Professional Documents
Culture Documents
A. Hamdi Akseki - İslam Dini - - 7М329ь
A. Hamdi Akseki - İslam Dini - - 7М329ь
A. HAM DI A K SEK İ
Yirminci Baskı
Uu eser. Diyanet İşleri başkanlığınca
Islâm dîni
İtikat; İbâdet ve A h l â k
Y a z a n
A. H AM DI A K SE K İ
Yirminci Baskı
19/7/1933
m E>Yı
4
Ş u n u da söylemeliyim ki: İmam ve hatîbler için düşünülm üş olan b u ki
tap tan Türkçe bilen ber m üslüm an istifâde edebilecektir. O kum a bilen her in
san, itikad, ibâdet ve ahlâk mes etelerini b u kitaptan kolayca ve kimseye m uh
taç olm adan öğrenebilecektir.
K itap kısa b ir m etin olm akla berâber, b u hususta bilinm esi lâzım olan
mes eleler tam âm en m evcuttur. B u nların izahlarını. inceliklerini, felsefelerini,
hikm et-i şer iyyelerini, istinât ettikleri şer’î ve aklî delilleri, m ezheb ve mücte-
hidler arasındaki ihtilâfları ve b u n lard an elde edebileceğim iz faydalan, bu ki
tab a şerh olmak üzere hazırlam akta olduğum büyük kitaba bıraktım . A llâh u
T e â lâ 'n ın izni ve yardım ı ile yakında onu da bastıracağım ı um arım (1). Tevfîk
ve hidâyet yalnız A lla h ’dandır.
A h m e t H am di A K S E K İ
İK İN C İ T A B İN Ö N S Ö Z Ü
A h m e t H am di A K SE K İ
D iyanet İşleri B aşkanı
BİRİNCİ BÖLÜM
D İN L E R V E M E Z H E B L E R H A K K IN D A l'M U M I M A L Û M A T
1 — D İN İN M Â H İY ETİ :
Son asırlarda bâzı filozoflar (2) tarafından (D tn-i tabiî) nâm iyle bir ta
kım esaslar ve um deler ortaya konulm uş ise de onlar hiçbir zam an hakiki dinin
ulvi m âhiyetini hâiz olam azlar. O n la r nihâyet birer felsefi meslekten başka bir
şey değildir. E sâsen insanlar tarafından uydurulacak bir din, veyâhut vücûda
getirilecek felsefe sistemi, hiçbir zam an beşeriyetin hidâyet ve saâdetini te’mi-
(1) Bu bahse d âir uzun ve felsefi bilgiye sahlb olm ak arzu edenler vaktiyle
yazm ış olduğum uz (Dini D ersler) üçüncü k itab ın birinci ve ikinci derslerine b a k
sınlar.
(2) F ra n sız Filozoflarından J a n J a k R u s o (1712-1778), R ö -
n a n (1823- 1892), J ü 1 S i m o n (1814-1896) ve bunların em sâli birçok
filozoflar, H ıristiyanlığın alm ış olduğu h u râfl şeklin m ü tefek k ir dim ağ ları ta tm in
edem iyeceğini görerek, vicdanların din İhtiyâcını, cem iyetin ahenk ve intizâm ını
te ’min için Dtn-i tab ii nâm iyle b irta k ım esaslar v az'etm lşler ve beşeriyetin saâd e
tini te'm in için böyle b'-r dinin lüzûm una k aail olm uşlardır.
ı
ne kâfi değildir. Ç ü n k ü valıiy ve ilham a istinâd elmiyen. kökleri o ulvî kayna
ğa dayanm ıyan. orad an fışkırmıyan bu gibi şeyler, insanların ruhlarının derin
lerine nüfuz edemez, kalblere asla hâkim olamaz. M uhtelif m illetler içinde ye
tişen en büyük m ütefekkirlerin asırlardanberi İlâhi dinlere sardm aları ve o n la
rı kabul etmeleri, b u dinlerin esas i’tibâriyle İlâhı vahye m üstenid olm asının
en arık delillerindendir.
B inâenaleyh, ahlâkın en sağlam istinatgâiıı dindir. D in olm adıkça fert
lerde yüksek ah lâk ve faziletten eser görülemez. Böyle fertlerden teşekkül et
miş olan bir cem iyetin intizam ve âlıengi de olam az. D înin yerini hiçbir şey dc
tutam az (1).
3 — b e ş e r iy e t îç în d în în lüzûm u 12) :
D in. cem iyetin nâzım ı olmak i libâriyle beşeriyete lâzım bir müessesedir.
B u müessese, ne k ad ar yüksek temellere, ne kadar derin hikm etlere daya
nırsa lüzûm u da o nisbelle artar. A lm an filozofu S c h o p c n h a u r (Şo-
penhavr 1788 - 1860)’ın pek güzel tasvir ettiği iizere. hayat, hırs ve arzudan
ibârettiı\ İnsan da garîziyât i'tibâriyle hırs ve arzunun esiridir. Böyle olan in
sanlar arasında içtimâi hayâtın teşekkülü m iitekaabil emniyet ve m eveddetin
teessüs edebilm esi için ferdin ferdî arzularına, nefsânî ihtiraslarına hâkim ol
m ası lâzım dır. Böyle olm adıkça içtimâi bir hayat yaşıyamaz. medenî olamaz.
G arîziyyât i’tibâriyle ihtirâsâtına bir had olm ıyan insanlar bu ihtiraslarını
m u tedil bir şeyle sokacak bir zâbıtaya m uhtaçtırlar ki. bu da dindir. D în î zâbı-
ta olm asaydı insanlar arasında ahlâki ve hukuki zabıtaların teessüs etmesi im
kânsız olurdu.
D in, ferdleri m ukaddes duygu ve i'liy atlaıla birleştirerek hem m illî vicdâ-
m vücûde getiren bir âm il, hem de cemiyetlerin yükselmesi ve tekâm ülü için
elzem bir m üessesedir. Ç ü n k ü din-i hak. ahlâkî fazilettir, mahz-ı adâletdir.
Filhakika, bugünkü felsefeye göre ahlâk, hürriyetimizi güzel kullanm ak il
midir. Bu telâkkiye n azaran da ahlâk ilmi, vazife ilm inden ibâret oluyor. V a
zife ise hayrın işlenmesi dem ektir ki. b u n u n husûlüne fazilet ıtlak ederiz. G ö
rülüyor ki: fazileti telkin ve te'yîd i’tibâriyle ahlâk ile din birdir. D in . in san
ları birtakım vazifelerle m ükellef tutm ak i’tibâriyle beşerî hürriyetin hüsn-i is-
ti’mâli usullerini tâyin ettiği gibi, iyiyi emir, kötüyü yasak etmesi süreriyle dc
fazileti telkin etm ektedir. A hlâkın herhangi biri cemiyet için lüzum unda şüp
he olm adığından gayesi fazîlet-i ahlâkiyyeyi takrir, hürriyetin hüsn-i isti'm â-
(1) Dînî D ersler üçüncü kitap , ikinci, üçüncü, dördüncü, altıncı, yedinci ve
sekizinci derslerde Dîn-i tab iî diye o rta y a atıla n esaslar teşrih edilerek dînin f e r t
le r ve cem iyetler için nasıl bir ih tiy aç olduğu uzun uzadıya m ü n âk aşa olunm uştur,
o ray a bakınız.
(2) Bu bahis, Saym Ü stad P ro fesö r Ş e m s e d d i n G ü n a l t a y ’ın
T ârih-i E dyân nâm ındaki m ühim kitab ın d an alınm ıştır.
8
lini te minelen ibaret olan dînin Iüzûm u bu suretle de tahakkuk etmiş oluyor
demektir.
D in. beşeriyet üzerinde çok kuvvetli, nafiz bir hâkim dir. Ç ünkü, menşei
kudsîdir. B u i tibarla cemiyetin ahengin.’ m uhafaza için, din zarûrî b ir âm il
dir. Z âb ıta-i diniye, in sandan hiçbir vakit ayrılm ıyan, nerede ve ne zam anda
olursa, onu dâim â taht-ı nezârette b u lu n d u ran bir hâkim dir. Bu hâkim , vicdan
larda en müessir b ir âm il olduğundan insanı gizli ve âşikâr her türlü fenâhk-
lardan alıkoyacağı gibi, her nevi iyiliklere de sevkeder.
D in sâyesinde llm -i İlâhinin gizli ve âşikâr her şeye taallûk eylediğini bi
len insan d a kuvvetli bir irâde hâsıl olur. Böyle kuvvetli bir irade ve seciye sâ-
hibi olan d in d ar fertlerden müteşekkil cemiyetlerde m üstem ir bir nizam ve âhenk
bulunur.
Felsefe-i ilmiye ulem âsınden A l e k s i B e r t r a n "M ûtekid k im
selerde mevcut olan îm an, ahlâk için pek kıymetli bir istinatgahtır ve bu nok
ta. aslâ cây-i iştibah değildir. A hlâk-ı dîninin aynı zam anda bir ahlâk-ı felse
fî olduğunda da şüphe yoktur." ifadesiyle bu hakikati i'tirâf etmekledir.
Beşeriyet için dinî ahlâkın ehemmiyet ve lüzum u pek büyüktür. Bir m il
let için ahlâkın sukutu kadar m üthiş bir felâket yoktur. Ingiliz hükem âsm dan
m eşhur H e r b e r t S p e n s e r ' i n "Evâm ir-i ahlâkiyye. m ukaddes olduk
ları beyân olunan m enşe'lerinde hâiz olm aları lâzımgelen hüküm ve kuvveti
bugün kaybediyorlar. A hlâk-ı dinînin bu sûretle inhitât ve zevâle yüz tu tm a
sı kadar m üthiş pek az felâket vardır." yolundaki telehhüfü ne kadar haklıdır!..
H u lâsa : D in. her türlü ahlâkî faziletin, hem menşei, hem de kuvve-i m üey
yidesidir. K avânîn-i ahlâkiyenin te’mîn-i cereyânı. âheng-i cemiyetin m uhâfa-
zası için kuvve-i müeyyide, ancak kudsî bir esâsa m üslenîd olan dindir.
D insizliğin içtim âi neticelerini nazar-ı i tibâra alm ak da insanı dînin lü-
zûm -ı içtim âisini i'tirâfa m ecbûr eder. D insizlik evvelâ ahlâk, sonra hukuk fi
kirlerinin ziyâını intâc etmektedir. Ç ünkü, din olm adığı takdirde ahlâk için bir
kuvve-i müeyyide kalm adığından dinsizlik her türlü kötülüğün intişar ve teves-
süüne ve neticede ahlâk fikrinin ziyâı ile cemiyetin inhilâl ve inkırâzm a sebep
olur. D insizlik aynı zam anda hukuk fikrini de yıkar.
D insizlik cemiyetlerin de yıkılmasını m ûcib olur. Ç ü n k ü cemiyet efrâdı
arasında ahlâkî tesânüt, ancak cemiyeti teşkil eden fertlerin i'tikad ve duygu
larının m üşterek olmasiyle hâsıl olur. D in. ortadan kalkınca tabiatiyle bu tesâ
n ü t de zevâl bulur.
D in in , cemiyet hayâtının zarûriyâtından b u lunduğu ve insanların dinsiz
olarak bir cemiyet hâlinde yaşıyam adıkları Fransız İnkılâbı hengâm ında görü
len ahvâl ve tezâlıürât ile kat'iyyen tahakkuk etmiştir. H ıristiyanlığa giydirilen
lıurâfi şekil, a sâr-ı ahirede m ütefennin dim ağları tatm in edememiye başlay ın
ca vicdanların din ihtiyâcını, cemiyetlerin âhenk ve intizâm ını te min için b â
zı mütefekkirler tarafından D in-i tabii nâm iyle bir din vaz'ına kalkışılmış olma-
9
sr, beşerî cem iyetlerin dinsiz kalam anıasından ve dinin, hayât-ı içtim âinin za-
rû rîyatm dan olm asından neş et etmiştir. F ilhakika din fikri zail olduğu gün,
beşeri cemiyetler tefessüh ederek am ansız ve akıbeti m eçhul bir anarşiye sü
rükleneceğinde şüphe yoktur. D in , gerek efradın, gerek ailenin ve gerek cem i
yetin saâdeti noktasından beşeriyet için en m übrem ve en lüzûm lu bir mües-
sese-i içtim âiyyedir (1).
4 — VİCDAN, D İN İN Y E R İN İ TU TA B İLİR M i?
T arih ve ahvâl-i beşerin tetkikatı açık bir sûrette gösteriyor ki. din fikri,
insanla beraber doğm uştur. Ç ü nkü, tarihî asırların hiçbirisinde b u n d a n haberi
10
t
olmayan bir millete lesâdüf edilemiyor. N erede insan varsa orada bir nevi îmân
ve ibâdet mevcûd olduğu bittetkik anlaşılm ıştır.
H attâ tarihten evvelki zam anlarda yaşam ış olanlarda bile din fikrinin, d i
nî hislerin varlığı inkâr olunam az b ir hakikat olm uştur. B u n d an da anlaşılıyor
ki, din. beşeriyetin Ievâzım ındandır. Beşeriyet yaşadıkça din de ebediyen y a
şayacak. fikrin, idrâkin, düşünce ve anlayışların yükselmesiyle d in -fik ri daha
ziyâde ve d ah a esaslı bir şekilde kuvvet bulacaktır, lngilizlerin ve h attâ d ü n
yânın en büyük filozoflarından H c r b e r t S p e n s e r (H. S p e n s e r
lfe20 - 1903) gibi kavânin-i tabîiyyeyi tetkik ve ihata etmiş olan filozofların:
İlmin terakkisi d ah a bedîhi bir sûrette isbât ediyor ki. hakikatini anlam adığı
mız vc anhyam ıyacağım ız bir V ücûd-ı M utlak vardır. Evvelini ve sonunu ta
savvur edemediğimiz b u ebedî kudret, her yerde tecellî ediyor ve her şey o n
dan zuhûra geliyor." demeleri de b u n u le'yîd eder.
6 — D İN İN M E N ŞE Î N E D tR ? AKLIN V A ZİFESİ :
11
birkaç m ezheb vardır. M ûtezile ye göre akıl, esâsât-ı dîniyeyi k a ti sûrette a n
layabilirdi. Eş ariyye ye göre akıl, yalnız hitûbât-ı Ilfthiyyeyi anlam aya bir
âlettir. B inâenaleyh, vahiy ve nübüvvet olm aksızın, akıl, din vc şeriatı anlı-
yamaz.
C üm hûr-ı H anefi ye göre, akıl, A llah ın varlığını ve diğer kem âlât-ı llâ-
hiyyeyi idrâk edebilir. N a z a r ve islidlâi ile b u n u anlam ak, akl-ı beşerin ha-
sâisindendir. O n u n için b u n u n la mükelleftir. F ak at b u n d an başka ahkâm-ı
dîniyye ve şer iyyeyi anlam ak, hitâbât-ı İlâhiyyeye m uhtaçtır. H ü lâsa : D în in
m âkul ve fıtrat-ı beşerde mevcut olduğunda b ü tü n İslâm M ezhebleri m ütte
fiktir. İhtilâf ettikleri nokta, ukıl ve fıtratın m üstakil bir m enşe olup olmama-
sındadır.
7 — D lN -t HAK, D lN -I TEV H İD :
İslâm i’tikaadına göre beşeriyetin ilk dini, ilham ve ta'Iim -i İlâhi üzerine
müesses b ir din-i tevhid. b ir din-i hakdır. Beşeriyet, tab iat sâhasına atıldığı
günden i'tib âren Y aradanı anlam ış ve b u n a ibâdet etmiştir. İnsanların dinde
olan ihtilâf ve sapıklıktan sonradan ân z olm a maraz! b ir hâletdir. Birçok âyet
ve hadisler b u n u nâtıktır.
(1) Dini D ersler, üçüncü kitab ın 9 uncu dersinde bu bahis ta fsil edilmlg ve bu
b â tıl fikirlerin n ek a d ar çürük ve esassız oldukları uzun u zad ıy a isb â t olunm uştur.
12
le. dinler târihi m ütehassıslarından birçokları da kabul etmektedir. Birçok let-
kikatdan sonra b u n la r da beşerin ilk mftbudu. H âlik-ı hakîkî; ilk dîni. Tev-
hîd o ld u ğ u n u söylemişlerdir. Son asrın filozoflarından Ş e I I i n g (1)
- 1854) ve emsâli de insanların tekâm üllerinin iptidâsm da bir nevi tev-
hîd-i nisbi akidesinde birleşm iş bulunduklarını söylüyorlar. B unların ifâdele
ri de netice i tibâriyle beşerin ilk dini A lla h 'ın birliğine inanm ak olduğunu
te y îd etm ektedir. Beşerin um ûm î tarihi de M ısır'da. İran ’da. H in d 'd e. Ç in ’
de T evhîd üzerine müesses bir dinin esas hatlarını gösterdiği gibi, tarih in ay
d ınlatam adığı birçok asırların içinde bu m illetlerin rûhânt reislerinin i’tikat
m eselelerini genişlete genişlete T evhîd dînini putperestliğe çevirdikleri görül
m ektedir. Ç ok eski zam anlara âid olup yeni yeni keşfolunan M ısır âsâ n n d a n
birinde : Semâv&t ve arzın rabbi olan A lla h , âlem in H âlikıdır; kendisi hal-
kolunm am ışiır. ne evveli ne de âhiri vardır." ibâreJeri yazılı olduğu görülü
yor (2).
8 — İN SA N L A R IN İLK M Ü RŞİD İ :
13
islinâd eden A nim izm (1) ve N alurizm nazariyeleri de esassız ve istinatsız bir
faraziyeden. fikrî b ir sapıklıktan ibâret kalıyor.
İslâm ulem âsı, dinleri, hâiz oldukları m ânevi kıymete göre tasnif etm iş
lerdir. B u esâsa göre dinleri 'H ak dinler , " B âtıl dinler ' diye ikiye ayırmak
îcâbeder. D in ler ne sûretle tasnif edilirse edilsin, netîce i'tibâriyle yine budur.
A blâkî fazilet üzerine kurulm uş, kudret ve iradesi b ü tü n k âin atta Hâkim, ilmi
Her şeyi kuşatm ış tek bir A llah ve onun Peygam berlerine im ân ve yalnız A l
la h 'a ibâdeti em reden dinler, Hak din: Hu evsaftan maHrûm olan dinler de b â
tıl dinler sınıfına dâhildir.
Biraz evvel de söylediğim veçhile, İslâm i'tik aad ın a göre beşeriyetin ilk
dini "D tn -i H ak", "D in -i Teoftîd’ dir. İlk peygam ber olan  dem , AIIaHu T eâlâ
tarafın d an vahy'e m azh ar olduğu tarihten i’tibâren insanlar bir A llâ h 'a ibâdet
etmişlerdir.
F a k a t sonradan, insan lar ihtilâfa düşerek bir kısmı saf i'tikad ve im ânını
m uhâfaza etmiş, b ir kısmı da doğru yoldan çıkarak dalâlet çukuruna düşm üş
lerdir. B u n u n üzerine A llah , zam an zam an Peygam berler gönderip doğru yol
d an çıkm ayanları m ükâfatla m üjdelem iş, sapkınlan da azâb ile korkutm uş ve
in san lara doğruyu, hak ve hakikati bildirm ek için de Peygam berlere K itaplar
indirm iştir. H er peygam ber hangi kavme gönderilm iş ise onları hak dine çağır
mış ve A lla h ’ın em irlerini bildirm iştir.
B irer hakikat ve hidâyet güneşi olan o büyük ad am ların gösterdiği yoldan
gidenler, hak din ve i’tikaadı m uhâfaza etmişler, onları dinlem iyenler de ka
ranlık içinde kalm ışlar; böylelikle birtakım Iıurâfeler ve bâtıl i'tikaadlar m ey
d a n a gelmiş ve beşeriyet arasına yayılmıştır.
10 — R Ü H lL ÎK VE ECDÂDA İBÂ D ET :
(1) A nimlsme, ru h la ra ibâdet dem ektir. A nim lzm ’i kabûl edenlere göre in san
ların bidayeti m u tlak b ir vah şettir. În san kendisinde, d ah a so n ra b ütün eşy âd a b ir
ru h bulunduğuna k a n a a t ederek k â in a tta v u k u a gelen şeyleri bu ru h lard an bilm iş
ler, b u n la ra k a rşı perestişe başlam ışlar ve bu sû retle dint ây in ler m eydana çıkm ış
tır. Bundan sonra n a tü ristllk denilen V esent’lik, d ah a so n ra d a Totem cilik, yâni
h a y v â n a ta perestiş vücûda gelm iştir. Bu n azarly elerln esâsı, vahşet-1 m u tla k a fa-
raziyesidir. O faraziye b âtıl olunca bunların d a esassız b ir faraziy e olduğu m eyda
n a çıkm ış dem ektir. B undan sonraki b ah iste b âtıl dinlerin nasıl çık tık ları izâh edi
lirk en b u m esele d ah a ziyâde ta v azzu h edecektir.
14
B u n lar m uhterem tanıdıkları b abalarının, analarının ve atalarının ru h la
rını iyi ru h lar sayarak, yerine göre kendilerine yardım edeceklerini düşünm üş
ler ve o n la n n yardım larını kazanm ak için o ru h lara tapınm ışlardır. Y ine bu
i tikaadın sevkiyledir ki, kendilerine düşm an olanların ruhlarını da, fena ru h
lar sayarak sebebini anlıy am adıklan birtakım hastalıklarla, kendilerine zararı
o lan şeyleri, o ru h ların y aptığına i’tikad etm işler ve b u sûretle ruhları, iyi ru h
lar, kötü ru h lar diye ikiye ayırm ışlardır. B inâenaleyh, iyi ruhların yardım ını ka
zanm ak, kötü ru h ların da zararın d an emin olabilm ek için onlara yalvarm aya,
onlar nâm fna hediyeler vermeye başlam ışlar ve bu sûretle ecdada ibâdet mey
d an a gelmiştir. H a ttâ H in d liler’in G an j. eski M ısırlılar ın N il nehrine, M e-
cûsîler’in ateşe, S âb iîler’in y ıldızlara tapınm alarının esasları d a hep budur.
B ugün A frik a’da, A m erik a’da, A v u stralya'da ve Bahr-i M u h it ad aların d a yaşa
m akta olan birçok vahşî kabilelerin i'tikadları da b u şekil rûhilik esâsına d ay an
m aktadır.
11 — R Ü H ÎL ÎK B E Ş E R ÎN ÎLK D ÎN Î DEGÎLDÎR :
12 — A D Î VE M ADDÎ ŞE Y L E R E TA PIN M A K :
H ak din in göstermiş olduğu yoldan sapm ış olan in san lar b ü tü n eşyâda bir
ruh oldu ğ u n a in an d ık tan sonra birtakım sebeplerin şevkiyle canlı ve cansız b ir
takım m addi şeylere de tapınm aya başlam ışlardır.
D in le r T ârih i, câhil kavim lerin tapındıkları b u gibi şeylere Fetiş nâm ını
verdiği gibi, b u n la ra tap ın an lara Fetişist ve b u i’tikaada da F etişizm ıtlak et
miştir. Y olunu şaşırm ış olan b u câhil kavimler, bir kısım eşyâda harikulâde bir
kuvvet o ld u ğ u n a inanm ışlar, en âdi bir m ahlûku, yaptığı bir şeyden dolayı ta
pınm aya lâyık görmüşlerdir.
M eselâ : Büyük b ir nehirde gördüğü büyüklüğü ve faydaları göz önüne
getirerek o n d a m üthiş b ir kuvvet ve ruh farzettiği ve onu ibâdete lâyık bir şey
saydığı gibi, insanı bir kere sokm akla zehirliyen bir böceğin akıl alm ıyacak k a
d ar dehşetli b ir kuvvete m âlik olduğunu sanarak ona tapınm ışlar ve sonra bu
höceği avlayarak yiyen b ir kuşu da aynı sûretle m ukaddes tanıyarak onu da
15
ibâdete lâyık görmüşlerdir. Böyle olmakla berâber, bunların nazarında da ta
p ın d an b u gibi şeyler bizzat m âbud değildi; bunlardaki kudsiyet. b u n lara hu-
lûl veya onda tecessüd eylediği i'tikaad o lunan ruhlardan ileri geliyordu. C e
nubî ve O rta A frika'da sâkin birçok kabilelerin i'tikaadını teşkil eden bu y a n
lış telâkkiler insan, dîn-i hak’ta n uzaklaştıktan sonra m eydana gelmiş en âdi bir
putperestliktir.
Bâzı vahşi ve câhil kabileler bir kısım hayvan veya nebâtı, kabilelerinin
ceddi i’tikaad ederek onları m uhterem ve m ukaddes saym ışlar ve gittikçe on
lara tapınm uya başlam ışlardır. B u nlar kabilenin ceddi diye inandıkları bu şey
leri kendilerinin hâm isi tanır, onlardan yardım bekler, onlar nâm ına kurban
keser, ziyâfetler verirlerdi. O n ların resimlerini bedenlerine vurdururlar, b u hay
v anların harekâtını taklide çalışırlar, dini m erâsim den başka zam anlarda o n la
rın etini yemezlerdi. A m erika'nın bâzı yerleriyle A v ustralya’da, A frika zencile
ri arasında b u bâtıl i’tikaad ve mezheb şâyîdir.
/
14 — GÖGE, AYA. G Ü NEŞE VE YILDIZLARA TA PIN M A K :
16
lald an 2059 sene evvel b ab asının tim sâlini yaparak insanları ona ibâdete mec-
b û r eylemiş olduğu söyleniyor (1).
15 — SEN EV ÎY Y E (H A Y IR VE ŞE R İL Â H IN A İN A N M A ) :
B u n lard an b ir kısım ları d a yer yüzünde her saâdet ve iyiliğin yanı başın
d a bir de felâket ve kötülük olduğunu göTeTek k â in atta iki yaratıcı olup b u n
lard an biri bayır ilâhı, diğeri şer ilâhı o lduğuna inanm ışlar. G ök yüzünü, iki
ilâhın eğleştiği yer diye tahayyül etmişler. Bir kerre hayalhanelerinde bu yerleş
tikten sonra hayır ilâh ın a seve seve, şer ilâh ın a da kötülük yapm asın diye ta
pınm aya başlam ışlardır.
B u n lard an b ir kısmı da, gök yüzündeki yıldızları ilâhların karargâhı diye
tanım ışlar ve oradaki m âbudlarm yeryüzüne indiklerine, insanların içine karı
şıp onlarla düşüp kalktıklarına ve h attâ evlendiklerine kaail olm uşlar ve yük
sek dağ tepelerini onların ikaam etgâhı i'tikaad etm işlerdir. B u bâtıl i'tikadların
sevkiyledir ki. Fenikeliler gökyüzünde eğleşen ve arasıra yeryüzüne inen m âbud-
Iara m esken olmak için m âbedlerini yüksek yerlerde yaparlardı.
A lla h ' m oğlu dedikleri Isâ'n m A llah u T eâlâ ile berâber gökte oturduğu
hakkm daki H ıristiyan i'tikaadı da herhalde göklere tapınm ak i'tikaadının H ıris
tiyanlığa sonradan girmiş başka bir şeklidir.
İn san lar b ir kerre yolunu şaşırıp da böyle göktekilere ülûhiyet isnâd ettik
ten sonra o yıldızların herbirerlerine veyâlıud b ir yıldız kümesini diğer küm e
den ayırm ak için onlara yeryüzündeki hayvanlardan Sevir, A krep. H u t gibi
birer isim verm işler ve b ilâhare bu m aksat u n utularak yeryüzünde b u lu n a n b u
hayvanları d a isim lerini aldıkları yıldızlarla b ir tab iatta i tikaad edip bunlara
da tapınm aya başlam ışlardır. M eselâ : M ısırlıların tam bir ülûhiyet isnâd ede
rek tapındıkları A pis ö k ü z ü . Sevir burcunun yeryüzünde b ir tim sâli olarak
kabûl edilm iş ve b u sûretle kendisine ibâdet olunm uştur. H albuki: Sevir, d a
h a evvel öküzü sap an a koşma zam ânındaki yıldızlara isim konulm uştu. B ilâh a
re yeryüzünde o ism in sahibi olan hayvanların da o yıldızların hakiki bir tim
sâli o ld u ğ u ,, onlara verilen ülûhiyet onlarda da mevcûd olduğu i’tikaadı hâsıl
olm uş ve onlar d a tapm ılm aya lâyık görülm üştür.
16 — A T E ŞE T A PIN M A K :
17
tir. B u n u n la berâber tek bir A llab dan birbirine zıd olan hayır ile şer vücûdu
gelemiyeceğine kaail olarak b u n u n için ezelî iki yaratıcı olup biri hayır ilâhı,
diğeri de kötülük ilâhı olduğuna i’tikaad etmişler; hayır ilâhına H ürm üz, şer
ilâh ın a da A h rim a n adını vermişlerdir. B unların i’tikaadına göre, ne zam an
şer çoğalırsa şer ilâhı galebe eder, iyilik çoğalırsa o zam an da hayır ilâhı galib
olur. O n u n içindir ki. insan fenâhğı düşm anları için, iyiliği de dostları için is
ter. işte b u n lara Serıeviyye denir.
M ilâtd an evvel 487’de doğmuş olan Z e r d ü ş t , nûr ve zulm et ilâhı
sözünü kabûl etmiyerek A lla h ’ın bir olduğunu ve O n u n n û r ve zulm et m e
lekleri yarattığını, şer, m ahlûkaatın tab iatın d an çıktığı, âlem in sonu geldiği v a
kit ölülerin ceza için dirileceklerini, zulmet meleğiyle ona tâbi olanların zu l
met yerinde ve ebedî azab içinde zindana atılacaklarını, nûr meleğiyle ona tâ
bi olanların n û r ve saâdet m ahallinde ilelebet yaşıyacaklarını ta Iim etti.
M ecûsîlerin o zam ana kadar heykelleri yoktu. O n la r ilâ h la n n durduğu m a
hal i'tikaad ettikleri için G üneşe, harâret ve ziyâsı G üneşe benzediği için ate
şe secde ediyorlardı. Z e r d ü ş t , heykeller yapılm asını emretti. Yeniden
dâim â ateş yanacak m ahaller yaptırdı ve hiç sönmemek üzere M ecûsî ateşleri
yandı. S o n rad an M ü z d e k gelerek alelıtlak her şeyin insanlara m ubâh ol
duğunu. insan lar için haram denilen hiçbir şey olm adığını ilân, mülkiyet ve
tasarruf hakkını kaldırdı.
17 — İN SA N A TA PIN M A K ;
18 — P U T P E R E ST L İK ;
Bâzı kavim ler de, A llah ile kendi aralarında bir vâsıta olmak üzere kendi
elleriyle p u tlar yaparak gökte i'tikaad ettikleri A lla h ’in yeryüzünde ve kendi
18
y anlarında bir tim sâlini b u lu n d u ru p onlara tapınm aya başlam ışlar ve A llab ın
b u p u tlara bulul ettiğine i’tikaad etmişlerdir. P u tlar çok defa insan şeklinde
yapılırdı. Y u n an ld ar m âbudlarını güzel erkek ve kadın sûretinde ve pek sanat-
kârâne yaparlardı.
M ısırlılar da m âbudlarını insan suratlı, hayvan bedenli yaparlardı. P u tp e
restlik A rab istan 'a da girmişti. M u b a m m e d (A leyh i s-selâm) Peygam
ber gönderildiği vakit K âbe'nin içinde 360 put bu lu n d u ğ u rivâyet olunm akta
dır. Peygam ber bunların hepsini kırmış atmıştır.
H ü lâsa : İnsanlar, ilk defa hak dîne m azbar olduklarından, ilk dîn T evhid
dînidir. İnsanlar, Peygam berlerin gösterdiği yolu bırakıp d a kendi arzu lan pe
şinde koşmıya b aşladıktan sonradır ki, hak dîninin esaslarını u n u tarak b irta
kım b u râfâta kapılm ışlar ve b u sûretle beşeriyet m uhitinde b u kadar karanlık
mezhebler, esâsı olm ıyan bâtıl din ve i’tikaadlar m eydana gelmiştir. İşte b ü tün
Peygam berler, beşeriyeti bu çıkm azdan kurtarm ak ve onları bakîkata ulaştırm ak
için gönderilm işlerdir.
20 — D İN L E R İN TEKÂ M Ü LÜ :
19
evvelâ A lla h 'ı bulm uş ve O 'n a teslim olm uştur. İlmî esaslara da m uhalif olmı-
yan bu hakikat, bizim esas i'tikadlarım ızdandır. Bize göre, dinlerin esâsı b ir
dir. B ugün K ur'ûn - 1 Kerim in tâlim eylediği usûl-i din ve i'tikaad ne ise, ilk
in san lan n din ve i'tikaadı da o idi. İlk peygam berlerin veya N û h un teb
liğ eylemiş olduğu esas i'tikadlar arasında fark yoktur. B ü tü n b u dinlerde esas
"T evh ıd -i İlâhî' ’dir: bir A lla h ’a îm ândır. A lla h 'ın birliğine, meleklerine, kitap
la n n a îm ân, hepsinde esastır. Bu esaslarda, b ü tün peygam berler birdir. E n b i
yânın m üttefik oldukları usûl-i din. îm ân ve i'tikaad m evzûu olan um ûm î d ü s
turlar ve b u n lara istinâd eden ahlâkıyyattır. Esas i'tibâriyle bu n lard a değişik
lik ve tekâm ül yoktur. F a k a t Peygam berlerin üm m etlerine teîılîğ buyurdukları
şer’î hüküm lerde değişiklik ve tekâm ül vardır. Isti'dâdların, zam an ve m ekânın,
içtimâi şartların değişmesiyle şer'î hüküm lerin bâzılarında, ibâdetlerin şekl-i
haricîlerinde de değişiklik ve tekâm ül husule gelmiştir. Z am an ve m ekânın
değişmesi, eşhâsın ahvâl-i rûhiyesiyle kanunlarda zam an zam an değişiklik hu-
sûle gelmesi nasıl lâzım geliyorsa, şer'î hüküm lerde zam ânın iktizâsına, nâsın
ihtiyaçlarına göre değişiklik vücûde gelmiş, bir Peygam berin şeriatında olm ıyan
bâzı hüküm ler diğer P eygam berin şeriatında gösterilmiş ve birinde olan hüküm
sonrakinden kaldırılıp yerine başka bir hüküm konulm uştur.
20
tekâm ül M ûseviyyet ve îseviyyeti de geçerek nihâyet D în -i lslâm da kemâl mer
tebesini bulm uştur. A ynı zam anda subuf hâlinde başlıyan m ukaddes kitaplar
d a 'beşeriyetin i’tikaadi, ilmi, ablâki ve içtimâi b ü tü n ihtiyâcâtını takrir eden
usûl-i âmmeyi m uhtevi K u r’ân ile nihâyet bulm uştur.
İslâm d ininin son din olup b u n d an başka bir Peygam ber gelmiyeceği ve
b u dinin ahkâm ı, ancak llm -i İlâhinin ihâta edebileceği bir zam ana kadar de-
vâm edeceği, muktczâ-yi llm-i İlâhî b u lu n d u ğ u cihetle C enâb-ı H ak, b u dînin
i’tikaad ve ahkâm ını her zam an ve m ekâna, m uhtelif isti’dât ve m izâca uygun
bir şekilde kdmış ve b u n u n la b ü tü n beşeriyeti mükellef tutm uştur.
21 — ISLÂ M D ÎN Î, T A B İÎ VE CÎHANŞÜM ÜL B ÎR D ÎN D İR :
(1) D inlerin tekâm ülü h ak k ın d a d ah a ziyâde ta fs ilâ t alm ak istey en ler Dînî
D ersler, üçüncü kitap, 13 üncü derse b ak sın lar, m ühim ta fs ilâ t ve m ü n âk aşa v ard ır
21
bulm ağa çalışmak, şüpbe yok ki bir dalâlettir. Böyle yap an lar gayelerini bula
m azlar.
M üslüm anlık tabii b ir dindir. Bâzı mütefekkirlerin lüzum una kaani olduk
ları D in-i Tabiî, M üslü m an lıktan başka bir şey olamaz. Ç ünkü, bir dinin tabii
ve cihan-şüm ûl olabilm esi için, onun i'tikaadî, ahlâki ve içtim âi büküm lerinde
fıtrat ve tabiatla tesâdüm edebilecek hiçbir şey bulunm am ak lâzımdır. A ynı za
m anda b ü tü n m illetlere gönderilm iş olan dinleri ve kitapları da tasdik etmeli
ve asrın b ü tü n ihtiyaçlarını karşıhyabilm elidir. H albuki, inceden inceye tetkik
edil irse, görülüyor ki, semâvi dinler içinde bu şartları toplam ış olan ancak Is
lâm D in id ir. Islâm ın i tikaadi büküm leri içinde, aklın ve tabiatın büküm lerini
ta dil edecek hiçbir şey yoktur. O n u n i'tikaadî, hârikalar üzerine değil, akıl ve
bedîbiyyat üzerine kurulm uştur. M üsbet ilimlerle, asri fikirlerle asla tearuz ve
tesâdüm etmiyor.
Islâm, dâim â adâleti, ilim, irfan ve hüner sâhibi olmayı emreder. İşte böy
le en yüksek ve insâni hüküm leri muhtevi olduğu içindir ki. tabiî ve um ûm î
din, ancak M ü slü m a rd ık'în diyoruz.
F erd in aklî düşüncelerini, işini ve kalbini ıslah ederek onları pakleyip yük
selterek, onu evvelâ b u d ü n y âda sonra da âhirette saâdete kavuşturm uştur. C e
m iyetin saâdeti de ferdin saâdetine bağlı olduğu cihetle, ferdlerin saâdeti ayın
zam anda cemiyetin de saâdetidir. M üslüm anlık bu hedefi, bu ülküyü tahakkuk
ettirm ek için birtakım hüküm ler koymuştur. B u nlara D în i ve Şer i hüküm ler
denir. İnsanların dünyâ ve âhiret saâdeti için İslâm D în i nin koymuş olduğu
büküm ler üç kısım dır :
22
İ'tikaad demek: b ir şeye gönül bağlam ak, gönlü ve kalbi ile iyice b ağ la n
mak. onun varlığına veyahut yokluğuna kalbi ile karar vermek demektir, ö y le
ise i'tikaadi büküm ler : “A llâ h u Teâlâ Hazretleri vardır, birdir, şeriki ve orta
ğı, benzeri ve dengi yoktur; M uham m ed A le y h i’s-selâm O nun ku lu ve R e su
lüdür; A lla h tarafından tebliğ eylemiş olduğu kat’iyyen belli olan hüküm lerin
ve haberlerin hepsi de doğrudur." gibi varlığına kalben karar verilen dînî m e
seleler demektir. B unların topuna birden " i’tikaad” meseleleri denir.
A m e li hüküm ler : İnsanların işlerine taallûk eden hüküm ler, emirler, nehiy-
Ier demektir: b u işler de ya A lla h 'a karşıdır, yâhud birbirlerine ve A llah 'ın
kullarına karşıdır : “ Yaradana ibâdet ediniz; başkasına tapm ayınız; nam az kı
lınız; oruç tu tu n u z; başkalarının haklarına, cana, m ala ve nam usa tecâvüz et
m eyiniz." gibi. D în in b u kısm ına "Şeriat" denir.
A h lâ k î hüküm ler : K albi ve hissi olan m elekâta taallûk eden, ahlâkın gü
zelleşmesine. vicdanın terbiyesine âid bu lu n an h ü k ü m lerd ir: “ Yalan söylem e
yiniz; kim seye hased etm eyiniz; kom şularınızı incitm eyiniz; birbirinizle hoş ge
çininiz; herkese iyilik ediniz; tatlı sözlü, güler y ü zlü olunuz." gibi.
M üslüm anlık; telkin eylediği im ân ve i'tikaad esasları ile aklı ıslah ve irâ
deyi takviye etmiş, irâdeyi zayıflatacak ve aklı bozacak esassız şeylere inanm ak
tan alıkoym uştur. A m elî hüküm ler; bir taraftan A lla h 'a ibâdeti; diğer taraftan
ferde ve cemiyete taallûk eden işlerde selâmet ve istikaam eti, adâlet ve emniyeti,
m ütekabil haklara ve vazifelere riâyeti emrelmekle ferdin işlerini ıslah etmiştir.
H âlis bir ibâdet olan nam az ve oruç gibi şeylerde dahi bu gaye vardır. Ferdin
kalbini kötü huylardan temizlemek ve en yüksek bir ahlâk sâhibi yapm ak için
de vasâyâ-yı ahlâkiyyeyi ta lim etmiştir.
İ’tikaadi olan, inanılm ası lâzım gelen esaslar yakîne m üstenittir; b u n lar as-
lâ değişmez. B u esaslarda, yukarıda söylediğimiz gibi, b ü tü n peygam berler bir
leşmişlerdir. B unlar Kur'ân-ı Kerîm de tam âm iyle beyân olunm uş ve en açık de
lillerle te’yid edilm iştir. İ'tikaadi olan hüküm ler esas i’tibâriyle ikidir :
1) A lla h 'ın birliğine.
2) M u h a m m e d A le y h i’s^selâm’in Peygam ber olduğuna îm ân.
23
tf
ile icm al olunm uştur. M üslüm anlık dâiresine girebilmek için bu n lara icmâlen
olsun îm ân etmek zarurîdir. F ak at bir m üslüm an b u n u n la iktifa etm eyip îm ân
esaslarını tafsîlen bilm esi de lâzımdır. İşte biz. Â m e tıtü b i’llâhi..." ile gösterilen
b u icmâli kitabım ızın ikinci kısm ında tafsil edeceğiz.
1 tikaadî büküm lerin rû b u ve özü de, A llab in birliğine inanm aktır. Ş u Kai
de M üslüm anlığın b ü tü n rû b u A llab m birliğini kabûl etmektir. A lla h ’ın bir
liğine şeksiz ve şüphesiz îm ân etmiş olanlar, m ü mindirler.
M üslü m an lığ ın em ir ve nebiylerinde "Y apınız/” yâhud "Y apm ayınız/” de
diği şeylerde esas: m aslahat ve m efsedettir. Em retm iş olduğu şeylerde ya hâlis,
karışıksız b ir m aslah at (ferdin ve cem iyetin nizam ve âhengi ile alâkası olan)
b ir m enfaat vardır: y âh u d b ir zarar bile olsa onun faydası zararından çoktur.
" Y apm ayınız/” dediği şeylerde dahi, ya tam tam ına mefsedet (kötülük, bozuk
luk), ferde ve cemiyete âid zarar ve ziyan vardır: yâhud hem zararı, hem fay
dası olsa da, zararı faydasından üstündür: M aam âfih şunu da iyice hatırda tu t
m ak lâzım dır ki: D în in em irlerini tutm aktan husûle gelen fayda ile, tutm am ak
ta n doğacak olan zarar tam âm iyle bize âittir.
27 — K A LBI A M E L LE R :
24
larını incitmemek, Herkesin iyiliğine çalışmak, memleket ve millete faydalı olmak
da birer dîn! vazifedir.
M ala, cana, ırza göz dikmek nasıl Haram ise; birine iftirâ etmek- istemediği
bir şeyi arkasından söylemek, birinin Haysiyetini kırmak da öylece Haramdır.
Ş u Halde, İslâm D in i insana yalnız AllaH a karşı yapılm ası Iâzımgelen ib â
det ve kulluk vazifelerini göstermekle kalmamış; b u n u n la berâber m addî ve m â
nevi Hayâtımız için m ubtâc olduğum uz şeylerin Her türlü inceliklerini de bize
göstermiştir. Y alnız AIIaH’a kulluk vazifesi olan nam az ile orucun yanı başında
dâim a in sanlara karşı iyi m uam ele yapmamızı, b ü tü n maHIûkaata şefkat ve mer
ham et göstermemizi bildiren dinî emirler saydam ıyacak kadar çoktur.
Izâb edeceğimiz veçhile, Kıyas ve lcm â' denilen iki kaynak da, K itâb ile
S ü n n e t e râci’dir. Ş u Halde aHkâm-ı lslâm iyye’nin Hepsi b u iki kaynaktan çık
mıştır. Peygam berim izin "S ü n n et" i dediğimiz, sözleri ve işleri de esas i’tibâriy-
Ie K ur'ân-ı Kerîm den başka ve O n u n Hâricinde b ir şey değildir. B u i tibarla
şer'î Hükümlerin esâsı, yalnız K ur'ân-ı Kerim olmuş oluyor. B unun içindir ki :
K u r’ân, M üslüm anlıkta (A sIü'I-usûl) dür. Şim di bunları birer birer îzâb edelim :
Peygam berim izin sözlerine Kavli S ünnet, işlerine F iilî S ünnet, Sabâbele-
rinden birinin söylediğini veyâbud işlediğini gördüğü Halde onu menetmiyerek
sükût buyurm alarına da Takriri S ünnet denir. B unların Hepsine birden ve b il
hassa b u n ların içinden Peygam berin sözlerine H adîs denir. Peygam berin S ü n
neti. şer’î delillerden m ühim b ir asddır. B unun içindir ki, A sbâb-ı Kirâm, Kur'ân
daki şer’î Hükümlerin tafsilâtına â it binlerce S ü n n et ve H ad îs Hıfz ve zabtede-
25
rek I âbiîtı e (Peygam bere yelişemeyip S ahabeleri görmüş olanlara) nakil ve ri-
vâyet etmişlerdir. İlk defa Emevî hüküm darlarından (101) de ölen Ö m e r bin
A b d ü ' I - A z î z ’i n emriyle binlerce dîvan teşkil olunarak şer'î hüküm lerin
tafsilâtına âid dört bin. usu lü d-dın hakkında da beş yüz kadar H adîs-i şerîf
toplanm ış ve yazılm ıştı.
3) K ıyas : B ir hâdise hakkındaki şer'î ve dînî delildir. Kıyas: başka bir
hâdisede evvelce K itab veyâhud S ü n n e t ile sâbit olmuş şer’î bir hükm ün m isli
ni. m üşterek bir illet ve sebebe mebnî, (yâni o hükme sebep olan illetin mislini
hâiz olan) diğer bir hâdisede izhâr etmektir. Kıyas, ancak içtihat sûretiyle o la
bilir.
4) lcm â-ı üm m et : B ir asırda b u lu n an İslâm m üctehidlerinin şer’î b ir m e
sele hakkında ittifak etm elerine lcmâ-ı Ü m m et denir. H akkında K itâb ve S ü n -
nef'de bir nasş bulunm ıyan meselelerde m üctehidler tarafından ictihad sûretiyle
verilen hüküm lerde ittifak hâsıl olunca ona lcmâ-ı Ü m m et denilm iş ve b u da
şer’î delillerin birini teşkil etmiştir. H akkında lcmâ-ı Ü m m et olan mesele, şüphe
yok ki. en kuvvetli bir meseledir. İslâm D în i. Kıyas ile lcm â-ı Ü m m eti delîl-i
şer'î olarak kabul etmekle, cemiyete teşri' hakkı vermiş oluyor ki. beşeriyet için
bir vüs at ve rahm ettir.
29 — ICTlH A D VE M ÜCTEHÎD :
Şer'î hüküm lerin asıl kaynağı olan Kitâb ve S ü n n et, lâfız i'tibâriyle müte-
nâhî, havadistir. V ak aay i' ise gayr-i m ütenâhî olduğundan, her hâdise ve vak’a
hakkında K itâb ve S ü n n e t'd e sarih bir nass bulunam ıyacağı gayet tabiîdir. Bu-
n u n içindir ki. zam an geçdikçe ve in sanlar arasında m uâm elât çoğaldıkça, ferdî
hüküm lere ihtiyaç hâsıl oluyordu. B inâenaleyh b u sûretle ictihad yapm ak k u d
reti olanlar, emsali em sâle kıyas ederek hüküm ler veriyorlardı. H akkında sarih
b ir Âyet, yâhud S ünnet bulam adıkları hâdiselerde kendi içtihatlariyle am el eder-
26
Ierdi. E sâsen H a z r e t - i P e y g a m b e r in asrında S ahabeler ta ra fın
d an b u yolda şer ! büküm ler çıkarılm asına Peygam ber tarafından m üsaade edil
mişti. İşte b u n u n içindir ki. "K ıyas" da, şer î büküm lerin üçüncü bir dcltli ol
m uştur.
31 — ISLAM DA N A K LE V E R İL E N EH EM M İY ET :
27
Biz b u v âsıtalarla görülecek bir şeyi görürüz, işitilecek şeyi işitiriz, bir şeyin
katı ve yum uşak, acı veya tatlı olduğunu, iyi veya fena koktuğunu anlarız. İşte
bârici şeylerin te’sîrini biz b u n larla idrâk ederiz.
Haber-i M ütevâtir, yalan söylemek üzerine birleşm elerini aklın alm ıyacağı
birçok kimselerden mürekkep b ir cem âatin, birçok insanların söylemiş oldukları
şeydir. B u öyle bir haberdir ki, b u n d an asla şüphe edilmez.
M eselâ : B ugün görmediğimiz birçok memleketler var ki. biz b u n ların var
olduklarında biç şüphe etmiyoruz. Ç ünkü, o m emleketlerin varlığını bir iki adam
değil, birçok fertler haber vermişler ki. onların b u hususta yalan söylemekte it
tifak etmiş olm alarını akıl kabtıl edemez. B unun içindir ki tevatüren sâbit olan
bilgiler zarûridir. Böyle olan b ir şeye inanıp îm ân etmemek, zarûri olan bir b il
giyi kabûl etmemek, onu söyliyenlerin yalancı olduklarına hükmetmek demektir.
Bu ise caiz değildir. İşte K ur'ân-ı Kerim in Peygam bere ne sûretle geldiği ve n a
m azların kaçar rek at oldukları ve d ah a birçok dîni meseleler bize b u sûretle
vâsıl olm uştur. Biz onları t'evâtnren gelen haberlerle biliyoruz.
M aam âfih, H aber-i M ütev âtir’in zarûri bir bilgi ifâde edebilmesi için iki
şartın tahakkuk etmiş olması lâzım dır :
1) V erilen haber, hisse veya m üşâhedeye dayanm alı, delile m üstenit olm a
m alı; y âni haber veren kimseler, haber verdikleri şeyi bizzat gözleriyle görmüş,
yâhud, işitmiş veyâhud diğer his vâsıtalarından biri ile anlam ış olm aları gerektir.
2) Söylenen şey. aklen m uhal olm ayıp m üm kinattan olm alıdır. İki kerre
dört on eder gibi aklen m uhal ve m ütenâkız b ir şeyi söylemek, söyliyen ne ta -
d ar çok olursa olsun, zarûri b ir bilgiyi ifâde etmez.
İslâm ilim lerinde b u n u n çok kıymeti vardır. İslâm ulem âsı İslâmî olan n a
killeri, yukarıda söylediğimiz usullerle tedkik ederek, onları M ütevâtir, M eşhur,
 hâd diye üç kısma ayırm ışlar ve her birinin kıym etini b u n a göre takdir etm iş
lerdir. İslâm ’da b ir naklin tevâtür derecesini bulabilm esi için S ah âb e devri olan
birinci asır ile, T â b iîn ve E tbâ-i T âb iîn devirleri olan ikinci ve üçüncü asırlar
da, yalan söylemelerini aklın tecviz edemiyeceği bir cem âatin onu haber verm e
leri lâzım dır. P eygam berden böyle bir cem âat nakledecek, b u n d an da yine böy
le cem âatler üçüncü asra k adar nakletm iş olacaklardı. M ütevâtir diye, b u dere
ce kuvvetli olan bir habere denir. İşte K ur ân-ı Kerîm in b ü tü n âyetleri ve Ce-
nâb -ı H ak ’d an nasıl tebliğ olunm uş ise. Peygam berin huzû ru n d a öylece yazılıp
ezber edilm iş olduğu, beş vakit nam az ve onların kaçar rek’at oldukları ve d a
h a birçok dînî meseleler b u sûretle sâbit olm uştur. B u derece kuvvetli olmıyan
b ir şeye M ü tev âtir denem ez. B u derece kuvvetli ve sâbit b ir şey şüphe yok ki.
zarûri b ir bilgi husûle getirir ve ona îm ân ve m uklezâsiyle amel etmek farz olur.
28
K u r’ân-ı K erîm ’in A lla h kelâmı olduğunda şüphe etmek câiz olmaması ve b u n u
inkâr etmek küfür olduğu da bundandır. Ö ğle, tkindi, Yatsı nam azlarının farz
ları dörder rek at; S ab ah nam azının iki. A kşam ın üç rek'at olması d a yine Sün-
net-i M ütevâtire ile sabittir. Bin üç yüz küsur sene evvel M ekke’de M u h a m -
m e d A leyh i' s-selânı adlı bir Peygam berin geldiği ne kadar kat i ise. b u n lar
da o kadar kat'îdir. O nun varlığında şüpheye düşm ek câiz olm adığı gibi. O 'n u n
tebliğ eylemiş olduğu b u ahkâm dan şüphe etmek de câiz değildir. H er ikisi de
tevâtüren sabittir. M u h a m m e d A le y h i’s-selâm 'm vücûdunu inkâr eden
ler. —eğer b u lu n u rsa— hakkında ne hüküm verilirse, tebliğ eylediği tevâtüren
sâbit olan ahkâm ı inkâr edenler hakkında do aynı hükm ü vermek lâzım gelir.
33 — H A B E R -Î R E SÜ L :
34 — A K IL :
29
35 — A K LIN H Ü K Ü M LERİ :
B ir şeyde ki. izah ettiğim iz şekilde vücub veya im tinâ yoktur, onun olması
da olm am ası da câizdir. O lam az gibi sandığım ız birçok şeyler vardır ki. onlar
hep b u kabil şeylerdir. Peygam berlerin gösterdikleri m u cizeler de hep aklen câ-
iz ve olağan şeylerdir. B inâenaleyh, bir şeyin vücûdu ilk bakışta ne kadar ga
rip görünürse görünsün, o n u inkâra kalkışmak doğru olmaz. D ü n y âd a ne garip
şeyler vardır ki, hergün olup duruyor. F ak at biz onları her gün gördüğüm üz için
alelâde bir şey sanıyoruz. B ir dam la sudan bu kadar mükemmel bir insan vücû
d a geldiğini her gün görüp duruyoruz, bu az garib bir şey m idir?
36 — FEY Z V E İLH A M :
D elilsiz olarak, yâni bilgi vâsıtalarım ızdan birine dayanm ıyarak kalbe do
ğan m a nâya : "İlham " denir. Y âhud şöyle de deriz : "llhâm , feyiz tarikiyle kal
be bir m a'nû ilkaa olunm akdır." Böyle bir şey P ey g am b erd en başka, her kime
vâki' olursa, yalnız kendisi hakkında —A llah tarafından olduğuna yakin hâsıl
etm ek şartiyle— bilgi ifâde edebilirse de başkalarına bilgi ifâde edemez. Ç ü n k ü
başkaları için ilham , b ir delil olamaz. E nbiyâya vuku bulan ilham , hem kendi
lerine. hem de b aşkalarına delil ve hüccettir. E n b iyâdan başkası için ilhâm ın
m enbaını, kimin tarafın d an olduğunu, tâyin etmek müşkildir. Binâenaleyh bâzı
m utasavvifenin. "B ize şöyle ilham vâki' oldu, biz bunu keşfen anladık." dedikle
ri şeyler, K itab ve S ü n n e t e m uhâlif değilse kabûl edilebilir. M u h alif ise kabûl
edilmez. Velevki o söz. en büyük tanınm ış biri tarafından söylenmiş de olsa!..
B u h ususta tam ölçü. K itab ile S ü n n et dir. B unlara uygun olanı alır, aykırı d ü
şeni de sâhibine reddederiz. O gibi şeyleri kabûl etmiye borçlu değiliz. Sofiyye,
30
fevz ve ilham ı da ilmin sebeplerinden ve belki de en kuvvetli bir sebep olarak
kabûl ediyorlarsa da. ber şahsa göre değişebilecek olan b ir şey kat’î bir bilgi
ifâde edemez. H ele başkası hakkında hiç de delil olam az. B unun içindir ki. il
ham . esbâb-ı ilim den (ilim yollarından) sayılm am ıştır. Ehl-i S ü n n et i’tikaadı
budur.
37 — İ s l a m İ l i m l e r i n i n ak sâm i ve ne sü retle t e d v in
OLUN D U KLA RI :
A sr-ı S aadet de şer’î olan bü tü n meseleler ve ilim ler M üslüm anlar arasın
da rivayet suretiyle naklolunurdu. Herkes bildiğini ve işittiklerini başkalarına
söyler ve b u suretle her tarafa yayılırdı. Sonra Islâm memleketleri genişledi. M ü s
lüm anlar çoğaldı, b u süretle Islâm 'ın doğurduğu bu ilimler toplu bir hâle geti
rildi. derli toplu kitaplar yazıldı.
Yüksek İslâm İlimleri başlıca üç kısma ayrılır :
1) K u r’ân İlmi,
2) H ad is İlmi.
3) Fıkıh İlmi.
K ur ân İlmi de iki kısım dır :
1) llm-i K ırâat. yâni K u r’ân m okunm asına âit olan ilim.
2) llm-i Tefsir, yâni K u r'd n 'ın m ân âların a âit ilimler.
H adis İlmi iki kısım dır :
1) H ad îs İlmi,
2) U sûl-i H ad îs İlmi.
Fıkıh İlmi üç kısım dır :
1) ltik a a d i Fıkıh.
2) A m eli Fıkıh,
3) V icd ân î Fıkıh.
B irincisine "F ıkh ı Ekber, T evh id İlmi, K elâm İlm i" denir. İkincisine "Ş e-
râyi’ ve A h kâ m İlmi", üçüncüsüne " A h lâ k İlm i" denir.
38 — Ş E R 'I İL İM L E R İN K IY M ETİ :
31
Mi l ( S t u a r t - M i M , 1806 - 1873) in ortaya koydukları M esâlik-i illet
ka n u n u n u onlard an çok zam an evvel İslâm ulem âsı tatbik etmişlerdi. F ilh ak i
ka son asır filozoflarının hâdisatın illetini keşf için kullandıkları bu usCıla bJsul-i
Fıkıh ulem âsı 'tarafından alıkâm-ı hâdisâtın illetini keşf için tatbik ediliyordu.
B ugün bir hâdisenin illeti tâyin olunduktan sonra nasıl b ir kanun tâyin o lunur
sa, fıkıhta da hâdiseye taallûk eden şer î bir hükm ün illeti tâyin olunduktan
sonra hüküm tâyin edilirdi. B ugün tabiat kanunlarını bilm ek için tabiî hâdise
lerin illetini bilm ek nasıl lâzım ise, fıkhi kaidelerin tatbiki için de m enât-ı hük
m ü bilmek lâzımdı. İşte İslâm ilimleri bu usûl altında m eydana gelmiş ve top
lanm ıştır.
39 — K U R’A N İ L M İ :
B irincisine llm -i Kırâet, İkincisine llm -i T efsir denir. K ur'ân-ı K erîm 'in bâzı
kelimeleri birkaç veçhile okunabilir. B u vecihlerden yedisi Peygam berim izden te-
vâtüren naklolunm uştur. B unlara Kırâel-i S e b ’a denir. B u kırâetlere P eygam ber
den sahih senedlerle nakledilm iş üç kırâet d ah a ilâve olunm uş ve m ecm ûuna
Ktrdel-i A şere denilm iştir. İşle bu hususta bir ilim m eydana gelmiş ve kitaplar
da yazılm ıştır. İlk kitap yazan, yani b u kırâetleri kitapta toplayan, hicri (224) de
ölmüş olan K a a s ı m dır. İkincisi de (258) de ölmüş olan K ü fe li C ü t e y r
O ğ l u A h m e d dir. B u n lard an sonra d ah a pek çok kitaplar yazılm ıştır (1).
40 — T E F S İR , M Ü FE S SÎR :
(1) N eşr-l K ebir, clld 1, sahife 33. ik i clld o la ra k son zam an lard a M ısır’d a
basılm ış olan bu kitap, bu ilimde çok mühim dir.
32
nâsih ve m ensûlıunu. sebeb-i nüzullerini pek güzel bilirlerdi. Bilmedikleri, veyâ-
b ud şüphe ettikleri b ir cihet b u lunursa onu da Peygam berden sorup öğrenirler
ve b u bâbdaki bilgilerini de diğer M üslüm anlara ağızdan ağıza naklederlerdi.
B ugüne kadar her dilde pek m ühim tefsir kitapları yazılm ıştır. B u n lardan
l bn- i C e r î r ’i n (224 - 310), (30) cild üzerine yazmış olduğu tefsir; F a h -
r ü ’d - d î n - i R â z i 'n in M efû tih ü ’l-G ayp adındaki tefsiri, K urtubî Tefsiri,
R û h ü 'l-M a â n î, Keşşaf, Bahr-i M u h it, E nuârü'l-T enzîl, E b ü ’s-S u û d Tefsirleri
çok m ühim ve m eşhurdur. Son asırlarda çıkan tefsirler içinde M ısır M üftüsü
m erhum M u h a m m e d A b d u h u n yazdığı tefsirlerle onun meslekinde
yazılm ış olan T efsîrü'l-M enâr çok m ühim dir. Yine son zam anlarda M ısır ule
m âsından T a n t â v î e l - C e v h e r i ’nin 25 cild üzerine yazm ış olduğu
tefsir de kendi vâdîsinde şâyân-ı hayrettir. D iyanet İşleri B aşkanlığı tarafından
tabedilm iş olan Tiirhçe T efsir de pek büyük bir kıymet ve ehemmiyeti hâizdir.
Şim diye k ad ar T ürk dilinde böyle bir tefsir yazılm am ıştır.
41 — HA DİS V E M UHADDtS :
33
Takriri S ü n n e t denir. M aam âfih, K u r’d n 'd a n başka olarak P e y g a m b e r iıı
söyledikleri de iki k ısım d ır: E ğer m ânâsı C enâb-ı A llah tarafından P e y -
g a m b e r i m i z ' i n kalbine vahy ü ilham olunup da elfâzı P e y g a m b e
r i m i z tarafın d an ise ona H adts-i K udsî denir. H em lâfzı, hem m ânâsı P e y
g a m b e r i m i z'd en ise ona sâdece H adis denir. Ş u halde P e y g a m b e
r i m i z ’in ağzından çıkan sözler Uç kısım oluyor : K ur'ûn, H adis-i K udsi, Hadis.
H em lâfzı, hem m ânâsı A llah tarafın d an ise K u r’ân'dır.
42 — RÂ V Î VE M UHADDtS :
34
43 — HA DİS K İT A PL A R I VE BU N LA RI YAZANLAR :
44 — H A D lSÎN AKSÂM I :
H adis-i M ütevâtir; Peygam bere ittisâlinde hiçbir suretle şüphe olm ayan
hadisdir.
B uhârî gibidir. Bunu toplıyan da yine b ir T ü rk âlim idir. Bu kitab ın ı kendi k u lağ ıy
la erbâbından işitm iş olduğu üçyUzbin hadîsden seçtiğini kendisi söylüyor.
(3) Sünen-1 E bû-D âvud denilm ekle m eşh û r olan bu k ıtab , S icistanlı E ş -
as o ğ l u S ü l e y m â n ' ı n (202 - 275) dır. Bu k ita p fık h î hüküm ler için en
m u 'teb er esaslardandır; - î m â m - ı G a z â l i ah k â m hadîslerinde bu k ita
bın b ir m üctehide yeteceğini söylüyor - d örtbin seklzyüz hadîs vardır. B u n ları da
toplam ış olduğu beşyüzbln hadîsin içinden seçm iştir.
(4) T i r m i z ’li I s â o ğ l u M u h a m m e d ’i n (209 - 279) dir. Cft-
mi-i T irm izî de denir. H adîsi, t m â m - ı B u h â r î ’den ve diğ er B u h â râ ule
m âsından okum uştur, t m â m - ı B u h â r î öldükten so n ra H o ra san 'd a bunun
gibi b aşk a b ir âlim yoktu. T irm iz’de ölm üştür.
(5) Ş u a y b o ğ l u A h m e d 'indir. 215 v ey a 216’d a H o rasan ’d a (N esâ
denilen yerde) doğmuş, 13 S afer 303’de Rem le'de v efât ederek Beyt-i M akdis’e g ö
m ülm üştür.
(6) G a z v i n ' l i î b n - i M â c e (2 0 7 -2 7 3 ), bu k ita b ı y azm ak için
b'.rçok yerleri gezip dolaşm ıştır.
Ş âyân-ı h a y re ttir k İ : K u r’â n ’dan so n ra en m û teb er olan bu a ltı k itab ın üçü,
hem de birinci derecede olanları, T ü rk âlim leri ta ra fın d a n yazılm ıştır.
36
hadîsi rivayet etm iştir. B u suretle o hadîsi Peygam ber in söylemiş olduğundu
hiç şüphe kalm am ıştır.
Böyle o lan şeylere "H aber-i M ütevâtir, H adts-i M iitevâtir" denir. Böyle olan
haberlerin hükm ü, yakîni m ûcib olm akdır. B unda şüpheye düşm ek câiz olamaz.
G öz ile gördüğüm üz, kulak ile işittiğimiz şeyler bizde nasd bir ilim husule ge
tirirse, b u derece kuvvetli olan haberler de aynı kuvvette bir bilgi husûle getir
melidir. Ç ünkü, aynı kuvveti hâizdir.
Y ukarıda söylediğim veçhile, K u r’d n ’ın, Kelâm-ı İlâhî olarak Peygam bere
nazil olduğu, b u n u n kul sözü olm adığı Peygam ber asrından i'tibâren tevâtüren
sabittir. N am azların rek atları. zekâtın mikdarı ve şâir ahkâm -ı diniyyeden bir
çokları da böyledir.
A sh âb . dînî ve şer'î hüküm leri Peygam berin ağzından nasıl işitilirse öyle
ce kabûl ve ona îm ân ederlerdi. Peygam ber, K u r’ân-ı K erim 'i tefsir, m üşkil olan
kısım larını îzâh. m ücm el olanı tafsil, birkaç m a'n ây a olanları tâyin, K ur’â n ’ın
sâkit olduğu hüküm leri beyân eder ve böylece dînin köklerini ve köklerinden çı
kan meseleleri onlara anlatırdı. O n la r da Peygam berden işittikleri gibi kabûl
ederler ve O n u n tarafın d an tafsil buyurulm ıyan şeyleri araştırm azlar, incelemez-
Ierdi. S ah âb e devri böyle geçtiği gibi T âb iîn devri de böyle temiz geçmiştir. Bir
m üşkil çıktığı vakit din u lu ların a giderler, m üşkillerini sorup öğrenirlerdi. B u
nun için şer'î ve dînî meseleleri toplayıp bir kitap hâline getirmek ihtiyâcı d u
yulm am ıştı.
F a k a t Peygam berlik ııûru uzaklaşarak o nurlu ve feyizli devirde b u lu n a n
lar azaldıkça ahval değişti. B irtakım kötü ve bozuk fikirler m eydan aldı; doğru
37
i tikadlar arasına m üfsidler tarafından bozuk i tikadlar karıştırıldı. 1 tikadlardaki
temizlik, fikirlerdeki m etanet yavaş yavaş gevşemiye yüz tuttu.
İşte b u n u n içindir ki, İslâm 'a Iıâs olan salıilı ve doğru i tikaad ve hüküm le
ri toplu olarak bildirm ek, b âtıl ve bozuk fikir ve i tikadfarı ayırd etmek için ki
tap lar yazıldı. K u r’ârı ve sünnetle, aklî ve nakil delillerle dinin esasları takviye
edildi. Bozuk i'tikadların çürüklüğü anlatıldı, onları red edecek deliller ortaya
konuldu. B u yolda m eydana getirilen ilme, llm-i T evhid. F ıkh-ı E kber adı ve
rildi. B u h ususta en evvel yazılan kitap, t m â m - ı A z a m ı n F ıkh-ı E k
ber adındaki kitabıdır. S onraları ahvâl değişti, akaaid kitaplarına felsefe de ka
rıştırıldı. İslâm i'tikaadı aklî ve felsefi delillerle m üdâfaa edilmiye çalışıldı. Bu
h u su sta pek çok i'tik aad ve kelâm kitapları yazıldı. D a h a sonraları İslâm âlim leri
b u ilme çok ehemmiyet verdiler. H er devirde İslâm akaidini hücum lardan koru
m ak için k itaplar yazıldı. İ m â m - ı Eş ârî ile 1 m â m - i M â t t i
r i d i , İslâm i'tik aad ın ı m üdâfaa edenlerin b aşın d a gelir. Burçun içindir ki,
her ikisi de i’tikadda imamdır.
46 — ÎLM -Î F IK H IN T E D V İN İ :
D in âlim leri, görülen luzûm üzerine şer’î hüküm lerin fürûunu zaptetm ek
ve iyi amelleri kötü am ellerden ayırm ak m aksadiyle bir ilim d ah a tedvin ederek
b u n u da b ab lara ve fasıllara ayırm ışlar ve ad ına da “llm -i F ık ıh ” dem işlerdi,
llm -i Fıklı in ahkâm -ı um ûm iyyeden bahseden kısm ına sâdece " Fıkıh ”, b u ah*
kâm ın istihrâc o lunduğu delillerin ahvâlinden bahseden kısm ına d a “U sûl-i Fı-
k ıh ” nâm ı verilmişti. Fıkıh ilm ini bugünkü b u lu n d u ğ u tertip üzerine koyan,
İmâm-ı A z a m 'dır. Fıkıh m eselelerini kısa bir sûrette toplayan, t m â m - ı
A ' z a m in talebelerinden l m â m - ı M u h a m m e d ’dir. U sûl-i fıkhı
vaz eden de t m â m - ı E b û H a n î f e ’nin ash âb ın d an l m â m - ı Ebû
Y û s u f 'dur. F a k a t b u h ususta ilk müdevven kitap, î m â m - ı Ş â f i î ’nin
E r-R isâle'sidir. t m â m - ı Ş â f i î , l m â m - ı E b û Y û s u f un ki
tap ların d an istifâde etmiştir.
47 — AHLÂK İLM Î :
A hlâk. İslâm ’ın en ziyâde ehemmiyet verdiği bir şey old u ğ u n u yukarıda
söylemiştim. H er m illetin âlim leri ve filozofları b u cihete çok ehemmiyet vermiş
ve b u sûretle ahlâk ilmi b ü tü n zıluslar arasında m üşterek bir ilim h âlin i alm ış
tır. B u n u n la berâber, M ü slü m anların kendilerine has ahlâk ilimleri vardır. E s
ki filozoflar tarafın d an tedvin edilmiş ahlâk, çok defa felsefî m esleklerin esas
larına istinâd ettikleri halde, İslâm A hlâkı böyle değildir. İslâm 'da ahlâk ilmi
de esas i'tibâriyle K itab ve S ü n n et'e m üstenid ve binâenaleyh, başka b ir yük
sekliği hâizdir. Ç ü n k ü . İslâm D în i nde ahlâkî vazifeler ile dînî em irler âdetâ
b ir gibidir. B u n u n için K itab ve S ü n n et en yüksek ahlâk nazariyelerini câm i’
38
dir (1). K itab ve S ü n n e t e istin âd ederek İslâm âlim lerinin vücûde getirdikleri a h
lâk kitapları saydam ıyacak k a d ar çoktur.
T asavvuf demek, ilk devirlerde ahlâk demekti. B unun içindir ki, ilk sofiler
Z â lıid ad ın ı alm ışlardı. T asav vuf kitaplarının b ir kısmı muâmeleye, ahlâka, d i
ğer kısmı da tevhide, mükâşefeye âit bulunuyordu.
H â r i s - i M u h a s i b i gibi büyük sofiler, llm -i M uâm ele denilen
ahlâka; C ü n e y d - i B a ğ d a d i gibi zevât da, llm-i M ükâşefe denilen
tevhide d âir kitaplar yazm ışlardı. T asavvuf mesleği üzere en evvel m a’ruf olan
kitap. H â r i s - i M u h â s i b i n in (2) E r-R iâye’sidir. B u n d an başka mu-
hadd isîn ve fukahâ da, ahlâk kitapları tedvin etmişlerdi. B u b âb d a en m a ruf
olan eser, A b d u l l a h b i n M ü b âr e k ’in (H. 180) K itâbü'z-zühd'üdür.
Ü ç ü n cü asırda felsefenin te sisi ile İslâm filozofları tarafından d a ahlâk ki
tapları yazılm ıştı. B u b â b d a en m a’rûf kitap, İslâm felsefesinin müessisi Y â -
kub e l - K i n d î ’nin kitabıdır.
H ülâsa : Ü çü n cü asr-ı hicriden i'tibâren İslâm 'da üç meslek üzerine ahlâk
kitapları yazılm aya başlanm ıştı. M ulıaddisîn ve F u k ah â mesleği, sofiyye m es
leği. felsefe mesleği, m uhaddisîn ve fukahâ m esleğinde ahlâk meseleleri K itab
ve S ü n n e t’ten çıkarılabilirdi. Ş er’î am ellerin gayesi, ahlâkı telızîb etmekti. S o
fiyye de bu meslekde idi. B u n u n la berâber onlara nazaran ayrıca m uhâsebe-i
nefis de lâzımdı. İslâm filozofları ahlâk husû su n d a kendilerinden evvel geçen
ahlâk filozoflarına, b ilh assa S o k r a t ’a istinâd ederek kitaplarında onların
mesleğini esas tutm uşlardı.
S onraları tasavvuf yanlış telkinlere uğramış, bu mesleğin büyüklerinin söz
leri yanlış tefsir edilmiş, tasavvuf âdetâ İşrâkıyyün felsefesi hâlin e gelmiş, K itab
ve S ü n n e t'e uym ıyan B âtınîlik vesâire gibi birçok fikirler doğm uş ve b u yüz
den m addî ve m ânevi pek fena neticeler m eydana gelmiştir.
Z am an ım ızd a Tasavvuf ve Sofiye tarikatı, câhillerin ve m enfaatperestlerin
elinde şöhret yapm ak, p ara kazanm ak, halkı kendisine taptırm ak için b ir vâsıta
dan başka b ir şey değildir. İslâm ’ın esaslarından haberi olm ıyan b ir sürü kara
câhiller tü rlü n am larla kendilerine şeyh, m ürşid süsü vermekte ve birçok temiz
ve saf M üslü m an ları yoldan çıkarm akta, işlerinden, güçlerinden ahkoym aktadır-
(1) M uhtelif ahlâk n azariy elerly le tslâm A h lâk ı’nı m ukayese etm ek ve İslâm
A hlâkı'nın yüksekliğini an lam a k istey en ler A hlâk D ersleri adında v ak tiy le yazdı
ğım k ita b a m ü ra c a a t etsinler. Bu k itâ b (340) d a D iyanet İşleri B aşkanlığı ta ra fın
dan tâbedilm iştir.
