Professional Documents
Culture Documents
Download
Download
İBN SÎNÂ
TÜRKİYE YAZMA ESERLER KURUMU BAŞKANLIĞI YAYINLARI: 203
Bilim ve Felsefe Serisi : 68
Kitabın Adı : İHLÂS SÛRESİ TEFSİRİ VE ŞERHLERİ
Müellifi : Ebû Ali İbn Sînâ (ö. 428/1037)
Ebû Abdullah Celâleddîn Muhammed b. Es‘ad b.
Muhammed ed-Devvânî (ö. 908/1502)
Ahmed el-Maraşî ed-Debbâğî (ö. 1165/1752)
Ebû Sa‘îd Mehmed b. Mustafa el-Hâdimî (ö. 1176/1762)
Müellif-i Meçhul (ö. ?)
Ebu’l-Kasım Muhammed b. Abdurrahman (ö. 20. yy.)
Ahmet Hamdi Akseki (ö. 1951)
Özgün Dili : Arapça
Çeviren : Dr. Ahmet Faruk Güney
Kırklareli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Temel İslam Bilimleri Bölümü (Tefsir), Öğretim Üyesi
Son Okuma : Dr. Esra Tellioğlu Ünver, Yazma Eser Uzmanı
Arşiv Kayıt : Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa, Nr. 321
Kapak Görseli : Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa, Nr. 321
Kitap Tasarım : AS-64 Basın-Yayın Tanıtım, Org. ve Paz. Ltd. Şti.
Baskı : Matsis Matbaa Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti.
Tevfikbey Mh. Dr. Ali Demir Cd. No: 51 Sefaköy - İstanbul,
Tel.: 0 (212) 624 21 11 www.matbaasistemleri.com,
Sertifika No: 40421
Baskı Yeri ve Yılı : İstanbul 2022
Baskı Miktarı : 1. Baskı, 1500 adet
(İNCELEME-ELEŞTİRMELİ METİN-ÇEVİRİ)
Hazırlayan
Ahmet Faruk Güney
T Ü R K İ Y E
Y A Z M A
ESERLER
K U R U M U
BAŞKANLIĞI
TAKDİM
İnsanlık tarihi, akıl ve düşünce sahibi bir varlık olan insanın kurduğu
medeniyetleri, medeniyetler arasındaki ilişkileri anlatır. İnsan, zihnî faali-
yetlerde bulunma kabiliyetiyle bilim, sanat ve kültür değerleri üretir, üret-
tiği kültür ve düşünce ile de tarihin akışına yön verir.
Medeniyetler, kültürler, dinler, ideolojiler, etnik ve mezhebî anlayışlar
arasındaki ilişkiler kimi zaman çatışma ve ayrışmalara, kimi zaman da uz-
laşma ve iş birliklerine zemin hazırlamıştır.
İnsanların, toplumların ve devletlerin gücü, ürettikleri kültür ve mede-
niyet değerlerinin varlığıyla ölçülmüştür. İnsanoğlu olarak daha aydınlık
bir gelecek inşa edebilmemiz, insanlığın ortak değeri, ortak mirası ve ortak
kazanımı olan kültür ve medeniyet değerlerini geliştirebilmemizle müm-
kündür.
Bizler, Selçuklu’dan Osmanlı’ya ve Cumhuriyet’e kadar büyük devletler
kuran bir milletiz. Bu büyük devlet geleneğinin arkasında büyük bir me-
deniyet ve kültür tasavvuru yatmaktadır.
İlk insandan günümüze kadar gökkubbe altında gelişen her değer, haki-
katin farklı bir tezahürü olarak bizim için muteber olmuştur. İslâm ve Türk
tarihinden süzülüp gelen kültürel birikim bizim için büyük bir zenginlik
kaynağıdır. Bilgiye, hikmete, irfana dayanan medeniyet değerlerimiz tarih
boyunca sevgiyi, hoşgörüyü, adaleti, kardeşlik ve dayanışmayı ön planda
tutmuştur.
Gelecek nesillere karşı en büyük sorumluluğumuz, insan ve âlem tasav-
vurumuzun temel bileşenlerini oluşturan bu eşsiz mirasın etkin bir şekilde
aktarılmasını sağlamaktır. Bugünkü ve yarınki nesillerimizin gelişimi, geç-
mişimizden devraldığımız büyük kültür ve medeniyet mirasının daha iyi
idrak edilmesine ve sahiplenilmesine bağlıdır.
Felsefeden tababete, astronomiden matematiğe kadar her alanda, Me-
dine’de, Kâhire’de, Şam’da, Bağdat’ta, Buhara’da, Semerkant’ta, Horasan’da,
Konya’da, Bursa’da, İstanbul’da ve coğrafyamızın her köşesinde üretilen de-
ğerler, bugün tüm insanlığın ortak mirası hâline gelmiştir. Bu büyük ema-
nete sahip çıkmak, bu büyük hazineyi gelecek nesillere aktarmak öncelikli
sorumluluğumuzdur.
Yirmi birinci yüzyıl dünyasına sunabileceğimiz yeni bir medeniyet pro-
jesinin dokusunu örecek değerleri üretebilmemiz, ancak sahip olduğumuz
bu hazinelerin ve zengin birikimin işlenmesiyle mümkündür. Bu miras
bize, tarihteki en büyük ilim ve düşünce insanlarının geniş bir yelpazede
ürettikleri eserleri sunuyor. Çok çeşitli alanlarda ve disiplinlerde medeni-
yetimizin en zengin ve benzersiz metinlerini ihtiva eden bu eserlerin ko-
runması, tercüme ya da tıpkıbasım yoluyla işlenmesi ve etkin bir şekilde
yeniden inşa edilmesi, Büyük Türkiye Vizyonumuzun önemli bir parçası-
dır. Bu doğrultuda yapılacak çalışmalar, hiç şüphesiz tarihe, ecdadımıza,
gelecek nesillere ve insanlığa sunacağımız eserleri üretmeye yönelik fikrî
çabaların hasılası olacaktır. Her alanda olduğu gibi bilim, düşünce, kültür
ve sanat alanlarında da eser ve iş üretmek idealiyle yeniden ele alınma-
ya, ilgi görmeye, kaynak olmaya başlayan bu hazinelerin ülkemize ve tüm
insanlığa hayırlar getirmesini temenni ederim. Aziz milletimiz, bu kutsal
emaneti yücelterek muhafaza etmeyi sürdürecektir.
Recep Tayyip Erdoğan
Cumhurbaşkanı
İÇİNDEKİLER
TAKDİM 4
SUNUŞ 9
ÖNSÖZ 13
I. GİRİŞ 15
A. İhlâs Sûresi Hakkında Genel Bilgiler 15
1. Nüzûlü 15
2. Fazileti ve İçeriği 17
B. İbn Sînâ Öncesi İhlâs Sûresi Tefsirleri 17
C. İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri 18
D. İbn Sînâ’nın Yorumu Sonrasında İhlâs Sûresi Tefsiri 21
E. Tahkik ve Tercümede Takip Edilen Yol 23
II. MÜELLİFLER VE ESERLER 24
A. İBN SÎNÂ (ö. 428/1037) 24
1. Hayatı ve Eserleri 24
2. İhlâs Sûresi Tefsiri: Arapça Metin 26
3. İhlâs Sûresi Tefsiri 27
4. Tefsîr-i Sûre-i İhlâs-Metin ve Çeviri 28
B. CELÂLEDDİN DEVVÂNÎ (ö. 908/1502) 49
1. Hayatı ve Eserleri 49
2. İhlâs Sûresi Hâşiyesi 50
3. Devvânî’ye ait Hâşiyenin Yazmaları 51
4. İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne Hâşiye -
Eleştirmeli Metin ve Çeviri 54
C. AHMED EL-MARAŞÎ ED-DEBBÂĞÎ (ö. 1165/1752) 125
1. Hayatı ve Eserleri 125
2. İhlâs Sûresi Hâşiyesi 125
3. Debbağî’ye Ait Hâşiyenin Nüshaları 126
4. İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne Hâşiye -
Eleştirmeli Metin ve Çeviri 130
D. EBÛ SA‘ÎD MEHMED EL-HÂDİMÎ (ö. 1176/1762) 209
1. Hayatı ve Eserleri 209
2. İhlâs Sûresi Şerhi 210
3. Hadimî’ye Ait Şerhin Nüshaları 211
4. İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne Şerh -
Eleştirmeli Metin ve Çeviri 214
E. MÜELLİFİ MEÇHUL BİR ŞERH: KONYA YUSUF AĞA
NÜSHASI 297
1. Nüshanın Tanıtımı 297
2. İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne Şerh -
Eleştirmeli Metin ve Çeviri 298
F. EBU’L-KASIM MUHAMMED
ABDURRAHMAN 351
1. Hayatı ve Eserleri 351
2. Ebu’l-Kasım’a Ait Hâşiye Metni 351
3. İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne Hâşiye -
Eleştirmeli Metin ve Çeviri 354
G. AHMET HAMDİ AKSEKİ (ö. 1370/1951) 417
1. Hayatı ve Eserleri 417
2. İhlâs Sûresi Tercüme ve Şerhi 418
EKLER 473
KAYNAKÇA 481
1. Türkçe Kaynaklar 481
2. Arapça Kaynaklar 487
DİZİN 491
SUNUŞ
İçkin Metafizikten Aşkın Metafiziğe İhlâs Sûresi ve Yorumları
İhsan Fazlıoğlu*
İslâm Hayat Görüşü’nün, kanaatimce, en önemli kavramı ‘Teâlâ’ ya-
ni aşkın (trancendent) kavramıdır. Çünkü İslâm temeddününün Akdeniz
kültür havzasından tevarüs ettiği felsefe-bilim mirası büyük oranda içkin
(immanent) metafiziğe (ya da Logos metafiziğine) dayanan bir gelenekti.
Yok-iken yaratıcı, kâdir-i muhtâr, kişi Tanrı anlayışından hareketle kurulan
aşkın metafizik ve bu metafizikten hareketle üretilen anlam önermelerine
dayalı, Evren’e ilişkin açıklama modellerinin meşruiyeti, söz konusu aşkın
metafiziğin iyi temellendirilmesine bağlıydı. Böyle bir temellendirme bir
yandan tevarüs edilen içkin metafizik geleneğini dikkate almak, diğer yan-
dan da aşkın metafiziğin Mutlak Gayb kavramını muhafaza etmek zorun-
daydı. İslâm temeddünündeki kelâmî ve felsefî okullar, mensubiyet duy-
dukları değişik metafizikler zemininde, söz konusu temellendirmeyi farklı
bilim dallarının Kitâb-i Tekvînî yani Evren hakkında ürettiği muhtelif re-
simleri dikkate alarak yapmaya çalıştılar. Ayrıca ulaştıkları sonuçları Tenzilî
Kitâb’ın yani Kur’ân-ı Kerîm’in ilkeleriyle de yorumladılar ve uyumlu hâle
getirmeye çalıştılar.
Mekân-zaman sahnesiyle kayıtlı olmayan Mutlak Gayb’ı, işâret-i akliye
ile imleyen bu kavramı ve içeriğini en üst düzeyde İhlâs Sûresi temsil eder.
Nitekim, İhlâs Sûresi’nin bir adının ‘Tecrîd’ olması bu açıdan anlamlıdır.
Tecrîd, klasik İslâm düşünce geleneğinde, mekân-zamana ilişkin cismî ve
cismânî tüm özelliklerden âri olmak demektir. Bu özellikleriyle İhlâs Sû-
resi, İslâm Hayat Görüşü’nün en temel ilkesini yani ‘Tevhîd’i özetler ve
bu özetle ‘Esâs’ı verir ki, bu çerçevede yaşayan insanı da ‘Necât’a ulaştırır.
Nitekim, Tevhîd, Esâs ve Necât, tefsir geleneğinde, İhlâs Sûresi’nin diğer
adları olarak karşımıza çıkarlar. Tüm bu adlandırmaların tesâdüfî olmadı-
ğı, tersine belirli bir metafizik içeriğe karşılık geldiği söylenebilir. Bu çerçe-
vede İhlâs Sûresi’nin konu ve mana itibariyle Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birine
karşılık geldiğinin sıklıkla vurgulanması da bu tespitle alakalıdır. Fahred-
din Râzî, daha soyut bir şekilde, dinin nihâî maksadının Zâtullah, Sıfatul-
lah ve Efâlullah’ı bilmek olmasından hareketle ve İhlâs Sûresi’nin doğru-
dan Zâtullah’a ilişkin olması hasebiyle Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birini temsil
ettiğini söyler. Gazzâlî ise daha çok bilgi açısından, insanın bilgisinin nihâî
kertede, marifetullah, marifetu’s-sırâtı’l-mustakîm (marifetü’d-dünyâ) ve
marifetu’l-âhire gibi üç temele ircâ edilebileceğini belirtir ve İhlâs Sûre-
si’nin Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birini oluşturmasını marifetullahı muhtasar
ve müfid bir şekilde içermesiyle açıklar.
Hem Gazzâlî hem de Fahreddin Râzî’den önce, benzer noktalara işaret
eden İbn Sînâ kendi metafiziği açısından, yani varlık ve mâhiyet ile îcâb
ve imkân ayrımlarından hareket ederek, İhlâs Sûresi’ni kıyâs mantığının
verdiği olanakları da kullanarak şerh eder. ‘Huve’ üzerinden Tanrı’nın var-
lığını, ‘Ehadd’ üzerinden de Tanrı’nın birliğini temellendiren İbn Sînâ,
her iki açıdan da Tanrı’nın bir ‘İlke’ olduğunu belirtir. İbn Sînâ’nın İhlâs
Sûresi’ne ilişkin bu yaklaşımı, diğer sûre tefsirlerinden de ilham alarak,
tefsir tarihinde bir gelenek oluşturmuştur. Bir kısım müfessir bizzat İbn
Sînâ’nın metnini şerh etmiş ya da üzerine hâşiyeler kaleme almış; bir kı-
sım müfessir müstakil tefsir çalışmalarında İbn Sînâ’nın bu çalışmaların-
dan faydalanmış, bir kısım müfessir ise İbn Sînâ tarzında kendi bağımsız
İhlâs Sûresi tefsirlerini telif etmişlerdir. İbn Sînâ’nın bu tarzı, kendinden
sonra, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirinde kelâmî ve felsefî meselelerin ele alın-
ması yanında, bizâtihi meselelerin kelâmî ve felsefî açıdan incelenmesini
tetiklemiştir. Nitekim İslâm tefsir tarihinde pek çok önemli isim bu alanda
kalem oynatmıştır.
İşte Ahmet Faruk Güney bu çalışmasında konuyla ilgili bir demet
âlimin çalışmasını hem inceliyor ve çözümlüyor hem de bu çalışmaların
eleştirel metinleriyle çevirilerini veriyor. Güney’in çalışmasının bir bü-
tün olarak çizdiği resim ayrıntılı bir değerlendirmeyi hak ediyor. Ancak
dikkat edilecek ilk nokta konuyla ilgili çalışmaların büyük bir kısmının
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 11
1. Nüzûlü
İhlâs sûresi iniş sırasına göre yirmi ikinci, Mushaf-ı şerif ’teki sırası bakı-
mından ise yüz on ikinci sûredir. Nâs sûresinden sonra, Necm sûresinden
önce Mekke döneminin başlarında indirilmiştir. İbn Mesud (ö. 32/652-
53), Cabir b. Abdillah (ö. 78 /697) Hasan-ı Basrî (ö. 110/728), Mücahid
b. Cebr (ö. 103/721), Zemahşerî (ö. 538 /1144) ve Fahreddin Râzî (ö.
606/1210) gibi müfessir ve âlimler bu görüşü kabul etmişlerdir. İbn Abbas
(ö. 68/687-88), Ebü’l-Âliye er-Riyâhî (ö. 90/709), Muhammed b. Kâ‘b
el-Kurazî (ö. 108/726?) ve Süyûtî (ö. 911/1505) gibi âlim ve müfessirler
ise Medine döneminde indirildiği görüşündedirler. Yine bu sûrenin önce
Mekke sonra da Medine döneminde ikinci defa indirildiğini ileri sürenler
de olmuştur.4
2. Fazileti ve İçeriği
İhlâs sûresinin fazileti hakkında da pek çok rivayet aktarılmıştır.1 Bun-
lardan en meşhuru “İhlâs sûresinin Kur’ân’ın üçte birine denk olduğu-
nu” ifade eden hadis-i şeriftir. Hz. Peygamber (s.a.) “Varlığım elinde olan
Allah’a yemin ederim ki bu sûre, Kur’ân’ın üçte birine denktir.”2 buyur-
muştur. Yine Hz. Peygamber, bu sûreyi sevdiği için her namazda okuyan
bir sahabiye “Ona haber verin, Allah da onu seviyor.”; başka bir rivayette
“Onu sevmen seni cennete götürür.” buyurmuştur.3
İhlâs sûresinin Kur’ân’ın üçte birine denk olmasıyla ilgili olarak âlimle-
rin bir kısmı sevabı itibarıyla bir kısmı da konusu ve mânâsı itibarıyla üçte
birine denk olduğunu söylemişlerdir.
İmam Gazzâlî (ö. 505/1111), Kur’ân’da yer alan bilgilerin Allah hak-
kında bilgi (marifetullah), âhiret bilgisi ve doğru yolun bilgisi (sırat-ı müs-
takim) olmak üzere üç esasa ayrıldığını belirterek İhlâs sûresinin marife-
tullah ve tevhid konusunu ihtiva ettiğini, dolayısıyla Kur’ân’ın üçte biri
değerinde kabul edildiğini ifade etmektedir.4 Yine Fahreddin er-Râzî (ö.
606/1210) şöyle demiştir: “Bütün şeriatlerden ve ibadetlerden maksad Al-
lah’ın zâtını, sıfatlarını ve fiillerini bilmektir. Bu sûre ise Allah’ın zâtından
bahsetmektedir. Bu sebeple Kur’ân’ın üçte birine denktir.” 5
Gazzâlî ile Râzî’nin yapmış olduğu bu yorumlar, zât, mahiyet, hüvi-
yet, ulûhiyet, vahdet vb. konularla ilgili görüşlerini Kur’ân merkezli olarak
tefsir dairesi içerisinde ifade etmek isteyen âlimlerin, İhlâs sûresini niçin
tercih ettiklerinin izahı olarak görülebilir.
1 Bu konudaki rivayetleri topluca görmek için bkz: İbrahim Ali Seyyid Ali İsa, el-Ehâdîsu ve’l-Âsâ-
ru’l-Vârride fî Fezâili Suveri’l-Kur’ani’l-Kerim: Dirasetun ve Nakd, Kahire 2001/1421, 393-427.
2 Buhârî, “Tevhid” 1.
3 Buhârî, “Tevhid” 1.; Tirmizî, “Fezâil’ul-Kur’ân”, II, “Tefsir” 93.
4 Gazzâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed, Cevâhiru’l-Kur’ân ve Dureruhu, Dâru İhyai’l-Ulûm
Beyrut: 1411/1990, s. 77-78.
5 Râzî, Ebû Abdullah Fahreddin Muhammed b. Ömer, Mefâtîhu’l-Gayb, c. XXXII, s. 176-177.
18 GİRİŞ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1 Taranan kaynaklar şunlardır: İbn Nedim, el-Fihrist; Davudî, Şemseddin Muhammed b. Ali b. Ahmed,
Tabakatü’l-Müfessirîn; Taşköprîzâde Ahmed Efendi, Mevzuâtu’l-ulûm; Kâtip Çelebi, Keşfu’z-Zunûn
an Esâmi’l-Kutub ve’l-Funûn; İsmail Paşa, Bağdatlı, İzahu’l-Meknûn fi’z-Zeyl ala Keşfi’z-Zünûn; a.mlf.
Hediyyetu’l-Ârifîn Esmâu’l-Müellifîn ve Âsâru’l-Muasannifîn; Brockelman, Carl, Geschichte der Arabisc-
hen Litteratur(GAL); Zirikli, Hayreddin, el-A’lam, Sezgin, Fuad, Geschichte des Arabischen Schrifttums
(GAS); Aga, Muhammed Muhsin Tahrani, ez-Zeria ila Tasanifi’ş-Şia; Bikâî, Muhammed Hasan, Ki-
tabname-i Büzürg : Kur’an-ı Kerim; İshak, Ali Şevvah, Mucemu Musannefâti’l-Kur’âni’l-Kerim; Ayrıca
yazma kütüphane katalogları da bu kaynaklara ilaveten taranmıştır.
2 İbn Nedim, el-Fihrist, (thk. Rıza Teceddüd), Tahran 1971, s. 242.; Davudî, Şemseddin Muham-
med b. Ali b. Ahmed, Tabakatu’l-Müfessirîn, (thk. Ali Muhammed Ömer), Kahire, 1972/1392, I/162;
Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetu’l-Ârifîn, (trc. Kilisli Rifat Bilge; (tsh. İbnülemin Mahmûd Kemal İnal,
Avni Aktuç), Ankara: Millî Eğitim Bakanlığı, 1955, I/305.
3 Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, Fecr Yayınevi, Ankara 1996, II/31 vd.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 19
üzere tercih etmiştir.1 Çünkü İhlâs sûresi İmam Gazzâlî’nin de dediği gibi
Allah’ın zâtından bahseden yegâne sûre olma özelliğini taşımaktadır.2
İbn Sînâ’nın İhlâs sûresi tefsiri matbudur, dili Arapçadır. Türkçeye de
tercüme edilmiştir.3 İbn Sina bu sûreyi tefsir etmekle metafizik anlayışının
temeli olan vâcib-mümkün ayrımını temellendirebilmekte, Allah’ın mut-
lak hüviyetini açıklamakta, vücud’un mahiyetten ayrı bir şey olduğunu,
mevcudatın bir vâcibu’l-vücûd’dan/varlığı zorunlu olandan nasıl varlık
kazandığına dair görüşlerini Kur’ân’daki bir sûreden hareketle ve sûrenin
çerçevesinde delillendirebilmektedir. Başka bir ifade ile Allah’ın zâtından,
sıfatlarından ve fiillerinden kendi görüşleri uyarınca bahsedebilecek imkâ-
nı bulmaktadır.4
İbn Sînâ’nın İhlâs sûresi tefsirinin yorumunda kullandığı dil mantık
dili, oluşturduğu metin de klasik kıyas teorisine uygun şekilde neticeler
elde etmek amacıyla dizilmiş öncüllerden oluşan kıyaslar manzumesi gibi-
dir. Bu durumu merhum Ahmet Hamdi Akseki (ö. 1951) şu şekilde ifade
etmektedir:
1 İbn Sînâ, İhlâs sûresi dışında da bazı sûre (A’la, Felak, Nâs) ve âyetleri (Nûr ve İstivâ âyetleri) şerh et-
miştir. Bunlar için bkz. Âsi, Hasan, et-Tefsiru’l-Kur’âni ve’l-Lugatu’s-Sufiyye fî Felsefeti İbn Sina, Beyrut
1404/1983. Ayrıca İbn Sînâ’nın Kur’ân yorumu üzerine yapılmış Türkçe çalışma için bkz.: Okumuş
Mesut, Kur’an’ın Felsefî Okunuşu; İbn Sina Örneği, Araştırma Yayınevi, Ankara: 2003.
2 Gazzâlî, Cevâhiru’l-Kur’ân ve Dureruhu, s. 77-78.
3 Bu baskılar ve tercümeler hakkında ileride İbn Sînâ’nın metninin neşredildiği yerde bilgi verilecektir.
4 el-Hatib, Abdullah Abdurrahman, “Tefsiru Sûreti’l-İhlas li’ş-Şeyh Ebi Ali el-Hüseyin b Abdillah b.
Sina”, Mecelletu’ş-Şeria ve’d-Dirasâti’l-İslamiyye, 1423/2002, c. XVII, sy. 51, s. 51.
5 Akseki, Ahmet Hamdi, “İbn Sina’nın İhlas Sûresi Tefsiri, Tercüme ve Şerh”, Selamet, c. IV sy. 11, Mart
1949, s. 1.
20 GİRİŞ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
İbn Sînâ’nın İhlâs sûresi tefsirinde yapmış olduğu yorum temel olarak
şu şekildedir:
İlk olarak “Hüve” lafzından Allah’ın mutlak hüviyetine ve oradan meb-
de-i evvele intikal ederek vâcibu’l-vücûd hakkında uzun açıklamalarda
bulunur. Bu, bir anlamda isbat-ı vâcib’dir ki onu şerh eden müfessirlerin
üzerinde durduğu temel konulardan biri de budur.
Zât-ı mutlak’ın hüviyeti üzerinde durduktan ve hakikat-i ilâhiye’nin
neden ibaret olduğunu ifade ettikten sonra, O’nun tarifinin nasıl olabile-
ceği konusunu klasik tanım teorisi üzerinden tartışır. Zât-ı mutlak’ın ma-
hiyeti, mahiyeti kurucu [mukavvim] unsurlardan meydana gelmediğinden
hakikatini ifade edecek bir tanımının [hadd] yapılamayacağını belirtir.
Dolayısıyla yapılacak tanımın ancak mahiyetin gerektirdiği niteliklerle [lâ-
zımlarla] olabileceğini ifade eder.
İlk âyetteki “Ehad” lafzından hareketle Zât-ı ulûhiyet’in birliğini açık-
lar. Vahdet’in türlerinden bahseder. Zât-ı ulûhiyet’in birliğinin mutlak ol-
duğunu belirtir. O, hem zât itibarıyla birdir hem de zâtını oluşturan her-
hangi bir kurucu unsuru olmaması hasebiyle basît anlamında birdir. Zât-ı
ulûhiyet’in başkalarına bağlı mahiyeti yoktur ve bütün varlığın dayandığı
ilkesi[mebdei]dir. Çokluk, âlem O’ndan sudur yoluyla ortaya çıkmıştır.
Daha sonra da her ne sûretle olursa olsun Allah’a bir şerik, bir ortak, bir
denk, doğurmak ve doğurulmak isbat edenlerin veya böyle bir vehme (var
olanlara vücud vermesinden hareketle benzerine de varlık verebileceğine
dair olan bir vehim) kapılanların düşüncelerinin bâtıl olduğunu açıklar.
Varlık’ta kendisine denk bir vücud’un olmadığını belirtir.
Son olarak sûrenin ima ve tariz yoluyla Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiillerine
dair her şeyi, dolayısıyla Vâcibu’l-vücûd olan Zât-ı mutlak’ı en güzel şekil-
de tarif ettiğini belirterek İhlâs sûresinin bu sebeple Kur’ân’ın üçte birine
denk olduğunu ifade eder.1
1 el-Hatib, Abdullah Abdurrahman, “Tefsiru Sûreti’l-İhlas li’ş-Şeyh Ebi Ali el-Hüseyin b Abdillah b.
Sina”, Mecelletu’ş-Şeria ve’d-Dirasâti’l-İslamiyye” 1423/2002, c. XVII, sy. 51, s. 51.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 21
tefsiri içinde yer veren âlimlerden dört tanesi1 de Osmanlı ilim ve kültür
hayatı içerisinde -veya bu dünya ile ilişki içinde- olan âlimler arasında yer
almaktadır. Şunu da belirtmek gerekir ki merhum Ahmet Hamdi Akseki
ve Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır da Osmanlı döneminde yetişmiş,
tefsir eserlerini Cumhuriyet devrinde vermişlerdir.
Yine belirtmek gerekir ki Türkiye’de ve diğer Müslüman ülkelerde yapı-
lan son dönem tefsir çalışmalarında kaleme alınan müstakil veya tam tefsir
çalışmaları içerisinde İhlâs sûresinin bu anlamda felsefî ve kelâmî ağırlıklı
yoruma konu edinildiği bir çalışmaya rastlanılmamıştır. Bu anlamda İhlâs
sûresinin felsefî anlayışla yorumlandığı sürecin Elmalılı’da (ö. 1361/1942)
son bulduğu da söylenebilir.
İhlâs sûresiyle ilgili felsefî ve kelamî içerikli şerhler ve tefsirler kaleme
alan âlimlerin içinde yaşadıkları ilmî ve kültürel coğrafyanın yukarıda
yapılan tasvirinden şöyle bir sonuç çıkarmak mümkündür: İbn Sînâ’nın
felsefî içerikli tefsirinin hem şerhler üzerinden hem de müstakil olarak ka-
leme alınan eserlerde hem de tam tefsirler içerisinde yer verilerek takip
edildiği ve sürdürüldüğü coğrafya büyük oranda Osmanlı siyasî, kültü-
rel coğrafyası ve ilmî hayatıdır. Bu açıdan İbn Sînâ’nın tefsiri üzerinden
hareketle ortaya çıkan şerh geleneği bir anlamda Türk düşünce geleneği-
nin de bir parçası olarak görülebilir. Bu durumun nedenleri arasında en
önemlisinin, Osmanlı ilim anlayışının İbn Sînâ-Gazzâlî-Fahreddin Râzî
çizgisine dayanması ve Dâvûd-i Kayserî (ö. 751/1350) ile Molla Fenârî’nin
(ö. 834/1431) bu çizgiye nazarî-irfanî bakış açısını da katarak bunu
kelâmî-irfanî bir yapıya dönüştürmüş olması2 söylenebilir.
Ayrıca İbn Sînâ ile başlayan felsefî ağırlıklı bu tefsir geleneği filozofların
ve kelamcıların bakış açısına uygun olarak ulûhiyet anlayışının biraz daha
tenzih ağırlıklı olarak yorumlandığı, Cenab-ı Hakk’ın tekliğinin ve yegâne
oluşunun ısrarla vurgulandığı bir yorum geleneği olarak da görmek müm-
kündür.
1 Nimetullah Nahcivânî (ö. 920/1514), Şeyhzâde Muhyiddin el-Kocavî (ö. 951/1544), Şihabuddin
Mahmud Alûsî (ö. 1270/1854), Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ö. 1361/1942).
2 İhsan Fazlıoğlu, “Osmanlı Coğrafyasında İlmî Hayatın Teşekkülü ve Davud el-Kayserî”, Uluslararası
Davud el-Kayserî Sempozyumu, Ankara 1998, s. 25-42, a.mlf. “Osmanlı Döneminde Bilim Alanındak
Türkçe Telif ve Tercüme Eserlerin Türkçe Oluş Nedenleri ve Bu Eserlerin Dil Bilincinin Oluşmasında-
ki Yeri ve Önemi”, Kutadgubilig, sy. 3, Mart 2003, s. 153.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 23
larda olduğu gibi tıp alanında da hocalarından bir müddet ders aldıktan
sonra kendi başına tıpla ilgili eserleri okumaya devam etmiş ve birçok tabip
tarafından daha on altı yaşında iken tıp otoritelerinden sayılmıştır.1
İbn Sînâ’nın kendisini geliştirmesinde ve pek çok eseri görüp incele-
mesinde Sâmânî hükümdarı Nûh b. Mansûr’un (ö. 387/997) zengin kü-
tüphanesinin büyük bir payı vardır. Sultanın hastalığına çare bulması için
saraya çağrılan İbn Sînâ, tedavi konusunda nisbî bir başarı sağlayınca saray
doktorları arasına girmiş; böylece daha sonra yanan bu özel ve zengin kü-
tüphaneden istifade etme şansını yakalamıştır.2
Babasını yirmili yaşlarında kaybeden İbn Sînâ, bu tarihten (393/1003)
sonra Buhara’yı terk etmek zorunda kalmış ve bundan sonraki hayatı, siya-
si ilişkilerin belirlediği iniş çıkışlarla geçmiştir.3 Siyasi olarak yaşadığı pek
çok olay ve iniş-çıkışlı bir hayattan sonra İbn Sînâ, 415/1024 yılında İs-
fahan’a, Alauddevle’nin yanına gitmiştir. Alauddevle’nin meclisine katılan
İbn Sînâ, burada büyük bir itibar ve saygı görmüştür. Hükümdar, onu vezir
yapmış ve devletin en önemli işlerini İbn Sînâ’nın kendisine bırakmıştır.4
İsfahan’da kaldığı yıllarda nispeten sakin bir hayat geçiren İbn Sina,
Gazneli hükümdarı Sultan Mesud’un İsfahan’ı almasından sonra evinin
ve kütüphanesinin yağmalanması üzerine büyük bir sarsıntı geçirmiştir.
Sağlığı bozulmuş ve devrinin yaygın hastalığı olan kulunca yakalanmış-
tır. Kendini tedavi etmeye çalışan İbn Sînâ bir ara iyileşir gibi olmuşsa da
Alauddevle ile seferde bulunduğu sırada Hemedan’da tekrar hastalanarak
orada 428/1037 yılında vefat etmiştir.5
İslam dünyasında Kindî ile gelişmeye başlayan İslam felsefesinin her
bakımdan zirvesi kabul edilen İbn Sînâ, son derece ayrıntılı ve mükem-
mel bir felsefî sistem kuran yegâne İslam filozofu olarak görülmektedir.
Kendisinden önceki Yunan felsefe geleneğini titiz bir şekilde eleştiriye tâbi
1 İbn Ebi Useybia, Uyûnu’l-Enba fi Tabakâti’l-Etıbba, Beyrut, t.y., s. 438; Alper, “İbn Sînâ”, 20: 320.
2 Beyhaki, Ali b. Zeyd, Tarihu Hukemai’l-İslam, Dımeşk 1946, s. 56.
3 Alper, “İbn Sînâ”, 20: 320.
4 Nizam-i Aruzî, Çehar Makale-i Aruzi, s. 73. Nizam-i Aruzî, İbn Sina’nın bu vezirliği ile ilgili şu değer-
lendirmeyi yapmaktadır: “Gerçek şu ki Aristo’nun İskender’e vezir olmasından sonra hiçbir hükümda-
ra Ebû Ali gibi bir vezir nasib olmamıştır.”
5 Beyhaki, Ali b. Zeyd, Tarihu Hukemai’l-İslam, s. 69-70; İbn Hallikan, Ebu’l-Abbas Şemseddin Ahmed
b. Muhammed, Vefeyatu’l-A’yan, (trc. Mehmed Rodosizade), İstanbul 1280, s. 195.
26 İBN SÎNÂ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
tutarak başarılı bir sentez ortaya koymuş, bunu İslam vahyiyle de uyumlu
bir şekilde ifade edebilme başarısını göstermiştir. 1 Böylece felsefe, kelam
ve irfan alanlarını kuşatabilecek bir şekilde kurmuş olduğu sistem ve oluş-
turmuş olduğu dil ile felsefe tarihinin en etkili filozoflarından biri hâline
gelmiştir. Bu sebeple kendisinden sonraki bütün felsefî faaliyet, kendisini
onunla tanımlama yoluna gitmiştir.2
Kendisine iki yüz kırkın üzerinde eser nisbet edilen İbn Sînâ, İslam
filozofları arasında en çok eser vermiş müelliflerden biridir. İbn Sînâ’nın
mantık, tabiiyat (fizik bilimleri), riyaziyat (matematik bilimleri) ve ilahiyat
(metafizik) alanlarıyla ilgili eserleri oldukça geniş hacimli ve kendisinden
önceki filozoflarınkinden daha kapsamlıdır.3
Eserlerinden bazıları şunlardır: eş-Şifâ, en-Necât, el-İşârât ve’t-Tenbîhât,
el-Kānûn fi’t-Tıb, Dânişnâme-i Alâî, el-Mebde ve’l-Meâd, Uyûnu’l-Hikme,
el-Mübâhasât, Hay b. Yakzan, el-Hikmetu’l-Meşrikıyye, el-Hidâye…
Tefsire dair; dört sûre, iki âyet ve bir de Huruf-i mukatta’nın anlamları-
na dair yazmış olduğu risale olmak üzere yedi eseri mevcuttur:4
1. Tefsîru Sûret’l-İhlâs, 2. Tefsîru Sûreti’l-Felak, 3. Tefsîru Sûreti’n-Nâs,
4. Tefsîru Sûreti’l-A‘lâ, 5. Tefsîru Âyeti’n-Nûr, 6. Tefsîru Âyeti “Sümme’s-tevâ
ile’s-semâi ve hiye dûhanun”, 7. Risâletü’n-Niyrûziyye
İbn Sînâ’nın tefsire dair eserlerinden özellikle İhlâs Sûresi Tefsiri yuka-
rıda da ifade edildiği üzere kendisinden sonra birçok âlim tarafından hem
şerh edilmiştir hem de İhlâs sûresinin tefsirinde pek çok müfessirin ken-
disinden çokça istifade ettiği bir yorum olmuştur. Böylece kendisinden
sonra felsefî anlamda bir gelenek oluşturan İbn Sînâ, Kur’ân yorumunda
da farklı bir bakış açısıyla yeni bir geleneğin oluşmasına ön ayak olmuştur.
1 Şerefeddin Yaltkaya tefsirin tercümesinden önce kısa bir girizgah yaparak hem İbn Sînâ hem de yazmış
olduğu tefsirinin kıymetine dair açıklamalarda bulunmuştur.
*
Hüviyet ile mahiyet her ne kadar zâten müttehid ise de itibaren muhteliftir.
ص رة ا 29
ا ـ ا ا
﴿ ُـ ْ ُ َ ا ّٰ ُ َا َ ٌ ﴾
ـ .وכ ـ ـ ه ـ כـ ـ ـ ـ ـ אدة ـ ـه ـ ـ ـ
[Allah]
‘Allah’ lafz-ı şerifi ise ism-i zât olup cemî-i sıfâtı müstecmi‘ ve kâffe-i
levâzım-ı selbiye ve izafiyeyi câmi‘dir.
30 Rücû‘: Binaenaleyh hüviyet-i mutlakaya işaret olan ‘hüve’ lafzı, ‘Allah’
ism-i zâtıyla takib kılınıp hüve’nin adîmu’l-isim olan medlülü tamamen
keşf u izah buyuruldu.
ص رة ا 31
از ـ . إ ـ כـ ـ ، ـ ا ـ ـ ـ وا و ــכ ا
ــ ًא ــ ا ــ ر א ــ أ ــ .وا ــ ازم ا ــא إ א ــ و ــא ــ وا ــ ازم ٥
ــא إ ــא و ــא ـ כ ـ أن ــא ـ ـ ا ا و ــא כא ـ ١٠
و ــא ــא ـ ــא أن ا ـ ازم از ــא .و ـ ـ إ ــא כـ ن ـ ح ــכ ا ـ
ْ
ـ .و ــא أن ـ ذכـ ا وا ـ ح ــכ ا ـ ـ ا إ א ـ و ــא أن ا כ ـ
Letâif:
a) Bu hüviyet-i mukaddese-i ilâhiye’nin yalnız lâzım-ı ulûhiyet ile ta-
rif olunması mukavvimât-ı sâire (cins ve fasıl, araz gibi tariflerde isti‘mal
olunan eczâ-i maddiye)si olmadığına işarettir. Çünkü olduğu hâlde adem-i
5 zikirleri kâsıriyet-i kelamı mucib olur idi.
b) Lâzım-ı ulûhiyet, yani ulûhiyetten ibaret olan lâzımın zikri akîbinde
‘ehad’ lafzı irad olundu ki bu lafız gâyet-i vahdaniyeti ifade ettiği için hü-
viyet-i mukaddese-i mezkure nihayet-i ferdiyette ve gâyet-i vahdette olup
tarifi hususunda mukavvimât mevcud olmadığına ve bundan dolayı da
10 ancak zikr-i levâzımıyla tarif kılınacağına tenbih ve işaret buyurulmuştur.
Takdir-i kelam, “Gâyet-i vahdet ve kemâl-i besâtetinden dolayı ukûl-i
kâsıra-i beşeriye, iktinâh-ı hakikatinden kâsır ve envâr-ı ezeliyesinin me-
bâdi-i işrakına bile tâkat getirmekten âciz olduğu ulûhiyetten ibaret olan
hüviyet-i mukaddese adîmu’l-isim olmakla levâzımının zikrine iktisar
15 olundu” demek olur.
c) (Mebdeiyyet-i küll, vücûb-i vücûd vesâire gibi) hüviyet-i mebde-i
evvel için levâzım-ı kesîre var ise de bu levâzımın Mebde-i Evvel’e olan
nisbetleri mütefâvittir; yani bir tertib dahilindedir, kurb ve bu‘dları müsavi
değildir. Çünkü levâzım, malûlât demektir. Vâhid-i hakîkî-i basîtten ise vâ-
20 hidden başkası sudûr etmez. Ancak ale’t-tenâzül tûlen ve arzen yekdiğerini
velî ederek vahdât-i levâzım bi’s-sudûr tekessür ve taaddüd eyler ki lâzım-ı
karîbinin ta‘rif hususundaki haiz olduğu kuvvetin lâzım-ı baîdden daha
ziyade olduğu da yukarıda zikrolunmuş idi.
Nitekim insanın a‘râz-ı zâtiyesinden olan taaccüb ile dıhk’dan her bi-
25 rinin insana olan nisbetleri bir addolunmayıp taaccüb, dıhk’a nazaran ak-
reb-i itibar olunmakla insanı taaccüb sıfatıyla tarifi daha ziyade medâr-ı
tavzîh olur. Bunun için bir mahiyetin levâzımıyla ta‘rifindeki vüzûh ve
hafâ, o lâzımın mahiyete olan kurb ve ba‘îdiyle mütenâsibdir.
Bi-ibaretin uhrâ, bir mahiyetin lâzım-ı ba‘îdi malûl-i hakîkîsi olmayıp
30 malûlün malûlü olmakla ikinci veya üçüncü derecede vâki‘ olmuş olur.
Kendisi için sebep olan bir şeyin dahi sûret-i hakîkada bilinmesi, o
sebebin bilinmesine menût olduğu gibi, “sebeb-i vücûdu olmayan” dahi
levâzımın zikriyle malum olacağı için tarif-i mahiyette levâzım-i ba‘îdenin
zikri tarifin hakîkî olmasına mâni‘ olur. Tarifin hakîkî olması için mahiye-
35 tin bizzât iktiza ettiği levâzım-ı karîbe zikrolunmalıdır.
ص رة ا 33
ــ ــ ــ ًא :و ــ أن ا ــ زم ا ــ آ ــ أ ــ ــ ا ا ــכ م ــ و כــ
ـ ،وا ـ ء ا ـ ي ً ـ כـ ن ـ ،ـ ـ ء ً ـ כـ ن ا ـ ء
ـ ُذכـ ـ ـ ـ اا ـא . ـ ا ـ ـ ـ إ ـف א ـ ـ
ـאً ،ـ ـאً ـ ـ ة ـ כـ ذ ــכ ا از ــא ا ـ ء ـ ا א ـ ـ
ـ ـ ءاـ ي ـ ا ـ زم ا ـ ـ ـ أن ُ כ ـ ـ ا ا ـ ا ٢٠
ـ ه. ا ـ ء اـ
34 TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Mebde-i Evvel’in ise vücûb-i vücûdundan akreb diğer bir lâzımı yoktur.
Zira vücûb-i vücûdu vasıtasıyla kâffe-i kâinata mebde olmuştur.
Vücûb-i vücûd ve mebdeiyyet-i küll lâzımlarının mecmuu veyahut
levâzım-i selbiye ve izafiyenin hey’et-i mecmû‘ası da ulûhiyetten ibarettir.
5 Fe-lihâzâ “hüve” lafz-ı şerifiyle bundan başka bir sûretle ifadesi müm-
kin olmayan hüviyet-i mahza-i basîta-i hakka’ya işaret olunup buna lüzû-
men en karîb olunan ulûhiyet terdif olunmuş olmakla tahkîkât-ı hikemi-
ye-i mezkûre kavl-i ilâhî’ye tamamen tetabuk eylemiştir.
[O’nu tesbih (ve takdis) ederim. O’nun şanı ne yüksek, [kuvvet ve]
10 kudreti ne kahredicidir! O, öyle yüce bir ilâhtır ki ihtiyaçlar O’nda son
bulur. İstenilen şeylere O’nun yardımıyla erişilir. O’nu nitelendirenlerin
en büyük sıfatları ve övenlerin en yüce övgüleri, O’nun [Kur’ân’da] kendisi
için seçtiği celâl, azamet, lütuf ve güzellik vasıflarının en aşağılarına bile
ulaşmaz. [Onlar, O’nu tavsiften acizdir]. Bilakis bu hususta mümkün olan
15 miktar, daha fazlasının söylemenin mümkün olmadığı şeyi söylemektir ki
o da Kitab-ı Aziz’inde zikreylediği, mukaddes vahyine ve zâhir, celî, dakîk
remizlerine tevdi ettiği şeydir.]1
Şekk ve Tahkik
Her ne kadar bizim için mahiyet-i ilâhiyeyi marifet ancak sülûb ve
20 izâfât vasıtası ile ise de akıl ve âkil ve makûlün bir olduğu mertebe-i ulûhi-
yette malum olan bu mahiyet ne için beyan olunmayıp levâzımının zikrine
iktisar olunmuştur?
-Mebde-i Evvel’in vahdeti “vahdet-i mücerrede” ve besâteti “besâtet-i
mahza” olmakla hiçbir sûretle mukavvimât mevcud olmadığı gibi o merte-
25 bede asla kesret ve isniyyet dahi yoktur.
Bu mertebenin li-zâtihi aklî -mukavvimâtı bulunmadı-
ğı için- mukavvimât-ı zâtını taakkul mânâsına olmayıp cemî‘-i vü-
cûh itibariyle kesretten münezzeh olan hüviyet-i sırfa-i mahzâsı-
nı taakkulundan ibarettir ki levâzım dahi işte bu besâtetin icabât ve
30 malûlâtıdır. (Yani, o mertebe levâzım’dan bi’l-külliye mücerreddir.)
1 “Onu tesbih ve takdis ederim” ifadesi ile başlayan paragraf Şerefeddin Yaltkaya tarafından tercüme
edilmemiş bunun yerine tercüme metinde Arapça ifadesi yer almıştır.
ص رة ا 35
ـ ـ ع ــא ـ اه .و ـ أ ــכ ـ أـ و ـ ب و ـ ده ــא ـ دو ا
ــאب. وا ا ـ
ــ س ــ وأود ــ ــ و ــ ا ــ ا ــ ي ذכــ ه ــ כ א ــ ا ــ ــ أز ــ ا ١٠
ـ. ـ ا وا ـ ز ا א ـ ة ا
ــא .ـ ن ــאك ا ـ אـ ـ ـ א ــאت وا ـ ب إ أ ـ ا ــא إ
ــכ ا ـ ازم؟ ـ ـ ــכ ا א ـ وا כـ ــאذا ـ ـ ل وا ـ . وا א ـ وا
ــ ــ ــאت ،ــ ذا ــ ــ ــ ــ ــ ا ــ ــ
ــ ه. ــ ا ا כ ــ ة ــ ــ ــ ــ ا ِ ــ ا ــ ا ا ذا ــ إ
36 TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Vahdet-i sırfa-i ilâhiyeden “hüve” ile tabir edilip olduğu gibi vücûd-i mah-
sûs-i ilahîye işaretten sonra besâitin levâzım-ı karîbe ve mürekkebâtın mu-
kavvimât ile tarifi usûl-i hikemiyeden olmakla Mebde-i Evvel’in besâtet-i
hakîkîyesine en karîb bir mertebede bulunan lâzım-ı ulûhiyet zikrolundu.
5 Zira tarifin mânâ-yı hakîkîsi makûl ve muarref olan, yani tarifi sadedinde
bulunulan şeye mutabık bir sûretin nefiste husûlüdür.
Eğer muarref mürekkeb olursa bittab‘ eczâsının ve basît olduğu tak-
dirde levâzımının dahi ayn-ı zamanda nefiste husûlü icab eder ki besâitin
levâzımıyla olan tarifi mürekkebâtın eczâsıyla olan tarifi gibidir. Bu mesele
10 hakkında kütüb-i mantıkiyeden Kitabu’ş-Şifâ nâm eserimde daha ziyade
tafsîlât mevcuttur.
[Ehad]
“Ehad” vahdette mübâlağadır ve bu hususta mübâlağa-i tâmme dahi
haddu’l-gayeye vüsul ile olur. Çünkü “vâhid” za‘f ve şiddet itibariyle mânâ-
15 sı efradında derece-i müsaviyede olmayan bir küllî-i müşekkek olmakla
“hiçbir vechile kâbil-i taksim olmayan”ın, “bir vecihten taksimi mümkün
olan”dan daha ziyade vâhidiyetle tavsifi evlâ olduğu gibi, “inkisam-ı aklî ile
taksim edilebilen” dahi, “hissen taksim edilen”den daha çok bu sıfatla tav-
sif olunmaya ehakk ve elyaktır. “Hissen taksimi mümkün olup da taksimi
20 henüz kuvveden fiile çıkarılmamış olan” dahi, “bilfiil taksim edilmiş olan
şey”den daha ziyade bu tavsife müstahaktır.
Şu misallerden vâhidiyetin efradı beynindeki tefâvüt anlaşıldıktan son-
ra bunların en kavisinin, yani vâhidiyette hadd-i kemâle vâsıl olan ferdin
mâ-fevki olmamak lâzım gelir. Çünkü vâhidiyetteki mübâlağa ve ferdani-
25 yet-i mutlaka bunu muktezidir, yoksa ehadiyet nisebî kalıp ehad-ı mutlak
değil ehad bi’l-kıyas olmuş olur.
Bu “ehad” lafz-ı şerifi, mahiyet-i ilâhiye’nin min külli’l-vücûh vâhid
olduğuna, yani ecnâs ve fusûl gibi mukavvimâtı teşkil eyleyen kesret-i mâ-
neviye ve madde ve sûret gibi kesret-i maddiyesi bulunmadığına dâlldir ki
30 bu lafz-ı şerif ayn-ı zamanda kerem-i vech-i ilâhîye lâyık, vahdet-i kâmile
ve besâtet-i hakka’yı burka‘-pûş eden sûver, a‘râz ve eb‘âz ve a‘zâ ve eşkâl
ve elvan ve sâir vücûh-i teşbihten münezzeh olduğunu da mutazammındır.
ص رة ا 37
ـ ة ـ ة .وا א ـ ا آ ـ ـ ا ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ א ـ ـ ا و ـ ـ
ــא .ـ ن כ ـ أن כ ـ ن أ ـ و أכ ـ ـ ـ إ إذا כא ـ ا ا ـ ١٠
ـ ـ أ ـ ً أو ـ א ا ـ ـ א ــכ כ .א ـ ي ــא ـ ل ـ ا ا ـ
ــא ـ א ا ـ ًא أو ـ ــא ًא ـ ا ـ ه .وا ـ ي ا ـ ـ ـ ــא
، ـ א א ـ و ـ א ـ ة أو ـ א ا ـ א ـ وا ـ ي ـ א ـ
ـ و ـ ة ـ א ـ .و ـ ي ـ و ـ ة א ـ ـ أو ـ א ا ـ ــא אـ
ـ ــאب ا ـ ا ـ أ כ ــא ــאل ِ ـ כ ــאب وا ــא ـ ا ـ ـ و א ١٥
ّ ٌ
ـ وأن ـ وا ـ اء وا ــאت .وإذا ـ أن ا ـ ة א ـ واء أو ِ ِ ـ وا ـ
ّ ّ
כـ أن ـ ـ ل ـ ــא ـ א ــכ כ وا כ ـ ـ ا ـ ة ـ ا ـ ي ا ا
ـ ة، אـ ا א ـ ـ ا ـ ـ כـ ـ ة .وإ כـ ن ـ ء آ ـ أ ـ ى ـ ـ ا
ـ ء دون ـ ء. כـ ن أ ـ ًا א ــאس ا ـ ـ ًא ،ـ כـ ن أ ـ ًا ـ
Allahu’s-samed
“Samed” lügatta iki sûretle tefsir olunmuştur: 1. Lâ cevfe lehû (boşluğu
15 olmayan); 2. Umûr-i mühimmede kendisine müracaat olunan zât-ı celî-
lu’l-kadr’dir.
Birinci tefsire göre mânâsı selbîdir ki nefy-i mahiyete işarettir. [Nefyo-
lunan bu mahiyet gayra müteallik olan mahiyettir.] Çünkü “mahiyeti-ol-
mayan”ın mahiyetten ibaret olan cevf ve batnı dahi olmayacağı tabiidir.
20 Bâtını olmadığı hâlde mevcud bulunan zâtındaki cihet ve itibarı ancak
vücududur.
Vücuddan başka itibar ve ciheti olmayan yani min haysu hüve hüve vü-
cuddan ibaret olan ise gayr-ı kâbil-i ‘ademdir. Bundan da samed-i hakîkînin
kâffe-i vücûhtan mutlak vâcibu’l-vücûd olduğu mantıken istintac olunur.
25 İkinci tefsire nazaran mânâ selbî olmayıp izafîdir. Bu da kâffe-i mah-
lukât için zât-ı ulûhiyetin seyyid-i küll olmasıdır.
Âyet-i kerîmeden bu iki mânânın irade edilmesi de muhtemeldir.* Bu
hâlde âyet-i kerîme’nin mânâ-yı münîfi, “İlah böyle olandır, yani ulûhiyet
şu selb u icabın mecmû‘undan ibarettir” siyakında olmuş olur.
*
İbn Sînâ’nın bu kelamı kendisi Hanefiyyu’l-mezheb olmakla umûm-i müştereke binaendir.
ص رة ا 39
ــ ه ــ ر ــ ــאرت ــ ــئ ــ َ :ــ ْ أ ّن د ــאوى ــ ه ا و ئــ
ــא כא ــ א ــ أن כ ــ ل: ــ ه ا ــ رة؟ ــא ــ ــאن ــ ا ــ ، ا
א ـ ﴿ :اَ ّٰ ُ ا َّ َ ُ ﴾ ـ
Tezyîl:
25 ات َ َ َ َّـ َن ِ ْ ـ ُ َو َ ْ َ ـ ُّ ا ْ َ ْر ُض
ْ ُ َ ٰ אد ا َّ ـ َ )و َ א ُـ ا ا َّ َ ـ َ ا َّ ْ ٰ ـ ُ َو َـ اً َ َ ـ ْ ِ ْئ ُـ ْ َ ْ ـٔـאً ِاداًّ َـ
ُ ـכ َ
ve 1(ًـאل َ ـ اًّ اَ ْن َد َ ـ ْ ا ِ ْ ٰ ـ ِ َو َـ ا ُ َو َ ِ ـ ُّ ا ْ ِ َ ـ
َّ
2 ِ
(ً)واَ َّ ُ َ َ א ٰ َ ُّ َر ِّ َא َ א ا َّ َ َ َ א ً َو َ َو َ ا
َ َ
gibi Cenâb-ı Hakk’ın veled ve zevc ittihaz eylemiş olduğu itikâd-ı bâtılını
redden tehdîd-âmiz şeref-nüzûl eylemiş olan bilcümle âyât-ı kerîmenin bu
30 sırr-ı azîme râci‘ olduğuna bu âyet-i celîlede tembih ve işaret vardır. Çünkü
1 Meryem 19/88-91: “Rahmân çocuk edindi, dediler. Hakikaten çok çirkin bir iddia ortaya attınız. Öyle
ki bundan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer ortasından yarılacak, dağlar yıkılıp çökecek! Çünkü
Rahmân’a çocuk yakıştırıyorlar. Hâlbuki çocuk edinmek Rahmân’ın şanına yakışmaz.”
2 Cin 72/3: “Şu muhakkak ki Rabbimizin şanı çok yücedir; O ne bir eş edinmiştir ne de çocuk.”
ص رة ا 41
ــ و ــ ــ כ א ــ ــ כא ــ ــ ــ ــא ــ ،ــ ن כ ــ ــ
ا ــ إ ــ ــ ــ ه ــ و ــ ــ כ ــ ــא ــ ه .ــכ
ــ ًا ــ ــ א ــאدة כאن ــא כאن אد ــ ًא أو כאن ــ ــא ،وכ ا ــאدة و
ــ ه، ــ اً ــ כــ ن أن ا ــ و ــ ــ أول ا ــ رة כــ ه وכא ــ
ا ــ . ــ כــ ن ــ ــ ه ــ ــ אرة ــ ــ כא ــ وإ
ا ــ ارد ــ أن ا ــ .و ــ ــ ــ ــ ــ ا و ــ ١٥
ــ ا ا ــ : ــ د ا ــ وا و ــ א ــ ا אئ ــ ــ ا ــ آن ــ
42 TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
kendisinin bir misli olmayan için veled sahibi olmak mümteni‘ olduğun-
dan veledin pederden infisal eylemiş bir misl olduğu ve bu dahi mahiyet-i
nev‘iyenin tekessürünü ve mahiyet-i nev‘iyenin tekessürü de -yukarıda be-
yan olunduğu vechile- maddiyeti mûcib olur ki bu da mahiyetin li-zâtihi
5 hüve hüve olmayıp gayrdan tevellüdünü muktezi idi.
כـ ن ـ ـ أـ ـ ـ ـ ـ ـ وأن ـ ـ ـ ــא ــא أ ـ
ّ
ـ د ـ ةا ــאوي ـ ـ د .وا ـ ةا ـ ــאو ـ ــא כ ـ اً أ ـ ،أي ـ
ــ ه כאن و ــ ده אد ــאً ــכאن ــ و ــ ــ כ ــא כאن א ــ ُ َــ ْ ﴾ .ــ ن כ
اـ. ـ اـ ،כـ ـ ـ כـ ـ وا ـ ا
44 TEFSÎR-İ SÛRE-İ İHLÂS - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Hâtime
اا א
ـ ه. ـ ا
ـ. ـ ا
ـ ه .و ـ أ ـ ـ ـ ـ ـ ـ ه؛ ـ ّـ ذ ــכ ــאن أ ـ ّـ ـ
ّ
ـ د ا ـ ز أن ـ ــא ـ ـ د ـ دات א ـ ًא ـ ا وإن כאن إ ـ ًא ِ ١٥
ّ
ـ ه. ـ ـ כ ــא ـ כـ و ـ ده ـ ـ
ــ ــ ا ــ و ــ ع ا ــכ ،وا ــ ة ا ــ ــ ــא وا ا ــ
ــ . ا
1 Anay, Harun, “Devvânî”, DİA, c. 9 (İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 1994), 257.
2 Anay, “Devvânî”, 9: 258.
50 CELÂLEDDİN DEVVÂNÎ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
hadır. Bu nüshanın özelliği diğer nüshalarda var olan ithaf kısmının bu-
lunmamasıdır. Ayrıca müstensih Devvânî’nin şerhinden önce İbn Sînâ’nın
İhlâs Sûresi Tefsiri’nin tamamını müstakil olarak yazmıştır. Bu sebeple ola-
cak ki diğer nüshalarda metin içerisinde tamamı verilen İbn Sînâ’nın tefsir
metnine bu nüshada ilgili yerin başından ve sonundan birkaç cümle alıntı-
lanarak yer verilmektedir. Tahkikte bu nüshanın rumuzu أharfidir.
4. Süleymaniye Kütüphanesi, Reisulküttab, Nr. 1146 vr. 140b-151b.
Devvânî’ye ait risalelerin bulunduğu bir mecmuada bulunan bu nüsha
nesh-talik hattıyla olup 23 satır olarak istinsah edilmiştir. Nüshada ferağ
kaydı yoktur. İbn Sînâ’nın metnini tam olarak içerir. Nüshanın rumuzu
tahkikte رharfidir.
5. Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mahmud Efendi, Nr. 385 vr.
116b-130b.
Nesh-talik hattıyla 17 satır olarak yazılmış, çoğunluğu Devvânî’ye ait
risalelerin içinde bulunduğu bir mecmua içerisinde bulunan bu nüshada
iki varak kayıptır. Buna bağlı olarak tahkikte esas alınan diğer dört nüshaya
destek mahiyetinde bu nüshadaki farklar da gösterilmiştir. Bu nüshanın
tahkikteki rumuzu ــdir.
Bu nüshaların dışında Devvânî’nin İhlâs sûresi şerhine dair eksik olan
başka yazmalar da mevcuttur. Bu nüshalardan Süleymaniye Kütüphanesi
Hamidiye Bölümü Nr. 1441 vr. 132-138 olan nüsha ile Ragıb Paşa Kü-
tüphanesi Nr. 1469 vr. 45-51 yer alan nüshada 10 sayfaya yakın bir atlama
söz konusudur. Bu iki nüshanın birinin diğerinden istinsah edilmiş olma
ihtimali oldukça yüksektir.
Kayıtlarda bu tefsirin Hacı Mahmud Efendi, Nr. 385 vr. 74-88 arasın-
da da bir nüshasının bulunduğuna dair kütüphane kaydı doğru değildir.
Orada başka risale vardır. Yine kayıtlarda Süleymaniye Kütüphanesi Esad
Efendi Nr. 3733 vr. 1-4’te İhlâs Sûresi Tefsiri diye kaydedilen eser İhlâs
sûresi değil Devvânî’ye ait Fatiha sûresi tefsiridir. Yine Süleymaniye Kü-
tüphanesi Hacı Beşir Ağa Nr. 666 vr. 117-126 arasında İhlâs Sûresi Tefsiri
olarak kaydedilmiş risale İhlâs sûresi değil Devvânî’nin Kâfirûn sûresiyle
ilgili risalesidir.
İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsirine Hâşiye
(Hâşiye alâ Tefsir-i Sûreti’l-İhlâs li İbn Sînâ)
Telif
Celâleddîn Muhammed b. Es‘ad es-Sıddîkî ed-Devvânî
(ö. 908/1502)
א ص رة ا א
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd, nimetleri sayılabilmenin ve sayılanların ötesinde, ehad ve sa-
med olan [Allah’a], salât ve selam, en çok övülmüş ve en şerefli olan efendi-
miz Muhammed’e, O’nun ailesine ve her biri bahtiyar ve deha sahibi olan
5 ashâbı üzerine olsun!
İşte bu İhlâs sûresi tefsiri ki ganî Allah’a muhtaç (fakîr) olan müelli-
fi Muhammed b. Es‘ad es-Sıddîkî ed-Devvânî’ye Allah Teâlâ’nın kalbine
açtıklarından oluşmaktadır., [Bu risalede] ehl-i tefsirin görüşlerinden bir
seçki ile Allah Teâlâ’nın gönlü kırık bu fakire bahşettiği ilaveler ile tahkikat
10 ve bazı imamların aklî [ilimlerin] sanatlarında asılları bulunan hikemî ka-
nunların akledilir usûllerine dair düzenlediği [şeyler], onlara uygun şekilde
yapılan tenkit, tamamlama (itmâm), eksiklik[lerini gösterme], güçlendir-
me (ihkâm), zayıf olan yanlarını gösterme ve [bu zayıflıkları] sağlamlaştır-
ma [suretiyle] yer almaktadır.Yine aklî ve naklî ilimler denizinin akıntıla-
15 rına dalan, usul ve füru‘a ait meselelerin hüccetlerinin derinliklerine inen
keskin zeka ve isabetli fikir sahiplerinin şahit olduğu -ki onlar bu günlerde
“kibrit-i ahmer”den daha değerlidirler hatta neredeyse çok nadir olacak
şekilde yoktur- [şeyleri] içermektedir.
Bu kitabı hilafete sahip, saltanatla övünen, ikram, ihsan ve yumuşaklıkla
20 bütün canlıları örten, cömertlik bahçesini harap olduktan sonra tekrar ma-
mur eden, alt üst olduktan sonra ilmin evlerini yükselten, anlama dair eserleri
silindikten sonra bu eserleri yeniden inşa eden, zamanında adalet bahçesi-
nin tazeliğine [döndüğü], faziletin [de] kemal ehlinin emellerinin ona yak-
laşma amacına yöneldiği, iyilik yapmanın iplerini elinde tutarak onu talihi
25 olanlara yönelten, yaygın adaletinin nurlarıyla âlemin semasını aydınlatan,
kâmil bağışının büyük payı âdemoğlulları topluluklarına ulaşan, zamanın
hükmetme yularını kendisine verdiği, zor günlerde doğru kararlara yönelten,
א ص رة ا א
ا ا ا ١
١]/ظ[
ــאوزت ـ ـ ا ـ د وأ ـ ا ـ د، ـ ا ـ ـ ـ
ـ ا ـ ٢ـ ا
ــ ــ כ ــ و ــ آ ــ و ــ ــ ا وا ــ ة وا ــ م ــ ــ א ا
أو ـ ّي أو ـ و ـ ي أ ـ .
ـ ا ـ ـ و ٣ـ ،ـ ا ـ ـ رة ا ـ ص ـ ــא ـ ا א ـ ٥
ـ ز ـ ة ــא א ـ أ ـ ـ ا وا ـ .و ـ ـ ـ ـ أ ـ ا إـ ا ا ـ
א ـ ـ ا ا ـ ٤ا כ ـ ٥و ـ ــא ـ ه ــא ــאت ــאت و ا ـ ـ
٨
ــא ـ ـ ا ئ ـ ا ـ ل ـ ٦ا ـ ل ٧ـ ا ا ـ ا כ ـ ا ـ ـ ـ
وا ـ ام ا ـ ل ـ ــא ـ ــא ٩ـ ا ـ وا ــאم وا ـ وا ــכאم وا
ــא ــא ه أو ـ ا ـ ا א ـ وا כ ـ ة ا אئ ـ ا ـ א ـ ا ـ ــאر ــאر ا ـ م ١٠
ـ ،وإن כא ـ ا ـ ـ وا ـ ا ــאئ ا ـ ا ـ وا ـ ،و א ـ ا ١٠ـ
ـ ،ـ ٢]/و[ ــכאد ـ ١١ـ ا ـ ا ـ ر. ـ ه ا ــאم أ ـ ـ ا כ ـ ا
ائـ ا אم ـ و ـ ا ـ כא ـ ا ـ ــא ـ ت ـ א وـ ا
رِ ــאع ا ـ د ـ ا ـ راس وأ ـ ــאزل ا ـ ـ ــאف ا כ ـ وا أ ـ و ّ ـ
ــאس ،آض ـ ز א ـ روض ا ـ ل إ روائ ـ ّ ا ا ــכאس ،وأ ــאد آ ــאر ا א ـ ١٥
ذوي אل אل ا ودر
ا כ אل ّ
١٢
آ אل أ إ א و אد د ا
١٣وائ آدم ا א وأ אب ائ ار ا אل ،أ אء אء ا א
ــאب ا אم، ودل أ ـ ١٦ا אئ
ـ ز ــאم ا ــכאمّ ، ـ ا כא ـ ،أ ـ ١٤إ ـ ١٥ا
Mukaddime
Bu sûre ittifakla Mekkîdir. İhlâs sûresi olarak isimlendirilmiştir.
Çünkü ileride geçeceği üzere Allah Teâlâ’nın birliği (tevhîd) ile O’nunla
20 ortaklığın nefyini içermektedir. Dinin asıllarını kapsadığı için “sûre-
tu’l-esas” olarak da isimlendirilmiştir. Keşşâf ’ta Ubey [b. Ka’b (r.a.)] ve
Enes [b. Mâlik (r.a.)], Nebi’den (s.a.v.) şöyle rivayet etmektedir: “Yedi
gök ve yedi yer kulhuvellahu ehad üzerine tesis edilmiştir.” Yani bütün
bunlar bu sûrede dile getirilen Allah Teâlâ’nın birliğine ve sıfatlarının
25 bilinmesine delâlet etsin diye yaratılmıştır.2 Bu sûrenin Kur’ân’ın üçte
birine denk olduğu hadiste de vârid olmuştur.3
1 Devvânî’nin metnini ithaf ettiği bu kişinintam olarak kim olduğu tespit edilememiştir.
2 Zemahşerî, Ebu’l-Kasım Carullah, el-Keşşâf an Hakâiki Gavâmizi’t-Tenzil ve Uyûnu’l-Ekâvîl fi Vucû-
hi’t-Tevil, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiye, Beyrut: 1995, IV/814.
3 Buhârî, “Tevhid” 1, “Fezâilu’l-Kur’ân”, 13; Müslim, “Kitabu Salâti’l-Müsafirîn ve Kasriha”, 45.
א ص رة ا א 59
ـ ما ـ . و ـ ال رأ ـ إ ـ
٨
ا
:
א ـ وכ ـ אـ و ـ ذات ا ـ א ا ـ م ـ ـ ـ ـ ا إن ا
ـ ــאء ـ وا ـ ا ـ ـ ـ .و ـ ه ا ـ رة دا ـ ـ ور أ א ـ
٢
ا ـ آن. ـ אد ـ ١
ـ ـم אـ ، ـ ذات ا ـ ـ א ــא
ــאد ــ ا ــ أ وا ــ ة ــ א ــ ا آ ــ ــ أن ــאل :إن ا و ٥
ــאر ـ א ـ وا ــכ ا ـ ـ ــא ا ـ ،א ـض ـ ــכאم وا وا
ـ ا ـ أ ٣
ـ ـ ا ـ ــא وا כ ـ .و ـ ه ا ـ رة ـ أ ـ ال ا
ا ـ آن. ـ אد ـ כא ـ
ــ כ ــ ــ رة ا כא ــ ــא אً أن ــ ه ا ــ رة ٤ــ ــאل ــ ذכ ــ
أن ر ــ ــא ــ ل: ٦
ــ ا ــ آن؛ ــ ذ ــכ أن כــ ن אد ــ ــ ٥و ا ١٠
ــאدة ــ ه א ــ כ ــא ــ . ــ ــ ا ــ ــ ــא ــ رة ا כא ــ
אـ . אد ـ ٧
ـ إ ـ ا ـ א ــאدة ٣]/ظ[ ــא ـ ـ ـ ا و ــכ
ـ أـ ـ א ـ وإن כא ـ אد ـ ـ ـ ا ـ ـ ٨
و ـ ه ا ـ رة
ا ـ آن ،و א ــאر ــא ـ א ـ א ــאر אـ אـ ـ ـ ـ ا زائـ
אـ. ـ ا ـ ـ ــא ر ـ .ـ ن ا ـ ١٥
Sebeb-i Nüzûlü
[Beğavî] el-Meâlim’de Ebu’l-Âliye, Ubey b. Ka’b’dan şöyle rivayet etmiş-
tir: Müşrikler Resulullah’a (s.a.v.), bize Rabbinin nesebini anlat! demişler,
20 bunun üzerine Allah Teâlâ bu sûreyi indirmiştir.3
Merhum babam -Allah ona rahmet etsin- Sevâd-ı Azam olarak isim-
lendirdiği tefsirinde şöyle nakletmiştir: Bu sûre indirilirken meleklerin bir
grubu, bu Yüce Rabbi’nin nesebidir diyerek [sûrenin inişine] ona eşlik et-
miştir.4 Yine el-Meâlim’de aynı şekilde İbn Abbas’tan şöyle rivayet edilmiş-
25 tir: Âmir b. Tufeyl ve Zeyd b. Rebîa, Resulullah’a (s.a.v.) geldiler. Âmir, Ey
Muhammed! Bizi neye davet ediyorsun? diye sordu. Resulullah (s.a.v.) şöy-
le buyurdular: “Yüce Allah’a.” Bize O’nu vasfet, altından mı gümüşten mi
demir den mi odundan mı? diye sorunca bu sûre nazil oldu. Allah Zeyd’i
yıldırımla, Amir’i ise taunla helak etti.5
20 Mânâsı
“Hüve”nin zamir-i şan oluşuna göre “hüve” mübteda, haberi ise “Allahu
ehad” cümlesi olur. Bu haber, mânâ bakımından mübtedanın kendisi
oluğu için mübtedaya dönen aid zamirine ihtiyaç yoktur. Çünkü “Al-
lahu ehad” cümlesi, “hüve”nin ifade ettiği şandan/durumdan ibarettir.
25 Buradaki durum “Zeydun ebuhu muntalikun ( ـ ”)ز ـ أ ـ هdaki gibi de-
ğildir. Çünkü burada “Zeyd” ve “[ebuhu muntalikun şeklindeki] cümle”
iki farklı anlama delâlet etmektedir, bu sebeple ikisini birleştiren bir şey
[zamir] gerekir. Keşşâf ’ta da bu şekildedir. Bu durum nahivde halledilmiş
bir meseledir.
1 Vâhidî, Ebu’l-Hasan Ali b. Ahme, Esbabu’n-Nuzûl, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut: 1414/1994, s. 404.
2 Zemahşerî, el-Keşşâf, IV/812.
א ص رة ا א 65
ـ א ـ כאن أد ـ إذا כאن ـ ا ـ أـ אـ ـ أن ــאل :إن ا ـ ل و
ـ. ز ـ هو
چ – א. ١
ا ي ،ص .٤٠٤ أ אب ا ول ٢
ي.٨١٢/٤ ، ا כ אف ٣
١١٩و. ٤
. : ٥
– أن כ ن. ٦
أ ١٢١ظ. ٧
چ :و ا. ٨
66 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
“[Hüve zamirinin] “Bize Rabbini vasfet! veya bize Rabbinin nesebi an-
lat!” dediklerinde kendisinden sorulana râci olmasına gelince bazı sufiler bu
lafzı Allah’ın güzel isimlerinden biri olarak saymışlardır. İmam Râzî şöyle
demiştir: Bazı meşayih bana şu sözü öğretmişlerdir: “Ya hüve! Ya men hüve
5 Ya men lâ huve illâ hüve/Ey O! Ey O olan! Ey O’ndan başka O olmayan!”1
[Şerh]
Filozofların şeyhi ve reisi olan Ebû Ali b. Abdullah İbn Sînâ bu sûrenin
tefsirine dair elde dolaşan (ma‘mûl) risalesinde şöyle demektedir:
[Kul Huvellahu Ehad]
10 “Bu âyetteki ‘Hüve’ mutlaktır. Mutlak hüve, [mahiyet ve] hüviyeti baş-
kasına dayanmayan demektir. Çünkü hüviyeti başkasının varlığına bağlı
olan her şey, (ondan faydalanmıştır) ondan hâsıl olmuştur. Binaenaleyh,
varlığına sebep olan o şey onunla birlikte düşünülmedikçe o, hüve hüve
[kendiliğinden mevcud] olamaz. Hâlbuki hüviyeti zâtından olan, kendi-
15 siyle birlikte başka bir şey ister düşünülsün isterse düşünülmesin o, o’dur.
Fakat bütün mümkünlerin vücudu başkasındandır. Varlığı başkasından
olan her şeyin vücudunun (varlığının) hususiyeti başkasındandır (varlığına
sebep olan illettendir). İşte bu (hususiyet), hüviyetten ibarettir. Öyleyse
her mümkünün hüviyeti başkasındandır. [Hüviyeti] zâtından (li-zâtihi hü-
20 ve hüve) olan ise Vâcibu’l-vücûd’dur.”
Derim ki:
Bu sözlerin tahkiki ve tafsili şöyledir: . Farâbî’nin Talikât’ında söylediği
gibi her şahsın hüviyeti, özel varlığının (has vücud) kendisinden ibarettir:
“Bir şeyin hüviyeti ve birliği (vahdet), onu başkasından ayıran teşahhusudur
25 ki bu, o özel varlığının kendisinden ibarettir.”2
Mahiyet, maddeden mücerred olursa nevi şahsına münhasır olur. Çün-
kü ortada farklı karışımlardan (muhalatât-ı garibe) mücerred olan bir ma-
hiyetten başka bir şey yoktur. [Eğer] bir failin tesiriyle var olursa onda ne
mahiyet ne de arazlar bakımından çokluk/teaddüd olmaz. Dolayısıyla da
30 ancak tek bir şahıs olur.
ــא ــ א ــ ا ــ ــ ا ــ ــ أ ــ ــ ورئ ــ ا و ــאل ــ
ــ ه ا ــ رة: ــ ــ ا ٥
ــ ــא כאن ــ ه .ــ ن כ ــ ــ ــ כــ ن ــ ا ــ ي ا ــ ا
ـ .وכ ـ ـ ه ـ כـ ـ ـ ـ ـ אدة ـ . ـه ـ ـ ـ
כـ ـ .כـ כ ـ ـ ـ ه أو ـ ـ اء ٥]/ظ[ ا ـ اـ ـ ــא כאن
ـ و ـ ده ـ ،وذ ــכ ـه ــא כאن و ـ ده ـ ـ ه ،وכ ـ ده ٣ـ
٤
ــ وا ــ ــ ه .א ــ ي כــ ن ا ــ ــ ــ כــ ــ .ــ ذن כ ــ ا ١٠
ـ د. ا
٥
أ ل:
ش ٧٧ظ. ١
ـ رأ ـ ـ ـ כـ ـ ـ ه כـ » :وا ـ ـ ا ا ـه ـ ـ ـ כ م ا ــאم و כـ ـ ـ ا ـ ٢
ـ ازي .١٢٨/١ إ ـ إ ـ ،«...א ـ ا ـ ـ إ ـ ،ــא ـ ا כ ـ :ــא ـ
١١٩ظ. ٣
ر ١٤٢ظ. ٤
چ ش أ – أ ل. ٥
אت ،ص .٢١ אن ا אرا ، أوز ا ٦
چ ش أ :ا א . ٧
68 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Ancak [mahiyet] maddî olup eğer maddesi, farklı her bir paydaki varlı-
ğının başka payda bitişik olduğu arazlardan farklı, [ancak] kendisine mah-
sus olan arazlara mukarin/bitişik olması bakımından farklı istidatlardaki
madde ile ittisaf ederse mahiyetin dışında bulunan bu arazlara göre arala-
5 rında farklılık (ayrıklık/imtiyaz) ortaya çıkar.
Bu şahıslar arasındaki farklılık, [müşterek] mahiyetlerine dahil olan bir
durum sebebiyle değildir, aksine özel varlığına (vücud-ı hass) bitişik olan
arazlar sebebiyledir. Arazlardan oluşan her şahsın hüviyeti, onlarla [arazlar-
la] birlikte olan özel varlığı itibara alınarak ortaya çıkan [bu] mahiyettir.
10 Bu anlamda şöyle söylediklerini duymuşsundur: “Tek bir tür (nev‘) ve şa-
hıslar arasındaki ayrım, hakikatlerinin dışında olan arazlar sebebiyledir.”1
Sonra, [bir] illetli olan şahsın özel varlığı, şüphesiz başkası sebebiyle
olur. Böylece ister türü bir ferdle sınırlı olsun ister olmasın, hüviyeti baş-
kasından olur. Bu gayrın yokluğu takdir edildiğinde kendisi için bir hüvi-
15 yet olmaz. Aksine [hüviyeti olması başkasının] varlığını şart koşar. Mutlak
hüve yani böyle herhangi bir şartla kayıtlı olmayan “hüve”, sadece Vâcib
Teâlâ’dır. Çünkü O’nun hüviyeti zâtının aynıdır, başkasından değildir.
Çünkü vücudu, zâtının aynıdır. Bu sebeple teşahhusu, zâtının aynıdır. Bu
duruma İbn Sînâ bu sözünün ilavesinde şöyle işaret etmektedir:
و د ــא ـ ـ ادات ا ـ אد ــא א وأ ــא إذا כאن אد ـ ـ ن ا ـ
ارض אـ ة ـ ارض אر ـ ـ ا ـ ـ כ وا ـ ـ ا
ــכ ا ــ ارض ــ ــא ــאز ــאء ا ــ ى ــ ا אر ــא ــ ا ا ــ
ـ ا א ـ. ١
ا אر ـ
ا ــא ٢ــ ــ أ ــ دا ــ ــ ــ אص ــ ــכ ٦]/و[ ا ــ وا א ــ ٥
چ ش أ – ا אر . ١
אص. أ אص ام ا ارض دا א כ وإ ام א א ا ٢
أ – א. ٣
ش ٧٨و. ٤
١٢٠و. ٥
أ ١٢٢و. ٦
70 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Derim ki:
[İbn Sînâ] bu matlabın tahkikinde biraz mübâlağalı davranmıştır.
