ن ـ ــא‬ ‫ـ‬

‫ـ و כـ ن و ـ ده‬ ‫و‬ ‫ـ‬ ‫ئـ כـ ن ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ها ـ ‪.‬‬ ‫ــכ أ ـאً ُ ـ‬

‫ـ ا ـ ي כـ ن‬ ‫ـ ا ـ ي כ ـ ن כא ّم و‬ ‫ـ‬ ‫ـ اً ـ ا زدواج ا א ـ‬

‫א ــ‬ ‫ــא כא ــ‬ ‫ــ أول ا ــ رة ــ ن כ‬ ‫ــ ‪ .‬وأ ــאً‬ ‫ــ‬ ‫כא ب‪ ،‬כ ــ‬

‫ا ـ ‪[.‬‬ ‫ـ‬ ‫اـ ‪ ،‬כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ئ ـ ـ ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ ه وإن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫‪٢‬‬


‫)﴿و َ ـ َ ُכـ ْ َ ـ ُ כ ـ ًا أَ َ ـ ٌ ﴾ ــא ـ أ ـ‬
‫َ ْ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ أو‬ ‫ـ د(‬ ‫ـ ـ ‪ ،‬أ ـ ـ ـ ــא ــאو ـ ـ ة ا‬ ‫ـ‬
‫‪٣‬‬
‫ـ و دة أ ـ ًא‪.‬‬ ‫ـ‬

‫ش ‪ +‬כ ن‪.‬‬ ‫‪١‬‬


‫ش‪ :‬أن ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫م ‪٦‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
280 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

([Şöyle ki] türsel mahiyetindekini) eşit varlığını (vücûd-i müsâvi) (‘ve


lem yûled/doğurulmadı’ ifadesi iptal etmektedir.) Çünkü türsel ma-
hiyetindeki eşit varlık, , mahiyeti ortak olan varlıktır. (Çünkü mahiyeti
müşterek olanın varlığı maddî olur, dolayısıyla da başkasından doğ-
5 muş olur.) Matvi bir küçük öncül (suğra) eklemesiyle şöyle netice verir:
“Türsel mahiyette eşit olan varlık, maddîdir ve başkasından doğmuştur.”
Sonra şöyle söyleriz: “Her maddî olan başkasından doğmuştur.” “Ve lem
yûled/Doğurulmadı” sözü onu iptal eder ve matlubu netice verir.

(Cinssel [mahiyettekini] ise) O, yani “cinsiyye” sözünden anlaşılan


10 cins, varlığın zorunluluğudur (vücûbu’l-vücûd). (Bu âyet onu geçersiz
kılmaktadır.) “Ve lem yûled/doğurulmadı” âyetini kastetmekteyim. [İbn
Sînâ’nın] şu sözü bunu teyid eder: (Çünkü o zaman onun cinsi ve faslı
olur.) Çünkü cinste eşit, cinsi gerektirir. Cinsi olan her şeyin faslı vardır.
Çünkü cins, faslı gerektirir. Cinsi ve faslı olanın ise (Böylece varlığı) yani
15 mahiyetinin bütünü (iki şeyin birleşmesinden (izdivâc)) yani çift ol-
maktan (müzâvece) meydana gelir. ([Yani] anne gibi cinsin ve baba gibi
faslın birleşmesinden ortaya çıkar.) Çünkü çocuk babaya nisbet edilir ve
asaleti (nisbette asıl oluşu) güçlüdür. Fasl mahiyetin kurucusudur [mukav-
vimidir] ve mahiyetin nisbetinde asıldır.

20 Aklî terkible alakalı cerh ve tadil içeren sözleri işittin. Böylece delilin
sûreti şu şekilde olur: Cinssellikte eşit varlık, Allah Teâlâ için cins ve faslı
gerektirir. Cins ve faslı olan ise [bunların] birleşmesinden meydana gelir.
Birleşmeden meydana gelen şey ise başkasından doğmuş olur. Başkasından
doğmuş olmayı “ve lem yûled/doğurulmadı” ifadesi geçersiz kılmaktadır.
25 Netice [şu şekildedir]: Cinssellikte eşit varlığı, bu âyet iptal etmektedir. Bu
da matlub olan sonuçtur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪281‬‬

‫﴿و َــ ُ َــ ْ ﴾( ــ ن‬ ‫ــ ‪ ١‬ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــאوي ) ــ ا א ــ ا‬ ‫)أ ــא( و ــ د ا‬


‫َ ْ‬
‫ـ כ )و ــא כאن א ـ ـ כ‬ ‫ـ و ـ د א ـ‬ ‫ــאوي ـ ا א ـ ا‬ ‫و ـ دا‬

‫ــא‪» :‬و ـ د‬ ‫כـ رة‬ ‫ـ‬ ‫ـى‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه(‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ده ــאدي‬

‫ـ‬ ‫ــאدي‬ ‫ـ ل‪» :‬وכ‬ ‫ـ ه«‪ .‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ــאدي‬ ‫ــאوي ـ ا א ـ ا‬ ‫ا‬

‫ـ ب‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫﴿و َـ ُ َـ ْ ﴾‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه«‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬


‫َ ْ‬
‫د‬ ‫ـ «و ـ با‬ ‫ـ »ا‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ( و ـ أي ا‬ ‫)أو ـ ا‬

‫ـ‬ ‫ئـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ )أ ـ ًא‬ ‫ـ ه‬ ‫ـ ﴾ כ ــא‬ ‫ـ ه ا ـ ( أي ﴿و ـ‬ ‫ـ‬ ‫)‬

‫ـ ؛‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬وכ‬ ‫ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ــאوي ـ ا‬ ‫ـ (؛ ِ ن ا‬ ‫و‬

‫ـ ) כـ ن و ـ ده( أي ــאم‬ ‫و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ٣.‬وإذا כאن ـ‬ ‫ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ِ نا‬

‫ا ــ ي כא م‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫او ــ )ا א ــ‬ ‫א ــ ) ــ ا زدواج( أي ا‬ ‫א ــ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وا‬ ‫ــא ب وأ א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ي כא ب( ـ ن ا ـ‬ ‫و ـ ا‬

‫ـ ا ــאب‪ ٤‬ا א ـ ‪.‬‬ ‫א ـ وأ ـ‬

‫ـ ‪:‬‬ ‫ـ ً כـ ن ـ رة ا‬ ‫ـאً و‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ا ــכ م ـ ا כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫وـ‬

‫ـ‬ ‫א ـ ‪ .‬و ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬


‫ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ــאوي ـ ا‬ ‫و ـ دا‬

‫ـ اً ـ‬ ‫ـ ا زدواج‪ ٧‬כـ ن‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن א ـ ً ـ ا زدواج‪ ،‬و ــא‬ ‫‪٦‬‬


‫و ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــאوي‬ ‫ـ و ـ دا‬ ‫ـ ﴿و َـ ُ َـ ْ ﴾‬
‫‪٨‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ًا ـ ا ـ ‪.‬‬ ‫ا ـ و ــא כـ ن‬
‫ْ‬
‫ـ ب‪.‬‬ ‫ـ ا ـ ‪.‬و ـ ا‬ ‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا‬

‫وف‪.‬‬ ‫ط‬ ‫اب‬ ‫ر م‪ :‬ا אء‬ ‫א‬ ‫و‬ ‫‪١‬‬


‫‪.‬‬‫د–‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫ق–‬ ‫‪٣‬‬
‫ق ‪٥٦‬ظ‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫م‪.‬‬ ‫د‪:‬‬ ‫‪٥‬‬
‫כ‪«.‬‬ ‫م‬ ‫؛‬ ‫و‬ ‫ئ‬ ‫»ِ‬ ‫ا כ‬ ‫א ر م‪:‬‬ ‫و‬ ‫‪٦‬‬
‫‪.‬‬ ‫ها‬ ‫د‬ ‫‪ ...‬ا « إ אرة إ‬ ‫ا‬ ‫»ا א‬ ‫א ر م‪ :‬כ ن‬ ‫ا زدواج‪ |.‬و‬ ‫ق–و א‬ ‫‪٧‬‬
‫‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ا אس כא‬ ‫ها‬ ‫א ر م‪:‬‬ ‫و‬ ‫‪٨‬‬
282 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bu iki delili içeren ve ilk matlubu netice veren takrir olarak şu şekilde
söylenebilir: Varlıkta müsavisi olan şey, ya türsellikte eşit olur veya cins-
sellikte. Türsellikte müsavi olmayı, delil olarak daha önce geçtiği üzere
âyet, geçersiz kılmaktadır. Cinssellikte müsavi olmayı ise âyet, önceki de-
5 lilden sonra gelenle geçersiz kılmaktadır. Böylece mukassem kıyas yoluy-
la âyet, varlıkta O’na müsavi olanı iptal etmektedir. Bu “varlık şiddetinde
eşiti yoktur” sözünün anlamıdır ki matlub da budur.
([Aynı şekilde] başlangıcı da) yani bu sûrenin başlangıcı (bunu)
yani açık olduğu üzere cinste müsavi olmayı (geçersiz kılar.) Neticede
10 olduğu üzere (Çünkü mahiyeti onlardan olan) -fakat bu ikisinden zahir
olan cins ve fasıldır- (li-zâtihi hüve hüve olmaz.) Bunun açıklaması,
cinste eşit olanın mahiyeti bunlardan olan olmasıdır. Mahiyeti bunlar-
dan olan ise “li-zâtihi hüve hüve olmaz”. Li-zâtihi hüve hüve olmamayı
ise sûrenin başlangıcı iptal eder. Netice olarak sûrenin başlangıcı cinste
15 müsavi olmayı iptal eder. Matlub olan da budur. Ancak mukaddimeler-
deki bir tür müsamaha ile ki bu delillerin düzenlenmesini ilgilendiren
bir konu değildir.
[Bu Tefsire Hâtime]

[Bu sûredeki hakikatlerin kemaline bak! Önce “O’nun hüve (o) ol-
20 ması”ndan başka bir [şekilde ifade edilmeyen ve hüve’den başka] ismi
olmayan hüviyet-i mahzasına işaret etti. Sonra açıkladığımız üzere bu-
nu, hakikatin en yakın lâzımı ve tarif olarak en güçlüsü olan ulûhiyeti
[Allah lafzı] takip etti. Sonra ardından “ehad” lafzını, iki şeyi ifade
etmek için getirdi: Birincisi, “Mukavvimatın (kurucu unsurların) zik-
25 riyle yapılan tam tarifin (hadd-i tam) terk edilip lâzımların zikriyle
yetinildi” denilmemesi için; ikincisi, zâtında bütün yönlerden (cemi-i
vücûh) bir olduğunun delili olması için [zikredildi].
Ehadiyet, ulûhiyetten sonra getirildi, ulûhiyet, ehadiyetten sonra geti-
rilmedi. Çünkü ulûhiyet, O’nun her şeyden(küll) müstağni olması ve
30 her şeyin O’na muhtaç olmasından [O’na nisbet edilmesinden] ibaret-
tir. Böyle olan mutlak olarak birdir (vâhid). Aksi takdirde O, cüzlerine
muhtaç olurdu. Çünkü ulûhiyet, hüve hüve olması itibariyle birliği
(vahdet) gerektirir. Ancak birlik (vahdet), ulûhiyeti gerektirmez.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪283‬‬

‫ـ ب ا ّول أن ــאل ــא‬ ‫ـ و כـ ن ِ ـאً‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪١‬ا א ـ‬ ‫وا‬


‫ــאوي ـ ا‬ ‫ـ ‪ .‬وا‬ ‫ـ أو ا‬ ‫ــאو ـ ا‬ ‫ـ د أ ــא‬ ‫ــאوي ـ ـ ا‬
‫ـ‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאوي ـ ا‬ ‫ـ ‪ .‬وا‬ ‫ــא ـ م ـ ا‬ ‫ا ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ــא ــאوي ـ ‪١٠٠]/‬ظ[ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאس ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ــא ‪.‬‬
‫ـ ب‪.‬‬ ‫ـ د«‪ .‬ـ ا‬ ‫ـ ةا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ــא ــאو‬ ‫ـ » ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ‪.‬و ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ כ ــא ــ ا א ــ ‪) ٢.‬أ ــ ًא أو ــא(‪ ٣‬أي أول‬ ‫ــאوي ــ ا‬ ‫ــ ( أي ا‬ ‫)و‬


‫ــא أي‬ ‫ــ ‪ .‬כــ ا א ــ‬ ‫ــא ــ ا‬ ‫ــא( ــ‬ ‫ا ــ رة‪ ِ ) .‬ن ــא כאن א ــ‬
‫ــא כאن‬ ‫ــ‬ ‫ــאوي ــ ا‬ ‫ــ ه ا‬ ‫ا ــ (‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ) ــ כــ‬ ‫وا‬ ‫ــ‬ ‫ا‬
‫ـ‬ ‫ا ـ « و ــא ـ כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא » ـ כ ـ‬ ‫ــא‬ ‫ــא‪ .‬و ــא כאن א‬ ‫א ـ‬
‫ـ أول ا ـ رة‪ .‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאوي ـ ا‬ ‫ـ أول ا ـ رة‪ .‬ـ ا‬ ‫‪٤‬‬
‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ا دـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ـ‬ ‫ــאت و‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ ع‬ ‫ـ ب‪ .‬כ ـ‬ ‫ا‬

‫اا‬ ‫] א‬

‫رة!‬ ‫ها‬ ‫אئ‬ ‫כ אل‬ ‫ا‬ ‫أ‬

‫ـ‬ ‫כـ ا‬ ‫ّـ‬ ‫‪.‬ـ‬ ‫ــא إ أ ـ‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫أ ــאر أو ً ا ـ‬


‫כـ‬ ‫ّـ‬ ‫ــא כ ــא ــאه‪ .‬ـ‬ ‫ـ وأ ـ א‬ ‫ـ أ ـ ب ا ـ ازم ــכ ا‬ ‫ا ـ‬ ‫‪١٥‬‬
‫ّ‬
‫ــאت‬ ‫ـ ا כא ـ כ ـ ا‬ ‫ــאل إ ـ ـ ك ا‬ ‫אئ ـ ؛ ا و ـ כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬
‫و ـ ل ا ـ ذכـ ا ـ ازم‪ .‬ا א ـ ـ ل ـ أ ـ ـ ذا ـ وا ـ‬
‫ــאرة‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـنا‬ ‫ـ ـ ا ـ و ـ ُ ِّ ـ ا ـ ـ ا‬ ‫ور ـ ا‬
‫َ‬
‫ـאً وإ‬ ‫ـ ا ـ אئ ـ ا ــכ وا ــאج ا ــכ إ ـ ‪ .‬و ــא כאن כ ــכ כאن وا ـ ًا‬
‫ـ ة‬ ‫ـ ة وا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫א ـאً ا ـ أ ائـ ‪ .‬ـ ن ا‬ ‫ــכאن‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا‬

‫‪.‬‬ ‫ش‪ :‬ا‬ ‫‪١‬‬


‫د ‪٢٢٦‬ظ‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ش ‪٨‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫ا ‪.‬‬ ‫כ‬ ‫ق–و א‬ ‫‪٤‬‬
284 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sonra bunu “Allahu’s-samed/Allah sameddir” sözü takip etti. Bu ifade,


varlığı[nı]n zorunluluğu (vücûbu’l-vücûd) ve var olanlardan(mevcû-
dât) kendisi dışında her şeyin (küll) varlığının ilkesi olması anlamında
‘samed’ oluşuyla, ulûhiyetin anlamının tahkikine delalet etmektedir.
5 Bu açıklamasını, O’ndan başkasının doğmadığı (tevellüd) ifadesi ta-
kip etti. Çünkü O, başkasından doğmadı. O, bütün var olanların ilâhı
ve onlara varlık veren olduğu hâlde, kendi varlığı başkasının varlık
vermesiyle (feyz) olmadığı gibi O’nun da benzerine varlık vermesinin
(feyz) mümkün olmadığını beyan etti. Sonra bu açıklamasını varlıkta,
10 kendisine varlık (vücûd) kuvvetinde eşit (müsâvî) hiçbir şeyin olmadı-
ğı ifadesi takip etti.
Sûrenin başlangıcından “Allah sâmeddir/Allahu’s-samed” âyetine ka-
dar [olan kısmı]; mahiyeti, mahiyetinin lâzımları, hakîkî vahdeti ve
O’nun asla mürekkeb olmamasına dairdir. “Lem yelid/Doğurmadı”
15 âyetinden “Küfüven ehad/O’na bir denk de olmadı” ifadesine [sûre-
nin sonuna] kadar olan kısmı ise O’nun ne türünde ne de cinsinde
eşiti (müsâvî) olmadığı; hiçbir şekilde ne O’ndan bir doğan (mütevel-
lid) olduğu, ne O’nun bir başkasından doğan olduğu, ne de vücudda
kendisine bir mukabili (müvâzî) olmasına dairdir. İşte bu kadarla [Al-
20 lah’ın] zâtını bilmenin (marifet) tamamı hasıl olur.
İlimlerin tamamını tahsil etmenin en yüce gayesi, Allah Teâlâ’nın yüce
zâtını, sıfatlarını ve fiillerinin kendisinden ne şekilde sudur ettiğini
bilmek olunca bu sûre, tariz ve ima yoluyla Allah Teâlâ’nın zâtıyla il-
gili konuların hepsine delalet eder. Şüphe yok ki [bu sebeple] bu sûre,
25 Kur’ân’ın üçte birine denk kılınmıştır.
İşte bunlar, bu sûrenin esrarından vakıf olabildiklerimdir. Şüphesiz
gayesinin en iyisini bilen ancak Allah’tır.
Böylece risale tamama ermiştir. Hamd aklı lütfeden (vâhib) ve her şeyin
var edeni (mübdiî) ibda eden Allah’a, Salât elçilerin en hayırlısınadır.]

30 (Hatime/sonuç) şimdiye kadar geçen meselelerin özü ve neticesini kas-


tetmekteyim. Çünkü bir şeyin neticesi, o şeyden sonra gelendir ve sonunda
bulunur.
(İşaret etti) İşaret, o’ndan/hüve’den daha genel olan durumlarda kulla-
nılır. Açıktır ki burada kastedilen ‘hüve’dir veya zamirle yapılan kinayenin
35 açık olmadığı da söylenir. (İlk olarak hüviyet-i mahza’ya) “Hüve” lafzıyla
lâzımlardan âri olan hüviyete [işaret etti]. O, işaretle varid oldu. Çünkü
([O], hüve’den başka ismi olmayan [bir hüviyet]tir.) İsmi ve açıklaması
olmayandan ne murad edildiğini anlamıştın.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪285‬‬

‫ـ ا ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬‫ودل ـ‬
‫ـ ّ ـ ذ ــכ ـ ﴿ا ا َّ َ ـ ُ ﴾ ّ‬
‫ـ دات‪.‬‬ ‫ـ د כ ــא ـ اه ـ ا‬ ‫א ــא و ـ ب ا ـ د وا ئ ـ‬

‫ــ ــ ه‪ .‬و ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه؛ ِ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ّــ‬ ‫ــ ّ ــ ذ ــכ ــאن أ ــ‬
‫ّ‬
‫ـ ز أن ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ـ دات ّא ـאً‬ ‫أ ـ وإن כאن إ ـאً ِ ـ ا‬
‫ذ ــכ ــאن أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬ـ‬ ‫ـ כ ــא ـ כـ و ـ ده ـ ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ ةا‬ ‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ـ د ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬

‫ــ ﴿ا ا َّ َ ــ ُ ﴾ ــ ــאن א ــ و ــ ازم א ــ‬ ‫ِ ــ أول ا ــ رة ا ــ آ ــ‬


‫ـ ﴿כ ـ ًا‬ ‫ـ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ ﴾ ا ـ‬ ‫ـ وأ ـ ـ כ ـ أ ـ ‪ .‬و ـ‬ ‫وو ـ ة‬
‫ْ‬
‫ـ ن כـ ن ـ ًا‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ ــאن أ ـ ـ ـ ــא ــאو ـ‬
‫ـ ًا ـ ـ ه و ـ ن כـ ن از ـ ًא ـ ـ ا ـ د‪ ،‬ـ ا‬ ‫ـ و ـ ن כـ ن ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ ذا ـ ‪.‬‬ ‫ــאم‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫אـ‬ ‫אـ و‬ ‫ـ ذات ا‬ ‫ـ א‬ ‫ا ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ــא כאن ا ـ ض ا‬


‫ــאء ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫وכ ـ ـ ور أ א ـ ـ و ـ ه ا ـ رة دا ـ ـ ـ ا‬
‫ـ ه ا ـ رة אد ـ‬ ‫ـ م ُ ِـ‬ ‫ـ ذات ا א ـ ‪،‬‬ ‫ـ ــא ـ א ـ‬
‫ـ ا ـ آن‪.‬‬ ‫‪١٥‬‬

‫א א א‪.‬‬ ‫رة‪ .‬وا أ‬ ‫أ ار ا‬ ‫ا אو‬

‫‪[.‬‬ ‫ا‬ ‫ة‬ ‫ع ا כ ‪ ،‬وا‬ ‫و‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫א وا‬ ‫ا‬

‫ـ ا ـ ء‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ء‬ ‫כ ـ ؛ إذ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ و‬ ‫) א ـ ( أي‬


‫א ـ‪.‬‬ ‫و כـ ن ـ‬

‫ا ـ و ـ ا ـ اد‬ ‫ــא و ـ ا‬ ‫ــא ـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאرة ـ‬ ‫)أ ــאر( وا‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ـ (ا א ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ـ ‪) .‬أو ً إ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא أو ــאل‪ :‬ا כ א ـ א‬


‫ـ ـ (‬ ‫ــא إ‬ ‫ا ـ‬ ‫ــאرة؛ ِ ــא )ا ـ‬ ‫ـ ﴿ ـ ﴾ وإ ــא أورد א‬ ‫ـ ا ـ ازم‬
‫ـ وا ـ ح‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬
286 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sonra [bunun] açıklaması [sadedinde] (hüve’den) sonra tarif bakı-


mından en güçlüsü ve en mükemmeli olan, en yakın lâzımı olan ulûhi-
yet [Allah lafzı] onun peşinden getirdi.) Önce geçen [hüve]ye en uygun
olan lâzımların en güçlüsü ve en mükemmeli.
5 (Ondan sonra da onu kurucu unsurla (mukavvimat) [niçin tarif
edilmedi diye] itiraz edilmemesi sadedinde ehadiyet takip etti.) [İti-
raz sadededinde] misal olarak şöyle söylenebilir: Hadd-i tam gibi Allah
Teâlâ’nın zâtının künhüne delalet eden [bir lafızla] ifade edilmesi niçin
mümkün değildir? Bu itiraz şöylece reddedilebilir: Bu durum, ancak var-
10 lığının mukavvim cüzlerden oluştuğu tasavvur edilirse olur. Bu ise bura-
da nefyedilmiştir. Çünkü O, bir’dir (ehad); haricen cüzleri olmadığı gibi
zihnen de cüzleri yoktur. [İbn Sînâ’nın] şu sözü buna işaret etmektedir:
([ehad lafzı] O’nun) daha önce geçtiği gibi zihnen ve haricen (her yön-
den bir olduğunun delili olarak getirdi.) Burada “ehad” lafzına hem
15 [Zât-ı ilâhînin] kendisi hem de diğerleri için iki şey ifade etmek için işaret
vardır. İyice anla!
(Ehadiyeti, ulûhiyetten sonra getirdi.) Yani [ehad] lafza-i celalden
sonra [getirildi]. ([Bunun] aksi olmadı.) “Hüve ehad Allah” denilmesi
gibi. (Çünkü ulûhiyet, O’nun her şeyden müstağni olmasından ibaret-
20 tir.) Bu, selbî anlam ifade eden (ve her şeyin kendisine muhtaç olması
demektir.) ifadesindeki gibi izafî anlamıyladır.
(O, böyle olunca) yani her şeyin O’nun her şeyden müstağni oluşu
ve her şeyin O’na muhtaç oluşu sabit olunca (mutlak olarak bir (vâhid)
olur. Aksi takdirde cüzlerine muhtaç olurdu.) Art bileşen (tâlî) batıldır.
25 Çünkü O’nun her şeyden (küll) müstağni olduğunu ve her şeyin (küll)
O’na muhtaç olduğunu kabul etmiştik. Bu durumun, cüz’ün (parça)
kül’den(bütün) ayrı bir şey olduğuna veya aynısı olmadığı görüşüne dayan-
ması mümkündür. Aksi takdirde bu batıl olma durumu, müşkil olurdu.
Batıl olması hususunda şöyle söylenebilir: Muhtaç olmaklık (iftikâr), im-
30 kanın gerektirdiği şeylerdendir (levâzım). Bu konudaki sözün, daha önce
“Şayet şöyle şöyle olursa [olabilir] aksi takdirde olmaz” şeklinde geçen şey-
lere dayandığı gizli değildir. Aynı şekilde [burada] mukaddimeleri üzerine
derinlemesine ve [sorunu] halledecek şekilde [uzun uzadıya] söz söylemek
de sakınılması gereken şeylerdendir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪287‬‬

‫ــא‬ ‫ــא( ا و ـ‬ ‫ـאً وأכ‬ ‫ـ أ ـ ب ا ـ ازم وأ ـ ه‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ א‬ ‫)ـ‬

‫ــא‪.‬‬ ‫أ ـ ا ـ ازم وأכ‬ ‫ـ‬

‫ـ ز أن‬ ‫ــאت( ـ ن ــאل ـ ‪ :‬ـ‬ ‫ـض א‬ ‫ـ ئـ‬ ‫ـ א‬ ‫)ـ‬

‫ـ اض‪:‬‬ ‫ـ اا‬ ‫א ـ כא ـ ا ــאم؟ و ـ د ـ‬ ‫ــא ـ ل ـ כ ـ ذا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬


‫ّ‬
‫ــא؛ إذ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‪.‬و ـ ا‬ ‫ـ اء ا‬ ‫ـ ر ـ و ـ دا‬ ‫أن ذ ــכ إ ــא‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ )و ـ ل ـ‬ ‫ـ إ ـ‬ ‫אر ـאً כ ــא‬ ‫أ ـ اء ـ‬ ‫أ ـ اء ـ ذ ـאً כ ــא‬ ‫أ ـٌ‬


‫ــ إ ــאرة إ ــ أن‬ ‫ــ ه( أي ذ ــאً و אر ــאً כ ــא ــ ‪.‬‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫أ ــ وا ــ‬

‫ـ‪ .‬א ـ !‬ ‫ـ هو‬ ‫ــאق אئ ـ‬ ‫﴿أ َ َ ـ ٌ ﴾‬

‫ـ )دون כ ـ ( ـ ن ــאل‪ » :‬ـ أ ـ‬ ‫ـ ( أي ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫)ور ـ‬

‫ــ‬ ‫א ــ כ ــא أن‬ ‫ــ ا‬ ‫ــאرة ــ ا ــ אئ (‪ ٢‬و ــ ا‬ ‫‪١‬‬


‫ــ‬ ‫ا «‪ ) ،‬ــ ن ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫‪.‬‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ــאج ا ــכ إ ـ ( ـ ا‬ ‫)وا‬

‫ــאج ا ــכ إ ـ )כאن‬ ‫ـ אء ـ ا ــכ وا‬ ‫ا‬ ‫)و ــא כאن כ ــכ( أي‪ ٣‬إذا ـ‬

‫ــא‬ ‫א ــ ؛ ِ ــא ــ‬ ‫א ــאً إ ــ أ ائــ ( وا א ــ‬ ‫ــכאن‬ ‫ــאً وإ‬ ‫وا ــ ا‬

‫ــ כــ ن ا ــ ء ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــאج ا ــכ إ ــ ‪ .‬ــ‬ ‫ــ ا ــכ وا‬ ‫ا ــ אئ‬

‫ــכ ‪ .‬و כـ أن ــאل ـ ا ـ ن‪:‬‬ ‫ـ اا ـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ـ وإ‬ ‫ا ــכ أو ـ م‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאم‬ ‫ـ اا‬ ‫ـ أن ا ــכ م ـ‬ ‫ـ ازم ا ــכאن‪ .‬و‬ ‫ــאر ـ‬ ‫إن ا‬

‫ـ ً أ ـאً‬ ‫ـאً ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ ‪ ،‬א ــכ م ‪١٠١]/‬و[ ـ‬ ‫ــא ـ م إن ـ ـ وإ‬

‫א ــא ـ ‪.‬‬ ‫ـ أن‬ ‫ــא‬

‫م ‪٧‬و‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫ق ‪٥٧‬و‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ق ‪ +‬אرة‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
288 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bu delilin aslının takriri şöyledir: Ulûhiyet, istiğna ve her şeyin kendisi-


ne muhtaç olmasından ibarettir. Bunların hepsi birliği (vahdet) gerektirir.
Bu da [İbn Sînâ’nın]şu sözünü netice verir: (Çünkü [ulûhiyet] vahdeti
gerektirir.) “Böyle olunca [mutlak olarak bir oldu]” sözü ise matvi olan bu
5 büyük öncüle (kübra) delildir.
(Sonra bunu) yani ehadiyeti (samediyet takip etti. Bununla mânâsı
varlığın zorunluluğu (vücûbu’l-vücûd) ve ilke olmaklık (mebdeiyyet)
olan ulûhiyetin tahkikine) -burada geçtiği üzere kendisinden başkasına
mebde oluşuna- (delalet etti (‫)دل‬.) Bu (delalet etti (‫ )دل‬ifadesi, “delil geti-
10 ُّ
rildi (‫”)أدل‬ veya “delil getirdi (‫”)أدل‬
َّ [şeklinde de] olabilir.
(Sonra bunu) yani samediyeti (O’nun başkasından doğmaması takip
etti. Çünkü O, başkasından doğmamıştır. Ve yine bütün [varlıkların]
ilâhı ve onlara varlık feyzeden olduğu hâlde, kendi varlığı başkasının
varlık vermesiyle olmadığı gibi O’nun da benzerine varlık) doğum yo-
15 luyla varlık (vermesinin mümkün olmadığını beyan etti.) (Sonra bunu)
yani doğum olmamasını (varlığının kuvvetinde O’na eşit hiçbir şeyin
olmadığı ifadesi takip etti.) Bunun açıklaması (tafsîl) geçmişti. Tekrara
ihtiyaç yoktur.

Hatimenin özü:
20 Hakikatine ve özel hüviyetine delalet edecek bir ifade mümkün olmadığın-
dan söze “hüve” ile başladı. Makam ise zâtın ifade edilmesini gerektiriyordu.
Onun ardından “Allah” lafzını getirdi. Çünkü zâtını tarif etmek mümkün ol-
madığı, [ancak] lâzımlar ile mümkün olduğu ve evla olanın da lâzımların en
güçlüsü ve en mükemmelinin izafî ve selbî lâzımların bir arada olması olduğu
25 ve ulûhiyet bu ikisini içerdiği için [hüve’nin] ardından onu getirmiştir.
Bu ifadeyi O’nun mukavvimat ile tarifinin yapılabileceği gibi bir veh-
me düşülmesin diye “ehad” [lafzı] takip etmiştir. “Allah” sözünü “ehad”-
den önce getirmiştir. Çünkü ulûhiyet, ehadiyeti gerektirendir. Onun illeti
gibidir. Bu ifadeyi ise ulûhiyetin delili gibi “samed” lafzı takip etmiştir.
30 Çünkü varlığın zorunluluğu (vücûbu’l-vücûd) ile her şeyin (küll) ilkesi ol-
mak ulûhiyete hastır. Bunu, ilke olmaklığın doğum yoluyla olduğu vehmi
oluşmaması için “lem yelid/doğmadı” ifadesi takip etmiştir. Bunu, kendi-
sinden önceki hükmün delili gibi olması için “ve lem yûled/doğurulmadı”
sözü takip etmiştir. Sonra doğum yolu dışında da kendi varlığına eşit bir
35 varlık olabileceği vehmine düşülmesin diye “ve lem yekun lehû küfüven
ehad/O’na denk hiçbir şey yoktur” sözünü zikretmiştir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪289‬‬

‫ــאج إ ـ ‪ .‬وכ ‪ ٢‬כـ ا‬ ‫ـ אء وا‬ ‫ــאرة ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪:‬ا‬ ‫ـ أ ـ ‪١‬ا‬


‫ـ »و ــא כאن כ ا ــכ‪...‬‬ ‫ـ ة( وأ ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ) ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة‪.‬‬ ‫ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ هاכـ ىا‬ ‫اـ «د ـ‬

‫أدل ) ـ‬ ‫ُّ‬
‫أدل أو أي َّ‬ ‫ـ ودل( ـ‬ ‫ـ ‪)،‬א‬ ‫ـ ذ ــכ( أي ا‬ ‫)ـ‬
‫א כ‪.‬‬ ‫ئ ـ ( ــא ـ اه כ א ـ‬ ‫ـ د وا‬ ‫א ــא و ـ ب ا‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ ِ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪)،‬ـن‬ ‫ـ ( أي ا‬ ‫)ـ‬


‫ـ ( أي‬ ‫ـ ز أن‬ ‫ـ د ـ כـ‬
‫ـ و א ـ ًא‬ ‫و ـ أ ـ وإن כאن إ ـ ًא‬
‫ّ‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ دة )כ ــא ـ כ ـ و ـ ده ـ‬ ‫ـ ه( ـ‬ ‫ـ د) ـ‬ ‫ا‬
‫ـ‬ ‫ـ د( و ـ‬ ‫ـ ةا‬ ‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ــא‬ ‫ـ‬ ‫دة ) ـ‬ ‫ـ ( ‪ ٣‬أي ـ م ا ـ‬ ‫ـ‬
‫ــאدة‪.‬‬ ‫ــאج إ ـ ا‬ ‫ـ ‪ .‬ـ‬ ‫ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫‪:‬‬ ‫‪٤‬ا א‬

‫ــ‬ ‫ــ و‬ ‫ــא ــ ل ــ‬ ‫ــ‬


‫أ ــ إ ــא ا ــ أ ب﴿ ُ ـ َ ﴾ ــ م إ ــכאن ا‬
‫‪٥‬‬

‫ـ ا ـ ـ ذا ـ ‪ .‬وإ ــא ّ ـ ب﴿ا ﴾؛ ِ ـ ــא ـ ر‬ ‫ا א ـ ‪ .‬وا ــאم‬


‫ــא وذ ــכ إ ــא‬ ‫ـ ا ـ وأ כـ א ـ ازم وכאن ا و ـ ــא כـ ن أ ـ وأכ ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ــא أورده‬ ‫א ـאً‬ ‫ـ‬ ‫وכאن ا‬ ‫א ـ وا ـ‬ ‫ـ ع ا ـ زم ا‬ ‫כـ ن‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــ‬ ‫ــאت‪ ،‬و ــ ّ م‬ ‫א‬ ‫ــ‬ ‫ــ إن כאن ا‬ ‫ــ ﴿أَ َ ــ ٌ ﴾ ئــ‬ ‫و ّ ــ‬
‫ّـ‬ ‫ــא‪ .‬ـ‬ ‫ـ ‪ .‬כ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾؛ ِ ن ا‬ ‫﴿ا ﴾ ـ‬
‫ــכ‬ ‫ئـ‬ ‫ـ د وا‬ ‫ـ ؛ ِ نو ـ با‬
‫ـ ﴿ا َّ َ ـ ُ ﴾ כـ ن כא‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ כـ ن ا ئ ـ ـ‬ ‫ـ ﴿ َ ـ َ ِ ـ ْ ﴾ ئـ‬ ‫א ـ‪ .‬ـ ّـ‬ ‫ـ‬
‫ْ‬
‫﴿و َـ ْ َ ُכـ ْ‬
‫﴿و َـ ْ ُ ًـ ْ ﴾ כـ ن כא ـ ــא ـ ‪ .‬ـ أورد ـ َ‬ ‫ـ َ‬ ‫ا ـ دة‪ .‬ـ‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ـ و ـ د ــאو ـ ‪ ٦‬ـ ـ ا ـ دة‪.‬‬ ‫َـ ُ כ ـ اً أَ َ ـ ٌ ﴾ ئـ‬

‫ش‪ :‬ا‪.‬‬ ‫‪١‬‬


‫‪.‬‬ ‫ش‪ +‬א‬ ‫‪٢‬‬
‫ش ‪٩‬و‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫د ‪٢٢٧‬و‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫ح‪.‬‬ ‫وا‬ ‫ما‬ ‫א ر م‪:‬‬ ‫و‬ ‫‪٥‬‬
‫ش‪ :‬אو ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
290 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Başlangıcından) yani sûrenin başlangıcından (“lem yelid”e kadar


mahiyetinin) “hüve” lafzı hükmünce -mahiyet ve hüviyet itibara göre de-
ğişiklik arzetse de zât bakımından birdir- (ve lâzımlarının) “Allah” lafzı
hükmünce (beyanını) ortaya koymuştur. “Ehad” ifadesinin hükmü gereği
5 Yüce (hakikatının birliğinin) ve “Samed” sözünün gereği olarak. (ve asla
terkibi olmadığının beyanıdır.)
(“Lem-yelid/Doğmadı” [ifadesinden]) sûrenin sonuna kadar (Onun
ne türünde ne de cinsinde herhangi bir eşiti olmadığı ve O’nun dışın-
daki şeylerin O’ndan doğmadığı) [ifadesinin açıklamasına] dairdir. Evlâ
10 olan şu sözünden sonra gelmesidir: (O da başkasından doğmamıştır.)
Çünkü ilki “lem-yûled/doğurulmadı” sözünün ifade etttiği hüküm gereği-
dir, ikincisi ise “lem-yelid/doğmadı” sözünün ifade ettiği hüküm gereğidir.
Bunu iyi anla!
Yine [İbn Sînâ’nın] şu sözü de ‘ve lem yekun-lehû küfüven ehad/ken-
15 disine bir denk de olmadı’ sözünün ifade ettiği hüküm gereğince (varlıkta
kendisine herhangi bir denk (mütevâzi)) yani ehad (olmadığı beyan
edilmiştir.)
(Erişilen bu sonuçla) Evla olan “ba” ile [birliktelik ifade eden bâ harf-i
cerri ile] erişilen bu sonuç [şeklindedir]; yani sûrede, mahiyetin açıklaması,
20 lâzımları vb. anlatılanlarla ([Allah’ın] zâtının marifetinin tamamı) beşer
için mümkün olabilecek şekilde (hasıl olur.) Aksi takdirde bildiğin gibi
hakikatinde olana nispetle O’nun bilmenin tamamı bilmek, tam tanımı-
nın olmaması sebebiyle beşer için mümkün değildir.
(İlimleri tahsil etmenin en yüce gayesi (garaz-i aslî)) Allah Teâlâ’nın
25 “Yalnız Allah’a ibadet etmekle emrolundular…”1 ve “[İnsanları ve cinleri]
ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”2 sözlerinin bunu teyid ettiği gi-
bi (Allah’ın zâtını,) -çünkü her şey, O’na yani hüviyetine ve mahiyetine
döner- (sıfatlarının durumlarını,) hayat ve ilim gibi subutî sıfatlarını (fi-
illerinin kendisinden ne şekilde sudur ettiğini) ihtiyarla ve müessir bir
30 kudretle (bilmek olunca bu sûre,) -bu gayenin üçte birine delalet eder.

1 Beyyine, 98/5.
2 Zâriyat, 51/56.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪291‬‬

‫ـ ﴿ ُ ـ َ ﴾‪.‬‬ ‫) ِ ـ ّأو ــא( أي ا ـ رة (إ ـ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ ﴾‪ ١‬و ـ ) ــאن א ـ (‬


‫כـ‬
‫ْ‬
‫ــ ن ا א ــ وا ــ ّ ــאن א ــ ات وإن א ــא א ــאر‪) .‬و از ــא( כــ‬
‫‪٢‬‬

‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ )و ـ م כ ـ أ ـ (‬ ‫כـ‬ ‫ـ ( אـ‬ ‫ـ ﴿ا ﴾ )و ــאن و ـ ة‬


‫ـ ﴿ا َّ َ ـ ُ ﴾‪.‬‬ ‫כـ‬

‫ــאو‬ ‫ـ ــא‬ ‫ـ‬ ‫)و ـ ﴿ َ ـ َ ِ ـ ْ ﴾( إ ـ آ ـ ا ـ رة و ـ ) ـ ( ــאن )أ ـ‬ ‫‪٥‬‬


‫ْ‬
‫ـ‬ ‫א ـه ـ‬ ‫ـ ‪ ٣‬ـ ن כـ ن ـ ه ـ ا ـ ( ا و ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ﴿ َ ـ ُ َ ـ ْ ﴾ وا א ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ه(؛ ِ ن ا ول‬ ‫ـ اً ـ‬ ‫ـ ن כـ ن ـ‬ ‫)و‬
‫ْ‬
‫ـ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ ﴾ א ـ !‬
‫ْ‬
‫כـ‬ ‫ـ د( ‪١٠١]/‬ظ[‬ ‫ـ ن כـ ن( أي أ ـ ) از ـאً ـ ـ ا‬ ‫ـ )و‬ ‫כ ــא أن‬
‫﴿و َـ َ ُכـ ْ َـ ُ כ ـ اً أَ َ ـ ٌ ﴾‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫َ ْ‬
‫ــאن‬ ‫ـ « א ــאء أي ــא ذכ ـ ـ ا ـ رة ـ‬ ‫ـ (ا وـ » ـ اا‬ ‫) ـ اا‬
‫ـ‬ ‫כ‬ ‫ـ ذا ـ ( ـ و ـ‬ ‫ــאم‬ ‫ـ‬ ‫ــא )‬ ‫ا א ـ و از ــא و‬
‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ إـ‬ ‫ـ א‬ ‫أن ــאم‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫وإ‬
‫ـ م ا ـ ا ــאم‪.‬‬

‫ِ ْ ــ ُ وا‬ ‫﴿و ــ َא أُ ِ ــ وا إ‬
‫َ‬ ‫ــ א ــ‬ ‫ــ ه‬ ‫ــ ( כ ــא‬ ‫)و ــא כאن ا ــ ض ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫َ ُ‬ ‫ُ‬
‫ــ إ ــ‬ ‫ــ ذا ــ (؛ إذ כ ــ ء‬ ‫ا ــ م‬ ‫ــ‬ ‫ا َ﴾‪ ٤‬و﴿إ ِ َ ْ ُــ ُ َ‬
‫ون﴾‪ ) ٥‬ــ‬
‫ــ ور‬ ‫ــ ة وا ــ )وכ ــ‬ ‫ــ כא‬ ‫א ــ ( ا‬ ‫ــ و א ــ )وأ ــ ال‬ ‫أي‬
‫ــ ا ا ــ ض؛‬ ‫ــ‬ ‫‪٦‬‬
‫ــ‬ ‫ِّــ ة )وا ــ رة( دا ــ‬ ‫ــאر وا ــ رة ا‬ ‫أ א ــ ( א‬

‫﴿ا ا َّ َ ُ ﴾‪.‬‬ ‫آ‬ ‫رة ا‬ ‫‪ ِ :‬أول ا‬ ‫ا‬ ‫و‬ ‫‪١‬‬


‫ق – א ات‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ق ‪٥٧‬ظ‪.‬‬ ‫‪٣‬‬
‫رة ا ‪.٥/٩٨ ،‬‬ ‫‪٤‬‬
‫﴿و א َ َ ْ ُ ا ْ ِ وا ْ ِ ْ ِا َّ ِ ُ ِ‬
‫ون﴾ ]ا ار אت‪[٥٦/٥١،‬‬ ‫‪٥‬‬
‫َُْ‬ ‫َّ َ َ‬ ‫ََ‬
‫م ‪٧‬ظ‪.‬‬ ‫‪٦‬‬
292 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Çünkü o (sûre), (ima ve tariz yoluyla) -[yani] en azı ifade etmek yoluy-
la-; çünkü aynı şekilde bu bahse sarih olarak da delaleti vardır. ([Allah’ın]
zâtını ilgilendiren bütün bu konuların hepsine delalet eder.) Çünkü
zâtla ilgili bahisler ya onun ispatıyla ilgilidir veya zâtın diğer zâtlardan fark-
5 lı olmasıyla ilgilidir veya varlığının mahiyetinin kendisi olmasıyla ilgili-
dir. [İhlâs] sûresi bütün bunların hepsini ifade etmektedir. ([Şüphe yok
ki bu sebeple] Hz. Peygamber (s.a.) bu sûreyi Kur’an’ın üçte birine
denk kılmıştır.) Şeyhânın [Buhârî ve Müslim’in] tahric etttiği bir hadiste
şöyle buyurulmaktadır: Kulhuvellahu ehad Kur’an’ın üçte birine denktir.1
10 Bu denkliğin açıklamasında denilmiştir ki Nebi (s.a.) Kur’ân’ın üçte birini
okuyan bir kişiyi onu tekrar ederken duymuştur. Hadisin diğer yollarına
ve zahirine aykırılığı sebebiyle bu açıklama uzak bir ihtimal olarak görül-
müştür. Denildi ki: Kur’ân’da kıssalar, hükümler (şeriat) ve sıfatlar bulu-
nur. Bu sûre, sıfatlara dairdir. Dolayısıyla üçte birini ifade eder.2
15 Gazzâlî’den şöyle nakledilmiştir: Kur’ân; tevhidi, doğru yolu ve âhireti
bilmekten bahseder. Bu sûre, ilkini [tevhidi] içermektedir.3
Râzî’den şöyle nakledilmişir: Kur’ân Allah’ın yüce varlığının delillerin-
den, birliğinden (vahdaniyet) ve sıfatlarından bahseder. Sıfatlar ise hakîkî
sıfatlar veya fiilî ve hükmî sıfatlardır. Bunlar üç bölümdür. Bu sûre, hakîkî
20 sıfatlardan bahseder ki bu da üçte birdir.4
Denildi ki: Kur’ân, Hâlik’ın haberidir, mahlukun haberidir ve inşadır.
Bu sûre, ilkini [hâlikın haberini] içerir. 5Ve denildi ki: Kur’ân; tevhid, hü-
kümler ve haberlerden oluşur.
Bu konuda pek çok görüş dile getirildi.
25 Fakat denklik sevap bakımından mıdır [yoksa sevap bakımından] değil
midir?

1 Buhârî, “Tevhid” 1; Müslim, “Kitabu Salâti’l-Müsafirîn” 260.


2 Suyûtî, Celaluddin Abdurrahman, el-İtkân fi Ulûmi’l-Kur’ân, (thk. Mustafa Dîbilbuğa) Dımeşk
1993/1414, I/1140.
3 Gazzâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed, Cevâhiru’l-Kur’ân ve Düreruhu, s. 77-78.
4 Bu nakil İtkandan yapılmıştır. Bk. Suyûtî, el-İtkân, I/1140. Râzî’nin ifadesi şu şekildedir: “Bu sûre-
nin Kur’an’ın üçte birine denk olduğu hadislerde mehşur olmuştur. Bundan [üçte birden] maksad şu
olabilir: Bütün şeriatlerin ve ibadetlerin en ulvi maksadı Allah’ın zâtını, sıfatlarını ve fiillerini bilmek
olduğundan ve bu sûre de Allah’ın zâtının bilgisini içerdiğinden Kur’an’ın üçte birine denk olmuştur.
Bk. Râzî, Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer, Mefâtihu’l-Gayb, XXXII/176-177.
5 Suyûtî, el-İtkân fi Ulûmi’l-Kur’ân, I/1140.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪293‬‬

‫ـ‬ ‫ـ ــאن ا ـ ‪ .‬إذ ــא د ـ‬ ‫ــאء( ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫إذ ـ )دا ـ‬


‫ـ ذا ـ (‪١‬؛ ِ ّن א ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫أ ـאً ) ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذ ــכ ا‬
‫ــאئ ا ــ ات‪ ٣‬أو כــ ن و ــ ده ــ‬ ‫א ــאً‬ ‫א ــ أو כــ ن ذا ــ‬ ‫ا ــ ات‪ ٢‬أ ــא‬
‫ــ‬ ‫אد ــ‬ ‫ــ و ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ــכ‪) .‬‬ ‫א ــ ‪ .‬وا ــ رة כא ــ‬
‫ــ‬ ‫ا ــ آن«‪ ٤‬و ــ‬ ‫ــ ل ــ‬ ‫ــ ا أ ــ‬ ‫ــא ــ ج ا ــ אن‪ » :‬ــ‬ ‫ا ــ آن(‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ אً כ ر ــא‪ ٥‬כـ ار ـ ـ أ ـ‬ ‫ـ ا ـ م ـ‬ ‫אد ـ ‪ :‬إ ـ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ‬
‫ـ ‪.‬و ـ ‪ ِ :‬ن‬ ‫ـ و ــאئ ـ ق ا‬ ‫א ـ ا‬ ‫אـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ آن‪ ،‬وا ـ‬
‫ــאت ــכאن ـאً‪.‬‬ ‫ــאت‪ .‬وا ـ رة‬ ‫و ـا و‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ آن ـ‬
‫ــ ة‪،‬‬ ‫وا‬ ‫ــ‬ ‫ــ وا ــ اط ا‬ ‫ــ ا‬ ‫و ــ ‪ ٦‬ا ا ــ أن ا ــ آن ــ‬
‫ــ ا ول‪.‬‬
‫‪٧‬‬
‫وا ــ رة‬ ‫‪١٠‬‬

‫אـ ‪.‬‬ ‫ا ـ و‬ ‫ا ـ و ـ ده א ـ وو‬ ‫ـ ا ـ ازي‪ :‬ن ا ـ آن ـ‬ ‫و ـ‬


‫ــאت‬ ‫ـ أو ا ـ ‪ ٨‬أو ا כ ـ ‪ .‬و ـ ه ـ ‪ .‬وا ـ رة ـ‬ ‫ــאت ا‬ ‫אـ‬
‫‪٩‬‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫‪١٠‬‬
‫ـ ق وإ ــאء‪ .‬وا ـ رة ـ ا ول‪ .‬و ـ ‪:‬‬ ‫אـ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ـ ‪ :‬ا ـ آن‬
‫‪١١‬‬
‫ـ وأ ــכאم وأ ــאر‪.‬‬ ‫ا ـ آن ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫‪...‬‬ ‫و‬ ‫و‬


‫ا اب أم ؟‬ ‫אد‬ ‫כ ا‬

‫ـ ل‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא؛ إذ כ ـ » ـ « دا ـ‬ ‫ــאئ وا ـ ات‬ ‫ـ لا‬ ‫ـ ال‬ ‫כـ ن ا‬


‫‪ ١‬و ـ א ـ ر م‪ :‬أى ـ أ ـ ال ذا ـ‬
‫ــאن »ا ــאء« ـ ل » ـ « ـ ‪.‬‬
‫‪.‬‬ ‫ها‬ ‫ا ات‬ ‫א ر م‪ :‬و כ أن א‬ ‫‪ ٢‬و‬
‫‪ ٣‬د‪ :‬ا وات‪.‬‬
‫‪.٢٦٠‬‬ ‫א‬ ‫ةا‬ ‫‪،‬‬ ‫‪.١‬؛‬ ‫אري‪ ،‬כ אب ا‬ ‫‪٤‬‬
‫‪ ٥‬ش ‪٩‬ظ‪.‬‬
‫‪ ٦‬ش‪. :‬‬
‫ا ‪ ،‬ص‪.٧٨-٧٧ :‬‬ ‫ا ا ان‬ ‫‪٧‬‬
‫‪.‬‬ ‫‪ ٨‬ش‪ :‬ا‬
‫ـ ا אد ـ أن ائ ـ ـ ه ا ـ رة‬ ‫‪ .‬ـ ا ـ ا כ ـ ‪» :‬ا ـ‬ ‫ـ ه ا ــאرة ـ ـ ا ــאن‪١١٤٠/١ ،‬؛ ـ ا ـ ا כ ـ‬ ‫‪٩‬‬
‫אـ‬ ‫ـ ذات ا و ـ‬ ‫ـ ـ ائ وا ــאدات‬ ‫ـف ـ‬ ‫ـ دا‬ ‫ـ ل ائ ـ ـ ا ـ آن‪ ،‬و ـ ا ـ ض ـ أن ا‬
‫ـ ه ا ـ رة אد ـ ـ ا ـ آن‪ «.‬ا ـ ا כ ـ ـ ازي‪،‬‬ ‫כא ـ‬ ‫ـ ا ـ ات‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫و ـ أ א ـ ‪ ،‬و ـ ه ا ـ رة ـ‬
‫‪.١٦٢/٣٢‬‬
‫‪ ١٠‬م ‪ +‬כ א ا אن‪.‬‬
‫‪.١١٤٠/١ ،‬‬ ‫‪ ١١‬ا אن‬
294 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Denildi ki: Evet; Zelzele, Nasr, Kâfirûn sûreleriyle bazı sûre ve âyetlerin
daha fazitletli olduğunu bildiren haberlerin [hadislerin] zahirinin şehadeti
sebebiyle böyledir [sevap bakımındandır].1
Nebi (sav) “Kim Kur’ân’ı okursa her bir harf sebebiyle onun için on ha-
5 sene vardır”2 sözüyle ilgili olarak denilmiştir ki: İhlâs sûresinin okunması,
nazmı itibara alınmaksızın mânâsının ifade ettiği anlam dikkate alınarak
sevabın üçte birini gerektirmesi uygun olur.
Görmüyor musun ki tevhid, hangi lafızla olursa olun sevabı gerektir.
Bu durum, Kur’ân’ın nazmının okunmasıyla elde edilen sevabın daha bü-
10 yük olmasına aykırı değildir.
Bazıları bu konuda tevakkuf etmişlerdir. Bu, İmam Hanbel’den nakle-
dilenlere en yakın olanıdır. İbn Hassar ve İbn Abdisselam’dan nakledilen
ise tafdilin tercihini gerektirmektedir.3 Tatarhaniyeden anlaşılan ise tafdilin
olmamasının tercihidir.4 Bu, bazı fetvalarda olana uygundur. Bir kere ha-
15 tim İhlâs’tan beş bin kere daha faziletlidir.5
Bunlar en son merci ve varılacak yer olan Melik-i Müteâl Allah’ın yar-
dımıyla yolculuk hâlinin gerektirdiği şartlarda serdeddiklerimizin sonudur.
Sene 1156.

1 Suyûtî, , el-İtkân fi Ulûmi’l-Kur’ân, I/1140.


2 “İbn Mesud’dan (r.a.) Rasulullah’ın (s.a.) şöyle dediği rivayet olunmuştur: Allah’ın kitabından bir harf
okuyana bir hasene vardır. Bir haseneye on misli ile mükafat verilir. Ben ‘elif-lam-mim’ bir harftir
demiyorum. Fakat ‘elif ’ bir harf ‘lam’ bir harf ‘mim’ bir harftir.”, Tirmîzî, “Fezâilu’l-Kur’an”, 16.
3 Suyûtî, el-İtkân fi Ulûmi’l-Kur’ân, I/1132.
4 Enderpetî ed-Dihlevî, Feridüddin Alim b. Ala, Fetâvâ et-Tatarhâniyye, I/502-503.
5 Kâdıhan el-Fergânî, Fahreddin Hasan b. Mansur, Fetâva Kâdıhan, I/147.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪295‬‬

‫‪٣‬‬
‫ــא ة א ــ أ אد ــ »ا َ ْ ــ َ ة‪ ١‬وا َّ ْ ــ وا כא ــ ون«‪ ٢‬و ِــ رود‬ ‫و ــ ‪ :‬ــ‬
‫ُ‬
‫‪٤‬‬
‫ــ ا ــ رة وا ــאت‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــאر‬ ‫ا‬
‫‪٥‬‬
‫ـ אت«‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـف‬ ‫ـ ء ا ـ آن ـ ــכ‬ ‫ـ ا ـ م» ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ـ‬
‫ـ ا ــאر‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ اب א ــאر أداء ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ص‬ ‫وو ـ ـ ن ـ اءة ا‬
‫ا ـ ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫א ـ أن כ ـ ن أدائ ــא‬ ‫ا ـאً ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـي ـ‬ ‫ـ ى أن ا‬ ‫أ‬


‫ـ ا ول‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـאً ـ اب ا‬ ‫ـ ا ـ آن‬

‫ـ ل ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وا‬ ‫ـ ا ــאم ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ اأـ بإـ‬ ‫‪٦‬‬


‫ـ‬ ‫و ـ‬
‫‪٩‬‬
‫م ـ ا אر א‬ ‫‪ ٨.‬وا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ م‬ ‫ــאر‪ ٧‬وا ـ‬ ‫اـ ا‬
‫ـ‬ ‫ـ ةأ‬ ‫ـ‬ ‫ا ــאوى‪ .‬إن ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫اـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ ا‬ ‫ـ ما‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫آ ف ـ ة‪.‬‬
‫‪١٠‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ص‬ ‫ـ ا‬

‫אل‬ ‫כا‬ ‫نا‬ ‫ا אل ا ر אل‬ ‫א أورد א א ر אل א ا‬ ‫اآ‬


‫‪١١‬‬
‫‪١١٥٦‬‬
‫‪,‬‬ ‫وا ل‪.‬‬ ‫ا‬ ‫وا‬

‫‪.‬‬
‫‪ ١‬د ‪٢٢٧‬ظ‪ | .‬ر‪ :‬ا‬
‫‪ ٢‬ش – ا כא ون‪.‬‬
‫‪.‬‬ ‫ا‬ ‫م‬ ‫م כ‬ ‫א ر م‪ :‬כ א ا א אر א ‪ .‬و ا‬ ‫‪ ٣‬و‬
‫‪.١١٤٠/١ ،‬‬ ‫‪ ٤‬ر‪ +‬و | ا אن‬
‫ـ أ א ــא‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬وا‬ ‫ـ ًא ـ כ ــאب ا ـ ـ‬ ‫‪ ›› :‬ـ ـ أ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ د ـ ل‪ :‬ــאل ر ـ ل ا‬ ‫ـ اـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ا ـ ي‪ ،‬אئ ـ ا ـ آن ‪.١٦‬‬ ‫ـ ف‹‹‪ ،‬ـ‬ ‫ـ فو م ـ فو ـ‬ ‫أ ـ ل ا ـ ـ ف و כـ أ ـ‬
‫ئ ‪.‬‬ ‫ها‬ ‫ا כ ت‬ ‫אل‪ :‬ا‬ ‫א ر م‪:‬‬ ‫‪ ٦‬و‬
‫אد‪.‬‬ ‫‪ ٧‬ر م‪:‬‬
‫‪.١١٣٢/١ ،‬‬ ‫‪ ٨‬ا אن‬
‫ر ‪.٥٠٢/١ ،‬‬ ‫‪ ٩‬ا אوى ا א א‬
‫א ‪.١٦٣/١ ،‬‬ ‫אن‬ ‫‪ ١٠‬אوى א‬
‫أ אذ א‪.‬‬ ‫ا‬ ‫א‬ ‫‪١١٧٧‬‬ ‫‪٢١‬‬ ‫ر‬ ‫‪ ١١‬ر ‪+‬‬
‫‪.١٢٢٢‬‬ ‫‪...‬‬ ‫‪....‬‬ ‫אن ا‬ ‫אد اده‬ ‫ق‪ +‬ا حا‬
‫ـ‬ ‫ـ ـ أ ـ ا ــאد وأ‬ ‫ـ כ ـ ـ ـ ا ــאرح ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ اا ـ ح ـ‬ ‫م ‪ +‬و ـ ـ غ ا ـ اغ ـ‬
‫ـ ة ـ ـ ا ـ وا ـ وا ـ ف‬ ‫و א ـ ـ ا אئـ وا ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا א ـ ـ و ـ ذى ا ـ ـ‬ ‫ـ ـ‬
‫وا ــ رج‪.‬‬
‫‪.١١٧٥‬‬ ‫د‪+‬‬
‫‪.١١٧٦‬‬ ‫‪....‬‬ ‫אن ا‬ ‫אد زادة‬ ‫ا حا‬ ‫ق‪+‬‬
‫‪.‬‬ ‫ما‬ ‫א‬ ‫ر‬ ‫آא‬ ‫ا אر ا א‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫ش‪+‬‬
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 297

E. MÜELLİFİ MEÇHUL BİR ŞERH: KONYA YUSUF AĞA NÜSHASI


1. Nüshanın Tanıtımı
Varlığına doktora tezimizin tamamlasından sonraki süreçteki araştır-
malarımızda vakıf olduğumuz İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri üzerine ya-
pılmış müellifi meçhul bu şerh, Konya Yusuf Ağa Yazma Eserler Kütüp-
hanesi Nr. 8218’de 18 risalenin içinde yer aldığı bir mecmuada 5. risale
olarak bulunmaktatır. Nesih hatla, 19 satır hâlinde yazılmış olup 75b-84b
varakları arasında yer almaktadır. Nüshada telif, istihsah vb. herhangi bir
kayıt yoktur. Bu sebeple eserle ilgili herhangi bir tarihlendirme yapmak
mümkün olamamıştır. Şerhin içinde bulunduğu mecmua, kütüphane ta-
rafından bir kişiden satın alınmıştır.
Nüshanın hâmişlerinde bazı açıklama notları da bulunmaktadır. Bu
notların müellife ait olmadığı “lâ-minhu” [telif edenin notlarından değil-
dir] şeklindeki ibareden anlaşılmaktadır. Bu açıklamalara, tahkik edilen
metinde dipnotlarda yer verilmiştir.
Eser, İbn Sînâ’nın metnini baştan sona şerh eder niteliktedir. Ancak
bu şerh müellifin ana metinden açıklamayı uygun gördüğü ifadelerle sı-
nırlıdır. Bu sebeple hem tahkik edilen metinde hem de tercüme metinde
anlam bütünlüğü sağlamak ve takibi kolaylaştırmak amacıyla İbn Sînâ’nın
metninin ilgili bölümlerine bir bütün hâlinde köşeli parantez içerisinde
yer verilmiştir. Metinde de görüleceği üzere şârihin kullandığı metnin iba-
releri, İbn Sînâ’nın tahkikli metnindeki ibarelerden az da olsa farklılık arz
edebilmektedir.
İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsirine Şerh
(Şerh alâ Tefsir-i Sûreti’l-İhlâs li İbn Sînâ)

Müellif
Meçhul (Konya Yusuf Ağa No: 8218/5)
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬

‫‪...‬؟‬
300 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bismillahirrahmanirrahim
Hamd; ezelî, ebedî, bir (el-vâhid), tek (el-ehad), el-ferd, es-samed olan,
doğmayan ve doğurulmayan Allah’adır. O, ebedî kayyûmdur; O’na denk
hiçbir şey yoktur. Sâlât, nehirler aktığı ve denizler dalgalandığı sürece ken-
5 disine Kitap indirilene, kendisine hikmet ve faslu’l-hitab verilene ve O’nun
seçilmiş ailesine [ve] tertemiz arkadaşları üzerine olsun!
Bil ki grubunun efendisi ve felsefecilerin reisi, nev-i beşer hukemasının
en faziletlisi, on birinci akıl [İbn Sînâ’nın] avamın ve havvasın en hayırlı
sığınağı olan İhlâs sûresiyle ilgili tefsir-i şerifinin ve ince tevili, gözler bir
10 benzerini görmediği ve kulakların bir dengini işitmediği [bir tefsirdir]. An-
cak ifadelerinin çoğu, ibarelerdeki ihmal (müsamaha) ve yazımdaki uzat-
malarla beraber büyük ulemanın hemen kabule yöneldiği şeriatin esaslarına
değil, akıl [sahiplerinin] onlara ulaşmadan önce çokça düşündüğü felsefî
esaslara bağlıdır. Bundan dolayı, beni ateş azabından kurtaracak, cennet
15 nimetine erişmeye yardım edecek [bir amel] kılmasını Meliku’l-Mennân
[olan Allah]tan niyaz ederek [İbn Sînâ’nın] bu tefsirine, meselelerini göz-
den geçirip düzenleyen ve delillerini takrir eden bir şerh yazmayı istedim.
Şeyh-i Ekber [İbn Sînâ] -Allah herşeyi kuşatan lutfu ile ona muamele
eylesin- dedi ki:

20 [ŞERH]
[Kul Huvelllah Ehad]
[“De ki: O, Allah, birdir.”

“Bu âyetteki ‘Hüve’ mutlaktır. Mutlak hüve, (mahiyet ve) hüviyeti


başkasına dayanmayan demektir. Çünkü hüviyeti başkasının varlığına
25 bağlı olan her şey, (ondan faydalanmıştır) ondan hâsıl olmuştur. Bi-
naenaleyh, varlığına sebep olan o şey onunla birlikte düşünülmedikçe
(itibare alınmadıkça) o, hüve hüve [kendiliğinden mevcud] olamaz.
Hâlbuki hüviyeti zâtından olan, kendisiyle birlikte başka bir şey ister
düşünülsün isterse düşünülmesin o, o’dur. Fakat bütün mümkünlerin
30 vücudu başkasındandır. Varlığı başkasından olan her şeyin vücudu-
nun (varlığının) hususiyeti başkasındandır (varlığına sebep olan illet-
tendir). İşte bu (hususiyet), hüviyetten ibarettir. Öyleyse her mümkü-
nün hüviyeti başkasındandır. [Hüviyeti] zâtından (li-zâtihi hüve hüve)
olan ise Vâcibu’l-vücûd’dur.]
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪301‬‬

‫ا‬ ‫ا ا‬ ‫‪٧٥]/‬ظ[‬

‫ـ ‪،‬‬ ‫ـ وـ‬ ‫ـ اـ ي ـ‬ ‫ـ ا ـ دا‬ ‫ا زـ ا ـ ا ا ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬


‫ـ ا כ ــאب‬ ‫ـ أُ ـ ل‬ ‫ـ ة ـ‬ ‫ـ כ ـ اً أ ـ ‪ .‬وا‬ ‫‪ ،‬و ـ כـ‬ ‫و ـ ا ـ ما ـ‬
‫ــ ا ــ ار ــא ــ ى‬ ‫ــאر و‬ ‫ــאب‪ ،‬و ــ آ ــ ا‬ ‫ــ ا‬ ‫وأُو ــ ا כ ــ و‬
‫ــאر‪.‬‬ ‫ــאر و ـ ّ ج ا‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ صا ـ‬ ‫ـ رة ا‬ ‫ـ‬ ‫وا و ـ ‪ ١‬ا‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ا ـ أن ا‬


‫ـ‬ ‫כ ــאء ـ ع ا‬ ‫ـ ‪٢‬أ ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ام وا ـ اص ـ ا אئ ـ ورئ ـ‬ ‫ــאص‬
‫ـ ‪ ،‬כـ أכ ـ‬ ‫ـ و أذن ـ‬ ‫ـ رأت‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫و ـ ا ـ ا ــאدي‬
‫ـ أ ـ ل‬ ‫ــא‬ ‫ـ ا ـ ل دون و‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ا ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כ אـ‬
‫אـ ـ‬ ‫ـ ا ــאرة وا‬ ‫ــא‬ ‫ــא ـ ا‬ ‫ـ لاـ‬ ‫ــאدر‪ ٣‬ا‬ ‫ا ـ‬ ‫ا ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ــאئ و ـ ر د ئ ـ را ـ ًא ـ ا ــכ‬ ‫ـر‬ ‫ـ ًא‬ ‫ا כ ــאب‪ .‬ـ ردت أن أ ـ‬
‫ــאن‪.‬‬ ‫ـ اب ا‬ ‫ـ‬ ‫ـאً ـ‬ ‫ـ اب ا ـ ان و‬ ‫ـ‬ ‫ـאً ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ــאن أن‬

‫‪:-‬‬ ‫ا‬ ‫‪ -‬א‬ ‫اכ‬ ‫אل ا‬

‫]﴿ ُ ْ ُ َ ا ّٰ ُ َا َ ٌ ﴾‬

‫ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫ـ ه‪ .‬ـ ن כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ ‪ :‬ـ اـ ي‬ ‫ا ـ ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫ــא כאن‬ ‫ـ ‪ .‬وכ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ אدة ـ‬ ‫ـه‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫כـ‬ ‫ـ ‪ .‬כـ כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه أو ـ‬ ‫ـ اء ا ـ‬ ‫ـ אدة ـ ذا ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ه‪،‬‬ ‫ـ و ـ ده ـ‬ ‫ـه‬ ‫ــא כאن و ـ ده ـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬وכ‬ ‫ـ ده ـ‬
‫اـ‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬א ـ ي כ ـ ن‬ ‫ـ ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ذن כ‬ ‫وذ ــכ ـ ا‬
‫ـ د‪[.‬‬ ‫ا‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫‪٢٠‬‬
‫א ـ اد‪ .‬و ـ ا ـ م ا ـ‬ ‫ـ و ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ כ ـ‬ ‫و ـ ا כ ـ ‪ .‬ـ اد‬ ‫و ـ ا א ـ ‪:‬ا ـ א ـ ا ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ــאً أو ــ ًא‪.‬‬ ‫ــאً‬ ‫א ــ‬ ‫‪ ،‬כــ ا ــ اد ــא ــא ــאن ــ اده‬ ‫ــ اد‪ .‬כــ ا ــ ا ــ‬ ‫א ــ أي دون ا و ــ ؛ ــ ا ــ א‬
‫ـ ي‪ .‬ــאل إ ــאم ا א ـ إ ـ‬ ‫ـ دا‬ ‫ا ـ אن ـ د ا ـ ـ אن‬ ‫א ا ــאري‪ ،‬כאن وز ـ‬ ‫وـ ا א ـ ‪:‬و ـ أـ ـ ـ ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫‪ .‬و ــאت ــא ود ـ ــא‪ .‬כـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ــאم‪ .‬وכאن ـ ا‬ ‫ـ כ‬ ‫ـ ا ـ آن‪ .‬وכאن ـ‬ ‫ــאب ـ آ ـ ـ ه دده ا א ـ و‬
‫ـ ه ـ ا ـ ل‪.‬‬ ‫ـ ا א ـ‬
‫ل‪.‬‬ ‫ا‬ ‫אا‬ ‫وכ אل‬ ‫لا‬ ‫و ا א ‪ :‬إ אرة ا כ אل ة أ‬ ‫‪٣‬‬
302 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Mutlak hüve) Yani “Huve’llAllah” ifadesindeki zamir [hüve zamiri],


zât-ı akdesine râcidir ki o [zât] yüce varlığının aynıdır. “Mutlak hüve” ile
müfessirin [İbn Sînâ] murad ettiği, hüviyeti başkasına bağlı olmayandır.
O’nun [İbn Sina’nın] ıstılahındaki mukabili, “mukayyed”dir. O da hüviye-
5 ti başkasına bağlı olan demektir. Onu bu ıstılahla ifade etti. Çünkü vücûd/
varlık, Zorunlu [varlıkta], zâtın aynı olduğundan mümkünde bulunan
varlık’ın hilafına bununla kayıtlanmaz. Bu, filozofların vücud’un, vâcib’de
[zâtın] aynısı, mümkünde ise gayrısı olduğuyla ilgili görüşlerine uygundur.
Şeyh Eş‘ârî (ö. 324/935-36) ve ona uyanlar ikisinde de aynı olduğu
10 görüşündedir. Mütekellimînin çoğunluğu ise ikisinde de ayrı olduğu gö-
rüşünü ileri sürmüştür. Ancak [onlar] zâtı, vâcib’de kendisi için tam il-
let kılmaktadırlar. Bu sebeple vâcibu’l-vücûdu, mümkünün hilafına zâtı,
varlığını zaruri olarak tam bir gereklilik (iktizâ) ile gerektiren olarak tarif
etmektedirler. İstersen, ıtlakla mutlak olarak başkasına ihtiyaçla takayyüt
15 olmamasını ve takayyütle -zikredilen tefsirden anlaşıldığı üzere- başkasına
muhtaç olmakla mukayyed olmayı (takayyüd) murad edebilirsin.
(Dolayısıyla hüviyeti başkasından olan hiçbir şey, hüve hüve ol-
maz.) Yani [hüviyetin] mutlak oluşu bu tefsirin aksine işarettir.
(Hüviyeti zâtından olan) yani başkasından müstağni olan (hüve hü-
20 ve’dir/o, odur.) Yani mutlak, [İbn Sînâ’nın] âdeti olduğu üzere ifadedeki
müsamahayla beraber talil yoluyla onun ıttıradına işarettir. Ittırad, Muhta-
sar-ı Münteha’da zikredildiği üzere tanım (hadd) bulununca tanımlananın
(mahdûd) bulunması; inikas ise tanım olumsuzlandığında (nefy) tanımla-
nanın da olumsuzlanmasıdır.1
25 Vâcib’in [anlamının] daha ziyade ortaya çıkması için ilave olarak
mümkün ifadesini ekledi. (Fakat bütün mümkünlerin varlığı başka-
sındandır.) Sonra mümkünün hüviyetinin başkasından olduğunu, zım-
nen de vâcibin hüviyetinin zâtından olduğuyla ilgili birinci şekil[den
olan kıyasla] açık bir şekilde [şu şekilde bir] delil getirdi: (Varlığı baş-
30 kasından olan her şeyin varlığının hususiyeti başkasındandır.) Delil
ve netice arasına şu açıklayıcı cümle ile girdi: (İşte bu) yani özel varlığı
(vücûd-i hass) (hüviyetten ibarettir.) Sonra şu sözüyle neticeye işaret etti:

1 el-Îcî, Kadı Adududdin Abdurrahman, Şerhu Muhtasari’l-Münteha’l-Usûlî li İbni’l-Hâcib, I/246.


‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪303‬‬

‫ـ ـ ﴿ ُ ـ َ ا ﴾ را ـ ا ـ ذا ـ ا ـ س ا ـ ي‬ ‫ـ ( ـ أن ا‬ ‫) ـ ا‬
‫ـ‬ ‫ـ » ــא כـ ن‬ ‫ـ ـ و ـ ده ا ـ ‪ .‬و ـ ا ـ اد » ـ ا ـ « ا‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ ــא כـ ن‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ه« و א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ــ د ــא כאن ــ ا ــ ات ــ‬ ‫ــ ؛ ن ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه‪ .‬وإ ــא ا‬ ‫‪٧٦]/‬و[ ــ‬
‫إ ـ‬ ‫ــא ذ ـ‬ ‫اـ‬ ‫כـ ‪ .‬و ـ ا‬ ‫ـ د ـ ا‬ ‫ـ فا‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ا ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫כـ ‪.‬‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫ـ ا ا ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ أن وا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫ـ را כ ـ اـ‬ ‫ــא‪ .‬وذ ـ‬ ‫ـ ي و ـ وا ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ا‬ ‫و ــאل ا ـ‬


‫ـ ن‬ ‫ا ـ ات ـ א ـ ـ ‪ .‬و ــכ‬ ‫ـ ن ـ ا ا ـ‬ ‫ــא‪ .‬כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫أـ‬
‫כـ ‪.‬‬ ‫ـ فا‬ ‫ور ـ ًא‬ ‫ـאء א ـ ًא‬
‫ـ ذا ـ و ـ ده ا ـ ً‬ ‫ا ا ـ א ـ داـ ي‬
‫ـ ـ‬ ‫ـ ‪،‬ا‬ ‫ـאً‪ ١‬و א‬ ‫ــאج ا ـ ا ـ‬ ‫و ــכ أن ـ א ـ ق ـ م ا ـ א‬ ‫‪١٠‬‬
‫כـ ر‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ אد ـ ا‬ ‫כ ــא ـ ا‬

‫ـ إ ــאرة ا ـ‬ ‫ـ ( أي ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ـ כـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــא כאن‬ ‫و ـ ‪ ):‬ـنכ‬


‫ـ ‪.‬‬ ‫ا כאس ا‬

‫ــ ( أي‬ ‫ــ ا ــ ) ــ‬ ‫ــ ــ ذا ــ ( أي‪ ٢‬ا ــ‬ ‫ــא כאن‬ ‫و ــ ‪) :‬وכ‬
‫ـ ا ــאرة כ ــא ـ دأ ـ ‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ إ ــאرة ا ـ ا ـ اده‬ ‫ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫ــכאس‪ :‬כ ــא ا ـ ا ـ ا ـ‬ ‫ـ ود‪ .‬وا‬ ‫ـ اد‪ :‬כ ــא و ـ ا ـ و ـ ا‬ ‫وا‬
‫‪٣‬‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא ذכ ـ ه ـ‬ ‫ـ ود‪ .‬ـ‬ ‫ا‬

‫כــ‬ ‫ــ ‪ ) :‬כــ כ‬ ‫ــאدة ا כ ــאف ا ا ــ‬ ‫כــ‬ ‫כــ ا‬ ‫ا ــ رك‬


‫כـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ أن‬ ‫ا ـً‬ ‫ـ ه( ـ ا ـ ل ـ ا ــכ ا ول‬ ‫ـ ده ـ‬
‫ــא כאن و ــ ده‬ ‫ــ ‪) :‬وכ‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ ا ا ــ‬ ‫ــ أن‬ ‫ــ ًא‬ ‫ــ ه و‬ ‫ــ‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ــ ‪:‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ وا‬ ‫ــ ه( وا ــ ض ــ ا‬ ‫ــ و ــ ده ــ‬ ‫ــ ه‬ ‫ــ‬
‫ــ ‪:‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ ( ــ أ ــאر ا ــ ا‬ ‫ــ د ‪٧٦]/‬ظ[ ا ــאص ) ــ ا‬ ‫)وذ ــכ( أي ا‬

‫א‪.‬‬ ‫و‬ ‫اء כאن ا ذا אً ا ا א‬ ‫‪ :‬أى‬ ‫ا א‬ ‫و‬ ‫‪١‬‬


‫ا אرة‪.‬‬ ‫א‬ ‫وכ א‬ ‫را כ‬ ‫ا‬ ‫ًאء א אً ور אً כ א ذ‬ ‫ا‬ ‫ا אء ا ات ا‬ ‫‪:‬‬ ‫ا א‬ ‫و‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.٢٤٦/١ ،‬‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫ا ‪ |.‬ح‬ ‫א‬ ‫‪:‬و‬ ‫ا א‬ ‫و‬ ‫‪٣‬‬
304 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Öyle ise her mümkünün hüviyeti başkasındandır.) Sonra zikredilen


bu neticenin çelişiğinin (nakîz) döndürülmesinin (aks) doğruluğuna sonuç
olarak ortaya çıkan şu sözüyle işaret etti: (Li-zâtihi hüve hüve olan yal-
nız Vâcibu’l-vücûd’dur.) [Bu ifade] düz döndürme (aks-i müstevi) ile şu
5 sözümüze dönmüş olur: “Vâcibu’l-vücûd, hüviyeti li-zâtihi olan, başkasına
bağlı olmayandır.” Maksud olan da budur.
Aynı şekilde mahiyeti varlığından başka olan her şeyin vücudu]
[kendisinden olmayıp], başkasındandır. Bundan dolayı hüviyeti,
mahiyetin kendisi için (nefs-i mahiyet) mahiyet olmaz. Dolayısıyla
10 zâtından dolayı hüve hüve (li zâtihi hüve hüve) olmaz. Fakat İlk
İlke (Mebde-i evvel), zâtından dolayı hüve hüve olandır. Öyle ise
O’nun varlığı mahiyetinin aynıdır [hüviyeti vücudundan ibarettir].
Dolayısıyla Vâcibu’l-vücûd, lâ-hüve illa hüve olandır (kendisinden
başka bir hüviyeti olmayan hüviyettir). Başka bir ifadeyle O’nun
15 dışındaki hiçbir şey, hüve hüve olmak bakımından (min haysu hüve
hüve) bir hüviyete sahip değildir. Bilakis hüviyeti başkasındandır

Vâcibu’l-vücûd (Zorunlu Varlık) ise zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve


olandır. Hatta zâtı ancak O’dur [hüve’den ibarettir], başka değildir.]
(Aynı şekilde) yani Vâcibu’l-vücûd’un hüviyetinin li-zâtihi olduğuna
20 delil getirdiğimiz gibi vücudunun zâtının aynı olduğuna şu sözümüzle de-
lil getiriyoruz: (Mahiyeti varlığından (vücûd) farklı (mugâyir) her şe-
yin varlığı, başkasındandır.) [Bu], birinci şekilden olan kıyasa şu şekilde
işarettir: Mahiyeti varlığından farklı olan her şeyin varlığı başkasındandır.
Varlığı başkasından olan hiçbir şeyin hüviyeti, mahiyetinin kendisi için
25 olmaz. Netice şöyle olur: Mahiyeti varlığından farklı olan hiçbir şeyin hü-
viyeti, kendisi için olmaz.
Sonra deriz ki: Şayet zorunlunun (vâcib) mahiyeti varlığından farklı olsa
hüviyeti li-zâtihi olmaz. Fakat daha önce geçtiği üzere tâli bâtıldır, dolayısıy-
la mukaddem de aynı şekilde olur. (Öyle ise zorunlunun varlığı, mahiye-
30 tinin aynıdır.) Matlub olan [hüküm] budur. Bu ifadelerde sözün uzatıldığı
açıktır. Çünkü şöyle denilse yeterli olurdu: Vâcibin varlığı, zâtının [dışın-
da] başkasından olsaydı li-zâtihi hüve olmazdı. Fakat o, li-zâtihi hüvedir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪305‬‬

‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ا ـ‬ ‫כـ‬ ‫‪١‬‬


‫ـ ق‬ ‫ـ ه( ـ أ ــאر ا ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫כـ‬ ‫) ـ ذن כ‬
‫ـ د( و כـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪):‬אـ ي اـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫כـ رة‬ ‫ا‬
‫כـ ن‬ ‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ دو ـ اـ ي‬ ‫ا‬ ‫ــא »ا ا ـ‬ ‫ـ ياـ‬ ‫ا‬ ‫א כـ‬
‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ ه‪ «.‬و ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬

‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ ه‪ ،‬ـ‬ ‫ـ ده כאن و ـ ده ـ‬ ‫אـ ة‬ ‫ــא א ـ‬ ‫]وأ ـ ًא ــכ‬ ‫‪٥‬‬


‫اـ‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ا ول ـ‬ ‫ا ـ ‪ .‬כـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫א ـ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ‬
‫ــא‬ ‫ـ ‪ ،‬أي כ‬ ‫ـ إ‬ ‫ـ داـ ي‬ ‫ا‬ ‫א ـ ‪ .‬ـ ذن وا ـ‬ ‫ـ ذن و ـ ده ـ‬
‫ـ د ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ه‪ .‬ووا ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ـ‬ ‫ـ اه ـ‬
‫ـ ‪[.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ ذا ـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫اـ ي اـ‬

‫א ـ أن و ـ ده‬ ‫اـ ا ـ‬ ‫ـ ا ا ـ‬ ‫א ـ‬ ‫)وأ ـאً( أي כ ــא ا ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ه( إ ــאرة‬ ‫ـ ده ـ‬ ‫ـ ده‬ ‫אـة‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫ــא‪) :‬כ‬ ‫ـ ذا ـ‬

‫ـ ده‬ ‫ـ ده‬ ‫אـ ة‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫ــאس ـ أ ــכאل ا ول כ ـ ا‪» :‬כ‬ ‫اـ‬

‫א ـ ‪ «.‬ـ ‪» :‬إن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـه‬ ‫ــא כאن و ـ ده ـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬وכ‬ ‫ـ‬

‫ـ ‪«.‬‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ ده‬ ‫אـ ة‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫כ‬

‫ــ‬ ‫כــ ن‬ ‫‪٢‬‬


‫ــ ده‬ ‫א ــ ة‬ ‫ــ ل‪ » :‬ــ כאن א ــ ا ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــ‬ ‫ــ ‪ ) .‬ــ ذن و ــ د ا ا ــ‬ ‫ــ م‬ ‫ــא ــ ‪ ،‬א‬ ‫א ــ‬ ‫ا ــ ‪ «.‬כــ ا א ــ‬

‫ــאب؛ إذ כ ــ أن ــאل‪:‬‬ ‫ــ ا‬ ‫ــא ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ب‪ .‬و‬ ‫א ــ ( و ــ ا‬

‫ا ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ ‪ ،‬כ ــ‬ ‫ــ‬ ‫כــ‬ ‫ــ ذا ــ ــ‬ ‫כــ و ــ د ا ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬

‫ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـح‬ ‫ـ ق‪ .‬כـ ا ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ‬


‫وـ ا א ـ ‪:‬و ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫‪١‬‬
‫ا ـ ر ـ ا ‪.‬‬
‫ـ دات و‬ ‫ـ ــא כ ا‬ ‫ــאم ـ ا ـ‬ ‫ـ دي وا‬ ‫و ـ ا א ـ ‪ :‬א ـ ا‪ :‬إن ا ـ د ـ כ ـ ـ ا ا ـ و ـ א ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ــא و ــא‪ ،‬وإ ــא ا ــאزت و ـ دت ـ دات ا אر ـ ‪ .‬و ـ ا ذ ــכ א ـ‬ ‫ـ ـ ء ـ ا ـ אء ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬
‫ـ ا ـ ا א ــא ات ا כ ـ دون ا א ـ ات ا ـ ‪ .‬כـ ا‬ ‫ــאك ا‬ ‫ـ ر ا ـ اج ا כ ـ ة ـ أ ـ ـ‬ ‫و ـ ره ـ‬
‫ـ و ــא‪.‬‬ ‫ـ א ـ ا‬
306 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Öyle ise Zorunlu Varlık, kendisinden başka bir hüviyeti olamayan


hüviyettir.) Bu [hüküm], vâcibin hüviyetinin zâtından, mümkünün hü-
viyetinin ise başka varlıktan olmasının neticesidir. (Yani onun dışındaki
her şey) var olan mümkünlerden (hüve hüve olması itibariyle) [Bu ifa-
5 de] vahdet-i vücûd görüşünde olanların ileri sürdüğü gibi vâcib’in kendisi
olduğu düşüncesiyle ilgili ihtirazî kayıttır. (li-zâtihi hüve hüve değildir,
bilakis hüviyeti başkasındandır.) Daha önce geçen ifadelerden dolayı bu,
açık olan bir durumdur.
(Zorunlu Varlık, li-zâtihi hüve hüve olandır. Bilakis zâtı ancak hü-
10 vedir) yani özel varlığıdır (vücûd-i hass); (başka değildir.) Böylece zâtla
varlığın aynı olması, vâcib olana özeldir. Böyle olmasında mütekellimînin
çoğunluğuna iki açıdan, Şeyh Eş‘ârî’ye ise bir açıdan red vardır.
[İşte o hüviyet ve hususiyet, ismi olmayan, öyle bir mânâdır ki onu
lâzımlarından başka hiçbir şey ile şerh etmek mümkün değildir. [Vâci-
15 bu’l-vücûdun] lâzımlarından bir kısmı izafî, bazıları da selbîdir. İzafî
olan lâzımlar, tarif bakımından selbî olanlardan daha sağlamdır. Ta-
rifin en mükemmeli, izafetle selbin her iki nevini toplayan bir lâzım
[ile yapılan]dır. Bu ise [vücudu vâcib olan] o hüviyetin ‘ilâh’ olması-
dır. Çünkü ilâh (mabud); başkası kendisine nisbet (intisab) olunan
20 ve kendisi başka bir şeye nisbet olunmayandır. Mutlak ilâh ise bütün
mevcudata nisbetle böyle olandır. [Kendisinden başka] her şeyin [bü-
tün var olanların] O’na intisabı izafî, O’nun başkasına intisabı olma-
ması da selbîdir.]

(İşte bu hüviyet) yani vâcib olan vücud (ismi olmayan) Yani alem
25 ismi yoktur. “Allah” lafzının alem olduğu söylenmiştir. Ancak zahir olan
onun vasıf olduğudur. Envarü’t-Tenzil’de de böyledir.1 (öyle bir mânâdır)
Yani “mânâ” lafzından vehmedilebileceği gibi başkasıyla kaim olan değil,
zâtı ile kâim özel varlıktır. Çünkü o [başkası ile kâim olması], burhan ile
sabit olana aykırıdır. (ki şerhi) yani bir şeyle tarif edilmesi. -Buradaki istis-
30 na, istisna-i müferrağdır.- (lâzımları olmaksızın) basît oluşundan dolayı
(mümkün değildir).

1 Beyzâvî, Nâsıruddin Ebu’l-Hayr, Envâru’t-Tenzîl, Mısır: 1357-1939, I/4.


‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪307‬‬

‫ـ‬ ‫ـ ا ا ـ‬ ‫ـ כـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ـ (‬ ‫ـ إ‬ ‫ـ د ـ اـ ي‬ ‫ا‬ ‫) ـ ذن وا ـ‬

‫ـ دة ) ـ‬ ‫כ ــאت ا‬ ‫ــא ـ اه( ـ ا‬ ‫ـ ه‪) .‬أي כ‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ذا ـ و‬

‫ـ ة‬ ‫ــאل‬ ‫إ ـ ـ‬ ‫כ ــא ذ ـ‬ ‫ـ ا ا ـ‬ ‫ـ כ ـ‬ ‫ـ ( ا ـ از ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬

‫ــא ـ ‪.‬‬ ‫ـ ه( وذ ــכ א ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫اـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د‪ ) .‬ـ‬ ‫ا‬

‫ـ د ا ــאص‬ ‫ـ ـ ذا ـ ـ ( أي ا‬ ‫ـ داـ ي اـ ـ‬ ‫ا‬ ‫‪٧٧]/‬و[ )ووا ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ ر‬ ‫ــ‬ ‫ــ رد‬ ‫ــ د א ــ ا ا ــ ‪.‬‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ( כــ ن ا ــ ات‬ ‫)‬

‫ـ ي ـ و ـ وا ـ ‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ـ و ـ ا ـ‬ ‫ـ و‬ ‫ا כ ـ‬

‫از ــ ‪.‬‬ ‫إ‬ ‫ــ‬ ‫כــ‬ ‫ــ ‪،‬‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ وا‬ ‫]و ــכ ا‬
‫ــאً ــ ا ــ ر‬ ‫א ــ أ ــ‬ ‫‪ .‬وا ــ ازم ا‬ ‫ــא إ א ــ و ــא ــ‬ ‫وا ــ ازم‬
‫‪.‬‬ ‫א ــ وا ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ا ــ زم ا א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫‪ .‬وا כ ــ‬ ‫ا ــ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ‬ ‫ـ هو‬ ‫إ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ ـאً‪ ،‬ـ ن ا ـ ـ ا ـ ي‬ ‫وذ ــכ ـ כـ ن ــכ ا‬
‫ــ دات‪،‬‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ا ــ ي כــ ن כ ــכ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه‪ .‬وا ــ ا‬ ‫ــ ا ــ‬
‫[‬ ‫ـ‬ ‫اـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ــאب ـ ه إ ـ إ א ـ وכ ـ‬

‫ـ‬ ‫اـ‬ ‫ـ د ا ا ـ ) ـ ( أي و ـ د ــאص אئـ‬ ‫ـ ( أي ا‬ ‫)و ــכ ا‬

‫ـ (‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאن‪) .‬‬ ‫א‬ ‫ـ ف ــא ـ‬ ‫ـ ؛ ـ‬ ‫ـ ‪١‬ا‬ ‫ّ ـ‬ ‫ـ ه כ ــא‬ ‫אئـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ أ ــא و ـ ‪ .‬כـ ا ـ أ ـ ار‬ ‫َ َ ـ ‪ .‬כـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ َ َ ـ ‪ .‬و ـ ‪ :‬إن‬ ‫أي ـ‬

‫از ــא(‬ ‫ـ אء ـ ع‪) ٣.‬إ‬ ‫ـ ء‪ .‬א‬ ‫ــא‬ ‫א( أي‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ‪) ٢.‬‬ ‫ا‬
‫ّ‬
‫א‪.‬‬ ‫ــא‬

‫ـ ض وا ـ‬ ‫اد ـאً‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ا‬ ‫ــא ـ م ا ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬وا ـ‬ ‫ــא ـ م‬ ‫ـ כ ـ ــא א ـ ا ـ و ـ‬ ‫وـ ا אـ ‪:‬‬ ‫‪١‬‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫اد ــ ًא‬
‫אوي‪.٤/١ ،‬‬ ‫أ ار ا‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫ا‬ ‫‪.‬כ ا‬ ‫ا‬ ‫כ‬ ‫و ا א ‪:‬و א‬ ‫‪٣‬‬
308 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Lâzımlardan izafî olanlar, tarif bakımından daha kuvvetlidir.) İzafî


lâzımların varlık bildiren (vücûdî), selbî lâzımların yokluk bildiren (ademî)
olması sebebiyle [izafî lâzımlar tarifte daha güçlüdür.] ([Bir kısmı da] sel-
bîdir. Bunda en mükemmeli) yani tarifte [en mükemmeli] (izafetle sel-
5 bin her iki nevini toplayan lâzım ile yapılandır.) Yani lâzımların iki türü
ile. Bazı nüshalarda izafî ve selbîye râci olan tesniye zamiriyle yer almıştır.
O zaman izafet, izafet-i beyaniye olur.
(Bu ise) yani ikisini de içeren lâzım (o hüviyetin ilâh/Allah olmasıdır.
Çünkü ilâh; başkası kendisine nisbet olunan) [Başkası] zâtında, sıfatla-
10 rında ve fiillerinde O’na olan ihtiyacından dolayı [O’na nisbet edilir] (tam
aksi [kendisi başka bir şeye nisbet olunmayandır.]) Yani bunlardan her-
hangi birinde [zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde] ihtiyacı olmadığından
O’nun başkasına nisbeti yoktur.
(Mutlak ilâh ise) Zorunlu (Vâcib) olandır. O, âlemlerin ilâhı olmasın-
15 dan dolayı “mutlak” olarak isimlendirimiştir. ([bütün varlıklara nisbetle]
böyle olandır.) Yani O’nun dışındaki her şey bütün bunların hepsinde
[zât, sıfat, fiil] O’na nisbet edilir, O ise bunlardan herhangi birinde onlara
nisbet edilmez. (Başkasının O’na nisbeti izafî, O’nun başkasına nisbeti
olmaması da selbîdir.)
20 [Allah]
[Hüviyet-i ilâhiyeyi; azamet ve celâlinden dolayı “hüve hüve”den baş-
ka bir şeyle ifade mümkün olmadığı ve o hüviyeti şerh ve tarif etmek
de ancak lâzımlarıyla olabileceği ve lâzımların bir kısmı izafî bir kısmı
selbî olduğunu beyan etmiştik. Yine her iki lâzımı cem etmek sûre-
25 tiyle yapılan tarifin o hüviyeti şerh ve tarifte en mükemmel olacağını
açıklamıştık. ‘Allah’ ismi bunun her ikisini cem etmiş bulunduğu için,
hüviyet-i mutlakaya işaret olan hüve’den sonra ‘Allah’ ismi getirilerek
‘hüve’ lafzının delâlet eylediği anlam [basît-i hakîkî ve zât-ı mutlak, /
zât-ı baht-ı ehadiyet] bununla izah ve şerh olundu.]

30 Sonra Allah Teâlâ’nın künhüne vakıf olmanın imkansız oluşuna şu sözüyle


işaret etti: (Hüviyet-i ilâhiyeyi; [hüve hüve’den başka bir şeyle] ifade etmek
mümkün olmadığından) yani kühnünü ifade etmek (azamet ve celâlinden
dolayı) Celâleddin [ed-Devvânî (ö. 908/1502)] Akâid-i Adûdiye Şerhinde
şöyle demiştir: O’nu künhü ile bilmek muhakkikîn indinde olası değildir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪309‬‬

‫ـ ً‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫כ‬ ‫ــא و د ـ ً ـ ا ـ‬ ‫ـאً( כ‬ ‫) ــא إ א ـ و ـ أ ـ‬


‫ـ ا ازم‪.‬‬ ‫ــא( أي‬ ‫)ا ـ زم ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ( أي ـ ا‬ ‫‪ ،‬وا כ ـ‬ ‫)و ـ‬
‫ئـ כـ ن‬ ‫‪.‬‬ ‫א ـ وا ـ‬ ‫ـ ا ا ـ اـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ وـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫وـ‬
‫א ـ ً‪.‬‬ ‫‪١‬‬
‫אـ‬ ‫ا‬

‫ـ‬ ‫ـ اـ ي‬ ‫ـ إ ـ ًא‪ .‬ـ ن ا ـ‬ ‫)وذ ــכ( أي ا ـ زم ا א ـ )כـ ن ــכ ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ وأ א ـ ‪) .‬دون כ ـ ( أي‬ ‫א ـ إ ـ ـ ذا ـ و‬ ‫ـ ه(‬ ‫إ ـ‬


‫ــא‪.‬‬ ‫ـ ء‬ ‫א ـ إ ـ ـ‬ ‫ـ ه ـ ما‬

‫א ـ ) ـ‬ ‫ـ ًא כ ـ إ ـ ًא‬ ‫ـ ( ـ ا ا ـ ‪ .‬وإ ــא ـ ّ‬ ‫)وا ـ ا‬


‫ــא‬ ‫ـ ء‬ ‫ـ إ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‪ ٢‬و‬ ‫ا ـ ي כ ــכ( أي ـ إ ـ ـ ه ـ‬
‫(‬ ‫ـ‬ ‫اـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫) א ــאب ا ـ إ ـ إ א ـ وכ ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ‬ ‫ــא إ‬ ‫ــא و‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫כـ أن‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا‬ ‫]و ــא כא ـ‬
‫ــא ـ‬ ‫ــא أن ا ـ ازم‬ ‫از ــא‪ .‬و ـ‬ ‫ـ إ ــא כـ ن‬ ‫ـ ـ ‪ .‬ـ ـ ح ــכ ا‬
‫ْ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ذכـ ا‬ ‫وا ـ ح ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫و ــא إ א ـ ‪ .‬و ــא أن ا כ ـ‬
‫ـ ﴿ ـ ﴾ כـ ﴿ا ﴾‬ ‫ـ م ّـ‬ ‫ـאً‬ ‫ــא‬ ‫ــאول‬ ‫אـ‬ ‫و ــא أن ا ـ ا‬
‫ــכ‪[.‬‬ ‫ـ ﴿ ـ ﴾ وכא ـ ح‬ ‫ـ‬ ‫ــא دل‬ ‫כـ ن ﴿ا ﴾ כא כא ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــ‬ ‫ا‬ ‫ــ ‪) :‬و ــא כא ــ‬ ‫א ــ‬ ‫ا ــאع اכ א ــ‬ ‫أ ــאر ا ــ‬ ‫ــ‬
‫ــא‬ ‫כ ــא )‬ ‫ــ‬ ‫ــא( أي‬ ‫ــ‬ ‫ا‬ ‫כــ‬ ‫‪٧٧]/‬ظ[‬ ‫ــ‬ ‫ا‬
‫ــ‬ ‫)ت‪٩٠٨.‬ه‪١٥٠٢/‬م([‬ ‫]ا وا ــ‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ ل‬ ‫ــאل‬ ‫ــא(‬ ‫و‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ و ــ‬ ‫כ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ :‬أ ــא‬ ‫ا‬ ‫ــ ح ا אئــ‬

‫‪.‬‬ ‫ا ا‬ ‫‪ :‬أى إ א ا‬ ‫ا א‬ ‫و‬ ‫‪١‬‬


‫אل‪.‬‬ ‫ا ات وا אت وا‬ ‫‪ :‬أى‬ ‫ا א‬ ‫و‬ ‫‪٢‬‬
310 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Onun imkansız olduğunu söyleyenler, İmam Huccetü’l-İslam [Gazzâlî (ö.


505/1111)] ve İmamü’l-Haremeyn [el-Cüveynî (ö. 478/1085)], Sûfîler ve
filozoflar gibileridir. Aristoteles’in Uyûnu’l-Mesâil’de söyledikleri dışında on-
lardan birinde bununla ilgili bir delile rastlamadım: Güneşe dikkatli bak-
5 tığında karanlık ve bulanıklık gözü kaplayıp [bu durum gözün güneşin]
tamamını görmesine engel olduğu gibi aynı şekilde akıl, zâtının künhünü
bilmek istediğinde onu hayret ve dehşet kaplar [ve bu] onun [zâtın] künhü-
nü bilmesine mâni olur. Sonra şöyle dedi: Bu hitabî hatta şiirî bir sözdür.1
Musannifin zikrettikleri Aristoteles’in söylediğiyle aynı olur. Nefsin,
10 gerçek şeriatle temizlenmesinden ve onun beşerî bulanıklıklardan soyut-
lanmasından sonra bedihî olanlar elde edildiği denilmiştir ki bu konuda
üç yol vardır.
(Hüve hüve’den başka bir şeyle ifade etmek mümkün olmadığın-
dan) Daha önce geçtiği gibi künhüne delalet edecek isim olmadığından
15 dolayı. Sonra onu açıklamak, tarif etmek ancak lâzımlarıyla olur. Lâzımla-
rın ise bir kısmı izafî bir kısmı selbîdir. (o hususta en mükemmeli) yani
açıklama ve tarif etmede en mükemmeli (ikisinin birlikte zikredilme-
sidir. “Allah” lafzı bu ikisini içerir.) Tamamınını içerdiği takdir edildi.
(Hüve’den sonra hüve lafzının delalet eylediği anlamı [zât-ı mutlak’ı
20 ortaya koysun diye] ‘Allah’ ismi takip etti. [“Takip etti (Akkabe)” fiili]
lemma’nın cevabıdır.2 O hüviyetin en üstün açıklayıcısı olsun diye ‘Allah’
ismini getirdi. (Burada) yani hüve’den sonra “Allah” lafzının gelmesinde ve
hüve’nin onunla açıklanmasında (pek çok başka ince anlamlar vardır.)
Onlardan bir kısmı zikredilmiştir. ‘Minha’da yer alan ‘min’ kelimesi buna
25 delalet etmektedir.