(2) H â r i s - i M u h a s i b i usûl ve m uam elâtı çok bilirdi. A hlâk h a k
kında, M ûtezile ve diğerlerini red h ak k ın d a k ita p la rı v ard ır. B a sra’d a doğmuş,
(243) H icride B a ğ d at’da v e fâ t etm iştir. E r-R lây e n âm ındaki k ita b ı D iy an et İşleri
B aşkanlığının kütüphanesinde m ahfuzdur. C am bridge Ü niversitesine m erb u t G irton
m ektebinden M a r g a r e t S m i t h te tk îk a t yap m ak için fo to ğ ra fla lstinsâh
etm ek istem iş ve bâzı şe râ it a ltın d a 1934’de R iy aset ta ra fın d a n m üsâade edilm iştir.
39
Iar. B unlar; kendilerine ilham vâki olduğundan, Peygam berle görüşüp ber şeyi
o n d an aldıklarından bahsederler; cehaletlerini örtmek ve kendilerini büyük gös
termek için K ur ân in bâtını ma nâsından dem vururlar. Şeriat ve K ur ân ın
zahir m a nâsı avâm içindir; biz onlarla bağlı değiliz.' diyecek kadar ileri gider
ler. H alb u k i b u n la r ne şeriatı bilirler, ne tarikatı, ne de hakıykatil B u gibiler
hakkında Sofiye'nin ve tarikat erbâbınm en büyüklerinden olan S e y y i d
A h m e d e r - R u f â î H azretlerinin şu kıymetli sözlerini nakletm eden ge-
çemiyeceğim. D iyorlar k i: "Tarikat, şerîal'in aynı; şeriat de tarikat in aynıdır.
İkisinin arasında olan fark lâfzidir; sözledir. M addeten ve m anen netice birdir.
Şerîat'in kabul etm eyip reddettiği her şey, zındıklıktır. B ilip bilm iyen birtakım
kim se dâim â E b û -Y ezîd -i B istâm î böyle dedi. Hâris-i M u h â sib î şöyle dedi, Hal-
lâc-ı M ansûr bu sözlerde b u lundu diyorlar. B u nasıl sözdür? Böyle lâkırdılar
dan önce (Imâm-ı Şafiî, tm âm -ı M âlik, Im âu H A h m ed , E b û (H anîfe) ne dedi,
bir kerre ona bakm alısınız. K u llu k m uâmelelerini, kulluk işlerini bunların d edik
leri ile ölçüp tashih etm elisiniz, işlerinizi onunla ayarlamalısınız. O n d a n sonra da
fazla sözlerle tefekkür edebilirsiniz. (Yâni bunların sözleri yem ekten sonra m ey
ve yem ek kabîlindendir. E vvelâ k a m ın ı doyur da sonra da fazla olarak m eyve
ye.) E b û Hârisî ve E bû Y ezid 'in sözleri ile birşey artıp eksilm ez, lâkin E b û Ha-
n îfe ’nin, Ş â fii’nin, İm âm -ı M âlik ve A h m e d 'in sözleri tâkib edilecek tariklerin
en güzeli, tutulacak mesleklerin A llâ h 'a en yakın olanıdır. İlim ve am el ile Şe-
rîat'm direklerini iyice kuvvetleştirdikten sonra ilim ve am elin sedleri cihetine
h im m etinizi yükseltin iz.’’ (1).
K aadirîliği, R üfâîliği. M elâm etin ne olduğunu bilm eden biz K aadirîyiz, biz
R üfâiyiz, biz M elâm îyiz, biz N akşîyiz diyen ve şeriatı arkaya atm ak istiyenler
artık b u güzel nasihatten biraz olsun nasib alsalar!
40
ve ahkâm a m üteallik olan şeylerin asıllarını bildirdi. Ş u kadar ki. b u ahkâm ın
bir kısmı mücmel olarak zikrolunm uş ve onun îzâhı Peygam berim ize bırakılmıştı.
Lüzum görüldükçe o esasları. Peygam ber îzâh ve beyân buyurmuştıçr.
Peygam berim iz, K u r'd n 'uı îzâh ve beyâna m uhlâç olan âyetlerini beyân
buyurdukları gibi, b âzan da kendisinden hükm-i şer’ileri sorulan hâdiseler hak
kında fetvâ verirdi. B inâenaleyh. Islâm ’da ilk m üftî ve hâkim, C enâb-ı Peygam
ber dir. B âzan da fetvâlan hem sorulan hâdisenin hükm ünü, hem de başka bir
hükm ü beyân ederdi.
S ahâbe, çok zam an Peygam berle toplanırlar ve kendisine nâzil olan V a h y-i
İlâhî yi O n u n ağzından dinlerler; onun hükm ünü, ma nâlarını öğrenirler. O n u n
söylediklerini ve yaptıklarını ezber ederlerdi. F ak at bu hususta b ü tü n ashâbın
seviyesi b ir değildi. B âzd an daha çok ezberlerdi, bir kısmı da ma nâ ve ahkâm
cihetine kuvvet verirdi. H er ikisine birden çalışanlar d a vardı. Peygam berin her
söylediğini ve her yaptığını bilm iyenler de vardı. B u da m uhtelif sebeplerden
ileri geliyordu. S ah abeden bir kısmı vaktinin çoğunu kendi işi güciyle. çarşıda
ve pazarda ticâret vesâire ile geçirdiğinden Peygam berin meclislerinde her vakit
bulunam ıyorlardı. B ir kısmı da b ü tü n vaktini R e s û l - i E k r e m ile ge
çiriyordu. B unun içindir ki. bu gibiler Peygam berin her söylediğini ve yaptıkla
rını ezber ederlerdi. S ahâbeden E b û H ü r e y r e nin çok hadîs rivâyet e t
mesi bundandır. Ç ünkü, O n u n başka işi yoktu. O . Peygam berden hiç ayrılmaz
ve sâde hadîs ezberler ve onları başkalarına söylerdi. Peygam berin duâsına nâil
olduğu için hâfızası da çok kuvvetli idi. G ünlerce aç kalm ıya taham m ül eder ve
dâim â Peygam berin hadîslerini, sünnetlerini hıfz ve rivâyet etmiye çalışırdı. B â
zı A vrupa m üsteşriklerinin E b û H ü r e y r e 'ye dil uzatm aları taassubdan.
garazkârlıktan ve hakiykatı anlam am aktan başka bir şey değildir.
41
en ziyâde fetva veren büyük fakîhler- şunlardır : Ö m e r . A l î , l b n - i
M e s ' û d, Peygam berin zevcesi H a z r e t - i A i ş e , Z e y d b i n
Sabit, Ab d u' I l a h bin Ab bos , A b d u l l a h bi n Öme r .
42
hükm-i şer isini beyân etmek lâzım geldiği zam an K itab ve S ü n n e t e bakarlardı.
O n la rd a açık bir şey göremezlerse kendi ictibâdlariylc hükmederlerdi. A sbâb-ı
Kirâm in âlim ve fakîh olanları en çok M edine. Mekke, Küfe, B asra, Şam ve
M ısır da toplanm ışlardı. B unun için. Islâm lar arasında fıkıh, en çok b u ralardan
yayılmıştır. Mekke, M edine ve Ş am ’da birçok zevât M u â z 'dan feyz alm ış
lar, dinin ve şerîat’in ahkâm ını ve inceliklerini ondan öğrenmişlerdi, t b ıı - i
A b b â s da hayâtının sonlarında M ekke'de M escid-i H arâm 'd a Tefsir. H adîs
ve Fıkıh okutuyordu, l b n - i A b b â s m fetvalarını yirmi kitapta topla
m ışlardır.
Küfe şehrinde K itab ve Sürm el i iyi bilenlerden birçok zevât vardı. H azret-i
A l î ile A b d u l l ah bin M e s ’ û d bu n ların en m eşhurlarından
ve K itab ve S ü n n e t i, ahkâm -ı şeriati âlim olan S ahabelerin en büyüklerindendi.
Ibn-i M e s ’ûd, Küfe de K u rû n 'ı ta lim ve ma nâlarını tefsir. P ey
g am b erd en duyduklarını veyâhud gördüklerini nakl ü rivâyet eder ve kendisine
sorulan meseleler hakkında fetvâlar verirdi. K itab ve S ü n n e t hakkında pek ge
niş bir ihâla-i ilmiyyesi vardı. B u nunla berâber yeni yeni m eydana gelen h â d i
selerin hükm -i şer'îsi sorulduğu zam an. K itab ve S ü n n et'd e sarih bir nass b u
lunm azsa kendi ictihâdiyle hüküm verirdi.
l b n - i M e s ' û d dan sonra da vaziyet b u şekilde devâm etti ve Irak
âlim leri arasında ictihâd şâyi' oldu. Küfe de A l î ile l b n - i M e s ’ ûd' -
dan okuyan ve kendileri de m üçtehidlik derecesine çıkan çok âlim ler vardı. B u n
lar da S ah â b e ’Ierin gözleri önünde pek çok fetvâlar vermiş ve fetvâları kabûl
olunm uştur.
B asra'd a S ah abeden E b û M û s e ’ l - E ş ’ â r î ve E n e s bin
M â l i k en çok şöhret alm ışlardı. B u nlar da Peygam ber den sonra fıkıh ve
fetvâ ile iştigal eden S ah âb enin ikinci tabakasını teşkil ederler. E n e s , fa-
kih olm aktan ziyâde m uhaddis idi.
E b û M û s e ' I - E ş ’ â r î . fıkıh ilm inde yüksek bir iktidâra malik
idi: ö m e r in kendisine göndermiş olduğu m eşlıûr mektup, usûl-i şahadet
ve usûl-i hüküm de esas tutulm uştur (1). Basra da Iâ b iin d e n fetvâ ile iştigal
edenlerden biri de H a s a n - ı B a s r î ’dir. M üşârün-ileyh’in beşyüz S ahâ-
beye yetiştiğini l b n-i Kayyı m yazm aktadır.
43
den ahkâm çıkarm ak kudretinde olm ıyanlar tabiatiyle bu kudretde olan fakilı-
Iere tâbi oluyorlardı. İşle bu suretle birtakım m ezhebler lüremiye, yayılm ıya
başladı.
M ezlıeb sahibi olan fakihleri birkaç sınıfa ayırabiliriz : Birinci sınıf, en ev
vel m ezhebleri takarrür eden, yerleşen im âm lardır. B u n lar da :
1) l m â m - ı A z â m E b û H a n î f e ( N u ' m a n bin
S â b i t ) (80- 150).
2) I m â m - i M â l i k b in E n e s (93 - 179).
3) A b d u r - R a h m â n e l - E v z â î (88- 157).
4) S ü f y â n - ı S e v r î (97 - 161).
(1) P eygam beri gören m üslüm anlara Sahâbe, P eygam beri görm eyip de S ah a
belere yetişm iş olan lara T âbiin denir.
44
vâyet olunur. Ellibeş d e f a H a c c a gitmiştir. Fıkıh ilm inde pek yüksek ve m üm
taz bir mevkii vardı, l m â m - ı Ş a f i i gibi en büyük m üçtebidler de b u
nu i tirâf etmişlerdir. M antıkm daki kuvveti, şâyân-ı hayret bir dçrecede idi.
I m â m - ı M â l i k : ''E b û -H anî f e n in m antıki o kadar kuvvetlidir ki, eğer
şu direk altındır derse onu isb&t edebilir." demiş.
1 b n - i M e s ’ û d , rey ve içtihada meyyâl olduğu cihetle,, ondan oku
yanların mesleklerinde de re y ü içtihada çok ehemmiyet verilmişti. E b û
H a n i f e fıkıh ve ahkâm ilm inde de çok şöhret aldığından herkes onun b a
şına toplanm ıştı. K endisinden bir m eselenin hükm ü sorulduğu vakit, K itab ve
S ü n n e t le veyâhud S a h â b e 'n in âsârında sarih b ir şey bulursa onunla cevap ve
rir, b u n lard a bulam azsa kendi ictibâdiyle K itab ve S ü n n e t’den —em sâline kı
yâs eder— hüküm çıkarırdı. I m â m - ı A ' z a m ’ın K itab ve S ü n n e t’den
beşyüz bin mesele ortaya çıkardığı rivâyet olunur (1).
V erdiği fetvâlar altm ışdört bindir. B ütün b u meseleler ibâdet ve hukukta
birer esasdır, birer kaaide-i um ûm iyyedir ve hepsinin delili netice i’tibâriyle
K itab ve S ü n n el'd ir. O n lard ak i hükm-i şer'îyi birer kanun hâlinde bize b ild ir
m iştir; kendi aklı ile bir şey söylemiş değildir.
t m â m - ı A z a m i n yetiştirdiği en büyük âlim lerin sayısı, bine var
m aktadır. O n la rın içinden en büyük ve seçmeleri kırk tanedir. H epsi de müçte-
hidlik m ertebesini alm ışlardır.
I m â m - ı A ’zam her mesele için bunları toplar ve o mesele hakkın
da m ünâkaşalar yapardı. B azan m ünâkaşanın bir ay bile sürdüğü olurdu.
t m â m - ı E b û Y û s u f (2), I m â m - ı M u h a m m e d (3)
ve Z ü f e r (4) b u n ların en m eşhürlanndandır. Bir meseleyi b ü tü n ashâbiyle
müzâkere ve m ünâkaşa ettikten sonra o m eselenin K itab ve S ü n n et'e muvâfık
olduğunda ittifak ederlerse o mesele fıkhın neresine, hangi bahsine yazılacağını
talebesinden E b û Y û s u f a veyâhud başka birine târif eder, onlar da
yazarlardı. İşte fıkıh ilmi ile Islâm H ukuku b u sûretle vaz'olunm uş ve m eyda
na getirilmiştir. Z a m â n ın d a bulu n an b ü tü n fakihler, âlim ler onun talebesi ma-
kaam m da idi. S özünü anlıyabilm eh için fıkıhda çok kuvvetli olmak lâzımdı.
B aşkaları onun fikirlerini anbyam azlardı. O kadar ince b ir anlayışı vardı. D î
nin rû h u n a o kadar nüfuz etmişti. B unun içindir ki, en büyük âlim ler de
E b û H a n î f e nin etrâfına toplanm ışlar ve M üslüm anlık hakkında o ne
söylemiş ise, Kur& n ı ve S ü n n et i nasıl anlam ış ve b u n lard an ne yolda hüküm
çıkarmış ise aynen b u n u kabûl etm işler ve b u sûretle “H anefî M ezh eb i" diye
m ezheb vücûde gelmiştir. 1 b n - i S i n â gibi en m eşhûr filozoflar da H a
nefî M ezhebinde idiler.
45
H anefî M ezhebi ilk önce Irak'da şayi' oldu, sonra M ısır’a, G arb a ve Şark a
yayıldı. A bbasîler zam anında hâkim lerin çoğu H anefi idi. Selçûkîler, Harzem î-
ler, M ezheb-i H anefî üzere idiler. H anefî M ezhebi bugün en ziyâde intişâr et
miş olan b ir 'mezhebdir. İrak ta, Şam 'da, H ind'de, E fgan'da, Şarki ve G arbi
T ü rkistan da, K afkasya'da galip olan H anefî M ezhebidir.
A n ad o lu ve R um eli T ürkleri ve B alkanlardaki M üslüm anlar tekmil H ane-
f dir. H in d istan da takriben (48) milyon H anefî vardır. C en û b î A m erika’da. Bre
zilya da (25) bin H anefî M ezhebine m üntesip M üslüm an vardır.
E b û H a n î f c İslâm H u k u k u 'n u n vâzıı ve müessisidir. A k aaid ve
T evhîd hakkında ilk m a rûf olan eser, l m â m - ı A ’ z a m ' ı n ‘ E l-F ıkhü'l-
E kber a d h eseridir. Islâm düşm anlariyle, kendi arzu ve heveslerine göre M ü s
lüm anlığı bozm ıya çalışanlarla, dâim â m ünâzara ve m ubâhaselerde bulunarak
her vakit onları yenerdi.
H alîfe M a n s û r , ilk zam anlarda E b û H a n î f e y e pek çok il
tifat etmiş ve h attâ b ir aralık B ağdat inşaatına nâzır bile yapm ıştı. B ağdat K a
dısı I b n - i E b û L e y l â öldükten sonra B ağdat K adılığını kabûl et
m esini teklif etti, l m â m - ı A z a m b u n u kabûl etmedi. Kendisi kat'iy-
yen böyle b ir m e’mûriyet istemiyordu. Evvelce teklif edilen bir m e'm ûriyeti de
kabûl etm ediği için (130) târihinde on gün hapsedilm iş ve dayak da atılmıştı.
B u m e'm ûriyeti de kabul etmeyince M a n s û r b u n u b ah ân e ederek tekrar
hapsettirdi. H apiste o kadar döğdüler ki, b u n u n te’sîriyle hapishânede secdede
iken yetmiş yaşında R ahm et-i R ah m ân 'a kavuştu (R ahm elu'llahi aleyh). Cenâze
n am azında hazır b u lu n a n cem âat, edibinden ziyâde idi. A ltı d e fa nam azı kı
lındı. İşte m ezhebim iz olan H anefî M ezhebi’nin müessisi l m â m - ı A ' z a m
N u ’m â n bin S â b i t 'in kısaca tercüme-i hâli.
O n d a n sonra gelen pek çok m üçtehidler l m â m - ı A z a m ı n tale-
belerindendir. H epsi de onu kendilerine İmâm edinm işler ve onun söyledikleri
ni kabûl etmişlerdir. E b û H a n î f e ’nin mezhebi en evvel takarrür eden,
en kuvvetli, en sahih, en açık. K itah ve Siinnet e en muvâfık, S ahâbe mezhebine
daha uygun olan b ir m ezhebdir.
B ugün etbâı mevcûd olan m ezheblerden biri de M âliki M ezhebi dir. M âli
ki M ezhebi’nin müessisi, l m â m - ı M â l i k b i n E n e s dir. l m â m - ı
M â l i k ile l m â m - ı E b û H a n î f e nin ayrıldıkları usûl-i mesâil.
yirmi kadardır. B u n u n için iki mezheb beyninde en çok fark vardır, l m â m - ı
M â l i k (93) tarihinde M edine'de doğmuş ve (179) da yine M edine'de R a h
met-i R a h m â n 'a kavuşm uştur. M üşârün ileyh, l m â m - ı A z a m ve
l m â m - ı E b û Y û s u f la d a görüşm üştür. M âliki M ezhebi M edine’de
çıkmış. M ed in e’ye gelip gidenler vâsıtasiyle G arbdc. E n d ü lü s'd e intişâr efmiş-
46
I
lir. Ç ü n k ü oraların ahâlîsi Irak'da b u lu n an diğer ınüçteiıidlerin usûl ve m es
leklerini bilm iyorlardı. O n u n için hepsi kamilen M âliki olm uşlardı. B undan
başka o taraftaki ah âlîn in m izaçlarında bedeviyyet d ah a ziyâde olduğundan Irak
ahâlîsine hâs olan medeniyet usûlleriyle alışmış değillerdi. O n u n için Irak a h â
lîsinden ziyâde H icaz’hlara m ütemâyil bulunuyorlardı. I m â m - i M â l i k
de, bir mes eleden dolayı M edine V alisi C a f e r bin S ü l e y m â n ta
rafından döğülm üştü. l m â m - ı M â l i k H adîs ilm inde çok kuvvetli idî.
H ad îs'd en “M u va fta " adındaki kitabı m eşhurdur.
57 — İM ÂM -I SEV RÎ :
İşle ilk d e f a m ezheb olarak tedvin olunan, toplu bir hâle konan fıkhi mez-
hebler, b u dört im âm ve m üçtehidin m ezhebleridir. B unların zam ânında Küfe
de, M ısır’da, B asra'd a daha birçok m üçtelıidler ve onların da m ezhebleri var
idiyse de, onlar intişâr ederek toplu bir hâle getirilemedi. B u dört m ezhebden
H anefî M ezhebi ile M âlikî M ezhebi bugüne kadar arası kesilmeden devâm et
ti. Evzâî M ezhebi ile Sevrî M ezhebi inkıraza uğram ış ve yerlerini Şafii ile H an-
belî m ezheblerine bırakm ıştır. B inâenaleyh, b u g ü n hiç inkıtâa uğram adan etb ât
devâm eden dört m ezheb şunlardır : H anefi, M âliki, Şafii, H anbell mezhebleri.
Bugiin dört mezheb denilince anhyacağım ız bunlardır.
47
58 — Ş Â F ÎI M EZH EBİ :
Bu m ezhebin müessisi, l m â m - ı M u h a m m e d b i n 1 d r î s
e ş - Ş â f i i dir. (150) larihinde G azze'de doğmuş, (204) de M ısır'da Rahm et-i
R a h m a n a kavuşm uştur, l m â m - ı Ş â f i î çok ahlâklı, şiir ve Iûgatta ga
yet kuvvetli, büyük b ir m üçtehid idi. İki yaşında iken M ekke’ye götürülm üş, ora
daki büyük âlim lerden okumuş ve yirmi yaşında iken fetvâ vermiye izin veril
miştir.
59 — H A N B E LÎ M EZH EBİ :
48
t i r fıkıh m ezhebi d a h a m eydana gelmiş ve Ş â f i î ’nin m ezhebinden sonra
H an b elî m ezhebi teessüs eylemişti. 1 m â m - i Ş a f i î 'n in usûlü ile A h -
m ed b in H a n b e l ’in u sûlü yekdiğerine yakındır. D iğer m ezheblere nis-
betle H an b elî M ezhebi o kadar çoğalmamıştır. İlk Önce B ağ d ad 'd a H anbelîler
pek çoktu. F a k a t H ü I â g û vak asından sonra eski hâline gelemedi. D o k u
zu ncu asr-ı hicriden sonra d ah a ziyâde azalm aya başladı. Şim di Ş am ’da ve Irak’-
d a H an b elî ler vardır. E n çok N ecid de bulunurlar.
B uraya kadar vermiş olduğum izâh atd an anlaşılıyor ki: M ezheb sahibi olan
imâm ve m üctehidler, husûsi bir sûretde davet vuku bularak çıkmış değildir. A y
nı zam anda b u büyük zatlar: “Biz bir m ezheb te sis ediyoruz, bize uyunuz, bizim
m ezhebim izi kabûl ediniz; o m ezhebi benim ism im le söyleyiniz dememişlerdi.
O n la r m eclislerine devâm eden kimselere şer'î ve dtnî ilimleri Öğretirlerdi.
B ir m eselenin hükm i şer îsi kendilerinden sorulduğu zam an onu beyân eder
lerdi. B u n lard an okuyan ve b u n ların sözlerini, içtiHadlarını kabûl eden ulem â ve
âmme-i nâs b u n lara tâb i' oluyorlar ve böylece b u n ların sözleri ve içtih ad îan bir
m ezheb olarak takarrür ediyordu. İşte bu m ezhebler b u sûretle m eydana gelmiş
tir.
“ E hl-i S ü n n e t”in um desi, K iiab ile S ü n n et'd ir. “E hl-i S ü n n e i” i’tikad busû-
su n d a K itab ve S ü n n e t’e d ay an arak b u n la n n zâhirini ihtiyâr ederler. B u n u n la be-
râber basm ı reddetm ek, y âh u d kalbe d ah a ziyâde itmi nân vermek için aklî olan
asıllara da m ürâcaat ederler. E hl-i S ü n n et üç kısma, üç şu'beye ayrılır:
49
(lebinde olanlar, A lla h u T e â lâ H azretlerinin isimlerini ve sıfatlarını nusûsda nasıl
vârid olmuş ise. öylece, A lla h 'ın şanına m uvafık bir şekilde isbât ederler; şer i
naslan , A llah in şânına nasıl yaraşırsa öylece zahirine ham dederler, nusûsu te vîl
etmezler.
63 — E Ş ’A R ÎL E R :
50
dir. (260) tarihinde B asra'd a doğmuş, (324) yâhud (330) da B ağ d ad 'd a fücceten
ölm üştür. E ş a r i . pek gürültülü bir zam anda gelmiş, b ü tü n öm rünü m ücâ
dele ve m ünâkaşa ile geçirmiştir. Kendisi Şâfiî m ezhebinde idi. Kelâm ve Tevlıîd
ilm inde çok kuvvetli idi. Evvelce M u'tezile m ezhebinde idi. S on rad an H ocası
C ü b b â i ' ye galebe etti ve M u tezile m ezhebinden çıkarak Ehl-i S ü n n et m ez
hebine geçti. B undan sonra b ü tü n öm rünü Ehl-i S ü n n et m ezhebini m üdâfaa ile
geçirdi. Eş arî ile M âtürîdiyye arasında başlıca onbeş meselede fark vardır. M âliki
ve Şafii m ezhebinde olanlar i'tikadda E ş'arîdirler. Bu m ezheblerin hepsi de hak
ve E hl-i S ü n n et'tir. Bâzı meselelerde yekdiğerinden ayrılsalar da şâyân-ı ehem m i
yet değildir, hedef birdir.
51
ÎKÎNCt BÖLÜM
İk i n c i bölü m
İS L A M D İ N Î N İ N l'T IK A D K Ö K L E R İ
B ÎR ÎN C Î D ERS
İ M Â N
ı — la İ l a h e İ l l â 'l la h m uham m edü ’r r e s ü l u ’lla h :
A lIaK 'dan başka T an rı yoktur; M uham m ed. A lla h ’ın Peygam beridir. (Keli-
me-i Tevlıtd).
2 — İM Â N IN M A N ASI :
3 — İM Â N IN LÜGAT M Â N Â SI :
im ânın lügat ve Iisânî m ânâsı m utlak tasdiktir. Y âni bir şeye tereddütsüz ve
kesin olarak içten ve yürekten inanm ak, b ab er verilen bir şeyi, b ir hükm ü tasdik
etmek, onun doğru o ld u ğ u n u kabûl edip h ab er verenin doğru söylediğine in a n
maktır.
4 — İM Â N IN Ş E R 'I M Â N A SI :
53
A) İCMALİ ÎMAN :
îm ânın en mücmeli ve en kısası: " A lla h 'ı ve O n d a n geleni tasdik etm ektir."
B u da: Lâ ilahe illâ ilah M u h am m edü'r-R esûlu'llah — A lla h 'd a n başka Tanrı
yoktur. M u h a m m ed (Salla llahu aleyhi ve sellem), A lla h ın Peygam beridir." Ke-
Iime-i T e v h id i ile ifâde olunur. Binâenaleyh icmâli im ân: "Peygarberim izin teb
liğ buyurduğu şeylerin hepsine birden inanm aktır."
B) T A F S İL İ İM ÂN VEYA IM A N IN M E R T E B E L E R İ :
B ÎR ÎN C t M ER TEB E :
T afsil ile şer’î îm ân, A lla h 'a , M u h a m m e d (Aleyhi" s-selâm )'m A lla h ’ın
R esûlü olduğuna ve âhiret gününe kesin olarak inanm aktır. T afsili îm ânın birinci
m ertebesi işte budur. Evvelce anlattığım ız icmâle nazaran, bu d ah a açık ve daha
geniştir. Ç ü n k ü b u n d a ayrıca âhirete îm ân da vardır.
ÎK lN C t M ER TEB E :
A lla h ’a, A lla h 'ın M eleklerine, K itab lan n a, Peygam berlerine, Â hiret G ününe,
öldükten sonra tekrar dirilmeye. C en n et ve C ehennem e, sevab ve ikaaba. K azâ ve
K adere ayrı ayrı îm ân etmektir. Yukarıdaki H adîs-i Ş e rifte görüldüğü veçhile.
P eygam ber E f e n d i m i z de îm ânı böyle ta rif etmiştir.
54
ÜÇÜNCÜ M ERTEBE :
‘ P eygam berim izin A lla h tarafından tebliğ eylediği şeylerin hepsi haktır,
cüm lesine inandım , îm ân ettim ." diye toptan ve mücmel bir şekilde îm ân etmek
başka, onları ayrı ayrı belleyip hepsini gereği gibi ayrı ayrı A llah 'ın ve P eygam
berin m uratları veçhile tasdik etmek başkadır. Biri toptan bir tasdik olduğu için,
îm ân-ı icmâlî denir. D iğerinde ise. her birerlerini ayn ayrı belleyip hak olduk
larım tasdik eylediği için, tafsili b ir şekilde im ân edilmiş oluyor. A slen M üslüm an
olm ayan b ir insan da icmâlî b ir im ân ile Islâm dâiresine girer. M üslüm an değil
iken M ü slü m an olur, b u n d a şüphe yoktur. F ak at tafsili îm ân ile de yükselir, ol
gunlaşır ve kemâl sâhibi olur. B inâenaleyh öm rünün sonuna kadar böyle icmâlî
b ir îm ân ile kalm ası doğru değildir.
İşte şer’î îm ânın böylece dört mertebesi vardır. A lla h 'a ve H azret-i M uham -
m ed in P eygam berliğine böylece îm ân ettikten sonra. Peygam berin h ab er verdi
ği, A lla h ’d an getirip tebliğ ve kendi hayâtında tatbik eylediği hüküm leri ve esas
ları birer birer öğrenip onların hak olduklarını tasdik etmek de d ah a lafsilli imân
olur B inâenaleyh ilk önce “ A lla h 'ı ve O ndan gelenin hak o ld u ğ u n u ” tasdik et
tikten sonra b u kadarla kalm ıyarak, gücü yettiği kadar Peygam berim iz H azret-i
M uh am m ed ’in A llah tarafın d an tebliğ eylediği şeyleri tam âm iyle —farzı farz,
vâcibi vâcib. halâli halâl, harâm ı harâm diye— belleyip onlara böylece im ân et
mek de lâzım dır. A ncak b u m ertebelerden her biri istitâat derecesiyle birlikte
m ü lâh aza olunm ak îcâbeder. H iç bir fert gücü yetm ediği b ir şey ile m ükellef o la
maz. Peygam berin h ab er verdiği şeylerin hepsini belleyip onlara ayn ayrı îm ân
etmek ancak din âlim leri olan havâssın şiân, o n lan n yapabilecekleri birşey ola
bilir. B inâenaleyh avam ve um ûm için ilk farz. A lla h 'a ve M u h a m m e d
A le y h i’s-selâm 'm P eygam berliğine ve nihâyet İslâm i'tik aad ın ın b aşhcaları ve ana
kökleri olan esaslan b irer birer belleyip onlara îm ân etmektir.
B u n la ra im ân, b u n ların ihtivâ eylediği her hükm e îm ân etmek demektir.
B aşta yazdığım ız H ad îs-i Şerîf’de öğrendiğim ize göre Islâm D în i'n in i'tikad
kökleri başlıca altıdır :
1 — A lla h 'a ,
2 — A lla h ’ın M eleklerine,
55
/
B u n lar İslâm i'tik aad ım n temelini teşkil eder. B u nlara îm ânın erkânı denir.
İşte evvelâ A lla h 'a ve H a z r e t - i M u h a m m e d ' i n Peygam berliğine
îm ân ettikten sonra b u n lara da ayrı ayrı im ân etmek her mükellefe vâcibdir.
5 — I m ANLN H A K İK A T İ:
B aştaki hadîs ile bir çok âyetlerden anlaşılıyor ki, imân, hakikatte bir emr-i
vicdanî olup, kendi irâde ve ihtiyârîyle kalbden ve yürekten tam bir teslimiyet,
b ir inkıyat ve tasdikten yâni kalbin söylem esinden ve kabûl etm esinden ibâret-
tir.
B aşka bir deyişle : İm ânın hakikati; Peygam berin A llah taralın d an haber
verdiği levâtüren m a !üm olan şeyleri, arzu ve ihtiyâriyle ve tam bir itâat ve tes
lim iyetle kalben tasdik ve Peygam berin doğruluğunu i tirâf etmesi demektir. K al
binde böyle bir tasdik ve i'tirâf mevcud olanlar m ü mindir. K albi ile tasdik ey
lediğini diliyle de ikrâr etmek im anın asıl rüknünden (yâni im ânın bir cüz ü)
olm adığı gibi. îm anın sıhhatinin şartı da değildir. D il ile ikrâr ve şahâdet, sâ
dece dünyevî hüküm lerin icrası için şarttır, im ân, dil ile ikrâr, kalb ile tasdiktir,
denilm esi işte b u n u n İçindir; yâni vicdânî ve b âtınî olan b ir şeye ancak ikrâr île
vâkıf olunabileceğini anlatm ak içindir. B inâenaleyh, A llah m birliğini ve H a z
ret-i M uham m ed in Peygam berliğini kalbiyle tasdik etmiş, b u n a tereddütsüz bir
suretle inanm ış olan b ir adam —b u n u dili ile ikrâr ve i iirâf etmemiş bile olsa—
m ü m in d ir. Ş u k ad ar ki, bun u n —sonradan M üslüm an olmuş ise— İslâm olduğu
hariçte belli olam ıyacağından hakkında İslâm m uâm elesi yapılam az.
56
vicdan! b ir şey olan tasdikin ancak dil ile, ikrar ile belli olabileceğini, tasdik
bulunm aksızın sâdece ikrar (1) veya sâdece ma rifetin (2) yeter olm adığını an la t
m ak içindir (3).
Fakîblerden birçoklarına göre lisan ile ikrâr sâdece dünyâda Islâm! hüküm
lerin icrâsı için şart olm ayıp im ânın sıhhatinin ve tam âm ının şartıdır. Yâni, tas
dik ile ikrânn her ikisi de im ânın rüknüdür. Ş u kadar ki: Tasdik, hiç b ir veçhile
sükût ihtim âli olm ayan asli rükündür. İkrâr ise zâit b ir rükündür. Şem sü'I-Eim m e
S e r a h s i ve F a h rü I-tsiâm P e z d e v i gibi H anefi fakihlerinin çokları
bu ciheti ihtiyâr etmişlerdir. G örülüyor ki. bu n lara göre de dil ile ikrâr, kalb ile
tasdik derecesinde asli b ir rükün olmayıp, zâit bir rükündür.
D il ile ikrâr, im ânın hakikatinde dâhil asli bir rükün olm adığından dilsiz
lik gibi b ir m âzeret veyâhud tehdidini yapabilecek kudrette olan bir kimsenin
cebir ve ikrâhı karşısında ikrâra gidebilir. K albi ile A lla h ’a ve Peygam bere te
reddütsüz in an an bir kimse böyle bir cebir karşısında sâdece dili ile inkâr edi-
verirse "inanm ıyorum ' dese, yine im ânına bir zarar gelmez; bu adam m a’zûr s a
yılabilir. L âkin tasdik böyle değildir. O . kalb ve vicdan işi olduğundan onu b ırak
mak için hiç bir özür yoktur. T asdikin zıddı inkâr olduğu cihetle kalbden bu çı
kınca yerine küfür girer.
M ü m in o ld uğunu dili ile ikrâr etmemiş olan veyâhud ikrân belli olmıyan
yâni M üslüm an olup olm adığı belli olm ıyan bir kim senin cem âatle nam az kıldığı
görülürse, onun m ü min olduğuna hükm olunur. Ç ünkü cem âatle nam az M üslü-
m anlara m ahsus bir ibâdet olduğundan, cem âatle nam az kılmak kalbde tasdik ve
îm ân tahakkukuna açık b ir delil ve alâm et sayılmıştır.
6 — İSLA M :
57
/
Ieri ve işleri ile onları kabul ettiğini göstermek, A lla h 'a ve Peygam berine itaat ve
inkıyâd eylemektir. Bu m ânâca her m ü min, m iislim dir ve her m üslim de mü min-
dir.
im ân kalbin tasdikm dan ibârettir. İnandığını dili ile ikrâr ve şabâdet. îm ânın
b ir cüz ü olmayıp, dün y âd a İslâmî büküm lerin icrâsı için şarttır. B inâenaleyh, ev
velce M üslüm an değil iken. A llah 'ın birliğine ve H azret-i M uham m ed'in hak P e y
gam ber olduğuna îm ân etmiş, bunları kalbiyle tasdik eylemiş olan bir adam bunu,
dili ile de îkrâr ve i’tirâf ederek im ânını açıklam am ış d a olsa, yine A llah yanında
o kimse m ü m indir. Ş u kadar ki, onun hâli M üslüm anlarca belli olm ayacağından
hakkında İslâmî hüküm ler icrâ olunam az. Ç ü n k ü A llah y an ın d a gerçekten mü miri
olan b u adam , in san lar y an ın d a kâfirdir. B u n d an dolayı ona b ir M üslüm an kadın
nikâh edilemez, bir cem âate imâm olam az, ö ld ü ğ ü n d e İslâm m ezarlığına göm ül
mez.
D il ile ikrâr îm ânın hakikatinde dâhil aslî bir rükün olm adığı gibi, amel de.
îm ândan cüz’ değildir. B inâenaleyh amel ve ibâdette tem bellik yapıp da ibâdet
etmemek bir m ü mini dinden çıkarmaz. F a k a t îm ânın kem âline ermek. îm ânı ol
gun b ir hâle getirmek ve b u n u n sâlıiplerine A lla h 'ın v a'd eylediği yüksek ni'm et-
lere kavuşm ak için ibâdet ve amel-i sâlih lâzım dır. F ikir ve kalb sâhasından çık
mamış olan herhangi b ir hakikatin amelî olarak pek o kadar kıymeti yoktur. K al
bim izde parlatm ış olduğum uz im ân ışığının hiç sönm eden dâim a parlam ası ve
b u nûrun her an b ir kat d ah a kuvvetini artırm ası ve böylece b ü tü n m uhitini
aydınlatm ası için ibâdet lâzımdır. İnsan, sâdece inanılm ası gereken şeyleri tasdik
ederek ib âd ât ve tâ a t yapm az, sonra da A lla h ’ın yasak ettiklerini işlerse, dîne ve
A llah la olan kplbî bağlılığı da (A llah korusun) yavaş yavaş zayıflar ve günün b i
rinde sönüp gider. Böylelikle A lla h ’ın azâbını üzerine çeker. B inâenaleyh ibâdet,
hem îm ânı kuvvetleştirir, hem de m ü m in in âhiret azâb ın d an kurtulm asına ve A l
la h ’ın cennetlerine ve ni m etlerine erişm esine vesile olur.
N am az, oruç, zekât, hac gibi A lla h 'ın cmreylediği güzel işler ve ibâdetler,
kalbde parlam ış olan îm ân n û ru n u d ah a ziyâde parlatır. M ü m in in âhiret azâ-
b ın d an kurtulm asına, A lla h ’ın lütuf ve inâyetlerini kazanm asına vesile olur. T em
bellikle. nefsânî arzular peşinde koşmak suretiyle b u ibâdetleri bırakan kim seler de
günâh işlemiş sayılırlar.. B u yüzden A lla h ’ın azâbını d a hak etmiş olurlar. B u
n u n la berâber, b u n la r îm ândan cüz’ değillerdir. B inâenale yh nam az, oruç gibi
ibâdeti erin farz o lduğunu kesin olarak kabul ve tasdik ettiği halde b u n ları yap
m az veya başka b ir hâram a irtikâb ederse o kimse îm ândan çıkmaz, yine m ü’min-
dir. F a k a t îm ânın kem âlini kaybetmiş ve onu tehlikeye düşürm üş olabil ir. B ir ve
ya b ir kaç parm ağı kesilmiş olan bir adam , yine insandır am a ne de olsa eksiktir.
D alları, budakları yok edilen bir ağaç yine ağaçtır am a kem âlini ve güzelliğini
kaybetm iş b ir ağaçtır. B u hâliyle günün birinde kuruyabilir.
58
8 — ZA RÜ RA T-I D I n IYE :
Bir M üslüm an için din yönünden bellenmesi her halde lâzım olan şeyler.
Peygam berim iz H a z r e t - i M u h a m m e d ' i n A lla h tarafından tebliğ
buyurduğu, haber verdiği kesin olarak belli olan esaslara, hüküm lere ve haberlere
Z arû rât-ı D iniye denir. B unları kabul ve tasdik etmek her mü min için farzdır.
B u n lard an şüphe etmek, insanın îm ânına zarar verir. B unların bilinm eleri, ya
Peygam berden duyulm akla, yâhud Peygam berden tevâtüren naklolunm akla olur.
Biz Peygam ber zam ânında bulunm adığım ız cihetle bizim bunları bilmemiz, P ey
gam berden tevâtüren naklolunm ası iledir.
M eselâ K ur ân, A llah ' ın Kelâmı dır ve Peygam berim iz H azret-i M uham m ed e
A llah tarafın d an nâzil olm uştur. B unun böyle olduğu ise tevâtür yoluyla bize
naklolunm uştur. B inâenaleyh b u n u n A llah Kelâmı olduğunu tasdik etmek, üze
rimize farzdır. B unu bilmek M üslüm an için dînî bir zarûrettir. B una inanm ayan
M üslüm an sayılmaz. K ur'ân ın kat'î ve açık olarak ifâde eylediği hüküm ler de böy-
ledir. Beş vakit N am az ın R am azan O ru cu nun ve Z ekât ın farz olması da böyle-
dir. B unların farz olduğunu kabûl ve tasdik etmek de. dînî b ir zarûrettir. İslâm 'da
hırsızlığın, zinânın ve nâm usa tecâvüzün, sarhoşluğun, kum arın harâm olduğuna
im ân etmek de lâzımdır. B unları tasdik etmemek. Peygam bere ve A llah a in an m a
mayı istilzâm eder. B inâenaleyh nam az ın farz olduğunu kabûl ve tasdik etmekle
berâber tem belliğinden dolayı nam az kılmıyan bir insan, yine M üslüm andır. F a
kat nam azın farz olduğunu inkâr ederse, o zam an dinden çıkar.
A) îm ân, yeis hâlinde olmamalı, meselâ: M üslüm an olm ayan b ir adam , son
nefesinde azâbını görür ve ondan sonra îm ân etmeye kalkarsa, onun îm ânı mak-
bûl değild ir.
B) M ü min inkâr ve tekzibe alâm et olan şeylerden birini yapm am alıdır. M e
selâ: A llâ h u T e â lâ ’yı ve b ütün Peygam berleri tasdik edip de. H azret-i M uham m ed
(S a lla ’llûhu aleyhi ve sellem j’in Peygam berliğine inanm ayan, yâhud farz olduğu
kesin olarak belli olan b ir hükm ü (M eselâ, nam azın farz olduğunu) kendi ihtiyâ-
riyle inkâr eden b ir kimseye mü min nazariyle bakılam az.
C) D în î hüküm lerin hepsinin güzel olduğunu kabûl edip hiçbirinin ifâsın
da inat ve kibirlilik yapm am alıdır. M eselâ: B ir adam nam az ve oruç gibi ibâdet
lerden birini güzel görmez ve beğenmezse, yâhud sırf A lla h 'ın em irlerini yapm a
mak kasdiyle dinî b ir vazifeyi yapm az veyâhud A llâh 'ın yasak ettiğini bildiği h a l
de, in ad ın a harâm olan bir şeye irtikâb ederse, o adam îm ânını kaybeder, m ü min
sayılmaz.
B ir insan için, sarsılm az bir îm ân kadar kıymetli bir şey yoktur. İnsanı d ü n y â
da da, âhirette de saâdete kavuşturacak olan ancak böyle bir îm ândır. F ak at îmâ-
59
nın insanı âhîret saadetine ulaştırabilm esi için öm rünün son daldlfasm a kadar
onu kaçırm am ak şarttır, im ânını öm rünün son dakikasına, nefesi tükenînceye k a
dar m uhâfaza edemiyen kimseye evvelki İmânı fayda vermez. B unun içindir kî.
insan, nasıl tertemiz bir M üslüm an olarak doğarsa, hayâtının sonuna kadar da öy
lece M üslüm an yaşam aya ve M üslüm an olarak ölmeye çalışm alıdır. D înine, îm â
nına zarar verecek sözlerde ve işlerde bulunm am alıdır. H aram ı fıarâm, helâlı helâl
i tikaad etmeli, K u rd n -ı Kerime saygı ve ta zim göstermeli, bâzı câhillerin yaptık
ları gibi dîne, îm âna soğmemeiidir. Beşeriyet iktizâsı, ağzından kötü bir lâkırdı
çıkarsa hemen pişm ân olarak tövbe ve istiğfar etmeli, A lla h 'd a n af dilemelidir.
A) M ü m in ,
B) Kâfir.
C) M ünâfık.
(1) K u r’ân 'ın ikinci sûresi olan B akare sûresinin başından 27 nci âyete k a
d a r bu üç fırk a g ay et beliğ ve veciz b ir sû re tte beyân buy u ru im u ştu r.
60
na, Peygam berlerine, H z. M u h a m m ed (A leyhi's-selâm ) A lla h ’ın ku lu ve P eygam
beri olup, O n u n Peygam berliği um ûm î olduğuna ve H z. lsâ’nın da diğer P eygam
berler gibi sâdece A llâ h ’ın kulu ve Peygam beri olduğuna. A hiret G ününe, K azâ
ve Kadere, H ayır ve Şer her şey A lla h ■ın yaratmasiyle vukua geldiğine inandım
ve îm ân ettim.
Böylece M üslü m an olmuş bir adam için başka bir merasime lüzum yoktur.
İslâm dâiresine girmek için b u kadarı kâfidir. B undan sonra tepeden tırnağa ka
d ar bedenini yıkam ak sûretiyle bir temizlik yapm ası ve İslâm 'ın diğer hüküm lerini
de yavaş yavaş öğrenm esi tavsiye olunur.
A llah , y olunu şaşırm ışları doğruya kılavuzlasın, hepim izi İslâm üzere sâbit
ve dâim eyleyip Im ân-ı kâm ilden ayırm asın I
61
/
İK İN C İ D ERS
A L L A H IJ T E Â L Â H A Z R E T L E R İN E İM Â N
M ükellef (erginlik çağına gelmiş) olan Her akıllıya ilk önce farz olan A llah u
T eâlâ H azretlerinin V arlığını, Birliğini bilm ek ve O n a im ân etm ektir (1).
K ur'ân-ı Kerîm den öğreniyoruz ki: A lla h 'ın V arlığını, Birliğini, İlim ve K u d
ret ini bilm enin yolu, sahih ve doğru b ir m uhakem e ve düşünüştür.
A klı b aşın d a bir insan için, evvelâ kendi 'varlığından başlıyarak, kâinatın
b ü tü n ü n ü ve bir de göklerde ve yerlerde m evcûd şeylerden h er birini, bu n ların
nereden ve nasd geldiklerini ibret ve dikkatle düşünm ek, b u n ları yaratıp var eden
A lla h u T e â lâ H azretlerinin V arlığını ve B irliğini anlam ak ve bilm ek için yeter.
Ç ü n k ü gerek kâinâtın hey'et-i mecmûası. b ü tü n ü , gerek onu teşkil eden zerreler
den her biri ve gerek b u n la r arasında cereyân eden nizâm , b u n lar üzerinde ezeli
bir yaratıcının hâkim olduğuna. A lla h 'ın V arlığına ve Birliğine, İlim ve K udret'ine
şahadet eden bir delildir; her satırında, her kelimesinde A lla h 'ın varlığı ve birliği
okunan açık b ir kitabdır. K endi nefsini ve kâinâtı iyi düşünebilen her akıllı, ken
di v arlığından başlıyarak, görmekte olduğu b u m uazzam ve akıllara hayret verici
olan şu varlığı bir yaratan, bir idare eden ve b ü tü n b u n la r üzerinde dilediği gibi
h ü k m ünü y ü rü ten b ir kudret sâhibinin varlığını an lar ve bilir. Bu, aklı b aşında
olan her insan için bir vecîbe ve farizadır. B u vecîbe ise şer'an sâbittir. Y âni bu
sûretle A lla h 'a im ân etm enin her m ükellef üzerine vâcib olm ası şeriat yoluyla
sabit olm uştur. Ç ü n k ü K u r’â n -1 Kerîm in birçok âyetleri b u n u n la em retm ekte
dir (2).
Evet, aklî bir m uhâkem e ile A lla h 'ın V arlığını ve B irliğini anlayabiliriz. Ş u
kadar ki. A lla h u T eâlâ'y ı b u d ü nyâda görmek nasıl m üm kün değilse. O n u h a
kikatte bilm ek de m üm kün değildir. A klım ızla ve havas denilen duygu vâsıtala
rım ızla hakikat-ı ilâhiyye idrâk olunam az. B una beşer kuvveti kâfi değildir. B i
t i ) Iş&r&tU’I-Mer&m.
(2) “A llah'ın birliğini an lam ak için göklerin ve y erin m elekûtuna, on lard ak l
sun’-ı bedia b ir k e rre b ak m ıy o rlar m ı? ” A’râ f sûresi, â y e t 184, “Ü stlerindeki göğe
b ir k e rre bakm ıyorlar mı, onu nasıl y ap tık , nasıl d o n a ttık ? O nda b ir y arık , b ir bo
zukluk, b ir ç a tla k v a r m ı? Y eri n asıl y ap tık , nasıl döşek gibi u z a ttık ve ona a ğ ır
b ask ıla r o tu r ttu k ve h e r çeşitten b ak ım ın a doyum olm ıyan çiftler b itird ik .” K âf sû
resi, â y e t 7 - 8 .
“O öklerde ve yerlerde neler v ar, b ir k e rre bakınız.” Y ûnus sûresi, â y e t 101.
Böyle ne k a d a r â y e t v a r ki, hep bizi düşünm eye, te tk ik ve m uhâkem eye ve böylece
A llâh’ın birliğini an lam ay a d a ’vet ediyor.
62
zim gibi m adde alan ın d a bile pek çok şeylerin hakikatini anlam aktan âciz b u lu n an
insanın, b ü tü n m addiyat ve m üm kinâtın dışında kalan ve onlara hiçbir yönden
benzem iyen V âcib ü I-vücûd’un. A llah' in hakikatini, hüviyet ve m âhiyetini anlı-
yam ıyacağı pek tabiî bir şeydir.
B u n u n içindir ki, A llah u T eâlâ bizi b u n u n la m ükellef tutm am ıştır ve h attâ
b u n d a n m en’ olunm uşuzdur.
Peygam berim izin şu m übâîek sözlerine dikkat ediniz:
A lla h ’ın Varlığını, Birliğini anlam ak için göklere bakın, yere bakın, kendi
nefsinize bakın ve b ü tü n bunların yaratılışındaki, akıllara hayret veren incelik
leri, bunların kendiliğinden olup olanuyacaklarını d ü şü n ü n : Ç ü n k ü bunlar A l
lah‘m Varlığını, Birliğini gösteren belirlilerdir. Lâkin, A lla h ’ın Z â tını, m âhiyetini
düşünm eyin, A lla h acaba şöyle midir? Böyle midir? O nun görmesi, işitm esi na
sıldır? diye düşünm eye kalkışmayın. Z ira buna kudretiniz yetm ez; ne kadar ö zen
seniz b u n u hakkiyle bilem ezsiniz. Şaşırırsınız; bilgi ve görgü ölçüleriniz buna
yetm ez."
Ş u halde bizim vazifemiz, A llah ın V arlığını bilmek. O nu Sıfat la n ve isim
leriyle tanım ak ve o suretle îm ân etmektir.
63
BÎR M ESELE :
(1) A llah insanlara, dîn! vecibelerini beyân eden b ir P eygam ber gönderm em iş
bile olsa idi, ak ılla rı İle A llâh’ın varlığını ve birliğini bilm ek onların üzerine vâcib
olurdu. - E b û H a n l f e - F ık h -ı E kber.
64
\
>
A lla h birdir, O ndan başka vücûdu vâcib hakikî bir müessir yoktur. D oğm am ış
ve doğurulm am ıştır. Varlığı, vâcib ve zâtının m uktezûsı olm ak itibâriyle O n u n
hiçbir benzeri, orlağı, örneği ve cüzleri yoktur. H er bakım dan Bir olmak, O nun
zâti sıfallarındandır. Z â tın ın eşi, ortağı, benzeri olmadığı gibi, sıfa tla n i'tibâ-
riyle de benzeri yoktur. H er şeyi yaratan, yalnız kendisi olup, O ndan başka ya
ratıcı olm adığı için işlerinde de Tek tir. B u n d a da eşi, ortağı ve yardımcısı yo k
tur. Binâenaleyh, A lla h ın birliğine îmân etmek demek, "Yaratan, rızık veren,
besleyip büyü ten yalnız A lla h u Teâlâ olduğuna ve bununla berâber O n d a n
başka ibâdete lâyık bir Tanrı olm ayıp ibâdetin de yalnız O na yapılabileceğine
imân etm ek' demektir. "Yerde, gökte, yâni bütün varlık âlem inde, A lla h 'ın
gayrı ilâhlar, tanrılar olsaydı, göklerin ve yerin nizâm ı bozulur ve b ü tün âlem
yok olurdu veyâhul hiçbiri vücûda gelm ezdi." (Enbiya sûresi. Âyet 22). M adem
ki bütUn nizâmiyle kâinat mevcuttur, öyle ise A lla h 'd a n başka Tanrı, O 'n d a n
başka tapındacak bir ilâh yoktur.
Hilkattaki âhenk ve intizam, fıtratdaki kanunların ittırat ve insicâmı, A l
lah m Birliğine, O nun hiç bir suretle şeriki ve ortağı, benzeri olmadığına açık
bir delildir. Bunun içindir ki, O ndan başkasına ibâdet etmek, boyun eğmek, ta
pınmak câiz değildir. H er mü min, Allah in Birliğine böylece îmân eder. Peygam
ber zam ânında mevcut kâfirlere, "G ökleri ve yeri kim yarattı?" denildiği zaman
" A lla h ! diye cevap verdikleri halde A llah ile aralarında putları vasıta yaptık
ları, onlara taptıkları için onlara A llah' in Birliğine inanmıyan müşrikler denil
miştir.
Ş lR K ’ÎN Ç E Ş İT L E R İ :
65
A llah her şeye bir sebep göstermiştir. Binâenaleyh, her şeyin sebebine iyi yapış
mak, ‘Sebeb in e yapışm adan iş olmaz, elemek tevhide aykırı değildir. Tevhide
mugayir olan, her şeyi yalnız tabiata ve zâhirî sebeplere vermektir.
"C en â b -ı H ak hiçbir şeye benzem ez, O , işitir ve O 'n u n ilmi her şeyi kuşatır.
(Şûrâ Sûresi Âyet: 11).
6) KIYAM B ÎN E F S tH Î :
K ıyam binefsiht, yâhut K ıyam bizâtihi : Varlığı kendi zâtının muktezâsı olup
başkasından olmamak, varlığı için başka bir şeye m uhtaç olmamak demektir. Şu
varlık âleminde ne varsa hepsi varlığında ve varlığının devâm etmesinde müstakil
değildir. O n la rın her biri muhakkak ki kendilerinden başka bir varlığa muhtaçtır.
H iç birisinde, var olmasını iktizâ eden, zarûri kılan bırşey yoktur. Hepsi sonradan
vücûda gelmiştir. Hepsi, bir yaratana, bir mekâna muhtaçtır. V â c ibü I-vücûd bir
A lla h ’ın zâtı düşünüldüğü zaman, varlık da berâber düşünülür. Varlık O ndan
ayrılmaz. A lla h u T e â lâ kadim, ezeli, ebedî ve her yönden ekmel olduğu cihetle,
ne zamana, ne mekâna, ne bir yardımcıya, hiçbir şeye m uhtaç değildir. O , b u n
ların hepsinin üstünde, varlığı zâtının muktezâsı. mutlak ve ekmel, vâcib bir vü-
cûddur. İşte K ıyam binefsiht b u demektir. V e b u da A llah'ın zâti sıfatlarındandır.
B unlar selbî ve zât! sıfatlardandır.
7) HAYAT, D İR İ OLMAK :
66
H er şeye, kuru ve ölü bir toprağa can veren, A lla h u T eâlâ dır ve Cenâb-ı
Hak; hakiki, ezeli ve ebedî bir bayat ile haydır; diridir. Hayat, A lla h ’ın bir sıfa
tıdır. Bizim hayatımız, sonradandır ve A lla h u T e â lâ ’nın m ahlûkudur. O n u n
hayâtı ise. zâtının muktezâsıdır. ezeli ve ebedîdir; zâtından ayrılmıyan bir sıfat
tır. İlim, kudret ve irâde sâhibi olan Vacibiı I-vücûd Hazretlerinin hayat sâhibi
olması vâcibdir.
8) ILIM S IF A T I;
A lla h u T e â lâ ’nın bugün vukua gelen ve gelmekte olan herşeyi. nasıl olacak
larsa ezelde öylece bilmiş olması, bizim irâde ve ihtiyarımıza, bizim kendi irâde
mizle iş yapabilmemize asla mâni değildir. Ç ünkü. A llah'ın ilmi, ma lûma ta bî-
dir. Yâni " A lla h u Teâlâ, olacak şeyleri irâdemizle olacağından dolayı bilir. Yoksa
A lla h bildiği için o şeyler vücûde geliyor değildir. O lacaklarını A lla h m bilmiş
olması, onların olm asını icâbetmiyor; belki irâdem izle olacakları için biliyor.
B u n u bir misâl ile izâh edelim: Hey et ilmini iyi bilen bir âlim. D o ku z ay sonra
filân g ü n ü şu saat ve şu dakikada güneş tutulacağını" şimdiden, yâni dokuz ay
67
evvel hesap edip yazıyor ve haber veriyor, zamanı gelince onun yazdığı ve haber
verdiği gibi güneş tutuluyor. Şimdi güneşin tutulmasını bu adam ın vaktiyle b il
mesi ve yazması mı icâbetti, yoksa güneşin o anda tutulacağı onun bilmesine,
yazmasına sebep mi oldu? T abiidir ki; güneş nasıl olsa tutulacak; fakat bu a d a
mın geniş ilmi onu vaktinden evvel gördü, sonradan olacak bir şey kendisine in
kişâf etti ve bun u n olacağı onun bilmesine sebep oldu, işte bizim b u gün y apaca
ğımız işleri A lla h ’ın ezelden bilmiş olması da böyle demektir,
9) İ R Â D E : A lla h u Teâlâ' nın irâde sıfatı vardır. İrâde, bir şeyin şöyle
olup da böyle olmamasını dilemek ve dilediği gibi tâyin ve tahsis etmektir. D ü n
yâda olmuş ne varsa hepsi A lla h ’ın dilemesi ile olmuştur. M ü m k ü n olan iıer şe
yin hangi şekil ve zam anda olmasını dilemiş ise, zamönında öylece olur. H e r şey
O nu n irâdesi ve dilemesiyle olur. O nun irâdesi ve meşiyyeti hâricinde bir şey
olamaz.
İrâde sıfatının laallûkatı. m üm kün ve câiz olan şeylerdir. İrâde sıfatı mümkün
olan herhangi bir şeye taallûk ederse, o şey i bir cihete tahsis eder. O n u n olması
ile olmaması şıklarından birini tercih eder. K âinatın varlığı, mevcûdâtın a y n ayrı
cins ve şekillerde bulunmaları A lla h u T eâlâ'nın irâdesine delildir.
TE K V ÎN Î İRA D E, T E Ş R İİ ÎRÂ D E :
K u r’ân-ı Kerîm den anlaşıldığına göre irâde-i Ilâhîyye iki sûretledir; Tekvini.
Teşrîî.
" A lla h u Tedld dilediğini yapar, A lla h 'ın dilediği, " O l / " dem etle olur." âyet
lerindeki irâde b u ma nâca olan irâdedir.
68
Teâlâ, ezelî olan kudret sıfatiyle herhangi bir şeyi dilediği gibi yapmağa kaadir-
dir. O nu n kudreti hâricinde birşey yoktur. Kudret sıfatı ile, mümkün olan her şeyi
ezelî irâdesine muvâfık olarak var. yâhut yok eder. Ezelde nasıl yapılmış ise öylece
diler ve dileğine muvâfık bir şekilde yaratır. Kudret ile irâde yalnız mümkün olan
şeylere taallûk eder. V âcib ve müstahile kudret taallûk etmez.
İşitmek ve görmek sıfatları gerek vâcib ve gerek câiz her mevcûda, yâni gö
rülmek ve işitilmek kaabiliyetinde olan şeylere taallûk eder. Görülmek şânından
olmıyan şeylere görmek, işitilmek şânından olmıyan şeylere işitmek sıfatı taallûk
etmez. İlim sıfatı ise böyle değildir. O . her şeye taallûk eder.
69
hepsi ile muttasıf, noksan ve eksikliği andıran evsaftan münezzehtir. Bütün isim
leri ve sıfatları da zâtı gibi ezelt ve ebedîdir. Kendisine mahsus olup benzerleri
yoktur.
İşte A lla h u T e â lâ ’ya îmân bu sûretle olur, böyle îmân etmiş olan bir mü -
min. beşeriyet îcâbı bir günâh işler ve fakat onu helâl i tikaad etmezse dinden
çıkmaz. O günâhına tövbe etmeden ölürse, o günâhdan ötürü Cehennem de ebedi
kalmayıp cezâsını gördükten sonra yine A llah' in lûtfu ile C e n n e t’e girer.
" A lla h 'ın rahm etinden, m ağfiretinden üm it kesenler, ancak kâfirler ve sapık
lardır."
70
î
MÜHİM BİR İH TA R :
Çok dikkat edeceğimiz bir mesele vardır: Yukarıda söylediğimiz veçhile AI-
lahu l e â l â nın şeriki, dengi ve benzeri yoktur. O nun zâtının da, sıfatlarının da,
işlerinin de bir benzeri yoktur. O nu n sıfatları ve işleri de kendi zâtına m ahsus
tur.
A LLAH H A K K IN D A İSLA M IT İK A A D IN IN H Ü LA SA SI :
71
tabii ve ezelî kanunlara uydurm ak lâzımdır. A lla h ile kul arasında şu veya bu
şeyin vâsıta olm asına ihtiyaç yoktur. Böyle bir şeye i'tikaad etm ek insanın îmânına
zarar verir."
Hiçbir mütefekkir inkâr edemez ki: İslâm’ın temeli olan bu mesele, yâni A l
lah'a b u şekilde îm ân etmek, dâim a kalacak olan büyük meselelerdendir. Bir M üs-
Iümanın büyüklüğü önünde boyun eğdiği, secdeye vardığı b u yüce ve ezelî varlık,
felsefe nazarında da bugüne kadar büyük meselelerin en mühimlerinden tanınmış
ve b ü tü n feylesoflar için ciddî bir iştigal ve tetkik zemini olmuş ve hâlen de ol
maktadır. Dikkatle okunursa M üslüm anlığın şu i'tikaadı ile uyuşamıyacak ciddi
bir felsefe tasavvur edemeyiz.
M üslüm anlığın tâlim eylediği şekilde bir A llah a imân etmek kadar beşer rû-
h u n u yükselten, insanı lâyık olduğu mevkie çıkaran, insana, hürriyet ve istiklâlini
veren birşey yoktur. İslâm'ın tâlim eylediği bu akide; A d a l ı d a n başkasına ta p ın
maktan, A llah ile kul arasına vâsıtalar koymaktan, başkalarını her ne sûretle
olursa olsun A lla h ’a benzetmekten, putlaştırmaktan; A llah'ın bir cisme hulul et
tiğine, A lla h 'd a n başka bâzı insanların da kâinatta tasarrufa muktedir oldukla
rına inanm aktan bizi meneder. B unun içindir ki: M üslüm anlığın gösterdiği şekil
de A lla h 'a inanmış ve kalbini sımsıkı O na bağlamış olan bir insan, h uz ur ve
saâdetin yüksekliklerine erişmeğe namzet demektir.
O n u n hayâtı, onun yaşayışı, şeref ve asâletin en yüksek basam ağına erer.
B ununla berâber, b u sûretle A lla h ’a inanmış olan bir insan nazarında insanlık
ve kardeşlik dâiresi, yeryüzünde yaşayan b ü tü n insanları içine alacak kadar ge
niştir. O na göre hangi ırka, hangi dîne m ensup olursa olsun b ü tün insanlar kar
deştir. Hepsi aynı tabii haklara mâliktir. Hepsine kardeş muâmelesi yapmak ge
rektir. H e r insanın hayâtı, nâmusu, malı, şerefi ve haysiyeti kendisininki gibi m u h
teremdir. Kendisi hakkında düşünülmesini, kendisine yapılmasını istemediği bir
şeyi başkaları hakkında düşünmek ve yapmak hakikî îm ân ile barışamaz.
Sâde bu kadar da değil; Bir A lla h 'a bu sûretle îmân etmiş olan bir insanın
görüş, duyuş ve düşünüş ufukları iyiliğe doğru o kadar açılır ki, ona bir sınır bile
tâyin edilemez. Böyle bir îmân, insanı her türlü kötülükten ve hattâ kötü bir şey
düşünmekten ahkor. H e r yaptığını, gönlünden geçen her şeyi, bir gören, işiten ve
bilen olduğuna ve b unla rda n dolayı bir gün gelip de A llah h u z ûrunda sorguya
çekileceğine inanmış olan bir insan şüphe yok ki, kötülüğün her çeşidinden dâimâ
uzak kalmaya çalışacaktır. Böyle bir adam, hiçbir kimsenin görmediği yerde olsa
da, yine ahlâka uygun olmıyan kötü bir şeye cür et edemez.
H e r nerde olursa olsun, gerek A lla h ’a ve gerek insanlara karşı olan vazife
lerini en iyi bir sûretle yapmağa özenir. O n u hiçbir şey aldatamaz, yolundan sap-
72
tıramaz; bu gibi şeylere karşı dâima vâr olduğuna inandığı, her şeyi gören ve b i
len. kudret ve irâdesi ber şey üzerinde bâkim olan A lla h 'a sığınır ve fenâlıklara
karşı durur. B ütün varlıkları vâr eden, en yüksek kemâl sıfatlariyle muttasıf Bir
A lla h ’ın varlığına iyice inanmış olan bir insan, ilim gibi, kuvvetli bir azim ve
irâdeye sâhip olmak gibi, insana şeref veren b ü tün yüce sıfatları elde etmeğe ç a
lışacaktır. İnsanın düşünebileceği, dâimâ özlediği en yüksek ülkeler birer birer
gözünün önüne dikilir ve b u sûretle insan dâimâ yükselmeğe, düşüncesini, a h lâ
kını. hareketlerini bu yüksek ülkülere uygun bir hâle getirmeğe savaşır. B inâ e na
leyh b u i'tikaad, öyle zannedildiği gibi kuru ve mücerret bir mefhumdan ibâret
değildir. O n u n ameli hayatta kıymeti çok yüksektir. B u n u böyle bilmek gerektir.
73
ÜÇÜNCÜ D ERS
M E L E K L E R E İM Â N
74
ruz diye bunlara da inanmıyacak mıyız? işle melekler de, rûhum uz gibidir. O n
lar bu gözle görülmez, fakat Peygamberler görmüşler. Meleklerden C e b r a i l
aracılığı ile A llah dan emirler almışlar, A l l a h ı n kelâmını işitmişlerdir. K urarı
da Peygamberimize böyle gelmiştir ve K ur'ân-ı Kerîm de onların varlığını haber
vermiştir. O n u n için biz M üslüm anlar, meleklere imân ederiz. Meleklere inanm a
mak, K ur'ân a, Peygamberlere de inanm am ak demektir.
M üslüm anlık canlı bir kuvvettir, hayat dinidir. Binâenaleyh onun her i ti -
kaadı, birer hareket ve amel esâsıdır, l'tikaad. sâde insanın içerisinde saklanacak
mücerret bir fikir hâlinde kaldıkça onun ne kıymeti olur?
B u n u n içindir ki: K u r'â n 'd a imân anıldıkça arkasından amel-i sâlih, iyi ve
yaraşıklı işler de berâber söylenir. B unda n anlaşılıyor ki: M üslüm anlıkta bir şeye
i tikaad etmek, onu yaşamak demektir, l'tikaad esasları insanın yaşayışında ken
disine rehber edineceği ve dâim â hareketlerini ona uyduracağı canlı prensipler
dir. Bu bakım dan M üslüm anlığın kabul eylediği melek esasının da büyük bir
kıymeti vardır. M üslüm anlığın kabul elmiş olduğu melek, insanın meyillerini, in
şânı ve rûhânî kuvvetlerini dâim â iyilik yapmak tarafına çeken, o tarafa sevk eden
hârici ve rûhâni vâsıtalar demektir. B u n a imân etmek farz olduğunu kabûl etmiş
olan bir adam, kendisini iyiliğe çağıran her sese kulak verir ve onun çağırdığı yere
gitmeyi bir vazife bilir.
İyiliğe çağıran her sesi tasdik edip onun peşinden gitmeyi her M üslüm an n a
sıl bir vazife bilirse, kötülüğe sürüklüyen her şey i reddetmeyi, onun dediği yere
gitmemeyi de yine bir vazife bilecektir. B u n u n içindir ki, M üslüm an, meleklere
îmân etmek ve şeytanın dediği yere gitmemek ve onu reddetmekle mükelleftir.
75
çağıran seslere uymak, o tarafa dönmek ve kötülüğe çekmek isteyen kuvvetlere
karşı durmakta tecellî eder.
76
DÖRDÜNCÜ D ERS
A L L A H İN K İ T A P L A R I N A İM Â N
A llahtı T e â lâ ’nın kitaplarına imân etmek. M üslüm anlığın esâsını teşkil eden
rükünlerden ve şartlardan biridir.
Bu kitapların bir kısmına sahileler denir ki, b u birkaç sahifelik ufak bir ki
tap demektir. Meselâ: H z . Â d e m e 10 sahife, Ş i t aleyhi's-selâm"a 50
sahife, H z . 1 d r i s aleyhi'sAselâm'a 30 sahife. H z . İ b r a h i m aley-
hi's-selâm 'a 10 sahife verilmiştir.
Büyük kitaplar dörttür: Tevrat, Zebur, İncil, K ur'ân-ı Kerim. B u dört kitap
tan birincisi, H z . M û s â ya, İkincisi H z . D â v û d ’ a. üçüncüsü
H z . 1 s â ya, dördüncüsü H z . M u h a m m e d aleyhi" s-selâm’a veril
miştir. Bu kitaplara, semâvî ve ilâhi kitaplar denir ki, A llahu T eâlâ tarafından
nâzil olmuş demektir.
77
Biz M üslüm anlar A llah tarafından Peygamberlerine indirilmiş olan kitapla
rın hepsine îmân ederiz. B una îm ân etmek farzdır. F a k a t dikkat ediniz: imân et
memiz farz olan kitaplar, şu veya bu kitap değil, A llah'ın Peygamberlerine vahy
ve ilhâm etmiş olduğu kitaplardır. B u n u n da tevâtür yoluyla bilinmiş olması şart
tır. Halbuki, semâvî kitaplar içinde bu kuvveti hâiz olan yegâne kitap. K ur'ân-ı
Kerim dir. Semâvî ve kutsi denilen diğer kitaplar ise bu kuvveti hâiz değillerdir.
(1) Bent İsra il’in Hz. I s â ’dan evvelki şe ria tla rı E debiyât-ı D iniye Mec-
m uasiyle m a’lûm olur. Bu m ecm uaya, N asfirâ beyninde Ahd-i A tik denilir. N asftrft’-
nın Hz. I s â 'dan so n rak i Kütiib-1 M ukaddeseler M ecm uasına d a Ahd-1 Cedld t â
bir olunur. Bu tâ b irle r P a v 1 o s 'un b'.r fık rasın d an alın m ıştır. T&rih-l E d y ân -
M a h m u t E s a t .
(2) H a z r e t - i M û s f i 'y a nlsbet edilen beş cilt veya to m arı (yâhud beş
kısm ı) ih tlv â eder ki, b u n la r da T ekvin (L a g e n işe ), H u ru ç (L ’E xode), L ev itik (L€-
vitique), A d â t (Les N om bres), Te aniye (D eutâronom e) dir. Bizim, T e v râ t dediğim iz
de budur. Asıl, M û s â ’y a nlsb et edilen bu kısım dır. H albuki b u nların içinde
H a z r e t - 1 M û s â ’nın ölüm ü de bahis m evzuu olduğundan, bunların sonradan
yazılm ış olduğu anlaşılm ak tad ır.
(3) Bu m eseleyi ve T e v râ t’ın nasıl ve k im ler ta ra fın d a n bozulduğunu İslâm
adlı kitabım ızın ikinci cildinde uzun uzadıya ve İlmî b ir şekilde izâh ettik . F azla bil
gi edinm ek isteyenlerin o ra y a m ü rac aa t etm eleri lâzım dır.
78
I
3 — TE V R A T'IN M EŞHUR N Ü SH A LA R I :
B u g ü n T evrât'ın m eşlıûr Uç n ü sh a sı v a rd ır :
1) Yahudiler ve proteslan âlimlerince makbûl olan İbranî dilinde yazılmış
b u lu n a n nüsha;
2) Roma ve Şark kiliselerince m u te b e r olan Y unanca nüsha;
3) Sâmirîlerce mu teber olan ve Sâmirî dilinde yazdmış olan nüsha.
B unlar Tevrât'ın en mu teber nüshaları olduğu halde birbirine benzemiyeıı.
birbirine uygun olmıyan birçok yerleri vardır. Meselâ: lbrânice olan nüshada,
H a z r e t - i A d e m in yaratılışından N u h T u fa n ı na kadar (1650) yıl
geçti, denildiği halde. Y unanca olan nüshada (2260) yıl; Sâmiri nüshada da
(1307) yıl geçtiği yazılıdır. Görülüyor ki: Uç nüshanın hiçbirisi diğerini tutmuyor.
B unlarda H z . M û s â nın hayâtına dâir yazılar olduğu gibi. Peygamberler
den bâzdarına karşı pek çirkin ve Peygamberlik makaamına hiç de yakışık almı-
yan isnatlar vardır. H a ttâ M üslüm anlık zuhûr ettiği zaman M edine Yahudileri
ile K udüs tarafındaki Yahudilerin ellerinde b u luna n nüshalarda bile büyük fark
lar görülmüş, birinde olan şeyler diğerinde bulunamamıştı. Bütün b u n la r pek
açık olarak gösteriyor ki: Elde b u luna n Tevrtıt, H z . M û s â ’ ya nâzil olan
ilâhi kitap değildir. S onradan muhtelif insanlar tarafından yazılmış ve birçok
hurâfeleri. iftirâları da içine almış almış bir mecmuadır. İçinde asıl T eurat'dan
parçalar ve bahisler de olabilir.
4 — tN C ÎL (A H D -I CE D lD ) :
Incil’e gelince, bugün onun da aslı ve sahih bir nüshası yoktur. Hıristiyan
ların elinde b u luna n ve A h d -i C edîd adını taşıyan kitaplar, H a z r e t - i
1 s â 'ya A lla h tarafından nâzil olan Incil değildir. B unlar 1 s â 'da n çok sonra
muhtelif insanlar tarafından yazılmış bir takım kitaplardır.
A h d -i C edîd mecmuası içinde Incil denilen dört tânesi vardır ki, onlar da
1 s â nın hayâtına dâir sonradan yazılmış birer siyer kitabıdır. Belki içlerinde
bâzı Incil âyetleri de vardır. H a ttâ diyebiliriz ki: B unlar tam bir siyer kitabı da
değildir. Çünkü, bunlarda 1 s â . Allah'ın oğlu olduğundan bahsedilmektedir.