Burada “Mümkün li-zâtihi hüve hüve olamaz” sözündeki şüphe ortalığı
kaplamış olabilir. Çünkü bu sözün gereği (muktezâ), başkası sebebiyle
5 hüve hüve olur demektir. Bu durum, bir şey ile [o şeyin] kendisi arasın-
daki meydana getirmenin (ca‘l) aracılığının (tavassut), selim fıtratın şeha-
detiyle gayr-i makul olmasıdır. Bundan dolayı bu sözün şu şekilde tevcih
edilmesi gerekir: Bir şey var olmadığı sürece o, şeylerden bir şey olmaz.
Zira onun [ma‘dumun] zâtının olmadığı mutlak olarak bilinmektedir.
10 Eğer varlığa gelirse olumlu önermenin (mûcibe) doğruluğunun mev-
zusunun varlığını gerektirmesi sebebiyle, zarurî olarak onun hakkında
[hakikatine uygun] doğru olarak ne yüklenebiliyorsa onun [kendisine]
yüklenilmesi doğru olur. Böylece varlığına [hakikatine] uygun [ne varsa]
kendisiyle o şey arasında bir aracılık olmaksızın onun için ona doğru
15 olarak yüklenir.
Bu sözün tafsili ve tahkiki şu şekildedir: İlletten ilk sâdır olan malûlün
zâtıdır. Sonra akıl ondan varlık, onun hüve hüve oluşunu ve bunun dı-
şında ona doğru bir şekilde yüklenebilecek (gerçeklik kazandıran) diğer
mefhumları [soyutlayarak] çıkarır. Çünkü malûle ait her şey, illetinden-
20 dir. Nasıl olmasın ki? Zâtı, illettendir; dolayısıyla ona [varlık kazandıra-
cak şekilde] doğru olarak yüklenen her şey illetinden olur.
Eğer “mahiyetlerin yaratılmamış (gayr-ı mec‘ûle) olduğu söylenmişti”
dersen deriz ki: Bunun mânâsı, kendisinin zâtıyla sudurunun nefyi değil
o şeyle kendisi arasındaki meydana getirmedeki (ca‘l) aracılılığın nefye-
25 dilmesidir. Çünkü araştırıldığında mahiyetlerin mutlak olarak failin eseri
olduğunu inkar edenlerin [olduğu görülür]. Denildi ki: Failin eseri ne-
dir? Şöyle denilmesi gerekir: “O, vücud olan ve onunla ittisaf eden veya
onun dışında başka bir şeydir.” Onların söylediği her şey (her ne derler
ise), [söyledikleri] o şey mahiyetlerden bir mahiyet olur.
א ص رة ا א 71
أ ل:
ــ ل ــ ا ــ ــ ذات ا ــ ر ــ ا ــ ــ :إن أول ــא ــ و و
ــ / . ــאت ا אد ــ ــ و ــ ذ ــכ ــ ا ــ ــ د وכ ــ ــ ع ــ ا ١٠
Tahkik-i makam
Failin tesiri bazen, boyacının elbisedeki tesirinin boyamanın onda hasıl
olması olduğu şeklindeki örnek gibi kâbil’e eserin taşmasıyla (ifâza) olur.
25 Bu ise herkesin malumu ve şahid olduğu bir şeydir. Failin tesiri bazen ora-
da kâbil olmadan mahza ibda (yoktan var etme) ile olur.
א ص رة ا א 73
١٢١ظ. ١
د. ٢أ – אا
رچ. + ٣ش
אج. ٤ش+
٥أ :ذכ ه.
٦أ . :
.אل. ٧چ – وا ا
١٢٢و. ٨
٩ش ٧٩ظ.
١٠ر ١٤٤و.
76 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Derim ki:
Daha önceki ifade edilenlerden sonra bu sözlerin ilave açıklamaya ihti-
yacı yoktur. İzafî lâzımlar sadece tarif bakımından selbî lâzımlardan daha
güçlüdürler. Çünkü izafî durumlar, bir şeyin ne olduğunu tayin etmeye
5 selbî olanlardan daha yakındırlar. Mesela sen heyulanın açıklamasına dair
“heyula; cisim değildir, sûret değildir, akıl değildir, nefs değildir, mürekkeb
değildir” gibi selbî bakımdan ona yüklemenin mümkün olduğu şeyler söy-
lersen bunlar onun ne olduğunu tayin etmede “heyulanın cismin kendisin-
den oluştuğunu ve mahallinin cisimsel suret olan şey olduğunu” söylemen
10 gibi olmaz. Bu ve benzeri örnekler bu duruma dikkat çekerler.
“Allah” lafzı ulûhiyeti içermektedir. Bununla beraber [bu mânâ da dahil
olmak üzere] mânâsı, mutlak hakîkî ilâh demektir. Hüccetu’l-İslam [İmam
Gazzâlî] şöyle demiştir:
[Allah lafzı] ilahî sıfatların, rububiyet vasıflarının hepsini câmi, yaratıcı
15 (sâni‘) olan, vücud-i hakîkîde tek olan gerçek (hak) mevcûdun ismidir.
Çünkü O’nun dışındaki bütün var olanlar (mevcûdât), varlığa layık değil-
lerdir. Varlığı O’ndan almışlardır, zâtına ve ona varlık kazandıran yönüne
nisbetle [hepsi] helak olacaktır. Dolayısıyla O’nun zâtı dışında her varlık
helak olucudur. Allah isminin bu anlamda alem isimler gibi O’na delâlet
20 etmek için gelmiş olması daha uygundur. İştikakı ve tasrifiyle ilgili zik-
redilen her şey ise zorlama ve tekellüften ibarettir.1 (Sözleri burada sona
ermiştir; Allah ruhunu temiz kılsın!)
Yine [İbn Sînâ]’nın sözünden, [Allah Teâlâ’nın] hakikatinin bilineme-
yeceği ve sözünün ulûhiyet anlamı içerdiği anlaşılmaktadır. Sonra Şeyh
25 Ebû Ali [İbn Sînâ] şöyle söylemektedir:
“Burada, [söylenilenin dışında] pek çok başka ince mânâlar da vardır: On-
lardan biri şudur: O hüviyetin, ulûhiyet olan lâzımlarıyla tanımlanması/
tarif edilmesi, onun hiçbir mukavvimi (kurucu unsuru) olmadığına işaret
eder. Aksi hâlde onları zikretmeyerek yalnız lâzımlarıyla tarif edilmesi nok-
30 san [bir tarif ] olurdu.
أ ل:
ــ ح ،وأ ــא أن ا ــ ازم ــ ــאج إ ــ ــא ــ כאن ــ ا ا ــכ م ــ
ــ ح ــ ً ــ ــ ــכ ــ . ــ ا ــ ء ــ ا ــ ر ا ــ أ ــ ب إ ــ
ــ ذ ــכ. ــא ــ .ــ ا وأ א ــ ــ ّــ ا ــ رة ا ــ و ــ ا
١٢٢ظ. ١
ا ،ص .٦١ ا ا ٢
78 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Derim ki:
Bu da aynı şekilde ilave açıklamaya ihtiyaç duymamaktadır. Lâzımla-
25 rın malûlât olmasına gelince buradaki ifade, malûlât olan hamlî/yüklem
olan lâzımlarla ilgilidir, [hamlî lâzımlar] malûl olmaları hasebiyle değil de
mutlak anlamda lâzım olsalar bile böyledir. Çünkü illet, malûlün lâzımdır.
1 Yani lâzımlarını söylemekten başka bir sûretle tarifin imkânsız olduğuna bir tenbih vardır.
א ص رة ا א 79
َّ ــ .ــ ن ــכ ا ــ ازم ــ ا ــ أ ا ول ــא ــ ازم כ ــ ة و כــ و ــא أن
َ
ـ ر ـ / ـ כ و ـ ـ ا ـ ازم ـ ت .وا ـ ء ا ا ـ ا ـ ُّ ا
ـ ًא .و ن ـ ه ـ ًو ـ ٢ا ـ ا ــאزل ـ ]١٠و[ أכ ـ ـ ا ا ـ إ ١٠
ّ ـאً أ ـ ف ـ ـאً ـ ا ـ زم ا ـ ،כ ـ ن ا ــאن ا ـ زم ا ـ أ ـ
٣
כ ــ א ــכאً .ــ ا ــ ْ أراد ــ א ــ ــ ا א ــאت ــ ء ــ از ــא
ــא כאن ا ــ زم أ ــ ب כאن ا ــ أ ــ .
أ ل:
ــא ت؛ ِ ن ا ــכ م ـ ـ ح ،وכـ ن ا ـ ازم ـ ـ ـ ـ ا أ ـ ًא ١٥
ش ٨٠و. ١
ر ١٤٤ظ. ٢
١٢٣و. ٣
ت. –و أر ٤
أ ١٢٣و. ٥
80 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Derim ki:
Kitabu’l-Burhan’da açıkça ifade edildiği gibi sebebi olan her bir şeyin
bilgisi, ancak o sebebi bilmekle hasıl olur.2 Bu da tasavvur ve tasdike da-
yanır. Çünkü bir şeyi, hakikatinin künhü ile tasavvur etmek ancak onun
25 sebepleri olan cüzlerini bilmekle hasıl olur. Yakin ise -aklın varlığı sebebiy-
le- mesela ancak varlığının sebebini -ki vâcib olandır- bilmekle hasıl olur.
Bir şeyin yakın lâzımı -o şeyin sebebi değil sonucu olsa da- ancak ona en
yakın olduğu için [tarifte] onu kullanmak daha evlâdır. Çünkü şayet onun
sebebi olsaydı belirleyici olan o olurdu. Kendisi için bir sebep olmadığın-
30 dan, onun ardından zâta en yakın olan [şey/nitelik] gelir. Çünkü o [lâzım],
[zâtın] marifetine yükselmeyi mümkün kılan en özel [lâzım] olur.
1 Yani hüve’den sonra hemen en yakın lâzımını getirdi ki o da selb ve icab lâzımlarını, selb ve icabdan
ibaret olan bütün kemal vasıflarını kendisinde toplamış olan âlihiyet (Allah) tir. Hüve’nin delâlet eyle-
diği zât-ı baht ve vücûd-i mutlak’ın en yakın lâzımı Allah’tır. Buradaki ‘hüve’ ancak ‘Allah’ lâfza-i celâli
ile tarif olunabilir.
2 İbn Sînâ, Ebû Ali Hüseyin b. Abdillah, eş-Şifa: el-Mantık, (thk. Ebu’l-Alâ Afifî), Vizaretu’t-Terbiye
ve’t-Talim, Kahire: 1375/1956, III/85.
א ص رة ا א 81
أ ل:
ش ٨٠ظ. ١
١٢٣ظ. ٢
א.٨٥/٣ ، ا אء :ا ٣
ر ١٤٥و. ٤
. شأر :أ ٥
82 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
١٢٤و. ١
א.٩٣-٨٥/٣ ، ا אء :ا ٢
ش ٨١و. ٣
ش. ِ : ٤
َ
ش :إ ّن. ٥
א.٩٤/٣ ، ا אء :ا ٦
أ– . ٧
١٢٤ظ. ٨
84 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Derim ki:
אل:
١٢]/ظ[ أ ل:
ـ ٣
ـ اً ـ . ـאً ــא ذכ ـ ه و ا ــכ ود ـ ـ إ ــא أورد ذ ــכ ـ
ــ ــ א ــ أ ــ ،ــ ــא ــ כــ ــא ذכــ ه ــ د ــ ا ــכ أ ــ و א ــ
أ ١٢٣ظ. ١
ر ١٤٥ظ. ٢
ش ٨١ظ. ٣
. أ: ٤
. +ا أ ٥
86 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Derim ki:
Kitabın, neşterin ve ilacın birliği tıbba nisbetleri; gıdanın ve içeceğin
birliği ise sıhhate nisbet edilmeleri sebebiyledir. Açıktır ki tıp; ilaç, neşter
ve kitabın ilkesi değildir. Onlar bir ilkeye nisbet edildiği için benzerdirler
35 [yoksa] onun için misal değildirler.
א ص رة ا א 87
אل:
ــ إ ــ ة و ــ ﴿ ١أَ َ ــ ٌ ﴾ א ــ ــ ا
ــ ة .وا א ــ ا آ ــ ــ ا
ــא .ـ ن ا ا ـ כ ـ أن כ ـ ن أ ـ و أכ ـ ـ إذا כא ـ ا ا ـ
ــא ـ א ا ـ أ ـ أو ـ ـ ــכ כ .א ـ ي ـ א ــא ـ ل ـ
ـ ــא ـ ـאً أو ـ א ا ـ ا ــא ًא ـ ـ ـ ا ـ ه .وا ـ ي ٥
ـ א ـ ، ــא ـ א ا ـ א ـ و ـ א ـ ة أو ـ א ـ ،وا ـ ي
ـ א ـ .و ـ ـ أو ـ א ا ـ ١٣]/و[ ــא אـ ي ـ و ـ ة א ـ
ــאب إ ـ ا ـ أ כ ــא ــאل ِ ـ כ ــאب ــא ـ ا ـ و ـ ة א ـ ـ و
ّ ٌ
ـ اء وا ـ اب. ِـ ـ وا ـ واء أو ِ وا
ّ ّ
ــ وأن ا ا ــ ــ ل ــ ــא ــ ــ وا ــ ــ ة א أن ا وإذا ــ ١٠
כـ أن כـ ن ـ ء آ ـ أ ـ ى ـ ـ ة ـ اـ ي ـ ا ــכ כ وا כ ـ א
ـאً، כـ ن أ ـ اً ـ ة ،ـ אـ ا א ـ ـ ا ـ ـ כـ ـ ة .وا ـ ا
ـ ء دون ـ ء. כ ـ ن أ ـ ًا א ــאس إ ـ ـ
أ ل:
وا ــ اء ــאب إ ــ ا ــ ا ــ ــא ــ وا ــ واء و ا כ ــאب وا
ــ أ ــ ــ .و א ــ أن ا ــ ــאب إ ــ ا ١٣]/ظ[ ا ــ وا ــ اب
ــא ن ــ . ــאب إ ــ ا ــ أ ــ ان ــא ــ وا כ ــאب. ــ واء وا
١٢٥و. ١
ر ١٤٦و. ٢
١٢٥ظ. ٣
ش ٨٢و. ٤
88 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Yerinde ifade edildiği üzere heyula ve sûreti, haricî cüzler olduğu hâlde
aklî cüzler kıldı. [İbn Sînâ]’nın ibaresi, aralarında hissî bakımdan değil de
aklî bakımdan ayrılık (temâyüz) olması için o ikisini [heyula ve sûret] mu-
kavvimatın çokluğunun kısımları kıldığına delâlet etmektedir. [Hâlbuki] o
5 ikisi, cisimlerin cüzlerine aykırı olarak konum (vaz‘) bakımından birdirler.
Çünkü [onlar], basît olan cismin iki yarısında olduğu gibi vehmî cüzlerden
olsa da konumda ayrılmıştır. Çünkü hissî olarak o ikisi arasındaki ayrılık,
açıkça ortadadır. Şöyle ki iki yarısından birisine yapılan hissî işaret, diğer
yarısına yapılan işaretten farklıdır. Bazı musannifler, cüzlerin taksimini aklî
10 ve haricî olarak; sonra [İbn Sînâ’nın] söylediklerini göz önüne alarak haricî
olanın taksimini de hissî ve aklî olarak açıklamışlardır.
Şeyh [İbn Sînâ] şöyle dedi:
Derim ki:
Cevapta gerçeği dile getirdi. Şöyle ki, O’nun birlik mertebelerinin en
üstünde bulunmasının ve her yönden çokluktan münezzeh oluşunun deli-
25 li, varlığının herhangi bir şartla mukayyet olmayıp mutlak olmasıdır. Çün-
kü ayrıntısıyla açıkladığı gibi böyle olanda çokluk asla bulunmaz.
Şayet şöyle dersen: Arazlardan meydana gelen çokluğun O’nda olma-
dığının açık delili (burhân) nerededir? [Cevap olarak] denilir ki: Arazların
ilişmesi (ârız olması), bu arazlar nazar-ı itibara alınması bakımından çok-
30 tur. Çünkü cisim, mesela beyaz olması itibariyle çeşit çeşit olması bakımın-
dan [diğerinden] farklıdır.
א ص رة ا א 89
: אل ا
ـ، ـ ها ـ ر ـ ــאرت ـ ــئ َ ـ ْ أ ّن د ــאوى ـ ه ا ـن ـ
ـ إ ــא ــא כא ـ א ـ أن כ ـ ل: ــא ـ ـ ه ا ـ رة؟ ــאن ـ ا ١٠
ـ اء ـ ل ــכ ا ـ ١٤]/و[ ـ ـ ــאع أ ـ اء כא ـ ـ ا ـ
ـ ـ ا ـ כ ــא دل ـ ـ أ ا ول ـ ـ ه .כـ اـ ـ ـ כـ ن ـ ـ
ـ ـ اء .ـ ا ــא ـ إ ـ ـ ء ـ ا ـ א ـ ﴿ ُ ـ َ ا ُ أَ َ ـ ٌ ﴾ .ـ ذن ١ـ
ـ ار כ ـ . ـ ـ ـ ه ا ـ .وا
أ ل: ١٥
ـכ .
ـ ّ أـ ـ אـ ـ ـ أـ أ ـ
١٢٦و. ١
. כ א –أ أر ٢
ش ٨٢ظ. ٣
ر ١٤٦ظ. ٤
. چ – ا اض כא ٥
90 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
[Allahu’s-Samed]
Allah Teâlâ’nın “Allahu’s-samed”kavliyle [ilgili şöyle dedi]:
“Samed, lügatte iki şekilde tefsir edilmiştir: 1. Hiç boşluğu (cevf) olmayan;
15 2. Ulu (Seyyid). Birinci tefsire göre samed’in mânâsı selbî olup mahiyeti-
nin olmadığına işarettir. Çünkü, [zâtından başka] mahiyeti olan her şeyin
cevfi ve içi vardır, bu da mahiyetin kendisidir. Mevcud olduğu hâlde içi
(bâtın) olmayan şeyin zâtında varlıktan (vücûd) başka bir itibar ve cihe-
ti yoktur. Varlıktan başka bir itibarı olmayan, yokluğu kabul etmeyendir.
20 Zira, o olması bakımından mevcud olan [yani varlığında kendi zâtından
başka bir illet ve sebep olmayan ve yokluğu düşünülemeyen] şey, yokluğu
kabul etmeyendir. Öyle ise hak olan samed, bütün yönlerden mutlak ola-
rak Vâcibu’l-vücûd’dur.
İkinci tefsire göre samed’in mânâsı, izafîdir ki bu da bütünün (küll) başı
25 (seyyid) yani bütünün ilkesi olmasıdır. Âyet-i Kerime’den her iki anlamın
murad edilmesi muhtemeldir. Bu takdirde âyet-i kerimenin anlamı şöyle
olur: “İşte ilâh, bu şekilde olandır. Yani ulûhiyet, bu icab ve selbin bütü-
nünden ibarettir. [Bu iki şey kendisinde bulunmayan, hak ilâh değildir.]
Derim ki:
30 Mahiyet, ancak varlıkla ortaya çıkar (zâhir olur). Varlık, zâhirdir; ma-
hiyet, bâtındır. Dolayısıyla [mahiyet], cevf [iç/boşluk] mesabesindedir. Bu
sebeple mahiyeti olmayan, boşluğu olmamaya uygun bir şekilde mevcud
olur. Mahiyet olmayınca onun için ancak farklı karışımların bütününden
mücerred olan sırf varlık (vücud-ı baht) olur. [Zât] varlığın aynı olunca hüve
35 hüve olmak bakımından mevcud olur ve yokluğu (‘adem) kabul etmez.
א ص رة ا א 91
ـ أً ـ ء ـ ه .ـ ن כ ـ ٢
ـ ـ א ـ اب أن ــכ ا ـ ب ١إ ــא
ـ ـ صأ ـ ا ـ ذا ـ ـ ذ ــכ ا ـ ء .وכـ ا ا ـ ـ إ ــא
כـ א ـ إ ـ ذ ــכ ا ـ ء ١٤]/ظ[ ـ ـ ــכ ا ـ ـ ـ إ ــא ا ـ
ـ אـ ـ ه ،ا ـ ـ هو ـ ـ ــאج ٣إ ـ א ـ ـ أـ ا ـ وا ٥
﴿ا ُ ا َّ َ ُ ﴾
ـ ـ ف ـ وا א ـ ا ـ . ــא ا ـ ي ـ ان ،أ ـ ،ـ ـ ا ـ ا
ــא ـ א ـ כאن ـ ا א ـ .ـنכ ،و ـ إ ــאرة إ ـ ــאه ـ ـ ا ول ا
ـ و ـ د ـ ـ و ـ א ـ ــכ ا א ـ .و ــא ـ فوא ـ ،ـ ـ ١٠
٤
ـ م. ـ אـ ـ د ـ ا ــאر ـ إ ا ـ د .وا ـ ي ا ــאر ـ ذا ـ إ ا
ـ ـ ا ـ ا ـ م .ـ ذن ا ـ د ـ אـ ـ ـ ـنا ـ ء ـ
ـ ه. ـ ا ـאً ـ ـ د ا
أ ل:
ــ ــ ٥
ــ د א ــ وا א ــ א ــ . ــ د ،א ــ א ا א ــ إ ــא
ــ ف ــ .وإذا ــ ــא ــ د א ــ ــ ١٥]/و[ א ــ ــ ا ــ ف ،ــא
א ــאت ــ ا ــ د ــ ا ــ ــ د ا ــ إ ا ــ א ــ ــ כــ כــ ٢٠
Mahiyeti olmayan için yokluğa aykırı (münâfi) bir itibar yoktur ki mahi-
yeti olanın hilafına bu itibara göre yokluğu kabul etsin. Çünkü varlıktan
farklı olması itibariyle mahiyet, yokluğu kabul eder. Vâcib Teâlâ’nın dışın-
da olan her şey, mahiyet sahibidir ve onların hepsi mümkündür. [Âyette
5 “samed” kelimesini sözlükteki] iki anlamı birden kast edilme ihtimaliyle
ilgili söylediğine gelince usûlcülerin çoğunluğunun bu konudaki görüşü,
müşterek ismin [aynı anda] iki anlamda kullanılmasının mümkün olma-
ması [şeklindedir].
İmamımız el-Muttalibî eş-Şâfiî’nin -Allah ona rahmet etsin- cevazına
10 dair görüş nakledilmiştir. İmam Huccetülislam [Gazzâlî] bu kullanımı
uzak görmüş ve şöyle demiştir: Bu görüş şayet gerçekten ondan [Şâfiî’den]
gelmiş ise bu, uzak bir görüştür (doğru değildir). Aksine mutlak anlamda
“ayn” lafzı, kendisinin anlamını tayin edecek bir karinenin delâletine kadar
lügatte mübhemdir.1
15 Evet, şeriatın lafızdaki tasarrufu onların vaz’ından [ve lafzın bütün an-
lamlarını kastedecek şekilde kullanımından uzak değildir. İşte bu lafzın
da onu söyleyen kimsenin, başkasının tasdikine ihtiyaç duymasına bağlı
olmadan, bu şekilde olması caizdir.
﴿ َ َ ِ ْ َو َ ٌ َ ْ ﴾
ْ ْ
ـ د ـ ــאج إ ـ وأ ـ ـ ا إ ـ و ـ ـ א و א ـ أن ا ــכ ــא ـ
ّ
ــ א أ ــ ــ د ــ כ ا א ــאت ــ ــ دات و ــ ا ــאض ــ ا
ّ
ـ. ـ ـ ـ أن ١٥
Derim ki:
Açıktır ki başkasından doğmak, bazen Zeyd’in babasından doğması
gibi tevlîd (doğmasına sebep olmak) yoluyla olur; bazen de bazı canlıların
15 küflü (bozulmuş) maddelerden doğması gibi bu [tevlîd] yoluyla olmaz.
Her iki durumda da doğan, maddeye ihtiyaç duyar.
[Allah Teâlâ’nın] “Lem yûled/Doğurulmadı” sözü, bütün tevellüd (doğ-
ma) yollarını bilhassa da maddeyi nefyetmektedir. “Lem yelid/Doğurma-
dı” sözü ise O’nun başkası için madde olmasını -ki böylece O’ndan başkası
20 doğsun- nefyetmektedir. Buna göre “lem yûled/doğurulmadı” ifadesi “lem
yelid/doğurmadı” ifadesinin delili olmaktadır. [İbn Sînâ’nın] dediği gibi,
“doğurmadı (“lem yelid”) çünkü O’ndan başkası doğmadı (“lem yûled”)”.
Çünkü maddî olmayandan, başka bir şey doğmaz.
Burada başka bir anlam da ortaya çıkmaktadır: Allah Teâlâ’nın “lem
25 yelid/doğurmadı” sözü açıkça anlaşılacağı üzere O’nun başkasının babası
olmasını nefyetmektedir. Bundan maksat, mutlak olarak benzerinin (mis-
linin) nefyedilmesidir. Çünkü bir şeyin benzeri ya babası olmakla ya ço-
cuğu olmakla ya da doğum (tevellüd) ilişkisi olmaksızın mahiyette dengi
(küfüvv) olmakla olur. Allah Teâlâ’nın “lem yelid ve-lem yûled ve lem-ye-
30 kun lehû küfüven ehad/Doğurmadı, doğurulmadı, kendisine bir denk de
olmadı” sözü bütün benzerlikleri nefyetmektedir.
Şayet şöyle dersen: Denkliğin nefyi, mutlak olarak benzerlerinin nefye-
dilmesi hususunda yeterlidir. Çünkü mahiyette benzerlik, baba ve çocuk
olmaklıktan daha geneldir. Dolayısıyla da denkliğin nefyi, bu gayeyi ifade
35 için yeterlidir.
א ص رة ا א 95
ـ ــא כאن אد ـאً أو כאن ـ ــא ،وכ ا ــאدة و ا ـ إ ـ ـ
ـ « ـ ـ ـ ـ ا ــכ م כـ ا » ـ ـ ـ ه. ـ اً ـ א ــאدة כאن
أ ل:
ــאدة .و ـ ﴿ َ ـ َ ِ ـ ْ ﴾ ـ ـ قا ـ ـ ـ ـ ﴿ َـ ُ َـ ْ ﴾ ـ
ْ ْ
ه .ـ ـ ا כ ـ ن ـ ﴿ ـ ـ ـ ن כ ـ ن ـ ــאدة ـ ه ـ ـ
َ ْ
ـ ـ ـ ه«؛ ـ ـ ـ ﴿ َ ـ َ ِ ـ ْ ﴾ כ ــא ــאل » ـ ـ ـ ﴾د ـ ُ َـ ْ
ْ
ـ ـ ـ ءآ ـ . ــא ـ אد ـאً ـن
ش ٨٣ظ. ١
. چ– ٢
ش–آ . ٣
ا כ כאف. ش أ: ٤
96 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Cevaben deriz ki: Maksat, Allah Teâlâ’nın mahiyette her türlü ortaklı-
ğın tamamından münezzeh olduğunu ayrıntısıyla izah etmektir. Mahiyette
ortaklık, ancak [daha önce geçen] üç kısımdan biri ile olur. Ki burada
Allah’[hakkınd]a bunu söyleyip bâtıl bir şekilde bunu vehmedenlere bir
5 reddiye vardır. Şöyle ki, Allah Teâlâ’nın çocukları olduğunu iddia ettiler
ve O’nu üçün üçüncüsü yaptılar. Her ne kadar Allah’a bâtıl [bir şeyi] isnat
edenlerin (mübtıl) hiçbiri, O’na bir baba isbat etmeseler de “lem yelid/
doğurmadı” ifadesinin önce zikredilmesinin bu inceliğe binaen olması
muhtemeldir. Babalığın nefyedilmesi önce zikredilince bunun arkasından
10 çocuk olmaklığından nefyedilmesi gerekti. Sonra herhangi bir ortaklıktan
münezzeh olduğunun tam olması için bu ifadeyi, denginin olmadığı ifa-
desi takip etti.
[Ve Lem Yekûn Lehû Küfüven Ehad]
[İbn Sînâ] Allah Teâlâ’nın “Ve lem yekûn lehû küfüven ehad (O’na bir
15 denk de olmadı)” kavliyle ilgili şöyle dedi:
ـ ا א ـ. ١
ـ و ـ ها ـ כ ـ אـ ـ ـ ـ د ــא :ا
رد ًا ــ
ــ أن ــ ّ ــ ــאم ا ــ أ ــ ا ــ وا ــ כ ــ ا א ــ
ر ١٤٧ظ. ١
ش أ :د ا . ٢
أ ١٢٤ظ. ٣
ش ٨٤و. ٤
98 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Derim ki:
Yerinde sabit olduğu üzere mahiyet, ancak maddî ise ferdleri çoğalır.
Daha önce işaret edildiği üzere mücerred mahiyetler, türünde tek bir ferde
münhasır olur. Mahiyeti kendisiyle başkası arasında müşterek olan, maddî
5 olur ve başkasından meydana gelmiş (mütevellid) olur ki o da maddedir.
Sen, başka bir delile ihtiyaç duymaksızın aynı şekilde bu durumun O’nun
cinssel mahiyetinde de eşiti olmasının nefyedilmesi olduğundan haberdar-
sın. Ancak o [İbn Sînâ], faydanın çoğalması için başka bir tarzda bunu zik-
retti. “Varlığın zorunluluğu (vücûbu’l-vücûd) olan cinssel mahiyetinin eşiti
10 olmasına gelince..” sözünün anlamı şudur: Vehmeden biri, şayet varlığının
zorunluluğu (vücûbu’l-vücûd), cinssel mahiyeti ve yüce hüviyeti[nin], bu
mahiyette başkasına eşit olacağını vehmederse bu âyet, bunu geçersiz kıl-
maktadır.
Burada geriye bir şey kalmaktadır ki o da şudur: Varlığın zorunlulu-
15 ğunun hakikatleri gerçekten farklı olan mahiyetlere ârız olması niçin caiz
olmasın? [İbn Sînâ], bu [şüphenin] ortadan kaldırılmasıyla ilgili bir şeye
değinmemiştir. Çünkü onlara [Meşşâî filozoflara göre] varlığın zorunlulu-
ğu yani müteekkid vücud, vâcib hüviyetin dışında değildir. Burada geriye
ancak şöyle bir ihtimal [daha] kalmıştır ki o da şudur: Allah’ın zâtının
20 dışında olmadığını isbat ettiği müteekkid vücud, mutlak vücud değildir.
[Hâlbuki] Allah Teâlâ böyle olmaktan yücedir. Çünkü o [mutlak varlık],
ikinci makullerden olur ve bu mefhum [hüviyet] olan özel varlık (vücûd-i
hâs) ona [mutlak vücuda] ârız olmuş olur. O zaman da bu mefhumun,
vücûd-i hassın aynı olan farklı mahiyetlere ilişmesi niçin caiz olmasın?
25 Bu şüphe bu konularla meşgul olmaya başladığım zamanların başında
bende bulunan şüphelerdendi. Bu [risaleden] önce 862 senesinde [telif et-
tiğim] Risaletu’t-Tehliliyye’de bu şüpheleri yazdım. Sonra bu tarihten son-
raki yıllarda telif edilmiş Tecrid’in yeni şerhini (eş-Şerhu’l-Cedîd li’t-Tecrîd)1
gördüm. Bu şüphe muteahhirûnun sözlerinin az bir dikkatle [okunması-
30 nın] yol açtığı şüphelerdendir. Bu şüpheyi gideren özetini burada vereceği-
miz bir makalemiz vardır. Şu şekildedir:
1 Bu eser Alaaddin Ali b. Muhammed el-Kuşçî [Ali Kuşçu] (ö. 1474/879)’ya aittir.
א ص رة ا א 99
أ ل:
אد ـ .وإن ا א ـ ـ د أ اد ــא إذا כא ـ ـ أن ا א ـ إ ــא ـ ـ ـ
ـ כ ــא ًא .ــא כאن א ـ ـ د כ ــא أ ـ א إ ـ ــא ـ ـ ـ دة ا
ـ ـن ـ ه و ـ ا ــאدة .وأ ـ ـ اً ـ ـ ه כـ ن אد ـאً و כـ ن ـ و ـ
א ـ إـ ـ ـ أ ـאً ـ ـ ا א ـ ا ــאو ـ ١أن כ ـ ن ـ ــא ـ ا ٥
ـ »وأ ــא أن כـ ن ـ ــא אئـ ة .و ـ ـאً آ ـ כ ـ اً د ـ آ ـ ،כ ـ ذכـ
ـ ّـ ـ د« أ ـ ـ ـ ١٧]/ظ[ و ـ و ـ ب ا ـ ا א ـ ا ــאو
ـه ـ ــאو אً אـ ـ ـ و כـ ن ـ دو א ـ ا أ ـ כـ ن و ـ ب ا
ـ ها ـ . ـ ــכ ٢
ــכ ا א ـ ،
د אر אً א אت ز أن כـ ن و ب ا ٣
ــא ـ ء و ـ أ ـ ِـ و ـ ١٠
َ
ـ د ـ أن و ـ ب ا ـ ــא ـ ر ـ ـض ـ ؟ ٤و ـ א ـ א
ــאل إ ـ اا ـ ـ .ـ ـ ا ا אر ـאً ـ ا ـ כـ ـ دا أ ـ ا
ـ אـ ــאرج ـ ذا ـ ـ כـ ا ـ ي أ ـ أ ـ ـ دا ــא أن ا ـ أـ
ـ د כـ ن ـ ا ـ تا א ـ ـ ذا ــכ .ـ ـ ا ـ ،אـ ـ د ٥ا ا
ـ م ـ ز أن כـ ن ـ ا ا ِـ ئـ ـ م ــאرض ـ .و ـאص ا ـ ي ـ ا ا
ا ـ ّ ١٥
ــא ـ و ـ ده ا ــאص؟ ـ ٦כ אر ـאً א ــאت
א ــ .وأورد ــא ــ ــ ه ا ــ أوائــ ا ــ א ــא כאن ــ و ــ ه ا ــ
و א אئـ . ـ ا ـ و ـ ـ ر
٧
ــא ـ ذ ــכ אر ـ ـ ا ـ ــא ا ا
ـة ا ـ ا ـ ـ ـ ٨اـ ي ـ ١٨]/و[ ـ ا ـ ح ا ـ رأ ـ
دـ ـ ـ כ ما ــא ـ ـ ذ ــכ .و ـ ه ا ـ ـ ا ا אر ـ ـ ٢٠
ــא .و ـ : ــא ــא א ـ ـ رد ـ .و ــא ـ د
أ ١٢٥و. ١
. چ– ٢
د. أ :ا ٣
ش ٨٥و. ٤
ر ١٤٨ظ. ٥
أ–و ئ . ٦
. أ: ٧
102 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Şayet şöyle dersen: Bu genel anlam nasıl tasavvur edilir? Derim ki: Ken-
disiyle kâim olan varlıktan ve özel bir nispet edilme ile ona nisbet edilen-
den daha genel olması mümkündür. Onun mânâsı, vücudun onunla kâim
10 olduğu [şeklinde] konulursa kendisiyle kâim vücuddan daha genel olması
mümkündür. Böylece varlığın onunla kâim olması, bir şeyin kendisiyle kaim
olması kabilinden ve onunla kaim olması ise diğer itibarî durumların kâim
olması gibi [aklın] iliştiklerinden (ma‘rûz) ilk aklî ayrışmalar (soyutlamalar)
kabilinden olur. Tümellik (külliyet), tikellik (cüziyet) ve benzerleri gibi. İlk
15 anlamı ile kıyamın mecaz olarak kullanılması onunla ilgili vardır (mevcud)
kullanımının da mecaz olmasını gerektirmez. Çünkü burada sözün lügavî
anlamda olmadığı açıktır. Mevcud lafzının lügavî olarak ister hakîkî ister
mecazî anlamda ona yüklenmesi, aklî bahislerde bir şey ifade etmez.
ــ د ٤أ ــ ا ــ ل ــ أن ا ــ ــ ــ ا ــאع ــא ــ ا و ــ
ــא. » ــ « و» ــ دن« و אئ ــ دات .أ ــ و ــ ــ ا ــאري
ــ آ ــ .و ــ د إ ــא כــ ن ا ــא ٥א ــ ا אئ ــ ــ ا ــ א
ــ د، ــאف א ــ ا א ــ ــ ذ ــכ ــ ا ــ ض و ــ ا ــ אء ا ا ــ ٢٠
أ – כ ن. ١
. د قا ى ،وأن إ ا ا א أن ا כ م أ ر – אزاً כ א ٢
ش ٨٥ظ. ٣
د. أ :ا ٤
أ ١٢٥ظ. ٥
104 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
“Bu sûredeki hakikatlerin kemaline bak! Önce “O’nun hüve (o) olması”n-
dan başka bir [şekilde ifade edilmeyen ve hüve’den başka] ismi olmayan
20 hüviyet-i mahzasına işaret etti. Sonra açıkladığımız üzere bunu, hakikatin
en yakın lâzımı ve tarif olarak en güçlüsü olan ulûhiyeti [Allah lafzını]
ifadesi takip etti. Sonra ardından “ehad” lafzını, iki şeyi ifade etmek için
getirdi: Birincisi, “Mukavvimatın [kurucu unsurların] zikriyle yapılan tam
tarifin terk edilip lâzımların zikriyle yetinildi” denilmemesi için; ikincisi,
25 zâtında bütün yönlerden (cemi-i vücûh) bir olduğunun delili olması için
[zikredildi]. Ehadiyet, ulûhiyetten sonra getirildi, ulûhiyet, ehadiyetten
sonra getirilmedi. Çünkü ulûhiyet, O’nun her şeyden müstağni olması ve
her şeyin O’na muhtaç olmasından [O’na nisbet edilmesinden] ibarettir.
Böyle olan mutlak olarak birdir (vâhid). Aksi takdirde O, cüzlerine muh-
30 taç olurdu. Çünkü ulûhiyet, hüve hüve olması itibariyle birliği (vahdet)
gerektirir. Ancak birlik (vahdet), ulûhiyeti gerektirmez.
א ص رة ا א 105
ــ د ــ ــ د و ــ ا א ــ ــ ا ــ م ا ــ ل :إن ا ١
ــא
כ ــ و ــ ــ دات ا ــ أن ا ــאن כ ر ــ .و ــ دل ا ــ ا ا
٢
ـ ا ول .و ــכ أن ـ ل ـ د א ـ إـ ا ـ ا אـ ـ دات א ا
ـ ــאظ ا ا ـ ــא ـ ا و ودا ـ ا ـ ـ ـ כ ــא أن ا ـ ٢٠]/و[
ّ
אر ــ . א ــאت ا أ ــ ــ ا ٥
אل:
١٢٧ظ. ١
ر ١٤٩و. ٢
أ. : ٣
ش ٨٦و. ٤
چ ٢٠ظ. ٥
106 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Derim ki:
25 Hüve’den başka ismi olmamasına gelince bundan maksat, O’nun haki-
katini açıklayacak bir ismi olmamasıdır. Mahiyetine delâlet eden bir ismi
kastediyorum. Ulûhiyetin en yakın ve en güçlü lâzımı olduğuyla ilgili açık-
lama ise geçmişti.
Ehadiyetin zikredilmesiyle ilgili birinci fayda, O’nun her yönden
30 bir olduğunun bilinmesidir. O’nun cinsi, faslı, özetle kurucu unsu-
ru yoktur. Dolayısıyla zâtî unsurlar ile tarif edilmesi mümkün değil-
dir. Böylece vehim, ortadan kalkmış olur. Bu fayda “bütün yönlerden
bir olduğunun delili olarak zikredildi” sözüyle tamamlanmış oldu.
א ص رة ا א 107
ـ ا ـ ـ א ـ ا ـ
ودل ـ
ـ ّ ـ ذ ــכ ـ ﴿ا ُ ا َّ َ ـ ُ ﴾ ّ
ـ دات. ـ د כ ــא ـ اه ـ ا א ــא و ـ ب ا ـ د وا ئ ـ
أ ل:
ر ١٤٩ظ. ١
ش ٨٦ظ. ٢
. ش أ :ا ا ٣
108 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Özetle o [İbn Sînâ], kurucu unsuru ifade eden tam (kâmil) tarifi, [Allah
Teâlâyı] onlardan tenzih etmekten ve İbn Sînâ’nın sözünden anlaşılaca-
ğı üzere ulûhiyetin vahdeti gerektirmesinin açık olmasından dolayı terk
etmiştir. İlâhî vahdetin gerekliliği, bu mertebedeki zuhurunda değildir.
5 Şöyle denilmesi mümkündür: Hakîkî vahdet, ancak Zorunlu Varlık’a (Vâ-
cibü’l-vücûd) aittir ve varlığın zorunluluğu, ulûhiyeti gerektirir.
Samediyet ise her şeyin ilkesi (mebde-i küll) olmaktan ya da onun
gerektirdiği şeyden ibarettir. Böylece [İbn Sînâ’nın] söylediği gibi ulû-
hiyetin anlamının tahkiki olur. Başkasının O’ndan doğmaması, O’nun
10 başkasından doğmamasına dayanır ki bu da kendisinden başkası doğan
her şeyin maddî olduğu ve onun da başkasından doğduğu [ilkesine]
dayanır.
“Lem yelid/doğurmadı” madde olmasını nefyeder “ve lem yûled/
doğurulmadı” varlığının maddî olmasını nefyeder denilse uzak bir ih-
15 timal olmaz. Benzer şekilde ilki, kendisine ilke (mebde) olan benzeri-
nin nefyidir; ikincisi, kendisinden sonra gelen benzerinin nefyidir; “ve
lem yekun lehû küfüven ehad/kendisine bir denk de olmadı” kendisine
eşlik eden bir benzerinin nefyidir denilse bu da uzak ihtimal olmaz.
Böylece O [Allah Teâlâ] kendisinin ne öncesinde ne sonrasında ne de
20 beraberinde bir benzerinin olmadığını ifade etmiştir. Sana düşen şöyle
söylemektir: Tevhid bu sûredeki çeşitli yerlerden anlaşılabilir:
Birincisi: [İbn Sînâ’nın] ifade ettiği gibi “Hüve” sözünden. İkincisi:
“Allah” sözünden. Çünkü ulûhiyet [İbn Sînâ’nın] ifade ettiği gibi bir-
liği (vahdet) gerektirir. Üçüncüsü: ‘Ehad’ sözünün bu anlamı sarih ola-
25 rak ifade etmesinden. Dördüncüsü: “Samed” sözünden. [İbn Sînâ’nın]
ifadesinden anlaşılacağı üzere. Beşincisi: “Lem yelid ve lem-yûled/Doğ-
madı, doğurulmadı” âyetinden.
[Sûrede] “Allah” lafzının tekrar edilmesine gelince, meşhur tefsirle-
rin üslübuyla konuşmaya başladığımız yerde inşallah bu konuda konu-
30 şacağız.
א ص رة ا א 109
ـ ـ ا ـ ًא ،כـ ن ـ ئ ـ ا ــכ أو ــא ــאرة ـ ـ وا ٥
ـ ده: ا ـ ـ ه ا ـ رة ـ
ـ رة. ـ ا א ـ ا ـ
Deriz ki: “Hüve” lafzı daha önce geçtiği gibi ya zamir-i şandır ya da
kendisinden sorulan şeye (mesûlun-anh) râcidir. “Allah” lafzı, ya alem’dir.
Mûtezile’nin hilafına olarak Eş‘ârîlerin çoğunluğu bu görüştedir. [Mutezi-
le] Allah hakkında alemliğin muhal olduğu görüşündedirler. Çünkü hu-
5 susî olan zâtı bilinmez ki [onun karşısına alem isim] vaz edilsin. Bilinen
sadece bir ferde münhasır olan tümel (küllî) mefhumlardır; lafız, bu küllî
mefhumların benzerleri için vaz olunur, dolayısıyla da alem olmaz.
Buna şöyle cevap verildi: Allah Teâlâ, zâtının hususiyetini bilendir. Bu
[anlamı], hususiyetiyle [ifade edebilecek] bir lafzı vaz etmesi mümkündür
10 ki böylece [vaz edilen bu lafız O’nun] alem ismi olur. Bu anlayışın vaz
edenin Allah Teâlâ olduğunu kabul eden görüşe göre olduğu açıktır. Buna
göre “Allah” lafzından kendisi için vaz edildiği anlamın dışında bir şeyin
anlaşılması gerekir. Çünkü bu takdire göre Allah Teâlâ’dan başka kimse,
lafzın kendisi için vaz edildiği zâtın hususiyetini bilmemektedir. Bazen
15 küllî mefhumun vaz’ın aleti olduğu söylenebilir. [O zaman] lafzın karşısına
konulduğu anlam (mevzu lehi), bu mefhumun kendisine doğru bir şekilde
yüklendiği bu hususiyet olur. Burada ve benzer yerlerde geçtiği gibi. Yine
buna göre bu lafızdan anlaşılan şey, karşısına konulduğu anlam değil, küllî
mefhumlardan kendisine doğru bir şekilde yüklenilen [anlamlar] olur.
20 Şayet şöyle denilirse: “Allah” lafzı alem olmadığında “lâ ilâhe illallah”
sözümüz tevhidi ifade etmez. Çünkü o zaman bu söz, ilâh [olmaklığ]ın
sadece bu tümel mefhuma ait olduğunu ifade eder. [Bu durumda] bu sözü
söyleyenin bu küllî mefhumun pek çok ferdi olduğuna inanması mümkün
olur. Dolayısıyla bu kelime, tevhidi ifade etmez.
25 Derim ki: Bu kelime (söz), müşriklerin taptığı putlar, yıldızlar, kişiler
gibi bâtıl ilâhların nefyini ifade eder. Ve bu kelime sebebiyle bu sözü söyle-
yen kişinin ibadetindeki şirk ortadan kalkar. Bundan dolayı Nebî sallâllahu
alâ âlihi ve sellem ve ashâbı bu kelime ile yetinmiş, bunu söyleyen kişiden
ellerini çekmişler ve onun müslüman olduğuna hükmetmişlerdir. Sonra
30 onu Allah’ın sıfatlarından ve hükümlerinden O’nun için zorunlu olanları
ayrıntısıyla bilmekle mükellef kılmışlardır. Şayet bir kimse, başka bozuk
bir itikadı sebebi ile küfre düşerse bu kelime onun müslüman olmasını
gerekli kılmaz. Bu ise açıktır.
א ص رة ا א 111
١
ـ ل ـ כ ــא ـ .و»ا « إ ــא ـ ا ـ ن أو را ـ إ ـ ا ـ ل :ـ » ـ « إ ــא
ّ
אل؛ אـ اا َ َ אً ــא ة ـ را َ َ ـ כ ــא ذ ـ إ ـ
ـة ـ ــאت כ ـ ـ ـ .وإ ــא ـ ـ ـ ذا ـ ا ِ ـ
כـ ن َ َ אً. ــאت ا כ ـ ــאل ــכ ا ـאً
٢
ـ د כـ ن ا ـ
ـ ـ ًא ٣زائ ـ ـ ز أن ـ ـ ذا ـ אـ אـ ورد ـ ٥
ــ ا א ــ א ــ .و ــ ــ أن ا ا ــ ــ ا ــ כــ ن َ ــ ًא .و ــ ا
ـ ه אـ ـ ـ »ا « ـ ــא و ـ ـ .إذ؛ ـ ـ م أن כ ـ ن ــא ـ
ــאل ر ــא כ ـ ن ـ .و ـ ـ اا ـ ـ ع ـ ـ ا ـ ذا ـ ا ـ
ــ ق ــ ا ــ ــ ا ــ ع ــ ــ .و כــ ن ا ــ م ا כ ــ آ ــ ا
כـ ن ـ ا ٢٢]/ظ[ أ ـ ًא ـ ا و אئ ـ ه .و ـ ـ ـ م כ ــא ـ اا ٤
ـ ١٠
ــאت ا כ ـ . ـ ـ ا ـ ق ــא ــא و ـ ـ ـ ـ اا ـ ـ ـ ــא
أ – إ א. ١
ش ٨٧و. ٢
ر ١٥٠و. ٣
. ش– ٤
أ – إذ. ٥
أ – أن. ٦
. هاכ : . ا هاכ כ ن – جشأر ٧
ة. أ: ٨
أ +א . ٩
112 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
“Küllî mefhum, vaz için bir alettir ve kelimenin karşına konulduğu an-
lam (mevzu leh) -ki hususiyettir [Allah Teâlâ’nın hakikati]- anlaşılmayan
bir şeyin karşısına lafız vaz etmeyi gerektiriyor” sözüne gelince; [deriz ki]
biz Allah’ın isimlerinden ancak bu küllî mefhumları anlıyoruz. Açıktır ki
5 melekler de bu şekildedir. Sahih haberlerden anlaşıldığı gibi Yüce ve Mu-
kaddes Allah’ın zâtı, başkasından gizlenmiştir. Daha önce İmam Huccetu-
lislam’dan [Gazzâlî] naklettiğimiz gibi [Allah lafzı] bu anlama delâlet eder
ki o da ilâhî sıfatları câmi hak vücuddur ve alem isim yerinde kullanılır.
Bu açıktır.
10 Burada bu konuyla alakalı başka şey daha var: “Zeyd” gibi şahsî alemler
ya vaz edildiği şeyi (mevzu) belirli bir şahıs olur ki yaygın olarak akla ilk
bu gelir. Bir kimse, kendisine bir oğlu doğduğu haberi verilince daha onu
görmeden ona “Zeyd” adını koyar. Ve bu lafız, mütehayyile kuvvetinde
meydana gelen hayalî bir sûret için isim olmuş olur. O zaman, doğan bu
15 sûrette olmazsa bu ismin ona yüklenmesi (ıtlâk) bu vaz’a göre [doğru] ol-
maz. Şayet bu lafız, sadece bu ferdle sınırlı olan küllî bir mefhum için vaz
edilmiştir denilirse daha önce geçtiği gibi o, alem isim olmaz. Sonra bu
şahsî alemlerden bir alem [isim] duysak ve müsemmasını asla görmesek, o
şahsın nasıl bir hususiyeti olduğunu anlamayız. Aksine çoğunlukla bulun-
20 duğu sûretin dışında başka bir sûreti hayal ederiz.
Ya da bütün bu hayalî sûretler, [alemin] karşısına konulduğu (mev-
zu‘-leh) şey olur. O zaman da bu lafız sınırsız anlamlar arasında müşterek
lafızlar kabilinden olur.
Ya da karşısına konulduğu şey, sadece onun sahip olduğu bu hususiyet
25 olur. Bu hususiyetin dışındaki her şey, konulduğu bu anlamın dışında kalır
ve o [hususiyetin] dışında anlaşılan bütün hususiyetler yanlış anlama olur.
Ya da bu zâtta bulunduğuna inandığımız şahsî alem isimler [karşısına
konduğu her hususiyeti] gerektirir. Bu konuda daha önce dile getirilen
[şey]ler vardır.
א ص رة ا א 113
ش ٨٧ظ. ١
أ +ء. ٢
. ش :ا ٣
ش أ ر – ة. ٤
أ ١٢٦ظ. ٥
ر ١٥٠ظ. ٦
. أ :ا ٧
ج ش ا ر :ذا. ٨
114 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ــאت ا כ ـ ام.
ـ ٤.ـ ن اد ا ـ ا ـ ــא ــא إرادي و ـ و ــא ــאت ا
ّ
כ ــא ت ـ ا ـ أ ٢٤]/ظ[ ا ول א ـ ٥
ـ ـ ا ـ اد ا ا א ــאت
ـ אب ا ـ . اد ـ ــאن ٦ا ــאء א ـ .وا
ش ٨٨و. ١
أ :כ ب. ٢
. אء ا ا :إن כ أ אرة .و ا ا ا אت כ א أ– ٣
. ش أ ر :ا ٤
. ش أ ر :ا ٥
. أ: ٦
116 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1 Müteallak umûmî mânâlı fiillerden olmazsa veya mahzuf da değilse zarf veya harf-i cerle mecrûru zarf-ı
lağv adını alır.
2 Müteallakı umûmî mânâlı fiil veya şibh-i fiillerden olur ve cümlede bulunmazsa zarf veya harf-i cerli
isim zarf-ı müstakarr adını alır.
3 Buhârî, “Fezâilu’l-Kurân” 13; Müslim, “Kitabu Salati’l-Müsafirîn ve Kasriha” 259.
4 Tirmîzî, “Kitabu Sevâbi’l-Kur’an” 11.
א ص رة ا א 119
ـ ؛ ِ ١ن אئ ـ ـ ا כ ــאر ـ ﴿ َـ َ ِ ـ ْ ﴾ ـ ﴿ َـ ُ َـ ْ ﴾ ِ ـ ا و ـ
ْ ْ
د ـ .و ـ ا ـ ف ا ـ ـ ﴿و ـ َ ُכ ـ ْ ـ כ ـ اً ـ ـ فا ـ ا
ـ ة ـ ـ ا ــכ م .إذ؛ כ ـ ن ا ـ ـه כ ـ أ َ ـ ٌ ﴾ ـ أن ا א ـ
ـ أن ـ ـ ف ا ـ ف ٢ا ـ ،ـ ـ כ ـ ن ـ ة .و ـ ـ أ ـ
ــ ا ــ ف ا ــ ؛ ِ ن ا ــ ض ــ ا כא ــאة ــ ٣
ــ ٢٥]/ظ[ ــ ا ا ٥
Yine Ahmed [b. Hanbel], Ubey b. Ka‘b veya ensardan bir kişiden (r.a.)
şöyle rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: Kim “Kul-
huvellahu ehad/ Allah birdir Allah Sameddir”i okursa sanki Kur’ân’ın
üçte birini okumuş olur.1
5 Yine Ahmed [b. Hanbel] (r.a.), Humeyd b. Abdurrahman’dan (r.a.)
şöyle rivayet etmiştir: Ashâbından birisinin okuyuşu Hz. Peygamber’e
(s.a.v.) haber verilince şöyle buyurdular: “Namazı kendisiyle kılan için
Kulhuvellahu ehad (Allah birdir Allah Sameddir) Kur’ân’ın üçte birine
denktir.2
10 Yine Ahmed [b. Hanbel] (r.a.), Ebu’d-Derda’dan (r.a.) şöyle rivayet
etmiştir. Resulullah (s.a.v.) sizden biriniz her gün Kur’ân’ın üçte birini
okumaktan aciz midir? diye buyurdu. “Evet! Ey Allah’ın elçisi, biz zayıf
kimseleriz ve bunu yapmaktan aciziz.” dediler. Resulullah (s.a.v.) buyur-
du ki: Allah Teâlâ, Kur’ân’ı üç parçaya bölmüştür ve “Kulhuvellahu ehad
15 (Allah birdir Allah Sameddir)” Kur’an’ın üçte biridir.3 Müslim ve Nesâî,
Katâde’den (r.a.) de rivayet etmişlerdir.
Bu hadis-i şerifler ve benzerleri İhlâs sûresinin sevabının Kur’ân’ın üç-
te birine denk olduğuna açık şekilde delâlet etmektedir. Dolayısıyla onu
üç defa okuyanın sevabı, Kur’ân’ın tamamını okuyanın sevabı gibi olur.
20 Burada, Kur’ân’ı okuyanın her harfine on hasene yazılacağını gös-
teren hadislerle4 uyuşmayan müşkil bir durum vardır. Dolayısıyla
Kur’ân’ın tamamını okuyanın sevabı, “Kul hüve’llâhu ehad (De ki: O
Allah, birdir.)” okuyanın sevabı nispetiyle kat kat artacaktır. Buna şu
şekilde cevap verilebilir: Kur’ân’ın tamamını okuyan için okuduğu harf
25 adedince elde ettiği ayrıntılı sevap ile birlikte Kur’ân’ı hatmettiğinde
onu hatmetmesi sebebiyle müstehak olduğu ayrı bir sevap daha vardır.
٣
ــא أن ـ اً אـ ـ ٢ر ـ ا ـ ا ـ ـ ـ ـ وأ ـאً روى أ
ـ ا ـ م أ ـ ــאل: ـ ه ـ ا ـ ـ ا ـ م ـ ا ـ ــאب ـ أ ٥
ــא.
٤
ـ ا ـ آن ـ ـ ل ـ ـ ا أ ـ ـ
ـ . אـ ر ـ ا
ــ ــ ًא ــ ا أ ــ .א ــ اب أن ــאرئ ا ــ آن ا ــ ًא ــ اب ــ إ ــ
ــ ، ــ ه ا ــ ــ ــ ا ــ آن ــ ــ اب آ ــ ــ وف ــא ــ أه ،وإذا
.٤٧١/١٥ ،
،ا أ ١
ا . چ ش أ: ٢
چ ش أ ر :ا. ٣
ــאئ ،כ ــאب ـ ا ـ م اכـ ى ـ ٤٩١/١٨ ،؛ ا ـ ـ ،ا ـ ــא« ـ ا ـ .أ ـ ـ ـ ــאرة » ـ ٤
وا ــ .٢٠٢
.٢٥٩ ، א ةا ،כ אب ٥٧٦ ،٥٦٨ ،٥٦٧/١٨ ،؛ ،ا چ – אدة | أ ٥
أ ١٢٧ظ. ٦
ي ،אئ ا آن .١٣ ا ٧
122 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Böylece “Kul hüve’llâhu ehad (De ki: O Allah, birdir.)”i [İhlâs sûresini]
okumanın sevabı, Kur’ân’ın bütününe ait okuyuştan elde edilen sevabın
(her harf için verilen sevap) üçte birine değil, bu hatimden elde edilen se-
vabının üçte birine denk olur. Bu şuna benzer: Ev yaptıran biri, evi yapan
5 kimseye her güne karşılık belli bir ücret belirler. Ev tamamlanınca tamam-
lanmasının karşılığı olarak her güne ait belirlenen ücret dışında başka bir
karşılık daha verir.
Diğer sûrelerle ilgili olarak varid olan Kur’ân’ın dörtte birine, daha azı-
na veya daha fazlasına denk olduğunu ifade eden hadisler de buna göre
10 kıyaslanır.
Allah Sübhânehû her şeyin hakikatini çok daha iyi bilir. Sâlât u selam
nur[lar] parıldadığı müddetçe Efendimiz Muhammed’e olsun!
א ص رة ا א 123
1 Bursalı, Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul: 1333, I/308.; Dikici, “Ahmed Efendi (Debbağ-
zade)”, Kahraman Maraş Ansiklopedisi, Kahraman Maraş Sütçü İmam Üniversitesi Yayınları, Kahra-
man Maraş 2017ü I/104-106.
2 ed-Debbağî, Ahmed el-Maraşî, Hâşiye alâ Tefsiri Sûreti’l-İhlâs li-İbn Sînâ, Süleymaniye Kütüphanesi,
Çelebi Abdullah Bölümü Nr. 273, vr. 148a.
3 Mehmet İpşirli, “Mehmed Emin Efendi, Hayâtîzâde”, DİA, c. 28 (İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları,
2003), 467.
126 DEBBÂĞÎ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1 Tahsin Özcan, “Mehmed Said Efendi, Halilefendizâde”, DİA, c. 28 (İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları,
2003), 523.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 127
Şerh kısmına ait duanın bitiminden sonra 32b-34b arasında ise biraz
eksik ve karışık biçimde İhlâs sûresinin irabından, isim ve faziletinden bah-
seden ve en sonunda da abdestle ilgili bir konuya değinen bir tetimme
mevcut olup bu tetimme diğer nüshaların hiçbirinde yer almamaktadır.
Bu durum, bu nüshanın eserin ham (müsvedde) hâlinin bulunduğu nüs-
ha olduğu düşüncesini güçlendirmektedir. Tahkikte bu nüsha ( )مharfi ile
gösterilmiştir. Bu nüshada mühürlü olarak takrizi olan kişiler şunlardır:
Eski Anadolu Kazaskeri Ahmed Nîlî Mirzâde, [9b], Eski Rumeli Kazas-
keri Seyyid Zeynelabidin [10a], Eserin yazıldığı zamanda Rumeli Kazas-
keri Mehmed Emin Hayatîzâde [11a], Eserin yazıldığı zamanda Anadolu
Kazaskeri Mehmed Said Karahalil Efendizâde [11b], Eski Rumeli Kazas-
keri Mehmed Esad [12a], Eski Rumeli Kazaskeri Mehmed Pirîzâde [12b].
Bunların dışında mühürsüz olarak da şu kişilerin takrizi bulunmaktadır:
Eski Rumeli Kazaskeri Şeyh Mehmed [35a], Eski Rumeli Kazaskeri
Seyyid Ali [35a], Mehmed el-Maraşî Saçaklızâde [35a].
1 Bu kişi Feyzullahefendizâde Mustafa Efendi (ö. 1158/1745) olmalıdır. Eserin telif edildiği tarih ve
ithafta şeyhülislam oğlu şeyhülislam olması dikkate aldığında bu kişinin o dönemdeki Şeyhulislam
Mustafa Efendi olduğu netleşmektedir. Bkz. Mehmet İpşirli, “Mustafa Efendi Feyzullahefendizâde”,
DİA, c. 31 (İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 2020), 297.
İbn Sina’nın İhlâs Sûresi Tefsirine Hâşiye
(Hâşiye alâ Tefsîr-i Sûreti’l-İhlâs li İbn Sînâ)
Müellif
Ahmed el-Maraşî ed-Debbâğî (ö. 1165/1752)
א ص رة ا א
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd, bir olan (el-Ehad), hiçbir şeye muhtaç olmayan (es-Samed)
Allah’adır. Salât, bütün resuller arasında biricik olan, hiçbirinin ona denk
olmadığı, Allah’ın resulu Hz. Muhammed’e olsun. Ve yine salât, yâkinî
5 imanlarıyla en bahtiyâr ve ihlâslarıyla en şerefli kimseler olan O’nun ailesi-
nin ve ashâbının üzerine olsun.
Sonra, Ganî olan Allah’a muhtaç Ahmed el-Maraşî ed-Debbâğî der ki:
Şeyhu’r-Reis Ebû Ali İbn Sînâ’nın İhlâs sûresi üzerine faziletlilerin şaşırdığı,
havassın hoş karşıladığı bir üslupla kaleme alınmış verimli bir beyanına,
10 faydalı bir tefsirine rastladım. Bu tefsiri, hiç dokunulmamış, üzerine bir
şey telif edilmemiş ve hakkında bir şey duyulmamış hatta herhangi birinin
nazarı ona değmemiş1 bir şekilde buldum. Bundan dolayı o tefsiri gören
herkesin onun üzerine düşünmesi ve onun dışındaki her şeyde düşünülen-
lerden daha dakik bir düşünce ile ona yönelmesi için bu tefsir üzerine bir
15 hâşiye yazmak istedim.
Sözünü nakletmeye, meramını aydınlatmaya, gizli kalan yerlerini or-
taya koymaya ve kapalı kısımlarını açıklamaya giriştim. Sonra büyüklerin
bakış açısına uygun olarak Aziz ve Yüce Allah’ın bana ilhamı ile kelâmın
nazmına yakışır bir biçimde, ancak O’nun yanında olduğu kişi muvaffak
20 olur ve doğruya ulaşır diyerek ve Allah’tan doğruya ulaştırmada yardımı-
nı dileyerek makamın tahkikine [başladım]. [Bunu yaparken kullandığım
ifadeler] kısa olmadığı gibi sözü güzelleştirmek için [uzatılmış] bıktırıcı
şekilde de değildir. [Şerh yapılırken] sonuçta önem arzeden şeylerin ince-
lenmesi, mevcut durumun gerçekliğinin açıklanması ve ortaya çıkarılma-
25 sı, sözdeki mefhum ve mânânın anlaşılmasındaki zorlukların giderilmesi
[şeklinde bir yol] tercih edilecektir.
1 Maraşî’nin bu ifadesinden, onun İbn Sînâ’nın tefsirine daha önce yapılan Celâleddin Devvânî’ye (ö.
908/1502) ait şerhi görmediği anlaşılmaktadır.
א ص رة ا א 133
ا ا ا ١
٤]/ظ[
ــ ــ ا ــ ــ ــ ر ــ ــ ة ــ وا ــ ا ا ــ ا
א ـ أ ـ ـ כא ـ ا ـ ـ כ ـ اً أ ـ .و ـ آ ـ و ـ ـ د و ـ כـ
ــ أ ــ . و
٤
ـאّ ـ ا ـ ٢א ّא ـ ٣إ ـ ـ ا ـ اـ ا ا ـ أ ـ لا و ـ ، ٥
ص ـ رة ا ـ א ـ ا ئـ ـ ٥
ـאً ـ اً א ـאً أ ـאً و אد ـ
ـ و ـ ـ כـ اً ـ ا ـ اص ،و ـ ء ٦و ـ ا ـ أ ـ ب ـ
ـ ـ ـ إ ـ .ـ ردت أن أ ـ ر א ـ ـ ـ ـ ـ ـ כـ ـ
٧
ــא ـ اه. ـ כ ـ ـ أدق ـ כ ـ رآه ـ إ ـ כ ٥]/و[ و
אـ .ـ ـ אـ و ا ـ وإ ــאر ـ ـ כ ـ ٨و ـ ـ ١٠
ـ ،و ـن ــאم ــאر ا ـ ا ـ م ـ و ـ ـ ا ـ ـ ا ــאم ــא أ
٩
ـ ـ اب אئـ ً إن ا ـ اب إ ــא ـ ـ אً א ـ ـ ـ ا ــכ م ـ ، ـ
ـ ا ــאل ـ ـ ـאً ـ ا ــאل ــאل ــאل ـ ـم أ ــאب ـ
ـ م ـ ا ــאل. ـ وا ـ ا ـ ا ــאل ود ـאً ا ــآل ،وإ ــאراً
Cahiller onu [bu şerhi] reddetse de kâmil olanlar onu hoş karşılayacak-
tır. Yetersizler onu zayıf görseler de mahir olanlar onu destekleyeceklerdir.
Onu, meşhur kimselerin söylediği sözlerdeki mânâların inceliğini anlama-
yan kifayetsizlerin bakışından Allah’a sığındırırım. Muvaffakiyetim ancak
5 Hasîb [her şeyi saymışcasına bilen, hesaba çeken] ve Muvaffık [başarıyı
bahşeden] olan Allah iledir, tevekkülüm O’nadır, O’na sığındım ve O’na
yöneldim.
[Şerh]
Şeyhu’r-Reis [İbn Sînâ] dedi ki:
Derim ki:
Yani Allah Sübhânehû “kul huvelllahu ehad/de ki o Allah birdir” sö-
15 zündeki “hüve” ile mutlak hüve’yi murad etmiştir. Demek oluyor ki Allah
Teâlâ, “O” oluşunda [kendisi] dışında hiçbir şeyle mukayyed olmaması
anlamıyla her yönüyle mutlaktır. Yani “hüviyeti başkasına bağlı olmayan-
dır” şeklindeki ifadesinin tefsiri de delalet ettiği üzere hüviyeti başkasına
bağlı olmamak anlamında, varlığında (vücûd) müstakil [olup], cins ve fasıl
20 gibi herhangi bir mukavvim [mahiyetini oluşturan] unsura asla muhtaç
olmayandır.
Netice olarak, Allah Teâlâ sûrenin başlangıcında zât-ı şerifini ve mahi-
yetini tarif etmeyi murad etti. Malumdur ki bir şeyin tarifi onun [tarifin]
zikriyle olur. Azametinden ve yüceliğinden dolayı “hüve” dışında bir lafızla
25 onu [ne olduğunu] ifade etmek ve zikretmek mümkün değildir. Bu sebeple
[Allah Teâlâ] onunla [‘hüve’ lafzıyla] mahiyeti ifade etti. Şeyhu’r-Reis de
Allah Teâlâ’nın “hüve” ile muradının ne olduğunu açıklamayı istedi ve zik-
redilen anlamıyla bunun “mutlak hüve” olduğunu dedi.
א ص رة ا א 135
أ ل:
Özetle, hüve olan her şeyin bir hüviyeti, hususiyeti ve özel varlığı (vü-
cûd-i hâs) vardır. Fakat Allah Teâlâ’nın dışındaki her şey, başkasından “hü-
ve”dir ve hüviyeti başkasına bağlı olması mânâsıyla başkasıyla kaim olmak-
la kayıtlıdır. [O’nun dışındaki her şey], mutlak hüve olmaz; aksine, Allah
5 Teâlâ’nın hüve oluşundan ve hüviyetinden farklı olarak mukayyed olur.
Böylece Allah Teâlâ’nın “Kul huvellahu ehad (De ki: O Allah, birdir.)” ifa-
desinin mânâsı mezkûr anlama göre “De ki: O, mutlak hüve’dir.” şeklinde
olur. Bu, sana biraz sonra açıklanacaktır.
Sonra derim ki: “Hüviyeti başkasına bağlı olmayan” sözü “hüviyeti
10 başkasına bağlı değildir” anlamındadır. “Başkasına bağlı olmayan (hüvel-
lezi lâ yekûnu)” ifadesi, öncesinin [mutlak hüve’nin] tefsiridir. Bu duruma
şöyle delil getirebiliriz: Bu ifadeyi küçük öncül (suğra) yaparız ve ona bü-
yük öncül (kübra) ilave ederiz. Şu şekilde:
Allah Teâlâ’nın nazm-ı celil’deki ‘hüve’den muradı, mutlak hüve’dir.
15 Çünkü onunla buradaki muradı, hüviyetinin başkasına bağlı olmamasıdır.
Hüviyeti başkasına bağlı olmayan ise mutlak hüve’dir. Netice şudur: O,
Mutlak hüve’dir. Başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın bununla muradı, mut-
lak hüve’nin bu olduğudur.
[İbn Sînâ] dedi ki:
20 “Çünkü hüviyeti başkasının varlığına bağlı olan her şey, (ondan fay-
dalanmıştır) ondan hâsıl olmuştur. Binaenaleyh, varlığına sebep olan
o şey onunla birlikte düşünülmedikçe (itibare alınmadıkça) o, hüve
hüve [kendiliğinden mevcud] olamaz.”
Derim ki:
25 “Hüviyeti başkasından” ifadesi, hüviyeti başkasına bağlıdır ve ancak
onunla birlikte o olur anlamındadır. “Fe-bidûnihi/[varlığına sebep olan]
o şey olmadan” ifadesi, “ancak onunla hüve hüve olur” demektir. Dolayı-
sıyla başkasıyla hüve hüve (hüve hüve li-gayrihi) olur anlamındadır. Sonra
açıktır ki [bu], Allah Teâlâ’nın “hüviyeti başkasına bağlı olmayan” sözünün
30 zımnında bulunan davanın delilinin bir parçasıdır. Bunun takririnde başka
yollar da vardır. En açık olanı ise bu ifadeyi matvi1 şartlı mukaddemden
[zikredilmeyen şartlı öncülden] istisna yapmaktır.
1 Matvi kıyas, genellikle iki önerme ile yapılan bir kıyastır. Bu önermelerden biri öncül diğer sonuç olup
bu durumda öncüllerden biri atılmıştır.
א ص رة ا א 137
אل:
«. כ و ه א כאن » نכ
أ ل:٩
ــכ. כــ ن ــ إ ــ ــ ن ــ ــ ــ ه« ــ ــ ــ » إن
ـ ه. ـ כـ ن ـ ١٠
ـ ٦]/ظ[ ـ إ כـ ن ـ ـ » و ـ «...ـ ـ ١٥
ــ כــ ن ــ » ــ ا ــ ي ــא ــ ء ــ د ــ د ــ ى ــ ا א ــ ١١أ ــ
ـ ا ١٣ا ـ אء ـ ـ ــא ١٢أن ـ ه ـ ق أو ـ ه «..و ـ ـ ـ
١٤
ـ. ـ م ـ
ق – وو د אص. ١
. א ت :ذا כ | م - ٢
. ت ،م ،ع – ا ٣
א. אأ ا א إ .؛ م : .و أ ا ت ،ع: ٤
ق. ِ : ٥
כ ن... ا ي ا ت ،ع :أن اده أى ٦
. ا م– ٧
. ا :اده א ت ،ع : ٨
. م ،ع + ٩
. ا כ ن م ،ع - ١٠
ت–ا א . ١١
م ١٤ظ. ١٢
ت ٣ظ. ١٣
. ت ،م ،ع – ١٤
138 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
“Hâlbuki hüviyeti zâtından olan, kendisiyle birlikte başka bir şey ister
düşünülsün isterse düşünülmesin o, o’dur /hüve hüve’dir.”
Derim ki:
“Hüviyeti zâtından olan” sözü “başkasına bağlı olmayandır” anla-
15 mındadır. “Hüve hüve’dir” sözü, öncekinin mukabili olması karinesiyle
“zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve” anlamındadır. Böylece zikredilen
anlamıyla mutlak hüve’ye râci olur. Bunun incelemesi ileride gelecektir.
“Hâlbuki hüviyeti zâtından olan, kendisiyle birlikte başka bir şey ister
düşünülsün isterse düşünülmesin o, o’dur/hüve hüve’dir” sözü, “Hüviyeti
20 başkasından ödünç alınmış olanın (müste‘âr) varlığı, başkasındandır” ifa-
desinden anlaşılmış olan itibariyle onun çelişiğidir (nakîz).
Bunun dördüncü şekil’den olan bir delilin küçük öncülü (suğra) ol-
duğunu duydun. “Hüviyeti zâtından olan her şey, hüve hüve’dir. Başkası
itibara ister alınsın ister alınmasın o o’dur/hüve hüve’dir” sözü, başka
25 bir delilin diğer bir küçük öncülüdür (suğra). Aynı şekilde onun büyük
öncülü (kübra) matvidir. [İbn Sîna’nın] kendisi onu sonucuyla (netice)
açıklayacaktır.
1 Kıyasın dört şeklinden biri olup orta terimin büyük önermede yüklem, küçük önermede konu oldu-
ğunda dördüncü şekil olur.
א ص رة ا א 139
ـ ،ـ ـ ـ ه ـ ون ا ــאره ١ـ כـ ـ ـ ــא כאن כـ ا » :ـ כאن כ
ـ ـ ـ ،כ ـ כ ــכ؛ ـ :ـ ا ـ כـ ن ـ اـ ي ـ ا
٢
ـ! ـ ـ ه«. ـ ـ ـ כـ ن اـ ي
אل:
أ ل:
ت – ا אره. ١
! ت ،م – ٢
ع ١٤٩و. ٣
ا. ق+ا ى ٤
ق–إ א . ٥
ق -د . ٦
«. أو اء ا ذا »وכ א כאن ت– ٧
. آ ىأ ى د م ،ع : ٨
. ؛ ع :أى ا ت– ٩
140 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Derim ki:
5 “Bütün mümkünlerin varlığı başkasındandır” sözü küçük öncüldür
(suğra). “Varlığı başkasından olan her şeyin varlığının hususiyeti de baş-
kasındandır” sözü ise birinci şeklin büyük öncülüdür (kübra). “Öyle ise
bütün mümkünlerin hüviyeti başkasındandır” sözü ise sonucudur (netice).
Böyle olduğu aşikardır.
10 Sonra “Öyle ise bütün mümkünlerin hüviyeti başkasındandır” sözü
dördüncü şekilden olan “Hüviyeti başkasınan olan hiçbir şey hüve hüve
olmaz” sözüne ait vaat edilen büyük öncüldür (kübra). Tertibini aks ederek
onu birinci şekle çeviririz. Şu şekilde:
Bütün mümkinlerin hüviyeti başkasındandır.
15 Hüviyeti başkasından olan hiçbir şey hüve hüve olmaz.
Şöyle netice verir: Hiçbir mümkün zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hü-
ve olmaz.
İşte bu vaat edilen neticedir.
[İbn Sînâ] der ki:
Derim ki:
Biliyorsun ki bu [ifade], “Hiçbir mümkün hüve hüve olmaz” sözünün
mefhum itibariyle çelişiğidir (nakîz). Bunun dikkate alınması [o ifade-
yi] “Öyle ise bütün mümkünlerin hüviyeti başkasındandır” sözünün bir
25 sonucu yapmaktadır (onun bir fer’i yapmaktadır). Çünkü işittiğin üzere
o, dördüncü şeklin küçük öncülü (suğra) oldu; sonra da “Bütün müm-
künlerin hüviyeti başkasındandır” sözünden oluşan delilin tertibinin ak-
sedilmesiyle de birinci şeklin büyük öncülü (kübra) oldu. Dolayısıyla id-
dia edilenin delilinin parçasından sonuç çıkması, sonuç itibariyle ondan
30 sonuç çıkmasıdır.
א ص رة ا א 141
אل:
١
م ١٥و. ١
ا ا . ت:כ ى ٢
ت ٤و. ٣
ت – ا כ ا ول. ٤
ق ،م ،ت – وذ כ א . ٥
. ق– ٦
ا ا ل. ت :أ ٧
. م ،ع :כ ٨
ى. ت: ٩
142 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ا « ٤
دا ي ا وا ا
ا ول כ ا: ده ا
ا ، د ٥ا ي ا »ا ا
ا ٨]/ ،و[ ا א כאن وכ
«. دا ي ا ا ٦:א ا ١٠
Aynı şekilde mahiyeti varlığından başka olan her şeyin vücudu [ken-
disinden olmayıp], başkasındandır. Bundan dolayı hüviyeti, mahiye-
30 tin kendisi için (nefs-i mahiyet) mahiyet olmaz. Dolayısıyla zâtından
dolayı hüve hüve (li zâtihi hüve hüve) olmaz.. Fakat İlk İlke (mebde-i
evvel), zâtından dolayı hüve hüve olandır. Öyle ise O’nun varlığı ma-
hiyetinin aynıdır [hüviyeti vücudundan ibarettir.
א ص رة ا א 145
١
د ا « ا وا »:א ي ا
אل:
ـ א ـ כـ ن ـه ـ ـ ده ـ ـ ده אـ ة ــא כאن א ـ وأ ـאً כ
ا ـ ـ ذن و ـ ده ـ ـ أ ا ول ـ ا ـ .כـ ـ כـ ن ـ א ـ ،ـ ـ
א ـ
ا ـ ،א ـ ي ا ـ ـ وا ـ ـ ـ ـ ده ـ ـ ه« ا ـ ًאء כـ ا » :ـ כאن כـ ـ כـ כـ ـ »כ ق – أو ـ ١
ـ » :א ـ ي ا ـ ـ وا ـ ا ـ د ا ـ «. ا ـ د ا ـ ،כ ـ כ ــכ« ،ـ
ت ٥و. ٢
ت :و . ٣
. ذכا ت: ٤
ا כ رة. ت ،م – وا ٥
ت. + ٦
م ١٦ظ. ٧
146 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Derim ki:
“Aynı şekilde mahiyeti vücudundan farklı olan her şey … ” cümlesinin,
“Hüviyeti başkasından ödünç alınmış (müste‘âr) olan her şey, o başkası
itibare alınmadığında hüve hüve olmaz” cümlesine atıf olduğu sana gizli
5 değildir. Daha önce öğrendiğin üzere o, ilk olarak “Hiçbir mümkün zâtın-
dan dolayı (li-zâtihi) hüve hüve olmaz” sözünü, sonra da “Zâtıyla (li-zâti-
hi) hüve hüve olan, Zorunlu Varlık’tır (Vâcibu’l-vücûd)” sözünü ispat etti.
“Aynı şekilde mahiyeti, varlığından (vücûd) farklı (mugâyir) olan her şe-
yin varlığı (vücûd) başkasındandır” sözüyle “Öyle ise vücudu mahiyetinin
10 aynıdır” cümlesinin ispatını; sonra da ileride gelecek “Öyle ise Zorunlu
Varlık (Vâcibu’l-vücûd) O ne ise o (lâ-hüve illa hüve) olandır” cümlesinin
ispatını murad etti.
Ancak işiteceğin üzere bunların takribi1 tamamlanmadı. Biz buradaki kelâ-
mın takriri ve makamın [gereği olan] tahkiki konusunda şöyle söylüyoruz:
15 Mahiyeti vücudundan farklı olanın vücudu başkasındandır.
Vücudu başkasından olanın hüviyeti, mahiyetinin kendisi olan mahi-
yeti olmaz.
