Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 325

Y a z a n

A. HAM DI A K SEK İ

Yirminci Baskı
Uu eser. Diyanet İşleri başkanlığınca

1950 yılında 10.000


1953 10.000
1954 10.000
1955 10.000
1957 10.000
1958 10.000
1959 20.000
1960 " 25.000
1962 10.000
1963 20.000
1964 20.000
1965 20.000
1966 20.000
1967 20.000
1967 20.000
i 96« 20.000
1969 20.000 niisha olmak üzere, onyedi defada
275.000 adet bastırılmıştır.
D İY A N E T İŞ L E R İ B A Ş K A N L IĞ I Y A Y IN L A R I N o. 31/16

Islâm dîni
İtikat; İbâdet ve A h l â k

Y a z a n
A. H AM DI A K SE K İ

Yirminci Baskı

GÜZEL SANATLAR MATBAASI A. Ş.


ANKARA
E V K A F U M U M M Ü D Ü R L Ü Ğ Ü N E (1)

H eyet-i M üşaverem iz A zasından Aksekili A hm ed H am di E fen­


di tarafından "Islâm dini — İslâm ltikad ve ibâdeti" nâm iyle y a ­
zılmış olan eser, b u hususta bilinm esi lâzım gelen mesâili cami ve
İmam ve H atib ler için fevkalâde lüzum lu olduğu bittetkik anla-
' şılmış olm akla eğer m üm kin ise m akam ınızca tabedilerek im am ve W
1 H atiblere tavzii m ünâsip olacağı beyan o lunur efendim.

19/7/1933

D iyanet İşleri Reisi


R I F A T

m E>Yı

(1) E v k af U m um M üdürlüğünün gösterdiği lüzum ve isteğ i üzerine ta ra fım ­


dan yazılan ve R ly âset Y üksek M akam ınca d a ay rıca te tk ik edilm iş olan işbu k ita ­
bın, ehem m iyetini ve ta b ’ı lüzum unu bildiren kıym etli tezkerenin bir sû retin i tebev-
rüken ilk sa y fa y a koym ayı m ünasip gördüm .
A. HAM DI A K SEK İ
ÖNSÖZ
im am ve H atiblerin her şeyden önce îtikad ve ibâdet mes elelerini iyi bil­
meleri gerektir. B unları bilm iyenlerin im am lık yapm aları câiz değildir. B u­
n u n la beraber köylüye ve halka dince çok lüzum lu olan şeyleri öğretecek olan
da b u n lar demektir. H albuki, onların b u şeyleri topluca ve kolayca öğrenebil­
meleri için bir kitap yoktur. Gerçi, bu hususta A rapça yazılmış pek çok ki­
tap lar vardır. F ak at her imam ve hatibin onları elde etmesi ve b ü tü n b u
mes eleleri onlardan anlayıp öğrenmesi havlıca zor ve h attâ bugünkü im am ­
ların çoğu ve yarınkilerin hem en hepsi için m üm kün değildir. İşte bu ihtiyâ­
cı çoktanberi d ü şü n ü r ve bu gibi imam ve hatîblere sağlam bir kılavuz olmak
üzere bir kitap yazm ak isterdim. A ynı ihtiyâcı duym uş ve anlam ış olan E v ­
kaf U m um M ü d ü rü bir gün b u mes'eleyi bana açarak, böyle bir kitap yazm a­
mı ricâ ve “M ü m k ü n olursa bunun kendileri tarafından bastırılarak im am ve
batiblere m eccânen dağıtılacağını" da ilâve etti. M üdîr-i U m ûm inin m ü tâlâa­
sını uygun bulduğum için b u kitabı yazıp kendilerine verdim. D iyanet işleri
Reisliğince icâbeden tetkikat yapıldı ve basılm asına karar verildi.
K itap dört bölüm e ayrılmıştır. Birinci bölüm de dinler ve m ezhebler
hakkında um ûm î bilgiler verilmiş, ikinci ve üçüncü bölüm lerde bilinm esi ge­
reken îtikad ve ibâdet m es'eleleri yazılmıştır. D örd ü n cü bölüm de de kısaca Is­
lâm ahlâk ın d an bahsedilm iştir.
İkinci bölüm için başlıca şu kitaplar esas tu tu lm u ş tu r: t m â m - i
A ’ z a m ’ın E l F ık h u l-E k b e r adındaki kitabı ile V asiyetnâm e'si: N e ş e -
f i nin. T a h â v î nin ve S e n û s S ’nin akaaid kitaptan; E mâli, N ûniye.
Cevhere, Bâcûrî, Şeybaniye, Hartde, V eslletü 'l-Â b id , B i r g i v I 'n in Rav-
za tu l-C e n n û t nâm ındaki m ûteber m etinleriyle M â t ü r î d î ’nin ve A I i y -
y ü ' I - K a a r î ’nin Fıkh-ı E kber şerhleri, I b n -, i K a y y i m ’in Şifâü l-
A lîii.
E sas tuttuğum uz m etinler yalnız mes’eleleri yazarak onların delillerinden
uzun uzadıya bahsetm ediklerinden biz de öyle yaptık. Esâsen böyle olması
bellemek ve akılda tutm ak için d ah a kolaydır. İbâdet kısmı için de başlıca
N ûrii'l-lzâh, T en vîru l-E b sâ r, K en z m etinleri ile N û ru l-lzâ h Şerhi ve 1 a h -
t â v î esas tutulm uştur. M ısır'da imam ve hatîblere tevzî edilmek ve okutm ak
üzere E vkaf N ezâreti tarafın d an son zam anlarda m ütehassıslara yazdırılan ve
şimdiye kadar iki cildi çıkmış olan D ört M ezhebe Göre Fıkıh adındaki m ühim
kitaptan da istifâde ettim.

4
Ş u n u da söylemeliyim ki: İmam ve hatîbler için düşünülm üş olan b u ki­
tap tan Türkçe bilen ber m üslüm an istifâde edebilecektir. O kum a bilen her in ­
san, itikad, ibâdet ve ahlâk mes etelerini b u kitaptan kolayca ve kimseye m uh­
taç olm adan öğrenebilecektir.
K itap kısa b ir m etin olm akla berâber, b u hususta bilinm esi lâzım olan
mes eleler tam âm en m evcuttur. B u nların izahlarını. inceliklerini, felsefelerini,
hikm et-i şer iyyelerini, istinât ettikleri şer’î ve aklî delilleri, m ezheb ve mücte-
hidler arasındaki ihtilâfları ve b u n lard an elde edebileceğim iz faydalan, bu ki­
tab a şerh olmak üzere hazırlam akta olduğum büyük kitaba bıraktım . A llâh u
T e â lâ 'n ın izni ve yardım ı ile yakında onu da bastıracağım ı um arım (1). Tevfîk
ve hidâyet yalnız A lla h ’dandır.

A h m e t H am di A K S E K İ

İK İN C İ T A B İN Ö N S Ö Z Ü

15 sene evvel basılm ış olan bu kitabın, birkaç ay içinde m evcudu tüken­


miş ve o gündenberi her taraftan sorulm akta, istenilm ekte olm asına rağmen
bug ü n e k adar bastınlam am ıştı.
Birinci lab in önsözünde de belirtildiği veçhile bilhassa İm am lar ve H atîb-
Ier için hazırlanm ış olan bu kitap: aynı zam anda her M üslüm am n da okuyup
istifâde edeceği m ühim b ir kitaptır.
İslâm D în i’nin itikad. ibâdet ve ahlâk bahislerini ve ayrıca dinler ve mez-
hebler hakkında da bir hülâsayı ihtivâ eden b u eser, İmam ve H a tîb K ursla­
rında okunacak din dersleri m üfredat program ına d a uygun görüldüğünden,
Bakanlıkça, İmam ve H atîb K urslarına d a tavsiye edilmiştir.
Eserin b u (ikinci) tab i bâzı düzeltm eler ve ilâvelerle daha zenginleştiril­
miştir. H azırlanm akla o ld uğunu ve basılacağını o zam an vâdettiğim iz büyük ki­
tab ın birinci kısmı, 1942 de yayınlanm ış, diğer kısım ları da hazırlanm ıştır. İn ­
şâ -A llah onun da b u sene yayınlanacağını üm it ederim.

A h m e t H am di A K SE K İ
D iyanet İşleri B aşkanı

(1) B unun büyük b ir cildi (tslâ m ) ad ıy la yay ın lan m ıştır.


BİRİNCİ BÖLÜM
;\

BİRİNCİ BÖLÜM
D İN L E R V E M E Z H E B L E R H A K K IN D A l'M U M I M A L Û M A T

1 — D İN İN M Â H İY ETİ :

D in, A lla h u T eâlâ tarafından vaz’ olunm uş bir kanundur. İnsanlara


saadet yollarını gösterir, onların saâdete erişm elerine delâlet eder, yaradılış­
larındaki gaye ve hedefi, A llah a ne suretle ibâdet yapılacağını bildirir, in ­
sanları (kendi arzulariyle dini kabul eden akıl sahihlerini) hayrolan işlere
sevkeder.
B u ilâhi k an u n u peygamberler vahiy suretiyle C enâb-ı H a k 'd a n telâkki
ederek insanlara tebliğ etmişler ve söylemişlerdir. B inâenaleyh din. peygam ber­
lerin vahy-i İlâhiye m üstenit tebligatı olup onun hakiki vâzıı. A llah u T eâlâ'dır.
Peygam berler dahî din ve şeriat vaz edemezler. O n ların vazifeleri, sâdece ah-
kâm-ı dîniyyeyi tebliğ etmektir. O n la ra din ve şeriat vâzıı denilmesi hakikat
değil, m ecazdır (1).

2 — DÎN-1 TA Bİİ N ÂM lYLE ORTAYA A TILA N ESA SLA R IN K IY M ETİ :

Son asırlarda bâzı filozoflar (2) tarafından (D tn-i tabiî) nâm iyle bir ta ­
kım esaslar ve um deler ortaya konulm uş ise de onlar hiçbir zam an hakiki dinin
ulvi m âhiyetini hâiz olam azlar. O n la r nihâyet birer felsefi meslekten başka bir
şey değildir. E sâsen insanlar tarafından uydurulacak bir din, veyâhut vücûda
getirilecek felsefe sistemi, hiçbir zam an beşeriyetin hidâyet ve saâdetini te’mi-

(1) Bu bahse d âir uzun ve felsefi bilgiye sahlb olm ak arzu edenler vaktiyle
yazm ış olduğum uz (Dini D ersler) üçüncü k itab ın birinci ve ikinci derslerine b a k ­
sınlar.
(2) F ra n sız Filozoflarından J a n J a k R u s o (1712-1778), R ö -
n a n (1823- 1892), J ü 1 S i m o n (1814-1896) ve bunların em sâli birçok
filozoflar, H ıristiyanlığın alm ış olduğu h u râfl şeklin m ü tefek k ir dim ağ ları ta tm in
edem iyeceğini görerek, vicdanların din İhtiyâcını, cem iyetin ahenk ve intizâm ını
te ’min için Dtn-i tab ii nâm iyle b irta k ım esaslar v az'etm lşler ve beşeriyetin saâd e­
tini te'm in için böyle b'-r dinin lüzûm una k aail olm uşlardır.

ı
ne kâfi değildir. Ç ü n k ü valıiy ve ilham a istinâd elmiyen. kökleri o ulvî kayna­
ğa dayanm ıyan. orad an fışkırmıyan bu gibi şeyler, insanların ruhlarının derin­
lerine nüfuz edemez, kalblere asla hâkim olamaz. M uhtelif m illetler içinde ye­
tişen en büyük m ütefekkirlerin asırlardanberi İlâhi dinlere sardm aları ve o n la­
rı kabul etmeleri, b u dinlerin esas i’tibâriyle İlâhı vahye m üstenid olm asının
en arık delillerindendir.
B inâenaleyh, ahlâkın en sağlam istinatgâiıı dindir. D in olm adıkça fert­
lerde yüksek ah lâk ve faziletten eser görülemez. Böyle fertlerden teşekkül et­
miş olan bir cem iyetin intizam ve âlıengi de olam az. D înin yerini hiçbir şey dc
tutam az (1).

3 — b e ş e r iy e t îç în d în în lüzûm u 12) :

D in. cem iyetin nâzım ı olmak i libâriyle beşeriyete lâzım bir müessesedir.
B u müessese, ne k ad ar yüksek temellere, ne kadar derin hikm etlere daya­
nırsa lüzûm u da o nisbelle artar. A lm an filozofu S c h o p c n h a u r (Şo-
penhavr 1788 - 1860)’ın pek güzel tasvir ettiği iizere. hayat, hırs ve arzudan
ibârettiı\ İnsan da garîziyât i'tibâriyle hırs ve arzunun esiridir. Böyle olan in ­
sanlar arasında içtimâi hayâtın teşekkülü m iitekaabil emniyet ve m eveddetin
teessüs edebilm esi için ferdin ferdî arzularına, nefsânî ihtiraslarına hâkim ol­
m ası lâzım dır. Böyle olm adıkça içtimâi bir hayat yaşıyamaz. medenî olamaz.
G arîziyyât i’tibâriyle ihtirâsâtına bir had olm ıyan insanlar bu ihtiraslarını
m u tedil bir şeyle sokacak bir zâbıtaya m uhtaçtırlar ki. bu da dindir. D în î zâbı-
ta olm asaydı insanlar arasında ahlâki ve hukuki zabıtaların teessüs etmesi im­
kânsız olurdu.
D in, ferdleri m ukaddes duygu ve i'liy atlaıla birleştirerek hem m illî vicdâ-
m vücûde getiren bir âm il, hem de cemiyetlerin yükselmesi ve tekâm ülü için
elzem bir m üessesedir. Ç ü n k ü din-i hak. ahlâkî fazilettir, mahz-ı adâletdir.
Filhakika, bugünkü felsefeye göre ahlâk, hürriyetimizi güzel kullanm ak il­
midir. Bu telâkkiye n azaran da ahlâk ilmi, vazife ilm inden ibâret oluyor. V a ­
zife ise hayrın işlenmesi dem ektir ki. b u n u n husûlüne fazilet ıtlak ederiz. G ö ­
rülüyor ki: fazileti telkin ve te'yîd i’tibâriyle ahlâk ile din birdir. D in . in san ­
ları birtakım vazifelerle m ükellef tutm ak i’tibâriyle beşerî hürriyetin hüsn-i is-
ti’mâli usullerini tâyin ettiği gibi, iyiyi emir, kötüyü yasak etmesi süreriyle dc
fazileti telkin etm ektedir. A hlâkın herhangi biri cemiyet için lüzum unda şüp­
he olm adığından gayesi fazîlet-i ahlâkiyyeyi takrir, hürriyetin hüsn-i isti'm â-

(1) Dînî D ersler üçüncü kitap , ikinci, üçüncü, dördüncü, altıncı, yedinci ve
sekizinci derslerde Dîn-i tab iî diye o rta y a atıla n esaslar teşrih edilerek dînin f e r t­
le r ve cem iyetler için nasıl bir ih tiy aç olduğu uzun uzadıya m ü n âk aşa olunm uştur,
o ray a bakınız.
(2) Bu bahis, Saym Ü stad P ro fesö r Ş e m s e d d i n G ü n a l t a y ’ın
T ârih-i E dyân nâm ındaki m ühim kitab ın d an alınm ıştır.

8
lini te minelen ibaret olan dînin Iüzûm u bu suretle de tahakkuk etmiş oluyor
demektir.
D in. beşeriyet üzerinde çok kuvvetli, nafiz bir hâkim dir. Ç ünkü, menşei
kudsîdir. B u i tibarla cemiyetin ahengin.’ m uhafaza için, din zarûrî b ir âm il­
dir. Z âb ıta-i diniye, in sandan hiçbir vakit ayrılm ıyan, nerede ve ne zam anda
olursa, onu dâim â taht-ı nezârette b u lu n d u ran bir hâkim dir. Bu hâkim , vicdan­
larda en müessir b ir âm il olduğundan insanı gizli ve âşikâr her türlü fenâhk-
lardan alıkoyacağı gibi, her nevi iyiliklere de sevkeder.
D in sâyesinde llm -i İlâhinin gizli ve âşikâr her şeye taallûk eylediğini bi­
len insan d a kuvvetli bir irâde hâsıl olur. Böyle kuvvetli bir irade ve seciye sâ-
hibi olan d in d ar fertlerden müteşekkil cemiyetlerde m üstem ir bir nizam ve âhenk
bulunur.
Felsefe-i ilmiye ulem âsınden A l e k s i B e r t r a n "M ûtekid k im ­
selerde mevcut olan îm an, ahlâk için pek kıymetli bir istinatgahtır ve bu nok­
ta. aslâ cây-i iştibah değildir. A hlâk-ı dîninin aynı zam anda bir ahlâk-ı felse­
fî olduğunda da şüphe yoktur." ifadesiyle bu hakikati i'tirâf etmekledir.
Beşeriyet için dinî ahlâkın ehemmiyet ve lüzum u pek büyüktür. Bir m il­
let için ahlâkın sukutu kadar m üthiş bir felâket yoktur. Ingiliz hükem âsm dan
m eşhur H e r b e r t S p e n s e r ' i n "Evâm ir-i ahlâkiyye. m ukaddes olduk­
ları beyân olunan m enşe'lerinde hâiz olm aları lâzımgelen hüküm ve kuvveti
bugün kaybediyorlar. A hlâk-ı dinînin bu sûretle inhitât ve zevâle yüz tu tm a­
sı kadar m üthiş pek az felâket vardır." yolundaki telehhüfü ne kadar haklıdır!..
H u lâsa : D in. her türlü ahlâkî faziletin, hem menşei, hem de kuvve-i m üey­
yidesidir. K avânîn-i ahlâkiyenin te’mîn-i cereyânı. âheng-i cemiyetin m uhâfa-
zası için kuvve-i müeyyide, ancak kudsî bir esâsa m üslenîd olan dindir.
D insizliğin içtim âi neticelerini nazar-ı i tibâra alm ak da insanı dînin lü-
zûm -ı içtim âisini i'tirâfa m ecbûr eder. D insizlik evvelâ ahlâk, sonra hukuk fi­
kirlerinin ziyâını intâc etmektedir. Ç ünkü, din olm adığı takdirde ahlâk için bir
kuvve-i müeyyide kalm adığından dinsizlik her türlü kötülüğün intişar ve teves-
süüne ve neticede ahlâk fikrinin ziyâı ile cemiyetin inhilâl ve inkırâzm a sebep
olur. D insizlik aynı zam anda hukuk fikrini de yıkar.
D insizlik cemiyetlerin de yıkılmasını m ûcib olur. Ç ü n k ü cemiyet efrâdı
arasında ahlâkî tesânüt, ancak cemiyeti teşkil eden fertlerin i'tikad ve duygu­
larının m üşterek olmasiyle hâsıl olur. D in. ortadan kalkınca tabiatiyle bu tesâ­
n ü t de zevâl bulur.
D in in , cemiyet hayâtının zarûriyâtından b u lunduğu ve insanların dinsiz
olarak bir cemiyet hâlinde yaşıyam adıkları Fransız İnkılâbı hengâm ında görü­
len ahvâl ve tezâlıürât ile kat'iyyen tahakkuk etmiştir. H ıristiyanlığa giydirilen
lıurâfi şekil, a sâr-ı ahirede m ütefennin dim ağları tatm in edememiye başlay ın ­
ca vicdanların din ihtiyâcını, cemiyetlerin âhenk ve intizâm ını te min için b â ­
zı mütefekkirler tarafından D in-i tabii nâm iyle bir din vaz'ına kalkışılmış olma-

9
sr, beşerî cem iyetlerin dinsiz kalam anıasından ve dinin, hayât-ı içtim âinin za-
rû rîyatm dan olm asından neş et etmiştir. F ilhakika din fikri zail olduğu gün,
beşeri cemiyetler tefessüh ederek am ansız ve akıbeti m eçhul bir anarşiye sü ­
rükleneceğinde şüphe yoktur. D in , gerek efradın, gerek ailenin ve gerek cem i­
yetin saâdeti noktasından beşeriyet için en m übrem ve en lüzûm lu bir mües-
sese-i içtim âiyyedir (1).

4 — VİCDAN, D İN İN Y E R İN İ TU TA B İLİR M i?

Bâzı filozoflar vicdânın din m akam ına kaaim olabileceğini söylemişlerse


de bu, doğru değildir. Evet, in sanlarda fıtri bir istidat vardır. İyiyi kötüden,
hayrı şerden ayırdetm ek isti dadı insanda fıtridir. F ak at vicdan dediğim iz bu
isti dât, tâlim ve terbiye ile tekemmül edeceği grbi, kötü' i tiyatlarla. fena m u ­
hitlerin kötü telkinleriyle körleşeceği ve h attâ b ü sb ü tü n yok olabileceği de
şüphe götürmez b ir hakikattir. Bu fıtri isti d ad ın herkeste aynı derecede tecel­
lî etmemesi b u n a en büyük delil değil midir?.. U fak bir şefkatsizlikten, ufak
bir suçtan m üteessir olan insanlarla, ebeveynini boğazlayan ve b a tta evlâtla­
rını diri diri m ezara gömmüş olan insanların hâline ne diyeceğiz? Evet, d ü n ­
yâda öyle câniler görülüyor ki, kendilerinde hâsıl olan kötü i'tiy atlar neticesin­
de, vicdan denilen his b ü sb ü tü n sönüp gitmiştir. J a n J a k R u s o nun
şu sözleri ne kadar m ühim dir : “ V icd a n , bir sâih-ı İlâhî ve lâyuhltdir.. Fakat
bu rehberin m evcud olması kâfi değildir, bunu tanıyabilm ek ve takib eylem ek
lâzımdır. B u rehber her kalbe karşı ifâde-i hâl ettiği halde onu işitenler neden
bu kadar az bulunuyorlar? Ç ü n k ü bize o, lisân-ı tabiatle söylüyor. H albuki,
bu lisânı bize her şey u nutturuyor.”
İyi vicdâna sâhib olabilm ek için iyi bir din terbiyesi almış, ahlâkan çok
yükselmiş, terbiyeli m uhitlerde yaşam ış olmak lâzımdır. B inâenaleyh, yalnız
b aşına vicdan, insana, ne gaye-i hilkatini bildirir, ne gideceği yolu gösterebilir,
ne de hayır ve şerri ayırdedebilir. A ynı zam anda hak ve vazifenin, hayır ve
faziletin kâfi derecede ne m i'yârı. ne de kuvve-i te'yîdesi olam az. V icdan. d a lâ ­
lete düşm em ek ve yolunu şaşırm am ak için kendisine yol gösterecek b ir rehbere
m uhtaçtır ki, o da V a h y -i İlâhî dir; D in dir.
H akikî b ir din terbiyesi almış, b u terbiyeden az çok istifâde etmiş in san ­
ların vicdanlarıdır ki. kendilerini lam âm en fenalıktan alıkoyarak fazilet yoluna
sevkedebilir (2).

5 — D İN B E ŞE R İY E T L E DOĞMUŞ VE ONUNLA DEVAM ED EC E K T İR :

T arih ve ahvâl-i beşerin tetkikatı açık bir sûrette gösteriyor ki. din fikri,
insanla beraber doğm uştur. Ç ü nkü, tarihî asırların hiçbirisinde b u n d a n haberi

(1) T ârih-i Edy&n : M. Ş e m s e d d i n , sahife: 39 - 51.


(2) Dinî D ersler, üçüncü k ita b m beşinci dersinde vicdan nazariyesi hakk ın d a
çok m ühim ta fsilâ t ve m ünâkaşa vardır.

10
t
olmayan bir millete lesâdüf edilemiyor. N erede insan varsa orada bir nevi îmân
ve ibâdet mevcûd olduğu bittetkik anlaşılm ıştır.

H attâ tarihten evvelki zam anlarda yaşam ış olanlarda bile din fikrinin, d i­
nî hislerin varlığı inkâr olunam az b ir hakikat olm uştur. B u n d an da anlaşılıyor
ki, din. beşeriyetin Ievâzım ındandır. Beşeriyet yaşadıkça din de ebediyen y a­
şayacak. fikrin, idrâkin, düşünce ve anlayışların yükselmesiyle d in -fik ri daha
ziyâde ve d ah a esaslı bir şekilde kuvvet bulacaktır, lngilizlerin ve h attâ d ü n ­
yânın en büyük filozoflarından H c r b e r t S p e n s e r (H. S p e n s e r
lfe20 - 1903) gibi kavânin-i tabîiyyeyi tetkik ve ihata etmiş olan filozofların:
İlmin terakkisi d ah a bedîhi bir sûrette isbât ediyor ki. hakikatini anlam adığı­
mız vc anhyam ıyacağım ız bir V ücûd-ı M utlak vardır. Evvelini ve sonunu ta ­
savvur edemediğimiz b u ebedî kudret, her yerde tecellî ediyor ve her şey o n ­
dan zuhûra geliyor." demeleri de b u n u le'yîd eder.

Filozof S a b a t i e r diyor ki : D iyanet gayet kuvvetli bir ağaç gibi


insâniyetin geçirdiği inkılâpların hepsinde hayâtını m uhâfaza etmiş ve ede­
cektir. Filhakika, b u ağacın m eydanda olan saçakları binlerce defa kesilmiştir;
lâkin esas kök dâim â d allar yetiştirm ekten aslâ hâli kalmıyor. Z am an geçmek­
le onun m enbaı kurum ak şöyle dursun bilâkis felsefi fikirler ve hayâtın acı tec­
rübeleri gibi iki müessirin te siri altın d a o m enbaın gittikçe derinleştiğini, ge­
nişlediğini görmekteyiz. Binâenaleyh, hayât-ı insâniyye diyânetle başlam ış oldu­
ğu gibi, diyânetle kuvvet bulacak; diyânetle nihâyetlenecektir...

Büyük filozofların b u yoldaki şehâdetleri de isbât eder ki; din fikri, b e­


şeriyetin zarûrî ihtiyaçlarındandır. Beşeriyet yaşadıkça din de daha sağlam bir
sûrette devâm edecektir.

6 — D İN İN M E N ŞE Î N E D tR ? AKLIN V A ZİFESİ :

Beşeriyetle berâber doğmuş olan din, insanların sonradan icâd eyledikle­


ri bir şey değildir. Din. hissi, esâsen beşerin fıtratında mevcut bir hakikattir.
İrâdesi b ü tü n m evcûdât üzerinde hâkim bir A lla h ’ın varlığını, hayır ile şerrin,
fazilet ile rezîletin ayrı ayrı şeyler olduğunu anlam ak ve tasdik etmek, insana
m ahsus rûhi ve fıtrî bir keyfiyettir. İnsan doğarken b u n u n la berâber doğm uştur.
B u nokta-i nazard an diyebiliriz ki. dînin menşei, fıtrat-ı beşeriyedir. Akl-ı se­
limdir. A ncak, insanlarda fıtratan mevcûd olan b u fikir ve akide, V ahy-i İlâ ­
hîye m azhar olan peygam berler tarafından takviye olunm uş, b u peygam berle­
rin V ahy-i İlâhiye m üstenid tebligatı, insanların yolunu aydınlatm ış ve bu
mürşitlere tâbi olanlar hidâyeti bulm uşlar, bunların gösterdiği yolu bırakanlar
da dalâlete düşm üşler, nereye gideceklerini şaşınp kalm ışlardır. B inâenaleyh
İslâm i tikaadına göre d în in menşei “V a h iy ve N ü b ü v v e t”dir. V ah iy ve n ü b ü v ­
vet ise bir hakîkatdır: târihen sâbit bir şeydir. A ncak vahiy ve nübüvvet olm a­
saydı, beşerin akl-ı selim inin, din ve şeriatı idrâk edip edemiyeceği üzerinde

11
birkaç m ezheb vardır. M ûtezile ye göre akıl, esâsât-ı dîniyeyi k a ti sûrette a n ­
layabilirdi. Eş ariyye ye göre akıl, yalnız hitûbât-ı Ilfthiyyeyi anlam aya bir
âlettir. B inâenaleyh, vahiy ve nübüvvet olm aksızın, akıl, din vc şeriatı anlı-
yamaz.

C üm hûr-ı H anefi ye göre, akıl, A llah ın varlığını ve diğer kem âlât-ı llâ-
hiyyeyi idrâk edebilir. N a z a r ve islidlâi ile b u n u anlam ak, akl-ı beşerin ha-
sâisindendir. O n u n için b u n u n la mükelleftir. F ak at b u n d an başka ahkâm-ı
dîniyye ve şer iyyeyi anlam ak, hitâbât-ı İlâhiyyeye m uhtaçtır. H ü lâsa : D în in
m âkul ve fıtrat-ı beşerde mevcut olduğunda b ü tü n İslâm M ezhebleri m ütte­
fiktir. İhtilâf ettikleri nokta, ukıl ve fıtratın m üstakil bir m enşe olup olmama-
sındadır.

D in in beşerde fıtri olması, bugün dinlerin felsefi tetkikleriyle de sabit bir


lıakikaldır. T ârîh-i E dyân m üelliflerinden M a k s M ü l l e r ( M a x
M ü I I e r . 1823 - 1900) de derin ve esaslı bir tetkik neticesinde dinin, rûh-ı
beşerde fıtrî bir hasisa olduğunu isbât etmiştir. D in ler T ârihi âlim lerinden
B e n y a m e n K o n s t a n ' ı n ş u sözleri de derin bir hakikati ifâde etm ek­
tedir : “ D in. târih-i beşeriyete en ziyade hâkim olm uş bir âmildir. H ayât-ı d i­
niye, tabiatım ızın ezeli bir vasfı, ve ondan ayrılm ayan bir hasisadır. insanın
m âhiyeti d ü şünülünce zihne derhal bir de din fikrinin gelmemesi m ü m kü n d e­
ğildir.” B inâenaleyh: " D in " i, korku ve üm id veyâhud herhangi bir vasıta ile
sonradan ân z olm uş bir şey gibi göstermek, dalâletten, sapıklıktan başka bir
şey değildir. Evet. V o I t e r ve em sâlinin ileri sürdükleri b u fikri kabul
etmek cem iyetin b ak aasın a hadim olan ahlâkı, hukuk ve içtim aiyatı doğurm uş,
dinlerin b ir vehim ve hayâl üzerine m üstenid ve h ilkattan bugüne kadar geç­
miş olan b ü tü n beşeriyetin aldanm ış ve aldatılm ış bir sürü saf varlıklar olduk­
larını kabûl etmek demektir. B u ise beşeriyet tarihine karşı fikri b ir dalâlettir.
H akikat ş u d u r : A ldanm ış veya aldatılm ış olanlar, beşeriyet değil, belki beşe­
riyet tarihini daim i bir ald an m a gibi göstermek istiyen V o I t e r ve emsâ-
Ii gibi garazkâr sapkınlardır (1).

7 — D lN -t HAK, D lN -I TEV H İD :

İslâm i’tikaadına göre beşeriyetin ilk dini, ilham ve ta'Iim -i İlâhi üzerine
müesses b ir din-i tevhid. b ir din-i hakdır. Beşeriyet, tab iat sâhasına atıldığı
günden i'tib âren Y aradanı anlam ış ve b u n a ibâdet etmiştir. İnsanların dinde
olan ihtilâf ve sapıklıktan sonradan ân z olm a maraz! b ir hâletdir. Birçok âyet
ve hadisler b u n u nâtıktır.

İlk d in in b ir dîn-i T evhid olması meselesini, b u g ü n rûhiyyûn filozoflariy-

(1) Dini D ersler, üçüncü kitab ın 9 uncu dersinde bu bahis ta fsil edilmlg ve bu
b â tıl fikirlerin n ek a d ar çürük ve esassız oldukları uzun u zad ıy a isb â t olunm uştur.

12
le. dinler târihi m ütehassıslarından birçokları da kabul etmektedir. Birçok let-
kikatdan sonra b u n la r da beşerin ilk mftbudu. H âlik-ı hakîkî; ilk dîni. Tev-
hîd o ld u ğ u n u söylemişlerdir. Son asrın filozoflarından Ş e I I i n g (1)
- 1854) ve emsâli de insanların tekâm üllerinin iptidâsm da bir nevi tev-
hîd-i nisbi akidesinde birleşm iş bulunduklarını söylüyorlar. B unların ifâdele­
ri de netice i tibâriyle beşerin ilk dini A lla h 'ın birliğine inanm ak olduğunu
te y îd etm ektedir. Beşerin um ûm î tarihi de M ısır'da. İran ’da. H in d 'd e. Ç in ’­
de T evhîd üzerine müesses bir dinin esas hatlarını gösterdiği gibi, tarih in ay­
d ınlatam adığı birçok asırların içinde bu m illetlerin rûhânt reislerinin i’tikat
m eselelerini genişlete genişlete T evhîd dînini putperestliğe çevirdikleri görül­
m ektedir. Ç ok eski zam anlara âid olup yeni yeni keşfolunan M ısır âsâ n n d a n
birinde : Semâv&t ve arzın rabbi olan A lla h , âlem in H âlikıdır; kendisi hal-
kolunm am ışiır. ne evveli ne de âhiri vardır." ibâreJeri yazılı olduğu görülü­
yor (2).

8 — İN SA N L A R IN İLK M Ü RŞİD İ :

Ehl-i S ü n n et i tikaadına göre ilk insanlara A llah 'ın ı bildiren ve onları


T evhîd dinine kavuşturan. A llah tarafın d an beşeriyete gönderilm iş bir peygam ­
berdir. Beşeriyet onun irşâdı ve tâlîm âtı ile A lla h ’ını tam m ış, O 'n a lâyık o ld u ­
ğu veçhile ibâdet elmiş, m addî ve m a'nevl ihtiyaçlarını tanzim eden ahkâm ve
kanunları o n d an öğrenm iştir. Yine C üm hûr-ı M üslim î'nin i'tik aad ın a göre.
A dem (A leyhi's-selâm ) hem ilk insan, hem de ilk peygam berdir. Â dem (A ley-
hi's-selâm ), A lla h u T e â lâ 'd a n telâkki eylediği vahy ü ilhâm ile kendi zam ânın-
dakileri irşâd etmiştir,
ı
B inâenaleyh, bâzı nazariyecilerin zannettikleri gibi, beşeriyetin dînî b aş­
langıcı m utlak b ir vahşet değil, bir kem âldir. V ahşet gibi görülen m ebâdî, beşe­
rin m ebâdîsi olm ayıp tevahhuş devridir.

V ah şî gördüğüm üz m illetlerin menşe Ierine yaklaştıkça vahşetlerinin değil,


m edeniyetlerinin artm akta o lduğunu görüyoruz. B u radan da anlaşılıyor ki, b e ­
şerin m ebâdîsini m utlak b ir vahşet saymak, yanlış bir faraziyedir. B u faraziye,
ilmî v âsıtalard an hiçbiri ile sâbit değildir. B inâenaleyh, ilk defa İlâhî vahiy ve
ilhâm ile doğru yolu bulm uş olan insanlar so nradan hırs ve cehftletin te sisiyle
o yoldan uzaklaşa uzaklaşa tevahhuş etmişlerdir. Beşerin iptidâsını m utlak b ir
vahşet olarak gösteren faraziyenin yanlış b ir faraziye olduğu ilim, felsefe, ta ­
rih ve m ukaddes k itaplarla da sâbittir. Ş u halde, bu yanlış faraziyenin üzerine

(1) S e h e 1 I 1 n g , A lm an fiiozoflarındandır. M ünih ve B erlin’de felsefe


m üderrisi İdi. Felsefesinde bir nevi’ ta sav v u f vardır.
(2) U m ûm î Târih, M u r a d ; F elsefe Târihi, A b e 1a r d ; Dinler Târihi.
A h m e d Mi d h a t ,

13
islinâd eden A nim izm (1) ve N alurizm nazariyeleri de esassız ve istinatsız bir
faraziyeden. fikrî b ir sapıklıktan ibâret kalıyor.

9 — BÂ TIL D ÎN VE I ’TÎKADLAR N E SÛ R E TL E Ç IK M IŞT IR ?

İslâm ulem âsı, dinleri, hâiz oldukları m ânevi kıymete göre tasnif etm iş­
lerdir. B u esâsa göre dinleri 'H ak dinler , " B âtıl dinler ' diye ikiye ayırmak
îcâbeder. D in ler ne sûretle tasnif edilirse edilsin, netîce i'tibâriyle yine budur.
A blâkî fazilet üzerine kurulm uş, kudret ve iradesi b ü tü n k âin atta Hâkim, ilmi
Her şeyi kuşatm ış tek bir A llah ve onun Peygam berlerine im ân ve yalnız A l­
la h 'a ibâdeti em reden dinler, Hak din: Hu evsaftan maHrûm olan dinler de b â ­
tıl dinler sınıfına dâhildir.
Biraz evvel de söylediğim veçhile, İslâm i'tik aad ın a göre beşeriyetin ilk
dini "D tn -i H ak", "D in -i Teoftîd’ dir. İlk peygam ber olan  dem , AIIaHu T eâlâ
tarafın d an vahy'e m azh ar olduğu tarihten i’tibâren insanlar bir A llâ h 'a ibâdet
etmişlerdir.
F a k a t sonradan, insan lar ihtilâfa düşerek bir kısmı saf i'tikad ve im ânını
m uhâfaza etmiş, b ir kısmı da doğru yoldan çıkarak dalâlet çukuruna düşm üş­
lerdir. B u n u n üzerine A llah , zam an zam an Peygam berler gönderip doğru yol­
d an çıkm ayanları m ükâfatla m üjdelem iş, sapkınlan da azâb ile korkutm uş ve
in san lara doğruyu, hak ve hakikati bildirm ek için de Peygam berlere K itaplar
indirm iştir. H er peygam ber hangi kavme gönderilm iş ise onları hak dine çağır­
mış ve A lla h ’ın em irlerini bildirm iştir.
B irer hakikat ve hidâyet güneşi olan o büyük ad am ların gösterdiği yoldan
gidenler, hak din ve i’tikaadı m uhâfaza etmişler, onları dinlem iyenler de ka­
ranlık içinde kalm ışlar; böylelikle birtakım Iıurâfeler ve bâtıl i'tikaadlar m ey­
d a n a gelmiş ve beşeriyet arasına yayılmıştır.

10 — R Ü H lL ÎK VE ECDÂDA İBÂ D ET :

H ak D in in gösterdiği yoldan sapmış olan kavim lerden bâzıları düştükleri


d alâlet ç u k u rlan n d a serseriyâne dolaşırken, ruh ve rû h u n ölmez olduğu ve öl­
dükten sonra dirilm ek hakkındaki doğru i’tikaadı kendi ak d lan n ca genişlete
genişlete nihâyet canlı ve cansız her şeyde b ir ruh olduğuna i'tikaad ve bu
ru h lara tapınm ak ihtiyâcını hissetmişlerdir.

(1) A nimlsme, ru h la ra ibâdet dem ektir. A nim lzm ’i kabûl edenlere göre in san ­
ların bidayeti m u tlak b ir vah şettir. În san kendisinde, d ah a so n ra b ütün eşy âd a b ir
ru h bulunduğuna k a n a a t ederek k â in a tta v u k u a gelen şeyleri bu ru h lard an bilm iş­
ler, b u n la ra k a rşı perestişe başlam ışlar ve bu sû retle dint ây in ler m eydana çıkm ış­
tır. Bundan sonra n a tü ristllk denilen V esent’lik, d ah a so n ra d a Totem cilik, yâni
h a y v â n a ta perestiş vücûda gelm iştir. Bu n azarly elerln esâsı, vahşet-1 m u tla k a fa-
raziyesidir. O faraziye b âtıl olunca bunların d a esassız b ir faraziy e olduğu m eyda­
n a çıkm ış dem ektir. B undan sonraki b ah iste b âtıl dinlerin nasıl çık tık ları izâh edi­
lirk en b u m esele d ah a ziyâde ta v azzu h edecektir.

14
B u n lar m uhterem tanıdıkları b abalarının, analarının ve atalarının ru h la ­
rını iyi ru h lar sayarak, yerine göre kendilerine yardım edeceklerini düşünm üş­
ler ve o n la n n yardım larını kazanm ak için o ru h lara tapınm ışlardır. Y ine bu
i tikaadın sevkiyledir ki, kendilerine düşm an olanların ruhlarını da, fena ru h ­
lar sayarak sebebini anlıy am adıklan birtakım hastalıklarla, kendilerine zararı
o lan şeyleri, o ru h ların y aptığına i’tikad etm işler ve b u sûretle ruhları, iyi ru h ­
lar, kötü ru h lar diye ikiye ayırm ışlardır. B inâenaleyh, iyi ruhların yardım ını ka­
zanm ak, kötü ru h ların da zararın d an emin olabilm ek için onlara yalvarm aya,
onlar nâm fna hediyeler vermeye başlam ışlar ve bu sûretle ecdada ibâdet mey­
d an a gelmiştir. H a ttâ H in d liler’in G an j. eski M ısırlılar ın N il nehrine, M e-
cûsîler’in ateşe, S âb iîler’in y ıldızlara tapınm alarının esasları d a hep budur.
B ugün A frik a’da, A m erik a’da, A v u stralya'da ve Bahr-i M u h it ad aların d a yaşa­
m akta olan birçok vahşî kabilelerin i'tikadları da b u şekil rûhilik esâsına d ay an ­
m aktadır.

11 — R Ü H ÎL ÎK B E Ş E R ÎN ÎLK D ÎN Î DEGÎLDÎR :

D in lerin tarihini yazm ıya çalışan bâzı A v ru p a m üellifleri ru h lara perestiş


şeklini, insanların ilk dini diye göstermek istemişlerse de, doğru değildir. B u n ­
ların id d iaların a göre, din. in sanların m uhayyilesinden doğan ve gittikçe tekâ­
m ül ederek b u g ü n k ü şeklini alm ış olan bir şey olmak lâzımdır.
T a y l o r ve em sâlinin ileri sürdükleri bu id dialar H e r b e r t Spen-
s e r ve d a h a birçok filozoflar tarafından uzun uzadıya tenkid edilerek b u ­
n u n çürük bir iddia olduğu m eydana çıkarılmıştır. B inâenaleyh ru hlara ibâdet,
beşerin ilk dini olm ayıp, bilâkis hak dinden saptıktan ve o n u n izlerini kaybet­
tikten sonra m eydan alm ış yanlış bir i’tikaadm doğurduğu b ir şeydir. N atü rist'-
lik de böyledir.

12 — A D Î VE M ADDÎ ŞE Y L E R E TA PIN M A K :

H ak din in göstermiş olduğu yoldan sapm ış olan in san lar b ü tü n eşyâda bir
ruh oldu ğ u n a in an d ık tan sonra birtakım sebeplerin şevkiyle canlı ve cansız b ir­
takım m addi şeylere de tapınm aya başlam ışlardır.
D in le r T ârih i, câhil kavim lerin tapındıkları b u gibi şeylere Fetiş nâm ını
verdiği gibi, b u n la ra tap ın an lara Fetişist ve b u i’tikaada da F etişizm ıtlak et­
miştir. Y olunu şaşırm ış olan b u câhil kavimler, bir kısım eşyâda harikulâde bir
kuvvet o ld u ğ u n a inanm ışlar, en âdi bir m ahlûku, yaptığı bir şeyden dolayı ta ­
pınm aya lâyık görmüşlerdir.
M eselâ : Büyük b ir nehirde gördüğü büyüklüğü ve faydaları göz önüne
getirerek o n d a m üthiş b ir kuvvet ve ruh farzettiği ve onu ibâdete lâyık bir şey
saydığı gibi, insanı bir kere sokm akla zehirliyen bir böceğin akıl alm ıyacak k a­
d ar dehşetli b ir kuvvete m âlik olduğunu sanarak ona tapınm ışlar ve sonra bu
höceği avlayarak yiyen b ir kuşu da aynı sûretle m ukaddes tanıyarak onu da

15
ibâdete lâyık görmüşlerdir. Böyle olmakla berâber, bunların nazarında da ta ­
p ın d an b u gibi şeyler bizzat m âbud değildi; bunlardaki kudsiyet. b u n lara hu-
lûl veya onda tecessüd eylediği i'tikaad o lunan ruhlardan ileri geliyordu. C e ­
nubî ve O rta A frika'da sâkin birçok kabilelerin i'tikaadını teşkil eden bu y a n ­
lış telâkkiler insan, dîn-i hak’ta n uzaklaştıktan sonra m eydana gelmiş en âdi bir
putperestliktir.

13 — BAZI HAYVAN VEYA NEBATATA TA PIN M A K :

Bâzı vahşi ve câhil kabileler bir kısım hayvan veya nebâtı, kabilelerinin
ceddi i’tikaad ederek onları m uhterem ve m ukaddes saym ışlar ve gittikçe on­
lara tapınm uya başlam ışlardır. B u nlar kabilenin ceddi diye inandıkları bu şey­
leri kendilerinin hâm isi tanır, onlardan yardım bekler, onlar nâm ına kurban
keser, ziyâfetler verirlerdi. O n ların resimlerini bedenlerine vurdururlar, b u hay­
v anların harekâtını taklide çalışırlar, dini m erâsim den başka zam anlarda o n la­
rın etini yemezlerdi. A m erika'nın bâzı yerleriyle A v ustralya’da, A frika zencile­
ri arasında b u bâtıl i’tikaad ve mezheb şâyîdir.
/
14 — GÖGE, AYA. G Ü NEŞE VE YILDIZLARA TA PIN M A K :

T arih bize gösteriyor ki : İnsanların içinde A ya. G üneşe ve yıldızlara ta ­


pan kavim ler de vardır. D in le r tarihinin tetkikinden anlaşıldığına göre, b u b i­
çim i'tik aad ve ibâdet de sonradan m eydana çıkmış yanlış b ir şeydir. B u n la ­
rın ilk dinleri N u h ve l b r â h i m Peygam berlerin telkin eyledikleri
hak din idi. F ak at b u Peygam berlerin tebliğ eyledikleri dîni, olduğu gibi mu-
hâfaza etm eyib de kendi akıllariyle hareket etmiş olanlar, doğru yoldan uzak­
laşm ışlar ve böylelikle birtakım yanlış fikir ve i'tikaadlara saplanıp kalm ışlar­
dır. Peygam berlerin gösterdiği yolu bırakarak kendi akıllariyle yanlış yollara
sopan b u gafil in san lard an b ir kısmı yeryüzünde vukua gelen hâdiselerin gök­
teki m evcutlara bağlı olduğunu ve bu hâdiseleri onların yarattığını i’tikaad
ederek onların her birerlerir.e ülûhiyet isnâd etmişler, böylelikle G üneşe, Aya.
Y ıldızların bâzılarm a tapınm ışlar ve birçok ilâhların vücûduna kaail olm uş­
lardır. B un lara göre yer yüzünde hayat, iyilik ve kötülük nâm ına ne varsa hep
onlardan geliyordu. O n u n için, onlar en büyük zekâya, kudret ve irâdeye sâ-
hip ve tapınm aya lâyık şeylerdi. B unların kendilerine güneş ve yıldız adlarını
koym aları da b u n d a n ileri gelmiştir. E n evvel p u tlara secde eden Sâbie deni­
len b u yıldız-perestler olm uştur. B unlar da ilk önce M ecûsîler gibi yıldızlara
secde ediyorlardı. G ü n eşin akşam ları gizlendiğini, yıldızların da gündüzleri
kaybolduklarını görünce her zam an göz önünde bulundurm ak ve onları u n u t­
m am ak m aksadiyle onların birer sûretini yaparak bu defa o sûretlere tap ın m a­
ya başlam ışlardır. D a h a sonra hayatta büyük adam ların öldükten sonra ilâhı
bir kuvvete m âlik olduklarını zannederek onların da sûretlerini yapm ışlar ve
ibâdete başlam ışlardır. B unu en evvel N inova nın banisi olan N i n o . mi-

16
lald an 2059 sene evvel b ab asının tim sâlini yaparak insanları ona ibâdete mec-
b û r eylemiş olduğu söyleniyor (1).

15 — SEN EV ÎY Y E (H A Y IR VE ŞE R İL Â H IN A İN A N M A ) :

B u n lard an b ir kısım ları d a yer yüzünde her saâdet ve iyiliğin yanı başın­
d a bir de felâket ve kötülük olduğunu göTeTek k â in atta iki yaratıcı olup b u n ­
lard an biri bayır ilâhı, diğeri şer ilâhı o lduğuna inanm ışlar. G ök yüzünü, iki
ilâhın eğleştiği yer diye tahayyül etmişler. Bir kerre hayalhanelerinde bu yerleş­
tikten sonra hayır ilâh ın a seve seve, şer ilâh ın a da kötülük yapm asın diye ta ­
pınm aya başlam ışlardır.
B u n lard an b ir kısmı da, gök yüzündeki yıldızları ilâhların karargâhı diye
tanım ışlar ve oradaki m âbudlarm yeryüzüne indiklerine, insanların içine karı­
şıp onlarla düşüp kalktıklarına ve h attâ evlendiklerine kaail olm uşlar ve yük­
sek dağ tepelerini onların ikaam etgâhı i'tikaad etm işlerdir. B u bâtıl i'tikadların
sevkiyledir ki. Fenikeliler gökyüzünde eğleşen ve arasıra yeryüzüne inen m âbud-
Iara m esken olmak için m âbedlerini yüksek yerlerde yaparlardı.
A lla h ' m oğlu dedikleri Isâ'n m A llah u T eâlâ ile berâber gökte oturduğu
hakkm daki H ıristiyan i'tikaadı da herhalde göklere tapınm ak i'tikaadının H ıris­
tiyanlığa sonradan girmiş başka bir şeklidir.
İn san lar b ir kerre yolunu şaşırıp da böyle göktekilere ülûhiyet isnâd ettik­
ten sonra o yıldızların herbirerlerine veyâlıud b ir yıldız kümesini diğer küm e­
den ayırm ak için onlara yeryüzündeki hayvanlardan Sevir, A krep. H u t gibi
birer isim verm işler ve b ilâhare bu m aksat u n utularak yeryüzünde b u lu n a n b u
hayvanları d a isim lerini aldıkları yıldızlarla b ir tab iatta i tikaad edip bunlara
da tapınm aya başlam ışlardır. M eselâ : M ısırlıların tam bir ülûhiyet isnâd ede­
rek tapındıkları A pis ö k ü z ü . Sevir burcunun yeryüzünde b ir tim sâli olarak
kabûl edilm iş ve b u sûretle kendisine ibâdet olunm uştur. H albuki: Sevir, d a ­
h a evvel öküzü sap an a koşma zam ânındaki yıldızlara isim konulm uştu. B ilâh a­
re yeryüzünde o ism in sahibi olan hayvanların da o yıldızların hakiki bir tim ­
sâli o ld u ğ u ,, onlara verilen ülûhiyet onlarda da mevcûd olduğu i’tikaadı hâsıl
olm uş ve onlar d a tapm ılm aya lâyık görülm üştür.

16 — A T E ŞE T A PIN M A K :

B ir de ateşe tap an lar vardır ki, bunlara M ecûsî denir. B u n lar İ b r a h i m


Peygam bere inanırlar. B u n lar ilk defa ateş ve harâretin hayat üzerindeki kuv­
vetli te’sîrine bakarak o nu A lla h ’ın, m a'b û d a delâlet eden, en büyük bir ese­
ri olarak kabûl etm işlerdi. Z a m a n geçtikçe din reisleri bu esas üzerinde b irta ­
kım tasarruflar yapm ışlar ve b u sûretle i’tik ad lan n d a değişiklikler vukua gel­
miş; b u n la rd a n bir kısmı ateşin bizatihi dâim bir m a’b û d olduğunu söylemiş­

ti) E d y ân ü ’l-A rab fi’l-Câhiliyye, S. 128.

17
tir. B u n u n la berâber tek bir A llab dan birbirine zıd olan hayır ile şer vücûdu
gelemiyeceğine kaail olarak b u n u n için ezelî iki yaratıcı olup biri hayır ilâhı,
diğeri de kötülük ilâhı olduğuna i’tikaad etmişler; hayır ilâhına H ürm üz, şer
ilâh ın a da A h rim a n adını vermişlerdir. B unların i’tikaadına göre, ne zam an
şer çoğalırsa şer ilâhı galebe eder, iyilik çoğalırsa o zam an da hayır ilâhı galib
olur. O n u n içindir ki. insan fenâhğı düşm anları için, iyiliği de dostları için is­
ter. işte b u n lara Serıeviyye denir.
M ilâtd an evvel 487’de doğmuş olan Z e r d ü ş t , nûr ve zulm et ilâhı
sözünü kabûl etmiyerek A lla h ’ın bir olduğunu ve O n u n n û r ve zulm et m e ­
lekleri yarattığını, şer, m ahlûkaatın tab iatın d an çıktığı, âlem in sonu geldiği v a­
kit ölülerin ceza için dirileceklerini, zulmet meleğiyle ona tâbi olanların zu l­
met yerinde ve ebedî azab içinde zindana atılacaklarını, nûr meleğiyle ona tâ­
bi olanların n û r ve saâdet m ahallinde ilelebet yaşıyacaklarını ta Iim etti.
M ecûsîlerin o zam ana kadar heykelleri yoktu. O n la r ilâ h la n n durduğu m a­
hal i'tikaad ettikleri için G üneşe, harâret ve ziyâsı G üneşe benzediği için ate­
şe secde ediyorlardı. Z e r d ü ş t , heykeller yapılm asını emretti. Yeniden
dâim â ateş yanacak m ahaller yaptırdı ve hiç sönmemek üzere M ecûsî ateşleri
yandı. S o n rad an M ü z d e k gelerek alelıtlak her şeyin insanlara m ubâh ol­
duğunu. insan lar için haram denilen hiçbir şey olm adığını ilân, mülkiyet ve
tasarruf hakkını kaldırdı.

17 — İN SA N A TA PIN M A K ;

insana tapınm ak iki sûrededir :


î) insanı m âbud edinm ek,
2) M â b u d u insan şeklinde i'tikaad eylemek.
Eski kavim lerden b â z d a n hüküm darlarda, fevkalâde iktidarları görülen
büyük kahram an lard a ilâhı bir kudret olduğunu farzetmiş ve bu hürm et ve
tâzim ler gittikçe tapınm a derecesine çıkarılmış ve h attâ nâm larına heykeller
dikm işlerdir. B u heykellerin sâhiplerinin hurâfelerle dolm uş olan tarihî h a l­
lerini hayallerinde büyüte büyüte b u n lan insanlıktan çıkarıp her birisinin
kudret sâhibi bir ilâh olduğuna kail olm uşlar ve bu sûretle insan-perestlik,
insana tapınm ak i’tikaadı m eydana gelmiştir. H â lâ bugün bile M e s i h ’in
( I s â ’nın) ülûhiyetine kaail b u lu n an ve onun resimlerine yüzlerini ve
gözlerini süren insanlar vardır. İşte hep b u n lar, beşeriyetin dalâletleriıı-
dendir.
M â b u d u insan şeklinde düşünm ek, A lla h ’a. insana benziyen bir cismâniyel
vermek i’tikaadıdır. D in ler tarihini yazanlardan b â z d a n n a göre R ûhilik devri,
hayli tekâm ül ettikten sonra bu şekillere girmiştir.

18 — P U T P E R E ST L İK ;

Bâzı kavim ler de, A llah ile kendi aralarında bir vâsıta olmak üzere kendi
elleriyle p u tlar yaparak gökte i'tikaad ettikleri A lla h ’in yeryüzünde ve kendi

18
y anlarında bir tim sâlini b u lu n d u ru p onlara tapınm aya başlam ışlar ve A llab ın
b u p u tlara bulul ettiğine i’tikaad etmişlerdir. P u tlar çok defa insan şeklinde
yapılırdı. Y u n an ld ar m âbudlarını güzel erkek ve kadın sûretinde ve pek sanat-
kârâne yaparlardı.
M ısırlılar da m âbudlarını insan suratlı, hayvan bedenli yaparlardı. P u tp e ­
restlik A rab istan 'a da girmişti. M u b a m m e d (A leyh i s-selâm) Peygam ­
ber gönderildiği vakit K âbe'nin içinde 360 put bu lu n d u ğ u rivâyet olunm akta­
dır. Peygam ber bunların hepsini kırmış atmıştır.
H ü lâsa : İnsanlar, ilk defa hak dîne m azbar olduklarından, ilk dîn T evhid
dînidir. İnsanlar, Peygam berlerin gösterdiği yolu bırakıp d a kendi arzu lan pe­
şinde koşmıya b aşladıktan sonradır ki, hak dîninin esaslarını u n u tarak b irta­
kım b u râfâta kapılm ışlar ve b u sûretle beşeriyet m uhitinde b u kadar karanlık
mezhebler, esâsı olm ıyan bâtıl din ve i’tikaadlar m eydana gelmiştir. İşte b ü tün
Peygam berler, beşeriyeti bu çıkm azdan kurtarm ak ve onları bakîkata ulaştırm ak
için gönderilm işlerdir.

19 — İLÂ H I D İN L E R İ D İĞ ERLERİN D EN A Y IRAN V A SIFL A R :

İlâhî dinleri b âtıl dinlerden ayıran başlıca vasıflar şunlardır :


1) İlâhi dinler: b ü tü n kâinatta irâdesi m utlak bir kanun olan tek bir y a ­
ratıcı o lduğuna ve uhrevi m es’ûliyete îm ân eder.
2) Bir nevî m evcûdâtı. M elekler unvânı ile tesbit ve kabûl eder.
3) V arlığı vâcib olan b u yaratıcıya iblâs ile ta'zîm . yâni ibâdet etmeyi
emredip O n dan başkasını ibâdete ve tapm ıya lâyık görmez.
4) E n yüksek bir ahlâk ile m üm taz b ir şahsiyetin. (Bir Peygam berin) AI-
lah 'd an vahiy ve ilham sûretiyle telâkki ve insanlara tebliğ eyledikleri ahkâm
ve düstûrlar şeklinde tecellî eder.
5) V aby-i İlâhî olan birer m ukaddes K itaba istinâd eder.
6) İlâhî dinlerin um ûm î düstûrları, içtimâî bir heyetin teessüsünü ve bir
heyetin en mükemmel b ir nizam üzere devâm edip gitmesini aklî ve medenî te ­
kâm ülünü ve um ûm unun m enfaatini istihdâf eder. Y âni A llah 'ın Peygam ber
ler vâsıtasiyle kullarına olan emirleri ve nehiyleri, hep içtimâî şahsiyetin men-
fa a tla n n a taallûk etm ektedir. H albuki, edyân-ı b âtılad a b u n la n n hiçbirisi yo k ­
tur. B u n d an başka İlâhî dinlerin vâsıta-i tebliği olan ve Peygam ber nâmiyle
tebcil olunan (büyültülen) b u tarihî şahsiyetler; dînî, ahlâkî ve içtimâî h ay at­
ta birer m üceddid oldukları târihen m uhakkaktır. B inâenaleyh, her birisi, tari­
hî birer hârika, içtimâî birer müessese yaratm ış olan büyük adam ları ne sihir­
baz ve kâhinlerle, ne de filozof ve cihangir hüküm darlarla mukayese etmek
m üm kün değildir.

20 — D İN L E R İN TEKÂ M Ü LÜ :

B uraya kadar görüldüğü veçhile beşerin din başlangıcı b ir vahşet değil,


belki iptidaî bir kem âldir. Beşer, ister fıtrî olarak, isterse bir m ürşidin irşâdı ile

19
evvelâ A lla h 'ı bulm uş ve O 'n a teslim olm uştur. İlmî esaslara da m uhalif olmı-
yan bu hakikat, bizim esas i'tikadlarım ızdandır. Bize göre, dinlerin esâsı b ir­
dir. B ugün K ur'ûn - 1 Kerim in tâlim eylediği usûl-i din ve i'tikaad ne ise, ilk
in san lan n din ve i'tikaadı da o idi. İlk peygam berlerin veya N û h un teb­
liğ eylemiş olduğu esas i'tikadlar arasında fark yoktur. B ü tü n b u dinlerde esas
"T evh ıd -i İlâhî' ’dir: bir A lla h ’a îm ândır. A lla h 'ın birliğine, meleklerine, kitap
la n n a îm ân, hepsinde esastır. Bu esaslarda, b ü tün peygam berler birdir. E n b i­
yânın m üttefik oldukları usûl-i din. îm ân ve i'tikaad m evzûu olan um ûm î d ü s­
turlar ve b u n lara istinâd eden ahlâkıyyattır. Esas i'tibâriyle bu n lard a değişik­
lik ve tekâm ül yoktur. F a k a t Peygam berlerin üm m etlerine teîılîğ buyurdukları
şer’î hüküm lerde değişiklik ve tekâm ül vardır. Isti'dâdların, zam an ve m ekânın,
içtimâi şartların değişmesiyle şer'î hüküm lerin bâzılarında, ibâdetlerin şekl-i
haricîlerinde de değişiklik ve tekâm ül husule gelmiştir. Z am an ve m ekânın
değişmesi, eşhâsın ahvâl-i rûhiyesiyle kanunlarda zam an zam an değişiklik hu-
sûle gelmesi nasıl lâzım geliyorsa, şer'î hüküm lerde zam ânın iktizâsına, nâsın
ihtiyaçlarına göre değişiklik vücûde gelmiş, bir Peygam berin şeriatında olm ıyan
bâzı hüküm ler diğer P eygam berin şeriatında gösterilmiş ve birinde olan hüküm
sonrakinden kaldırılıp yerine başka bir hüküm konulm uştur.

işte b u n u n içindir ki, dinlerde olan tekâm ül ve değişiklik dinlerin aslında


değil, şer'î hüküm ler denilen fürû’dadır. Ç ünkü: U sûl-i din, m aksad-ı aslî olup
onda zam ânın, m ekânın, m izâcın te’sîri yoktur. B inâenaleyh, dinlerin tekâm ü­
lü n ü beşeriyetin gayr-i irâdi m esâisi ve b ati bir istihâle neticesi saym ak her
veçhile b âtıl bir iddiadır. Y ukarıda söylediğimiz gibi, dinler. Peygam berlerin
vahy-i İlâhîye m üstenid tebligatıdır. B u nunla berâbcr, dinlerin tedricî bir sû-
rette tekâm ül etmiş olm ası da, m uhakkak bir şeydir. B unu da inkâr edemeyiz.
F akat b u tekâm ül, şuursuz ve kendiliğinden olan bir şey değil, belki llm -i İlâ­
hînin m uktezâsıdır. Bir peygam berin şeriatı nekadar devâm edeceği, esâsen
Ilm-i İlâhîde teayyün etmiştir. B inâenaleyh, sonradan gelen başka b ir peygam ­
ber. şeriatı ile evvelkinde b u lu n an bâzı hüküm leri kaldırm akla, onun ilm-i eze­
lîde teayyün etmiş olan m üddetinin nihâyet b u ld u ğ u n u beyân etmiş ve yerine
d ah a m ükem m elini koymuş oluyor. Bu, aynı zam anda tekâm ül k a n u n u n a da
muvâfıktır. A llâ h u T eâlâ H azretlerinin, insanları kendi hallerine, kendi isti'dâd-
Iarına. bulun d u k ları zam an ve m ekânlarına, m uttasıf oldukları m izâca m uvafık
ahkâm ile m ükellef tutm ası: kullarının m aslahat ve m enfaatlarına riâyet eyliye-
rek zam an ve m ekânın, isti d at ve m izâcın ihtilâliyle ahkâm ını da ziyâde etmesi
veyâhud evvelki h ü k m ü n ü tam am en kaldırıp yerine başka b ir şey koyması, ilim
ve hikm etine uygundur.

E n biyânın tebligatı ile insanlar yükseldikçe, fikirlerde inkişâf ve terakki


husûle geldikçe, m edeniyet ve ihtiyaç ilerledikçe, sonraki peygam berlerin teb li­
gatı da başkalaşıyordu. İn san lar tedrici b ir sûrette yükseldikçe, edyân ve şerâyi'
de - yukarıda söylediğimiz esas d âhilinde - tedricen tekâm ül etmiş, b u tedrici

20
tekâm ül M ûseviyyet ve îseviyyeti de geçerek nihâyet D în -i lslâm da kemâl mer­
tebesini bulm uştur. A ynı zam anda subuf hâlinde başlıyan m ukaddes kitaplar
d a 'beşeriyetin i’tikaadi, ilmi, ablâki ve içtimâi b ü tü n ihtiyâcâtını takrir eden
usûl-i âmmeyi m uhtevi K u r’ân ile nihâyet bulm uştur.

İslâm d ininin son din olup b u n d an başka bir Peygam ber gelmiyeceği ve
b u dinin ahkâm ı, ancak llm -i İlâhinin ihâta edebileceği bir zam ana kadar de-
vâm edeceği, muktczâ-yi llm-i İlâhî b u lu n d u ğ u cihetle C enâb-ı H ak, b u dînin
i’tikaad ve ahkâm ını her zam an ve m ekâna, m uhtelif isti’dât ve m izâca uygun
bir şekilde kdmış ve b u n u n la b ü tü n beşeriyeti mükellef tutm uştur.

B u hikmete m ebnidir ki : İslım ın şer’î hüküm lerinde a sn n îcâbât ve terak-


kiyâtr, nâsın ihtiyaçları nazar-ı dikkate alınarak nâsm m uâm elelerine ait b u lu ­
n an b ir kısım şer î m eselelerin abkâm ı sarâbaten beyân olunm ayıp m üçtebitlerin
içtihadına, zam an ve m ekâna göre tebeddül ederek örf ve âdetin tarz-ı cereyânı-
na terkedilmiş ve b u sûretle, millete teşri’ bakkı verilmiştir. M üslüm anlığın ebe
di ve ahkâm ının her asır için kaabil-i tatbik olması da b u n d an d ır (I).

21 — ISLÂ M D ÎN Î, T A B İÎ VE CÎHANŞÜM ÜL B ÎR D ÎN D İR :

T ârih en sâbit b ir hakikattir ki : İslâm D în i, edyân-ı m ünzelenin (İlâhi v a­


hiy ve ilham a istinâd eden dinlerin) son halkasıdır. B u dîni tebliğ eden M u -
h a r.ı m e d A leyhi's-selâm da Peygam berlerin sonudur. Peygam berliği h u sû ­
sî olm ayıp um ûm îdir. B ütün beşeriyete Peygam ber gönderilm iştir. T ebliğ etmiş
olduğu dîn in ahkâm ı um ûm îdir: her zam an ve m ekânda yaşayacak olan akvâ-
mın ihtiyaçlarım kâfildir. Islâm D îni, hilkaldanberi dü n y ân ın herhangi bir ye­
rinde gelmiş geçmiş olan P eygam berlerin hepsini, herhangi b ir lisan ile her-
hangi zam an ve m uhitte vahyolunan m ukaddes kitapları tasdik eder. Sonra olan
şeyler kendisinden evvelkilere nazaran d ah a m ütekâm il ve d ah a şüm ullü olacağı
şüphesizdir.

N asıl ki tekâm ül k a n u n u da b u n u iktizâ eder. A ksini iddia etmek, tekâ­


mül k anunlarını inkâr etmek demektir. İşte b u n u n içindir ki : B ü tü n dinlerin
sonu ve hepsinin en m ükem meli olan İslâm D în i, kendisinden evvel geçen şe­
riatların ahkâm ını ilga ve nesb etmiştir. G ü n eş doğduktan sonra Ay ve yıldız­
ların ışığına nasıl ihtiyaç kalm az ve G ü n eşin ziyâsı y an ın d a onlar nasıl sönük
ve hüküm süz kalırsa, M üslü m anlığa nisbetle diğer şeriatlar da böyledir. O n lar
husûsî birer kandil idi. G ü n eş çıkıncaya kadar b u lu n d u k tan yeri bir m üddet
aydınlatacaklardır. H akikat güneşi olan M üslüm anlık doğduktan sonra,
onlara ihtiyaç kalm ıyacağı tabiîdir. G üneşi bırakıp da yıldızların ışığı ile yol

(1) D inlerin tekâm ülü h ak k ın d a d ah a ziyâde ta fs ilâ t alm ak istey en ler Dînî
D ersler, üçüncü kitap, 13 üncü derse b ak sın lar, m ühim ta fs ilâ t ve m ü n âk aşa v ard ır

21
bulm ağa çalışmak, şüpbe yok ki bir dalâlettir. Böyle yap an lar gayelerini bula
m azlar.

22 — BfR D İN ÎN TA BU OLABİLM ESİ ÎÇ lN ARANILACAK ŞARTLA R :

M üslüm anlık tabii b ir dindir. Bâzı mütefekkirlerin lüzum una kaani olduk­
ları D in-i Tabiî, M üslü m an lıktan başka bir şey olamaz. Ç ünkü, bir dinin tabii
ve cihan-şüm ûl olabilm esi için, onun i'tikaadî, ahlâki ve içtim âi büküm lerinde
fıtrat ve tabiatla tesâdüm edebilecek hiçbir şey bulunm am ak lâzımdır. A ynı za­
m anda b ü tü n m illetlere gönderilm iş olan dinleri ve kitapları da tasdik etmeli
ve asrın b ü tü n ihtiyaçlarını karşıhyabilm elidir. H albuki, inceden inceye tetkik
edil irse, görülüyor ki, semâvi dinler içinde bu şartları toplam ış olan ancak Is­
lâm D in id ir. Islâm ın i tikaadi büküm leri içinde, aklın ve tabiatın büküm lerini
ta dil edecek hiçbir şey yoktur. O n u n i'tikaadî, hârikalar üzerine değil, akıl ve
bedîbiyyat üzerine kurulm uştur. M üsbet ilimlerle, asri fikirlerle asla tearuz ve
tesâdüm etmiyor.

Islâm' in ahlâk esasları, en sâlim ve en m ütekâm il bir felsefeye meydan


okuyacak kadar sağlam ve yüksektir. D iğer ahkâm ı da böyledir. Islâm 'da ak­
lın, ilim ve hikm etin çok yüksek bir mevkii vardır. H ürriyet ve hukukta m üsa­
vat esaslarını en sağlam bir sûrette tesbit etmiştir. E sâtir ve hurâfâta, evham
ve zü n û n a inanm aktan m eneder. H ayâta intizam , fikre yükseklik verir. B ütün
ahkam ı, kolaylık üzerine kurulm uştur. Islâm 'ın en büyük düşm anı cehâlet. hu-
râfat, istibdât, zulüm ve haksızlıktır.

Islâm, dâim â adâleti, ilim, irfan ve hüner sâhibi olmayı emreder. İşte böy­
le en yüksek ve insâni hüküm leri muhtevi olduğu içindir ki. tabiî ve um ûm î
din, ancak M ü slü m a rd ık'în diyoruz.

23 — M ÜSLÜMANLIĞIN G A YESİ VE D ÎN Î H Ü KÜ M LER :

İSLA M D lN l’N tN G A Y ESİ :

F erd in aklî düşüncelerini, işini ve kalbini ıslah ederek onları pakleyip yük­
selterek, onu evvelâ b u d ü n y âda sonra da âhirette saâdete kavuşturm uştur. C e ­
m iyetin saâdeti de ferdin saâdetine bağlı olduğu cihetle, ferdlerin saâdeti ayın
zam anda cemiyetin de saâdetidir. M üslüm anlık bu hedefi, bu ülküyü tahakkuk
ettirm ek için birtakım hüküm ler koymuştur. B u nlara D în i ve Şer i hüküm ler
denir. İnsanların dünyâ ve âhiret saâdeti için İslâm D în i nin koymuş olduğu
büküm ler üç kısım dır :

A) İ'tikaadî hüküm ler,


B) A m eli hüküm ler,
C) A hlâkî hüküm ler.

22
İ'tikaad demek: b ir şeye gönül bağlam ak, gönlü ve kalbi ile iyice b ağ la n ­
mak. onun varlığına veyahut yokluğuna kalbi ile karar vermek demektir, ö y le
ise i'tikaadi büküm ler : “A llâ h u Teâlâ Hazretleri vardır, birdir, şeriki ve orta­
ğı, benzeri ve dengi yoktur; M uham m ed A le y h i’s-selâm O nun ku lu ve R e su ­
lüdür; A lla h tarafından tebliğ eylemiş olduğu kat’iyyen belli olan hüküm lerin
ve haberlerin hepsi de doğrudur." gibi varlığına kalben karar verilen dînî m e­
seleler demektir. B unların topuna birden " i’tikaad” meseleleri denir.

A m e li hüküm ler : İnsanların işlerine taallûk eden hüküm ler, emirler, nehiy-
Ier demektir: b u işler de ya A lla h 'a karşıdır, yâhud birbirlerine ve A llah 'ın
kullarına karşıdır : “ Yaradana ibâdet ediniz; başkasına tapm ayınız; nam az kı­
lınız; oruç tu tu n u z; başkalarının haklarına, cana, m ala ve nam usa tecâvüz et­
m eyiniz." gibi. D în in b u kısm ına "Şeriat" denir.

A h lâ k î hüküm ler : K albi ve hissi olan m elekâta taallûk eden, ahlâkın gü­
zelleşmesine. vicdanın terbiyesine âid bu lu n an h ü k ü m lerd ir: “ Yalan söylem e­
yiniz; kim seye hased etm eyiniz; kom şularınızı incitm eyiniz; birbirinizle hoş ge­
çininiz; herkese iyilik ediniz; tatlı sözlü, güler y ü zlü olunuz." gibi.

M üslüm anlık; telkin eylediği im ân ve i'tikaad esasları ile aklı ıslah ve irâ­
deyi takviye etmiş, irâdeyi zayıflatacak ve aklı bozacak esassız şeylere inanm ak­
tan alıkoym uştur. A m elî hüküm ler; bir taraftan A lla h 'a ibâdeti; diğer taraftan
ferde ve cemiyete taallûk eden işlerde selâmet ve istikaam eti, adâlet ve emniyeti,
m ütekabil haklara ve vazifelere riâyeti emrelmekle ferdin işlerini ıslah etmiştir.
H âlis bir ibâdet olan nam az ve oruç gibi şeylerde dahi bu gaye vardır. Ferdin
kalbini kötü huylardan temizlemek ve en yüksek bir ahlâk sâhibi yapm ak için
de vasâyâ-yı ahlâkiyyeyi ta lim etmiştir.

24 — İ'TİK A A D VE ÎM AN E SA SL A R I VE BU N LA RIN K IY M ETÎ :

İ’tikaadi olan, inanılm ası lâzım gelen esaslar yakîne m üstenittir; b u n lar as-
lâ değişmez. B u esaslarda, yukarıda söylediğimiz gibi, b ü tü n peygam berler bir­
leşmişlerdir. B unlar Kur'ân-ı Kerîm de tam âm iyle beyân olunm uş ve en açık de­
lillerle te’yid edilm iştir. İ'tikaadi olan hüküm ler esas i’tibâriyle ikidir :
1) A lla h 'ın birliğine.
2) M u h a m m e d A le y h i’s^selâm’in Peygam ber olduğuna îm ân.

İşte M üslüm anlığın en evvel insanları dâvet eylediği, çağırdığı esas b u n ­


lardır. Kelime-i Şehâdet'Ie, " E şhedü en lâ ilâhe illâ’llah ve eşhedü enne M u-
ham m eden a b d ü h û ve R esulü h = Şahâdet ederim ki: A lla h ’dan başka m âbud
yoktur; yine şahâdet ederim ki: M u h a m m ed O nun kulu ve R esûlüdür." demek­
le. yâni b u n u n ma n âsına inanm ak ve inandığını dili ile ikrâr etmekle İslâm in
bu dâvetine icâbet olunur. Yâni İslâm ’ın temeli olan i’tikaad esaslarına îm ân
edil miş ve onlar kabûl olunm uş olur. Bu ahkâm ın asılları " A m en tü b illâ h i..."

23
tf

ile icm al olunm uştur. M üslüm anlık dâiresine girebilmek için bu n lara icmâlen
olsun îm ân etmek zarurîdir. F ak at bir m üslüm an b u n u n la iktifa etm eyip îm ân
esaslarını tafsîlen bilm esi de lâzımdır. İşte biz. Â m e tıtü b i’llâhi..." ile gösterilen
b u icmâli kitabım ızın ikinci kısm ında tafsil edeceğiz.
1 tikaadî büküm lerin rû b u ve özü de, A llab in birliğine inanm aktır. Ş u Kai­
de M üslüm anlığın b ü tü n rû b u A llab m birliğini kabûl etmektir. A lla h ’ın bir­
liğine şeksiz ve şüphesiz îm ân etmiş olanlar, m ü mindirler.

25 — am eli h üküm ler v e bunlardan m aksat :

M ü slüm anlıkta am elî bükümler, başlıca iki kısım dır :


1) A llâ h 'a ibâdet.
2) M uam elât.
ib â d e tin rûbu, ihlâsdır. A lla h 'a candan kulluk etmektir. M uam elât'd a göze­
tilen gaye de adâlettir. İn sanlar arasında adâlet ve em niyet te’sîs etmektir. İşte
m uam elâta âid b u lu n a n ahkâm , b u gayeyi te mîn için m eşrû kılınmıştır.
Ş er i büküm lerin çoğu K u r’ân-ı Kerim de kısaca beyân olunm uş ve b u n la ­
rın tafsilâtı, onların nasıl ve ne sûretle olacaklarının îzâbı Peygam berim ize b ıra ­
kılmıştır. Peygam ber bunları, sözü ve işi ile beyân buyurm uşlar ve noksan bir
cihet bırakm am ışlardır.

26 — M ÜSLÜM ANLIĞIN E M ÎR VE N E H ÎY L E R ÎN D E K t H İK M ETLER :

M üslü m an lığ ın em ir ve nebiylerinde "Y apınız/” yâhud "Y apm ayınız/” de­
diği şeylerde esas: m aslahat ve m efsedettir. Em retm iş olduğu şeylerde ya hâlis,
karışıksız b ir m aslah at (ferdin ve cem iyetin nizam ve âhengi ile alâkası olan)
b ir m enfaat vardır: y âh u d b ir zarar bile olsa onun faydası zararından çoktur.
" Y apm ayınız/” dediği şeylerde dahi, ya tam tam ına mefsedet (kötülük, bozuk­
luk), ferde ve cemiyete âid zarar ve ziyan vardır: yâhud hem zararı, hem fay­
dası olsa da, zararı faydasından üstündür: M aam âfih şunu da iyice hatırda tu t­
m ak lâzım dır ki: D în in em irlerini tutm aktan husûle gelen fayda ile, tutm am ak­
ta n doğacak olan zarar tam âm iyle bize âittir.

27 — K A LBI A M E L LE R :

K albi am eller dediğim iz şeyler; âd ab ve ahlâka, haram olan şeyleri yapm a­


m ak suretiyle nefsi tehzîbe, yâni kötü huylardan temizliyerek en güzel huylarla
m uttasıf olmıya taaluk eden işler ve hallerdir. M üslüm anlıkta bu cihete pek çok
ehem m iyet verilm iştir. Peygam berim izin: B en ancak fazâil-i ahlâkı tam am la­
mak için gönderildim ." buyurm ası İslâm D în i’nin ahlâka ne büyük b ir ehem m i­
yet verdiğini ve h a ttâ b u dînin başlıca gayesi ahlâkı yükseltm ek olduğunu açık­
ça gösterir. M ü slüm anlıkta hiçbir ahlâkî hüküm yoktur ki, dînî ve içtimâi olm a­
sın. B u n u n içindir ki. b ir m üslüm ana göre nam az ve oruç nasıl birer dînî v a­
zife ise. sıhhatini korumak, insanlara karşı güler yüzlü, tatlı sözlü olmak, komşu­

24
larını incitmemek, Herkesin iyiliğine çalışmak, memleket ve millete faydalı olmak
da birer dîn! vazifedir.
M ala, cana, ırza göz dikmek nasıl Haram ise; birine iftirâ etmek- istemediği
bir şeyi arkasından söylemek, birinin Haysiyetini kırmak da öylece Haramdır.
Ş u Halde, İslâm D in i insana yalnız AllaH a karşı yapılm ası Iâzımgelen ib â­
det ve kulluk vazifelerini göstermekle kalmamış; b u n u n la berâber m addî ve m â­
nevi Hayâtımız için m ubtâc olduğum uz şeylerin Her türlü inceliklerini de bize
göstermiştir. Y alnız AIIaH’a kulluk vazifesi olan nam az ile orucun yanı başında
dâim a in sanlara karşı iyi m uam ele yapmamızı, b ü tü n maHIûkaata şefkat ve mer­
ham et göstermemizi bildiren dinî emirler saydam ıyacak kadar çoktur.

28 — Ş E R 'Î H Ü KÜ M LERİN KAYN A K LA RI VE BU N LA RIN K IY M ETLERİ :

İslâm 'da şer’î Hükümlerin başlıca iki kaynağı vardır :


1) Kitab,
2) Sünnet.

İşte dinî ve şer’î Hükümlerin çıkanldığı. bu n ların dayandıkları kaynaklar


yalnız bunlardır. İslâm 'ın teşri' eylediği b ü tü n Hükümler, sâdece b u n lard an alın ­
mıştır. Bu kaynaklardan başka Hiçbir esasdan veya beşerî kanundan İslâmî bir
Hüküm alınm ış değildir.

Izâb edeceğimiz veçhile, Kıyas ve lcm â' denilen iki kaynak da, K itâb ile
S ü n n e t e râci’dir. Ş u Halde aHkâm-ı lslâm iyye’nin Hepsi b u iki kaynaktan çık­
mıştır. Peygam berim izin "S ü n n et" i dediğimiz, sözleri ve işleri de esas i’tibâriy-
Ie K ur'ân-ı Kerîm den başka ve O n u n Hâricinde b ir şey değildir. B u i tibarla
şer'î Hükümlerin esâsı, yalnız K ur'ân-ı Kerim olmuş oluyor. B unun içindir ki :
K u r’ân, M üslüm anlıkta (A sIü'I-usûl) dür. Şim di bunları birer birer îzâb edelim :

1) K itab : Peygam berim iz M u h a m m e d A leyh i' s-selâm' a A llah ta ­


rafından vahiy sûretiyle inzal olunan ve bize kadar tevâtüren gelen N azm -ı Ce-
lil'dir; A llah sözüdür. A llaH 'dan nasıl gelmiş ise öylece m ubâfaza olunm uştur;
Hiçbir Harfi bile değişmemiş ve kıyâmele kadar da değişmiyecektir. A llâHu T eâlâ
böylece Haber vermiştir.

2) S ü n n e t : K u r’ân-ı Kerim den başka olarak Peygam berim izin m übârek


sözleriyle işlerine S ü n n e t denir. Bu da şu suretle üç kısma ayrılır : K avli S ü nnet,
Fiilî S ü n n et, Tahrirî S ünnet.

Peygam berim izin sözlerine Kavli S ünnet, işlerine F iilî S ünnet, Sabâbele-
rinden birinin söylediğini veyâbud işlediğini gördüğü Halde onu menetmiyerek
sükût buyurm alarına da Takriri S ünnet denir. B unların Hepsine birden ve b il­
hassa b u n ların içinden Peygam berin sözlerine H adîs denir. Peygam berin S ü n ­
neti. şer’î delillerden m ühim b ir asddır. B unun içindir ki, A sbâb-ı Kirâm, Kur'ân
daki şer’î Hükümlerin tafsilâtına â it binlerce S ü n n et ve H ad îs Hıfz ve zabtede-

25
rek I âbiîtı e (Peygam bere yelişemeyip S ahabeleri görmüş olanlara) nakil ve ri-
vâyet etmişlerdir. İlk defa Emevî hüküm darlarından (101) de ölen Ö m e r bin
A b d ü ' I - A z î z ’i n emriyle binlerce dîvan teşkil olunarak şer'î hüküm lerin
tafsilâtına âid dört bin. usu lü d-dın hakkında da beş yüz kadar H adîs-i şerîf
toplanm ış ve yazılm ıştı.
3) K ıyas : B ir hâdise hakkındaki şer'î ve dînî delildir. Kıyas: başka bir
hâdisede evvelce K itab veyâhud S ü n n e t ile sâbit olmuş şer’î bir hükm ün m isli­
ni. m üşterek bir illet ve sebebe mebnî, (yâni o hükme sebep olan illetin mislini
hâiz olan) diğer bir hâdisede izhâr etmektir. Kıyas, ancak içtihat sûretiyle o la­
bilir.
4) lcm â-ı üm m et : B ir asırda b u lu n an İslâm m üctehidlerinin şer’î b ir m e­
sele hakkında ittifak etm elerine lcmâ-ı Ü m m et denir. H akkında K itâb ve S ü n -
nef'de bir nasş bulunm ıyan meselelerde m üctehidler tarafından ictihad sûretiyle
verilen hüküm lerde ittifak hâsıl olunca ona lcmâ-ı Ü m m et denilm iş ve b u da
şer’î delillerin birini teşkil etmiştir. H akkında lcmâ-ı Ü m m et olan mesele, şüphe
yok ki. en kuvvetli bir meseledir. İslâm D în i. Kıyas ile lcm â-ı Ü m m eti delîl-i
şer'î olarak kabul etmekle, cemiyete teşri' hakkı vermiş oluyor ki. beşeriyet için
bir vüs at ve rahm ettir.

29 — ICTlH A D VE M ÜCTEHÎD :

tçlihad, bir hükm-i şer’îyi, delîl-i şer'îsinden islinbat ve istihraç husûsun-


da olanca ilmî kuvvetini sarfetmektir. B inâenaleyh, fürûâta m üteallik olan şer'î
bir hükm ü, delilinden çıkarmak. K itab ve S ü nnef'den o hükm ü anlayıp ortaya
koymak h u sû su n d a tam am kuvvetini sarfa, tâkat ve kudret i beşeriyesini tam â-
miyle ibzâle ictihad ve böyle tam am kuvvetini sarfeden kimseye de M ü ctehid ve
Fakih denir. M üctehid olabilm ek için K ur an ı Kerim in hem Iûgaten m üfredat
ve m ürekkebâtının ma nâlarını, hem de m a’nâ-i şer’îsini tam âm iyle ih âta etmiş
olmak ve b u n u n la berâber, hâs. âm. nâsih ve m ensûh gibi b ü tü n aksâm ı. K ur ân
ahkâm ına m üteallik olan S ü n n et i, metin ve senedi ile bilmek, ayni zam anda
nerelere lcm â' vârid olm uş ise onları da tam âm iyle bilm ek lâzımdır. Kezâlik. Kı-
yas’ın v ü cû h u n u şerâitiyle, ahkâm iyle m akbul ve m erdûdiyle ihâta etmiş olmak
da lâzım dır; b u n lard an birisi noksan olursa M üctehid olamaz.

30 — KIYAS VE İÇT İH A D IN LÜZÛMU :

Şer'î hüküm lerin asıl kaynağı olan Kitâb ve S ü n n et, lâfız i'tibâriyle müte-
nâhî, havadistir. V ak aay i' ise gayr-i m ütenâhî olduğundan, her hâdise ve vak’a
hakkında K itâb ve S ü n n e t'd e sarih bir nass bulunam ıyacağı gayet tabiîdir. Bu-
n u n içindir ki. zam an geçdikçe ve in sanlar arasında m uâm elât çoğaldıkça, ferdî
hüküm lere ihtiyaç hâsıl oluyordu. B inâenaleyh b u sûretle ictihad yapm ak k u d ­
reti olanlar, emsali em sâle kıyas ederek hüküm ler veriyorlardı. H akkında sarih
b ir Âyet, yâhud S ünnet bulam adıkları hâdiselerde kendi içtihatlariyle am el eder-

26
Ierdi. E sâsen H a z r e t - i P e y g a m b e r in asrında S ahabeler ta ra fın ­
d an b u yolda şer ! büküm ler çıkarılm asına Peygam ber tarafından m üsaade edil­
mişti. İşte b u n u n içindir ki. "K ıyas" da, şer î büküm lerin üçüncü bir dcltli ol­
m uştur.

31 — ISLAM DA N A K LE V E R İL E N EH EM M İY ET :

M üslüm anlığın yüksek hakikatini. M u h a m m e d (Aleyhi's-selâm ) in


A llâ h u T e â lâ ta rafın d an bize tebliğ eylediği K u r’ûn-ı Kerim ile kendisinin S ü n ­
netleri teşkil eder. K u râ n -ı Kerîm doğrudan doğruya A llâ h u T eâlâ H azretleri­
nin sözü ve M üslüm anlığın özü olmak üzere S ahâbe-i Kirâm tarafından büyük
bir ihtim âm ile kayıd ve zaptedilm işti. S ü n n et de. yine S ah âb en in m ahfuzu ve
m azbûlu idi. B unların sü b û tu ve sonrakilere vâsıl olabilm esi nakil tarikiyle ola­
cağından tslâm lar nakle çok ehemmiyet vermişlerdi. N akil hakkında öyle sağ­
lam esaslar, öyle usûller koym uşlardır ki. bugünkü filozofların rivâyet ve nakil
M etodoloji - M en â h iç" hakkında koydukları usûller, M üslüm anların tenkid
hakkında koydukları esaslara nisbetle pek sönük kalır. İslâm ulem âsının nakle
verdikleri ehem m iyet dolayısiyle H adîs ve U sûl-i H adîs diye iki çeşit ilim ve
b u ilim lerden bâzı tenler d a h a m eydana gelmiştir. Râvîleri tenkid hakkında H a ­
dîs ulem âsı tarafın d an vaz' edil en N a kd -i R icâl ilmi ise bugüne kadar hiçbir
m illette görülm üş değildir. İşte b u ilimler sâyesindedir ki, naklin sahihi, sahih
olm ıyam ndan ayrılm ıştır. P ey g am b erd en rivâyet edilen b ü tün nukul. b u tenkid
k an alların d an geçerek yazılm ış olduğu cihetle bü tü n bu kanallardan geçmek sü­
reliyle Peygam ber’e kadar vâsıl olabilen nakillerin sü b û tu n d a zerre kadar şüphe
yoktur. P eygam berin S ü n n eti diye rivâyet edilen her şey. körükörüne kabûl edil­
miş değildir. O n la rın hepsi b u usûllerle tetkik edildikten, didiklendikten sonra­
dır ki. P eygam berin S ü n n e t i olduğuna hükm edilm iş ve kitaplara da o sûretle
geçmiştir. Bu tenkidlere taham m ülü olm ıyanlara da ayrıca işâret olunm uş ve on­
ların hepsi lâyık oldukları mevkie indirilm iştir.