1 Ebu’l-Fazl Şihabuddin, Âlûsî, Ruhu’l-Meânî fi Tefsiri’l-Kur’âni’l-Azîm ve ve’s-Seb’ul-Mesânî, Daru İhya-


i’t-Turasi’l-Arabî, Beyrut: t.y., XVII/202-203.
2 Metinde yer alan cümle şu şekildedir:
‫ و ـ‬.‫ ـ ـ ح ــכ إ ــא כـ ن از ــא‬. ‫ــא إ ـ ـ ـ‬ ‫ــא و‬ ‫ــא‬ ‫כـ أن ـ‬ ‫]و ــא כא ـ ا ـ ا ـ ــא‬
ْ
‫ و ــא أن ا ـ ا ـ א ـ‬. ‫ـ‬ ‫ و ــא أن ا כ ـ ـ ا ـ وا ـ ح ــכ ا ـ ذכـ ا‬. ‫ــא أن ا ـ زم ــא ـ و ــא إ א ـ‬
[.‫ــא دل ـ ـ ـ وכא ـ ح ــכ‬ ‫ـ כـ ا כـ ن ا כא כא ـ‬ ‫ــא ّ ـ‬ ‫ــאول ــא‬
Hüviyet-i ilâhiyeyi; azamet ve celâlinden dolayı hüve hüve’den başka bir şeyle ifade etmek mümkün ol-
madığı, o hüviyeti şerh etmek de ancak lâzımlarıyla olabileceği, açıklandığı üzere lâzımların bir kısmı izafî
bir kısmı selbî olduğu ifade edildi. Yine her iki lâzımı birleştirmek sûretiyle yapılan tarifin en mükemmel
olacağı açıklandı. ‘Allah’ isminin her iki lâzımı birleştirdiği için hüviyet-i mutlakaya işaret olan hüve’den
sonra ‘Allah’ ismi getirilerek hüve lafzının delâlet ettiği zât-ı mutlak bununla ortaya konulmuş oldu.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪311‬‬

‫ا ـ )ت‪٥٠٥.‬ه‪١١١١/‬م([‬ ‫ـ م ]ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאل א א ـ כא ــאم‬ ‫ـ‬ ‫و ـ‬

‫ـ ‪.‬وـ‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ )ت‪٤٧٨ .‬ه‪١٠٨٥/‬م( [ وا‬ ‫ـ ]ا‬ ‫وإ ــאم ا‬

‫ــאئ ‪:‬‬ ‫ـ نا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذ ــכ ـ ى ــא ــאل أر ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫أ ـ‬

‫ــא ـ‬ ‫ـ وכـ رة‬ ‫ـ ما ـ‬ ‫ـ ق ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫ـ ىا ـ‬ ‫إ ـ כ ــא‬

‫ـ‬ ‫ـً‬ ‫ـ ًة ود‬ ‫ـ إرادة اכ ــאه ذا ـ‬ ‫ـ ىا ـ‬ ‫ــאر כ ــכ‬ ‫ــאم ا‬ ‫‪٥‬‬

‫‪١‬‬
‫ـ ّي‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫ــאل‪ :‬إ ـ כ م‬ ‫ـ اכ א ـ ‪ .‬ـ‬

‫ــ‬ ‫א‬ ‫ــ‬ ‫ــא ذכــ ه أر ــ ‪ .‬و ــ‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫و ــא ذכــ ه ا‬

‫ــ ‪.‬‬ ‫ا כــ ورات ا‬ ‫ــא ــ‬ ‫ــ و‬ ‫א ــ ائ ا‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬

‫ــ ‪.‬‬ ‫ا ــ‬ ‫א‬

‫א إ ــא‬ ‫ــ‬ ‫ــ כ ــא כ ــא ــ ‪ .‬ــ‬ ‫ــ ا ــ ال‬ ‫ــ ( ــ م ا‬ ‫ــ‬ ‫)إ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ‬ ‫ـ ( أي ـ ا ـ ح وا‬ ‫‪) .‬وا כ ـ‬ ‫از ــא وإ ــא إ א ـ و ـ‬ ‫כـ ن‬

‫כـ ن‬ ‫ـ ر ) ـ ( ـ اب َ ّ ــא ) ـ ــא (‬ ‫ــא( وا ــכ‬ ‫אو‬ ‫ــא‪ ،‬وإن ا‬ ‫)ذכ‬

‫ــ ــא‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ .‬و ــ ( أي ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا و ــ כא ــ אً ) ــא دل‬ ‫כא כא ــ‬

‫ـ כ ـ » ِ ـ «‪.‬‬ ‫ــא ـ ل‬ ‫כ ـ رة ـ‬ ‫כ ـ ة( وا‬ ‫ـ ) אئ ـ‬ ‫و ـ‬

‫‪.٢٠٣-٢٠٢/١٧ ،‬‬ ‫א‬ ‫روح ا‬ ‫‪١‬‬


312 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[Burada, [söylenilenin dışında] pek çok başka ince mânâlar da var-


dır: Onlardan biri şudur: O hüviyetin, ulûhiyet olan lâzımlarıyla tarif
edilmesi, onun hiçbir mukavvimi (kurucu unsuru) olmadığına işaret
eder. Aksi hâlde onları zikretmeyerek yalnız lâzımlarıyla tarif edilmesi
5 noksan [bir tarif ] olurdu.
Yine o nüktelerden biri şudur: Bu hüviyeti [hüviyet-i ilâhiyeyi], mahi-
yetin lâzımlarıyla [ulûhiyetin lâzımı ile yani izafî ve selbî lâzımlarını
zâtında cem etmiş olan Allah ile] şerh edince bunu O’nun bir (ehad)
olduğu [ifadesi] takip etti. “Ehad”, birliğin (vahdaniyet) son sınırında
10 bulunan demektir. Burada [‘Allah’tan sonra ‘ehad’ denilmesi], O’nun
vahdetin en son sınırında bulunmasından ve tarif bakımından hiçbir
mukavvimatı olmamasından [o hüviyetin] mukavvimatla tarifinin
mümkün olmadığına bir tembih vardır.1
[Böylece] kelâmın takdiri şöyle olur: Tarifi ve şerhi mümkün olma-
15 yan bir hüviyet. Bu hüviyetin tarifinde mukavvimatın ziredilmeyerek
ilâhiyetten ibaret olan lâzımlarıyla yetinilmesi akılların künhünü an-
lamaktan ve nurların parıltılarının başlangıçlarının önünde durmak-
tan aciz kaldığı vahdetin son sınırında ve basîtlikte kemal derecesinde
olmasındandır.]

20 (O nüktelerden biri şudur: O [hüviyetin] lâzımlarla tarif olun-


ması) yani bu hüviyetin tarifi (O’nun hiçbir mukavvimi olmadığına
işaret eder.) Dolayısıyla ittifakla hariçte basît olduğu gibi zihinde de
basît olur. ([Yine o nüktelerde biri şudur]: O’nu onunla şerh edin-
ce) yani bu hüviyeti, ulûhiyetle şerh edince (bunu) o şerhi (O’nun
25 vahdaniyetin son sınırında bulunan demek olan ‘ehad’ takip etti.)
(Burada) Yani bu takipte (en son sınırında olduğundan dolayı) Yani
vahdetin en son sınırında olduğundan dolayı. Lâzımın melzûma atfı
olması kabilinden kurucu unsurları [mukaddemât]2 yoktur. (onlarla
tarif edilemeyeceğine dair tembih vardır.) Yani bu hüviyetin [mukav-
30 vimatla] tarif [edilemeyeceğine tembih vardır]. Çünkü tezyinat inşadan
sonra gelir. Eğer “en son sınırında olduğundan dolayı” sözüne atıf olur-
sa [böyle olur.]

1 Yani lâzımlarını söylemekten başka bir sûretle tarifin imkânsız olduğuna bir tenbih vardır.
2 Bu şerhe mahsus olmak üzere mukavvim (mahiyetin kurucu unsuru) kelimesi yerine mukaddimât (ön-
cüller) kelimesi kullanılmaktadır. Çeviride öncül olarak değil kurucu unsur olarak tercüme edilmiştir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪313‬‬

‫ـ أ ـ‬ ‫از ــא و ـ ا‬ ‫ـ‬‫ــא ـ ف ــכ ا‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫أ ـ ى‪:‬‬ ‫אئـ‬ ‫]و ـ‬


‫ّ‬
‫ــא ا ـ ا ـ ازم א ـ اً‪.‬‬ ‫ــאت وإ ــכאن ا ـ ول‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ذ ــכ ـ ـ‬

‫ذ ــכ ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾‪ .‬و ـ‬ ‫ّـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ زم ا‬ ‫ــא ـ ح ــכ ا‬ ‫و ــא أ ـ‬

‫ـ ا א ــאت ـ‬ ‫ــא כאن ـ أ‬ ‫ـ أـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ‪ ،‬ــכאن ـ‬ ‫ا אـ ـ ا‬

‫ـ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـم ـ ر‬ ‫ــאت‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة و ـ כـ‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ ح ــא إ ــא ــ ك‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ــ ا ــכ م‪ :‬ا‬ ‫ــ‬ ‫כــ ا ــ ازم‪ .‬و‬ ‫إ‬

‫א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ذכــ ا ــ ازم‪ ،‬و ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــאت وا‬ ‫ــא ذכــ ا‬ ‫ــ‬

‫א ــ ا ــ ل ــ اכ ــא א وا ــ ف دون‬ ‫א ا ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــא وכ ــאل‬ ‫و‬

‫ــאدئ إ ـ اق أ ار ــא‪[.‬‬

‫א ــא( כ ن‬ ‫ـ م‬ ‫ـ )أ ـ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫از ــא( أي‬ ‫ــא‬ ‫) ــא أن‬ ‫‪١٠‬‬

‫א( أي ــכ‬ ‫ّ ــא ـ‬ ‫ـ ا ــאرج ا א ـאً ) ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ ــא أ ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬

‫ـ ‪ ،‬و ـ ا א ـ ‪٧٨]/‬و[ ـ‬ ‫ذ ــכ( ا ـ ح ) ـ ا‬ ‫ـ ) ـ‬ ‫ـ ) ــא( أي א‬ ‫ا‬

‫א ــא( أي ـ‬ ‫ــא כאن ـ أ‬ ‫ـ ًא ـ أ ـ‬ ‫)‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة ــכאن ـ ( أي ــא ـ ا ا‬ ‫ا‬

‫ا ـ زم ـ ا ـ وم ) ـ ر‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאت ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة‪ .‬و ـ כـ‬ ‫ـ ا‬ ‫أ‬

‫ـ ا ـ ش‪ .‬وإن‬ ‫ــאت؛ ن ا ـ‬ ‫ـ ) ــא( أي א‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא( أي‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــא כאن‪«...‬‬ ‫ـ »وإ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬


314 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[İnce mânâlardan biri de şudur: Mebde-i Evvel’in hüviyetinin birçok lâ-


zımı vardır ve [bu lâzım]ların hepsi bir tertip üzeredir. Çünkü lâzımlar,
[O’nun] malûlleridir. Her yönden basit, gerçek bir olandan ancak bir
sudur eder. Bu da dikey veya yatay olarak kendisinden inen tertip üzere
5 olur. Bir şeyin yakın lâzımı, tarif bakımından uzak lâzımdan daha kuv-
vetlidir. Dolayısıyla insanın şaşıran (müteaccib) olması, gülen (dâhik)
olmasından daha iyi tarif olmaktadır. Bunun içindir ki bir şeyin mahi-
yeti, lâzımlarından biri ile tarif edilmek istenildiğinde lâzım, o mahiyete
ne kadar yakın ise tarif de o derece güçlü ve açık olur.
10 Bunu daha kuvvetli bir tahkik olmak üzere başka bir tarzda zikrede-
biliriz. Şöyle ki: Bir şeyin uzak lâzımı, hakikatte o şeyin malûlü ol-
mayıp bilakis malûlünün malûlü olur. Sebebi olan bir şey, [onu varlı-
ğa getiren] sebeplerini bilmeksizin gerçek mânâda (hakikatiyle) tarif
edilemez. Bu tahkike istinaden diyebiliriz ki mahiyetin tarifinde uzak
15 lâzımlardan bir şey zikrolunsaydı bu tarif, hakîkî bir tarif olmazdı.
Zira bir şeyin hakîkî tarifi, tarifte o şeyin [mahiyetin] başkası için de-
ğil, zâtından dolayı gerektirdiği (li zâtihi iktiza ettiği) yakın lâzımın
zikredildiği tariftir.
İlk İlke’ye (Mebde-i Evvel) gelince O’nun varlığının vâcib (zorunlu)
20 olmasından daha kadim (daha yakın) bir lâzımı yoktur. Çünkü ancak
O, hüve hüve [bi zâtihi] Zorunlu Varlıktır (Vâcibu’l-vücûd). Varlığı-
nın zorunluluğu vasıtasıyla kendisi dışındaki her şeyin [bütün mev-
cûdâtın] ilkesi olması O’na lâzım gelir. İşte şu iki şeyin [li-zâtihi vâci-
bu’l-vücûd ve bütün eşyanın mebdei olmak lâzımlarının] toplamı ilâh
25 olmaktan (âlihiyet) ibarettir.
Bunun içindir ki “hüve” lâfzı ile ‘hüve’ den başka bir şeyle ifade edilmek
imkânı olmayan basit-i hakîkî hüviyet-i mahza’ya işaret etmiş, lâzımın-
dan bir şeyle tarif edilmesi gerekli olduğundan bu [hüve lafzını] gerekli-
lik bakımından (lüzûm) kendisine en yakın şey [yakın lâzımı] ile takip
30 etmiştir ki bu da selb ve icab lâzımlarını toplayan “ilahlık”tır (âlihiyet).1
Onu tesbih ve takdis [birden ziyade ve başkasına muhtaç olmak gibi ek-
sik sıfatlardan tenzih] ederim. O’nun şanı ne yüksek, kuvvet ve kudreti
ne kahirdir! O, hacetlerin [yalnız] O’nda son bulduğu ve istenilen şeyle-
rin ancak O’ndan olduğu [ilahtır]. O’nu tavsif edenlerin en büyük ve en
35 beliğ vasıfları, O’nun [Kur’ân’da] kendi nefsi için ihtiyar eylediği celâl,
azamet, fazilet ve güzellik mertebelerinin en aşağılarına bile yetişemez.

1 Yani hüve’den sonra hemen en yakın lâzımını getirdi ki o da selb ve icab lâzımlarını, selb ve icabdan ibaret
olan bütün kemal vasıflarını kendisinde toplamış olan âlihiyet (Allah) tir. Hüve’nin delâlet eylediği zât-ı baht
ve vücûd-i mutlak’ın en yakın lâzımı Allah’tır. Buradaki ‘hüve’ ancak ‘Allah’ lâfza-i celâli ile tarif olunabilir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪315‬‬

‫]و ــא أن ـ ا ـ أ ا ول ــא ـ ازم כ ـ ة‪ .‬و כ ـ ــכ ا ـ ازم َّ ـ ‪ .‬ـ ن‬


‫َ‬
‫ـ ر ـ أכ ـ‬ ‫ا ـ ازم ـ ت‪ .‬وا ـ ء ا ا ـ ا ـ ُّ ا ـ ـ כ و ـ‬
‫ـ‬ ‫ـאً‪ .‬و ن ا ـ زم ا‬ ‫ًو‬ ‫ـ ه ـ‬ ‫ا ــאزل ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ا ـ إ‬
‫א ــכאً‪.‬‬ ‫ّ ـאً أ ـ ف ـ כ ـ‬ ‫ــאن‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ن כـ ن ا‬ ‫ـאً ـ ا ـ زم ا‬ ‫أ ـ‬
‫ــא כאن ا ـ زم أ ـ ب‬ ‫از ــא‬ ‫ـ ء ـ‬ ‫ـ ء‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ْ أراد‬ ‫‪٥‬‬

‫أ ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫כאن ا‬

‫ـ ا ـ ء‬ ‫ـ‬ ‫ـאً‪ :‬و ـ أن ا ـ زم ا‬ ‫ـ آ ـ أ ـ‬ ‫ـ ا ا ــכ م ـ‬ ‫و כـ‬


‫ــ ‪ ،‬وا ــ ء ا ــ ي ــ‬ ‫ً‬ ‫ــ‬ ‫כــ ن‬ ‫ــ ‪ ،‬ــ‬ ‫ــ ء‬ ‫ً‬ ‫ــ‬ ‫כــ ن‬
‫ـ ُذכ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫ـא ‪.‬‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ‬ ‫ـف א‬ ‫ـ‬
‫ـאً‪،‬‬ ‫ـאً‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة ـ כ ـ ذ ــכ ا‬ ‫از ــא ا‬ ‫ـ ء ـ‬ ‫ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ‬ ‫ـ ءاـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ا زم ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن ُ כـ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬


‫ـ ه‪.‬‬ ‫ا ـ ء اـ‬

‫ـ د‬ ‫ا‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫ـ د‪ .‬ـ ـ‬ ‫زم أ ـ م ـ و ـ ب ا‬ ‫ـ‬ ‫وا ـ أ ا ول‬


‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ع‬ ‫ــא ـ اه‪ .‬و‬ ‫ـ أ ــכ‬ ‫ـ أـ‬ ‫و ـ ب و ـ ده‬ ‫ــא‬ ‫و‬
‫ـאً ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ﴿ ـ ﴾اـ ا‬ ‫ـ ا ــא أ ــאر‬ ‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ء ـ ا ـ ازم‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ء ـ ىأـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ أن‬
‫ّ‬
‫ـ ا א ـ ا ـ زم ا ـ‬ ‫ـ אء و ــא ـ ‪ ،‬و ـ ا‬ ‫ذ ــכ כ ـ أ ـ ب ا‬ ‫ّـ‬
‫ــאب‪.‬‬ ‫وا‬

‫ـ ا א ــאت و ـ‬ ‫ـ א ‪ ،‬ـ اـ ي ـ‬ ‫ــא و ــא أ ـ‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫ـ א‬


‫ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ ـ ا ـ ل وا‬ ‫ــא ا ـ‬ ‫ـ أد ـ‬ ‫ـ ه ـ ا א ــאت‪ ،‬و‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ـ ‪.‬‬ ‫ا ا‬ ‫ـ ت ا א ـ وأ ـ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ‬ ‫وا‬


316 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Belki bu hususta mümkün olan miktar, daha ziyadesini söyleye-


bilmenin imkansız olduğu şeyi söylemektir ki o da Kitâb-ı Azîz’inde
zikreylediği, [Kur’an’ın] ince (dakîk), parlak (celî), açık (zâhîr) ve mü-
nezzeh yüksek varlığına tevdi ettiği [vasıflardır].
5 (Mebde-i Evvel’in hüviyetinin birçok lâzımı vardır.) Her şeyden
müstağni olması, her şeyin O’na muhtaç olması ve vahdetin son sınırında
olması gibi. (Fakat bu lâzımlar bir sıraya (tertibe) göredir. Çünkü lâ-
zımlar O’nun malûllerdir. Her yönden basît olan hakîkî bir’den ancak
birden fazlası sudur etmez. Bu da kendisinden yatay ve dikey şekilde
10 inen bir tertibe göre olur.) Birinci şekil’den olan kıyasa şu şekilde işarettir:
Çok olan lâzımlar, her yönüyle basît olanın malûleridir. Her malûlün bir
mertebesi vardır. Sonuç şu şekilde olur: Çok olan lâzımların bir tertip üze-
redir. Bu kıyasın büyük öncülü (kübrâ) filozofların bir görüşüne dayanır:
[O da] “Fail illet basît ise ondan birden fazlasının sadır olması muhaldir.”
15 [görüşüdür.] Bu görüşle ilgili tam olmayan deliller ortaya koymuşlardır.
Bunları öğrenmek isteyen hikmet kitaplarına baksın!
(O lâzımlardan yakın lâzımlar tarif bakımından [uzak lâzımlardan]
daha kuvvetlidir.) İnsanın lâzımlarında olduğu gibi yakınlığın artması ta-
rifin güçlü olmasını gerektirir.1 (Mebde-i Evvel’e gelince O’na varlığının
20 zorunluluğundan daha kadim bir lâzım ilişmez.) Böylece varlığın zo-
runluluğu, diğer lâzımların hepsinden daha yakın olur. Nahivde açıklan-
dığı üzere [yakınlık] örfi anlamıyladır. Varlığın zorunluluğunun O’ndan
sadır olan en yakın lâzım olması, filozofların çoğunluğunun ileri sürdüğü
görüşe aykırıdır ki onlara göre ilk lâzım akl-ı evveldir. Allah’ım! Mutlak
25 olarak değil de âlemden [veya sıfatlarından] olan ilk lâzımı kastettiği veya
bu konuda Şeyh’in [İbn Sina] onlara uymadığı [da] söylen[ebil]ir.
(Onun [varlığının zorunluluğu] vasıtasıyla O’nun bütünün il-
kesi olmazı lâzım olur. İşte bu iki lâzımın (li-zâtihi vâcibu’l-vücûd
ve her şeyin mebdei olması) bütünü O’nun ulûhiyetidir. Bundan
30 dolayı) yani ilâhî hüviyetinin isimsiz olması ve ancak ‘hüve’den baş-
ka bir şeyle ifade edilmesinin mümkün olması sebebiyle (bununla hü-
ve’den başka bir şeyle ifade edilmesi mümkün olmayan) (basît olan
hüviyet-i mahzaya mutlak surette) zorunlu ve katî olarak (işaret etti.
Muhakkak O’nun) bu sebeple (lâzımlarıyla tarif edilmesi gerekli-
35 dir.) Çünkü o, nazarîdir. Tarif edilmeksizin söz, bir anlam ifade etmez.

1 Metinde “gerektirmez” şeklinde yer almaktadır. Ancak diğer şerhlerde yer alan bilgilerle karşılaştığında
bu ifade “gerektirir” şeklinde olmalıdır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪317‬‬

‫ــ‬ ‫ــ ا ــ ي ذכــ ه ــ כ א ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ أز ــ‬ ‫כــ ذכــ ه ا‬ ‫ــ ا ــ ر ا‬


‫ــ ‪[.‬‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ س وا ــ ز ا א ــ ة ا‬ ‫وأود ــ ــ و ــ ا‬

‫ــאج ا ــכ إ ــ‬ ‫ــ אء ــ ا ــכ وا‬ ‫ــ ا ــ أ ا ول ــ ازم כ ــ ة( כא‬ ‫)‬
‫ـ‬ ‫ـ ر ـ ا‬ ‫ت ـ ‪.‬و‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ة ) כ ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫وכ ـ ـ أ‬
‫ــאس ـ‬ ‫ـ ه( إ ــאرة ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ כ و ـ أכ ـ ـ ا ا ـ إ‬ ‫‪٥‬‬

‫ت‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ و ـ ‪ ،‬وכ‬ ‫ـ‬ ‫ت‬ ‫ـ‬ ‫ا ــכ ا ول כـ ا‪ :‬ا ـ ازم ا כ ـ ة‬


‫ـ أن‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وכ ـ اه‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ‪ :‬إن ا ـ ازم ا כ ـ ة‬ ‫ـ‬
‫ا‬ ‫ــא أכ ـ ـ وا ـ ‪ .‬وا ـ‬ ‫ـ ر‬ ‫ا ـ אل أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ כא ـ‬ ‫ا ـ ا א ـ‬
‫ا כ ـ‪.‬‬ ‫ـ إـ כـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ ع‬ ‫ـ א ـ ‪ .‬ـ أراد ا‬ ‫ئـ‬ ‫ـ‬

‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ‪١‬أ ـ‬ ‫ــא ـ ( إن ز ــאدة ا ـ ب‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫)وإن ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ د( כ ـ ن و ـ ب‬ ‫ـ م ـ أ ـ م ـ و ـ با‬ ‫ــאن‪).‬و‬ ‫ـ ازم ا‬ ‫כ ــא ـ‬


‫ـ ‪ .‬وכ ـ ن و ـ ب‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ כ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د أ ـ م ـ ا ــכ ‪ .‬و ـ‬ ‫ا‬
‫ـ أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ را‬ ‫إ ـ‬ ‫ــא ذ ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ د أ ـ م ا ـ ازم ا ــאدرة ـ‬ ‫ا‬
‫ـאً‪.‬‬ ‫‪٢‬‬
‫ا ـ ازم ا ول ـ ا ـ ا ول‪ .‬ا ـ أن ـ اد ا ـ زم ا ول ـ ا א ـ‬
‫ـ ا ا ـ ل‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫‪٧٨]/‬ظ[ ـ‬ ‫أو ــאل إن ا ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ‪ .‬و ا( أي‬ ‫ا‬ ‫ـ ا ز ـ‬ ‫ـ ع‬ ‫ـ أ ا ــכ ‪ ،‬و‬ ‫ـ أـ‬ ‫)و ا ـ‬


‫ا‬ ‫ا‬ ‫)أ אر‬ ‫אإ‬ ‫כ ا‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫وכ نا‬
‫ـ ـ‬ ‫ــא ا‬ ‫ـ‬ ‫כـ ا‬ ‫ـאً‪) ٣‬ا ـ‬ ‫ـאً‬ ‫ـאً( أي وو‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا ــכ م ـ ون‬ ‫ـ ّي‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ــא א ـ ازم(‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫وأ ـ ( و ـ )‬

‫«‪.‬‬ ‫»‬ ‫ا‬ ‫‪١‬‬


‫כ ‪.‬‬ ‫אכ א‬ ‫א إن‬ ‫و ا א ‪ :‬أى اء כאن ا א أو‬ ‫‪٢‬‬
‫ا ا ـ وا ا ـ‬ ‫ــא ـ ا ـ‬ ‫ـ دا ـ سا‬ ‫ـ ‪ .‬ووا ـ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫د ــא‪ ،‬وذ ــכ‬ ‫ــא א ـ ـ‬ ‫‪٣‬‬
‫ً‬ ‫ـ ا ـ دات ـ ا ـ ق ـ‬ ‫ـ ر ا כ ـ ــאء ـ‬ ‫ـ ن ا כא ـ ن‪ .‬و א ـ‬ ‫א ـ وا‬ ‫و ـ ـ ا‬
‫ـ ا ـ ‪.‬‬ ‫ـאً‪ .‬כ ـ ا ـ ـ ح ا ا ـ‬ ‫כא ـ أو‬
318 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[Hüve’den] sonra en yakın lâzımını tarif bakımından daha güçlü oldu-


ğu için getirdi. Daha önce bu konuda [en güçlü olan gelmişti] ki o da
ulûhiyettir. Az önce geçtiği gibi [ulûhiyetin] ilk cüzü, onun zorunlu
olmasıdır. ([O da] icab) her şeyin kendisine nisbet edilmesi (ve selb
5 lâzımlarını) O’nun hiçbir şeye nisbeti olmamasıdır (içeren [ulûhiyet
lâzımıdır].)
[“[Burada şöyle bir şüphe var[id olur]. O da Yüce Allah’ın mahiyeti-
nin bilgisi, başkası için ancak izafetlerle ve selblerle mümkün ise de
Yüce Allah’ın, o mahiyeti bilmektedir. Burada akıl, akleden (âkil) ve
10 akledilen (ma‘kûl) birdir. Dolayısıyla niçin o mahiyeti zikretmedi ve
lâzımların zikriyle yetindi?
[Cevaben] diyoruz ki: İlk İlke’nin (Mebde-i Evvel) asla kurucu (mu-
kavvim) unsuru yoktur. Çünkü O, mücerred birliğe (vahdet) sahip
olup [her türlü kesretten münezzeh olarak] sırf (mahza) basîttir. O’n-
15 da hiçbir sûrette çokluk ve ikilik yoktur.
O’nun kendi zâtını akletmesi, zâtının kurucu unsuru (mukavvim) olup
da onu akletmesi değildir. Bilakis O’nun zâtına dair aklettiği şey başka
değil ancak her yönden çokluktan münezzeh olan saf birliği (vahdet-i
sırfa) ve salt (mahza) hüviyetidir. O [hüviyetin ve] birliğin (vahdet)
20 birtakım lâzımları vardır. Bunun içindir ki [basît-i hakîkî olan] o hü-
viyeti zikretmiş ve onu yakın lâzımlarıyla açıklamıştır. [Böylece] ne ise
o olan özel varlığına (vücûd-i mahsus) işaret etmiştir.”
Bu [şekilde şerh ve izah] için hikmette bir usul vardır: Basît olanları
kemalde yakın lâzımlarıyla tarif etmek, birleşik (mürekkeb) olanları
25 kurucu unsurlarla (mukavvimât) tarif etmek gibidir.
Çünkü tam ve kemal mertebesini bulan tarif, nefiste akledilenle
uyumlu (mutabık) bir suret oluşturan (hasıl eden) tariftir. Eğer ta-
rif edilen [bilinmesi istenilen şey] birleşik (mürekkeb) olursa nefiste
parçalarının (cüz) meydana gelmesi gerekir. [Eğer bilinmesi istenilen
30 şey] basît olur ve yakın lâzımlarıyla tarif olunursa akılda bu şekilde
meydana geldiğinde aklî suret de [akledilene] uyumlu olur. Bina-
enaleyh, bir şeyi yakın lâzımlarıyla tarif, bu bölümde birleşiklerin
(mürekkeb) mukavvimat ile yapılan tarifi gibidir. Bu meselenin in-
celemesinin (takrîr) tamamı, Kitâbü’ş-Şifâ adlı eserimdeki mantık
35 bölümünde mevcuttur.]
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪319‬‬

‫ـ ‪.‬و ـ أـ‬ ‫ــא ـ و ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـאً‪ .‬و ـ‬ ‫ّ ـ א ـ ب و ـאً כ ـ أ ـ ّ‬


‫ّ‬
‫ــאب( و ـ‬ ‫ــא כ ــא ـ آ ـאّ‪) .‬ا א ـ‬ ‫ـ ب ا ـ ي ـ ا ـ ء ا ول‬ ‫ا‬

‫ــא ا ـ ا ـ ‪.‬‬ ‫ـ ما‬ ‫(و ـ‬ ‫ــאب ا ــכ إ ـ )وا ـ‬ ‫ا‬

‫ــא إ‬ ‫ـه‬ ‫כـ‬ ‫ــאرك و א ـ وإن כאن‬ ‫ـכ و ـ أن א ـ‬


‫ـ ّ‬ ‫]و ـ‬
‫ــא‪ .‬ـ ن ــאك ا ـ‬ ‫אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ــאت وا ـ ب إ أ ـ‬ ‫ا‬ ‫ــא‬ ‫‪٥‬‬

‫ــכ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــכ ا א ــ وا‬ ‫כــ‬ ‫ــאذا ــ‬ ‫ــ ل وا ــ ‪.‬‬ ‫وا א ــ وا‬
‫ا ـ ازم؟‬

‫ــ دة‬ ‫ــ و ــ ة‬ ‫ــאت أ ــ ً‪.‬‬ ‫ــ أ ا ول ــ ء ــ ا‬ ‫ــ ل‪ :‬ــ‬


‫ــאك أ ــ ً‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ و כ ــ ة ــ و ا‬ ‫و ــא‬

‫ــ ذا ــ إ‬ ‫ــ‬ ‫ــאت‪ ،‬ــ‬ ‫ــ ذا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ــ ه‪ .‬و ــכ‬ ‫ــ ا‬ ‫ا כ ــ ة ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ِ ــ ا‬ ‫ــ ا‬ ‫ا‬
‫ــ ‪ .‬و ــ أ ــאر‬ ‫א א ــ ازم ا‬ ‫ــ و ــ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ــ ة ــ ازم‪ .‬ــ ذن ذכــ‬ ‫ا‬
‫ـ ا כ ـ‪.‬‬ ‫ـ‪.‬و ـ اأ ـ‬ ‫א ـ و ـ ده‬ ‫ـ‬ ‫ـ ص‬ ‫ا ـ و ـ ده ا‬
‫כ ــאت כـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ا כ ــאل כ‬ ‫از ــא ا‬ ‫ــאئ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫و ـ أن‬
‫א ــא‪.‬‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــ ل‪ .‬ــ ن‬ ‫א ــ‬ ‫ــ رة‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ أن‬ ‫ا א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ن ا‬
‫ــ ًא و ــ ــ ازم‬ ‫أ ائــ ‪ ،‬وإن כאن‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫أن‬ ‫כ ــ ًא و ــ‬ ‫כאن‬
‫א ــ أ ــ ًא‪ .‬כــ ن‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ رة ا‬ ‫ــ ا ــ כ ــכ כא ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬
‫כ ــאت‪ .‬و ــאم‬ ‫ــאت ـ ا‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ا ــאب כא‬ ‫א ـ ازم ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫ــ כ ــאب ا ــ אء‪[.‬‬ ‫א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ا‬ ‫ــ‬ ‫‪٢٠‬‬
320 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Burada) yani “lâzımlarının dışında başka bir şeyle şerhi mümkün de-
ğildir” cümlesinde (şöyle bir şüphe varid olur.) Şüphe şu şekilde söylene-
rek tekrar edilen bir men edilmeye döner: Allah Teâlâ’ya nisbetle mümkün
olmamasını kastediyorsa bu, memnûdur; bize olan nisbetini kastediyor-
5 sa bunun kabul edilmesinin bir faydası yoktur. Çünkü tarif edilen, Allah
Teâlâ’dır. İmkan, O’nun için ortaya çıkar. Bilakis kesinlikle bu şekilde olur.
Cevap ikinci şıkkın tercih edilmesine râci olur. İmkanın men edilmesi ve
batıl olması, Allah Teâlâ’ya olan nisbetiyle ilgilidir.
(O [şüphe] de şudur: Allah Teâlâ’nın mahiyetinin bilinmesi başkası
10 için ancak izafetlerle ve selblerle mümkün ise de) bu ikisiyle kastedile-
nin ne olduğunu biliyorsun (ancak O, onu) kendi mahiyetini (bilmek-
tedir. Dolayısıyla niçin bu mahiyeti zikretmedi de lâzımların zikriyle
yetinildi?) Yani lâzımların zikri ile yetinilmiştir.(Cevaben deriz ki: Meb-
de-i Evvel’in asla mukavvim unsuru yoktur.) Yani ne zihinde ne hariçte
15 mukavvim unsuru yoktur. (Çünkü O mücerred, her türlü kesretten mü-
nezzeh olarak basît bir birliktir.) Basît olmak, mücerred birliğin, sıfât-ı
kâşifesi [en belirgin/ayırt edici özelliği]dir. Daha önce geçtiği delil üzere bu
birliğin bir tertip üzere olan pek çok lâzımı vardır.
(Hüviyeti zikrettiğinde ve o hüviyeti onun yakın lâzımlarıyla açıkla-
20 dığında) Daha önce onlara işaret edilmişti (özel varlığına işaret etmiştir.)
“Hüve”nin zikredilmesi ve “Allah” ile açıklanması şekliyle. (Bu şekilde)
Yani vâcib olanın lâzımlarla tarifinde (hikmette usul vardır.) [Hikmette]
zikredilen bir kural [vardır]. (Bu da basît olanların) Akıllar (ukûl), felekî
ve insanî nefisler gibilerin yakın lâzımlarıyla (kemal derecesindeki tarifi,
25 yakın lâzımlarıyla olur.) [Aklın] onlardan tarif edilene intikal etmesi se-
bebiyle. Aksi takdirde tarif edici (muarrif) olmazlar. Burada başka şartlar
vardır. Bunlar için mantık kitaplarına bakılmalıdır. Bu, canlılar gibi mü-
rekkeb olanların mukavvimât ve lâzımlarıyla tarifi gibidir. Evla olan, basit
olanların tarifinin ancak lâzımlarıyla olduğunu söyleyerek basît olanların
30 tarifinde hasr edatının açıkça zikredilmesidir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪321‬‬

‫از ــא« ) ــכ( و ــ را ــ ا ــ‬ ‫אإ‬ ‫ــ‬ ‫כــ‬ ‫ــ »‬ ‫)و ــ ( أي ــ‬
‫ـ ع وإن أراد‬ ‫אـ‬ ‫‪١‬‬
‫ـ إ ـ‬ ‫ا ـ א د ـ ـ ن ــאل إن أراد ـ م ا ــכאن א‬
‫א ـ ‪ .‬وا ــכאن‬ ‫ـ وف ـ ا‬ ‫ـ ؛ نا‬ ‫ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ ــא‬ ‫א‬
‫ــאر ا ـ ا א ـ ‪ .‬و ـ‬ ‫ـאً‪ .‬وا ـ اب را ـ ا ـ ا‬ ‫ـ ل‬ ‫ـ‪ ،‬ـ ا‬ ‫א ـ‬
‫אـ ‪.‬‬ ‫ـ إ ـ‬ ‫ا ــכאن وإ א ـ א‬ ‫‪٥‬‬

‫א ــאت وا ــ ب( و ــ‬ ‫א‬ ‫ــ ه إ‬ ‫כــ‬


‫ــ א ــ وإن ــ‬ ‫)و ــ إن‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כ ــא وا‬ ‫ــא )إ أ ـ א ِ ـ ــא( أي א ـ ‪ ) ٣‬ـ ـ‬ ‫ا ـ اد‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ أ ا ول ـ م أ ـ ( أي‬ ‫ــכ ا ـ ازم( أي ـ ذכ ــא ) ـ ل‪ :‬ـ‬
‫ـ כא ـ‬ ‫ـ ه ـ ا כ ـ ة(‬ ‫ـ‬ ‫ـ دة‬ ‫ـ ا ــאرج ) ـ و ـ ة‬ ‫ـ و‬ ‫ا‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ــא ـ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة ـ ازم כ ـ ة‬ ‫ـ دة‪ .‬و ــכ ا‬ ‫ـ ةا‬ ‫‪٧٩]/‬و[‬ ‫‪١٠‬‬

‫) ــ ذا ذכــ ا ــ و ــ א א ــ ازم ا ــ ( ا ــ ــ ت ا ــאرة )إ ــא( أي‬


‫أراد ــא )أ ــאر ا ـ و ـ ده ا ــאص( ذכ ـ ًا ـ و ـ אً ــא )و ـ ا( أي ِ ـ‬
‫ــ‬ ‫ا ا ــ א ــ ازم )أ ــ (‪ ،‬أي א ــ ة כــ رة ) ــ ا כ ــ و ــ أن‬
‫ـאً ) ـ ا כ ــאل(‬ ‫ـ‬ ‫از ــא ا‬ ‫ــא‬ ‫ــאئ (‪ ٤‬כא ـ ل وا ـ س ا כ ـ وا‬ ‫ا‬
‫ـ‬ ‫ــא ـ وط آ ـ ‪،‬‬ ‫ِ ـאً‪ .‬و‬ ‫ـ כـ‬ ‫ــאت وإ‬ ‫ــא ا ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـن‬ ‫‪١٥‬‬
‫ّ‬
‫א ــא و از ــא أ ــאً‪.‬‬ ‫ا ــאت‬ ‫כ ــאت‪ ٥‬כא‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ .‬כ‬ ‫ا‬ ‫ــ כ ــ‬
‫ــאئ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ن ــאل أن‬ ‫ــאئ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ح أداة ا‬ ‫א و ـ أن‬
‫از ــא‪.‬‬ ‫إ ــא ـ‬
‫א ‪.‬‬ ‫ا‬ ‫א‬ ‫و ا א ‪:‬‬ ‫‪١‬‬
‫و ـ أ ــא‬ ‫إ ـ ا ـ‬ ‫כ ــא ذ ـ‬ ‫و ـ ا א ـ ‪ :‬ـ إ ــאرة ا ـ ـ ـ م ا ــכאن א ـ إ ــא ــאء ـ أ ــא כـ ـ وا ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ــא ا ـ א ـ ا ا ـ כ ــא ذ ـ إ ـ ـ آ ـ ‪ .‬و ـ ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ א‬
‫ـ أ ــא ـ‬ ‫ــא‬ ‫أ ــא א ـ‬ ‫ـ اـ‬ ‫ـ א א ـ ‪ .‬وذ ـ‬ ‫ـ ا ـ أن ا ـ س ا ــא‬ ‫وـ ا א ـ ‪:‬ذ ـ ا‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ ‪» :‬أ ــאس ــאدن‬ ‫ـ و‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ة א א ـ ‪ .‬ـ ‪ :‬ـ أن כ ـ ن ـ‬ ‫ـ כ ـ ع أ ـ اد‬ ‫ـ‬ ‫ــא أ ـ اع‬
‫ــא ا ـ ‪«.‬‬ ‫אכـ‬ ‫ــא ائ ـ و ــא‬ ‫ـ و ـ ‪» :‬ا رواح ـ د ـ ة ــא ــאرف‬ ‫ـ‬ ‫כ ــאدن ا ـ وا ـ « و ـ‬
‫ــאرك‬ ‫ـ اد ـ‬ ‫א ـאً ــאئ ا‬ ‫ــא‬ ‫ــא‪ .‬وأ ــא ـ أن כـ ن כ‬ ‫ــאر‬ ‫ـ ا‬ ‫إ ــאرة ا ـ ـ ا‪ .‬و ــאل ا ــאم‪ :‬إن ـ ا ا‬
‫ـ ا ــאن א א ـ أ ـ ـ ـ أ ـ ‪.‬‬
‫وا ـ وا ـ ـ‬ ‫ـ ـ و ـ دا ـ‬ ‫ـ ا ــא ا‬ ‫ــא ـ ل ا ـ ا وا ـ‬ ‫ـ ا ـ ل‬ ‫ـ‬ ‫כـ ا ـ ـ ح ا‬
‫أن و ـ ب ا ا ـ‬ ‫ــא‪ .‬و ـ ـ‬ ‫د ــא כـ ن‬ ‫ـ ا ـ و ـ כאن א ـ‬ ‫ا ــאرج و ـ د ـ ا ـ ‪ .‬أ ــא ا ول‬
‫ـ ز כـ ‪ .‬ـ ـ !ا ـ ‪.‬‬ ‫ـ ـ‬
‫ــ ز أن כــ ن‬ ‫داً‬ ‫وو ــ أن ــ د א ــ وا ــ أن ــא ــ ــ ا ــ ــא ــ ر أ ــא ــ ان ــ ا ــאرج ذا ــאً وو ــ‬
‫א ــ ‪.‬‬ ‫ــ ا‬ ‫ا‬ ‫ــ ‪ .‬כــ ا ــ א ــ‬ ‫ــא ــ ا ا ــאر‪ ،‬ــ א ــ ذ ــכ ــא ــ ــ כــ ن و ــ د ا ا ــ‬ ‫و د ــא‬
‫دات‪.‬‬ ‫وا رة ا‬ ‫ا‬ ‫כ‬ ‫و ا א ‪ :‬وا اد ا אئ א‬ ‫‪٤‬‬
‫א ـ و כ ــאت ـ‬ ‫ـ وا ـ رة ـ و ـ ا ـ ك وا א ـ و כ ــאت ـ ا‬ ‫ـ اء כ ــאت ـ ا‬ ‫و ـ ا א ـ ‪ :‬כא ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ا א ــ א ــ כא ــ ان أو א ــ כא ــאن‪.‬‬
322 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[Ehad]
[[Âyette] Allah’tan sonra gelen ‘ehad’, birlikte (vahdet) mübâlağadır.
Birlikte (vahdet) tam mübâlağa, ancak bir/tek olmak’ın (vâhidiyet)
kendisinden daha ekmeli (tam) ve daha kuvvetlisi tasavvur edilmedi-
5 ğinde tahakkuk eder. Çünkü bir (vâhid), kendisinin altındaki fertlere
teşkik suretiyle söylenebilir. Hiçbir yönden bölünmeyen, birliğe (vâ-
hidiyet) bazı yönlerden bölünenden daha lâyıktır. Aklî olarak bölü-
nen birliğe (vâhidiyet) bilfiil[ hissî] olarak bölünenden daha lâyıktır.
Bilfiil olarak bölüne bilen birliğe (vahdet) kendisi için toplayıcı birlik
10 olandan daha layıktır. Kendisi için toplayıcı bir birlik (vahdet) olan,
kendisi için bir toplayıcı birlik olmayan ve kitap, neşter ve ilaç için
tıbbî veya gıda ve içecek için sıhhî denilmesi örneğindeki gibi birliği
(vahdet) yalnız ilkeye (mebde) nisbet sebebiyle olan bilfiil bölünebi-
lenden birliğe (vâhidiyet) daha layıktır.
15 Birlik’in (vahdet) en kuvvetli ve en zayıf olmayı kabul eden olması ve
bir’in (vâhid) altındakilere teşkik ile söylenilmesi sabit olunca birlik’te
(vahdet) en mükemmel olan, birlik’te (vahdet) kendisinden daha kuv-
vetli başka bir şey olmasının imkânı olmayan olur. Eğer böyle olmasa
O, birliğin (vahdet) en son haddinde olmazdı. Bundan dolayı O, mut-
20 lak bir (ehad) olmayıp bilakis başka bir şeye kıyasla bir (ehad) olurdu.
Öyle ise Allah Teâlâ’nın ‘ehad’ buyurması, O’nun bütün yönlerden bir
(ehad) olduğuna ve O’nda ne cinsler ve fasıllar gibi kurucu unsurların
çokluğu veya cisimdeki madde ve suret gibi aklî parçaların çokluğu
demek olan manevi çokluk; veya ne de cisimde olduğu gibi bilkuvve
25 veya bilfiil hissî çokluk bakımından asla bir çokluk olmadığına delâlet
etmektedir. İşte [‘ehad’ sözünün] bu [şekilde beyanı], Allah Teâlâ’nın
cinsten fasıldan, madde ve sûretten, arazlardan, boyutlardan, azalar-
dan, şekillerden, renklerden, kâmil vahdetini ve vech-i keremine layık
olan basît-i hakîkî oluşunu bozabilecek teşbihin her türlüsünden mü-
30 nezzeh oluşunun açıklamasını içermektedir.
“Şayet denilirse ki “Haydi kabul edelim ki bu mesele[nin dâvaları] şu
lafzın [ehad lafzının] içinde bulunmaktadır. Ancak bu sûrede buna
delâlet eden açık delil (burhân) nerededir? Cevap olarak deriz ki: Bu-
nun açık delili şudur: Hüviyeti; ancak cüzlerin bir araya gelmesiyle hâ-
35 sıl olan şeyin hüviyeti, o cüzlerin husûlüne bağlı olduğundan böyle bir
hüviyet zâtından dolayı hüve hüve olmayıp başkasındandır. Hâlbuki
Allah Teâlâ’nın “Kul huvellahu ehad” kelamınının delâletine göre İlk
İlke (Mebde-i Evvel), zâtından dolayı(li zâtihi) hüve hüve’dir. Öyleyse
O’nun cüzleri (parçaları) yoktur. Bu âyetle ilgili anlayışımın vardığı
40 yer burasıdır. Kelâmının sırlarını en iyi kuşatan, Allah’tır.]
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪323‬‬

‫ـ ة‬ ‫ـ ة‪ .‬وا א ـ ا آ ـ ـ ا‬ ‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ א ـ ـ ا‬ ‫]و ـ ـ‬


‫ــא‪.‬‬ ‫כــ أن כــ ن أ ــ و أכ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ إ إذا כא ــ ا ا ــ‬
‫ـ أ ـ ً أو ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــכ כ‪ .‬א ـ ي‬ ‫ـ א‬ ‫ــא‬ ‫ـ ل ـ‬ ‫ـنا ا ـ‬
‫ــאً أو ــ‬ ‫ــא אً‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ه‪ .‬وا ــ ي‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ‬ ‫א ا‬
‫ـ‬ ‫א ا‬ ‫و ـ א ـ ة أو ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫وا ـ ي‬ ‫ـ א ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫א ا‬ ‫‪٥‬‬
‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ‬ ‫א ا‬ ‫ــ أو ــ‬ ‫ــ א ــ ‪ ،‬א ــ ي ــ و ــ ة א ــ‬ ‫ــא‬
‫ــאب ا ـ ا ـ أ כ ــא ــאل‬ ‫ا‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ و ـ ة א ـ ـ و‬ ‫א ـ ‪.‬و ـ‬
‫ـ ة‬ ‫أن ا‬ ‫ـ اء وا ــאت‪ .‬وإذا ـ‬ ‫ـ وا ـ واء أو ِ ِ ـ‬ ‫ِ ـ כ ــאب وا‬
‫ّ ّ‬ ‫ّ ٌ‬
‫ـ‬ ‫ــכ כ وا כ ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ــא‬ ‫ـ وأن ا ا ـ ـ ل ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫א ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ة‪ .‬وإ‬ ‫כ ـ أن כ ـ ن ـ ء آ ـ أ ـ ى ـ ـ ا‬ ‫ـ ة ـ اـ ي‬ ‫ا‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـאً ـ כـ ن أ ـ اً א ــאس‬ ‫כـ ن أ ـ اً‬ ‫ـ ة‪ ،‬ـ‬ ‫אـ ا א ـ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬
‫ـ ء دون ـ ء‪.‬‬ ‫اـ‬

‫כ ـ ة ــאك‬ ‫ـ ه‪ ،‬وأ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ﴿أ ـ ﴾ دل ـ أ ـ وا ـ‬ ‫ـ‬


‫ـ اء‬ ‫ـ ل أو כ ـ ة ا‬ ‫ــאس وا‬ ‫ــאت כא‬ ‫ـ ‪،‬أ ـ כـ ةا‬ ‫أ ـ ً כـ ة‬
‫א ــ ة أو א ــ כ ــא ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ أو כ ــ ًة‬ ‫ا ــ כא ــאدة وا ــ رة ــ ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫ـ وا ــאدة وا ـ رة‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ـאً ـ ا‬ ‫ـ ا ــאن כ ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وذ ــכ‬ ‫ا‬
‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ها‬ ‫ــכאل وا ـ ان و ــאئ ا‬ ‫ــאء وا‬ ‫ــאض وا‬ ‫ـ اض وا‬ ‫وا‬
‫ـ‬ ‫ـ و אـ‬ ‫ـ ا ئ ـ כـ م و ـ و ـ‬ ‫ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ ة ا כא ـ وا‬ ‫َّـ ا‬
‫ـ ء‪.‬‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ء أو‬ ‫ـ‬ ‫أن‬

‫ـ‪،‬‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ‬ ‫ر ـ‬ ‫ــאرت‬ ‫ـ‬ ‫ــئ‬ ‫َ ـ ْ أ ّن د ــאوى ـ ه ا‬ ‫و ئـ ـ‬ ‫‪٢٠‬‬


‫ـ إ ــא‬ ‫ــא כא ـ‬ ‫א ـ أن כ‬ ‫ـ ل‪:‬‬ ‫ــא ـ ـ ه ا ـ رة؟‬ ‫ـ ا ــאن‬
‫ـ اء ـ‬ ‫ـ ل ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאع أ ـ اء כא ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ כ ــא دل‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ا ول ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬כ ـ‬ ‫اـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ اء‪ .‬ـ ا ــא ـ إ ـ‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا أ ـ ﴾ ـ ذن ـ‬ ‫אـ ﴿ـ‬
‫ـ ار כ ـ ‪[.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ا ـ ‪ .‬وا‬ ‫ـ‬ ‫‪٢٥‬‬
324 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Ehad, birlikte (vahdet) mübâlağadır) (ve bir olmanın (vâhidiyet)


en güçlü olduğu durum olmaksızın) gerçekleşmez. [Burada en güçlü ol-
mak] vahdette mübâlağayı ifade eden sıfât-ı kâşifedir. (Çünkü “bir (vâ-
hid)” kendisinin altındakilere) Bunun yedi türü vardır. Bunlar cinste bir,
5 faslda bir, türde bir, mahmulde bir, mevzuda bir, nisbette bir ve sayıda
birdir. Bunun ayrıntısı hikmet ilmindedir. (teşkik sûretiyle söylenir.)
[Teşkik], farklı olmakla (tefâvüt), öncelikle (evveliyet), layıklık (evleviyet)
veya güçlü olmakla (eşeddiyet) olur. Bunun mukabili, fertlerinde derece-
lenmeyendir (tevâtu). Bu ikisinin ayrıntısı mantık ilminden elde edilebilir.
10 (Hiçbir şekilde asla bölünmeyen) [Bu ifade] bir’in müşekkek küllî
olduğuna delildir. (bölünenden) işte bu, açıktır (daha layıktır.) (Birliğin
zayıflığı ve güçlülüğü kabul eden olması ve altındaki fertlere teşkik
yoluyla söylendiği sabit olunca birlikte en mükemmel olan, vahdette
kendisinden daha üstün ve kuvvetlisi bulunmayan olur.) Fa ile olan
15 iza’nın cevabı azdır. Seyyid u Sened [Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 816/1413)]
bunu tasrih etmiştir. Daha önce geçtiği üzere ‘ehad’ lafzının vahdette mü-
bâlağa ifade ettiği için ([Allah Teâlâ’nın “ehad” sözü] O’nun her yönden
bir olduğuna delalet etmektedir.)
(O’nda burada çokluk ve cinsler ve fasıllar gibi mukavvimatın çok-
20 luğu yoktur.) Evlâ olan burada ‘kâf ’ın (gibi edatının) terkedilmesidir. Mu-
kavvimâtının çokluğu olmadığına ve zihnî basîtliğe tam olmayan deliller
getirildi. Bunları bilmek isteyen hikmet ilmine müracaat etsin! (O’nda
madde) yani heyula (ve suret) yani türsellik ve cinssellik (gibi parçalar
yoktur.) Buna hikmet ve kelâm ilminde her yönden bir olduğunun beyanı
25 ile burhan getirilmiştir. (İşte bu) yani bütün yönlerden birlik (Allah’ın
cinsten ve fasıllardan) Evla olan [çoğul olarak fasıllar şeklinde değil de]
fasıl denilmesiydi. (ve teşbih ifade edecek diğer her yönden) haricî cüz-
lerin çokluğu gibi (münezzeh olduğunun açıklamasını içermektedir.)
Müellifin yakin ifade etmek amacıyla getirdiği burhan, yakinî mukadde-
30 melerden oluşturduğu kıyastır.
([Şayet şöyle denilirse: Haydi kabul edelim ki bu mesele) yani O’nun
cins ve faslında münezzeh oluşu ( şu lafzın içinde) yani “ehad” lafzının
içinde (bulunmaktadır.)
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪325‬‬

‫ـ‬ ‫ـ أ ـ (‬ ‫ا ا‬ ‫ـ )ا إذا כא ـ‬ ‫ـ ة( ـ‬ ‫)﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ א ـ ـ ا‬


‫ـ ‪:‬و‬ ‫ـ ( وأ ا ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ ل ـ‬ ‫א ـ ـ ا ـ ة‪ ) .‬ـ ن ا ا ـ‬ ‫כא ـ‬
‫ـ ل‪ ،‬وا ا ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬وا ا ـ א ـ ع‪ ،‬وا ا ـ א‬ ‫ـ ‪ ،‬وا ا ـ א‬ ‫ا ا ـ א‬
‫ــכ כ(‬ ‫ـ ا כ ـ ‪).‬א‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬وا ا ـ א ـ د‪ .‬وا‬ ‫ـ ع‪ ،‬وا ا ـ א‬ ‫א‬
‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ ‪.‬و א ـ ا ا ـ ‪.‬و‬ ‫أي א ــאوت و א و ـ وا و ـ أو ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا‬

‫א(‬ ‫ــככ ًא )أو ـ‬ ‫ـ כـ ن ا ا ـ כ ـ ًא‬ ‫ـ أ ـ ً(‪ ١‬د ـ‬ ‫‪ ):‬א ـ ي‬ ‫و‬


‫ـ ‪،‬‬ ‫ـ ة وا‬ ‫ـ ة א ـ‬ ‫أن ا‬ ‫א ـ ‪ ) .‬ـ ذا ـ‬ ‫ـ (و ـ‬ ‫ـ ) ــא‬ ‫ا‬ ‫أي‬
‫ـ ةاـ ي‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ א ــכ כ‪ .‬وا כ ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ ل ‪٧٩]/‬ظ[ ـ‬ ‫وإن ا ا ـ‬
‫‪٢‬‬
‫ح ا ـ ا ـ ‪.‬‬ ‫ـ اب إذا ـ א ــאء ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة(‬ ‫כـ أ ـ ى ـ ـ ا‬ ‫‪١٠‬‬
‫ّ‬
‫ـ ة כ ــא ـ ‪.‬‬ ‫א ـ ـ ا‬ ‫ـ ه( כ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫)دل ـ أ ـ وا ـ ـ‬

‫ـك‬ ‫ـ ل( وا و ـ‬ ‫ــאس وا‬ ‫ــאت כא‬ ‫כ ـ ةا‬ ‫و ـ )و כ ـ ة ــאك‬


‫ـ א ‪.‬و‬ ‫ئـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ــאت وا ــא‬ ‫ـ مכـ ةا‬ ‫ا ـ‬ ‫ا ــכאف‪ .‬وا ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ اء כא ــאدة ( أي ا‬ ‫ـ ا ـ ا כ ـ ‪) .‬و כ ـ ة ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ ع‬ ‫أراد ا‬
‫ة‬ ‫ـ ـ ا כ وا ــכ م אن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫)وا ـ رة( أي ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـאً ـ‬ ‫ـ כ ـ‬ ‫ـ ه)‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ة ـ‬ ‫ـ ه‪) .‬وذ ــכ( أي ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬


‫ـ اء‬ ‫ــאئ و ـ ه ا ـ ( ככ ـ ة ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪) .‬و ـ‬ ‫ـ ل( ا و ـ ا‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫ـ ِ ــאج ا ـ ‪.‬‬ ‫ــאت‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאن إ ــא ا ــאس ا‬ ‫ا אر ـ ‪ .‬وا‬

‫ـ ه‬ ‫ـ ‪ ).‬ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ـאً ـ ا‬ ‫ــئ ( أي כ ـ‬ ‫) ـ ا ـ راج ـ ه ا‬


‫ـ »أ ـ «‪.‬‬ ‫ـ ( أي‬ ‫ا‬ ‫‪٢٠‬‬

‫אم‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫! أن א ذכ‬ ‫و‬ ‫‪:‬‬ ‫ا א‬ ‫و‬ ‫‪١‬‬


‫)ت‪٨١٦ :‬ه‪١٤١٣ / .‬م‪(.‬‬ ‫א‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫أ ا‬ ‫و‬ ‫‪٢‬‬
326 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Hüviyeti; ancak cüzlerin bir araya gelmesiyle hâsıl olan şeyin hüvi-
yeti, o cüzlerin bulunmasına bağlı olursa) yani cüzlere (li-zâtihi hüve hü-
ve olmaz.) Sonuç olarak ortaya çıkan şey şudur: Eğer hüviyeti zihnî cüzlerin
bir araya gelmesine bağlı olursa o zaman hüviyeti o cüzlere bağlı olur. Eğer
5 hüviyeti o cüzlerin bulunmasına bağlı olursa li-zâtihi hüve hüve olmaz. Şöyle
netice verir: “Eğer hüviyeti cüzlerden mürekkeb olursa li-zâtihi hüve hüve
olmaz.” Tâlînin çelişiğini istisna ederek mukaddemin çelişiğini elde ederiz.
Buna şu sözüyle işaret etmiştir: (Fakat Mebde-i Evvel, li-zâtihi hüve
hüve’dir.) Tâlinin bâtıl olduğunun deliline de şu şekilde işaret etmiştir:
10 (O Allah’tır/Hüve Allah” sözünün buna işaret ettiği gibi.) Daha önce
bunun açıklaması geçmişti. Buna şöyle itiraz edidi: Eğer hariçte bağlı ol-
mayı kastediyorsa ilk birbirini gerektirme (mülazemet) memnudur. Çünkü
cins ve fasl, zihnî cüzlerden başka bir şey değildir. Dolayısıyla bağlı olmak
(tevakkuf) zihinde değildir. Eğer zihinde bağlı olmayı kastediyorsa ilk mü-
15 lazemet kabul edilir (müsellem). Eğer “li-zâtihi hüve hüve olmaz” sözüyle
zihinde olmadığını kastediyorsa bu müsellemdir. Fakat burada lâzım, zih-
nî terkiptir. Bu ise imkansız değildir. Çünkü bu, zihinde muhtaç olmayı
(iftikar) gerektirir. Bu ise imkanı zorunlu kılmaz. Çünkü mümkün, harici
varlığında başkasına ihtiyaç duyandır. Böylece tâli bâtıl olmuş olur.
20 “O Allah’tır/Hüve Allah” sözünün işaret ettiği gibi” sözünün takribi1
tam değildir. Çünkü bu ifade sadece, imkanı zorunlu kılan, hariçte muh-
taç olmayı gerektiren harici terkibin imkansız olmasına delalet etmektedir.
Eğer onunla hariçte hüve hüve olmadığını kastediyorsa bu memnudur.
Çünkü zihindeki iftikar hariçte iftikarı gerektirmez.
25 [Samed]
[Allah Teâlâ’nın “Allahu’s-samed” kavliyle [ilgili şöyle dedi]:

“Samed, lügatte iki şekilde tefsir edilmiştir: 1. Hiç boşluğu (cevf)


olmayan; 2. Ulu (Seyyid). Birinci tefsire göre samed’in mânâ-
sı selbî olup mahiyetinin olmadığına işarettir. Çünkü, [zâtın-
30 dan başka] mahiyeti olan her şeyin cevfi ve içi vardır, bu da mahi-
yetin kendisidir. Mevcud olduğu hâlde içi (bâtın) olmayan şe-
yin zâtında varlıktan (vücûd) başka bir itibar ve ciheti yoktur.

1 Takrib: Delilin matlubu gerektirecek biçimde serdedilmesidir. Takrib, delilin gerektirdiği netice, da-
vanın/matlubun aynısı, müsavisi veya ondan mutlak olarak hususi olursa tamam olur. Bkz. İsmail
Gelenbevî, Tartışma Usulü, (trc. Talha Alp), Yasin Yayınevi, İstanbul 2012, s. 35.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪327‬‬

‫ـ اء ) ـ‬ ‫ــא( أي ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اء‬ ‫ــאع ا‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫)إن כאن‬


‫ـ כא ـ‬ ‫ـ اء ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ כאن‬ ‫اـ( א‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬
‫ا ـ ‪ .‬ـ ‪ :‬أ ـ ـ כאن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‪ ،‬و ـ כא ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫اـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ כـ ‪٨٠]/‬و[ ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ‬
‫ـ م‪.‬‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ ن‬ ‫ا ــ ( وأ ــאر ا ــ د ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ أ ا ول ــ‬ ‫ــ ‪ ) :‬כــ‬ ‫وأ ــאر إ ــ‬
‫ـ‬ ‫ـ أ ـ إن أراد ا‬ ‫א ـ ‪ .‬و ـ ّد‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا (و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪) :‬כ ــא دل‬ ‫ا אـ‬
‫ـ اء‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא إ‬ ‫ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ؛ نا‬ ‫ز ـ ا وـ‬ ‫ـ ا ــאرج א‬
‫ز ـ ا وـ‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وإن أراد ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‪ .‬א‬ ‫ا‬
‫ـ ‪ .‬כـ ا ـ زم‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫اـ « ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ » ـ כـ‬ ‫ـ ّ ‪ .‬ـ ن أراد‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ــאر ـ ا‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ؛‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ا כـ‬


‫ـ ن‬ ‫ــאج ـ و ـ ده ا אر ـ ا ـ ا ـ ‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫כـ‬ ‫ا ــכאن؛ ن ا‬ ‫ـ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ا אـ‬

‫ــ ا ــאع‬ ‫ــ ا « ــ ــאم؛ ِ ــ إ ــא ــ ل‬ ‫ــ‬ ‫ــ »כ ــא دل‬ ‫ــ‬ ‫و‬
‫ــכאن‪ .‬وإن أراد ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאر ـ ا ــאرج ا‬ ‫ـ‬ ‫ا אر ـ ا‬ ‫ا כـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــאر‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאر ـ ا‬ ‫ـ ع؛ ِ ن ا‬ ‫ـ ـ ا ــאرج‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬


‫ـ ا ــאرج‪.‬‬

‫﴿ اَ ّٰ ُ ا َّ َ ُ ﴾‬ ‫א‬ ‫]‬

‫ــ ف ــ وا א ــ‬ ‫ــא ا ــ ي‬ ‫ــ ان‪ ،‬أ‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ ،‬ــ‬ ‫ا‬
‫ا א ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫‪ ،‬و ــ إ ــאرة ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــאه‬ ‫ا ول‬ ‫ــ‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ ‪.‬‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ــכ ا א ــ ‪ .‬و ــא‬ ‫ــ ف و א ــ ‪ ،‬ــ‬ ‫א ــ כאن ــ‬ ‫ــא ــ‬ ‫ــ ن כ‬
‫ــ د‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ذا ــ إ‬ ‫ا ــאر ــ‬ ‫ــ و‬ ‫ــ د‬ ‫ــ و ــ‬ ‫א ــ َ‬
328 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Varlıktan başka bir itibarı olmayan, yokluğu kabul etmeyendir. Zira, o


olması bakımından mevcut olan [yani varlığında kendi zâtından başka
bir illet ve sebep olmayan ve yokluğu düşünülemeyen] şey, yokluğu
kabul etmeyendir. Öyle ise hak olan samed, bütün yönlerden mutlak
5 olarak Vâcibu’l-vücûd’dur.
İkinci tefsire göre samed’in mânâsı, izafîdir ki bu da bütünün (küll)
başı (seyyid) yani bütünün ilkesi olmasıdır.
Âyet-i Kerime’den her iki anlamın murad edilmesi muhtemeldir. Bu
takdirde âyet-i kerimenin anlamı şöyle olur: “İşte ilâh, bu şekilde
10 olandır. Yani ulûhiyet, bu icab ve selbin bütününden ibarettir. [Bu iki
şey kendisinde bulunmayan, hak ilâh değildir.]

(Samed, lügatte iki şekilde tefsir edilmiştir: 1. Hiç boşluğu (cevf)


olmayan 2. Ulu (Seyyid).) Sözlükte es-Samed; efendi, dâim olan, yük-
sek, düz şeklinde yer almaktadır.1 Müellif bütün anlamlarının kastedil-
15 mesi mümkün olduğu hâlde bunlardan ikisini tercih etti. İlk mânâya
göre anlamı selbîdir ve mahiyetin olmadığına işarettir. Mahiyet ise “o
nedir” sorusunun cevabında söylenendir. [Mahiyeti olmadığına işaret-
tir], çünkü mahiyeti olanın boşluğu (cevf) olur. Şüphesiz terkib, boşluğu
gerekli kılar. Boşluğu olmayanın ise mahiyeti yoktur. Bu sözde birinci
20 şekilden olan kıyasa şu şekilde bir işaret vardır: Boşluğu olmayanın ma-
hiyeti yoktur. Şöyle netice verir: Allah’ın mahiyeti yoktur. Sonra “samed”
olmasına O’nun mutlak olarak Zorunlu Varlık olan Hak oluşunu delil
getirdi. (Mevcut olduğu hâlde boşluğu olmayan şeyin zâtında var-
lıktan başka bir ciheti ve itibarı yoktur.) ifadesi, küçük öncüle (suğra)
25 işarettir. Şu sözüyle ise ihtirazî bir kayıt koymuştur: (O madumdan uzak
olarak mevcuddur.)
(Zâtı için varlıktan başka itibarı olmayan yokluğu kabul etmez.)
ifadesi büyük öncüle (kübra) işarettir. Şöyle netice verir: Mevcut olduğu
hâlde boşluğu olmayan yokluğu kabul etmeyendir. Dolayısıyla hakîkî vâ-
30 cibu’l-vücûd olur. Şu sözüyle buna işaret etmiştir: (Hak olan samed, vâ-
cibu’l-vücûddur.) “Samed” iki meselenin delilidir: İlki cüzlerden münez-
zeh olmasının, ikincisi vâcib olmasınındır. “Ne ise o olmak bakımından
mevcut olan ademi kabul etmeyendir” cümlesi iki zıt bir arada bulunmaz
kuralınca büyük öncüle delildir.

1 Mütercim Asım Efendi, el-Okyânûsu’l-Basît fi Tercemeti’l-Kâmûsi’l-Muhît, (Yay.Haz. Mustafa Koç-Ey-


yüp Tanrıverdi), Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul: 2013, II/1485-86.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪329‬‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫م‪ .‬ـ ن ا ـ ء ـ‬ ‫ـ אـ‬ ‫ـ د‪ ،‬ـ‬ ‫ا ــאر ـ إ ا‬ ‫وا ـ ي‬


‫ـ‬ ‫ـאً ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ا‬ ‫ـ م‪ .‬ـ ذن ا‬ ‫ـ د ـ אـ‬
‫ـ ه‪.‬‬ ‫ا‬

‫ـ اً ــכ ‪ ،‬أي ـ أ ــכ ‪ .‬و‬ ‫ــאه إ א ـ و ـ כ ـ‬ ‫ـ ا אـ‬ ‫و ـ ا‬


‫ـ ا ـ ي כـ ن כ ــכ‪ ،‬أي‬ ‫ــאه أن ا ـ‬ ‫ــא ـ اداً ـ ا ـ ‪ ،‬وכאن‬ ‫أن כـ ن כ‬ ‫‪٥‬‬
‫ــאب‪[.‬‬ ‫وا‬ ‫ـ ع ـ اا ـ‬ ‫ــאرة ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫ــכ ا ـ‬ ‫ـ « א‬ ‫ـ ف ـ وا ـ ( ـ ا א ـ س »ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫)ا‬


‫ــאه‬ ‫ـ ز إراد ـ ‪.‬‬ ‫ـ أن ا ــכ‬ ‫ـ ‪ ١.‬وا ــאر ـ ا ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫وا ائـ وا‬
‫ا ـ ــא ـ ؟ ـ ن‬ ‫ــא ــאل ـ‬ ‫ـ ا א ـ‪.‬و ـ‬ ‫إ ــאرة ا ـ‬ ‫ـ ا ول ـ‬
‫א ـ‬ ‫ـ ف ـ‬ ‫ـ م ا ـ ف‪ .‬ــא‬ ‫ـ ف؛ ن ا כ ـ‬ ‫ــא ـ א ـ ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ف ـ‬ ‫ــאس ‪٨٠]/‬ظ[ ا ــכ ا ول כ ـ ا‪ :‬ــא‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ا ــכ م إ ــאرة ا ـ‬


‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ‪ .‬ـ ا ـ ل ـ כـ ن ا‬ ‫ــא‬ ‫א ـ ـ ‪ ،‬ـ ‪ :‬إن ا‬
‫ــ و‬ ‫ــ د ــ‬ ‫ــ ف ــ و ــ‬ ‫ــ ‪) :‬و ــא‬ ‫ــאً‪.‬‬ ‫ــ د‬ ‫ا‬ ‫ا ا ــ‬
‫ـ د ـ‬ ‫ـ )و ـ‬ ‫ـ ى‪ .‬وا ـ ز‬ ‫ـ د( إ ــאرة ا ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ــאر ا ـ‬
‫ـ وم(‪.‬‬ ‫ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ م( إ ــאرة ا ـ ا כ ـ ى‪.‬‬ ‫ـ د ـ אـ‬ ‫ا ــאر ا ـ إ ا‬ ‫و ـ )وا ـ ي‬


‫ــאًّ وا ــ‬ ‫ــ م כــ ن‬ ‫ــ א ــ‬ ‫ــ د‬ ‫ــ ف ــ و ــ‬ ‫ــ ‪ :‬أن ــא‬
‫ـ د ـ‬ ‫ـ د( א‬ ‫ا‬ ‫ـ ا ـ ا ا ـ‬ ‫ـ ) ـنا‬ ‫ـ د‪ .‬وا ـ أ ــאر‬ ‫ا‬
‫ــא כ ـ وا ـאً و ـ ـ ‪.‬‬ ‫ـ اء و א‬ ‫ـאً ـ ا‬ ‫ــא כ ـ‬ ‫؛أ‬ ‫ــئ‬ ‫ـ‬
‫ـ ا כ ـ ى ــאء ـ‬ ‫ـ مد ـ‬ ‫ـ د ـ אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـنا ـ ء ـ‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ــאن‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫أن ا‬

‫وزآ אدي‪.٢٩٤ ،‬‬ ‫ا א سا‬ ‫‪١‬‬


330 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

([Samed’in] ikinci tefsirine gelince:) O da samed’in “bütün ihti-


yaçlarda kendisine yönelinen efendi” anlamında olmasıdır. O da Allah
Teâlâ’dır ki her şeyden mutlak anlamda müstağnidir. O’nun dışındaki her
şey, bütün yönlerden O’na muhtaçtır. Bu durum O’nun her şeyin ilkesi
5 (mebde) olmasını gerektirir ki buna ([ikinci anlamı] izafîdir ki o da her
şeyin ilkesi olmasıdır.) cümlesiyle işaret etmiştir. Müşterek [lafzın] bir-
den fazla anlamda kullanılmasını mümkün gören görüşe göre samed’in iki
anlamının da kastedilmiş olması muhtemeldir. İmam-ı Azam’ın hilafına
İmam Şâfiî bu görüşü tercih etmiştir. Bunun ayrıntısı usul ilmindedir.
10 ([Bu takdirde âyetin] anlamı [şu demek olur]: Allah, işte böyle
olandır.) Yani samed olandır. Samed bu ihtimale göre Allah’ın tarifi olur.
Bunu şu sözüyle tasrih ettiği gibi: (Yani ulûhiyet bu icab ve selbin bütü-
nünden ibarettir) Arapların samediyeti bilmesinden dolayı ulûhiyetin an-
lamının tahkikine delil getirmiştir. Bu sebeple ehad’i değil de samed’i tarif
15 etti. (Ki anlamı varlığın zorunluluğu ve kendi dışındakilerin varlığının
ilkesi oluşudur.) sözü ise samediyetin sıfatıdır. Böylece ulûhiyetin vahdeti
gerektirdiği, vahdetin ulûhiyeti gerektirmediği şeklinde ileride açıklayacağı
söz için [bu] burhan-ı innî olur. Aynı şekilde Beyzâvî şöyle demiştir: İhlâs
sûresinin cümleleri atıf üzeredir. Çünkü bu cümleler [kendileri] için hem
20 sonuç hem de delil gibidirler.1
[Lem Yelid ve Lem Yûled]
[İbn Sînâ Allah Teâlâ’nın “Lem yelid ve lem yûled (Allah doğurma-
dı ve doğurulmadı)” kavliyle ilgili şöyle dedi:
“Hak Sübhânehû ve Teâlâ, [kendisini tarif ederken ‘es-Samed’ de-
25 mekle] her şeyin kendisine dayandığını (müstenid) ve muhtaç oldu-
ğunu, bütün mevcudata varlık verenin kendisi olduğunu ve bütün
mahiyetlere varlık taşıranın (feyyâz) kendisi olduğunu beyan ettik-
ten sonra “Allah doğurmadı ve doğurulmadı” [Lem yelid ve lem yû-
led] buyurmakla kendisinden benzerinin (misl) sudurunun imkansız
30 (mümteni) olduğunu beyan buyurmuştur. [Çünkü] O’nun hüviyeti-
nin izafî anlamı, [hüvîyet-i ilâhiye bütün mahiyetler üzerine varlık ve-
ren, yok iken onları var eden anlamında olan] ulûhiyeti gerektirince
bazıları bu durumun O’nun kendi varlığından [O’na çocuk olacak]
kendisinin bir misline de varlık verebilmesini (feyz) gerektirdiği-
35 ni vehmettikleri için Allah Teâlâ, [“Lem yelid ve lem yûled” sözüy-
le] kendisinden mislinin tevellüd etmeyeceğini beyan buyurmuştur.

1 Beyzâvî tefsirindeki yer alan ifade şu şekildedir: Üç cümle birbirlerine atıf ile bağlıdır. Çünkü bun-
lardan murad teşbih türlerinin nefyidir. Bu cümleler tek cümle gibi buna dikkat çekmektedir. Envâ-
ru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Tevil, II/454.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪331‬‬

‫ائـ ‪ .‬و ـ‬ ‫ـ دإ ـ ـ ا‬ ‫ـ ا ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫)و ـ ا א ـ ( و ـ כـ ن ا‬


‫א‬ ‫ــאج إ ـ‬ ‫ــא ـ اه‬ ‫ـאً‪ .‬وכ‬ ‫ـ ا ــכ‬ ‫ـ‬ ‫אـ ا‬ ‫ا‬
‫א‬ ‫ـ إرا‬ ‫ـ أ כ (و‬ ‫ـ )إ א ـ و ـ כ ـ‬ ‫ـ أ ــכ כ ــא أ ــאر إ ـ‬ ‫כ ـ‬
‫ـ وا ـ כ ــא ا ــאره‬ ‫ـ ك ـ أכ ـ ـ‬ ‫אل ا‬ ‫ـ ـ ّز ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאء ـ‬
‫ـ ل‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وا‬ ‫ـאً ــאم ا‬ ‫ا ــאم ا ــא‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ًا‪ .‬כــ ن ا‬ ‫ــ ا ــ ي כــ ن כ ــכ( أي‬ ‫ــאه أن ا‬ ‫)‬
‫ــ ‪٨١]/‬و[ ــאرة ــ ا ــ‬ ‫ــ )أي ا‬ ‫ــ ًא כ ــא ــ ح ــ‬ ‫ــאل‬ ‫ا‬
‫ّ‬
‫ـ ‪.‬وـ ا‬ ‫ِ ْـ ا ـ ب‬ ‫ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאب( ـ ل ـ‬ ‫وا‬
‫ـ دون أ ـ ‪.‬‬ ‫ـ فا‬

‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ د ــא ـ اه(‬ ‫ئـ‬ ‫ـ د وا‬ ‫א ــא و ـ ب ا‬ ‫و ـ )ا ـ‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ‪ .‬أ ـאً‬ ‫ـ ة ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ح ـ ـ أن ا‬ ‫א ـאً إ ّ ـאً ــא ـ‬ ‫כـ ن‬


‫ــא‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ــא وا‬ ‫ـ‬ ‫ِ ــא כא‬ ‫ـ ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאوي‪ ١.‬وإ ـ ص ا‬ ‫ــאل ا‬

‫﴿ َ َ ِ ْ َو َ ُ َ ْ ﴾‬ ‫]‬
‫ْ‬ ‫ْ‬
‫ـ د‬ ‫ـ‬ ‫ــאج إ ـ وأ ـ ـ ا‬ ‫إ ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ א و א ـ أن ا ــכ‬ ‫ــא ـ‬
‫ّ‬
‫ــ א أ ــ‬ ‫ــ د ــ כ ا א ــאت ــ‬ ‫ــ دات و ــ ا ــאض‬ ‫ــ ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫ّ‬
‫ـ‬ ‫ـ ـ ـ ‪ .‬ـ ــא ـ ا ـ ـ ا و ــאم أ ـ ــא כא ـ‬ ‫ـ أن‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــכ وإ ــאد ا ــכ ‪.‬‬ ‫א ــא ا א ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا‬
‫ــ ‪،‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ א أ ــ‬ ‫כــ ن و ــ اً ــ ‪ ،‬ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫و ــ ده و ــ ُد‬

‫אوي‪.٤٥٥/١ ،‬‬ ‫أ ار ا‬ ‫‪١‬‬


332 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Çünkü kendisinden misli doğan her şeyin mahiyeti, onunla başkası


arasında müşterek olur. Mahiyeti kendisi ve diğeri arasında ortak olan
ancak madde ve ilgilileri vasıtası ile teşahhus etmiş olur. Maddî olan
yahut madde ile alâkası bulunan her şey, başkasından doğmuş olur.
5 Böylece âyetin anlamı şu şekilde olur: “Doğurmadı, çünkü doğurul-
madı.”
Şayet: Bu sûrede her türlü eksiklikten münezzeh Allah’ın doğurulma-
mış olduğuna delâlet eden bir işaret var mıdır? diye sorulursa bu suale
şöyle cevap verilir: Sûrenin başlangıcında zikrolunan “hüve” den baş-
10 ka kendisi için bir mahiyet ve itibar olmayınca ve hüviyeti zâtından
dolayı (li-zâtihi) olunca bu, O’nun başkasından doğmamış olmasını
zorunlu kılar. Aksi takdirde hüviyeti, başkasından kazanılmış/ödün
alınmış (müstear) olurdu ve O, li-zâtihi hüve hüve olmazdı.”
Bunda büyük bir sır üzerine tembih vardır. [Allah’a] çocuk, eş isnad
15 edenlere yönelik Kur’ân’da varid olan tehdit, bu sırra râcidir. [Şöyle
ki:] bu [tevellüd/doğmak], çocuğun kendisinin benzeri olduğu şeyden
ayrılmasıdır. Zira, kendisi için benzeri (misl) olmayan şeye “çocuğu
var” denemez. Çocuk, ancak türsel mahiyeti (mahiyet-i nev’iye) çoğa-
lırsa ayrılır. Bu da açıklandığı üzere madde sebebiyledir. Maddî olan
20 şeylerin hiçbirisinin mahiyeti, hüviyeti [hüviyetinden ibaret] olamaz.
Fakat Zorunlu Varlık’ın (Vâcibu’l vücûd) mahiyeti, hüviyetidir. Öyley-
se O’ndan ne başkası doğar ne de O, başkasından doğar.]

(“Allah doğurmadı ve doğurulmadı” Allah Teâlâ her şeyin kendi-


sine muhtaç olduğunu ve varlık verenin kendisi olduğunu beyan etti-
25 ğinde) bunu defalarca zikretti (O’nun hüviyetinin, anlamı) yani tazam-
mun yoluyla ifade ettiği anlam (izafî olan ulûhiyeti gerektirtirdiğinden
bazıları, bu durumun O’nun benzerinin varlığını ve O’ndan doğdu-
ğunu gerektiğini vehmettiklerinden Allah Teâlâ, kendisinden benzeri-
nin doğmadığını beyan buyurdu.) [“Allah Teâlâ kendisinden benzerinin
30 tevellüd etmeyeceğini beyan buyurdu.” Cümlesi] “Lemma”nın cevabıdır.
Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın “Doğurmadı (Lem yelid)” sözü bu vehmin red-
di olur. Aynı şekilde burada “Uzeyr Allah’ın oğludur”1 diyen yahudilere,
“Mesih Allah’ın oğludur”2 diyen hıristiyanlara, “Melekler Allah’ın kızları-
dır” ve “ Lât, uzza, menat Allah’ın kızlarıdır” diyen bazı Araplara ve “Allah
30 ve iblis kardeştir” diyen bazı müşriklere reddiye vardır. Bundan dolayı mazi
ile yetinilmiştir.

1 Tevbe, 9/30.
2 Tevbe, 9/30.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪333‬‬

‫ـ‬ ‫א‬ ‫ـ ه‪ .‬ــכ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ כא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـنכ‬


‫ــא כאن‬ ‫ــא‪ ،‬وכ‬ ‫ا ــאدة و‬ ‫ا ـ‬ ‫إ‬ ‫ـ‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ כ‬
‫ـ ا ــכ م כ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ اً ـ‬ ‫ـ א ــאدة כאن‬ ‫אد ـאً أو כאن ـ‬
‫ـ «‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫»ـ‬

‫ـ ؟ ـ ‪:‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ـ ه ا ـ رة ـ ل ـ أ ـ‬ ‫ـ ن ـ ‪ :‬ـ ي إ ــאرة ـ‬ ‫‪٥‬‬


‫ـ א ـ وا ــאر ـ ى أ ـ ـ ‪ ،‬و ـ ا ـ ي ا ـ أ ـ أول ا ـ رة‬ ‫ــא ـ כـ‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫כא ـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬وإ‬ ‫ـ اً ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫أن‬ ‫اـ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ه وכא ـ‬
‫اـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ אرة ـ‬

‫ـ ا ـ ارد ـ ا ـ آن ـ ا אئ ـ‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ أن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫و ـ‬


‫ـ ا ـ ء‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ ا ا ـ ‪ :‬و ـ أن ا ـ‬ ‫ـ داـ‬ ‫א ـ وا و ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ כـ ت‬ ‫ـ‬ ‫ــאل ـ و ـ ‪ .‬وا ـ إ ــא‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـن ـ‬
‫כـ ن א ـ‬ ‫ــא כאن אد ـ ًא‬ ‫ا ــאدة כ ــא ــא‪ .‬وכ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وذ ــכ‬ ‫א ـ ا‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ هو ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ذن‬ ‫ـ د א ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ‪ .‬כـ وا ـ‬
‫ـ ه‪[.‬‬ ‫ـ‬

‫ـ د( أي‬ ‫ــאض ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאج إ ـ‬ ‫)﴿ َ ـ َ ِ ـ ْ َو َ ـ ُ َ ـ ْ ﴾ ّ ــא ـ أن ا ــכ‬ ‫‪١٥‬‬


‫ّ‬ ‫ْ‬ ‫ْ‬
‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא כא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ذכ ـ ه ـ ار ًا )وכאن ـ ا و ــאم أن‬
‫ـ و ـ د ـ ِـ ‪ ،‬ـ ا ُ أ ـ‬ ‫ـ )ا א ـ َ ّ ـ‬ ‫א ــא( أي ا‬ ‫ا ـ‬
‫ّ‬
‫ـ ـ ـ ( ـ اب » َ ّ ــא«‪ .‬כـ ن ـ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ ﴾ ـ ـ ا ا ـ ‪ .‬و ـ‬
‫ْ‬
‫ِ‬
‫ـ ﴿ ُ َ ْ ـ ٌ ا ـ ُ ا ﴾ و ـ ا ــאرى ﴿ا ـ ُ ا ـ ُ‬ ‫رد ـ ا ـ د ـ‬ ‫أ ـ ًא ّ‬
‫‪١‬‬

‫ــ »ا ئכــ ــאت ا « وإن ا ــ ت وا ــ ى‬ ‫ا ﴾‪ ٢‬و ــ ــ ا ــ ب ــ‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ـ »إن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـכ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאت ا ‪ ،‬و ـ‬ ‫ــאت ـ‬ ‫א‬ ‫وا ــאت ا ـ‬
‫ـ ا א ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫إ ـ ان«‪ .‬و ـ ا ا‬ ‫وإ ـ‬

‫‪.٣٠/٩ ،‬‬ ‫رة ا‬ ‫‪١‬‬


‫‪.٣٠/٩ ،‬‬ ‫رة ا‬ ‫‪٢‬‬
334 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Çünkü kendisinden benzeri doğan her şeyin mahiyeti onunla baş-


kası arasında müşterek olur.) Çünkü mücasenet, cinste müştereklik ol-
duğu gibi mümaselet, türde müşterekliktir. (Böylece madde ile teşahhus
etmiş olur. Maddî olan, başkasından doğmuş olur.) Mefsûlu’n-netâic
5 (gizli neticeli) olan mürekkeb kıyasa bir işarettir. Ayrıntısı şu şekildedir:“-
Kendisinden benzeri doğarsa mahiyeti, müşterek olur. Eğer [mahiyeti]
müşterek olursa madde ile teşahhus etmiştir.” Şöyle netice verir: “Eğer
kendisinden benzeri doğarsa madde ile teşahhus etmiştir.”
Sonra deriz ki: “Şayet kendisinden benzeri doğarsa madde ile teşahhus
10 etmiştir. Madde ile teşahhus ederse maddî olur.” Netice şöyle olur: “Ken-
disinden misli doğan maddî olur.”
Sonra [yine] deriz ki: “Şayet kendisinden benzeri doğarsa maddî olur.
Maddî olan, başkasından doğmuştur.” Şöyle netice verir: “Kendisinden
benzeri doğan, başkasından doğmuştur.” Sonra [İbn Sînâ] şu sözüyle tâ-
15 li’nin çelişiğini istisna etti: ([Âyetin takdiri şu şekildedir]: Doğurmadı.)
Açıktır ki öncüllerin çoğu nazariyattan olup açıklamaya muhtaçtır.
(Çünkü doğurulmadı) sözünde, illetin malûl üzerine atfedilmesi ka-
bilinden olmak üzere “lem yûled/doğurulmadı” cümlesinin “lem yelid/do-
ğurmadı” cümlesi üzerine atfedilmesine bir işaret vardır. Bu durum daha
20 önce benzer şekilde geçenlere uygundur. Ancak evla olan, muhakkikler
bunu tercih ettikleri gibi “lem yelid ve lem yûled/doğmadı, doğurulmadı”
şeklinde iki matlub kılmasıdır. İlkine “Çünkü O’na cinsteş bir şey yok-
tur ve kendisine yardım eden ve kendisinden başka olan bir şeye muhtaç
değildir” sözümüzle delalet eder. İkincisine ise “Çünkü herhangi bir şeye
25 muhtaç değildir ve O’nu önceleyen bir yokluk yoktur” sözümüzle delil
getirmesiydi. Somut (maddî) ve soyut (mücerred) olanın ayrıntısı hikmet
ilminden talep edilir!
(Şayet bu sûrede O’nun başkasından doğrulmamış olduğuna delâ-
let eden bir işaret) yani bir delil (var mıdır? diye sorulursa) Öyle ki Allah
30 Teâlâ’nın “ve lem yûled/doğurulmadı” sözü “lem yelid/doğurmadı” sözü-
nün delili olsun.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪335‬‬

‫א ـ‬ ‫ـ ه(؛ ن ا‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ כא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫) ـ ن ــא‬

‫ـ‬ ‫ـ ‪).‬‬ ‫ـ اك ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫א ـ‬ ‫ـ اك ـ ا ـ ع כ ــא أن ا‬ ‫ـ ا‬

‫ــ ل ا אئــ ‪.‬‬ ‫ّכــ‬ ‫ــאس‬ ‫ــ ه( إ ــאرة ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫א ــאدة وا ــאدي‬

‫ـ כ‬ ‫ـ כ ‪٨١]/ ،‬ظ[ و ـ כא ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ כא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪:‬أـ ـ‬

‫אً א ــאدة‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ כאن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ــאدة‪ .‬ـ ‪ :‬أ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כאن‬ ‫‪٥‬‬

‫אً ــא ــכאن‬ ‫ـ‬ ‫אً ــא‪ ،‬و ـ כאن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ــכאن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل‪ :‬ـ‬ ‫ـ‬

‫ـ ــכאن אد ـ ًא‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫אد ـ ًא‪ .‬ـ ‪ :‬أ ـ ـ‬

‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ًا ـ‬ ‫ـ ــכאن אد ـ ًא‪ ،‬و ـ כאن אد ـ ًא ــכאن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل‪ :‬ـ‬ ‫ـ‬

‫ـ‬ ‫ا אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬ـ ا ـ‬ ‫ـ ًا ـ‬ ‫ـ ــכאن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ :‬أن ـ‬

‫א ـ ا ــאن‪.‬‬ ‫ــאت‬ ‫אـ‬ ‫ـ أ ـ أכ ـ‬ ‫ـ (و‬ ‫ـ أـ ـ‬ ‫)وا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ( إ ــאرة أن ـ ﴿ َ ـ ُ َ ـ ْ ﴾ ـ ﴿ َ ـ َ ِ ـ ْ ﴾ ـ‬ ‫ـ ) ـ ـ‬ ‫وـ‬
‫ْ‬ ‫ْ‬
‫ــ ــא ــ ن‪ .‬כــ‬ ‫ــ ا ــ ــ ا ــ ل‪ .‬و ــ ا ا ــ ــא ــ‬ ‫ــ‬

‫ــא‪:‬‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ ل ـ ا ول‬ ‫َو َ ـ ُ َ ـ ْ ﴾‬


‫ْ‬ ‫ـ ـ ﴿ َـ ْ َ ِ ـ ْ‬ ‫ا و ـ أن‬

‫ــא‪:‬‬ ‫ـ ‪.‬و ـ ا אـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ و‬ ‫اـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ئאً و ـ‬ ‫אـ‬ ‫ِ ـ ـ‬

‫ــ‬ ‫ــ ن‪ .‬و‬ ‫ــ م‪ .‬כ ــא ا ــאره ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ء و ــ‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ِ ــ ــ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ا כ ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـد‬ ‫ا ــאدي وا‬

‫ـ ه(‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫) ـ ن ـ أي إ ــאرة( أي د ـ ) ـ ا ـ رة ـ ل ـ أ ـ‬

‫ِّـ כ ـ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ ﴾؟‬ ‫﴿و ـ ُ َـ ْ ﴾‬ ‫אـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ‬


‫ْ‬ ‫َ ْ‬
336 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

([Cevap olarak] denildi ki: Onun başlangıcında) yani sûrenin başlan-


gıcında (zikrolunan [“hüve hüve”den başka kendisi için] bir mahiyeti
olmayınca) Evla olan mesela “Allah” lafzının delalet ettiği gibi “hüviyeti
li-zâtihi olunca” denilmesiydi. (bu, O’nun başkasından doğmamış olma-
5 sını zorunlu kılar.) Aksi takdirde hüviyeti, başkasından olur ve eğer hüviyeti
başkasından olursa (Hüve hüve li-zâtihi olmaz.) Bu şöyle netice verir: Eğer
O, başkasından doğmuşsa li-zâtihi hüve hüve olmaz. Sonra tâlinin çelişiğini
istisna ederiz ve mukaddemin çelişiğini netice olarak elde ederiz.
[Ve Lem Yekun Lehû Küfüven Ehad]
10 [[İbn Sînâ] Allah Teâlâ’nın “Ve lem yekûn lehû küfüven ehad (O’na
bir denk de olmadı)” kavliyle ilgili şöyle dedi:

“Allah Teâlâ kendisinin benzerinden doğmamış olduğunu ve benzeri-


nin de O’ndan doğmamış olduğunu açıkladıktan sonra kendisine hiç-
bir şeyin eşit (müsavi) olmadığını beyan etti. Yani varlığının şiddetin-
15 de/kuvvetinde kendisinin eşiti (müsâvi) yoktur. Varlığın kuvvetinde
eşit olmanın iki ihtimali vardır: Birincisi türsel mahiyette (mahiyet-i
neviye) O’nun eşiti olması, ikincisi türsel mahiyetinde eşitinin olma-
ması ancak varlığının zorunluluğunda (vücûb-i vücûd) eşiti olması.
Türsel mahiyetinde O’nun eşitinin olmamasına gelince bunu, Al-
20 lah Teâlâ’nın “ve lem yûled/doğurulmadı” sözü geçirsiz kılmaktadır.
Çünkü mahiyeti, kendisiyle başkası arasında müşterek olan her şeyin
vücudu, maddî olur. Dolayısıyla başkasından doğmuş olur fakat O,
başkasından doğmamış olandır.
Varlığın zorunluluğu (vücûb-i vücûd) olan cinssel mahiyette (mahi-
25 yet-i cinsiye) eşiti olmasına gelince bunu da [aynı şekilde] bu âyet ge-
çersiz kılmaktadır. Çünkü o zaman onun cinsi ve faslı olur. Böylece
varlığı (vücûd) anne gibi cinsten ve baba gibi fasıldan hâsıl olan iki
şeyin birleşmesinden (izdivac) doğmuş olmaktadır. Fakat O, [başka-
sından] doğmamış olandır. Aynı şekilde bu sûrenin başlangıcı da bunu
30 geçersiz kılar. Çünkü mahiyeti, cins ve faslın birleşmesinden oluşan
hiçbir şeyin hüviyeti, li-zâtihi olmaz. Ancak O, li-zâtihi hüve hüvedir.]

(“O’na bir denk de olmadı” Allah Teâlâ kendisinin benzerinden


doğmamış olduğunu ve benzerinin de kendisinden doğmamış olduğu-
nu açıkladıktan sonra varlığın kuvvetinde kendisinin eşiti olmadığını
beyan etti.) Yani zorunluluk yönlerinden [eşiti olmadığını beyan etti].
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪337‬‬

‫א ـ ـ ى أ ـ ا ـ أ ـ ـ ّأو ــא( أي أول ا ـ رة‪ .‬وا و ـ‬ ‫) ـ ّ ــא ـ כـ‬


‫ـ ا ـ « כ ــא دل ـ כ ـ »ا « ـ ‪) .‬و ـ أن כـ ن‬ ‫أن ــאل » ــא כא ـ‬
‫כـ ن ـ‬ ‫ـ ه)ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه و ـ כא ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫כא ـ‬ ‫ـ ه( وإ‬ ‫ـ اً ـ‬
‫اـ‪ .‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ـ כـ‬ ‫ـ اً ـ‬ ‫ا ـ ( ـ ‪ :‬أ ـ ‪٨٢]/‬و[ ـ כאن‬ ‫ـ‬
‫ـ م‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ا אـ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫﴿و َ َ ُכ ْ َ ُ כ ًا أَ َ ٌ ﴾‬ ‫ه‬ ‫و إ‬ ‫]‬


‫َ ْ‬
‫כـ ن ـ כ ـ اً‬ ‫ـ ـ ـ أـ‬
‫ّ‬
‫ـ وأن ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ــא أ ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ـ ـ ة ا ـ د‪ .‬وا ــאوى ـ ـ ة ا‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ــא‬ ‫أ ـ ‪ ،‬أي ـ‬
‫ــאو‬ ‫ـ ‪ ،‬وا א ـ أن‬ ‫ــאو אً ـ ـ ا א ـ ا‬ ‫ــא أن כ ـ ن‬ ‫ـ ؛أ‬ ‫و‬
‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ و ـ با‬ ‫ــאو‬ ‫ـ و כـ‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ א ـ ﴿و ـ‬ ‫ــכ ُ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ــאو‬ ‫ــא أن כ ـ ن ـ ــא‬


‫ََ ْ‬
‫ـ ه כאن و ـ ده אد ـאً ــכאن‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫ــא כאن א ـ‬ ‫ُ َ ـ ْ ﴾‪ .‬ـ ن כ‬
‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ه‪ .‬وأ ــא أن כ ـ ن ـ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬כ ـ‬ ‫ـ اً ـ‬
‫ئـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ها ـ ؛‬ ‫ــכ أ ـ ًא ُ ـ‬ ‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ و ـ و ـ با‬ ‫ا א ـ ا‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ًا ـ ا زدواج ا א ـ‬ ‫ـ و כ ـ ن و ـ ده‬ ‫و‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫‪١٥‬‬
‫ـ أول‬ ‫ـ ‪ .‬وأ ـאً‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ي כـ ن כא ب‪ ،‬כ ـ‬ ‫ا ـ ي כـ ن כא ّم و‬
‫اـ ‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ כـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ئ ـ ـ ا‬ ‫א ـ‬ ‫ــא כא ـ‬ ‫ا ـ رة ـ ن כ‬
‫ا ـ ‪[.‬‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬

‫ـ‬ ‫ـ ه وإن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫)﴿و َ ـ َ ُכـ ْ َ ـ ُ כ ـ اً أَ َ ـ ٌ ﴾‪ ّ ،‬ــא ـ أ ـ‬


‫َ ْ‬
‫‪.‬‬ ‫ـ ها ا‬ ‫ا‬ ‫ـ د( أي‬ ‫ـ ـ ـ أ ـ ـ ـ ــא ــאو ـ ـ ة ا‬ ‫ـ‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ّ‬
338 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Türsel mahiyetinde [eşiti olması]) Yani türsel mahiyetinde eşitinin


varlığı olması (Bunu Allah Teâlâ’nın “ve lem yûled/doğurulmadı” sö-
zü geçersiz kılmaktadır. Çünkü mahiyeti kendisiyle başkası arasında
müşterek olan her şeyin varlığı maddî olur. Dolayısıyla da başkasın-
5 dan doğmuş olur.) Çünkü [varlığı] mücerred olursa türü [tek] bir ferd
olur. Celâleddin Devvânî Hâşiyetu alâ Şerhi’l-İşârât’ta felsefî kaidelerin
gerektirdiği şeyi şöyle ifade etmişir: “Mahiyet eğer mücerred ise nevi bir
ferde münhasırdır. Eğer maddî ise maddenin hususiyetlerinin istidatları-
nın farklı oluşuna göre şahısları farklılık arzeder.”1 Allah Teâlâ’nın türsel
10 mahiyetinde bir eşitinin varlığı olmadığına dair iki ayrı delil daha vardır.
Celâleddin Devvânî’nin Şerhu Akâid-i Adûdiyesine bakılmalıdır.
(Cinsinde [eşiti] olması) Yani cinssel mahiyetinde eşit varlığı (ki o da
varlığının zorunluluğudur.) Burada (ve hüve vücubu’l-vücud cümlesin-
deki “hüve”) zamiri haber olması itibariyle zikredilmiştir ki tercih edilen
15 de budur. (Bunu da aynı şekilde) yani türsel mahiyetinde eşitinin varlı-
ğı olmasını geçersiz kıldığı gibi (bu âyet geçersiz kılmaktadır.) (Çünkü
O’nun) yani Allah’ın (o zaman) cinssel mahiyetinde eşiti olduğunda) it-
tifakla her mahiyetin cinsi ve faslı olmasından dolayı (cinsi ve faslı olur).
Mahiyetin, müsavi iki veya daha fazla şeyden mürekkeb olmasını caiz gö-
20 renler muhalif olsa da her mahiyetin cinsi ve faslı vardır.
(Böylece varlığı iki şeyin birleşmesinden) anne gibi cinsten ve baba
gibi fasıldan hasıl olan terkipten (olmuş olur.) Bu delil, hulfî istisnaî kıyas-
tır. Daha önce vâcib için zihnî terkibin imkansız olmadığı geçmişti. Çünkü
bu, sadece zihinde muhtaç olmayı (iftikar) zorunlu kılar; imkanı zorunlu
25 kılmaz. Çünkü mümkün, haricî varlığında başkasına muhtaç olandır. Tâ-
linin batıl olması memnudur. Cins anneye ve fasl babaya benzetilmiştir.
Çünkü fasl, cinste onun müphemliğini izale ederek tasarruf eder ve cinse
katılmasıyla da tür ortaya çıkar.
(Aynı şekilde) yani bu âyet gibi (başlangıcı) yani sûrenin başlangıcı ki
30 o da mesela “Allah” lafzıdır. (onu) yani cins’e kendisine eşitin varlığı olma-
sını (geçersiz kılar.) (Çünkü mahiyeti ondan olan hiçbir şeyin hüviyeti
li-zâtihi olmaz.) Aksine onlara bağlı olur. Ancak tâli batıldır, mukaddem
de aynı şekilde batıldır. Bu konuda daha önce benzeri geçmişti.