Bugün Hıristiyanların "K itâb-ı M u ka d d es” diye kabûl ettikleri bu kitaplardan
hiçbirisi evvelce bütün Hıristiyanlar tarafından kabûl edilmiş bir şey değildi. İlk
asırlarda birbirine benzemiyen yüzlerce İncil vardı. Hıristiyanlardan her zümre-
nin elinde bir başka Incil görülüyordu. Bu yüzden Hıristiyanlık âleminde büyük
ayrılıklar ve kargaşalıklar meydana gelmişti. N ihayet, K o n s t a n t i n ’ in
müdâhalesiyle M ilâdın 325 senesinde Hıristiyanlık akaidinin esâsını tesbit için
İznik şehrinde bir R û h â n î Meclis teşkil, olundu; bu mecliste binden ziyâde âzâ
vardı.
Bunların içinden. M e s i h ' in ( l s â ' n ı n ) ulûhiyyetine kaail olan a n
cak üç yüz on sekiz âzanın karâriyle bugünkü dört Incil kabûl olunarak diğer ri-
sâlelerle birlikte hepsine birden " A h d -i C edîd" adı verildi.
79
/ncif olmak üzere cebren kabûl ettirilen bu dört kitap da. bir çok noktalarda
birbirinden ayrıdır. Birinde olan bir bahis diğerinde yoktur. Bu dört İncil den her
biri 1 s â dan en aşağı yarım asır sonra yazılmıştır. Bir asır sonra da yazılan
vardır. H a ttâ bunları yazanların kendi kalemleriyle olan nüshaları d a tamamen
mevcut değildir.
5 — Bunların hiçbirisi de. sahîb bir senet ile, bunun yazanlara isâl edilemez.
Bugün A vrupa muharrirlerinin en büyükleri de, bu kitapların asıl mukaddes ve
ilahi kitaplar olmadığını itiraf etmektedirler. Binâenaleyh, biz M üslüm anlar. A llah
tarafından Peygamberlere kitap inzal edildiğine ve İnzâl olunan o kitaplara imân
ederiz; fakat bugün elde bulunan Tevrat, İncil ve Z eb u r kitaplarını ve daha u m û
mi bir ta birle, Afıd-i Atik ve Ahd-i Cedid adı verilen mecmuaları, A llah'ın P e y
gamberlerine inzâl buyurduğu ilâbî kitaplar diye kabûl edemeyiz. O nlar, semâvi
kitaplar has olan ilmi ve kutsi mâhiyeti hâiz değildir. Esasen eski kitpların hüküm
leri. A lla h ’m son kitabı olan K u r a n ile nesh olunmuştur (1).
6 — KTJR'AN-I K ERÎM :
(1) İslâm eserim izin ikinci cildinde bu h u su sta gereken iz âh a t verilm iştir. D a
ha çok bilgi edinm ek isteyenler o ray a m ü rac aa t etsinler.
80
Bugün yeryüzünde milyonlarca insan tarafından en büyük hürmet gösterileli
ve her evde en yüksek mevki işgal eden bu K itâb-ı Kerim, her yerde aynıdır. Pey
gamberden îtibâren her devirde yüzbinlerce insan tarafından ezber edilmiş o ld u
ğu gibi, bugün de öyledir. A lla h 'a çok şükür bugün yeryüzünde binlerce hafız
vardır ve kıyamete kadar da bulunacaktır. 1400 senedir b ü tün salfet ve asaleti
m uhafaza edilmiş, bir tek harfi bile değişmemiş tek kitap, ancak K u râ n -ı Kerim
dir. İşte b u n u n içindir ki: K ur ân ı Kerim geldikten sonra diğer din kitaplarının
hükmü kalmamıştır. K u r âtı-ı Kerîm. M u h a m m e d A leyh i s selâm ın ebedi
bir mûcizesidir.
81
en kısa bir Sûre si gibi bir Sûre yapamamışlardır. Lâfzı itibariyle b ü tün edipleri
âciz bıraktığı gibi, ma nâsı i tibâriyle de öyledir. Son asırlarda keşfedilmiş birçok
bakikatlar vardır ki: K ur ân-ı Kerim onları 1300 bu kadar yıl evvel Iıaber vermiş
tir. K ur ân-ı Kerim in kolayca ezber edilmesi de, kendisine bas bir imtiyazdır.
82
hakikatlerden hiçbiri K ur'ân a aykırı düşmez. Belki fennin ilerlemesi. K u ra n
Ayetlerini te yit ederek bazılarının da h a güzel tefsir edilmelerini kolaylaştırır. B u
nun içindir ki. K u r’ân ın en ciddî dostu ilim, en büyük düşmanı cehildir.
83
B E ŞÎN C Î D ERS
P E Y G A M B E R L E R E İM Â N
84
Sözün kısası: Peygamberler, kendilerinin A llah tarafından birer memur ol
duklarını söylemişler, A lla h ’ın din ve şeriatını insanlara tebliğ etmişler ve in a n
mayan inatçılara karşı, kimsenin yapamıyacağı harikulade mucizeler göstermiş
ler. A llah m söylediklerini tutanları Cennetle müjdelemişler, tutmayanları da, azab
ve Cehennemle korkutmuşlardır.. Şurası da muhakkaktır ki, A llahu T eâlâ her ü m
mete. her kavme bir peygamber göndermiş ve hiçbir kavmi bunlardan mahrum
etmemiştir. K u r’drı-ı Kerîm de b u cihet çok açıktır.
5 — PEY G A M BERLİK M E R T E B E Sİ :
Peygamberler bizim gibi insandır. İnsan olmak bakımından, onlar da. bizim
gibi oturup kalkar, yiyip içerler, gezerler, çoluk çocuk sahibi olurlar, hastalanır ve
85
ölürler. Bu cihetle aramızda (ark yoktur. Bunlar, peygamberler hakkında da caiz
dir; onlar için bir eksiklik değildir. Fakai onlar, A llah ın en sevgili, en yüksek
kullarıdır. O n la r hiç günâlı işlemezler, H ased etmek, içi dışına uymamak gibi kölii
huylardan hiçbiri onlarda bulunmaz. O n la r asla yalan söylemezler. N e söylemiş
lerse hepsi doğrudur. O ld u dedikleri olmuştur. O lacak dedikleri şeyler de zamanı
gelince, herhalde olacaktır. Y alancıdan peygamber olamaz, böylelerini A llah re-
zil ve rüsvây eder, yalancılığım çabuk meydana çıkarır.
Peygamberler, emânete hiyânet etmezler. A llah tarafından kendilerine bildi
rilmiş olan dîni hükümleri, ilâhı şeriatları A llah'ın kullarına lam âm en söylemiş
ler ve hiç bir şeyi gizlememişlerdir.
Peygamberler, akıllı ve uyanık insanlardır, ahmak insandan, erkeklik ve di
şiliği belli olm ayandan peygamber olmaz.
H üldsa : D oğru söylemek, emânet. A lla h 'd a n aldıkları ahkâmı, olduğu gibi
insanlara tebliğ etmek, zekâvet ve fetânet peygamberler hakkında vâcibdir. P e y
gamberin böyle olması gereklidir. Bunların aksi olmak. Peygamberler hakkında
hiç hir suretle olamaz ve düşünülemez.
Fakat inanmıyanlara "B u mucizenin bir mislini de siz getirin ' denildiği z a
man. hiçbir kimse b u n a kaadir olamaz.
86
8 — PEY G A M BERLER E A LLA H 'IN VAHlY VE ÎLH Â M I :
Bütün peygamberlerin Cenâb-ı H ak dan telâkki ile tebliğ eyledikleri din, hak
tır. Bunların hepsinde hiç değişmeyen birtakım düsturlar (ana hatlar) vardır. H er
dinde bir olup asla değişmiyecek olan esaslar işte bunlardır. D in denildiği vakit
anlaşılan da. bunlardır. Bütün peygamberlerin tebliğ buyurduktan dinlerde de
ğişmeyen esaslar şunlardır:
(1) Bu bahis, İslâm eserim izin ikinci cildinde çok m ufassal o larak yazılm ıştır.
87
10 — U SÜ LÜ ’D -D lN ÎN H E R D İN D E BİR OLUP Ş E R 'I H Ü KÜ M LERİN N E SİH
VE TEBD İL SÛ R E TİY L E ZAMAN ZAMAN D EĞ İŞM ESİN İN H İK M ETİ :
11 — Ş E R İA T L A R IN RÜ H U :
88
1) Alelıtlak b ü tün m ablûkaatın efdali M u h a m m e t ! A le yhi’s-seldm -
dır.
2) Diğer peygamberler,
3) Meleklerin büyükleri,
4) Peygamberlerin gayri, um ûm insanlar,
5) Büyük meleklerden başka, umûm mele kler.
89
A L TIN C I D ERS
M UHAMMED A L E Y H l’S -S E L Â M
H er M uslüm anm kendi peygamberi lıakkmda biraz fazla bilgisi olması lâzım
dır. Peygamberimizin adı M u lı a m m e d dir. Babasının adı A b d u l l a h ,
anasının adı A m i n e dir. Meşlıûr rivâyele göre; arabi ay hesabiyle bundan
bindöriyiiz küstır sene evvel Rebîül-Evvel ayının onikinci Pazartesi gecesi sabaha
karşı Mekke şehrinde doğmuş ve beşeriyetin ufuklarını nurları ile aydınlatmıştır.
M ilâdi (571) inci yılı N isa n ayının yirminci Pazartesi gecesine tesâdüf etmekte
dir. Kendisi dünyâya gelmezden iki ay evvel babası, dünyâya geldikten altı sene
sonra da anası öldü. Peygamberimizin süt anası H a l i m e nâm ında bir ka
dındır. Peygamberimizi bu kadın emzirdi.
Peygamberlik iddiâsında doğru olduğunu isbâl için onlara pek çok mûcizeler
gösterdi. İlk önce üç sene insanları gizli gizli İslama dâvet etti. O n d a n sonra Al-
90
lalı m emriyle işi açıkladı. Herkesi aşikâre İslâm dinine çağırdı. Birçokları M ü s lü
m an oldu. Bu suretle Mekke’de on üç sene insanları Iıak dîne davet etti. Elli üç
yaşında iken A llah'ın emriyle M ekke’den M edine'ye hicret etli. M e d în e ’liler de
M üslüm an oldular. M edine'de on sene yaşadı. B u on sene zarfında A lla h ’ın em
rini yerine getirmek; M üslüm anlığı her tarafa yaymak ve insanları saâdele kavuş-
lurmak için hiç durmayıp çalıştı. Hiçbir insanın taham m ül edemiyeceği eziyetlere,
açlığa, susuzluğa katlandı. D in düşmanlariyle birçok mulıârebeler yaptı. Yirmi bir
defa kendisi bizzat muhârebeye girdi ve muharebede birkaç yerinden yaralandı;
mübârek dişi kırıldı. D u rm a d a n çalışarak ortadan küfrü, putperestliği, zulmü, h a k
sızlığı. cehli, ahlâksızlığı kaldırdı. D ünyâyı ilim ışığı ile aydınlattı. Adalet, h a
kikî hürriyet ve müsavat esaslarını kurdu. Altmış üç yaşında iken M evlâsm a k a
vuştu. A llah cümlemizi O n a ümmet edip, dünyâ ve âhirette O nu n yardım ve
şefaatini üzerimizden eksik etmesin. A m in (1).1
91
Y E D ÎN C t D ERS
 H lR E T G Ü N Ü N E İM  N
1 — A H IR E T GÜNÜ N E D EM EK TİR ? :
92
Kıyamet koparak dünyâ lıarab olup A llah dan başka her şey helâk olduktan
sonra, vakti zamanı gelince. A lla b u Teâlâ İ s r a f i l ' i yaratacak ve ikinci
nefhayı emredecektir. A llah' in emriyle İ s r a f i l aleyhi s selâm tarafından
ikinci defa S û r üfürülecek, bun u n üzerine A llah'ın emriyle bütün mablûkat ye
niden dirilerek kabirlerinden kalkacak ve şaşkınlık içinde bekliyeceklerdir. B u n a
Ba s-ü ha de I-nıeuf — öldükleri sonra tekrar dirilme’ denir. Haşrr, Hesap, Sual,
Mîzân, Sırat, Kevser. C ennet ve Cehennem işte hep b u ndan sonradır. Abiret G ü
nüne imân demek, bunlara inanmak demektir.
Biz kalbimizle tasdik vu dilimizle ikrar ederiz ki: Her şey gibi dünyânın da
bir sonu fardır; bir gün gelip dünyânın nizâmı değişecek, kryâmet kopup âlem
başka bir âlem olacak, her şey öldükten sonra insanlar A lla h ’ın emriyle tekrar
dirilecek, herkes, dünyâda işlediğinden sorguya çekilecek, yaptıkları iyiliği ve fe-
nâlığı görüp anlıyacak, haklı, haksız ayırdedilecefc, kimin kimde bir hakkı narsa
alınacak, iyiler Cenneie, kötüler Cehenneme girecek, böylece her insan d ünyâda
yaplığtnın cezasını görecek, o gün temiz fcalbden, dünyâda yapılmış olan güzel
ire iyi İşlerden, hayır ve hasenattan başka bir şey /ayda ırermiyecektir. D ü n y â d a
A llah m emirlerini tutmuş, peygamberlerini tanımış, hiç kimseye kötülük etmemiş,
elinden geldiği kadar iyilikte bulunmuş olanlar Cennete girecek, A lla h ’ına, A l
lah m lû lu /îa n n a ire her türlü ni metlerine kavuşacak ve ebedi olarak orada ka la
cak lardır.
Abiret G ünü, A lla h ’ın izniyle b ü tün Peygamberler için şefâat haktır. Şefâat
demek, günâhı olan mü minlerin günâhlarının affedil mesi, günâhı olm ıyanlann
da ha büyük mertebelere erişmeleri için peygamberlerle. A llah yanında mertebeleri
yüksek olanların Allah a yalvarmaları demektir.
O gün peygamberler gibi A llah' in sevdiği bas kullan da. A lla h ’ın izniyle
şefâat ederler. Peygamberimiz de ümmetinin günahkârlarına şefâat edecektir. Aynı
zam anda Peygamberimizin şümullü ve umûmî bir şefâati olacaktır. M ahşer de b ü
tün mahlûka! ıstırap ve heyecan içinde bulundukları bir sırada b u n la n n hesap-
93
lan biran evvel görülmek için şefaat edecek olan yalnız Peygamberimiz H a z -
rel-i M u h a m m e d aleyhi's-selâm ' dır. işte b una büyük ve umûmi şefaat
denir.
4 — ÖLÜN Ü N K A B İR D EK İ H Â L İ :
İnsan ölür ölmez, bir de kabir suâli, kabir azabı veya istirahati vardır. P e y
gamberimiz : "Kabir. C ennet bahçelerinden bir bahçe, yâ h u d C ehennem çukur
larından bir çukurdur.” buyurmuşlardır. Binâenaleyh, insan öldükten sonra ya
C ennet bahçelerinden bir bahçede, yâ h u d C ehennem çukurlarından bir yerde
demektir, insanın teni çürür, fakat rûhu ölmez. H e r kim neye ehil olarak ölürse
nasibi kendini bulur. Ö yle ise, kabir azâbı veya istirahati, Kıyâmet, Ahiret, ö ldük
ten sonra dirilmek, H aşir ve Neşir. Mizan, Havz-ı Kevser, Sırat, Peygamberlerin
şefâati. Peygamberimizin ayrıca umûmî şefaati, C e n n e t ve C ehennem hepsi h a k
tır. Bunların hepsi aklen mümkün olan şeylerden olup doğru söyliyenler, yâni pey
gamberler haber vermişlerdir. Kıyâmet ve Ahiret ahvâli, K ur'ân-ı K erim 'de uzun
uzadıya zikir ve beyân olunmuştur. Biz bunların hepsine îm ân ederiz. O la c a k la
rına tereddütsüz inanırız. Ahirete inanmıyan, m ü min ve M üslüm a n değildir.
5 — M ÜHİM BÎR İH TA R :
Şimdi bir de Ahiret i'tikaadının insanı amelî hayatta nerelere kadar yüksel
tebileceğini düşünelim: Ahirete îm ân demek, da h a yüksek ve ebedi bir hayâta
im ân demektir. Bu dünyâya, ilim ve fazilet kazanarak b u lu n d u ğ u hayattan daha
ulvî ve ebedî bir hayata yükselmek için geldiğine ve o âlemdeki saâdetin burada
94
kazanacağı yüksek ilim ve faziletlere bağlı olduğuna îmân elmiş olan bir insan
için, dünyâda ilmin ve ahlâkî faziletlerin en yüksek basam ağına çıkmaya çalış
mak en birinci vazife olmuş olur. Bu imân ve i'tikaadın gösterdiği yolu tutarak
aklını, ahlâkını lıakikî ve müsbet ilimlerle parlatır ve temizler. Ç ünkü, cehâletin
doğuracağı noksanlar, maksat ve gayeye erişmesine mâni olacağından korkar. Y a
radan A llah tarafından kendisine verilen aklî kuvvetleri, insânî hasletleri yaratıl
dıkları gayelere sarfeder: hiç durmaksızın dâima ahlâkını güzelleştirir: ahlâksızlı
ğın doğuracağı fenâlıklardan kendisini tcmizlemiye çalışır; b u sûretle kendisine
vâdedilmiş olan o yüksek kemâli elde etmeğe var kuvvetiyle çalışır.
Böyle bir i’tikaada sâlıip olan insan, her işinde istikametten ayrılmaz: P ara
kazanıp zengin olmak isterse kazancını meşrû yollarda arar; lıîle ve aldatma, irti
kâp ve irtişâ yollarına yaklaşmaz. İlmi ve mâli kazancını dâim â yerine ve faydalı
işlere sarfeder. Kendi hakkını bilir, başkalarının haklarını gözetir, kendisine lâyık
görmediği bir şeyi başkalarına da lâyık görmez. Vazifelerini lam tamına, vakti
vaktinde yapar. Ç ünkü, bir mükâfat ve mücâzat g ü nünün varlığına, herkesin bu
dünyâdaki işinden dolayı Allah ın huzurunda sorguya çekilecekleri, onun kalbin
de yer etmiştir. B u n a îmân elmiş olan bir insan doğruluktan ayrılamaz. B in â e n a
leyh. hiç tereddüt elmiyerek diyebiliriz ki: Hakikî bilgi ve yüksek faziletler üzeri
ne kurulmuş sâbit bir medeniyete doğru yol almıya insanı götüren en büyük mür-
şid, en doğru kılavuz ancak bu i'tikaddır. A dâletten ibâret b u lu n a n doğru yolda
hiç sapm adan gitmek, herkesin kendi haklarını bilerek başkalarının haklarını gö
zetmek esâsına dayanan içtimâi heyetin devam ve bakaası da bu i'tikaadın varlı
ğına bağlıdır.
Milletler arasındaki bağların ve münâsebetlerin sağlam bir hâle gelmesini
kolaylaştıracak olan en büyük vâsıta da bu i’tikaddır. Bu i'tikaad, ferdlerin k a l
binde ne kadar kuvvetli olursa, cemiyetler arasındaki münâsebetler de o derece
sağlam olur. Ç ünkü, herkesi kendi sınırında durdurup başkasının h u d û d u n a ge
çirmez.
Bu i'tikaad, insanların kalbine müsâlemet (banş) hisleri saçan ezelî bir r u h
tur. Ç ünkü, müsâlemet hissi, adâlet ve m uhabbetin meyvesidir. B unlar ise güzel
ahlâkın husûle getirdiği şeylerdir. G üzel ahlâk da. bu i'tikaadın aşılamış olduğu
bir şeydir.
Bu i’tikaadın ehemmiyetini anlamak, güç bir şey değildir: Bir sınıf insanlar
tasavvur ediniz ki, onlar b u i'tikaaddan tamâmiyle m ahrum bulunsunlarl B u i'ti
kaad onların kalbine bulaşmamış olsunl Göreceksiniz ki, yalan, hile, münâfıkhk,
irtikâb. irtişâ, zulüm, haksızlık, cana ve nâmusa tecâvüz gibi ne kadar kötü huylar
varsa hepsi onlarda mevcud! İnsanı hayrette bırakacak b ü tün fenalıklar onlardan
fışkırmakta.
ö y l e ya, ilim ve irfan yoksulu, cehâletin verdiği körlükle, i'tikaad bozukluğu
ile inlemekte olan kimselerden, başka ne beklenir?
95
S E K İZ İN C İ D E R S
KADERE İM Â N
1 — KADER N E D E M E K T İR ? :
İmânın esas temelinden biri de Kadere îm ân" dır. A lla b u T eâlâ Hazretleri
nin, ezelden ebede kadar olacak şeylerin zaman ve mekânını, evsâfını, bavâssını,
elhâsıl ne şekil ve ne zam anda olacaklarsa onların hepsini ezelde —da h a onlar
meydanda yok iken— bilip o suretle tahdit ve takdir buyurmuş olmasına Kader
denir ki, ilim sıfatına râci dir.
2 — KAZANIN M ÂNÂSI :
H e r ne sûretle ta rif edil irse edilsin. Kazâ ve K ader e îmân demek: A llahu
T eâlâ' nın İlim, İrâde, Kudret ve Tekvin sıfatlarına, bunların, umûm ve şümûlüne
ve taallûkat-ı ezeliyyelerine îmân etmek demektir. Şu halde, daha açık bir ifâde
ile anlatm ak lâzım gelirse şöyle deriz: Kazâ ve K ader e imân demek; hayır ve şer,
iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız her ne varsa onların hepsi A lla h ’ın bilmesi,
takdiri, dilemesi ve yaratması ile olduğuna: bunların sonradan alacakları şekil ve
evsaf ne ise hepsini evvelden bilmiş ve öylece yaratmış olduğuna ve A lla h ’dan
başka yaradan olmadığına inanmak demektir. Allah'ın kemâl sıfatlarına imân
eden her M üslüm an, şüphe yok ki K azâ ve K ader e de îmân etmiş olur. Ş u kadar
ki. husûsî bir ehemmiyeti olduğundan Kazâ ve K a d e r e îm ân farz ve zarûri olması
ayrıca tasrîh olunmuştur.
H) M â t ü r î d i 'ye göre.
(2) E 9 ' a r î ’ye göre.
96
4 — YARADAN Y A LN IZ A L LA H 'D IR :
Evet, her şeyi yaradan yalnız A lla h u T eâlâ'dır. O n d a n başka yaradan yoktur.
A lla h u Teâlâ. vukua gelen ve gelecek olan ne varsa önceden on la n biliyordu ve
bildiği gibi diledi ve takdir etti ve zam&nı gelince İlmine. İrâde ve Takdirine uy
gun olarak yarattı.
5 — İn s a n in k e n d i d il e m e si v e is t e m e s i İl e Işled I gI İ şl e r i
V A RD IR :
7 — KAZA V E K A D ER ÎL E tH T tC Â C OLUNAMAZ :
97
evvel, ne de vukuundan sonra, K aza ve K ader e isnâd olunamaz. Z îrâ A lla h 'ın
takdiri ne veçhile olduğu, tarafımızdan irtikâb olunan işin vukuu zam ânına ka
dar bizce belli değildir. Evet. Kader in mâhiyeti, bir sırdır; C enâb-ı H a k 'd a n b a ş
kası ona muttali olamaz. Binâenaleyh, kendi arzu ve ihtiyarımızla yapmış oldu
ğumuz bir işi. bizce ne yolda olduğu belli olmayan lakdir-i ezeliye nasıl isnâd
edebiliriz? Belki biz, ihliyûr ve irâdemizi o cihete şevket mek süreliyle takdîr-i
ilâhînin bu şekilde tecelli etmesine kendimiz sebep olduğum uzdan dolayı mes ûl
oluruz. Biz irâdemizi o cihete sarfetmeseydik, takdir-i ilâhî öyle tecelli etmiyecekti.
9 — TEV EK K Ü L N E D EM EK TİR ? :
10 — H A Y IR VE ŞE R :
A H ah’dan başka yaratıcı olmadığı cihetle hayır ve şer sürelinde tecellî eden
her şey A lla h ’dandır. ve O nu n yaratmasiyle vücut bulmuştur. O n la rın hepsi
A llâ h u T e â lâ ’nın Kazâ ve K a d e r in e tâbi', birer hikmet v e maslahatı hâvidir.
A llâ h u T e â lâ 'n m her işinde birtakım hikmetler, âlemin nizam ve intizâmına, h a l
kın faydasına müteallik çok m ühim maslahatlar vardır. O 'n u n yarattığı şeyler
arasında abes ve faydasız bir şey yoktur. Ç ünkü; ilim ve hikmetle muttasıf, yegâ
ne yaratıcıdır. Binâenaleyh, bizim şer fena gördüğümüz şeyleri yaratm asında da.
bizim bilmediğimiz bir hikmet vardır. Bâzı insanlar hakkında zararlı ve fenâ gö
rülen bir şey. başkalarına ve um ûm a nisbetle faydalı olabilir, ö y l e ise. şer ve
fenâ gördüğümüz birtakım şeyleri A llâ h u T e â lâ 'm n yaratması kabih ve çirkin de-
98
ğildir. O nla rın şer olması bize nisbetle olduğundan, biz insanların o gibi şeyleri
yapmak çirkin ve mes uliyeti mûciplir. Biz onu yapmıyacak olursak, onun varlığı
bize bir zarar vermez. Şu lıalde hayrı ve şerri yaratan A llabu Teâlâ'dır. Fakat
onlardan birini kendi isteğimizle, irâde ve ihtiyarımızla işi iyen, meydana getiren
biziz. Şerrin H a k 'd a n olması, onun hak olmasını müstelizm değildir. A llahu T eâla
Hazretleri hayra râzıdır, fakat şerre razı değildir. Bunun için, A llah'ın rızâsı ol
mayan bir şeyi yapmak meşrû olamaz; mes ûliyeti mûcib olur.
12 — R IZ IK M E SEL E Sİ :
Her canlının yaşayabilmesi için lâzımgelen rızkını takdir buyuran da. A llah u
T eâlâ Hazretleridir. "R ezzâ k-ı A le m " yalnız O ’dur. Rızıklarımız da O nun ilmi,
takdir ve irâdesiyledir. A ncak rızkını arayıp bulmak insana âittir. Bir insan he
lâl ile beslendiği gibi, harâm ile de beslenebilir. İnsan öz irâdesiyle nasıl isterse,
A llâ h u T eâlâ o sûretle yaratır ve verir. B ununla berâber, harâm ile beslenmeye
râzı değildir. Helâl yolunu bırakıp da harâm sûretlerle kazanmalarına rızâsı yok
tur. işte b u n u n içindir ki. A llâh'ın rızâsına uygun iş yapanlar mükâfatlandırılır.
Râzı olmadığını işleyenler de cezalandırılır. A llah onlara işlerine göre ceza ve
rir. Binâenaleyh harâm yiyen bir insan' da mutlaka cezâsını görür.
13 — E C E L M E S E L E S İ:
H er şeyi yaratan ve hepsinin rızkını veren yalnız A llâ h u T eâlâ olduğu gibi,
onları yok edip öldüren de O 'd u r. Diriltmek ve öldürmek O nu n işidir; O nun
99
takdiri ve yaratmasiylcdir. C anlı olan lıer mahlûkun. A llah yanında belli ve
takdir olunmuş bir eceli vardır. Ecel demek: hayâtın sonu, yâni ölüm için m u
ayyen ve mukadder olan vakit demektir. Her ne sûretle olursa olsun, ecel d e
nilen vakit Kelince, ölüm denilen hâdise vukua gelir, bir dakika bile sonraya
kalmaz. Binâenaleyh, ecel birdir. E/d i Siinnol i tikaadı budur. H akikat da b u n
dan ibârettir. Ö ldürülm üş olan bir insan. A llah yanında mukadder olan ee*li
ile ölür. İnsan. Kazâ ve Kaderi, ilm-i İlâhi nin ezelde ne sûretle taallûk ettiğini
bilmez. O n a düşen vazife A llah'ın emrettiği şekilde hayâtını m uhâfaza edip
kendi ecelinin gelmesine sebep olmamak ve başkasının hayâtına tecâvüz etme
mektir. A llah'ın verdiği canı almak, yine A llâh'a âittir. B unun içindir ki, bir
insanın canına kıymış olan adam cezâsını görür. Çünkü, kendi irâde ve ihtiyâ-
riyle onun ecelinin gelmesine, o adamın ölmesine sebep olmuş ve A llâ h ’ın iste
mediği, râzı olmadığı çirkin bir işi yapmış ve Allah' ın emrine karşı gelmiştir,
işle E h l i S ünnet i'tikaadı budur.
100
DOKUZUNCU D ERS
K E L İM E 1 T E V H İ D İ N M A N Â SIN D A K İ ŞÜ M Û L
Buraya kadar izâlı etmiye çalıştığımız akâid-i esâsiyenin hepsi "L â ilâhe
illâ llâ h . M u h a mmedim R esü lu ilah kelâmında toplanmıştır. Kelime-i Tevhid
nâmını alan hu iki cümlenin ma nâsı Islâm dininin i'tikaad esaslarını tamâmen
ihtivâ ede< ek kadar geniştir. B unu biraz izâh edeyim : Evvelâ, "L â ilâhe illâ’l-
lah = A lla h dan başka hiçbir Tanrı yoktur." cümlesini ele alalım. Bu cümle,
şüphe yok ki. Bir Allâlı ın varlığını ve O ndan başka ibâdet olunacak bir Tanrı
olmadığını haber veriyor. A llah demek, varlığı zâtının muktezâsı olup, başka
hiçbir şeye ihtiyâcı olmıyan ve her şey kendisine m uhtâc olan bir V â c ibü I-vücûcI
demektir. Bizâtihi mevcııd olan bir şeyin kadîm, hâki, ezelî olması, hiçbir şeye
benzememesi, yâni zâtında, sıfatında, ef â Iinde şeriki ve benzeri olmaması lâzım
dır. Binâenaleyh. "Lâ ilâhe illâ İlâh demek, bizâtihi mevcûd olup hiçbir şeye
benzemi}en ve ih tiv a n olmıyan ebedî ve ezelî bir A llâh'ın varlığını tasdik et
mek demektir. H er şeyin Allah a mulılâc olması. A llah dan başkasının sonradan
ve ancak A llâ h u I eâlâ Hazretlerinin varalmasiyle vücûda geldiklerini istilzâm
eder. H er şeyi yok iken yaratıp meydana getiren V â c ib ü l-vücûdun ilim, hayat,
irâde, kudret, tekvin, kelâm, semi ve basar sıfatlariyle muttasıf olması vâcibdir.
Binâenaleyh "Lâ ilâhe illâ llâ h ". A llâhu 1 eâlâ Hazretleri hakkında isbâtan ve
nefyen îmân ve i tikaadı lâzım olan şeylerin hepsini câmi'dir. M a nâsını düşüne
rek "L â ilâhe illâ llâh" diyen bir adam, b ü tün bunlara îmân etmiş olur.
101
G örülüyor ki : “ Ld ilâhe illâ'llâh, M u h a m m ed ii’n - R e stılııllû h " cümlesi,
kısa olmakla berâber. usûl-i i’tikaadiyyenin hepsini câmi'dir. B u n d a n dolayıdır
ki. Peygamberimiz : “ Ld ilâhe illâ ilâh... diyen C ennete girdi, C ennete girmeyi
hak etti. ' buyurmuştur. Yine b u n u n için olmalıdır ki, bu. kalbde olan îm&n ve
tslâma alâmet kılınmış, b u n u dili ile söyleyen fertler îm ân ile hükmolun-
muştur. Binâenaleyh aklı başında olan bir müslümanın b ü tü n îm ân esasları ken
disinde toplanmış olan Ld ilâhe illâ’llâh'i dilinden bırakmayıp ber vakit söyle
mesi ve b u n u n ma nâsını düşünmesi lâzımdır. B u n a devâm edenlerin rû b a n yü k
selerek kendilerine pek çok hikmetler zulıûr ettiği de şüphesiz bir hakikattir.
A llâ h u T eâlâ Hazretleri cümlemizi. “Ld ilâhe illâ'llâh, M u h a m m ed il'n - Re-
s û lu ’llâh" Kelime-i Tevhid inin ihtivâ eylediği akaaid-i îmâniyeden ayırmayıp,
bu i’tikaad üzere ölmemizi ve son sözümüzün de. “Eşhedii en lâ lâhe illâ'llâh ve
eşhedii enne M u h a m m ed e'n - A b d ü h u ve R e sû lü h ” olm asını ve bunların m u h
tevi olduğu ma nâyı dâim â derhâtır etmemizi nasib eylesin, âmin.
102
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İS L Â M IN B E Ş D İ R E Ğ İ (Ş A R T L A R I)
ONUNCU D ERS
İBÂDET
Peygamber E f e n d i m i z buyuruyorlar ki :
“M üslü m a n lık beş şey (temel) üzerine kurulm uştur : A lla h 'd a n başka hiç
bir Tanrı, ibâdet olunacak hak m abut olm adığına ve M u h a m m ed (S .A .) O nu n
kulu ve R esû lü olduğuna şehâdet etm ek; nam azı kılm ak; zekâtı vermek; R a m a
zan orucunu tutm ak; hacca gitm ek.” (1).
Bu hadîs-i şerîfden açık olarak anlaşdıyor ki, Islâmın şartı beştir. M ü slü
manlık binâsı bu beş şey üzerine kurulmuştur. M üslümanlığı büyük bir binâya
benzetirsek, bu beş şey o binanın esas direkleri ve temcileridir. Bir insanın M ü s
lüman olduğunu, tam ma nâsiyle A lla h 'a bağlandığını gösteren bunlardır.
Filhakika, dürüst namaz kılan kimsenin bayatta biç olmazsa dört kazan
cı vardır :
1) H e r ma'nâsiyle temizlik,
2) K alb kuvveti,
3) Vakitlerini intizâma koymak.
4) İçtimâi salâb.
Bu faydalar, nam aza devam etmek şartiyle. en resmî (1) bir nam azda bi
le vardır.
M Ü K E L L E F V E O N U N İŞL E R İ. Ş E R 'l H Ü K Ü M L E R
1 — M Ü K E LL E F N E D E M E K T İR ? :
Âkil ve baliğ olan insanlara mükellef denir ki. şer i hitapları, A llah m yap.
yapma tarzındaki emirleri ve nehiyleri kendisine teveccüh etmiş, onlarla mükel
lef tutulmuş, yaptığı şeylere şer i bir hüküm terettüp etmiş erkek ve kadın de
mektir. Âkil demek, aklı başında, sözü sohbeti yerinde, ne yaptığını bilir insan
demektir. Baliğ, kendisine gelmiş, çocukluktan çıkıp, erkeklik veya kadınlığa er
miş erkek ve kadın demektir. Bu her insanda bir olmaz.
Erkek çocukda oniki ile onbeş, kız çocukda dokuz ile onbeş yaş arasında
olur. Bu sırada baliğ olmıyan erkeğe mürâhik. kadına mürâhika denir. O nbeş
yaşını doldurunca velevki kadınlık veyâhud erkeklik hâline ermese bile, baliğ
olmuş (erginlik yaşına gelmiş) sayılır.
M üslüm anlık bütün ilahi hükümlerinde akla bakar ve ona hitâb eder. O n u n
içindir ki, sözü ve işi yerinde olmıyan delilerle, baliğ olmamış insanlar şeriatın
hükümleri altına girmezler. O nla rın yaptıkları işlere şer i bir hüküm terettüp et
mez. O n la r a şeriatin yapınız, yapmayınız, hitabı teveccüh etmez. Fakat âkil ve
bâliğ olan her insana A llâhu T eâlâ'nın yapınız, yapmayınız tarzındaki hitâbı
teveccüh ve bunların işlerine h itâ b -1 İlâhinin eseri olan hükm-i şer! terettüb
eder.
3 — İN SA N L A R IN İŞ İN E T E R E T T Ü B E D E N Ş E R 'l H Ü KÜ M LER :
Bir şeyin hükmü demek, onun eseri, onun üzerine terettüp eden netice ve
semere demektir. Ş u halde şer i hüküm demek, mükellef olan insanların işlerine
müteallik olan hitâb-ı İlâhinin eseri, onun üzerine terettüp eden netice demek
tir. O hitâb ile sâbit olan bir şeydir ki. " T eklifi hüküm ler de denir. Şimdi bu-
nu bir misâl ile gösterelim :
" N a m a zı kılınız! ' emri, ilahi bir hitaptır. Bir emir tarzında olan ve bizden
bir şeyin yapılmasını istiyen bu hitâb-ı İlâhî, âkil ve bâliğ olan insana teveccüh
ediyor, b u n u n la ondan bir şey taleb e d iy o r : N a m a z kılm ak. Binâenaleyh, b u
nunla. âkil ve bâliğ olan her m ü minin nam az kılması farz oldu. B urada n a m a
zın farz olması, şer'i bir hükümdür. Bu hüküm mükellefin işi olan nam aza m ü
teallik, hitâb-ı İlâhînin eseridir, onunla sâbit olmuştur.
105
"N a m a zı k ılın ız!" gibi, mükellefin işlemesine taallûk eden hitâb-ı llâbî emir
dir. “C ana, mala tecâvüz etm eyiniz." gibi, mükellefin işlememesine taallûk eden
bitâb-ı llâbî de. nebiydir. Emir ile sabit olan şer’î büküm “farz olm ak", nebiy
ile sabit olan şer’î büküm de “haram olm ak" dır. Kezâlik, kat’î bir emir ile m ü
kelleften bir şey istenildiği vakit, b u n u yapm am aktan kat’î delil ile menediliyor
demektir. Binâenaleyh, “N a m a zı kılınız", “O rucu tu tu n u z" emirleriyle mükellef
üzerine nam az kılmak, oruç tutmak farz oluyor. Şariin bu bitâbından böyle bir
eser ve netice, yâni şer'î bir büküm vücûda geliyor. Mükellef olan m ü ’min, n a
maz kdmak ve oruç tutmak sûretiyle, yapılması üzerine farz olan bir vazifeyi
yapmış ve d ünyâda borçtan kurtulmuş oluyor. “N a m a zı kılınız, orucu tu tu n u z ”
emirleri kat i olduğu için bunları yapmamak haramdır.
4 — N A K L İ VE SEM ’î D E L İL L E R İN A KŞAM I :
Şer’î bükümlerin istinâd ettikleri deliller kat iyet noktasından dört kısımdır :
Birinci kısım deliller her sûretle kat’î olduğundan, onlarla sâbit olan h ü
kümler farz, yâhud haramdır. İkinci ve üçüncü kısım delillerle sâbit olan hü-
106
küm er vâcib, yâ h u d tahrîmen mekruhtur. D ö rd ü n c ü kısım ile sabit olan hü-
kümler de sünnet veya müstehabdır.
5 — FA R Z VE HÜKM Ü :
6 — FA R Z -I AYIN, FA R Z -I K ÎFÂ Y E :
107
7 — VACÎB VE HÜKMÜ
V acibin hükmü, amel noktasından farz gibidir. İşleyene sevab, özürsüz ola
rak lerkedene ikab terettüp eder. Fakat i likad bakımından, farzın hükm ü gibi
değildir. B unun içindir ki. vâcibin vücûdunu inkâr eden bir adam dinden çık
maz. A b dest alırken başının dörtte birine m eslıetm ek de böyledir. Başa meslıet-
mek. delîl-j kat î ile sâbit olduğundan meshin aslı farzdır.
Fakat dörtte biri kadar olması, delîl-i zannî ile sâbit olduğundan vâcibdir (1).
8 — SÜ N N ET VE HÜKM Ü :
9 — M Ü STEH A P N E GÎBÎ Ş E Y L E R D İR ? :
zannt olan bu detti m üçteh ltler n azarın d a o k a d a r kuvvet bulm uş ki, hem en h e
men k a t’I otan delile y aklaşm ıştır.
Onun İçin bu gibi şeylere farz-ı am elî denilmiş. B inâenaleyh, başın d ö rtte b i
rine m eahetm ek fa rz gibidir. Bunu yapm ayıp d a az b ir yerine saçının b ir teline
m eshediverm esi caiz olmaz. F a k a t d ö rtte birinin m eshini ifâde eden delil zannî ol
duğu için bunu in k â r eden b ir adam , asıl m eshl in k â r etm edikçe te k fir olunm az.
(1) V âcib de İki kısım dır: Delîl-i k a t’i olm ıyan farz-ı am elîye vâcib ıtla k
olunduğu gibi, am elde bunun dûnunda ve sünnetin fevkinde olan şeye de vâcib ı t
la k olunur kİ, fevti ile cevaz fev t olm ıyan şey, dem ektir. N am azda F â tih a oku
m ak, vitirde k u n u t tekbîri, b ay ram tek b irleri ve secde-i sehiv ile ikm âl edilen vâ-
ciblerin birçoğu gibi. B unlar u n u tu lsa bile, n am az yine caizdir. F ak ih le rin ıstıla
hından b a ra n farz-ı k a f iy e de vâcib ıtlak olunduğu vardır. O gibi y erlerde vâcib
fa rz m a’nâsm adır.
108
10 — MUBAH N E D E M E K T İR ? :
11 — HARAM VE HÜKM Ü :
S übûl ve delâleti kat î olan ve mükellefin yapmamasını istiyen bir delil ile
sabit bulu n a n şer i bir hükümdür. Şöyle de tarif edebiliriz : H aram, işlenmeme
si istenen, işlenmesi yasak olan öyle bir iştir ki, bu ciheti kat i bir delil ile belli
olmuştur. "İnsan ö ld ü r m e y in iz'. " Hırsızlık e tm e y in iz', "Yalan şâhitliği yapm a
yın ız . “N â m u sa tecâvüz etm eyiniz", "A n a ya , babaya karşı gelm eyiniz”, “Y e r
yü zü n d e fesat çıkarm ayınız gibi, insanları bir şey yapmaktan kat i sûrette ya
sak eden delillerle sabit olan hükümlere hürmettir. Binâenaleyh, b u n la rd a n b i
rini yapmak haramdır. Böyle bir delil ile işlenmesi yasak edilmiş bir şeyi yap
mak nasıl haram ise. yapılması kal i sûrette emredilmiş olan bir şeyi yapmamak
da haramdır. H aram ı irtikâb edene ikab, cezâ terettüp eder. H aram ı terkeden de.
sevap ve mükâfâtını görür.
12 — M EK RU H N E D EM EK VE KAÇ K ISIM D IR ? :
Terki râcih olan, yâni işlenmemesi, delil-i zannî ile istenen bir iştir. Böyle
bir şeyin yapılmasındaki kerâhet, zan ifâde eden bir delilin eseridir.
M ekruh iki kısımdır. Biri “tahrimerı m ekruhtur", yâni haram a yakındır. Böy
le bir işin yapılması yasak ise de. bu yasak kat i olmayan bir delil ile belli olur.
İkinci kısım, "len zîh en m ekruhtur". Helâle yakındır. İşlenmesi yasak edilmemiştir.
V âcib olan bir işi yapm am ak tahrîmen mekruhtur. T ahrim en mekruh olan
bir şeyi yapmamak da vâcibdir. S ünnet ve m üstehaplan yapmamak, tenzihen
mekruhtur. T enzihen mekruh olan şeyleri işlememek, sünnet ve müstehaptır.
D u r u p durup da tam güneş batarken namaz kılmak tahrîmen mekruhtur.
S a ğ eliyle sümkürmek, b u r n u n u temizlemek tenzihen mekruhtur.
13 — M Ü FSÎD N E D EM EK VE N E R E L E R D E K U L L A N IL IR ? :
109
O N ÎK ÎN C Î DERS
i b â d e t
A llâhu T eâlâ birtak ım dînî hikmet ve maslahatlar için bize, "ibâdet ediniz."
diye emretmiştir. Binâenaleyh, ibâdet ancak dînî bir vazifedir. A Hâh'a âit bir
haktır. O n u A llah tamamlamıştır. B u n d a n ötürüdür ki, ibâdet, ne artar, ne ek
silir. Z a m â n ın değişmesiyle de değişmez. A llah nasıl emretmiş, Peygamber nasıl
göstermiş ise öyle yapılır. F a k a t muâmelât (insanlar arasındaki işlere müteallik
olan hükümler) böyle değildir. İçtihâdî olup da nass olmadığı yerlerde örfe müs-
tenid iseler onlar zam an ile, mekân ile, örf ve âdetle değişebilir.
2 — ib â d e t ü ç m a k s a t l a , ü ç d ü ş ü n c e İl e y a p il ir :
A) A H âh'a ancak A llah olduğu için, yâni ibâdet ve ta ’zime müstehak ol
duğu için ibâdet etmek. C ennet ümidi ve Cehennem korkusu gibi başka hiçbir
şey düşünmemek, ibâdetin en yüksek derecesi budur. A Hâh'a ancak zâtından do~
layı ibâdet edilir.
B) A llah emrettiği için ibâdet etmek. Vazifeyi, vazife olduğu için yapmak.
B u n u n derecesi evvelkinin derecesinden biraz aşağıdır. (Bu evvelki ile bir-
îeştirilebilir.)
C) sonra-
C e n n e t ümidi veya C ehennem korkusu ile ibâdet etmek. Yâni
d a n ele geçecek bir menfaat düşüncesiyle ibâdet yapmak.
110
D) Bir de dünyâ için, ibâdetin dünyevi faydaları olduğu için, ibâdet yap
mak vardır. Bu. ibâdetin dördüncüsü ve en aşağı derecesidir. B u n a ibâdet de
mek bile câiz olmaz. I a b t â v î , birinci derecenin en yüksek derece oldu
ğunu. C e n n e t ümidi ve C ehennem korkusu ile yapdanın vasat, en aşağı derece
nin de dünyâ işleri için yapdan olduğunu söylüyor.
3 — ÎKÂ D ET N E SÜ R E TL E O LU R ? :
lslâm da ibâdet iki sûretle olur : Beden ile olur, mal ile olur. Birincisi na-
ma% ve oruç gibi. İkincisi de zekât gibidir. Beden ile y a p d a n ibâdetlerde başka
birini vekil yapmak câiz değildir. A lla h ’ın emreylemiş olduğu namazı herkesin
kendisi kdması lâzımdır. O ru ç da böyledir. Başka birinin yerine nam az kdmak.
oruç tutm ak câiz olmaz.
M al ile y a pda n ibâdetlerde başka birini vekil etmek câiz olur. Zekâtını ver
mek için b a ş k ^ birini vekil yapabilirsin.
Hac, hem bedenî bir ibâdet, hem de mal ile olan bir ibâdettir. Parası olduğu
halde H a c c a gitmekten âciz olan veya herhangi bir özründen dolayı H a c vazife
sini yapam ıyan bir adamın, başka bir M üslüm anı kendi yerine göndermesi câiz-
dir. N am az, O ruç, Zekât, H ac farz-ı ayın olan birer ibâdettir. Bu ibâdetlerden
birincisi ve en şereflisi namaz olduğunu yukarıda söylemiştim. N a m a z ın birinci
şartı (Tahâret) temizliktir. Binâenaleyh, evvelâ tahâret (Temizlik) in ne sûretle
ve ne ile yapılacağını öğrenmeliyiz.
ııı
ONÜÇÜNCÜ DERS
T A H A R E T (TEM İZLİK )
(1) B ir İnsanın cünüp olm ası için m uâm elede bulunm akla, lh tllim ile, yâni
dilşü azm ak la veyâhud her ne sû retle olursa olsun, m eninin şehvette yerinden a y
rılıp dışarı çıkm asiyle olur. Böyle olan kim seye su ik tiz â etm iş denir.
(2) Necla, alelıtlak, tem iz olm ayan dem ektir. P istik, iste r zâti, iste r ftrızl ol
sun üzerinde pislik olan elbise gibi. Neces, pisliği ârızî olm ayan, İnsan te rsi gibi.
112
3 — SU LA RIN A K Ş A M I:
S u dediğimiz zaman akla gelen şunlardır : Y ağmur suyu, kar ve dolu su
yu, dere ve ırmak suyu, kuyu suyu, göl suyu, pınar suyu, işte M utlak su denilen
bunlardır. S u denildiği zam an hatıra yalnız bunlar gelir. Bunları bir a dam a gös
terip de. b u nedir? diye sorarsak, su diye cevap verir. Bunlara "M utlak s u ” denir
ki, başka bir şey karışmamış demektir.
G ü l suyu, Uziim suyu, asma suyu, çiçek suyu gibi başka bir kelime katıla
rak söylenen sulara "M u tla k su", yâni arı, duru su diyemeyiz.
Belki yanına bir kelime ilâvesiyle (gül suyu), (çiçek suyu) diye her birisinin
ismini söyleriz. İşte bu çeşit sularla abdest alınmaz, gusledilemez; fakat pislik
yıkanır.
Vasf-ı aslîsi ve yaraddışı nasıl ise öylece temiz kalmış ve tadı, kokusu, ren
gi gibi suya mahsus olan üç vasıftan biri bozulmamış ve aynı zam anda kullanıl
mamış olan sulardır. B unlar hem pâktir, hem de pâkleyicidir. Bu sularla mek
ruh olmıyarak her türlü temizlik yapılır, içilir, yemek pişirilir, abdest alınır, gus
ledilir.
İnsanın ve atın, deve, sığır, koyun ve keçi gibi eti yenen hayvanların ve kuş
ların artığı olan sular da hem pâk, hem pâkleyicidir. Ş u kadar ki, insanın ağzı
temiz olmak, o sırada ağız dolusu kusmuş veyâhud başka bir sûrette ağzı pislen
miş olmamak ve b u hayvanların da cellâle, yâni necâset yiyen takımından olma
maları şarttır. Böyle olanların artığı olan sular pâk değildir.
Kedi, sokaklarda gezen tavuk gibi ehlî hayvanlarla, atmaca, şâhin. doğan
ve çaylak gibi yırtıcı kuşların ve evlerde b u lu n u p da kendilerinden korunmak
mümkün olmıyan fare vesâirenin artığı olan su, hem pâktir, hem de onlarla ba ş
ka şeyler temizlenir.
F a k a t başka su var iken böyle olan suyu abdest veya gusûlde kullanmak,
b u nunla yemek pişirmek, b u n d a n içmek, esah olan kavle göre, tenzîhen mek
ruhtur. Kullanacağı, içeceği suların ağzını dâim a kapalı bulundurm ak, hâriç-
113
ten başka bir şeyin dokunmamasına çalışmak lâzımdır. Şeriat dâima kolaylık
cihetini gösterip güçlük teklif etmediği cihetle kendilerinden korunulmak zor
olan bu hayvanların artığını temiz su saymıştır; bir dereceye kadar zarûret var
demektir. Başka su yok ise kullanılmasında kerahet de yoktur. Başka su var iken
bunları kullanmak mekruh olarak caizdir. Binâenaleyh kullanılmaması daha
iyidir.
A bdesl ve gusûl gibi şer i lemizlikde kullanılmış olan sular, hadd-i zâtın
da pâk ve maddi olan pislikleri temizlerse de. onunla tekrar abdest alınmaz, gus
ledil mez (yâni abdest âzâlarını yıkarken veyâhud guslederken bedenine d o k u n a
rak akan suları biriktirip de onunla tekrar abdest almak veyâhud gusletmek câiz
değildir. A ncak böyle olaıı su ile bir pislik yıkanabilir). Böyle olan suya “Mü-i
M ü s ta m e l = K ullanılm ış s u ” denilir.
Bu sular temizdir ve pisliği temizler. Bedenden sıçrayan bu sular dokunduk
ları şeyleri pislemez, fakat bir kere abdest veya gusûlde kullanılmış olan bu gi
bi sularla tekrar abdest ve gusûl câiz olmaz. Böyle olan suyu içmek ve bununla
hamur yuğurmak tenzihen mekruhtur. A bdest alır iken sıçrayan sulardan sakın
mak için yüksek bir yerde bulunm ak gerektir.
8 — PÂ K OLMAYAN SULA R :
İçine pislik gittiği belli olan ve akıcı olmıyan az sular pâk değildir. Su.
akıcı (A ka r S u ) veyâhud çok ve bun u n la berâber pisliğe dokunur ve pisliğin
rengi, tadı ve kokusundan biri suda hissedilirse, böyle olan su da pâk değildir.
H erhangi cinsten olursa olsun köpeğin, domuzun, canavarın, m aym unun vesâir
yırtıcı hayvanların artıkları olan sular pâk değildir. B unlarla temizlik yapılmaz.
M uz la r kalmadıkça pâk olmıyan suları her ne suretle olursa olsun kullanmak
haramdır.
Ehli eşek ile ondan doğan katırın artığı olan su temiz ise de abdest ve gusû'l-
de kullanılmasının cevâzı şüphelidir. Bu bablaki şer'i deliller birbirine zıt oldu
ğundan temizleyici olması fukahâca keslirilememiştir. Başka su var iken onlar
la abdest alınmaz, gusûl yapılmaz. Fakat, böyle olan sular ile pislik yıkanır. Ş a
yet başka su yok ise onunla abdest alınır, gusûl yapılır, sonra da teyemmüm edi
lir. (Yâni bu su ile abdest alındıktan sonra bir de toprakla teyemmüm edil ir.)
114
terse akıcı olsun, içine pis bir şey atıldığı veya düştüğü veyâhud artığı temin ol-
rmyan köpek vesaire gibi hayvanlar bu suyu yaladığı zaman suya mahsus olan
iod. koku ve renginden biri bozulmadıkça su yine lemizdir. F a k a t az ve akrm-
yan suya pis bir şey atılsa, veyûfıud karışsa tad, koku ve renginden biri bozul-
masa dabi yine o su pistir. (Şâfiî ve Mâliki mezheplerine göre su bozulmadıkça
yine temizdir.) İster çok olsun, isler az olsun böyle suyu köpek yalar, içine bir
damla kan ve idrar düşerse pislenir. Temiz olmıyan su ile bir pislik yıkanmaz,
abdest alınmaz, gusledilmez. Fakat bahçe sulamak, tarla ve yer sulamak caizdir.
Temiz bir suyun içine yaprak vesâir temiz bir şey düşerek suyun içinde ç ü
rümüş veya suyun tabiatı olan seyyâliyel gilmiş ve koyulmuş ise, böyle olan bir
su ile abdest almak, gusletmek sahih değildir. Suyun bulanık olması, yosun tul-
ması, yâhud uzun zaman durmakla renk ve kokuca bozukluk bulunması vevâ-
hud suya meyve ve yaprak karışması, suyun tabiatı olan seyyâliydi değiştirme
dikçe, o suyun temizliğini bozmaz. Mütemadiyen pislik içinden akan ve pisliğe
lemas eden bir su, rengini, tadını, kokusunu bozmasa bile, yine temiz sayılamaz.
Dört köşe olan bir havuz her taraftan onar arşın olur ve su avuçlandığı va
kit dibi açılmazsa b u n a büyük havuz denir. B u n u n içindeki su çok saydır. A ğ
zı yuvarlak olan bir havuzun çevresi otuzaltı arşın gelirse o da böyledir. C,ok
akar suyun hükmü ne ise bunun hükmü de odur. Bu büyüklükte olııııyan veya
lıud bu kadar büyük olan ve' fakat içindeki su avuçlandığı vakit dibi açılan h a
vuzların suyu az su i ’l ib ir olunur. Az ve akmıyan suyun Iıiiknıü ııe ise. onun
lıükmü de odur. Bu bükümler, "D in d e güçlük y o tiu r esâsına dayanır.
115
ONDÖRDÜNCÜ D ERS
K U Y U L A R IN T E M İ Z L E N M E S İ
S uyun sathı yüz arşın genişliğinde olmıyan bir kuyunun suyu ne kadar çok
olursa olsun, yine o kuyu H avz-ı Sağir ~ Küçük H a u u z ” i tibar olunur. Böyle
bir kuyunun içine şer’a n pis sayılan bir şey düşerse kuyunun suyu pislenmiştir.
O n u temizlemedikçe kullanmak câiz değildir.
S u a l ı— U ç suret nelerdir?
Cenap ^ K uyunun suyu tamamen boşaltılmak, yâhud kırk veya yirmi ko
va su çıkarmak suretlerinden biriyle kuyu temiz olur,
C evap <—• K an veya idrar gibi akıcı bir pislik, yâhud kaz, ördek, tavuk, in
san; kedi ve köpek gibi eti yenmiyen hayvanların tersleri kuyunun suyuna karı
şır veyâhud kuyuya domuz düşerse —velevki ölmeden ve ağzı suya değmeden
çıkarılsa bile^- kuyunun suyunu tamamen boşaltmak lâzımdır.
C evap ı— İnsan yâhud koyun ve keçi gibi büyük cüsseli bir hayvan kuyuya
düşer ve ölürse; serçe ve fare gibi ufak bir hayvan kuyuya düşüp öldükten son
ra şişer veya dağılır veyâhud tüyleri dökülürse, yine kuyunun suyunu tamâmen
çıkarmak lâzımdır.
Cenap — Hayır, ister kuyuda ölmüş olsun, ister hâriçle öliip de kuyuya atıl
mış olsun, hepsi birdir.
116
S u a l — K uyu gözlü olur ve bir taraftan çıkarıldıkça, diğer taraftan yine su
gelirse ne yapmak lâzımdır?
C evap >— Böyle oİup da suyu tamamen çıkardması mümkün olmazsa, iki -
yüz kovadan üçyiiz kovaya kadar su çıkarmak kâfidir. M aam âfib, biç şüphe kal
mamak için kuyudan anlıyan iki adam a kuyunun içinde b u lu n a n suyun miktarı
evvelce keşfettirilerek o kadar su çıkarılır. Meselâ, kuyunun içinde beşyüz kova su
var derlerse, beşyüz kova çıkarılır.
C evap — Hayır, bir miklârı bir gün. diğer bir miktârı da başka bir gün
de çıkarılabilir.
C evap — Fare, serçe veya b u büyüklükte bir hayvan düşüp ölür, lâkin şiş
meden evvel çıkarılırsa yirmi kova su çıkarılmak vâcibdir. O tu z kova çıkarılırsa
d a h a iyidir. Bunların hepsinde düşen şeylerin evvelâ çıkarılması lâzımdır.
C evap — Deve, koyun, at. katır, eşek ve sığır tersleri kuyunun suyunu pisle
mez. Eğer kuyuya bakıldığı vakit b u n la r çok görülür veyâhud kuyuya salınan
her kovada bunlardan çıkarsa o zam an su pis sayı lir ve kuyunun suyu çıkarılır.
C evap <—■ Arı, sinek, balık ve kurbağa gibi kanı olmayan hayvanlarla, alelû-
mum suda yaşayan hayvanların suda ve kuyuda ölmesiyle kuyu ve su pislenmez.
Temiz bir insan, yâ h u d öküz ve koyun gibi eti yenen hayvanlardan biri veyâhud
eti yenmeyen bir hayvan; katır, eşek, yırtıcı kuşlar ve kurd. köpek, kaplan, çakal,
c anavar gibi; kuyuya düşer ve ölmeden çıkarılırsa kuyunun suyu yine sahih kav
le göre pis sayılmaz. E ğer bunların salyaları suya karışırsa, suya vereceğimiz hü-
117
X
küm, hayvanın salyasına göre değişir. Eğer kuyuya düşen ve salyası suya karışan
ve ölmeden çıkarılan hayvanın salyası »köpekte olduğu g ib i» pis ise suyu da
pislemiş i tibâr olunur. V e kuyunun suyu tamamen çıkarılır. Salyası mekrûh ise
su da mekrûhtur. Yirmi kova su çıkarılıp aldır. Temiz ise. su da temizdir. H er
hayvanın teri, salyası hükm ündedir
S ual ı— İçine pislik düşmüş olan bir kuyudan pislik görülünceye kadar ab-
dest alınmış ve namaz kılınmış ise nasıl olacaktır?
118
O N B E ŞlN C I D ERS
H A K İK İ PİSLİK V E O N D A N P Â K L E N M E K
B E D E N D E V E E L B İ S E D E B U L U N A N P İS L İK L E R V E
O N L A R D A N T E M İZ L E N M E N İN U S Ü L Ü
Pislik iki kısımdır : 1) Yalnız az miktârı namaza mâni' olmayıp fazlası mâni
olan pislik : A z i’tibâr olunan ve n a m a îa m âni' olmayan pislik: mâyi ve akıcı
olan pisliklerde, parmak diplerinden i tibaren avuç içi kadar olan miktardır. Mâyi
olmıyanda dirhem miktarıdır. 2) Isâbet eyledi ği yerin veya elbisenin dörtte birin
den fazla olmıyan miktârı namaza mâni olmıyan pislik. Birincisi Galiz, İkincisi
H afiftir.
119
insanın, eti yenmeyen hayvanların idrarı ve tersi, eti yenmiyen hayvanların
salyası, eti yenen hayvanlardan tavult, kaz ve ördek gibi tersini havada bırakan
ların tersleri, insandan çıkmakla abdesti bozan veyâhud guslü icâbeden şeyler,
İaşe, akmış kan, irin ve sarı su... İşte bunların hepsi pistir. B unlardan idrar ve
kan gibi akıcı olanlarında avuç içi kadarı, katı olanlarında dirhem miktarı n a
maza mâni değilse de, fazlası mâni'dir. Şafiî, Mâliki, H anbelî mezheblerinde
ve H anefî im am larından İ m â m - ı Z ü f e r ' e göre böyle olan bir pislik
her ne kadar az da olsa yine nam aza mâni dir. Binâenaleyh, az bir pislik b u la
şan elbiseyi yıkamadıkça o nunla namaz sahili olmaz. Bedeninde, yâhud elbise
sinde ve namaz kılacağı mahalde, yâni nam azda alnını, burnunu, ellerini, dizle
rini. ayaklarını koyduğu yerde böyle bir pislik varsa evvelâ onları temizlemek
farzdır.
Pis olan kan. akmış olan kandır. G erek insan kanı, gerek Hayvan kanı ol
sun: gerekse aktıktan sonra donmuş bulunsun. Boğazlanan Hayvanın dam arla
rında ve etlerinde kalan kan, ciğer ve dalak ve yürek kanı, çekirge ve balık kanı:
pire ve tahtakurusu gibi korunulması müşkil olan şeylerin kanı necis sayılmaz.
B unlar namazın sıhhatine mâni' değildir.
A tın: deve ve koyun gibi eti yenen ehli ve vahşî hayvanların ve eti yenen
kuşların idrân ve tersi; eti yenmiyen kuşların tersi gibi şeyler bulaştığı mahallin
veya elbisenin dörtte birinden fazla değilse nam aza mâni' değildir. Yâni şâri .
o kadar bir pislikle namazı fâsid olmaktan affelmiştir. Yoksa tamamen affedil
miş değildir. Bir m âni' yok iken bu kadar pis likle namaz kılmak tahrîmen. daha
azı ile kılmak da tenzîhen mekrûbtur. B u n u n içindir ki, ber ne suretle olursa ol
sun, v ücûdu ve elbiseyi pislikten temizlemek vâcibdir. Ç ü n k ü Hazret-i Peygam
ber E f e n d i m i z : "K abirde ilk sual, temizlikten sorulacaktır. K abir azâbı-
nın sebeplerinden en büyüğü ve en çoğu, taharete ehemmiyet vermemek, pislik
ten ve bilhassa idrardan konulmamaktır. ” buyurmuşlardır.
120
reliyle olur. Eğer sıkılabilen bir şey ise her defa yıkayışla gücü yettiği kadar ve
üçüncüsünde damlası kesilinceye kadar sıkmak lâzımdır.
Bir kap içerisinde yıkanırsa, üç defa yıkanıp gücü yettiği kadar sıkmak, her
defasında suyu değiştirmek ve kabı su ile çalkalamak lâzımdır. E ğer sıkılamıya-
cak bir şey ise her yıkayışta damlası kesilinceye kadar kurutmak lâzım oluyor.
M aam âfih, damlası iyice kesildikten sonra kurumasa da olur. M utlaka kurutmak
şart değildir.
Pis olan bir şey; akar su. veyâhud akar su hükmünde olan çok su içinde ıs
lanmak suretiyle temizlendiğine kanâat hâsıl olunca onu sıkmağa, damlası ke-
silinceye kadar bırakmağa lıâcet kalmaz. Yâni pis olan bir şey, büyük bir suyun
içinde yıkanır veyâhud akar suya bırakıp üzerinden su akmak, veyâhud üzerine
birçok su dökülerek ona dokunan sular gibi başka su gelmek suretiyle yıkanırsa
üç defa sıkmak veya kurulmak lâzım değildir.
M u rd a r olan ayakkabı, temiz yerde sürtülmekle; hayvan keserken kan ile
pislenmiş olan bıçak hayvanın boynuna silinmekle; kurumuş olan meni, ova
lanmakla; pislenmiş olan zeytinyağı, sabun yapılmak, yâhud üç defa su döke
rek her defâsında suyun yüzüne geleni almakla; temiz olmıyan toprak, zemin
kuruyup üzerinde pislik eseri kalmamakla temizlenmiş olur.
Bakırdan veyâhud billûrdan olan bardak, tabak ve tencere gibi şeyler: üç
defa yıkanıp pislik eseri kalmayınca pâk olur.
H am a m d a yıkanırken hamam kurnasına elinin girip çıkmasiyle su pis ol
maz. Temiz olmıyan elini kurnaya sokar ve aynı zam anda üzerinden su akıtıp
kum ayı taşırırsa —suyun içinde necâsel eseri görülmedikçe— su yine temizdir.
K urnanın suyunu tamâmen çıkarmak lâzım değildir.
Pis bir yatak, uyuyan kimsenin teriyle ıslanır ve necâsetin eseri vücûdunda
görülürse, onun vücûdu da pis olur. Eğer vücûdda eseri görülmezse pis olmaz.
Yaş ayağıyla pis bir toprağa basarsa yine hüküm böyledir.
Pis ve yaş. fakat damlamıyacak derecede sıkılmış olan bir elbisenin içine
temiz ve kuru bir elbise konulsa bu elbise pis olmaz. Pislenmiş olan toprak ze
min. yeryüzü ve duvar, güneş veyâhud ateş veya rüzgâr ile kuruyup üzerinde
olan pisliğin eseri giderse temizlenmiş olur.
121
O NALTINCI DERS
K A D I N L A R A M A H S U S BÂ Z I H A L L E R
1 — HAYIZ K A NI VE HÜKMÜ :
2 — N ÎF A ST A N SONRA LO HU SALIK :
Kadın gebe olduktan sonra âdetini görmez olur. Çocuğun doğmasından i ti
bâren kırk gün içinde gelen, lobusalık kanıdır. Kırkından daha evvel de kesile
bilir. Fakat kırk günden fazla sürmez, sürerse hastalıktır.
K adın âdet gördüğü veyâhud lohusa olduğu zaman, namaz kılamaz; oruç
tutamaz; eline Kur'dn-ı K e rîm i alamaz; K ıtrâ n okuyamaz; camiye giremez: K a
be'yi tavaf edemez; kocası ile bir araya gelip muâmele-i zevciyede bulunamaz.
122
Bunların hepsi haramdır. Â detini ve lohusalığını bitirdikten sonra gusletmesi
farzdır. Bu müddet zarfında geçirdiği namazları sonradan kılmaz. A llah onları
nffetmişlir. Fakat oruçları varsa onları sonradan tutması lâzımdır, farzdır.
4 — İSTÎH A ZA VE ÖZÜR K A N I :
Böyle bir hastalık sebebi ile kendisinden kan gelen kadın, özür sâhibi ol
duğu gibi, idrarı dâima durmayıp damla damla gelen, burnu kanıyan kimseler
de özür sâhibi sayılırlar. G özünde yara ve hastalıktan dolayı gözü dâimâ sula
nan, kulağından, memesinden, veyâhud göbeğinden, ağrı ile bir şey gelen kim
seler de özür sahibidirler. (, üııkü bunlar yaradan geldikleri için abdesti bozar
lar (I).
Abdesti dâinıâ bozulmıya müptelâ olan adam mâzur olmak için, özrü b ü
tün bir namaz vaktini kaplamış olmak ve bir namaz vaktinin içinde abdest alıp
namaz kılacak kadar bir zaman kesilmemek lâzımdır. Böyle olmadıkça mâzur s a
yılmaz. Meselâ, burnu kanayan bir insanın, bir namaz vakti çıkıncaya kadar a b
dest alıp namaz kılabilecek kadar bir müddet olsun kanı durmazsa o adam,
sâhib-i özürdür.
Böyle bir adam, özrünü, zorluk çekmeden tıkamak, veyâhud namazı otura
rak veya imâ ederek kılmak suretiyle durdurm aya gücü yetmezse, her farz olam
nam az vaktinde yeniden abdest alıp, kanı veyâhud idrârı akarken namazını kı
lar. ö z r ü dâim olmak için, bir namaz vakti lamâmen böyle geçtikten sonra her
nam az vaktinde bir kere olsun bulunmak lâzımdır.
M â z u r olmaktan kurtulmuş olmak için bir namaz vakti kâmilen ■kesilmiş
ve gelmemiş olmak şarttır, ö z ü r devam ettikçe bulaşan elbiseyi yıkamak vâcib
değildir. 1
(1) T a h t â v î .
123
O NYEDÎNCÎ D ERS
HADESTEN TAHARET
(A B D E S T A LM A K VEYA G U SL E T M E K )
1 — A BD ESTÎN T Â R tF Î :
A bdest şöyle a lın ır: Evvelâ mümkünse. K ıb le y e kaışı yüksek bir yere otu
rup kolları dirseklere kadar sıvar, çemrenirsiniz. Abdeste niyet ederek Eûzü-Bes-
m ele çeker, elleri bileklere kadar üç defa güzelce yıkarsınız. Parmakların, a ra sı
nı hilâllar, yüzük varsa onu öteye beriye oynatırsınız. B u n d a n sonra sağ avuçla
üç defa ağzınıza su alır ve her defâsında güzelce çalkarsınız. Misvak ve fırça
varsa onunla, yoksa sağ elin baş ve şahâdet parmaklariyle dişleri güzelce oğuştu-
rursunuz. Sonra sağ elinize su alıp, üç defa b u rnunuz a su çeker ve sol el ile
sümkürtip güzelce temizlersiniz. Sonra yüzün her tarafını üç defa yıkarsınız. B u n
dan sonra evvelâ sağ kolunu dirseklerine kadar, sonra da sol kolunu yine dirsek
lerine kadar üçer defa yıkarsınız. B unda n sonra sağ eli ıslatıp başın dörtte biri
ni mesheder, yâni elin iç tarafiyle başınızın dörtte birini sığarsınız. B u n d a n son
ra ellerinizin küçük veya şahâdet parmaklarını kulaklarınıza sokar ve baş p a r
maklarınızla kulakların dışını ve geriye kalan üç parmağın dış taraflariyle de
boynunuzun arkasını meshedersiııiz. B undan sonra evvelâ sağ ayağı ve sonra
sol ayağı topuklariyle berâber üçer defa yıkar ve ayak parmaklarınızın arasını
güzelce temizlersiniz.
İşte dörtbaşı tekmil, farzları, sünnetleri, âdâbı yerinde abdest bu şekilde ola
caktır. A bdest âzâsında kurumuş ham ur vesâir. suyun geçmesine m âni' bir şey
varsa, onu evvelâ gidermek lâzımdır. Yağsız kir ve pire tersi gibi şeyler suyun
geçmesine m âni’ değildir.
124
3 — A BD ESTÎN FA R ZLA R I :
4 — a b d e s t in sü n n etleri :
5 — A BD ESTİN M EK RU H LARI :
125
2) S u y u . b ir m u c ib yoI< ike n , gayet az k u lln n m .iL y â n i ın eshe de r g ib i y a p
m ak,
3) Suyu abdest âzâlarına ve yüzüne hızlı çarpmak.
4) A bdest alırken lüzumsuz yere lâkırdı etmek,
5) Hiç ihtiyâcı yok iken başkasından yardım istemek, su döktürmek.
6) Pis bir mahalde abdest almak,
7) Sünnetlerini terketmek.
Yukarıda târif ettiğimiz şekilde abdest alan bir adam abdestin bütün erkân
ve â dabına riâyet etmiş olur.
6 — ABDESTÎN FA Z İL ET L E R İ :
A bdest almakta dünyevî ve ulırevi çok büyük fayda ve faziletler vardır.
Peygamberimiz M u h a m m e d Salla llâhu aleyhi re sellem bir hadis-i şe
rifinde şöyle buyurmuşlardır : Bir ıSIüslümaıı uhdesi alıp y ü zü n ü yıkarsa, y ü
züne âil b ü tü n günahları; ellerini ve ayaklarını yıkarsa, bunlar ile işlediği bütün
hatâ ve günahları su yu n damlalariyle beraber akıp gider ve kendisi tertem iz ka
lır. H attâ tırnak ve kirpik diplerindeki günahlardan bile eser kalmaz. Â d â b ve
erkânına riâyet ederek abdest alıp da sonra K ıble ye dönerek : E şhedü en fd ilâ-
he illâ llâhü vahdehu lâ şerike leh ve eşhedü erme yiu h a m m ed en abdühû ve Re-
sû lü h .' diyen bir kul için şüphe yok ki, C ennet kapıları açılmıştır; dilediğinden
girer."
A bdestin maddî ve görünür temizlik ve faydaları herkesin görüp bildiği bir
şey olduğundan onları söylemiye lüzum yoktur. A bdestin hükm i dünyevisi, ab-
destsiz helâl olmıyan şeylerin ancak onunla mübâlı olmasıdır. Hükm-i uhrevîsi
de. âhiretde sevaptır.
8 — A B D E ST I BOZAN Ş E Y L E R ;
Abdestli olan bir adam da şunlardan biri bulunursa abdesti bozulur :
1) ö n ve arka avret mahallinden çıkan pislik ve yel.
2) V üc ûdiin bir tarafından akan kan, irin ve sarısıı, kan ile karışık su,
3) Ağız dolusu kusmak (balgamdan bozulmaz). Ağız dolusu kustuğu şey.
ister yemek, ister safra, ister kan pıhtısı olsun, b u n la r abdesti bozar.
4) A ğızdan tükrüğe müsâvî veya da h a fazla kan gelmek, yâni tükürdüğü
vakit lükrüğüniin yarısı veyâhud y a n d a n fazlası kan olmak.
126
5) Yatarak, vcyâhud dayanarak (dayandığı şey alındığında düşecek d e
recede) uyumak. D iz üstü oturup yâlıud kaynaklarını yere getirip sağlam bir va
ziyette uyumak abdesti bozmaz.
Ö) Bayılmak,
7) Sarhoş olmak,
8) Baliğ olan kimsenin rükû' ve sücûdu olan bir namazı kılar iken yanın-
dakil erin işiteceği kadar gülmesi,
9) Erkekle kadının tenasül âzâları birbirine (arada başka bîr şey olmıya-
rak) dokunmak. İşte b unla rda n birisi olursa yeniden abdest almak lâzımdır. A ğ
lamakla gözden çıkan yaş abdesti bozmaz. V ü c û d u n bir tarafından çıkan kan ve
irin etrâfma yayılmıyarak çıktığı yerde kalmış ise, abdesti bozmaz. K an akmak-
sızın vücudun bir tarafından kopup düşen et parçası da abdesti bozmaz. N a m a z
kılarken ayakta ve rükû'da uyumak da abdesti bozmaz.