32 — İLM İN Y O LLA RI V E BİLG İ V A SITALA RIM IZ :

İlmin yolları ü çtü r :


1) H avass-ı selime,
2) H aber-i sâdık,
3) ' Akıl.
İşte biz in san lar b u üç şeyden biri vâsıtasiyle bir şeyin varlığını, hakikati­
ni anlıyabiliriz. B u n lar vâsıtasiyle hâsıl olan bilgi, zarûri, kat i bir bilgidir. Ç ü n ­
kü, şek ve şüphe ihtim âli yoktur. B u n larla hâsıl olan bilgi bedihiyyat ile hissi­
y at gibidir. Şim di b u n ları îzâh edelim :
H âvass-ı S elim e : V a rlığ ın d an şüphe olunm ıyan sağlam hisler, duygu v â­
sıtalarıd ır ki, beştir : B âsıra (görme), sâm ia (işitme), zâika (tatm a). Iâmise (dokun­
ma), şâmme (koklama) vâsıtaları.

27
Biz b u v âsıtalarla görülecek bir şeyi görürüz, işitilecek şeyi işitiriz, bir şeyin
katı ve yum uşak, acı veya tatlı olduğunu, iyi veya fena koktuğunu anlarız. İşte
bârici şeylerin te’sîrini biz b u n larla idrâk ederiz.

Haber-i S â d ık : V âki a m utabık olan bir lıabere. H aber-i Sâdık denir. B u


da iki kısımdır : H aber-i M ütevâtir. H aber-i Resûl.

Haber-i M ütevâtir, yalan söylemek üzerine birleşm elerini aklın alm ıyacağı
birçok kimselerden mürekkep b ir cem âatin, birçok insanların söylemiş oldukları
şeydir. B u öyle bir haberdir ki, b u n d an asla şüphe edilmez.

M eselâ : B ugün görmediğimiz birçok memleketler var ki. biz b u n ların var
olduklarında biç şüphe etmiyoruz. Ç ünkü, o m emleketlerin varlığını bir iki adam
değil, birçok fertler haber vermişler ki. onların b u hususta yalan söylemekte it­
tifak etmiş olm alarını akıl kabtıl edemez. B unun içindir ki tevatüren sâbit olan
bilgiler zarûridir. Böyle olan b ir şeye inanıp îm ân etmemek, zarûri olan bir b il­
giyi kabûl etmemek, onu söyliyenlerin yalancı olduklarına hükmetmek demektir.
Bu ise caiz değildir. İşte K ur'ân-ı Kerim in Peygam bere ne sûretle geldiği ve n a ­
m azların kaçar rek at oldukları ve d ah a birçok dîni meseleler bize b u sûretle
vâsıl olm uştur. Biz onları t'evâtnren gelen haberlerle biliyoruz.

M aam âfih, H aber-i M ütev âtir’in zarûri bir bilgi ifâde edebilmesi için iki
şartın tahakkuk etmiş olması lâzım dır :
1) V erilen haber, hisse veya m üşâhedeye dayanm alı, delile m üstenit olm a­
m alı; y âni haber veren kimseler, haber verdikleri şeyi bizzat gözleriyle görmüş,
yâhud, işitmiş veyâhud diğer his vâsıtalarından biri ile anlam ış olm aları gerektir.
2) Söylenen şey. aklen m uhal olm ayıp m üm kinattan olm alıdır. İki kerre
dört on eder gibi aklen m uhal ve m ütenâkız b ir şeyi söylemek, söyliyen ne ta -
d ar çok olursa olsun, zarûri b ir bilgiyi ifâde etmez.

İslâm ilim lerinde b u n u n çok kıymeti vardır. İslâm ulem âsı İslâmî olan n a ­
killeri, yukarıda söylediğimiz usullerle tedkik ederek, onları M ütevâtir, M eşhur,
 hâd diye üç kısma ayırm ışlar ve her birinin kıym etini b u n a göre takdir etm iş­
lerdir. İslâm ’da b ir naklin tevâtür derecesini bulabilm esi için S ah âb e devri olan
birinci asır ile, T â b iîn ve E tbâ-i T âb iîn devirleri olan ikinci ve üçüncü asırlar­
da, yalan söylemelerini aklın tecviz edemiyeceği bir cem âatin onu haber verm e­
leri lâzım dır. P eygam berden böyle bir cem âat nakledecek, b u n d an da yine böy­
le cem âatler üçüncü asra k adar nakletm iş olacaklardı. M ütevâtir diye, b u dere­
ce kuvvetli olan bir habere denir. İşte K ur ân-ı Kerîm in b ü tü n âyetleri ve Ce-
nâb -ı H ak ’d an nasıl tebliğ olunm uş ise. Peygam berin huzû ru n d a öylece yazılıp
ezber edilm iş olduğu, beş vakit nam az ve onların kaçar rek’at oldukları ve d a ­
h a birçok dînî meseleler b u sûretle sâbit olm uştur. B u derece kuvvetli olmıyan
b ir şeye M ü tev âtir denem ez. B u derece kuvvetli ve sâbit b ir şey şüphe yok ki.
zarûri b ir bilgi husûle getirir ve ona îm ân ve m uklezâsiyle amel etmek farz olur.

28
K u r’ân-ı K erîm ’in A lla h kelâmı olduğunda şüphe etmek câiz olmaması ve b u n u
inkâr etmek küfür olduğu da bundandır. Ö ğle, tkindi, Yatsı nam azlarının farz­
ları dörder rek at; S ab ah nam azının iki. A kşam ın üç rek'at olması d a yine Sün-
net-i M ütevâtire ile sabittir. Bin üç yüz küsur sene evvel M ekke’de M u h a m -
m e d A leyh i' s-selânı adlı bir Peygam berin geldiği ne kadar kat i ise. b u n lar
da o kadar kat'îdir. O nun varlığında şüpheye düşm ek câiz olm adığı gibi. O 'n u n
tebliğ eylemiş olduğu b u ahkâm dan şüphe etmek de câiz değildir. H er ikisi de
tevâtüren sabittir. M u h a m m e d A le y h i’s-selâm 'm vücûdunu inkâr eden­
ler. —eğer b u lu n u rsa— hakkında ne hüküm verilirse, tebliğ eylediği tevâtüren
sâbit olan ahkâm ı inkâr edenler hakkında do aynı hükm ü vermek lâzım gelir.

33 — H A B E R -Î R E SÜ L :

H aber-i R esûl; kendisinin Peygam ber olduğu sâbit ve m ûcizelerle kuvvet


bulm uş olan bir Peygam berin verdiği haberler, söylediği şeylerdir. Peygam ber
olduğu sâbit olan zâtın geçmişe âit veya gelecek hakkında, her ne suretle olursa
olsun, söylemiş olduğu şeyler kat’iyyet ifâde eden bir haberdir. H avâss-ı seli­
me veya haber-i m ütevâtir ile sâbit olan bir şeyde şüphe etmek nasıl câiz değil­
se, b u da öyledir. O n la rın oldu dedikleri herhalde olmuş, olacak dedikleri de
olacaktır.

34 — A K IL :

M ahsûsatta, yâni havâs vâsıtasiyle bilinecek şeylerde H avâs; m âkulâtda,


yâni akıl ile bilinecek şeylerde A kd: nakil ile bilinecek şeylerde H aber-i S âdık
um dedir. B inâenaleyh, M ah sû satdan olan bir şeyi akıl ile, m âkulâtdan olan bir
şeyi de havâs ile isbat etmeye kalkışmak doğru olmaz. A klen veya hissen isbât
veya inkârı m üm kün olm ıyan şeyler m etâlib-i sem 'iyyeden olduğu için b u n larda
ancak nakli delil, yâni doğru bir m uhbirin haberi lâzımdır.

M eselâ : A lla h ’a îm ân etmek, m etâlib-i akliyyedendir. B unun içindir ki,


her insan A llâh u Ie â lâ 'n ın varlığını, birliğini akh ile bulm akla mükelleftir. Bir
insan bun ları aklı ile b u lu p isbât edebilir. F ak at âhiret meseleleri. C ennet ve
C ehennem ahvâli gibi ahkâm -ı dîniyye, m etâlib-i nakliyyedendir. B unların im-
kân-ı zâtileri aklen isbât olunabilirse de, sü b u tla n ve ne sûretle tahakkuk ede­
bilecekleri, P eygam ber oldukları sâbit olan zâtların verdikleri haberlerle b ilin ­
miştir. B inâenaleyh, b u rad a hâkim olan his ve akıl değil, nakildir; Peygam berin
sözüdür. A hiret m eselelerinde Peygam ber ne söylemiş ise onu kabûl etmek za-
rûrîdir. A hiret ve orada cereyân eden ahkâm, buradakilere benzemiyeceği cihet­
le. buraya âit k an u n lar ve esaslarla onları tahlil etmek ve anlam ak m üm kün de­
ğildir. O n la r hakkında Peygam ber nasıl söylemiş ise. o sûretle kabûl olunur.
T arihî meselelerde hâkim olan da yine nakildir. B inâenaleyh, her m eselenin is ­
b at veya inkârında o n a âid vâsıta ve delili kullanm ak gerektir.

29
35 — A K LIN H Ü K Ü M LERİ :

Bu m ünâsebetle aklın hüküm lerini de beyân etmek m uvâfık olacaktır. H er­


hangi bir şey hakkında aklın vereceği hüküm , üçden hâlî değildir. V ü c u b (ge­
reklik). im tinâ' (olamamak), cevaz (olabilme).
1) V ücûb-ı aklî : Bir hükm ün sü b û tu zarurî olup hilâfı olam az ise böyle
olan hükm e A k le n vâcib denir. (İki, dördün yansıdır) dediğim iz zam an, b u bü-
küm zarurî, gerekli olarak sâbittir. Başka türlü olam az. B u âlem in b ir yaratıcısı
olm ak d a böyledir. O da aklen vâcibdir. Ş u kadar ki, birinci hüküm bedîhîdir,
düşünm iye m uhtaç değildir. İkinci hüküm ise, herkes için bedîhî olm adığından
biraz düşünm iye ve m uhâkem eye m uhtaçtır.
2) A k le n m ü m teni' : B ir hükm ün olmaması zarurî ise, ona aklen müm-
teni' ve m u h a l” denir, hiç olam az demektir. D ört adedi, on adedinin yarısı ol­
mak, m üsellesin dört d d ı bulunm ak, âlemi y aratan A llâh u T eâlâ nın b ir arka­
daşı olm ak gibi... B un ların hadd-i zâtında imkân ve ihtim âli olm adığı aklen
sâbittir. Böyle olan hüküm lere M u h al (olamaz) denir.
3) Bir hükm ün olm asında ve olm am asında bir zaruret yoksa böyle olan
hükm e aklen câiz denir. H av anın durup dururken b u lu tlan ıp yağm ur yağm ası
gibi... B u n u n olm asında da, olm am asında d a bir zarûret yoktur, olabilir.

B ir şeyde ki. izah ettiğim iz şekilde vücub veya im tinâ yoktur, onun olması
da olm am ası da câizdir. O lam az gibi sandığım ız birçok şeyler vardır ki. onlar
hep b u kabil şeylerdir. Peygam berlerin gösterdikleri m u cizeler de hep aklen câ-
iz ve olağan şeylerdir. B inâenaleyh, bir şeyin vücûdu ilk bakışta ne kadar ga­
rip görünürse görünsün, o n u inkâra kalkışmak doğru olmaz. D ü n y âd a ne garip
şeyler vardır ki, hergün olup duruyor. F ak at biz onları her gün gördüğüm üz için
alelâde bir şey sanıyoruz. B ir dam la sudan bu kadar mükemmel bir insan vücû­
d a geldiğini her gün görüp duruyoruz, bu az garib bir şey m idir?

36 — FEY Z V E İLH A M :

D elilsiz olarak, yâni bilgi vâsıtalarım ızdan birine dayanm ıyarak kalbe do­
ğan m a nâya : "İlham " denir. Y âhud şöyle de deriz : "llhâm , feyiz tarikiyle kal­
be bir m a'nû ilkaa olunm akdır." Böyle bir şey P ey g am b erd en başka, her kime
vâki' olursa, yalnız kendisi hakkında —A llah tarafından olduğuna yakin hâsıl
etm ek şartiyle— bilgi ifâde edebilirse de başkalarına bilgi ifâde edemez. Ç ü n k ü
başkaları için ilham , b ir delil olamaz. E nbiyâya vuku bulan ilham , hem kendi­
lerine. hem de b aşkalarına delil ve hüccettir. E n b iyâdan başkası için ilhâm ın
m enbaını, kimin tarafın d an olduğunu, tâyin etmek müşkildir. Binâenaleyh bâzı
m utasavvifenin. "B ize şöyle ilham vâki' oldu, biz bunu keşfen anladık." dedikle­
ri şeyler, K itab ve S ü n n e t e m uhâlif değilse kabûl edilebilir. M u h alif ise kabûl
edilmez. Velevki o söz. en büyük tanınm ış biri tarafından söylenmiş de olsa!..
B u h ususta tam ölçü. K itab ile S ü n n et dir. B unlara uygun olanı alır, aykırı d ü ­
şeni de sâhibine reddederiz. O gibi şeyleri kabûl etmiye borçlu değiliz. Sofiyye,

30
fevz ve ilham ı da ilmin sebeplerinden ve belki de en kuvvetli bir sebep olarak
kabûl ediyorlarsa da. ber şahsa göre değişebilecek olan b ir şey kat’î bir bilgi
ifâde edemez. H ele başkası hakkında hiç de delil olam az. B unun içindir ki. il­
ham . esbâb-ı ilim den (ilim yollarından) sayılm am ıştır. Ehl-i S ü n n et i’tikaadı
budur.

37 — İ s l a m İ l i m l e r i n i n ak sâm i ve ne sü retle t e d v in
OLUN D U KLA RI :

A sr-ı S aadet de şer’î olan bü tü n meseleler ve ilim ler M üslüm anlar arasın­
da rivayet suretiyle naklolunurdu. Herkes bildiğini ve işittiklerini başkalarına
söyler ve b u suretle her tarafa yayılırdı. Sonra Islâm memleketleri genişledi. M ü s­
lüm anlar çoğaldı, b u süretle Islâm 'ın doğurduğu bu ilimler toplu bir hâle geti­
rildi. derli toplu kitaplar yazıldı.
Yüksek İslâm İlimleri başlıca üç kısma ayrılır :
1) K u r’ân İlmi,
2) H ad is İlmi.
3) Fıkıh İlmi.
K ur ân İlmi de iki kısım dır :
1) llm-i K ırâat. yâni K u r’ân m okunm asına âit olan ilim.
2) llm-i Tefsir, yâni K u r'd n 'ın m ân âların a âit ilimler.
H adis İlmi iki kısım dır :
1) H ad îs İlmi,
2) U sûl-i H ad îs İlmi.
Fıkıh İlmi üç kısım dır :
1) ltik a a d i Fıkıh.
2) A m eli Fıkıh,
3) V icd ân î Fıkıh.
B irincisine "F ıkh ı Ekber, T evh id İlmi, K elâm İlm i" denir. İkincisine "Ş e-
râyi’ ve A h kâ m İlmi", üçüncüsüne " A h lâ k İlm i" denir.

38 — Ş E R 'I İL İM L E R İN K IY M ETİ :

Şim di söylediğimiz veçhile, İslâm âlimleri İslâmî olan m enba ve kaynakla­


rı kendilerine m ahsus M enhec "M elndoloji" ve usullerle tedkik ederek "Tefsir
Hadis, T evh id , F ıkıh, U sûl-i Fıkıh, A h lâ k ve T a sa vvu f" ve diğer ilimleri mey­
d an a getirm işlerdir. İslâm! olan ilimlerde tatbik olunan usuller, bugün asri ilim ­
lerde kabûl ve tatbik edilm ekte olan usûl ve menheçlere tam âm iyle uygundur.
A srım ızda U lûm -ı R iyâziye'de hâkim olan b ü rh an ; tecrübî ilimlerde hâkim olan
tecrübe; islikrâ, temsil, ifliraz. tasnif; T arih ilim lerinde hâkim olan haber ve ri-
vâyet tam âm iyle Islâm ulem âsı tarafından İslâm ilim lerinde tatbik olunm uştur.
F ran sız F ilozoflarından D e k a r t ( D e s c a r t e s . 1596- 1650) ile
Ingiliz F ilozoflarından B e y k ı n ( B a c o n , 1561 - 1626) ve S t u a r t

31
Mi l ( S t u a r t - M i M , 1806 - 1873) in ortaya koydukları M esâlik-i illet
ka n u n u n u onlard an çok zam an evvel İslâm ulem âsı tatbik etmişlerdi. F ilh ak i­
ka son asır filozoflarının hâdisatın illetini keşf için kullandıkları bu usCıla bJsul-i
Fıkıh ulem âsı 'tarafından alıkâm-ı hâdisâtın illetini keşf için tatbik ediliyordu.
B ugün bir hâdisenin illeti tâyin olunduktan sonra nasıl b ir kanun tâyin o lunur­
sa, fıkıhta da hâdiseye taallûk eden şer î bir hükm ün illeti tâyin olunduktan
sonra hüküm tâyin edilirdi. B ugün tabiat kanunlarını bilm ek için tabiî hâdise­
lerin illetini bilm ek nasıl lâzım ise, fıkhi kaidelerin tatbiki için de m enât-ı hük­
m ü bilmek lâzımdı. İşte İslâm ilimleri bu usûl altında m eydana gelmiş ve top­
lanm ıştır.

39 — K U R’A N İ L M İ :

Evvelce de söylediğimiz gibi, fCur’dn-ı Kerîm, A llâh u T eâlâ H azretleri ta ­


rafın d an C e b r â i 1 A le y h i’s-selâm vâsıtasiyle Peygam ber E f e n d i ­
m i z e , iktizâ ettikçe âyet-âyet, sûre-sûre inzâl edilmiş, indirilm iş olan K ilâb-ı
M üh în dir. Peygam ber, C e b r â i 1 vâsıtasiyle C enâb-ı H a k ’d an K ur ân-ı
Kerîm i nasıl almış ise. öylece ash âbına okumuş, onlar da Peygam berin târifi
veçhile hem yazm ışlar, hem de ezber etmişlerdir. H angi âyet nereye yazılacaksa
onu târif etmiş, onlar da öyle yazm ışlardır. K u r’d n ’da Peygam ber’in kendisine âit
hiçbir şey yoktur. O . sâde aldığını söylemiş ve yazdırmış ve onların hem m a’nâ-
sınr, hem de okum a tarzlarını tâlim buyurm uştur.

B inâenaleyh, K u r’ân ilmi, ikidir :


1) K u r’ân okunm asına âid olan ilim,
2) K ur ân âyetlerinin m a’n âlan n ı, inceliklerini bildiren ilim.

B irincisine llm -i Kırâet, İkincisine llm -i T efsir denir. K ur'ân-ı K erîm 'in bâzı
kelimeleri birkaç veçhile okunabilir. B u vecihlerden yedisi Peygam berim izden te-
vâtüren naklolunm uştur. B unlara Kırâel-i S e b ’a denir. B u kırâetlere P eygam ber­
den sahih senedlerle nakledilm iş üç kırâet d ah a ilâve olunm uş ve m ecm ûuna
Ktrdel-i A şere denilm iştir. İşle bu hususta bir ilim m eydana gelmiş ve kitaplar
da yazılm ıştır. İlk kitap yazan, yani b u kırâetleri kitapta toplayan, hicri (224) de
ölmüş olan K a a s ı m dır. İkincisi de (258) de ölmüş olan K ü fe li C ü t e y r
O ğ l u A h m e d dir. B u n lard an sonra d ah a pek çok kitaplar yazılm ıştır (1).

40 — T E F S İR , M Ü FE S SÎR :

Y ukarıda da söylediğim iz veçhile, K u r â n ın m ânâlarını en evvel iktizâ et­


tikçe beyân ve tefsir b u y u ran Peygam berim izdir. A shâb-ı Kirâm: K ur'ân âyet­
lerinin m ânâlarını. O n d ak i yüksek hakîkatları. şâyân-ı hayret incelikleri. O n u n

(1) N eşr-l K ebir, clld 1, sahife 33. ik i clld o la ra k son zam an lard a M ısır’d a
basılm ış olan bu kitap, bu ilimde çok mühim dir.

32
nâsih ve m ensûlıunu. sebeb-i nüzullerini pek güzel bilirlerdi. Bilmedikleri, veyâ-
b ud şüphe ettikleri b ir cihet b u lunursa onu da Peygam berden sorup öğrenirler
ve b u bâbdaki bilgilerini de diğer M üslüm anlara ağızdan ağıza naklederlerdi.

S ah ab ed en b â z d a n , âyetlerin m ânâlarına dâir Peygam berim izden vârid olan


âsarâ göre K ur'ân t tefsir, yâni m ânâsını beyân ve îzâh etmişlerdi. F a k a t onlar
K u r'â n 'm tefsirini K ur'ân ile birlikte bir araya yazm am ışlardı. Ç ü n k ü K ur'ân’m
içine başka söz karışm asından son derece sakınıyorlardı. Peygam berin irtihâlin-
den sonra b u yüksek zâtların sayısı azalm aya başlayınca, K u r’â n ’m yüksek h a ­
kikatlerini yazı ile izâh ve tefsire lüzum görülmüş ve bu sûretle birçok kitaplar
yazılm ıştır. B u k itaplara T efsir ve bunları yazanlara M üfessir denir. İlk evvel
tefsir y azan hicretin (104) ünde ölmüş olan M ü c â h i d ’dir. B un d an son­
ra (207) de ölen V â k i d i şöhret alm ıştır. S ahâb ed en İ b n - i A b b â s -
ın tefsirleri birkaç sûretle rivâyet edilm iştir, l b n - i A b b â s tefsirinde en
şâyân-ı i'tim âd olan rivâyet, (143) de vefât eden A l i l b n - i E b î T a 1■
h a nın rivâyetidir. K e I b i tarikiyle gelen tarik, en çürük olanıdır.

B ugüne kadar her dilde pek m ühim tefsir kitapları yazılm ıştır. B u n lardan
l bn- i C e r î r ’i n (224 - 310), (30) cild üzerine yazmış olduğu tefsir; F a h -
r ü ’d - d î n - i R â z i 'n in M efû tih ü ’l-G ayp adındaki tefsiri, K urtubî Tefsiri,
R û h ü 'l-M a â n î, Keşşaf, Bahr-i M u h it, E nuârü'l-T enzîl, E b ü ’s-S u û d Tefsirleri
çok m ühim ve m eşhurdur. Son asırlarda çıkan tefsirler içinde M ısır M üftüsü
m erhum M u h a m m e d A b d u h u n yazdığı tefsirlerle onun meslekinde
yazılm ış olan T efsîrü'l-M enâr çok m ühim dir. Yine son zam anlarda M ısır ule
m âsından T a n t â v î e l - C e v h e r i ’nin 25 cild üzerine yazm ış olduğu
tefsir de kendi vâdîsinde şâyân-ı hayrettir. D iyanet İşleri B aşkanlığı tarafından
tabedilm iş olan Tiirhçe T efsir de pek büyük bir kıymet ve ehemmiyeti hâizdir.
Şim diye k ad ar T ürk dilinde böyle bir tefsir yazılm am ıştır.

41 — HA DİS V E M UHADDtS :

H adis, P e y g a m b e r i m i z S a llâ ’llahu aleyhi ve sellem 'in K u r’ân -


d an başka olan sözleri ile işleri ve ahvâlidir. U sûl-i Fıkıh ulem âsının târifine
göre ise. A le y h i’s-salâvâtü v e ’s-selâm 'm sözleri ve işleridir. Sözlerinin içinde
takrirleri de vardır. P e y g a m b e r i m i z in takriri demek; M üslüm anlar-
d a n b irin in b ir şey yaptığını gördükleri veya işittikleri halde onu red ve inkâr
etmiyerek, olam az, yapm ayınız gibi b ir şey söylemiyerek, sükût buyurm ası d e ­
mektir. Böyle b ir şeyi m enetm eye Iüzûm görmiyerek sükût ve onu hâli üzere ip ­
ka buyurm aları, o n u n cevazını takrir ve tesbit demektir. G ördüğü, veyâhud işit­
tiği b ir şey hakkında sükût etmekle onun câiz olduğunu söylemiş oluyor. O n u n
hakkında başka b ir şey olm asa da Peygam berin sükûtu onun olduğuna delildir.
B u n ların hepsine b ird en S ü n n e t denir.

P eygam berin sözlerine K avli S ü n n et, işlerine F iilî S ü n n et, takrirlerine de

33
Takriri S ü n n e t denir. M aam âfih, K u r’d n 'd a n başka olarak P e y g a m b e r iıı
söyledikleri de iki k ısım d ır: E ğer m ânâsı C enâb-ı A llah tarafından P e y -
g a m b e r i m i z ' i n kalbine vahy ü ilham olunup da elfâzı P e y g a m b e ­
r i m i z tarafın d an ise ona H adts-i K udsî denir. H em lâfzı, hem m ânâsı P e y ­
g a m b e r i m i z'd en ise ona sâdece H adis denir. Ş u halde P e y g a m b e ­
r i m i z ’in ağzından çıkan sözler Uç kısım oluyor : K ur'ûn, H adis-i K udsi, Hadis.
H em lâfzı, hem m ânâsı A llah tarafın d an ise K u r’ân'dır.

K u r’d n 'ın hem lâfzı hem de m ânâsı C en âb -ı A llah tarafından olup O n d a


P e y g a m b e r i m i z in hiçbir şeyi yoktur. O sâdece tebliğ vâsıtasıdır. T e b ­
liğ m em urudur. N asıl alm ış ise öylece nakil ve tebliğ etmiştir. B unun içindir ki.
usûl âlim leri K ur’â n ı "M a 'n â ya delâlet eden N a zm -ı (Lâfz-ı) M ü n ze l" diye târif
etm işlerdir. E ğer P e y g a m b e r i m i z ' i n kalbine yalnız m a n â olarak nâzil
olup d a Peygam ber o m a nâyı istediği lâfz ile kendisi ifâde buyurm uş ise ona
K ur'dn denm eyip H adis-i K udsî denir. H em lâfzı, hem de, m a'nâsı Peygam beri­
miz tarafın d an o lanlara da sâdece H adis denir.

42 — RÂ V Î VE M UHADDtS :

P e y g a m b e r i m i z ’in K u r’d n 'd a n başka sözleriyle işlerini, ahvâl ve


harekâtını, işittikleri ve gördükleri gibi nakil ve rivâyet etmeyi meslek edinmiş
olan kimselere râvı ve m uhaddis denir. B unların m uhtelif dereceleri vardır : Her
işittiklerini yalnız rivâyet etmekle iktifa edenlere R âvî denir. Peygam berim izden
rivâyet edilen b ir şey in senedlerini. Peygam berden i’tibâren kendisine ne sürer­
le geldiğini, râvîlerin hallerini bilen kimselere M uhaddis denir. B inâenaleyh, m u ­
haddis, llm-i H a d is'd e üstâd-ı kâmil m criebesini b u lan zâtdır. M uh a d d is adını
alan b u yüksek şahsiyetler, hadisleri erbâbm dan dinlem iş, isteyenlere dinletm iş,
hadîsleri toplayıp kendi elleriyle yazm ak için memleket memleket dolaşm ışlardır.
Yüz b in hadîsi m etinleriyle, senedleriyle, (yâni hadisi P eygam ber'den i’tibâren
rivâyet eden râvîlerin isimleriyle) ezberlemiş olan M u h a d d is'e llm -i H ad îs erbâ-
bı. H â fız unvan ın ı verirler. Y üzbin hadîs deyip de geçmiyelim. Yedi b in küsül
hadîsi ihtivâ eden Buhârî, ikibin büyük sahifeden ziyâde olursa, yüzbin hadîsin
kaç b in sahife teşkil edeceği arlık düşünülebilir. F ak at böyle yüzbinlerce hadîsi
ezberlem iş nice nice H âfız’Iar yetişmiş olduğu bir hakikattir. İşte bu, İslâm 'a m ah ­
sus olan yüksek b ir im tiyazdır. Böylelikledir ki. M üslüm anlık, b ü tü n safvet ve
tem izliği ile m ahfuz kalm ış ve bizlere kadar nakledilip gelmiştir.

P e y g a m b e r i m i z in hadisleri, sünnetleri evvelce bir araya to p lan ­


m am ış ve yazılm am ış idi. O n la r b ir m üddet böyle ağızdan ağıza nakil ve rivâyet
o lu n d u k tan sonra görülen lüzûm üzerine toplanıp yazılm ağa başlanm ıştır. İlk
defa Em evî h ü küm darlarından A b d ü ’ I - A z î z ’i n oğlu ö m e r ’in em­
riyle şer’î hüküm lerin tafsilâtına ve U sû b i D în e dâir binlerce hadîs i şerif y a­
zılmıştır.

34
43 — HA DİS K İT A PL A R I VE BU N LA RI YAZANLAR :

H icrî (122) de vefâl etmiş olan Z ü lı r i , alıâdis-i şerîfe’yi ilk defa y a­


zanlardandır. Z ü h r î den sonra daha pek çok kimseler diyar diyar dolaşa­
rak P e y g a m b e r i m i z in sünnetini, doğduğu günden ölünceye kadar
b ü tü n söylediklerini, işittiklerini, bayât-ı lıusûsiyesine kadar b ü tü n ahvâl ve h a ­
rekâtını öğrenip onları senedleriyle berâber yazm ışlar ve bunları b ablara, fasıl­
lara ayırm ışlardır. B unların yazdıkları kitaplara M üsned, S ü nen ve S a h îh denir.
B unların hepsi şâyân-ı hayret bir tetkik m ahsûlüdür. D ü n y âd a yazılmış olan
hiçbir tarih kitab ın d a b unlardaki vüsûk. i lim âd ve kuvvet yoktur. B unların için­
den en sahih ve en m eşhur olanları şunlardır : Sahih-i Buhâri (1), Sahih-i M ü s­
lim (2). S ü n e n i E biı D â v u d (3). Siinen-i Tirm izî (4). Siinen-i N esei (5), S ü n en i
ihn i M âce (6).

(1) Sahîh-i B uhâri, B uhâralı İ s m a i l oğlu M u h a m m e d ta ra fın ­


dan toplanm ış ve yazılm ıştır. H icretin 194 târih in d e Şevvalin 13 üncü C um a günü
doğup, 256 da R am azan B ayram ı gecesinde ölmüş olan bu T ü rk âlimi, H adis Ule-
m âsı’nın, hadîs ile m eşgûl olanların en m eşhurlarındandır. H adîsçilerin im am ıdır,
Sahih adındaki bu kitabı, K u r’ftn-ı K erim ’den so n ra en m akbûl ve sahih, birinci de­
recede şâyân-ı i’tim addır. H adis ezberlem eye başladığı v ak it on yaşından ziyâde
değildi. B irçok ü stad d an hadis ve fıkıh okudu ve 16 y aşın a gelm eden kendisi de üs-
ta d sırasın a geçti. B undan sonra yine bilgisini ilerletm ek için Şam, Mısır, Cezire
tü 'l-A ra b ’a ik işer defa, B a sra’ya d ö rt defa sefer yaptı. H icaz'da a ltı sene durdu.
M uhaddislerle birlikte birçok defa K ûfe’ye ve B a ğ d a t’a g itti. Sahih-i B u h âri ad ın ­
daki bu m ühim kitabını ta m onaltı senede yazdı. İ m â m - ı B u h â r i , d iy ar
diyar dolaşıp ehlinden yazm ış olduğu altıy ü z bin hadisin içinden büyük b ir i’tin â
ile seçtiği en kuvvetli hadîsleri bu k ita b ın a y azm ıştır. B u h â r i , ezberinde Uç-
yüzbln hadis olduğunu, Câmi-i Sahih adını verdiği bu k itab ın ı altıy ü zb in hadisin
içinden seçtiğini kendi söylüyor. Bu k ita b d a te k ra rla riy le b erâb er dokuz bin seksen
ik i k a d a r hadis vardır. Bu hadislerin h e r birini seçip yazark en evvelâ gusledip iki
reK’a t n am az k ıla rak A llâh’a istih âre y a p tık ta n so n ra y azarm ış. Bunu d a kendisi
söylüyor. E zberlem iş ve yazm ış olduğu hadîslerin P ey g am b er’e k a d a r v ara n b ütün
senedlerini, o hadîsleri P eygam ber'den i’tib âren kendisine k a d a r riv ây e t eden m uh­
telif râvîlerin hallerini tam âm iyle ted k ik etm iş ve onların doğru, ta m m a’nâsiyle
güvenilir in sa n la r olduklarına k a n â a t g etird ik ten so n ra söylediklerini kab u l etm iş­
tir. I m â m - ı B u h â r i diyor ki : "B ir gün E n es’den hadis alıp riv â y e t e t­
m iş olan ad am ları zihnim den geçirdim . Bir s a a t içinde hem en UçyUz zâtu ı adını
h atırlayıverdim . A rtık hâfızam daki kuvvetin derecesine bakınız.”
iş te bunun içindir ki, b ütün hadis âlim leri K u r’ân 'd a n so n ra en sahih k i­
tap, I m â m - ı B u h â r î ’nin (Sahih-i B uhâri) adını ta şıy an bu k itab ı olduğu­
nu söylem işlerdir. B u h â r î hakk ın d a verm iş olduğum uz şu k ısa m alûm at,
hadîslerin n asıl toplanm ış olduğuna d âir bize b ir fik ir verebilir.

(2) Sahih-i B u h â ri’den so n ra en sahih hadis k itab ı, (204) de doğup (261) de


N işab u r’d a ölm üş olan M ü s 1 i m ’in Sahih-i Müslim adlı k itabıdır. B unda da
te k ra rla riy le b erâb er yedibin ikiyüz yetm işdokuz hadîs v ard ır. B undaki k u v v et de
B u altı kitaba K ü tiib -ü Ş ilte denir. B u n lard an başka 1 m â m - i M â -
1 i k 'in M u va tta ' adlı hadîs kitabı ile l m â m - ı A h m e d İ b n - i
H a n b e I 'in M ü sn ed 'i de en m ühim hadîs kitaplarındandır. S âde l m â m - ı
A h m e d in M ü sn ed 'i altı büyük cilt olup, içinde kırkbeş bin hadis vardır.
İşte A hkâm -ı Islâm iyye’nin. İslâm ahlâk ve içtim âiyyâtının esastan. K u r’ân-ı
Kerim ile b u hadîs kitaplarının içinde olan hadislerdir.

44 — H A D lSÎN AKSÂM I :

H adîs, senedindeki kuvvet i tibariyle üç kısım dır :

1) M ütev âtir olan hadîsler,


2) M eşhûr olan hadîsler,
3) Â h â d h ad îsleri.

H adis-i M ütevâtir; Peygam bere ittisâlinde hiçbir suretle şüphe olm ayan
hadisdir.

B u öyle b ir h adîsdir ki : O n u . yalan söylemek üzere birleşm iş olm alarını


aklın câiz görmediği, aklın kabul elmiyeceği bir cem âat. Peygam berden rivâyet
etmiş, böyle b ir cem âat m üttefikan “Peygam berim iz böyle söyledi, biz ku la k la ­
rım ızla işittik.” diyerek b ir hadîsi naklederler, ikinci asırda yine böyle b ir ce­
m âat birinci asırdaki râvîlerden aynı hadisi rivâyet eder ve üçüncü asırda da
yine böyle b ir cem âat nakil ve rivâyet ederse o hadise m ütevâtir denir. Ç ü n k ü :
S alıâbe, T â b iîn ve E tbâ-ı T âb iîn devirleri olan birinci, ikinci ve üçüncü asırlar­
da y alan söylemek üzere birleşmiş olm alarını aklın tecviz etm ediği b ir cem âat o

B uhârî gibidir. Bunu toplıyan da yine b ir T ü rk âlim idir. Bu kitab ın ı kendi k u lağ ıy ­
la erbâbından işitm iş olduğu üçyUzbin hadîsden seçtiğini kendisi söylüyor.
(3) Sünen-1 E bû-D âvud denilm ekle m eşh û r olan bu k ıtab , S icistanlı E ş -
as o ğ l u S ü l e y m â n ' ı n (202 - 275) dır. Bu k ita p fık h î hüküm ler için en
m u 'teb er esaslardandır; - î m â m - ı G a z â l i ah k â m hadîslerinde bu k ita ­
bın b ir m üctehide yeteceğini söylüyor - d örtbin seklzyüz hadîs vardır. B u n ları da
toplam ış olduğu beşyüzbln hadîsin içinden seçm iştir.
(4) T i r m i z ’li I s â o ğ l u M u h a m m e d ’i n (209 - 279) dir. Cft-
mi-i T irm izî de denir. H adîsi, t m â m - ı B u h â r î ’den ve diğ er B u h â râ ule­
m âsından okum uştur, t m â m - ı B u h â r î öldükten so n ra H o ra san 'd a bunun
gibi b aşk a b ir âlim yoktu. T irm iz’de ölm üştür.
(5) Ş u a y b o ğ l u A h m e d 'indir. 215 v ey a 216’d a H o rasan ’d a (N esâ
denilen yerde) doğmuş, 13 S afer 303’de Rem le'de v efât ederek Beyt-i M akdis’e g ö ­
m ülm üştür.
(6) G a z v i n ' l i î b n - i M â c e (2 0 7 -2 7 3 ), bu k ita b ı y azm ak için
b'.rçok yerleri gezip dolaşm ıştır.
Ş âyân-ı h a y re ttir k İ : K u r’â n ’dan so n ra en m û teb er olan bu a ltı k itab ın üçü,
hem de birinci derecede olanları, T ü rk âlim leri ta ra fın d a n yazılm ıştır.

36
hadîsi rivayet etm iştir. B u suretle o hadîsi Peygam ber in söylemiş olduğundu
hiç şüphe kalm am ıştır.

Böyle o lan şeylere "H aber-i M ütevâtir, H adts-i M iitevâtir" denir. Böyle olan
haberlerin hükm ü, yakîni m ûcib olm akdır. B unda şüpheye düşm ek câiz olamaz.
G öz ile gördüğüm üz, kulak ile işittiğimiz şeyler bizde nasd bir ilim husule ge­
tirirse, b u derece kuvvetli olan haberler de aynı kuvvette bir bilgi husûle getir­
melidir. Ç ünkü, aynı kuvveti hâizdir.

Y ukarıda söylediğim veçhile, K u r’d n ’ın, Kelâm-ı İlâhî olarak Peygam bere
nazil olduğu, b u n u n kul sözü olm adığı Peygam ber asrından i'tibâren tevâtüren
sabittir. N am azların rek atları. zekâtın mikdarı ve şâir ahkâm -ı diniyyeden bir­
çokları da böyledir.

H adis-i M eşkû r : Evveli, âh âd gibi olup ikinci ve üçüncü asırlarda iştihâr


etmiş olan hadîs demektir. Böyle olan hadîsleri Peygam berden ilk rivâyet eden
bir cem âat değil, belki bir kişi veyâhud birkaç adam o lduğundan birinci asırda
A h âd gibidir. F ak at ikinci ve üçüncü asırlarda cem âatler tarafından tevâtür sü ­
reliyle nakl ü rivâyet edilmiş olduğundan bu hadîs iştihâr etmiş ve b u asırlar­
da tevâtür derecesini bulm uştur.

H adîs-i A h â d : B ir kişinin bir kişiden, yâlıud bir kişinin birçok kimselerden,


veyâhud birçok insanların bir ad am dan rivâyet ettikleri hadistir. Böyle olan h a ­
dîsleri Peygam berden ilk rivâyet eden bir veyâhud birkaç kişidir. M aam âfih,
A h âd ' da üç asrın hiçbirinde cem âatin rivâyeti yoktur.

45 — TEV H İD (AKAÎD İLM Î) N E SÛ R ETLE Y A ZILM IŞTIR?

İslâm 'ın ilk devirlerinde im ân ve i'tikaad çok kuvvetli, vicdanlar temiz ve


pâk idi. H iç kim senin i’tik aad ında ufak b ir şüphe yoktu. Ç ünkü, P eygam ber ile
otu ru p konuşm alar, o n u n la birlikte geçirilen zam anlar henüz uzam am ıştı, onun
bereketi h âlâ devâm ediyordu.

A sh âb . dînî ve şer'î hüküm leri Peygam berin ağzından nasıl işitilirse öyle­
ce kabûl ve ona îm ân ederlerdi. Peygam ber, K u r’ân-ı K erim 'i tefsir, m üşkil olan
kısım larını îzâh. m ücm el olanı tafsil, birkaç m a'n ây a olanları tâyin, K ur’â n ’ın
sâkit olduğu hüküm leri beyân eder ve böylece dînin köklerini ve köklerinden çı­
kan meseleleri onlara anlatırdı. O n la r da Peygam berden işittikleri gibi kabûl
ederler ve O n u n tarafın d an tafsil buyurulm ıyan şeyleri araştırm azlar, incelemez-
Ierdi. S ah âb e devri böyle geçtiği gibi T âb iîn devri de böyle temiz geçmiştir. Bir
m üşkil çıktığı vakit din u lu ların a giderler, m üşkillerini sorup öğrenirlerdi. B u ­
nun için şer'î ve dînî meseleleri toplayıp bir kitap hâline getirmek ihtiyâcı d u ­
yulm am ıştı.
F a k a t Peygam berlik ııûru uzaklaşarak o nurlu ve feyizli devirde b u lu n a n ­
lar azaldıkça ahval değişti. B irtakım kötü ve bozuk fikirler m eydan aldı; doğru

37
i tikadlar arasına m üfsidler tarafından bozuk i tikadlar karıştırıldı. 1 tikadlardaki
temizlik, fikirlerdeki m etanet yavaş yavaş gevşemiye yüz tuttu.

İşte b u n u n içindir ki, İslâm 'a Iıâs olan salıilı ve doğru i tikaad ve hüküm le­
ri toplu olarak bildirm ek, b âtıl ve bozuk fikir ve i tikadfarı ayırd etmek için ki­
tap lar yazıldı. K u r’ârı ve sünnetle, aklî ve nakil delillerle dinin esasları takviye
edildi. Bozuk i'tikadların çürüklüğü anlatıldı, onları red edecek deliller ortaya
konuldu. B u yolda m eydana getirilen ilme, llm-i T evhid. F ıkh-ı E kber adı ve­
rildi. B u h ususta en evvel yazılan kitap, t m â m - ı A z a m ı n F ıkh-ı E k ­
ber adındaki kitabıdır. S onraları ahvâl değişti, akaaid kitaplarına felsefe de ka­
rıştırıldı. İslâm i'tikaadı aklî ve felsefi delillerle m üdâfaa edilmiye çalışıldı. Bu
h u su sta pek çok i'tik aad ve kelâm kitapları yazıldı. D a h a sonraları İslâm âlim leri
b u ilme çok ehemmiyet verdiler. H er devirde İslâm akaidini hücum lardan koru­
m ak için k itaplar yazıldı. İ m â m - ı Eş ârî ile 1 m â m - i M â t t i ­
r i d i , İslâm i'tik aad ın ı m üdâfaa edenlerin b aşın d a gelir. Burçun içindir ki,
her ikisi de i’tikadda imamdır.

46 — ÎLM -Î F IK H IN T E D V İN İ :

D in âlim leri, görülen luzûm üzerine şer’î hüküm lerin fürûunu zaptetm ek
ve iyi amelleri kötü am ellerden ayırm ak m aksadiyle bir ilim d ah a tedvin ederek
b u n u da b ab lara ve fasıllara ayırm ışlar ve ad ına da “llm -i F ık ıh ” dem işlerdi,
llm -i Fıklı in ahkâm -ı um ûm iyyeden bahseden kısm ına sâdece " Fıkıh ”, b u ah*
kâm ın istihrâc o lunduğu delillerin ahvâlinden bahseden kısm ına d a “U sûl-i Fı-
k ıh ” nâm ı verilmişti. Fıkıh ilm ini bugünkü b u lu n d u ğ u tertip üzerine koyan,
İmâm-ı A z a m 'dır. Fıkıh m eselelerini kısa bir sûrette toplayan, t m â m - ı
A ' z a m in talebelerinden l m â m - ı M u h a m m e d ’dir. U sûl-i fıkhı
vaz eden de t m â m - ı E b û H a n î f e ’nin ash âb ın d an l m â m - ı Ebû
Y û s u f 'dur. F a k a t b u h ususta ilk müdevven kitap, î m â m - ı Ş â f i î ’nin
E r-R isâle'sidir. t m â m - ı Ş â f i î , l m â m - ı E b û Y û s u f un ki­
tap ların d an istifâde etmiştir.

47 — AHLÂK İLM Î :

A hlâk. İslâm ’ın en ziyâde ehemmiyet verdiği bir şey old u ğ u n u yukarıda
söylemiştim. H er m illetin âlim leri ve filozofları b u cihete çok ehemmiyet vermiş
ve b u sûretle ahlâk ilmi b ü tü n zıluslar arasında m üşterek bir ilim h âlin i alm ış­
tır. B u n u n la berâber, M ü slü m anların kendilerine has ahlâk ilimleri vardır. E s­
ki filozoflar tarafın d an tedvin edilmiş ahlâk, çok defa felsefî m esleklerin esas­
larına istinâd ettikleri halde, İslâm A hlâkı böyle değildir. İslâm 'da ahlâk ilmi
de esas i'tibâriyle K itab ve S ü n n et'e m üstenid ve binâenaleyh, başka b ir yük­
sekliği hâizdir. Ç ü n k ü . İslâm D în i nde ahlâkî vazifeler ile dînî em irler âdetâ
b ir gibidir. B u n u n için K itab ve S ü n n et en yüksek ahlâk nazariyelerini câm i’

38
dir (1). K itab ve S ü n n e t e istin âd ederek İslâm âlim lerinin vücûde getirdikleri a h ­
lâk kitapları saydam ıyacak k a d ar çoktur.
T asavvuf demek, ilk devirlerde ahlâk demekti. B unun içindir ki, ilk sofiler
Z â lıid ad ın ı alm ışlardı. T asav vuf kitaplarının b ir kısmı muâmeleye, ahlâka, d i­
ğer kısmı da tevhide, mükâşefeye âit bulunuyordu.
H â r i s - i M u h a s i b i gibi büyük sofiler, llm -i M uâm ele denilen
ahlâka; C ü n e y d - i B a ğ d a d i gibi zevât da, llm-i M ükâşefe denilen
tevhide d âir kitaplar yazm ışlardı. T asavvuf mesleği üzere en evvel m a’ruf olan
kitap. H â r i s - i M u h â s i b i n in (2) E r-R iâye’sidir. B u n d an başka mu-
hadd isîn ve fukahâ da, ahlâk kitapları tedvin etmişlerdi. B u b âb d a en m a ruf
olan eser, A b d u l l a h b i n M ü b âr e k ’in (H. 180) K itâbü'z-zühd'üdür.
Ü ç ü n cü asırda felsefenin te sisi ile İslâm filozofları tarafından d a ahlâk ki­
tapları yazılm ıştı. B u b â b d a en m a’rûf kitap, İslâm felsefesinin müessisi Y â -
kub e l - K i n d î ’nin kitabıdır.
H ülâsa : Ü çü n cü asr-ı hicriden i'tibâren İslâm 'da üç meslek üzerine ahlâk
kitapları yazılm aya başlanm ıştı. M ulıaddisîn ve F u k ah â mesleği, sofiyye m es­
leği. felsefe mesleği, m uhaddisîn ve fukahâ m esleğinde ahlâk meseleleri K itab
ve S ü n n e t’ten çıkarılabilirdi. Ş er’î am ellerin gayesi, ahlâkı telızîb etmekti. S o ­
fiyye de bu meslekde idi. B u n u n la berâber onlara nazaran ayrıca m uhâsebe-i
nefis de lâzımdı. İslâm filozofları ahlâk husû su n d a kendilerinden evvel geçen
ahlâk filozoflarına, b ilh assa S o k r a t ’a istinâd ederek kitaplarında onların
mesleğini esas tutm uşlardı.
S onraları tasavvuf yanlış telkinlere uğramış, bu mesleğin büyüklerinin söz­
leri yanlış tefsir edilmiş, tasavvuf âdetâ İşrâkıyyün felsefesi hâlin e gelmiş, K itab
ve S ü n n e t'e uym ıyan B âtınîlik vesâire gibi birçok fikirler doğm uş ve b u yüz­
den m addî ve m ânevi pek fena neticeler m eydana gelmiştir.
Z am an ım ızd a Tasavvuf ve Sofiye tarikatı, câhillerin ve m enfaatperestlerin
elinde şöhret yapm ak, p ara kazanm ak, halkı kendisine taptırm ak için b ir vâsıta­
dan başka b ir şey değildir. İslâm ’ın esaslarından haberi olm ıyan b ir sürü kara
câhiller tü rlü n am larla kendilerine şeyh, m ürşid süsü vermekte ve birçok temiz
ve saf M üslü m an ları yoldan çıkarm akta, işlerinden, güçlerinden ahkoym aktadır-

(1) M uhtelif ahlâk n azariy elerly le tslâm A h lâk ı’nı m ukayese etm ek ve İslâm
A hlâkı'nın yüksekliğini an lam a k istey en ler A hlâk D ersleri adında v ak tiy le yazdı­
ğım k ita b a m ü ra c a a t etsinler. Bu k itâ b (340) d a D iyanet İşleri B aşkanlığı ta ra fın ­
dan tâbedilm iştir.
(2) H â r i s - i M u h a s i b i usûl ve m uam elâtı çok bilirdi. A hlâk h a k ­
kında, M ûtezile ve diğerlerini red h ak k ın d a k ita p la rı v ard ır. B a sra’d a doğmuş,
(243) H icride B a ğ d at’da v e fâ t etm iştir. E r-R lây e n âm ındaki k ita b ı D iy an et İşleri
B aşkanlığının kütüphanesinde m ahfuzdur. C am bridge Ü niversitesine m erb u t G irton
m ektebinden M a r g a r e t S m i t h te tk îk a t yap m ak için fo to ğ ra fla lstinsâh
etm ek istem iş ve bâzı şe râ it a ltın d a 1934’de R iy aset ta ra fın d a n m üsâade edilm iştir.

39
Iar. B unlar; kendilerine ilham vâki olduğundan, Peygam berle görüşüp ber şeyi
o n d an aldıklarından bahsederler; cehaletlerini örtmek ve kendilerini büyük gös­
termek için K ur ân in bâtını ma nâsından dem vururlar. Şeriat ve K ur ân ın
zahir m a nâsı avâm içindir; biz onlarla bağlı değiliz.' diyecek kadar ileri gider­
ler. H alb u k i b u n la r ne şeriatı bilirler, ne tarikatı, ne de hakıykatil B u gibiler
hakkında Sofiye'nin ve tarikat erbâbınm en büyüklerinden olan S e y y i d
A h m e d e r - R u f â î H azretlerinin şu kıymetli sözlerini nakletm eden ge-
çemiyeceğim. D iyorlar k i: "Tarikat, şerîal'in aynı; şeriat de tarikat in aynıdır.
İkisinin arasında olan fark lâfzidir; sözledir. M addeten ve m anen netice birdir.
Şerîat'in kabul etm eyip reddettiği her şey, zındıklıktır. B ilip bilm iyen birtakım
kim se dâim â E b û -Y ezîd -i B istâm î böyle dedi. Hâris-i M u h â sib î şöyle dedi, Hal-
lâc-ı M ansûr bu sözlerde b u lundu diyorlar. B u nasıl sözdür? Böyle lâkırdılar­
dan önce (Imâm-ı Şafiî, tm âm -ı M âlik, Im âu H A h m ed , E b û (H anîfe) ne dedi,
bir kerre ona bakm alısınız. K u llu k m uâmelelerini, kulluk işlerini bunların d edik­
leri ile ölçüp tashih etm elisiniz, işlerinizi onunla ayarlamalısınız. O n d a n sonra da
fazla sözlerle tefekkür edebilirsiniz. (Yâni bunların sözleri yem ekten sonra m ey­
ve yem ek kabîlindendir. E vvelâ k a m ın ı doyur da sonra da fazla olarak m eyve
ye.) E b û Hârisî ve E bû Y ezid 'in sözleri ile birşey artıp eksilm ez, lâkin E b û Ha-
n îfe ’nin, Ş â fii’nin, İm âm -ı M âlik ve A h m e d 'in sözleri tâkib edilecek tariklerin
en güzeli, tutulacak mesleklerin A llâ h 'a en yakın olanıdır. İlim ve am el ile Şe-
rîat'm direklerini iyice kuvvetleştirdikten sonra ilim ve am elin sedleri cihetine
h im m etinizi yükseltin iz.’’ (1).

K aadirîliği, R üfâîliği. M elâm etin ne olduğunu bilm eden biz K aadirîyiz, biz
R üfâiyiz, biz M elâm îyiz, biz N akşîyiz diyen ve şeriatı arkaya atm ak istiyenler
artık b u güzel nasihatten biraz olsun nasib alsalar!

48 — İSLÂM M EZ H EB L E R İ VE M EZH EB İM AM LARI :

M ü slü m an lar gerek ahkâm -ı i'tikaadiyyede ve gerek ahkâm -ı ameliyyede


birtakım m ezheblere ayrılm ıştır. B ugün yeryüzünde belli başlı dört am eli mez-
heb vardır : 1) H anefî, 2) M âliki, 3) Şâfiî, 4) H anbeli m ezhebleri. B u m ezheb­
lere sâlik olanlaı ahkâm -ı i'tikaadiyyede M âlürîdi ve E ş’âri diye başlıca iki b ü ­
yük kola ayrılm ışlardır.

Şim di b u m ezheblerin ne suretle çıktığını îzâh edelim. Biliyoruz ki : A llâh u


T eâlâ, H azret-i M uham m ed salla’llâhu aleyhi ve sellem i b ü tü n insanlara ve cin ­
lere Peygam ber gönderdi. Peygam ber, A lla h 'ın emirlerini insanlara bildirdi; on­
ları düştükleri cehâlet ve d alâlet çukurlarından çekip çıkardı; gidecekleri yolu
aydınlattı, saâdet kapılarını açtı. M u h a m m e d aleyhi’s-selâm 'm Peygam ­
berlik m üddeti ancak yirmi üç sene devâm etti. B u m üddet içinde C enâb-ı H ak
O n a K u r’ân-ı K e rim i inzâl buyurdu. B u K itâb-ı m übîn; i’tikaad, ahlâk, ibâdet

(1) E l-B ürhânü’l-Müeyyed, 1322’de M ısır’d a basılm ıştır.

40
ve ahkâm a m üteallik olan şeylerin asıllarını bildirdi. Ş u kadar ki. b u ahkâm ın
bir kısmı mücmel olarak zikrolunm uş ve onun îzâhı Peygam berim ize bırakılmıştı.
Lüzum görüldükçe o esasları. Peygam ber îzâh ve beyân buyurmuştıçr.

Peygam berim iz, K u r'd n 'uı îzâh ve beyâna m uhlâç olan âyetlerini beyân
buyurdukları gibi, b âzan da kendisinden hükm-i şer’ileri sorulan hâdiseler hak­
kında fetvâ verirdi. B inâenaleyh. Islâm ’da ilk m üftî ve hâkim, C enâb-ı Peygam ­
ber dir. B âzan da fetvâlan hem sorulan hâdisenin hükm ünü, hem de başka bir
hükm ü beyân ederdi.

49 — PEY G A M BERİN SÖ Y LED İK LERİN İ EZB ERLEM EK VE ANLAMAKTA


A SH A BIN SEV İY ESİ :

S ahâbe, çok zam an Peygam berle toplanırlar ve kendisine nâzil olan V a h y-i
İlâhî yi O n u n ağzından dinlerler; onun hükm ünü, ma nâlarını öğrenirler. O n u n
söylediklerini ve yaptıklarını ezber ederlerdi. F ak at bu hususta b ü tü n ashâbın
seviyesi b ir değildi. B âzd an daha çok ezberlerdi, bir kısmı da ma nâ ve ahkâm
cihetine kuvvet verirdi. H er ikisine birden çalışanlar d a vardı. Peygam berin her
söylediğini ve her yaptığını bilm iyenler de vardı. B u da m uhtelif sebeplerden
ileri geliyordu. S ah abeden bir kısmı vaktinin çoğunu kendi işi güciyle. çarşıda
ve pazarda ticâret vesâire ile geçirdiğinden Peygam berin meclislerinde her vakit
bulunam ıyorlardı. B ir kısmı da b ü tü n vaktini R e s û l - i E k r e m ile ge­
çiriyordu. B unun içindir ki. bu gibiler Peygam berin her söylediğini ve yaptıkla­
rını ezber ederlerdi. S ahâbeden E b û H ü r e y r e nin çok hadîs rivâyet e t­
mesi bundandır. Ç ünkü, O n u n başka işi yoktu. O . Peygam berden hiç ayrılmaz
ve sâde hadîs ezberler ve onları başkalarına söylerdi. Peygam berin duâsına nâil
olduğu için hâfızası da çok kuvvetli idi. G ünlerce aç kalm ıya taham m ül eder ve
dâim â Peygam berin hadîslerini, sünnetlerini hıfz ve rivâyet etmiye çalışırdı. B â­
zı A vrupa m üsteşriklerinin E b û H ü r e y r e 'ye dil uzatm aları taassubdan.
garazkârlıktan ve hakiykatı anlam am aktan başka bir şey değildir.

A shâb-ı Kirâm ezbercilikte farklı oldukları gibi; ezberlediklerini ve duyduk­


larını anlam ak h u susunda da farklı idiler. İ b n i A b b â s ve emsâli gi­
bi. hem ezberciliği, hem de anlayışı çok kuvvetli olanlar olduğu gibi orta dere­
cede olanlar da vardı.
/

50 — FETV A V E R E N VE FET V A L A R I H IFZO LU N A N SA H A BELER :

S ahâbeler ezbercilikte ve anlayışta birbirlerinden farklı oldukları içindir ki,


K ur'ân-ı Kerim ile S ü n n e t i zaptetm ek ve onun ahkâm ve m a nâlarını iyi an la ­
mak hususundaki kudret ve kuvvetleriyle tem âyüz elmiş olan S ahâbelerden b a ş­
kası fetvâ vermeğe kalkışm adılar.

P eygam berin A sh âb ın d an olup da fetvâsı hıfzolunan erkek ve kadın yüz


elli kadar vardır. B unlara A sh âb ın ulem ası ve fukahâsı denir. B unların içinden

41
en ziyâde fetva veren büyük fakîhler- şunlardır : Ö m e r . A l î , l b n - i
M e s ' û d, Peygam berin zevcesi H a z r e t - i A i ş e , Z e y d b i n
Sabit, Ab d u' I l a h bin Ab bos , A b d u l l a h bi n Öme r .

51 — PEY G A M BERİN ÎÇTİHAD İLE HÜKMETMEĞE İZİN V ERM ESİ :

Peygam berim iz (aleyhi’s-şelûm) S ah abenin âlim ve fakîhlerinden M u -


â z i, Yemen e hâkim gönderirken şöyle bir m uhâverc geçmişti :

P e y g a m b e r e O ray a vardığın vakit ne ile hükm edeceksin? S a n a bir


şey sorulduğu, yâhud bir da'vâcı geldiği vakit onların müşkillerini ne ile h a lle ­
deceksin?
M u â z A lla h ' ın K itabı K u ra n ile.
P e y g a m b e r — Ki tab'da bulam azsan?
M u â z — R e s u I u ' İ l â h i n sünnetiyle.
P e y g a m b e r — O n d a da bulam azsan?
M u â z — Kendi reyimle, ictihâdım la hükmederim.

M u â z ın b u yolda cevab vermesi. Peygam berim iz in re yine m uvâfık gel­


di ve b u n d a n ölürü A llâ h 'a ham detti. E b î ı - D â v u d ve T i r m i z l ' -
n in rivâyet ettikleri bu H adis-i Şerîf’den anlaşılıyor ki, bir hâdise hakkında
Ki tab ve S ü n n et'd e, sarih bir nass bulunm azsa, müftî ve hâkim , ictihâdına gö­
re hükmedecekti.

Peygam berim iz b u n a izin vermişti. Iclihâd ve kıyas demek şerîat'in kavâid-i


um ûm iyyesi ile amel etmek demektir.

B unu yapabilm ek için K ilab ve S ü n n et in tazam m un ettiği ahkâm ve m a -


nâyı son derece âlim olmak lâzımdır. Bu usûl tatbik edildiği gibi zam ânm ikti­
zâsına göre her hâdiseyi K itâb ve S ünnet dâiresinde halletm ek kolaylaşacağın­
d a şüphe yoktur. İşte A sh âb b u n u biliyorlardı.

Peygam berim iz (aleyhi's-selâm) âlıirete irtihâl buyurdukları vakit. K ilab ve


S ü n n e t S a h â b e ’nin ezberinde idi. O n ların m a nâlarını, tatbik suretlerini, Ş erîat'in
um ûm î kaaidelerini pek iyi biliyorlardı. B unun içindir ki. m üftîler: sorulan şey­
lerin cevâbını K ilab ve S ü n n e t’de aynen bulam azlarsa. K itab ve S ü n n e t’deki
em sâline kıyas ederek kendi ictihadlariyle hükmederlerdi.

52 — SA H A BEN İN A LÎM VE F A K lH L E R İ E N ÇOK N E R E L E R D E İD Î?

M üslüm anlık her tarafa yayıldıkça S ahabeler de oralara yerleşerek dînin


ahkâm ını ta lîm ile m eşgûl olm ağa başladılar. B unlar gittikleri yerlerde Mekke
ve M edine'de m a'Iûm olm ayan birtakım muâm elelerle. örf ve âdetle karşılaşı­
yorlardı. H er m emleketin kendine m ahsus birtakım mâlî ve ticârî âdet ve nizâ­
mı vardı. S ahâbe-i Kirâm b u gibi hâdiseler karşısında kaldıkları ve bunların

42
hükm-i şer isini beyân etmek lâzım geldiği zam an K itab ve S ü n n e t e bakarlardı.
O n la rd a açık bir şey göremezlerse kendi ictibâdlariylc hükmederlerdi. A sbâb-ı
Kirâm in âlim ve fakîh olanları en çok M edine. Mekke, Küfe, B asra, Şam ve
M ısır da toplanm ışlardı. B unun için. Islâm lar arasında fıkıh, en çok b u ralardan
yayılmıştır. Mekke, M edine ve Ş am ’da birçok zevât M u â z 'dan feyz alm ış­
lar, dinin ve şerîat’in ahkâm ını ve inceliklerini ondan öğrenmişlerdi, t b ıı - i
A b b â s da hayâtının sonlarında M ekke'de M escid-i H arâm 'd a Tefsir. H adîs
ve Fıkıh okutuyordu, l b n - i A b b â s m fetvalarını yirmi kitapta topla­
m ışlardır.
Küfe şehrinde K itab ve Sürm el i iyi bilenlerden birçok zevât vardı. H azret-i
A l î ile A b d u l l ah bin M e s ’ û d bu n ların en m eşhurlarından
ve K itab ve S ü n n e t i, ahkâm -ı şeriati âlim olan S ahabelerin en büyüklerindendi.
Ibn-i M e s ’ûd, Küfe de K u rû n 'ı ta lim ve ma nâlarını tefsir. P ey­
g am b erd en duyduklarını veyâhud gördüklerini nakl ü rivâyet eder ve kendisine
sorulan meseleler hakkında fetvâlar verirdi. K itab ve S ü n n e t hakkında pek ge­
niş bir ihâla-i ilmiyyesi vardı. B u nunla berâber yeni yeni m eydana gelen h â d i­
selerin hükm -i şer'îsi sorulduğu zam an. K itab ve S ü n n et'd e sarih bir nass b u ­
lunm azsa kendi ictihâdiyle hüküm verirdi.
l b n - i M e s ' û d dan sonra da vaziyet b u şekilde devâm etti ve Irak
âlim leri arasında ictihâd şâyi' oldu. Küfe de A l î ile l b n - i M e s ’ ûd' -
dan okuyan ve kendileri de m üçtehidlik derecesine çıkan çok âlim ler vardı. B u n ­
lar da S ah â b e ’Ierin gözleri önünde pek çok fetvâlar vermiş ve fetvâları kabûl
olunm uştur.
B asra'd a S ah abeden E b û M û s e ’ l - E ş ’ â r î ve E n e s bin
M â l i k en çok şöhret alm ışlardı. B u nlar da Peygam ber den sonra fıkıh ve
fetvâ ile iştigal eden S ah âb enin ikinci tabakasını teşkil ederler. E n e s , fa-
kih olm aktan ziyâde m uhaddis idi.
E b û M û s e ' I - E ş ’ â r î . fıkıh ilm inde yüksek bir iktidâra malik
idi: ö m e r in kendisine göndermiş olduğu m eşlıûr mektup, usûl-i şahadet
ve usûl-i hüküm de esas tutulm uştur (1). Basra da Iâ b iin d e n fetvâ ile iştigal
edenlerden biri de H a s a n - ı B a s r î ’dir. M üşârün-ileyh’in beşyüz S ahâ-
beye yetiştiğini l b n-i Kayyı m yazm aktadır.

53 — E N EVVEL. TA K A R RÜ R E D EN DÖRT MEZHEB :

Y ukarıda izâh edildiği veçhile, her tarafta b u lu n an S ah âb e’nin âlim ve fa-


kihleri dinin ahkâm ını beyân ve herkes de onların söyledikleri gibi amel eder­
lerdi. S ah âb e'd en sonra yüksek ictihâd sâhibi fakihler azaldı, Kitab ve S ü n n e t -

(1) l b n - i K a y y i m , t ’Iâm ü’l-M uvakkıîn adlı eserinde bu m ektup ile


uzun uzadıya m eşgul olur. Üç cilt teşkil eden k itâ b hem en hem en bunun şerhi de­
m ektir.

43
den ahkâm çıkarm ak kudretinde olm ıyanlar tabiatiyle bu kudretde olan fakilı-
Iere tâbi oluyorlardı. İşle bu suretle birtakım m ezhebler lüremiye, yayılm ıya
başladı.

M ezlıeb sahibi olan fakihleri birkaç sınıfa ayırabiliriz : Birinci sınıf, en ev­
vel m ezhebleri takarrür eden, yerleşen im âm lardır. B u n lar da :
1) l m â m - ı A z â m E b û H a n î f e ( N u ' m a n bin
S â b i t ) (80- 150).
2) I m â m - i M â l i k b in E n e s (93 - 179).
3) A b d u r - R a h m â n e l - E v z â î (88- 157).
4) S ü f y â n - ı S e v r î (97 - 161).

54 — H A N E F Î M EZH EBİ VE EBÜ H A N ÎF E :

E b û - H a n î f e nin adı N u ’ m â n , babası S â b i t ’dir.


l m â m - ı A zam E b û H a n î f e diye şöhret bulm uştur. H icretin
seksen tarih in d e Küfe de doğmuş, 150 de B ağ d at'd a A lla h ’ın rahm etine kavuş­
m uştur. A slen T ürklür. S ah ab e devrine yetiştiği için T âb iîn 'd en d ir (1). S ahabe
zam anında ve en büyük S ah âb i'lerin gözü önünde felvâ veren ve fetvâları Sa-
hâbe nin büyükleri tarafın d an kabul edilmiş olan T â b iin ’den büyük fakihler.
hep K ûfe’de idiler. K üfe de b u lu n an b u ilk fakihler A l î ve 1 b n - i
M e s ’ û d un ashabıdır. F ak at birçoğu Ö m e r den ve H azret-i A i ş e '
den de ilim ve feyz alm ışlardır. B u n u n la beraber, İrak fakihleri A l î ile
İ b n - i Me s u d un m ezheblerini tercih ederlerdi.
İşte 1 m â m - ı A zam da b ü tü n bu fakîhlerden okumuş ve bu suret­
le ilmi silsilesi, İ b n - i M e s ' û d , Alı ve l b n - i A b b â s ’a v e
onlar vâsıtasiyle Peygam berim ize vâsıl olmuştur.
E b û H a n î f e . evvelâ ticaret mesleğine girmişti. Sonra en büyük fa-
kihlerden Ş a ' b i (106) nin teşviki ile vaktini ilme verdi. E n evvel “T e v h id ”
ilmini okudu ve orada çok yüksek bir m ertebeye çıktı. Bu ilimde parm akla gös­
terilir bir m ütehassıs oldu. E l-F ılthü'l-Ekber ve E l-A lim ve'l-M üteallim adlı ki­
tapları yazdı. İslâm i'tikaadını m üdâfaa etli. Bozuk fikirlerle m ünâkaşalar y a p a ­
rak onlara üstün geldi. B u m aksatla B asra'ya kadar gidip orada da m ünâkaşalar
yaptı. Sonra insanların dâim â m ulılâc oldukları ibâdet ve m uâm elâta âit mese­
le ve hüküm lerle m eşgûl olmayı d ah a faydalı gördü ve b u husûsa kuvvet verdi.
H ocası H a m m â d (120) öldükten sonra talebesi E b û H a n i f e yi
o n u n yerine geçirdiler. Çok geniş ve sağlam bir karihası, kuvvetli bir fikir ve
m ütalâası, K itab ve S ü n n e t e ve bunlardaki inceliklere derin bir vukufu vardı.
Zühd ü lakvâsı herkesçe m a’rûf idi. Kırk sene yatsı abdestiyle sabah nam azını
kıldığı, bir rek’at nam azda K u r a n -1 K erîm 'i baştan nihâyete kadar okuduğu ri-

(1) P eygam beri gören m üslüm anlara Sahâbe, P eygam beri görm eyip de S ah a­
belere yetişm iş olan lara T âbiin denir.

44
vâyet olunur. Ellibeş d e f a H a c c a gitmiştir. Fıkıh ilm inde pek yüksek ve m üm ­
taz bir mevkii vardı, l m â m - ı Ş a f i i gibi en büyük m üçtebidler de b u ­
nu i tirâf etmişlerdir. M antıkm daki kuvveti, şâyân-ı hayret bir dçrecede idi.
I m â m - ı M â l i k : ''E b û -H anî f e n in m antıki o kadar kuvvetlidir ki, eğer
şu direk altındır derse onu isb&t edebilir." demiş.
1 b n - i M e s ’ û d , rey ve içtihada meyyâl olduğu cihetle,, ondan oku­
yanların mesleklerinde de re y ü içtihada çok ehemmiyet verilmişti. E b û
H a n i f e fıkıh ve ahkâm ilm inde de çok şöhret aldığından herkes onun b a ­
şına toplanm ıştı. K endisinden bir m eselenin hükm ü sorulduğu vakit, K itab ve
S ü n n e t le veyâhud S a h â b e 'n in âsârında sarih b ir şey bulursa onunla cevap ve­
rir, b u n lard a bulam azsa kendi ictibâdiyle K itab ve S ü n n e t’den —em sâline kı­
yâs eder— hüküm çıkarırdı. I m â m - ı A ' z a m ’ın K itab ve S ü n n e t’den
beşyüz bin mesele ortaya çıkardığı rivâyet olunur (1).
V erdiği fetvâlar altm ışdört bindir. B ütün b u meseleler ibâdet ve hukukta
birer esasdır, birer kaaide-i um ûm iyyedir ve hepsinin delili netice i’tibâriyle
K itab ve S ü n n el'd ir. O n lard ak i hükm-i şer'îyi birer kanun hâlinde bize b ild ir­
m iştir; kendi aklı ile bir şey söylemiş değildir.
t m â m - ı A z a m i n yetiştirdiği en büyük âlim lerin sayısı, bine var­
m aktadır. O n la rın içinden en büyük ve seçmeleri kırk tanedir. H epsi de müçte-
hidlik m ertebesini alm ışlardır.
I m â m - ı A ’zam her mesele için bunları toplar ve o mesele hakkın­
da m ünâkaşalar yapardı. B azan m ünâkaşanın bir ay bile sürdüğü olurdu.
t m â m - ı E b û Y û s u f (2), I m â m - ı M u h a m m e d (3)
ve Z ü f e r (4) b u n ların en m eşhürlanndandır. Bir meseleyi b ü tü n ashâbiyle
müzâkere ve m ünâkaşa ettikten sonra o m eselenin K itab ve S ü n n et'e muvâfık
olduğunda ittifak ederlerse o mesele fıkhın neresine, hangi bahsine yazılacağını
talebesinden E b û Y û s u f a veyâhud başka birine târif eder, onlar da
yazarlardı. İşte fıkıh ilmi ile Islâm H ukuku b u sûretle vaz'olunm uş ve m eyda­
na getirilmiştir. Z a m â n ın d a bulu n an b ü tü n fakihler, âlim ler onun talebesi ma-
kaam m da idi. S özünü anlıyabilm eh için fıkıhda çok kuvvetli olmak lâzımdı.
B aşkaları onun fikirlerini anbyam azlardı. O kadar ince b ir anlayışı vardı. D î­
nin rû h u n a o kadar nüfuz etmişti. B unun içindir ki, en büyük âlim ler de
E b û H a n î f e nin etrâfına toplanm ışlar ve M üslüm anlık hakkında o ne
söylemiş ise, Kur& n ı ve S ü n n et i nasıl anlam ış ve b u n lard an ne yolda hüküm
çıkarmış ise aynen b u n u kabûl etm işler ve b u sûretle “H anefî M ezh eb i" diye
m ezheb vücûde gelmiştir. 1 b n - i S i n â gibi en m eşhûr filozoflar da H a ­
nefî M ezhebinde idiler.

(1) Menâkıb-ı tm âm -ı A ’zâm, K e r d e r î , cilt 1, sahife 55, 144.


(2) H icrî 113’de doğmuş, 183’de ölm üştür.
(3) H icrî 132 - 189’dur.
(4) H icrî 110-158.

45
H anefî M ezhebi ilk önce Irak'da şayi' oldu, sonra M ısır’a, G arb a ve Şark a
yayıldı. A bbasîler zam anında hâkim lerin çoğu H anefi idi. Selçûkîler, Harzem î-
ler, M ezheb-i H anefî üzere idiler. H anefî M ezhebi bugün en ziyâde intişâr et­
miş olan b ir 'mezhebdir. İrak ta, Şam 'da, H ind'de, E fgan'da, Şarki ve G arbi
T ü rkistan da, K afkasya'da galip olan H anefî M ezhebidir.
A n ad o lu ve R um eli T ürkleri ve B alkanlardaki M üslüm anlar tekmil H ane-
f dir. H in d istan da takriben (48) milyon H anefî vardır. C en û b î A m erika’da. Bre­
zilya da (25) bin H anefî M ezhebine m üntesip M üslüm an vardır.
E b û H a n î f c İslâm H u k u k u 'n u n vâzıı ve müessisidir. A k aaid ve
T evhîd hakkında ilk m a rûf olan eser, l m â m - ı A ’ z a m ' ı n ‘ E l-F ıkhü'l-
E kber a d h eseridir. Islâm düşm anlariyle, kendi arzu ve heveslerine göre M ü s­
lüm anlığı bozm ıya çalışanlarla, dâim â m ünâzara ve m ubâhaselerde bulunarak
her vakit onları yenerdi.
H alîfe M a n s û r , ilk zam anlarda E b û H a n î f e y e pek çok il­
tifat etmiş ve h attâ b ir aralık B ağdat inşaatına nâzır bile yapm ıştı. B ağdat K a ­
dısı I b n - i E b û L e y l â öldükten sonra B ağdat K adılığını kabûl et­
m esini teklif etti, l m â m - ı A z a m b u n u kabûl etmedi. Kendisi kat'iy-
yen böyle b ir m e’mûriyet istemiyordu. Evvelce teklif edilen bir m e'm ûriyeti de
kabûl etm ediği için (130) târihinde on gün hapsedilm iş ve dayak da atılmıştı.
B u m e'm ûriyeti de kabul etmeyince M a n s û r b u n u b ah ân e ederek tekrar
hapsettirdi. H apiste o kadar döğdüler ki, b u n u n te’sîriyle hapishânede secdede
iken yetmiş yaşında R ahm et-i R ah m ân 'a kavuştu (R ahm elu'llahi aleyh). Cenâze
n am azında hazır b u lu n a n cem âat, edibinden ziyâde idi. A ltı d e fa nam azı kı­
lındı. İşte m ezhebim iz olan H anefî M ezhebi’nin müessisi l m â m - ı A ' z a m
N u ’m â n bin S â b i t 'in kısaca tercüme-i hâli.
O n d a n sonra gelen pek çok m üçtehidler l m â m - ı A z a m ı n tale-
belerindendir. H epsi de onu kendilerine İmâm edinm işler ve onun söyledikleri­
ni kabûl etmişlerdir. E b û H a n î f e ’nin mezhebi en evvel takarrür eden,
en kuvvetli, en sahih, en açık. K itah ve Siinnet e en muvâfık, S ahâbe mezhebine
daha uygun olan b ir m ezhebdir.

55 — M ÂLİK! M EZH EBİ VE IMÂM-I M ÂLİK :

B ugün etbâı mevcûd olan m ezheblerden biri de M âliki M ezhebi dir. M âli­
ki M ezhebi’nin müessisi, l m â m - ı M â l i k b i n E n e s dir. l m â m - ı
M â l i k ile l m â m - ı E b û H a n î f e nin ayrıldıkları usûl-i mesâil.
yirmi kadardır. B u n u n için iki mezheb beyninde en çok fark vardır, l m â m - ı
M â l i k (93) tarihinde M edine'de doğmuş ve (179) da yine M edine'de R a h ­
met-i R a h m â n 'a kavuşm uştur. M üşârün ileyh, l m â m - ı A z a m ve
l m â m - ı E b û Y û s u f la d a görüşm üştür. M âliki M ezhebi M edine’de
çıkmış. M ed in e’ye gelip gidenler vâsıtasiyle G arbdc. E n d ü lü s'd e intişâr efmiş-

46

I
lir. Ç ü n k ü oraların ahâlîsi Irak'da b u lu n an diğer ınüçteiıidlerin usûl ve m es­
leklerini bilm iyorlardı. O n u n için hepsi kamilen M âliki olm uşlardı. B undan
başka o taraftaki ah âlîn in m izaçlarında bedeviyyet d ah a ziyâde olduğundan Irak
ahâlîsine hâs olan medeniyet usûlleriyle alışmış değillerdi. O n u n için Irak a h â ­
lîsinden ziyâde H icaz’hlara m ütemâyil bulunuyorlardı. I m â m - i M â l i k
de, bir mes eleden dolayı M edine V alisi C a f e r bin S ü l e y m â n ta ­
rafından döğülm üştü. l m â m - ı M â l i k H adîs ilm inde çok kuvvetli idî.
H ad îs'd en “M u va fta " adındaki kitabı m eşhurdur.

56 — IMÂM-I EVZÂI VE M EZH EBİ :

İlk defa takarrür eden dört m ezlıebden üçüncüsü I m â m - ı E v z â î'nin


m ezhebidir. E v z â i (88) de B aalbek'de doğmuş (157) de B eyrut'da irtihâl
eylemiştir. E v z â î M ezhebi, ilk önce Ş am 'd a zulıûr etmiş ve I m â m - ı
M â l i k M ezhebinden evvel E n d ü lü s’de bu m ezheb yayılmıştı. (200) tarih in ­
de o ralarda M âlikî m ezhebi intişâr ve galebe edince Evzâî M ezhebi m ünkariz
oldu. F ak at (400) tarihine kadar Ş am 'da devâm ediyordu. Sonraları Ş am ’da d a
b u mezhebi bilen kalm adığından orada da lam âm iyle m ünkariz oldu.

Evzâî M ezhebinin asılları d a E b û H a n î f e ’nin ortaya koyduğu asıl-


lara yakındır. I m â m - ı E v z â î . I m â m - ı E b û H a n î f e ve
S ü f y â n - ı S e v r î ile de görüşm üştür. G eceleri, nam az kılmakla, K ur’ân
okum akla ve A lla h korkusundan ağlam akla geçirirdi.

57 — İM ÂM -I SEV RÎ :

İlk d e fa yerleşmiş olan dört m ezhebden dördüncüsü de Süfyân-ı Sevrî Mez-


lıebi’dir. S ü f y â n - ı S e v r î (97) de K ûfe’de doğmuş, (161) de B asra’da
ölm üştür.

S ü f y â n - ı S e v r î , H adîs'de İmâm idi. h a ttâ b u n u l m â m - ı


M â l i k e tercih ediyorlardı. E b û H a n î f e ile görüşmeleri ve m übâ-
haseleri m eşhurdur. (600) tarihlerine kadar H orasan taraflarında Süfyân-ı Sev­
rî m ezhebine tâbi olanlar vardı.

İşle ilk d e f a m ezheb olarak tedvin olunan, toplu bir hâle konan fıkhi mez-
hebler, b u dört im âm ve m üçtehidin m ezhebleridir. B unların zam ânında Küfe ­
de, M ısır’da, B asra'd a daha birçok m üçtelıidler ve onların da m ezhebleri var
idiyse de, onlar intişâr ederek toplu bir hâle getirilemedi. B u dört m ezhebden
H anefî M ezhebi ile M âlikî M ezhebi bugüne kadar arası kesilmeden devâm et­
ti. Evzâî M ezhebi ile Sevrî M ezhebi inkıraza uğram ış ve yerlerini Şafii ile H an-
belî m ezheblerine bırakm ıştır. B inâenaleyh, b u g ü n hiç inkıtâa uğram adan etb ât
devâm eden dört m ezheb şunlardır : H anefi, M âliki, Şafii, H anbell mezhebleri.
Bugiin dört mezheb denilince anhyacağım ız bunlardır.

47
58 — Ş Â F ÎI M EZH EBİ :

Bu m ezhebin müessisi, l m â m - ı M u h a m m e d b i n 1 d r î s
e ş - Ş â f i i dir. (150) larihinde G azze'de doğmuş, (204) de M ısır'da Rahm et-i
R a h m a n a kavuşm uştur, l m â m - ı Ş â f i î çok ahlâklı, şiir ve Iûgatta ga­
yet kuvvetli, büyük b ir m üçtehid idi. İki yaşında iken M ekke’ye götürülm üş, ora­
daki büyük âlim lerden okumuş ve yirmi yaşında iken fetvâ vermiye izin veril­
miştir.

B ağ d ad ’a gelerek l m â m - ı A ' z a m ' ı n talebesinden olan l m â m - ı


M u h a m m e d 'in m eclislerinde b ulundu. G erek l m â m - ı M u h a m ­
m e d 'd en ve gerek l m â m - ı A ’ z a m ' ı n kitaplarından pek çok istifâde
etti. Er-Risâle, E l-U m adındaki kitapları m eşhurdur. D iğer m ezheblerden ayrıl­
dığı bâzı meseleler vardır, l m â m - ı Ş â f i î nin m ezhebi ilk d e fa Irak'da
intişâr edemedi. Ç ü n k ü , orada H anefî ulem âsı çoktu. Sonra Irak'dan M ısır’a
gitti ve orada Şâfiî M ezhebi yayıldı. O vakitler M ısır'da Şâfiî kadar büyük bir
fâkih yoklu. B u sûretle Şâfiî M ezhebi evvelâ M ısır'd a başladı, sonradan Irak'a
ve B ağ d ad 'a geçti. H orasan, Şam ve Yemen in birkaç cihetlerinde Şâfiî M ezhe­
bi yayıldı. F âtım îler devrinde M ısır'da Fıkh-ı Şâfiî iyice yok olm uştu. F ak at
sonraları S a l â h ü ' d - d î n - i E y y û b î b u n u yine diriltti. M ısır ve
A rab istan ahâlisinin çoğu Ş afiî’dir.

59 — H A N B E LÎ M EZH EBİ :

H an b erî M ezhebinin imâmı (164) de B ağ d ad 'd a doğup (241) de yine orada


R ahm et-i R a h m â n 'a kavuşan A h m e d b i n H a n b e l ‘dir. B u da b ü ­
yük m üçtehidlerdendir. l m â m - ı A h m e d in H adîsde ve fıkıhda hocası,
E b û - H a n î f e 'n in talebesinden olan l m â m - ı E b û - Y û s u f 'dur.

D a h a b aşk aların d an d a okum uştur, l m â m - ı Ş â f i î (190) tarih in ­


de B ağ d ad 'a geldiğinde A h m e d bin H a n b e l ile görüşmüş ve "B a ğ ­
dad'da bundan efdûl, bundan daha fakih ve âlim bir kim se görm edim ." demişti.

A h m e d b i n H a n b e I in en büyük eseri, m eşhûr "M ü sn ed ”idir.


Şâfiî M ezhebi nd en sonra H anbelî M ezhebi teessüs ederek bâzı yerlerde intişâr
etti. Elyevm, Şam ve Irak'da da vardır. N ecid ’de d ah a çoktur. A h m e d bin
H a n b e l iclihâdınm h ilâfına teklif edilen bir meseleyi kabûl etm ediğinden
hapse atılm ış ve yirmi sekiz ay kadar en şiddetli bir sûrette hapsedilerek döğül-
m üştür. E n sonra yediği dayaklardan husûle gelen zaiflik te’sîriyle, dayanam ıya-
rak R ahm et-i R a h m â n ’a kavuşm uştur. A h m e d bi n H a n b e l , kendi
sözlerinin yazılm asını hoş görmezdi. Böyle olm akla berâber sözlerinden ve ver­
diği fctvâlardan otuz cild kitap yazılmıştır.

l m â m - ı A h m e d b i n H a n b e l kendisine m ahsus olan usûl


dâiresinde ictihâd y aptığından l m â m - ı Ş â f i î nin m ezhebinden ayrı

48
t i r fıkıh m ezhebi d a h a m eydana gelmiş ve Ş â f i î ’nin m ezhebinden sonra
H an b elî m ezhebi teessüs eylemişti. 1 m â m - i Ş a f i î 'n in usûlü ile A h -
m ed b in H a n b e l ’in u sûlü yekdiğerine yakındır. D iğer m ezheblere nis-
betle H an b elî M ezhebi o kadar çoğalmamıştır. İlk Önce B ağ d ad 'd a H anbelîler
pek çoktu. F a k a t H ü I â g û vak asından sonra eski hâline gelemedi. D o k u ­
zu ncu asr-ı hicriden sonra d ah a ziyâde azalm aya başladı. Şim di Ş am ’da ve Irak’-
d a H an b elî ler vardır. E n çok N ecid de bulunurlar.

60 — M EZH EB LER N E SÜ R ETLE T A K A R RÜ R E T M İŞ T İR ? :

B uraya kadar vermiş olduğum izâh atd an anlaşılıyor ki: M ezheb sahibi olan
imâm ve m üctehidler, husûsi bir sûretde davet vuku bularak çıkmış değildir. A y­
nı zam anda b u büyük zatlar: “Biz bir m ezheb te sis ediyoruz, bize uyunuz, bizim
m ezhebim izi kabûl ediniz; o m ezhebi benim ism im le söyleyiniz dememişlerdi.
O n la r m eclislerine devâm eden kimselere şer'î ve dtnî ilimleri Öğretirlerdi.

B ir m eselenin hükm i şer îsi kendilerinden sorulduğu zam an onu beyân eder­
lerdi. B u n lard an okuyan ve b u n ların sözlerini, içtiHadlarını kabûl eden ulem â ve
âmme-i nâs b u n lara tâb i' oluyorlar ve böylece b u n ların sözleri ve içtih ad îan bir
m ezheb olarak takarrür ediyordu. İşte bu m ezhebler b u sûretle m eydana gelmiş­
tir.

61 — I'T İK A A D I M EZH EB LER ;

l'tik a d h u sû su n d a başlıca iki mezheb vardır: “E hl-i S ü n n et , “E hl-i B id al .


" E h l i S ü n n e i" demek; H azret-i Peygam ber A feyhi’s-selâiü ue’s-seldm ’ın gös­
terdiği yoldan gidenler, onun sünnetine yapışanlar demektir. "E hl-i B ıd ’a t" de­
mek. H azret-i P eygam ber in tebliğ buyurduğu ahkâm ı kendi keyf ve arzularına
göre değiştirenler demektir. B u nların da bir çok şûbeleri vardır ki. onları burada
saym ak bahsim izin haricindedir. Biz, E l-H am d ü li İlâh E hl-i S ü n n et mezhebin-
deniz.

“ E hl-i S ü n n e t”in um desi, K iiab ile S ü n n et'd ir. “E hl-i S ü n n e i” i’tikad busû-
su n d a K itab ve S ü n n e t’e d ay an arak b u n la n n zâhirini ihtiyâr ederler. B u n u n la be-
râber basm ı reddetm ek, y âh u d kalbe d ah a ziyâde itmi nân vermek için aklî olan
asıllara da m ürâcaat ederler. E hl-i S ü n n et üç kısma, üç şu'beye ayrılır:

1 — Selefiyye, 2 — M âtürîdiyye, 3 E ş ’ariyye.