1 Râzî’nin Şerhu’l-İşârât’ı üzerine Celâleddin Devvânî’ye ait bir Hâşiye vardır ve bu esere ait tek nüshanın
İran’da bulunduğu ifade edilmektedir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪339‬‬

‫ــא‬ ‫﴿و َـ ُ َـ ْ ﴾‪،‬‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــא )‬ ‫ــאوي‬ ‫ـ ( أي و ـ د ا‬ ‫)ـ ا א ـ ا‬


‫َ ْ‬
‫ـ د ـ ـ ـ د‪،‬‬ ‫ـ ه﴾ إذ؛ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ده ــאدي‬ ‫ـ כ‬ ‫כאن א ـ‬
‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאرات ا ـ ي‬ ‫ـ حا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאل ـ ل ا ـ ا وا ـ‬
‫אد ـ‬ ‫ـ د‪ ،‬وإن כא ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ دة‬ ‫ـ ‪» :‬أن ا א ـ إن כא ـ‬ ‫ا‬
‫ــ م‬ ‫ا ــאدة‪ ١«.‬و ــ‬ ‫ــ‬ ‫ادات‬ ‫ا ــ ف ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫א‬ ‫أ ــ א‬ ‫ــ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـح‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ د ـ ن آ ـ ان‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــאوي ـ ا א ـ ا‬ ‫و ـ دا‬


‫ـ لا ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ا אئ ـ ا‬

‫ــ )و ــ و ــ ب‬ ‫ــאوي ــ ا א ــ ا‬ ‫ــ ( أي و ــ د ا‬ ‫)أو ــ ا‬


‫ـ ه ا ـ أ ـ ًא( أي‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ـ ا ر ـ ‪).‬‬ ‫ـ א ــאر ا‬ ‫ـ د( ذכ ـ ا‬ ‫ا‬
‫ئ ـ ( إذا כאن ـ‬ ‫ـ ‪ ) .‬ـ ( أي ا )‬ ‫ــאوي ـ ا א ـ ا‬ ‫ـ و ـ دا‬ ‫כ ــא‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫א ـ‬ ‫و ـ ( ــאء ـ أن כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ )ـ‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ــא ــאو‬


‫א ـ اً‬ ‫ــאو‬ ‫ا א ـ ـ أ ـ‬ ‫ـ ا א ـאً‪ .‬وإن א ـ ـ ـ ّ ز כـ‬ ‫وـ‬
‫ـ أن כ א ـ ــא ـ و ــא ـ ‪.‬‬

‫‪٨٢]/‬ظ[ ا ـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا א ـ‬ ‫) כـ ن و ـ ده ـ ا زدواج( أي ا כ ـ‬


‫ـ أن‬ ‫ـ ‪.‬وـ‬ ‫ــאس ا ـ אئ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ي כא ب‪ .‬و ـ ا ا‬ ‫כא م و ـ ا‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאر ـ ا‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ؛‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ا כـ‬


‫ـ ن‬ ‫ـ د ا אر ـ ا ـ ا ـ ‪.‬‬ ‫ــאج ـ ا‬ ‫ــא‬ ‫כـ‬ ‫ا ــכאن؛ إذ ا‬ ‫ـ‬
‫ـف ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ب‪ ،‬ن ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא م وا‬ ‫ـ‬
‫ـ ع‪ .‬وإ ــא ُ ـ ا‬ ‫ا אـ‬
‫ّ‬
‫אـ إ ـ‪.‬‬ ‫ـ ا ـ ع א‬ ‫زا ـ إ א ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫ــא )أ ــ ًא( أي כ ــ ه ا ــ )أو ــא( أي أول‬ ‫ــאوي‬ ‫ــ ( أي و ــ د ا‬ ‫)و‬ ‫‪٢٠‬‬

‫ا ـ ‪ (.‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ כـ‬ ‫ــא ً‪ ) .‬ن ــא כאن א ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ـ رة‪ .‬و ـ‬
‫ـ ــא ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ـ م‬ ‫א ـ وا‬ ‫ــא‪ .‬כ ـ ا א ـ‬ ‫ـאُ‬ ‫כـ ن‬
‫א‪.‬‬ ‫أن‬ ‫ان و‬ ‫ا‬ ‫ح‬ ‫اا‬ ‫‪١‬‬
340 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[Hâtime]
[İbn Sînâ] dedi ki:
“Bu sûredeki hakikatlerin kemaline bak! Önce “O’nun hüve (o) ol-
ması”ndan başka bir [şekilde ifade edilmeyen ve hüve’den başka] ismi
5 olmayan hüviyet-i mahzasına işaret etti.
Sonra açıkladığımız üzere bunu, hakikatin en yakın lâzımı ve tarif ola-
rak en güçlüsü olan ulûhiyeti [Allah lafzı] takip etti. Sonra ardından
“ehad” lafzını, iki şeyi ifade etmek için getirdi: Birincisi, “Mukavvi-
matın (kurucu unsurların) zikriyle yapılan tam tarifin (hadd-i tam)
10 terk edilip lâzımların zikriyle yetinildi” denilmemesi için; ikincisi,
zâtında bütün yönlerden (cemi-i vücûh) bir olduğunun delili olması
için [zikredildi].
Ehadiyet, ulûhiyetten sonra getirildi, ulûhiyet, ehadiyetten sonra geti-
rilmedi. Çünkü ulûhiyet, O’nun her şeyden (küll) müstağni olması ve
15 her şeyin O’na muhtaç olmasından [O’na nisbet edilmesinden] ibaret-
tir. Böyle olan mutlak olarak birdir (vâhid). Aksi takdirde O, cüzlerine
muhtaç olurdu. Çünkü ulûhiyet, hüve hüve olması itibariyle birliği
(vahdet) gerektirir. Ancak birlik (vahdet), ulûhiyeti gerektirmez.
Sonra bunu “Allahu’s-samed/Allah sameddir” sözü takip etti. Bu ifade,
20 varlığı[nı]n zorunluluğu (vücûbu’l-vücûd) ve var olanlardan (mevcû-
dât) kendisi dışında her şeyin (küll) varlığının ilkesi olması anlamında
‘samed’ oluşuyla, ulûhiyetin anlamının tahkikine delalet etmektedir.
Bu açıklamasını, O’ndan başkasının doğmadığı (tevellüd) ifadesi ta-
kip etti. Çünkü O, başkasından doğmadı. O, bütün var olanların ilâhı
25 ve onlara varlık veren olduğu hâlde, kendi varlığı başkasının varlık
vermesiyle (feyz) olmadığı gibi O’nun da benzerine varlık vermesinin
(feyz) mümkün olmadığını beyan etti. Sonra bu açıklamasını varlıkta,
kendisine varlık (vücûd) kuvvetinde eşit (müsâvî) hiçbir şeyin olmadı-
ğı ifadesi takip etti.
30 Sûrenin başlangıcından “Allah sâmeddir/Allahu’s-samed” âyetine ka-
dar [olan kısmı]; mahiyeti, mahiyetinin lâzımları, hakîkî vahdeti ve
O’nun asla mürekkeb olmamasına dairdir. “Lem yelid/Doğurmadı”
âyetinden “Küfüven ehad/O’na bir denk de olmadı” ifadesine [sûre-
nin sonuna] kadar olan kısmı ise O’nun ne türünde ne de cinsinde
35 eşiti (müsâvî) olmadığı; hiçbir şekilde ne O’ndan bir doğan (mütevel-
lid) olduğu, ne O’nun bir başkasından doğan olduğu, ne de vücudda
kendisine bir mukabili (müvâzî) olmasına dairdir. İşte bu kadarla [Al-
lah’ın] zâtını bilmenin (marifet) tamamı hasıl olur.
İlimlerin tamamını tahsil etmenin en yüce gayesi, Allah Teâlâ’nın yüce
40 zâtını, sıfatlarını ve fiillerinin kendisinden ne şekilde sudur ettiğini
bilmek olunca bu sûre, tariz ve ima yoluyla Allah Teâlâ’nın zâtıyla il-
gili konuların hepsine delalet eder. Şüphe yok ki [bu sebeple] bu sûre,
Kur’ân’ın üçte birine denk kılındı.”
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪341‬‬

‫اا‬ ‫] א‬

‫ا ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ه ا ـ رة! أ ــאر أو ً ا ـ‬ ‫אئـ‬ ‫أ ـ ا ـ כ ــאل‬


‫ـ ‪.‬‬ ‫ــא إ أ ـ‬

‫ـ ًא כ ــא‬ ‫ـ وأ ـ א‬ ‫ـ أ ـ ب ا ـ ازم ــכ ا‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫כـ ا‬ ‫ّـ‬ ‫ـ‬


‫ا כא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאل إ ـ ـ ك ا‬ ‫אئ ـ ؛ ا و ـ כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ا‬ ‫ّـ‬ ‫ــאه‪ .‬ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ّ‬
‫ـ‬ ‫ــאت و ـ ل ا ـ ذכـ ا ـ ازم‪ .‬ا א ـ ـ ل ـ أ ـ ـ ذا ـ وا ـ‬ ‫כـ ا‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫ــ ــ ا ــ و ــ ُ ِّ ـ ا ــ ــ ا‬ ‫ــ ا ــ ه‪ .‬ور ــ ا‬
‫َ‬
‫ـ ــאرة ـ ا ـ אئ ـ ا ــכ وا ــאج ا ــכ إ ـ ‪ .‬و ــא כאن כ ــכ‬ ‫ـنا‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫א ـ ًא ا ـ أ ائـ ‪ .‬ـ ن ا‬ ‫ــכאن‬ ‫ـ ًא وإ‬ ‫כאن وا ـ ًا‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ة‬ ‫ـ ة وا‬ ‫ـ ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ـ ا ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ودل ـ‬
‫ـ ﴿ا ُ ا َّ َ ـ ُ ﴾ ّ‬ ‫ّ ـ ذ ــכ‬ ‫ـ‬
‫دات‪.‬‬ ‫ـ د כ ــא ـ اه ـ ا‬ ‫ـ د وا ئ ـ‬ ‫א ــא و ـ ب ا‬

‫ــ ــ ه‪ .‬و ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه؛ ِ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ّــ‬ ‫ــ ّ ــ ذ ــכ ــאن أ ــ‬
‫ّ‬
‫ـ ز أن ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ـ دات א ـ ًא‬ ‫أ ـ وإن כאن إ ـ ًא ِ ـ ا‬
‫ّ‬
‫ذ ــכ ــאن أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬ـ‬ ‫ـ כ ــא ـ כـ و ـ ده ـ ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ا‬ ‫‪١٥‬‬
‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ ةا‬ ‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ـ د ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬

‫ـ ﴿ا ا َّ َ ـ ُ ﴾ ـ ــאن א ـ و ـ ازم א ـ‬ ‫ِ ـ أول ا ـ رة ا ـ آ ـ‬


‫ـ ﴿כ ـ اً‬ ‫ـ ﴿ ـ َ ِـ ْ ﴾ ا ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وأ ـ ـ כ ـ أ ـ ً‪ .‬و ـ‬ ‫وو ـ ة‬
‫ـ ن כـ ن ـ اً‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ ــאن أ ـ ـ ـ ــא ــאو ـ‬
‫ـ د‪ ،‬ـ ا‬ ‫از ـאً ـ ـ ا‬ ‫ـ ن כـ ن‬ ‫ـ هو‬ ‫ـ اً ـ‬ ‫ـ ن כـ ن ـ‬ ‫ـ و‬ ‫‪٢٠‬‬
‫ـ ذا ـ ‪.‬‬ ‫ــאم‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫אـ‬ ‫אـ و‬ ‫ـ ذات ا‬ ‫ـ א‬ ‫ا ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ــא כאن ا ـ ض ا‬


‫ــאء ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫وכ ـ ـ ور أ א ـ ـ و ـ ه ا ـ رة دا ـ ـ ـ ا‬
‫ـ ه ا ـ رة אد ـ‬ ‫ـ م ُ ِـ‬ ‫ـ ذات ا א ـ ‪،‬‬ ‫ـ ــא ـ א ـ‬
‫ـ ا ـ آن‪.‬‬ ‫‪٢٥‬‬
342 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

İşte bunlar, bu sûrenin esrarından vakıf olabildiklerimdir. Şüphesiz


gayesinin en iyisini bilen ancak Allah’tır.
Böylece risale tamama ermiştir. Hamd, aklı lütfeden (vâhib) ve her
şeyin var edeni (mübdiî) ibda eden Allah’a, Salât elçilerin en hayırlı-
5 sınadır.]

(Hâtime) Yani İhlâs sûresinin tefsirinin kendisiyle tamamlanacağı mese-


leler gelecek. Evla olan ilave edilen şeyin daha önce geçenlerin sonucu oldu-
ğunu ima edecek olan ‘fezleke’ veya ‘hülasa’ gibi kelimelerin kullanılmasıydı.
(İlk olarak) celalet ve azametinden dolayı (hüve’den başka ismi ol-
10 mayan) [başka şekilde] ifade edilemeyen (hüviyet-i mahzasına işaret
etti.) Yani zâtının aynı olan özel varlığına (vücûd-i hâs) işaret etti. (Sonra
bu hakikatin en yakın lâzımı ve tarif olarak en güçlüsü olan ulûhiyeti
takip etti.) Yakınlığının kemalinden dolayı ki onunla ilgili olan şeyler
daha önce geçmişti. (Sonra bunu mukavvimatın zikriyle yapılan ka-
15 mil tarifin) bu, tam tariftir (terk edilip lâzımların zikriyle yetinildi
denilmemesi için “ehad” lafzı takip etti.) Çünkü ehadiyet, hüviyet-i
ilâhiyenin zihnen ve haricen basît oluşunun zorunluluğuna ve daha önce
geçtiği gibi mukavvimatının (kurucu unsuru olmasının) imkansızlığına
delalet eder. Böylece ehadiyetin zikredilmesi itiraz ve bu itiraza cevap
20 olarak zikredilmiş olur. Ancak ehadiyetin zihnî basît oluşa delaleti konu-
sunda söylenilmesi gereken [başkaca] söz vardır. ([Ehad] O’nun bütün
yönlerden bir olduğuna delil olarak zikredildi.) Yani daha önce geçtiği
üzere vahdetin son haddinde olmasından dolayı zihnen ve haricen [bir
olduğuna delil olarak]. Bu konuda daha önce işaret ettiğimiz gibi zihnî
25 vahdete delaleti memnudur.
(Ehadiyet, ulûhiyetten sonra getirildi, aksi olmadı.) Şöyle ki “Hüve
ehad Allah” denilmedi. (Çünkü ulûhiyet, O’nun her şeyden müstağni ol-
ması ve her şeyin) yani bütün yönlerden (O’na muhtaç olması demek-
tir.) (Bu şekilde olan) yani her şeyden müstağni olan ve her şey kendisine
30 muhtaç olan (mutlak olarak birdir.) Yani zihnen ve haricen (Aksi takdirde
cüzlerine muhtaç olurdu.) Tâli bâtıldır, mukaddem de aynı şekilde bâtıldır.
Ancak tâlinin bâtıl oluşu zihnî cüzlere ihtiyaç duyması itibariyle memnudur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪343‬‬

‫א א א‪.‬‬ ‫رة‪ .‬وا أ‬ ‫أ ار ا‬ ‫ا אو‬

‫‪[.‬‬ ‫ا‬ ‫ة‬ ‫ع ا כ ‪ ،‬وا‬ ‫و‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫א وا‬ ‫ا‬

‫ــ ص‪.‬‬ ‫ــ رة ا‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ‬ ‫ــאئ‬ ‫ــכ‬ ‫) א ــ ( أي ــא ــ‬
‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـنا‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ــא‬ ‫ـ أو‬ ‫כ ـ أو‬ ‫وا و ـ أن ــאل‬
‫ــא ـ ‪.‬‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ‬ ‫ــ ( أي ا ــ و ــ د ا ــאص ا ــ ي ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫)أ ــאر أو ً ا ــ‬

‫ــא‪ ) .‬ـ‬ ‫ــא و‬ ‫ـ (‬ ‫ـ‬ ‫ــא )إ‬ ‫ـ‬ ‫ــא( و‬ ‫ا ـ‬ ‫ذا ـ ‪) .‬ا ـ‬

‫ــא‪ .‬و ــ‬ ‫ــאً( כ ــאل‬ ‫ــ أ ــ ب ا ــ ازم وأ ــ א‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ّ ــ א‬

‫ا כא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאل )و ـ ض ـ ك ا‬ ‫ـ ‪ (.‬ئ ـ‬ ‫ّـ א‬ ‫ـ‪).‬ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬

‫ذ ــאً‬ ‫ــא‬ ‫ــ و ــ ب‬ ‫ــ ــ ل‬ ‫ــאت( و ــ ا ــ ا ــאم؛ ن ا‬ ‫א‬ ‫‪١٠‬‬

‫ا ـ ًא ‪٨٣]/‬و[‬ ‫ـ ا ـ ار ًا و‬ ‫ــא ـ ‪ ،‬כـ ن ذכـ ا‬ ‫אـ‬ ‫و אر ـ ًא وا ــאع‬

‫ـ כ م‪ ) .‬ـ ل‬ ‫ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ـ ا‬ ‫ـ اض‪ .‬כ ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫ـ‬

‫ـ ة‬ ‫אـ ـ ا‬ ‫ـ ه( أي ذ ـ ًא و אر ـ ًא כ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـ وا ـ‬

‫ــ כ ــא أ ــ א إ ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ ة ا‬ ‫ــ ا‬ ‫כ ــא ــ ‪ .‬و ــ أن د ــ‬

‫ـ » ـ أ ـ ا «)ـن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ دون כ ـ (‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫)ور ّـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ه‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאج ا ــכ إ ـ ( أي ـ‬ ‫ـ ا ــכ وا‬ ‫ــאرة ـ ا ـ אئ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬

‫ـאً(‬ ‫א ـאً إ ـ ـ )כאن وا ـ اً‬ ‫אً ـ ا ــכ و‬ ‫ـ‬ ‫)و ــא כאن כ ــכ( أي‬

‫ــ م‬ ‫א‬ ‫א ــ‬ ‫א ــ ًא ا ــ أ ائــ ( وا א ــ‬ ‫) ــכאن‬ ‫أي ذ ــ ًא و אر ــ ًא وإ‬

‫ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ اء ا‬ ‫ــאج ا ــ ا‬ ‫א ــ ا ــ ا‬ ‫ــ ن ا א ــ‬ ‫ــ ‪ .‬כــ‬


344 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Mevlana Kâdī Mîr Hüseyin Şerhu’l-Hidâye’de şöyle demiştir: Zorunluda im-


kansız olan terkib, haricî terkibdir. Çünkü o, hariçte muhtaç olmayı zorun-
lu kılar ki bu da imkanı zorunlu kılar. Zihnî terkibin bunu gerektirmesine
gelince bunun imkansızlığını kabul etmiyoruz. Çünkü bu, hariçte muhtaç
5 olmayı gerektirmez. Aksine zihinde gerektirir. Zihinde muhtaç olmak ise
imkanı gerektirmez. Mümkün hariçteki varlığında başkasına ihtiyaç duyan-
dır.1 Söz ancak ilk akla gelene göre olursa böyledir. Her şeyden müstağni
olmak denildiğinde akla ilk gelen zihnen ve haricen müstağni olmaktır.
(Bu) yani ilahlık (vahdeti gerektirir.) [Ulûhiyet vahdet için] burhan-ı
10 limmî olur, aksi olmaz. Bundan dolayı ehadiyet, ulûhiyetten sonra getirildi.
(Sonra bunu, bu) yani “samed” ona haber kılınarak Allah lafzını sa-
mediyetle (takip etti.) Daha önce defalarca geçtiği üzere (Bu ifade, varlı-
ğın zorunluluğu ve kendisi dışında her şeyin ilkesi olması anlamında)
(ulûhiyetin mânâsının tahkikine delalet etmektedir.) [Ulûhiyetin tah-
15 kiki] daha önce geçtiği gibi samedin iki anlamının kastedilmesine bağlıdır.
(Bunu) yani Allah lafzını (O’ndan başkasının doğmadığı ifadesi ta-
kip etti. Çünkü O, başkasından doğmamış olandır. Ve yine) Takip için
atf-ı tefsirdir. (bütün varlıkların ilâhı ve onlara varlık feyzeden olduğu
hâlde, kendi varlığı başkasının varlık feyzini akıtması) O’ndan başka-
20 sından doğması gibi. (olmadığı gibi O’nun da benzerine varlık verme-
sinin) Kendisinden başkasının doğması gibi (mümkün olmadığını açık-
ladı.) İkincisi müşebbihun bih/kendisine benzetilen kılındı. Çünkü daha
önce geçtiği gibi ilkinin delilidir ve ikincisinde ihtilaf daha azdır.
(Bunu) yani Allah lafzını (varlığın kuvvetinde kendisinin eşiti ol-
25 maması takip etti.) Zorunlu oluşunda, ne türünde ne cinsinde müsavisi
olmadığını beyan etti. Bunu daha önce açıklamıştı. Bu konuda lehte ve
aleyhte olanlara işaret etmiştik. Düşün!
(Onun başlangıcından) yani sûrenin başlangıcından ([Allahu’s-sa-
med/Allah sameddir âyetinin sonuna kadar] mahiyeti, mahiyetin lâ-
30 zımları,) Evla olan hüviyetinin ve hüviyetin lâzımları [şeklinde denilme-
siydi] (hakikatinin birliği ve) [İbn Sînâ’nın] iddiasına göre ne zihnen ne
haricen (asla mürekkeb olmadığı açıklanmaktadır.)

1 Kemaleddin Kâdı Mîr, Şerhu’l-Hidâye, Matabaa-i Âmire, İstanbul: 1308, s. 102.


‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪345‬‬

‫ـ ـ ا ا ـ‬ ‫ا‬ ‫ا ـ ‪ :‬إن ا כ ـ‬ ‫ـ حا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ا א ـ‬ ‫ــאل‬


‫ا ــכאن‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ــאر ـ ا ــאرج‪ ،‬و ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا אر ـ ؛‬ ‫ـ ا כـ‬
‫ــאر ــ‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ا א ــ ؛‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ا‬ ‫وأ ــא ا כ ــ‬
‫כـ‬ ‫ا ــכאن‪ .‬إن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאر ـ ا‬ ‫ـ ‪ .‬وا‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ــאرج ـ‬
‫ــאدر‪.‬‬ ‫ــאج ـ و ـ ده ا ــאرج ا ـ ا ـ ‪ ١.‬أ ـ إ أن ـ ا ــכ م ـ ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ אء ـ ذ ـ ًא و אر ـ ًא‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ אء ـ ا ــכ‬ ‫ــאدر ـ ا‬ ‫و ــאل إن ا‬

‫ــא دون כ ـ ‪ .‬و ـ ا‬ ‫א ـ ًא ّ ـ ًא‬ ‫ـ ة( כـ ن‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ )‬ ‫) ـ ( أي ا‬


‫ـ ‪٨٣]/ .‬ظ[‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ر ّـ‬

‫ــ اً ــ ‪) .‬ودل ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ــ ن‬ ‫א‬ ‫ذ ــכ( أي ا‬ ‫ــ‬ ‫) ــ‬
‫א ــא‬ ‫ـ כ ــא ـ ‪) .‬ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ إرادة כ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ(‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫‪١٠‬‬
‫ـ ـ اراً כ ـ اً‪.‬‬ ‫ــא ـ اه( و ـ‬ ‫ئـ‬ ‫ـ د وا‬ ‫و ـ با‬

‫ـ ه‪ .‬و ـ (‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـن)‬ ‫ـ ( أي ا‬ ‫)ـ‬
‫ّ‬
‫ــ د ــ כــ‬ ‫ــ و ّא ــאً‬ ‫ــ )أ ــ وإن כאن إ ــ ًא‬ ‫ــ ي‬ ‫ــ‬
‫ــ ه( ــ ن ــ ــ ــ ه )כ ــא ــ כــ‬ ‫ــ ( أي ا ــ د ) ــ‬ ‫ــ ز أن‬
‫ـ אً ـ ؛ ن‬ ‫ـ ا אـ‬ ‫ـ ه‪ .‬وإ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه( ـ ن‬ ‫ـ‬ ‫و ـ ده ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ـ ا ول כ ــא ـ و ـ ا ـ اع ـ ا א ـ ‪.‬‬ ‫د ـ‬

‫ـ‬ ‫ـ د( ا ا ـ‬ ‫ـ ةا‬ ‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ( أي ا ) ـ‬ ‫)ـ‬


‫ــא‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــא‬ ‫ــא ـ ‪ .‬و ـ أ ـ א ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ أو‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ـ عو‬
‫כـ !‬ ‫ـ و ـ‪.‬‬

‫ــ‬ ‫ــאن‬ ‫) ــ أو ــא( أي أول ا ــ رة ) ــאن א ــ و از ــא( ا و ــ‬ ‫‪٢٠‬‬


‫אر ـאً ـ ز ـ ‪.‬‬ ‫ذ ـאً و‬ ‫ـ و ـ م כ ـ أ ـ ( أي‬ ‫و از ــא‪) .‬وو ـ ة‬

‫دي‪ ،‬ص‪.١٠٢ ،‬‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫א‬ ‫‪١‬‬


346 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(“Lem yelid/Doğurmadı” âyetinden) sûrenin sonuna kadar ise


(O’nun ne türünde ne cinsinde eşiti olduğu; hiçbir şekilde ne
O’ndan bir başkasının doğduğu, ne O’nun başkasından doğdu-
ğu, ne de varlıkta kendisine bir denk) yani eşiti (olduğu beyan
5 edilmektedir.) Zorunlu (Vâcib) ve aynı şekilde ilâh olması sebebiyle
vücudda kendisine bir denk (küfüvv) ve bir benzeri (nezîr) [olmadığı
beyan edilmektedir.] (İşte bu kadarla) Yani subûtî ve selbî sıfatların
açıklanmasıyla ilgili [bu miktarla] ([Allah’ın] zâtının bilinmesinin
tamamı hasıl olur.) [Öyle ki zât] tam inkişafla ortaya çıkmış ve akıl-
10 da O’nun dışındaki her şeyden ayrılmıştır. Bütün bunlar, açık olan
şeylerdir.
(İlimleri tahsil etmenin en yüce gayesi) aslî maksadı (Allah
Teâlâ’nın zâtını), Bütün kemal sıfatlarla muttasıf olması, bütün nok-
san sıfatlardan münezzeh olması, mutlak olarak en yüce ve gaye ola-
15 rak en son hadde olan olduğu için âlemlerin rabbi olmasıyla, (sıfat-
larını) kelamcıların çoğunluğunun ileri sürdüğü gibi O’nun zâtıyla
kâim ve kadim olması ve Mutezile ve filozofların ileri sürdükleri gibi
zâtının aynı olmamasıyla [bilmektir]. Burada kelâm ilminde zikre-
dilen derin bahisler vardır. (ve fiillerinin kendisinden ne şekilde
20 sudur ettiğini [bilmektir]) Fiilleri, kendisinden ihtiyarî olarak sâdır
olurlar. Filozofların görüşlerinin hilafına ihtiyar, fiillerden zâtî değil
zâmanî olarak önce gelince fiiller, hâdis olurlar. Burada da aynı şekil-
de kelâm ilminde incelenmiş derin bahisler vardır. (Bu sûre tariz ve
ima yoluyla) yani derin ve ince bir işaretle (Allah Teâlâ’nın zâtıyla
25 ilgili konuların hepsine delalet etmektedir.) Evla olan Allah’ın zâtı-
na taalluk edenlerin hepsine [delalet etmektedir denilmesidir.] (Nebi
(s.a.) onu Kur’ân’ın üçte birine denk kılmıştır.) Allah’ın zâtıyla il-
gili konuları içerdiğinden dolayı Kur’an’ın üçte birine denk olduğunu
söylemiştir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪347‬‬

‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــאن )أ ــ‬ ‫)و ــ ﴿ َــ َ ِ ــ ْ ﴾( ا ــ آ ــ ا ــ رة ) ــ أ ــ ( ا و ـ‬


‫ْ‬
‫ـن‬ ‫ـ اً ـ و‬ ‫ـ ن כـ ن ـ ه‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ــא‬

‫ــאو ًא‬ ‫از ـ ًא ـ ( أي‬ ‫ـ ن כ ـ ن( أي ا ـ )‬ ‫ـ هو‬ ‫ـ ًا ـ‬ ‫כـ ن ـ‬

‫ــ د( ــ ن כــ ن כ ــ اً و ــ اً ــ ــ ن כــ ن وا ــאً وإ ــאً أ ــאً ‪/‬‬ ‫ــ ) ــ ا‬

‫ـ‬ ‫ــאم‬ ‫ـ‬ ‫)‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫אـ ا‬ ‫ـ ( أي ــאن‬ ‫]‪٨٤‬و[ ) ـ ا ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ــא ــ اه‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ا כ ــא אً א ــאً و ــאز‬ ‫כ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ذا ــ (‬
‫‪١‬‬
‫א ـ ‪.‬‬ ‫وا ــכ‬

‫ـ ذا ـ (‬ ‫ا ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ ) ـ‬ ‫ـ دا‬ ‫)و ّ ــא כאن ا ـ ض( أي ا‬

‫ــאن وأ ــ‬ ‫ــאف ا‬ ‫ــ‬ ‫ــאت ا כ ــאل ــ ه ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬

‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫‪٢‬‬


‫א ــ (‬ ‫ــ ‪) .‬و‬ ‫ــ اً أ‬ ‫ــאً أ ــ و‬ ‫ــא‬ ‫כ‬ ‫رب ا א ــ‬ ‫‪١٠‬‬

‫إ ــ‬ ‫ــ ذا ــ כ ــא ذ ــ‬ ‫ــ ر ا כ ــ‬ ‫إ ــ‬ ‫ا ــ כ ــא ذ ــ‬ ‫אئ ــ‬

‫ــ ا ــכ م‪) .‬وכ ــ‬ ‫ــ ذכــ ت ــ‬ ‫ــא أ ــאث‬ ‫ــ ‪ .‬و‬ ‫ــ وا‬ ‫ا‬

‫ــאل‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאر‬ ‫ــאر‪ .‬وإن ـ م ا‬ ‫ــאدرة ـ א‬ ‫ــא‬ ‫ـ ور أ א ـ (‬

‫ــ‬ ‫ــא أ ــאً أ ــאث‬ ‫ــ ‪ .‬و‬ ‫ــאً‬ ‫כــ ن אد ــ‬ ‫ذا ــ‬ ‫ز א ــ‬

‫ــאرة‬ ‫ــאء( أي ا‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ــכ م‪) .‬وا ـ رة دا ـ‬ ‫כـ رة ـ‬ ‫‪١٥‬‬

‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذا ـ ( ا و ـ‬ ‫ـ‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ) ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫ا‬

‫ـ‬ ‫ا ـ آن(‬ ‫ـ‬ ‫אد ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא ا ـ‬ ‫اـ )‬ ‫ـ‬

‫ا ـ ات‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ א א‬ ‫ا ـ أن‬ ‫ــאل‪ :‬إ ــא ـ ل ـ‬

‫ء כא ‪.‬‬ ‫ا‬ ‫אأ‬ ‫ها‬ ‫‪:‬‬ ‫و ا א ‪ :‬אل ا‬ ‫‪١‬‬


‫ا ـ‬ ‫ـ ي و ـ وا ـ ـ ا כ ـ أو ـ ه כ ــא ذ ـ‬ ‫ا ـ ا ـ ا‬ ‫ـ ه כ ــא ذ ـ‬ ‫ـ و‬ ‫و ـ ا א ـ ‪ :‬ـ اء כא ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ــ ‪.‬‬
348 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Ahmed [b. Hanbel] Müsned’inde, Nesâî [Sünen’inde] Übey [b. Ka’b]’dan


şöyle rivayet etmişlerdir: Kulhuvellahu ehad’i okuyan sanki Kur’ân’ın üçte
birini okumuştur.1 Ukaylî Zuafâ’da Recâ el-Ğanevî (r.a.)’dan şöyle rivayet
etmiştir: Kim kulhuvellahu ehad’i üç defa okursa sanki Kur’ân’ın tama-
5 mını okumuştur.2 Beyhakî Şuabu’l-Îmân’da Enes (r.a.)’dan şöyle rivayet
etmiştir: Kim kulhuvellahu ehad’i iki yüz defa okursa Allah Teâlâ onun
iki yüz senelik günahını bağışlar.3Hıyârî Fevaid’inde şöyle rivayet etmiştir:
Kim kulhuvellahu ehad’i bin kere okursa nefsini Allah’tan satın almış olur.
Hepsi İmam Suyûtî’nin Câmiu’s-Sağîr’indedir.4
10 Beyzâvî şöyle demiştir: Kur’ân’ın maksadları akâidin, ahkâmın ve kıs-
saların beyanından ibaret olduğu için bu sûre, üçte bire denktir. Bu sûre-
yi Kur’ân’ın tamamına denk kabul edenler bunlardan bizzat kastedilene
[Tevhid] itibar etmişlerdir. Nebi (s.a.)’den: Onu okuyan bir adam işitmiş
ve şöyle buyurmuştur: Vâcib oldu. Denildi ki: Ya Rasulellah! Ne vâcib ol-
15 du? Buyurdular ki: Cennet!5
Allah bizi kendilerine cennetin vâcib olduklarından, ateşin haram
olduklarından kılsın! Amin diyene merhamet etsin! Tamamlandığı için
Allah’a hamd olsun! Salât u selam Allah’ın övgüsü devam ettiği müddetçe
varlıkların Efendisi’ne, O’nun değerli ailesine ve üstün arkadaşları üzerine
20 olsun! Ya Rabbi! Beni annemi, babamı ve bütün müminleri bağışla!
[Risale] tamamlanmıştır.

1 Ahmed b. Hanbel, el-Musned, Muessesetu’r-Risale, Kahire: 1416/1995, XV/471.


2 Ukaylî, Ebû Cafer Muhammed b. Amr b. Musa b. Hammâd, Kitabu Zuafâi’l-Kebir, (thk. Abdülmu’ti
Emin Kal’aci.), Beyrut: 1984/1404., I/125.
3 Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. Hüseyn, Şuabu’l-İman, Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut, t.y., II/508.
4 el-Münâvî, Abdurrauf, Feyzu’l-Kadîr Şerhu Câmii’s-Sağîr, Daru’l-Marife, Beyrut: 1391/1972, VI/201-
203.
5 Beyzâvî, Nâsıruddin Ebû Saîd, Envâru’t-Tenzîl, II/456.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫ح‬ ‫‪349‬‬

‫ـ ا أ ـ כ ــא‬ ‫ـ أـ ‪ :‬ـ‬ ‫ـأ ـ‬ ‫ــאئ‬ ‫ـ ه وا‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ جأ‬ ‫ـ‬


‫ّ‬
‫ـ‪:‬‬ ‫ــאء ـ ر ــאء ا ـ ي ر ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ آن‪ ١.‬و ـ ج ا‬ ‫ـأ ـ‬
‫ـ ‪/‬‬ ‫ـ ‪ ٢.‬و ـ ج ا‬ ‫ـ ات כ ــא ـ أ ا ـ آن أ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا أ ـ‬ ‫ـأ ـ‬ ‫ـ‬
‫אئ ـ‬ ‫ـ ا أ ـ‬ ‫ـأ ـ‬ ‫ـ‪ :‬ـ‬ ‫ر ـ ا‬ ‫ــאن ‪ ٣‬ـ أ ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫]‪٨٤‬ظ[ ـ‬
‫ـ ا أ ـ‬ ‫ـأ ـ‬ ‫ائـ ه » ـ‬ ‫ــאري ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ جا‬ ‫ـ ة ـ ا ذ ـ ب אئ ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫‪٤‬‬
‫‪.‬‬ ‫ــאم ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا אـ ا‬ ‫ـ ـ ا ‪ .‬وا ــכ‬ ‫ـة ـ ا ـ ى‬ ‫أـ‬

‫ــכאم‬ ‫ــאن ا אئـ وا‬ ‫ـ رة ـ‬ ‫א ـ ا ـ آن‬ ‫ــאوي‪ :‬ــא כא ـ‬ ‫و ــאل ا‬


‫ـ د א ـ ات ـ ذ ــכ‪ .‬و ـ‬ ‫ــא כ ـ ا ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫وا‬
‫أ ــא ــאل و ـ ! ـ ‪ :‬ــא ر ـ ل‬ ‫ر ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ـ ‪» :‬أ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ـ‬
‫ـ ‪«.‬‬
‫‪٥‬‬
‫ا و ــא و ـ ؟ ــאل ا‬ ‫‪١٠‬‬

‫ا إ ءاً אل آ אً‪.‬‬ ‫ا אر‪ .‬و‬ ‫و‬ ‫ا‬ ‫و‬ ‫אا‬


‫אم א‬ ‫א ا‬ ‫آ ا כ ام وأ‬ ‫ا אم و‬ ‫ة‬ ‫ا אم وا‬ ‫ا‬
‫כ !‬ ‫و ا يو‬ ‫אئ ‪ .‬ر א ا‬ ‫دام ا‬

‫‪.‬‬

‫ا ـ آن כ ــא أ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ا ائـ‬ ‫ـ‬ ‫ن ـ أ ــא ـ‬ ‫ــאن ـ‬


‫ـ ‪ | .٤٧١/١٥ ،‬و ـ ا א ـ ‪ :‬ـ ا ـ ا‬ ‫ـ ـ‬ ‫‪ ١‬ا ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬
‫‪.١٢٥/١ ،‬‬ ‫אء ا כ‬ ‫‪ ٢‬כ אب‬
‫‪.٥٠٨/٢ ،‬‬ ‫ا אن‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ و ـ ‪ »:‬ـ ـ أ ـ ـ ا‬ ‫ــאوي‪ | .٢٠٢-٢٠١/٦ ،‬و ـ ا א ـ ‪ :‬و ــאل ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ـح א ـ ا‬ ‫‪٤‬‬
‫ــאم‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬כـ ا ـ ا א ـ ا‬ ‫ـ ـ أـ ر ـ ا‬ ‫ـ اـ‬ ‫ـ ‪«.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ة ـ ا ـ ذـ ب‬ ‫أ ـ‬
‫‪.‬‬ ‫ا ــ‬
‫ـ ـ ـ ا أ ـ و ـ أ ـ ذ ـ ب ا ـ و ـ أ ـ ذ ـ ب ا ــאس ـ‬ ‫ـ ةا‬ ‫ـ و ـ ‪ »:‬ـ ـ أ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאل ر ـ ل ا‬
‫ــא‪ .‬כـ ا‬ ‫ــא و ـ أ ــא و ـ‬ ‫ـ אئ ـ ر ـ ا‬ ‫ـ اـ ا ـ‬ ‫ـ ا ـ ى‪«.‬‬ ‫ـ ات أ ــאذ ا ــא ـ ا ـ ء ا ـ ا‬
‫‪.‬‬ ‫ــאم ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا אـ ا‬
‫ـ ـ أن ـ ر ـ א ـ ا כ ــאب و ـ ـ ا و ـ أ ـ ذ ـ ب ا ـ و ـ أ ـ ذ ـ ب ا ــאس‬ ‫» ـ ـ أ إذا ـ ا ــאم ـ م ا‬
‫ــאم ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـ ا ـ ا ـ ي ـ ا ر ـ ‪ .‬כـ ا ـ ا א ـ ا‬ ‫ـ אً ـ ـ ــא ـ م ـ ذ ـ و ــא ـ ‪«.‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ر ـ ا‬
‫אوى‪.٤٥٦/٢ ،‬‬ ‫‪ ٥‬أ ار ا‬
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 351

F. EBU’L-KASIM MUHAMMED ABDURRAHMAN (?)


1. Hayatı ve Eserleri

Hâşiyenin müellifi Ebu’l-Kasım Muhammed Abdurrahman olup bu


alimin biyografisiyle ilgili tabakat kitaplarında herhangi bir bilgiye ula-
şılamamıştır. İbn Sînâ’nın İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerine dair tefsirleri
üzerine yazmış olduğu hâşiyelerin içinde bulunduğu kitaptan anlaşıl-
dığı üzre Delhi’de Kasimu’l-ulûm olarak bilinen Delhi Medresesi’nde
görev yapan müderrislerden biridir. Eserin matbu tarihinden hareketle
(h.1311/1893-94) 20. yüzyılın sonu ile 21. yüzyılın başlarında yaşamış
müslüman Hint ulemasından bir âlim olduğunu söylemek mümkündür.

2. Ebu’l-Kasım’a Ait Hâşiye Metni

Ebu’l-Kasım Muhammed Abdurrahman’ın İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi


Tefsiri üzerine bu hâşiyesi, İbn Sînâ’ya ait Felak ve Nâs sûreleri tefsirleri
üzerine yazmış olduğu diğer hâşiyelerle birlikte Delhi’de 1311’de tab edil-
miştir.1 Bu şerh İbn Sînâ’nın tefsiri üzerine telif edilen şerhlerin arasında
Arapça tek matbu şerh olduğu gibi İbn Sînâ’nın tefsir metninin bütünün
tab edildiği ilk metindir.

Müellif bu eserde İbn Sînâ’nın tefsirini hem şerh etmiş hem de Urdu-
ca’ya tercüme etmiştir. Hâşiye Arapça olup İbn Sînâ’ya ait tefsirin bütü-
nüne yöneliktir. Bu hâşiye İbn Sînâ’nın tefsiri üzerine Arapça telif edilen
şerhler arasında Hâdimî’nin şerhiyle birlikte uzunca olan iki şerhten biri-
dir. Burada dizilen metin matbu olan metnin aynısıdır.

Ebu’l-Kasım’ın şerhi diğer şerhler gibi esas metnin anlaşılmasını ve ge-


nişletilmesini hedef almıştır. Bu sebeple bazen dilsel tahliller yaptığı gibi
bazen konuyu genişleten açıklamalarda bulunmuş, bazen de metnin öner-
meler şeklinde ortaya konulan örgüsüne değinmiştir.

1 Bu şerhin Türkiye kütüphanelerinde dört nüshası bulunmaktadır: Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Ara-
bi, Nr. 209, 210, Marmara İlahiyat Fak. Ktp. Nr. 30, İsam, Nr. 83950.
352 EBU’L-KASIM MUHAMMED - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Matbu metinde müellifin yapmış olduğu açıklamalar İbn Sînâ’nın tef-


sir metninin kenarlarına bir anlamda dipnota benzer şekilde yapıldığı için
esas metni bir bütün hâlinde içermektedir. Dolayısıyla biz de müellifin
hâşiyesini matbu metinde olduğu gibi İbn Sînâ’nın metninin dipnotları bi-
çiminde dizdik. Anlaşılmayı kolaylaştırması hem de matbu metne muvafık
olması hasebiyle tahkike dair tahriç ve açıklamaları da bu notların içinde
vermeyi uygun bulduk.
İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsirine Hâşiye

Müellif
Ebu’l-Kasım Muhammed Abdurrahman
(ö. 20.yy??)
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬

‫)؟(‬ ‫ا‬ ‫أ ا א‬
356 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bismillahirrahmanirrahim
“Kul huvellahu ehad/De ki: O, Allah, birdir.”
[Bu âyetteki] “Hüve” mutlaktır. Mutlak hüve1, hüviyeti başka bir şe-
ye bağlı olmayan, dayanmayan demektir. Çünkü hüviyeti başkasının
5 varlığına bağlı olan her şey, varlığına sebep olan o şey dikkate alınma-
dıkça, hüve hüve olamaz. Hâlbuki hüviyeti zâtından olan kendisiyle bir-
likte başka bir şey ister düşünülsün isterse düşünülmesin o, odur. Fakat
mümkünlerin2 hepsinin varlığı başkasındandır. Varlığı başkasından olan
her şeyin varlığının hususiyeti başkasındandır. İşte [bu hususiyet] hüvi-
10 yetten ibarettir. Öyle ise bütün mümkünlerin hüviyeti başkasındandır.3
1 Bil ki bu âyetin irabı konusunda birkaç vecih vardır.: Birincisi “hüve”nin Allah isminden kinaye olması-
dır. Böylece “Allah” lafzı mübtedanın [hüve’nin] haberi olarak merfu olur. İkincisi ise “hüve”nin şan’dan
kinaye olmasıdır. Bu takdire göre “Allah” lafzı mübteda olarak merfu olur. “Ehad” ise onun haberi olur.
“Allahu ehad” cümlesi ise hüve’den haber olur. Üçüncüsü: Zeccâc demiştir ki: Bu âyetin takdiri “kendisi
hakkında soru sorduğunuz [var ya işte] ‘O’dur, Allah’tır, birdir’ şeklindedir. [Meâni’l-Kur’an, V/377] Mü-
fessirin [İbn Sînâ’nın] -Allah kendisine rahmet etsin!- tercih ettiği görüş bu açıklamaların ilkidir.
İnsanların bir kısmı “hüve”nin ism-i azam olduğu görüşündedirler. Hafız İbn Hacer Fethu’l-Bârî’de
şöyle demiştir:
[Ebu] Cafer et-Taberî ve Ebu’l-Hasen el-Eş‘ârî gibi bazı kimseler ism-i azamı kabul etmemişlerdir.
Diğer bir kısım ise Allah’ın ism-i azamın bilgisini kendine ait kıldığını ve yarattığı hiçbir varlığa bu
bilgiyi vermediği görüşündedir. Diğer bir kısım ise ism-i azamın olduğunu kabul etmişler ancak bunu
belirlemede zorlanmışlardır. Özetle bu konuda on dört görüşe rastladım: İlki, ism-i azamın hüve oldu-
ğudur. Fahreddin er-Râzî bunu keşf ehlinin bazısından nakletmiştir. [Fethu’l-Bâri, XI/227]
Şeyh Gazzâli şöyle demiştir: “Lâ ilâhe illallah” avamın tevhididir. “Lâ ilâhe illâ hüve” ise havassın tev-
hididir. [Mişkâtu’l-Envâr, s. 60]
Hüve’nin zamir-i şan olduğunun veya kendisinden sorulana ait bir zamir olduğunun söylenilmesine
ihtiyaç yoktur. Özetle müfessirin [İbn Sînâ’nın] maksadı hüve’nin zât-ı mukaddese işaret ettiği, “Allah”
lafzının ise O’nun ismi olduğudur.
2 Bütün mümkünlerin varlığı başkasındandır, aynı şekilde yokluğu da başkasındadır. Çünkü var oldu-
ğunda, onun için varlık yokluktan ayrılarak (mütemeyyiz) oluşur. Yok olduğunda ise yokluk onun için
varlıktan ayrılarak oluşur. Bu iki durumun ortaya çıkışı ya başkasındandır veya başkasından değildir.
Eğer başkasından olursa o başkası illet olur. Eğer başkasından oluşmazsa açıktır ki var olmayan sonra da
var olan her şey, kendisi dışında caiz olan bir durumla hususiyet kazanır. Yoklukta da böyledir. Bu tahsis
[hususiyet], mahiyet hususunda [oluşturmada] kendisine ya yeterli veya yeterli olmayan bir durumdur.
Eğer iki durum[u] ortaya çıkaracak şekilde mahiyeti yeterli ise bu zâtının mahiyeti için zorunlu (vâcib)
bir durum olur. [Hâlbuki] vâcib olmadığı farz edilmişti. Bu ise hulftür. Eğer mahiyetinin varlığı kendisine
yeterli olmuyor, aksine ona zâtının varlığı da ilave ediliyorsa varlığı, onun dışında gerekli olan başka bir
şeyin varlığından dolayı olur ki o da [onun] illetidir. Dolayısıyla illeti [olmuş] olur.
Ezcümle, iki durumdan biri zâtından dolayı değil aksine bir illetten dolayı onun için zorunlu olur. Ya
vücudî [var olmak] anlamında bir illet sebebiyle ki o, varlık illetidir veya yokluksa (ademî) anlamda bir
illet sebebiyledir ki o da varlıksal anlamdaki illetin yokluğudur.
3 “Öyle ise bütün mümkünlerin [hüviyeti başkasındandır]” sözü önceki üç öncülün neticesidir. Çünkü ilk
iki öncülü birinci şekil suretinde düzenlenmiştir. Şu şekilde: Her mümkün, varlığı başkasından olandır.
Varlığı başkasından her şeyin varlığının hususiyeti başkasındandır. İkisinin neticesi şu olur: Her mümkün,
varlığının hususiyeti başkasından olandır.
Muhakkik müfessir [İbn Sînâ] üç öncülde şunu ifade etmiştir: “İşte bu bir hüviyettir ki varlığının hususiyeti
ve hüviyeti birdir.” Üç öncül ve bu netice bütün mümkünlerin başkasından olmasını gerektirmektedir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪357‬‬

‫ا‬ ‫ا ا‬

‫﴿ ُ ْ ُ َ ا ُ أَ َ ٌ ﴾‬

‫ــא‬ ‫ــ ه‪ .‬ــ ن כ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫כــ ن‬ ‫ا ــ ي‬ ‫‪١‬‬


‫ــ‬ ‫ا ــ ا‬

‫ــ ‪ .‬وכ‬ ‫ــ‬ ‫כــ‬ ‫ــ ه ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه‬ ‫ــ אرة ــ‬ ‫ــ‬ ‫כאن‬

‫ــ ‪ .‬כــ כ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه أو ــ‬ ‫ــ اء ا ــ‬ ‫ــ ذا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــא כאن‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ‬ ‫ــ ه‬ ‫ــא כאن و ــ ده ــ‬ ‫ــ ه‪ ،‬وכ‬ ‫ــ ده ــ‬ ‫‪٢‬‬
‫כــ‬

‫ــ ه‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫כــ‬ ‫ــ ‪ .‬ــ ذن‪ ٣‬כ‬ ‫ــ ه‪ ،‬وذ ــכ ــ ا‬ ‫و ــ ده ــ‬

‫ـאً ـ ـ ـ ء‪ .‬وا א ـ‬ ‫ا ـ أن ـ إ ـ اب ـ ه ا ـ و ـאً؛ أ ــא أن ﴿ ـ ﴾ כ א ـ ـ ا ـ ا ‪ .‬כـ ن ـ ﴿ا ﴾‬ ‫‪١‬‬


‫ـ כـ ن ـ ًا ـ ﴿ ـ ﴾‪.‬‬ ‫ـאً א ـ اء و﴿أ ـ ﴾ ـ ه‪ .‬وا‬ ‫أن ﴿ ـ ﴾ כ א ـ ـ ا ــאن‪ .‬و ـ ـ ا ا ـ כـ ن ﴿ا ﴾‬
‫ـ ر ـ‬ ‫ــאج‪ [٣٧٧/٥ ،‬وا ــאر ا‬ ‫ـ ـ ا أ «‪ ].‬ــאن ا ـ أن‬ ‫وا א ـ ــאل ا ــאج‪ :‬ـ ـ ه ا ـ »إن ا ـ ي ــئ‬
‫ا ا ول ــא‪.‬‬
‫ا ‪:‬‬ ‫ا‬ ‫ر‬ ‫و ا אس ذ ا أن » « ا أ ‪ .‬אل ا א ا‬
‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ا‬ ‫ـ ا ـ ي وأ ـ ا ـ ا ـ ي‪ .‬و ــאل آ ـ ون ا ـ ا א ـ‬ ‫ـ ـ م ‪،‬כאن‬ ‫» ـ أ כـ ا ـ ا‬
‫ـ ة ـ ً؛ ا ول‬ ‫ـ ـ ذ ــכ أر ـ‬ ‫ـ ا ـ ذ ــכ‪ .‬و ـ أو ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وأ ـ آ ـ ون ـאً وا‬ ‫ـ أ ـ ـ‬ ‫وـ ّـ‬
‫ـ ‪[٢٢٧/١١ ،‬‬ ‫ـ » ـ «‪ .‬ـ ا ـ ا ـ ازي ـ ـ أ ـ ا כ ـ ‪ ] «.‬ـ ا ــאري ـ‬ ‫إن ا ـ ا‬
‫ــ ا ــ اص‪ ] «.‬ــכאة ا ــ ار‬ ‫ــ ا ــ ام‪ ،‬و إ ــ إ ــ‬ ‫ــ ل‪ «:‬إ ــ إ ا‬ ‫وכאن ا ــ ا ا ــ ر ــ ا‬
‫ا ‪[٦٠ ،‬‬
‫ـ أن ﴿ ـ ﴾ إ ــאرة ا ـ ذا ـ‬ ‫ـ أن ـ ض ا‬ ‫ـ ا ــאن أو را ـ ا ـ ا ــئ ل ـ ‪ .‬و א‬ ‫ـ א ـ ـ أن ــאل إ ـ‬
‫ــ و﴿ا ﴾ ا ــ ــא‪.‬‬ ‫ا‬
‫ـ ـ ا ـ د ـ ً ا ـ ا ـ م‪ .‬وإذا ـ م ـ ـ ا ـ م ـ ً ا‬ ‫ـ ده ـ ـ ه وכـ ا ـ ؛ ـ إذا و ـ ـ‬ ‫כـ‬ ‫כ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ ـ ه‪ .‬ـ ن כאن ـ ـ ه א ـ ـ‬ ‫ـ ـ ـ ـ ه أو‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا إ ــא أن כـ ن כ أ ـ ـ ا‬ ‫ـ وا ـ د‪ .‬ـ‬
‫ـ אئـ ـ ه‪ .‬وכ ا ــכ ـ ا ـ م‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ و ـ ـ‬ ‫ـ ـ ـ ه و ـ ا ـ أن כ ــא ـ‬ ‫ا ـ ‪ ،‬وإن כאن‬
‫ـ כאن ـ כ ـ ن‬ ‫ـ إ ــא أن כ ـ ـ א ـ ا ـ أو כ ـ ـ א ـ ‪ .‬ـ ن כא ـ א ـ כ ـ ِ ي ا‬ ‫ـ اا‬
‫א ـ ا ـ ‪ .‬و ـ ـ ض ـ وا ـ ‪ .‬ـ ا ـ ‪ .‬وإن כאن כ ـ ـ و ـ د א ـ ـ أ ـ‬ ‫א ـ ً כـ ن ذ ــכ ا ـ وا ـ‬
‫ـ‪ ،‬ـ ـ‪.‬‬ ‫ـ ـ ـ‬ ‫ــאف ا ـ و ـ د ذا ـ כـ ن و ـ ده ـ د ـ ء آ ـ ـ א ـ‬
‫ـ ا ـ‬ ‫ـ و د ـ وإ ــא‬ ‫ـ إ ــא ا ـ ا ـ دي ـ ـ‬ ‫اـ ـ‬ ‫ـ وا ـאً ـ‬ ‫ــא ـ أ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫وא‬
‫ـ ا ـ دي‪.‬‬ ‫ـ ـ ـ ما ـ‬
‫ــא ـ ئـ ا ــכ ا ول‪.‬‬ ‫ــא ا‬ ‫ـ ا و ـ‬ ‫ــאت ا ـ ا ــא ؛ ن ا‬ ‫ـ‬ ‫כـ ا ـ « ـ ه‬ ‫ـ » ـ ذن כ‬ ‫‪٣‬‬
‫כــ‬ ‫ــ و ــ ده ــ ــ ه« א ــא »כ‬ ‫כــ ــ ء و ــ ده ــ ــ ه‪ ،‬وכ ــ ء و ــ ده ــ ــ ه‬ ‫כــ ا‪» :‬כ‬
‫ـ ه«‬ ‫ـ و ـ ده ـ‬
‫ـ‬ ‫ــאن‪ .‬ـ م ـ ا‬ ‫ـ ا ـ د وا ـ‬ ‫ـ ا ـ ا אئ ـ ـ ن ذ ــכ ـ ا ـ أن‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫وأ ــאد ا‬
‫כــ ــ ــ ــ ه‪.‬‬ ‫ــ ا ــ أن כ‬ ‫و ــ ه ا‬
358 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bu sebeple li-zâtihi hüve hüve olan, Vâcibu’l-vücûd’dur.1 Aynı şekilde ma-


hiyeti varlığından farklı (mugayir) olan her şeyin varlığı, [kendisinden ol-
mayıp] başkasındandır.2 Bundan dolayı hüviyeti, mahiyetin kendisi olan
mahiyet olmaz.3 Dolayısıyla li-zâtihi hüve hüve olmaz.
5 Fakat İlk İlke (Mebde-i evvel) zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve’dir.
Öyle ise onun varlığı, mahiyetinin aynıdır.4 Dolayısıyla Zorunlu Varlık
(Vâcibu’l-vücûd), kendisinden başka bir hüviyeti olmayan (lâ-hüve illa hü-
ve) hüviyettir.5 Yani O’nun dışındaki hiçbir şey, ne ise o olmaklığı bakı-
mından (min haysu hüve hüve) hüve-hüve değildir.6 Bilakis hüviyeti başka-
10 sındandır. Vâcibu’l-vücûd7 li-zâtihi hüve hüve olandır. Yalnız ancak O’nun
zâtı8 hüve’den ibarettir, başka değildir.
1 “Bu sebeple li-zâtihi hüve hüve olan..” [İbn Sînâ]nın -Allah kendisine rahmet etsin!- bu sözüyle kastı,
“Her mümkünün hüviyeti başkasındandır” önermesinin, li-zâtihi hüve hüve olanın li-zâtihi vâcibu’l-vü-
cûd olmasını gerektirmesidir. Çünkü söylenilen [bu] öncül, imkanın hüviyetin başkasından arız olmasını
gerektirdiğini ifade etmektedir. Li-zâtihi olandan ise bu gereklilik selb edilmiştir. Selbedilenin gerektir-
diği şey imkandır. Çünkü lâzımın selbi melzumun da selbine delalet eder. Mümteni olmaklığın selbi
ise aşikardır. Çünkü li-zâtihi olan asla mümteni olmaz. Öyle ise [var olan] şeyleri [düşündüğümüzde]
aklen ancak üç durumdan bir durumda olabileceğinden vâcibu’l-vücûd’un li-zâtihi olması gerekir. Buraya
kadar her mümkünün hüviyetinin başkasından olduğunu, hüviyeti başkasından değil zâtından olanın
mümkün değil aksine onun zorunlu varlık (vâcibu’l-vücûd) olduğunu ispat etmiş oldu.
2 “Ayrıca mahiyeti ….” ifadesinde [yer alan farklı için] Farklı olmak (mugayeret) dahil olmayı ve dışında
olmayı da şamildir. Dahil olmak -kimse o görüşte değilse de- onun kastedildiği [şeyi] ispat eder. Çünkü o,
ihtiyacı gerektirir. İhtiyaç ise imkanı gerektirir. İmkan ise varlığınının başkasından ârız olmasını gerektirir.
Dışında olmak ise vehimle karışmamış ve içgüdüsel fıtratla bozulmamış akıl ondan ayrılmış olmayı kabul
etmez. Hangi şekilde olursa onun sayesinde var olmak/kıyam, ihtiyacı gerektirir. O da [İbn Sînâ’nın]
kastettiği şeye götürür. Böylece hangi şekilde olursa olsun farklı olmak (mugayeret), ihtiyacı ve imkanı ge-
rektirdiği ve başka olmayı ifade ettiği ispat edilmiş olur. Bu da [İbn Sînâ’nın] aradığı [amaçladığı] şeydir.
3 “Hüviyeti, mahiyetinin …” ifadesi için: Daha önce hüviyetin, varlığın hususiyeti olduğu, varlığı baş-
kasından olanın varlığının hususiyetinin de başkasından olduğunu ifade etmiştir. Böylece varlığı baş-
kasından olan her şeyin varlığının hususiyetinin başkasından, hüviyetinin de mahiyetinin kendisi için
değil başkasından olması gerekir. [İbn Sînâ’nın] gayesi de budur.
4 “Öyleyse onun varlığı ….” ifadesi, daha önce geçen öncüllerin neticesidir. İlk olarak varlık ve mahiyet
arasındaki farklılığın, varlığın başkasından olmasını gerektirdiğini açıkladı. Sonra ikinci olarak az önce
geçen değerlendirmelerle beraber hüviyetin başkasından olduğunu şerh etti. Sonra Mebde-i evvel’in
hüviyetinin başkasından olmadığını açıkladı. Bu durum hüviyeti başkasından olmayan Mebde-i ev-
vel’in varlığının mahiyetinden farklı olmamasını gerektirir. Bununla beraber o [hüve/hüviyeti], mahi-
yetidir. Dolayısıyla mahiyetinin, varlığının aynı olması gerekir.
5 “Öyleyse Zorunlu Varlık …” sözü, [daha önce] hazırladığı şu asıllara bağlı olarak ortaya çıkan bir so-
nuçtur: Mümkünün hüviyeti başkasındandır. Hüviyeti başkasından olan mümkünün hüviyeti li-zâti-
hi/başkasından olmayan olamaz. Vâcibu’l-vücûd’un hüviyeti ise zâtındandır (li-zâtihi), başkasından
değildir. Onun hüviyetinin başkasından olması mümkün değildir. Vâcibu’l-vücûd, zâtı hüve’den başka
olmayandır (lâ-hüve li-zâtihi illâ hüve). Yani Vâcibu’l-vücûd, zâtı olan hüviyeti başkasından değil ancak
kendisinden olan şeydir. [İbn Sînâ] “Lâ hüve illâ hüve” sözüyle, bu ifadenin tefsirinin delalet ettiği
üzere “zâtı ancak hüve olandır” anlamını kastetmektedir.
6 “Neyse o olması bakımından O …” ifadesi yani zâtı itibariyle O, hüve hüve değildir, yani hüviyeti
yoktur demektir.
7 “Zâtıyla hüve hüve olan” Yani zâtıyla/zâtı nedeniyle hüviyeti olan demektir.
8 “Bilakis zâtı, O’nun hüve hüve olmasıdır” ifadesi: İlk olarak vâcibu’l-vücûd, hüviyeti zâtından olandır
dedi. Sonra burada zâtı yani li-zâtihi olan hüviyeti hakkında başka değildir dedi.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪359‬‬

‫א ــ ة‬ ‫ــא א ــ‬ ‫ــ د ا ــ ‪ .‬وأ ــ ًא‪ ٢‬כ‬ ‫ا‬ ‫ــ وا ــ‬ ‫א ــ ي‪ ١‬כــ ن ا ــ‬
‫כـ ن‬ ‫א ـ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫‪٣‬‬
‫כـ ن‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ ده כאن و ـ ده ـ‬
‫اـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬

‫א ـ ‪ .‬ـ ذن‪ ٥‬وا ـ‬ ‫ا ـ ‪ .‬ـ ذن‪ ٤‬و ـ ده ـ‬ ‫ـ‬ ‫כ ـ ا ـ أ ا ول ـ‬


‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٦‬‬
‫ــא ـ اه ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬أي כ‬ ‫ـ إ‬ ‫ـ د ـ اـ ي‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬
‫‪٨‬‬
‫ـ ‪ ،‬ـ ذا ـ‬ ‫ـ‬ ‫اـ‬ ‫‪٧‬‬
‫ـ د ـ اـ ي‬ ‫ا‬ ‫ـ ه‪ ،‬ووا ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫أـ‬

‫م أن ا ـ ي כـ ن ـ‬ ‫ـ ـ ـ ه« ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ا אئ ـ »أن כ‬ ‫ـ » א ـ ي כـ ن ا ـ ـ ا ـ « ـ ر ـ ا أن ا‬ ‫‪١‬‬


‫ا ـ ‪ .‬وا ـ ء ا ـ ي‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ا אئ ـ ـ أن ا ــכאن ـ أن כـ ن ـ ــא‬ ‫ا ـ ـ وا ـ ا ـ د ا ـ ؛ ن ا‬
‫ـ ا ـ وم‪ .‬و ـ‬ ‫و ـ ا ـ ي ـ ا ــכאن؛ ن ـ ا ـ زم ـ ل ـ‬ ‫ـ ا ـ ـ ب ـ ذ ــכ ا ـ زم ـ ب ـ‬
‫د ا ـ כـ ن ا ـ אء‬ ‫ــא أ ـ ‪ .‬ـ ذن ـ أن כـ ن وا ـ ا ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ا ــאع א ـ ؛ ن ا ـ ء ا ـ ي כـ ن ـ ا ـ‬
‫ـ ـه ـ‬ ‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ـ ه وأن ا ـ ي‬ ‫כـ‬ ‫ــא כ‬ ‫ـ ا ـ ‪ .‬ـ اـ‬ ‫ـ ة ـ ا ـ اد ا ـ א‬
‫כـ ـ ـ وا ـ ا ـ د‪.‬‬ ‫ـ‬
‫ـ ــא ـ ه؛‬ ‫ـ ا ـ ذا ـ‬ ‫ـ »وأ ــא כ ــא א ـ ا ـ « ن ا א ـ ة ـ ا ـ ل وا ـ وج‪ .‬وا ـ ل ـ أ ـ ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ــאج ــ م ــכאن وا ــכאن ــ م أن כــ ن و د ــא ــ ض ــ ــ ه‪ .‬وا ــ وج ــ‬ ‫ــאج‪ .‬وا‬ ‫ــ ــ م‬
‫ــאج‪،‬‬ ‫ــאل ـ ا ـ ا ـ ا ـ ب א ـ وا ـ ا ـ ف א ـ ة وا ـ ‪ .‬وا ــאم ـ ـ أي و ـ כאن ـ م ا‬ ‫ا‬
‫ــאج وا ــכאن وإ ــאدة ا ـ ‪ .‬وذ ــכ א ـ ‪.‬‬ ‫و ـ ـ ق ا ـ ــא ـ ه ـ أن ا א ـ ة ـ أي ـ כאن ـ م ا‬
‫ـ و ـ ده‬ ‫ـ ا ـ د ـ ن כـ ن و ـ ده ـ ـ ه‬ ‫ـ » ـ כـ ن ـ א ـ ا ـ « ــא أ ــאد ــא אً أن ا ـ‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ א ـ ‪ .‬وذ ــכ ــאه‪.‬‬ ‫ـه‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـه‬ ‫ـ و ـ ده ـ‬ ‫ـه‬ ‫ـ ه ـ م أن ــא כאن و ـ ده ـ‬ ‫ـ‬
‫ــאت‪ .‬ـ أو ً أن ا א ـ ة ـ ا ـ د وا א ـ ـ م أن כـ ن ا ـ د‬ ‫ـ » ـ ذن و ـ ده ا ـ « ـ ه ـ ــא ـ م ـ ا‬ ‫‪٤‬‬
‫ّ‬
‫ـ ـ ا ـ ‪ .‬ـ م أن‬ ‫ــאظ ــא ـ م ــא אً أن ا ـ ـ ا ـ ‪ .‬ـ ـ أن ا ـ ء ا ول ـ‬ ‫ـ ا ـ ‪ .‬ـ ـ ح א ـאً ـ‬
‫ّ‬
‫ـ ـ ا ـ ـ ا א ـ ا ـ א ـ و د ــא‪ .‬و ـ ذ ــכ ـ א ـ ـ م أ ـ א ـ و د ــא ــא‪.‬‬ ‫ا ـ ء ا ول ا ـ ي ـ‬
‫ـ اـ‬ ‫ـ » ـ ذن وا ـ ا ـ د ا ـ « ـ ع ـ ــא ـ ـ ا ـ ل ـ أن ـ ا כـ ـ ا ـ ‪ .‬و כـ أن כـ ن‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ ـ ه‪ .‬أن وا ـ ا ـ د ـ ا ـ ي ـ ا ـ‬ ‫ـ ه و כـ أن כـ ن‬ ‫ـ ا ـ ‪ .‬وأن ـ وا ـ ا ـ د ا ـ‬
‫ـ اـ إ ـ‬ ‫ـ » ـ إ ـ « أراد‬ ‫ـ א ـ ات ـ ء إ ـ ‪.‬‬ ‫إ ـ ‪ .‬ـ أن وا ـ ا ـ د ـ ا ـ ء ا ـ ي‬
‫ـ ه ـ ا ا ـ ل‪.‬‬ ‫כ ــא ـ ل ـ‬
‫‪.‬‬ ‫أي‬ ‫ذا‬ ‫ا « أي‬ ‫»‬ ‫‪٦‬‬
‫‪.‬‬ ‫« أي ا ي ا‬ ‫» ا ي ا‬ ‫‪٧‬‬
‫ـ ا ـ ـ ــאل ــא إن ـ ذا ـ أي ا ـ ا ـ ا ـ‬ ‫ـ » ـ ذا ـ أ ـ ـ ا ـ « ــאل أو ً إن وا ـ ا ـ د ـ ا ـ ي‬ ‫‪٨‬‬
‫ـ‪.‬‬
360 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

İşte o hüviyet ve hususiyet, ismi olmayan öyle bir mânâdır ki onun


lâzımlarından başka hiçbir şey ile şerhi mümkün değildir.1 [Vâci-
bu’l-vücûd’un] lâzımlarından bir kısmı izâfî, bazılar da selbîdir.2 İzafî
olan lâzımlar, tarif bakımından selbî olanlardan daha kuvvetlidir.

1 “O’nun şerhi mümkün değildir” ifadesi: Çünkü şerh, ya mukavvimatla [mahiyeti oluşturan unsurlarla]
veya lâzımlarla olur. O’nun mukavvimatı olmadığı için de şerhi ancak lâzımlarıyla mümkündür.
2 “Lâzımlarının bir kısmı …” ifadesi: Eğer lâzımlar ve hakîkî sıfatlar tarif bakımından benzerlerinden
daha güçlü olduğu hâlde niçin terk edildi? denilirse derim ki: Çünkü onlarla aynı olduğu görüşünü
benimsedi. Onların durumu ikisiyle de şerh/tarif imkanı olmamamasından dolayı onunla aynı olanın
durumu gibidir.Eğer Allah’ın kelamının tefsirinin, Kitap ve sünnete aykırı olan ayniyet görüşüne da-
yandırılması nasıl caiz olur? denilirse derim ki: Kitap ve sünnette sabit olan O’nun sıfatlarla muttasıf
olduğudur, sıfatlarının O’nun aynısı mı gayrısı mı olduğu değildir. En büyük âlimlerin çoğu da bunu
[bu şekilde] açıklamıştır. Bu sana yeter.
Âlicenap ve görkemli bir deniz olan efendimiz şehid İsmail (k.s.) [Burada adı geçen âlimin İsmail b.
Abdulganî b. Veliyyullah Abdurrahman el-… ed-Dihlevî (ö. 1246 h.) olması muhtemeldir.] demiştir
ki:
“Dili araştırırsan lafızların anlamlarıyla ilgili hakikatler ve etkiler (âsâr) bulursun. Dilde dikkate alınan
âsârdır. Yani bir lafzın kullanılmasının sebebi [bağlı olduğu şey], etkilere/asâr yani herhangi bir gerçeğe
bağlı olarak oluşan bir şeyin varlığıdır. Hakikatin ortaya çıkmasında, bu lafzın hakikat, mecaz veya
galat oluşunun tahkikinin bir etkisi yoktur. Bununla ilgili bir örnek vereceğiz: ‘İlim’ mastar anlamıyla
hakîkî olarak hasıl olmak anlamında değil midir? Bu da ya sûret veya idrakî hâl veya zikredilen şey
kendisiyle kâim olan kişi için ortaya çıkan bir vasıf veya âlim ile malum arasındaki nisbet vb. şekilde
olur. Onun bir etkisi vardır. O da malumun, âlim için belirgin hâle (inkişaf) gelmesidir. İlim lafzının
kullanılmasından dilcilerin anladığı şey mutlak olarak kendisiyle inkişafın gerçekleştiği şey ve lügat
olarak taşıdığı özelliklerdir. Ümmi arab, âlim lafzının, ilmin hakikatini anlamadığı ve kendisiyle inki-
şafın ortaya çıktığı şeyi bilmediği sürece bir kimse için [âlim sıfatının] kullanılmayacağını nasıl bilecek?
İlmin Allah Teâlâ’nın zâtının aynı olduğunu veya üzerine zaid bir sıfatı olduğunu vb. dile getiren kimse
[ilim kelimesinin] yorumunu (tevil) değil zahirini kabul etmiş olur. Sıfatların ayniyeti görüşünün Kita-
b’a veya onun teviline muhalif olduğuna yada o şekilde tevil edildiğine hükmeden kimse naslarda varid
olan lafızların lügavi anlamlarıyla kendi indinde aynı olan ıstılahî anlamları ayıramıyor demektir.” Söz
sona erdi.
Şöyle bir cevap verilebilir: Ayniyet görüşü hak ehlinden bir kişinin görüşü değil aksine çoğunluğun
görüşüdür. İlimde büyük bir deniz gibi olan [İsmail (ks.)] şöyle demiştir: Nazar ve istidlala ehlinin
büyüklerinin ve izmihlal ve fena ehlinin erbabının imamlarının ittifakıyla O’nun ilmi, zâtının aynıdır.
Sonra ehl-i nazar, ayniyet [görüşü] üzerine burhanî deliller getirdiler. Bundan sonra onlara muhalefet
edenler için onların kabul ettiklerini geçersiz kılmak kolay olmadı.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪361‬‬

‫‪٢‬‬
‫از ـ ‪ .‬وا ـ ازم‬ ‫إ‬ ‫ـ‬ ‫‪١‬‬
‫כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ــכ ا‬

‫‪.‬‬ ‫ــאً ــ ا ــ ر ا ــ‬ ‫א ــ أ ــ‬ ‫‪ .‬وا ــ ازم ا‬ ‫ــא إ א ــ و ــא ــ‬

‫از ‪.‬‬ ‫إ‬ ‫כ‬ ‫אت‬ ‫אت أو א ازم؛ وإذ‬ ‫ح إ א أن כ ن א‬ ‫ا « إذ ا‬ ‫כ‬ ‫»‬ ‫‪١‬‬
‫اـ‬ ‫ـ ذ ـ‬ ‫ــא؟ ـ ‪:‬‬ ‫ـאً ـ أ‬ ‫ـ أ ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ــאت ا‬ ‫ــא ا ـ « إن ـ ‪ :‬ـ ـ ك ا ـ ازم وا‬ ‫ـ »وا ـ ازم‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ ما‬ ‫ــאز أن ـ‬ ‫ــא‪ .‬ـ ن ـ ‪ :‬כ ـ‬ ‫ـ م إ ــכאن ا ـ ح‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ــא כ ــאل ا ـ‬ ‫ــא‬
‫ـ أو ـ ه‪ .‬و ـ ح ـ‬ ‫ــאت‬ ‫أن ا‬ ‫ــאت‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ـ أـ‬ ‫א כ ــאب وا ـ‬ ‫כ ــאب وا ـ ؟ ـ ‪ :‬ــא ـ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ل‪ .‬وכ ــאك‪.‬‬ ‫כ ـ ـ ا‬
‫ـ‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن כـ ن ـ ا ا א ـ ا ـ א‬ ‫ا‬ ‫]‬ ‫ا ـ‬ ‫ــא إ ـ א‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ـ وا‬ ‫و ــא ــא ــאل ا‬
‫ــ ي )ت‪١٢٤٦.‬ه‪ (.‬ــ س ــ ه‪:‬‬ ‫ــ ي ا‬ ‫ــ ا‬ ‫ا‬ ‫و ــ ا‬
‫ـ و ـ د‬ ‫ـ ا ــאر أي إن ــאط إ ـ ق ا ـ‬ ‫ـ ذ ـ ا ـ‬ ‫אئـ وآ ــאرا‪ .‬وا‬ ‫ــאظ‬ ‫ــאن ا‬ ‫ـ ت أن‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫إن‬
‫ـאً‪.‬‬ ‫ــאزاً أو‬ ‫ـ ً أو‬ ‫ـ כـ ن ا ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫د ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ כא ـ ‪.‬‬ ‫ــאر כـ ا أي‬ ‫אً‬ ‫ـ‬ ‫ــא כـ ن‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ إ ــא ا ـ رة أو ا א ـ ا دراכ ـ أو‬ ‫ـ ر ـ‬ ‫ـ ا א ـ א‬ ‫إن ا ـ א‬ ‫ــכ ـ ‪ :‬أ ـ‬ ‫و ـب‬
‫ـ م ـ ا אـ ‪.‬‬ ‫ـ ذ ــכ‪ .‬و ـ أ ـ و ـ ا כ ــאف ا‬ ‫ـ ماـ‬ ‫ـ ا אـ و ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أو‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫כـ ر ـ‬ ‫ــא ا‬
‫ـ ا ـ ا ـ أـ‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ــאت ــאة‪ .‬כ ـ‬ ‫ـאً وا‬ ‫ــא ـ ا כ ــאف‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ــאدر ـ أ ـ ا ـ ـ‬ ‫א‬
‫ـ ذا ـ‬ ‫ــאل‪ :‬إن ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ وا ـ אن أن ــא ـ ا כ ــאف أي ـ ء‪.‬‬ ‫ـ أ ـ إ إذا اכ ـ‬ ‫ـ ا אـ‬ ‫ـ‬
‫א ـ ا כ ــאب أو‬ ‫ــאت‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאل‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ زائـ ة أو ـ ذا ــכ ـ ا ـ ف ا א ـ دون ا و ـ ‪ .‬ـ‬ ‫א ـ أو‬
‫ـ ‪.‬ا ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ اـ ي‬ ‫ـ ص وا‬ ‫ــאظ ا ـ اردة ـ ا‬ ‫ـ ا ـ ي‬ ‫ـق ـ ا‬ ‫و ـ إ ــאه ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ‪ :‬إن‬ ‫ا ــא כ ـ ‪ .‬כ ــא ــאل ذ ــכ ا‬ ‫ـ أ ـ ا ـ ـ ذ ـ‬ ‫ا ـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאب أن ا‬ ‫و כـ أن‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا ـ ا‬ ‫ـ ل‪ .‬ـ إن أ ـ ا ـ ـ‬ ‫ل وأئ ـ أر ــאب ا ــאء وا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ة أ ـ ا ـ وا‬ ‫ـ ذا ـ א ــאق‬
‫ـ ـ‪.‬‬ ‫ـ إ א ــא ــא‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫وـ‬
362 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bununla beraber tarifin en mükemmeli,1 izafetle selbin her iki türünü


toplayan bir lâzım2 [ile yapılan]dır. Bu ise [varlığı zorunlu olan] o hü-
viyetin ‘ilâh/Allah’ olmasıdır. Çünkü ilâh, kendisinden başka [her şey]
kendisine nisbet (intisâb) edilen ve kendisi başka bir şeye nisbet olun-
5 mayandır. Mutlak ilâh ise bütün mevcudatla birlikte böyle olandır. Ken-
disinden başka [her şeyin] O’na intisabı izafî, O’nun başkasına intisabı
olmaması da selbîdir.

1 “Tarifte en tam olan …” Eğer tarifin çeşitleri arasındaki tamamlık ve noksanlık bakımından tertibi
bilmek istersen söyleyeceğimi dinle! Bu sana bir teşvik ise de bu konuda [benim söyleyeceğimi] benden
önce işitmediğin gibi, bunu bir sayfada [yazılı olarak] da görmedin. Hiç kimse beni yalanlayacak bir
şey bulamaz. Sayfaları ve kitapları ne kadar araştırırsan da meşhur olanlara tabi olanları [bulur] veya
fıtratı harab eder [de bir şey bulamazsın].
Bir şeyi dört şekilde [durumla] tarif mümkündür: Zâtiyyât ile, hakîkî sıfatlarla, izafî sıfatlarla, selbî
sıfatlarla. Tarifin gücünün ve zayıflığının, tarifin kendisiyle yapıldığı şeylerin [tarifin unsurlarının] tarif
edilenle alakasının gücüne ve zayıflığına dayandığı kimseye gizli değildir. Eğer tarifin kendisiyle yapıl-
dığı şeyin alakası güçlü ise tarif güçlü, zayıf ise tarif zayıf olur. Sonra aynı şekilde sûri tarif de zayıflığın
ve güçlülüğün derecelerinin farklılaşmasına göre değişir.
Yine [bu] taallukun derecelerinin farklı olduğunu bilenler için, bir şeyin zâtiyyâtının taalluku selbî,
izafî veya hakîkî sıfatların taallukundan daha güçlü ve daha sağlam olduğu, hakîkî sıfatların taallu-
kunun izafî ve selbî sıfatların taallukundan daha güçlü olduğu, izafî sıfatların taallukunun ise selbî
sıfatların taallukundan daha güçlü olduğu aşikardır.
Sonra marifetin [bilmenin] sebeplerini bilen kimseye zayıfın güçlüye katılmasının gücün artmasını
gerektirdiği gizli değildir.Hakîkî sıfatların zâtiyyâta ilave edilmesiyle yapılan tarif tek başına zâtiyyât
ile yapılan tariften daha güçlüdür. İzafî sıfatların hakîkî sıfatlara ilavesiyle yapılan tarif, sadece hakîkî
sıfatlarla yapılandan daha güçlüdür. Selbî sıfatların izafî sıfatlara ilavesiyle yapılan tarif, sadece selbî
sıfatlarla yapılandan daha güçlüdür. İki zayıfın ilavesiyle yapılan tarif, tek bir zayıfın ilavesiyle yapılan-
dan daha güçlüdür. Hakîkî ve izafî sıfatların zâtiyyâta ilavesiyle yapılan tarif, sadece hakîkî sıfatların
ilavesiyle ve sadece izafî olanların ilavesiyle yapılandan daha güçlüdür. Diğerlerini buna kıyas et!
Sana öğretilenden şunu öğrendin ki: Tarifin çeşitlerinin en mükemmeli zâtiyyâta selbî, izafî ve hakîkî
sıfatların ilavesiyle yapılan tariftir. Sonra selbî vasıfların dışındakilerin zâtiyyata ilavesiyle, sonra izafî
vasıfların dışındakilerin ilavesiyle sonra da sadece hakîkî sıfatların ilavesiyle yapılan tariftir. Sonra
hakîkî vasıfların dışındakilerin ilavesiyle, sonra selbî vasıfların ilavesiyle, sonra sadece selbî vasıfların
zâtiyyâta ilavesiyle yapılan tariftir. Sonra hakîkî, izafî ve selbî sıfatlarala yapılan tarif, sonra hakîkî ve
izafî sıfatlarla yapılan tarif, sonra hakîkî ve selbî vasıflarla yapılan tarif sonra sadece hakîkî sıfatlarla
yapılan tariftir. Sonra izafî ve selbî vasıflarla yapılan tarif, sonra sadece izafî sıfatlarla yapılan tarif, sonra
sadece selbî olanla yapılan tariftir. Bu, on dört kısımdır. Onu ezberleyesin!
2 “İzâfî ve [selbî] iki türü toplayan lâzım” ifadesi: Geçen bilgilerden eksik olan tarif ile en mükemmel
olan tarifi öğrendin. Şimdi bizim üzerinde konuştuğumuz konuda hangi kısmın mümkün hangisinin
mümkün olmadığını, mümkün olandan hangisinin mükemmel hangisinin noksan olduğunu düşün-
men gerekir.
Allah Teâlâ’ya dair kimsenin O’nun zâtiyyâtına dair bir şey bilmediği ve müfessire [İbn Sînâ] ve onun
yolunu takip edenlere göre de hakîkî sıfatları olmadığı senin için tam bir açıklıkla ortaya çıkmış oldu.
Böylece [ortada] tarif edici olarak izafî ve selbî vasıfların dışında başka bir şey kalmamış oldu. [İbn
Sînâ] ikisinin bir arada olmasının bir tanesinden daha mükemmel olduğunu açıkladı. Bundan dolayı
“tarifin en mükemmelinin izafî ve selbî lâzımların iki türünü içeren lâzımla yapılan tarif…”olduğunu,
bu ikisine delalet edenin de “ilâh/Allah” lafzı olduğunu ifade etti. Ona delalet eden, tarif edici (mu-
arrif ) olandır. [Dolayısıyla] Ona delalet eden ‘Allah’ lafzı olup diğer tariflerden daha mükemmel olan
resmî tarif (eksik tanım) edicidir/tarif-i resmîdir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪363‬‬

‫‪ .‬وذ ــכ ـ כـ ن ــכ‬ ‫א ـ وا ـ‬ ‫ـ ا ـ زم‪ َ ٢‬ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫‪١‬‬


‫وا כ ـ‬
‫ـ ه‪ .‬وا ـ‬ ‫ـ اـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اـ ي ـ إ ـ ـ هو‬ ‫ـ إ ـאً‪ ،‬ـ ن ا ـ‬ ‫ا‬
‫ــאب ـ ه إ ـ إ א ـ‬ ‫ـ دات‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ـ ي כـ ن כ ــכ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫اـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫وכ ـ‬

‫ــא أ ـ ل‪ :‬إن כאن‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ أ ــאء ا‬ ‫א כ ـ وا‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ « إن أردت أن ـ ف ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ »وا כ ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ـ אر‬ ‫ـ أ ـ ‪ .‬وإن ـ ا‬ ‫ــא כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫أ ـ أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪.‬وـ‬ ‫ـ‬ ‫و رأ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــכ ــא ـ‬ ‫ـאً ــכ‬ ‫ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ر أو ـ ب‬ ‫ـ ا ـ ا‬ ‫وا ـ כ ا ـ إ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪.‬و‬ ‫ـ وأو ــאف إ א ـ وأو ــאف ـ‬ ‫ا ـ ء ـ أ ـ ر أر ـ ‪ :‬ذا ــאت وأو ــאف‬ ‫ـ‬ ‫و ـ أن ا ـ ي כـ‬
‫ـאً‬ ‫ــא ـ ف ا ـ ء ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ن כאن‬ ‫ـ فا ـ ءو‬ ‫ـ ا ـ اـ ي ـ‬ ‫ـ ة‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫و‬ ‫ـ‬ ‫أ ـ أن ـ ة ا‬
‫כ ــכ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ة وا‬ ‫ا ـ ف اـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ري‬ ‫ـ‬ ‫ـאً‪ .‬ـ ا‬ ‫ـאً כאن‬ ‫ـאً وإن כאن‬ ‫ـ‬ ‫כאن ا‬
‫ـ ا و ــאف ـ اء‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذا ــאت ا ـ ء ـ أ ـ ى وأ ـ وأ כـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ فا ـ ف اـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـאً ـ‬ ‫و‬
‫‪.‬‬ ‫א ـ أـ ى ـ ا ـ‬ ‫و ـ ا‬ ‫א ـ وا ـ‬ ‫ـ أـ ى ـ ا‬ ‫و ـ ا و ــאف ا‬ ‫ـ أو إ א ـ أو ـ‬ ‫כא ـ‬
‫ا ـ ي כـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ز ــאدة ا ـ ة‪ .‬א‬ ‫ـ‬ ‫اـ ا ـ ى‬ ‫ـ‬ ‫ــאم ا‬ ‫ـ أن ا‬ ‫ـ ف أ ـ אب ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـאً ـ‬ ‫ـ‬
‫א ـ‬ ‫ــאم ا و ــאف ا‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ــא‪ .‬وا‬ ‫א ا ــאت و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ا ا ــאت כـ ن أ ـ ى ـ ا‬ ‫ــאم ا و ــאف ا‬
‫ا ــ‬ ‫ــאم ا و ــאف ا ــ‬ ‫א‬ ‫ــ‬ ‫ــא‪ .‬وا‬ ‫ــ و‬ ‫א و ــאف ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ כــ ن أ ــ ى ــ ا‬ ‫ا ــ ا و ــאف ا‬
‫ــאم‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ـ أـ ى ـ ا‬ ‫ــאم ا‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ــא‪ .‬وأن ا‬ ‫و‬ ‫א و ــאف ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ כـ ن أ ـ ى ـ ا‬ ‫ا‬
‫ــ‬ ‫ــאم ا و ــאف ا‬ ‫א‬ ‫ــ‬ ‫א ــ ا ــ ا ا ــאت أ ــ ى ــ ا‬ ‫ــ وا‬ ‫ــאم ا و ــאف ا‬ ‫א‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ .‬א‬ ‫ا‬
‫ـ ا‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫و ــא‪ ،‬وا א ـ و ــא‪ .‬و ـ‬
‫ا ــ ا ا ــאت‪ ،‬ــ‬ ‫א ــ وا ــ‬ ‫ــ وا‬ ‫ــאم ا و ــאف ا‬ ‫א‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ ،‬ا‬ ‫ِ ــ َ ــא ُ ِّ ــ َ أن أכ ــ أ ــאء ا‬
‫ــאم ــא‬ ‫ــא ـ א‬ ‫ـ و‬ ‫ــאم ا‬ ‫א ـ ـ א‬ ‫ــאم ــא ـ ى ا‬ ‫ــאت ـ א‬ ‫ا ـ א ــאم ــא ـ ى ا ـ ا ـ ا‬
‫א ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ א‬ ‫א ـ وا ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫ــא ـ א و ــאف ا‬ ‫ـ א ا ــאت و‬ ‫ــאم ا ـ‬ ‫ـ ـ א‬ ‫ـ ىا‬
‫ـة‬ ‫ــא‪ .‬ـ ه أر ـ‬ ‫و‬ ‫ــא ـ א ـ‬ ‫א ـ و‬ ‫ـ א‬ ‫א ـ وا ـ‬ ‫ــא ـ א‬ ‫ـ و‬ ‫ـ א‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫ـ א‬
‫ــא!‬ ‫ـ אً א‬
‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ أي‬ ‫ـ ــכ أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫أכ ـ ا‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ اـ « ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ » ـ ا ـ زم‬ ‫‪٢‬‬
‫‪.‬‬ ‫ــ أ ــ‬ ‫ــ أכ ــ وأي‬ ‫ــ‬ ‫כــ وا ــ ي כــ أي‬ ‫ــ‬ ‫כــ وأي‬
‫ـ‬ ‫ـכ‪ .‬ـ‬ ‫ـכ‬ ‫ـ وـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאت‬ ‫א ـ ذا ــאت ـ أ ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ح أن ـ‬ ‫ــכ ـ ا‬ ‫وـ و ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ا ـ زم‬ ‫ــא‪ .‬ـ ا أ ــאد أن ا כ ـ‬ ‫ـ أ‬ ‫ــא أכ ـ‬ ‫ـ ا ـ ِ ف إ ا ـ ا א ـ وا ـ ‪ .‬و ـ َ أن‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫ـ »ا « ـ ِ ف ر ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ِ ف وا ـ ي ـ ل‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ع ـ ـ ا ـ ‪ .‬אـ ي ـ ل‬ ‫ا א ـ ا ـ ‪ .‬وا ـ ال ـ ـ ا ا‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫ــא ـ اه‪.‬‬ ‫أכ ـ‬
364 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[Allah]
Hüviyet-i ilâhiyeyi; azamet ve celâlinden [ve basît-i hakîkî olmasından]
dolayı hüve hüve’den başka bir şeyle ifade etmek mümkün değildir. O hü-
viyeti şerh etmek de ancak lâzımlarıyla olabilir. Lâzımların bir kısmının
5 izafî, bir kısmının selbî olduğunu açıklamıştık. [Yine] o hüviyeti şerh ve
tarifte en mükemmel olanın, bu iki işi zikretmek olduğunu beyan ettik.
[Aynı şekilde] “Allah” isminin bunun her ikisini toplu olarak içerdiğini
açıkladık. [Bundan dolayı] hüviyet-i mutlakaya işaret olan hüve’den son-
ra “Allah” ismi1 getirilerek “hüve” lafzının delâlet eylediği anlam [basît-i
10 hakîkî ve zât-ı mutlak/zât-ı baht-ı ehadiyet] bununla izah ve şerh olundu.
Burada, [önce hüve, sonra Allah isminin getirilmesinde söylenilenin
dışında] pek çok ince mânâlar vardır: Onlardan biri [şudur]: O hüviye-
tin lâzımlarıyla tarif olunması O’nun hiçbir mukavvimi olmadığına işaret
eder. Eğer böyle bir şey olsaydı onları zikretmeyerek yalnız lâzımlarıyla
15 tarif edilmesi noksan bir tarif olurdu.

1 “Allah lafzı açıklayan olduğu için …” Ulema “Allah” lafzı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları Allah
lafzının zât-ı mukaddes için müştak olmayan alem isim olduğu görüşündedir. Bir kısmı müştak olup
zât için kullanıldığı ve alem olmadığı görüşündedirler. Fahreddin er-Râzî Tefsir-i Kebir’inde der ki: Bi-
zim görüşümüze göre bu lafız, Allah Teâlâ için alem isimdir ve asla müştak değildir. [Mefâtîhu’l-Gayb,
I/162]
Halil [b. Ahmed], Sibeveyh, usulcülerin çoğu ve fukaha bu görüştedir. Bu görüşe delalet eden pek çok
yön ve delil vardır. Onun alem isim olmadığı görüşünde olanlar da bir çok açıklama ve delil ortaya
koymuşlardır. Ancak bu lafzın Allah Teâlâ için alem isim olduğu görüşünde olanlar, bu türlü bahisler-
den uzak durmuşlardır. Ancak bunu reddedenler için iki görüş vardır: Küfeliler bu ismin aslının ‘ilâh’
olduğunu, yücelik ifade etmek için “elif ve lâm”ın ona dahil olduğunu böylece “el-ilâh” hâline geldi-
ğini, dilde çok kullanılmasından doğan ağırlıktan (istiskal) dolayı hemzenin hazfedildiğini, böylece iki
lâmın birleştiğini ilkinin ikinciye katıldığını, böylece ‘Allah’ şekline [dönüştüğünü] ifade etmişlerdir.
Basralılar ise demiştir ki: Aslı ‘lâh’ olup ona elif ve lâm dahil oldu ve “Allah” olarak söylenildi.
Hafız İbn Hacer rahimehullah Fethu’l-Bârî’de demiştir ki: En doğrusu müştak ve sıfat olmayan alem
isim olmasıdır. [Fethu’l-Bâri, XI/226] Aliyyu’l-Kârî demiştir ki: Çoğunluğun üzerinde durduğu gibi
kendisinden alındığı bir asla itibar edilmeksizin mürtecel [sözlük anlamı ile terim anlamı arasında ilgi
bulunmayan] bir alemdir. Bu çoğunluk içinde olanlardan bazıları Ebû Hanife, Muhammed b. Hasen,
Şafiî, Halil b. Ahmed, Zeccâc, İbn Keysân, Halîmî, İmamu’l-Haremeyn ve Gazzâlî ve bunların dışın-
dakilerdir. [Şerhu Kitabi Fıkhı’l-Ekber, s. 21]
Kadı Beyzâvî demiştir ki: En doğrusu aslında vasıf olmasıdır. Ancak O’nun [Allah’ın] dışında kulla-
nılmamasından dolayı alem isim gibi oldu. Süreyya ve Saik lafızlar gibi [özel isim olup] da başkasında
kullanılmayınca, ona sıfat verilmede kendisinin sıfat olmamasında ve ortaklığa ihtimal vermemesinde
onun gibi kullanılmıştır. [Envâru’t-Tenzîl, I/4]
Fîrûzâbâdî Kamus’ta demiştir ki: Bu konuda yirmi görüş ortaya çıkmıştır. Bunları Mebsut’ta zikrettim.
En doğrusu müştak olmayan alem olması veya aslı “me’luh” anlamında fiâl vezninde ‘ilâh’ olmasıdır.
[Fîrûzâbâdî, el-Kâmusu’l-Muhît, “e-l-h” md.]
Cemal el-Kureşî [?] demiştir ki: Kesre ile ‘fiâl’ vezninde ‘ilâh’, meful [me’lûh] anlamındadır. ‘İmam’
gibi ki me’mûm anlamındadır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪365‬‬

‫ـ‬ ‫ــא إ‬ ‫ــא و‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫כـ أن‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا‬ ‫و ــא כא ـ‬

‫ــא ـ‬ ‫ــא أن ا ـ ازم‬ ‫از ــא‪ .‬و ـ‬ ‫ـ إ ــא כـ ن‬ ‫ـ ح ــכ ا‬ ‫ـ ‪ .‬ـ‬ ‫ـ‬
‫ْ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ذכ ـ ا‬ ‫وا ـ ح ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫و ــא إ א ـ ‪ .‬و ــא أن ا כ ـ‬
‫‪١‬‬
‫כــ ن ا‬ ‫כــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــאً ّ ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــאول‬ ‫א ــ‬ ‫و ــא أن ا ــ ا ــ‬

‫ــכ‪.‬‬ ‫ـ » ـ « وכא ـ ح‬ ‫ـ‬ ‫ــא دل‬ ‫כא כא ـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ أ ـ‬ ‫از ــא و ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ ف ــכ ا‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫أ ـ‪:‬‬ ‫אئـ‬ ‫و ـ‬


‫ّ‬
‫ــא ا ـ ا ـ ازم א ـ اً‪.‬‬ ‫ــכאن ا ـ ول‬ ‫ــאت وإ‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ذ ــכ ـ‬

‫ـ‬ ‫ـ ّ‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ات ا‬ ‫ـ ـ ذ ـ ا ـ أ ـ َ َـ‬ ‫ـ ا ــאء ـ ـ »ا «‪،‬‬ ‫ـ » כـ ن ا כא כא ـ ‪ «...‬ا‬ ‫‪١‬‬


‫אـ‬ ‫َـ‬ ‫ــא أن ـ ا ا ـ ا ـ‬ ‫ــאر‬ ‫ـ ذا ـ ‪ .‬ــאل ـ ا ـ ازي ـ ا כ ـ ‪» :‬ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذ ـ اـ أـ ـ ّ ـ َ ـ‬
‫ـ ازي‪[١٦٢/١ ،‬‬ ‫ـ ّ أ ‪ ]«.‬א ـ ا ـ‬ ‫وأ ـ ـ‬
‫ـ ه‬ ‫ـ و ـ ه و ـ ‪ .‬وا ـ ا אئ ـ ن ـ ـ ا ـ َ ـ‬ ‫ـ وا ــאء‪ .‬و ـ ل‬ ‫و ـ ل أכ ـ أ‬ ‫و ـ ـ لا ـ و ـ‬
‫ن؛ ــאل‬ ‫ـ ا ـ ـ ه ا א ـ ‪ .‬وأ ــא ا כـ ون ــכ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ‬ ‫َـ‬ ‫و ـ ‪ .‬إ ــא ا אئ ـ ن ـ ن ـ ا ا ـ ا ـ‬
‫א ــא‬ ‫ـ ا ـ ةا ـ א ً כـ ة‬ ‫ــאر »اَ ْ ِ ـ «‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫وا ـ م‬ ‫ا ـ‬ ‫ا כ ـ ن‪ :‬أ ـ ـ ه ا ـ »اَ ِ ـ َ «‬
‫ـ‬
‫א ـ ا »اَ ّ ‪«.‬‬ ‫ــאن אد ـ ا و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ א‬
‫»اَ ّ ‪«.‬‬ ‫وا م‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫» َ َه«‪،‬‬ ‫ن‪ :‬أ‬ ‫و אل ا‬
‫ـ‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ] .‬ـ ا ــאري‬ ‫و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ ‪:‬ا ـ أـ ا ـ َ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ر‬ ‫ــאل ا א ـ ا ـ‬
‫ـ ـ‬ ‫ـ و‬ ‫ـ أـ‬ ‫ـ ا כ ـ ون‪،‬‬ ‫ـ כ ــא‬ ‫ـ ـ ـ ا ــאر أ ـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪ [٢٢٦/١١‬ــאل ـ ا ــאري‪ :‬و ـ‬
‫ـ ‪ ] .‬ـ ح כ ــאب ـ ا כ ـ‬ ‫ـ وا ا ـ و‬ ‫ـ وإ ــאم ا‬ ‫ــאج وا ـ כ ــאن وا‬ ‫ـ وا‬ ‫)رح( وا‬ ‫ـ وا ــא‬ ‫ا‬
‫ــ ا ــאري‪ ،‬ص‪[٢١ .‬‬
‫ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ـ ه و ــאر ـ כא َ َ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫ـ أ‬ ‫ـ أـ و ـ‬ ‫ــאوي‪ :‬وا‬ ‫ــאل ا א ـ ا‬
‫ــאوي‪،‬‬ ‫ـ ـ و ـ م ـ ق ا ــאل ا ـ כ ا ـ ‪ ].‬أ ـ ار ا ـ‬ ‫ـ وا ــאع ا‬ ‫ـ اه ـ إ ـ اء ا و ــאف‬ ‫ـ أ ـى‬ ‫وا‬
‫‪[٤/١‬‬
‫ـ » َا ِـ «‬ ‫ـ أو أ‬ ‫ـ‬ ‫ــא أ ـ َ ـ‬ ‫ً ذכ ــא ـ ا א ـ ‪ .‬وأ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫وزآ ــאدي ـ ا א ـ س‪ :‬ا‬ ‫ــאل ا‬
‫وزآ ــאدي‪» ،‬أ ـ «[‬ ‫ـ‬ ‫ه‪].‬ا א ـ س ا‬ ‫ـ‬ ‫כ ِ ــאل‬
‫م‪.‬‬ ‫إ אم‬ ‫ل‬ ‫ِ אل‬ ‫אכ‬ ‫]؟[‪ِ :‬إ‬ ‫אل ا‬ ‫אل ا‬
366 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Yine o ince mânâlardan biri [şudur]: Bu hüviyetini, mahiyetin lâzımla-


rıyla şerh edince bunu, O’nun “ehad/tek” olduğu ifadesi takip etti. “Ehad”
vahdaniyetin son sınırında bulunan demektir. Burada [‘Allah’tan sonra ‘ehad’
denilmesinde], O’nun birliğin (vahdet) en son sınırında bulunmasından ve
5 O’nun hiçbir mukavvimatı olmamasından dolayı bu hüviyetin lâzımlarını
zikretmeksizin tarifinin mümkün olmadığına dair bir tembih vardır.1
Kelâmın takdiri şöyle olur: Tarifi ve şerhi mümkün olmayan bir hüviyet.
Bu hüviyetin tarifinde mukavvimatın zikredilmeyerek ilâhiyetten ibaret
olan lâzımlarıyla yetinilmesi, akılların künhünü anlamaktan2 ve nurların
10 parıltılarının ilkeleri olmaksızın önünde3 durmaktan aciz kaldığı derecede
vahdetin son sınırında ve basîtlikte kemal derecesinde olmasındandır.