Şöyle netice verir: Mahiyeti vücudundan farklı olan hiçbir şeyin hüvi-
yeti, mahiyetinin kendisi olan mahiyet olmaz. Bunu küçük öncül (suğra)
20 yaparız ve ona şu sözümüzü büyük öncül (kübra) olarak ekleriz: “Hüvi-
yeti, mahiyetinin kendisi olan mahiyeti olmayan her şey, zâtından dola-
yı (li-zâtihi) hüve hüve olmaz.” Şöyle netice verir: Mahiyeti vücudundan
farklı olan hiçbir şey li-zâtihi hüve hüve olmaz.
Sonra derim ki: “Her mümkünün vücudu başkasındandır” cümlesi de
25 ondan başka bir delilin küçük öncülü (suğra) olduğu gibi “Fakat İlk İlke
(Mebde-i Evvel), zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve’dir” cümlesi bir deli-
lin küçük öncülüdür (suğra). İkisinin de büyük öncüllerini (kübra) ileride
işiteceksin. Fakat bu küçük öncüller (suğra) işiteceğin üzere nazarîdir. Son-
ra onun delili de mefhumu ve çelişiği (nakîz) dikkate alınarak öncesinden
30 alınmıştır. Onun takririnde şöyle deriz:
1 Takrib: Delilin matlubu gerektirecek biçimde serdedilmesidir. Takrib, delilin gerektirdiği netice, da-
vanın/matlubun aynısı, müsavisi veya ondan mutlak olarak hususi olursa tamam olur. Bkz. İsmail
Gelenbevî, Tartışma Usulü, (trc. Talha Alp), Yasin Yayınevi, İstanbul 2012, s. 35.
א ص رة ا א 147
أ ل:
ـ ـ ده«.. אـة ــא כאن א ـ ـ »وأ ـאً כ ــכ أن ـ
ـه ـ ـ ـ ـه ـ אرة ـ ـ ــא כאن ـ ٩]/و[ » ١ـ ن כ ـ
ـ ـ ـ כـ כـ ـ »כ ـ أ ـ ـ أ ـ أو ً ـ כـ ـ ـ « .و ـ
ـ د«. ـ »אـ ي اـ ـ ـ ا ا ـ ا اـ « ـ ٥
١ت ٥ظ.
ده. א اه א ٢م +أى כ א
ه. ع +أى כ א اه
٣ع ١٥٠و.
٤م ١٧و.
٥ت ٦و.
ه. د ى ه« ده כ »כ ٦ق – כ א أن
ه. ٧ت +ذ כ؛ م –
148 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ــ ده ــ ــ ده א ــ ة ــא כאن א ــ ــ م » ١ــכ ــ א ــ إن
ـ ده ـ ذا ـ «. ـ ده אـ ة ـ ــא כאن א ـ ــא »כ ـ ه« إ ــא ـ
ــ ى. ــ
ــ ــ א ــ כــ ن ــ ه ــ ــ »و ــא ــ و ــ ده ــ ــ وإن
«. א ـ ـ א ـ כـ ن ــא »و ــא ـ و ـ ده ـ ذا ـ א ـ « إ ــא ـ ٥
ـ כـ ى
٢
אـ ة ـ ــא כאن א ـ ــא »כ ـ ـ כـ ى ا ـ «. ـ כـ ن ـ
ــ ــ »ا ــ أ ا ول ــא כאن א ــ ــ כ ــ ى ا ــ «. ــ ــ ده ــ
ـ ده« ـ ن ـ ل: אـ ة
ا « أ ا ول » ٥:א
وא ـ.
ـ از أن כ ـ ن ــא כ ـ ــא، ـ مכ ـ ـ כ ـ إ ـ ده و ـ
ــא. ــא ١١أو ـ و
دة. ١ع–
٢ت ،م ،ع :ذن.
٣ع ١٥٠ظ.
. ٤ت :أى
٥م ١٨و.
. م ٦م ،ق ،ع +
ا . כאن ٧ع–إ א
٨ت ٧ظ.
٩ت – ذا .
١٠ت – א .
١١م ١٨ظ.
152 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ــא כאن ـ » ــכ ـ ـ أن ا ـ زم א ــאر ا ـ ـ :إ ــכ ـ ٥
ــא כאن ــא »כ ــ ه« ١١]/ظ[ إ ــא ــ ــ ده ــ ــ ده א ــ ة א ــ
٤
و ــ ده ــ ذا ــ و א ــ « ــ ده ــ ذا ــ ، ــ ده א ــ ة ــ א ــ
ـ.
אل:
ـ ـ ـ ــא ـ اه ـ ـ ،أي כ ـ إ ـ د ـ اـ ي ا » ـ ذن وا ـ
ـ د ـ اـ ي اـ ا ـ ه .ووا ـ ـ ـ اـ .ـ ـ ـ ١٢]/و[ ـ
ـ« ـ ـ ،ـ ذا ـ أ ـ ـ ٢٠
Derim ki:
“Dolayısıyla Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), kendisinden başka bir
hüviyeti olmayandır (lâ-hüve illa hüve)” sözünden ortaya çıkan şudur:
İlk İlke’nin (Mebde-i Evvel) varlığı, mezkur delile göre mahiyetinin aynı
5 olunca -ki bu [mebde-i evvel] vâcibu’l-vücûd’un misdakı (doğru olarak
örtüştüğü anlam) idi- Zorunlu’nun (el-Vâcib) varlığı da aynı şekilde mahi-
yetinin aynısı olur.
Sonra onun iddiasına göre bu gerekliliğin anlamı şöyle tevcih edilir: Sen
daha önce şu “Zâtı nedeniyle (li-zâtihi) hüve hüve olan, Zorunlu Varlık’tır
10 (Vâcibu’l-vücûd)” sözünü ispat ettiğini işitmiştin. Ve bunun döndürülme-
sinin (aks) “Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), zâtı nedeniyle (li-zâtihi) hüve
hüve’dir” olduğunu da biliyorsun.
Yine aynı şekilde İlk İlke’nin (Mebde-i Evvel), zâtı nedeniyle (li-zâtihi)
hüve hüve oluşunun [bunu] gerektirdiğini, yani onun kabulüne göre [İlk
15 İlke’nin] varlığının mahiyetinin aynı olduğunu anladın. [Onun görüşüne
göre] İlk İlke (Mebde-i Evvel), misdakı (doğru olarak örtüştüğü anlam)
olarak vâcib ile birdir (müttehid). Dolayısıyla bu durum, Zorunlu Varlık’ın
(Vâcibu’l-vücûd) zâtı nedeniyle hüve hüve olmasının özel varlığının (vü-
cûd-i hass) zâtının ve mahiyetinin aynısı olmasını gerektirmesini gerektirir.
20 Veya özet olarak şöyle söylersin: “Onlar [Vâcibu’l-vücûd ve Mebde-i evvel]
misdak olarak birdir.”
[Böylece] onun iddia ettiği üzere Mebde-i Evvel’in varlığının, mahi-
yetinin aynı olduğu isbat oldu. Yine Zorunlu Varlık’ın (Vâcibu’l-vücûd)
varlığının, zâtının ve mahiyetinin aynı olduğu da ispat edilmiş oldu.
25 Sonra derim ki: Bu tahkikten öğrenildi ki: “Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâ-
cibu’l-vücûd), kendisinden başka bir hüviyeti olmayandır (lâ-hüve illa hüve)”
sözünün varacağı yer “Öyle ise Zorunlu Varlık’ın (Vâcibu’l-vücûd) hüve’den
başka zât ve mahiyeti yoktur” olur. Yani hüviyeti ve özel varlığı (vücûd-i hass)
[yoktur]. “Hüve” ile [filozofların] kendi alanlarında özel varlıktan (vücûd-i
30 hass) ibaret olan hüviyeti murat edilmiştir. Sözün vardığı bu noktanın gerek-
tirdiği üzere [bu], işittiğin üzere “Öyle ise varlığı, mahiyetinin aynıdır” sözü-
nün bir sonucudur. Tahkiki ileride gelecektir. Evet, zâhirdeki anlamı şudur:
Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), zâtı ve mahiyeti olmayan hüve’dir.
Yani hüviyeti ve varlığı ancak hüve yani varlığıdır.
א ص رة ا א 155
أ ل:
Sen biliyorsun ki [bu durum]; tek bir şeyden bir şeyin nefyi, o şey için
bir açıdan ispatı ve diğer bir yönden kendisinden bir şeyin istisna edilme-
sidir. Bunun dışında işittiklerinde zahirî olarak başka bir anlam da vardır.
Fakat onda olan her şeyi iyi düşünmelisin!
5 Sonra bilirsin ki varılan bu anlamın varılacak anlam bakımından dön-
dürülmesi (aks) şöyledir: O Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), zâtından ve
mahiyetinden başka varlığı olmayandır. Bunun anlamı, ondan çıkan anlam
ve bundan anlam çıkarılmasının gerektirmesi uyarınca “Öyle ise Zorunlu
Varlık (Vâcibu’l-vücûd), varlığı mahiyetinin aynı olandır” [şeklindedir].
10 Bunun açıklaması şöyledir: Sen, “Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vü-
cûd), kendisinden başka bir hüviyeti olmayandır (lâ-hüve illa hüve)” sözü-
nün “Öyle ise varlığı, mahiyetinin aynıdır” sözünün neticesi olduğunu öğ-
rendiğini biliyorsun. Bu ikisinin yani İlke İlke (Mebde-i Evvel) ve Zorunlu
Varlık’ın (Vâcibu’l-vücûd) misdak (anlamlarının örtüşmesi) bakımından
15 bir olduğunu da duymuştun.
[İbn Sînâ] “Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), kendisinden baş-
ka bir hüviyeti olmayandır (lâ-hüve illa hüve)” cümlesiyle “Öyle ise Zorun-
lu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), varlığı mahiyeti ve zâtı aynı olandır” [şeklinde]
söylemeyi murad etmiştir. Fakat bunu, daha sonra işiteceğin mezkur sö-
20 züyle ifade etmiştir. Bu anlamın ondan anlaşılması örtülü bir şekilde olun-
ca onu şu sözüyle açıkladı (tefsir etti): “O’nun dışındaki hiçbir şey, hüve
hüve olmaklığı bakımından (min haysu hüve hüve) zâtı itibariyle (li-zâtihi)
hüve hüve değildir. Aksine [onların] hüviyeti, başkasındandır.” Hakikatte
bu sözün, yani “Onun dışındaki her şey hüve hüve olmak bakımından …”
25 ve “Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), zâtı nedeniyle hüve hüve’dir, hatta
zâtı, başkası değil ancak O’dur” sözünün açıklamasına göre ulaşılan bu
anlamın tefsiri olmuştur. İster “Hatta zâtı, başkası değil ancak O’dur” ifa-
desinden önceki ifadenin terki (ıdrâb) veya ondan terakkisi olsun aynıdır.
Ancak ikincisi, zâhir olandır. “Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd)
30 kendisinden başka bir hüviyeti olmayandır (lâ-hüve illa hüve)…” cümlesi
“Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), zâtı nedeniyle (li-zâtihi) hüve
hüve olandır, bilakis zâtı, başkası değil ancak O’dur.” anlamındadır.
א ص رة ا א 157
ــ د ١٣]/و[ ا إ ــא ــ ا ا ــ ذ ــכ ا ــ ل ــ ــ أن כــ ــ إ ــכ
ـ د ـ اـ ي ا ــאه » ـ ذن وا ـ و ـ ده إ ذا ـ و א ـ . ـ اـ ي ـ ٥
ــ «...أن ــ ل ــ إ ــ د ــ ا ــ ي ا ــ » ــ ذن وا ــ ــא أراد ١٠
Sen biliyorsun ki ileri sürülen şeyin ilk sonucu, sonuç çıkarmanın ge-
rektirdiği üzere şu sözdür: “Öyle ise Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), ken-
disinden başka bir hüviyeti olmayandır (lâ-hüve illa hüve)”. İkinci olarak
ileri sürülen ise “Zorunlu Varlık (Vâcibu’l-vücûd), zâtı nedeniyle (li-zâtihi)
5 hüve hüve olandır” sözünden kaynaklanır ki bu, Zorunlu’nun varlığının
mahiyetinin aynısı olduğu anlamındadır. Bu sebeple takrib vaki olmaz.
Biz bunun uzlaştırılması hususunda şöyle deriz: “Zorunlu Varlık,
[li-zâtihi hüve hüve’dir]…” sözü, “hüve”nin tekid amacıyla tekrarının ve
“bilakis zâtı kendisi olan başka olmayandır” sözünün işaret ettiğimiz üze-
10 re önceki ifadenin terk edilmiş (ıdrab) oluşunun bunu gerektirmesi üzere
“Zorunlu Varlık, zâtı nedeniyle hüve hüve olandır, başka değil” anlamın-
dadır. Ayrıntısı ileride gelecektir.
Sonra biliyorsun ki farz edildiği üzere zâtın “hüve” ile sınırlandırılması
makamın yardımıyla aksini de gerektirir. Düşün!
15 Sonra derim ki: “Bilakis zâtı o’dur (hüve’dir), başka değil” sözü ya “bila-
kis zâtı hüve’dir, hüve’nin dışında başka zât yoktur” anlamındadır. Böylece
zât, onun gayrı olur ve dolayısıyla “hüve” oluşunda vasıta olur. Böylece de
zâtı için ‘hüve’ olur. Ancak bu ihtimal ıdrabda uzak bir ihtimaldir. Bilakis
gizli olamayacak şekilde fasiddir. Ya da “bilakis zâtı hüve’dir, hüve’den baş-
20 ka değildir” anlamındadır. Bu, zâtı hüve hüve’dir, hüve’den başka değildir
anlamındadır.
Derim ki: Sözdeki bu ihtimal sonuçta ortaya çıkan hakikattir. Müfessi-
rin sözü de bunu desteklemektedir. Yani “lâ-hüve illâ hüve” sözü. Çünkü
bu sözün vardığı anlam, işittiğin üzere “O, hüve hüve’dir; hüve’den başka
25 değildir” anlamıdır. Bu durumdan devr1 vehmedilmez. Anlayasın!
Bundan elde edilen sonuç, “Bilakis zâtı o’dur (hüve), o’ndan başka değil”
[sözünün] O’nun ‘hüve’ oluşu için vasıta olmasıdır. Bu ihtimale binaen,
kastedilen ifadenin terki (ıdrab) anlamının içinde zorunlu olarak bulunan
sınırlama (kasr), “vâcibu’l-vücûd li-zâtihi hüve hüve olandır” ifadesindeki
30 hüve’nin tekrarından anlaşılan kasr anlamına döner. Hangisi olursa olsun
varlık takdir edildiğinde “başka değil/lâ gayru” ifadesi “hüve’den başka/lâ
gayru hüve” takdirindedir.
1 Mantıkta devir, “biri diğeriyle tanımlanabilen iki tarif, ispatı birbirine bağlı iki önerme ve birinin
varlığı diğeriyle bağlantılı iki şart arasındaki ilişki” anlamlarına gelir.
א ص رة ا א 159
ـ ـ « ـ כ ـ ن وا ـ כ ـ ـ .ـ ـ ا ـ א ـ » ـ ذا ـ
ـ داـ ا ـ ـ ا ـ اب ا ـ رج ا ا ـאً ـ ا ــאل ـ ا ـ ا
ـ »وا ا ـ ا ـ د ـ ا ـ ي ا ـ ـ ـ « .وأ ـאً ـ ـ ـ כـ ر ـ ا
ـ ـ «. ـ ا ـ د» ١٣ ـ « ـ ــא כאن أن ـ »
ت ١٠و. ١
. ق –أ א ٢
. ع: ٣
אل. ا ت– ٤
ا وض. א ت– ٥
ا אم! א م ،ع :כ ٦
اب. ا اب؛ ع – م –:ا ٧
אإ . אأ ت: ٨
ا אل. אل ا م ،ع :ا ا ٩
ت ١٠ظ. ١٠
م ٢١و. ١١
! ا ور. ق –و ١٢
د. ق ،ت – ا ١٣
160 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
أ ل:
ـ إ ــא ـ و ـ ده ا ــאص ــآ ً .١٧آ ـ » ـ ذن وا ـ ـ أن إ ــכ ـ
ـ ١٨وو ـ ده «.כ ـ ــآ ً » :ـ ذن ١٩ا ا ـ ا ـ د ـ ا ـ ي ذا ـ و א ـ
ـ ١٥]/و[ ـ و ـ وو ـ ده ذا ـ و א ـ .«.و ـ ا
٢٠
ا ـ د ـ اـ ي
٢١
ا ـ ـ ا .ـ ! ١٥
ت –כ . ١
ق – ا آل. ٢
. ق– ٣
.ل إن. א م– ٤
ع :ا אم. ٥
م :כ ا زم وإرادة ا وم. ٦
א « » ذان و ده م ،ت ،ع – ٧
א . ق – أي כ ن و د ا أ ا ول ٨
ع ١٥٢و. ٩
ـ ـ ا א ـ »أ ــאر إ ـ ـ ص ـ ـ أ ــאر ا ـ و ـ ده ا م ،ع +و ـ ا ـ ـ ذا ذכ ـ ا ـ و ـ א א ـ ازم ا ١٠
ـ ـ « ا ـ ــא إ ـ ا ـ ـ ا
ذ כ. م ،ع – ا ١١
ت ١١و. ١٢
ق ،ت – أ . ١٣
ق ،ت – ا . ١٤
م ٢١ظ. ١٥
. א م ،ع : ١٦
ق– آً . ١٧
. ق– ١٨
م ،ع +و د. ١٩
ت. + ٢٠
! ت– ٢١
162 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1 Yani lâzımlarını söylemekten başka bir sûretle tarifin imkânsız olduğuna bir tenbih vardır.
א ص رة ا א 163
ـ »ا ـ « ـ » ـ ا اـ ي اـ إ ـ « ـ إ ـ » ـ اـ ي
אت ـ ًא ـ ا אم ــכ א ـ ا ا ــאم. ـ ـ أن ـ « .כـ ا اـ إ
٢
ـ ا و אم. ـ ـ ذ ــכ ـ ــאم .ـ ـ و ـ ا ا و ــאم! ١وا ا
אل:
از ــא. إ ــ כــ ــ ــ ا ــ ــ ــ وا »و ــכ ا ٥
ـ ــא إ ــא و ــא ـ כـ أن ــא ـ ـ ا ا و ــא כא ـ
و ــא ــא ـ ــא أن ا ـ ازم از ــא .و ـ ـ ـ .ـ ـ ح ــכ إ ــא כـ ن
ْ
ـ .و ــא أن ـ ذכـ ا وا ـ ح ــכ ا إ א ـ .و ــא أن ا כ ـ ـ ا ـ
ـ » ـ « כـ ا ١٥]/ظ[ ـ م ّـ ـאً، ــא ــאول ٤
אـ ا ـ ا ـ
ــכ. ـ وכא ـ ح ـ ـ ــא دل כـ ن »ا « כא כא ـ ١٥
כــ ا ــ ازم.
1 Yani hüve’den sonra hemen en yakın lâzımını getirdi ki o da selb ve icab lâzımlarını, selb ve icabdan
ibaret olan bütün kemal vasıflarını kendisinde toplamış olan âlihiyet (Allah) tir. Hüve’nin delâlet eyle-
diği zât-ı baht ve vücûd-i mutlak’ın en yakın lâzımı Allah’tır. Buradaki ‘hüve’ ancak ‘Allah’ lâfza-i celâli
ile tarif olunabilir.
א ص رة ا א 165
ــא ذכــ ــ ح ــא إ ــא ُــ ك ــ ــ ا ــ ــ ا ــכ م :ا ــ و
ــא وכ ــאل א ــ و ــ ــ ذכــ ا ــ ازم و ــ ا ــ ــאت وا ا
ــאدئ إ ــ اق א ــ ا ــ ل ــ اכ ــא א وا ــ ف دون א ا ــ ــא
أ ار ــא«.
ت ١٢و. ١
166 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ــ ه כــ ــאرك و א ــ وإن כאن ــ ١٦]/و[ א ــ ــכ و ــ أن
ّ و ــ
ــא .ــ ن ــאك ا ــ א ــ ــ ــ ٢
א ــאت وا ــ ب إ أ ــ ــא א
ــכ ا ــ ازم؟ ــ ــ כــ ــכ ا א ــ وا
٣
ــאذا ــ ــ ل وا ــ . وا א ــ وا
أ ل: ١٥
٤
ر« »و «ا »و כ ا א آل
٥
ل:
“Burada şöyle bir şüphe varid olur…” sözüne gelince onu reddetme hu-
susunda cevabında herhangi bir zorlamaya (tekellüf) ihtiyaç duymaksızın
deriz ki: Eğer Allah Teâlâ, kendisine has bir hikmet dolayısıyla bunu [kendi
zâtını ve mahiyetini] kendisine has kıldığından dolayı Allah’ın dışındakiler
5 için, O’nun zâtını ve mahiyeti bilmek mümkün değilse O’nun dışındaki-
ler için başka bir şey zikretmenin bir faydası yoktur. Yani Allah Teâlâ Yüce
zâtına has bir hikmet sebebiyle zâtını bilmede başkasına herhangi bir isti-
dad vermemişse O’nun dışında başka birisi için bunu zikretmeye ihtiyaç
ve gerek de yoktur. Bilakis bu şüpheyi izale için yapmış olduğu açıklamalar
10 ancak tekellüften ibarettir. İyice düşün!
[İbn Sînâ] der ki:
“[Ehad]
“[Âyette] Allah’tan sonra gelen ‘ehad’, birlikte (vahdet) mübâlağadır.
Birlikte (vahdet) tam mübâlağa, ancak bir/tek olmak’ın (vâhidiyet)
15 kendisinden daha ekmeli (tam) ve daha kuvvetlisi tasavvur edilmedi-
ğinde tahakkuk eder. Çünkü bir (vâhid), kendisinin altındaki fertlere
teşkik suretiyle söylenebilir. Hiçbir yönden bölünmeyen, birliğe (vâ-
hidiyet) bazı yönlerden bölünenden daha lâyıktır. Aklî olarak bölü-
nen birliğe (vâhidiyet) bilfiil[ hissî] olarak bölünenden daha lâyıktır.
20 Bilfiil olarak bölüne bilen birliğe (vahdet) kendisi için toplayıcı birlik
olandan daha layıktır. Kendisi için toplayıcı bir birlik (vahdet) olan,
kendisi için bir toplayıcı birlik olmayan ve kitap, neşter ve ilaç için
tıbbî veya gıda ve içecek için sıhhî denilmesi örneğindeki gibi birliği
(vahdet) yalnız ilkeye (mebde) nisbet sebebiyle olan bilfiil bölünebi-
25 lenden birliğe (vâhidiyet) daha layıktır.
Birlik’in (vahdet) en kuvvetli ve en zayıf olmayı kabul eden olma-
sı ve bir’in (vâhid) altındakilere teşkik ile söylenilmesi sabit olunca
birlik’te (vahdet) en mükemmel olan, birlik’te (vahdet) kendisinden
daha kuvvetli başka bir şey olmasının imkânı olmayan olur. Eğer böyle
30 olmasa O, birliğin (vahdet) en son haddinde olmazdı. Bundan dolayı
O, mutlak bir (ehad) olmayıp bilakis başka bir şeye kıyasla bir olurdu.
Öyle ise Allah Teâlâ’nın “ehad” buyurması, O’nun bütün yönlerden
bir (ehad) olduğuna ve O’nda ne cinsler ve fasıllar gibi kurucu un-
surların çokluğu veya cisimdeki madde ve suret gibi aklî parçaların
35 çokluğu demek olan manevi çokluk; veya ne de cisimde olduğu gibi
bilkuvve veya bilfiil hissî çokluk bakımından asla bir çokluk olmadı-
ğına delâlet etmektedir.
א ص رة ا א 169
אل:
ــ ة ــ ة .وا א ــ ا آ ــ ــ ا ــ ﴿أ ــ ﴾ א ــ ــ ا ــ و ــ
ــא. כــ أن כــ ن أ ــ و أכ ــ ــ ــ ا ا ــ إ إذا כא ــ
ـ أ ـ أو ـ ـ ــכ כ .א ـ ي ـ א ــא ـ ل ـ ـنا ا ـ
ــאً أو ــ ــא אً ــ ا ــ ه .وا ــ ي ا ــ ــ ــ ــא ــ א ا ١٠
ـ ــא ـ א ا ـ א ـ و ــא ـ و ـ ة א ـ أو ـ ــא ـ א ا
ـ أ כ ــא ــאل ــאب ا ـ ا ـ ــא א ـ و ـ ـ و ـ ة א ـ ـ و
ــ اء وا ــאت. ــ وا ــ واء و ِ ِ ــ ِ ــ כ ــאب وا
ّ ّ ّ ٌ
ــ ــא ــ ل ــ وأن ا ا ــ ــ ــ وا ــ ة א ــ أن ا وإذا ــ
כـ أن כـ ن ـ ء آ ـ أ ـ ى ـ ـ ة ـ اـ ي ـ ا ــכ כ وا כ ـ א ١٥
ـאً، כ ـ ن أ ـ اً ـ ة .ـ אـ ا א ـ ـ ا ـ ـ כـ ـ ة وإ ـ ا
ـ ء دون ـ ء. כ ـ ن أ ـ ا א ــאس ا ـ ـ
כ ـ ة ــאك أ ـ ـ ه وأ ـ ـ ا א ـ ﴿أ ـ ﴾ دل ـ أ ـ وا ـ ـ ـ
ــ اء ــ ل أو כ ــ ة ا ــאس وا ــאت ــ ا ــ ،أ ــ כ ــ ة ا כ ــ ة
ـ . ـ א ـ ة أو א ـ כ ــא ـ ا ـ ـ ا ــאدة وا ـ رة أو כ ـ ًة ا ٢٠
כ« »و
ق – وأ א ١
أ . لد د
ق :ل ٢
ق ،م – ذا . ٣
א . כ א א א ق ،ت – ٤
ق -ه. ٥
م ٢٣و. ٦
م ،ع -ه. ٧
د . א א و ق- ٨
170 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Derim ki:
Buraya kadar “hüve” zamirinin mercii ve Allah Teâlâ’nın onunla neyi
murad ettiğini açıklayınca o [İbn Sînâ], O’nun zât-ı şerifi ve diğerlerinden
20 farklı olarak “hüve” lafzıyla ifade edilen mahiyeti [şeklindeki] tarif edilenin,
bu şekilde ifade edilmesinin sebebini, mukavvimatla tarifin olmamasının
sebebini, lâzımlarından en yakınıyla yani Allah lafzıyla tarifin sebebini ve
[Allah lafzını] “ehad”ın takip etmesini anlamını ve Allah anlamının onu
gerektirmesini beyan ederek açıklamayı murad etti.
25 Bundan elde edilecek sonuç, Allah Teâlâ’nın bu sûrenin başlangı-
cında zâtını tarif etmeyi murad edince -ki bir şeyin tarifinde onun zik-
redilmesi gerekir- celalet ve azametinden dolayı hüve’den başka bir şey-
le ifade edilmesi mümkün olmayınca zâtını “hüve” ile ifade etmiş ve
onunla hüviyetine işaret etmiştir. O’ndan başkası için Allah Teâlâ’nın
30 künhüyle zâtını ve mahiyetini bilmek, Allah kendisine has bir hik-
metten dolayı bunu bilmeyi zâtına mahsus kılması ve “ehad” lafzı-
nın da işaret ettiği gibi hakîkî birliği ve sırf basît olması dolayısıyla ku-
rucu unsurlarının (mukavvimât) olmaması sebebiyle mümtenidir.
א ص رة ا א 171
ــ اض ــ وا ــאدة وا وا ــ ــאً ــ ا ــ ١ا ــאن כ ــ وذ ــכ
ـ ة ا כא ـ َّ ـ ا ـ ا ـ ـ ها ــכאل وا ـ ان و ــאئ ا ــאض وا وا
ـ ء أن ـ ـ أن אـ ـ ـ ا ئ ـ כـ م و ـ و ـ ا ــא وا
ـ ء. ــאو
أ ل: ١٠
١ت ١٣و.
٢م ٢٣ظ.
. ٣ق ،ت –
. ٤ق– ا
٥ع ١٥٣و.
٦ق– .
٧ق – أول.
א. ٨ق–و
٩ت ١٣ظ.
١٠ت – و א .
אر א ا . ١١ت –
א א. א ؛ت– ١٢م :כ
172 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
א ــא وإن כ ــאت ا ـ ـ ـ ا כ ــאل כ از ــא ا ــאئ ا ـ وإن
ــא وכאن ذכ ـ ـ ا ،وا כ ـ אـ و א ـ ١إ א ـ و ـ ـ ازم ذا ـ
ــא ـ . ــא، ـ ٢ا أ ـ ب ا ـ ازم و אو ـ
. ١ت–و א
٢ق– .
٣م ٢٤و.
٤ت ١٤و.
ب ا ازم أى. ٥ق – و وم ا
٦م ،ع :כ ن.
٧م – أى .
ى أى. ٨ق-ا
أ « ٩ق:
١٠ق -ا כ ى.
١١م ٢٤ظ.
١٢ق ،ت :ه.
174 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Sonra derim ki: Onun için “madde ve sûret gibi parçalara ait çokluk
yoktur” şeklindeki onların tahakkukunu dile getiren sözüne cevap veril-
miştir. [Bu söz] bunların [madde ve sûretin] Allah Teâlâ’nın dışında olanlar
için tahakkuk ettiğini dile getirmektedir. [Ehl-i sünnet] bunları geçersiz
5 kılmıştır. [İbn Sînâ’nın] sözü bu durumda bir tekellüf olarak yorumlana-
bilir. Ancak İlahî Kelâm’ın nazmının tefsirinde bunun ortaya getirilmesi
gerekmez. İyice düşün!
[İbn Sînâ] der ki:
“[Samed]
10 Allah Teâlâ’nın “Allahu’s-samed” kavliyle [ilgili şöyle dedi]:
“Samed, lügatte iki şekilde tefsir edilmiştir: 1. Hiç boşluğu (cevf) ol-
mayan; 2. Ulu (Seyyid). Birinci tefsire göre samed’in mânâsı selbî olup
mahiyetinin olmadığına işarettir. Çünkü, [zâtından başka] mahiyeti
olan her şeyin cevfi ve içi vardır, bu da mahiyetin kendisidir. Mev-
15 cud olduğu hâlde içi (bâtın) olmayan şeyin zâtında varlıktan (vücûd)
başka bir itibar ve ciheti yoktur. Varlıktan başka bir itibarı olmayan,
yokluğu kabul etmeyendir. Öyle ise hak olan samed, bütün yönlerden
mutlak olarak Vâcibu’l-vücûd’dur.
İkinci tefsire göre samed’in mânâsı, izafîdir ki bu da bütünün (küll)
20 başı (seyyid) yani bütünün ilkesi olmasıdır. Âyet-i Kerime’den her iki
anlamın murad edilmesi muhtemeldir. Bu takdirde âyet-i kerimenin
anlamı şöyle olur: “İşte ilâh, bu şekilde olandır. Yani ulûhiyet, bu icab
ve selbin bütününden ibarettir. Böylece âyet-i kerime], anlamı varlığın
zorunluluğu (vücûbü’l-vücûd) ve kendi dışındakilerin ilkesi olan sa-
25 mediyet ile ulûhiyetin mânâsının tahkikine delalet etmiş olur.”
Derim ki:
Gerçek (Hak) samed’in anlamından ortaya çıkan sonuç, [Allah’ın] Zo-
runlu Varlık (vâcibu’l-vücûd) ve bütünün ilkesi (mebde-i küll) oluşudur.
“Böylece [âyet-i kerime], ulûhiyetin mânâsının tahkikine delalet etmiş
30 olur…” cümlesinden anlaşılan şey şudur: Bu cümle “O, Allah’dır (hü-
ve’ll-Allah)” ifadesinde bulunan hükmün anlamının tahkiki için, Allah
Teâlâ’nın samed oluşu ilavesiyle bilgilerinin artırılmasıdır.
א ص رة ا א 175
אل:
ــא ا ـ ي ـ ان ،أ ـ ،ـ ـ ا ـ ـ ﴾ا ـ ﴿ا ا ـ ـ ٥
ـ ف ـ وا א ـ ا ـ .
أ ل: ١٥
١
ــא ــ و ــ م ا א ــ ــ ا ؛ ــ ا ــ ،وا ــ ا ،أي
ـ . ـ ـ ا ،כـ ا ـ ـ כאن ـ ١٩]/و[ ا ـ ٢:ـ ا .وإن ــئ
٥
ـ ٣:ـ ا ٤.א ـ ! وا ا ـ و ـ أ ـ !
٦
ــ ن ــ :إن ــ » ــאه ــ ا ول إ ــאرة ا ــ ــ ا א ــ «...א ــ
ـ א ـ ـ א ـ « وכـ ا א ـ ــאر ا ـ م ٧ـ ا ــא » ـ כـ ن א ٥
ــ ــ ٨ا ــא » ــ ذن و ــ ده ــ א ــ « و ــ »و ــ ــכ .و ــ أ ــ
ـ و ـ ده إ ـ ا ـ أ ا ول ،ــאرة ـאً ـ أن ـ ٩
ـ «...א ـאً א
ـ א ـ א ـ وإن ـ »إن ا ا ـ ا ـ د ــאرة ـ א ـ و א ـ ـ
١٠
ـ ذا ــכ. ـ ه إ א א ـ وا ـ «...ا ـ ـ
د، ـ ا ـ :إن ــآل ـ ا כـ ر ـ ا ــאم إ ــא ـ ١١ـ ا א ـ ا ١٠
ـ ًא .وأ ــא ــآل ـ ا ا ـ ال ا כـ رة :إن ذا ـ א ـ و א ـ وو ـ ده ــא
ـ ا ــאم ١٢.א ـ أن ـ ء ـ ـ ـ اا ـ د ـ א ـ ا ــאص ـ
ـ ا ـ د ـ أ ـ ـ ذا ـ ـ ــא ـ אئـ ـ ـ ل ا כ ــאء وا ـ ي ـ
١٤
ـ ! א ـ ١٣.ـ ! و ـ ـ إ ــא ً .و ـ
﴿ َ َ ِ ْ َو َ ُ َ ْ ﴾ אل ١٥
ْ ْ
ـ د ـ ١٥ا ـ ا ــאج إ ـ وأ ـ إ ـ و ـ ـ א أن ا ــכ ــא ـ
ّ
ــ א أ ــ ــ د ــ כ ا א ــאت ــ ــ دات و ــ ا ــאض ــ ا
ّ
ـ. ـ ـ ـ أن
ت ١٤ظ. ١
. ق ،م – ٢
. م ،ت ،ع – ٣
ة. ا ةآ ها »م« و »ع« ٤
! أ و
م ،ع +א ! وا ا ٥
م ٢٥و. ٦
ع ١٥٣ظ. ٧
. א « وכ ا א א » כ ن م ق – א אر ا ٨
א «...א אً. כ .و أ »و ق–و ٩
ـ אـ و אـ ـ و ـ ده إ ـ ا ـ أ ا ول ،ــאرة ـ ا ا ـ ا ـ د ــאرة ـ ــא ـ أن ـ ق ،م ،ع – ١٠
ـ ذا ــכ. ـ ه أ א א ـ وا ـ «...ا ـ ـ א ـ א ـ وإن ـ »إن
ا כ ر ا אم إ א . ق– ١١
א ... » ذن «..إن ذا و א وو ده ق – و آل ١٢
آ .و כ אم אل. .وذا כ .؛ م،ع :و א د ا ق: ١٣
»م«و »ع« ه ا ة أول ا ة. ١٤
م ٢٥ظ. ١٥
178 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
20 Derim ki:
Hak Teâlâ’nın “… beyan buyurmuştur.” sözünden çıkan sonuç şudur:
Allah Teâlâ’nın “doğurmadı (lem yelid)” sözü mukadder bir sorunun ceva-
bıdır. Yani “O; Allah’tır, Ehad’dir; Allah, sameddir” sözünden sonra orta-
ya çıkan tevehhümle ilgili ihtirazî kayıttır. Çünkü ulûhiyet ve samediyet,
25 başkasına varlık vermeyi ve onun için ilke olmaklığı gerektirir. [Peki] do-
ğurma yoluyla benzerine varlık vermesi (ifâza) mümkün müdür? Bunun
reddedilmesi, [Hak] Teâlâ’nın “ Doğurmadı (Lem yelid)” sözüyle ve “ Ve
doğurulmadı (ve lem yûled)” kesin deliliyledir. Çünkü burada “Böylece
âyetin anlamı şu şekilde olur: Doğurmadı, çünkü doğurulmadı” sözünün
30 işaret ettiği gibi illetin, malûl üzerine atfedilmesi vardır. “ Ve doğurulmadı
(Ve lem yûled)”sözünün deliline gelince bu, “kendisi için mahiyet ve itibar
yoktur” cümlesiyle açıkladığı sûrenin başlangıcında yer alan hüve’dir. Ki
netice itibariyle anlamı hüve’nin daha önce ifade edildiğinden anlaşılana
delil olur. Bunun açıklamasında pek çok yol olduğunu söyleriz:
א ص رة ا א 179
أ ل: ١٠
ــ ــ ﴾ .إن ــ ا أ ــ ا ا א ــ ﴿ ــ ــ ــ ــ ــא ا ــ از
ت ١٥و. ١
«... » א ت– ٢
כ. ق – وا ئ ٣
م ٢٦و. ٤
ت ١٥ظ. ٥
ت ،ع :א . ٦
180 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ـ و ـ ده ـ ذا ـ ـ ـ ـ ـ ه؛ ـ ـ אـ »ـ ــא :إ ـ
ـ ـ ه ـ ـ ــא ـ ـ ـ ذا ـ ـ ـ ى» ،و ــא ـ ـ ه« ـ
ـ ى» .و ـ ـ ه .و ـ ـ ـ ــא ـ אـ כ ـ ى أ ـ ى .ـ :ـ
ـ ه«. ـ ـ ـ אـ ـ ه« כ ـ ى » .ـ ـ ـ ـ ه ـ ـ ـ ــא ٥
ـ ب. و ـ ا
ــ »أ ــ ــאً .أ ــא ــ ل ــ א א ــ ة ــאت ــ أن ا وأ ــ
ــ ه ــ ــ ــ ــ ه« ــ ــ ــ ه ــ ــ ــ »و ــא وأ ــא
ـ ه« ـ ـ ـ ه ـ ـ ـ ــא ـ ـ »و ــא ـ א ـ أ ـאً .وأ ــא
٢
ـ ا ــאم! כـ ا ــא כ ــכ.
אل:
ـ ـ ـ ـ وأن ـ ﴿ َو َـ َ ُכـ ْ َـ ُ ُכ ُ ـ اً أَ َ ـ ٌ ﴾ ــא ـ أ ـ
ـ ـ ١٥
ْ
ــ د. ــ ة ا ــ כــ ن ــ כ ــ اً أ ــ ،أي ــ ــ ــא ــאو ــ ــ أ ــ
ّ
ـ ،وا א ـ أن ــא أن כـ ن ــאو אً ـ ـ ا א ـ ا ـ و ـ ؛أ و
ـ د. ـ و ـ با ــאو ـ و כـ ـ ا א ـ ا ــאو
ت ١٦و. ١
כـ ــא.......... : ـ ق: ـ ـ ل ـ ــא ـ . ـ م ،ق ،ع – ـ ذ ــכ כ ــא ـ ٢
ا ــ ا ــאم!
182 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
15 Derim ki:
İbn Sînâ’nın “Allah Teâlâ’nın ‘ve lem yûled/doğurulmadı’ sözüyle bunu
geçersiz kılmaktadır çünkü kendisiyle başkası arasında mahiyeti müşterek
olan…” sözünün anlamının bu söze delil olması açıktır. Bunun ifade edil-
mesinin başka yolları da vardır. Onlardan biri şöyledir:
20 Şayet Allah Teâlâ için bir denk (küfüvv) yani kendisine eşit (müsâvi) ve
varlığın kuvvetinde kendisine bir ortak olsa [bu denk olan], türsel mahi-
yette kendisine eşit olur, dolayısıyla da [Allah Teâlâ] maddî ve başkasından
doğmuş olur. [Önermenin] art bileşeni (tâli) işittiğin üzere bâtıldır; mu-
kaddem de bunun gibidir. Sonuç [Allah Teâlâ’nın şu sözü olur] : “Fe-lem
25 yekun lehû küfüven ehad/Hiçbir şey O’na denk olmadı.”
Bunun özü şudur: Şayet kendisine bir denk olsa o, maddî olurdu. Maddî
olsa başkasından doğmuş (mütevellid) olurdu. [Bu önermede yer alan] art
bileşen (tâli) takriri ayrıntısıyla geçtiği delil ile geçersizdir. Hatırlayasın! Ön-
cül (mukaddem) de aynı şekilde bâtıl olur. [Bu önerme şöyle] netice verir:
30 “Fe-lem yekun lehû küfüven ehad/Hiçbir şey O’na denk olmadı.” Bu İbn
Sînâ’nın “ ‘Ve lem yûled/doğurulmadı’ ifadesi onu geçersiz kılar…” sözünün
anlamı “Dolayısıyla başkasından mütevellid olur”dur.
א ص رة ا א 183
١ع ١٥٤و.
אو א . ٢ت – أن כ ن
٣ت ١٦ظ.
ه. اً :כאن כ اً أ כ ن ٤م+
ه. اً ت +ل :כאن כ اً أ כ ن
٥م ٢٦ظ.
﴾. ﴿و ٦م :ا ي
: ٧ق–
« כ اأ כ . وا م א ٨ت ع – وا א א
٩ت :ل.
١٠ت ع – כ ن אد א و כאن אد א.
ه. ١١ق –
. א ه أ ١٢ت:
. ١٣ق –
ـه ـ اـ ى ـ א א ـ ـ ه .وا א ـ ـ اً ـ ن אد ـאً و ـ כאن אد ـאً כـ ن ـ :ـ כאن ـ כ ـ اً أ ـ כـ ١٤ت م –
כـ ـ כ ـ ا أ ـ . ـ ً .כ ـ ! وا ـ م ـ .ـ :ـ
١٥ت +א .
ه«. » ١٦ق – ا آ
184 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
“Bu sûredeki hakikatlerin kemaline bak! Önce “O’nun hüve (o) ol-
20 ması”ndan başka bir [şekilde ifade edilmeyen ve hüve’den başka] ismi
olmayan hüviyet-i mahzasına işaret etti.
Sonra açıkladığımız üzere bunu, hakikatin en yakın lâzımı ve tarif ola-
rak en güçlüsü olan ulûhiyeti [Allah lafzı] takip etti. Sonra ardından
“ehad” lafzını, iki şeyi ifade etmek için getirdi: Birincisi, “Mukavvi-
25
matın (kurucu unsurların) zikriyle yapılan tam tarifin (hadd-i tam)
terk edilip lâzımların zikriyle yetinildi” denilmemesi için; ikincisi,
zâtında bütün yönlerden (cemi-i vücûh) bir olduğunun delili olması
için [zikredildi].
Ehadiyet, ulûhiyetten sonra getirildi; ulûhiyet, ehadiyetten sonra geti-
30
rilmedi. Çünkü ulûhiyet, O’nun her şeyden (küll) müstağni olması ve
her şeyin O’na muhtaç olmasından [O’na nisbet edilmesinden] ibaret-
tir. Böyle olan mutlak olarak birdir (vâhid). Aksi takdirde O, cüzlerine
muhtaç olurdu. Çünkü ulûhiyet, hüve hüve olması itibariyle birliği
(vahdet) gerektirir. Ancak birlik (vahdet), ulûhiyeti gerektirmez.
א ص رة ا א 185
ـ؛ ـ : ـ م ـ ذכـ ه ـ ـ ة .و ا ـ اـ ـ ـ ـ أـ ــא ـ
ـ أ ـאً أو ــא«... ـ » ٥
ـ ـ ٢١]/و[ כ ـ اً أ ـ ﴾ و ـ ا ـ ﴿و ـ כـ
٦
ـ ! ـ و
אل:
Şeyhu’r-Reis [İbn Sînâ]nın İhlâs sûresi tefsiriyle ilgili sözü burada bitti.
Derim ki:
[Tefsirin] son sözünden (hâtime) elde edilen [sonuç] şudur: Allah Teâlâ,
30 bu sûrenin başlangıcında zâtını tarif etmeyi murad edince, O’nu azamet ve
celaletinden dolayı hüve’den başka bir şeyle ifade etmek mümkün olma-
dığı için Allah Teâlâ, “ Kul hüve/ De ki: o’dur” [şeklinde ifade] buyurdu.
Hakîkî basitliğinden dolayı kurucu unsuru (mukavvimât) olmadığı ve en
yakın lâzımıyla yapılan tarifinin en mükemmel tarif olduğu için -ki o da
35 en kapsayıcı ve en yakın lâzımı olan ‘Allah’ lafzının anlamı idi- “Allah” ile
tarif etti. Kurucu unsurlarının (mukavvimât) olmamasının ve lâzımlarının
en yakını ile -yani Allah ile- tarif edilmesinin nedeni kapalı kalınca tafsili
geçtiği üzere bu duruma “ehad” lafzı ile dikkat çekti.
א ص رة ا א 187
ـ ا ـ ـ א ـ ا ـ ودل ـ
ـ ﴾ ّ ـ ﴿ا ا ذ ــכ ّـ ـ
ـ دات. ــא ـ اه ـ ا ـ دכ ئـ ـ د وا א ــא و ـ ب ا
ــאن א ـ و ـ ازم א ـ وو ـ ة ـ ﴾ ـ ـ ﴿ا ا ِ ـ أو ـ ا ـ آ ـ
ـ ﴿כ ـ ًا أ ـ ﴾ ـ ـ ﴾اـ ـ ﴿ـ أ ـ .و ـ כـ ـ ـ ١وأ ـ
ـ ًا ـ و ـ ن כـ ن ـ؛ ـ ـ و ـ ــאو ـ ــא ـ ــאن أ ـ
ـ ـ اا ٢
ـ د. از ـ ًא ـ ـ ا ـ ن כـ ن ـ هو ـ ًا ـ ـ ن כـ ن ـ ١٠
ـ ذا ـ . ــאم ـ
כـ ذا ـ و ـ ـ ــא أراد ـ أول ٥ـ ه ا ـ رة אـ א ـ ٤أـ א ـ
ـ ﴾ .و ــא ـ כـ ـ ـ ـ ،ــאل א ـ ﴿ :ـ ــא إ ــא ـ ٢٢]/و[ ا
ـ ئ ـ وכאن ــא ـ ب از ــא أכ ـ ـ وכאن ا ــא ــאت
א ــא وو ـ ـ م ـ و ـ ــא ـ .و ــא ــא وا ـ א א ـ ﴿ ٦ا ﴾ أ ٢٠
ّ
ـ. ــא ـ ـ ـ ـ ذ ــכ ــא ـ ب از ــא- ،أي ــא -ـ
ّ
ت ١٧ظ. ١
ع ١٥٤ظ. ٢
م ٢٧ظ. ٣
. ت ،م ،ع – א ٤
م – أول. ٥
. ق ،م ،ع – ٦
188 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Tetimme
15 Derim ki: Makamın/durumun tahkikinin kendisine bağlı olduğu üze-
rinde konuşulacak bir konu kaldı. Bunu maksadımızı açıklamak gayesi ve
İlahî Kelâm’ın nazmının anlamının ortaya çıkması amacıyla özet bir şekil-
de ortaya koyacağız. O [konu] da İbn Sînâ’nın “sonra onu lâzımlarıyla şerh
etti, lâzımların bir kısmı izafî bir kısmı selbîdir ve [tarifte] en mükemmel
20 olanı ikisini zikretmektir, [hüve’den sonra] ‘Allah’ ismi getirildi” sözü ile
“(… o da icap ve selbi toplayan ilahlıktır (Allah olmaklık)” sözü ve “Ulû-
hiyet, bu icab ve selbden ibarettir” cümlelerinin mefhumudur.
“Allah” lafzı ,O’nun selbî ve sübutî sıfatların bütününe delalet eder. Bu
konuda aralarında ihtilaflar vardır. Bunu, bu sûrenin başlangıcında onlar
25 arasındaki muhakememle birlikte Allah lafzı ile ilgili olarak Beyzâvî üzeri-
ne yazdığım risalede söyledim. Onun bir özeti şöyledir:
Beyzâvî, Fâtiha sûresindeki besmelenin tefsirinin başlangıcında “Allah”
lafzının mânâsını beyan ettikten sonra şöyle demiştir:
א ص رة ا א 189
وا أ ـ .
ـ ــאه أي ــאن ـ ـ ا א ـ ـ ـ ا ــאوي ــאل ـ أول إن ا
»ا «:
١ت ١٨و.
٢م ٢٨و.
א .כ! א אك א ٣ق – أو
٤م ،ع – أ ل.
٥ت+ا א .
ا כ م. ٦ت–
ا כ م. ٧ق ،م ،ع – و
٨ت :ل ف ذ כ أن.
אب«. وا اا אرة أى »ا ٩ت ١٨ظ |.ق – و
. ١٠ت ،م ،ع –
190 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Denildi ki “Allah” O’nun zâtına mahsus özel bir isimdir (alem). Çünkü
ona [Allah ismine] sıfat verilir, o sıfat olmaz. Çünkü ona ait sıfatı yerinde
olan bir isminin bulunması ve [o ismin] ondan başkası için kullanılması-
nın mümkün olmaması gerekir. Şayet o bir vasıf olsaydı “Lâ ilâhe illallah”
5 sözü, tevhid olmazdı. Tıpkı “La ilâhe illarrahman”ın [olmadığı gibi]. O
zaman da şirke engel olmazdı. En açık olan, onun aslında sıfat olduğudur.
Ancak O’nun dışında başkası için kullanılmaması yönünden bu sıfat onda
üstün gelmiş ve ona sıfat verilmesinde, kendisinin sıfat olmamasında ve or-
taklığa ihtimal verecek yolun olmamasında onun yerine geçmede ‘Süreyya’
10 ve ‘Saık’ [lafızları] gibi özel ismi (alem) gibi olmuştur .Çünkü O’nun zâtı
hüve hüve itibariyle, hakîkî olsun olmasın başka bir şeyi göz önüne alma-
dan beşer için akledilebilir değildir. Herhangi bir lafzın kendisine [tam bir
şekilde] delaleti de mümkün değildir. Eğer sadece hususî olarak zâtına de-
lalet etse idi Yüce ve her türlü eksiklikten münezzeh [Allah’ın] “O göklerde
15 de Allah’tır”(En’am 6/3) âyetinin zâhiri, doğru bir anlam ifade etmezdi.1
Derim ki:
“Denildi ki [‘Allah’] zâtına mahsus özel isim/alemdir” sözü ile İhlâs sûresi
tefsirinde yer alan “Allah lafzının ikram sıfatlarına delalet ettiği gibi” ve
Eşarî’nin [ismin] zâttan alındığı ile ilgili görüşünün reddi konusunda söy-
20 ledikerinden zahir olan şudur ki burada zikredilen “zâtı için özel/alem isim
gibidir” ifadesi, sübûti sıfatlar göz önüne alınarak bu delilinin bir parçası
olarak zâtına mahsus özel isim (alem) takdirindedir.
Yine Adud[iddin el-Îcî] burada yani Mevâkıf ’ta başka bir yerde de şöyle
demiştir ki:
30 İsim ya müsemma o şeyin zâtı olan zâttan alınmadır veya parçasından (cüz)
veya vasfından veya kendisinden ortaya çıkan bir fiilden alınmadır. Son-
ra Allah Teâlâ hakkında hangisi mümkündür? Ya zâtından alınmadır [ki]
üzerinde konuştuğumuz akledilme meselesi onun bir sonucudur veya par-
çasından (cüz) alınmadır ki bu, muhal olan bir durumdur veya vasfından
35 yahut fiilinden alınmadır ki bu, caizdir.3
أ ل: ١٠
Zâtının akledilmesini mümkün görmeyen onun yerine geçen bir isim ta-
savvur etmez. Bu, bir inceleme konusudur. Çünkü ismin konulması (vaz‘),
zâtın herhangi bir şekilde akledilmesinin mümkün olmasına bağlı değildir.
5 İsim bir özeliği için konulur ve herhangi bir itibarla anlaşılır kılmayı he-
defler. Bu şekildeki [açıklama], isim koymanın (vaz‘) tashihi demek olur.1
Adud[iddin el-Îcî] ondaki (Mevâkıf ’ta) başka bir yerde demiştir ki:
Derim ki:
Onunla [Eş‘ârî] musannif yani Beyzâvî arasındaki fark şudur: [Eş‘ârî’de]
sübûtî sıfatlarının medlûlüne işaret eder, musannife [Beyzâvî] göre ise
20 [medlûlüne] delalet eder. [Eş‘ârî] ye göre o, alemdir; musannife [Beyzâvî]
göre ise alem gibidir. Sözün sonucu şudur ki Eş‘ârî, “Allah” lafzının zâttan
alınma olduğunu ve kendisinde başka herhangi bir anlam gözetilmeksizin
sadece onun için vaz edildiği iddia etmiştir. İmam-ı A‘zam, Adûd[iddin
el-Îcî] ve musannif [Beyzâvî] gibi çoğunluk (cumhûr) ise bunun müm-
25 kün olmadığını iddia etmiştir. Bunu şöyle delillendirirler: Şayet Zât-ı Teâlâ
künhü ile akledilemezse [isim], zâtından alınmaz. O, künhüyle akledile-
memesi dolayısıyla ondan [zâttan] alınmamıştır. [Seyyid] Şerîf ise az önce
işittiğin üzere “Bu, bir inceleme konusudur çünkü ayrılık…” sözünden
anlaşılan mânâ ile [zâtın ismi] gerektirmesini (mülâzemet) reddetmektedir.
: و אل ا
ـ ـ ِ ،نو ـ ا ـ ر ا ـ ًא زائـ .و ـ ـ ذا ـ ـ ـ ـ » ـ
ــ . ــ ــ ا ــ ــא و ــ ذات ــא ــ از أن ١
ــ ــ
٢
ـ « ــא ـ ــא א ــאر ــא و כ ـ ن ذ ــכ ا ـ و
: و אل ا
ــאت ا כ ــאل ـ ًا َ ـ ًא ا ـ ـ ا ـ ـ ٢٤]/و[ ـ ا ـ و »أ ـ ١٠
٦
ـ אر«
٧
أ ل:
م ٢٩و. ١
א .٢٣١/٨ ، حا ا ٢
ت ١٩ظ. ٣
،ص.٣٣٣ . اכ م ا ا ٤
א .٢٣٤ /٨ ، حا ا ٥
א .٢٣٥/٨ ، حا ا ٦
م ،ع – أ ل. ٧
. ا ه وכא َ م ،ع – وأ َ ٨
ق – آ ً. ٩
194 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ــ و ــ أن ا ــכ م ــ ــ ا ــ ــאك ١ــ ن כــ ن א ــ ٢٤]/ظ[ د ــ
ـ أو ــא ـ ـ ـ ٢أن ـ אכـ ـ ـ أن ـ ــכ أ ـ و ٥
כ ــ כــ ــ ــ א ــ ــא أن ذا ــ ــ ة ــ ن כــ ن א ــ و ــ
כ ـ. ـ إ ـ .כ ــא כ ــכ ــא א ـ ذ ـ ــא כ ـ ــאن أن ا ١٠
٧
ـ إ ـ . ــא א ـ ذ ـ
כ ــ ــ ّ اً! وأن ــ ــ . ــ رداً ــ ــ ــ ــ אء ــ أ ــ ا א
ـ وم כـ ا ـ ـ ا ـ כ ـ أـ ــאم ا ـ כـ ا ــכ .وأن ــא ذכـ ه ـ
م ٢٩ظ. ١
ع ١٥٥ظ. ٢
. م ،ع – أو א ٣
כ. م ،ع – و ٤
ق– . ٥
و ه. م ،ع – ٦
إ . م :א ٧
אـ ـ ا ـ ـ ا ـ ـ ـ ـ ر ـ ـ ــאم ا ـ م ،ع :ـ ا ـ أن כ ـ כ ـ ا ــכ .وأ ــא ــא ذכ ـ ه ـ ٨
ــ ــ ّ اً! ــ ه. ــ ــ ــ ــ رداً כــ ر أ ــאً ــ ــ א ــ ا ــ أن ا ــ אء ئــ ا ــ وم .وأ ــ
196 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ق – وا وا . ١
... أ אً و ا أن إ .وا وا אت ا ا أن إ وا وا
م :ذ ا ٢
... أ אً و ا أن ا وا وا إع :ذ
. א ا ئ ه א א ا
م ،ع :وا א أن ٣
.
م،ع+و ا ٤
م ،ع – .
א . لا م ،ع +و ٥
כ ا אت. م – ات ٦
ـ ل« .ـ ا ـ. ـ ا ــכ م «..ا ـ ا ـ ـ ة » א ـ إ ـ ــא ـ ـ ا ــאرات ـ أول ـ ة » ـ »ت« ـ ٧
ـ:
ـ ـ از כ ـ أن ـ א כ ـ .وذ ـ ا ـ ا ـ إ כא ـ ـ ر ا ـ ا ـ أن ذا ـ א ـ ـ ا ــכ م؛ أن ا
ـ ا ــאر ـ ـ ذا ـ א כ ـ .و ـ د ـ ــאك .وذ ـ ا ـ ي ا ـ ـ از أن ـ ا ـ ـ ا ـ ات ـ ــאده ـ
ـאً ـ ات... ـ ـ ا ـ ا ـ ـ ذ ــכ ذ ـ ا ـ أ ـ ـ و ـ ــא ـ .وا ـ ـ و ـ ــא و ـ ل
ـ ذ ــכ .و ـ ل ـ وا ـ ]ت ٢٠و[ وا وا ـ و أ ـ ـ אن وا ا ـ ا ـ ـ م ـ ازه .و ـ ا ـ و ـ وأ ـ
ــא .ـ ا ـ ـ ذ ـ ـ ل ـ ـ ذ ــא ،כ ـ ـ ـ ـ ـ א ـ ـ ـ כ ـ أن ـ א כ ـ א ـ
ـ אـ ا ـ ـ ا ـ أن ـ ا ـ ا ـ ا .و ـ د א ــא ــאك .ـ ذ ـ ز ـ .وا ـ ا ـ אئ ـ ــא ـ
ما ـ ا ئـ ــא .وכ ـאً ــא ـ ــא .وا وا ـ ا ـ أن ـ ـ ا ـ أ ـאً و ـ ــא ا ـ ـ و ـ
ـ اـ ـ ــאت ا כ ــאل أو כא ـ ـ ــאر ـאً א ـ ا ـ ـ اً ـ ا ـ ذ ــכ .وأ ــא ا ـ ـ أ ـ أو و ـ
ـ أو َ ـ א ـ .و ـ ـ ن. ا
ت ٢٠ظ. ٨
م ٣٠و. ٩
198 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Derim ki: Ortaya çıkan sonuç, [Allah lafzının] sübûtî sıfatlara dela-
let ettiği gibi aynı şekilde selbî sıfatlara da delalet ettiğidir. Sa‘dî [Çele-
bi] buna, nakz ve delaletin selbî olanı içermesine ilişkin [takdirin] fasid
olmasının gerekliliği (lüzûm) yoluyla, “[Allah lafzının] delalet etmesi
5 gibi…” sözünü Râzî’nin zikrettiği gibi selbî olanları değil sübûtî olan-
ları toplayan olduğunu söyleyerek cevap verir. Aksi takdirde onu bu
isimle nitelendiren şirk koşmaz demek olur. Şihab [hâşiyesinde Hafâ-
cî], Devvânî’yi teyid için, Allah [lafzının] anlamının, alemiyetten önce
hak mabud anlamına geldiğiyle onu reddetmiştir; böylece zât ile zâta
10 delalet etmiş olur. Çünkü [zât], künhü ile bilinemez olunca diğer özel
isimlerin müşahhasatı gibi olan sıfatlar itibare alınmıştır. [Bu], ister
itiraz edenin ileri sürdüğü gibi hepsi, isterse diğerlerinin ileri sürdüğü
gibi sadece sübûtî sıfatlar murad edilsin aynıdır. Burada genel anlam
gözetilmiştir. Dolayısıyla “Aksi takdirde [onu bu isimle nitelendiren]
15 şirk koşmaz…’ sözünün bir nedeni de olmaz. İcmalen göz önüne alın-
masıdan dolayı, şirkin olmamasının gerekliliğinde bozukluk (fesâd) or-
taya çıkmaz.
Deriz ki: “…[özel isimlerin müşahhasları gibi sıfatlar] itibare alın-
mıştır” sözünün, işittiğin ve işiteceğin üzere “onlar teşahhus edenler
20 gibi olmaları hasebiyle itibare alınmıştır” anlamında olduğu açıktır.
Ve yine onun reddi konusunda deriz ki: İtibare almanın genel olma-
sı (icmâl) ile genel olmanın en son haddini murad ederse bunu “mü-
şahhasları gibi…” sözü reddeder. Ve eğer onunla izafî olanları murad
ederse Sa‘dî’nin mülazemet [görüşü] onu tamamlar. Bu konunun tah-
25 kiki gelecektir.
Yine deriz ki: Musannif [Beyzâvî]; “en açık olan onun aslında sıfat
oluşudur” şeklindeki sözüyle Ebû Hanîfe’nin ve ona tâbi olanların gö-
rüşlerinin doğruluğu (sıhhat) ile Devvânî ve onları destekleyenlerin gö-
rüşünün doğruluğunu dile getirecek şekilde “gerçek (sahîh) veya doğru
30 (savâb) olan” demeksizin sanki aralarındaki tartışmanın lafzî olmasına
râci olduğuna işaret etmiştir.
א ص رة ا א 199
م – أ ل. ١
. ا ت– ٢
. م ،ع : ٣
ي. ق +أى ا ٤
ا وا . ت ،م ،ع – ٥
א . إ اك כ ن ا ما وم אد ت ،م – ٦
. ق ،م – ٧
ت+إ א . ٨
. ت ،م ،ع – ا ٩
ت ٢١و. ١٠
اب« أو ا ت – دون أن ل »وا ١١
م ٣٠ظ. ١٢
ع ١٥٦و. ١٣
200 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ـ اب ـ وا ـ ،ـ ــאوي إ ـ دا ـ ،أي ـ ا ـد ئـ ٣
أ ـ ل: ٥
כــ ن ا ــ اع
٧
ــ ــ ر ــ ا ــ ي ٦
ــ ل ــ رده أي ــ رد ــ
ـ ــאت ٨ا ـ راً ـ ـ ـ «...ـ ـ » ـ ـאً ،إ ـ إن أراد
ـ أو א ـ ز ـ ــאده ـ اכ إ ـ اכ ًא ـ ا ــא ً ـ ن أراد إ وا ـ ١٠
Eğer onu isimlendiren, taklid yoluyla isimlendireni murat eder ise bir-
birini gerektirme (mülâzemet) imkansızdır veya bâtıldır. Hatta mukallitten
en genel olan murat edilmişse istisna, gizli kalmayacak şekilde aynı bu
şekildedir. Eğer şirkin yokluğunun lüzûmu, mutlak olarak onu bu isimle
5 isimlendirenin şirkinin yokluğunu gerektirdiğini murat etmişse işittiğin
üzere ikisi de imkansızdır. Çünkü şayet bu şekilde bir gereklilik olursa bu,
mukallidin dışında şirkin yokluğunu gerektirir. Şayet bununla onun dışın-
da şirkin olmayışını murad etmişse mülazemet kabul edilir. Fakat o zaman
istisna ile onun dışındakilerin şirki kastedilmişse geçtiği üzere bu, imkansız
10 veya bâtıl olur. Eğer mukallidin şirkini murad etmişse umumileştirmekten
talep edilen bu değildir. Düşün!
Şöyle söyleyebilirsin: Eğer O’nu o isimle isimlendiren, alemiyetini bilen
murat etmiş ise işaret ettiğimiz üzere mülazemet, imkansız veya bâtıl olur.
Bu kabul edilirse istisna, zorla olsun inkarla olsun zahirde şirk koşmanın
15 imkanı sebebiyle imkansız olur. Eğer bununla alemiyetini bilmeyeni veya
en genel olanı murat etmişse mülazemet, -tafsili geçtiği şekilde işittiğin
gibi- tekrar üzere olur. Sana düşen, doğru şekilde düşünmektir!
Sonra derim ki: Sa‘dî’de yer aldığı üzere bu bahisler, tartışma hakîkî
ise musannife [Beyzâvî] tamamıyla cevap teşkil etmektedir. İyice düşün!
20 Allah, başarıya ulaştırandır.
Hâtime
Bana göre Hak Teâlâ’nın o isimle isimlendirilmesi konusunda ha-
kikat olan, delillerinin güçlü olmaları ve onların -özellikle İmam-ı
Azam gibi- üstün kimseler olmalarından dolayı cumhurun sıfatlar ba-
25 kımından alem olmaklığına dair görüşüdür. İşaret ettiği üzere bu, bü-
tün sıfatları toplamış olan zâtın ismi şeklinde denildiği gibi burada
Şeyhu’r-Reis’in ve Devvânî’nin selbî delaletinin genelleştirmesine dair gö-
rüşüdür. Onlar, Allah Teâlâ’nın sıfatlarının, mutlak olarak o sıfatların di-
ğer özel isimlerin (alem) teşahhus etmiş olanları gibi olduğu görüşündedir.
א ص رة ا א 203
ـ! ـ .
٣
ـ ب ـ ا ـ ـ و إن أراد إ ـ اك ا
ــ أو ز ــ ــ א ــ ا א ــ ــ و ــכ أن ــ ل :إن أراد ــ
ـك ـ ا א ـ، ـ از أن ـ ـ אء א ـ ــא ا ـ א إ ـ ،و ـ ٤
א ـ
ز ـ כ ــא ـ ـ א ــא أو ا ـ ا אـ ٥
ـ د ًا ،وإن أراد ـ إ ــא כ ـ ًא أو
ـ ا ــאدق! ــכ א ـ ٢٧]/ .ظ[ ـ ا دـ اـ ي ـ ١٠
א
ــ ر ــ ــ ل ا ــ إ ــא ــ א ــ ــ ــ ي ــ أ ــ ل :إن ا ــ
ـ . ـ ا ــאم ا ،ـ א ــא ــאت ـ ة أد ـ و ـ ا ـ ََ ـ ١٥
ــ ــ م د ــ و ــ ل ا وا ــ ا ئ ــ ــ ل ا ــ ــ إ ــא ــ و ــ د
ــא א ــ ا ــאت
٩
ــ ا ــ ــ ات ــא ــ أ ــ ا ــ ــ ٨
ــ
ــ م. ــאئ ا אت ــ א ــ כא أ ــא ــ ــ ًא ــ ١٠
א ــ א ــ إن
. א
١ت ،م ،ع –
.
٢م ،ع –
. ا
٣ق ،م ،ع –
٤م ٣١ظ.
٥ت ٢٢و.
ا א. ٦ت–
! ٧ت:
. ٨ق–
אت. ا ات أ ا א ٩ت ،م ،ع –
١٠ع ١٥٦ظ.
204 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
از ــא وإن ا ـ ازم אإ ـ כـ ـ ـ ا ـ ـ أن ا و ــא ـ
ــא دل ــא כــ ن כא כא ــ ــא وأن »ا « אو وا כ ــ ذכ إ א ــ و ــ
אت ـ ــאت כא ـ وـ אכـ ـ » ـ « وأن ا ـ ات ــא ـ כـ
ــ م ــ ا ــאر ــ أن ــ ه ا ــ ل אد ــ ــכ ١
ــ م ــאئ ا ٢٨]/و[
ـ ا ـ ـ ا ا ـ ـ ـ ـ ـ أ ـאً .وכـ ا ـ ا ـ ٥
ــ ــ م «...وإن ــאئ ا אت ــ א ــ כא א ــ ــ »إن
ــא ـ ـ اً ـ ـ ــאره א ـ ـ ـ »ـ כـ ر ـ א ا ١٠
ـ ع ٣
ـ ـ ـ ـ أـ ا ـ ـ اه ـ ذ ـ ا ــא «..ـ ل د ـ
٧
אت. ـ ـ ٦أ ــא כא אت ٥ـ ـ ــא כאن כא ٤
ـ ـ اـ ـ
ـ داً א ـ . ـ ــא ـ ــא ـ ـ ـאً ــא ا ـ ات
از ــא وإن ا ـ ازم إ א ـ و ـ وا כ ـ ذכ ــא כـ ـ א إ ـ ا ـ ـ ١ت ،م ،ع – و ــא ـ أن ا ـ
ــאت כא ـ אت ـ وـ אכـ ــא دل ـ » ـ « وأن ا ـ ات ــא ـ כـ وأن »ا « אو ــא כـ ن כא כא ـ
ــאئ ا ـ م ِ .ــכ ـ أن ـ ه ا ـ ل.
ا אح و ،ص.١٩-١٨ ، ٢م ٣٢و|.
. ا أن ٣م ،ع :
א כאن... ا أ ٤ت:
م. ٥م ،ع +אئ ا
٦ت ٢٢ظ.
אت. أ א כא ٧ق–
אً. ٨م+
ا . ٩ق ،م – و
א. ١٠ق ،ت :
. ١١ق ،ت – ا כ ر
206 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Derim ki: İsm-i azam oluşunun sebebi ise dedikleri gibi mânâ bakı-
mından bu kadar şümullü olmasına dayanır. Münakaşa şeref bahsiyle ilgi-
lidir. Eş‘ârî’nin ve musannifin [Beyzâvî] tercihi işittiğin üzere zorlamadan
ibarettir. Bu şekilde bu bahsin, vehimlerden ortaya çıkanlardan kaçınarak
5 anlaşılması gerekir. Muavaffak kılan Allah’tır, anlayış O’ndandır.
١٠
! آ
١ت. :
. ٢م ،ع :
. ي وا ٣ق–و لا
. ٤ت:
ذات ا و אم. אً ٥ق ،ت –
٦ت ،م – أ ل.
٧ق – ا כ ر.
ا כ م. א ام و أ ٨ت ،م :وا ا
٩ق٢٩ :و.
ة א ــכ و ــאورة ــכ א ـ ـ ان وو ـ אً ـ ا ــאن و ــא ـא ـ ا ـ آن و ـ ـ ١٠ت :ا ـ ا ـ
ـ ــאن! وا ـ ـ و ا ـ ّى و ــא ـ א ا ـ ر ا ـ وا ـ ك! ـ رؤوف ــא כ ـ ــא ر ـ ــא ر ـ ! وا ـ ذ ــאئ
ـ ا ــאء ـ وآ ـ و ـ א رب ا א ـ وا ـ ة وا ـ م ـ ـ ـ ! وآ ـ כ ــא أن ا ـ ــאت أ وا
ـ !آ ـ ! وا
ــכ א ـ א ــכ و ــאورة ة ـ ان وو ـ אً ـ ا ــאن و ــא ـא ـ ا ـ آن و ـ ـ م ،ع :ا ـ ا ـ
و ـ آـ ـ ـ ـ ا ا ـ !و ـ ــאت أ ـ وا ـ ك! ــא ر ـ ــא ر ـ ! وا ـ ـ و ا ـ ّى و
ـ !آ ـ ! و ـ أ
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 209
1 Göktaş, Salih, Ebu Said Muhammed el-Hâdimî ve Hâdim, Konya 1985, s. 91; Sarıkaya, Yaşar, Merkez
ile Taşra Arasında Bir Osmanlı Alimi: Ebu Said el-Hadimî, İstanbul 2008, s. 28.
2 Kufralı, Kasım, Nakşbendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul Üniversitesi
Türkiyat Enstitüsü, İstanbul 1949, s. 167.
3 Mustafa Yayla, “Hâdimî Ebû Saîd”, DİA, c. 15 (İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları, 1997), 24.
4 Ebu’l-Ula Mardin, Huzur Dersleri, İstanbul 1966, II/771.
5 Sarıkaya, Yaşar, Merkez ile Taşra Arasında Bir Osmanlı Alimi: Ebu Said el-Hadimî, s. 130.
6 Yayla, “Hâdimî Ebû Saîd”, 6: 25.
210 HÂDİMÎ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1 Sarıkaya, Yaşar, Merkez ile Taşra Arasında Bir Osmanlı: Ebu Said el-Hadimî, s. 77.
2 Eserlerinin listesi için bk.: Yayla, “Hâdimî Ebu Saîd”, 6: 25-26; Sarıkaya, a.g.e., s. 104-107.
3 Fırat, Yavuz, Ebu Said el-Hadimi ve Risaletu Tertili’l-Kur’an, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1991.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 211
1 Harun Bekiroğlu, “Bir Felsefî Tefsir Örneği Olarak Muhammed Hâdimî’nin İbn Sina’ya Ait İhlâs
Sûresi Tefsirine Hâşiyesi” [Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 2013/1, c. 12, sayı: 23, s. 137.]
isimli makalede istinsah kaydına dikkat edilmemesi sebebiyle bu nüshadan müellif nüshası olarak bah-
sedilmektedir ki anlaşılacağı üzere bu doğru değildir. Yine mezkur makalede “İbn Sina’da Elamalılı’ya
212 HÂDİMÎ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
İhlas Sûresi Felsefî Tefsir Geleneği, İstanbul 2008” isimli doktora tezimizde ilk defa incelenen ve yine
ilk defa dizilmek suretiyle Arapça metni verilen Hadimî’nin tefsir metninden de tahkik edilmiş bir
metin olarak bahsedilmekte ve bu metnin tahkikinin eksik olduğu ifade edilmektedir. Bu durum tezde
yayınlanan metnin girişindeki açıklamaları görmemekten kaynaklanan bir hata olsa gerektir. Çünkü
bu metnin ilk defa dizilerek gün yüzüne çıkarıldığı ve orada yer alan metnin sadece bir dizgi olduğu
dolayısıyla tahkik olmadığı orada belirtilmektedir.
İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsirine Şerh
(Şerh alâ Tefsiri Sûreti’l-İhlâs li İbn Sînâ)
Müellif
Ebû Sa‘îd Mehmed el-Hâdimî (ö. 1176/1762)
א ص رة ا ح
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd, bir (ehad) [ve] samed [olan], “doğurmayan, doğurulmayan, ken-
disine bir denk de olmayan” Allah’adır. Ezelden ebede kadar sâlât ve selam
O’nun peygamberi olan Muhammed’e, ailesine ve ashâbı üzerine olsun!
5 Seçkin Filozof Şeyh Ebû Ali İbn Sînâ’ya ait İhlâs Sûresi Tefsiri üslubunda
benzersiz (bedî‘) ve yönteminde ilgi çekici/şaşırtıcı, öncüllerin hakikatleri ve
ince açıklamalarla âyetlerin lafızlarının bildirdiği hükümleri içeren, [aynı za-
manda] o, faydalarının sırlarını kuşatan ve biricik üstün vasıflarını koruyan
[bir tefsir] iken bazı maksatları, şeriatın ilkelerine uygun olmayan şekilde
10 iş görmeyen (kör ve aksak) felsefî esaslara dayanmakta, mukaddimelerinin
birleştirilmesinde zorluk, [mukaddimelerin] maddelerindeki zorluk, kıyasla-
rının tasvirinde müşkilat, delillerinin tertibinde ise kapalılık bulunmaktadır.
Arkadaşlarımdan önde gelenleri benden bu tefsiri şerh etmemi istediler.
Ahbablarımın en değerlilerinden olduğu için istenileni yapmamak olmu-
15 yor. Zaman konusunda engellerin çokluğundan dolayı, [bu eserde] ilk ba-
kışta ortaya çıkan şeyi yazdım. O da kolay bir ibareyle [ve] metnin zor ve
kapalı mânâlarının halledilmesi, çelişkilerine dikkat çekilerek anlamı kapa-
lı olanlarının tevil edilmesi, delillerinin düzenlenmesi ve kıyaslarının nasıl
olduğunun açıklanması [şeklinde]dir. Celîl olan Allah’tan yardım dilerim.
20 O bana yeter, O ne güzel vekildir!
ا ا ا ١
٩٢]/ظ[
ــ ًא ــ ف ا ــאص ــא כאن ــ ا أ ــ ــ ــ ص ــ رة ا ــ
אئـ ـ أ ــכאم إ ــכאم ـ دات ا ــאت ـ ـ ـ أ ـ و ـאً ـ ٥
ٍ
ــאم ا ــאء ا ائــ כــ ٍ
ــאو ــ ار ا ائــ ــאت ود אئــ ا ــאت و ــ ا
א ـ ة ئـ ـ ا ـ راء ـ و ـ ـ ـ ا ـ ا ـ א ـ ه ـ
ّ
ـ ـ ــאت ،و ــכ ذوات ا ـ اد، ـ رـ ا ــאء، ا ـع א ـ ا
أد ـ . ـ ـ ـ وُ أ
]﴿ ُ ْ ُ َ ا ّٰ ُ َا َ ٌ ﴾ ١٥
Aynı şekilde mahiyeti varlığından başka olan her şeyin vücudu [ken-
disinden olmayıp], başkasındandır. Bundan dolayı hüviyeti, mahiye-
tin kendisi için (nefs-i mahiyet) mahiyet olmaz. Dolayısıyla zâtından
dolayı hüve hüve (li zâtihi hüve hüve) olmaz. Fakat İlk İlke (mebde-i
5 evvel), zâtından dolayı hüve hüve olandır. Öyle ise O’nun varlığı ma-
hiyetinin aynıdır [hüviyeti vücudundan ibarettir]. Dolayısıyla Vâci-
bu’l-vücûd, lâ-hüve illa hüve olandır (kendisinden başka bir hüviyeti
olmayan hüviyettir). Başka bir ifadeyle O’nun dışındaki hiçbir şey,
hüve hüve olmak bakımından (min haysu hüve hüve) bir hüviyete
10 sahip değildir. Bilakis hüviyeti başkasındandır. Vâcibu’l-vücûd ise
zâtından dolayı (li-zâtihi) hüve hüve olandır. Hatta zâtı ancak O’dur
[hüve’den ibarettir], başka değildir.
İşte o hüviyet ve hususiyet, ismi olmayan, öyle bir mânâdır ki onun
lâzımlarından başka hiçbir şey ile şerhi mümkün değildir. [Vâci-
15 bu’l-vücûdun] lâzımlarından bir kısmı izafî, bazıları da selbîdir. İzafî
olan lâzımlar, tarif bakımından selbî olanlardan daha sağlamdır. Ta-
rifin en mükemmeli, izafetle selbin her iki nevini toplayan bir lâzım
[ile yapılan]dır. Bu ise [vücudu vâcib olan] o hüviyetin ‘ilâh’ olması-
dır. Çünkü ilâh (mabud); başkası kendisine nisbet (intisab) olunan
20 ve kendisi başka bir şeye nisbet olunmayandır. Mutlak ilâh ise bütün
mevcudata nisbetle böyle olandır. [Kendisinden başka] Her şeyin
[bütün var olanların] O’na intisabı izafî, O’nun başkasına intisabı
olmaması da selbîdir.]
[ŞERH]
25 (Hüve/o) Makam karinesiyle Zorunlu Varlık’ın (Vâcibu’l-vücûd) zâtı
demektir. (Mutlak) Öyle bir zât ki varlığı, kendisinden farklı (muġâyir)
ve kendisi üzerine zaid olmakla kayıtlı değildir. O, zâtı itibariyle (li-zâtihi)
hüve hüve’dir. Bilakis varlığı, zâtının aynıdır.