S elefiyye : S ah â b e ve T a b iîn m ezhebine sülük eden fakîhler ve m ubaddisler


Selefiyye m ezhebindendir. Selefiyye m ezhebinde olanlar, A lla h u T e â lâ H azret­
lerine en yüksek b ir ta zim duygusu ile im ân ederler, inanırlar. B u husûsda taf­
silâta girişmezler; inceden inceye fikir yürütm iye lüzum görmezler. A lla h 'ın var­
lığı hakkında K u r’dn-t Kerîm ne söylemiş ise öylece kabûl ederler. Selefiyye mez-

49
(lebinde olanlar, A lla h u T e â lâ H azretlerinin isimlerini ve sıfatlarını nusûsda nasıl
vârid olmuş ise. öylece, A lla h 'ın şanına m uvafık bir şekilde isbât ederler; şer i
naslan , A llah in şânına nasıl yaraşırsa öylece zahirine ham dederler, nusûsu te vîl
etmezler.

ilk H anefîler Selefiyye m ezhebine, sonrakiler de M âtürîdiyye m ezhebine sâlik


olm uşlardır. Kezâlik, ilk Şafiî ve M âlikî’Ier, Selefiyye m ezhebine, sonrakiler de
Eş ariyye m ezhebine sâliktirler. H anbelî m ezhebinde olanların çoğu Selefidir, iç­
lerinden E ş'arî o lan lar da vardır.

62 — M ÂTÜRÎDİYYE K İM L E R D İR ? EB Ü M ANSÜR-I M ATÜRI d I K İM D İR?

E b û - M a n s û r - i M â t ü r î d î ' yi i’tikad husûsunda imâm edi­


nenlere M âtürîdi denir. Y ukarıda da biraz söylediğim veçhile, hicretin birinci asrı
nihâyetlerine doğru E hl-i S ü n n et m ezhebine m uhâlif olarak bir takım fıkralar, bo­
zuk fikirler çıkmış ve Ehl-i S ü n n et i'tikadm a m uhâlif kitablar yazılm ıya b aşla­
mıştı.
B âtıl i'tikadlarla dolu olan b u kitablara karşı E hl-i S ü n n et ulem âsı tarafın ­
dan da kitablar yazılm ış ve bâtıl i'tikadlar red olunm uştu. M e ' m û n zamâ-
n ın d a Y unan felsefesi A ra p ç a ’ya tercüme edildikten sonra b u bozuk fikirler daha
ziyâde m eydan alm ış ve Ehl-i S ü n n et ulem âsı da k itab lan n a başka b ir şekil ve­
rerek Islâm i'tikaadını m üdâfaa ve m uhâfaza etmişlerdir. İşte İ m â m - ı Mâ-
t ü r î d î ile İ m â m - ı E ş ' a r î yazdıkları kitablarla, şîfâhî m übâhase
ve nutuklarda, E hl-i S ü n n et m ezhebini m üdâfaa ve bâtıl fırkalara karşı d u ra n ­
ların en belli başlıların d an ve en ileri gelenlerindendir.
E bû M a n s û r - i M â t ü r î d i ’ ni n adı M u b a m m e d ' dir.
M âtürîd, Sem erkand’da b ir köy adıdır. B inâenaleyh, kendisi T ü rk ’dür. B u büyük
T ürk âlim i (280) tarihinde M âtü rîd 'd e doğm uş ve köyünün adı ile şöhret b u l­
m uştur. E hl-i S ü n n e t i'tikaadını m üdâfaa ve bâtıl i'tikadları red ve ibtâl etmek
için çok çalışmış ve m ühim k itablar yazmıştır. K itab lan n ı aklî ve naklî delillerle
doldurdu. B u sûretle M âv erâü ’n-nehir'de H anefîlerin imâmı oldu. O ra d a b u lu ­
n an lar ona intisâb ettiler. O zam âna kadar H anefî m ezhebinde olanlar başka bir
isim alm am ışlardı. S onraları her tarafa M âtürîdiyye şâyi’oldu. B inâenaleyh, H a ­
nefî m ezhebinde o lan lar ve um ûm iyetle b ü tü n T ürkler i'tikad husûsunda Ehl-i
S ü n n e t’in M âtü rîd i kolundandır. A m elde m ezhebim iz İ m â m - ı A ’ z a m
E b û H a n î f e mezhebi, i'tikadda mezhebim iz E b û M a n s û r - i
M â t ü r î d i m ezhebidir. İmâmımız bunlardır. B u nların içtihâdını ve m esle­
ğini kabûl etmişiz.

63 — E Ş ’A R ÎL E R :

E b ü ’ l - H a s e n e l - E ş ’ a r î ’ yi imâm edinen kimselere E ş'arî


denir. İ m â m - ı E ş ’ a r î ' n in ismi A l î , babasının adı d a İ s m a i l -

50
dir. (260) tarihinde B asra'd a doğmuş, (324) yâhud (330) da B ağ d ad 'd a fücceten
ölm üştür. E ş a r i . pek gürültülü bir zam anda gelmiş, b ü tü n öm rünü m ücâ­
dele ve m ünâkaşa ile geçirmiştir. Kendisi Şâfiî m ezhebinde idi. Kelâm ve Tevlıîd
ilm inde çok kuvvetli idi. Evvelce M u'tezile m ezhebinde idi. S on rad an H ocası
C ü b b â i ' ye galebe etti ve M u tezile m ezhebinden çıkarak Ehl-i S ü n n et m ez­
hebine geçti. B undan sonra b ü tü n öm rünü Ehl-i S ü n n et m ezhebini m üdâfaa ile
geçirdi. Eş arî ile M âtürîdiyye arasında başlıca onbeş meselede fark vardır. M âliki
ve Şafii m ezhebinde olanlar i'tikadda E ş'arîdirler. Bu m ezheblerin hepsi de hak
ve E hl-i S ü n n et'tir. Bâzı meselelerde yekdiğerinden ayrılsalar da şâyân-ı ehem m i­
yet değildir, hedef birdir.

D in ler ve m ezhebler hakkında bu kadarcık umûmi bir m âlûm at verdikten


sonra şimdi asıl m aksada geçiyorum. B undan sonrakiler, herhalde bilinm esi ve
ezber edilmesi gereken şeylerdir.

51
ÎKÎNCt BÖLÜM
İk i n c i bölü m
İS L A M D İ N Î N İ N l'T IK A D K Ö K L E R İ
B ÎR ÎN C Î D ERS

İ M Â N
ı — la İ l a h e İ l l â 'l la h m uham m edü ’r r e s ü l u ’lla h :
A lIaK 'dan başka T an rı yoktur; M uham m ed. A lla h ’ın Peygam beridir. (Keli-
me-i Tevlıtd).

2 — İM Â N IN M A N ASI :

Peygam berim iz H z. M u h a m m e d im ânın ne demek olduğunu sorana


şöyle cevap verm iştir : "imârı, A lla h ’dan başka Tanrı olm adığına, M u h a m m ed ’-
in A lla h ın kulu ve R esu lü olduğuna, A lla h ’ın M eleklerine, K itablanna, P eygam ­
berlerine, Â hiret gününe, Kadere (H ayır ve şer herşey A lla h ’ın takdiri ve yaral-
m asiyle olduğuna) inanm aktır." (1).

3 — İM Â N IN LÜGAT M Â N Â SI :

im ânın lügat ve Iisânî m ânâsı m utlak tasdiktir. Y âni bir şeye tereddütsüz ve
kesin olarak içten ve yürekten inanm ak, b ab er verilen bir şeyi, b ir hükm ü tasdik
etmek, onun doğru o ld u ğ u n u kabûl edip h ab er verenin doğru söylediğine in a n ­
maktır.

4 — İM Â N IN Ş E R 'I M Â N A SI :

im ân ın şcr’i ve dinî m ânâsı; yukarıda yazdığım ız H ad îsten de anlaşılacağı


veçhile. A lla h 'a ve H a z e r e t - i M u h a m m e d ' in A llah tarafından
haber verdiği kesin olarak belli olan şeylerin doğru o ld uğuna tereddütsüz in a n ­
mak. b u n ların hak ve doğru old u ğ u n u içinden tasdik ve i’tirâf etmektir. Şöyle de
denilebilir: "im ân; A lla h tarafından tebliğ eylediği kesin olarak belli olan şey­
lerin hepsinde H azret-i M u h a m m ed 'in doğru olduğunu tasdik etm ektir.” B u da
iki sûretle olur:

A ) İcm ali (îm ân edilecek şeylere kısaca ve toptan) îm ân;


B) T afsili (îm ân edilecek şeylerin her birerlerine açık ve geniş b ir sûrette)
îm ân etmek.

(1) Buh&rl ve MUsUm.

53
A) İCMALİ ÎMAN :

îm ânın en mücmeli ve en kısası: " A lla h 'ı ve O n d a n geleni tasdik etm ektir."
B u da: Lâ ilahe illâ ilah M u h am m edü'r-R esûlu'llah — A lla h 'd a n başka Tanrı
yoktur. M u h a m m ed (Salla llahu aleyhi ve sellem), A lla h ın Peygam beridir." Ke-
Iime-i T e v h id i ile ifâde olunur. Binâenaleyh icmâli im ân: "Peygarberim izin teb­
liğ buyurduğu şeylerin hepsine birden inanm aktır."

Ş er î ve dînî b ir düşünüşle im ânın ilk mertebesi ve M üslüm anlığın ilk temel


taşı budur: A llah a ve H z. M u h a m m e d ’ in Peygam ber olduğuna kalbiyle
inanm aktır.
Ş u h alde " A lla h birdir; H z. M u ham m ed A lla h 'ın Peygam beridir.” Y âbud
H z. M u h a m m e d ’in söylediklerinin hepsi haktır.” diye tasdik eden, b u n a in an an
ve kalbini b u n a sımsıkı bağlayan bir kimse icmâlî bir îm an ile m ü min olur ve
îm ânın en b asit m ertebesi de budur. Ç ünkü b u iki cümlede, îm ân edilmesi zaruri
olan şeylerin hepsi dâhildir. B inâenaleyh böyle en kısa ve toplu bir şekilde olsun
îm ân etmemiş olan b ir adam a m ü min denilemez. A llah 'ın birliğini ve H azret-i
M uh am m ed ’in A lla h 'ın Peygam beri olduğunu tasdik etmek, haber verdiği şeyle
rin hepsinde O nun doğru olduğuna inanm ak demektir. A ncak. O nun haber ver­
diği ve tebliğ eylediği şeylerin hepsine birden îm ân ettiğini ayrı ayrı söylemediği
için b u n a "icm âlî ve toptan îm ân" denir. M ü min denilebilm ek için A llah u T eâlâ
H azretlerinin varlığına, birliğine, irâdesine ve kudretine, H azret-i M uham m ed'in
Peygarberliğine şeksiz ve tereddütsüz inanm ış olmak lâzımdır, tn san a en evvel
farz olan da budur. B u n d an sonra dînin diğer hüküm lerini ve îm ân edilmeleri lâ ­
zım olan şeylerin her birisini birer birer öğrenip onlara da îm ân etmek farz olur.
B inâenaleyh aklı başın d a olan b ir insan için " A lla h ’ın varlığına, birliğine ve Hz.
M u h a m m ed (A le y h i's-selâm) m A lla h ' ın hak Peygamberi olduğuna îm ân etm ekle”
kalm ayıp îm ân edilmesi gereken diğer şeyleri de tam âm iyle belleyerek onlara ayrı
ayrı im ân etmek, onların hak olduklarını kabul ve tasdik eylemek lâzımdır.

B) T A F S İL İ İM ÂN VEYA IM A N IN M E R T E B E L E R İ :

B ÎR ÎN C t M ER TEB E :

T afsil ile şer’î îm ân, A lla h 'a , M u h a m m e d (Aleyhi" s-selâm )'m A lla h ’ın
R esûlü olduğuna ve âhiret gününe kesin olarak inanm aktır. T afsili îm ânın birinci
m ertebesi işte budur. Evvelce anlattığım ız icmâle nazaran, bu d ah a açık ve daha
geniştir. Ç ü n k ü b u n d a ayrıca âhirete îm ân da vardır.

ÎK lN C t M ER TEB E :

A lla h ’a, A lla h 'ın M eleklerine, K itab lan n a, Peygam berlerine, Â hiret G ününe,
öldükten sonra tekrar dirilmeye. C en n et ve C ehennem e, sevab ve ikaaba. K azâ ve
K adere ayrı ayrı îm ân etmektir. Yukarıdaki H adîs-i Ş e rifte görüldüğü veçhile.
P eygam ber E f e n d i m i z de îm ânı böyle ta rif etmiştir.

54
ÜÇÜNCÜ M ERTEBE :

K itab ve S ü n n e t ile H azret-i M uham m et! (A leyhi's-selâm )'m A llah tarafın ­


dan tebliğ ettiği kesin ve tevatür yoluyla ma lûm olan haberlerin ve hüküm lerin
hepsine ve ayrı ayrı h er birerlerine. A lla h 'ın ve R esulün isteği veçhile îm ân et­
mek. M eselâ: im ân edilmesi gereken şeyleri ve N am az, O ruç. Z ekât, H ac ve
diğer farzları, h a lâ l ve harâm olan şeyleri öğrenip bu n ların farz, halâl ve harâm
olduklarını tasdik etmek, tafsili im ânın üçüncü ve d ah a geniş mertebesidir. Ç ü n ­
kü b u sûretle îm ân edebilm ek, yâni îm ânını b u derece genişletip sağlam laştıra­
bilm ek için çok geniş ve d ah a etraflı bilgi lâzım dır. B u n d an dolayıdır ki, im ânın
b u mertebesi d ah a sağlam ve d ah a m ühim dir.

‘ P eygam berim izin A lla h tarafından tebliğ eylediği şeylerin hepsi haktır,
cüm lesine inandım , îm ân ettim ." diye toptan ve mücmel bir şekilde îm ân etmek
başka, onları ayrı ayrı belleyip hepsini gereği gibi ayrı ayrı A llah 'ın ve P eygam ­
berin m uratları veçhile tasdik etmek başkadır. Biri toptan bir tasdik olduğu için,
îm ân-ı icmâlî denir. D iğerinde ise. her birerlerini ayn ayrı belleyip hak olduk­
larım tasdik eylediği için, tafsili b ir şekilde im ân edilmiş oluyor. A slen M üslüm an
olm ayan b ir insan da icmâlî b ir im ân ile Islâm dâiresine girer. M üslüm an değil
iken M ü slü m an olur, b u n d a şüphe yoktur. F ak at tafsili îm ân ile de yükselir, ol­
gunlaşır ve kemâl sâhibi olur. B inâenaleyh öm rünün sonuna kadar böyle icmâlî
b ir îm ân ile kalm ası doğru değildir.

İşte şer’î îm ânın böylece dört mertebesi vardır. A lla h 'a ve H azret-i M uham -
m ed in P eygam berliğine böylece îm ân ettikten sonra. Peygam berin h ab er verdi­
ği, A lla h ’d an getirip tebliğ ve kendi hayâtında tatbik eylediği hüküm leri ve esas­
ları birer birer öğrenip onların hak olduklarını tasdik etmek de d ah a lafsilli imân
olur B inâenaleyh ilk önce “ A lla h 'ı ve O ndan gelenin hak o ld u ğ u n u ” tasdik et­
tikten sonra b u kadarla kalm ıyarak, gücü yettiği kadar Peygam berim iz H azret-i
M uh am m ed ’in A llah tarafın d an tebliğ eylediği şeyleri tam âm iyle —farzı farz,
vâcibi vâcib. halâli halâl, harâm ı harâm diye— belleyip onlara böylece im ân et­
mek de lâzım dır. A ncak b u m ertebelerden her biri istitâat derecesiyle birlikte
m ü lâh aza olunm ak îcâbeder. H iç bir fert gücü yetm ediği b ir şey ile m ükellef o la ­
maz. Peygam berin h ab er verdiği şeylerin hepsini belleyip onlara ayn ayrı îm ân
etmek ancak din âlim leri olan havâssın şiân, o n lan n yapabilecekleri birşey ola­
bilir. B inâenaleyh avam ve um ûm için ilk farz. A lla h 'a ve M u h a m m e d
A le y h i’s-selâm 'm P eygam berliğine ve nihâyet İslâm i'tik aad ın ın b aşhcaları ve ana
kökleri olan esaslan b irer birer belleyip onlara îm ân etmektir.
B u n la ra im ân, b u n ların ihtivâ eylediği her hükm e îm ân etmek demektir.

B aşta yazdığım ız H ad îs-i Şerîf’de öğrendiğim ize göre Islâm D în i'n in i'tikad
kökleri başlıca altıdır :
1 — A lla h 'a ,
2 — A lla h ’ın M eleklerine,

55
/

3 — A lla h ’ın K itab lan n a,


4 — Peygam berlerine,
5 1— Â hiret gününe,
6 ı—< K adere (H ayır ve şer her şey A lla h ’ın dilemesi, takdiri ve yaratmasiyle
olduğuna) îm ân etmek, fcaibiyle bu n lara sarsılm az bir suretle bağlanm ak ae böy-
fece P eygam ber e itâat eylemektir.

B u n lar İslâm i'tik aad ım n temelini teşkil eder. B u nlara îm ânın erkânı denir.
İşte evvelâ A lla h 'a ve H a z r e t - i M u h a m m e d ' i n Peygam berliğine
îm ân ettikten sonra b u n lara da ayrı ayrı im ân etmek her mükellefe vâcibdir.

5 — I m ANLN H A K İK A T İ:

B aştaki hadîs ile bir çok âyetlerden anlaşılıyor ki, imân, hakikatte bir emr-i
vicdanî olup, kendi irâde ve ihtiyârîyle kalbden ve yürekten tam bir teslimiyet,
b ir inkıyat ve tasdikten yâni kalbin söylem esinden ve kabûl etm esinden ibâret-
tir.

B aşka bir deyişle : İm ânın hakikati; Peygam berin A llah taralın d an haber
verdiği levâtüren m a !üm olan şeyleri, arzu ve ihtiyâriyle ve tam bir itâat ve tes­
lim iyetle kalben tasdik ve Peygam berin doğruluğunu i tirâf etmesi demektir. K al­
binde böyle bir tasdik ve i'tirâf mevcud olanlar m ü mindir. K albi ile tasdik ey­
lediğini diliyle de ikrâr etmek im anın asıl rüknünden (yâni im ânın bir cüz ü)
olm adığı gibi. îm anın sıhhatinin şartı da değildir. D il ile ikrâr ve şahâdet, sâ­
dece dünyevî hüküm lerin icrası için şarttır, im ân, dil ile ikrâr, kalb ile tasdiktir,
denilm esi işte b u n u n İçindir; yâni vicdânî ve b âtınî olan b ir şeye ancak ikrâr île
vâkıf olunabileceğini anlatm ak içindir. B inâenaleyh, A llah m birliğini ve H a z ­
ret-i M uham m ed in Peygam berliğini kalbiyle tasdik etmiş, b u n a tereddütsüz bir
suretle inanm ış olan b ir adam —b u n u dili ile ikrâr ve i iirâf etmemiş bile olsa—
m ü m in d ir. Ş u k ad ar ki, bun u n —sonradan M üslüm an olmuş ise— İslâm olduğu
hariçte belli olam ıyacağından hakkında İslâm m uâm elesi yapılam az.

H er meseleyi iyice inceleyip tahkik eden İslâm büyüklerinin çoğunluğunun


kabûl ettikleri bud u r. Y âni, îm ânın kalben tasdikten ibâret vicdânî b ir şey olm a­
sıdır. M ezhebim izin baş imâmı, î m â m - ı A zam E b û H a n i f e ’-
nin m ezhebi de b u d u r (1). İ m â m - r M â t ü r î d î de b u ciheti kabûl et­
miştir. l m â m - ı Eş arî ye göre de en sahih olan budur.

t mâ m- ı A zam E bû H a n i f e nin F tkh-ı E kber’inde ve V a-


siyyeirıâme sinde, im ân, dil ile ikrâr, kalb ile tasdiktir.' demesi, b u n a aykırr de-
ğildir. İm ân ın b u n d a n m aksadı ve h attâ ikrân tasdikten evvel getirmiş olması.

(1) F etâ v â-y ı Be zz âsiye sâhibl m eghûr K e r d e r t , E b û H & n î f e -


nln m enâkıbı hakkında yazdığı m ühim eserde bunu açık ça y asm ak tad ır. B ak; Cilt
1, S. 195.

56
vicdan! b ir şey olan tasdikin ancak dil ile, ikrar ile belli olabileceğini, tasdik
bulunm aksızın sâdece ikrar (1) veya sâdece ma rifetin (2) yeter olm adığını an la t­
m ak içindir (3).
Fakîblerden birçoklarına göre lisan ile ikrâr sâdece dünyâda Islâm! hüküm ­
lerin icrâsı için şart olm ayıp im ânın sıhhatinin ve tam âm ının şartıdır. Yâni, tas­
dik ile ikrânn her ikisi de im ânın rüknüdür. Ş u kadar ki: Tasdik, hiç b ir veçhile
sükût ihtim âli olm ayan asli rükündür. İkrâr ise zâit b ir rükündür. Şem sü'I-Eim m e
S e r a h s i ve F a h rü I-tsiâm P e z d e v i gibi H anefi fakihlerinin çokları
bu ciheti ihtiyâr etmişlerdir. G örülüyor ki. bu n lara göre de dil ile ikrâr, kalb ile
tasdik derecesinde asli b ir rükün olmayıp, zâit bir rükündür.
D il ile ikrâr, im ânın hakikatinde dâhil asli bir rükün olm adığından dilsiz­
lik gibi b ir m âzeret veyâhud tehdidini yapabilecek kudrette olan bir kimsenin
cebir ve ikrâhı karşısında ikrâra gidebilir. K albi ile A lla h ’a ve Peygam bere te­
reddütsüz in an an bir kimse böyle bir cebir karşısında sâdece dili ile inkâr edi-
verirse "inanm ıyorum ' dese, yine im ânına bir zarar gelmez; bu adam m a’zûr s a ­
yılabilir. L âkin tasdik böyle değildir. O . kalb ve vicdan işi olduğundan onu b ırak ­
mak için hiç bir özür yoktur. T asdikin zıddı inkâr olduğu cihetle kalbden bu çı­
kınca yerine küfür girer.
M ü m in o ld uğunu dili ile ikrâr etmemiş olan veyâhud ikrân belli olmıyan
yâni M üslüm an olup olm adığı belli olm ıyan bir kim senin cem âatle nam az kıldığı
görülürse, onun m ü min olduğuna hükm olunur. Ç ünkü cem âatle nam az M üslü-
m anlara m ahsus bir ibâdet olduğundan, cem âatle nam az kılmak kalbde tasdik ve
îm ân tahakkukuna açık b ir delil ve alâm et sayılmıştır.

6 — İSLA M :

İslâm. Peygam berim iz (Salla llâhu aleyhi ve sellem) E I e n d i m i z in


tebliğ buyurduğu şeylerin hepsini içi ve dışıyla kabûl ederek onları yaşam ak, söz-

(1) K errâm iyye Mezhebi.


(2) C e h m b i n S a f v â n ve em sallerinin m ezhebidir. I m â m - ı
A ’ z a m E b û H a n l f e bu iki mezhebi şöyle reddediyor : "im ân , yalnız dil
ile ik râ rd a n ib&ret olsaydı, inanm adıkları halde dilleri ile : ‘Biz de m ü’mlniz, biz de
P eygam ber’e im ân e ttik .’ diyen m U nâlıkiann hepsine mii’min dem ek lâzım gelirdi.
H albuki K u r’ân bunların mtt’m in olm adıklarım h ab er veriyor. Y alnız m&rifet ve
bilm ek im ân olsaydı P eygam ber1İn doğru ve Islâm ’ın h a k olduğunu bildikleri halde
bunu ta sd ik etm em iş olan ehl-i k itâb ın d a m ü’min olm aları lâzım gelirdi. H albuki
K ur’ân bunu da reddediyor.”
(3) E b û H a n t f e , El-AHm ve’l-MUteallim, A b d ü ' 1 - K a a h l r - i
B a ğ d â d i U sûlil’d-dln, t m â m ü ’ 1 - H a r e m e y n , E l-A kidetü’n-Nizflmiy-
ye, Akaald-1 N eseflyye Şerhi, C evheretü’t-Tevtıld ve Şerhleri, Şerh-i M akasıt, B uhâri
Şerhi, U m dettt’l-K aart, Müslim Şerhi, F e th ü ’I-Mülhim, A liyyü’l-K aari, F ık h ı E k-
ber Şerhi, Akaaid-1 SUnûsiyye Ş erhleri, MUsâyere ve şerh leri ve B i r g i v I ,
R a v za tü ’l-C ennât, E km elü’d-dîn B â b e r t t , V asiyyetnâm e Şerhi. B u n lard a ve
benzeyen k ita p la rd a bu h u su sta y eter İzâhat v ard ır. Biz e Islâ m ’ın İkinci cildinde
bu ciheti uzun uzadıya izâh ettik .

57

/
Ieri ve işleri ile onları kabul ettiğini göstermek, A lla h 'a ve Peygam berine itaat ve
inkıyâd eylemektir. Bu m ânâca her m ü min, m iislim dir ve her m üslim de mü min-
dir.
im ân kalbin tasdikm dan ibârettir. İnandığını dili ile ikrâr ve şabâdet. îm ânın
b ir cüz ü olmayıp, dün y âd a İslâmî büküm lerin icrâsı için şarttır. B inâenaleyh, ev­
velce M üslüm an değil iken. A llah 'ın birliğine ve H azret-i M uham m ed'in hak P e y ­
gam ber olduğuna îm ân etmiş, bunları kalbiyle tasdik eylemiş olan bir adam bunu,
dili ile de îkrâr ve i’tirâf ederek im ânını açıklam am ış d a olsa, yine A llah yanında
o kimse m ü m indir. Ş u kadar ki, onun hâli M üslüm anlarca belli olm ayacağından
hakkında İslâmî hüküm ler icrâ olunam az. Ç ü n k ü A llah y an ın d a gerçekten mü miri
olan b u adam , in san lar y an ın d a kâfirdir. B u n d an dolayı ona b ir M üslüm an kadın
nikâh edilemez, bir cem âate imâm olam az, ö ld ü ğ ü n d e İslâm m ezarlığına göm ül­
mez.

7 — A M EL ÎL E ÎMİÂN A RA SIN D A K İ M Ü N Â SEBET :

D il ile ikrâr îm ânın hakikatinde dâhil aslî bir rükün olm adığı gibi, amel de.
îm ândan cüz’ değildir. B inâenaleyh amel ve ibâdette tem bellik yapıp da ibâdet
etmemek bir m ü mini dinden çıkarmaz. F a k a t îm ânın kem âline ermek. îm ânı ol­
gun b ir hâle getirmek ve b u n u n sâlıiplerine A lla h 'ın v a'd eylediği yüksek ni'm et-
lere kavuşm ak için ibâdet ve amel-i sâlih lâzım dır. F ikir ve kalb sâhasından çık­
mamış olan herhangi b ir hakikatin amelî olarak pek o kadar kıymeti yoktur. K al­
bim izde parlatm ış olduğum uz im ân ışığının hiç sönm eden dâim a parlam ası ve
b u nûrun her an b ir kat d ah a kuvvetini artırm ası ve böylece b ü tü n m uhitini
aydınlatm ası için ibâdet lâzımdır. İnsan, sâdece inanılm ası gereken şeyleri tasdik
ederek ib âd ât ve tâ a t yapm az, sonra da A lla h ’ın yasak ettiklerini işlerse, dîne ve
A llah la olan kplbî bağlılığı da (A llah korusun) yavaş yavaş zayıflar ve günün b i­
rinde sönüp gider. Böylelikle A lla h ’ın azâbını üzerine çeker. B inâenaleyh ibâdet,
hem îm ânı kuvvetleştirir, hem de m ü m in in âhiret azâb ın d an kurtulm asına ve A l­
la h ’ın cennetlerine ve ni m etlerine erişm esine vesile olur.
N am az, oruç, zekât, hac gibi A lla h 'ın cmreylediği güzel işler ve ibâdetler,
kalbde parlam ış olan îm ân n û ru n u d ah a ziyâde parlatır. M ü m in in âhiret azâ-
b ın d an kurtulm asına, A lla h ’ın lütuf ve inâyetlerini kazanm asına vesile olur. T em ­
bellikle. nefsânî arzular peşinde koşmak suretiyle b u ibâdetleri bırakan kim seler de
günâh işlemiş sayılırlar.. B u yüzden A lla h ’ın azâbını d a hak etmiş olurlar. B u ­
n u n la berâber, b u n la r îm ândan cüz’ değillerdir. B inâenale yh nam az, oruç gibi
ibâdeti erin farz o lduğunu kesin olarak kabul ve tasdik ettiği halde b u n ları yap­
m az veya başka b ir hâram a irtikâb ederse o kimse îm ândan çıkmaz, yine m ü’min-
dir. F a k a t îm ânın kem âlini kaybetmiş ve onu tehlikeye düşürm üş olabil ir. B ir ve­
ya b ir kaç parm ağı kesilmiş olan bir adam , yine insandır am a ne de olsa eksiktir.
D alları, budakları yok edilen bir ağaç yine ağaçtır am a kem âlini ve güzelliğini
kaybetm iş b ir ağaçtır. B u hâliyle günün birinde kuruyabilir.

58
8 — ZA RÜ RA T-I D I n IYE :

Bir M üslüm an için din yönünden bellenmesi her halde lâzım olan şeyler.
Peygam berim iz H a z r e t - i M u h a m m e d ' i n A lla h tarafından tebliğ
buyurduğu, haber verdiği kesin olarak belli olan esaslara, hüküm lere ve haberlere
Z arû rât-ı D iniye denir. B unları kabul ve tasdik etmek her mü min için farzdır.
B u n lard an şüphe etmek, insanın îm ânına zarar verir. B unların bilinm eleri, ya
Peygam berden duyulm akla, yâhud Peygam berden tevâtüren naklolunm akla olur.
Biz Peygam ber zam ânında bulunm adığım ız cihetle bizim bunları bilmemiz, P ey ­
gam berden tevâtüren naklolunm ası iledir.

M eselâ K ur ân, A llah ' ın Kelâmı dır ve Peygam berim iz H azret-i M uham m ed e
A llah tarafın d an nâzil olm uştur. B unun böyle olduğu ise tevâtür yoluyla bize
naklolunm uştur. B inâenaleyh b u n u n A llah Kelâmı olduğunu tasdik etmek, üze­
rimize farzdır. B unu bilmek M üslüm an için dînî bir zarûrettir. B una inanm ayan
M üslüm an sayılmaz. K ur'ân ın kat'î ve açık olarak ifâde eylediği hüküm ler de böy-
ledir. Beş vakit N am az ın R am azan O ru cu nun ve Z ekât ın farz olması da böyle-
dir. B unların farz olduğunu kabûl ve tasdik etmek de. dînî b ir zarûrettir. İslâm 'da
hırsızlığın, zinânın ve nâm usa tecâvüzün, sarhoşluğun, kum arın harâm olduğuna
im ân etmek de lâzımdır. B unları tasdik etmemek. Peygam bere ve A llah a in an m a­
mayı istilzâm eder. B inâenaleyh nam az ın farz olduğunu kabûl ve tasdik etmekle
berâber tem belliğinden dolayı nam az kılmıyan bir insan, yine M üslüm andır. F a ­
kat nam azın farz olduğunu inkâr ederse, o zam an dinden çıkar.

9 — İM A N IN SA H İH VE K A BÜ LE ŞÂYÂN OLMASI ÎÇÎN ÜÇ ŞA R TIN BU ­


LUNM ASI LAZIM DIR :

A) îm ân, yeis hâlinde olmamalı, meselâ: M üslüm an olm ayan b ir adam , son
nefesinde azâbını görür ve ondan sonra îm ân etmeye kalkarsa, onun îm ânı mak-
bûl değild ir.
B) M ü min inkâr ve tekzibe alâm et olan şeylerden birini yapm am alıdır. M e­
selâ: A llâ h u T e â lâ ’yı ve b ütün Peygam berleri tasdik edip de. H azret-i M uham m ed
(S a lla ’llûhu aleyhi ve sellem j’in Peygam berliğine inanm ayan, yâhud farz olduğu
kesin olarak belli olan b ir hükm ü (M eselâ, nam azın farz olduğunu) kendi ihtiyâ-
riyle inkâr eden b ir kimseye mü min nazariyle bakılam az.
C) D în î hüküm lerin hepsinin güzel olduğunu kabûl edip hiçbirinin ifâsın­
da inat ve kibirlilik yapm am alıdır. M eselâ: B ir adam nam az ve oruç gibi ibâdet­
lerden birini güzel görmez ve beğenmezse, yâhud sırf A lla h 'ın em irlerini yapm a­
mak kasdiyle dinî b ir vazifeyi yapm az veyâhud A llâh 'ın yasak ettiğini bildiği h a l ­
de, in ad ın a harâm olan bir şeye irtikâb ederse, o adam îm ânını kaybeder, m ü min
sayılmaz.

B ir insan için, sarsılm az bir îm ân kadar kıymetli bir şey yoktur. İnsanı d ü n y â­
da da, âhirette de saâdete kavuşturacak olan ancak böyle bir îm ândır. F ak at îmâ-

59
nın insanı âhîret saadetine ulaştırabilm esi için öm rünün son daldlfasm a kadar
onu kaçırm am ak şarttır, im ânını öm rünün son dakikasına, nefesi tükenînceye k a ­
dar m uhâfaza edemiyen kimseye evvelki İmânı fayda vermez. B unun içindir kî.
insan, nasıl tertemiz bir M üslüm an olarak doğarsa, hayâtının sonuna kadar da öy­
lece M üslüm an yaşam aya ve M üslüm an olarak ölmeye çalışm alıdır. D înine, îm â­
nına zarar verecek sözlerde ve işlerde bulunm am alıdır. H aram ı fıarâm, helâlı helâl
i tikaad etmeli, K u rd n -ı Kerime saygı ve ta zim göstermeli, bâzı câhillerin yaptık­
ları gibi dîne, îm âna soğmemeiidir. Beşeriyet iktizâsı, ağzından kötü bir lâkırdı
çıkarsa hemen pişm ân olarak tövbe ve istiğfar etmeli, A lla h 'd a n af dilemelidir.

10 — TASDİK VE İN K A R BAKIM INDAN İN SA N LA R :

K ur û n -1 Kerim (1) ile Peygam ber EF e n d i m İ z ' in beyanatından ve


îm ân hakkında buraya kadar vermiş olduğum uz îzâlıattan anlaşılacağına göre,
îm ân bakım ından insan lar üç kısımdır:

A) M ü m in ,

B) Kâfir.

C) M ünâfık.

İslâm in im ân ve i likaad esaslarını gerçeklen kabul ve tasdik edenler, ger­


çekten m ü min ve M üslüm andır. Bu esasları kabul etmeyenler, yâni A llah 'ın b irli­
ğine ve H azrct-i M uham m ed in Peygam berliğine inanm ayanlara kâfir denir.

A lla h ' in birliği ne ve H azret-İ M ulıam m ed in Peygam berliğini kabul ettikle­


rini söyleyerek gerçekten M üslüm an olanlar arasında göründükleri, biz de M üslıı-
m anız dedikleri halde, kalbleriyle inanm ayanlara m ünafık denir ki. içi başka, dışı
başka, sözü özüne uygun değil demektir. B unlar, kâfirlerden de kötüdür.

11 — İSLA M D İN ÎN E GİRM EK İST E Y E N BÎR İN SA N A N E Y A PM A LID IR?

Y ukarıdanberi verdiğimiz izahattan. M üslüm anlığın ne olduğu ve ona Iıangî


kapıdan girilebileceği anlaşıldı. B inâenaleyh. M üslüm an soyundan gelmemiş olan
bir adam M ü slü m an olmak arzu ederse A lla h ın birliğine. O ndnn başka ta p ıla ­
cak olm adığına ve Hz. M uham m ed'in Peygam ber olduğuna im ân etmesi, b u n u ka-
bûl ve tasdik eylemesi îcab eder. M üsl limanlık eki iresine girmesi için bu kada rı
kâfidir. O n a başka bir merasim de lâzım değildir. Bu iki esâsı kabul eden bir
insan m ü m indir.

A ncak b u im ân ve tasdikini şöylece açıklarsa daha iyidir: Ben İslâm D înin -


den başka her dinden uzaklaştım . Ben A llah in Birliğine. M eleklerine, Krfabları 1

(1) K u r’ân 'ın ikinci sûresi olan B akare sûresinin başından 27 nci âyete k a ­
d a r bu üç fırk a g ay et beliğ ve veciz b ir sû re tte beyân buy u ru im u ştu r.

60
na, Peygam berlerine, H z. M u h a m m ed (A leyhi's-selâm ) A lla h ’ın ku lu ve P eygam ­
beri olup, O n u n Peygam berliği um ûm î olduğuna ve H z. lsâ’nın da diğer P eygam ­
berler gibi sâdece A llâ h ’ın kulu ve Peygam beri olduğuna. A hiret G ününe, K azâ
ve Kadere, H ayır ve Şer her şey A lla h ■ın yaratmasiyle vukua geldiğine inandım
ve îm ân ettim.

Böylece M üslü m an olmuş bir adam için başka bir merasime lüzum yoktur.
İslâm dâiresine girmek için b u kadarı kâfidir. B undan sonra tepeden tırnağa ka­
d ar bedenini yıkam ak sûretiyle bir temizlik yapm ası ve İslâm 'ın diğer hüküm lerini
de yavaş yavaş öğrenm esi tavsiye olunur.

A llah , y olunu şaşırm ışları doğruya kılavuzlasın, hepim izi İslâm üzere sâbit
ve dâim eyleyip Im ân-ı kâm ilden ayırm asın I

61
/

İK İN C İ D ERS

A L L A H IJ T E Â L Â H A Z R E T L E R İN E İM Â N

M ükellef (erginlik çağına gelmiş) olan Her akıllıya ilk önce farz olan A llah u
T eâlâ H azretlerinin V arlığını, Birliğini bilm ek ve O n a im ân etm ektir (1).

K ur'ân-ı Kerîm den öğreniyoruz ki: A lla h 'ın V arlığını, Birliğini, İlim ve K u d ­
ret ini bilm enin yolu, sahih ve doğru b ir m uhakem e ve düşünüştür.

A klı b aşın d a bir insan için, evvelâ kendi 'varlığından başlıyarak, kâinatın
b ü tü n ü n ü ve bir de göklerde ve yerlerde m evcûd şeylerden h er birini, bu n ların
nereden ve nasd geldiklerini ibret ve dikkatle düşünm ek, b u n ları yaratıp var eden
A lla h u T e â lâ H azretlerinin V arlığını ve B irliğini anlam ak ve bilm ek için yeter.
Ç ü n k ü gerek kâinâtın hey'et-i mecmûası. b ü tü n ü , gerek onu teşkil eden zerreler­
den her biri ve gerek b u n la r arasında cereyân eden nizâm , b u n lar üzerinde ezeli
bir yaratıcının hâkim olduğuna. A lla h 'ın V arlığına ve Birliğine, İlim ve K udret'ine
şahadet eden bir delildir; her satırında, her kelimesinde A lla h 'ın varlığı ve birliği
okunan açık b ir kitabdır. K endi nefsini ve kâinâtı iyi düşünebilen her akıllı, ken­
di v arlığından başlıyarak, görmekte olduğu b u m uazzam ve akıllara hayret verici
olan şu varlığı bir yaratan, bir idare eden ve b ü tü n b u n la r üzerinde dilediği gibi
h ü k m ünü y ü rü ten b ir kudret sâhibinin varlığını an lar ve bilir. Bu, aklı b aşında
olan her insan için bir vecîbe ve farizadır. B u vecîbe ise şer'an sâbittir. Y âni bu
sûretle A lla h 'a im ân etm enin her m ükellef üzerine vâcib olm ası şeriat yoluyla
sabit olm uştur. Ç ü n k ü K u r’â n -1 Kerîm in birçok âyetleri b u n u n la em retm ekte­
dir (2).
Evet, aklî bir m uhâkem e ile A lla h 'ın V arlığını ve B irliğini anlayabiliriz. Ş u
kadar ki. A lla h u T eâlâ'y ı b u d ü nyâda görmek nasıl m üm kün değilse. O n u h a­
kikatte bilm ek de m üm kün değildir. A klım ızla ve havas denilen duygu vâsıtala­
rım ızla hakikat-ı ilâhiyye idrâk olunam az. B una beşer kuvveti kâfi değildir. B i­

t i ) Iş&r&tU’I-Mer&m.
(2) “A llah'ın birliğini an lam ak için göklerin ve y erin m elekûtuna, on lard ak l
sun’-ı bedia b ir k e rre b ak m ıy o rlar m ı? ” A’râ f sûresi, â y e t 184, “Ü stlerindeki göğe
b ir k e rre bakm ıyorlar mı, onu nasıl y ap tık , nasıl d o n a ttık ? O nda b ir y arık , b ir bo­
zukluk, b ir ç a tla k v a r m ı? Y eri n asıl y ap tık , nasıl döşek gibi u z a ttık ve ona a ğ ır
b ask ıla r o tu r ttu k ve h e r çeşitten b ak ım ın a doyum olm ıyan çiftler b itird ik .” K âf sû ­
resi, â y e t 7 - 8 .
“O öklerde ve yerlerde neler v ar, b ir k e rre bakınız.” Y ûnus sûresi, â y e t 101.
Böyle ne k a d a r â y e t v a r ki, hep bizi düşünm eye, te tk ik ve m uhâkem eye ve böylece
A llâh’ın birliğini an lam ay a d a ’vet ediyor.

62
zim gibi m adde alan ın d a bile pek çok şeylerin hakikatini anlam aktan âciz b u lu n an
insanın, b ü tü n m addiyat ve m üm kinâtın dışında kalan ve onlara hiçbir yönden
benzem iyen V âcib ü I-vücûd’un. A llah' in hakikatini, hüviyet ve m âhiyetini anlı-
yam ıyacağı pek tabiî bir şeydir.
B u n u n içindir ki, A llah u T eâlâ bizi b u n u n la m ükellef tutm am ıştır ve h attâ
b u n d a n m en’ olunm uşuzdur.
Peygam berim izin şu m übâîek sözlerine dikkat ediniz:
A lla h ’ın Varlığını, Birliğini anlam ak için göklere bakın, yere bakın, kendi
nefsinize bakın ve b ü tü n bunların yaratılışındaki, akıllara hayret veren incelik­
leri, bunların kendiliğinden olup olanuyacaklarını d ü şü n ü n : Ç ü n k ü bunlar A l ­
lah‘m Varlığını, Birliğini gösteren belirlilerdir. Lâkin, A lla h ’ın Z â tını, m âhiyetini
düşünm eyin, A lla h acaba şöyle midir? Böyle midir? O nun görmesi, işitm esi na­
sıldır? diye düşünm eye kalkışmayın. Z ira buna kudretiniz yetm ez; ne kadar ö zen ­
seniz b u n u hakkiyle bilem ezsiniz. Şaşırırsınız; bilgi ve görgü ölçüleriniz buna
yetm ez."
Ş u halde bizim vazifemiz, A llah ın V arlığını bilmek. O nu Sıfat la n ve isim­
leriyle tanım ak ve o suretle îm ân etmektir.

A LLA H ’IN SIFA T L A R I :

A lla h u T e â lâ ’nın sıfatları şunlardır: ” V ü c û d , K ıdem , Bakaa, V ahdâniyet,


M u h â lefelü n l’il-havâdis (Sonradan olanlara benzem em ek). K ıyam binefsiht, H a ­
yat, ll im, Sem i , Basar, İrâde, Kudret, Kelâm , T e k v in .” Şim di bunları birer birer
izah edelim:
1) V Ü C Ü D : V a r olmak demektir. A llah u T eâlâ vardır, gerçekten varlık
sıfatiyle m uttasıftır ve varlık kendisinden hiç aynlm ıyan b ir m evcuddur. V arlığı
b aşkasından ve başkası vâsıtasiyle değil, zâtının m uktezâsıdır. V âcibdir. V âci­
bü l-vücûd bir A llah olm asaydı, hiçbir şey olam azdı. Ç ü n k ü gördüğüm üz şey­
lerin hepsi m üm kündür. V arlığı kendisinden, kendi zâtının iktizâsından değildir.
G ördüğüm üz her şeyin ya hiç olm am alarını, veyâhut bir m üddet sonra yok ol-
m alartnı pekâlâ düşünebiliriz. Ç ü n k ü olm am alarından hiçbir şey lâzım gelmez.
B u n u bir az d ah a aydınlatalım : G özüm üzün önünde ucu bucağı belli olmıyan,
sayıya ve hesâba gelmiyen bir cihân ve b u n u n içinde yaşayan sayısız canlılar
vardır. B unların en akili ısı ve en düşüncelisi de insandır. B unda şüphe yoktur.
Böyle iken biz küçük bir zerreyi bile yoktan var edemiyoruz. H iç bir şeyin kendi
kendine var olm adığını da görüp duruyoruz. Ş u halde, b ü tü n bu gördüklerimizi
var eden, b u n la r yok iken yaratan b ir vâcibü’I-vücûdun bulunm ası lâzımdır.
V âcib ü ’l-vücûd olm adıkça bu varlıklar var olam az ve izâh edilemez. İşte b ü tü n
bu varlıkları yaratan ve kendi varlığı başka bir varlığa m uhtaç olm ıyan V âcib ü ’l-
vücûd. A lla h u T eâlâ H azretleridir. Binâenaleyh A llah vardır; varlık O nun zâti
sıfatlan n d an d ır. B u n u n içindir ki. varlığın zıddı olan yokluk, O n u n hakkında
m üm tenîdir. ‘‘V â c ib ” dedikten sonra yokluğu düşünülem ez.

63
BÎR M ESELE :

Peygam ber sesi duym am ış olan yerlerde yaşıyanlar ne ife mükelleftir?..


A klı başında olan her insana, A llah m varlığını bilip tasdik etmek farzdır.
K âinatta her zerre, ilim ve kudret sahibi bir A llah in varlığına şahadet edip d u ­
rurken, her şeyin üstünde bir akla sahip olan insanın b u n u anlamaması, bunu
düşünüp bulmaması câiz olamaz. O n u n içindir ki, insan nerede ve hangi za­
m anda yaşamış olursa olsun, kendi akliyle düşünerek A llah i bulması ve bilmesi,
üzerine farzdır. A llah. Peygamber göndermemiş olsa idi, yine A lla h 'ı bilmek in ­
sana vâcib olurdu (I). Ş u kadar ki, bövleleri, yâni Peygamberlerin tebligatından
haberi olmıyanlar; ibâdetler, N am âz. Oruç. Z ekât vesâir şer î hükümlerle m ü­
kellef değildirler. Çünkü, bu gibi şer î bükümler yalnız akıl ile anlaşılamaz. O n ­
lar ancak bir Peygamberin haber vermesiyle bilinir,
2) K ID E M : (Kadîm ve ezelî olmak) A lla h u T eâlâ kadîmdir ve kadim
olmak O nu n sıfatıdır. Kıdem, varlığının ezelî olması, yâni bir başlangıcı b u lu n m a ­
mak, O nun yok olduğu bir an geçmiş olmamak demeklir. Görmekte olduğumuz ber
şeyin bir evveli, bir başlangıcı vardır. Çünkü, önce yok iken sonradan olmuştur.
Fakat A lla b u T eâlâ böyle değildir. Çünkü, O nun vücûdu vâcibdir, Kıdem ve
ezeliyet vâcibin muktezâsıdır. Binâenaleyh, O n d a n başkasına tapmanın şirk ola­
cağına im ân etmek demektir. Z âtında, sıfatlarında, fiillerinde eşi ve ortağı b u ­
lunmamak d a budur.
Geriye doğru ne kadar gidilirse gidilsin, O nun bulunmadığı bir zaman t a ­
savvur olunamaz. Esasen, zaman ve mekân, her şey sonradan ve A llah' in ya
ratmasiyle olmuştur. A llah ise böyle bir Iıudut dâhilinde olmaktan yüksek ve
münezzehtir, ö y l e ise A llahu T eâlâ kadimdir, ezelîdir; kadîm olmak O nun zâlî
sıfatlanndandır. B unun zıddı olan sonradan olma, V â c ibü I-vücûd olan Allah
hakkında mümtenidir, muhaldir,
3) B A K A A : A lla b u T eâlâ hâkidir; varlığının bir sonu yoklur. G ö r d ü ­
ğümüz b ü tü n varlıklar sonradan oldukları cihetle, bir zaman sonra yine yok ola­
caklardır.
F a k a t A llabu T eâlâ böyle değildir. O . hem kadîm ve ezeli, Iıem de Lâki ve
ebedî bir V â c ib ü ’l-vücûddur. Çünkü, kıdemi sâbit olan bir şeyin bakaası vâcib-
dir. Esasen varlığı olana kadim ve bâki olmak lâzım gelir. Varlığı için bir b a ş­
langıç olmadığı gibi, bir nihayet de yoklur. Bakaa, A llah'ın zâtı sıfailanndan-
dır; b u n u n zıddı olan "bir sonu ofmafe O nun hakkında muhaldir, böyle bir
şey düşünülemez; tenâkuzdur.
4) V A H D A N İ Y E T : V ahdâniyet yâni A llah'ın Bir olması demektir. Z â ­
tında, sıfatlarında, işlerinde tek olup; eşi. benzeri ve ortağı olmamak demeklir. 1

(1) A llah insanlara, dîn! vecibelerini beyân eden b ir P eygam ber gönderm em iş
bile olsa idi, ak ılla rı İle A llâh’ın varlığını ve birliğini bilm ek onların üzerine vâcib
olurdu. - E b û H a n l f e - F ık h -ı E kber.

64
\

>

A lla h birdir, O ndan başka vücûdu vâcib hakikî bir müessir yoktur. D oğm am ış
ve doğurulm am ıştır. Varlığı, vâcib ve zâtının m uktezûsı olm ak itibâriyle O n u n
hiçbir benzeri, orlağı, örneği ve cüzleri yoktur. H er bakım dan Bir olmak, O nun
zâti sıfallarındandır. Z â tın ın eşi, ortağı, benzeri olmadığı gibi, sıfa tla n i'tibâ-
riyle de benzeri yoktur. H er şeyi yaratan, yalnız kendisi olup, O ndan başka ya­
ratıcı olm adığı için işlerinde de Tek tir. B u n d a da eşi, ortağı ve yardımcısı yo k­
tur. Binâenaleyh, A lla h ın birliğine îmân etmek demek, "Yaratan, rızık veren,
besleyip büyü ten yalnız A lla h u Teâlâ olduğuna ve bununla berâber O n d a n
başka ibâdete lâyık bir Tanrı olm ayıp ibâdetin de yalnız O na yapılabileceğine
imân etm ek' demektir. "Yerde, gökte, yâni bütün varlık âlem inde, A lla h 'ın
gayrı ilâhlar, tanrılar olsaydı, göklerin ve yerin nizâm ı bozulur ve b ü tün âlem
yok olurdu veyâhul hiçbiri vücûda gelm ezdi." (Enbiya sûresi. Âyet 22). M adem
ki bütUn nizâmiyle kâinat mevcuttur, öyle ise A lla h 'd a n başka Tanrı, O 'n d a n
başka tapındacak bir ilâh yoktur.
Hilkattaki âhenk ve intizam, fıtratdaki kanunların ittırat ve insicâmı, A l ­
lah m Birliğine, O nun hiç bir suretle şeriki ve ortağı, benzeri olmadığına açık
bir delildir. Bunun içindir ki, O ndan başkasına ibâdet etmek, boyun eğmek, ta ­
pınmak câiz değildir. H er mü min, Allah in Birliğine böylece îmân eder. Peygam ­
ber zam ânında mevcut kâfirlere, "G ökleri ve yeri kim yarattı?" denildiği zaman
" A lla h ! diye cevap verdikleri halde A llah ile aralarında putları vasıta yaptık­
ları, onlara taptıkları için onlara A llah' in Birliğine inanmıyan müşrikler denil­
miştir.

Ş lR K ’ÎN Ç E Ş İT L E R İ :

Bu münâsebetle şirk in (yâni A l l a h a eş ve ortak isnâd etmenin) kaç çeşit


olduğunu d a beyân edelim.
A llah' a şirk koşmak altı sûretle olur :
a —> A lla h ’ın Birliğine îmân elmiyerek iki ilâh kabûl etmek. Mecûsîlerin
i tikaadı bu kabildendir. O n la r hayır ve şer için ayrı ayrı iki ilâh farz ve kabûl
ederler. B u n u n için onlar müşrik sayılır.
b -- A lla h ’ın, B aba - O ğul - R û h ü ’l-Kudüs gibi unsurlardan bir araya gel­
miş olduğunu i’tikaad eylemek. A lla h ’ı böyle üç unsurdan mürekkep i tikaad et­
mek de şirktir: valıdâniyeti muhildir.
c — A lla h ’ın Bir olduğunu söyledikleri halde kendilerini A llah a yaklaş­
tırmak maksadı ve O nun yanında şefâatci olur itikaadiyle; yâhud sırf babalarına
ve dedelerine uyarak putlara tapmak da bir çeşit şirktir: A lla h a bir ortak kabûl
etmektir. B u tevhîd-i ülûhiyyet ine mugayirdir.
d — T e ’sîri yalnız zâhirî sebeplere vermek ve tabiatın hakîki bir müessir
olduğuna i'tikaad etmek de tevhide aykırıdır ve şirktir. T e ’sîri tabiata veren ve
“ tabiat yapıyor" diyenlerle onlara uyanlar da b u kabil müşriklerden sayılırlar.
A ncak her şeyin sebeplerine bağlı olduğuna, sebepsiz bir şey olmamakla b e r â ­
ber sebebi de, müsebbibi de yaratan A llah olduğuna i tikaad etmek şirk değildir.

65
A llah her şeye bir sebep göstermiştir. Binâenaleyh, her şeyin sebebine iyi yapış­
mak, ‘Sebeb in e yapışm adan iş olmaz, elemek tevhide aykırı değildir. Tevhide
mugayir olan, her şeyi yalnız tabiata ve zâhirî sebeplere vermektir.

e ibâdeti, A llah in emri olduğu için değil, şahsi ve dünyevi maksatlar


için yapmak da bir çeşit şirktir. H er nc suretle olursa olsun şirkten ve hattâ şirki
andıran şeylerden kaçınmak ve A lla h ’ın Birliğine, O n da n başka yaratan, O ’n-
dan başka ibâdete lâyık hiç bir T anrı olmadığına îmân etmek farzdır. Hakikî
Tevhîd budur.

5) M U H A L E F E T İN L l’L-HAVADÎS (SONRADAN OLANLARA B EN ZEM E­


M EK ):

A llah u T eâlâ zâtında ve sıfatlarında hiçbir şeye benzemez. Biz O nu nasıl


düşünürsek düşünelim. O , bizim düşündüklerimizden, hâtır ve hayâlimizden ge­
çenlerin hepsinden başkadır ve hiç birine benzemez. Ç ü n k ü hatırımıza gelebile­
cek şeylerin hepsi m üm kündür ve yokken sonradan yaratılmış ve başkasına m u h ­
taç şeylerdir. O nların her birinin bir cihetten başkalarına bir benzerliği vardır.
A lla h u T e â lâ ise böyle olmayıp, varlığı, vâcib. kadîm ve hâkidir. Binâenaleyh
zâtı cihetinden de. sıfatları bakımından da hiçbir şeye benzememek ve hiçbir
yönden benzeri olmamak (Muhâlefetün li’I-Havâdis) A lla h 'ın zatî sıfatlarından-
dır.

"C en â b -ı H ak hiçbir şeye benzem ez, O , işitir ve O 'n u n ilmi her şeyi kuşatır.
(Şûrâ Sûresi Âyet: 11).

6) KIYAM B ÎN E F S tH Î :

K ıyam binefsiht, yâhut K ıyam bizâtihi : Varlığı kendi zâtının muktezâsı olup
başkasından olmamak, varlığı için başka bir şeye m uhtaç olmamak demektir. Şu
varlık âleminde ne varsa hepsi varlığında ve varlığının devâm etmesinde müstakil
değildir. O n la rın her biri muhakkak ki kendilerinden başka bir varlığa muhtaçtır.
H iç birisinde, var olmasını iktizâ eden, zarûri kılan bırşey yoktur. Hepsi sonradan
vücûda gelmiştir. Hepsi, bir yaratana, bir mekâna muhtaçtır. V â c ibü I-vücûd bir
A lla h ’ın zâtı düşünüldüğü zaman, varlık da berâber düşünülür. Varlık O ndan
ayrılmaz. A lla h u T e â lâ kadim, ezeli, ebedî ve her yönden ekmel olduğu cihetle,
ne zamana, ne mekâna, ne bir yardımcıya, hiçbir şeye m uhtaç değildir. O , b u n ­
ların hepsinin üstünde, varlığı zâtının muktezâsı. mutlak ve ekmel, vâcib bir vü-
cûddur. İşte K ıyam binefsiht b u demektir. V e b u da A llah'ın zâti sıfatlarındandır.
B unlar selbî ve zât! sıfatlardandır.

7) HAYAT, D İR İ OLMAK :

H a y a t : “İlim ve irâdeyi m üslelzim olan, kendisiyle m uttasıf olanların ilim,


irâde ve kudret sâhibi olm alarını istilzam eden bir sıfattır.

66
H er şeye, kuru ve ölü bir toprağa can veren, A lla h u T eâlâ dır ve Cenâb-ı
Hak; hakiki, ezeli ve ebedî bir bayat ile haydır; diridir. Hayat, A lla h ’ın bir sıfa­
tıdır. Bizim hayatımız, sonradandır ve A lla h u T e â lâ ’nın m ahlûkudur. O n u n
hayâtı ise. zâtının muktezâsıdır. ezeli ve ebedîdir; zâtından ayrılmıyan bir sıfat­
tır. İlim, kudret ve irâde sâhibi olan Vacibiı I-vücûd Hazretlerinin hayat sâhibi
olması vâcibdir.

Ç ü n k ü hayat bulunmadıkça, bu sıfatların bulunm asına imkân yoktur. H a lb u ­


ki : A lla h u T eâlâ nm. ilim, irâde ve kudret sâhibi ekmel bir mevcûd olduğu aklî de ­
lillerle de sâbittir. Binâenaleyh, h ayat sıfatı. A llah hakkında vâcibdir. H a y a t sı­
fatı, sem iyatdan olan sıfatlardandır. Yâni bu: İlim, irâde ve kudret gibi doğru­
dan doğruya akıl ile isbât edilen bir sıfat olmayıp. Peygamberlerin ve K u r ’d n ’m
haber vermesiyle bilinir.

8) ILIM S IF A T I;

C enâb-ı H a k k ’a sübûtu vâcib olan kemâl sıfatlarından biri de ilim sıfatıdır.


İlim, A lla h u T eâlâ' nm herşeyi bilmesi demektir. A lla h âlim dir olmuşu, olanı,
olacağı, gerek kül halinde ve gerek ayrı ayrı hepsini bilir. Bilmek sıfatı da v â ­
cibdir. C enâb-ı A llah için ezelî olan ilim; ezelden ebede b ü tü n ma lûmatı muhittir,
her şeyi kuşatmıştır. İlim sıfatiyle her şey O n a açılır, O nun ilminden dışarı kal­
mış hiçbir şey yoktur. D ü n y â ve dünyâdakiler yokken onların hepsini, nasıl ve
ne zam an olacaklarsa öylece, bilirdi; onların her biri gelecekleri tertibe göre ilmin­
de mecvut idi; hiçbir şey, gönlümüzden geçenler de O na gizli değildir. Bir adamın
filân z a m anda doğacağını ilm-i ezelî ile nasıl bilirse, onun doğmasını, vukuu za-
m ânında d a yine. O . ilm-i ezelîsi ile öylece bilir. O nun ilmi, ezelden ebede doğru
değişmeden devâm edip gider.

B ü tü n kâinatta görülen nizâm ve tertip, kemâl ve âhenk. bunları yaratan A l­


lahu T eâlâ nm sonsuz ve hudutsuz ilmine açık bir delildir. G üzel bir resim, onu
yapanın bilgisine nasıl delâlet ederse, her zerresinde en yüksek bir san'at görülen
bu kâinât ve b ü tün güzelliği şahsında toplamış olan insan. Y aratan ın bilgisine
delâlet etmez mi?

A L LA H ’IN E Z E LD E BÎLM ÎŞ OLM ASI O N LA RI Y APM AM IZI ICA BED ER M î?

A lla h u T e â lâ ’nın bugün vukua gelen ve gelmekte olan herşeyi. nasıl olacak­
larsa ezelde öylece bilmiş olması, bizim irâde ve ihtiyarımıza, bizim kendi irâde­
mizle iş yapabilmemize asla mâni değildir. Ç ünkü. A llah'ın ilmi, ma lûma ta bî-
dir. Yâni " A lla h u Teâlâ, olacak şeyleri irâdemizle olacağından dolayı bilir. Yoksa
A lla h bildiği için o şeyler vücûde geliyor değildir. O lacaklarını A lla h m bilmiş
olması, onların olm asını icâbetmiyor; belki irâdem izle olacakları için biliyor.
B u n u bir misâl ile izâh edelim: Hey et ilmini iyi bilen bir âlim. D o ku z ay sonra
filân g ü n ü şu saat ve şu dakikada güneş tutulacağını" şimdiden, yâni dokuz ay

67
evvel hesap edip yazıyor ve haber veriyor, zamanı gelince onun yazdığı ve haber
verdiği gibi güneş tutuluyor. Şimdi güneşin tutulmasını bu adam ın vaktiyle b il­
mesi ve yazması mı icâbetti, yoksa güneşin o anda tutulacağı onun bilmesine,
yazmasına sebep mi oldu? T abiidir ki; güneş nasıl olsa tutulacak; fakat bu a d a ­
mın geniş ilmi onu vaktinden evvel gördü, sonradan olacak bir şey kendisine in­
kişâf etti ve bun u n olacağı onun bilmesine sebep oldu, işte bizim b u gün y apaca­
ğımız işleri A lla h ’ın ezelden bilmiş olması da böyle demektir,

9) İ R Â D E : A lla h u Teâlâ' nın irâde sıfatı vardır. İrâde, bir şeyin şöyle
olup da böyle olmamasını dilemek ve dilediği gibi tâyin ve tahsis etmektir. D ü n ­
yâda olmuş ne varsa hepsi A lla h ’ın dilemesi ile olmuştur. M ü m k ü n olan iıer şe­
yin hangi şekil ve zam anda olmasını dilemiş ise, zamönında öylece olur. H e r şey
O nu n irâdesi ve dilemesiyle olur. O nun irâdesi ve meşiyyeti hâricinde bir şey
olamaz.

İrâde sıfatının laallûkatı. m üm kün ve câiz olan şeylerdir. İrâde sıfatı mümkün
olan herhangi bir şeye taallûk ederse, o şey i bir cihete tahsis eder. O n u n olması
ile olmaması şıklarından birini tercih eder. K âinatın varlığı, mevcûdâtın a y n ayrı
cins ve şekillerde bulunmaları A lla h u T eâlâ'nın irâdesine delildir.

TE K V ÎN Î İRA D E, T E Ş R İİ ÎRÂ D E :

K u r’ân-ı Kerîm den anlaşıldığına göre irâde-i Ilâhîyye iki sûretledir; Tekvini.
Teşrîî.

Kevnî ve tekvini irâde, meşiyyet demek olup, b ü tü n m ahlûkata şâmildir. Bir


şey'e taallûk edince herhalde vâki' olur.

" A lla h u Tedld dilediğini yapar, A lla h 'ın dilediği, " O l / " dem etle olur." âyet­
lerindeki irâde b u ma nâca olan irâdedir.

lrâde-i teşrîiyye (irâde-i dîniyye), m uhabbet ve rızâ demektir. Binâenaleyh, bu


mânâca irâde etmiş olduğu şey'in vukuu vâcib değildir. “ A llah kullarının fendlık
oe kötülük yapmamalarını irâde buyurur. A llah sizin için kolaylık m urâd eder,
isler." âyetlerindeki irâde, bu m ânâca olan irâdedir. Bu mesele çok mühimdir, dik­
kat olunmak gerekir.

10) K U D R E T S IF A T I : Kudret, A lla h u T eâ lâ 'n ın b ü tü n m ünkinâtta


te'sir ve tasarrufa kaadir olması demektir. Kudret sıfatının taallûku ile C enâb-ı
H akk ın bir şey'i vücûde getirip getirmemesi sahih olur. A lla h u T e â lâ ’nın nihâ-
yetsiz, bitmek tükenmek bilmeyen bir kudreti vardır. Kudreti, b ü tü n mümkinâta
şâmildir. Kudretinin yetişemiyeceği bir şey yoktur. B u kadar yddızlariyle, güneş­
leriyle, dağlariyle, ovalariyle, denizleriyle, ağaçlariyle, hayvaniariyle msanlariyle
b ü tü n dünyâyı yok iken var eden A lla h u T eâlâ nın ne büyük ve nasıl nihâyetsiz
bir kudret sahibi olduğu az bir düşünm e ile de anlaşılabilir. Binâenaleyh, A lla h u

68
Teâlâ, ezelî olan kudret sıfatiyle herhangi bir şeyi dilediği gibi yapmağa kaadir-
dir. O nu n kudreti hâricinde birşey yoktur. Kudret sıfatı ile, mümkün olan her şeyi
ezelî irâdesine muvâfık olarak var. yâhut yok eder. Ezelde nasıl yapılmış ise öylece
diler ve dileğine muvâfık bir şekilde yaratır. Kudret ile irâde yalnız mümkün olan
şeylere taallûk eder. V âcib ve müstahile kudret taallûk etmez.

11) K E L A M S IF A T I : Kelâm, A lla h u T eâlâ'nın harf ve savta m uhtaç ol-


mıyarak söylemesi demektir. A lla h u T e â lâ ’nın söylemek sıfatı vardır. Kelâm sı­
fatı. A llah' in ezelî ve ebedî olan sıfât-ı sübûtiyesindendir. B u n d a n dolayıdır ki.
A lla h u T e â lâ Peygamberlerine söylemiş, emirler vermiştir. Kitap ve şeriatını on­
lara bildirmiştir. K u r a n - 1 Kerim de, A lla hu T e â lâ ’nın kelâmıdır. Sıfât-ı ezeli-
yesiyle ezelde tertib edip aynı tertîb üzere Hz. M u h a m m e d Aleyhi's-se-
iâm a ibraz ve inzâl buyurduğu kelâm, kadîm ve ezelîdir. Ezeli olan kelâm sıfatı,
ilim sıfatının taallûk eylediği m üm kün, vâcib, m ü stakil ve m ukal olan şeylerin
hepsine taallûk eder.

12, 13) S E M İ' V E B A S A R : (işitmek ve görmek) : İşitmek ve görmek.


A llahu T e â lâ nm ezelî ve ebedî olan sıfât-ı sübûtiyesindendir. A lla h u T eâlâ gö­
rülmek veya işitilmek şânından olan her şeyi görür, işitir. O na uzaklık, yakınlık,
karanlık gibi şeylerin hiç te'sîri yoktur. İçimizdeki fısıltıları da işitir. Hikmetinin
muktczâsına muvâfık olarak kullarının yaptıkları duâlara cevap verir, onları ka-
bûl buyurarak istediklerini verir. A llah'ın görmesi ve işitmesi olduğu K u r’ân-ı
Kerîm ile sâbitir.

İşitmek ve görmek sıfatları gerek vâcib ve gerek câiz her mevcûda, yâni gö­
rülmek ve işitilmek kaabiliyetinde olan şeylere taallûk eder. Görülmek şânından
olmıyan şeylere görmek, işitilmek şânından olmıyan şeylere işitmek sıfatı taallûk
etmez. İlim sıfatı ise böyle değildir. O . her şeye taallûk eder.

14) T E K V İ N : Tekvin demek, C enâb-ı H a k k 'm bilfiil yaratmak sıfatı de­


mektir. Tekvin sıfatı irâdenin muktezâsına göre ve müm künde te'sir ve icâdeder.
B ütün bu varlıkların hakikî yaratanı A lla h u T e â lâ Hazretleridir. Bunları îcâd
edip etmemeye muktedir olan Cenâb-ı Hak. irâde sıfatı ile ilm-i ezelîsine muvâfık
icadını istemiş ve tekvin, yâni yaratıcı olmak sıfatiyle de onu bilfiil îcâd eylemiş­
tir.

A lla h 'ın yaratmak, nzık ve ni met vermek, azâbetmek diriltmek, öldürmek


gibi olan b ü tü n fiilleri tekvin sıfatına râcîdir. Bunların hepsinin başı odur ve b u n ­
lara sıfât-ı fi'liye denir.

H ülâsa : V a r olmak, varlığının evvel ve âhiri olmamak, başka bir şeye b e n ­


zememek. gayriye m uhtâç olmamak, şeriki ve ortağı, dengi ve benzeri bulunmamak;
hayat, ilim, kudret, irâde, semi’, basar, kelâm ve tekvin sıfatlan A llahu T eâlâ'ya
vâcib ve bunların zıddı ise müstahildir. N e kadar kemâl sıfatları varsa onların

69
hepsi ile muttasıf, noksan ve eksikliği andıran evsaftan münezzehtir. Bütün isim­
leri ve sıfatları da zâtı gibi ezelt ve ebedîdir. Kendisine mahsus olup benzerleri
yoktur.

A LLA H U TEÂ LA H A KK IND A CAİZ OLAN ŞEY L E R :

V âcib Teâlâ Hazretlerinin, ne kadar garip ve harikulâde olursa olsun, aklen


mümkün olan her şeyi yaratıp yaratmaması câizdir. B unu neden böyle yaratmış
veyâhud yapmış denilemez. A lla h u T e â lâ 'd a n başka yaratan olmadığı cihetle
hayır ve şer dediğimiz şeyleri de yaratması câizdir. H er biri bir hikmet tahtında
olarak, hayın da. şerri de yaratır. B ununla berâber hayır yapmamıza rızâsı var.
şerre rızâsı yoktur. B unlardan birini, kendi irâde ve ihtiyârımızla, isteğimizle seç­
mek ve kabul etmek bize âittir; bizim işimizdir. Yarattığı şeyler ne olursa olsun,
herhalde ilim ve hikmetinin muktezâsıdır. H er yaptığında mutlak sûrette. yüksek
bir hikmet vardır. Hikmetinin muktezâsına göre her şeyi yaratır ve bir Iûtf-u m a h ­
sus olmak üzere kulları hakkında en iyi ve yaraşıklı olan şeyleri vücûda getirir,
fakat b u bir Iûtuftur. Yoksa herhalde kulları hakkında en iyi olan şeyleri yarat­
ması A lla h in üzerine vâcib değildir. Eğer öyle olsaydı o zaman C enâb-ı Hak, fâil-i
m uhtar (dilediğini yapabilir) olmazdı. Kendi arzusu ile kaabiliyetini fenâlığa çevi­
ren bir kulunda dalâleti; iyiliği tercih edende, hidâyeti yaratması da câizdir.

Hikmetinin muktezâsına göre A lla h u T e â lâ 'm n kullarına birtakım ni metler


vermesi yâhud azâb etmesi câizdir. Emirlerini tutanlara lütfen mükâfat verir;
çünkü bunlar hakkında va'd-i ilâhîsi vardır. G ün a h k â rla ra da azâb etmesi, yâhud
onların günahlarım affedivermesi câizdir, nasıl isterse öyle yapar. Dilerse en ufak
bir günahı cezâsız bırakmaz, isterse büyük bir günahı affeder. Şu kadar var ki.
kâfir ve müşrikleri, yâni kendi vahdâniyyetini tasdik etmemiş olanları, küfürlerine
tövbe etmedikçe affetmez. Âhirette Cenâb-ı A llah ı şâm na ve âhiret ahvâline lâ­
yık, mekân ve zam andan münezzeh olarak kullarının görmesi aklen câizdir, nak­
len sâbittir; yâni K ur'ân-ı Kerim de b u n a delâlet etmektedir.

İşte A lla h u T e â lâ ’ya îmân bu sûretle olur, böyle îmân etmiş olan bir mü -
min. beşeriyet îcâbı bir günâh işler ve fakat onu helâl i tikaad etmezse dinden
çıkmaz. O günâhına tövbe etmeden ölürse, o günâhdan ötürü Cehennem de ebedi
kalmayıp cezâsını gördükten sonra yine A llah' in lûtfu ile C e n n e t’e girer.

Yaptığımız ibâdetler, hayır ve hasenât herhalde makbûl ve günâhlarımız affe­


dilir diyemeyiz. M ü m i n olan zât. hem A llah'ın azâbm dan korkmalı, hem de ge­
niş olan rahmet ve mağfiretinden ümidini kesmemelidir. İnsan ne kadar günâh
işlerse işlesin, yine A lla h 'ın rahmetinden ümit kesmesi câiz değildir.

" A lla h 'ın rahm etinden, m ağfiretinden üm it kesenler, ancak kâfirler ve sapık­
lardır."

70
î

MÜHİM BİR İH TA R :

Çok dikkat edeceğimiz bir mesele vardır: Yukarıda söylediğimiz veçhile AI-
lahu l e â l â nın şeriki, dengi ve benzeri yoktur. O nun zâtının da, sıfatlarının da,
işlerinin de bir benzeri yoktur. O nu n sıfatları ve işleri de kendi zâtına m ahsus­
tur.

Meselâ : O nun görmesi, işitmesi, bilmesi, söylemesi, irâde ve kudreti de


zâtı gibidir ve kendisine mahsustur. Biz onların sadece aşıtlarına îmân eder ve
fakat keyfiyetine ve nice olduklarına âid b ir sözde bulunmayız. Bizim görüp işit­
memiz, bilip söylememiz birtakım âletlerle, maddî vâsıtalarladır. A lla h u Teâlâ
ise; zâtı bakımından hiçbir şeye m uhtaç olmadığı ve hiçbir şeye benzemediği gibi,
sıfatları ve işleri i'tibâriyle de hiçbir şeye muhtaç değildir ve benzeri yoktur.

Binâenaleyh, A lla h u T e â lâ Hazretlerinin hakîkat-ı zâtiyesi gibi, sıfatlarının


mâhiyeti de akıl ile bilinemez. Bu cihet, beşerin ilim ve iktidânnın dışında ve üs­
tündedir. Kendi benliğimizi bile hakkiyle anlam aktan âciz olan biz insanların,
A l l a h ı n hakikat ve mâhiyetini anlayabilmemiz elbette mümkün değildir. Biz a n ­
cak O nun varlığını, birliğini ve en yüksek sıfatlarla muttasıf olduğunu anlar ve
O na böylece îm ân ederiz.

A LLAH H A K K IN D A İSLA M IT İK A A D IN IN H Ü LA SA SI :

Şimdi bir M üslü m a m n A lla h u T eâlâ hakkındaki i'tikaadm ın kısa bir hü lâ ­


sasını yapalım:
“B izce ucu bucağı, önü ve sonu belli olm ıyan şu âlem sonradan olm uştur
ve b u n u n bir tek yaratıcısı vardır. H er şeyi O yaratmış, O terbiye edip kem âline
ulaştırmıştır. O 'n u n kendi varlığı vûcib ve ezeli ve ebedidir. Doğmamış ve doğ u-
rulmamıştır. Tektir : Z â tın d a , sıfâtında ve e fâ lin d e bir ortağı, bir yardımcısı, eşi,
benzeri yoktur.
V â r olm asında ve varlığının devam ve bahasında hiçbir şeye m uhtaç değil­
dir. V arlığı zâtının m uktezâsıdır. H akiki ve gerçek hayat ile h a y " dır. İlmi, ezel­
den ebede kadar her şey i kuşatmıştır. K udreti b ü tü n m evcûdât ve m üm kinâta
hâkim dir, irâdesi bütü n kâinatta m utlak bir kanundur, dilediği olur, dilem ediği ol­
maz. Peygam berlerine söylemiş, emirler ve nehiyler vermiştir. K u râ n -ı Kerîm A l ­
lah'ın kelâmıdır. A lla h görür ve işitir. K endisini dünyâda gözler göremez, fakat
m ü m in le r C e n n e tte A lla h 'ı görürler, O n u n hakikat ve m âhiyetini insanlar an-
lıyamaz.
H er şeyi yaratıp, yerli yerince koym uştur. H er şey O n u n m eşiyyet ve irâde­
sine tûbi’dir; nasıl isterse öyle yapar ue her yaptığında d a bir hikmet uardır. B i­
linen ve görülen sebeplerin ü stünde ve dışında kâinatta dilediği gibi tasarruf et­
m ek kudreti, yaln ız A lla h ’a m ahsustur. Başka hiçbir kim senin elinde böyle bir
kudret yoktur. B u n u n içindir k i; yalvarm ak ve ibâdet etm ek de ya lnız O n a olur.
D ü n yâ ve âhiret saâdetine kavuşm ak için harekâtım ızı ancak O nu n kurduğu

71
tabii ve ezelî kanunlara uydurm ak lâzımdır. A lla h ile kul arasında şu veya bu
şeyin vâsıta olm asına ihtiyaç yoktur. Böyle bir şeye i'tikaad etm ek insanın îmânına
zarar verir."

Hiçbir mütefekkir inkâr edemez ki: İslâm’ın temeli olan bu mesele, yâni A l ­
lah'a b u şekilde îm ân etmek, dâim a kalacak olan büyük meselelerdendir. Bir M üs-
Iümanın büyüklüğü önünde boyun eğdiği, secdeye vardığı b u yüce ve ezelî varlık,
felsefe nazarında da bugüne kadar büyük meselelerin en mühimlerinden tanınmış
ve b ü tü n feylesoflar için ciddî bir iştigal ve tetkik zemini olmuş ve hâlen de ol­
maktadır. Dikkatle okunursa M üslüm anlığın şu i'tikaadı ile uyuşamıyacak ciddi
bir felsefe tasavvur edemeyiz.

M ÜSLÜM ANLIĞIN TALÎM EY LED ÎG Î ŞEK İL D E BÎR T E K A L LA H ’A İN A N ­


M ANIN A M ELÎ K IY M ETİ :

M üslüm anlığın tâlim eylediği şekilde bir A llah a imân etmek kadar beşer rû-
h u n u yükselten, insanı lâyık olduğu mevkie çıkaran, insana, hürriyet ve istiklâlini
veren birşey yoktur. İslâm'ın tâlim eylediği bu akide; A d a l ı d a n başkasına ta p ın ­
maktan, A llah ile kul arasına vâsıtalar koymaktan, başkalarını her ne sûretle
olursa olsun A lla h ’a benzetmekten, putlaştırmaktan; A llah'ın bir cisme hulul et­
tiğine, A lla h 'd a n başka bâzı insanların da kâinatta tasarrufa muktedir oldukla­
rına inanm aktan bizi meneder. B unun içindir ki: M üslüm anlığın gösterdiği şekil­
de A lla h 'a inanmış ve kalbini sımsıkı O na bağlamış olan bir insan, h uz ur ve
saâdetin yüksekliklerine erişmeğe namzet demektir.
O n u n hayâtı, onun yaşayışı, şeref ve asâletin en yüksek basam ağına erer.
B ununla berâber, b u sûretle A lla h ’a inanmış olan bir insan nazarında insanlık
ve kardeşlik dâiresi, yeryüzünde yaşayan b ü tü n insanları içine alacak kadar ge­
niştir. O na göre hangi ırka, hangi dîne m ensup olursa olsun b ü tün insanlar kar­
deştir. Hepsi aynı tabii haklara mâliktir. Hepsine kardeş muâmelesi yapmak ge­
rektir. H e r insanın hayâtı, nâmusu, malı, şerefi ve haysiyeti kendisininki gibi m u h ­
teremdir. Kendisi hakkında düşünülmesini, kendisine yapılmasını istemediği bir
şeyi başkaları hakkında düşünmek ve yapmak hakikî îm ân ile barışamaz.
Sâde bu kadar da değil; Bir A lla h 'a bu sûretle îmân etmiş olan bir insanın
görüş, duyuş ve düşünüş ufukları iyiliğe doğru o kadar açılır ki, ona bir sınır bile
tâyin edilemez. Böyle bir îmân, insanı her türlü kötülükten ve hattâ kötü bir şey
düşünmekten ahkor. H e r yaptığını, gönlünden geçen her şeyi, bir gören, işiten ve
bilen olduğuna ve b unla rda n dolayı bir gün gelip de A llah h u z ûrunda sorguya
çekileceğine inanmış olan bir insan şüphe yok ki, kötülüğün her çeşidinden dâimâ
uzak kalmaya çalışacaktır. Böyle bir adam, hiçbir kimsenin görmediği yerde olsa
da, yine ahlâka uygun olmıyan kötü bir şeye cür et edemez.
H e r nerde olursa olsun, gerek A lla h ’a ve gerek insanlara karşı olan vazife­
lerini en iyi bir sûretle yapmağa özenir. O n u hiçbir şey aldatamaz, yolundan sap-

72
tıramaz; bu gibi şeylere karşı dâima vâr olduğuna inandığı, her şeyi gören ve b i­
len. kudret ve irâdesi ber şey üzerinde bâkim olan A lla h 'a sığınır ve fenâlıklara
karşı durur. B ütün varlıkları vâr eden, en yüksek kemâl sıfatlariyle muttasıf Bir
A lla h ’ın varlığına iyice inanmış olan bir insan, ilim gibi, kuvvetli bir azim ve
irâdeye sâhip olmak gibi, insana şeref veren b ü tün yüce sıfatları elde etmeğe ç a ­
lışacaktır. İnsanın düşünebileceği, dâimâ özlediği en yüksek ülkeler birer birer
gözünün önüne dikilir ve b u sûretle insan dâimâ yükselmeğe, düşüncesini, a h lâ ­
kını. hareketlerini bu yüksek ülkülere uygun bir hâle getirmeğe savaşır. B inâ e na ­
leyh b u i'tikaad, öyle zannedildiği gibi kuru ve mücerret bir mefhumdan ibâret
değildir. O n u n ameli hayatta kıymeti çok yüksektir. B u n u böyle bilmek gerektir.

73
ÜÇÜNCÜ D ERS

M E L E K L E R E İM Â N

1 — M ELEK N E D E M E K T İR ? BU N LA RA İM AN N E SÜR ETLE O LU R ? :

Meleklere îmân etmek, M üslümanlığın îm ân ve i’tikad esaslarındandır.


K u r’ân-ı Kerîm in bir çok âyetlerinde meleklerden bahsolunmuştur.

H er M üslüm an inanır ve i'tikaad eder ki, “A lla h Teâlâ H azretlerinin m elek­


leri vardır. O nlar A lla h ’a asla âsi olmazlar. A lla h ’ın her emrine itâat ve gece
g ü n d ü z A lla h 'a ibâdet ederler. M elek, gözlerim izde görem ediğim iz m evcutlardan­
dır. O nların yemesi, içmesi, yatıp uyum ası, erkekliği ve dişiliği yoktur. O nlar yer­
de, gökle ve her tarafta bulunurlar. İnsanlardan ayrılm ıyanlar da vardır. H er biri
vazifesine göre isim alır. C e b r â i l . I s r â f i l . M i k â i l , A z r â i l
meleklerin büyüklerindendir. Bir de, “Kirâm en K â tib in " melekleri vardır ki, onlar
her insanın yanında bulunan ve dâim â onun yaptığı işleri yazan meleklerdir. M e ­
leklerin bâzıları insana ö ldükten sonra sual sormaya m e ’murdur. Bunlara
" M ü n k e r , N e k i r " denir. M eleklerin varlığı aklen câizdir: olm ıyacak bir
şey değildir. A k le n câiz olduğu gibi, nakil yolu ile de sabit olm uştur. Ç ü n k ü
Kur'ân-ı Kerim, bize melekleri haber vermiştir. K u r’ân da m elek vâsılasiyle gel­
miştir

2 — M ELEK LER İ N E D E N GÖREM İYORUZ? :

Melekler her yerde bulundukları halde onları göremediğimizin sebebi şudur:


H er şeyin vücûdü kendine göre yaratılmıştır. O n la rın vücûdü nûrânî ve rûhânl-
dir. Bizim gözümüz ise. meleklerin v ücûdünü görebilecek şekilde yaratılmamıştır.
Peygamberden başka hiçbir kimse melekleri heyel-i asliyelerinde, yâni yaratıldık­
ları mâhiyet üzere göremezler. O n la rı görmeğe bizim kudretimiz kâfi değildir. F a ­
kat. K ur'ân- 1 Kerim A lla h u T e â lâ ’nm meleklerini haber veriyor. K u r’â n ’in her
söylediği doğrudur. B unun için meleklerin varlığına îmân ederiz. Sonra P eygam ­
berler melekleri görmüş ve bize haber vermişlerdir. Peygamberler ise asla yalan
söylemezler. Binâenaleyh Peygamberler ve hele bizim Peygamberimiz meleklerin
varlığını haber verdikleri için bizim de onları kabûl etmemiz lâzımdır. Ç ü n k ü böy­
le bir şeyin olamıyacağına aklımızla bir hüküm veremeyiz.

H em ne hâcet: G özüm üzle göremediğimiz yalnız melekler midir? Kendi ru­


humuzu, kendi aklımızı b u gözlerimizle görüyor muyuz? H ayırl Peki göremiyo-

74
ruz diye bunlara da inanmıyacak mıyız? işle melekler de, rûhum uz gibidir. O n ­
lar bu gözle görülmez, fakat Peygamberler görmüşler. Meleklerden C e b r a i l
aracılığı ile A llah dan emirler almışlar, A l l a h ı n kelâmını işitmişlerdir. K urarı
da Peygamberimize böyle gelmiştir ve K ur'ân-ı Kerîm de onların varlığını haber
vermiştir. O n u n için biz M üslüm anlar, meleklere imân ederiz. Meleklere inanm a­
mak, K ur'ân a, Peygamberlere de inanm am ak demektir.

Melekler bir a n d a yerleri, gökleri dolaşacak ve istedikleri sürete bürünecek


bir kaabiliyette yaratılmışlardır. B una inanırız. Lâkin, onların inmesi çıkması, gel­
mesi gitmesi bizimkilere benzemez. Bir sâniyede gökten yıldırımlar indiren A l­
lah, onlara da dilediği zaman bütün yerleri, gökleri dolaştırır. Meleklerin kanal­
ları var denildiği zaman, buna da inanırız, imân ederiz... Ç ü n k ü K u r’ân da b u n u
haber veriyor. F a k a t bundan, kuş kanadı gibi bir şeyler hatırımıza gelmemelidir.
Meleğin kanadı da, gitmesi gelmesi de, kendi yapısına göredir. K uşun kanadı
başka, kapının kanadı başka, meleğin kanadı da başkadır. Biz M üslüm anlar kuş
gibi kanatlı melekler bilmiyoruz. Bizim dinimiz, melekleri başlı, kanatlı kartallar
gibi göstermez ve melekleri böyle tasavvur etmez.

3 — M E L E K L E R E ÎM A N IN A M ELÎ K IYM ET VE EH EM M İY ETİ :

M üslüm anlık canlı bir kuvvettir, hayat dinidir. Binâenaleyh onun her i ti -
kaadı, birer hareket ve amel esâsıdır, l'tikaad. sâde insanın içerisinde saklanacak
mücerret bir fikir hâlinde kaldıkça onun ne kıymeti olur?

B u n u n içindir ki: K u r'â n 'd a imân anıldıkça arkasından amel-i sâlih, iyi ve
yaraşıklı işler de berâber söylenir. B unda n anlaşılıyor ki: M üslüm anlıkta bir şeye
i tikaad etmek, onu yaşamak demektir, l'tikaad esasları insanın yaşayışında ken­
disine rehber edineceği ve dâim â hareketlerini ona uyduracağı canlı prensipler­
dir. Bu bakım dan M üslüm anlığın kabul eylediği melek esasının da büyük bir
kıymeti vardır. M üslüm anlığın kabul elmiş olduğu melek, insanın meyillerini, in­
şânı ve rûhânî kuvvetlerini dâim â iyilik yapmak tarafına çeken, o tarafa sevk eden
hârici ve rûhâni vâsıtalar demektir. B u n a imân etmek farz olduğunu kabûl etmiş
olan bir adam, kendisini iyiliğe çağıran her sese kulak verir ve onun çağırdığı yere
gitmeyi bir vazife bilir.

İyiliğe çağıran her sesi tasdik edip onun peşinden gitmeyi her M üslüm an n a ­
sıl bir vazife bilirse, kötülüğe sürüklüyen her şey i reddetmeyi, onun dediği yere
gitmemeyi de yine bir vazife bilecektir. B u n u n içindir ki, M üslüm an, meleklere
îmân etmek ve şeytanın dediği yere gitmemek ve onu reddetmekle mükelleftir.

Ç ünkü, şeytanın işi gücü insanı kötülüğe çekmektir. B u n u n görünen kısmı


(şeytan tıynetindeki kimseler) olduğu gibi, görülmiyen kısmı da vardır. M üslüm an,
bunların kötü telâkkilerine, kötülüğe çağıran vesveselerine karşı durmakla mükel­
leftir. İşte M üslüm anlıkla melek ve şeytan i'tikaadının ameli kıymeti, böyle iyiliğe

75
çağıran seslere uymak, o tarafa dönmek ve kötülüğe çekmek isteyen kuvvetlere
karşı durmakta tecellî eder.

Peygamber E f e n d i m i z buyuruyorlar ki: "Ş eytan da, M elek de insan


oğluna sokularak onun kalbine birtakım şeyler getirirler, bırakırlar. Şeyta n ın işi.
kötülüğe çağırmak, sonu fenâ ve zararlı olan şeylere teşvik etm ek ve hakkı y a la n ­
lamak, haktan uzaklaştırm aktır.