1 “Bunda tembih vardır” Yani “ehad” lafzında [bu tembih] vardır. Hüve’nin delalet ettiği mukaddes
hüviyet, selbî ve izafî sıfatlarının toplamına delalet eden “Allah” lafzı ile tarif edildi. Yani [Allah lafzının
izafî ve selbî sıfatlara delaleti] bütün her şeyin O’na ihtiyacı olduğu, O’nun ise hiçbir şeye ihtiyaç
duymaması demek olur. Şeytan şöyle bir vehmi vesvese olarak verebilir: Görülen ve görülmeyeni bilen
Allah Teâlâ, selbî ve izafî sıfatların bütünü yani her şeyin ona muhtaç oluşu O’nun hiçbir şeye muhtaç
olmaması olan ulûhiyetle resm-i nakıs şeklindeki tarifi, mukavvimatla yapılan hadd-i tam şeklindeki
tarife niçin tercih etmiştir?
[Allah Teâlâ] buna dikkat çekmiş ve onun bu vesvesesini vahdetin son sınırını ve kemalini ifade eden
“ehad” ile ortadan kaldırmıştır. Vahdette son sınırda olmak, çokluğun herhangi bir şekilde lekeleye-
meyeceği şekilde her açıdan bir olmak demektir. “Ehad” lafzının delalet ettiği vahdetin son sınırında
olmak, haddî tanımların dayanak noktası olan cüzlerin çokluğunu hüviyetten selb etmeye delalet et-
mektedir. [Aksi durumda] o zaman [seçtiği tarif ] bu sebeple tarif-i resmî olmazdı.
Aynı şekilde tarif edici lafzın yani “Allah” lafzının, “ehad” lafzının delalet ettiği mukavvim unsurlardan
oluşmamaya delalet ettiği ilâhî uyarıyla uyarılan kimseye gizli değildir. Çünkü [bu lafız/ehad lafzı]
tazammun yoluyla herhangi bir şeye ihtiyacı olmadığına delalet eder. Herhangi bir şeye muhtaç olma-
mak da bir cüze ihtiyacının gerekliliğinin olmadığına delalet eder. Ancak gaflet sahiplerinin “Allah” laf-
zının delalet ettiği bu anlamlardan gafil olması mümkün olduğundan, “Ehad” sözüyle ‘Allah’ lafzının
delalet ettiği şeye dikkat çekmiştir.
2 “Akılların anlamaktan aciz kalması …” ifadesinde maksad, ister nazar ve kesb ehlinin akılları veya ister
keşf ve irfan ehlinin akılları olsun akılların hepsinin, bir ve basît olan hüviyeti idrak etmekten aciz olma-
sıdır. Dolayısıyla ehl-i nazarın aklı, bu hüviyetin [bilgisini] nazar yoluyla elde edemez. Ehl-i keşf için de
bu hüviyetin [bilgisinin] inkişafı keşfî yolla mümkün değildir. Çünkü iki yol da bütünüyle kapalıdır.
Nazar yoluna gelince çünkü bu yolda [hakikatin bilgisi] zâtiyyâtla olur. Daha önce defalarca geçtiği
üzere mukaddes hüviyet için zâtiyyât yoktur. Keşf yoluna gelince açıklandığı üzere ariflerin akılları o
hüviyetin nurlarının parıltılarının başlangıcına yakın bir yerde bile bulunmaktan acizdirler. Ariflerin
akılları, nurların başlangıcına en yakın makamda durmaları mümkün olmayınca o parıltıların başlan-
gıcında durmaya nasıl güç yetirebilirler! Parıltıların kendisinde bulunmak, başlangıcında bulunmaktan
daha zordur. Hüviyetin nurlarında bulunmak ise bundan, parıltıların kedisinde bulunmaktan tasavvu-
ru mümkün olmayacak şekilde daha zordur. [Ariflerin akılları] için başlangıca en yakın makam inkişaf
etmeyince, parıltıların başlangıçları nasıl inkişaf etsin! Parıltılar, başlangıcın üstünde yer alır, nurlar ise
parıltıların üstünde yer alır. Hüviyet ise akledenin akledebilmesinin mümkün olmayacağı bir şekilde
nurların üstünde yer alır.
3 “Dûne/altında” sözü “fevka/üstünde”nin zıddıdır, “emame/önünde” anlamında zarf olur. “Verae/arka-
sında” ve “fevka/üstünde” birbirine zıddır. “Hâzâ dûnehu/Bu önündedir” denir. Yani “onun en yakı-
nındadır”. Burada kastedilen anlam da budur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪367‬‬

‫ـ ‪،‬و ـ‬ ‫ذ ــכ ـ ا‬ ‫ّـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ زم ا‬ ‫ــא ـ ح ــכ ا‬ ‫و ــא‪ :‬أ ـ‬


‫ـ ة‬ ‫ـ ا א ــאت ـ ا‬ ‫ـ أ ـ כאن ـ أ‬ ‫ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ا ـ ‪ ،‬כאن ـ‬ ‫ا אـ ـ ا‬
‫כــ‬ ‫ــ إ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ م ــ ر‬ ‫ــאت‪،‬‬ ‫ــ ء ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫و ــ כــ‬
‫ا ـ ازم‪.‬‬

‫ــא ذכــ‬ ‫ــ ح ــא‪ ،‬إ ــא ُــ ل ــ‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫ــ ا ــכ م‪ :‬ا‬ ‫ــ‬ ‫و‬ ‫‪٥‬‬

‫א‬ ‫ــא‬ ‫ــא وכ ــאل‬ ‫אـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذכ ـ ا ـ ازم و ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאت وا‬ ‫ا‬
‫א ــ ا ــ ل‪ ٢‬ــ اכ ــא א وا ــ ف‪ ٣‬دون ــאدي إ ــ اق أ ار ــא‪.‬‬ ‫ا ــ‬

‫ـ‬ ‫ـ عا‬ ‫ـ ـ »ا « ا ـ ال ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ ا‬ ‫ـ ا ـ « أي ـ ا ـ ‪ .‬ـ ف ــא دل ـ‬ ‫ـ »כאن ـ‬ ‫‪١‬‬


‫ـ ع ا ــאج כ ـ ء ا ـ و ـ م ا א ـ ا ـ ـ ء‪ .‬وכאن ـ س ـ אن ا ـ ـ ـ ـ‬ ‫ا א ـ وا ـ ‪ .‬أي ـ‬
‫ـ ع ا ـ ا א ـ وا ـ ‪ ،‬أي‬ ‫א ـ ا ـ ـ‬ ‫ـ س‪ :‬أن ـ ّم ا ـ وا ـ אدة ِ ـ آ ـ ا ـ ا ـ ا א ـ‬
‫َ‬
‫ــאت؟‬ ‫ـ ا ـ ّ ي ا כא ـ א‬ ‫ــאج ـ ا‬ ‫ــאج و ـ م ا‬ ‫ا‬
‫ُـ אכـ ة‬ ‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ ا ـ ي ـ ل ـ א ـ ا ـ ة وכ א ــא‪ .‬و א ـ ا ـ ة أن כـ ن ـ כ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وأزاح و‬
‫ّ‬
‫ائ ـ ـ ا ـ ا ـ ـ ــא ا ـ ا ـ ّ ي‪.‬‬ ‫ــא ـ ا ـ ـ ل ـ ـ ا כ ـ ة ا‬ ‫ـ ــא‪ .‬א ـ ا ـ ة ا ـ ـ ل‬
‫ئـ ـ ا ـ ا ـ ا ـ ي آ ـ ‪.‬‬ ‫ـ כـ ـ‬
‫ـ أ ـאً ـ ا ـ א ـ ا ـ ــא ـ ـ ا ـ ـ ا ـ ـ أن ا ـ ِ ف أ ـ ـ »ا « ـ ل ـ ــא ـ ل ـ‬ ‫و‬
‫ّ‬ ‫َّ‬
‫ـ ـ م ا א ـ ا ـ ـ ء‪ .‬و ـ م ا א ـ ـ ل ـ ـ م ـ وم‬ ‫ـ‬ ‫ــאت؛ ـ ـ ل א‬ ‫ـ »أ ـ « ـ ـ م ا ـ م א‬
‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ ــא ـ ل ـ‬ ‫ا א ـ ا ـ ي ـ ا ـ ء‪ .‬כـ ــא כאن כ ـאً أن ـ ا א ـ ن ــא ـ ل ـ ـ ﴿ا ﴾ ـ‬
‫ـ »ا «‪.‬‬
‫ـ وا כ ــאب أو أ ـ ا כ ـ وا ــאن‬ ‫ـ لأ ـ‬ ‫ـ » א ـ ا ـ ل ـ اכ ــא א ا « ـ أن ا ـ ل כ ــא ـ اء כא ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ــא ا ـ ا ا ـ ة ا ـ ‪ .‬ـ כـ ن أن כ ـ ا ـ ـ ُل أ ـ ِ ا ـ א ـ و כـ أن כ ـ‬ ‫א ـ ة ـ أن כ ـ‬
‫ـ כ ــא ـ ود אن‪.‬‬ ‫ـ اכ ـ א ـ اכ ـ ؛ ِ نا‬ ‫ا ـ‬
‫ــא ـ ح ـ أن‬ ‫ـ כ ــא ـ ـ اراً‪ .‬وأ ــא ا ـ ا כ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא ا ا ــאت‪ .‬و ـ ا ا ــאت‬ ‫أ ــא ـ ا ـ‬
‫ـ ُل ا ــאء أن‬ ‫ـ ُل ا ــאء א ـ ٌة ـ أن ـ و כـ ـ ــאم‪ ،‬ـ أ ـ ب ـ ــאدى إ ـ اق أ ـ ار ا ـ ‪ .‬و ــא ـ ـ‬
‫ا ـ ف ـ ا ــאدي؟ وا ـ ف ـ ا ـ اق أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאم أ ـ ب ـ ا ــאدي أي إ ـ اءات ا ـ اق כ ـ‬ ‫ـ ـ‬
‫ــא‬ ‫ر ــא ـ ا ـ اق‪ .‬ـ ذا ـ כ ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ ً ـ َة‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ا ــאدي‪ .‬وا ـ ف ـ أ ـ ار ا ـ أ ـ‬
‫כـ ا כ ــאف ــאدي ا ـ اق؟ وا ـ اق ـ ق ا ــאدي وا ـ ار ـ ق ا ـ اق وا ـ ـ ق‬ ‫ــאم أ ـ ب ـ ا ــאدي כ ـ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫כ ـ أن‬ ‫ا ـ ار ـ ً‬
‫ـ »دون« ـ ـ » ـ ق«‪ .‬و כـ ن ـאً‪ .‬و ـ أ ــאم‪ .‬ووراء و ـ ق ـ ‪ .‬ــאل » ـ ا دو ـ « أي أ ـ ب ـ ‪ .‬و ـ ا ـ ا ـ اد‬ ‫‪٣‬‬
‫ــא‪.‬‬
368 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

İnce mânâlardan biri de şudur: Mebde-i evvel’in hüviyetinin birçok lâzımı


vardır ve lâzımların hepsi bir tertip üzeredir. Çünkü lâzımlar, illetlidir. 1 Hâlbu-
ki her yönden basît, hak ve bir olan şeyden ancak birden fazlası sudur etmez.2

1 “Lâzımlar, illetlidir.” Çünkü zâtı itibariyle vâcib olan hüviyetin gayrısı olan lâzımlar; ya zâtı itibariyle
vâcib olurlar veya başkası ile vâcib, zâtı itibariyle mümkün olurlar. Zâtı itibariyle vâcib olmalarına gelince,
zâtı itibariyle vâcib olanın tevhidinin sabit olması sebebiyle bu durum bâtıldır. Zâtı itibariyle mümkün
başkası ile zorunlu oluşuna gelince bu, malul olmalarını gerektirir. Çünkü imkan, malul olmayı gerektirir.
[Malul] de hakikatinin yokluğunun sabit olmasından dolayı ya izafî veya selbî olur. Bunların her biri so-
yutlamaya dayalı (intizaî) bir durumdur. Şöyle söylemek akıllı bir kimseye yakışmaz: Soyutlamaya dayalı
olan şey, zâtı itibariyle zorunludur. Akıllara gereken onun imkanını ve malul oluşu[nu kabul etmektir].
2 “O’ndan birden fazlası sudur etmez.” Şeyhu’r-Reis [İbn Sînâ], Aristoteles, Platon ve bunların dışındaki
filozofların eşyanın bir kısmının Allah’tan sudur ettiği diğer bir kısmının ise başkasından sudur ettiği
görüşünde olduklarıyla ilgili bu sözden ortaya çıkan vehmi ortadan kadırmamız gerekir. Bu sebep-
le diyoruz ki: Bu tevehhüm, onların [söylediği kendi] sözlerine dönüp [bakmamaktan], görüşlerini
nakledenlerin ifadeleri ile eşyanın hepsinin Allah Teâlâ’dan ortaya çıktığını [feyz ettiğini] dile getiren
sayılamayacak kadar çok olan metinleri üzerine düşünmemekten kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu
konuda sadece bazı [ifadelerini nakletmekle] yetiniyoruz.
Şeyh [İbn Sînâ] Şifa’nın İlâhiyat kısmında şöyle söylemektedir: Her şey, bu bir’den olur. Bu bir, onu var
kılar. [eş-Şifa: el-İlâhiyat:, II/342]
Yine aynı şekilde orada şöyle söylemektedir: Ortaya çıkmıştır ki vâcibu’l-vücûd, zâtı itibariyle [hem]
varlık veren ve [hem de] varlığa kemalini verendir [eş-Şifa: el-İlâhiyat, II/356]
Yine orada şöyle söylemektedir: O, her şeyin failidir. Şu anlamda ki her türlü varlık, zâtı itibariyle O’ndan
farklı olarak O’nun varlığından feyezan eder. [eş-Şifa: el-İlâhiyat, II/403]
Yine orada şöyle söylemektedir: İlk malulun, aslen ve aklen maddi olmayan bir sûret olması gerekir.
Sen biliyorsun ki orada akıllar ve çokça birbirinden ayrık/mufarık nefisler vardır. Onların varlıklarının,
mufarık olmayan ve kendilerine ait varlıkları olmayanların vasıtasıyla verilmiş/kazanılmış olması muhal-
dir. Fakat biliyorsun ki ilkten var olan bütün mevcutlar cisimdir. Çünkü biliyorsun ki varlık itibariyle
mümkün olan her cisim, zâtı itibariyle [var olmak için] başkasını gerektirir. Yine biliyorsun ki ilkten bir
vasıta olmaksızın meydana gelmesine yol yoktur. [Ancak] O’ndan bir vasıta ile meydana gelir. Biliyorsun
ki ikilik olmadığında sırf birliğin/vahdet-i mahza vasıta olması caiz değildir. Böylece anladın ki min-haysu
hüve [zâtı itibariyle] bir olandan ancak bir var olur. [eş-Şifa: el-İlâhiyat, II/405]
Aristoteles, Esûlûcyâ’da hocası Eflatun’dan naklen şöyle söylemektedir: Hissedilen şeyler, ilk faili sebebiyle
hoş ve güzel oldular. Ancak bu fiil, akıl ve nefs aracılığıyladır. [Aynı lafızlarla olmasa da benzer ifadeler
için bkz. Kitabu Asûlucyâ Aristatalîs, s. 44 vd.] Sonra şöyle demiştir: Hak olan ilk inniyet, ilk olarak akla
feyezan eden hayattır; sonra nefse, sonra tabii şeylere feyezan eder. [O feyzin kaynağı] mahza hayr olan
Bârî teâlâdır. [Aynı lafızlarla olmasa da benzer ifadeler için bkz.: Kitabu Asûlucyâ Aristatalîs, s. 136 vd.]
Bu filozof Bâri Teâlâ’yı ne kadar güzel ve ne kadar doğru bir şekilde vasfetmiştir. Çünkü O; aklı, nefsi,
tabiatı ve diğer eşyanın hepsini yaratandır. Ancak [bu gibi durumlarda yanılmamak için filozofun
sözlerini] işiten kimse onun söylediği lafızlara bakmalıdır. Esûlûcyâ’daki sözleri sona erdi.
Onların metinlerinden öğrenilen tavassut/aracılık doğru olan yoldan sapmak değildir. Bilakis herkes tara-
fından açıkça bilinen bir durumdur ve kimsenin bu konuda bir şüphesi de yoktur. Bütün şeriatler bunun
üzerine kurulmuştur. Çünkü birincisi ve ikincisi dışında canlıların hepsinin vasıta, bir aracı ile yaratıldığı
bilinen bir şeydir. O ikisinden baba ve anne vasıtasıyla, ikincisi birincisi vasıtasıyla, birincisi de bir canlı
vasıtasıyla değil onun dışındaki bir şeyle -ki o da unsurlardır- [yaratılır.] Ancak insanın ikincisinin, birincisi
vasıtasıyla yaratıldığı Kitap ve sünnetle malumdur.[Canlı vasıtasıyla değil de] onun dışındakiyle yaratılmaya
gelince bu karşılaştırma ile bilinen bir şeydir. Çok iyi bir şekilde araştırırsan bu kıyasa delalet edecek naslar
da bulabilirsin. Aynı şekilde bitkilerin ve cansızların da bir vasıta ile yaratılmış oldukları malumdur.
Bu şeylerin vasıtalar aracılığı ile yaratılmış olmaları, bunların Hak ve Bir Olan’ın değil de aracıların
mahlukatı olmasını gerektirmez. Bu durum aynı şekilde başka şeyler için de geçerlidir. Kim vasıta ara-
cılığıyla yaratılmış olanın Allah’ın yarattıklarından olmadığı vehmine kapılırsa o hakikatten uzaklaşmış
ve doğru yoldan sapmıştır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪369‬‬

‫‪١‬‬
‫כ ا ازم َّ ‪ .‬ن ا ازم‬ ‫أ ا ول א ازم כ ة‪ .‬و כ‬ ‫ا‬ ‫و א‪ :‬أن‬
‫َ‬
‫ا ا‬ ‫ر ‪ ٢‬أכ‬ ‫כ و‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫ءا ا‬ ‫ت‪ .‬وا‬

‫א ـ ات‬ ‫ــא إ ــא أن כ ـ ن وا ـ א ـ ات أو כ ـ‬ ‫ـ » ـ ن ا ـ ازم ـ ت« ن ـ ازم ا ـ ا ا ـ א ـ ات ا ـ ـ‬ ‫‪١‬‬


‫א ـ‬ ‫ـ ا ا ـ א ـ ات‪ .‬وإ ــא כ ــא כ ـ א ـ ات وا ـ‬ ‫وا ـ א ـ إ ــא כ ــא وا ـ א ـ ات‪ ،‬א ـ ــא ـ ـ‬
‫وا ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وכ‬ ‫ــא ـ ـ ا ــאء ا‬ ‫ـ ‪ ،‬و ــא إ ــא إ א ـ أو ـ‬ ‫ـ ؛ ن ا ــכאن ـ م‬ ‫ـ م أن כـ ن‬
‫ـ ـ‬ ‫ــא أ ـ ا ا ـ ‪ .‬و ـ ـ ــאن ا א ـ أن ـ ل‪ :‬כـ ن ا ـ ا ا ـ وا ـאً א ـ ات‪ .‬ـ ـ ـ ا ـ ل כא ـ ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ا ـ ل‬
‫ـ ـ ا ا ـ ل ـ أن ا ـ ا ئ ـ وأر ـ א א‬ ‫ــא ـ إزا ـ ــא‬ ‫ـ ر ـ أכ ـ ـ ا ا ـ ا ـ « ـ‬ ‫ـ »‬ ‫‪٢‬‬
‫ــא ـ ـ ه‪ .‬ـ ل‪ :‬إن ـ ا ا ـ ـ ـ‬ ‫אـ و‬ ‫ـ אئ ـ ن ـ ن ـ ا ـ אء ــאدر ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫وأ ـ ن و‬
‫ـ ـ ن ا ـ אء כ ــא אئ ـ ـ א ـ أכ ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫أ אو ـ و ـ م ـ ــאرات א ـ أ ا ـ و‬ ‫ـ ما ـ عاـ‬
‫ــא‪.‬‬ ‫ـ ـ ـ ا ا ــאم ـ ـ‬ ‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ أن‬
‫ـ ث ـ ‪] «.‬ا ـ אء‪ :‬ا ــאت ـ ـ א‪،‬‬ ‫ــאت ا ـ אء‪» :‬כ ـ ء ــאدث ـ ذ ــכ ا ا ـ ‪ .‬ذ ــכ ا ا ـ‬ ‫ــאل ا ـ ـ ا‬
‫‪[٣٤٢/٢‬‬
‫و ــאل أ ـאً ــא‪» :‬و ـ ــאن أن ا ا ـ ا ـ د ـ أن כـ ن ا ـ ـ اً ــכ و ـ د و ــכ כ ــאل و ـ د«] ا ـ אء‪ :‬ا ــאت‬
‫ــ ــ א‪[٣٥٦/٢ ،‬‬
‫ـ כ و ـ د א ـאً א ـאً ا ـ «] ا ـ אء‪ :‬ا ــאت ـ‬ ‫ـ داـ ي ـ‬ ‫ـ أـ ا‬ ‫و ــאل أ ـאً ــא‪» :‬و ـ א ـ ا ــכ‬
‫ــ א‪[٤٠٣/٢ ،‬‬
‫ـאً אر ـ‬ ‫ـ أن ــא ـ ً و‬ ‫و ــאل ــא أ ـאً‪ » :‬ا ـ أن כـ ن ا ـ ل ا ول ـ رة ـ אد ـ أ ـ ً و ـ ً‪ .‬وأ ـ‬
‫ـ دات ـ ا ول‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ــא ـ ـ و ـ د و ــאرق‪ .‬כ ــכ ـ أن ـ‬ ‫ــאل أن כـ ن و د ــא ـ אداً‬ ‫כ ـ ة‪.‬‬
‫ـ ا ـ أن כ ـ ن ـ ا ول‬ ‫ـ ه‪ .‬و ـ أ ـ‬ ‫ـ أـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ا ـ د ـ‬ ‫ـ‬ ‫أ ــא אً إذ؛ ـ أن כ‬
‫ـ أن ا ا ـ‬ ‫ـ ا ـ ــא‪ .‬ـ‬ ‫ـ ز أن כـ ن ا ا ـ و ـ ة‬ ‫ـ כאئ ـ ـ ا ـ ‪ .‬و ـ أ ـ‬ ‫ـ وا ـ‬
‫ـ وا ـ إ ــא ـ ـ وا ـ ‪] .‬ا ـ אء‪ :‬ا ــאت ـ ـ א‪[٤٠٥/٢ ،‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ـ أ ـ ا א ـ ا ول ـ أن‬ ‫ـ‬ ‫ــא א ـ ً ـ ا ـ אذه أ ـ ن‪ :‬وإ ــא ــאرت ا ـ אء ا ـ‬ ‫و ــאل ار ـ ـ أ‬
‫ــא أر ـ א א ‪ ،‬ص‪ » [٤٤ .‬ـ ــאل‪» :‬إن ا ـ ا و ـ ا ـ ـ‬ ‫ـ ا ـ وا ـ ‪ ] .‬כ ــאب أ‬ ‫ذ ــכ ا ـ إ ــא ـ‬
‫ــא‬ ‫ـ ‪ ] .‬כ ــאب أ‬ ‫ـ و ـ ا ــאري ا ـ ي ـ ـ‬ ‫ـ ا ـ ا ـ ة أو ً ـ ـ ا ـ ـ ـ ا ـ אء ا‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ‬
‫أر ـ א א ‪ ،‬ص‪[١٣٦ .‬‬
‫ـ و ــאئ ا ـ אء כ ــא‬ ‫ـ ف ا ــאرى א ـ إذ؛ ــאل إ ـ א ـ ا ـ وا ـ وا‬ ‫ـ اا‬ ‫و ــא أ ـ و ــא أ ـ ب ــא و ـ‬
‫ــא‪.‬‬ ‫ـ « ا ـ ــא ـ أ‬ ‫ـ ف أن ـ ا ـ‬ ‫ــא ـ ل ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أـ‬
‫ــכ ـ أ ـ ٌ ‪.‬‬ ‫ـ ‪،‬و‬ ‫ـ م ـ ا ــכ א‬ ‫ـ ول ـ ا ـ اط ا ـ ي‪ .‬ـ ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫وا ـ ا ـ ي ـ ـ‬
‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ــא ـ ى ا ّول وا א ـ ‪.‬‬ ‫ـ א ـ‬ ‫و ـ ص ـ ـ ا ـ ائ כ ــא‪ .‬ـ ـ ا ـ م أن ا ا ــאت כ ــא‬
‫ـאً‬ ‫ـ ه ـ ا א ـ ‪ .‬أ ــא כـ ن ا א ـ ـ ا ــאن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ان ـ‬ ‫ـ ا ّول وا ّول‬ ‫ا ب وا م وا א ـ‬
‫ـ ـ‬ ‫ـאً ـ اَ ـ‬ ‫ـ إن ـ‬ ‫ـ م א א ـ‬ ‫ـ م א כ ــאب وا ـ ‪ .‬وأ ــא ـ ـ ه‬ ‫ـ ا ول ـ‬
‫ـ م أ ـאً‪.‬‬ ‫ـ א ـ‬ ‫ـ ل ـ ــא ـ ل ـ ا ــאس‪ .‬כـ ا כـ ن ا א ــאت وا ــאدات‬
‫ـم ـ‬ ‫ــאئ כـ ا‬ ‫ـ ا ـ ا ـ ـ‬ ‫ــאئ أن כـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ م ـ כـ ن ـ ه ا ـ אء‬ ‫כ ــא‬
‫ــ ا ــ اط ا ــ ‪.‬‬ ‫ــ زائــ ــ ا ــ אכــ‬ ‫ــ ق ا‬ ‫ــ ق א ــ ــ‬ ‫ــ أن ا‬ ‫ا ــ אء ا ــ ‪ .‬ــ‬
370 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bunlar da kendisinden inen yatay ve dikey inen bir tertip üzere olur. Ya-
kın lâzım, tarif açısından uzak lâzımdan daha kuvvetlidir. İnsanın şaşkın
olması, onun gülen olmasından daha ziyade bellidir. Bunun içindir ki
mahiyetlerden bir mahiyeti lâzımlarından biri ile tarif etmek isteyen bir
5 kişi, lâzım ne kadar yakın ise tarif de o derece güçlü olur.
Bunu daha kuvvetli bir tahkik olmak üzere başka bir namattaki
sözümüzde şöyle zikredebiliriz. Şöyle ki: Bir şeyin uzak lâzımı,1 ha-
kikatte o şeyin malûlü olmaz; belki2 malûlünün malûlü olur. Sebebi
olan şeyin hakikatiyle tarif olunabilmesi, ancak sebeplerini bilmekle
10 mümkündür. Bu tahkike istinaden [diyebiliriz ki] mahiyetin tarifin-
de uzak lâzımlardan bir şey3 zikrolunsaydı o tarif, hakîkî bir tarif
olmazdı. Çünkü hakîkî tarif, tarifte o şeyin [mahiyetin] başkası için
(li-gayrihî) değil, zâtı itibariyle (li-zâtihi) gerekli olan yakın lâzımın
zikrolunmasıyla yapılan tariftir.

1 “Uzak lâzım …” Çünkü lâzım, ancak zâtı itibariyle gerektirdiği şeyin malulu olur. Uzak lâzım ise zâtı
itibariyle gerektirdiği şey (melzumu) olmadığından o şey, zâtının malulu olmaz. Aksine araz itibariyle
gerektirdiği şeydir. Dolayısıyla araz itibariyle malulu olur.
2 “Malulü olur …” Çünkü bir şeyin uzak lâzımı yani lâzımın lâzımı, bir şeyin lâzımı olan şeyin gerektir-
diği maluludur. Dolayısıyla uzak lâzım yani lâzımın lâzımı, malulun malulu olur.
3 “Lâzımlarından bir şey …” Bundan gaye şu olabilir: Hakîkî malulle -ki yakın maluldür- yapılan tarif,
hakîkî tariftir. Hakîkî olmayan malulle -ki uzak maluldür- yapılan tarif, hakîkî tarif değildir. Yakın
lâzımla yapılan tarif, hakîkî malulle yapılan tariftir ki hakîkî tarif olur. Uzak lâzımla yapılan tarif ise
hakîkî olmayan malulle yapılan tarif olup hakîkî tarif olmaz.
Tarifin yakın lâzım ve yakın malul olmasından [o tarifin] hakîkî olduğu ve [yine] tarifin uzak lâzım ve
ve uzak malul ile yapılmasından [o tarifin] hakîkî olmadığı anlaşılmaz. Çünkü hakîkî tarif, herhangi
bir şekilde hakîkî tasavvuru ifade eden tariftir. Yakın lâzımla yapılan tarif [bir] tasavvur ifade eder. Aynı
şekilde uzak lâzımla yapılan tarif de [bir] tasavvur ifade eder. Ancak hakîkî tarif ıstılah olarak yakın
lâzım ve yakın malul ile yapılan tarif içindir. Başkası bunun dışındadır.
Fakat bunun kendisinin bulunduğu durumla ilgili bir faydası yoktur. Çünkü ıstılah, bir şeyin vâki
(olması) veya gayr-i vaki (olmaması) üzerine kurulan şeylerden değildir. Eğer hakîkî tarif ile daha
güçlü olması, diğeriyle de böyle olmayışı kastediliyorsa bu doğru ve kabul edilebilir bir sözdür. Fakat
bu durumda başka bir tarzdaki inceleme daha öncekisinin aynısı olur. Hâlbuki o [İbn Sînâ] onun
başka bir şey olduğunu açıklar. Onun sözünde ve onu açık kılmasının inceliği konusunda şu an bende
oluşmayan [anlayamadığım] bir yön de olabilir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪371‬‬

‫أ ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــאً‪ .‬و ن ا ــ زم ا‬ ‫ًو‬ ‫ــ ه ــ‬ ‫ا ــאزل ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫إ‬

‫א ــכאً‪.‬‬ ‫ّ ــ ًא أ ــ ف ــ כ ــ‬ ‫ــאن‬ ‫ــ ‪ .‬כــ ن ا‬ ‫ــאً ــ ا ــ زم ا‬

‫ــא כאن‬ ‫از ــ‬ ‫ــ ء ــ‬ ‫ــ ا א ــאت‬ ‫א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ــ أراد‬

‫أ ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ زم أ ــ ب כאن ا‬

‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ًא‪ .‬و ــ أن ا ـ زم ‪ ١‬ا‬ ‫ــ آ ــ أ ــ‬ ‫כــ ا ــכ م ــ‬ ‫ــ‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ ‪ .‬وا ــ ء‬ ‫ً‬ ‫ــ‬ ‫‪٢‬‬


‫כــ ن‬ ‫ــ ‪ ،‬ــ‬ ‫ــ ء‬ ‫ً‬ ‫ــ‬ ‫כــ ن‬ ‫ا ــ ء‬

‫ـ‬ ‫ـ اا‬ ‫ـא ‪.‬‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ‬ ‫ـف א‬ ‫ـ‬ ‫اـ ي ـ‬

‫ـ‬ ‫ـ ة ـ כ ـ ذ ــכ ا‬ ‫از ـ ا‬ ‫ـ ء‪ ٣‬ـ‬ ‫ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ُذכ ـ ـ‬

‫ـ ء‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن ُ כ ـ ـ ا ـ زم ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ًא‪ ،‬ـ ا‬ ‫ـ ًא‬

‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ا ـ ء اـ‬ ‫اـ ي‬ ‫‪١٠‬‬

‫و ـ א ـ ات ـ ا ـ ء‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وم ـ א ـ ات‪ .‬وا ـ زم ا‬ ‫ً ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ « ن ا ـ زم إ ــא כـ ن‬ ‫ـ »ا ـ زم ا‬ ‫‪١‬‬


‫ـ ل ـ א ـ ض‪.‬‬ ‫ـ وم ـ א ـ ض ـ‬ ‫ً ـ א ـ ات‪ .‬ـ ا ـ ء‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ‬
‫ـ ل‬ ‫زم ا ـ ء‪ .‬و ـ‬ ‫و ـ اـ ي ـ‬ ‫ـ ل‬ ‫ـ ء أي زم ا ـ زم ـ‬ ‫ـ‬ ‫ً ا ـ « ن ا ـ زم ا‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫ـ »ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫ً‬ ‫ــ‬ ‫ــ أي زم ا ــ زم‬ ‫ــאر ا ــ زم ا‬ ‫و ــ ا ــ ي ــ ا ــ ء‬
‫ـ ل‬ ‫ـ وא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ لا‬ ‫ـ اـ ي ـ ا‬ ‫ـ لا‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫از ـ ا ـ « ـ ا ـ ض أن ا‬ ‫ـ » ـ ء ـ‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ لا‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ زم ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ لا‬ ‫ـ اـ ي ـ ا‬ ‫ا ـ ا‬
‫ُ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ لا ـ ا‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬و א ـ زم ا‬
‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـنا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ لا‬ ‫ـ وا‬ ‫ـאً‪ ،‬وا ـ زم ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ لا‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ زم ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ ن ا‬ ‫و‬
‫ـ إ أن‬ ‫א ـ زم ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ر‪ .‬כـ ا ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ زم ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ــא‪ ،‬وכ ــא أن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ را‬ ‫ـُ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫و ـ ه ـ ه‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ لا‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫א ـ زم ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن ا‬ ‫ـ‬
‫ـ כ ـ ن ا ـ ء وا ـאً أو ـ وا ـ ٍ ‪ .‬وإن‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ ح ـ‬ ‫ـ ؛ نا‬ ‫ـ ـ ا ـ ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬
‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا כـ ن ا ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ א ـ ل‪ .‬כـ‬ ‫ـّ‬ ‫ـ כ ـ أ ـ و ـه ـه ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫أراد א‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ و‬ ‫ـ ا ن ـ‬ ‫ـ‬ ‫כ ـ و ـאً ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬ـ‬ ‫ـ حأـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫اـ ي‬
372 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Mebde-i evvele gelince O’na varlığının zorunluluğundan daha kadim


bir lâzım ilişmez. Bu, O’nun hüve hüve Zorunlu Varlık olmasındandır.1
Varlığının zorunluluğu vasıtasıyla kendisinin dışındaki her şeyin [bütün
mevcudatın] ilkesi olması ona lâzım gelir. İşte bu iki lâzımın [li-zâtihi
5 vâcibu’l-vücûd ve her şeyin mebdei olması lâzımlarının] mecmuu da ulû-
hiyetten ibarettir.2

1 “O, hüve hüve Zorunlu Varlık’tır.” O, zâtı itibariyle Zorunlu Varlık’tır (li-zâtihi vâcibu’l-vücûddur).
Yani varlığının zorunlu oluşu (vücûbu’l-vücud), zâtının ve hakikatinin kendisi için soyutlamanın
(menşe-i intiza) kaynağıdır. Zorunlu Varlık’ta iki durumun olması mümkün değildir: Hüve hüve (zâtı
itibariyle kendisi) olmayan bir mahiyetten varlığının zorunlu oluşunun çıkarılması; yine o mahiyetle
var olan bir durumun soyutlamanın kaynağı olması.
“Çünkü vâcibu’l-vücûd’un kendisinde terkib bulunan bir sıfata bağlı olması mümkün değildir. [Aksi
durumda onun] bir mahiyeti olur ve bu mahiyet zorunlu varlık olmaklığı olur. [Böylece] bu mahiyetin
hakikatinden başka başka bir anlamı daha olur ki bu anlam varlığının zorunlu olması (vücûbu’l-vücûd)
olacaktır. [Böyle bir şey mümkün değildir.] Mesela eğer bu mahiyet onun insan olması ise onun insan
olması zorunlu varlık olmasından farklı olacaktır. O zaman “varlığın zorunluluğu (vücûbu’l-vücûd)”
sözümüz ya hakîkî [bir gerçekliği] olur ya da olmaz. Bu anlamın bir hakikatinin olmaması muhaldir.
[Çünkü] o, her hakikatin ilkesidir. Hatta o hakikati güçlendiren ve gerçek kılandır. Eğer onun bu
mahiyetin dışında başka bir hakikati varsa bu durumda varlığın zorunluluğunun o mahiyete taalluk
etmesi gerekir ve mahiyete tealluk etmeksizin zorunlu olmuyorsa vâcibu’l-vücûd’un anlamı zorunlu
varlık olması bakımından kendisi olmayan bir şeyle varlık olmak olur. Bu durumda o, zorunlu varlık
olması bakımından zorunlu varlık olmaz. Yine zorunlu varlık olması bakımından onun zâtına bakıldı-
ğında da zorunlu varlık olmamaktadır. Çünkü kendisinde olan bir şey sebebiyle zorunlu olmaktadır.
Bu ise muhaldir. Bunu Şifa’nın İlâhiyat bölümünde söylemektedir. [eş-Şifa: el-İlâhiyat, II/345]
2 “O, ulûhiyettir.” Bir şeyin en yakın ve en öncelikli [akdem] olan lâzımıyla yapılan tarifin, izah ve
açıklayıcı olması bakımından en güçlü tarif olduğunu ifade edince - ki o [şekildeki tarifin] dışındaki
bir şey için tarif kelimesinin kullanılması anlamın genişletilmesi yoluyla kullanılan ve ona kıyasla caiz
görülen durumlardandır- hüviyetin en yakın ve en öncelikli lâzımının ne olduğunu beyan ve tayin
etti. Ve şöyle dedi: O’nun en yakın ve en öncelikli lâzımı, varlığının zorunlu olmasıdır. Çünkü hüve
hüve oluşu sebebiyle hüviyet, onun [varlığının zorunlu oluşunun] çıkarılmasının ölçüsüdür [misdak].
Şifanın İlahiyat bölümünde de varlığının zorunlu olması, mücerred hüviyetin kendisi olup, o hüviyetin
aynısıdır demiştir. [eş-Şifa: el-İlâhiyat, II/357]
Aklın eteğine yapışanlar için buradaki ayniyyetten maksadın, varlığın zorunlu oluşunun ölçüsü oldu-
ğu, mefhumunun kendisinin ayniyyeti olmadığı aşikardır. Böyle olduğunu ancak mecnunların [bile]
kendisine güldükleri ve aklının düşüklüğüyle ayıplanan kimseler söyler. Filozofların başı ve reisi, akıl
ehlinin örneği ve imamı [İbn Sînâ] nasıl böyle bir şey söyleyebilir? Hüve hüve olması bakımından
hüviyeti ile O’ndan [varlığının zorunlu oluşunun] çıkarılmasının ölçüsü olması, ondan hüve hüve
olmaması bakımından çıkarımının ölçüsü olmasından öncedir. O, hüve hüve olmamasıyla değil bila-
kis varlığının zorunluluğunun vasıtasıyla çıkarılmasının misdakı olur. O, başka her şeyin mebdeidir.
Varlığının zorunlu olması, hüve hüve olması dolayısıyla onun misdakıdır, kendisinden başka her şeyin
mebdei olmasından da önce gelir. Hüve hüve olması dolayısıyla değil bilakis vâcibu’l-vücûd olması do-
layısıyla onun misakıdır. Bu iki durumun toplamı, ikisinin dışındakilerden daha önce ve daha kadim-
dir. [Dolayısıyla] ilâh olmak -ki ikisinin toplamından ibarettir-, bu ikisinin dışında kalan en öncelikli/
kadim lâzımdır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪373‬‬

‫ـ وا ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ـ د‪ .‬ـ‬ ‫ـ م زم أ ـ م ـ و ـ ب ا‬ ‫وا ـ أ ا ول‬
‫ـ‬ ‫ـ ع‬ ‫ــא ـ اه‪ .‬و‬ ‫ـ أ ــכ‬ ‫ا ـ د و ا ـ و ـ ب و ـ ده ُ ـ أ ـ‬
‫ا ز ـ ـ ‪٢‬ا ـ ‪.‬‬

‫ـ‪.‬‬ ‫ذا ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ا ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ـ د‪ .‬أي و ـ ب ا‬ ‫ا‬ ‫ا ـ وا ـ‬ ‫ـ أـ‬ ‫ـ د«‬ ‫ا‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ » ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ـ م ــא‬ ‫ـ د‪ ،‬وأ ـ‬ ‫ـ اع و ـ ب ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـ د أ ـ ان‪ :‬א ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ز أن כ ـ ن ـ وا ـ‬ ‫و‬
‫ا ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬
‫כ ـ ن ــאك א ـ ــא‪ ،‬و כ ـ ن ــכ ا א ـ وا ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫כ ـ أن כ ـ ن ـ ا‬ ‫ـ د‬ ‫ا‬ ‫» ن وا ـ‬
‫ــכ ا א ـ أ ـ إ ــאن כـ ن‬ ‫ـ د‪ .‬ـ ً إن כא ـ‬ ‫ـ و ـ با‬ ‫ــא وذ ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د‪ .‬כـ ن ــכ ا א ـ‬ ‫ا‬
‫כـ ن‪ .‬و ــאل أن‬ ‫ـ أو‬ ‫ـ د ــאك‬ ‫ــא و ـ ب ا‬ ‫ـ إ ــא أن כـ ن ِ‬ ‫ئـ‬ ‫ـ د‪،‬‬ ‫ا‬ ‫أ ـ إ ــאن ـ أ ـ وا ـ‬
‫ــכ ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‪ .‬ـ ن כא ـ‬ ‫ـ و‬ ‫כـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‪ .‬ـ‬ ‫ـ ءכ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ ا ا‬
‫ـ وا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫دو ــא כـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ــכ ا א ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ د‬ ‫ـ ب ـ ا‬ ‫כאن ذ ــכ ا‬
‫ـ وا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د و א ـ ا ـ ذا ـ ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د‪ ،‬و ـ‬ ‫ا‬ ‫כـ ن وا ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ ء ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ا‬
‫ـ א‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ــאت‬ ‫ــאل‪ «.‬כـ ا ــאل ـ إ ــאت ا ـ אء ]ا ـ אء‪ :‬ا‬ ‫ـ ‪.‬و ـ ا‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ د؛ ن ـ‬ ‫ا‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ا‬
‫‪[٣٤٥/٢‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـאً –وכאن إ ـ ق ا‬ ‫ـאً وأ ـ‬
‫ـ « ــא ـ أن ـ ا ـ ء ـ ب ا ـ ازم وأ ــא أ ـ‬ ‫ـ » ـ ا‬ ‫‪٢‬‬
‫ّ‬
‫ــא‪ .‬و ــאل »إن أ ـ م‬ ‫ـ وأ‬ ‫ــא ـ أ ـ ب ـ ازم ا‬
‫ـ ه ـ أ אئـ إ ـ ق ـ ـ ا ـ وا ـ ز א ــאس ا ـ – ـ و ـ‬
‫َّ‬ ‫ّ‬
‫ـ د‬ ‫ا ـ و ــא ــאل ـ إ ــאت ا ـ אء إن و ـ ب ا‬ ‫از ـ وأ ــא ـ و ـ ب ا ـ د«؛ ن ا ـ ــא ـ ـ ِ ـ اق‬
‫ـ א‪[٣٥٧/٢ ،‬‬ ‫ـ‬ ‫ــאت‬ ‫ــא‪] .‬ا ـ אء‪ :‬ا‬ ‫ـ دة ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا‬ ‫ـ‬
‫ـ ه ـ ا‬ ‫ـ ؛ إذ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ـ ُ ِ ـ ِاق و ـ ب ا‬ ‫ـ‬ ‫ــכ ذ ــאل ا ـ أن ا ـ اد א‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫و ـ وة ا ـ ء‬ ‫ـ رأس ا כ ــאء ورئ ـ‬ ‫ـ ل ـ ـ‬ ‫ـ ‪ .‬כـ‬ ‫ـ ء ا ـ وا‬ ‫وـ‬ ‫א ـ و‬ ‫ـ ا‬ ‫ــכ‬ ‫ـ‬
‫ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ ‪،‬و ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ اق‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ م ـ‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ اق‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫وإ א ـ ‪ .‬و א‬
‫ـ م ـ‬ ‫ـ اق ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ــא أ ــא ــא ـ‬ ‫ـ با‬ ‫ا ــא‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫ـ اع أ ــא ـ ء ــכ‬ ‫ـ اق‬ ‫و ـ ب و د ــא‬ ‫ا ـ‬
‫ـ أ ـ وأ ـ م‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ع‬ ‫ـ اق ـ ‪ .‬و‬ ‫ـ د‬ ‫ــא أ ــא وا ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ا ــא‪ .‬ــא أ ــא‬ ‫ــא‬ ‫ــא ـ ء ــכ‬ ‫כ‬
‫ا ــא‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ــא أ ـ م ـ ا ـ ازم ا ـ‬ ‫ــאرة ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ا ــא‪ .‬א‬ ‫ــא‬
374 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bunun içindir ki basit-i hakîkî olup “hüve” lafzı ile1 lâzımların-


dan bir şey olmaksızın tarif edilmesi mümkün olmayan, gerçek mânâ-
da basit, mahza hüviyete işaret eder. O’nun lâzımlarından bir şey-
le tarifi gerekli olduğu için [sonra] bunu kendisine lüzûm açısından
5 en yakın şeyi [en yakın lâzımı ile] zikrederek devam ettirdi. O da selb
ve icab lâzımlarını toplamış olan ulûhiyettir [Allah lafzıdır].2 Onu tes-
bih ederim.3 Onun şanı ne yüksek, kudreti ne kahredicidir! O öyle yü-
ce bir ilâhtır ki ihtiyaçlar, yalnız O’nda son bulur. İstenilen şeylere an-
cak O’nun yardımıyla erişilir. O’nu nitelendirenlerin en üstün vasıfları
10 ve övenlerin en yüce övgüleri, O’nun [Kur’ân’da] kendisi için seçtiği
celâl, azamet, lütüf ve güzellik vasıflarının en aşağılarına bile ulaşamaz.4

1 “….” Çünkü “şey”; hüviyete, o hüviyetin mukavvimatına, lâzımlarına ve malullerine münhasırdır.


Daha önce defalarca ifade edildiği gibi O’nun mukavvimatı yoktur ki “o odur” denebilsin. Malulattan
olan şey için aralarında daha üstü ve yukarısı olması mümkün olmayan ayrılık ve farklılık olduğu için
“o odur” denilmez. Böylece geriye lâzımlar kalmaktadır. Aynı şekilde lâzımlardan olan bir şey için de
“onun/hüvenin hakikati olmak üzere o odur” denmez. Bilakis “onun, ondan soyutlanan lâzımı olmak
üzere o odur” denilir.
2 “ Selbî lâzım ve … toplayan …” Az önce zikrettiklerimiz ‘Allah’ lafızının iki lâzmı da içerdiğini, senin
akıl sayfan üzerinde resmetmiştir. Çünkü [o hüviyet/zât] vâcibu’l-vücûd’dur ve kendisinden başka her
şeyin mebdeidir. Gaflet uykusundan uyanmış kimse için varlığın zorunlu olmasının selbî lâzım olduğu
-çünkü başka herhangi bir şeye ihtiyaç duymaması demektir- ve her şeyin mebdei olmasının icabî
lâzım olduğu gizli değildir. Böylece tam bir açıklıkla ortaya çıkmıştır ki ilâh olmaklık/âlihiyet selb ve
icab lâzımlarını içerir.
3 “Onu tesbih ederim” cümlesi “hüve’den başka bir şeyle ifade edilmesi mümkün olmayan” cümlesinin
bir neticesi ise -öncesi ve sonrası ile az da olsa ona aykırılık arz etse de- tarif edilmesi gerekir. [Burada]
kastettiği şey, imkan ve cevaz dahilinde olan marifetin [tarifin/bilginin] ancak lâzımlarla olabilecek bir
marifet olduğudur. Zâtı ile ilgili marifet nerede [biz nerede!] O, hüve hüve oluşu sebebiyle herhangi
bir şekilde zâtına dair bir idrak imkanından münezzehtir. O’nun şânı, ilimde derinleşmişlerin, ermiş
kâmillerin ve ariflerin zâtının bilgisine ermesinden yücedir.
O’nun zâtını bilme imkanı ancak O’nun lüftu ve cömertliğiyle hasıl olabilir. Çünkü her ihtiyaç ancak
O’nun yardımıyla giderilir, isteyen istediğini ancak O’nun ulaştırmasıyla elde edebilir. Eğer “Onu
tesbih ederim” cümlesi, “…o da selb ve icab lâzımlarını kendisinde toplamış olan âlihiyettir (Allah)”
cümlesinden kaynaklanıyor ise o zaman selbi lâzımın bir neticesi olur. “[O öyle bir ilâhtır ki bütün
ihtiyaçlar yalnız] O’nda son bulur” cümlesi de icabî lâzıma dayanır.Burada kastedilenden hasıl olan
şey şudur: Tarif olarak ancak bu kadarı mümkündür. İhtiyacın her türlüsü O’ndan selbedilmiştir, her
ihtiyaç ve ihtiyaç sahibinin O’na [muhtaç olması] ise sabittir.
4 “Celal [sıfatlarından] kendisi için seçtiği …”Çünkü vasf [etmek] idrakin bir neticesidir. Çünkü idrak
yoksa vasıf da yoktur. Muhakkak ki idrak edenlerin idraklerinin sonu ve akledenlerin aklettikleri şey-
lerin nihayeti, Allah’ın kendisi için seçtiklerinin en aşağısına bile ulaşamaz. Niteliklerin en üstünü ve
vasıfların en yücesi seçtiklerine ulaşamazsa seçmediklerine nasıl ulaşabilir ki!
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪375‬‬

‫כــ أن‬ ‫ــאً ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ا ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا أ ــאر‬

‫ّ ــ‬ ‫ــ ء ــ ا ــ ازم‬ ‫ــא‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ .‬وכאن‬ ‫ــ ء‪ ١‬أ ــ‬ ‫ــא‬ ‫ــ‬
‫ّ‬
‫ــ زم ا ــ‬ ‫‪٢‬‬
‫ــ ا א ــ‬ ‫و ــאً ــ ‪ .‬و ــ ا‬ ‫ــ אء‬ ‫כــ أ ــ ب ا‬ ‫ذ ــכ‬

‫ــ‬ ‫ــ ا ــ ي‬ ‫ــ א ‪.‬‬ ‫ــא و ــא أ ــ‬ ‫ــא أ ــ‬ ‫‪٣‬‬
‫ــ א‬ ‫ــאب‪.‬‬ ‫وا‬

‫ــ ا ــ ل‬ ‫‪٤‬‬
‫ــ‬ ‫ــא ا ــ‬ ‫ــ أد ــ‬ ‫ــ ه ــ ا א ــאت‪ .‬و‬ ‫ا א ــאت و ــ‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ ‪.‬‬ ‫ا ا‬ ‫ــ ت ا א ــ وأ ــ و ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ أ‬ ‫ــ وا‬ ‫ــ وا‬ ‫وا‬

‫ـ ـة‬ ‫ــאت כ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‪ .‬و ـ‬ ‫א ــא و از ــא و‬ ‫ـ و‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫ـ « نا ـ ء‬ ‫ـ » ـ ءأـ‬ ‫‪١‬‬
‫ــא ـ أ ـ وأر ـ‬ ‫כـ‬ ‫אو ـ ا ـ‬ ‫ــא ـ ا א ـ وا‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫تأـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ء ـ ا‬ ‫ــאل‬ ‫ـ ‪،‬و‬ ‫ــאل أ ـ‬ ‫ـ‬
‫زم‬ ‫ـ أـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאل إ ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ء ـ ا ـ ازم أن ــאل إ ـ‬ ‫כ ـ أ ـאً‬ ‫ا ـ ازم‪ .‬و‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬
‫ـع ـ‪.‬‬ ‫ـ‬
‫ــא‬ ‫ـ دو‬ ‫ــא وا ـ ا‬ ‫ــכ أ ــא א ـ ؛‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ــא‬ ‫اـ « ـ ر ـ‬ ‫ـ »ا א ـ ـ زم ا ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫א ــא ا ـ‬ ‫ـ ما‬ ‫ــאرة ـ‬ ‫ـ‬ ‫؛‬ ‫ـ د زم ـ‬ ‫ـ أن و ـ ب ا‬ ‫ـ ـ ما‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا ــא‪ .‬و‬ ‫ــא‬ ‫ـ ء ــכ‬
‫ــאب‪.‬‬ ‫وا‬ ‫א ـ ـ زم ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـאً א ـאً أن ا‬ ‫ـ و‬ ‫زم إ א ـ ‪.‬‬ ‫ــא ـ ء ــכ‬ ‫ـ ء ــא‪ ،‬وכ‬
‫א ـ‬ ‫ــא‪ ،‬وإن כאن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ « وכאن‬ ‫ـ ءأـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫כ ـ أن‬ ‫ـ »‬ ‫ـאً ـ‬ ‫ـ » ـ א ا ـ «إن כאن‬ ‫‪٣‬‬
‫از ــא‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫ـ ا ــכאن و ـ ا ـ از إ ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ כא ـ‬ ‫ـ أن ا‬ ‫ـ ف‪ .‬א ـ ي‬ ‫ا ـ אق وا ـ אق أد ـ‬
‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫כـ כאن و ــא א ـ أ ـ‬ ‫כـ أي‬ ‫ـ ا ــאن ــא إدراك‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ א‪ .‬ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫وأ ـ‬
‫ن‪.‬‬ ‫ـ ا ـ را ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ن وا אر ـ ن ا ـ‬ ‫ـ ا ــא ا כא ـ ن ا ا‬ ‫ـ أن‬
‫א ــא و ــאل ا א ـ ا ـ َب‬ ‫ـ إ‬ ‫א ـ‬ ‫ـ ده وإ אئـ ؛ ن כ‬ ‫ـ إ‬ ‫כـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫وا ـ ي כـ‬
‫ـ ـ ا ـ زم ا ـ ‪ .‬و ـ » ـ ا ـ ي‬ ‫ـ » ـ א «‬ ‫ـ ا א ـ«‬ ‫ـ »و ـ ا‬ ‫ـאً ـ‬ ‫א ــא‪ .‬وإن כאن‬ ‫إ‬
‫ــאج وأ ـ‬ ‫ـ ب ـ כ ا‬ ‫ـ اا ـ رأـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא ـ أن ا ـ ي כـ‬ ‫א ـ‬ ‫אـ ‪.‬‬ ‫ـ ا ـ « ـ ا ـ زم ا‬
‫ــאج ا ـ ‪.‬‬ ‫ــאج وذو ا‬ ‫ـ أن כ ذي ا‬ ‫ـ‬
‫ـ ت‬ ‫رِ כ ـ و א ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ ل ا ـ « إذ ا ـ ُ ـ ُع ا دراك‪ ،‬وإذ إدراك ـ و ـ ‪ .‬ـ ن א ـ إدراכאت ا‬ ‫ـ »ا ـ‬ ‫‪٤‬‬
‫!‬ ‫ــא ا ـ‬ ‫اـ‬ ‫ـ ‪ ،‬כـ‬ ‫ـ أ ـ ا ـ ت وأ ـ ا و ــאف ا ـ ــא ا ـ‬ ‫ـ ا ـ أد ـ ــא ا ـ ‪ .‬وإذ‬ ‫ِّ ـ‬ ‫ا‬
376 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bilakis bu hususta mümkün olan miktar,1 daha fazlasını söylemenin müm-


kün olmadığı şeyi söylemektir ki o da Kitab-ı Aziz’inde zikreylediği, mukad-
des vahyine ve yüce, ince, açık (zâhir)2 remizlerine koyduğu şeydir.
Burada şöyle bir şüphe var[id olur]: O da başkası için O’nun mübarek ve
5 yüce mahiyetinin bilinmesi ancak izafetlerle ve selblerle mümkün ise de an-
cak O, kendi mahiyetini bilmektedir. Ve orada3 [ulûhiyet mertebesinde] akıl,
âkil ve makul birdir. Öyle ise niçin Allah’ın bildiği bu mahiyet zikredilmeyip
lâzımların zikri ile [hüve’den sonra Allah denilmekle] yetinilmiştir?

1 “Mümkün olan miktar…” Bu konuyu tekrar tekrar dile getirdi ki: Bir şey ya mukavvimat ile ya da lâ-
zımlarla tarif edilir. Mukaddes hüviyetin mukavvimat ile tarif edilmesi nefyedilince O’nun için müm-
kün olan tarif ancak lâzımlarla yapılan tarif olur. Lâzımlarla yapılan tariflerin bir kısmı daha güçlü,
bir kısmı daha zayıf, bir kısmı da orta derecede olur. Yine daha önce öğrendiğin gibi güçlülük, zayıflık
ve ikisinin ortasında olmasının dayanağı lâzımların yakınlığı, uzaklığı ve ikisi arasında olmasıdır. Yine
daha önce ilâh olmaklığın, o hüviyetin en yakın lâzımı olduğunu öğrendin. Böylece Sübhânehû ve
Teâlâ’nın yüce hüviyetini ilâh olmakla tarif ettiğini öğrendin ki daha güçlü, daha üstün ve daha kuvvet-
li bir tarif imkansızdır. Çünkü mümkün olan tarif ancak lâzımlarla yapılan tariftir. Lâzımlarla yapılan
tariflerde bu lâzımla -yani ilâh olmak lâzımı ile- yapılan tariften daha güçlüsü yoktur. Böylece Allah’ın
(c.c.) hüviyetiyle ilgili yaptığı tarif, zikri mümkün olan ve daha fazlası mümkün olmayan miktarda
olduğu gün ortasındaki güneş gibi açıklığa kavuşmuş oldu.
2 “Açık, yüce ve ince …” Son derece açıktırlar. Çünkü her bir kimse bu [hitab]a muhatabtır. Akıl sahibi bir varlık
için mümkün olmayan bir şey, akıl sahibi yaratıcı için [nasıl olabilir? Yani] muhatabın anlamadığı, neyi kastettiği
ve hangi amaçla hitap ettiği açık olmayan bir şekilde hitap etmesi nasıl mümkün olabilir?
Böylece ortaya çıkmıştır ki ilâhî işaretler, tam anlamıyla hiç kimseye kapalı kalmayacak şekilde apaçıktır. Aynı şekil-
de o işaretlerin kapalılığı ve inceliği, dikkatli olan kimse için gizli değildir; dikkatli olmayan kimseyi ise o işaretlerin
inceliği ve kapalılığı konusunda uyarır. Ulemadan müdekkik olanlar, Allah’ın vahyine koyduğu hükümleri, masla-
hatları, kinaye ve işaret yoluyla delalet ettiği meseleleri kavramak amacıyla bütün ömürlerini tükettiler, bakışlarını
onlara yönelttiler ve bu konularda düşündüler. Ve bu konulardan her birinde düşmanın sayamayacağı ve akılların
çokluğundan hayrete düşeceği kadar şeyler istinbat ettiler. Fahreddin Râzî’nin söylediklerini duymadın mı:
“Bazı zamanlarda bu sûre-i kerimeden [Fatiha’da] faydaları ve güzellikleri konusunda on binlerce meselenin
çıkarılabilmesinin mümkün olduğu dilime gelirdi. Bazı kıskanç, cehalet, aşırlık ve inat ehlinden olan kimseler
bu söylediklerimi uzak görürlerdi…” Şöyle söylediğini de: Böylece “eûzu billah” ifadesinin daha fazla veya az
on binlerce önemli meseleyi içerdiğine dair sözümüz gerçekleşmiş oldu…
Şöyle söylediğini de: Allah Teâlâ’nın “elhamdu lillâh” sözü daha fazla veya az on binlerce meseleyi içerdiği açık-
lık kazanmıştır.” [Mefâtihu’l-Gayb, 1/11, 12, 14] .Müfessir Hatib et-Tebrizî’nin (ö. 741/1340) Mişkat’ta İbn
Mesud’dan (r.a.) rivayetle söylediği de bunu göstermektedir: “Resulullah (s.a.) buyurdular ki: Kur’ân yedi harf
üzere nazil olmuştur. Her âyetin bir zahrı, bir batnı vardır. Her haddin de bir matlaı vardır.” Bunu Şerhu’s-Sün-
ne’de rivayet etmiştir. [Mişkâtu’l-Mesâbih, I/80]
3 “Burada akıl ve âkil ….” [hakkında] İbn Sînâ Şifa’da şöyle demiştir: Maddeden ve madde ile alakalı
şeylerden uzak, ayrık varlıkla tahakkuk eden, kendisi sebebiyle akledilendir (li-zâtihi makul). [Böylece]
o bi-zâtihi akıl ve yine bi-zâtihi akledilen [olup] zâtı akledilir olandır. Böylece zâtı; akıl, âkil/akleden ve
makul/akledilendir. Burada çokluk yoktur. Çünkü O, [zorunlu varlık] mücerred/soyut hüviyet olması
bakımından akıldır, bu mücerred hüviyete zâtı gereği sahip olması bakımından zâtı itibariyle akledi-
lendir, zâtının mücerred bir hüviyete sahip olması bakımından da zâtını akledendir. Çünkü akledilen,
bir şeyin mücerred mahiyetidir. Akleden ise bir şeye ait mücerred mahiyete [sahip] olandır. Bu şeyin
akledenin kendisi veya başkası olması şart değildir, bilakis mutlak olarak bir şeydir. Mutlak bir şey ise o
veya başkası olmaktan daha geneldir. [O hâlde] İlk [varlık] bir şeyin mücerred mahiyetine sahip olması
bakımından akledilendir. Bu şey, onun zâtıdır. O, onun zâtı olan mücerred mahiyetine [sahip] olması
bakımından akledendir. O, mücerred mahiyetin zâtı olan bir şeye ait olması itibariyle de akledilendir.
Birazcık düşünen bir kimse akledenin, akledilen bir şeyi gerektireceğini bilir. Bu gerektirme, söz konu-
su şeyin, gerektiren şeyden başkası veya onun kendisi olmasını içermez. [eş-Şifa: el-İlâhiyat, II/357]
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪377‬‬

‫ـ وأود ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ ي ذכـ ه ـ כ א ـ ا‬ ‫ـ أز ـ‬ ‫כـ ذכـ ه ا‬ ‫ـ ا ـ ر‪ ١‬ا‬


‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا א ـ ة‪ ٢‬ا‬ ‫ـ س ور ـ زه ا‬ ‫ـ و ـ ا‬

‫ــא إ‬ ‫ـه‬ ‫כـ‬ ‫ــאرك و א ـ وإن כאن‬ ‫ـכ؛ و ـ أن א ـ‬


‫ـ ّ‬ ‫و ـ‬
‫ــא‪ .‬وإن ــאك‪ ٣‬ا ــ وا א ــ‬ ‫א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫א ــאت وا ــ ب إ أ ــ‬ ‫א‬
‫ــכ ا ـ ازم؟‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــכ ا א ـ وا‬ ‫כـ‬ ‫ــאذا ـ‬ ‫ـ ل وا ـ ‪.‬‬ ‫وا‬ ‫‪٥‬‬

‫ازم‪ .‬وإذ‬ ‫ـ‬ ‫ــאت أو א‬ ‫ـ ء إ ــא א‬ ‫وכـ ة ـ أ ـ ى ـ أن ا ـ‬ ‫ـ » ـ ا ـ ر ا כـ « ذכـ ه ــא ـ ـ ة ـ أو ـ‬ ‫‪١‬‬


‫ـ و ـ‬ ‫أ‬ ‫ـ א ـ ازم ـ‬ ‫ـ א ـ ازم‪ .‬وا‬ ‫כ ـ ــא إ ــא ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ א‬ ‫ـ ا ـ ا‬ ‫ــאت ـ‬ ‫ا‬
‫ا ـ ازم‬ ‫ـ‬ ‫ــא إ ــא א ــא أ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وا‬ ‫ــא אً أن ا ـ وا‬ ‫أ ـ و ـ ـ ـ ‪ .‬و ـ َ أ ـאً ــא ُ ِّ ـ َ‬
‫ـ‬ ‫ا‬ ‫َـ‬ ‫ـ َ أن ا ـ ي ـ ف ـ ـ א‬ ‫ـ أ ـ ب ـ ازم ا ـ ‪.‬‬ ‫ــא‪ .‬و ُ ِّ ـ َ أ ـאً ــא אً أن ا‬ ‫ــא وا ـ‬ ‫وا‬
‫ّ‬
‫ازم أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ـ وأ ـ ى‪ .‬ن ا כـ ـ ا ـ א ـ ازم و ـ‬ ‫ــא أ ـ ـ وأ‬ ‫ـ أن כـ ن ـ‬ ‫و ـ ا ـ‬
‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ــאر أن ا ـ ا ـ ي ـ ف ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ا ـ ازم‪ .‬أ ـ ا ـ ‪ ّ .‬ـ כא‬ ‫ـ ا ـ‬
‫ـ أز ـ ـ ‪.‬‬ ‫ا ـ ر ا כ ـ ذכ ـ ه وا‬
‫ــא כ أ ـ و כـ ـ ذي ـ ‪ ،‬כ ـ ِ ـ א ـ ذي‬ ‫ر ــא א ـ ـ ا؛ ــא א ـ‬ ‫ـ«‬ ‫ـ »ا א ـ ة ا ـ ا‬ ‫‪٢‬‬
‫ــ ــא ــאه و ــא ِ ــ א ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا א ــ و‬ ‫ــ ء‬ ‫ــ أن א ــ‬
‫ـ ا ِـ ‪ ،‬و ِـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـ ‪ .‬وכ ــכ אئ ــא ود ــא أ ـאً‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن ا ـ ز ا ـ א ـ ة ـ راً آ ـאً ـ‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫ّ ـ ا ــא‬ ‫ـ ا أ אر ـ وو ّ ـ ا أ אر ـ و ـ ا أ כאر ـ ـ‬ ‫ـ ـ ا ــאء‬ ‫ـ ا ـ ـ د ــא و אئ ــא‪ .‬إن ا‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫ــא ــא ـ ا ـ ّو ـ ـ ه‬ ‫ا ـ כ‬ ‫ــא כ א ـ وإ ــאرة‪ .‬وإن ا ـ‬ ‫أود ـ ــא ـ ا כـ وا א ـ وا ــאئ ا ـ ـ ل‬
‫و ـ ا ـ ُل ـ כ ـ ‪ .‬أ ـאَ ـ َ ــא ــאل ا ـ ا ـ ازي‪:‬‬
‫ّ‬
‫ـ ائ ــא و אئ ـ א ـ ة‬ ‫ــא ـ ـ ا و ــאت أن ـ ه ا ـ رة ا כ ـ )أي ا א ـ ( כـ أن ـ‬ ‫»ا ـ أ ـ ـ ـ‬
‫ـאد و ـ ٌم ـ أ ـ ا ـ ا ـ وا ــאد‪«...‬‬ ‫ـ ا ا ـ ا ُ َّ ـ ُ‬ ‫آ ف ــئ ‪ ،‬א ـ‬
‫ّ‬
‫ــ‬ ‫ــ ة آ ف ــئ أو أز ــ أو أ ــ ــ ا ــאئ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ا ــ »إن ــא »أ ــ ذ ــא « ــ‬ ‫و ــא ــאل‪ » :‬ــ‬
‫ــ ة‪«.‬‬ ‫ا‬
‫ـ ازي‪،‬‬ ‫ــئ أو أכ ـ أو أ ـ ‪ ] «.‬א ـ ا ـ‬ ‫ـ أـ أـ‬ ‫ـ »ا ـ « ـ‬ ‫ـ ان ـ ـ‬ ‫و ــא ــאل‪» :‬و ئـ‬
‫‪[١١/١‬‬
‫ـ د ــאل‪ » :‬ــאل ر ـ ل ا‬ ‫ـ ا ـ زي ]ت‪٧٤١.‬ه‪١٣٤٠/.‬م‪ [.‬ـ ا ــכאة ـ ا ـ‬ ‫ـ ــא روى ا‬ ‫و ـ ل ـ ــא ــאل ا‬
‫ــא ـ و ـ و ــכ ـ ّ ـ ‪ «.‬رواه ـ ـ ح ا ـ ‪ ] .‬ــכאة‬ ‫ـ و ـ ‪ :‬ـ ل ا ـ آن ـ ـ أ ـ ف ــכ آ ـ‬ ‫ـ ا‬
‫ـ ي‪[٨٠/١ ،‬‬ ‫ا א ـ‬
‫ـ ل اـ‪.‬‬ ‫ـ א ـ د ا ــאرق ـ‬ ‫ـ » ـ ن ــאك ا ـ وا א ـ « ــאل ـ ا ـ אء‪ :‬א ـ ـ ا ــאدة وا ئ ـ ‪ ،‬ا‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ ل ذا ـ ا ـ ـ و א ـ و ـ ل‪ .‬أن ــאك أ ـ אء כ ـ ة‪ .‬وذ ــכ ـ ــא‬ ‫و ـ ـ ا ـ و ـ أ ـאً ـ ل ا ـ ـ‬
‫ـ دة ـ א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل ا ـ و ــא ـ ـ أن ذا ـ ـ‬ ‫ـ ا ـ دة ا ـ ـ‬ ‫ـ دة ـ و ــא ـ ـ أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ة ـ ء‪ .‬و ـ ـ ـ ط ـ ا ا ـ ء أن‬ ‫ذا ـ ‪ .‬ـ ن ا ـ ل ـ ا ـ ي א ـ ا ـ دة ـ ء وا א ـ ـ ا ـ ي ـ א ـ‬
‫ـ ل‬ ‫ـ دة ـ ء ـ‬ ‫ـאً أ ـ ـ ـ أو ـ ه‪ .‬ــא ول א ــאر أن ـ א ـ‬ ‫ـאً‪ .‬وا ـ ء‬ ‫כـ ن ـ أو آ ـ ‪ ،‬ـ ـ ئאً‬
‫ـ ء ـ ذا ـ ‪.‬‬ ‫ـ ء ـ ذا ـ و ـ ل ـ ن א ـ ا ـ دة ـ‬ ‫و ـ ا ا ـ ء ـ ذا ـ ـ א ـ ـ ن ـ ا א ـ ا ـ دة ا ـ‬
‫ــ أن ذ ــכ ا ــ ء آ ــ أو ــ ‪] .‬ا ــ אء‪:‬‬ ‫ــאء‬ ‫ــ ــ ئאً ــ ً‪ .‬و ــ ا ا‬ ‫ــ أن ا א ــ‬ ‫وכ ــ כــ ــ‬
‫ا ــאت ـ ـ א‪[٣٥٧/٢ ،‬‬
378 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Cevap olarak deriz ki: Mebde-i evvel’in asla mukavvim [Müellif mu-
kavvim unsur için “hüviyyât” kelimesini kullanmıştır] unsuru yoktur. Çünkü
O, mücerred bir birlik1 ve salt basitliktir. O’nda hiçbir şekilde çokluk ve
ikilik yoktur. O’nun kendi zâtını akletmesi, zâtının mukavvim unsuru
5 olup da onları akletmesi değildir.2 Bilakis O, zâtından ancak her yön-
lerden çokluktan münezzeh olan sırf salt hüviyeti akleder. O birliğin bir
takım lâzımları vardır. Bunun içindir ki bu hüviyeti zikretmiş, onu yakın
lâzımlarla şerh ettmiştir, sonra varlığının üzerinde olduğu özel varlığına
(vücûd-i mahsus) işaret etti. Bunun için hikmette bir kaide vardır. O da
10 şudur: Basît olanları kemalde yakın lâzımlarıyla tarif etmek, mürekkeb
olanları mukavvimatla tarif etmek gibidir.3

1 “O, soyut bir birliktir.” Bu [ifade]den az önce Mebde-i evvel için O’nun asla hüviyetlerin/mahiyetlerin
[gerektirebileceği] herhangi bir şey olmadığını söyledi ve O’ndan hüviyeti/mahiyeti nefyetti. Daha ön-
ce de defalarca mücerred hüviyetten bahsederek O’nun için hüviyet isbat etti. Bu sözlerin bütününden
ortaya çıkan sonuç şudur: Allah Teâlâ için başka bir şey üzerine zaid bir hüviyet yoktur. Bilakis O’nun
mücerred vahdetin aynısı, mahza basît olmanın kendisi olan bir hüviyeti vardır. Böylece sözündeki
tenakuz kalkmış, sözün öncesi ve sonrası uygun hâle gelmiştir. Zahir olan “hüviyetlerden/mahiyetler-
den herhangi bir şey” sözü yerine “mukavvimattan herhangi bir şey” sözünün olması daha açık olurdu.
Çünkü o zaman sözün başı ve sonu aynı şekilde ifade edilmiş [uyumlu hâle gelmiş] olurdu.
2 “O’nun kendi zâtını akletmesi, … değildir.” Yani O’nun zâtını akletmesi, zâtında [buluna]n mukav-
vimleri akletmesi değildir ki bu mukavvimler, O’nu zâtını akletme sonucuna götürsün. Eğer zâtını
akletmesi bu şekilde olursa mahiyetininin açıklanması ve mukavvimat ile tarif edilmesi mümkün olur.
Aksine O, zâtını zâtıyla akleder. Mümkün varlığın zâtını zâtıyla akletmesi mümkün değildir. Bilakis
mümkün varlığın zâtıyla aklettiği her şey, zâtıyla değil zâtında bulunanladır.
3 “Basit tarif ….” [Bu cümle] daha önce yapmış olduğum şu talikatı aklıma getirdi: Burada tariflerle ilgili
iki silsile [zincir] vardır: Mürekkebin tarifleriyle ilgili silsile, basîtin tarifleriyle ilgili silsile. Mürekkebin
tarifleriyle ilgili silsilede bir tarif türü, diğerlerinden daha beliğ, daha mükemmel ve daha güçlüdür.
Aynı şekilde basîtin tarifleriyle ilgili silsilede bir tarif türü de diğerlerinden daha beliğ, daha mükemmel
ve daha güçlüdür.
Mürekkebin tarifleriyle ilgili silsilede en güçlü ve en mükemmel olan mukavvimat ve cüzlerle yapılan
tariftir. Basîtin tarifleriyle ilgili silsilede en güçlü ve en mükemmel olan ise yakın lâzımla yapılan ta-
riftir. Dolayısıyla mukavvimatla yapılan tarif, mürekkeblerin tarifleriyle ilgili silsilede en mükemmel
tarif türüdür. Aynı şekilde yakın lâzımla yapılan tarif de basît olanların tarifleriyle ilgili silsilede en
mükemmel tarif türüdür. Kemaldeki benzetme basît olanın tarif türlerinden bu şekildeki tarifin en
mükemmel olması gibi aynı şekilde mürekkeb olanın tarif türlerinden [bu şekilde olan] birinin de en
mükemmel olması itibariyledir.
Hasılı, basît olanların tariflerindeki silsilede en mükemmel olan tarif aynı şekilde mürekkeb olanların
tariflerindeki silsilede de en mükemmel olarak kabul edilen tarif biçimidir. Benzetme neticesi itibariyle
değildir. Yani bunun neticesi diğerinin neticesi gibidir demek [değildir]. Aralarında açık fark olsa da
mürekkeblerde hadd tanımına ve mukavvimata bağlı olan taakkul, resm tanımına ve lâzımlara dayanan
taakkul gibidir [demektir]. Müfessirin bu benzetme ile kastettiği şey, bu uzaklığın açıklanması ve izahıdır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪379‬‬

‫ــ دة‬ ‫ــ ‪ ١‬و ــ ة‬ ‫ــאت أ ــ ً‪.‬‬ ‫ــ أ ا ول ــ ء ــ ا‬ ‫ــ ل‪ :‬ــ‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫اـ‬ ‫‪٢‬‬


‫ُـ‬ ‫ــאك أ ـ ً‬ ‫ـ‬ ‫ـ و כـ ة ـ و ا‬ ‫و َ ــא‬

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ذا ـ إ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאت‪ ،‬ـ‬ ‫ـ ذا ـ‬

‫א‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ ة ـ ازم‪ ،‬ـ ذن ذכـ‬ ‫ـ ه‪ .‬و ــכ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫اכـ ة ـ‬

‫ـ‪.‬‬ ‫ــא ـ و ـ ده‬ ‫ـ ص ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬و ـ أ ــאر ا ـ و ـ ده ا‬ ‫א ـ ازم ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ـ ا כ ــאل‬ ‫از ــא ا‬ ‫ــאئ‬ ‫ـ ‪٣‬ا‬ ‫ـ ا כ ـ و ـ ‪ :‬أن‬ ‫و ـ اأ ـ‬

‫א ــא‪.‬‬ ‫כ ــאت כ ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫כ‬

‫ـ اراً‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ ‪ .‬و ــאل ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ء ا ول ـ ء ـ ا ــאت أ ـ ً‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ دة« و ــאل ُ ـ‬


‫َ‬
‫ـ » ـ و ـ ة‬ ‫‪١‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ ،‬ـ‬ ‫ـ زائـ ة ـ‬ ‫ـ ع ا ــכ م أن ـ ـ א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ ‪ .‬אـ ي‬ ‫ـ دة‬ ‫ـ‬ ‫إـ‬
‫ـ » ـ ء ـ‬ ‫و א ـ أول ا ــכ م وآ ـ ه‪ .‬وا א ـ أن כـ ن ـ ل‬ ‫ـ ‪ .‬אر ـ ا א ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ دة و ـ‬ ‫ـ و ـ ة‬
‫و ـ وآ ـ ه‪.‬‬ ‫ئـ‬ ‫ـ ا ــכ م‬ ‫ـ‬ ‫ــאت«؛‬ ‫ــאت« » ـ ء ـ ا‬ ‫ا‬
‫ـ ذا ـ ‪.‬‬ ‫ــאت ا ـ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאت‪ ،‬و‬ ‫ـ ذا ـ‬ ‫ّـ‬‫ـ‬ ‫اـ ـن‬
‫ـ اـ ـ اـ « ـ أـ ـ‬ ‫ـ »‬ ‫‪٢‬‬
‫כـ‬ ‫כـ‬ ‫اـ و‬ ‫ـ ذا ـ‬ ‫ــאت‪ .‬ـ‬ ‫إن כאن ـ ذا ـ ـ ا ا ـ ـ ا ـ כאن כـ أن ـ א ـ و ـ ّ ه א‬
‫ّ‬
‫اـ‪.‬‬ ‫ـ כ ــא ـ ا ـ و ــא ـ ذا ـ‬ ‫أن ـ ذا ـ ا ـ ‪ ،‬ـ‬
‫ـ‬ ‫ــאت؛‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ــאت‪ :‬ـ أن‬ ‫ـ ها‬ ‫أ ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאئ ا ـ « ا ـ ي ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ »أن‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ أ ـ وأכ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اً ـ ا‬ ‫כـ‬ ‫ــאت ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬כ ــא أن ـ‬ ‫ــאت ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫و‬ ‫כـ‬ ‫ــאت ا‬ ‫ـ‬
‫ــאء‪.‬‬ ‫ــאئ ا‬ ‫ـ أ ـ وأכ ـ وأ ـ وأ ـ ى ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאت ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאء כ ــכ ـ‬ ‫ــאئ ا‬ ‫وأ ـ وأ ـ ى ـ‬
‫ـ‬ ‫ــאت ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ اء و ـ‬ ‫ــאت وا‬ ‫ـ اـ ي ـ א‬ ‫ـ ا‬ ‫כـ‬ ‫ــאت ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا כ ـ ا ـ ى ـ‬ ‫א‬
‫ــאء כ ــכ א ـ زم‬ ‫כ ــאت أכ ـ ا‬ ‫ــאت ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאت ـ‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ي ـ א ـ زم ا ـ ب‪ .‬כ ــא أن ا‬ ‫ـ ا‬
‫ـ‬ ‫أכ ـ כ ــא أن‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ــאء‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا כ ــאل א ــאر أن ـ ا ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאئ ‪ .‬א‬ ‫ــאت ا‬ ‫ـ‬ ‫ا ـب ـ‬
‫أכ ـ ‪.‬‬ ‫כـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאت ـ أ ــאء‬ ‫א‬ ‫ـ‬
‫כ ــאت و ـ‬ ‫ــאت ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أכ ـ‬ ‫ــאئ כ ــא أن ذ ــכ ا‬ ‫ــאت ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أכ ـ‬ ‫א א ـ أن ـ ا ا‬
‫כ ــאت‬ ‫ــאت ـ ا‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ اـ ي‬ ‫ـ أن ا‬ ‫ـ أن ـ ة ـ ا כ ـ ة ذ ــכ‪.‬‬ ‫א ــאر ا ـ ة‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ـ ن אئ ـ ‪ .‬وا ـ ي أراد ـ ا‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ وا ـ ازم ــא‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ اـ ي‬ ‫כא‬
‫ــא ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫و‬
380 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Çünkü tam [ve kemal mertebesini bulan] tarif1 nefiste akledilene mu-
tabık bir sûret hasıl eden tariftir. Eğer tarif edilen mürekkeb ise nefiste
cüzleri hasıl olması zorunlu olur. Eğer basît ise onun lâzımları hasıl olur.
Bu sebeple akılda ne zaman bu şekilde hasıl olursa aklî sûret [akledilene]
5 aynı şekilde mutabık olur.2 Binaenaleyh bu konuda yakın lâzımlarla yapı-
lan tarif, mürekkeb olanlarda mukavvimat ile yapılan tarif gibi [kamil bir
tarif ] olur. Bu kaidenin takririnin tamamı, eserlerimden Kitâbü’ş-Şifâ’nın
mantık kısmında daha ziyade tafsilatı ile mevcuttur.

1 “Tam tarif ...” Yani tam tarif ve kemal derecesindeki açıklama, [zihinde] ortaya çıkan sûretin akledilene
mutabık olmasıdır. Eğer [tarif edilen] mürekkeb ise hasıl olan sûretin ona mutabık, eğer basît ise hasıl
olan sûretin ona mutabık olması gerekir. Açıktır ki mürekkebe mutabık olan sûret, cüzlerinin sûretle-
ridir; basîte mutabık olan sûret ise lâzımlarının sûretidir. Basît olanda, lâzımlarının sûretlerinden daha
güçlü bir mutabakatı olan bir sûretin olması mümkün değildir.
2 “Ne zaman hasıl olursa …” Basît olan makul, lâzımlarına göre akılda hasıl olursa ortaya çıkan sûret
akledilene aynı şekilde mutabık olur. Yani mürekkebdeki cüzler [akılda hasıl olana] mutabık olduğu
gibi basît olanlardaki lâzımların sûretleri [akılda hasıl olana] mutabık olur. Her ne kadar ortaya çıkan
bu sûret, mürekkebdeki ilk mutabakata olan izafetle sınırlıysa da bu durumun kendisinde de gösterdiği
gibi basît olanda muhtemel ve tasavvur edilen mutabakatların üzerindedir.
“Aynı şekilde” lafzına gelince o, tam olanın eksik olana eklenmesinde kullanıldığı gibi burada olduğu
şekilde eksik olanın tam olana eklenmesinde de kullanılır. Bundan maksad, cüzlerin sûretleri ve lâzım-
ların sûretlerinin her ikisinin de basît ve mürekkebden olan sûretlerine mutabık olmasıdır. Ancak lâ-
zımların sûretlerinin mutabakatı ikincisinin mutabakatından daha sınırlıdır. Bir sonuca varmak isteyen
kimsenin vardığı sonuç ile anlayış sahibi bir kimsenin müfessirin maksadı olarak anlaması mümkün
olan şey [şudur]: Akledilenin sûreti eğer mürekkeb ise mürekkeb, eğer basit ise basit olarak akledilene
mutabık olur.
“Eğer [tarif edilen] basît ise ve lâzımları var [ise ve bu şekilde] ne zaman akılda hasıl olursa [akıldaki sû-
ret akledilene] aynı şekilde [mutabık olur]” cümlesinin anlamı şudur: “Basît olan, basît oluşu itibariyle
akılda ne zaman hasıl olursa.” [Bu mânâyı kastetmiş olmalıdır, şayet] bu [anlamı] kastetmemiş [ise]
bu anlamı bozan pek çok şey vardır: Onlardan biri şudur: Bu duruma göre, lâzımların akledilmesinin
basîtin akletilmesine yol açması gerekir ki bu bâtıl olan durumlardandır. Daha önce hüviyetin kendisi
itibariyle hasıl olmasının mümkün olmayışını dile getirmesi bunu bâtıl kılmaktadır. Bir diğeri şudur:
Basît olanın lâzımı eğer kendisinin yol açtığı şey ise mürekkebin lâzımlarının durumuyla bir alakası
yoktur, mürekkebin kendisi buna yol açmaz. Eğer mürekkebin lâzımlarının aynı şekilde buna yol açtığı
kabul edilirse bu, kimsenin ileri sürmediği hulf [bir görüştür.]
Bir diğeri şudur: Selef ve halefin görüşüdür. O da had ve mukavvimatla yapılan tarifin resm yoluyla
ve lâzımlarla yapılan tariften daha güçlü olduğu görüşüdür. Bu söz onu çürütmektedir. Çünkü bu
görüşe göre had ve resm yoluyla tarif etmenin neticesi birdir. Had yoluyla tarifin neticesi tarif edilenin
kendisinin hasıl olması olduğu gibi resm yoluyla tarifin neticesi de bu yolla tarif edilenin kendisinin
hasıl olmasıdır. Fark, sadece [seçilen] yoldadır. Yani hadle yapılan tarifte, mukavvimatın ve hadle tarifi
yapılanın hasıl olmasının bir yolu, resmle yapılan tarifte resm yoluyla tarifi yapılanın kendisinin ve
lâzımlarının hasıl olmasının bir yolu vardır. Bu fark, kastedilen fark değildir. Dolayısıyla had yoluyla
yapılan tarifin resm yoluyla yapılan tarife bir üstünlüğü olmaz. [Hâlbuki had tanımının] üstün olduğu
görüşünde olanlara göre hadle tarif daha üstündür. Ancak onların görüşünü kabul etmeyenlerden bir
kısmı, resm yoluyla tarifin [tarif edilenin] hakikatine ve künhüne götürebileceği görüşündedir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪381‬‬

‫ـ ل‪ .‬ـ ن‬ ‫א ـ‬ ‫ـ رة‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ ‪١‬ا אـ‬ ‫ـنا‬


‫‪٢‬‬
‫ـ‬ ‫ـ אً و ـ ـ ازم‪،‬‬ ‫أ ائـ ‪ ،‬وإن כאن‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫أن‬ ‫כאن כ ـאً و ـ‬

‫ــ‬ ‫א ــ أ ــ ًא‪ .‬כــ ن ا‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ رة ا‬ ‫ــ ا ــ כ ــכ כא ــ‬ ‫ــ‬

‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫כ ــאت‪ .‬و ــאم‬ ‫ــאت ــ ا‬ ‫א‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ا ــאب כא‬ ‫א ــ ازم ــ‬

‫ـ כ ــאب ا ـ אء‪.‬‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ل‪ .‬ـ ن‬ ‫أن ا ـ ا א ـ وا ـ ا כא ـ ـ أن כـ ن ا ـ رة ا א ـ א ـ‬ ‫»ـنا ـ ا אـ اـ « ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١‬‬


‫ـ‬ ‫א ـ א ـ ـ وإن כאن ـ ًא و ـ أن כـ ن ا ـ رة ا א ـ א ـ ـ ‪ .‬و‬ ‫כ ـאً و ـ أن כـ ن ا ـ رة ا‬ ‫כאن‬
‫ـ رة כـ ن‬ ‫ـ ـ ر از ـ ‪ .‬و כـ ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ر أ ائـ ‪ ،‬وا ـ رة ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ـ‬ ‫ـ رة ا א ـ‬ ‫أ ّن ا‬
‫از ـ ـ ‪.‬‬ ‫א ـ ـ ر‬ ‫ــא ـ أ ـ ى ـ‬ ‫א‬
‫از ـ כא ـ ا ـ رة א ـ أ ـאً‪ ،‬ـ כ ــא أ ّن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ لا ـ ـ ا ـ‬ ‫ـ اـ « ـ أـ‬ ‫» ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫א ـ ـ ‪ .‬وإن כא ـ ـ ه ا א ـ א ـ ة א א ـ ا ـ‬ ‫כ ــכ ـ ر ا ـ ازم ـ ا ـ‬ ‫א ـ ـ‬ ‫ـ ر ا ـ اء ـ ا כـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ـ ا ـ כ ــא ـ ل ـ ا ـ ـ‬ ‫ـ رو‬ ‫ا א ـ ا و ـ ا ـ ـ ا כ ـ כ ــא ـ ق ا א ــאت ا ـ‬
‫א כא ـ כ ــא ــא‪ .‬א ـ ض‬ ‫ــאق ا א ـ‬ ‫ــאق ا כא ـ א א ـ כ ــכ ـ‬ ‫و ـ »أ ـאً« أ ـאً ـ כ ــא ـ‬
‫ـ ر ـ ـ ا כـ وا ـ إ أن א ـ ـ ر ا ـ ازم א ـ ة ـ‬ ‫ــא א ـ ــא ـ‬ ‫أن ـ ر ا ـ اء و ـ ر ا ـ ازم כ‬
‫ـ أن ـ رة ا ـ ل ـ أن כـ ن‬ ‫ا א ـ ا א ـ ‪ .‬و ـ ـ د ــא כـ أن ـ ا ـ ذا ـ و ـ א ـ ـ أن ـ ض ا‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫כ ـ وإن כאن ـ אً כא ـ‬ ‫א ـ ـ ‪ ،‬ـ ن כאن כ ـאً כא ـ‬
‫ــא «‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ـ ا ـ ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ כ ــכ« أ ـ ـ‬ ‫ـ »وإن כאن ـ אً و ـ ـ ازم ـ‬ ‫و ـ‬
‫ـ ا ـ و ـ ـ ا א ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ـאً ا ـ‬ ‫ـ ن ـ א ـ ‪ :‬ــא أ ـ ـ م ـ ـ ا أن כـ ن ـ ا ـ ازم‬ ‫وـ‬
‫ـ א‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫כـ‬ ‫ــא ـ ره ــא אً ـ أن ا ـ‬
‫ـ ‪ ،‬وإن ـ ا أن ـ ازم ا כـ أ ـאً‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ــא ــאل ـ ازم ا כـ‬ ‫و ــא‪ :‬أن ـ ازم ا ـ إذا أ ـ ا ـ‬
‫ــ ا ــ ذا ــ ‪.‬‬ ‫ــ ا ــ ‪ ،‬ــ ا ــ ــ ا ــ ل ــ‬
‫ــאت أ ـ وأ ـ ـ ا ـ وا ـ א ـ ازم‪ .‬و ـ ا ا ـ ل‬ ‫ـ أن ا ـ وا ـ א‬ ‫و ــא‪ :‬أن ــא ـ ا ـ وا ـ‬
‫ـ ل ا ـ ود ـ ‪ ،‬כ ــכ ـ ة ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وا ـ وا ـ ة‪ .‬כ ــא أن ـ ة ا‬ ‫ـ ‪ .‬ن ـ ـ اا ـ ل ـ ةا‬
‫ـ‬ ‫ــאت و ـ ا ـ‬ ‫ـ ل ا ـ ود ا ـ وا‬ ‫ـ‬ ‫ـ م ـ ‪ .‬إ ــא ا ـ ق ـ ا ـ ‪ .‬أ ـ أن ـ ا ـ‬ ‫ـ لا‬
‫ـ د ـ כ ـ ن ـ ر ــאن ـ ا ـ ـ أ ـ‬ ‫ـق ـ ا‬ ‫ـ م ـ ا ـ وا ـ ازم‪ .‬و ـ ا ا ـ ق ـ‬ ‫ـ لا‬
‫ـ وا כ ـ ‪.‬‬ ‫ـ اـ ا‬ ‫ـ أن ا ـ‬ ‫ـ نأـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬وإن כאن ا ـ ا ـ ـ‬ ‫ـ ـ اـ‬ ‫را ـ‬
382 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

[Ehad]
Allah’ın “ehad” sözü, birlikte (vahdet) mübâlağadır.1 Vahdette tam mü-
bâlağa2 ancak bir olmaklığın (vâhidiyet) kendisinden daha tamı ve daha
kuvvetlisi tasavvur edilemediğinde tahakkuk eder. Çünkü “vâhid/bir” sözü
5 kendisinin altındaki [fertlere] teşkik suretiyle3 söylenebilir. Hiçbir şekilde
asla bölünmeyen,4 bazı yönlerden bölünebilenden bir olmaya [vâhidiyete]
daha layıktır. Aklen bölünebilen [aklî olan cüzlere ayrılmayı kabul eden],
bir olmaklığa bilfiil bölünebilenden5 daha layıktır. Bilkuvve olan ve his-
sen bölünebilen, bir olmaklığa bilfiil olarak bölünebilenden daha layıktır.

1 “Ehad, birlikte mübâlağadır.” Bu sözüyle “ehad” lafzının “vâhid” yerine tercih edilmesinin sebebine
işaret etti. O da şudur ki ‘ehad’ lafzındaki vahdette/bir olmaklıkta mübâlağa ‘vâhid’ lafzında yoktur.
Kurtubî Mufhim’de şöyle demiştir: “Kulhuvellahu ehad”cümlesinde bütün kemal vasıflarını içeren iki
isim bulunmaktadır: Ehad ve Samed. Çünkü bu iki isim, bütün kemal sıfatlarıyla vasıflanmış mukad-
des zâtın ehadiyetine/birliğine delalet etmektedir. Vâhid ve ehad, aynı asıldan türese de kullanış ve örf
bakımından farklıdırlar. Çünkü vahdet (birlik), çokluğun ve birden fazla olmanın nefyidir. “Vâhid”
ise kendisini dışındakileri nefyetmeksizin sayının aslıdır. “Ehad” delalet ettiği şeyi olumlar, onun dı-
şındakileri nefyeder. Bu sebeple “ehad”i nefiyde, “vâhid”i isbatta kullanırlar. Şöyle denilir: “Ma reeytu
ehaden/Hiç kimseyi görmedim ve Reeytu vâhiden/Bir kişiyi gördüm.” Çünkü Allah Teâlâ’nın isimleri
arasında “ehad”, başka hiçbir şeyin kendisinde ortağı olmadığı özel varlığına [vücud-i hassına] işaret
eder. [el-Müfhim, II/441]
2 “Vahdetteki tam mübâlağa …” Yani vahdetteki tam ve kâmil mübâlağa, kendisinden daha güçlü ve
daha üstün herhangi bir birliğin mümkün olmamasıdır. Çünkü kendisinden daha güçlü ve daha üstün
bir birliğin mümkün olduğu vahdet, hakîkî anlamda tam mükemmel bir vahdet olmaz. Bilakis İbn
Sînâ’nın kendisinin açıkladığı gibi birliklerin (vahdet) en mükemmeli, kıyasla ve onlara nisbetle daha
güçlü ve daha mükemel olur. Bu konunun tahkikine ve tafsiline ileride söz geldiğinde yine döneceğiz.
3 “Teşkik ile …” sözüyle küllî olan teşkiki kastetmektedir. O da ya müşekkek veya mütevatı olur. Çünkü
[küllî] ya fertlerinden herhangi birine [aralarında] öncelik, güçlülük, zayıflık, fazlalık, noksanlık gibi
bir fark olmaksızın tek bir biçimde delalet eder. Bu şekilde fertlerinin yüklenmesi, bazısında daha önce,
bazısında önce olmayan, bazısında daha uygun, bazısında uygun olmayan biçimde veya bazısında daha
güçlü bazısında daha zayıf, bazısında daha fazla bazısında daha noksan olacak şekilde olmaz. Ya da
bu şekilde delalet etmez. Eğer yüklenme, farklı olmayan tek bir biçimde olursa küllî, mütevatı olarak
isimlendirilir; aksi durumda (farklılık varsa) müşekkek olarak adlandırılır.
4 “Hiçbir yönden bölünmeyen …” Vâhid/bir, hiçbir şekilde bölünmeyen ve bir yönüyle bölünebilen
olacak şekilde [ikiye ayrılır]. Bir yönüyle bölünebilen ise [çeşitlidir]:
[1] Onlardan biri, aklî bölünmeyle bölünendir. Yani hariçte değil de akılda tahakkuku olması sebebiyle
akla nisbetle bölünebilen demektir. Hasılı akılda bölünebilendir, dışarda bölünemez. [2]. Bir [diğeri],
hariçte bölünebilendir. Hariçte bölünebilen de [ikiye ayrılır]: Kendisi için toplayıcı bir birlik, yani çok-
luğunu toplayan ve onu birleyen [vahdet-i câmia] bulunan, kendisi için böyle bir toplayıcı bir birliği
olmayan, birliği ilke olan bir duruma izafetle izafî olandır.
Söylediklerinin ve söylediklerimin, herhangi bir açıdan bölünmeyenin, bir olmaklığa (vâhidiyet) bir
yönüyle bölünebilenden daha layık olduğu; akılda bölünebilenin bir olmaklığa (vâhidiyet) hariçte
bölünebilenden daha layık olduğu; hariçte bölünebilen ve kendisi için toplayıcı hakîkî ve çokluğu
ortadan kaldıran bir birliği olanın, bir olmaklığa (vâhidiyet) onu birleyen hakîkî toplayıcı bir birliği ol-
mayan bilakis ilke olan bir duruma izafetle birliği izâfî olandan daha layık olduğu konusunda ruhunda
[zihninde yeniden] bir tasvir/anlatım yapmaktan bizleri alıkoymaktadır.
5 “ Bilfiil bölünen …” Yani hariçte bölünebilen.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪383‬‬

‫ـ ة‬ ‫ـ ة‪ .‬وا א ـ ‪ ٢‬ا آ ـ ـ ا‬ ‫א ـ ـ ا‬ ‫‪١‬‬


‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾‬ ‫ـ‬ ‫و ـ‬

‫ــא‪ .‬ـ ن‬ ‫כـ أن כـ ن أ ـ و أכ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ا‬ ‫ـ إ إذا כא ـ‬

‫א ا‬ ‫أو‬ ‫أ‬ ‫‪٤‬‬


‫כ כ‪ ٣.‬א ي‬ ‫א‬ ‫א‬ ‫ل‬ ‫ا ا‬

‫א‬ ‫א ا‬ ‫אً أو‬ ‫א אً‬ ‫ا‬ ‫ه‪ .‬وا ي‬ ‫ا‬ ‫א‬

‫ـ א ـ ‪.‬‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫א ا‬ ‫و ـ א ـ ة أو ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫א ـ ‪ .٥‬وا ـ ي‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ا א ـ ا אـ‪.‬‬ ‫ـ ا ا ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ ــאره ـ ا ا ـ ‪ .‬و ـ أن ـ ا‬ ‫ـ ة« أ ــאر ـ ا ـ‬


‫ـ »أ ـ א ـ ـ ا‬ ‫‪١‬‬
‫ـ ـ ا ُ ِـ ‪:‬‬ ‫ــאل ا‬
‫ــא ـ ن ـ أ ـ‬ ‫ـ أو ــאف ا כ ــאل‪ ،‬و ــא ا ـ وا ـ ‪.‬‬ ‫ــאن‬ ‫»ـ ـ ا أ ـ « ـ ا ـ‬ ‫ا ـ‬
‫ـ أو ــאف ا כ ــאل‪ .‬ـ ن ا ا ـ وا ـ وإن ر ــא ا ـ أ ـ وا ـ ـ ا ــא ا ـ א ً و ـאً‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ـ ات ا‬
‫ـ و ـض‬ ‫ـ ـ ض ـ ــא ـ اه‪ .‬وا ـ ـ‬ ‫א ـ ة را ـ ا ـ ـ ا ـ د وا כ ـ ة‪ ،‬وا ا ـ أ ـ ا ـ د ـ‬
‫ن ا ا ـ ـ ا ــאت‪ .‬ــאل‪ » :‬ــא رأ ـ أ ـ اً ورأ ـ وا ـ اً«‪ .‬ـ ن ا ـ‬ ‫ـ ا ـ و ـ‬ ‫ـ ــא ـ اه‪ .‬و ـ ا ـ‬
‫ـ ‪[ ٤٤١/٢ ،‬‬ ‫ــאرכ ـ ـ ه‪] .‬ا ـ‬ ‫ـ ده ا ــآص ـ ا ـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـ אء ا א ـ‬
‫כـ أن כـ ن و ـ ة ــא‪ ،‬و ـ‬ ‫ـ »وا א ـ ا ـ ـ ا ـ ة ا ـ « ـ أن ا ـ ة ا א ـ ا آ ـ ا כא ـ ـ ا ـ ة ا ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ‪ ،‬ـ‬ ‫כـ ن א ـ א ـ א‬ ‫ــא وأכ ـ‬ ‫ــא و أכ ـ ‪ .‬ـ ن ا ـ ة ا ـ כ ـ أن כـ ن و ـ ة ــא أ ـ‬ ‫و ـ ة כא ـ أ ـ‬
‫ـ ا כـ ة‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‪ .‬و ـ כ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ح ـ‬ ‫ـ ات כ ــא ـ‬ ‫א ــאس وا א ـ ا ـ ــא ـ أ ـ ـ وأכ ـ ـ ا‬
‫ـ ا ـ ل ان ــאء ا ‪.‬‬ ‫ـ ــא ــא ـ‬ ‫و ـ‬
‫א و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫ـ أ ـ اده ـ‬ ‫ـככ أو ُ ـ اط؛ ـ إ ــא أن כـ ن ـ ق ـ‬
‫ـ َّ‬ ‫ـ » א ــכ כ« ا כ ـ إ ــא ُ‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ أول أو ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ أول و ـ ا ـ‬ ‫ـ ـ ن כـ ن‬ ‫ـ أو ا زد ـ وا‬ ‫أو ا و ـ أو ا ـ وا‬
‫ـ أو ـ أو ـ ا ـ أ ـ و ـ ا ـ أ ـ أو ـ ا ـ أز ـ و ـ ا ـ أ ـ ‪،‬‬ ‫ا ـ أو ـ و ـ ا ـ‬
‫ـככאً‪.‬‬
‫ـ َّ‬ ‫ا ـאً وإ‬ ‫ـ‬ ‫ـ אכ ـ‬ ‫ـ وا ـ ـ‬ ‫ـ ق ـ‬ ‫وإ ــא أن כ ـ ن‪ .‬ـ ن כאن ا‬
‫‪:‬‬ ‫‪ .‬وا ي‬ ‫א‬ ‫و‬ ‫א‬ ‫«ا ا‬ ‫ا‬ ‫»א ي‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ ـ ا ـ‬ ‫ــא‬‫ـ ا ــאرج‪ ،‬وا א ـ‬ ‫ـאً ـ‬ ‫ـאً أي ا ــא אً ـ אً ا ـ ا ـ ـ ن כـ ن‬ ‫ـ ا ــא אً‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬
‫כ ـ ة و ِ ّ ـ ة ــא‪.‬‬ ‫ـ ـ ا ــאرج ـ ــא ـ و ـ ة א ـ أي א ـ‬ ‫ـ ـ ا ــאرج وا ـ ي‬ ‫ـ ا ــאرج‪ .‬و ـ ــא‬
‫ــא إ א ـ א א ـ ا ـ أ ـ وا ـ ـ ا ـ ء‪.‬‬ ‫ــא ـ ـ و ـ ة א ـ وإ ــא و‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ و ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ أو ـ א ا ـ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ــא ــאل و ـ ـ أ א ــא ـ أن ـ ـ ُ َ ِ ــכ أن ــא‬ ‫و‬
‫ِ ّ ـ ة ِ ـ כ ـ ة أو ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫ـ ـ ا ــאرج و ـ و ـ ة‬ ‫ـ ـ ا ــאرج‪ ،‬و ــא‬ ‫ا ـ أو ـ א ا ـ ــא‬ ‫ـ‬
‫ِ ّ ـ ة‪ ،‬ـ ـ و ـ ة إ א ـ א א ـ ا ـ ا ا ـ ا ـ ي ـ ا ـ ء‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ــא ـ ـ و ـ ة א ـ‬ ‫א‬
‫« أي ا אرج‪.‬‬ ‫א‬ ‫» א‬ ‫‪٥‬‬
384 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Kendisi için toplayıcı bir birliği olan, bir olmaklığa bilfiil bölünebilen
ve kendisi için toplayıcı bir birliği olmayandan1 daha layıktır. Aksine
onun bir olması ilkesine nisbeti sebebiyledir.2 [Bu], tıbbînin 3 kitaba,
bisturiye ve ilaca denilmesi ve sıhhînin4 bitkiler ve yiyecek için denil-
5 mesi gibidir.