[Bu cümlelerin] hüküm içeren bir önerme (kaziyye) olduğu açık-
30 tır. Müsned (el-mutlak), anlamın müsned-ileyhe (hüve) sınırlandırıl-
masını (kasr) ifade etmek amacıyla marife olarak getirilmiştir. Bura-
da iki önerme (kaziyye) vardır: Birincisi zikrettiğimiz gibi söylenenin
sahip olduğu mânâdır (mantûk). Yani “Zorunlu (Vâcib) zâtı itibarıyla
(li-zâtihi) hüve hüve’dir, Hatta zâtı, varlığının aynıdır”. İkincisi ise kas-
35 rın mefhumundan anlaşılandır: Yani “Zorunlu olmayan, zâtı itibarıyla
(li-zâtihi) hüve hüve değildir; bilakis, varlığı başkasındandır” [kaziy-
yesidir]. Mutlak vücûd’un bu mânâ ile yorumlanması nadir değildir.
א ص رة ا ح 219
از ــ . إ ــ כــ ــ ، ــ ا ــ ــ ــ وا و ــכ ا
ــאً ــ ا ــ ر א ــ أ ــ .وا ــ ازم ا ــא إ א ــ و ــא ــ وا ــ ازم
. א ــ وا ــ ــ ا ــ ا ــ زم ا א ــ ــ ــ ا .وا כ ــ ا ــ
ـ ـ هو إ ـ ـ ـ إ ـאً ،ـ ن ا ـ ـ ا ـ ي وذ ــכ ـ כـ ن ــכ ا
ــ دات، ــ ا ــ ا ــ ي כــ ن כ ــכ ــ ــ ــ ه .وا ــ ا ــ ا ــ ١٠
ــ ٌ ٢
ــ כــ .وا ــ ــ أ ــ أن ا א ــ ــ ١٥
ــ ــ ــ ا ــ ــ » ــ ا ا ــ ــ أ ــ ــ م ا ــ ــ ــא
ــ ، ــ ــ ــ ا ا ــ ــ د ا ا ــ ــ ه« .و و ــ ده ــ
د – ا ات. ١
ا . ق +وا ٢
ردقش–ا . ٣
ـ م ـ ـ ا ـ م .כ ــא ـ ا ـ ق و ــאن ــא .ــאن ــא ـ ا ـ أن ــא أر ـ و ـ א ـ ر م ق: ٤
ـ ـ ا ـ ا ـ . ـ ها ر ـ ـ .אئ ـ ة ا ـ
220 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Ârif el-Câmi bir risalesinde şöyle söylemiştir: Zihnen ve haricen aynı olan
varlık (vücûd), mutlak varlıktır (vücûd-i mutlak).1 Başka bir yerde ise “Vâcib
Teâlâ’nın hakikati, mutlak varlık (vücûd-i mutlak) olmaktır” demektedir.2
Böylece ortaya çıkmıştır ki burada “mutlak” ifadesinden maksat, mev-
5 cudât arasında mânevi müşterek olarak bilinen durum değildir. Burada
kastedilen, var olanın (mevcûd) varlığın (vücûd) aynı olmasıdır. Bunun
mukabili ise ‘mukayyed’dir. Bu karşı olma (mukâbele), zorunlu olarak
mümkünde varlığın (vücûd) mevcud üzerine zaid olmasını gerektirir. Bu,
hukemanın yoludur. Bazı fazilet sahibi kimseler ise bu görüşü muhakkikî-
10 ne nisbet etmişlerdir. Burada kelamcıların çoğunluğuna bir reddiye vardır.
Çünkü onlara göre vücûd, bütün varlıklarda zaiddir. Eş‘ârî’ye de aynı şekil-
de bir red vardır. Çünkü ona göre [vücûd] her şeyde aynıdır.
Sonra açıktır ki [İbn Sînâ’nın] bu sözü sonrası ile birlikte “Hüviyet-i
ilâhiyeyi; [azamet ve celâlinden ve basît-i hakîkî olmasından dolayı hü-
15 ve hüve’den başka bir şeyle ifadenin mümkün olmadığı] ….” ifadesinin
içerdiği anlama kadar bir önsöz (temhîd) ve içerdiği anlamın ne olduğunu
zikretmek için ilke olmaklığının nedeninin açıklandığı bir giriştir. [Bu-
radaki] “hüve”nin Nazm-ı Celil’de yer alan ‘hüve’ olması, “mutlak”ın ise
az önce zikredilen anlamda zamirin mercii olması muhtemeldir. Ondan
20 sonra gelen “Çünkü hüviyeti [başkasına bağlı olan her şey]…..” sözü de bu
tefsirden anlaşılanın içerdiği iddianın nedeni kılınır.
(Çünkü hüviyeti) yani kendisini başkasından ayıran teşahhussu, (baş-
kasının varlığına bağlı olan her şey hüve) yani vücudu (hüve), zâtının
aynı (olamaz.)
25 Bu mukaddime, şöylece zikredilen ikinci önermenin delili olaracak şekil-
de matvi (entimem/karışık) küçük öncülle (suğra) beraber büyük öncüldür
(kübra): “Zorunlu olmayanın hüviyeti, başkasındandır”; “Hüviyeti başkasın-
dan olan li-zâtihi olmaz, hatta hüve hüve olmaz.” Bunun sonucu (netice) şu
şekildedir: “Zorunlu olmayan, li-zâtihi hüve hüve değildir, hatta hüve hüve
30 [bile] değildir.” Yani hüviyeti, başkasındandır. Matlub olan [sonuç] budur.
ـ د ر ــאئ » :ا ـ ـ ـ כ ــא ــאل ا ــאرف ا א ـ )ت (١٤٩٢/٨٩٨.ـ
ـ ـ »: ـ ا ـ « ٢.و ـ ـ دا ـ ذ ـ ًא و אر ـ ًא ـ ا ا ـ ي ١ـ
٣
ـ « ـ دا ـ ا אـ ا ا ـ
כــ رة ــ ا א ــ ا ــ ا ــ د ــ ــ ى ــ כ ــ ى ــ ــ ه ا
اـ ـ ـ ه ـ כـ ـ ـ ـ ه ،و ــא כאن ـ ـ כـ ا » :ـ ا ا ـ
ـ « ـ ـ כـ ـ ـ ـ اـ ـ כـ ـ « ـ »:ـ ا ا ـ ـ ـ כـ
ـ ب. ـ ه .و ـ ا ـ ـ ـ כאن
ق ٤٩و. ١
א ،ص .٢ ا رة ا א ة ٢
א ،ص .٣ ا رة ا א ة ٣
ورة. ش: ٤
אن. ا و אن ا א . و و ب כ رد اا א ر م ق: و ٥
ش ٢و. ٦
. م–ا ٧
. ق :ا ٨
222 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1 ﴾﴿و َ ـ ْ َ ِ ـ ا ّٰ ُ ِ ـ َ ــ اً َ َ ْ ـ َ َ ُ َو َ ـ ْ اَ ْ ـ َ َ ُ َ َ َ َّ ـ ْ ا َو ُ ـ ُ ْ ِ ُ ــ َن
َ “Allah onlarda bir hayır görseydi elbette
ْ ْ ْ ْ ْ َ
kulaklarına sokardı ve bu hâllerinde kulaklarına soksaydı yine aldırmaz döner giderlerdi.” [Enfal 8/23]
א ص رة ا ح 223
25 [Buna] şöyle cevap verilmiştir: Eğer özel ilk varlık murad edilirse bu-
nu ifade eden bir şey olmadığından bu, bir hezeyan olur. Eğer mutlak
olan kastedilirse bu öncülün aynısı olur ki bu memnudur. Çünkü mut-
lak, mevcud değildir; dolayısıyla kendisinin dışındakine illet olması bir
tarafa ona da illet olmaz. İyice düşün!
א ص رة ا ح 225
ـ ب. ا
ــ ل כــ ا: ــ ، ا ــ אدئًــא א ــ ا ــ ،و ا ــאع כــ ن ــ ا
ـ د( و כ ـ ا ـ ا ا ـ ـ اـ ).אـ ي اـ כـ إذا ـ כ ـ و ـ د ا
ـ د ــא» :ا ا ـ ا ـ يإـ כ ـ א ــא ذכ ــא ،א א ـ כ ــכ. ٦
ا َ ـ َّ م
ـ ب. ـ «و ـ ا ـ اـ ي اـ
Sonra mantuk olan ilk önermenin ikinci cüzünden bir netice çıkarmak
istedi ve şöyle dedi: (Aynı şekilde) Bu ifade ilk anda anlaşılacağı üzere
“Fakat her mümkünün [hüviyeti başkasındandır]” cümlesine atıftır. (Ma-
hiyeti varlığından farklı olan her şeyin varlığı, başkasındandır.) Ona
5 şunu ilave ederiz: “Varlığı başkasından olan hiçbir şeyin varlığı, mahiyeti-
nin aynı olmaz. Mahiyeti varlığından farklı olan hiçbir şeyin varlığı, mahi-
yetinin aynı olmaz.” Dilersen bu neticeye küçük öncül oluşturmanın kolay
olduğu bir yolla bir büyük öncül ilave edersin. [Şu ] sözümüz [gibi]: “Her
mümkünün mahiyeti, varlığından farklıdır.” Şöyle netice verir: “Hiçbir
10 mümkünün varlığı mahiyetinin aynı olmaz.”
Daha önce geçtiği şekilde diyoruz ki: Eğer mümkünün varlığı mahi-
yetinin aynı değilse Zorunlu’nun varlığı mahiyetinin aynıdır. Fakat ön-
cül doğru olunca art-bileşen de şu sözü olur (Öyleyse Vâcib’in vücudu
mahiyetinin aynıdır) ki o [söz] de haktır ve matlub olandır. Önermele-
15 rin konularında olduğu gibi delillerin biçimlerindeki (sûret) olumsallıkla
(muhtemel) ilgili bu kadarını zikrederek geçelim.
Sonra, mefhum ve mantuk olarak “mutlak hüve”nin içeriğinde bulunan
bu dört [kaziyyeyi] zımnen ve açık olarak netice verince matlubda olduğu
gibi “vâhid” lafzıyla [bunu bir] bütün olarak zikretmek istedi. Bu sebeple
20 özetledi ve şöyle söyledi: (Öyleyse Zorunlu Varlık, kendisinden başka
bir hüviyeti olmayan hüviyettir (lâ-hüve illa hüve).) Bu ifade “mutlak
hüve” sözümüzden kastedilen anlamdır. (Yani O’nun dışındaki her şey)
sözünün açıklaması buna delalet ettiği gibi bu, ayrıntılı olarak [zikredilen]
dört önermenin (kaziyye) bir neticesi (fer‘) durumundadır. Bu söz “Zorun-
25 lu olmayanlar” sözümünüzün anlamıdır.
(Hüve hüve [zâtı itibariyle] olmak bakımından) Bu ifadenin, vah-
det-i vücûd görüşünde olanların benimsediği gibi vâcibin [zâtının varlı-
ğının] aynısı olması durumuyla ilgili ihtirazî bir kayıt olduğu söylenmiş-
tir. Ben derim ki: Bu Kadı Mir’de yer aldığı üzere1 muhakkikînin ve aynı
30 şekilde sûfiyenin görüşüdür. İhtiraz [kaydı], meşhur olana hamledilmesi
veya zâhir ehlinin anlayışında olduğu gibi musannife [İbn Sînâ] göre bu
görüşün makbul olmaması durumu dışında uygun değildir. Bilakis bazıları
bunu küfür [bile] kabul eder.
1 el-Meybûdî, Kadı Mir Hüseyin b. Muinuddin, Şerhu Hidâyet’il-Hikme Matbaa-i âmire, t.y.; s. 101.
א ص رة ا ح 229
.
ش: ١
ق: . ٢
ش ٣و. ٣
ق +כ כ. ٤
ــא ـ دات و ـ ـ כ ا ـ د ـ כ ـ ـ ا ا ـ ـ ا ـ ـ ن :أن ا ـ ــאل و ــאل ا و ـ א ـ ر م ق: ٥
ــא .وإ ــא ا ــאزت و ـ دت ـ ات و ــאت ا אز ـ .ا ـ .وأכ ـ ه ــא و ـ ا ـ אء ،ـ ـ ـ ـ ـ ء ـ
ـ وف ـ א ـ ــא ـ ـ اد ـ د ـ « أ ـ آ ـ ــא ــאل » :ـ ـ ا ـ ب«أ ـ ـ ا כ ـ ة ا ـ مأ ا ـ ا
ــא כ ـ . ـ כ ـ « ـف
دي ،ص .١٠١ ي ا ا א ٦
م :وأ . ٧
230 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ــא » א ــ ي ا ــ ... ــ ( כــ ــ ــ د ا ــ ي ا ــ ا و ــ )ووا ــ
ـ » ـ ذن و ـ د ـ ن א ـ ـ ـ ذا ـ ـ ( ا ـ « ٢.و ـ ) ـ ذا ـ
א ـ «. ـ ا ا ـ ٥
ـאً ـ ـ ـ ل ـ م ـ أن ـ ـ ـ ا ـ وري .و ـ ـ أو א
ـ ــא ــאل :أن ـ א ـ ٩٤]/ .ظ[ و ـ ا ـ ـ ا ـ از أن כـ ن ا ا ـ
ـ ا כ ـ ا ـ ٦ا ــאم ـ ؛ إذ ـ ا . ـ ـ ـ ـ وا ـ ،ـ אכـ
ئـ ا ـ اس. ـ ا ـ א ـ ،وإن ـ ـ ـ ا وا ـ ـ م ا
כـ . ـ ده ـ و ــא ٢٠
ق ٥٠ظ. ١
م :אل. ٢
د– . ٣
د ٢٢٢و. ٤
אوي.٤/١ ، أ ار ا ٥
. ش: ٦
232 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
כــ ن ــ د أن زم ا ــ ء ــ כــ ن أ ــ א .ــ ــ از ــא( أي )إ
ر ٨
ــא .وا ـ ـ ـ .و ـ ـ ر ـ م ـ از ا ـ ًא א ـ ًא و ـ כـ ن ـ
ّ
ــא أ ـאً. כـ כ ـ إدراك از ـ و ـ
١ق– כ .
٢ش ٣ظ.
٣ر :ا .
.٢٣٦/١ ، حا ا ٤
.٢٤٦/١ ، ا ا ح ٥
٦ق :ا .
ا .٢٨/١ ، ا حا ٧
٨م ٣و.
٩ق :ه.
١٠ق ٥١و.
. ١١ق:
234 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ــ أن ــא ــ اه ــ ــ ه( أي إ ــ ــ ــ ا ــ ي ) ــ ن( ــ ا )ا ــ ٥
ـ ــאج إ ـ أ ــאر د ـ .و ـ ا א ــא وإ ـّ ـ ــא ــئ ـ ها
ا ـ إ ــאت ا ا ـ .
ــ ،و ــאن ا כ ــ ى ــ اه ــ و כــ رة א ــאً כ ــ ى ــ ا ا ــ ا א ١٠
ـ ــא إ ــא و ــא ـ כـ أن ــא ـ ـ ا ا ]و ــא כא ـ
ــא ـ ــא أن ا ـ ازم از ــא .و ـ ـ إ ــא כـ ن ـ ـ .ـ ـ ح ــכ ا
ْ
ـ . ـ ذכـ ا وا ـ ح ــכ ا ـ ـ ا و ــא إ א ـ .و ــא أن ا כ ـ
ش ٤و. ١
ه.
ق– ٢
ش +א . ٣
. ق :ا ٤
ق ٥١ظ. ٥
238 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
‘Allah’ ismi bunun her ikisini cem etmiş bulunduğu için, hüviyet-i
mutlakaya işaret olan hüve’den sonra ‘Allah’ ismi getirilerek ‘hüve’
lafzının delâlet eylediği anlam [basît-i hakîkî ve zât-ı mutlak, [zât-ı
baht-ı ehadiyet] bununla izah ve şerh olundu.]
5 (Hüviyet-i ilâhiyeyi başka bir şeyle ifade mümkün olmadığından)
Daha önce geçtiği üzere [zâtı], başkası için zâtının akledilebilir olmama-
sı sebebiyle tanım ile veya bir alem isim ile [ifade edilemez]. Dolayısıyla
(azamet ve celaletinden dolayı) akledilemez. Çünkü daha önce zikredil-
diği anlamıyla O, “lâ hüve illa hüve”dir. Şanının böyle olduğunda şüphe
10 yoktur. O, en üstün yücelikte ve azametin de nihayetindedir. Bunun daha
önce geçen [ifade]ler için illet olarak zikredimesi evladır. Bu delillendir-
menin gerektirdiği gayenin [tanımının] zor olması olduğu açıktır. Matlub
olan ise bu, imkansızlıktır.
Nasıl? Sûfî muhakkiklere göre -ki bu İbn Abbas’ın, Ebû Zer’in,
15 Ka’bu’l-Ahbar’ın, Hasan-ı Basrî’nin, Şafiî’nin, Hanbelî’nin, İbn Mesud’un
iki ravisinden birinin ve Ebû Hureyre’nin de mezhebidir- en doğru olan
(esahh) şudur ki: Resulullah (s.a.) Miraç gecesi Rabbini baş[ındaki] gözüyle
görmüştür. Bu konuda meşhur olan Hz. Aişe’nin (r.a.) “Rabbini sadece ba-
siretle görmüştür” sözü olsa da aynı şekilde Câmiu’s-Sağirin şerhinde hem
20 basiret hem de beden gözüyle görmeyi birleştirdiği yer alır.1
(Hüve hüve’den başka bir şeyle [ifadesi mümkün olmadığından])
Bu ismin mümkün olmadığına nisbetle yapılan bir istisnadır. “La hüve illa
hüve” sözüyle bilinen bir durumdur. Sanki şöyle söylüyor: Zâttan bahset-
mek ancak gizli (meknî) bir zamirle olabilir. O da “hüve”dir.
25 (Sonra o [hüviyetin] şerhi) ifadesinin bu istisnaya dahil olduğu açıktır.
Bu, hadd[i-tam] ile O’nu ifade etmenin imkanı olmadığına nisbetledir.
(Ancak lâzımlarıyla olur, lâzımlar da izafî ve selbîdir, [lâzımların] en
mükemmeli ise ikisinin de zikredilmesidir.) Yani izafî ve selbî lâzımların
[zikredilmesidir] (Allah ismi bu ikisini de cem ettiğinden): Sanırım bu
30 [Allah lafzının iki anlamı da içermesi] onlara [filozoflara] göre “ilâh” ve
“Allah” kelimesinin müteradif veya eşit [anlamlı] olmasına dayanmaktadır.
Aksi takdirde aralarındaki fark açıktır, gereklilik (istilzâm) ise açık değildir.
ــ م َ َ ــ ــ أو ا ــ ــא( ــ כــ ا ــ ــ ا )و ــא כאن ا
ـ إ ـ ــא(؛ ــא و ـ ) ـ ه ــא ـ .وإ ــא ـ ـ ١ذا ـ
ـ و אـ אـ ا ــא כ ـ ا ،ـ ـ ــכ أن ـ ـ ا ـ ي ذכ ـ .و ـ א ٥
ـ اب » َ َّ ــא« ) ـ ( أي ـ » ـ « ا ا ـ إ ـ ـ א و אـ ) ّ ـ ( أي ا
ـ ا ﴾ ) כـ ن ــאم٩٥]/ .ظ[ ) ــא ( ـ ﴿ ـ ـ ا ا ـ ات .و ـ כ م
ـ ( ١و ـ ـ ـ ) .ــא دل ـ ر ــא ـ ـ اכ ـ כא כא ـ (؛ إذ
ـ ه ا ـ رة ـ ــא ـ ر أ ـ إ ــא ا ـ أ ا ـر אـ .אـ ي ذات ا ا ـ
ـ ـ ما ـ ذا ـ ـ ا כـ א ـ و ـ ـ ا ـ ـ ا ـ إـ ٥
ـ. ا ـ ال
ــ . وا ــ א ــא( כא ــ م ــ )أ ــ ــא( أي ا ٢
) ــא ،أن
ـ אر ـ ا ـ ٣ـ ًא ـ وو ـ ا ـ אر أ ـ ـ כאن ذ ــכ ـ ـ .و כـ ن ا
ّ
ـ .و ـ א ـ ا ـ م ــאم د ـ ا ـ ـ ا ِ ـ ا ئ ـ ،وإ א ز ـ ١٥
ش ٤ظ. ١
د ٢٢٣و. ٢
ق ٥٢و. ٣
ش– . ٤
242 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
15 Yine o nüktelerde biri [şudur]: (Onu) yani hüviyeti (onunla) yani lâ-
zımları dikkate alarak “Allah” ile (şerh edince bunun ardından) yani “Al-
lah” lafızının ardından (O’nun “ehad/tek” olduğunu ifade etti ki [ehad]
birliğin son sınırında demektir.) Çünkü daha önce geçen ifadelerden
O’nun birliği gereklilik (iltizamî) olarak bilinince bunun açıklamasında
20 sonrasında faydadan hâlî olmayan bir nükte ile ifade edilmesi uygun düştü.
Burada [vahdetin] son sınırında olmaklığın anlamı, O’nun, haricen,
zihnen, zât, sıfat, tür ve fert (şahs) bakımından bir (vâhid) olmasıdır. Di-
ğer soyut şeylerle (mücerredât) cinste ortaklığı buna zarar vermez. Bilakis
burada soyutun (mücerred) anlamı mevcut gibi diğerlerinden farklıdır. Bu
25 anlamda da O, aynı şekilde birdir.
(Burada, O’nun) yani Vâcib Teâlâ’nın (en son sınırında bulunmasın-
dan) yani birliğin (vahdet) [son sınırında olmasından] (ve mukavvimatı
olmamamasından dolayı) -illetin malûle atfı veya aksi (malûlun illete at-
fı) kabilindendir- (onlarla) yani mukavvimatla (tarifi) yani mezkur olan
30 o hüviyetin tarifinin (mümkün olmadığına bir tembih vardır.) Burada
mukavvimattan maksat, illetlere ve zihnî şartlara şamil olan değildir; bila-
kis burada maksat, zâtî cüzlerdir. Aksi takdirde tarif mutlak olması nefye-
dilirdi. Bu ise hulftür. Çünkü daha önce onun [İbn Sînâ] açısından mut-
lak tarifin gerçekleşebileceği geçmişti. Buradaki tarif, resimsel ve zâtî olan
35 olumsuz [tariftir]. Dolayısıyla aralarında bir uyuşmazlık yoktur.
א ص رة ا ح 243
א אا ـ ــא وכ ــאل ــא אـ و ـ ـ ذכـ ا ـ ازم ،و ـ ا ـ وا
ا ـ ل ـ اכ ــא א وا ـ ف دون אدئ إ ـ اق أ ار א[.
א ــאر ا ــ ازم ) ّ ــ ــ ) ــא( أي ــא א( أي ا ــא ــ و ــא )أ ــ
ــ ــ ئ ــ ِئــ ــ כ ــ أن ــ ه א ــ ــ ا ا ــ ًא ــ ا ــ ١٠
אئ ـ ة.
א ــא( أي א ــ ) ــ أ ــא כאن( أي ا ا ــ ــ أ ــ ــ ) ــכאن ــ ١٥
ــ ل أو ــ ا ا ــ ــ ــ ــאت( ــ ــ כــ ــ ة )و ــ ا
ّ ــ ــ ــ ــ ؛ إذ ــ ــ .ــ ا ــ ا ــ ــ ءاً ذا ــאً ،وإ
א ــאت. ــ ــ ا ا ــ ــ وا ــ ــ ،أي ا ــ ا ٢٠
244 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
[Bunu daha kuvvetli bir tahkik olmak üzere başka bir tarzda zikre-
debiliriz. Şöyle ki: Bir şeyin uzak lâzımı, hakikatte o şeyin malûlü ol-
25 mayıp bilakis malûlünün malûlü olur. Sebebi olan bir şey, [onu varlı-
ğa getiren] sebeplerini bilmeksizin gerçek mânâda (hakikatiyle) tarif
edilemez. Bu tahkike istinaden diyebiliriz ki mahiyetin tarifinde uzak
lâzımlardan bir şey zikrolunsaydı bu tarif, hakîkî bir tarif olmazdı.
Zira bir şeyin hakîkî tarifi, tarifte o şeyin [mahiyetin] başkası için de-
30 ğil, zâtından dolayı gerektirdiği (li zâtihi iktiza ettiği) yakın lâzımın
zikredildiği tariftir.
İlk İlke’ye (Mebde-i Evvel) gelince O’nun varlığının vâcib (zorunlu)
olmasından daha kadim (daha yakın) bir lâzımı yoktur. Çünkü ancak
O, hüve hüve [bi zâtihi] Zorunlu Varlık’tır (Vâcibu’l-vücûd). Varlığı-
35 nın zorunluluğu vasıtasıyla kendisi dışındaki her şeyin [bütün mev-
cûdâtın] ilkesi olması O’na lâzım gelir. İşte şu iki şeyin [li-zâtihi vâci-
bu’l-vücûd ve bütün eşyanın mebdei olmak lâzımlarının] toplamı ilâh
olmaktan (âlihiyet) ibarettir.
א ص رة ا ح 247
ــ ر«... ــ »و ــ ن ــ ى و ت ــ ــ ــא ــ د ــ ، و
ـ «. ـ ا ول »ا ـ ازم ـ ـ« ت ـ ـ ــא »وכ زم כ ـ ى؛ ـ
ــאن ـ ازم ا ـ ـ ـ ـ أن כـ ن כ ــכ .و ـ أ ـ أو ــאل :ا ـ اد ا
ـ إ ــאدة ا ـ ا ـ . ـ ن ـ ـ ا ـ ا ـ ا ـ כ
ـ ا ـ ء ـ ـאً :و ـ أن ا ـ زم ا ـ آ ـ أ ـ ـ ا ا ــכ م ـ ]و כـ
ــ ،وا ــ ء ا ــ ي ــ ــ כــ ن ــ ،ــ ــ ء ً ــ כــ ن
ـ ُذכ ـ ـ ـ ـ اا ـא . ـ ا ـ ـ ـ إ ـف א ـ ١٥
ـאً، ـאً ـ ـ ة ـ כ ـ ذ ــכ ا از ــא ا ـ ء ـ ا א ـ ـ
ـ ـ ءاـ ي ـ ا زم ا ـ ـ أن ُ כـ ـ ا ـ ا ـ ـ ا
ـ ه. ا ـ ء اـ
Bunun içindir ki “hüve” lâfzı ile “hüve” den başka bir şeyle ifade edil-
mek imkânı olmayan basit-i hakîkî hüviyet-i mahza’ya işaret etmiş, lâ-
zımından bir şeyle tarif edilmesi gerekli olduğundan bu [hüve lafzını]
gereklilik bakımından (lüzum) kendisine en yakın şey [yakın lâzımı]
5 ile takip etmiştir ki bu da selb ve icab lâzımlarını toplayan “ilahlık
(âlihiyet)”tır.
Onu tesbih ve takdis [birden ziyade ve başkasına muhtaç olmak gibi
eksik sıfatlardan tenzih] ederim. O’nun şanı ne yüksek, kuvvet ve kud-
reti ne kahirdir! O, hacetlerin [yalnız] O’nda son bulduğu ve istenilen
10 şeylerin ancak O’ndan olduğu [ilahtır]. O’nu tavsif edenlerin en bü-
yük ve en beliğ vasıfları, O’nun [Kur’ân’da] kendi nefsi için ihtiyar
eylediği celâl, azamet, fazilet ve güzellik mertebelerinin en aşağılarına
bile yetişemez. Belki bu hususta mümkün olan miktar, daha ziyadesi-
ni söyleyebilmenin imkansız olduğu şeyi söylemektir ki o da Kitâb-ı
15 Azîz’inde zikreylediği ve [Kur’an’ın] ince (dakîk), parlak (celî), açık
(zâhîr) ve münezzeh yüksek varlığına tevdi ettiği [vasıflardır].
ا ــ إ ــאت ا ا ــ .وכــ ن כ ــאت כ ــא ــ ــ ا ــ ر ــ ذا ــאً َ ــא
ــאئ ا ــ ل أو ١ــ ا ــ ازم ــא ــ إ ــ א ا ــ ا ول ز ــאً أول إ א ــ
ـ ا כ ــא ـ م.
د – أو. ١
. ش–ا ٢
250 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ــ א ــ ــאم أن ــאل .أي و כــ ن ــא ذכــ ا ــ )و ــ ا( ا א ــ ــ
ــ )أ ــאر ــ إ ــ ــ ــ ــ و ــ ح א ــ ــ م إ ــאدة ا ــ ات ــ
ـ «و ـ م ـ ا ـ » ـ ن ــאرة إ ـ ـ ( .و ـ ا ـ ا ـ ا ا
ــאً ر ــאً. א ــאً وإن כאن ١
ــ اً ــ إ ــכאن ا
ــא ـ כـ ا ـ »ا ـ ـ ه ــא ـ ـ ًא .ا א ـ ـ ًא( أي ) ٥
אـ א ـ )إ و ــא ـ ه( ـ א ـ وإن ـ כـ ) ــכ و ـ أن
ـ ـ اا ـ ا כـ אـ و ـ ( أي א ـ ازم )إ أ ـ ( أي ا ا ـ وا ـ
ــכ ا ـ ازم؟( ــא ـ כ ــא( و ِـ )ا א ـ ) ِ ـ َـ ــא( أي א ـ ) אـ
َ
ــ ا د ــ ــ ن ــאل :ــ م إ ــכאن ا ــ ح »إن« و א ــ ا ــכ ــ ا ــ
א ـ אـ ـ ى؛ إذ ا ا ـ ا ـ ـ ،ـ א ـ أو ا ـ إـ ا א ٥
ــ ــ ــ ذا ــ ــ ــ ح ا א ــ ا ــ اب :إن ــ و
ــאت כ ــ כ ــאئ ا כ ــא ــ وا ــ ٤
ــ ــ م ا ا ــ رة و
ــאً، ا ــ ح ــ א א ــ א ــ .وإن ا ــ ــ ّ ا ــ ا ــאري
م ٤ظ. ١
د– . ٢
د ٢٢٤و. ٣
. ق :ا ٤
254 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Fakat sualde isimsiz (‘adîmu’l-ism) olmaya yani daha önce geçtiği gibi ilmin
yokluğunun ismin de yokluğunu gerektirmesine itibar edildi. Şayet sualde
aynı şekilde buna itibar edilirse verilen cevap onu çürütmez. Cevapta şöyle
söylemek mümkündür: Kur’ânî hitaplarda Allah Teâlâ’nın âdeti, muhatap-
5 ların kaldırabileceği şekilde hitap etmektir. Muhatapların özellikle avam
hatta avamın cahillerinin, bu şekilde ifade edilse bile açıklamayı anlamaya
güçleri yetmez.
Eğer Allah Teâlâ onlara anlayış gücü vermeye kadirdir denilecek olursa
biz de şöyle cevap veririz: Şayet Allah tarafından böyle bir imkanın veri-
10 leceği kabul edilirse bu, hakîm ve habîr olan Allah’ın hikmetini bozan bir
şey olur. İşte bu, Onun hitabetine benzeyen lafzî bir yol olsa da Kur’ânî
nüktelerin ekseni buna benzer çerçevede döner.
ــ ذا ــ إ ــ ــאت ،ــ ــ ذا ــ ــ ــ ــ ا ــ ــ ]
ـ ة ـ ه .و ــכ ا ـ ا ـ اכـ ة ـ ـ ـ ا ِ ـ ا ـ ا ا
ـ .و ـ أ ــאر ا ـ و ـ ده א א ـ ازم ا ـ و ـ ــכ ا ـ ازم .ـ ذن ذכ ـ ١٠
ـ ـ ا כ ـ .و ـ أن ـ .و ـ اأ ـ ــא ـ و ـ ده ـ ص ـ ا
א ــא[. כ ــאت כــ ا ــ ــ ــ ا כ ــאل כ از ــא ا ــאئ ا
ق ٥٣ظ. ١
ق :إ אد . ٢
. ش: ٣
ش. + ٤
ش ٦و. ٥
اء. ر: ٦
. ق: ٧
256 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
[Ehad]
20 [[Âyette] Allah’tan sonra gelen “ehad”, birlikte (vahdet) mübâlağadır.
Birlikte (vahdet) tam mübâlağa, ancak bir/tek olmak’ın (vâhidiyet)
kendisinden daha ekmeli (tam) ve daha kuvvetlisi tasavvur edilmedi-
ğinde tahakkuk eder. Çünkü bir (vâhid), kendisinin altındaki fertlere
teşkik suretiyle söylenebilir. Hiçbir yönden bölünmeyen, birliğe (vâhi-
25 diyet) bazı yönlerden bölünenden daha lâyıktır. Aklî olarak bölünen,
birliğe (vâhidiyet) hissî olarak bölünenden daha lâyıktır. Hissî olarak
bölünen ki o, bilkuvve olandır, birliğe (vâhidiyet) bilfiil bölünenden
daha layıktır. Kendisi için toplayıcı bir birlik (vahdet) olan, kendisi
için bir toplayıcı birlik olmayan ve kitap, neşter ve ilaç için tıbbî veya
30 gıda ve içecek için sıhhî denilmesi örneğindeki gibi birliği (vahdet)
yalnız ilkeye (mebde) nisbet sebebiyle olan bilfiil bölünebilenden bir-
liğe (vâhidiyet) daha layıktır.
Birlik’in (vahdet) en kuvvetli ve en zayıf olmayı kabul eden olması ve
bir’in (vâhid) altındakilere teşkik ile söylenilmesi sabit olunca birlik’te
35 (vahdet) en mükemmel olan, birlik’te (vahdet) kendisinden daha kuv-
vetli başka bir şey olmasının imkânı olmayan olur. Eğer böyle olmasa
O, birliğin (vahdet) en son haddinde olmazdı. Bundan dolayı O, mut-
lak bir (ehad) olmayıp bilakis başka bir şeye kıyasla bir olurdu.
א ص رة ا ح 257
א ــא( أي כ ــאت ا ــ ــ أ ــאً )כ א ــ ــ م ــ و ــ ــ א
ــא ــאئ ــאت وا ـ ازم وأ ــא ا ــאت א כ ــאت ــא ـ ا )و از ــא(
ـ . ا א ـ
İşte Allah Teâlâ’nın “ehad” sözü, O’nun her yönden bir/ehad olduğuna
ve O’nda asla bir çokluk bulunmadığına, O’nda cinsler ve fasıllar gibi
mukavvimatı oluşturan manevi çokluk veya cisimdeki madde ve sûret
aklî cüzlerin çokluğu veya cisimde olduğu gibi kuvvet ve fiil ile hissî
5 çokluk olmadığına delâlet etmektedir. İşte [‘ehad’ sözünün] bu şekilde
beyanı, Allah Teâlâ’nın cinsten, fasıldan, madde ve sûretten, arazlar-
dan, boyutlardan, azalardan, şekillerden, renklerden, kâmil vahdetini
ve vech-i keremine layık olan basît-i hakîkî oluşunu bozabilecek teş-
bihin her türlüsünden münezzeh oluşunun açıklamasını içermektedir.
10 Şayet “Haydi kabul edelim ki bu mesele[nin iddiaları] şu lafzın [ehad
lafzının] içinde bulunmaktadır. Ancak bu sûrede buna delâlet eden
açık delil (burhân) nerededir? dersen cevap olarak deriz ki: Bunun
açık delili şudur: Hüviyeti; ancak cüzlerin bir araya gelmesiyle hâsıl
olan şeyin hüviyeti, o cüzlerin husûlüne bağlı olduğundan böyle bir
15 hüviyet zâtından dolayı hüve hüve olmayıp başkasındandır. Hâlbuki
Allah Teâlâ’nın “Kul huvellahu ehad” kelamınının delâletine göre İlk
İlke (Mebde-i Evvel), zâtından dolayı(li zâtihi) hüve hüve’dir. Öyleyse
O’nun cüzleri (parçaları) yoktur. Bu âyetle ilgili anlayışımın vardığı
yer burasıdır. Kelâmının sırlarını en iyi kuşatan, Allah’tır.]
ــ )وإن ا ا ــ ــ ( כ ــא ذכ ــא ــ ة وا ــ ة א ــ أن ا ) ــ ذا ــ
כـ ـ ة ـ ا ــאج إ ـ )وا כ ـ ــא ــכ כ( ـ א ــא ـ ل ـ
ـ أ ـ « ـ »אـ ي ـع ـ ـ ا ٧
ـ ة( ـ أـ ى ـ ـ ا
ــאس ــאت כא כ ــ ة ا ــ )و כ ــ ة ــאك ــ إ ــ כ ــא ــ ،כ ــא
٩
ـ. ــא أ ـ اء כ ــאت ا כ ـ ة ا ـ כ ـ ن ـ ا א ــאت ا ـ ل( ا ـ وا
ا ـ أو ا ـ ي ــאل ـ »ا ِ ـ ان ا ـ כ ــא ــאل ـ ـ و ـ »ا ــכאف«
ـ )وا ـ رة( وا א ـ ـ اء( أي ا אر ـ ) ،כא ــאدة( ا ـ ) «.و כ ـ ة ا وا
ـ. ــא ١٠و ــא ـ ـ ـ .و ا ـ رة ا ١٥
ّ
«...ــא ـ ا כـ ر א ـאً و ـ .و ـ »و ــא »وا א ــאً .و ـ ١و ـ א ـ ر م :ـ »أ ـ «...ــא ـ כـ ر ا ـ اء و
ـ ـ כ ـ ى .ـ ـ כ ـ ئ ـ ًא ـ ؛ إذ ا כـ
ـ « ـ ا ـم ـ ن ـ »א ـ ي כـ ن ـ ا ا ـ « ـ
ــא ذכ ــא. وـ ـ
ـ رة ــכ ــאن .وار ــכאب ا و ـ ـ ذ ــכ ـم ـ ا א ـ ـ
א ـ ـ ا ـ ة« .ـ » :أ ـ א ـ ـ ـ أ ــ ـ » :و ــא ـ ـ ها ـ ٢و ـ א ـ ر م د :وإن ــئ
ا ــ ة« و ــ :ــ ا ــ ب.
٣ق ٥٤و.
ى. ٤م–ا
٥د ٢٢٤ظ.
٦م ٥و.
٧ق. :
ـ ـ ا ـ ـ כ ــא ـ اا ـ ا ـ ا ـ د .و ـ » ـ ذا ـ «...כ ـ ـ ٨و ـ א ـ ر م :ـ » א ـ دل«...
ا ــאدق.
. א أ اء ٩ش–ا
א. ١٠ق – א
262 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
(İşte bu) yani zikredildiği şekliyle birlik (vahdet) (O’nun cins ve fasıl-
lardan münezzeh oluşununun açıklamasını içermektedir.) Sanki bura-
da uzak cinsini ve mutlak faslını kastetmektedir. Bu sebeple ilkini [cins’i]
tekil olarak zikretmekle beraber bunu [fasıllar] çoğul olarak zikretti. Cins
5 ve fasıl olan zihnî cüzlerden münezzeh oluşunu kapsayınca harici cüzler-
den münezzeh oluşunu da içermesi daha evla olur.
(Diğer her türlü teşbih yönlerinden…) ifadesi zahirinden başka bir
tarafa çekilmez. [Ve bu tenzih] Vâcib Teâlâ ve Tekaddes’in tam tenzihinin
(kemal-i tenzih) gerektirdiği durumun hakikati üzerine vaki olur ve mez-
10 kur vahdetin içerdiğinin dışına çıkmaz.
Sonra bu sözden murat, burada kastedilen vahdetin başka bir delil ile
ispatıdır. Aksi takdirde şu sözünün işaret ettiği gibi daha önce geçen söz-
lerden dolayı bunun tekrar ifade edilmesine ihtiyaç duyulmaz: (Bu mese-
lenin) yani Vâcib’in zihnen ve haricen cüzü olmadığı meselesinin (bu lafız
15 altında) yani “ehad” lafzı altında (yer aldığına dair açık delil şudur):
(Eğer bir şeyin hüviyeti, cüzlerin bir araya gelmesinden oluşuyor-
sa) zihnî veya haricî cüzlerin toplamından (hüviyeti onlara) bu cüzlere
(bağlı olur.) Ve hüviyeti cüzlere bağlı olan hiçbir şey (li-zâtihi hüve hüve
olmaz.) “Hüviyeti cüzlerin toplamından olan, li-zâtihi hüve hüve olmaz”
20 sözümüz birinci şekilden netice verir. Bu neticeyi şu sözümüz için büyük
öncül (kübra) kılarız: (Fakat Mebde-i Evvel hüve-hüve li-zâtihidir.) [Bu]
küçük öncül (suğra) olur ve ikinci şekilden şöyle netice verir: “Mebde-i
evvel’in [hüviyeti] cüzlerin toplamından oluşmaz.”
Sonra bu neticeyi döndürürüz (aks) ve şöyle deriz: “Cüzlerden oluş-
25 mayan ancak Mebde-i Evvel’dir ve İlk İlke (Mebde-i Evvel) bir’dir (ehad).”
Şöyle netice verir: “Cüzü olmayan şey bir’dir (ehad).” Matlub olan da bu-
dur. Aynı şekilde ikinci şekilden olmak üzere ilk neticeyi küçük öncül (suğ-
ra), ikinci önermeyi de büyük öncül (kübra) yapabilirsin. Çünkü şahsiyet
[cüzi olan], küllî yerine geçti. Dolayısıyla büyük öncülün küçük öncül
30 üzerine takdimine ve neticenin döndürülmesine gerek kalmaksızın netice
verir. (“Hüve’llah/O Allah’tır” sözünün bunu gösterdiği gibi) [Bu söz]
daha önce geçtiği gibi son mukaddimenin delilidir.
א ص رة ا ح 263
ــ آ ــ وإ ــ دة ــא ــ ة ا ــ ا ا ــכ م إ ــאت ا ــ ا ــ اد ــ
ــئ ( أي ــאن ـ ا ـ راج ـ ه ا ـ )وا ـ ــא ـ م כ ــא ـ ـ
٢
ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ ( أي ـ ها ذ ـ ًא و אر ـ ًא ) ـ ـ م ـ ءا ا ـ ــئ ١٠
ــא( ـ ـ ـ اء( ذ ـאً ٣أو אر ـאً ) ــאع ا ـ ـ ا )إن ــא כאن
ـ כـ ن ـ ـ اء ) ـ ـ ا ـ ـ ـ ء כـ ن ـ اء .وכ ــכ ا ـ
ـ اء ــאع ا ـ ـ ا ــא »إن ــא כـ ن ـ أول ا ــכ ـ ٩٨]/و[ ا ـ (
ـ ــא ) כـ ا ـ أ ا ول ـ ـ כـ ى ـ ها ـ اـ « ـ כـ ن ـ ـ
اء«. ــאع ا כـ ن ـ ا ـ ا ــכ ا א ـ »ا ـ أ ا ول ـ ـ ى. اـ ( ١٥
ـ اء ـ ا ـ أ ا ول، ـ ا ٤
ـ ـ ل » :ــא ـ ـ ها כـ ـ
ـ ـ ب .و ــכ ٥أن ـ ء ـ أ ـ «و ـ ا وا ـ أ ا ول أ ـ « .ـ »أن ــא
ـ ــכ ا א ـ أ ـ ًא .إذ ا ـ ـ ا א ـ כـ ى ـ ى وا ـ ا وـ ا
ـ ى وإ ـ ـ اכـ ى ـ ا ــאج إ ـ ار ــכאب ـ ا ـ ـ م ــאم ا כ ـ
ـ ة כ ــא ـ . ـ ا ـ ا ـ ﴿ ُ ـ َ ا ُ﴾( د ـ ـ .و ـ )כ ــא دل ا כـ ٢٠
Sonra cüzlerden muradın, hem haricî hem zihni olan olduğunu hatta
bu birleşimin sadece zihnî olan olmadığı yönden bu ikisinin birleşimine
(mecmû‘) şamil olduğunu öğrenmiştin. Bu mukaddime [İbn Sînâ’nın]
“Hüve’llah/O Allah’tır” sözünün bunu gösterdiği gibi” ifadesinin işaret
5 edeceği gibi açıklaması daha önce geçen söze dayanır. Bu mukaddime
öncelikli olarak terkibin lüzumuna [mürekkeb olmaktan kaynaklanan
gerekliliğe] dayanmaz. Lâzımın, zihnî terkib olduğu reddedilemez; bu,
mümteni değildir. Mümteni olan haricî olandır. Aklî basîtlerin ispa-
tında -eğer taayünü yani hüviyeti hakikatinin kendisi ise-, fertte (şahs)
10 bu mahiyetin türünün zaruri olarak kendisine münhasır olduğunun
söylenmesi gerekmez. Hikmetu’l-Ayn’in şârihinin [Seyyid Şerif Cürcânî
(ö. 816/1413)] Allâme Kutbuddin [Şirâzî (ö. 710/1413)]’den [naklen]
zikrettikleri buna yakındır. Varlığın zorunluluğu (vücûbü’l-vücûd), ma-
hiyetin kendisi olursa -yani onun tamamı- fasl ile ayrışması (imtiyâz)
15 mümkün değildir. Aksi takdirde varlığın zorunluluğu, mahiyetin kendisi
değil onun bir cüzü olmuş olur.1
Ben ise şöyle söylüyorum: Eğer bütün yönlerde haricî basit [olduğu] ka-
bul edilirse aklî olarak da basît olduğu sabit olur. Aksi takdirde birçok (mü-
teaddid) [şeyin] basît olandan varlık kazanması veya ondan suduru gerekir.
20 Eğer, “O, O’nun aynıdır; varlık [mevcudiyet/kıyam] ve sudur başkalığı
(gayriyet) gerektirir.” dersen şöyle söylerim: Birçok (müteaddid) [şey] bir’in
aynısı ve kendisi olmaz. Sonucu, tekrara râci olur. Bunu iyi anla!
Bütün bu anlatılanlar, senin aklî basîtin ispatına veya aklî terkibin im-
kansızlığına dair açık bir delilin (burhan) olmadığına dair söylenilen şeyle-
25 re cevap vermeni mümkün kılar.
Bil ki Allah Teâlâ’nın “Kul huvellahu ehad/De ki: Allah birdir” sözünde
açık veya gizli [sarih veya zımnî] dört hüküm vardır: 1. Zorunlu Varlık
(Vâcibu’l-vücûd) oluşu, 2. Bütünün ilkesi (Mebde-i küll) oluşu, 3. Ma-
hiyetinin olmayışı, 4. Ehad oluşu. Müellif [İbn Sînâ] Allah’ın ‘samed’ sö-
30 zünü, bu dört hükümden ilk ikisine açık, son ikisine kapalı olarak delil
kılmıştır.
1 Mübarekşah, Mîrek Şemsuddin Muhammed, Şerhu Hikmeti’l-Ayn, Müessesetu Çâb ve İntişarat, Da-
nişgâhı Firdevsî, Esfendimâh: 1253, s. 43-48.
א ص رة ا ح 265
١
ــ ــ ــ اء ــא ــ ا אر ــ وا أن ا ــ اد ــ ا ــ ــ إ ــכ ــ
ــא ـ م ـ ـ ـ ـ .وإن ـ ه ا ـ ا ــא ـ ــא ـ
ـ ٢
ها ـ إ ـ ـ »כ ــא دل ـ ﴿ ُ َ ا ُ﴾« .وأن א ـ כ ــא
ـ . ـ و ـ ـ ـ وم ا כ ـ ا ـ اء .ـ ـ د أن ا ـ زم ـ ا כ ـ ا
ـ ا ــא ــאل ـ إ ــאت ا ـ زم ـ أ ـ ـ ا אر ـ .و ـ ـ وا ٥
ـ . ا ـ ا ـ ه ـ ـ ا ـ ـ ٧ا אر ـ وأ ــא أ ـ ل :إذا ـ ا ١٠
ــ وا ــאم ــ وره ــ .ــ ن ــ :إ ــ أو ــ ــ د א ــ م ــאم ا وإ
ــ أ ــאً. כــ ن ــ ا ا ــ و ــ د ــ .ــ :ا ــ ٨ا وا ــ ور
ــ را ــ إ ــ ا د ــ .א ــ !
٩
א
[Samed]
Allah Teâlâ’nın “Allahu’s-samed”kavliyle [ilgili şöyle dedi]:
[‘Samed’, lügatte iki şekilde tefsir edilmiştir: 1. Hiç boşluğu (cevf) ol-
mayan; 2. Ulu (seyyid).
5 Birinci tefsire göre samed’in mânâsı selbî olup mahiyetinin olmadığı-
na işarettir. Çünkü, [zâtından başka] mahiyeti olan her şeyin cevfi ve
içi vardır, bu da mahiyetin kendisidir. Mevcud olduğu hâlde içi (bâtın)
olmayan şeyin zâtında varlıktan (vücûd) başka bir itibar ve ciheti yok-
tur. Varlıktan başka bir itibarı olmayan, yokluğu kabul etmeyendir.
10 Zira, o olması bakımından mevcut olan [yani varlığında kendi zâtın-
dan başka bir illet ve sebep olmayan ve yokluğu düşünülemeyen] şey,
yokluğu kabul etmeyendir. Öyle ise hak olan samed, bütün yönlerden
mutlak olarak Vâcibu’l-vücûd’dur.
İkinci tefsire göre samed’in mânâsı, izafîdir ki bu da bütünün (küll)
15 başı (seyyid) yani bütünün ilkesi olmasıdır. Âyet-i Kerime’den her iki
anlamın murad edilmesi muhtemeldir. Bu takdirde âyet-i kerimenin
anlamı şöyle olur: “İşte ilâh, bu şekilde olandır. Yani ulûhiyet, bu icab
ve selbin bütününden ibarettir. [Bu iki şey kendisinde bulunmayan,
hak ilâh değildir.]
﴿ اَ ّٰ ُ ا َّ َ ُ ﴾ א ]
٣
א ـ כ ــא ـ ا א ـ . ـ
1 Fıkıh usulünde müşterek, her biri ayrı vaz‘ ile olmak üzere birden fazla mânâya gelen lafzı ifade eder.
Müşterek’in mânâlarından biri tercih edilemediği zaman bu mânâların her birinin kastedilmiş sayılıp
sayılamayacağı konusu umumu’l-müşterek olarak adlandırılır.
2 Arapça ifade şu şekildedir: ف أو ا א
א ص رة ا ح 269
ــאج ا ــ إ ــ . ــ אء ــ ا ــ وا ــ ا ــ ا ــ ــ ــ ِ ــכ ــ
ـ أ ا ــכ « ـ وا ـ ـ ـ ل» :ا
ّ
٢
ـ ـ ـ ك .وأ ــא ا ــאء ـ ـ ما ــא( ــאء ـ ا ـ إراد )و
ــ ــ ــא ه ــא ا ــ ــ ا ــא ــ ــ ك כ ــא ــ א ــ ا
ــא ـאً .א و ـ ـ ـ زون ذ ــכ ا ـ؛ ِ ـ ـ أـ ـ ا ـ ا ١٥
ق ٥٥و. ١
. ش: ٢
ع. ق– ٣
د ٢٢٥ظ. ٤
270 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ــאرة إ ـ ــא أن ا
ـ ﴿ا َّ َ ـ ُ ﴾ و ـ ه؛ כ ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ ـ ـ ـ ٥
﴿ َ َ ِ ْ َو َ ُ َ ْ ﴾ ]
ْ ْ
ـ د ـ ــאج إ ـ وأ ـ ـ ا إ ـ و ـ ـ א و א ـ أن ا ــכ ــא ـ ١٠
ّ
ــ א أ ــ ــ د ــ כ ا א ــאت ــ ــ دات و ــ ا ــאض ــ ا
ّ
ـ. ـ ـ ـ أن
ـ ــא כא ـ ـ ـ أن ا و ــאم أن ـ ـ )وכאن و ـ اأـ ب ١٥
ش ٧ظ. ١
א ،ص .٣٢٨ אر א ا א ا א | ش د -כ א ٢
«. ا »כ א א ر م: ق ٥٥ظ | .و ٣
م ٦و. ٤
ا א . د – إذ ا ئ ٥
274 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Sonra buna delil getirmek istedi ve şöyle dedi: (Kendisinden misli do-
ğan her şeyin mahiyeti,) kâne’nin ismi olarak merfu1 olmasından açıkça
belli olduğu gibi bu, türsel [mahiyetidir] (onunla) yani babanın (vâlid)
ferdi (şahs) ile (başkaları arasında müşterek olur.) Yani doğanın (mev-
5 lûd) ferdi arasında [müşterek mahiyet olur.] Çünkü benzerlik (mümâselet),
örneğin iki ferdin türde müşterek olmasıdır. (Böylece madde ile teşah-
hus etmiş olur.) Açıktır ki burada maddeden murad heyûladır. Ayrıntıda
(tefrî‘) ise bir gizlilik vardır.
Şayet mahiyette ortaklık heyulânın sübutiyetini gerektiren ayrışmanın
10 (infikak), ayrılmanın (infisal) ve bitişmenin (ittisal) kabulünü gerektirir
dersek bu gayet uzak bir durum olurdu. Çünkü onlara göre zorunlu, türsel
mahiyettir. Zahir olan şudur ki bir ferde münhasır olanla onun dışında-
kilere münhasır olanı ayırmak bir şey ifade etmez. “Madde” sözüyle fert-
lerin (eşhâs) hepsinin teşahhusunun gerektirmesi anlamıyla “maddî olanı”
15 murad etmesi muhtemeldir. [Bununla onların] maddeye ait olan şeylerle
belirli hâle geldiği (taayyün) ve diğerlerinden ayrılmasını (imtiyaz)ı kastet-
mekteyim ki onlar da avârız-ı muşahhasa2lardır.
Ancak (Maddî olan her şey başkasından doğar) sözüyle küllî olanı
kastetmiş ise bu, müsellem değildir. Çünkü açıktır ki maddî olanların ço-
20 ğunluğu bir şeyden doğmuş (mütevellid) değildir. Şayet cüzî olanı kastet-
miş ise bu da bir şey ifade etmez.
(Böylece âyetin anlamı şu şekilde olur: Lem yelid/doğurmadı…)
ifadesinin makamının, illetin malûl üzerine atfedilmesi yoluyla anlamı
25 “Çünkü o doğurulmadı (lem yûled)” [takdirinde olan] [İbn Sînâ’nın]
(“Çünkü o doğurmadı/lem yelid”) sözünün makamında olduğu gibi
“O, başkasından doğmadı.” şeklinde olması mümkündür. Çünkü eğer do-
ğurulanlardan olsa idi O, bütünün ilkesi (mebde-i kül) olmazdı ve herşey,
kendisine muhtaç olmazdı. Daha önce defalarda söylediğimiz gibi, ileride
30 gelecek bazı cevapların da işaret edeceği üzere böyle olmadığına karar ver-
dik. Senin şöyle söylemen mümkündür: Bu takrirden sonra sual yoktur,
cevaba da ihtiyaç yoktur. İyice anla!
א ــ ( ــ כא ــ ــ ــ ــא ــאل ) ــ ن כ ــ ل ــ ــ أراد ا
ــ ع. ــ ــ א ــ ا ــ اك ــ ــ د ــ .إذ ا ا ــ ه( أي ــ
ــאء. ٥
ــאل ــכאك وا ــ ل ا ــ ا א ــ ــ اك ــ ــא :إن ا و ــ
ــ ــ وا ــאزه א ــ ر ا ــ ــ אص٩٩]/ .ظ[ ــ ا כ ــ ١٠
ــ ا ــ ــ ــ ــ ــ ــ (؛ ِ ــ ــ ــ ) ِ ــ ــ ــאم ــ ا ١٥
ا ـ اب ـ ـ إـ כ ــכ כ ــא ـ ـ اراً -أ ـ -ـ ــא ـ ر ــא وـ
א ــ إ ــ ــ ال و ــ ــ ا ا ــ ــכ أن ــ ل :إ ــ כــ ا ــ ،
ا ــ اب .א ــ !
ــ כ ــ כ ٢،وا א ــ ا ــ א ــ ــ ــ ــ م ــ ؛ ِ ن ــא א
ـ ـ ه .ــא ـ ـ ــא ــאدي ،وا ــאدي ـ א ــאدة ،وا ـ
ـ ه. ـ ـ ـ ـ
ـ ه ٣.ـ ـ ـ ـ ـ ـ ا ـ ــא » ـ ـ أ ـאً .أ ـ وا א ـ ١٠
ق ٥٦و. ١
د ٢٢٦و. ٢
א . אء א אئ אس ا ق– ٣
ش ٨و. ٤
ش :ا د . ٥
ل» :ا و ده. ه( ا כ ن أن ذا ) .و כ ن و ده د– ٦
278 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
(“Ve lem yekun lehû küfüven ehad (O’na bir denk de olmadı)” Al-
lah Teâlâ, kendisinin bir başkasından doğmamış olduğunu ve benzeri-
30 nin de kendisinden doğmamış olduğunu açıkladığında O’na varlığın
kuvvetinde hiçbir şeyin eşit olmadığını beyan etti.) türsel veya cinssel
olarak [eşiti yoktur.] Doğma alakası olmamasını da kastediyorum.
א ص رة ا ح 279
ــ ى ا ــ ( د ــ ــ כــ ن ــ ــ ه ــ ــ ــ כא ــ ــ )وإ
ـ ا ـ ي כـ ن ـ ا ـ ي כ ـ ن כא ّم و ـ ـ اً ـ ا زدواج ا א ـ
א ــ ــא כא ــ ــ أول ا ــ رة ــ ن כ ــ .وأ ــאً ــ כא ب ،כ ــ
ا ـ [. ـ اـ ،כـ ـ ـ כـ ـ وا ـ ئ ـ ـ ا ١٥
20 Aklî terkible alakalı cerh ve tadil içeren sözleri işittin. Böylece delilin
sûreti şu şekilde olur: Cinssellikte eşit varlık, Allah Teâlâ için cins ve faslı
gerektirir. Cins ve faslı olan ise [bunların] birleşmesinden meydana gelir.
Birleşmeden meydana gelen şey ise başkasından doğmuş olur. Başkasından
doğmuş olmayı “ve lem yûled/doğurulmadı” ifadesi geçersiz kılmaktadır.
25 Netice [şu şekildedir]: Cinssellikte eşit varlığı, bu âyet iptal etmektedir. Bu
da matlub olan sonuçtur.
א ص رة ا ح 281
ــא» :و ـ د כـ رة ـ ـى ـ ـ ـ ه( ـ ـ ـ ده ــאدي
ـ ــאدي ـ ل» :وכ ـ ه« .ـ ـ ـ ـ ــאدي ــאوي ـ ا א ـ ا ا
ــאوي ـ و ـ دا ـ ﴿و َـ ُ َـ ْ ﴾
٨
ـ ـ ًا ـ ا ـ . ا ـ و ــא כـ ن
ْ
ـ ب. ـ ا ـ .و ـ ا ـ . ـ ا
Bu iki delili içeren ve ilk matlubu netice veren takrir olarak şu şekilde
söylenebilir: Varlıkta müsavisi olan şey, ya türsellikte eşit olur veya cins-
sellikte. Türsellikte müsavi olmayı, delil olarak daha önce geçtiği üzere
âyet, geçersiz kılmaktadır. Cinssellikte müsavi olmayı ise âyet, önceki de-
5 lilden sonra gelenle geçersiz kılmaktadır. Böylece mukassem kıyas yoluy-
la âyet, varlıkta O’na müsavi olanı iptal etmektedir. Bu “varlık şiddetinde
eşiti yoktur” sözünün anlamıdır ki matlub da budur.
([Aynı şekilde] başlangıcı da) yani bu sûrenin başlangıcı (bunu)
yani açık olduğu üzere cinste müsavi olmayı (geçersiz kılar.) Neticede
10 olduğu üzere (Çünkü mahiyeti onlardan olan) -fakat bu ikisinden zahir
olan cins ve fasıldır- (li-zâtihi hüve hüve olmaz.) Bunun açıklaması,
cinste eşit olanın mahiyeti bunlardan olan olmasıdır. Mahiyeti bunlar-
dan olan ise “li-zâtihi hüve hüve olmaz”. Li-zâtihi hüve hüve olmamayı
ise sûrenin başlangıcı iptal eder. Netice olarak sûrenin başlangıcı cinste
15 müsavi olmayı iptal eder. Matlub olan da budur. Ancak mukaddimeler-
deki bir tür müsamaha ile ki bu delillerin düzenlenmesini ilgilendiren
bir konu değildir.
[Bu Tefsire Hâtime]
[Bu sûredeki hakikatlerin kemaline bak! Önce “O’nun hüve (o) ol-
20 ması”ndan başka bir [şekilde ifade edilmeyen ve hüve’den başka] ismi
olmayan hüviyet-i mahzasına işaret etti. Sonra açıkladığımız üzere bu-
nu, hakikatin en yakın lâzımı ve tarif olarak en güçlüsü olan ulûhiyeti
[Allah lafzı] takip etti. Sonra ardından “ehad” lafzını, iki şeyi ifade
etmek için getirdi: Birincisi, “Mukavvimatın (kurucu unsurların) zik-
25 riyle yapılan tam tarifin (hadd-i tam) terk edilip lâzımların zikriyle
yetinildi” denilmemesi için; ikincisi, zâtında bütün yönlerden (cemi-i
vücûh) bir olduğunun delili olması için [zikredildi].
Ehadiyet, ulûhiyetten sonra getirildi, ulûhiyet, ehadiyetten sonra geti-
rilmedi. Çünkü ulûhiyet, O’nun her şeyden(küll) müstağni olması ve
30 her şeyin O’na muhtaç olmasından [O’na nisbet edilmesinden] ibaret-
tir. Böyle olan mutlak olarak birdir (vâhid). Aksi takdirde O, cüzlerine
muhtaç olurdu. Çünkü ulûhiyet, hüve hüve olması itibariyle birliği
(vahdet) gerektirir. Ancak birlik (vahdet), ulûhiyeti gerektirmez.
א ص رة ا ح 283
اا ] א
ـ ا ـ ـ א ـ ا ـودل ـ
ـ ّ ـ ذ ــכ ـ ﴿ا ا َّ َ ـ ُ ﴾ ّ
ـ دات. ـ د כ ــא ـ اه ـ ا א ــא و ـ ب ا ـ د وا ئ ـ
ــ ــ ه .و ــ ــ ــ ــ ه؛ ِ ــ ــ ّــ ــ ّ ــ ذ ــכ ــאن أ ــ
ّ
ـ ز أن ـ ــא ـ ـ د ـ دات ّא ـאً أ ـ وإن כאن إ ـאً ِ ـ ا
ذ ــכ ــאن أ ـ ـ ـ ه .ـ ـ כ ــא ـ כـ و ـ ده ـ ـ ـ د ـ ا ٥
ـ د. ـ ةا ـ ــאو ـ د ــא ـ ا ـ
ا ـ و ـ ا ـ اد ــא و ـ ا ــא ـ أ ـ ـ ـ ــאرة ـ )أ ــאر( وا ٢٠
ــאج ا ــכ إ ـ )כאن ـ אء ـ ا ــכ وا ا )و ــא כאن כ ــכ( أي ٣إذا ـ
ــא א ــ ؛ ِ ــא ــ א ــאً إ ــ أ ائــ ( وا א ــ ــכאن ــאً وإ وا ــ ا
ــ כــ ن ا ــ ء ــ ــ ــ ا ــאج ا ــכ إ ــ .ــ ــ ا ــכ وا ا ــ אئ
ـ ـ ــאم ـ اا ـ أن ا ــכ م ـ ـ ازم ا ــכאن .و ــאر ـ إن ا
م ٧و. ١
ق ٥٧و. ٢
ق +אرة. ٣
288 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Hatimenin özü:
20 Hakikatine ve özel hüviyetine delalet edecek bir ifade mümkün olmadığın-
dan söze “hüve” ile başladı. Makam ise zâtın ifade edilmesini gerektiriyordu.
Onun ardından “Allah” lafzını getirdi. Çünkü zâtını tarif etmek mümkün ol-
madığı, [ancak] lâzımlar ile mümkün olduğu ve evla olanın da lâzımların en
güçlüsü ve en mükemmelinin izafî ve selbî lâzımların bir arada olması olduğu
25 ve ulûhiyet bu ikisini içerdiği için [hüve’nin] ardından onu getirmiştir.
Bu ifadeyi O’nun mukavvimat ile tarifinin yapılabileceği gibi bir veh-
me düşülmesin diye “ehad” [lafzı] takip etmiştir. “Allah” sözünü “ehad”-
den önce getirmiştir. Çünkü ulûhiyet, ehadiyeti gerektirendir. Onun illeti
gibidir. Bu ifadeyi ise ulûhiyetin delili gibi “samed” lafzı takip etmiştir.
30 Çünkü varlığın zorunluluğu (vücûbu’l-vücûd) ile her şeyin (küll) ilkesi ol-
mak ulûhiyete hastır. Bunu, ilke olmaklığın doğum yoluyla olduğu vehmi
oluşmaması için “lem yelid/doğmadı” ifadesi takip etmiştir. Bunu, kendi-
sinden önceki hükmün delili gibi olması için “ve lem yûled/doğurulmadı”
sözü takip etmiştir. Sonra doğum yolu dışında da kendi varlığına eşit bir
35 varlık olabileceği vehmine düşülmesin diye “ve lem yekun lehû küfüven
ehad/O’na denk hiçbir şey yoktur” sözünü zikretmiştir.
א ص رة ا ح 289
أدل ) ـ ُّ
أدل أو أي َّ ـ ودل( ـ ـ )،א ـ ذ ــכ( أي ا )ـ
א כ. ئ ـ ( ــא ـ اه כ א ـ ـ د وا א ــא و ـ ب ا ـ ا ـ ـ ا ٥
: ٤ا א
ــ ــאت ،و ــ ّ م א ــ ــ إن כאن ا ــ ﴿أَ َ ــ ٌ ﴾ ئــ و ّ ــ
ّـ ــא .ـ ـ .כ ــא ـ ـ ـ ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾؛ ِ ن ا ﴿ا ﴾ ـ
ــכ ئـ ـ د وا ـ ؛ ِ نو ـ با
ـ ﴿ا َّ َ ـ ُ ﴾ כـ ن כא ـ ا ـ
ـ ـ כـ ن ا ئ ـ ـ ـ ﴿ َ ـ َ ِ ـ ْ ﴾ ئـ א ـ .ـ ّـ ـ
ْ
﴿و َـ ْ َ ُכـ ْ
﴿و َـ ْ ُ ًـ ْ ﴾ כـ ن כא ـ ــא ـ .ـ أورد ـ َ ـ َ ا ـ دة .ـ ٢٠
ـ و ـ د ــאو ـ ٦ـ ـ ا ـ دة. َـ ُ כ ـ اً أَ َ ـ ٌ ﴾ ئـ
1 Beyyine, 98/5.
2 Zâriyat, 51/56.
א ص رة ا ح 291
ِ ْ ــ ُ وا ﴿و ــ َא أُ ِ ــ وا إ
َ ــ א ــ ــ ه ــ ( כ ــא )و ــא כאن ا ــ ض ا ١٥
َ ُ ُ
ــ إ ــ ــ ذا ــ (؛ إذ כ ــ ء ا ــ م ــ ا َ﴾ ٤و﴿إ ِ َ ْ ُــ ُ َ
ون﴾ ) ٥ــ
ــ ور ــ ة وا ــ )وכ ــ ــ כא א ــ ( ا ــ و א ــ )وأ ــ ال أي
ــ ا ا ــ ض؛ ــ ٦
ــ ِّــ ة )وا ــ رة( دا ــ ــאر وا ــ رة ا أ א ــ ( א
Çünkü o (sûre), (ima ve tariz yoluyla) -[yani] en azı ifade etmek yoluy-
la-; çünkü aynı şekilde bu bahse sarih olarak da delaleti vardır. ([Allah’ın]
zâtını ilgilendiren bütün bu konuların hepsine delalet eder.) Çünkü
zâtla ilgili bahisler ya onun ispatıyla ilgilidir veya zâtın diğer zâtlardan fark-
5 lı olmasıyla ilgilidir veya varlığının mahiyetinin kendisi olmasıyla ilgili-
dir. [İhlâs] sûresi bütün bunların hepsini ifade etmektedir. ([Şüphe yok
ki bu sebeple] Hz. Peygamber (s.a.) bu sûreyi Kur’an’ın üçte birine
denk kılmıştır.) Şeyhânın [Buhârî ve Müslim’in] tahric etttiği bir hadiste
şöyle buyurulmaktadır: Kulhuvellahu ehad Kur’an’ın üçte birine denktir.1
10 Bu denkliğin açıklamasında denilmiştir ki Nebi (s.a.) Kur’ân’ın üçte birini
okuyan bir kişiyi onu tekrar ederken duymuştur. Hadisin diğer yollarına
ve zahirine aykırılığı sebebiyle bu açıklama uzak bir ihtimal olarak görül-
müştür. Denildi ki: Kur’ân’da kıssalar, hükümler (şeriat) ve sıfatlar bulu-
nur. Bu sûre, sıfatlara dairdir. Dolayısıyla üçte birini ifade eder.2
15 Gazzâlî’den şöyle nakledilmiştir: Kur’ân; tevhidi, doğru yolu ve âhireti
bilmekten bahseder. Bu sûre, ilkini [tevhidi] içermektedir.3
Râzî’den şöyle nakledilmişir: Kur’ân Allah’ın yüce varlığının delillerin-
den, birliğinden (vahdaniyet) ve sıfatlarından bahseder. Sıfatlar ise hakîkî
sıfatlar veya fiilî ve hükmî sıfatlardır. Bunlar üç bölümdür. Bu sûre, hakîkî
20 sıfatlardan bahseder ki bu da üçte birdir.4
Denildi ki: Kur’ân, Hâlik’ın haberidir, mahlukun haberidir ve inşadır.
Bu sûre, ilkini [hâlikın haberini] içerir. 5Ve denildi ki: Kur’ân; tevhid, hü-
kümler ve haberlerden oluşur.
Bu konuda pek çok görüş dile getirildi.
25 Fakat denklik sevap bakımından mıdır [yoksa sevap bakımından] değil
midir?
Denildi ki: Evet; Zelzele, Nasr, Kâfirûn sûreleriyle bazı sûre ve âyetlerin
daha fazitletli olduğunu bildiren haberlerin [hadislerin] zahirinin şehadeti
sebebiyle böyledir [sevap bakımındandır].1
Nebi (sav) “Kim Kur’ân’ı okursa her bir harf sebebiyle onun için on ha-
5 sene vardır”2 sözüyle ilgili olarak denilmiştir ki: İhlâs sûresinin okunması,
nazmı itibara alınmaksızın mânâsının ifade ettiği anlam dikkate alınarak
sevabın üçte birini gerektirmesi uygun olur.
Görmüyor musun ki tevhid, hangi lafızla olursa olun sevabı gerektir.
Bu durum, Kur’ân’ın nazmının okunmasıyla elde edilen sevabın daha bü-
10 yük olmasına aykırı değildir.
Bazıları bu konuda tevakkuf etmişlerdir. Bu, İmam Hanbel’den nakle-
dilenlere en yakın olanıdır. İbn Hassar ve İbn Abdisselam’dan nakledilen
ise tafdilin tercihini gerektirmektedir.3 Tatarhaniyeden anlaşılan ise tafdilin
olmamasının tercihidir.4 Bu, bazı fetvalarda olana uygundur. Bir kere ha-
15 tim İhlâs’tan beş bin kere daha faziletlidir.5
Bunlar en son merci ve varılacak yer olan Melik-i Müteâl Allah’ın yar-
dımıyla yolculuk hâlinin gerektirdiği şartlarda serdeddiklerimizin sonudur.
Sene 1156.
٣
ــא ة א ــ أ אد ــ »ا َ ْ ــ َ ة ١وا َّ ْ ــ وا כא ــ ون« ٢و ِــ رود و ــ :ــ
ُ
٤
ــ ا ــ رة وا ــאت. ــ ــאر ا
٥
ـ אت«. ـ ـف ـ ء ا ـ آن ـ ــכ ـ ا ـ م» ـ ـ و ـ
ـ ا ــאر ـ ـ ا ـ اب א ــאر أداء ا ـ ـ ـ ص وو ـ ـ ن ـ اءة ا
ا ـ . ٥
آ ف ـ ة.
١٠
ـ ـ ص ـ ا
.
١د ٢٢٧ظ | .ر :ا
٢ش – ا כא ون.
. ا م م כ א ر م :כ א ا א אر א .و ا ٣و
.١١٤٠/١ ، ٤ر +و | ا אن
ـ أ א ــא، ـ ـ ،وا ـ ًא ـ כ ــאب ا ـ ـ ›› :ـ ـ أ ـ و ـ ـ ا ـ د ـ ل :ــאل ر ـ ل ا ـ اـ ٥
ا ـ ي ،אئ ـ ا ـ آن .١٦ ـ ف‹‹ ،ـ ـ فو م ـ فو ـ أ ـ ل ا ـ ـ ف و כـ أ ـ
ئ . ها ا כ ت אل :ا א ر م: ٦و
אد. ٧ر م:
.١١٣٢/١ ، ٨ا אن
ر .٥٠٢/١ ، ٩ا אوى ا א א
א .١٦٣/١ ، אن ١٠אوى א
أ אذ א. ا א ١١٧٧ ٢١ ر ١١ر +
.١٢٢٢ ... .... אن ا אد اده ق +ا حا
ـ ـ ـ أ ـ ا ــאد وأ ـ כ ـ ـ ـ ا ــאرح ا א ـ ـ ـ ـ اا ـ ح ـ م +و ـ ـ غ ا ـ اغ ـ
ـ ة ـ ـ ا ـ وا ـ وا ـ ف و א ـ ـ ا אئـ وا ـ ـ ـ ـ ا א ـ ـ و ـ ذى ا ـ ـ ـ ـ
وا ــ رج.
.١١٧٥ د+
.١١٧٦ .... אن ا אد زادة ا حا ق+
. ما א ر آא ا אر ا א ا ا ش+
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 297
Müellif
Meçhul (Konya Yusuf Ağa No: 8218/5)
א ص رة ا ح
...؟
300 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd; ezelî, ebedî, bir (el-vâhid), tek (el-ehad), el-ferd, es-samed olan,
doğmayan ve doğurulmayan Allah’adır. O, ebedî kayyûmdur; O’na denk
hiçbir şey yoktur. Sâlât, nehirler aktığı ve denizler dalgalandığı sürece ken-
5 disine Kitap indirilene, kendisine hikmet ve faslu’l-hitab verilene ve O’nun
seçilmiş ailesine [ve] tertemiz arkadaşları üzerine olsun!
Bil ki grubunun efendisi ve felsefecilerin reisi, nev-i beşer hukemasının
en faziletlisi, on birinci akıl [İbn Sînâ’nın] avamın ve havvasın en hayırlı
sığınağı olan İhlâs sûresiyle ilgili tefsir-i şerifinin ve ince tevili, gözler bir
10 benzerini görmediği ve kulakların bir dengini işitmediği [bir tefsirdir]. An-
cak ifadelerinin çoğu, ibarelerdeki ihmal (müsamaha) ve yazımdaki uzat-
malarla beraber büyük ulemanın hemen kabule yöneldiği şeriatin esaslarına
değil, akıl [sahiplerinin] onlara ulaşmadan önce çokça düşündüğü felsefî
esaslara bağlıdır. Bundan dolayı, beni ateş azabından kurtaracak, cennet
15 nimetine erişmeye yardım edecek [bir amel] kılmasını Meliku’l-Mennân
[olan Allah]tan niyaz ederek [İbn Sînâ’nın] bu tefsirine, meselelerini göz-
den geçirip düzenleyen ve delillerini takrir eden bir şerh yazmayı istedim.
Şeyh-i Ekber [İbn Sînâ] -Allah herşeyi kuşatan lutfu ile ona muamele
eylesin- dedi ki:
20 [ŞERH]
[Kul Huvelllah Ehad]
[“De ki: O, Allah, birdir.”
ا ا ا ٧٥]/ظ[
]﴿ ُ ْ ُ َ ا ّٰ ُ َا َ ٌ ﴾
ـ ــא כאن ـ ه .ـ ن כ ـ ـ ـ כـ ن ـ :ـ اـ ي ا ـ ا ١٥
ــא כאن ـ .وכ ـ ـ ه ـ כـ ـ ـ ـ ـ אدة ـ ـه ـ ـ
כـ ـ .כـ כ ـ ـ ـ ه أو ـ ـ اء ا ـ ـ אدة ـ ذا ـ ـ
ـ ه، ـ و ـ ده ـ ـه ــא כאن و ـ ده ـ ـ ه ،وכ ـ ده ـ
اـ، ـ ـ ه .א ـ ي כ ـ ن ـ ـ כـ ـ .ـ ذن כ وذ ــכ ـ ا
ـ د[. ا ـ وا ـ ٢٠
א ـ اد .و ـ ا ـ م ا ـ ـ و ا ـ ـ א ـ כ ـ و ـ ا כ ـ .ـ اد و ـ ا א ـ :ا ـ א ـ ا ـ ١
ــאً أو ــ ًא. ــאً א ــ ،כــ ا ــ اد ــא ــא ــאن ــ اده ــ اد .כــ ا ــ ا ــ א ــ أي دون ا و ــ ؛ ــ ا ــ א
ـ ي .ــאل إ ــאم ا א ـ إ ـ ـ دا ا ـ אن ـ د ا ـ ـ אن א ا ــאري ،כאن وز ـ وـ ا א ـ :و ـ أـ ـ ـ ـ ٢
.و ــאت ــא ود ـ ــא .כـ ا ـ ـ أ ــאم .وכאن ـ ا ـ כ ـ ا ـ آن .وכאن ـ ــאب ـ آ ـ ـ ه دده ا א ـ و
ـ ه ـ ا ـ ل. ـ ا א ـ
ل. ا אا وכ אل لا و ا א :إ אرة ا כ אل ة أ ٣
302 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ـ ـ ﴿ ُ ـ َ ا ﴾ را ـ ا ـ ذا ـ ا ـ س ا ـ ي ـ ( ـ أن ا ) ـ ا
ـ ـ » ــא כـ ن ـ ـ و ـ ده ا ـ .و ـ ا ـ اد » ـ ا ـ « ا
ـ ـ ـ .و ـ ــא כـ ن ـ ا ـ ا ـ ـ ه« و א ـ ـ ـ
ــ د ــא כאن ــ ا ــ ات ــ ــ ؛ ن ا ــ ــ ه .وإ ــא ا ٧٦]/و[ ــ
إ ـ ــא ذ ـ اـ כـ .و ـ ا ـ د ـ ا ـ فا ــא ـ ـ ا ا ـ ٥
כـ . ـ ـ ا ـ ا ا ـ ـ د ـ ـ أن وا ـ ا
ــ ( أي ــ ا ــ ) ــ ــ ــ ذا ــ ( أي ٢ا ــ ــא כאن و ــ ) :وכ
ـ ا ــאرة כ ــא ـ دأ ـ . ــא ـ ا ـ ـ ا ـ إ ــאرة ا ـ ا ـ اده ا ١٥
ــכאس :כ ــא ا ـ ا ـ ا ـ ـ ود .وا ـ اد :כ ــא و ـ ا ـ و ـ ا وا
٣
ـ . ـ ا ــא ذכ ـ ه ـ ـ ود .ـ ا
ـ ده ـ ده אـ ة ــא כאن א ـ ــאس ـ أ ــכאل ا ول כ ـ ا» :כ اـ
א ـ «.ـ » :إن ـ ـ כـ ن ـه ــא כאن و ـ ده ـ ـ ه ،وכ ـ
ــ ــ ) .ــ ذن و ــ د ا ا ــ ــ م ــא ــ ،א א ــ ا ــ «.כــ ا א ــ
ا ــ . ــ ا ــ ،כ ــ ــ כــ ــ ذا ــ ــ כــ و ــ د ا ا ــ ــ ــ
(İşte bu hüviyet) yani vâcib olan vücud (ismi olmayan) Yani alem
25 ismi yoktur. “Allah” lafzının alem olduğu söylenmiştir. Ancak zahir olan
onun vasıf olduğudur. Envarü’t-Tenzil’de de böyledir.1 (öyle bir mânâdır)
Yani “mânâ” lafzından vehmedilebileceği gibi başkasıyla kaim olan değil,
zâtı ile kâim özel varlıktır. Çünkü o [başkası ile kâim olması], burhan ile
sabit olana aykırıdır. (ki şerhi) yani bir şeyle tarif edilmesi. -Buradaki istis-
30 na, istisna-i müferrağdır.- (lâzımları olmaksızın) basît oluşundan dolayı
(mümkün değildir).