M eleğin işi, hak ve hayra, iyiliğe çağırmak ve kötülükten uzaklaştırmaktır.


H er kim, içinde hayra, hakka, iyiliğe çağıran bir ses duyarsa, bilsin ki, o, melektir
ve onun çağırdığı da, söylediği ve hoş gördüğü bir şeydir. B u n d a n dolayı A llah'a
şükretsin. H er kim içinde kötülüğe çağıran, haksızlığa teşvik eden bir sızıltı sezer­
se, bilsin ki o, şeytanın sesidir, b u n d a n uzaklaşsın ve A lla h 'a sığınsın."

76
DÖRDÜNCÜ D ERS

A L L A H İN K İ T A P L A R I N A İM Â N

1 — İLÂ H I VE SEMAVİ K İTA PLA R A İM ÂN N E D EM EK TİR VE N E SÜ-


RETLE O L U R ?:

A llahtı T e â lâ ’nın kitaplarına imân etmek. M üslüm anlığın esâsını teşkil eden
rükünlerden ve şartlardan biridir.

H er M üslüm an tmân ve i’tikaad eder ki: Cenâb-ı Hak. kullarının dünyâ ve


âhiret saâdetleri için içlerinden dilediğini Peygam ber olarak seçmiş ve bunlar
vâsıtasiyle insanlara kendi irâdelerini, emirlerini, nehiylerini,. hikmetlerini bildir­
miş ve duyurmuştur. O n la r da A lla h 'd a n aldıklarını olduğu gibi insanlara ulaş­
tırmışlardır. Peygamberlerin A llah taralından tebliğ ettikleri şeyler, ilâhi ve se-
mâvi kitapları teşkil etmiştir.

Bu kitapların bir kısmına sahileler denir ki, b u birkaç sahifelik ufak bir ki­
tap demektir. Meselâ: H z . Â d e m e 10 sahife, Ş i t aleyhi's-selâm"a 50
sahife, H z . 1 d r i s aleyhi'sAselâm'a 30 sahife. H z . İ b r a h i m aley-
hi's-selâm 'a 10 sahife verilmiştir.

Büyük kitaplar dörttür: Tevrat, Zebur, İncil, K ur'ân-ı Kerim. B u dört kitap­
tan birincisi, H z . M û s â ya, İkincisi H z . D â v û d ’ a. üçüncüsü
H z . 1 s â ya, dördüncüsü H z . M u h a m m e d aleyhi" s-selâm’a veril­
miştir. Bu kitaplara, semâvî ve ilâhi kitaplar denir ki, A llahu T eâlâ tarafından
nâzil olmuş demektir.

Bu kitapları, bu kitaplarda bulu n a n her türlü emirleri, nehiyleri, hikmetleri


A llahu T eâlâ Peygamberlerine, ya C e b r â i 1 vâsıtasiyle, yâ h u d başka bir
suretle valıy ve ilhâm etmiş, bildirmiş, onlar da, A lla h 'd a n aldıkları gibi insan­
lara ulaştırmışlardır.

A llah tarafından vahy ve inzal olunmuş bulu n a n b u kitaplar, insanların dîn


ve dünyâsına, i'tikaad ve ibâdete, güzel ahlâk ve ftdâba, insanların maddeten
ve rûhan yükselmelerine âid ahkâmı beyân buyurmuş; yolun doğrusunu göstermiş
ve b u yoldan sapm adan gidenleri dünyâ ve âhiret saftdeti ile müjdelemiş, sa­
pıkları A lla h ’ın azâbı ile korkutmuştur.

77
Biz M üslüm anlar A llah tarafından Peygamberlerine indirilmiş olan kitapla­
rın hepsine îmân ederiz. B una îm ân etmek farzdır. F a k a t dikkat ediniz: imân et­
memiz farz olan kitaplar, şu veya bu kitap değil, A llah'ın Peygamberlerine vahy
ve ilhâm etmiş olduğu kitaplardır. B u n u n da tevâtür yoluyla bilinmiş olması şart­
tır. Halbuki, semâvî kitaplar içinde bu kuvveti hâiz olan yegâne kitap. K ur'ân-ı
Kerim dir. Semâvî ve kutsi denilen diğer kitaplar ise bu kuvveti hâiz değillerdir.

2 — TEVRA T (A H D -Î A TIK ) (1) :

Tevrat. H z . M û s â ’ ya nâzil olan bir kitap olup, vaktinde onunla amel


olunurdu. O zaman, ilâhı kitapları ezberlemek şöyle dursun, yüzünden okumak
bile pek az kimselere nasib olurdu. O n u n için Tevrat nüshaları pek azdı. H z.
M û s â d a n sonra birçok muhârebelerle Isrâil Oğulları, hâkimiyetlerini kaybede­
rek asırlarca esaret altında kalmışlar ve uğradıkları felâket ve musibetler ile
T evrûl'ı ve diğer ilâhı sahifeleri m uhâfaza edememişlerdir. S ü l e y m a n
A leyhi'g-selûm 'dan sonra gelen yirmi dört kadar Y a hudi hüküm darlarının çoğu,
H z . M û s â ' nın dinini terk etmişlerdi. Bu hüküm darlardan biri, sonradan
tekrar H z . M û s â nın dinine dönmüş ve b u n u n zam ânında (Milâttan 622
sene evvel) A z r â nâm ında bir kâhin Tevrât ın asıl nüshasını K udüs'te b u ­
lup m eydana çıkardığını ilân eyledi. Rivâyete göre, b u n u A z r â yazmış ve
içine E ş ’âr-ı H am se (2) den başka birçok şeyler de karışmıştır. M û s â A ley-
h i’s-selûm 'dan kaç asır sonra Tevrât ın aslı diye ileri sürülen bu kitap Tevrât te­
lâkki edilerek nüshaları çoğaltılmıştır. Bugün. Yahudilerin ve Hıristiyanların elin­
de bulu n a n ve " A h d -i A tik " adını taşıyan kitabın mâhiyeti işte budur. Arlık
böyle asırlar geçtikten sonra bir insanın sözü ile Tevrat’ın ash dîye kabul edilen
bir kitabın, ne dereceye kadar itimâda şâyân olduğu, az bir düşünce ile de a n la ­
şılabilir. Ş u halde b u günkü Tevrat, A llah tarafından H a z r e t - i M û s â ’-
ya nâzil olan ve K u r’ân-ı Kerim de adı geçen Tevrat'ın aynı değildir (3).

(1) Bent İsra il’in Hz. I s â ’dan evvelki şe ria tla rı E debiyât-ı D iniye Mec-
m uasiyle m a’lûm olur. Bu m ecm uaya, N asfirâ beyninde Ahd-i A tik denilir. N asftrft’-
nın Hz. I s â 'dan so n rak i Kütiib-1 M ukaddeseler M ecm uasına d a Ahd-1 Cedld t â ­
bir olunur. Bu tâ b irle r P a v 1 o s 'un b'.r fık rasın d an alın m ıştır. T&rih-l E d y ân -
M a h m u t E s a t .
(2) H a z r e t - i M û s f i 'y a nlsbet edilen beş cilt veya to m arı (yâhud beş
kısm ı) ih tlv â eder ki, b u n la r da T ekvin (L a g e n işe ), H u ru ç (L ’E xode), L ev itik (L€-
vitique), A d â t (Les N om bres), Te aniye (D eutâronom e) dir. Bizim, T e v râ t dediğim iz
de budur. Asıl, M û s â ’y a nlsb et edilen bu kısım dır. H albuki b u nların içinde
H a z r e t - 1 M û s â ’nın ölüm ü de bahis m evzuu olduğundan, bunların sonradan
yazılm ış olduğu anlaşılm ak tad ır.
(3) Bu m eseleyi ve T e v râ t’ın nasıl ve k im ler ta ra fın d a n bozulduğunu İslâm
adlı kitabım ızın ikinci cildinde uzun uzadıya ve İlmî b ir şekilde izâh ettik . F azla bil­
gi edinm ek isteyenlerin o ra y a m ü rac aa t etm eleri lâzım dır.

78
I
3 — TE V R A T'IN M EŞHUR N Ü SH A LA R I :

B u g ü n T evrât'ın m eşlıûr Uç n ü sh a sı v a rd ır :
1) Yahudiler ve proteslan âlimlerince makbûl olan İbranî dilinde yazılmış
b u lu n a n nüsha;
2) Roma ve Şark kiliselerince m u te b e r olan Y unanca nüsha;
3) Sâmirîlerce mu teber olan ve Sâmirî dilinde yazdmış olan nüsha.
B unlar Tevrât'ın en mu teber nüshaları olduğu halde birbirine benzemiyeıı.
birbirine uygun olmıyan birçok yerleri vardır. Meselâ: lbrânice olan nüshada,
H a z r e t - i A d e m in yaratılışından N u h T u fa n ı na kadar (1650) yıl
geçti, denildiği halde. Y unanca olan nüshada (2260) yıl; Sâmiri nüshada da
(1307) yıl geçtiği yazılıdır. Görülüyor ki: Uç nüshanın hiçbirisi diğerini tutmuyor.
B unlarda H z . M û s â nın hayâtına dâir yazılar olduğu gibi. Peygamberler­
den bâzdarına karşı pek çirkin ve Peygamberlik makaamına hiç de yakışık almı-
yan isnatlar vardır. H a ttâ M üslüm anlık zuhûr ettiği zaman M edine Yahudileri
ile K udüs tarafındaki Yahudilerin ellerinde b u luna n nüshalarda bile büyük fark­
lar görülmüş, birinde olan şeyler diğerinde bulunamamıştı. Bütün b u n la r pek
açık olarak gösteriyor ki: Elde b u luna n Tevrtıt, H z . M û s â ’ ya nâzil olan
ilâhi kitap değildir. S onradan muhtelif insanlar tarafından yazılmış ve birçok
hurâfeleri. iftirâları da içine almış almış bir mecmuadır. İçinde asıl T eurat'dan
parçalar ve bahisler de olabilir.

4 — tN C ÎL (A H D -I CE D lD ) :

Incil’e gelince, bugün onun da aslı ve sahih bir nüshası yoktur. Hıristiyan­
ların elinde b u luna n ve A h d -i C edîd adını taşıyan kitaplar, H a z r e t - i
1 s â 'ya A lla h tarafından nâzil olan Incil değildir. B unlar 1 s â 'da n çok sonra
muhtelif insanlar tarafından yazılmış bir takım kitaplardır.
A h d -i C edîd mecmuası içinde Incil denilen dört tânesi vardır ki, onlar da
1 s â nın hayâtına dâir sonradan yazılmış birer siyer kitabıdır. Belki içlerinde
bâzı Incil âyetleri de vardır. H a ttâ diyebiliriz ki: B unlar tam bir siyer kitabı da
değildir. Çünkü, bunlarda 1 s â . Allah'ın oğlu olduğundan bahsedilmektedir.
Bugün Hıristiyanların "K itâb-ı M u ka d d es” diye kabûl ettikleri bu kitaplardan
hiçbirisi evvelce bütün Hıristiyanlar tarafından kabûl edilmiş bir şey değildi. İlk
asırlarda birbirine benzemiyen yüzlerce İncil vardı. Hıristiyanlardan her zümre-
nin elinde bir başka Incil görülüyordu. Bu yüzden Hıristiyanlık âleminde büyük
ayrılıklar ve kargaşalıklar meydana gelmişti. N ihayet, K o n s t a n t i n ’ in
müdâhalesiyle M ilâdın 325 senesinde Hıristiyanlık akaidinin esâsını tesbit için
İznik şehrinde bir R û h â n î Meclis teşkil, olundu; bu mecliste binden ziyâde âzâ
vardı.
Bunların içinden. M e s i h ' in ( l s â ' n ı n ) ulûhiyyetine kaail olan a n ­
cak üç yüz on sekiz âzanın karâriyle bugünkü dört Incil kabûl olunarak diğer ri-
sâlelerle birlikte hepsine birden " A h d -i C edîd" adı verildi.

79
/ncif olmak üzere cebren kabûl ettirilen bu dört kitap da. bir çok noktalarda
birbirinden ayrıdır. Birinde olan bir bahis diğerinde yoktur. Bu dört İncil den her
biri 1 s â dan en aşağı yarım asır sonra yazılmıştır. Bir asır sonra da yazılan
vardır. H a ttâ bunları yazanların kendi kalemleriyle olan nüshaları d a tamamen
mevcut değildir.

5 — Bunların hiçbirisi de. sahîb bir senet ile, bunun yazanlara isâl edilemez.
Bugün A vrupa muharrirlerinin en büyükleri de, bu kitapların asıl mukaddes ve
ilahi kitaplar olmadığını itiraf etmektedirler. Binâenaleyh, biz M üslüm anlar. A llah
tarafından Peygamberlere kitap inzal edildiğine ve İnzâl olunan o kitaplara imân
ederiz; fakat bugün elde bulunan Tevrat, İncil ve Z eb u r kitaplarını ve daha u m û ­
mi bir ta birle, Afıd-i Atik ve Ahd-i Cedid adı verilen mecmuaları, A llah'ın P e y ­
gamberlerine inzâl buyurduğu ilâbî kitaplar diye kabûl edemeyiz. O nlar, semâvi
kitaplar has olan ilmi ve kutsi mâhiyeti hâiz değildir. Esasen eski kitpların hüküm ­
leri. A lla h ’m son kitabı olan K u r a n ile nesh olunmuştur (1).

6 — KTJR'AN-I K ERÎM :

K ur ân-ı Kerim; son Peygamber Hazret-i M uham m ed aleyhi s-seldm’a Allah


tarafından C e b r â i I aracıbğiyle nâzil olmuş ve O ndan tevatür yoluyla
nakledilmiş olan kutsi bir kitaptır. 114 Sûre den mürekkep olan bu ilahi kitap
(6000) kusur âyeti muhtevidir. Ayet lerin her biri ve tertipleri, levâtür yoluyla sâ-
bitir. Peygamberimize A lla h 'd a n nasıl gelmiş ise. Peygamberimiz de bize aldığı
gibi naklelmiştir, bir kelime eksik ve ziyâde edilmemiştir. O günden bugüne ka­
dar da böylece devam edip gelmiştir.

7 — D inler tarihinin tetkikinden anlaşılıyor ki: Tarihî belgelere (sevikalara)


âit b ü tü n şartlan cami' olan mukaddes ve ilâhî kitap, ancak Kur dn-ı Kerîm dir.
K u r’dn-ı Kerim, A llah m kadîm ve ezelî kelâmıdır,

K u r’dn bizzat A llah'ın kelâmıdır. B u n d a Melek ve Peygam ber sâdece bir v â ­


sıladır. Peygamberin A lla h u T e â lâ 'd a n vahiy suretiyle nakleylemiş olduğu Ayet­
ler, zam ânında binlerce Sahabe tarafından ezberlenmiş, husûsi me murlar ta ra ­
fından yazılmış ve böylece tevatür vukua gelmiş, Peygamberden tevâtür yoluyla
nakledilmiş ve b u tevâtür yüzbinlerce. milyonlarca insanlar tarafından zam anı­
mıza kadar devam ettirilmiştir. İşle b u n u n içindir ki: K u r’dn-ı Kerîm b ü tün târihî
vesikaları cami' ve her veçhile tahriften uzak bulunmuştur. H içbir münkir, hiçbir
mu'tarız. K u r’dn-ı Kerîm'i H z . M u h a m m e d (A.S.) dan başka bir kim­
seye izâfe ve isnâd edemiyor ve edemez. B u n u tebliğ eden O olduğunu. A llah -
d a n aldığı gibi bize tebliğ eylediğini kabul etmemek imkânsızdır. 1

(1) İslâm eserim izin ikinci cildinde bu h u su sta gereken iz âh a t verilm iştir. D a­
ha çok bilgi edinm ek isteyenler o ray a m ü rac aa t etsinler.

80
Bugün yeryüzünde milyonlarca insan tarafından en büyük hürmet gösterileli
ve her evde en yüksek mevki işgal eden bu K itâb-ı Kerim, her yerde aynıdır. Pey­
gamberden îtibâren her devirde yüzbinlerce insan tarafından ezber edilmiş o ld u ­
ğu gibi, bugün de öyledir. A lla h 'a çok şükür bugün yeryüzünde binlerce hafız
vardır ve kıyamete kadar da bulunacaktır. 1400 senedir b ü tün salfet ve asaleti
m uhafaza edilmiş, bir tek harfi bile değişmemiş tek kitap, ancak K u râ n -ı Kerim
dir. İşte b u n u n içindir ki: K ur ân ı Kerim geldikten sonra diğer din kitaplarının
hükmü kalmamıştır. K u r âtı-ı Kerîm. M u h a m m e d A leyh i s selâm ın ebedi
bir mûcizesidir.

8 — K U R 'Â N -I K ERİM N E SÛ R ETLE N Â ZÎL OLM UŞTUR? :

A lla h u T eâlâ Hazretleri, bazan C e b r a i l A leyhi's-selâm vâsıtasiylc.


bazan da başka sûretlerle doğrudan doğruya kelâmını, emirlerini, irâdesini, hik­
metlerini Peygamberimize bildirdi ve duyurdu. Peygamberimizin. C e b r â i I
A le y h i s-selâm vâsıtasiyle A llah dan telâkki eylediği nazm-ı celiI. K ur dıı’dıı.
K ur'ân, vahyin en yüksek şeklidir. Peygamberimizin. C e b r a i l vâsıtasiyle
A lla h' in vahyini telâkki etmesi iki sûretledir:
1) C e b r â i I melekiyvetten beşeriyyete, yâni insan suretine intikal edip
A llah' in kelâmını, K ur ân ı Peygambere ilkaa ve tâlim ederdi.
2) Bazara da Peygamber, beşeriyyettcn melekiyvete yükselerek. A llah'ın
vahyine m azhar olur, elfâz-ı K ur’âniyyeyi telâkki ederdi. B unun içindir ki.
K ur ân-ı Kerim in yalnız mânâsı değil, elfâzı da Peygamberin kalbine inzâl
olunmuştur. K ur ân a Vahy-i M etlûv denilmesi bundandır. Binâenaleyh, K ur âıı
yalnız m a n â değil. lâfız ile ma nânın mecmûudur.

9 — K U R ’A N -I K ERİM YÎRM Î ÜÇ SE N E D E TAMÂM OLMUŞTUR :

K ur ân in dört unsuru vardır:


A) Lâfız olması.
B) A rapça olması.
C) H a z r e t - i M u h a m m e d (A.S.) e inzâl edi İmiş olması.
D) Peygamberden bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olması.
Bu dört unsurdan biri eksik olunca K ur ân olamaz.
Peygamberimize K u r a n loptan gelmedi: Âyet - Ayet. Sûre - Sûre nâzil oldu.
Peygam ber E f e n d i m i z kendisine nâzil olan Ayet ve Sûre yi, yanında olan
Sahâbe'lerine okurdu. Sahâbe'ler. Peygamberin emriyle onu ezber ederler, hem de
bir tarafa yazarlardı. B unda n başka ayrıca V a h iy Kâtipleri vardı. Bunlar. P e y ­
gambere nâzil olan Âyet ve Sûreleri yazmağa me mur idiler.
10 — K ur ân ı Kerîm, beşeriyetin hakikî saâdelini te min edecek her türlü
i'likaad. amel ve ahlâk esaslarını ilıtivâ eder. Hem lâfzı, hem de ma nâsı itibariyle,
en büyük ve ebedî bir mûcizedir. D üşm anları o kadar uğraştıkları halde, O nun

81
en kısa bir Sûre si gibi bir Sûre yapamamışlardır. Lâfzı itibariyle b ü tün edipleri
âciz bıraktığı gibi, ma nâsı i tibâriyle de öyledir. Son asırlarda keşfedilmiş birçok
bakikatlar vardır ki: K ur ân-ı Kerim onları 1300 bu kadar yıl evvel Iıaber vermiş­
tir. K ur ân-ı Kerim in kolayca ezber edilmesi de, kendisine bas bir imtiyazdır.

H ülâsa : K ur ân-ı Kerîm, A llah tarafından Peygamber E f e n d i m i z e


yirmi üç senede nazil oldu ve son nazil olan Âvelle M üslümanlığın tamamlandığı
bildirildi.
1 1 —* K u r ân-ı K e r im in ihtiva eylediği yüksek hakikatler, başlıca şunlara
âittir: Ahlâk, i tikad, ibâdet ve içtimâiyat. muâmelât, hudut; C ennet ni metleri ve
Cehennem azabı, ibret alınacak kıssalar ve vak’alar.
12 —< K ur ân-ı K erim de, yerlere ve göklere, güneşlere ve yıldızlara dâir olan
hakîkatlardan maksat. A lla h u T e â lâ ’nın büyüklüğünü ve nihayetsiz kudretini
tasvir ve insanların fikirlerini tenvir ederek, onları en yüksek ilim ve hakikatlere
doğru irşât, ilim ve fenne teşvik etmektir. B u n u n içindir ki. yerlere ve göklere âit
en mühim hakikatlerle, tarihî vak atarın en şâyân-ı ibret parçaları beyân olunmuş
ve uzun tafsilât verilmemiştir.

13 — K U R’ÂN H EM LAFZI, HEM M ÂNÂSI ÎT tB Â R İY L E MU’CÎZEDÎR :

K ur'ân-ı Kerim, b ü tü n bunları beyân ederken, en büyük ve en akıllı insan­


ların da yapamıyacaklan bir şekilde beyân etmiştir. B unun içindir ki, K u r’ân, her
alanda büyük ve ebedî bir m ucizedir, lâfızları bakımından da mucizedir. Ç ü n ­
kü, O n u n A llah sözü olmayıb da H a z r e t - i M u h a m m e d A ley-
h i’s-selâm 'm kendi sözleri olduğunu iddia edenlere karşı: "Eğer hu bir insan sözü
ise, siz de böyle bir söz söyleyiniz. B ü tü n insanlar, cinler bir araya toplansalar,
görülen ve görülem iyen b ü tü n kuvvetler bir araya gelse ve birbirine yardım et­
seler yine, bu K ur â n ın en kısa bir S û resin e, bir satırına benzer bir şey yapam az­
lar ve kıyâm ete kadar yapam ıyacaksınızJ” diye meydan okuduğu ve b u n u yapmak
için de pek çok uğraşanlar olduğu halde, bugüne kadar yapılamamıştır ve yapı-
Iamıyacaktır.

14 — M ANASI BAKIM INDAN DA K U R’ÂN TAM B İR M U’CİZEDÎR :

H a z r e t - i M u h a m m e d A le y b i’s-selâm, okuyup yazma bilmiyen


câhil bir muhitte yetişmiş ve kimseden bir şey öğrenmemiştir. Böyle olduğu h a l­
de, O n u n ortaya koymuş olduğu b u Kitap, en yüksek hakikatları ihtivâ ediyor.
İlmin ve tecrübenin durm adan uğraşarak ortaya koyduğu birçok hakikatları
K ur ân, on üç asır evvel haber vermiştir.
G üneşin kendi mihverinde dönerek Yer ve A y ’ın onun etrafında dolaşması,
ecrâm-ı semâvinin meskûn olması son asırlara nasîb olmuş bir keşiftir. Halbuki.
K u r’dn bunları çok evvel söylemiştir. K u r’ân-ı Kerim, bahseylediği hakikatleri öy­
le bir şekilde ifâde etmiştir ki. ilim ve fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, ilmî ve fennî

82
hakikatlerden hiçbiri K ur'ân a aykırı düşmez. Belki fennin ilerlemesi. K u ra n
Ayetlerini te yit ederek bazılarının da h a güzel tefsir edilmelerini kolaylaştırır. B u ­
nun içindir ki. K u r’ân ın en ciddî dostu ilim, en büyük düşmanı cehildir.

15 — K u r â n -ı K erîm ; sonradan olacak birçok şeyleri de önceden haber ver­


miş ve dediği gibi çıkmıştır. K u râ n -ı Kerim in diğer bir imtiyâzı da, çok kolaylık­
la ezberlenmesidir. Bu da. K u r'â n 'd a n başka bir kitaba nasib olmayan bir şeydir.

16 — K u râ n -ı Kerim in hiç bozulm adan kıyamete kadar kalmasını Allahıı


Teâlâ dilemiş olduğu için. K u r’ân'a bu hassayı vermiş ve H a z r e t - i P e y ­
g a m b e r ' den i libâren her asırda M üslüm anların içinde yüzbinlerce insan
bu mukaddes kitabı ezberlemişlerdir. K u r’ân-ı Kerîm’i okuyanlar ve dinleyenler
de. ayrıca rûbânî bir zevk ve tat duyarlar. Sözün kısası: K u r’ân. her bakımdan
eşsizdir ve tam bir mu cizedir.

17 — K U R 'Â N ’IN TO PLA N M ASI :

Yukarıda söylediğim gibi. Peygamber E f e n d i m i z ’ in sağlığında


Sahâbe'Ier, K u r ’dn'ın b ü tün Ayetlerini yazmışlardı. H e r Âyet nazil oldukça, hangi
S û r e n i n neresine yazılacağını Peygamberimiz, vahiy kâtiplerine söylerdi, onlar
da, yerlerine yazarlardı. O n u n için. Peygamberimizin sağlığında K u r’ân tamamen
böylece yazılmış ve S a h a b e Ier de böylece ezberlemişlerdir. Binlerce zevat ta ra ­
fından böylece nakil ve rivayet olunmuştur. Ş u kadar ki: Bu sabifelerin bepsi
bir araya toplanmış değildi. Peygamberimizin vefatından sonra görülen lüzum üze­
rine. Halîfe E b û B e k i r in emriyle, vahiy kâtiplerinden Z e y d b i n
S â b i t ’ in reisliği altında toplanan büyük bir heyet tarafından K u r’ân sahife-
Ieri bir araya getirildi. H e r Sûre'nin Âyetleri. Peygamberin yazdırdığı tertîb üzere
yazıldı ve bu mushaf m uhafaza edildi.

H a z r e t - i O s m a n ' in hilâfeti zâm anında bu m ushaf’ın adedi ço­


ğaltılarak. teab eden memleketlere gönderildi. İşte b u n u n içindir ki, K u r’ân, her
yerde birdir. O n u n bir kelimesi bile bozulmamış ve yerinden oynatılmamıştır.
D ü n y â n ın bir ucundaki K u r’ân ile. öbür ucundaki K ur’ân aynıdır. B u da. en b ü ­
yük mu cizedir.

D ünyâyı cehâlet karanlıklarından kurtarıp, her tarafı ilim ışığiyle a ydınla­


tan ve her kelimesi A lla h sözü olduğunda hiç şüphe olmayan bu kitaba hürmet
etmek. O 'n a karşı saygı ve sevgi duymak, gösterdiği yoldan gitmek, bize borçtur.
Bilmeliyiz ki. K u r’ân yolu, hak yoludur, kurtuluş yoludur.

83
B E ŞÎN C Î D ERS

P E Y G A M B E R L E R E İM Â N

1 — PEY G A M BER VE PEY G A M BERE ÎMÂN NE D E M E K T İR ? :

M üslüm anlığın esas temelinden biri de Peygamberlere îmân etmektir. P e y ­


gamberlere imân etmek, onlar hakkında vâcib. müstakil ve câiz olan şeyleri bilip,
tasdik etmektir.

A llâh u T eâlâ tarafından kendi emirlerini, irâdelerini, kanunlarını, şerîatini


kullarına bildirmek vazifesiyle me mur edilmiş olan büyük insanlara R esul denir.
Vahy-i İlâhi ile kendisine A lla h tarafından bir şeriat tebliğ olunur ve fakat onu
halka tebliğ etmeğe me mur edilmesine N e b i denir. Biz her ikisine de Peygamber
deriz ki, A llah ile kullan arasında bir elçi, bir vâsıla demektir. A lla h u T e â lâ in­
sanlardan seçtiği birtakım büyük adamları bu iş için memur etmiş, kullarına kendi
emirlerini, b u yetkin insanlar vâsıtasiyle bildirmiştir.

2 — İN SA N L A R IN PEY G A M B ER LER E İH T İY Â C I VE PEY G A M BERLER İN


V A Z İF E L E R İ :

İnsanların hakîkî ve ilahi birer mürşid olan Peygamberlere ihtiyâcı vardır.


İnsanlar, kendi akıliariyle A lla h u T eâlâ'nın Varlığını ve Birliğini anhyabilirlerse
de, O na mahsus olan birtakım yüksek sıfatlan tamâmen anhyamazlar. N e yolda
ibâdet edileceğini, âhiret işlerini, âhirelleki mes uliyeti. oradaki m ükâfatın ve ce-
zânın şekillerini dosdoğru bilemezler. İnsanların, en kısa ve pürüzsüz bir yoldan
giderek dünyâ ve âhiret saadetine kavuşması. fikrî ve ahlâkî yüksekliğe m a z h a ­
riyeti, ancak ilâhî ta lim ve terbiye sâyesinde mümkün olabilir. İşte insanlann,
bu ihtiyaçlarını te min için A lla h u T e â lâ Peygamberler göndermiş ve onlara her
şeyi bildirip, insanlara doğru yolu göstermeğe, onları memur eylemiştir.

Peygamber, en iyi ve en sağlam bir şekilde insanlara A llah'ını tanıtmışlar.


A llalı’d a n aldıkları gibi, i’tikaadi hükümleri ve ibâdetin şeklini ta lim ve ta ’yin
ve birtakım şeylerde olan güzellik ve çirkinliği ayırt elmişler, ahlâkî faziletleri in­
sanlara aşılamışlar, medenî hükümleri te sis etmişler, içtimai münâsebet ve bağ la n
kuvvetlendirmişler, faydalı ve zararlı, hayır ve şer olan şeyleri anlatmışlar, h a ­
yatta lâzım olan şeyleri belletmişler ve bunların yollarını, esaslarım göstererek,
maddî ve mânevi sahada insanlar için tam bir kılavuz olmuşlardır.

84
Sözün kısası: Peygamberler, kendilerinin A llah tarafından birer memur ol­
duklarını söylemişler, A lla h ’ın din ve şeriatını insanlara tebliğ etmişler ve in a n ­
mayan inatçılara karşı, kimsenin yapamıyacağı harikulade mucizeler göstermiş­
ler. A llah m söylediklerini tutanları Cennetle müjdelemişler, tutmayanları da, azab
ve Cehennemle korkutmuşlardır.. Şurası da muhakkaktır ki, A llahu T eâlâ her ü m ­
mete. her kavme bir peygamber göndermiş ve hiçbir kavmi bunlardan mahrum
etmemiştir. K u r’drı-ı Kerîm de b u cihet çok açıktır.

3 — PEY G A M BERLER İN SA Y ISI :

tik Peygamber H a z r e t - i Adem, son Peygamber de H a z r e I - i


M u b a m m e d Afeyfü's-sefâm'dır. Bu ikisinin arasında çok peygamberler ge­
lip geçmiştir. Bâzı eserlerde, adetleri yüz yirmi dört bin. bazısında iki yüz yirmi
dört bin diye beyân edilmişse de bunlar, yakın ifâfe edecek derecede k a ti olma­
dığından, o suretle imân vâcib değildir. Çünkü, AİIah u Teâlâ. Peygamberlerden
bâ zılannı bize bildirmediğini Kur dn t Kerîm inde haber vermiştir. Binâenaleyh,
adetlerini söylemeyerek, ne kadar Peygamber gelmiş ise. hepsinin hak ve doğru ol­
duklarına icmâlen, isimleri K u r’dn-ı Kerim de beyân edilmiş olanlara da tafsîlen
îm ân etmek vâcibdir.

Peygamberlerin bâzılanna inanıp da, bir kısmına inanm am ak küfürdür.

4 — K U R 'Â N -I K ERÎM 'D E IS lM L E R t G EÇEN PEY G A M BERLER :

K ur’dn da isimleri söylenmiş olan Peygamberler şunlardır :

Âdem. 1d r i s. Nûlı, Hûd. Sâlib, Lût, İ b r a h i m.


Ismâîl. İs b a k , Y â k u b , Yûsuf. Şuayb, Hâ r û n , M Û-
sâ, D â v û d , S ü l e y m a n . Eyyûb. Zü I-Kifl, Yûnus,
îlyas, E I-Y e sa ’. Zeker i yyâ. Ya b y â . îsâ. M u h a m -
m e d fSafdudîuVfûhi afey/ü ve aleyhim ecmaîn).

5 — PEY G A M BERLİK M E R T E B E Sİ :

İnsan çalışmakla dünyâda herşey olur, en yüksek mertebeye çıkabilir; fakat


peygamber olamaz. Peygamberlik A llah vergisidir. Herşeyi yaratan ve herşeyi
bilen A lla h u T eâlâ peygamberliğe kimlerin lâyık olduğunu bilir ve onu lâyık olan­
lara verir. O n u n için, o büyük rütbeyi zam âm na göre lâyık olanlara vermiş ve
onlar vâsıtasiyle, kendi kanunlarını, din ve şeriatını kullarına bildirmiştir. Ç a lış­
makla. özenmekle, o büyük mertebe ele geçmez.

6 — PEY G A M BERLER H A KK IND A CÂIZ VE VAClB OLAN ŞEY L E R :

Peygamberler bizim gibi insandır. İnsan olmak bakımından, onlar da. bizim
gibi oturup kalkar, yiyip içerler, gezerler, çoluk çocuk sahibi olurlar, hastalanır ve

85
ölürler. Bu cihetle aramızda (ark yoktur. Bunlar, peygamberler hakkında da caiz­
dir; onlar için bir eksiklik değildir. Fakai onlar, A llah ın en sevgili, en yüksek
kullarıdır. O n la r hiç günâlı işlemezler, H ased etmek, içi dışına uymamak gibi kölii
huylardan hiçbiri onlarda bulunmaz. O n la r asla yalan söylemezler. N e söylemiş­
lerse hepsi doğrudur. O ld u dedikleri olmuştur. O lacak dedikleri şeyler de zamanı
gelince, herhalde olacaktır. Y alancıdan peygamber olamaz, böylelerini A llah re-
zil ve rüsvây eder, yalancılığım çabuk meydana çıkarır.
Peygamberler, emânete hiyânet etmezler. A llah tarafından kendilerine bildi­
rilmiş olan dîni hükümleri, ilâhı şeriatları A llah'ın kullarına lam âm en söylemiş­
ler ve hiç bir şeyi gizlememişlerdir.
Peygamberler, akıllı ve uyanık insanlardır, ahmak insandan, erkeklik ve di­
şiliği belli olm ayandan peygamber olmaz.
H üldsa : D oğru söylemek, emânet. A lla h 'd a n aldıkları ahkâmı, olduğu gibi
insanlara tebliğ etmek, zekâvet ve fetânet peygamberler hakkında vâcibdir. P e y ­
gamberin böyle olması gereklidir. Bunların aksi olmak. Peygamberler hakkında
hiç hir suretle olamaz ve düşünülemez.

7 — PEY G A M BERLİK N E SÛ R ETLE SÂBÎT O LU R ? :

Bir peygamberin Peygamber olduğu, onun gösterdiği mucizelerle (olağanüstü


şeylerle) anlaşılır. Mûcize, Peygamberlik da vasında bulunan bir zâtın, b u iddia­
sında doğru olduğunu isbât için A llah'ın kudreti ile göstermiye muvaffak olduğu
lıârikulâdc bir şeydir. Bunlar öyle hârika ve akıllara durgunluk verecek şeyler ola­
cak ki, onun gibi bir şeyi, başka lıiçbir insan yapamıyacak. Peygamberin mûcizesi.
bîr çok insanların istemesi üzerine vuku' bulur. "Peygam ber isen bize şöyle bir
mûcize göster.” denildiği zaman. Peygam ber olan zat. ne kadar akdların alaıııı-
yacağı gibi dc olsa. A llah'ın kudreti ile onu göstermeğe muvaffak olur.

Fakat inanmıyanlara "B u mucizenin bir mislini de siz getirin ' denildiği z a ­
man. hiçbir kimse b u n a kaadir olamaz.

Mûcize, Peygamberlik iddiasında b u lu n a n zâtuı. iddiasına uygun, m aksadı­


na muvafık bir şekilde olur. M a d d î sebeplerden bir şey ile olamaz. Mûcizeyî göste­
ren zât, ahlâki faziletlerle o kadar yükselmiş olacak ki. âdeta kendi varlığı da in sa n ­
lar arasında büyük bir hârika ve ilâhı hir mûcize hâlinde tecelli edecek; onun
hedefi, insanlara, A lla h' ın bildirdiği doğru yolu göslermek, onları dünyâ ve âh i-
ret saâdeiine kavuşturmaktan başka hir şev oimıvacaktır.

İşte h ü tün peygamberler, böyle mucizeler göstermişler ve kendi zam anların­


daki inatçdarı âciz bırakmışlardır. Peygamber E f e n d i m i z de, birçok m u ­
cizeler göstermiştir. Lâkin, O n u n en büyük ve ebedi mûcizesi, K u r’ân-ı Kerim dir,
Kur'dn kıyâmete kadar kalacak ve inanmıyanlara karşı dâim â meydan okuyacaktır.
B unun hem lâfzı hem ma'nâsı, en büyük mûcizedrr.

86
8 — PEY G A M BERLER E A LLA H 'IN VAHlY VE ÎLH Â M I :

Peygamberlerin hepsi de A llalıu T eâlâ'nın vahyine m azhar olmuşlardır. V a ­


hiy demek. A lla h u T eâlâ'nın, dilediği şer'î hükümleri ve hakikatleri, Peygam ber­
lerine bildirmesi demektir. Bunları b â zan rüyada bildirir, b â zan da uyanık iken
Peygamberin kalbine ilham eder. İlham ile olana "V a h y i gayr-i m etlû v” denir.
Peygamberler, ilhâm yoluyla aldıkları emirleri, kendi Iâfızlariyle ifâde ederler.

Bâzan da. A lla h u T eâlâ Hazretleri, dilediği ahkâm ve hakikatleri, hiçbir vâ ­


sıta olmaksızın, doğrudan doğruya Peygamberine söyler ve işittirir. B u kısım,
vahyin en yüksek derecesidir. Mi rac Gecesi Peygamberimize vuku' bu la n vahiy
bu yolda olmuştur. V a hyin diğer bir yolu da. Melek vâsıtasiyle Peygamberine
söylemesidir. Melek. Cenâb-ı H a k 'd a n nasıl almış ise. aynen Peygambere okur,
Peygamber de onu hıfzedip insanlara bildirir.

Peygamber E f e n d i m i z e. K ur a n - 1 Kerim bu suretle inzâl buyurul-


ınuştur (1).

9 — PEY G A M BERLER İN TEBLİĞ E Y L E D İK L E R İ D İN LERD E, B lR OLAN


ESA SLA R :

Bütün peygamberlerin Cenâb-ı H ak dan telâkki ile tebliğ eyledikleri din, hak­
tır. Bunların hepsinde hiç değişmeyen birtakım düsturlar (ana hatlar) vardır. H er
dinde bir olup asla değişmiyecek olan esaslar işte bunlardır. D in denildiği vakit
anlaşılan da. bunlardır. Bütün peygamberlerin tebliğ buyurduktan dinlerde de­
ğişmeyen esaslar şunlardır:

A llah' m Birliğine, Âhiret G ününe, A lla h ’ın Meleklerine, Kitaplarına. P e y ­


gamberlerine. H ayır ve Şerrin A lla h ’ın m ahlûku olduğuna imân etmek, ibâdet
ve ahlâk.

H er peygamber, imân ve i likad mevzuu olan bu umûmi düsturları ve b u n ­


lara dayanan işleri, i’tikad ile fiil ve hareket arasındaki vicdâni münâsebetleri
tasfiye ve terbiye edecek olan ahlâk esaslarını ümmetlerine tebliğ etmişlerdir. İşte
her dinde değişmeyen esaslar bunlardır. İbâdetin şekilleri ile zamânın, mekânın
te sîri olan muâmelâla âit hükümler, bu usulden hâriçtir. B u n u n içindir ki. m u h ­
telif zamanlarda, ayrı ayrı mahallerde, başka başka kavimlere gelmiş olan pey­
gamberlerin tebliğ eyledikleri ef’âl ve a ’mâle mütaallik hükümlerde cüz î ve külli
değişiklik olması pek tabiîdir. K u r’ûn-ı Kerim in beyânına göre her peygamber,
yukarıdaki umûmi esasları tebliğ etmiştrr. Binâenaleyh, bir dinin hak olabilmesi
için bu esasları ihtiva etmiş olması lâzımdır. B unlardan m ahrum olan bir din,
hak olmak sıfatını kaybetmiş sayılır. 1

(1) Bu bahis, İslâm eserim izin ikinci cildinde çok m ufassal o larak yazılm ıştır.

87
10 — U SÜ LÜ ’D -D lN ÎN H E R D İN D E BİR OLUP Ş E R 'I H Ü KÜ M LERİN N E SİH
VE TEBD İL SÛ R E TİY L E ZAMAN ZAMAN D EĞ İŞM ESİN İN H İK M ETİ :

l sûlü d-dînin b ü tü n peygamberlerin tebligatında sabit ve şer’i hükümlerin


zaman zaman değişmiş, evvelkilerde bulunan bâzı hükümlerin sonrakilerle y a ­
sak edilip, yerine başka hükümler konulmuş olması, akla, hikmete ve tekâmül
kanunlarına da uygundur Biz görüyoruz ki: Ş u âlem dâimâ değişmektedir; b u ­
nunla beraber, bunun âhengini tutan bir nâzım kudret vardır. İnsanlık ve onun
levazımı da her an değişmekte olan âlemden bir cüz dür. Binâenaleyh, insanların
aklı ve idrâki ve ona müstenit olan ef âl ve harekâtı da günden güne ziyâdeleşmi-
ye ve değişikliğe mâruzdur. İşte bun u n içindir ki: Beşeriyetin âheng-i ittisâlini
muhafaza edecek ve evvelinden âhirine kadar silsile-i hayât mecmûuna müsavi
olacak düsturlar demek olan U sû lü d-din sâbiltir. onlarda değişiklik yoktur.

Fakat ibâdetlerin şekl-i hâricilerine, âdet ve muamelâta müteallik olan şer i


hükümler; zamanın, mekânın ve şahısların değişmesiyle değişen ve her gün ziya­
deleşen idrâk ve efâl-i beşer için vaz' olunmuş olacağından, bunların dâim â de­
ğişmesi zaruridir. B unlardan maksat, kulların nefislerini temizlemek, ahlâkını yük­
seltmek. kalblerinde A llah sevgisini ve Allah korkusunu yerleştirmek, cemiyet ve
medeniyetlerinin salâh ve intizâmını te mîn etmektir. O n u n içindir ki. erkân-ı
esâsiye her dinde bir olduğu, her peygamber aynı esasları tebliğ eylediği halde,
ahkâm i şeriyye zamânın iktizâsına, mizaç ve istidatların ayrılığına, insanların
ihtiyaçlarına göre değişmiş ve dâima tekâmül ederek M üslüm anlıkta tekemmül
mertebesini bulmuştur.

11 — Ş E R İA T L A R IN RÜ H U :

M aamâfih, bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri şeriatların rûhu şu beş esâsa


matuftur :
1) D în i muhâfaza.
2) Nefsi muhâfaza.
3) Aklı muhâfaza.
4) Nesli muhâfaza.
5) M alı muhâfaza.

İşte şer’i hükümlerden maksad, şâriin İnsanları şeriatlara inkıyada tergip ve


teşvik etmesindeki hikmet, bunları muhâfaza etmek suretiyle ebedî bir saâdete isâl-
dir. B ütün peygamberler bu esasları muhâfaza etmeyi zam anlarına göre muhtelif
tariklerle beyân buyurmuşlardır.

12 — Y A RA TILM IŞLA RIN E FD A L Î :

Cenâb-ı Hakk'ın mahlûklarının birbirlerine nisbetle olan derece ve efdaliyeti


şu suretledir :

88
1) Alelıtlak b ü tün m ablûkaatın efdali M u h a m m e t ! A le yhi’s-seldm -
dır.
2) Diğer peygamberler,
3) Meleklerin büyükleri,
4) Peygamberlerin gayri, um ûm insanlar,
5) Büyük meleklerden başka, umûm mele kler.

Ş u halde peygamberler b ü tün insanların ve meleklerin efdalidir. H a z -


r e t - i M u h a m m e d Aleyhi s-selâm ise bütün insanların, bü tü n peygam­
berlerin ve meleklerin efdali ve A lla h in en sevgili bir kuludur. A llah'ın yarattık­
larının ve insanların en büyüğü O 'd u r. O ndan büyük gelmemiş ve hiç gelmiye-
cektir.

13 — SON PEY G A M BER VE PEY G A M BERLİK K A P IS I :

A lla h u l e â l â . H a z r e t - i M u h a m m e d afeyhi’s-selûm ı son P e y ­


gamber olarak gönderdikten sonra o kapıyı tamamen kapatmıştır. O n d a n sonra
bir peygamber ve yeni bir din gelmiyecektir. Kur'drı-ı Kerim, bunu haber vermiş­
tir. Binâenaleyh, O n dan sonra peygamberlik iddia etmiş olanlar yalancıdır. P e y ­
gamberimiz M u h a m m e d aleyhi s ısefâm ın peygamberliği umûmîdir. Bütün
dünyâyadır. Diğer peygamberler böyle değildir. O nların her birisi hususî bir k a ­
vim. muayyen bîr zaman için peygamberdir. H a z r e t - i M u h a m m e d -
in din ve şeriatı, evvelki şeriatları, evvelki kitapların ahkâmını neshetmiştir.
K ur ân ın hükmü ise umûmî ve bâkîd ir. İşte bizim, peygamberler bakkmdaki i ti-
kaadımız böyledir.

89
A L TIN C I D ERS

M UHAMMED A L E Y H l’S -S E L Â M

H er M uslüm anm kendi peygamberi lıakkmda biraz fazla bilgisi olması lâzım­
dır. Peygamberimizin adı M u lı a m m e d dir. Babasının adı A b d u l l a h ,
anasının adı A m i n e dir. Meşlıûr rivâyele göre; arabi ay hesabiyle bundan
bindöriyiiz küstır sene evvel Rebîül-Evvel ayının onikinci Pazartesi gecesi sabaha
karşı Mekke şehrinde doğmuş ve beşeriyetin ufuklarını nurları ile aydınlatmıştır.
M ilâdi (571) inci yılı N isa n ayının yirminci Pazartesi gecesine tesâdüf etmekte­
dir. Kendisi dünyâya gelmezden iki ay evvel babası, dünyâya geldikten altı sene
sonra da anası öldü. Peygamberimizin süt anası H a l i m e nâm ında bir ka­
dındır. Peygamberimizi bu kadın emzirdi.

Peygamberimiz bu kadının yanında dört sene kaldı ve ondan sonra kendi


anasına verdiler. A ltı yaşında, anası öldükten sonra Peygamberimize sekiz yaşına
kadar dedesi A b d ü I - M u t t a I i b . onun vefatından sonra amcası
E b û - 1 â I i b baktı. Peygamberimizin çocukluk devri, gençlik devri, bekârlık
ve evlilik hayâtı dünyâda hiçbir insana nasib olmıyan yüksek bir nezâhet ve te­
mizlik içinde geçmiştir. B ütün etrafındakiler putlara taparken O , bunların a m a n ­
sız bir düşmanı idi. ö m r ü n d e bir defa yalan söylememiş, puta tapmamıştır. K im ­
seye hile yapmamıştır. B undan dolayı "M u h a m m cd ü l-E m în" Unvanını almıştı.
D üşm anları da O ’nun doğru ve güvenilir'olduğunu tasdik ederlerdi.

Peygamberimiz yirmi beş yaşında iken Mekke’nin büyüklerinden H a t i c e


nâm ında dul bir kadınla evlendi. H a t i c e o zaman kırk yaşında idi. Hazret-i
Hntîceden. Peygamberimizin altı çocuğu dünyaya geldi. İkisi erkek, dördü kızdır.
Kaasim. Zeynel), Rukiyye, Fâtımâ, L mmü Gülsüm.
A b d u l l a h . Sonra M â r i y e nâmındaki kadından 1 b r â h i m is­
minde bir oğlu d a h a olmuştur. H a z r e l - i F â t ı m â ’ dan başka hepsi
Peygamberimizden evvel ölmüşlerdir.

Peygamberimiz âilesini ve çocuklarını çok severdi. Kırk yaşma girdiği vakit,


Cenâb-ı A llah tarafından kendisine Peygamberlik geldi. B ütün mahlûkata P e y ­
gamber olduğu A llahu T e â lâ tarafından kendisine bildirildi. C e b r â i I vâ-
sıtasivle A llah taralından âyetler, emirler, hükümler gelmiye başladı. B undan
sonra on üç sene Mekke de insanları hak dine çağırdı.

Peygamberlik iddiâsında doğru olduğunu isbâl için onlara pek çok mûcizeler
gösterdi. İlk önce üç sene insanları gizli gizli İslama dâvet etti. O n d a n sonra Al-

90
lalı m emriyle işi açıkladı. Herkesi aşikâre İslâm dinine çağırdı. Birçokları M ü s lü ­
m an oldu. Bu suretle Mekke’de on üç sene insanları Iıak dîne davet etti. Elli üç
yaşında iken A llah'ın emriyle M ekke’den M edine'ye hicret etli. M e d în e ’liler de
M üslüm an oldular. M edine'de on sene yaşadı. B u on sene zarfında A lla h ’ın em­
rini yerine getirmek; M üslüm anlığı her tarafa yaymak ve insanları saâdele kavuş-
lurmak için hiç durmayıp çalıştı. Hiçbir insanın taham m ül edemiyeceği eziyetlere,
açlığa, susuzluğa katlandı. D in düşmanlariyle birçok mulıârebeler yaptı. Yirmi bir
defa kendisi bizzat muhârebeye girdi ve muharebede birkaç yerinden yaralandı;
mübârek dişi kırıldı. D u rm a d a n çalışarak ortadan küfrü, putperestliği, zulmü, h a k ­
sızlığı. cehli, ahlâksızlığı kaldırdı. D ünyâyı ilim ışığı ile aydınlattı. Adalet, h a ­
kikî hürriyet ve müsavat esaslarını kurdu. Altmış üç yaşında iken M evlâsm a k a ­
vuştu. A llah cümlemizi O n a ümmet edip, dünyâ ve âhirette O nu n yardım ve
şefaatini üzerimizden eksik etmesin. A m in (1).1

(1) P eygam berim iz h ak k ın d a uzun m a lû m a t alm ak isteyenler, P ey g am b eri­


miz H az re t-i M uham m ed A leyhl’s-selâm ve MUslUmanlık adlı k itab ım ıza m ü ra c a a t
etsinler. Çok m ühim ve esaslı m a lû m a t v ard ır.

91
Y E D ÎN C t D ERS

 H lR E T G Ü N Ü N E İM  N

1 — A H IR E T GÜNÜ N E D EM EK TİR ? :

İmânın beşinci temeli, Âhiret G ü n ü n e inanmaktır. Â hiret G ü n ü n e inanmak,


İslâm dîninin i'tikaad esaslarındandır. Âhiret G ü n ü n e îmân, A lla h 'a îmân demek­
tir. Çünkü, inâyet-i tlâhiyyeyi tekmil için, Ba s ü ha de'l-m evt'e, öldükten sonra
tekrar dirilmeğe lüzum vardır, Âhirete inanmayan. A lla h ’a ve Peygambere de
inanmamış olur. Âhiret G ü n ü demek; nefha-i âlâdan nefha-i sâniyyeye ve ondan
ehl-i C ennetin Cennete: ehl-i C ehennem in Cehenneme girmesine kadar geçecek
olan zam an demektir. Yâlıud nefha-i sâniyeden başlayıp, sonsuz olarak devam
edip giden zamandır. Binâenaleyh: Kıyamet, t s r & f i l aleyhi s selâm ın S û r a
üfürmesi, insanların yeniden dirilmeleri, herkese dünyâdaki amel defterinin veril­
mesi. amellerin tartılması, bu dünyâdaki işlerinden dolayı, herkesin hesâba çe­
kilmesi. Şefâat. Sırat. C ennet ve Cehennem... Bunların hepsi. Âhiret G ü n ü n ü n
müştemilâtındandır, Âhiret G ü n ü deyince bunların hepsine şâmildir.

Ahiretin imkânr, yâni olabileceği aklen; vukuu da peygamberlerin haberle­


riyle sâbitir. B unun içindir ki. her mü minin bunları bilmesi ve tasdik etmesi îcâ-
beder. Âhirete inanmak, dînî zaruretlerdendir. Şüphe yok ki, sonradan olan şey­
lerin hepsinin bir sonu, bir ölümü vardır. A llah dan başkar^bâkl yoktur. H e r şey
er geç ölecektir. D ü n y â n ın da bir ölümü vardır. D ü n y â n ın ölümü, nefha-i ûlâ
ile başlayacaktır, N efha-i ûlâ, zam ânı gelince Allah in emri ile H a z r e t - i
I s r â f i I in ilk defa olarak S û r denilen ve mâhiyeti, nasıl olduğu bizce belli
olmlyan bir şeyi üfürmesi ve b u n u n la ansızın husule gelecek pek şiddetli bir sayba
demektir. B u n u n te sîri ile göklerde ve yerde b u lu n a n b ü tü n m ahlükat ölerek, a n ­
cak A lla h ’ın istedikleri kalacak. Bir müddet sonra onlar da ölerek, h u suretle
d ünyâda bir canlı kalmayıp dünyâ değişecek, yerlerin ve göklerin düzeni b oz u­
lacak. yer yerinden oynayarak her şey altüst olacak, âlem başka bir âlem olacak,
yeni bir âlem vücûde gelecek.

İşte dünyânın ölümü ve kıyamet budur. Ş u n u hemen söyliyelim ki, kıyâmetin


ne zam ân kopacağını A llah dan başka kimse bilemez. Ç ü n k ü A llah bildirmemiş­
tir. Yeryüzünde Ld ilâhe ifld ffa/ı diyen, yâni bir A llah a. A lla h in Birliğine
îmân eden bir Ferd bulundukça kıyamet kopmıyacağına dâir eserler ve H adîs 1er
vardır. İnsanın kendi ölümüne küçük kıyamet, d ünyânın ölümüne de büyük kı-
yâmet denir.

92
Kıyamet koparak dünyâ lıarab olup A llah dan başka her şey helâk olduktan
sonra, vakti zamanı gelince. A lla b u Teâlâ İ s r a f i l ' i yaratacak ve ikinci
nefhayı emredecektir. A llah' in emriyle İ s r a f i l aleyhi s selâm tarafından
ikinci defa S û r üfürülecek, bun u n üzerine A llah'ın emriyle bütün mablûkat ye­
niden dirilerek kabirlerinden kalkacak ve şaşkınlık içinde bekliyeceklerdir. B u n a
Ba s-ü ha de I-nıeuf — öldükleri sonra tekrar dirilme’ denir. Haşrr, Hesap, Sual,
Mîzân, Sırat, Kevser. C ennet ve Cehennem işte hep b u ndan sonradır. Abiret G ü ­
nüne imân demek, bunlara inanmak demektir.
Biz kalbimizle tasdik vu dilimizle ikrar ederiz ki: Her şey gibi dünyânın da
bir sonu fardır; bir gün gelip dünyânın nizâmı değişecek, kryâmet kopup âlem
başka bir âlem olacak, her şey öldükten sonra insanlar A lla h ’ın emriyle tekrar
dirilecek, herkes, dünyâda işlediğinden sorguya çekilecek, yaptıkları iyiliği ve fe-
nâlığı görüp anlıyacak, haklı, haksız ayırdedilecefc, kimin kimde bir hakkı narsa
alınacak, iyiler Cenneie, kötüler Cehenneme girecek, böylece her insan d ünyâda
yaplığtnın cezasını görecek, o gün temiz fcalbden, dünyâda yapılmış olan güzel
ire iyi İşlerden, hayır ve hasenattan başka bir şey /ayda ırermiyecektir. D ü n y â d a
A llah m emirlerini tutmuş, peygamberlerini tanımış, hiç kimseye kötülük etmemiş,
elinden geldiği kadar iyilikte bulunmuş olanlar Cennete girecek, A lla h ’ına, A l
lah m lû lu /îa n n a ire her türlü ni metlerine kavuşacak ve ebedi olarak orada ka la ­
cak lardır.

2 —- M Ü 'M ÎNLER A LLA H 'I N A SIL G Ö RÜ RLER? :

M ü m in le r kendileri Cennette oldukları lıalde A liâ b u T eâlâ Hazretlerini bir


cihetten, bir m ekândan ve bir şekilden münezzeh olarak görmek şerefine nail o la ­
caklardır. Âhirette mü minlerin A lla h ı görecekleri nakli delil ile sâbittir. B unun
aslına îm ân ederiz. D ü n y â d a Allah'ını ve Peygamberini tanımamış, eliyle, diliyle
herkese fenalıkta bulunm uş olanların gidecekleri yer C ebennem ’dir. M ü minlerin
Cennet te dâimi bir mükâfat, diğerlerinin de Cehennem de azap görmeleri, ken­
dilerinde kuvvetlenmiş bulunan ve zeval bulmak, kendilerinden ayrılmak im­
kânı olmıyan i tikadlarınm semeresidir.

3 — PEY G A M BERLERİN Ş E F A A T L E R İ VE PEY G A M BERİM İZİN şefa a ­


t i n i n UMÛMÎ OLMASI :

Abiret G ünü, A lla h ’ın izniyle b ü tün Peygamberler için şefâat haktır. Şefâat
demek, günâhı olan mü minlerin günâhlarının affedil mesi, günâhı olm ıyanlann
da ha büyük mertebelere erişmeleri için peygamberlerle. A llah yanında mertebeleri
yüksek olanların Allah a yalvarmaları demektir.
O gün peygamberler gibi A llah' in sevdiği bas kullan da. A lla h ’ın izniyle
şefâat ederler. Peygamberimiz de ümmetinin günahkârlarına şefâat edecektir. Aynı
zam anda Peygamberimizin şümullü ve umûmî bir şefâati olacaktır. M ahşer de b ü ­
tün mahlûka! ıstırap ve heyecan içinde bulundukları bir sırada b u n la n n hesap-

93
lan biran evvel görülmek için şefaat edecek olan yalnız Peygamberimiz H a z -
rel-i M u h a m m e d aleyhi's-selâm ' dır. işte b una büyük ve umûmi şefaat
denir.

M u minlerin günahkâr olanları bir müddet azap gördükten sonra A llah'ın


lütuf ve inâyetiyle C e n n e t e girerler. Müşrikler, C ehennem 'de ebedî kalırlar.
Cennet ve Cehennem yaraddmış ve şimdi mevcutur, fâni olmazlar.

4 — ÖLÜN Ü N K A B İR D EK İ H Â L İ :

İnsan ölür ölmez, bir de kabir suâli, kabir azabı veya istirahati vardır. P e y ­
gamberimiz : "Kabir. C ennet bahçelerinden bir bahçe, yâ h u d C ehennem çukur­
larından bir çukurdur.” buyurmuşlardır. Binâenaleyh, insan öldükten sonra ya
C ennet bahçelerinden bir bahçede, yâ h u d C ehennem çukurlarından bir yerde
demektir, insanın teni çürür, fakat rûhu ölmez. H e r kim neye ehil olarak ölürse
nasibi kendini bulur. Ö yle ise, kabir azâbı veya istirahati, Kıyâmet, Ahiret, ö ldük­
ten sonra dirilmek, H aşir ve Neşir. Mizan, Havz-ı Kevser, Sırat, Peygamberlerin
şefâati. Peygamberimizin ayrıca umûmî şefaati, C e n n e t ve C ehennem hepsi h a k ­
tır. Bunların hepsi aklen mümkün olan şeylerden olup doğru söyliyenler, yâni pey­
gamberler haber vermişlerdir. Kıyâmet ve Ahiret ahvâli, K ur'ân-ı K erim 'de uzun
uzadıya zikir ve beyân olunmuştur. Biz bunların hepsine îm ân ederiz. O la c a k la ­
rına tereddütsüz inanırız. Ahirete inanmıyan, m ü min ve M üslüm a n değildir.

5 — M ÜHİM BÎR İH TA R :

Ahirete âid meseleleri sakın hâ dünyâdakilerle ölçmeğe kalkışmayın!.. Ahiret


âlemi başka bir âlemdir. Âhirette olan şeylerin d ünyâda ancak adları vardır. O r a ­
daki vücûdlar o âleme lâyık bir vücûddur. “lsrâfil, S û r u üfürecek, insanların
amelleri tartılacak; herkesin defteri ortaya çıkacak; Sırat K öprüsünden geçilecek;
C ennette şöyle n i’m etler var." dediğimiz zaman, hatırımıza dü n y â d a bildiğimiz
bir boru, bir terâzi. bir köprü, kâğıttan bir defter gelmesini O âleme âid b u lu n a n ­
ların hepsi o âlem cinsinden, b a k a a âlemine lâyık şeylerdir. O n la rın hakikatini,
nasıl olduklarını A lla h 'd a n başka kimse bilmez. C ennet meyveleri. Cehennem
ateşi de böyledir. O n la r bizim bildiğimiz, gördüğümüz şeyler değildir. Biz b u n ­
ların yalnız asıllarına imân eder ve hakikatini A lla h ’a bırakırız. İşte b u nokta
mühimdir. B u n u anlamıyanlar, C ennetin duvarlarını muhallebiden, palûzeden, ni ­
metlerini de dünyâdakilerin aynı gibi görmek hatâsına düşmüşlerdir.

6 — A H İR E T G Ü N Ü N E İNA N M A N IN A M ELÎ H AYATTA K IY M ETİ :

Şimdi bir de Ahiret i'tikaadının insanı amelî hayatta nerelere kadar yüksel­
tebileceğini düşünelim: Ahirete îm ân demek, da h a yüksek ve ebedi bir hayâta
im ân demektir. Bu dünyâya, ilim ve fazilet kazanarak b u lu n d u ğ u hayattan daha
ulvî ve ebedî bir hayata yükselmek için geldiğine ve o âlemdeki saâdetin burada

94
kazanacağı yüksek ilim ve faziletlere bağlı olduğuna îmân elmiş olan bir insan
için, dünyâda ilmin ve ahlâkî faziletlerin en yüksek basam ağına çıkmaya çalış­
mak en birinci vazife olmuş olur. Bu imân ve i'tikaadın gösterdiği yolu tutarak
aklını, ahlâkını lıakikî ve müsbet ilimlerle parlatır ve temizler. Ç ünkü, cehâletin
doğuracağı noksanlar, maksat ve gayeye erişmesine mâni olacağından korkar. Y a ­
radan A llah tarafından kendisine verilen aklî kuvvetleri, insânî hasletleri yaratıl­
dıkları gayelere sarfeder: hiç durmaksızın dâima ahlâkını güzelleştirir: ahlâksızlı­
ğın doğuracağı fenâlıklardan kendisini tcmizlemiye çalışır; b u sûretle kendisine
vâdedilmiş olan o yüksek kemâli elde etmeğe var kuvvetiyle çalışır.
Böyle bir i’tikaada sâlıip olan insan, her işinde istikametten ayrılmaz: P ara
kazanıp zengin olmak isterse kazancını meşrû yollarda arar; lıîle ve aldatma, irti­
kâp ve irtişâ yollarına yaklaşmaz. İlmi ve mâli kazancını dâim â yerine ve faydalı
işlere sarfeder. Kendi hakkını bilir, başkalarının haklarını gözetir, kendisine lâyık
görmediği bir şeyi başkalarına da lâyık görmez. Vazifelerini lam tamına, vakti
vaktinde yapar. Ç ünkü, bir mükâfat ve mücâzat g ü nünün varlığına, herkesin bu
dünyâdaki işinden dolayı Allah ın huzurunda sorguya çekilecekleri, onun kalbin­
de yer etmiştir. B u n a îmân elmiş olan bir insan doğruluktan ayrılamaz. B in â e n a ­
leyh. hiç tereddüt elmiyerek diyebiliriz ki: Hakikî bilgi ve yüksek faziletler üzeri­
ne kurulmuş sâbit bir medeniyete doğru yol almıya insanı götüren en büyük mür-
şid, en doğru kılavuz ancak bu i'tikaddır. A dâletten ibâret b u lu n a n doğru yolda
hiç sapm adan gitmek, herkesin kendi haklarını bilerek başkalarının haklarını gö­
zetmek esâsına dayanan içtimâi heyetin devam ve bakaası da bu i'tikaadın varlı­
ğına bağlıdır.
Milletler arasındaki bağların ve münâsebetlerin sağlam bir hâle gelmesini
kolaylaştıracak olan en büyük vâsıta da bu i’tikaddır. Bu i'tikaad, ferdlerin k a l­
binde ne kadar kuvvetli olursa, cemiyetler arasındaki münâsebetler de o derece
sağlam olur. Ç ünkü, herkesi kendi sınırında durdurup başkasının h u d û d u n a ge­
çirmez.
Bu i'tikaad, insanların kalbine müsâlemet (banş) hisleri saçan ezelî bir r u h ­
tur. Ç ünkü, müsâlemet hissi, adâlet ve m uhabbetin meyvesidir. B unlar ise güzel
ahlâkın husûle getirdiği şeylerdir. G üzel ahlâk da. bu i'tikaadın aşılamış olduğu
bir şeydir.
Bu i’tikaadın ehemmiyetini anlamak, güç bir şey değildir: Bir sınıf insanlar
tasavvur ediniz ki, onlar b u i'tikaaddan tamâmiyle m ahrum bulunsunlarl B u i'ti­
kaad onların kalbine bulaşmamış olsunl Göreceksiniz ki, yalan, hile, münâfıkhk,
irtikâb. irtişâ, zulüm, haksızlık, cana ve nâmusa tecâvüz gibi ne kadar kötü huylar
varsa hepsi onlarda mevcud! İnsanı hayrette bırakacak b ü tün fenalıklar onlardan
fışkırmakta.
ö y l e ya, ilim ve irfan yoksulu, cehâletin verdiği körlükle, i'tikaad bozukluğu
ile inlemekte olan kimselerden, başka ne beklenir?

95
S E K İZ İN C İ D E R S

KADERE İM Â N

1 — KADER N E D E M E K T İR ? :

İmânın esas temelinden biri de Kadere îm ân" dır. A lla b u T eâlâ Hazretleri­
nin, ezelden ebede kadar olacak şeylerin zaman ve mekânını, evsâfını, bavâssını,
elhâsıl ne şekil ve ne zam anda olacaklarsa onların hepsini ezelde —da h a onlar
meydanda yok iken— bilip o suretle tahdit ve takdir buyurmuş olmasına Kader
denir ki, ilim sıfatına râci dir.

2 — KAZANIN M ÂNÂSI :

Cenâb-ı A llah ın ezelde irâde ve takdir buyurmuş olduğu şeylerin zamânı


gelince herbirisini ezeldeki ilim ve irâde ve takdirine uygun bir sûretle îcâd ve
halk buyurması da K aza dır ki, Iekvin sıfatına râci dir. İşte M â t ü r i d i den
menkul olan asıl ta rif bunlardır.
Şöyle de ta rif edil ir: Kazâ, ezelen bütün eşyânın vücûduna taallûk eden ilm-i
ilâhi (1). yâhud ilmine mutabık bir sûrette kâinâtta ezelen taallûk eden Irade-i llâ-
hiyye (2) dir. Yâni A lla h u l e â l â 'n m sonradan olacak şeylerin hepsini, nasıl ola­
caklarsa öylece, ezelde bilmiş ve ilmine mutabık bir sûrette dilemiş olması K azâ -
dır. V akti gelince her şeyi ilim ve irâde-i Ezeliyyesine mutâbık bir sûrette îcâd
buyurması da Kader dir.

3 — KAZÂ VE K A DERE İMÂN, tL tM , İRÂ D E VE TEK V İN SIFA TLA R IN A


İMÂN D EM EK TİR :

H e r ne sûretle ta rif edil irse edilsin. Kazâ ve K ader e îmân demek: A llahu
T eâlâ' nın İlim, İrâde, Kudret ve Tekvin sıfatlarına, bunların, umûm ve şümûlüne
ve taallûkat-ı ezeliyyelerine îmân etmek demektir. Şu halde, daha açık bir ifâde
ile anlatm ak lâzım gelirse şöyle deriz: Kazâ ve K ader e imân demek; hayır ve şer,
iyi ve kötü, acı ve tatlı, canlı ve cansız her ne varsa onların hepsi A lla h ’ın bilmesi,
takdiri, dilemesi ve yaratması ile olduğuna: bunların sonradan alacakları şekil ve
evsaf ne ise hepsini evvelden bilmiş ve öylece yaratmış olduğuna ve A lla h ’dan
başka yaradan olmadığına inanmak demektir. Allah'ın kemâl sıfatlarına imân
eden her M üslüm an, şüphe yok ki K azâ ve K ader e de îmân etmiş olur. Ş u kadar
ki. husûsî bir ehemmiyeti olduğundan Kazâ ve K a d e r e îm ân farz ve zarûri olması
ayrıca tasrîh olunmuştur.

H) M â t ü r î d i 'ye göre.
(2) E 9 ' a r î ’ye göre.

96
4 — YARADAN Y A LN IZ A L LA H 'D IR :

Evet, her şeyi yaradan yalnız A lla h u T eâlâ'dır. O n d a n başka yaradan yoktur.
A lla h u Teâlâ. vukua gelen ve gelecek olan ne varsa önceden on la n biliyordu ve
bildiği gibi diledi ve takdir etti ve zam&nı gelince İlmine. İrâde ve Takdirine uy­
gun olarak yarattı.

5 — İn s a n in k e n d i d il e m e si v e is t e m e s i İl e Işled I gI İ şl e r i
V A RD IR :

K âinatta A lla h ın ilminden, irâdesinden, takdir ve hâlkından hâriç bir şey


yoktur. B ütün hâdisât, insanların her iş ve hareketleri A lla h u T eâ lâ 'n ın takdiri
ve yaratmasiyle m eydana gelmektedir.

İnsanların irâde ve ihtiyar sahibi (dilediğini yapar) bir mahlûk olması da


Cenâb-ı H akk m dilemesi ve takdir buyurması ile olmuştur. A llah insanın iste­
diğini yapabilir bir sûrette olmasını dilemiş ve öylece bir kudrette yaratmıştır.
B u n u n içindir ki. insanlar kendi istek ve ihtiyân ile bir şey yapmak veyâhud y a p ­
mamak iktidânna maliktirler. İki cihetten birini tercih ve ihtiyâr edebilirler. Se-
vab ve ika aba ve mes uliyete de. ihtiyârt olan b u işlerine göre istihkak kazanırlar.
A llah u T eâlâ Hazretleri ihtiyâra bağlı olan b u işleri insanların dilemelerine ve
ihtiyârlarına uygun olarak irâde ve îcâd buyurur. Adât-ı llâhiyye b u yolda cere-
yftn etmektedir.

6 — KUL, İR Â D E S İN İ H A NG İ T A R A FA S A R FE D E R D E A LLA H ONU YA­


R A T IR :

H e r şeyi takdir edip yaradan A lla h u T e â lâ Hazretleridir: fakat çalışıp ka­


zanan, işi yapan, kulun kendisidir. İyi veyâhud kötü, iki cihetten birini beğenerek
seçip almak kula âit bir iştir. Kul irâde ve ihtiyârım hangi cihete sarfeder. hangi
tarafı tercih ederse, A lla h u T eâlâ da ona mutâbık bir şekilde yaratır. Meselâ A l ­
lahu T e â lâ herkesin rızkını takdir buyurmuştur. F a k a t m ukadder olan rızkını
arayıp bulm ak kulun vazifesi olduğunu da söylemiştir. A ram ak kuldan, yaratmak
A lla h ’dandır. A lla h 'ın kendisine vermiş olduğu irâde ve ihtiyâr ile herhangi
m üm kün olan bir şeyi yapıp yapm am akta insan hü r ve serbesttir. B u n u n içindir
ki. her insan işlediği şeyden sorulur. H ayır işlemiş ise mükâfatını, kötü bir şey
yapmış ise cezâsını görür.

7 — KAZA V E K A D ER ÎL E tH T tC Â C OLUNAMAZ :

K azâ ve K ader'e îmân farzdır. F a k a t insanlar, b u n u n la ihticâc ederek kendi­


lerini mes'ûliyetten kurtaramazlar. Yâni bir insan: " A lla h böyle takdir etmiş, ben
ne yapabilirim ” deyip de günâh olan bir şeyi yapmıya kalkışamıyacağı gibi, böyle
bir fcnâhğa irtikâb ettikten sonra da: B en ne yapayım , A lla h 'ın takdiri böyle
im iş.” diye kendisini mâzur gösteremez. Ç ünkü, insanların işleri, ne vukuundan

97
evvel, ne de vukuundan sonra, K aza ve K ader e isnâd olunamaz. Z îrâ A lla h 'ın
takdiri ne veçhile olduğu, tarafımızdan irtikâb olunan işin vukuu zam ânına ka­
dar bizce belli değildir. Evet. Kader in mâhiyeti, bir sırdır; C enâb-ı H a k 'd a n b a ş ­
kası ona muttali olamaz. Binâenaleyh, kendi arzu ve ihtiyarımızla yapmış oldu­
ğumuz bir işi. bizce ne yolda olduğu belli olmayan lakdir-i ezeliye nasıl isnâd
edebiliriz? Belki biz, ihliyûr ve irâdemizi o cihete şevket mek süreliyle takdîr-i
ilâhînin bu şekilde tecelli etmesine kendimiz sebep olduğum uzdan dolayı mes ûl
oluruz. Biz irâdemizi o cihete sarfetmeseydik, takdir-i ilâhî öyle tecelli etmiyecekti.

8 — KAZÂ VE K ADER D E Y İP DE ÇALIŞM AYI BIRAKM AK CAÎZ OLUR


MU? :

Kazâ ve K a d e r e güvenip de çalışmayı bırakıvermek, herhangi bir işin sebebi­


ne yapışmamak, esbaba sarılmayı, tevekküle mâni saymak da câiz değildir. Al-
lahu T eâlâ her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. H er insanın rızkını takdir et­
miş. fakat o rızkın ele geçmesi için birtakım sebepler yaratmıştır. O sebeplere
başvurmazsak mukadder olan rızık gelmez. Adât-ı ilâhiyye b u yolda cereyan
etmektedir. O n a uymak, herhalde lâzımdır. "K ader ne ise öyle olur, insan biraz
A lla h 'a m ütevekkil olm alıdır." demek câiz değildir.

9 — TEV EK K Ü L N E D EM EK TİR ? :

Tevekkül: maksada erişmek için lâzım gelen maddi ve mânevi sebeplerin


hepsine yapıştıktan ve başka hiçbir şey kalmadıktan sonra A lla h 'a i'timat etmek
ve ondan ötesini A lla h ’a bırakmak demektir. Meselâ; Bir çiftçi, evvelâ vakti vak­
tinde tarlasını güzelce tımar eder, adamakıllı emek verir. T a m zamânı gelince sü ­
rer, tohum unu tarlaya atar, kendisi için yapılması ıcâbeden ne varsa hepsini y a ­
par. B unda n sonra da A lla h 'a tevekkül eder. ‘A rtık m ukadder ne ise o olur." der.
Yoksa bunların hiçbirisini yapm adan: " A d a m sende, biraz da m ütevekkil olm alı­
dır, kader ne ise öyle olur." demek câiz değildir. B u n a son derece dikkat lâzımdır.

10 — H A Y IR VE ŞE R :

A H ah’dan başka yaratıcı olmadığı cihetle hayır ve şer sürelinde tecellî eden
her şey A lla h ’dandır. ve O nu n yaratmasiyle vücut bulmuştur. O n la rın hepsi
A llâ h u T e â lâ ’nın Kazâ ve K a d e r in e tâbi', birer hikmet v e maslahatı hâvidir.
A llâ h u T e â lâ 'n m her işinde birtakım hikmetler, âlemin nizam ve intizâmına, h a l­
kın faydasına müteallik çok m ühim maslahatlar vardır. O 'n u n yarattığı şeyler
arasında abes ve faydasız bir şey yoktur. Ç ünkü; ilim ve hikmetle muttasıf, yegâ­
ne yaratıcıdır. Binâenaleyh, bizim şer fena gördüğümüz şeyleri yaratm asında da.
bizim bilmediğimiz bir hikmet vardır. Bâzı insanlar hakkında zararlı ve fenâ gö­
rülen bir şey. başkalarına ve um ûm a nisbetle faydalı olabilir, ö y l e ise. şer ve
fenâ gördüğümüz birtakım şeyleri A llâ h u T e â lâ 'm n yaratması kabih ve çirkin de-

98
ğildir. O nla rın şer olması bize nisbetle olduğundan, biz insanların o gibi şeyleri
yapmak çirkin ve mes uliyeti mûciplir. Biz onu yapmıyacak olursak, onun varlığı
bize bir zarar vermez. Şu lıalde hayrı ve şerri yaratan A llabu Teâlâ'dır. Fakat
onlardan birini kendi isteğimizle, irâde ve ihtiyarımızla işi iyen, meydana getiren
biziz. Şerrin H a k 'd a n olması, onun hak olmasını müstelizm değildir. A llahu T eâla
Hazretleri hayra râzıdır, fakat şerre razı değildir. Bunun için, A llah'ın rızâsı ol­
mayan bir şeyi yapmak meşrû olamaz; mes ûliyeti mûcib olur.

11 — İN SA NLA RD A N VUKUA G ELEN İŞL E R VE N E T İC E S İ :


İnsanların işleri iki suretledir. Birisi kendi dilemesi ve isteğiyle yaptığı işler,
diğeri de kendi isteğiyle olmıyan işler. Birincisi ihtiyârî. İkincisi ıztırârîdir. Yazı
yazarken, bir şey yaparken elimizi kımıldatırız, b u n u isteyerek yaparız. Bâzı a d a m ­
larda —A llah vermesin— bir rahatsızlık olur, eli dâimâ sallanır, istemediği halde
yine sallanır, onun sallanmasına m âni’ olamaz, tşte bu. o n u n kendi elinde olmı-
yan bir şeydir. Uyurken bilmiyerek birisine vurmak da böyledir. H e r ne sûretle
olursa olsun, bizi de, yaptıklarımızı da yaratan A lla h u Teâlâ'dır. Lâkin bilerek:
irâde ve ihtiyârımızı sarfederek yaptıklarımız bizim işimizdir, irâdemizi o cihete
sarfetmekle husule gelmiştir. Biz yaptık, diyebiliriz. B u n d a n dolayı onlardan
mes’ûlüz. Fakat ötekilerden, irâdemizi sarfctmediğimiz için mes’ûl değiliz.
Bir kimsenin zorlaması ile değil, kendi arzumuzla yapmış olduğumuz ib â ­
detler, hayır ve iyilikler: günâh ve fenalıklar A llah in ilmi, kazası, takdir ve
meşiyyetiyledir. O nun dilemediği bir şey olamaz. B ununla berâber tâat. ibâdet,
hayır ve hasenat O nun emridir. O nları yapmamızı emretmiş ve söylemiştir. O n ­
ları sever ve onları yapmamıza râzı olur. Halbuki, günâh ve fena olan şeyleri
yapmayı emretmeyip, bilâkis onlardan uzak olmamızı söylemiştir. Binâenaleyh,
onları sevmez ve onları yapmamıza râzı olmaz. A llâhu Teâlâ nın râzı olmadığı
bir şeyi yapmak, bizim için câiz değildir.

12 — R IZ IK M E SEL E Sİ :
Her canlının yaşayabilmesi için lâzımgelen rızkını takdir buyuran da. A llah u
T eâlâ Hazretleridir. "R ezzâ k-ı A le m " yalnız O ’dur. Rızıklarımız da O nun ilmi,
takdir ve irâdesiyledir. A ncak rızkını arayıp bulmak insana âittir. Bir insan he­
lâl ile beslendiği gibi, harâm ile de beslenebilir. İnsan öz irâdesiyle nasıl isterse,
A llâ h u T eâlâ o sûretle yaratır ve verir. B ununla berâber, harâm ile beslenmeye
râzı değildir. Helâl yolunu bırakıp da harâm sûretlerle kazanmalarına rızâsı yok­
tur. işte b u n u n içindir ki. A llâh'ın rızâsına uygun iş yapanlar mükâfatlandırılır.
Râzı olmadığını işleyenler de cezalandırılır. A llah onlara işlerine göre ceza ve­
rir. Binâenaleyh harâm yiyen bir insan' da mutlaka cezâsını görür.

13 — E C E L M E S E L E S İ:
H er şeyi yaratan ve hepsinin rızkını veren yalnız A llâ h u T eâlâ olduğu gibi,
onları yok edip öldüren de O 'd u r. Diriltmek ve öldürmek O nu n işidir; O nun

99
takdiri ve yaratmasiylcdir. C anlı olan lıer mahlûkun. A llah yanında belli ve
takdir olunmuş bir eceli vardır. Ecel demek: hayâtın sonu, yâni ölüm için m u­
ayyen ve mukadder olan vakit demektir. Her ne sûretle olursa olsun, ecel d e ­
nilen vakit Kelince, ölüm denilen hâdise vukua gelir, bir dakika bile sonraya
kalmaz. Binâenaleyh, ecel birdir. E/d i Siinnol i tikaadı budur. H akikat da b u n ­
dan ibârettir. Ö ldürülm üş olan bir insan. A llah yanında mukadder olan ee*li
ile ölür. İnsan. Kazâ ve Kaderi, ilm-i İlâhi nin ezelde ne sûretle taallûk ettiğini
bilmez. O n a düşen vazife A llah'ın emrettiği şekilde hayâtını m uhâfaza edip
kendi ecelinin gelmesine sebep olmamak ve başkasının hayâtına tecâvüz etme­
mektir. A llah'ın verdiği canı almak, yine A llâh'a âittir. B unun içindir ki, bir
insanın canına kıymış olan adam cezâsını görür. Çünkü, kendi irâde ve ihtiyâ-
riyle onun ecelinin gelmesine, o adamın ölmesine sebep olmuş ve A llâ h ’ın iste
mediği, râzı olmadığı çirkin bir işi yapmış ve Allah' ın emrine karşı gelmiştir,
işle E h l i S ünnet i'tikaadı budur.

100
DOKUZUNCU D ERS

K E L İM E 1 T E V H İ D İ N M A N Â SIN D A K İ ŞÜ M Û L

Buraya kadar izâlı etmiye çalıştığımız akâid-i esâsiyenin hepsi "L â ilâhe
illâ llâ h . M u h a mmedim R esü lu ilah kelâmında toplanmıştır. Kelime-i Tevhid
nâmını alan hu iki cümlenin ma nâsı Islâm dininin i'tikaad esaslarını tamâmen
ihtivâ ede< ek kadar geniştir. B unu biraz izâh edeyim : Evvelâ, "L â ilâhe illâ’l-
lah = A lla h dan başka hiçbir Tanrı yoktur." cümlesini ele alalım. Bu cümle,
şüphe yok ki. Bir Allâlı ın varlığını ve O ndan başka ibâdet olunacak bir Tanrı
olmadığını haber veriyor. A llah demek, varlığı zâtının muktezâsı olup, başka
hiçbir şeye ihtiyâcı olmıyan ve her şey kendisine m uhtâc olan bir V â c ibü I-vücûcI
demektir. Bizâtihi mevcııd olan bir şeyin kadîm, hâki, ezelî olması, hiçbir şeye
benzememesi, yâni zâtında, sıfatında, ef â Iinde şeriki ve benzeri olmaması lâzım­
dır. Binâenaleyh. "Lâ ilâhe illâ İlâh demek, bizâtihi mevcûd olup hiçbir şeye
benzemi}en ve ih tiv a n olmıyan ebedî ve ezelî bir A llâh'ın varlığını tasdik et­
mek demektir. H er şeyin Allah a mulılâc olması. A llah dan başkasının sonradan
ve ancak A llâ h u I eâlâ Hazretlerinin varalmasiyle vücûda geldiklerini istilzâm
eder. H er şeyi yok iken yaratıp meydana getiren V â c ib ü l-vücûdun ilim, hayat,
irâde, kudret, tekvin, kelâm, semi ve basar sıfatlariyle muttasıf olması vâcibdir.
Binâenaleyh "Lâ ilâhe illâ llâ h ". A llâhu 1 eâlâ Hazretleri hakkında isbâtan ve
nefyen îmân ve i tikaadı lâzım olan şeylerin hepsini câmi'dir. M a nâsını düşüne­
rek "L â ilâhe illâ llâh" diyen bir adam, b ü tün bunlara îmân etmiş olur.

" M u h a m m ed ü 'n - R esü lu ilâh ~ M u h a m m ed - A lc y h i’s-selâm - A llâ h ’ın R e ­


su lü d ü r.” cümlesine gelince : B unda bütün Peygamberlere. Meleklere, Semavî
kitaplara. Âhiret G ü n ü n e ve Ahirel ahvâline îmân dâhildir. M u h a m m e d
A le y h i s selâm ın A l l a h 1ın Resûlu olduğunu tasdik etmek, bunların hepsine ina­
nıp îmân etmektir. Ç ünkü. A le y h i’s-salâlü v e ’s-selânı bunları tasdik eden bir
şeriat ile gelmiştir.

O n u n Peygamber olduğunu tasdik, söylediklerinin hepsini tasdiki müstel-


zemdir. D a h a ileri giderek diyebiliriz ki : " M uham m edu n - R e sû lu ’llâ h ” demek,
A llâh'a. Peygamberlere. Meleklere ve diğer esaslara îmân etmeyi müstelzimdir.
M u h a m m e d A le y h i's s e lâ m ’in Peygamberliğini c a n d a n kabûi eden bir
adam. O nu n haber verdiği her şeye îmân etmiş demektir.

E nbiyânın emîn ve doğru olmalarının vâcib, ulüvv-ü şanlarını kirletmiye-


cek beşerî hallerle muttasıf olmalarının câiz olması da b u r a d a n anlaşılır.

101
G örülüyor ki : “ Ld ilâhe illâ'llâh, M u h a m m ed ii’n - R e stılııllû h " cümlesi,
kısa olmakla berâber. usûl-i i’tikaadiyyenin hepsini câmi'dir. B u n d a n dolayıdır
ki. Peygamberimiz : “ Ld ilâhe illâ ilâh... diyen C ennete girdi, C ennete girmeyi
hak etti. ' buyurmuştur. Yine b u n u n için olmalıdır ki, bu. kalbde olan îm&n ve
tslâma alâmet kılınmış, b u n u dili ile söyleyen fertler îm ân ile hükmolun-
muştur. Binâenaleyh aklı başında olan bir müslümanın b ü tü n îm ân esasları ken­
disinde toplanmış olan Ld ilâhe illâ’llâh'i dilinden bırakmayıp ber vakit söyle­
mesi ve b u n u n ma nâsını düşünmesi lâzımdır. B u n a devâm edenlerin rû b a n yü k ­
selerek kendilerine pek çok hikmetler zulıûr ettiği de şüphesiz bir hakikattir.
A llâ h u T eâlâ Hazretleri cümlemizi. “Ld ilâhe illâ'llâh, M u h a m m ed il'n - Re-
s û lu ’llâh" Kelime-i Tevhid inin ihtivâ eylediği akaaid-i îmâniyeden ayırmayıp,
bu i’tikaad üzere ölmemizi ve son sözümüzün de. “Eşhedii en lâ lâhe illâ'llâh ve
eşhedii enne M u h a m m ed e'n - A b d ü h u ve R e sû lü h ” olm asını ve bunların m u h ­
tevi olduğu ma nâyı dâim â derhâtır etmemizi nasib eylesin, âmin.

102
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İS L Â M IN B E Ş D İ R E Ğ İ (Ş A R T L A R I)

ONUNCU D ERS

İBÂDET

Peygamber E f e n d i m i z buyuruyorlar ki :

“M üslü m a n lık beş şey (temel) üzerine kurulm uştur : A lla h 'd a n başka hiç­
bir Tanrı, ibâdet olunacak hak m abut olm adığına ve M u h a m m ed (S .A .) O nu n
kulu ve R esû lü olduğuna şehâdet etm ek; nam azı kılm ak; zekâtı vermek; R a m a ­
zan orucunu tutm ak; hacca gitm ek.” (1).

Bu hadîs-i şerîfden açık olarak anlaşdıyor ki, Islâmın şartı beştir. M ü slü ­
manlık binâsı bu beş şey üzerine kurulmuştur. M üslümanlığı büyük bir binâya
benzetirsek, bu beş şey o binanın esas direkleri ve temcileridir. Bir insanın M ü s ­
lüman olduğunu, tam ma nâsiyle A lla h 'a bağlandığını gösteren bunlardır.

İslâm'ın şartları dediğimiz bu beş esas direğin birincisi A llah'ın birliğini


ve M u h a m m e d in Peygamber olduğunu i tirâf etmek; dili ile söylemek­
tir (2). Bu, Is lâmın i'tikad esaslarını dil ile de ikrâr etmek demektir. B unu kita­
bımızın ikinci kısmında uzun uzadıya anlatmış idik. D iğer dördü sâdece i"ti
kad işi olmayıp, onlar insanın işine taallûk eden, işlenmesi lâzım olan şeyler­
dir. Binâenaleyh, onları yapmak farz, yapmamak haramdır, imânın kemâli, sağ­
lamlaşması bunları yapmakla olacaktır. Bu direklerden her biri dünyâ ve âhi-
ret saâdeti için bir esas, cemiyetin bünyesini ıslah ve kuvvetlendirmek için en
sağlam bir temeldir. Evet. Y aradanın birliğine inanmak, ahlâkı yükseltmek, fert­
lere ve cemiyetlere saâdet kapılarını açmak için A llah tarafından me mur edil-
miş olan M u h a m m e d 'in Peygamberliğini kabul ve i’tirâf etmek, hiç şüp­
he yok ki, beşerin saâdeti için en birinci esastır.