Vahdetin en kuvvetli ve en zayıf olmayı kabul edebildiği ve vâhidin/


bir olmanın altındaki fertlere teşkik suretiyle söylenilmesi sabit olun-
ca5 vahdette en mükemmel olan, vahdette kendisinden üstün ve daha
kuvvetli başka bir şey bulunmak imkanı olmayan olur. Aksi takdirde O
10 vahdette mübâlağanın en son sınırında olmazdı.6

1 “Bilfiil bölünebilen ve kendisi için toplayıcı bir birliği olmayandan …” Yani kendisi için çokluğunu
ortadan kaldıran ve onu birleştiren hakîkî bir birliği [olmayan demektir]. Aksine ona ait bire nisbetle
sırf izafî birliği olandır. Bir’in bu kısmı, kendisinde bir değildir. Çünkü kendisinde hakîkî birliğin tür-
lerinden bir örnek yoktur, bilakis [başka bir şeye] izafet dolayısıyla birdir. Aklı karışık olmayan kişiye
açıktır ki bir şeye ait olan başka bir şeye izafetle var ise o şey kendinde [bir şey] değildir. Aynı şekilde
kendisi için izafî bir birlik olmayan herhangi bir şekilde birlik [vahdet] değildir; aksine o, kendisi için
ne hakîkî ne de izafî birliği olmayan sırf çokluktur. Bu, herhangi bir şekilde bölünemeyenin sırf bir
olduğu gibidir. Bunda çokça şüphe yoktur.
Sonuç olarak herhangi bir şekilde bölünemeyen, hakîkî sırf birdir ve bir olarak söylenmeye diğerlerin-
den daha layıktır. Herhangi bir şekilde çoklukla bir alakası yoktur. Arada olanlar; bir açıdan bir, bir
açıdan çoktur ve onlara bir açıdan bir (vâhid), bir açıdan çok denilir.
2 “Bilakis birliği, nispet sebebiyledir.” Yani kendisi için toplayıcı bir birlik olmayan, çok olan şeylerin
birliği, muzafun-ileyhe [kendisine izafe edildiği şeye] izafetinin nisbetinin bir olması sebebiyledir ki o
da [aynı] mebdedir. Yani birliği ancak bir’e izafeti sebebiyledir.
3 “Tıbbînin kitaba, ….. söylenmesi gibi” Yani kitap, bistüri ve ilaç mahza çoktur ve onları bir araya
toplayan, birleyen ve çokluklarını ortadan kaldıran bir birlikleri yokur. Onların sadece bir duruma
nisbetleri vardır ki o da onların ilkesi olan tıptır. Bu izafet sebebiyle bu şeyler tıb olan ilkelerine izafetle
bir (vâhid) oldular.
4 “Sıhhînin gıda ve bitkiye [söylenmesi gibi]” Bu da aynı şekilde sırf izafî bire örnektir. Çünkü onlar,
sırf [ayrı olan] iki şeydir; aralarını birleştirecek, onları birleyecek ve çokluğu onlardan kaldıracak bir
birlikleri yoktur. Onlar sadece bir duruma nisbet edilmiştir. O da sağlıktır ki onların ilkesi odur. Bu
izafet sebebiyledir ki aralarında sırf izafî olan bir birlik oluşmuştur.
5 “Birliğin kabul eden olduğu sabit olunca” [ifadesi] maksadın incelenmesi için bir başlangıçtır. [İbn
Sînâ’nın bu] inceleme ve araştırmalarında yer alan her lafızla neye işaret ettiğinden [senin] dikkatsiz ve
gafil olduğunu zannetmiyorum. Burada kastedilenden olmasa da ben, senin “vahdetin [en güçlü ve en
zayıf olmayı] kabul edebildiği sabit olunca…” sözünde yer alan arazdaki teşkikin arazî olandaki gibi
sabit ve tahakkuk ettiğine dair olan işarete dikkat ettiğine eminim. Burada tembih maksadı, Şeyh’in
[İbn Sînâ] arazda ve arazî olanda, her ikisinde de teşkikin olduğu konusunda açık bir görüşe sahip
olduğuna dikkat çekmektir. Eğer tahkik ehlinden isen sana araştırma gerekir, taklid ehlinden ise senin
başkasını değil Şeyh’i taklid etmen gerekir ki o başkaları onu elde eden kimseden elde edenden elde
etmişlerdir.
6 “Aksi takdirde mübâlağanın en son sınırında olmazdı” Çünkü birliği/vahdeti ondan güçlü olan, bir
olmada ondan daha üstün ve daha mükemmel olur.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪385‬‬

‫ـ و ـ ة‬ ‫ـ א ـ و ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫א ا‬ ‫א ـ ي ـ و ـ ة א ـ أو ـ‬

‫כ ــאب‬ ‫ــאل ِ ــ‬ ‫‪٣‬‬


‫ــאب ا ــ ا ــ أ‪ .‬כ ــא‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ــא‬ ‫و‬ ‫‪٢‬‬
‫א ــ ‪ ،١‬ــ‬
‫ّ ٌ‬
‫ــ اء وا ــאت‪.‬‬ ‫‪٤‬‬
‫وا ِ َ ــ وا ــ واء و ِ ِ ــ‬
‫ّ ّ‬
‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ ل ـ‬ ‫وأن ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ّ وا‬ ‫ـ ة א ـ‬ ‫أن ا‬ ‫وإذا‪ ٥‬ـ‬

‫כـ أن כـ ن ـ ء آ ـ أ ـ ى ـ‬ ‫ـ ة ـ اـ ي‬ ‫ـ ا‬ ‫ــכ כ وا כ ـ‬ ‫א‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ة‪.‬‬ ‫אـ ا א ـ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬ ‫‪٦‬‬


‫ـ ة وإ‬ ‫ـ ا‬

‫ـ‬ ‫ـ ــא‪ ،‬ـ ـ و ـ ة إ א ـ‬ ‫ِّ ـ ة כ ـ ة ِ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ و ـ ـ و ـ ة א ـ « أي و ـ ة‬ ‫ـ‬ ‫ـ » ــא‬ ‫‪١‬‬


‫ـ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ ـ أ ــאء ا ـ ة ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ؛ ـ ـ ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ا ا ـ ـ ا ا ـ ـ وا ـ ـ‬ ‫אـ اـ ا ا‬ ‫א‬
‫ـ و ــא ـ‬ ‫اـ ـ ء ـ ـ ـ‬ ‫ـאً ــא أن ــא ـ ء א א ـ‬ ‫ـ א ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫אـ ‪.‬و‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫وا‬
‫ـ ‪ .‬כ ــא أن ــא‬ ‫ة إ א ـ و‬ ‫ــא و ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـאً ـ ـ ـ ء ـ ا ـ ة‪ ،‬ـ ـ כ ـ ة‬ ‫و ـ ةإ א ـ أ‬ ‫ـ‬
‫ـ ــאئ כ ـ ة‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ــא‪ .‬وا ـ ي‬ ‫ـ אכـ ة‬ ‫ـ أ ـ ـ ن ــאل ـ ا ا ـ ــא ـ اه ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وا ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ أن ــא‬ ‫א‬
‫ـ وا ـ ـ و ـ وכ ـ ـ و ـ ‪.‬‬ ‫و ـ כ ـ ـ و ـ ‪ .‬ـ‬ ‫ـ وا ـ ـ‬ ‫ـ‬
‫אـ اـ‬ ‫ــאب ا‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא و ـ ة א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאب ا ـ « أي و ـ ة ا ـ אء ا כ ـ ة ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ »ـ و‬ ‫‪٢‬‬
‫ــא إ أ ــא א ـ ا ـ وا ـ ‪.‬‬ ‫ــאف ا ـ وا ـ ـ ا ـ ء‪ ،‬ـ ـ و‬
‫ــא و ِ ّ ــא‬ ‫ــא و ـ ة‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ وا ـ واء أ ـ אء כ ـ ة‬ ‫ـ »כ ــא ــאل ـ כ ــאب ا ـ « ـ أن ا כ ــאب وا‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ אء وا ـ ة‬ ‫ء ــא‪ .‬ـ ه ا א ـ ــאرت ـ ه ا‬ ‫ـ اـ ا ـ ا ا ـ و ـ ا ـ اـ ي ـ‬ ‫و ـ כ ــא إ ــא ـ‬
‫ئ ــא ا ـ ي ـ ا ـ ‪.‬‬ ‫א אـ اـ‬
‫ــא‬ ‫ــא‬ ‫ــאن و ــ ة‬ ‫ــ اء وا ــאت« ــ ا أ ــאً ــאل ا ــ ا א ــ ا ــ ‪ .‬ــא ا ــאن‬ ‫ــ »و ــ‬ ‫‪٤‬‬
‫ــאرت‬ ‫אـ‬ ‫ئ ــא‪ ،‬ـ ا ا‬ ‫ـ اـ ي ـ‬ ‫و ّ ــא و ـ ا כ ـ ة ــא إ ــא ــא א ــאن ا ـ ا ـ ا ا ـ و ـ ا‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫ــא إ א ــ‬ ‫ا ــ ة‬
‫ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫ــא ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د‪ .‬و أ ــכ ــאرا א ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ »وإذا ـ أن ا ـ ة א ـ ا ـ « ـ وع ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫أن‬ ‫»إذا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ــא ـ‬ ‫ــא وأ ــא ـ ـ ــכ ـ أ ــכ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ــאت‪ .‬وإن כאن ـ‬ ‫ــאت وا‬ ‫ـ ا‬
‫ـ‬ ‫ـ א ـ ‪ .‬إ ــא ا ـ ض ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ ــא أ ـ ـ ا‬ ‫ــכ כ ـ ا ـ ض א ـ‬ ‫ا ـ ة א ـ « ـ ا ــאرة ا ـ أن ا‬
‫ـ ‪ ،‬وإن כ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ כ ــא‪ .‬ــכ إن כ ـ ـ أ ـ ا‬ ‫ــכ כ ـ ا ـ ض وا‬ ‫ـ ِ ح כـ ن ا‬ ‫ـ أن ا ـ אئـ‬
‫ّ‬
‫ـ ه ـ ـ آ ـ ون ـ آ ـ ي آ ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا ـ دون‬ ‫ـ أ ـ ا ـ‬
‫ة أ وأכ ‪.‬‬ ‫כ ن ا‬ ‫أ ى‬ ‫نا يو‬ ‫א ا א «‬ ‫כ‬ ‫»وإ‬ ‫‪٦‬‬
386 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Dolayısıyla da O, mutlak ehad olmaz; bilakis başka bir şeye kıyasla tek
(ehad) olurdu.1

Öyle ise Allah Teâlâ’nın “ehad” buyurması, O’nun her yönden bir (vâhid)
olduğuna ve O’nda asla bir çokluk bulunmadığına, O’nda manevî çokluk
5 yani cinsler ve fasıllar gibi mukavvimattan oluşan çokluk2 bulunmadığına

1 “O, mutlak ehad olmazdı.” Çünkü vahdetin/birliğin bir türünde herhangi bir çokluk olmamakla
[birlikte] bir türünde bir yönüyle çokluk bulunur. Bu taksimin kendisinde imkan itibara alınmıştır.
Çünkü birin/vâhidin bir türünde herhangi bir yönden çokluk mümkün değildir, bir türünde ise bir
yönüyle çokluk mümkündür.
Birinci taksimde vücudun itibara aldındığı, ikinci taksimde ise imkanın itibara alındığı göz önüne alın-
dığında ilk taksimin birinci kısmı ikinci taksimde de geçerli olur. Çünkü herhangi bir yönden kendi-
sinde çokluk bulunmayanın, kendisinde bir açıdan çokluğun mümkün olmamasının imkanı yoktur,
[bir yönüyle çokluk olanda] ise bir yönüyle çokluk olmasının mümkün olması imkan dahilindedir. [İlk
taksimin] ikinci kısmında ikinci taksim geçerli olmaz. Çünkü kendisinde herhangi bir açıdan çokluk
bulunanın, kendisinde bir yönüyle çokluk olmamasının imkanı yoktur. Çünkü çokluğun imkanının yok-
luğu, çokluğun varlığının yokluğunu gerektirir. [Fakat] onda var olduğu farz edilmişti. Aksine herhangi
bir yönüyle çokluğun mümkün olması gerekir. Çünkü çokluğun varlığı çokluğun imkanına delalet eder.
Bu mülâhaza yani vücudun itibara alındığı birinci taksim ile imkanın itibara alındığı ikinci taksim[le
olan ilişkisi] ve ikinci taksimin birinci taksimin ilk bölümününde uygulanışı, ikinci bölümünde uy-
gulanmayışı, mahza aklî mülahazanın itibarına dayanır. Yani kendisinde herhangi bir yönden çokluk
olmayan bir, umum ve kapalılık (ibhâm) yoluyla bir şekilde hüve hüve olandan kat-ı nazar ederek hüve
hüve olması bakımından düşünülürse [yukarıdaki ilişki mümkün olur]. Ancak hüve hüve olan bir
düşünüldüğünde -ki o vâcibu’l-vücûddur- aynı şekilde birinci kısımda uygulanması mümkün değildir.
Çünkü vâcibu’l-vücûd için herhangi bir açıdan çokluğun mümkün olması mümkün değildir. Aksine
[vâcibu’l-vücûd için] çokluğun herhangi bir açıdan imkan dahilinde olmaması gerekir.
Sonra iki taksimin de ilk kısmındaki bir mutlak ehaddir, ikinci kısmındaki ise mutlak ehad değil aksine
bir şeye nisbetle birdir.
Birinci taksimin ilk bölümü yani kendisinde herhangi bir açıdan çokluk olmayan [bir/vâhid], nisbet ve
kıyas ile değil mutlak olarak birdir (ehad). İkinci bölümü ise yani kendisinde bir yönden çokluk bulunan
mutlak değil izafî birdir. Aynı şekilde ikinci taksimin ilk bölümü de yani kendisinde herhangi bir açıdan
çokluk mümkün olmayan, mutlak birdir. İkinci bölümü yani kendisinde bir yönden de olsa çokluk
mümkün olan mutlak olarak değil izafî olarak birdir. Ancak birinci taksimin ilk bölümü yani kendisinde
herhangi bir açıdan çokluk mümkün olmayan vücud ve vakıa itibariyle mutlak birdir. İkinci taksimin
birinci kısmı yani kendisinde herhangi bir açıdan çokluğun mümkün olmadığı imkan ve [aklî] itibar ba-
kımından mutlak birdir. İkinci ehad/bir, ilkindeki ehad’den üstündür. Çünkü akıl, ilk ehadin üstünde bir
ehad tasavvur edebilir, ikinci ehadin üstünde bir ehad tasavvuru ise mümkün değildir. İşte bu açıklamalar,
daha önce yapmayı vaad ettiğimiz tafsilatttır ki bize kâfi gelir. Düşün! Şükret ve inkar edenlerden olma!
2 “Herhangi bir şekilde çokluğu olmadığı…” ifadesinden maksad şudur: Bir, müşekkektir/müşekkek bir
lafızdır. [Dolayısıyla] bir kısmı diğerlerinden bir olmaya daha layık [olur]. Her açıdan bir olan, ken-
disinde herhangi bir açıdan çokluk bulunmayan ve herhangi bir yönden çokluğun kendisinde olması
mümkün olmayan; bir olmaya diğerlerinden daha layıktır. “Ehad/bir” lafzı, vahdette tam ve mükem-
mel olan bir’e (vâhid) delalet etmektedir. Daha önce niteliklerinden söz ettiğimiz bir’den daha kâmil
bir (vâhid) yoktur. Allah Teâlâ’nın “ehad” sözü, her açıdan bir olduğuna ve her türlü birliğin O’nda var
olduğunun sabit olduğuna, herhangi bir şekilde kendisinde çokluk bulunmadığına ve çokluğun ken-
disinde bulunmasının mümkün olmadığına delalet eder. Sonuç olarak “ehad” lafzı, her türlü birliğin/
vahdetin O’nda var olduğuna ve her türlü çokluğun O’ndan uzaklaştırıldığına delalet etmektedir. O,
daha üstünü tasavvur edilemeyen hakîkî bir’dir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪387‬‬

‫ء‪.‬‬ ‫ء دون‬ ‫اً א אس ا‬ ‫כ نأ‬ ‫אً‪،‬‬ ‫اً‬ ‫‪١‬כ نأ‬

‫כ ــ ة‬ ‫‪٢‬‬
‫ــ ه وأ ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ أ ــ وا ــ‬ ‫א ــ ﴿أَ َ ــ ٌ ﴾ دل‬ ‫ــ‬

‫ــ ل‬ ‫ــאس وا‬ ‫ــאت ــ ا‬ ‫ــ ‪ ،‬أ ــ כ ــ ة ا‬ ‫כ ــ ة‬ ‫ــאك أ ــ ً‬

‫ــאر ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪.‬و ـ اا‬ ‫ـ و ـ ــא ـ כ ـ ة‬ ‫ـ כـ ة‬ ‫ـ ة ـ ــא ـ‬ ‫ـאً ا ـ « ن ا‬ ‫כـ ن أ ـ اً‬ ‫ـ »ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ כـ ة‬ ‫ـ و ـ ــא כ ـ‬ ‫ـ כـ ة‬ ‫כـ‬ ‫ـ ــא‬ ‫א ــאر ا ــכאن؛ ن ا ا ـ‬
‫ا وـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ول ـ ا‬ ‫א ــאر ا ــכאن‪ ،‬א‬ ‫ا א ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ـ ا‬ ‫א ــאر ا‬ ‫ا وـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫وإذا‬
‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وا‬ ‫ـ و כـ أن כـ כ ـ ة‬ ‫כـ כ ـ ة‬ ‫ـ أن‬ ‫כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ ة‬ ‫ـ ا א ـ ؛ ن ــא ـ‬ ‫ـى ـ ا‬
‫ـ ؛ ن ـ م إ ــכאن ا כ ـ ة‬ ‫ـ כـ ة‬ ‫כـ‬ ‫ـ أن‬ ‫כـ‬ ‫ـ‬ ‫ا א ـ ؛ ن ــא ـ כ ـ ة‬ ‫ـ‬ ‫ـي ـ ا‬ ‫ــא‬ ‫ا אـ‬
‫ـ ؛ ن و ـ د ا כ ـ ة ـ ل ـ إ כא ــא‪.‬‬ ‫ـ כـ ة‬ ‫ـ ـ أن כ ـ‬ ‫ـ م ـ م و ـ د ا כ ـ ة‪ .‬و ـ ـ ض ـ و د ــא‪ ،‬ـ‬
‫ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאن ا‬ ‫א ــאر ا ــכאن و‬ ‫ا א ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ـ ا‬ ‫א ــאر ا‬ ‫ا وـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ أي‬ ‫و ـ ها‬
‫ـ ‪ .‬أي إذا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫א ــאر ا‬ ‫ــא إ ــא ـ‬ ‫ـ ا אـ‬ ‫א ــא ـ ا‬ ‫ا وـ و ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ول ـ ا‬ ‫ـ ا‬
‫ـ أن ا ـ ي כ ــכ ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ــאم ـ‬ ‫ـ م وا‬ ‫ـ و ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ כـ ة‬ ‫ـ ا ا ـ اـ ي ـ‬
‫ــא أ ـאً؛‬ ‫ـ ا ول‬ ‫א ــא ـ ا‬ ‫כـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ا‬ ‫ــא ـ وأ ـ ا ا ـ‬ ‫ـ أن ا ا ـ ا ـ ي כ ــכ ـ‬ ‫ــא ـ ‪ .‬وأ ــא إذا‬
‫ـ‪.‬‬ ‫כـ כ ـ ة‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ أن כـ כ ـ ة‬ ‫כـ‬ ‫ـ دو‬ ‫ا‬ ‫ن وا ـ‬
‫ء‪.‬‬ ‫ء دون‬ ‫א ا‬ ‫א‬ ‫‪،‬‬ ‫ا א‬ ‫‪ ،‬وا‬ ‫أ‬ ‫ا‬ ‫כ وا‬ ‫ا ول‬ ‫ا‬
‫ــא ـ‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫ـ ا אـ‬ ‫א ـ ‪ .‬وا‬ ‫א ــאس وا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـ‬ ‫ـ כـ ة‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ ا وـ أ ـ‬ ‫ـ ا ول ـ ا‬ ‫א‬
‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وا‬ ‫ـ أ ـ‬ ‫ـ כـ ة‬ ‫כـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ ا א ـ أ ـ‬ ‫ـ ا ول ـ ا‬ ‫ـ ‪ .‬وכ ــכ ا‬ ‫ــאف‬ ‫ـ أ ـ‬ ‫כـ ة‬
‫ـ כـ ة‬ ‫ــא ـ‬ ‫ا وـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ول ـ ا‬ ‫ـ ‪ .‬إ أن ا‬ ‫ــאف‬ ‫ـ أ ـ‬ ‫ـ כـ ة‬ ‫ــא כـ‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫ا אـ‬
‫ـ א ــאر‬ ‫ـ أ ـ‬ ‫ـ כـ ة‬ ‫כـ‬ ‫ــא‬ ‫ا א ـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ول ـ ا‬ ‫ـ د‪ .‬وا‬ ‫ـ א ــאر ا ا ـ وا‬ ‫ـ أ ـ‬
‫ـ رأ ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫כـ‬ ‫ـ ا ول و‬ ‫ـ ر أ ـ اً ـ ق ا‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ ا ول؛ ن‬ ‫ـ قا‬ ‫ـ ا אـ‬ ‫ا ـ وا ــכאن‪ .‬א‬
‫ـ ا כא ـ !‬ ‫כـ‬ ‫כـ وا ــכ و‬ ‫و ــא‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ ا א ـ ‪ .‬و ـ ا ــא و‬ ‫ـ قا‬
‫ـ ه‪ .‬وا ا ـ ا ـ ي ـ و ـ ة‬ ‫ـ ة و ـ ــא ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ــא ـ أو ـ‬ ‫ــככ‬ ‫ـ د أن ا ا ـ‬ ‫כ ـ ة ــאك« ا‬ ‫ـ »وأ ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ « ـ ل ـ ا ا ـ ا כא ـ‬ ‫ــא ـ اه‪ .‬و ـ »ا‬ ‫ـ أو ـ‬ ‫כـ أن כـ ن ـ כ ـ ة‬ ‫ـ و‬ ‫ـ כـ ة‬ ‫ـ כ و ـ و ـ‬
‫ـ כ و ـ و ـ‬ ‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ أ ـ وا ـ‬ ‫ــא‪ .‬ـ ل‬ ‫ا ا ـ ا כא ـ ا א ـ إ ا ا ـ ا ـ ي و‬ ‫ـ ة‪ .‬و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا אـ‬
‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ أن כ و ـ ة א ـ ـ وأن כ כ ـ ة‬ ‫ـ‬ ‫ــא دل‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‪،‬‬ ‫ـ و إ ــכאن כ ـ ة‬ ‫ـ כـ ة‬ ‫ـ כ و ـ ةو ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ر ــא ـ أ ـ‬ ‫ـ اـ ي‬ ‫ـ ب ـ‪ .‬ـ ا ا ـ ا‬
388 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

veya cisimdeki madde ve sûret gibi aklî cüzlerin çokluğu veya [yine cisim-
deki gibi] bilkuvve ya da bilfiil hissî bir çokluğun1 asla olmadığına delalet
etmektedir.
İşte bu,2 Allah Teâlâ’nın cinsten, fasıldan, maddeden, arazlardan, bo-
5 yutlardan, şekillerden, renklerden ve kâmil vahdetini ve vech-i keremine
ve celalinin yüceliğine layık olan hakîkî basît oluşunu bozabilecek nisbetin
diğer her türlüsünden3 münezzeh olduğunun açıklamasını içermektedir.
O’nun celâli yücedir ve [O] herhangi bir şeyin kendisine benzemesinden
yücedir.
10 Şayet dersen ki “Haydi kabul edelim bu meselelerin davaları4 bu lafzın
[ehad lafzının] içinde yer almaktadır. Bu sûrede buna delalet eden açık bir
delil nerededir?

1 “... veya hissi çokluk” cümlesi “...manevî çokluk” cümlesine atıftır. Maksadı şudur: Bazı şeylerde ne
mânevî ne de hissi çokluk vardır. Bazı şeylerde mânevî çokluk vardır, hissî çokluk yoktur, bazısında da
her iki türü de yani hem mânevî hem de hissî çokluk bulunur. İlki, gerçek bir olup çokluğun ne varlık
ne imkan bakımından kendisine bir taalluku yoktur. İkincisi mücerred cevherler ile beyne-beyne olan,
yani bir yönüyle bir, bir yönüyle çok olan arazlardır. Üçüncüsü ise çokluğu her iki türü itibariyle de
çok olandır. Mânevî çokluğun iki türlü olduğunu ifade etmesinden gâfil olma! [İlki] mahmul olan mu-
kavvimâtın çokluğudur ki cinsler ve fasıllardır. [Diğeri ise] mahmul olmayan aklî cüzlerin çokluğudur
ki madde ve sûretten ibarettir. Aynı şekilde her ne kadar her ikisi de birbirinin yerine sözün ve lafzın
[anlamının] genişlemesi ve yayılması itibariyle kullanılsa da “mukavvimât” lafzının, ıstılahın hakîkî
anlamı itibariyle cinsler ve fasılar için ve “cüzler” lafzının ise mahmul olmayan madde ve sûret için
kullanıldığını ifade etmesinden de gafil olma! Aklında tut!
2 “Bu, açıklamasını içermektedir.” Bu ya “ehad” sözünün cins, fasıl, madde ve sûretten münezzeh oluşu-
nu içeren açıklama olur. Çünkü bu, her iki türüyle de mânevî çokluğun olumsuzlanmasına, dolayısıyla
aklî cüzlerden ve mukavvim unsurlardan münezzeh olduğuna delalet etmektedir. [Bu] ya da “arazlar-
dan, boyutlardan…” cümlesinin içeriği bu [mânâyı] ifade etmektedir. Çünkü [bu ifade] hissi çokluğun
olumsuzlanmasına delalet etmektedir. Dolayısıyla bütün bu durumların nefyine delalet eder. Çünkü
hissi çokluk, onlardan [araz, boyut vs.] ibarettir.
3 “ …nispetin diğer türlerinden” Bu şekilde bir vasıflandırmayla şunu ifade etti ki nisbet iki kısımdır:
Biri, tam olan vahdeti bozan nisbet; diğeri, [tam olan vahdeti] bozmayan nisbet. “Ehad” lafzı, bu nis-
betlerden vahdeti bozanların olumsuzlanmasına (selb) delalet eder. Çünkü “ehad”, vahdete delalet eder
ve bunun karşıtını nefyeder. Vahdete taalluku olmayana ne ispat ne de nefy açısından değinir. Öyle
ki [nisbetin] vahdeti güçlendireni ve onu çoğaltanı da vardır. Tekrar tekrar duymadın mı ki ulûhiyet,
izafet -yani her şeyin ilkesi oluşu- ve selbin toplamıdır. Sonuç olarak nisbetin vahdeti bozacak yönleri,
O’ndan selb edilmiştir. “Ehad” lafzı da bu selbe/uzaklaştırmaya delalet etmektedir. “Ehad” lafzı, her
şeyin mebdei (mebde-i kül) olması gibi vahdeti bozmayan nisbetlerin selbine ise delalet etmez.
4 “Bu meselenin davaları …” Bu sorudan ortaya çıkan şey şudur: Şayet bu meselelere yani Allah Teâlâ’nın
cinsler ve fasıllar olan mukavvimatının olmadığına, madde ve sûret gibi aklî cüzlerinin olmadığına, kı-
sımları ve azaları olmadığına, arazlarının olmadığına, şekillerinin olmadığına, renginin olmadığına ve
vahdetini bozacak diğer her türlü nisbetinin olmadığına bu sûredeki lafzın yani Allah Teâlâ’nın “ehad”
lafzının delalet ettiğini kabul edelim, ancak bu sûrede hangi delil bunlara delalet etmektedir?
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪389‬‬

‫א ـ ة أو א ـ כ ــא‬ ‫‪١‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ـ ا ــאدة وا ـ رة أو כ ـ ة‬ ‫ـ اء ا‬ ‫أو כ ـ ة ا‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا‬

‫ـ اض‬ ‫ـ وا ــאدة وا‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ـאً ـ ا‬ ‫ـ ُ ا ــאن כ ـ‬ ‫‪٢‬‬


‫وذ ــכ‬
‫ـ ة ا כא ـ‬ ‫َّ ـ ا‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ها‬ ‫ــכאل وا ـ ان و ــאئ ‪ ٣‬ا‬ ‫ــאض وا‬ ‫وا‬
‫ّ‬
‫ــ ء أن‬ ‫ــ‬ ‫ــ أن‬ ‫א ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ا ئ ــ כــ م و ــ و ــ‬ ‫ا‬ ‫ــא‬ ‫وا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ء‪.‬‬ ‫ــאو‬

‫ـ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ‬ ‫ر ـ‬ ‫ــאئ‬ ‫َ ـ ْ أ ّن د ــאوى‪ ٤‬ـ ه ا‬ ‫ـ‬ ‫و ئـ‬


‫ـ ه ا ـ رة؟‬ ‫ــא ـ‬ ‫ــאن‬ ‫ا‬

‫ـ‬ ‫ـ ـ ـ اכـ ة כـ ة‬ ‫ـ « ـ أن ـ ا ـ אء ــא ـ‬ ‫ـ »כ ـ ة‬ ‫ـ‬ ‫ـ »أو כ ـ ة ـ ا ـ « ـ‬ ‫‪١‬‬


‫ـ وا כ ـ ة ا ـ ‪ .‬ــא ول‬ ‫ـ ياכـ ةأ ـ اכـ ةا‬ ‫ـ ‪ ،‬ــא ــא ـ כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬و ــא ــא ـ כ ـ ة‬ ‫و‬
‫ـ ـ א כ ـ ة ـ و ـ داً و إ כא ـאً‪ .‬وا א ـ و ـ ا ا ـ ا ـ دة وا ـ اض ـ ـ أ ـ أ ـ‬ ‫ا ا ـ ا ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ כـ ة‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــא أ ــאد ـ أن ا כ ـ ة ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ي ا כ ـ ة‪ .‬و‬ ‫ـ ـ و ـ כ ـ ـ و ـ ‪ .‬وا א ـ כ ـ ــכ‬ ‫وا‬
‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ـ ا ــאدة وا ـ رة‪ .‬و‬ ‫ـ ا ـ ـ ا ــאس وا ـ ل وכ ـ ة ا ـ اء ا ـ ا ـ ا‬ ‫ــאت ا‬ ‫ا‬
‫ـ ـ ا ــאس وا ـ ل و ـ ا ـ اء ـ ا ـ ر‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאت ـ‬ ‫ـאً ــא أ ــאد ـ أن ـ ا‬ ‫أ‬
‫ـ و ـ אت‬ ‫ـ زات‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ و ــאم ــאم ا ـ‬ ‫ـ ا ـ ـ ا ــאدة وا ـ رة‪ .‬وإن כאن כ وا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا‬
‫ـ‪ .‬א ـ !‬
‫ـאً ـ ا ـ وا ـ وا ــאدة وا ـ رة‪ .‬ـ دل‬ ‫ـאً כ ـ‬ ‫ـ ا ــאن ا ـ « إ ــא כـ ن ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾‬ ‫ـ »وذ ــכ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ ًא ـ‬ ‫ـאً כ ـ‬ ‫ـ اء ا ـ ‪ .‬وإ ــא כ ـ‬ ‫ــאت وا‬ ‫ــא ـ ل ـ أ ـ ـ ه ـ ا‬ ‫ـ ــכ‬ ‫ةا‬ ‫ـ اכـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ه ا ـ ر؛ ن ا כ ـ ة ا ـ ــאرة ــא‪.‬‬ ‫ــאض ا ـ ؛ ـ دل ـ ـ ا כ ـ ة ا ـ ‪ .‬ـ ل ـ ـ‬ ‫اض وا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫ـ אن‪ :‬ــא ــא ـ ا ـ ة ا כא ـ و ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ا ـ أن ا ـ ه ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ا ـ ا ـ « أ ــאد א‬ ‫» ــאئ ا‬ ‫ـ‬ ‫‪٣‬‬
‫ـאً ــא‬ ‫ـ ض إ א ـ ًא و‬ ‫א ــא و‬ ‫ـ ةو ـ‬ ‫ــא؛ ـ ـ ل ـ ا‬ ‫ــא‬ ‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ ل ـ ـ‬ ‫ــא‪.‬‬ ‫ــא‬
‫ـ ع ا א ـ وا ـ ؟ وا א ـ أي כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ة ـ أ ـ ى أن ا‬
‫ــא‪ ،‬أ ــא ـ‬ ‫ــא ــא כ ــא و‬ ‫ـ ـ ــא‪ ،‬ـ‬
‫ـ ل‬ ‫ـ‬ ‫ل ـ »ا ـ « ـ ـ א وا ـ‬ ‫ـ ة ـ ب ـ ‪.‬وـ‬
‫ـ ا‬ ‫ـ ء ــכ ‪ .‬א א ـ أن ا ـ ه ا ـ ا ـ‬
‫ـ ـ »ا ـ « ـ ـ א ככ ـ ـ ء ــכ ‪.‬‬
‫ــאت ـ ا ــאس وا ـ ل‬ ‫ـ »د ــאوى ـ ه ا ــאئ ا ـ « א ـ ا ـ ال إن ـ ّ א ـ ه ا ــאئ أ ـ أ ّن ـ ـ ا‬ ‫‪٤‬‬
‫ــאء و ـ ـ ا ـ اض و ـ ـ ا ــכאل و ـ ـ‬ ‫و ـ ـ ا ـ اء ا ـ ـ ا ــאدة وا ـ رة و ـ ـ ا ــאض وا‬
‫ـ א ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾‪ ،‬כـ‬ ‫ــא ـ ا ا ـ ـ ـ ه ا ـ رة أ ـ‬ ‫ـ ا ـ ة ـ ل‬ ‫ا ـ ان و ـ ـ ــאئ ا ـ ه ا ـ ا ـ‬
‫ــא؟‬ ‫أي د ـ ـ ـ ه ا ـ رة ـ ل‬
390 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Cevap olarak deriz ki1 [bunun delili şudur:] Hüviyeti, ancak cüzlerin
bir araya gelmesiyle oluşan şeyin hüviyeti, evvela bu cüzlerin bulunmasına
bağlı olduğundan böyle bir hüviyet, li-zâtihi hüve hüve değildir;2 bilakis
başkasındandır. Hâlbuki “Kul huvellahu ehad” âyetinin delâlet ettiği üzere
5 Mebde-i evvel, hüve hüve li-zâtihidir. Öyle ise O’nun cüzleri yoktur. Bu
âyetle ilgili anlayışımın ulaştığı yer burasıdır.3 Kelâmının sırlarını en iyi
bilen ancak Allah’tır.

“Allahu’s-samed/Allah sameddir.”

1 “Buna [cevap olarak] deriz ki …” Bu cevaptan ortaya çıkan şey şudur: [Sûrede geçen] “Allah” sözü,
bütün bu meselelerin hepsinin delilidir. Çünkü [Allah lafzı] ulûhiyete delalet etmektedir. Defalarca
geçtiği üzere [ulûhiyet], varlığın zorunluluğu yani herhangi bir şeye muhtaç olmaması ve her şeyin
ilkesi olmaklık yani her şeyin kendisine muhtaç oluşu [lâzımlarının] toplamıdır. Dolayısıyla “Allah”
lafzı, tazammun yoluyla varlığının zorunluluğuna ve herhangi bir şeye muhtaç olmadığına delalet
ettiği gibi bir şeye muhtaç olmanın gerektirdiği şeylerin de olmadığına delalet etmektedir. Zikredilen
bu meselede zikredilen bu şeylerin hepsi, bu şekildedir.
Yine “Allah” sözü, bütün bu şeylerin hepsinin nefyine delalet etmektedir. [Evet!] zikredilen şeylerin
hepsi, bu şekildedir. Çünkü birinci, ikinci ve üçüncü meselelerde zikredilen mukavvimat, aklî cüzler,
kısımlar ve azalar, bu şekilde olup bu durum hiç kimseye gizli değildir. Çünkü bu üç şey, parçalardır ve
cüzü oldukları şeyin kendilerine muhtaç olması cüzlerin hakikatlerinin gereklerindendir. Dördüncü,
beşinci ve altıncı meselelerdeki arazlar, şekiller, renklerin maddeye muhtaç olmayı gerektirdiği ve aynı
şekilde birliği bozan diğer nisbet yönlerinin O’na ihtiyacı gerektirdiği kimseye gizli değildir.
2 “O, zâtı nedeniyle hüve hüve değildir.” Yani hüviyeti cüzlerin bir araya gelmesiyle oluşan, bu cüzlerine
muhtaç olur. Dolayısyla li-zâtihi hüve hüve olmaz, aksine başkasından olur ki bu da cüzleridir. Ancak
İlk İlke’nin hüviyeti, başkasından değil zâtındandır. Dolayısıyla hüviyeti cüzlerin bir araya gelmesiyle
oluşmaz. Allah Teâlâ’nın cüzleri yoktur. Sonuç olarak “ehad” sözü bu meselelere ve “Allah” sözü de
söylediğimiz gibi bu meselelerin delillerine delalet etmektedir.
3 “Anlayışımın ulaştığı yer burasıdır.” el-İtkân’da [naklen] İbn Seb‘ Şifaü’s-Sudur’da şöyle demiştir:
Ebu’d-Derda’dan şöyle söylediği nakledilmiştir: Bir kimse Kur’ân’a pek çok yön bulmadıkça tam bir
anlayışla onu anlayamaz. İbn Mesud (r.a.) şöyle demiştir: Öncekilerin ve sonrakilerin ilmini isteyen
Kur’ân’ı araştırsın! demiştir ki: Bu söylenilenler, sadece [Kur’ân’ın] zahirinin tefsiriyle ortaya çıkmaz.
Bazı âlimler her âyetin altmış bin anlayışı olduğunu söylemişlerdir. Bu ifade, Kur’ân’ın mânâlarını
anlamak için geniş ve açık bir alanın olduğuna delalet eder. Tefsirden zâhirî olarak nakledilen şeyler, o
konudaki idrakin sonu değildir. [Ancak] nakil ve sema, zahirî tefsirde yanlış durumları ortadan kaldır-
mak için gereklidir. Bundan [zahiri anlamdan] sonra anlayış ve istinbat genişler. [Ancak] zahirî tefsirin
korunmasını hafife almak caiz değildir. Aksine ilk gereken şey odur. Çünkü zahirin hükümlerinden
önce bâtına ulaşmaya istekli olunmaz. Tefsirin zâhiri ile hüküm vermediği hâlde Kur’ân’ın sırlarını
anladığını iddia eden, eve varmadan evin tepesine çıktığını iddia eden kimse gibidir. [Suyûtî, el-İtkân,
II/1221]
Bu konuda yine el-İtkân’da İbn Ebi Hamza, Hz. Ali’den (r.a.) şöyle nakletmiştir: Şayet Ümmü’l-Kur’ân/
Fatiha’nın tefsiriyle ilgili yetmiş deve yüklemeyi isteseydim bunu yapardım. [Suyûtî, el-İtkân, II/1223]
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪391‬‬

‫ــאع أ ــ اء כא ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ إ ــא‬ ‫ــא כא ــ‬ ‫ــ ل ‪ :١‬إ ّن כ‬

‫ـ ه‪.‬‬ ‫اـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٢‬‬


‫כـ ن‬ ‫ـ اء‪ ،‬ـ‬ ‫ـ ر ــכ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬

‫א ـ ﴿ ُ ـ َ ا ُ أَ َ ـ ٌ ﴾‪ .‬ـ ذن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ כ ــא دل‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ا ول ـ‬ ‫כـ‬

‫ــ‬ ‫ــ ه ا ــ ‪ .‬وا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ اء‪ .‬ــ ا ‪ ٣‬ــא ــ‬ ‫ــ ء ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬

‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ار כ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ﴿ا ُ ا َّ َ ـ ُ ﴾‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬

‫ـ ‪ .‬و ـ ـ اراً أ ــא‬ ‫ـ ه ا ــאئ כ ــא؛ ـ ـ ل ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ » ـ ل ا ـ « א ـ ا ـ اب أن ـ א ـ ﴿ا ﴾ د ـ‬ ‫‪١‬‬


‫ّ‬
‫א ـאً ا ـ ــכ ـ ء‪ .‬ـ ﴿ا ﴾ ـ ل‬ ‫ـ ء أي כ ـ‬ ‫ـ ع و ـ ب ا ـ د أي ـ م ا א ـ ا ـ ـ ء و ئ ـ ــכ‬
‫ـ م ــא ـ م ا א ـ ا ـ ـ ء‪ .‬وا ـ אء ا כـ رة ـ‬ ‫ـ و ـ ب و ـ ده و ـ م ا א ـ ا ـ ـ ء ـ ل ـ‬ ‫ـ‬ ‫א‬
‫ا ــאئ ا כ ـ رة כ ــא כ ــכ‪.‬‬
‫ـ ﴿ا ﴾ ـ ل ـ ـ ــכ ا ـ אء כ ــא‪ .‬أ ــא أن ــכ ا ـ אء כ ــא כ ــכ‪ .‬ـ ن כ ـ ن ــא ـ ا ــئ ا و ـ وا א ـ‬
‫ـ أ ـ ؛ ن ـ ه ا ـ אء ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאء כ ــכ א ـ ـ‬ ‫ـ وا ــאض وا‬ ‫ــאت وا ـ اء ا‬ ‫وا א ـ ـ ا‬
‫ّ‬
‫ــא أن ــאج ا ــא ــא ـ أ ـ اء ـ ‪ .‬و ن ــא ـ ا ــئ ا ا ـ وا א ـ وا אد ـ ـ‬ ‫أ ـ اء وا ـ اء ـ ـ ازم‬
‫א ـ אـ‬ ‫ـ ة ـ‬ ‫ا ـ اض وا ــכאل وا ـ ان ـ م ا א ـ ا ـ ا ــאدة‪ ،‬وכـ ن ــאئ ا ـ ه ا ـ ا א ـ‬
‫ـ ا ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫أ ـאً ـ‬
‫ـ א ـ ـ ا ــאع أ ـ اء כאن א ـאً ا ـ ــכ ا ـ اء ـ כـ ن‬ ‫ـ » ـ כـ ن ـ ـ ا ـ ا ـ « ـ ــא כא ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ‬ ‫ـ א ـ ـ ا ــאع أ ـ اء‪.‬‬ ‫ـ ه ـ כـ ن‬ ‫ـ اـ‬ ‫ـ و ـ ا ـ اء‪ .‬כـ ا ـ ء ا ول‬ ‫ـ اـ ـ‬
‫ــאئ و ـ ﴿ا ﴾ ـ ل ـ د ئ ـ ــכ ا ــאئ כ ــא ر ــא‪.‬‬ ‫ـ א ـ أ ـ اء‪ .‬א א ـ أن ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ ل ـ‬
‫ـ ا ـ כ‬ ‫ـ ا ـ « ـ ا ــאن و ــאل ا ـ ـ ـ ـ אء ا ـ ور ‪ :‬ورد ـ أ ـ ا ـ رداء أ ـ ــאل‪:‬‬ ‫ـ » ـ ا ــא ـ‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ ِّ ر ا ـ آن‪ .‬ــאل‪ :‬و ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ د ر ـ ا ـ ‪ :‬ـ أراد ـ ا و ـ وا‬ ‫ـ آن و ـאً‪ .‬و ــאل ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ـ‬
‫ـ ‪ .‬و ـ ا ـ ل ـ أن ـ ـ א ـ‬ ‫ـ د ـ ا א ـ ‪ .‬و ــאل ا ـ ا ــאء ــכ آ ـ ـ ّ ن أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ي ــא ه‬
‫ـ ا دراك ـ ـ ا ـ وا ـ אع ـ ـ ـ א ـ‬ ‫ا ـ آن ــא ً ر ـאً و ّ ِ ـ אً א ـאً‪ .‬وأن ا ـ ل ـ א ـ ا ـ ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ا א ـ‪ .‬ـ‬ ‫ـ ز ا ــאون ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ ا ـ ‪ .‬ـ ـ ذ ــכ ـ ا ـ وا ـ אط و‬ ‫ا ـ‬
‫כـ ا ـ ا א ـ ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ ل ا ـ ا א ـ ـ أ ــכאم ا א ـ ‪ .‬و َ ـ ْ ّاد ـ ـ أ ـ ار ا ـ آن و ـ‬ ‫ـ أو ً؛ إذ‬
‫‪[١٢٢١/٢ ،‬‬ ‫ـ أن ــאوز ا א‪].‬ا ــאن ـ‬ ‫ـ را ـ‬ ‫כ ـ ْ ّاد ـ ا ـ غ ا ـ‬
‫ـ أم ا ـ آن ـ ُ ‪.‬‬ ‫ـأ ـ‬ ‫ـ ة ـ ـ ر ـ ا א ـ ـ أ ـ ــאل‪ :‬ـ ــئ أن أو ـ ـ‬ ‫و ـ أ ـאً ــאل ا ـ أ ـ‬
‫‪[١٢٢٣/٢ ،‬‬ ‫‪].‬ا ــאن ــ‬
392 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

‘Samed’ lügatte1 iki şekilde tefsir edilmiştir: 1. Hiç boşluğu (cevf ) olma-
yan; 2. Seyyid/ulu. Birinci tefsire göre samed’in mânâsı selbî olup mahiye-
tinin olmadığına2 işarettir. Çünkü [zâtından başka] mahiyeti olan her şeyin
boşluğu ve içi vardır; o da mahiyetin kendisidir. Mevcud olduğu hâlde boş-
5 luğu ve içi olmayanın3 ise zâtında varlıktan başka bir itibarı ve ciheti yoktur.

1 “es-Samed, lugatta …” ‘es-Samdu’ Kâmus’ta, yönelmek, vurmak, dikmek demektir; Dabâb [kabilesinin
yurdunda bir] su [adıdır]; [toprağın] kalın ve yüksek yeri, güneşin yüzü çalp yakması; ‘es-samed’ ise
[topluluğun] efendisi/ulusu [mânâsına gelir], çünkü [ihtiyaç zamanında] ona yönelinir; dâim olan,
yüksek, som/için dolu, derinliği olmayan, savaşta acıkmayan ve susamayan adam ve kendisiyle geçine-
cekleri bir şeyi ve bir işi olmayan topluluk anlamlarına gelmektedir. [Fîrûzâbâdî, el-Kâmusu’l-Muhît,
“s-m-d” md.]
Kamus’ta ve diğer sözlüklerde yer alan ikinin üstündeki anlamlarıyla ilgili kalbinde olana vesvese ver-
meyi arzu etmiyorum [ancak] müfessirin ‘samed’ için sözlükle iki tefsiri vardır sözü geçersiz ve dilci-
lerin söylediğine aykırıdır. Çünkü müfessirin samed’in sözlükteki anlamlarından maksadı, bunların
sadece iki tane olduğu değildir. Bilakis maksadı “Allah’us-samed” sözündeki ‘samed’in dil bakımından
iki tefsiri olduğudur.
İmam Râzi tefsirinde müfessir [İbn Sînâ’nın] söylediğinin aynısını söylemiştir: Samed’in tefsirinde iki
yön zikretmişlerdir. Birincisi faal vezninde olup meful mânâsındadır. Ona yöneldi anlamında “samede
ileyhi” anlamındadır. O da her türlü ihtiyaçta kendisine yönelinen ‘efendi/ulu’ demektir. İkinci yön
samed, boşluğu, derinliği olmayan demektir. Şişenin tıpasına ‘sımad’ denilmesi bu köktendir. Yumu-
şaklığı olmayan, sertliği olan şeye de ‘musammed’ denilir. İbn Katâde şöyle demiştir: Bu tefsire göre
‘musammed’ kelimesindeki ‘dal’ harfi ‘te’ harfinden dönüşmüştür. Aslı ‘musammet’tir. [Râzî, Tefsir-i
Kebir, XXXII/ 181]
Neyi murad ederse etsin İmam’ın ve müfessirin [İbn Sînâ] gayesi, ister bu durumda ister başka bir
durumda olsun ‘samed’ lafzının sözlükte sadece iki anlamının olduğu değildir. Düşün, iyice araştır ve
hata yapma! Gayenin ne olduğunu anladıysan [samed lafzının] sözlükteki bütün mânâlarının bu iki
anlama irca edilmesine ihtiyaç yoktur. Bu, bazen mümkün değildir. Bazı durumlarda mümkün olsa da
zorlamayı gerektirir.
2 “.. mahiyetin nefyi …” Önce bilmen gerekir ki “ Çünkü mahiyeti olan her şeyin boşluğu ve içi vardır”
cümlesi atf-ı tefsirdir. Var olanların varlıkları ve mahiyetleri vardır. Onlardan zâhir olan varlıklarından
başkası değildir, bâtın olan ise mahiyetlerinden başkası değildir. Mesela, ateş, su, toprak, hava. Bun-
lardan mürekkep olanlar canlılar, bitkiler ve cansız mevcutlardır. Bunların varlıkları zahirdir; herkes
hatta [bütün] canlılar bunu bilir. Mahiyetleri ise bâtındır. Mahiyetleri bilmek ise zordur, ancak uzun
düşünmeden sonra bilinebilirler. Müfessir bu konuya eserlerinin pek çok yerinde değinmiştir. Dileyen
oralara baksın!
[Müfessirin] söylediğinin sonucu şudur: Var olan hakikatlerin zâtî olan özellikleri arazî olanlardan
ayrılmaz. Dolayısıyla onların tanımını ve hakikatini bilmek gerçekten zordur. Sözün özü şudur ki “sa-
med”in ilk tefsire göre anlamı, boşluğu olmayandır. Boşluk (cevf) ve iç (batın) eşanlamlıdır. Dolayısıyla
içi (bâtın) yok demek olur. Bâtının mahiyet olduğunu açıkladık ve yazdık. Bu sözün sonucu şu olur:
Allah’ın mahiyeti yoktur. İşte bu O’nda bulunmayandır.
3 “Mevcud olduğu hâlde içi (bâtın) yoktur” Bu, açık olan bir durumdur. Çünkü mevcud olması bakı-
mından mevcudda varlık bakımından bölümleme (taksim) geçerli değildir. Yani onun için ya varlığı
vardır veya yoktur denilmez. Aksine varlığı olması gerekir. Taksim, onda bâtını ve mahiyeti itibariyle
geçerli olur. Çünkü var olan için var olması itibariyle aklen bâtınının ve mahiyetinin olması veya
olmaması mümkündür. Bâtını olan mevcud için iki durum vardır: Bâtını yani mahiyeti ve varlığı.
Bâtını olmayan için ancak tek bir durum vardır o da varlığıdır. Hatta [onun için var olan] sadece bu
tek durumdur. Böylece açıkça ortaya çıktı ki bâtını, boşluğu ve mahiyeti olmayanın zâtında ancak tek
bir itibar vardır ki o da varlığıdır; hatta onun için bu itibardan başkası değildir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪393‬‬

‫ــ ف ــ‬ ‫ــא ا ــ ي‬ ‫ــ ان‪ :‬أ‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ ،١‬ــ‬ ‫وا‬
‫‪٢‬‬
‫ــ‬ ‫‪ ،‬و ــ إ ــאرة ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــאه‬ ‫ا ول‬ ‫ــ‬ ‫ا‬ ‫ــ‬ ‫ا ــ ‪.‬‬ ‫وا א ــ‬

‫ــכ ا א ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ ف و א ــ‬ ‫א ــ כאن ــ‬ ‫ــא ــ‬ ‫ا א ــ ‪ .‬ــ ن כ‬

‫ــ د‪،‬‬ ‫ــ و ا ــאر ــ ذا ــ إ ا‬ ‫ــ د ــ‬ ‫ــ و ــ‬ ‫א ــ‬ ‫‪٣‬‬
‫و ــא‬

‫ـ ‪،‬و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאب وا ــכאن ا‬ ‫ـאء‬


‫ـ »ا ـ ـ ـ ا ـ ا ـ « ـ ا א ـ س ا َّ ْ ـ ُ ؛ ا َ ْ ـ ُ وا َّ ـ ْ ُب وا َّ َ ـ ُ ‪ ،‬و ـ ٌ‬ ‫‪١‬‬
‫ـ ع‬ ‫و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ف ـ ‪ ،‬وا ـ‬ ‫ــכ ا ـ ؛ ـ ُ ـ ‪ ،،‬وا ائـ وا ـ و ُ ْ َ ـ ٌ‬ ‫ـ ا ـ ‪،‬وא‬ ‫َ ْـ ا ـ‬
‫ـ ن ـ ‪ .‬ا ـ ‪] .‬ا א ـ س روزآ ــאدي‪ » ،‬ـ «[‬ ‫ـ ا ـ ب‪ ،‬وا ـ م ِ َ ـ ـ و ـ ء‬
‫ْ‬
‫ـ ـ أن ا ـ ـ‬ ‫ـ رك ــא ـ ا א ـ س و ـ ه ـ ا א ـ ا ـ ـ ـ ق ا ـ أن ــא ــאل ا‬ ‫ـ س ـ‬ ‫وأر ـ أن‬
‫ـ ‪ ،‬ـ‬ ‫ـ ا ــאن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـنا אـ ا‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــא ـ أ ـ ا ـ ؛ ن ا‬ ‫אـ‬ ‫ـ ان א ـ‬ ‫ـ ا ـ‬
‫ـ ان ــאن‪.‬‬ ‫ـ ﴿ا ا َّ ً ـ ُ ﴾ ـ‬ ‫ا ـ ض أن ا ـ ـ ـ ل ا ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ا ـ و ـ ‪ ،‬ا ول أ ـ ـ‬ ‫ـ ـ ــאل‪ :‬ذכـ وا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ــא ــאل ا‬ ‫و ــאل ا ــאم ا ـ ازي أ ـאً ـ‬
‫ـ ف ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ـ د ا ـ ـ ا ائـ ‪ ...‬وا ـ ل ا א ـ أن ا ـ ـ ا ـ ي‬ ‫ـ ل ـ َ َ ـ ا ـ إذا َ َ ـ َ ه‪ .‬و ـ ا ـ ا‬
‫ـ ـ‬ ‫ـ ر ــאوة‪ .‬و ــאل ا ـ ــאدة و ـ ـ ا ا ـ ا ـ ال ـ‬ ‫ــאل ـ اد ا ــאرورة ا ِ ــאد‪ ،‬و ـ ء ُ َ َّ ـ ‪ ،‬أي ـ ـ‬
‫ـ ازي‪[١٦٦/٣٢ ،‬‬ ‫ا ــאء و ـ ا ُ َ ـ ‪ ] .‬א ـ ا ـ‬
‫ــאن ـ ـ اء כאن ـ ـ ا ا ــאم‬ ‫ـ أن ـ »ا ـ « إ ــא ـ ـ ا ـ‬ ‫ـ ض ا ــאم و ـ ض ا‬ ‫وأراد ــא أراد و ـ‬
‫ـ ؛ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ כ ــא ا ـ‬ ‫أو ـ ه‪ .‬ـ و ـ و ـ ل! وإذا ـ ــא ا ـ ض ـ א ـ ا ـ إر ــאع ا א ـ ا‬
‫ـ ا ـ כ ّـ ‪.‬‬ ‫כ ـ و ـ ا ـ وإن أ כ ـ כ ـ‬ ‫ـ ا ـ‬
‫ــ ي‪ .‬وإن‬ ‫ــ »כאن ــ ــ ف و א ــ « ــ‬ ‫ــ » ــ ا א ــ ا ــ « ــ ــכ أو ً ــ أن ــ ف أن ا ــ ــ‬ ‫‪٢‬‬
‫ــא ـ إ א א ــא‪ .‬ـ ً ا ــאر وا ــאء وا رض‬ ‫ــא ـ إ و دا ــא وا א ـ‬ ‫ـ دات ــא و ـ دات و א ــאت‪ .‬وا א ـ‬ ‫ا‬
‫ــ ا ا ــאت‪.‬‬ ‫ــ כ أ ــ‬ ‫د ــא א ــ‬ ‫ــ دات‬ ‫ا ــאت وا ــאت وا ــאدات‬ ‫ــא ــ ا‬ ‫وا ــ اء‪ .‬وا כــ‬
‫ـ ة‪ ،‬ـ ْ ــאء‬ ‫ا ـ‬ ‫א ـ ـ‬ ‫ـ أ ـ ًא ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא ـ ا כـ ا אئـ أ ـאً‪ .‬و ّ‬
‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ع‬ ‫و א ــא א ـ‬
‫ـ ا ــא!‬
‫ـ ـ اً‪ .‬א ـ ا ــכ م أن‬ ‫ــא‬ ‫ــא و‬ ‫ـ‬ ‫א ــא‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ دة ذا א ــא‬ ‫א ـ ــא ــאل إن ا אئ ـ ا‬
‫א ـ ـ ‪ .‬و ــא و ـ ّ ـ أن‬ ‫اد ــאن‪ ،‬ــאر ا א ـ أن‬ ‫ـ ف ـ ‪ .‬وا ـ ف وا א ـ‬ ‫»ا ـ « ـ ا ـ ا ول ــאه‬
‫ّ‬
‫א ـ ـ ‪ .‬وذ ــכ א ـ ‪.‬‬ ‫ا א ـ ـ ا א ـ ‪ ،‬ــאر א ـ ـ ا ا ــכ م أن ا‬
‫ـ ا ـ د‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـي‬ ‫ـ د‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ داـ « ـ ا א ـ ‪ ،‬نا‬ ‫ـ »و ــא א ـ ـ و ـ‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ـ ـ ا ـ د‪ .‬وإ ــא ـ ي‬ ‫כ ـ أن ــאل إ ــא أن כ ـ ن ـ ا ـ د أو כ ـ ن‪ ،‬ـ‬ ‫أي‬
‫ـ داـ ي ـ‬ ‫ـ د א ـ و א ـ وأن כـ ن‪ .‬א‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ ا ـ أن כـ ن‬ ‫وا א ـ ‪ .‬ـ כـ‬
‫ـ إ‬ ‫א ـ כ ـ ن ـ أ ـ ان‪ :‬א ـ أي א ـ وو ـ د‪ .‬وا ـ ي ـ ـ א ـ إ ــא כ ـ ن ـ أ ـ وا ـ ـ ا ـ د‪ ،‬ـ ـ‬
‫ـ راً ـ ًא أن א ـ ـ و ـ ف ـ و א ـ ـ ـ ـ ذا ـ إ ا ــאر وا ـ ـ ا ـ د ـ‬ ‫ذ ــכ ا ـ ا ا ـ ‪ .‬ـ‬
‫ّ‬
‫ـ إ ذ ــכ ا ــאر‪.‬‬ ‫ـ‬
394 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Varlıktan başka bir itibarı olmayan ise yokluğu (adem) kabul etmeyendir.1
Öyle ise hak samed,2 her yönden mutlak olarak vâcibu’l-vücûd’dur.

İkinci tefsire göre ise samed’in mânâsı izafîdir ki o da bütünün


(küll) efendisi3 olmasıdır. Âyet-i kerimeden iki anlamın da murad edil-
5 mesi muhtemeldir.4 Bu takdirde âyet-i kerimenin anlamı şöyle olur:
“İşte ilâh, böyle olandır. Yani ulûhiyet, bu icab ve selbin bütününden
ibarettir. 5

“Lem yelid ve lem yûled/Allah doğurmadı ve doğurulmadı”

1 “ … yokluğu kabul etmeyen …” Yani zâtı itibariyle zorunludur, mümkün değildir. Bu onun [İbn Sînâ]
tarafından varlığının aynı olması, varlığının zorunlu olmasını gerektirir şeklinde ifade edilmiştir. On-
ların [filozofların] aralarında meşhur olan şey budur. Bahru’l-Ulum [Allame Muhammed el-Leknevî
(ö: 1304/1886)] bunu reddetmiştir ve el-Havâşi’l-Müteallakati bi’l-Havâşi’z-Zâhidiyye el-Müteallika
bi’l-Havaşi’l-Celâliyye’de şöyle demiştir:
“Bu konuda söylenecek söz vardır. Bu hâşiyede buna yeteri kadar yer verdik. Ayniyetin bâtıl olduğuyla
ilgili delillerin hepsi geçersiz olup aksine bu deliller şiiriyat kabilindendir. Burada açıkladık ki varlığın
ayniyeti zorunluluğu gerektirmez. Nasıl olabilir ki varlığın [mahiyetin] aynı olması [durumunda] ma-
hiyetin olmaması varlığın olmaması demek olur. Varlık hariçte takarrur/tahakkuk edebilmek için bir
var ediciye (câil) ihtiyaç duyar. Aynı şekilde mahiyet de [buna ihtiyaç duyar], dolayısıyla zorunluluğu
gerektirmez.” [Söz] sona ermiştir. Hakikatin tahkiki başka bir yer[i gerektirmek]tedir.
2 “es-Samedul-hak..” mübtedadır. Haber, yokluğu kabul etmez oluşunun sonucudur. Çünkü yokluğu
mutlak olarak kabul etmeyen, her açıdan mutlak olarak zorunlu varlıktır.
3 “O, her şeyin efendisidir.” Yani her şeyin ilkesi ve kendisine muhtaç olunandır.
4 “Bu ikisinin murad edilmesi muhtemeldir.” Bu söz, zahiri itibariyle ona [İbn Sînâ] göre umum-i müş-
terekin caiz olduğuna delalet etmektedir. Onun görüşünün umum-i müşterekin caiz olmadığı şeklinde
olduğu bilinmiyor ki bu sözünden maksadının, umum-i mecaz itibariyle iki anlamın da murad edil-
mesinin ihtimal dahilinde olduğunu kastediyor olduğu şeklinde tevil edelim.
5 “Ulûhiyet, … ibarettir.” Maksadı şudur: “Samed” [lafzının] dil açısından iki tefsiri vardır: Birincisi
boşluğu olmayan, ikincisi seyyid/efendi demektir. İlk tefsir; mahiyeti, derinliği ve boşluğu olumsuzla-
yan (selb) [tefsirdir]. Varlıktan başka bütün itibarların O’ndan olumsuzlanması için mahiyet O’ndan
selbedilmiştir. Yokluğu kabul etmesinin O’ndan olumsuzlanması için varlıktan başka her itibar O’n-
dan selbedilmiştir. İmkanın O’ndan selbi için yokluğu kabul etmek O’ndan selbedilmiştir. İmkanın
mevcuttan selbedilmesi zorunluluğu gerçekleştirmektedir. İlk tefsirin sonucu, varlığının zorunluluğu
ve hiçbir şeye muhtaç olmamadır. İkinci tefsir ise seyyid/efendi olması demektir ki [anlamı] her şeyin
ilkesi olması ve her şeyin kendisine muhtaç olmasından ibarettir. İki tefsirin birden kastedilme ihti-
mali de vardır. Böyle olursa maksadı varlığın zorunluluğu ve her şeyin ilkesi olmaklığının toplamıdır.
Böylece sözün sonucu, tarif edilen hüviyet olan “hüve” lafzı ile işaret edilen olmaktadır. Allah lafzı,
ulûhiyete delalet eder ki tarif edici [bir lafız]dir. Sonra Allah tarif edilen, samed ise Allah lafzının delalet
ettiği ulûhiyeti açıklayan ve tarif eden olmaktadır. Özet olarak, hüviyet ilk olarak ulûhiyet [Allah] ile
tarif edildi. Sonra ulûhiyet; varlığın zorunluluğu, herhangi bir şeye ihtiyaç duymamak, her şeyin ilkesi
olmak ve herşeyin kendisine muhtaç olmasının toplamından ibaret olan “samed” ile tarif edilmiştir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪395‬‬

‫ــ ا ــ ّ‬ ‫ــ م‪ .‬ــ ذن‪ ٢‬ا‬ ‫ــ א ــ‬ ‫ــ د ــ‬ ‫ا ــאر ــ إ ا‬ ‫وا ــ ي‬
‫‪١‬‬

‫ــ ه‪.‬‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ًא ــ‬ ‫ــ د‬ ‫ا‬ ‫ا ا ــ‬

‫أن‬ ‫‪٤‬‬
‫ــ‬ ‫ــ ًا ــכ ‪ .‬و‬ ‫כ ــ‬ ‫‪٣‬‬
‫ــאه إ א ــ و ــ‬ ‫و ــ ا ــ ا א ــ‬
‫ّ‬
‫‪٥‬‬
‫ـ ا ـ ي כـ ن כ ــכ‪ ،‬أي‬ ‫ــא ـ اداً ـ ا ـ ‪ ،‬وכאن ــאه أ ّن ا ـ‬ ‫כـ ن כ‬

‫ــאب‪.‬‬ ‫وا‬ ‫ـ ع ـ اا ـ‬ ‫ــאرة ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ﴿ َ َ ِ ْ َو َ ُ َ ْ ﴾‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ْ‬ ‫ْ‬

‫ـ ـ أن ـ ا ـ د ـ م ا ـ ب‪ ،‬و ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ‪ .‬ـ ا‬ ‫ـ م« أي وا ـ א ـ ات‬ ‫ـ » ـ אـ‬ ‫‪١‬‬


‫ـ א ا ـ ا ا ـ‬ ‫ا ـ ا‬ ‫ـ ر ــא ـ ‪ .‬ورده ـ ا ـ م ] ـ ا כ ـ ي )ت‪١٣٠٤ .‬ه‪١٨٨٦/.‬م‪ [(.‬و ــאل ـ‬ ‫ا‬
‫ـ‪:‬‬ ‫ـ א ا ـ ا‬ ‫ا‬
‫ـ כ م و ـ ا ـ א ـ ــכ ا ا ـ ‪ .‬و ـ ــא أن د ئـ إ ــאل ا ـ כ ــא و ـ ـ ـ אت‪ .‬و ـ ــא ــאك أن ـ‬ ‫و‬
‫ّ‬
‫ـ م ا ـ ب‪ .‬כ ـ وا ـ د إذا כאن ـאً ـ ن ا א ـ ـ ـ ن ا ـ د‪ ،‬א ـ د ـ ـ ـ ره ـ ا ا ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ا‬
‫ا א ـ ‪ ،‬وכـ ا ا א ـ ـ و ـ ب‪ .‬ا ـ ‪ .‬و ـ ا ـ ــאم آ ـ ‪.‬‬ ‫اـ‬
‫ـאً ـ وا ـ ا ـ د‬ ‫ـ ا ـ م‬ ‫ـ م؛ ن ــא‬ ‫ـ ـ כ ـ ـ אـ‬ ‫ـ » ـ ذن ا ـ ا ـ ا ـ « ـ ء‪ .‬و ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـאً ـ כ ا‬
‫ء כ و א אً ا ‪.‬‬ ‫اً כ « أي‬ ‫»و כ‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ ك ـ ه‪ .‬و ـ‬ ‫ـ ما‬ ‫ـ ز‬
‫ــא ـ اد ًا« ـ ا ا ــכ م א ـ ه ـ ل ـ أ ـ‬ ‫ـ »و ـ أن כـ ن כ‬ ‫‪٤‬‬
‫ــא ـ اداً א ــאر ـ م ا ــאز‪.‬‬ ‫ـ أن כ ـ ن כ‬ ‫ـ از ـ م ا ـ ك ـ ُ ـ ّول ـ ـ ا ـ ن ا ـ اد و‬
‫ـ ف ـ وا א ـ ا ـ ‪ .‬وا ـ ا ول‬ ‫ــא ا ـ ي‬ ‫ـ ان ــאن‪ ،‬أ‬ ‫ـ »أي ا ـ ــאرة ا ـ « ـ أن ا ـ ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ כ ا ــאر إ ا ـ د‪ .‬و ـ כ ا ــאر ـ إ ا ـ د ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ف وا א ـ وا א ـ ‪ .‬و ـ ا א ـ‬ ‫ــא‬
‫ـ ا ول‬ ‫ـ ب‪ .‬א‬ ‫ـ د ـ ا‬ ‫ـ ا ــכאن‪ .‬و ـ ا ــכאن ـ ا‬ ‫ـ أن ـ ا ـ م‪ .‬و ـ أن ـ ا ـ م ـ‬
‫ــכ ‪ .‬وأ ـ‬ ‫ــאج ا ـ‬ ‫ــאرة ـ ـ ء ا ــכ وا‬ ‫ــאج ا ـ ـ ء‪ .‬و ـ ا א ـ و ـ ا ـ‬ ‫ـ و ـ با ـ دو ـ ما‬
‫ـ ع و ـ ب ا ـ د وا ئ ـ ــכ ‪.‬‬ ‫כ ــא‪ .‬و כ ـ ن ـ اده‬ ‫ـ أن כ ـ ن ا ـ اد ـ ا ـ‬
‫ــאر א ــ ا ــכ م أن ا ــאر ا ــ ــ ﴿ ُ ــ َ ﴾ و ــ ا ــ ــ ف‪ ،‬و﴿ا ﴾ ا ــ ال ــ ا ــ ــ ِ ف‪ ،‬ــ ﴿ا ﴾ ــ ف‬
‫َّ‬ ‫ّ‬ ‫َّ‬
‫ـ ـ ف ا ـ أو ً א ـ ـ ـ ف ا ـ א ـ ا ـ ي‬ ‫ـ ل ـ ﴿ا ﴾‪ .‬و א‬ ‫ـ ا ـ ـ‬ ‫﴿وا َّ َ ـ ُ ﴾ ـ ِ ف ـ ِ ح‬
‫ّ‬ ‫ّ‬ ‫ّ‬ ‫ّ‬
‫א ـ ًא ا ـ ــכ ـ ء‪.‬‬ ‫ــאج ا ـ ـ ء وا ئ ـ ــכ ـ ء وכ ـ‬ ‫ـ عو ـ با ـ دو ـ ما‬ ‫ـ ــאرة ـ‬
396 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Hak Sübhânehû ve Teâlâ her şeyin kendisine dayanan (müstenid) ve muh-


taç olduğunu, bütün mevcudata varlık verenin1 kendisi olduğunu ve bütün
mahiyetlere varlık taşıranın (feyyâz)2 kendisi olduğunu beyan ettikten son-
ra kendisinden bir benzerinin doğmasının mümteni3 olduğunu beyan etti.
5 Çünkü O’nun hüviyeti -ki bütün her şeye varlık akıtan (ifâzâ) ve her şeyi
var eden (îcâd) demektir- ulûhiyeti gerektirdiğinden4 O’nun kendi varlığın-
dan bir benzerine de varlık verebileceği vehmedildiği daha önce geçmişti.

1 “O, varlık taşırandır (feyyâz)” İlk olarak “Allah” sözüyle tazammun yoluyla, ikinci olarak da “samed”
sözüyle mutabakat yoluyla her şeyin efendisi olması ve her şeyin kendisine muhtaç olması şeklinde-
ki iki tefsirden birine delalet etiğini veya iltizam yoluyla [samedin] sonucu, her şeyin O’na muhtaç
olmasını gerektiren varlığın zorunluluğu olan diğer tefsirine delalet ettiğini açıkladı. Çünkü iltizam
yoluyla - lâzımın tasavvur edilmesinin melzumunun tasavvurundan ayrılmasının mümkün olmama-
sından ibaret olan hususi anlamıyla lüzum-i beyyin temelinde olan iltizamî mîzânî delalet- belirlenen
[anlam], varlığı gerçekten az, kullanımda yaygın olmayan, aksine kullanılmayan anlamdır. Çünkü dil
ehli [dilciler] bu lüzumu anlamaz; anlayış ve akılları bu lüzuma ulaşmaz. Bilakis dayanağı örfi lüzum
olan Arapça iltizamî delalet, cümlede zihnin örfen müsemmadan başka bir şeye intikal etmesidir. Şüp-
he yok ki Arapça iltizamî delalete dayanan bu örfî lüzum, varlığın zorunluluğu ile bir şeyin her şeyin
ilkesi olması ve her şeyin kendisine muhtaç oluşu arasında gerçekleşmektedir.
2 “… bütün mahiyetlere …” ifadesi, daha önce İbn Sînâ tarafından ifade edilen, varlığın aynı olmasının
zorunluluğu gerektirdiği şeklindeki ifadenin mümkünlerin varlığının [mahiyetleri üzere] zâid oldu-
ğunun bir ifadesi olarak geçmiş olsa da [bu ifade], bütün mümkün mahiyetlerinin varlığının onlar
üzerine zâid olduğununun onun [İbn Sînâ] tarafından ifade edildiği açık bir metindir.
3 “… doğması mümkün değildir.” Burada doğmak (tevellüd) ile örfî anlamdaki tevellüdü kastetme-
mektedir. Aksine burada, ister tevvellüd/doğmak olarak ifade edilsin ister edilmesin benzerine varlık
vermek kastedilmektedir. Çünkü buradaki gaye, [sadece] tevvellüd olarak ifade edilen yolla değil hangi
yolla olursa olsun benzerinin varlığının olumsuzlanmasıdır. Aynı şekilde benzerin varlığının mutlak
olarak nefyedilmesi, örfte tevellüd olarak ifade edilen yolla benzerinin varlığının mukayyed olarak
nefyini de gerektirmektedir. Çünkü mutlakın nefyi, mukayyedin nefyini de gerektirir. Ancak örfî yolla
mukayyed benzerinin varlığının nefyi, mutlak anlamıyla [benzerinin varlığının] nefyini gerektirmez.
Çünkü mukayyedin nefyi, bu mutlakın nefyini gerekli kılmaz.
4 “… anlamı izafî olan …” Bilmen gerekir ki daha önce geçen « ‫ » ـ ــא ـ‬ifadesindek “fa” talil için olup
« ‫א‬ » cümlesine taalluk eder. Şunu kastetmektedir: « ‫א‬ ِ ‫א‬ » (Allah açıkladı Çünkü..).
Yani, akıl iklimini vesvese ve vehim askerlerinin istilasıyla insanlık dairesinden çıkarak bütün her şeye var-
lık taşırmayı (ifâzâ) ve her şeyi var kılmayı (îcâd) içeren ulûhiyeti gerektiren Allah Teâlâ’nın hüviyetinin,
aynı şekilde varlığından kendisi gibi bir varlığa vücud vermesinin mümkün olabileceğinin vehmedilmesi
sebebiyle, [Allah Teâlâ] bunun imkansız (mümteni) olduğunu beyan etmiştir. [Aksi durumda] mahiyeti
O’nunla benzer[ler]i olan diğer[ler]i arasında müşterek olmuş olur. Bu vehim ancak, vehim aklına galebe
çalanda ortaya çıkar. Aklına vehmin hakim olmadığı kimse, bâtıl olduğu apaçık olan böyle bir durumu
tasavvur etmez. Çünkü benzerlik/mümaselet, hakikatte iki şeyin müşterek olmasına dayanır. Açıktır ki
hakikatin ortaklığı, hakikatin lâzımlarında da ortaklığı zorunlu kılar. Eğer vâcibu’l-vücûd benzerine varlık
veren ve feyzeden olursa vâcib ve benzeri hakikatte müşterek olurlar. Açıktır ki Vâcib Teâlâ’nın hakika-
ti, varlığının zorunluluğunun lâzımlarındandır. Böylece varlığın zorunluluğu, O’nunla benzeri arasında
müşterek olur. İnsanlıkla ilişkili olan biri Vâcib teâlânın, zâtı itibariyle vâcibu’l-vücûd olan bir benzerine
varlık taşırmasının (feyz) ve verebilmesinin olabilirliğini nasıl vehmedilebilir? Çünkü vâcibu’l-vücûd’a
herhangi bir şey varlık vermez. Vâcibu’l-vücûd, zâtı itibariyle vâcib olana değil mümküne varlık verir.
Bu vehim, yoldan çıkmaya bağlıdır. Ancak Allah Teâlâ bu durumu görmezden gelmiş ve bu vehmi, üze-
rine bir şey eklenmeyecek biçimde ortadan kaldırmıştır. Evet! Burada aklın incelemeden ve düşünmeden
içine düştüğü bir vehim vardır ki inceleme ve düşünme o vehmi ortadan kaldırır. O [vehim] de vâcib
olmaklığın hakikatinin hariçte birden fazla çok sayıda gerçekleşmesinin, çoğalmasının ve nefsu’l-emrdeki
çoklukta müşterek olmasının mümkün olması[nın düşünülmesi]dir. Aynı şekilde bu vehmi, -ileride açık-
layacağımız üzere- bu söz geçersiz kılmaktadır. Bu söz, tevhidin en güçlü delillerindendir.
“Her şeyi var eden « ‫ــאه ا א ـ‬ ‫ ”»ا ـ‬sözüne gelince defalarca açıkladığımız üzere burada tazammunî
anlam kastedilmektedir. “Böylece mahiyeti, ortak olur ( ‫ ”)כא ـ א ـ ـ כ‬ikinci haberi olur. “Kendi-
siyle O’nun diğeri arasında («‫ــ ه‬ ‫ ”)» ــ و ــ‬cümlesinden maksadı O’nun dışındaki benzeridir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪397‬‬

‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــאج إ ــ وأ ــ‬ ‫إ ــ و‬ ‫ــ‬ ‫ــ א أن ا ــכ‬ ‫ــא ــ‬


‫ّ‬
‫ــ כ ‪ ٢‬ا א ــאت ــ‬ ‫ــ د‬ ‫ا ــאض‬ ‫‪١‬‬
‫ــ دات و ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ د‬
‫ّ‬ ‫ّ‬
‫ا ــ ــ ا و ــאم أ ــ‬ ‫ــא ــ‬ ‫ــ ‪ .‬ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ ٣‬أن‬ ‫ــ א أ ــ‬
‫ــ ا ــכ وإ ــאد ا ــכ ‪،‬‬ ‫א ــא ا א ــ‬ ‫‪٤‬‬
‫ــ ا ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــא כאن‬

‫و ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫أو ً ـ ﴿ا ﴾ א ّ ـ و א ـאً ـ ﴿ا َّ َ ـ ُ ﴾ א א ـ ـ أ ـ ا‬ ‫ـ د« ـ‬ ‫ـ »و ـ ا ــאض‬ ‫‪١‬‬


‫ّ‬
‫א ـאً ا ـ ا ــכ ‪.‬‬ ‫ـ و ـ با ـ داـ ي ـ כ ـ‬ ‫ـ ام ـ ا ـ ا ـ ا ـ ي‬ ‫ــאج ا ـ ا ــכ أو א‬ ‫ــכ وا‬
‫ــאرة ـ ا ــאع‬ ‫א ــא ـ ا ـ وم ا ـ א ـ ا ـ ا ـ ي ـ‬ ‫ا ـ ا ا ـ ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫إذ؛ ــא ـ א ـ ام –ا‬
‫ن أ ـ ا ــאن‬ ‫‪.‬‬ ‫و ـ – ا ـ ا ـ د ـ ّ اً ا ـ ا ــאع ـ ا ـ אل ـ ا ـ ا ـ‬ ‫ـ ر‬ ‫ا ــכאك ـ ر ا ـ زم ـ‬
‫ـ اـ ي ـ‬ ‫א ــא ـ ا ـ وم ا‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ا ـ ا ا ـ ا ـ ا ـ‬ ‫ـ أ א ـ و‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ن ـ ا ا ـ وم و‬
‫ـ ا ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـכ أ ّن ـ ا ا ـ وم ا ـ ا ـ‬ ‫ّ‬ ‫ـ‬ ‫و‬ ‫‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫א‬
‫ً‬ ‫ـ‬ ‫ء‬ ‫اـ ا ـ‬ ‫ــאرة ـ ا ــאل ا ـ ـ ا ـ‬
‫د و ـ כـ ن ا ـ ء ـ ء ــכ و א ـאً ا ـ ــכ ‪.‬‬ ‫ـ ـ و ـ با ـ‬ ‫ا ـ‬
‫ـ ـ أن‬ ‫ــא وإن כאن ــא ـ‬ ‫ـ ـ ـ أن ا א ــאت ا כ ـ כ ــא و د ــא زائ ـ‬ ‫ـ » ـ כ ا א ــאت« ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ــא‪.‬‬ ‫ــ أن و ــ د ا כ ــאت زائــ‬ ‫ــ ا ــ د ــ م ا ــ ب أ ــאً כא ــ‬
‫ـ‬ ‫א‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫اـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ اء כאن א‬ ‫ـ ا ـ ‪ ،‬ـ إ ــאء ا ـ د‬ ‫ـ » ـ أن ـ ا ـ « ـ ـ د א ـ ا‬ ‫‪٣‬‬
‫ّ‬
‫ـ ًא ـ‬ ‫ـ ‪.‬أ‬
‫ـ א‬ ‫א ـ اـ ي ـ‬ ‫ـ أي ـ כאن و ـ د ا ـ‬ ‫כـ ؛ ن ا ـ ض ـ و ـ د ا ـ‬ ‫أو ـ‬
‫ّ‬
‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ‪ .‬ن ـ‬ ‫ـ ـ ا ـف א‬ ‫ـ اً כ ـ א ـ ا ـ ي ـ‬ ‫ـאً ـ م ـ و ـ د ا ـ‬ ‫دا ـ‬ ‫و ـ‬
‫ّ‬
‫ـ‬ ‫ق‪ ِ ،‬ن ـ ا‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ما ـ‬ ‫ـ‬ ‫م ـ ا ـ ‪ .‬وأ ــא ـ و ـ د ا ـ ا ـ א ـ ا ـ ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ ـ ا‪.‬‬ ‫م ـ ا‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ــא ـ «‬ ‫ـ ا ــא » ـ‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫א ــא ا א ـ ا ـ « ـ ــכ ـ أن ـ أن ا ــאء ـ‬ ‫»ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪٤‬‬
‫ــאכ‬ ‫ـ‬ ‫ِّ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ــא ـ «‪ .‬ـ أ ـ ـ ا ــאع ـ ا ـ ــא‬ ‫» ـ ـ א «‪ .‬ـ » ـ ـ א‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ا ـ‬ ‫ـ אـ‬ ‫ـ ‪ .‬وا ـ وج ـ دائـ ة ا ــא ـ أن‬ ‫ــאوس ـ إ ـ‬ ‫ا ـ و ـ دا‬
‫ـ أ ـאً‪ .‬و כ ـ ن א ـ‬ ‫ـ و ـ ده و ـ د ـ‬ ‫ـ أ ـאً כ ـ أن ـ‬ ‫وإ ــאد ا ــכ و ـ ا ــכ‬ ‫ا א ـ ـ ا ــכ‬
‫ـ ب‬ ‫ـ ا ـ ‪ .‬وا ـ ي ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ اا ـ ـ‬ ‫ـ ه ا ـ ي ـ ا ـ ‪ .‬وإ ــא‬ ‫ـ כ ـ و ـ‬
‫ـ أ ـאً أن ا ـ اك‬ ‫ـ ‪.‬و‬ ‫ـ ا א ـ ا ـ ا ـ ن‪ .‬ن ا א ـ ـ ـ ا ـ اك ا ـ ئ ـ ا‬ ‫ـ ر ـ ـ اا‬
‫ّ‬
‫ـ כאن ا ا ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـאً و ـאً‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ذا כאن ا ا ـ ا ـ د‬ ‫ـ اك ــא ـ ـ ـ ازم ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫א ـ ـ از ـ و ـ ب ا ـ د‪ .‬כـ ن و ـ ب ا ـ د ـ כאً‬ ‫ـ ا ا ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ ‪.‬و‬ ‫ا‬ ‫ـ כ ـ‬ ‫و ـ‬
‫א ـ أ ــאض ا ـ د وإ ــאه ـ‬ ‫ـ ا ـ ز وا ـ א ــא أن ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ‪ .‬כـ‬ ‫ـ אـ و ـ‬
‫ـ ا ـ د ـ ـ ء‪ .‬وإن ا ا ـ ا ـ د ـ ا ـ د‬ ‫ـ ا ـ د א ـ ات‪ .‬ـ ن ا ا ـ ا ـ د‬
‫ا‬ ‫ـ اـ ي ـ ا‬
‫ـ ا ا ـ א ـ ات‪.‬‬ ‫ـ ا כـ‬
‫ـ ‪ .‬ـ ! ــא ّ ـ ـ ا ـ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאده وأزا ـ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ع‪ .‬כ ـ א ـ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اا ـ‬
‫ٌ‬
‫ـ ا ا ـ כـ أن ـ ق ـ ا ا ـ ـ ــא ـ ق وا ـ ـ د و כ ـ‬ ‫ـ و ـ ‪ .‬و ـ أن ا‬ ‫و ـ‬ ‫ا ـ ض وا ـ‬
‫ـ ـ ـ ا ـ ‪ .‬و ـ ا ا ـ أ ـאً ـ ـ ا ا ـ ل א ـ ا ــאل כ ــא ـ ر و ـ ر‪ .‬و ـ ا ا ـ ل ـ أ ـ ى‬ ‫و ـ ك ـ اכ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫أد ـ ا‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ــאن‬ ‫ـ כ«‬ ‫א ـ‬ ‫ـ »כא ـ‬ ‫ـ اراً‪.‬‬ ‫ـ כ ــא ـ‬ ‫ــאه ا א ـ « ا ـ اد א ـ ا ـ ا‬ ‫أ ــא ـ »ا ـ‬
‫وأ ــא ــ » ــ و ــ ــ ه« א ــ اد ــ ه ا ــ ‪.‬‬
398 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Böylece mahiyeti, kendisiyle varlık verdiği arasında ortak olur. O,


ancak madde ve madde ile alakalı olan şeylerin vasıtasıyla teşahhus
edebilir.1 Maddî olan veya madde ile alakası bulunan her şey2 ise baş-
kasından doğmuştur. Böylece âyet-i kerimenin anlamı şu şekilde olur:
5 “Doğurmadı çünkü doğurulmadı.”3
Şayet şöyle denilirse: Hayır! Bu sûrede her türlü eksiklikten mü-
nezzeh Allah’ın doğurulmamış olduğuna delâlet eden bir işaret var
mıdır? Buna şöyle [cevap] verilir:4 Sûrenin başlangıcında zikrolunan
“hüve hüve” oluşundan başka kendisi için bir mahiyet ve itibar ol-
10 madığından ve hüviyeti li-zâtihi olduğundan bu, O’nun başkasından
doğmamış olmasını zorunlu kılar. Aksi takdirde hüviyeti başkasından
kazanılmış olur ve hüve hüve li-zâtihi olmazdı.

1 “Çünkü ancak madde ve madde ile alakalı olan şeylerle teşahhus edebilir. (« ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ ”) » ـ‬cüm-
lesindeki “fa” talil için olup [daha önce geçen] “bir benzerinin O’ndan tevellüd etmesinin mümteni
olduğunu beyan etti( ‫ ”) ـ أن ـ ـ‬cümlesine taalluk eder. « ‫ » ـ‬daki ‘hu’ zamiri ( ‫ـ‬ ‫)أن ـ ـ‬
cümlesine râcidir. Yani kendisinden bir benzeri tevellüd eden, ancak mahiyetinde bulunduğu gibi
madde veya mahiyetinde bulunmayanlarda olduğu gibi maddenin ilgilileri vasıtasıyla teşahhus eder.
Bilakis nefs-i nâtıka gibi ona [maddeye] mütealliktir. İleride gelecek olan ‫»وכ ــא כאن אد ــא أو כאن ــ‬
« ‫ـ א ــאدة ا ـ‬ (Ve maddî olan veya madde ile alakası bulunan her şey) cümlesinin delalet ettiği gibi,
«‫ــא‬ ‫( »و‬Madde ile alakalı olan şeyler)deki ‘vav’, ‘ev/veya’ anlamındadır. Çünkü tevellüd, teaddüdü/
birden fazla olmayı, teaddüd de maddeyi gerektirir. Kendisinde madde olmayanda teaddüd mümkün
değildir. Yine açıktır ki taaddüd maddeyi gerektirir, madde taaddüdü gerektirmez.
2 “Maddî olan veya madde ile alakalı olan …” Çünkü o şey, maddeye muhtaçtır. Ve ister maddeye
ister başka bir şeye muhtaç olan her şey başkasından doğmuştur. Dolayısıyla kendisinden bir benzeri
tevellüd edenin başkasından tevellüd etmesi gerekir. Bu durumun bâtıl olduğu, açıklamaya ihtiyaç
duymayacak şekilde ortadadır.
3 “Doğurmadı çünkü doğurulmadı.” Maksadı buradaki atfın, illetin malul üzerine atfı olduğudur. Yani
Vâcib olan doğurmaz, O’nun çocuğu yoktur. Çünkü [doğurmak] başkasından doğmayı, doğurulmuş
olmayı gerektirir. Bununla beraber O’nun başkasından doğmuş olmasının bâtıl olduğu apaçıktır. Böy-
lece “doğmadı/lem yelid” sözü iddia, “doğurulmadı/ve lem yûled” sözü bu iddianın delili olur.
4 “Buna şöyle cevap verilir.” Cevabın özü şudur: Her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah’ın doğ-
mamış olduğu bu sûrede daha önce zikredilmiştir. Çünkü açıkladığımız üzere “Allah” lafzı, varlığın
zorunluluğuna ve herhangi bir şeye muhtaç olmamaya tazammun yoluyla delalet etmektedir. “Samed”
lafzı ise sonucu kendisinin boşluğu olmayan varlığın zorunluluğu olan iki tefsirinden biriyle varlığın
zorunluluğuna ve herhangi bir şeye muhtaç olmamaya mutabakat yoluyla; diğer tefsiri olan her şeyin
efendisi ve her şeyin kendisine muhtaç olması anlamıyla iltizam yoluyla [başkasından doğmadığına]
delalet etmektedir. Çünkü mâhir basiret ve keskin görüş sahibine gizli olmadığı gibi her şeyin kendi-
sine muhtaç olması, O’na varlığın zorunluluğunu gerektirir (lüzûm). Açıktır ki varlığın zorunluluğu
başkasından doğmuş olmaya her türlü şekilde aykırıdır. Bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Allah
Teâlâ’nın başkasından doğmuş olmasının bâtıl oluşuna iki nas delalet etmektedir: İlki “Allah”, ikincisi
“samed” lafzıdır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪399‬‬

‫ــ ه‪.‬‬ ‫ــ و ــ‬ ‫ــ כ‬ ‫א ــ‬ ‫ــ כא ــ‬ ‫ــ و ــ ده و ــ ُد‬ ‫ــ‬ ‫ّــ‬

‫ــא כאن ‪ ٢‬אد ــאً أو כאن ــ‬ ‫ــא‪ .‬وכ‬ ‫ا ــאدة و‬ ‫ا ــ‬ ‫إ‬ ‫ــ‬ ‫‪١‬‬
‫ــ‬

‫ـ‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ا ــכ م כـ ا‪ » :‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ ًا ـ‬ ‫ـ א ــאدة כאن‬

‫ـ «‪.‬‬ ‫ـ‬

‫ـ ؟‬ ‫ـه‬ ‫ـ א‬ ‫ـ ه ا ـ رة ـ ل أ ـ‬ ‫ـ ‪ ، :‬و أي إ ــאرة ـ‬ ‫ئـ‬ ‫‪٥‬‬

‫ـ ‪،‬و ـ اـ يا ـ أ ـ‬ ‫ـ א ـ وا ــאر ـ ى أ ـ‬ ‫ــא ـ כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪:٤‬‬

‫ـ اً‪ .‬وإ כא ـ‬ ‫כـ ن‬ ‫أن‬ ‫اـ و ـ‬ ‫ـ‬ ‫أول ا ـ رة כ ـ ه‪ ،‬وכא ـ‬

‫اـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ـ‬ ‫ـه ـ‬ ‫ـ אر ًة ـ‬ ‫ـ‬

‫ـ‬ ‫ـ «‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ » ـ « را ـ ا ـ » ــא‬ ‫ـ «‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ ب»‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ « ا ــאء‬ ‫ـ‬ ‫ـ » ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ـ‬ ‫اـ‪ .‬ـ‬ ‫ـ دا ـ ـ‬ ‫ــא כ ــא ـ‬ ‫ا ـ أو‬ ‫ا ــאدة כ ــא ـ دا ـ ـ‬ ‫ا ـ‬ ‫إ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫أن ــא‬
‫ـ א ــאدة‬ ‫ــא כאن אد ـאً أو כאن ـ‬ ‫ـ ا ـ »وכ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أو‪ .‬כ ــא ـ ل‬ ‫ــא«‬ ‫ا א ـ ‪ .‬ـ او »و‬ ‫ــא כא ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ أن ا ـ د ـ م ا ــאدة‬ ‫ـ ــאدة‪ .‬و‬ ‫ــא ـ‬ ‫כـ‬ ‫ـ م ا ـ د وا ـ د ـ م ا ــאدة‪ .‬א ـ د ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ «‪ .‬ن ا‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ م ا ـ د כ ــא‬ ‫وا ــאدة‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ ء ـ اء כאن ــאدة أو‬ ‫ــאج ا ـ‬ ‫א ـאً ا ـ ا ــאدة وכ‬ ‫ـ כאن‬ ‫ـ اـ «‬ ‫ـ »כאن אد ـאً أو כאن ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ــאج ا ـ ا‬ ‫ـ ًا ـ ا ـ ‪ ،‬ـ ا ـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ـ م أن כ ـ ن ــא‬
‫ّ‬
‫ـ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ وـ‬ ‫ـ أن ا ا ـ ـ‬‫ـ و ـ‬ ‫ـ أن ا ـ ‪ ،‬ـ ا ـ ـ ا ـ ل‪،‬‬ ‫ـ » ـ ـ ِ ـ ـ ـ د«‬ ‫‪٣‬‬
‫ِ‬
‫ـ اً ـ ا ـ ـ أ ـ ا א ـ ‪ .‬ـ ﴿ َـ َ ـ ْ ﴾ د ـ ى و ـ ﴿ َـ ُ َـ ْ ﴾‬ ‫ـ اً ـ ا ـ و ـ داً‪ .‬ـ أن כ ـ‬ ‫أن כـ ن‬
‫ْ‬ ‫ْ‬
‫ــא‪.‬‬ ‫د ـ‬
‫ـ ـ ة‪ .‬ن‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ ه ا ـ رة‬ ‫כـ ر ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ א‬ ‫ــא ـ כـ ا ـ « א ـ ا ـ اب‪ :‬أن כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ » ـ‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ و ـ ب‬ ‫א ـ‬ ‫ـ כ ــא ــא‪ .‬و ـ ﴿ا َّ َ ـ ﴾ ـ ل א‬ ‫ـ ء א‬ ‫ــאج ا ـ‬ ‫ـ دو ـ ما‬ ‫ـ ﴿ا ﴾ ـ ل ـ و ـ ب ا‬
‫ـ‬ ‫ـ ام ـ ا‬ ‫ـ ف ـ א‬ ‫ـ و ـ با ـ دو ـ اـ ي‬ ‫اـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ء‬ ‫ــאج ا ـ‬ ‫ـ دو ـ ما‬ ‫ا‬
‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ د כ ــא‬ ‫ـ و ـ با‬ ‫ــאج ا ـ ا ــכ‬ ‫ــאج ا ـ ا ــכ ‪ .‬ـ ن ا‬ ‫ــכ وا‬ ‫ـ اـ ي ـ ا ـ‬ ‫ا‬
‫אـ‬ ‫ـ ا أن כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اً ـ ا ـ ‪.‬‬ ‫ـ د ـ כ ا ــאء ـ כ ـ‬ ‫ـ أن و ـ ب ا‬ ‫ـ ا א ـ ‪.‬و‬ ‫ا א ـ وا‬
‫ــא ﴿ا َّ َ ـ ُ ﴾‪.‬‬ ‫ــא ﴿أ ﴾ و א‬ ‫ــאن‪ :‬أو‬ ‫ـ‬ ‫ـ اً ـ ا ـ ـ ل ـ‬
400 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bunda büyük bir sır üzerine tembih vardır ki o da şudur: Kur’ân’da


[Allah’a] çocuk ve eş isnad edenlere yönelik varid olan tehdid bu sırla ilgi-
lidir.1 Şöyle ki: Çocuk [sahibi olmak demek] kendisinden benzerinin ay-
rılması demektir.2 Çünkü kendisi için benzeri olmayan şeye çocuğu var
5 denemez. Çocuk ancak türsel mahiyeti çoğalırsa olur.3 Bu da yukarıda
açıkladığımız üzere madde sebebiyle olur.