M E S T (AYA K K A BI) Ü Z E R İ N E M E S H E T M E K
1 — M EST N E D E M E K T İR ? :
Mest, " A y a k la n topukları ile berdber örten r e âdi yürüyüşle birbiri a rdın
ca oniki bin adım veyâhud daha ziyade yürüyebilen, ipine kolayca su alrmyan
ve berbirinin topuklarından aşağısında ayak parm aklarının küçüğü ile Üp p a r
mak kadar delik, sökük, yırtık bulunm tyan, bağsız olarak bacakta duracak kadar
kalın olan ayakkabı" demektir.
Böyle olan ve abdestli iken ayağa giyilmiş b u lu n a n bir meste tekrar abdest
alınırken mesholunur. Söz temsili : B ugün sabah, abdest alıp ayağınızı yıkadınız,
abdestiniz bozulm adan evvel ayaklarınıza böyle bir mest giydiniz; bir saat son
ra abdestiniz bozuldu. 1 ekrar abdest alacaksınız; şimdi abdest abrken ay a k la
rınızdan o mestleri çıkarmıyarak ıslak elinizle, yalnız üstlerine, birer mesheder-
siniz. Sonraki gün sa ba ha kadar geçen yirmidört saat içinde, yâni b u g ü n abdest-
le mesti giyip de meselâ saat onbirde bozulmuş ise sonraki gün saat onbire ka
dar her abdest aldıkça mest üzerine meshelmek câizdir. Üzerine meshelmek câiz
olan ayakkabı, yalnız mest değildir. Lâpçın, fotin, çizme, kalçın, konçtu aba,
terlik gayet katı ve yukarıda anlattığımız şekilde dayanıklı çorap da mest gibi
dir. Temiz olmak şartiyle bunlara da meshetmek câizdir.
D ağda, tarlada ve bağda giyilen çizmelere ve askerin giydiği ayakkabılara
da böyle mesholunur ve onlarla da namaz kılınır.
2 — YOLCULAR ÎÇ lN M E 8H İN M ÜDDETİ :
Yolcu olmıyanlar böylece yirmidört saat mest üzerine. mesH yapabilirler.
Yolcu olanlar üç gün üç gece, yâni yetmişiki saat ayaklarını hiç çıkarmadan
sâde mest üstüne meshederler.
127
M est şöyle olur : A bdest âzâlarm ı yukarıda gördüğüm üz şekilde yıkadıktan
sonra sıra ayağa gelince, evvelâ sağ elini su ile ıslatıp, sağ ayağının ucundan
başlıyarak inciğine doğru topukları aşmak üzere m estin üzeri ıslak üç parm ak
la, parm aklar açık olarak ve el ayası dokunm ıyarak yukarı doğru sığanır. Sonra
sol el ıslatılıp sol ayak da böyle m esbolunur.
E ğer ayağında b u kadar b ir şey yok ise, yâni ayağının ön tarafını kaybet
miş ise, m est üzerine m eshetm cyip ayağını yıkam ak lâzım dır. H a ttâ sa ğlam aya-
gına da mesih yapm ayıp onu da yıkaması lâzımdır. E ğer ayağının biri topuktan
yukarıdan kesilmiş ise onu yıkam ak lâzım değildir. D iğer ayağı mevcut ise ona
giymiş olduğu meste m eshedebilir.
A b d est alıp m estleri giydikten sonra abdesti bozulur ve ondan sonra m est
lerden birini ayağından çıkarır veyâhud m est ayaktan çıkıverirse mesih bozulur.
E ğer abdestle m estleri giydikten sonra abdesti bozulur ve tekrar abdest alıp mest
üzerine m eshettikten sonra ve abdesti varken m estlerini çıkarmış ise. yalnız ayak
larını yıkar; abdesti yok iken çıkarmış ise, abdest alınırken, ayaklan d a yıka
m ak lâzım dır. M eshin m üddeti bitince mesih yine bozulur.
A b d est âzâların d an birinde, kırık çıkık, yara ve çıban gibi bir şey olup da
ü stü ta h ta ve bez ile sarılı olursa, o vakit bakarız, eğer sargı âdi bir şey ise,
yâni onu çözüp altını yıkam akta b ir zarar yoksa, kolayca ve zararsızca çözü-
128
iüp yıkanacaksa. sargı çözülerek altı yıkanır ve yaranın üstü meshedilir. F akat
yara elıemmiyelle ve sargı çözüldüğü vakit zarar gelecek olursa, o zam an çözül-
miyerek. sâde sargının üzerinden bir defa meslıedilir. P e y g a m b e r i m i z
Salla llâlıu aleyhi ve sellem U lıud G azasın d a aldıkları yaranın sargısına meshet-
mişler ve A l i radiya ilâha anh in H ayber G azasın d a bileği kırıldığı vakit
meslıelmesini emretmişlerdi.
129
Ö N SEK lZÎN C İ DERS
G U S Ü L (BOY A B D E S T İ)
1 — GUSÜL N E D E M E K T İR ? :
2 — GUSLÜN FA R ZLA R I :
3 — GUSLÜN SÜ N N E T L E R İ :
130
8) İlk defa döktüğü zam an bedeni oğmak ve suyu bedenin Her tarafına
ulaştırm ak (1),
9) A yağının olduğu yere su birikirse abdest aldığı zam an ayak yıkam a
sını sonraya bırakm ak.
5 — G U SLETM EK K İM LER E FA R ZD IR ? ;
Âkil ve bâliğ olan, kadın ve erkek bir M üslüm an, her ne sûretle olursa ol
sun, cü n ü p olduğu vakit, o n u n gusletmesi, üzerine farzdır. Â d et gören b ir k a
dının kanı kesilip de âdeti tam am olduktan, lohusa olan kadınların Iohusabğı
geçtikten sonra gusletm eleri farzdır. Böyle gusletmek iktizâ eden bir insan gus
ledip yıkanm adıkça nam az kılamaz. K ur ân okuyamaz, eline K u râ n -ı K erîm i
alam az, K âbe-i M uazzam a'yı tavâf edemez. Y ıkanıp temizlenmedikçe bu n ların
hepsi de o adam a haram dır.
131
dan, Iıer ne sûretle olursa olsun, meni gelirse, o adam şeriat nazarında cünüptür.
ister rüyasında olsun, islerse vücûdunun hur tarafı kadına dokunm akla, yâfıud
başka sûretle olsun, ne ile olursa olsun, şehvetle meni çıktı mı, cünüp sayılır.
İşte o zam an gusletmesi üzerine farzdır. Bir de mümkün ise Iıer C um a günü yı
kanm ak M üslüm anlıkta çok m ühim bir vazifedir. B unu da yapmalıyız. P eygam
berim iz M u h a m m e d aleyhi s selâm Iıer C um a günü C um a nam azından
evvel guslederlerdi. Bayram n am azlarından evvel de guslederlerdi. Bizi de bu
husus için pek çok tergip ve teşvik etmişlerdir. B unun İçin biz de böyle yapm a
lıyız, b u n u n pek çok sevabı vardır. H aftayı geçirmeyip Iıer hafta vücûdum uzu
güzelce yıkamalıyız.
G u sû l meselesine çok dikkat el mel iy iz. S u iktizâ edince gusletmek, A lla h 'ın
emri ile boynum uza borç o lduğunu unulm anialıyız, ö y le pis pis gezmenin günâlıı
pek çoktur. İnsanın K u ra n okum asına ruhsal verilmeyen şu halde devam etmesi
ne kadar fena bir şeydir. İnsan cünüp oldu mu. hemen gusleimeli, biran evvel
yıkanıp üzerinden pisliği alm alıdır. Ulûm D înini kabul eden bir insan. K ur dn ııı
her söylediğini, dînin her dediğini kabûl etmelidir. B u onun boynuna borçtur.
K u r’dn-ı Kerîm; cü n ü p olunca vücûdunuzun Iıer tarafın i güzelce yıkayınız, d e
miş. M adem ki M üslüm anız; b u n u böyle yapm ak borçtur.
T E Y E M M Ü M
S u a l ■— Teyem m üm nedir?
C enap Farzdır, K itâb ve S ü n n et île sâbittir.. A bdeste ve gusle bedeldir.
S u a l ı-^ Teyem m üm neye derler?
C enap — Teyem m üm , temiz toprak yâhud taş. kum ve kireç gibi toprak cin
sinden b ir şeye, niyetle ellerini vurup yüzünü ve kollarını mesbelmeye derler.
Şeriat lisâniyle teyem m üm ün ma nâsı hudur.
S u a l — Teyem m üm nasıl olur?
132
/
S u yoksa ne olacak?
Söz temsili : N am az vakti olup abdest alm ak veyâbud su dökünm ek iktizâ
eyledi. L âkin o y akınlarda su yok. y âb u d su var am m a öyle bir soğuk var ki,
orada su dökünüp yıkanacak olsa, büyük tehlike var. İşte o vakit abdest ve gu
sül yerine teyemmüm ederiz. A bdest farz olan şeyler için teyemmüm de farzdır.
V âcib o lan lar için vücûp. sünnet o lan lar için sünnettir.
133
2) Teyem m üm ü m übah kılacak bir özür bulunm ak. Su bulunm am ak ve-
yâhud suyu kullanm aya m âni' olacak bir hastalığı ve özrü bulunm ak; soğuktan
ve d üşm andan korkmak, yanındaki su, içeceğinden fazla olmamak, suyu çıkara
cak b ir şeyi bulunm am ak, su ile abdest alacak olsa cenaze veyâhud bayram n a
m azının geçmesi korkusu olmak. İşte b u n lar teyemmümü m übah kdan özürler
dendir.
3) T aş, toprak, kum gibi yeryüzü cinsinin temizi ile veya temiz tozu ile,
hiç necâset dokunm am ış olanı ile olmak,
4) Y üzü ve kolları kaplarcasına meshetmek.
5) M eshi, elin hepsi veyâhud ekserisiyle yapmak,
6) El in içi ile iki kere vurm uş olmak, yâni yeryüzü cinsinden olan bir şe
ye iki kere elini koymak,
7) A bdest alm ıya veya gusûl yapm ıya, m ünâfi olan haller (meselâ hayı;
ve nifas gibi) kesilmiş ve kalmamış olmak,
8) M eshedeceği uzuvlarında meshe m âni' bir şey varsa evvelâ onları gideı
mek. M eselâ, kollarında, yüzünün bir tarafında sakız vesâire gibi bir şey yapış
mış ise evvelâ onları kaldırm ak lâzımdır.
3 — TEYEM M ÜM ÜN SÜ N N E T L E R İ :
134
ONDOKUZUNCU DERS
N A M A Z V E N A M A Z V A K İT L E R İ
Kelime-i Ş a h â d e t'te n sonra İslâm 'ın birinci temeli nam azdır. Beş vakit n a
maz M ekke-i M ükerrem e’de ve N übüvvet in onbirinci senesinde, yâni H icret’ten
bir buçuk sene evvel M i'râc gecesinde farz kılındı. N am az bü tü n farz olan işle
rin aslı ve bu i tibarla dînin direğidir. Bir insana nam az farz olması için üç şar
tın bulunm ası lâzım dır : İslâm, büluğ. akıl. B inâenaleyh, âkil ve bâliğ olan ber
M ü slü m an üzerine günde beş vakit nam az borçtur. N am azın farziyeti, Kitâ'o
(K u ra n ), S ü n n e t ve tem a' ile sâbittir. N am az kılan dünyâda borcunu öder,
rette sevâba nâil olur. Yedi yaşından sonra çocuklar nam az ile em rolunur ve y a
vaş yavaş nam aza alıştırılır.
2 — NAM AZIN A K ŞA M I :
Birincisi C enâze nam azı (1). İkincisi de diğer nam azlardır. Bu da üç kısım
dır : F arz nam azlar. V âcib nam azlar, N âfile nam azlar ki, S ün n etler ve m endup-
lara şâm ildir.
F arz da ya farz-ı ayındır : Beş vaktin farzı ile C u m a nam azı gibi. Y â h u J
farz-ı kifâyedir : C enâze nam azı gibi (2). V âcib nam azlar, ya insanın kendi
işinden dolayı vâcib olm uştur; yâni üzerine vâcib olm asına kendisi sebep ol
m uştur; adak nam azı, bozulan sünnetin kazâsı, I avâf nam azı gibi. Secde-i sehiv
de böyledir. B ir insan şu kadar nam az kılacağım, diye adam ış ise. o kadar n a
maz kılmak o adam ın üzerine vâcib olur. N âfile nam az kılarken bozuverse. onun
kazâsı üzerine vâcib olur. B u nların vâcib olması kendi işiyle olm uştur.
Y âbud vâcib olması insanın kendi işinden ötürü değildir. V itir nam azı. B ay
ram nam azları gibi. Secde-i tilâvet (okuma secdesi) de böyledir.
N âfile nam azlar. F arz ve V âcib olmıyan (yâni F arz ve V âcibden fazla olan)
nam azlardır. T erâvib nam azı ile beş vaktin sünnetleri ve kuşluk nam azı gibi.
135
3 — FARZ OLAN NAM AZLARIN V A K İTLER İ :
G ü n eş lam orlaya geldikten biraz sonra başlar ve her şeyin gölgesi, iki m is
li veyâhud bir misli oluncaya kadar devâm eder. İzâlı edelim : G ü n eş tam o rta
ya geldiği vakit yeryüzünde her dikili şeyin gölgesi balı tarafından doğu tarafı
na dönüp kısalm akla nilıâyet bulur. N e uzar, ne de kısalır; o anda sabit olan
gölgeye Fey i zevâl denir. B undan sonra gölge doğu tarafına uzantıya b aş
lar. İşte bu zam andan i l ibaren her şeyin gölgesi —fey’-i zeval hâriç olmak üze
re— iki misli veyâhud bir misli oluncaya kadar ö ğ le nam azının vaktidir. Yâni
ber şeyin gölgesi iki misli oluncaya kadar Ö ğle nam azı kılınabilir.
136
B inâenaleyh. İkindi nam azını asr-ı sânîde. yâni her şeyin gölgesi iki misli
olduğu vakitte kılan ve ö ğ le nam azının vaktini oraya kadar uzatm ış bu lu n an
bir adam a, ne için Ö ğleyi bu zam ana kadar uzattın, denilemiyeceği gibi, İkin
diyi asr-ı evvelde kılanlar için de böyle birşey asla vârid olamaz. Her ikisine de
hem lıadîs-i şerif. İıem de m üclehillerin içtihatları müsaittir.
Ş u halde b u n u yalnız bir cihete hasretmek ve meselâ : "A sr-ı evvelde ikin
diyi kılm ak câiz değildir. '' demek. Sâhib-i şeriat salla llahu aleyhi ve sellem in
göstermiş olduğu geniş h u d u d u bırakıp da dar bir çerçeve ile ümmeti tazyik et
mek demektir. B ilhassa her iki vakitle kılınacağına dâir I m â m - ı A z a m -
dan rivâyetler vardır. İkindi nin vakti, asr-ı sâniden başlam ak l m â m - ı
A z a m in son kavli ve m ezhebi deniyorsa da: asr ı evvelde kılınacağına dâir
olan kavli de t m â m - ı Eb û Yûs uf . I mâ m- ı Mu b a m m e d ,
Z ü f e r ve hattâ l m â m - ı M â l i k . Ş â f i î . A h m e d bi n
H a n b e I ve S e v r i gibi büyük m üçlehidier tarafından da kabul edilm ' •
ve l m â m - ı T a h â v i de (ı>e bihi ne huzii) demekle b u ciheti kuvvetlen
dirmiştir.
B inâenaleyh, her ikisi ile amel câizdir (1).
Ö ğle nam azının vakti çıktığı zam an İkindi nam azının vakti girer ve güneş
batıncaya kadar devâm eder. Yâni İkindinin vakti her şeyin gölgesi iki mislini
geçm esinden veyâlıud bir misli üzerine olan ziyâdenin iptidâsından başlar.
Evvelki kavle göre, ö ğ le n in vakti tam âm olunca giren zam ana asr-ı «âni,
ikinci kavle göre. Ö ğle nin vakt-i tam âm ında giren zam âna asr-ı evvel denir. Ş u
halde İkindiyi asr-ı evvelde kılmak. I m â m e y n kavline; asr-ı sânîde kıl
mak. l m â m - ı A z a m kavline göredir. Y ukarıda söylediğimiz veçhile,
esâsen I m â m e y n mezhebi olan kavil de yine l m â m - ı A z a m indir.
137
alarak akşam nam azını güneş gurûb ettikten sonra geç bırakm ayıp kılmak d ah a
m üstababdır. B una d âir hadîs-i şerif de vardır.
içinde nam az kılmak mekruh olan vakitler de vardır. Bâzı vakitler vardır ki,
o zam an, her ne sûretle olursa olsun, hiçbir nam az kılınam az. Bâzı vakitler de
var ki. o nlarda kazâ nam azları kılınırsa da, nâfile nam az kılınmaz.
138
9) F arza durulm ak üzere kaam et getirilirken (S abah nam azının sünneti
başka),
10) C u m a günü H a tib in H utbe'ye çıktığı zam andan C u m 'a nam azının
bitm esine kadar,
11) A bdesti sıkışmış bir halde iken,
12) G ö n lü n ü n arzu ettiği bir yemek ortaya konduğu zam an veyâhud kal
bini işgal edecek herhangi b ir hal ile.
Son ikisinin kerftheti. vaktin dar olmasiyle mukayyettir. V akit dar olursa
nam az te hir olunm az.
139
Y İRM İNCİ DERS
B E Ş V A K T İN N A M A Z L A R I İLE V A C İB V E N A F İL E
NAM AZLAR
S a b a h iki, Ö ğle dört. İkindi dört, Akşam üç. Yatsı dört rek at olmak üze-
te günde onyedi rek at nam az kılmak her m ükellefin üzerine farz-ı ayındır.
V âcih n a m a zla r: Yatsı nam azından sonra üç re k a t V itir nam azı ile Bav-
ram nam azları vâcibdir.
2 — N Â F ÎL E NAM AZLAR :
Bu sünnetlerin hepsi R evâtibden ise de. kuvvetçe hepsi bir değildir. S abah,
ö ğ le . A kşam . C um a nam azlarının sünnetleri ile Yatsı nam azının son sünneti
müekked, yâni kuvvetlidir. P e y g a m b e r i m i z aleyhi’s-selâm bu sü n n et
leri devam lı bir sûretle kılm ışlardır. V akit geniş iken b u n la r terkolunm az. F ak at
bunların en kuvvetlisi S ab ah nam azının sünnetidir. B unun ehemmiyeti ve kuv
veti hakkında pek çok âsâr ve hadîsler vardır. O n u n için vâcib diyenler bile o l
m uştur. B u n d an sonra A kşam ın, daha sonra Ö gl e nin son sünnetidir. S ab ah n a
m azının sünnetini Peygam berim iz b âzan " K ul yâ eyyü h e’l kâfirûn. . v e Ihlâs S û
resiyle. b âzan da başka âyetlerle kılardı.
İkindi nam azının sünneti ile Y atsının ilk sünneti gayr-ı müekked sünnettir,
arasıra terkolunabilir. B u n lara m endup olan sünnetler de denir.
M aam afih. b u n lar hakkındaki âsâr çoktur. B unları da kuvvetli bir özrü yek
iken bırakm am ak lâzım dır, ö ğ le ve Y atsının son sünnetlerine iki rek’at dr.ha
ilâve ederek dört rek at kılmak, A kşam nam azının sünnetini altı rek'at kılmak
da m enduptur. B una “E v v â b in ” denir.
140
4 — REG A A ÎB NA M AZLA RI :
B u n lard an başka kuşluk vakli ve gece yarısından sonra kılınan tebeccüd
nam azı gibi diğer nafile nam azlara da R egaaib denir.
B unlard an başka kuşluk vakti ve gece yarısından sonra sab ah a karşı kılı
nan teheccüd nam azı gibi d ah a bâzı nafile nam azlar da vardır. F arzlara tâbi
olm ıyan b u n am azlara R egaaib denir.
K uşluk nam azının vakti, güneş bir mızrak boyu yükseldikten sonra başlar,
zeval vaktine kadar devam eder. E n aşağı iki rek'at. en çok oniki rek attır.
G ece y arısından sonra kılınacak olan teheccüd nam azları da böyledir. B u n
lardan başka. T a h iy y e tu l-M e scid , H u su f ve Ki'ısûf nam azları da farzlara tâbi
olm ıyan m endub ve regaaibdendir.
N am az kılmak m ekruh olan vakitler hâriç olmak üzere gece ve gündüz is
tenildiği k adar nevâfil kılınabilir. B unlarda, ikide veyâlıud dörtte bir selâm ve
rilir. G ü n d ü z nevâfilinde dört, gece nevâfilinde sekiz rek’attan ziyâdesini bir
selâm ile kılmak m ekruhtur.
Ş â b a n 'ın on beşinci gecesini. R am azan ın yirm isinden sonra geceleri. K a
dir ve Bayram gecelerini, arefe gecelerini ibâdetle geçirmek. Peygam berim ize sa-
lât ve selâm getirmek ve K u r'ân veya hadîs okumak, yâhud b u nları dinlem ek
m endubdur. H iç olm azsa o gecelerde Yatsıyı cem âatle kılmalı ve S abah nam a
zını da cem âatle kılm aya azm etm elidir.
141
D ö rt rek atlı "S ü n n et-i M üekkede” Icr m üstakildir. İki rek'attan sonraki o tu
ruşta yalnız "Et-Tehiyyâtü...” okunarak üçüncü rek ata kalkılır ve Besmele ile
F â tih a 'y a başlanır. D ört rek'atlı "G ayr-i M üekked" sünnetler böyle değildir. O n
lard a iki rek'attan sonraki ilk o turuşta "E l-T eh iyyâ lü ..." den sonra " A lla h ü m m e
sallı, A lla h ü m m e bârik...' ’, üçüncüye kalkıldığı zam an da evvelâ "S ü b h â n eke'
okunur. O n d a n sonra E û zü Besmele ve F atiha...
B âzd an m endub olan sünnetlerden, İkindinin sünnetinin iki rek at olarak
kılınabileceğini söylemişlerse de. C evhere’de ve Bahr-ı R â ık d a 4 rek’at olarak
kılm anın efdâl olduğu tasrih olunm uştur. Yatsı nam azının ilk sünneti de böyledir.
Eğer vakit darlaşarak, yalnız farz kılınabilecek az bir vakit kalırsa, farzdan
evvelki sünnetler terk olunarak yalnız farz kıl ınır. C âm ide cem âate yetişebilmek
için S a b a h nam azının sünneti ile İkindi nam azının sünneti terkolunur. M eselâ :
S ab ah câm i-i şerife vardınız; sünnet kılınm ış, cem âatle nam aza başlanm ış; eğer
sünnet kılacak olursanız im am a hiç yetişemiyeceksiniz, imam selâmı verecek. İş
te ancak böyle bir zam anda S ab ah nam azının sünneti terkolunur ve farzdan
sonra da kılınmaz.
E ğer im am a T a h iy y a t'ta yetişebileceğinizi aklınız keserse, sünneti yine kı
larsınız, terk etm ezsiniz. F ak at İkindinin sünneti böyle değildir. İm am ın n am a
za d u rd u ğ u n u gördüğünüz vakit ilk rek atta dahi olsa, yine sünneti kılm ıyarak
doğruca im am a tâ b i’ olursunuz. S onra sünnet kılınmaz. C em âate yetişmek için
öğlenin sünneti farzından sonraya bırakılır.
Şim di sünnetleriyle b erâber S a b a h nam azı dört, ö ğ le nam azı on, ikinci n a
m azı sekiz, A kşam nam azı beş. Yatsı nam azı V itir ile birlikte onüç rek'attır. T a
mamı günde kırk rek'at olur.
T — EZAN VE KA AM ET :
E zan, nam az vakitlerini herkese bildirm ektir. B u n u n için vakit girm eden ev
vel ezan okunm az. E zan vakti, nam az vaktidir. E zan, sünnet-i m üekkededir; di
nin şiân n d an d ır. Beş vakit nam az için meşrû kılınmıştır. V aktin sünneti değil
dir; nam azın sünnetidir. E zan yüksek sesle, ağır ağır okunur. K aam et de ezan
gibidir. Y alnız kaam et, ezanda olduğu gibi ağır ağır ve yüksek sesle okunm az.
N am az kılınan yerde ayakta ve kıbleye karşı okunur ve hem en nam aza durulur.
K aam et, ezan gibi farz olan nam azların sünnetlerindendir. B inâenaleyh, n am az
ların hem edâsında, hem de kazâsında meşrû olur. Akşam nam azında ezanın
arkasından kaam et getirilirken câmiye giren kimse oturur. A yakta durm ası m ek
ruhtur. E zan okunurken. “H ayye alâ’s-salât" derken m üezzinin yüzü n ü sağa,
"H ayye ale’l-felâh" derken sola çevirmesi m üstahabdır. m inârede sağa ve sola
dolaşır.
M üezzinin ahlâklı, nam az vakitlerini, ezânın âdâbını bilir kim selerden ol
m ası lâzım dır. E zan okftrken m üezzinin söz söylemesi ve selâm alm ası mek
ruhtur. M üezzinlikte şart olan akıllı ve müslim olmaktır.
142
YÎRM Î B ÎR ÎN C İ D E R S
N A M A Z IN Ş A R T L A R I V E R Ü K Ü N L E R İ
143
1) H adesfen lahâret (H ades yukarıda görüldüğü veçhile nam az gibi ib â
detlere m âni mânevi bir pislik demektir),
2) G öze görülür pislikten taharet (pâklenmek).
3) A vret yerini Örtmek,
4) N am azd a Kıble ye dönmek.
5) V akit.
6) N iyet.
7) T ahrîm e (Iflitalı I ekbiri) (1).
B unlar, nam aza b aşlam anın sahih olabilm esinin şartlarıdır. B unlar olm adık
ça nam aza başlam ak sahih olmaz.
/Jadesfen tafıdret : N am az kılacak olan bir adam şayet gustil icâp etmiş ise
gusletmek, abdesti yok ise abdest almak: şayet su yok ise gusül ve abdest için
teyemmüm etmek demektir.
işte lıadesten taharet dediğim iz budur. C üniiblük ve abdestsizlik bâline,
şeriat dilince "fıades” denir. G usletm ek ve abdest alm ak da hadesten pâklen-
mektir.
N ecâsetlen taharet demek : N am az kdacak olan bir adam ın bedenini, elbi
sesini. nam az kılacağı yeri pislikten pâk eylemek demektir. N am az kılınacak yer
m utlaka temiz olmak ve nam aza m âni bir şey olmamak lâzımdır. Ü st yüzü te
miz. alt tarafı temiz olmıyan bir keçe, yâni ikiye ayrılacak kadar kalın olan bir
şey üzerinde nam az kılmak sahih olur. Kendisi temiz astan pis olan bir elbise,
veyâbud başka bir şey. eğer astar ber tarafından dikilmiş değilse, üzerinde n a
maz kılmak sahihtir. Yaygının bir ucunda bir pislik olur, diğer taraflarında ol-
hıh kavle göre elleriyle dizlerini Kıble'ye çevirm ek. (Ayak p arm ak ların ın dış ta r a
fını K ıble’ye çevirmek, yâni yere dış ta ra fın ı y apıştırm ak, secdenin sahih olm ası
için k âfi değildir.)
21 — R ü k u ’ ve sücudun sıhh ati için rüküu secdeden evvel yapm ak,
22 — Birinci secdeden, o tu rac ak b ir v aziyette başını kaldırm ak,
23 — T ek rar ikinci secdeye varm ak,
24 — N am azın sonunda oturm ak,
25 — Son oturuşu nam azın rükünlerinin en sonunda yapm ak,
26 — N am azın rükünlerini ve rü k ü n olm ıyanı uyanık iken edâ eylemek,
27 — Beş v a k itte kıldığı n am azların farz ve sâirelerini bilip ay ırm ak (Sabah
nam azının iki re k ’atı, Öğlenin d ö rt re k ’atı gibi), bunların içinden dördü b ilittlfak
rükündür.
Kıyam , K ırâet, Rükû, Sücüd. nam azın sonunda teşehhüd m ikdârı o tu rm ak da
rükündür. M aam âfih. buna ş a rt ve tahrîm eye rükün diyenler de olm uştur. Bunun
için dördünün rükün olduğunda ittifa k v ard ır; diğerlerinin bâzısı n am aza başlam ak
sahih olm ası için, bâzısı da nam azın sıhhatinin devamı için ş a rttır . Ş ü r ü n b l -
1 â 1 I bu sûretle tafsil etm iş ise de on ikide hülâsa etm ek hıfzetm eğe d ah a ko
laydır.
(1) Sahih otan, tahrîm e yâni, iftita h tek b iri rükün olm ayıp ş a rttır. I m â m - l
A ’z a m ve î m â m - ı Ebü Y û s u f kavli budur. 1 m â m - ı M u -
h a m m e d , rükün olduğuna kaaildir.
144
m azsa. temiz olan tarafla kılmak, sahih kavle göre, caizdir. Y alnız ayak bastığı,
dizlerinin, ellerinin ve alnının geleceği yerde, yâni bu n ların birinde pislik olm a
m ak şarttır.
S e tr i avret dem ek : A çdm ası ayıp olan yerlerin örtülm esi demektir. Erkek
lerin göbek ile diz kapağı arası (göbek ile dizkapağı örtülecek), kadının yüzlerin
den, el ve ayaklarından m aada her tarafının nam az kılarken örtülm üş olması
farzdır. Ö rtülm esi farz olan âzâdan birinin, b ir rüknün edâsı kadar zam an, dört
te biri nam azda açılsa nam az sahih olmaz.
lstikbâl-i kıble : Kıbleye dönmektir. N am az kılacak olan kimsenin, nam azı
nı K ıble ye yâni K âbe'ye karşı dönerek kılması farzdır. K âbe, M ekke-i M ükerre-
m e'de vâki' m übarek b ir binadır. M üslüm anların Kıblesi odur. H er M üslüm an
oraya döner: y önünü K ıble ye çevirir: kalbini A llah ına bağ lar ve nam azını öy
le kılar.
V akit ; F a rz veya vâcib nam azlar için kendilerine m ahsus o lan vaktin gir
mesi şarttır. V ak tin d en evvel kılınan nam azlar sahih olmaz. V aktin girdiğine ka
n âat gelmiş olması d a lâzımdır.
N iyet : H an g i nam aza duracağını zihnen hatırlam aktır. E ğer cem âatle kı
lıyorsa, im am a u y d u ğ u n u da zihnen hatırlam ak lâzım dır. A ğzı ile de söylemesi
sünnettir. İmam d a kendisinin nam azına niyet ettiği gibi, cem âatin nam azını kıl
m ağa da niyet etmesi gerektir.
T ahrtm tekbiri : B u n a İftitah Tekbîri (B aşlam a Tekbîri) denir (1). N iyetten
B u n lard an biri noksan olursa nam az sahib olmaz. Ş u beş şey de nam azın
rükünleridir :
1) Kıyam,
2) Kırâet,
3) R ükû.
4) Sücûd.
5) K a’de-i ahire.
K ırâet : N am azd a Kur'ârı okum aktır. Y alnız başına nam az kılan insanın,
kıyam da iken K u r'ân okum ası farzdır. V elevki bir âyet olsun K ur'ûn okum adan
nam az sah ih değildir.
S ü c û d : R ükû’d a n sonra ayak, diz, ellerle berâber alnını yere veyâbud yere
bitişik olan b ir şeye koymaktır. H er bir rekâtta iki kere secde etmek farzdır. S ec
dede alın, yerin katılığını bulm alıdır. Secdede yalnız b u rn u n u yere koym akla ik-
tifâ ederse tahrtm en m ekruh olup nam azını iâde etmesi vâcib olur. M eğer ki bir
özrü ola... Secde ettiği yer ayak bastığı m ahalden yarım arşından yüksek olm a
m ak lâzım dır. Ş u kadar ki. kalabalık bir cem âatte arka saftakilerin ön safta o lan
ların arkalarına secde etmeleri câiz olur. B uradaki yarım arşından m aksat, oniki
parm ak yükseklik dem ektir ki, takriben yirmi üç santim d’r. B inâenaleyh aslolan
ayak bastığı yer ile başım secdeye koyduğu yer b ir seviyede olm alıdır. F a k a t sec
de yeri ayak bastığı m ahalden en çok yirmi üç veyâbud yirm i dört santim yük
seklikte olm ak nam azın sıhhatine m âni' değildir; b u n d an ziyâdesi m âni'dir.
K a d e -i A h tre : N am azın sonunda "E l-teh iyyâ tü " y ü okuyacak kad ar otur
m aktır. B u da farzdır.
146
Y İRM İ İ K İ N d D ERS
N A M A Z N A S IL K IL IN IR ?
1 — SA B A H NA M AZI :
Y ukarıda anlattığım gibi bir abdest aldıktan sonra K ıble’ye dönüp kılaca
ğım nam azı kalbim de tutarım . D ilim ile de yavaşçacık, “N iy e t ettim A lla h rızâsı
için b u g ü n k ü S a b a h nam azının sünnetini kılm aya” diyerek ellerimi kulaklarım ın
aşağı sarkan yum uşak yerine kadar kaldırıp “A llâ h u -E k b e r" derim. Sonra sağ elim in
avucunu, sol elim in ü stü n e koyup ve sağ elim in küçük ve baş parm aklariyle sol
elim in bileğini tu tu p , böylece göbeğim in altın a korum. K ad ın lar ellerini om uz
la n h izâsına kaldırırlar ve göğüslerine korlar. “S ü b h â n eke A lla h ü m m e ve biham -
dik ve tebâreke’sm ü k ve teâlâ ceddük ve (â ilâhe gayrük. (1) duâsını okuduktan
sonra E ûzü-B esm ele çekerek F âtih a-i Şerîfe'yi âhirine kadar okuyup " Â m in " de
rim. S o n ra b ir sûre, y âh u d üç kısa âyet veyâhud uzunca bir âyet okurum , sonra
ellerim i y a n la n m a salıverip " A llâ h u -E kb er" diyerek rükûa van n m . R ü k û ’d a el
lerim le diz kapaklarım ı tu tu p sırtımı ve belim i düm düz yapanm . Topuklarım da
birbirine yanaşır. O b alde iken üç defa “S ü b h â n e R a b b iye’l-a zîm ” dedikten son
ra "S em ia 'llâ h u lim en h am ideh" diyerek başım ı kaldırıp "R a b b en â leke’l-ham d”,
"A llâ h u -E k b e r" der ve secdeye kapanırım . Secdeye inerken önce dizlerimi, sonra
ellerim i korum, başım ı d a ellerim in arasına koyarak alnım ı ve b u rnum u yere do-
kundururum . Secdede el ve ayak parm aklarım ı K ıble’ye doğru çeviririm. D irsek
lerim i y a n la n n d a n açıp, uyluklarım ı karnım dan uzakça tu tanın, yâni kam ım ı içe
riye çekerim, kollanm ı yere yapıştırm am , ayak parm aklanm ın altım K ıble’ye doğ
ru yere y ap ıştm n m , yerden kaldırm am . Secdede üç defa "S ü b h â n e R a b b iye’l-a’lâ”
dedikten sonra " A llâ h u -E k b e r" diyerek secdeden başım ı kaldırıp bir defa " S ü b -
hâna 'lla h " diyecek k ad ar o turduktan sonra " A llâ h u -E kb er" diyerek yine tıpkı
dem in anlattığ ım gibi secde edip üç kere " S ü b h â n e R a b b iye’l-a'lâ" derim.
(1) Altflh’ım, Seni noksan sıfatlard an , S an a lâyık olm ıyan şeylerden tenzih ve
ham d U se n â ile ta k d is ederim . Senin p âk ism in sâ b it ve ebedidir. Senin az am et ve
celâlin yücedir ve Senden b aşk a ibâdete lâyık h içb ir İlâh y o k tu r.
ı 147
B u n d an sonra " A llâ h u -E kb er ' deyip ayağa ve ikinci rek ata kalkar ve el
lerimi evvelki gibi bağlarım . Yaln ız " B esm ele" çekerek F a tih a okuduktan sonra
b ir sûre veya bir âyet okuyup evvelki rek'alta yaptığım gibi rükûa ve secdeye
varırım . İkinci secdeden sonra sol ayağım ı yere döşeyerek üstüne oturur ve sağ
ayağım ın parm aklarının altını yere yapıştırıp dikerim. Bu vaziyette sağ ayağım ın
altın ı K ıble’ye çevirmiş olurum . Ellerim i uyluklarım ın üzerine korum. İki secde
arasında da böyle yaparım . B u vaziyette şunları okurum :
2 — ÖĞLE N A M A Z I:
(1) Dil ile, beden ve m al ile olan b ü tü n ib âdetler yalnız A llâhu T eâlâ H azret-
lerinedir. E y m ertebesi yüksek olan P eygam ber! Selâm ve A llâh’ın ra h m e t ve b ere
k etleri Senin üzerine olsun. S elâm bizim üzerim ize ve A llâh’ın b ü tü n iyi k u lla n
üzerine olsun. Ş ahâdet ederim kİ, A llâh’ta n b a şk a ibâdete lây ık hiçbir ilâh yoktur,
yine şah âd et ederim ki, M u h a m m e d O’nun R esûlü ve kuludur.
(2) A llâh’ım! Bize d ünyâd a iyilik ve güzellik (iyi ve güzel şey leri), â h ire tte de
iyilik ve gtlzeliik ver. B iz i rah m etin le n ârm azabından k oru, y â erh am e'r-râh im in .
(3) E y bizim Rabblm iz! Beni, anam ı ve babam ı ve b ü tü n m ü’m inleri hesap gö
rüldüğü, herkes so rg u y a çekildiği gün m a ğ fire t edip yarlığ;a. G ünahlarım ızı affet.
148 I
rek a tla n tıpkı evvelki gibi kıldıktan sonra otururum . "E t-teh iyyâ tü , A llâ h ü m
me s a llı’, "A llâ h ü m m e bârik", “R abbenâ âtinâ ” dualarını sonuna k ad ar oku
yup selâm veririm, ö ğ le nam azının sünneti dört rek'at olduğundan ikinci rek a t
tan sonra oturduğum uz vakit yalnız "E t-teh iyyâ lü " yü sonuna kadar okur, se
lâm verm eden ü çüncü rek’ata kalkarız.
ö ğ le nam azının farzı da sünneti gibi kılınır. Y alnız niyet ederken : N iyet
ettim b u g ü n kü ö ğ le n a m a zın ın 1farzını kılm ıya" diye niyet edilir. B ir de üçüncü
ve dördüncü rek atlard a yalnız “F âtiha" okunur. B aşka b ir sûre veyâhud başka
b ir âyet okunm az. Y alnız ö ğ le n in farzı değil, diğer farz nam azlar da böyledir. Ü ç
veya dört rek'atlı o lan farzların üçüncü ve dördüncü rek atların d a yalnız F â tih a
okunur. F â tih a 'd a n başka bir şey okum adan rükûa varılır.
ö ğ le n in son sü n n eti de tıpkı S ab ah nam azının sünneti gibi kılınır. Yalnız
niyet ederken : "B u g ü n ü n Ö ğle nam azının son sünnetini kılm ıya" diye niyet
edersiniz.
3 — ÎK ÎN D Î N A M A Z I:
4 — AKŞAM NA M AZI :
5 — Y A TSI N A M A ZI :
Y atsı nam azında, önce tıpkı İkindinin sünneti gibi dört rek'at sünnet, o n
d an sonra ö ğ le ve İkindinin farzı gibi dört rek'at farz, farzdan sonra A kşam n a
m azının sünneti gibi iki rek’at sünnet kılarız. B unların farkı yalnız niyetlerinde-
dir. B aşka fark yoktur.
149
V İT İR N A M A Z I
V itir nam azı, am elen farz, i'tikaaden vâcib, sübûten sünnettir. Y âni farz n a
m azları kılmak farz olup da terketmek helâl olm adığı gibi, V itir nam azını kılmak
d a böyledir. K azâsı da vâcibdir. Y alnız b u n u n v ü cûbunu i'tikaad farz değil, v â
cibdir. Ç ü n k ü b u n u n sü b û tu K ur ân ile değil. S ü nnetle E b û D â v u d ,
H â k i m ve M ü s l i m tarafların d an rivâyet o lu n an hadîslerledir.
İ m â m - ı Eb û H a n î f e den, biri farz olduğu, biri vâcib, biri de sünnet
o ld uğunu gösteren üç m uhtelif rivâyet varsa da, onların arası b u sûretle tevfîk
o lunarak : "tm â m -ı E b û H a n îfe’ye göre sahih olan V itir vâcibdir." denilm iştir.
E sâsen 1 m â m ’ın son kavli ve m ezhebi de budur.
(V itir nam azı, R am azan da cem âatle kılındığı vakit, b u d u â la n , hem imam,
hem de cem âat içinden okurlar.) B u n d an sonra ellerimi bırakıp diğer nam azlarda 12
(1) A llâh'ım ! Senden yard ım İsteriz. R âzı olduğun şeylere h id â y et etm eni İs
teriz. G ünahlarım ızı ö rte re k bizi rü sv ay etm em eni isteriz. S an a tövbe ederiz. İşle*
rlm izi S an a b ıra k ır ve S an a güveniriz. Bize lû tf u ihsân eylediğin b ü tü n n im e tle
rin i i’tir â f eder ve Seni h a y ır ile öğeriz. V erdiğin b ütün n im e tle ri yerine sarfede-
re k S an a şükrederiz. Sen yücesin, h içb ir n im e tin i in k â r etm ez ve o n ları b aşk asın
dan bilm eyiz; n im e tle rin i in k â r ve S ana isyân edeni b ıra k ır ve ondan a y rılır; onun
la olan râb ıtam ız ı keseriz.
(2) A llâh'ım ! Biz yalnız S ana ku llu k (ibâdet) ederiz. N am azı yalnız Senin
için k ılarız; an cak S an a secde ederiz. Y alnız S an a k o şa r ve S an a y a k la ştıra c a k
şeyleri kazanm ıya çalışırız. İbâd etin i sevinçle yaparız, ra h m e t ve lhsân m m devâ-
m ini ve ziyâde olm asını dileriz. Y asak ettik le rin i y apm az ve azâbından k o rk arız.
Şüphe yok ki, azâbın k âfirle re ve m ü n k irlere ulaşır.
150
I
olduğu gibi rülcûa, sonra secdeye varırım. Secdeden sonra oturup "E t-T ehiyyâ-
tü ”, " A llû h ü m m e salli", " A llâ h ü m m e bûrih", "R a b b en â âtinâ" d u â la n n ı o tu r
ve selâm veririm.
151
Y ÎR M Î ÜÇÜNCÜ D ERS
N A M A Z IN İÇ İN D E K İ F A R Z L A R (1), V Â C İB L E R V E
SÜ N N ETLER
1 — NAM AZIN F A R Z LA R I :
N am azın farzları demek, onsuz nam az sahih o'm ıyan şeyler demektir. B u n
ları yukarıda da anlatm ıştık. B unların bir kısmı, nam aza durm adan evvel b u
lunm ası lâzım gelen şeylerdir; bu n lara nam azın şartları denir. Bazıları da nam a
za b aşlad ık tan sonra nam azın sıhhatinin devâmı için lâzım olan şartlar olup,
b u n lara d a nam azın rükünleri denir. B unlar da farzdır. Biri noksan olursa n a
m az sahih değildir. B uraya kadar nam azın şartlarını ve rükünlerini gördük.
2 — NAM AZIN V Â C lB LE R Î :
(1) B u rad a farz, n am azın hârici şa rtlariy le rükn-i dahilîsinden eam dır. H er
ikisine şâm ildir.
152
6) F â tih a 'y ı sûreden evvel okumak.
7) Secdede b u rn u n u alnı ile berâber yere koymak,
8) İki secdeyi birbiri ardınca yapmak,
9) T a 'd il-i erkân, yâni kıyam da iken dosdoğru, rü k û d a iken düm düz d u r
mak; rü k û 'd an kalktığı zam an belini iyice doğrultm ak ve Siibhâna ilah diye
cek kadar öylece durm ak; secdeden kalktığı zam an da iki secde arasında S ü b -
hâna'llah" diyecek kadar oturm ak (1).
10) U ç ve dört rek'atlı nam azlarda ikinci rek’atta n sonra oturm ak.
11) G erek ikinci rek attan sonra ve gerek selâm vereceği zam an o tu rd u
ğunda "E t-T eh iy y â tii" y ü okumak, (dört rek'atlı nam azların ikinci rek'atından
sonra oturm ak ve “E t-T e h iy y â tii” yü okum ak sabib kavle göre vâcibdir).
12) Ü ç ve dört rek'atlı farz nam azlar ile V itir nam azında ve Ö ğle nam a-
zının ilk sünnetinde ikinci rek attan sonra " E t-T eh iyyâ tii” yü okur okumaz h e
m en ü çüncü rek 'ata kalkmak,
13) C em âatla kılındığı vakit S abah, A kşam , Yatsı nam azlarının birinci ve
ikinci rek’alların d a. C um a ve Bayram nam azlarında, imam F â tih a ve sûreleri
açıktan okumak.
İd) T erâvih n am azında ve R a m a z a n d a , T erâv ih ’ten sonra kılınan V itir
n am azın d a d a yine im am ın F â tih a ve sûreyi açıktan okuması,
15) ö ğ le ve ikindi n am azlarında içinden okumak.
16) tm am ’a u yan kimse b u nam azların hepsinde F â tih a veya sûre okumı-
yarak susmak.
17) V itir n am azında “K u n u t" dualarını okumak, cem âatle kılarken hem
imam, hem cem âat K u n u t duâsını içinden okur.
18) Bayram tekbirleri, (Bayram nam azına m ahsus olan fazla tekbirlerle.
B ayram nam azının ikinci rek'atının rükû' tekbiri vâcibdir.)
19) N am azın so n u n d a selâm vermek,
20) N am azd a yanılırsa sehiv secdesi yapmak,
21) N am azd a secde âyeti okursa secde etmek.
153
N am azın içindeki vâciblerden biri b u sûretle terkolunup d a yine nam azda
iken b atırm a gelirse, nam azı kılıp im am sağ tarafına ve yalnız kd an kimse iki
tarafın a selâm verdikten sonra, sol tarafına selâm verm eden tekrar " A llâ b u -E k-
ber" diyerek birbiri ardısıra iki defa secdeye v a n r: ikinci secdeden sonra o tu
rup "E t-T eh iyyâ tü , A llâ h ü m m e salli, A llâ h iim m e bârik, R ab b en â âtinâ...” duâ-
lartnı okuyarak Her iki tarafın a selâm verir. İşte b u n a secde-i sehiv denir ki u n u t
m a secdesi demektir. E ğer selâm verdikten sonra secde-i sehiv yapm ayı d a u n u
tu r ve y ü zü n ü K ıble den çevirip yerinden kalkar, yâh u d konuşursa nam az yine
nam azdır. F a k a t dediğim gibi sevftbı noksandır.
(1) GörülUyor ki, sehiv secdesinin sebebi, n am azm asli olan vU cublanndan
birinin u n u tu lm ak suretiyle terkolunm ası, yâhud so n ray a b ırakılm ası veyâhud ev
vel yapılm ış olm asıdır. Y âhud b ir vâcibln ziyâde edilm esidir. B ir rü k n ü n te ’h lr veyâ
takdim i de b unlardan birinde dâhildir. Şim di sehiv secdesini İcâb eden şeyleri h ü
lâ sa edelim :
1) F a rz n am azların ilk evvelki ik i re k ’atm d a, nâflle n am azlarla, V itir n a m a
zının herh an g i b ir re k ’a tm d a F â tih a ’nın hepsini y âhud y arıd an ziyâdesini okum ayı
u nutm ak. ( İ m â m - ı A ’ z a m ’a g öre F â tih a d a n b ir â y e t dahi u n u tsa, sehiv
secdesi vâcibdir.)
2> Sûreyi, F â tih a d a n evvel okum ak.
3) F fttlh a’dan sonra b ir süre vey âh u t üç k ısa veya b ir uzun â y e t okum ayı
unutm ak,
4) F â tih a ’yı yâhud F â tlh a ’dan so n ra bir sûre veya â y e t okum ayı u n u tu r ve
rü k û ’da İken h a tırla rsa , te k ra r doğrulup u n u tm u ş olduğu şeyi okur. E ğ e r u n u ttu ğ u
F â tih a idiyse F â tih a ’yı ok u d u k tan so n ra sûreyi de te k ra r o k u r ve te k ra r rü k û ’
ederek sonunda sehiv secdesi yapar.
5) V itir nam azm m tek b îrin i veyâhud K u n u t'u n u u n u ta ra k rü k û ’a eğilir ve rü-
k û ’da iken h a tır la r s a doğrulup d a K u n u t yapm az. Sonunda sehiv secdesi y ap ar.
6) U n u ta ra k F â tih a ’yı iki d efa okum ak; çünkü sû rey i yerinden so n ray a bı
ra k m a k oluyor,
f ) F â tlh a 'y ı farzla rın son re k ’a tla rın d a yâhud ikinci ve üçüncü re k 'a tla rd a
okum ak,
8) D ö rt re k 'a tlı n am az lard a ikinci re k 'a tta n so n ra o tu rm ay ı u n u ta ra k , ü çün
cü re k ’a t a kalkm ak.
“E ğ e r üçttncüye iyice doğrulup k alk m ış İse te k ra r y ere o tu rm ay ıp n am azın ı k ı
la r ve sonunda sehiv secdesi yapar. Böyle iyice k a lk tık ta n so n ra o tu ra c a k olursa,
nam azı fâsid olur. E ğ e r tam âm en k alk m am ış ve o tu rm a h âline yak ın b ir halde
İken h a tır la r s a o tu rm a sı vâcibdir. S o n ra secde de etm ez. E ğ e r tam âm en k a lk m a
m ış ve f a k a t kalkm ış h âle yakın idiyse k a lk a r ve so n ra secde-i sehiv y a p a r."
9) G erek selâm verecek v a k it o tu rd u ğ u n d a ve g erek d ö rt re k ’a tlı nam azların
ikinci re k ’a tın d an so n ra o tu rd u ğ u v a k it “E t-T eh iy y â tü ” yü u n u tm ak ,
10) İk in ci re k ’a tta n Sonra o tu ru p “ E t-T eh iy y â tü ’’ yü okuduğu zam an hem en
üçüncüye k alk m ıy a ra k sa lâ v a tı o k u m ay a b aşlam ak . “A llâhüm m e salll a lâ M ilham
ın ed ve a lâ âli M uham m ed” dedikten sonra h a tırla m ış İse, sonunda sehiv secdesi
154
1
V âciblerden birini bile bile terketmiş ise nam azı yeniden kılmak lâzımdır.
K ılınm azsa kerâbet-i tahrîm iye ile m ekruhtur. V acibi, bile bile terketmekle ikaa-
b a m üstahak olur.
N am az içinde iken kaç 'e k ’at kıldığında şüpheye düşer ve evvelden böyle
bir şey olmamış ise nam azı bâtıl olur. Y eniden kılm ak lâzımdır. Selâm verdikten
sonra şüphe etmiş ise b u şüpheye i tibâr yoktur. M eğer ki noksan kıldığına dâir
keldisinde kan âat hâsıl olsun. Böyle olursa yeniden kılar.
E ğer çok defa şüphe ârız olursa, zann-ı galib ile amel eder. Bir cihetini kes
tiremezse az tarafını alıp her rek’attan sonra oturur ve en sonra secde-i sehiv
yapar.
M eselâ : Bir rek'at mı, iki rek’at mı kıldığında şüphe ederse b ir kıldığına
hükm ederek farz veyâhud vâcib olan oturm ayı terketmiş olm am ak için ondan
sonra sonu zannettiği her rek’atta oturur ve " E l-T eh iyyâ tü " okur. M eseleyi tas
vir edelim : D ö rt rek'at olan nam azda secdeye vardığı zam an bir rek'at mı, iki
rek'at mı kıldığından şüphe edip bir tarafı kestirememiş olan kimse, bir rek at
kıldığına i'tib âr eder. F ak at iki rek'at kılması da m uhtem el olduğundan oturup
"E l-T eh iyyâ tü " yü okuduktan sonra kalkıp bir rek'at d ah a kılarak tekrar oturup
"E l-T eh iy y â t" d an sonra b ir rek'at daha kılıp yine oturur. B u n d an sonra, bir
rek'at d ah a kılıp oturur. Şim di dört rek'at kıldığında asla şüphe kalm adı. Y al
nız beş rek’a t kılmış olması ihtim âli vardır. H er rek'at başında oturduğu için öy
le de olsa sahihtir. S onra secde-i sehiv yapar.
4 — NAM AZIN S Ü N N E T L E R İ :
lâzım dır. "AJJahümme salll” deyince, hem en h a tırla r ve k a lk a rsa aehlv secdesi lâ
zım değildir.
11) K u n u t’u veya tek b îrin i u nutm ak.
12) B ayram nam azm da İm am ın İkinci re k ’a tm rü k û ’ tek b irin i u n u tm a sı.
13) im a m ın açık okum ası vâcib olan yerde içinden, İçinden ok u y acağ ı yerde
dışından okum ası, (Bu duâ ve senflnın gayrislnedlr; b u n lard an birini aç ık ta n oku
m ak secde-1 sehvi îcâb etm ez.)
14) R ü k û ’ ve sUcûdda tu m ân ln etl ( ta ’dil-1 erk ân ı) terk ed erse sahih kavle gö
re sücûd-ı sehiv vâcibdlr.
"N am azda sehiv secdesi îcâb eden b irk aç şey y ap tıy sa hepsi içlıı tflrlf edilen
şekilde b ir defa sehiv secdesi yapm ak lâzım dır."
(N am azda okurken ây e t ve sürelerin te rtib i nam azın vâcibât-ı asliyesinden ol-
m ayıb nazm -ı K u r’ân'm vâclblerindendir. B inâenaleyh sücûd-ı sehiv lâzım gelmez.
Z âhir mezhebe göre Besm ele’yi u n u tm a k ta n d a lâzım gelm ez; Z e y 1 â î , vâcib
dem iş İse de.)
155
m uşak m ahalli hizâsına, k ad ın lar om uzlarının hizâsına kaldırırlar: kaldırırken
elleri açık, parm aklar hâl-i tabiisinde olacak, yâni parm aklarını ne büsb ü tü n
birbirine bitiştirm iş ve ne de açmış olmayıp hâli üzerine bırakm ak. E l ile p ar
m akların iç yüzü K ıble’ye karşı olacak.)
2) tm am a u yan kim senin iftitah tekbiri, im am ın iftitah tekbirinden son
raya kalm ak ve im am ın tekbirine yakın olmak,
3) İftitah tekbirini alır alm az el bağlam ak. (Yukarıda târif ettiğim iz veçhi
le erkek göbek altına, kadın göğüs üstünden el bağlar. Erkek sağ elinin küçük
parm ağı ile baş parm ağını sol bileğin iki tarafına halkalar, kadın halkalam az,
sâde sağ elini sol elinin üstüne kor.)
4) S ü bhâneke okumak.
5) İlk rek'atta Sübhâneke okuduktan sonra Eûzü-Besm ele çekmek,
6) D iğ er rek atların başın d a F fitiha'dan evvel yalnız Besmele çekmek,
7) Sübhâneke ve E ûzü-B esm ele’yi, içinden okumak.
8) F â tih a ' nın sonunda, okuyan ve işiten içinden " Â m in " demek,
9) S ab ah , ö ğ le nam azlarında F â tih a 'd a n sonra uzunca, İkindi ve Yatsı
n am azlarında kısa. A kşam nam azında daha kısa sûre okumak, (Bu, m isafir ol
m ayanlar hakkındadır. Yolcu veya vakti dar ise dilediği âyet ve sûreyi okur.)
10) R ü k û a eğilirken " A llâ hu-E kber" demek,
11) R ükû' da üç kere "S ilb h â n e R a b b iye’l-azîm " demek,
12) R ü k û 'd an kalkarken “ Semialla.hu lim en ham ideh" demek.
13) B u n u n arkasından "R a b b en â leke’l-ham d” demek,
14) K ıyam 'da iken ayak arası dört parm ak kadar açık olmak,
. 15) R ü k û 'd a dizlerini elleriyle tutmak,
16) R ü k û 'd a elleriyle dizlerini tutarken el parm akları açık olmak,
17) R ü k û 'd a dizlerini, dirseklerini dik tu tu p bükmemek,
18) R ü k û 'd a arkasını düm düz yapmak,
19) Başını, sağrısını bir doğrulukta b u lu n d u ru p yukarıya dikmemek ve
aşağıya eğmemek. (El ile dizlerini tutm ak kadınlara sünnet değildir. K adınlar
rü k û 'd a iken el parm aklarını birbirinden ayırm ıyarak ellerini dizleri ü stüne ko
yarlar. R ü k û 'd a iken dizlerini bükük ve ayaklarını biraz meyilli bulundururlar.)
20) R ü k û 'd an doğrulduğu zam an “ S iib h â n a lla h " diyecek kad ar durm ak.
(B una vâcib ve farz diyenler de vardır. Binâenaleyh çok dikkat lâzımdır.)
21) Secdeye varırken yere evvelâ dizlerini, sonra ellerini, d ah a sonra y ü
zünü koymak,
22) Secdeden yukarı kalkarken evvelâ yüzünü, sonra ellerini, d ah a sonra
dizleri üstüne ellerini koyarak dizlerini yerden kaldırm ak. (B ittabi b u n la r özrü
ve bir m ânii olm ıyanlar içindir. Z â if veyâhud başka bir m ânii olanlar nasıl ko
laylarına gelirse öylece oturup kalkarlar.)
23) Secdelere varırken ve secdelerden kalkarken “A llâ h u -E kb er" demek,
156
(R ü k û ’a gider ve rükû’d an kalkarken, secdeye giderken ve secdeden kalkar
ken alın an b u tekbîrlere intikaalât tekbîrleri denir. B u nların yerinde olm asına
çok dikkat etmek lâzım dır. M eselâ : R ü k û 'a giderken “A llâ h u -E kb er" diyerek,
eğilmiye başlan acak ve rükû a varırken bitecektir. R ükû dan kalkarken de belini
doğrultm adan "S em ia lla h ü ..." diyerek bel doğrulacaktır. Bâzı im am lar rükû'a
vardıktan sonra tekbîr alır ki. doğru değildir. Secdeye giderken de, secdeye var
m azdan evvel “A llâ h u -E k b e r” demiye başlayıp tam kafa yere değerken bitirmek,
secdeden kalkarken de. kafayı kaldırm aya başlarken tekbîre başlam ak lâzımdır.
H ülâsa, rükû' tekbîrinin yeri ne rükû'dur. ne de kıyamdır. A yakta tekbîr alıp da
o n d an sonra rü k û 'a varm ak, yâbud tam rü k û 'a vardıktan sonra tekbîr alm ak
olm az. S ü cû d tekbîrleri de böyledir. Tekbîr secdede iken, yâbud secdeden k al
kıp oturd u k tan sonra değil, secdeye varırken ve secdeden kalkarken alınacaktır.
B un lara ehem m iyet vermek lâzımdır.)
24) Secdelerde y ü zü n ü iki elleri arasına alm ak ve eller yüzden geri ve
uzak ta bulunm am ak; el ayası yere ve parm aklar birbirine yapışık ve K ıbleye
karşı olmak,
25) Secdelerde üç kere “S ü blıûne R a b b iy e ’l-a’lâ" demek,
26) Secdelerde karnını uyluklarından, dirseklerini y an larından ve kollarını
yerden uzak tutm ak, (yâni kolunu yere yapıştırm am ak: kadın secdede kollarını
y an ların a ve karnını uyluklarına yapıştırır ve yere doğru alçalır ve yapışır.)
27) İki secde arasın d a k a ’de-i ulâ ve ka'de-i sdniye'de otururken ellerini
uylukları üzerine koymak.
28) O tururken sol ayağını yere yayıp üstüne oturm ak ve sağ ayağının p ar
m ak lan K ıble ye doğru gelmek üzere, dikmek. (K adınlar kaynağı üzerine oturur
ve ayaklarını sağ tarafın a yatık olarak çıkarırlar. O n la r için sünnet budur.)
29) “E t-T e h iy y û tü " yü içinden okumak, E t-T e h iy y û tiiy ü m utlaka okumak
vâcibdir. B inâenaleyh, yanlışlıkla cebren okuyuverse, vâcibi terketmiş olmaz;
yalnız sünneti terketm iş olur.
30) Selâm vereceği vakit “E t-T eh iyyâ tii” den sonra " A llâ h ü m m e halli",
" A llâ h ü m m e bârik” ve b u n la rd an sonra d u â okumak,
31) Selâm verirken başını evvelâ sağa, sonra sola çevirmek,
32) S elâm da “E s-selâm ü aleyküm ve ra h m e tu llâ h " demek,
33) İm am sol tarafa selâm verirken sesini biraz yavaşlatm ak,
34) C em âatle nam az kılınırken bir veya d ah a ziyâde rek'ata yetişememiş
olan kim senin im am ın ikinci selâm ını beklemesi. (K ıyam da secde yerine bakm ak,
rü k û ’d a ayaklarının üzerine, otururken kucağına bakıp A H ab'dan başkasiyle
m eşgul olm am ak ve selâm verirken omuz başlarına bakm ak nam azın âdâbın-
dandır.)
157
Y İRM İ DÖRDÜNCÜ D ERS
N A M A Z I B O Z A N ŞEYLER
12) S a b a b nam azını kılarken güneşin doğm ası, (K azâ nam azı kılarken ev-
kaat-ı selâse-i m ekrûbadan b irinin girmesi de böyledir.)
13) M est üzerine yap ılan m esbin m üddeti, nam azda iken bitmek.
158
14) Â yeti yanlış okuyarak m a nâsını bozmak. (B unu biraz îzâh edelim :
N am a z d a âyeti yanlış okum ak birkaç sûretle olur. E ğer yanlışlık kelim elerin h a
reke veyâ sü k û n u n d a ise nam az fâsit olmaz. M eselâ : "V e tevâsav b ıs-sa b ri" d i
yeceği yerde bi s-sabiri" demek gibi. E ğer b ir barf yerine başka b ir barf okursa
b u n u n la m a n â değişm iş olur ve K u r’d n ’da o kelim enin misli de b u lu n u rsa bilit-
tifak nam az fâsid olmaz. " M ü slim in ” diyeceği yerde " M ü s lim û n ’ demek gibi.
E ğer harfin değişmesiyle m a n â değişmez ve fakat okuduğu kelim enin K u r’d n ’da
misli de b ulunm azsa, l m â m - ı A ' z a m ile îm âm -ı M uham m ed’e göre
yine nam az fâsid olmaz, t m â m - ı E b û - Y û s u f ’a göre fâsid olur. “ El-
H ayyii l-K a yyû m " yerine "E l-H a yyü 'l-kıyâ m " demek gibi. E ğer harfin değişm e
siyle hem m a 'n â bozulur, hem de o kelim enin K u r’d n ’d a misli olm azsa bilittifak
nam az fâsid olur. B inâenaleyh nam azda okuyacağı âyetleri ve harflerin m ahreç
lerini güzelce bellem ek ve her hakkını vermek lâzımdır.)
15) Erkekle kadın y an y ana b ir hizaya nam aza durm ak. (C âm ilerde erkek
le kadın nam az kılarken, kadınların arkadaki saflarda durm aları, erkeklerin ö n ü n
de veya h iz â la n n d a bulu n m am aları lâzımdır.)
Erkekle kadın b ir hizâya d u rd u k tan zam an bilh assa erkeklerin nam azı fâsid
olm ası hilâf-ı kıyas olup birtakım şurût ile m ukayyettir. Şöyle ki : 1) N am az kı-
Ia n la n n h er ikisi de m ükellef olm alı. 2) İkisi de nam az içinde olmalı. 3) N am az,
rü kû'Iu ve sücûdlu olm alı. 4) İkisi de bir im am a uym uş veyâhud kadın, m ubâzî
olduğu erkeğe iktidâ etmiş olmak. 5) A ra d a hâil olmamak. Biri b ir adam boyu
yükseklikte, biri alçakta olursa fâsid olmaz. A ra d a en az b ir arşın yüksekliğinde
b ir hâil olursa yine fâsid olmaz. 6) İmam, m uhâzl olan kadının d a im âm etine n i
yet etmiş olmak. 7) İmam, kadrnlara rmâmeti niyet etmiş olmak. 8) N am az kılan
erkeğin, geriye durm aları için kadınlara söylemiş olması. M u h âzî olan kadının
ecnebi olm ası lâzım değildir. V alid e, hem şiresi ve zevcesi dah i olsa yine nam azı
ifsâd eder.
16) N a m a z d a âyeti, M u sh a f’ın yüzünden okumak,
17) N am az içinde iken u n u tarak olsa da bir rü k n ü eda edecek zam an de
vam etmek şartiyle avret m ahalli açılm ak veya üzerine, nam aza m ân i’ b ir pislik
düşmek,
18) İm am a iktidâ etm iş olan b ir m uktedî, b ir rükünde im am ile birleşmiye-
rek o n d an evvel yapm ak, (M eselâ: İm am dan evvel kendisi rükû' ederek başını
kaldırm ak ve o nu imam ile b erâber yâhud im am dan sonra tekrar etmiyerek n a
m aza devam edip im am ile selâm vermek gibi.)
109
19) İm am a birinci rek atta n sonra uymuş olan kimse, imam selâm verdik
ten veyâbud “E t-T e h iy y â tü " yii okuyacak kadar oturduktan sonra im am ile kıla-
m adiği rek'atı tam am lam ıya kalkar ve rek'atı bitirip secde yaptıktan sonra im a
m ın nam azda secde-i sehvi îcâbeden birşey yaptığını lıatırbyarak yaptığı sehiv
secdesine iştirftk ederse onun nam azı fâsid olur.
(Böyle bir zam anda, imam selâm vermeden, geçen rek 'atlan tam am lam aya
kalkm am ak nam azın sünnetlerindendir. İm am la birlikte son T ehiyyâta oturduğu
vakit yalnız “ E t-T ehiyydtü” yü okuyup salâvâtı ve du&Ian okum ayarak im am ın
selâm ını beklemek ve imam sağ tarafına selâm verdikten sonra kalkm ak ve im am
la kılam adığı rek'atları yalnız başına tam am lam ak lâzımdır. İm am ın selâm ını
beklemek sünnettir.)
160
Y ÎR M Î B E Ş İN C İ D E R S
N A M A Z IN M E K R U H L A R I
1 — NAM AZIN M EK RU H LA R I :
161
rek atta F â tih a ’d an sonra " E lem lere" sûresini okursa yine m ekruhtur. O kurken
ister sûre olsun, ister âyet olsun yukarıdan aşağıya doğru okum ak lâzımdır.)
15) İki rek'atta okuduğu iki sûre arasını bir sûre ile ayırmak. (M eselâ : B i
rinci rek atta F â tih â d an sonra "E lem tere" sûresini; ikinci rek atta Eraeyte sû
resini okum ak gibi. Şâyet aradaki sûre uzun olursa o zam an m ekrûh değildir.)
16) B ir rek'atta iki sûre arasım bir veya daha ziyâde sûre atlayarak cemet-
mek. M eselâ : F â tih a 'd a n sonra hem “E lem tere" sûresini, hem de Eraeyte veya
"K u l H iiva'llûhü..." sûresini b ir rek'atta okum ak gibi.
17) Bile bile âyet atlam ak,
18) K ıyâm da sağ eli sol eli Üstüne, rük û 'd a ellerini dizi üstüne, otururken
de uylukları üstüne koymamak,
19) N am a z d a gözlerini yummak.
20) G özlerini yukarıya dikmek,
21) Yol üzerinde, m ezar üstünde, ham am içinde, gübrelikte, pisliğe yakın
b ir yerde, sâhibinin gönlü, rızâsı olm ıyan bir yerde nam az kılmak,
22) Secdede yalnız aln ın ı yere koyup b u rn u n u yere koymamak. Ş âyet bir
özrü varsa m ekrûh değildir.
23) C a n lı bir şeyin sûreti üzerine secde etmek. A ğaç vesâire gibi cansız
sûretler hariçtir.
24) C âm ide ön safta açık bir yer var iken arkaya nam aza durm ak.
25) N am az kılacağı yerde Kıble tarafında, yan taraflarında canlı sûreti,
canlı resmi bulunm ak. (Yerdeki sûret. ayakla d u ran insanın göremiyeceği kadar
küçük ise m ekrûh olmaz.)
26) Kor hâlindeki ateşe karşı nam az kılmak, ( ö n ü n d e mum, kandil, lâm
ba b u lu n m asın d a kerâhet yoktur.)
27) N am azd a iken kaşınm ak, terini silmek. (Eğer kaşınm adığı ve terini sil
mediği vakit kendisine zahm et verecek ve zihnini meşgûl edecek olursa o zam an
m ekrûh olmaz.)
28) ö n ü n d e n insan geçmesi üm it edilen bir yerde nam az kılarken önüne
bir sütre koymamak. (Sütre, hiç olm azsa bir arşın u zu n lu ğ u n d a b ir ağaç veya
başka b ir şeydir, ö n ü n d e n insan gelip geçebileceği zannedilen b ir yerde n am a
za durm uş olan bir insanın, secde edeceği yerin biraz ilerisine b ir şey dikmesi lâ
zımdır. Dikm em ek m ekruhtur. Böyle bir yerde cem âatle nam az kılınacağı zam an
im âm ın önüne sütre dikm ek kâfidir.)
29) N am a z d a iken etrâfa bakınm ak. (Bakarken göğsünü Kıble den çevirir
se nam azı bozulur.)
30) N am azd a b ir şeye dayanm ak (farz nam azlarda).
31) N a m a z d a insan yüzüne karşı durm ak. İnsan arkasını dönm üş ise mek
rûh değildir.
162
32) İkinci rek atta birinciden uzun okumak.
33) R ü k û 'd a başını dosdoğru uzatm ayıp yukarıya dikmek yâhud aşağıya
eğmek.
34) H içbir özrii yok iken secde yerindeki taşları ayıklam ak, diizlemiye ça
lışmak.
35) Secdeye varırken ellerini dizlerinden evvel yere koymak, secdeden kal
karken dizlerini ellerinden evvel kaldırm ak, (şayet hastalık gibi b ir özrü varsa
m ekrûb değildir.)
36) E zberinde başka bir sûre var iken bir sûre yi, bile bile iki rek atta tek-
râr etmek.
2 — NAMAZDA M EK RU H OLMIY A N LA R :
Beline bağlam ış olduğu b ir şey nam azda iken çözülür ve avret m ahalli açı
lacak olursa onu bağlam ak m ekrûh değildir. K ılınç gibi, boynuna vey&hud b e
line takılı olan bir şey, rükû' ve sücûduna m âni’ olmazsa, o n unla nam az kılmak
m ekrûh değildir.
163
Y ÎR M İ A L T IN C I D E R S
C E M Â A T L A N A M A Z IN H Ü K M Ü
Beş vakit nam azı yalnız olarak kılabileceğimiz gibi, cem aatla da kılarız.
H a ttâ cem âatla kılmak erkekler için sünnet i müekkededir; vâcib demektir. B u
nun farz o lduğunu söyliyen fakihler de vardır.
C em âatla kılınan nam azın sevâbı, yalnız başına kılınan nam azlardan yirmi
beş ve bir rivayete göre yirmi yedi derece fazladır. O n u n için iki veya d ah a zi
yâde insan bir araya gelince nam azı cem âatla kılmalıdır. Bir evde cem âatla n a
maz kılmak istenildiği takdirde ^-ev sâhibi ehil ise— im am lığa onun geçirilmesi
ve cam ide olduğuna göre vazifeli imamın geçmesi lâzımdır. Şayet bunlar başka
sını geçirirse o zam an onlar geçer.
2 — İMAMDA A RA N ILA CA K EV SA F :
C em âatla nam az kılmak için herhalde bir imam lâzımdır, imam kendisine
uyan cem âaltan hâlen iyi olm ak lâzımdır. B inâenaleyh, imamlık sahih olabilm ek
için birtakım şartlar vardır ;
1) İmam olacak zâtın tam bir M üslüm an olması lâzımdır, (t tikaadı bozuk
olanın im âm eti sahih olamaz.)
2) Akil ve baliğ olacak. (Akıllı olm ıyanm imâmeti sahih değildir; akıllı olup
da baliğ olmamış ise yine onun imâmeti sahih olmaz. Ç ü n k ü çocuk üzerine n a
maz farz olm adığından onun kıldığı nam az nafiledir. C em âatin nam azı ise farz
dır, farz kılan nâFile kılana uyam az.)
3) Erkek olm ak (kadın erkeğe imam olamaz).
4) N am az salıîh olacak kadar K u r’dn-ı Kerîm ezberlemiş olmak.
5) V ü c ü d u n d a bir özrü olmamak, (ö z ü rlü bir adam özürsüz kimselere
imam olamaz.)
B u beş şart b u lu n d u k tan sonra bir im am da en ziyâde aran d an evsaf ve imam
olmıya en ziyâde lâyık olan şu nlardır :
H er şeyden evvel nam aza âid meseleleri iyi bilecek. İmam olacak adam da
ilk evvel b u aranılacaktır. B u n dan sonra sıra ile şunlar aranılır :
K ur'dn okum ayı d ah a iyi bilen, K ur'dn i d ab a ziyâde ezberlemiş olan, daha
ziyâde haram d an sakınan, d a h a yaşlı olan, ahlâkı güzel ve herkesin rağbetini
kazanm ış olan ve cem âati çoğaltan, baseb ve neseb sâbibı ve sesi güzel olan.
Ş u hald e birinci şart, i tikaadı düzgün olmak ve nam az meselelerini iyi bilmektir.
164
Birinci sebeb-i tercib budur. Bu bulunm adıkça diğerleri para etmez. B undan so n
ra da sıra ile diğer vasıflar aranılacaktır. Birinci şartta müsavi, m üteaddit kimseler
b u lu n u rsa, esbâb-ı tercih olmak üzere, sıra ile diğerlerini aram ak îcâbeder.
İmâ' m-ı E b û Y û s u f a göre K u ra n i güzel okuyan diğerlerine takdim
olunur. F ak at nam az m eselelerini gayet iyi bilmesi şarttır. Biri çok âlim ve fa
kat K ur'ân ı pek güzel okuyam ıyan. diğeri de nam az m eselelerini lâzım olduğu
kadar bilen ve K u r’â n ’ı da çok iyi okuyan iki kimse olursa, K ur'ân’i iyi okuyan
tercih edilm ek lâzım dır. İmam olacak adam , K u r’ân- 1 Kerim i herhalde iyi bilen
bir zâttan tâlim etm elidir.