ــ ر ــ ــ رد ــ د א ــ ا ا ــ . ــ ا ــ ( כــ ن ا ــ ات )
ـ ي ـ و ـ وا ـ . ا ـ و ـ ا ـ ـ و ا כ ـ
از ــ . إ ــ כــ ــ ، ــ ا ــ ــ ــ وا ]و ــכ ا
ــאً ــ ا ــ ر א ــ أ ــ .وا ــ ازم ا ــא إ א ــ و ــא ــ وا ــ ازم
. א ــ وا ــ ــ ا ــ ا ــ زم ا א ــ ــ ــ ا .وا כ ــ ا ــ ١٠
ـ ـ هو إ ـ ـ ـ إ ـאً ،ـ ن ا ـ ـ ا ـ ي وذ ــכ ـ כـ ن ــכ ا
ــ دات، ــ ا ــ ا ــ ي כــ ن כ ــכ ــ ــ ــ ه .وا ــ ا ــ ا ــ
[ ـ اـ ا ـ ـ ـ א ــאب ـ ه إ ـ إ א ـ وכ ـ
از ــא( ـ אء ـ ع) ٣.إ ـ ء .א ــא א( أي ـ כـ ـ ) ٢. ا
ّ
א. ــא
ـ ض وا ـ اد ـאً ـ כـ ن ا ــא ـ م ا ـ ـ ه .وا ـ ــא ـ م ـ כ ـ ــא א ـ ا ـ و ـ وـ ا אـ : ١
ــ . اد ــ ًא
אوي.٤/١ ، أ ار ا ٢
. ا .כ ا ا כ و ا א :و א ٣
308 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
ـ ــא إ ــא و ــא ـ כـ أن ــא ـ ـ ا ا ]و ــא כא ـ
ــא ـ ــא أن ا ـ ازم از ــא .و ـ ـ إ ــא כـ ن ـ ـ .ـ ـ ح ــכ ا
ْ
ـ . ـ ذכـ ا وا ـ ح ــכ ا ـ ـ ا و ــא إ א ـ .و ــא أن ا כ ـ
ـ ﴿ ـ ﴾ כـ ﴿ا ﴾ ـ م ّـ ـאً ــא ــאول אـ و ــא أن ا ـ ا
ــכ[. ـ ﴿ ـ ﴾ وכא ـ ح ـ ــא دل כـ ن ﴿ا ﴾ כא כא ـ ١٥
ــ ا ــ ) :و ــא כא ــ א ــ ا ــאع اכ א ــ أ ــאر ا ــ ــ
ــא כ ــא ) ــ ــא( أي ــ ا כــ ٧٧]/ظ[ ــ ا
ــ )ت٩٠٨.ه١٥٠٢/م([ ]ا وا ــ ا ــ ــ ل ــאل ــא( و
ــ . ا ــ ــ و ــ כ ــ ــ ــ :أ ــא ا ــ ح ا אئــ
١
ـ ّي. ـ אـ ــאل :إ ـ כ م ـ اכ א ـ .ـ
ــ א ــ ــא ذכــ ه أر ــ .و ــ ــ ا ــ ــ و ــא ذכــ ه ا
ــ . ا כــ ورات ا ــא ــ ــ و א ــ ائ ا ا ــ ــ ــ
א إ ــא ــ ــ כ ــא כ ــא ــ .ــ ــ ا ــ ال ــ ( ــ م ا ــ )إ ١٠
ــ ــא ــ ــ .و ــ ( أي ــ ــ ا و ــ כא ــ אً ) ــא دل כא כא ــ
1 Yani lâzımlarını söylemekten başka bir sûretle tarifin imkânsız olduğuna bir tenbih vardır.
2 Bu şerhe mahsus olmak üzere mukavvim (mahiyetin kurucu unsuru) kelimesi yerine mukaddimât (ön-
cüller) kelimesi kullanılmaktadır. Çeviride öncül olarak değil kurucu unsur olarak tercüme edilmiştir.
א ص رة ا ح 313
ــ ح ــא إ ــא ــ ك ــ ا ــ ــ ا ــכ م :ا ــ כــ ا ــ ازم .و إ
א ــ ــ ــ ذכــ ا ــ ازم ،و ــ ا ــ ــאت وا ــא ذכــ ا ــ
ــאدئ إ ـ اق أ ار ــא[.
א ــא( כ ن ـ م ـ )أ ـ ــכ ا ـ از ــא( أي ــא ) ــא أن ١٠
1 Yani hüve’den sonra hemen en yakın lâzımını getirdi ki o da selb ve icab lâzımlarını, selb ve icabdan ibaret
olan bütün kemal vasıflarını kendisinde toplamış olan âlihiyet (Allah) tir. Hüve’nin delâlet eylediği zât-ı baht
ve vücûd-i mutlak’ın en yakın lâzımı Allah’tır. Buradaki ‘hüve’ ancak ‘Allah’ lâfza-i celâli ile tarif olunabilir.
א ص رة ا ح 315
ـ ء ـ ا ـ ازم ــא ـ ـ ـ ، ـ ـ ء ـ ىأـ ـ ـ כـ أن
ّ
ـ ا א ـ ا ـ زم ا ـ ـ אء و ــא ـ ،و ـ ا ذ ــכ כ ـ أ ـ ب ا ّـ
ــאب. وا
1 Metinde “gerektirmez” şeklinde yer almaktadır. Ancak diğer şerhlerde yer alan bilgilerle karşılaştığında
bu ifade “gerektirir” şeklinde olmalıdır.
א ص رة ا ح 317
ــאج ا ــכ إ ــ ــ אء ــ ا ــכ وا ــ ا ــ أ ا ول ــ ازم כ ــ ة( כא )
ـ ـ ر ـ ا ت ـ .و ـ ــא ـ. ـ ة ) כ ــא ـ ا وכ ـ ـ أ
ــאس ـ ـ ه( إ ــאرة ا ـ ـ ـ ـ ا ـ כ و ـ أכ ـ ـ ا ا ـ إ ٥
ــכ ــ ــ ــכ ا א ــ وا כــ ــאذا ــ ــ ل وا ــ . وا א ــ وا
ا ـ ازم؟
ــ ذا ــ إ ــ ــאت ،ــ ــ ذا ــ ــ ــ ــ ا ــ ــ ١٠
ــ ه .و ــכ ــ ا ا כ ــ ة ــ ــ ــ ــ ا ِ ــ ا ــ ا ا
ــ .و ــ أ ــאر א א ــ ازم ا ــ و ــ ــכ ا ــ ة ــ ازم .ــ ذن ذכــ ا
ـ ا כ ـ. ـ.و ـ اأ ـ א ـ و ـ ده ـ ـ ص ا ـ و ـ ده ا
כ ــאت כـ ا ـ ـ ـ ا כ ــאل כ از ــא ا ــאئ ا ـ و ـ أن
א ــא. ١٥
ــ ل .ــ ن א ــ ــ رة ــ ا ــ ــ ــ أن ا א ــ ــ ــ ن ا
ــ ًא و ــ ــ ازم أ ائــ ،وإن כאن ــ ا ــ ــ أن כ ــ ًא و ــ כאن
א ــ أ ــ ًא .כــ ن ــ ا ــ رة ا ــ ا ــ כ ــכ כא ــ ــ ــ
כ ــאت .و ــאم ــאت ـ ا א ـ ـ ا ا ــאب כא א ـ ازم ـ ـ ا
ــ כ ــאب ا ــ אء[. א ــ ــ ــ ــ ا ــ ــ ــ ا ا ــ ٢٠
320 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
(Burada) yani “lâzımlarının dışında başka bir şeyle şerhi mümkün de-
ğildir” cümlesinde (şöyle bir şüphe varid olur.) Şüphe şu şekilde söylene-
rek tekrar edilen bir men edilmeye döner: Allah Teâlâ’ya nisbetle mümkün
olmamasını kastediyorsa bu, memnûdur; bize olan nisbetini kastediyor-
5 sa bunun kabul edilmesinin bir faydası yoktur. Çünkü tarif edilen, Allah
Teâlâ’dır. İmkan, O’nun için ortaya çıkar. Bilakis kesinlikle bu şekilde olur.
Cevap ikinci şıkkın tercih edilmesine râci olur. İmkanın men edilmesi ve
batıl olması, Allah Teâlâ’ya olan nisbetiyle ilgilidir.
(O [şüphe] de şudur: Allah Teâlâ’nın mahiyetinin bilinmesi başkası
10 için ancak izafetlerle ve selblerle mümkün ise de) bu ikisiyle kastedile-
nin ne olduğunu biliyorsun (ancak O, onu) kendi mahiyetini (bilmek-
tedir. Dolayısıyla niçin bu mahiyeti zikretmedi de lâzımların zikriyle
yetinildi?) Yani lâzımların zikri ile yetinilmiştir.(Cevaben deriz ki: Meb-
de-i Evvel’in asla mukavvim unsuru yoktur.) Yani ne zihinde ne hariçte
15 mukavvim unsuru yoktur. (Çünkü O mücerred, her türlü kesretten mü-
nezzeh olarak basît bir birliktir.) Basît olmak, mücerred birliğin, sıfât-ı
kâşifesi [en belirgin/ayırt edici özelliği]dir. Daha önce geçtiği delil üzere bu
birliğin bir tertip üzere olan pek çok lâzımı vardır.
(Hüviyeti zikrettiğinde ve o hüviyeti onun yakın lâzımlarıyla açıkla-
20 dığında) Daha önce onlara işaret edilmişti (özel varlığına işaret etmiştir.)
“Hüve”nin zikredilmesi ve “Allah” ile açıklanması şekliyle. (Bu şekilde)
Yani vâcib olanın lâzımlarla tarifinde (hikmette usul vardır.) [Hikmette]
zikredilen bir kural [vardır]. (Bu da basît olanların) Akıllar (ukûl), felekî
ve insanî nefisler gibilerin yakın lâzımlarıyla (kemal derecesindeki tarifi,
25 yakın lâzımlarıyla olur.) [Aklın] onlardan tarif edilene intikal etmesi se-
bebiyle. Aksi takdirde tarif edici (muarrif) olmazlar. Burada başka şartlar
vardır. Bunlar için mantık kitaplarına bakılmalıdır. Bu, canlılar gibi mü-
rekkeb olanların mukavvimât ve lâzımlarıyla tarifi gibidir. Evla olan, basit
olanların tarifinin ancak lâzımlarıyla olduğunu söyleyerek basît olanların
30 tarifinde hasr edatının açıkça zikredilmesidir.
א ص رة ا ح 321
از ــא« ) ــכ( و ــ را ــ ا ــ אإ ــ כــ ــ » )و ــ ( أي ــ
ـ ع وإن أراد אـ ١
ـ إ ـ ا ـ א د ـ ـ ن ــאل إن أراد ـ م ا ــכאن א
א ـ .وا ــכאن ـ وف ـ ا ـ ؛ نا ـ ٢
ـ ـ ـ ـ إ ــא א
ــאر ا ـ ا א ـ .و ـ ـאً .وا ـ اب را ـ ا ـ ا ـ ل ـ ،ـ ا א ـ
אـ . ـ إ ـ ا ــכאن وإ א ـ א ٥
[Ehad]
[[Âyette] Allah’tan sonra gelen ‘ehad’, birlikte (vahdet) mübâlağadır.
Birlikte (vahdet) tam mübâlağa, ancak bir/tek olmak’ın (vâhidiyet)
kendisinden daha ekmeli (tam) ve daha kuvvetlisi tasavvur edilmedi-
5 ğinde tahakkuk eder. Çünkü bir (vâhid), kendisinin altındaki fertlere
teşkik suretiyle söylenebilir. Hiçbir yönden bölünmeyen, birliğe (vâ-
hidiyet) bazı yönlerden bölünenden daha lâyıktır. Aklî olarak bölü-
nen birliğe (vâhidiyet) bilfiil[ hissî] olarak bölünenden daha lâyıktır.
Bilfiil olarak bölüne bilen birliğe (vahdet) kendisi için toplayıcı birlik
10 olandan daha layıktır. Kendisi için toplayıcı bir birlik (vahdet) olan,
kendisi için bir toplayıcı birlik olmayan ve kitap, neşter ve ilaç için
tıbbî veya gıda ve içecek için sıhhî denilmesi örneğindeki gibi birliği
(vahdet) yalnız ilkeye (mebde) nisbet sebebiyle olan bilfiil bölünebi-
lenden birliğe (vâhidiyet) daha layıktır.
15 Birlik’in (vahdet) en kuvvetli ve en zayıf olmayı kabul eden olması ve
bir’in (vâhid) altındakilere teşkik ile söylenilmesi sabit olunca birlik’te
(vahdet) en mükemmel olan, birlik’te (vahdet) kendisinden daha kuv-
vetli başka bir şey olmasının imkânı olmayan olur. Eğer böyle olmasa
O, birliğin (vahdet) en son haddinde olmazdı. Bundan dolayı O, mut-
20 lak bir (ehad) olmayıp bilakis başka bir şeye kıyasla bir (ehad) olurdu.
Öyle ise Allah Teâlâ’nın ‘ehad’ buyurması, O’nun bütün yönlerden bir
(ehad) olduğuna ve O’nda ne cinsler ve fasıllar gibi kurucu unsurların
çokluğu veya cisimdeki madde ve suret gibi aklî parçaların çokluğu
demek olan manevi çokluk; veya ne de cisimde olduğu gibi bilkuvve
25 veya bilfiil hissî çokluk bakımından asla bir çokluk olmadığına delâlet
etmektedir. İşte [‘ehad’ sözünün] bu [şekilde beyanı], Allah Teâlâ’nın
cinsten fasıldan, madde ve sûretten, arazlardan, boyutlardan, azalar-
dan, şekillerden, renklerden, kâmil vahdetini ve vech-i keremine layık
olan basît-i hakîkî oluşunu bozabilecek teşbihin her türlüsünden mü-
30 nezzeh oluşunun açıklamasını içermektedir.
“Şayet denilirse ki “Haydi kabul edelim ki bu mesele[nin dâvaları] şu
lafzın [ehad lafzının] içinde bulunmaktadır. Ancak bu sûrede buna
delâlet eden açık delil (burhân) nerededir? Cevap olarak deriz ki: Bu-
nun açık delili şudur: Hüviyeti; ancak cüzlerin bir araya gelmesiyle hâ-
35 sıl olan şeyin hüviyeti, o cüzlerin husûlüne bağlı olduğundan böyle bir
hüviyet zâtından dolayı hüve hüve olmayıp başkasındandır. Hâlbuki
Allah Teâlâ’nın “Kul huvellahu ehad” kelamınının delâletine göre İlk
İlke (Mebde-i Evvel), zâtından dolayı(li zâtihi) hüve hüve’dir. Öyleyse
O’nun cüzleri (parçaları) yoktur. Bu âyetle ilgili anlayışımın vardığı
40 yer burasıdır. Kelâmının sırlarını en iyi kuşatan, Allah’tır.]
א ص رة ا ح 323
ـ . ـ ا
(Hüviyeti; ancak cüzlerin bir araya gelmesiyle hâsıl olan şeyin hüvi-
yeti, o cüzlerin bulunmasına bağlı olursa) yani cüzlere (li-zâtihi hüve hü-
ve olmaz.) Sonuç olarak ortaya çıkan şey şudur: Eğer hüviyeti zihnî cüzlerin
bir araya gelmesine bağlı olursa o zaman hüviyeti o cüzlere bağlı olur. Eğer
5 hüviyeti o cüzlerin bulunmasına bağlı olursa li-zâtihi hüve hüve olmaz. Şöyle
netice verir: “Eğer hüviyeti cüzlerden mürekkeb olursa li-zâtihi hüve hüve
olmaz.” Tâlînin çelişiğini istisna ederek mukaddemin çelişiğini elde ederiz.
Buna şu sözüyle işaret etmiştir: (Fakat Mebde-i Evvel, li-zâtihi hüve
hüve’dir.) Tâlinin bâtıl olduğunun deliline de şu şekilde işaret etmiştir:
10 (O Allah’tır/Hüve Allah” sözünün buna işaret ettiği gibi.) Daha önce
bunun açıklaması geçmişti. Buna şöyle itiraz edidi: Eğer hariçte bağlı ol-
mayı kastediyorsa ilk birbirini gerektirme (mülazemet) memnudur. Çünkü
cins ve fasl, zihnî cüzlerden başka bir şey değildir. Dolayısıyla bağlı olmak
(tevakkuf) zihinde değildir. Eğer zihinde bağlı olmayı kastediyorsa ilk mü-
15 lazemet kabul edilir (müsellem). Eğer “li-zâtihi hüve hüve olmaz” sözüyle
zihinde olmadığını kastediyorsa bu müsellemdir. Fakat burada lâzım, zih-
nî terkiptir. Bu ise imkansız değildir. Çünkü bu, zihinde muhtaç olmayı
(iftikar) gerektirir. Bu ise imkanı zorunlu kılmaz. Çünkü mümkün, harici
varlığında başkasına ihtiyaç duyandır. Böylece tâli bâtıl olmuş olur.
20 “O Allah’tır/Hüve Allah” sözünün işaret ettiği gibi” sözünün takribi1
tam değildir. Çünkü bu ifade sadece, imkanı zorunlu kılan, hariçte muh-
taç olmayı gerektiren harici terkibin imkansız olmasına delalet etmektedir.
Eğer onunla hariçte hüve hüve olmadığını kastediyorsa bu memnudur.
Çünkü zihindeki iftikar hariçte iftikarı gerektirmez.
25 [Samed]
[Allah Teâlâ’nın “Allahu’s-samed” kavliyle [ilgili şöyle dedi]:
1 Takrib: Delilin matlubu gerektirecek biçimde serdedilmesidir. Takrib, delilin gerektirdiği netice, da-
vanın/matlubun aynısı, müsavisi veya ondan mutlak olarak hususi olursa tamam olur. Bkz. İsmail
Gelenbevî, Tartışma Usulü, (trc. Talha Alp), Yasin Yayınevi, İstanbul 2012, s. 35.
א ص رة ا ح 327
ــ ن ا ــ ( وأ ــאر ا ــ د ــ ــ ــ أ ا ول ــ ــ ) :כــ وأ ــאر إ ــ
ـ ـ أ ـ إن أراد ا א ـ .و ـ ّد ـ ـ ا (و ـ ـ ـ ) :כ ــא دل ا אـ
ـ اء ـ ا ــא إ ـ وا ـ ـ ؛ نا ز ـ ا وـ ـ ا ــאرج א
ز ـ ا وـ א ـ ـ ا ـ ـ .وإن أراد ا ـ ا ـ ـ ـ .א ا
ـ .כـ ا ـ زم ـ ـ اـ « ـ ا ـ ـ ـ » ـ כـ ـ ّ .ـ ن أراد ١٠
ــ ا ــאع ــ ا « ــ ــאم؛ ِ ــ إ ــא ــ ل ــ ــ »כ ــא دل ــ و
ــכאن .وإن أراد ـ ـ ــאر ـ ا ــאرج ا ـ ا אر ـ ا ا כـ ١٥
﴿ اَ ّٰ ُ ا َّ َ ُ ﴾ א ]
ــ ف ــ وا א ــ ــא ا ــ ي ــ ان ،أ ا ــ ــ ــ ،ــ ا
ا א ــ . ــ ،و ــ إ ــאرة ا ــ ــ ــאه ا ول ــ ا ــ ا ــ . ٢٠
ــכ ا א ــ .و ــא ــ ف و א ــ ،ــ א ــ כאن ــ ــא ــ ــ ن כ
ــ د. ا ذا ــ إ ا ــאر ــ ــ و ــ د ــ و ــ א ــ َ
328 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1 Beyzâvî tefsirindeki yer alan ifade şu şekildedir: Üç cümle birbirlerine atıf ile bağlıdır. Çünkü bun-
lardan murad teşbih türlerinin nefyidir. Bu cümleler tek cümle gibi buna dikkat çekmektedir. Envâ-
ru’t-Tenzil ve Esrâru’t-Tevil, II/454.
א ص رة ا ح 331
ــ ا ــ ــ ــ ًا .כــ ن ا ــ ا ــ ي כــ ن כ ــכ( أي ــאه أن ا )
ــ ٨١]/و[ ــאرة ــ ا ــ ــ )أي ا ــ ًא כ ــא ــ ح ــ ــאل ا
ّ
ـ .وـ ا ِ ْـ ا ـ ب ـ ـ א ـ ا ـ ــאب( ـ ل ـ وا
ـ دون أ ـ . ـ فا
﴿ َ َ ِ ْ َو َ ُ َ ْ ﴾ ]
ْ ْ
ـ د ـ ــאج إ ـ وأ ـ ـ ا إ ـ و ـ ـ א و א ـ أن ا ــכ ــא ـ
ّ
ــ א أ ــ ــ د ــ כ ا א ــאت ــ ــ دات و ــ ا ــאض ــ ا ١٥
ّ
ـ ـ ـ ـ .ـ ــא ـ ا ـ ـ ا و ــאم أ ـ ــא כא ـ ـ أن
ـ ـ ـ ـ ا ــכ وإ ــאد ا ــכ . א ــא ا א ـ ـ ا ـ ـ ا
ــ ، ــ ــ ــ א أ ــ כــ ن و ــ اً ــ ،ــ ــ ــ و ــ ده و ــ ُد
1 Tevbe, 9/30.
2 Tevbe, 9/30.
א ص رة ا ح 333
ـ »إن ا ـ ـכ ا ـ ــאت ا ،و ـ ــאت ـ א وا ــאت ا ـ
ـ ا א ـ . ـ إ ـ ان« .و ـ ا ا وإ ـ
ــ ل ا אئــ . ّכــ ــאس ــ ه( إ ــאرة ا ــ ــ ــ א ــאدة وا ــאدي
אً א ــאدة. ـ ـ כאن ـ ـ א ــאدة .ـ :أ ـ ـ ـ כאن ٥
אً ــא ــכאن ـ אً ــא ،و ـ כאن ـ ـ ــכאن ـ ـ ـ ل :ـ ـ
ـ ه. ـ ًا ـ ـ ــכאن אد ـ ًא ،و ـ כאن אد ـ ًא ــכאن ـ ـ ـ ل :ـ ـ
ـ ( إ ــאرة أن ـ ﴿ َ ـ ُ َ ـ ْ ﴾ ـ ﴿ َ ـ َ ِ ـ ْ ﴾ ـ ـ ) ـ ـ وـ
ْ ْ
ــ ــא ــ ن .כــ ــ ا ــ ــ ا ــ ل .و ــ ا ا ــ ــא ــ ــ
ــ ــ ن .و ــ م .כ ــא ا ــאره ا ــ ــ ء و ــ ــ ا ــ ِ ــ ــ ١٥
1 Râzî’nin Şerhu’l-İşârât’ı üzerine Celâleddin Devvânî’ye ait bir Hâşiye vardır ve bu esere ait tek nüshanın
İran’da bulunduğu ifade edilmektedir.
א ص رة ا ح 339
ا ـ (.ـ ـ ـ ــא ـ כـ ــא ً ) .ن ــא כאن א ـ ـ ا ا ـ رة .و ـ
ـ ــא ـ . ـ ـ .و ـ ـ م א ـ وا ــא .כ ـ ا א ـ ـאُ כـ ن
א. أن ان و ا ح اا ١
340 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
[Hâtime]
[İbn Sînâ] dedi ki:
“Bu sûredeki hakikatlerin kemaline bak! Önce “O’nun hüve (o) ol-
ması”ndan başka bir [şekilde ifade edilmeyen ve hüve’den başka] ismi
5 olmayan hüviyet-i mahzasına işaret etti.
Sonra açıkladığımız üzere bunu, hakikatin en yakın lâzımı ve tarif ola-
rak en güçlüsü olan ulûhiyeti [Allah lafzı] takip etti. Sonra ardından
“ehad” lafzını, iki şeyi ifade etmek için getirdi: Birincisi, “Mukavvi-
matın (kurucu unsurların) zikriyle yapılan tam tarifin (hadd-i tam)
10 terk edilip lâzımların zikriyle yetinildi” denilmemesi için; ikincisi,
zâtında bütün yönlerden (cemi-i vücûh) bir olduğunun delili olması
için [zikredildi].
Ehadiyet, ulûhiyetten sonra getirildi, ulûhiyet, ehadiyetten sonra geti-
rilmedi. Çünkü ulûhiyet, O’nun her şeyden (küll) müstağni olması ve
15 her şeyin O’na muhtaç olmasından [O’na nisbet edilmesinden] ibaret-
tir. Böyle olan mutlak olarak birdir (vâhid). Aksi takdirde O, cüzlerine
muhtaç olurdu. Çünkü ulûhiyet, hüve hüve olması itibariyle birliği
(vahdet) gerektirir. Ancak birlik (vahdet), ulûhiyeti gerektirmez.
Sonra bunu “Allahu’s-samed/Allah sameddir” sözü takip etti. Bu ifade,
20 varlığı[nı]n zorunluluğu (vücûbu’l-vücûd) ve var olanlardan (mevcû-
dât) kendisi dışında her şeyin (küll) varlığının ilkesi olması anlamında
‘samed’ oluşuyla, ulûhiyetin anlamının tahkikine delalet etmektedir.
Bu açıklamasını, O’ndan başkasının doğmadığı (tevellüd) ifadesi ta-
kip etti. Çünkü O, başkasından doğmadı. O, bütün var olanların ilâhı
25 ve onlara varlık veren olduğu hâlde, kendi varlığı başkasının varlık
vermesiyle (feyz) olmadığı gibi O’nun da benzerine varlık vermesinin
(feyz) mümkün olmadığını beyan etti. Sonra bu açıklamasını varlıkta,
kendisine varlık (vücûd) kuvvetinde eşit (müsâvî) hiçbir şeyin olmadı-
ğı ifadesi takip etti.
30 Sûrenin başlangıcından “Allah sâmeddir/Allahu’s-samed” âyetine ka-
dar [olan kısmı]; mahiyeti, mahiyetinin lâzımları, hakîkî vahdeti ve
O’nun asla mürekkeb olmamasına dairdir. “Lem yelid/Doğurmadı”
âyetinden “Küfüven ehad/O’na bir denk de olmadı” ifadesine [sûre-
nin sonuna] kadar olan kısmı ise O’nun ne türünde ne de cinsinde
35 eşiti (müsâvî) olmadığı; hiçbir şekilde ne O’ndan bir doğan (mütevel-
lid) olduğu, ne O’nun bir başkasından doğan olduğu, ne de vücudda
kendisine bir mukabili (müvâzî) olmasına dairdir. İşte bu kadarla [Al-
lah’ın] zâtını bilmenin (marifet) tamamı hasıl olur.
İlimlerin tamamını tahsil etmenin en yüce gayesi, Allah Teâlâ’nın yüce
40 zâtını, sıfatlarını ve fiillerinin kendisinden ne şekilde sudur ettiğini
bilmek olunca bu sûre, tariz ve ima yoluyla Allah Teâlâ’nın zâtıyla il-
gili konuların hepsine delalet eder. Şüphe yok ki [bu sebeple] bu sûre,
Kur’ân’ın üçte birine denk kılındı.”
א ص رة ا ح 341
اا ] א
ـ ا ـ ـ א ـ ا ـ ودل ـ
ـ ﴿ا ُ ا َّ َ ـ ُ ﴾ ّ ّ ـ ذ ــכ ـ
دات. ـ د כ ــא ـ اه ـ ا ـ د وا ئ ـ א ــא و ـ ب ا
ــ ــ ه .و ــ ــ ــ ــ ه؛ ِ ــ ــ ّــ ــ ّ ــ ذ ــכ ــאن أ ــ
ّ
ـ ز أن ـ ــא ـ ـ د ـ دات א ـ ًא أ ـ وإن כאن إ ـ ًא ِ ـ ا
ّ
ذ ــכ ــאن أ ـ ـ ـ ه .ـ ـ כ ــא ـ כـ و ـ ده ـ ـ ـ د ـ ا ١٥
ـ د. ـ ةا ـ ــאو ـ د ــא ـ ا ـ
ــ ص. ــ رة ا ــ ــא ــ ــאئ ــכ ) א ــ ( أي ــא ــ
א ـ ـ ـنا ـ ــא ــא ـ أو כ ـ أو وا و ـ أن ــאل
ــא ـ . ٥
ــא ) .ـ ــא و ـ ( ـ ــא )إ ـ ــא( و ا ـ ذا ـ ) .ا ـ
ـ ة אـ ـ ا ـ ه( أي ذ ـ ًא و אر ـ ًא כ ـ ـ ا ـ ـ أ ـ وا ـ
ـאً( א ـאً إ ـ ـ )כאن وا ـ اً אً ـ ا ــכ و ـ )و ــא כאن כ ــכ( أي
ــ اً ــ ) .ودل ــ ــ ــ ا ــ ــ ن א ذ ــכ( أي ا ــ ) ــ
א ــא ـ כ ــא ـ ) .ا ـ ـ ا ـ إرادة כ م ـ ـ( ـ ا ـ ١٠
ـ ـ اراً כ ـ اً. ــא ـ اه( و ـ ئـ ـ د وا و ـ با
ـ ه .و ـ ( ـ ـ ـ ـ ـ ه، ـ ـ ـن) ـ ( أي ا )ـ
ّ
ــ د ــ כــ ــ و ّא ــאً ــ )أ ــ وإن כאن إ ــ ًא ــ ي ــ
ــ ه( ــ ن ــ ــ ــ ه )כ ــא ــ כــ ــ ( أي ا ــ د ) ــ ــ ز أن
ـ אً ـ ؛ ن ـ ا אـ ـ ه .وإ ــא ـ ـ ـ ه( ـ ن ـ و ـ ده ـ ١٥
ـ ا ول כ ــא ـ و ـ ا ـ اع ـ ا א ـ . د ـ
ــא ــ اه ــ ــ ــ ا ــ ا כ ــא אً א ــאً و ــאز כ ــ ــ ذا ــ (
١
א ـ . وا ــכ
ــאن وأ ــ ــאف ا ــ ــאت ا כ ــאل ــ ه ــ ــ ــ ــ
إ ــ ــ ذا ــ כ ــא ذ ــ ــ ر ا כ ــ إ ــ ا ــ כ ــא ذ ــ אئ ــ
ــ ا ــכ م) .وכ ــ ــ ذכــ ت ــ ــא أ ــאث ــ .و ــ وا ا
ــ ــא أ ــאً أ ــאث ــ .و ــאً כــ ن אد ــ ذا ــ ز א ــ
.
Müellif bu eserde İbn Sînâ’nın tefsirini hem şerh etmiş hem de Urdu-
ca’ya tercüme etmiştir. Hâşiye Arapça olup İbn Sînâ’ya ait tefsirin bütü-
nüne yöneliktir. Bu hâşiye İbn Sînâ’nın tefsiri üzerine Arapça telif edilen
şerhler arasında Hâdimî’nin şerhiyle birlikte uzunca olan iki şerhten biri-
dir. Burada dizilen metin matbu olan metnin aynısıdır.
1 Bu şerhin Türkiye kütüphanelerinde dört nüshası bulunmaktadır: Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Ara-
bi, Nr. 209, 210, Marmara İlahiyat Fak. Ktp. Nr. 30, İsam, Nr. 83950.
352 EBU’L-KASIM MUHAMMED - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Müellif
Ebu’l-Kasım Muhammed Abdurrahman
(ö. 20.yy??)
א ص رة ا א
)؟( ا أ ا א
356 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Bismillahirrahmanirrahim
“Kul huvellahu ehad/De ki: O, Allah, birdir.”
[Bu âyetteki] “Hüve” mutlaktır. Mutlak hüve1, hüviyeti başka bir şe-
ye bağlı olmayan, dayanmayan demektir. Çünkü hüviyeti başkasının
5 varlığına bağlı olan her şey, varlığına sebep olan o şey dikkate alınma-
dıkça, hüve hüve olamaz. Hâlbuki hüviyeti zâtından olan kendisiyle bir-
likte başka bir şey ister düşünülsün isterse düşünülmesin o, odur. Fakat
mümkünlerin2 hepsinin varlığı başkasındandır. Varlığı başkasından olan
her şeyin varlığının hususiyeti başkasındandır. İşte [bu hususiyet] hüvi-
10 yetten ibarettir. Öyle ise bütün mümkünlerin hüviyeti başkasındandır.3
1 Bil ki bu âyetin irabı konusunda birkaç vecih vardır.: Birincisi “hüve”nin Allah isminden kinaye olması-
dır. Böylece “Allah” lafzı mübtedanın [hüve’nin] haberi olarak merfu olur. İkincisi ise “hüve”nin şan’dan
kinaye olmasıdır. Bu takdire göre “Allah” lafzı mübteda olarak merfu olur. “Ehad” ise onun haberi olur.
“Allahu ehad” cümlesi ise hüve’den haber olur. Üçüncüsü: Zeccâc demiştir ki: Bu âyetin takdiri “kendisi
hakkında soru sorduğunuz [var ya işte] ‘O’dur, Allah’tır, birdir’ şeklindedir. [Meâni’l-Kur’an, V/377] Mü-
fessirin [İbn Sînâ’nın] -Allah kendisine rahmet etsin!- tercih ettiği görüş bu açıklamaların ilkidir.
İnsanların bir kısmı “hüve”nin ism-i azam olduğu görüşündedirler. Hafız İbn Hacer Fethu’l-Bârî’de
şöyle demiştir:
[Ebu] Cafer et-Taberî ve Ebu’l-Hasen el-Eş‘ârî gibi bazı kimseler ism-i azamı kabul etmemişlerdir.
Diğer bir kısım ise Allah’ın ism-i azamın bilgisini kendine ait kıldığını ve yarattığı hiçbir varlığa bu
bilgiyi vermediği görüşündedir. Diğer bir kısım ise ism-i azamın olduğunu kabul etmişler ancak bunu
belirlemede zorlanmışlardır. Özetle bu konuda on dört görüşe rastladım: İlki, ism-i azamın hüve oldu-
ğudur. Fahreddin er-Râzî bunu keşf ehlinin bazısından nakletmiştir. [Fethu’l-Bâri, XI/227]
Şeyh Gazzâli şöyle demiştir: “Lâ ilâhe illallah” avamın tevhididir. “Lâ ilâhe illâ hüve” ise havassın tev-
hididir. [Mişkâtu’l-Envâr, s. 60]
Hüve’nin zamir-i şan olduğunun veya kendisinden sorulana ait bir zamir olduğunun söylenilmesine
ihtiyaç yoktur. Özetle müfessirin [İbn Sînâ’nın] maksadı hüve’nin zât-ı mukaddese işaret ettiği, “Allah”
lafzının ise O’nun ismi olduğudur.
2 Bütün mümkünlerin varlığı başkasındandır, aynı şekilde yokluğu da başkasındadır. Çünkü var oldu-
ğunda, onun için varlık yokluktan ayrılarak (mütemeyyiz) oluşur. Yok olduğunda ise yokluk onun için
varlıktan ayrılarak oluşur. Bu iki durumun ortaya çıkışı ya başkasındandır veya başkasından değildir.
Eğer başkasından olursa o başkası illet olur. Eğer başkasından oluşmazsa açıktır ki var olmayan sonra da
var olan her şey, kendisi dışında caiz olan bir durumla hususiyet kazanır. Yoklukta da böyledir. Bu tahsis
[hususiyet], mahiyet hususunda [oluşturmada] kendisine ya yeterli veya yeterli olmayan bir durumdur.
Eğer iki durum[u] ortaya çıkaracak şekilde mahiyeti yeterli ise bu zâtının mahiyeti için zorunlu (vâcib)
bir durum olur. [Hâlbuki] vâcib olmadığı farz edilmişti. Bu ise hulftür. Eğer mahiyetinin varlığı kendisine
yeterli olmuyor, aksine ona zâtının varlığı da ilave ediliyorsa varlığı, onun dışında gerekli olan başka bir
şeyin varlığından dolayı olur ki o da [onun] illetidir. Dolayısıyla illeti [olmuş] olur.
Ezcümle, iki durumdan biri zâtından dolayı değil aksine bir illetten dolayı onun için zorunlu olur. Ya
vücudî [var olmak] anlamında bir illet sebebiyle ki o, varlık illetidir veya yokluksa (ademî) anlamda bir
illet sebebiyledir ki o da varlıksal anlamdaki illetin yokluğudur.
3 “Öyle ise bütün mümkünlerin [hüviyeti başkasındandır]” sözü önceki üç öncülün neticesidir. Çünkü ilk
iki öncülü birinci şekil suretinde düzenlenmiştir. Şu şekilde: Her mümkün, varlığı başkasından olandır.
Varlığı başkasından her şeyin varlığının hususiyeti başkasındandır. İkisinin neticesi şu olur: Her mümkün,
varlığının hususiyeti başkasından olandır.
Muhakkik müfessir [İbn Sînâ] üç öncülde şunu ifade etmiştir: “İşte bu bir hüviyettir ki varlığının hususiyeti
ve hüviyeti birdir.” Üç öncül ve bu netice bütün mümkünlerin başkasından olmasını gerektirmektedir.
א ص رة ا א 357
ا ا ا
﴿ ُ ْ ُ َ ا ُ أَ َ ٌ ﴾
ــ .وכ ــ כــ ــ ه ــ ــ ــ ــ ــ ه ــ אرة ــ ــ כאن
ــ .כــ כ ــ ــ ــ ه أو ــ ــ اء ا ــ ــ ذا ــ ــ ــא כאن ٥
ــ ــ ه ــא כאن و ــ ده ــ ــ ه ،وכ ــ ده ــ ٢
כــ
ــ ه. ــ ــ כــ ــ .ــ ذن ٣כ ــ ه ،وذ ــכ ــ ا و ــ ده ــ
א ــ ة ــא א ــ ــ د ا ــ .وأ ــ ًא ٢כ ا ــ وا ــ א ــ ي ١כــ ن ا ــ
כـ ن א ـ ،ـ ـ ـ א ـ ٣
כـ ن ـه ـ ـ ده כאن و ـ ده ـ
اـ. ـ ـ
1 “O’nun şerhi mümkün değildir” ifadesi: Çünkü şerh, ya mukavvimatla [mahiyeti oluşturan unsurlarla]
veya lâzımlarla olur. O’nun mukavvimatı olmadığı için de şerhi ancak lâzımlarıyla mümkündür.
2 “Lâzımlarının bir kısmı …” ifadesi: Eğer lâzımlar ve hakîkî sıfatlar tarif bakımından benzerlerinden
daha güçlü olduğu hâlde niçin terk edildi? denilirse derim ki: Çünkü onlarla aynı olduğu görüşünü
benimsedi. Onların durumu ikisiyle de şerh/tarif imkanı olmamamasından dolayı onunla aynı olanın
durumu gibidir.Eğer Allah’ın kelamının tefsirinin, Kitap ve sünnete aykırı olan ayniyet görüşüne da-
yandırılması nasıl caiz olur? denilirse derim ki: Kitap ve sünnette sabit olan O’nun sıfatlarla muttasıf
olduğudur, sıfatlarının O’nun aynısı mı gayrısı mı olduğu değildir. En büyük âlimlerin çoğu da bunu
[bu şekilde] açıklamıştır. Bu sana yeter.
Âlicenap ve görkemli bir deniz olan efendimiz şehid İsmail (k.s.) [Burada adı geçen âlimin İsmail b.
Abdulganî b. Veliyyullah Abdurrahman el-… ed-Dihlevî (ö. 1246 h.) olması muhtemeldir.] demiştir
ki:
“Dili araştırırsan lafızların anlamlarıyla ilgili hakikatler ve etkiler (âsâr) bulursun. Dilde dikkate alınan
âsârdır. Yani bir lafzın kullanılmasının sebebi [bağlı olduğu şey], etkilere/asâr yani herhangi bir gerçeğe
bağlı olarak oluşan bir şeyin varlığıdır. Hakikatin ortaya çıkmasında, bu lafzın hakikat, mecaz veya
galat oluşunun tahkikinin bir etkisi yoktur. Bununla ilgili bir örnek vereceğiz: ‘İlim’ mastar anlamıyla
hakîkî olarak hasıl olmak anlamında değil midir? Bu da ya sûret veya idrakî hâl veya zikredilen şey
kendisiyle kâim olan kişi için ortaya çıkan bir vasıf veya âlim ile malum arasındaki nisbet vb. şekilde
olur. Onun bir etkisi vardır. O da malumun, âlim için belirgin hâle (inkişaf) gelmesidir. İlim lafzının
kullanılmasından dilcilerin anladığı şey mutlak olarak kendisiyle inkişafın gerçekleştiği şey ve lügat
olarak taşıdığı özelliklerdir. Ümmi arab, âlim lafzının, ilmin hakikatini anlamadığı ve kendisiyle inki-
şafın ortaya çıktığı şeyi bilmediği sürece bir kimse için [âlim sıfatının] kullanılmayacağını nasıl bilecek?
İlmin Allah Teâlâ’nın zâtının aynı olduğunu veya üzerine zaid bir sıfatı olduğunu vb. dile getiren kimse
[ilim kelimesinin] yorumunu (tevil) değil zahirini kabul etmiş olur. Sıfatların ayniyeti görüşünün Kita-
b’a veya onun teviline muhalif olduğuna yada o şekilde tevil edildiğine hükmeden kimse naslarda varid
olan lafızların lügavi anlamlarıyla kendi indinde aynı olan ıstılahî anlamları ayıramıyor demektir.” Söz
sona erdi.
Şöyle bir cevap verilebilir: Ayniyet görüşü hak ehlinden bir kişinin görüşü değil aksine çoğunluğun
görüşüdür. İlimde büyük bir deniz gibi olan [İsmail (ks.)] şöyle demiştir: Nazar ve istidlala ehlinin
büyüklerinin ve izmihlal ve fena ehlinin erbabının imamlarının ittifakıyla O’nun ilmi, zâtının aynıdır.
Sonra ehl-i nazar, ayniyet [görüşü] üzerine burhanî deliller getirdiler. Bundan sonra onlara muhalefet
edenler için onların kabul ettiklerini geçersiz kılmak kolay olmadı.
א ص رة ا א 361
٢
از ـ .وا ـ ازم إ ـ ١
כـ ـ ـ ا ـ ـ و ــכ ا
از . إ כ אت אت أو א ازم؛ وإذ ح إ א أن כ ن א ا « إذ ا כ » ١
اـ ـ ذ ـ ــא؟ ـ : ـאً ـ أ ـ أ ـ ـ ا ـ ــאت ا ــא ا ـ « إن ـ :ـ ـ ك ا ـ ازم وا ـ »وا ـ ازم ٢
ـ ا ـ ـ ـ כ ما ــאز أن ـ ــא .ـ ن ـ :כ ـ ـ م إ ــכאن ا ـ ح ــא ـ ـ א ــא כ ــאل ا ـ ــא
ـ أو ـ ه .و ـ ح ـ ــאت أن ا ــאت א ـ ـ أـ א כ ــאب وا ـ כ ــאب وا ـ ؟ ـ :ــא ـ א ـ ـ
ـ ل .وכ ــאك. כ ـ ـ ا
ـ ا ـ ـ ـ أن כـ ن ـ ا ا א ـ ا ـ א ا ] ا ـ ــא إ ـ א ـ ـ ا ـ ا ـ وا و ــא ــא ــאل ا
ــ ي )ت١٢٤٦.ه (.ــ س ــ ه: ــ ي ا ــ ا ا و ــ ا
ـ و ـ د ـ ا ــאر أي إن ــאط إ ـ ق ا ـ ـ ذ ـ ا ـ אئـ وآ ــאرا .وا ــאظ ــאن ا ـ ت أن ا ـ ـ إن
ـאً. ــאزاً أو ـ ً أو ـ כـ ن ا ـ ـ ـ د ـ ــא ـ ـ ا ـ כא ـ . ــאر כـ ا أي אً ـ ــא כـ ن
ـ ـ ـ .و ـ إ ــא ا ـ رة أو ا א ـ ا دراכ ـ أو ـ ر ـ ـ ا א ـ א إن ا ـ א ــכ ـ :أ ـ و ـب
ـ م ـ ا אـ . ـ ذ ــכ .و ـ أ ـ و ـ ا כ ــאف ا ـ ماـ ـ ا אـ و ـ ا ـ ـ أو ـ אـ כـ ر ـ ــא ا
ـ ا ـ ا ـ أـ א ـ ــאت ــאة .כ ـ ـאً وا ــא ـ ا כ ــאف ـ ـ ا ـ ــאدر ـ أ ـ ا ـ ـ א
ـ ذا ـ ــאل :إن ا ـ ـ ـ ا ـ وا ـ אن أن ــא ـ ا כ ــאف أي ـ ء. ـ أ ـ إ إذا اכ ـ ـ ا אـ ـ
א ـ ا כ ــאب أو ــאت ـ ا ــאل ـ ـ כـ ـ زائـ ة أو ـ ذا ــכ ـ ا ـ ف ا א ـ دون ا و ـ .ـ א ـ أو
ـ .ا ـ . ـ ـ ـ ـ اـ ي ـ ص وا ــאظ ا ـ اردة ـ ا ـ ا ـ ي ـق ـ ا و ـ إ ــאه ـ
ـ ـ :إن ا ــא כ ـ .כ ــא ــאل ذ ــכ ا ـ أ ـ ا ـ ـ ذ ـ ا ـ أ ـ ـ ــא ـ ـ ـ ــאب أن ا و כـ أن
ـ. ـ ا ـ ا ـ ل .ـ إن أ ـ ا ـ ـ ل وأئ ـ أر ــאب ا ــאء وا ـ א ـ ة أ ـ ا ـ وا ـ ذا ـ א ــאق
ـ ـ. ـ إ א ــא ــא א ـ ـ ـ ـ وـ
362 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1 “Tarifte en tam olan …” Eğer tarifin çeşitleri arasındaki tamamlık ve noksanlık bakımından tertibi
bilmek istersen söyleyeceğimi dinle! Bu sana bir teşvik ise de bu konuda [benim söyleyeceğimi] benden
önce işitmediğin gibi, bunu bir sayfada [yazılı olarak] da görmedin. Hiç kimse beni yalanlayacak bir
şey bulamaz. Sayfaları ve kitapları ne kadar araştırırsan da meşhur olanlara tabi olanları [bulur] veya
fıtratı harab eder [de bir şey bulamazsın].
Bir şeyi dört şekilde [durumla] tarif mümkündür: Zâtiyyât ile, hakîkî sıfatlarla, izafî sıfatlarla, selbî
sıfatlarla. Tarifin gücünün ve zayıflığının, tarifin kendisiyle yapıldığı şeylerin [tarifin unsurlarının] tarif
edilenle alakasının gücüne ve zayıflığına dayandığı kimseye gizli değildir. Eğer tarifin kendisiyle yapıl-
dığı şeyin alakası güçlü ise tarif güçlü, zayıf ise tarif zayıf olur. Sonra aynı şekilde sûri tarif de zayıflığın
ve güçlülüğün derecelerinin farklılaşmasına göre değişir.
Yine [bu] taallukun derecelerinin farklı olduğunu bilenler için, bir şeyin zâtiyyâtının taalluku selbî,
izafî veya hakîkî sıfatların taallukundan daha güçlü ve daha sağlam olduğu, hakîkî sıfatların taallu-
kunun izafî ve selbî sıfatların taallukundan daha güçlü olduğu, izafî sıfatların taallukunun ise selbî
sıfatların taallukundan daha güçlü olduğu aşikardır.
Sonra marifetin [bilmenin] sebeplerini bilen kimseye zayıfın güçlüye katılmasının gücün artmasını
gerektirdiği gizli değildir.Hakîkî sıfatların zâtiyyâta ilave edilmesiyle yapılan tarif tek başına zâtiyyât
ile yapılan tariften daha güçlüdür. İzafî sıfatların hakîkî sıfatlara ilavesiyle yapılan tarif, sadece hakîkî
sıfatlarla yapılandan daha güçlüdür. Selbî sıfatların izafî sıfatlara ilavesiyle yapılan tarif, sadece selbî
sıfatlarla yapılandan daha güçlüdür. İki zayıfın ilavesiyle yapılan tarif, tek bir zayıfın ilavesiyle yapılan-
dan daha güçlüdür. Hakîkî ve izafî sıfatların zâtiyyâta ilavesiyle yapılan tarif, sadece hakîkî sıfatların
ilavesiyle ve sadece izafî olanların ilavesiyle yapılandan daha güçlüdür. Diğerlerini buna kıyas et!
Sana öğretilenden şunu öğrendin ki: Tarifin çeşitlerinin en mükemmeli zâtiyyâta selbî, izafî ve hakîkî
sıfatların ilavesiyle yapılan tariftir. Sonra selbî vasıfların dışındakilerin zâtiyyata ilavesiyle, sonra izafî
vasıfların dışındakilerin ilavesiyle sonra da sadece hakîkî sıfatların ilavesiyle yapılan tariftir. Sonra
hakîkî vasıfların dışındakilerin ilavesiyle, sonra selbî vasıfların ilavesiyle, sonra sadece selbî vasıfların
zâtiyyâta ilavesiyle yapılan tariftir. Sonra hakîkî, izafî ve selbî sıfatlarala yapılan tarif, sonra hakîkî ve
izafî sıfatlarla yapılan tarif, sonra hakîkî ve selbî vasıflarla yapılan tarif sonra sadece hakîkî sıfatlarla
yapılan tariftir. Sonra izafî ve selbî vasıflarla yapılan tarif, sonra sadece izafî sıfatlarla yapılan tarif, sonra
sadece selbî olanla yapılan tariftir. Bu, on dört kısımdır. Onu ezberleyesin!
2 “İzâfî ve [selbî] iki türü toplayan lâzım” ifadesi: Geçen bilgilerden eksik olan tarif ile en mükemmel
olan tarifi öğrendin. Şimdi bizim üzerinde konuştuğumuz konuda hangi kısmın mümkün hangisinin
mümkün olmadığını, mümkün olandan hangisinin mükemmel hangisinin noksan olduğunu düşün-
men gerekir.
Allah Teâlâ’ya dair kimsenin O’nun zâtiyyâtına dair bir şey bilmediği ve müfessire [İbn Sînâ] ve onun
yolunu takip edenlere göre de hakîkî sıfatları olmadığı senin için tam bir açıklıkla ortaya çıkmış oldu.
Böylece [ortada] tarif edici olarak izafî ve selbî vasıfların dışında başka bir şey kalmamış oldu. [İbn
Sînâ] ikisinin bir arada olmasının bir tanesinden daha mükemmel olduğunu açıkladı. Bundan dolayı
“tarifin en mükemmelinin izafî ve selbî lâzımların iki türünü içeren lâzımla yapılan tarif…”olduğunu,
bu ikisine delalet edenin de “ilâh/Allah” lafzı olduğunu ifade etti. Ona delalet eden, tarif edici (mu-
arrif ) olandır. [Dolayısıyla] Ona delalet eden ‘Allah’ lafzı olup diğer tariflerden daha mükemmel olan
resmî tarif (eksik tanım) edicidir/tarif-i resmîdir.
א ص رة ا א 363
ــא أ ـ ل :إن כאن א ـ ـ ـ ـ أ ــאء ا א כ ـ وا ـ ا ـ « إن أردت أن ـ ف ا ـ ـ ا ـ »وا כ ـ ١
ـ אر ـ أ ـ .وإن ـ ا ــא כ ـ ـ أ ـ أن ـ ـ .وـ ـ و رأ ـ ـ ـ ــכ ــא ـ ـאً ــכ ـ
ـ. ـ ر أو ـ ب ـ ا ـ ا وا ـ כ ا ـ إ
ـ ـ .و ـ وأو ــאف إ א ـ وأو ــאف ـ ا ـ ء ـ أ ـ ر أر ـ :ذا ــאت وأو ــאف ـ و ـ أن ا ـ ي כـ
ـאً ــא ـ ف ا ـ ء ـ ـ ـ .ـ ن כאن ـ فا ـ ءو ـ ا ـ اـ ي ـ ـ ة ـ ـ ـ و ـ أ ـ أن ـ ة ا
כ ــכ. ـ ا ـ ة وا ا ـ ف اـ ـ ـ ا ـ ري ـ ـאً .ـ ا ـאً כאن ـאً وإن כאن ـ כאن ا
ـ ا و ــאف ـ اء ـ ـ ذا ــאت ا ـ ء ـ أ ـ ى وأ ـ وأ כـ ـ أن ـ فا ـ ف اـ ا ـ ـ أ ـאً ـ و
. א ـ أـ ى ـ ا ـ و ـ ا א ـ وا ـ ـ أـ ى ـ ا و ـ ا و ــאف ا ـ أو إ א ـ أو ـ כא ـ
ا ـ ي כـ ن ـ ز ــאدة ا ـ ة .א ـ اـ ا ـ ى ـ ــאم ا ـ أن ا ـ ف أ ـ אب ا ـ ـ أ ـאً ـ ـ
א ـ ــאم ا و ــאف ا א ـ ــא .وا א ا ــאت و ـ ـ ا ـ ا ا ــאت כـ ن أ ـ ى ـ ا ــאم ا و ــאف ا
ا ــ ــאم ا و ــאف ا ــ א ــ ــא .وا ــ و א و ــאف ا ــ ــ כــ ن أ ــ ى ــ ا ا ــ ا و ــאف ا
ــאم א ـ ـ أـ ى ـ ا ــאم ا א ـ ــא .وأن ا و א و ــאف ا ـ ـ א ـ כـ ن أ ـ ى ـ ا ا
ــ ــאم ا و ــאف ا א ــ א ــ ا ــ ا ا ــאت أ ــ ى ــ ا ــ وا ــאم ا و ــאف ا א ــ ــ .א ا
ـ ا. ـ و ــא ،وا א ـ و ــא .و ـ
ا ــ ا ا ــאت ،ــ א ــ وا ــ ــ وا ــאم ا و ــאف ا א ــ ــ ،ا ِ ــ َ ــא ُ ِّ ــ َ أن أכ ــ أ ــאء ا
ــאم ــא ــא ـ א ـ و ــאم ا א ـ ـ א ــאم ــא ـ ى ا ــאت ـ א ا ـ א ــאم ــא ـ ى ا ـ ا ـ ا
א ـ ـ وا ـ א א ـ وا ـ ـ وا ــא ـ א و ــאف ا ـ א ا ــאت و ــאم ا ـ ـ ـ א ـ ىا
ـة ــא .ـ ه أر ـ و ــא ـ א ـ א ـ و ـ א א ـ وا ـ ــא ـ א ـ و ـ א ـ وا ـ ـ א
ــא! ـ אً א
ـ ــא ـ ـ أي ـ ــכ أن ـ ـ ا ـ ـ أכ ـ ا ــא ـ ـ אـ اـ « ـ ـ ا ـ » ـ ا ـ زم ٢
. ــ أ ــ ــ أכ ــ وأي ــ כــ وا ــ ي כــ أي ــ כــ وأي
ـ ـכ .ـ ـכ ـ وـ ـ ا ـ ــאت א ـ ذا ــאت ـ أ ـ و ـ ـ ح أن ـ ــכ ـ ا وـ و ـ
ـ ـ ا ـ زم ــא .ـ ا أ ــאد أن ا כ ـ ـ أ ــא أכ ـ ـ ا ـ ِ ف إ ا ـ ا א ـ وا ـ .و ـ َ أن
ّ ّ
ـ »ا « ـ ِ ف ر ـ ـ ـ ِ ف وا ـ ي ـ ل ـ ـ ـ ع ـ ـ ا ـ .אـ ي ـ ل ا א ـ ا ـ .وا ـ ال ـ ـ ا ا
ّ ّ
ــא ـ اه. أכ ـ
364 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
[Allah]
Hüviyet-i ilâhiyeyi; azamet ve celâlinden [ve basît-i hakîkî olmasından]
dolayı hüve hüve’den başka bir şeyle ifade etmek mümkün değildir. O hü-
viyeti şerh etmek de ancak lâzımlarıyla olabilir. Lâzımların bir kısmının
5 izafî, bir kısmının selbî olduğunu açıklamıştık. [Yine] o hüviyeti şerh ve
tarifte en mükemmel olanın, bu iki işi zikretmek olduğunu beyan ettik.
[Aynı şekilde] “Allah” isminin bunun her ikisini toplu olarak içerdiğini
açıkladık. [Bundan dolayı] hüviyet-i mutlakaya işaret olan hüve’den son-
ra “Allah” ismi1 getirilerek “hüve” lafzının delâlet eylediği anlam [basît-i
10 hakîkî ve zât-ı mutlak/zât-ı baht-ı ehadiyet] bununla izah ve şerh olundu.
Burada, [önce hüve, sonra Allah isminin getirilmesinde söylenilenin
dışında] pek çok ince mânâlar vardır: Onlardan biri [şudur]: O hüviye-
tin lâzımlarıyla tarif olunması O’nun hiçbir mukavvimi olmadığına işaret
eder. Eğer böyle bir şey olsaydı onları zikretmeyerek yalnız lâzımlarıyla
15 tarif edilmesi noksan bir tarif olurdu.
1 “Allah lafzı açıklayan olduğu için …” Ulema “Allah” lafzı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları Allah
lafzının zât-ı mukaddes için müştak olmayan alem isim olduğu görüşündedir. Bir kısmı müştak olup
zât için kullanıldığı ve alem olmadığı görüşündedirler. Fahreddin er-Râzî Tefsir-i Kebir’inde der ki: Bi-
zim görüşümüze göre bu lafız, Allah Teâlâ için alem isimdir ve asla müştak değildir. [Mefâtîhu’l-Gayb,
I/162]
Halil [b. Ahmed], Sibeveyh, usulcülerin çoğu ve fukaha bu görüştedir. Bu görüşe delalet eden pek çok
yön ve delil vardır. Onun alem isim olmadığı görüşünde olanlar da bir çok açıklama ve delil ortaya
koymuşlardır. Ancak bu lafzın Allah Teâlâ için alem isim olduğu görüşünde olanlar, bu türlü bahisler-
den uzak durmuşlardır. Ancak bunu reddedenler için iki görüş vardır: Küfeliler bu ismin aslının ‘ilâh’
olduğunu, yücelik ifade etmek için “elif ve lâm”ın ona dahil olduğunu böylece “el-ilâh” hâline geldi-
ğini, dilde çok kullanılmasından doğan ağırlıktan (istiskal) dolayı hemzenin hazfedildiğini, böylece iki
lâmın birleştiğini ilkinin ikinciye katıldığını, böylece ‘Allah’ şekline [dönüştüğünü] ifade etmişlerdir.
Basralılar ise demiştir ki: Aslı ‘lâh’ olup ona elif ve lâm dahil oldu ve “Allah” olarak söylenildi.
Hafız İbn Hacer rahimehullah Fethu’l-Bârî’de demiştir ki: En doğrusu müştak ve sıfat olmayan alem
isim olmasıdır. [Fethu’l-Bâri, XI/226] Aliyyu’l-Kârî demiştir ki: Çoğunluğun üzerinde durduğu gibi
kendisinden alındığı bir asla itibar edilmeksizin mürtecel [sözlük anlamı ile terim anlamı arasında ilgi
bulunmayan] bir alemdir. Bu çoğunluk içinde olanlardan bazıları Ebû Hanife, Muhammed b. Hasen,
Şafiî, Halil b. Ahmed, Zeccâc, İbn Keysân, Halîmî, İmamu’l-Haremeyn ve Gazzâlî ve bunların dışın-
dakilerdir. [Şerhu Kitabi Fıkhı’l-Ekber, s. 21]
Kadı Beyzâvî demiştir ki: En doğrusu aslında vasıf olmasıdır. Ancak O’nun [Allah’ın] dışında kulla-
nılmamasından dolayı alem isim gibi oldu. Süreyya ve Saik lafızlar gibi [özel isim olup] da başkasında
kullanılmayınca, ona sıfat verilmede kendisinin sıfat olmamasında ve ortaklığa ihtimal vermemesinde
onun gibi kullanılmıştır. [Envâru’t-Tenzîl, I/4]
Fîrûzâbâdî Kamus’ta demiştir ki: Bu konuda yirmi görüş ortaya çıkmıştır. Bunları Mebsut’ta zikrettim.
En doğrusu müştak olmayan alem olması veya aslı “me’luh” anlamında fiâl vezninde ‘ilâh’ olmasıdır.
[Fîrûzâbâdî, el-Kâmusu’l-Muhît, “e-l-h” md.]
Cemal el-Kureşî [?] demiştir ki: Kesre ile ‘fiâl’ vezninde ‘ilâh’, meful [me’lûh] anlamındadır. ‘İmam’
gibi ki me’mûm anlamındadır.
א ص رة ا א 365
ـ ــא إ ــא و ــא ـ כـ أن ــא ـ ـ ا ا و ــא כא ـ
ــא ـ ــא أن ا ـ ازم از ــא .و ـ ـ إ ــא כـ ن ـ ح ــכ ا ـ .ـ ـ
ْ
ـ . ـ ذכ ـ ا وا ـ ح ــכ ا ـ ـ ا و ــא إ א ـ .و ــא أن ا כ ـ
١
כــ ن ا כــ ا ــ ــאً ّ ــ ــא ــאول א ــ و ــא أن ا ــ ا ــ
1 “Bunda tembih vardır” Yani “ehad” lafzında [bu tembih] vardır. Hüve’nin delalet ettiği mukaddes
hüviyet, selbî ve izafî sıfatlarının toplamına delalet eden “Allah” lafzı ile tarif edildi. Yani [Allah lafzının
izafî ve selbî sıfatlara delaleti] bütün her şeyin O’na ihtiyacı olduğu, O’nun ise hiçbir şeye ihtiyaç
duymaması demek olur. Şeytan şöyle bir vehmi vesvese olarak verebilir: Görülen ve görülmeyeni bilen
Allah Teâlâ, selbî ve izafî sıfatların bütünü yani her şeyin ona muhtaç oluşu O’nun hiçbir şeye muhtaç
olmaması olan ulûhiyetle resm-i nakıs şeklindeki tarifi, mukavvimatla yapılan hadd-i tam şeklindeki
tarife niçin tercih etmiştir?
[Allah Teâlâ] buna dikkat çekmiş ve onun bu vesvesesini vahdetin son sınırını ve kemalini ifade eden
“ehad” ile ortadan kaldırmıştır. Vahdette son sınırda olmak, çokluğun herhangi bir şekilde lekeleye-
meyeceği şekilde her açıdan bir olmak demektir. “Ehad” lafzının delalet ettiği vahdetin son sınırında
olmak, haddî tanımların dayanak noktası olan cüzlerin çokluğunu hüviyetten selb etmeye delalet et-
mektedir. [Aksi durumda] o zaman [seçtiği tarif ] bu sebeple tarif-i resmî olmazdı.
Aynı şekilde tarif edici lafzın yani “Allah” lafzının, “ehad” lafzının delalet ettiği mukavvim unsurlardan
oluşmamaya delalet ettiği ilâhî uyarıyla uyarılan kimseye gizli değildir. Çünkü [bu lafız/ehad lafzı]
tazammun yoluyla herhangi bir şeye ihtiyacı olmadığına delalet eder. Herhangi bir şeye muhtaç olma-
mak da bir cüze ihtiyacının gerekliliğinin olmadığına delalet eder. Ancak gaflet sahiplerinin “Allah” laf-
zının delalet ettiği bu anlamlardan gafil olması mümkün olduğundan, “Ehad” sözüyle ‘Allah’ lafzının
delalet ettiği şeye dikkat çekmiştir.
2 “Akılların anlamaktan aciz kalması …” ifadesinde maksad, ister nazar ve kesb ehlinin akılları veya ister
keşf ve irfan ehlinin akılları olsun akılların hepsinin, bir ve basît olan hüviyeti idrak etmekten aciz olma-
sıdır. Dolayısıyla ehl-i nazarın aklı, bu hüviyetin [bilgisini] nazar yoluyla elde edemez. Ehl-i keşf için de
bu hüviyetin [bilgisinin] inkişafı keşfî yolla mümkün değildir. Çünkü iki yol da bütünüyle kapalıdır.
Nazar yoluna gelince çünkü bu yolda [hakikatin bilgisi] zâtiyyâtla olur. Daha önce defalarca geçtiği
üzere mukaddes hüviyet için zâtiyyât yoktur. Keşf yoluna gelince açıklandığı üzere ariflerin akılları o
hüviyetin nurlarının parıltılarının başlangıcına yakın bir yerde bile bulunmaktan acizdirler. Ariflerin
akılları, nurların başlangıcına en yakın makamda durmaları mümkün olmayınca o parıltıların başlan-
gıcında durmaya nasıl güç yetirebilirler! Parıltıların kendisinde bulunmak, başlangıcında bulunmaktan
daha zordur. Hüviyetin nurlarında bulunmak ise bundan, parıltıların kedisinde bulunmaktan tasavvu-
ru mümkün olmayacak şekilde daha zordur. [Ariflerin akılları] için başlangıca en yakın makam inkişaf
etmeyince, parıltıların başlangıçları nasıl inkişaf etsin! Parıltılar, başlangıcın üstünde yer alır, nurlar ise
parıltıların üstünde yer alır. Hüviyet ise akledenin akledebilmesinin mümkün olmayacağı bir şekilde
nurların üstünde yer alır.
3 “Dûne/altında” sözü “fevka/üstünde”nin zıddıdır, “emame/önünde” anlamında zarf olur. “Verae/arka-
sında” ve “fevka/üstünde” birbirine zıddır. “Hâzâ dûnehu/Bu önündedir” denir. Yani “onun en yakı-
nındadır”. Burada kastedilen anlam da budur.
א ص رة ا א 367
ــא ذכــ ــ ح ــא ،إ ــא ُــ ل ــ ــ ا ــ ــ ا ــכ م :ا ــ و ٥
א ــא ــא وכ ــאل אـ و ـ ـ ذכ ـ ا ـ ازم و ـ ا ـ ــאت وا ا
א ــ ا ــ ل ٢ــ اכ ــא א وا ــ ف ٣دون ــאدي إ ــ اق أ ار ــא. ا ــ
1 “Lâzımlar, illetlidir.” Çünkü zâtı itibariyle vâcib olan hüviyetin gayrısı olan lâzımlar; ya zâtı itibariyle
vâcib olurlar veya başkası ile vâcib, zâtı itibariyle mümkün olurlar. Zâtı itibariyle vâcib olmalarına gelince,
zâtı itibariyle vâcib olanın tevhidinin sabit olması sebebiyle bu durum bâtıldır. Zâtı itibariyle mümkün
başkası ile zorunlu oluşuna gelince bu, malul olmalarını gerektirir. Çünkü imkan, malul olmayı gerektirir.
[Malul] de hakikatinin yokluğunun sabit olmasından dolayı ya izafî veya selbî olur. Bunların her biri so-
yutlamaya dayalı (intizaî) bir durumdur. Şöyle söylemek akıllı bir kimseye yakışmaz: Soyutlamaya dayalı
olan şey, zâtı itibariyle zorunludur. Akıllara gereken onun imkanını ve malul oluşu[nu kabul etmektir].
2 “O’ndan birden fazlası sudur etmez.” Şeyhu’r-Reis [İbn Sînâ], Aristoteles, Platon ve bunların dışındaki
filozofların eşyanın bir kısmının Allah’tan sudur ettiği diğer bir kısmının ise başkasından sudur ettiği
görüşünde olduklarıyla ilgili bu sözden ortaya çıkan vehmi ortadan kadırmamız gerekir. Bu sebep-
le diyoruz ki: Bu tevehhüm, onların [söylediği kendi] sözlerine dönüp [bakmamaktan], görüşlerini
nakledenlerin ifadeleri ile eşyanın hepsinin Allah Teâlâ’dan ortaya çıktığını [feyz ettiğini] dile getiren
sayılamayacak kadar çok olan metinleri üzerine düşünmemekten kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu
konuda sadece bazı [ifadelerini nakletmekle] yetiniyoruz.
Şeyh [İbn Sînâ] Şifa’nın İlâhiyat kısmında şöyle söylemektedir: Her şey, bu bir’den olur. Bu bir, onu var
kılar. [eş-Şifa: el-İlâhiyat:, II/342]
Yine aynı şekilde orada şöyle söylemektedir: Ortaya çıkmıştır ki vâcibu’l-vücûd, zâtı itibariyle [hem]
varlık veren ve [hem de] varlığa kemalini verendir [eş-Şifa: el-İlâhiyat, II/356]
Yine orada şöyle söylemektedir: O, her şeyin failidir. Şu anlamda ki her türlü varlık, zâtı itibariyle O’ndan
farklı olarak O’nun varlığından feyezan eder. [eş-Şifa: el-İlâhiyat, II/403]
Yine orada şöyle söylemektedir: İlk malulun, aslen ve aklen maddi olmayan bir sûret olması gerekir.
Sen biliyorsun ki orada akıllar ve çokça birbirinden ayrık/mufarık nefisler vardır. Onların varlıklarının,
mufarık olmayan ve kendilerine ait varlıkları olmayanların vasıtasıyla verilmiş/kazanılmış olması muhal-
dir. Fakat biliyorsun ki ilkten var olan bütün mevcutlar cisimdir. Çünkü biliyorsun ki varlık itibariyle
mümkün olan her cisim, zâtı itibariyle [var olmak için] başkasını gerektirir. Yine biliyorsun ki ilkten bir
vasıta olmaksızın meydana gelmesine yol yoktur. [Ancak] O’ndan bir vasıta ile meydana gelir. Biliyorsun
ki ikilik olmadığında sırf birliğin/vahdet-i mahza vasıta olması caiz değildir. Böylece anladın ki min-haysu
hüve [zâtı itibariyle] bir olandan ancak bir var olur. [eş-Şifa: el-İlâhiyat, II/405]
Aristoteles, Esûlûcyâ’da hocası Eflatun’dan naklen şöyle söylemektedir: Hissedilen şeyler, ilk faili sebebiyle
hoş ve güzel oldular. Ancak bu fiil, akıl ve nefs aracılığıyladır. [Aynı lafızlarla olmasa da benzer ifadeler
için bkz. Kitabu Asûlucyâ Aristatalîs, s. 44 vd.] Sonra şöyle demiştir: Hak olan ilk inniyet, ilk olarak akla
feyezan eden hayattır; sonra nefse, sonra tabii şeylere feyezan eder. [O feyzin kaynağı] mahza hayr olan
Bârî teâlâdır. [Aynı lafızlarla olmasa da benzer ifadeler için bkz.: Kitabu Asûlucyâ Aristatalîs, s. 136 vd.]
Bu filozof Bâri Teâlâ’yı ne kadar güzel ve ne kadar doğru bir şekilde vasfetmiştir. Çünkü O; aklı, nefsi,
tabiatı ve diğer eşyanın hepsini yaratandır. Ancak [bu gibi durumlarda yanılmamak için filozofun
sözlerini] işiten kimse onun söylediği lafızlara bakmalıdır. Esûlûcyâ’daki sözleri sona erdi.
Onların metinlerinden öğrenilen tavassut/aracılık doğru olan yoldan sapmak değildir. Bilakis herkes tara-
fından açıkça bilinen bir durumdur ve kimsenin bu konuda bir şüphesi de yoktur. Bütün şeriatler bunun
üzerine kurulmuştur. Çünkü birincisi ve ikincisi dışında canlıların hepsinin vasıta, bir aracı ile yaratıldığı
bilinen bir şeydir. O ikisinden baba ve anne vasıtasıyla, ikincisi birincisi vasıtasıyla, birincisi de bir canlı
vasıtasıyla değil onun dışındaki bir şeyle -ki o da unsurlardır- [yaratılır.] Ancak insanın ikincisinin, birincisi
vasıtasıyla yaratıldığı Kitap ve sünnetle malumdur.[Canlı vasıtasıyla değil de] onun dışındakiyle yaratılmaya
gelince bu karşılaştırma ile bilinen bir şeydir. Çok iyi bir şekilde araştırırsan bu kıyasa delalet edecek naslar
da bulabilirsin. Aynı şekilde bitkilerin ve cansızların da bir vasıta ile yaratılmış oldukları malumdur.
Bu şeylerin vasıtalar aracılığı ile yaratılmış olmaları, bunların Hak ve Bir Olan’ın değil de aracıların
mahlukatı olmasını gerektirmez. Bu durum aynı şekilde başka şeyler için de geçerlidir. Kim vasıta ara-
cılığıyla yaratılmış olanın Allah’ın yarattıklarından olmadığı vehmine kapılırsa o hakikatten uzaklaşmış
ve doğru yoldan sapmıştır.
א ص رة ا א 369
١
כ ا ازم َّ .ن ا ازم أ ا ول א ازم כ ة .و כ ا و א :أن
َ
ا ا ر ٢أכ כ و ا ا ءا ا ت .وا
Bunlar da kendisinden inen yatay ve dikey inen bir tertip üzere olur. Ya-
kın lâzım, tarif açısından uzak lâzımdan daha kuvvetlidir. İnsanın şaşkın
olması, onun gülen olmasından daha ziyade bellidir. Bunun içindir ki
mahiyetlerden bir mahiyeti lâzımlarından biri ile tarif etmek isteyen bir
5 kişi, lâzım ne kadar yakın ise tarif de o derece güçlü olur.
Bunu daha kuvvetli bir tahkik olmak üzere başka bir namattaki
sözümüzde şöyle zikredebiliriz. Şöyle ki: Bir şeyin uzak lâzımı,1 ha-
kikatte o şeyin malûlü olmaz; belki2 malûlünün malûlü olur. Sebebi
olan şeyin hakikatiyle tarif olunabilmesi, ancak sebeplerini bilmekle
10 mümkündür. Bu tahkike istinaden [diyebiliriz ki] mahiyetin tarifin-
de uzak lâzımlardan bir şey3 zikrolunsaydı o tarif, hakîkî bir tarif
olmazdı. Çünkü hakîkî tarif, tarifte o şeyin [mahiyetin] başkası için
(li-gayrihî) değil, zâtı itibariyle (li-zâtihi) gerekli olan yakın lâzımın
zikrolunmasıyla yapılan tariftir.
1 “Uzak lâzım …” Çünkü lâzım, ancak zâtı itibariyle gerektirdiği şeyin malulu olur. Uzak lâzım ise zâtı
itibariyle gerektirdiği şey (melzumu) olmadığından o şey, zâtının malulu olmaz. Aksine araz itibariyle
gerektirdiği şeydir. Dolayısıyla araz itibariyle malulu olur.
2 “Malulü olur …” Çünkü bir şeyin uzak lâzımı yani lâzımın lâzımı, bir şeyin lâzımı olan şeyin gerektir-
diği maluludur. Dolayısıyla uzak lâzım yani lâzımın lâzımı, malulun malulu olur.
3 “Lâzımlarından bir şey …” Bundan gaye şu olabilir: Hakîkî malulle -ki yakın maluldür- yapılan tarif,
hakîkî tariftir. Hakîkî olmayan malulle -ki uzak maluldür- yapılan tarif, hakîkî tarif değildir. Yakın
lâzımla yapılan tarif, hakîkî malulle yapılan tariftir ki hakîkî tarif olur. Uzak lâzımla yapılan tarif ise
hakîkî olmayan malulle yapılan tarif olup hakîkî tarif olmaz.
Tarifin yakın lâzım ve yakın malul olmasından [o tarifin] hakîkî olduğu ve [yine] tarifin uzak lâzım ve
ve uzak malul ile yapılmasından [o tarifin] hakîkî olmadığı anlaşılmaz. Çünkü hakîkî tarif, herhangi
bir şekilde hakîkî tasavvuru ifade eden tariftir. Yakın lâzımla yapılan tarif [bir] tasavvur ifade eder. Aynı
şekilde uzak lâzımla yapılan tarif de [bir] tasavvur ifade eder. Ancak hakîkî tarif ıstılah olarak yakın
lâzım ve yakın malul ile yapılan tarif içindir. Başkası bunun dışındadır.
Fakat bunun kendisinin bulunduğu durumla ilgili bir faydası yoktur. Çünkü ıstılah, bir şeyin vâki
(olması) veya gayr-i vaki (olmaması) üzerine kurulan şeylerden değildir. Eğer hakîkî tarif ile daha
güçlü olması, diğeriyle de böyle olmayışı kastediliyorsa bu doğru ve kabul edilebilir bir sözdür. Fakat
bu durumda başka bir tarzdaki inceleme daha öncekisinin aynısı olur. Hâlbuki o [İbn Sînâ] onun
başka bir şey olduğunu açıklar. Onun sözünde ve onu açık kılmasının inceliği konusunda şu an bende
oluşmayan [anlayamadığım] bir yön de olabilir.
א ص رة ا א 371
أ ــ ــ ــאً .و ن ا ــ زم ا ًو ــ ه ــ ا ــאزل ــ ــ ــ ا إ
ــא כאن از ــ ــ ء ــ ــ ا א ــאت א ــ ــ ــ ا ــ أراد
ــ ــ ــ ًא .و ــ أن ا ـ زم ١ا ــ آ ــ أ ــ כــ ا ــכ م ــ ــ ٥
1 “O, hüve hüve Zorunlu Varlık’tır.” O, zâtı itibariyle Zorunlu Varlık’tır (li-zâtihi vâcibu’l-vücûddur).
Yani varlığının zorunlu oluşu (vücûbu’l-vücud), zâtının ve hakikatinin kendisi için soyutlamanın
(menşe-i intiza) kaynağıdır. Zorunlu Varlık’ta iki durumun olması mümkün değildir: Hüve hüve (zâtı
itibariyle kendisi) olmayan bir mahiyetten varlığının zorunlu oluşunun çıkarılması; yine o mahiyetle
var olan bir durumun soyutlamanın kaynağı olması.
“Çünkü vâcibu’l-vücûd’un kendisinde terkib bulunan bir sıfata bağlı olması mümkün değildir. [Aksi
durumda onun] bir mahiyeti olur ve bu mahiyet zorunlu varlık olmaklığı olur. [Böylece] bu mahiyetin
hakikatinden başka başka bir anlamı daha olur ki bu anlam varlığının zorunlu olması (vücûbu’l-vücûd)
olacaktır. [Böyle bir şey mümkün değildir.] Mesela eğer bu mahiyet onun insan olması ise onun insan
olması zorunlu varlık olmasından farklı olacaktır. O zaman “varlığın zorunluluğu (vücûbu’l-vücûd)”
sözümüz ya hakîkî [bir gerçekliği] olur ya da olmaz. Bu anlamın bir hakikatinin olmaması muhaldir.
[Çünkü] o, her hakikatin ilkesidir. Hatta o hakikati güçlendiren ve gerçek kılandır. Eğer onun bu
mahiyetin dışında başka bir hakikati varsa bu durumda varlığın zorunluluğunun o mahiyete taalluk
etmesi gerekir ve mahiyete tealluk etmeksizin zorunlu olmuyorsa vâcibu’l-vücûd’un anlamı zorunlu
varlık olması bakımından kendisi olmayan bir şeyle varlık olmak olur. Bu durumda o, zorunlu varlık
olması bakımından zorunlu varlık olmaz. Yine zorunlu varlık olması bakımından onun zâtına bakıldı-
ğında da zorunlu varlık olmamaktadır. Çünkü kendisinde olan bir şey sebebiyle zorunlu olmaktadır.