(1) Bu H adîs-l Ş e rifi B u h â r t İle M ü s l i m , İ b n - i Ö m e r ’-


den riv ây e t etm işlerdir.
(2) Yâni, “Kelime-i Ş ehâdet" d ir ki, “E şhedü en lâ ilâlıe illâ’llah ve eşhedii
enne M uham m eden abdühû ve ResûlUh.” dür.
D iğer dört temelden birincisi olan namaz, dinin direği ve diğer ü ç ünün en
faziletlisidir. D in. yüksek ve kutsi bir binâ. îmân onun temeli, namaz direğidir.
Evet. din ve M üslümanlık denilen büyük binanın temeli, kalblerin derinliklerin­
de atılacak ve ağızlardan taşacak tam ve şeksiz bir imân ile ikrardır, direği de
namazdır. Ş u kadar ki. bu binâ bir defa dikilerek bırakılacak bir binâ değildir.
Belki lıer gün yapılıp işlenecek, ber gün inkişâfına çalışılacak ve yaşanacak bir
binâdır. Bu temeli ata n ve bu direği dikenler, ablâkan en yüksek bir mevkie
namzettirler. İçi ve dışı temiz ve m untazam olarak dosdoğru namaz kılmak, kalb-
deki îmânın parlaması ve b ü tü n bedenden fışkırması demektir. B ununla insanın
içi ve dışı mümkün olduğu kadar temizlenir, kalb ve beden kuvvet bulur, b a y a ­
ta m untazam ve doğru bir cereyan verilir.

Filhakika, dürüst namaz kılan kimsenin bayatta biç olmazsa dört kazan­
cı vardır :
1) H e r ma'nâsiyle temizlik,
2) K alb kuvveti,
3) Vakitlerini intizâma koymak.
4) İçtimâi salâb.

Bu faydalar, nam aza devam etmek şartiyle. en resmî (1) bir nam azda bi­
le vardır.

Bunları inkâra sebep yoktur. O ru ç da böyledir. O n d a da maddi ve mânevi


ne kadar hikmetler vardır. N a m a z ile oruç da. mükellef, yâni erginlik yaşına gel­
miş her akıllı insana farzdır. Zekât ve H a c d a akıl ve bülûğ şart olmakla berâ-
ber, ayrıca zengin olmak da şarttır. A llâ b ’ın birliğine ve M u b a m m e d
A leyh i's selâm in Peygamberliğine ve Peygamberliğinin umûmî olduğuna imân
elmiyen kimse M üslüm an değildir. Bunlara im ân ettiği ve N am az. Oruç. Zekât
ve Hac. farz ve A llâ h ’ın emirleri olduğuna d a inandığı halde, bunları yapmıyan
bir adam yine M üslüm an sayılır. F a k a t böyle olanların imânı, kâmil değildir.
B unda n sonraki derslerde lslâmın beş şartını uzun uzadıya izâb edeceğiz. B u n ­
ları bellemek ve yapmak ber M üslüm an üzerine farzdır. 1

(1) D ik k atsiz ve g afle t içinde kılm an n am az dem ektir.


O N B lR lN C Î D ERS

M Ü K E L L E F V E O N U N İŞL E R İ. Ş E R 'l H Ü K Ü M L E R

1 — M Ü K E LL E F N E D E M E K T İR ? :

Âkil ve baliğ olan insanlara mükellef denir ki. şer i hitapları, A llah m yap.
yapma tarzındaki emirleri ve nehiyleri kendisine teveccüh etmiş, onlarla mükel­
lef tutulmuş, yaptığı şeylere şer i bir hüküm terettüp etmiş erkek ve kadın de ­
mektir. Âkil demek, aklı başında, sözü sohbeti yerinde, ne yaptığını bilir insan
demektir. Baliğ, kendisine gelmiş, çocukluktan çıkıp, erkeklik veya kadınlığa er­
miş erkek ve kadın demektir. Bu her insanda bir olmaz.
Erkek çocukda oniki ile onbeş, kız çocukda dokuz ile onbeş yaş arasında
olur. Bu sırada baliğ olmıyan erkeğe mürâhik. kadına mürâhika denir. O nbeş
yaşını doldurunca velevki kadınlık veyâhud erkeklik hâline ermese bile, baliğ
olmuş (erginlik yaşına gelmiş) sayılır.

2 — M ÜSLÜM ANLIĞIN H Ü K Ü M LERİ K İM LER ED İR ? :

M üslüm anlık bütün ilahi hükümlerinde akla bakar ve ona hitâb eder. O n u n
içindir ki, sözü ve işi yerinde olmıyan delilerle, baliğ olmamış insanlar şeriatın
hükümleri altına girmezler. O nla rın yaptıkları işlere şer i bir hüküm terettüp et­
mez. O n la r a şeriatin yapınız, yapmayınız, hitabı teveccüh etmez. Fakat âkil ve
bâliğ olan her insana A llâhu T eâlâ'nın yapınız, yapmayınız tarzındaki hitâbı
teveccüh ve bunların işlerine h itâ b -1 İlâhinin eseri olan hükm-i şer! terettüb
eder.

3 — İN SA N L A R IN İŞ İN E T E R E T T Ü B E D E N Ş E R 'l H Ü KÜ M LER :

Bir şeyin hükmü demek, onun eseri, onun üzerine terettüp eden netice ve
semere demektir. Ş u halde şer i hüküm demek, mükellef olan insanların işlerine
müteallik olan hitâb-ı İlâhinin eseri, onun üzerine terettüp eden netice demek­
tir. O hitâb ile sâbit olan bir şeydir ki. " T eklifi hüküm ler de denir. Şimdi bu-
nu bir misâl ile gösterelim :
" N a m a zı kılınız! ' emri, ilahi bir hitaptır. Bir emir tarzında olan ve bizden
bir şeyin yapılmasını istiyen bu hitâb-ı İlâhî, âkil ve bâliğ olan insana teveccüh
ediyor, b u n u n la ondan bir şey taleb e d iy o r : N a m a z kılm ak. Binâenaleyh, b u ­
nunla. âkil ve bâliğ olan her m ü minin nam az kılması farz oldu. B urada n a m a ­
zın farz olması, şer'i bir hükümdür. Bu hüküm mükellefin işi olan nam aza m ü ­
teallik, hitâb-ı İlâhînin eseridir, onunla sâbit olmuştur.

105
"N a m a zı k ılın ız!" gibi, mükellefin işlemesine taallûk eden hitâb-ı llâbî emir­
dir. “C ana, mala tecâvüz etm eyiniz." gibi, mükellefin işlememesine taallûk eden
bitâb-ı llâbî de. nebiydir. Emir ile sabit olan şer’î büküm “farz olm ak", nebiy
ile sabit olan şer’î büküm de “haram olm ak" dır. Kezâlik, kat’î bir emir ile m ü ­
kelleften bir şey istenildiği vakit, b u n u yapm am aktan kat’î delil ile menediliyor
demektir. Binâenaleyh, “N a m a zı kılınız", “O rucu tu tu n u z" emirleriyle mükellef
üzerine nam az kılmak, oruç tutmak farz oluyor. Şariin bu bitâbından böyle bir
eser ve netice, yâni şer'î bir büküm vücûda geliyor. Mükellef olan m ü ’min, n a ­
maz kdmak ve oruç tutmak sûretiyle, yapılması üzerine farz olan bir vazifeyi
yapmış ve d ünyâda borçtan kurtulmuş oluyor. “N a m a zı kılınız, orucu tu tu n u z ”
emirleri kat i olduğu için bunları yapmamak haramdır.

4 — N A K L İ VE SEM ’î D E L İL L E R İN A KŞAM I :

Şer’î bükümlerin istinâd ettikleri deliller kat iyet noktasından dört kısımdır :

1) Hem sübûtu, hem m a n â y a delâleti k a t i d i r : Müfesser y â b u d muhkem


olan, yâni hiçbir veçhile tevile ihtimâli olmıyan K u r’ân  yetleri ile sarih ve
mefhumları k a ti olan mütevâtir sünnet ve hadîs gibi (1). B unların hem P e y ­
gamberden sübûtu kat’îdir. hem de bir hükm-i şer'î üzerine delâletleri k a t’îdir.
H er ikisinde de en ufak bir şüphe yoktur.

2) S ü b û tu kat’î. delâleti zannidir : Müevvel olan Âyât-ı K ur’âniyye ve ha~


dişler gibi. S ü b û tu kat’î olan bu gibi nusûs-ı müevvelenin şer’î ve muayyen bir
hüküm üzerine delâletleri kat'i olamıyapağından bunların delâleti zannî oluyor.
Bu gibi delillerde tamâmiyle kat iyyet olm adığından şüpheli delil denir. F a ­
kat şüphe, sübût cihetiyle değil, aynı ma nâya delâlet noktasm dandır (2). Esâ-
sen sübût i’tibâriyle K ur'ân in b ü tü n Âyetleri kat'îdir. Ç ü n k ü tevâtüren sâbittir.

3) S âbit olmak bakım ından zannî, ma nâya delâleti kat'îdir. M efhum ve


ma nâsı yâni, bir ma nâya delâleti kat’î olan ve fakat â h â d tarîkiyle rivâyet olu­
nan haberler, hadîsler gibi. Bunların Peygamberden sübûtu. mütevâtir ve meş-
hûr hadîsler kadar kuvvetli ve kat'î değilse de m a nâya delâletleri kat’î olan b u
gibi hadîslerin bir hüküm üzerine delâleti kat’îdir.

4) S ü b û tu da. delâleti de zannîdir : Birle aç m a'nâya ihtimâli b u lu n a n ve


â h â d tarikiyle rivâyet edilmiş olan haberler ve hadîsler gibi.

Birinci kısım deliller her sûretle kat’î olduğundan, onlarla sâbit olan h ü ­
kümler farz, yâhud haramdır. İkinci ve üçüncü kısım delillerle sâbit olan hü-

(1) N am azm re k ’a t la n bu kabildendir; sünnet-i m ü tev âtire ile sâ b ittir.


(2) Meselâ, K n r’â n ’d a (k u rû ’) kelim esi v ar. Bu kelim e hem (h ay ız), h em de
(tu h u r) m a’n â la n n a gelir; ikisi beyninde m ü şterek tir. B irine d elâlette k a t’î değildir.

106
küm er vâcib, yâ h u d tahrîmen mekruhtur. D ö rd ü n c ü kısım ile sabit olan hü-
kümler de sünnet veya müstehabdır.

Binâenaleyh, mükellefin işlerine taallûk eden hitâb-ı İlâhinin eseri olan


şer’i hükümler sekiz kısımdır : Farz. Vâcib, Sünnet. M üstehab, M ü b a h , H aram.
Mekruh, Müfsid. Şimdi bunları ayrı ayrı lârif ve îzâh edeceğiz.

5 — FA R Z VE HÜKM Ü :

H em sübûlu, hem de ma nâya delâleti kat’î ve mükelleften bir şeyin yapıl­


masını istiyen bir delil ile sabit olan hükme, Farz denir. Şöyle de diyebiliriz :
Farz, işlenmesi istenen, işlenmemesi yasak olunan bir şeydir ki; bu cihet her
yönden kat’î bir delil ile belli olmuştur : "N a m a z ı kılınız, O rucu tutunuz, Z ekâtı
veriniz.” gibi emirleri her veçhile kat'î olduğu için bunlarla sâbit olan h üküm ­
ler de farzdır. Binâenaleyh, bunları işlemek her mükellef için farz olur.

Farzın hükmü, işlenmesine sevab ve özürsüz olarak terkine de ikab terettüp


eder. Farz olduğunu inkâr eden, din dâiresinden çıkar.

6 — FA R Z -I AYIN, FA R Z -I K ÎFÂ Y E :

Farz iki türlü olur ; Farz-ı ayın, Farz-ı kifâye.

F arz -1 A y ın : H er mükellef üzerine farz olup bir takımlarının işlemesiyle


diğerlerinden s&kıt olmıyandır. Beş vakit namaz ile R am azan O ru c u gibi. Farz-ı
kifâye, yalnız işlenmesi farz olandır ki. bir mahalde b u lu n a n insanların bâzıları
yapınca diğerleri günahtan kurtulur. Cenâze namazı gibi. Cenâzeye namaz kıl­
mak, cenâze olan mahaldeki insanların ayrı ayn hepsine değil, topuna farzdır.
Fakat cenâze olan yerdeki insanlardan bir kısmı b u vazifeyi yaparsa, diğerleri
de günahtan kurtulmuş olurlar. Eğer bir memle kette cenâze olduğu zaman onun
namazını kimse kılmazsa o memleket ahâlîsinin hepsi günahkâr olurlar. Farz-ı
kifâyenin sevâbı yalnız işleyene, terkinin günâhı terkedenlerin hepsinedir (1).1*

(1) D iğer bir sûretle fa rz iki nevidir :


1 — H em ilim ve i'tik a d bakım ından, hem de işlenm ek cihetinden fa rz olan,
2 — Y alnız işlenm esi fa r z olan.
B irincisi beş v ak it n am az gibi. Beş v ak it n am azı k ılm ak farzd ır. Bunu te rk e t-
m ek helâl değildir. Amel cihetinden fa rz olduğu gibi, İlim ve i'tik a d bakım ından
da farzd ır. Y âni nam azın fa rz olduğunu i’tik a d etm ek de farzd ır. B inâenaleyh, fa rz
olduğunu İnkâr etm ek k ü frü mûcibdir.
İkincisi, v itir nam azı gibi. V itir nam azı am elen farzd ır; te rk i câiz değildir.
T erk eden âsim ve g ü n a h k â r olur. K azâsı vâcibdir. F a k a t ilm en fa r z değildir, y â ­
ni l’tlk aad ı fa rz olm ayıp vâcibdir. Binâenaleyh, bunu in k â r etm ek k ü frü mûcib ol­
maz. Çünkü, delili k a t’i olm ayıp zannîdir.
A bdest alırk en başının d ö rtte birini m eshetm ek de böyledir. B aşa m eshetm ek
delll-i k a t’t ile sâ b it ise de, d ö rtte birini m eshetm ek zanni delil İle sâ b lttir. F a k a t

107
7 — VACÎB VE HÜKMÜ

S übût veyâhud delalet cihetlerinden birisi kal i olmayan ve mükelleften


bir şeyin yapılmasını isteyen bir delil ile sabit bir bükme vâcib denir. B in â e n a ­
leyh, vâcib, yapılması istenen, işlenmemesi yasak olan ve bu cihet zanni delil
ile belli olan bir şeydir. V itir ve Bayram namazlarını kılmak. Kurban kesmek,
yakın hısımlarından muhtaçlara bakmak gibi.

V acibin hükmü, amel noktasından farz gibidir. İşleyene sevab, özürsüz ola­
rak lerkedene ikab terettüp eder. Fakat i likad bakımından, farzın hükm ü gibi
değildir. B unun içindir ki. vâcibin vücûdunu inkâr eden bir adam dinden çık­
maz. A b dest alırken başının dörtte birine m eslıetm ek de böyledir. Başa meslıet-
mek. delîl-j kat î ile sâbit olduğundan meshin aslı farzdır.

Fakat dörtte biri kadar olması, delîl-i zannî ile sâbit olduğundan vâcibdir (1).

8 — SÜ N N ET VE HÜKM Ü :

S ü n n e t : Farz ve vâcib olmıyarak Peygamber A leyhi's-selâm ın ibâdet su ­


retiyle her dâim işleyip pek az terkettikleri şeylerdir. Biz bunlara sünnet-i mü-
ekkede deriz. S a b a h namazının sünneti. Ö ğle ve Akşamın sünnetleri. Yatsının
son sünneti. C u m a nam azından evvel ve sonra kılınan sünnetler, Terâvih n a m a ­
zı. ezan ve kaamet, cemâatle namaz gibi. Sünneti yapanlar, farz ve vâcibden az
sevap kazanırlar, bile bile terk edenler de itâba. Peygamberin tekdirine uğrarlar.

9 — M Ü STEH A P N E GÎBÎ Ş E Y L E R D İR ? :

Peygamberimizin bâzan işleyip, bâzan da terk buyurduklarıdır ki, işlenme


si m atlûb olup, işlenmemesi yasak olmıyan şeylerdir. B unlara mendup, nâfile.
â d â b ve taluvvû da denir. Nâfile namazlar ve oruçlar ve fukarâya sadaka ver­
mek gibi. Bu iyi bir şey olduğu Lihelle işleyen sevabını bulur, lşlemiyen itab gör­
mez. M üstehab. sünnetin müekked olmıyan kısmıdır. 1

zannt olan bu detti m üçteh ltler n azarın d a o k a d a r kuvvet bulm uş ki, hem en h e­
men k a t’I otan delile y aklaşm ıştır.
Onun İçin bu gibi şeylere farz-ı am elî denilmiş. B inâenaleyh, başın d ö rtte b i­
rine m eahetm ek fa rz gibidir. Bunu yapm ayıp d a az b ir yerine saçının b ir teline
m eshediverm esi caiz olmaz. F a k a t d ö rtte birinin m eshini ifâde eden delil zannî ol­
duğu için bunu in k â r eden b ir adam , asıl m eshl in k â r etm edikçe te k fir olunm az.
(1) V âcib de İki kısım dır: Delîl-i k a t’i olm ıyan farz-ı am elîye vâcib ıtla k
olunduğu gibi, am elde bunun dûnunda ve sünnetin fevkinde olan şeye de vâcib ı t ­
la k olunur kİ, fevti ile cevaz fev t olm ıyan şey, dem ektir. N am azda F â tih a oku­
m ak, vitirde k u n u t tekbîri, b ay ram tek b irleri ve secde-i sehiv ile ikm âl edilen vâ-
ciblerin birçoğu gibi. B unlar u n u tu lsa bile, n am az yine caizdir. F ak ih le rin ıstıla ­
hından b a ra n farz-ı k a f iy e de vâcib ıtlak olunduğu vardır. O gibi y erlerde vâcib
fa rz m a’nâsm adır.

108
10 — MUBAH N E D E M E K T İR ? :

Yapılması istenmiş, yapılmaması da yasak edilmiş olmayan şeylerdir. O t u ­


rup kalkmak, yiyip içmek ve uyumak gibi, bunların işlenmesine sevap, yapılm a­
masına da itab terettüp etmez. İnsan yerine göre oturur, istediği zam an uykuya
yatar, dilediği vakit yemek yer. A ncak bunda sıhhatini m uhafaza etmek gerekir.
Yaptığı şeyler zararlı olmamalıdır.

11 — HARAM VE HÜKM Ü :

S übûl ve delâleti kat î olan ve mükellefin yapmamasını istiyen bir delil ile
sabit bulu n a n şer i bir hükümdür. Şöyle de tarif edebiliriz : H aram, işlenmeme­
si istenen, işlenmesi yasak olan öyle bir iştir ki, bu ciheti kat i bir delil ile belli
olmuştur. "İnsan ö ld ü r m e y in iz'. " Hırsızlık e tm e y in iz', "Yalan şâhitliği yapm a­
yın ız . “N â m u sa tecâvüz etm eyiniz", "A n a ya , babaya karşı gelm eyiniz”, “Y e r ­
yü zü n d e fesat çıkarm ayınız gibi, insanları bir şey yapmaktan kat i sûrette ya ­
sak eden delillerle sabit olan hükümlere hürmettir. Binâenaleyh, b u n la rd a n b i­
rini yapmak haramdır. Böyle bir delil ile işlenmesi yasak edilmiş bir şeyi yap
mak nasıl haram ise. yapılması kal i sûrette emredilmiş olan bir şeyi yapmamak
da haramdır. H aram ı irtikâb edene ikab, cezâ terettüp eder. H aram ı terkeden de.
sevap ve mükâfâtını görür.

12 — M EK RU H N E D EM EK VE KAÇ K ISIM D IR ? :

Terki râcih olan, yâni işlenmemesi, delil-i zannî ile istenen bir iştir. Böyle
bir şeyin yapılmasındaki kerâhet, zan ifâde eden bir delilin eseridir.
M ekruh iki kısımdır. Biri “tahrimerı m ekruhtur", yâni haram a yakındır. Böy­
le bir işin yapılması yasak ise de. bu yasak kat i olmayan bir delil ile belli olur.
İkinci kısım, "len zîh en m ekruhtur". Helâle yakındır. İşlenmesi yasak edilmemiştir.
V âcib olan bir işi yapm am ak tahrîmen mekruhtur. T ahrim en mekruh olan
bir şeyi yapmamak da vâcibdir. S ünnet ve m üstehaplan yapmamak, tenzihen
mekruhtur. T enzihen mekruh olan şeyleri işlememek, sünnet ve müstehaptır.
D u r u p durup da tam güneş batarken namaz kılmak tahrîmen mekruhtur.
S a ğ eliyle sümkürmek, b u r n u n u temizlemek tenzihen mekruhtur.

13 — M Ü FSÎD N E D EM EK VE N E R E L E R D E K U L L A N IL IR ? :

Başlanmış bir ibâdeti bozan işe müfsid denir : N a m a z ve oruç hakkında


kullanılır. N a m a z kılarken lâkırdı etmek, oruçlu iken bile bile yiyip içmek, ab-
destli iken bir yerinden kan akmak gibi. B unlar namazı ve orucu bozar.

109
O N ÎK ÎN C Î DERS

i b â d e t

1 — İBA D ETİN M Â N ÂSI VE LÜZÜMU :

İbâdet, A llâlıu Teâlâ' ya saygı ve ta zim göstermektir. A llâ h u T e â lâ ’ya kar­


şı yalvarıp kulluğunu göstermenin son derecesidir. İbâdetle hem kalbdeki tmân
kuvvet bulur. Kem de AIlâK'a karşı borçlu olduğumuz kulluk vazifesini yapmış
oluruz. Bizi Y aradan ve bize bunca nimetler veren A llah'ımıza karşı ta zim ifâ­
de eden hareketlerde bulunmak, verdiği nimetlerden dolayı şükretmek elbette
bir vazifedir, borçtur.

A llâhu T eâlâ birtak ım dînî hikmet ve maslahatlar için bize, "ibâdet ediniz."
diye emretmiştir. Binâenaleyh, ibâdet ancak dînî bir vazifedir. A Hâh'a âit bir
haktır. O n u A llah tamamlamıştır. B u n d a n ötürüdür ki, ibâdet, ne artar, ne ek­
silir. Z a m â n ın değişmesiyle de değişmez. A llah nasıl emretmiş, Peygamber nasıl
göstermiş ise öyle yapılır. F a k a t muâmelât (insanlar arasındaki işlere müteallik
olan hükümler) böyle değildir. İçtihâdî olup da nass olmadığı yerlerde örfe müs-
tenid iseler onlar zam an ile, mekân ile, örf ve âdetle değişebilir.

2 — ib â d e t ü ç m a k s a t l a , ü ç d ü ş ü n c e İl e y a p il ir :

A) A H âh'a ancak A llah olduğu için, yâni ibâdet ve ta ’zime müstehak ol­
duğu için ibâdet etmek. C ennet ümidi ve Cehennem korkusu gibi başka hiçbir
şey düşünmemek, ibâdetin en yüksek derecesi budur. A Hâh'a ancak zâtından do~
layı ibâdet edilir.
B) A llah emrettiği için ibâdet etmek. Vazifeyi, vazife olduğu için yapmak.
B u n u n derecesi evvelkinin derecesinden biraz aşağıdır. (Bu evvelki ile bir-
îeştirilebilir.)
C) sonra-
C e n n e t ümidi veya C ehennem korkusu ile ibâdet etmek. Yâni
d a n ele geçecek bir menfaat düşüncesiyle ibâdet yapmak.

B u ikinci derecededir. Bu sûretle de ibâdet yapılırsa yine farzlar yapılmış ve


A llâh' m emri yerine getirilmiş olur. F a k a t insan, ibâdeti, hiçbir şey düşünmiye-
rek sırf A lla h için yapmıya çalışmalıdır. İbâdetin rCıhu budur. M ademki biz ku­
luz, O A llah'dır ve bizi O yaratmıştır, bizim O n a karşı ta'zim etmemiz, O 'n a
karşı boyun eğmemiz, O n u n h u z urunda yerlere kapanmamız lâzımdır. B unu
yapmakla sâdece vazifemizi yapmış oluruz. O nu n b u n d a n dolayı sevap verme­
si, bizi Cennetlerine koyması, bizi azaptan koruması bir Iûtuftur, bir ihsandır.

110
D) Bir de dünyâ için, ibâdetin dünyevi faydaları olduğu için, ibâdet yap­
mak vardır. Bu. ibâdetin dördüncüsü ve en aşağı derecesidir. B u n a ibâdet de­
mek bile câiz olmaz. I a b t â v î , birinci derecenin en yüksek derece oldu­
ğunu. C e n n e t ümidi ve C ehennem korkusu ile yapdanın vasat, en aşağı derece­
nin de dünyâ işleri için yapdan olduğunu söylüyor.

3 — ÎKÂ D ET N E SÜ R E TL E O LU R ? :

lslâm da ibâdet iki sûretle olur : Beden ile olur, mal ile olur. Birincisi na-
ma% ve oruç gibi. İkincisi de zekât gibidir. Beden ile y a p d a n ibâdetlerde başka
birini vekil yapmak câiz değildir. A lla h ’ın emreylemiş olduğu namazı herkesin
kendisi kdması lâzımdır. O ru ç da böyledir. Başka birinin yerine nam az kdmak.
oruç tutm ak câiz olmaz.

M al ile y a pda n ibâdetlerde başka birini vekil etmek câiz olur. Zekâtını ver­
mek için b a ş k ^ birini vekil yapabilirsin.
Hac, hem bedenî bir ibâdet, hem de mal ile olan bir ibâdettir. Parası olduğu
halde H a c c a gitmekten âciz olan veya herhangi bir özründen dolayı H a c vazife­
sini yapam ıyan bir adamın, başka bir M üslüm anı kendi yerine göndermesi câiz-
dir. N am az, O ruç, Zekât, H ac farz-ı ayın olan birer ibâdettir. Bu ibâdetlerden
birincisi ve en şereflisi namaz olduğunu yukarıda söylemiştim. N a m a z ın birinci
şartı (Tahâret) temizliktir. Binâenaleyh, evvelâ tahâret (Temizlik) in ne sûretle
ve ne ile yapılacağını öğrenmeliyiz.

ııı
ONÜÇÜNCÜ DERS

T A H A R E T (TEM İZLİK )

M üslüm anlığın esâsı temizlik üzerine kurulmuştur. Temiz olmayan bir in ­


sanın îmânı y a n yarıya eksiktir; îmânı, kâmil değildir. M üslüm anın her şeyi te­
miz olacaktır. O tu ru p yatacağı yer. namaz kılacağı mabal, bedeni, elbisesi te­
miz olacaktır. N a m a z a mâni olan pislik iki kısımdır : H akîkaten pis, hükmen
pis. Binâenaleyh dinimizin emreylediği taharet iki türlü olur ;
1) H adesten temizlenmektir ki, yalnız bedene mahsus hükmî bir pislik,
2) D inde pis sayılan ve göze görülen şeylerden temizlenmek.
1 — H ADES ;
N a m a z kılmak. Kur an okumak ve K abe’yi tavaf etmek gibi ibâdetlere mâni
olan ve abdest, gusû] veya teyemmüm elmedikçe bedende d ura n şer’! bir mâni ­
dir. Meselâ k üçük veyâhud büyük abdestini yapmış olan bir insanda şer an ha-
des vâki’ olmuştur. Saydığımız b u şeyleri yapmıya mâni' olan mânevi kir ve pis­
lik vardır. Bu adam tekrar abdest alm adan namaz kılamaz. K u r'â n 'a yapışamaz,
Kabe y i tavaf edemez. Kezâiik; cünüp olmak (1), yâhud kadının âdet görmesi,
lohusalık hâli de büyük bir hadestir. Böyle olan bir adam ın boy abdesti alması;
yâni b ü tü n vücûdunu yıkaması lâzımdır. Binâenaleyh. "H adesten Tafıûrei” de­
mek; abdeslsiz olan bir insanın abdest alması; su iktizâ etmiş olan bir adamın,
veyâ âdetini görüp bitirmiş veyâhud lohusalığı bilmiş olan bir kadının yıkanm a­
sı demektir. İbâdet için bu şarttır. Ş u halde hadesten temizlenmek üç sûretle
olur :
1) A bdest almakla.
2) Gusletmekle.
3) Abdest ve gusûl mümkün olmadığı zaman bun] ara bedel teyemmüm
etmek.
2 — N EClS, YAHUD N ECES (2) :
Şer an pis sayılan ve göze görünen şeylerdir. B u da ya elbisede, ya b eden­
de olur, yâbud nam az kılacağı yerde olur. Bunların birinde böyle bir şey olur­
sa b u n d a n temizlenmek, onu gidermek şarttır. H adesi veyâhud necisi gidermek
umûmî sûrette su ile olur, ö y l e ise, ne gibi sularla temizlik yapılabileceğini de
bilmemiz lâzımdır.

(1) B ir İnsanın cünüp olm ası için m uâm elede bulunm akla, lh tllim ile, yâni
dilşü azm ak la veyâhud her ne sû retle olursa olsun, m eninin şehvette yerinden a y ­
rılıp dışarı çıkm asiyle olur. Böyle olan kim seye su ik tiz â etm iş denir.
(2) Necla, alelıtlak, tem iz olm ayan dem ektir. P istik, iste r zâti, iste r ftrızl ol­
sun üzerinde pislik olan elbise gibi. Neces, pisliği ârızî olm ayan, İnsan te rsi gibi.

112
3 — SU LA RIN A K Ş A M I:
S u dediğimiz zaman akla gelen şunlardır : Y ağmur suyu, kar ve dolu su­
yu, dere ve ırmak suyu, kuyu suyu, göl suyu, pınar suyu, işte M utlak su denilen
bunlardır. S u denildiği zam an hatıra yalnız bunlar gelir. Bunları bir a dam a gös­
terip de. b u nedir? diye sorarsak, su diye cevap verir. Bunlara "M utlak s u ” denir
ki, başka bir şey karışmamış demektir.
G ü l suyu, Uziim suyu, asma suyu, çiçek suyu gibi başka bir kelime katıla­
rak söylenen sulara "M u tla k su", yâni arı, duru su diyemeyiz.
Belki yanına bir kelime ilâvesiyle (gül suyu), (çiçek suyu) diye her birisinin
ismini söyleriz. İşte bu çeşit sularla abdest alınmaz, gusledilemez; fakat pislik
yıkanır.

4 — TEM İZLİK BAKIM INDAN "M UTLAK SU” BEŞ K ISIM D IR ;

1) Hem pâk, hem de pâkleyici olup kullanılması mekruh olmıyan,


2) Hem pâk. hem de pâkleyici ve fakat kullanılması mekruh olan,
3) Kendisi pâk olup başka bir şeyi pâklemiyen,
4) P â k olmıyan,
5) P â k olup olmaması şüpheli olan.
Şimdi bunları birer birer îzâh edelim. M utla k suyun b u suretle taksimi,
durgun ve az olan sular hakkındadır.

5 — HEM PÂ K HEM DE P Â K L E Y lC Î VE M EK RU H OLMIYAN SU LA R :

Vasf-ı aslîsi ve yaraddışı nasıl ise öylece temiz kalmış ve tadı, kokusu, ren­
gi gibi suya mahsus olan üç vasıftan biri bozulmamış ve aynı zam anda kullanıl­
mamış olan sulardır. B unlar hem pâktir, hem de pâkleyicidir. Bu sularla mek­
ruh olmıyarak her türlü temizlik yapılır, içilir, yemek pişirilir, abdest alınır, gus­
ledilir.
İnsanın ve atın, deve, sığır, koyun ve keçi gibi eti yenen hayvanların ve kuş­
ların artığı olan sular da hem pâk, hem pâkleyicidir. Ş u kadar ki, insanın ağzı
temiz olmak, o sırada ağız dolusu kusmuş veyâhud başka bir sûrette ağzı pislen­
miş olmamak ve b u hayvanların da cellâle, yâni necâset yiyen takımından olma­
maları şarttır. Böyle olanların artığı olan sular pâk değildir.

0 — HEM PAK, HEM DE PÂ K L E Y İC İ V E FA K A T M EK RÜ H OLAN SULA R :

Kedi, sokaklarda gezen tavuk gibi ehlî hayvanlarla, atmaca, şâhin. doğan
ve çaylak gibi yırtıcı kuşların ve evlerde b u lu n u p da kendilerinden korunmak
mümkün olmıyan fare vesâirenin artığı olan su, hem pâktir, hem de onlarla ba ş­
ka şeyler temizlenir.
F a k a t başka su var iken böyle olan suyu abdest veya gusûlde kullanmak,
b u nunla yemek pişirmek, b u n d a n içmek, esah olan kavle göre, tenzîhen mek­
ruhtur. Kullanacağı, içeceği suların ağzını dâim a kapalı bulundurm ak, hâriç-

113
ten başka bir şeyin dokunmamasına çalışmak lâzımdır. Şeriat dâima kolaylık
cihetini gösterip güçlük teklif etmediği cihetle kendilerinden korunulmak zor
olan bu hayvanların artığını temiz su saymıştır; bir dereceye kadar zarûret var
demektir. Başka su yok ise kullanılmasında kerahet de yoktur. Başka su var iken
bunları kullanmak mekruh olarak caizdir. Binâenaleyh kullanılmaması daha
iyidir.

7 — K E N D İSİ P A K OLUP BAŞKA BlR ŞEY İ PÂ K L E M lY E N SULAR :

A bdesl ve gusûl gibi şer i lemizlikde kullanılmış olan sular, hadd-i zâtın­
da pâk ve maddi olan pislikleri temizlerse de. onunla tekrar abdest alınmaz, gus­
ledil mez (yâni abdest âzâlarını yıkarken veyâhud guslederken bedenine d o k u n a ­
rak akan suları biriktirip de onunla tekrar abdest almak veyâhud gusletmek câiz
değildir. A ncak böyle olaıı su ile bir pislik yıkanabilir). Böyle olan suya “Mü-i
M ü s ta m e l = K ullanılm ış s u ” denilir.
Bu sular temizdir ve pisliği temizler. Bedenden sıçrayan bu sular dokunduk­
ları şeyleri pislemez, fakat bir kere abdest veya gusûlde kullanılmış olan bu gi­
bi sularla tekrar abdest ve gusûl câiz olmaz. Böyle olan suyu içmek ve bununla
hamur yuğurmak tenzihen mekruhtur. A bdest alır iken sıçrayan sulardan sakın­
mak için yüksek bir yerde bulunm ak gerektir.

8 — PÂ K OLMAYAN SULA R :
İçine pislik gittiği belli olan ve akıcı olmıyan az sular pâk değildir. Su.
akıcı (A ka r S u ) veyâhud çok ve bun u n la berâber pisliğe dokunur ve pisliğin
rengi, tadı ve kokusundan biri suda hissedilirse, böyle olan su da pâk değildir.
H erhangi cinsten olursa olsun köpeğin, domuzun, canavarın, m aym unun vesâir
yırtıcı hayvanların artıkları olan sular pâk değildir. B unlarla temizlik yapılmaz.
M uz la r kalmadıkça pâk olmıyan suları her ne suretle olursa olsun kullanmak
haramdır.

9 — PA K O LUP OLMAMASI Ş Ü P H E L İ OLAN SULA R :

Ehli eşek ile ondan doğan katırın artığı olan su temiz ise de abdest ve gusû'l-
de kullanılmasının cevâzı şüphelidir. Bu bablaki şer'i deliller birbirine zıt oldu­
ğundan temizleyici olması fukahâca keslirilememiştir. Başka su var iken onlar­
la abdest alınmaz, gusûl yapılmaz. Fakat, böyle olan sular ile pislik yıkanır. Ş a ­
yet başka su yok ise onunla abdest alınır, gusûl yapılır, sonra da teyemmüm edi­
lir. (Yâni bu su ile abdest alındıktan sonra bir de toprakla teyemmüm edil ir.)

10 — DURGUN VE AKAR SU LA RIN HÜKM Ü :

D u rg u n suya M â-i Râkicl, akan suya da Md-i Cdrî denir. D u rg u n suların


sathı yüz arşın m urabbaında ise ona çok su denir. S athı az ise “Md-i K alil =
A z S u " denir. A kar su. çok su hükmündedir. Çok su, ister durgun olsun, is-

114
terse akıcı olsun, içine pis bir şey atıldığı veya düştüğü veyâhud artığı temin ol-
rmyan köpek vesaire gibi hayvanlar bu suyu yaladığı zaman suya mahsus olan
iod. koku ve renginden biri bozulmadıkça su yine lemizdir. F a k a t az ve akrm-
yan suya pis bir şey atılsa, veyûfıud karışsa tad, koku ve renginden biri bozul-
masa dabi yine o su pistir. (Şâfiî ve Mâliki mezheplerine göre su bozulmadıkça
yine temizdir.) İster çok olsun, isler az olsun böyle suyu köpek yalar, içine bir
damla kan ve idrar düşerse pislenir. Temiz olmıyan su ile bir pislik yıkanmaz,
abdest alınmaz, gusledilmez. Fakat bahçe sulamak, tarla ve yer sulamak caizdir.

Temiz bir suyun içine yaprak vesâir temiz bir şey düşerek suyun içinde ç ü ­
rümüş veya suyun tabiatı olan seyyâliyel gilmiş ve koyulmuş ise, böyle olan bir
su ile abdest almak, gusletmek sahih değildir. Suyun bulanık olması, yosun tul-
ması, yâhud uzun zaman durmakla renk ve kokuca bozukluk bulunması vevâ-
hud suya meyve ve yaprak karışması, suyun tabiatı olan seyyâliydi değiştirme­
dikçe, o suyun temizliğini bozmaz. Mütemadiyen pislik içinden akan ve pisliğe
lemas eden bir su, rengini, tadını, kokusunu bozmasa bile, yine temiz sayılamaz.

11 — BÜYÜK HAVUZ VE HÜKMÜ :

Dört köşe olan bir havuz her taraftan onar arşın olur ve su avuçlandığı va­
kit dibi açılmazsa b u n a büyük havuz denir. B u n u n içindeki su çok saydır. A ğ­
zı yuvarlak olan bir havuzun çevresi otuzaltı arşın gelirse o da böyledir. C,ok
akar suyun hükmü ne ise bunun hükmü de odur. Bu büyüklükte olııııyan veya
lıud bu kadar büyük olan ve' fakat içindeki su avuçlandığı vakit dibi açılan h a ­
vuzların suyu az su i ’l ib ir olunur. Az ve akmıyan suyun Iıiiknıü ııe ise. onun
lıükmü de odur. Bu bükümler, "D in d e güçlük y o tiu r esâsına dayanır.

115
ONDÖRDÜNCÜ D ERS

K U Y U L A R IN T E M İ Z L E N M E S İ

S uyun sathı yüz arşın genişliğinde olmıyan bir kuyunun suyu ne kadar çok
olursa olsun, yine o kuyu H avz-ı Sağir ~ Küçük H a u u z ” i tibar olunur. Böyle
bir kuyunun içine şer’a n pis sayılan bir şey düşerse kuyunun suyu pislenmiştir.
O n u temizlemedikçe kullanmak câiz değildir.

Sual Pislenmiş olan bir kuyunun temizlenmesi kaç sûrette olur?

Cenap ı—>Uç suretle olur.

S u a l ı— U ç suret nelerdir?

Cenap ^ K uyunun suyu tamamen boşaltılmak, yâhud kırk veya yirmi ko­
va su çıkarmak suretlerinden biriyle kuyu temiz olur,

S u a i — Kuyuya ne gibi birşey düşerse suyunu tamamen çıkarmak lâzımdır?

C evap <—• K an veya idrar gibi akıcı bir pislik, yâhud kaz, ördek, tavuk, in­
san; kedi ve köpek gibi eti yenmiyen hayvanların tersleri kuyunun suyuna karı­
şır veyâhud kuyuya domuz düşerse —velevki ölmeden ve ağzı suya değmeden
çıkarılsa bile^- kuyunun suyunu tamamen boşaltmak lâzımdır.

S u a l — Kuyuya insan veyâhud başka bir hayvan düşerse suyunu tamâmen


çıkarmak lâzım gelir mi?

C evap ı— İnsan yâhud koyun ve keçi gibi büyük cüsseli bir hayvan kuyuya
düşer ve ölürse; serçe ve fare gibi ufak bir hayvan kuyuya düşüp öldükten son­
ra şişer veya dağılır veyâhud tüyleri dökülürse, yine kuyunun suyunu tamâmen
çıkarmak lâzımdır.

S u a l —■Bunların kuyuda ölmesi şart mıdır?

Cenap — Hayır, ister kuyuda ölmüş olsun, ister hâriçle öliip de kuyuya atıl­
mış olsun, hepsi birdir.

S u a l ı-~ S uyun tamâmen çıkarılması ne demektir?

C evap — K u y u n u n içindeki pislik çıkarıldıktan sonra dibinde bir kovayı dol­


duracak kadar su kalmayıncaya kadar boşaltınca hem kuyu, hem suyun içine
girip çıkan kova, hem kovanın ipi vesâiresi temizlenmiş sayılır.

116
S u a l — K uyu gözlü olur ve bir taraftan çıkarıldıkça, diğer taraftan yine su
gelirse ne yapmak lâzımdır?

C evap >— Böyle oİup da suyu tamamen çıkardması mümkün olmazsa, iki -
yüz kovadan üçyiiz kovaya kadar su çıkarmak kâfidir. M aam âfib, biç şüphe kal­
mamak için kuyudan anlıyan iki adam a kuyunun içinde b u lu n a n suyun miktarı
evvelce keşfettirilerek o kadar su çıkarılır. Meselâ, kuyunun içinde beşyüz kova su
var derlerse, beşyüz kova çıkarılır.

S u a l — K uyudan çıkarılacak suyu bir günde bir başlayışta çıkarmak şart


mıdır?

C evap — Hayır, bir miklârı bir gün. diğer bir miktârı da başka bir gün­
de çıkarılabilir.

S u a l — Kuyuya ne gibi bir şey düşerse kırk kova su çıkarmakla temizlen­


miş olur?

C evap — Kuyuya tavuk, kedi, veyâhud b u büyüklükte bir hayvan düşüp


ölür ve şişmeden kuyudan çıkarılırsa kırk kova su çıkarmakla kuyu temizlenmiş
sayılır. Bu kadar su çıkarmak vâcibdir. Elli veyâhud altmış kova çıkarılırsa müs-
tahabdır. da h a iyi olur.

S u a l —■Kuyuya ne gibi şeyler düşerse yirmi kova çıkarılır?

C evap — Fare, serçe veya b u büyüklükte bir hayvan düşüp ölür, lâkin şiş­
meden evvel çıkarılırsa yirmi kova su çıkarılmak vâcibdir. O tu z kova çıkarılırsa
d a h a iyidir. Bunların hepsinde düşen şeylerin evvelâ çıkarılması lâzımdır.

S u a l — Deve ve koyun tersleri kuyunun suyunu pisler mi?

C evap — Deve, koyun, at. katır, eşek ve sığır tersleri kuyunun suyunu pisle­
mez. Eğer kuyuya bakıldığı vakit b u n la r çok görülür veyâhud kuyuya salınan
her kovada bunlardan çıkarsa o zam an su pis sayı lir ve kuyunun suyu çıkarılır.

S u a l ~ G üvercin ve serçe gibi eti yenen kuşların tersleri suyu pisler m i?

C evap — Pislemez. F a k a t tavuk, kaz ve ördek böyle değildir. Bunların ter­


si pistir. K uyunun suyunu tamâmiyle boşaltmak lâzımdır.

S u a l <— H a n g i hayvanların ölüsü kuyuyu pislemez?

C evap <—■ Arı, sinek, balık ve kurbağa gibi kanı olmayan hayvanlarla, alelû-
mum suda yaşayan hayvanların suda ve kuyuda ölmesiyle kuyu ve su pislenmez.
Temiz bir insan, yâ h u d öküz ve koyun gibi eti yenen hayvanlardan biri veyâhud
eti yenmeyen bir hayvan; katır, eşek, yırtıcı kuşlar ve kurd. köpek, kaplan, çakal,
c anavar gibi; kuyuya düşer ve ölmeden çıkarılırsa kuyunun suyu yine sahih kav­
le göre pis sayılmaz. E ğer bunların salyaları suya karışırsa, suya vereceğimiz hü-

117
X

küm, hayvanın salyasına göre değişir. Eğer kuyuya düşen ve salyası suya karışan
ve ölmeden çıkarılan hayvanın salyası »köpekte olduğu g ib i» pis ise suyu da
pislemiş i tibâr olunur. V e kuyunun suyu tamamen çıkarılır. Salyası mekrûh ise
su da mekrûhtur. Yirmi kova su çıkarılıp aldır. Temiz ise. su da temizdir. H er
hayvanın teri, salyası hükm ündedir

Kuyuya domuz düşerse, ölmeden çıkarılsa yine kuyunun suyunu tamamen


çıkarmak lâzımdır.

S ual ı— İçine pislik düşmüş olan bir kuyudan pislik görülünceye kadar ab-
dest alınmış ve namaz kılınmış ise nasıl olacaktır?

Cecap — Kuş uya düşüp de ölen ve ne zam an düştüğü belli olmıyan h a y ­


van şişip dağılmamış ise bir gün bir gece evvel düşmüş farzedilerek kuyunun su­
yu yirmidört saafienberi pis i tibâr olunur. Eğer düşen hayvan şişmiş ve vakti
de belli olmamış ise. üç gün, üç gere evvel düşmüş sayılarak o zam andan i tibâ-
ren su pis i tibâr olunur. Binâenaleyh, o müddet zarfında o kuyudan alınan a t -
dest ile kılmış olduğu namazları lekr ar kılar. O kuyunun suyu ile gusletmiş yâ-
lıud necaset bulaşık bir çamaşırı yıkamış ise yeniden gusleder ve çamaşırı yıkar.

S u a l — Geniş kuyulara bir pislik giderse hükmü nasıldır?

C evap — Y üzünün genişliği yüz arşın, yâ h u d daha ziyade olan kuyular,


sarnıçlar ve su hazneleri ' Ha. ,’Z-ı Kebîr — Brivüfe Hav UZ i tibâr olunur. B u n la ­
rın içine büyük hayvanlar dahi düşüp ölse, renk, tad ve kokusundan biri bozul­
madıkça suyu pis sayılmaz. Maamûfilı. su meselesinde en mühim şey. pek ziyâ­
de dikkat olunacak cihet, sıhhate muzır olmamak ve temizliğine kanâat gel­
miş olmaktır.

118
O N B E ŞlN C I D ERS

H A K İK İ PİSLİK V E O N D A N P Â K L E N M E K

B E D E N D E V E E L B İ S E D E B U L U N A N P İS L İK L E R V E
O N L A R D A N T E M İZ L E N M E N İN U S Ü L Ü

1 — M ÜSLÜMANLIĞIN TEM lZLÎGE V ERDÎGI E H EM M İY ET :

M üslümanlık temizliğe çok ehemmiyet vermiştir. V üc û d u m u z a bir pislik b u ­


laşırsa. onu yıkamadan abdest ve namaz sahih olmaz. Binâenaleyh, ister küçük,
ister büyük abdest yapıldığı vakit tamamen pâklenmek lâzımdır. B u n a tahâret-
Ienmek denir. Sâdece küçük abdest yapılacak olursa, abdest yaptığı yerde tamâmeıı
kurulanm adan kalkmamak lâzımdır. Kalktıktan sonra tekrar yaşlık gelmemek için
âdeti veçhile iyice kurulanarak yaşlığın arkası tamâmen kesildiğine ve kalkıp
yürüyünce hiçbir yaşlık eseri gelmiyeceğine kanâat hâsıl oluncaya kadar bekler
ve kurulanır. Böyle kanâat getirmeden abdest almak câiz değildir. Bu tarz te­
mizlenme bilhassa erkeklerde olur.
Büyük abdest yapıldığı vakit mümkün ise, yâni su varsa, avret yerini su
ile iyice pâkleyip kurulamak lâzımdır. S u ile temizlendikten sonra kurulanm a­
dan kalkıvermek de doğru değildir. Şâyet su olmıyan bir m ahalde ise temiz ve
düz taşlarla temizlenir. T a ş yerine kemik, tezek, kireç, kömür, bez, kâğıd ve p a ­
muk kullanmak mekruhtur.
U fak abdestten sonra kalkıp da insanların gelip geçtikleri yerde, çeşme b a ş­
larında kurulanmak asla doğru değildir. O n la r ahlâka uygun olmıyan hallerdir.
M üslüm an ahlâkına M üslüm an içtimâiyyâtına yakışmaz.
S u içine, kuyu, çay ve havuz kenarlarına, gölgeliğe, yola, ağaç altına abdest
etmek mekruhtur. Bir özrü yo!., iken ayakla abdest yapmak da mekruhtur. T a h a ­
retlenir iken bir özrü olmadıkça dâima sol el kullanılmak lâzımdır.

2 — NAMAZA M A N İ’ OLAN VE OLMAYAN M İKDAR l ’T İB A R İY L E P İS ­


LİĞİN AKŞAM I :

Pislik iki kısımdır : 1) Yalnız az miktârı namaza mâni' olmayıp fazlası mâni
olan pislik : A z i’tibâr olunan ve n a m a îa m âni' olmayan pislik: mâyi ve akıcı
olan pisliklerde, parmak diplerinden i tibaren avuç içi kadar olan miktardır. Mâyi
olmıyanda dirhem miktarıdır. 2) Isâbet eyledi ği yerin veya elbisenin dörtte birin­
den fazla olmıyan miktârı namaza mâni olmıyan pislik. Birincisi Galiz, İkincisi
H afiftir.

119
insanın, eti yenmeyen hayvanların idrarı ve tersi, eti yenmiyen hayvanların
salyası, eti yenen hayvanlardan tavult, kaz ve ördek gibi tersini havada bırakan­
ların tersleri, insandan çıkmakla abdesti bozan veyâhud guslü icâbeden şeyler,
İaşe, akmış kan, irin ve sarı su... İşte bunların hepsi pistir. B unlardan idrar ve
kan gibi akıcı olanlarında avuç içi kadarı, katı olanlarında dirhem miktarı n a ­
maza mâni değilse de, fazlası mâni'dir. Şafiî, Mâliki, H anbelî mezheblerinde
ve H anefî im am larından İ m â m - ı Z ü f e r ' e göre böyle olan bir pislik
her ne kadar az da olsa yine nam aza mâni dir. Binâenaleyh, az bir pislik b u la ­
şan elbiseyi yıkamadıkça o nunla namaz sahili olmaz. Bedeninde, yâhud elbise­
sinde ve namaz kılacağı mahalde, yâni nam azda alnını, burnunu, ellerini, dizle­
rini. ayaklarını koyduğu yerde böyle bir pislik varsa evvelâ onları temizlemek
farzdır.
Pis olan kan. akmış olan kandır. G erek insan kanı, gerek Hayvan kanı ol­
sun: gerekse aktıktan sonra donmuş bulunsun. Boğazlanan Hayvanın dam arla­
rında ve etlerinde kalan kan, ciğer ve dalak ve yürek kanı, çekirge ve balık kanı:
pire ve tahtakurusu gibi korunulması müşkil olan şeylerin kanı necis sayılmaz.
B unlar namazın sıhhatine mâni' değildir.
A tın: deve ve koyun gibi eti yenen ehli ve vahşî hayvanların ve eti yenen
kuşların idrân ve tersi; eti yenmiyen kuşların tersi gibi şeyler bulaştığı mahallin
veya elbisenin dörtte birinden fazla değilse nam aza mâni' değildir. Yâni şâri .
o kadar bir pislikle namazı fâsid olmaktan affelmiştir. Yoksa tamamen affedil­
miş değildir. Bir m âni' yok iken bu kadar pis likle namaz kılmak tahrîmen. daha
azı ile kılmak da tenzîhen mekrûbtur. B u n u n içindir ki, ber ne suretle olursa ol­
sun, v ücûdu ve elbiseyi pislikten temizlemek vâcibdir. Ç ü n k ü Hazret-i Peygam ­
ber E f e n d i m i z : "K abirde ilk sual, temizlikten sorulacaktır. K abir azâbı-
nın sebeplerinden en büyüğü ve en çoğu, taharete ehemmiyet vermemek, pislik­
ten ve bilhassa idrardan konulmamaktır. ” buyurmuşlardır.

C a d d e çamurlan, lıamam ve belâ gibi pis mahallerin damlaları, bunlardan


korunmak güç olduğu için affolunmuştur.

3 — P İS OLAN ŞEY L E R N E SÜ R ETLE P Â K L E N ÎR ? :

Bu gibi pislikler, abdest ve gusûlde olduğu gibi, su ile temizlenir. M aam a-


filı, bunlar bulaştırıcı olmayıp, pisliği gideren (gülsuyu, sirke, çiçek suyu gibi)
sularla, kullanılmış su ile de yıkanabilir. K uruduktan sonra göze görünen pis­
lik ile pislenmiş olan bir elbise, o pisliğin, sanlık veya kırmızdık gibi eseri gidin
ceye kadar yıkanır. Eğer pisliğin eseri gitmek güç ise kalsa d a olur. Eğer b u n u
akar bir suda, yâlıud üzerine su dökülerek yıkamış ise —pisliğin eseri gitmek
şartiyle— bir defa yıkayıp sıkmakla da pâklenmiş olur. Eğer bir kap içinde İse
herhalde üç defa yıkamak ve ber yıkayışta sıkmak şarttır.
İdrar gibi kuruduktan sonra görünmiyen bîr pislik, pâklendiğine kanâat ge­
linceye kadar yıkanıp sıkılır. Temizlendiğine kanâat gelmek üç defa yıkamak sû-

120
reliyle olur. Eğer sıkılabilen bir şey ise her defa yıkayışla gücü yettiği kadar ve
üçüncüsünde damlası kesilinceye kadar sıkmak lâzımdır.
Bir kap içerisinde yıkanırsa, üç defa yıkanıp gücü yettiği kadar sıkmak, her
defasında suyu değiştirmek ve kabı su ile çalkalamak lâzımdır. E ğer sıkılamıya-
cak bir şey ise her yıkayışta damlası kesilinceye kadar kurutmak lâzım oluyor.
M aam âfih, damlası iyice kesildikten sonra kurumasa da olur. M utlaka kurutmak
şart değildir.
Pis olan bir şey; akar su. veyâhud akar su hükmünde olan çok su içinde ıs­
lanmak suretiyle temizlendiğine kanâat hâsıl olunca onu sıkmağa, damlası ke-
silinceye kadar bırakmağa lıâcet kalmaz. Yâni pis olan bir şey, büyük bir suyun
içinde yıkanır veyâhud akar suya bırakıp üzerinden su akmak, veyâhud üzerine
birçok su dökülerek ona dokunan sular gibi başka su gelmek suretiyle yıkanırsa
üç defa sıkmak veya kurulmak lâzım değildir.
M u rd a r olan ayakkabı, temiz yerde sürtülmekle; hayvan keserken kan ile
pislenmiş olan bıçak hayvanın boynuna silinmekle; kurumuş olan meni, ova­
lanmakla; pislenmiş olan zeytinyağı, sabun yapılmak, yâhud üç defa su döke­
rek her defâsında suyun yüzüne geleni almakla; temiz olmıyan toprak, zemin
kuruyup üzerinde pislik eseri kalmamakla temizlenmiş olur.
Bakırdan veyâhud billûrdan olan bardak, tabak ve tencere gibi şeyler: üç
defa yıkanıp pislik eseri kalmayınca pâk olur.
H am a m d a yıkanırken hamam kurnasına elinin girip çıkmasiyle su pis ol­
maz. Temiz olmıyan elini kurnaya sokar ve aynı zam anda üzerinden su akıtıp
kum ayı taşırırsa —suyun içinde necâsel eseri görülmedikçe— su yine temizdir.
K urnanın suyunu tamâmen çıkarmak lâzım değildir.
Pis bir yatak, uyuyan kimsenin teriyle ıslanır ve necâsetin eseri vücûdunda
görülürse, onun vücûdu da pis olur. Eğer vücûdda eseri görülmezse pis olmaz.
Yaş ayağıyla pis bir toprağa basarsa yine hüküm böyledir.
Pis ve yaş. fakat damlamıyacak derecede sıkılmış olan bir elbisenin içine
temiz ve kuru bir elbise konulsa bu elbise pis olmaz. Pislenmiş olan toprak ze­
min. yeryüzü ve duvar, güneş veyâhud ateş veya rüzgâr ile kuruyup üzerinde
olan pisliğin eseri giderse temizlenmiş olur.

121
O NALTINCI DERS

K A D I N L A R A M A H S U S BÂ Z I H A L L E R

H avli, nifas, islilıâza denilen uç çeşîl lıâl vardır ki, b u n la r kadınlara m a h ­


sus olup erkeklerdi- olmaz.
Hayız demek, kadının rahminden, yâni döl yalağından kan gelinesi demek­
tir. Gebeliği veyâhud kan çıkmasını icâbeden bir hastalığı olmıyan ve bulûğa er­
miş ve ellîbeş yaşını geçmemiş b u lu n a n bir kadının rahminden akan kana hayız
ve kadının bu hâline hayız görme (âdet görme) denir.
Şeriat, kadınların bulûğa ermesinin iptidasını dokuz yaş. hayızdan kesilme­
sinin sonunu da ellibeş y aş i tibâr etmiştir. Binâenaleyh, dokuz yaştan evvel,
yâhud ellibeş yaşından sonra kadının rahminden gelen kan. hayız kanı değil,
belki başka bir hastalıktan ileri gelmiş ve başka hükme tâbi dir. Şimdi bunları
ayrı ayrı îzâb edelim.

1 — HAYIZ K A NI VE HÜKMÜ :

D o k u î yaşına giren ve kendisinde rahminden kan çıkmasını mûcib bir has­


talık bulunmıyan bir kızın rahm inden gelen kan. hayız kanıdır.
Hayız kanının görülmesinden i tibâren o kız. bulûğa ermiş saydır. B u n a ka­
dınlar. âdet görme derler. K adınların âdet görmeleri en aşağı üç gün üç gecedir.
O rt ası beş, en çoğu on gün, on gecedir. Uç günden eksik, on günden ziyâde ol­
mamak üzere bulûğa ermiş kadından gelen b u kan. her ay, âdet ettiği günlerde
gelir. Bâzan da âdetini değiştirir. N ihâyet ellibeşine kadar b u hâl devam eder.
Bazan ellibeşden evvel de kesilir. Âdet günlerinde kanın biç durm adan akması
da şart değildir.

2 — N ÎF A ST A N SONRA LO HU SALIK :

Kadın gebe olduktan sonra âdetini görmez olur. Çocuğun doğmasından i ti­
bâren kırk gün içinde gelen, lobusalık kanıdır. Kırkından daha evvel de kesile­
bilir. Fakat kırk günden fazla sürmez, sürerse hastalıktır.

3 — HAYIZ VE N ÎF Â S ’IN HÜKM Ü :

K adın âdet gördüğü veyâhud lohusa olduğu zaman, namaz kılamaz; oruç
tutamaz; eline Kur'dn-ı K e rîm i alamaz; K ıtrâ n okuyamaz; camiye giremez: K a ­
be'yi tavaf edemez; kocası ile bir araya gelip muâmele-i zevciyede bulunamaz.

122
Bunların hepsi haramdır. Â detini ve lohusalığını bitirdikten sonra gusletmesi
farzdır. Bu müddet zarfında geçirdiği namazları sonradan kılmaz. A llah onları
nffetmişlir. Fakat oruçları varsa onları sonradan tutması lâzımdır, farzdır.

4 — İSTÎH A ZA VE ÖZÜR K A N I :

I layız görmekle olan bir kadından üç günden eksik veyâhud on günden


fazla veyâhud lolıusa kadından kırk günden ziyâde gelen kan. istihâza kanıdır.
Bu hal kadın için mâzûrelik sayılır. Mâzûrelik kanı devam ederken namazını kı­
lar. orucunu tutar. Dokuz yaşından evvel, cJJibeş yaşından sonra veya gebe iken
gelen kan da islilınzadır: bir özür ve hastalıktır. O kan rahimden değil, bir da
mardan gelmektedir. B unun kokusu da yoktur. Binâenaleyh, böyle bir kadın da
namazını ve orucunu terkelmez. Bu hâl devam ederken yine abdestiııi alıp n a m a ­
zını kılar. K u ra rı ini okur, ramiye gidebilir.
K adının iki hayız arasında olan temizliği en aşağı oııbeş gündür. Fazlası
için bir had yoktur. Bâ/aıı bir kadın bir seneden ziyâde temiz bir halde b u lu ­
nabilir.

5 — ÖZÜR N E D EM EK TİR VE MAZUR OLANLAR H A R K IN D A K İ HÜKÜM :

Böyle bir hastalık sebebi ile kendisinden kan gelen kadın, özür sâhibi ol­
duğu gibi, idrarı dâima durmayıp damla damla gelen, burnu kanıyan kimseler
de özür sâhibi sayılırlar. G özünde yara ve hastalıktan dolayı gözü dâimâ sula­
nan, kulağından, memesinden, veyâhud göbeğinden, ağrı ile bir şey gelen kim­
seler de özür sahibidirler. (, üııkü bunlar yaradan geldikleri için abdesti bozar­
lar (I).
Abdesti dâinıâ bozulmıya müptelâ olan adam mâzur olmak için, özrü b ü ­
tün bir namaz vaktini kaplamış olmak ve bir namaz vaktinin içinde abdest alıp
namaz kılacak kadar bir zaman kesilmemek lâzımdır. Böyle olmadıkça mâzur s a ­
yılmaz. Meselâ, burnu kanayan bir insanın, bir namaz vakti çıkıncaya kadar a b ­
dest alıp namaz kılabilecek kadar bir müddet olsun kanı durmazsa o adam,
sâhib-i özürdür.
Böyle bir adam, özrünü, zorluk çekmeden tıkamak, veyâhud namazı otura­
rak veya imâ ederek kılmak suretiyle durdurm aya gücü yetmezse, her farz olam
nam az vaktinde yeniden abdest alıp, kanı veyâhud idrârı akarken namazını kı­
lar. ö z r ü dâim olmak için, bir namaz vakti lamâmen böyle geçtikten sonra her
nam az vaktinde bir kere olsun bulunmak lâzımdır.
M â z u r olmaktan kurtulmuş olmak için bir namaz vakti kâmilen ■kesilmiş
ve gelmemiş olmak şarttır, ö z ü r devam ettikçe bulaşan elbiseyi yıkamak vâcib
değildir. 1

(1) T a h t â v î .

123
O NYEDÎNCÎ D ERS

HADESTEN TAHARET
(A B D E S T A LM A K VEYA G U SL E T M E K )

Hades demek, hükmen pis sayılan şeyler demektir. B u da ikidir : H ades-i


asgar (küçük pislik), Hades i ehber (hüyük pislik). B unlardan pâklenmek için ab-
dest almak, yâhud gusletmek lâzımdır. Binâenaleyh, namaz kılmak isteyen bir
adamın evvelâ abdesl alması farzdır. Abdeslsiz namaz caiz değildir.

1 — A BD ESTÎN T Â R tF Î :

Abdesl. yüzü ve dirsekleriyle berâber elleri yıkamak, başının dörtte birini


meshetmek, lopuklariyle birlikte ayakları yıkamaktır. İşte abdest dediğimiz budur.

2 — USÛ L VE Â D ABINA M U V AFIK ABDEST ALM A NIN Ş E K L İ :

A bdest şöyle a lın ır: Evvelâ mümkünse. K ıb le y e kaışı yüksek bir yere otu­
rup kolları dirseklere kadar sıvar, çemrenirsiniz. Abdeste niyet ederek Eûzü-Bes-
m ele çeker, elleri bileklere kadar üç defa güzelce yıkarsınız. Parmakların, a ra sı­
nı hilâllar, yüzük varsa onu öteye beriye oynatırsınız. B u n d a n sonra sağ avuçla
üç defa ağzınıza su alır ve her defâsında güzelce çalkarsınız. Misvak ve fırça
varsa onunla, yoksa sağ elin baş ve şahâdet parmaklariyle dişleri güzelce oğuştu-
rursunuz. Sonra sağ elinize su alıp, üç defa b u rnunuz a su çeker ve sol el ile
sümkürtip güzelce temizlersiniz. Sonra yüzün her tarafını üç defa yıkarsınız. B u n ­
dan sonra evvelâ sağ kolunu dirseklerine kadar, sonra da sol kolunu yine dirsek­
lerine kadar üçer defa yıkarsınız. B unda n sonra sağ eli ıslatıp başın dörtte biri­
ni mesheder, yâni elin iç tarafiyle başınızın dörtte birini sığarsınız. B u n d a n son­
ra ellerinizin küçük veya şahâdet parmaklarını kulaklarınıza sokar ve baş p a r ­
maklarınızla kulakların dışını ve geriye kalan üç parmağın dış taraflariyle de
boynunuzun arkasını meshedersiııiz. B undan sonra evvelâ sağ ayağı ve sonra
sol ayağı topuklariyle berâber üçer defa yıkar ve ayak parmaklarınızın arasını
güzelce temizlersiniz.

İşte dörtbaşı tekmil, farzları, sünnetleri, âdâbı yerinde abdest bu şekilde ola­
caktır. A bdest âzâsında kurumuş ham ur vesâir. suyun geçmesine m âni' bir şey
varsa, onu evvelâ gidermek lâzımdır. Yağsız kir ve pire tersi gibi şeyler suyun
geçmesine m âni’ değildir.

124
3 — A BD ESTÎN FA R ZLA R I :

Abdestin farzları dörltür :


1) Y üzünü bir kere yıkamak,
2) Ellerini (dirseklere kadar) dirsekleriyle beraber bir kere yıkamak.
3) Başın dörtte birini meshetmek.
4) Ayakları topuklariyle beraber bir kere yıkamak.
Bu farzlardan biri eksik olursa abdesl salıîlı değildir. Bunlara rükün de d e ­
nir. Bu rükün ve farzlar yerine getirilince abdesl sabih olur. Fakat abdestin m ü ­
kemmel olması için sünnetlerine, diğer â dabına riâyet etmek de lâzımdır.

4 — a b d e s t in sü n n etleri :

A bdestin sünnetleri şunlardır :


1) A bdest almıya niyet etmek.
2) E ûzü ve Besmele-i şerife ile başlamak.
3) Evvelâ ellerini bileklerine kadar yıkamak.
4) Ağzını misvâk ve fırça ile yıkamak veyâbud dişlerini baş ve şabâdet
parmakları ile oğmak,
5) Bir uzvu kurumadan diğerini yıkamak,
6) Yıkadığı âzâlarını güzelce oğmak,
7) Ağzına üç kere su alıp ber defâsında çıkarmak.
8) O ruçl u olmadı ğı vakit, suyu ağzına doldurup çalkalamak,
9) B urnuna üç defa su çekmek, ber defâsında sol eli ile sümkürüp bu su­
yu çıkarmak, oruçlu olmayınca, suyu fazla çekmek,
10) Abdesti yukarıda ta rif edilen şekilde yapmak ve sırayı gözetmek. E v ­
velâ elini ve yüzünü, sonra kollarını yıkamak, sonra tekmil başını bir kere mes­
hetmek, sonra ayaklarını yıkamak,
11) Yıkanan ber âzâyı üçer kere yıkamak,
12) Elleri ve ayaklan yıkamağa parmak uçlarından başlamak,
13) Parm ak aralarını aralamak (hilâüamak),
14) Sakalı sık olan kimse, parmakiariyle sakallarını aşağıdan yukarıya doğ­
ru aralamak, (sakalı çok ve sık olan, yalnız sakalının yüzünü yıkamak, seyrek
sakal olursa altına suyu geçirmek vâcibdir),
15) Parm ağında yüzük varsa ve dar ise onu oynatmak vâcibdir. G eniş ise
menduptur.
16) Kulaklarını mesbetmek : E n küçük parmağını veyâhud şabâdet p a r m a ­
ğını kulaklarının içine sokup baş parmağiyle de dışını mesheder.

5 — A BD ESTİN M EK RU H LARI :

A bdest alan kimseler için şunlar mekruhtur :


1) Suyu, Iüzûm undan fazla kullanmak.

125
2) S u y u . b ir m u c ib yoI< ike n , gayet az k u lln n m .iL y â n i ın eshe de r g ib i y a p ­
m ak,
3) Suyu abdest âzâlarına ve yüzüne hızlı çarpmak.
4) A bdest alırken lüzumsuz yere lâkırdı etmek,
5) Hiç ihtiyâcı yok iken başkasından yardım istemek, su döktürmek.
6) Pis bir mahalde abdest almak,
7) Sünnetlerini terketmek.
Yukarıda târif ettiğimiz şekilde abdest alan bir adam abdestin bütün erkân
ve â dabına riâyet etmiş olur.

6 — ABDESTÎN FA Z İL ET L E R İ :
A bdest almakta dünyevî ve ulırevi çok büyük fayda ve faziletler vardır.
Peygamberimiz M u h a m m e d Salla llâhu aleyhi re sellem bir hadis-i şe­
rifinde şöyle buyurmuşlardır : Bir ıSIüslümaıı uhdesi alıp y ü zü n ü yıkarsa, y ü ­
züne âil b ü tü n günahları; ellerini ve ayaklarını yıkarsa, bunlar ile işlediği bütün
hatâ ve günahları su yu n damlalariyle beraber akıp gider ve kendisi tertem iz ka­
lır. H attâ tırnak ve kirpik diplerindeki günahlardan bile eser kalmaz. Â d â b ve
erkânına riâyet ederek abdest alıp da sonra K ıble ye dönerek : E şhedü en fd ilâ-
he illâ llâhü vahdehu lâ şerike leh ve eşhedü erme yiu h a m m ed en abdühû ve Re-
sû lü h .' diyen bir kul için şüphe yok ki, C ennet kapıları açılmıştır; dilediğinden
girer."
A bdestin maddî ve görünür temizlik ve faydaları herkesin görüp bildiği bir
şey olduğundan onları söylemiye lüzum yoktur. A bdestin hükm i dünyevisi, ab-
destsiz helâl olmıyan şeylerin ancak onunla mübâlı olmasıdır. Hükm-i uhrevîsi
de. âhiretde sevaptır.

7 — A BD ESTSÎZ H ELÂ L OLMAYAN ŞEY L E R :


Abdestsiz namaz kılmak; K u r ’drı-ı Kerim e el sürmek; Kur'ân okurken sec­
de etmek; Cenâze namazı kılmak: âyet i kerimeye el sürmek helâl olmaz. B u n ­
lardan biri yapılmak istenildiği zaman, abdest almak farzdır. K abe’yi tavâf için
abdest vâcibdir.
Uykuya yalarken, uykudan kalktığı zaman, abdesli varken, ölü yıkadıktan
sonra. K u r’ân veyâhud hadis okurken abdest almak meııduptur.
Ş u halde abdest almak bâzan farz, bâzan vâcib, bâzan da menduptur.

8 — A B D E ST I BOZAN Ş E Y L E R ;
Abdestli olan bir adam da şunlardan biri bulunursa abdesti bozulur :
1) ö n ve arka avret mahallinden çıkan pislik ve yel.
2) V üc ûdiin bir tarafından akan kan, irin ve sarısıı, kan ile karışık su,
3) Ağız dolusu kusmak (balgamdan bozulmaz). Ağız dolusu kustuğu şey.
ister yemek, ister safra, ister kan pıhtısı olsun, b u n la r abdesti bozar.
4) A ğızdan tükrüğe müsâvî veya da h a fazla kan gelmek, yâni tükürdüğü
vakit lükrüğüniin yarısı veyâhud y a n d a n fazlası kan olmak.

126
5) Yatarak, vcyâhud dayanarak (dayandığı şey alındığında düşecek d e ­
recede) uyumak. D iz üstü oturup yâlıud kaynaklarını yere getirip sağlam bir va ­
ziyette uyumak abdesti bozmaz.
Ö) Bayılmak,
7) Sarhoş olmak,
8) Baliğ olan kimsenin rükû' ve sücûdu olan bir namazı kılar iken yanın-
dakil erin işiteceği kadar gülmesi,
9) Erkekle kadının tenasül âzâları birbirine (arada başka bîr şey olmıya-
rak) dokunmak. İşte b unla rda n birisi olursa yeniden abdest almak lâzımdır. A ğ
lamakla gözden çıkan yaş abdesti bozmaz. V ü c û d u n bir tarafından çıkan kan ve
irin etrâfma yayılmıyarak çıktığı yerde kalmış ise, abdesti bozmaz. K an akmak-
sızın vücudun bir tarafından kopup düşen et parçası da abdesti bozmaz. N a m a z
kılarken ayakta ve rükû'da uyumak da abdesti bozmaz.

M E S T (AYA K K A BI) Ü Z E R İ N E M E S H E T M E K

1 — M EST N E D E M E K T İR ? :

Mest, " A y a k la n topukları ile berdber örten r e âdi yürüyüşle birbiri a rdın­
ca oniki bin adım veyâhud daha ziyade yürüyebilen, ipine kolayca su alrmyan
ve berbirinin topuklarından aşağısında ayak parm aklarının küçüğü ile Üp p a r ­
mak kadar delik, sökük, yırtık bulunm tyan, bağsız olarak bacakta duracak kadar
kalın olan ayakkabı" demektir.
Böyle olan ve abdestli iken ayağa giyilmiş b u lu n a n bir meste tekrar abdest
alınırken mesholunur. Söz temsili : B ugün sabah, abdest alıp ayağınızı yıkadınız,
abdestiniz bozulm adan evvel ayaklarınıza böyle bir mest giydiniz; bir saat son­
ra abdestiniz bozuldu. 1 ekrar abdest alacaksınız; şimdi abdest abrken ay a k la ­
rınızdan o mestleri çıkarmıyarak ıslak elinizle, yalnız üstlerine, birer mesheder-
siniz. Sonraki gün sa ba ha kadar geçen yirmidört saat içinde, yâni b u g ü n abdest-
le mesti giyip de meselâ saat onbirde bozulmuş ise sonraki gün saat onbire ka­
dar her abdest aldıkça mest üzerine meshelmek câizdir. Üzerine meshelmek câiz
olan ayakkabı, yalnız mest değildir. Lâpçın, fotin, çizme, kalçın, konçtu aba,
terlik gayet katı ve yukarıda anlattığımız şekilde dayanıklı çorap da mest gibi­
dir. Temiz olmak şartiyle bunlara da meshetmek câizdir.
D ağda, tarlada ve bağda giyilen çizmelere ve askerin giydiği ayakkabılara
da böyle mesholunur ve onlarla da namaz kılınır.

2 — YOLCULAR ÎÇ lN M E 8H İN M ÜDDETİ :
Yolcu olmıyanlar böylece yirmidört saat mest üzerine. mesH yapabilirler.
Yolcu olanlar üç gün üç gece, yâni yetmişiki saat ayaklarını hiç çıkarmadan
sâde mest üstüne meshederler.

127
M est şöyle olur : A bdest âzâlarm ı yukarıda gördüğüm üz şekilde yıkadıktan
sonra sıra ayağa gelince, evvelâ sağ elini su ile ıslatıp, sağ ayağının ucundan
başlıyarak inciğine doğru topukları aşmak üzere m estin üzeri ıslak üç parm ak­
la, parm aklar açık olarak ve el ayası dokunm ıyarak yukarı doğru sığanır. Sonra
sol el ıslatılıp sol ayak da böyle m esbolunur.

3 — M ESH ÎN CÂÎZ OLM ASININ ŞA R TLA R I :

D ikkat ediniz! M est üzerine meslıin caiz olması için şu şartların b u lu n m a ­


sı lâzım dır :
1) M estler abdestle giyilmiş olmalı,
2) İskarpin gibi olm ayıp, topuklar kapanm ış olmalı ve ayağın topukları gö-
riinmemeli,
3) A y ağ a giyilen b u ayakkabı yukarıda anlattığım ız kadar bir yol yü rü n e­
bilecek derecede dayanıklı olm alı ve aynı zam anda içinde ayak yürüm eğe ta h a m ­
mül etmeli (ağaç ve dem ir gibi bir şey olursa bittabi olamaz).
4) H er bir m estin topuklarından aşağıda ayak parm aklarının küçüğü ile
üç p an n a k kadar delik, yırtık ve sökük olm am alı. B irinde bir parm ak, diğerinde
iki parm ak olursa zarar vermez. Y ırtıldığı halde açılm az ve ayak görünm ezse yi­
ne zarar vermez, yâni yine m esheder.
5) Bağsız ayakta durabilecek kadar katı olmalı,
6) A yağa su alm am alı, suyu emerek ayağa vüsûlüne m âni olmalı,
7) H er ayağının ön tarafında, hiç olm azsa, elin küçük parm ağiyle üç p ar­
mak kadar m ahal hilkaten mevcut olmalıdır.

E ğer ayağında b u kadar b ir şey yok ise, yâni ayağının ön tarafını kaybet­
miş ise, m est üzerine m eshetm cyip ayağını yıkam ak lâzım dır. H a ttâ sa ğlam aya-
gına da mesih yapm ayıp onu da yıkaması lâzımdır. E ğer ayağının biri topuktan
yukarıdan kesilmiş ise onu yıkam ak lâzım değildir. D iğer ayağı mevcut ise ona
giymiş olduğu meste m eshedebilir.

A b d est alıp m estleri giydikten sonra abdesti bozulur ve ondan sonra m est­
lerden birini ayağından çıkarır veyâhud m est ayaktan çıkıverirse mesih bozulur.
E ğer abdestle m estleri giydikten sonra abdesti bozulur ve tekrar abdest alıp mest
üzerine m eshettikten sonra ve abdesti varken m estlerini çıkarmış ise. yalnız ayak­
larını yıkar; abdesti yok iken çıkarmış ise, abdest alınırken, ayaklan d a yıka­
m ak lâzım dır. M eshin m üddeti bitince mesih yine bozulur.

4 — SARGI VE Y A RA Ü Z E R İN E M ESH ETM EK :

A b d est âzâların d an birinde, kırık çıkık, yara ve çıban gibi bir şey olup da
ü stü ta h ta ve bez ile sarılı olursa, o vakit bakarız, eğer sargı âdi bir şey ise,
yâni onu çözüp altını yıkam akta b ir zarar yoksa, kolayca ve zararsızca çözü-

128
iüp yıkanacaksa. sargı çözülerek altı yıkanır ve yaranın üstü meshedilir. F akat
yara elıemmiyelle ve sargı çözüldüğü vakit zarar gelecek olursa, o zam an çözül-
miyerek. sâde sargının üzerinden bir defa meslıedilir. P e y g a m b e r i m i z
Salla llâlıu aleyhi ve sellem U lıud G azasın d a aldıkları yaranın sargısına meshet-
mişler ve A l i radiya ilâha anh in H ayber G azasın d a bileği kırıldığı vakit
meslıelmesini emretmişlerdi.

A bdest âzasından birinde ilâç bu lu n u r da üzerinde sargı alm azsa, o da


böyledir. Yâni ilâcın üzerinden yıkamak zarar vermezse, ilâcın üzerinden su akı­
tılır. Z a ra r verirse, ilâcın üstü mesbedi lir. M esh de zarar verirse terkolunur. E ğer
sargının her tarafına meshedemezse çoğuna meshedip gerisini bırakır. B u hüküm
gusul hakkında da böyledir.

129
Ö N SEK lZÎN C İ DERS

G U S Ü L (BOY A B D E S T İ)

1 — GUSÜL N E D E M E K T İR ? :

H iç kuru b ir yer kalm am ak üzere, tepeden tırnağa kadar bedenin her ta ­


rafını yıkam ağa, gusül (boy abdesti) denir.

G usül, b&zan farz, bâzan sünnet, bâzı d e fa da m endup olur. C ü n ü b ola­


nın, hayız ve nifastan tem izlenmiş olan kadının gusletmesi farzdır. C um a ve
Bayram nam azları, H ac veyâhud U m re için İhram a girerken gusletmek sünnettir.

2 — GUSLÜN FA R ZLA R I :

G u slü n farzları üçtür :


1) A ğ ıza su alıp boğazına kadar çalkalam ak,
2) B u rn u n a su çekmek ve yıkamak (1),
3) T epeden tırnağa kadar (iğne ucu kadar kuru bir yer kalm am ak şartiy-
le) b ü tü n bedeni yıkamak.

İşte guslün farzları ve erkânı bunlardır. Suyu kaşlarının, bıyıklarının ve


sakalının altın a kadar vardırm ası şarttır. Sakalın yalnız üstünü yıkam ak kâfi
değildir. E ğer erkeğin çok ve örülm üş saçı varsa, onu çözüp her tarafını yıka­
ması şarttır. K adının saçının dipleri tamâmiyle yıkanm ak kâfidir.

3 — GUSLÜN SÜ N N E T L E R İ :

1) G u sle evvelâ Besmele ile başlam ak,


2) G usle niyet etmek (2),
3) B edenin b ir tarafında pislik varsa onu önceden güzelce temizlemek.
4) A vret yerini, velevki pis olm asın ayrıca yıkamak,
5) G u sü ld en evvel abdest almak,
6) B edenine üç defa su dökmek ve her defâsında su bedenini kaplam ak,
suyu bedeninin her tarafın a ulaştırm ak,
7) S u dökünm eğe b aştan başlam ak, sonra sağ om uzuna, sonra sol om uzu­
na dökmek.

(1) Mezhebimiz olan H anefi mezhebiyle H anbeli m ezhebine göre ağızla b u ru ­


nun içi de zahiri bedendendir. B inâenaleyh, y ık am ak farzdır.
(2) Şafii ve M âliki m ezheblerinde başlarken niyet farzdır.

130
8) İlk defa döktüğü zam an bedeni oğmak ve suyu bedenin Her tarafına
ulaştırm ak (1),
9) A yağının olduğu yere su birikirse abdest aldığı zam an ayak yıkam a­
sını sonraya bırakm ak.

4 _ BÜTÜN ER K Â N VE Â D ABIN A R İÂ Y E T E D İL E R E K G U SLETM EK :

G usletm ek istiyen b ir adam önce Besmele-i Şerife okur; sonra gusletmeye


niyet eder. E llerini bileklerine kadar yıkar ve üzerine yapışıp kurum uş b ir şey­
ler varsa onları temizler; sonra avret m ahallinde veya uyluklarında bir pislik
varsa onları yıkar, olm asa da yıkar. B undan sonra sağ avucuna su alarak onu
ağzına alır ve boğazına kadar ağzının içini ve dişlerinin arasını üç kere su ile
çalkalar. O ru çlu değilse, ağzına her su aldığında fazla alır ve ağzının her ta ra ­
fını, tâ boğazına kadar, iyice çalkaladıktan sonra döker. S onra yine sağ eliyle
b u rn u n a su çekip üç defa yıkar. B urn u n u n içinde kurum uş kir-pas kalm asın d i­
ye her defasında sol eliyle süm kürür. B undan sonra tıpkı nam az abdesti gibi bir
abdest alır. Şâyet bastığı yere su toplanırsa, ayağını abdest alırken yıkam ayıp,
guslettikten sonra, çıkarken yıkar. A bdest aldıktan sonra, evvelâ başına, sonra
sağ, sonra sol om uzlarına üçer defa su döker ve vücûdunu yıkar. S u y u ilk dö-
küşte elinin erebildiği yere kadar vü cû d u n u güzelce oğuşturur. Sonra her dök­
tükçe yine oğuşturur. iğne ucu kadar kuru yer kalm aksızın bedenini yıkar. G ö ­
beğinin ortasını ve kapanm ış olan küpe deliklerini de yıkar. S akalını, saçını oğuş­
turur, suyu o n la n n diplerine geçirir. E ğer vücûdunda bir yara olup da üstünde
ilâç varsa o ilâcı çıkardığı takdirde zararı olacaksa suyu ilâcın üstünden geçiri-
verir. G eçirm esi zararlı ise orasını meslıeder, m eshetmek de zararlı ise, onu da
terkederek yalnız sargı üzerine m eshediverir.

5 — G U SLETM EK K İM LER E FA R ZD IR ? ;

Âkil ve bâliğ olan, kadın ve erkek bir M üslüm an, her ne sûretle olursa ol­
sun, cü n ü p olduğu vakit, o n u n gusletmesi, üzerine farzdır. Â d et gören b ir k a ­
dının kanı kesilip de âdeti tam am olduktan, lohusa olan kadınların Iohusabğı
geçtikten sonra gusletm eleri farzdır. Böyle gusletmek iktizâ eden bir insan gus­
ledip yıkanm adıkça nam az kılamaz. K ur ân okuyamaz, eline K u râ n -ı K erîm i
alam az, K âbe-i M uazzam a'yı tavâf edemez. Y ıkanıp temizlenmedikçe bu n ların
hepsi de o adam a haram dır.

G u sû l iktizâ etmemiş olan, temiz bir adam ın C u m a ve Bayram nam azları


için gusletm esi sünnettir. P e y g a m b e r i m i z Sallâ llâhu aleyhi ve sel-
İem : “C um âları gusletm ek her M ü slüm ana lâzım ." buyurm uşlardır. B ir adam - 1

(1) Suyu dökerken, yâhud d ö k tü k te n so n ra k u ru m ad an hem en b ü tü n bedeni


o lu ş tu rm a k , M âliki m ezhebinde farzd ır. E ğ e r b ir özrü v a rsa o zam an olmaz.

131
dan, Iıer ne sûretle olursa olsun, meni gelirse, o adam şeriat nazarında cünüptür.
ister rüyasında olsun, islerse vücûdunun hur tarafı kadına dokunm akla, yâfıud
başka sûretle olsun, ne ile olursa olsun, şehvetle meni çıktı mı, cünüp sayılır.
İşte o zam an gusletmesi üzerine farzdır. Bir de mümkün ise Iıer C um a günü yı­
kanm ak M üslüm anlıkta çok m ühim bir vazifedir. B unu da yapmalıyız. P eygam ­
berim iz M u h a m m e d aleyhi s selâm Iıer C um a günü C um a nam azından
evvel guslederlerdi. Bayram n am azlarından evvel de guslederlerdi. Bizi de bu
husus için pek çok tergip ve teşvik etmişlerdir. B unun İçin biz de böyle yapm a­
lıyız, b u n u n pek çok sevabı vardır. H aftayı geçirmeyip Iıer hafta vücûdum uzu
güzelce yıkamalıyız.
G u sû l meselesine çok dikkat el mel iy iz. S u iktizâ edince gusletmek, A lla h 'ın
emri ile boynum uza borç o lduğunu unulm anialıyız, ö y le pis pis gezmenin günâlıı
pek çoktur. İnsanın K u ra n okum asına ruhsal verilmeyen şu halde devam etmesi
ne kadar fena bir şeydir. İnsan cünüp oldu mu. hemen gusleimeli, biran evvel
yıkanıp üzerinden pisliği alm alıdır. Ulûm D înini kabul eden bir insan. K ur dn ııı
her söylediğini, dînin her dediğini kabûl etmelidir. B u onun boynuna borçtur.
K u r’dn-ı Kerîm; cü n ü p olunca vücûdunuzun Iıer tarafın i güzelce yıkayınız, d e­
miş. M adem ki M üslüm anız; b u n u böyle yapm ak borçtur.

Büyük hekim ler diyorlar ki :


İnsanın b aşına gusledecek bir ha! gelince, bütün dam arlarda büyük bir sar­
sıntı olur. V ü c û d d a bir yorgunluk, bir gevşeklik Iıâsıl olur. D am arlardaki bu
sarsıntıyı, vücûddaki yorgunluk ve gevşekliği leskin için, vücûdun her tarafını
yıkam ak lâzımdır. V ü cû d a ârız olan bu gevşeklik ve durgunluğun en büyük, en
iyi, eri mukavvi ilâcı gusüldür.
Şim di hekim lerin bu sözünün ne kadar doğru olduğunu hepim iz biliriz.
H erkes dikkat etm iştir kî, insan su iktizâ eden bir hâl karşısında kal ıııca, üzeri-
ne bir ağırlık çöker. H albuki, abdest bozduğu vakit böyle m idir? Bilâkis o z a ­
m an insana bir genişlik gelir. O n u n için, in san d a su ikiizâ eden bir şey olunca,
v ü cûdunun her tarafını yıkamak ve abdest yapınca, yalnız avret m ahallini (ut
verini) temizlemek lâzım gelir.

T E Y E M M Ü M

S u a l ■— Teyem m üm nedir?
C enap Farzdır, K itâb ve S ü n n et île sâbittir.. A bdeste ve gusle bedeldir.
S u a l ı-^ Teyem m üm neye derler?
C enap — Teyem m üm , temiz toprak yâhud taş. kum ve kireç gibi toprak cin­
sinden b ir şeye, niyetle ellerini vurup yüzünü ve kollarını mesbelmeye derler.
Şeriat lisâniyle teyem m üm ün ma nâsı hudur.
S u a l — Teyem m üm nasıl olur?

132
/

C evap — Evvelâ ne için teyemmüm edecekseniz ona niyet edersiniz. Sonra


kollarınızı sıvarsınız. (E ûzü - Besmele) çekip parm ağınızı açar ve toprağa bir
defa vurduktan sonra, yüzünüzü mesheder. tekrar elinizi toprağa vurup sol e li­
nizin içi ile sağ kolunuzu, sağ elinizin içi ile de sol kolunuzu dirsekleriyle bir­
likte m esbedersiniz.