H ülâsa : İmam olacak zât: i tikaadı düzgün, K ur'ân -1 Kerîm i güzel okur,
haram ve şüpheli şeylerden korunur, güzel huylu, güzel yüzlü, aslı nes li belli . se-
si güzel, elbisesi temiz olm ak lâzımdır. H alkın önüne geçerek nam az kılacak ze-
vâlın elbiselerinin son derece temiz ve pâk olm asına çok dikkat etmeleri, halkı
kendilerinden soğutacak ahval ve harekâttan, sû-i zan ve töhm eti m ûcib h aller
den çekinmeleri icâbeder. İm am lıkta aran ılan şartlardan, esbâb-ı tercihden biri
de budur.
im am ın her suretle temiz ve pâk olması cem âatin çoğalm asına da sebep olur.
Herkesi tiksindirecek kokar elbise ve çorap ile câmi-i şerife girmemeye çalışm alı.
H ele çorapların temiz olm asına çok dikkat etmelidir. P e y g a m b e r i m i z :
‘‘Soğ a n ve sarmısak yiyenlerin" bile, bunların kokusunu giderm eden cem aata
gelm em elerini söylemiştir. B inâenaleyh, gerek imam ve gerek cem âat, câm i-i şe
rife gelirlerken ayaklarına giyecekleri çorabın temiz olm asına pek ziyâde dikkat
etmeleri icâbeder. Eski olsun, fakat pis ve kokar olm asın! Pis ve kokar bir çorap
ile cem aata gelmekten ise, çorapsız gelmek d ah a iyidir.
Kör olan b ir insanın imam olması mekrûh değildir. F ak at ondan d ah a iyi
si b u lu n u rsa o zam an körün kıldırm ası kerâhet-i tenzîhiye ile m ekrûhtur.
B aşka bir ehli var iken henüz tüyü bitmemiş olan gencin, câhil, ahlâksız ve
babası belli olm ıyanların imam olm aları m ekrûhtur. İmamın, nam azı, cem âati
bıktıracak kadar fazla uzatm ası da m ekrûhtur. Elhâsıl : İmam, arkasındaki ce
m âati bıktıracak, kendisinden nefret ettirecek hallerden uzak olm alı; temiz soyu,
temiz huyu, temiz elbisesi ve güzel okum ası ile herkesin rağbetini, sevgisini kazan-
mıya ve cem âati çoğaltm ıya çalışm alıdır.
3 — SA F L A R IN T E R T İB İ VE E H EM M İY E T İ :
C em âat çok olup da cem âatle nam az kılınacağı zam an safların tertibine son
derece dikkat olunm ak lâzım dır. B una en ziyâde imam dikkat edecektir. Safların
tertibi şu sûretle olacaktır : E vvelâ erkekler, sonra erkek çocuklar, d ah a sonra
kadınlar.
İm am dan başka bir tek erkek olursa, imamın sağına ve birkaç parm ak ge
risine durur. S o lu n a ve arkasına durm ak m ekrûhtur. C em âat, bir kadın, bir er
kek olursa, erkek im am ın sağına, kadın arkasına durur. B irden ziyâde erkek olur
sa im am ın arkasına dururlar.
165
C em âatin tertibi b u suretle olması lâzım geldiği gibi safların düzgün, bir
çırpıda olm asına ve b ir safta bu lu n an ların sık ve birbirlerine iyice yakın durm a
larına dikkat edilmek lâzımdır.
Ş u sebeplerden birisi bulunursa, cem âata çıkmaya m âni' sayılır ve cem âata
gitmemekte m azur olur :
1) H astalık,
2) Körlük,
3) A yağı kesik olmak,
4) K ötürüm olmak,
5) T opal olmak,
6) F azla düşkün ihtiyar olmak,
7) Y ağm ur ve çam ur olmak,
8) Pek sıcak veya pek soğuk olmak,
9) Pek karanlık olmak.
10) M al veya can korkusu olmak,
11) Y olculuk üzere bulunm ak.
12) H a sta bakıcı olmak, (H astanın başın d an ayrıldığı takdirde hasta rah at
sız olacaksa, onun b aşın d an ayrılıp da cem âatle nam az kılm aya gitmez.)
13) Yemek sofrası hazır olmak,
14) A bdesti sıkışmak. İşte bu gibi özür ve sebep olm adıkça cem âatle nam a
zı terketmemek lâzımdır. Bu sebeplerden biri b u lunursa o zam an cem âate gitmi-
yerek evinde kalır.
168
5 — İM AM IN A RK A SIN D A NAMAZ K IL A N L A R IN H A L İ :
D ö rt rek atlı n am azların iki rek atın d an sonraki oturuşta yalnız “E t-T e h iy -
yâlü , son oturuşta. E t-T eh iyyâ tii" ve “A llâ h ü m m e " leri okur, im am ile birlik
le selâm verir.
9) İm am a uym uş olan bir adam , tekbîr alırken, rükû a varırken, rü kû'dan
kalkarken, secdeye varırken, secdeden kalkarken, selâm verirken dâim â im am dan
sonraya kalacaktır. 1
107
10) im am d an evvel rükû d an başını kaldırm ak veyâhud secdeye gitmek,
secdeden başını kaldırm ak olamaz. B unlardan P e y g a m b e r i m i z aley
h i’s-selâm m enetm iştir.
11) im am a uym uş olan bir adam rükû'da üç defa “S ü b h â n e rabbiye'l-azim
dem eden imam rükû dan doğrulursa kendisi de hemen im am ile başını kaldırır.
T eşbihleri tam am lam ayı beklemez. Secde de böyledir.
12) D ö rt rek’atlı nam azın birinci oturuşunda “ E t-T e h iy y â tü " yü bitirm e
den imam üçüncü rek ata kalkarsa, cem âattan olan zât. isterse im am la birlikte
kalkar, dilerse " E t-T eh iy y â tü " yü tam am ladıktan sonra kalkar.
13) Son o tu ru şta " E t-T eh iyyâ tü " yü bitirm eden imam selâm verecek olur
sa. cem âattan olan zât "E t-T eh iyyâ tii" yü bitirir, ondan sonra selâm verir.
14) Eğer salâvat ile duâları bitirm eden imam selâm verecek olursa, onları
tam am lam adan hem en imam ile selâm verir.
13) imam, nam azın herhangi re k a tın d a olursa olsun, bir secde ziyâde ede
cek olursa, y âhud selâm vermek üzere oturduktan sonra un u tarak ayağa kalkar
sa. cem âat im am a uymaz. İm am ın yanıldığını hatırlatm ak için " S ü b h â n a 'llâ h " ,
yâhud "A llâ h u -E h b er" denir. E ğer imam hemen oturursa cem âat im am ile bir
likte selâm verir ve sonra sehiv secdesi yaparlar.
16) İmam nam azın so nunda oturduktan sonra kalktığı rek'at için rükû' ve
sücûd yaparsa, cem âat imamı beklemiyerek kendi kendilerine selâm verirler;
imam nam azın so nunda oturm ayarak kalktığı vakit, zâit rek atı secde ile kayıtla-
m azdan evvel, selâm verirlerse nam azları fâsid olur. Secde ile kayıtlarsa hem im a
m ın nam azı hem de cem âatin nam azı fâsid olur.
17) im am okurken tu tu lu rsa im am ın arkasında b u lu n an cem âattan birinin
açm ası lâzımdır. Y âni. S ab ah , A kşam . Yatsı. C um a. Bayram ve T erâvih gibi
cehri (F âtih a ve âyetlerin açıktan okunduğu) nam azlarda okurken tu tu lu r ve alt
tarafı h atırın a gelmezse; im am ın arkasında b u lu n an cem âattan biri onu. yâni
âyetin alt tarafını okuyup im ama hatırlatm ası lâzımdır. C em âattan biri bu sû-
retle hatırlatınca imam hem en alıp okur. Eğer b u n u h atırlatan hâriçten biri olur
ve imam da onu okursa, nam az fâsid olur.
E ğer imam okurken tu tu lduğu vakit vâcib olan miktarı okum uş idiyse, he
men rükû’a gitmelidir. V âcib olan miktârı okum am ış ise. okuduğu âyetin aşağ ı
sında olan ve ezberinde b u lu n an başka bir âyete geçmeli ve cem âati hatırlatm ı-
ya m ecbur etmemelidir, im am d u rur durm az cem âat söylemeye acele etmem elidir,
im am tekrar edip de h atırın a getiremez ve rü k û 'a da gitmezse o zam an söylemek
lâzımdır.
18) im am F â tih a ’yı açıktan okuduğu yerlerde F â tih a bitince cem âat y a
vaşça "â m in " der.
19) M uktedî, im am a her rek atta tam âm tam âm ına yetişmiş ise imam ile
berâber nam azı bitirir selâm verir. Bir rek atın rü k û 'u n d a (yâni imam rükû dan
doğrulm adan) im am a uym uş olan, o rek ata yetişmiş olur.
168
20) im am a birinci rek a tın rükû 'u n d a bile yetişememiş olan adam , o rek ata
yetişmemiştir. B inâenaleyh, son oturuşta yalnız "E t-T eh iyyâ tü " (salâtları da
okuması evlâdır) okuyarak im am ın selâm ını bekler, imam sağ tarafa selâm verin
ce kendisi selâm vermiyerek "A llâ h u -E kb er" deyip ayağa kalkar. Yetişemediği
rek atı yalnız başına kılar. S übhâneke, F âtih a, sûre okuyarak o rek atı kıldıktan
sonra oturup tekrar "E t-T eh iyyâ tü , A llâ h ü m m e" leri ve diğer duâları okuyup
selâm verir.
21) İm am a üçüncü rek atta yetişmiş olan bir adam da yine böylece, imam
selâm verdi kten sonra kalkarak, evvelki iki rek atı yalnız başına kılıyormuş gibi
F â tih a ve sûre okuyarak kılar.
22) D ö rdüncü rek atta gelerek im am a uymuş olan bir adam , imam selâm
verdikten sonra ayağa kalkar. Sübhâneke. Besmele, F âtih a ve bir sûre veya âyet
okuyarak bir rek at kılıp oturur. "E t-T eh iyyâ tü " okuyup tekrar kalkar; Besmele.
F âtih a. sûre ve âyet okuyarak rükû ve sücûttan sonra tekrar kalkar. Besmele ve
yalnız F â tih a ile üçüncü rek atı da kılarak rükû' ve sücûttan sonra oturur. Et-
T ehiyyâtü. A llâhüm m e salli, A llâhüm m e bârik, R abbenâ A tinâ... dualarını oku
yarak selâm verir.
23) Ü ç rek'atlı olan akşam veyâhud vitir nam azlarının üçüncü rek atın d a
im am a uym uş olan bir adam , imam selâm verdikten sonra kalkarak F â tih a ve
sûre veya âyetle bir rek at kıldıktan sonra oturur. " E t-T eh iyyâ tü " yü okur. B u n
d an sonra kalkıp yine böylece ikinci rek atı da kılarak oturur. "E t-T eh iyyâ tü " ve
diğer duâları okuyup selâm verir.
24) İm am a rü k û ’da yetişmek istiyen bir adam tekbîr aldıktan sonra ' S ü b
hâneke yi okum ıyarak hem en rükû'a varır. A yrıca rükû’ tekbirine de ihtiyaç
yoktur.
Şayet imam ile nam aza başladığı halde, nam az esnâsında otururken uyur
ve nam az bittikten sonra uyanırsa geçirdiği rek atı im am ın arkasında duruyor gi
b i F â tih a ve sûre okum aksızın tam am ladıktan sonra selâm verir.
25) S afta yer var iken saf ardında yalnız durm ak m ekrûhtur. Y ukarıda
izâh o lunduğu üzere safta sıkışık durup, açık bırakm am ak, safları düz yapm ak
sünnettir. N am azın sonunda im am ın cem âata yönelmesi de sünnettir.
26) Y alnız b aşın a veyâhud cem âatla nam az kılarak nam az bitip de selâm
verdikten sonra : A llâ h ü m m e ! E nte s-selâm ü ve m inke s-selâm. der ve H a z -
ret-i P e y g a m b e r e S alât-ü selâm getirir. Y âni : “A llâ h ü m m e! Salli alâ
S eyyid in â ve N e b iyyin â M u h a m m ed in ve alâ âli S eyyid in â M u h a m m ed ." der.
B u n d an sonra ; S ü b h â n e ilâh i ve l-ham dü li llâhi ve lâ ilâhe illâ llâhıı va ilâhtı
ekber ve lâ havle ve id kuvvete illâ bi llâhi l-aliyyi'l-azîm . der. B u n d an sonra
Eûzü-B esm ele ile  yetü'l-kürsî'yi okuyup sıra ile otuz üç defa " Sübhâne'U âh ",
yine otuz üç kerre " E l-H a m d ü li’llâh", otuz üç d e fa " A llâ h u -E kb er" dedikten
sonra Lâ ilâhe illâ llâhu vah dehû lâ şerike leh. Lehü l-m ülkü ve leh ü ’l-ham dü ve
hüve alâ külli şey 'in kadir." deyip elleri göğüs hizâsına kaldırır; göğe doğru aça-
169
rak ve avuçları yüzüne doğru biraz meyilli tutarak şu duâları veyftbud bildiği b a ş
ka bir duayı okur :
“E l-ham dü li'llâhi R abbi l-âlemtn. V e's-salâtü ve ’s-selâm ü alâ Seyyid in â
M u h a m m ed in ve âlihi ve sahbihi ecm aln”.
"A llâ h ü m m e! Innâ n eû zü bike m in cehdi'l-belûi ve derki’ş-şekaai ve sû i’l-
kazâi ve jem âteti'l-a'dâ."
" A llâhüm m a'ğfirlenâ ve rham nâ ve'rda annâ ve tekabbe'l-m innâ ve edhil-
n a l-C e n n e te ve neccinâ m inen-nâr. V e aslih lenâ şe'nenâ külletil"
A llâ h ü m m e 1 E innâ alâ zikrike ve şükrike ve hüstıi ibâdetik."
A llâ h ü m m e 1 A h sin âkıbetinâ fi'l-um ûri küllihâ. V e ecim â m in hizyi'd-
dünyâ ve a zâ b i’l-âhireh."
A llâ h ü m m e 1 Innâ ne s elüke m ûcibâti rahm etike ve azâ im i m ağfiretike
ve's-aelâmete m in külli ism in ve'l-gantm ete: m in külli birrin ve'l-fevze bi'l-C en-
neH v e ’n-necâle m ine'n-nâr."
" A llâ h ü m m e 1 Lâ teda lenâ zenben illâ gaferteh: ve lâ hem m en illâ ferec
teh; ve lâ deynen illâ kadayteh; ve lâ hâceten min havâici d-dünyâ vel-â h ireit
hiye leke rıdan illâ kadayteh; yâ E rham e'r-R âhim in!"
A llâ h ü m m e! R a b b e n â ! ylfind fi d-dünyâ hasenelen ve f i ’l-âhireti haseneh;
ve kınâ azâbe'n-nâr, bi-rahm etike yâ E rham e'r-R âhim in."
R a bbena jfirll ve li-vâlideyye ve li‘l-m ü ’m intne, yerm e yeku m ü ’l-hisâb;
bi-R ahm etike, yâ E rham e'r-R âhim in."
" V e seld m ü n alâ cem ti’l-E nbiyâi ve'l-m ürselln; ve'l-H am dü li'llâhi Rab-
bi'l-âlem ln." (1).
170
Teâlâ aleyhi ve sellem. Ve esteîziilte miri m üsteâzi A b d ik e ve Resûlike M uham -
m edin salla llâhü Teâlâ aleyhi ve sellem. V e es elüke m âkadayte-li m in emrin
en tec'ale âkıbetehû rüşden bi-rahmetike yâ Erham e r R â him in! (1).
y â ve âhire te &it b ütün işlerim izi düzelt. Seni h atırlam ak , S an a şü k retm ek ve iyi
ibâdet yapm ak için bize yardım e t A llah’ım !”.
"All&h’ım! B ütün işlerde sonum uzu güzel yap ve bizi dünyânın gam ve keder
lerinden; âh ire tin azabından em in eyle, salim kıl!”.
“Bizi rahm etinle yaYlığamaya sebep olacak, m ağ firetin e götürecek şeyleri ve
bütün günahlardan uzak kalm am ızı; her iyiliği, h ay ır ve tâ a tın hepsini elde etm e
mizi ve nih ay et Cennete girm ek ve n ârdan k u rtu lm a k la saâd ete kavuşm am ızı Sen
den iste r ve niyâz eyleriz A llah’ım !”.
“E y yüce T anrım ! Bizim için bir g ü n ah bırak m ay ıp hepsini afv U m a ğ fire t et!
Bize gam ve keder verecek hiçbir şey b ırak m ay ıp bizi ferah lan d ır. B ütün b o rçları
m ızı ödeyecek k u d ret ve kuvvet ihsân eyle, d ünyâ ve â h ire t için sevdiğim iz şeyler
den (Senin râzı olacağın) ne v arsa hepsini lû tf u kerem inle ihsân eyle. Ey, E rh a -
m e’r-râhim in olan A llah’ım !”.
"A llah’ım ! (E y bizi y a ra ta n ve terbiye eden Ulu T an rım ız). Bize dünyâda ve
â h ire tte dirlik, düzenlik, iyilik ve güzellik v er; ve bizi rahm etinle y arlığ ay ıp n ârın
azâbından koru; E y E rh am e’r-râ h im in !...”.
"Beni, anam ı ve babam ı ve bütün m ü’m inleri hesap görüleceği gün rahm etinle
yarlığa, ey rahm eti bol A llâh’ım! S alâ t U selâm , b ütün P eyg am b erler üzerine, ham d ü
senâ da yalnız R abbü’l-âlem ine’d ir”.
(1) P e y g a m b e r i m i z aleyhi’s-selâm ’m zevcesi A i ş e ’ye t a ’lim
buyurdukları duâdır. M a’nâsı çok cem ’iyyetlidir. Bu duayı okuyan d ünyâ ve â h ire tte
gerek şah sın a ve gerek b aşk aların a iyilik g etiren ne k ad ar hayırlı şeyler v a rsa on
ların hepsini A llah’dan istem iş ve her çeşit k ö tü lü k ten A llah 'a sığınm ış olur. Aynı
zam anda dünyâ ve â h ire t saad eti için Peygam berin Cenâb-ı H a k ’dan istem iş oldu
ğu ne k a d a r şey v a rsa onları d a istem iş, d ü nyâ ve â h ire t saâdetine engel olan şe y
lerden de A llâh'a sığınm ış olur. Bunun T ürkçesi de k ısaca şu d em ek tir :
“A llâh’ım! Clsm âni ve rûhânı, mâli ve bedeni g ö rü n ü r ve görünm ez, dünyâya
ve âh ire te âit, bildiğim ve bllem iyeceğim ne k ad a r h a y ır ve iyilik v a rsa onların
hepsini Senden isterim . D ünyâya yâhud âh irete m üteallik bildiğim ve bilm ediğim ııe
k a d a r şer v a rsa onların hepsinden S ana sığınırım ; onları benden u zak etm ek için
S ana yalv arırım yâ R ab! E y h er şey’e k aa d ir A llah’ım! Senden C ennet’i ve onun
bütün n i’m etlerini ve beni ona y ak laştıra ca k sözlerde ve işlerde bulunm am ı Senden
dilerim yâ Rab!
Dünyevi, uhrevi, hissi ve m a’nevi a teşten ve ona y a k la ştıra c a k olan sözden ve
işden S an a sığınırım , beni bunlardan koru ey k u d ret sâhibi olan Yüce T anrım ! K u
lun ve ResûI'Un M uhammed S allâ’llâhu aleyhi ve sellem ’in Senden istem iş olduğu
hay rın hepsini ben de isterim ; O’nun, S an a sığındığı h er şeyden ben de S an a sığı
nırım . Y â ilâhe’l-âlem in! D ünyâ ve âh irete â it benim için ta k d ir buyurduğun şeyle
rin sonunu h ay ır ve salâh kılm aklığını Senden dilerim . E y rah m eti bol, E rh a m e’r-
râhim in olan A llâh’ım !”.
Y ÎR M Î Y E D ÎN C Î D E R S
C um â nam azı farz-ı ayn-ı m üekkeddir ve iki rek attır. Farziyyeti Kitap, S ü n
net ve tem a ile sabittir, ö ğ le nam azı vaktinde ve cem aatla kılınır. D ö rd ü farz
d an evvel, dördü farzdan sonra olmak üzere sekiz rek at sünneti vardır. V akit
girdikten sonra evvelâ dört rek at sünnet kılınır. O n d an sonra ikinci defa olmak
üzere câm inin içinde, yâni nam az kılınan yerde, bir ezan okunur. E zan d an son
ra h atip m inbere çıkarak hutbe okur. H utbeden sonra hatip m ihrâba geçerek
im am olur ve cem âatle iki rek at C u m â nam azı kılınır. B u iki rek at farzdan son
ra dört rek at d ah a sünnet kılınır. Bu dört rek attan sonra isterse dört rek at
zu h r -u âh ir (1) ile iki rek at da vakit sünneti kılar.
C u m â nam azı herkese farz değildir. C u m a nın farz olm ası için, nam azın y u
karıda yazdığım ız şartlardan fazla olarak, birtakım şartlar d ah a vardır ki, şu n
lardır :
1 — Erkek olmak. (K adınlara -farz değildir. F ak at C u m â'd a b u lu n u r ve
C u m â yi im am la kılarlarsa ö ğ le nam azı yerine geçer.)
2 —' C u m â ’ya gitmek için hür ve serbest olmak,
3 — Yolcu olm ayıp mukim olmak.
4 ^ H asta olm ayıp, sıhhati yerinde olmak.
5 — Kör olmamak,
6 — A yakları olmak.
7 — N am aza gitmeğe m âni' ve gitmemeyi m ubah kılan bir özrü b u lu n m a
mak.
172
gözsüzlere, kötürüm lere, hürriyeti kendi elinde olm ayanlara. C u m â’ya gittiği v a
kit m uhakkak surette, her ne şekilde olursa olsun bir zarar görecek olanlara C um â
nam azı farz değildir. Böyle o lanlara şeriatin m üsâadesi vardır. İsterlerse evlerin
de oturup ö ğ le nam azını kılarlar. İsterlerse C um â'y a giderler. K endilerine C um a
farz olm ıyanlar eğer C u m â'y a giderek C um â nam azını kılari ar ise o günün ö ğ le
nam azı yerine geçer.
C u m â nam azının larz olması için bâzı şartlar olduğu gibi, sahih olması için
de birtakım şartlar vardır :
1) C um â'yı ö ğ le nam azının vaktinde kılmak,
2) N am azd a n evvel hutbe okunmak,
3) C u m â kılınan yer herkese açık olmak,
4) İm am dan başka en aşağı üç erkek cem âat bulunm ak,
( l mâ m- ı Eb û Y û s u f a göre iki erkek dahi olsa yine sahihtir.)
5) C u m â nam azını kıldırmak* için vazife sâhibi, yâni C um â kıldırm aya res
men izin verilmiş, m üsâade edilmiş bir kimse bulunm ak. C um â nam azı kıldırm a
ya resm en me zun o lan lar kendi yerlerine başkasını koyabilirler.
6) C u m â kı lınacak yer. şehir veyâhud şehir hükm ünde olmak.
“ C um d nam azı farz ve b unun farziyyeti Kitap. S ü n n e t ve lcm â' ile sdbiffir.
B ü tü n m ezhep im am larınca da kat i olan cihet, onun farz ve şerâit-i islâmiyedeıı
olmasıdır. C u m â ’nın sıhhat-i edâsı için serdedilen şerâit-i sâirenin edillesi kat t
olm adığından onlar m üçtehidler arasında m uhielefün fihtir. M ısır ve izn-i hâkim
gibi şartların vü cûd ve adem -i vücûdu, farz olan C u m â ’nın cevâzm a hâiz-i te sir
değildir. Binâenaleyh ufak bir köyde bile bu farzı edâ edecek cemâat bulunur ve
m üsâade için m ürâcaai vu ku bulursa onlara izin verilmesi iktizâ edeceği...".
3 — h u t b e n in r ü k n ü .-
173
H u tb e ikidir. Birinci hutbe M üslüm anlara va z ve nasihat, ikinci hulbe
M ü slü m an lara duadır. H er birinde A llah a ham d-ü senâ. A llah ın Birliğine.
M u h a m m e d nleyhi's-se/dm ın Peygam berliğine şahadet ve Peygam bere
salâvat vardır.
4 — H U TB E N İN ŞA R TLA R I :
H u tb en in şartlan şunlardır :
1) V ak it içinde olmak.
2) N am azd an evvel okunm ak.
3) H u tb e niyetiyle okunm ak,
4) C em âat h u zu ru n d a okunm ak (yâni hutbe okunurken üzerine C um â farz
olanlardan, velevki bir adam olsun, cem âat bulunm ak),
5) H u tb e ile nam az arası başka bir şey ile kesilmemek.
5 — h u t b e n in sü n n etleri :
174
Iınm ıyan köylerde ve bâdiyelcrde b u lu n an ların C um a günü ö ğ le nam azını ce
m aatla kılm aları kerâhetsiz olarak caizdir.
C u m â günü, M ü slü m an lar için bir bayram dır. B inâenaleyh. Perşem be günü
akşam dan i'tib âren C u m â hazırlığı yapmak, çoluğunu. çocuğunu yıkayıp tem iz
lemek, tırnaklarını kesmek. C u m â için yıkanm ak İslâm âd âb ve alılâkındandır.
C am iye giderken temiz elbiselerini giymek, güzel kokular sürünm ek de böyledir.
B un lara çok dikkat etmek lâzımdır. P e y g a m b e r i m i z a leyh i’s-selâm
b u n lara çok ehemmiyet vermişlerdir. H er C um â günü C u m â için gusletm enin
fazileti hakkında Peygam berim izin pek m ühim emirleri ve tavsiyeleri vardır.
M ü h im bir ihtar :
Peygam berim izin şu hadts-i şeriflerine çok dikkat olunm ak lâzım dır :
"... İmam, kendisine u yulsun diye imam edilir, ö y le olunca (ona m u hâlif iş gör
m eyiniz) o, rükûa vardığı vakit rükûa varınız; başını kaldırdığı vakit siz de ka l
dırınız. ‘Sem ia llâ h ü lim en ham ideh.' dediği vakit 'R abbena leke'l-H am d.' deyi
niz..."
"im am dan evvel başını indiren (yere koyan) kim senin alnı ancak şeytan
elinde bulunur."
175
Y lR M l S E K İZ İN C İ D E R S
C um a nam azı farz olanlara senede iki bayram nam azı kılmak da. esalı olan
kavle göre, vâcibdir. E b û D â v u d un E n e s den rivâyel eylediği bir
badis-i şerîfden anlaşıldığına göre, hicretin birinci senesinde meşrü kılınmıştır.
C um â için lâzım olan şarlİar, Bayram nam azları için de lâzımdır. Ş u kadar ki :
Bayram için hulbe sün n ettir ve nam azdan sonradır. H utbe okunm asa da B ay
ram nam azı sahih olur. Fakat günahtır.
B ayram nam azı iki rek attır. Bu da cem aatla kılınır. O üneş doğup da iki
mızrak kadar yükseldikten sonra Bayram nam azının vakti girer. V akit girince
cem âat saf olarak. "N iyet eltim tıâcib olan Bayram nam azını kılmaya, uydum
im am a.” diye niyet edilir. İmam " A llâlıu-E kber” deyince cem âat da ellerini kal
dırıp tekbir alırlar. Bu, îftitah tekbîridir; ve her nam azda vardır. O n d a n sonra
herkes içinden S übfıâneke yi okur. Sonra imam biraz Taşıla ile. birbiri ardısı-
ra ellerini kulaklarına kaldırıp açıktan üç kere tekbir alır. C em âat da öyle ya
par. Birinci ve ikinci tekbîrlerde eller yan tarafa salınır ve üçiincüden sonra gö
beğin üstü n e bağlanır. B unlara zevâid tekbîrleri denir.
B u n d an sonra imam içinden yavaşça Eûzü-Besm ele çeker. S onra açıktan
F a tih a ve sûre okur. B u n d an sonra imam ile rükfı ve siic ud yapar ve ikinci rek ata
kalkarız. İkincide imam içinden besmele çekerek F atih a ve sûreyi açıktan okur.
Sûre bitince birinci rek atta olduğu gibi üç kerre tekbîr alınır. B unlara da zevâid
tekbîrleri denir. U çü n cü d en sonra eller bağlanm adan rükû . sonra secde yapılır.
Secdeden sonra o turulup E f-Tehiyyâtü, Salana!, duâ okunarak selâm verilir.
S elâm dan sonra hatib, Bayram hulbes ini okur. R am azan Bayramı ise. hutbede
sadaka-i fıtrin ahkâm ını beyân eder. K urban Bayramı ise, kurbanın ahkâm ını,
teşrik tekbîrlerini söyler.
imam, birinci rek 'atîa zâid tekbirlerini unutarak F a tih a okurken veyâhud
F â tih a y ı bitirdikten sonra h atırına gelirse tekhirleri alıp tekrar F âtih a okur.
Eğer kıraatini bitirdikten yâni hem F ûlilıa ve hem sûreyi okuduktan sonra h a tı
rın a gelirse tekbîrleri alır: fakat kıraatini çevirmez.
R ü k û 'd a hatırına gelirse ellerini kaldırm adan rükû’da tekbîr alır; rükû dan
sonra h atırın a gelirse tekbîr alm az. Bu suretle vâcib olan tekbîrleri terketmiş
olacağından, secde-i sehiv lâzım gelirse de C um â ve Bayram nam azlarında ka
labalık çok olacağından karışıklık olmamak için secde-i sehiv yapılm az. İmam bi-
176
Hnci re k a tın zâid tekbîrlerini alarak okumıya başladıktan sonra im am a uym uş
olan kimse iftitab tekbirinden sonra "S übhdneke' okum ıyarak üç tekbîr alır. Eğer
im am a birinci rek atın rükû u n d a yetişir ve im am rükû d an doğrulm adan im am a
erişebileceğini aklı keserse, B ayram nam azının zâit tekbirlerini ayakta alarak
sonra rükûa gider. A yakta tekbîr aldığı takdirde im am a rü k û 'd a erişem iyecejin-
den korkarsa ayakta yalnız iftitab tekbirini alarak Kemen rükûa v an r. R ükû da
teşbihleri okum ıyarak, "S ühfıdne R abbiye ( azîm demiyerek ve ellerini kaldır-
m aksızın imam rü k û 'd an kalkm azdan evvel üç tekbir alır. Yâni Bayram n am azı
nın zâid tekbîrlerini rükû'da alır. Eğer B ayram nam azının tekbîrlerini rük û 'd a ta
m âm etm ezden evvel imam rü k û ’dan doğrularsa tekbîri bırakıp im am a uym ak
lâzım dır. R ü k û d a da yetişemezse kendisinden tekbîr sâkıt olur.
E ğer im am a birinci rek atta yetişemeyip ikinci rek atta y etişin e imam selâm
verdikten sonra ayağa kalkıp birinci rek atı kılar.
T eşehhüdde cem aata yetişememiş olan adam yalnız olarak Bayram nam azı
kdam az, isterse dönüp gider, isterse dört rek at nâfile kılar.
Bayram nam azı hiçbir özür yok iken ikinci güne bırakılm az. E ğer Bayram
olduğu ancak öğleden sonra anlaşılırsa ve b u n d an dolayı birinci gün nam az kı
lınam azsa ikinci günü kılınır. K urban Bayram ı nam azı bir özür dolayısiyle üçü n
cü günü öğleye kadar bırakılabilir. F ak at özürsüz bırakm ak m ekrûhtur. (Şim di
bilbesap B ayram günleri evvelden ilân edildiği için Bayram günü evvelden mâ-
fûm olmuş olur.)
3 — T E ŞR İK T E K B İR L E R İ:
B u tekbîr, cem âate, yalnız kılana, şehirliye, köylüye, mukim olana, yolcu o la
na. erkeğe ve kadına vâcibdir. M üftâb ih olan budur. Selâm dan sonra u n utarak
söz söyler yâhud nam az kıldığı yerden aynlıverirse tekbîr almaz. Teşrik tekbl ri-
nin aslı şudur : "Alldhu-Efeber, AIIdhu-EJîher. Ld ildfte illd’lldhu c aÜ ö h u Efc-
ber. A llâ h u -E kb er ve li llâhi'l-H am d."
B ayram larda şunlar m endubdur : Erken kalkmak, gusletmek, ağzını misvak
ile yıkam ak, güzel koku sürünmek, güzel ve temiz elbiselerini giymek, sevinçli b u
lunm ak ve A llâ h 'a şükretmek, yüzüğü varsa takınm ak: R am azan B ayram ında
177
câmiye gitm eden Kurma veyâKud tatlı bir şey yemek; K urban B ayram ında kur
b an kesecek olan kimse birşey yemeyip kurban etinden yemek, nam aza erken
d avranıp S ab ah nam azını m ahalle m escidinde kılmak ve Bayram nam azı için
—varsa— nam azg âh a ve büyük câmiye gitmek, nam aza giderken R am azan B ay
ram ında içinden. K u rb an B ayram ında açıktan tekbîr almak, nam azdan dönüşte
—m üm kün ise— başka yoldan gelmek, m ü min kardeşlere rast geldikçe güler yüz
göstermek ve tatlı sözlerde bulunm ak, gücü yettiği kadar çok sadaka vermek,
m uhtaçlara yardım da bulunm ak.
M aam âfih efdal ve m üstahab olanı, fıtrayı Bayram nam azından evvel ver
mektir. B u n u n içindir ki. hatib. B ayram dan bir hafta evvel C um â hutbesinde
fıtranın ahkâm ını, kimlere borç ve kimlere verilebileceğini. fıtranın mikdârını
ccm âata söylemelidir. Teşrik tekbîrlerini de bir hafta evvel söylemelidir. K urban
h utbesinde kurbanın ahkâm ını da güzelce beyân eder.1
178
Y ÎR M Î D O K U Z U N C U D E R S
T E R A V İH N A M A Z I V E B U N A Â İT H Ü K Ü M L E R
179
T erâvih nam azının vakti, Y atsı nam azından sonra. S a b a h nam azının vakti
girinceye kadar olan vakittir. M u h ta r olan kavle göre, Yatsı nam azından sonra
kılınır. Evvel kılmak câiz değildir. Terâvih nam azı Y atsı nam azına tâb i' o ld uğun
dan V itir nam azı T erâvihten sonra kılındığı gibi T erâvihten evvel kılmak da
sahihtir. Yatsı nam azını bir imam ile, T erâvihi ve V itri de başka b ir imam ile
kılan b ir adam , arkasında Yatsı nam azını kıldığı im am ın Yatsıyı abdestsiz kıldır
mış o ld u ğ u n u veyâhud herhangi bir sebepten dolayı yalnız Yatsı nam azının fâ-
sid o ld u ğ u n u sonradan anlarsa fâsid olan Y atsı nam azını yeniden kılacağı gibi,
fâsid olm am ış olan T erâvihi de yeniden kılar. Ç ü n k ü T erâvih Y atsıya tâbi dir.
E ğer yirminci rek'ata kadar hiç oturm ıyarak yirm inciden sonra oturup selâm
vermiş ise, yalnız iki rek at kılmış sayılır. D okuz selâm ile onsekiz rek'at mı, yok
sa on selâm ile yirmi rek'at mı kıldıklarında cem âat ve imam şüpheye düşerse,
sahih olan, cem âat olm ıyarak ayrı ayrı iki rek'at daha kılarlar.
İkinci rek'at b aşın d a oturm ayı terkettiği cihetle ilk iki rek’at kıyâsen fAsit
tir; son iki rek’at d a istihsânen câizdir. T erâvih nam azını hatim ile kılmak sü n
nettir. E ğer hatim ile kıldırm ak cem âatin tenfırini ve dağılm alarını m ûcib ola-
180
caksa, m u h tar olan kavle göre, im am b u n d an vaz geçerek F a tih a d a n sonra üç
kısa âyetten veya üç kısa âyet kadar uzun b ir âyetten daha kısa okum ak mek
ruhtur.
V ak tin d e kılınm am ış olan bir T eravih, sonradan kazâ olunm az. E sah olan
budur. E ğer kazâ ederse Teravih değil, m üstehab bir nâfile olmuş olur.
Yatsı nam azının farzında cem âati terketmiş olanlar. T eravihi cem âatle kıla
m azlar. Ç ü n k ü T erâvib, Y atsıya tâbi dir. T eravihi imam ile kılam ıyan V itiri
kılabilir.
T eravihi bir imam ile V itiri başka bir imam ile kılmak, sahih kavle göre caiz
dir. U yku iyice bastırdığı bir sırada Terâvib kılmak m ekruhtur. (Başka nam az
lar da böyledir.)
Şâyet iki rek atta selâm vermeyip de dört rek'atta verecek olursa, tıpkı Y at
sının sünneti gibi, ikinci re k a tta n sonra Et-Telıiyyâtü, A llâhüm m e sallı ve bâ-
rik'i okuyarak ü çüncü rek ata kalkar, "S übhâneke, Eûzü-B esm ele" den sonra Fâ-
tiha ve sûre okuyarak rek atları bitirir. V itir ile Terâvib arasında biraz oturm ak
da m üstebabdır. T erâvih cem âatla kılınırsa V itir de cem âatla kılınır. V itri y al
nız kılmak da câizdir.
181
OTUZUNCU D ER S
M İS A F İR (Y O L C U ) N A M A Z I
O rta yürüyüşle, en az Icısa günlerde üç günlük (yâni 18 saatlik) Lir yere git
mek için niyet edip köyünden, kasabasından, obasından çıkan kimselere m isâfir
(yolcu) denir. B u onsekiz saat, karada deve ve yaya yürüyüşü ile; denizde, or
ta ve m ûtedii havada giden b ir yelken gemisi ile ölçülür. (D eveden m aksat, k a
file devesinin düz yerde yürüyüşüdür.)
Y âni b u n larla onsekiz saatlik veya d ah a ziyade olan b ir yere gitmeye niyet
ederek yola çıkanlara m isâfir denir. B u kadar olan bir mesâfeye trenle, tayyare
ile bir saatte gidilecek olsa, yolcular yine m isâfir sayılır. B u niyetle köyünden çı
kan bir adam , köyünden çıktığından i tihâren misâfirdir.
O adam vardığı yerde onbeş gün veya d ah a ziyâde oturm aya niyet ederse
o zam an m isâfirlikten çıkar, eğer onbeş günden az oturacaksa misftftrlikten çık
maz. B ugün gideceğim, yarın gideceğim, derken on sene dursa yine m isâfirlik
ten çıkmaz. B u n u bir m isâl ile anlatalım : F arzediniz ki, askersiniz, köyünüzden
çıkarken gideceğfniz yolun 18 saatten fazla olduğunu biliyordunuz; misâfirliğe
niyet ettiniz. Şim df m isâfir oldunuz. G eldiğiniz yerde onbeş gün veyâhud daba
ziyâde oturacağınız belli ise ikamete niyet edersiniz; m isâfirlikten çıkarsınız. F a
kat askerlik bu. orada kaç gün oturacağınız belli değilmiş. H a bugün, h a yarın,
derken üç sene, beş sene oturdunuz. M adem ki kaç gün duracağınız belli değildi,
d u rd u ğ u n u z m üddetçe yine m isâfir olursunuz, m isâfirlikten çıkam azsınız. Velevki
on sene orada kalsanız da. esâsen askerin ikamete niyeti de kum andana tâbi' dir.
B unu bir m isâl diye söyledim. A sker dâr-ı harbde m isâfirlikten çıkmaz.
182
K ırâet m ikdârı d urup rükû' ve sücûd yapar. M isâfir. yolculuğu esnâsm da nam azı
geçirmiş ise, yolculuktan sonra da iki rek'at olarak kazâ eder.
M isâfir, abdest ile giydiği m est ve ayakkabıları üzerine üç gün, üç gece mes-
bedebilir. R am azan d a ise, ister oruç tutar, dilerse oruç tutm ıyarak sonradan
(m em leketine dön d ü ğ ü zam an) kazâ eder.
M isâfirliğe niyet sabıb olmak için reyinde m üstakil olmak, bâliğ olmak ve
gideceği yer üç günden aşağı olm am ak şarttır. B u n lardan biri bulunm azsa niyet
sahih olm ayıp yolculuk ahkâm ı da câri olmaz.
183
O TUZ B ÎR ÎN C I D E R S
G E Ç M İŞ N A M A Z L A R IN K A Z Â S I
H ayız ve Iohusahk hâli, nam azın sukutunu m ubah kılan özürlerdir. Böyle
olan kadınların bu halde iken kılam adıkları nam azları sonradan kazâ etmeleri
vâcib değildir. A llah m uhâfaza buyursun, sar aya tutulm uş veyâhud cinnet ge
tirmiş b ir insan da. eğer bu hâli beş nam az vakti devâm etmiş ve m untazam bir
sûrette ayılm am ış ise, sonradan o nam azları kazâ etmesi vâcib değildir, Sek>r h â
linde geçirmiş olduğu nam azların kazâsı vâcibdir. B u özürler nam az vaktinin so
n u n d a kalkar ve iftitah tekbiri alacak kadar b ir vakit varsa o nam azı kazâ et
mek vâcib olur.
N am azı bile bile ve hiçbir meşrû sebep yok iken vaktinden sonraya b ırak
mak büyük bir günahtır. Y aptığı bu günahtan hem tevbe ve istiğfâr etmelf, hem
de geçirmiş olduğu nam azları yeni b aştan kılm alıdır. Ç ü n k ü b u günah yalnız
kaza etmekle onun üzerinden kalkmaz. O n u n için hem kazâ hem de tevbe et
melidir.
Beş vaktin edâsı nasıl farz ise. kazâsı da farzdır. V itir nam azının kazâsı v â
cibdir. V ak it çıktıktan sonra sünnet kazâ olunm az. Yalnız o günün S a b a h n a
m azını vaktinde kılm am ış ise öğleye kadar hem farzı ve hem de sünneti kazâ
edilir. M aam ftfih uyku veyâhud unutm ak ile vaktinde kılınm am ış olan nam azlar
ne zam an h atıra gelir veyâhud uykudan uyanırsa onlar o zam an edâ olarak kılı
nır diyenler de vardır. B u b a b d a vârid olan hadis-i şerif de b u cihetten b u n a
delâlet eder.
K azâ nam azlar için m uayyen bir vakit yoktur. F ak at tertip lâzımdır. Bir n a
m azı geçirince ondan sonra vakit nam azını kılm adan evvel geçirdiği nam azı k a
zâ etmesi lâzımdır. B ir insanın üzerindeki kazâ nam azı altıdan az ise hem kazâ
ile vakit nam azları arasında, hem de kazâ nam azları arasında tertip lâzımdır.
Beş vakit nam az ile V itirin hem edası, hem de kazâsı tertip üzere kılınır.
Ü zerinde altıd an ziyâde kazâ nam azı olan bir insan için b u nları kılarken
tertibe riâyet etmek lâzım değildir. Şim di b u n u biraz izâh edelim ; B ir adam ın
V itird en başka altı veyâhud d aha ziyâde geçmiş nam azı olursa bu n lard a tertip
184
lâzım değildir. M eselâ: ö ğ le nam azını vaktinde kılam am ış ve b u n d an başka üze
rinde hiç kazâ nam azı d a olm ıyan bir adam , ö ğ le n in geçtiği h atırın d a ve İkindi
nin vakti de geniş olduğu halde Ö ğle nam azını kazâ etmiyerek İkindiyi kılarsa
İkindi nam azı d a fâsid olur
M eseleyi bir de şu suretle tasvir edelim : S ab ah nam azını uyku tle geçiren
ve üzerinde başka kazası da olm ıyan bir adam . ö ğ le nam azını kılm adan evvel
onu kazâ etmek lâzım dır. S abah nam azını kazâ etmiyerek ö ğ le y i, İkindiyi, A k
şamı ve Yatsıyı da kılar ve b u n d an sonra S ab ah nam azını kazâ ederse, tertibi
bozm uş o ld u ğ u n d an b u nam azların hepsi de fâsiddir. B inâenaleyh, sıra ile b u n
ların hepsini kazâ etmek lâzımdır. E ğer geçirmiş olduğu S ab ah nam azını kazâ
etmiyerek, ö ğ le , İkindi, A kşam , Yatsı ve sonraki günün S ab ah nam azını da
kılmış ve güneş doğm uş ise fâsid olan nam az hükm en altıyı bulm uş olacağından,
tertib sukut ederek kılmış olduğu dört vaktin Fesâdı d a kalkarak kıldığı farzlar
sabth ve yalnız ilk günün S ab ah nam azlarının kazâsı vâcib olur. B inâenaleyh,
böyle üzerinde hiç kazâ nam azı olm ıyan bir adam (ki b u n a sâhib-i tertip denir)
nam azı geçirirse, onu başka bir nam az kılm adan hem en kazâ etmelidir. Eğer
onu kazâ etm eden vakit nam azı kılarsa, b u n d a n başka dört vakit nam azı daha
kılm adan ve en son kıldığı nam azın vakti çıkm adan onu kazâ etmemesi lâzımdır.
B inâenaleyh, tertip üç şeyin biriyle bozulur ve lüzum suz kalır :
2) V ak it daralm ış olup hem kazâyı. hem de vakit nam azını kılm aya kâfi
gelmemek. Böyle b ir zam anda tertibe riâyet etmiyerek vakit nam azını kdar.
3) G eçm iş nam azları altıdan ziyâde olmak. G eçm iş nam azların altıd an zi
yâde olması, isterse bükm en, yâni kazâya kalmış b ir nam azı hatırlıyarak, beş
vakit olm ak süreliyle olsun ikisi de birdir. G eçm iş nam azları altı veya d ah a ziyâ
de o lan bir adam İçin kazâ nam azlarla vakit nam azları arasında tertibe riâyet
lâzım olm adığı gibi, kazâ nam azları arasında d a tertib lâzım değildir. S ah ih olan
budur. Ü zerinde b u sûrellt altıdan ziyâde geçmiş nam azı olan bu adam onları,
nam az kılm ak m ekruh olan üç vaktin m âadasında, istediği zam an kazâ edebilir.
Ü zerinde böyle çok geçmiş nam azı olan b ir adam , kazâ ederken her nam azı ayrı
ayrı, “M eselâ, 1353 sene-i hicrisinin Z ilka de ayının 2 nci C u m a g ü n ü n ü n S a
b ah nam azı" diye tâyin lâzım denilm iş ise de, bu n d a külfet olduğundan işi ko-
185
U ylaştırm ak isterse şöyle niyet e d e r : V aktine yetişip de kılam adığım ilk Ö ğle
(meselâ) nam azını y âh u d son ö ğ le nam azını A llah rızası için kılmıya niyet et
tim (1). B u sûretle niyet ederse her kılışta ilk. yâh u d son kalanı kazâ etmiş ola
cağından tâyin hâsıl olm uş olur. G eçm iş nam azları kazâ ederek beşten aşağıya
indirdiği zam an, tertip tekrar geriye gelmez. Birkaç R am azan d an oruç kazâsı
olan da kazâ ederken son veyâhud ilk R am azanın orucuna diye niyet eder. T â
yin etmiyerek kazâ ederse yine câizdir. K azâsı yalnız b ir R am azan d an ise tâyin
lâzım değildir. F arz nam azların kazâsı farz, vâcib nam azların kazâsı vâcib, (ka-
zâsı lâzım gelen) sünnet n am azların kazâsı da sünnettir.
G E Ç M İŞ N A M A Z L A R IN K A Z A S IN I G E R İY E B IR A K M A M A K
N am az her ne sûretle geçmiş olursa olsun, m âni' olan özür kalm ayınca h e
m en kazâ etm ek lâzım dır. M âliki m ezhebine göre üzerinde kazâ nam azı olan
b ir adam ın nâfile nam az ile m eşgûl olm ası haram dır.
H an b eli m ezhebine göre de, üzerinde geçmiş nam azlar olan bir adam ın nâ-
file kılması haram dır. V itir ile revâtibi kılarsa câizdir. F a k a t kazâları çok ise b u n
ları da kılm ıyarak kazâ n am azlarla m eşgûl olm ası evlâdır. Y alnız S ab ah n am a
zının sünneti b u n la rd a n hâriçtir, onu kılmak lâzım dır. 1
(1) M ecazlarım ızd an biri olan N û rü ’l-Izâh şerhinde m üellif m erhum , gün ve
tâ rih tâyinine b ir m isâl olm ak üzere 1054 senesi Cem âziye’l-â h ir’ln 18 İnci P a z a r te
si gününü g ö sterm iştir. T a h t â v 1 m erhum b u ray ı tah şiy e ederken : “Bunda,
bu bahsin te ’lifi ta rih in e işftret gibi b ir n ü k te v a rd ır." diyor. Y âni m üellif bu bahsi
o ta rih te yazdığını a n latm ak istem iş diyor. Ben de geçm iş n am azların k a z â sı b ah
sini evvelce um ûm t o la ra k yazm ıştım . K ita p basılırk en bu bahsi b iraz d ah a İzâh e t
m eği m ünâsip gördüm . Bu sûretle üzerinde k a z â n am az ları altıd an ziyâde olursa
ne sûretle k a z â ve n iy e t edileceğini g ö steren bu bahsi (1353) sene-i hicriyesl 12 nci
Cum â günü sabahında ve Cum â n am azından iki s a a t evvel yazdım . Onun için m i
sâl olarak böyle gösterdim . Cenâb-ı H ak b ü tü n işlerim izi rızâ-y ı İlâhisine m uvâfık
bulup Ummet-1 M uham m ed’e (sallâ’llâhu aleyhi ve sellem) d ünya ve âh ire tte saâd et
ve selâm etler İhsan buyursun.
186
N A M A Z I K E S M E K V E F A R Z A Y E T İŞ M E K
B aşlam ış olan nam azı bilerek ve hiçbir özrü yok iken bozm ak câiz değildir.
F a k a t ikm&I için, cem âat fazileti kazanm ak için bozm ak câizdir. Bu. âdetâ ye
nilem ek için b ir mescidi yıkm ağa benzer. Şim di başlanm ış olan bir nam azı boz
mak, hangi vakitler câiz o ld u ğ unu gösterelim : Bir adam yalnız başın a farz n a
m azı kdm aya başladıktan sonra y an ın d a cem âatle nam az kdm ıya başlan ır ve
yalnız b aşın a nam az kılan kimse de henüz birinci rek atın secdesine varm am ış
ise, hem en nam azını kesip im am a uyar. Eğer ilk rek atın secdesini yapm ış ve kıl
dığı farz da dört rek'atlı ise, b ir rek’at d ah a kılarak iki rek atı tam am lar ve ondan
sonra selâm verip im am a uyar ve o farzı im am la kılar. K endi başına kıldığı iki
rek'at nâfile nam az olm uş olur. E ğer cem âat olduğu sırada yalnız başına ü çü n
cü rek’atı bitirm iş idi ise, nam azı kesmeyip dört rek atı tam am ladıktan sonra, ce
m âat sevâbı için im am a uyar ve o n unla da kılar. F ak at b u defa asıl farz, yal
nız b aşın a kıldığı olup im am ile kıldığı nam az nâfile olur. Ş u kadar ki : B u n a
m azın ikindi nam azı olm am ası lâzım dır. Ç ü n k ü İkindi n am azından sonra n â
file nam azı kılınm az. B inâenaleyh böyle bir nam azda kendi başın a farzı tam am
ladıktan sonra tekrar b ir de im am la kılamaz. E ğer üçüncü rek'atın secdesini y ap
m am ış ise, esah olan, ayakta iken selâm verip im am a uyar.
K ıldığı nam az dört rek’atlı bir farz değilse, ikinci rek’atı bitirm iş olm adıkça,
her neresinde olursa olsun hem en nam azı kesip im am a uyar. Şayet ikinci rek’atı
bitirm iş ise nam azı kesmeyip tam am lar ve im am a da uym az. Ç ü n k ü b u takdire
göre kıldığı nam az ya S a b a h nam azı, ya A kşam nam azı olacaktır. S a b a h nam a
zından sonra nâfile kılınm adığı gibi. A kşam nam azından sonra da im am a uya
rak üç rek’atlı nâfile kılınm az. Şâyet sünnete başladıktan sonra cem âatla farz
kıhnm ıya başlanır, veyâhud C u m â günü hatib hutbeye çıkarsa, iki rek’at b aşın
d a selâm verip im am a uyar; h atib in hutbesini dinler, iki rek'atı bitirm eden n a
mazı kesip de im am a uym az. E ğer iki rek’atı tam am ladığı takdirde orada b u lu n an
cenâze nam azını geçireceğini anlarsa o zam an diğer rek'atı tam am lam ıyarak h e
men nâfileyi kesip cenâze nam azına yetişir. E ğer kıldığı sünnet, ö ğ le n in sünneti
idiyse, farzından sonra ayrıca dört rek’at sünnet kıldığı gibi son sünneti de kı
lar. H a tîb hutbeye çıktığı zam an, kılm akta olduğu C u m ân ın ilk sünnetini, iki
rek a tta kesecek olursa, farzından sonra b u n u da ayrıca kılar. F a k a t h atib henüz
hutbeyi okum ıya başlam am ış ise. sünneti çabucak kılıp dört rek’atı tam am lam alı
dır. K ıldığı İkindi veyâhud Y atsının sünneti idiyse farzından sonra kılınmaz.
E ğer câmiye geldiği zam an farza durm uşlar ise sünnete durm ıyarak doğru
d an doğruya im am a uyar. H a ttâ m üezzin kaam ete hazırlanırken sünnete durm ak
m ekruhtur. A n cak kılınan S ab ah nam azı ise, im am a yalnız teşehhüdde yetişebi
leceğini bilse, yine evvelâ sünneti kılıp, o n d an sonra im am a uyar. E ğer im am a
E t-T ehiyyâtü okurken dahi yetişem iyeceğinden korkarsa sünneti kdm ıyarak h e
m en im am a uyar ve sonra sünneti kılmaz. Ç ü n k ü S a b a h nam azının sünneti an-
187
cak farziyle berâber geçerse kılınır. E ğer öğle nam azı ise yine sünnete durm ıya-
rak hem en im am a uyar ve im am la selâm verdikten sonra evvelâ Farzdan evvel
ki dört rek a t sünneti kazâ ederek sonra da iki rek’at son sünneti kılar. S ah ih ve
m üftâbih olan kavil budur.
işte farza yetişmek ve farzı im am la birlikte kılmak için nam az b u suretle ke
silir. Y ukarıda da söylediğimiz gibi cem âatle kılınan nam azın sevâbı. yalnız b a
şına kılm an nam azdan, b ir rivâyete göre yirmi beş. diğer rivâyete göre yirmi ye
di derece ziyâdedir. O n u n için m üm kün oldukça cem âatle kılm ağa çalışm ak
lâzımdır. C em âatin faziletine yetişmekle cem âate yetişmiş olmak ayn ayrı şey
lerdir. B ir ad am teşehhüdde bile im am a yetişmiş olursa, cem âatin faziletine nâil
olur. F a k a t dört rek’ath farzın b ir veya iki rek alında im am a ve üç rek'atlı n a
m azların iki rek atın a yetişm iş olan bir adam cem âate yetişmiş ve nam azı ce
m âatle kılmış sayılm az. B inâenaleyh, A kşam nam azını cem âatle ktlmıya yemin
eder ve ancak iki rek atına yetişirse yem ini yerine gelmiş olmaz.
Birtakım özürler d ah a vardır ki. onlar b u lu n d u ğ u vakit nam azı kesmek câiz
ve b âzan vficib olur. M eselâ: K adın, nam azda iken çocuğunun haykırm asiyle,
ateş üzerinde pişen yem eğin taşm ası, veyâhud parasının —velevki bir dirhem
güm üş m ikdân ve b aşkasının d ahi olsa— çalınm ası korkusiyle im dat için edilen
feryat ile nam az kesilir.
Kezâlik. bir körün, veyâbud bilm iyen bir adam ın kuyuya düşm ek tehlikesi
olursa, sürüye canavar gelirse nam azdaki b ir adam ın nam azı bozm ası ve o teh
likeleri defetmiye koşması vâcibdir.
B ir ebe. çocuk doğurtm akla m eşgul iken nam azlarını sonraya bırakır. H a ttâ
çocuk için veya anası için ufak bir tehlike m elhûz ise. ebenin nam azları sonra
ya bırakm ası vâcibdir. Ç ocuğun an ası d a böyledir. K ırda o lan bir kimse hırsız
lardan veyâhud yol kesicilerden veyâhud kurt ve sel tehlikesinden korkarsa n a
m azını sonraya bırakabilir. Y ukarıdanberi söylediğimiz sebeblerden birisi b u lu n
m adıkça kılm akta olduğu nam azı kesmek veyâhud vaktinden sonraya bırakm ak
câiz olam az.
C âm id e iken nam az vakti girerse, nam azı kılm adan çıkıp gitmek tahrim en
m ekrûhtur. M eğer ki, başka b ir câm ide imam veyâhud m üezzin olsun.
188
S E C D E - l T İ L Â V E T (O K U M A S E C D E S İ)
N am azd a secde âyetlerinden biri okunduğu veyâbud ebil bir okuyandan işi-
tildiği vakit hem okuyana, hem de işitene secde etmek vâcibdir. Secde edenin
badesten ve pislikten temiz olması lazımdır.
Secde-i tilâvetin rüknü, secde âyetini okuyan veyâbud işiten kim senin bir
defa secde etmesi, yâni alnını yere koymasıdır.
Secde-i tilâvetin hükm ü; d ü nyâda vâcibin sukutu, âlıirette sevaba nâil ol
maktır. Secde-i tilâvetin sebebi, üç şeyin biri bulunm aktır ;
Secde âyetini ya kendi okumak, yâbud başkasının okuduğunu işitmek, ve-
y âh u d okuyanı işitmese d ahi muktedî bulunm aktır. İşte bu üç şeyden biri b u
lunursa secde vâcibdir. M aam âfih, hakikî sebep, secde âyetinin okunm asıdır.
O k u y an hakkında böyle olduğu gibi, işiten hakkında da, sahih kavle göre, sec
de âyetinin okunm asıdır.
İşitmek, sahih kavle göre, okuyan ile nam az kıldırm akta olan im am a iktida
edenin gayrisi hakkında şarttır. B inâenaleyh, sağır olup da okuduğunu işitme
yene de secde etmek lâzımdır. F ak at m uktedî olm ıyan bir adam üzerine, b aşka
sının okuması ile —her ne kadar on u secde ederken görse bile onun okuduğunu
duym adıkça— secde etmek vâcib olmaz.
K u r’ân-ı Kerim in ondört süresinde secde âyeti vardır ki, şunlardır : 7, 13,
16, 17. 19, 22. 25. 27, 32, 38. 41, 53, 84, 96 ncı sûreler; onlardan birini okuyan,
veyâbud işitene, secde etmek vâcibdir. Ç ü n k ü bu secde âyetleri Uç kısımdır :
1) A çıktan açığa secde ile em reden âyetler,
2) K âfirlerin C en âb -ı H akk’a secde etmekten yüz çevirmelerini m utazam -
m ın âyetler,
3) P eygam berlerin secde ile vuku b u lan emre im tisallerini gösteren âyetler.
Şüphe yok ki, emre itâai, Peygam berlere iktidâ ve kâfirlerin yaptıkları gibi
yapm am ak vâcibdir. İşte b u n u n içindir ki. b u âyetler okunduğu, yâbud işitildiği
vakit secde etmek vâcibdir. Böyle bir balde secde etmek kendisi için m üm kün
olm ıyan b ir adam ın “ G u/râneke R abbend ve ileyke’I-m asir" demesi m ustehabdır.
Secdeyi sonradan kazâ eder.
Secde âyeti nam az hâricinde okunduğu vakit okunur okunm az secde etmek
vâcib değildir. S onra yapsa da olur. F akat unutm ak ihtim âli olduğundan sonra
ya bırakm ak tenzihen m ekrûbtur. N am az içinde okunduğu zam an secde âyetin
den sonra üç âyetten ziyâde okum ada/ı secde etmek lâzımdır. Ç ü n k ü nam azda
secdenin vücûbu fevridir. (Yâni okunur okunm az üç âyetten sonraya bırakılm a
m ak üzere yapılm ası lâzım.) Secde âyetini tercüm e olarak okuyana da secde vâ-
sibdir. Secde âyetinden secdeye delâlet eden kelimeyi, evvelinden veya sonradan
b ir kelime ile berâber okumak, sabih kavle göre, secde âyetini tam am en okumak
gibidir.
189
Secde vâcib olm ak için okuyanın anlam ası, dinleyenin de dinlem iye niyet
etmiş olm ası şart değildir. O k uyan onun secde âyeti olduğunu ister bilsin, ister
bilm esin, secde ile mükelleftir. İşiten de, işitmek m aksadı olsun, isterse olmasın
işitince secde ile m ükellef olur. Secde âyetini okum ıyarak yazm ak veya secde
âyetine bakm akla secde vâcib olmaz. Hecelem ek de böyledir.
Secde âyetini okuyan veya işiten ayakta ise doğrudan doğruya "A U âfıu-E k-
ber” diyerek secdeye gidip secdede üç defa “S ü b h â n e R abbiye'l-a'lâ" dedikten
sonra doğrulur. B u n d a tekbîr ve teşbih sünnettir. T ilâvet secdesi, sehiv secdesi
gibi iki olm ayıp birdir. T eşehhüd ve selâm da yoktur. O tu ra n bir adam ayağa kal
karak o ndan sonra secde etmek m üstehabdır. Ü zerinde birkaç secde toplanm ış
olan kimse her secde için ayağa kalkar.
Secde âyeti b ir cem âat içinde okunduğu vakit secde yapılırken okuyanın
ileride ve cem âatin saf olması lâzım değildir. Herkes olduğu yerde. K ıble ye kar
şı olarak secde ederler. Ş u kadar ki. işitenlerin okuyandan evvel secdeden kark-
m am alan m enduplur.
T ilâvet secdesi, nam az kılmakla m ükellef insanlara vâcibdir. B inâenaleyh
âdeti içinde, veyâhud lohusa olan bir kadın okur veya işitirse onun kendisine
secde vâcib olmaz. F a k a t bu halde olan bir kadından, yâhud aklı b aşın d a ve
iyiyi, kötüyü ayırdeden çocuktan secde âyetini işiten adam a secde vâcibdir.
M ecn u n veyâhud uykuda b u lu n an bir adam dan secde âyetini işitene, sahih olan,
secde vâcib değildir. Ç ü n k ü b u n lard a temyiz ve sıhhat-i tilâvet yoktur. Y ıkan
mak iktizâ etmiş olan b ir adam ın secde âyetini okum ası veya işitmesi ile üzeri
ne secde vâcib olur. T em izlenince secde yapar. Sarhoş, secde âyetini okum akla
hem kendisine, hem de işitene secde vâcib olur.
Secdenin vâcib olm ası için okuyan ve işitende temyiz (yaptığı şeyleri, iyiyi,
fenâyı ayırabilm ek) şart o ld u ğ undan muallem kuştan veyâhud aks-i sedâ süre
liyle işitilen secde âyetinden secde lâzım gelip gelmiyeceğinde fukalıâ ih tilâf et
mişlerse de ben, ihtiyâten secde etmek vâcib. diyenlerin kavlini tercih ediyorum .
B u n a kıyâsen gramofon ve radyodan işitilen secde âyetlerinde de secde etmek
lâzım olacağına kailim (1). Ç ü n k ü işitilen K u ra n dır ve bu n d a şüphe yoktur.
M ah all-i sud û ru ne olursa olsun. K aldı ki, radyo b ü sb ü tü n başkadır.
N am az kılan b ir adam , nam azda okuduğu secde âyetinin secdesini nam az
da yapm ak lâzım dır. E ğ er secde âyetini okuduktan sonra âyetin alt tarafına ge
çerek devâm edecekse, secde âyetini okuyunca hemen secde-i tilâvet kasdiyle
secde yaparak tekrar kalkar ve alt tarafına devâm eder.
E ğer fazla okum ıyacak ise secde âyetinden veya onu m üteakip iki ve en
çok üç âyet (2) sonra nam az için yapacağı rüku’ (eğer niyet ederse) ve alelıtlak
(1) Bu mesele hak k ın d a a y rıc a bir k ita p y azarak , gram ofon p lâ k la rın a Kur'ân
okum anın hükm ü ile p lâ k tan işitilen K u r’ân h ak k ın d a uzun u zadıya İza h at verdim .
(2) N am azda okunan secde âyetinin secdesi fevri olduğu cihetle secde âyeti
o k unduktan Uç â y e t sonra secde yapılm ak lâzım dır.
190
süc jd , âyetin de secdesi yerine geçer. Secde etmiyerek ondan sonra uzun uzad ı
ya okum ak tahrîm en m ekruhtur. Ç ünkü nam az içindeki secdenin vücûbu fevridir.
T eravih nam azlarında, y âh u d diğer nam azlarda hatim ile kılınırken imam
secde âyetini okuduğu vakit alt tarafına devâm edecek ve üç âyetten ziyâde oku
yacaksa hem en secde eder, cem âat da onunla berâber secde ederler. F a k a t ka
labalık cem âatte kargaşalığı m ûcip olacağından nam az secdesini secde âyetlerine
m uvâfık getirmek d ah a iyidir. N am az içinde ayrıca secde yapm ıya çalışm ak bil-
m iyenleri şaşırtır. İmam olanlar b u cihete dikkat etmelidir.
N am az içinde olan imam veyâhud cem âat nam az haricinde birinin o k udu
ğu secde âyetini işitirlerse nam azı kılıp bitirdikten sonra secde etmeleri vâcibdir.
İm am ın nam azda secde âyetini okumasiyle cem âate de secde vâcib olur. İmam
serde yapınca cem âat da velevki işitmeseler bile, secde ederler. İmam secde yap
m azsa cem âat d a yapm az.
N am azd a olm ıyan, nam azda o landan işittiği secde âyetinin secdesini nam az
hâricinde yapacağı gibi, n am azda olan, olm ıyandan işittiği âyetin secdesini de
nam az hâricinde yapar. N am azd a yaparsa nam azı ifsâd etmezse de, secde-i ti
lâvet yerine de geçmez.
191
O TU Z IK İN C İ D E R S
H A S T A L A R IN N A M A Z I N A S IL K IL A C A K L A R I V E
İS T İS K A N A M A Z I
İslâm D in in d e hiç güçlük yoktur. B ütün ahkâmı kolaylık üzerine kurulm uş
tur. T â a t ve ibâdet de herkesin kudretine göredir. O n u n için hasta olan b ir a d a
m ın nam azı da kendi kudretine göre olur. M eselâ : N am azı ayakta kılam ıyan
yâhud ayakta güçlükle kılabilecek olan, veyâhud ayakta kıldığı takdirde h a sta
lığı ve ağrıları ziyadeleşeceğinden, yâhud geç iyi olacağından korkan kir adam
istediği gibi (yâni nasd kolay ve zararsız olursa öylece) oturup rükû' ve sücüd ile
nam azım kılar. R ükû' ve sü cû ddan âciz ise o tu rduğu yerden başı ile işâret ede
rek kılar. R ü k û 'd a başını biraz eğer, sücûdda on d an biraz d ah a fazla eğer. S ec
dede başını rü k û 'd a n biraz fazla eğmezse nam azı sahih olmaz. Y üzüne doğru
yüksekçe birşey koyarak onun üzerine secde etmem elidir. E ğer böyle yap ar ve
secdede başını rükû’dan d a h a aşağıya eğerse sahihtir. B u n u n da İmâ değil sec
de o lduğunu söyliyenler de vardır. Eğer ayakta durm ıya gücü yettiği halde rükû
ve sücbda ve h a ttâ yalnız sücûda knadir olmazsa yine oturur ve başı ile işâret
ederek nam azını kılar.
3 — ISKAAT-I SALÂT :
O lU nün iik aat-ı salât ve savm için olan vasiyyeti, m alının üçte birin d en ve
rilir. A rkasında bırakm ış olduğu m alının üçte birinden, her günlük altı n am az
d an her biri için b ir fakirin akşam lı, sabahlı yiyeceği çıkarılıp fakire verilir. B u
n u n hepsi b ir fakire verilebileceği gibi, ayrı ayrı fakirlere de verilir. V asiyyet ey-
192
Iediği m al. üzerinde olan H ak k u ’IIâlı’a kâfi gelmediği, yâhud onun m alının üçte
biri iskatına kâfi olm adığı takdirde devir usûlüne m üracaat olunur.
T ahtâ vî'd e ve D ü rru ’l-M ünteka da m ezkûr olduğu veçhile, ölünün ömrü
m ikdârınca iskat yapm ak isterlerse m üddet-i öm rünü hesâb edip, erkekte onun
oniki senesi ve kadında dokuz senesi, çocukluk m üddeti olm ak üzere çıkarılarak
geriye kalan için iskat olunur. P arası kâfi gelirse ne âlâ, gelmezse devir yapılır.
Y ağm ur d u asın d a birbiri arkasına üç gün cem aatla sabrâya, memleket dışı
na çıkıp d u â etmek m üstebabdır (1).
(1) M üm kün o lu rsa dem ektir. B ir m âni'den dolayı m üm kün olm azsa câmide
d u â ederler.
193
D u â edilirken imam ve cem âat ellerini göğe doğru kaldırıp öyle d u â olu
n u r (1). D u â ederken de son derece m ütezellilâne yalvarm ak ve emreder gibi bir
vaziyetle olm am ak lâzımdır.
“ E l-H a m d ü li'llâhi R abbi'l-âlem tn. E r-R ahm âni'r-R ahîm . M âliki yevm i’d-din.
Lâ ilâhe illâ’llâhü yefalü mâ yürtd. Allâhümme! Ente’llâhü lâ ilâhe illâ ente.
E n te ’l-ğaniyyü ve n a h n ii’l-fukara". E nzil aleyne’l-ğayse v e c a l md enzelte lenâ
kuvveten ve belâğan ilâ htn...”.
194
O TU Z Ü Ç Ü N C Ü D E R S
C enaze, asıl nam az olmayıp, ölü için duadır. M ü min kardeşinin affolunm a
sını um m aktır; ona son bir vazifeyi yapm aktır. G ü n ah ların ın , kusurlarının affo
lunm asını A lla b 'd a n istemektir.
C en aze nam azı farz-ı kifâyedir. O ra d a b u lu n an lard an b ir kısmı b u vazifeyi
yaparsa diğerleri borçtan kurtulurlar. Eğer cenazenin y an ında bir m ükellef b u lu
nursa, başka kimse olm azsa ona farz-ı ayın olur.
C en âze n am azında cem âat şart değildir. Y alnız b ir kadın dabi kılsa, nam az
sahihtir. Birçok cenazenin hepsine bir nam az kılmak sahih ise de. ayrı ayn kıl
m ak evlâdır.
N a m a z kılmak m ekrûh olan üç vakitten m aâdâ her zam an cenâze nam azı
kılınır.
C en âze nam azının rükünleri, dört tekbîr ile kıyamdır. K ur'ân okumak, rükû',
sücûd yoktur. C enâze nam azı şu sûretle kılınır: imam, ölü n ü n göğsü hizâsına
durur. N iy et ile tekbîr alınır, tik tekbîr alınırken nam azda olduğu gibi eller ku
lağa kalkar ve göbeğin altın a bağlanır.
S o n ra "S ü b h â n ek e " okunur. C enâze nam azında “ V e celle senâühe” cümlesi
195
✓ •
ilâve olunur. B u n d an sonra imam açıklan ve elini kaldırm ıyarak ikinci t i r tek
b îr alır. C em âat de içlerinden tekbîr alırlar. “A llâ h ü m m e salli, bârik duaları
okunur.
B u n d an sonra yine eller kalkmıyarak üçüncü bir lekbîr d ah a alınarak giz
lice d u â okunur. B u n d a n sonra dördüncü b ir tekbîr d ah a alınarak iki tarafa se
lâm verilir.
İm am ın ö lü n ü n göğsü hizasında durm ası, ilk tekbîrden sonra “S ü b h â n eke ,
ikinci tekbîrden sonra salâvat. üçüncü tekbîrden sonra d u â okum ası sünnettir:
selâm vâcibdir.
C enâze erkek çocuk ise "V e hussa' dan aşağısı okunm ayıp şu okunur :
A llâ h ü m m e c a lh ü lenâ feratan, vec alhü lenâ ecren ve zuhrâ. A llâ h ü m -
m ec’a lh ü lenâ şâfian ve m ü şeffean.” (3).
E ğer cenâze kız çocuğu ise A llâhüm m oc alhâ denir. B u uzun duayı bil-
m iyenler A lla h ü m m a ğfirli ve lelıu ve li l-m ü ’m inîne ve'l m u m inât = A llâ h ’ım!
B eni ve onu, erkek ve kadın b ü tü n îmân edenleri yarlığa.” duasını okurlar.
190
C enaze nam azının evvelinde yetişemiyen kimse kem en iftitalı tekbîrini alıp
im am a uyar. D iğer tekbîrleri imam ile birlikte alarak geçirmiş olduğu tekbîrleri
imam selâm verdikten sonra ve cenaze kalkm azdan evvel birbiri ardınca kaza
eder. D üşüğe ölü doğan çocuğa nam az kılınmaz. Sâde ad takılarak yıkanır ve
bir beze sarılarak gömülür.
Ö lü doğm ıyarak, doğar doğmaz ölen çocuk yıkanır ve nam azı kılınır. H er
ne suretle olursa olsun kendisini öldüren, hadden veya kısâsen idam o lunan kim
seler yıkanır, kefenlenir, nam azı da kılınır. Bile bile ve zulüm süreliyle anasını
veyâhud babasını öldüren kimsenin, öldürülen yol kesici ve eşkiyânın nam azı kı
lınm az. N am azı bozan şeyler cenâze nam azını da bozar. C enâze nam azını kab
ristanda kılmak m ekrûhtur.
2 — ÖLÜ T E Ç H İZ İ:
197
lan yıkanır. Başı m eshedilir ve ayaklan d a yıkanır. B u sûretle m üm kün olduğu
kadar abdest tam âm olduktan sonra üzerine m üm kün ise. ısıtılmış tatlı su dökü
lür. B aşı ve .—varsa— sakalı hatm i ile veyâhud sabun veya sab u n yerini tutan
bir şey ile yıkanır. Baş ve beden tem izlendikten sonra ölü sol tarafına çevnlerek
evvelâ sağ tarafı üç kere yıkanır. D ökülen sular sırtının tah tay a gelen yerlerine
kadar vardırılır. B u n d a n sonra sağ tarafına çevrilerek sol tarafı d a böylece üç
kerre yıkanır. B u n d an sonra cenâzeyi oturtur gibi kaldırıp, yıkayan, kendisine
doğru yaslıyarak karnını yavaşça m esheder: bir şey çıkarsa sâde onu yıkayıp ye
ni b aştan abdest aldırm az ve her tarafını yıkamaz.