Bu ise muhaldir. Bunu Şifa’nın İlâhiyat bölümünde söylemektedir. [eş-Şifa: el-İlâhiyat, II/345]
2 “O, ulûhiyettir.” Bir şeyin en yakın ve en öncelikli [akdem] olan lâzımıyla yapılan tarifin, izah ve
açıklayıcı olması bakımından en güçlü tarif olduğunu ifade edince - ki o [şekildeki tarifin] dışındaki
bir şey için tarif kelimesinin kullanılması anlamın genişletilmesi yoluyla kullanılan ve ona kıyasla caiz
görülen durumlardandır- hüviyetin en yakın ve en öncelikli lâzımının ne olduğunu beyan ve tayin
etti. Ve şöyle dedi: O’nun en yakın ve en öncelikli lâzımı, varlığının zorunlu olmasıdır. Çünkü hüve
hüve oluşu sebebiyle hüviyet, onun [varlığının zorunlu oluşunun] çıkarılmasının ölçüsüdür [misdak].
Şifanın İlahiyat bölümünde de varlığının zorunlu olması, mücerred hüviyetin kendisi olup, o hüviyetin
aynısıdır demiştir. [eş-Şifa: el-İlâhiyat, II/357]
Aklın eteğine yapışanlar için buradaki ayniyyetten maksadın, varlığın zorunlu oluşunun ölçüsü oldu-
ğu, mefhumunun kendisinin ayniyyeti olmadığı aşikardır. Böyle olduğunu ancak mecnunların [bile]
kendisine güldükleri ve aklının düşüklüğüyle ayıplanan kimseler söyler. Filozofların başı ve reisi, akıl
ehlinin örneği ve imamı [İbn Sînâ] nasıl böyle bir şey söyleyebilir? Hüve hüve olması bakımından
hüviyeti ile O’ndan [varlığının zorunlu oluşunun] çıkarılmasının ölçüsü olması, ondan hüve hüve
olmaması bakımından çıkarımının ölçüsü olmasından öncedir. O, hüve hüve olmamasıyla değil bila-
kis varlığının zorunluluğunun vasıtasıyla çıkarılmasının misdakı olur. O, başka her şeyin mebdeidir.
Varlığının zorunlu olması, hüve hüve olması dolayısıyla onun misdakıdır, kendisinden başka her şeyin
mebdei olmasından da önce gelir. Hüve hüve olması dolayısıyla değil bilakis vâcibu’l-vücûd olması do-
layısıyla onun misakıdır. Bu iki durumun toplamı, ikisinin dışındakilerden daha önce ve daha kadim-
dir. [Dolayısıyla] ilâh olmak -ki ikisinin toplamından ibarettir-, bu ikisinin dışında kalan en öncelikli/
kadim lâzımdır.
א ص رة ا א 373
ـ وا ـ ــא ـ ١
ـ د .ـ ـ م زم أ ـ م ـ و ـ ب ا وا ـ أ ا ول
ـ ـ ع ــא ـ اه .و ـ أ ــכ ا ـ د و ا ـ و ـ ب و ـ ده ُ ـ أ ـ
ا ز ـ ـ ٢ا ـ .
ـ. ذا ـ و ـ ـ ا ا ـ ـ د ـ د .أي و ـ ب ا ا ا ـ وا ـ ـ أـ ـ د« ا ـ وا ـ ــא ـ ـ » ـ ١
ـ م ــא ـ د ،وأ ـ ـ اع و ـ ب ا ـ ـ ــא ـ כـ ن ـ ـ د أ ـ ان :א ـ ا ـ ز أن כ ـ ن ـ وا ـ و
ا ـ. ـ כـ ن ـ
כ ـ ن ــאك א ـ ــא ،و כ ـ ن ــכ ا א ـ وا ـ ـ כـ ـ ـ ا ـ כ ـ أن כ ـ ن ـ ا ـ د ا » ن وا ـ
ــכ ا א ـ أ ـ إ ــאن כـ ن ـ د .ـ ً إن כא ـ ـ و ـ با ــא وذ ــכ ا ـ ـ ـ د .כـ ن ــכ ا א ـ ا
כـ ن .و ــאل أن ـ أو ـ د ــאك ــא و ـ ب ا ـ إ ــא أن כـ ن ِ ئـ ـ د، ا أ ـ إ ــאن ـ أ ـ وا ـ
ــכ ا א ـ ـ ـ و ـ ـ ــא .ـ ن כא ـ ـ و כـ ا ـ ـ .ـ ـ ءכ ـ .و ـ ـ כـ ن ـ ا ا
ـ وا ـ ـ ـ د ـ ا ـ وا ـ دو ــא כـ ن ـ ــכ ا א ـ و ـ ـ أن ـ د ـ ب ـ ا כאن ذ ــכ ا
ـ وا ـ ـ ـ د و א ـ ا ـ ذا ـ ـ ا ـ وا ـ ـ ـ د ،و ـ ا כـ ن وا ـ ـ ،ـ ـ ء ـ ـ ـ د ا
ـ א، ـ ــאت ــאل «.כـ ا ــאل ـ إ ــאت ا ـ אء ]ا ـ אء :ا ـ .و ـ ا ـ ـ ـ د؛ ن ـ ا ا ـ ـ د ـ ا
[٣٤٥/٢
ـ ـ ـאً –وכאن إ ـ ق ا ـאً وأ ـ
ـ « ــא ـ أن ـ ا ـ ء ـ ب ا ـ ازم وأ ــא أ ـ ـ » ـ ا ٢
ّ
ــא .و ــאل »إن أ ـ م ـ وأ ــא ـ أ ـ ب ـ ازم ا
ـ ه ـ أ אئـ إ ـ ق ـ ـ ا ـ وا ـ ز א ــאس ا ـ – ـ و ـ
َّ ّ
ـ د ا ـ و ــא ــאل ـ إ ــאت ا ـ אء إن و ـ ب ا از ـ وأ ــא ـ و ـ ب ا ـ د«؛ ن ا ـ ــא ـ ـ ِ ـ اق
ـ א[٣٥٧/٢ ، ـ ــאت ــא] .ا ـ אء :ا ـ دة ـ ـ ا ا ـ
ـ ه ـ ا ـ ؛ إذ ـ ـ ـ د ـ ُ ِ ـ ِاق و ـ ب ا ـ ــכ ذ ــאل ا ـ أن ا ـ اد א ـ أن ـ ـ
و ـ وة ا ـ ء ـ رأس ا כ ــאء ورئ ـ ـ ل ـ ـ ـ .כـ ـ ء ا ـ وا وـ א ـ و ـ ا ــכ ـ
ـ ،ـ ــא ـ ـ ،و ـ ــא ـ ا ـ ـ اق ــא ـ ـ م ـ ا ـ ـ اق ـ ــא ـ ـ وإ א ـ .و א
ـ م ـ ـ اق ـ ـ ـ د ــא أ ــא ــא ـ ـ با ا ــא. ــא ـ اع أ ــא ـ ء ــכ ـ اق و ـ ب و د ــא ا ـ
ـ أ ـ وأ ـ م ـ ا ـ ع ـ اق ـ .و ـ د ــא أ ــא وا ـ ا ـ ـ ــא ـ ا ــא .ــא أ ــא ــא ــא ـ ء ــכ כ
ا ــא. ــא ـ ــא أ ـ م ـ ا ـ ازم ا ـ ــאرة ـ ـ ـ ا ـ ا ــא .א ــא
374 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
כــ أن ــאً ا ــ ــ ــ ا ــ ا ــ ا ــ ا ــ ــ ا أ ــאر
ّ ــ ــ ء ــ ا ــ ازم ــא ــ ــ ــ .وכאن ــ ء ١أ ــ ــא ــ
ّ
ــ زم ا ــ ٢
ــ ا א ــ و ــאً ــ .و ــ ا ــ אء כــ أ ــ ب ا ذ ــכ
ــ ــ ا ــ ي ــ א . ــא و ــא أ ــ ــא أ ــ ٣
ــ א ــאب. وا
ــ ا ــ ل ٤
ــ ــא ا ــ ــ أد ــ ــ ه ــ ا א ــאت .و ا א ــאت و ــ ٥
ــ . ا ا ــ ت ا א ــ وأ ــ و ــ ــ ــ أ ــ وا ــ وا وا
ـ ـة ــאت כ ــא ـ ـ ــא .و ـ א ــא و از ــא و ـ و ـ ـ ا ـ « نا ـ ء ـ » ـ ءأـ ١
ــא ـ أ ـ وأر ـ כـ אو ـ ا ـ ــא ـ ا א ـ وا ــא ـ تأـ ـ ـ ء ـ ا ــאل ـ ،و ــאل أ ـ ـ
زم ـ أـ ـ ــאل إ ـ ـ ،ـ ـ ـ أن ـ ـ ء ـ ا ـ ازم أن ــאل إ ـ כ ـ أ ـאً ا ـ ازم .و ـ ــא
ـع ـ. ـ
ــא ـ دو ــא وا ـ ا ــכ أ ــא א ـ ؛ ـ ـ ا ـ ــא ـ ــא اـ « ـ ر ـ ـ »ا א ـ ـ زم ا ـ ٢
א ــא ا ـ ـ ما ــאرة ـ ـ ؛ ـ د زم ـ ـ أن و ـ ب ا ـ ـ ما ـ ـ ا ـ ا ــא .و ــא ـ ء ــכ
ــאب. وا א ـ ـ زم ا ـ ـ ـאً א ـאً أن ا ـ و زم إ א ـ . ــא ـ ء ــכ ـ ء ــא ،وכ
א ـ ــא ،وإن כאن ـ ـ ـ « وכאن ـ ءأـ ــא ـ כ ـ أن ـ » ـאً ـ ـ » ـ א ا ـ «إن כאن ٣
از ــא. ــא ـ ا ــכאن و ـ ا ـ از إ ــא ـ ـ ـ ا ـ כא ـ ـ أن ا ـ ف .א ـ ي ا ـ אق وا ـ אق أد ـ
ـ ــא כـ כאن و ــא א ـ أ ـ כـ أي ـ ا ــאن ــא إدراك ـ ـ ــא ـ ـ א .ـ ــא ـ ـ وأ ـ
ن. ـ ا ـ را ـ ـ ـ ن وا אر ـ ن ا ـ ـ ا ــא ا כא ـ ن ا ا ـ أن
א ــא و ــאل ا א ـ ا ـ َب ـ إ א ـ ـ ده وإ אئـ ؛ ن כ ـ إ כـ ــא ـ وا ـ ي כـ
ـ ـ ا ـ زم ا ـ .و ـ » ـ ا ـ ي ـ » ـ א « ـ ا א ـ« ـ »و ـ ا ـאً ـ א ــא .وإن כאن إ
ــאج وأ ـ ـ ب ـ כ ا ـ اا ـ رأـ ـ ـ ـ ا ــא ـ أن ا ـ ي כـ א ـ אـ . ـ ا ـ « ـ ا ـ زم ا
ــאج ا ـ . ــאج وذو ا ـ أن כ ذي ا ـ
ـ ت رِ כ ـ و א ـ ـ ـ ا ـ ل ا ـ « إذ ا ـ ُ ـ ُع ا دراك ،وإذ إدراك ـ و ـ .ـ ن א ـ إدراכאت ا ـ »ا ـ ٤
! ــא ا ـ اـ ـ ،כـ ـ أ ـ ا ـ ت وأ ـ ا و ــאف ا ـ ــא ا ـ ـ ا ـ أد ـ ــא ا ـ .وإذ ِّ ـ ا
376 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1 “Mümkün olan miktar…” Bu konuyu tekrar tekrar dile getirdi ki: Bir şey ya mukavvimat ile ya da lâ-
zımlarla tarif edilir. Mukaddes hüviyetin mukavvimat ile tarif edilmesi nefyedilince O’nun için müm-
kün olan tarif ancak lâzımlarla yapılan tarif olur. Lâzımlarla yapılan tariflerin bir kısmı daha güçlü,
bir kısmı daha zayıf, bir kısmı da orta derecede olur. Yine daha önce öğrendiğin gibi güçlülük, zayıflık
ve ikisinin ortasında olmasının dayanağı lâzımların yakınlığı, uzaklığı ve ikisi arasında olmasıdır. Yine
daha önce ilâh olmaklığın, o hüviyetin en yakın lâzımı olduğunu öğrendin. Böylece Sübhânehû ve
Teâlâ’nın yüce hüviyetini ilâh olmakla tarif ettiğini öğrendin ki daha güçlü, daha üstün ve daha kuvvet-
li bir tarif imkansızdır. Çünkü mümkün olan tarif ancak lâzımlarla yapılan tariftir. Lâzımlarla yapılan
tariflerde bu lâzımla -yani ilâh olmak lâzımı ile- yapılan tariften daha güçlüsü yoktur. Böylece Allah’ın
(c.c.) hüviyetiyle ilgili yaptığı tarif, zikri mümkün olan ve daha fazlası mümkün olmayan miktarda
olduğu gün ortasındaki güneş gibi açıklığa kavuşmuş oldu.
2 “Açık, yüce ve ince …” Son derece açıktırlar. Çünkü her bir kimse bu [hitab]a muhatabtır. Akıl sahibi bir varlık
için mümkün olmayan bir şey, akıl sahibi yaratıcı için [nasıl olabilir? Yani] muhatabın anlamadığı, neyi kastettiği
ve hangi amaçla hitap ettiği açık olmayan bir şekilde hitap etmesi nasıl mümkün olabilir?
Böylece ortaya çıkmıştır ki ilâhî işaretler, tam anlamıyla hiç kimseye kapalı kalmayacak şekilde apaçıktır. Aynı şekil-
de o işaretlerin kapalılığı ve inceliği, dikkatli olan kimse için gizli değildir; dikkatli olmayan kimseyi ise o işaretlerin
inceliği ve kapalılığı konusunda uyarır. Ulemadan müdekkik olanlar, Allah’ın vahyine koyduğu hükümleri, masla-
hatları, kinaye ve işaret yoluyla delalet ettiği meseleleri kavramak amacıyla bütün ömürlerini tükettiler, bakışlarını
onlara yönelttiler ve bu konularda düşündüler. Ve bu konulardan her birinde düşmanın sayamayacağı ve akılların
çokluğundan hayrete düşeceği kadar şeyler istinbat ettiler. Fahreddin Râzî’nin söylediklerini duymadın mı:
“Bazı zamanlarda bu sûre-i kerimeden [Fatiha’da] faydaları ve güzellikleri konusunda on binlerce meselenin
çıkarılabilmesinin mümkün olduğu dilime gelirdi. Bazı kıskanç, cehalet, aşırlık ve inat ehlinden olan kimseler
bu söylediklerimi uzak görürlerdi…” Şöyle söylediğini de: Böylece “eûzu billah” ifadesinin daha fazla veya az
on binlerce önemli meseleyi içerdiğine dair sözümüz gerçekleşmiş oldu…
Şöyle söylediğini de: Allah Teâlâ’nın “elhamdu lillâh” sözü daha fazla veya az on binlerce meseleyi içerdiği açık-
lık kazanmıştır.” [Mefâtihu’l-Gayb, 1/11, 12, 14] .Müfessir Hatib et-Tebrizî’nin (ö. 741/1340) Mişkat’ta İbn
Mesud’dan (r.a.) rivayetle söylediği de bunu göstermektedir: “Resulullah (s.a.) buyurdular ki: Kur’ân yedi harf
üzere nazil olmuştur. Her âyetin bir zahrı, bir batnı vardır. Her haddin de bir matlaı vardır.” Bunu Şerhu’s-Sün-
ne’de rivayet etmiştir. [Mişkâtu’l-Mesâbih, I/80]
3 “Burada akıl ve âkil ….” [hakkında] İbn Sînâ Şifa’da şöyle demiştir: Maddeden ve madde ile alakalı
şeylerden uzak, ayrık varlıkla tahakkuk eden, kendisi sebebiyle akledilendir (li-zâtihi makul). [Böylece]
o bi-zâtihi akıl ve yine bi-zâtihi akledilen [olup] zâtı akledilir olandır. Böylece zâtı; akıl, âkil/akleden ve
makul/akledilendir. Burada çokluk yoktur. Çünkü O, [zorunlu varlık] mücerred/soyut hüviyet olması
bakımından akıldır, bu mücerred hüviyete zâtı gereği sahip olması bakımından zâtı itibariyle akledi-
lendir, zâtının mücerred bir hüviyete sahip olması bakımından da zâtını akledendir. Çünkü akledilen,
bir şeyin mücerred mahiyetidir. Akleden ise bir şeye ait mücerred mahiyete [sahip] olandır. Bu şeyin
akledenin kendisi veya başkası olması şart değildir, bilakis mutlak olarak bir şeydir. Mutlak bir şey ise o
veya başkası olmaktan daha geneldir. [O hâlde] İlk [varlık] bir şeyin mücerred mahiyetine sahip olması
bakımından akledilendir. Bu şey, onun zâtıdır. O, onun zâtı olan mücerred mahiyetine [sahip] olması
bakımından akledendir. O, mücerred mahiyetin zâtı olan bir şeye ait olması itibariyle de akledilendir.
Birazcık düşünen bir kimse akledenin, akledilen bir şeyi gerektireceğini bilir. Bu gerektirme, söz konu-
su şeyin, gerektiren şeyden başkası veya onun kendisi olmasını içermez. [eş-Şifa: el-İlâhiyat, II/357]
א ص رة ا א 377
Cevap olarak deriz ki: Mebde-i evvel’in asla mukavvim [Müellif mu-
kavvim unsur için “hüviyyât” kelimesini kullanmıştır] unsuru yoktur. Çünkü
O, mücerred bir birlik1 ve salt basitliktir. O’nda hiçbir şekilde çokluk ve
ikilik yoktur. O’nun kendi zâtını akletmesi, zâtının mukavvim unsuru
5 olup da onları akletmesi değildir.2 Bilakis O, zâtından ancak her yön-
lerden çokluktan münezzeh olan sırf salt hüviyeti akleder. O birliğin bir
takım lâzımları vardır. Bunun içindir ki bu hüviyeti zikretmiş, onu yakın
lâzımlarla şerh ettmiştir, sonra varlığının üzerinde olduğu özel varlığına
(vücûd-i mahsus) işaret etti. Bunun için hikmette bir kaide vardır. O da
10 şudur: Basît olanları kemalde yakın lâzımlarıyla tarif etmek, mürekkeb
olanları mukavvimatla tarif etmek gibidir.3
1 “O, soyut bir birliktir.” Bu [ifade]den az önce Mebde-i evvel için O’nun asla hüviyetlerin/mahiyetlerin
[gerektirebileceği] herhangi bir şey olmadığını söyledi ve O’ndan hüviyeti/mahiyeti nefyetti. Daha ön-
ce de defalarca mücerred hüviyetten bahsederek O’nun için hüviyet isbat etti. Bu sözlerin bütününden
ortaya çıkan sonuç şudur: Allah Teâlâ için başka bir şey üzerine zaid bir hüviyet yoktur. Bilakis O’nun
mücerred vahdetin aynısı, mahza basît olmanın kendisi olan bir hüviyeti vardır. Böylece sözündeki
tenakuz kalkmış, sözün öncesi ve sonrası uygun hâle gelmiştir. Zahir olan “hüviyetlerden/mahiyetler-
den herhangi bir şey” sözü yerine “mukavvimattan herhangi bir şey” sözünün olması daha açık olurdu.
Çünkü o zaman sözün başı ve sonu aynı şekilde ifade edilmiş [uyumlu hâle gelmiş] olurdu.
2 “O’nun kendi zâtını akletmesi, … değildir.” Yani O’nun zâtını akletmesi, zâtında [buluna]n mukav-
vimleri akletmesi değildir ki bu mukavvimler, O’nu zâtını akletme sonucuna götürsün. Eğer zâtını
akletmesi bu şekilde olursa mahiyetininin açıklanması ve mukavvimat ile tarif edilmesi mümkün olur.
Aksine O, zâtını zâtıyla akleder. Mümkün varlığın zâtını zâtıyla akletmesi mümkün değildir. Bilakis
mümkün varlığın zâtıyla aklettiği her şey, zâtıyla değil zâtında bulunanladır.
3 “Basit tarif ….” [Bu cümle] daha önce yapmış olduğum şu talikatı aklıma getirdi: Burada tariflerle ilgili
iki silsile [zincir] vardır: Mürekkebin tarifleriyle ilgili silsile, basîtin tarifleriyle ilgili silsile. Mürekkebin
tarifleriyle ilgili silsilede bir tarif türü, diğerlerinden daha beliğ, daha mükemmel ve daha güçlüdür.
Aynı şekilde basîtin tarifleriyle ilgili silsilede bir tarif türü de diğerlerinden daha beliğ, daha mükemmel
ve daha güçlüdür.
Mürekkebin tarifleriyle ilgili silsilede en güçlü ve en mükemmel olan mukavvimat ve cüzlerle yapılan
tariftir. Basîtin tarifleriyle ilgili silsilede en güçlü ve en mükemmel olan ise yakın lâzımla yapılan ta-
riftir. Dolayısıyla mukavvimatla yapılan tarif, mürekkeblerin tarifleriyle ilgili silsilede en mükemmel
tarif türüdür. Aynı şekilde yakın lâzımla yapılan tarif de basît olanların tarifleriyle ilgili silsilede en
mükemmel tarif türüdür. Kemaldeki benzetme basît olanın tarif türlerinden bu şekildeki tarifin en
mükemmel olması gibi aynı şekilde mürekkeb olanın tarif türlerinden [bu şekilde olan] birinin de en
mükemmel olması itibariyledir.
Hasılı, basît olanların tariflerindeki silsilede en mükemmel olan tarif aynı şekilde mürekkeb olanların
tariflerindeki silsilede de en mükemmel olarak kabul edilen tarif biçimidir. Benzetme neticesi itibariyle
değildir. Yani bunun neticesi diğerinin neticesi gibidir demek [değildir]. Aralarında açık fark olsa da
mürekkeblerde hadd tanımına ve mukavvimata bağlı olan taakkul, resm tanımına ve lâzımlara dayanan
taakkul gibidir [demektir]. Müfessirin bu benzetme ile kastettiği şey, bu uzaklığın açıklanması ve izahıdır.
א ص رة ا א 379
Çünkü tam [ve kemal mertebesini bulan] tarif1 nefiste akledilene mu-
tabık bir sûret hasıl eden tariftir. Eğer tarif edilen mürekkeb ise nefiste
cüzleri hasıl olması zorunlu olur. Eğer basît ise onun lâzımları hasıl olur.
Bu sebeple akılda ne zaman bu şekilde hasıl olursa aklî sûret [akledilene]
5 aynı şekilde mutabık olur.2 Binaenaleyh bu konuda yakın lâzımlarla yapı-
lan tarif, mürekkeb olanlarda mukavvimat ile yapılan tarif gibi [kamil bir
tarif ] olur. Bu kaidenin takririnin tamamı, eserlerimden Kitâbü’ş-Şifâ’nın
mantık kısmında daha ziyade tafsilatı ile mevcuttur.
1 “Tam tarif ...” Yani tam tarif ve kemal derecesindeki açıklama, [zihinde] ortaya çıkan sûretin akledilene
mutabık olmasıdır. Eğer [tarif edilen] mürekkeb ise hasıl olan sûretin ona mutabık, eğer basît ise hasıl
olan sûretin ona mutabık olması gerekir. Açıktır ki mürekkebe mutabık olan sûret, cüzlerinin sûretle-
ridir; basîte mutabık olan sûret ise lâzımlarının sûretidir. Basît olanda, lâzımlarının sûretlerinden daha
güçlü bir mutabakatı olan bir sûretin olması mümkün değildir.
2 “Ne zaman hasıl olursa …” Basît olan makul, lâzımlarına göre akılda hasıl olursa ortaya çıkan sûret
akledilene aynı şekilde mutabık olur. Yani mürekkebdeki cüzler [akılda hasıl olana] mutabık olduğu
gibi basît olanlardaki lâzımların sûretleri [akılda hasıl olana] mutabık olur. Her ne kadar ortaya çıkan
bu sûret, mürekkebdeki ilk mutabakata olan izafetle sınırlıysa da bu durumun kendisinde de gösterdiği
gibi basît olanda muhtemel ve tasavvur edilen mutabakatların üzerindedir.
“Aynı şekilde” lafzına gelince o, tam olanın eksik olana eklenmesinde kullanıldığı gibi burada olduğu
şekilde eksik olanın tam olana eklenmesinde de kullanılır. Bundan maksad, cüzlerin sûretleri ve lâzım-
ların sûretlerinin her ikisinin de basît ve mürekkebden olan sûretlerine mutabık olmasıdır. Ancak lâ-
zımların sûretlerinin mutabakatı ikincisinin mutabakatından daha sınırlıdır. Bir sonuca varmak isteyen
kimsenin vardığı sonuç ile anlayış sahibi bir kimsenin müfessirin maksadı olarak anlaması mümkün
olan şey [şudur]: Akledilenin sûreti eğer mürekkeb ise mürekkeb, eğer basit ise basit olarak akledilene
mutabık olur.
“Eğer [tarif edilen] basît ise ve lâzımları var [ise ve bu şekilde] ne zaman akılda hasıl olursa [akıldaki sû-
ret akledilene] aynı şekilde [mutabık olur]” cümlesinin anlamı şudur: “Basît olan, basît oluşu itibariyle
akılda ne zaman hasıl olursa.” [Bu mânâyı kastetmiş olmalıdır, şayet] bu [anlamı] kastetmemiş [ise]
bu anlamı bozan pek çok şey vardır: Onlardan biri şudur: Bu duruma göre, lâzımların akledilmesinin
basîtin akletilmesine yol açması gerekir ki bu bâtıl olan durumlardandır. Daha önce hüviyetin kendisi
itibariyle hasıl olmasının mümkün olmayışını dile getirmesi bunu bâtıl kılmaktadır. Bir diğeri şudur:
Basît olanın lâzımı eğer kendisinin yol açtığı şey ise mürekkebin lâzımlarının durumuyla bir alakası
yoktur, mürekkebin kendisi buna yol açmaz. Eğer mürekkebin lâzımlarının aynı şekilde buna yol açtığı
kabul edilirse bu, kimsenin ileri sürmediği hulf [bir görüştür.]
Bir diğeri şudur: Selef ve halefin görüşüdür. O da had ve mukavvimatla yapılan tarifin resm yoluyla
ve lâzımlarla yapılan tariften daha güçlü olduğu görüşüdür. Bu söz onu çürütmektedir. Çünkü bu
görüşe göre had ve resm yoluyla tarif etmenin neticesi birdir. Had yoluyla tarifin neticesi tarif edilenin
kendisinin hasıl olması olduğu gibi resm yoluyla tarifin neticesi de bu yolla tarif edilenin kendisinin
hasıl olmasıdır. Fark, sadece [seçilen] yoldadır. Yani hadle yapılan tarifte, mukavvimatın ve hadle tarifi
yapılanın hasıl olmasının bir yolu, resmle yapılan tarifte resm yoluyla tarifi yapılanın kendisinin ve
lâzımlarının hasıl olmasının bir yolu vardır. Bu fark, kastedilen fark değildir. Dolayısıyla had yoluyla
yapılan tarifin resm yoluyla yapılan tarife bir üstünlüğü olmaz. [Hâlbuki had tanımının] üstün olduğu
görüşünde olanlara göre hadle tarif daha üstündür. Ancak onların görüşünü kabul etmeyenlerden bir
kısmı, resm yoluyla tarifin [tarif edilenin] hakikatine ve künhüne götürebileceği görüşündedir.
א ص رة ا א 381
ــ ا ــ כ ــאت .و ــאم ــאت ــ ا א ــ ــ ا ا ــאب כא א ــ ازم ــ
[Ehad]
Allah’ın “ehad” sözü, birlikte (vahdet) mübâlağadır.1 Vahdette tam mü-
bâlağa2 ancak bir olmaklığın (vâhidiyet) kendisinden daha tamı ve daha
kuvvetlisi tasavvur edilemediğinde tahakkuk eder. Çünkü “vâhid/bir” sözü
5 kendisinin altındaki [fertlere] teşkik suretiyle3 söylenebilir. Hiçbir şekilde
asla bölünmeyen,4 bazı yönlerden bölünebilenden bir olmaya [vâhidiyete]
daha layıktır. Aklen bölünebilen [aklî olan cüzlere ayrılmayı kabul eden],
bir olmaklığa bilfiil bölünebilenden5 daha layıktır. Bilkuvve olan ve his-
sen bölünebilen, bir olmaklığa bilfiil olarak bölünebilenden daha layıktır.
1 “Ehad, birlikte mübâlağadır.” Bu sözüyle “ehad” lafzının “vâhid” yerine tercih edilmesinin sebebine
işaret etti. O da şudur ki ‘ehad’ lafzındaki vahdette/bir olmaklıkta mübâlağa ‘vâhid’ lafzında yoktur.
Kurtubî Mufhim’de şöyle demiştir: “Kulhuvellahu ehad”cümlesinde bütün kemal vasıflarını içeren iki
isim bulunmaktadır: Ehad ve Samed. Çünkü bu iki isim, bütün kemal sıfatlarıyla vasıflanmış mukad-
des zâtın ehadiyetine/birliğine delalet etmektedir. Vâhid ve ehad, aynı asıldan türese de kullanış ve örf
bakımından farklıdırlar. Çünkü vahdet (birlik), çokluğun ve birden fazla olmanın nefyidir. “Vâhid”
ise kendisini dışındakileri nefyetmeksizin sayının aslıdır. “Ehad” delalet ettiği şeyi olumlar, onun dı-
şındakileri nefyeder. Bu sebeple “ehad”i nefiyde, “vâhid”i isbatta kullanırlar. Şöyle denilir: “Ma reeytu
ehaden/Hiç kimseyi görmedim ve Reeytu vâhiden/Bir kişiyi gördüm.” Çünkü Allah Teâlâ’nın isimleri
arasında “ehad”, başka hiçbir şeyin kendisinde ortağı olmadığı özel varlığına [vücud-i hassına] işaret
eder. [el-Müfhim, II/441]
2 “Vahdetteki tam mübâlağa …” Yani vahdetteki tam ve kâmil mübâlağa, kendisinden daha güçlü ve
daha üstün herhangi bir birliğin mümkün olmamasıdır. Çünkü kendisinden daha güçlü ve daha üstün
bir birliğin mümkün olduğu vahdet, hakîkî anlamda tam mükemmel bir vahdet olmaz. Bilakis İbn
Sînâ’nın kendisinin açıkladığı gibi birliklerin (vahdet) en mükemmeli, kıyasla ve onlara nisbetle daha
güçlü ve daha mükemel olur. Bu konunun tahkikine ve tafsiline ileride söz geldiğinde yine döneceğiz.
3 “Teşkik ile …” sözüyle küllî olan teşkiki kastetmektedir. O da ya müşekkek veya mütevatı olur. Çünkü
[küllî] ya fertlerinden herhangi birine [aralarında] öncelik, güçlülük, zayıflık, fazlalık, noksanlık gibi
bir fark olmaksızın tek bir biçimde delalet eder. Bu şekilde fertlerinin yüklenmesi, bazısında daha önce,
bazısında önce olmayan, bazısında daha uygun, bazısında uygun olmayan biçimde veya bazısında daha
güçlü bazısında daha zayıf, bazısında daha fazla bazısında daha noksan olacak şekilde olmaz. Ya da
bu şekilde delalet etmez. Eğer yüklenme, farklı olmayan tek bir biçimde olursa küllî, mütevatı olarak
isimlendirilir; aksi durumda (farklılık varsa) müşekkek olarak adlandırılır.
4 “Hiçbir yönden bölünmeyen …” Vâhid/bir, hiçbir şekilde bölünmeyen ve bir yönüyle bölünebilen
olacak şekilde [ikiye ayrılır]. Bir yönüyle bölünebilen ise [çeşitlidir]:
[1] Onlardan biri, aklî bölünmeyle bölünendir. Yani hariçte değil de akılda tahakkuku olması sebebiyle
akla nisbetle bölünebilen demektir. Hasılı akılda bölünebilendir, dışarda bölünemez. [2]. Bir [diğeri],
hariçte bölünebilendir. Hariçte bölünebilen de [ikiye ayrılır]: Kendisi için toplayıcı bir birlik, yani çok-
luğunu toplayan ve onu birleyen [vahdet-i câmia] bulunan, kendisi için böyle bir toplayıcı bir birliği
olmayan, birliği ilke olan bir duruma izafetle izafî olandır.
Söylediklerinin ve söylediklerimin, herhangi bir açıdan bölünmeyenin, bir olmaklığa (vâhidiyet) bir
yönüyle bölünebilenden daha layık olduğu; akılda bölünebilenin bir olmaklığa (vâhidiyet) hariçte
bölünebilenden daha layık olduğu; hariçte bölünebilen ve kendisi için toplayıcı hakîkî ve çokluğu
ortadan kaldıran bir birliği olanın, bir olmaklığa (vâhidiyet) onu birleyen hakîkî toplayıcı bir birliği ol-
mayan bilakis ilke olan bir duruma izafetle birliği izâfî olandan daha layık olduğu konusunda ruhunda
[zihninde yeniden] bir tasvir/anlatım yapmaktan bizleri alıkoymaktadır.
5 “ Bilfiil bölünen …” Yani hariçte bölünebilen.
א ص رة ا א 383
Kendisi için toplayıcı bir birliği olan, bir olmaklığa bilfiil bölünebilen
ve kendisi için toplayıcı bir birliği olmayandan1 daha layıktır. Aksine
onun bir olması ilkesine nisbeti sebebiyledir.2 [Bu], tıbbînin 3 kitaba,
bisturiye ve ilaca denilmesi ve sıhhînin4 bitkiler ve yiyecek için denil-
5 mesi gibidir.
1 “Bilfiil bölünebilen ve kendisi için toplayıcı bir birliği olmayandan …” Yani kendisi için çokluğunu
ortadan kaldıran ve onu birleştiren hakîkî bir birliği [olmayan demektir]. Aksine ona ait bire nisbetle
sırf izafî birliği olandır. Bir’in bu kısmı, kendisinde bir değildir. Çünkü kendisinde hakîkî birliğin tür-
lerinden bir örnek yoktur, bilakis [başka bir şeye] izafet dolayısıyla birdir. Aklı karışık olmayan kişiye
açıktır ki bir şeye ait olan başka bir şeye izafetle var ise o şey kendinde [bir şey] değildir. Aynı şekilde
kendisi için izafî bir birlik olmayan herhangi bir şekilde birlik [vahdet] değildir; aksine o, kendisi için
ne hakîkî ne de izafî birliği olmayan sırf çokluktur. Bu, herhangi bir şekilde bölünemeyenin sırf bir
olduğu gibidir. Bunda çokça şüphe yoktur.
Sonuç olarak herhangi bir şekilde bölünemeyen, hakîkî sırf birdir ve bir olarak söylenmeye diğerlerin-
den daha layıktır. Herhangi bir şekilde çoklukla bir alakası yoktur. Arada olanlar; bir açıdan bir, bir
açıdan çoktur ve onlara bir açıdan bir (vâhid), bir açıdan çok denilir.
2 “Bilakis birliği, nispet sebebiyledir.” Yani kendisi için toplayıcı bir birlik olmayan, çok olan şeylerin
birliği, muzafun-ileyhe [kendisine izafe edildiği şeye] izafetinin nisbetinin bir olması sebebiyledir ki o
da [aynı] mebdedir. Yani birliği ancak bir’e izafeti sebebiyledir.
3 “Tıbbînin kitaba, ….. söylenmesi gibi” Yani kitap, bistüri ve ilaç mahza çoktur ve onları bir araya
toplayan, birleyen ve çokluklarını ortadan kaldıran bir birlikleri yokur. Onların sadece bir duruma
nisbetleri vardır ki o da onların ilkesi olan tıptır. Bu izafet sebebiyle bu şeyler tıb olan ilkelerine izafetle
bir (vâhid) oldular.
4 “Sıhhînin gıda ve bitkiye [söylenmesi gibi]” Bu da aynı şekilde sırf izafî bire örnektir. Çünkü onlar,
sırf [ayrı olan] iki şeydir; aralarını birleştirecek, onları birleyecek ve çokluğu onlardan kaldıracak bir
birlikleri yoktur. Onlar sadece bir duruma nisbet edilmiştir. O da sağlıktır ki onların ilkesi odur. Bu
izafet sebebiyledir ki aralarında sırf izafî olan bir birlik oluşmuştur.
5 “Birliğin kabul eden olduğu sabit olunca” [ifadesi] maksadın incelenmesi için bir başlangıçtır. [İbn
Sînâ’nın bu] inceleme ve araştırmalarında yer alan her lafızla neye işaret ettiğinden [senin] dikkatsiz ve
gafil olduğunu zannetmiyorum. Burada kastedilenden olmasa da ben, senin “vahdetin [en güçlü ve en
zayıf olmayı] kabul edebildiği sabit olunca…” sözünde yer alan arazdaki teşkikin arazî olandaki gibi
sabit ve tahakkuk ettiğine dair olan işarete dikkat ettiğine eminim. Burada tembih maksadı, Şeyh’in
[İbn Sînâ] arazda ve arazî olanda, her ikisinde de teşkikin olduğu konusunda açık bir görüşe sahip
olduğuna dikkat çekmektir. Eğer tahkik ehlinden isen sana araştırma gerekir, taklid ehlinden ise senin
başkasını değil Şeyh’i taklid etmen gerekir ki o başkaları onu elde eden kimseden elde edenden elde
etmişlerdir.
6 “Aksi takdirde mübâlağanın en son sınırında olmazdı” Çünkü birliği/vahdeti ondan güçlü olan, bir
olmada ondan daha üstün ve daha mükemmel olur.
א ص رة ا א 385
ـ و ـ ة ـ א ـ و ـ ــא ـ א ا א ـ ي ـ و ـ ة א ـ أو ـ
Dolayısıyla da O, mutlak ehad olmaz; bilakis başka bir şeye kıyasla tek
(ehad) olurdu.1
Öyle ise Allah Teâlâ’nın “ehad” buyurması, O’nun her yönden bir (vâhid)
olduğuna ve O’nda asla bir çokluk bulunmadığına, O’nda manevî çokluk
5 yani cinsler ve fasıllar gibi mukavvimattan oluşan çokluk2 bulunmadığına
1 “O, mutlak ehad olmazdı.” Çünkü vahdetin/birliğin bir türünde herhangi bir çokluk olmamakla
[birlikte] bir türünde bir yönüyle çokluk bulunur. Bu taksimin kendisinde imkan itibara alınmıştır.
Çünkü birin/vâhidin bir türünde herhangi bir yönden çokluk mümkün değildir, bir türünde ise bir
yönüyle çokluk mümkündür.
Birinci taksimde vücudun itibara aldındığı, ikinci taksimde ise imkanın itibara alındığı göz önüne alın-
dığında ilk taksimin birinci kısmı ikinci taksimde de geçerli olur. Çünkü herhangi bir yönden kendi-
sinde çokluk bulunmayanın, kendisinde bir açıdan çokluğun mümkün olmamasının imkanı yoktur,
[bir yönüyle çokluk olanda] ise bir yönüyle çokluk olmasının mümkün olması imkan dahilindedir. [İlk
taksimin] ikinci kısmında ikinci taksim geçerli olmaz. Çünkü kendisinde herhangi bir açıdan çokluk
bulunanın, kendisinde bir yönüyle çokluk olmamasının imkanı yoktur. Çünkü çokluğun imkanının yok-
luğu, çokluğun varlığının yokluğunu gerektirir. [Fakat] onda var olduğu farz edilmişti. Aksine herhangi
bir yönüyle çokluğun mümkün olması gerekir. Çünkü çokluğun varlığı çokluğun imkanına delalet eder.
Bu mülâhaza yani vücudun itibara alındığı birinci taksim ile imkanın itibara alındığı ikinci taksim[le
olan ilişkisi] ve ikinci taksimin birinci taksimin ilk bölümününde uygulanışı, ikinci bölümünde uy-
gulanmayışı, mahza aklî mülahazanın itibarına dayanır. Yani kendisinde herhangi bir yönden çokluk
olmayan bir, umum ve kapalılık (ibhâm) yoluyla bir şekilde hüve hüve olandan kat-ı nazar ederek hüve
hüve olması bakımından düşünülürse [yukarıdaki ilişki mümkün olur]. Ancak hüve hüve olan bir
düşünüldüğünde -ki o vâcibu’l-vücûddur- aynı şekilde birinci kısımda uygulanması mümkün değildir.
Çünkü vâcibu’l-vücûd için herhangi bir açıdan çokluğun mümkün olması mümkün değildir. Aksine
[vâcibu’l-vücûd için] çokluğun herhangi bir açıdan imkan dahilinde olmaması gerekir.
Sonra iki taksimin de ilk kısmındaki bir mutlak ehaddir, ikinci kısmındaki ise mutlak ehad değil aksine
bir şeye nisbetle birdir.
Birinci taksimin ilk bölümü yani kendisinde herhangi bir açıdan çokluk olmayan [bir/vâhid], nisbet ve
kıyas ile değil mutlak olarak birdir (ehad). İkinci bölümü ise yani kendisinde bir yönden çokluk bulunan
mutlak değil izafî birdir. Aynı şekilde ikinci taksimin ilk bölümü de yani kendisinde herhangi bir açıdan
çokluk mümkün olmayan, mutlak birdir. İkinci bölümü yani kendisinde bir yönden de olsa çokluk
mümkün olan mutlak olarak değil izafî olarak birdir. Ancak birinci taksimin ilk bölümü yani kendisinde
herhangi bir açıdan çokluk mümkün olmayan vücud ve vakıa itibariyle mutlak birdir. İkinci taksimin
birinci kısmı yani kendisinde herhangi bir açıdan çokluğun mümkün olmadığı imkan ve [aklî] itibar ba-
kımından mutlak birdir. İkinci ehad/bir, ilkindeki ehad’den üstündür. Çünkü akıl, ilk ehadin üstünde bir
ehad tasavvur edebilir, ikinci ehadin üstünde bir ehad tasavvuru ise mümkün değildir. İşte bu açıklamalar,
daha önce yapmayı vaad ettiğimiz tafsilatttır ki bize kâfi gelir. Düşün! Şükret ve inkar edenlerden olma!
2 “Herhangi bir şekilde çokluğu olmadığı…” ifadesinden maksad şudur: Bir, müşekkektir/müşekkek bir
lafızdır. [Dolayısıyla] bir kısmı diğerlerinden bir olmaya daha layık [olur]. Her açıdan bir olan, ken-
disinde herhangi bir açıdan çokluk bulunmayan ve herhangi bir yönden çokluğun kendisinde olması
mümkün olmayan; bir olmaya diğerlerinden daha layıktır. “Ehad/bir” lafzı, vahdette tam ve mükem-
mel olan bir’e (vâhid) delalet etmektedir. Daha önce niteliklerinden söz ettiğimiz bir’den daha kâmil
bir (vâhid) yoktur. Allah Teâlâ’nın “ehad” sözü, her açıdan bir olduğuna ve her türlü birliğin O’nda var
olduğunun sabit olduğuna, herhangi bir şekilde kendisinde çokluk bulunmadığına ve çokluğun ken-
disinde bulunmasının mümkün olmadığına delalet eder. Sonuç olarak “ehad” lafzı, her türlü birliğin/
vahdetin O’nda var olduğuna ve her türlü çokluğun O’ndan uzaklaştırıldığına delalet etmektedir. O,
daha üstünü tasavvur edilemeyen hakîkî bir’dir.
א ص رة ا א 387
כ ــ ة ٢
ــ ه وأ ــ ــ ا ــ ــ أ ــ وا ــ א ــ ﴿أَ َ ــ ٌ ﴾ دل ــ
ــאر ـ ـ ـ ـ .و ـ اا ـ و ـ ــא ـ כ ـ ة ـ כـ ة ـ ة ـ ــא ـ ـאً ا ـ « ن ا כـ ن أ ـ اً ـ »ـ ١
ـ. ـ כـ ة ـ و ـ ــא כ ـ ـ כـ ة כـ ـ ــא א ــאر ا ــכאن؛ ن ا ا ـ
ا وـ ـ ـ ا ول ـ ا א ــאر ا ــכאن ،א ا א ـ ا ـ ـ ـ د ـ ا א ــאر ا ا وـ ا ـ ـ ا ـ وإذا
ـ ـ .وا ـ و כـ أن כـ כ ـ ة כـ כ ـ ة ـ أن כـ ـ ـ כـ ة ـ ا א ـ ؛ ن ــא ـ ـى ـ ا
ـ ؛ ن ـ م إ ــכאن ا כ ـ ة ـ כـ ة כـ ـ أن כـ ـ ا א ـ ؛ ن ــא ـ כ ـ ة ـ ـي ـ ا ــא ا אـ
ـ ؛ ن و ـ د ا כ ـ ة ـ ل ـ إ כא ــא. ـ כـ ة ـ ـ أن כ ـ ـ م ـ م و ـ د ا כ ـ ة .و ـ ـ ض ـ و د ــא ،ـ
ا א ـ ـ ــאن ا א ــאر ا ــכאن و ا א ـ ا ـ ـ ـ د ـ ا א ــאر ا ا وـ ا ـ ـ ـ ا ـ أي و ـ ها
ـ .أي إذا ـ ا ـ ا א ــאر ا ــא إ ــא ـ ـ ا אـ א ــא ـ ا ا وـ و ـ م ـ ـ ا ول ـ ا ـ ا
ـ أن ا ـ ي כ ــכ ـ ـ ا ـ ــאم ـ ـ م وا ـ و ـ ا ـ ـ ـ ـ ـ ـ כـ ة ـ ا ا ـ اـ ي ـ
ــא أ ـאً؛ ـ ا ول א ــא ـ ا כـ ـ د ـ ا ــא ـ وأ ـ ا ا ـ ـ أن ا ا ـ ا ـ ي כ ــכ ـ ــא ـ .وأ ــא إذا
ـ. כـ כ ـ ة ـ أن ـ ـ ،ـ ـ أن כـ כ ـ ة כـ ـ دو ا ن وا ـ
ء. ء دون א ا א ، ا א ،وا أ ا כ وا ا ول ا
ــא ـ ــא أ ـ ـ ا אـ א ـ .وا א ــאس وا ـ ـ أ ـ ـ כـ ة ــא ـ ـ ا وـ أ ـ ـ ا ول ـ ا א
ـ ـ .وا ـ أ ـ ـ כـ ة כـ ــא ـ ا א ـ أ ـ ـ ا ول ـ ا ـ .وכ ــכ ا ــאف ـ أ ـ כـ ة
ـ כـ ة ــא ـ ا وـ أ ـ ـ ـ ا ول ـ ا ـ .إ أن ا ــאف ـ أ ـ ـ כـ ة ــא כـ ــא أ ـ ا אـ
ـ א ــאر ـ أ ـ ـ כـ ة כـ ــא ا א ـ أ ـ ـ ـ ا ول ـ ا ـ د .وا ـ א ــאر ا ا ـ وا ـ أ ـ
ـ رأ ـ ـ أن כـ ـ ا ول و ـ ر أ ـ اً ـ ق ا ـ أن ـ ا ول؛ ن ـ قا ـ ا אـ ا ـ وا ــכאن .א
ـ ا כא ـ ! כـ כـ وا ــכ و و ــא، ـ ا ـ ــא ـ ـ ا א ـ .و ـ ا ــא و ـ قا
ـ ه .وا ا ـ ا ـ ي ـ و ـ ة ـ ة و ـ ــא ـ ـ ا ـ ــא ـ أو ـ ــככ ـ د أن ا ا ـ כ ـ ة ــאك« ا ـ »وأ ـ ٢
ـ « ـ ل ـ ا ا ـ ا כא ـ ــא ـ اه .و ـ »ا ـ أو ـ כـ أن כـ ن ـ כ ـ ة ـ و ـ כـ ة ـ כ و ـ و ـ
ـ כ و ـ و ـ ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ ـ أ ـ وا ـ ــא .ـ ل ا ا ـ ا כא ـ ا א ـ إ ا ا ـ ا ـ ي و ـ ة .و ـ ـ ا ا אـ
ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾ أن כ و ـ ة א ـ ـ وأن כ כ ـ ة ـ ــא دل א ـ ـ، ـ و إ ــכאن כ ـ ة ـ כـ ة ـ כ و ـ ةو ـ
ـ. ـ ر ــא ـ أ ـ ـ اـ ي ـ ب ـ .ـ ا ا ـ ا
388 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
veya cisimdeki madde ve sûret gibi aklî cüzlerin çokluğu veya [yine cisim-
deki gibi] bilkuvve ya da bilfiil hissî bir çokluğun1 asla olmadığına delalet
etmektedir.
İşte bu,2 Allah Teâlâ’nın cinsten, fasıldan, maddeden, arazlardan, bo-
5 yutlardan, şekillerden, renklerden ve kâmil vahdetini ve vech-i keremine
ve celalinin yüceliğine layık olan hakîkî basît oluşunu bozabilecek nisbetin
diğer her türlüsünden3 münezzeh olduğunun açıklamasını içermektedir.
O’nun celâli yücedir ve [O] herhangi bir şeyin kendisine benzemesinden
yücedir.
10 Şayet dersen ki “Haydi kabul edelim bu meselelerin davaları4 bu lafzın
[ehad lafzının] içinde yer almaktadır. Bu sûrede buna delalet eden açık bir
delil nerededir?
1 “... veya hissi çokluk” cümlesi “...manevî çokluk” cümlesine atıftır. Maksadı şudur: Bazı şeylerde ne
mânevî ne de hissi çokluk vardır. Bazı şeylerde mânevî çokluk vardır, hissî çokluk yoktur, bazısında da
her iki türü de yani hem mânevî hem de hissî çokluk bulunur. İlki, gerçek bir olup çokluğun ne varlık
ne imkan bakımından kendisine bir taalluku yoktur. İkincisi mücerred cevherler ile beyne-beyne olan,
yani bir yönüyle bir, bir yönüyle çok olan arazlardır. Üçüncüsü ise çokluğu her iki türü itibariyle de
çok olandır. Mânevî çokluğun iki türlü olduğunu ifade etmesinden gâfil olma! [İlki] mahmul olan mu-
kavvimâtın çokluğudur ki cinsler ve fasıllardır. [Diğeri ise] mahmul olmayan aklî cüzlerin çokluğudur
ki madde ve sûretten ibarettir. Aynı şekilde her ne kadar her ikisi de birbirinin yerine sözün ve lafzın
[anlamının] genişlemesi ve yayılması itibariyle kullanılsa da “mukavvimât” lafzının, ıstılahın hakîkî
anlamı itibariyle cinsler ve fasılar için ve “cüzler” lafzının ise mahmul olmayan madde ve sûret için
kullanıldığını ifade etmesinden de gafil olma! Aklında tut!
2 “Bu, açıklamasını içermektedir.” Bu ya “ehad” sözünün cins, fasıl, madde ve sûretten münezzeh oluşu-
nu içeren açıklama olur. Çünkü bu, her iki türüyle de mânevî çokluğun olumsuzlanmasına, dolayısıyla
aklî cüzlerden ve mukavvim unsurlardan münezzeh olduğuna delalet etmektedir. [Bu] ya da “arazlar-
dan, boyutlardan…” cümlesinin içeriği bu [mânâyı] ifade etmektedir. Çünkü [bu ifade] hissi çokluğun
olumsuzlanmasına delalet etmektedir. Dolayısıyla bütün bu durumların nefyine delalet eder. Çünkü
hissi çokluk, onlardan [araz, boyut vs.] ibarettir.
3 “ …nispetin diğer türlerinden” Bu şekilde bir vasıflandırmayla şunu ifade etti ki nisbet iki kısımdır:
Biri, tam olan vahdeti bozan nisbet; diğeri, [tam olan vahdeti] bozmayan nisbet. “Ehad” lafzı, bu nis-
betlerden vahdeti bozanların olumsuzlanmasına (selb) delalet eder. Çünkü “ehad”, vahdete delalet eder
ve bunun karşıtını nefyeder. Vahdete taalluku olmayana ne ispat ne de nefy açısından değinir. Öyle
ki [nisbetin] vahdeti güçlendireni ve onu çoğaltanı da vardır. Tekrar tekrar duymadın mı ki ulûhiyet,
izafet -yani her şeyin ilkesi oluşu- ve selbin toplamıdır. Sonuç olarak nisbetin vahdeti bozacak yönleri,
O’ndan selb edilmiştir. “Ehad” lafzı da bu selbe/uzaklaştırmaya delalet etmektedir. “Ehad” lafzı, her
şeyin mebdei (mebde-i kül) olması gibi vahdeti bozmayan nisbetlerin selbine ise delalet etmez.
4 “Bu meselenin davaları …” Bu sorudan ortaya çıkan şey şudur: Şayet bu meselelere yani Allah Teâlâ’nın
cinsler ve fasıllar olan mukavvimatının olmadığına, madde ve sûret gibi aklî cüzlerinin olmadığına, kı-
sımları ve azaları olmadığına, arazlarının olmadığına, şekillerinin olmadığına, renginin olmadığına ve
vahdetini bozacak diğer her türlü nisbetinin olmadığına bu sûredeki lafzın yani Allah Teâlâ’nın “ehad”
lafzının delalet ettiğini kabul edelim, ancak bu sûrede hangi delil bunlara delalet etmektedir?
א ص رة ا א 389
א ـ ة أو א ـ כ ــא ١
ـ ـ ـ ا ــאدة وا ـ رة أو כ ـ ة ـ اء ا أو כ ـ ة ا
ـ . ـ ا
ـ ء. ــאو
Cevap olarak deriz ki1 [bunun delili şudur:] Hüviyeti, ancak cüzlerin
bir araya gelmesiyle oluşan şeyin hüviyeti, evvela bu cüzlerin bulunmasına
bağlı olduğundan böyle bir hüviyet, li-zâtihi hüve hüve değildir;2 bilakis
başkasındandır. Hâlbuki “Kul huvellahu ehad” âyetinin delâlet ettiği üzere
5 Mebde-i evvel, hüve hüve li-zâtihidir. Öyle ise O’nun cüzleri yoktur. Bu
âyetle ilgili anlayışımın ulaştığı yer burasıdır.3 Kelâmının sırlarını en iyi
bilen ancak Allah’tır.
“Allahu’s-samed/Allah sameddir.”
1 “Buna [cevap olarak] deriz ki …” Bu cevaptan ortaya çıkan şey şudur: [Sûrede geçen] “Allah” sözü,
bütün bu meselelerin hepsinin delilidir. Çünkü [Allah lafzı] ulûhiyete delalet etmektedir. Defalarca
geçtiği üzere [ulûhiyet], varlığın zorunluluğu yani herhangi bir şeye muhtaç olmaması ve her şeyin
ilkesi olmaklık yani her şeyin kendisine muhtaç oluşu [lâzımlarının] toplamıdır. Dolayısıyla “Allah”
lafzı, tazammun yoluyla varlığının zorunluluğuna ve herhangi bir şeye muhtaç olmadığına delalet
ettiği gibi bir şeye muhtaç olmanın gerektirdiği şeylerin de olmadığına delalet etmektedir. Zikredilen
bu meselede zikredilen bu şeylerin hepsi, bu şekildedir.
Yine “Allah” sözü, bütün bu şeylerin hepsinin nefyine delalet etmektedir. [Evet!] zikredilen şeylerin
hepsi, bu şekildedir. Çünkü birinci, ikinci ve üçüncü meselelerde zikredilen mukavvimat, aklî cüzler,
kısımlar ve azalar, bu şekilde olup bu durum hiç kimseye gizli değildir. Çünkü bu üç şey, parçalardır ve
cüzü oldukları şeyin kendilerine muhtaç olması cüzlerin hakikatlerinin gereklerindendir. Dördüncü,
beşinci ve altıncı meselelerdeki arazlar, şekiller, renklerin maddeye muhtaç olmayı gerektirdiği ve aynı
şekilde birliği bozan diğer nisbet yönlerinin O’na ihtiyacı gerektirdiği kimseye gizli değildir.
2 “O, zâtı nedeniyle hüve hüve değildir.” Yani hüviyeti cüzlerin bir araya gelmesiyle oluşan, bu cüzlerine
muhtaç olur. Dolayısyla li-zâtihi hüve hüve olmaz, aksine başkasından olur ki bu da cüzleridir. Ancak
İlk İlke’nin hüviyeti, başkasından değil zâtındandır. Dolayısıyla hüviyeti cüzlerin bir araya gelmesiyle
oluşmaz. Allah Teâlâ’nın cüzleri yoktur. Sonuç olarak “ehad” sözü bu meselelere ve “Allah” sözü de
söylediğimiz gibi bu meselelerin delillerine delalet etmektedir.
3 “Anlayışımın ulaştığı yer burasıdır.” el-İtkân’da [naklen] İbn Seb‘ Şifaü’s-Sudur’da şöyle demiştir:
Ebu’d-Derda’dan şöyle söylediği nakledilmiştir: Bir kimse Kur’ân’a pek çok yön bulmadıkça tam bir
anlayışla onu anlayamaz. İbn Mesud (r.a.) şöyle demiştir: Öncekilerin ve sonrakilerin ilmini isteyen
Kur’ân’ı araştırsın! demiştir ki: Bu söylenilenler, sadece [Kur’ân’ın] zahirinin tefsiriyle ortaya çıkmaz.
Bazı âlimler her âyetin altmış bin anlayışı olduğunu söylemişlerdir. Bu ifade, Kur’ân’ın mânâlarını
anlamak için geniş ve açık bir alanın olduğuna delalet eder. Tefsirden zâhirî olarak nakledilen şeyler, o
konudaki idrakin sonu değildir. [Ancak] nakil ve sema, zahirî tefsirde yanlış durumları ortadan kaldır-
mak için gereklidir. Bundan [zahiri anlamdan] sonra anlayış ve istinbat genişler. [Ancak] zahirî tefsirin
korunmasını hafife almak caiz değildir. Aksine ilk gereken şey odur. Çünkü zahirin hükümlerinden
önce bâtına ulaşmaya istekli olunmaz. Tefsirin zâhiri ile hüküm vermediği hâlde Kur’ân’ın sırlarını
anladığını iddia eden, eve varmadan evin tepesine çıktığını iddia eden kimse gibidir. [Suyûtî, el-İtkân,
II/1221]
Bu konuda yine el-İtkân’da İbn Ebi Hamza, Hz. Ali’den (r.a.) şöyle nakletmiştir: Şayet Ümmü’l-Kur’ân/
Fatiha’nın tefsiriyle ilgili yetmiş deve yüklemeyi isteseydim bunu yapardım. [Suyûtî, el-İtkân, II/1223]
א ص رة ا א 391
ــאع أ ــ اء כא ــ ــ ا ــ ــ إ ــא ــא כא ــ ــ ل :١إ ّن כ
ــ ــ ه ا ــ .وا ــ ــ ــ اء .ــ ا ٣ــא ــ ــ ء ــ ا ــ ــ
ـ. ـ ار כ ٥
ـ ﴿ا ُ ا َّ َ ـ ُ ﴾ ـ ـ
‘Samed’ lügatte1 iki şekilde tefsir edilmiştir: 1. Hiç boşluğu (cevf ) olma-
yan; 2. Seyyid/ulu. Birinci tefsire göre samed’in mânâsı selbî olup mahiye-
tinin olmadığına2 işarettir. Çünkü [zâtından başka] mahiyeti olan her şeyin
boşluğu ve içi vardır; o da mahiyetin kendisidir. Mevcud olduğu hâlde boş-
5 luğu ve içi olmayanın3 ise zâtında varlıktan başka bir itibarı ve ciheti yoktur.
1 “es-Samed, lugatta …” ‘es-Samdu’ Kâmus’ta, yönelmek, vurmak, dikmek demektir; Dabâb [kabilesinin
yurdunda bir] su [adıdır]; [toprağın] kalın ve yüksek yeri, güneşin yüzü çalp yakması; ‘es-samed’ ise
[topluluğun] efendisi/ulusu [mânâsına gelir], çünkü [ihtiyaç zamanında] ona yönelinir; dâim olan,
yüksek, som/için dolu, derinliği olmayan, savaşta acıkmayan ve susamayan adam ve kendisiyle geçine-
cekleri bir şeyi ve bir işi olmayan topluluk anlamlarına gelmektedir. [Fîrûzâbâdî, el-Kâmusu’l-Muhît,
“s-m-d” md.]
Kamus’ta ve diğer sözlüklerde yer alan ikinin üstündeki anlamlarıyla ilgili kalbinde olana vesvese ver-
meyi arzu etmiyorum [ancak] müfessirin ‘samed’ için sözlükle iki tefsiri vardır sözü geçersiz ve dilci-
lerin söylediğine aykırıdır. Çünkü müfessirin samed’in sözlükteki anlamlarından maksadı, bunların
sadece iki tane olduğu değildir. Bilakis maksadı “Allah’us-samed” sözündeki ‘samed’in dil bakımından
iki tefsiri olduğudur.
İmam Râzi tefsirinde müfessir [İbn Sînâ’nın] söylediğinin aynısını söylemiştir: Samed’in tefsirinde iki
yön zikretmişlerdir. Birincisi faal vezninde olup meful mânâsındadır. Ona yöneldi anlamında “samede
ileyhi” anlamındadır. O da her türlü ihtiyaçta kendisine yönelinen ‘efendi/ulu’ demektir. İkinci yön
samed, boşluğu, derinliği olmayan demektir. Şişenin tıpasına ‘sımad’ denilmesi bu köktendir. Yumu-
şaklığı olmayan, sertliği olan şeye de ‘musammed’ denilir. İbn Katâde şöyle demiştir: Bu tefsire göre
‘musammed’ kelimesindeki ‘dal’ harfi ‘te’ harfinden dönüşmüştür. Aslı ‘musammet’tir. [Râzî, Tefsir-i
Kebir, XXXII/ 181]
Neyi murad ederse etsin İmam’ın ve müfessirin [İbn Sînâ] gayesi, ister bu durumda ister başka bir
durumda olsun ‘samed’ lafzının sözlükte sadece iki anlamının olduğu değildir. Düşün, iyice araştır ve
hata yapma! Gayenin ne olduğunu anladıysan [samed lafzının] sözlükteki bütün mânâlarının bu iki
anlama irca edilmesine ihtiyaç yoktur. Bu, bazen mümkün değildir. Bazı durumlarda mümkün olsa da
zorlamayı gerektirir.
2 “.. mahiyetin nefyi …” Önce bilmen gerekir ki “ Çünkü mahiyeti olan her şeyin boşluğu ve içi vardır”
cümlesi atf-ı tefsirdir. Var olanların varlıkları ve mahiyetleri vardır. Onlardan zâhir olan varlıklarından
başkası değildir, bâtın olan ise mahiyetlerinden başkası değildir. Mesela, ateş, su, toprak, hava. Bun-
lardan mürekkep olanlar canlılar, bitkiler ve cansız mevcutlardır. Bunların varlıkları zahirdir; herkes
hatta [bütün] canlılar bunu bilir. Mahiyetleri ise bâtındır. Mahiyetleri bilmek ise zordur, ancak uzun
düşünmeden sonra bilinebilirler. Müfessir bu konuya eserlerinin pek çok yerinde değinmiştir. Dileyen
oralara baksın!
[Müfessirin] söylediğinin sonucu şudur: Var olan hakikatlerin zâtî olan özellikleri arazî olanlardan
ayrılmaz. Dolayısıyla onların tanımını ve hakikatini bilmek gerçekten zordur. Sözün özü şudur ki “sa-
med”in ilk tefsire göre anlamı, boşluğu olmayandır. Boşluk (cevf) ve iç (batın) eşanlamlıdır. Dolayısıyla
içi (bâtın) yok demek olur. Bâtının mahiyet olduğunu açıkladık ve yazdık. Bu sözün sonucu şu olur:
Allah’ın mahiyeti yoktur. İşte bu O’nda bulunmayandır.
3 “Mevcud olduğu hâlde içi (bâtın) yoktur” Bu, açık olan bir durumdur. Çünkü mevcud olması bakı-
mından mevcudda varlık bakımından bölümleme (taksim) geçerli değildir. Yani onun için ya varlığı
vardır veya yoktur denilmez. Aksine varlığı olması gerekir. Taksim, onda bâtını ve mahiyeti itibariyle
geçerli olur. Çünkü var olan için var olması itibariyle aklen bâtınının ve mahiyetinin olması veya
olmaması mümkündür. Bâtını olan mevcud için iki durum vardır: Bâtını yani mahiyeti ve varlığı.
Bâtını olmayan için ancak tek bir durum vardır o da varlığıdır. Hatta [onun için var olan] sadece bu
tek durumdur. Böylece açıkça ortaya çıktı ki bâtını, boşluğu ve mahiyeti olmayanın zâtında ancak tek
bir itibar vardır ki o da varlığıdır; hatta onun için bu itibardan başkası değildir.
א ص رة ا א 393
ــ ف ــ ــא ا ــ ي ــ ان :أ ا ــ ــ ــ ،١ــ وا
٢
ــ ،و ــ إ ــאرة ا ــ ــ ــאه ا ول ــ ا ــ ا ــ . وا א ــ
ــכ ا א ــ . ــ ــ ف و א ــ א ــ כאن ــ ــא ــ ا א ــ .ــ ن כ
ــ د، ــ و ا ــאر ــ ذا ــ إ ا ــ د ــ ــ و ــ א ــ ٣
و ــא
Varlıktan başka bir itibarı olmayan ise yokluğu (adem) kabul etmeyendir.1
Öyle ise hak samed,2 her yönden mutlak olarak vâcibu’l-vücûd’dur.
1 “ … yokluğu kabul etmeyen …” Yani zâtı itibariyle zorunludur, mümkün değildir. Bu onun [İbn Sînâ]
tarafından varlığının aynı olması, varlığının zorunlu olmasını gerektirir şeklinde ifade edilmiştir. On-
ların [filozofların] aralarında meşhur olan şey budur. Bahru’l-Ulum [Allame Muhammed el-Leknevî
(ö: 1304/1886)] bunu reddetmiştir ve el-Havâşi’l-Müteallakati bi’l-Havâşi’z-Zâhidiyye el-Müteallika
bi’l-Havaşi’l-Celâliyye’de şöyle demiştir:
“Bu konuda söylenecek söz vardır. Bu hâşiyede buna yeteri kadar yer verdik. Ayniyetin bâtıl olduğuyla
ilgili delillerin hepsi geçersiz olup aksine bu deliller şiiriyat kabilindendir. Burada açıkladık ki varlığın
ayniyeti zorunluluğu gerektirmez. Nasıl olabilir ki varlığın [mahiyetin] aynı olması [durumunda] ma-
hiyetin olmaması varlığın olmaması demek olur. Varlık hariçte takarrur/tahakkuk edebilmek için bir
var ediciye (câil) ihtiyaç duyar. Aynı şekilde mahiyet de [buna ihtiyaç duyar], dolayısıyla zorunluluğu
gerektirmez.” [Söz] sona ermiştir. Hakikatin tahkiki başka bir yer[i gerektirmek]tedir.
2 “es-Samedul-hak..” mübtedadır. Haber, yokluğu kabul etmez oluşunun sonucudur. Çünkü yokluğu
mutlak olarak kabul etmeyen, her açıdan mutlak olarak zorunlu varlıktır.
3 “O, her şeyin efendisidir.” Yani her şeyin ilkesi ve kendisine muhtaç olunandır.
4 “Bu ikisinin murad edilmesi muhtemeldir.” Bu söz, zahiri itibariyle ona [İbn Sînâ] göre umum-i müş-
terekin caiz olduğuna delalet etmektedir. Onun görüşünün umum-i müşterekin caiz olmadığı şeklinde
olduğu bilinmiyor ki bu sözünden maksadının, umum-i mecaz itibariyle iki anlamın da murad edil-
mesinin ihtimal dahilinde olduğunu kastediyor olduğu şeklinde tevil edelim.
5 “Ulûhiyet, … ibarettir.” Maksadı şudur: “Samed” [lafzının] dil açısından iki tefsiri vardır: Birincisi
boşluğu olmayan, ikincisi seyyid/efendi demektir. İlk tefsir; mahiyeti, derinliği ve boşluğu olumsuzla-
yan (selb) [tefsirdir]. Varlıktan başka bütün itibarların O’ndan olumsuzlanması için mahiyet O’ndan
selbedilmiştir. Yokluğu kabul etmesinin O’ndan olumsuzlanması için varlıktan başka her itibar O’n-
dan selbedilmiştir. İmkanın O’ndan selbi için yokluğu kabul etmek O’ndan selbedilmiştir. İmkanın
mevcuttan selbedilmesi zorunluluğu gerçekleştirmektedir. İlk tefsirin sonucu, varlığının zorunluluğu
ve hiçbir şeye muhtaç olmamadır. İkinci tefsir ise seyyid/efendi olması demektir ki [anlamı] her şeyin
ilkesi olması ve her şeyin kendisine muhtaç olmasından ibarettir. İki tefsirin birden kastedilme ihti-
mali de vardır. Böyle olursa maksadı varlığın zorunluluğu ve her şeyin ilkesi olmaklığının toplamıdır.
Böylece sözün sonucu, tarif edilen hüviyet olan “hüve” lafzı ile işaret edilen olmaktadır. Allah lafzı,
ulûhiyete delalet eder ki tarif edici [bir lafız]dir. Sonra Allah tarif edilen, samed ise Allah lafzının delalet
ettiği ulûhiyeti açıklayan ve tarif eden olmaktadır. Özet olarak, hüviyet ilk olarak ulûhiyet [Allah] ile
tarif edildi. Sonra ulûhiyet; varlığın zorunluluğu, herhangi bir şeye ihtiyaç duymamak, her şeyin ilkesi
olmak ve herşeyin kendisine muhtaç olmasının toplamından ibaret olan “samed” ile tarif edilmiştir.
א ص رة ا א 395
ــ ا ــ ّ ــ م .ــ ذن ٢ا ــ א ــ ــ د ــ ا ــאر ــ إ ا وا ــ ي
١
أن ٤
ــ ــ ًا ــכ .و כ ــ ٣
ــאه إ א ــ و ــ و ــ ا ــ ا א ــ
ّ
٥
ـ ا ـ ي כـ ن כ ــכ ،أي ــא ـ اداً ـ ا ـ ،وכאن ــאه أ ّن ا ـ כـ ن כ
ـ ﴿ َ َ ِ ْ َو َ ُ َ ْ ﴾ ـ ـ
ْ ْ
1 “O, varlık taşırandır (feyyâz)” İlk olarak “Allah” sözüyle tazammun yoluyla, ikinci olarak da “samed”
sözüyle mutabakat yoluyla her şeyin efendisi olması ve her şeyin kendisine muhtaç olması şeklinde-
ki iki tefsirden birine delalet etiğini veya iltizam yoluyla [samedin] sonucu, her şeyin O’na muhtaç
olmasını gerektiren varlığın zorunluluğu olan diğer tefsirine delalet ettiğini açıkladı. Çünkü iltizam
yoluyla - lâzımın tasavvur edilmesinin melzumunun tasavvurundan ayrılmasının mümkün olmama-
sından ibaret olan hususi anlamıyla lüzum-i beyyin temelinde olan iltizamî mîzânî delalet- belirlenen
[anlam], varlığı gerçekten az, kullanımda yaygın olmayan, aksine kullanılmayan anlamdır. Çünkü dil
ehli [dilciler] bu lüzumu anlamaz; anlayış ve akılları bu lüzuma ulaşmaz. Bilakis dayanağı örfi lüzum
olan Arapça iltizamî delalet, cümlede zihnin örfen müsemmadan başka bir şeye intikal etmesidir. Şüp-
he yok ki Arapça iltizamî delalete dayanan bu örfî lüzum, varlığın zorunluluğu ile bir şeyin her şeyin
ilkesi olması ve her şeyin kendisine muhtaç oluşu arasında gerçekleşmektedir.
2 “… bütün mahiyetlere …” ifadesi, daha önce İbn Sînâ tarafından ifade edilen, varlığın aynı olmasının
zorunluluğu gerektirdiği şeklindeki ifadenin mümkünlerin varlığının [mahiyetleri üzere] zâid oldu-
ğunun bir ifadesi olarak geçmiş olsa da [bu ifade], bütün mümkün mahiyetlerinin varlığının onlar
üzerine zâid olduğununun onun [İbn Sînâ] tarafından ifade edildiği açık bir metindir.
3 “… doğması mümkün değildir.” Burada doğmak (tevellüd) ile örfî anlamdaki tevellüdü kastetme-
mektedir. Aksine burada, ister tevvellüd/doğmak olarak ifade edilsin ister edilmesin benzerine varlık
vermek kastedilmektedir. Çünkü buradaki gaye, [sadece] tevvellüd olarak ifade edilen yolla değil hangi
yolla olursa olsun benzerinin varlığının olumsuzlanmasıdır. Aynı şekilde benzerin varlığının mutlak
olarak nefyedilmesi, örfte tevellüd olarak ifade edilen yolla benzerinin varlığının mukayyed olarak
nefyini de gerektirmektedir. Çünkü mutlakın nefyi, mukayyedin nefyini de gerektirir. Ancak örfî yolla
mukayyed benzerinin varlığının nefyi, mutlak anlamıyla [benzerinin varlığının] nefyini gerektirmez.
Çünkü mukayyedin nefyi, bu mutlakın nefyini gerekli kılmaz.
4 “… anlamı izafî olan …” Bilmen gerekir ki daha önce geçen « » ـ ــא ـifadesindek “fa” talil için olup
« א » cümlesine taalluk eder. Şunu kastetmektedir: « א ِ א » (Allah açıkladı Çünkü..).
Yani, akıl iklimini vesvese ve vehim askerlerinin istilasıyla insanlık dairesinden çıkarak bütün her şeye var-
lık taşırmayı (ifâzâ) ve her şeyi var kılmayı (îcâd) içeren ulûhiyeti gerektiren Allah Teâlâ’nın hüviyetinin,
aynı şekilde varlığından kendisi gibi bir varlığa vücud vermesinin mümkün olabileceğinin vehmedilmesi
sebebiyle, [Allah Teâlâ] bunun imkansız (mümteni) olduğunu beyan etmiştir. [Aksi durumda] mahiyeti
O’nunla benzer[ler]i olan diğer[ler]i arasında müşterek olmuş olur. Bu vehim ancak, vehim aklına galebe
çalanda ortaya çıkar. Aklına vehmin hakim olmadığı kimse, bâtıl olduğu apaçık olan böyle bir durumu
tasavvur etmez. Çünkü benzerlik/mümaselet, hakikatte iki şeyin müşterek olmasına dayanır. Açıktır ki
hakikatin ortaklığı, hakikatin lâzımlarında da ortaklığı zorunlu kılar. Eğer vâcibu’l-vücûd benzerine varlık
veren ve feyzeden olursa vâcib ve benzeri hakikatte müşterek olurlar. Açıktır ki Vâcib Teâlâ’nın hakika-
ti, varlığının zorunluluğunun lâzımlarındandır. Böylece varlığın zorunluluğu, O’nunla benzeri arasında
müşterek olur. İnsanlıkla ilişkili olan biri Vâcib teâlânın, zâtı itibariyle vâcibu’l-vücûd olan bir benzerine
varlık taşırmasının (feyz) ve verebilmesinin olabilirliğini nasıl vehmedilebilir? Çünkü vâcibu’l-vücûd’a
herhangi bir şey varlık vermez. Vâcibu’l-vücûd, zâtı itibariyle vâcib olana değil mümküne varlık verir.
Bu vehim, yoldan çıkmaya bağlıdır. Ancak Allah Teâlâ bu durumu görmezden gelmiş ve bu vehmi, üze-
rine bir şey eklenmeyecek biçimde ortadan kaldırmıştır. Evet! Burada aklın incelemeden ve düşünmeden
içine düştüğü bir vehim vardır ki inceleme ve düşünme o vehmi ortadan kaldırır. O [vehim] de vâcib
olmaklığın hakikatinin hariçte birden fazla çok sayıda gerçekleşmesinin, çoğalmasının ve nefsu’l-emrdeki
çoklukta müşterek olmasının mümkün olması[nın düşünülmesi]dir. Aynı şekilde bu vehmi, -ileride açık-
layacağımız üzere- bu söz geçersiz kılmaktadır. Bu söz, tevhidin en güçlü delillerindendir.
“Her şeyi var eden « ــאه ا א ـ ”»ا ـsözüne gelince defalarca açıkladığımız üzere burada tazammunî
anlam kastedilmektedir. “Böylece mahiyeti, ortak olur ( ”)כא ـ א ـ ـ כikinci haberi olur. “Kendi-
siyle O’nun diğeri arasında («ــ ه ”)» ــ و ــcümlesinden maksadı O’nun dışındaki benzeridir.
א ص رة ا א 397
1 “Çünkü ancak madde ve madde ile alakalı olan şeylerle teşahhus edebilir. (« ا ـ ـ ”) » ـcüm-
lesindeki “fa” talil için olup [daha önce geçen] “bir benzerinin O’ndan tevellüd etmesinin mümteni
olduğunu beyan etti( ”) ـ أن ـ ـcümlesine taalluk eder. « » ـdaki ‘hu’ zamiri ( ـ )أن ـ ـ
cümlesine râcidir. Yani kendisinden bir benzeri tevellüd eden, ancak mahiyetinde bulunduğu gibi
madde veya mahiyetinde bulunmayanlarda olduğu gibi maddenin ilgilileri vasıtasıyla teşahhus eder.
Bilakis nefs-i nâtıka gibi ona [maddeye] mütealliktir. İleride gelecek olan »وכ ــא כאن אد ــא أو כאن ــ
« ـ א ــאدة ا ـ (Ve maddî olan veya madde ile alakası bulunan her şey) cümlesinin delalet ettiği gibi,
«ــא ( »وMadde ile alakalı olan şeyler)deki ‘vav’, ‘ev/veya’ anlamındadır. Çünkü tevellüd, teaddüdü/
birden fazla olmayı, teaddüd de maddeyi gerektirir. Kendisinde madde olmayanda teaddüd mümkün
değildir. Yine açıktır ki taaddüd maddeyi gerektirir, madde taaddüdü gerektirmez.
2 “Maddî olan veya madde ile alakalı olan …” Çünkü o şey, maddeye muhtaçtır. Ve ister maddeye
ister başka bir şeye muhtaç olan her şey başkasından doğmuştur. Dolayısıyla kendisinden bir benzeri
tevellüd edenin başkasından tevellüd etmesi gerekir. Bu durumun bâtıl olduğu, açıklamaya ihtiyaç
duymayacak şekilde ortadadır.
3 “Doğurmadı çünkü doğurulmadı.” Maksadı buradaki atfın, illetin malul üzerine atfı olduğudur. Yani
Vâcib olan doğurmaz, O’nun çocuğu yoktur. Çünkü [doğurmak] başkasından doğmayı, doğurulmuş
olmayı gerektirir. Bununla beraber O’nun başkasından doğmuş olmasının bâtıl olduğu apaçıktır. Böy-
lece “doğmadı/lem yelid” sözü iddia, “doğurulmadı/ve lem yûled” sözü bu iddianın delili olur.
4 “Buna şöyle cevap verilir.” Cevabın özü şudur: Her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah’ın doğ-
mamış olduğu bu sûrede daha önce zikredilmiştir. Çünkü açıkladığımız üzere “Allah” lafzı, varlığın
zorunluluğuna ve herhangi bir şeye muhtaç olmamaya tazammun yoluyla delalet etmektedir. “Samed”
lafzı ise sonucu kendisinin boşluğu olmayan varlığın zorunluluğu olan iki tefsirinden biriyle varlığın
zorunluluğuna ve herhangi bir şeye muhtaç olmamaya mutabakat yoluyla; diğer tefsiri olan her şeyin
efendisi ve her şeyin kendisine muhtaç olması anlamıyla iltizam yoluyla [başkasından doğmadığına]
delalet etmektedir. Çünkü mâhir basiret ve keskin görüş sahibine gizli olmadığı gibi her şeyin kendi-
sine muhtaç olması, O’na varlığın zorunluluğunu gerektirir (lüzûm). Açıktır ki varlığın zorunluluğu
başkasından doğmuş olmaya her türlü şekilde aykırıdır. Bunlardan ortaya çıkan sonuç şudur: Allah
Teâlâ’nın başkasından doğmuş olmasının bâtıl oluşuna iki nas delalet etmektedir: İlki “Allah”, ikincisi
“samed” lafzıdır.