S u a l — Teyem m üm de niyet nedir?


C evap — Farzdır.

S u a l — T oprağa vurup meslıetmek nedir?


C evap — O da farzdır.

S u a l — Ö yle ise teyem m üm ün larzı kaçtır?


C evap — İkidir : Biri niyet, diğeri temiz toprağa veya toprak cinsinden bir
şeye vurup mesbetmek. (Yüzü ve kolları ayrı sayarsak, farzı üç olmuş olur.)

S u a l ~ teyem m üm ne zam an yapılır?


C evap — A b d est alacak veyâbud gusledecek kadar temiz su bulunm az, yâ-
b ud su b u lu n u r am m a bir sebeple suyu kullanam ıyacak olur veya suyu ku llan ­
mak pek güç gelirse, o zam an, abdest ve gusül niyetine teyemmüm ederler. B ede­
ninin kısm-ı âzami veyâbud lıepsi yara içinde olan bir adam vücûdunu yıkamı-
yarak teyem m üm eder. E ğer v ücûdunun çok tarafı sabıb olursa oraları yıkayıp
yara olan yerleri m esbeder. G u sül ile teyemmüm bir araya getirilmez.

S u a l — Teyem m üm ü ne gibi şeyler bozar?


C evap — A bdesti bozan bir şey teyemmümü de bozar. S u ile abdest almı-
ya y âb u d gusletmeye ma ni olan şeyler ortadan kalkınca teyemmüm yine bozu­
lur. İslâm D în i temizlik dînidir. D în in temeli temizlik üzerine kurulm uştur. B unun
için abdest ve gusül farzdır: abdestsiz nam az kılınmaz. S u iktizâ edince cünüp ge­
zilmez. D înim iz böyle şeylere m üsâade etmez; îcâb edince berbalde abdest alaca­
ğız. gusledeceğiz, temizleneceğiz. Su varsa su ile abdest alırız, guslederiz.

S u yoksa ne olacak?
Söz temsili : N am az vakti olup abdest alm ak veyâbud su dökünm ek iktizâ
eyledi. L âkin o y akınlarda su yok. y âb u d su var am m a öyle bir soğuk var ki,
orada su dökünüp yıkanacak olsa, büyük tehlike var. İşte o vakit abdest ve gu­
sül yerine teyemmüm ederiz. A bdest farz olan şeyler için teyemmüm de farzdır.
V âcib o lan lar için vücûp. sünnet o lan lar için sünnettir.

2 — TEYEM M ÜM ÜN SA H ÎH OLM A SININ ŞA R TLA R I :

T eyem m üm ün sahili olması için sekiz şart vardır :


1) N iyet etmek. E lini toprağa vururken ya temizlenmiye, yâbud nam az,
secde-i tilâvet ve cenaze nam azı gibi m aksud olan bir ibâdete niyet etmiş olmak
şarttır.

133
2) Teyem m üm ü m übah kılacak bir özür bulunm ak. Su bulunm am ak ve-
yâhud suyu kullanm aya m âni' olacak bir hastalığı ve özrü bulunm ak; soğuktan
ve d üşm andan korkmak, yanındaki su, içeceğinden fazla olmamak, suyu çıkara­
cak b ir şeyi bulunm am ak, su ile abdest alacak olsa cenaze veyâhud bayram n a ­
m azının geçmesi korkusu olmak. İşte b u n lar teyemmümü m übah kdan özürler­
dendir.
3) T aş, toprak, kum gibi yeryüzü cinsinin temizi ile veya temiz tozu ile,
hiç necâset dokunm am ış olanı ile olmak,
4) Y üzü ve kolları kaplarcasına meshetmek.
5) M eshi, elin hepsi veyâhud ekserisiyle yapmak,
6) El in içi ile iki kere vurm uş olmak, yâni yeryüzü cinsinden olan bir şe­
ye iki kere elini koymak,
7) A bdest alm ıya veya gusûl yapm ıya, m ünâfi olan haller (meselâ hayı;
ve nifas gibi) kesilmiş ve kalmamış olmak,
8) M eshedeceği uzuvlarında meshe m âni' bir şey varsa evvelâ onları gideı
mek. M eselâ, kollarında, yüzünün bir tarafında sakız vesâire gibi bir şey yapış
mış ise evvelâ onları kaldırm ak lâzımdır.

3 — TEYEM M ÜM ÜN SÜ N N E T L E R İ :

T eyem m üm ün sünnetleri yedidir :


1) Evvelâ Besmele-i Şerife çekmek,
2) Sırayı gözetmek,
3) Birbiri ardınca yapmak,
4) Elleri yere koyarken evvelâ ileri sürmek,
5) II eri sürdükten sonra tekrar geri ve kendine doğru çekmek,
6) Parm aklarını açık bulundurm ak,
7) E llerini yerden kaldırdığı vakit, şâyet tozlu ise. ellerini birbirine vur
rak silkelemek.

134
ONDOKUZUNCU DERS

N A M A Z V E N A M A Z V A K İT L E R İ

1 — NAMAZ N E ZAMAN FARZOLUNM UŞTUR VE K İM LER E F A R Z D IR ? :

Kelime-i Ş a h â d e t'te n sonra İslâm 'ın birinci temeli nam azdır. Beş vakit n a ­
maz M ekke-i M ükerrem e’de ve N übüvvet in onbirinci senesinde, yâni H icret’ten
bir buçuk sene evvel M i'râc gecesinde farz kılındı. N am az bü tü n farz olan işle­
rin aslı ve bu i tibarla dînin direğidir. Bir insana nam az farz olması için üç şar­
tın bulunm ası lâzım dır : İslâm, büluğ. akıl. B inâenaleyh, âkil ve bâliğ olan ber
M ü slü m an üzerine günde beş vakit nam az borçtur. N am azın farziyeti, Kitâ'o
(K u ra n ), S ü n n e t ve tem a' ile sâbittir. N am az kılan dünyâda borcunu öder,
rette sevâba nâil olur. Yedi yaşından sonra çocuklar nam az ile em rolunur ve y a ­
vaş yavaş nam aza alıştırılır.

2 — NAM AZIN A K ŞA M I :

1) R ükû' ve secdeleri olm ıyan nam az,


2) R ükû' ve secdeleri olan nam azlar.

Birincisi C enâze nam azı (1). İkincisi de diğer nam azlardır. Bu da üç kısım­
dır : F arz nam azlar. V âcib nam azlar, N âfile nam azlar ki, S ün n etler ve m endup-
lara şâm ildir.
F arz da ya farz-ı ayındır : Beş vaktin farzı ile C u m a nam azı gibi. Y â h u J
farz-ı kifâyedir : C enâze nam azı gibi (2). V âcib nam azlar, ya insanın kendi
işinden dolayı vâcib olm uştur; yâni üzerine vâcib olm asına kendisi sebep ol­
m uştur; adak nam azı, bozulan sünnetin kazâsı, I avâf nam azı gibi. Secde-i sehiv
de böyledir. B ir insan şu kadar nam az kılacağım, diye adam ış ise. o kadar n a ­
maz kılmak o adam ın üzerine vâcib olur. N âfile nam az kılarken bozuverse. onun
kazâsı üzerine vâcib olur. B u nların vâcib olması kendi işiyle olm uştur.
Y âbud vâcib olması insanın kendi işinden ötürü değildir. V itir nam azı. B ay­
ram nam azları gibi. Secde-i tilâvet (okuma secdesi) de böyledir.
N âfile nam azlar. F arz ve V âcib olmıyan (yâni F arz ve V âcibden fazla olan)
nam azlardır. T erâvib nam azı ile beş vaktin sünnetleri ve kuşluk nam azı gibi.

(1) M âlik! ve HanbeJÎ’lere göre sücûd-ı tilâ v e t de kendisinde rü k û ’ bulunnıı-


yan bir nam azd ır; nam azın bu kısm ın d a dahildir.
(2) Cenâze nam azının b u rad a te k ra r sayılm ası farz-ı k ifây e olm ak i’tib&riy-
ledlr.

135
3 — FARZ OLAN NAM AZLARIN V A K İTLER İ :

H er m ükellef M üslüm an üzerine Farzolan nam az, günde beştir : S abah.


Ö ğle, iki ndi. A kşam . Yatsı. F arz olan bu nam azların m uayyen birer vakitleri
vardır. O vakiller, nam azların sebebidir. H er nam azın kendi vaktinde kılınması
şarttır. N am azı vaktinden evvel kılmak caiz ve sahili olm adığı gibi, bir özlü
yok iken vaktinden sonraya bırakm ak da haram ve günahtır. Uyku gibi, unutm a
gibi sebeple kılam am ış olduğu bir nam azı uyandığı veyâhud batırm a geldiği
zam an kdm ak lâzımdır.

4 — SABAH NAM AZIN IN V A K Tİ :

S ab ah a karşı, doğu cihetinde yayılan beyazlık ile göğün etrafından k aran ­


lık açıldığı zam andan güneş doğm asına kadar olan. yâni tan yeri ağardıktan
güneş doğuncaya kadar uzayan zam an. Sabah nam azının vaktidir. İşte S abah
N am azı b u arada kılınır. B unu biraz daha izâlı edelim ; S ab ah a karşı evvelâ
doğu tarafına yukarıdan aşağıya bir beyazlık gelir; sonra o beyazlık giderek tek­
rar karanlık gelir. O n d a n sonra ufkun her tarafına yayılır. İkinci beyazlık ile S a ­
bah nam azının vakti girer. G üneş doğmasiyle nam azın vakti de çıkar.

5 — ÖĞLE NAM AZIN IN VA KTİ :

G ü n eş lam orlaya geldikten biraz sonra başlar ve her şeyin gölgesi, iki m is­
li veyâhud bir misli oluncaya kadar devâm eder. İzâlı edelim : G ü n eş tam o rta ­
ya geldiği vakit yeryüzünde her dikili şeyin gölgesi balı tarafından doğu tarafı­
na dönüp kısalm akla nilıâyet bulur. N e uzar, ne de kısalır; o anda sabit olan
gölgeye Fey i zevâl denir. B undan sonra gölge doğu tarafına uzantıya b aş­
lar. İşte bu zam andan i l ibaren her şeyin gölgesi —fey’-i zeval hâriç olmak üze­
re— iki misli veyâhud bir misli oluncaya kadar ö ğ le nam azının vaktidir. Yâni
ber şeyin gölgesi iki misli oluncaya kadar Ö ğle nam azı kılınabilir.

B u kavillerin ikisi de 1 m â m ı A z a m dan menkul ise de, birincisi


son kavli ve m ezhebidir. V e ekser-i ulem ânın m uhtârı ve ihtiyata muvafık
olanı da budur. İ m â m - ı Y û s u f ile İ m â m ı M u h a m m e d .
İ m â m - ı A ’ z a m ı n ikinci kavlini, yâni “ bir misli oluncaya kadar" dediği
kavli alm ışlardır. İ m â m - ı Z ü f e r de b u n u almış, T a !ı â v î de b u ­
nu ihtiyar etmiştir. î m â m - ı M â l i k , Ş a f i î , A l ı m e d bi n
Ha n bel ve S e v r î nin mezhebleri de budur.

H ül âsa ; Bu mesele hakkında İ m â m ■ i A z a m d a n üç rivayet var­


dır : B u m eselenin m üstenedün-ileyhi olan ve bu b abda um de olarak kabul ed i­
len ve İ m â m - ı B u h â r i tarafından ; "V akitlerde en sahih şey b u d u r "
denilen m eşhur C i b r i l hadîsidir. N am az vakitlerini göslermekte esas olan
o hadis-i şerif, bu bab d ak i genişliğin ve kolaylığın en açık bir delilidir. M üçte-
hitlerin ibti lâfı, ümmet için rahm et olduğu da şüphesizdir.

136
B inâenaleyh. İkindi nam azını asr-ı sânîde. yâni her şeyin gölgesi iki misli
olduğu vakitte kılan ve ö ğ le nam azının vaktini oraya kadar uzatm ış bu lu n an
bir adam a, ne için Ö ğleyi bu zam ana kadar uzattın, denilemiyeceği gibi, İkin­
diyi asr-ı evvelde kılanlar için de böyle birşey asla vârid olamaz. Her ikisine de
hem lıadîs-i şerif. İıem de m üclehillerin içtihatları müsaittir.
Ş u halde b u n u yalnız bir cihete hasretmek ve meselâ : "A sr-ı evvelde ikin ­
diyi kılm ak câiz değildir. '' demek. Sâhib-i şeriat salla llahu aleyhi ve sellem in
göstermiş olduğu geniş h u d u d u bırakıp da dar bir çerçeve ile ümmeti tazyik et­
mek demektir. B ilhassa her iki vakitle kılınacağına dâir I m â m - ı A z a m -
dan rivâyetler vardır. İkindi nin vakti, asr-ı sâniden başlam ak l m â m - ı
A z a m in son kavli ve m ezhebi deniyorsa da: asr ı evvelde kılınacağına dâir
olan kavli de t m â m - ı Eb û Yûs uf . I mâ m- ı Mu b a m m e d ,
Z ü f e r ve hattâ l m â m - ı M â l i k . Ş â f i î . A h m e d bi n
H a n b e I ve S e v r i gibi büyük m üçlehidier tarafından da kabul edilm ' •
ve l m â m - ı T a h â v i de (ı>e bihi ne huzii) demekle b u ciheti kuvvetlen­
dirmiştir.
B inâenaleyh, her ikisi ile amel câizdir (1).

6 — ÎK IN D Î NAM AZIN IN VA KTİ :

Ö ğle nam azının vakti çıktığı zam an İkindi nam azının vakti girer ve güneş
batıncaya kadar devâm eder. Yâni İkindinin vakti her şeyin gölgesi iki mislini
geçm esinden veyâlıud bir misli üzerine olan ziyâdenin iptidâsından başlar.
Evvelki kavle göre, ö ğ le n in vakti tam âm olunca giren zam ana asr-ı «âni,
ikinci kavle göre. Ö ğle nin vakt-i tam âm ında giren zam âna asr-ı evvel denir. Ş u
halde İkindiyi asr-ı evvelde kılmak. I m â m e y n kavline; asr-ı sânîde kıl­
mak. l m â m - ı A z a m kavline göredir. Y ukarıda söylediğimiz veçhile,
esâsen I m â m e y n mezhebi olan kavil de yine l m â m - ı A z a m indir.

7 — AKŞAM N A M AZIN IN VAKTİ :


G ü n eş tam âm en b attıktan sonra akşam nam azının vakti girer ve güneşin
b attığı tarafa gelen kızıllık veya aklık kayboluncaya kadar devâm eder. Akşam
nam azı bu artıda kılınır. Kızıllık kaybolunca akşam ın vaktinin çıkması t m â m - ı
E bû Y û s u f ve l m â m - ı M u h a m m e d kavlidir, l m â m - ı
A ’ z a m a göre güneşin balm asiyle ufka gelen kızıllıktan sonraki beyazlık kay­
boluncaya kadar A kşam ın vakti çıkmaz (2). M aam âfih ihtilâfı nazar-ı dikkate

(1) B ir sual m ünâsebetiyle bu mesele h ak k ın d a yazm ış olduğum risâlede uzun


iz ah a t vardır. E ser basılm am ıştır.
(2) Güneş b a ttık ta n sonra ufk-u garbide birbirini m üteâkib üç hâl g ö rü lü r :
K ırm ızılık, beyazlık, siyahlık. K ırm ızılıktan sonra gelen beyazlık gidip de onun y e­
rine siyahlık gelince; î m â m - ı A ’ z a m ' a göre A kşam ın v ak ti çıkmış, Y atsı­
nın v ak ti g irm iştir, t m â m - ı E b û Y û s u f ve t m â m - ı M u h a m ­
m e d ’e göre beyazın gelm esiyle Y atsının v ak ti girm iştir.

137
alarak akşam nam azını güneş gurûb ettikten sonra geç bırakm ayıp kılmak d ah a
m üstababdır. B una d âir hadîs-i şerif de vardır.

8 — Y A TSI VE V İTİR N A M A ZIN IN VA KTİ :

A kşam nam azının vakti çıktıktan sonra Y atsının vakti girer ve S a b a h n a ­


m azının vakti girinceye kadar devam eder. İşte Yatsı nam azının vakti b u a ra d a ­
dır. Bu arad a ne zam an istenilirse kılınabilir. F akat câmide, vakit girince Kemen
kılmak lâzımdır. V itir, Yatsı nam azından sonra kılınır.

9 — CUMA N A M A ZIN IN VAKTİ :

ö ğ le nam azının vaktidir.


İşte, beş vakit nam azın her birleri için ayrılmış olan vakitler bunlardır.

10 — NAMAZ KILMAK M EKRUH OLAN V A K İTLER :

içinde nam az kılmak mekruh olan vakitler de vardır. Bâzı vakitler vardır ki,
o zam an, her ne sûretle olursa olsun, hiçbir nam az kılınam az. Bâzı vakitler de
var ki. o nlarda kazâ nam azları kılınırsa da, nâfile nam az kılınmaz.

H içbir nam az câiz oim ıyan vakitler üçtür :


1) G ü n eş doğarken,
2) G üneş tam zevûlde iken, yâni tam ortaya ve başım ızın üstüne gelip de
henüz batı tarafın a geçmeden.
3) G ü n eş balarken : Bu zam anda güneş epeyce sararır veya kızarır ve göz­
leri kam aştırm az, artık batm ak üzeredir.

N am az kılmak m ekruh olan b u vakitlerin birinde hazırlanm ış olan cenâze


nam azı ve okunan âyetin secdesi ve başlanm ış olan nâfile, mekruh olarak câiz-
dir. N asıl ki o gün ü n İkindi farzı da, eğer o zam ana kadar kılınm am ış ise kılı-
nabilir.

N âfile kılınm ası m ekruh olan vakitler şunlardır :


1) S ab ah nam azının vakti girdikten sonra. B urada sabah nam azının sü n ­
netlerinden başka nâfile kılınmaz.
2) S a b a h nam azı kılındıktan sonra. S a b a h nam azından sonra güneş do­
ğuncaya kadar vakit olsa bile, yine bu arad a nâfile nam azı kılmak m ekrûhtur.
3) İkindi nam azı kılındıktan sonra,
4) A kşam nam azın ın farzından evvel,
3) B ayram nam azların d an evvel, velevki evinde dahi olsa,
6) Bayram nam azın d an sonra câm ide veya m usallada nâfile kılmak,
7) H a c zam ânı A rafat ile M üzdelife’de birlikte kılınan nam azların arasın­
da. B irinde ö ğ le n in sünneti, diğerinde A kşam ın sünneti kılınm az.
8) V ak tin darlığı dolayısiyle farz için vakit pek dar kaldığı zam an.

138
9) F arza durulm ak üzere kaam et getirilirken (S abah nam azının sünneti
başka),
10) C u m a günü H a tib in H utbe'ye çıktığı zam andan C u m 'a nam azının
bitm esine kadar,
11) A bdesti sıkışmış bir halde iken,
12) G ö n lü n ü n arzu ettiği bir yemek ortaya konduğu zam an veyâhud kal­
bini işgal edecek herhangi b ir hal ile.

Son ikisinin kerftheti. vaktin dar olmasiyle mukayyettir. V akit dar olursa
nam az te hir olunm az.

139
Y İRM İNCİ DERS

B E Ş V A K T İN N A M A Z L A R I İLE V A C İB V E N A F İL E
NAM AZLAR

1 — FARZ NAM AZLAR :

S a b a h iki, Ö ğle dört. İkindi dört, Akşam üç. Yatsı dört rek at olmak üze-
te günde onyedi rek at nam az kılmak her m ükellefin üzerine farz-ı ayındır.
V âcih n a m a zla r: Yatsı nam azından sonra üç re k a t V itir nam azı ile Bav-
ram nam azları vâcibdir.

2 — N Â F ÎL E NAM AZLAR :

V ukarıda da söylediğimiz veçhile, farzdan ve vâcibden fazla olarak kılm an


nam azlara N afile nam az denir. N afile nam azlar. R evâtib ve R egaaib diye ikiye
ayrılır. Beş vaktin farz n am azlarından evvel, yâhud sonra kılınm akta olan s ü n ­
netlere R evâtib denir ki. b u n lar da : S abah nam azının farzından evvel iki; ö ğ ­
lenin farzından evvel dört, farzından sonra iki; İkindinin farzından evvel dört:
A kşam ın farzından sonra iki; Y atsının farzından evvel dört ve sonra iki rek'at
olm ak üzere günde yirmi rek attır. C um adan evvel ve C um ad an sonra kılınan
dörder rek’ala da R evâtib denir.

3 — M ÜEKKED VE GAYRÎ M ÜEKKED S Ü N N E T :

Bu sünnetlerin hepsi R evâtibden ise de. kuvvetçe hepsi bir değildir. S abah,
ö ğ le . A kşam . C um a nam azlarının sünnetleri ile Yatsı nam azının son sünneti
müekked, yâni kuvvetlidir. P e y g a m b e r i m i z aleyhi’s-selâm bu sü n n et­
leri devam lı bir sûretle kılm ışlardır. V akit geniş iken b u n la r terkolunm az. F ak at
bunların en kuvvetlisi S ab ah nam azının sünnetidir. B unun ehemmiyeti ve kuv­
veti hakkında pek çok âsâr ve hadîsler vardır. O n u n için vâcib diyenler bile o l ­
m uştur. B u n d an sonra A kşam ın, daha sonra Ö gl e nin son sünnetidir. S ab ah n a ­
m azının sünnetini Peygam berim iz b âzan " K ul yâ eyyü h e’l kâfirûn. . v e Ihlâs S û ­
resiyle. b âzan da başka âyetlerle kılardı.
İkindi nam azının sünneti ile Y atsının ilk sünneti gayr-ı müekked sünnettir,
arasıra terkolunabilir. B u n lara m endup olan sünnetler de denir.
M aam afih. b u n lar hakkındaki âsâr çoktur. B unları da kuvvetli bir özrü yek
iken bırakm am ak lâzım dır, ö ğ le ve Y atsının son sünnetlerine iki rek’at dr.ha
ilâve ederek dört rek at kılmak, A kşam nam azının sünnetini altı rek'at kılmak
da m enduptur. B una “E v v â b in ” denir.

140
4 — REG A A ÎB NA M AZLA RI :
B u n lard an başka kuşluk vakli ve gece yarısından sonra kılınan tebeccüd
nam azı gibi diğer nafile nam azlara da R egaaib denir.

5 — FA R Z NAM AZLARA TÂBİ OLAN VE TÂ Bİ OLMIYAN N Â F lL E N A ­


M AZLAR :
N afile nam azlar şu sûrelle taksim olunur. N afile nam azlar iki kısım dır:
1) F arz nam azlara tâbi olanlar.
2) F arz nam azlara tâbi olm ıyanlar.
F arz nam azlara tâbi olan nafile de iki kısım dır : M esnun. M endub. M es-
nun beştir :
1) S ab ah nam azından evvel iki rck at. Bu. sünnet nam azların en kuvvet­
lisidir.
2) Ö ğle n am azından evvel dört rek'at. Bâzı rivayete göre sa b ah tan son­
ra en kuvvetlisi budur.
3) Ö ğle n am azından sonra iki rek'at.
4) A kşam nam azın d an sonra iki rek at.
5) Yatsı n am azın d an sonra iki rek'at.
M en d u p da dörttür :
1) İkindi nam azın d an evvel dört rek'at.
2) Akşam nam azın d an sonra altı rek’at,
3) Yatsı n am azından evvel dört rek'at.
4) Yatsı nam azın d an sonra dört rek’at.

6 — FA R ZLA R A T Â B l' OLM IYAN N Â F lL E NAM AZLAR :

B unlard an başka kuşluk vakti ve gece yarısından sonra sab ah a karşı kılı­
nan teheccüd nam azı gibi d ah a bâzı nafile nam azlar da vardır. F arzlara tâbi
olm ıyan b u n am azlara R egaaib denir.
K uşluk nam azının vakti, güneş bir mızrak boyu yükseldikten sonra başlar,
zeval vaktine kadar devam eder. E n aşağı iki rek'at. en çok oniki rek attır.
G ece y arısından sonra kılınacak olan teheccüd nam azları da böyledir. B u n ­
lardan başka. T a h iy y e tu l-M e scid , H u su f ve Ki'ısûf nam azları da farzlara tâbi
olm ıyan m endub ve regaaibdendir.
N am az kılmak m ekruh olan vakitler hâriç olmak üzere gece ve gündüz is­
tenildiği k adar nevâfil kılınabilir. B unlarda, ikide veyâlıud dörtte bir selâm ve­
rilir. G ü n d ü z nevâfilinde dört, gece nevâfilinde sekiz rek’attan ziyâdesini bir
selâm ile kılmak m ekruhtur.
Ş â b a n 'ın on beşinci gecesini. R am azan ın yirm isinden sonra geceleri. K a ­
dir ve Bayram gecelerini, arefe gecelerini ibâdetle geçirmek. Peygam berim ize sa-
lât ve selâm getirmek ve K u r'ân veya hadîs okumak, yâhud b u nları dinlem ek
m endubdur. H iç olm azsa o gecelerde Yatsıyı cem âatle kılmalı ve S abah nam a­
zını da cem âatle kılm aya azm etm elidir.

141
D ö rt rek atlı "S ü n n et-i M üekkede” Icr m üstakildir. İki rek'attan sonraki o tu ­
ruşta yalnız "Et-Tehiyyâtü...” okunarak üçüncü rek ata kalkılır ve Besmele ile
F â tih a 'y a başlanır. D ört rek'atlı "G ayr-i M üekked" sünnetler böyle değildir. O n ­
lard a iki rek'attan sonraki ilk o turuşta "E l-T eh iyyâ lü ..." den sonra " A lla h ü m m e
sallı, A lla h ü m m e bârik...' ’, üçüncüye kalkıldığı zam an da evvelâ "S ü b h â n eke'
okunur. O n d a n sonra E û zü Besmele ve F atiha...
B âzd an m endub olan sünnetlerden, İkindinin sünnetinin iki rek at olarak
kılınabileceğini söylemişlerse de. C evhere’de ve Bahr-ı R â ık d a 4 rek’at olarak
kılm anın efdâl olduğu tasrih olunm uştur. Yatsı nam azının ilk sünneti de böyledir.
Eğer vakit darlaşarak, yalnız farz kılınabilecek az bir vakit kalırsa, farzdan
evvelki sünnetler terk olunarak yalnız farz kıl ınır. C âm ide cem âate yetişebilmek
için S a b a h nam azının sünneti ile İkindi nam azının sünneti terkolunur. M eselâ :
S ab ah câm i-i şerife vardınız; sünnet kılınm ış, cem âatle nam aza başlanm ış; eğer
sünnet kılacak olursanız im am a hiç yetişemiyeceksiniz, imam selâmı verecek. İş­
te ancak böyle bir zam anda S ab ah nam azının sünneti terkolunur ve farzdan
sonra da kılınmaz.
E ğer im am a T a h iy y a t'ta yetişebileceğinizi aklınız keserse, sünneti yine kı­
larsınız, terk etm ezsiniz. F ak at İkindinin sünneti böyle değildir. İm am ın n am a­
za d u rd u ğ u n u gördüğünüz vakit ilk rek atta dahi olsa, yine sünneti kılm ıyarak
doğruca im am a tâ b i’ olursunuz. S onra sünnet kılınmaz. C em âate yetişmek için
öğlenin sünneti farzından sonraya bırakılır.
Şim di sünnetleriyle b erâber S a b a h nam azı dört, ö ğ le nam azı on, ikinci n a ­
m azı sekiz, A kşam nam azı beş. Yatsı nam azı V itir ile birlikte onüç rek'attır. T a ­
mamı günde kırk rek'at olur.
T — EZAN VE KA AM ET :
E zan, nam az vakitlerini herkese bildirm ektir. B u n u n için vakit girm eden ev­
vel ezan okunm az. E zan vakti, nam az vaktidir. E zan, sünnet-i m üekkededir; di­
nin şiân n d an d ır. Beş vakit nam az için meşrû kılınmıştır. V aktin sünneti değil­
dir; nam azın sünnetidir. E zan yüksek sesle, ağır ağır okunur. K aam et de ezan
gibidir. Y alnız kaam et, ezanda olduğu gibi ağır ağır ve yüksek sesle okunm az.
N am az kılınan yerde ayakta ve kıbleye karşı okunur ve hem en nam aza durulur.
K aam et, ezan gibi farz olan nam azların sünnetlerindendir. B inâenaleyh, n am az­
ların hem edâsında, hem de kazâsında meşrû olur. Akşam nam azında ezanın
arkasından kaam et getirilirken câmiye giren kimse oturur. A yakta durm ası m ek­
ruhtur. E zan okunurken. “H ayye alâ’s-salât" derken m üezzinin yüzü n ü sağa,
"H ayye ale’l-felâh" derken sola çevirmesi m üstahabdır. m inârede sağa ve sola
dolaşır.
M üezzinin ahlâklı, nam az vakitlerini, ezânın âdâbını bilir kim selerden ol­
m ası lâzım dır. E zan okftrken m üezzinin söz söylemesi ve selâm alm ası mek­
ruhtur. M üezzinlikte şart olan akıllı ve müslim olmaktır.

142
YÎRM Î B ÎR ÎN C İ D E R S

N A M A Z IN Ş A R T L A R I V E R Ü K Ü N L E R İ

1 — NAMAZIN ŞARTLA RI VE R Ü K Ü N LER İ N E D EM EK TİR VE K A Ç T IR ? :


N am azın şart ve rükünleri demek, nam azın sahih olması için lâzım olan
şeyler demektir. B unlar nam azın Farzlarıdır. Ş u kadar ki, şart bir şeyin hâricin­
de olandır. Y âni o şeyin hâricinde ise de onlarsız o şey bulunam az. R ükün ise,
bir şeyin m âhiyetinde, esâsında dâhildir. O n d a n ayrı değildir.
Yedisi hârici şartları; beşi dâhili rükünleri olmak üzere nam azın farzları
onikidir (I). N am aza b aşlam adan evvel yapılm ası lâzım olan ve onlar olm adan
nam az sahih olm ayan şeylere nam azın şartları denir. N am azd an evvel b u lu n m a­
sı lâzım olan şartlar şunlardır ;

(1) N am azın fa rz la rı kolayca bellenm ek ve hıfzolunm ak için onlkide to p lan ­


m ış ise de Ş ü r ü n b i 1 â 1 i m erhum N û r U ' 1 - l z â h m etninde nam azın
sahih olm ası İçin lâzım olan şeyleri şu su retle yirm i yediye ç ık a rm a k ta d ır :
1 — H adesten tahftret,
2 — N am az kılacak adam ın bedeninde, elbisesinde ve n am az kılacağ ı yerde
pislik olm am ak,
3 — N am az kılacak adam ın n am azda ay a k b astığ ı yerde nam azın sıh h atın a
m âni’ b ir pislik olm am ak.
4 — E l ve dizlerin geleceği yerde de, sahih kavle g öre pislik olm am ak,
5 — Alnını koyacağı yer tem iz olm ak, t m â m - ı A * z a m 'dan menkul
olan iki rivây etten esah olan da budur. 1 m â m ’ın kavli de böyledir.
6 — A vret yerini örtm ek (Bunun farziy y eti m ücm eun-aleyhtlr),
7 — K ıble’ye dönmek,
8 — Beş v ak it n am az için v ak tin girm esi,
9 — V aktin girdiğini yakinen bilmek,
10 — Cenâb-ı A llah'a hulûs ve ibâdet kasdiyle n am az kılm ıya n iy et etm ek,
11 — T ahrîm e, yâni iftita h tekbîrini alm ak,
12 — N âfile n am azların g a y n s m d a a y a k ta olmak,
13 — F a rz olan nam azların ik işer re k ’atın d a K u r’â n ’dan hiç olm azsa b ir ây et
okum ak,
14 — N âfile nam azların her re k ’a tın d a K u r’â n ’dan b ir ây e t okum ak,
15 — V itir nam azının h er re k ’atın d a okum ak,
16 — R ükûa varm ak,
17 — Secde etm ek,
18 — Secdede başını koyduğu y er k a tı olm ak ve başı aşağ ıy a doğru İnmem ek,
19 — Secde yeri ay ak b astığ ı yerden yarım arşın d an ziyâde yüksek olm am ak.
(Bir câm ide cem âat kalabalık olur d a secde edecek y er bulunm azsa a rk a sa fta k ile r
indekllerln sırtm a secde etm ek câizdir.)
20 — Secdede İken iki ayağm ın p arm ak ların d an b ir m ik tarın ın İç ta ra fın ı, sa-

143
1) H adesfen lahâret (H ades yukarıda görüldüğü veçhile nam az gibi ib â ­
detlere m âni mânevi bir pislik demektir),
2) G öze görülür pislikten taharet (pâklenmek).
3) A vret yerini Örtmek,
4) N am azd a Kıble ye dönmek.
5) V akit.
6) N iyet.
7) T ahrîm e (Iflitalı I ekbiri) (1).
B unlar, nam aza b aşlam anın sahih olabilm esinin şartlarıdır. B unlar olm adık­
ça nam aza başlam ak sahih olmaz.
/Jadesfen tafıdret : N am az kılacak olan bir adam şayet gustil icâp etmiş ise
gusletmek, abdesti yok ise abdest almak: şayet su yok ise gusül ve abdest için
teyemmüm etmek demektir.
işte lıadesten taharet dediğim iz budur. C üniiblük ve abdestsizlik bâline,
şeriat dilince "fıades” denir. G usletm ek ve abdest alm ak da hadesten pâklen-
mektir.
N ecâsetlen taharet demek : N am az kdacak olan bir adam ın bedenini, elbi­
sesini. nam az kılacağı yeri pislikten pâk eylemek demektir. N am az kılınacak yer
m utlaka temiz olmak ve nam aza m âni bir şey olmamak lâzımdır. Ü st yüzü te­
miz. alt tarafı temiz olmıyan bir keçe, yâni ikiye ayrılacak kadar kalın olan bir
şey üzerinde nam az kılmak sahih olur. Kendisi temiz astan pis olan bir elbise,
veyâbud başka bir şey. eğer astar ber tarafından dikilmiş değilse, üzerinde n a ­
maz kılmak sahihtir. Yaygının bir ucunda bir pislik olur, diğer taraflarında ol-

hıh kavle göre elleriyle dizlerini Kıble'ye çevirm ek. (Ayak p arm ak ların ın dış ta r a ­
fını K ıble’ye çevirmek, yâni yere dış ta ra fın ı y apıştırm ak, secdenin sahih olm ası
için k âfi değildir.)
21 — R ü k u ’ ve sücudun sıhh ati için rüküu secdeden evvel yapm ak,
22 — Birinci secdeden, o tu rac ak b ir v aziyette başını kaldırm ak,
23 — T ek rar ikinci secdeye varm ak,
24 — N am azın sonunda oturm ak,
25 — Son oturuşu nam azın rükünlerinin en sonunda yapm ak,
26 — N am azın rükünlerini ve rü k ü n olm ıyanı uyanık iken edâ eylemek,
27 — Beş v a k itte kıldığı n am azların farz ve sâirelerini bilip ay ırm ak (Sabah
nam azının iki re k ’atı, Öğlenin d ö rt re k ’atı gibi), bunların içinden dördü b ilittlfak
rükündür.
Kıyam , K ırâet, Rükû, Sücüd. nam azın sonunda teşehhüd m ikdârı o tu rm ak da
rükündür. M aam âfih. buna ş a rt ve tahrîm eye rükün diyenler de olm uştur. Bunun
için dördünün rükün olduğunda ittifa k v ard ır; diğerlerinin bâzısı n am aza başlam ak
sahih olm ası için, bâzısı da nam azın sıhhatinin devamı için ş a rttır . Ş ü r ü n b l -
1 â 1 I bu sûretle tafsil etm iş ise de on ikide hülâsa etm ek hıfzetm eğe d ah a ko­
laydır.
(1) Sahih otan, tahrîm e yâni, iftita h tek b iri rükün olm ayıp ş a rttır. I m â m - l
A ’z a m ve î m â m - ı Ebü Y û s u f kavli budur. 1 m â m - ı M u -
h a m m e d , rükün olduğuna kaaildir.

144
m azsa. temiz olan tarafla kılmak, sahih kavle göre, caizdir. Y alnız ayak bastığı,
dizlerinin, ellerinin ve alnının geleceği yerde, yâni bu n ların birinde pislik olm a­
m ak şarttır.
S e tr i avret dem ek : A çdm ası ayıp olan yerlerin örtülm esi demektir. Erkek­
lerin göbek ile diz kapağı arası (göbek ile dizkapağı örtülecek), kadının yüzlerin­
den, el ve ayaklarından m aada her tarafının nam az kılarken örtülm üş olması
farzdır. Ö rtülm esi farz olan âzâdan birinin, b ir rüknün edâsı kadar zam an, dört­
te biri nam azda açılsa nam az sahih olmaz.
lstikbâl-i kıble : Kıbleye dönmektir. N am az kılacak olan kimsenin, nam azı­
nı K ıble ye yâni K âbe'ye karşı dönerek kılması farzdır. K âbe, M ekke-i M ükerre-
m e'de vâki' m übarek b ir binadır. M üslüm anların Kıblesi odur. H er M üslüm an
oraya döner: y önünü K ıble ye çevirir: kalbini A llah ına bağ lar ve nam azını öy­
le kılar.
V akit ; F a rz veya vâcib nam azlar için kendilerine m ahsus o lan vaktin gir­
mesi şarttır. V ak tin d en evvel kılınan nam azlar sahih olmaz. V aktin girdiğine ka­
n âat gelmiş olması d a lâzımdır.
N iyet : H an g i nam aza duracağını zihnen hatırlam aktır. E ğer cem âatle kı­
lıyorsa, im am a u y d u ğ u n u da zihnen hatırlam ak lâzım dır. A ğzı ile de söylemesi
sünnettir. İmam d a kendisinin nam azına niyet ettiği gibi, cem âatin nam azını kıl­
m ağa da niyet etmesi gerektir.
T ahrtm tekbiri : B u n a İftitah Tekbîri (B aşlam a Tekbîri) denir (1). N iyetten

(1) if tita h tek b iri sahih olm ak İçin bazı ş a rtla r v a r d ır :


1 — T ekbir ile n iy et ara şm a yem ek, İçm ek ve söz söylem ek gibi n am az a ay k ı­
rı bir şey girm em ek. N iy etten so n ra n am az a d u rm ak için y ü rüm ek m âni' değildir.
2 — T ekbiri a y a k ta iken, y ân i rü k û a eğilm eden evvel alm ak. (İm am a rilkûda
yetişm ek İçin acele eden adam belini eğ erek te k b ir a lac ak olursa, eğ er elleri diz
üzerine erm eyip a y a k ta durm ıya yak ın ise n am az a başlam ası sahih olur. Velevkl
aldığı te k b ir rü k û ’ niyetiyle de olsa. E sâsen im am a rü k û ’d a yetişen b ir adam m iki
kere te k b ir alm ıya ihtiyâcı y oktu r. F a k a t te k b ir alırk en çok eğilip elleri dizlerine
erm iş, yâni rilkûa yaklaşm ış ise n am az a b aşlam ası sahih olam az. Şflfil ve M âliki
m ezheblerlnde de böyledir.)
3 — N iyeti evvel yapıp tekbiri so n ra alm ak ve niyeti tekbirden so n ray a b ıra k ­
m am ak,
4 — T ekbîri kendi duyacağı derecede söylemek. (E ğ e r duym ay a m ân i’ bir özür
yoksa dem ektir.)
5 — im â m ile b irlik te nam az kılan adam , n am az kılm ıya n iy et ile b erâb er im a­
m a u y m ay a d a n iy et etm ek,
6 — K ılacağı farzı önce, başlark en tây in etm ek,
7 — V âcib olan nam azı da nlyetde tây in etm ek,
8 — “AJIfthu E k b er” derken (A llah) kelim esinin (A) sini ve (E k b er) in (b) si­
ni uzatm am ak . N am az içindeki tek b irlerd e de b u n la ra d ik k a t etm ek lâzım dır.
9 — “Allflhu E k b er” derken ikinci (a) yı tab ii b ir şekilde u zatm alı ve fazla
u zatm am alıdır.
10 — C em âatle k ılark en İm am te k b ir ald ık ta n so n ra te k b ir alm ak. B ilhassa
buna çok d ik k a t etm ek lâzım dır. Acele veya dik k atsizlik edip de İm am dan evvel
te k b ir alm am alıdır; a lırsa ik tid â fâ s lttir.
145
sonra “A llâ h u - E kb er" diyerek nam aza başlanır, işte b u yedi şeye nam azın
şa rtla n denir.

B u n lard an biri noksan olursa nam az sahib olmaz. Ş u beş şey de nam azın
rükünleridir :
1) Kıyam,
2) Kırâet,
3) R ükû.
4) Sücûd.
5) K a’de-i ahire.

Şim di b u n la n da birer birer îzâh edelim :


K ıyam : N am a z d a ayakta durm ak demektir. A yakta durm ıya iktid ân olan
bir ad am ın (arz nam azları. V itir nam azını. A d ak nam azlan n ı kılarken ayakta
başlam ası ve ayakta kılması farzdır. B una kıyam denir.

K ırâet : N am azd a Kur'ârı okum aktır. Y alnız başına nam az kılan insanın,
kıyam da iken K u r'ân okum ası farzdır. V elevki bir âyet olsun K ur'ûn okum adan
nam az sah ih değildir.

R ü k û : K ırâetten sonra eller dizlere erişecek kadar eğilmekdir.

S ü c û d : R ükû’d a n sonra ayak, diz, ellerle berâber alnını yere veyâbud yere
bitişik olan b ir şeye koymaktır. H er bir rekâtta iki kere secde etmek farzdır. S ec­
dede alın, yerin katılığını bulm alıdır. Secdede yalnız b u rn u n u yere koym akla ik-
tifâ ederse tahrtm en m ekruh olup nam azını iâde etmesi vâcib olur. M eğer ki bir
özrü ola... Secde ettiği yer ayak bastığı m ahalden yarım arşından yüksek olm a­
m ak lâzım dır. Ş u kadar ki. kalabalık bir cem âatte arka saftakilerin ön safta o lan ­
ların arkalarına secde etmeleri câiz olur. B uradaki yarım arşından m aksat, oniki
parm ak yükseklik dem ektir ki, takriben yirmi üç santim d’r. B inâenaleyh aslolan
ayak bastığı yer ile başım secdeye koyduğu yer b ir seviyede olm alıdır. F a k a t sec­
de yeri ayak bastığı m ahalden en çok yirmi üç veyâbud yirm i dört santim yük­
seklikte olm ak nam azın sıhhatine m âni' değildir; b u n d an ziyâdesi m âni'dir.

K a d e -i A h tre : N am azın sonunda "E l-teh iyyâ tü " y ü okuyacak kad ar otur­
m aktır. B u da farzdır.

146
Y İRM İ İ K İ N d D ERS

N A M A Z N A S IL K IL IN IR ?

1 — SA B A H NA M AZI :

B u ders, n am azın nasıl kılınacağını öğretir. Evvelâ S a b a h nam azından


başhyalım . Söz tem sili : S a b a h nam azının sünnetini kılacağız. Şim di b u n u ben
size b ir târif edeyim de dikkat ediniz, ö n c e elbisem in, bedenim in, nam az kıla­
cağım yerin temiz olm asına, b u n ların birinde nam aza m âni' olacak m ikdar pis­
lik olm am asına bakarım .

Y ukarıda anlattığım gibi bir abdest aldıktan sonra K ıble’ye dönüp kılaca­
ğım nam azı kalbim de tutarım . D ilim ile de yavaşçacık, “N iy e t ettim A lla h rızâsı
için b u g ü n k ü S a b a h nam azının sünnetini kılm aya” diyerek ellerimi kulaklarım ın
aşağı sarkan yum uşak yerine kadar kaldırıp “A llâ h u -E k b e r" derim. Sonra sağ elim in
avucunu, sol elim in ü stü n e koyup ve sağ elim in küçük ve baş parm aklariyle sol
elim in bileğini tu tu p , böylece göbeğim in altın a korum. K ad ın lar ellerini om uz­
la n h izâsına kaldırırlar ve göğüslerine korlar. “S ü b h â n eke A lla h ü m m e ve biham -
dik ve tebâreke’sm ü k ve teâlâ ceddük ve (â ilâhe gayrük. (1) duâsını okuduktan
sonra E ûzü-B esm ele çekerek F âtih a-i Şerîfe'yi âhirine kadar okuyup " Â m in " de­
rim. S o n ra b ir sûre, y âh u d üç kısa âyet veyâhud uzunca bir âyet okurum , sonra
ellerim i y a n la n m a salıverip " A llâ h u -E kb er" diyerek rükûa van n m . R ü k û ’d a el­
lerim le diz kapaklarım ı tu tu p sırtımı ve belim i düm düz yapanm . Topuklarım da
birbirine yanaşır. O b alde iken üç defa “S ü b h â n e R a b b iye’l-a zîm ” dedikten son­
ra "S em ia 'llâ h u lim en h am ideh" diyerek başım ı kaldırıp "R a b b en â leke’l-ham d”,
"A llâ h u -E k b e r" der ve secdeye kapanırım . Secdeye inerken önce dizlerimi, sonra
ellerim i korum, başım ı d a ellerim in arasına koyarak alnım ı ve b u rnum u yere do-
kundururum . Secdede el ve ayak parm aklarım ı K ıble’ye doğru çeviririm. D irsek­
lerim i y a n la n n d a n açıp, uyluklarım ı karnım dan uzakça tu tanın, yâni kam ım ı içe­
riye çekerim, kollanm ı yere yapıştırm am , ayak parm aklanm ın altım K ıble’ye doğ­
ru yere y ap ıştm n m , yerden kaldırm am . Secdede üç defa "S ü b h â n e R a b b iye’l-a’lâ”
dedikten sonra " A llâ h u -E k b e r" diyerek secdeden başım ı kaldırıp bir defa " S ü b -
hâna 'lla h " diyecek k ad ar o turduktan sonra " A llâ h u -E kb er" diyerek yine tıpkı
dem in anlattığ ım gibi secde edip üç kere " S ü b h â n e R a b b iye’l-a'lâ" derim.

(1) Altflh’ım, Seni noksan sıfatlard an , S an a lâyık olm ıyan şeylerden tenzih ve
ham d U se n â ile ta k d is ederim . Senin p âk ism in sâ b it ve ebedidir. Senin az am et ve
celâlin yücedir ve Senden b aşk a ibâdete lâyık h içb ir İlâh y o k tu r.

ı 147
B u n d an sonra " A llâ h u -E kb er ' deyip ayağa ve ikinci rek ata kalkar ve el­
lerimi evvelki gibi bağlarım . Yaln ız " B esm ele" çekerek F a tih a okuduktan sonra
b ir sûre veya bir âyet okuyup evvelki rek'alta yaptığım gibi rükûa ve secdeye
varırım . İkinci secdeden sonra sol ayağım ı yere döşeyerek üstüne oturur ve sağ
ayağım ın parm aklarının altını yere yapıştırıp dikerim. Bu vaziyette sağ ayağım ın
altın ı K ıble’ye çevirmiş olurum . Ellerim i uyluklarım ın üzerine korum. İki secde
arasında da böyle yaparım . B u vaziyette şunları okurum :

“E ttehiyyâlü li’llâhi ve's-salevdtü ve'l-layyibât. Es-selûm ü aleyhe eyyühe'n -


n ebiyyü ve rahm etu'llâhi ve berekûiüb. Ec-selâmii aleynâ ve alâ ibâdillâhi's-sâ-
lihîn. E şhedii en lâ ilâhe illâ ilah ve eşhedü enne M uham m eden a b d ü h û ve
R esû lü h ." (1).
" A lla h ü m m e salli alâ M u ham m edin ve alâ âli M uham m ed. K em â salleyte
alâ lbrâhîm e ve alâ âli lbrâhtm , inneke bam tdün m ecid.”
“A lla h ü m m e bârik alâ M u h am m edin ve alâ âli M uham m ed. K em â bârek-
te alâ İbrâhtm e ve alâ âli Ibrâhîm, inneke ham îdün m ecid."
A lla h ü m m e R a bbenâ âtina fi'd -d ü n yâ haseneten ve f i ’l-âhireii haseneh,
ve hınâ azâbe'n-nâr bi-rahm etike yâ erham e'r-râhim în." (2).
“Rabbena ğfirlî ve li-vâlideyye ve li’l-m u m inine yenme ye k û m u l-h isâ b ." (3).

B u duaları okuduktan sonra evvelâ sağ tarafım a dönerek “E s s e lâ m ü aley-


hüm ve rahm etu’llâh' ; sonra da sol tarafım a dönerek. "E s-selâm ü aleyhüm ve
rahm etu’llâh" derim. İşte S a b a b nam azının sünneti böyle kılınır.
S ab ah nam azının farzı da tıpkı sünneti gibi kılınır. Ş u kadar ki. farz kılar­
ken "B u g ü n kü S a b a h nam azının farzına” diye niyet ederim. B ir de niyetten ev­
vel “kaam et" getiririm. K ad ınlar farzda kaam et getirmezler. U zu n sûreler bilen­
ler S ab ah nam azının farzında d ah a uzun sûre okurlar.

2 — ÖĞLE N A M A Z I:

Şim di bir de ö ğ le nam azını târif edeyim :


ö n c e , “ N iyet ettim b u g ü n kü ö ğ le nam azının sünnetini kılm ıya" diye n i­
yet edip tıpkı S a b a h nam azının sünneti gibi iki rek at kıldıktan sonra oturur ve
“E t-teh iyyâ tü " yü sonuna k adar okurum. O n d a n sonra başka bir şey okumıya-
rak “A llâ h u -’E kber" deyip tekrar üçüncü rek’ata kalkarım, üçüncü ve dördüncü

(1) Dil ile, beden ve m al ile olan b ü tü n ib âdetler yalnız A llâhu T eâlâ H azret-
lerinedir. E y m ertebesi yüksek olan P eygam ber! Selâm ve A llâh’ın ra h m e t ve b ere­
k etleri Senin üzerine olsun. S elâm bizim üzerim ize ve A llâh’ın b ü tü n iyi k u lla n
üzerine olsun. Ş ahâdet ederim kİ, A llâh’ta n b a şk a ibâdete lây ık hiçbir ilâh yoktur,
yine şah âd et ederim ki, M u h a m m e d O’nun R esûlü ve kuludur.
(2) A llâh’ım! Bize d ünyâd a iyilik ve güzellik (iyi ve güzel şey leri), â h ire tte de
iyilik ve gtlzeliik ver. B iz i rah m etin le n ârm azabından k oru, y â erh am e'r-râh im in .
(3) E y bizim Rabblm iz! Beni, anam ı ve babam ı ve b ü tü n m ü’m inleri hesap gö­
rüldüğü, herkes so rg u y a çekildiği gün m a ğ fire t edip yarlığ;a. G ünahlarım ızı affet.

148 I
rek a tla n tıpkı evvelki gibi kıldıktan sonra otururum . "E t-teh iyyâ tü , A llâ h ü m ­
me s a llı’, "A llâ h ü m m e bârik", “R abbenâ âtinâ ” dualarını sonuna k ad ar oku­
yup selâm veririm, ö ğ le nam azının sünneti dört rek'at olduğundan ikinci rek a t­
tan sonra oturduğum uz vakit yalnız "E t-teh iyyâ lü " yü sonuna kadar okur, se­
lâm verm eden ü çüncü rek’ata kalkarız.
ö ğ le nam azının farzı da sünneti gibi kılınır. Y alnız niyet ederken : N iyet
ettim b u g ü n kü ö ğ le n a m a zın ın 1farzını kılm ıya" diye niyet edilir. B ir de üçüncü
ve dördüncü rek atlard a yalnız “F âtiha" okunur. B aşka b ir sûre veyâhud başka
b ir âyet okunm az. Y alnız ö ğ le n in farzı değil, diğer farz nam azlar da böyledir. Ü ç
veya dört rek'atlı o lan farzların üçüncü ve dördüncü rek atların d a yalnız F â tih a
okunur. F â tih a 'd a n başka bir şey okum adan rükûa varılır.
ö ğ le n in son sü n n eti de tıpkı S ab ah nam azının sünneti gibi kılınır. Yalnız
niyet ederken : "B u g ü n ü n Ö ğle nam azının son sünnetini kılm ıya" diye niyet
edersiniz.

3 — ÎK ÎN D Î N A M A Z I:

ö n c e dört rek’a t sünnet kılınır.


"B u g ü n kü ikin d i nam azının sünnetini kılm ıya" diye niyet edilir. B u da ö ğ ­
lenin sünneti gibidir. Y alnız ikinci rek'atta "E t-teh iyyâ tü " y ü okuduktan sonra
selâm verecekmiş gibi " A llâ h ü m m e salli, A llâ h ü m m e bârik” 1er de okunur. O n ­
d an sonra " A llâ h u -E kb er" deyip tekrar üçüncü rek’ata kalkılır ve nam aza yeni­
den b aşlar gibi "S ü b h â n eke, E ûzü-B esm ele", sonra F â tih a ve b ir sûre okunur.
İkindinin farzı, tıpkı ö ğ le nam azının farzı gibi kılınır. Y alnız niyetleri ayrı ay­
rıdır. "ikin d in in farzına" diye niyet ederiz.

4 — AKŞAM NA M AZI :

A kşam n am azında farz evvel, sünnet sonra kılınır, ö n c e kaam et edip :


"B u g ü n kü A k şa m nam azının farzını kılm ıya" diye niyet ederek üç rek’at farz
kılarız. Birinci ve ikinci rek 'atlan diğer nam azların farzı gibi kıldıktan sonra,
oturup "E t-ta h iy y â tü ” yü okur, tekrar üçüncü rek’ata kalkarız. Ü çü n cü rek’atı
yalnız b ir F â tih a ile kılarak oturur, Et-tehiyyâtü, A llâhüm m e salli, A llâhüm m e
bârik, R ab b en â âtinâ. gibi salâvat ve d u â la n okuduktan sonra selâm veririz.
F arzd an sonra tıpkı S a b a h nam azının sünneti gibi iki rek 'at sü n n et kılarız.
Y alnız niyet başkadır. Y âni : "B ugünkü A kşam nam azının sünnetini kılm ıya"
diye niyet ederiz.

5 — Y A TSI N A M A ZI :

Y atsı nam azında, önce tıpkı İkindinin sünneti gibi dört rek'at sünnet, o n ­
d an sonra ö ğ le ve İkindinin farzı gibi dört rek'at farz, farzdan sonra A kşam n a ­
m azının sünneti gibi iki rek’at sünnet kılarız. B unların farkı yalnız niyetlerinde-
dir. B aşka fark yoktur.

149
V İT İR N A M A Z I

V itir nam azı, am elen farz, i'tikaaden vâcib, sübûten sünnettir. Y âni farz n a ­
m azları kılmak farz olup da terketmek helâl olm adığı gibi, V itir nam azını kılmak
d a böyledir. K azâsı da vâcibdir. Y alnız b u n u n v ü cûbunu i'tikaad farz değil, v â­
cibdir. Ç ü n k ü b u n u n sü b û tu K ur ân ile değil. S ü nnetle E b û D â v u d ,
H â k i m ve M ü s l i m tarafların d an rivâyet o lu n an hadîslerledir.
İ m â m - ı Eb û H a n î f e den, biri farz olduğu, biri vâcib, biri de sünnet
o ld uğunu gösteren üç m uhtelif rivâyet varsa da, onların arası b u sûretle tevfîk
o lunarak : "tm â m -ı E b û H a n îfe’ye göre sahih olan V itir vâcibdir." denilm iştir.
E sâsen 1 m â m ’ın son kavli ve m ezhebi de budur.

V itir nam azı üç rek’attır. B u n u n vakti Y atsı’nııı vaktidir. B inâenaleyh, Y at­


sı nam azın d an sonra üç rek’at " V itir nam azı" vâcibdir. H er rek'atta F â tih a ve
sûre okunur. V itir nam azı şöyle kılınır : İlk önce, "B u gecenin V itir nam azını k ıl­
m aya" diye içim den niyet ederim. D ilim le : " N iy et ettim bu gecenin V itir na­
m azını kılm ıya" dedikten sonra "A llâ h u -E kb er" deyip el b ağ lar ve nam aza d u ­
rurum . S a b a h nam azının sünneti gibi iki rek'at kıldıktan sonra oturup “E t-T e-
h iy y â tü ” yü okurum . S onra ayağa, üçüncü rek'ata kalkarım : Besmele çekip F â ­
tiha, sonra b ir sûre veya üç âyet okurum. B u n d an sonra rükûa eğilmiyerek elleri­
mi kulaklarım a kaldırıp lftitah T ekbîri gibi b ir tekbîr alır ve “A llâ h u -E kb er" de­
rim. S onra yine ellerimi b ağ lar ve şu duâyı okurum :

A llâ h ü m m e innâ nestaînüke ve nestağfirüke ve nestehdîke ve n ü ’m inü bike


ve n etü b û ileyke ve netevekkelü aleyke ve nüsnî aleyke’l-hayra kü llehû neşkürüke
ve lâ nekfüriike ve nahleu ve netrükü m en yefcürük." (1).

" A llâ h ü m m e iyyâke n a ’b ü d ü ve leke nusallî ve nescüdü ve ileyke nes'â ve


n a h fid ü nercû rahm eteke ve nahşâ azâbeke inne azâbeke bi'l-küffâri m ü lh ık." (2).

(V itir nam azı, R am azan da cem âatle kılındığı vakit, b u d u â la n , hem imam,
hem de cem âat içinden okurlar.) B u n d an sonra ellerimi bırakıp diğer nam azlarda 12

(1) A llâh'ım ! Senden yard ım İsteriz. R âzı olduğun şeylere h id â y et etm eni İs­
teriz. G ünahlarım ızı ö rte re k bizi rü sv ay etm em eni isteriz. S an a tövbe ederiz. İşle*
rlm izi S an a b ıra k ır ve S an a güveniriz. Bize lû tf u ihsân eylediğin b ü tü n n im e tle ­
rin i i’tir â f eder ve Seni h a y ır ile öğeriz. V erdiğin b ütün n im e tle ri yerine sarfede-
re k S an a şükrederiz. Sen yücesin, h içb ir n im e tin i in k â r etm ez ve o n ları b aşk asın ­
dan bilm eyiz; n im e tle rin i in k â r ve S ana isyân edeni b ıra k ır ve ondan a y rılır; onun­
la olan râb ıtam ız ı keseriz.
(2) A llâh'ım ! Biz yalnız S ana ku llu k (ibâdet) ederiz. N am azı yalnız Senin
için k ılarız; an cak S an a secde ederiz. Y alnız S an a k o şa r ve S an a y a k la ştıra c a k
şeyleri kazanm ıya çalışırız. İbâd etin i sevinçle yaparız, ra h m e t ve lhsân m m devâ-
m ini ve ziyâde olm asını dileriz. Y asak ettik le rin i y apm az ve azâbından k o rk arız.
Şüphe yok ki, azâbın k âfirle re ve m ü n k irlere ulaşır.

150

I
olduğu gibi rülcûa, sonra secdeye varırım. Secdeden sonra oturup "E t-T ehiyyâ-
tü ”, " A llû h ü m m e salli", " A llâ h ü m m e bûrih", "R a b b en â âtinâ" d u â la n n ı o tu r
ve selâm veririm.

V itir nam azını kılarken b u d u â la n u n u tu p rükû'da iken veyâbud rü k û 'd an


doğrulunca hatırlarsa d u â la n okumaz. E ğer rü k û 'd an doğrulunca okursa rükûu
tekrar etmiyerek her iki sûrette sehiv secdesi yapar. C em âatle kılarken imam ken­
disinden evvel d u â la n bitirip rükûa varır ve kendisi rükûa varm azdan evvel im a­
m ın doğrulacağından korkarsa, duâyı bitirm eden imam ile rükûa vanr.

151
Y ÎR M Î ÜÇÜNCÜ D ERS

N A M A Z IN İÇ İN D E K İ F A R Z L A R (1), V Â C İB L E R V E
SÜ N N ETLER

N am az nasıl kılınacağını anladık. G örülüyor ki N am az, erkân-ı ma'Iûm e


ve eFâl-i m ahsûsadan ibârettir. M uayyen rükünleri olan husûsî bir iştir. Y a­
pılan b u işin içinde farz var, vâcib var, sünnet var. Bu işin esas rükünleri, farz­
larıdır. Şim di nam azın farzlarını, vâciblerini, sünnetlerini de ayrı ayrı göste­
relim :

1 — NAM AZIN F A R Z LA R I :

N am azın farzları demek, onsuz nam az sahih o'm ıyan şeyler demektir. B u n ­
ları yukarıda da anlatm ıştık. B unların bir kısmı, nam aza durm adan evvel b u ­
lunm ası lâzım gelen şeylerdir; bu n lara nam azın şartları denir. Bazıları da nam a
za b aşlad ık tan sonra nam azın sıhhatinin devâmı için lâzım olan şartlar olup,
b u n lara d a nam azın rükünleri denir. B unlar da farzdır. Biri noksan olursa n a ­
m az sahih değildir. B uraya kadar nam azın şartlarını ve rükünlerini gördük.

2 — NAM AZIN V Â C lB LE R Î :

N am azın içindeki vâcibler şunlardır :


1) N am aza "A llâ h u -E k b e r" Iâfziyle başlam ak,
2) F â tih a ’yr tam âm iyle okumak,
3) N âfile nam azların her rek atında, farz nam azların ilk evvelki iki rek’atın-
d a F â tih a okumak.
4) F arz nam azların iki rek atın d a F â tih a ’dan sonra b ir küçük sûre, yâhud
üç kısa veya b ir u zu n âyet okumak. E n küçük sûre “Innâ a ’taynâ..." sûresidir.
E n kısa âyet de "S üm m e nazara . " M üdhâm m etûni” âyetleridir. B unlar, kırfletiıı
en azını bildirir. Y âni hiç olm azsa F âtih a dan sonra böyle kısa b ir sûre veyâhud
b u kısa sûre kadar üç kısa âyet veyâhud b u kısa sûre kadar bir âyet okum alı de­
mektir. U z u n okum ak istiyen, istediği kadar okuyabilir.
5) F â tih a dan sonra okunacak sûre veya âyetleri, üç veya dört rek'atiı farz
nam azların ilk iki rek atın d a. V itir nam aziyle nâfile nam azların her rek’atm da
okumak.1

(1) B u rad a farz, n am azın hârici şa rtlariy le rükn-i dahilîsinden eam dır. H er
ikisine şâm ildir.

152
6) F â tih a 'y ı sûreden evvel okumak.
7) Secdede b u rn u n u alnı ile berâber yere koymak,
8) İki secdeyi birbiri ardınca yapmak,
9) T a 'd il-i erkân, yâni kıyam da iken dosdoğru, rü k û d a iken düm düz d u r­
mak; rü k û 'd an kalktığı zam an belini iyice doğrultm ak ve Siibhâna ilah diye­
cek kadar öylece durm ak; secdeden kalktığı zam an da iki secde arasında S ü b -
hâna'llah" diyecek kadar oturm ak (1).
10) U ç ve dört rek'atlı nam azlarda ikinci rek’atta n sonra oturm ak.
11) G erek ikinci rek attan sonra ve gerek selâm vereceği zam an o tu rd u ­
ğunda "E t-T eh iy y â tii" y ü okumak, (dört rek'atlı nam azların ikinci rek'atından
sonra oturm ak ve “E t-T e h iy y â tii” yü okum ak sabib kavle göre vâcibdir).
12) Ü ç ve dört rek'atlı farz nam azlar ile V itir nam azında ve Ö ğle nam a-
zının ilk sünnetinde ikinci rek attan sonra " E t-T eh iyyâ tii” yü okur okumaz h e ­
m en ü çüncü rek 'ata kalkmak,
13) C em âatla kılındığı vakit S abah, A kşam , Yatsı nam azlarının birinci ve
ikinci rek’alların d a. C um a ve Bayram nam azlarında, imam F â tih a ve sûreleri
açıktan okumak.
İd) T erâvih n am azında ve R a m a z a n d a , T erâv ih ’ten sonra kılınan V itir
n am azın d a d a yine im am ın F â tih a ve sûreyi açıktan okuması,
15) ö ğ le ve ikindi n am azlarında içinden okumak.
16) tm am ’a u yan kimse b u nam azların hepsinde F â tih a veya sûre okumı-
yarak susmak.
17) V itir n am azında “K u n u t" dualarını okumak, cem âatle kılarken hem
imam, hem cem âat K u n u t duâsını içinden okur.
18) Bayram tekbirleri, (Bayram nam azına m ahsus olan fazla tekbirlerle.
B ayram nam azının ikinci rek'atının rükû' tekbiri vâcibdir.)
19) N am azın so n u n d a selâm vermek,
20) N am azd a yanılırsa sehiv secdesi yapmak,
21) N am azd a secde âyeti okursa secde etmek.

N am az içindeki vâciblerden biri u n u tu lu rsa nam az yine sahihtir. F a k a t se-


vâbı noksandır. B u noksânı tam am lam ak için "Secde-i se h iv ” yapm ak vâcibdir.

3 — SEC D E-Î SEH ÎV N E D İR VE N E ZAMAN YAPM AK LÂZIM DIR ? :

Secde-i sehiv : V â c ib 'in sehven, u n u tu larak terkinde Iftzımgelir. V âcib in


sehven terki, vâcibin yerini değişerek evvel veyâhud sona bırakm ak, veyâhud zi­
yâde ve eksik yapm ak süratlerinden biri ile olur. F arzın te'hiri de. vâcibin ter­
ki demektir.1

(1) T a'dtl-i e rk â n a fa rz diyenler de v ard ır. Binâenaleyh, b una çok d ik k a t e t­


m elidir.

153
N am azın içindeki vâciblerden biri b u sûretle terkolunup d a yine nam azda
iken b atırm a gelirse, nam azı kılıp im am sağ tarafına ve yalnız kd an kimse iki
tarafın a selâm verdikten sonra, sol tarafına selâm verm eden tekrar " A llâ b u -E k-
ber" diyerek birbiri ardısıra iki defa secdeye v a n r: ikinci secdeden sonra o tu ­
rup "E t-T eh iyyâ tü , A llâ h ü m m e salli, A llâ h iim m e bârik, R ab b en â âtinâ...” duâ-
lartnı okuyarak Her iki tarafın a selâm verir. İşte b u n a secde-i sehiv denir ki u n u t­
m a secdesi demektir. E ğer selâm verdikten sonra secde-i sehiv yapm ayı d a u n u ­
tu r ve y ü zü n ü K ıble den çevirip yerinden kalkar, yâh u d konuşursa nam az yine
nam azdır. F a k a t dediğim gibi sevftbı noksandır.

Eğ er selâmı verdikten sonra h atırına gelmiş ve yüzünü K ıble den çevirmemiş


ve konuşm am ış ise yine secde-i sehiv yapar (1).

(1) GörülUyor ki, sehiv secdesinin sebebi, n am azm asli olan vU cublanndan
birinin u n u tu lm ak suretiyle terkolunm ası, yâhud so n ray a b ırakılm ası veyâhud ev­
vel yapılm ış olm asıdır. Y âhud b ir vâcibln ziyâde edilm esidir. B ir rü k n ü n te ’h lr veyâ
takdim i de b unlardan birinde dâhildir. Şim di sehiv secdesini İcâb eden şeyleri h ü ­
lâ sa edelim :
1) F a rz n am azların ilk evvelki ik i re k ’atm d a, nâflle n am azlarla, V itir n a m a ­
zının herh an g i b ir re k ’a tm d a F â tih a ’nın hepsini y âhud y arıd an ziyâdesini okum ayı
u nutm ak. ( İ m â m - ı A ’ z a m ’a g öre F â tih a d a n b ir â y e t dahi u n u tsa, sehiv
secdesi vâcibdir.)
2> Sûreyi, F â tih a d a n evvel okum ak.
3) F fttlh a’dan sonra b ir süre vey âh u t üç k ısa veya b ir uzun â y e t okum ayı
unutm ak,
4) F â tih a ’yı yâhud F â tlh a ’dan so n ra bir sûre veya â y e t okum ayı u n u tu r ve
rü k û ’da İken h a tırla rsa , te k ra r doğrulup u n u tm u ş olduğu şeyi okur. E ğ e r u n u ttu ğ u
F â tih a idiyse F â tih a ’yı ok u d u k tan so n ra sûreyi de te k ra r o k u r ve te k ra r rü k û ’
ederek sonunda sehiv secdesi yapar.
5) V itir nam azm m tek b îrin i veyâhud K u n u t'u n u u n u ta ra k rü k û ’a eğilir ve rü-
k û ’da iken h a tır la r s a doğrulup d a K u n u t yapm az. Sonunda sehiv secdesi y ap ar.
6) U n u ta ra k F â tih a ’yı iki d efa okum ak; çünkü sû rey i yerinden so n ray a bı­
ra k m a k oluyor,
f ) F â tlh a 'y ı farzla rın son re k ’a tla rın d a yâhud ikinci ve üçüncü re k 'a tla rd a
okum ak,
8) D ö rt re k 'a tlı n am az lard a ikinci re k 'a tta n so n ra o tu rm ay ı u n u ta ra k , ü çün­
cü re k ’a t a kalkm ak.
“E ğ e r üçttncüye iyice doğrulup k alk m ış İse te k ra r y ere o tu rm ay ıp n am azın ı k ı­
la r ve sonunda sehiv secdesi yapar. Böyle iyice k a lk tık ta n so n ra o tu ra c a k olursa,
nam azı fâsid olur. E ğ e r tam âm en k alk m am ış ve o tu rm a h âline yak ın b ir halde
İken h a tır la r s a o tu rm a sı vâcibdir. S o n ra secde de etm ez. E ğ e r tam âm en k a lk m a ­
m ış ve f a k a t kalkm ış h âle yakın idiyse k a lk a r ve so n ra secde-i sehiv y a p a r."
9) G erek selâm verecek v a k it o tu rd u ğ u n d a ve g erek d ö rt re k ’a tlı nam azların
ikinci re k ’a tın d an so n ra o tu rd u ğ u v a k it “E t-T eh iy y â tü ” yü u n u tm ak ,
10) İk in ci re k ’a tta n Sonra o tu ru p “ E t-T eh iy y â tü ’’ yü okuduğu zam an hem en
üçüncüye k alk m ıy a ra k sa lâ v a tı o k u m ay a b aşlam ak . “A llâhüm m e salll a lâ M ilham ­
ın ed ve a lâ âli M uham m ed” dedikten sonra h a tırla m ış İse, sonunda sehiv secdesi

154

1
V âciblerden birini bile bile terketmiş ise nam azı yeniden kılmak lâzımdır.
K ılınm azsa kerâbet-i tahrîm iye ile m ekruhtur. V acibi, bile bile terketmekle ikaa-
b a m üstahak olur.

N am az içinde iken kaç 'e k ’at kıldığında şüpheye düşer ve evvelden böyle
bir şey olmamış ise nam azı bâtıl olur. Y eniden kılm ak lâzımdır. Selâm verdikten
sonra şüphe etmiş ise b u şüpheye i tibâr yoktur. M eğer ki noksan kıldığına dâir
keldisinde kan âat hâsıl olsun. Böyle olursa yeniden kılar.

E ğer çok defa şüphe ârız olursa, zann-ı galib ile amel eder. Bir cihetini kes­
tiremezse az tarafını alıp her rek’attan sonra oturur ve en sonra secde-i sehiv
yapar.

M eselâ : Bir rek'at mı, iki rek’at mı kıldığında şüphe ederse b ir kıldığına
hükm ederek farz veyâhud vâcib olan oturm ayı terketmiş olm am ak için ondan
sonra sonu zannettiği her rek’atta oturur ve " E l-T eh iyyâ tü " okur. M eseleyi tas­
vir edelim : D ö rt rek'at olan nam azda secdeye vardığı zam an bir rek'at mı, iki
rek'at mı kıldığından şüphe edip bir tarafı kestirememiş olan kimse, bir rek at
kıldığına i'tib âr eder. F ak at iki rek'at kılması da m uhtem el olduğundan oturup
"E l-T eh iyyâ tü " yü okuduktan sonra kalkıp bir rek'at d ah a kılarak tekrar oturup
"E l-T eh iy y â t" d an sonra b ir rek'at daha kılıp yine oturur. B u n d an sonra, bir
rek'at d ah a kılıp oturur. Şim di dört rek'at kıldığında asla şüphe kalm adı. Y al­
nız beş rek’a t kılmış olması ihtim âli vardır. H er rek'at başında oturduğu için öy­
le de olsa sahihtir. S onra secde-i sehiv yapar.

4 — NAM AZIN S Ü N N E T L E R İ :

N am azın sünnetleri şunlardır :


1) N am a z a başlarken alınan tekbirde. V itrin K u n u t tekbirinde ve b a y ­
ram tekbirlerinde el kaldırm ak. (Erkekler ellerini kulaklarının aşağı sarkan yu-

lâzım dır. "AJJahümme salll” deyince, hem en h a tırla r ve k a lk a rsa aehlv secdesi lâ ­
zım değildir.
11) K u n u t’u veya tek b îrin i u nutm ak.
12) B ayram nam azm da İm am ın İkinci re k ’a tm rü k û ’ tek b irin i u n u tm a sı.
13) im a m ın açık okum ası vâcib olan yerde içinden, İçinden ok u y acağ ı yerde
dışından okum ası, (Bu duâ ve senflnın gayrislnedlr; b u n lard an birini aç ık ta n oku­
m ak secde-1 sehvi îcâb etm ez.)
14) R ü k û ’ ve sUcûdda tu m ân ln etl ( ta ’dil-1 erk ân ı) terk ed erse sahih kavle gö­
re sücûd-ı sehiv vâcibdlr.
"N am azda sehiv secdesi îcâb eden b irk aç şey y ap tıy sa hepsi içlıı tflrlf edilen
şekilde b ir defa sehiv secdesi yapm ak lâzım dır."
(N am azda okurken ây e t ve sürelerin te rtib i nam azın vâcibât-ı asliyesinden ol-
m ayıb nazm -ı K u r’ân'm vâclblerindendir. B inâenaleyh sücûd-ı sehiv lâzım gelmez.
Z âhir mezhebe göre Besm ele’yi u n u tm a k ta n d a lâzım gelm ez; Z e y 1 â î , vâcib
dem iş İse de.)

155
m uşak m ahalli hizâsına, k ad ın lar om uzlarının hizâsına kaldırırlar: kaldırırken
elleri açık, parm aklar hâl-i tabiisinde olacak, yâni parm aklarını ne büsb ü tü n
birbirine bitiştirm iş ve ne de açmış olmayıp hâli üzerine bırakm ak. E l ile p ar­
m akların iç yüzü K ıble’ye karşı olacak.)
2) tm am a u yan kim senin iftitah tekbiri, im am ın iftitah tekbirinden son­
raya kalm ak ve im am ın tekbirine yakın olmak,
3) İftitah tekbirini alır alm az el bağlam ak. (Yukarıda târif ettiğim iz veçhi­
le erkek göbek altına, kadın göğüs üstünden el bağlar. Erkek sağ elinin küçük
parm ağı ile baş parm ağını sol bileğin iki tarafına halkalar, kadın halkalam az,
sâde sağ elini sol elinin üstüne kor.)
4) S ü bhâneke okumak.
5) İlk rek'atta Sübhâneke okuduktan sonra Eûzü-Besm ele çekmek,
6) D iğ er rek atların başın d a F fitiha'dan evvel yalnız Besmele çekmek,
7) Sübhâneke ve E ûzü-B esm ele’yi, içinden okumak.
8) F â tih a ' nın sonunda, okuyan ve işiten içinden " Â m in " demek,
9) S ab ah , ö ğ le nam azlarında F â tih a 'd a n sonra uzunca, İkindi ve Yatsı
n am azlarında kısa. A kşam nam azında daha kısa sûre okumak, (Bu, m isafir ol
m ayanlar hakkındadır. Yolcu veya vakti dar ise dilediği âyet ve sûreyi okur.)
10) R ü k û a eğilirken " A llâ hu-E kber" demek,
11) R ükû' da üç kere "S ilb h â n e R a b b iye’l-azîm " demek,
12) R ü k û 'd an kalkarken “ Semialla.hu lim en ham ideh" demek.
13) B u n u n arkasından "R a b b en â leke’l-ham d” demek,
14) K ıyam 'da iken ayak arası dört parm ak kadar açık olmak,
. 15) R ü k û 'd a dizlerini elleriyle tutmak,
16) R ü k û 'd a elleriyle dizlerini tutarken el parm akları açık olmak,
17) R ü k û 'd a dizlerini, dirseklerini dik tu tu p bükmemek,
18) R ü k û 'd a arkasını düm düz yapmak,
19) Başını, sağrısını bir doğrulukta b u lu n d u ru p yukarıya dikmemek ve
aşağıya eğmemek. (El ile dizlerini tutm ak kadınlara sünnet değildir. K adınlar
rü k û 'd a iken el parm aklarını birbirinden ayırm ıyarak ellerini dizleri ü stüne ko­
yarlar. R ü k û 'd a iken dizlerini bükük ve ayaklarını biraz meyilli bulundururlar.)
20) R ü k û 'd an doğrulduğu zam an “ S iib h â n a lla h " diyecek kad ar durm ak.
(B una vâcib ve farz diyenler de vardır. Binâenaleyh çok dikkat lâzımdır.)
21) Secdeye varırken yere evvelâ dizlerini, sonra ellerini, d ah a sonra y ü ­
zünü koymak,
22) Secdeden yukarı kalkarken evvelâ yüzünü, sonra ellerini, d ah a sonra
dizleri üstüne ellerini koyarak dizlerini yerden kaldırm ak. (B ittabi b u n la r özrü
ve bir m ânii olm ıyanlar içindir. Z â if veyâhud başka bir m ânii olanlar nasıl ko­
laylarına gelirse öylece oturup kalkarlar.)
23) Secdelere varırken ve secdelerden kalkarken “A llâ h u -E kb er" demek,

156
(R ü k û ’a gider ve rükû’d an kalkarken, secdeye giderken ve secdeden kalkar­
ken alın an b u tekbîrlere intikaalât tekbîrleri denir. B u nların yerinde olm asına
çok dikkat etmek lâzım dır. M eselâ : R ü k û 'a giderken “A llâ h u -E kb er" diyerek,
eğilmiye başlan acak ve rükû a varırken bitecektir. R ükû dan kalkarken de belini
doğrultm adan "S em ia lla h ü ..." diyerek bel doğrulacaktır. Bâzı im am lar rükû'a
vardıktan sonra tekbîr alır ki. doğru değildir. Secdeye giderken de, secdeye var­
m azdan evvel “A llâ h u -E k b e r” demiye başlayıp tam kafa yere değerken bitirmek,
secdeden kalkarken de. kafayı kaldırm aya başlarken tekbîre başlam ak lâzımdır.
H ülâsa, rükû' tekbîrinin yeri ne rükû'dur. ne de kıyamdır. A yakta tekbîr alıp da
o n d an sonra rü k û 'a varm ak, yâbud tam rü k û 'a vardıktan sonra tekbîr alm ak
olm az. S ü cû d tekbîrleri de böyledir. Tekbîr secdede iken, yâbud secdeden k al­
kıp oturd u k tan sonra değil, secdeye varırken ve secdeden kalkarken alınacaktır.
B un lara ehem m iyet vermek lâzımdır.)
24) Secdelerde y ü zü n ü iki elleri arasına alm ak ve eller yüzden geri ve
uzak ta bulunm am ak; el ayası yere ve parm aklar birbirine yapışık ve K ıbleye
karşı olmak,
25) Secdelerde üç kere “S ü blıûne R a b b iy e ’l-a’lâ" demek,
26) Secdelerde karnını uyluklarından, dirseklerini y an larından ve kollarını
yerden uzak tutm ak, (yâni kolunu yere yapıştırm am ak: kadın secdede kollarını
y an ların a ve karnını uyluklarına yapıştırır ve yere doğru alçalır ve yapışır.)
27) İki secde arasın d a k a ’de-i ulâ ve ka'de-i sdniye'de otururken ellerini
uylukları üzerine koymak.
28) O tururken sol ayağını yere yayıp üstüne oturm ak ve sağ ayağının p ar­
m ak lan K ıble ye doğru gelmek üzere, dikmek. (K adınlar kaynağı üzerine oturur
ve ayaklarını sağ tarafın a yatık olarak çıkarırlar. O n la r için sünnet budur.)
29) “E t-T e h iy y û tü " yü içinden okumak, E t-T e h iy y û tiiy ü m utlaka okumak
vâcibdir. B inâenaleyh, yanlışlıkla cebren okuyuverse, vâcibi terketmiş olmaz;
yalnız sünneti terketm iş olur.
30) Selâm vereceği vakit “E t-T eh iyyâ tii” den sonra " A llâ h ü m m e halli",
" A llâ h ü m m e bârik” ve b u n la rd an sonra d u â okumak,
31) Selâm verirken başını evvelâ sağa, sonra sola çevirmek,
32) S elâm da “E s-selâm ü aleyküm ve ra h m e tu llâ h " demek,
33) İm am sol tarafa selâm verirken sesini biraz yavaşlatm ak,
34) C em âatle nam az kılınırken bir veya d ah a ziyâde rek'ata yetişememiş
olan kim senin im am ın ikinci selâm ını beklemesi. (K ıyam da secde yerine bakm ak,
rü k û ’d a ayaklarının üzerine, otururken kucağına bakıp A H ab'dan başkasiyle
m eşgul olm am ak ve selâm verirken omuz başlarına bakm ak nam azın âdâbın-
dandır.)

157
Y İRM İ DÖRDÜNCÜ D ERS

N A M A Z I B O Z A N ŞEYLER

N am azı bozan şeyler şunlardır :

1) N am a z d a lâkırdı etmek. (Yanılarak, unutarak, uyuklayarak ve bilm eye­


rek az veyâbud çok b er ne sûretle olursa olsun, nam azda insan sözü nam azı
bozar.)

2) N am azd a b ir şey yemek, veyâbud içmek. (H âriçten susam tanesi kadar


b ir şey, veyâbud dişleri arasın d a kalm ış nobut tanesi k ad ar b ir şeyi yutm ak, n a ­
m azı bozar. A ğ zın a b ir şey alıp çiğnemek ve gevelemek veyâbud nam aza d u rur­
ken ağzına şeker alm ak ve eridikçe yutm ak d a nam azı bozar.)

3) K endi işiteceği k adar gülmek, (Y anındakiler işitecek kadar gülerse ab-


desti de bozulur.)

4) K ıble’den göğsünü çevirmek,

5) N a m a z d a iken b ir iş yapm ıya çalışmak, (Elbisesi ve b ir tarafı ile u ğ ra­


şır ve hariçten b a k an lar n am azda değil zannederlerse b u n u n nam azı bozulur.)
Söz tem sili : P alto su n u , p an to lo n u n u veyâbud şalvarını düzeltir ve geride bakan
insan; b u adam n am azda değil, nam azda olan b u kadar uğraşm az, derse, b u iş
nam azı bozar. H içbir özrü yok iken birbiri ardınca üç adım yürüm ek de nam azı
bozar. B aşındakini çıkarıp giymek, tarak ile başını, sakalını taram ak da böyledir.
N am azı b o zan işe A m e l-i kesir denir ki, m a’nâsı, çok iş demektir.

6) N a m a z d a iken birine selâm vermek, veyâbud selâm verenin, ber ne sû­


retle olursa olsun selâm ını alm ak,
7) D ü n y ây a âit b ir işi batırbyarak sesle ağlam ak, ağrı ve sızıdan dolayı
veya bezginlikle " a b ! ” , “ of!” demek, inlemek,
8) Ö k sü rü ğ ü yok iken öksürmeye çalışmak, boğazını bırddatm ak,
9) B ir şeyi üflemek,
I

10) B irine cevap vermek m aksadiyle b ir âyet okumak,


11) Teyem m üm etmiş b ir adam ın nam azda iken suyu görmesi,

12) S a b a b nam azını kılarken güneşin doğm ası, (K azâ nam azı kılarken ev-
kaat-ı selâse-i m ekrûbadan b irinin girmesi de böyledir.)

13) M est üzerine yap ılan m esbin m üddeti, nam azda iken bitmek.

158
14) Â yeti yanlış okuyarak m a nâsını bozmak. (B unu biraz îzâh edelim :
N am a z d a âyeti yanlış okum ak birkaç sûretle olur. E ğer yanlışlık kelim elerin h a ­
reke veyâ sü k û n u n d a ise nam az fâsit olmaz. M eselâ : "V e tevâsav b ıs-sa b ri" d i­
yeceği yerde bi s-sabiri" demek gibi. E ğer b ir barf yerine başka b ir barf okursa
b u n u n la m a n â değişm iş olur ve K u r’d n ’da o kelim enin misli de b u lu n u rsa bilit-
tifak nam az fâsid olmaz. " M ü slim in ” diyeceği yerde " M ü s lim û n ’ demek gibi.
E ğer harfin değişmesiyle m a n â değişmez ve fakat okuduğu kelim enin K u r’d n ’da
misli de b ulunm azsa, l m â m - ı A ' z a m ile îm âm -ı M uham m ed’e göre
yine nam az fâsid olmaz, t m â m - ı E b û - Y û s u f ’a göre fâsid olur. “ El-
H ayyii l-K a yyû m " yerine "E l-H a yyü 'l-kıyâ m " demek gibi. E ğer harfin değişm e­
siyle hem m a 'n â bozulur, hem de o kelim enin K u r’d n ’d a misli olm azsa bilittifak
nam az fâsid olur. B inâenaleyh nam azda okuyacağı âyetleri ve harflerin m ahreç­
lerini güzelce bellem ek ve her hakkını vermek lâzımdır.)

15) Erkekle kadın y an y ana b ir hizaya nam aza durm ak. (C âm ilerde erkek­
le kadın nam az kılarken, kadınların arkadaki saflarda durm aları, erkeklerin ö n ü n ­
de veya h iz â la n n d a bulu n m am aları lâzımdır.)

N a m a z d a eğer kadın erkeğin yan ın a veyâhud erkekden ileri durursa, erke­


ğin nam azı fâsid olur. K adının, nam azda yan ın a durd u ğ u erkek, im am ve kadın
d a cem âatten ise kadının nam azı d a bozulur. N am azdaki erkeğin yan ın a d u ran
kadın n am azda değilse, erkeğin de nam azı bozulm az. M aam âfih b u meseleyi
ehem m iyetine b in â e n biraz îzâh edelim :

Erkekle kadın b ir hizâya d u rd u k tan zam an bilh assa erkeklerin nam azı fâsid
olm ası hilâf-ı kıyas olup birtakım şurût ile m ukayyettir. Şöyle ki : 1) N am az kı-
Ia n la n n h er ikisi de m ükellef olm alı. 2) İkisi de nam az içinde olmalı. 3) N am az,
rü kû'Iu ve sücûdlu olm alı. 4) İkisi de bir im am a uym uş veyâhud kadın, m ubâzî
olduğu erkeğe iktidâ etmiş olmak. 5) A ra d a hâil olmamak. Biri b ir adam boyu
yükseklikte, biri alçakta olursa fâsid olmaz. A ra d a en az b ir arşın yüksekliğinde
b ir hâil olursa yine fâsid olmaz. 6) İmam, m uhâzl olan kadının d a im âm etine n i­
yet etmiş olmak. 7) İmam, kadrnlara rmâmeti niyet etmiş olmak. 8) N am az kılan
erkeğin, geriye durm aları için kadınlara söylemiş olması. M u h âzî olan kadının
ecnebi olm ası lâzım değildir. V alid e, hem şiresi ve zevcesi dah i olsa yine nam azı
ifsâd eder.
16) N a m a z d a âyeti, M u sh a f’ın yüzünden okumak,
17) N am az içinde iken u n u tarak olsa da bir rü k n ü eda edecek zam an de­
vam etmek şartiyle avret m ahalli açılm ak veya üzerine, nam aza m ân i’ b ir pislik
düşmek,
18) İm am a iktidâ etm iş olan b ir m uktedî, b ir rükünde im am ile birleşmiye-
rek o n d an evvel yapm ak, (M eselâ: İm am dan evvel kendisi rükû' ederek başını
kaldırm ak ve o nu imam ile b erâber yâhud im am dan sonra tekrar etmiyerek n a ­
m aza devam edip im am ile selâm vermek gibi.)

109
19) İm am a birinci rek atta n sonra uymuş olan kimse, imam selâm verdik­
ten veyâbud “E t-T e h iy y â tü " yii okuyacak kadar oturduktan sonra im am ile kıla-
m adiği rek'atı tam am lam ıya kalkar ve rek'atı bitirip secde yaptıktan sonra im a­
m ın nam azda secde-i sehvi îcâbeden birşey yaptığını lıatırbyarak yaptığı sehiv
secdesine iştirftk ederse onun nam azı fâsid olur.

(Böyle bir zam anda, imam selâm vermeden, geçen rek 'atlan tam am lam aya
kalkm am ak nam azın sünnetlerindendir. İm am la birlikte son T ehiyyâta oturduğu
vakit yalnız “ E t-T ehiyydtü” yü okuyup salâvâtı ve du&Ian okum ayarak im am ın
selâm ını beklemek ve imam sağ tarafına selâm verdikten sonra kalkm ak ve im am ­
la kılam adığı rek'atları yalnız başına tam am lam ak lâzımdır. İm am ın selâm ını
beklemek sünnettir.)