K adının kefeni, b u n lard an başka bir baş örtüsü, bir de göğüs örtüsü olmak
üzere beş kat bezdir. S ü n n et olan kefen işte budur. K efenin beyaz olm ası da
sünnettir.
K adın kendi kocasını yıkayabilirse de. erkek karısını yıkayam az. B inâenaleyh,
b ir yolculuk esnâsında erkeklerle b u lu n a n b ir kadın vefât eder ve içlerinde yıka
tacak b ir kadın da bulu n m azsa kocası tarafından teyemmüm ettirilerek göm ülür.
Kocası da yoksa teyem m üm ettirecek olan erkek eline bez sarar. M aam âfih, Şâfit.
M âliki ve H an b eli m ezheblerine göre kocasının karısını yıkam ası câizdir. K a d ın
lar arasında ölmüş olan b ir erkeğe, eğer kendi kadını yoksa kad ın lard an birisi eli
ne bir bez sararak teyem m üm ettirir. E ğer kendi kadını var ise kocasını yıkar.
198
C enâze götürmekte sünnet olan, tab u tu n dört tarafından dört adam om uzlam ak
tır. Evvelâ baş tarafın d an başlıyarak tab u tu n sol tarafına geçip sağ om uzuna ta
b u tu n baş tarafın d a olan sol kolunu alır; bir m üddet gittikten sonra ayak ta
rafına geçip sağ om uzuna tab u tu n sol kolunu, ondan sonra tab u tu n sağ tarafına
geçerek evvelâ sol om uzuna baş tarafında olan diğer kolu ve d ah a sonra da
ayak tarafın d a olan kolu alır. Bu sûretle dört tarafından onar adım götürmek
m üstebabdır. Peygam berim iz : " Bir kimse, cenâzeyi kırk adım götürürse d in kar
deşine Ait hakkını ifâ elmiş, vazifesini yapmış olur; kendisinin kırk büyük günâ
hı a ffolunur." buyurm uşlardır.
C enâze kabre konulacağı zam an birkaç kimse kabre inerek kabrin Kıble
tarafın d an cenâzeyi ta b u tta n olduğu hal üzere, alarak K ıble'ye doğru kabre in
dirip sağ tarafına yatırırlar. Y atırırken : "B ism illâhi ve bi'llâhi ve alâ m illet-i
R esûli'llâhi" deri er. Kefen baş ve ayak tarafın d an bağlanm ış ise çözerler, kadını
kabre kendi m ahrem i indirm ek evlâdır. B u n d an sonra kabir örtülerek, güzel
K ur'ân okuyan birisi Yâ-sîn, Tebâreke. lhlâs, M uavvizeteyn, F a tih a okuyup ölü
n ü n ve geçen ehl-i îm ânın ruhlarına hediye edilir. B u n d an sonra herkes işine,
gücüne dağılır. G em ide ölen kimse, kara uzak ve karaya gelinceye kadar d u rd u
ğu takdirde bozulup kokacağından korkulursa, yıkanarak kefene sarıldıktan son
ra nam azı kılınıp denize bırakılır.
"B ism i llâhi ve alâ m illet-i R esû li’llâhi, A llâ h ü m m e! Yessir aleyhi em rehu
199
ve sehhiî aleyhi m â b a d e h u ve es-ıdhü bi-likaaike vec’al m â harece ileyhi hay
reti m im m â harece an h ü ." (1) denir.
5 — T E L K İN :
6 — TA ZİY E :
(1) T tlrk ç e s l: “A llâh’m adı ile R esûlün üm m eti üzerine. E y All&h’ım ! Onun
işini kolay kıl, b andan sonrasını on a k o la y laştır; onu m ü la k atın d a mes ûd e t; g it
tiğ i yeri, çıktığı yerden hayırlı k ıl!”.
(2) E y F a tm a oğlu M ehmet! D ünyâda iken üzerinde se b at ettiğ in dînini. A l
lâ h ’m Birliğine ve M u h a m m e d aleyh i’s-selâm O 'nun hak P ey g am b eri oldu
ğ u n a îm ân ve ik ra rın ı h atırla. Sual m elekleri Rabbinden sordukları v ak it: “R abbim
o la ra k yalnız A llâh’ı, din o la ra k İslâm ’ı ve P ey g am b er o la ra k M uham m ed aleyhi s-
selâm ’ı, m ürşid o la ra k K u r’â n ’ı kabûl e ttim .” de.
200
ye : ‘A lla h sabır ve ecir versin, hüküm A llâh'ındır, C ennete kavuştursun." gibi
sözlerle teselli vermektir. Böyle bir zam anda m ü min kardeşini teselli eden kim
selerin âhirelte pek büyük ecir ve sevaba nâil olacaklarını P e y g a m b e r
E f e n d i m i z h ab er vermişlerdir.
7 — ŞE H İD :
201
OTUZ DÖRDÜNCÜ D ERS
O R U Ç
1 — ORUCUN FA R Z OLMASI :
tslâm ın şartlarından, beş tem elinden biri R am azân-ı Şerif’de oruç tutm ak
tır. O ru ç da, nam az gibi b ir ibâdettir, farz-ı ayındır. M ed in e'd e hicretin ikinci
senesi farz kılınm ıştır. O ru ç demek; niyetlenip tan yeri ağarm ağa başladığı za
m an d an tâ akşam güneşi batm caya kadar hiçbir şey yememek, içmemek ve mu-
karenette (yâni karı koca m uâm elesinde) bulunm am ak demektir. B u n a “İmsâk =
T u tm a k ” denir, lm sâkm m ukaabili "İftar — O ruç b o zm ak” dır.
2 — ORUCUN A K Ş A M I:
O ruç, altı k ısım d ır: F arz, vâcib, m esnun, m endub. nafile, m ekruh. Ü zeri
mize farz olan oruç R am azân-ı Şerif orucudur. R am azan orucunun edâsı da.
kazâsı da farzdır. R am azan günleri özürlü, özürsüz oruç tutm ayanlara, oruç tu t
m ası yasak olm ıyan diğer günlerde oruç tutm ak (yâni tutm adığı o günleri ka-
zâ etmek) farzdır.
F arz olm asının şartı; âkil, bâliğ ve M ü slüm an olm aktır. B inâenaleyh, âkil
ve bâliğ olan kadın ve erkek her M ü slü m an a R am azan d a oruç borçtur, farzdır.
B âliğ olm ıyan çocuklara borç değildir. Lâkin onları da yavaş yavaş oruca alış
tırmak, oruca heveslendirm ek lâzımdır.
M isâfir veya hasta o lanlara da oruç farzdır. L âkin herhalde R am azan 'd a
tutm aları vâcib değildir, onlara izin vardır. İsterlerse oruçlarını R am azan 'd a tu
tarlar. isterlerse tutm ıyarak (hastalar) iyi olduktan sonra, m isâfirler de seferden
döndükten sonra gününe gün kazft ederler. Em zikli k adınlara da izin vardır.
E ğer zaif olup da oruç tu tu n c a v ü cû d d an düşecek, yfthud süt azalıp çocuğa za
rar gelmek korkusu olursa onlar d a oruçlarını sonra tutarlar.
202
L ohusalar ile ay başın d a âdet gören kadınlar o hallerinde iken nam az kıla
maz, oruç da tutam azlar. N am az ve oruç salıîh değildir. L âkin o halleri geçtik
ten sonra oruçlarını gününe gün tutarlar, fakat nam azı kazâ etmezler.
O ru ç bir ibâdet old u ğ u n dan niyetsiz oruç olmaz. O ru ca geceden tâ kuşluk
vaktine kadar niyet edilebilir, iftardan sonra ertesi günün orucuna hem en niyet
etse de olur. H erhalde gündüz kuşluk vaktine kadar o günün orucuna niyet et
miş olm ak lâzım dır. B u m üddet içinde ne vakit niyet olunursa sahih olur. O ruç
tutm ak üzere sah u ra kalkıp yemek ve içmek de niyettir. R am azan orucunun ka-
zâsına niyet akşam dan i'tib âren tan yeri ağarıncaya kadardır. O n d a n sonra n i
yete i tib âr yoktur. Başka günlerde R am azan orucu kazâ edilirken. R am azan
orucunun kazâsı diye tâyin etmek lâzımdır. N âfile olarak başlayıp da bozduğu
orucun kazâsı ile keffâret ve adak oruçları da böyledir.
N iyet, asıl insanın kalbindedir. Y arın oruç tutacağını bilm ek ve içinden ge
çirmektir. Ş u kadar ki, dil ile söylemek de sünnettir. O n u n içiıı hem içinden y a
rının orucuna niyet eder, hem de dili ile. " N iy et ettim Ram azân-ı Şerifin yarınki
orucuna" derse d ah a iyi olur.
V âcib olan oruç şunlardır : Keffâret ve nezir oruçları, (bunlara farz diyen
ler de vardır; azh ar olan d a budur.) nâfile olmak üzere tutularak bozulan oru
cun kazâsı, n ezrolunan îtikâf orucu, keffâret orucu ne demek olduğunu ayrıca
söyliyeceğiz.
N ezir, adam ak demektir. M eselâ, "Ş u , şöyle olursa şu kadar gün oruç tu
tacağım ." diye adam ış olan bir adam ın dediği olduğu zam an ad an an oruçları
tutm ası vâcibdir.
N âfile orucu demek, farz veyâhud vâcib olm ıyan ve kendi arzusu ile tuttuğu
oruç demektir. Böyle b ir oruca başlarsa onu tam am lam ak vâcib olur. B in âen a
leyh, sab ah tan böyle b ir oruca niyet eder de sonradan bozuverirse onu başka biı
günde kazâ etmesi vâcibdir.
Îtikâf, ibâdet niyetiyle durm ak demektir. Erkek, cem âat ile beş vakit nam az
kılm an b ir câmi içinde, kadın da nam az kıldığı odasında oturur ve ibâdet eder.
R am azan-ı Şerifin son on gününde îtikâf kifâye olarak sünnet-i m üekkededir.
C em âatten biri itikâfa girince o vazife diğerlerinden sâkıt olur. B urada esâsen
oruç vardır, fakat R a m a z a n 'd an gayrı da itikâfa gireceğini adam ış olan b ir a d a
m ın itfkâf günlerinde oruç tutm ası vâcibdir.
M uharrem in dokuz ve onuncu veya onuncu, onbirinci günü oruç tutm ak
m esnundur. Z ilh icce'n in dokuzuncu günü ile P azartesi ve Perşem be günleri ve
her ayın onüç, ondört ve onbeşinci günleri ve R am azan 'd an sonra giren Şevvâl
ayın d an altı gün oruç tutm ak m endubdur. D â v u d aleyhi's-selâm 'ın y ap
tığı gibi, R am azan 'ın gayri de b ir gün oruç tu tu p b ir gün yemek de m endubdur.
B u n a "S a vm -ı D â v û d " denir.
203
H içbir vakit ile m ukayyet ve m ubassas olm ıyan ve kerâheti de bulunm ıyan
oruçlar nâfiledir. M uharrem in yalnız onuncu günü, veyâhud N evruz günü oruç
tutm ak tenzihen m ekruhtur. C um a veya C um artesi günü yalnız b ir günü tâyin
edip, sâde o günlerde tutm ak da m ekruhtur. E ğer gelişi güzel o günlerde tu t
m uş olursa m ekruh değildir R am azan bayram ının birinci günü ile K urban b a y
ram ının dört günü oruç tutm ak haram dır. K ocasının izni yok iken kadının nâfi-
le oruç tutm ası da m ekruhtur
t
5 — ORUÇ BOZMANIN CEZA SI :
O ruç, başlam akla mükellefin üzerine borç olm uştur. B unun için her nc
suretle olursa olsun oruca başladıktan sonra onu bozmak günâhtır. F arz olunan
R am azan orucunda fazla olarak b ir de dünyevî ceza vardır ki. ona " keffârel
denir. B inâenaleyh oruç nelerden bozulur, nelerden bozulm az, ne zam an keffâret
lâzım gelir, ne zam an gelmez, bunları birer birer beyân edeceğiz. Evvelâ orucu
bozm ryanları gösterelim.
204
17 — K endiliğinden içeriden gelen kusuntu, yine kendiliğinden içeriye git
mek. (ağız dolusu dahi olsa, sahili olan, orucu bozmaz.)
18 — P arm ak salıp (ağız dolusu olmıyarak) azıcık kusmak,
19 — K usm ak istiyerek ağıza az m iktarda getirilen kusma kendiliğinden
geri gitmek veya geri alınm ak,
20 — K an aldırm ak,
21 —■
1 Sürm e çekmek.
B u saymış olduğum uz şeylerin hiçbirisi ile oruç bozulm az. O ru çlu old u ğ u
n u u n u tarak yemek yiyen bir adam eğer oruç tutm aya kudreti olan sağlam bir
kimse ise görenler, oruçlu olduğunu hatırına getirmelidir. E ğer öyle bir adam
olm ayıp zaif ve âciz ve orucu lam am lam ıya kudreti yok ise, oruçlu olduğunu ha-
tırlatm am ahdır. Böyle u n u ta rak yiyip içmek orucu bozm az. Y alnız bir şart ile ki,
yiyip içerken oruçlu o ld u ğ u nu hatırlayınca hem en bırakıp ağzını yıkam alı ve ak-
şam a k ad ar oruçlu olarak durm alıdır. E ğer böyle yapm az d a yerken oruçlu ol
d u ğ u aklına gelir ve yine yemesine devam ederse o zam an oruç bozulur.
7 — ORUCU BOZAN Ş E Y L E R :
O ru c u bozan şeylerin bir kısmı hem kazâyı. hem keffâreti îcâb eder. Bir
kısmı da yalnız kazâyı fcâb eder. B unları aşağıda göstereceğiz. O n ları saym az
d an evvel bir esâsa bağlam ak çok faydalı olur. Şim di şu esaslara dikkat olunsun :
1) O ru ç bozm a tam tam ına vâki' ise, hem kazâ, hem keffâret lâzımdır.
O ru ç bozm a tastam am olm ayıb d a eksik kalmış ise yalnız kazâ lâzımdır.
2) Yemede, içm ede hem sûreten, hem m anen oruç bozm a vâki' ise. hem
kazâ, hem keffâret Iâzımgelir. Y alnız sûreten. yâhud yalnız m ânen oruç bozma
vâki' ise yalnız kazâ Iâzımgelir.
3) S ûreten oruç bozm a, ağız ile yutm ak; m ânen oruç bozm a, kendisinde
gıdâ veya devâ veya telezzüz gibi bir m enfaat b u lu n an bir şeyi içine (m idesi
ne) veya dim ağına iletmektir.
4) Ş u halde kendisinde gıdâ, devâ, telezzüz gibi bir m enfaat b u lu n an bir
şeyi yutm ak, hem kazâ, hem keffâreti m ûciptir. Ç ü n k ü b u n lard a sûreten ve nıâ-
nen oruç bozm a vardır. O ru ç bozm a tastam am vâki’dir. F a k a t böyle b ir m en
faat b u lu n a n b ir şeyin, yutulm aksızın içeriye, mideye, yâhud dim ağa varm ası
y âh u d m enfaati b u lu n m ıy an b ir şeyin yutulm ası yalnız kazâyı m ûciptir B unun
için su lfata yutm ak hem k azâ ve hem de keffâıeti m ûcip oluı. F a k a t yaraya ak ı
tılan b ir ilâç mideye veyâhud dim ağa varsa dahi yalnız kazâyı m ûcip olur.
5) M uv âk aa (1); kendisinde kemal b u lu n u rsa; yâni şehvetle m uâm ele-i
zevciyede b u lu n u rsa kazâ ve keffâreti m ûciptir. Ç ü n k ü b u tastam am oruç boz
m adır; kemal bulunm azsa yalnız kazâyı m ûciptir.
205
B ir de keffâret, dünyevî t i r cezâdır. B inâenaleyh, onda eksiklik b u lu n m a
mak, özürsüz olmak, orucu zor ile değil kendi isteğiyle, yanılarak değil, bile b i
le bozm uş olmak, oruca geceden niyetlenm iş bulunm ak, oruç bozduktan sonra
kendisine şer'i b ir özür ile iftar m übah olm am ak şarttır. Ç ünkü, şüphe keffâreti
defeder.
işte kaza ve keffâret hakkında bilinm esi lâzım gelen um um î kaide ve esas
lar bunlardır. A şağıdaki yazacağım ız şeyler b u esaslara göre tahlil edilirse kolay
ca anlaşılır.
206
K aza; orucu günü gününe tutm aktır. Keffâret; eğer vakti varsa bir köleyi
âzâd etmektir. O n d a n âciz ise. y âh u d şimdi olduğu gibi öyle bir şey yok ise,
bozduğu b ir gün orucun yerine iki ay veya altm ış gün birbiri ardınca oruç tu t
maktır.
Y aşlılıktan y âhud zaillik ve hastalıktan dolayı oruç tu tm adan âciz ise a lt
mış fakiri sabahlı akşam lı doyurm aktır. D oyurm ak, yedirmek ile de olur; yemek
p arasını eline vermek ile de olur. İşte keffâret budur. B u üç sûretin birisi ile
olur. B unların hiçbirisine gücü yetmezse A lla h ’dan afiv ve m ağfiret ister. B ir
kaç defa keffâreti icâb eder şekilde oruç bozm uş olan kimseye eğer evvelkilerin
keffâreti yapılm am ış ise hepsine b ir keffâret yetişir. (S abîh olan budur.)
Ö zerine keffâret orucu borç olan bir adam , bu iki ay orucu hiç kesmeden
tutm ak lâzımdır. B inâenaleyh, araya R am azan veya oruç tutm ak haram olan
günler gibi başka bir m âni' girerse yeniden başlam ak lâzım dır. M eselâ : E lli beş
gün tu ttu k tan sonra R am azan girerse. R am azan orucunu tu tu p bitirdikten son
ra gerek kendi irâdesiyle, gerek m ecbûren m isâfir olm ak keffâreti kaldırm az, ye
rine geçmez. Ş u kadar ki, kadın, âdet günleri araya girerse o günlerde tutm ıya-
rak, sonra evvelki günlere ekleyip ikmâl eder.
9 — K E F F Â R E T İ ÎSK A A T E D E N ŞEY L E R :
1) pirinç yemek,
2) S âde u n yemek, -
J) içine yağ gibi bir şey koym adan yalnız yoğurulm uş ham ur yemek,
( l m â m - ı M u h a m m e d ' e göre b u n d a n keffâret de lâzım gelir.)
4. B irden, çok m iktarda tuz yemek, azından keffâret de lâzım gelir,
5) Yenmesi m û tad ve devâ kabilinden de olm ıyan bir toprağı yemek,
6) Z ey tin çekirdeği ve şâir b u n a benzer bir şeyi yemek,
7) P am u k ve kâğıt gibi yenmesi m ûtâd olm ıyan bir şeyi yutmak,
8) A yva gibi, olm adan evvel yenm iyen şeyi ham ve çiy olarak ve tuzla-
m ıyarak yemek, (olmuş, pişmiş ve tuzlanm ış olursa keffâret lâzım gelir. M eyve-
207
nın olup olm am ası kestirilemiyeceğinden ve bâzı insanlar ham şeyleri de yedik
lerinden bunların tefriki güçtür. B inâenaleyh, b u n lard an sakınm ak lâzımdır.)
9) H enüz içi olm ıyan tâze cevizi yutmak,
10) K uru ceviz veya fındık ve fıstık ve badem i katı kabuğiyle yutmak,
11) T aş, dem ir, bakır, altın, gümüş veyâhud toprak yutmak,
12) H ukne etmek (arkasından ilâç akıtmak).
13) B u rn u n a ilâç çekmek, (enfiyekeşlerin enfiye çekmeleri böyle değildir.
O n la rd a tam lezzet ve iftar vardır.)
14) B oğazına huni ile bir şey akıtmak, (bu üçü. salıih olan, kazâyı îcâb edib
keffâret lâzım gelmez. F a k a t l m â m - ı E b û Y û s u f a göre keffâret de
lâzım gelir.)
15) K ulağının içine yağ veyâhud su dam latm ak.
16) A ğzına aldığı boyalı ibrişim gibi bir şeyin boyasiyle rengi bozulm uş
olan lükrüğünü yutmak.
17) K arnında veyâhud b aşında olan bir yaraya akıtılan ilâç mideye veyâhud
dim ağa vâsıl olmak. (Ş ürünbiîdii'de. M üîiekaa ve D ürr-i M u h tar da orucun b o
zulm ası mideye veya dim ağa vâsıl olm akla m ukayyettir. M ülteka şerhi M ücm aü'I -
E n h ü r de zikrolunduğuna göre b u suretle orucun bozulm ası l m â m - ı
A " z a m a göredir, l m â m - ı E b û Y û s u f ve l m â m - ı M U-
b a m m e d e göre oruç bozulm az. B inâenaleyh, herhangi bir şırınga ile de
oruç bozulm az...).
208
18) Boğazına yağm ur veyâhud kar kaçıp onu kendi sun'iyle yutm am ış ol
mak, (eğer kendi sun'iyle y utarsa keffâret de Iâzımgelir.)
19) A ğzına alm ış veya b u rn u n a çekmiş olduğu su. yâni m azm aza veya
istinşâk suyu, h atâ olarak boğazına veyâhud genzine gitmiş olmak,
20) Z o rla oruç bozm ak, (velevki zorlam ak karısı tarafından m uvâkaa üze
rine olsun. Karı kocasını, veyâhud koca karısını zorlayarak muâm ele-i zevciyc
vuku bulursa, zorlayana Hem kazâ, hem de keffâret. zorlanana, esaslı ve müf-
tâbih olan, yalnız kazâ Iâzımgelir. Z orlıyan erkek olursa kadına keffâret lâzım
gelm iyeceğinde icm â vardır. Z o rlıyan kadın ise. esah olan, erkeğe keffâret lâzım
gelmez. F etv â da b u n u n üzerinedir, lkrah-ı gayr-i mülci. haram ı m übah kılm az
sa da. şüpheye b in âen keffâreti d e f eder.)
21) D işleri arasın d a noh ut tânesi kadar kalan şeyi yemek,
22) U yurken birisi tarafın d an boğazına su dökülmek.
23) U n u ta ra k yedikten sonra orucu bozuldu zanniyle bilerek yemek ve iç
mek.
24) A ğız dolusu kusmak, (kendisi kusmak. A ğız dolusunun şart olması
E bû Y û s u f a göredir. S a h ih olan budur. F akat zâhir rivâyete göre kendi
kusm ası ağız dolusu olm asa da orucu bozar. Ç ü n k ü hadis-i şerif m utlaktır.)
25) A ğız dolusu gelen veyâhud getirilen kusmayı m ideye çevirmek,
26) K endi isteğiyle m idesine veyâhud genzine dum an sokmak,
27) S a b a h olmuş iken (sabah olup olm adığında) şüphe üzerine sahur ye
mek,
28) G ü n eş b atm ad an evvel —battı zanniyle— iftar etmek,
29) R am azan orucundan gayri bir orucu bozmak, (R am azan orucunun e d a
sından başka bir orucu, bile bile herhangi bir suretle bozduğu vakit yalnız gü
nüne gün kazâ etmek lâzım dır.)
30) C im â 'd a n başka, kadının bir tarafına temas ettirm ek veyâhud öpmek
sûretiyle inzâl vâki' olmak.
31) R am azan orucuna niyet etmiyerek gündüz yiyip içmek. R am azan gü
n ü n d e oruç tutarken bir gün oruca niyetlenm ez ve o gün yerse R am azan orucu
n u bozm ak kastı olm adığından yalnız o günü kazâ etmek lâzım dır (1).
(1) Zeyd-1 m ukim , R am azân -ı Ş erifte savm a n iy e t etm eden sab ah a dâhil olup
ba'dehû ekil ve şürb eyleae Zeyde k e ffâ re t lâzım o lur m u ? El-cevab : Olmaz
BehcetU’l-Fetâvâ.
209
32) O ru çlu iken m isafirliğe niyet edip olduğu m emleket hâricine çıktıktan
sonra orucu bozm ak,
33) H ukne m ahalline parm ak veya şâir vâsıtn ile su. yâhud yağ îsûl el-
mek, bez veya pam uk sokmak.
İşte b u sûrellerden birini yapan bir adam ın orucu bozulur. A ncak keffûrel
lâzım gelmeyip günü gününe kazâ etmek îcâbeder.
11 — ORUÇLUYA ŞU N LA R M EK RU H TUR :
13 — ŞUNLAR M ÜSTEHABDIR :
H içbir özrü yok iken oruç yemek günahtır. Hem de cezası vardır. O ru ç ye
meği mı balı kılan şer i özürler şunlardır : H asta :. yolculuk, m ecburluk, gebelik,
emziklilik, açlık ve susuzluk, düşkünlük, ihtiyarlık. Şim di bunları izah edelim .
1) H astalık : R am azan da salıîh ve sâlim iken hastalanm ış olan bir adam
oruca devâm elliği ve oruç tuttuğu takdirde hastalığının şiddetlenm esinden veyâ-
hud çok sürm esinden korkarsa onu sonru kazâ etmek üzere iftar etmesi ve oruç
tutm am ası caizdir. H astay a bakan da hasta gibidir.
2) R am azan da yolcuların (misafirlerin), oruç tutm ayıp da sonra tutm aları
câizdir. Ş u kadar ki, zayıflığı ve güçlüğü m ûcib değilse, yolculukta oruç tutm ak
efdal ve hayırlıdır.
3) M ecburluk ~ zor görmek. D ediğini yapm ıya kaadir olan bir adam ta
rafından orucu bozması, bozm adığı takdirde kendisini öldüreceği veyâhud vücû
d una bir zarar getireceği söylenirse orucunu bozması câizdir.
4) G eb e veyâhud emzikli olan bir kadın oruç tu ttuğu takdirde kendisine
veyâhud çocuğuna bir zarar geleceğinden korkarsa oruç tutm ayıp sonra kazâ
eder. Em zirdiği çocuk başkasının olsa yine böyledir.
5) O ru ca dayanam am ak; açlığa veya susuzluğa dayanam ayıp, âdetâ aklı
nın ve havassının bozulm asından korkan kimse orucunu bozar ve oruç tutm az.
6) D ü şkü n lü k ve ihtiyarlık; vücûdca günden güne düşm ek ve aşağılam ak
üzere iyice ihtiyarlam ış olan b ir adam a düşkün ve ihtiyar denir. Böyle olan kim
senin oruç tutm am ası câizdir. Böyleleri oruç tutam ıyacakları gibi sonra kazâ da
edem iyeceklerinden oruç tutm ayıp fidye verirler.
N âfile oruç tu ta n la r hakkında (ziyâfet) bir özürdür. B inâenaleyh, gündüz zi-
yâfete çağırılmış olan bir kimsenin böyle oruçlu bulunm asından hâne sahibi hoş
n u t olm azsa, orucunu bozup sonra kazâ etmesi câizdir. Bir güne bir gün kazâ
‘ eder. H ân e sâhibinin oruçlu olması da böyledir. F ak at dikkat edilsin, (nâfile
oruç) olursa! F arz veya vâcib oruçlar için ziyâfet özür olamaz.
211
15 — FİD Y E :
T akatsizliği sonuna kadar devâm eden dtişkün ve geçkin ihtiyarlar farz ve
ya vâcib olan oruç borçlarından ber bir oruca bedel bir fidye verirler. Bir fidye,
bir sadaka-i fıtırdır. Y alnız bir fakire verse de olur. İsterse akşamlı, sabahlı bir
fakiri b ir ay doyurur, isterse eline para verir; isterse toptan, isterse ayrı ayn verir.
Fidye, herhangi bir fakire verilebilir. Böyle olan bir adam fidye vermeye de kaadir
değilse A llâ h u T eâlâ H azretlerinin yarlığam asını, afiv ve mağfiretini diler.
16 — ADAMAK (N E Z İR ) :
Bir şeyi adam ak, vâcib olm ıyan bir şeyi kendisine vâcib kılmaktır.
N ezir ve adam ak, bir ibâdettir. B inâenaleyh, (A llah) için nezir sahihtir. F a
kat nezir sahih olmak için şu üç şartın bulunm ası lâzım dır :
1) A dam ış olduğu şeyin cinsinden bir vâcib, bir farz bulunm ak : N am az,
oruç, zekât gibi.
2) A dam ış olduğu şey esâsen vâcib olm am ak : Beş vakit nam az. R am azan
orucu gibi. (Binâenaleyh, bunları yapacağını adam ak sahih değildir. B unlar
esâsen borçtur.)
3) N ezrolunan şey, bizzat m aksut bir ibâdet olup ibâdete vesile olmamak.
(M eselâ : C âm iye girmek bizzat ibâdet olmayıp ibâdete vesiledir. A bdest alm ak
bizzat ibâdet olm ayıp ibâdete vesiledir. B inâenaleyh, bunları adam ak sahih
değildir.)
A ynı zam anda geçmiş olan bir şeyi adam ak, kendi m alından fazla bir şey
adam ak, kendi m ülkünde olm ıyanı adam ak da sahih değildir.
17 — n e z r i n hüküm leri :
A dak, ya hiçbir şeye bağlı olm ıyarak m utlak olur, yâhud bir şeyin olm ası
na veyâhud olm am asına bağlı olur. M eselâ : B ir gün oruç tutm ayı adam ak m ut
laktır. O n u tutm ası lâzım dır. F ilâ n işim olursa b ir gün oruç tutacağım , yâhud
on fukarâyı sevindireceğim , demek, o işin olm asına bağlı bir adaktır. O işi ne
zam an olursa o zam an adağı yerine getirmesi borçtur. O işi olm adan yaparsa
sahih olmaz. H ırsızlık ve diğer günâh olan bir şeyi yapm ayı nezretmiş olan bir
adam a o nezrini yerine getirmek haram dır. A d ak ta vakit, yer, para, fakir tây in i
ne i'tib â r yoktur. M eselâ ; Bu ayda oruç tutm ayı adam ış olan kimse diğer ayda
tutabilir. S u ltan A hm ed'de iki rek'at nam az kılmayı adam ış olan kimse diğer ay
da tutabilir. S u lta n A hm ed'de iki rek'at nam az kılmayı adam ış olan, başka câ-
mide kılabilir.
Ş u on lirayı filân fakire vereceğim, dediği halde, başka on lirayı başka bir
fakire verse sahih olur. M ah lûk için nezretmek aslft câiz değildir. B inâenaleyh,
türbelere m um , yağ ve kurbanlık adam ak sahih değildir. E ğer orada b u lu n an fu-
212
karâ için. yfthud filân zâtın câm i veya m escidine hasır almayı, kandillerinin y an
m ası için zeytinyağı afmayı veyâhud bu gibi işlere bakanlara para vermeyi a d a r
sa. o zam an hem A lla h için, hem de fukarâya m enfaati olacağından sahih olur.
18 — ISK A A T -I SAVM :
lskaat-ı savm da, iskaat-ı salât gibi farz ve vâcib olarak borç kalmış olan
oruçlara taallû k eder. H er günlük oruca, her nam az için olduğu gibi bir fidye
verilmek lâzım dır. Kazft o lunacak R am azan oruçlarının günleri belli olduğu gibi
adanm ış olan oruçların kaç gün olduğu da bâzan bellidir. Keffâreti varsa onun
da belli olması lâzım dır. V asiyeti de ona göre olur.
213
O TU Z B E Ş İN C İ D E R S
ZEKÂT
1 — ZEKATTA B E L L E N M E Sİ LÂZIM M E SEL E L E R :
Z ek ât da, nam az ve oruç gibi farz-ı ayındır. M âlî bîr ibâdellir. H icretin
ikinci senesi ve orucdan evvel (arz olm uştur. Z ekât K ur An-ı Kerîm de m uhtelif
isimler altın d a ve nam az ile birlikte otuz yedi yerde zikrolunm uştur. M ü slü m an
lıkta b u n u n ehemmiyeti çok büyüktür. Şim di zekât ne demek ve b u n u n kim le
re farz o lduğunu ve kimlere verilebileceğini beyân edelim.
Z ekât. şer an zengin olan M üslüm anın seneden seneye m alından kırkta bi
rini M üsl üm an olan fakire vermesidir.
Z ekât bahsinde bellenecek meseleler şunlardır : Z ekâtın hakikati, sıfatı,
hükm ü, rüknü, sebebi, şartı, m üteallâkı, masrafı.
Z ek âtın hakikati, hususi bir malı, yâni m alının kırkta birini m asraf-ı zekât
ta görülecek olan kimselere vermektir.
Z ek âtın sıfatı, farz-ı k a ti olm asıdır.
Z ek âtın rüknü, temliktir, yâni M üslüm an ve zekât alm ası câiz olan kimseye
m alının kırkta birini ayırıp vermektir. Z ekât verilmek ile d ü nyâda borç ödenmiş,
âh iret te azâb d an kurtularak sevaba istihkak kazanılm ış olur; zekâtın hükm ü iş
le budur.
Z ek âtın sebebi, nisâbdır. N isab ın şer î ma nâsı, m alın zekâta taallûk eden
miktârı demektir. Y âni o m iktar birşey olur ve diğer şartlar da b u lunursa ondan
zekât lâzım gelir demektir. A şağıda izâh edil eceği veçhile bu miktar, güm üşde
ikiyüz dirhem , altın d a yirmi m iskai; devede beş. sığırda oluz, koyunda kırktır.
B unlard an az olana zekât lâzım gelmez.
Z ekât, âkil, baliğ ve hür olup borcundan ve hdccl-i rısfiyye” sinden başka
alış verişle veyâhud doğurm akla arlm ıya kaabil "nisab mikdûrı ve yıllanm ış
malı olan M ü slü m an a borçtur. Z ekâtın şartı budur. İşte böyle bir M üslüm an
şer an zengin sayılır. Şim di b u n u izâlı edelim :
E vvelâ deliye, çocuğa, b unam ış olan kimseye, zekât borç değildir. B u n lar
nam az, oruç, hac ve zekât ile m ükellef değildirler.
{Fakat; Şafiî, M âliki ve H anbelî m ezlıeblerine göre bunlara da zekât vâ-
cibdir. V elîleri b u n ların m allarından zekâtlarını verirler.)
214
Sonra zekât vermek için kul borcundan fazla parası olmak lâzımdır. Borç eski
ve yeni, şalisi ve resmî, isterse kefâlet sûretiyle olsun, her türlü kul borcuna şâ
mildir. H a ttâ geçen seneler üzerine vâcib olup da edâ edemediği zekât borcu da
kul borcudur. B orçlarından fazla olm azsa zekât vâcib değildir.
"H âcel-i asliyye demek; bayatta oldukça insanın m ulıtâç olduğu şeyler d e
mektir. B inâenaleyh, mesken, ev (dükkâna, m ağazaya şâm ildir); nafaka, (yânı
iâşeleri üzerine vâcib olanların bir senelik m asrafları, ev eşyası, yazlık, kışlık el
bise —velevki kifayetten ziyâde olsa bile— avadanlık, binek hayvanları, ticâret
için olm ıyan kitapları, silâhları hep hâcet-i asliyyedendir. İşte borcundan ve
b u n lard an artan ve nisâb m iktârına veya d ah a ziyâdeye bâliğ olan m aldan ze
kât vermek farzdır.
Z ekâtı lâzım olan m allar; altın gümüş, koyun, keçi, sığır, m anda, deve gibi
şeylerle hangi çeşit olursa olsun alıp sattığı m allardır. İşte bunların her sene ze
kâtını vermek farzdır.
G örülüyor ki, zekâtı verilecek m allar iki kısımdır : Bir kısmı koyun ve keçi
gibi m eydanda olanlardır. B unların nisabı şu şekildedir :
K O Y U N V E K E Ç İ IÇ lN Z E K Â T N lS Â B I
B undan sonrası için her yüz koyun veya keçide bir koyun veya keçi verilir.
Y âni (500) de (5), (600) de (6), (700) de (7) ve ilââhirih... 1
215
S IĞ IR V E M A N D A İÇ İN Z E K Â T N tS Â B I
30 dan 39 a kadar bir yaşını ikmâl etmiş bir aded erkek veya dişi dana,
40 59 a k adar iki yaşını ikmâl etm iş bir aded erkek veya dişi dana,
60 " 69 a kadar bir yaşını ikmâl etmiş iki aded erkek veya dişi dana,
70 79 a kadar birisi bir yaşını, diğeri iki yaşını ikmâl etmiş iki dana,
80 " 89 a kadar iki yaşını ikmâl etmiş iki dişi dana.
90 " 99 a kadar bir yaşını ikmâl etm iş Uç dana,
100 " 119 a kadar bir yaşın ı ikmâl etm iş iki ve iki yaşını ikmâl etm iş bir
dişi dana olmak üzere Uç dana,
120 de bir yaşın ı ikmâl etm iş dört veya iki yaşını ikmâl etm iş Uç dana
verilir. Bu h ususta zekât sâhibi m uhayyerdir.
B u n d an sonrası için her 30 da, bir yaşını ikmâl etmiş veya her 40 da, iki
yaşını ikmâl etmiş bir erkek veya dişi dana ilâve olunur.
D E V E L E R İÇ İN Z E K Â T N İS Â B I
B u n d an sonrası için her elli adedine m ukaabll dört yaşında bir dişi deve
ilâve olunur.
A çıkta olm ıyan m alların hesâbı ve zekât lâzım olan mikdârı » k i nisâb de
diğim iz b u d u r— bilm ek m al sâhiplerine âiddir. O n ları bilmek, zengin olan her
mükellefe lâzım m esâildendir. İşte biz de bunları beyân edeceğiz.
216
M ey d an d a olm ıyan m allar başlıca Uç çeşittir :
A ltın , gümüş, ticâret malı. A ltın ile güm üşün nisâbı vardır : N isâb demek,
bir m alın zekât taallû k eden, kendisinden zekât lâzım gelen mikdftrı demektir.
Z ek ât için o m ikdârın bulunm ası lâzım dır. A ltının nisâbı yirmi miskal, güm ü
şün nisabı ikiyiiz dirhem dir. B inâenaleyh, borcundan ve hâcet-i asliyyesinden
fazla yirmi miskal külçe altını, yfthud sikkeli olarak onüç buçuk altını ile bir a l
tın çeyreği, veyfthud ikiyüz dirhem güm üşü veya yirmi altı buçuk mecidiyesi olan
b ir adam a, b u n la r yıllanm ış ise, b u n u n kırkta birini zekât olarak vermek lâzım
dır. B u kadar parası olan b ir adam a b u paran ın üzerinden bir sene geçince ze
kât borç olur.
E ğer böyle sikkeli veya sikkesiz altın ve güm üşü olm az da onların tutarı
kadar kayme, b anknot veya başka para bulunursa, onların da zekâtı verilecektir.
A ltın ve güm üşten yapılm ış olan gerdanlık, bilezik, yüzük, kulak küpesi gibi ziy
net; yfthud ibrik, kaşık vesâire olursa onlara d a zekât lâzım gelir. A ncak b u n la r
d a m u 'teb er olan, vezinleri olup kıymetleri değildir. B ir altın veya altın d an bir
küpe, y âh u d güm üş bir ibrik antika olarak çok para edebilir. Z ek âtta itibâr ona
olm ayıp tartışm adır. A ltın ile güm üş, bakır veya kurşun gibi bir m âdenle karı
şık olursa fazlasına i'tibftr olunur. H âlis olm ıyan altın ve güm üşte altın ziyâde
ise hâlis hükm ündedir.
A lım ve satım m allarının kıymeti de, altın veya güm üş hesftbiyle hesâb edi
lip zekâtı verilir. B ir kim senin m ülkünde bir mikdftr altın, bir m ikdâr gümüş;
biraz da ticâret m alı b u lu n u r ve hepsinin m ecm ûu altın veya gümüş nisftblart-
na bftliğ olursa, o sûretle verilmek lâzımdır.
E lm as yüzük ve küpesi gibi ziynetlerin etrafında b u lu n a n altın veya gümüş,
nisâb m iktarına bftliğ olursa, on lara da zekât lâzım gelir. İnci ve elmas gibi kıy
metli taşlard an yap ılan ziynetlere zekât lâzım gelmezse de etrafındaki altın ve
güm üşe lâzım dır. B ir adam ın incisi, elması, züm rüt, yfthud b u n lara benzer ce-
vâhiri olsa; yfthud evi, hanı, ham am ı, tezgâhı veyfthud ev eşyâsı b u lu n sa eğer
b u n ların satıcısı değil de kendisi için almış ise. zekât lâzım değildir. A lıcı ve
satıcı ise lâzım dır.
B aşka birin d e alacağı olan adam , onu aldığı vakit, geçen seneler için zekâ
tını verir. Z ek âtı verirken veyfthud vermek üzere vekiline teslim ederken veyfthud
m alın ın zekâtını ayırırken, zekât old u ğ u n a niyet etmek şarttır. Z ekâtı alan faki
rin zekât o ld u ğ u n u bilm esi şart değildir. H a ttâ zekât niyetiyle. "Bağışladım , borç ^
verdim " dese sahih olur. A k rabasının fakir çocuklarına verdiği bayram bahşişi
bile niyet ile zekât yerine geçer.
217
2) Yoksullar, lı içirir şeyi olmıyan biçâreler,
3) Kölelikler» kurtulacak kimseler, yâhud köle satın alıp, âzâd edecek kim
seler. Kölelik gibi bir zillet olm adığından onları hürriyete kavuşturm ak için M ü s
lüm anlık gayet m ühim esaslar vaz etmiştir.
d) Borçlular. Borçlu olmak insanın kısmen hürriyetini kaybettirir. Bir borç
luyu alacaklılarının takibinden kurtarm ak için ona zekât verilir.
5) A llah yolunda kalmış olanlar. M eselâ : H ac için, cihad için memleke
tinden çıkıp parasızlıktan dolayı yolda kalmış olanlara, fakir askerlere zekât ver
mek caizdir. Lcvâzım-ı harbiyye alm ak İçin gaazilere, kendilerini ilme vermiş, iş
ve güçden âciz olan talebeye zekât vermek caizdir,
6) Y anında kendisini memleketine götürecek kadar parası olm ıyan yolcula
ra, Bir insan kendi m em leketinde malı, parası çok »İsa da gurbet elinde parasız
kalsa, öylelerine de yoldan kalm am ak ve memleketine gitmek üzere zekât veri
lir. A n a ve baba, büyük an a ve büyük babaya, kendi çocuk ve torunlarına zekât
vermesi sahih değildir. Lâkin kardeşlerine, am casına, dayısına, teyzesine ve sair
ak rabalarına zekâtını verebilir. H attâ böyle zekât alm aları caiz akrabası varsa,
evvelâ onlara vermesi d ah a m ünâsiptir. Z en g in bir adam ın kocada olan fakir
kızına veyâhud büyüm üş olan oğluna başk ala'i zekât %• ebilir.
"H avâic-i asliyyesinden ziyâde on miskal altın bileziğe mâlik olup ondan
gayrı altın ve gümüş bir şeye mâlik olm ıyan bir kadına o bilezik için zekât ver
mek vâcib olmaz. —Behce ye bak__
218
OTUZ A LTIN CI DERS
S A D A K A 1 F IT IR
H ü r ve nisaba m âlik olan İter M üslüm ana. velevki bir özre mebnı oruç tu
tam am ış bile olsa, fıtra vâcibdir.
S adaka-i fıtır. Bayram sab ah ın d an evvel ve sonra her ne zam an verilse sa
hih ve edâ olur. O n u n kazâsı yoktur. A ncak m üsteiıab olan vakit. Bayram n a
m azına çıkılm adan ve h a ttâ B ayram dan bir iki gün evvel verilmesidir. Sadaka-i
fılır. zekât gibi değildir. Akil ve bâliğ olmıyan çocuklarla, deli, bunak d a sada-
ka-i fıtır ile m ükelleftir, v « kadar ki. velîleri veya vasileri onların m alından ve
rir. F arz olan zekât, m alın zekâtıdır. S adaka-i fılır ise baş zekâlıdır. B unun için
dir ki, sadaka-i fıtırda nisabın büyüyücü olması, yıllanm ası ve ticâret malı olm a
sı şart değildir. Bayram sabahı nisaba mâlik olana d a vâc ibd ir. B inâenaleyh,
oturacağı evinden fazla evi olan bir adam a, ev licârel için olm asa da, Fıtra vâcib
olur. H a ttâ otu rd u ğ u evde ihtiyâcından fazla odalar olup da onların kıymeti
(200) dirhem güm üş değerinde olsa, yine sadaka-i Fıtır vâcib olur. S adaka-i fılır
dört cins şeyden verilir :
219
Buğday, arpa, kuru Kurma, kuru üzüm ; buğday ile u n d an 520 dirhem , di
ğerlerinden 1040 dirhem verilir. B u nların kendileri verildiği gibi kıym etlerini ver
mek de cAizdir. Zam A nın ihtiyâcına göre fakirin m enfaati hangisinde ise onu
gözetmek efdâldir.
B ir sadaka-i fıtri yalnız b ir fakire vermek lâzımdır. B ir fıtra iki fakire ayrıl
maz. M ü ftâb ih olan budur.
S adaka-i fıtır niyetle verilir. B u nunla berâber fakire verirken sadaka-i fıtır
o lduğunu bildirm ek lâzım değildir.
B ayram dan evvel herkes fukarâya sadaka-i fıtrasını vermek sûretiyle b ay ram
da fakirlerin de yüzü gülecek; onların da eline birkaç kuruş para geçecek, o gü
n ü n bayram o lduğunu anlıyacaklardır. B inâenaleyh, hal ve vakti yerinde olan
her M üslüm an, sahlhden fakir olanlara, R am azân-ı şerifde fıtrasını vermeli, fu-
karâyı sevindirm elidir. B u sûretle hem borcunu ödemiş, hem de âhirette sevap
kazanm ış, azab d an kurtulm uş olur. Ç ü n k ü sadaka-i fıtri vermek, orucun kabû-
Iüne, d ü n y â ve âhiret selâm etliğine, sekerât-ı m evtden ve kabir azâbından kur-
tulm ıya sebep olduğu beyân olunm aktadır.
220
OTUZ Y ED İN Cİ D ERS
HAC V E KURBAN
1 — HAC K İM LER E F A R Z D IR ? :
Islâm ın beşinci temeli H acc'a gitmektir. H ac, zam ânında Kftbe-i M uazza-
m a’yı ziyâret etmek ve A ra fa t’ta vakfe (durmak) dir.
H ac, vücûdca ve m alca iktidftrı yerinde olan ftkil, bâliğ ve Kür olan M üslü-
m anlara farzdır. Böyle olan M üslüm anın öm ründe bir defa Haccetmesi üzerine
borçtur.
Bir insanın üzerine H ac borç olmak için o adam ın borçlarından, evinden
ve ev eşyasından, tezgâhından, avadanlığından, H acc'a gidip gelinceye kadar ev
lât ve lyâlinin n afakasından fazla parası olmak lâzımdır. Evini, barkını, malını,
m ülkünü satarak H acc'a gitmek. H acı oldu desinler diye, çoluğunun çocuğunun
nafakasını alıp gitmek cftiz değildir.
Ü zerine H ac farz olan her insana o an d a Kemen edâsı farz değildir. H acc'ın
edâsı farz olmak için birtakım şartlar vardır.
Bir kere, yollarda em niyet ve âsâyiş bulunm ak lâzımdır. K adın ise zevci ve-
yâbud bir m ahrem i olm alıdır. Âzftsı sâlim olup kötürüm olm am alıdır. H ac sahih
olm ak için niyet edip ihrftma girmek. Z ilhicce ayının dokuzuncu günü öğle vak
tinden, onuncu, yâni Bayram g ü n ünün tan yeri ağarm azdan biraz evveline ka
dar " A r a fa t” denilen m ahalde bulunm ak, bir de Bayram günü A ra fa t'd a n d ö
nüşte “K&be-i M u a zza m a " yi tavâf etmek, yâni ibâdet kasdiyle K ftbe'nin etra
fında yedi defa dönm ek lâzım dır.. İşte H acc'ın farzı :
“İhram, A ra fa t’da vakfe, T avâf-t ziyâret" den ibârettir.
2 — KURBAN :
221
Ica vermesi: birini eşe dosta hediye etmek, onlara ziyafet vermek: diğerini de n a
fakaları kendi üzerine vâcib olan evlâd ü lyâline bırakmak efdâl ve m üstelıabdır.
H epsini vermek de caizdir.
E ğer kurban kesen kimsenin evinde çoluğu çocuğu çok olup lıâli vakti de
geniş değilse, sadaka ve hediye elmiverek ev halkına bol bol yedirir. K urbanın
derisini de sadaka eder. F ak at onu hüküm etin gösterdiği yere verirse d ah a iyi
yapm ış olur. O n u n için kurban kesilir kesilmez derileri toplıyarak vermek lâzım
dır. Bu sûrelle memlekete âı't çok m ühim bir iş görülmüş olur. K urbanı kesme
den evvel tüyünü kırpmak m ekrûhlur. Şayet kırpmış ise onu da tasndduk. yâni
bir hayra sarfetm elidir.
K urban, hür ve mukim ve nisâba mâlik, yâni şer an zengin M üslüm an üze
rine. ancak kendi nefisleri için vâcib olur. Esalı olan budur. Binâenaleyh, zen
gin olm ıyan küçük çocukları için kurban kesmek babası veya velisi üzerine vâ
cib değildir.
H idâya sahibi, küçük çocuklar için de vâcib olduğuna kaail olmuş ise de,
esalı olan vâcib olm am aktır. Z â h ir rivâyet de budur. F etvâ da zâbirî mezhebe gö
redir (1). Z en g in olan ufak çocukları için kendi m allarından babası veyâhud ve
lîsi üzerine kurban vâcib olup olm adığında ihtilâf olunm uş ise de “M ahsul ’ la
ızâh olunduğu veçhile kendi m allarından da vâcib olm adığı ve esalı olan da bu
olduğudur. S adaka-i fıtra kıyas ederek küçük çocuğu için ebeveynine kurban vâ
cib olduğuna kaail bulunm ak o kadar yerinde bir kıyas değildir. Eğer vâcib ol
sa idi, sadaka-i fılırda olduğu gibi b u n u da Peygam berim iz emreder ve naklolu-
nurdu. E sah olan : N e velisine, ne de çocuğun kendi m alından vâcib değildir (2).
222
K urbanın nisab ın d a, yıllanm ak ve büyüyücii olmak şart olm adığından, kur
ban günleri, nisaba mâlik olan bir adam ın kurban kesmesi vâcib olur. Kendi
o tu rd u ğ u n d an başka bir evi olursa, ticâret ve kira için olm asa bile, yine onun
için kurban vâcibdir. H a ttâ oturduğu evin ihtiyâcından fazla odaları olup da
kıymetleri nisâba baliğ olursa, kurban vâcib olur.
K ulağın küçük veya delik ve dam galı olması kurbana m âni değildir. Eğer
kulağı, ortasından kesilip delinm iş, yûlıud uzunluğuna veya enine yarılmış ve
b u suretle kulağının yarısı veyâhud çoğu gitmiş olursa, câiz olmaz. K ulağı ön
tarafından veya arka tarafın d an yırtık ve her ikisi de çok olursa câiz fakat taîı-
rîm en m ekruhtur. A z ise tenzîiıen m ekruhtur (D ürr-i M uhiar).
H astalığ ı ziyâde olup ölmesi galib olan hayvanı kurban etmek câiz olmaz.
K ulak ve kuyruğunun ve göz n u ru n u n nısfından fazlası gitmiş olan bir hayva
nı kurban etmek câiz değildir. H attâ ihtiyaten, nısfı gitmiş olanı da kurban
etmemeli denilm iştir.
223
Eğer kurbanı alırken bu gibi eksiklik olmayıp, aldıktan sonra m eydana gel
miş ve kurban s&bibi de zengin olup diğer birini d a h a almıya gücü yeterse, onun
yerine başkasını kurban eder. Fakir ise, onu kurban eder. K u rb a n alındıktan
sonra tflUrse, zengin ise bir da ha almak lâzım, fakir ise lâzım değildir (Dürr-i
Muhtar). Kurban, fakirin almasiyle taayyün eder. Binâenaleyh, kurban için alı
n a n hayvan kaybolur veyâhud hırsız tarafından çalınır ve yerine bir kurbanlık
daha alındıktan sonra evvelki kurbanlık m eydana çıkarsa, fakire her ikisini de
kesmek lâzımdır. Z e n g in yalmz birini keser. K urbanı elinden gelirse kendi eliy
le kesmek mendubdur. Elinden gelmezse, yanında bulunarak, başkasına kestirir.
M üslim olmıyana kestirmek mekrûhlur. K urbanı kendisi kesmiyecekse bir kimse
yi vekil edip kendisi yanında bulunm ak müstehabdır. H ayvanı yatırıp hazırladık
tan sonra : "A lidhu E tb e r, Alidhu Efeber. İd ildfıe iild üdhu val'lahu Efcber, AI-
Idfıu E ib e r ve li Ildfıi’I-hamd, bisrni lld/ıi, A llâ h u Ekber." deyip hemen d urm a
d a n hayvanı hoğazlamalıdır. Besmele ile boğazlamak arasına başka bir iş ve
yâhud söz girmemelidir.
4 — K U R B A N IN HÜKM Ü :
K urban kesmenin bükmü, d ünyâda vftcib olan vazifeyi yerine getirmek, borç
tan kurtulmak, âhirette sev&b kazanmaktır.
(1) l b n - 1 Â b l d i n .
224
OTUZ SEK İZİN Cİ DERS
I S L Â M İB Â B E T IN D E K İ F A Z İ L E T L E R
______________ 4
(1) İslâm ibâdetlerindeki yüksek fazilet ve hikm etler, v aktiyle basılm ış olan
Dini Dersler İkinci Kltab’da uzun uzadıya İzah olunm uştur. A rzu edenler m ü rac aa t
ederler.
225
D Ö R D Ü N C Ü BÖLÜM
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ISLÂ M AHLÂKI
AHLÂKİ V A Z İFE L E R
1 — İSLÂM DA AH LA K A V E R İLE N EH EM M İY ET :
2 — A H LA K I V A Z İFE L E R İN AKSÂM I :
3 — İN S A N IN A L LA H ’IN A K A R ŞI V A Z İF E L E R İ:
H er nimet külfete ve külfet ni mete göre olmak, umûmi ve tabii bir kaaide-
dir. H e r nimet bir külfet doğurur. H e r hak, bir vazife karşılığı olarak bulunur.
227
H er kim bir hak elde ederse, karşılığında mutlak sûrette bir vazife ile mükellef
tutulur. Mademki böyledir, A llâ h u T eâlâ nın bize lütfettikleri birçok nimetlere
karşı, o nimeti vereni tanımak, O nun söylediklerini tutmak, O nun gösterdiği
yoldan hiç çıkmamak lâzımdır. Akıl, vicdan b u n u emretmektedir. İnsanlığın
icâbı d a budur. İşte b u n u n içindir ki. her insan A llâh ını tanımak ve O na ibâ
det etmek vazifeleriyle mükellef tutulmuştur. Biz buna, dini vazifeler deriz.
D in, bu vazifelerle mükellef tutmasa bile, yine aklı olan bir insan için bu
kadar sayısız nimetleri veren A llâh ını tanımak ve O na lâzım gelen ta zîmâtı
yapmak bir vazife olurdu. Bu kitabın ikinci ve üçüncü kısımlarında dinî olan
bu vazifelerden uzun uzadıya bahsettik. A llâ h a karşı ibâdet ettikçe imânımız
sağlamlaşır ve ahlâkımız d a o derece yükselir.
Ş üphe yok ki, bizi yaralan A llâ hu T eâlâ dır. Binâenaleyh. O nun Birliğini
ve O n dan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh olmadığını. O nun en yüksek sıfatlar
la muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzeh b u lu n d u ğ u n u tasdik ve itiraf e t
mek bir vazifedir. B ununla berâber. O na karşı dâim â edeb ve terbiyeli b u lu n
mak. ismini hürmet ve ta z im le anmak; O n u n yapın, dediklerini yapmak; y a p
mayın dediklerinden uzak kalmak: O na cân ü gönülden ibâdet etmek, O nun
sevgisini kalbimize yerleştirmek. O na olan sevgi ve duygum uzu d ünyânın her
işinden üstün tutmak; sevdiğini sevmek, yerdiğini yermek lâzımdır, ahlâki vazi
fedir. A llâh a ibâdet ederken. A llâh ı görüyormuşuz gibi ibâdet edeceğiz: bütün
âzâlarımız ve kalbimiz O na bağlı olacak. Biz O nu görmüyorsak da O bizi gö
rüyor ve bü tü n kalbimizden geçenleri biliyor. Eğer A llah korkusunu ve A llah
sevgisini kalbimize yerleştirir ve O nun gösterdiği geniş yoldan sapmazsak, ahlâ-
ken en yüksek bir mertebeye yükseliriz; A llah kusurlarımızı ve günahlarımızı
affeder.
A llâ h u T e â lâ dan sonra en çok hürmet ve ta zîme lâyık olan Peygam beri
miz M u h a m m e d aleyhi's selâm dır. Beşeriyeti zulmet ve dalâlet çuku
rundan çıkaran, b ü tün dünyâyı ilim, adâlet. medeniyet ve fazilet ışıklariyle a y
dınlatan. putperestliği kökünden deviren, mâbetlere hakiki m âbudu sokan, in
sanlığın şerefini yükselten, dünyâ ve âhiret için saâdet kapılarını açan O dur.
O n u n b ü tün hayâtı, beşeriyetin saâdeti uğrunda çalışmakla geçmiştir. B in â e n a
leyh O n u n bütün cihâna Peygamber gönderilmiş olduğunu ve A llah tarafından
getirip söylediği şeylerin hepsinde doğru olduğunu tasdik ve İtiraf etmek biı
\azifedir. O n a karşı en yüksek bir ta z im ve hürmet hisleriyle mütehassis olm a
mak insanlığın şiârına yakışmaz. O na hürmet etmek, adını hürmetle anmak, adı
îınıldığı vakit Salla ilâha aleyhi ve sellem yâhud A leyh i s-selâlü ve s-selâm
demek; O ne söylemiş ise tereddütsüz kabûl etmek; O n u herşeyden, hattâ kendi
228
öz canından da fazla sevmek ahlâki bir vazifedir. O A llah dan ne geiirip haber
vermiş ise. onları öğrenmek; O n u n emreylediği ibâdetleri noksansız olarak y a p
mak; yasak ettiklerinden uzak kalmak: O n u n ahlâkiyle ablaklanmak ve herkesi
de bu yola götürmeye çalışmak üzerimize borçtur. D ü n y â ve âhirette saâdete
ermek ancak bu suretle olacaktır. Ç ü n k ü O . ahlâkı yükseltmek ve beşeriyeti ev
velâ bu dünyâda, sonra âhirette saâdete kavuşturmak için gelmiştir. O n u n asıl
gayesi budur. Böyle yüksek bir ülkünün tahakkukuna çalışmak, şüphe yok ki,
en büyük ve şerefli bir vazifedir.
6 — K U R AN A K A RŞI A H LA K I V A ZİFEM İZ :
PEY G A M B ER E F E N D İM İZ
E. A h
229
K IRK IN CI D E R S
N E F S İM İZ E V E Ş A H S IM IZ A KARŞI V A Z İF E M İZ
Ş üphe yok ki, gerek A lla h 'a gerek O nu n yarattıklarına karşı her türlü v a
zifeyi yapacak olan insanın şahsıdır. B u n u n içindir ki, insan her şeyden evvel
nefsine bakmalı, ona karşı vazifesi ne ise onları yapmalıdır. Peygamberimiz ha-
dis-i şeriflerinde b u n u çok açık olarak bildirmişlerdir. Binâenaleyh, nefst ve şa h
si olan vazifeler nelerden ibarettir, evvelâ bunları kısaca bir gözden geçirelim.
1 — V A Z lF E -î N E F S lY Y E N tN T A R İ F İ :
B u n u gayet şümullü bir sûrette anlatm ak lâzım gelirse şöyle deriz : “N efsi
m uhâfaza ve yükseltmektir." İşte her insan, evvelâ nefsini her türlü maddi ve
mânevi hastalıklardan korumak ve sonra da onu inkişaf ve tekemmül ettirmek,
o n u yükseltmek ile mükelleftir. Demek ki. her insan için en büyük ahlâki vazife,
nefsini m uhâfaza ve terbiye ederek diğer vazifelerini lâyıkiyle yapabilecek bir
dereceye yükseltmektir.
2 — ÎN SA N DEDÎGÎM ÎZ N E D İR ? :
İnsan dediğimiz zaman, iki şey hatıra gelir : G öz ile görülen maddi cisim,
göz ile görülmeyip varlığında akl-ı selimin aslâ şüphe etmediği ruh. Cisim ile
ruh mâhiyetleri i tibâriyle ayrı ayrı şeyler oldukları halde, öyle şâyân-ı hayret
bir şekilde birleşmişler, öyle kaynaşmışlar ki, birinin te sirinden öteki de mütees
sir olur. Cisme mahsus hastalıklar ve hastalığın kendine göre bir ilâcı olduğu
gibi, rû h u n da kendine mahsus hastalıkları ve bunların da ilâcı vardır. Ş u h a l
de kendimize karşı olan vazifelerimiz iki kısım olmuş oluyor : Cismi vazifeler,
rûhî vazifeler.
İnsanın bedenine hücûm ederek onu zaif düşüren, onun şeklini değiştiren
bir takım hastalıklar olduğu gibi, rûha ârız olarak onu hastalandıran, onun m â
nevi sürelini biçiminden çıkaran mânevi hastalıklar ve marazlar vardır. B unda
hiç şüphe yoktur.
B u n u n la beraber te sirli bir nasihatla, yâhud bir tehdit ile aklını başına a l
mış serseriler, azgınlığından vazgeçmiş sefihler de görülmektedir. B unlardan da
anlıyoruz ki, bedene ârız olan hastalıklar gibi, hakiki ilâcı bulunursa, rûha ârız
olan mânevi hastalıkların izâlesi de kaabildir. Esâsen insanın rû h u ve kalbi,
yaradılış i'tibâriyle temizdir ve her kalıba dökülmeye istidâdı olan bir çocuk
230
gibidir. Eğer aklı ba şında bir m ürebbî elinde büyürse ber türlü mânevî h a sta
lıklardan uzak, ulvî ve yüksek bir ruh olarak ortaya çıkar. Kayıtsız mürebbîler
elinde ve fenâ te sirler altında bırakılırsa, sahibinin başına belâ olacak kötü bir
ruh olur.
3 — R Ü H I K U V V ETLER VE H Â D İSE L E R :
Bâzı insanlar yalanı su gibi içer, ağızlarına bile dokundurmazlar; insan var
dır ki, asılsız bir şeyi m üm kün değil ağzına alamaz. İşte bunlar hep ruhda olan
o hey etin, o melekenin te siridir. Görülüyor ki, huy ve ahlâk, menşei i’tibâriyle
rûhî bir kuvvettir.
i — in s a n in a h l â k i m â h iy e t in i g ö s t e r e n n e l e r d ir ? :
Nefsi ve rûhî haller iki kısımdır : Birisi ruhta sâbit ve yerleşmiş bir şey ol
mayıp gelici ve geçici olan şeylerdir. Gerçi b u âdeta bir tabiat, bir huy olmuş
tur. F a k a t bir a n d a gelir gider. U ta n m a k ta n yüzü kızarmak, korkudan benzi sa
rarmak, herhangi bir sebepten ötürü ikide bir gülmek gibi. R u h ta yerleşip mele
ke hâlini almamış olan bu gibi şeyler bir insanın ahlâki mâhiyetini gösteremez.
Böyle geçici hâlât ile bir insanın ahlâkı hakkında bir hüküm verilemez.
Bir de, ruhta yer etmiş, kökleşmiş, kolay kolay değişmiyen şeyler vardır. C ö
mertlik. cesurluk, doğruluk, afif olmak, fenâhktan utanm ak gibi. İşte insanın a h
lâki mâhiyetini tâyin edecek olan bunlardır, çünkü ahlâk denilen şey, esas i'ti-
bâriyle budur. H e r şahıs, kendine mahsus olan b u rûhi melekeler sâyesinde iradî
ve hissi kuvvetlerini istediği bir tarzda kullanabilir. Bunları bozm adan inkişâf
ettirenler iyi işler yapmıya muvaffak olurlar.
insanın göze görünen şekli güzel olmak, güzelliğini m uhâfaza etmek için
yalnız bir cihetinin güzel olması kâfi değildir. Meselâ, b u rn u olmıyan veyâhud
ağzında veya yüzünde bir eksikliği olan bir insanın en güzel gözlere malik ol
ması onun güzelliğini tamamlamaz. H e r sûretle güzel olması için güzel ve ek
siksiz olması lâzımdır. İnsan şekli i'tibâriyle, yüz güzelliği ile, böyle olduğu gi
bi, ruh i'tibâriyle de böyledir.
insanın rû h u n d a dört esas, dört kuvvet vardır. İnsanın ahlâkı güzel olabil-
231
mek için bunların hepsinin güzel olması şarttır. Eğer bunların hepsi mülesâvi-
yeıı güzelleşir, aralarında i tidâl ve münâsebet husule gelirse insanda güzel a h
lâk, güzel huy dediğimiz şey meydana gelir F.ğer bunların biri eksik olursa o
zaman insanın ahlâkı fenalaşır, işi ve sözü de kötü olur. Ö yle ise şimdi bu ci
heti tetkik etmemiz lâzımdır.
ı
5 — RU H VE RÛ H U N K U VV ETLERİ :
’l ukarıda da söylediğim gibi insan denilen şey; yalnız etten, kemikten, kan
ve sinir gibi görmüş olduğumuz maddî unsurlardan ibaret değildir. Ç ü n k ü b u n
lar. sâde insanlarda değil, en basit bir hayvanda da vardır. Bu i tibârla insan
ile hayvan arasında bir fark da yoktur. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran, onlar
dan üstün kılan şey R u h denilen ilahi bir sırdır Ruh. nefis, kalb. akıl gibi
adlar verilen ve her insanın benliğini gösteren bu Sırr i İlâhinin varlığında şüp
he olmamakla berâber bizim için onun hakikatini anlamak da mümkün değildir.
Rıiha âit bizim bildiğimiz bir şey varsa o da ruhun kuvvetleri ve hâdiseleridir.
Biz onu yalnız bunlarla tanırız. Binâenaleyh şahsımıza karşı, ahlâki vazifeleri
mizi lâvıkiyle yapabilmemiz için bunları tetkik ve tâyin etmek ve bu kuvvet
lerin nelerden ibâret olduğunu anlamak lâzımdır (1).
İnsanda dâimâ kendisine faydalı olan şeyleri almak, zararlı olanlara karşı
durmak ve onları itmek isteyen iki kuvvet vardır B u kuvvetlerin tabii ve hakiki
olan vazifeleri budur. İnsanda b u iki kuvvet olmasa, insan yaşayamaz A llah
bunları b u n u n için yaratmıştır. M aam âfih insan yalnız bunların tesiri altında
kalırsa. Iıer ne sûretle olursa olsun kendisine faydalı olanları çekip almaya, za
rar sandıklarını d e f etmiye sa\aşır. Bu kuvvetlerin tesiri altında kaldıkça insan
dâimâ bu yolda hareket etmek ister. F a k a t insanda bir de hayrı şerden iyiyi kö
tüden. hakkı bâtıldan ayırdeden kuvvet vardır, ö te k i kuvvetler tuğyân edip vazi
feleri hâricine çıkar ve her ne sûrelle olursa olsun kendisine faydalı gibi gördü
ğü bir şeyi —sonunu düşünmeyerek başkasının zararına dahi olsa— çekip almak,
zararlı gördüğünü de d e f edip atmak işlerler. B u kuvvet ise. diğerlerinin iste
dikleri şeyleri tedkik ederek, onların iyi veya kötü hak veya bâtıl olduklarını a n
lar ve diğer kuvvetleri itidâle getirir; onları kendi sınırlarından dışarıya çıkarma- 1
232
maya çalışır. Bunların birincisi kuvve-i şeheviyye i(cincisi kuvve i gazabiyve;
bunların arasındaki kuvvet de kuvve i âkile (akledip düşünen) veya kuvve-i âlime
(bilen), kuvve-i m üm eyyize (ayıran kuvvet) dir Bu kuvvetlerin aşırı ve geri olan
cihetleri ayrı ayrı düşünülerek onlar, rezilet ve kötü htıylulugun faziletin ve iyi
huyluluğun itid a l noktaları da faziletin ve iyi hu\ tuluğun esası itibâr olunmuş
ve bu sûretle Fazâil i Erbaa — Dört Fazilet nazariyesi meydana gelmiştir.
8 — R Ü H I H A D İSE L E R VE RÜ H U N KU VV ETLERİ
A hlâk ulemâsı, bilhassa son asırdakiler. ruhî hâdiseleri şöyle tasnif etmiş
lerdir :
233
1) Hissi hâdiseler,
2) Z ih n î hâdiseler,
3) Irâdî hâdiseler.
B u hâdisenin merbut olduğu kuvvet "zih in " veya "m ütefekkire" dir. B u d ü
şüncelerden sonra yapmış olduğum uz münâsebetsizliği düzeltmeye ve bir daha
böyle bir münâsebetsizlik yapmamaya karar veririz ki, b u n a da "irâdî hâdiseler ’
denir.
9 — R U H K U V V E T L ER İN İN K A R ŞIL IK L I T E ’S lR L E R Î :
10 — İŞ İN H İS VE DUYGUYA T E ’S lR t :
H ep bil iriz ki, insan alıştığı şeye karşı fazla bir sevgi duyar, yapmadığı ve-
yâhud bırakıverdiği şeylerden de gittikçe soğur. Alışmadığımız bir işe başladı
ğımız zam an evvelâ güç gelir, birdenbire bizi yıldırır. F a k a t onun ü stünde sebât
edersek, yavaş yavaş ona kalbimiz ısınır, onu sevmiye başlarız. B u n d a n anlaşdı-
234
yor ki, işin duygu üzerinde te’sîri vardır. Binâenaleyh, iyi ve ahlâklı insanlar
arasında yaşar, onlarla düşüp kalkar, güzel ve meşru' işlerle ülfet edersek, his
ve duygularımız yükselir, âdi duygu ve düşüncelerden uzak kalırız. Felsefedeki
“tea llu f k a n u n u ” d a b u n u göstermektedir. Öyle ise, işlerimize, konuştuğumuz
insanlara, b u lunduğum uz muhite iyi dikkat elmemiz îcâbeder. Peygamberimiz.
‘Kişi, d o stu n u n dîni ve gidişi üzerindedir. Binâenaleyh, sizden biriniz dost edi
neceği kim seye iyi dikkat etsin." demekle bu k anunu ve tesiri çok güzel a n
latmıştır.
11 — DUYGUNUN ÎŞ E T E ’S ÎR Î :
Bir insanın severek ve isteyerek yapmış olduğu şeyler iyi, istemiyerek yap
tıkları da fena olur. Yüksek bir duygu ile yapılan vazife ile, istemiyerek yapılan
vazifeler bir olmaz. P a ra ile tululmuş bir askerin, göreceği iş ile: dînine, mille
tine ve memleketine kalben bağlı olan bir askerin göreceği iş de bir olamaz. B u n
lar ve bunlara benziyen birçok misâllerden anlıyoruz ki. duygunun iş üzerinde
te'sîri vardır. Bir adam ın herhangi bir işi, o iş hakkındaki duygusu nisbetinde
olur. Y üksek duygular, yüksek işler doğurur. Binâenaleyh, duygularımızı yükselt
mek, kalbimizde mukaddesâta ve vazifeye karşı yüksek duygular husule getirmi-
yc çalışmak lâzımdır.
12 — ÎŞ ÎN D Ü ŞÜ N CEY E T E ’S lR l :
13 — D Ü ŞÜ N CE VE M U H A K EM EN İN İŞ E T E ’S lR Î :
işin düşünce üzerine te sîri olduğu gibi, düşüncenin de iş üzerine te sîri var
dır. İyi düşünülürse iyi: fenâ ve noksan düşünülürse fenâ karar verilir ve şü p h e
siz ki. o sûretle de harekete geçilir. Binâenaleyh, yaptığı iyi ve doğru olabilmek
için, her şeyi iyi ve b ü tü n etrâfı ile düşünmeye alışmak ve kendisini o yolda ter
biye etmek lâzımdır, in sa n d a fikir ve muhâkeme ne kadar yükselirse, vazife aş
kı, A lla h sevgisi de o nisbette ziyâdeleşir. B u ise en büyük faziletlerin kaynağıdır.
235
14 — DUYGUNUN D ÜŞÜNCEYE T E 'S lR Î :
15 — D Ü ŞÜ N CEN İN H lS VE DUYGUYA T E ’S lR Î :
236
K IR K B lR ÎN C Î DERS
RÜHUN TE RBİY E Sİ
Buraya kadar verdiğimiz izahattan anlaşıldı ki: ruh terbiyesi demek, rûhun
kuvvetlerini ıslâh ve terbiye etmek demektir. Rûbu. kendisine mahsus olan has
talıklardan koruyabilmek ancak bu sûretle olacaktır.
237
ğini biien bir basta da, aklına lâbi' olarak şehvanî olan arzularına mukavemet
ve zararlı şeyleri yememeğe gayret eder. Kuvve-i gazabiye de böyledir. N e zaman
alevlenecek, taşkınlık yapacak olursa, ilim kuvveti onun karşısına dikilerek, ken
disine mahsus olan sının aşmamasını söyler ve onu durdurur. Bu sûretle birine
zulm etmesine, kötülük yapmasına, haset, gıybet, koğuculuk gibi şeylere mey
dan vermez. Ç ü n k ü bu gibi kötü huyların hepsi kuvve-i gazabiyyenin tuğyân edip
tabiî yolunu bırakmasından ileri gelir. Binâenaleyh, insanda celb i m enfaat ve
def’-i mazarrata hizmet eden kuvve-i şehvâniyye ile kuvve-i gazabiyyeyi kendi
vazifeleri hâricine çıkarmamak için riıhun en kuvvetli silâhı, ilim ve düşünce
kuvvetidir.
Eğer akıl kuvveti, ilim ve fazilet silâhı ile diğer kuvvetleri hadlerinde t u
tarsa. o zam an insanda en yüksek faziletler m eydana gelir. Demek oluyor ki :
Şehvânî ve hayvani kuvvetlerin tuğyân etmesiyle, şeytanlara, iblislere bile kıla
vuzluk edecek bir derekeye yuvarlanan insan, akıl ve idrâk kuvvetinin galebe
etmesiyle, melek mertebesine kadar yükselebilecektir. Şu halde, b u his ve kuv
vetleri terbiye ve ıslâh etmek vazifemizdir.