1 « ‫ » ا ــ ــ ا ا ــ‬Bu [es-sırr] nekrenin marife olarak tekrar edilmesidir. Bir şey ister marife ister nekre
olsun marife olarak tekrar edilirse ikincisi, ilkinin aynısı olur. Eğer nekre olarak tekrar edilirse ikincisi,
ilkinin aynı olmaz. [Dilciler] bu kuralla ilgili olarak kitaplarında mezkur pek çok itiraz ve aksi görüş
ortaya koymuşlardır. Söylediklerinden ve zorlama şekilde ortaya koyduklarından bazlarını incele[yebi-
lirsin]!
Mutlak gerçek şudur ki: Bu kural küllî değildir, aksine çoğunluk (ekseriyet) ifade eder. Dille ilgili kural-
ların çoğu bu şekildedir. Bu kuralla ilgili ortaya konan aksi görüşler, itiraz değildir. Aksine bu kuraldan
maksat, bunun aksine iddia edenler olsa da aslın, ilkenin bu şekilde olduğudur. Burada bizi ilgilendi-
ren [( ‫ا ا ـــ‬ ‫ـــ د ا‬ ‫ و ـــ أن ا ـــ ا ـــ ارد ا ـــ آن ـــ ا אئ א ـــ وا و‬. ‫ـــ‬ ‫)و ـــ ـــ ا ـــ ـــ ـــ‬
cümlesinde yer alan] ikinci sırrın marife olsa da ilkinden farklı olduğudur. İlk olarak zikredilen “sırrun
azimun/büyük sır”dan maksat kendisinin de açıkladığı gibi Kur’ân’da var olan tehdidin ilgili olduğu
sırdır. Bu sır, daha sonra gelen sırdan farklıdır. İkinci olarak zikredilen sırdan maksat, yine kendisinin
açıkladığı üzere tevellüdün, bir şeyin kendisinden benzeşi olan/benzeyen bir şeyin ayrılması demek
olduğudur. Uyanık ol! Gâfil olma! Çünkü durum açıktır. [Ancak] dikkat azlığı ve yönelimin eksikli-
ğiyle gizli kalır.
2 “Bir şeyden ayrılır ( ‫ــ‬ ‫ ”)أن ا ــ ــ أن‬cümlesindeki “hüve” zamirinin mercii, ya doğum (tevellüd)
anlamında olan çocuktan (veled) anlaşılan mefhumdur veya “çocuk/veled’ kelimesine muzaf olan, zik-
redilmeyen bir “doğum/tevellüd” kelimesi veyahut “en/‫” أن‬den önce takdir edilen bir “zû/‫ ”ذو‬lafzıdır.
Bu cümlenin açıklamasına gelince: Mastar anlamında olan “en yenfasıla/ayrılmak” ifadesinin ism-i
fâil [ayıran] anlamında olması tam bir zorlamadır. Açıktır ki örneğin insandan olan çocuk, cismin ve
nefsin toplamıdır. Aynı şekilde baba da cismin ve nefsin toplamıdır. Toplam, toplamdan ayrılmaz. Zira
çocuğun ruhunun ve nefsinin babanın ruhundan ve nefsinden ayrılmadığı apaçık olan şeylerdendir.
Çocuğun ruhu, babanın ruhundan ayrılmış bir cüz değildir. Bilakis herkesçe bilinen cüziyet aksiyom/
önermesi, çocuğun cisminin aslî cüzleri itibariyle babanın cisminin bir cüzü olmasıdır.
Zikrettiklerimizi özü şudur: Baba ile çocuk arasındaki alaka ruhaniyet itibariyle değil cismaniyet itiba-
riyledir. Bununla muhakkik nefislerde sâbit olanlar ispat edilmiş, İsa ve Uzeyr’in -salat ve selam Pey-
gamberimiz’in ve onların üzerine olsun- maddiyetten, heyula olmaklıktan ve cismaniyetten münezzeh
olan, Yüce ve Mukades Zorunlu olan [Allah’ın] çocukları olduğunu söyleyen bâtıl nefislerde yer etmiş
olan şeyler batıl olmuştur. Çünkü baba ve çocuk olmaklığın dayanağı, anlattığımız ve ispatladığımız
üzere cismaniyettir ki bu, vâcib olanda yoktur. Müfessir [İbn Sînâ’nın] burada açıklamayı istediği şey,
çocuğun ona benzeyen/onunla benzeştiği babadan ayrılması değildir. Durum şudur ki çocuk, babadan
ayrılmaz. Aksine çocuğun bir cüzü babanın bir cüzünden yani babanın cisminden olan aslî cüzünden
çocuğun cüzü ayrılır.
Tefsirin açıklamasına gelince: Müfessir burada görüşünü, hakikate değil örfe dayandırmıştır. Örf ehli
ise bu incelemeleri yapmaz. Veya müfessir [anlamı] genişletmiş, mümkün kılmış ve parça ismini bütün
için söylemiştir. Yani çocuğun parçasının ismi olan infisali/ayrılmayı, onun [bütünü] için ve yine aynı
şekilde baba için yani babanın parçasının unvanı ve ismi olan kendisinden ayrılınan için kullanmıştır.
Anlam genişlemesiyle onun/baba için kullanmıştır.
3 “Ancak türsel mahiyeti çoğalırsa ayrılır ( ‫ـ‬ ‫ـ أن ـ כ ـ ت א ـ ا‬ )” cümlesindeki “en/‫[ ” أن‬edatı]
sıladır. Yani bir şeyin bir şeyin çocuğu olması, benzeşmeyi ve birden fazla olmayı (teaddüd) gerektirir.
Teaddüd, maddeye sahip olmayı; madde sahibi olmak maddeye muhtaç olmayı gerektirir. Kuvvet
sahibi olmak, ihtiyaç sahibi olmak ve kuvvet sahibi olmak, O’ndan [Allah’tan] zorunluluğu ve varlığı
selb eder. Bu ise hoş görmediği her bir şeyi O’na nisbet edenlerden başkasının söylemediği bir şeydir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪401‬‬

‫ـ ا ـ ارد ـ ا ـ آن ـ ا אئ‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ أن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫و ـ‬


‫ـ ا ـ ء‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ ا ا ـ ‪ .١‬و ـ أن ا ـ‬ ‫ـ داـ‬ ‫א ـ وا و ـ‬
‫ـ أن ـ כ ـ ت‬ ‫‪٣‬‬
‫ــאل ـ و ـ ‪ .‬وا ـ إ ــא‬ ‫כـ ن ـ ً ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ن ــא‬
‫ا ــאدة כ ــא ــא‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وذ ــכ‬ ‫א ـ ا‬

‫ـ ا ول‪ .‬وإذا‬ ‫ـאً כאن ا א ـ‬ ‫ـאً أو כ ـ اً إذا أ ـ‬ ‫ـ ً ‪ .‬وا ـ ء ـ اء כאن‬ ‫ـ ا ا ـ « ـ ا إ ــאدة ا כ ـ ة‬ ‫ـ »اـ‬ ‫‪١‬‬
‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫כ ـ رة ـ أ ـ אر ‪ .‬و ّ ـ َ‬ ‫ـאً ـ‬ ‫ـ ها א ـ‬ ‫ـ ا ول‪ .‬أوردوا ـ‬ ‫כ ـ اً כאن ا א ـ‬ ‫أ ـ‬
‫ــא כ ـ ‪.‬‬ ‫و ــאل ــא ــאل و כ ـ‬
‫ـ ه‬ ‫ــא כ ــכ‪ .‬א ـ ض ا ـ اردة ـ‬ ‫أכ‬ ‫ـ כ ـ ـ أכ ـ ‪ .‬ـ ا ا ـ ا ــא‬ ‫أن ـ ه ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫وا ـ ا‬
‫ـ ف ذ ــכ ـ ف ذ ــכ‪ .‬وا ي‬ ‫ـ اـ‬ ‫ِ‬
‫ـ ض‪ ،‬ـ ا ـ ض ـ ـ ه ا א ـ أن ا ـ כـ ا‪ .‬وإن כאن ـ اع‬ ‫ـ‬ ‫ا א ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ أن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا כـ ر أو ً כ ــא ـ‬ ‫ـאً ـ ا ـ ا ول‪ .‬א ـ اد ـ‬ ‫ّ ــא ــא ـ أن ا ـ ا א ـ وإن כאن‬
‫ّ‬
‫ـ‬ ‫ـ أن ا‬ ‫ا ـ ارد ـ ا ـ آن ـ د ا ـ ـ ا ا ـ ا א ـ ا ـ ـ ‪ ،‬وا ـ اد ـ ا ا ـ ا כـ ر א ـאً כ ــא ـ أ ـ ًא ـ‬
‫َّ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا ــאت و ــאن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ! ـنا ـ א ـ ـ‬ ‫ا ــאل ا ـ ء ـ ا ـ ء ا א ـ ـ ‪ .‬ـ و‬
‫ــאف‬ ‫ـ وف‬ ‫ـ‬ ‫ـ أو را ـ ا ـ‬ ‫ـ م ـ ا ـ و ـ ا‬ ‫ـ » ـ « را ـ ا ـ ا‬ ‫ـ ا ـ ء ا ـ « أ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ »‬ ‫‪٢‬‬
‫כـ ‪.‬و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ا א ـ‬ ‫ـ ر‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ اـ ي ـ‬ ‫ـ ـ ن أن‬ ‫ا ـ ا ـ وإ ــא ذو ـ ر ـ أن‪ .‬وأ ــא ا‬
‫ـ ع ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ وا ـ ‪ .‬وأ ـ‬ ‫ـ عا‬ ‫ـ وا ـ ‪ .‬وכـ ا ا ا ـ‬ ‫ـ عا‬ ‫ــאن ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ أن ا ـ‬
‫ـ روح‬ ‫ـ‬ ‫ـء‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬وأن روح ا ـ‬ ‫ـ روح وا ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬‫ـ ع‪ .‬إذ؛ ـ ا ــאت أن روح ا ـ و‬ ‫ا‬
‫ّ‬
‫ـ ا اـ ‪.‬‬ ‫ـء ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اء ا‬ ‫ـ ا ـ א ــאر ا‬ ‫א ــאر أن‬ ‫ــא ـ ا א ـ إ ــא ـ‬ ‫ا ا ـ ـ ا ئ ـ ا אر ـ‬
‫ــ ا ــ س‬ ‫ــ ا ــא ــ‬ ‫ــ‬ ‫א ــאر ا و א ــ ‪.‬‬ ‫ــ א‬ ‫ــ ا ــ وا ا ــ א ــאر ا‬ ‫ــ‬ ‫ــא ذכ ــא أن ا‬ ‫ــ‬
‫ــא ا ـ ة وا ـ م‪ -‬و ـ ـ ـ ّ ه ـ‬ ‫ــא و‬ ‫‪ -‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ و‬ ‫ـ ـ כـ ن‬ ‫ــא ـ ر ـ ا ـ س ا‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ا‬
‫ـ وا ا ـ إ ــא ـ ا ـ א כ ــא ر ــא و ــא‪،‬‬ ‫ــאط ا‬ ‫א ـ و ـ ّ س؛ ن‬ ‫ـ وا אد ـ ـ ا ا ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ א‬ ‫ا‬
‫ّ‬
‫ـ ـ ا ا ـ ا א ـ ـ ‪ .‬وا ــאل أن‬ ‫ـ ـ أن ا ـ‬ ‫ــא ـ أن ا‬ ‫ـ و ــא ـ ت א ـ‬ ‫ـ ا ا ـ ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫وإذ‬
‫ّ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ءا‬ ‫ئ ـ أي ا‬ ‫ـ‬ ‫ئـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ا ـ ـ إ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ‬
‫ـ‬ ‫ــאت‪ .‬أو أ ـ‬ ‫ـ ن ـ ها‬ ‫ـ ‪ .‬وأ ـ ا ـ ف‬ ‫ـ ا‬ ‫ــא ـ ا ـ ف‬ ‫ـ ا ــכ م‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن ا‬ ‫ـ ا‬
‫ـ‬ ‫ـ وכـ ا ـ ا ا ـ ‪ ،‬أ ـ ا‬ ‫ـ ءا ـ أ ـ‬ ‫ــאل ا ـ ي ـ ا ـ‬ ‫و ـ ز وأ ـ ا ـ ا ـ ء ـ ا ــכ ‪ ،‬أ ـ أن ا‬
‫ـ אً‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ و ـ ان ـ ء ا ا ـ وأ ـ‬
‫ـ כ ـ ذا ــאدة‬ ‫ـ ا א ـ وا ـ د‪ ،‬وا ـ د‬ ‫ـ ء‬ ‫ـ כـ ن ا ـ ء و ـ اً‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن ـ ا ـ « أن‪،‬‬ ‫ـ »إ ــא‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ د‪ .‬و ـ ا‬ ‫ـ ب وا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאج وذا ـ ة‬ ‫ــאج ا ـ ا ــאدة‪ ،‬وכ ـ ذا ـ ة وכ ـ ذا ا‬ ‫ـ כ ـ ذا ا‬ ‫وכ ـ ذا ــאدة‬
‫ــא כ ـ ه‪.‬‬ ‫ا ـ כ أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه ـ إ‬ ‫ــא‬
402 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Hâlbuki maddi olan şeylerin hiçbirisinin mahiyeti, hüviyeti[nden iba-


ret] olmaz. Ancak vâcibu’l-vücûdun mahiyeti, hüviyetidir. Böyle olunca
O’ndan ne başkası doğar ne de O başkasından doğar.1

1 “Öyleyse O’ndan doğmaz” ifadesi, daha önce zikrettiklerinin ve açıkladıklarının bir sonucudur. Bu
meseleye bir göz atmamız gerekmektedir.
Deriz ki: Doğum (tevellüd), varlık verenle kendisine varlık verilen arasındaki varlık verilme ve ben-
zerlikten ibaret ise daha önce öğrendiğin gibi benzerlik (temâsül), çokluğu zorunlu kılar. Çokluk (te-
addüd) madde sahibi olmaktır, madde sahibi olmak ise ihtiyaç sahibi olmaktır. Kuvvet sahibi olmak
ile ihtiyaç ve kuvvet sahibi olmak imkanı gerektirir. Vâcib’in imkanı muhaldir, dolayısıyla tevellüd de
muhaldir. Bu, müfessirin defalarca açıkladığı bir husustur. Tevellüdün mümteni olması, benzerliğe
bakmamızdan, bakışları onunla sınırlamamızdan ve onu diğerlerinden ayırmaktan kaynaklanmaktadır.
Çünkü hakikatte benzerlik, hakikatin lâzımlarında da benzerliği zorunlu kılmaktadır. Baba [olan] vâci-
bu’l-vücûdun hakikati ile oğlunun hakikati bir olursa bu hakikat ya vâcib olur veya imkan sahası içine
giren bir hakikat olur. Eğer imkan sahası içine girerse bu, vâcib olanın mümkün olmasını gerektirir.
Bu durum zât itibariyle mümtenidir, dolayısıyla tevellüd zâtı itibariyle mümtenidir. Eğer vâcib olursa
çocuğun hakikati de aynı şekilde bu vâcib hakikat olur.
Hakikatte iştirak, hakikatin lâzımlarında da iştirak gerektirdiğini sana öğretmiştik. Yine aynı şekil-
de varlığının zorunluluğu, vâcibu’l-vücûdun hakikatinin lâzımlarından olduğunu sana bildirmiştik.
Dolayısıyla [bu durum], baba ve çocuk arasında varlığın zorunluluğunda iştiraki gerektirir. Varlığın
zorunluluğu, çocukluğa ve başkasının ona vücud vermesini olumsuzlar. Bu seçenekle de ortaya çıktı
ki tevellüd zât itibarile mümtenidir. Evet! Şayet Vâcibu’l-vücûd’un aynı şekilde kendisi de zorunlu
varlık olan bir benzerinin bulunduğu ve aralarında bir doğum/tevellüd ilgisi bulunmadığı söylenirse
bu [görüşün] iptal edilmesinde müfessirin, taaddüd ve temasülün maddî olmayı, ihtiyacı ve imkanı
gerektirdiği şeklinde zikrettiği şeylere ihtiyaç duyulur. Ancak üzerinde durduğumuz konuyla bunun bir
alakası yoktur.
[Tevellüd] eğer benzerliğe muhtaç olmaksızın ve ona itibar edilmeksizin sadece varlık verilmesi şeklin-
de ise; eğer kastedilen varlık verenin, varlık verenden veya varlık verme sebebinden daha genel olduğu
[ve yine kastedilen] varlık verenin, varlık vermesinin basit sebeplerinden bir sebeple veya sebepsiz
olmasından daha genel olduğu ise ve [kastedilen] bir sebeple varlık vermesinin, örfte baba ve çocuk
isminin kullanılmasına bağlı olan bir sebeple olmasından veya baba ve çocuk isminin kullanılmasına
bağlı olmadan bir sebeple olmasından daha genel olduğu ise bu tefsirle birlikte [varlık verme], örfe
olandan ve olmayandan daha genel olur ve Vâcib olan [varlığ]a her şeye nisbetle, onların babası ve
onların da onun çocuğu olduğunu [söylemek] doğru olur.
Bu tefsire göre çocuk olmak, sadece İsa ve Üzeyr -selam Peygamberimize ve o ikisinin üzerine olsun-
has olmaz. Bilakis onları ve onun dışındaki bütün şeyleri kapsar. Onlar için -selam o ikisine olsun-
çocuk isminin kullanımı, hakikat itibariyle değil aksine babanın çocuğuna şefkati gibi Allah’ın onlara
şefkat göstermesi şeklinde teşbihî olsa da bu teşbih en üstünün en aşağıda olana benzetilmesi [gibi]
olur. Çünkü Yüce Allah’ın her bir şeye, hatta âlemin cüzlerinin her bir cüzüne olan şefkati, hiçbir
şekilde kıyaslanmayacak derecede babanın çocuğuna olan şefkatinden çok daha güçlü ve daha boldur.
[Aslında] Allah’ın şefkatinin babanın şefkatinden daha güçlü olduğunu bile söylemek caiz değildir. Var
eden (mûcid) ile var edişinin sıradan sebebi -ki babadır- arasındaki farkı görmez misin? Aralarında bir
mukayesenin olmadığı gibi onun eseriyle diğerinin eseri yani O’nun şefkatiyle babanın şefkati arasında
bir mukayese yoktur. Bunların hepsiyle birlikte Allah Teâlâ, bütün insanlara babalarından daha şefkat-
lidir.
Eğer bu teşbihin -ki en üstünün en aşağıya benzetilmesidir- kullanımı [câiz] olursa çocuk isminin
herhangi birisine tahsis edilmeksizin herkes için kullanılması caiz olur. Çocuk isminin o ikisi [Hz. İsa
ve Hz. Üzeyr] için [Allah’ın oğlu şeklinde] kullanılması, en yüce mutluluğu gerektiren hususî rahmet
sebebiyle olsa bile [böyledir]. Bu sebeple olan kullanım sadece o ikisine tahsis edilemez. Çünkü Hz. İsa
(Salât ve selam Peygaberimize ve onun üzerine olsun) için çocuk/veled isminin kullanımı onun babası
olmaması itibariyle olsa da en yüce mutluluğu gerektiren hususi rahmet, sadece o ikisine özel olmayıp
aksine bütün peygamberlerin hepsine özeldir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪403‬‬

‫ـ‪.‬‬ ‫ـ د א ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ ‪ .‬כ ـ وا ـ‬ ‫כـ ن א ـ‬ ‫ــא כאن אد ـאً‬ ‫وכ‬


‫ـ ه‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ه‪ .‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ـ ذن‬

‫اً‪.‬‬ ‫ها ئ‬ ‫א أن‬ ‫و ‪.‬‬ ‫א ذכ ه‬ ‫ا « ا‬ ‫» ذن‬ ‫‪١‬‬


‫ـ‬ ‫ـ أن ا א ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ د ـ‬ ‫ـ ا ـ د وا‬ ‫ـ ل‪ :‬ا ـ ــא ـ إن כאن إ ــאء ا ـ د وا א ـ ـ‬
‫ا ـ د‪ .‬وا ـ د כ ـ ذا ــאدة‪ ،‬وכ ـ ذا ــאدة כ ـ ذا ا ــאج‪ .‬وכ ـ ذا ـ ة وכ ـ ذا ا ــאج وذا ـ ة ـ م ا ــכאن‪ .‬وإ ــכאن‬
‫ـ ـ أن ـ ا ـ ا א ـ و ـ‬ ‫ـ أ ـאً כ ـ ة ـ כ ـ ة‪ .‬وا ــאع ا ـ‬ ‫ــאل‪ .‬و ـ ا ـ ا‬ ‫ــאل‪ ،‬א ـ‬ ‫ا ا ـ‬
‫ّ‬
‫ـ ا اـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ذا כאن‬ ‫ــא ـ ـ ـ ازم ا‬ ‫ـ ا א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא و ـ ــא ـ ا א‪ .‬ـ ن ا א ـ ـ ا‬ ‫ا ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ا ــכאن‪ .‬ـ ن כא ـ دا ـ ـ‬ ‫ـ وا ـ أو دا ـ ـ‬ ‫ـ إ ــא أن כـ ن ــכ ا‬ ‫ا ا ـ ا ـ د وو ـ ه وا ـ ة ـ‬
‫ـ ا ـ أ ـאً‬ ‫ـ א ـ ات‪ .‬وإن כא ـ وا ـ وכא ـ‬ ‫ـ א ـ ات א ـ‬ ‫כ ـאً‪ .‬و ـ‬ ‫ا ــכאن ـ م أن כـ ن ا ا ـ‬
‫ـ ا ا ـ‪.‬‬ ‫ــכ ا‬
‫ـ ‪ .‬و ـ ّ ــאك أ ـאً أن و ـ ب ا ـ د ـ‬ ‫ـ ا ـ اك ــא ـ ـ ـ ازم ا‬ ‫ـ‬ ‫و ـ ّ ــאك أن ا ـ اك ـ ا‬
‫ـ وأن כـ ن‬ ‫ـ وا ـ ا ـ د‪ .‬ـ م ا ـ اك ـ ا ا ـ وا ـ ـ و ـ ب ا ـ د‪ .‬وو ـ ب ا ـ د א ـ ا‬ ‫ـ ازم‬
‫ـ א ـ ات‪ .‬ـ ! إن ـ إن وا ـ ا ـ د ـ ـ ـ ـ‬ ‫ـ ـ ا ا ـ أ ـאً أن ا ـ‬ ‫ـ و ـ داً‪ .‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬
‫ـ ا אد ـ‬ ‫ـ ـ أن ا ـ د وا א ـ‬ ‫ــאج ـ إ א ـ ا ـ ــא ذכـ ه ا‬ ‫ــא ـ ا ـ‬ ‫أ ـאً وا ـ ا ـ د و ـ‬
‫ــאج وا ــכאن‪ .‬و כ ـ أ ـ ـ ا ــא ـ ـ ‪.‬‬ ‫وا‬
‫ـ ـ ـ ا ــאر ا ـ ا א ـ وا ــאر ــא‪ .‬ـ ن כאن ا ـ اد ـ ا ـ ي ـ ا ـ د أ ـ ـ أن‬ ‫وإن כאن إ ــאء ا ـ د‬
‫ـ‬ ‫ـ ا ـ אب ا אد ـ أو‬ ‫ـ ا ـ د أ ـ ـ أن כ ـ ن إ אئ ـ ـ‬ ‫ـ ا ـ د أو ـ إ אئ ـ و ـ‬ ‫כـ ن‬
‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ق ا ـ ا ـ وا ا ـ ـ ا ـ ف أو ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאء ـ أ ـ ـ أن כ ـ ن ـ‬ ‫وـ ا‬
‫ــא ـ ا ـ ف ـ ـ ه و ـ ق ـ ا ا ـ א ـ ا ـ כ ـ ء أ ـ وا ـ ـ و ـ و ـ‬ ‫وا ا ـ ؛ ـ ا ا ـ כـ ن أ ـ‬
‫ـ‪.‬‬
‫ــא ـ ا ـ אء כ ــא‪.‬‬ ‫אو‬ ‫ـ‬ ‫ــא ا ـ ة و ـ م‪ -‬ـ‬ ‫ــא و‬ ‫ـ و ـ – ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ـ اا ـ‬
‫ــא כ ــא ـ ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ـنا‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ـ ا‬ ‫ــא ا ـ م‪-‬‬ ‫ــא –‬ ‫وإن כאن إ ـ ق ا ـ‬
‫ـ כ ـ ء ـ أ ـ اء ا א ـ أ ـ وأو ـ ـ‬ ‫ـ כ أ ـ ـ‬ ‫ـ ا ـ ـ اا ـ ا ـ א دـ ؛ ن ـ ا אـ‬
‫ـ و ـ‬ ‫ــא‪ .‬أ ــא ـ ى ــא ـ ا‬ ‫ـ ز أ ـאً أن ــאل أ ــא أ ـ‬ ‫ــאس א ــאس ا ــא‪ .‬ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا اـ ـ ا ـ‬
‫א ـ ـ أ ـ ه وأ ـ ه‪ .‬أي ـ ـ و ـ‬ ‫א ـ ـ و ـ ‪ .‬כ ــכ‬ ‫إ ــאده ا ــאدي ا ـ ي ـ ا ا ـ ـ ا ـ ق‪ .‬כ ــא‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ כ ا ــאس כא ـ أ ـ ـ وا ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ـ ا כ ـ ــא‬
‫ــאن ـ‬ ‫ـ ا ـ א د ـ ‪ -‬כאن ا ـ ق ا ـ ا ـ ـ כ أ ـ אئـ اً‬ ‫ـ ن כאن ا ـ ق ـ ا ا ـ –وכאن ا ـ‬
‫ــא‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬א ـ ق ـ ا ا ـ أ ـאً‬ ‫ـ אدة ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ــא ـ ا‬ ‫وإن כאن ا ـ ق ا ـ‬
‫ـ‬ ‫ــאء כ ــא وإن כאن إ ـ ق ا ـ ا ـ ـ‬ ‫ــא ـ א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ אدة ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ـنا‬
‫ــא و ـ ا ـ ة وا ـ م‪ -‬א ــאر أ ـ ـ כ ـ ـ أب‪.‬‬ ‫‪ -‬ـ‬
‫ــא‬ ‫ـ ‪ -‬ـ‬ ‫ـ ا א ـ ـ إ ــאء ا ـ د א ـ ا ــאدي ا ـ ي ـ ا ب‪ ،‬أ א ـ ـ إ ــאء و ـ د‬ ‫وا ـ ا ـ ي‬
‫ـ آدم ـ ا ـ م أو ـ ‪ .‬ـ ن إ ــאء ا ـ د ـ‬ ‫و ـ ا ـ ة وا ـ م‪ -‬ـ ون ذ ــכ ا ـ ا ــאدي‪ .‬א ـ ق ـ ا ا ـ‬
‫ـ د‬ ‫ـ ا ـ ما ـ ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫أ ـאً ـ ذ ــכ ا ـ ا ــאدي‪ .‬ـ ـ ون ا ـ ا ــאدي ا ـ ا ـ ي ـ ا م‪ .‬ـ‬
‫ــא ا ـ م أ ـאً أو ـ ـ إ ـ ق ـ‬ ‫ــא ـ د‪ .‬ـ إ ـ ق ا ـ ـ ـ اء‬ ‫ـ د و ـ آدم ـ ا ـ م כ‬ ‫وا ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ـ د‪ .‬وا ـ ا‬ ‫ـ כ ــא‬ ‫ــא ـ د‪ .‬و ـ ـ ا ـ‬ ‫ـ ا ـ م؛ ن ا ـ ا ـ د ـ‬ ‫ـ‬
‫ــא ـ‬ ‫ـ د ـ ـ ا ـ ا ـ د‪ .‬وإ ــא ا ـ ف‬ ‫دـ و ـ ا م ـ ا ـ ا‬ ‫ــא א ـ أ ـ ا ـ ا‬ ‫ــא‬
‫ـ آدم ا ـ و ـ ا ـ ـ‬ ‫ــא ا ـ ا ـ د ا ـ ي ـ ا ب‪ .‬ــא ـ ـ‬ ‫ـ د ـ ـ اء‬ ‫ا ـ ‪ .‬وا ـ ا‬
‫ـ أن ـ ا ــאدي د ـ ً‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـ כ ــא ـ ا ـ ون و ـ ج ـ ا ـ ا ـ ي ـ ج ا ـ ون ـ ‪ .‬ـ‬
‫ــא أو ـ ـ إ ـ ق ـ ‪.‬‬ ‫ـ ـ اء‪ .‬ـ ق ا ـ‬ ‫ـ ا ـ م وإن כאن א ـאً و ـ د ـ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ــאت ا أو دا ـ ـ א ـ‬ ‫ـ ــא و ـ أن ـ إ ــא ذات ا أو ـ ـ‬ ‫ـ ـ ذ ــכ‬ ‫ــא و‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ــכ‬ ‫ـ‬
‫ـ ـ إ ــאه ا ـ ئאً‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא و ـ ا ـ م ا ـ ا وآ ـ وأ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ل ـن ـ‬ ‫ا ‪ ،‬وכ ذ ــכ א ـ‬
‫ـ ا ـ ة‪.‬‬
404 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

“Ve lem yekûn lehû küfüven ehad/O’na bir denk de olmadı.”


Allah Teâlâ kendisinin bir benzerinden doğmamış olduğunu ve ben-
zerinin de O’ndan doğmadığını açıkladıktan sonra kendisine hiçbir şeyin
denk olmadığını beyan etti. Yani varlığın şiddetinde kendisinin eşiti (müsâ-
5 vi) yoktur. Burada iki ihtimal vardır: Birincisi türsel mahiyette O’nun eşiti
olması, ikincisi türsel mahiyetinde eşiti olmaması ancak varlığının zorun-
luluğunda eşiti olmasıdır.
Türsel mahiyetinde eşiti olmasına gelince bunu, Allah Teâlâ’nın “ve lem
yûled/doğurulmadı” sözü geçersiz kılmaktadır. Çünkü mahiyeti kendisiyle
10 başkası arasında müşterek olan her şeyin varlığı maddî olur.1 Dolayısıyla da
başkasından doğmuş olur. Varlığın zorunluluğu olan cinsinin mahiyetinde
eşiti olmasına gelince bunu da aynı şekilde bu âyet geçersiz kılmaktadır.

Allah Teâlâ’nın sıradan bir sebeple -ki o sebep babadır- varlık vermesindeki tesir, Hz. İsa’ya -selam
Peygamberimize ve O’na olsun- varlık verirken bu sıradan sebep olmadan etki etmiştir. Bundan dolayı
Hz. Adem (a.s.) için [çocuk/oğul] isminin kullanılması daha uygundur. Çünkü aynı şekilde ona varlık
verilmesi, bu sıradan sebep [baba] olmaksızındır. Ayrıca [Hz. Adem’de] diğer sıradan sebep -ki anne-
dir- de yoktur. Hz. İsa’da (a.s.) tek sebep yoktur, diğer sebep vardır. Hz. Adem’de (a.s.) iki sebep de
mevcut değildir. Hatta Hz. Havva’ya (a.s.) çocuk denilmesi, Hz. İsa’ya (a.s.) çocuk denilmesinden daha
uygundur. Çünkü onun için de mezkur yol [baba] mevcut değildir. İkisinde [Hz. İsa ve Hz. Havva] de
sebeplerden bir türü vardır. Hz. İsa’da var olan sebep, zikredilen bu iki sebepten birine -annedir- tam
benzemeyle benzemektedir. Bilakis onda var olan sebep, bu zikredilen sebebin [anne] kendisidir. O
ikisi arasındaki ihtilaf [hangi] yolla olduğudur. Hz. Havva’da var olan sebep zikredilen sebebe -ki baba-
dır- benzememektedir. Çünkü o, Hz. Adem’in sol kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Hz. İsa ise diğer-
lerinin kaldığı gibi annesinin karnında kalmış ve diğerlerinin ondan çıktığı gibi çıkmıştır. Düşünen bir
kimse için, Hz. İsa’nın yaratılışında sıradan sebep eksik olsa bile Hz. Havva’nın yaratılmasında sıradan
sebebin etkisi yoktur. Dolayısıyla Hz. Havva’ya çocuk isminin denilmesi, Hz. İsa için söylenilmesinden
daha uygundur.
Sonra, burada sana [ilk olarak] bu durumun bir özetini vereceğiz; bundan sonra da onu ayrıntılı an-
latacağız ki o da şudur: İsa (a.s.), ya Allah’ın zâtıdır veya O’nun sıfatlarından bir sıfattır veya Allah’ın
âlemi içindedir. Hz. İsa’nın -Allah’ın selamı Peygamberimiz’e, O’nun ve annesi Meryem’in üzerine olsun!-
Allah’ın oğlu olduğu şeklindeki görüşe dair olan hiçbir şey, Allah’ın kendisine az da olsa basiret verdiği
kimseler için gizli değildir.
1 “Mahiyeti ortak olur” ifadesinin sonucu şudur: Allah Teâlâ’nın ne türsel hakikatinde ne de cinssel
hakikatinde eşiti yoktur. Türsel hakikatinde herhangi bir eşiti olmamasına gelince bu, taaddüdü ge-
rektirir. Taaddüd ise maddî olmayı, maddî olmak ise başkasından doğmuş olmayı gerektirir. “Lem
yûled/doğurulmadı” ifadesi O’nun başkasından doğmuş olmadığına delalet etmektedir. [Yine] “Lem
yûled/doğurulmadı” ifadesi, herhangi bir şeyin türsel hakikatinde O’nun eşiti olmasının bâtıl oldu-
ğuna delalet eder. Herhangi bir şeyin cinssel hakikatinde O’na eşit olmadığına gelince o da varlığının
zorunluluğudur. Daha sonra ifade edeceğimiz gibi bu, başkasından doğmuş olmasını da gerektirir.
“Lem yûled/doğurulmadı” sözü bunun bâtıl olduğuna delalet eder. Yine “Lem yûled/doğurulmadı”
ifadesi, herhangi bir şeyin mutlak olarak türsel hakikatinde ve cinssel hakikatinde eşiti olmadığına
delalet etmektedir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪405‬‬

‫﴿و َ َ ٌכ ْ َ ٌ כ اً أَ َ ٌ ﴾‬ ‫ه‬ ‫و ا‬
‫َ ْ‬
‫כـ ن‬ ‫ـ‪ ،‬ـ أـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وأن‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ــא أ ـ‬
‫ّ‬
‫ــא‬ ‫ـ و ـ ؛أ‬ ‫ـ د‪ .‬و‬ ‫ـ ةا‬ ‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ــא‬ ‫ـ כ ـ اً أ ـ ‪ .‬أي ـ‬

‫ـ‬ ‫ـ ا א ـ ا‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ‪ .‬وا א ـ أن‬ ‫ــאو אً ـ ـ ا א ـ ا‬ ‫أن כـ ن‬

‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ و ـ با‬ ‫ــאو‬ ‫و כـ‬ ‫‪٥‬‬

‫﴿و َ ُ َ ْ ﴾‪.‬‬ ‫א‬ ‫כ ُ‬ ‫ا‬ ‫א‬ ‫א אو‬ ‫א أن כ ن‬


‫َ ْ‬
‫ه‪ .‬وأ א‬ ‫اً‬ ‫ه כאن و ده אد אً כאن‬ ‫و‬ ‫כ‬ ‫א‬ ‫ن‪ ١‬כ‬

‫ه؛‬ ‫כ أ ـ ًא ُ‬ ‫د‬ ‫ـ و ـ و با‬ ‫א ـ‬ ‫ـ‬ ‫أن כـ ن ـ ــא ــאو‬

‫ــ ‪ .‬أ ــא أ ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ و‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ء ــ‬ ‫ــאو‬ ‫ــ כ ا ــ « ا א ــ أ ــ‬ ‫א ــ‬ ‫ــ » ــ ن כ‬ ‫‪١‬‬
‫ـ اً‬ ‫ـ م أن כ ـ ن‬ ‫ـ م أن כ ـ ن אد ـאً‪ ،‬وכ ـ אد ـאً‬ ‫ـ م ا ـ د‪ ،‬وا ـ د‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ء ـ‬ ‫ــאو‬
‫ــאو אً ـ ـ‬ ‫ـ ﴿ ـ ُ َ ـ ْ ﴾ دل ـ أن כـ ن ا ـ ء‬ ‫ـ ـ ا ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ‪ .‬و ـ ﴿ ـ ُ َـ ْ ﴾ ـ ل ـ أ ـ‬
‫ـ اً‬ ‫ـ م أن כـ ن‬ ‫ـ و ـ و ـ ب ا ـ د‪ .‬ـ أ ـאً‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ء ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ـ א ـ ‪ .‬وأ ــא أ ـ‬ ‫ـ ا‬
‫ـאً ـ‬ ‫ـ ء‬ ‫ــאو‬ ‫ـ ﴿ ـ ُ َـ ْ ﴾ ـ ل ـ أ ـ‬ ‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ ﴿ ـ ُ َـ ْ ﴾ ـ ل ـ‬ ‫ـ ا ـ כ ــא ـ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ و‬ ‫ـ ا‬
406 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Çünkü o zaman onun cinsi ve faslı olur1 ve böylece varlığı anne gibi cinsin2
ve baba gibi faslın3 arasında gerçekleşen izdivaçtan doğmuş olur. Fakat O,
doğmamış olandır. Aynı şekilde bu sûrenin başlangıcı4 da bunu geçersiz
kılar. Çünkü mahiyeti, cins ve faslın birleşmesinden oluşan her şeyin hüvi-
5 yeti, li-zâtihi olmaz. Ancak O, li-zâtihi hüve hüve’dir.

Bu Tefsirin Hatimesi5
Bu sûredeki hakikatlerin kemaline bak! İlk olarak “O’nun hü-
ve (o) olması”ndan başka ismi olmayan hüviyet-i mahzasına6 işa-
ret etti. Sonra açıkladığımız üzere bunu, bu hakikatin en yakın lâ-
10 zımı ve tarif olarak en güçlüsü olan ulûhiyeti [Allah lafzını] ifadesi
takip etti. Sonra ardından ‘ehad’ lafzını iki şeyi ifade etmek için getirdi:
1 “Çünkü o zaman O’nun cinsi ve faslı olur” Varlığın zorunluluğu O’nun cinsi olursa faslının da olması
gerekir. Çünkü cinsi olan her şeyin faslı vardır. Dolayısıyla [böyle bir durumda] cinsi ve faslı olmuş
olur.
2 “… anne gibi cinsi …” Çünkü [cins] anne gibi [faslı] kabul edendir. Dolayısıyla anne gibi olur.
3 “… baba gibi faslı …” Çünkü baba gibi fâildir. Dolayısıyla baba gibi olur. Böylece anne gibi cinsten ve
baba gibi fasıldan ortaya doğmuş (mütevellid) olur.
4 “Sûre” defalarca geçtiği üzere “Allah” lafzı, tazammun yoluyla varlığının zorunluluğuna oluşuna ve
herhangi bir şeye ihtiyaç olmadığına delalet eder. “Samed” lafzı, bir tefsiriyle -ki vücûbu’l-vücûd olu-
şudur- mutabakat yoluyla diğer tefsiriyle -ki her şeyin efendisi demektir- iltizam yoluyla buna delalet
eder.
Sonuç olarak sûrenin başlangıcı pek çok defa O’nun vâcibu’l-vücûd olduğuna delalet etmektedir.
Vâcibu’l-vücûd olanın hüviyetinin zâtından olduğu ise aşikar olup hüviyetinin başkasından olması
mümkün değildir. Mahiyeti cins ve fasıldan mürekkeb olan şeyin ise hüviyeti li-zâtihi olmaz, aksine
başkasından olur. [Aksi takdirde] hüviyetinin [hem] zâtından [hem] başkasından olması gerekir ki
bunun bâtıl olduğu apaçıktır.
5 “Bu tefsirin hâtimesi” Kitaplarının sonunda, daha önce kitapta zikrettikleri maksatlarla ilgili hususları
talikat olarak zikretmek müelliflerin uygulamalarındandır. Müfessir [İbn Sînâ] ilk olarak maksatlarını
ayrıntılı olarak ifade etti, sonra bazı cümlelerin ayrıntılı olduğunu göz önüne alarak önce ayrıntılı ola-
rak ifade ettiğini kısalttı. Çünkü bu evvelkilerin öğretimdeki davranış biçimidir. Bu yolu seçmesinde
bazı hikmet ve maslahatların olduğu gizli değildir: Onlardan biri [bu şekilde özetlemenin] maksatların
ezberlenmesine kolaylık sağladığıdır. Çünkü bazı zihinler ayrıntılı olarak ifade edileni kuşatamaz, ay-
rıntılı olan özetlenirse onu kuşatabilir. [Bunun da ötesinde] âlimlerin eğitim ve öğretimdeki uygulama-
ları ilk önce özet, sonra ayrıntı, sonra özetlemek şeklindedir. Eğitim ve öğretim yollarını bilen için bu
yolun en güzel yol olduğu gizli değildir. Çünkü başlangıçta ayrıntıyı kuşatamayanlar, ilk önce onu özet
olarak anlayabilir. Sonra ayrıntısını peyderpey elde etmeye gücü yeter. Ancak [gerektiğinde] ayrıntısını
hatırlamaya güç yetiremez ancak özetini hatırlaması mümkün olur. İnsanların hoşlarına giden şeylerde
pekçok yol vardır.
6 “İsmi olmayan mahza [hüviyet” Yani [önce] “hüve” ile ismi ve ünvanı olmayan hüviyete işaret etti.
Sonra o hüviyeti, en yakın lâzımı olan ulûhiyetine delalet eden “Allah” ile tarif etti. Çünkü daha önce
defalarca O’nun subûtî sıfatları değil aksine selbî ve izafî sıfatları olduğunu açıklamıştı. Bu sıfatların
hepsinin ilki, varlığın zorunluluğudur. Bu sıfat, O’nun her şeyin ilkesi olmasını gerekli kılmaktadır.
Ve ilâh [Allah lafzı] ise her şeyin mebdei ve vücûbu’l-vücûd oluşunun bütününü [ifade etmek için] vaz
edilmiştir. Böylece ulûhiyetin/ilâh olmanın, bu hüviyetin en yakın lâzımı olduğu ortaya çıkmış oldu.
Sözün özü bu hüviyeti, ulûhiyete delalet eden “Allah” lafzı ile tarif etmiştir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪407‬‬

‫ـ اً ـ ا زدواج ا א ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬و כـ ن و ـ ده‬ ‫و‬ ‫ـ‬ ‫ئـ כـ ن ـ‬ ‫‪١‬‬


‫ـ‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ــ ‪ ٣‬ا ــ ي כــ ن כא ب‪ ،‬כ ــ‬ ‫ــ ‪ ٢‬ا ــ ي כــ ن כא ّم و‬ ‫ــ‬
‫ـ‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ئ ـ ـ ا‬ ‫א ـ‬ ‫ــא כא ـ‬ ‫ـ أول ا ـ رة‪ ٤‬ـ ن כ‬ ‫وأ ـ ًא‬
‫اـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫اـ ‪ ،‬כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ כـ‬

‫ـ‬ ‫اا‬ ‫‪٥‬‬


‫ٌ‬ ‫א‬ ‫‪٥‬‬

‫‪٦‬‬
‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ ه ا ــ رة‪ .‬أ ــאر أو ً ا ــ‬ ‫אئــ‬ ‫כ ــאل‬ ‫أ ــ ا ــ‬
‫أ ــ ب ا ــ ازم‬ ‫ــ ا ــ‬ ‫כــ ا‬ ‫ّ ــ‬ ‫ــ ‪ .‬ــ‬ ‫أ ــ‬ ‫ــא إ‬ ‫ا ــ‬ ‫ا ــ‬
‫אئ ــ ؛‬ ‫ــ‬ ‫כــ ا‬ ‫ّ ــ‬ ‫ــאه‪ .‬ــ‬ ‫ــ ًא כ ــא‬ ‫ــ وأ ــ א‬ ‫ــכ ا‬
‫ّ‬

‫ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ ؛ نכ‬ ‫ـ أن כـ ن ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـאً ـ ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ـ « ــא כאن و ـ ب ا‬ ‫ـ‬ ‫ئـ כـ ن ـ‬ ‫ـ » ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ כـ ن ـ ـ و‬ ‫ـ‬
‫כא م כ ن כא م‪.‬‬ ‫א‬ ‫ا ي כ ن כא م«‬ ‫»‬ ‫‪٢‬‬
‫ا ي כא ب‪.‬‬ ‫ا ي כא م وا‬ ‫ا‬ ‫اً‬ ‫א כא ب כ ن כא ب‪ .‬כ ن‬ ‫ا ي כ ن כא ب«‬ ‫»‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ ء‪ .‬وأن ـ ﴿ ا َّ َ ـ ﴾‬ ‫ــאج ا ـ‬ ‫ـ ـ و ـ با ـ دو ـ ما‬ ‫ـ ﴿ا ﴾ ـ ل א‬ ‫ـ » ا ـ رة ا ـ « ـ ـ اراً أن‬ ‫‪٤‬‬
‫ـ ا ـ ي ـ ا ـ ــכ ‪.‬‬ ‫ـ و ـ ب ا ـ د و ـ ل ـ א ـ ام א ـ ا‬ ‫اـ ي‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ل ـ א א ـ‬
‫ـ ا ـ و ـ כـ‬ ‫א א ـ أن أول ا ـ رة دل ـ اراً ـ أ ـ وا ـ ا ـ د‪ .‬و א ـ أن ــא כـ ن وا ـ ا ـ د כـ ن‬
‫ـ ه‪ .‬ـ م أن כ ـ ن‬ ‫ـ اـ ـ‬ ‫ـ ـ ه‪ .‬وا ـ ء ا ـ ي כא ـ א ـ כ ـ ـ ا ـ وا ـ ـ כ ـ‬ ‫أن כ ـ ن‬
‫ـ أن ـ ا ـ ا ـ ن‪.‬‬ ‫ـ ا ـ ـ ه‪ .‬و‬ ‫ـ ــא‬
‫ّ‬
‫ـאً‪.‬‬ ‫ا ـ ا ـ אر ــא ـ א א ـ ا ـ ذכ و ــא ـ‬ ‫ـ أن כـ وا ـ‬ ‫ـ » א ـ ـ ا ا ـ « כאن ـ ـ ن ا‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ א ـ ًא ــא ـ أو ً؛ ن ـ ا دأب ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـאً א‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ ً ـ‬ ‫ـ ا א ـ أو ً‬ ‫ـ‬ ‫א‬
‫ـ ـ ا כ ـ وا א ـ ‪ :‬ــא أ ــא أ ـ ن ـ ا ـ אظ ا א ـ ؛ ن ـ‬ ‫ـ ــא ـ ا ــאر ـ ه ا‬ ‫ا وائ ـ ‪ .‬و‬
‫ـ ا ـ‬ ‫ـ أن ـ ـ ‪ .‬ـ ـ ا ــאء ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ ـ ذا أ ـ ــא ـ‬ ‫أن ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ذ ــאن‬
‫ـ ـ ق ا ـ وا ّ ـ أن ـ ا ا ـ أ ـ ا ـ ق כ ــא؛ ن‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‪ .‬و‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا أو ً ـ‬ ‫أن‬
‫ـ ـ ئאً ـ ئאً‪ .‬و כـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ أو ً إ ــא ً ـ ـ ر ـ‬ ‫ـ و כ ـ أن‬ ‫ا ـ اء ـ إ א ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ‬
‫ـ ‪ .‬و ــאس ــא ـ ن ا ـ ‪.‬‬ ‫אر ا‬ ‫ـ ـ כـ ـ ا ـ‬ ‫אر ا‬ ‫ـ ر ـ ا ـ‬
‫ــא ـ ﴿ا ﴾ ا ـ ي‬ ‫ا ـ ــא و ـ ان‪ .‬ـ‬ ‫ا ـ ــא« ـ أ ـ أ ــאر ـ » ـ « ا ـ ا ـ ا ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ »ا‬ ‫‪٦‬‬
‫ّ‬
‫ــאت ـ وإ א ـ ‪ .‬وأول‬ ‫ـ ـ إ ــא ـ‬ ‫ــאت‬ ‫ـ ل ـ ا ـ ا ـ ـ أ ـ ب از ــא؛ ـ ـ ـ ـ اراً أ ـ ـ ـ‬
‫ّ‬
‫ـ ع و ـ ب ا ـ د وا ئ ـ ــכ ‪.‬‬ ‫ـ ع‬ ‫ــכ ا ــאت כ ــא و ـ ب ا ـ د‪ .‬و ـ ـ م כ ـ ـ أً ــכ ‪ .‬وا ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ﴿ا ﴾ ا ـ ال ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ فا‬ ‫ـ ‪ .‬א א ـ أـ‬ ‫ـ أ ـ ب ـ ازم ــכ ا‬ ‫ـ أن ا‬
‫ّ‬
408 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Birincisi, mukavvimatın zikriyle yapılan tam tarifin terk edilip1 lâzımların


zikriyle yetinildi denilmemesi için; ikincisi zâtında bütün yönlerden bir
olduğunun delili olması için [zikredildi]. Ehadiyet, ulûhiyetten sonra geti-
rildi; ulûhiyet, ehadiyetten sonra getirilmedi. Çünkü ulûhiyet2, O’nun her
5 şeyden müstağni olması ve her şeyin O’na muhtaç olması demektir. Böy-
le olan, mutlak olarak birdir (vâhid). Aksi takdirde O, cüzlerine muhtaç
olurdu. Çünkü ulûhiyet3, hüve hüve olması itibariyle bir olmayı (vahdet)
gerektirir. Ancak vahdet4 ulûhiyeti gerektirmez.
Sonra bunu “Allahu’s-samed/Allah sameddir” sözü takip etti. Bu ifade, varlı-
10 ğın zorunluluğu ve mevcutlardan kendisi dışında her şeyin varlığının ilkesi olması
anlamında samed oluşuyla, ulûhiyetin anlamının tahkikine delalet etmektedir.5

1 “Tam tarifi terk etmiştir” Yani “Allah” ifadesinden sonra “ehad” sözünü iki fayda için zikretti: 1. Mu-
kavvimatla yapılan tarifin tam tarif olduğu, lâzımlarla yapılan tarifin eksik tarif olduğu [gibi bir] veh-
min olmasından. [Yani] bütün maksatların maksadı ve bütün gayelerin gayesi tam tarif [hadd-i tam]
ise Allah Teâlâ niçin [bu tam tarifi bırakıp] eksik tarifle yetindi? Bu vehim onun mukavvimatı olmadı-
ğını ifade eden “ehad” sözü ile ortadan kaldırıldı. Dolayısıyla en yakın lâzımıyla yapılan tarif, O’nunla
ilgili tariflerin en mükemmelidir. Evet! Şayet O’nun mukavvimatı olduğu hâlde en yakın lâzımıyla tarif
edilseydi bu tarif daha eksik tarif olurdu. 2. Her açıdan bir (vâhid) olduğunu ifade etmek için “ehad”
lafzı zikredildi. Çünkü “ehad” lafzı, vahdetin son sınırına delalet etmektedir. Bildiğin üzere vahdet-
te son sınırda olmak ancak ondan daha güçlüsünün ve daha üstününün mümkün olmamasıyladır.
“Ehad” lafzı Allah Teâlâ’nın her açıdan bir olduğuna delalet etmektedir.
2 “Ulûhiyet, …dan ibarettir” Çünkü ulûhiyetin [anlamının] varlığın zorunluluğu, her şeyin mebdei
olması ve her şeyin kendisine muhtaç olmasının toplamı olduğu daha önce geçti. Şüphe yok ki varlığın
zorunluluğu, her şeyden müstağni olmak demektir. Böylece [ulûhiyetin], her şeyden müstağni olmak
ve her şeyin ona muhtaç olmasından ibaret olduğu [müfessirin] söylediğinden anlaşılmış oldu. Aynı şe-
kilde ulûhiyet her şeyden müstağni olmak ve her şeyin ona ihtiyaç duyması anlamında olunca [bunun]
zâtı itibariyle mutlak ehadiyeti gerektirdiği açık olmuş olur. Çünkü her şeyden müstağni olan ve her
şeyin kendisine muhtaç olduğu [varlığın] mutlak olarak bir olmaması mümkün değildir. Aksine [böyle
olmaması durumunda] o, çok olur. Şayet bir olmaz aksine çok olursa cüzleri olan çokluğa muhtaç olur.
Dolayısıyla hiçbir şeyden müstağni olmaz ve her şey ona muhtaç olur. Bu durumda da ilâh olmaz. Bu
ise hulftür. Böylelikle açıkça ispat olundu ki ulûhiyet zâtı itibariyle ehadiyeti gerektirir.
3 « ‫ــ‬ ‫( » ــ ن ا ــ ــ‬Çünkü ulûhiyet, hüve hüve olması itibariyle vahdeti gerektirir.) cümlesi, önceki
« ‫אرة ا‬ ‫( » ن ا‬Çünkü ulûhiyet, her şeyden müstağni olmak ve her şeyin kendisine muhtaç olma-
sı demektir) cümesinden bedeldir.
4 “Birlik, ulûhiyeti gerektirmez” Ulûhiyetin gerektiren (muktezî) ve illet olduğu, vahdetin ise gereken
(mukteza) ve malul olduğu daha önce geçtiğinden [“vahdet ulûhiyeti gerektirmez” önermesindeki]
iktizada gerektiren ve gereken arasında ters döndürmenin bâtıl olduğu açık olmuş olur. Gerektirenin
(mutkezî), gerekenin (muktezâ) gerekeni olması ve gerekenin de gerektirenin gerektireni olması müm-
kün değildir. Ulûhiyetin gerektiren olduğu, vahdetin de gereken olduğu sabit olunca müfessirin [İbn
Sînâ], Allah Teâlâ’nın “huve ehadun Allah” yerine “huve Allah ehad” şeklindeki tertibi tercih etmesinin
illetini açık kılmasındaki maksadı ortaya çıkmış oldu. Çünkü malul ve gereken (mukteza), illet ve
gerektirenin sonucudur; illet ve gerektiren, malul ve gerekenin sonucu değildir.
5 “Ulûhiyetin anlamının samediyetle tahkikine [delalet etmektedir]” [Bu cümlenin] daha önce “iki an-
lamın da murad edilmesi muhtemeldir” şeklindeki sözüyle kendisinin de açıkladığı üzere umum-i müşte-
rek yoluyla ancak samediyetin iki anlamının da kastedilmesi şartıyla doğru olabileceği açıktır. Ancak eğer
sadece bir anlamı kastedilirse ulûhiyetin anlamının samediyetle tahkik edilmesi mümkün olmaz. Çünkü
ulûhiyet, varlığın zorunluluğunun, her şeyin ilkesi olmanın, herşeyin kendisine muhtaç olmasının topla-
mından ibarettir. Samediyet, bir tefsiriyle boşluğu olmayan demektir ki sadece varlığın zorunluluğudur.
Diğer bir tefsiriyle ki her şeyin efendisi demek olup her şeyin kendisine muhtaç olması demektir. Same-
diyetin bu iki tefsirin birisiyle ulûhiyetin anlamını ortaya çıkarması mümkün değildir.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪409‬‬

‫ــאت و ــ ل ا ــ‬ ‫כــ ا‬ ‫ا כא ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ك ا‬ ‫‪١‬‬


‫ــאل إ ــ‬ ‫ئــ‬ ‫ا و ــ‬
‫ـ ه‪ .‬ور ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ أ ـ ـ ذا ـ وا ـ‬ ‫ـ ل‬ ‫ذכ ـ ا ـ ازم‪ .‬ا א ـ‬
‫ــאرة ـ‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـنا‬ ‫ـ ا‬
‫ـ ـ ا ـ و ـ ُ ّـ‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ا‬
‫ــאً‪ .‬وإ‬ ‫ا ــ אئ ا ــכ وا ــאج ا ــכ إ ــ ‪ .‬و ــא כאن כ ــכ כאن وا ــ اً‬
‫ــ ة‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫‪٣‬‬
‫ــ‬ ‫א ــאً ا ــ أ ائــ ‪ .‬ــ ن ا‬ ‫ــכאن‬ ‫‪٥‬‬

‫ــ ‪.‬‬ ‫ــ ا‬ ‫‪٤‬‬


‫ــ ة‬ ‫وا‬

‫ــ‬ ‫ــ ا‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ودل‬


‫ّ‬ ‫ــ ﴿ا ا َّ َ ــ ُ ﴾‪.‬‬ ‫ّ ــ ذ ــכ‬ ‫ــ‬
‫ــא ــ اه ــ‬ ‫ــ د כ‬ ‫א ــא و ــ ب ا ــ د وا ئ ــ‬ ‫ــ ‪ ٥‬ا ــ‬ ‫א‬
‫ــ دات‪.‬‬ ‫ا‬

‫ـ ـ أن ا ـ‬ ‫﴿ا ﴾ אئ ـ ‪ :‬ا و ـ و ـ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ‬ ‫ـ »أ ـ ـ ك ا ـ ا כא ـ « ـ أ ـ ذכـ‬ ‫‪١‬‬


‫ـ ا א ـ אـ‬ ‫ـ د‬ ‫ـ داـ ي ـ‬ ‫ــאن ا‬ ‫ـ א ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ـ א ـ ازم‬ ‫ـ כא ـ وأن ا‬ ‫ــאت‬ ‫א‬
‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ ـ ـ‬ ‫א ـ ؟ ـ ذ ــכ ا ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـאً כא ـ ً ـ ـ ل ا ُ א ـ ا‬ ‫ـ ا א ــאت أن ـ ف‬
‫ـب‬ ‫ــאت و ـ ف ـ ب ا ـ ازم כאن ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ! ـ כאن‬ ‫ـ ـ ب ا ـ ازم ـ أכ ـ أ ــאء‬ ‫ــאت‬
‫ا ـ ازم أ ـ ‪.‬‬
‫وا א ـ إ ــאدة أ ـ وا ـ ـ כ و ـ ؛ ن ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ ل ـ א ـ ا ـ ة‪ .‬و א ـ ا ـ ة כ ــא ـ أن כ ـ ن ا ـ ة‬
‫כــ و ــ ة ــא أ ــ وأ ــ ى ــא‪ .‬ــ ﴿أَ َ ــ ٌ ﴾ ــ ل ــ أ ــ وا ــ ــ כ و ــ ‪.‬‬ ‫ــ‬
‫ـ ع و ـ ب ا ـ د وכ ـ ـ ء ــכ و א ـאً ا ـ ا ــכ ‪ .‬و ــכ أن و ـ ب‬ ‫ـ » ـ ن ا ـ ــאرة ا ـ « ـ ـ أ ــא‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ أ ـאً‬ ‫ا ـ د إ ــא ـ ا ـ אء ـ ا ــכ ‪ .‬ـ ــא ــאل ـ أ ــא ــאرة ـ ا ـ אئ ـ ا ــכ وا ــאج ا ــכ ا ـ ‪ .‬و‬
‫כـ أن‬ ‫ـ ا ــא؛ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــאرة ـ ا ـ אء ـ ا ــכ وا ــאج ا ــכ ا ـ כא ـ‬ ‫أن ا ـ ــא כא ـ‬
‫ــאج ا ـ ا ــכ وا ـ ـ ا ـ ق‪ ،‬ـ כ ـ اً؛ ـ إن ـ כـ وا ـ اً ـ כ ـ اً ــכאن‬ ‫ـ ا ــכ ا‬ ‫כـ ن ا ـ ء ا ـ‬
‫ــאج ا ـ ا ــכ ـ כ ـ إ ـאً‪ .‬ـ ا ـ ‪ .‬ـ‬ ‫ـ ا ــכ ا‬ ‫א ـאً ا ـ ا כ ـ ة ا ـ ـ ا ـ اء ـ כ ـ ـ ا ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـאً ـאً أن ا ـ ا ــא‬
‫ّ‬
‫אرة ا «‪.‬‬ ‫ا א » نا‬ ‫« ل‬ ‫» نا‬ ‫‪٣‬‬
‫ـ ‪ .‬و ـ ـ إ ــאل ا ــכאس‬ ‫ــאة و‬ ‫ـ و ـ وا ـ ة‬ ‫ـ ا ـ « ــא ـ ـ أن ا ـ‬ ‫ـ »وا ـ ة‬ ‫‪٤‬‬
‫ِ ـ ‪ .‬ـ ذا‬ ‫ِ ـאً‬ ‫َـ‬ ‫ــאه وا‬ ‫ـ‬ ‫ِـ‬ ‫כ ـ أن כ ـ ن ا‬ ‫ــאء‪ .‬وأ ـ‬ ‫َـ ـ ا‬ ‫ـ وا‬ ‫ـ ا‬
‫ـ ـ‬ ‫ـ ﴿ ُ ـ َ ا أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ ــאره ـ‬ ‫ــאة ـ ــא أراد ا‬ ‫ِ ـ وا ـ ة‬ ‫ـ أن ا ـ‬
‫ـ و ـ‬ ‫ـ ا ـ وا‬ ‫ّـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ؛ ن ا ـ ل وا‬ ‫ا ـ ـ ا ـ ل» ـ أ ـ ا «و ـ ا ـ ـ ا‬
‫َ‬
‫ـ ‪.‬‬ ‫ـ ـ ا ـ ل وا‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ وا‬
‫ـ ما ـ ك‬ ‫ـ‬ ‫א ــא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أن ـ ا إ ــא ـ إذا أر ـ א‬ ‫ـ«‬ ‫ـ ا ـ א‬ ‫ـ‬ ‫ـ » ـ‬ ‫‪٥‬‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ــא ـ ادا«‪ .‬وأ ــא إذا أر ـ ــא أ ـ ا‬ ‫ــא ـ م ـ »و ـ أن כـ ن כ‬ ‫ـ‬ ‫כ ــא ـ ح ـ‬
‫ّ‬
‫ـ אاـ ي‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאج ا ـ ا ــכ ‪ .‬وا‬ ‫ـ ع و ـ ب ا ـ د وכ ـ ـ ء ــכ وا‬ ‫ـ ؛ نا ـ‬ ‫ا ـ א‬
‫כـ أن‬ ‫ــאج ا ـ ا ــכ و ـ ه ـ‬ ‫ـ ف ـ ـ و ـ ب ا ـ د و ـ ه‪ .‬و א ـ ا ـ ا ـ ي ـ ا ـ ــכ وا‬ ‫ـ ــא‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ א כא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫כـ ن ا‬
410 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bu açıklamasını, O’ndan başkasının doğmadığını ifadesi takip etti.


Çünkü O, başkasından doğmayandır.1

1 “Çünkü O, başkasından doğmayandır” Bu cümle daha önce işaret ettiğimiz üzere illetin malul üzerine
atfıdır. [“Ve lem yûled” cümlesindeki] vav ise lâm anlamındadır. Bana göre ise vav’ın lâm anlamında
yorumlanmasına ihtiyaç yoktur. Aksine kendi anlamı üzere bırakılsa da anlam aynı şekilde doğru olur.
“Lem yelid/doğurmadı” cümlesi “ve lem yûled/doğurulmadı” cümlesinin ifade ettiği anlama delalet
etmektedir. [Ki o anlamı da ifade eden] ‘Allah’ sözüdür. [Böylece] “Allah” sözüyle iki cümlenin ifade
etmek istediği maksat sabit olmaktadır. [Böyle olunca da] “Lem yûled/doğurulmadı” sözünü “lem
yelid/doğurmadı” sözünün delili kılmaya ihtiyaç yoktur. Vav’ın hakîkî mânâsında bırakıldığı takdirde
ortaya çıkan anlamın özü şudur: Muhakak O, hiç kimsenin babası değildir ve hiç kimsenin çocuğu da
değildir. İşte maksat, bu iki [cümlenin ifade ettiği anlamdır].
“Allah” ifadesinden işaret edilen, bu iki gayeyi ispat etmekte ve ikisine de delalet etmektedir. Çünkü
daha önce çok defa geçtiği üzere “Allah” lafzının işaret ettiği, varlığın zorunluluğu ve her şeyin ilkesi ol-
manın toplamıdır. Babalık ve çocukluk, varlığın zorunluluğuna aykırıdır. Çünkü hiç kimseye babanın
çocuğun, çocuğun da babanın benzeri olduğu gizli değildir. Babalık ve çocukluk hakikatte benzerliğe
ve çokluğa dayanır. Çokluk ise varlığın zorunluluğunda maddeye muhtaç olmayı gerektirir.
Böylelikle ortaya çıkmış oldu ki “Allah” sözünün O’nun hiç kimsenin babası olmadığına, aynı şekilde
O’nun hiç kimsenin çocuğu olmadığına da delalet etmektedir. [Ve lem yûled ifadesindeki] vav’ın lâm
anlamında kabul etmiş olabilir. Çünkü hiç kimse vâcib olanın çocuk olduğu görüşünde olmadığı gibi
hiçbir vehim sahibi de böyle bir vehimde bulunmamıştır. Böylece ortaya çıkan sonuç O’nun kimsenin
babası olmadığıdır. Çünkü [baba olmak], doğrulmuş olmayı gerektirmektedir ki o da bâtıldır.
Hırıstiyanların Hz. İsa’nın (a.s) Allah’ın oğlu ve ilâh olduğu, annesinin de Hz. Meryem olduğuyla ilgili
söylediklerine bir bakalım!
Diyoruz ki: İsa aleyhisselam ya Allah’ın zâtının aynıdır veya sıfatlarından bir sıfattır veya âleminin
cüzlerinden bir cüzdür veya ne zâtının aynı olması ne sıfatlarından bir sıfat olması ne de âleminin
cüzlerinden bir cüz olması gibi herhangi bir biçimde Allah ile ilgisi olmayıp bilakis kendi başına zâtı
itibariyle vâcib bir ilâhtır.
Hırıstiyanların söyledikleri bütün bu şıkların hepsinin bâtıl olmasını gerektirmektedir. Söylediklerinin
hepsi bâtıldır: Zâtının aynı olmasın[ın batıl oluşun]a gelince: Çünkü [bu durum] Allah’ın çocuk ge-
rektirmektedir. Çünkü O, İsa aleyhisselamın aynısıdır. İsa ise çocuktur. Dolayısıyla bu, O’nun çocuk
olmasını , ve bir şeyin kendisinin çocuğu olmasını gerektirmektedir. Çünkü Hz. İsa, Allah’ın oğludur
ve O’nun aynısıdır. Dolayısıyla kendi kendisinin çocuğu olması gerekir. Allah’ın Hz. İsa’nın çocuğu
olması gerekir. Çünkü Allah, Hz. İsa’nın aynıdır ve İsa, Allah’ın oğludur. Dolayısıyla Allah’ın, Allah’ın
oğlu olması gerekir. Sonra Allah’ın İsa’nın aynı olduğu farz edilirse bundan da Allah’ın İsa’nın oğlu
olduğu gerekirse Allah’ın Hz. Meryem’in çocuğu olması gerekir. Çünkü O, İsa’nın aynıdır ve İsa ise
Meryem’in çocuğudur. Dolayısıyla O’nun da Meryem’in çocuğu olması gerekir. Bu gerekliliklerin hep-
si bâtıldır. Bâtıl oldukları aşikardır. Bunları ancak aklî dengesizliği olanlar dile getirir.
Hz. İsa’nın [Allah’ın] sıfatlarından bir sıfatının aynısı olduğuna gelince: Bu sıfatın, mevsufun çocuğu olma-
sını ve sıfatın mevsuftan ayrılmış olmasını gerektirir. [Ve yine] Allah’ın sıfatının Hz. Meryem’in karnında
tahakkuk ettiğini ve Allah’ın nakıs ve aşağı derecede olduğunu, Hz. Meryem’in karnının bu sıfata göre daha
kâmil ve üstün olmasını gerektirir. Çünkü şüphe yok ki bu sıfat, kemaliyet sıfatıdır. Bu sıfat, Hz. Meryem’in
karnında tahakkuk ederse Allah’ın zâtıyla kâim olmaz.. Çünkü bir şeyin iki yerde bulunması [kâim olması]
ve varlığının olması muhaldir. Dolayısıyla Allah’ın zâtı, bu kemallik sıfatından ârî olur. Bu sıfat, Hz. Mer-
yem’in karnında tahakkuk ettiğinden Allah’ın zâtı bu sıfata göre nâkıs ve aşağı derecede olur. Bu gereklilik-
lerin hepsi bâtıl olup cehaleti aklına galebe çalandan başka kimse bunları dile getirmez.
İlk gerekliliğin bâtıl olması açıktır. Çünkü nefsin cömertliği, cimriliği, cesareti, korkaklığı ve diğer
nefsanî sıfatları, nefsin çocuklarıdır diyen kimseye gülebilen herkes güler. Bu açıdan bakışımızı bırakıp
başka bir açıdan bakalım! Niçin diğer sıfatlar değil de çocukluk sıfatı [Hz. İsa’ya] tahsis edildi? Çünkü
sıfatların hepsi sıfat olmaları bakımından birbiriyle uyumludur. Birisi için sabit olan, sıfat olması ba-
kımından hepsi için sabit olur, biri için nefyedilen hepsi için nefyedilir. Eğer bu bir sıfat, çocuk olursa
bütün hepsi çocuk olur. Tek bir sıfattan başkası çocuk olmazsa aynı şekilde o tek sıfat da çocuk olmaz.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪411‬‬

‫ــ ه‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫‪١‬‬


‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ ه‪.‬‬ ‫ــ‬ ‫ّــ‬ ‫ذ ــכ ــאن أ ــ‬ ‫ّ ــ‬ ‫ــ‬

‫ـ ا ـ م‪ .‬و ـ ي أن‬ ‫ـ ل‪ .‬وا ـ او‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ « إ ــאرة כ ــא ــא ــא אً أن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ » ِ ـ‬ ‫‪١‬‬
‫ّ‬
‫ِ‬
‫ـ ﴿ ـ َ ـ ْ ﴾ ــא ـ ل ـ‬ ‫ـאً‪ .‬و ـ ل ـ‬ ‫أ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ــא א‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ م‪ ،‬ـ إن ا ـ‬ ‫ـ ا ـ او‬ ‫א ـ اـ‬
‫ـ ﴿ـ‬ ‫ـ ﴿ ـ ُ َـ ْ ﴾ د ـ ً ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ا ـ أن‬ ‫ـ أ ‪.‬و‬ ‫ــאن‬ ‫ــאن‬ ‫ـ ﴿ا ﴾ א‬ ‫ـ ﴿و ـ ُ َـ ْ ﴾ و ـ‬
‫ــאن‪.‬‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ ان‬ ‫ـ‬ ‫وأ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫ـ إ ــאء ا ـ او ـ‬ ‫ـ‬ ‫َ ِ ـ ْ ﴾‪ .‬א ـ ا ـ‬
‫ــכ ‪ .‬وا ا‬ ‫ئـ‬ ‫ـ د وا‬ ‫ـ عو ـ با‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ة أن‬ ‫ــא؛ ـ ـ‬ ‫ــא و ـ ل‬ ‫ــא כ‬ ‫و ـ ل ـ ل ﴿ا ﴾‬
‫ــ‬ ‫ا ــ ‪ .‬א ا ــ وا‬ ‫א ــ‬ ‫ــ وا ــ‬ ‫א ــ‬ ‫ــ أ ــ أن ا ا ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ د؛‬ ‫ــאن و ــ ب ا‬ ‫ــ‬ ‫وا‬
‫ـ د‪.‬‬ ‫ــאج ا ـ ا ــאدة ـ و ـ ب ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ وا כ ـ ة‪ .‬وا כ ـ ة‬ ‫א ـ ـ ا‬ ‫כ א ــא ئــאن ـ ا‬
‫ـ ا ـ م؛ ن כـ ن‬ ‫ـ ا ـ او‬ ‫ـ ‪.‬و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬وכـ ا ـ أ ـ‬ ‫اـ‬ ‫ـ أن ـ ﴿ا ﴾ ـ ل ـ أ ـ ـ‬
‫ـ داً‪.‬‬ ‫ـ م أن כـ ن‬ ‫ـ‬ ‫ـ ؛‬ ‫اـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאر ا א ـ أ ـ‬ ‫ـ أ ـ ٌ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ و ـ وا ـ ٍ و ـ‬ ‫ا ا ـ و ـ ًا ـ‬
‫ُ‬
‫و ـ א ـ ‪.‬‬
‫‪.‬‬ ‫ا وإ وأ‬ ‫ما‬ ‫ا‬ ‫أن‬ ‫אرى‬ ‫ا‬ ‫ا א א‬ ‫و‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ أو ـ أً ـ أ ـ اء א َ ـ أو ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ إ ــא أن כـ ن ـ ذات ا أو‬ ‫ـ ا ـ م‬ ‫ـ ل‪ :‬إن ـ‬
‫‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ات‬ ‫ـ إ ـ آ ـ وا ـ‬ ‫ـ و ـ ن כ ـ ن ـ أً ـ أ ـ اء א َ ـ ‪ .‬ـ‬ ‫ـ و ـ ن כـ ن‬ ‫ـ ن כـ ن‬ ‫ـ ــא‬ ‫ــא‬
‫ـ‬ ‫ـ م أن כـ ن ا و ـ اً؛‬ ‫ـ‬ ‫ـ ذا ـ‬ ‫ـ م ـ ن ـ ه ا ـ ق כ ــא‪ .‬ــא א ـ א ـ ‪ .‬أ ــא כ ـ‬ ‫ــאرى‬ ‫و ــא א ـ ا‬
‫ـ وـ ا و ـ‬ ‫ـ؛ ن‬ ‫ـ و ـ ‪ .‬ـ م أن כـ ن ـ و ـ اً و ـ م أن כـ ن ا ـ ء و ـ اً‬ ‫ـ ا ـ مو‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ـ م أن כـ ن ا و ـ‬ ‫ـ وـ ا‬ ‫ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ ؛ نا‬ ‫ـ ‪ .‬و ـ م أن כـ ن ا و ـ اً‬ ‫ـ م أن כـ ن و ـ اً‬ ‫ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ و‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ؛‬ ‫ـ م أن כـ ن ا و ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ م أن כـ ن ا و ـ اً‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ا ‪ .‬ـ أ ـ ـ ـ ض أن ا‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ه ــא إ‬ ‫ــא‬ ‫ـ ‪ .‬وا ـ ازم כ ــא א ـ ـ‬ ‫ـ ـ م أن כ ـ ن ـ و ـ‬ ‫وـ‬
‫ّ‬
‫ـ ف‬ ‫ـ ا‬ ‫כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ف و ـ م أن כـ ن ا‬ ‫ـ ـ م أن כـ ن ا ـ و ـ اً‬ ‫אـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫أ ــא כ ـ ـ‬
‫ـ כא ـ ً وأ ـ א ــאر ـ ه‬ ‫ًو ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـאً و‬ ‫א‬ ‫ـ و ـ م أن כـ ن ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫و ـ م أن כـ ن‬
‫אئ ـ ـ ات ا ؛ ن‬ ‫ـ ـ כـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ כ א ـ ‪ .‬و ــא כא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــכ أن ـ ه ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ؛‬ ‫ا‬
‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ ا כ א ـ ‪ .‬وכא ـ‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ‬ ‫אر ـ‬ ‫ذات ا‬ ‫ــאل‪ .‬כא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאم ا ـ ء ا ا ـ وو ـ ده ـ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ل ــא إ‬ ‫ً‪ .‬وا ـ ازم כ ــא א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـאً و‬ ‫ـ א‬ ‫א ــאر ـ ه ا‬ ‫ــאرت ذات ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ــא‬ ‫ــאت ا‬ ‫ــא ـ ا‬ ‫ــא و‬ ‫אو‬ ‫ــא و ـ א‬ ‫و‬ ‫ـ ل إن ـ د ا ـ‬ ‫א ـ أ ـאً؛ ن ـ‬ ‫أ ــא ـ ن ا ـ زم ا ول‬
‫ـ دون‬ ‫ـ א‬ ‫ـ‬ ‫ـ آ ـ و ـ أـ ـ ا‬ ‫ـ او ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ــכ‪ .‬و‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ‬ ‫ــכ‬ ‫ـ‬ ‫أو د‬
‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ أ‬ ‫ـ‬ ‫ــכ‪ .‬و ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ــא א ــאر כ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ــאت כ ــא ـ כ‬ ‫ـ ‪ .‬ـنا‬
‫ـ‬ ‫ــכ ا‬ ‫ـ ا ا ـ ة و ـ اً ـ כ ـ‬ ‫א ـ اا‬ ‫ــא و ـ اً‪ .‬وإذا ـ כ ـ‬ ‫ـ وا ـ ة و ـ اً כ ـ ن‬ ‫ـ ا ــכ ‪ .‬ـ ذا כא ـ‬
‫ـ م أن כـ ن כ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أً ـ أ ـ اء ا א َـ ‪،‬‬ ‫ـ اً‪ .‬أ ــא כ ـ‬ ‫ـ و ـ اً א ـ‬ ‫ـ دون‬ ‫ا ا ـ ة أ ـאً و ـ اً‪ .‬א ـ ل כـ ن‬
‫א ــאق ـ أ ـ ا ـ و ـ أ ـ ا א ـ ‪.‬‬ ‫ـ ء و ـ ء‪ .‬و ـ ا א ـ‬ ‫ـق ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ء و ـ اً؛‬
‫ـ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ م أن כ ـ ن ـ‬ ‫ـ‬ ‫‪،‬‬ ‫ـ‬ ‫א ـ ات‬ ‫ـ إ ـ آ ـ وا ـ‬ ‫ـ ــא ـ‬ ‫ـ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫وأ ــא أ ـ‬
‫א ـ ات‬ ‫א ـ ات و ـ ا ا ا ـ‬ ‫ـ ء و ـ اً ـ ‪ .‬و ـ م أن כـ ن ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ً ــא ـ ‪ .‬و ـ م أن כـ ن ــא ـ‬ ‫ـ‬
‫ــ ‪.‬‬ ‫א ــ ات ا‬ ‫ــ ق ا ا ــ‬ ‫א ــ ات و ــ ا‬ ‫ــ و ــ م أن כــ ن ا ا ــ‬ ‫א ــ ات و ــ ا‬ ‫و ــ م أن כــ ن ا ا ــ‬
‫ـ‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא إ‬ ‫وا ـ ازم כ ــא א ـ‬
412 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

O, bütün mevcutların ilâhı ve onlara varlık veren olduğu hâlde, kendi var-
lığı başkasının varlık feyzinden olmadığı gibi O’nun da benzerine varlık feyzet-
mesinin mümkün olmadığını beyan etti. Sonra bu açıklamasını varlıkta, ken-
disine varlık kuvvetinde kendisine eşit hiçbir şeyin olmadığı ifadesi takip etti.
5 Sûrenin başlangıcından “Allahu’s-samed/Allah sameddir” âyetinin so-
nunda kadar [olan kısmı], mahiyetinin1, mahiyetin lâzımlarının, hakîkî
vahdetinin ve asla mürekkeb olmadığının2 açıklanmasına dairdir. “Lem ye-
lid/Doğurmadı” âyetinden “Kufuvan ehad/Bir denk olmadı” âyetine kadar
[olan kısım] ise O’nun ne türünde ne cinsinde eşiti olduğu; hiçbir şekilde
10 ne O’ndan bir benzerinden doğan olduğu, ne kendisinin bir benzerinden
doğduğu ne de varlıkta kendisine bir denk olduğuna dairdir. İşte bu kadar-
la [Allah’ın] zâtını bilmenin tamamı hasıl olur

Dolayısıyla diğerlerinin değil de tek bir sıfatın çocuk olması görüşü kesinlikle bâtıldır. Âleminin cüzle-
rinden bir cüz olmasına gelince, bu bütün cüzlerin hepsinin çocuk olmasını gerektirir. Çünkü bir cüzle
diğer cüz arasında fark yoktur. Bu, hak ehli ile bâtıl ehlinin ittifakıyla batıldır.
Allah ile herhangi bir şekilde taalluku olmadığı, aksine kendi başına ayrı olup zâtı itibariyle vâcib bir
ilâh olduğuna gelince, Allah’a herhangi bir yönüyle taalluku olmayanın O’na taallukunu gerektirir.
Herhangi bir şeye taalluk etmeyenin kendisinin çocuğu olmasını gerektirir. [Yine] zâtı itibariyle vâcib
olanın Allah’ın zâtı itibariyle vâcib çocuğu olmasını ve zâtı itibariyle vâcib olanın Hz. Meryem’in
çocuğu olmasını gerektirir. Zâtı itibariyle vâcib olanın, diğer yaratılmış zâtı itibariyle vâcibin çocuğu
olmasını gerektirir. Bu gerekliliklerin hepsi bâtıldır. Bunları ancak aklının hafifliği kendisine galebe
çalan söyleyebilir.
1 “ .. mahiyetinin açıklamasında …” Mahiyetini lâzımlarıyla açıklamayı murad etti. Aksi takdirde bil-
diğin üzere [başka şekilde] açıklaması mümkün değildir. Lâzımlarını açıklamasına gelince bu “Allah”
sözüyledir. Hakikatinin tekliğinin ve mürekkeb olmayışının açıklaması ise “ehad” sözüyledir.
2 “O, kesinlikle mürekkep değildir” Bu matlab için [bazı] başlıklar vardır. Dilediğin herhangi birisini
başlık yapabilirsin: “Vâcib, tümel değildir” dersin. “Vâcib mürekkeb değildir” dersin, “Vâcibin cüzü
yoktur” dersin. Bu başlıklardan herhangi birisiyle o matlaba ulaşacak yol vardır.
İlk başlığın yoluna gelince: Hakikatinin lâzımlarından olan bütün (küll), kendisine izafetle bütün
olana ihtiyaç duyar. Hakikatinin lâzımlarından olarak vâcib ise herhangi bir şeye ihtiayaç duymaz.
Böylece lâzımların birbirine aykırılığının melzumların da birbirine aykırılığına delalet ettiği açıktır.
Dolayısıyla bütün ve zâtı itibariyle vâcib hakikatleri itibariyle birbirine aykırıdır. Bunun için bütünün
zâtı itibariyle vâcib olması da zâtı itibariyle vâcib olanın bütün olması mümkün değildir.
İkinci başlığın yoluna gelince: Mürekkeb olana bir terkib eden (mürekkib) gerekir. Buna ihtiyaç duymak
mürekkebin hakikatinin lâzımlarındandır. Herhangi bir şeye ihtiyaç duymamak ise zâtı itibariyle vâcib
olanın hakikatinin lâzımlarındandır. Lâzımların aykırılığı melzumların da aykırılığına delalet eder. Böy-
lece zâtı itibariyle vâcib olanla mürekkeb olanın zât bakımından aykırı oldukları sabit oldu. Dolayısıyla
mürekkebin zâtı itibariyle vâcib, zâtı itibariyle vâcib olanın da mürekkeb olması mümkün değildir.
Üçüncü başlığın yoluna gelince: Parça, bütünden ayrı düşünülemez [birbirini gerektirirler]. Bütün
olan, vâcib olana aykırıdır. Birbirinden ayrı düşünülemeyenden birine aykırı olan, diğerine de aykırı
olur. Öyle ise vâcib, cüze aykırıdır.
Başka bir şekilde de söyleyebilirsin: Cüz, hakikatinin lâzımı olarak cüzü olana ihtiyaç duyar. Vâcib ise
hakikatinin lâzımı olarak herhangi bir şeye ihtiyaç duymaz. Eğer vâcibin cüzü olursa muhtaç olması
gerekir, muhtaç olmaması bâtıl olur. Dolayısıyla vâcibin cüzü olması bâtıldır.
Bu anlatımı başka bir şekilde daha söyleyebilirsin: Cüz, hakikatinin lâzımı olarak cüzü olandan önce
gelir. Vâcib ise hakikatinin lâzımı olarak kendisini herhangi bir şey öncelemez. Şayet vâcibin cüzü olursa,
ondan önce gelmesi gerekir. Ondan önce gelmemesi bâtıl olur. Dolayısıyla vâcibin cüzü olması bâtıldır.
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪413‬‬

‫ـ ز أن‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ د‬ ‫ـ دات ّא ـאً‬ ‫ـ ا‬ ‫و ـ أ ـ وإن כאن إ ـ ًא‬


‫ّ‬
‫ـ ه‪ .‬ذ ــכ ِ ــאن أ ـ ـ‬ ‫ـ כ ــא ـ כـ و ـ ده ـ ـ‬ ‫ـ ا ـ د ـ‬
‫َ‬ ‫ّ‬
‫ـ د‪.‬‬ ‫ـ ةا‬ ‫ـ‬ ‫ــאو‬ ‫ـ د ــא‬ ‫ـ ا‬

‫ــאن‪ ١‬א ـ و ـ ازم א ـ‬ ‫ـ ﴿ا ا َّ َ ـ ُ ﴾ ـ‬ ‫ِ ـ أول ا ـ رة ا ـ آ ـ‬


‫ـ ﴿כ ـ ًا‬ ‫ـ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ ﴾ ا ـ‬ ‫ـ وأ ـ ـ ‪ ٢‬כ ـ أ ـ ‪ .‬و ـ‬ ‫وو ـ ة‬ ‫‪٥‬‬
‫ْ‬
‫ـ ن כـ ن ـ ًا‬ ‫ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ ــאن أ ـ ـ ـ ــא ــאو ـ‬
‫ـ ًا ـ و ـ ن כـ ن از ـ ًא ـ ـ ا ـ د‪ .‬ـ ا ا ـ‬ ‫ـ و ـ ن כـ ن ـ‬
‫ـ ذا ـ ‪.‬‬ ‫ــאم‬ ‫ـ‬

‫ـ ﴿ا ﴾‪ .‬أ ــא ــאن و ـ ة‬ ‫ـ ‪ .‬أ ــא ــאن از ــא‬ ‫א ــא כ ــא‬ ‫ـ כـ‬ ‫از ــא وإ‬ ‫ـ » ـ ــאن א ـ ا ـ « أراد א ــא‬ ‫‪١‬‬
‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾‪.‬‬ ‫ـ و ـ م כ ــא‬
‫ـ ــכ ‪،‬‬ ‫ا ــאت‪ ،‬ــכ أن ـ ن ـ ي ــא ــئ ‪ .‬ــכ أن ـ ل إن ا ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ » ـ ـ כـ أ ـ « ـ ا ا‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ ـ כ ـ ـ ه‬ ‫ـ‬ ‫ـ لا ـ‬ ‫כـ ‪ ،‬و ــכ أن ـ ل إن ا ا ـ ـ ـ ـ ء‪ .‬و‬ ‫و ــכ أن ـ ل إن ا ا ـ ـ‬
‫ا ا ــאت‪.‬‬
‫ـ أن ــאج ا ـ ــא ـ כ א א ـ ا ـ ‪ .‬وا ا ـ ـ‬ ‫ـ ذ ـ ا ـ ان ا ول ـ أن ا ــכ ـ ـ ازم‬ ‫أ ــא ا ـ ا‬
‫ــאج ا ـ ـ ء‪ .‬و ـ أن א ـ ا ـ ازم ـ ل ـ א ـ ا و ــאت‪ .‬א ــכ وا ا ـ א ـ ات א ــאن‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ ازم‬
‫ّ‬
‫כــ أن כــ ن ا ــכ وا ــאً א ــ ات و أن כــ ن ا ا ــ א ــ ات כ ‪.‬‬ ‫ــא ــ‬
‫ـ أن ــאج ا ـ ‪ .‬و ـ ـ ازم‬ ‫ِّכـ ‪ .‬وإن ـ ـ ازم‬ ‫ـ ـ ـ‬ ‫ـ ذ ـ ا ـ ان ا א ـ ـ أن ا َّכـ‬ ‫أ ــא ا ـ ا‬
‫ــאج ا ـ ـ ء‪ .‬ـ ل א ـ ا ـ ازم ـ א ـ ا و ــאت‪ .‬و ـ أن ا כـ وا ا ـ א ـ ات‬ ‫ـ ا ا ـ א ـ ات أن‬
‫כ ـ أن כ ـ ن ا כ ـ وا ـאً א ـ ات و ا ا ـ א ـ ات כ ـאً‪.‬‬ ‫א ــאن وا ــא‪ .‬ـ‬
‫א ـ‬ ‫ــכ ‪ .‬وا ــכ ــאف ا ـ ‪ .‬و ــא ـ ــאف ـ ا‬ ‫אـ‬ ‫ـ أن ا ـ ء‬ ‫وأ ــא ا ـ ا ـ ذ ـ ا ـ ان ا א ـ‬
‫ــאف ـ ء‪.‬‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ذن ا ا ـ‬ ‫ـ ــאف‬
‫ــאج‬ ‫ـ أن‬ ‫ـ أن ــאج ا ـ ــא ـ ـ ء ـ ‪ .‬وا ا ـ ـ ـ ازم‬ ‫و ــכ أن ـ ل ـ آ ـ ـ أن ا ـ ء ـ ـ ازم‬
‫ـ ء א ـٌ‪.‬‬ ‫ـ ء ـ م أن כ ـ ن א ـאً وأن כ ـ ن א ـאً و ـ א ـ ‪ .‬כ ـ ن ا ـ‬ ‫ا ـ ـ ء‪ .‬ـ כאن ا ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ أن ـ م ـ ــא ـ ـ ء ـ ‪ .‬وا ا ـ ـ ـ ازم‬ ‫ـ آ ـ ـ أن ا ـ ء ـ ـ ازم‬ ‫ــכ أن ـ ر ـ ا ا ـ‬
‫ــאً ــ و ــ ــ م ــ و ــ א ــ כــ ن ا ــ ء ــ א ــ ‪.‬‬ ‫ــ ء ــ م أن כــ ن‬ ‫ــ م ــ ــ ء‪ .‬ــ כאن ا ــ‬ ‫أن‬
414 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

İlimlerin tamamını tahsil etmenin en yüce gayesi,1 Allah Teâlâ’nın yüce zâtını,
sıfatlarını ve fiillerinin kendisinden ne şekilde sudur ettiğini bilmek olunca bu
sûre, tariz ve ima yoluyla Allah Teâlâ’nın zâtıyla ilgili konuların hepsine dela-
let etmektedir. Şüphe yok ki bu sebeple Kur’ân’ın üçte birine denk kılınmıştır.2
5 İşte bunlar, bu sûrenin esrarından vakıf olabildiklerimdir. En iyisini an-
cak Allah bilir.
1 “Gaye … olunca” [İbn Sînâ’nın] bu sözünü İmam Râzî’nin Tefsir-i Kebir’indeki benzer şu sözü teyid
etmektedir:
Hadislerde bu sûreyi okumanın Kur’ân’ın üçte birine denk olduğu vârid olmuştur. Bundan maksat
şu olabilir: Bütün şeriatlerin ve ibadetlerin en üstün gayesi Allah’ın zâtını bilmek, sıfatlarını bilmek ve
fiillerini bilmektir. Bu sûre zâtını bilmeyi içermektedir. Dolayısıyla Kur’ân’ın üçte birine denktir. [Râzî,
Mefâtîhu’l-Gayb, c. XXXII/176-177.]
İtkan’da şöyle yer almaktadır:
İnsanlar İhlâs sûresinin Kur’ân’ın üçte birine denk olmasının anlamı konusunda ihtilafa düştüler. De-
nildi ki Kur’ân; kıssaları, şeriatleri ve sıfatları içerir. İhlâs sûresi ise bütünüyle sıfatlardır. Bu itibara göre
üçte bir olur. [Suyûtî, el-İtkân fi Ulumi’l-Kur’an, II/1139-1140]
Gazzâli Cevahir’de şöyle demiştir:
Kur’ân’da yer alan en önemli bilgiler üçtür: Tevhid’in bilgisi, doğru yolun bilgisi ve âhiretin bilgisidir.
Bu sûre, ilkini içerir. Dolayısıyla Kur’ân’ın üçte birine denktir. [Gazzâlî, Cevâhiru’l-Kur’ân ve Düreru-
hu, s. 77-78.]
2 “Bu sûre [üçte birine] denk kılınmıştır” [ifadesi hakkında]Sahih-i Buhârî’de şöyle yer almaktadır:
Bize Abdullah b. Yusuf haber verdi (ahberenâ), bize Mâlik haber verdi (ahberenâ), o Abdurrahman b.
Ebî Sa’sa’dan, o babasından, o da Ebû Saîd el-Hudrî’den şöyle rivayet etmiştir: Bir adam, “kulhuvel-
lahu ehad”i okuyan ve tekrar eden birisini işitti. Sabah olunca Hz. Peygamber’e (s.a.) geldi ve bunu
anlattı. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki: Nefsim elinde olana yemin ederim ki muhakkak ki bu sûre
Kur’ân’ın üçte birine denktir. [Buhârî, “Tevhid” 1; “Fezâilu’l-Kurân”, 13]
Yine Buhârî’de şöyle yer almaktadır: Bize Ömer b. Hafs tahdis etti (haddesenâ), bize babam (Ömer b.
Hafs’ın babası) tahdis etti (haddesenâ), bize A’meş tahdis etti (haddesenâ), bize İbrahim ve Dahhâk el-Meş-
rikî tahdis etti (haddesenâ), o da Ebû Saîd el-Hudrî’den şöyle rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.) ashabına
şöyle buyurdular: İçinizden biriniz Kur’ân’ın üçte birini bir gecede okumaktan aciz midir? Bu onlara zor
geldi ve şöyle söylediler: Biz buna nasıl güç yetirelim ya Resulullah! Buyurdular ki: Allahu’l vâhidu’s-sa-
med Kur’ân’ın üçte biridir. [Buhârî, “Fezâilu’l-Kurân”, 13; Müslim, “Salatu’l-Müsafirîn”, 259]
Yine Buhârî’de şöyle yer almaktadır: Bize Muhammed tahdis etti (haddesenâ), dedi ki bize Ahmed b.
Salih tahdis etti (haddesenâ), dedi ki bize İbn Vehb tahdis etti (haddesenâ), dedi ki bize Amr tahdis etti
(haddesenâ), o da İbn Ebi Hilal’den rivayet etmiştir ki: Allah Resûlü (s.a.) bir seriyye için bir adamı
emir tayin ettti. Arkadaşlarına namazda okuyor ve okuyuşunu “kul huvellahu ehad” ile bitiriyordu.
Seriyyeden dönünce durumu Allah Resulüne (s.a.) anlattılar. Allah Resûlü buyurdu ki ona hangi se-
bepten dolayı böyle davrandığını sorun! O kimseye bunu sorunca o, şöyle cevap verdi: Çünkü bu sûre,
Rahman’ın sıfatıdır. Ben onu okumayı seviyorum. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki: Ona haber
verin ki Allah da onu seviyor. [Buhârî, “Tevhid”, 1; Müslim, “Salatu’l-Müsafirîn”, 263]
Sahih-i Müslim’ de şöyle yer almaktadır: Bize Muhammed b. Hâtim ve Yakub b. İbrahim birlikte
tahdis etti (haddesenâ), [onlar] Yahya’dan [almıştır], İbn Hâtim demiştir, bize Yahya b. Saîd’ tahdis etti
(haddesenâ), demiştir ki bize Yezid b. Keysan tahdis etti (haddesenâ), demiştir ki bize Ebû Hâzim tahdis
etti (haddesenâ), o da Ebû Hureyre’den (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdular:
Toplanın! Size Kur’ân’ın üçte birini okuyacağım. Toplanan toplandı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) evin-
den çıktı ve “kul huvellahu ehad”i okudu, sonra evine girdi. Bizden bir kısmı birbirine şöyle söyledi:
Gökten gelen haber O’nun eve girmesine neden oldu. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) tekrar evinden çıktı
ve şöyle buyurdu: Size Kur’ân’ın üçte birini okuyacağım demiştim. Çünkü bu sûre Kur’ân’ın üçte
birine denktir. [Müslim, “Salatu’l-Müsafirîn”, 261]
‫א‬ ‫ص‬ ‫رة ا‬ ‫א‬ ‫‪415‬‬

‫א ــ‬ ‫ــ ذات ا‬ ‫ــ א‬ ‫ا ــ م‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫ــ‬ ‫و ــא כאن ا ــ ض‪ ١‬ا‬
‫אء‬ ‫وا‬ ‫ـ‬ ‫ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ‪ ،‬و ـ ه ا ـ رة دا ـ‬ ‫ـ ور أ א ـ‬ ‫א ـ وכ ـ‬ ‫و‬
‫ـ ه ا ـ رة‬ ‫‪٢‬‬
‫ـم ُ ـ‬ ‫אـ ‪،‬‬ ‫ـ ذات ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬
‫ا ـ آن‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫אد ـ ً‬

‫א א א‪.‬‬ ‫رة‪ .‬وا أ‬ ‫أ ار ا‬ ‫ه אو‬ ‫‪٥‬‬

‫‪:‬‬ ‫اכ‬ ‫« و ه ل ا אم ا ازي ا‬ ‫»و א כאن ا ض ا‬ ‫‪١‬‬


‫ـ ا ـ ائ‬ ‫ـ دا ـ ف ـ‬ ‫ـ ه ا ـ رة ـ ل ائ ـ ـ ا ـ آن‪ .‬و ـ ا ـ ض ـ أن ا‬ ‫» ـ ا אد ـ أن ائ ـ‬
‫ـ ا ـ ات‪ .‬وכא ـ ـ ه ا ـ رة אد ـ‬ ‫ـ‬ ‫א ـ و ـ أ א ـ ‪ .‬و ـ ه ا ـ رة ـ‬ ‫و ـ‬ ‫ـ ذات ا‬ ‫وا ــאدات‬
‫ــ ازي‪[١٦٢/٣٢ ،‬‬ ‫ا ــ‬ ‫ــ ا ــ آن‪ ] «.‬א ــ‬
‫ا אن‪:‬‬
‫ـ و ـ ائ و ــאت‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ כ ـ ن ـ رة ا ـ ص ـ ل ـ ا ـ آن‪ .‬ـ ن ا ـ آن ـ‬ ‫»ا ـ ا ــאس ـ‬
‫‪[١١٤٠-١١٣٩/٢ ،‬‬ ‫ــאً ــ ا ا ــאر‪] «.‬ا ــאن ــ‬ ‫و ــ رة ا ــ ص כ ــא ــאت‪ .‬כא ــ‬
‫ا ا ‪:‬‬ ‫و אل ا ا‬
‫ـאً‪ ] .‬ا ـ ا ـ أن‬ ‫ـ ا ول כא ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ وا ـ اط ا ـ وا ـ ة‪ .‬و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ـ‪:‬‬ ‫» ــאرف ا ـ آن ا‬
‫ا ــ ‪[٧٨-٧٧ ،‬‬
‫ا אري ‪:‬‬ ‫ه ا رة ا «‬ ‫»‬ ‫‪٢‬‬
‫ـ ـ أ ـ ـ أ ـ ـ ا ـ ري‪ :‬أن ر ـ ـ‬ ‫ـ اـ أـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ أ ــא א ــכ ـ‬ ‫» ــא ـ ا ـ‬
‫א ــא‪.‬‬ ‫כـ ذ ــכ ـ وכאن ا ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ر ـ ـ ء ـ ـ ا أ ـ دد ــא‪ .‬ــא أ ـ ‪ .‬ــאء ا ـ ر ـ ل ا‬
‫ـ ‪ ،١‬אئـ ا ـ أن‬ ‫ـ ا ــאري‪،‬‬ ‫ـ و ـ ‪ :‬وا ـ ي ـ ـ ه أ ــא ـ ل ـ ا ـ آن‪]«.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ــאل ر ـ ل ا‬
‫‪[١٣‬‬
‫ـ أ ـ ـ ا ـ ري ر ـ‬ ‫ــאك ا ـ‬ ‫ــא إ ا ـ وا‬ ‫ــא ا ـ‬ ‫ــא أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــא ـ ـ‬ ‫و ـ أ ـאً‪:‬‬
‫ـ ‪ .‬و א ـ ا‪ :‬أ ــא‬ ‫ـ ؟ ـ ذ ــכ‬ ‫א ـ ‪ :‬أ ـ أ כـ أن ـ ء ـ ا ـ آن ـ‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ـ ‪ :‬ــאل ا ـ‬
‫ـ ا ـ ‪ ،‬כ ــאب‬ ‫ـ ا ــאري‪ ،‬אئـ ا ـ أن ‪،١٣‬‬ ‫ـ ذ ــכ ــא ر ـ ل ا ! ــאل‪ :‬ا ا ا ـ ا ـ ـ ا ـ آن‪] .‬‬
‫ـ ة ا ــא ‪[٢٥٩ ،‬‬
‫أ אً‪:‬‬
‫ـ ـ‬ ‫ــא ـ و ـ ا ـ أ ـ ـ ل‪ :‬أن أ ــא ا ــאل‬ ‫ــא ا ـ و ـ ــאل‬ ‫ــא أ ـ ـ א ـ ــאل‬ ‫ـ ــאل‬ ‫» ــא‬
‫ـ‬ ‫א ـ ـ‬ ‫ـ ـ وכאن ـ ء‬ ‫ـ و ـ ‪ .‬ـ ر ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ אئ ـ زوج ا ـ‬ ‫ــאن وכא ـ ـ‬ ‫ا‬
‫ـ و ـ ‪ .‬ــאل‪ :‬ـ ه ي ـ ء ـ ذ ــכ؟ ــא ه ــאل‪:‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ـ ـ ا أ ـ ‪ .‬ــא ر ـ ا ذכـ وا ذ ــכ ـ‬
‫ـ ‪،١‬‬ ‫ـ ا ــאري‪،‬‬ ‫ـ ‪] «. .‬‬ ‫ـ و ـ ‪ :‬أ ـ وه أن ا‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ أ ــא أ ـ أ ـ ء ــא‪ .‬ــאل ا ـ‬ ‫ــא ـ ا‬
‫ـ ‪ ،‬כ ــאب ـ ة ا ــא ‪[٢٦٣ ،‬‬ ‫ـ‬
‫‪:‬‬ ‫ا‬ ‫و‬
‫ــא ـ ـ כ ــאن‬ ‫ــאل‬ ‫ــא ـ ـ ـ‬ ‫ـ ــאل ا ـ א ـ‬ ‫ــא ـ‬ ‫ـ ـ אـ و ـ ب ـ ا ا ـ‬ ‫» ــא‬
‫ـ‬ ‫ـ و ـ ‪ :‬ا ـ وا ـ ـ أ כـ ـ ا ـ آن‪.‬‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ة ــאل‪ :‬ــאل ر ـ ل ا‬ ‫ــא أ ـ ــאزم ـ أ ـ‬ ‫ــאل‬
‫ــא ـ ‪ :‬أ ـ أرى ـ ا ـ אئـ‬ ‫ـ أ ـ ـ ا أ ـ ـ د ـ ‪ .‬و ــאل‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ‪ .‬ـ ـج ـ ا‬ ‫ـ‬
‫ــאل‪ :‬إ ـ ـ כ ـ ـ أ כ ـ ـ َ ا ـ آن ِ ــא‬ ‫ـ و ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ ا ـ אء ــכ ا ـ ي أد ـ ‪ .‬ـ ـ ج ـ ا‬
‫ـ ا ـ ‪ ،‬כ ــאب ـ ة ا ــא ‪[٢٦١ ،‬‬ ‫ـ ل ـ ا ـ آن‪] .‬‬
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 417

G. AHMET HAMDİ AKSEKİ (ö. 1370/1951)


1. Hayatı ve Eserleri
Ahmet Hamdi Akseki, Antalya’nın Akseki ilçesinin Güzelsu nahiyesin-
de 1887’de doğdu. Babası Güzelsu Camii imamı olan Mahmud Efendi’dir.
İlk bilgilerini babasından almış ve küçük yaşta hafız olmuştur.1
Tahsiline beldesindeki iki medreseden biri olan Mecidiye Medresesi’n-
de başladı, daha sonra da Ödemiş’te Karamanlı Süleyman Efendi Medrese-
si’nde devam etti.2 Yüksek tahsil için 1905’te İstanbul’a geldi. Burada Fatih
dersiâmlarından Bayındırlı Mehmet Şükrü Efendi’nin derslerine devam
etti ve 1914’te kendisinden icazet aldı. Ayrıca Mehmet Akif ’ten Arap ede-
biyatı dersleri aldı. Medrese tahsiline de devam ederek Darulfünun Ulûm-i
Âliye-i Dîniye Şubesi’nde üç sene okudu. Dördüncü sınıfta bu medresele-
rin lağvedilmesi üzerine Daru’l-Hilafeti’l-Âliye Medreseleri yüksek kısmı-
na naklolunarak 1914’te buradan icazet aldı. Medresetü’l-Mütehassisîn’e
devam ederek bu medresenin Felsefe, Kelâm ve Hikmet-i İlahiye Şubesi’ne
girdi. Buradan “Ruh Nazariyeleri Üzerine” yaptığı çalışma ile 1918’de bi-
rincilikle mezun oldu. Ruûs imtihanını vererek dersiamlığa yükseldi.3
1908’den itibaren Sırat-ı Müstakim (daha sonra Sebilurreşâd) dergisini
çıkaran ekibin içinde yer alarak yazı hayatına başladı. Bu dergilerde pek
çok yazısı ve makalesi yayınlandı. Medresetü’l-Mütehassisîn’in son sınıfın-
da iken (1916) Heybeliada Mekteb-i Bahriyesi’nde din dersleri, din fel-
sefesi, ahlâk hocalığı ile memuriyet hayatına başladı. Daha sonra Aksaray
Valide Sultan, Dolmabahçe, Üsküdar Mihrimah Sultan ve Hırka-i Şerif
câmilerinde kürsü şeyhliği yaptı. Medresetü’l-İrşad’da tarih felsefesi, İbti-
da-i dahil’de İlmü’n-nefs ve İctimaiyat dersleri okuttu.4
Millî mücadeleye destek için Anadolu’ya geçti ve vaazlarıyla, konferans-
larıyla bu hareketi destekledi. 1921-23 yılları arasında Ankara Lisesi’nde
dinî ilimler okuttu. 1922-24 yılları arasında Şeriye ve Evkaf Vekaleti Ted-

1 Veli Ertan, Ahmet Hamdi Akseki, İstanbul 1988, s. 1.


2 İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, II/271.
3 Süleyman Hayri Bolay, “Akseki, Ahmet Hamdi”, DİA, c. 2 (İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 1989),
293.
4 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, II/272.
418 AHMET HAMDİ AKSEKİ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

risat Umum Müdürlüğü yaptı.1 Şer’iye Vekaleti’nin 1924’te ilgası üzerine


İstanbul’a gelerek Darulfünun İlahiyat Fakültesi’nde Hadis ve Hadis Tari-
hi okuttu. Aynı yıl Rifat Börekçi’nin isteği üzerine Diyanet İşleri Reisliği
Heyet-i Müşavere azalığına getirildi. Bu görevi sırasında Diyanet İşleri’ni
büyük ölçüde o yürüttü ve Elmalılı’nın Hak Dini Kur’ân Dili adlı tefsiri
ile Tecrid-i Sarih Tercümesi ve Şerhi’nin Diyanet tarafından basılması ko-
nusunda büyük emekleri geçti.2 1939’da Diyanet İşleri Reis Muavinliği’ne
ve Şerefeddin Yaltkaya’nın 1947’deki vefatı ile de Diyanet İşleri Reisliği’ne
getirildi. Bu görevde iken 9 Ocak 1951’de Ankara’da vefat etti.
Arapça, Farsça ve İngilizce bilen Ahmet Hamdi Akseki’nin eski ve yeni
harflerle basılmış çok sayıda makalesi ve eseri olduğu gibi matbu olmayan
eserleri de vardır.3
Eserlerinden bazıları şunlardır: Ruh ve Bekâ-yı Ruh, Peygamberimizin
Vecizeleri, Mezahibin Telfiki ve İslamın Bir Noktaya Cemi, İslam Dini Ta-
bii ve Umumi Bir Dindir, Askere Din Kitabı, Yavrularımıza Din Dersleri,
Köylüye Din Dersleri, Yeni Hutbelerim, Peygamberimiz Hz. Muhammed ve
Müslümanlık ve Ahlak Dersleri.
Tefsire dair eserleri ise şunlardır. Vel-Asr Sûresinin Tefsiri (İstanbul
1928), Namaz Sûrelerinin Türkçe Tercüme ve Tefsiri, ve İbn Sina’nın İhlâs
Sûresi Tefsiri üzerine yazmış olduğu Tercüme ve Şerh. Basılmamış eserleri
arasında Fatiha Tefsiri adıyla bir eser daha zikredilmektedir.4

2. İhlâs Sûresi Tercüme ve Şerhi


Ahmet Hamdi Akseki, İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne dair bu tercü-
me ve şerhini 1937’de İbn Sînâ’nın 900. ölüm yıldönümü için yapılan top-
lantıda sunulmak üzere Şemseddin Günaltay’ın talebiyle kaleme almıştır.
Ancak İbn Sînâ’nın ruhiyat ve fizik konusundaki görüşleriyle ilgili yazdığı

1 Ertan, Ahmet Hamdi Akseki, s. 7-11.


2 Kara, İsmail, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, II/272; Bolay, “Akseki, Ahmet Hamdi”, 2: 294.
3 Eserleri için bk.: Ertan, Veli, Ahmet Hamdi Akseki, s. 125-126; Kara, a.g.e., II/273; Bolay, “Akseki,
Ahmet Hamdi”, 2: 293-4.
4 Ertan, Veli, Ahmet Hamdi Akseki, s. 126. Geniş bilgi için ayrıca bkz: Kara, İsmail-Gündoğdu, Rabia,
Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki: Hayatı Eserleri Mücadelesi I-II, Diyanet İşleri Başkanlığı
yay. İzmir, 2019.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 419

makaleler, yayımlanan bu esere konmuş olduğu hâlde nübüvvet, ahiret ve


İhlâs sûresiyle ilgili olarak yaptığı bu şerh ve tercüme -muhtemelen dini
içeriği sebebiyle- yayımlanmamıştır. Kendisi de tefsirini neşrederken bunu
ifade etmiştir.1
Ömer Rıza Doğrul, Ankara’da Diyanet İşleri Başkanı iken Ahmet
Hamdi Akseki’yi ziyareti esnasında kendisinden neşredilmek üzere bu eseri
talep etmiş ve isteği geri çevrilmemiştir. Selamet Dergisi’nin 23 Mart 1949
yılı 11-79 sayısından itibaren “Kur’ân’dan İlhamlar/İslam-Türk filozofu
İbn Sina’nın İhlâs Tefsiri” başlığı altında tefrika edilmeye başlanan bu eser
çeşitli aralıklarla 2 Kasım 1949 sayı 36-104’e kadar neşredilmeye devam
etmiştir. Sonrasında dergi kapandığından İbn Sînâ’nın İhlâs sûresinin son
âyeti ve faziletiyle ilgili açıklamalarına dair olan tercüme ve şerh yayımla-
namamış ve bu kısım eksik kalmıştır. Eksik kalan bu kısmın orijinal met-
nine ulaşmak mümkün olamamıştır.
Burada yayımlanan metin, Selamet dergisindeki farklı sayılarda yer alan
neşriyatının bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur.
Dergideki takdim yazısı şöyledir:

“Yüksek faziletli üstadımız Ahmed Hamdi Akseki’nin, merhum üstad


İzmirli İsmail Hakkı hakkında yazdığı yazıda (Selâmet, 6-74) büyük Türk
filozofu İbn Sînâ’nın İhlâs sûresi tefsirini Türkçe’ye çevirmiş olduğuna
işaret ediyordu. Merhum üstad İzmirli, bu yazıyı okumuş ve fâzıl müter-
cime yazdığı mektupta şöyle demişti: “Yazınızı yukarıdan aşağıya kadar
okudum. Elhak pek müdekkikane yazılmıştır. Hassaten sizi tebrik ederim.”
Geçenlerde Ankara’yı ziyaretimiz sırasında sayın Diyanet İşleri Başkanı’yla
görüşmüş ve kendisinden bu eseri rica etmiştik. Lütfettiler. Biz de teşek-
kürlerimizi sunarak bu eseri neşre başlıyoruz. Bu yazı eserin önsözüdür.”