160
Y ÎR M Î B E Ş İN C İ D E R S

N A M A Z IN M E K R U H L A R I

1 — NAM AZIN M EK RU H LA R I :

Y ukarıda nam azın vâciblerini. sünnetlerini saydık. V âciblerinden birini b i­


lerek yapm am ak m ekruhtur, hem de haram a yakın bir m ekruhtur. S ü n n et veyâ-
h ud m ü stebablardan birini yapm am ak da mekruh ise de, haram a yakın olmıyan
m ekruhtur. Şim di nam azın m ekruhlarını da h ü lâsatan yazıyorum :
1) N am a z d a beden ve elbisesiyle oynamak, veyâVıud rüzgârlanm ak,
2) P arm ak çıtlatm ak,
3) Esnemek, gerinmek,
4) Z ih n in i, hatırını m eşgul edecek bir halde nam aza durm ak, (M eselâ :
A bdesti sıkışık iken nam aza durm ak; ortaya çok sevdiği bir yemek sofrası h a ­
zırlanm ış iken nam aza durm ak, camiye gittiği vakit emniyet olm ıyan bir yerde
ayakkabılarını arkaya koyup da kendisi ön tarafa nam aza durm ak mekruhtur.
Ç ü n k ü nam azda iken zihni dâim a b u n larla meşgûl olur.)
5) Kılıksız, kıyâfetsiz bir halde, başkasının yanına çıkamıyacağı bir kıya­
fetle nam aza durm ak,
6) N am azd a parm aklarını birbirine geçirmek,
7) N am azd a elini böğrüne koymak.
8) Kolu sıvanm ış olduğu halde nam aza durm ak, (kadın, kolu sıvalı nam a­
za durursa nam azı sahih olm ayıp fâsid olur.)
9) ö z r ü yok iken nam azda bağdaş kurm ak veya çömelmek,
10) K aynaklarını yere koyup dizlerini dikerek oturm ak, erkekler ağız ve
b urunlarını örtmek,
11) Secdeye varırken esvabını, elbisesini önünden veya arkadan kaldırm ak.
12) P alto su n u veyâhud ceketini sırtına giymiyerek arkasına almak, veyâhud
içine b ü rü n ü p durm ak,
13) K ırâeti, rüku da tam am lam ak, yâni kırâeti bitirm eden rükû'a eğilmek,
14) ikinci rek atta; ilk re k a tta okuduğu sûrenin veyâhud âyetin üstündeki
sûre ve âyeti okumak. (Bir rek atın içinde olursa da böyledir. M eselâ : Birinci
rek atta F â tih a 'd a n sonra iki sûre okumak ister ve evvelâ "L i tlâfi” sûresini, on­
d a n sonra d a "E lem tere" sûresini okursa, nam az m ekruhtur: yâhud birinci rek’at-
ta F â tih a ' d an sonra "L i tlâfi" sûresini okuyup o rek'atı kıldıktan sonra ikinci

161
rek atta F â tih a ’d an sonra " E lem lere" sûresini okursa yine m ekruhtur. O kurken
ister sûre olsun, ister âyet olsun yukarıdan aşağıya doğru okum ak lâzımdır.)
15) İki rek'atta okuduğu iki sûre arasını bir sûre ile ayırmak. (M eselâ : B i­
rinci rek atta F â tih â d an sonra "E lem tere" sûresini; ikinci rek atta Eraeyte sû­
resini okum ak gibi. Şâyet aradaki sûre uzun olursa o zam an m ekrûh değildir.)
16) B ir rek'atta iki sûre arasım bir veya daha ziyâde sûre atlayarak cemet-
mek. M eselâ : F â tih a 'd a n sonra hem “E lem tere" sûresini, hem de Eraeyte veya
"K u l H iiva'llûhü..." sûresini b ir rek'atta okum ak gibi.
17) Bile bile âyet atlam ak,
18) K ıyâm da sağ eli sol eli Üstüne, rük û 'd a ellerini dizi üstüne, otururken
de uylukları üstüne koymamak,
19) N am a z d a gözlerini yummak.
20) G özlerini yukarıya dikmek,
21) Yol üzerinde, m ezar üstünde, ham am içinde, gübrelikte, pisliğe yakın
b ir yerde, sâhibinin gönlü, rızâsı olm ıyan bir yerde nam az kılmak,
22) Secdede yalnız aln ın ı yere koyup b u rn u n u yere koymamak. Ş âyet bir
özrü varsa m ekrûh değildir.
23) C a n lı bir şeyin sûreti üzerine secde etmek. A ğaç vesâire gibi cansız
sûretler hariçtir.
24) C âm ide ön safta açık bir yer var iken arkaya nam aza durm ak.
25) N am az kılacağı yerde Kıble tarafında, yan taraflarında canlı sûreti,
canlı resmi bulunm ak. (Yerdeki sûret. ayakla d u ran insanın göremiyeceği kadar
küçük ise m ekrûh olmaz.)
26) Kor hâlindeki ateşe karşı nam az kılmak, ( ö n ü n d e mum, kandil, lâm ­
ba b u lu n m asın d a kerâhet yoktur.)
27) N am azd a iken kaşınm ak, terini silmek. (Eğer kaşınm adığı ve terini sil­
mediği vakit kendisine zahm et verecek ve zihnini meşgûl edecek olursa o zam an
m ekrûh olmaz.)
28) ö n ü n d e n insan geçmesi üm it edilen bir yerde nam az kılarken önüne
bir sütre koymamak. (Sütre, hiç olm azsa bir arşın u zu n lu ğ u n d a b ir ağaç veya
başka b ir şeydir, ö n ü n d e n insan gelip geçebileceği zannedilen b ir yerde n am a­
za durm uş olan bir insanın, secde edeceği yerin biraz ilerisine b ir şey dikmesi lâ ­
zımdır. Dikm em ek m ekruhtur. Böyle bir yerde cem âatle nam az kılınacağı zam an
im âm ın önüne sütre dikm ek kâfidir.)
29) N am a z d a iken etrâfa bakınm ak. (Bakarken göğsünü Kıble den çevirir­
se nam azı bozulur.)
30) N am azd a b ir şeye dayanm ak (farz nam azlarda).
31) N a m a z d a insan yüzüne karşı durm ak. İnsan arkasını dönm üş ise mek­
rûh değildir.

162
32) İkinci rek atta birinciden uzun okumak.
33) R ü k û 'd a başını dosdoğru uzatm ayıp yukarıya dikmek yâhud aşağıya
eğmek.
34) H içbir özrii yok iken secde yerindeki taşları ayıklam ak, diizlemiye ça­
lışmak.
35) Secdeye varırken ellerini dizlerinden evvel yere koymak, secdeden kal­
karken dizlerini ellerinden evvel kaldırm ak, (şayet hastalık gibi b ir özrü varsa
m ekrûb değildir.)
36) E zberinde başka bir sûre var iken bir sûre yi, bile bile iki rek atta tek-
râr etmek.

2 — NAMAZDA M EK RU H OLMIY A N LA R :

Beline bağlam ış olduğu b ir şey nam azda iken çözülür ve avret m ahalli açı­
lacak olursa onu bağlam ak m ekrûh değildir. K ılınç gibi, boynuna vey&hud b e­
line takılı olan bir şey, rükû' ve sücûduna m âni’ olmazsa, o n unla nam az kılmak
m ekrûh değildir.

M ush af'a, kılınca, y an an m um a, kandile, fenere karşı nam az kılmak mekrûh


değildir. Ü zerinde canlı sûreti olan b ir yaygı üzerinde nam az kılmak —eğer sû-
ret üzerine secde edilm iyorsa»' m ekrûh değildir. N am azd a yılan ve akrep öldür­
mek de mekrûh değildir. M aam âfih, bu n ların mekrûh olm am ası onların zararın­
d a n korkulduğu ve ayağını basıvermekle öldürülebileceği takdire göredir. E ğ er
bun ları öldürm ek amel-i kesir ile olur, yâhud öldürürken göğsünü K ıble'den çe­
virirse nam azı f&sid olur. Elbisesi rükû'da vücûduna yapışıp da vücûdu belli ol­
m am ak için elbiseyi silkmek: elbisesini topraktan sakınm ak; aln ın a yapışan top­
rak ve çöp parçalarını ^ k e n d isin e zarar verir yâhud m eşgul ederse»* ter siler gibi
silivermek de m ekrûh değildir. Lâkin ihtiyaç görülmedikçe b u nları yapm asa da-
ha iyi olur.

163
Y ÎR M İ A L T IN C I D E R S

C E M Â A T L A N A M A Z IN H Ü K M Ü

1 — NAMAZI CEM AATLE KILM AK N E D ÎR ? :

Beş vakit nam azı yalnız olarak kılabileceğimiz gibi, cem aatla da kılarız.
H a ttâ cem âatla kılmak erkekler için sünnet i müekkededir; vâcib demektir. B u ­
nun farz o lduğunu söyliyen fakihler de vardır.
C em âatla kılınan nam azın sevâbı, yalnız başına kılınan nam azlardan yirmi
beş ve bir rivayete göre yirmi yedi derece fazladır. O n u n için iki veya d ah a zi­
yâde insan bir araya gelince nam azı cem âatla kılmalıdır. Bir evde cem âatla n a ­
maz kılmak istenildiği takdirde ^-ev sâhibi ehil ise— im am lığa onun geçirilmesi
ve cam ide olduğuna göre vazifeli imamın geçmesi lâzımdır. Şayet bunlar başka­
sını geçirirse o zam an onlar geçer.

2 — İMAMDA A RA N ILA CA K EV SA F :

C em âatla nam az kılmak için herhalde bir imam lâzımdır, imam kendisine
uyan cem âaltan hâlen iyi olm ak lâzımdır. B inâenaleyh, imamlık sahih olabilm ek
için birtakım şartlar vardır ;
1) İmam olacak zâtın tam bir M üslüm an olması lâzımdır, (t tikaadı bozuk
olanın im âm eti sahih olamaz.)
2) Akil ve baliğ olacak. (Akıllı olm ıyanm imâmeti sahih değildir; akıllı olup
da baliğ olmamış ise yine onun imâmeti sahih olmaz. Ç ü n k ü çocuk üzerine n a ­
maz farz olm adığından onun kıldığı nam az nafiledir. C em âatin nam azı ise farz­
dır, farz kılan nâFile kılana uyam az.)
3) Erkek olm ak (kadın erkeğe imam olamaz).
4) N am az salıîh olacak kadar K u r’dn-ı Kerîm ezberlemiş olmak.
5) V ü c ü d u n d a bir özrü olmamak, (ö z ü rlü bir adam özürsüz kimselere
imam olamaz.)
B u beş şart b u lu n d u k tan sonra bir im am da en ziyâde aran d an evsaf ve imam
olmıya en ziyâde lâyık olan şu nlardır :
H er şeyden evvel nam aza âid meseleleri iyi bilecek. İmam olacak adam da
ilk evvel b u aranılacaktır. B u n dan sonra sıra ile şunlar aranılır :
K ur'dn okum ayı d ah a iyi bilen, K ur'dn i d ab a ziyâde ezberlemiş olan, daha
ziyâde haram d an sakınan, d a h a yaşlı olan, ahlâkı güzel ve herkesin rağbetini
kazanm ış olan ve cem âati çoğaltan, baseb ve neseb sâbibı ve sesi güzel olan.
Ş u hald e birinci şart, i tikaadı düzgün olmak ve nam az meselelerini iyi bilmektir.

164
Birinci sebeb-i tercib budur. Bu bulunm adıkça diğerleri para etmez. B undan so n ­
ra da sıra ile diğer vasıflar aranılacaktır. Birinci şartta müsavi, m üteaddit kimseler
b u lu n u rsa, esbâb-ı tercih olmak üzere, sıra ile diğerlerini aram ak îcâbeder.
İmâ' m-ı E b û Y û s u f a göre K u ra n i güzel okuyan diğerlerine takdim
olunur. F ak at nam az m eselelerini gayet iyi bilmesi şarttır. Biri çok âlim ve fa­
kat K ur'ân ı pek güzel okuyam ıyan. diğeri de nam az m eselelerini lâzım olduğu
kadar bilen ve K u r’â n ’ı da çok iyi okuyan iki kimse olursa, K ur'ân’i iyi okuyan
tercih edilm ek lâzım dır. İmam olacak adam , K u r’ân- 1 Kerim i herhalde iyi bilen
bir zâttan tâlim etm elidir.
H ülâsa : İmam olacak zât: i tikaadı düzgün, K ur'ân -1 Kerîm i güzel okur,
haram ve şüpheli şeylerden korunur, güzel huylu, güzel yüzlü, aslı nes li belli . se-
si güzel, elbisesi temiz olm ak lâzımdır. H alkın önüne geçerek nam az kılacak ze-
vâlın elbiselerinin son derece temiz ve pâk olm asına çok dikkat etmeleri, halkı
kendilerinden soğutacak ahval ve harekâttan, sû-i zan ve töhm eti m ûcib h aller­
den çekinmeleri icâbeder. İm am lıkta aran ılan şartlardan, esbâb-ı tercihden biri
de budur.
im am ın her suretle temiz ve pâk olması cem âatin çoğalm asına da sebep olur.
Herkesi tiksindirecek kokar elbise ve çorap ile câmi-i şerife girmemeye çalışm alı.
H ele çorapların temiz olm asına çok dikkat etmelidir. P e y g a m b e r i m i z :
‘‘Soğ a n ve sarmısak yiyenlerin" bile, bunların kokusunu giderm eden cem aata
gelm em elerini söylemiştir. B inâenaleyh, gerek imam ve gerek cem âat, câm i-i şe­
rife gelirlerken ayaklarına giyecekleri çorabın temiz olm asına pek ziyâde dikkat
etmeleri icâbeder. Eski olsun, fakat pis ve kokar olm asın! Pis ve kokar bir çorap
ile cem aata gelmekten ise, çorapsız gelmek d ah a iyidir.
Kör olan b ir insanın imam olması mekrûh değildir. F ak at ondan d ah a iyi­
si b u lu n u rsa o zam an körün kıldırm ası kerâhet-i tenzîhiye ile m ekrûhtur.
B aşka bir ehli var iken henüz tüyü bitmemiş olan gencin, câhil, ahlâksız ve
babası belli olm ıyanların imam olm aları m ekrûhtur. İmamın, nam azı, cem âati
bıktıracak kadar fazla uzatm ası da m ekrûhtur. Elhâsıl : İmam, arkasındaki ce­
m âati bıktıracak, kendisinden nefret ettirecek hallerden uzak olm alı; temiz soyu,
temiz huyu, temiz elbisesi ve güzel okum ası ile herkesin rağbetini, sevgisini kazan-
mıya ve cem âati çoğaltm ıya çalışm alıdır.

3 — SA F L A R IN T E R T İB İ VE E H EM M İY E T İ :

C em âat çok olup da cem âatle nam az kılınacağı zam an safların tertibine son
derece dikkat olunm ak lâzım dır. B una en ziyâde imam dikkat edecektir. Safların
tertibi şu sûretle olacaktır : E vvelâ erkekler, sonra erkek çocuklar, d ah a sonra
kadınlar.
İm am dan başka bir tek erkek olursa, imamın sağına ve birkaç parm ak ge­
risine durur. S o lu n a ve arkasına durm ak m ekrûhtur. C em âat, bir kadın, bir er­
kek olursa, erkek im am ın sağına, kadın arkasına durur. B irden ziyâde erkek olur­
sa im am ın arkasına dururlar.

165
C em âatin tertibi b u suretle olması lâzım geldiği gibi safların düzgün, bir
çırpıda olm asına ve b ir safta bu lu n an ların sık ve birbirlerine iyice yakın durm a­
larına dikkat edilmek lâzımdır.

P e y g a m b e r i m i z aleyhi's-selâm, safların düzgün ve sık olm asına


dikkat h u sû su n d a çok sıkı emirler vermiştir : 'Saflarınızı güzel, d ü zg ü n yapınız,
om uzlarınızı bir hizada tutunuz, aranızda açıklık bırakm ayınız, açık yer görün­
ce yavaşçacık, oradaki kardeşlerinizin om uzlarını sığayarak safa s o k u l u n bu-
y u m u ştu r. B inâenaleyh, im am ın bu ciheti dâim a cem âate hatırlatm ası, nam aza
dururken; safları düzeltin, demesi lâzımdır. A raya girmek için yanım ıza gelen
din kardeşim ize hem en yer açm ak ve ona m âni olm am ak d a bir vecîbedir. N a ­
m azda iken aram ıza girmek istiyen bir adam a yavaşçacık yer açmak nam azı if-
sâd etmez. S af meselesi o kadar m ühim dir ki. ikinci safta açık yer bulam ayıp da
birinci safta açık gören bir adam o açığı kapatm ak üzere ikinci safı, saftakileri in ­
citmemek üzere yarıp geçebilir. B undan dolayı bir günah da yoktur.

4 — CAMİYE G İD E R E K CEMAATLA NAMAZ KILMAĞA M ANİ’ OLAN. CE­


MAATA G İTM EM EYİ M ÜBAH K ILA N ÖZÜRLER :

Ş u sebeplerden birisi bulunursa, cem âata çıkmaya m âni' sayılır ve cem âata
gitmemekte m azur olur :

1) H astalık,
2) Körlük,
3) A yağı kesik olmak,
4) K ötürüm olmak,
5) T opal olmak,
6) F azla düşkün ihtiyar olmak,
7) Y ağm ur ve çam ur olmak,
8) Pek sıcak veya pek soğuk olmak,
9) Pek karanlık olmak.
10) M al veya can korkusu olmak,
11) Y olculuk üzere bulunm ak.
12) H a sta bakıcı olmak, (H astanın başın d an ayrıldığı takdirde hasta rah at­
sız olacaksa, onun b aşın d an ayrılıp da cem âatle nam az kılm aya gitmez.)
13) Yemek sofrası hazır olmak,
14) A bdesti sıkışmak. İşte bu gibi özür ve sebep olm adıkça cem âatle nam a­
zı terketmemek lâzımdır. Bu sebeplerden biri b u lunursa o zam an cem âate gitmi-
yerek evinde kalır.

C em âat, farz nam azların kazâsında da m eşrûdur. N am azı vaktinde kılam a-


mış o lan lar o nam azları sonra cem âatle kazâ edebilirler. F ak at im am la cem âatin
nam azı bir olmak şarttır.

168
5 — İM AM IN A RK A SIN D A NAMAZ K IL A N L A R IN H A L İ :

İm am a uyup da onun arkasında nam az kılan kimselere "M u kted î derler,


im am a iktidâ sahih olm ak için şu şartların bulunm ası lâzım dır :
1) M uktedî nam aza başlarken hem nam aza, hem de im am a iktidâya niyet
etmek,
2) M uktedi. im am ın gerisinde bulunm ak, im am ın ökçesi m uktedinin ökçe­
sinden ilerde olmak. C em âat bir kişi olursa im am ın sağına ve im am ın ökçesi,
cem âat olan ın ökçesinden ileri olm ak üzere, im am ın sağına durur. A rkasına ve­
ya soluna durm ak m ekrûhtur.
3) İmam cem aattan, hâlen yüksek olmak. (M eselâ abdest almış olan bir
adam teyem m üm le nam az kıldıran imama, ayakta durabilen bir adam , oturarak
nam az kıldırana, bir yara veya sargısı olm ıyan, sâhib-i özür olm ıyan, sargısı ve­
ya özrü olana, farz nam az kılan, nâfile kılana iktidâ edemez. Ederse sahih ol­
maz.) (1).
4) İmam ile cem âatin kıldıkları farz başka olm am ak .(M eselâ : B irinin n a ­
m azı edâ. diğerinin nam azı kazâ olursa, iktidâ sahih olm az; her ikisininki edâ
veyâhud aynı vaktin kazâsı olmak lâzımdır. M uam âfih nâfile olarak sahih olur.)
5) İmam ile cem âatin arasına kadın saffı ayırm am ak. İmam ile erkek ce ­
m âat saffı arasın d a kadın saffı b u lu n d u ğ u vakit iktidâ sahih olm adığı gibi, iki
erkek arasın d a olursa yine böyledir.
6) İmam ile cem âat arasında kayık geçebilecek dere, nehir; arab a geçebi­
lecek k ad ar b ir yol veyâhud iki saf sığacak k ad ar açıklık olm am ak lâzım dır. N a-
m azg âh lar b u n d a n hâriçtir.
7) İmam b ir gemide, cem âat da başka bir gemide bulunm am ak.
8) İm am a uym uş olan m uktedi. imam tekbîr aldıktan sonra tekbîr alarak
yalnız SübhA neke ' okuyup sükût eder. F â tih a ve başka b ir âyet okumaz. İmam
ile birlikte rükûa vardığı zam an "S ü b fıâ n e rabbiye'l-azîm " der. İmam "S em ia I-
lâhü lim en ham ideh ' dedikten sonra muktedî "R abbenA leke'l-ham d", secdeye
yattığı zam an S ü b h A n e rabbiye'l-a’lâ" der.

D ö rt rek atlı n am azların iki rek atın d an sonraki oturuşta yalnız “E t-T e h iy -
yâlü , son oturuşta. E t-T eh iyyâ tii" ve “A llâ h ü m m e " leri okur, im am ile birlik­
le selâm verir.
9) İm am a uym uş olan bir adam , tekbîr alırken, rükû a varırken, rü kû'dan
kalkarken, secdeye varırken, secdeden kalkarken, selâm verirken dâim â im am dan
sonraya kalacaktır. 1

(1) Müellif, bu hüküm de İh tiy a t olduğundan, I m â m - ı Mu h a m m e d


in kavli ve içtihâdını tercih etm iştir, t m â m - ı A ' z a m ile î m â m - ı
E b û Y û s u f ’un içtih ad ın a göre a y a k ta d u ran ın o tu ra n im am a ik tid âsı ve n a ­
m azı sa h ih tir. (D iyanet İşleri B aşkanlığı nota.)

107
10) im am d an evvel rükû d an başını kaldırm ak veyâhud secdeye gitmek,
secdeden başını kaldırm ak olamaz. B unlardan P e y g a m b e r i m i z aley
h i’s-selâm m enetm iştir.
11) im am a uym uş olan bir adam rükû'da üç defa “S ü b h â n e rabbiye'l-azim
dem eden imam rükû dan doğrulursa kendisi de hemen im am ile başını kaldırır.
T eşbihleri tam am lam ayı beklemez. Secde de böyledir.
12) D ö rt rek’atlı nam azın birinci oturuşunda “ E t-T e h iy y â tü " yü bitirm e­
den imam üçüncü rek ata kalkarsa, cem âattan olan zât. isterse im am la birlikte
kalkar, dilerse " E t-T eh iy y â tü " yü tam am ladıktan sonra kalkar.
13) Son o tu ru şta " E t-T eh iyyâ tü " yü bitirm eden imam selâm verecek olur­
sa. cem âattan olan zât "E t-T eh iyyâ tii" yü bitirir, ondan sonra selâm verir.
14) Eğer salâvat ile duâları bitirm eden imam selâm verecek olursa, onları
tam am lam adan hem en imam ile selâm verir.
13) imam, nam azın herhangi re k a tın d a olursa olsun, bir secde ziyâde ede­
cek olursa, y âhud selâm vermek üzere oturduktan sonra un u tarak ayağa kalkar­
sa. cem âat im am a uymaz. İm am ın yanıldığını hatırlatm ak için " S ü b h â n a 'llâ h " ,
yâhud "A llâ h u -E h b er" denir. E ğer imam hemen oturursa cem âat im am ile bir­
likte selâm verir ve sonra sehiv secdesi yaparlar.
16) İmam nam azın so nunda oturduktan sonra kalktığı rek'at için rükû' ve
sücûd yaparsa, cem âat imamı beklemiyerek kendi kendilerine selâm verirler;
imam nam azın so nunda oturm ayarak kalktığı vakit, zâit rek atı secde ile kayıtla-
m azdan evvel, selâm verirlerse nam azları fâsid olur. Secde ile kayıtlarsa hem im a­
m ın nam azı hem de cem âatin nam azı fâsid olur.
17) im am okurken tu tu lu rsa im am ın arkasında b u lu n an cem âattan birinin
açm ası lâzımdır. Y âni. S ab ah , A kşam . Yatsı. C um a. Bayram ve T erâvih gibi
cehri (F âtih a ve âyetlerin açıktan okunduğu) nam azlarda okurken tu tu lu r ve alt
tarafı h atırın a gelmezse; im am ın arkasında b u lu n an cem âattan biri onu. yâni
âyetin alt tarafını okuyup im ama hatırlatm ası lâzımdır. C em âattan biri bu sû-
retle hatırlatınca imam hem en alıp okur. Eğer b u n u h atırlatan hâriçten biri olur
ve imam da onu okursa, nam az fâsid olur.
E ğer imam okurken tu tu lduğu vakit vâcib olan miktarı okum uş idiyse, he­
men rükû’a gitmelidir. V âcib olan miktârı okum am ış ise. okuduğu âyetin aşağ ı­
sında olan ve ezberinde b u lu n an başka bir âyete geçmeli ve cem âati hatırlatm ı-
ya m ecbur etmemelidir, im am d u rur durm az cem âat söylemeye acele etmem elidir,
im am tekrar edip de h atırın a getiremez ve rü k û 'a da gitmezse o zam an söylemek
lâzımdır.
18) im am F â tih a ’yı açıktan okuduğu yerlerde F â tih a bitince cem âat y a­
vaşça "â m in " der.
19) M uktedî, im am a her rek atta tam âm tam âm ına yetişmiş ise imam ile
berâber nam azı bitirir selâm verir. Bir rek atın rü k û 'u n d a (yâni imam rükû dan
doğrulm adan) im am a uym uş olan, o rek ata yetişmiş olur.

168
20) im am a birinci rek a tın rükû 'u n d a bile yetişememiş olan adam , o rek ata
yetişmemiştir. B inâenaleyh, son oturuşta yalnız "E t-T eh iyyâ tü " (salâtları da
okuması evlâdır) okuyarak im am ın selâm ını bekler, imam sağ tarafa selâm verin­
ce kendisi selâm vermiyerek "A llâ h u -E kb er" deyip ayağa kalkar. Yetişemediği
rek atı yalnız başına kılar. S übhâneke, F âtih a, sûre okuyarak o rek atı kıldıktan
sonra oturup tekrar "E t-T eh iyyâ tü , A llâ h ü m m e" leri ve diğer duâları okuyup
selâm verir.
21) İm am a üçüncü rek atta yetişmiş olan bir adam da yine böylece, imam
selâm verdi kten sonra kalkarak, evvelki iki rek atı yalnız başına kılıyormuş gibi
F â tih a ve sûre okuyarak kılar.
22) D ö rdüncü rek atta gelerek im am a uymuş olan bir adam , imam selâm
verdikten sonra ayağa kalkar. Sübhâneke. Besmele, F âtih a ve bir sûre veya âyet
okuyarak bir rek at kılıp oturur. "E t-T eh iyyâ tü " okuyup tekrar kalkar; Besmele.
F âtih a. sûre ve âyet okuyarak rükû ve sücûttan sonra tekrar kalkar. Besmele ve
yalnız F â tih a ile üçüncü rek atı da kılarak rükû' ve sücûttan sonra oturur. Et-
T ehiyyâtü. A llâhüm m e salli, A llâhüm m e bârik, R abbenâ A tinâ... dualarını oku­
yarak selâm verir.
23) Ü ç rek'atlı olan akşam veyâhud vitir nam azlarının üçüncü rek atın d a
im am a uym uş olan bir adam , imam selâm verdikten sonra kalkarak F â tih a ve
sûre veya âyetle bir rek at kıldıktan sonra oturur. " E t-T eh iyyâ tü " yü okur. B u n ­
d an sonra kalkıp yine böylece ikinci rek atı da kılarak oturur. "E t-T eh iyyâ tü " ve
diğer duâları okuyup selâm verir.
24) İm am a rü k û ’da yetişmek istiyen bir adam tekbîr aldıktan sonra ' S ü b ­
hâneke yi okum ıyarak hem en rükû'a varır. A yrıca rükû’ tekbirine de ihtiyaç
yoktur.
Şayet imam ile nam aza başladığı halde, nam az esnâsında otururken uyur
ve nam az bittikten sonra uyanırsa geçirdiği rek atı im am ın arkasında duruyor gi­
b i F â tih a ve sûre okum aksızın tam am ladıktan sonra selâm verir.
25) S afta yer var iken saf ardında yalnız durm ak m ekrûhtur. Y ukarıda
izâh o lunduğu üzere safta sıkışık durup, açık bırakm am ak, safları düz yapm ak
sünnettir. N am azın sonunda im am ın cem âata yönelmesi de sünnettir.
26) Y alnız b aşın a veyâhud cem âatla nam az kılarak nam az bitip de selâm
verdikten sonra : A llâ h ü m m e ! E nte s-selâm ü ve m inke s-selâm. der ve H a z -
ret-i P e y g a m b e r e S alât-ü selâm getirir. Y âni : “A llâ h ü m m e! Salli alâ
S eyyid in â ve N e b iyyin â M u h a m m ed in ve alâ âli S eyyid in â M u h a m m ed ." der.
B u n d an sonra ; S ü b h â n e ilâh i ve l-ham dü li llâhi ve lâ ilâhe illâ llâhıı va ilâhtı
ekber ve lâ havle ve id kuvvete illâ bi llâhi l-aliyyi'l-azîm . der. B u n d an sonra
Eûzü-B esm ele ile  yetü'l-kürsî'yi okuyup sıra ile otuz üç defa " Sübhâne'U âh ",
yine otuz üç kerre " E l-H a m d ü li’llâh", otuz üç d e fa " A llâ h u -E kb er" dedikten
sonra Lâ ilâhe illâ llâhu vah dehû lâ şerike leh. Lehü l-m ülkü ve leh ü ’l-ham dü ve
hüve alâ külli şey 'in kadir." deyip elleri göğüs hizâsına kaldırır; göğe doğru aça-

169
rak ve avuçları yüzüne doğru biraz meyilli tutarak şu duâları veyftbud bildiği b a ş ­
ka bir duayı okur :
“E l-ham dü li'llâhi R abbi l-âlemtn. V e's-salâtü ve ’s-selâm ü alâ Seyyid in â
M u h a m m ed in ve âlihi ve sahbihi ecm aln”.
"A llâ h ü m m e! Innâ n eû zü bike m in cehdi'l-belûi ve derki’ş-şekaai ve sû i’l-
kazâi ve jem âteti'l-a'dâ."
" A llâhüm m a'ğfirlenâ ve rham nâ ve'rda annâ ve tekabbe'l-m innâ ve edhil-
n a l-C e n n e te ve neccinâ m inen-nâr. V e aslih lenâ şe'nenâ külletil"
A llâ h ü m m e 1 E innâ alâ zikrike ve şükrike ve hüstıi ibâdetik."
A llâ h ü m m e 1 A h sin âkıbetinâ fi'l-um ûri küllihâ. V e ecim â m in hizyi'd-
dünyâ ve a zâ b i’l-âhireh."
A llâ h ü m m e 1 Innâ ne s elüke m ûcibâti rahm etike ve azâ im i m ağfiretike
ve's-aelâmete m in külli ism in ve'l-gantm ete: m in külli birrin ve'l-fevze bi'l-C en-
neH v e ’n-necâle m ine'n-nâr."
" A llâ h ü m m e 1 Lâ teda lenâ zenben illâ gaferteh: ve lâ hem m en illâ ferec
teh; ve lâ deynen illâ kadayteh; ve lâ hâceten min havâici d-dünyâ vel-â h ireit
hiye leke rıdan illâ kadayteh; yâ E rham e'r-R âhim in!"
A llâ h ü m m e! R a b b e n â ! ylfind fi d-dünyâ hasenelen ve f i ’l-âhireti haseneh;
ve kınâ azâbe'n-nâr, bi-rahm etike yâ E rham e'r-R âhim in."
R a bbena jfirll ve li-vâlideyye ve li‘l-m ü ’m intne, yerm e yeku m ü ’l-hisâb;
bi-R ahm etike, yâ E rham e'r-R âhim in."
" V e seld m ü n alâ cem ti’l-E nbiyâi ve'l-m ürselln; ve'l-H am dü li'llâhi Rab-
bi'l-âlem ln." (1).

Ş u da me sûr duftlardandır. S ab ah ve Akşam ve her nam azın arkasında


okum ak m üstehabdır :
A llâ h ü m m e ! Innt es'elüke m ine'l-hayri küllihi âcilihi ve âcilih. M â alim tü
m in h ü ve md lem a lem. V e eû zü bike mine'ş-şerri küllih, âcilihi ve âcilih mâ alim tü
m in h ü ve mâ lem a le m . V e es'elüke C ennete ve mâ karrabe ileyhâ m in kavlin
ve amel. V e eûzü bike m ine'n-nâri ve mâ karrabe ileyhâ m in kavlin ve amel.
V e es'elüke m in hayri md seeleke A b d ü k e ve R esûlüke M u h a m m ed ü n sallâ'llâhü

(X) Bu du&lar H a z r e t - i P e y g a m b e r 'den sahih o la ra k naklolun-


m uştur. H adis k itap ların d ak i sahih hadislerdendir. Ma’n â la r çok geniş ve cem iyet­
lidir. Peygam berim iz bunların okunm asını çok tavsiye etm işlerd ir. B unlarm T ü rk ­
çe m eâllerini de k ısa ca yazıyorum :
öğm ek ve öğütm ek R abbü'l-âlem in A llah’a; Sel&t-U selâm, ulum uz M u h a m -
m e d aleyhi’s-selkm'a ve bütün â.1 ve ash&bınadır. “All&h’ım! T&kat getirem iyece-
ğimlz, geriye çevirmeye muktedir olam ıyacağım ız şeylerden; dünyâ ve &hlret işle­
rimizde darlıktan, gam ve keder verecek mukadderattan, düşmanı sevindirecek şey­
lerden Sana sığınırız. Bunları bizden ırak eyle y& Rab...”
“E y kalbleri çeviren Allah’ım! Kalblerimizi t&atına çevir.”
“A llah'ım ! Günahlarımızı ört ve bizi esirge, bizden rftzı ol, ibâdet ve t (tatlarımı­
zı kabul et; Cennet ve cenfilinle müşerref kd, nârdan (Cehennem den) kurtar. Dttn-

170
Teâlâ aleyhi ve sellem. Ve esteîziilte miri m üsteâzi A b d ik e ve Resûlike M uham -
m edin salla llâhü Teâlâ aleyhi ve sellem. V e es elüke m âkadayte-li m in emrin
en tec'ale âkıbetehû rüşden bi-rahmetike yâ Erham e r R â him in! (1).

y â ve âhire te &it b ütün işlerim izi düzelt. Seni h atırlam ak , S an a şü k retm ek ve iyi
ibâdet yapm ak için bize yardım e t A llah’ım !”.
"All&h’ım! B ütün işlerde sonum uzu güzel yap ve bizi dünyânın gam ve keder­
lerinden; âh ire tin azabından em in eyle, salim kıl!”.
“Bizi rahm etinle yaYlığamaya sebep olacak, m ağ firetin e götürecek şeyleri ve
bütün günahlardan uzak kalm am ızı; her iyiliği, h ay ır ve tâ a tın hepsini elde etm e­
mizi ve nih ay et Cennete girm ek ve n ârdan k u rtu lm a k la saâd ete kavuşm am ızı Sen­
den iste r ve niyâz eyleriz A llah’ım !”.
“E y yüce T anrım ! Bizim için bir g ü n ah bırak m ay ıp hepsini afv U m a ğ fire t et!
Bize gam ve keder verecek hiçbir şey b ırak m ay ıp bizi ferah lan d ır. B ütün b o rçları­
m ızı ödeyecek k u d ret ve kuvvet ihsân eyle, d ünyâ ve â h ire t için sevdiğim iz şeyler­
den (Senin râzı olacağın) ne v arsa hepsini lû tf u kerem inle ihsân eyle. Ey, E rh a -
m e’r-râhim in olan A llah’ım !”.
"A llah’ım ! (E y bizi y a ra ta n ve terbiye eden Ulu T an rım ız). Bize dünyâda ve
â h ire tte dirlik, düzenlik, iyilik ve güzellik v er; ve bizi rahm etinle y arlığ ay ıp n ârın
azâbından koru; E y E rh am e’r-râ h im in !...”.
"Beni, anam ı ve babam ı ve bütün m ü’m inleri hesap görüleceği gün rahm etinle
yarlığa, ey rahm eti bol A llâh’ım! S alâ t U selâm , b ütün P eyg am b erler üzerine, ham d ü
senâ da yalnız R abbü’l-âlem ine’d ir”.
(1) P e y g a m b e r i m i z aleyhi’s-selâm ’m zevcesi A i ş e ’ye t a ’lim
buyurdukları duâdır. M a’nâsı çok cem ’iyyetlidir. Bu duayı okuyan d ünyâ ve â h ire tte
gerek şah sın a ve gerek b aşk aların a iyilik g etiren ne k ad ar hayırlı şeyler v a rsa on­
ların hepsini A llah’dan istem iş ve her çeşit k ö tü lü k ten A llah 'a sığınm ış olur. Aynı
zam anda dünyâ ve â h ire t saad eti için Peygam berin Cenâb-ı H a k ’dan istem iş oldu­
ğu ne k a d a r şey v a rsa onları d a istem iş, d ü nyâ ve â h ire t saâdetine engel olan şe y
lerden de A llâh'a sığınm ış olur. Bunun T ürkçesi de k ısaca şu d em ek tir :
“A llâh’ım! Clsm âni ve rûhânı, mâli ve bedeni g ö rü n ü r ve görünm ez, dünyâya
ve âh ire te âit, bildiğim ve bllem iyeceğim ne k ad a r h a y ır ve iyilik v a rsa onların
hepsini Senden isterim . D ünyâya yâhud âh irete m üteallik bildiğim ve bilm ediğim ııe
k a d a r şer v a rsa onların hepsinden S ana sığınırım ; onları benden u zak etm ek için
S ana yalv arırım yâ R ab! E y h er şey’e k aa d ir A llah’ım! Senden C ennet’i ve onun
bütün n i’m etlerini ve beni ona y ak laştıra ca k sözlerde ve işlerde bulunm am ı Senden
dilerim yâ Rab!
Dünyevi, uhrevi, hissi ve m a’nevi a teşten ve ona y a k la ştıra c a k olan sözden ve
işden S an a sığınırım , beni bunlardan koru ey k u d ret sâhibi olan Yüce T anrım ! K u­
lun ve ResûI'Un M uhammed S allâ’llâhu aleyhi ve sellem ’in Senden istem iş olduğu
hay rın hepsini ben de isterim ; O’nun, S an a sığındığı h er şeyden ben de S an a sığı­
nırım . Y â ilâhe’l-âlem in! D ünyâ ve âh irete â it benim için ta k d ir buyurduğun şeyle­
rin sonunu h ay ır ve salâh kılm aklığını Senden dilerim . E y rah m eti bol, E rh a m e’r-
râhim in olan A llâh’ım !”.
Y ÎR M Î Y E D ÎN C Î D E R S

CUM Â NAM AZI

C um â nam azı farz-ı ayn-ı m üekkeddir ve iki rek attır. Farziyyeti Kitap, S ü n ­
net ve tem a ile sabittir, ö ğ le nam azı vaktinde ve cem aatla kılınır. D ö rd ü farz­
d an evvel, dördü farzdan sonra olmak üzere sekiz rek at sünneti vardır. V akit
girdikten sonra evvelâ dört rek at sünnet kılınır. O n d an sonra ikinci defa olmak
üzere câm inin içinde, yâni nam az kılınan yerde, bir ezan okunur. E zan d an son­
ra h atip m inbere çıkarak hutbe okur. H utbeden sonra hatip m ihrâba geçerek
im am olur ve cem âatle iki rek at C u m â nam azı kılınır. B u iki rek at farzdan son­
ra dört rek at d ah a sünnet kılınır. Bu dört rek attan sonra isterse dört rek at
zu h r -u âh ir (1) ile iki rek at da vakit sünneti kılar.

1 — CUMA NAM AZI FARZ OLM ASININ ŞA R TLA R I :

C u m â nam azı herkese farz değildir. C u m a nın farz olm ası için, nam azın y u ­
karıda yazdığım ız şartlardan fazla olarak, birtakım şartlar d ah a vardır ki, şu n ­
lardır :
1 — Erkek olmak. (K adınlara -farz değildir. F ak at C u m â'd a b u lu n u r ve
C u m â yi im am la kılarlarsa ö ğ le nam azı yerine geçer.)
2 —' C u m â ’ya gitmek için hür ve serbest olmak,
3 — Yolcu olm ayıp mukim olmak.
4 ^ H asta olm ayıp, sıhhati yerinde olmak.
5 — Kör olmamak,
6 — A yakları olmak.
7 — N am aza gitmeğe m âni' ve gitmemeyi m ubah kılan bir özrü b u lu n m a­
mak.

K endisinde bu şartlar mevcut olanlara C u m â nam azı farzdır. B u şartlar


b u lu n m ıy an lara farz değildir. B inâenaleyh, kadınlara, hastalara. C u m â ’ya git­
mekle hastalığı artacak olanlara, hastabakıcılara, düşkün ihtiyarlara, yolculara. 1

(1) C um âdan sonra C um ânın son sünneti niyetiyle d ö rt re k ’a t sü n n et-i mü-


ekkedeyi k ıldıktan sonra âh ir zu h u r niyetiyle kılacağı d ö rt r e k ’a ta şu sû retle n i­
y et eder : “V aktine yetişip h âlâ edâ edemediğim, üzerim de s&bit olan â h ir zuhuru
kılm aya n iy et e ttim ”. Bu dö rt re k ’atın her re k ’atın d a F â tih a ’dan so n ra sû re veya
ây e t okum ak, iki re k ’a tta n sonra ilk o tu ru şta yalnız “E t-T eh iy y â tü " yü o k u y arak
üçüncüye k alk m ak evlâdır. Bundan so n ra “ V akit Sünneti” niyetiyle iki re k ’a t k ıl­
m ak da evlâdır.

172
gözsüzlere, kötürüm lere, hürriyeti kendi elinde olm ayanlara. C u m â’ya gittiği v a­
kit m uhakkak surette, her ne şekilde olursa olsun bir zarar görecek olanlara C um â
nam azı farz değildir. Böyle o lanlara şeriatin m üsâadesi vardır. İsterlerse evlerin­
de oturup ö ğ le nam azını kılarlar. İsterlerse C um â'y a giderler. K endilerine C um a
farz olm ıyanlar eğer C u m â'y a giderek C um â nam azını kılari ar ise o günün ö ğ le
nam azı yerine geçer.

2 — CUMA N A M AZININ SA H İH OLM ASININ ŞA R TLA R I :

C u m â nam azının larz olması için bâzı şartlar olduğu gibi, sahih olması için
de birtakım şartlar vardır :
1) C um â'yı ö ğ le nam azının vaktinde kılmak,
2) N am azd a n evvel hutbe okunmak,
3) C u m â kılınan yer herkese açık olmak,
4) İm am dan başka en aşağı üç erkek cem âat bulunm ak,
( l mâ m- ı Eb û Y û s u f a göre iki erkek dahi olsa yine sahihtir.)
5) C u m â nam azını kıldırmak* için vazife sâhibi, yâni C um â kıldırm aya res­
men izin verilmiş, m üsâade edilmiş bir kimse bulunm ak. C um â nam azı kıldırm a­
ya resm en me zun o lan lar kendi yerlerine başkasını koyabilirler.
6) C u m â kı lınacak yer. şehir veyâhud şehir hükm ünde olmak.

Ş ehir ne demek o ld uğunda dört m ezhebin m üçtehid ve im am ları ihtilâf et­


mişlerdir. M aam âfih, b u şartın vücûd ve adem-i vücûdu, farz-ı kat’i olan ve
farziyyeti K itûb, S ü n n et ve lcm a' ile sâbit olan C u m â'n ın sıhhatinde hâiz-i te’-
sir değildir. B inâenaleyh, kat i olan bu farzı edâ etmek için şehir veyâhud büyük
bir köy olmak lâzım değildir. E n ufak bir köyde dahi b u farz edâ edilir. N asıl
ki D iy ân et İşleri Reisliği nden edilen istizâna 16.2.1933 de şu yolda bir cevap
verilm iştir :

“ C um d nam azı farz ve b unun farziyyeti Kitap. S ü n n e t ve lcm â' ile sdbiffir.
B ü tü n m ezhep im am larınca da kat i olan cihet, onun farz ve şerâit-i islâmiyedeıı
olmasıdır. C u m â ’nın sıhhat-i edâsı için serdedilen şerâit-i sâirenin edillesi kat t
olm adığından onlar m üçtehidler arasında m uhielefün fihtir. M ısır ve izn-i hâkim
gibi şartların vü cûd ve adem -i vücûdu, farz olan C u m â ’nın cevâzm a hâiz-i te sir
değildir. Binâenaleyh ufak bir köyde bile bu farzı edâ edecek cemâat bulunur ve
m üsâade için m ürâcaai vu ku bulursa onlara izin verilmesi iktizâ edeceği...".

3 — h u t b e n in r ü k n ü .-

H u tb en in rüknü C enâb-ı H akk ı zikirden ibârettir. B inâenaleyh, bir teşbih


veya tahm id veya tehlil ve tekbir gibi, C enâb-ı H akk a m ahsus olan bir zikir ile
iktifâ etmek sahih ise de, sünnet terk o lu nduğundan m ekruhtur. H attâ E b û
Y û s u f ve M u h a m m e d ' e göre buna hutbe denmez. H utbe, hutbe de­
necek k ad ar uzun bir zikirdir.

173
H u tb e ikidir. Birinci hutbe M üslüm anlara va z ve nasihat, ikinci hulbe
M ü slü m an lara duadır. H er birinde A llah a ham d-ü senâ. A llah ın Birliğine.
M u h a m m e d nleyhi's-se/dm ın Peygam berliğine şahadet ve Peygam bere
salâvat vardır.

4 — H U TB E N İN ŞA R TLA R I :

H u tb en in şartlan şunlardır :
1) V ak it içinde olmak.
2) N am azd an evvel okunm ak.
3) H u tb e niyetiyle okunm ak,
4) C em âat h u zu ru n d a okunm ak (yâni hutbe okunurken üzerine C um â farz
olanlardan, velevki bir adam olsun, cem âat bulunm ak),
5) H u tb e ile nam az arası başka bir şey ile kesilmemek.

5 — h u t b e n in sü n n etleri :

1) H atib , hutbeye b aşlam azdan evvel m inber tarafında bulunm ak.


2) M inbere çıktığında cem âata dönüp oturm ak ve okunacak ezanı dinlemek,
3) H a tib in h u zû ru n d a ezan okunmak.
4) E z an d an sonra hatib, cem âat karşısında her iki hutbeyi ayakta okumak,
(M âliki ve Şâfiî m ezbeblerine göre hatibin hutbede ayakta durm ası vâcibdir.)
5) Birinci hutbeye A llâ h 'a ham d-ü senâ. " E l-H am dü li'llâh.” ile başlam ak,
6) Şebâdeteyni "E şh ed ü en lâ ilûhe... ve eşhedü enne M uham m eden...”
okum ak ve Peygam bere salâvat getirmek.
7) M ü slü m an lara dünyâ ve âhiretlerine yarıyacak. onları dünyâ ve âbiret-
te saâdete kavuşturacak v a’z ve n asihatlarda bulunm ak.
8) Eûzü-B esm ele ile b ir âyet okumak.
9) H utbeyi ikiye ayırmak ve iki hutbe arasında az bir m iktar oturmak. Z â-
b ir rivâyete göre üç âyet okuyacak kadar oturur.
10) İkinci hutbeye de. evvelki hutbe gibi, ham d ile. salât ile başlam ak.
11) İkinci hutbede M ü slü m anlara mağfiretle, âfiyet ve nu srat ile d u â etmek.
12) H er iki hutbeyi uzatm ayıp hafif yapmak, (hutbe-i sâniyyede sesini b i­
raz kısmak, yavaşlatm ak).
13) H utbeyi, cem âatin işiteceği bir sesle okumak, hutbe okunur iken cem âat
başka bir şey ile m eşgul olm ayıp yalnız hutbeyi dinliyecektir. B u sırada söz söy­
lemek veya söyliyene sus demek, veyâbud nam az kılmak tahrim en m ekruhtur.
H utb ed e h azır b u lu n an ların iki tarafa bakm aları da m ekrûbtur.

H er ne sûretle olursa olsun C um â'y a gidemiyen kimselerin o gün şehir d â ­


hilinde cem âatla nam az kılm aları tenzîhen m ekrûbtur. F ak at C um â nam azı kı-

174
Iınm ıyan köylerde ve bâdiyelcrde b u lu n an ların C um a günü ö ğ le nam azını ce­
m aatla kılm aları kerâhetsiz olarak caizdir.

ö z r ii olanların C u m â g ü nü Ö ğle nam azını C um a nam azı kılındıktan son­


raya bırakm aları sünnettir. C u m â nam azı kılınm azdan evvel kılarlarsa tenziben
m ekruhtur.

İm am a teşehhütte veyâhud sehiv secdesinde yetişebilmiş olanlar, imam se­


lâm verdikten sonra C u m â'y ı tam am larlar. C u m â nam azının herhangi bir cüz ü n ­
de, velevki secdesinin teşehhüdünde olsun, im am a yetişebilenler C u m â nam azı­
n a yetişmiş sayılırlar, sahih olan budur. Birinci ezanı işitenlerin alış verişi b ı­
rakıp C u m a ya koşm aları vâcibdir.

C u m â günü, M ü slü m an lar için bir bayram dır. B inâenaleyh. Perşem be günü
akşam dan i'tib âren C u m â hazırlığı yapmak, çoluğunu. çocuğunu yıkayıp tem iz­
lemek, tırnaklarını kesmek. C u m â için yıkanm ak İslâm âd âb ve alılâkındandır.
C am iye giderken temiz elbiselerini giymek, güzel kokular sürünm ek de böyledir.
B un lara çok dikkat etmek lâzımdır. P e y g a m b e r i m i z a leyh i’s-selâm
b u n lara çok ehemmiyet vermişlerdir. H er C um â günü C u m â için gusletm enin
fazileti hakkında Peygam berim izin pek m ühim emirleri ve tavsiyeleri vardır.

M ü h im bir ihtar :

Peygam berim izin şu hadts-i şeriflerine çok dikkat olunm ak lâzım dır :
"... İmam, kendisine u yulsun diye imam edilir, ö y le olunca (ona m u hâlif iş gör­
m eyiniz) o, rükûa vardığı vakit rükûa varınız; başını kaldırdığı vakit siz de ka l­
dırınız. ‘Sem ia llâ h ü lim en ham ideh.' dediği vakit 'R abbena leke'l-H am d.' deyi­
niz..."

"im am dan evvel başını indiren (yere koyan) kim senin alnı ancak şeytan
elinde bulunur."

" N a m a zın güdük olanından sakınınız, im am rükûa vardığında rükûa varı­


nız. Başını kaldırdığında başınızı kaldırınız..." 1

1 b n - i M e s ' u d , im am ından evvel davranan (başını kaldırıp indiren)


b ir m uktedîye bakarak : "Sen, ne yalnız kıldın, ne im am a u yd u n ." demiştir.

175
Y lR M l S E K İZ İN C İ D E R S

BAYRAM NAM AZLARI

1 — BAYRAM NAM AZI N E D İR ? :

C um a nam azı farz olanlara senede iki bayram nam azı kılmak da. esalı olan
kavle göre, vâcibdir. E b û D â v u d un E n e s den rivâyel eylediği bir
badis-i şerîfden anlaşıldığına göre, hicretin birinci senesinde meşrü kılınmıştır.
C um â için lâzım olan şarlİar, Bayram nam azları için de lâzımdır. Ş u kadar ki :
Bayram için hulbe sün n ettir ve nam azdan sonradır. H utbe okunm asa da B ay­
ram nam azı sahih olur. Fakat günahtır.
B ayram nam azı iki rek attır. Bu da cem aatla kılınır. O üneş doğup da iki
mızrak kadar yükseldikten sonra Bayram nam azının vakti girer. V akit girince
cem âat saf olarak. "N iyet eltim tıâcib olan Bayram nam azını kılmaya, uydum
im am a.” diye niyet edilir. İmam " A llâlıu-E kber” deyince cem âat da ellerini kal­
dırıp tekbir alırlar. Bu, îftitah tekbîridir; ve her nam azda vardır. O n d a n sonra
herkes içinden S übfıâneke yi okur. Sonra imam biraz Taşıla ile. birbiri ardısı-
ra ellerini kulaklarına kaldırıp açıktan üç kere tekbir alır. C em âat da öyle ya­
par. Birinci ve ikinci tekbîrlerde eller yan tarafa salınır ve üçiincüden sonra gö­
beğin üstü n e bağlanır. B unlara zevâid tekbîrleri denir.
B u n d an sonra imam içinden yavaşça Eûzü-Besm ele çeker. S onra açıktan
F a tih a ve sûre okur. B u n d an sonra imam ile rükfı ve siic ud yapar ve ikinci rek ata
kalkarız. İkincide imam içinden besmele çekerek F atih a ve sûreyi açıktan okur.
Sûre bitince birinci rek atta olduğu gibi üç kerre tekbîr alınır. B unlara da zevâid
tekbîrleri denir. U çü n cü d en sonra eller bağlanm adan rükû . sonra secde yapılır.
Secdeden sonra o turulup E f-Tehiyyâtü, Salana!, duâ okunarak selâm verilir.
S elâm dan sonra hatib, Bayram hulbes ini okur. R am azan Bayramı ise. hutbede
sadaka-i fıtrin ahkâm ını beyân eder. K urban Bayramı ise, kurbanın ahkâm ını,
teşrik tekbîrlerini söyler.
imam, birinci rek 'atîa zâid tekbirlerini unutarak F a tih a okurken veyâhud
F â tih a y ı bitirdikten sonra h atırına gelirse tekhirleri alıp tekrar F âtih a okur.
Eğer kıraatini bitirdikten yâni hem F ûlilıa ve hem sûreyi okuduktan sonra h a tı­
rın a gelirse tekbîrleri alır: fakat kıraatini çevirmez.
R ü k û 'd a hatırına gelirse ellerini kaldırm adan rükû’da tekbîr alır; rükû dan
sonra h atırın a gelirse tekbîr alm az. Bu suretle vâcib olan tekbîrleri terketmiş
olacağından, secde-i sehiv lâzım gelirse de C um â ve Bayram nam azlarında ka­
labalık çok olacağından karışıklık olmamak için secde-i sehiv yapılm az. İmam bi-

176
Hnci re k a tın zâid tekbîrlerini alarak okumıya başladıktan sonra im am a uym uş
olan kimse iftitab tekbirinden sonra "S übhdneke' okum ıyarak üç tekbîr alır. Eğer
im am a birinci rek atın rükû u n d a yetişir ve im am rükû d an doğrulm adan im am a
erişebileceğini aklı keserse, B ayram nam azının zâit tekbirlerini ayakta alarak
sonra rükûa gider. A yakta tekbîr aldığı takdirde im am a rü k û 'd a erişem iyecejin-
den korkarsa ayakta yalnız iftitab tekbirini alarak Kemen rükûa v an r. R ükû da
teşbihleri okum ıyarak, "S ühfıdne R abbiye ( azîm demiyerek ve ellerini kaldır-
m aksızın imam rü k û 'd an kalkm azdan evvel üç tekbir alır. Yâni Bayram n am azı­
nın zâid tekbîrlerini rükû'da alır. Eğer B ayram nam azının tekbîrlerini rük û 'd a ta ­
m âm etm ezden evvel imam rü k û ’dan doğrularsa tekbîri bırakıp im am a uym ak
lâzım dır. R ü k û d a da yetişemezse kendisinden tekbîr sâkıt olur.

E ğer im am a birinci rek atta yetişemeyip ikinci rek atta y etişin e imam selâm
verdikten sonra ayağa kalkıp birinci rek atı kılar.

Ş u kadar ki, zâid tekbirleri, F â lib a ve sûreyi okuduktan sonraya bırakır.


İm am a teşehlıüdde yetişmiş ise, yine imama uyar. İmam selâm verdikten sonra
ayağa kalkarak tekbirleriyle beraber her iki rek atı kılar.

T eşehhüdde cem aata yetişememiş olan adam yalnız olarak Bayram nam azı
kdam az, isterse dönüp gider, isterse dört rek at nâfile kılar.

2 — BAYRAM N A M AZIN IN G ERİYE KALM ASI :

Bayram nam azı hiçbir özür yok iken ikinci güne bırakılm az. E ğer Bayram
olduğu ancak öğleden sonra anlaşılırsa ve b u n d an dolayı birinci gün nam az kı­
lınam azsa ikinci günü kılınır. K urban Bayram ı nam azı bir özür dolayısiyle üçü n ­
cü günü öğleye kadar bırakılabilir. F ak at özürsüz bırakm ak m ekrûhtur. (Şim di
bilbesap B ayram günleri evvelden ilân edildiği için Bayram günü evvelden mâ-
fûm olmuş olur.)

3 — T E ŞR İK T E K B İR L E R İ:

Z ilhicce ayının dokuzuncu, yâni K urban B ayram ı arefe günü S ab ah n am a­


zından i'tibâren, on üçüncü günü, Bayram ın dördüncü günü İkindi nam azına
k adar her Farz nam azın selâm ından sonra teşrik tekbirleri alm ak vâcibdir.

B u tekbîr, cem âate, yalnız kılana, şehirliye, köylüye, mukim olana, yolcu o la­
na. erkeğe ve kadına vâcibdir. M üftâb ih olan budur. Selâm dan sonra u n utarak
söz söyler yâhud nam az kıldığı yerden aynlıverirse tekbîr almaz. Teşrik tekbl ri-
nin aslı şudur : "Alldhu-Efeber, AIIdhu-EJîher. Ld ildfte illd’lldhu c aÜ ö h u Efc-
ber. A llâ h u -E kb er ve li llâhi'l-H am d."
B ayram larda şunlar m endubdur : Erken kalkmak, gusletmek, ağzını misvak
ile yıkam ak, güzel koku sürünmek, güzel ve temiz elbiselerini giymek, sevinçli b u ­
lunm ak ve A llâ h 'a şükretmek, yüzüğü varsa takınm ak: R am azan B ayram ında

177
câmiye gitm eden Kurma veyâKud tatlı bir şey yemek; K urban B ayram ında kur­
b an kesecek olan kimse birşey yemeyip kurban etinden yemek, nam aza erken
d avranıp S ab ah nam azını m ahalle m escidinde kılmak ve Bayram nam azı için
—varsa— nam azg âh a ve büyük câmiye gitmek, nam aza giderken R am azan B ay­
ram ında içinden. K u rb an B ayram ında açıktan tekbîr almak, nam azdan dönüşte
—m üm kün ise— başka yoldan gelmek, m ü min kardeşlere rast geldikçe güler yüz
göstermek ve tatlı sözlerde bulunm ak, gücü yettiği kadar çok sadaka vermek,
m uhtaçlara yardım da bulunm ak.

T e n b th : H atib , R am azan Bayram ı hutbesinde sadaka-i fıtrin ahkâm ını.


K urban B ayram ında, kurbanın ahkâm ını beyân etmelidir. Filhakika fıtra vermek
m utlak m e'm ûrun-bihtir. B inâenaleyh onu R am azanın hangi gününde verse câiz-
dir. H a ttâ oruç tu tam ıyanların dahi bayram dan evvel vermeleri lâzımdır. Bayram
çıktıktan sonra vermek de câizdir. Lâkin böyle bayram dan sonraya bırakm ak
m ekrûhtur (1).

M aam âfih efdal ve m üstahab olanı, fıtrayı Bayram nam azından evvel ver­
mektir. B u n u n içindir ki. hatib. B ayram dan bir hafta evvel C um â hutbesinde
fıtranın ahkâm ını, kimlere borç ve kimlere verilebileceğini. fıtranın mikdârını
ccm âata söylemelidir. Teşrik tekbîrlerini de bir hafta evvel söylemelidir. K urban
h utbesinde kurbanın ahkâm ını da güzelce beyân eder.1

(1) D âm âd’da m ekrûh değil denilm iş İse de, Ş U r O n - B l U l î N ttrû’l-


Izfth şerhinde m ekrûh olduğunu ta s rih etm iştir.

178
Y ÎR M Î D O K U Z U N C U D E R S

T E R A V İH N A M A Z I V E B U N A Â İT H Ü K Ü M L E R

F a rz la ra tâ b i’ olm ıyan sünnetlerden biri de T erâvih nam azıdır. T erâvih na-


m azı, erkek ve kadın Her ikisi için sünnet-i müekkededir. O ru cu n değil. R am a­
zan ın sünnetidir. B inâenaleyh, oruç tutam ayan h asta ve yolculara da T erâvih
kdm ak sünnettir.
T erâvih nam azının sü n n et olması. Peygam berim izin işi ve sözleriyle sâbit-
tir. K endileri kılm ışlar ve bizim de kılmamızı em ir buyurm uşlardır.
T erâv ih nam azını cem âatla kdm ak sünnet-i kifâyedir. B inâenaleyh, b ir mem ­
lekette y âh u d b ir m ahallede o tu ran insan lard an b ir kısmı toplanıp m escitlerinde
cem âatla kılar ve diğer b ir kısmı evlerinde kendi başların a kılacak olurlarsa, sü n ­
neti terketmiş sayılm azlar.
1 erâvih nam azın ın cem âatla sünnet olması da Peygam berim izin işi ile sâ-
bittir. B u h â r î ve M ü s l i m ’in rivâyet ettiklerine göre. Peygam berim iz.
R am azan ın 23 üncü, 25 inci ve 27 nci geceleri M escid-i Şerife gelerek S a h â b e -
Ieriyle birlikte T erâvih nam azı kılm ışlardır. V itir ile birlikte mescitte onbir rek’at
kıldırdıkları ve gerisini de yalnız başına evlerinde kıldıkları ahâdis-i şerifenin
sarâh atin d en anlaşılm aktadır. S onra farz olur korkusiyle b u n a devftm etm em iş­
lerdir. T erâv ih 'in yirmi rek'at olduğunda S a h â b e 'n in icmâı vardır.
P eygam berim iz'in. M escid-i Ş e rifd e sekiz rek'at kıldıklarına bakarak T e râ ­
v ih 'in sekiz rek 'attan ibaret o ld u ğ u n u söylemek doğru değildir. F ilhakika P ey ­
gam berim iz S ahâbe'Ierle birlikte sekiz rek'at kılm ışlardır. F a k a t b u n d a n sonra
evlerinde oniki rek'at d ah a kılarak yirmi rek'atı tam am lam ışlardır. H a z r e t - i
Ö m e r de b u n u n yirmi rek at olduğunu beyân etmiş ve mescitte cem âatla kı­
lınm asını m uvâfık bulm uş ve b u n a karşı S ah âb e'd en hiçbirisi bir şey söyleme­
miştir.
İşte b u n u n içindir ki : T erâvih, yirmi rek'at olarak her M üslüm anın üzerine
sünnet-i m üekkededir. P eygam ber dâim i olarak cem âatla kılm adığı için cem âatla
kılm ak sünnet-i kifâyedir. T erâvih nam azını cem âatle evde kılanlar, sahih kavle
göre, cem âatin faziletini kazanırlarsa da, m escidde kılanın faziletini elde edem ez­
ler. diğer farzlarda d a böyiedir. E vet, cem âatla kılınan b ir nam azın fazileti, yal­
nız b aşın a kılm an b ir n am azd an yirmi yedi derece fazladır. E vinde cem âatla n a ­
m az kılan b ir adam cem âatin b u sevâbını kazanır. F a k a t m esciddeki cem âatin
faziletini kazanam az. C em âatle kılınm ası m eşrû’ olan her nam az hakkındaki h ü ­
küm böyiedir.

179
T erâvih nam azının vakti, Y atsı nam azından sonra. S a b a h nam azının vakti
girinceye kadar olan vakittir. M u h ta r olan kavle göre, Yatsı nam azından sonra
kılınır. Evvel kılmak câiz değildir. Terâvih nam azı Y atsı nam azına tâb i' o ld uğun­
dan V itir nam azı T erâvihten sonra kılındığı gibi T erâvihten evvel kılmak da
sahihtir. Yatsı nam azını bir imam ile, T erâvihi ve V itri de başka b ir imam ile
kılan b ir adam , arkasında Yatsı nam azını kıldığı im am ın Yatsıyı abdestsiz kıldır­
mış o ld u ğ u n u veyâhud herhangi bir sebepten dolayı yalnız Yatsı nam azının fâ-
sid o ld u ğ u n u sonradan anlarsa fâsid olan Y atsı nam azını yeniden kılacağı gibi,
fâsid olm am ış olan T erâvihi de yeniden kılar. Ç ü n k ü T erâvih Y atsıya tâbi dir.

B u gibi yerde V itiri yeniden kılmak lâzım değildir. S ah ih olan da budur.


T erâvihin bir kısm ında im am a yetişememiş olan kimse, sonunda im am V itir kıl-
m ıya kalkıverirse, im am la berâber V itiri kılarak T erâvihden kılam adığı rek a tla ­
rı sonradan kılması câizdir.
T erâvih b i’I-icmâ' yirmi rek'attır. Seleften m ütevâris olan, T erâvihi on se­
lâm ile kılmaktır. B u cihet l m â m - ı A z a m E b û H a n î f e den
de rivâyet olunm uştur. H er dört rek at başında biraz oturulur. İsterse bu esnâda
salevât ile, tekbir ve tehlil ile meşgul olur.
İki rek 'atta bir selâm vermiyerek, rek'atları birbirine ekler ve yirmi rek’atı
kıldıktan sonra selâm verir ve b u n u bilerek yaparsa —her iki rek 'atta oturm uş ol­
m ak şartiyle— esah olan T erâvih tam olarak sahih ve fakat m ekrûhtur. E ğer her
iki rek 'attan sonra oturm ıyarak dört rek attan sonra oturm uş ve en sonunda se­
lâm vermiş ise kıldığı her dört rek'at —sahih kavle göre— iki rek'at sayılır.

E ğer yirminci rek'ata kadar hiç oturm ıyarak yirm inciden sonra oturup selâm
vermiş ise, yalnız iki rek at kılmış sayılır. D okuz selâm ile onsekiz rek'at mı, yok­
sa on selâm ile yirmi rek'at mı kıldıklarında cem âat ve imam şüpheye düşerse,
sahih olan, cem âat olm ıyarak ayrı ayrı iki rek'at daha kılarlar.

C em âatten b ir kısmı yirmi kılındığını, bir kısmı da onsekiz kılındığını id-


diâ eder ve her iki taraf k a t’iyyen böyledir derse, imam hangi tarafta ise o ta ra ­
fın dediği tercih olunur. İm am b ir taraf, cem âat bir taraf olur ve im am kaç kılın­
dığını kat'i olarak bilirse cem âatin sözüne bakılm az. B u sûrete göre, eğer imam
da şüpheye düşerse, o zam an cem âatin dediği olur. E ğer cem âat kaç kıldıkların­
da ihtilâfa düşer ve imam da b ir tarafı kestiremezse, doğru söylediklerine l<a-
n âati o lan tarafın dediğini kabûl eder. H içbir tarafı tercih edemezse ihtilâf e t­
tikleri kısmı ayrı ayrı kılarlar.
E ğer b ir selâm ile dört rek'at kılar ve fakat ikinci rek'attan sonra oturm ayı
u n u tu rsa m u h tar olan kavle göre yalnız iki rek’at yerine geçer.

İkinci rek'at b aşın d a oturm ayı terkettiği cihetle ilk iki rek’at kıyâsen fAsit­
tir; son iki rek’at d a istihsânen câizdir. T erâvih nam azını hatim ile kılmak sü n ­
nettir. E ğer hatim ile kıldırm ak cem âatin tenfırini ve dağılm alarını m ûcib ola-

180
caksa, m u h tar olan kavle göre, im am b u n d an vaz geçerek F a tih a d a n sonra üç
kısa âyetten veya üç kısa âyet kadar uzun b ir âyetten daha kısa okum ak mek­
ruhtur.

C em âatin bıkkınlığını m ûcib bile olsa Terâvihin her teşehhüdünde Sale-


vât-ı Şerifeyi okum aktan imam vazgeçmez. Ç ü n k ü Salevât-ı Şerife okum ak b iz ­
ce sünnet i m üekkededir. Bâzı m üctehidlere göre de Farzdır.

T erâvih'de pek acele edilip de harflerin ve kelimelerin hakkını vermemek,


ta dil-i erkânı bırakm ak, Eûzü-Besm eleyi terketmek gibi hallerden son derece çe­
kinmek lâzım dır. H er iki rek attan sonra Sübhâneke okum ayı da terketmemelidir.
Rükû" ve sücûd ve teşbihlerini de terk veya üçten eksik etmemelidir. R ükû' ve
sücûd teşbihleri de bizce sünnet-i m üekkededir. C em aata bıkkınlık değilse, b u n ­
ları, cem âatin keyfi için terketmemek lâzımdır.

V ak tin d e kılınm am ış olan bir T eravih, sonradan kazâ olunm az. E sah olan
budur. E ğer kazâ ederse Teravih değil, m üstehab bir nâfile olmuş olur.

Yatsı nam azının farzında cem âati terketmiş olanlar. T eravihi cem âatle kıla­
m azlar. Ç ü n k ü T erâvib, Y atsıya tâbi dir. T eravihi imam ile kılam ıyan V itiri
kılabilir.

T eravihi bir imam ile V itiri başka bir imam ile kılmak, sahih kavle göre caiz­
dir. U yku iyice bastırdığı bir sırada Terâvib kılmak m ekruhtur. (Başka nam az­
lar da böyledir.)

Şâyet iki rek atta selâm vermeyip de dört rek'atta verecek olursa, tıpkı Y at­
sının sünneti gibi, ikinci re k a tta n sonra Et-Telıiyyâtü, A llâhüm m e sallı ve bâ-
rik'i okuyarak ü çüncü rek ata kalkar, "S übhâneke, Eûzü-B esm ele" den sonra Fâ-
tiha ve sûre okuyarak rek atları bitirir. V itir ile Terâvib arasında biraz oturm ak
da m üstebabdır. T erâvih cem âatla kılınırsa V itir de cem âatla kılınır. V itri y al­
nız kılmak da câizdir.

181
OTUZUNCU D ER S

M İS A F İR (Y O L C U ) N A M A Z I

O rta yürüyüşle, en az Icısa günlerde üç günlük (yâni 18 saatlik) Lir yere git­
mek için niyet edip köyünden, kasabasından, obasından çıkan kimselere m isâfir
(yolcu) denir. B u onsekiz saat, karada deve ve yaya yürüyüşü ile; denizde, or­
ta ve m ûtedii havada giden b ir yelken gemisi ile ölçülür. (D eveden m aksat, k a ­
file devesinin düz yerde yürüyüşüdür.)

Y âni b u n larla onsekiz saatlik veya d ah a ziyade olan b ir yere gitmeye niyet
ederek yola çıkanlara m isâfir denir. B u kadar olan bir mesâfeye trenle, tayyare
ile bir saatte gidilecek olsa, yolcular yine m isâfir sayılır. B u niyetle köyünden çı­
kan bir adam , köyünden çıktığından i tihâren misâfirdir.

O adam vardığı yerde onbeş gün veya d ah a ziyâde oturm aya niyet ederse
o zam an m isâfirlikten çıkar, eğer onbeş günden az oturacaksa misftftrlikten çık­
maz. B ugün gideceğim, yarın gideceğim, derken on sene dursa yine m isâfirlik­
ten çıkmaz. B u n u bir m isâl ile anlatalım : F arzediniz ki, askersiniz, köyünüzden
çıkarken gideceğfniz yolun 18 saatten fazla olduğunu biliyordunuz; misâfirliğe
niyet ettiniz. Şim df m isâfir oldunuz. G eldiğiniz yerde onbeş gün veyâhud daba
ziyâde oturacağınız belli ise ikamete niyet edersiniz; m isâfirlikten çıkarsınız. F a ­
kat askerlik bu. orada kaç gün oturacağınız belli değilmiş. H a bugün, h a yarın,
derken üç sene, beş sene oturdunuz. M adem ki kaç gün duracağınız belli değildi,
d u rd u ğ u n u z m üddetçe yine m isâfir olursunuz, m isâfirlikten çıkam azsınız. Velevki
on sene orada kalsanız da. esâsen askerin ikamete niyeti de kum andana tâbi' dir.
B unu bir m isâl diye söyledim. A sker dâr-ı harbde m isâfirlikten çıkmaz.

Y olculukta az çok zorluk b u lu n d u ğ u n d an şeriat yolcular hakkında birtakım


kolaylıklar göstermiştir.

Y olcu dört rek’atlı farzları herhalde iki re k a t kılar. U ç ve iki re k a tla rı üç


ve iki kılar. Y olda em niyet ve konak yerlerinde geniş vakit b u ld u ğ u zam an sü n ­
netleri olduğu gibi kılar. B ir korku veyâhud yolculuk hasebiyle darlık ve güçlük
(meşakkat) b u lu n u rsa sünnetleri kılmaz. F arzları cem âat hâlinde de ikişer rek'at
kılarlar. Ş u kadar ki, yolcu olan bir adam , m isâfir olmıyan b ir imama uyarsa
im am ile berâber farzı dört kılar. E ğer m isâfir olmıyan, m isâfir olana uyarsa,
im am iki rek 'atta selâm verdi kten sonra m isâfir olmıyan, ayağa kalkıp iki daba
kılarak dört rek atı tam am lar. E sab olan, bu iki rek'atta F â tih a ve âyet okumaz.

182
K ırâet m ikdârı d urup rükû' ve sücûd yapar. M isâfir. yolculuğu esnâsm da nam azı
geçirmiş ise, yolculuktan sonra da iki rek'at olarak kazâ eder.

M isâfir, abdest ile giydiği m est ve ayakkabıları üzerine üç gün, üç gece mes-
bedebilir. R am azan d a ise, ister oruç tutar, dilerse oruç tutm ıyarak sonradan
(m em leketine dön d ü ğ ü zam an) kazâ eder.

C u m â ve Bayram nam azı ile ve kurban kesmekle de m ükellef değildir. B u n ­


ları isterse yapar, isterse yapm az. M isftfirliğe niyet ederek yola çıkmış olan bir
adam , m em leketine dönm edikçe, y âb u d vardığı yerde (15) günden ziyâde otur-
m ıya niyet etmedikçe hep m isâfirdir. O n b eş günden az oturm ıya niyet ederse,
y âb u d biç niyet etmiyerek iki sene (meselâ) oturacak olursa yine böyledir. G erek
gidip gelirken ve gerek gittiği yerde oturduğu m üddetçe hep misâfirdir.

M isâfirliğe niyet sabıb olmak için reyinde m üstakil olmak, bâliğ olmak ve
gideceği yer üç günden aşağı olm am ak şarttır. B u n lardan biri bulunm azsa niyet
sahih olm ayıp yolculuk ahkâm ı da câri olmaz.

183
O TUZ B ÎR ÎN C I D E R S

G E Ç M İŞ N A M A Z L A R IN K A Z Â S I

1 — NAM AZIN SUK U TU N U MÜBAH K ILA N ÖZÜRLERLE, YALNIZ SON­


RAYA K A LM ASIN I MUBAH K ILA N ÖZÜRLER :

H ayız ve Iohusahk hâli, nam azın sukutunu m ubah kılan özürlerdir. Böyle
olan kadınların bu halde iken kılam adıkları nam azları sonradan kazâ etmeleri
vâcib değildir. A llah m uhâfaza buyursun, sar aya tutulm uş veyâhud cinnet ge­
tirmiş b ir insan da. eğer bu hâli beş nam az vakti devâm etmiş ve m untazam bir
sûrette ayılm am ış ise, sonradan o nam azları kazâ etmesi vâcib değildir, Sek>r h â ­
linde geçirmiş olduğu nam azların kazâsı vâcibdir. B u özürler nam az vaktinin so­
n u n d a kalkar ve iftitah tekbiri alacak kadar b ir vakit varsa o nam azı kazâ et­
mek vâcib olur.

2 — NAM AZIN BÜ SBÜ TÜN SUK U TUN A DEGlL, V A K TİN D EN SONRAYA


K A LM ASIN I M ÜBAH K ILA N Ö ZÜRLER; UYKU, UNUTM AK VE G A FL E T TİR :

N am azı bile bile ve hiçbir meşrû sebep yok iken vaktinden sonraya b ırak­
mak büyük bir günahtır. Y aptığı bu günahtan hem tevbe ve istiğfâr etmelf, hem
de geçirmiş olduğu nam azları yeni b aştan kılm alıdır. Ç ü n k ü b u günah yalnız
kaza etmekle onun üzerinden kalkmaz. O n u n için hem kazâ hem de tevbe et­
melidir.
Beş vaktin edâsı nasıl farz ise. kazâsı da farzdır. V itir nam azının kazâsı v â­
cibdir. V ak it çıktıktan sonra sünnet kazâ olunm az. Yalnız o günün S a b a h n a ­
m azını vaktinde kılm am ış ise öğleye kadar hem farzı ve hem de sünneti kazâ
edilir. M aam ftfih uyku veyâhud unutm ak ile vaktinde kılınm am ış olan nam azlar
ne zam an h atıra gelir veyâhud uykudan uyanırsa onlar o zam an edâ olarak kılı­
nır diyenler de vardır. B u b a b d a vârid olan hadis-i şerif de b u cihetten b u n a
delâlet eder.
K azâ nam azlar için m uayyen bir vakit yoktur. F ak at tertip lâzımdır. Bir n a ­
m azı geçirince ondan sonra vakit nam azını kılm adan evvel geçirdiği nam azı k a­
zâ etmesi lâzımdır. B ir insanın üzerindeki kazâ nam azı altıdan az ise hem kazâ
ile vakit nam azları arasında, hem de kazâ nam azları arasında tertip lâzımdır.
Beş vakit nam az ile V itirin hem edası, hem de kazâsı tertip üzere kılınır.

Ü zerinde altıd an ziyâde kazâ nam azı olan bir insan için b u nları kılarken
tertibe riâyet etmek lâzım değildir. Şim di b u n u biraz izâh edelim ; B ir adam ın
V itird en başka altı veyâhud d aha ziyâde geçmiş nam azı olursa bu n lard a tertip

184
lâzım değildir. M eselâ: ö ğ le nam azını vaktinde kılam am ış ve b u n d an başka üze­
rinde hiç kazâ nam azı d a olm ıyan bir adam , ö ğ le n in geçtiği h atırın d a ve İkindi­
nin vakti de geniş olduğu halde Ö ğle nam azını kazâ etmiyerek İkindiyi kılarsa
İkindi nam azı d a fâsid olur

Ç ü n k ü tertip lâzım idi. G eçtiğini hatırlam ış olduğu nam az velevki V itir d a ­


hi olsa, hüküm yine bövledir. E ğer b u ndan sonra Ö ğleyi kazâ ederse, tekrar
İkindiyi de kılm ası lâzım gelir. E ğer ö ğ le y i kazâ etm eden A kşam . Y atsı, S ab ah
ve sonraki gün ö ğ le nam azlarını da kılmış ise, onlar da Fâslttir. F âsit, metrûk
hükm ünde oldu ğ u n d an , şim di terkedilmiş nam az altı olmuş oluyor. H ükm en
■v. altıncı olan heşinci nam azın vakti çıktıktan i tihâren tertip kalmamış olduğundan
fesat kalkar, kılmış olduğu vakit nam azları sahih olur.

M eseleyi bir de şu suretle tasvir edelim : S ab ah nam azını uyku tle geçiren
ve üzerinde başka kazası da olm ıyan bir adam . ö ğ le nam azını kılm adan evvel
onu kazâ etmek lâzım dır. S abah nam azını kazâ etmiyerek ö ğ le y i, İkindiyi, A k ­
şamı ve Yatsıyı da kılar ve b u n d an sonra S ab ah nam azını kazâ ederse, tertibi
bozm uş o ld u ğ u n d an b u nam azların hepsi de fâsiddir. B inâenaleyh, sıra ile b u n ­
ların hepsini kazâ etmek lâzımdır. E ğer geçirmiş olduğu S ab ah nam azını kazâ
etmiyerek, ö ğ le , İkindi, A kşam , Yatsı ve sonraki günün S ab ah nam azını da
kılmış ve güneş doğm uş ise fâsid olan nam az hükm en altıyı bulm uş olacağından,
tertib sukut ederek kılmış olduğu dört vaktin Fesâdı d a kalkarak kıldığı farzlar
sabth ve yalnız ilk günün S ab ah nam azlarının kazâsı vâcib olur. B inâenaleyh,
böyle üzerinde hiç kazâ nam azı olm ıyan bir adam (ki b u n a sâhib-i tertip denir)
nam azı geçirirse, onu başka bir nam az kılm adan hem en kazâ etmelidir. Eğer
onu kazâ etm eden vakit nam azı kılarsa, b u n d a n başka dört vakit nam azı daha
kılm adan ve en son kıldığı nam azın vakti çıkm adan onu kazâ etmemesi lâzımdır.
B inâenaleyh, tertip üç şeyin biriyle bozulur ve lüzum suz kalır :

1) G eçirdiği nam azı hatırlam ıyarak vakit nam azı kılmak,

2) V ak it daralm ış olup hem kazâyı. hem de vakit nam azını kılm aya kâfi
gelmemek. Böyle b ir zam anda tertibe riâyet etmiyerek vakit nam azını kdar.

3) G eçm iş nam azları altıdan ziyâde olmak. G eçm iş nam azların altıd an zi­
yâde olması, isterse bükm en, yâni kazâya kalmış b ir nam azı hatırlıyarak, beş
vakit olm ak süreliyle olsun ikisi de birdir. G eçm iş nam azları altı veya d ah a ziyâ­
de o lan bir adam İçin kazâ nam azlarla vakit nam azları arasında tertibe riâyet
lâzım olm adığı gibi, kazâ nam azları arasında d a tertib lâzım değildir. S ah ih olan
budur. Ü zerinde b u sûrellt altıdan ziyâde geçmiş nam azı olan bu adam onları,
nam az kılm ak m ekruh olan üç vaktin m âadasında, istediği zam an kazâ edebilir.
Ü zerinde böyle çok geçmiş nam azı olan b ir adam , kazâ ederken her nam azı ayrı
ayrı, “M eselâ, 1353 sene-i hicrisinin Z ilka de ayının 2 nci C u m a g ü n ü n ü n S a ­
b ah nam azı" diye tâyin lâzım denilm iş ise de, bu n d a külfet olduğundan işi ko-

185
U ylaştırm ak isterse şöyle niyet e d e r : V aktine yetişip de kılam adığım ilk Ö ğle
(meselâ) nam azını y âh u d son ö ğ le nam azını A llah rızası için kılmıya niyet et­
tim (1). B u sûretle niyet ederse her kılışta ilk. yâh u d son kalanı kazâ etmiş ola­
cağından tâyin hâsıl olm uş olur. G eçm iş nam azları kazâ ederek beşten aşağıya
indirdiği zam an, tertip tekrar geriye gelmez. Birkaç R am azan d an oruç kazâsı
olan da kazâ ederken son veyâhud ilk R am azanın orucuna diye niyet eder. T â ­
yin etmiyerek kazâ ederse yine câizdir. K azâsı yalnız b ir R am azan d an ise tâyin
lâzım değildir. F arz nam azların kazâsı farz, vâcib nam azların kazâsı vâcib, (ka-
zâsı lâzım gelen) sünnet n am azların kazâsı da sünnettir.

G E Ç M İŞ N A M A Z L A R IN K A Z A S IN I G E R İY E B IR A K M A M A K

N am az her ne sûretle geçmiş olursa olsun, m âni' olan özür kalm ayınca h e ­
m en kazâ etm ek lâzım dır. M âliki m ezhebine göre üzerinde kazâ nam azı olan
b ir adam ın nâfile nam az ile m eşgûl olm ası haram dır.

Y alnız b u lu n d u ğ u g ü n ü n S ab ah nam azının sünneti. V itir nam azım ve B ay­


ram nam azlarını kılar, b u n la rd a n başka nâfile nam azları, T erâvih nam azını kı­
larsa n am azla meşgûl olm ası i’tibâriyle m e'cûr olursa da. kazâ nam azını geriye
bırakm ış o ld u ğ u n d an âsim olur. Şâfii m ezhebine göre de, üzerinde acele kılm a­
sı vâcib olan kazâ nam azları olan b ir insanın —b u nam azları kılıp borcundan
k u rtuluncaya kadar— revâtibden olsun, revâtibden olm asın, m utlak sûrette nâfi­
le ile iştigâli haram dır.

H an b eli m ezhebine göre de, üzerinde geçmiş nam azlar olan bir adam ın nâ-
file kılması haram dır. V itir ile revâtibi kılarsa câizdir. F a k a t kazâları çok ise b u n ­
ları da kılm ıyarak kazâ n am azlarla m eşgûl olm ası evlâdır. Y alnız S ab ah n am a­
zının sünneti b u n la rd a n hâriçtir, onu kılmak lâzım dır. 1

(1) M ecazlarım ızd an biri olan N û rü ’l-Izâh şerhinde m üellif m erhum , gün ve
tâ rih tâyinine b ir m isâl olm ak üzere 1054 senesi Cem âziye’l-â h ir’ln 18 İnci P a z a r te ­
si gününü g ö sterm iştir. T a h t â v 1 m erhum b u ray ı tah şiy e ederken : “Bunda,
bu bahsin te ’lifi ta rih in e işftret gibi b ir n ü k te v a rd ır." diyor. Y âni m üellif bu bahsi
o ta rih te yazdığını a n latm ak istem iş diyor. Ben de geçm iş n am azların k a z â sı b ah ­
sini evvelce um ûm t o la ra k yazm ıştım . K ita p basılırk en bu bahsi b iraz d ah a İzâh e t­
m eği m ünâsip gördüm . Bu sûretle üzerinde k a z â n am az ları altıd an ziyâde olursa
ne sûretle k a z â ve n iy e t edileceğini g ö steren bu bahsi (1353) sene-i hicriyesl 12 nci
Cum â günü sabahında ve Cum â n am azından iki s a a t evvel yazdım . Onun için m i­
sâl olarak böyle gösterdim . Cenâb-ı H ak b ü tü n işlerim izi rızâ-y ı İlâhisine m uvâfık
bulup Ummet-1 M uham m ed’e (sallâ’llâhu aleyhi ve sellem) d ünya ve âh ire tte saâd et
ve selâm etler İhsan buyursun.

186
N A M A Z I K E S M E K V E F A R Z A Y E T İŞ M E K

B aşlam ış olan nam azı bilerek ve hiçbir özrü yok iken bozm ak câiz değildir.
F a k a t ikm&I için, cem âat fazileti kazanm ak için bozm ak câizdir. Bu. âdetâ ye­
nilem ek için b ir mescidi yıkm ağa benzer. Şim di başlanm ış olan bir nam azı boz­
mak, hangi vakitler câiz o ld u ğ unu gösterelim : Bir adam yalnız başın a farz n a ­
m azı kdm aya başladıktan sonra y an ın d a cem âatle nam az kdm ıya başlan ır ve
yalnız b aşın a nam az kılan kimse de henüz birinci rek atın secdesine varm am ış
ise, hem en nam azını kesip im am a uyar. Eğer ilk rek atın secdesini yapm ış ve kıl­
dığı farz da dört rek'atlı ise, b ir rek’at d ah a kılarak iki rek atı tam am lar ve ondan
sonra selâm verip im am a uyar ve o farzı im am la kılar. K endi başına kıldığı iki
rek'at nâfile nam az olm uş olur. E ğer cem âat olduğu sırada yalnız başına ü çü n ­
cü rek’atı bitirm iş idi ise, nam azı kesmeyip dört rek atı tam am ladıktan sonra, ce­
m âat sevâbı için im am a uyar ve o n unla da kılar. F ak at b u defa asıl farz, yal­
nız b aşın a kıldığı olup im am ile kıldığı nam az nâfile olur. Ş u kadar ki : B u n a ­
m azın ikindi nam azı olm am ası lâzım dır. Ç ü n k ü İkindi n am azından sonra n â ­
file nam azı kılınm az. B inâenaleyh böyle bir nam azda kendi başın a farzı tam am ­
ladıktan sonra tekrar b ir de im am la kılamaz. E ğer üçüncü rek'atın secdesini y ap ­
m am ış ise, esah olan, ayakta iken selâm verip im am a uyar.

K ıldığı nam az dört rek’atlı bir farz değilse, ikinci rek’atı bitirm iş olm adıkça,
her neresinde olursa olsun hem en nam azı kesip im am a uyar. Şayet ikinci rek’atı
bitirm iş ise nam azı kesmeyip tam am lar ve im am a da uym az. Ç ü n k ü b u takdire
göre kıldığı nam az ya S a b a h nam azı, ya A kşam nam azı olacaktır. S a b a h nam a­
zından sonra nâfile kılınm adığı gibi. A kşam nam azından sonra da im am a uya­
rak üç rek’atlı nâfile kılınm az. Şâyet sünnete başladıktan sonra cem âatla farz
kıhnm ıya başlanır, veyâhud C u m â günü hatib hutbeye çıkarsa, iki rek’at b aşın ­
d a selâm verip im am a uyar; h atib in hutbesini dinler, iki rek'atı bitirm eden n a ­
mazı kesip de im am a uym az. E ğer iki rek’atı tam am ladığı takdirde orada b u lu n an
cenâze nam azını geçireceğini anlarsa o zam an diğer rek'atı tam am lam ıyarak h e ­
men nâfileyi kesip cenâze nam azına yetişir. E ğer kıldığı sünnet, ö ğ le n in sünneti
idiyse, farzından sonra ayrıca dört rek’at sünnet kıldığı gibi son sünneti de kı­
lar. H a tîb hutbeye çıktığı zam an, kılm akta olduğu C u m ân ın ilk sünnetini, iki
rek a tta kesecek olursa, farzından sonra b u n u da ayrıca kılar. F a k a t h atib henüz
hutbeyi okum ıya başlam am ış ise. sünneti çabucak kılıp dört rek’atı tam am lam alı­
dır. K ıldığı İkindi veyâhud Y atsının sünneti idiyse farzından sonra kılınmaz.