1 — SA H İH VE SAĞLAM B ÎR ITÎK A D :
A hlâk ve faziletin en sağlam kuvve-i müeyyidesi hiç şüphe yok ki, mes’ûli-
yete inanmaktır. Binâenaleyh, ahlâkan yükselmek için evvelâ A llâ h ’m birliğine
238
ve uhrevı mes ûlıyete ve bunları en doğru bir şekilde insanlara fıa te r vermiş
olan peygamberlere inanmak lâzımdır. B u n u n içindir ki. K ur ân-ı Kerîm her şey
den evvel b u n u emretmektedir.
Kuvve-i âkılenin diğer kuvvetleri hükmü altında bulundurm ası için, sahih
ve sağlam bilgiye sahip olmak lâzımdır. E vham ve hurâfat denilen ve şer'i, ilmi
hiçbir delile dayanm ıyan esassız şeylerden dimâğı temizledikten sonra sahih ve
hakiki ilimlerle tezyin etmek, bezemek lâzımdır. M üslümanlık, ilim dini, akıl di
ni. hikmet ve hakikat dinidir. B u n u n içindir ki, akli, fikri ve ahlâki tekâmüle ha-
zırhyan ilmi, kadın ve erkek her ferdin üzerine farz kılmış, dünyâ ve âhiret saâ-
detinin ancak ilim ile m üm kün olabileceğini söylemiştir. Islâmın. tahsilini farz
kıldığı ilimden maksad şu veya b u ilim olmayıp, m utlak ilimdir. H a y a tta lâzım
olan hakiki ilimlerin hepsini bilmek lâzımdır. Ş u kadar ki, dinî zarûretlerden olan
itikad ve ibâdetleri her şeyden önce öğrenmek, ilmihâlini en evvel bellemek, her
M ü slü m a n üzerine farz-ı ayın dır.
H ülâsa : Bedene göre gıda ne ise, rûha göre sahih ve müsbet ilimler de öy
ledir. İlim sâyesinde, kuvve-i âkile iyiyi ve fenâyı anhyarak, diğer kuvvetlere tuğ-
yân etmek istediklerinde, onları ilzâm ve iskat edecektir (1).
4 — İR Â D E N İN T E R B İY E S İ:
Bir insanın başkaları üzerine üstün olması, ancak işi iledir. İnsanın ölçüsü
işidir. İşi, iradeye tâbi dir. İrâde kuvvetinin terbiyesi demek, ahlâki faziletlerle 1
(1) Ahlâk Dersleri adlı kitab ım ızd a bu m eseleler uzun u zadıya an latılm ıştır.
239
/
3) İrâdenin noksanları :
.. M eselâ : Bir şeye karar vermeyi üzerine almıya cesâret edememek, yâhud
birbirine benzemiyen sebeplerle karardan karâra geçmek, kararsızlık denilen
noksandır. Böyle bir insan için de, iş sâhasında muvaffakiyet yoktur.
lıâdesizlik gibi kararsızlık da. insan için rtıhi bir hastalıktır. Bu hastalıklar
la ma lûl olanlardan dosdoğru bir iş beklenemez. Mükemmel bir şahsiyet ve se
ciyeye mâlik olabilmek için irâdelerimizi bu hastalık ve noksanlardan korumak
lâzımdır. Etrâfiyle d üşünüp m uhâkem e ederek kararını verdin mi, arlık A llâ h a
m ütevekkil ol. işine devâm etl m ânâsında olan âyet i kerime bu hususta büyük
bir mürşittir. İrâdeyi bu hastalıklardan ve bu noksanlıklardan korumak için alı-
lâki fazilete rûhum uzu ve irâdemizi alıştırmak lâzımdır.
240
tır. Ç ü n k ü çocuk doğarken temiz bir ahlâk ile, lekesiz t i r kaib ile doğar. O n u
kirletecek, yâlıud daha ziyâde parlatacak olan âilesi ve muhitidir.
Eğer hayra alıştırılırsa, o sûretle büyür, dünyâ ve âhirette mes'ûd olur. Bu-
nun sevabına ebeveyni (anası ve babası) ile, ona b u güzel terbiyeyi verenler de
iştirâk ederler. Eğer çocuk ihmâl edil ir ve kötülüğe alıştırılırsa onun için dünyâ
ve âhirette felâket muhakkaktır. Bunun içindir ki, A llâ h u Teâlâ, Kendinizi, ev
lât ve lydlirıizi ateşlen koruyunuz.’ buyurmuştur.
241
14) Yemekte israf etmemek, lokmasını ve aldığı yemeği bitirmek,
15) A ğzından bir şey çıkarmak icûbedersc. yüzünü sofradan çevirmek ve
sol eli ile almak,
16) Dişleriyle kopo-.mış olduğu lokmayı çorbanın içine sokmamak (diğer
yemekler de böyle).
17) İğrenç ve tiksindirici şeyler söylememek,
18) H elâlînden ve temiz yemek ve A llâh a şükretmek (kaşığını ekmek üs
tüne koymamalı),
19) T oplu yemek yenirken herkes yeyip bitirmedikçe sofradan e! çekmemek
ve kalkmamak (yemeği az yiyen bir adam ise ağır yemeli ve yine yer gibi gö
rünmeli). diğerlerini utandırmamak içindir.
20) Yemeğe evvelâ yaşça veya mevkîce büyük olan zâtın başlaması,
21) Sokaklarda yemek hoş görülmez.
8 — D lL ÎN t T E R B İY E VE ISLA H ETM EK :
242
12 — Dilini iâ’nele ve her ne sCceîie olursa olsun sövmeye ve kaba lâkır
dıya alıştırmamak,
13 — Ketıd isine tevdi edilmiş olan bir sırrı başkasına söylememek.
14 - Yalan yere bir sön vermemek, yapamıyacağı bir şeyi söylememek.
15 _ Yal an söy.emekten, yeminden, gıybel etmekten, koruculuktan sakın
mak,
16 — Başkalariyle alay ölmemek, kimseye kötü bir ad takmamak.
K u.'ûn-ı Kerîm yedi sırıt/ insanın peşinden gitmeyi, onları dinlemeyi yasak
etmiştir ki, şunlardır ;
243
9 — Y A L A N C IL IK V E B U N U N K Ö T Ü L Ü Ğ Ü :
Yalanı şi ddetli bir sûrelle yasak etmiş olan M üsiümanlık bâzı yerlerde ya
lan söylemeği câiz görmüştür :
11 — G IYBET :
244
3) Ayıplarına delâlet eden ibareleri um ûm a veyâhud bir adam a yazmak.
Her ne sûretle olursa olsun koğuculuk en fenâ ve şeytanı bir huydur. İnsan
ların vazifesi ara açmak, ortalığa fitne ve fesat tohumları saçmak değil, ara b u l
mak ve insanları birbirine yaklaştırmaya çalışmaktır. B u n u n içindir ki. K ur ân-ı
Kerîm b u kötü huydan şiddetle menetmişlir. Koğuculuk haramdır.
13 — KOGUCULUGUN İLÂ C I :
245
14 — Î F T lR A E T M E K :
İftira, bir adam a muttasıf olmadığı bir Fenûhğı isnâd etmektir. tflirâ da. gıy
bet de. bâzı kere hırsızlıktan d a h a cinaidir. Ç ü n k ü iftira, bir kere insanlar a t a
sına yayılınca onun aslı olmadığını anlatm ak çok güçtür. H e r ne de olsa d u
yanların kalbinde bir şüphe, bir iz bırakır. B u n u n içindir ki. bir insana iftira
çimek, onun hayâtına, mânevi şeref ve haysiyetine en çirkin bir sûrette tecâvüz
etmek demektir. Bâzen dikkatsizlik eseri olarak söylenilen bir söz, hattâ bir işa
ret, açığa çıkarılıveren bir sır. insanı gülünç bir hâle koyan bir şaka d a insanın
şeref ve haysiyetine karşı çirkin bir tecâvüz sayılır. B unun içindir ki, insanın şe
ref ve haysiyetine karşı bir tecâvüz şeklinde olan her şey ahlâk kanunlarına
mugayirdir. Böyle insanlar. M üslüm anlık nazarında en aşağı ve alçak birer
mahlûktur. Binâenaleyh, dilimizi böyle bir şeye alıştırmamak ahlâkî bir vazifedir.
246
's . 1
16 — GÖZ, K U L A K V E S A ÎR A Z A L A R IN T E R B ÎY E V E IS L A H I :
Bunlar her M üslüm an için dînî ve ahlâkî bir borçtur. Gözümüzle başkala
rının kusur ve ayıplarını görmiye çalışmamak, kulağımızla da bunlardan çekin
melidir.
247
K IR K İK İN C İ D E R S
Ruha göre bir nevi hastalık demek olup, onun yükselmesine ve inkişâfına
nı&ni olan şeylerden bir kısmım yukarıda söyledik. Şimdi de ruhum uzun mufc-
Iasıf olması lâzım gelen faziletlerden bahsedeceğiz.
Fazilet demek, kendisiyle multasıf olan iki vıicud arasında bir âhenk husû
le getiren ruhî seciyeler demektir. Bunun zıddı rezîletlir. Faziletin usûllerini y u
karıda görmüştük. Şimdi o usûllerden çıkan ve kuvâ-yı rûlıiyenin herbirerlerine
ayrı ayrı taallûk u olan bâzı faziletlerle onların zıdlannı hulasaten göreceğiz.
2 — İN A T VE TELEVVUN-1 MlZÂC :
248
3 — N E F S ÎN E H AKÎM OLMAK :
4 — ŞEOÂAT:
A hlâkî bir fazilet olan şecaat . K albde olan hır kuvvet, irâdede olan bir se
bat i ir. Bu faziletle muttasıf olanlar, lüzum unda ve ihtiyaç zamanında, tehlikeler
karşısında aslâ yılmaz ve ölümü hiçe sayarlar. Hayat kavgasında muvaffak olma
nın asıl âmili şecaattir. Bunun içindir ki. her fırsattan istifâde ederek bunun
kuvvetlenmesine çalışmak lâzımdır. Şecaatin aşırı ve ifrat derecesi tehevvür, en
aşağısı da 'cehdnet ~ korkaklık ' dır. B unun her ikisi de kötü huylar ve rühi bir
hastalıktır.
Tehevvür, bir şeyin ilerisini ve gerisini düşünm eden heyecan ile birdenbi
re ortaya atılmaktır. Bu suretle hareket edenler, çok defâ kendilerini tehlikeye
atarlar.
Cebânet, son derece korkaklık demektir. Korkak olan insanlarda sabır ve se
bat da olmıyacağından, hiçbir işle muvaffak olamazlar. Şecaat Peygamberin en
büyük vasıflarındandır. P e y g a m b e r i m i z : Korkaklıkta ar, ileri g it
m ekle şeref nardır, /nsnn korku ile, hükm i kaderden kurtulamaz. buyurm uş
lardır.
5 — TEV A ZU ’, VAKAR :
249
Bunun içindir ki : Müslümanlık, bir laraftan mülevâzi’ olmayı teşvik eder
ken. diğer taraftan onun insanı zillete düşürecek olan derecesinden şiddetle me
nediyor. H a ttâ tevazu' göstermeğe lâyık olanlarla kendilerine karşı vakur dav
ranmak îcâb edenleri de ayırıyor.
Tevâzu' ile vakar ne kadar güzel bir buy ise. kibir ile haysiyetsizlik de o
nisbette kötüdür. Kibir, kendini büyük görmek, başkalarının üstünde tutmaktır
ve çok kötü maraz-ı riıhîdir. Bu hastalıkla mâlûl olanlar konuşmalarında, oturup
kalkmalarında ve hattâ yürüyüşlerinde başkalariyle denk olmak istemezler. R u h
larında kibir denilen mühlik hastalık olanlar, her türlü kötü huylan kendilerin
de toplamış demektir. Bunlar başkalarını dâima lıâkir görürler, hakkı kabul e t
mek istemezler. Ç ü n k ü ruhlarına ağır gelir.
" M ü le v â zi' olan bir adam, ku yu n u n dibinde olsa A llâ h u 7 eâlâ bir rüzgâr
gönderip onu çıkarır."
6 — ÎZ Z E T -t N E F ÎS :
7 — H ÎLÎM :
Son derece hiddetli ve öfkeli olduğu bir zamanda —gücü yelmekle berâber—
kendisini zaptederek öfkesini yenmek ve intikam fikrinden vazgeçmeğe "hilim "
denir. Bu sebeplen dolayı, son derece öfkeli olduğu bir zam anda nefsine sâhib
olarak öfkesini yenebilmek, kendisini hiddet ve öfkenin alevine kaptırmamak en
büyük fazilettir. C âhile karşı merhametle: intikam almıya kaadir b u lunduğu düş
m anına afivle muâmele etmek "hilim" denilen faziletten ileri gelir.
Esâsen hilim demek, alelıtlak yumuşak tabiatlı olmak değildir. Belki intikam
almak elinde olduğu bir vakitte, öfkesini yenebilmek demektir. Binâenaleyh, âciz
250
iken yumuşak tabiatlı görünüb de, eline fırsat geçliğinde intikam scvdâsına dü-
şenlere ' fıalfm ' denemez.
H ilmin zıddı; gazap ile son derece yumuşak tabiatlı olmaktır. G azap, ne ka-
dar mezmum ve kötü bir buy ise, haklarını müdâfaa edemiyecek kadar yumuşak
ve halim olmak da kötü bir huydur. H er ikisi de ruhî bir hastalıktır. Binâenaleyh,
ne öfkesini yenemiyecek kadar hiddetli olmalı, ne de haklarını koruyamıyacak ka
dar yumuşak tabiatlı olmalıdır.
8 — E D E P VE HAVA :
Edep lıer hususta haddini bi lip onu tecâvüz etmemektir. İnsanlar için gerek
A llah'a, gerek insanlara karşı haddini bilmek kadar büyük bir Fazilet yoktur.
Edeb, ahlâk-ı lslâmiyyedendir. Bu fazilete mâlik olmak dünyânın en büyük h a
zînesini elde etmekten da h a kıymetlidir. Bu yüksek fazilete sâhip olmıyanlar, in
sanlığın kemâline yükselemezler. Edepli olmamak, haddini bilmemek, öyle bir
hastalıktır ki, b u nunla mâlûl olanlar, en büyük hatâlara düşebilirler. M ahlûka-
tın en kâmili olan Peygamberimiz M u h a m m e d aîeyhi's-seldm’m sahabe
lerine. “ Siz dünyâ işlerini daha iyi bilirsiniz, buyurmaları, bizim için ne büyük
bir hakikattir. Binâenaleyh, haddini bilip ondan ileriye geçmemek ahlâkî bir va
zifedir; rûhum uzu b u yolda terbiye etmek lâzımdır.
H ayâ, ar ve tekdiri mûcib olan bir kötülükten nefsinin son derece sıkılması,
şiddetle müteessir olması demektir. Buna utanm ak deriz. Böyle bir şeyden sıkıl
mak, en büyük bir fazilettir,
(1) B alkan harbinin k ö tü eller ve ih tira sla rla en fenâ b ir vaziyete sokuldu
ğu za m an lard a Ş âir M e h m e t A k i f ta ra fın d a n söylenen uzun b ir m anzü-
meden alınm ıştır.
251
İnsanları dünyâ ve âhiretle saâdete kavuşturacak olan b ü tün faziletlerin
esâsı A llah dan utanmaktır. Ç ü n k ü Allah d a n uta na n adam, farzları terk ve
münkerâtı irtikâb etmez ve edemez.
Sözü ve özü doğru olmanın içtimâi hayat üzerinde çok mühim bir te’sîri
vardır. Binâenaleyh, çocuklarımıza en evvel b u nun iyiliğini, şeref ve fazilet ve
hayattaki kıymetini belletmek lâzımdır. M üslüm anlık yalancılığı, münâfıklık alâ
metinden sayar. D oğru sözlü olanlar hem A llah yanında, hem de insanlar n a
zarında şerefli insanlardır. Bu yüksek faziletle muttasıl olmak her insan için
bir vazifedir.
Açığa çıkmayıp gizli kalması lâzım olan şeyleri (ister kendi şahsına müteal-
lik. isterse başkasına âit bulu n a n bir sırrı) içinde saklamak büyük bir fazilettir.
252
insanın kendisine âit birtakım şeyler olur ki, onların açığa çıkmasını isteme.'.
Bâzan da başkaları tarafından kendisine güvenilerek tevdi olunmuş gizli şeyler
olur. B unlar da birer sırdır ve kimseye söylememek lâzımdır. İnsan, kendisine
âit olub da alana çıkmasını ve yayılmasını istemediği şeyleri başka birine söyle-
memelidir. Ç ü n k ü kendisinden çıkarak başkasına geçen bir sır. on d a n ona der
ken herhalde yayılacaktır. P e y g a m b e r i m i z : "Sırrını, gizli kalması lâ-
zım gelen bir şeyi saklıyan, işine m âlik olur." buyurmuşlardır.
H ülâsa : Kendi husûsi sırlarımızı saklamak ne derece lâzım ise, bize tevdi
olunmuş bir sırrı saklamak ve kimseye açmamak da, dînî ve ahlâkî bir vazifedir.
Ç ü n k ü bunlar bize emânet edilmiştir. Bizim vicdânımıza emânet edilmiş bir şe
yi saklamamak ahlâksızlığın en büyüğüdür. Hele memleket ve millete âit gizli
kalması lâzımgelen böyle bir şeyi, en yakın ve hattâ mahrem olanlara da söyle
memek lâzımdır. Millet ve memlekete âit kendisine tevdi edilmiş bir sırrı başka
larına söylemek, bütün memleket aleyhinde bir cinâyettir. Peygamberimizin şu
hadis i şeriflerine dikkat buyurulsun : "Birisi sana bir şey söylerken etrâfına ba
kınırsa, o söz em ânettir; başkasına söylenm em esi için tenbîh etmese de onu mu
hâfaza et. M utlak bırakılan sözler de emânettir. E n ehemmiyetsiz olan ve söy
lenmesinde ferdi ve içtimâi bir zarar olmıyan sırları bile saklamıya alışmalı ve
rûhum uzu bu yolda terbiye etmelidir. İşte İslâm ahlâkı budur. 1
11 — İF F E T :
253
lerin şehvanî arzulara son derece mukaavemet etmeleri lâzımdır. Afif ve nefsine
hâkim olmak için dört şey lâzımdır :
12 — EM A N ET VE H lY Â N E T :
Emânet, saklanmak üzere bırakılan bir haktır. Bu. ister A llâh'a âit olsun,
ister kullara âit bir hak olsun; maddî olsun, mânevi olsun, hepsine şâmildir. B i
nâenaleyh, m uhâfaza etmek üzere bize tevdi' edil/niş bir para emânettir. Bize em
niyet edilen ırz ve namus, şahsî veya içtimâi sır bir emânettir. H er ne sûretle
olursa olsun bize tevdi’ edilmiş olan bir emâneti muhâfaza etmek ve onları ye
rine edâ etmek bir vazifedir. O n la ra riâyet etmemek hiyânettir. A llâh'ın emirleri
ve teklifleri de bize birer emânettir; onları da güzelce edâ etmek lâzımdır. Ü ze
rimize aldığımız herhangi bir vazife de emânettir; onları lâyıkiyle yapmamak em â
nete hiyânettir.
Millet ve hükümet malı da bir emânettir. Az olsun, çok olsun bize tevdi’
edilmiş olan böyle bir şeyi m uhâfaza etmek dînî ve ahlâkî bir vazifedir. M ü s lü
manlıkta emânetin mevkii çok yüksektir. Em ânete hiyânet etmek, hey’et-i içti-
mâiyenin nizâmını altüst edecek kadar büyük felâketler doğurabilir. E m ânet e h
line verilmeli ve kendimize verilen bir emânete de hiyânet etmemelidir.
H ülâsa : Bir insan için en büyük meziyet "em in" bir şahsiyet olmaktır. Her
mânâsiyîe güvenilir bir insan olmak ve çocuklarımızı da bu yolda terbiye et
mek. şahsımız için en büyük bir vazifedir.
254
13 — S A B IR :
Sabır, rûhun öyle bir meleke ve seciyesidir ki. hak yolunda, taham m ülü
müşkül olan ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak bu sayede olabilir. Bir
hakkı müdâfaa ve m uhâfaza husûsunda gösterilen sebat ancak bu seciye ile olur.
İnsan, şeref ve haysiyetini, nâm us ve istiklâlini m uhâfaza uğrunda karşılaşacağı
müşkillere b u sâyede tahammül edebilir. Evet A llâ h ’ın emirlerini tamâmen yeri
ne getirmek ve nefse hoş gelen fenâ arzularla, taham m ülü güç musibetlere m ukaa
vemet edebilmek için rû h u n böyle bir kuvvete mâlik olması lâzımdır. İyi d ü şü
nülecek olursa her muvaffakiyetin, her kemâlin, bütün faziletlerin anası, sabır
denilen bu güzel huydur. H e r türlü rezâletin sebebi de b u n u n azlığı veyâhud
yokluğudur. Başka hiçbir fazilet b u n u n la boy ölçüşemez. B u n u n içindir ki, bu
seciye K ıır’â n ’in yetmişten ziyâde yerinde medh ve senâ edilmiştir.
255
1) Tedavisi mümkün bir hastalığa tutulmuş olan bir adamın, onun çare
sine hiç bakmıyarak. oturup da. Ben A llah elan gelen helaya sabredenlerdenim ;
m ü m in in silâhı sabırdır.’ demesi doğru bir şey olmaz. Ç ü n k ü burada sabır, bir
taraftan sebebine yapışmakla beraber, diğer taraftan da acizlik göstermemek ve
elinden geldiği kadar çalışmaktır.
2) D üşm a n esâretine düşmüş olanların ona razı olup oturmaları da sabır
değil, belki meskenete boyun eğmektir. Asıl sabır, o esaretten kurtulmak için her
türlü mabrûmiyele katlanabilmektir.
3) M üslüm anlığın en mühim tekliflerinden biri " ilim sahibi olmaktır. B u
nu n için, şüphe yok ki, senelerce didinmek ve zam anına göre mahı ûmiyetlere
katlanmak, yâni sabır denilen seciyeye mâlik olmak lâzımdır. B u seciyeye mâlik
olmıyanlar nefse güç gelen meşakkatlere ve nefislerinin arzularına mukaavemet
edemiyeceklerinden tahsillerini yarı yolda bırakıverirler.
4) Balı i 1 bir adamın hayırlı işlere para vermemesinin başlıca sebebi, ken
disinde sabır denilen kuvvetin zaifliğinden başka bir şey değildir. Bu zavallı
adam, günün birinde üzerine çökebileceğini tahayyül eylediği zarûrete karşı d u
rabilecek bir sabra, bir metânele mâlik olsaydı bu hastalıkla mâlûl olmazdı.
5) Müsrif bir adamın, nefsânî arzuları için birçok paraları mahvetmesi,
şelıvânî arzularının esiri olan bir adamın kötülük içine dalarak, elinde, a v u c u n
da olanı bitirmesi, sabırsızlıktan başka bir şey değildir. Eğer bu adam, nefsinin
lenâ arzularına mukaavemet ederek, kendisini çekip çevirebilecek bir sabra m â
lik olsaydı, ne serveti elinden gider, ne de böyle felâketlere düşerdi.
"Sonra nam az, oruç, zekât gibi tekâlif i şer'iyyeyi yapm ak için de sabır lâ
zım. Ç ü n k ü ne kadar kolay olsa yine nefse tekliftir. O n u n için bu gibi şeyler
den nefis hoşlanm az. T enbelliği bırakıp da vakti vaktinde nam az kılm ak, p in
tiliği ayak altına alıp da m alının zekâtını vermek, hayırlı yere para ile yardım da
256
t u l u f i m a t ; nefsinin en büyü k arzularına karşı gelerek oruç tutabilm ek az fed a
kârlık m ıd ır? B unlar içi» az sabır mı lâzım ? Sonra nefsin meşru olm ıyan birta-
kım arzularına karşı gelmek, nefsi, onları yapm aktan alıkoym ak elbette sabır ile
olur. A h b a p ve yûrânm ölümü, müzmin bir hastalık, m alın ziy&ı, bedenindeki
ûzâlardan birinin mühim t i r sftrcfie musibete dûçâr olması gibi euuei ve âhir
insanın iıûde ve ihtiyarında olm ıyan bir tabım kaza ve musibetler karşısında ah
vah etm eyip sabretm ek de. Kur ân in öğdüğü sabırdır ve yüksek bir fazilettir.
Bir insanın hiddetine mağlûp olmaması, yorucu bir vazifenin üzüntülerine kat
lanması, ûile efradının, insanlık İcâbı, can sıkıcı hallerine tahammül etmesi; bir
ananın, bir babanın hasla yaum sunun eziyetlerine katlanm ası, bir insanın, bir
likte yaşadığı insanların birtakım kusur ve kabahatlerine göz yumması, hep sabır
denilen bu seciyeye bağlıdır "
İ4 —■ C Ö M E R T L İK :
Cömerttik, rûlıun öyle bir melekesidir ki. insanı, muhtaç olanlara veya her
hangi hayırlı bir işe para ile yardım etmiye sevkeder. Bu haslete mâlik olanlar,
ferdî ve içtimâi her hayırlı ve her lüzumlu şeye yardım ederler. Hiçbir kimsenin
zorlaması o/mıyaıak yedil meşini de severler: bunların kalbleri pek zengin olur.
Cümerl olan, aynı zam anda iktisad ve tasarruf sahibi de olur. Ç ü n k ü iklisad ve
tasarruf demek, hiç sarfeimemek. yâhud vara yoğa saçmak değil, içtimâi mevkii
nin îı'âbâtına göre sarfetmek demektir. İşte cömertlik de aşağı yukarı bu demek
tir. B unun zıddı israf ile bahillik {cimri, pinti demek) tir. Cömeıtiik ne kadar
iyi bir huy ise, bunlar da, o derece kötü ve şer an mezmumdur.
M addî ve mânevi servetini beyhude yere telef eden, içtimâi hal ve mevkii
ile mütenâsip olmıyan, gel irini giderini bilmiyen, lüzumsuz masraflara giren her
adam a müsrif denir. Bu. gayet kötü bir huydur. M üslüm anlık h u n d a n şiddetle
menetmiştir.
Bahillik de tam am en b u n u n aksidir. Şer an ve aklen para ile yardım etmek
lâyık olan hayırlı işlere para vermemek demektir.
Pinti olan bir adam, kendi İçtimaî mevkiine lâyık sarfiyatta bulunamaz. Bu huy
da olanlar, yalnız biriktirmek isterler. Bunların, nazarında para, iüzûm unda sarfet
mek için değil, biriktirmek için kazanılır. Pintilik gitgide hisset ve denâele kadar
ilerler. Bu sûrelle kendi zarûrt ihtiyaçları için de para sarfetmez bir bâfe gelir.
B u n u n içindir ki, b u gibi adamların birçoklarının sofrasında bir fakirin sofra
sından ziyâde bir şey bulunmaz.
K ur an ı Kerîm, isrnfın da, pintiliğin de en kötü ve insana yakışmayan bir
buy olduğunu söylemiştir. Binâenaleyh, her ne olursa olsun cömert olmalı, zen-
257
gin kalbli olmalı, m uhtaçlara ve hayırlı işlere kendi hâline göre, velevki çok az
da olsa, yardım etmiye alışmalıdır. Müsrif olmaktan, cimrilikten uzak kalmalıdır.
15 — ULÜVV Ü H İM M ET :
V elh â sıl : Sebat ve metânet, nefse hâkim olmak, hilim. izzet-i nefis, doğru
söylemek, sim m uhâfaza etmek, iffet, cömertlik, alçak gönüllü olmak, şecâat, sö
zünde durmak, şefkat ve merhamet sâhibi olmak, kusurları affetmek, öfkesini
yenmek, edeb ve bayâ, emâneti korumak, temiz kalbli olmak gibi ne kadar güzel
huylar varsa onlarla ülfet etmek, rûhum uzu onlara alıştırmak bir vazifedir.
Sonra birdenbire hiddet etmek, korkaklık, inad, renkten renge girmek, lü
zumsuz yere öfkelenmek, büsbütün yumuşak tabiatlı olmak, utanmamak, ağzı
pis olmak, müsrif ve sefih olmak, ahmaklık, aşağı tabiatlı olmak, kin tutmak,
hased etmek, kibirlenmek, kendini beğenmek, başkalariyle eğlenmek, yalan söy
lemek, iftira etmek, gıybet yapmak, haksızlık etmek, hiyânet etmek, insanlar a ra
sına nifak ve fesad saçmak, pintilik gibi bir kısmı kuvve-i hissiyyeye, bir kısmı
da kuvve-i zihniyeye, bir kısmı da kuvve-i irâdiyeye taallûk eden kötü huylar
dan ve nefsâni m arazlardan rûhum uzu temizlemek lâzımdır.
R ûhi hastalıkların ilâcı demek olan güzel huyların İslâm'da çok mühim bir
mevkii olduğunu söylemiye hâcet yoktur. İslâm'ın gayesi ahlâktır. Böyle olmasay
dı P e y g a m b e r i m i z : “ Ben ancak mekûrim-i ahlâkı tam am lam ak için
gönderildim ." buyurmazlardı. P e y g a m b e r i m i z A llâ h 'a yalvarırken :
"Yâ R a b ! A h lâ k ın en güzellerine varm ak için bana yol göster. Z trâ en güzel
ahlâkı bildirecek ve gösterecek ancak Ş en sin ! Yâ R a b ! F enâ ahlâkı benden uzak
tut. Ç ü n k ü ahlâkın kötüsünü benden uzaklaştıracak ancak Ş en sin ." buyururlar
dı. S ıh h a t ve âfiyet isterken güzel ahlâkı da berâber isterlerdi. "B ir M üslüm an,
ahlâkını güzelleştire güzelleştire C ennete gireceğini, kötü ahlâk sahiplerinin de
nihâyet C ehennem i boylayacaklarını, ahlâkı güzel olan bir adam uyurken de
A llâ h ' ’ın rahm etine nâil olacağını" söylemişlerdir.
258
G üzel ahlâk hakkında Peygamberimizin sözlerinden birkaçını buraya y a
zıyorum :
259
18) Bir gün Peygamberimizin yanında bir ta d ın d a n söz açıldı : Her yün
oruç tular, brilün gece namaz t dar, f a ta l a h la tı İyi değildir; (fitiyle tomşulorını
incitir, dediler. Peygamberimiz de ; " O ta d ın d a bayır yotlıır; Cehennem fittir,
buyurdu. A rlık güzel ahlâkın Islâm da ne derece mühim olduğunu aıdamafıdır.
19) Bir kul ahlâkını güzelleştirm edikçe. gayzmı yenmeditçe. te n d i nefsi
için isfediğini b a l t a l a n için de arzu etmeditçe imârımı kemâle erdiremez. A mâl i
sâb/ta işlemediği balde ya/mz /s/âm/orın bayrına çahşmahfn Cennete girmiş n i
ce timseler nardır.
20) Bir timsenin tafbi. dili ile beraber, dili de talbiyle beraber olup SÖ2 İİ
işine uygun oîm nm atfan tu rlu lm a d ıtç a . tom şusu kendisinin şerrinden emin ol
m adıtça mü miri olamaz.
21) I laftın gelip geçeceği yerden eza çere c e t bir şevi kaldırıp bir yere «i
m a t da im ândan bir cüz dür.
22) İmârım en şereflisi, rıâsın senden emin olmasıdır. Islâm m en şereflisi,
elivle ve diliyle b a lta eza elmİyendir.
23) A/ld/ı a ee âbiret gününe îmârıı ulan, tam şularına iyilit yapsın; Af lâfı a
ce âbiret gününe îmânı olan, misâ/irferine itrâ m efsirı; Allâfı a oe âbirel g ü n ü
ne imânı olan, bayr söylesin, yâhud bir şey söylemesin.
24) A lla h a ve âbiret yününe îmânı olan tom şu/a nnı incitmesin.
25) A llah a ve â/ıirel gününe îmânı olan, M iislümana t o r t u cermesiıı; onu
ieldşa cermesirı.
2t>) Inlikam alrnıyn mırtied/r iten ö/tesini yenenlerin talbirıi Allab îmân
ce emniyetle doldurur.
2 ,) Ö /te sin i yenenlerin ayıplarını A llab örter.
28) Y alandan sa tm ın , ç ü n t ü yafan bir iara/la, imân bir tarafladır. Yalan
ile im ân bir arada bulunam azlar.
29) O oğrudan ayrılmayınız. Ç ü n t ü doğrulut, îyîlîtle beraberdir. Bunların
her ikisi C ennettedir. Yatandan uzak taliniz. Ç ü n t ü yalan, tö f ü lü tle berâber
dır. B u n u n ikisi de C ehennem idir.
30) H atibi m uslini; eliyle diliyle ta m şu la rın a ezâ e/miyendir. M ü miri de;
tınsın emniyetini tozarları, tendisine can ce mal emniyet edilebilendir.
31) Komşu! arı. şerrinden emin olmryan, iam mü min değildir.
Şahsımıza karşı ruhi ve cismi olmak üzere iki türlü vazifemiz olduğunu söy
lemişi ik Buraya kadar birinci kısmı hakkında biraz ma lûmat verdik. Şimdi ikin
ci kısımdan da kısaca bahsedeceğiz. Sağlam atıl, sağlam cücûlfa olur.’ B in â
enaleyh sıhhatin kıymetini zam anında lakdir ederek onu korumaya çalışmak lâ
zımdır, P e y g a m b e r i m i z : Kıyamet gününde insan en ecuel sıhhati-
260
t
(1) Cüzzam h astalığ ı k ö tü ve bulaşıcı b ir h a sta lık tır. B una m iskinlik illeti
denir. V ücudda y a ra la r çık ar ve derileri dökülür.
26 i
K IR K ÜÇÜNCÜ D ERS
A İLE V A Z İFE L E R İ
1 — A İL E ne d e m e k t ir v e b u n u n EH EM M İY ETİ :
Şahsi vazifelerden sonra aile vazifeleri gelir. Aile, her ferdin mensub oldu
ğu ufak bir cemiyettir. B u n u n âzâlannı; karı, koca, ana, baba, çocuklar, hısım vc
akraba teşkil etmektedir.
2 — A İL E V A Z İF E L E R İN İN A K Ş A M I:
S — K A RI İL E KOCANIN B lR B lR L E R ÎN E K A R ŞIL IK L I V A Z İF E L E R İ :
M üslüm anlıkta kadının da, erkeğin de ayrı ayrı ha kla n ve vazifeleri vardır.
Biraz da bunlardan bahsedeceğiz: Karı ile koca arasında her şeyden evvel, karşı-
262
Iıklı ve samimî bir sevgi olmalıdır. H e r birisi yekdiğerini ölünceye kadar bayat
yoldaşı ve sır arkadaşı bilmek lâzımdır. Evlenmiş olan bir erkek evinden başka bir
şey düşünmemeli, kurmak istediği yuvayı sağlamlaştırmak için dâimâ çalışmalıdır.
Evine yan bakarak, âileye vereceği kuvvet ve servetin, m uhabbet ve meveddetin
bir kısmını hârice götürmek ve b u sûretle âile rabıtasını gevşetmek çok çirkin bir
harekettir. M üslüm anlık b u n u yasak etmiştir. Erkek, âile reisi olduğu cihetle b ü
tün hârici işleri düşünmek, evin ve ailenin her türlü ihtiyaçlarını tamamlamıya
çalışmak kendisine âit bir vazifedir. Sonra karısının i tikaad, ibâdet ve ahlâkını
yoklayarak bu hususda bir eksiği varsa, onu da öğretmek erkeğin vazifesidir. Aynı
zamanda, kadınlara karşı dâimâ nezâketle ve yumuşaklıkla muâmelede b u lu n m a
lıdır. Kadının olurolmaz sözlerinden müteessir olup da onunla gürültü yapmıya
kalkışmamalı, onun asabiyetine karşı erkek ağırbaşlılık göstermeli ve işi çığırından
çıkarmamalı. Aradaki bağın daha ziyâde kuvvetlenmesi için böyle yapmak lâzımdır.
P e y g a m b e r E f e n d i m i z , “ M ü m in le rin im ânca en kâm il olanları
ahlâk i güzel ve âilesine nezâketle m uâm ele edenleridir. S izin hayırlınız, karısına
hayırlı olandır. B en âilem e karşı sizin en hayırlm ızım ." buyurmuşlardır.
Karı-koca arasındaki bağın her gün bir kat da ha kuvvetleşmesi için kadın da
kocasını evin reisi tanımak, ona sevgi ve saygı ile bağlanmak, ev idâresine ve ço
cuklarının terbiyesine çok dikkat etmek, kocanın kazandıklarını isrâf etmekten ko
rumak ve evine sâhib olmak lâzımdır. Peygamberimiz M u h a m m e d aley-
h i’s-selâm buyuruyor ki : “K ıyâm et gününde kadın evvelâ nam azından, sonra
da kocasına itâat edip etm ediğinden sorulacaktır.” N am azını kılan, orucunu tu
tan. nefsini haram dan saklayan, kocasına itâat eden kadının gideceği yer doğruca
Cennet'tir.
263
manevî bir çok hastalıkları da ana ve ba b a d a n alırlar. O n la rın hayırlı veya h a
yırsız bir insan olabilmeleri her şeyden ziyâde aldıkları terbiyeye bağlıdır. Bunun
içindir ki, P e y g a m b e r i m i z : "Ç ocuklarınıza iyi bakınız. O nları güzel
terbiye ediniz." buyurmuşlardır. Bir insanın dünyâya gelmesine sebep olmak iş
d< fiil. asıl iş. onu hem kendisine, hem de m ensûb olduğu millete ve b ü tü n bir
beşeriyete faydalı bir adam olarak yetiştirebilmektir.
Çocuk doğduktan i tibâren alıı yedi yaşm a kadar devâm eden ilk devirde
ana ile babanın ilk ve en mühim vazifesi sıhhati koruma kaidelerine göre çocuğun
sıhhatini korumak ve onun her sûrelle inkişâfına çalışmaktır. B ununla berâber a h
lâki olan birçok cihetlerde çocuğa güzel nüm ûne olmağa da çalışmak lâzımdır.
Asıl terbiye devri b u n d a n som a on iki ve on dörde kadar devâm eden devir
dir. Bu devirde ana ile babanın vazifeleri çok ehemmiyetlidir. Ç ocuğun istikbâli
asıl bu devirde başlıyacaktır. Bu devirde ana ile baba arasında mevcut sevgi veya
uygunsuzluk hislerinden çocuk da pek ziyâde müteessir olur. B unun içindir ki.
ana. baba dâimâ güzel bir misâl olmıya çalışmalıdır.
2 64
1ıtri istidatlarını anlıyarak onun d a h a ziyâde inkişâfına çalışmak lâzımdır. Ç o
cuklar; bâzı ahvalde nefsâni arzu ve tahriklere kapılmamanm ihtiyat, akıl ve h ik
met m uklezâsı olduğunu, bu tahriklerden kaçm ak lâzım geldiğini, meselâ: dostla
rım ızın bize zarar verebileceklerini anladığım ız zam an onlarla m ünâsebeti kesmek,
zih n im ize fenâ jikir verecek kitapları, manzaraları bırakmak m uvâfık olacağını,
hattâ îcâbederse m ahalleyi ve şehri değiştirm iye kadar ileri varmayı öğrenm eli
dir." (1).
1) A nasına, babasına ihsan etmek, (sözü, işi varsa malı ile iyilikte b u lu n
mak).
2) A n a ile babaya (üf) bile dememek; onlara karşı gerek dili, gerek tavır
ve hareketiyle en ufak bir hürmetsizliği, bıkkınlığı andıracak hiçbir şeyde b u l u n
mamak.
4) Yüzlerine sert ve öfkeli bakmamak, onlara karşı ekşi ve asık suratlı ol
mayıp. dâima güler yüzlü, yumuşak sözlü olmak,
265
8) O nla rın hizmetlerini kendi hizmetlerimizin üstüne geçirmek. O n la rı yar
dıma m uhtaç bir vaziyette görünce, bütün varlığımızla onların yardımına koşmalı
ve bu vazifeyi yaparken onların izzet-i nefislerini asla kırmıyarak seve seve yap-
mıya çalışmalıdır. Ç ü n k ü bizim yardıma muhtâc olduğumuz zam anlarda onlar
bizim için her türlü fedakârlığa katlanmışlar, bu uğurda şahsi haysiyetlerine açı
lan yaralara bile ehemmiyet vermemişlerdi. O n la r vaktinde bizim nelerimize kat
lanmadılar! Hem de onlar vazifelerini seve seve yaptılar, bizi dâimâ sevdiler. Bize
zam ânına göre acı söylemişlerse, onu da yine sevdiklerinden söylemişlerdir. Eğer
bunları düşünecek olursak, onlara karşı yapacağımız yardımlar ne kadar yüksek
olsa yine hiçtir.
9) Bir yerde otururken anamız veya babamız gelecek olursa hemen ayağa
kalkmalı ve onlar oturmadıkça ve müsâadelerini almadıkça oturmamalıdır. Pey
gamberimiz süt anasının geldiğini görünce hemen ayağa kalkmışlar ve sırtlarındaki
abayı çıkarıp altına sermişlerdir.
10) Yolda giderken önlerine geçmemek,
11) O n la rd a n müsâade alm adan bir yere misâfiriiğe gitmemek.
12) Ö ldüklerinde onları dâimâ rahmetle anmak, dâim â hayır d u â etmek;
onlar için hayır yapmak, onların vasiyyetlerini yerine getirmek, dostlarına ikrânı
etmek, onlara başkasının fenâ ve kaba sözler söylemesine sebep olmamak.
İşte bunlar hep M üslümanlığın bize öğrettiği ahlâki vazifelerdir. Bunları yap
mak husûsunda kusur göstermemek lâzımdır. A n a ve babam ıza iyilik yaparsak,
onları kendimizden mem nun edersek, çocuklarımızdan iyilik görürüz.
Şimdi şu Âyet-i Kerîme'yc dikkat ediniz : "R abbin, şunları kat’t olarak fer
m an buyurdu: tbâbeti ancak kendisine ediniz ve babaya anaya ihsan ve iyilik
yapın; birisi yâ h u d ikisi de yanında (eline baktıkları bir sırada) ihtiyarlık hâline
gelirse, sakın onlara " ü f" dem e (bıkkınlık gösterme), onlara darılma ve yüzlerine
bağırma, ikisine de ikramlı ve tatlı söz söyle. İkisine de m erham etten düşünerek,
acıyarak, kanat indir ve de ki: R a b b im ! İkisine de merhamet buyur, onlar beni
küçük iken nasıl terbiye elmiş (merhametle besleyip büyütmüşlerse) S e n de her
ikisine m erham et buyur, R a b b in iz gönüllerinizdekini (ananıza, babanıza karşı gel
mek veya iyilikte bulunm ak istediğinizi) daha iyi bilir. A n a , baba haklarında iyilik
ederseniz, A lla h sizi yarlığar, çü nkü O , günaha tevbe edenlere m uhakkak gafur
dur." (1).
1) A lla h 'ın rızâsı, ana ve babayı kendisinden m em nun ve râzı etm ekle ka za
nılır.1
266
2) A n a ya , babaya itâat, A llâ h ’a ilâaltir; onlara karşı gelmek A llâ h ’a karşı
gelmektir.
3) C ennet, anaların ayakları altındadır.
4) A nasına, babasına herhangi bir sûretle, h ü zü n ve keder veren, büyük gü
nah kazanır.
5) Şunlar, en büyü k günahlardır; A llâ h ’a şerik koşmak, anaya, babaya karşı
gelmek, insan öldürm ek, yalan yere yem in etmek.
6) E y M üslüm anlar! A lla h ’dan korkun ve hısım larınızı arayıp sorun, çü nkü
b undan daha çabuk görülen bir sevap yoktur. Isyûndan sakınınız. Ç ü n k ü bunun
cezâsı her şeyden çabuktur. S a kın anaya, babaya karşı gelm eyin, çü nkü C ennetin
güzel kokuları dörtyüz yıllık yoldan duyu ld u ğ u halde A llâ h a yem in ederim ki
anaya, babaya âsi onlarla hısım ve akrabasını tanım ıyanlar, bu kokuyu duyam ı-
yacaklardır.
7) A llâ h u Teâlâ her günahtan istediğini K ıyâm et gününe bırakır. A n ca k
anaya, babaya âsi olm anın cezdsını dünyâda iken verm ekte acele eder, bun u n ce-
zâsını dünyâda iken de gösterir.
8) A llâ h ın en sevdiği amel, vaktinde kılm an nam az ile anaya, babaya ya
pılan iyiliktir.
9) H iç şüphe yok ki: Uç kim senin duâsı kabûl olur: B abanın çocuklarına
duâsı, m isâfirin duâsı, m a zlâ m un duâsı.
10) Y azıklar olsun o adama, yazıklar olsun o adama, yazıklar olsun o adama
ki: yanında anası, yâhud babası veya her ikisi de ihtiyarlıyor da. sonra o adam da
C ennete giremez. (Yâni bunlara hizmet ederek AIIâK'ın rızasını kazanıp da C e n
nete nftil olamıyor. D em ek istiyor ki. ihtiyar ana veya babasının rızâsını almış olan
bir adam Cennete girer. Böyle a na ve babası olup da bunların gönlünü almamış
olanlara yazıklar olsun.)
11) Kime iyilik edeyim diye soran bir Sahâbeye P e y g a m b e r i m i z
şu cevâbı vermiştir: A nanıza, (üç defa bunu tekrarlamıştır..) babanıza, daha sonra
en yakın olanlara.
12) A n a ve babasına iyilik yaparak onların gönlünü alanlara m üjdeler olsun,
A lla h onların öm ürlerini bereketlendirir.
267
A nam ız ne zahmetlerle bizi dokuz ay karnında taşımış, bin türlü eziyetle do
ğurmuş. bizim için aylarca, yıllarca uykusuz kalmış, sabahlara kadar beşiklerimi
zin üstünde durup meme vermiş, hep bizim rahatımızı düşünüp, kendisi rahat y ü
zü görmemiştir. Babamız da kışın soğuklarında, yazın sıcaklarında dışarıda çalıştı:
bir gün evde oturup rahat rahat dinlenmedi. Hep bizi düşündü. Hep bizim için
çalıştı. U ykusunda bile bizi düşündü. O n la r bizim için çalışırken, günde birkaç
defâ pisliğimizi yıkar, yatağımızı yaparken hiçbir kere b urun kıvırmadılar, yüz ek-
şitmediler. H ep sevdiler, okşadılar. A m an, evlâdım bir şey olmasın diye üstü
müze titrediler. Yavrum dedikçe ağızlarından bal akıyordu. Şayet darıldıkları,
suıat ettikleri olmuş ise. yine aşırı derece sevdiklerinden ileri gelmiştir.
H ü lâ s a : Biz muhtaç iken onlar bize baktılar, bizim için lıer acıya katlandılar.
Her şeye göğüs gerdiler ve onların biç birisini başımıza kakmadılar. Ş u n u yaptım,
şunu yedirdim demediler. İşle bunun içindir ki; ana ve baba hakkı pek büyüktür.
O nların haklarını ödemek pek güçtür. Mademki üzerimizde onların bu kadar hak
kı vardır; bu bizmellerini. hu iyiliklerini bilip de ona göre hizmetlerinde b u lu n
mak bize borçlur. Biz onlara hiçbir suretle itaatsizlik etmiyeceğiz, onların sözün
den çıkmıyacağız. O nların razı o'nıadığı şeylerden vaz geçeceğiz. O n la rın gönlü
nü yıkmıyacağız. E n büyük günah Allah a şirk, ondan sonra anaya ve babaya
itâatsizlik olduğunu, anasına, babasına itaatsiz olan bir adamın işlediği iyiliğin.
Iıayr ve hasenatın A llah yanı nda bir kıymeti olmıyacağım unutmıyabm. Hele on
lar bize muhtaç olurlarsa kendi hizmetimizden evvel onların hizmetine koşacağız.
O n! ara karşı şefkatli, merhametli ve alçak gönüllü, edebli ve terbiyeli olacağız.
Yaptığımız iyilikleri başlarına kakmıyacağrz. sözlerini güzel güzel dinliyeceğiz. ay
rı evde olurursak sık sık ziyaretlerine gitmek, uzak memlekette iseler mektupla, h e
diye ile hatırlarını sormak vazifemizdir, işte böylelikledir ki, onların haklarını bir
dereceye kadar ödeyebiliriz. Anasına, babasına surat edenler, onların kalbini kı
ranlar. dünyâ ve âhirette rahat ve saadet yüzü görmezler. Etliklerinin cezâsını
herhalde görürler.
Anaya, babaya dünyâda iyilik yapmak nasıl borç ise, öldükleri vakit onlar
için hayır ile dua etmek, onlar tçin A llah dan rahmet ve mağfiret istemek, onların
borçları varsa ödemek, onlar nâm ına hayır yapmak, vasiyetlerini yerine getirmek,
dostlarım ve abbablarınr her vakit arayıp sormak da vazifemizdir. Bu vazifeleri
mizi eksiksiz bir surette yapmalıyız.
7 — K A R D E ŞL E R İN B İR B İR L E R İN E K A R ŞI V A Z İF E L E R İ ;
268
dar samimî ve kuvvetli olursa, aile ocağının kuvvet ve samimiyeti de o derece
sağlam olur.
9 — H E LÂ L O L M A Y A N L A R :
Şimdi bu âyet-i kerîme ile nikâhı haram kılınmış olan şeyleri şöyle bir sıraya
koyalım:
269
2) Kızlarınız (ister doğrudan doğruya kendi kızlarınız, gerek oğullarınızın
veya kızlarınızın kızları olan torunlarınız vç torunlarınızın torunları),
3) Kız kardeşleriniz (gerek a na ba b a bir, gerek b a b a bir veyâbud a n a bir,
b ü tü n kız kardeşleriniz),
4) Halalarınız, (babalarınızın, dedelerinizin her ne sûretle olursa olsun kız
kardeşleri),
5) Teyzeleriniz (analarınızın ve ninelerinizin kız kardeşleri olan büyük, kü
çük b ü tü n teyzeleriniz),
6) Erkek kardeşlerinizin veyâbud kız kardeşlerinizin kızları (kardeşlerinizin
kendi kızı veyâbud torunları, bütün yeğenleriniz).
7) Sizi emzirmiş olan analarınız (yâni süt analarınız ve nineleriniz),
8) S ü t kız kardeşleriniz (süt-ana. süt-hemşire, süt-baba. süt-kızlar, süt-hala-
lar, süt-teyzeler, süt-birâder ve kızlar da yukarıdaki bükümdedir),
9) N ikâhlı karılarınızın anaları (kayın-analannız ve kayın-nineleriniz),
10) Kendile riyle zifafa girdiğiniz kadınlarınızdan olan üvey kızlarınız (yâni
aldığınız kadının başka kocadan olan kızları demektir ki, umûmiyetle yanlarında
bulunur ve terbiyeleri altında büyür. Başka yerde olsalar, büküm yine böyledir).
11) Gelinler (yâni oğullarınızın ve bütün torunlarınızın karıları).
İşte bunlarla evlenmek dînen câiz değildir. H attâ gayrimeşrû bir sûrette m ü
nâsebette b u lunduğu bir kadının kızı ile evlenmek de câiz değildir.
12 — KOMŞU H A K K I:
270
te bulunmamak, dînimizin cmreylediği bir vazifedir. Eliyle, diliyle, tavır ve hare
ketleriyle komşularını inciten, komşuları aç iken kendi rabat rabat vakit geçirip on
ları arayıp sormayanlar, bakiki mü min sayılamazlar. M üslüm anlıkta komşu hakkı
na pek ziyâde ehemmiyet verilmiştir. P e y g a m b e r i m i z ' in şu hadis-i
şeriflerine dikkat buyurunuz: Komşuları, şerrinden em in olmıyanlar, hakikî mü -
m in değildir." Yanındaki komşuları aç iken evinde rahat rahat karnını doyurup
onlara bakmıyan dahi m ü min değildir.
271
K IR K D Ö R D Ü N C Ü D E R S
1 — M EM LEKET V A Z İFE L E R İ :
2 — FE R D L E R İN H Ü KÜ M ETE K A R ŞI V A Z İF E L E R İ :
Her ferd borcunu ve askerliğini seve seve yapmak lâzımdır. Asker A llâh im
ve Peygamberine kuvvetli bir îmân ile memleket ve millet vazifesini yapmıya koş
malı ve bu yüksek vazifeden asla kaçmamalıdır. Müslümanlık nazarında en büyük
günahlardan biri de askerlikten kaçmaktır. D üşm a n karşısında bulunan bir Islâm
askeri, ancak bir maksada mebnî geriye çekilebilir: Tekrar hücûm veyâhud di-
272
ger bir fırkaya illilıak etmek yâni kum andanın düşmanı yenmek için kurduğu plâ
nın tatbiki için. Böyle yüksek bir maksat olmıyarak düşm ana arka çeviren, en b ü
yük bir günahı irtikûb etmiştir. (1).
4 — İÇTİM AÎ HAK VE V A Z İF E L E R :
Islâmda içtimâi vazifeleri tâyin eden birçok âyât-ı kerîme ve ahâdîs-i şerî-
le vardır. B unlardan bir - iki tanesini b urada yazıyorum : "A lla h , adâletle, ih
san ve iyilikle emreder. A d â let ediniz., İyiliğe yardım ediniz. (2).
' K endi nefsin için arzu eylediğin şeyi başkaları için de isle; kendi nefsin
için islem ediğin şeyi başkaları için de arzu etme. (3). Bu âyât-ı kerîmede ev
velâ adâletle emrolunuyoruz. Adâlet, her şeyi yerli yerinde yapmak, herkesin
hakkını tanımak ve hiçbir kimseye hiçbir sûretle zarar yapmamaktır, lhsân et
mek demek, iyilik yapmak, maddi ve mânevi yardım etmek demektir. B inâ e na
leyh. bu âyet-i kerîme ile hadîs-i şerif, b ü tün aksâmiyle içtimâi vazife ve hakla
rın en açık düsturlarmdandır.
273
H ülâsa : M üslüm anlığın şu esaslarına gö:c Jıer M üslüm an için içtimâi
vazifelerin en birincisi "şahsa ihtiram" dır. Şahıs demek; kendisi gibi olan di
ğer insanların bedenî ve şahsî kuvvetleri, aklî ve rûhî melekeleri, hayatı, şeref
ve nâmusu, meşrû’ ihtirasları, hürriyeti, m u’tekadûtı, emlâk ve emvâli demektir.
K ur’dn^ı Kerim adaletle emretmekle b ü tün bunlara hürmet etmeyi farz kıl
mıştır.
6 — İN T İH A R M EŞRÜ ’ VE A H LÂ K İ DEĞİÜDİR :
H ayat, insan için tabii bir hak olması esâsından ikinci bir netice da h a çı
kıyor ki. o da intihârın meşrû' olmamasıdır. İnsanda başkalarının b u haklarına
tecâvüz etmek selâhiyeti olmadığı gibi, kendi hayâtına tecâvüz etmek selâhiyeti
de yoktur. A hlâk kanunları insana, başkasının hayâtına tecâvüz etmek hakkını
vermediği gibi, kendi hayâtına tecâvüz etmek hakkını da vermemiştir. M ü slü m a n
lıkta intihar memnu' ve yasaktır.
İntihar eden adam : Ben yalnız kendime karşı cinâyeti irtikâb ediyorum,
diyemez. Ç ü n k ü bu. şahsî ahlâkı inkârdan başka bir şey değildir. Z îrâ biz. yal
nız kendimiz için değil, ancak içinde bulunduğum uz insanlar için yaşarız. C e
miyete faydalı olmak bizim için içtimâi bir vazifedir. Evet, bir adam ın kendi nef
sinde tasarrufa hakkı vardır. F a k a t cemiyete hizmetten kaçmamak şartiyle; hal
buki intihar eden bir adam vazifeden kaçıyor demektir. İşte bun u n içindir ki, in
tihar meşrû’ bir hareket değildir. Bıçak ile intihar eden bir S a h âbe'nin cenâze
nam azında Peygamberimiz bulunmamış ve onun cenâze namazını kılmaktan çe
kinmiştir.
A H âhu T eâlâ tarafından kendisine verilmiş olan hayâtı m uhâfaza etmek için
çalışmak her ferdin esas vazîfelerindcndir. O n u n içindir ki. üzerine hücûm ede-
274
rek hayâtına kasteden bir kimseye karşı hayâtını m uhafazaya çalışırken, başka
sûretle m üdâfaadan âciz kalan bir adamın, hücûm edeni öldürmesi, ahlâk k a n u n
larına mugayir sayılmamıştır. Böyle bir vaziyette kalan kimse için ahlâk k a nu
n u n u ayak altına aldı denilemez. Ç ü n k ü bu adam tecâvüz etmemiş, yalnız tecâ
vüzü defetmek mevkiinde bulunmuştur.
11 — İSTİH ZA , ALAY E TM EK :
Istihzâ demek, sözü ile veyâhud hareketleriyle bir insanı eğlence yapmak,
o nunla alay etmektir. Bir insanı karşısına alarak onunla alay etmek, onu hiçe sa
yarak kendisini çok yüksek görmektir. A ynı zam anda bu. kurnazca sövmektir.
275
i
B unu yazı ile yapmak da aynı şeydir. H e r ne suretle olursa olsun başkalariyle
eğlenmek, onu, kötü ve sevmiyeceği lâkaplarla çağırmak, ahlâk bakımından pek
kötü bir şeydir. Ç ü n k ü bu, insana çok ıstırap veren bir yaradır. İnsanlar istihza
ve alay olunm aktan başka her şeyi kolay unutabilirler. B u n u n içindir ki. M ü s
lümanlık b u kötü huydan şiddetle ve k a t i olarak menetmiştir (1).
M üslüm anlık istihzâyı meneylediği gibi insanlara açıktan açığa sövüp say
mayı. onları tahkir etmeyi de yasak etmiştir. Ç ü n k ü bu sûretle bir insanın ha-
yât-ı mâneviyesine tecâvüz etmek de ahlâk yokluğundan, terbiye noksanlığından
ileri gelen bir şeydir. Böyle olan kimseler ahlâkî faziletlerden, insânt meziyetler
den soyulmuş sayılırlar. M üslümanlıkda, değil insanlara, hayvanlara da kaba ve
çirkin lâkırdılar söylemek yasaktır.
13 — B A ŞK A LA R IN I KÖTÜ SANMAK :
276
I
dan. gidişinden ve gelişinden şüpheye düşüp de onun kötü olduğuna hüküm ver
memelidir. Kur'ûn-ı Kerîm in bize kat t olan emir ve tavsiyeleri budur.
14 — HİCVETM EK :
Çok defalar alay etmenin, birini gülünç bir hâle koym anın şâirâne olan kıs
mına hiciv denir. Şiirler ve manzûmelerle birini tahkir etmek, onun haysiyetine
dokunmak da, ahlâk kanunlarına uygun bir hareket değildir. Bilhassa b u n u n
insanlar arasında bıraktığı te’sir d a h a çabuk intişâr eder ve uzun zam an yaşar.
O n u n için bu, d a h a kötü bir huydur.. B unlardan da vazgeçmek lâzımdır. M aa-
mafih, ahlâk kanunlarının bizden beklediği vazife, yalnız başkalarının he rha n
gi bir şeref ve haysiyetine tecâvüz etmemek değil, belki yanımızda böyle bir şey
vuku’ bulduğu vakit onlara karşı sükût etmiyerek —yapabilirsek— haysiyetine te
câvüz olunan kardeşimizi m üdâfaa etmektir. Eğer nefsimizi b u yolda terbiye ede
bilmiş isek ahlâkan yükselmişiz demektir.
15 — H A SET E TM EK = ÇEKEM EM EK :
Bir kısmını buraya kadar saymış olduğumuz kötü huyların başlıca sebebi
hased denilen ahlâksızlıktır. Şimdi b u n u da biraz izâh edelim : "H ased; bir kim
senin m addî ve mâneoi hâiz olduğu m evkii ve şöhreti çekem eyip, onun —kendi
sine gelm esini istesin, isterse islem esin— zevûlini ve ondan gitmesini arzu etm ek''
demektir. H ased kalbî olan hastalıklardandır. M üslümanlıkta, b u da büyük gü
nahlardandır. Ç ü n k ü bu. her türlü kötülüklere sebeptir. Başkalarının eline geçen
nimetleri çekememek, o nimetleri onlarda gördükçe kabına sığamamak ve b u n
dan ötürü o nimetlerin ondan gitmesini istemek hastalığına yakalanmış olan bir
adam, onun hakkında her türlü fenâlığı söylemekten ve elinden gelen kötülüğü
yapm aktan çekinmez. O n u n şeref ve şöhretini lekelemek için her türlü alçaklığı
yapmak ister.
16 — G IPTA İM REN M EK :
277
nu n içindir ki, terbiye mütehassısları şahsi meyiller arasında gıptaya hususi bir
yer verilmesine taraftar oluyorlar. Yalnız b u n u hasede vardırmamak şarttır. Bi
nâenaleyh çocuklarda da bu fikri uyandırırken, bun u n hasede vardm lm am asına
çok dikkat etmek lâzımdır.
Mesken demek, insanın oturduğu yer (evi, obası veya odası) demektir. İn
sanın hayâtı, nâmusu, şeref ve haysiyeti, malı "mesken" ile m uhâfaza olunur.
Binâenaleyh, "m eskenlere taarruz edilem ez" esâsı da en tabii bir şeydir. Bir kim
senin evine, odasına tecâvüz etmek, yâhud izin alm adan bunlara girmek, yâhud
içindeki şeyleri görmiye çalışmak ayıp ve çirkin bir harekettir.
278
Bu iiç vaktin gerisinde çocuklarla hizmetçiler izin alm adan girebilirler.
M aam âfih yine izin almaları iyidir. F a k a t bâliğ olanlar ber vakit izin ile girerler.
Bir gün P e y g a m b e r i m i z e S a hâ be 'de n biri gelerek : “ Yd Resûlâllah!
A n a m ın odasına girmek islediğim de kendisinden izin alayım m ı?” diye sordu.
P e y g a m b e r i m i z : "E vet, hor ne zam an girmek islersen izin ile girecek
sin .” buyurdu.
H ülâsa : Başkasına âid bir eve veya odaya girileceği vakit mutlaka içerde-
kilerden izin almak lâzımdır. İzin alm adan içeri girmek câiz ve ahlâki bir şey de
ğildir. M üslüm anlık bu yolda emretmektedir.
19 — İSIİÂMDA Z İY A R E T İN E D E B L E R İ :
1) Ziyâreti m ünâsib bir vakitte yapmak lâzımdır. Uyku, yemek, tam iş za
m anlarında bir yere ziyârete gidilemez.
3) Bir eve veyâhud bir odaya girmek için her şeyden evvel, kapı açık d a
hi olsa, yine kapıyı vurarak sâhibinin iznini almak lâzımdır. E v sâhibi b u lu n
maz. veyâhud içeri girilmesine izin verilmezse eve girmek câiz değildir. P e y
g a m b e r i m i z : “Ü ç defâ izin istendiği halde izin verilmezse, yâni içeri
den ses gelm ezse, geriye d ö n ü n ." buyurmuştur.
279
6) izin ile eve girildikten sonra evin köşesine bucağına bakılmaz, deliğin
den. bucağından gözetlenmez.
7) Ziyâretine gittiğiniz ev sahibinin sevincine ve kederine iştirâk etmek,
ev sahibi neş eli ise neş'eli görünmek, kederli ise kendisi onun kederine iştirâk
etmek ve ona teselli verecek sözlerde bulunmak.
8) Ziyâretine gidilen evde, sâhibinin meşgûl olduğu, yâhud başka bir ta
rafa gitmek üzere hazırlanmakta olduğu görülürse, yâhud otururken tekrar tekrar
saatına bakmıya başlarsa İliç sezdirmeden ev sâhibinden izin alarak dönmelidir.
280
A llâlıu T eâiâ Hazretleri adaletle emrettiği için başka insanlara biçbir sû-
retle zarar yapmamak kat i bir vazifedir. Fakat yalnız b u n d a n dolayı iftihar ede
meyiz. Bununla beraber insanların iyiliğine koşmak, onların saadeti için de ça
lışmak ahlâkî bir vazifedir. Bu kısım vazifemizi de yaparsak, işte o vakit tam
vazifemizi yapmış sayılırız.
24 — YARDIM IN E N FAY D A LI Ş E K İL L E R İ :
281
ce azalmasına çalışmaktır. Bu i libarla muhtaçlara, yetimlere, maddi ve mânevi
yardımda bulunmak, onları korumak ve gözetmek ahlâki bir borçtur. M ü slü m a n
lık bu yolda emretmiştir.
26 — SUÇLULA RI A FF E T M E K :
B ununla d a kalmıyarak, kötülüğe karşı bir de iyilik yapm ak var ki. bu ar
tık insanlığın ve ahlâkın »en yüksek basam ağına çıkmak demektir. G ö rd ü ğ ü kötü
lükten dolayı nefsinde husûle gelen hiddet ve galeyânı yenerek nefsi tutmak,
nefsine hâkim olmak, şüphe yok ki, en büyük fazilettir.
282
27 — BÜ TÜ N HAYVANLARA K A RŞI Ş E F K A T :
Şimdi M üslüm anlığın her M ü slü m a n a tâlim eylemiş olduğu içtimâi vazife
leri kısaca bir hülâsa yapalım :
29 — K U L H A K K I :
283
ı
Haklarından vaz geçer, bizi affeder, bize merhamet eder. F a k a t üzerimizde kul
hakkı olursa ondan kurtulmak çok zordur.
284
K IR K B E Ş lN C Î D E R S
İS L Â M IN H A R A M V E Y A S A K E Y L E D İĞ İ Ş E Y L E R V E
B U N L A R D A N B İRİN İ Y A P M A N I N C E Z Â S I
285
14) Akmış kan ve domuz eti (bunlar K u r a n d a k i muharremâtın en sarih
lerindendir),
15) Dikili taşlar ve putlar üzerinde kesilen kurban,
16) Yırtıcı bir hayvan tarafından telef edilen, parçalanan hayvan,
17) S ıhha tına zararı olan şeyleri yemek, veyâhud içmek,
18) Z in a veya Iivâta etmek.
19) Dili ile birinin nâm usuna tecâvüz etmek, nam uslu bir kadına iftira
edip nam usunu lekelemek,
20) Büyü yapmak ve büyücülerin sözlerini kabûl ve tasdik etmek,
21) Başkasının arkasından —duyduğu zaman hoşlanmıyacağı ayıp ve ek
siklerini— söylemek,
22) Başkalariyle her ne sûretle olursa olsun, istihza ve alay etmek; onlara
kötü lâkab takmak,
23) Başkasına iftira etmek (yâni yapmamış ve söylememiş olduğu bir şeyi,
yaptı veya söyledi diye isnad ve b ü h ta n d a bulunmak),
24) H ased etmek, kin gütmek, dargın durmak,
25) Y alan söylemek, yalan yere yemin etmek,
26) Askerlikten kaçmak, harb m eydanında düşm andan yüz çevirmek ve
kaçmak,
27) Eliyle veyâhud diliyle başkalarına zarar yapmak,
28) Yetimlerin mallarını korumıyarak yemek veya isrâf etmek.
29) T a rtıla n ve ölçüleri alırken fazla, verirken noksan yapmak,
30) Allâlı'a, Peygambere ve emânetlere lıiyânet etmek.
31) A hd in d e durmamak.
32) Kendisine tevdi olunan bir sırrı ifşâ etmek, dile vermek,
33) İnsanlar arasına nifak saçmak,
34) Yeryüzünde bizzat veya bilvâsıta fesad çıkarmak, ortalığı kanştırmak.
35) Komşularına ezâ ve cefâ yapmak.
36) Başkalarının ayıp ve eksiklerini araştırmak.
37) Elinde olan malını uluorta saçmak veyâhud b ü sb ü tü n pinti ve cimri
olmak,
38) Başkasının evine, obasına ve odasına tecâvüz etmek, veya habersiz
girmek,
39) Kendisini büyük görüp başkalarını hiçe saymak ve halktan yüz çevir
mek (kibirli ve mağrur),
40) M a l ve evlâdın çokluğuna güvenip A llâ h 'ı unutmak,
41) K ur’ân âyetlerini zâhir m a'nâsından çıkararak kendi arzusuna göre
te vil etmek (A llâh’a iftirâ),
42) İyice bilmediği bir şey hakkında hüküm vermek,
43) Sû-i z a nda bulunm ak (başkaları hakkında iyice bilmeden, görmeden
şüpheye düşmek, onu kötü sanmak).
286
44) İki yüzlü olmak (içi bir türlü, görünüşü başka türlü olmak, birine bir
türlü, diğerine başka türlü söylemek).
45) Kötü, günahkâr, karıştırıcı ve yalancı insanlarla düşüp kalkmak,
46) Başkasının anasına, babasına lanet okuyarak kendi ana ve babasına
lânet ettirmek,
47) İbâdetini, yâhud yaptığı iyilikleri A llah için değil, gösteriş için yapmak,
48) Z ulm e ve fenâlığa yardım etmek.
İşte bunlar ve bunlara benzer birtakım şeyler vardır ki. M üslüm anlık o nla
rı yasak etmiştir, haram kılmıştır.
M üslüm anlığın yasak eylediği bu gibi şeylerden birini yapmak, yâhud söyle
mek. A lla h ’ın emirlerine karşı gelmek olduğu için günahtır. Bunlarda, ferdî ve
içtimâi, maddi ve mânevi zararlar da bulunacağı şüphesizdir. B ununla berâber,
bu yasakları tanımamanın, derecelerine göre, dünyâ ve âhirette cezâlan da var
dır. Ş üphe yok ki, iyiliğin de, fenâlığın da dereceleri vardır. Faydası büyük olan
bir iyiliğin A lla h yanında ecir ve sevâbı. mükâfatı da büyüktür. Faydası böyle
olmıyanın sevâbı da elbette b u n d a n az olur. Z ararı âm ve şümûllü olan kötü
lükler de. insanı helâke sürükleyen büyük günahlardandır. İşte b u n u n içindir ki,
bu saydığımız şeylerden b â z d a n diğerlerine nisbetle hafif veyâlıud ağır olabilir.
Meselâ: H e r ne sûretle olursa olsun yalan, ahlâk ve terbiyeye uygun olmıyan bir
harekettir. M üslüm anlık b u n u yasak etmiştir. Fakat ferdi veyâhud cemiyeti z a
rara sokacak olan bir yalan, böyle bir zarar getirmiyecek olan yalandan dalış
büyük günah ve cezâsı da h a ağırdır. M aam âfih alılâkan yükselebilmek için M ü s
lümanlığın yasak eylemiş olduğu şeylerin hepsinden sakınmak ve uzak kalmak
üzerimize farzdır. Şurası da muhakkaktır ki: küçük bir günah, onu işlemekte İs
rar edildikçe, küçüklükte kalmıyarak büyük günahlar sırasına geçer. Tevbe ve
istiğfar ile. yaptığına pişman olmak ile de büyük günahlar affolunur. Ancak
kul hakkı olursa sâhibiyle helâllaşmak lâzımdır.
287
K IR K A LTIN CI D ERS
HAKİKİ V E K O R A N A H L Â K İY L E A H L Â K L A N M I Ş
BİR M Ü S L Ü M A N N A S I L O L M A L I?
288
15) Başkal arına karşı kibirlenmez, büyüklük satmaz.
16) Kötülüğün, hayâsızlığın her türlüsünden, gizlisinden ve açığından, b ü
yüğünden. küçüğünden sakınır. Halkın iyiliğine çalışır.
1/) ö z ü sözüne, içi dışına uygun ve dosdoğru olur.
18) Her nerede olursa olsun, veievki kendi aleyhinde bile olsa, bak ve a d a
letten ayrılmaz.
19) D üşm anlarına karşı da adâleti. insafı bırakmaz, onların düşmanlıkları
dolayısiyle adaleti çiğnemez.
20) Yalan söylemez, yalan yere yemin etmez, yalan şahitliği yapmaz. H a k
sızlığa karşı nefret duyar.
21) Alçak ve süllî arzulata uyarak doğru yoldan sapmaz, kötülerle düşüp
kalkmaz.
22) İsraftan ve cimrilikten sakınır.
23) N e eliyle, ne diliyle hiçbir kimseyi incitmez.
24) Komşularını çok sayar ve onları hiçbir suretle gücendirmez.
25) Varlık zam anında da. darlık zamanında da başkalarına elinden geldiği
kadar yardımda bulunur.
26) Öfkel erini yenerek kusur ve kabahatleri affeder, intikam sevdâsına düş
mez.
27) Bir kötülük işlemek isler veya bir haksızlık yapacak olursa, hemen A l
lah i hatırlayarak O ndan af ve mağfiret diler, yaptığına pişman olur.
28) Her iyi işe arka çıkar. ınaddı ve mânevi yardımda bulunur, insanlara
iyiliği tavsiye eder, fenâlığa ve zulme asla yardımcı olmaz, kötüleri korumaz ve
herkesi kötülükten çevirmeğe çalışır.
29) D argınlan barıştırmak için çalışmayı vazı fe bilir. kin gütmez, kimseye
hased etmez, um ûm a faydalı bir insan olmağa özenir.
30) Başka milletlerin nasıl yükseldiklerini, nasıl gerilediklerini ve nasıl düş
tüklerini. ahlâki düşkünlüğün doğuracağı elim akıbetleri tetkik ederek onlardan
ibret alır ve bu suretle başkalarının düştükleri hatâlara düşmemiye çalışır.
31) Kim söylerse söylesin, hakkı kabûl eder, ilim ve hüneri, hikmet ve h a
kikati nerede bulursa alır ve bu n d a taassup göstermez.
32) M üslüm an tenbel değildir. D ü n y â için hiç ölmiyecekmiş gibi çalışır,
yarın ölecekmiş gibi de âhirete hazırlanır: her iki vazifesini eksiksiz yapar.
33) A llah yolunda, millet ve memleket uğrunda elinden gelen fedakârlıktan,
yerine göre canını feda etmekten çekinmez.
34) Yapacağı bir işin önünü sonunu düşünmeden hatırına gelir gelmez he
men yapmaya kalkışmaz, ibâdetinde acele ederek eksik bırakmaz, hayırlı işlerde
geriye kalmayıp dâimâ ileri koşar.
35) M üslüm anların derdini kendisine derd edinir ve onların iyiliğine çalışır.
Hastalarını arayıp sorar, sıkıntılarını gidermiye özenir, cenâzelerine gider, kendi
sinden büyük olanları, hele ihtiyarları sayar, küçüklere acır ve her canlıya karşı
şefkatli olur, azamet ve kibir göstermez.
289
3ü) M ü'm inleri ve b ü tün insanları kardeş bilir ve başkalarının bayatlarını,
haklarını kendisininki gibi muhterem tutar.
37) Kimse ile alay etmez. Başkalarına kötü bir lâkab takmaz. Dilini gıybet
ten, iftira etmekten, yalan söylemekten ve her türlü kaba ve çirkin lâkırdılardan
muhafaza eder.