Ahmet Hamdi Akseki’nin bu eseri İbn Sînâ’nın tefsiri üzerine yapılan


tek Türkçe şerhtir. İbn Sînâ’nın tefsirine dair yapılan ikinci tercümedir.2
Eserini “İhlâs sûresine İbn Sînâ tarafından felsefî ıstılahlarla yapılmış tefsi-

1 “Felsefesine ait yazılarımın bir kısmı İbn Sina adlı kitaba konulduğu hâlde üstadın takdirlerine mazhar
olan bu eserle Nübüvvet ve Ahiret hakkındaki fikirlerine ait yazılarım bazı sebepler dolayısıyla o kitaba
konulamamıştı.” Selamet, c. IV, sy. 11-79, 1949, s. 15.
2 İbn Sina’nın İhlâs Sûresi tefsirinin ilk Türkçe tercümesi daha önce ifade edildiği gibi Şerefeddin Yaltka-
ya tarafından yapılmıştır. Bk. “Tefsir-i Sûre-i İhlas li-İbn Sina”, Sırat-ı Müstakim, Eylül 1326, c. 5, sy.
106, s. 21-25.
420 AHMET HAMDİ AKSEKİ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

rin izahlı tercümesi” olarak adlandırmaktadır. İbn Sînâ’nın tefsiri üzerine


yapılmış tek Türkçe şerh olmasının yanında telif edilen en uzun şerhlerden
de biridir. Dilinin Türkçe oluşunun, yaptığı yorum ve açıklamaların konu
merkezli olmasını sağladığını söyleyebiliriz.
Merhum Akseki önce İbn Sînâ’nın tefsirinin ilgili bölümlerinin tercü-
mesini vermiş sonra şerh ve izah başlığı altında açıklamalarda bulunmuştır.
Ancak bazı yerler sadece tercüme edilmiş, bunların şerhi yapılmamıştır.
Yayına hazırladığımız metne aslı ile mukabele edilmesini kolaylaştırmak
amacıyla tercümesi ve izahı yapılan yerin Arapçasını da ekledik. Metinde
Ahmed Hamdi Akseki tarafından bizzat konulan dipnotlardaki kaynak-
ların baskı, sayfa ve cilt numaraları kontrol edilerek güncellenmiş, alıntı
yaptığı ancak dipnot göstermediği kaynaklar ise yeni dipnotlarda gösteril-
miştir. Metinde bize ait ilaveler köşeli parantez [ ] içerisinde gösterilmiştir.
Yay parantez ( ) içinde olan açıklamalar müellifin kendisine aittir. Burada
ayrıca ifade etmek gerekir ki bu eser daha önce bir makale hâlinde tarafı-
mızdan neşredilmiştir.1

1 “Bir Felsefî Tefsir Örneği Olarak Ahmet Hamdi Akseki’nin İbn Sina’nın İhlas Sûresi Tefsiriyle İlgi-
li Telif Ettiği Tercüme ve Şerh” Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi, Ekim 2011, sy.20,
s. 289-339.
İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri: Tercüme ve Şerh

İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri:


Tercüme ve Şerh

Ahmed Hamdi Akseki (ö.1371/1951)


İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 425

[Önsöz]
Bu eser, Kur’ân’ın en mühim sûrelerinden biri olan İhlâs sûresine İbn
Sînâ tarafından felsefî ıstılahlarla yazılmış tefsirin izahlı tercümesidir. Bili-
riz ki Müslümanlığın üssü’l-esası tevhid, yani Allah’ın birliğidir. Bunu, en
şamil mânâsıyla ifade eden de bu sûredir. Onun için buna İhlâs denildiği 5

gibi Esas, Tevhid de denilmiştir. Daha birçok adları varsa da en meşhurları


İhlâs ve Kul hüvallahu ehad’ dir.
Allah Teâlâ semavî kitaplar içinde Kur’ân’dan başka hiçbir kitapta ve
Kur’ân’da da “Âyet’ül-Kürsî/Allâhu lâ-ilâhe illâ huve’l-hayyul kayyûm” âye-
tiyle [ve] bu sûrede tarif olunduğu kadar hiçbir yerde tarif ve tavsif olunma- 10

mıştır.
İhlâs sûresi Mekke’de nazil olmuştur. Sahih rivayetlere göre müşriklerle
Yahudilerden bazıları Peygamber Efendimizin yanına gelerek “Seni bize
elçi gönderen ve yalnız kendisine iman ve ibadet olunmasını isteyen Allah
nasıl bir şeydir? Yiyip içer mi, doğup büyümesi, çoluk çocuğu var mı? Onu 15

bize tarif et, vasıflarıyla anlat, belki sana iman ederiz” demeleri üzerine bu
sûre nazil olmuş[tur].1 Demek ki bu sûrede Allah Teâlâ kendi zâtını tarif
etmeyi istemiş ve tarif etmiştir.
Bir şeyi tarif etmek için, onu vasıfları ve lâzımlarıyla söylemek gerek-
tir. Hâlbuki Allah, zâtı ve mutlak vahdeti, mutlak hüviyeti bakımından 20

“Hüve/O” ndan başka bir şeyle ifade olunamaz. Allah’ın zâtını, hüviyetini
künhiyle (olduğu gibi, hüve hüvesine) anlayabilmek ancak kendi zâtına
münhasırdır; kendi hüviyetini yine yalnız kendisi bilir, başkasının bilme-
sine asla imkân yoktur.
İşte bu sûre, hem hakikat-i ilâhiyenin neden ibaret olduğunu, hem 25

onun en güzel tarifini, hem de Allah’ın vahdetini en veciz bir sûrette beyan
buyurmuştur.
İhlâs sûresinin fazileti hakkında pek çok rivayetler vardır. Bazı sahih
rivayetlere göre bu sûre Kur’ân’ın üçte birine muadildir. Bunu muhtelif
şekilde anlayanlar olmuştur. Bazılarına göre bu teadül, sevabı itibariyledir. 30

1 Vâhidî, Ebu’l-Hasan Ali b. Ahme, Esbabu’n-Nuzûl, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut: 1414/1994, s. 404.


426 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bir kısmına göre de mânâsı itibariyle üçte birine muadildir. Bunun izahın-
da birkaç fikir vardır:
1) Kur’ân’ın mânâsı üç ilme râci olur: Tevhid ilmi, Teşri ilmi, Ahlâkı
tehzib ilmi. İmam Gazzâli merhum Cevâhir’ul-Kur’ân adlı eserinde şu sû-
5 retle izah eder:
Kur’ân’da beyan olunan hükümlerin ve âlî matlabların esası üçtür: 1.
Allah’ı bilmek ve ona iman etmek, 2. Mead ve âhirete itikad, 3. Tebliğ
eylediği ahkâmda Peygamber’in doğru olduğunu itiraf, doğru yolu bilmek.
İhlâs sûresi birinci aslı, Allah’ı marifeti, tevhid ve takdisi, ifade etmesi ba-
10 kımından Kur’ân’ın üçte birine, yani Kur’ân’ın müştemil olduğu asılların
üçte birine muadil sayılmıştır.1
“Yerler ve gökler, Kul hüvellahu ehad sûresi üzerine tesis olunmuştur”
mealindeki haber2 işte bu noktaya işarettir. Filhakika, ilk bakışta biraz garip
görünen bu rivayet üzerinde dikkatle durulursa anlaşılır ki bu, yüksek bir
15 hakikatin ifadesidir. Çünkü bi-zâtihi vücudu vâcib, mutlak kemal sahibi,
her bakımdan “tek/ehad” bir varlık olmasaydı hiçbir şey var olamazdı. Bü-
tün yerleri ve gökleriyle âlem dediğimiz manzume, hep O’nun varlığına ve
birliğine dayanan, O’nun varlığına ve birliğine şehadet eden âyetler ve de-
liller olarak yaratılmıştır ki bu mânâca her şey, bu sûrenin mazmunu üzere
20 müessestir.
Sözün kısası, bu sûrede Müslümanlığın en mühim temeli, temellerinin
esası beyan olunmuş ve başka dinlerdeki yanlışlıklara da işaret edilmiştir.
Sûrede evvela Vâcibu’l-vücûd’un, ilk illetin, Allah’ın hüviyetine, zâtına
işaret olunduktan sonra O’nun vasıfları ve lâzımları ve mutlak birliği an-
25 latılmış ve daha sonra da her ne sûretle olursa olsun Allah’a bir şerik, bir
ortak, bir denk, doğurmak ve doğurulmak isbat eden dinlerin bâtıl olduk-
ları gösterilmiştir.

1 Gazzâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed, Cevâhiru’l-Kur’ân ve Düreruhu, 77-78.


2 Zemahşerî, Ebu’l-Kasım Carullah, el-Keşşâf an Hakâiki Gavâmizi’t-Tenzil ve Uyûnu’l-Ekâvîl fi Vucû-
hi’t-Tevil, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiye, Beyrut: 1995, IV/814.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 427

İşte Türk filozofu İbn Sînâ bu tefsirinde bir satırdan ibaret olan İhlâs
sûresinin bu yüksek hakikatleri nasıl ihtiva eylediğini ilmî, mantıkî ve fel-
sefî bir üslûpla ve çok veciz bir şekilde anlatmaktadır.
“Hüve” lafzından Allah’ın mutlak hüviyetine ve mebde-i evvele intikal
ederek Vâcibu’l-vücûd hakkında uzun izahat verir. 5

Kur’ân’da İhlâs sûresi ne derece mühim bir mevki almışsa tefsirler için-
de İbn Sînâ’nın bu tefsiri de o derece ehemmiyetlidir.
Fevkalâde bir mantıkçı olan ve Aristo mantığını yeniden ıslah ve tensik
etmiş bulunan Türk filozofunun diğer eserleri gibi bu eserinde de her cüm-
le mantık terazisiyle ölçülerek konmuştur, her cümlesi ayrı ayrı şerhe muh- 10

taçtır. Bundan dolayıdır ki İbn Sînâ’nın bu tefsiri büyük bilginler arasında


da lâyık olduğu değeri almış ve İslam filozoflarından Celâl Devvânî [ö.
918/1512], usul ve furu’da ihtisas sahibi meşhur Hâdimî [ö. 1176/1762],
Maraşlı Debbağ Müftü Ahmed Efendi [ö. 1165/1741], Hafiz Sinobî1 ve
diğer âlimler tarafından bu eser şerh edilmiştir. Maraşlı Debbâgî Ahmed 15

Efendi bu tefsirin ehemmiyetini şu sûretle tebarüz ettirmektedir:


“Havas tarafından kabule şayan görülecek bir üslûp ve nadide bir be-
yan ile İhlâs sûresine yazdığı tefsir...”
Hâdimi’ye göre bu tefsir;
“Tertip ve üslûbunda, maksatları eda ve ifadede misli geçmemiş ve 20

yalnız İbn Sînâ’nın karihasından doğmuş çok kıymetli bir incidir. İhlâs
sûresinin tazammun ettiği hükümleri ve birçok hakikatleri ince delillerle
tahkim etmesi bakımından çok mühim olan bu tefsir, esas maddelerindeki
müşküllerin çözülmesindeki güçlükler itibariyle şerh edilmeye muhtaçtır.”
Son asrın değerli müfessir ve âlimlerinden Âlûsî [ö. 1270/1854] mer- 25

hum da İbn Sînâ’nın bu tefsirindeki tahkikatı pek mühim bulmuş olmalı


ki tefsirine takdirlerle almıştır.

1 Hafiz Sinobî’nin İbn Sînâ’nın bu tefsirine olan şerhi Üniversite Kütüphanesi No. 3931’de kayıtlıdır.
[Ahmet Hamdi Akseki’nin verdiği bu bilgiye ait kayda maalesef Üniversite Kütüphanesi’ndeki kayıt-
larda rastlanılamamıştır.]
428 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

On bir sene evvel, ölümünün dokuz yüzüncü yıl dönümü münase-


betiyle şarkın büyük adamı İbn Sînâ’ya bir tören yapılarak hatırası tebcil
olunmuş ve bu töreni hazırlayan heyet, onun Ruhiyat ve Ma-bade’t-Tabi-
a’sı hakkında benden de bir yazı istemişti.1 Bu yazı ile birlikte o zaman bu
5 tefsiri de tercüme ederek muhterem üstadım Ordinaryüs Profesör İsmail
Hakkı İzmirli’ye2 göndermiştim.
Felsefesine ait yazılarımın bir kısmı İbn Sînâ adlı kitaba konulduğu
hâlde üstadın takdirlerine mazhar olan bu eserle Nübüvvet ve Ahiret hak-
kındaki fikirlerine ait yazılarım bazı sebepler dolayısiyle o kitaba konula-
10 mamıştı. O zamandan beri üzerinde hayli işlenmiş ve birçok mehazlere
müracaat edilerek şerh ve izah edilmiş olan bu eseri bastırmayı muvafık
buldum.
Bugüne kadar Kur’ân-ı Kerim’e yüzlerce tefsir yazıldığı ve bunlardan
başka ayrıca İhlâs sûresine de birçok âlimler tarafından tefsirler yazıldı-
15 ğı hâlde benim görebildiğim tefsirler içinde İbn Sînâ’nın bu tefsirinin bir
benzeri yoktur. Kur’ân’da en kısa bir sûre olan İhlâs sûresinin Allah’ın zâtî
vasıfları hakkında söylenmesi lâzım gelen en yüksek hakikatleri bu kadar
veciz bir sûrette nasıl tazammun ettiğini tamamiyle tebarüz ettirmiştir.
Bu tefsiri gördükten sonra insan, Kur’ân’ın en kısa bir âyetinin bile
20 niçin tanzir edilememiş ve edilemeyecek olduğunu anlamakta güçlük çek-
mez.
İbn Sînâ’nın bu eserine Arapça, Farsça ve Urduca muhtelif şerhler ya-
zılmıştır. Ben, filozofun tefsirini aynen koyduktan sonra ikinci defa tekrar
izaha muhtaç olan fıkraları aydınlatmağa çalıştım. Tevfik Allah’tan…

1 Bu yazıyı benden bizzat bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin yüksek Başbakanlık mevkiini işgal eden
muhterem üstadım Şemseddin Günaltay istemişti.
2 Aziz ve büyük üstad İsmail Hakkı İzmirli 31 Ocak 1946 tarihinde Allah’ın rahmetine kavuşmuştur.
Allah kabrini nur ile doldursun, makamını firdevs-i âlâ kılsın!
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 429

‫ا‬ ‫ا ا‬
﴾ ٌ َ َ‫﴿ ُ ْ ُ َ ا ّٰ ُ َا َ ٌ َا ّٰ ُ ا َّ َ ُ َ َ ِ ْ َو َ ُ َ ْ َو َ َ ُכ ْ َ ُ כ اً أ‬
ْ ْ ْ
“De ki: O, Allah, birdir. Allah, o eksiksiz, sameddir. O, doğurmadı ve
doğurulmadı. O’na bir denk de olmadı.”

Tefsir 5

﴾ ٌ َ ‫﴿ ُ ْ ُ َ ا ّٰ ُ َا‬
‫ـ ـ אرة ـ‬ ‫ ـ ن כ ــא כאن‬.‫ـ ـ ـ ه‬ ‫ـ‬ ‫ا ـ ا ـ ا ـ ي כـ ن‬
‫ـ ـ ذا ـ ـ اء ا ـ ـ ه أو‬ ‫ وכ ــא כאن‬. ‫ـ ـ ه ـ כـ ـ ـ‬ ‫ـه ـ ـ‬
. ‫ـ ـ ـ‬ ‫ـ‬

Tercüme 10

Bu âyetteki ‘Hüve’ mutlaktır. Mutlak hüve, mahiyet ve hüviyeti (nef-


sü’l-emirde vücudu, taayyün ve teşahhusu) başka bir şeye tevakkuf etme-
yen, dayanmayan bir şeydir.
Çünkü hüviyeti başkasının varlığına bağlı olan her şey, ondan faydalan-
mıştır, ondan hâsıl olmuştur. Binaenaleyh, (varlığına sebep olan) diğer şey 15

itibar ve farz edilmedikçe (onunla birlikte düşünülmedikçe) o, hüve hüve


(yani li-zâtihi ve kendiliğinden mevcud) olamaz. Hâlbuki hüviyeti zâtın-
dan olan (var olması başka bir şeyin vücuduyla ilgili olmayan) herhangi
bir şey, kendisiyle başka[sı] itibar olunsun, isterse olunmasın; o, odur. (Ya-
ni varlığı için zâtından başka bir şeye muhtaç değildir. Onunla beraber 20

başkasını itibar ve mülâhaza etmek ona fazla bir şey kazandırmaz. Onun
varlığında başka bir varlığın tesiri yoktur.)

[Şerh ve] İzah


Bazı rivayetlere göre İhlâs sûresi, müşriklerin Peygamber Efendimize
“Rabbini tavsif et!, O’nun nasıl olduğunu anlat demeleri üzerine nazil ol- 25

muştur. Cenâb-ı Hak bu sûrede kendi zât ve mahiyetini tarif etmiş ve Pey-
gamberine “Böyle söyle!” diye emir buyurmuştur.
430 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bir şeyin tarifi ise ancak onun cins ve faslını zikretmekle olur. Hâlbuki
Vâcib Teâlâ’nın gerçekten vâhid ve basît olması, celâlet ve azameti “Hüve =
O”ndan başka bir şeyle tarif olunmasına mânidir. Binaenaleyh âyet-i keri-
mede evvela “hüve” denilmekle Cenâb-ı Hakk’ın hüviyetinde, varlığında,
5 taayyün ve teşahhusunda tamamen müstakil ve zâtından başka bir şeye
muhtaç olmayan vâcibu’l-vücûd olduğu; Vâcibu’l-vücûd ve Mebde-i ev-
vel’in mutlak olup hiçbir kayıtla mukayyed olmadığı, bundan başka bütün
mevcudların taayyün ve teşahhuslarında müstakil olmayıp vücudları başka
varlıklara muhtaç olduğu beyan buyurulmuştur.
10 İşte İbn Sînâ da “Kul huvallahu ehad” âyetindeki Hüve, Allah, Ehad
lafızlarıyla Cenâb-ı Hakk’ın ne murad ettiğini, bunlarla kullarına ne gibi
hakikatleri beyan buyurmak istediğini felsefî tahkikat ve mantıkî delillerle
isbat etmek istiyor. Bununla beraber Türk filozofunun fevkalâde bir man-
tıkçı olduğunu ve mantığı yeniden ıslah ve tensik eylediğini de biliyoruz.
15 Büyük filozofun bütün eserlerinde her sözü, her cümlesi mantıkî mukad-
deme ve neticelerden kıyas ve kaziyyelerden ibarettir. Nasıl ki bu eserinde
de her cümleyi mantık terazisiyle ölçerek koymuştur. Biz yukarıdaki birkaç
satırı tahlil ederek bunu göstermek ve bu sûretle büyük filozofun fikirlerini
izah etmek isteriz.
20 İbn Sînâ, pek veciz bir sûrette dizmiş olduğu şu birkaç satırla demek is-
tiyor ki: “Kul huvellahu ehad” nazm-i celîlindeki “hüve” kelimesi mutlaktır.
O, öyle ifade ettiğimiz mutlak hüve; hüviyeti, taayyün ve teşahhusu, varlığı
li-zâtihi olup kendi zâtından başka hiçbir şeye mütevakkıf ve muhtaç olma-
yandır. Başka bir tabirle bu âyette hüve’nin mercii hüve’nin delâlet eylediği
25 ve “hüve = o” ile işaret olunan zât; kendisi için bir merci ve mebde tasavvur
edilemeyen, varlığında mutlak ve müstakil olan vâcibu’l-vücûd, mebde-i
evvel ve merci-i küldür. Evvela “hüve” ile ifade olunması bunun için, yani
varlığı li-zâtihi ve bi-zâtihi olduğunu anlatmak içindir. Eğer “hüve” ile ifade
olunan zâtın hüviyeti li-zâtihi olmayıp başkasına muhtaç ve mevkuf olsaydı
30 onun varlığı başka bir varlıktan husûle gelmiş olurdu. Hüviyeti, zâtî olan şe-
yin hüviyeti gayra tevakkuf ederse onun hüviyeti ondan olmak lâzım gelirdi.
Hüviyeti başkasına muhtaç, varlığı başkasının varlığına dayanmış
olan herhangi bir şey ile varlığına sebep olan diğer şey itibar edilmedikçe,
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 431

onunla birlikte düşünülmedikçe onun hüviyeti, varlığı tasavvur olunamaz.


Yani mutlak ve li-zâtihi olamaz. Şu hâlde mutlak hüve, mutlak vücud,
li-zâtihi olmayıp başka bir şeye mevkuf ve muhtaç olursa o şey itibar edil-
medikçe li-zâtihi mevcud ve müteayyen olamaz. Hâlbuki âyetteki “hüve”
ile Allah’ın muradı, hiçbir kayıtla mukayyed olmayan mutlak hüve oldu- 5

ğundan bununla beraber başkası itibar edilsin, isterse edilmesin o hüve


hüve’dir = bi-zâtihi müteayyen olan varlıktır.
Öyle ise mutlak hüve’nin hüviyeti, vücudu, taayyün ve teşahhusu
li-zâtihi olup başkasına mütevakkıf ve muhtaç değildir. Hüviyeti li-zâtihi
olan herhangi bir şeyin yanında başkasının da düşünülüp düşünülmemesi- 10

nin onun varlığında hiçbir tesiri yoktur.


İşte İbn Sînâ bu nazm-ı celildeki hüve’nin mutlak ve delâlet eylediği
hüviyetin li-zâtihi olduğunu bu sûretle isbat etmek istiyor. Lâkin bu kadarı
da kâfi görmüyor. Hüviyeti li-zâtihi olan şey vâcib mi mümkin mi?
Filhakika hüviyeti mutlak ve li-zâtihi olan bir şey mümkin olamaz. 15

Li-zâtihi olmak onun vâcib olmasını da tazammun eder. Bununla beraber


mutlak ve li-zâtihi olan o hüviyetin vâcibu’l-vücûd olup mümkin olmadı-
ğını da şu sûretle isbat ediyor:

Tefsir
‫ـ و ـ ده ـ‬ ‫ــא כאن و ـ ده ـ ـ ه‬ ‫ وכ‬،‫ـ ده ـ ـ ه‬ ‫כـ‬ ‫כـ כ‬ 20

‫ ـ وا ـ‬، ‫ א ـ ي כ ـ ن ا ـ‬.‫ـ ه‬ ‫ـ ـ‬ ‫כـ‬ ‫ ـ ذن כ‬. ‫ـ‬ ‫ وذ ــכ ـ ا‬،‫ـ ه‬


.‫ا ـ د اـ‬

Tercüme
Lakin bütün mümkinlerin vücudu li-zâtihi olmayıp hepsi başkasından-
dır. Varlığı başka varlıktan olan, başkasının varlığına muhtaç bulunan her 25

şeyin vücudunun hususiyeti illetinden (var olmasına illet ve sebep olan


başka bir şey vasttasıyla husûle gelmiş)dir. Bu hususiyet ise hüviyetten iba-
rettir. Öyle ise bütün mümkinlerin hüviyeti başkasındandır.1

1 Şekl-i evvel’den olan bu netice, aynı zamanda yukarıdaki “hüviyeti başkasına mevkuf, başkasından olan
her şey başkasından olup li-zâtihi hüve hüve değildir” kaziyesi için bir kübra’dır ve dördüncü şekilden-
dir. Bunu şekl-i evvele reddedince şöyle olur:
432 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(Hüviyeti başkasından olan her şey li-zâtihi hüve hüve olmaz; binaena-
leyh hiçbir mümkin li-zâtihi hüve hüve değildir). Şu hâlde hüviyeti mutlak
ve zâtından olan; yani başka birinin vücud mülâhazasından mevkuf olma-
yarak li-zâtihi hüve hüve olan; yalnız Vâcibu’l-vücûd’dur.

5 Şerh [ve İzah]


İbn Sînâ buraya kadar nazm-ı celildeki “hüve”nin mutlak olduğunu
ve mutlak olan hüve’nin medlûlü, hüviyeti bi-zâtihi müteayyen olacağını
isbat ettikten sonra bu satırlarla da bi-zâtihi ve li-zâtihi müteayyen olan
her şeyin vücudu vâcib olup mümkin olamayacağını, vâcib ile mümkinin
10 hüviyetlerini çok veciz bir sûrette isbat ediyor. Biz müfessirin çok veciz
olarak anlatmış olduğu bu hakikati biraz daha izah etmeyi faydalı buluruz.
Bu izahatımızda yine İbn Sînâ’nın kendi eserlerine, bilhassa el-İşârât,
eş-Şifâ, en-Necât’taki mütalâalarına dayanacağız.
İbn Sînâ ile beraber biz de diyoruz ki: “Varlık, vardır.” Yani görmüş
15 olduğumuz şu âlem vardır. Vücudu/varlığı, evvelî olarak tasdik ettikten
sonra illet nazariyesine dayanarak illetsiz hiçbir şeyin var olamayacağını da
kabul etmek lâzımdır. Mademki varlıkta hiç şüphe etmiyoruz ve onu kabul
ediyoruz; şu hâlde onun illetini düşünmek lâzımdır. Çünkü illetsiz hiçbir
hâdisenin vücud bulamayacağı, illet nazariyesinin zaruri neticelerindendir.
20 İlletler ve malûller silsilesinden ibaret bulunan şu mevcudatın varlığı bu
noktadan mülâhaza edilince onun illet ve malûl silsilesi olarak nihayetsiz
bir sûrette devam edemeyeceğini ve bu silsilenin birbirine muhtaç olarak
devam edip gitmesi ise hepsinin malûl olduğunu ve içlerinden müstakil,
varlığı vâcib ve başkalarına vücud veren bir illet bulunmadığı, bundan da
25 mümkinlerin li-zâtihi hüve hüve olması gibi bir tenakuz ile karşılaşılacağı
muhakkaktır. Binaenaleyh bu, mebde-i evvel olarak yalnız fâil, varlığı zâtı-
nın muktezası bir illet kabul etmek zaruretini tebarüz ettirmektedir.

Her mümkinin hüviyeti başkasındandır,


Hüviyeti başkasından olan her şey li-zâtihi hüve hüve olmaz,
Öyle ise hiçbir mümkin li-zâtihi hüve hüve değildir.
Hüviyeti mutlak ve li-zâtihi olan ancak Vâcibu’l-vücûd’dur, Nazm-i Celil’deki ‘hüve’, Vâcibu’l-vü-
cûd’dan ibarettir.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 433

İşte bütün varlıklara illet, bu mebde-i evvel olması ve bunun ilk ve


yalnız illet olup malûl olmaması icab eder. Şu hâlde varlığı iki kısım olmak
üzere kabul etmek lâzımdır:
1. Hüviyeti başka bir illetten husûle gelmeyip zâtının muktezası olan,
2. Varlığı başka bir varlığın neticesi olan. 5

Birincisi, li-zâtihi vâcib; ikincisi mümkin’dir.


Li-zâtihi vâcib, varlığı kendi zâtının muktezası olup yokluğu tasavvur
edilemeyen, yokluğunu tasavvur, tenakuzu mutazammın olan demektir.
Li-zâtihi vâcibin zâtı, varlığını iktiza-ı tam ile iktiza eder. Binaenaleyh
li-zâtihi vâcib, ezelî ve ebedîdir; kendisine ne bir evvel, başlangıç; ne de bir 10

âhir, son ve nihayet düşünülemez. Böyle bir tasavvur, aklî ve mantıkî bir
tenakuz olur. Ezeliyet, ebediyet, kıdem, hakîkî vahdet ve gerçekten basît
olmak O’nun lâzımlarındandır. Kemal sıfatlarının hepsini kendisinde top-
lamış olmak, Vâcibu’l-vücûd’un bir sıfât-ı kâşifesidir. (Kendisini bize açık-
ça anlatan bir vasfidır). 15

Mümkin demek, ne varlığı ne de yokluğu, zâtının muktezası olmayan-


dır. Zâtına nazaran varlığı da yokluğu da düşünülebilir. Böyle olan bir şey
var olursa ancak bir sebep, bir illet ile mevcud olabilir. Varlığı böyle olduğu
gibi yokluğu da yine kendisinden hariç bir sebeple olur. Bunun hem vü-
cudu hem bekası kendisinden başka bir illet ve sebebe muhtaçtır. Bir illet 20

ve malûl silsilesi olarak gördüğümüz bütün kâinat, heyet-i mecmuasıyla


bir malûldür, ve bunların varlıktan nasipleri ancak imkân (olabilmek)tir.
Binaenaleyh bunların varlığının, vâcibu’l-vücûd bir illete dayanması zaru-
ridir. Varlığı li-zâtihi vâcib bir mebde olmadıkça âlemin varlığı muhal ve
mümtenidir. İşte büyük filozofun burada kısaca ve pek veciz bir şekilde 25

anlatmak istediği budur.1

1 Bkz: İbn Sînâ, Ebû Ali Hüseyin b. Abdillah, er-Risaletu’l-Arşiyye fi Hakâiki’t-Tevhîd ve İsbati’n-Nu-
buvve, (thk. İbrahim Hilal), Câmiatu’l-Ezher, Kahire: 1980, s. 15-16.; el-İşârât ve’t-Tenbihât, (thk.
Süleyman Dünya), Dâru’l-Meârif, Kahire: t.y., III/19; en-Necât, Matbaatu’s-Saade, Mısır: 1357/1938,
s. 235; eş-Şifa: el-İlâhiyyât, (thk. Said Zayed - el-Eb Kanavî), Kahire: 1380/1960, s. I/37; Garâbe,
Hammûde, İbn Sînâ: Beyne’d-Din ve’l-Felsefe, Dâru’t-Tıbaa ve’n-Neşri’l-İslamiyye, t.y., s. 84-110.
434 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Tefsir
‫א‬ ‫כ ن‬ ،‫ه‬ ‫ده כאن و ده‬ ‫א ة‬ ‫وأ אً כ א א‬
. ‫ا‬ ‫כ ن‬ ، ‫א‬

Tercüme
5 Bir de mahiyeti vücuduna mugayir olan her şeyin vücudu kendisinden
olmayıp başkasındandır. Böyle olunca onun mahiyetinin hüviyeti nefs-i
mahiyetinden (yani li-zâtihi) olmaz.
Binaenaleyh o li-zâtihi hüve hüve olamaz. Yani onun varlığı zâtının
muktezası değildir. Lâkin li-zâtihi hüve hüvedir, varlık onun mahiyetinde
10 dahildir. Öyle ise onun (yani Mebde-i evvel’in) vücudu, mahiyetinin ay-
nıdır.

Şerh ve İzah
Kütüb, Ebû Ali’nin bu satırlarla ne demek istediği şu sûretle tahkik ve
tafsil etmektedir:
15 Her şeyin hüviyeti, vücûd-ı mahzından ibarettir. Fârâbî, Talikatında
diyor ki: Bir şeyin hüviyeti, vahdeti ve başkalarının üstünlük kazandığı
teşahhus ve yakîni onun kendisine has olan varlığından ibarettir.1 Mahiyet,
maddeden mücerred olduğu zaman maddenin nev-i şahsına inhisar etmiş
olur. Çünkü burada muhalâtât-ı ğayriyeden mücerred olan mahiyetinden
20 başka bir şey yoktur. Mahiyet, fâilin, yapanın tesiriyle mevcud olduğu za-
man onda ne mahiyet bakımından ne de ona arız olan şeyler itibariyle
birden fazla olmak yoktur. Binaenaleyh o, tek bir şahıstan başka olamaz.
Eğer mahiyet, mücerred olmayıp da maddî olur ve bunun maddesi; un-
surların heyulası gibi hasseler hasebiyle muhtelif istidadlarla muttasıf olur-
25 sa o mahiyet muhtelif hasiselerin her birinde bulunması hasebiyle avârız-ı
mahsûseye mukarin olur. Şahıslar arasında ayrılık ve benzemezlik ise on-
ların kıvamında dahil bulunan bir emir sebebiyle değil, belki has varlığına
mukarin bulunan avârız iledir. Bu da “bir nevin şahısları arasındaki imtiyaz
ancak onların hakikatlerinden hariç avârız iledir” sözünün mânâsıdır. Bir
1 Fârâbî, Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Uzluğ b. Tarhan, Talikât, Haydarabad: 1346, s. 21.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 435

de malûl olan şahsın kendisine has olan vücudu, li-zâtihi olmayıp başka-
sında olduğu şüphesizdir. Şu hâlde böyle bir şahsın hüviyeti başkasından-
dır. Onun nevi ister şahsına münhasır olsun isterse olmasın. Binaenaleyh
o gayrın yokluğu takdirinde onun hüviyeti de kalmaz. Onun hüviyeti an-
cak diğer hüviyetin vücudu ile meşruttur. Bunun içindir ki mutlak, şartsız 5

ve kayıtsız hüviyet yalnız Vâcib Teâlâ hazretleridir. Çünkü onun hüviyeti,


zâtının aynı olup başkasından değildir. Vücudu zâtının aynı olduğu için
tayin ve teşahusu da zâtının aynıdır.
Kütübün bu ifadesini biz o kadar vâzıh bulmadık. Binaenaleyh mü-
fessirin yukardaki satırlarla ne demek istediğini biraz daha aydınlatmayı 10

muvafık buluyoruz:
İbn Sînâ buraya gelinceye kadar iki şeyi isbat etmişti:
1. Nazm-ı celiledeki hüve’den murad, hüviyeti li-zâtihi olandır.
2. Hüviyeti li-zâtihi olan Vâcibu’l-vücûd’dan ibarettir.
Binaenaleyh Vâcibu’l-vücûd’un hüviyeti li-zâtihi, mümkinin hüviyeti 15

ise ligayr (başkası için, başkasından dolayı)dır. İşte yukardaki satırlarla da


vâcibin vücudu mahiyetinin aynı, mümkinin vücudu mahiyetinden başka
ve mahiyeti üzerine zaid1 olduğunu beyan etmek istemiştir. Bunun daha
açık anlaşılması için her şeyden evvel vücud, zât, mahiyet kelimeleri hak-
kında biraz izahat vermek lâzımdır. 20

Vücud, varlık demektir. Zât da mahiyet demektir. Bugünkü filozoflar


buna tabiat derler. Mahiyet, akıldaki sûretlerdir. Buna tahkik itibariyle zât
ve hakikat denir, tahakkuktan sonra tayin ve teşahhus etmesi itibarile de
hüviyet denir.
Vücud/varlık başka, zât ve mahiyet yine başkadır. Zât ve mahiyet vü- 25

cuddan evveldir. Mesela bir demir parçasını ele alalım. Bunun bir hariçte
bulunması var, bir de hariçte tahakkuk etmeden önce onun zât ve mahi-
yetinin tasavvur edilmesi var. Demir parçasının vücudu, işte onun zât ve
mahiyeti üzerine zaid olarak hususi bazı arazların ilave edilmesiyle hasıl
olmaktadır. Ancak varlık, zât ve mahiyet üzerine zaid mi yoksa onun aynı

1 Eş‘arî’ye muhalif, cumhur-i mütekellimîn mezhebine muvafik.


436 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

veyahut gayrı mı? Bu meselede İslam kelâmcıları ile filozof ve tasavvufçular


arasında ayrılık vardır; İslam filozoflarına göre vücud, vâcibde zât ve mahi-
yeti, hakikatin aynıdır. Fakat mümkinde mahiyetinden başka ve mahiyet
üzerine zaid bir şeydir. Sofıyeden bir kısmı da bunlarla beraberdir.
5 Kelâmcıların çoğuna göre vücud, gerek vâcibde ve gerek mümkinde ma-
hiyetten başka ve onun üzerine zaiddir. Kelâm imamlarından Ebu’l-Hasan el
Eşarî ile Ebu’l-Hüseyin el-Basrî’ye göre vücud, vâcibde ve mümkinde zât ve
mahiyetinin aynıdır. İşte İbni Sînâ da yukardaki ifadeleriyle vâcibin vücudu,
mahiyetinin aynı olup zihnen ve aynen bi-zâtihi kâim bulunduğunu, müm-
10 kinin vücudu ise mahiyetinden başka ve mahiyeti üzerine zaid olduğunu
söylüyor. Eğer Vâcibu’l-vücûd’un vücudu mahiyetinin aynı olmayıp da gayrı
olursa vücudu o gayriden müstefad olması lâzım gelir. Çünkü mahiyeti vü-
cuduna mugayir olan her şeyin vücudu başkasındandır. Vücudu başkasından
olan şey, mahiyetinin hüviyeti nefs-i mahiyetinden ibaret olmaz.
15 “Vâcibu’l-vücûd’un vücudu, mahiyetinin gayri olursa mahiyetinin hü-
viyeti li-zâtihi olamaz.”
“Öyle ise Vâcibu’l-vücûd’un vücudu mahiyetinin gayrı olmayıp aynı
olur.”

Tefsir
20 ‫ـ د ـ اـ ي‬ ‫ا‬ ‫ ـ ذن وا ـ‬. ‫ ـ ذن و ـ ده ـ א ـ‬، ‫כـ ـ أ ا ول ـ ـ ا ـ‬
.‫ـ ه‬ ‫ـ ـ‬ ‫ ـ‬، ‫ـ ـ‬ ‫ـ ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ أي כ ــא ـ اه ـ ـ‬، ‫ـ إ ـ‬
.‫ـ‬ ‫ ـ ذا ـ أ ـ ـ‬، ‫ووا ـ ا ـ د ـ ا ـ ي ا ـ ـ ـ‬

Tercüme
Binaenaleyh Vâcibu’l-vücûd, (Lâ hüve illa hüve = Kendisinden başka bir
25 hüviyet olmayan) hüviyettir. Onun zâtı ve mahiyeti ve hüviyeti has vücu-
dundan ibarettir. Yani Vâcibu’l-vücûd’dan başka olan şeylerin hiçbiri, zâtı
itibariyle bir hüviyete, bir varlığa malik olmayıp onların hüviyetleri baş-
kasındandır. Hâlbuki Vâcibu’l-vücûd li-zâtihi hüve hüve “hüviyeti, varlığı
li-zâtihi” olan şeydir. Belki de O’nun zâtı ancak hüve’den ibaret olup başka
30 değildir.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 437

Şerh [ve İzah]


Burası yukarıda isbat ettiği asılların ferleridir. Filhakika bundan evvel
Mebde-i evvel’in vücudu, mahiyetinin aynı olduğunu isbat etmişti. Bu
satırlarla da Vâcibu’l-vücûd’un vücudu, mahiyetinin aynı olduğunu isbat
etmek istiyor. Mebde-i evvel’in vücudu mahiyetinin aynı olunca, Vâci- 5

b’in vücudu da mahiyetinin aynı olmak lâzım gelir. Çünkü li-zâtihi hüve
hüve’nin Vâcibu’l-vücûd olduğu sabit olmuştu. Bunu aksedince “Vâci-
bu’l-vücûd, li-zâtihi hüve hüvedir” kaziyyesi husûle gelir.
Mebde-i evvel’in li-zâtihi hüve hüve olması, vücudu mahiyetinin aynı
olmasını istilzam ettiği söylenmişti. Mebde-i evvel ile Vâcibu’l-vücûd, sa- 10

dık oldukları şey bakımından birdir. Yani Mebde-i evvel ne ise Vâcibu’l-vü-
cûd da odur. Öyle ise Vâcibu’l-vücûd’un li-zâtihi olması, vücudu zâtının ve
mahiyetinin aynı olmasını istilzam eder. Çünkü Vâcibu’l-vücûd; vücudu,
mahiyet ve zâtının aynı olan şeyden ibarettir. “Belki O’nun zâtı ancak hü-
ve olup ondan başka değildir” cümlesindeki “hüve”den murad, melzumu 15

söyleyerek lâzımı murad etmek tarikiyle, hüviyeti ve has vücududur. Meb-


de-i evvel ile Vâcib’in sadık oldukları şey itibariyle birleşmeleri buna karine
olduğu gibi, ondan sonraki ifadeleri de bunu açıkça göstermektedir. Ancak
“Vâcibu’l-vücûd, li-zâtihi hüve hüve” dedikten sonra bir de “belki de...”
demesi, bir de tekrar tekrar söylediği vechile o hüviyeti hüve’den başka 20

bir şey ile ifade etmek mümkün olmaması, doğrudan doğruya hüviyeti ve
hüviyetin vücuduna lâzım olan şeyi zikretmeyerek “hüve” demesini iktiza
etmiştir.
Mademki Vâcibu’l-vücûdun hüviyeti kendisine has olan vücuddan iba-
rettir. O hâlde; “zira Vâcibu’l-vücûd, la hüve illa hüve” ibaresinin mânâsı 25

şu demek olur: “Öyle ise Vâcibu’l-vücûd, zâtı ve mahiyeti vücudundan


ibaret olan şeydir.” Bunu aksettiğimizde şu netice husûle gelir: “Öyle ise
Vâcibu’l-vücûd, hüviyet ve vücudu zât ve mahiyetinden ibaret olan şeydir.”
İşte matlub olan ve iddia edilen de bu idi.
Aynı zamanda “Lâ hüve illa hüve” den İbn Sînâ şunu kasdetmiş oluyor: 30

“Vâcibu’l-vücûd öyle bir Allah’tır ki O’ndan başka İlâh, O’ndan gayrı


hak mabud yoktur.”
438 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Büyük filozof, buraya kadar “Kul huvallahu ehad” nazm-i celîlindeki


“hüve” ile Allah Teâlâ Hazretlerinin muradı ne olduğunu ve niçin “hüve”
denildiğini tuttuğu mesleğe göre çok âlimane ve vâkıfane bir sûrette tahkik
ve beyan etti.
5 Biz bunu yazarken kütüphanemizdeki tefsirlerin hepsine baktık: Muh-
yiddin-i Arabî’ye nisbet olunan tefsiri, Mehâyimî’nin Tabsıratu’r-Rahmânı,
Araisu’l-Beyan, Nimetullah Nahcivânî’nin el-Fevâtihu’l-İlâhiyye, Atâullah
el-İskenderî’nin el-Kasdu’l-Mücerred’i gibi tasavvuf mesleği üzerine yazıl-
mış olan tefsir ve eserleri de okuduk. Diyebiliriz ki hiçbirisinde bu tahki-
10 kat yoktur. Büyük Müslüman ve Türk dahisinin bu değerli tahkikatını bir
denize teşbih edersek diğerlerinde bulunanlar bundan birer katredir. Buna
güneş demek caizse onlar bunun neşretmiş olduğu ufak huzmelerden an-
cak biridir. Son asrın değerli müfessir ve âlimlerinden Âlûsî merhum da bu
tahkikatı pek mühim bulmuş olmalı ki tefsirine takdirlerle almıştır.
15 İbn Sînâ “hüve” lafzının bu sûretle tefsir ve Vâcibu’l-vücûd, mahiyeti-
nin aynı olduğuna işaret ettikten sonra zât ve mahiyete işaret olan hüvi-
yet’ten başka bir lâfızla tabir ve hüve’yi müteakib “Allah” lafz-ı celâlinin
zikrolunmasının hikmetini ve Allah’tan sonra “ehad” denilmesinin vechini
ve “Allah” kelimesinin mânâsı[nın] O’nun ‘ehad’ olmasını iktiza eylediğini
20 de şu sûretle izah ediyor:

Tefsir
‫ وا ـ ازم ــא إ א ـ‬. ‫از ـ‬ ‫إ‬ ‫כـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ــכ ا‬
‫ـ‬ ‫ وا כ ـ ـ ا ـ‬. ‫ـ ا ـ را ـ‬ ً‫ـא‬ ‫ وا ـ ازم ا א ـ أ ـ‬. ‫و ــא ـ‬
‫ ــ ن ا ــ ــ ا ــ ي‬،ً‫ــ إ ــא‬ ‫כــ ن ــכ ا‬ ‫ وذ ــכ ــ‬. ‫ــ ا א ــ وا ــ‬ ‫ا ــ زم‬
25 ‫ـ‬ ‫ا ـ ي כـ ن כ ــכ ـ‬ ‫ـ ا ـ ـ‬ ‫ وا‬.‫ـ ه‬ ‫ـ اـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ إ ـ ـ هو‬
. ‫اـ ا ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ــאب ـ ه إ ـ إ א ـ وכ‬ ،‫ـ دات‬ ‫ا‬
. ‫ـ ـ ـ‬ ‫ــא إ‬ ‫ــא و‬ ‫ــא‬ ‫כـ أن ـ‬ ‫ـ ا ـ ــא‬ ‫و ــא כא ـ ا‬
‫א ـ و ــא أن‬ ‫ و ـ ــא أن ا ـ ازم ــא ـ و ــא إ‬،‫ــא כ ـ ن از ــא‬ ‫ـ ـ ح ــכ إ‬
ْ
‫ــאول‬ ‫אـ‬ ‫ـ و ــא أن ا ـ ا ـ‬ ‫ـ وا ـ ح ــכ ا ـ ذכ ـ ا‬ ‫ا כ ـ ـ ا‬
30 ‫ـ « وכא ـ ح‬ » ‫ــא دل ـ ـ‬ ‫ـ כـ »ا « כـ ن »ا « כא כא ـ‬ ‫ـ ًא ّ ـ‬ ‫ــא‬
.‫ــכ‬
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 439

Tercüme
Li-zâtihi (hüve hüve olup zâtı vücudunun aynı) olan o hüviyet ve husu-
siyet (hüviyet-i mutlaka), ismi olmayan, isim verilemeyen (kendisine delâ-
let eden bir lâfız olmayan) öyle bir mânâdır ki onu lâzımlarından başka
hiçbir şey ile şerh ve tarif mümkün değildir. 5

Vâcibu’l-vücûd’un lâzımlarından bir kısmı izafî, bazıları da selbîdir1; ya-


ni nefyedicidir. İzafî olan lâzımlar, tarif noktasından selbî olanlardan daha
muhkem daha kuvvetli ve sağlamdır. Bununla beraber (bu gibi yerlerde)
tarifin en mükemmeli, izafetle selbin her iki nevini toplayan bir lâzım (ile
yapılan)dır. Bu ise vücudu vâcib olan o hüviyetin “Allah” olmasıdır. (Yani 10

O’nu en mükemmel bir sûrette tarif edecek olan ancak ‘Allah’ lafzıdır).
Çünkü ilâh (mabud); başkası (yani her varlık) ancak (bilvasıta veya bilâ-va-
sıta) kendisine nisbet olunan, kendisine istinad eden ve kendisi başka bir
şeye nisbet olunmayan, başkasına muhtaç olmayan demektir. Mutlak ilâh
ise bütün mevcudata nisbetle böyle olandır. Yani mevcudatın hepsi ken- 15

disine mensub (ve muhtaç) olup kendisi onlardan hiçbirisine mensub (ve
muhtaç) olmayan zât (ı-akdes) demektir.
İşte bu sûrette bütün mevcudatın ona intisabı izafî (çünkü hepsi ona
muhtaçtır), onun başkasına müntesib olmaması da selbîdir.
Hüviyet-i ilâhiyeyi; azamet ve celâlinden ve basît-i hakîkî olmasından 20

dolayı hüve hüve’den başka bir şeyle ifade mümkün olmadığı ve o hüviyeti
şerh ve tarif etmek de ancak lâzımlarıyla olabileceği ve beyan edildiği vec-
hile lâzımların bir kısmı izafî bir kısmı selbî olduğu ve her iki lâzımı cem
etmek sûretiyle yapılan tarifin o hüviyeti şerh ve tarifte en mükemmel ola-
cağı ve yukarıda da söylediğimiz gibi, “Allah” ism-i şerifi bunun her ikisini 25

cem etmiş bulunduğu için hüviyet-i mutlaka’ya işaret olan hüve’den sonra
“Allah” ism-i celîli getirilerek ‘hüve’ lafzının delâlet eylediği basît-i hakîkî
ve zât-ı mutlak, (zât-ı baht-ı ehadiyet) bununla izah ve şerh olundu.

1 Kelâmcılara göre yani kâdir, âlim olmak izafî; cisim olmamak, araz olmamak da selbî lâzımlardandır.
Fakat İbni Sina’nın muradı bu değildir.
440 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Şerh ve İzah
İbn Sînâ; yukarıdaki satırlarla “Kul huvellahu ehad” âyetinde evvela
“hüve” kelimesiyle Mebde-i evvel’e, Vâcibu’l-vücûd’a işaret olunduktan
sonra bir de “Allah” lafz-ı şerifinin gelmesindeki maksadın ne olduğunu
5 anlatmak istemiştir. Evvelce de işaret ettiğimiz vechile bu sûrede Cenâb-ı
Hak kendi zâtını tarif buyurmuşlardır. Bu hususta en mükemmel tarif ise
bir şeyin selbî ve izafî lâzımlarıyla yapılan tariftir. Eğer yalnız “hüve” denil-
miş olsaydı bununla Allah tarif edilmiş ve anlatılmış olmayacaktı. Çünkü
vücud mertebelerinin her mertebesinde Allah’ın zâtına has bir ismi ve bir
10 sıfatı vardır. Zâhir ve bâtın, gâib ve şâhid bütün mükevvenâtın hakîkî meb-
dei ve aslî menşei olan hüviyet-i mahza, mutlak hüviyet, Vâcibu’l-vücûd
mertebesidir. Zât-i baht’tan, mutlak hakikatten, ehadiyet-i sırfe’den ibaret
bulunan o mertebe, ancak enbiyanın miraclarıyla yükselebildikleri merte-
belerin en son gayesi ve evliyanın sülûk mertebelerinin nihayetidir. Onlar
15 bu mertebeye vasıl olduktan sonra artık onun içinde seyrederler, ucu buca-
ğı olmayan ehadiyet deryasında fenayâb oluncaya kadar yürürler. Ehad ve
ehadiyet mertebesi denilen ve “mutlak hüve” ile ifade edilen o mertebede
Allah bir isimle anılamadığından ve bir sıfatla muttasıf olmadığından onu
anlamak ve (Hüve = O) demekten başka bir sûretle tarif ve izah etmek
20 bizim için, bizim anlayışımıza göre, mümkün değildir. O, başkaları için
ne idrak olunur ne de tarif edilebilir. Bize O, başka bir şey ile değil ancak
lâzımları ve sıfatlarıyla şerh ve tarif olunabilir.
İşte “Tefekkerû fî âlâillâh velâ tefekkerû fillâh... Tefekkerû fı’l-halk velâ
tefekkerû fıl-hâlik, fe-innekum lâ takdurûne kadrehu; tefekkerû fi halkil-
25 lâhi velâ tefekkerû fillâhi fe-tehlikû / Her şey hakkında fikir yürütün, dü-
şünün. Fakat Allah’ın zâtını düşünmeyin. Acaba şöyle midir, böyle midir
diye fikir yormayın. Çünkü, buna siz muktedir değilsiniz; sahili olmayan
bu denizde yüzemezsiniz, boğulursunuz” mealindeki hadisler1 bu mühim
noktaya işarettir.2

1 Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn, el-Esmâ ve’s-Sıfât, (thk. Abdullah b. Muhammed el-Hâşidî),
Mektebetu’s-Sevâd, t.y., II/46, 323.
2 Fahr-i Râzî buyurur ki: Allah’ın hükmünü ve mahiyetini anlamağa çalışan, hayret ve tereddütler içinde
bocalarken celâl-i ilâhinin nurundan gözleri kör olur.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 441

“Allah” lafz-ı şerifine gelince: Bu, erbab-ı mükâşefenin ayân-ı sâbite de-
dikleri ve şeriat dilinde levh-i mahfuz, kitab-ı mübin nâmı verilen müzahirin
istinat eylediği bütün esmâ ve sıfât-ı ilâhiyeyi kendisinde toplamış olması iti-
bariyle zât-ı ehadiyet’in ismidir. Çünkü Allah; ezelî ve ebedî, hay ve kayyûm,
kudret ve irade, ilim, kelâm, semi ve basar, ihtira ve icad, halk ve rubûbiyet 5

gibi kemal sıfatlarının hepsiyle muttasıf olmak ve li-zâtihi vâcibe lâyık olma-
yan her türlü noksan sıfatlardan münezzeh bulunmak gibi izafî, sübutî ve
selbî, zâtî ve fiilî bütün sıfatları kendisinde toplamış olan Hak Teâlâ’nın zâtı-
na delâlet eden bir ism-i has veyahut bir ism-i alemdir. Allah ism-i zâtını, has
isim olarak bir mefhum ile mülâhaza edebilmek için selbî ve sübutî bütün bu 10

sıfatlar tasavvur edilerek sonra şu sûretle icmal ve ifade edilmiştir: “Allah, bü-
tün kemal sıfatlarını zâtında toplamış olan Vâcibu’l-vücûddur.” İşte bunun
içindir ki azamet ve celâlinden dolayı “hüve = o” dan başka bir şeyle ifade
edilemeyen basît-i hakîkî, Vâcibu’l-vücûd ve mebde-i evvel, hüve’den sonra
“Allah” ism-i şerifi ile tarif ve tavzih olunmuştur. 15

Demek ki nazm-i celîldeki hüve, yalnız zât-ı ilâhiyenin hakikatini, hüvi-


yet-i mahza ve ehadiyet-i sırfa mertebesini ifade ediyor ki mertebe-i zât de-
nilen bu mertebede Allah Teâlâ’nın ancak “Hüve = O” demekten başka bir
vechile idrak ve ifade olunamayacağına işaret olunmuştur. Akılların idraki ka-
bil olmadığından dolayı biz onu künhü ve hakikatiyle değil, ancak sıfatlarıyla 20

idrak edebileceğimizden bütün kemal sıfatlarını nefsinde toplamış olan Allah


ism-i zâtı, hüve’den bedel kılınarak mutlak hakikat ve hüviyet, bu sûretle izah
edilmiştir. Şu hâlde onun hakikatini başka sûretle idrak mümkün değildir.1

1 Fahreddin Râzî, “Hüve, Allah, Ehad” kelimelerini tefsir ederken şöyle diyor:
“Hüve, Allah, Ehad kelimelerinden her biri Allah’ı arayanların makamlarından bir makama işarettir.
Birinci makam, Mukarrebîn makamıdır ki Allah’a gidenlerin erişebildikleri makamların en yükseğidir.
Bunlar eşyanın eşya olmak bakımından mahiyetlerine ve hakikatlerine bakmışlar, Allah’tan başka mev-
cud görmemişlerdir. Çünkü li-zâtihi vücudu vâcib olan ancak Hak Teâlâ’dır. Başkası li-zâtihi müm-
kündür, li-zâtihi mümkün olan da hüviyeti bakımından yok demektir. Onun için onlar akıl gözleriyle
Hak Sübhânehû ve Teâlâ’dan başka mevcud görmezler; “hüve” işaret-i mutlakadır fakat işaret-i mutlaka
olsa da işaret olunan şahıs muayyen olunca o mutlak, o muayyene masruf olacağından o mukarribler
nazarında hüve denilince bu, Sübhânehû ve Teâlâ’ya işaret olur ve onlar iki mevcud görmediklerinden
dolayı “hüve” demek onlar için tam irfan husûlüne kâfi olur...” [Mefâtihu’l-Gayb, XXXII/179.]
Fahr-i Râzî’nin bu ifadesi dikkate şayandır. İyi dikkat edilmezse vahdetçilik derken mümkünattan
ibaret olan âlemi vâcibu’l-vücûd görmek isteyen panteistlerin düştükleri ilhad derekesine düşülebilir.
Nasıl ki bazı cahillerde bu hâl görülmektedir. Hâlbuki mümkünat vücuda gelmek için illete muhtaçtır,
varlığı kendisinden olmayan şeyler haddizatında kendine kalınca yok demektir. Şairin “Alâ külli şey’in
mâ halâllahi bâtılun” sözü de bu mülâhazaya göre söylenmiştir.
442 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Tefsir
‫ذ ــכ‬ ‫ أ ـ‬- ‫و ـ ا ـ‬- ‫از ــא‬ ‫ ــא أ ـ ــא ـ ف ــכ ا ـ‬، ‫אئ ـ أ ـ‬ ‫و ـ‬
.ً‫ــא ا ـ ا ـ ازم א ـ ا‬ ‫ وإ ــכאن ا ـ ول‬،‫ــאت‬ ‫ـ ـ ء ـ ا‬ ‫ـ ـ‬

Tercüme
5 Burada, (yani evvela ‘hüve’ sonra ‘Allah’ buyurulmasında) söylediğimiz
nüktelerden başka ince mânâlar da vardır:
1. O hüviyetin, ilâhiyetten (hak mâbud olmaktan) ibaret bulunan
lâzımlarıyla tarif olunması, O’nun (cins ve fasıl gibi) hiçbir mukavvimi
(tamamlayıcı cüzleri) olmadığını da iş‘ar eder. Eğer böyle bir şey olsaydı,
10 onları zikretmeyerek yalnız lâzımlarıyla tarif edilivermesi noksan bir tarif
olurdu.

Şerh ve İzah
İbn Sînâ şunu söylemek istiyor: Li-zâtihi vâcibu’l-vücûd olan mutlak
hüviyet, izafî ve selbî lâzımlarını kendi zâtında toplamış olan “Allah” ile
15 tarif olunmasından anlaşılır ki o hüviyet, cüzlerden mürekkeb olmayan
hakîkî bir vahdettir. Çünkü zâtiyâtın hepsi bir araya getirilmek sûretiy-
le olan tarif, tam ve ekmel bir tariftir. Böyle bir tarif bırakılıp da yalnız
lâzımlarıyla tarif olunması, tarif bakımından bir eksikliktir. Böyle iken
hadd-i tam bırakılarak resm-i nakıs ile tarif olunması, onu takvim eden,
20 tamamlayan cins ve fasıl gibi cüzlerden terekküb etmeyen ‘vâhid’, daha
açık bir ifade ile Vâcib Teâlâ Hazretlerinin her bakımdan ve her mânâsıyla
bir olduğuna ayrıca bir delildir.

Tefsir
‫ و ـ ا א ـ ـ‬.﴾ ‫و ــא أ ـ ــא ـ ح ــכ ا ـ ـ زم ا ـ ّ ـ ذ ــכ ـ ﴿أ ـ‬
25 ‫ כאن ـ ـ ـ أ ـ כאن ـ أ ـ ا א ــאت ـ ا ـ ة و ـ כـ ـ ـ ء ـ‬. ‫ا ـ‬ ‫ا‬
.‫ــכ ا ـ إ כـ ا ـ ازم‬ ‫ـم ـ ر ـ‬ ‫ــאت‬ ‫ا‬
‫ــאت‬ ‫ــא ذכــ ا‬ ‫ــ ح ــא إ ــא ُــ ل ــ‬ ‫ ا ــ ا ــ‬:‫ــ ا ــכ م‬ ‫و ــ‬
‫אا ـ א ـ ا ـ ل‬ ‫ــא وכ ــאل ــא‬ ‫وا ـ ـ ذכ ـ ا ـ ازم و ـ ا ـ א ـ و‬
.‫ــ اכ ــא א وا ــ ف دون ــאدئ إ ــ اق أ ار ــא‬
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 443

Tercüme
2. O hüviyeti, ilâhiyetin lâzımı ile (yani izafî ve selbî lâzımlarını zâtında
cem etmiş olan Allah ile) şerh ve tarif ederek onu, vahdaniyette en son
had demek olan ‘ehad’ ile takip etmesi, “Allah”tan sonra ‘ehad’ denilmesi,
vahdetin en son haddinde bulunan ve tarif bakımından hiç mukavvimatı 5

olmayan bir şey olduğu cihetle o hüviyeti, lâzımlarını söylemekten başka


bir sûretle tarifin imkânsız olduğuna bir tenbihtir.
Mânâ şu demek olur: Tarif ve şerhi mümkün olmayan bir hüviyet.
Bunun tarifinde mukavvimat (tamamlayıcı şeyler) zikrolunmayarak ilâhi-
yetten ibaret bulunan lâzımların zikredilivermesi künhünü anlamaktan ve 10

ezeli nurlarını döktüğü mebadinin önünde durmaktan akılların aciz kala-


cağı kadar basît olmasından ve vahdetin son haddinde ve basîtlikte kemal
derecesini bulmasındandır.

Şerh ve İzah
İslam filozofu İbn Sînâ bununla “hüve” lafzının delâlet ettiği mutlak 15

ve eşsiz hüviyet, izafî ve selbî lâzımları kendisinde toplamış olan “Allah”


nazm-ı şerifiyle tarif olunduktan sonra bir de “ehadun” lafzı ile tavzih
olunmasındaki yüksek ve ince mânâyı şöyle anlatmak istiyor:
Allah lafza-i celâlinden sonra “ehad” kelimesinin gelmesi “görünen ve
görünmeyen her şeyi tamamıyla bilen ve kendisine gizli hiçbir şey olmayan 20

Vâcibu’l-vücûd’un sade izafî ve selbî sıfatların mecmuundan ibaret olan


ilâhiyetle tarif olunması, resm-i nakıs ile olan tarifin mukavvimat ile ol-
gunlaşan bir tarif üzerine ihtiyar olunması demektir” yolundaki tevehhü-
mü, vesveseyi kaldırmıştır. Çünkü “ehad” lafzının delâlet eylediği hakîkî
vahdet, tam ve ekmel bir tarifle anlatılması istenilen o hüviyetin, cins ve 25

fasıl gibi cüzleri olmadığına delâlet eder. Binaenaleyh Vâcibu’l-vücûd’un,


“hüve” ile işaret olunan hüviyet-i mutlaka’nın zâtını ve mahiyetini bize
anlatmak için ihtiyar olunan bu tarif, tarifin en mükemmelidir.
Filozof bu tenbihle şunu da hatırlatmak istiyor: ‘Ehad’ lafzının delâlet
eylediği hakîkî vahdete “Allah” lafzı da delâlet etmektedir. Lâkin “Allah” laf- 30

zının delâlet eylediği bu mânâdan gafillerin gaflet etmeleri ihtimali vardır.


444 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bunun içindir ki “Allah” lafzının esasen delâlet eylediği hakîkî vahdet;


“ehad” lafzı ile de tavzih, teşrih ve teyid olunmuştur.

Tefsir
‫ ــ ن ا ــ ازم‬. ‫ــ‬ ‫ــכ ا ــ ازم‬ ‫ و כــ‬.‫و ــא أن ــ ا ــ أ ا ول ــא ــ ازم כ ــ ة‬
5 ‫ـ‬ ‫ـ ر ـ أכ ـ ـ ا ا ـ إ‬ ‫ وا ـ ء ا ا ـ ا ـ ّ ا ـ ـ כ و ـ‬.‫ـ ت‬
.ً‫ـא‬ ‫ـ ه ـ ًو‬ ‫ا ـ ا ــאزل ـ‬

Tercüme
3. Mebde-i evvel’in hüviyetinin birçok lâzımı vardır ve lâzımların hepsi
(illet ve malûl olarak, yani sonraki evvelkinin malûlü olmak, evvelkinden
10 dolayı var olmak sûretiyle) bir tertip dahilindedir. Çünkü lâzımlar malûl-
lerdir. Hâlbuki her yönden basît, hak vâhidden ancak vâhid sudur eder. Ya-
ni hakîkî vâhid, ancak bir malûle illet olabilir. Meğer ki kendisinden tûlen
(birinci ikinciye illet ve sebep olmak üzere Vâcibu’l-vücûd olan mebde-i
evvelden akl-ı evvel, akl-ı evvelden akl-ı sâni… böylece onuncu akla kadar
15 ve onuncu akıldan da diğer yaratıklar) ve arzan (yani bu akıllardan muh-
telif haysiyetlerle silsile-i havâdis sudur etmekle) inen tertip üzere olsun!

Şerh ve İzah
İslam filozofu burada mühim ve gürültülü bir meseleye temas ediyor.
Bilindiği vechile hukema denilen eski filozofların esas kaziyyelerinden biri
20 şudur:
“Hakîkî ve her cihetten vâhidden ancak vâhid sudur eder.”
Bu esasa göre hakikaten basît ve vâhid olan bir şey, ancak bir tek malûle
illet olabilir. Vâcibu’l-vücûd ve Mebde-i evvel olan Cenâb-ı Hak da her
mânâsıyla vâhid ve basît olduğundan O’ndan da doğrudan doğruya bir
25 malûl sudur etmesi ve bunun da cisim, arz, nefs, heyulâ ve sûret olmaması
lâzımdır. Şu hâlde görmekte olduğumuz bu hâdisat âlemi, bu varlık ne
sûretle vücud bulmuştur?.. Bunu da şöyle izah ederler:
Mebde-i evvel’den ilk ve vasıtasız olarak sâdır olan, feyezan eden akl-ı
mahfîdir ki buna akl-ı evvel ıtlak ederler. Vâcibu’l-vücûd’un ilk önce ibda
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 445

eylediği budur. Akl-ı evvel; zâtı bakımından mücerred olduğu gibi failiyeti
cihetinden cismanî âletlere ihtiyacı olmayan bir cevherdir. Bunda üç itibar
mülâhaza olunmuştur: Varlık, vücûb, imkân. Birinci aklın ibdaında hiçbir
vasıta olmadığı için Vâcibu’l-vücûd olan illetine nazaran vâcib, fakat kendi
zâtına nazaran mümkindir. 5

Akl-ı evvel’deki varlık ve kendisine illet olan bi-zâtihi Vâcibu’l-vücûd’u


taakkulü itibariyle ondan ikinci akıl, vücub itibariyle felek-i evvel’in nefsi,
imkân itibariyle birinci feleğin cismi sâdır olmuş ve bu hâl onuncu akla,
kevn ve fesad âlemini tedbir eden akla (ki İbn Sînâ buna akl-ı faal der) ka-
dar böylece devam etmiştir. Vâcibu’l-vücûd (Mebde-i evvel) den vasıtasız 10

sudur eden yalnız akl-ı evvel’dir. On akıl denilen bu akıllardan her birerleri
kendilerinden sonrakine illettir. Binaenaleyh “Cenâb-ı Hak’tan tûlen inen
malûller silsilesi”, illeti yalnız Cenâb-ı Hak olan akl-ı evvelden itibaren bir
tertip üzere devam eden ve bu tertipte kendisine müntehi olan malûller
silsilesi demektir ki “Ukûl-i aşere= On akıl”dır. 15

“Arzan nâzil” dediği de havadis silsilesidir. Havâdis silsilesinin Cenâb-ı


Hakk’a müntehi olması o tertipte olmayıp hepsinin mümkin ve Mebde-i
evvel’e muhtaç olması noktasındandır. İşte İbn Sînâ’nın “Meğer ki tûlen
ve arzan inen tertip üzere olsun” sözü ile işaret etmek istediği şey budur ve
eski filozofların mezhebleri olmak üzere iştihar eden de budur. 20

Hukemanın bu sözlerinden “eşyanın bazısını icad edip yaratan Cenâb-ı


Allah, bazısını ihdas eden de başkası olduğunu söylemiş” oldukları anlaşıl-
mış ve bunun üzerine birçok itirazlar ve hücumlar yapılmış ve bu filozoflar
techil edilmişlerse de hakikatte maksatları bu değildir. Onların mezheble-
rini böyle anlamak yanlıştır ve bu da onların “bütün eşya Cenâb-ı Hak’tan 25

feyezan eder” tarzındaki naslarını nakledenlerin ibarelerine dikkat etme-


mekten veyahut onları nakledenlerin eksik nakletmiş veya yanlış anlamış
olmalarından ileri gelmiştir. Hâlbuki onlara göre de hakikat ve nefsu’l-
emirde Allah’tan başka müessir yoktur. Aradaki vasıtalar; bir takım şartlar
ve sebepler demektir, ibda, icad ve yaratmak işi ise ancak Allah’a aittir. 30

Hatta daha da incelenirse onların ileri sürdükleri şartlar ve vasıtalar da bir


mümkinin var olmasını tamamlayan şeylerdir. Bunu İbn Sînâ el-İşârât’ta,
en-Necat’ta ve eş-Şifâ’nın ilâhiyat kısmında şöyle tasrih eder:
446 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Her şey hadistir ve bütün bunları ihdas eden de Vâhid-i Hakîkî’dir...


Kati olarak tahakkuk etmiştir ki her varlık ve varlığın kemali, Vâcibu’l-vü-
cûd’dandır. Varlık ondan feyezan etmiştir. Vâcibu’l-vücûd her şeyin li-zâti-
hi failidir. Yani her var olan, onun zâtına mübâyin bir feyezan ile kendisin-
5 den varlık ifâza eden bir mevcuddur. Ancak ilk malûlün feyezanı vasıtasız
diğerleri ise vasıta iledir ve fakat hakikatte hepsi bi-zâtihi Vâcibu’l-vücûd’a
müstenittir...
Aristo, üstadı Eflâtun’dan şöyle nakleder:
Eşya-ı hissiyenin güzel olması, ancak ilk failden dolayıdır. Şu kadar ki
10 o fiil, ancak akl-ı vakfın [faalin] tavassutiyle olmuştur. Hayr-ı mahzdan
ibaret olan Bari Teâlâ evvela akla sonra nefse sonra da eşya-ı tabiiye üzerine
hayat ifaza etmiştir.1
Bu yoldaki sözleriyle bu filozof, Bâri Teâlâ’yı ne güzel ve ne doğru vasıf-
lamıştır. Çünkü O’na aklın, nefsin, tabiatın ve bütün eşya-ı sâirenin hâliki
15 olduğunu söylemiştir. Şu kadar ki bu filozofun sözünü işitenler yalnız gör-
dükleri lâfızlar üzerine çakılıp kalmamalıdırlar. Çünkü onların naslarında
görülen tavassut; hiç kimsenin şüphe etmeyeceği kadar bedihi olan bir şey-
dir. Ve bütün şeriatlerde de mansustur. Bütün hayvanların tavassutla yara-
tılmış olduğu malum bir hakikattir. Bunlardan birinci ile ikinciden başkası
20 hep baba ile ananın tavassutu iledir, ikinci insanın evvelkinin tavassutiyle
ve ondan olması kitap ve sünnetle malumdur. Diğerleri de böyle! Bütün
bu eşyanın bir takım sebepler ve vasıtaların araya girmesiyle olmalarından,
Vâhid-i Hakîkî’nin mahlukları olmayıp da aradaki mahlukları olmaları na-
sıl lâzım gelmezse diğerleri de böyledir.
25 Demek ki kelâmcılardan ve hatta filozoflardan bir kısmının, Aristo ve
muakkiblerinin “Vâhid-i Hakîkî’den ancak vâhid sudur eder” sözünden
anladıkları o mânâ yerinde değildir. Hatta bu fikrin de netice itibariyle
Eşarî mezhebinden bile pek farklı olmadığını Celal Devvânî, Tûsî, Şeyh
Muhammed Abduh uzun uzadıya izah etmişler ve Ebu’l-Berekât’ın bu me-
30 seleden dolayı yaptığı hücumu yerinde bulmamışlardır.2

1 İbn Sînâ, eş-Şifa: el-İlâhiyyât, I/37 vd.


2 Bkz. Celâl[eddin] Devvânî; Akaid-i Adudiye, Şerhi Celâl Hâşiyesi; Şeyh Muhammed Abduh, Tûsî ve
Fahr-i Râzî, İşârât Şerhi; Hâdimî, İhlas Tefsiri Şerhi.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 447

Hulâsa
Burada din ile felsefe, din adamlarıyla filozoflar arasında görünüşte mü-
him bir ayrılık varsa da hakikatte her ikisini barıştırmak çok kolaydır. Filo-
zofların müdafaa ettikleri esasa göre merâtib-i mevcudât şöyle hulâsa edilir:
1. Li-zâtihi Vâcibu’l-vücûd, 5

2. Cevahir-i mücerrede ve eflâk âlemi,


3. Anâsır âlemi.
Dinde bu meratib şu sûretle ifade olunur:
1. Allah,
2. Ulvî ve semavî âlem yahut melâike, 10

3. Arz ve anasır âlemi.


Şu hâlde bunları birleştirerek Allah ile arzî ve unsurî âlem arasındaki
vasıtaları, (ki filozoflara göre cevahir-i mücerrede ve eflâktir), bazan ukûl,
bazan melâike, bazan âlem-i emr ile ifade edebiliriz. Dünya tabakasından
da bazan anasır âlemi, bazan arz ve halk âlemi ile ifade ederiz. Nasıl ki 15

böylece kullanılmıştır.
İbn Sînâ, din ile felsefeyi birbiriyle kucaklaştırmaya çalışan şahsiyetlerin
en büyüklerinden ve muvaffak olanlardandır. Bu büyük filozofun eserleri,
hikmet ve tabiiyata dair yazdığı risaleleri dikkatle incelenirse görülür ki o,
hem kabul ettiği felsefe esaslarına sadık kalmış hem de onları dine yaklaş- 20

tırmıştır. İbn Sînâ’ya göre eski filozofların kabul ettikleri “Ukûl-i aşere” di-
nin telkin eylediği melâike-i mukarribîndir. Akl-i faal, Cebrail’dir ki bu va-
sıta ile nüfûs-i beşeriye üzerine ma’kulât ifaza olunur. Eflâkin nüfûsundan
maksat semavî meleklerdir. İbn Sînâ, şer’in mücmel bıraktığı bazı med-
lulleri de bu sûretle tefsir etmeye çalışmıştır. İşte İhlâs sûresini ve li-zâtihi 25

Vâcibu’l-vücûd’un hakikatini bu anlayışın ışığı altında tefsir etmiştir.

Tefsir
‫ّ ـ ًא أ ـ ف ـ‬ ‫ــאن‬ ‫ـ ًא ـ ا ـ زم ا ـ כـ ن ا‬ ‫أ ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ن ا ـ زم ا‬
‫ــא כאن ا ـ زم‬ ‫از ـ‬ ‫א ـ ـ ا א ــאت ـ ء ـ‬ ‫ـ‬ ‫أراد‬ ‫ ـ ا َ ـ‬.‫כ ـ א ــכ ًא‬
. ‫أ ـ ب כאن ا ـ أ ـ‬ 30
448 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

‫ و ـ أن ا ـ زم ا ـ ـ ا ـ ء כ ـ ن‬،‫ـ ًא‬ ‫ـ כ ـ ا ــכ م ـ ـ آ ـ أ ـ‬


‫ـ‬ ‫ـف א‬ ‫ وا ـ ء ا ـ ي ـ ـ‬. ‫ـ‬ ً ‫ ـ כـ ن ـ‬، ‫ـ‬ ‫ـ ً ـ ء‬
‫ـ ا א ـ ـ ء ـ از ـ ا ـ ة‬ ‫ـ ُذכـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ ـ اا‬. ‫ـא‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫إ ـ‬
‫ـ ـ أن ُ כـ ـ ا ـ ا زم‬ ‫ا ـ ا‬ ‫ ـ‬،‫ـ ًא‬ ‫ـ ًא‬ ‫ـ כـ ذ ــכ ا ـ‬
5 .‫ـ ه‬ ‫ـ ا ـ ء اـ‬ ‫ـ ءاـ ي‬ ‫ا ـ‬
‫ ـ ــא ـ ـ وا ـ ا ـ د‬.‫ـ م زم أ ـ م ـ و ـ ب ا ـ د‬ ‫وا ـ أ ا ول‬
. ‫ و ـ ع ـ ا ز ـ ـ ا ـ‬،‫و ا ـ و ـ ب و ـ ده ـ أ ـ ـ أ ــכ ــא ـ اه‬
‫ــא ـ ء‬ ‫כـ أن ـ‬ ‫ـאً ا ـ‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ ا أ ــאر ـ ﴿ ـ ﴾ ا ـ ا ـ ا‬
ّ
‫ و ـ ا ـ ا א ـ ا ـ زم ا ـ‬، ‫ـ ا ـ ازم ّ ـ ذ ــכ כ ـ أ ـ ب ا ـ אء و ـאً ـ‬
10 .‫وا ــאب‬

Tercüme
Bir de (yukarıda izah olunduğu vechile) bir şeyin yakın lâzımı, tarif
noktasından uzak lâzımdan (yani yakın lâzımla tarif etmek uzak lâzımla ta-
riften) daha kuvvetlidir. İnsanın, mesela müteaccib olması, dâhik (gülücü)
15 olmasından daha ziyade bellidir. Bunun içindir ki bir şeyin mahiyeti, lâ-
zımlarından biri ile tarif edilmek istenildiğinde lâzım o mahiyete ne kadar
yakın ise tarif de o derece muhkem, vazıh ve kuvvetli olur.
Bunu daha kuvvetli bir tahkik olmak üzere diğer bir sûretle zikredebili-
riz. Şöyle ki: Bir şeyin uzak lâzımı, hakikatte o şeyin malûlü olmayıp belki
20 malûlünün malûlüdür. Bir sebepten dolayı mevcud olan şeyin hakikatiyle
tarif olunabilmesi, ancak sebeplerini bilmekle olabilir. Şu tahkike istinaden
diyebiliriz ki mahiyetin tarifinde uzak lâzımlardan bir şey zikrolunsaydı o
tarif, hakîkî bir tarif olmazdı. Çünkü bir şeyin hakîkî tarifi, tarifte o şeyin
(mahiyetin) başkası için değil, li-zâtihi iktiza eylediği yakın lâzımın zikro-
25 lunmasıyla husûle gelen tariftir.
Mebde-i evvele gelince: Onun en kadim lâzımı, varlığının vücubudur.
O’nun varlığının vâcib olmasından daha kadim, daha yakın bir lâzımı
yoktur. O’nun ilk lâzımı, vâcib olmasıdır. Çünkü O (mebde-i evvel),
evet ancak O, bi-zâtihi Vâcibu’l-vücûd’dur. Vücudunun vâcib olması va-
30 sıtasıyladır ki kendisinden maada bütün mevcudata mebde olması ona
lâzım geliyor.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 449

İşte şu iki şeyin (li-zâtihi vâcibu’l-vücûd ve bütün eşyanın mebdei olmak


lâzımlarının) mecmuu da âlihiyetten (ilâh olmaktan) ibarettir. Bunun için-
dir ki basit-i hakîkî olup “hüve”den başka bir şeyle ifade edilmek imkânı
olmayan ve hâlbuki lâzımından bir şeyle tarif edilmesi zaruri olan hüviyet-i
mahza’ya, “hüve” lâfzı ile işaret ettikten sonra onu kendisine lâzım olan 5

en yakın şeyle (yakın lâzımı ile) takip etti. (Yani hüve’den sonra hemen en
yakın lâzımını getirdi ki o da selb ve icab lâzımlarını, selb ve icabdan ibaret
olan bütün kemal vasıflarını kendisinde toplamış olan âlihiyettir (Allah).
Hüve’nin delâlet eylediği zât-i baht ve vücûd-i mutlak’ın en yakın lâzımı
Allah’tır. Buradaki “hüve” ancak “Allah” lâfza-i celâli ile tarif olunabilir.) 10

Şerh ve İzah
İbn Sînâ’nın buraya kadar beyan ettiği nükte ve ince mânâlar şöyle
hulâsa olunabilir:
1. Hüve kelimesi ile tevhid ve vahdetin mevzuu olan hüviyet li-zâtihi-
dir. 15

2. Hüve kelimesi ile tevhid ve vahdetin mevzuu olan hüviyet Vâci-


bu’l-vücûd’dur.
3. Hüve kelimesi ile tevhid ve vahdetin mevzuu olan hüviyetin vücudu
mahiyetinin aynıdır.
4. Hüve kelimesinden sonra bir de Allah lâfza-i celâlinin gelmesindeki 20

yüksek mânâ.
5. Hüve ile işaret olunan hüviyetin her yönden basît ve tek olması ve
bundan dolayı hadd-i tam ve hadd-i nakıs ile de tarif[in] mümteni olduğu.
İbni Sînâ ‘hüve’ ile lâfza-i celâlden bu ince mânâları istinbat ettikten
sonra o hüviyeti şöyle izah eder: 25

Tefsir
‫ـ ه ـ‬ ‫ـ ا ـ ي ـ ا א ــאت و ـ‬ ، ‫ـ א‬ ‫ـ א ــא أ ـ ــא و ــא أ ـ‬
‫ـ ـ ت‬ ‫ـ أ‬ ‫ـ وا ـ وا‬ ‫ل وا‬ ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ أد ـ ــא ا ـ‬ ‫ا א ــאت و‬
‫ا ـ ي ذכـ ه‬ ‫ـ أز ـ ـ ـ‬ ‫כـ ذכـ ه ا‬ ‫ا ـ را‬ ‫ ـ‬. ‫ا א ـ وأ ـ و ـ ا ا ـ‬
.‫ـ‬ ‫ـ ا א ـ ةا ـ ا‬ ‫ـ زه ا‬ ‫ـ س ور‬ ‫ـ כ א ـ ا ـ وأود ـ ـ و ـ ا‬ 30
‫‪450‬‬ ‫‪METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri‬‬

‫ــא‬ ‫ــא إ‬ ‫ــ ه‬ ‫כــ‬ ‫ــכ و ــ أن א ــ ــאرك و א ــ وإن כאن‬


‫ّ‬ ‫و ــ‬
‫ـ ل وا ـ ‪،‬‬ ‫ـ א ـ ــא‪ ،‬ـ ن ــאك ا ـ وا א ـ وا‬ ‫ا א ــאت وا ـ ب إ أ ـ ـ‬
‫ــאذا ـ כ ـ ــכ ا א ـ وا ـ ـ ــכ ا ـ ازم؟‬
‫ـ‬ ‫ـ دة و ــא‬ ‫ــאت أ ـ ً‪ .‬ـ و ـ ة‬ ‫ـ أ ا ول ـ ء ـ ا‬ ‫ـ ل‪ :‬ـ‬
‫‪5‬‬ ‫ـ ــאك أ ـ ً‪.‬‬ ‫و כـ ة ـ و ا‬
‫ـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ إ ا ـ ا‬ ‫ــאت‪ ،‬ـ‬ ‫ـ ـ ذا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ اـ ـ‬
‫ـ‬ ‫ـ ا ـ ه‪ .‬و ــכ ا ـ ة ـ ازم‪ .‬ـ ذن ذכـ ــכ ا‬ ‫ـ ـ اכـ ة ـ‬ ‫ـ ا‬ ‫ا ِ‬
‫ـ ص ـ א ـ و ـ ده ـ ‪ .‬و ـ ا‬ ‫א א ـ ازم ا ـ ‪ .‬و ـ أ ــאر ا ـ و ـ ده ا‬ ‫و ـ‬
‫از ــא ا ـ ـ ا כ ــאل כ ـ ا כ ــאت‬ ‫ـ ا כ ـ ‪ :‬و ـ أن ـ ا ــאئ‬ ‫أ ـ‬
‫‪10‬‬ ‫א ــא‪.‬‬ ‫כـ‬
‫ـ ل‪ .‬ـ ن כאن כ ـאً‬ ‫ـ رة א ـ‬ ‫ـ ـ ا ـ‬ ‫ـ ا א ـ ـ أن‬ ‫ـنا‬
‫ــ ــ ا ــ‬ ‫ــ ــ ا ــ أ ائــ ‪ ،‬وإن כאن ــ אً و ــ ــ ازم ــ‬ ‫و ــ أن‬
‫כ ــכ כא ـ ا ـ رة ا ـ א ـ أ ـאً‪ .‬כـ ن ا ـ א ـ ازم ـ ـ ا ا ــאب כא ـ‬
‫א ـ ـ‬ ‫ـ ا ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ــאت ـ ا כ ــאت‪ .‬و ــאم ـ ـ ا ا ـ‬ ‫א‬
‫‪15‬‬ ‫כ ــאب ا ـ אء‪.‬‬
‫ـ إ‬ ‫ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ א ـ ـ ا ـ ة‪ .‬وا א ـ ا آ ـ ـ ا ـ ة‬ ‫و ـ ـ‬
‫ــא‪ .‬ـ ن ا ا ـ ـ ل ـ ــא‬ ‫כـ أن כـ ن أ ـ و أכ ـ‬ ‫ـ‬ ‫إذا כא ـ ا ا ـ‬
‫ـ ـ ـ ا ـ ه‪.‬‬ ‫ـ أ ـ ً أو ـ א ا ـ ــא‬ ‫ـ‬ ‫ـ א ــכ כ‪ .‬א ـ ي‬
‫ـ א ـ و ـ‬ ‫ـ א ـ وا ـ ي‬ ‫ـאً أو ـ א ا ـ ــא‬ ‫ـ ا ــא אً‬ ‫وا ـ ي‬
‫‪20‬‬ ‫ـ א ـ ‪ ،‬א ـ ي ـ و ـ ة א ـ ـ أو ـ א ا ـ ــא‬ ‫א ـ ة أو ـ א ا ـ ــא‬
‫ــאب ا ـ ا ـ أ כ ــא ــאل‬ ‫ــא ـ ا‬ ‫ـ א ـ ‪.‬و ـ ـ و ـ ة א ـ ـ و‬
‫ـ‬ ‫ـ اء وا ــאت‪ .‬وإذا ـ أن ا ـ ة א ـ‬ ‫ـ وا ـ واء أو ِ ِ ـ‬ ‫ِ ـ כ ــאب وا‬
‫ّ ّ‬ ‫ّ ٌ‬
‫ــ وأن ا ا ــ ــ ل ــ ــא ــ א ــכ כ وا כ ــ ــ ا ــ ة ــ ا ــ ي‬ ‫وا‬
‫כـ أن כـ ن ـ ء آ ـ أ ـ ى ـ ـ ا ـ ة‪ ،‬وإ ـ כـ ـ א ـ ا א ـ ـ ا ـ ة‪،‬‬
‫‪25‬‬ ‫ـאً‪ ،‬ـ כـ ن أ ـ اً א ــאس ا ـ ـ ء دون ـ ء‪.‬‬ ‫ـ כـ ن أ ـ اً‬
‫ً‬ ‫ـ ا ـ ه‪ ،‬وأ ـ כ ـ ة ــאك أ ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ א ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ دل ـ أ ـ وا‬
‫ــאدة‬ ‫ـ כא‬ ‫ــאس وا ـ ل أو כ ـ ة ا ـ اء ا‬ ‫ــאت כא‬ ‫ـ ‪،‬أ ـ כـ ةا‬ ‫כـة‬
‫ــאن‬ ‫ـ ا‬ ‫ة أو א ـ כ ــא ـ ا ـ ‪ .‬وذ ــכ‬ ‫وا ـ رة ـ ا ـ أو כ ـ ًة ـ א ـ‬
‫ــאء‬ ‫ــאدة وا ــ رة وا ــ اض وا ــאض وا‬ ‫ــאً ــ ا ــ وا ــ وا‬ ‫כ ــ‬
‫‪30‬‬ ‫ئـ‬ ‫َّـ ا ـ ة ا כא ـ وا ــא ا ـ ا‬ ‫ا ـ‬ ‫وا ــכאل وا ـ ان و ــאئ ا ـ ه ا ـ‬
‫ـ ء أو ــאو ـ ء‪.‬‬ ‫ـ‬ ‫ـ و א ـ ـ أن‬ ‫כـ م و ـ و ـ‬
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 451

Tercüme1
O’nu tesbih ve takdis (birden ziyade ve başkasına muhtaç olmak gibi
eksik sıfatlardan tenzih) ederim. O’nun şanı ne yüksek, kuvvet ve kudreti ne
kahirdir! O, böyle azim bir ilâhtır ki hacetler yalnız O’na müntehi olur ve
yalnız O’na dayanır. İstenilen şeylere ancak O’ndan ve O’nun yardımıyla eri-
şilir. O’nu tavsif edenlerin en büyük ve en beliğ vasıfları, O’nun (Kur’ân’da) 5

kendi nefsi için ihtiyar eylediği celâl, azamet ve güzellik mertebelerinin en


aşağılarına bile yetişemez. Onlar, O’nu tavsiften acizdir. Belki bu hususta
mümkün olan miktar, daha ziyadesini söyleyebilmek mümteni olan şeyi
söylemektir ki o da Kitab-ı Aziz’inde zikreylediği, mukaddes vahyince ve
yüksek, celi ve tâhir remizlerinde tevdi buyurduğu şeydir, vasıflardır. 10

Burada şöyle bir sual varid olur: Her ne kadar mahiyet-i ilâhiyeyi iza-
fetler ve selbler vasıta olmaksızın başkalarının bilmesi mümkün değilse de
kendi mahiyetini Allah celle celâlühu kendisi bilmektedir ve bu ulûhiyet
mertebesinde akıl, âkil ve mâkul de birdir.
Şu hâlde neden dolayı Cenâb-ı Hak’ça malûm olan o mahiyet zikr ve 15

beyan olunmadı da lâzımların zikri ile (Hüve’den sonra yalnız Allah den-
mekle) iktifa olundu?
Cevaben deriz ki: Mebde-i evvel’in asla mukavvimleri (cüzileri) yoktur.
Çünkü O, mücerred bir vahdet, sırf besatettir; O’nda hiçbir sûretle çokluk
ve ikilik yoktur. O’nun kendi zâtını taakkul etmesi, zâtının mukavvimatı 20

olup da onu taakkul ettiğinden değildir. Belki O’nun zâtına ait taakkul
ettiği şey, başka değil ancak her vechile çokluktan münezzeh bulunan hü-
viyet ve vahdet-i sırfedir. O hüviyet ve vahdetin bir takım lâzımları vardır.
Bunun içindir ki evvela basît-i hakîkî olan o hüviyeti zikrederek onu
yakın lâzımlarıyla şerh ve vücudu, mahiyetinin aynı demekle onun vücûd-i 25

mahsusuna işaret etti.


Bu sûretle şerh ve izah için hikmette bir usul ve kaide vardır: Nasıl
ki basîtleri kemalde yakın lâzımlariyle tarif, mukavvimatını ve cüzilerini
zikirle tarif etmek gibidir. Çünkü tam (ve kemal mertebesini bulan) tarif,

1 Merhum Akseki bu bölümü sadece tercüme etmiş ayrıca şerh ve izah etmemiştir.
452 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

bilinmesi istenen hakikatin ta kendisini, özünü ifade eden ve meydana


çıkaran şeydir. Eğer bilinmesi istenilen şey basît olur ve yakın lâzımlarıyla
tarif olunursa nefiste bu husûle gelir. Yani tarif edilen şey aşikâr bir sûrette
anlaşılır. Binaenaleyh, bir şeyi yakın lâzımlarıyla tarif, zihni, gerçekten ha-
5 kikate ulaştırır ve bu babda mürekkebleri mukavvimatı ile tarif gibi (kamil
bir tarif ) olur.
Âyette Allah’tan sonra gelen “ehad” nazm-ı kerimi, vahdette mübâlağa-
dır, vahdetin en son haddini gösterir. Vahdette tam mübâlağanın, yani her
cihetten vahdetin tahakkuk edebilmesi için başka değil, ancak vâhidiyetin
10 (tek olmanın) kendisinden daha ekmelini tasavvur mümkün olamayacak
derecede ekmel ve kuvvetli olması lâzımdır. İşte bunu ifade eden ancak
‘ehad’ kelimesidir. ‘Vâhid’ de ‘ehad’ gibi ‘bir’ mânâsınadır. Fakat vâhid,
ehad kelimesinin ifade ettiği mânâyı ifade etmez. Çünkü vâhid, altındaki
fertlere teşkik sûretiyle ıtlak olunur. (Yani vâhid, küllî-i müşekkek olmakla
15 asla kabil-i inkısam olmayan şeyle aklen inkısamı kabul edenlerle, bilkuvve
ve bilfiil hissen inkısamı kabul edenlerin hepsine de vâhid ıtlak olunur.)
Şüphe yok ki hiçbir vechile asla inkısam ve parçalanmayı kabul etme-
yen; bazı cihetten cüzilere ayrılmayı kabul edenden vâhidiyete daha lâ-
yıktır. Aklî olan cüzilere ayrılmayı kabul eden hissi olarak kabul edenden
20 daha ziyade vâhidiyet (tek olmak) sıfatıyla tavsif olunmağa lâyık ve evlâdır.
Hissî ve bilkuvve taksimi mümkün olan da bilfiil taksimi kabul edenden
vâhidiyete daha yakın ve bu sıfatla tavsife daha müstahaktır.
Fiilî olarak hissî bir şekilde parçalara ayrılıp da kendisi için toplayıcı
bir vahdet olan, bilfiil taksimi kabul ettiği hâlde kendisi için bir vahdet-i
25 câmia olmayan ve vahdeti yalnız (mebdee) intisab sebebiyle olandan vâhi-
diyete daha yakındır.
Madem ki vahdetin en kuvvetli ve en zayıf olmaya kabiliyeti ve vâhidin
teşkik sûretiyle altındakilere ıtlak olunması sabit oluyor, şu hâlde vahdette
ekmel olan; vahdette kendisinden daha ekmel ve kuvvetli başka bir şey
30 bulunmak imkânı olmayandır. Eğer böyle olmasa o, vahdetin en son had-
dinde olamazdı. Binaenaleyh o, hakikatte bir olmayıp belki başka bir şeye
kıyasla bir olmak, diğer bir tabirle, ehadiyeti mutlak olmayıp izafî ve nisbî
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 453

olmak lâzım gelirdi. Öyle ise Allah Teâlâ’nın ehad buyurması, onun her
yönden (her hususta ve her şeye nisbetle) bir (ehad) olduğuna ve O’nda
asla ne cinsler ve fasıllar gibi mukavvimatı teşkil eden manevi çokluktan
(yani bir had teşkil edecek cüzilerden), ne cisimde madde ve sûret gibi (ak-
len mütemayiz) fiilî (ve harici) cüzilerin (yani mahmul olmayan cüzilerin) 5

çokluğu ne de kuvvet ve fiil ile (yani cisim gibi bilkuvve veya bilfiil diye
ayrılan) hissî çokluk olmadığına delâlet etmektedir.