א ص رة ا א 399
ــ ه. ــ و ــ ــ כ א ــ ــ כא ــ ــ و ــ ده و ــ ُد ــ ّــ
ــא כאن ٢אد ــאً أو כאن ــ ــא .وכ ا ــאدة و ا ــ إ ــ ١
ــ
ـ ٣
ـ ـ ا ــכ م כـ ا » :ـ ـ ـ ه. ـ ًا ـ ـ א ــאدة כאن
ـ «. ـ
ـ ـ «. ـ ـ ـ » ـ « را ـ ا ـ » ــא ـ «، ـ ـ أن ـ ب» ـ ا ـ « ا ــאء ـ ـ » ـ ١
ـ اـ .ـ ـ دا ـ ـ ــא כ ــא ـ ا ـ أو ا ــאدة כ ــא ـ دا ـ ـ ا ـ إ ـ ـ ـ ـ أن ــא
ـ א ــאدة ــא כאن אد ـאً أو כאن ـ ـ ا ـ »وכ ـ ـ أو .כ ــא ـ ل ــא« ا א ـ .ـ او »و ــא כא ـ ـ
ـ أن ا ـ د ـ م ا ــאدة ـ ــאدة .و ــא ـ כـ ـ م ا ـ د وا ـ د ـ م ا ــאدة .א ـ د ـ ـ ا ـ « .ن ا
ـ . ـ م ا ـ د כ ــא وا ــאدة
ـ ـ ــא ـ ء ـ اء כאن ــאدة أو ــאج ا ـ א ـאً ا ـ ا ــאدة وכ ـ כאن ـ اـ « ـ »כאن אد ـאً أو כאن ـ ٢
ـ . ــאج ا ـ ا ـ ًا ـ ا ـ ،ـ ا ـ ن ـ ـ ـ ا ـ ـ م أن כ ـ ن ــא
ّ
ـ م ـ ـ وـ ـ أن ا ا ـ ــ و ـ ـ أن ا ـ ،ـ ا ـ ـ ا ـ ل، ـ » ـ ـ ِ ـ ـ ـ د« ٣
ِ
ـ اً ـ ا ـ ـ أ ـ ا א ـ .ـ ﴿ َـ َ ـ ْ ﴾ د ـ ى و ـ ﴿ َـ ُ َـ ْ ﴾ ـ اً ـ ا ـ و ـ داً .ـ أن כ ـ أن כـ ن
ْ ْ
ــא. د ـ
ـ ـ ة .ن ــא ـ ـ ه ا ـ رة כـ ر ـ ـ ـ ـ א ــא ـ כـ ا ـ « א ـ ا ـ اب :أن כ ـ ـ ـ » ـ ٤
ـ و ـ ب א ـ ـ כ ــא ــא .و ـ ﴿ا َّ َ ـ ﴾ ـ ل א ـ ء א ــאج ا ـ ـ دو ـ ما ـ ﴿ا ﴾ ـ ل ـ و ـ ب ا
ـ ـ ام ـ ا ـ ف ـ א ـ و ـ با ـ دو ـ اـ ي اـ ي ـ ـ ـ ء ــאج ا ـ ـ دو ـ ما ا
ـ ـ ا ـ ـ د כ ــא ـ و ـ با ــאج ا ـ ا ــכ ــאج ا ـ ا ــכ .ـ ن ا ــכ وا ـ اـ ي ـ ا ـ ا
אـ ـ ا أن כ ـ ـ ـ ـ اً ـ ا ـ . ـ د ـ כ ا ــאء ـ כ ـ ـ أن و ـ ب ا ـ ا א ـ .و ا א ـ وا
ــא ﴿ا َّ َ ـ ُ ﴾. ــא ﴿أ ﴾ و א ــאن :أو ـ ـ اً ـ ا ـ ـ ل ـ
400 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1 « » ا ــ ــ ا ا ــBu [es-sırr] nekrenin marife olarak tekrar edilmesidir. Bir şey ister marife ister nekre
olsun marife olarak tekrar edilirse ikincisi, ilkinin aynısı olur. Eğer nekre olarak tekrar edilirse ikincisi,
ilkinin aynı olmaz. [Dilciler] bu kuralla ilgili olarak kitaplarında mezkur pek çok itiraz ve aksi görüş
ortaya koymuşlardır. Söylediklerinden ve zorlama şekilde ortaya koyduklarından bazlarını incele[yebi-
lirsin]!
Mutlak gerçek şudur ki: Bu kural küllî değildir, aksine çoğunluk (ekseriyet) ifade eder. Dille ilgili kural-
ların çoğu bu şekildedir. Bu kuralla ilgili ortaya konan aksi görüşler, itiraz değildir. Aksine bu kuraldan
maksat, bunun aksine iddia edenler olsa da aslın, ilkenin bu şekilde olduğudur. Burada bizi ilgilendi-
ren [( ا ا ـــ ـــ د ا و ـــ أن ا ـــ ا ـــ ارد ا ـــ آن ـــ ا אئ א ـــ وا و. ـــ )و ـــ ـــ ا ـــ ـــ ـــ
cümlesinde yer alan] ikinci sırrın marife olsa da ilkinden farklı olduğudur. İlk olarak zikredilen “sırrun
azimun/büyük sır”dan maksat kendisinin de açıkladığı gibi Kur’ân’da var olan tehdidin ilgili olduğu
sırdır. Bu sır, daha sonra gelen sırdan farklıdır. İkinci olarak zikredilen sırdan maksat, yine kendisinin
açıkladığı üzere tevellüdün, bir şeyin kendisinden benzeşi olan/benzeyen bir şeyin ayrılması demek
olduğudur. Uyanık ol! Gâfil olma! Çünkü durum açıktır. [Ancak] dikkat azlığı ve yönelimin eksikli-
ğiyle gizli kalır.
2 “Bir şeyden ayrılır ( ــ ”)أن ا ــ ــ أنcümlesindeki “hüve” zamirinin mercii, ya doğum (tevellüd)
anlamında olan çocuktan (veled) anlaşılan mefhumdur veya “çocuk/veled’ kelimesine muzaf olan, zik-
redilmeyen bir “doğum/tevellüd” kelimesi veyahut “en/” أنden önce takdir edilen bir “zû/ ”ذوlafzıdır.
Bu cümlenin açıklamasına gelince: Mastar anlamında olan “en yenfasıla/ayrılmak” ifadesinin ism-i
fâil [ayıran] anlamında olması tam bir zorlamadır. Açıktır ki örneğin insandan olan çocuk, cismin ve
nefsin toplamıdır. Aynı şekilde baba da cismin ve nefsin toplamıdır. Toplam, toplamdan ayrılmaz. Zira
çocuğun ruhunun ve nefsinin babanın ruhundan ve nefsinden ayrılmadığı apaçık olan şeylerdendir.
Çocuğun ruhu, babanın ruhundan ayrılmış bir cüz değildir. Bilakis herkesçe bilinen cüziyet aksiyom/
önermesi, çocuğun cisminin aslî cüzleri itibariyle babanın cisminin bir cüzü olmasıdır.
Zikrettiklerimizi özü şudur: Baba ile çocuk arasındaki alaka ruhaniyet itibariyle değil cismaniyet itiba-
riyledir. Bununla muhakkik nefislerde sâbit olanlar ispat edilmiş, İsa ve Uzeyr’in -salat ve selam Pey-
gamberimiz’in ve onların üzerine olsun- maddiyetten, heyula olmaklıktan ve cismaniyetten münezzeh
olan, Yüce ve Mukades Zorunlu olan [Allah’ın] çocukları olduğunu söyleyen bâtıl nefislerde yer etmiş
olan şeyler batıl olmuştur. Çünkü baba ve çocuk olmaklığın dayanağı, anlattığımız ve ispatladığımız
üzere cismaniyettir ki bu, vâcib olanda yoktur. Müfessir [İbn Sînâ’nın] burada açıklamayı istediği şey,
çocuğun ona benzeyen/onunla benzeştiği babadan ayrılması değildir. Durum şudur ki çocuk, babadan
ayrılmaz. Aksine çocuğun bir cüzü babanın bir cüzünden yani babanın cisminden olan aslî cüzünden
çocuğun cüzü ayrılır.
Tefsirin açıklamasına gelince: Müfessir burada görüşünü, hakikate değil örfe dayandırmıştır. Örf ehli
ise bu incelemeleri yapmaz. Veya müfessir [anlamı] genişletmiş, mümkün kılmış ve parça ismini bütün
için söylemiştir. Yani çocuğun parçasının ismi olan infisali/ayrılmayı, onun [bütünü] için ve yine aynı
şekilde baba için yani babanın parçasının unvanı ve ismi olan kendisinden ayrılınan için kullanmıştır.
Anlam genişlemesiyle onun/baba için kullanmıştır.
3 “Ancak türsel mahiyeti çoğalırsa ayrılır ( ـ ـ أن ـ כ ـ ت א ـ ا )” cümlesindeki “en/[ ” أنedatı]
sıladır. Yani bir şeyin bir şeyin çocuğu olması, benzeşmeyi ve birden fazla olmayı (teaddüd) gerektirir.
Teaddüd, maddeye sahip olmayı; madde sahibi olmak maddeye muhtaç olmayı gerektirir. Kuvvet
sahibi olmak, ihtiyaç sahibi olmak ve kuvvet sahibi olmak, O’ndan [Allah’tan] zorunluluğu ve varlığı
selb eder. Bu ise hoş görmediği her bir şeyi O’na nisbet edenlerden başkasının söylemediği bir şeydir.
א ص رة ا א 401
ـ ا ول .وإذا ـאً כאن ا א ـ ـאً أو כ ـ اً إذا أ ـ ـ ً .وا ـ ء ـ اء כאن ـ ا ا ـ « ـ ا إ ــאدة ا כ ـ ة ـ »اـ ١
ــא ـ ـ ا כ ـ رة ـ أ ـ אر .و ّ ـ َ ـאً ـ ـ ها א ـ ـ ا ول .أوردوا ـ כ ـ اً כאن ا א ـ أ ـ
ــא כ ـ . و ــאل ــא ــאل و כ ـ
ـ ه ــא כ ــכ .א ـ ض ا ـ اردة ـ أכ ـ כ ـ ـ أכ ـ .ـ ا ا ـ ا ــא أن ـ ه ا א ـ ـ وا ـ ا
ـ ف ذ ــכ ـ ف ذ ــכ .وا ي ـ اـ ِ
ـ ض ،ـ ا ـ ض ـ ـ ه ا א ـ أن ا ـ כـ ا .وإن כאن ـ اع ـ ا א ـ
ـ ـ أن ا ـ ـ ا כـ ر أو ً כ ــא ـ ـאً ـ ا ـ ا ول .א ـ اد ـ ّ ــא ــא ـ أن ا ـ ا א ـ وإن כאن
ّ
ـ ـ أن ا ا ـ ارد ـ ا ـ آن ـ د ا ـ ـ ا ا ـ ا א ـ ا ـ ـ ،وا ـ اد ـ ا ا ـ ا כـ ر א ـאً כ ــא ـ أ ـ ًא ـ
َّ
ـ. ـ ا ــאت و ــאن ا ـ ـ ! ـنا ـ א ـ ـ ا ــאل ا ـ ء ـ ا ـ ء ا א ـ ـ .ـ و
ــאف ـ وف ـ ـ أو را ـ ا ـ ـ م ـ ا ـ و ـ ا ـ » ـ « را ـ ا ـ ا ـ ا ـ ء ا ـ « أ ــא ـ ـ » ٢
כـ .و ـ ـ ا ـ ا א ـ ـ ر ـ ا ـ اـ ي ـ ـ ـ ن أن ا ـ ا ـ وإ ــא ذو ـ ر ـ أن .وأ ــא ا
ـ ع ـ ـ ا ـ وا ـ .وأ ـ ـ عا ـ وا ـ .وכـ ا ا ا ـ ـ عا ــאن ـ ـ ا ـ أن ا ـ
ـ روح ـ ـء ـ ـ .وأن روح ا ـ ـ روح وا ـ و ـ ــ ع .إذ؛ ـ ا ــאت أن روح ا ـ و ا
ّ
ـ ا اـ . ـء ـ ـ ـ اء ا ـ ا ـ א ــאر ا א ــאر أن ــא ـ ا א ـ إ ــא ـ ا ا ـ ـ ا ئ ـ ا אر ـ
ــ ا ــ س ــ ا ــא ــ ــ א ــאر ا و א ــ . ــ א ــ ا ــ وا ا ــ א ــאر ا ــ ــא ذכ ــא أن ا ــ
ــא ا ـ ة وا ـ م -و ـ ـ ـ ّ ه ـ ــא و -ـ ـ ـ و ـ ـ כـ ن ــא ـ ر ـ ا ـ س ا ـ و ـ ا
ـ وا ا ـ إ ــא ـ ا ـ א כ ــא ر ــא و ــא، ــאط ا א ـ و ـ ّ س؛ ن ـ وا אد ـ ـ ا ا ـ وا ـ א ا
ّ
ـ ـ ا ا ـ ا א ـ ـ .وا ــאل أن ـ ـ أن ا ـ ــא ـ أن ا ـ و ــא ـ ت א ـ ـ ا ا ـ . ـ وإذ
ّ
ـ . ـ ـ ـ ـ ـ ءا ئ ـ أي ا ـ ئـ ـ ـ ا ا ـ ـ إ ــא ـ ا ـ
ـ ــאت .أو أ ـ ـ ن ـ ها ـ .وأ ـ ا ـ ف ـ ا ــא ـ ا ـ ف ـ ا ــכ م ـ ـ أن ا ـ ا
ـ ـ وכـ ا ـ ا ا ـ ،أ ـ ا ـ ءا ـ أ ـ ــאل ا ـ ي ـ ا ـ و ـ ز وأ ـ ا ـ ا ـ ء ـ ا ــכ ،أ ـ أن ا
ـ אً. ـ ـ ا ـ و ـ ان ـ ء ا ا ـ وأ ـ
ـ כ ـ ذا ــאدة ـ ا א ـ وا ـ د ،وا ـ د ـ ء ـ כـ ن ا ـ ء و ـ اً ـ ـ أن ـ ا ـ « أن، ـ »إ ــא ٣
ـ د .و ـ ا ـ ب وا ـ ا ـ ــאج وذا ـ ة ــאج ا ـ ا ــאدة ،وכ ـ ذا ـ ة وכ ـ ذا ا ـ כ ـ ذا ا وכ ـ ذا ــאدة
ــא כ ـ ه. ا ـ כ أ ـ ـ ـ ـ ه ـ إ ــא
402 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1 “Öyleyse O’ndan doğmaz” ifadesi, daha önce zikrettiklerinin ve açıkladıklarının bir sonucudur. Bu
meseleye bir göz atmamız gerekmektedir.
Deriz ki: Doğum (tevellüd), varlık verenle kendisine varlık verilen arasındaki varlık verilme ve ben-
zerlikten ibaret ise daha önce öğrendiğin gibi benzerlik (temâsül), çokluğu zorunlu kılar. Çokluk (te-
addüd) madde sahibi olmaktır, madde sahibi olmak ise ihtiyaç sahibi olmaktır. Kuvvet sahibi olmak
ile ihtiyaç ve kuvvet sahibi olmak imkanı gerektirir. Vâcib’in imkanı muhaldir, dolayısıyla tevellüd de
muhaldir. Bu, müfessirin defalarca açıkladığı bir husustur. Tevellüdün mümteni olması, benzerliğe
bakmamızdan, bakışları onunla sınırlamamızdan ve onu diğerlerinden ayırmaktan kaynaklanmaktadır.
Çünkü hakikatte benzerlik, hakikatin lâzımlarında da benzerliği zorunlu kılmaktadır. Baba [olan] vâci-
bu’l-vücûdun hakikati ile oğlunun hakikati bir olursa bu hakikat ya vâcib olur veya imkan sahası içine
giren bir hakikat olur. Eğer imkan sahası içine girerse bu, vâcib olanın mümkün olmasını gerektirir.
Bu durum zât itibariyle mümtenidir, dolayısıyla tevellüd zâtı itibariyle mümtenidir. Eğer vâcib olursa
çocuğun hakikati de aynı şekilde bu vâcib hakikat olur.
Hakikatte iştirak, hakikatin lâzımlarında da iştirak gerektirdiğini sana öğretmiştik. Yine aynı şekil-
de varlığının zorunluluğu, vâcibu’l-vücûdun hakikatinin lâzımlarından olduğunu sana bildirmiştik.
Dolayısıyla [bu durum], baba ve çocuk arasında varlığın zorunluluğunda iştiraki gerektirir. Varlığın
zorunluluğu, çocukluğa ve başkasının ona vücud vermesini olumsuzlar. Bu seçenekle de ortaya çıktı
ki tevellüd zât itibarile mümtenidir. Evet! Şayet Vâcibu’l-vücûd’un aynı şekilde kendisi de zorunlu
varlık olan bir benzerinin bulunduğu ve aralarında bir doğum/tevellüd ilgisi bulunmadığı söylenirse
bu [görüşün] iptal edilmesinde müfessirin, taaddüd ve temasülün maddî olmayı, ihtiyacı ve imkanı
gerektirdiği şeklinde zikrettiği şeylere ihtiyaç duyulur. Ancak üzerinde durduğumuz konuyla bunun bir
alakası yoktur.
[Tevellüd] eğer benzerliğe muhtaç olmaksızın ve ona itibar edilmeksizin sadece varlık verilmesi şeklin-
de ise; eğer kastedilen varlık verenin, varlık verenden veya varlık verme sebebinden daha genel olduğu
[ve yine kastedilen] varlık verenin, varlık vermesinin basit sebeplerinden bir sebeple veya sebepsiz
olmasından daha genel olduğu ise ve [kastedilen] bir sebeple varlık vermesinin, örfte baba ve çocuk
isminin kullanılmasına bağlı olan bir sebeple olmasından veya baba ve çocuk isminin kullanılmasına
bağlı olmadan bir sebeple olmasından daha genel olduğu ise bu tefsirle birlikte [varlık verme], örfe
olandan ve olmayandan daha genel olur ve Vâcib olan [varlığ]a her şeye nisbetle, onların babası ve
onların da onun çocuğu olduğunu [söylemek] doğru olur.
Bu tefsire göre çocuk olmak, sadece İsa ve Üzeyr -selam Peygamberimize ve o ikisinin üzerine olsun-
has olmaz. Bilakis onları ve onun dışındaki bütün şeyleri kapsar. Onlar için -selam o ikisine olsun-
çocuk isminin kullanımı, hakikat itibariyle değil aksine babanın çocuğuna şefkati gibi Allah’ın onlara
şefkat göstermesi şeklinde teşbihî olsa da bu teşbih en üstünün en aşağıda olana benzetilmesi [gibi]
olur. Çünkü Yüce Allah’ın her bir şeye, hatta âlemin cüzlerinin her bir cüzüne olan şefkati, hiçbir
şekilde kıyaslanmayacak derecede babanın çocuğuna olan şefkatinden çok daha güçlü ve daha boldur.
[Aslında] Allah’ın şefkatinin babanın şefkatinden daha güçlü olduğunu bile söylemek caiz değildir. Var
eden (mûcid) ile var edişinin sıradan sebebi -ki babadır- arasındaki farkı görmez misin? Aralarında bir
mukayesenin olmadığı gibi onun eseriyle diğerinin eseri yani O’nun şefkatiyle babanın şefkati arasında
bir mukayese yoktur. Bunların hepsiyle birlikte Allah Teâlâ, bütün insanlara babalarından daha şefkat-
lidir.
Eğer bu teşbihin -ki en üstünün en aşağıya benzetilmesidir- kullanımı [câiz] olursa çocuk isminin
herhangi birisine tahsis edilmeksizin herkes için kullanılması caiz olur. Çocuk isminin o ikisi [Hz. İsa
ve Hz. Üzeyr] için [Allah’ın oğlu şeklinde] kullanılması, en yüce mutluluğu gerektiren hususî rahmet
sebebiyle olsa bile [böyledir]. Bu sebeple olan kullanım sadece o ikisine tahsis edilemez. Çünkü Hz. İsa
(Salât ve selam Peygaberimize ve onun üzerine olsun) için çocuk/veled isminin kullanımı onun babası
olmaması itibariyle olsa da en yüce mutluluğu gerektiren hususi rahmet, sadece o ikisine özel olmayıp
aksine bütün peygamberlerin hepsine özeldir.
א ص رة ا א 403
Allah Teâlâ’nın sıradan bir sebeple -ki o sebep babadır- varlık vermesindeki tesir, Hz. İsa’ya -selam
Peygamberimize ve O’na olsun- varlık verirken bu sıradan sebep olmadan etki etmiştir. Bundan dolayı
Hz. Adem (a.s.) için [çocuk/oğul] isminin kullanılması daha uygundur. Çünkü aynı şekilde ona varlık
verilmesi, bu sıradan sebep [baba] olmaksızındır. Ayrıca [Hz. Adem’de] diğer sıradan sebep -ki anne-
dir- de yoktur. Hz. İsa’da (a.s.) tek sebep yoktur, diğer sebep vardır. Hz. Adem’de (a.s.) iki sebep de
mevcut değildir. Hatta Hz. Havva’ya (a.s.) çocuk denilmesi, Hz. İsa’ya (a.s.) çocuk denilmesinden daha
uygundur. Çünkü onun için de mezkur yol [baba] mevcut değildir. İkisinde [Hz. İsa ve Hz. Havva] de
sebeplerden bir türü vardır. Hz. İsa’da var olan sebep, zikredilen bu iki sebepten birine -annedir- tam
benzemeyle benzemektedir. Bilakis onda var olan sebep, bu zikredilen sebebin [anne] kendisidir. O
ikisi arasındaki ihtilaf [hangi] yolla olduğudur. Hz. Havva’da var olan sebep zikredilen sebebe -ki baba-
dır- benzememektedir. Çünkü o, Hz. Adem’in sol kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Hz. İsa ise diğer-
lerinin kaldığı gibi annesinin karnında kalmış ve diğerlerinin ondan çıktığı gibi çıkmıştır. Düşünen bir
kimse için, Hz. İsa’nın yaratılışında sıradan sebep eksik olsa bile Hz. Havva’nın yaratılmasında sıradan
sebebin etkisi yoktur. Dolayısıyla Hz. Havva’ya çocuk isminin denilmesi, Hz. İsa için söylenilmesinden
daha uygundur.
Sonra, burada sana [ilk olarak] bu durumun bir özetini vereceğiz; bundan sonra da onu ayrıntılı an-
latacağız ki o da şudur: İsa (a.s.), ya Allah’ın zâtıdır veya O’nun sıfatlarından bir sıfattır veya Allah’ın
âlemi içindedir. Hz. İsa’nın -Allah’ın selamı Peygamberimiz’e, O’nun ve annesi Meryem’in üzerine olsun!-
Allah’ın oğlu olduğu şeklindeki görüşe dair olan hiçbir şey, Allah’ın kendisine az da olsa basiret verdiği
kimseler için gizli değildir.
1 “Mahiyeti ortak olur” ifadesinin sonucu şudur: Allah Teâlâ’nın ne türsel hakikatinde ne de cinssel
hakikatinde eşiti yoktur. Türsel hakikatinde herhangi bir eşiti olmamasına gelince bu, taaddüdü ge-
rektirir. Taaddüd ise maddî olmayı, maddî olmak ise başkasından doğmuş olmayı gerektirir. “Lem
yûled/doğurulmadı” ifadesi O’nun başkasından doğmuş olmadığına delalet etmektedir. [Yine] “Lem
yûled/doğurulmadı” ifadesi, herhangi bir şeyin türsel hakikatinde O’nun eşiti olmasının bâtıl oldu-
ğuna delalet eder. Herhangi bir şeyin cinssel hakikatinde O’na eşit olmadığına gelince o da varlığının
zorunluluğudur. Daha sonra ifade edeceğimiz gibi bu, başkasından doğmuş olmasını da gerektirir.
“Lem yûled/doğurulmadı” sözü bunun bâtıl olduğuna delalet eder. Yine “Lem yûled/doğurulmadı”
ifadesi, herhangi bir şeyin mutlak olarak türsel hakikatinde ve cinssel hakikatinde eşiti olmadığına
delalet etmektedir.
א ص رة ا א 405
﴿و َ َ ٌכ ْ َ ٌ כ اً أَ َ ٌ ﴾ ه و ا
َ ْ
כـ ن ـ ،ـ أـ ـ ـ ـ ـ وأن ـ ـ ـ ــא ــא أ ـ
ّ
ــא ـ و ـ ؛أ ـ د .و ـ ةا ـ ــאو ـ ــא ـ כ ـ اً أ ـ .أي ـ
ــ .أ ــא أ ــ ــ ا ــ ــ و ــ ا ــ ء ــ ــאو ــ כ ا ــ « ا א ــ أ ــ א ــ ــ » ــ ن כ ١
ـ اً ـ م أن כ ـ ن ـ م أن כ ـ ن אد ـאً ،وכ ـ אد ـאً ـ م ا ـ د ،وا ـ د ـ ـ ـ ا ـ ء ـ ــאو
ــאو אً ـ ـ ـ ﴿ ـ ُ َ ـ ْ ﴾ دل ـ أن כـ ن ا ـ ء ـ ـ ا ـ. ـ ـ ا ـ .و ـ ﴿ ـ ُ َـ ْ ﴾ ـ ل ـ أ ـ
ـ اً ـ م أن כـ ن ـ و ـ و ـ ب ا ـ د .ـ أ ـאً ـ ا ـ ء ـ ــאو ـ א ـ .وأ ــא أ ـ ـ ا
ـאً ـ ـ ء ــאو ـ ﴿ ـ ُ َـ ْ ﴾ ـ ل ـ أ ـ ـ. ـ .و ـ ﴿ ـ ُ َـ ْ ﴾ ـ ل ـ ـ ا ـ כ ــא ـ
ـ . ـ ا ـ ـ و ـ ا
406 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Çünkü o zaman onun cinsi ve faslı olur1 ve böylece varlığı anne gibi cinsin2
ve baba gibi faslın3 arasında gerçekleşen izdivaçtan doğmuş olur. Fakat O,
doğmamış olandır. Aynı şekilde bu sûrenin başlangıcı4 da bunu geçersiz
kılar. Çünkü mahiyeti, cins ve faslın birleşmesinden oluşan her şeyin hüvi-
5 yeti, li-zâtihi olmaz. Ancak O, li-zâtihi hüve hüve’dir.
Bu Tefsirin Hatimesi5
Bu sûredeki hakikatlerin kemaline bak! İlk olarak “O’nun hü-
ve (o) olması”ndan başka ismi olmayan hüviyet-i mahzasına6 işa-
ret etti. Sonra açıkladığımız üzere bunu, bu hakikatin en yakın lâ-
10 zımı ve tarif olarak en güçlüsü olan ulûhiyeti [Allah lafzını] ifadesi
takip etti. Sonra ardından ‘ehad’ lafzını iki şeyi ifade etmek için getirdi:
1 “Çünkü o zaman O’nun cinsi ve faslı olur” Varlığın zorunluluğu O’nun cinsi olursa faslının da olması
gerekir. Çünkü cinsi olan her şeyin faslı vardır. Dolayısıyla [böyle bir durumda] cinsi ve faslı olmuş
olur.
2 “… anne gibi cinsi …” Çünkü [cins] anne gibi [faslı] kabul edendir. Dolayısıyla anne gibi olur.
3 “… baba gibi faslı …” Çünkü baba gibi fâildir. Dolayısıyla baba gibi olur. Böylece anne gibi cinsten ve
baba gibi fasıldan ortaya doğmuş (mütevellid) olur.
4 “Sûre” defalarca geçtiği üzere “Allah” lafzı, tazammun yoluyla varlığının zorunluluğuna oluşuna ve
herhangi bir şeye ihtiyaç olmadığına delalet eder. “Samed” lafzı, bir tefsiriyle -ki vücûbu’l-vücûd olu-
şudur- mutabakat yoluyla diğer tefsiriyle -ki her şeyin efendisi demektir- iltizam yoluyla buna delalet
eder.
Sonuç olarak sûrenin başlangıcı pek çok defa O’nun vâcibu’l-vücûd olduğuna delalet etmektedir.
Vâcibu’l-vücûd olanın hüviyetinin zâtından olduğu ise aşikar olup hüviyetinin başkasından olması
mümkün değildir. Mahiyeti cins ve fasıldan mürekkeb olan şeyin ise hüviyeti li-zâtihi olmaz, aksine
başkasından olur. [Aksi takdirde] hüviyetinin [hem] zâtından [hem] başkasından olması gerekir ki
bunun bâtıl olduğu apaçıktır.
5 “Bu tefsirin hâtimesi” Kitaplarının sonunda, daha önce kitapta zikrettikleri maksatlarla ilgili hususları
talikat olarak zikretmek müelliflerin uygulamalarındandır. Müfessir [İbn Sînâ] ilk olarak maksatlarını
ayrıntılı olarak ifade etti, sonra bazı cümlelerin ayrıntılı olduğunu göz önüne alarak önce ayrıntılı ola-
rak ifade ettiğini kısalttı. Çünkü bu evvelkilerin öğretimdeki davranış biçimidir. Bu yolu seçmesinde
bazı hikmet ve maslahatların olduğu gizli değildir: Onlardan biri [bu şekilde özetlemenin] maksatların
ezberlenmesine kolaylık sağladığıdır. Çünkü bazı zihinler ayrıntılı olarak ifade edileni kuşatamaz, ay-
rıntılı olan özetlenirse onu kuşatabilir. [Bunun da ötesinde] âlimlerin eğitim ve öğretimdeki uygulama-
ları ilk önce özet, sonra ayrıntı, sonra özetlemek şeklindedir. Eğitim ve öğretim yollarını bilen için bu
yolun en güzel yol olduğu gizli değildir. Çünkü başlangıçta ayrıntıyı kuşatamayanlar, ilk önce onu özet
olarak anlayabilir. Sonra ayrıntısını peyderpey elde etmeye gücü yeter. Ancak [gerektiğinde] ayrıntısını
hatırlamaya güç yetiremez ancak özetini hatırlaması mümkün olur. İnsanların hoşlarına giden şeylerde
pekçok yol vardır.
6 “İsmi olmayan mahza [hüviyet” Yani [önce] “hüve” ile ismi ve ünvanı olmayan hüviyete işaret etti.
Sonra o hüviyeti, en yakın lâzımı olan ulûhiyetine delalet eden “Allah” ile tarif etti. Çünkü daha önce
defalarca O’nun subûtî sıfatları değil aksine selbî ve izafî sıfatları olduğunu açıklamıştı. Bu sıfatların
hepsinin ilki, varlığın zorunluluğudur. Bu sıfat, O’nun her şeyin ilkesi olmasını gerekli kılmaktadır.
Ve ilâh [Allah lafzı] ise her şeyin mebdei ve vücûbu’l-vücûd oluşunun bütününü [ifade etmek için] vaz
edilmiştir. Böylece ulûhiyetin/ilâh olmanın, bu hüviyetin en yakın lâzımı olduğu ortaya çıkmış oldu.
Sözün özü bu hüviyeti, ulûhiyete delalet eden “Allah” lafzı ile tarif etmiştir.
א ص رة ا א 407
٦
ــ ــ ا ــ ه ا ــ رة .أ ــאر أو ً ا ــ אئــ כ ــאل أ ــ ا ــ
أ ــ ب ا ــ ازم ــ ا ــ כــ ا ّ ــ ــ .ــ أ ــ ــא إ ا ــ ا ــ
אئ ــ ؛ ــ כــ ا ّ ــ ــאه .ــ ــ ًא כ ــא ــ وأ ــ א ــכ ا
ّ
ـ ــא ـ ـ ؛ نכ ـ أن כـ ن ـ ـ ـאً ـ ـ ـ د ـ « ــא כאن و ـ ب ا ـ ئـ כـ ن ـ ـ » ـ ١
ـ . ـ כـ ن ـ ـ و ـ
כא م כ ن כא م. א ا ي כ ن כא م« » ٢
ا ي כא ب. ا ي כא م وا ا اً א כא ب כ ن כא ب .כ ن ا ي כ ن כא ب« » ٣
ـ ء .وأن ـ ﴿ ا َّ َ ـ ﴾ ــאج ا ـ ـ ـ و ـ با ـ دو ـ ما ـ ﴿ا ﴾ ـ ل א ـ » ا ـ رة ا ـ « ـ ـ اراً أن ٤
ـ ا ـ ي ـ ا ـ ــכ . ـ و ـ ب ا ـ د و ـ ل ـ א ـ ام א ـ ا اـ ي ـ ا ـ ـ ل ـ א א ـ
ـ ا ـ و ـ כـ א א ـ أن أول ا ـ رة دل ـ اراً ـ أ ـ وا ـ ا ـ د .و א ـ أن ــא כـ ن وا ـ ا ـ د כـ ن
ـ ه .ـ م أن כ ـ ن ـ اـ ـ ـ ـ ه .وا ـ ء ا ـ ي כא ـ א ـ כ ـ ـ ا ـ وا ـ ـ כ ـ أن כ ـ ن
ـ أن ـ ا ـ ا ـ ن. ـ ا ـ ـ ه .و ـ ــא
ّ
ـאً. ا ـ ا ـ אر ــא ـ א א ـ ا ـ ذכ و ــא ـ ـ أن כـ وا ـ ـ » א ـ ـ ا ا ـ « כאن ـ ـ ن ا ٥
ـ א ـ ًא ــא ـ أو ً؛ ن ـ ا دأب ـ ـ ـאً א ـ ـ أن ـ ً ـ ـ ا א ـ أو ً ـ א
ـ ـ ا כ ـ وا א ـ :ــא أ ــא أ ـ ن ـ ا ـ אظ ا א ـ ؛ ن ـ ـ ــא ـ ا ــאر ـ ه ا ا وائ ـ .و
ـ ا ـ ـ أن ـ ـ .ـ ـ ا ــאء ـ ـ ـ ــא ـ ـ ذا أ ـ ــא ـ أن ـ ـ ا ذ ــאن
ـ ـ ق ا ـ وا ّ ـ أن ـ ا ا ـ أ ـ ا ـ ق כ ــא؛ ن ـ ـ ـ ـ ا .و ـ ا ـ ـ ا أو ً ـ أن
ـ ـ ئאً ـ ئאً .و כـ ـ ا ـ أو ً إ ــא ً ـ ـ ر ـ ـ و כ ـ أن ا ـ اء ـ إ א ـ ا ـ ا ـ
ـ .و ــאس ــא ـ ن ا ـ . אر ا ـ ـ כـ ـ ا ـ אر ا ـ ر ـ ا ـ
ــא ـ ﴿ا ﴾ ا ـ ي ا ـ ــא و ـ ان .ـ ا ـ ــא« ـ أ ـ أ ــאر ـ » ـ « ا ـ ا ـ ا ـ ـ ا ـ ـ »ا ٦
ّ
ــאت ـ وإ א ـ .وأول ـ ـ إ ــא ـ ــאت ـ ل ـ ا ـ ا ـ ـ أ ـ ب از ــא؛ ـ ـ ـ ـ اراً أ ـ ـ ـ
ّ
ـ ع و ـ ب ا ـ د وا ئ ـ ــכ . ـ ع ــכ ا ــאت כ ــא و ـ ب ا ـ د .و ـ ـ م כ ـ ـ أً ــכ .وا ـ
ـ. ـ ﴿ا ﴾ ا ـ ال ـ ا ـ ـ فا ـ .א א ـ أـ ـ أ ـ ب ـ ازم ــכ ا ـ أن ا
ّ
408 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1 “Tam tarifi terk etmiştir” Yani “Allah” ifadesinden sonra “ehad” sözünü iki fayda için zikretti: 1. Mu-
kavvimatla yapılan tarifin tam tarif olduğu, lâzımlarla yapılan tarifin eksik tarif olduğu [gibi bir] veh-
min olmasından. [Yani] bütün maksatların maksadı ve bütün gayelerin gayesi tam tarif [hadd-i tam]
ise Allah Teâlâ niçin [bu tam tarifi bırakıp] eksik tarifle yetindi? Bu vehim onun mukavvimatı olmadı-
ğını ifade eden “ehad” sözü ile ortadan kaldırıldı. Dolayısıyla en yakın lâzımıyla yapılan tarif, O’nunla
ilgili tariflerin en mükemmelidir. Evet! Şayet O’nun mukavvimatı olduğu hâlde en yakın lâzımıyla tarif
edilseydi bu tarif daha eksik tarif olurdu. 2. Her açıdan bir (vâhid) olduğunu ifade etmek için “ehad”
lafzı zikredildi. Çünkü “ehad” lafzı, vahdetin son sınırına delalet etmektedir. Bildiğin üzere vahdet-
te son sınırda olmak ancak ondan daha güçlüsünün ve daha üstününün mümkün olmamasıyladır.
“Ehad” lafzı Allah Teâlâ’nın her açıdan bir olduğuna delalet etmektedir.
2 “Ulûhiyet, …dan ibarettir” Çünkü ulûhiyetin [anlamının] varlığın zorunluluğu, her şeyin mebdei
olması ve her şeyin kendisine muhtaç olmasının toplamı olduğu daha önce geçti. Şüphe yok ki varlığın
zorunluluğu, her şeyden müstağni olmak demektir. Böylece [ulûhiyetin], her şeyden müstağni olmak
ve her şeyin ona muhtaç olmasından ibaret olduğu [müfessirin] söylediğinden anlaşılmış oldu. Aynı şe-
kilde ulûhiyet her şeyden müstağni olmak ve her şeyin ona ihtiyaç duyması anlamında olunca [bunun]
zâtı itibariyle mutlak ehadiyeti gerektirdiği açık olmuş olur. Çünkü her şeyden müstağni olan ve her
şeyin kendisine muhtaç olduğu [varlığın] mutlak olarak bir olmaması mümkün değildir. Aksine [böyle
olmaması durumunda] o, çok olur. Şayet bir olmaz aksine çok olursa cüzleri olan çokluğa muhtaç olur.
Dolayısıyla hiçbir şeyden müstağni olmaz ve her şey ona muhtaç olur. Bu durumda da ilâh olmaz. Bu
ise hulftür. Böylelikle açıkça ispat olundu ki ulûhiyet zâtı itibariyle ehadiyeti gerektirir.
3 « ــ ( » ــ ن ا ــ ــÇünkü ulûhiyet, hüve hüve olması itibariyle vahdeti gerektirir.) cümlesi, önceki
« אرة ا ( » ن اÇünkü ulûhiyet, her şeyden müstağni olmak ve her şeyin kendisine muhtaç olma-
sı demektir) cümesinden bedeldir.
4 “Birlik, ulûhiyeti gerektirmez” Ulûhiyetin gerektiren (muktezî) ve illet olduğu, vahdetin ise gereken
(mukteza) ve malul olduğu daha önce geçtiğinden [“vahdet ulûhiyeti gerektirmez” önermesindeki]
iktizada gerektiren ve gereken arasında ters döndürmenin bâtıl olduğu açık olmuş olur. Gerektirenin
(mutkezî), gerekenin (muktezâ) gerekeni olması ve gerekenin de gerektirenin gerektireni olması müm-
kün değildir. Ulûhiyetin gerektiren olduğu, vahdetin de gereken olduğu sabit olunca müfessirin [İbn
Sînâ], Allah Teâlâ’nın “huve ehadun Allah” yerine “huve Allah ehad” şeklindeki tertibi tercih etmesinin
illetini açık kılmasındaki maksadı ortaya çıkmış oldu. Çünkü malul ve gereken (mukteza), illet ve
gerektirenin sonucudur; illet ve gerektiren, malul ve gerekenin sonucu değildir.
5 “Ulûhiyetin anlamının samediyetle tahkikine [delalet etmektedir]” [Bu cümlenin] daha önce “iki an-
lamın da murad edilmesi muhtemeldir” şeklindeki sözüyle kendisinin de açıkladığı üzere umum-i müşte-
rek yoluyla ancak samediyetin iki anlamının da kastedilmesi şartıyla doğru olabileceği açıktır. Ancak eğer
sadece bir anlamı kastedilirse ulûhiyetin anlamının samediyetle tahkik edilmesi mümkün olmaz. Çünkü
ulûhiyet, varlığın zorunluluğunun, her şeyin ilkesi olmanın, herşeyin kendisine muhtaç olmasının topla-
mından ibarettir. Samediyet, bir tefsiriyle boşluğu olmayan demektir ki sadece varlığın zorunluluğudur.
Diğer bir tefsiriyle ki her şeyin efendisi demek olup her şeyin kendisine muhtaç olması demektir. Same-
diyetin bu iki tefsirin birisiyle ulûhiyetin anlamını ortaya çıkarması mümkün değildir.
א ص رة ا א 409
1 “Çünkü O, başkasından doğmayandır” Bu cümle daha önce işaret ettiğimiz üzere illetin malul üzerine
atfıdır. [“Ve lem yûled” cümlesindeki] vav ise lâm anlamındadır. Bana göre ise vav’ın lâm anlamında
yorumlanmasına ihtiyaç yoktur. Aksine kendi anlamı üzere bırakılsa da anlam aynı şekilde doğru olur.
“Lem yelid/doğurmadı” cümlesi “ve lem yûled/doğurulmadı” cümlesinin ifade ettiği anlama delalet
etmektedir. [Ki o anlamı da ifade eden] ‘Allah’ sözüdür. [Böylece] “Allah” sözüyle iki cümlenin ifade
etmek istediği maksat sabit olmaktadır. [Böyle olunca da] “Lem yûled/doğurulmadı” sözünü “lem
yelid/doğurmadı” sözünün delili kılmaya ihtiyaç yoktur. Vav’ın hakîkî mânâsında bırakıldığı takdirde
ortaya çıkan anlamın özü şudur: Muhakak O, hiç kimsenin babası değildir ve hiç kimsenin çocuğu da
değildir. İşte maksat, bu iki [cümlenin ifade ettiği anlamdır].
“Allah” ifadesinden işaret edilen, bu iki gayeyi ispat etmekte ve ikisine de delalet etmektedir. Çünkü
daha önce çok defa geçtiği üzere “Allah” lafzının işaret ettiği, varlığın zorunluluğu ve her şeyin ilkesi ol-
manın toplamıdır. Babalık ve çocukluk, varlığın zorunluluğuna aykırıdır. Çünkü hiç kimseye babanın
çocuğun, çocuğun da babanın benzeri olduğu gizli değildir. Babalık ve çocukluk hakikatte benzerliğe
ve çokluğa dayanır. Çokluk ise varlığın zorunluluğunda maddeye muhtaç olmayı gerektirir.
Böylelikle ortaya çıkmış oldu ki “Allah” sözünün O’nun hiç kimsenin babası olmadığına, aynı şekilde
O’nun hiç kimsenin çocuğu olmadığına da delalet etmektedir. [Ve lem yûled ifadesindeki] vav’ın lâm
anlamında kabul etmiş olabilir. Çünkü hiç kimse vâcib olanın çocuk olduğu görüşünde olmadığı gibi
hiçbir vehim sahibi de böyle bir vehimde bulunmamıştır. Böylece ortaya çıkan sonuç O’nun kimsenin
babası olmadığıdır. Çünkü [baba olmak], doğrulmuş olmayı gerektirmektedir ki o da bâtıldır.
Hırıstiyanların Hz. İsa’nın (a.s) Allah’ın oğlu ve ilâh olduğu, annesinin de Hz. Meryem olduğuyla ilgili
söylediklerine bir bakalım!
Diyoruz ki: İsa aleyhisselam ya Allah’ın zâtının aynıdır veya sıfatlarından bir sıfattır veya âleminin
cüzlerinden bir cüzdür veya ne zâtının aynı olması ne sıfatlarından bir sıfat olması ne de âleminin
cüzlerinden bir cüz olması gibi herhangi bir biçimde Allah ile ilgisi olmayıp bilakis kendi başına zâtı
itibariyle vâcib bir ilâhtır.
Hırıstiyanların söyledikleri bütün bu şıkların hepsinin bâtıl olmasını gerektirmektedir. Söylediklerinin
hepsi bâtıldır: Zâtının aynı olmasın[ın batıl oluşun]a gelince: Çünkü [bu durum] Allah’ın çocuk ge-
rektirmektedir. Çünkü O, İsa aleyhisselamın aynısıdır. İsa ise çocuktur. Dolayısıyla bu, O’nun çocuk
olmasını , ve bir şeyin kendisinin çocuğu olmasını gerektirmektedir. Çünkü Hz. İsa, Allah’ın oğludur
ve O’nun aynısıdır. Dolayısıyla kendi kendisinin çocuğu olması gerekir. Allah’ın Hz. İsa’nın çocuğu
olması gerekir. Çünkü Allah, Hz. İsa’nın aynıdır ve İsa, Allah’ın oğludur. Dolayısıyla Allah’ın, Allah’ın
oğlu olması gerekir. Sonra Allah’ın İsa’nın aynı olduğu farz edilirse bundan da Allah’ın İsa’nın oğlu
olduğu gerekirse Allah’ın Hz. Meryem’in çocuğu olması gerekir. Çünkü O, İsa’nın aynıdır ve İsa ise
Meryem’in çocuğudur. Dolayısıyla O’nun da Meryem’in çocuğu olması gerekir. Bu gerekliliklerin hep-
si bâtıldır. Bâtıl oldukları aşikardır. Bunları ancak aklî dengesizliği olanlar dile getirir.
Hz. İsa’nın [Allah’ın] sıfatlarından bir sıfatının aynısı olduğuna gelince: Bu sıfatın, mevsufun çocuğu olma-
sını ve sıfatın mevsuftan ayrılmış olmasını gerektirir. [Ve yine] Allah’ın sıfatının Hz. Meryem’in karnında
tahakkuk ettiğini ve Allah’ın nakıs ve aşağı derecede olduğunu, Hz. Meryem’in karnının bu sıfata göre daha
kâmil ve üstün olmasını gerektirir. Çünkü şüphe yok ki bu sıfat, kemaliyet sıfatıdır. Bu sıfat, Hz. Meryem’in
karnında tahakkuk ederse Allah’ın zâtıyla kâim olmaz.. Çünkü bir şeyin iki yerde bulunması [kâim olması]
ve varlığının olması muhaldir. Dolayısıyla Allah’ın zâtı, bu kemallik sıfatından ârî olur. Bu sıfat, Hz. Mer-
yem’in karnında tahakkuk ettiğinden Allah’ın zâtı bu sıfata göre nâkıs ve aşağı derecede olur. Bu gereklilik-
lerin hepsi bâtıl olup cehaleti aklına galebe çalandan başka kimse bunları dile getirmez.
İlk gerekliliğin bâtıl olması açıktır. Çünkü nefsin cömertliği, cimriliği, cesareti, korkaklığı ve diğer
nefsanî sıfatları, nefsin çocuklarıdır diyen kimseye gülebilen herkes güler. Bu açıdan bakışımızı bırakıp
başka bir açıdan bakalım! Niçin diğer sıfatlar değil de çocukluk sıfatı [Hz. İsa’ya] tahsis edildi? Çünkü
sıfatların hepsi sıfat olmaları bakımından birbiriyle uyumludur. Birisi için sabit olan, sıfat olması ba-
kımından hepsi için sabit olur, biri için nefyedilen hepsi için nefyedilir. Eğer bu bir sıfat, çocuk olursa
bütün hepsi çocuk olur. Tek bir sıfattan başkası çocuk olmazsa aynı şekilde o tek sıfat da çocuk olmaz.
א ص رة ا א 411
ـ ا ـ م .و ـ ي أن ـ ل .وا ـ او ـ ا ا ـ ـ ـ ـ ا ـ « إ ــאرة כ ــא ــא ــא אً أن ا ـ ـ » ِ ـ ١
ّ
ِ
ـ ﴿ ـ َ ـ ْ ﴾ ــא ـ ل ـ ـאً .و ـ ل ـ أ ـ ـ א ــא א ـ ـ ا ـ م ،ـ إن ا ـ ـ ا ـ او א ـ اـ
ـ ﴿ـ ـ ﴿ ـ ُ َـ ْ ﴾ د ـ ً ـ ـ א ـ ا ـ أن ـ أ .و ــאن ــאن ـ ﴿ا ﴾ א ـ ﴿و ـ ُ َـ ْ ﴾ و ـ
ــאن. ـ .و ـ ان ـ وأ ـ ـ ـ اـ ـ ــא أ ـ ـ إ ــאء ا ـ او ـ ـ َ ِ ـ ْ ﴾ .א ـ ا ـ
ــכ .وا ا ئـ ـ د وا ـ عو ـ با ـ ـ ـ ة أن ــא؛ ـ ـ ــא و ـ ل ــא כ و ـ ل ـ ل ﴿ا ﴾
ــ ا ــ .א ا ــ وا א ــ ــ وا ــ א ــ ــ أ ــ أن ا ا ــ ــ ــ ــ د؛ ــאن و ــ ب ا ــ وا
ـ د. ــאج ا ـ ا ــאدة ـ و ـ ب ا ـ ـ وا כ ـ ة .وا כ ـ ة א ـ ـ ا כ א ــא ئــאن ـ ا
ـ ا ـ م؛ ن כـ ن ـ ا ـ او ـ .و ـ ـ ـ ـ ،وכـ ا ـ أ ـ اـ ـ أن ـ ﴿ا ﴾ ـ ل ـ أ ـ ـ
ـ داً. ـ م أن כـ ن ـ ـ ؛ اـ ـ ــאر ا א ـ أ ـ ـ أ ـ ٌ. ـ ـ ا ـ و ـ وا ـ ٍ و ـ ا ا ـ و ـ ًا ـ
ُ
و ـ א ـ .
. ا وإ وأ ما ا أن אرى ا ا א א و
ـ ـ א ـ أو ـ أً ـ أ ـ اء א َ ـ أو ـ ـ ـ ـ إ ــא أن כـ ن ـ ذات ا أو ـ ا ـ م ـ ل :إن ـ
. ـ א ـ ات ـ إ ـ آ ـ وا ـ ـ و ـ ن כ ـ ن ـ أً ـ أ ـ اء א َ ـ .ـ ـ و ـ ن כـ ن ـ ن כـ ن ـ ــא ــא
ـ ـ م أن כـ ن ا و ـ اً؛ ـ ـ ذا ـ ـ م ـ ن ـ ه ا ـ ق כ ــא .ــא א ـ א ـ .أ ــא כ ـ ــאرى و ــא א ـ ا
ـ وـ ا و ـ ـ؛ ن ـ و ـ .ـ م أن כـ ن ـ و ـ اً و ـ م أن כـ ن ا ـ ء و ـ اً ـ ا ـ مو ـ ـ
ـ م أن כـ ن ا و ـ ـ وـ ا ـ و ـ ـ ؛ نا ـ .و ـ م أن כـ ن ا و ـ اً ـ م أن כـ ن و ـ اً ـ
ـ ـ و ـ ـ ـ ؛ ـ م أن כـ ن ا و ـ ـ ـ م أن כـ ن ا و ـ اً ـ ـ ا .ـ أ ـ ـ ـ ض أن ا
ـ. ـ ا ـ ـ ه ــא إ ــא ـ .وا ـ ازم כ ــא א ـ ـ ـ ـ م أن כ ـ ن ـ و ـ وـ
ّ
ـ ف ـ ا כـ ـ ـ ف و ـ م أن כـ ن ا ـ ـ م أن כـ ن ا ـ و ـ اً אـ ـ ـ أ ــא כ ـ ـ
ـ כא ـ ً وأ ـ א ــאر ـ ه ًو ـ ـ ـאً و א ـ و ـ م أن כـ ن ا ـ ـ ـ ـ ا و ـ م أن כـ ن
אئ ـ ـ ات ا ؛ ن ـ ـ כـ ـ ـ ـ ـ ـ ها ـ כ א ـ .و ــא כא ـ ـ ــכ أن ـ ه ا ـ ـ؛ ا
ـ ـ ـ ها ـ ا כ א ـ .وכא ـ ـ ها ـ אر ـ ذات ا ــאل .כא ـ ـ ــאم ا ـ ء ا ا ـ وو ـ ده ـ
ـ. ـ ـ ـ ل ــא إ ً .وا ـ ازم כ ــא א ـ ـ ـאً و ـ א א ــאر ـ ه ا ــאرت ذات ا ـ ـ ـ
ــא ــאت ا ــא ـ ا ــא و אو ــא و ـ א و ـ ل إن ـ د ا ـ א ـ أ ـאً؛ ن ـ أ ــא ـ ن ا ـ زم ا ول
ـ دون ـ א ـ ـ آ ـ و ـ أـ ـ ا ـ او ـ ـ ـ ا ـ ــכ .و ـ ـ כ ــכ ـ أو د
ـ ــא ـ أ ـ ــכ .و ــא ـ ـ ــא ــא א ــאر כ ــא ـ ا ـ ـ ــא ــאت כ ــא ـ כ ـ .ـنا
ـ ــכ ا ـ ا ا ـ ة و ـ اً ـ כ ـ א ـ اا ــא و ـ اً .وإذا ـ כ ـ ـ وا ـ ة و ـ اً כ ـ ن ـ ا ــכ .ـ ذا כא ـ
ـ م أن כـ ن כ ـ ـ أً ـ أ ـ اء ا א َـ ، ـ اً .أ ــא כ ـ ـ و ـ اً א ـ ـ دون ا ا ـ ة أ ـאً و ـ اً .א ـ ل כـ ن
א ــאق ـ أ ـ ا ـ و ـ أ ـ ا א ـ . ـ ء و ـ ء .و ـ ا א ـ ـق ـ ـ ـ ء و ـ اً؛
ـ ــא ـ ـ ـ م أن כ ـ ن ـ ـ ، ـ א ـ ات ـ إ ـ آ ـ وا ـ ـ ــא ـ ـ ــא ـ ـ وأ ــא أ ـ
א ـ ات א ـ ات و ـ ا ا ا ـ ـ ء و ـ اً ـ .و ـ م أن כـ ن ا ا ـ ـ ـ ً ــא ـ .و ـ م أن כـ ن ــא ـ ـ
ــ . א ــ ات ا ــ ق ا ا ــ א ــ ات و ــ ا ــ و ــ م أن כــ ن ا ا ــ א ــ ات و ــ ا و ــ م أن כــ ن ا ا ــ
ـ. ـ ـ ـ ــא إ وا ـ ازم כ ــא א ـ
412 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
O, bütün mevcutların ilâhı ve onlara varlık veren olduğu hâlde, kendi var-
lığı başkasının varlık feyzinden olmadığı gibi O’nun da benzerine varlık feyzet-
mesinin mümkün olmadığını beyan etti. Sonra bu açıklamasını varlıkta, ken-
disine varlık kuvvetinde kendisine eşit hiçbir şeyin olmadığı ifadesi takip etti.
5 Sûrenin başlangıcından “Allahu’s-samed/Allah sameddir” âyetinin so-
nunda kadar [olan kısmı], mahiyetinin1, mahiyetin lâzımlarının, hakîkî
vahdetinin ve asla mürekkeb olmadığının2 açıklanmasına dairdir. “Lem ye-
lid/Doğurmadı” âyetinden “Kufuvan ehad/Bir denk olmadı” âyetine kadar
[olan kısım] ise O’nun ne türünde ne cinsinde eşiti olduğu; hiçbir şekilde
10 ne O’ndan bir benzerinden doğan olduğu, ne kendisinin bir benzerinden
doğduğu ne de varlıkta kendisine bir denk olduğuna dairdir. İşte bu kadar-
la [Allah’ın] zâtını bilmenin tamamı hasıl olur
Dolayısıyla diğerlerinin değil de tek bir sıfatın çocuk olması görüşü kesinlikle bâtıldır. Âleminin cüzle-
rinden bir cüz olmasına gelince, bu bütün cüzlerin hepsinin çocuk olmasını gerektirir. Çünkü bir cüzle
diğer cüz arasında fark yoktur. Bu, hak ehli ile bâtıl ehlinin ittifakıyla batıldır.
Allah ile herhangi bir şekilde taalluku olmadığı, aksine kendi başına ayrı olup zâtı itibariyle vâcib bir
ilâh olduğuna gelince, Allah’a herhangi bir yönüyle taalluku olmayanın O’na taallukunu gerektirir.
Herhangi bir şeye taalluk etmeyenin kendisinin çocuğu olmasını gerektirir. [Yine] zâtı itibariyle vâcib
olanın Allah’ın zâtı itibariyle vâcib çocuğu olmasını ve zâtı itibariyle vâcib olanın Hz. Meryem’in
çocuğu olmasını gerektirir. Zâtı itibariyle vâcib olanın, diğer yaratılmış zâtı itibariyle vâcibin çocuğu
olmasını gerektirir. Bu gerekliliklerin hepsi bâtıldır. Bunları ancak aklının hafifliği kendisine galebe
çalan söyleyebilir.
1 “ .. mahiyetinin açıklamasında …” Mahiyetini lâzımlarıyla açıklamayı murad etti. Aksi takdirde bil-
diğin üzere [başka şekilde] açıklaması mümkün değildir. Lâzımlarını açıklamasına gelince bu “Allah”
sözüyledir. Hakikatinin tekliğinin ve mürekkeb olmayışının açıklaması ise “ehad” sözüyledir.
2 “O, kesinlikle mürekkep değildir” Bu matlab için [bazı] başlıklar vardır. Dilediğin herhangi birisini
başlık yapabilirsin: “Vâcib, tümel değildir” dersin. “Vâcib mürekkeb değildir” dersin, “Vâcibin cüzü
yoktur” dersin. Bu başlıklardan herhangi birisiyle o matlaba ulaşacak yol vardır.
İlk başlığın yoluna gelince: Hakikatinin lâzımlarından olan bütün (küll), kendisine izafetle bütün
olana ihtiyaç duyar. Hakikatinin lâzımlarından olarak vâcib ise herhangi bir şeye ihtiayaç duymaz.
Böylece lâzımların birbirine aykırılığının melzumların da birbirine aykırılığına delalet ettiği açıktır.
Dolayısıyla bütün ve zâtı itibariyle vâcib hakikatleri itibariyle birbirine aykırıdır. Bunun için bütünün
zâtı itibariyle vâcib olması da zâtı itibariyle vâcib olanın bütün olması mümkün değildir.
İkinci başlığın yoluna gelince: Mürekkeb olana bir terkib eden (mürekkib) gerekir. Buna ihtiyaç duymak
mürekkebin hakikatinin lâzımlarındandır. Herhangi bir şeye ihtiyaç duymamak ise zâtı itibariyle vâcib
olanın hakikatinin lâzımlarındandır. Lâzımların aykırılığı melzumların da aykırılığına delalet eder. Böy-
lece zâtı itibariyle vâcib olanla mürekkeb olanın zât bakımından aykırı oldukları sabit oldu. Dolayısıyla
mürekkebin zâtı itibariyle vâcib, zâtı itibariyle vâcib olanın da mürekkeb olması mümkün değildir.
Üçüncü başlığın yoluna gelince: Parça, bütünden ayrı düşünülemez [birbirini gerektirirler]. Bütün
olan, vâcib olana aykırıdır. Birbirinden ayrı düşünülemeyenden birine aykırı olan, diğerine de aykırı
olur. Öyle ise vâcib, cüze aykırıdır.
Başka bir şekilde de söyleyebilirsin: Cüz, hakikatinin lâzımı olarak cüzü olana ihtiyaç duyar. Vâcib ise
hakikatinin lâzımı olarak herhangi bir şeye ihtiyaç duymaz. Eğer vâcibin cüzü olursa muhtaç olması
gerekir, muhtaç olmaması bâtıl olur. Dolayısıyla vâcibin cüzü olması bâtıldır.
Bu anlatımı başka bir şekilde daha söyleyebilirsin: Cüz, hakikatinin lâzımı olarak cüzü olandan önce
gelir. Vâcib ise hakikatinin lâzımı olarak kendisini herhangi bir şey öncelemez. Şayet vâcibin cüzü olursa,
ondan önce gelmesi gerekir. Ondan önce gelmemesi bâtıl olur. Dolayısıyla vâcibin cüzü olması bâtıldır.
א ص رة ا א 413
ـ ﴿ا ﴾ .أ ــא ــאن و ـ ة ـ .أ ــא ــאن از ــא א ــא כ ــא ـ כـ از ــא وإ ـ » ـ ــאن א ـ ا ـ « أراد א ــא ١
ـ ﴿أَ َ ـ ٌ ﴾. ـ و ـ م כ ــא
ـ ــכ ، ا ــאت ،ــכ أن ـ ن ـ ي ــא ــئ .ــכ أن ـ ل إن ا ا ـ ـ ـ » ـ ـ כـ أ ـ « ـ ا ا ٢
ـ ـ כ ـ ـ ه ـ ـ لا ـ כـ ،و ــכ أن ـ ل إن ا ا ـ ـ ـ ـ ء .و و ــכ أن ـ ل إن ا ا ـ ـ
ا ا ــאت.
ـ أن ــאج ا ـ ــא ـ כ א א ـ ا ـ .وا ا ـ ـ ـ ذ ـ ا ـ ان ا ول ـ أن ا ــכ ـ ـ ازم أ ــא ا ـ ا
ــאج ا ـ ـ ء .و ـ أن א ـ ا ـ ازم ـ ل ـ א ـ ا و ــאت .א ــכ وا ا ـ א ـ ات א ــאن ـ أن ـ ازم
ّ
כــ أن כــ ن ا ــכ وا ــאً א ــ ات و أن כــ ن ا ا ــ א ــ ات כ . ــא ــ
ـ أن ــאج ا ـ .و ـ ـ ازم ِّכـ .وإن ـ ـ ازم ـ ـ ـ ـ ذ ـ ا ـ ان ا א ـ ـ أن ا َّכـ أ ــא ا ـ ا
ــאج ا ـ ـ ء .ـ ل א ـ ا ـ ازم ـ א ـ ا و ــאت .و ـ أن ا כـ وا ا ـ א ـ ات ـ ا ا ـ א ـ ات أن
כ ـ أن כ ـ ن ا כ ـ وا ـאً א ـ ات و ا ا ـ א ـ ات כ ـאً. א ــאن وا ــא .ـ
א ـ ــכ .وا ــכ ــאف ا ـ .و ــא ـ ــאف ـ ا אـ ـ أن ا ـ ء وأ ــא ا ـ ا ـ ذ ـ ا ـ ان ا א ـ
ــאف ـ ء. ـ .ـ ذن ا ا ـ ـ ــאف
ــאج ـ أن ـ أن ــאج ا ـ ــא ـ ـ ء ـ .وا ا ـ ـ ـ ازم و ــכ أن ـ ل ـ آ ـ ـ أن ا ـ ء ـ ـ ازم
ـ ء א ـٌ. ـ ء ـ م أن כ ـ ن א ـאً وأن כ ـ ن א ـאً و ـ א ـ .כ ـ ن ا ـ ا ـ ـ ء .ـ כאن ا ـ
ـ ـ أن ـ م ـ ــא ـ ـ ء ـ .وا ا ـ ـ ـ ازم ـ آ ـ ـ أن ا ـ ء ـ ـ ازم ــכ أن ـ ر ـ ا ا ـ
ــאً ــ و ــ ــ م ــ و ــ א ــ כــ ن ا ــ ء ــ א ــ . ــ ء ــ م أن כــ ن ــ م ــ ــ ء .ــ כאن ا ــ أن
414 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
İlimlerin tamamını tahsil etmenin en yüce gayesi,1 Allah Teâlâ’nın yüce zâtını,
sıfatlarını ve fiillerinin kendisinden ne şekilde sudur ettiğini bilmek olunca bu
sûre, tariz ve ima yoluyla Allah Teâlâ’nın zâtıyla ilgili konuların hepsine dela-
let etmektedir. Şüphe yok ki bu sebeple Kur’ân’ın üçte birine denk kılınmıştır.2
5 İşte bunlar, bu sûrenin esrarından vakıf olabildiklerimdir. En iyisini an-
cak Allah bilir.
1 “Gaye … olunca” [İbn Sînâ’nın] bu sözünü İmam Râzî’nin Tefsir-i Kebir’indeki benzer şu sözü teyid
etmektedir:
Hadislerde bu sûreyi okumanın Kur’ân’ın üçte birine denk olduğu vârid olmuştur. Bundan maksat
şu olabilir: Bütün şeriatlerin ve ibadetlerin en üstün gayesi Allah’ın zâtını bilmek, sıfatlarını bilmek ve
fiillerini bilmektir. Bu sûre zâtını bilmeyi içermektedir. Dolayısıyla Kur’ân’ın üçte birine denktir. [Râzî,
Mefâtîhu’l-Gayb, c. XXXII/176-177.]
İtkan’da şöyle yer almaktadır:
İnsanlar İhlâs sûresinin Kur’ân’ın üçte birine denk olmasının anlamı konusunda ihtilafa düştüler. De-
nildi ki Kur’ân; kıssaları, şeriatleri ve sıfatları içerir. İhlâs sûresi ise bütünüyle sıfatlardır. Bu itibara göre
üçte bir olur. [Suyûtî, el-İtkân fi Ulumi’l-Kur’an, II/1139-1140]
Gazzâli Cevahir’de şöyle demiştir:
Kur’ân’da yer alan en önemli bilgiler üçtür: Tevhid’in bilgisi, doğru yolun bilgisi ve âhiretin bilgisidir.
Bu sûre, ilkini içerir. Dolayısıyla Kur’ân’ın üçte birine denktir. [Gazzâlî, Cevâhiru’l-Kur’ân ve Düreru-
hu, s. 77-78.]
2 “Bu sûre [üçte birine] denk kılınmıştır” [ifadesi hakkında]Sahih-i Buhârî’de şöyle yer almaktadır:
Bize Abdullah b. Yusuf haber verdi (ahberenâ), bize Mâlik haber verdi (ahberenâ), o Abdurrahman b.
Ebî Sa’sa’dan, o babasından, o da Ebû Saîd el-Hudrî’den şöyle rivayet etmiştir: Bir adam, “kulhuvel-
lahu ehad”i okuyan ve tekrar eden birisini işitti. Sabah olunca Hz. Peygamber’e (s.a.) geldi ve bunu
anlattı. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki: Nefsim elinde olana yemin ederim ki muhakkak ki bu sûre
Kur’ân’ın üçte birine denktir. [Buhârî, “Tevhid” 1; “Fezâilu’l-Kurân”, 13]
Yine Buhârî’de şöyle yer almaktadır: Bize Ömer b. Hafs tahdis etti (haddesenâ), bize babam (Ömer b.
Hafs’ın babası) tahdis etti (haddesenâ), bize A’meş tahdis etti (haddesenâ), bize İbrahim ve Dahhâk el-Meş-
rikî tahdis etti (haddesenâ), o da Ebû Saîd el-Hudrî’den şöyle rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.) ashabına
şöyle buyurdular: İçinizden biriniz Kur’ân’ın üçte birini bir gecede okumaktan aciz midir? Bu onlara zor
geldi ve şöyle söylediler: Biz buna nasıl güç yetirelim ya Resulullah! Buyurdular ki: Allahu’l vâhidu’s-sa-
med Kur’ân’ın üçte biridir. [Buhârî, “Fezâilu’l-Kurân”, 13; Müslim, “Salatu’l-Müsafirîn”, 259]
Yine Buhârî’de şöyle yer almaktadır: Bize Muhammed tahdis etti (haddesenâ), dedi ki bize Ahmed b.
Salih tahdis etti (haddesenâ), dedi ki bize İbn Vehb tahdis etti (haddesenâ), dedi ki bize Amr tahdis etti
(haddesenâ), o da İbn Ebi Hilal’den rivayet etmiştir ki: Allah Resûlü (s.a.) bir seriyye için bir adamı
emir tayin ettti. Arkadaşlarına namazda okuyor ve okuyuşunu “kul huvellahu ehad” ile bitiriyordu.
Seriyyeden dönünce durumu Allah Resulüne (s.a.) anlattılar. Allah Resûlü buyurdu ki ona hangi se-
bepten dolayı böyle davrandığını sorun! O kimseye bunu sorunca o, şöyle cevap verdi: Çünkü bu sûre,
Rahman’ın sıfatıdır. Ben onu okumayı seviyorum. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular ki: Ona haber
verin ki Allah da onu seviyor. [Buhârî, “Tevhid”, 1; Müslim, “Salatu’l-Müsafirîn”, 263]
Sahih-i Müslim’ de şöyle yer almaktadır: Bize Muhammed b. Hâtim ve Yakub b. İbrahim birlikte
tahdis etti (haddesenâ), [onlar] Yahya’dan [almıştır], İbn Hâtim demiştir, bize Yahya b. Saîd’ tahdis etti
(haddesenâ), demiştir ki bize Yezid b. Keysan tahdis etti (haddesenâ), demiştir ki bize Ebû Hâzim tahdis
etti (haddesenâ), o da Ebû Hureyre’den (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdular:
Toplanın! Size Kur’ân’ın üçte birini okuyacağım. Toplanan toplandı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) evin-
den çıktı ve “kul huvellahu ehad”i okudu, sonra evine girdi. Bizden bir kısmı birbirine şöyle söyledi:
Gökten gelen haber O’nun eve girmesine neden oldu. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) tekrar evinden çıktı
ve şöyle buyurdu: Size Kur’ân’ın üçte birini okuyacağım demiştim. Çünkü bu sûre Kur’ân’ın üçte
birine denktir. [Müslim, “Salatu’l-Müsafirîn”, 261]
א ص رة ا א 415
א ــ ــ ذات ا ــ א ا ــ م ــ ــ ــ و ــא כאن ا ــ ض ١ا
אء وا ـ ا ـ ـ ،و ـ ه ا ـ رة دا ـ ـ ور أ א ـ א ـ وכ ـ و
ـ ه ا ـ رة ٢
ـم ُ ـ אـ ، ـ ذات ا ـ ـ ا ـ ــא ـ ـ
ا ـ آن. ـ אد ـ ً
1 “Felsefesine ait yazılarımın bir kısmı İbn Sina adlı kitaba konulduğu hâlde üstadın takdirlerine mazhar
olan bu eserle Nübüvvet ve Ahiret hakkındaki fikirlerine ait yazılarım bazı sebepler dolayısıyla o kitaba
konulamamıştı.” Selamet, c. IV, sy. 11-79, 1949, s. 15.
2 İbn Sina’nın İhlâs Sûresi tefsirinin ilk Türkçe tercümesi daha önce ifade edildiği gibi Şerefeddin Yaltka-
ya tarafından yapılmıştır. Bk. “Tefsir-i Sûre-i İhlas li-İbn Sina”, Sırat-ı Müstakim, Eylül 1326, c. 5, sy.
106, s. 21-25.
420 AHMET HAMDİ AKSEKİ - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1 “Bir Felsefî Tefsir Örneği Olarak Ahmet Hamdi Akseki’nin İbn Sina’nın İhlas Sûresi Tefsiriyle İlgi-
li Telif Ettiği Tercüme ve Şerh” Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi, Ekim 2011, sy.20,
s. 289-339.
İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri: Tercüme ve Şerh
[Önsöz]
Bu eser, Kur’ân’ın en mühim sûrelerinden biri olan İhlâs sûresine İbn
Sînâ tarafından felsefî ıstılahlarla yazılmış tefsirin izahlı tercümesidir. Bili-
riz ki Müslümanlığın üssü’l-esası tevhid, yani Allah’ın birliğidir. Bunu, en
şamil mânâsıyla ifade eden de bu sûredir. Onun için buna İhlâs denildiği 5
mıştır.
İhlâs sûresi Mekke’de nazil olmuştur. Sahih rivayetlere göre müşriklerle
Yahudilerden bazıları Peygamber Efendimizin yanına gelerek “Seni bize
elçi gönderen ve yalnız kendisine iman ve ibadet olunmasını isteyen Allah
nasıl bir şeydir? Yiyip içer mi, doğup büyümesi, çoluk çocuğu var mı? Onu 15
bize tarif et, vasıflarıyla anlat, belki sana iman ederiz” demeleri üzerine bu
sûre nazil olmuş[tur].1 Demek ki bu sûrede Allah Teâlâ kendi zâtını tarif
etmeyi istemiş ve tarif etmiştir.
Bir şeyi tarif etmek için, onu vasıfları ve lâzımlarıyla söylemek gerek-
tir. Hâlbuki Allah, zâtı ve mutlak vahdeti, mutlak hüviyeti bakımından 20
“Hüve/O” ndan başka bir şeyle ifade olunamaz. Allah’ın zâtını, hüviyetini
künhiyle (olduğu gibi, hüve hüvesine) anlayabilmek ancak kendi zâtına
münhasırdır; kendi hüviyetini yine yalnız kendisi bilir, başkasının bilme-
sine asla imkân yoktur.
İşte bu sûre, hem hakikat-i ilâhiyenin neden ibaret olduğunu, hem 25
onun en güzel tarifini, hem de Allah’ın vahdetini en veciz bir sûrette beyan
buyurmuştur.
İhlâs sûresinin fazileti hakkında pek çok rivayetler vardır. Bazı sahih
rivayetlere göre bu sûre Kur’ân’ın üçte birine muadildir. Bunu muhtelif
şekilde anlayanlar olmuştur. Bazılarına göre bu teadül, sevabı itibariyledir. 30
Bir kısmına göre de mânâsı itibariyle üçte birine muadildir. Bunun izahın-
da birkaç fikir vardır:
1) Kur’ân’ın mânâsı üç ilme râci olur: Tevhid ilmi, Teşri ilmi, Ahlâkı
tehzib ilmi. İmam Gazzâli merhum Cevâhir’ul-Kur’ân adlı eserinde şu sû-
5 retle izah eder:
Kur’ân’da beyan olunan hükümlerin ve âlî matlabların esası üçtür: 1.
Allah’ı bilmek ve ona iman etmek, 2. Mead ve âhirete itikad, 3. Tebliğ
eylediği ahkâmda Peygamber’in doğru olduğunu itiraf, doğru yolu bilmek.
İhlâs sûresi birinci aslı, Allah’ı marifeti, tevhid ve takdisi, ifade etmesi ba-
10 kımından Kur’ân’ın üçte birine, yani Kur’ân’ın müştemil olduğu asılların
üçte birine muadil sayılmıştır.1
“Yerler ve gökler, Kul hüvellahu ehad sûresi üzerine tesis olunmuştur”
mealindeki haber2 işte bu noktaya işarettir. Filhakika, ilk bakışta biraz garip
görünen bu rivayet üzerinde dikkatle durulursa anlaşılır ki bu, yüksek bir
15 hakikatin ifadesidir. Çünkü bi-zâtihi vücudu vâcib, mutlak kemal sahibi,
her bakımdan “tek/ehad” bir varlık olmasaydı hiçbir şey var olamazdı. Bü-
tün yerleri ve gökleriyle âlem dediğimiz manzume, hep O’nun varlığına ve
birliğine dayanan, O’nun varlığına ve birliğine şehadet eden âyetler ve de-
liller olarak yaratılmıştır ki bu mânâca her şey, bu sûrenin mazmunu üzere
20 müessestir.
Sözün kısası, bu sûrede Müslümanlığın en mühim temeli, temellerinin
esası beyan olunmuş ve başka dinlerdeki yanlışlıklara da işaret edilmiştir.
Sûrede evvela Vâcibu’l-vücûd’un, ilk illetin, Allah’ın hüviyetine, zâtına
işaret olunduktan sonra O’nun vasıfları ve lâzımları ve mutlak birliği an-
25 latılmış ve daha sonra da her ne sûretle olursa olsun Allah’a bir şerik, bir
ortak, bir denk, doğurmak ve doğurulmak isbat eden dinlerin bâtıl olduk-
ları gösterilmiştir.
İşte Türk filozofu İbn Sînâ bu tefsirinde bir satırdan ibaret olan İhlâs
sûresinin bu yüksek hakikatleri nasıl ihtiva eylediğini ilmî, mantıkî ve fel-
sefî bir üslûpla ve çok veciz bir şekilde anlatmaktadır.
“Hüve” lafzından Allah’ın mutlak hüviyetine ve mebde-i evvele intikal
ederek Vâcibu’l-vücûd hakkında uzun izahat verir. 5
Kur’ân’da İhlâs sûresi ne derece mühim bir mevki almışsa tefsirler için-
de İbn Sînâ’nın bu tefsiri de o derece ehemmiyetlidir.
Fevkalâde bir mantıkçı olan ve Aristo mantığını yeniden ıslah ve tensik
etmiş bulunan Türk filozofunun diğer eserleri gibi bu eserinde de her cüm-
le mantık terazisiyle ölçülerek konmuştur, her cümlesi ayrı ayrı şerhe muh- 10
yalnız İbn Sînâ’nın karihasından doğmuş çok kıymetli bir incidir. İhlâs
sûresinin tazammun ettiği hükümleri ve birçok hakikatleri ince delillerle
tahkim etmesi bakımından çok mühim olan bu tefsir, esas maddelerindeki
müşküllerin çözülmesindeki güçlükler itibariyle şerh edilmeye muhtaçtır.”
Son asrın değerli müfessir ve âlimlerinden Âlûsî [ö. 1270/1854] mer- 25
1 Hafiz Sinobî’nin İbn Sînâ’nın bu tefsirine olan şerhi Üniversite Kütüphanesi No. 3931’de kayıtlıdır.
[Ahmet Hamdi Akseki’nin verdiği bu bilgiye ait kayda maalesef Üniversite Kütüphanesi’ndeki kayıt-
larda rastlanılamamıştır.]
428 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
1 Bu yazıyı benden bizzat bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin yüksek Başbakanlık mevkiini işgal eden
muhterem üstadım Şemseddin Günaltay istemişti.
2 Aziz ve büyük üstad İsmail Hakkı İzmirli 31 Ocak 1946 tarihinde Allah’ın rahmetine kavuşmuştur.
Allah kabrini nur ile doldursun, makamını firdevs-i âlâ kılsın!
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 429
ا ا ا
﴾ ٌ َ َ﴿ ُ ْ ُ َ ا ّٰ ُ َا َ ٌ َا ّٰ ُ ا َّ َ ُ َ َ ِ ْ َو َ ُ َ ْ َو َ َ ُכ ْ َ ُ כ اً أ
ْ ْ ْ
“De ki: O, Allah, birdir. Allah, o eksiksiz, sameddir. O, doğurmadı ve
doğurulmadı. O’na bir denk de olmadı.”
Tefsir 5
﴾ ٌ َ ﴿ ُ ْ ُ َ ا ّٰ ُ َا
ـ ـ אرة ـ ـ ن כ ــא כאن.ـ ـ ـ ه ـ ا ـ ا ـ ا ـ ي כـ ن
ـ ـ ذا ـ ـ اء ا ـ ـ ه أو وכ ــא כאن. ـ ـ ه ـ כـ ـ ـ ـه ـ ـ
. ـ ـ ـ ـ
Tercüme 10
başkasını itibar ve mülâhaza etmek ona fazla bir şey kazandırmaz. Onun
varlığında başka bir varlığın tesiri yoktur.)
muştur. Cenâb-ı Hak bu sûrede kendi zât ve mahiyetini tarif etmiş ve Pey-
gamberine “Böyle söyle!” diye emir buyurmuştur.