38) Herkesle boş geçinir, dargınlan barıştırmaya çalışır: üç günden ziyâde
dargın durmaz.
39) Sevdiğini A llah için (yâni bir karşılık keklemiverek) sever, sevmediğini
de A llah için sevmez.
40) İşlerinde mütereddit ve mütevehhim olmaz, bir işin husulü için zarûri
olan her türlü sebeplerine yapıştıktan sonra A lla h 'a tevekkül eder.
41) A llah ve Peygamber sevgisini her şeyden üstün tutar. Allah sevgisi ve
A llah korkusu onun b ü tün vüc û d u n u kaplar.
42) H er ne sûretle olursa olsun, şüpheli şeylerden sakınır.
43) B ir M üslüm a n için en büyük gaye, hakikî bir M üslüm an olmaya çalış
mak. M üslüm anlığın tâyin ve telkin eylediği faziletleri yaşamak ve yaşatmak ve
bu sûretle bütün insanlara örnek olmaktır.
(1) B akare S ûresl’nln, yâni İkinci sûrenin 177 nel ây etid ir. Bu ây et-i kerîm e.
Islâm ın en m ühim h a k îk a tla n m tâlim b u y u rm ak tad ır. Ayet-1 kerîm eden anlaşılıyor
ki; bir insan yalnız abdest atm ak, yalnız şöyle böyle b ir n am azı k ılm ak ve oruç
tu tm a k la im ânını kem âle erdirm iş, ta m M üslüm an olm uş sayılam az. T am ve hakikî
bir M üslüm an olm ak, im ânın ve insanlığın kem âline erm ek İçin h er şeyden evvel
sahih ve sağlam bir îm âna, m ükem m el ve sarsılm az b ir i’tlk a d a sâhlb o lacak ; y â
ni y u k arıd a İzâh eylediğim iz i’tik a â esasla rın a İm ân edip inan acak . A llah n asıl em
retm iş, P eygam ber ne sûretle kılm ış İse nam azını öylece kılacak, orucunu tu ta c a k ,
m alının —v a rsa — zekâtını verecek, daha sonra ah lâk i vazifelerini de tam âm lyle y a
pacak. îş te bu ahretledir kİ, bir insan ta m M üslüm an sayılır. E n büyük İslâ m düş
m anlarının da l'tlr â f ettik le ri veçhile bu âyet, beşeri ve lnsânî b ütün k e m â lâ tı câ-
mi’dir. Çünkü insanlığın kem âli, h ü lâ satan üç şey İle k aim dir; sahih ve sağ lam bir
l'tlkad, nefsini güzel ah lâk ile tehzib, İn san larla güzel geçinm ek, iş te bu âyet, s a
rahatiyle, delâletiyle, işâretiy le b ütün bunları lh tiv â etm ek ted ir. Bunun içindir ki
P e y g a m b e r i m i z : "H e r kim bu ây etle am el eder, bunun g ö sterd iğ i gibi
olursa İm ânını kem âle erdirm iş olur.” b uyurm uşlardır.
2 90
R a b b in şunları kat i ferm an buyurdu: ibâdeti ancak O n a ediniz, babaya
ve anaya iyilik yapınız. Birisi yâlıud ikisi da yanında ihtiyarlık hâline gelirse, sa
kın onlara iif dem e ve onlara darılma, ikisine de ikramlı söz söyle, ikisine de m er
ham etten döşenerek kanad indir (şefkat kanadını yay) ve de ki: "R a b b im ! ikisine
de m erham et buyur, nasıl ki, beni küçük iken terbiye ettiler." G önüllerinizdekini
lia b b in iz daha iyi bilir, eğer siz ehl-i salâh iseniz, O da, çok mürâcaat edenlere
(kendisine dönenlere) m uhakkak gafûrdur, onları yarlığar; yakın hısımlara da, m is
kine de, yolda kalm ışa da hakkını ver; bununla berâber saçıp savurma. Ş ü phesiz
saçıp savuran şeytanın kardeşidir. Şeyta n ise R ab b in e nankördür. Eğer R a b binden
üm id ettiği bir rahm eti aramak için onlardan sarfınazar etm ek m ecburiyetinde isen,
o vakit de onlara yum uşak bir söz söyle; hem elini bağlayıp boynuna asma, hem
de onu b ü sb ü tü n açıp saçma ki, peşîm ân olur, açık kalırsın. H akikat, R abbin, di-
led ğine rızkı genişletir, dilediğine darlaştırır. H erhalde O , kullarının yaptıkların
dan haberdardır, onları görür; hem züğürtlük korkusuyla evlâdınızı öldürm eyin,
onlara da, size de rızkı biz veririz. Ş ü p h e yok ki, onları öldürm ek bir cinâyettir.
'/.'mâya da yaklaşm ayın, şüphe yok ki, o pek çirkin ve pek fenâ gidiştir. A llâ h ın
ha ■anı eylediği nefsi öldürm eyin, meğer ki hak sebebiyle olsun ve her kim m azlûm
olarak öldürülürse, o n u n velisi için biz bir tesallüt hakkı verdik, o da öldürm ekte
ileri gitm esin, çünkü, o, yardım görmüştür. Yetim m alına da yaklaşm ayın, meğer ki
ı-üşdüne erinceye kadar en güzel olan suretle olsun. A h d i de yerine getirin, çünkü
ahitten mes uliyet m uhakkaktır, ö lç tü ğ ü n ü z vakit de tam ölçün ve doğru terâzi
ile tartın, bu hem hayırlı, hem de âkıbetce daha güzeldir. H iç bilm ediğin bir şeyin
ardına da düşm e, herhalde kulak, göz, gönül, bunların her biri ondan m es'ûldür.
H em yeryüzünde azam etle yürüme. Ç ü n k ü sen ne tabanınla yeri yarabilirsin, ne
boyca dağlara yetişebilirsin, işte b ü tü n bunların m enhî ve yasak olanı A lla h ya
nında m ebguzdur. işte bunlar R a b b in sana vahyettiği hikm etlerdendir. S a kın A l
lah ile berâber diğer ilâh uydurm a, sonra m el un ve m atrut olarak C ehennem e atı
lırsın." (1).
"O n la ra de ki: G e lin iz size R a b b in iz neleri haram kıldı okuyayım : A lla h 'a
şerik koşm ayın, babanıza, ananıza iyilikten ayrılm ayın; yoksulluk yü zü n d en ço
cuklarınızı öldürm eyin; sizin de, onların da rızkınızı biz veririz. H ayâsızlığa
(fuhşiyâta) açığına da, gizlisine de yaklaşm ayın; A llâ h ’ın haram (muhterem) kıl
dığı nefsi haksız yere öldürm eyin (yâni haksız yere adam öldürmeyin); işittiniz ya,
işte size, O , bunları tavsiye etti, ferm an buyurdu (kuvvetli bir sûrette emredip ahid
verdi); tâ ki akledip düşünesiniz. D üşünerek haram olan bu şeylerin fenâlığını an-
layasınız.
Yetim m alına da yaklaşm ayın, meğer ki, kendilerine gelinceye kadar en güzel
bir sûrette (yâni mallarını korumak maksadiyle) ola; ölçeği ve tartıyı tam ve denk
tutun; biz hiçbir kim seye elinden gelenden başkasını teklif etm eyiz; söz sâhibi ol-
i 1) I s râ Sûresi, ây e t 2 2 -3 9 .
291
d u ğ u n u z vakit (bir mesele baklanda hüküm vermek yâhud şahitlik yapmak mev
kiinde b ulunduğunuz vakit) /tısım ve akraba da olsa, adâleti gözetin; A llah'ın a h
dini de yerine gelirin; işittiniz ya işte O, size bunları ferman buyurdu, gerefciir ki,
düşü n ü r (utarsınız.
Bir de şu (yâni yukandanberi îzâb edilen îmân ve levhid esasları ile bu iki
âyette Allâlı ın tavsiye ettiği) emirler ve nehiyler benim elosd oğru yolum dur, d în i
m in esâsıdır. Öyle ise siz de hep benim gösterdiğim bu yolu takip edin, başka
yollara gitm eyin ki, sizi O n u n "A lla h ' in' yolundan saptırıp da parçalamasınlar,
fşte O " A lla h ” size bunu fausiye ve ferman buyurdu ki. fenalıklardan korunarak
tevhid dâiresinde bulunabilesiniz.' ' (1).
(1) E n 'am sûresl'nln, yâni altıncı sûrenin 152, 153 ve 154 üncü âyetlerindeki
hu on vaslyyet, em irler ve nehiyler b ü tü n enbiyânın şe ria tla rın d a m uhkem o larak
vardır. Bu teklif ve vasiyyetlerin beşi emir, diğ er beşi de netıiy sûretindedir.
(2) E nfâl Sûresi, ây et: 29.
292
tisî bir ibre g/bi ona dâima doğruyu gösterecek ve böylelikle bu insan haktan
ayrılmıyacaktır. İşte bu son âyet de bize bu yüksek hakikati göstermiş bulunuyor.
Biz. A lla h ’ın lütuf ve inayetiyle buraya kadar Islâmın i’tikaadını, ibâdetini ve
ahlâkını, elimizden geldiği kadar anlatmaya çalıştık. Eser. Önsözde söylediğimiz
den ziyâde uzun o muştur. B ununla berâber. yine noksan cihetler kaldığım biliyo
rum. B unu yazan, her suretle âciz ve aczini kendisi de mu terif bir insandır. Bu
i tibarla hatâları ve unuttukları da olabilir. Binâenaleyh, okuyanlarca görülecek
eksikler ve hatâlar tarafıma bildirilirse kendilerine çok teşekkür eder ve bir daha
basıldığı zaman onların ikmal ve ıslâhına çalışırız.
‘A lla h hiçbir kim seye elinden geldiğinden ötesini teklif etm ez, herkesin ka
zandığı (hayır) kendi lehine, yüklendiği (şer) de aleyhinedir. R abbim iz! E ğer u n u t
tuk ueyâhud kastım ı: olmıyarak yapt.ksa bizi m uaheze etm e!
293
I
İ Ç İ N D E K İ L E R
S a h ile
B İR İN C İ B Ö L Ü M
D İN L E R VE M E Z H EPL E R HA KK IND A UMÛMİ MALÛMAT 7
İK İN Cİ B Ö L Ü M
İSLAM D lN l’N ÎN I ’TİK A D K Ö K LERİ ............................................................................. 53
İMÂN ............................................................................................................................................ 53
ALI,ÂHTT T E A l  H A ZR E TL E R İN E İMAN ................................................................... 62
M ELEK LER E İMAN ........................................................................................................... 74
A LLA H ’IN K İT A PLA R IN A ÎM ÂN ............................................................................. 77
PEY G A M BERLER E İM AN ................................................................................................. 84
MUHAMMED (A L EY H İ’S-SELAM ) ............................................................................. 90
a h I r e t g ü n ü n e İ m A n ................................................................................................. 92
K A D ER E İMAN ..................................................................................................................... 96
K E LİM E -1 T E V H lD ’lN M Â N ASIND A K İ ŞÜM ÜL ......................................................... 101
Ü Ç Ü N C Ü BÖLÜM
ISLÂ M IN BEŞ D İREĞİ (ŞA R T L A R I) ............................................................................. 103
İBA D ET ................................................................................................................................... 103
M Ü K E LL E F VE ONUN İŞL E R İ, Ş E R 'I H Ü KÜ M LER ........................................... 105
İBA D ET .................................................................................................................................... 110
T A H A R ET (TEM ÎZLÎK ) .................................................................................................... , 112
KUYU LA RIN TEM İZLEN M ESİ ........................................................................................ 116
H A K İK İ P İS L İK VE ONDAN PAK LEN M EK .............................................................. 119
BED EN D E VE E L B İSE D E BULUNAN P İS L İK L E R VE ONLARDAN TEM İZ
L E N M EN İN U SÜ LÜ ................................................................................................. 119
KA DIN LARA M AHSUS BAZI H A LL E R ................................................................... 122
H A D ESTEN TA H A R ET (ABD EST ALMAK VEYA GU SLETM EK) ................... 124
MEST (AY A K KA BI) Ü Z E R İN E M ESHETM EK ..................................................... 127
GUSÜL (BOY A B D E ST t) ..................................................................................................... 130
TEYEM M ÜM ......................................................................................................................... 132
NAMAZ V E NAMAZ V A K İT L ER İ ................................................................................. 135
BEŞ V AKTİN NAM AZLARI ÎL E VAClB V E N A FİL E NAMAZLAR .............. 140
NAM AZIN ŞA R TLA R I VE R Ü K Ü N L E R İ ................................................................... 143
NAMAZ N A SIL K IL IN IR ? ................................................................................................ 147
V ITÎR NAM AZI 150
295
Sahile
D Ö R D Ü N C Ü BÖLÜM
A H LÂ K Î V A ZİFEL E R ......................................................................................................... 227
N E FSİM İZ E VE ŞAHSIM IZA K A R ŞI VA ZÎFEM ÎZ ................................................ 230
RÜ H U N T E R B İY E Sİ ......................................................................................................... 237
RÛ H U N FA Z İL E T L E TE H z İ b İ ....................................................................................... 248
A İL E V A Z İF E L E R İ .............................................................................................................. 262
M ED EN İ VE İÇTİM Â İ V A Z İFE L E R ............................................................................. 272
İSLÂ M IN HARAM V E YASAK EY LED İĞ İ ŞEY L E R VE BU NLARDAN B Î
R İN İ Y A PM A N IN CEZA SI ................................................................................. 285
H A K ÎK Î VE K U R’AN A H LÂ K İYLE A BLA K LA N M IŞ B İR MÜSLÜMAN
N A SIL O LM A LI? ...................................................... 288
T A H L İL İ F İH R İS T .............................................................................................................. 297
LÜGATÇE .............................................................................................................................. 311
296
T A H L İL İ F İH R İS T
A
S a h ile
297
S ah ife
298
ç
S a h ife
299
S ah ife
300
Sahlfe
301
s
S a h ile
303
S a h ile
H akiki ve K ur’ân ahlâkiyle ahlâklanm ış bir müsIUman nasıl o lm alı? .................. 286
K ur'ân hem lâfzı, hem m ânâsı i'tib âriy le m u’cizedir ................................................. 82
K u r'ân ilmi ........................................................................................................................... 32
K u r’â n ’a k a rşı ahlâkî vazifem iz ........................................................................................ 220
K ur’ân-ı K erîm ..................................................................................................................... 80
K ur'ân-ı K erîm ne suretle nâzil o lm u ştu r ? .................................................................... 81
K u r’ân-ı K erlm ’de isim leri geçen P eyg am b erler ......................................................... 85
K u r’ân-ı K erim yirm i üç senede tam am o lm u ştu r ...................................................... 81
K u r’ân ’ın toplanm ası .............................................................................................................. 83
H ac ve kurban ......................................................................................................................... 221
K urban ....................................................................................................................................... 221
K urbanın hükm ü .................................................................................................................... 224
Olü İçin kesilme'.c İstenilen kurban ne gün kesilm elidir 7 ........................................... 224
K u rbana m âni olan haller ................................................................................................. 223
KuVve-i ftkılenin hâkim olması için bilgi lâzım dır .................................................... 239
K uyuların tem izlenm esi ...................................................................................................... 116
L
N lfastan sonra lohusalık ..................................................................................................... 122
M
M addî ve cism in i vazifelerim iz ....................................................................................... 260
Adi ve m addî şeylere tapınm ak ........................................................................................... 15
M âliki mezhebi ve îm âm -ı M âlik ....................................................................................... 46
A çık ta k alan m allar, gizil m allar ....................................................................................... 215
M ânâsı bakım ından da K u r'ân ta m bir m u’cizedir ..................................................... 82
İnsanın m ânevi h a y â tı ve buna k arşı tecâvüzün çirkinliği ..................................... 275
M âtüridiyye kim lerd ir? E bû-M ansûr-i M âtürldî k im d ir? ...................................... 50
ö z ü r ne dem ektir ve m azu r olanların h ak k ın d ak l hüküm .......................................... 123
Meclislerde, to p la n tılard a riâyeti lâzım olan şeyler (âdab) ................................ 246
Medenî ve içtim âi vazifeler ................................................................................................. 272
O ruçluya şunlar m e k ru h tu r ................................................................................................ 210
M ekruh ne dem ek ve k a ç k isım d ır? .................................................................................. 109
Hem p âk hem de pâkleylci ve f a k a t m ekruh olan su la r ...................................... 113
N am az kılm ak m ekruh olan v ak itle r ............................................................................ 138
O ruçluya m ekruh olm ıyan şeyler ................................................................................... 210
Melek ne d em ek tir? B unlara im ân ne sü retle o lu r? .................................................... 74
M eleklere İm ân ......................................................................................................................... 74
M eleklere îm ânın am elî kıy m et ve ehem m iyeti ......................................................... 75
M elekleri neden görem iyoruz? ........................................................................................ 74
M em leket vazifeleri .............................................................................................................. 272
B üyüklere hürm et, küçüklere şe fk a t ve m erh am et ...................................................... 270
Mest (A yakkabı) üzerine m eshetm ek ............................................................................ 127
Meshin câiz olm asının ş a r tla n ............................................................................................ 128
Y olcular İçin m eshin m üddeti ................................................................................................ 127
Meskene, evlere tecâvüz etm em ek .................................................................................. 278
M est ne d em ek tir? ................................................................................................................... 127
M est (A yakkabı) üzerine m eshetm ek ............................................................................. 127
Sebat ve m etanet .................................................................................................................. 248
304
S ah ife
305
S a h ile
306
S ahiff
307
S a h ile
Ş
Şâfiî Mezhebi ............................................................................................................................. 48
N efsim ize ve şahsım ıza k a rşı vazifem iz ......................................................................... 230
Islâm m beş direği (şa rtla rı) ................................................................................................... 103
Ş ecaat .............. 249
B üyüklere hürm et, küçüklere şe fk a t ve m erh am et ..................................................... 270
B ütün h ay v a n la ra k a rşı şe fk a t ............................................................................................... 283
Şehid ........................................................................................................................................... 201
Senevlyye (H a y ır ve şe r İlâhına in an m a) ................................................................... 17
H ay â t-ı m âneviyyeyi, şeref ve h ay siy eti lekeliyecek şeyler ................................. 275
Ş eriatların rûhu .................................................................................................................... 88
M ükellef ve onun işleri; şe r’i hüküm ler ........................................................................... 105
İn san la rın işine te re ttü b ed en şe r’! h üküm ler ............................................................... 105
Ş er’I hüküm lerin k ay n a k la rı ve b u nların k ıy m etleri .................................................. 25
Ş er’i ilim lerin kıym eti .......................................................................................................... 31
O ruç tu tm am a y ı veyâhud tu ttu k ta n so n ra bozm ayı m übah k ılan şe r’i özürler 211
Ş irkin çeşldleri ........................................................................................................................ 65
Ş unlar m üstehabdır ............................................................................................................... 211
T
T afsili îm ân veya îm ânın m ertebeleri ........................................................................ 54
T a h â re t (Tem izlik) .............................................................................................................. 112
T asdik ve in k â r bakım ından in san lar ............................................................................. 60
T ârty e ................................. 200
in sa n ın m ânevi h a y a tı ve buna k a rşı tecâvüzün çirkinliği ..................................... 275
Tefsir, m üfessir .................................................................................................................... 32
T ekvin ....................................................................................................................................... 69
Tekvini irâde, te şrii irâde ................................................................................................. 68
In ad ye televvün-1 m izaç ..................................................................................................... 248
T elkin ........................................................................................................................................ 200
308
S a h ile
Ü
Ü çüncü m ertebe .................................................................................................................... 35
V
Beş v ak tin nam azları ile vâclb ve nâfile n am az lar ............................................... 140
N am azın içindeki fa rz la r, v â d b le r ve sü n n etler ........................................................ 152
V âcib ve hükm ü ..................................................................................................................... 108
V âcib olan oruç ......................................... 203
İçtim âi h ak ve vazifeler ...................................................................................................... 273
V azife-i nefsiyenin tâ rifl .................................................................................................... *30
T evâzû’, v ek a r ......................................................................................................................... 249
Vicdan, dinin yerini tu ta b ilir mi ? ..................................................................................... 10
V itir n am azı 150
Y atsı ve v itir nam azının v ak ti .......................................................................................... 138
V
Y alancılık ve bunun kötülüğü .................................... 244
Y alanın câiz olduğu y erle r ............................................................................................... 244
S arg ı ve y a ra üzerine m eshetm ek ................................................................................... 128
Y aradan yalnız A llah’tır .................................................................................................... 97
Y aratılm ışların E fdali ........................................................................................................... 88
B aşk aların a yardım etm ek ve Islâm d a bunun m ühim m evkü ................................ 281
Y ardım ın b aşk a b ir şekli ................................................................................................. 282
Y ardım ın en faydalı şekilleri ........................................................................................... 281
Y aşam ak hak k ı ve bu n a tecâvüz edenlerin cezâları ..................................................... 274
309
S a h ife
310
LÜGATÇE
A Am il — işley en , yapan.
A m m e-i n âs — İnsanların avam tab a
Abes — Saçm a, boş, faydasız.
kası, halk kitlesi.
Adab — Edebler. bütün h a re k e t ve söz
A narşi — K arışıklık, n izam sızlık.
lerinde terbiyeli d avranışlar.
Arık — Zayıf.
A dât-ı llâhiyye — A llah'ın âdetleri
A rız olm ak — Bir şeyin aslında olm a
Adem — Yokluk.
yıp sonradan hâsıl olan.
A fât — Büyük felâketler.
Arşın — E skiden kullanılan 68 sa n ti
A fif — iffetli, nam uslu, temiz.
m etrelik uzunluk ölçüsü.
A fiyet — S ıhhatte, selâm ette olmak.
Ahd — Söz verme. AsAr — Eserler.
Ahâd — Birler. A sâr-ı ahire — Son asırlar.
Aheng-I ittisal Y aklaştırıcı düzen. A sim Suçlu, günahkâr.
A hir — Son. AshAb Hz. P eygam b eri görm üş ve
AhkAm — H üküm ler. onunla konuşm uş olan m ü minler.
A hkâm -ı diniyye — Dine âit hüküm ler. A vadanlık - D ülger ve m arangoz gibi
A hval — Haller. esnafın â let takım ı.
A hvâl-i rûhlyye — R uha âit haller. Azhar D aha açık.
A kaaid ilmi - Bir dinin inançlarını ve
B
ibâdet kaidelerini toplayan İlim.
A kaad-i im âniyye — İnanılm ası lâzım Badehu — Bundan sonra, ondan sonra.
gelen m es'eleler. B âdiye Çöl, kır. sahrâ, ova.
A kaaid-i esfisiyye — in anılm ası lâzım B ekaa — Sonu olm am ak.
gelen m es'elelerin temeli. Baki — Y aşayan, yok olm ıyan, devam lı.
A kıbet — Son. B aliğ — E rişm iş, ulaşm ış olan Bülûğ
Akide — im ân, i’tikad. inanç. çağm a girm iş olan.
Kuvve-i âkile — Akıl kuvveti. Bani — Kuran, binâ eden.
Akl-ı selim — iyi düşünüp isâbetli k a B ati — Y avaş, ağır.
ra rla ra ulaşabilen akıl. B âtıl — Hüküm süz, doğru olm ıyan, h a
A ksam — Bir bütünün p arçaları, bölük k ik ate uym ayan.
leri. Bedenî — Bedene âit.
A kvâm — insan toplulukları. Bedihi — B esbelli, delile ve isbâta muh-
Al — Aile, ev lât ve to ru n lar. tâc olm ayacak kadar açık, anlaşılır.
Alet-i m ahsûsa — H usûsî bir âlet. B ed îh iyyat — D elil ve isbâta m uhtâe
Allâhu - E kber — B üyüklük A llâh’a olm ayacak kadar açık, anlaşılır bil
m ahsustur. giler.
Am — Umûmî, genel. B eliğ — M erâmını düzgün ve san'atlı
A’m âl-i sâliha — B ir kim senin din b ak ı şekilde söyleyen, böyle an latılm ış olan.
m ından yaptığı iyi işler.
Beyân — Bildirm e, söylem e.
Amel — B ir kim senin din bakım ından
B eyân etm ek — A çıklam ak.
y aptığı iyi veya fena iş. Çoğulu: A ’-
mâl. Bıd’a t — Dinin aslında olm ıyan, ona so n
Amel-i kesir — Çok hareket. radan katılan.
Amel-i sâlih — Y ararlı İşler. B ilhesap — H esapla.
311
BU-iemâ — Aynı asırd a yaşayan İslâm Ç
m iictehidlerinin dînî bîr m es’ele h a k Ç em renm ek — E lbise kollarını, paçaları
kında verdikleri k a ra rd a birleşm ele sıvam ak veya etek leri toplayıp tu ttu r
riyle. mak.
BİIİttifak — Söz birliği etm ekle. Çırpı — Hizâ.
B itte tk ik — İncelem e ile. D
Biz&tihi — Kendiliğinden, kendi kendi D a lâ let — D oğru yoldan çıkm a, sa p k ın
ne mevcûd olan. lık.
Bünye — Yapı, kuruluş. D&r-ı harb — Harb yeri.
BUrhan — K uvvetli delil. P e f’-i m azarrat — Zararı savm a, gid er
me.
D efn — Göm mek, m ezara koym ak.
C
Dem vurm ak — B ir şeyden g elişi güzel
Cftiz — Y apılm asında din bakım ından bahsetm ek.
m ahzûr olm ayan şeyler. D en âet — A lçaklık, çok k ötü hareket.
C'âmi’ — Toplayan, içine alan. D ereke — A şa ğ ıy a İnen basam ak.
C âri — Yürüyen, geçen, y ü rü rlü k te olan. D erhâtır etm ek — H atırlam ak.
C&y — Yer. D evâ — ilâ ç.
Cây-i i.ştibah — Şüphe edilecek yer. D il’ — Kenar.
Dirhem — E sk i bir ağırlık ölçüsü olan
Cebrftil — B üyük m eleklerden biridir,
o k k an ın dörtyüzde biridir.
peygam berlere A llâh’ın em irlerini g e
Duhûl — Girmek.
tirir.
Dûn — A şağı.
Cehren — A çıktan ve yüksek sesle o k u D üstûr — Kanun, kaaide.
mak. D üstûr-ı ahlâki — A h lâk î kaaide, ahlâkî
C em âat — Topluluk, nam az kılm ak için nizam .
bir yere toplanan halk.
E
Cemal — Güzellik.
E ânı — D aha um ûm î, hepsini kaplayan
Cem iyetli — E tra flı, aynı zam anda b ir
ve saran.
k aç fik ir ve m aksadı an lata n dolgun
Ebed — Sonu olm ayan gelecek zam an.
söS.
E b ed iyyet — Sonsuzluk.
Cereyftn etm ek — Geçmek, m eydana
E cir — A h irete â it sevap, m ükâfat.
gelm ek, yürüm ek. E crâm -ı sem âvl — Gök cisim leri.
Cerh — Y aralam a. E czâ — Bir bütünü m eydana getiren
Cevaz — izin, m üsaade, şe ria tın yapıl parçalardan her biri.
m asın a izin verdiği şey, yapılm asında E dâ — ö d em e.
m ahzûr olmıyan. Edeb — iy i hal ve hareketler, terbiye,
Cevf-i batn — K arın boşluğu. n ezâk et.
Edille — D eliller, bir d âvâyı Isbât etm ek
Cihad — Din u ğ ru n d a savaş.
için g österilen şeyler.
C ihangir — D ünyânın büyük bir kısm ı
E dyân-ı b âtıla — H ak olm ıyan dinler.
n a hâkim olan. E dyân-ı m ünzele — A llah tarafından
Cismâııf — Cisimle, bedenle m ünasebet-
gönderilen dinler.
11.
E f’âl — F iiller, İşler.
Cismi — Cisme âit. E f’&l-i b eşer — in san ların yap tık ları iş
Cüz’ :— P arça , kısım , bir bütünün p a r ler.
çalarından her biri. E f’&l-i m ah sû sa — H usûsî haller, h are
Cüz’î — A z m ik tard a. B ir şeyin b ü tü n ü ketler.
ne &it olm ayıp bir kısm ına a it olan. E fdal — Çok faziletli, üstün.
312
E fdaliyyet — D aha üstün olma, daha fa F a zâ il-i ahlâk — A hlâki fa ziletler, m ezi
ziletli olma. yetler.
E frâd — F ertle r, kişiler. F a zl — F a zilet, ihsan.
E ğleşm ek — B ir yerde oturm ak. Ferm an — Em ir, buyruk.
E hl-i salâh — iyilik sâhibi. F e tâ n e t — Zihin açık lığı, te z anlayış,
Eim m e-i selâse — Üç im am . (Im âm -ı çabuk kavrayış.
M âlik, tm âm -ı Ş afiî ve tm âm -ı A hm et F e tv a — D îni ilgilendiren m es’eleler h a k
b. H anbel). kında M üftünün verdiği hüküm .
E ki — Yeme. F evri — Hem en, derhal.
E km el — En mükemmel, kusursuz, ek F e v t — Geçirm ek, kaçırm ak.
siksiz. F ıkıh — İslâm dîninde am eli hüküm leri
Efl&z-t K ur’âniyye — K ur'ân d ak i sözler. bildiren ilim .
Elim — A cınacak, acıklı. F ıtr a t — Y aratılış.
E m lâk — Ev, dü k k ân gibi gelir g etirip F ıtri — Y aratılıştan olan, tabiî.
nakledilem iyen m allar, FHlî — işle m e ğ e âit.
E m sâl — Benzerler, eşler. F u k ah â — F ık ıh ilm ini bilenler.
E m vâl — M allar. Fücoeten — A nsızın, birdenbire.
E nbiyâ — Nebiler, peygam berler. FUrû’ — Bir asıldan ayrılan kolların her
E rk ân — R ükünler, b ir bütünün p a rç a biri, ikinci derecede eh em m iyette olan.
ları. F ü rü ât — Bir aslın kolları, ik in ci dere
E rk â n -ı asliyye — E sas bölümler. cede eh em m iyetli olan şeyler, tefer
E rk â n -ı esâslyye — M üşterek olan ilk ruat.
esaslar.
E s â tlr — E fsâneler, eski kavim lerin uy G
du rm a dinlerine â it uydurm a h ik ây e
Gafûr — A llâhu T eâ lâ ’nın sıfatların d an -
ler.
dır; affedici, bağışlayıcı, m a ğ fireti çok
E sbâb — Sebepler.
dem ektir.
E sbâb-ı tercih — Ü stü n tu tm a sebebi.
Galiz — Çirkin ve ağır.
E s-selâm ü aleykilm ve rahm etu llah —
G am m azlık — Ara bozuculuk, çek iştiri
D ünyâ ve âh ire t selâm eti ve A llah'ın
cilik.
rahm eti üzerinize olsun.
G ariziyyat — in sa n ın y aratılışın d a bu
E ş’ariyye — îm âm -ı E bü'l - H asen-i
lunan k u v v etli m eyiller.
E ş'a ri’nin A kaaid mezhebine tâb i' olan
Gayz — K ızgınlık, öfke, hiddet.
lar.
Bir gûnâ — Hiçbir suretle.
E şhas — Ş ahıslar, kişiler.
E tb â ’ — T a ra fta rla r, birine u y an lar. H
E vham — Vehim ler, k u ru n tu la r, şüphe
ler. Hadden — M üslüm anlıkta bir kabahat
E vâm ir-i ahlâkiyye — A hlâkî em irler. işllyen k im seye şe r ’an verilen cezâ ba
E v k aa t-ı selâse-i m ekruha — N am az k ı kım ından.
lınm ası m ekruh olan üç v ak it. Hâdlm — H izm et eden.
E vlâ — D aha iyi. Hâil — E n gel, m âni’.
Ezel — öncesizlik, başı olm ayan geçm iş H âiz — T aşıyan.
zam an. Hfliz-i te ’sîr — T e’sirli.
H âlât — H aller.
F H â let — Hal.
F ak ih — Allâhu T eâlâ’nın em irlerinden H âli — Beri, uzak, boş.
çıkarılm ış am elî hüküm leri bilen, bu H âl-i tabiî — Tabiî hal.
hüküm lerle uğraşan. H âlik-ı h akiki — Gerçek y a ra tıcı (A l
F âsid — Bozuk olan, bozuk şey. lâhu T eâlâ).
313
H alvet — Tenhâ bir yere çekilm ek, y a l rından kalm a g arip hikâyelere ben-
nız kalm ak. zıyen.
H am akat — A hm aklık. H utbe - Cum a ve bayram nam azla
Hamd — Şükür, teşekkür. rında hatibin m inberde okuduğu dua
Hâini — Himftye eden, koruyan.
İle k arışık din öğüdü (C um 'a hutbeal
nam azdan evvel, b ay ram hutbesi n a
H arekât — H areketler
m azdan sonra ok u n u r).
Hasâi* Bir şeye mahsus olan haller HCnn-i isti'm al ty l ve güzel k u llan
H asenat — îy i İşler, güzel hareketler. ma.
H aseb Soyluluk, asâlet, babalard an ve Httmn-i »üret — İyi veya güzel bir şe
dedelerden gelen şeref ve haysiyet. kilde.
H asisa Bir şeye m ahsus olan haller. 1
H atlb — C em iyet karşısında söz sö y le Ik ab Ceza. azab.
yen kim se, cam ilerde hutbe okuyan Inkıyâd etm ek Boyun eğm ek, itâ a t.
hoca. Isk aa t-ı sa lâ t ö lm ü ş olan bir kim se
H avâdis — Olan şeyler. (H âdisenin ço nin. kılm adığı n am azlar yüzünden
ğuludur). hâsıl olan günâhını g iderir ümidiyle
Hav&ic-i a sliy y e H a y a tta oldukça in verilen sadaka.
sanın m uhtaç olduğu şeylerdir. Ev, Isk aa t-ı savın O ruç borcunu fidye
ev eşyası, g iyecek, bir senelik yiyecek, verm ek suretiyle ödeme.
binek hayvanı, kitaplar, silâhlar, âlet, İslah -■ İyi bir hâle koyma.
hizm etçi v.s. gibi. Itla k — İsim verme, um um ileştirm e.
H avas Duyular, hassalar. i tt ır a t B irbiri ark asın d an uygun ve
H avass-ı selim e S ağlam , kusursuz h a s intizam lı şekilde olma.
salar, duyular. Iyâl — Aileler.
H ay - Diri. (Cenâb-ı H a k k ın sıfa tla - Iz tırâ ri Mecburi, isteğe bağlı olm a
rındandır). yan.
H elâk - - M ahvolm a.
1
H engâm — Zaman.
İb â ıe t — Meydana gelm iş.
H ev esâ t-ı n efsiy y e N efsin arzuları,
lb k a a B ırakm a.
istekleri.
İb raz G österm e, m eydana koyma.
H isset H asislik, cim rilik.
Ibtftl — Ç ürütm e, hüküm süz b ırakm a.
H idâyet — Doğru yola girm e, Hakk'a
İbzal — E sirgem eyip bol bol verm e.
erme, ulaşm a.
tc âb et — Kabul etm e. uyma.
H ilâf-ı kıyas B enzetm e ile verilen hü
te m a ' Aynı asırd a y aşayan İslâm
küm lere aykırı.
m üçtehitlerinln bir şer'î hüküm üze
H ilim Y um uşak huyluluk ve akıllılık,
rinde birleşm eleri.
sabır.
İcm al Bir m es'elenin k ısa şekli, hü
H ilkaten — D oğuştan.
lâsa.
H ilk at — Y aratılış.
lem âlen - Kısaca, k ısa o larak, toplu
Hin — Zaman, vakit. o larak.
H itâbât-ı D âh iyye — İlâhî hitaplar. le tih â d — Dînin e s a s la r ın ı b ile n d in
Hukne — Şırınga yapılan mahal. âlim lerinin âyet, hadîs ve k ıy âsa u y a
Hulk — Huy. ra k M üslüm anlığa â it m es'eleleri t â
Hulul — Tenâsühe inananlara göre bir yin için güçlerinin y ettiğ i k a d a r ça
luhun bir cism e girm esi, girm e. lışm aları.
H urfliat — H urâfeler, uydurm a inanç İctihâdi — İçtih ad a âit.
lar. İd râ k — A nlayış, akıl erdirm e.
Hur&fi — E ski dinlerin a sılsız in an çla İ f r a t — A şırılık, pek ileri varm a.
314
t ftir a z — F a rz e d ile n şey, f a r a z iy e , İn tik al — Geçm e.
hypothese, varsayım . İn tişa r — Y ayılm a, çıkm a.
İh a ta — K avram ak, anlam ak. İnzal - İndirme.
Ihlfts K arışıksız, riy&sız ve sam im î lr&de-i teşrlly y e Ş eriat kurm ayı di
inanç. lem e.
Ihlil - E rkeğin id rar yolu, tenâsül trşâd
D o ğ ıu yolu gösterm e.
âleti. İrtihftl
eylem ek -■ G öçm ek, ölm ek.
Ih t'rftr etm ek — Delil gösterm ek, trtik ftb R ü şvet alm a, kötü iş İşleme.
ih tilâ f U yuşm am ak, anlaşm am ak. İrtişa R ü şvet alm a.
İh tiram — Saygı, hürm et. Isâl U laştırm a, eriştirm e, yetiştirm e.
IhtlvA — İçine alm a, k avram a, Isk at Susturm a, düşürm e.
lh tly â ri — İsteğ e bağlı, m ecburi o l tsn âd — Bir k im seye veya bir şeye d a
m ayan. yanm a. atfetm e.
Ih tiy â r etm ek — Seçmek, beğenmek. Istiftâ nâm e K endisiyle fe tv a iste n i
İkm âl — T am am lam a, m ü k em m elleştir len yazı.
me, bitirm e, olgunlaştırm a. İstih ale — Bir zattan , sıfa tta n veya
İk ra h — K ötü görm e, tiksinm e, iğ re n halden başka bir zâta, sıfa ta veya
me. hâle girm e.
İstih d a f - Bir şey i hedef edinm e.
tk râh -ı gayr-i mttU-l — Y aralam ak, öl
İstihraç Çıkarm a.
dürm ek ve âzasından bir yeri k esil
Istih sâııen - K ıyâsa aykırı görülüp,
mekle tehdit k arşısın d a kendisinden
diğer bir delil ile sa b it olan.
istenilen bir şeyi y ap m ak tan b aşka
İstilza m G erektirm e.
çâresi olm ayan kimse.
İstik a m et D oğruluk.
İk râ r — K abul ve tasd ik edilen şvy;
İstik r a — H âdiselerdeki m üşterek v a
saklam ayıp aç ık ta n söyleme
sıflara d ik k at ederek um um î bir n e
Iktktft — U ym a, birini örnek alıp h a re
tice çıkarm ak, tüm evarım .
ketlerini ona benzetm e,
I s ti’mal K ullanm a.
tk tifâ - V ar olanı y etişir saym a, kâfi
Istin âd — D ayanm a.
görme, yetinm e.
İstin a tg a h D ayan acak , gü ven ecek
İk tiz â G erekm e, lâzım gelme.
yer.
Ilg aa — K aldırm a, hüküm süz b ırakm a, Istin b at Bir söz veya işten, saklı
llhftm - Allah ta ra fın d a n insanın k a l olan m ân âyı çıkarm ak. B ir m es'eleyi
bine bir hayrın dogm ası, k aynaklardan, çalışarak, g a y r e t sar-
tlk a a — B ırakm a, koyma, federek anlam ak.
llrlebeıl — Sonsuzluğa kadar. I s titâ a t Gür. kudret.
İltizam — Bir ta ra fı kayırm a, tu tm a, Istlzân — İzin istem e, danışm a.
tla&m etm ek — S usturm ak. İştig a l M eşgul olm a.
İm â — İşa re t etm e. Iştih â r etm ek — Y ayılm ak.
İm tisal — Uym a, İştiy a k Pek çok istem e.
tn â y e t — İyilik etm e, bağışlam a. 1’tlM r olunur S ayılır.
Isây e t-i Ufihiyye — A llâh'ın görüp g ö l ’tidâl ik i tarafı müaâvi hâle g e tir
zetmesi. me. lüzum u kadar olm a.
İMhilâl — Çözülme, dağılm a. l ’tlkad — İnanm a, kalben tasd ik etm e.
İn h ita t — Gerileme. l'tik a a d l İn an m aya âit.
İnkıraz - Bozulma, batm a, yok olm a I’tiyad - A lışk an lık , âdet.
ya yüz tutm a. İtm i’nftn B irine em n iyet etm e, şü p
lokıyâd - Boyun eğme, ita at, uym a. he ve tereddüd etm em e, kalben e m
İnsiram - Düzgün, birbirini tu ta n . n iy et hâsıl etm e.
In tâç - N eticelendirm e, husûle g e tir Ittik a a - - A llah’dan korkm a, sakınm a,
me. çekinm e.
315
ittisa l — D ayanm a, varm a. K ıyâs — B ir veya d ah a çok n o k ta la r
iv a z — K arşılık. da birbirine benzeyen şeyleri b irb ir
Iz’ac etm ek — R a h atsızlık verm ek, s ı lerine ölçmek.
kıştırm ak. K u tsi — M ukaddes. İlâhî.
iz â le Giderme, yoketm e. Kuvve-i âkile — A kıl kuvveti.
izh âr — A çığ a vurm a, belirtm e. Kuvve-i hissiye — H is kuvveti.
K Kuvve-i irâdiyye — İrâ d e kuvveti.
Kabih — Çirkin, yak ışık sız. Kuvve-i m üm eyyize — iy iy i fenadan,
Kabil — Ç eşit, gibi. eğriyi doğrudan ay ıra n kuvvet.
Kaabil ■ istid a d ı olan. Kuvve-i m üeyyide — D estekleyici k u v
Kaabil-i te ’lif — U zlaştırılabilir. vet, birşeyin yapılm asını sağlayan
K a’de-i saniye — N am azda ikinci o tu kuvvet.
ruş. K uvve-i te ’yidiyye - G erçekleştirici
Ka'de-i ûlâ N am azda birinci oturuş. kuvvet.
Kadim - B aşlangıcı olm ayan, ezelî. Kuvve-i zihniyye -■ Zihin kuvveti.
K âfil — Bir işi üstüne alan, yüklenen. K ülfet - Sıkıntı, zahm et, yorgunluk.
Kaail - Söyliyen, inanan. Külli — B ütün, um ûm î, tam . Çok, pek
Kaaiıu B a şk a bir şeyin yerini tutan. çok.
Kariha D üşünm e k u d r e ti. KiîtUb-i fıklıiyye-i m utebere — İn an ılır
K avânîn-i a h lâk iyye — A hlâk k an u n fıkıh k ita p la rı.
ları. L
K avâııin-i llâ h iy y e — İlâhi kanunlar. L ây u h tî - Y anılm az.
K avânin-i tabîiyye — Tabiî k an u n lar. Levâzım L âzım olan, g erekli şeyler.
Kavli sü n n et — P eygam b erim izin bu M
yurdukları sözler. M âbâd — Bundan sonraki, gerisi.
K effâret — Bir günâhı A llâ h ’a a ff e t M âdûn — A şağı, a ltta bulunan, b a ş k a
tirm ek için verilen sad ak a v e y a tu sın a bağlı bulunan.
tulan oruç. M ağ firet - - ö r tb a s etm ek. Cenâb-ı
K elim e-i tevhid — A llâ h ’ı birlem e sö H a k k ’ın k u lların g ü n ah ların ı a f b u
zü, yâni, L â ilahe illâllah dem ek. yurm ası, bağışlam ası.
K em âlât-ı llâ h iy y e — Allâh'ın noksan- M ahall-i su d û r — Çıkış yeri.
sızlıkları, m ükem m ellikleri, kem âl s ı M ahfuz - Saklı, yok o lm ak tan k u r ta
fatları. rılm ış, korunm uş.
K em âlât-ı in sân iyye — İnsanların o l M âhiyet — Asıl, b ir şeyin neden ib aret
gunlukları. olduğu.
K erahet — Ş er’an y ap ılm ası hoş g ö rü l M ahlûk — Y aratılm ış h er varlık.
m eyen şey. M ahm ûl — Y orm a, yüklenm iş, yüklü.
K erâhet-i tah rtm iyye — H aram a y a M ahrem --- H aram d a y er alan, ken d i
kın kerâhet. leriyle evlenilm esi ş e r’an h a ra m olan
K erâhet-i ten zih iyye — M ubâha yakın kim seler, y ak ın lar.
olan kerâhet. M ahz-ı a d â le t — S ırf ad âlet.
Kerem — Cöm ertlik, lütuf, ihsan, m er M aksûd — A sıl istenen, arzu edilen.
ham et. M âlî — Mal ile ilgili.
K ısas — C in ayette ve yaralam alarda M âlûl — H asta, sa k a t.
m isliyle ceza verm ek sû retiyle öd eş M ansûs — A çıklanan, K u r'ân -ı K erim '-
me. de açık o la ra k bildirilen.
K ısâsen — K arşılaştırm a. Öldürme ve M araz-ı rûhi — R uh h astalığ ı.
y aralam a suçlarında suçlunun, y a p M araz! — H a sta lık la ilgili olan.
tığ ın ın aynı ile cezalandırılm ası. M a’rû f — H erkesçe bilinen, tan ın an ,
K ıtık — K endir telleri, lifleri. belli.
316
Ma’rûz — Bir şeyin te'sırine u ğram ış M eskenet — M iskinlik.
v eya u ğrayacak olan. M eskûn — içinde o turulm uş. durulm uş
M aslahat —■ iy ilik yolu, barış yolu, fa y yer.
da, yararlılık. M esnûn — S ü n n et olan.
Masun — Korunm uş, korunan. Mes’ûl — Sorum lu.
M atrut — K ovulm uş. Me’s û r — Geçenlerden k alan . P ey g am
M azbut — Y azılı, kaydedil!. berim iz H azret-i M uham m ed’den ve
Mazur — M âzereti olan, özürlü. S ahabelerinden bize k a d a r ulaşan
Meâl — B ir yazının öz fikri, vardığı şeyler.
m&nâ ve netice. M eşiyyet — iste k , istem e, dileme.
Mebâdi — ilk zam anlar. M eşrû’ — Ş eriatın m üsâade ettiğ i, k a
M ebguz — S evilm eyen. n u n ve topluluk vicdânm a uygun,
Mcbnl — Bir şey e dayanan, ......... den m âkul ve m akbul şey.
dolayı, ötürü. M etâlib-i akllyye — A kılla bilinen hü
M e’c û r — İ ş le d iğ i s e v a b v e y a iy iliğ in küm ler.
m ü k âfatın ı gören, ecirlenen. M etâlib-i nakliyye - Â y et ve h adîsler
Me’hâz — B ir m üellifin bir eser y a z le n ak il ve riv ây e t edilen hüküm ler.
m ak için baş vurup içlerinden bilgi M etâlib-i sem ’iyye — işitm e k le bilinen
aldığı kitap ların her biri, kayn ak . hüküm ler.
Mek&rim-i ahlak — Ö vülm eye lâ y ık M etrû k — B ırakılm ış.
olan ahlâk. M eveddet — Sevgi, m uhabbet.
Mekruh — Islâm dininde haram dere M ezm um — K ötülenm iş.
cesinde şid d etli olm ayan yasak . M inber — C âm ilerde h atib in çıkıp h u t
Melekftt — Tecrübe ve çok u ğraşm a be okuduğu m erdivenli yüksekçe yer.
ile elde edilen k olay yapabilm e k ab i M iskal — E sk i bir ağ ırlık ölçüsüdür ve
liyetleri, alışkanlıklar. bugünkü ölçüye göre d ö rt buçuk g r a
M elekût — M elekler ve ruhlar âlem i. m a m üsâvidir.
M elhuz — H atıra gelen , um ulan. M uâhaze — A zarlam a, m es'ûl tu tm a.
Mel’un — A llâ h ’ın rahm etinden m ah M uallem — ö ğ retilm iş.
rum, lânetli. M uâm elât-ı beşeriyye — in s a n la r a r a
M emlûk — K öle, esir. sındaki m ünâsebetler.
Me’mûr edilm ek — V azifelendirilm ek. M uavenet — Y ardım ,
Me’mûrun-bita — Y apılm ası em redilen. Mûcib — G erektiren, sebeb.
Men’ — Y asak etm e, yaptırm am a. M u ftırât-ı selâse-i m a’lûm e — (O rucu)
M enâfiz-i tab iiyye — Tabii delikler, ta bozucu olduğu bilinen üç şey.
biî g iriş yerleri. M ugayir — U ygun olm ayan, zıt.
Men&t-ı hiiknı — H üküm çıkarılacak M uhabbet — Sevgi, doğruluk.
yer. M uhaddis —■ P ey g am b erim iz H azret-i
Mendub — D ini em ir ve nehiylerden M uham m ed (S.A .) in söylediklerini,
olm ayıp ancak işlen m esi m akbul ve işlediklerini ve d av ra n ışla rın ı n ak l ve
iy i olan. riv â y e t eden, hadîs ilm i ile m eşgul
M enfez — Girecek v e y a geçecek yer, olan kim se.
delik (ağız, burun g ib i). M uhâl — O lm ası m ü m kün olm ayan şey.
Menhec — Yol, usûl, tertip. Muhfilif — A yrılm ış, ay k ırı, uym az, zıt,
Menkul — A ğızdan a ğ ıza g eçerek g e l k arşı.
miş. M u h arrer — Yazılm ış, yazılı.
Mensûh — H üküm süz bırakılm ış. M uhâsebe-i n efis — K işinin nefsiyle h e
M enşe’ — B ir şeyin çık tığ ı yer. saplaşm ası.
Merbut — B ağlı. M uhassas — A yrılm ış.
M esâll — işler, çözülm esi lâzım olan M uhayyer — isted iğ in i seçm ekte se r
işler. b est olan.
317
Muhâzi H izasında, denginde bulunan. Müceddid Y enileştiren, yenilik h a re
Muhil Bozan. k etlerin e girişen.
Muhit K aplayan, saran, çevreleyen. M iiceıred - - D iğer b ir şeyle k arışık
Muhkem — Sağlam . veya b erab er olm ayan, sırf, yalnız.
Muhtar — Seçilm iş, 6eçkin. Miirmel K ısa olup m ânâsı a n laşıla
M uhtelefttn-fih — Ü stünde uyuşulam ı- m ayan. açık lan m ay a m u h tâc olan.
yan. M iiçtehld — Â yet ve hadislerde bildi-
Muhtevi — İçine alm ış. rilm iyen işlerin, kıyas yoluyla h ü
küm lerini çık aran din bilgini.
Mukadder — Cenâb-ı H akk'ın. olm adan
M üdâhale — K arışm a, a ra y a girm e.
evvel bir şeyin nasıl olacağın ı bilm esi.
Mttdevven — Bir a ra y a getirilip büyük
Mukadderat - Allah tarafından takdir
bir k ita p hâlinde düzenlenm iş.
olunm uş şeyler, alın yazısı.
M üesses — K urulm uş.
Mukavvi - - K uvvetlendirici.
MUessis — K urucu.
M ukayyet — K ayıtlı, şartla ra bağlı,
MUevvel — G örünürdeki m ân âd an b a ş
bağlanm ış.
k a b ir m ân â ile açıklanan.
Mukim — Bir yerde oturan, m isâ fir o l
M üfesser — A çıklanm ış.
mayan.
M üfredat — B ir b ü tü n ü m eydana g e ti
Muktedir Gücü yeten.
ren şeylerin h er biri.
Muktedi — U yan. MUftâbih —■ H ak k ın d a fe tv â verilm iş
M uktezâ — Lâzım gelm e. olan, kendisiyle am el olunm ası g ere
M uktezâ-yı ilm -i İlâhi — A llâh'ın bil ken hüküm .
gisinin gerektirdiği. Mühlik — Tehlikeli, m ahvedici, öldürü
Murâd etm ek — İstem ek . cü.
Murakabe — Göz altında bulundurm a. MUkâşefe — A llah'ın zâtın a, s ıfa tla rın a
Mûtâd — A lışılm ış, her zam anki. ve şâ ir İlâhî sırla rın a vukuf.
M utazam mın — İçine alan. M ükellef — Vazifeli, b ir şeyin y ap ılm a
Mu'teber İnanılır, makbul, güvenilir. sı kendisinden istenm iş ve bu işi y a p
Mutedil — ö lçü lü , ne pek az, ne de pek m ağ a m ecbur olan.
çok olup orta halde bulunm ak, denk M ülâhaza — îyice düşünm e.
olm ak. M tilâkat — Buluşm a, görüşm e, k a v u ş
Mûtekid — Dînin söylediklerine inanan, ma.
imanlı. M ttm klnat — V arlığı, yokluğu k en d in
Mu’teriz — l ’tirâf eden. den olm ayan. V arlığı, yokluğu m üsâ-
Mu'teriz — l ’tira z eden, kabûl etm iyen. vî olan (A llah 'd an g a y ri b ü tü n v a r
M u'tezile — Kaderi inkâr edip "kul e t lık la r).
tiklerinin y aratıcısıd ır.” diyen ve A l M üm taz — B a şk aların d an ay rı ve ü s
lah'ın sıfatların ı kadim sa y m a k ta tü n tu tu lm u ş, seçkin.
sünnet ehlinden ayrılan sap ık bir MUmteni — Olam az, im kânsız.
M üslüman fırk ası. M tlnâfî — U ygun olm ayan, zıt.
M utlak —- K ayıtsız, şartsız. M ü n âzara — K aaide ve usûl gereğince
M uttali’ — ö ğ ren m iş, haber alm ış. ta rtışm a , b ir konu üzerinde k a rşılık
M u ttasıl V asıflan m ış, v a u flı, s ıfa t lı o la ra k düşüncelerin söylenm esi.
lanm ış. M ünezzeh — Tem iz, k u su r ve n oksanı
Mu'tekad&t — İnanılan şeyler. olm ayan, hiçbir şeye m u h taç o lm a
M uztar — Ç âresiz k alm ış, mecbur. yan.
MUbâhase — T artışm a. M ünkariz — B atm ış, bitm iş, m ahvol
MUbrem — Lüzumlu, kaçınılm az, acele muş.
yap ılm ası gerekli. M iin k erât — D ia bakım ından y ap ılm a
Mttc&z&t — Cezâ, cezalandırm ak. sı y asak edilen şeyler.
318
M ünkir — İn k â r eden. M ütezellilâne yalvarm ak Kulun A l
Miintesib — In tisâ b etm iş, girm iş. lah katın d ak i aczini hissederek h a y â
MUnzel — indirilm iş. lı bir şekilde duâ etm esi.
M ürşid — Doğru yolu gösteren. N
M ürüvvet — insaniyet. N â fiz Sözü geçen, dinlenilen.
N âm - Ad, isim.
Müsebbib — Sebeb olan.
N âs in san lar, halk
M üstahak — H ak eden, hak etm iş.
N asib olm ak K ısm et olm ak.
M ttstabil — İm kânsız, olm ayacak şey.
N âsih — D eğiştiren , iptfti eyleyen.
M ustehab — Sevilen şey. R esûlu'llah N a ss — A yet, hadis, a n la tışta açıklık.
E fe n d im iz 'in s e v â b olduğunu bildirdi N âzım — D üzenleyen.
ği veyahut bâzan kendilerinin yapm ış N âzil — in m iş, İnen.
oldukları fiildir ki. fa rz ve vâcibin N a zm -ı celîl — P ek büyük, pek ulu
dışındaki sevablı iştir. m anzum eser. (K ur'ân-ı Kerim için
MUstelzim — G erektiren. k u llan ılır).
MUstemlr Sürekli, devamlı, arasız. N eca set — P islik.
MUstenedttn-ileyh — K endisine d a y a n ı N efh a — Ü fürm e.
lan, temel. N efsân i — N efisle ilgili, n efse âit.
Müstenid - Bir şeye dayanan, bir şe N eh iy — B ir şeyin yap ılm asın ı y asak
yin üzerine kurulm uş. etm e.
M üşerref — Şereflenm iş, değerli. N eseb — Soy.
Müşfik — Ş efkatle seven ve koruyan. N esih — Bir şeyi, ondan daha iyi bir
M üşrik — Cenâb-ı H a k k 'a o rta k koşan. şeyle hüküm süz bırakm a, d eğiştirm e.
M üştem ilât — T am am layıcı kısım lar, N eş’e t — D oğm u ş olm a, ileri gelm e,
bir şeye bağlı olan diğer şeyler. çıkm a.
M üteaddid — Birden fazla olan, sayılı. N ev â fil — N âfileler.
M üteallflk — Bir şeyin ilgili ve bağlı Nez&fet — T em izlik.
olduğu şey. N ezih — T em iz, pâk.
M üteallik — Bağlı, ilgili, âit. ilişik. N lsâb m ikdârı B ir m alın zek âtın ı
verm ek için o m alın erişm esi lâzım
M ütebasbıs — Y altaklanan.
g elen m ikdâr.
Mütec&viz — A şan, geçen.
N iy â z — Y alvarm a, yakarm a.
M ütefennin — F en sâhibi. kültü rlü .
N ukul — R ivâyetler.
M ütehassis — D uygulanan.
N u sra t — Yardım, (A lifth ın yard ım ı).
M ütehevvir — H iddet ve kızgınlıkla
N usûs — K ur’ân-ı K erim ’de v eya ha-
neticeyi düşünm eden saldıran.
dts-ı sahihde olan açık, aşik âr ifâ d e
M ütekaabil — K arşılıklı. ler.
Mütelevvin — K ararsız, dönek. N u sû s-ı m üevvele — Görünürdeki m â
Mütemayil iste k li gibi, ta r a f t a r gibi. nâsından fark lı bir m ânâ ile a ç ık la
MUtemeddin — Medenileşmiş, medeni nan nas, yân i â y et, hadis.
olan N übüvvet — P eygam berini.
MUten&hl — Sonlu, bitim li.
MUten&kız — B irbirini bozan, birbirine P
uym ayan.
Mlktereddid — K ararsız. P â y e — R ütbe, m ertebe.
M ütesâviyen — E şit olarak. P erestlş — T apınm a, pek çok sevme.
MUtevârls — Birinden diğerine kalan.
M ütevâtir — A ğızdan ağıza geçerek K
gelen. R abbena leke'I-ham d — E y Rabbim iz,
MUtevehhim — K uruntulu. övm em iz S an a m ahsustur.
319
ıtacı’ — Ait, ilgili. S em âv ât — Gökler.
Rev&tib — F a rz nam azlard an önce ve Sem ere — N etîce, sonuç.
sonra kılınan m üekket sünnetler. S em ia'llâhu liraen ham ideh Allah,
R ezzâk-ı âlem — D ünyâdaki canlıların ham d edeni işitir.
yiyeceğini, içeceğini veren Cenâb-ı S enâ — övm e.
H ak. S erdetm ek — T ertip li ve güzel b ir şe
R ızâ — R azı olm ak, hoşnudluk. kilde söylem ek.
R iây e t — Saygı, hürm et.
Sevk — ile ri sürm e, götürm e, g önder
R ûhâni — R uhla ilgili bulunan.
me.
ROhiyyûn — R uhun v arlığına inananlar.
S eyyâliyet — A kıcılık.
Rttkn — Istin ad g âh , dayanak. B ir b ü
tünün en ehem m iyetli ve sağ lam olan S ıfât-ı sübûtiyye — A llâh'ın zâ tın d a s a
kısım larının her biri. b it olan k em âl sıfa tla rı (H ay at, ilim
Rükn-i d â h ili — (N am azın) içindeki sıfa tla rı g ib i).
farzlar. S ıh h at-i tilâv e t — O kum ada doğruluk,
RUsvây — A yıpları m eydana çıkma, sağlam lık.
rezîl olma. Sıyâm — Oruç, oruç tu tm a.
S uhuf — S ay falar, y a p ra k la r (K üçük
S k ita p ).
Saf — Camide nam az k ılacak olanların Sû-i za n — K ötü düşünüş.
yanyana d u ra ra k m eydana g etird ik le S u k n t — Düşme.
ri sıranın h er biri, dizi. (N am azın ) sn k u tu — N am azın borç ol
S afvet — Saf, a rı oluş. m a k ta n çıkm ası.
Sâik-ı İlâhi — İlâhî b ir rehber. SUlb — Soy, sülâle.
S âk ıt — Düşen, hüküm süz olan. Sun’ — Y apm a, y a ra tm a , eser.
S âk it — Sessiz, susm uş. Sun’-ı bedi’ — ö rn e ğ i ve benzeri olm a
Salâh — İyileşm e, düzelme, b ir şeyin yan eser.
iyi ve istenilen şekilde bulunm ası. SUbhâne R abbiye’l-a ’lâ — Yüce Rabbi-
S alâ t — N am az. mi, y ak ışm ay an n o k san lık lard an u-
Sâlih — D indar, îm ân sâhlbi. za k la ştırırım .
Sâlik — B ir yol tu ta n , b ir örneğe uyan.
S übhâne R abbiye’l-azim — Çok büyük
Sâlim — Sağlam , sıhhatli. olan Rabbim i, kendisine lây ık o lm a
S arâh a ten — A çık olarak.
yan b ü tü n n o k san lık lard an u z a k la ştı
Savm — Oruç. rırım .
S avt — Ses.
SUbût — G erçekleşm e, m eydana çıkm a,
S ayha — H aykırış.
sâ b it olma.
Sebat — D urm a, engellerden yılm ıya-
Siiflî — A şağı, aşağılık.
ra k sonuna k a d a r b ir işe v ey a bir
SiilDk — G irm ek.
isteğe bağlı kalm a, sözünde durm a.
Sebeb-i nüzûl — İnm esinin sebebi.
Secde-i tilâ v e t — K u r'â n o k u r veya ş
okunurken secde ây etleri geldiğinde Şâm il — İçine alan, kap lay an , sa ra n .
yapılan secde.
Ş â rl’ — Ş e ria t k u ra n (A llâhu T eâlâ),
Seciyye — Y aradılış, huy.
A llâh'ın em irlerini, y asak la rın ı bildi
Selef — ö n ce bulunan.
rene de m ecâz o la ra k ş â ri’ denir.
Sehven — Y anlışlıkla.
S ekerât-ı m evt — Can çekişm e. Ş ây ân — L âyık, yakışır.
Sekir — Sarhoşluk. Ş âyi’ — Y aygın.
Selbi s ıfa t — A llâh'ın şa n ın a y ak ışm a Ş ah âd etey n — Kelime-i şah ad et, y ân i
yan noksan sıfat. “E şhedü en lâ ilâhe iUâ'llah ve eş-
320
hedü enne M uhammeden abdühû ve T ahrim iyyeye m ahm ul — H aram a ya
Resûlüh» sözleri. kın olm akla yorm a.
Şek — Şüphe T ahsis — B ir şeyi birisine ayırm a.
Şeni’ — Çirkin, kötü, ahlâk ve insan Tahşiye — N ot, b ir k itap veya yazının
lık dışı. anlaşılm ası için güç kısım larım açiK-
Şer — Kötülük, fenalık, y aram az şey, lay an yazıyı yazm a, derkenar, hâşiye.
hayırlı olm ayan şey. T aht-i n ez ârette bulundurm ak — Göz-
Şerit — İlâhî kanuna âit. önünde bulundurm ak.
Şer&it-i şâire — D iğer şa rtlar. Takdim — Öne geçirme.
Şerâyl’ — Ş erîatler, hükümler. T akdlr-i İlâhî — A llah'ın, b ir şey ol
Ş eriat — Din yolu, Cenâb-ı H ak k ’ııı m adan evvel nasıl olacağım bilmesi.
k u lla n için koymuş olduğu dînî ve T ak riri sü n n et — Peygam berim izin,
dünyevî hüküm lerin toplam ıdır. Sahabelerinden birinin söylediğim
Şerik — O rtak. veyâhud işlediğini gördüğü halde onu
Ş iar — A lâm et, nişan. m enetm iyerek sü k û t buyurm aları.
Ş irk — A llah’a o rtak koşm ak, A llah’-
T akviye olunm uş — K uvvetlendirilm iş.
dan başka bir m a’bud olduğuna in an
T a’Um — ö ğ retm e.
mak.
T â k a t — Güç, kuvvet.
Ş urût — B ir şeyin m eydana gelm esi
için lâzım olan şeyler. T a k rir — K ararlaştırm a, bildirm e, an
Şiimûl — K aplam a, etra flıca içine al latm a, kabûl etme.
ma. T ak v â — A llah’ın azabından çekinerek
Şiiri» — İçm e. za rarlı şeylerden korunm a.
Şüruh — A çıklam alar, b ir yazının a n T akviye — K uvvetlendirm e.
laşılm asını k olaylaştırm ak için orada T ârih-i edyân — D inler târihi.
geçen bâzı kelim e ve deyim leri açık T a rik — Yol.
lam akla m eydana getirilen eserler. T asadduk — S ad ak a verme.
Tasfiye — Temizleme, saf hâle g etir,
T me, süzme.
T asnif — Bölümlere, sın ıflara ayırm a.
T âa t — İbâdet, itâ a t, A llah’ın em irle
T avazzuh — A çıklam a, aydınlanm a,
rini yerine getirm ek.
belli olma.
T aallûk — A lâkalı olmak, bir şeyin
başka bir şeyle ilgili olması. T a ’yin — Kesin belirtm e.
T aallûkat-ı ezellyye — Ezelde ta k d ir T azam m un — İçine alm a, ih tiv â etme.
edilmiş olm asiyle ilgili. T a ’zîm — Y üceltm ek, h ü rm et etm ek,
Taayyün — Belirme, belli olma. yüceliğini kabûl ve i’tirâ f etm ek.
T âbi’ — Bağlı. T âziye — Yeni ölen birinin yakınlarına
T a’dîl-1 erkân — N am azdaki belli te r acısını p ay laşır söz söyleme, tesellî
tip ve düzeni doğru olarak, hakkını etme.
vererek yapm ak. T eâru z — Bâzı şeylerin birbirlerlyle
Tafsil — B ir şeyi uzun ve etraflı bir uyuşm azlığı, çatışm a.
şekilde anlatm ak. T e a ttu f — D uygulanm a: acım a, esirge
T ahakkuk etm ek — Gerçekleşmek. me, şe fk a t gösterm e, m erh am et e t
Tahayyül — H ayalde canlandırm a. me, hüzün ve keder duyma.
Tahdîd — Sınırlandırm a. Teayyün — Belli olma, m eydana çık
Tahlil — A çıklama, çözümleme. ma.
Tahınîd — El-H am dü İJİlâh demek. Tebeddül — Değişme.
T ahrif — D eğiştirm e, bozma. T eberruan — M ecbur olmadan, kendi
Tahrim en mekrfib — Harsıma yakıu arzusuyla verme.
olan mekruh. Tebdil — D eğiştirm e.
321
Teberrû’ — Bağış. Tem yiz — A yırdetm e, seçme.
T ebligat — U laştırm a. T enâkuz — İn san ın b ir sözünün öteki
Tebliğ etm ek — Bildirmek, eriştirm ek, sözüne uym am ası, çelişme.
yetiştirm ek. T enfir — N efret ettirm e.
Tecelli — Belirme, görünme, açıklan T envir — A ydınlatm a, nurlandırm a.
ma. Tenzih — Cenâb-ı H ak k ’ın b ütün eksik
Tecellî etm ek — Y aratılan her şeyde liklerden beri olduğuna inanm a ve
A llah'ın esrâ r ve kudret eserlerinin bunu i’tirâ f etme.
görünmesi. Temzihen m ekruh — M übâha yakın
Tecessüd — Cesedlenme. m ekruh.
(Cenâzeyi) teçhiz — Cenaze İçin lâzım T erettü b etm ek — Gerekm ek.
olan şeyleri hazırlam ak. Tergîb — A rzu ettirm e, isteklendirm e.
Tecviz — Y apılm asında m ahzur, za rar heveslendirme.
görmeme. Tesâdüm — Çarpışm a.
Tedrici — Y avaş yavaş, a z a r azar. Tesâniid — D ayanışm a.
Tedvin — B ir a ra y a toplayarak te rtip Te’sîs — K urm a, tem el atm a.
leme. Aynı m evzûa â it çalışm aları Teşehhüd — N am az ka'delerinde «E t-
toplayıp k itap hâline getirm e. tehiyyâtü> yü okuma.
Teessüs — K urulm a, temelleşme. T eşrih — B ir şeyin h er cihetini incele
Tefessüh — Bozulma, çürüyüp dağıl yip açıklam a.
ma. T eşri’ eylem ek — Dînî em ir ve nehiy-
T efrik — A yırdetm e, ayırm a. leri bildirm ek, kanun yapm ak.
T efrit — Geri kalm a, azaltm a, kısm a. Teşvik — G ayrete getirm e, şevklendir-
Tehevvür — Kızgınlık, hiddet. me.
Teheyyüc — Heyecan, heyecanlanm a. Tevahhuş — Ü rkm e, korkm a.
Te’hir — Sonraya bırakm a. Tevfttür — Y alan üzerine birleşm ele
Tehlil — «Lâ ilahe illa’Ilah» cümlesini ri aklen m üm kün olm ayan b ir top
söyleme, okuma. luluğun verdikleri haber, ağızdan
Tehzîb — Düzeltme, iyileştirm e. ağ ıza geçip gelen.
Tekâlif-i şer’iyye — Dînî em irler, te k Tevdi’ — E m ân et etme, teslim etme.
lifler. Teveccüh — Çevrilme, yöneltilme.
Tekâm ül — Olgunlaşma. Tevekkül — A llah'a boyun eğme, yapı
T ekbîr — A llah’ın büyüklüğünü anm ak lacak işlerde her tedbîri ald ık tan son
için söylenen «Allahu Ekber» sözü r a neticeyi A llah’dan bekleme.
Tekdir — Kederlendirme, azarlam a." Tevessü’ — Genişleme, yayılm a.
Tekemmül — Olgunlaşma, kem âle e r Tevfikan — U ygun olarak.
me. Tevhîd — B ir A llah'a inanm a.
T ekerrür — Bir daha olma, te k ra rla n Tevhîd-i ulûhlyyet — Cenâb-ı H ak k ’ı
ma. birleme.
Tekmil — T am am lam a, bitirm e. Te’vîl — B ir sözü, an latm ak istediği
Tekzib — Y alanlam a. m ânâdan farklı bir şekilde açık la
Telâkki etm ek — Almak. ma.
Telehhüf — Acınma. Tevlîd etm ek — D oğurm ak.
Televvün-I mizaç — Sözünde durm a Te’yîd — K uvvetlendirm e, sağlam laş
m ak, kararsızlık, renksizlik. tırm a, doğrulam a.
Telezzüz — B ir şeyi ta tm a k ta zevk T ezâh ü rât — N üm ayiş, gösteriler.
bulma, tatlılanm a. Tezyin — Süsleme.
Telkin — Birisine bir şeyi iyice an la T ım er — B ir şeyin devâmı ve inkişâfı
tıp zihnine koym a, bir fik ri aşılam a. için lâzım gelen şeyi yapm ak, b ak
Tem âyüz — Kendini gösterm e, sivril mak.
me. Tim sâl — Resim, âlâm et, işâret.
322
Töhmet — Birine şüphe ile yüklenen V üsûk — İnanm a, güvenm e, i'tim âd
suç. etm e.
Tuğyan — Taşm a. Vüsûl — U laşm a, varm a.
VUcûb — V âcib olmak.
U Vücûh — T arzlar, yollar, UslAblar.
Uhrevt — A hiretle İlgili. Vtts’a t — Genişlik.
Ulfthlyyet — T anrılık, llâhlık.
lllftv — Y ükseklik. Y
Ulvî — (Mânevi ve fik rî şeyler h ak Y aktn — K alben b ir şeyin sıh h at ve
kında) pek yüksek, pek büyük. h ak ik atin e inanıb tısla şüphe ve te-
Umde — Tem el fikir, dayanacak, i’tl- reddiid etmem e.
m âd edilecek şey, prensip.
U nsur — B ir bütünü m eydana getiren Z
parçalardan h e r biri.
Z abıta — T u tan , itâ a t zorunda b ıra
Usûl-i âmme — B ütün insanların dü
zeni, yolu. kan.
Usül-i mesâil — Mes’elelerin asıllan , Z âhir — Açık, anlaşılır, belirli, görü
esasları. nen.
Zâid — Fazla.
Ü Zanıı-ı galib — D aha kuvvetli bir sanı.
Z âti sıfa tla r — A llah’ın zâtı ile berâ-
Ülfet — Alışma, alışıklık, b ir ş e y le d e
ber d âim â var. olan kem âl sıfatları.
vamlı m ünâsebette bulunma.
Z ekâvet — İnce an lay ış hassası, zeki
Ü lfet ettirm ek — A lıştırm ak.
lik.
Z erketm ek — V ücûdun dokuları a r a
V
sın a âletle sıvı sokm a işi, iğne y ap
Yâcib — Y apılm ası şer’an k a t’î derece ma.
de bir delil ile sâbit olm am akla be- Zevfiid — F a rz la r.
râb er her halde pek kuvvetli b ir delil Zevâl bulm ak — Yok olmak, yok ol
ile sâbit bulunan şey. m ağa y ü z tu tm ak .
Vâcibü’l-vücüd — Yokluğu olm ayan Al- Z evât — Kişiler.
lahu Teâlâ. Zeyd-i m ukim — B ir yerde oturan, mi
Vafcy — Allahu T eâlâ H azretlerinin, s a fir olm ıyan Zeyd.
dilediği hüküm leri, hak ik atleri pey Zıyâ’ — K aybolm ak, yok olm ak, m ah
gam berlerine bildirmesi. volmak.
Vârid — Gelen, erişen. Zilhicce — A rab i ay ların oniklncisi.
Vesâyâ-yı ahlâkiyye — A hlâki öğütler. Zuhfira gelm ek — M eydana gelmek.
Vasi — B ir yetim in veya akılca zayıf Zulm et — K aranlık.
ve h a s ta olan birinin malını idareye Zunûn — Şüpheler, tereddütler.
me’m ûr edilmiş kimse. ZUhd — Dinin y asak ettiğ i şeylerden
Vâsıl olmak — U laşm ak, varm ak. sakm ıp em irlerini y erin e getirm e.
Vaz’ etm ek — Koymak. Gayr-1 m eşrû' b ir sû re tte dünyâya
Vâ7.r — Koyan. tâlip olm aktan yüz çevirme.
Vecîbe — Borç, Dînin, ahlâkın yerine
getirilm esini istediği şey, vazife. N O T : B u lû g a tça onuncu b a sk ıy a
Veciz — K ısa ve hikm etli, anlatıcı. ilâve edilm iştir.
Veli — B ir çocuğun işlevine karışan, L ü gatçe M acide EMREM, T evfik ER-
onun hâlinden ve hareketinden so GUN, N erim an GÖKTÜRK tarafından
rum lu olan kimse. hazırlanm ış ve A ltın d ağ M üftüsü Y usuf
Velâyet-i kâm ile — K usursuz, m ükem Z iya E R SA L tarafından kontrol edil
mel b ir velilik. m iştir.
323