Tefsir
‫ــא‬ ‫ــאن‬ ‫ ـ ا‬،‫ـ‬ ‫ـ ها‬ ‫ـ‬ ‫ر ـ‬ ‫ــאئ‬ ‫َ ـ ْ أ ّن د ــאوى ـ ه ا‬ ‫و ئـ ـ‬
‫ـ ـ ه ا ـ رة؟‬ 10

‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ـ ـ ا ــאع أ ـ اء כא ـ‬ ‫ـ إ ــא‬ ‫ إن כ ــא כא ـ‬:‫ـ ل‬


‫ـ ا ـ כ ــא‬ ‫ כ ـ ـ أ ا ول ـ‬.‫ـ ه‬ ‫اـ ـ‬ ‫ـ ر ــכ ا ـ اء ـ כ ـ ن ـ ـ‬
‫ـ ـ ـ ه‬ ‫ ـ ا ــא ـ‬.‫ـ ـ ء ـ ا ـ اء‬ ‫ـ א ـ ﴿ ـ ا ﴾ ـ ذن ـ‬ ‫دل ـ‬
. ‫ـ ار כ ـ‬ ‫ـ‬ ‫ وا‬. ‫ا ـ‬

Tercüme 15

Haydi kabul edelim ki bu meselenin dâvaları şu lafzın (ehad lafzının)


içinde mündericdir. (Ehad’den onlar da anlaşılır). Lâkin bu sûrede buna
delâlet eden bir delil var mıdır?
Cevap: Bunun delili şudur: Hüviyeti; ancak cüzlerin bir araya gelme-
siyle hâsıl olan şeyin hüviyeti, evvela o cüzlerin bulunmasına mütevakkıf 20

olduğundan böyle bir hüviyet (li-zâtihi hüve hüve) olmayıp başkasın-


dan (başka bir şeyin var olmasından dolayı)dır. Hâlbuki “Kul huvellahu
ehad” âyetinin delâletinden anlaşıldığına göre mebde-i evvel, hüve hüve
li-zâtihidir. Şu hâlde hüviyet-i ilâhiye (basît-i hakîkî olup) onun cüzleri
yoktur. 25

Şerh ve İzah
Evvelce de işaret olunduğu vechile büyük müfessirlerden Fahreddin-i
Râzî bu sûredeki “Hüve, Allah, Ehad” kelimeleri üzerinde durmuş ve
yüksek bir anlayışla çok mühim bir mütalâa serdetmiştir. Cihetleri ayrı
görülmekle beraber anlayışta İbn Sînâ ile birleşiyorlar demektir. Biri fel- 30
454 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

sefî, diğeri tasavvufîdir. Bu anlayışa göre bu üç kelimeden her biri hakikat


ölçüsünün, hakikat arayanların makamlarından bir makama işarettir. Bu
makamlar şunlardır:
1. Mukarrebîn makamı. (Mukarrebîn Allah indinde yakınlığa, en yük-
5 sek mertebe ve makama erdirilmiş zâtlardır. Bunlar Hakk’a kullukta, iman
ve tâatte, hayır yarışlarında en öne geçenlerdir.) Bu makam, Allah’a gi-
denlerin makamlarının en yükseğidir. Bunlar seyirlerinde eşyanın, eşya
olmaları bakımından hakikatlerine bakmış olduklarından Allah’tan baş-
ka bir varlık görememişlerdir. Çünkü li-zâtihi ve bi-zâtihi vücudu vâcib
10 olan yalnız Allah Teâlâ’dır. Allah’tan başka ne varsa hepsi, hakikati ve zâtı
bakımından mümkindir. Mümkin olan bir şey, kendi hakikatine ve zâtı-
na nazaran yoktur. Bundan dolayıdır ki mukarrebîn, akıl gözleriyle Allah
Teâlâ’dan başka bir mevcud görmemişler ve görmezler. Buradaki “hüve”
işareti, mutlak olmakla beraber onunla işaret ve kasdolunan zât, muayyen
15 olduğundan ve mutlak hüve, muayyen olan zât-ı ilâhîye sarf edileceğinden
onların nazarında “hüve” denilince Hak Sübhânehû ve Teâlâ’ya işaret olur.
Onlar iki mevcud görmediklerinden dolayı “O” demek, kendileri için tam
bir irfan husûlüne yeter.1
Bu mülâhazaya göre de “hüve” Allah Teâlâ’nın ismine değil zâtına râ-
20 cidir, bundan murad isim değil zâttır. Yani “hüve” bir zamir değil Allah’ın
esmâ-i hüsnâsından bir isimdir. İbn Sînâ da bunu söylemek istemiştir. Ona
göre de buradaki “hüve”, Allah Teâlâ Hazretlerinin zât mertebesinden an-
cak “Hüve = O” demekten başka bir vechile idrak ve ifade olunamayacağı-
na işarettir. Yani hüve, kendisini sadece kendisi bilen, zâtını akılların idrak
25 edebilmesi mümkün olmadığından dolayı zât mertebesinde ancak “Hüve
= O” demekle tarif edilebilecek olan Vâcibu’l-vücûd, Allah Teâlâ’nın zâtı,
hüviyeti demektir.
“Hüve”ye ister bazı müfessirlerin dedikleri gibi zamir-i şan denilsin is-
terse isim olarak kabul edilsin her iki takdire göre de Allah’ın zâtına işarettir.
30 “Hüve” denilmekle mutlak bir varlık ifade edilmiş olduğu için mümkinle-
rin ve yaratılmışların zâtlarına nazaran kendilerinde bir varlık görmeyen ve

1 er-Râzî, Fahreddin, Mefâtihu’l-Gayb, XXXII/179.


İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 455

hakîkî varlık olarak ancak kendi zâtından başka bir illete muhtaç olmayıp
kendisi bi-zâtihi ve li-zâtihi vücudunu iktiza eden ve bir an için bile yoklu-
ğunu farz etmek imkânsız olan Vâcibu’l-vücûd bir zât tanıyanlar için “hüve
= o” demek sûretiyle bir tarif yapılmış olur. Razî devam ediyor:
2. Ashâb-ı yemînin makamı. Ashâb-ı yemin ki bunlara ashâb-ı mey- 5

menet de denir. Sağ kol, saygı değer yüksek haysiyet sahipleri, hayra yarar
ve hayra delâlet eder uğurlu ve çok kıymetli kimseler demektir. Bunlar,
hakkı mevcud bilir ve öyle tanırlar. Ancak, varlık âlemi her hâlde vah-
det değil çokluk arz etmektedir. Bu varlığın biri vücudu vâcib olup yok
olması tasavvur olunamayan Hakk’ın zâtıdır. Diğeri de yok iken var, var 10

iken yok olabilen halk çokluğu. Bundan dolayıdır ki bunlara göre sadece
“hüve = o” demek Hakk’a işarette kâfi gelmez. Hakk’ı halktan; yaratanı
yaratılmışlardan ayırt ettirecek bir şey lâzımdır. Bunlar “hüve”den Hakk’ın
zâtını anlamak için “hüve” lafzının yanına “Allah” isminin de getirilmesine
muhtaçtırlar. Çünkü Allah, ne varsa hepsi kendisine muhtaç, kendisi bun- 15

lardan hiçbirine muhtaç olmayan, hepsinden müstağni olan, bütün kemal


sıfatlarını zâtında toplamış, zât ve hüviyeti itibariyle ulûhiyete müstahak
bir mevcud demektir. İşte bunun içindir ki yalnız “hüve” denmeyip “Hüve
Allah” denilmiştir.
3. Ashâb-ı şimalin makamı. Ashâb-ı şimal ki, ashâb-ı meş’eme de denir. 20

Sol kol, uğursuz, alçak mertebede bulunan değersizler, yakınlarına şeameti


dokunan uğursuz demektir. Bunlar, Vâcibu’l-vücûd’un, Hak Sübhânehû
ve Teâlâ Hazretlerinin, Allah’ın birden ziyade olmasını caiz görürler. İşte
bunları red ve sözlerinin bâtıl olduğunu anlatmak için de “ehad” kelimesi
getirilerek “Kul huvellahu ehad” denilmiştir. Demek ki burada bütün me- 25

ratibe riayet olunmuştur.1


Bu üç makam ve bunların sahipleri, Kur’ân-ı Kerim’in 56. sûresinde
sabıkûn, ashâb-ı yemin, ashâb-ı şimal diye gösterildikten sonra bu makam-
ların sahiplerinin yerleri ve mertebeleri de açık olarak bildirilmiştir. Biz
yine izahımıza devam edelim. 30

1 er-Râzî, Fahreddin, Mefâtihu’l-Gayb, XXXII/179180.


456 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Esmâ-i ilâhiye içinde “ehad”, ezel ve lâ-yezalde hep bir olan ve berabe-
rinde diğeri olmayan ferd, tektir. Bu, öyle bir isimdir ki yanında zikrolu-
nabilecek adedi nefyeder. “Mâ câeni ehad = Bana hiçbir ehad, hiçbir ferd
gelmedi” denir.1
5 “Vâhid” lafzı da bir demek ise de “ehad” ile “vâhid” arasında mühim
farklar vardır. Vâhid, itibarî de olabilir. Hâlbuki ehad; zâtında ne kesir ne
başka hiçbir adet kabul etmeyen, hiçbir vechile iki olması, cüzleri bulun-
ması imkân ve ihtimali olmayan hakîkî bir, hakîkî tektir. Hep bir, daima
bir, ondan maadası hiç olan tektir. Bundan dolayıdır ki ehadiyet ile Allah
10 Teâlâ’dan başka bir şey tavsif olunmaz. Ehad, Allah’ın sıfatlarından bir sı-
fattır ki kendisine muhtastır, onda Allah’a hiçbir şey iştirak edemez.
Bunlardan başka da “ehad” ile “vâhid” arasında daha başka farklar da
vardır. Mesela, ehad denildiği zaman vâhidin ifade ettiği mânâyı da içine
alır, yani ehad denilmekle vâhid de denilmiş olur. Lâkin vâhid, ehad’in ifa-
15 de ettiği mânâyı içine almaz; vâhid denilmekle ehad denilmiş olmaz. De-
mek ki ehad denilip de vâhid denilmemesinde mühim incelikler, yüksek
hikmetler vardır. Bunu tercümede ifade etmek imkân dışındadır. Çünkü
her ikisini de “bir, tek” diye tercüme ediyoruz. Binaenaleyh yalnız tercüme
ile bu iki mânâyı birbirinden ayırt etmek imkânı yoktur.
20 Evet, müfessirlerden bir kısmı burada “ehad” kelimesini “vâhid” ile tef-
sir etmişlerdir. İbn Abbas’ın ve Ebû Ubeyde’nin de bunu “vâhid” ile tefsir
ettikleri rivayetleri vardır. Fakat bu “ehad ile vâhid arasında hiçbir fark
yoktur” demek değildir. Ebu’l-Bekâ’nın Külliyât’ında İbn Sînâ’nın Şifâ’sın-
da, Seyyid Şerif ’in Mevâkıf şerhinde, Rağıb İsfehanî’nin Müfredât’ında ve
25 diğer yerlerdeki tafsilat dikkatle okunur ve bu kelimelerin vahdet mertebe-
leri üzerine delâletlerinin nasıl incelendiği üzerinde durulursa anlaşılır ki
“ehad” kelimesini “vâhid” ile tefsir edenlerin de bundan maksadı, “üzerin-
de kesir veya zam ile adet tasavvur olunabilen vâhidlerin biri” demek ol-
mayıp “en kâmil ve tam mânâsıyla hakîkî vâhid; her yönden bir, eşi ve ben-

1 Firuzâbadî, Ebu’t-Tâhir Mecduddin Muhammed b. Yakub, Basâiru Zevi’t-Temyiz, (thk. Muham-


med Ali en-Neccâr), Kahire 1412/1992, V/169.; İbnu’l-Esir, Mecduddin Mubarek b. Muhammed,
en-Nihâye fî Garîbi’l-Hadîs; (thk. Tahir Ahmed ez-Zâvî-Mahmud Muhammed et-Tanâhî), Daru İha-
yi’l-Kutubi’l-Arabiyye, Kahire: 1963, I/27.; Râgıb el-İsfahânî, Mufredâtu Elfâzı’l-Kur’ân, (thk. Safvan
Adnan Davudî) Beyrut 1997/1418, s. 857.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 457

zeri mümkün olmayan tek” demektir. Çünkü ehadiyetin eblâğ ve ekmel


olduğu, yani vâhid denilebilenlerin hepsine ehad denilemiyeceği onlarca
da bellidir. Bunun içindir ki büyük müfessirlerden bazıları ehad’i şöyle
tarif etmiştir: “Zâtı; hariçte ve zihinde terkip ve taaddütten; bunları istil-
zam eden cismiyet, temyiz gibi hakikatinde ve hakikatinin Vâcibu’l-vücûd 5

olması, kudret-i zâtiye, hikmet-i tâmme vesair hassalarında ortağı olmak


şaibelerinden münezzeh ve yüksek olan vâhid.” Âlûsi, bunu naklettikten
sonra şöyle der: Bu ifade, İbn Sînâ’nın İhlâs tefsirinden iktibas olunmuş ve
nefy-i sıfat tevehhümünü kaldırmak için bir ihtar gibidir.1
“Allah; ehaddir, vâhiddir, benzeri, müsavisi yoktur” demek bile bir tav- 10

sif olduğu cihetle İbn Sînâ’nın bundan maksadı âsâr ve ahkâm ifade eden
sıfatları inkar etmek değil, sıfatların zâtta çokluğu, birden fazla olmayı icab
etmediğini ve Allah Teâlâ’nın zâtı “sıfatlarının terkib ve takvimiyle takav-
vüm ve teşekkül eden mahiyet” gibi mürekkeb olmayıp zât ve sıfatıyla her
yönden ortağı ve benzeri olmayan tek olduğunu ve bundan dolayı onun 15

ulûhiyet vasfına iştirak mümkün olmadığını beyan etmektir.


İbn Sînâ, bunu Şifâ’sında, İşârât’ında ve en-Necât’ta uzun uzadıya izah
eder. İşârât’ında şöyle der:
Belki hatıra şöyle bir şey gelir Eğer mâkulât söylediğin gibi müteba-
yin, birbirine benzemeyen sûretler olup akıl ile ve birbirleriyle ittihat edip 20

birleşmezse (yani akıl ile aklın idrak ettikleri ayrı ayrı şeyler) Vâcibu’l-vü-
cûd’un (Allah’ın) her şeyi bilir olmasından onun gerçekten vâhid (tek) ol-
mayıp kendisinde çokluk bulunmak lâzım gelmez mi?
Buna şu yolda cevap veririz: Hayır, lâzım gelmez. Çünkü O, kendi
zâtını bi-zâtihi bildiği ve eseri de mümteni olmayıp zâtı, çokluğun ille- 25

ti, kayyum olduğu için zâtını li-zâtihi bilmesine çoğu ve her şeyi bilme-
si de lâzım gelir. Vahdete münafi olan kesret, zâtın mahiyetinde dahil ve
onu mukavvim olarak değil sonra lâzım olarak gelmiş ve O’nun âsârın-
dandır. Lâzımların çokluğu vahdete halel vermez. İzafî ve gayr-i izafî lâ-
zımların kesreti (cisim değildir, sûret değildir) gibi selblerin kesreti olur. 30

İsimlerin çokluğu, yani Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnâsı da bu sebepledir.

1 Âlûsî, Ebu’l-Fazl Şihabuddin, Ruhu’l-Meânî fi Tefsiri’l-Kur’âni’l-Azîm ve ve’s-Seb’ul-Mesânî, XXX/802.


458 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Bu da çok olabilir. Lâkin bunun vahdaniyete, Allah’ın her yönden tek ve


eşsiz olmasına bir tesiri yoktur.1
Şifa’da mâkulâtın Allah Teâlâ’ya nisbeti ve onun icabı ve birden ziyade
olmayı icab etmeyeceğini, mutlak husün, mutlak izzet ve sonsuz büyüklük
5 ve şeref ancak O’nun olduğunu ve aklî lezzeti uzun uzadıya izah ederken
şöyle diyor:
Vâcibu’l-vücûd’un, Mebde-i evvel’in birinci sıfatı vücud (mutlak var)
da mânen bir izafet ile bu vücud, bazısında da bir sebep ile yine bu vü-
cud olur ve hiç biri O’nun zâtında ne kesret ne de başkalık icab etmez.
10 O’na “vâhid = tek” denildiğinde O’ndan inkısamın, parçalara ayrılmanın
ve ortağı olmanın selbi ile (cüzlere ayrılmayan, şeriki ve ortağı olmayan
demekle) yine o vücudun kendisi (bütün varlığa mebde olan has ve mut-
lak vücud) kasdolunur. Ona âlem denildiğinde de hakikatte o mücerredin
maddeye ve madde ile ilgisi olana ihtilâtın caiz olmaması gibi bir izafet
15 itibariyle yine o mücerredin kendisi kasdolunur.2
Evvel, Kadîr, Hayy, Mürîd gibi daha bazı sıfatları ile de yine böyle bir
izafet veya selb ile Vâcibu’l-vücûd’un kendisi murad olunduğunu söyledik-
ten sonra der ki:
Hak Teâlâ’nın sıfatlarını bu vech üzere nakledersen anlarsın ki bunlarda
20 O’nun zâtı için cüzleri, parçaları veya herhangi bir vech ile kesreti icab
eden bir şey yoktur.
Artık bizce iyi anlaşılmıştır ki bütün varlık âleminin Vâcibu’l-vücûd bir
mebdei vardır. O; bir cinste dahil değil, bir had veya burhan tahtında vu-
kua gelmez. Kemmiyetten, keyfiyetten, mahiyetten, mekândan, zamandan
25 ve hareketten münezzeh; benzeri, ortağı yok, her yönden vâhiddir (tek).
Ne bilfiil cüzlerde ne farz ve vehim ile cüzlerde ne de zâtı birbirine mü-
teğayir bir takım aklî mânâlardan mürekkeb olarak onların birleşmesiyle
bir cümle olmak sûretiyle akılda asla parçalanması yoktur. Ve o, kendisine
has olan vücudunda hiç ortaklık edilememesi haysiyetinden vâhiddir. O,
30 bu vahdetle ferddir. Ve o, tamam olmak için bekleyeceği bir şey kalmamış

1 İbn Sînâ, Ebû Ali, el-İşârât ve’t-Tenbihât, III/281-285.


2 İbn Sina, eş-Şifa: el-İlâhiyyât, II/327.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 459

tâmmu’l-vücûd olduğu için vâhiddir. Bunda vâhid ancak selbî bir vecih
üzeredir. Cisimlerin birbirine bitişmesi veyahut toplanmaları veya diğer
vecihle vâhid olması gibi bir zâta veya müteaddid zâtlara lâhik olur vücu-
du bir mânâdan ibaret bir vahdet ile vâhidliklerdir. Tabii ilimlerde geçen
bahislerden gayr-i mücessem ve gayr-i mütenahi bir kuvvetin vücudu ve 5

O’nun hareket-i evveliyeye mebde olduğu tavazzuh etmişti. Ondan sonra


da Vâcibu’l-vücûd’un vücudu, her yönden bi-zâtihi vâcib olduğu tebeyyün
etti.1
Fahr-i Râzî tefsirinde söyle der:
Allah Teâlâ’nın sıfatlan ya izafî (sıfatı sübûtiye) veyahud selbîdir. İzafîsi, 10

Cenâb-ı Hak âlim, kâdir, mürîd, hallâk dememiz gibi. Selbîsi de, cisim
değildir, cevher değildir, araz değildir dememiz gibi. Yaratıklar evvela sı-
fatların birinci nevine, sâniyen ikinci nevine delâlet eder. Ve bizim Allah
dememiz izafî sıfatların hepsine delâlet eyler. Yani Allah olmak, o sıfatlarla
muttasıf olmayı iktiza eder. Binaenaleyh “Allahu Ehad” dememiz, ukûl-i 15

beşeriyeye lâyık olan irfanı ifadede tam olur. Allah lafzı izafî sıfatların topu-
na delâlet eder diyoruz. Çünkü Allah, kendisine ibadet olunmaya müsta-
hak olan zâttır. İbadete müstahak olmak ise ancak icad ve ibda hususunda
istiklal ile olur. İcad etmekte istiklal ise tam kudret, nafiz irade, külliyât
ve cüziyât bütün malumâta müteallik ilim sahibi olmak ile olur. Ve işte 20

Allah, sıfât-ı izafîye ve sübutiyenin toplandığıdır. Sıfât-ı selbiye de ehadi-


yet’te toplanır. Çünkü o, hakikatin nefsinde terkip ve taaddüd cihetlerinin
hepsinden münezzeh, müfred olmasıdır. Zira mürekkeb olan her mahiyet
cüzlerinden her birine muhtaçtır ve cüzlerinden her biri onun gayridir.
Onun için her mürekkeb olan gayrisine muhtaçdır. Her gayre muhtaç olan 25

da li-zâtihi mümkindir. Kâinatın hepsinin mebdei olan Allah’ın mümkin


olması ise mümtenidir. Binaenaleyh O, nefsinde ferddir, ehad’dir. Ehad
olunca da mütehayyiz (bir yer tutan, bir yer işgal eden, cisimler gibi) ol-
maması vâcib olur. Çünkü her mütehayyizin sağı solundan başkadır. Böyle
olan da parçalara ayrılır. O hâlde ehad’in mütehayyiz olması da muhaldir. 30

Mütehayyiz olmayınca cüzlerden, cihetlerden hiç bir şeyin içinde değildir.


Bir şeye hulul etmemesi de vâcib olur. Çünkü hulul eden bir şey, hulul
1 İbn Sina, eş-Şifa: el-İlâhiyyât, II/328-329.
460 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

eylediği bir şey ile beraber ehad olmaz, bir şeye mahal de olmaz. Çünkü
böyle olan bir şey de ehad olmaz. Ne hâl ne mahal olmayınca hiç değişiklik
de olmaz. Ehad olunca vâhid olması da vâcib olur. Çünkü iki vâcibu’l-vü-
cûd farz olunsa vücud da iştirak etmiş, tayinde temayüz eylemiş olurlardı.
5 İştirak edilen ise temayüz edilenin gayri olacağından vâciblerin her biri de
mürekkeb olmuş olur. Binaenaleyh ehadiyet, vâhidiyeti de müstelzim olur.
Tam mânâsıyla tek olan, tam mânâsıyla bir olur.1
Fahr-i Râzî “ehad” nazm-ı celîli üzerinde bu izahatı verdikten sonra
sıfatların çok olması, yani Vâcibu’l-vücûd’un birden ziyade sıfatları olması,
10 zâtta çokluk etmeyeceğini de kısaca anlatmak için burada şöyle bir sual ve
cevap yapar:
Eğer denilirse: Bir şeyin ehad olması nasıl aklolunur, nasıl düşünülür?
Çünkü bir hakikat ehad olmakla tavsif olununca burada bir o hakikat, bir
o vâhidiyet, bir de ikisinin mecmuu yok mu? Bu ise ehad değil, “sâlis-i selâ-
15 se = üçün biri” olmaz mı? (Bu ise Nasâra’nın İsa hakkında söylediklerinin
aynıdır.)
Cevap: Ehadiyet o hakikate aiddir. “Ehad” diye hükmolunan zât, o ha-
kikatin ta kendisidir. Onunla ehadiyetten husûle gelen mecmu değildir.
Yani ne üç ne de iki zât yok; cüzsüz, şeriksiz her kemâl kendisinin olan bir
20 tek zât vardır. Zâtî ve kemal sıfatları ile ehadiyet kendisinden ayrılmayan
vücudu vâcib olmakla tapılacak ancak bir tek ilâh vardır ki o Allah’tır. Al-
lah ism-i celâli hakikatte en güzel sıfatların sübûtî ve selbî hepsinin sahibi,
hepsi kendisinde toplanmış olan Hak Teâlâ’nın ism-i zâtı, Ehad ismi de
cüz ve şeriki nefyederek bütün sıfât-ı selbiyenin ifadesi olduğu için “Allahu
25 Ehad” kelâmı, Allah Teâlâ’nın izafî, selbî bütün sıfatları ile zâtının birliğini
ifade etmiş olur.2
Aziz üstadım rahmetli Hamdi Yazır da Fahr-i Râzî’nin bu izahlarını
aldıktan sonra burada şöyle bir mütelâa yürütür:
Şüphe yok ki bütün mesele, âlemde kendimiz de dahil olduğumuz hâl-
30 de yok iken var, var iken yok edilip durduğunu görmekte olduğumuz afâkî,

1 er-Râzî, Fahreddin, Mefâtihu’l-Gayb, XXXII/180.


2 er-Râzî, Fahreddin, Mefâtihu’l-Gayb, XXXII/180.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 461

enfüsî çoklukların mebde ve mercii olan Allah Teâlâ’nın birliğini tanıtmak


olduğu için onun eseri, halkı (yaratığı) olan çokluklar beynindeki nisbeti
ifade eden sıfatları mülâhaza etmek de zarurîdir. Ulûhiyet mülâhazası, bir
sıfat mülâhazasıdır. Kuvvetsiz madde; fiilsiz mânâ, ilimsiz tabiat gibi sı-
fatsız olarak sadece o, diye mülâhaza olunan zât medlûlünde vasıf demek 5

olan bir kemâl, bir hüsn ü hayr mülâhaza edilmiş olmaz. Olmayınca da
bir hamd u senaya lâyık olup olmadığı tanınmış olmaz. Hâlbuki ulûhiyet,
mâbudluk her hamd ve medhe istihkakı ifade eden sübutî ve selbî, namü-
tenahi kemal sıfatlarının güzellik, yükseklik nisbetlerinin hepsini toplayan
en has en mümtaz bir sıfattır. Ve bu imtiyaz ve ihtisas, onun hakikatten 10

zât-ı vahdetinin ifadesidir. Ve bununla muttasıf olan zâtın birden ziyade


olmasına ve onun zâtında ve sıfatında şeriki ve ortağı bulunabilmesine mü-
nafidir. Allah ism-i şerifi, ism-i zâtî olmakla beraber bir zât-ı mahzın ismi
değil, Allah’lık sıfatıyla muttasıf olan zât-ı ekmelin ismidir. Bundan dolayı
bu ismin tarifinde “Allah, kemal sıfatların hepsini câmi (kendisinde topla- 15

mış) Vâcibu’l-vücûd’un zâtının ismidir” diye ifade olunur.


Kemal sıfatlarının hepsini kendisinde toplamış olan “vâcibu’l-vücûd”
sıfatı ise her hamd ve senaya istihkakı ifade eden ve kemal-i âlâ olan tek
ulûhiyet sıfatıdır ve Allah Teâlâ’nın zâtına mahsus ve zâtının muktezası
bir sıfât-ı sübutiyedir. “Allah, ilâhtır” denilir. “İnnallahe ilâhun vâhidun = 20

Allah ancak, tek ilâhtır”. Subutî olduğu için de vücudunun vâcib olması,
ilim, kudret, tekvin, rubûbiyet gibi sıfât-ı sübutiyenin hepsini câmi ehas
sıfattır. Bundan dolayıdır ki Razî, Allah isminin sıfât-ı sübutiyenin hepsini
kendisinde toplayan bir ism-i zât olduğunu söylemiştir. Mamafih yalnız
sıfât-ı sübutiyeyi değil, sıfât-ı selbiyeyi de ihtiva ederek sabit olan bir sıfât-ı 25

sübutiyedir. Çünkü çirkinlik ve eksiklik sıfatları nefyedilmeden kemal sa-


bit olmaz. Bu itibarla Allah ism-i celâli, sıfât-ı selbiyeye de delâlet eder.
Fakat bu delâlet, ulûhiyet sıfât-ı sübutiyesinin zımnında olmak hasebiyle
sarih değildir. Müşriklerin şirke düşmesi de bundandır. Onun için burada
(İhlâs sûresinde), “Leyse kemislihi şey’un = Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir sûret- 30

le ve hiçbir yönden benzeri yoktur” gibi sıfât-ı selbiyenin topuna delâlet


“ehad” ismi ile tasrih edilmiştir. Çünkü buraya kadar verilmiş olan izah-
lardan anlaşıldığı üzere ehadiyet, tecezziyi (parçalara ayrılmayı), taaddüdü
462 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

(birden ziyade olmayı), şirki (ortağı bulunmayı) nefyeden (kaldıran) bir


sıfât-ı selbiyedir ve böyle olduğu da “Lem yelid ve lem yûled ve lem yekun
lehû küfüven ehad = Doğurmadı, doğurulmadı ve ona hiçbir şey denk de
olmadı” ile izah buyurulmuştur.1
5 Râzî bu önemli nüktelere tenbih ederek sıfatların ve isimlerin çokluğu
Hıristiyanların zannettikleri gibi zâtta çokluğu iktiza etmeyeceğini anlat-
mış, İbn Sînâ gibi o da sıfatların başka başka olmaları, zâtın hakikatinde
ve zâtın muhtaç olacağı ayrı ayrı birer vücud teşkil edecek haricî veya aklî
cüzler olmak sûretiyle değil, hepsi bir vücuda râci nisbetler ve izafetler ka-
10 bilinden olmak sûretiyle nisbî olduğunu söyler.
Bu mesele akâid kitaplarında sıfat zâtın aynı mı, gayrı mı? diye meşhur
olan bir bahsin mevzuudur. Hukema dediğimiz İslam filozoflarıyla, sûfiye
ve bir kısım kelâmcılara göre sıfat, zâtın hüve hüvesinin aynıdır. Eşarîye
göre sıfat, zâtın ne aynı ne de gayrıdır.
15 Bir kısım kelâmcılar da mefhumun temayüzünü gözeterek sıfat, zâtın
aynı olamayacağını, aynı olmayınca da gayr demek lâzım geleceğini söy-
lemişlerdir. Her üçünün delilleri akâid kitaplarında uzun uzadıya yazıl-
mıştır. Bütün bu münakaşalardan maksat ise namütenahi kemal sıfatla-
rını Hakk’ın zâtında isbat ve bütün bunları câmi olduğunu söylemekle
20 beraber zâtta kesret ve çokluk olmadığını, hepsinin bir zâta râci olduğunu
anlatmaktır. İslam’da hukema, sûfiye, mütekellimîn, hepsi de zâtta çokluk
olmadığından efalin çokluğu gibi, sıfatların çok olmasının da zâtın cüz-
lere ayrılmasını veya birden ziyade olmasını ifade etmeyeceğinde ittifak
etmişlerdir.

25 Hulâsa
Allah, zâtî sıfatlarının hepsinin bir araya gelmesinden vücud bulmuş mü-
rekkeb bir mahiyet değildir. Yani O’nun zâtı, sıfatlarının muktezası değil,
sıfatları zâtının muktezasıdır. Sıfatın hakîkî mânâsı da budur. O’nun vücudu
bi-zâtihi vâcib olduğu gibi, sıfatları da başka olarak değil, ayn-ı zâtıyla vâcib-
30 tir ve biz sıfât-ı ilâhiyeyi düşünmekle edindiğimiz mefhumlardan nefsimizde

1 Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IX/112.


İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 463

Allah Teâlâ’nın hüviyetini teşkil eden bir mefhum edinmiş olmayız. Ancak
O’na olan nisbet ve ihtiyaçlarımızı duymuş ve O’nun tecellilerine delâletler
elde etmiş, esmâ ve ahkâmına marifet hâsıl eylemiş oluruz.
Fatiha sûresinde bütün hamd ü senanın Allah’a mahsus olduğu beyan
olunurken Allah ism-i zâtı, ulûhiyet vasfı ile bütün kemal ve cemal sıfat- 5

larının hepsini birden câmi olduğu anlatılmak üzere bütün yüksek nisbet-
lerin toplandığı “Rabbi’l-âlemîn, er-Rahmâni’r-rahîm, Mâliki yevmiddin”
sıfatlarıyla tavsif olunup ibadet ve istiane O’na tahsis edilmiş, sonra da
bu esmâ ve sıfat âleminin delâleti ve Kur’ân’ın beyanatıyla tafsil olunup
nihayet O’nun zât ve sıfatlarının ehadiyeti karşısında bütün çoklukların 10

yok olduğu tanıtılmak üzere “Kul huvallahu ehad” buyurulmuştur. Şu


hâlde bizim duyduğumuz, bildiğimiz, düşündüğümüz çoklukların, adet-
lerin hiçbiri o değildir, onun ikincisi de değildir. Mertebe mertebe hepsi
de O’nun halk ve emri ile olmuştur ve hepsi de O’nu haber veren, O’nun
varlığına delâlet eden nişanelerdir. O’nun için “hep O’dur” demek de bir 15

bakımdan doğrudur. Çünkü hepsinin vücudu ve ilmi kıymeti, O’na delâ-


let ve O’na dönmekten ibarettir.
İbn Âkil diyor ki:
Allah’ın birçok sıfatları olmakla beraber ilâhiyetinde tektir. Yani ilâhi-
yet, kemal sıfatlarının hepsinin birleştiği ehass-ı sıfattır; mutlak vücudu- 20

nun namütenahi her kemali, ilâhiyet vasfinda toplanarak ancak Allah’ta


birleşmiştir. Sıfatların her biri itibariyle vâhid olması icab etmezse de topu
olan ilâhiyet sıfatında vâhiddir. O’ndan başka ilâh yoktur.
Evet, ilâhiyet, yani en büyük sevgi ve en büyük haşyet ve tazim ve her
türlü hamd ü sena ile ibadete istihkak demek olan mâbudluk ancak Allah’a 25

mahsustur. İnsan Allah’ın kullarında gördüğü herhangi bir kemale bağ-


lanıp da O’na kul olmamalı, O’ndan derhal Allah Teâlâ’nın namütenahi
kemal ve cemaline istidlal ederek bütün varlığını O’na bağlamalı, O’na
kulluk etmelidir. Ve bu mânâca “Allahu ehad” demek, “Allahu ilâhun vâhi-
dun” takdirinde olarak “Ve ilâhukûm ilâhun vâhidun lâ ilâhe illâ hu = Si- 30

zin ilâhınız, tek bir ilâhtır, O’ndan başka tapılacak yoktur”1 mealinde olur.

1 Bakara 2/163.
464 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

“La ilâhe illallah = Allah’tan başka ilâh yoktur” kelime-i tevhidiyle umu-
mun mükellef olduğu ve herkes için anlaşılması kabil olan tevhid de bu-
dur. Yani ulûhiyette şeriki olmadığını söylemektir.
Selefiyeden Hafız İbn Receb, Allah Teâlâ’nın hem ilâhiyetinde, hem
5 rübubiyetinde vâhid olup ondan başka ne mâbud ne rab olmadığını söyler.

Hulâsa
Allah hem zâtı hem sıfatları hem efali bakımından vahdet-i kâmile ve
hakîkîye ile vâhiddir. Evvela zât, zâtında tevhid edilmedikçe sade sıfatların-
da tevhid, şirkten ibaret olur. İki, üç şey bir sıfatta birleşebilir, şirket deni-
10 len de müteaddit zâtların bir şeyde veya birkaç şeyde birleşmesinden başka
bir şey midir? Müşriklerin yaptığı da müteaddit zevâtı ilâhiyet vasfında
vahdet-i cinsiye veya neviye ile birleştirmektir. Nasâra da tesliste “Baba
ilâh, kendi ilâhlığı cevherinden oğlu ve Ruhu’l-Kudüs’e birer cevher ver-
miş, her biri birer ilâh olarak üç uknum; yani Rab, İbn, Ruhu’l-Kudüs üç
15 zât hem cevherde hem ilâhiyet ve sıfatta birleşip bir ilâh olmuş” demekle
evvela Allah’ı bir cevherden üç sahsa tecezzi ettirip sonra da üç şahsı cev-
herlerinin cinsiyle sıfatında birleştirerek bir şahıs yapmışlar ve bu sûretle
üç zâtı hem cevherde hem sıfatta teşrik ederek soy adında birleştirir gibi
birleştirmişler. Üç şahıs bir şahıstır, üç ilâh bir ilâhtır, çünkü cevherleri bir,
20 sıfatları bir demişlerdir.
Bütün bunlara karşı her türlü şirk şaibelerini nefyile teşkikleri izale için
Allah Teâlâ’nın ehadiyetini tanıtmak üzere “Kul huvallahu ehad” buyurul-
muştur. Binaenaleyh, “Allah birdir” demek, gerek zâtı gerek esmâsı hangi
nokta mülâhaza edilirse edilsin hep birdir. Hiç şeriki ve benzeri olmayan bir
25 tek hakikattir. Onun için ilâhlık O’na mahsustur. O, ilâhiyette de hakîkî
ve zâtî birlikle birdir demek olur. O’nun vahdeti, adette vahdet dediğimiz
kesrette vahdet değildir. Kesret, O’nun halk sıfatına râci olan mahlûkatın-
da, mülkündedir ki O’nun bir emriyle var bir emriyle yok olan neseb ve
izafâtından ibarettir. Adet tarikiyle vâhid, içinde parçası veya dışında misli
30 mümkün olan vâhid demektir. Bu ise ekmel mânâsıyla vahdet-i hakîkîye
değildir. Allah Teâlâ’nın “Kul huvellahu ehad” nazm-ı celîlinde tarif edilen
birliği ise ne içinde ne dışında kesir (parça) ve misil mümkün olmayan ve
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 465

her mânâsıyla şirk ve taaddüdü nefyeden birliktir. O’na evvel demek ikincisi
var demek değil, kendisinden evvel bir şey yok demektir. O’na âhir demek
de O’ndan evvel var demek değil, O’nun lâhıkı yok demektir. Onun için
O’na evvel ve âhir isimleri söylenirken birlikte söylenmelidir. O’na adette
anladığımız mânâ ile mebde demek de doğru değildir. O, kendisine mümasil 5

bir ikincinin başlangıcı değildir. Hatta esmâ-i hüsnâda “mebde” ismi varid
olmamıştır. Mübdi ve muîd isimleri varid olmuştur. Sayılmağa kalkışılacak
olursa O’na bir denilir kalınır. O, her noktadan bir, hep bir hep tektir.
İmam-ı Azam Fıkh-ı Ekber’inde “Allah Teâlâ adet cihetinden değil şeri-
ki ve benzeri olmamak bakımından birdir” demekle bu mânâyı anlatmak 10

istemiştir. Yine bundan dolayıdır ki Zemahşerî tefsirinde “Allahu ehad”


nazm-ı celîlini “lâ saniye leh = ikincisi yok” denilmiştir.

Tefsir
﴾ ُ َ َّ ‫﴿ َا ّٰ ُ ا‬
‫ ـ ا ـ‬. ‫ا ـ‬ ‫ـ ف ـ وا א ـ‬ ‫ــא ا ـ ي‬ ‫ أ‬:‫ـ ان‬ ‫ ـ ـ ا ـ‬، ‫ا ـ‬ 15

‫כאن ـ ـ ف و א ـ‬ ‫ ـ ن כ ــא ـ א ـ‬. ‫ و ـ إ ــאرة ا ـ ـ ا א ـ‬، ‫ا ول ــאه ـ‬


.‫ـ ذا ـ إ ا ـ د‬ ‫ـ و ا ــאر‬ ‫ـ د ـ‬ ‫ و ــא א ـ َ ـ و ـ‬. ‫ـ ــכ ا א ـ‬
‫ـ ا ا ـ ا ـ د‬ ‫ ـ ذن ا ـ ا‬.‫ـ م‬ ‫ ـ ـ א ـ‬،‫وا ـ ي ا ــאر ـ إ ا ـ د‬
.‫ـ ا ـ ه‬ ‫ـאً ـ‬
‫ــא‬ ‫ـ أن כ ـ ن כ‬ ‫ و‬. ‫ و ـ כ ـ ـ ًا ــכ‬، ‫ــאه إ א ـ‬ ‫ـ ا ـ ا אـ‬ ‫و‬ 20

‫ـ ع‬ ‫ـ ــאرة ـ‬ ‫ أي ا‬،‫ وכאن ــאه أن إ ـ ـ ا ـ ي כـ ن כ ــכ‬، ‫ـ ا ـ‬ ‫ـ اد ًا‬


.‫ـ وا ــאب‬ ‫ـ اا‬

Tercüme
“Allahu’s-samed = Allah; O hep bir, her dileğin mercii, her şey kendisi-
nin ve kendisiyle kaim, O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç olmayan 25

eksiksiz, mutlak ganidir”.


Samed, lügatte iki sûretle tefsir edilmiştir: 1. Hiç cevfi, derinliği olma-
yıp içi dolu olan; 2. Seyyid, ulu ve her mühim işte kendisine başvurulan.
Birinci tefsire göre samed’in mânâsı, selbî olup mahiyetinin nefyine,
mahiyeti olmadığına işarettir. Çünkü, (zâtından başka) mahiyeti olan her 30
466 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

şeyin cevfi ve içi olup o da mahiyetin kendisidir. Mevcud olduğu hâlde


cevfi ve içi olmayan şeyin ise zâtında vücuddan başka bir itibar ve ciheti
yoktur. Vücuddan başka bir ciheti olmayan şeyin yok olması kabil değildir.
Zira, min haysu hüve hüve mevcud olan (yani varlığında kendi zâtından
5 başka bir illet ve sebep olmayan ve yokluğu düşünülemeyen) şey, yokluğu
kabul etmez. Öyle ise hak olan samed, her yönden mutlak olarak Vâci-
bu’l-vücûd’dur.
İkinci tefsire göre samed’in mânâsı, izafîdir ki o da eşyanın küllisi (yara-
tılmışların hepsi) için Zât-ı ulûhiyet’in seyyid, yani mebde-i küll olmasıdır.
10 Âyet-i kerimeden her iki mânâ murad edilmiş olmak ihtimali vardır.1 Bu
takdirde âyet-i kerimenin mânâsı şu demek olur:
“İşte hak ilâh, böyle olandır. Yani ilâhiyet, selb ve icabdan ibaret olan
şu iki emrin topundan ibarettir. Bu iki şey kendisinde bulunmayan, hak
ilâh değildir.”

15 Şerh ve İzah
İhlâs sûresinin iki kelimeden ibaret olan bu âyetini tercüme etmek im-
kân haricinde olduğunu söylersek hiç de mübâlağa etmiş olmayız. Samed
kelimesinin lügat bakımından iki esaslı mânâsı vardır:
1. Hiç cevfi, boşluğu olmayan eksiksiz, gediksiz, deliksiz, nüfuz edil-
20 mez bir şey demektir. Buna dilimizde “som” tabir olunur. Nitekim lehçede
som, yekpare, suld, kavi, bütün, içi dolu, kaplama olmayan diye tarif edil-
miş ve som gümüş, som pelesenk, som abanoz tabirleriyle istişhad eylemiş-
tir. “Som sırma” sözü de meşhurdur.
Bunda halislik mânâsı vardır. Fahr-i Râzî’nin beyanına göre, lisancı-
25 lardan bazıları “toz kabul etmez, bir şey girmez, bir şey çıkmaz emles yani
yalabık taşa da samed denilmiştir” ki bu, bizim som taş tabirimiz gibidir.
Bu mânâ, ihtiyaçsızlıktan gınâ-i tamdan, kemâl-i alâdan kinaye olur.
2. İkinci mânâsı, masmûd-u ileyh, yani kasd doğrudan doğruya kendi-
sine müteveccih olan maksud demektir. Bu mânâ ile bir kavmin seyyidine,

1 Yani umum-i müşterek sûretiyle demektir. Hanefilere göre umum-i müşterek muteberdir. İbni Sînâ da
sadece filozof olmayıp aynı zamanda Hanefi fakihlerindendir.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 467

işlerinde ve ihtiyaçlarında maksud ve mercii olan ve kendisinden üstün bu-


lunmayan en şerefli ulusuna, en büyük efendisine o kavmin samedi denir.
Mutlaka kadri yüksek, itibarı üstün mânâsına da gelir.
Müfessirlerden birçoğu ikinci mânâyı mülâhaza ederek samed’in sü-
bûtî olduğunu söylemişler, bazıları da birinci mânâyı nazar-ı dikkate alarak 5

selbî olmasını naklediyorlar. Hem sıfât-ı sübutiye, hem de sıfât-ı selbiye


mânâlarını mutazammın olarak tefsir edenler de olmuştur.
Fahreddin-i Râzî de yukarıda söylediğimiz lügat mânâsına göre sa-
med’in on sekiz mânâya kadar tefsir edildiğini ve on sekizincisinin de
“eksilip artmaktan, tağayyurat ve tebeddülata uğramaktan; zamanların ve 10

mekânların ânât ve cihâtın ihatasından münezzeh” diye ifade edildiğini


anlattıktan sonra der ki:
es-Samed lafzının bütün bu mânâların hepsine haml olunması da muh-
temeldir. Çünkü Samed bir vücûd-i zâtîye delâlet etmesi hasebiyle selbî
olan şeylerin hepsine, bütün eşyanın mübdii olduğuna delâlet etmesi hase- 15

biyle de sıfât-ı ilâhiyenin hepsine delâlet eyler.


“Allahu’s-samed” demek, vücudda Allah’tan başka bir samed olmama-
sını iktiza eyler. “es-Samed” ihtiyaçlarda ancak kendisine iltica edilen ve
zâtında tağayyür kabul etmeyen diye tarif olununca da varlık âleminde Al-
lah’tan başka böyle bir mevcud bulunmamak lâzım gelir. Binaenaleyh “Al- 20

lahu’s-Samed” nazm-ı celîli, Allah’tan başka ilâh olmadığına delâlet eyler.


O hâlde “Allahu ehad” nazm-ı celîli, Allah’ın zâtında hiçbir vechile, hiçbir
yönden ne terkip ne telif bulunmamak mânâsına, bir olduğuna işarettir.
“Allahu’s-Samed” âyeti de birbirine benzeyen ortakları ve benzemeyenleri
olmamak mânâsına bir olduğuna işaret olur.1 25

Şeyh Muhammed Abduh merhum da bu âyetin tefsirinde şöyle der:


“Allahu’s-Samed” cümlesi kelimât-ı câmiadandır ve bir hasr ifade eder.
Binaenaleyh mânâ şu demektir: Allah varlık alemindeki bütün hacetler,
dilekler ancak kendisine teveccüh eden, hacet ve dileklerde O’ndan baş-
kasına yönelmek caiz olmayandır. Bütün müsebbibat O’na dayanır, varlık 30

1 er-Râzî, Fahreddin, Mefâtihu’l-Gayb, XXXII/182.


468 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

âleminde ne varsa hepsi O’nun icad ve ibdaındandır. İnsan gibi irade ve


ihtiyar sahibi olan bir mevcud, bir şey için sebebine baş vurmak istediğin-
de de esbab ve müsebbibat her şey O’na dayandığını düşünerek Allah’ın
emrettiği vechile onları incelemesi ve bu sûretle Vâcibu’l-vücûd’un bağış-
5 lamış olduğunu vücudun esbabtan müsebbibata nasıl geçtiğini düşünmesi
ve sonra da bütün hepsini Mebde-i evvel’e kadar çıkarması lâzımdır. Böyle
hem esbab ile müsebbibat arasındaki irtibat hem de esbabın da müsebbi-
batın da mebde olduğu ve bununla beraber insandaki irade ve amel kuvve-
tinin ehemmiyeti anlaşılmış olur.
10 Âyet-i kerimedeki hasr bize şunu da iş‘ar eder ki: Allah ile kulları arasın-
da bir vasıtaya ihtiyaç yoktur. Allah ile kulları arasında şunun bunun vasıta
olması itikadı, Arap müşriklerinin putları hakkında besledikleri itikattan
başka bir şey değildir. Bir takım cahil müteşeyyihlerin “Biz her gün doğru-
dan doğruya Peygamber’den ahkâm alırız. Kur’ân’ın mânâsını O’ndan öğ-
15 reniriz, bizim bildiklerimizi başkaları bilmez” demeleri tamamıyla yalandır
ve halkı iğfal ve onlan istismar etmektir. Kur’ân bunlan yalanlamaktadır
ve İslam’ın bütün ahkâmı açıktır. İslam’da yalnız şeyhlerin veya dedelerin
bileceği bir hüküm yoktur.1

Hulâsa
20 Bahis hayli uzadığı için şöyle bir hulâsa yapmayı muvafık buluyorum:
Diğer bazı âyetlerin delâletlerinden de anlaşılıyor ki müşrikler kendile-
rince Allah’ı ve ulûhiyeti tanıyorlardı. Fakat O’nun ulûhiyette bir oldu-
ğunu tanımıyorlar, buna inanmıyorlardı. Allah isminin ve ulûhiyet sıfa-
tının birliği iktiza ettiğini bilmiyorlardı. Onun için muhtelif hacetlerini,
25 dileklerini, muradlarını, maksutlarını birden fazla ilâhlarda, putlarda ve
sanemlerde arıyorlar ve muhtelif mertebelerde ilâhlar olacağını düşünü-
yorlardı. Onlar bilmiyorlar, anlamıyorlardı ki ulûhiyet, samediyet ifade
ettiği ve mabud demek en baş metbu demek olduğu gibi en baş olmak
da bir olmayı iktiza eder. Bu itibarla bütün maksadlar, bütün samediyet
30 bir tek maksudda, bütün kâinatın yaratıcı olan bir tek hak ilâhta toplanır

1 Abduh, Muhammed, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Kerim: Cüz’ü Amme, el-Cemiyyetu’l-Hayriyyetu’l-İslamiyye,


Kâhire: 1341, s. 177.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 469

ve ona göre maksatların hepsini bir noktada, bir kelimede birleştirmek


lâzım gelir.
İşte bundan dolayıdır ki, müşrikler bir taraftan Allah’a inandıklarını
söylerken, “Yeri, göğü kim yarattı” sualine karşı “Allah” diye cevap verir-
ken, diğer taraftan da bir hedefte, bir mercide toplanması ihtimali olma- 5

yan muhtelif gönüllerle türlü mabudlar, türlü türlü samedler arkasında


yürüyorlar ve böylece şikak içinde yüzüyorlardı. Yine bundan dolayıdır ki
“Lâ ilâhe illâllâh = Allah birdir, Allah’tan başka ilâh ve tanrı yoktur” denil-
dikçe “Birçok ilâhları bir tek ilâh mı yaptı, birçok ilâhları bir tek ilâha mı
indirdi? Bu ne kadar şaşılacak şey?”1 diye gerçekten şaşırıp kalırlardı. 10

İşte ulûhiyetin her vechile hakîkî bir vahdet icab ettiğini bilmediklerin-
den dolayı bu hakikat kendilerine haber verilirken evvela O’nun mutlak
zâtına işaret veya ehemmiyetine itina olunmak üzere “Hüvallahu ehad”
buyurularak bilmedikleri o büyük hakikatin (Allah’ın) bir tek olduğu ha-
ber verilmiştir. Buna karşı gönüllerine gelen “Bizim bildiğimiz ve duydu- 15

ğumuz bunca muhtelif, herbiri başka başka olan ihtiyaçlara, türlü türlü ha-
cetlere ve dileklere bir tek Allah nasıl yetişir?” gibi bir tereddüdü kaldırmak
için de her haceti bitirecek, her maksada erdirecek eksiksiz gediksiz som
gani, som maksud ve yegâne merci ancak bir tek Allah olduğunu anlatmak
üzere hasr ifade eden bir lâm-ı tarif ile “Allahu’s-Samed” buyurulmustur. 20

Şimdi tefsirî mânâ şu demek olur:


O sizin bildiğiniz, tanıdığınız, düşündüğünüz, düşünebileceğiniz birbi-
rine benzemeyen maksudların samed adı altında daha yükseği yoktur. San-
dığınız muhtelif gaye ve maksatların hepsi küçük büyük, canlı cansız her
şeyin yaratıcısı, bütün kâinatın mercii olan Allah Teâlâ’nın samediyetinde 25

toplanır. Tam mânâsıyla samediyet, yücelik ve ihtiyaçsızlık, gerçekten gani


ve her yönden tek olan Allah’a mahsustur.
O, hiç eksiksiz her mevcudun istediği, aradığı maksudu yegâne samed-
dir. Şeriki ve ortağı olan hakikatte samed olmaz. Samed olmayan da ilâh
olmaz. 30

1 Sâd 38/5.
470 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Tefsir
﴾ ْ َ ُ َ ‫﴿ َ َ ِ ْ َو‬
ْ ْ
‫ــ‬ ‫ــ د‬ ‫ــ‬ ‫ــ إ ــ و ــאج إ ــ وأ ــ ــ ا‬ ‫ــא ــ ــ א أن ا ــכ‬
ّ
‫ـ أن ـ ـ‬ ‫ـ د ـ כ ا א ــאت ـ ـ א أ ـ‬ ‫ـ دات و ـ ا ــאض‬ ‫ا‬
ّ
5 ‫א ــא ا א ـ‬ ‫ـ ا ـ ا ـ‬ ‫ـ‬ ‫ ـ ــא ـ ا ـ ـ ا و ــאم أ ـ ــא כאن‬. ‫ـ‬
‫ـ و ـ ده و ـ ُد ـ כא ـ א ـ ـ כ ـ و ـ‬ ‫ ـ ـ‬، ‫ـ ا ــכ وإ ــאد ا ــכ‬
‫ـ א ــאدة‬ ‫ وכ ــא כאن אد ـ ًא أو כאن ـ‬،‫ــא‬ ‫إ ا ـ ا ــאدة و‬ ‫ـ‬ ‫ ـ‬.‫ـ ه‬
« ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ ا ــכ م כـ ا » ـ ـ‬ ‫ـ‬ .‫כאن ـ ًا ـ ـ ه‬
‫ــא ـ‬ ‫ـ‬ : ‫ وأي إ ــאرة ـ ـ ه ا ـ رة ـ ل أ ـ ـ א ـ ه ـ ؟ ـ‬: ‫ئـ ـ‬
10 ‫ـ‬ ‫ و ـ ا ـ ي ا ـ أ ـ أول ا ـ رة כـ ه وכא ـ‬، ‫כـ ـ א ـ وا ــאر ـ ى أ ـ ـ‬
. ‫اـ‬ ‫ـ ـ אرة ـ ـ ه ـ כـ ن ـ ـ‬ ‫ا ـ و ـ أن כـ ن ـ اً وإ כא ـ‬
‫ا ـ ارد ـ ا ـ آن ـ ا אئ ـ א ـ‬ ‫ـ‬ ‫ و ـ أن ا‬، ‫ـ‬ ‫ـ ـ‬ ‫ـ‬ ‫و ـ ـ ا‬
‫ـ ـ ا ـ ء ـ ؛ ـ ن ــא כـ ن‬ ‫ و ـ أن ا ـ ـ أن‬: ‫ـ ا ا ـ‬ ‫وا و ـ ـ د ا ـ‬
‫ وذ ــכ‬. ‫ـ‬ ‫أن ـ כ ـ ت א ـ ا‬ ‫ـ‬ ‫ وا ـ إ ــא‬. ‫و ـ و وا ـ‬ ‫ــאل ـ‬ ‫ـ ـ‬
15 ‫ כـ وا ـ ا ـ د א ـ‬، ‫ـ‬ ‫ـ‬ ‫ وכ ــא כאن אد ـאً כـ ن א‬.‫ــא‬ ‫ـ ا ــאدة כ ــא‬
.‫ـ ه‬ ‫ـ ـ‬ ‫ و ـ ـ‬،‫ـ ـ ـ ه‬ ‫ ـ ذن‬، ‫ـ‬

Tercüme
“Lem yelid ve lem yûled = Allah doğurmadı ve doğurulmadı; Zât-ı
Hak, doğurmaktan ve doğurulmaktan münezzehtir.”
20 Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri kendisini tarif buyururken “es-Sa-
med” demekle her şeyin kendisine müstenid ve muhtaç olduğunu, bütün
mevcudâta vücud veren, bütün mahiyât üzerine cûd-i ilâhisiyle bol bol
varlık veren kendisi olduğunu beyan ettikten sonra “Lem yelid ve lem yû-
led” demekle de kendisinden mislinin suduru[nun] mümteni olduğunu
25 beyan buyurmuştur.
Evet, kendi hüviyeti; yani hüvîyet-i ilâhiye bütün mahiyât üzerine vü-
cud ifaza eden, yok iken onları var eden ve hepsini icad mânâsına olan
ulûhiyeti iktiza edince kendi vücudundan kendisinin bir misline de vücud
ifaza etmesi ve bu sûrette kendisi için bir oğul olması da tevehhüm edildiği
30 için Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri “Lem yelid ve lem yûled” kavl-i
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 471

şerifiyle, kendisinden misli tevellüd etmeyeceğini beyan buyurmuştur.


Çünkü kendisinden misli doğan her şeyin mahiyeti onunla başkası arasın-
da müşterektir. Binaenaleyh madde ile maddenin alâkası vasıta olmadıkça
o şey teşahhus edemez. Maddî olan yahut madde ile alâkası bulunan her
şeyin maddeden doğmuş olması lâzımdır. Binaenaleyh âyetin mânâsı şu 5

demek olur: Doğurmadı, çünkü doğurulmadı; kendisinden misli sudur et-


medi, çünkü kendisi başkasından sudur etmiş olmayıp vücudu li-zâtihidir,
bi-zâtihi Vâcibu’l-vücûd’dur.
Şöyle bir itiraz yapılabilir: Burada doğurmamasına, doğurulmamış ol-
ması illet olarak getiriliyor. Pek iyi ama, doğurulmamış olduğu ne ile sabit- 10

tir? Bu sûrede ona delâlet eden bir işaret var mıdır?


Bu suale de şu sûretle cevap veririz: Mademki sûrenin evvelinde zikro-
lunan “hüve hüve”den başka kendisi için bir mahiyet ve itibar yoktur ve
hüviyeti de zâtından dolayıdır, yani zâtı, ayn-ı vücududur, şu hâlde onun
başkasından doğmamış olması da vâcibtir. Böyle olmasaydı hüviyeti gayr- 15

dan müstefad olurdu. Binaenaleyh “li-zâtihi hüve hüve” olmazdı. Hâlbuki


bunun vücudu gayrdan müstefad olmamak vâcib olduğu için sûrenin ba-
şında ‘hüve’ buyurularak bu mahiyetin “li-zâtihi hüve hüve” olduğu ifade
olunmuştur.
Bunda büyük bir sır üzerine tenbih vardır. Şöyle ki: Tevellüd (doğmak), 20

bir şeyden misli, benzeri infisal etmek, ayrılmaktır. Zira, kendisi için misli
olmayan şeye “çocuğu var” denemez. Cenâb-ı Hak’tan misli infisal etmedi,
çünkü infisal ve ayrılmak, infiali (teessürü) iktifa eder. Çocuk ancak mahi-
yet-i neviyesi çoğalırsa olabilir. Mahiyet-i neviyenin tekessürü ise -yukarıda
beyan olunduğu vechile- madde sebebiyledir, maddiyeti icab eder. Hâlbu- 25

ki maddî olan şeylerin hiçbirisinin mahiyeti hüviyetinden ibaret, li-zâtihi


hüve hüve değildir. Vâcibu’l vücud’un mahiyeti ise ayn-ı hüviyetidir. Böyle
olunca, O’ndan ne gayrisi doğar ne de O başkasından doğar. Kur’ân’da
veled, zevce ile varid olan tehdit bu şerhe râcidir.

Şerh ve İzah 30

Cenâb-ı Hak bu sûre-i celîlenin birinci ve ikinci âyetlerinde bütün celâl


ve cemal sıfatlarının toplandığı ulûhiyetini, herhangi bir yönden birden
472 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

ziyade veya cüzlerin birleşmesiyle vücuda gelmiş olmak şaibesinden mü-


nezzeh olduğunu icap eden ehadiyetini; bütün yaratılmışların vücudunda,
bekasında ve her hâllerinde hep O’na muhtaç olup kendisinin hiçbir şeye
muhtaç olmadığını beyan buyurdu.
5 Şimdi bu âyetle de Allah’a karşı oğul, kız isnad edenlerin, “Melekler
onun kızları, İsa onun oğlu, onu kendisinin Allah’lık cevherinden çıkardı,
kendisi gibi bir ilâh yaptı. Bu bakımdan o, babadır, anadır, oğuldur ve
hepsi ilâhlık itibariyle birdir, bir cevherdendir” diyerek Allah’a ortak ve
eş isbat edenlerin iddialarını açıkça red ve ibtal ediyor. Doğurmamak ve
10 doğurulmamak esasen ehadiyet ve samediyetin muktezasıdır. Her yönden
tek ve her vechile samed olmak bu hükümleri iktiza eder. Şu hâlde üçüncü
âyet, birinci ve ikinci âyetlerin bir tefsir ve izahı demektir. İbn Sînâ da bu
cihete işaret etmiştir.
Evet Allah ne baba ne de ana değildir. Çünkü doğurmak kendisinde
15 kendi cinsinden bir cüzün teşekkülüyle yine kendisinden ayrılması de-
mektir. Bu ise O’nun zâtında bir taraftan cüzlerin birleşmesini, sonradan
olmayı, zâtından gayrısına ihtiyacı; diğer taraftan da parçalara ayrılmayı ve
çözülmeyi ve bu sûretle de hâlden hâle geçip yok olmayı iktiza eyler. Öyle
ya, doğuran parçalanır, günün birinde yok olur, doğurduğu da kendisiyle
20 hemcins olur. Doğurmak ve doğurulmak fanilikle ve ihtiyaçla alâkalıdır.
Bundan dolayıdır ki bunlar, Vâcibu’l-vücûd hakkında muhaldir. Bütün
mümkinat O’nun yaratmasıyla vücuda gelmiş, ‘ol’ demesiyle olmuştur.1

1 Son âyetin şerhi eksiktir.


İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 473

EKLER
Celâleddîn Devvânî’nin İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne Hâşiye’sinin
Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Şehid Ali Paşa Bölümü 321’de
kayıtlı yazma nüshasının başından ve sonundan görüntüler.
474 EKLER - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 475

Ahmed el-Maraşî ed-Debbâğî’nin İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne


Hâşiye’sinin Kayseri Raşit Efendi Yazma Eser Kütüphanesi 11299’da
kayıtlı yazma nüshasının başından ve sonundan görüntüler.
476 EKLER - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 477

Ebû Sa‘id Mehmed el-Hâdimî’nin İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne


Şerh’inin Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Reşid Efendi Bölümü
1017’de kayıtlı yazma nüshasının başından ve sonundan görüntüler.
478 EKLER - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 479

Meçhul bir müellif tarafından kaleme alınan İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi
Tefsiri’ne Şerh’inin Konya Yusuf Ağa Yazma Eser Kütüphanesi 8218’de
kayıtlı yazma nüshasının başından ve sonundan görüntüler.
480 EKLER - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
KAYNAKÇA

1. Türkçe Kaynaklar
Abdullah, Abdurrahman el-Hatib. “Tefsiru Sûreti’l-İhlâs li’ş-Şeyh Ebi Ali
el-Hüseyin b Abdillah b. Sina”. Mecelletu’ş-Şeria ve’d-Dirasâti’l-İslamiy-
ye. 1423/2002, c. XVII, sy. 51.
Abduh, Muhammed. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Kerim: Cüz’ü Amme. Kâhire:
el-Cemiyyetu’l-Hayriyyetu’l-İslamiyye, 1341.
Ahmed b. Hanbel. el-Müsned I-XXVI. Kahire: Muessesetu’r-Risale,
1416/1995.
el- Âsî, Hasan. et-Tefsîru’l-Kur’âni ve’l-Lugatu’s-Sûfiyye fî Felsefeti İbn Sînâ.
Beyrut: 1403/1983.
Akbay, Cevdet. Celaleddin ed-Devvânî ve Tefsir-u “Kul ya Eyyuhel Kâfirûn”.
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniveristesi, 1987.
el-Askalânî, İbn Hacer, Ahmed b. Ali. Fethu’l-Bâri bi-Şerhi Sahîhi’l-İmam
Ebi Abdillah Muhammed b. İsmail el-Buhârî I-XIII. (thk. Abdülkadir
Şeybe el-Hamd). Riyad: 1421/2001.
Anay, Harun. “Devvânî”. DİA. 9: 257. İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları,
1994.
Ateş, Süleyman. İşârî Tefsir Okulu. Ankara, 1974.
Bağdatlı İsmail Paşa. İzahü’l-meknun fî zeyl-i ala Keşfü’z-zünun an esami’u’l-
kütüb ve’l- fünun. (tsh. Şerefettin Yaltkaya, Kilisli Rifat Bilge). 2. bs.,
İstanbul : Millî Eğitim Bakanlığı, 1972.
…………………. Hediyyetü’l-arifin esmâi’l-müellifin ve asarü’l-musannafin. (trc.

Kilisli Rifat Bilge; (tsh. İbnülemin Mahmûd Kemal İnal, Avni Aktuç).
Ankara: Millî Eğitim Bakanlığı, 1955.
Beğavî, Ebû Muhammed Hüseyin b. Mesud. Meâlimu’t-Tenzil I-VIII. Ri-
yad: Dâru Tayyibe, 1409.
Bekiroğlu, Harun. “Bir Felsefî Tefsir Örneği Olarak Muhammed Hâ-
dimî’nin İbn Sina’ya Ait İhlâs Sûresi Tefsirine Hâşiyesi”. Hitit Üniver-
sitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2013/1, c. 12, sy. 23, s. 137.
Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. el-Hüseyn. Şuabu’l-İman I-X. (thk. Mu-
hammed Zağlul). Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut, 1990.
482 KAYNAKÇA - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

…………………. el-Esmâ ve’s-Sıfât I-II. (thk. Abdullah b. Muhammed el-Hâşidî).


Mektebetu’s-Sevâd, t.y.
Bolay, Süleyman Hayri. “Akseki, Ahmet Hamdi”. DİA. 2: 293. İstanbul:
Diyanet Vakfı Yayınları, 1989.
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail. Sahîhu’l-Buhârî: el-Câmi-
u’l-Musnedu’s-Sahîh I-IX. Beyrut: Daru’t-Te’sîl, 1433/2012.
Bursalı, Mehmed Tahir. Osmanlı Müellifleri I-III. İstanbul, 1333.
el-Câmi, Ebu’l-Berekat Nureddin Abdurrahman. ed-Durretu’l-Fâhira.
Tahran, 1980/1358.
Cerrahoğlu, İsmail. Tefsir Tarihi I-II. Ankara: Fecr Yayınevi, 1996.
…………………. Tefsir Usulü. Ankara: TDV yayınları, 1993.

Cürcânî, Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed es-Seyyid eş-Şerif. Şerhu’l-Mevâ-


kıf I-VIII. Beyrut: Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 1998/1419.
Davudî, Şemseddin Muhammed b. Ali b. Ahmed. Tabakatu’l-Müfessirîn.
(thk. Ali Muhammed Ömer). Kahire, 1972/1392.
ed-Devvânî, Ebû Abdillah Celaluddin b. Muhammed. Şerhu’l-Akâidi’l-A-
dûdiyye, (et-Tâlikât alâ Şerhi Akâidi’l-Adûdiye içinde), Kahire: Mekte-
betu’ş-Şark ed-Devliyye, t.y.
Ebu’l-Fazl Şihabuddin, Âlûsî. Ruhu’l-Meânî fi Tefsiri’l-Kur’âni’l-Azîm ve
ve’s-Seb’ul-Mesânî I-XXX. Beyrut: İdaretu’t-Tıbaati’l-Munîriyye ve Daru
İhyai’t-Turasi’l-Arabî, t.y.
Ebu’l-Kasım Muhammed b. Abdurrahman el-Mennân. Tefsiru Sûreti’l-İh-
lâs li’ş-Şeyhi’r-Reis Ebû Ali b. Abdillah eş-Şehîr bi-İbn Sina maa’t-Tercü-
meti ve’l-Havâşi el-Fâika eş-Şâika es-Seniyye el-Behiyye. Delhi 1311.
Ebu’l-Ula Mardin. Huzur Dersleri I-II. İstanbul, 1966.
Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır. Hak Dini Kur’an Dili I-IX. İstanbul:
Eser Neşriyat, 1979.
Ertan, Veli. Ahmet Hamdi Akseki. İstanbul, 1988.
Enderpetî ed-Dihlevî, Feridüddin Alim b. Alâ. Fetâvâ et-Tatarhâniyye I-V.
(thk. Seccad Hüseyin). Karaçi, 1416/1996.
Farabî, Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Uzluğ b. Tarhan. Talikât.
Haydarabad: 1346.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 483

Fazlıoğlu, İhsan. “Osmanlı Coğrafyasında İlmî Hayatın Teşekkülü ve Da-


vud el-Kayserî”. Uluslararası Davud el-Kayserî Sempozyumu. Ankara
1998, s. 25-42,
…………………. “Osmanlı Döneminde Bilim Alanındak Türkçe Telif ve Tercüme

Eserlerin Türkçe Oluş Nedenleri ve Bu Eserlerin Dil Bilincinin Oluş-


masındaki Yeri ve Önemi”, Kutadgubilig. sy. 3, Mart 2003, s. 153.
Fîrûzâbâdî, Ebu’t-Tahir Mecduddin Muhammed b. Yakub. el-Kâmu-
su’l-Muhît. Mısır: Matbaatu Daru’l-Me’mun, 1357/1938.
…………………. Basâiru Zevi’t-Temyiz I-VI. (thk. Muhammed Ali en-Neccâr).

Kahire, 1412/1992
Garâbe, Hammûde. İbn Sina: Beyne’d-Din ve’l-Felsefe. Dâru’t-Tıbaa
ve’n-Neşrş’l-İslamiyye, t.y.
Gazalî, Ebû Hamid. el-Maksadu’l-Esnâ fi Şerhi’l-Esmâi’l-Hüsnâ. Kahire:
Mektebetu’l-Kur’ân, t.y.
Gazzâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed. Cevâhiru’l-Kur’ân ve
Dureruhu. Beyrut: Dâru İhyai’l-Ulûm, 1411/1990.
Gazzâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed. Mişkatu’l-Envar.
(thk. Ebu’l-Ala Afifî). Kahire: Daru’l-Kavmiyye li’t-Tıbaati ve’n-Neşr,
1382/1964.
Göktaş, Salih. Ebu Said Muhammed el-Hâdimî ve Hâdim. Konya, 1985.
Güney, Ahmet Faruk. “Bir Felsefî Tefsir Örneği Olarak Ahmet Hamdi Ak-
seki’nin İbn Sina’nın İhlâs Sûresi Tefsiriyle İlgili Telif Ettiği Tercüme ve
Şerh”. Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi. Ekim 2011, sy.
20, s. 289-339.
el-Hillî, Cemaleddin Hasan b. Yusuf. Keşfu’l-Murâd fi Şerhi Tecrîdi’l-İ-
tikâd. Beyrut: Müessesetu’l-A’lemi’l-Kutub, 1988/1408.
İbrahim Ali Seyyid Ali İsa. el-Ehâdîsu ve’l-Âsâru’l-Vârride fî Fezâili Suve-
ri’l-Kur’ani’l-Kerim: Dirasetun ve Nakd. Kahire, 2001/1421.
İbnu’l-Esir, Mecduddin Mubarek b. Muhammed. en-Nihâye fî Garî-
bi’l-Hadîs I-V. (thk. Tahir Ahmed ez-Zâvî-Mahmud Muhammed et-
Tanâhî). Kahire: Daru İhayi’l-Kutubi’l-Arabiyye, 1963.
İbn Hişam, Ebû Muhammed Cemaleddin Abdülmelik. es-Siretü’n-Nebe-
viyye. (thk. Süheyl Zekkar). Beyrut, 1992.
484 KAYNAKÇA - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

İbn Kesir, Ebu’l-Fida İsmail. Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm I-IV. Beyrut: Daru


İbn Kesir, 1415/1994.
İbn Sina, Ebû Ali Hüseyin b. Abdillah. eş-Şifa: el-Mantık. (thk. Ebu’l-Âlâ
el-Afifî). Kahire: Vizaretu’t-Terbiye ve’t-Talim, 1375/1956.
eş-Şifa: el-İlâhiyyât. (thk. Said Zayed – el-Eb Kanavî). Kahire: el-Heye-
tu’l-Âmme li-Şuûni’l-Metabii’l-Emiriyye, 1380/1960.
el-İşârât ve’t-Tenbihât. (thk. Süleyman Dünya). Kahire: Dâru’l-Meârif, t.y.
en-Necât. Mısır: Matbaatu’s-Saade, 1357/1938.
er-Risaletu’l-Arşiyye fi Hakâiki’t-Tevhîd ve İsbati’n-Nubuvve. (thk. İbrahim
Hilal). Kahire: Câmiatu’l-Ezher, 1980.
İbn Nedim. el-Fihrist. (thk. Rıza Teceddüd). Tahran, 1971.
el-Îcî, Ebu’l-Fazl Kadı Adududdin Abdurrahman b. Ahmed, Şerhu Muh-
tasari’l-Münteha’l-Usûlî li’l-İmam Ebi Amr Osman İbnu’l-Hâcib I-III,
Daru’l-Kutubi’l-İlmiye, Beyrut: 1424/2004.
el-Îcî, Ebu’l-Fazl Aduddin Abdurrahman b. Ahmed. Şerhu’l-Adûd alâ Şerhi
Muhtasari’l-Münteha’l-Usulî li-İbn Hacib I-III. Beyrut: 1424/2004.
el-Îcî, Ebu’l-Fazl Aduddin Abdurrahman b. Ahmed. el-Mevâkıf fi İl-
mi’l-Kelâm. Beyrut: Alemu’l-Kutub, t.y.
İpşirli, Mehmet. “Mehmed Emin Efendi, Hayâtîzâde”. DİA. 28: 467. İs-
tanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 2003.
İsfahanî, Ebu’s-Sena Şemseddin Mahmud. Metaliu’l-Enzâr. Dersaâdet,
1305.
İsmail Gelenbevî. Tartışma Usulü. (trc. Talha Alp). İstanbul: Yasin Yayıne-
vi, 2012,
Işık, Emin. “İhlâs Sûresi”. DİA. 21: 537-538. İstanbul: Diyanet Vakfı Ya-
yınları, 2000.
Janssens, Jules. “Avicenna and the Qur’an: a Survey of His Qur’anic Com-
mentaries”. İnstitud Doninicain D’études Orientales Ducare. 2004, sy.
25-26.
Kâdıhan el-Fergânî el-Özcendî, Fahreddin Ebu’l-Mehâsin Hasan b. Man-
sur. Fetâva Kâdıhan I-III. Beyrut: Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, 2009.
Kadı Beyzâvî, Nâsıruddin Ebu’l-Hayr Abdullah b. Ömer. Envâru’t-Tenzil
ve Esrâru’t-Tevil I-II. Mısır, 1358/1939.
Kara, İsmail. Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi I-III. İstanbul, 1997.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 485

Kara, İsmail-Gündoğdu, Rabia. Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akse-


ki: Hayatı Eserleri Mücadelesi I-II. İzmir: Diyanet İşleri Başkanlığı yay.,
2019.
el-Kârî, Molla Ali. Şerhu Kitabi Fıkhı’l-Ekber. Beyrut, 1971.
Kazvînî, Ebu’l-Meâli Celâleddin el-Hatîb Muhammed. Telhîsu’l-Miftâh.
Pakistan: Mektebetu’l-Buşra, 1431/2010.
Kitabu Asûlucyâ Aristatalîs. (thk. Friedrich Dietercici). Berlin, 1882.
Kemaleddin Kâdı Mîr. Şerhu’l-Hidâye. İstanbul: Matabaa-i Âmire, 1308.
Kurtubî, Ebu’l-Abbas Ziyauddin Ahmed b. Ömer. el-Müfhim lim Eşkel
min Telhîsi Kitabi Müslim I-VII. (thk. Muhyiddin Dîb Müstû, Yusuf
Ali Büdeyvi, Ahmed Muhammed es-Seyyid, Mahmud İbrahim Bezzâl).
Beyrut: Dâru İbn Kesir, 1996/1417.
Mehnaz-ı Abbâsî. Berresî-yi Bahşi ez Âsâr-ı Tefsiri-yi Celâleddin Devvânî.
Tahran, t.y.
el-Meybûdî, Kadı Mir Hüseyin b. Muinuddin. Şerhu Hidâyet’il-Hikme.
Matbaa-i âmire, t.y.
Mübarekşah, Mîrek Şemsuddin Muhammed. Şerhu Hikmeti’l-Ayn. Esfen-
dimâh: Müessesetu Çâb ve İntişarat, Danişgâhı Firdevsî, 1253.
Müslim b. el-Haccâc, Ebu’l-Huseyn el-Kuşeyrî en-Nisâbûrî. Sahihu Müs-
lim. (thk. Ebu’l-Fazl ed-Dımyâtî). Cidde: Dâru’l-Beyâni’l-Arabî, t.y.
Mütercim Asım Efendi. el-Okyânûsu’l-Basît fi Tercemeti’l-Kâmûsi’l-Muhît
I-VI. (Yay. Haz. Mustafa Koç-Eyyüp Tanrıverdi). İstanbul: Türkiye Yaz-
ma Eserler Kurumu Başkanlığı, 2013.
el-Münâvî, Muhammed Abdurrauf. Feyzu’l-Kadîr Şerhu Câmii’s-Sağîr.
Beyrut: Daru’l-Marife, 1391/1972.
Okumuş, Mesut. Kur’an’ın Felsefî Okunuşu; İbn Sina Örneği. Ankara: Araş-
tıma Yayınları, 2003.
Özcan, Tahsin. “Mehmed Said Efendi, Halilefendizâde”. DİA. 28: 523.
İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 2003.
Râgıb el-İsfahânî. Müfredâtu Elfâzı’l-Kur’ân. (thk. Safvan Adnan Davudî).
Beyrut, 1997/1418.
Râzî, Ebû Abdillah Fahreddin Muhammed b. Ömer. et-Tefsiru’l-Kebir
(Mefâtihu’l-Gayb) I-XXXXII. Beyrut, 1981/1401.
486 KAYNAKÇA - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Sarıkaya, Yaşar. Merkez ile Taşra Arasında Bir Osmanlı Alimi: Ebu Said
el-Hadimî. İstanbul, 2008.
Sezgin, Fuad. Târîhü’t-Türasi’l-Arabî, (thk. Mahmûd Fehmi Hicazi, Fehmi
Ebu’l-Fazl). Kahire, 1977.
Suyûtî, Celaluddin Abdurrahman. el-İtkan fi Ulûmi’l-Kur’ân I-II. (thk.
Mustafa Dîbilbuğa). Dımeşk: Dâru İbn Kesir, 1993/1414.
…………………. Lubâbu’n-Nukûl fî Esbâbin’-Nuzûl. Beyrut, 1994/1414.

Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir b. Yezid. Câmi’ul-Beyan an Tevili


Âyi’l-Kur’ân I-XXX. Beyrut: Dâru’l-Fikr, 1984.
et-Tebrizî, Muhammed Abdullah Hatib. Mişkâtu’l-Mesâbih I-II. (thk. M.
Nasıruddin el-Elbânî). Dımeşk: el-Mektebetu’l-İslamiyye, 1399/1979.
Teftâzânî, Saiduddin Mesud b. Fahruddin. Şerhu’t-Telvîh ala’t-Tavzih li-
Metni’t-Tenkîh fi Usuli’l-Fıkh I-II. Beyrut: Daru’l-Kutubi’l-İlmiye,
1957/1388.
Tirmîzî, Ebû İsa Muhammed b. İsa b. Sevre. el-Câmiu’s-Sahîh ve Hu-
ve Sunenu’t-Tirmîzî I-V. (thk. Ahmed Muhammed Şakir). Kahire,
1398/1978.
Ukaylî, Ebû Cafer Muhammed b. Amr b. Musa b. Hammâd, Kitabu Zu-
afâi’l-Kebir I-IV , (thk. Abdülmuti Emin Kal’aci.), Beyrut: 1984/1404.
Vâhidî, Ebu’l-Hasan Ali b. Ahme. Esbabu’n-Nuzûl. Beyrut: Dâru’l-Kita-
bi’l-Arabî, 1414/1994.
Yaltkaya, Şerefeddin. “Tefsir-i Sûre-i İhlâs li-İbn Sina”. Sırat-ı Müstakim.
Eylül 1326, c. 5, sy. 106, s. 21-25.
Yayla, Mustafa. “Hâdimî Ebû Saîd”. DİA. 15: 24. İstanbul: Diyanet Vakfı
Yayınları, 1997.
Zeccâc, Ebû İshak İbrahim b. es-Seri. Meâni’l-Kur’an ve İrabuhu I-V. (Şerh
ve thk. Abdulcelil Abduh Şelebî). Beyrut: Alemu’l-Kutub, 1408/1988.
Zemahşerî, Ebu’l-Kasım Carullah. el-Keşşâf an Hakâiki Gavâmizi’t-Tenzil
ve Uyûnu’l-Ekâvîl fi Vucûhi’t-Tevil I-IV. Beyrut: Dâru’l-Kutubi’l-İlmiye,
1995.
Zerkeşî, Bedruddin Muhammed. el-Burhân fi Ulûmi’l-Kur’ân I-IV. Bey-
rut, 1972.
‫‪İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri‬‬ ‫‪487‬‬

‫‪2. Arapça Kaynaklar‬‬


‫م ا آن‪،‬‬ ‫אن‬ ‫ا‬
‫)ت‪(١٥٠٥/٩١١.‬‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫لا‬
‫د ا א(‪ ،‬دار ا כ ‪ ،‬د ‪.١٩٩٣/١٤١٤‬‬ ‫‪:‬‬ ‫)‬
‫أ אب ا ول‪،‬‬
‫א ري )ت‪(١٠٧٦/٤٦٨ .‬‬ ‫ا ا يا‬ ‫أ‬ ‫‪:‬أ ا‬
‫وت ‪.١٩٩٤/١٤١٤‬‬ ‫‪،‬‬ ‫دار ا כ אب ا‬
‫‪،‬‬
‫أ ار ا‬
‫אوي )ت‪(١٢٨٦/٦٨٥ .‬‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫أ ا‬ ‫‪ :‬א ا‬
‫ا א ة ‪.١٩٣٩/١٣٥٨‬‬
‫ا ا ان‪،‬‬
‫)ت‪(١١١١/٥٠٥ .‬‬ ‫ا ا‬ ‫م‬ ‫ا‬ ‫‪:‬أ א‬
‫وت ‪.١٩٩٠/١٤١١‬‬ ‫دار إ אء ا م‪،‬‬
‫ص‪،‬‬ ‫رة ا‬
‫א )ت‪(١٠٣٧/٤٢٨.‬‬ ‫ا‬ ‫أ‬
‫‪ ،‬س‪ ،١٧ .‬ع‪،٥١ .‬‬ ‫ا‬ ‫وا را‬ ‫ا‬ ‫(‪،‬‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫‪:‬‬ ‫)‬
‫‪٢٠٠٢/١٤٢٣‬‬
‫‪،‬‬ ‫ا آن ا‬
‫)ت‪(١٣٧٣/٧٧٤.‬‬ ‫ا‬ ‫כ‬ ‫إ א‬ ‫‪ :‬أ ا اء אد ا‬
‫دار ا כ ‪ ،‬وت‪.١٩٩٤/١٤١٥ ،‬‬
‫(‪،‬‬ ‫اכ ) א ا‬ ‫ا‬
‫ا ازي )ت‪(١٢١٠/٦٠٦ .‬‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫‪:‬أ‬
‫دار ا כ ‪ ،‬وت ‪١٩٨١/١٤٠١‬‬
‫אح‪،‬‬ ‫ا‬
‫)ت‪(١٣٣٨/٧٣٩.‬‬ ‫ا‬ ‫ا و‬ ‫ا‬
‫ى‪ ،‬אכ אن‪.١٤٣١/٢٠١٠ :‬‬ ‫ا‬ ‫כ‬
‫ا א ‪،‬‬ ‫وا‬ ‫ا آن ا‬ ‫א‬
‫روح ا‬
‫ا ادي )ت‪،(١٨٥٤/١٢٧٠.‬‬ ‫دا‬ ‫ا‬ ‫אب ا‬ ‫‪:‬أ ا‬
‫‪ ،‬وت‪ ،‬אن‪.‬‬ ‫ودار إ אء ا اث ا‬ ‫إدارة ا א ا‬
‫‪488‬‬ ‫‪ARAPÇA KAYNAKLAR - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri‬‬

‫ح כ‬ ‫‪،‬‬ ‫ا‬
‫אرכ אه )ت‪(١٣٨٢/٧٨٤ .‬‬ ‫ا‬ ‫‪ :‬ك‬
‫אه ‪.١٢٥٣‬‬ ‫ﭼاب وا אرات وכ ا כ دا כאه دو ‪ ،‬ا‬
‫‪،‬‬ ‫أ لا‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫حا‬
‫د ا ا )ت‪،(١٣٩٠/٧٩٢.‬‬ ‫ا‬ ‫‪:‬‬
‫‪ ،‬وت ‪.١٩٥٧/١٣٧٧‬‬ ‫ا‬ ‫دار ا כ‬
‫(‪،‬‬ ‫ح אئ ا‬ ‫אت‬ ‫)‬ ‫ا‬ ‫ح ا אئ ا‬
‫ا وا )ت‪(١٥٠٢/٩٠٨ .‬‬ ‫أ‬ ‫لا‬ ‫ا‬ ‫‪:‬أ‬
‫כ ا ق ا و ‪ ،‬ا א ة‪ ،‬ب‪.‬ت‪.‬‬
‫ا כ ‪،‬‬ ‫ح כ אب‬
‫ا אري )ت‪(١٦٠٥/١٠١٤ .‬‬ ‫‪ :‬ا אم‬
‫وت ‪.١٩٧١‬‬
‫ا כ م‪،‬‬ ‫حا‬ ‫ا‬
‫)ت‪(١٤١٣/٨١٦ .‬‬ ‫א‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫‪:‬أ ا‬
‫‪،‬‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫ح‬
‫)ت‪(١٣٥٥/٧٥٦ .‬‬ ‫ا‬ ‫أ‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫‪:‬أ ا‬
‫وت ‪.٢٠٠٤/١٤٢٤‬‬ ‫‪،‬‬ ‫دار ا כ ا‬
‫אن‪،‬‬ ‫ا‬
‫)ت‪(١٠٦٦\٤٥٨ .‬‬ ‫ا‬ ‫כ أ‬ ‫أ‬
‫وت ‪.١٩٩٠‬‬ ‫‪،‬‬ ‫ل(‪ ،‬دار ا כ ا‬ ‫ز‬ ‫א‬ ‫‪:‬أ‬ ‫)‬
‫‪،‬‬ ‫אء‪ :‬ا‬ ‫ا‬
‫א)ت‪(١٠٣٧/٤٢٨.‬‬ ‫ا‬ ‫‪:‬أ‬
‫‪ ،‬ا א ة ‪١٩٥٦/١٣٧٥‬‬ ‫وا‬ ‫(‪ ،‬وزارة ا‬ ‫‪:‬أ ا‬ ‫)‬
‫ا אء‪ :‬ا‬ ‫אت‪،‬‬
‫א)ت‪(١٠٣٧/٤٢٨.‬‬ ‫ا‬ ‫‪:‬أ‬
‫‪،‬ا א ة‬ ‫ئ نا א ا‬ ‫زا – ا ب ا (‪ ،‬ا ئ ا א‬ ‫‪:‬‬ ‫)‬
‫‪.١٩٦٠/١٣٨٠‬‬
‫אري‪،‬‬ ‫ا‬ ‫ا א‬ ‫ا‬ ‫ا אم أ‬ ‫ح‬ ‫ا אري‬
‫)ت‪(١٤٤٩/٨٥٢.‬‬ ‫ا‬ ‫‪:‬أ‬
‫(‪ ،‬ا אض‪.٢٠٠١/١٤٢١ ،‬‬ ‫ا‬ ‫ا אدر‬ ‫‪:‬‬ ‫)‬
‫‪İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri‬‬ ‫‪489‬‬

‫א ‪،‬‬ ‫ا אوى ا א‬
‫)ت‪(١٣٨٤/٧٨٦.‬‬ ‫ر‬ ‫אري ا‬ ‫ا ءا‬ ‫א‬ ‫ا‬ ‫‪:‬‬
‫‪ ،‬ا ‪.١٩٩٦/١٤١٦ :‬‬ ‫‪ :‬אد‬
‫אن‪،‬‬ ‫אوى א‬
‫אن‬ ‫وب א‬ ‫يا‬ ‫ا وز‬ ‫א‬ ‫را‬ ‫ا‬ ‫‪:‬أ ا א‬
‫)ت‪(١١٩٦/٥٩٢.‬‬
‫‪ ،‬وت ‪.٢٠٠٩‬‬ ‫دار ا כ ا‬
‫‪،‬‬ ‫ح א ا‬ ‫ا‬
‫ا ؤوف ا אوي‬ ‫‪:‬‬
‫وت ‪.١٩٧٢\١٣٩١‬‬ ‫‪،‬‬ ‫دار ا‬
‫ي‪،‬‬ ‫ا ا‬ ‫א‬
‫دي )ت‪(١٥٠٣\٩٠٨.‬‬ ‫ا‬ ‫א‬ ‫‪ :‬כ אل ا‬
‫ل‪.١٣٠٨ ،‬‬ ‫ا א ة‪ ،‬إ‬ ‫ا‬
‫‪،‬‬ ‫ا א سا‬
‫روزآ אدي)ت‪(١٤١٥\٨١٧ .‬‬ ‫ب‬ ‫‪:‬أ ا א‬
‫‪١٤١٥\١٣٥٧‬‬ ‫ن‪،‬‬ ‫دار ا‬
‫אء ا כ ‪،‬‬ ‫כ אب‬
‫)ت‪(٩٣٤\٣٢٢ .‬‬ ‫אد ا‬ ‫و‬ ‫‪:‬أ‬
‫وت ‪.١٩٨٤\١٤٠٤‬‬ ‫‪،‬‬ ‫ا‬ ‫(‪ ،‬دار ا כ‬ ‫أ‬ ‫ا‬ ‫‪:‬‬ ‫)‬
‫‪،‬‬ ‫א א‬ ‫א أر‬ ‫כ אب أ‬
‫‪.١٨٨٢‬‬ ‫(‪،‬‬ ‫رخ د‬ ‫‪:‬‬ ‫)‬
‫و ها و ؛‬ ‫و نا‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫אئ‬ ‫ا כ אف‬
‫ي )ت‪(١١٤٤/٥٣٨.‬‬ ‫ا‬ ‫د‬ ‫אر ا‬ ‫أ ا א‬
‫‪ ،‬روت ‪.١٩٩٥/١٤١٥‬‬ ‫دار ا כ ا‬
‫‪،‬‬ ‫ا‬
‫‪)،‬ت‪(٨٥٥/٢٤١.‬‬ ‫א‬ ‫ا‬ ‫ا أ‬ ‫أ‬ ‫‪:‬أ‬
‫وت ‪.١٩٩٥/١٤١٦‬‬ ‫א ‪،‬‬ ‫ا‬
‫כאة ا ار‪،‬‬
‫ا ا )‪(١١١١\٥٠٥‬‬ ‫أ א‬
‫‪ ،‬ا א ة ‪.١٩٦٤\١٣٨٢‬‬ ‫א وا‬ ‫(‪ ،‬دار ا‬ ‫‪:‬ا כ رأ ا‬ ‫)‬
‫‪490‬‬ ‫‪ARAPÇA KAYNAKLAR - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri‬‬

‫‪،‬‬ ‫א‬ ‫כאة ا‬


‫ي )ت‪(١٣٤٠\٧٤١ .‬‬ ‫ا‬ ‫ا‬
‫‪.١٩٧٩/١٣٩٩ ،‬‬ ‫‪،‬د‬ ‫ا א (‪ ،‬ا כ ا‬ ‫ا‬ ‫א‬ ‫‪:‬‬ ‫)‬
‫‪،‬‬ ‫א ا‬
‫ي )ت‪(١١٢٢/٥١٦ .‬‬ ‫دا‬ ‫ا‬ ‫ا‬ ‫‪:‬أ‬
‫وا ز ‪ ،‬ر אض ‪.١٤٠٩‬‬ ‫دار‬
‫א ا أن‪،‬‬
‫ا ي ا אج )‪(٩٢٣\٣١١‬‬ ‫إ ا‬ ‫‪:‬أ إ‬
‫(‪ ،‬א ا כ ‪ ،‬وت ‪.١٩٨٨\١٤٠٨‬‬ ‫ه‬ ‫ا‬ ‫‪:‬‬ ‫) حو‬
‫‪،‬‬
‫כ אب‬ ‫אأ כ‬ ‫ا‬
‫)ت‪،(١٢٥٨\٦٥٦.‬‬ ‫إ ا ا‬ ‫أ‬ ‫‪ :‬أ ا אس אء ا‬
‫دإ ا‬ ‫ا ‪،‬‬ ‫ي‪ ،‬أ‬ ‫‪،‬‬ ‫د‬ ‫ا‬ ‫‪:‬‬ ‫)‬
‫ال(‪ ،‬دار ا כ ‪ ،‬وت ‪.١٩٩٦\١٤١٧‬‬
‫‪،‬‬
‫ح أ אء ا ا‬ ‫ا‬ ‫ا‬
‫ا ا )ت‪(١١١١/٥٠٥ .‬‬ ‫م‬ ‫ا‬ ‫א‬ ‫‪:‬أ‬
‫(‪ ،‬כ ا آن‪ ،‬א ة‪ .‬د‪.‬ت‪.‬‬ ‫אن ا‬ ‫‪:‬‬ ‫)‬
‫ا כ م‪،‬‬ ‫ا‬ ‫ا‬
‫)ت‪(١٣٥٥/٧٥٦.‬‬ ‫ا‬ ‫أ‬ ‫ا‬ ‫ا‬
‫‪ ،‬وت‪ .‬د‪.‬ت‪.‬‬ ‫א اכ‬
DİZİN
A 136, 162, 168, 170, 172, 180, 182,
Ahmed el-Maraşî 21, 125, 130, 132 184, 186, 188, 204, 216, 236, 242,
Ahmet Hamdi Akseki 19, 21, 22, 23, 256, 258, 260, 262, 264, 266, 270,
27, 417, 418, 419, 420, 427, 482, 278, 282, 284, 286, 288, 290, 292,
483, 485 300, 312, 322, 324, 330, 336, 340,
Akl-i faal 447 342, 348, 356, 366, 382, 386, 388,
Aristoteles 310, 368 390, 404, 406, 408, 412, 414, 425,
art bileşen 182, 276 426, 430, 438, 440, 443, 444, 452,
453, 455, 456, 457, 459, 460, 461,
B 462, 463, 464, 465, 467, 469
Bağdat 5 Ehadiyet 104, 184, 282, 340, 342, 408,
basît-i hakîkî 74, 86, 162, 170, 220, 460
238, 258, 308, 318, 322, 364, 439, el-Hâdimî 21, 209, 214, 483
441, 451, 453 el-Hüve’l-mutlak 28
Beyzâvî 62, 188, 190, 192, 196, 198, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır 22
200, 202, 206, 210, 230, 266, 306, Eş‘ârî 50, 190, 192, 200, 206, 220, 302,
330, 348, 364, 484 306, 356
birinci şekl 142 eser 5
Buhara 5 et-Taberî 356
burhan-ı limmî 82, 344
F
Bursa 5
büyük öncül 136, 142, 144, 146, 148, Fahreddin er-Râzî 17, 356, 364
150, 180, 222, 224, 226, 228, 252, Farâbî 66
262, 268 Filozof 216, 443

C-Ç G
ca‘l 70 Gazzâlî 17, 19, 22, 76, 92, 112, 192,
292, 310, 364, 414, 426, 483
D
H
Dâvûd-i Kayserî 22
Debbâğî 2, 21, 125, 126, 130, 132, 211 Hadd 286
Devvânî 2, 21, 23, 49, 50, 51, 52, 54, Hadd-i tam 286
56, 58, 62, 132, 196, 198, 200, 202, Hallâc-ı Mansur 18
258, 308, 338, 427, 446, 481, 482, Hatîb ed-Dımeşkî 204
485 heyula 76, 88, 324, 400
Horasan 5
E Hüve 20, 28, 44, 64, 66, 80, 106, 108,
Ebû Hanîfe 192, 198 110, 138, 154, 160, 164, 196, 216,
Ebu’l-Kasım Muhammed b. Abdurrah- 218, 228, 238, 240, 250, 262, 264,
man 21, 26, 351, 354, 482 284, 286, 300, 310, 314, 318, 320,
ehad 15, 16, 28, 32, 36, 38, 42, 44, 56, 326, 336, 342, 356, 366, 372, 425,
58, 62, 64, 78, 86, 88, 94, 96, 104, 427, 429, 430, 440, 441, 449, 451,
108, 114, 116, 118, 120, 122, 134, 453, 454, 455
492 DİZİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri

Hüve hüve 138, 228, 238, 310, 336, 372 küçük öncül 136, 138, 142, 144, 146,
Hüviyet 28, 40, 74, 160, 162, 220, 236, 148, 150, 180, 226, 228, 252, 262,
238, 308, 310, 364, 366, 439 268, 280
Hz. İsa 402, 404, 410
L
I-İ Lâ hüve illa hüve 436, 437
İbn Hacer 356, 364, 481 Lâzım 32
İbn Kesîr 62 Lâzımlar 196, 246, 368
İbn Sînâ 2, 13, 17, 18, 19, 20, 21, 22, Li-zâtihi hüve hüve 140, 142, 150, 282,
23, 24, 25, 26, 27, 28, 38, 50, 51, 304
52, 54, 60, 66, 68, 70, 74, 76, 78,
80, 82, 84, 86, 88, 92, 94, 96, 98, M
104, 108, 125, 126, 130, 132, 134, Mahiyet 42, 66, 90, 276, 328, 338, 434,
136, 138, 140, 144, 150, 152, 156, 435, 471
160, 162, 168, 170, 174, 176, 180, Mebde-i evvel 30, 154, 160, 262, 304,
182, 184, 186, 188, 210, 211, 214, 358, 368, 378, 390, 430, 434, 437,
216, 220, 224, 228, 230, 232, 234, 440, 444, 445, 451, 458, 468
242, 264, 268, 270, 272, 274, 278, Mebdeiyyet-i küll 32
280, 286, 288, 290, 297, 298, 300, Medine 5
302, 330, 334, 336, 340, 344, 351, Mevâkıf 190, 192, 232, 456, 482, 484
352, 354, 356, 358, 362, 368, 370, Molla Fenârî 22
372, 376, 382, 384, 392, 394, 396, Muhammed Abduh 446, 467
400, 406, 408, 414, 418, 419, 420, Mümkün 70, 104, 344, 376, 378
423, 425, 427, 428, 430, 431, 432, Mutlak hüve 66, 68, 134, 136, 138, 216,
433, 435, 437, 438, 440, 442, 443, 300, 302, 356, 429
445, 446, 447, 449, 453, 454, 456,
457, 458, 462, 472, 481 O-Ö
İlk İlke 68, 144, 146, 148, 150, 154, Osmanlı 4, 21, 22, 27, 49, 125, 209,
160, 164, 166, 170, 176, 218, 244, 210, 482, 483, 486
246, 250, 252, 258, 262, 304, 314,
318, 322, 358, 390 R
İmam-ı A‘zam 192 Ruhu’l-Kudüs 464
İslam felsefesi 24
S-Ş
İstanbul 2, 5
İzafî 74, 76, 162, 218, 232, 272, 306, Sa‘dî 198, 200, 202
308, 360, 362, 439, 457 Şam 5
Samed 38, 90, 92, 108, 114, 116, 132,
K 174, 176, 266, 268, 270, 290, 326,
Kasım Toyserkâni 50 328, 330, 382, 392, 394, 398, 406,
Keşşâf 58, 60, 64, 426, 486 465, 466, 467, 469, 470
Kitabu’l-Burhan 80 Selbî 232, 362, 374
Kitap 2 Selbî lâzım 374
Konya 5 Semerkant 5
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 493

Şerefeddin Yaltkaya 23, 27, 28, 34, 418, 244, 250, 252, 254, 258, 262, 268,
419 302, 308, 346, 348, 396, 398, 402,
Şeyhu’r-Reis 132, 134, 186, 196, 202, 412, 430, 435, 437, 442
368 Vâcibu’l-vücûd 20, 66, 68, 90, 140, 142,
Seyyid Şerif Cürcânî 49, 264, 324 144, 146, 150, 152, 154, 156, 158,
Şihab 198 160, 164, 174, 216, 218, 230, 246,
Sudur 166, 390 264, 266, 268, 270, 300, 304, 314,
328, 358, 360, 396, 402, 406, 426,
T 427, 430, 432, 433, 435, 436, 437,
Teftâzânî 49, 232, 486 438, 439, 440, 441, 443, 444, 445,
Türk 4 446, 447, 448, 449, 454, 455, 457,
458, 459, 460, 461, 466, 468, 471,
U-Ü 472
Ukûl-i aşere 445, 447 Vahdet 20, 36
Ulûhiyet 172, 188, 196, 250, 268, 288, Vâhid-i hakîkî 32, 172
344, 394, 408, 461 Var olan 392
Vücûb-i vücûd 34
V
Vâcib 50, 68, 92, 100, 102, 144, 154,
160, 218, 220, 222, 228, 240, 242,

You might also like