430 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Bir şeyin tarifi ise ancak onun cins ve faslını zikretmekle olur. Hâlbuki
Vâcib Teâlâ’nın gerçekten vâhid ve basît olması, celâlet ve azameti “Hüve =
O”ndan başka bir şeyle tarif olunmasına mânidir. Binaenaleyh âyet-i keri-
mede evvela “hüve” denilmekle Cenâb-ı Hakk’ın hüviyetinde, varlığında,
5 taayyün ve teşahhusunda tamamen müstakil ve zâtından başka bir şeye
muhtaç olmayan vâcibu’l-vücûd olduğu; Vâcibu’l-vücûd ve Mebde-i ev-
vel’in mutlak olup hiçbir kayıtla mukayyed olmadığı, bundan başka bütün
mevcudların taayyün ve teşahhuslarında müstakil olmayıp vücudları başka
varlıklara muhtaç olduğu beyan buyurulmuştur.
10 İşte İbn Sînâ da “Kul huvallahu ehad” âyetindeki Hüve, Allah, Ehad
lafızlarıyla Cenâb-ı Hakk’ın ne murad ettiğini, bunlarla kullarına ne gibi
hakikatleri beyan buyurmak istediğini felsefî tahkikat ve mantıkî delillerle
isbat etmek istiyor. Bununla beraber Türk filozofunun fevkalâde bir man-
tıkçı olduğunu ve mantığı yeniden ıslah ve tensik eylediğini de biliyoruz.
15 Büyük filozofun bütün eserlerinde her sözü, her cümlesi mantıkî mukad-
deme ve neticelerden kıyas ve kaziyyelerden ibarettir. Nasıl ki bu eserinde
de her cümleyi mantık terazisiyle ölçerek koymuştur. Biz yukarıdaki birkaç
satırı tahlil ederek bunu göstermek ve bu sûretle büyük filozofun fikirlerini
izah etmek isteriz.
20 İbn Sînâ, pek veciz bir sûrette dizmiş olduğu şu birkaç satırla demek is-
tiyor ki: “Kul huvellahu ehad” nazm-i celîlindeki “hüve” kelimesi mutlaktır.
O, öyle ifade ettiğimiz mutlak hüve; hüviyeti, taayyün ve teşahhusu, varlığı
li-zâtihi olup kendi zâtından başka hiçbir şeye mütevakkıf ve muhtaç olma-
yandır. Başka bir tabirle bu âyette hüve’nin mercii hüve’nin delâlet eylediği
25 ve “hüve = o” ile işaret olunan zât; kendisi için bir merci ve mebde tasavvur
edilemeyen, varlığında mutlak ve müstakil olan vâcibu’l-vücûd, mebde-i
evvel ve merci-i küldür. Evvela “hüve” ile ifade olunması bunun için, yani
varlığı li-zâtihi ve bi-zâtihi olduğunu anlatmak içindir. Eğer “hüve” ile ifade
olunan zâtın hüviyeti li-zâtihi olmayıp başkasına muhtaç ve mevkuf olsaydı
30 onun varlığı başka bir varlıktan husûle gelmiş olurdu. Hüviyeti, zâtî olan şe-
yin hüviyeti gayra tevakkuf ederse onun hüviyeti ondan olmak lâzım gelirdi.
Hüviyeti başkasına muhtaç, varlığı başkasının varlığına dayanmış
olan herhangi bir şey ile varlığına sebep olan diğer şey itibar edilmedikçe,
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 431
Tefsir
ـ و ـ ده ـ ــא כאن و ـ ده ـ ـ ه وכ،ـ ده ـ ـ ه כـ כـ כ 20
Tercüme
Lakin bütün mümkinlerin vücudu li-zâtihi olmayıp hepsi başkasından-
dır. Varlığı başka varlıktan olan, başkasının varlığına muhtaç bulunan her 25
1 Şekl-i evvel’den olan bu netice, aynı zamanda yukarıdaki “hüviyeti başkasına mevkuf, başkasından olan
her şey başkasından olup li-zâtihi hüve hüve değildir” kaziyesi için bir kübra’dır ve dördüncü şekilden-
dir. Bunu şekl-i evvele reddedince şöyle olur:
432 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
(Hüviyeti başkasından olan her şey li-zâtihi hüve hüve olmaz; binaena-
leyh hiçbir mümkin li-zâtihi hüve hüve değildir). Şu hâlde hüviyeti mutlak
ve zâtından olan; yani başka birinin vücud mülâhazasından mevkuf olma-
yarak li-zâtihi hüve hüve olan; yalnız Vâcibu’l-vücûd’dur.
âhir, son ve nihayet düşünülemez. Böyle bir tasavvur, aklî ve mantıkî bir
tenakuz olur. Ezeliyet, ebediyet, kıdem, hakîkî vahdet ve gerçekten basît
olmak O’nun lâzımlarındandır. Kemal sıfatlarının hepsini kendisinde top-
lamış olmak, Vâcibu’l-vücûd’un bir sıfât-ı kâşifesidir. (Kendisini bize açık-
ça anlatan bir vasfidır). 15
1 Bkz: İbn Sînâ, Ebû Ali Hüseyin b. Abdillah, er-Risaletu’l-Arşiyye fi Hakâiki’t-Tevhîd ve İsbati’n-Nu-
buvve, (thk. İbrahim Hilal), Câmiatu’l-Ezher, Kahire: 1980, s. 15-16.; el-İşârât ve’t-Tenbihât, (thk.
Süleyman Dünya), Dâru’l-Meârif, Kahire: t.y., III/19; en-Necât, Matbaatu’s-Saade, Mısır: 1357/1938,
s. 235; eş-Şifa: el-İlâhiyyât, (thk. Said Zayed - el-Eb Kanavî), Kahire: 1380/1960, s. I/37; Garâbe,
Hammûde, İbn Sînâ: Beyne’d-Din ve’l-Felsefe, Dâru’t-Tıbaa ve’n-Neşri’l-İslamiyye, t.y., s. 84-110.
434 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Tefsir
א כ ن ،ه ده כאن و ده א ة وأ אً כ א א
. ا כ ن ، א
Tercüme
5 Bir de mahiyeti vücuduna mugayir olan her şeyin vücudu kendisinden
olmayıp başkasındandır. Böyle olunca onun mahiyetinin hüviyeti nefs-i
mahiyetinden (yani li-zâtihi) olmaz.
Binaenaleyh o li-zâtihi hüve hüve olamaz. Yani onun varlığı zâtının
muktezası değildir. Lâkin li-zâtihi hüve hüvedir, varlık onun mahiyetinde
10 dahildir. Öyle ise onun (yani Mebde-i evvel’in) vücudu, mahiyetinin ay-
nıdır.
Şerh ve İzah
Kütüb, Ebû Ali’nin bu satırlarla ne demek istediği şu sûretle tahkik ve
tafsil etmektedir:
15 Her şeyin hüviyeti, vücûd-ı mahzından ibarettir. Fârâbî, Talikatında
diyor ki: Bir şeyin hüviyeti, vahdeti ve başkalarının üstünlük kazandığı
teşahhus ve yakîni onun kendisine has olan varlığından ibarettir.1 Mahiyet,
maddeden mücerred olduğu zaman maddenin nev-i şahsına inhisar etmiş
olur. Çünkü burada muhalâtât-ı ğayriyeden mücerred olan mahiyetinden
20 başka bir şey yoktur. Mahiyet, fâilin, yapanın tesiriyle mevcud olduğu za-
man onda ne mahiyet bakımından ne de ona arız olan şeyler itibariyle
birden fazla olmak yoktur. Binaenaleyh o, tek bir şahıstan başka olamaz.
Eğer mahiyet, mücerred olmayıp da maddî olur ve bunun maddesi; un-
surların heyulası gibi hasseler hasebiyle muhtelif istidadlarla muttasıf olur-
25 sa o mahiyet muhtelif hasiselerin her birinde bulunması hasebiyle avârız-ı
mahsûseye mukarin olur. Şahıslar arasında ayrılık ve benzemezlik ise on-
ların kıvamında dahil bulunan bir emir sebebiyle değil, belki has varlığına
mukarin bulunan avârız iledir. Bu da “bir nevin şahısları arasındaki imtiyaz
ancak onların hakikatlerinden hariç avârız iledir” sözünün mânâsıdır. Bir
1 Fârâbî, Ebû Nasr Muhammed b. Muhammed b. Uzluğ b. Tarhan, Talikât, Haydarabad: 1346, s. 21.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 435
de malûl olan şahsın kendisine has olan vücudu, li-zâtihi olmayıp başka-
sında olduğu şüphesizdir. Şu hâlde böyle bir şahsın hüviyeti başkasından-
dır. Onun nevi ister şahsına münhasır olsun isterse olmasın. Binaenaleyh
o gayrın yokluğu takdirinde onun hüviyeti de kalmaz. Onun hüviyeti an-
cak diğer hüviyetin vücudu ile meşruttur. Bunun içindir ki mutlak, şartsız 5
muvafık buluyoruz:
İbn Sînâ buraya gelinceye kadar iki şeyi isbat etmişti:
1. Nazm-ı celiledeki hüve’den murad, hüviyeti li-zâtihi olandır.
2. Hüviyeti li-zâtihi olan Vâcibu’l-vücûd’dan ibarettir.
Binaenaleyh Vâcibu’l-vücûd’un hüviyeti li-zâtihi, mümkinin hüviyeti 15
cuddan evveldir. Mesela bir demir parçasını ele alalım. Bunun bir hariçte
bulunması var, bir de hariçte tahakkuk etmeden önce onun zât ve mahi-
yetinin tasavvur edilmesi var. Demir parçasının vücudu, işte onun zât ve
mahiyeti üzerine zaid olarak hususi bazı arazların ilave edilmesiyle hasıl
olmaktadır. Ancak varlık, zât ve mahiyet üzerine zaid mi yoksa onun aynı
Tefsir
20 ـ د ـ اـ ي ا ـ ذن وا ـ. ـ ذن و ـ ده ـ א ـ، כـ ـ أ ا ول ـ ـ ا ـ
.ـ ه ـ ـ ـ، ـ ـ ـ ـ ـ ـ أي כ ــא ـ اه ـ ـ، ـ إ ـ
.ـ ـ ذا ـ أ ـ ـ، ووا ـ ا ـ د ـ ا ـ ي ا ـ ـ ـ
Tercüme
Binaenaleyh Vâcibu’l-vücûd, (Lâ hüve illa hüve = Kendisinden başka bir
25 hüviyet olmayan) hüviyettir. Onun zâtı ve mahiyeti ve hüviyeti has vücu-
dundan ibarettir. Yani Vâcibu’l-vücûd’dan başka olan şeylerin hiçbiri, zâtı
itibariyle bir hüviyete, bir varlığa malik olmayıp onların hüviyetleri baş-
kasındandır. Hâlbuki Vâcibu’l-vücûd li-zâtihi hüve hüve “hüviyeti, varlığı
li-zâtihi” olan şeydir. Belki de O’nun zâtı ancak hüve’den ibaret olup başka
30 değildir.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 437
b’in vücudu da mahiyetinin aynı olmak lâzım gelir. Çünkü li-zâtihi hüve
hüve’nin Vâcibu’l-vücûd olduğu sabit olmuştu. Bunu aksedince “Vâci-
bu’l-vücûd, li-zâtihi hüve hüvedir” kaziyyesi husûle gelir.
Mebde-i evvel’in li-zâtihi hüve hüve olması, vücudu mahiyetinin aynı
olmasını istilzam ettiği söylenmişti. Mebde-i evvel ile Vâcibu’l-vücûd, sa- 10
dık oldukları şey bakımından birdir. Yani Mebde-i evvel ne ise Vâcibu’l-vü-
cûd da odur. Öyle ise Vâcibu’l-vücûd’un li-zâtihi olması, vücudu zâtının ve
mahiyetinin aynı olmasını istilzam eder. Çünkü Vâcibu’l-vücûd; vücudu,
mahiyet ve zâtının aynı olan şeyden ibarettir. “Belki O’nun zâtı ancak hü-
ve olup ondan başka değildir” cümlesindeki “hüve”den murad, melzumu 15
bir şey ile ifade etmek mümkün olmaması, doğrudan doğruya hüviyeti ve
hüviyetin vücuduna lâzım olan şeyi zikretmeyerek “hüve” demesini iktiza
etmiştir.
Mademki Vâcibu’l-vücûdun hüviyeti kendisine has olan vücuddan iba-
rettir. O hâlde; “zira Vâcibu’l-vücûd, la hüve illa hüve” ibaresinin mânâsı 25
Tefsir
وا ـ ازم ــא إ א ـ. از ـ إ כـ ـ ـ ـ ا ـ ـ و ــכ ا
ـ وا כ ـ ـ ا ـ. ـ ا ـ را ـ ًـא وا ـ ازم ا א ـ أ ـ. و ــא ـ
ــ ن ا ــ ــ ا ــ ي،ًــ إ ــא כــ ن ــכ ا وذ ــכ ــ. ــ ا א ــ وا ــ ا ــ زم
25 ـ ا ـ ي כـ ن כ ــכ ـ ـ ا ـ ـ وا.ـ ه ـ اـ ـ ـ إ ـ ـ هو
. اـ ا ـ ـ ـ ـ ـ ــאب ـ ه إ ـ إ א ـ وכ ،ـ دات ا
. ـ ـ ـ ــא إ ــא و ــא כـ أن ـ ـ ا ـ ــא و ــא כא ـ ا
א ـ و ــא أن و ـ ــא أن ا ـ ازم ــא ـ و ــא إ،ــא כ ـ ن از ــא ـ ـ ح ــכ إ
ْ
ــאول אـ ـ و ــא أن ا ـ ا ـ ـ وا ـ ح ــכ ا ـ ذכ ـ ا ا כ ـ ـ ا
30 ـ « وכא ـ ح » ــא دل ـ ـ ـ כـ »ا « כـ ن »ا « כא כא ـ ـ ًא ّ ـ ــא
.ــכ
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 439
Tercüme
Li-zâtihi (hüve hüve olup zâtı vücudunun aynı) olan o hüviyet ve husu-
siyet (hüviyet-i mutlaka), ismi olmayan, isim verilemeyen (kendisine delâ-
let eden bir lâfız olmayan) öyle bir mânâdır ki onu lâzımlarından başka
hiçbir şey ile şerh ve tarif mümkün değildir. 5
O’nu en mükemmel bir sûrette tarif edecek olan ancak ‘Allah’ lafzıdır).
Çünkü ilâh (mabud); başkası (yani her varlık) ancak (bilvasıta veya bilâ-va-
sıta) kendisine nisbet olunan, kendisine istinad eden ve kendisi başka bir
şeye nisbet olunmayan, başkasına muhtaç olmayan demektir. Mutlak ilâh
ise bütün mevcudata nisbetle böyle olandır. Yani mevcudatın hepsi ken- 15
disine mensub (ve muhtaç) olup kendisi onlardan hiçbirisine mensub (ve
muhtaç) olmayan zât (ı-akdes) demektir.
İşte bu sûrette bütün mevcudatın ona intisabı izafî (çünkü hepsi ona
muhtaçtır), onun başkasına müntesib olmaması da selbîdir.
Hüviyet-i ilâhiyeyi; azamet ve celâlinden ve basît-i hakîkî olmasından 20
dolayı hüve hüve’den başka bir şeyle ifade mümkün olmadığı ve o hüviyeti
şerh ve tarif etmek de ancak lâzımlarıyla olabileceği ve beyan edildiği vec-
hile lâzımların bir kısmı izafî bir kısmı selbî olduğu ve her iki lâzımı cem
etmek sûretiyle yapılan tarifin o hüviyeti şerh ve tarifte en mükemmel ola-
cağı ve yukarıda da söylediğimiz gibi, “Allah” ism-i şerifi bunun her ikisini 25
cem etmiş bulunduğu için hüviyet-i mutlaka’ya işaret olan hüve’den sonra
“Allah” ism-i celîli getirilerek ‘hüve’ lafzının delâlet eylediği basît-i hakîkî
ve zât-ı mutlak, (zât-ı baht-ı ehadiyet) bununla izah ve şerh olundu.
1 Kelâmcılara göre yani kâdir, âlim olmak izafî; cisim olmamak, araz olmamak da selbî lâzımlardandır.
Fakat İbni Sina’nın muradı bu değildir.
440 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Şerh ve İzah
İbn Sînâ; yukarıdaki satırlarla “Kul huvellahu ehad” âyetinde evvela
“hüve” kelimesiyle Mebde-i evvel’e, Vâcibu’l-vücûd’a işaret olunduktan
sonra bir de “Allah” lafz-ı şerifinin gelmesindeki maksadın ne olduğunu
5 anlatmak istemiştir. Evvelce de işaret ettiğimiz vechile bu sûrede Cenâb-ı
Hak kendi zâtını tarif buyurmuşlardır. Bu hususta en mükemmel tarif ise
bir şeyin selbî ve izafî lâzımlarıyla yapılan tariftir. Eğer yalnız “hüve” denil-
miş olsaydı bununla Allah tarif edilmiş ve anlatılmış olmayacaktı. Çünkü
vücud mertebelerinin her mertebesinde Allah’ın zâtına has bir ismi ve bir
10 sıfatı vardır. Zâhir ve bâtın, gâib ve şâhid bütün mükevvenâtın hakîkî meb-
dei ve aslî menşei olan hüviyet-i mahza, mutlak hüviyet, Vâcibu’l-vücûd
mertebesidir. Zât-i baht’tan, mutlak hakikatten, ehadiyet-i sırfe’den ibaret
bulunan o mertebe, ancak enbiyanın miraclarıyla yükselebildikleri merte-
belerin en son gayesi ve evliyanın sülûk mertebelerinin nihayetidir. Onlar
15 bu mertebeye vasıl olduktan sonra artık onun içinde seyrederler, ucu buca-
ğı olmayan ehadiyet deryasında fenayâb oluncaya kadar yürürler. Ehad ve
ehadiyet mertebesi denilen ve “mutlak hüve” ile ifade edilen o mertebede
Allah bir isimle anılamadığından ve bir sıfatla muttasıf olmadığından onu
anlamak ve (Hüve = O) demekten başka bir sûretle tarif ve izah etmek
20 bizim için, bizim anlayışımıza göre, mümkün değildir. O, başkaları için
ne idrak olunur ne de tarif edilebilir. Bize O, başka bir şey ile değil ancak
lâzımları ve sıfatlarıyla şerh ve tarif olunabilir.
İşte “Tefekkerû fî âlâillâh velâ tefekkerû fillâh... Tefekkerû fı’l-halk velâ
tefekkerû fıl-hâlik, fe-innekum lâ takdurûne kadrehu; tefekkerû fi halkil-
25 lâhi velâ tefekkerû fillâhi fe-tehlikû / Her şey hakkında fikir yürütün, dü-
şünün. Fakat Allah’ın zâtını düşünmeyin. Acaba şöyle midir, böyle midir
diye fikir yormayın. Çünkü, buna siz muktedir değilsiniz; sahili olmayan
bu denizde yüzemezsiniz, boğulursunuz” mealindeki hadisler1 bu mühim
noktaya işarettir.2
1 Beyhakî, Ebû Bekr Ahmed b. el-Hüseyn, el-Esmâ ve’s-Sıfât, (thk. Abdullah b. Muhammed el-Hâşidî),
Mektebetu’s-Sevâd, t.y., II/46, 323.
2 Fahr-i Râzî buyurur ki: Allah’ın hükmünü ve mahiyetini anlamağa çalışan, hayret ve tereddütler içinde
bocalarken celâl-i ilâhinin nurundan gözleri kör olur.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 441
“Allah” lafz-ı şerifine gelince: Bu, erbab-ı mükâşefenin ayân-ı sâbite de-
dikleri ve şeriat dilinde levh-i mahfuz, kitab-ı mübin nâmı verilen müzahirin
istinat eylediği bütün esmâ ve sıfât-ı ilâhiyeyi kendisinde toplamış olması iti-
bariyle zât-ı ehadiyet’in ismidir. Çünkü Allah; ezelî ve ebedî, hay ve kayyûm,
kudret ve irade, ilim, kelâm, semi ve basar, ihtira ve icad, halk ve rubûbiyet 5
gibi kemal sıfatlarının hepsiyle muttasıf olmak ve li-zâtihi vâcibe lâyık olma-
yan her türlü noksan sıfatlardan münezzeh bulunmak gibi izafî, sübutî ve
selbî, zâtî ve fiilî bütün sıfatları kendisinde toplamış olan Hak Teâlâ’nın zâtı-
na delâlet eden bir ism-i has veyahut bir ism-i alemdir. Allah ism-i zâtını, has
isim olarak bir mefhum ile mülâhaza edebilmek için selbî ve sübutî bütün bu 10
sıfatlar tasavvur edilerek sonra şu sûretle icmal ve ifade edilmiştir: “Allah, bü-
tün kemal sıfatlarını zâtında toplamış olan Vâcibu’l-vücûddur.” İşte bunun
içindir ki azamet ve celâlinden dolayı “hüve = o” dan başka bir şeyle ifade
edilemeyen basît-i hakîkî, Vâcibu’l-vücûd ve mebde-i evvel, hüve’den sonra
“Allah” ism-i şerifi ile tarif ve tavzih olunmuştur. 15
1 Fahreddin Râzî, “Hüve, Allah, Ehad” kelimelerini tefsir ederken şöyle diyor:
“Hüve, Allah, Ehad kelimelerinden her biri Allah’ı arayanların makamlarından bir makama işarettir.
Birinci makam, Mukarrebîn makamıdır ki Allah’a gidenlerin erişebildikleri makamların en yükseğidir.
Bunlar eşyanın eşya olmak bakımından mahiyetlerine ve hakikatlerine bakmışlar, Allah’tan başka mev-
cud görmemişlerdir. Çünkü li-zâtihi vücudu vâcib olan ancak Hak Teâlâ’dır. Başkası li-zâtihi müm-
kündür, li-zâtihi mümkün olan da hüviyeti bakımından yok demektir. Onun için onlar akıl gözleriyle
Hak Sübhânehû ve Teâlâ’dan başka mevcud görmezler; “hüve” işaret-i mutlakadır fakat işaret-i mutlaka
olsa da işaret olunan şahıs muayyen olunca o mutlak, o muayyene masruf olacağından o mukarribler
nazarında hüve denilince bu, Sübhânehû ve Teâlâ’ya işaret olur ve onlar iki mevcud görmediklerinden
dolayı “hüve” demek onlar için tam irfan husûlüne kâfi olur...” [Mefâtihu’l-Gayb, XXXII/179.]
Fahr-i Râzî’nin bu ifadesi dikkate şayandır. İyi dikkat edilmezse vahdetçilik derken mümkünattan
ibaret olan âlemi vâcibu’l-vücûd görmek isteyen panteistlerin düştükleri ilhad derekesine düşülebilir.
Nasıl ki bazı cahillerde bu hâl görülmektedir. Hâlbuki mümkünat vücuda gelmek için illete muhtaçtır,
varlığı kendisinden olmayan şeyler haddizatında kendine kalınca yok demektir. Şairin “Alâ külli şey’in
mâ halâllahi bâtılun” sözü de bu mülâhazaya göre söylenmiştir.
442 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Tefsir
ذ ــכ أ ـ- و ـ ا ـ- از ــא ــא أ ـ ــא ـ ف ــכ ا ـ، אئ ـ أ ـ و ـ
.ًــא ا ـ ا ـ ازم א ـ ا وإ ــכאن ا ـ ول،ــאت ـ ـ ء ـ ا ـ ـ
Tercüme
5 Burada, (yani evvela ‘hüve’ sonra ‘Allah’ buyurulmasında) söylediğimiz
nüktelerden başka ince mânâlar da vardır:
1. O hüviyetin, ilâhiyetten (hak mâbud olmaktan) ibaret bulunan
lâzımlarıyla tarif olunması, O’nun (cins ve fasıl gibi) hiçbir mukavvimi
(tamamlayıcı cüzleri) olmadığını da iş‘ar eder. Eğer böyle bir şey olsaydı,
10 onları zikretmeyerek yalnız lâzımlarıyla tarif edilivermesi noksan bir tarif
olurdu.
Şerh ve İzah
İbn Sînâ şunu söylemek istiyor: Li-zâtihi vâcibu’l-vücûd olan mutlak
hüviyet, izafî ve selbî lâzımlarını kendi zâtında toplamış olan “Allah” ile
15 tarif olunmasından anlaşılır ki o hüviyet, cüzlerden mürekkeb olmayan
hakîkî bir vahdettir. Çünkü zâtiyâtın hepsi bir araya getirilmek sûretiy-
le olan tarif, tam ve ekmel bir tariftir. Böyle bir tarif bırakılıp da yalnız
lâzımlarıyla tarif olunması, tarif bakımından bir eksikliktir. Böyle iken
hadd-i tam bırakılarak resm-i nakıs ile tarif olunması, onu takvim eden,
20 tamamlayan cins ve fasıl gibi cüzlerden terekküb etmeyen ‘vâhid’, daha
açık bir ifade ile Vâcib Teâlâ Hazretlerinin her bakımdan ve her mânâsıyla
bir olduğuna ayrıca bir delildir.
Tefsir
و ـ ا א ـ ـ.﴾ و ــא أ ـ ــא ـ ح ــכ ا ـ ـ زم ا ـ ّ ـ ذ ــכ ـ ﴿أ ـ
25 כאن ـ ـ ـ أ ـ כאن ـ أ ـ ا א ــאت ـ ا ـ ة و ـ כـ ـ ـ ء ـ. ا ـ ا
.ــכ ا ـ إ כـ ا ـ ازم ـم ـ ر ـ ــאت ا
ــאت ــא ذכــ ا ــ ح ــא إ ــא ُــ ل ــ ا ــ ا ــ:ــ ا ــכ م و ــ
אا ـ א ـ ا ـ ل ــא وכ ــאل ــא وا ـ ـ ذכ ـ ا ـ ازم و ـ ا ـ א ـ و
.ــ اכ ــא א وا ــ ف دون ــאدئ إ ــ اق أ ار ــא
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 443
Tercüme
2. O hüviyeti, ilâhiyetin lâzımı ile (yani izafî ve selbî lâzımlarını zâtında
cem etmiş olan Allah ile) şerh ve tarif ederek onu, vahdaniyette en son
had demek olan ‘ehad’ ile takip etmesi, “Allah”tan sonra ‘ehad’ denilmesi,
vahdetin en son haddinde bulunan ve tarif bakımından hiç mukavvimatı 5
Şerh ve İzah
İslam filozofu İbn Sînâ bununla “hüve” lafzının delâlet ettiği mutlak 15
Tefsir
ــ ن ا ــ ازم. ــ ــכ ا ــ ازم و כــ.و ــא أن ــ ا ــ أ ا ول ــא ــ ازم כ ــ ة
5 ـ ـ ر ـ أכ ـ ـ ا ا ـ إ وا ـ ء ا ا ـ ا ـ ّ ا ـ ـ כ و ـ.ـ ت
.ًـא ـ ه ـ ًو ا ـ ا ــאزل ـ
Tercüme
3. Mebde-i evvel’in hüviyetinin birçok lâzımı vardır ve lâzımların hepsi
(illet ve malûl olarak, yani sonraki evvelkinin malûlü olmak, evvelkinden
10 dolayı var olmak sûretiyle) bir tertip dahilindedir. Çünkü lâzımlar malûl-
lerdir. Hâlbuki her yönden basît, hak vâhidden ancak vâhid sudur eder. Ya-
ni hakîkî vâhid, ancak bir malûle illet olabilir. Meğer ki kendisinden tûlen
(birinci ikinciye illet ve sebep olmak üzere Vâcibu’l-vücûd olan mebde-i
evvelden akl-ı evvel, akl-ı evvelden akl-ı sâni… böylece onuncu akla kadar
15 ve onuncu akıldan da diğer yaratıklar) ve arzan (yani bu akıllardan muh-
telif haysiyetlerle silsile-i havâdis sudur etmekle) inen tertip üzere olsun!
Şerh ve İzah
İslam filozofu burada mühim ve gürültülü bir meseleye temas ediyor.
Bilindiği vechile hukema denilen eski filozofların esas kaziyyelerinden biri
20 şudur:
“Hakîkî ve her cihetten vâhidden ancak vâhid sudur eder.”
Bu esasa göre hakikaten basît ve vâhid olan bir şey, ancak bir tek malûle
illet olabilir. Vâcibu’l-vücûd ve Mebde-i evvel olan Cenâb-ı Hak da her
mânâsıyla vâhid ve basît olduğundan O’ndan da doğrudan doğruya bir
25 malûl sudur etmesi ve bunun da cisim, arz, nefs, heyulâ ve sûret olmaması
lâzımdır. Şu hâlde görmekte olduğumuz bu hâdisat âlemi, bu varlık ne
sûretle vücud bulmuştur?.. Bunu da şöyle izah ederler:
Mebde-i evvel’den ilk ve vasıtasız olarak sâdır olan, feyezan eden akl-ı
mahfîdir ki buna akl-ı evvel ıtlak ederler. Vâcibu’l-vücûd’un ilk önce ibda
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 445
eylediği budur. Akl-ı evvel; zâtı bakımından mücerred olduğu gibi failiyeti
cihetinden cismanî âletlere ihtiyacı olmayan bir cevherdir. Bunda üç itibar
mülâhaza olunmuştur: Varlık, vücûb, imkân. Birinci aklın ibdaında hiçbir
vasıta olmadığı için Vâcibu’l-vücûd olan illetine nazaran vâcib, fakat kendi
zâtına nazaran mümkindir. 5
sudur eden yalnız akl-ı evvel’dir. On akıl denilen bu akıllardan her birerleri
kendilerinden sonrakine illettir. Binaenaleyh “Cenâb-ı Hak’tan tûlen inen
malûller silsilesi”, illeti yalnız Cenâb-ı Hak olan akl-ı evvelden itibaren bir
tertip üzere devam eden ve bu tertipte kendisine müntehi olan malûller
silsilesi demektir ki “Ukûl-i aşere= On akıl”dır. 15
Hulâsa
Burada din ile felsefe, din adamlarıyla filozoflar arasında görünüşte mü-
him bir ayrılık varsa da hakikatte her ikisini barıştırmak çok kolaydır. Filo-
zofların müdafaa ettikleri esasa göre merâtib-i mevcudât şöyle hulâsa edilir:
1. Li-zâtihi Vâcibu’l-vücûd, 5
böylece kullanılmıştır.
İbn Sînâ, din ile felsefeyi birbiriyle kucaklaştırmaya çalışan şahsiyetlerin
en büyüklerinden ve muvaffak olanlardandır. Bu büyük filozofun eserleri,
hikmet ve tabiiyata dair yazdığı risaleleri dikkatle incelenirse görülür ki o,
hem kabul ettiği felsefe esaslarına sadık kalmış hem de onları dine yaklaş- 20
tırmıştır. İbn Sînâ’ya göre eski filozofların kabul ettikleri “Ukûl-i aşere” di-
nin telkin eylediği melâike-i mukarribîndir. Akl-i faal, Cebrail’dir ki bu va-
sıta ile nüfûs-i beşeriye üzerine ma’kulât ifaza olunur. Eflâkin nüfûsundan
maksat semavî meleklerdir. İbn Sînâ, şer’in mücmel bıraktığı bazı med-
lulleri de bu sûretle tefsir etmeye çalışmıştır. İşte İhlâs sûresini ve li-zâtihi 25
Tefsir
ّ ـ ًא أ ـ ف ـ ــאن ـ ًא ـ ا ـ زم ا ـ כـ ن ا أ ـ ـ و ن ا ـ زم ا
ــא כאن ا ـ زم از ـ א ـ ـ ا א ــאت ـ ء ـ ـ أراد ـ ا َ ـ.כ ـ א ــכ ًא
. أ ـ ب כאن ا ـ أ ـ 30
448 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Tercüme
Bir de (yukarıda izah olunduğu vechile) bir şeyin yakın lâzımı, tarif
noktasından uzak lâzımdan (yani yakın lâzımla tarif etmek uzak lâzımla ta-
riften) daha kuvvetlidir. İnsanın, mesela müteaccib olması, dâhik (gülücü)
15 olmasından daha ziyade bellidir. Bunun içindir ki bir şeyin mahiyeti, lâ-
zımlarından biri ile tarif edilmek istenildiğinde lâzım o mahiyete ne kadar
yakın ise tarif de o derece muhkem, vazıh ve kuvvetli olur.
Bunu daha kuvvetli bir tahkik olmak üzere diğer bir sûretle zikredebili-
riz. Şöyle ki: Bir şeyin uzak lâzımı, hakikatte o şeyin malûlü olmayıp belki
20 malûlünün malûlüdür. Bir sebepten dolayı mevcud olan şeyin hakikatiyle
tarif olunabilmesi, ancak sebeplerini bilmekle olabilir. Şu tahkike istinaden
diyebiliriz ki mahiyetin tarifinde uzak lâzımlardan bir şey zikrolunsaydı o
tarif, hakîkî bir tarif olmazdı. Çünkü bir şeyin hakîkî tarifi, tarifte o şeyin
(mahiyetin) başkası için değil, li-zâtihi iktiza eylediği yakın lâzımın zikro-
25 lunmasıyla husûle gelen tariftir.
Mebde-i evvele gelince: Onun en kadim lâzımı, varlığının vücubudur.
O’nun varlığının vâcib olmasından daha kadim, daha yakın bir lâzımı
yoktur. O’nun ilk lâzımı, vâcib olmasıdır. Çünkü O (mebde-i evvel),
evet ancak O, bi-zâtihi Vâcibu’l-vücûd’dur. Vücudunun vâcib olması va-
30 sıtasıyladır ki kendisinden maada bütün mevcudata mebde olması ona
lâzım geliyor.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 449
en yakın şeyle (yakın lâzımı ile) takip etti. (Yani hüve’den sonra hemen en
yakın lâzımını getirdi ki o da selb ve icab lâzımlarını, selb ve icabdan ibaret
olan bütün kemal vasıflarını kendisinde toplamış olan âlihiyettir (Allah).
Hüve’nin delâlet eylediği zât-i baht ve vücûd-i mutlak’ın en yakın lâzımı
Allah’tır. Buradaki “hüve” ancak “Allah” lâfza-i celâli ile tarif olunabilir.) 10
Şerh ve İzah
İbn Sînâ’nın buraya kadar beyan ettiği nükte ve ince mânâlar şöyle
hulâsa olunabilir:
1. Hüve kelimesi ile tevhid ve vahdetin mevzuu olan hüviyet li-zâtihi-
dir. 15
yüksek mânâ.
5. Hüve ile işaret olunan hüviyetin her yönden basît ve tek olması ve
bundan dolayı hadd-i tam ve hadd-i nakıs ile de tarif[in] mümteni olduğu.
İbni Sînâ ‘hüve’ ile lâfza-i celâlden bu ince mânâları istinbat ettikten
sonra o hüviyeti şöyle izah eder: 25
Tefsir
ـ ه ـ ـ ا ـ ي ـ ا א ــאت و ـ ، ـ א ـ א ــא أ ـ ــא و ــא أ ـ
ـ ـ ت ـ أ ـ وا ـ وا ل وا ـ ا ـ ـ ـ أد ـ ــא ا ـ ا א ــאت و
ا ـ ي ذכـ ه ـ أز ـ ـ ـ כـ ذכـ ه ا ا ـ را ـ. ا א ـ وأ ـ و ـ ا ا ـ
.ـ ـ ا א ـ ةا ـ ا ـ زه ا ـ س ور ـ כ א ـ ا ـ وأود ـ ـ و ـ ا 30
450 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Tercüme1
O’nu tesbih ve takdis (birden ziyade ve başkasına muhtaç olmak gibi
eksik sıfatlardan tenzih) ederim. O’nun şanı ne yüksek, kuvvet ve kudreti ne
kahirdir! O, böyle azim bir ilâhtır ki hacetler yalnız O’na müntehi olur ve
yalnız O’na dayanır. İstenilen şeylere ancak O’ndan ve O’nun yardımıyla eri-
şilir. O’nu tavsif edenlerin en büyük ve en beliğ vasıfları, O’nun (Kur’ân’da) 5
Burada şöyle bir sual varid olur: Her ne kadar mahiyet-i ilâhiyeyi iza-
fetler ve selbler vasıta olmaksızın başkalarının bilmesi mümkün değilse de
kendi mahiyetini Allah celle celâlühu kendisi bilmektedir ve bu ulûhiyet
mertebesinde akıl, âkil ve mâkul de birdir.
Şu hâlde neden dolayı Cenâb-ı Hak’ça malûm olan o mahiyet zikr ve 15
beyan olunmadı da lâzımların zikri ile (Hüve’den sonra yalnız Allah den-
mekle) iktifa olundu?
Cevaben deriz ki: Mebde-i evvel’in asla mukavvimleri (cüzileri) yoktur.
Çünkü O, mücerred bir vahdet, sırf besatettir; O’nda hiçbir sûretle çokluk
ve ikilik yoktur. O’nun kendi zâtını taakkul etmesi, zâtının mukavvimatı 20
olup da onu taakkul ettiğinden değildir. Belki O’nun zâtına ait taakkul
ettiği şey, başka değil ancak her vechile çokluktan münezzeh bulunan hü-
viyet ve vahdet-i sırfedir. O hüviyet ve vahdetin bir takım lâzımları vardır.
Bunun içindir ki evvela basît-i hakîkî olan o hüviyeti zikrederek onu
yakın lâzımlarıyla şerh ve vücudu, mahiyetinin aynı demekle onun vücûd-i 25
1 Merhum Akseki bu bölümü sadece tercüme etmiş ayrıca şerh ve izah etmemiştir.
452 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
olmak lâzım gelirdi. Öyle ise Allah Teâlâ’nın ehad buyurması, onun her
yönden (her hususta ve her şeye nisbetle) bir (ehad) olduğuna ve O’nda
asla ne cinsler ve fasıllar gibi mukavvimatı teşkil eden manevi çokluktan
(yani bir had teşkil edecek cüzilerden), ne cisimde madde ve sûret gibi (ak-
len mütemayiz) fiilî (ve harici) cüzilerin (yani mahmul olmayan cüzilerin) 5
çokluğu ne de kuvvet ve fiil ile (yani cisim gibi bilkuvve veya bilfiil diye
ayrılan) hissî çokluk olmadığına delâlet etmektedir.
Tefsir
ــא ــאن ـ ا،ـ ـ ها ـ ر ـ ــאئ َ ـ ْ أ ّن د ــאوى ـ ه ا و ئـ ـ
ـ ـ ه ا ـ رة؟ 10
Tercüme 15
Şerh ve İzah
Evvelce de işaret olunduğu vechile büyük müfessirlerden Fahreddin-i
Râzî bu sûredeki “Hüve, Allah, Ehad” kelimeleri üzerinde durmuş ve
yüksek bir anlayışla çok mühim bir mütalâa serdetmiştir. Cihetleri ayrı
görülmekle beraber anlayışta İbn Sînâ ile birleşiyorlar demektir. Biri fel- 30
454 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
hakîkî varlık olarak ancak kendi zâtından başka bir illete muhtaç olmayıp
kendisi bi-zâtihi ve li-zâtihi vücudunu iktiza eden ve bir an için bile yoklu-
ğunu farz etmek imkânsız olan Vâcibu’l-vücûd bir zât tanıyanlar için “hüve
= o” demek sûretiyle bir tarif yapılmış olur. Razî devam ediyor:
2. Ashâb-ı yemînin makamı. Ashâb-ı yemin ki bunlara ashâb-ı mey- 5
menet de denir. Sağ kol, saygı değer yüksek haysiyet sahipleri, hayra yarar
ve hayra delâlet eder uğurlu ve çok kıymetli kimseler demektir. Bunlar,
hakkı mevcud bilir ve öyle tanırlar. Ancak, varlık âlemi her hâlde vah-
det değil çokluk arz etmektedir. Bu varlığın biri vücudu vâcib olup yok
olması tasavvur olunamayan Hakk’ın zâtıdır. Diğeri de yok iken var, var 10
iken yok olabilen halk çokluğu. Bundan dolayıdır ki bunlara göre sadece
“hüve = o” demek Hakk’a işarette kâfi gelmez. Hakk’ı halktan; yaratanı
yaratılmışlardan ayırt ettirecek bir şey lâzımdır. Bunlar “hüve”den Hakk’ın
zâtını anlamak için “hüve” lafzının yanına “Allah” isminin de getirilmesine
muhtaçtırlar. Çünkü Allah, ne varsa hepsi kendisine muhtaç, kendisi bun- 15
Esmâ-i ilâhiye içinde “ehad”, ezel ve lâ-yezalde hep bir olan ve berabe-
rinde diğeri olmayan ferd, tektir. Bu, öyle bir isimdir ki yanında zikrolu-
nabilecek adedi nefyeder. “Mâ câeni ehad = Bana hiçbir ehad, hiçbir ferd
gelmedi” denir.1
5 “Vâhid” lafzı da bir demek ise de “ehad” ile “vâhid” arasında mühim
farklar vardır. Vâhid, itibarî de olabilir. Hâlbuki ehad; zâtında ne kesir ne
başka hiçbir adet kabul etmeyen, hiçbir vechile iki olması, cüzleri bulun-
ması imkân ve ihtimali olmayan hakîkî bir, hakîkî tektir. Hep bir, daima
bir, ondan maadası hiç olan tektir. Bundan dolayıdır ki ehadiyet ile Allah
10 Teâlâ’dan başka bir şey tavsif olunmaz. Ehad, Allah’ın sıfatlarından bir sı-
fattır ki kendisine muhtastır, onda Allah’a hiçbir şey iştirak edemez.
Bunlardan başka da “ehad” ile “vâhid” arasında daha başka farklar da
vardır. Mesela, ehad denildiği zaman vâhidin ifade ettiği mânâyı da içine
alır, yani ehad denilmekle vâhid de denilmiş olur. Lâkin vâhid, ehad’in ifa-
15 de ettiği mânâyı içine almaz; vâhid denilmekle ehad denilmiş olmaz. De-
mek ki ehad denilip de vâhid denilmemesinde mühim incelikler, yüksek
hikmetler vardır. Bunu tercümede ifade etmek imkân dışındadır. Çünkü
her ikisini de “bir, tek” diye tercüme ediyoruz. Binaenaleyh yalnız tercüme
ile bu iki mânâyı birbirinden ayırt etmek imkânı yoktur.
20 Evet, müfessirlerden bir kısmı burada “ehad” kelimesini “vâhid” ile tef-
sir etmişlerdir. İbn Abbas’ın ve Ebû Ubeyde’nin de bunu “vâhid” ile tefsir
ettikleri rivayetleri vardır. Fakat bu “ehad ile vâhid arasında hiçbir fark
yoktur” demek değildir. Ebu’l-Bekâ’nın Külliyât’ında İbn Sînâ’nın Şifâ’sın-
da, Seyyid Şerif ’in Mevâkıf şerhinde, Rağıb İsfehanî’nin Müfredât’ında ve
25 diğer yerlerdeki tafsilat dikkatle okunur ve bu kelimelerin vahdet mertebe-
leri üzerine delâletlerinin nasıl incelendiği üzerinde durulursa anlaşılır ki
“ehad” kelimesini “vâhid” ile tefsir edenlerin de bundan maksadı, “üzerin-
de kesir veya zam ile adet tasavvur olunabilen vâhidlerin biri” demek ol-
mayıp “en kâmil ve tam mânâsıyla hakîkî vâhid; her yönden bir, eşi ve ben-
sif olduğu cihetle İbn Sînâ’nın bundan maksadı âsâr ve ahkâm ifade eden
sıfatları inkar etmek değil, sıfatların zâtta çokluğu, birden fazla olmayı icab
etmediğini ve Allah Teâlâ’nın zâtı “sıfatlarının terkib ve takvimiyle takav-
vüm ve teşekkül eden mahiyet” gibi mürekkeb olmayıp zât ve sıfatıyla her
yönden ortağı ve benzeri olmayan tek olduğunu ve bundan dolayı onun 15
birleşmezse (yani akıl ile aklın idrak ettikleri ayrı ayrı şeyler) Vâcibu’l-vü-
cûd’un (Allah’ın) her şeyi bilir olmasından onun gerçekten vâhid (tek) ol-
mayıp kendisinde çokluk bulunmak lâzım gelmez mi?
Buna şu yolda cevap veririz: Hayır, lâzım gelmez. Çünkü O, kendi
zâtını bi-zâtihi bildiği ve eseri de mümteni olmayıp zâtı, çokluğun ille- 25
ti, kayyum olduğu için zâtını li-zâtihi bilmesine çoğu ve her şeyi bilme-
si de lâzım gelir. Vahdete münafi olan kesret, zâtın mahiyetinde dahil ve
onu mukavvim olarak değil sonra lâzım olarak gelmiş ve O’nun âsârın-
dandır. Lâzımların çokluğu vahdete halel vermez. İzafî ve gayr-i izafî lâ-
zımların kesreti (cisim değildir, sûret değildir) gibi selblerin kesreti olur. 30
tâmmu’l-vücûd olduğu için vâhiddir. Bunda vâhid ancak selbî bir vecih
üzeredir. Cisimlerin birbirine bitişmesi veyahut toplanmaları veya diğer
vecihle vâhid olması gibi bir zâta veya müteaddid zâtlara lâhik olur vücu-
du bir mânâdan ibaret bir vahdet ile vâhidliklerdir. Tabii ilimlerde geçen
bahislerden gayr-i mücessem ve gayr-i mütenahi bir kuvvetin vücudu ve 5
Cenâb-ı Hak âlim, kâdir, mürîd, hallâk dememiz gibi. Selbîsi de, cisim
değildir, cevher değildir, araz değildir dememiz gibi. Yaratıklar evvela sı-
fatların birinci nevine, sâniyen ikinci nevine delâlet eder. Ve bizim Allah
dememiz izafî sıfatların hepsine delâlet eyler. Yani Allah olmak, o sıfatlarla
muttasıf olmayı iktiza eder. Binaenaleyh “Allahu Ehad” dememiz, ukûl-i 15
beşeriyeye lâyık olan irfanı ifadede tam olur. Allah lafzı izafî sıfatların topu-
na delâlet eder diyoruz. Çünkü Allah, kendisine ibadet olunmaya müsta-
hak olan zâttır. İbadete müstahak olmak ise ancak icad ve ibda hususunda
istiklal ile olur. İcad etmekte istiklal ise tam kudret, nafiz irade, külliyât
ve cüziyât bütün malumâta müteallik ilim sahibi olmak ile olur. Ve işte 20
eylediği bir şey ile beraber ehad olmaz, bir şeye mahal de olmaz. Çünkü
böyle olan bir şey de ehad olmaz. Ne hâl ne mahal olmayınca hiç değişiklik
de olmaz. Ehad olunca vâhid olması da vâcib olur. Çünkü iki vâcibu’l-vü-
cûd farz olunsa vücud da iştirak etmiş, tayinde temayüz eylemiş olurlardı.
5 İştirak edilen ise temayüz edilenin gayri olacağından vâciblerin her biri de
mürekkeb olmuş olur. Binaenaleyh ehadiyet, vâhidiyeti de müstelzim olur.
Tam mânâsıyla tek olan, tam mânâsıyla bir olur.1
Fahr-i Râzî “ehad” nazm-ı celîli üzerinde bu izahatı verdikten sonra
sıfatların çok olması, yani Vâcibu’l-vücûd’un birden ziyade sıfatları olması,
10 zâtta çokluk etmeyeceğini de kısaca anlatmak için burada şöyle bir sual ve
cevap yapar:
Eğer denilirse: Bir şeyin ehad olması nasıl aklolunur, nasıl düşünülür?
Çünkü bir hakikat ehad olmakla tavsif olununca burada bir o hakikat, bir
o vâhidiyet, bir de ikisinin mecmuu yok mu? Bu ise ehad değil, “sâlis-i selâ-
15 se = üçün biri” olmaz mı? (Bu ise Nasâra’nın İsa hakkında söylediklerinin
aynıdır.)
Cevap: Ehadiyet o hakikate aiddir. “Ehad” diye hükmolunan zât, o ha-
kikatin ta kendisidir. Onunla ehadiyetten husûle gelen mecmu değildir.
Yani ne üç ne de iki zât yok; cüzsüz, şeriksiz her kemâl kendisinin olan bir
20 tek zât vardır. Zâtî ve kemal sıfatları ile ehadiyet kendisinden ayrılmayan
vücudu vâcib olmakla tapılacak ancak bir tek ilâh vardır ki o Allah’tır. Al-
lah ism-i celâli hakikatte en güzel sıfatların sübûtî ve selbî hepsinin sahibi,
hepsi kendisinde toplanmış olan Hak Teâlâ’nın ism-i zâtı, Ehad ismi de
cüz ve şeriki nefyederek bütün sıfât-ı selbiyenin ifadesi olduğu için “Allahu
25 Ehad” kelâmı, Allah Teâlâ’nın izafî, selbî bütün sıfatları ile zâtının birliğini
ifade etmiş olur.2
Aziz üstadım rahmetli Hamdi Yazır da Fahr-i Râzî’nin bu izahlarını
aldıktan sonra burada şöyle bir mütelâa yürütür:
Şüphe yok ki bütün mesele, âlemde kendimiz de dahil olduğumuz hâl-
30 de yok iken var, var iken yok edilip durduğunu görmekte olduğumuz afâkî,
olan bir kemâl, bir hüsn ü hayr mülâhaza edilmiş olmaz. Olmayınca da
bir hamd u senaya lâyık olup olmadığı tanınmış olmaz. Hâlbuki ulûhiyet,
mâbudluk her hamd ve medhe istihkakı ifade eden sübutî ve selbî, namü-
tenahi kemal sıfatlarının güzellik, yükseklik nisbetlerinin hepsini toplayan
en has en mümtaz bir sıfattır. Ve bu imtiyaz ve ihtisas, onun hakikatten 10
Allah ancak, tek ilâhtır”. Subutî olduğu için de vücudunun vâcib olması,
ilim, kudret, tekvin, rubûbiyet gibi sıfât-ı sübutiyenin hepsini câmi ehas
sıfattır. Bundan dolayıdır ki Razî, Allah isminin sıfât-ı sübutiyenin hepsini
kendisinde toplayan bir ism-i zât olduğunu söylemiştir. Mamafih yalnız
sıfât-ı sübutiyeyi değil, sıfât-ı selbiyeyi de ihtiva ederek sabit olan bir sıfât-ı 25
25 Hulâsa
Allah, zâtî sıfatlarının hepsinin bir araya gelmesinden vücud bulmuş mü-
rekkeb bir mahiyet değildir. Yani O’nun zâtı, sıfatlarının muktezası değil,
sıfatları zâtının muktezasıdır. Sıfatın hakîkî mânâsı da budur. O’nun vücudu
bi-zâtihi vâcib olduğu gibi, sıfatları da başka olarak değil, ayn-ı zâtıyla vâcib-
30 tir ve biz sıfât-ı ilâhiyeyi düşünmekle edindiğimiz mefhumlardan nefsimizde
Allah Teâlâ’nın hüviyetini teşkil eden bir mefhum edinmiş olmayız. Ancak
O’na olan nisbet ve ihtiyaçlarımızı duymuş ve O’nun tecellilerine delâletler
elde etmiş, esmâ ve ahkâmına marifet hâsıl eylemiş oluruz.
Fatiha sûresinde bütün hamd ü senanın Allah’a mahsus olduğu beyan
olunurken Allah ism-i zâtı, ulûhiyet vasfı ile bütün kemal ve cemal sıfat- 5
larının hepsini birden câmi olduğu anlatılmak üzere bütün yüksek nisbet-
lerin toplandığı “Rabbi’l-âlemîn, er-Rahmâni’r-rahîm, Mâliki yevmiddin”
sıfatlarıyla tavsif olunup ibadet ve istiane O’na tahsis edilmiş, sonra da
bu esmâ ve sıfat âleminin delâleti ve Kur’ân’ın beyanatıyla tafsil olunup
nihayet O’nun zât ve sıfatlarının ehadiyeti karşısında bütün çoklukların 10
zin ilâhınız, tek bir ilâhtır, O’ndan başka tapılacak yoktur”1 mealinde olur.
1 Bakara 2/163.
464 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
“La ilâhe illallah = Allah’tan başka ilâh yoktur” kelime-i tevhidiyle umu-
mun mükellef olduğu ve herkes için anlaşılması kabil olan tevhid de bu-
dur. Yani ulûhiyette şeriki olmadığını söylemektir.
Selefiyeden Hafız İbn Receb, Allah Teâlâ’nın hem ilâhiyetinde, hem
5 rübubiyetinde vâhid olup ondan başka ne mâbud ne rab olmadığını söyler.
Hulâsa
Allah hem zâtı hem sıfatları hem efali bakımından vahdet-i kâmile ve
hakîkîye ile vâhiddir. Evvela zât, zâtında tevhid edilmedikçe sade sıfatların-
da tevhid, şirkten ibaret olur. İki, üç şey bir sıfatta birleşebilir, şirket deni-
10 len de müteaddit zâtların bir şeyde veya birkaç şeyde birleşmesinden başka
bir şey midir? Müşriklerin yaptığı da müteaddit zevâtı ilâhiyet vasfında
vahdet-i cinsiye veya neviye ile birleştirmektir. Nasâra da tesliste “Baba
ilâh, kendi ilâhlığı cevherinden oğlu ve Ruhu’l-Kudüs’e birer cevher ver-
miş, her biri birer ilâh olarak üç uknum; yani Rab, İbn, Ruhu’l-Kudüs üç
15 zât hem cevherde hem ilâhiyet ve sıfatta birleşip bir ilâh olmuş” demekle
evvela Allah’ı bir cevherden üç sahsa tecezzi ettirip sonra da üç şahsı cev-
herlerinin cinsiyle sıfatında birleştirerek bir şahıs yapmışlar ve bu sûretle
üç zâtı hem cevherde hem sıfatta teşrik ederek soy adında birleştirir gibi
birleştirmişler. Üç şahıs bir şahıstır, üç ilâh bir ilâhtır, çünkü cevherleri bir,
20 sıfatları bir demişlerdir.
Bütün bunlara karşı her türlü şirk şaibelerini nefyile teşkikleri izale için
Allah Teâlâ’nın ehadiyetini tanıtmak üzere “Kul huvallahu ehad” buyurul-
muştur. Binaenaleyh, “Allah birdir” demek, gerek zâtı gerek esmâsı hangi
nokta mülâhaza edilirse edilsin hep birdir. Hiç şeriki ve benzeri olmayan bir
25 tek hakikattir. Onun için ilâhlık O’na mahsustur. O, ilâhiyette de hakîkî
ve zâtî birlikle birdir demek olur. O’nun vahdeti, adette vahdet dediğimiz
kesrette vahdet değildir. Kesret, O’nun halk sıfatına râci olan mahlûkatın-
da, mülkündedir ki O’nun bir emriyle var bir emriyle yok olan neseb ve
izafâtından ibarettir. Adet tarikiyle vâhid, içinde parçası veya dışında misli
30 mümkün olan vâhid demektir. Bu ise ekmel mânâsıyla vahdet-i hakîkîye
değildir. Allah Teâlâ’nın “Kul huvellahu ehad” nazm-ı celîlinde tarif edilen
birliği ise ne içinde ne dışında kesir (parça) ve misil mümkün olmayan ve
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 465
her mânâsıyla şirk ve taaddüdü nefyeden birliktir. O’na evvel demek ikincisi
var demek değil, kendisinden evvel bir şey yok demektir. O’na âhir demek
de O’ndan evvel var demek değil, O’nun lâhıkı yok demektir. Onun için
O’na evvel ve âhir isimleri söylenirken birlikte söylenmelidir. O’na adette
anladığımız mânâ ile mebde demek de doğru değildir. O, kendisine mümasil 5
bir ikincinin başlangıcı değildir. Hatta esmâ-i hüsnâda “mebde” ismi varid
olmamıştır. Mübdi ve muîd isimleri varid olmuştur. Sayılmağa kalkışılacak
olursa O’na bir denilir kalınır. O, her noktadan bir, hep bir hep tektir.
İmam-ı Azam Fıkh-ı Ekber’inde “Allah Teâlâ adet cihetinden değil şeri-
ki ve benzeri olmamak bakımından birdir” demekle bu mânâyı anlatmak 10
Tefsir
﴾ ُ َ َّ ﴿ َا ّٰ ُ ا
ـ ا ـ. ا ـ ـ ف ـ وا א ـ ــא ا ـ ي أ:ـ ان ـ ـ ا ـ، ا ـ 15
Tercüme
“Allahu’s-samed = Allah; O hep bir, her dileğin mercii, her şey kendisi-
nin ve kendisiyle kaim, O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç olmayan 25
15 Şerh ve İzah
İhlâs sûresinin iki kelimeden ibaret olan bu âyetini tercüme etmek im-
kân haricinde olduğunu söylersek hiç de mübâlağa etmiş olmayız. Samed
kelimesinin lügat bakımından iki esaslı mânâsı vardır:
1. Hiç cevfi, boşluğu olmayan eksiksiz, gediksiz, deliksiz, nüfuz edil-
20 mez bir şey demektir. Buna dilimizde “som” tabir olunur. Nitekim lehçede
som, yekpare, suld, kavi, bütün, içi dolu, kaplama olmayan diye tarif edil-
miş ve som gümüş, som pelesenk, som abanoz tabirleriyle istişhad eylemiş-
tir. “Som sırma” sözü de meşhurdur.
Bunda halislik mânâsı vardır. Fahr-i Râzî’nin beyanına göre, lisancı-
25 lardan bazıları “toz kabul etmez, bir şey girmez, bir şey çıkmaz emles yani
yalabık taşa da samed denilmiştir” ki bu, bizim som taş tabirimiz gibidir.
Bu mânâ, ihtiyaçsızlıktan gınâ-i tamdan, kemâl-i alâdan kinaye olur.
2. İkinci mânâsı, masmûd-u ileyh, yani kasd doğrudan doğruya kendi-
sine müteveccih olan maksud demektir. Bu mânâ ile bir kavmin seyyidine,
1 Yani umum-i müşterek sûretiyle demektir. Hanefilere göre umum-i müşterek muteberdir. İbni Sînâ da
sadece filozof olmayıp aynı zamanda Hanefi fakihlerindendir.
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 467
Hulâsa
20 Bahis hayli uzadığı için şöyle bir hulâsa yapmayı muvafık buluyorum:
Diğer bazı âyetlerin delâletlerinden de anlaşılıyor ki müşrikler kendile-
rince Allah’ı ve ulûhiyeti tanıyorlardı. Fakat O’nun ulûhiyette bir oldu-
ğunu tanımıyorlar, buna inanmıyorlardı. Allah isminin ve ulûhiyet sıfa-
tının birliği iktiza ettiğini bilmiyorlardı. Onun için muhtelif hacetlerini,
25 dileklerini, muradlarını, maksutlarını birden fazla ilâhlarda, putlarda ve
sanemlerde arıyorlar ve muhtelif mertebelerde ilâhlar olacağını düşünü-
yorlardı. Onlar bilmiyorlar, anlamıyorlardı ki ulûhiyet, samediyet ifade
ettiği ve mabud demek en baş metbu demek olduğu gibi en baş olmak
da bir olmayı iktiza eder. Bu itibarla bütün maksadlar, bütün samediyet
30 bir tek maksudda, bütün kâinatın yaratıcı olan bir tek hak ilâhta toplanır
İşte ulûhiyetin her vechile hakîkî bir vahdet icab ettiğini bilmediklerin-
den dolayı bu hakikat kendilerine haber verilirken evvela O’nun mutlak
zâtına işaret veya ehemmiyetine itina olunmak üzere “Hüvallahu ehad”
buyurularak bilmedikleri o büyük hakikatin (Allah’ın) bir tek olduğu ha-
ber verilmiştir. Buna karşı gönüllerine gelen “Bizim bildiğimiz ve duydu- 15
ğumuz bunca muhtelif, herbiri başka başka olan ihtiyaçlara, türlü türlü ha-
cetlere ve dileklere bir tek Allah nasıl yetişir?” gibi bir tereddüdü kaldırmak
için de her haceti bitirecek, her maksada erdirecek eksiksiz gediksiz som
gani, som maksud ve yegâne merci ancak bir tek Allah olduğunu anlatmak
üzere hasr ifade eden bir lâm-ı tarif ile “Allahu’s-Samed” buyurulmustur. 20
1 Sâd 38/5.
470 METİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Tefsir
﴾ ْ َ ُ َ ﴿ َ َ ِ ْ َو
ْ ْ
ــ ــ د ــ ــ إ ــ و ــאج إ ــ وأ ــ ــ ا ــא ــ ــ א أن ا ــכ
ّ
ـ أن ـ ـ ـ د ـ כ ا א ــאت ـ ـ א أ ـ ـ دات و ـ ا ــאض ا
ّ
5 א ــא ا א ـ ـ ا ـ ا ـ ـ ـ ــא ـ ا ـ ـ ا و ــאم أ ـ ــא כאن. ـ
ـ و ـ ده و ـ ُد ـ כא ـ א ـ ـ כ ـ و ـ ـ ـ، ـ ا ــכ وإ ــאد ا ــכ
ـ א ــאدة وכ ــא כאن אد ـ ًא أو כאن ـ،ــא إ ا ـ ا ــאدة و ـ ـ.ـ ه
« ـ ـ ـ ـ ا ــכ م כـ ا » ـ ـ ـ .כאن ـ ًا ـ ـ ه
ــא ـ ـ : وأي إ ــאرة ـ ـ ه ا ـ رة ـ ل أ ـ ـ א ـ ه ـ ؟ ـ: ئـ ـ
10 ـ و ـ ا ـ ي ا ـ أ ـ أول ا ـ رة כـ ه وכא ـ، כـ ـ א ـ وا ــאر ـ ى أ ـ ـ
. اـ ـ ـ אرة ـ ـ ه ـ כـ ن ـ ـ ا ـ و ـ أن כـ ن ـ اً وإ כא ـ
ا ـ ارد ـ ا ـ آن ـ ا אئ ـ א ـ ـ و ـ أن ا، ـ ـ ـ ـ و ـ ـ ا
ـ ـ ا ـ ء ـ ؛ ـ ن ــא כـ ن و ـ أن ا ـ ـ أن: ـ ا ا ـ وا و ـ ـ د ا ـ
وذ ــכ. ـ أن ـ כ ـ ت א ـ ا ـ وا ـ إ ــא. و ـ و وا ـ ــאل ـ ـ ـ
15 כـ وا ـ ا ـ د א ـ، ـ ـ وכ ــא כאن אد ـאً כـ ن א.ــא ـ ا ــאدة כ ــא
.ـ ه ـ ـ و ـ ـ،ـ ـ ـ ه ـ ذن، ـ
Tercüme
“Lem yelid ve lem yûled = Allah doğurmadı ve doğurulmadı; Zât-ı
Hak, doğurmaktan ve doğurulmaktan münezzehtir.”
20 Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri kendisini tarif buyururken “es-Sa-
med” demekle her şeyin kendisine müstenid ve muhtaç olduğunu, bütün
mevcudâta vücud veren, bütün mahiyât üzerine cûd-i ilâhisiyle bol bol
varlık veren kendisi olduğunu beyan ettikten sonra “Lem yelid ve lem yû-
led” demekle de kendisinden mislinin suduru[nun] mümteni olduğunu
25 beyan buyurmuştur.
Evet, kendi hüviyeti; yani hüvîyet-i ilâhiye bütün mahiyât üzerine vü-
cud ifaza eden, yok iken onları var eden ve hepsini icad mânâsına olan
ulûhiyeti iktiza edince kendi vücudundan kendisinin bir misline de vücud
ifaza etmesi ve bu sûrette kendisi için bir oğul olması da tevehhüm edildiği
30 için Hak Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri “Lem yelid ve lem yûled” kavl-i
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 471
bir şeyden misli, benzeri infisal etmek, ayrılmaktır. Zira, kendisi için misli
olmayan şeye “çocuğu var” denemez. Cenâb-ı Hak’tan misli infisal etmedi,
çünkü infisal ve ayrılmak, infiali (teessürü) iktifa eder. Çocuk ancak mahi-
yet-i neviyesi çoğalırsa olabilir. Mahiyet-i neviyenin tekessürü ise -yukarıda
beyan olunduğu vechile- madde sebebiyledir, maddiyeti icab eder. Hâlbu- 25
Şerh ve İzah 30
EKLER
Celâleddîn Devvânî’nin İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi Tefsiri’ne Hâşiye’sinin
Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Şehid Ali Paşa Bölümü 321’de
kayıtlı yazma nüshasının başından ve sonundan görüntüler.
474 EKLER - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 475
Meçhul bir müellif tarafından kaleme alınan İbn Sînâ’nın İhlâs Sûresi
Tefsiri’ne Şerh’inin Konya Yusuf Ağa Yazma Eser Kütüphanesi 8218’de
kayıtlı yazma nüshasının başından ve sonundan görüntüler.
480 EKLER - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
KAYNAKÇA
1. Türkçe Kaynaklar
Abdullah, Abdurrahman el-Hatib. “Tefsiru Sûreti’l-İhlâs li’ş-Şeyh Ebi Ali
el-Hüseyin b Abdillah b. Sina”. Mecelletu’ş-Şeria ve’d-Dirasâti’l-İslamiy-
ye. 1423/2002, c. XVII, sy. 51.
Abduh, Muhammed. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Kerim: Cüz’ü Amme. Kâhire:
el-Cemiyyetu’l-Hayriyyetu’l-İslamiyye, 1341.
Ahmed b. Hanbel. el-Müsned I-XXVI. Kahire: Muessesetu’r-Risale,
1416/1995.
el- Âsî, Hasan. et-Tefsîru’l-Kur’âni ve’l-Lugatu’s-Sûfiyye fî Felsefeti İbn Sînâ.
Beyrut: 1403/1983.
Akbay, Cevdet. Celaleddin ed-Devvânî ve Tefsir-u “Kul ya Eyyuhel Kâfirûn”.
Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniveristesi, 1987.
el-Askalânî, İbn Hacer, Ahmed b. Ali. Fethu’l-Bâri bi-Şerhi Sahîhi’l-İmam
Ebi Abdillah Muhammed b. İsmail el-Buhârî I-XIII. (thk. Abdülkadir
Şeybe el-Hamd). Riyad: 1421/2001.
Anay, Harun. “Devvânî”. DİA. 9: 257. İstanbul: Diyanet Vakfı Yayınları,
1994.
Ateş, Süleyman. İşârî Tefsir Okulu. Ankara, 1974.
Bağdatlı İsmail Paşa. İzahü’l-meknun fî zeyl-i ala Keşfü’z-zünun an esami’u’l-
kütüb ve’l- fünun. (tsh. Şerefettin Yaltkaya, Kilisli Rifat Bilge). 2. bs.,
İstanbul : Millî Eğitim Bakanlığı, 1972.
…………………. Hediyyetü’l-arifin esmâi’l-müellifin ve asarü’l-musannafin. (trc.
Kilisli Rifat Bilge; (tsh. İbnülemin Mahmûd Kemal İnal, Avni Aktuç).
Ankara: Millî Eğitim Bakanlığı, 1955.
Beğavî, Ebû Muhammed Hüseyin b. Mesud. Meâlimu’t-Tenzil I-VIII. Ri-
yad: Dâru Tayyibe, 1409.
Bekiroğlu, Harun. “Bir Felsefî Tefsir Örneği Olarak Muhammed Hâ-
dimî’nin İbn Sina’ya Ait İhlâs Sûresi Tefsirine Hâşiyesi”. Hitit Üniver-
sitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2013/1, c. 12, sy. 23, s. 137.
Beyhakî, Ebû Bekir Ahmed b. el-Hüseyn. Şuabu’l-İman I-X. (thk. Mu-
hammed Zağlul). Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut, 1990.
482 KAYNAKÇA - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Kahire, 1412/1992
Garâbe, Hammûde. İbn Sina: Beyne’d-Din ve’l-Felsefe. Dâru’t-Tıbaa
ve’n-Neşrş’l-İslamiyye, t.y.
Gazalî, Ebû Hamid. el-Maksadu’l-Esnâ fi Şerhi’l-Esmâi’l-Hüsnâ. Kahire:
Mektebetu’l-Kur’ân, t.y.
Gazzâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed. Cevâhiru’l-Kur’ân ve
Dureruhu. Beyrut: Dâru İhyai’l-Ulûm, 1411/1990.
Gazzâlî, Ebû Hamid Muhammed b. Muhammed. Mişkatu’l-Envar.
(thk. Ebu’l-Ala Afifî). Kahire: Daru’l-Kavmiyye li’t-Tıbaati ve’n-Neşr,
1382/1964.
Göktaş, Salih. Ebu Said Muhammed el-Hâdimî ve Hâdim. Konya, 1985.
Güney, Ahmet Faruk. “Bir Felsefî Tefsir Örneği Olarak Ahmet Hamdi Ak-
seki’nin İbn Sina’nın İhlâs Sûresi Tefsiriyle İlgili Telif Ettiği Tercüme ve
Şerh”. Kutadgubilig Felsefe-Bilim Araştırmaları Dergisi. Ekim 2011, sy.
20, s. 289-339.
el-Hillî, Cemaleddin Hasan b. Yusuf. Keşfu’l-Murâd fi Şerhi Tecrîdi’l-İ-
tikâd. Beyrut: Müessesetu’l-A’lemi’l-Kutub, 1988/1408.
İbrahim Ali Seyyid Ali İsa. el-Ehâdîsu ve’l-Âsâru’l-Vârride fî Fezâili Suve-
ri’l-Kur’ani’l-Kerim: Dirasetun ve Nakd. Kahire, 2001/1421.
İbnu’l-Esir, Mecduddin Mubarek b. Muhammed. en-Nihâye fî Garî-
bi’l-Hadîs I-V. (thk. Tahir Ahmed ez-Zâvî-Mahmud Muhammed et-
Tanâhî). Kahire: Daru İhayi’l-Kutubi’l-Arabiyye, 1963.
İbn Hişam, Ebû Muhammed Cemaleddin Abdülmelik. es-Siretü’n-Nebe-
viyye. (thk. Süheyl Zekkar). Beyrut, 1992.
484 KAYNAKÇA - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Sarıkaya, Yaşar. Merkez ile Taşra Arasında Bir Osmanlı Alimi: Ebu Said
el-Hadimî. İstanbul, 2008.
Sezgin, Fuad. Târîhü’t-Türasi’l-Arabî, (thk. Mahmûd Fehmi Hicazi, Fehmi
Ebu’l-Fazl). Kahire, 1977.
Suyûtî, Celaluddin Abdurrahman. el-İtkan fi Ulûmi’l-Kur’ân I-II. (thk.
Mustafa Dîbilbuğa). Dımeşk: Dâru İbn Kesir, 1993/1414.
…………………. Lubâbu’n-Nukûl fî Esbâbin’-Nuzûl. Beyrut, 1994/1414.
ح כ ، ا
אرכ אه )ت(١٣٨٢/٧٨٤ . ا :ك
אه .١٢٥٣ ﭼاب وا אرات وכ ا כ دا כאه دو ،ا
، أ لا ا ا حا
د ا ا )ت،(١٣٩٠/٧٩٢. ا :
،وت .١٩٥٧/١٣٧٧ ا دار ا כ
(، ح אئ ا אت ) ا ح ا אئ ا
ا وا )ت(١٥٠٢/٩٠٨ . أ لا ا :أ
כ ا ق ا و ،ا א ة ،ب.ت.
ا כ ، ح כ אب
ا אري )ت(١٦٠٥/١٠١٤ . :ا אم
وت .١٩٧١
ا כ م، حا ا
)ت(١٤١٣/٨١٦ . א ا ا ا :أ ا
، ا ا ح
)ت(١٣٥٥/٧٥٦ . ا أ ا ا :أ ا
وت .٢٠٠٤/١٤٢٤ ، دار ا כ ا
אن، ا
)ت(١٠٦٦\٤٥٨ . ا כ أ أ
وت .١٩٩٠ ، ل( ،دار ا כ ا ز א :أ )
، אء :ا ا
א)ت(١٠٣٧/٤٢٨. ا :أ
،ا א ة ١٩٥٦/١٣٧٥ وا ( ،وزارة ا :أ ا )
ا אء :ا אت،
א)ت(١٠٣٧/٤٢٨. ا :أ
،ا א ة ئ نا א ا زا – ا ب ا ( ،ا ئ ا א : )
.١٩٦٠/١٣٨٠
אري، ا ا א ا ا אم أ ح ا אري
)ت(١٤٤٩/٨٥٢. ا :أ
( ،ا אض.٢٠٠١/١٤٢١ ، ا ا אدر : )
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 489
א ، ا אوى ا א
)ت(١٣٨٤/٧٨٦. ر אري ا ا ءا א ا :
،ا .١٩٩٦/١٤١٦ : :אد
אن، אوى א
אن وب א يا ا وز א را ا :أ ا א
)ت(١١٩٦/٥٩٢.
،وت .٢٠٠٩ دار ا כ ا
، ح א ا ا
ا ؤوف ا אوي :
وت .١٩٧٢\١٣٩١ ، دار ا
ي، ا ا א
دي )ت(١٥٠٣\٩٠٨. ا א :כ אل ا
ل.١٣٠٨ ، ا א ة ،إ ا
، ا א سا
روزآ אدي)ت(١٤١٥\٨١٧ . ب :أ ا א
١٤١٥\١٣٥٧ ن، دار ا
אء ا כ ، כ אب
)ت(٩٣٤\٣٢٢ . אد ا و :أ
وت .١٩٨٤\١٤٠٤ ، ا ( ،دار ا כ أ ا : )
، א א א أر כ אب أ
.١٨٨٢ (، رخ د : )
و ها و ؛ و نا ا ا אئ ا כ אف
ي )ت(١١٤٤/٥٣٨. ا د אر ا أ ا א
،روت .١٩٩٥/١٤١٥ دار ا כ ا
، ا
)،ت(٨٥٥/٢٤١. א ا ا أ أ :أ
وت .١٩٩٥/١٤١٦ א ، ا
כאة ا ار،
ا ا )(١١١١\٥٠٥ أ א
،ا א ة .١٩٦٤\١٣٨٢ א وا ( ،دار ا :ا כ رأ ا )
490 ARAPÇA KAYNAKLAR - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
C-Ç G
ca‘l 70 Gazzâlî 17, 19, 22, 76, 92, 112, 192,
292, 310, 364, 414, 426, 483
D
H
Dâvûd-i Kayserî 22
Debbâğî 2, 21, 125, 126, 130, 132, 211 Hadd 286
Devvânî 2, 21, 23, 49, 50, 51, 52, 54, Hadd-i tam 286
56, 58, 62, 132, 196, 198, 200, 202, Hallâc-ı Mansur 18
258, 308, 338, 427, 446, 481, 482, Hatîb ed-Dımeşkî 204
485 heyula 76, 88, 324, 400
Horasan 5
E Hüve 20, 28, 44, 64, 66, 80, 106, 108,
Ebû Hanîfe 192, 198 110, 138, 154, 160, 164, 196, 216,
Ebu’l-Kasım Muhammed b. Abdurrah- 218, 228, 238, 240, 250, 262, 264,
man 21, 26, 351, 354, 482 284, 286, 300, 310, 314, 318, 320,
ehad 15, 16, 28, 32, 36, 38, 42, 44, 56, 326, 336, 342, 356, 366, 372, 425,
58, 62, 64, 78, 86, 88, 94, 96, 104, 427, 429, 430, 440, 441, 449, 451,
108, 114, 116, 118, 120, 122, 134, 453, 454, 455
492 DİZİN - İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri
Hüve hüve 138, 228, 238, 310, 336, 372 küçük öncül 136, 138, 142, 144, 146,
Hüviyet 28, 40, 74, 160, 162, 220, 236, 148, 150, 180, 226, 228, 252, 262,
238, 308, 310, 364, 366, 439 268, 280
Hz. İsa 402, 404, 410
L
I-İ Lâ hüve illa hüve 436, 437
İbn Hacer 356, 364, 481 Lâzım 32
İbn Kesîr 62 Lâzımlar 196, 246, 368
İbn Sînâ 2, 13, 17, 18, 19, 20, 21, 22, Li-zâtihi hüve hüve 140, 142, 150, 282,
23, 24, 25, 26, 27, 28, 38, 50, 51, 304
52, 54, 60, 66, 68, 70, 74, 76, 78,
80, 82, 84, 86, 88, 92, 94, 96, 98, M
104, 108, 125, 126, 130, 132, 134, Mahiyet 42, 66, 90, 276, 328, 338, 434,
136, 138, 140, 144, 150, 152, 156, 435, 471
160, 162, 168, 170, 174, 176, 180, Mebde-i evvel 30, 154, 160, 262, 304,
182, 184, 186, 188, 210, 211, 214, 358, 368, 378, 390, 430, 434, 437,
216, 220, 224, 228, 230, 232, 234, 440, 444, 445, 451, 458, 468
242, 264, 268, 270, 272, 274, 278, Mebdeiyyet-i küll 32
280, 286, 288, 290, 297, 298, 300, Medine 5
302, 330, 334, 336, 340, 344, 351, Mevâkıf 190, 192, 232, 456, 482, 484
352, 354, 356, 358, 362, 368, 370, Molla Fenârî 22
372, 376, 382, 384, 392, 394, 396, Muhammed Abduh 446, 467
400, 406, 408, 414, 418, 419, 420, Mümkün 70, 104, 344, 376, 378
423, 425, 427, 428, 430, 431, 432, Mutlak hüve 66, 68, 134, 136, 138, 216,
433, 435, 437, 438, 440, 442, 443, 300, 302, 356, 429
445, 446, 447, 449, 453, 454, 456,
457, 458, 462, 472, 481 O-Ö
İlk İlke 68, 144, 146, 148, 150, 154, Osmanlı 4, 21, 22, 27, 49, 125, 209,
160, 164, 166, 170, 176, 218, 244, 210, 482, 483, 486
246, 250, 252, 258, 262, 304, 314,
318, 322, 358, 390 R
İmam-ı A‘zam 192 Ruhu’l-Kudüs 464
İslam felsefesi 24
S-Ş
İstanbul 2, 5
İzafî 74, 76, 162, 218, 232, 272, 306, Sa‘dî 198, 200, 202
308, 360, 362, 439, 457 Şam 5
Samed 38, 90, 92, 108, 114, 116, 132,
K 174, 176, 266, 268, 270, 290, 326,
Kasım Toyserkâni 50 328, 330, 382, 392, 394, 398, 406,
Keşşâf 58, 60, 64, 426, 486 465, 466, 467, 469, 470
Kitabu’l-Burhan 80 Selbî 232, 362, 374
Kitap 2 Selbî lâzım 374
Konya 5 Semerkant 5
İhlâs Sûresi Tefsiri ve Şerhleri 493
Şerefeddin Yaltkaya 23, 27, 28, 34, 418, 244, 250, 252, 254, 258, 262, 268,
419 302, 308, 346, 348, 396, 398, 402,
Şeyhu’r-Reis 132, 134, 186, 196, 202, 412, 430, 435, 437, 442
368 Vâcibu’l-vücûd 20, 66, 68, 90, 140, 142,
Seyyid Şerif Cürcânî 49, 264, 324 144, 146, 150, 152, 154, 156, 158,
Şihab 198 160, 164, 174, 216, 218, 230, 246,
Sudur 166, 390 264, 266, 268, 270, 300, 304, 314,
328, 358, 360, 396, 402, 406, 426,
T 427, 430, 432, 433, 435, 436, 437,
Teftâzânî 49, 232, 486 438, 439, 440, 441, 443, 444, 445,
Türk 4 446, 447, 448, 449, 454, 455, 457,
458, 459, 460, 461, 466, 468, 471,
U-Ü 472
Ukûl-i aşere 445, 447 Vahdet 20, 36
Ulûhiyet 172, 188, 196, 250, 268, 288, Vâhid-i hakîkî 32, 172
344, 394, 408, 461 Var olan 392
Vücûb-i vücûd 34
V
Vâcib 50, 68, 92, 100, 102, 144, 154,
160, 218, 220, 222, 228, 240, 242,