E ğer câmiye geldiği zam an farza durm uşlar ise sünnete durm ıyarak doğru­
d an doğruya im am a uyar. H a ttâ m üezzin kaam ete hazırlanırken sünnete durm ak
m ekruhtur. A n cak kılınan S ab ah nam azı ise, im am a yalnız teşehhüdde yetişebi­
leceğini bilse, yine evvelâ sünneti kılıp, o n d an sonra im am a uyar. E ğer im am a
E t-T ehiyyâtü okurken dahi yetişem iyeceğinden korkarsa sünneti kdm ıyarak h e ­
m en im am a uyar ve sonra sünneti kılmaz. Ç ü n k ü S a b a h nam azının sünneti an-

187
cak farziyle berâber geçerse kılınır. E ğer öğle nam azı ise yine sünnete durm ıya-
rak hem en im am a uyar ve im am la selâm verdikten sonra evvelâ Farzdan evvel­
ki dört rek a t sünneti kazâ ederek sonra da iki rek’at son sünneti kılar. S ah ih ve
m üftâbih olan kavil budur.

işte farza yetişmek ve farzı im am la birlikte kılmak için nam az b u suretle ke­
silir. Y ukarıda da söylediğimiz gibi cem âatle kılınan nam azın sevâbı. yalnız b a ­
şına kılm an nam azdan, b ir rivâyete göre yirmi beş. diğer rivâyete göre yirmi ye­
di derece ziyâdedir. O n u n için m üm kün oldukça cem âatle kılm ağa çalışm ak
lâzımdır. C em âatin faziletine yetişmekle cem âate yetişmiş olmak ayn ayrı şey­
lerdir. B ir ad am teşehhüdde bile im am a yetişmiş olursa, cem âatin faziletine nâil
olur. F a k a t dört rek’ath farzın b ir veya iki rek alında im am a ve üç rek'atlı n a ­
m azların iki rek atın a yetişm iş olan bir adam cem âate yetişmiş ve nam azı ce­
m âatle kılmış sayılm az. B inâenaleyh, A kşam nam azını cem âatle ktlmıya yemin
eder ve ancak iki rek atına yetişirse yem ini yerine gelmiş olmaz.

İm am a b ir rek atın rü k û 'u n d a yetişmiş olan adam o rek’ata yetişmiş saydır.


Kendisi rük û 'a eğilm eden evvel imam rü k û ’d an doğrulursa o rek'ata yetişmiş sa­
yılmaz. F a rz ın geçeceğinden korkarsa, farzdan evvelki sünnetleri kılmaz, kork­
m azsa kılar.

Birtakım özürler d ah a vardır ki. onlar b u lu n d u ğ u vakit nam azı kesmek câiz
ve b âzan vficib olur. M eselâ: K adın, nam azda iken çocuğunun haykırm asiyle,
ateş üzerinde pişen yem eğin taşm ası, veyâhud parasının —velevki bir dirhem
güm üş m ikdân ve b aşkasının d ahi olsa— çalınm ası korkusiyle im dat için edilen
feryat ile nam az kesilir.

B ir adam herhangi b ir sûretle tecâvüze uğnyarak, y âh u d suya düşerek h ay ­


kırır ve nam azdakiler de onu işitirlerse nam azı bozm aları ve ona koşm aları vâcib
olur.

Kezâlik. bir körün, veyâbud bilm iyen bir adam ın kuyuya düşm ek tehlikesi
olursa, sürüye canavar gelirse nam azdaki b ir adam ın nam azı bozm ası ve o teh ­
likeleri defetmiye koşması vâcibdir.

B ir ebe. çocuk doğurtm akla m eşgul iken nam azlarını sonraya bırakır. H a ttâ
çocuk için veya anası için ufak bir tehlike m elhûz ise. ebenin nam azları sonra­
ya bırakm ası vâcibdir. Ç ocuğun an ası d a böyledir. K ırda o lan bir kimse hırsız­
lardan veyâhud yol kesicilerden veyâhud kurt ve sel tehlikesinden korkarsa n a ­
m azını sonraya bırakabilir. Y ukarıdanberi söylediğimiz sebeblerden birisi b u lu n ­
m adıkça kılm akta olduğu nam azı kesmek veyâhud vaktinden sonraya bırakm ak
câiz olam az.

C âm id e iken nam az vakti girerse, nam azı kılm adan çıkıp gitmek tahrim en
m ekrûhtur. M eğer ki, başka b ir câm ide imam veyâhud m üezzin olsun.

188
S E C D E - l T İ L Â V E T (O K U M A S E C D E S İ)

N am azd a secde âyetlerinden biri okunduğu veyâbud ebil bir okuyandan işi-
tildiği vakit hem okuyana, hem de işitene secde etmek vâcibdir. Secde edenin
badesten ve pislikten temiz olması lazımdır.
Secde-i tilâvetin rüknü, secde âyetini okuyan veyâbud işiten kim senin bir
defa secde etmesi, yâni alnını yere koymasıdır.
Secde-i tilâvetin hükm ü; d ü nyâda vâcibin sukutu, âlıirette sevaba nâil ol­
maktır. Secde-i tilâvetin sebebi, üç şeyin biri bulunm aktır ;
Secde âyetini ya kendi okumak, yâbud başkasının okuduğunu işitmek, ve-
y âh u d okuyanı işitmese d ahi muktedî bulunm aktır. İşte bu üç şeyden biri b u ­
lunursa secde vâcibdir. M aam âfih, hakikî sebep, secde âyetinin okunm asıdır.
O k u y an hakkında böyle olduğu gibi, işiten hakkında da, sahih kavle göre, sec­
de âyetinin okunm asıdır.
İşitmek, sahih kavle göre, okuyan ile nam az kıldırm akta olan im am a iktida
edenin gayrisi hakkında şarttır. B inâenaleyh, sağır olup da okuduğunu işitme
yene de secde etmek lâzımdır. F ak at m uktedî olm ıyan bir adam üzerine, b aşka­
sının okuması ile —her ne kadar on u secde ederken görse bile onun okuduğunu
duym adıkça— secde etmek vâcib olmaz.

K u r’ân-ı Kerim in ondört süresinde secde âyeti vardır ki, şunlardır : 7, 13,
16, 17. 19, 22. 25. 27, 32, 38. 41, 53, 84, 96 ncı sûreler; onlardan birini okuyan,
veyâbud işitene, secde etmek vâcibdir. Ç ü n k ü bu secde âyetleri Uç kısımdır :
1) A çıktan açığa secde ile em reden âyetler,
2) K âfirlerin C en âb -ı H akk’a secde etmekten yüz çevirmelerini m utazam -
m ın âyetler,
3) P eygam berlerin secde ile vuku b u lan emre im tisallerini gösteren âyetler.

Şüphe yok ki, emre itâai, Peygam berlere iktidâ ve kâfirlerin yaptıkları gibi
yapm am ak vâcibdir. İşte b u n u n içindir ki. b u âyetler okunduğu, yâbud işitildiği
vakit secde etmek vâcibdir. Böyle bir balde secde etmek kendisi için m üm kün
olm ıyan b ir adam ın “ G u/râneke R abbend ve ileyke’I-m asir" demesi m ustehabdır.
Secdeyi sonradan kazâ eder.
Secde âyeti nam az hâricinde okunduğu vakit okunur okunm az secde etmek
vâcib değildir. S onra yapsa da olur. F akat unutm ak ihtim âli olduğundan sonra­
ya bırakm ak tenzihen m ekrûbtur. N am az içinde okunduğu zam an secde âyetin­
den sonra üç âyetten ziyâde okum ada/ı secde etmek lâzımdır. Ç ü n k ü nam azda
secdenin vücûbu fevridir. (Yâni okunur okunm az üç âyetten sonraya bırakılm a­
m ak üzere yapılm ası lâzım.) Secde âyetini tercüm e olarak okuyana da secde vâ-
sibdir. Secde âyetinden secdeye delâlet eden kelimeyi, evvelinden veya sonradan
b ir kelime ile berâber okumak, sabih kavle göre, secde âyetini tam am en okumak
gibidir.

189
Secde vâcib olm ak için okuyanın anlam ası, dinleyenin de dinlem iye niyet
etmiş olm ası şart değildir. O k uyan onun secde âyeti olduğunu ister bilsin, ister
bilm esin, secde ile mükelleftir. İşiten de, işitmek m aksadı olsun, isterse olmasın
işitince secde ile m ükellef olur. Secde âyetini okum ıyarak yazm ak veya secde
âyetine bakm akla secde vâcib olmaz. Hecelem ek de böyledir.
Secde âyetini okuyan veya işiten ayakta ise doğrudan doğruya "A U âfıu-E k-
ber” diyerek secdeye gidip secdede üç defa “S ü b h â n e R abbiye'l-a'lâ" dedikten
sonra doğrulur. B u n d a tekbîr ve teşbih sünnettir. T ilâvet secdesi, sehiv secdesi
gibi iki olm ayıp birdir. T eşehhüd ve selâm da yoktur. O tu ra n bir adam ayağa kal­
karak o ndan sonra secde etmek m üstehabdır. Ü zerinde birkaç secde toplanm ış
olan kimse her secde için ayağa kalkar.
Secde âyeti b ir cem âat içinde okunduğu vakit secde yapılırken okuyanın
ileride ve cem âatin saf olması lâzım değildir. Herkes olduğu yerde. K ıble ye kar­
şı olarak secde ederler. Ş u kadar ki. işitenlerin okuyandan evvel secdeden kark-
m am alan m enduplur.
T ilâvet secdesi, nam az kılmakla m ükellef insanlara vâcibdir. B inâenaleyh
âdeti içinde, veyâhud lohusa olan bir kadın okur veya işitirse onun kendisine
secde vâcib olmaz. F a k a t bu halde olan bir kadından, yâhud aklı b aşın d a ve
iyiyi, kötüyü ayırdeden çocuktan secde âyetini işiten adam a secde vâcibdir.
M ecn u n veyâhud uykuda b u lu n an bir adam dan secde âyetini işitene, sahih olan,
secde vâcib değildir. Ç ü n k ü b u n lard a temyiz ve sıhhat-i tilâvet yoktur. Y ıkan­
mak iktizâ etmiş olan b ir adam ın secde âyetini okum ası veya işitmesi ile üzeri­
ne secde vâcib olur. T em izlenince secde yapar. Sarhoş, secde âyetini okum akla
hem kendisine, hem de işitene secde vâcib olur.
Secdenin vâcib olm ası için okuyan ve işitende temyiz (yaptığı şeyleri, iyiyi,
fenâyı ayırabilm ek) şart o ld u ğ undan muallem kuştan veyâhud aks-i sedâ süre­
liyle işitilen secde âyetinden secde lâzım gelip gelmiyeceğinde fukalıâ ih tilâf et­
mişlerse de ben, ihtiyâten secde etmek vâcib. diyenlerin kavlini tercih ediyorum .
B u n a kıyâsen gramofon ve radyodan işitilen secde âyetlerinde de secde etmek
lâzım olacağına kailim (1). Ç ü n k ü işitilen K u ra n dır ve bu n d a şüphe yoktur.
M ah all-i sud û ru ne olursa olsun. K aldı ki, radyo b ü sb ü tü n başkadır.
N am az kılan b ir adam , nam azda okuduğu secde âyetinin secdesini nam az­
da yapm ak lâzım dır. E ğ er secde âyetini okuduktan sonra âyetin alt tarafına ge­
çerek devâm edecekse, secde âyetini okuyunca hemen secde-i tilâvet kasdiyle
secde yaparak tekrar kalkar ve alt tarafına devâm eder.
E ğer fazla okum ıyacak ise secde âyetinden veya onu m üteakip iki ve en
çok üç âyet (2) sonra nam az için yapacağı rüku’ (eğer niyet ederse) ve alelıtlak

(1) Bu mesele hak k ın d a a y rıc a bir k ita p y azarak , gram ofon p lâ k la rın a Kur'ân
okum anın hükm ü ile p lâ k tan işitilen K u r’ân h ak k ın d a uzun u zadıya İza h at verdim .
(2) N am azda okunan secde âyetinin secdesi fevri olduğu cihetle secde âyeti
o k unduktan Uç â y e t sonra secde yapılm ak lâzım dır.

190
süc jd , âyetin de secdesi yerine geçer. Secde etmiyerek ondan sonra uzun uzad ı­
ya okum ak tahrîm en m ekruhtur. Ç ünkü nam az içindeki secdenin vücûbu fevridir.

T eravih nam azlarında, y âh u d diğer nam azlarda hatim ile kılınırken imam
secde âyetini okuduğu vakit alt tarafına devâm edecek ve üç âyetten ziyâde oku­
yacaksa hem en secde eder, cem âat da onunla berâber secde ederler. F a k a t ka­
labalık cem âatte kargaşalığı m ûcip olacağından nam az secdesini secde âyetlerine
m uvâfık getirmek d ah a iyidir. N am az içinde ayrıca secde yapm ıya çalışm ak bil-
m iyenleri şaşırtır. İmam olanlar b u cihete dikkat etmelidir.

N am az içinde olan imam veyâhud cem âat nam az haricinde birinin o k udu­
ğu secde âyetini işitirlerse nam azı kılıp bitirdikten sonra secde etmeleri vâcibdir.
İm am ın nam azda secde âyetini okumasiyle cem âate de secde vâcib olur. İmam
serde yapınca cem âat da velevki işitmeseler bile, secde ederler. İmam secde yap­
m azsa cem âat d a yapm az.

C em âattan biri secde âyetini okuyuverir, yanındakilerle im am b u n u işitir­


lerse ne kendisine, ne de diğer işitenlere secde etmek vâcib olmaz. N e nam az
dâhilinde, ne de hâricinde. F ak at bunu nam azda olm ıyan biri işitirse ona vâcib
clur. R ükû' ve sücû d d a okunm uş olan secde âyetinden de secde lâzım gelmez.
Ç ü n k ü kırâetin yeri orası değildir.

N am azd a olm ıyan, nam azda o landan işittiği secde âyetinin secdesini nam az
hâricinde yapacağı gibi, n am azda olan, olm ıyandan işittiği âyetin secdesini de
nam az hâricinde yapar. N am azd a yaparsa nam azı ifsâd etmezse de, secde-i ti­
lâvet yerine de geçmez.

N am azd a okunan secde âyetinin secdesi; nam az haricinde olmaz. N am az


hâricinde olan kimse, im am ın secde âyetini okuduğunu işitir ve im am a da iktidâ
etmezse, yâhud imam o rek'atın secdesini yaptıktan sonra diğer rek’atta imama
uym uş ise secdeyi nam azın hâricinde yapar. E ğer imam secde yapm adan evvel
uym uş ise imam ile birlikte secde eder; eğer imam secde-i tilâveti yaparak âye­
tin m âbâdine devâm için kalktıktan sonra aynı rek atta im am a uymuş ise, hü k ­
m en o rek 'atta yetişm iş sayılacağından, ne nam az içinde ve ne de nam az h â ­
ricinde secde etmez.

N am az hâricinde secde âyetini okuyarak secde ettikten sonra aynı âyeti n a ­


m azda tekrar okursa yine secde eder. Eğer nam az hâricinde okuduktan sonra sec­
de etmiyerek hem en nam aza d u rur ve aynı âyeti tekrar okursa zâhir rivâyete gö­
re, b ir secde kâfidir.

191
O TU Z IK İN C İ D E R S

H A S T A L A R IN N A M A Z I N A S IL K IL A C A K L A R I V E
İS T İS K A N A M A Z I

İslâm D in in d e hiç güçlük yoktur. B ütün ahkâmı kolaylık üzerine kurulm uş­
tur. T â a t ve ibâdet de herkesin kudretine göredir. O n u n için hasta olan b ir a d a ­
m ın nam azı da kendi kudretine göre olur. M eselâ : N am azı ayakta kılam ıyan
yâhud ayakta güçlükle kılabilecek olan, veyâhud ayakta kıldığı takdirde h a sta ­
lığı ve ağrıları ziyadeleşeceğinden, yâhud geç iyi olacağından korkan kir adam
istediği gibi (yâni nasd kolay ve zararsız olursa öylece) oturup rükû' ve sücüd ile
nam azım kılar. R ükû' ve sü cû ddan âciz ise o tu rduğu yerden başı ile işâret ede­
rek kılar. R ü k û 'd a başını biraz eğer, sücûdda on d an biraz d ah a fazla eğer. S ec­
dede başını rü k û 'd a n biraz fazla eğmezse nam azı sahih olmaz. Y üzüne doğru
yüksekçe birşey koyarak onun üzerine secde etmem elidir. E ğer böyle yap ar ve
secdede başını rükû’dan d a h a aşağıya eğerse sahihtir. B u n u n da İmâ değil sec­
de o lduğunu söyliyenler de vardır. Eğer ayakta durm ıya gücü yettiği halde rükû
ve sücbda ve h a ttâ yalnız sücûda knadir olmazsa yine oturur ve başı ile işâret
ederek nam azını kılar.

H ü lâ sa : H asta veya m azur olan, b ir adam ayakta, otururken, yarısını ayakta,


y an sın ı otururken, işârelle, gücü ne kadar yeterse o sûretle kılar. Başı ile işarete
de kaad ir olam azsa nam azı sonraya bırakır. O n la rı kaza eder. İm âya d a kaadir
olam ıyan kimse, iyi olarak kaza edecek vakit bulam ayınca m azurdur. Borçlu sa-
yılm ıyacağından b u n u n için vasiyet lâzım değildir.

3 — ISKAAT-I SALÂT :

Iskat, üzerindeki borcu düşürm ek demektir. Ö lm ü ş b ir adam ın farz ve vâ-


cip olarak üzerinde olan nam azları ödemektir. Bir günün gece ve gündüzünde,
V itir de dâhil olmak üzere, altı vakit nam az vardır. N am azla mükeileF olan bir
adam b u n la rı tm â ile olsun kılabilm iye kaadir iken edâ edem ediği gibi kazâ da
etmiyerek oluverirse, b u n la r için vasiyet etmesi lâzım dır, ö l e n adam vasiyet et­
memiş ise velîsi veyâhud b ir başkası onun tarafından teberrü edebilir.

O lU nün iik aat-ı salât ve savm için olan vasiyyeti, m alının üçte birin d en ve­
rilir. A rkasında bırakm ış olduğu m alının üçte birinden, her günlük altı n am az­
d an her biri için b ir fakirin akşam lı, sabahlı yiyeceği çıkarılıp fakire verilir. B u ­
n u n hepsi b ir fakire verilebileceği gibi, ayrı ayrı fakirlere de verilir. V asiyyet ey-

192
Iediği m al. üzerinde olan H ak k u ’IIâlı’a kâfi gelmediği, yâhud onun m alının üçte
biri iskatına kâfi olm adığı takdirde devir usûlüne m üracaat olunur.

T ahtâ vî'd e ve D ü rru ’l-M ünteka da m ezkûr olduğu veçhile, ölünün ömrü
m ikdârınca iskat yapm ak isterlerse m üddet-i öm rünü hesâb edip, erkekte onun
oniki senesi ve kadında dokuz senesi, çocukluk m üddeti olm ak üzere çıkarılarak
geriye kalan için iskat olunur. P arası kâfi gelirse ne âlâ, gelmezse devir yapılır.

G erçi, b u m ahsus değildir. L âkin ibâdet b âb m d a bir ihtiyattır. U m u lu r ki.


fukarânın sevinçleriyle C en âb-ı A llah fazl-u kerem inden o kulunu affeder.

3 — ÎST lS K A NAM AZI :

lstiskaa. kuraklık olup da yağm ur ihtiyâcı fazlalaştığı zam anlarda A llâh u


T e â lâ H azretlerinden yağm ur istemektir. B una türkçem izde yağm ur d u âsına çık­
m ak denir. Y ağm ursuzluktan sıkıntıya düşüldüğü bir zam anda içecek ve k u llana­
cak, hayvanlan, tarla ve bahçeleri sulayacak büyük kuyu ve çaylan olmıyan, ol­
sa da ihtiyâca kâfi gelmiyen memleket ahâlisinin, yağm ur vermesi için A llâ h u
T eâlâ H azretlerine yalvarm aları, duâ ve niyâzda bulunm aları câiz ve sünnettir.
H azret-i Peygam ber ihtiyaç zam anlarında yağm ur duâsı yaptıktan gibi ondan
sonra H ulefâ-yı R âşidin de duâya çıkmışlardır.

Y ağm ur d u asın d a birbiri arkasına üç gün cem aatla sabrâya, memleket dışı­
na çıkıp d u â etmek m üstebabdır (1).

D u â y a çıkm azdan evvel fukaraya sadakalar vermek, herkes günahlarına töv­


be ve istiğfar eylemek, dargınların barışm ası, haksız olarak alınm ış olan şeyler
varsa onlar sahibine verilerek helâllaşdm ası lâzımdır. Y ağm ur d u âsına giderken
kibirli ve m ağrur olarak değil, m ütevâzi, b aşlar aşağı eğilmiş, m uhtaç bir adam
vaziyetinde gitmek lâzımdır. M üm kün olursa çocuklan ve ihtiyarları, yavrulariy-
Ie birlikte h ay v an lan da götürmek ve duâ yapılırken hayvanların yav ru lan n ı a n a ­
ların d an ayırm ak m üstehabdır.

Y ağm ur d u âsın d a t m â m - ı A z a m ’ıp m üftâbih kavline göre cem âat-


sız, t m â m - ı M u h a m m e d ile E b û Y û s u f kavline göre cem â­
atle ve cehren (yâni açıktan okuyarak) iki rek'at nam az kılmak câiz ve m endup-
tur. D iğer m ezheplerde sünnet-i müekkededir. Y ağm ur duâsında imam ve cem âat
Kıble ye döner ve imam ayağa kalkıp duâ eder. C em âat otu rd u k lan yerden
" A m in " derler.1

(1) M üm kün o lu rsa dem ektir. B ir m âni'den dolayı m üm kün olm azsa câmide
d u â ederler.

193
D u â edilirken imam ve cem âat ellerini göğe doğru kaldırıp öyle d u â olu­
n u r (1). D u â ederken de son derece m ütezellilâne yalvarm ak ve emreder gibi bir
vaziyetle olm am ak lâzımdır.

B u h u susta m e'sûr olan d u âlard an bazılarını aşağıya yazıyorum. Peygam ba.


rim izin zevcesi  i ş e radiya llâhu a n h â 'd a n rivâyet o lunduğuna göre, bazı
kimseler H a z r e t - i P e y g a m b e r e gelerek yağm ursuzluktan pek ziyâ­
de sıkıldıklarını söylemişler, P e y g a m b e r i m i z d e : “ Yağm ursuzluklan
şikâyet ediyorsunuz; halbuk i C endb-ı H ak ; ‘S ıkıldığınız zam an duâ ed in iz.’ b u ­
yurm uş ve d uânızı kabûl edeceğini de haber vermiştir." dedikten sonra ellerini
göğe doğru açarak şöyle d u â etm iştir :

“ E l-H a m d ü li'llâhi R abbi'l-âlem tn. E r-R ahm âni'r-R ahîm . M âliki yevm i’d-din.
Lâ ilâhe illâ’llâhü yefalü mâ yürtd. Allâhümme! Ente’llâhü lâ ilâhe illâ ente.
E n te ’l-ğaniyyü ve n a h n ii’l-fukara". E nzil aleyne’l-ğayse v e c a l md enzelte lenâ
kuvveten ve belâğan ilâ htn...”.

Y ağm ur duâsın a çıkıldığı zam an. H a z r e t - i P e y g a m b e r 'den


m e'sûr olan şu duâyı okum ak da m üstehabdır :

" A llâ h ü m m e! E sk m â ğaysen, muğîsen, henten, merten, mâen, ğâdekan, m ü-


cellelen, sahhan, âm m en, tabakan, dâimâ.

A llâ h ü m m e! E sk m e ’l-ğayse ve lâ tec’alnâ m in e’l-kaanittn.

A llâ h ü m m e ! tııne bi'l-bilâdi ve'l-ibâdi ve l-halkı m ine l-levâi ve d-danki, mâ


lâ teşkû illâ ileyk.

A llâ h ü m m e ! E n b it lene'z-zer’a ve edir lene’d -d a ra ve eskm â min berekâti s -


semâi. V e enbit lenâ m in berekâti’l-ardi.

A llâ h ü m m e ! ln n â nestağfirüke inneke künte ğaffârâ, fe-ersili s-semâe aleynû


midrârâ 1

(1) D uâ ederken ellerini yüzlerinin hizâam a k ald ıraca k ve avucunun içini


g ö ğ e doğru tu tm ay ıp yüzüne kargı tu ta c a k tır.

(D iyanet İğleri B aşk an lığ ı notu.)

194
O TU Z Ü Ç Ü N C Ü D E R S

CENAZE NAM AZI

C enaze, asıl nam az olmayıp, ölü için duadır. M ü min kardeşinin affolunm a­
sını um m aktır; ona son bir vazifeyi yapm aktır. G ü n ah ların ın , kusurlarının affo­
lunm asını A lla b 'd a n istemektir.
C en aze nam azı farz-ı kifâyedir. O ra d a b u lu n an lard an b ir kısmı b u vazifeyi
yaparsa diğerleri borçtan kurtulurlar. Eğer cenazenin y an ında bir m ükellef b u lu ­
nursa, başka kimse olm azsa ona farz-ı ayın olur.
C en âze n am azında cem âat şart değildir. Y alnız b ir kadın dabi kılsa, nam az
sahihtir. Birçok cenazenin hepsine bir nam az kılmak sahih ise de. ayrı ayn kıl­
m ak evlâdır.

C en âze nam azı kıldıracak im am da yukarıda geçen imamlık şartlarının b u ­


lunm ası lâzım dır. C em âatin üç saf olması m üstehabdır. N am azlard a şart olan,
tahâret, setr-i avret, istikbâl-i K ıble, niyet'den başka cenâze nam azı için altı şart
d ah a vardır :
1) Ö l ü. M ü slü m an olmak,
2) ö l ü , temiz olmak, (yâni yıkanıp, temiz kefene sarılm ak, yıkanm adan kı­
lın an nam az tekrar kılınır.)
3) ö l ü , cem âatin önlerinde olmak,
4) ö lü n ü n tam âm ı, y âh ud bedeninin çoğu veyâhud hiç olm azsa başı ile.
berâber nısfı m evcut olmak. B edenin çoğu gitmiş, veyâhud başsız olarak yarısı
varsa, yıkanm az, kefen sarılm az, üzerine nam az kılınm az. B ir beze sarılarak gö­
m ülür. B u n u n gibi gaibe de nam az kılınm az. F a k a t Şâfii ve H an b elî m ezheb-
Ierine göre gaibe nam az kılınır. B inâenaleyh, başka bir memlekette ölm üş olan
büyük bir zâta diğer memleket ahâlîsi gıyâben cenâze nam azı kılabilirler.
5) C enâze nam azını kılacak kimse bilâ-özr râkip ve kaaid bir h alde b u lu n ­
m am ak,
6) C enâze yere konulup elde, om uzda veya hayvan üzerinde bulunm am ak.

N a m a z kılmak m ekrûh olan üç vakitten m aâdâ her zam an cenâze nam azı
kılınır.
C en âze nam azının rükünleri, dört tekbîr ile kıyamdır. K ur'ân okumak, rükû',
sücûd yoktur. C enâze nam azı şu sûretle kılınır: imam, ölü n ü n göğsü hizâsına
durur. N iy et ile tekbîr alınır, tik tekbîr alınırken nam azda olduğu gibi eller ku­
lağa kalkar ve göbeğin altın a bağlanır.
S o n ra "S ü b h â n ek e " okunur. C enâze nam azında “ V e celle senâühe” cümlesi

195

✓ •
ilâve olunur. B u n d an sonra imam açıklan ve elini kaldırm ıyarak ikinci t i r tek­
b îr alır. C em âat de içlerinden tekbîr alırlar. “A llâ h ü m m e salli, bârik duaları
okunur.
B u n d an sonra yine eller kalkmıyarak üçüncü bir lekbîr d ah a alınarak giz­
lice d u â okunur. B u n d a n sonra dördüncü b ir tekbîr d ah a alınarak iki tarafa se­
lâm verilir.
İm am ın ö lü n ü n göğsü hizasında durm ası, ilk tekbîrden sonra “S ü b h â n eke ,
ikinci tekbîrden sonra salâvat. üçüncü tekbîrden sonra d u â okum ası sünnettir:
selâm vâcibdir.

C enâzede okunacak d u â şudur :


“A llâ h ü m m a ğ fir li-hayyinâ ve m eyyitinâ ve şâhidinâ ve ğâibinâ ve kebîrinâ
ve sağirinâ ve zekerinâ ve iinsânâ.
A llâ h ü m m e ! M e n ahyeytelıû m innâ fe ahyihi ale'l-lslâmi. V e m en teveffey-
tehu m innâ feteveffeh u ale'l-îmâni. V e hussa h â ze’l-m eyyite (1) b ir-ravhi ve r -
rûhati ver-rahm eti v e ’l-m ağfirsti v e ’r-rıdvân.
A llâ h ü m m e ! İn kâne muhsinerı fezid fi ihsânihi. V e in kâne m usten fetecâ-
vez a n h ü (2). V e l-akkıhi’l-em ne ve l-büşrâ ve l-kerâmete ve z-zülfâ bi-rahm etike
yâ E rham e’r-R âhim in."

B u d u ân ın Türkçesi şudur : “A llâ h ’ım ! B izim dirimizi, ölüm üzü, burada b u ­


lunanım ızı, bulunm ıyanım ızı, küçüğüm üzü, b üyüğüm üzü, yâhud küçük gü n â h ı­
m ızı, b ü yük günâhım ızı yarlığa. M ağfiretini b ü tü n M üslüm anlara şâm il kıl! H e p ­
sin in günâhlarını affet. A llâ h ım ! İçim izden yaşattıklarını İslâm üzere yaşat, ö l ­
d ü rd ü ğ ü n ü de îm ân üzere öldür. B u ölüyü C ennet kokusu ile, istirahat ile, esir­
gemek, yarltğam ak ile, kendisinden hoşnut olm ak ile m üm taz kıl!
A llâ h ' ım! B u ölü iyilik işlemiş ise ona m ükâfatını arttır, kötülük işlemiş ise
ondan vaz geç, affet. O n a esirgemekle em n ü selâmeti, m üjdeyi, yüksek m erte­
beyi ihsân et. E y esirgiyenlerin esirgeyicisi olan A lla h .”

C enâze erkek çocuk ise "V e hussa' dan aşağısı okunm ayıp şu okunur :
A llâ h ü m m e c a lh ü lenâ feratan, vec alhü lenâ ecren ve zuhrâ. A llâ h ü m -
m ec’a lh ü lenâ şâfian ve m ü şeffean.” (3).

E ğer cenâze kız çocuğu ise A llâhüm m oc alhâ denir. B u uzun duayı bil-
m iyenler A lla h ü m m a ğfirli ve lelıu ve li l-m ü ’m inîne ve'l m u m inât = A llâ h ’ım!
B eni ve onu, erkek ve kadın b ü tü n îmân edenleri yarlığa.” duasını okurlar.

(1) K adın İse : “H âzibi’l-m eyyite” denir.


(2) K adın ise : “tn k&net m ulısineten fe-zid fî ih sân ih â ve in k â n e t m ilsleten
fe-tecâvez an h â ve Iekkıhâ.” denir.
(3) T ürkçesi : “ A llâh’ım ! Bu çocuğu bizim için gönderilm iş b ir ecir ve â h ire t
azığı kıl! All&h’ım! Bu çocuğu bizim için hem şe fâ atç ı kıl, hem de şefâ atln l m ak-
bûl e t!”

190
C enaze nam azının evvelinde yetişemiyen kimse kem en iftitalı tekbîrini alıp
im am a uyar. D iğer tekbîrleri imam ile birlikte alarak geçirmiş olduğu tekbîrleri
imam selâm verdikten sonra ve cenaze kalkm azdan evvel birbiri ardınca kaza
eder. D üşüğe ölü doğan çocuğa nam az kılınmaz. Sâde ad takılarak yıkanır ve
bir beze sarılarak gömülür.

Ö lü doğm ıyarak, doğar doğmaz ölen çocuk yıkanır ve nam azı kılınır. H er
ne suretle olursa olsun kendisini öldüren, hadden veya kısâsen idam o lunan kim­
seler yıkanır, kefenlenir, nam azı da kılınır. Bile bile ve zulüm süreliyle anasını
veyâhud babasını öldüren kimsenin, öldürülen yol kesici ve eşkiyânın nam azı kı­
lınm az. N am azı bozan şeyler cenâze nam azını da bozar. C enâze nam azını kab­
ristanda kılmak m ekrûhtur.

2 — ÖLÜ T E Ç H İZ İ:

Ö lü n ü n yıkanm asından gömülmesine kadar son hazırlığa teçhiz (hazırla­


mak). denir, ö lü y ü teçhiz etmek farz-ı kifâyedir.

ö lm e k üzere olduğu an laşılan bir adam ı —hastaya güç gelmezse— K ıble -


ye doğru sağ tarafına çevirmek sünnettir. A y ak lan Kıble ye doğru çevrilmek üze­
re ve yüzü K ıble’ye karşı gelmesi için başı altın a b ir şey koyarak arka üzeri y a ­
tırmak da câizdir. Y anı b aşın d a “Lâ ilahe illâ'llâh M u h a m m ed ü n R e sû lu ’llâh"
diyerek h astay a b u n u telkin etmek ve hatırlatm ak da sünnettir. H a ttâ yalnız
"L â ilâhe illâ’llâh" demek kâfidir. B u n u hastanın sevdiği bir adam yanı başında
söyliyerek hastaya hatırlatır, sen de söyle diye İsrar etmez. H ısım ve akrabaları­
nın y an ın d a bulu n m aları ve hakkını yerine getirmeleri, Y âsin-i şerif ve R a'd sû­
relerini okum aları sünnettir, ö ld ü k te n sonra teçhiz ve defni acele yapm ak müs-
tehabdır. ö l e n bir adam çirkin görünmemek için ölür ölmez çenesi enlice bir
tü lb en t ile çekilerek b aşın ın ü stünden bağlanır. G özleri yum ulur, elleri yanına
konur. —G öğsüne koymak câiz değildir.— A y ak lan uzatılır, elbisesi soyulur, üze­
ri Örtülür, y an ın d a güzel kokulu şeyler b u lu n d u ru lu r, tü tsü yakılır. Şişmemek
için karnının üstüne dem ir parçası veyâhud ayna gibi bir şey konulur, ö ld ü k te n
sonra, yıkanıncaya k ad ar ö lü n ü n y anında K u r'ân okum ak m ekrûhtur. T eneşir
denilen ta h ta üzerine konup yıkanır.

3 — CEN A ZEY İ YIKAMAK :

ö l ü şu sûretle yıkanır : E vvelâ teneşir üzerine arka üstü yatırılır. D izinden


göbeğine k adar b ir örtü ile örtülerek elbisesi çıkarılır. Biri su döker, diğer biri
yıkar. Y ıkayacak olan adam eline b ir bez sararak evvelâ önünü, avret yerini yı­
kar. Bez bulu n m azsa ü stü n d en yıkar. B un d an sonra ölüye b ir abdest aldırılır.
E llerini ayrıca bileklerine kadar yıkam aya hâcet olm ayıp yüzünden başlar. A ğ zı­
na ve b u rn u n a su vermek zor olduğu için parm ağa sarılan bir bez parçasiyle d u ­
daklarının içi. b u ru n delikleri ve göbek çukuru silinir. Y üzü, elleriyle birlikte kol-

197
lan yıkanır. Başı m eshedilir ve ayaklan d a yıkanır. B u sûretle m üm kün olduğu
kadar abdest tam âm olduktan sonra üzerine m üm kün ise. ısıtılmış tatlı su dökü­
lür. B aşı ve .—varsa— sakalı hatm i ile veyâhud sabun veya sab u n yerini tutan
bir şey ile yıkanır. Baş ve beden tem izlendikten sonra ölü sol tarafına çevnlerek
evvelâ sağ tarafı üç kere yıkanır. D ökülen sular sırtının tah tay a gelen yerlerine
kadar vardırılır. B u n d a n sonra sağ tarafına çevrilerek sol tarafı d a böylece üç
kerre yıkanır. B u n d an sonra cenâzeyi oturtur gibi kaldırıp, yıkayan, kendisine
doğru yaslıyarak karnını yavaşça m esheder: bir şey çıkarsa sâde onu yıkayıp ye­
ni b aştan abdest aldırm az ve her tarafını yıkamaz.

H er âzâyı yıkarken üçten aşağı yapm am ak sünnettir. Şişm iş olup dağılm ak


üzere b u lu n a n ve dokunulm ası m üm kün olm ıyan ölü üzerine hem en su dökmek
kâfidir. C enâze yıkandıktan sonra kurulanıp kefenlenir. Erkeğin, yensiz, yakasız,
etrafı dikişsiz bir gömlek, biri don ve eteklik, biri de sargı ve bürgü yerini tutm ak
üzere üç kat bezdir. G öm lek boyun kökünden ayağa kadar olur. D iğerleri baştan
ayağa kadar olur. B ürgü ve en üste geleceği ve baş, ayak taraflarında düğüm ­
leneceği için diğerlerinden d ah a uzu n olur.

K adının kefeni, b u n lard an başka bir baş örtüsü, bir de göğüs örtüsü olmak
üzere beş kat bezdir. S ü n n et olan kefen işte budur. K efenin beyaz olm ası da
sünnettir.

Z a rû re t zam ânında kadına ve erkeğe her ne bu lu n u rsa sarılır. C enâze ke­


fenlendikten sonra m usallaya konularak yukarıda anlattığım ız şekilde nam azı kı­
lınır. Ö lü y ü yıkayan kimse Besmele ile başlayıp sonuna kadar "G ufrâneke yâ
R a h m â n " dem elidir. Y ıkayan adam ın, ölünün güzel kokması, yüzü n ü n nurlan-
ması, kolaylıkla çevrilmesi gibi, hoşa gidecek şeyleri söylemesi m üstehabdır. Fe-
n â kokması, kararm ası ve korkunç bir şekil alm ası gibi hoşa gitmiyecek bir hal
görürse onları söylemek haram dır. B unları kimseye söylememesi lâzım dır. Ö lü y ü
yıkam ak sağ olan m ükellefler üzerine farz-ı kifâyedir. hukuk-u Islâm iyedendir.

ö lü y ü kendisine en yakın birisi veyâhud ahlâkı en iyi olan ve cenâze yıka­


m asını iyi bilen b ir zât yıkam alıdır. Erkeği erkek, kadını kadın yıkar. S u b u lu n ­
m adığı vakit de teyemmüm ettirilir.

K adın kendi kocasını yıkayabilirse de. erkek karısını yıkayam az. B inâenaleyh,
b ir yolculuk esnâsında erkeklerle b u lu n a n b ir kadın vefât eder ve içlerinde yıka­
tacak b ir kadın da bulu n m azsa kocası tarafından teyemmüm ettirilerek göm ülür.
Kocası da yoksa teyem m üm ettirecek olan erkek eline bez sarar. M aam âfih, Şâfit.
M âliki ve H an b eli m ezheblerine göre kocasının karısını yıkam ası câizdir. K a d ın ­
lar arasında ölmüş olan b ir erkeğe, eğer kendi kadını yoksa kad ın lard an birisi eli­
ne bir bez sararak teyem m üm ettirir. E ğer kendi kadını var ise kocasını yıkar.

C enâze götürm ek b ir ibâdettir. H em de bizden ayrılmış olan bir din karde­


şimize son b ir vazifeyi yapm aktır. B inâenaleyh, onu bırakıverm ek lâyık değildir.

198
C enâze götürmekte sünnet olan, tab u tu n dört tarafından dört adam om uzlam ak­
tır. Evvelâ baş tarafın d an başlıyarak tab u tu n sol tarafına geçip sağ om uzuna ta ­
b u tu n baş tarafın d a olan sol kolunu alır; bir m üddet gittikten sonra ayak ta ­
rafına geçip sağ om uzuna tab u tu n sol kolunu, ondan sonra tab u tu n sağ tarafına
geçerek evvelâ sol om uzuna baş tarafında olan diğer kolu ve d ah a sonra da
ayak tarafın d a olan kolu alır. Bu sûretle dört tarafından onar adım götürmek
m üstebabdır. Peygam berim iz : " Bir kimse, cenâzeyi kırk adım götürürse d in kar­
deşine Ait hakkını ifâ elmiş, vazifesini yapmış olur; kendisinin kırk büyük günâ­
hı a ffolunur." buyurm uşlardır.

C enâzeyi biraz acele götürmek m üstebabdır. C enâzenin arkasında yürüm ek


önünde yürüm ekten efdaldir, daha sevabdır. C enâze arkasında giderken dünyâ-
dakilerin sonunu ve götürülen ölünün karşılaşacağı halleri düşünerek A liâh u
T eâlâ H azretlerini hatırlam ak ve lüzum suz yere lâf etmemek lâzımdır. Cenâzeyi
gündüz gömmek m üstehabdır. C enâze ile kabre varıldığı vakit cenâze om uzdan
indirilm eden oturm am alıdır. Yere konulduğu zam an işi olm ıyanlar oturur. K a ­
bir bir adam boyu y âh u d göğüse kadar kazılm ak ve yer katı ise kabrin içi Kıble
tarafın d an biraz çukurlaştırılm ak lâzımdır.

C enâze kabre konulacağı zam an birkaç kimse kabre inerek kabrin Kıble
tarafın d an cenâzeyi ta b u tta n olduğu hal üzere, alarak K ıble'ye doğru kabre in ­
dirip sağ tarafına yatırırlar. Y atırırken : "B ism illâhi ve bi'llâhi ve alâ m illet-i
R esûli'llâhi" deri er. Kefen baş ve ayak tarafın d an bağlanm ış ise çözerler, kadını
kabre kendi m ahrem i indirm ek evlâdır. B u n d an sonra kabir örtülerek, güzel
K ur'ân okuyan birisi Yâ-sîn, Tebâreke. lhlâs, M uavvizeteyn, F a tih a okuyup ölü­
n ü n ve geçen ehl-i îm ânın ruhlarına hediye edilir. B u n d an sonra herkes işine,
gücüne dağılır. G em ide ölen kimse, kara uzak ve karaya gelinceye kadar d u rd u ­
ğu takdirde bozulup kokacağından korkulursa, yıkanarak kefene sarıldıktan son­
ra nam azı kılınıp denize bırakılır.

K abir ziyâreti : A hireti h atıra getirdiği için erkeğe ve kadına m endubdur;


esah olan budur. K abirde Y â-sîn okum ak m üstehabdır. O kum ak m aksadiyle kab­
rin üstüne oturm ak m ekrûh değildir. O kum ak m aksadı olm ıyarak kabir üzerine
oturm ak, kabri çiğnemek, üstünde uyum ak, abdest yapm ak, ağaçlarını kesmek ve­
ya kökünden çıkarm ak m ekrûhtur. K urum uş otları yolmak ve kuru ağaçları kes­
mekte beis yoktur.

4 — CENAZE BA H SİN E TAALLÛKU OLAN BA ZI M E SEL E L E R :

1) ö lm e k üzere olan kimseye az az su verilir, m üm kün ise K ıble’ye çev­


rilir ve y an ın d a Y â-sîn okunur. Ç enesi b ağlanır ve gözleri yum durulurken :

"B ism i llâhi ve alâ m illet-i R esû li’llâhi, A llâ h ü m m e! Yessir aleyhi em rehu

199
ve sehhiî aleyhi m â b a d e h u ve es-ıdhü bi-likaaike vec’al m â harece ileyhi hay­
reti m im m â harece an h ü ." (1) denir.

2) Ö Iii yıkanarak temiz b ir şey ile kurulandıktan sonra kefene şu sûretle


sarılır : E n üste gelecek olan, temiz bir yere döşenip üzerine gül suyu veyâbud
güzel kokulu bir şey saçılır. O n u n üzerine diğeri serilip o da böylece yapıldık­
tan sonra içine gömlek döşenir. O da böylece kokulanarak ödağacı veya b u b u r
gibi güzel kokulu şeylerle tütsülenip tab u ta döşenir. C enâze teneşir tah tasın d an
kurulanm a ile örtülü olarak kaldırılıp ta b u ta konur; evvelâ gömlek örtülereK
kurulam a bezi a ltın d an alınır. K adınların saçları iki bölük edilerek gömleğin
üzerine göğsüne konur; baş örtüsü ile başı ve yüzü örtülür. S onra sol tarafı ü s­
tüne gelmek üzere ikinci katı, ondan sonra üçüncü ve en uzunu örtülür. K a d ın ­
ların göğüs sargısı ikinci kat kefenden sonra sarılır. M em elerden göbeğe veya
diz kapaklarına kadar enlice olur.

5 — T E L K İN :

ö lü y ü kabre göm dükten sonra m ezarın b aşın d a oturularak cem âatten ve


iyi K ur'ân okuyanlardan biri yukarıda söylediğimiz veçhile K u r’ârı okuyup se-
vâbını ö lünün rû h u n a bağışlarlar, af ve mağfireti için duâ ederler. İşte asıl tel­
kin b u dem ektir. F a k a t sonraları ayrıca bir telkin d ah a ilâve edilm iştir ki, o da
şu şekilde olur :

ö l ü gömülerek K u r â n okunduktan sonra herkes dağılıp orada sâlih ve a h ­


lâklı biri kalır ve kabrin baş tarafına ve ölünün yüzüne karşı durarak o n u a n a ­
sı ve kendi adı ile (M eselâ: Y â F atm a oğlu M ehm et! gibi) üç defa çağırdıktan
sonra; "U zk ü r m â hünte aleyhi m in şehadeli en İd ilâ he illâ'ffah ve enne Mu-,
ham m eden R esû lu llâh ve enneke radile b i’llâhi R a bben ve bi'l-lslâm i dînen
ve bi M u h a m m ed in sa lla llâ h u T eâlâ aleyhi ve selleme nebiyyen ve bi'1-jK.ur’âni
im âm en." (2) der.

6 — TA ZİY E :

ö l ü göm üldükten sonra ölünün hısım ve akrabalarını tâziye etmek de müs


tehabdır. T âziye üç gündür. H ariçte olanlar sonradan tâziye yapabilirler. T âzi-

(1) T tlrk ç e s l: “A llâh’m adı ile R esûlün üm m eti üzerine. E y All&h’ım ! Onun
işini kolay kıl, b andan sonrasını on a k o la y laştır; onu m ü la k atın d a mes ûd e t; g it­
tiğ i yeri, çıktığı yerden hayırlı k ıl!”.
(2) E y F a tm a oğlu M ehmet! D ünyâda iken üzerinde se b at ettiğ in dînini. A l­
lâ h ’m Birliğine ve M u h a m m e d aleyh i’s-selâm O 'nun hak P ey g am b eri oldu­
ğ u n a îm ân ve ik ra rın ı h atırla. Sual m elekleri Rabbinden sordukları v ak it: “R abbim
o la ra k yalnız A llâh’ı, din o la ra k İslâm ’ı ve P ey g am b er o la ra k M uham m ed aleyhi s-
selâm ’ı, m ürşid o la ra k K u r’â n ’ı kabûl e ttim .” de.

200
ye : ‘A lla h sabır ve ecir versin, hüküm A llâh'ındır, C ennete kavuştursun." gibi
sözlerle teselli vermektir. Böyle bir zam anda m ü min kardeşini teselli eden kim ­
selerin âhirelte pek büyük ecir ve sevaba nâil olacaklarını P e y g a m b e r
E f e n d i m i z h ab er vermişlerdir.

ö lü n ü n hısım ve ak rabaları o gün ve o gece yemek getirip onları yemekle-


meleri m üstehabdır.

7 — ŞE H İD :

Şehitlik, en büyük m ertebedir. A hirette en yüksek rütbe, peygam berlikten


sonra şehitlik rütbesidir; şehitlikten yüksek bir m ertebe yoktur. B u n u n için d ü n ­
y âd a b u yüksek mertebeyi kazanm ış olan şehidin üzerinde b u lu n an kul hakkın­
d an m aâdâ. b ü tü n kusurları ve günâhları A llâlıu T eâlâ tarafından affolunur,
yarhğanır. B u şerefli m ertebeyi kazanm ış olan şehid. yıkanm ıyarak sırtındaki el­
bise ve v ü cûdundaki kan bereleriyle göm ülür; onun kefeni, sırtındaki elbisedir.
Y alnız, kürk, palto, mest, çizme, hırka gibi şeyler çıkarılarak yalnız diğer elbise­
leriyle göm ülür.

Ş ehid; m uhârebede öldürülen, yâhud âsîler veyâhud yolkesiciler veya evin­


de hırsızlar tarafın d an öldürülen bir M üslüm andır. D a h a kısası : Şehid, zulm en
ve haksız yere öldü rü len b ir M üslüm andır. ister harb m eydanında, isterse âsi­
ler tarafın d an , isterse yolkesici ve hırsız tarafın d an olsun şu altı şart kendisinde
b u lu n a n şehit yıkanm ıyarak kaniyle ve elbisesiyle göm ülür : M üslim , bâliğ. ha-
yızdan, nifasdan, cenabetten hâli ve ölüm e sebeb olan yarayı, aldıktan sonra h a ­
yâta âit m enfaatlarla faydalanm ıyarak ölmüş olmak. B u şartlardan biri noksan
olursa yıkanır ve kefene sarılır. E ğer harb m eydanında y aralanan; harb bittik ­
ten sonra tedâvî olunm ak üzere başka bir yere nakil olunduktan, yâh u d yedik­
ten ve içtikten veya uyku uyum ak. lâkırdı veya alışveriş etmek gibi b ir şey ile
fayd alan d ık tan veyâhud aklı b a şın d a olarak üzerinden bir nam az vakti geçtikten
sonra vefât ederse son şart bulunm am ış saydır.

Ö m e r , O s m a n ve A l î (R ıdvâııu ilahi T eâlâ aleyhim ) hep şe­


hid olarak öldüler. F a k a t Ö m e r ile A 1 î de son şart b u lu nm adığından
yıkandılar. O s m a n y ıkanm adan gömüldü.

201
OTUZ DÖRDÜNCÜ D ERS

O R U Ç

1 — ORUCUN FA R Z OLMASI :

tslâm ın şartlarından, beş tem elinden biri R am azân-ı Şerif’de oruç tutm ak­
tır. O ru ç da, nam az gibi b ir ibâdettir, farz-ı ayındır. M ed in e'd e hicretin ikinci
senesi farz kılınm ıştır. O ru ç demek; niyetlenip tan yeri ağarm ağa başladığı za­
m an d an tâ akşam güneşi batm caya kadar hiçbir şey yememek, içmemek ve mu-
karenette (yâni karı koca m uâm elesinde) bulunm am ak demektir. B u n a “İmsâk =
T u tm a k ” denir, lm sâkm m ukaabili "İftar — O ruç b o zm ak” dır.

2 — ORUCUN A K Ş A M I:

O ruç, altı k ısım d ır: F arz, vâcib, m esnun, m endub. nafile, m ekruh. Ü zeri­
mize farz olan oruç R am azân-ı Şerif orucudur. R am azan orucunun edâsı da.
kazâsı da farzdır. R am azan günleri özürlü, özürsüz oruç tutm ayanlara, oruç tu t­
m ası yasak olm ıyan diğer günlerde oruç tutm ak (yâni tutm adığı o günleri ka-
zâ etmek) farzdır.

R am azan o rucunun sebebi. R am azan a yetişmektir. R am azan ayının ipti-


dâsı ayı görmekle veyâhud hesapla sâbit olunca o günden i'tibâren bir ay yâni
Şevvâlin iptidâsına kadar oruç tutm ak farzdır. R am azan ayı b âzan yirmi do­
kuz. b âzan da otuz gündür.

3 — RAM AZAN ORUCUNUN FA R Z OLM A SININ ŞA R T I :

F arz olm asının şartı; âkil, bâliğ ve M ü slüm an olm aktır. B inâenaleyh, âkil
ve bâliğ olan kadın ve erkek her M ü slü m an a R am azan d a oruç borçtur, farzdır.
B âliğ olm ıyan çocuklara borç değildir. Lâkin onları da yavaş yavaş oruca alış­
tırmak, oruca heveslendirm ek lâzımdır.

M isâfir veya hasta o lanlara da oruç farzdır. L âkin herhalde R am azan 'd a
tutm aları vâcib değildir, onlara izin vardır. İsterlerse oruçlarını R am azan 'd a tu ­
tarlar. isterlerse tutm ıyarak (hastalar) iyi olduktan sonra, m isâfirler de seferden
döndükten sonra gününe gün kazft ederler. Em zikli k adınlara da izin vardır.
E ğer zaif olup da oruç tu tu n c a v ü cû d d an düşecek, yfthud süt azalıp çocuğa za­
rar gelmek korkusu olursa onlar d a oruçlarını sonra tutarlar.

202
L ohusalar ile ay başın d a âdet gören kadınlar o hallerinde iken nam az kıla­
maz, oruç da tutam azlar. N am az ve oruç salıîh değildir. L âkin o halleri geçtik­
ten sonra oruçlarını gününe gün tutarlar, fakat nam azı kazâ etmezler.
O ru ç bir ibâdet old u ğ u n dan niyetsiz oruç olmaz. O ru ca geceden tâ kuşluk
vaktine kadar niyet edilebilir, iftardan sonra ertesi günün orucuna hem en niyet
etse de olur. H erhalde gündüz kuşluk vaktine kadar o günün orucuna niyet et­
miş olm ak lâzım dır. B u m üddet içinde ne vakit niyet olunursa sahih olur. O ruç
tutm ak üzere sah u ra kalkıp yemek ve içmek de niyettir. R am azan orucunun ka-
zâsına niyet akşam dan i'tib âren tan yeri ağarıncaya kadardır. O n d a n sonra n i­
yete i tib âr yoktur. Başka günlerde R am azan orucu kazâ edilirken. R am azan
orucunun kazâsı diye tâyin etmek lâzımdır. N âfile olarak başlayıp da bozduğu
orucun kazâsı ile keffâret ve adak oruçları da böyledir.
N iyet, asıl insanın kalbindedir. Y arın oruç tutacağını bilm ek ve içinden ge­
çirmektir. Ş u kadar ki, dil ile söylemek de sünnettir. O n u n içiıı hem içinden y a ­
rının orucuna niyet eder, hem de dili ile. " N iy et ettim Ram azân-ı Şerifin yarınki
orucuna" derse d ah a iyi olur.

4 — VACIB OL.AN ORUÇ :

V âcib olan oruç şunlardır : Keffâret ve nezir oruçları, (bunlara farz diyen­
ler de vardır; azh ar olan d a budur.) nâfile olmak üzere tutularak bozulan oru­
cun kazâsı, n ezrolunan îtikâf orucu, keffâret orucu ne demek olduğunu ayrıca
söyliyeceğiz.
N ezir, adam ak demektir. M eselâ, "Ş u , şöyle olursa şu kadar gün oruç tu ­
tacağım ." diye adam ış olan bir adam ın dediği olduğu zam an ad an an oruçları
tutm ası vâcibdir.
N âfile orucu demek, farz veyâhud vâcib olm ıyan ve kendi arzusu ile tuttuğu
oruç demektir. Böyle b ir oruca başlarsa onu tam am lam ak vâcib olur. B in âen a­
leyh, sab ah tan böyle b ir oruca niyet eder de sonradan bozuverirse onu başka biı
günde kazâ etmesi vâcibdir.
Îtikâf, ibâdet niyetiyle durm ak demektir. Erkek, cem âat ile beş vakit nam az
kılm an b ir câmi içinde, kadın da nam az kıldığı odasında oturur ve ibâdet eder.
R am azan-ı Şerifin son on gününde îtikâf kifâye olarak sünnet-i m üekkededir.
C em âatten biri itikâfa girince o vazife diğerlerinden sâkıt olur. B urada esâsen
oruç vardır, fakat R a m a z a n 'd an gayrı da itikâfa gireceğini adam ış olan b ir a d a ­
m ın itfkâf günlerinde oruç tutm ası vâcibdir.
M uharrem in dokuz ve onuncu veya onuncu, onbirinci günü oruç tutm ak
m esnundur. Z ilh icce'n in dokuzuncu günü ile P azartesi ve Perşem be günleri ve
her ayın onüç, ondört ve onbeşinci günleri ve R am azan 'd an sonra giren Şevvâl
ayın d an altı gün oruç tutm ak m endubdur. D â v u d aleyhi's-selâm 'ın y ap ­
tığı gibi, R am azan 'ın gayri de b ir gün oruç tu tu p b ir gün yemek de m endubdur.
B u n a "S a vm -ı D â v û d " denir.

203
H içbir vakit ile m ukayyet ve m ubassas olm ıyan ve kerâheti de bulunm ıyan
oruçlar nâfiledir. M uharrem in yalnız onuncu günü, veyâhud N evruz günü oruç
tutm ak tenzihen m ekruhtur. C um a veya C um artesi günü yalnız b ir günü tâyin
edip, sâde o günlerde tutm ak da m ekruhtur. E ğer gelişi güzel o günlerde tu t­
m uş olursa m ekruh değildir R am azan bayram ının birinci günü ile K urban b a y ­
ram ının dört günü oruç tutm ak haram dır. K ocasının izni yok iken kadının nâfi-
le oruç tutm ası da m ekruhtur
t
5 — ORUÇ BOZMANIN CEZA SI :

O ruç, başlam akla mükellefin üzerine borç olm uştur. B unun için her nc
suretle olursa olsun oruca başladıktan sonra onu bozmak günâhtır. F arz olunan
R am azan orucunda fazla olarak b ir de dünyevî ceza vardır ki. ona " keffârel
denir. B inâenaleyh oruç nelerden bozulur, nelerden bozulm az, ne zam an keffâret
lâzım gelir, ne zam an gelmez, bunları birer birer beyân edeceğiz. Evvelâ orucu
bozm ryanları gösterelim.

6 — ORUCU BOZMAYAN ŞEY L E R :

Ş unlardan oruç bozulm az .


1 — O ru çlu o ld u ğ u n u u n u tarak yemek, içmek ve m uvâkaada bulunm ak.
2 — K adının iştihâ o lu n an (malum) m ahalline şehvetle bakm ak veya d ü ­
şünm ek süreliyle inzâl vâki' olmak,
3 ^ U yurken ihtilâm olmak.
4 >— Zevcesini sâdece öpmek.
5 — S a b a h a kadar gusletmiyerek. sabah yıkanmak.
6 - - A ğ zın a gelen balgam ı yutm ak.
7 — K afasından b u rn u içine inen akıntıyı içine çekip yutm ak.
8 —>D en ize veyâhud başka b ir suya dalıp kulağına su kaçmak,
9 K endi isteğiyle olm ıyarak boğazına dum an girmek.
10 — B oğazına toz girmek, veya sinek kaçmak,
11 ı-> A ğ zın a aldığı ilâcın tadı boğazına varmak.
12 ı-> D işleri arasın d a sahur yem eğinin artığı olarak k alan ve nohut tan esin ­
den küçük olan şeyi yemek.
13 — H âriçten susam tânesi kadar b ir şey alarak ağzının içinde yavaş y a ­
vaş çiğneyip yok etmek ve tadı b oğazına varm am ak. E ğer çiğnem eden hâriçten
böyle b ir şeyi y u tarsa oruç bozulur.
14 ı— Ihlile ilâç veya su akıtm ak ( İ m â m - ı A ' z a m ve İ m â m - ı
M u h a m m e d ' e göre m esâneye vâsıl olsun olm asın bozm az, t m â m - ı
E bû Y û s u f ' a göre m esâneye vâsıl olursa bozulur.)
15 — Bıyık yağlam ak.
16 —ı K endi dilem esi ve istemesi olm ıyarak kusmak, (çok dahi olsa yine oru­
cu bozm az.)

204
17 — K endiliğinden içeriden gelen kusuntu, yine kendiliğinden içeriye git
mek. (ağız dolusu dahi olsa, sahili olan, orucu bozmaz.)
18 — P arm ak salıp (ağız dolusu olmıyarak) azıcık kusmak,
19 — K usm ak istiyerek ağıza az m iktarda getirilen kusma kendiliğinden
geri gitmek veya geri alınm ak,
20 — K an aldırm ak,
21 —■
1 Sürm e çekmek.

B u saymış olduğum uz şeylerin hiçbirisi ile oruç bozulm az. O ru çlu old u ğ u ­
n u u n u tarak yemek yiyen bir adam eğer oruç tutm aya kudreti olan sağlam bir
kimse ise görenler, oruçlu olduğunu hatırına getirmelidir. E ğer öyle bir adam
olm ayıp zaif ve âciz ve orucu lam am lam ıya kudreti yok ise, oruçlu olduğunu ha-
tırlatm am ahdır. Böyle u n u ta rak yiyip içmek orucu bozm az. Y alnız bir şart ile ki,
yiyip içerken oruçlu o ld u ğ u nu hatırlayınca hem en bırakıp ağzını yıkam alı ve ak-
şam a k ad ar oruçlu olarak durm alıdır. E ğer böyle yapm az d a yerken oruçlu ol­
d u ğ u aklına gelir ve yine yemesine devam ederse o zam an oruç bozulur.

7 — ORUCU BOZAN Ş E Y L E R :

O ru c u bozan şeylerin bir kısmı hem kazâyı. hem keffâreti îcâb eder. Bir
kısmı da yalnız kazâyı fcâb eder. B unları aşağıda göstereceğiz. O n ları saym az­
d an evvel bir esâsa bağlam ak çok faydalı olur. Şim di şu esaslara dikkat olunsun :
1) O ru ç bozm a tam tam ına vâki' ise, hem kazâ, hem keffâret lâzımdır.
O ru ç bozm a tastam am olm ayıb d a eksik kalmış ise yalnız kazâ lâzımdır.
2) Yemede, içm ede hem sûreten, hem m anen oruç bozm a vâki' ise. hem
kazâ, hem keffâret Iâzımgelir. Y alnız sûreten. yâhud yalnız m ânen oruç bozma
vâki' ise yalnız kazâ Iâzımgelir.
3) S ûreten oruç bozm a, ağız ile yutm ak; m ânen oruç bozm a, kendisinde
gıdâ veya devâ veya telezzüz gibi bir m enfaat b u lu n an bir şeyi içine (m idesi­
ne) veya dim ağına iletmektir.
4) Ş u halde kendisinde gıdâ, devâ, telezzüz gibi bir m enfaat b u lu n an bir
şeyi yutm ak, hem kazâ, hem keffâreti m ûciptir. Ç ü n k ü b u n lard a sûreten ve nıâ-
nen oruç bozm a vardır. O ru ç bozm a tastam am vâki’dir. F a k a t böyle b ir m en­
faat b u lu n a n b ir şeyin, yutulm aksızın içeriye, mideye, yâhud dim ağa varm ası
y âh u d m enfaati b u lu n m ıy an b ir şeyin yutulm ası yalnız kazâyı m ûciptir B unun
için su lfata yutm ak hem k azâ ve hem de keffâıeti m ûcip oluı. F a k a t yaraya ak ı­
tılan b ir ilâç mideye veyâhud dim ağa varsa dahi yalnız kazâyı m ûcip olur.
5) M uv âk aa (1); kendisinde kemal b u lu n u rsa; yâni şehvetle m uâm ele-i
zevciyede b u lu n u rsa kazâ ve keffâreti m ûciptir. Ç ü n k ü b u tastam am oruç boz­
m adır; kemal bulunm azsa yalnız kazâyı m ûciptir.

(1) E rk e k İle kadının zevci m uâm ele ve m ü nâsebette bulunm alarıdır.

205
B ir de keffâret, dünyevî t i r cezâdır. B inâenaleyh, onda eksiklik b u lu n m a ­
mak, özürsüz olmak, orucu zor ile değil kendi isteğiyle, yanılarak değil, bile b i­
le bozm uş olmak, oruca geceden niyetlenm iş bulunm ak, oruç bozduktan sonra
kendisine şer'i b ir özür ile iftar m übah olm am ak şarttır. Ç ünkü, şüphe keffâreti
defeder.

işte kaza ve keffâret hakkında bilinm esi lâzım gelen um um î kaide ve esas­
lar bunlardır. A şağıdaki yazacağım ız şeyler b u esaslara göre tahlil edilirse kolay­
ca anlaşılır.

8 — ORUCU BOZUB DA H EM KAZAYI, HEM DE K E F F A R E T Î ICÂ BED EN


ŞEYLER:

1) O ru ç lu o ld u ğ u n u bilerek, karı koca m uâm ele-i zevciyede bulunm ak,


2) O ru ç lu o ld u ğ u n u bilerek yemek veya içmek, (ister gıda cinsinden olsun,
ister deva nev'inden.)
3) A ğ zın a giren yağm uru, doluyu, kan yutm ak,
4) T ü tü n içmek, ödağacı veya anber ile tütsülenip dum anı içine veya ci­
ğerine çekmek,
5) E nfiye çekmek, (adam ına göre, enfiye ve tütün, yemekten ziyâde keyif
ve zevk verir ve â d e ta yemek gibi bir ihtiyaçtır.)
6) Ç iğ et yemek,
7) İç yağı ve pastırm a yemek,
8) B uğday tânesi, kavrulm uş veyâhud başağ ın d an tâze çıkarılmış arpa tâ-
nesini yemek, yâni yutm ak, y âh u d çiğneyip tadını almak,
9) H âriçten b ir susam tânesi veyâhud o kadar başka b ir yenecek tâne alıp
yutm ak, (m uhtar o lan kavle göre orucu hozar ve keffâreti de îcâbeder.)
10) K il vesâire gibi yem esini âdet eylediği bir çam uru yemek, (bâzı aş ye­
ren k ad ın lard a böyle seve seve kömür, kül, kil ve çam ur yiyenler vardır. B u n lar­
d an keffâret Iâzımgelir.)
11) A z m iktarda tuz yemek, (m uhtar kavle göre hem kazâ, hem de keffâ­
reti m ûciptir.)
12) K arısının veyâhud başka sevdiği kim senin tü k rüğünü yutm ak, (b u n ­
d a n hoşlanıp lezzet alacağı için arzusu yerini bulm uş olur. B aşkalarının tükrü-
ğü in san a iğrenç geleceği cihetle m ûcib-i keffâret değildir.)
13) K an aldırdıktan, y âh u d gıybet ettikten veyâhud kemal-i hâheş ve şeh­
vetle karısını öptükten sonra oruç bozuldu zanniyle, bile bile orucu bozm ak, iş ­
te R am a z a n 'd a oruçlu iken b u n lard an birini bile bile yapm ış olan kimseye hem
kazâ, hem de keffâret Iâzımgelir.

206
K aza; orucu günü gününe tutm aktır. Keffâret; eğer vakti varsa bir köleyi
âzâd etmektir. O n d a n âciz ise. y âh u d şimdi olduğu gibi öyle bir şey yok ise,
bozduğu b ir gün orucun yerine iki ay veya altm ış gün birbiri ardınca oruç tu t­
maktır.

Y aşlılıktan y âhud zaillik ve hastalıktan dolayı oruç tu tm adan âciz ise a lt­
mış fakiri sabahlı akşam lı doyurm aktır. D oyurm ak, yedirmek ile de olur; yemek
p arasını eline vermek ile de olur. İşte keffâret budur. B u üç sûretin birisi ile
olur. B unların hiçbirisine gücü yetmezse A lla h ’dan afiv ve m ağfiret ister. B ir­
kaç defa keffâreti icâb eder şekilde oruç bozm uş olan kimseye eğer evvelkilerin
keffâreti yapılm am ış ise hepsine b ir keffâret yetişir. (S abîh olan budur.)

Ö zerine keffâret orucu borç olan bir adam , bu iki ay orucu hiç kesmeden
tutm ak lâzımdır. B inâenaleyh, araya R am azan veya oruç tutm ak haram olan
günler gibi başka bir m âni' girerse yeniden başlam ak lâzım dır. M eselâ : E lli beş
gün tu ttu k tan sonra R am azan girerse. R am azan orucunu tu tu p bitirdikten son­
ra gerek kendi irâdesiyle, gerek m ecbûren m isâfir olm ak keffâreti kaldırm az, ye­
rine geçmez. Ş u kadar ki, kadın, âdet günleri araya girerse o günlerde tutm ıya-
rak, sonra evvelki günlere ekleyip ikmâl eder.

9 — K E F F Â R E T İ ÎSK A A T E D E N ŞEY L E R :

K azâ ve keffâreti îcâbeden b ir şey ile orucunu bozm uş olan b ir adam a o


gün, orucu bozduktan sonra oruç bozmayı m übah kılan bir hastalık gelir, yâhud
kadın âdetini görür veya lohusa olursa keffâret sâkıt olur; yâni lâzım gelmez.
F a k a t h astalığa kendisi sebep olm am ak şarttır. Bile bile oruç bozduktan sonra
gerek kendi irâdesiyle, gerek m ecbûren m isâfir olmak, keffâreti kaldırm az. B oz­
duk tan sonra m isâfir olm akla, m isâfir olduktan sonra bozm ak arasında fark
vardır.

10 — ORUCU BOZUP, YALNIZ KAZAYI ÎCÂ BED EN ŞEY LER :

1) pirinç yemek,
2) S âde u n yemek, -
J) içine yağ gibi bir şey koym adan yalnız yoğurulm uş ham ur yemek,
( l m â m - ı M u h a m m e d ' e göre b u n d a n keffâret de lâzım gelir.)
4. B irden, çok m iktarda tuz yemek, azından keffâret de lâzım gelir,
5) Yenmesi m û tad ve devâ kabilinden de olm ıyan bir toprağı yemek,
6) Z ey tin çekirdeği ve şâir b u n a benzer bir şeyi yemek,
7) P am u k ve kâğıt gibi yenmesi m ûtâd olm ıyan bir şeyi yutmak,
8) A yva gibi, olm adan evvel yenm iyen şeyi ham ve çiy olarak ve tuzla-
m ıyarak yemek, (olmuş, pişmiş ve tuzlanm ış olursa keffâret lâzım gelir. M eyve-

207
nın olup olm am ası kestirilemiyeceğinden ve bâzı insanlar ham şeyleri de yedik­
lerinden bunların tefriki güçtür. B inâenaleyh, b u n lard an sakınm ak lâzımdır.)
9) H enüz içi olm ıyan tâze cevizi yutmak,
10) K uru ceviz veya fındık ve fıstık ve badem i katı kabuğiyle yutmak,
11) T aş, dem ir, bakır, altın, gümüş veyâhud toprak yutmak,
12) H ukne etmek (arkasından ilâç akıtmak).
13) B u rn u n a ilâç çekmek, (enfiyekeşlerin enfiye çekmeleri böyle değildir.
O n la rd a tam lezzet ve iftar vardır.)
14) B oğazına huni ile bir şey akıtmak, (bu üçü. salıih olan, kazâyı îcâb edib
keffâret lâzım gelmez. F a k a t l m â m - ı E b û Y û s u f a göre keffâret de
lâzım gelir.)
15) K ulağının içine yağ veyâhud su dam latm ak.
16) A ğzına aldığı boyalı ibrişim gibi bir şeyin boyasiyle rengi bozulm uş
olan lükrüğünü yutmak.
17) K arnında veyâhud b aşında olan bir yaraya akıtılan ilâç mideye veyâhud
dim ağa vâsıl olmak. (Ş ürünbiîdii'de. M üîiekaa ve D ürr-i M u h tar da orucun b o ­
zulm ası mideye veya dim ağa vâsıl olm akla m ukayyettir. M ülteka şerhi M ücm aü'I -
E n h ü r de zikrolunduğuna göre b u suretle orucun bozulm ası l m â m - ı
A " z a m a göredir, l m â m - ı E b û Y û s u f ve l m â m - ı M U-
b a m m e d e göre oruç bozulm az. B inâenaleyh, herhangi bir şırınga ile de
oruç bozulm az...).

S u a l — R am azan da sâim olan kimse tedâvi veya kuvvet için beşeresinden


cilt altın a veya dam ara içi boş iğne ile bir m adde zerkettirse hükm -i şer isi nedir?

C evap ı— B edûyi' ve H idâye şürûlıu ve emsali küiüb-i fıkhiyye-i mûtebere-


de m uharrer olduğu veçhile, siyam, mrftırât-ı selâse-i m a'lûm enin biriyle fâsid
olduğu gibi dim ağa, ya cevf-i b atna, buruna, kulak vc emsali menâfiz-i tabiiyye-
den veya cerhle açılan gayr i tabii m enfezlerden b ir şeyin duhul ve vüsûlü ile
de fâsid olur. Lâkin istiftânâm ede zikrolunduğu veçh üzere, tedâvi veya kuvvet
için m ücerret derinin altın a veya dam ara âl et-i m ahsûsa ile mâyi bir m adde zer
ketmekle. aynı o m addenin cevf-i b atn a vüsûlü ma lûm olmadıkça, dâhilde eseri
lıissolunsa bile, oruç Fâsid olm az (1).1

(1) “M uhtelif h astalık ların tedavisinde d o k to rlard a oruç hâlindeki h astan ın


vücûduna zerk olunan iğnenin içindeki m adde d im ağa dâhil olduğu veyâhud cevf-i
b a tn a g irerek k a ra c iğ e r ve böbrekler ve m esâne vasıtasiyle bedenden çık tığ ı ta k ­
dirde bu iğneyi y ap tıran oruçlu şalısın orucu bozulup yalnız k az â lâzım geldiğinin:
İğne içindeki m addenin te 'siri yalnız vlicûd derisinin altın d a kalıp d a dim ağ
veya cevf-i b a tn a vâsıl olm adığı sû re tte o orueln şahsın orucnna b ir g ûna z a ra r
verm iyeceği...’’.
(D iyanet İşleri B aşkanlığı M üşavere H eyeti k a ra n . T arih: 9.11.1956, Sayı: 630.)

208
18) Boğazına yağm ur veyâhud kar kaçıp onu kendi sun'iyle yutm am ış ol­
mak, (eğer kendi sun'iyle y utarsa keffâret de Iâzımgelir.)
19) A ğzına alm ış veya b u rn u n a çekmiş olduğu su. yâni m azm aza veya
istinşâk suyu, h atâ olarak boğazına veyâhud genzine gitmiş olmak,
20) Z o rla oruç bozm ak, (velevki zorlam ak karısı tarafından m uvâkaa üze­
rine olsun. Karı kocasını, veyâhud koca karısını zorlayarak muâm ele-i zevciyc
vuku bulursa, zorlayana Hem kazâ, hem de keffâret. zorlanana, esaslı ve müf-
tâbih olan, yalnız kazâ Iâzımgelir. Z orlıyan erkek olursa kadına keffâret lâzım
gelm iyeceğinde icm â vardır. Z o rlıyan kadın ise. esah olan, erkeğe keffâret lâzım
gelmez. F etv â da b u n u n üzerinedir, lkrah-ı gayr-i mülci. haram ı m übah kılm az­
sa da. şüpheye b in âen keffâreti d e f eder.)
21) D işleri arasın d a noh ut tânesi kadar kalan şeyi yemek,
22) U yurken birisi tarafın d an boğazına su dökülmek.
23) U n u ta ra k yedikten sonra orucu bozuldu zanniyle bilerek yemek ve iç­
mek.
24) A ğız dolusu kusmak, (kendisi kusmak. A ğız dolusunun şart olması
E bû Y û s u f a göredir. S a h ih olan budur. F akat zâhir rivâyete göre kendi
kusm ası ağız dolusu olm asa da orucu bozar. Ç ü n k ü hadis-i şerif m utlaktır.)
25) A ğız dolusu gelen veyâhud getirilen kusmayı m ideye çevirmek,
26) K endi isteğiyle m idesine veyâhud genzine dum an sokmak,
27) S a b a h olmuş iken (sabah olup olm adığında) şüphe üzerine sahur ye­
mek,
28) G ü n eş b atm ad an evvel —battı zanniyle— iftar etmek,
29) R am azan orucundan gayri bir orucu bozmak, (R am azan orucunun e d a ­
sından başka bir orucu, bile bile herhangi bir suretle bozduğu vakit yalnız gü­
nüne gün kazâ etmek lâzım dır.)
30) C im â 'd a n başka, kadının bir tarafına temas ettirm ek veyâhud öpmek
sûretiyle inzâl vâki' olmak.
31) R am azan orucuna niyet etmiyerek gündüz yiyip içmek. R am azan gü­
n ü n d e oruç tutarken bir gün oruca niyetlenm ez ve o gün yerse R am azan orucu­
n u bozm ak kastı olm adığından yalnız o günü kazâ etmek lâzım dır (1).

İ m â m- ı M u h a m m e d ile l m â m - ı E b û Y û s u f ' a göre,


öğleden evvel yemiş ise keffâret de lâzım gelir. M aam âfih I m â m - ı Se v r î
ve Ş â f i t ’ye göre geceden niyet olunm ıyan bir oruç sahih bile değildir. B i­
nâenaleyh, geceden niyet olunm am ış bir orucda, bile —gündüz niyet vakti d â h i­
linde niyet bile yap sa— velevki b ir m üctehidin kavlince olsun, orucsuzluk şüp­
hesi vardır. Ş üp h e ile keffâret sâkıttır. 1

(1) Zeyd-1 m ukim , R am azân -ı Ş erifte savm a n iy e t etm eden sab ah a dâhil olup
ba'dehû ekil ve şürb eyleae Zeyde k e ffâ re t lâzım o lur m u ? El-cevab : Olmaz
BehcetU’l-Fetâvâ.

209
32) O ru çlu iken m isafirliğe niyet edip olduğu m emleket hâricine çıktıktan
sonra orucu bozm ak,
33) H ukne m ahalline parm ak veya şâir vâsıtn ile su. yâhud yağ îsûl el-
mek, bez veya pam uk sokmak.

İşte b u sûrellerden birini yapan bir adam ın orucu bozulur. A ncak keffûrel
lâzım gelmeyip günü gününe kazâ etmek îcâbeder.

B u sebeplerden herhangi biriyle orucu bozulm uş olan bir insanın, güneş


doğduktan sonra âdeti kesilmiş veyâhud lohusaiığı kalm ıyarak temizlenmiş olan
bir kadının, akşam a kadar oruç bozacak bir şey yapm ayıp durm ası, sahih kavle
göre vâcibdir. Sonra da o günleri ayrıca yine kazâ eder.

11 — ORUÇLUYA ŞU N LA R M EK RU H TUR :

1) B ir şey tadm ak. (K adının kocası yemeğin tuzundan dolayı huysuzluk


ediyorsa kadın yemeğin tu zu n a bakabilir.)
2) Lüzum suz yere bir şey çiğnemek. (K adın ufak çocuğu için bir şey çiğ­
nemek îcâbeder ve çiğniyecek bir orucsuz kimse bulam azsa çocuğu m uhafaza
için çiğniyebilir.)
3) Sakız çiğnemek. (T a hlâvt'de beyan olunduğuna göre, sakız çiğnem enin
sâdece m ekrûh olup da orucu bozm am ası şu şartlarladır : A ğzın yaşlığiyie s a ­
kızdan m ideye bir şey gitmemek, sakız, çiğnenm em iş olm am ak: eczâsı birbirine
gâyet yapışkan olup dağılm am ak, binâenaleyh eğer kara sakız gibi çiğnemekle
eriyip içeriye gider; y âh u d sakız beyaz ve fakat çiğnenm em iş, veyâhud eczâsı
yekdiğerine yapışm am ış olursa, oruç yalnız kerâhetle kalm ayıp fâsid olur, bozu­
lur. Ş u halde sakız çiğnemek orucu bozm az demek, bu meseleyi tam âm en bilm e­
mektir. Bu kayıtları herkes kolayca tefrik edem iyeceğinden ve sakız çiğnerken
m utlaka tad ı vesâiresi içeriye gideceğinden, sakız orucu bozar tarafını iltizâm
edip çiğnememek lâzımdır. E sâsen kerâhet m utlak olduğu için tahrîm iyyeye m ah ­
mul olm ak lâzımdır.
4) N efsinden em in olm ıyanlar için öpmek, boynuna sarılıp kucağına a l­
mak. (İnzal vukua gelmemek şarttır. O zam an sâde kerâhetle kalm az, oruç da
bozulur.)
5) T ü k rü ğ ü n ü ağzında biriktirip yutm ak,
6) K an aldırm ak ve h acam at olmak ve m eşakkatli bir işte bulunm ak gibi
kendisini zaif düşüreceğini zanneylediği bir işi yapmak. (Z aif düşürm iyeceğini
bilirse m ekrûh değildir.)

12 — ORUÇLUYA M EK RU H OLMIYAN ŞEY L E R :

1) M isk veya gül gibi b ir şey koklamak.


2) G özüne sürm e çekmek.
3) Bıyığına yağ sürmek.
4) Z a if dü şmiyecck ise kan aldırm ak veya hacam at olmak,
5) M isvak kullanm ak, ağzını fırça ile yıkamak,
()) A ğzına su alıp gargara yapmak,
<) B urnuna su çekmek.

13 — ŞUNLAR M ÜSTEHABDIR :

1) S ah u rd a kalkıp bir şey yemek,


2) S ah u ru biraz geç yemek.
3) G üneşin battığı tam am en anlaşıldıktan sonra iftarda acele etmek, iftar
vaktinde : "A llâ h ü m m c leke sum tu ve bike ûm entü ve aleyke tevekkelin ve alâ
rızkıke oftarlii." demek sünnettir.

14 — ORUÇ TUTMAMAYI VEYAHUD TU TTUKTAN SONRA BOZMAYI MU­


BAH KILA N ŞE R ’l ÖZÜRLER :

H içbir özrü yok iken oruç yemek günahtır. Hem de cezası vardır. O ru ç ye­
meği mı balı kılan şer i özürler şunlardır : H asta :. yolculuk, m ecburluk, gebelik,
emziklilik, açlık ve susuzluk, düşkünlük, ihtiyarlık. Şim di bunları izah edelim .
1) H astalık : R am azan da salıîh ve sâlim iken hastalanm ış olan bir adam
oruca devâm elliği ve oruç tuttuğu takdirde hastalığının şiddetlenm esinden veyâ-
hud çok sürm esinden korkarsa onu sonru kazâ etmek üzere iftar etmesi ve oruç
tutm am ası caizdir. H astay a bakan da hasta gibidir.
2) R am azan da yolcuların (misafirlerin), oruç tutm ayıp da sonra tutm aları
câizdir. Ş u kadar ki, zayıflığı ve güçlüğü m ûcib değilse, yolculukta oruç tutm ak
efdal ve hayırlıdır.
3) M ecburluk ~ zor görmek. D ediğini yapm ıya kaadir olan bir adam ta ­
rafından orucu bozması, bozm adığı takdirde kendisini öldüreceği veyâhud vücû­
d una bir zarar getireceği söylenirse orucunu bozması câizdir.
4) G eb e veyâhud emzikli olan bir kadın oruç tu ttuğu takdirde kendisine
veyâhud çocuğuna bir zarar geleceğinden korkarsa oruç tutm ayıp sonra kazâ
eder. Em zirdiği çocuk başkasının olsa yine böyledir.
5) O ru ca dayanam am ak; açlığa veya susuzluğa dayanam ayıp, âdetâ aklı­
nın ve havassının bozulm asından korkan kimse orucunu bozar ve oruç tutm az.
6) D ü şkü n lü k ve ihtiyarlık; vücûdca günden güne düşm ek ve aşağılam ak
üzere iyice ihtiyarlam ış olan b ir adam a düşkün ve ihtiyar denir. Böyle olan kim ­
senin oruç tutm am ası câizdir. Böyleleri oruç tutam ıyacakları gibi sonra kazâ da
edem iyeceklerinden oruç tutm ayıp fidye verirler.
N âfile oruç tu ta n la r hakkında (ziyâfet) bir özürdür. B inâenaleyh, gündüz zi-
yâfete çağırılmış olan bir kimsenin böyle oruçlu bulunm asından hâne sahibi hoş­
n u t olm azsa, orucunu bozup sonra kazâ etmesi câizdir. Bir güne bir gün kazâ
‘ eder. H ân e sâhibinin oruçlu olması da böyledir. F ak at dikkat edilsin, (nâfile
oruç) olursa! F arz veya vâcib oruçlar için ziyâfet özür olamaz.

211
15 — FİD Y E :

T akatsizliği sonuna kadar devâm eden dtişkün ve geçkin ihtiyarlar farz ve­
ya vâcib olan oruç borçlarından ber bir oruca bedel bir fidye verirler. Bir fidye,
bir sadaka-i fıtırdır. Y alnız bir fakire verse de olur. İsterse akşamlı, sabahlı bir
fakiri b ir ay doyurur, isterse eline para verir; isterse toptan, isterse ayrı ayn verir.
Fidye, herhangi bir fakire verilebilir. Böyle olan bir adam fidye vermeye de kaadir
değilse A llâ h u T eâlâ H azretlerinin yarlığam asını, afiv ve mağfiretini diler.

16 — ADAMAK (N E Z İR ) :

Bir şeyi adam ak, vâcib olm ıyan bir şeyi kendisine vâcib kılmaktır.

N ezir ve adam ak, bir ibâdettir. B inâenaleyh, (A llah) için nezir sahihtir. F a ­
kat nezir sahih olmak için şu üç şartın bulunm ası lâzım dır :
1) A dam ış olduğu şeyin cinsinden bir vâcib, bir farz bulunm ak : N am az,
oruç, zekât gibi.
2) A dam ış olduğu şey esâsen vâcib olm am ak : Beş vakit nam az. R am azan
orucu gibi. (Binâenaleyh, bunları yapacağını adam ak sahih değildir. B unlar
esâsen borçtur.)
3) N ezrolunan şey, bizzat m aksut bir ibâdet olup ibâdete vesile olmamak.
(M eselâ : C âm iye girmek bizzat ibâdet olmayıp ibâdete vesiledir. A bdest alm ak
bizzat ibâdet olm ayıp ibâdete vesiledir. B inâenaleyh, bunları adam ak sahih
değildir.)

A ynı zam anda geçmiş olan bir şeyi adam ak, kendi m alından fazla bir şey
adam ak, kendi m ülkünde olm ıyanı adam ak da sahih değildir.

17 — n e z r i n hüküm leri :

A dak, ya hiçbir şeye bağlı olm ıyarak m utlak olur, yâhud bir şeyin olm ası­
na veyâhud olm am asına bağlı olur. M eselâ : B ir gün oruç tutm ayı adam ak m ut­
laktır. O n u tutm ası lâzım dır. F ilâ n işim olursa b ir gün oruç tutacağım , yâhud
on fukarâyı sevindireceğim , demek, o işin olm asına bağlı bir adaktır. O işi ne
zam an olursa o zam an adağı yerine getirmesi borçtur. O işi olm adan yaparsa
sahih olmaz. H ırsızlık ve diğer günâh olan bir şeyi yapm ayı nezretmiş olan bir
adam a o nezrini yerine getirmek haram dır. A d ak ta vakit, yer, para, fakir tây in i­
ne i'tib â r yoktur. M eselâ ; Bu ayda oruç tutm ayı adam ış olan kimse diğer ayda
tutabilir. S u ltan A hm ed'de iki rek'at nam az kılmayı adam ış olan kimse diğer ay­
da tutabilir. S u lta n A hm ed'de iki rek'at nam az kılmayı adam ış olan, başka câ-
mide kılabilir.

Ş u on lirayı filân fakire vereceğim, dediği halde, başka on lirayı başka bir
fakire verse sahih olur. M ah lûk için nezretmek aslft câiz değildir. B inâenaleyh,
türbelere m um , yağ ve kurbanlık adam ak sahih değildir. E ğer orada b u lu n an fu-

212
karâ için. yfthud filân zâtın câm i veya m escidine hasır almayı, kandillerinin y an ­
m ası için zeytinyağı afmayı veyâhud bu gibi işlere bakanlara para vermeyi a d a r­
sa. o zam an hem A lla h için, hem de fukarâya m enfaati olacağından sahih olur.

18 — ISK A A T -I SAVM :

lskaat-ı savm da, iskaat-ı salât gibi farz ve vâcib olarak borç kalmış olan
oruçlara taallû k eder. H er günlük oruca, her nam az için olduğu gibi bir fidye
verilmek lâzım dır. Kazft o lunacak R am azan oruçlarının günleri belli olduğu gibi
adanm ış olan oruçların kaç gün olduğu da bâzan bellidir. Keffâreti varsa onun
da belli olması lâzım dır. V asiyeti de ona göre olur.

213
O TU Z B E Ş İN C İ D E R S

ZEKÂT
1 — ZEKATTA B E L L E N M E Sİ LÂZIM M E SEL E L E R :

Z ek ât da, nam az ve oruç gibi farz-ı ayındır. M âlî bîr ibâdellir. H icretin
ikinci senesi ve orucdan evvel (arz olm uştur. Z ekât K ur An-ı Kerîm de m uhtelif
isimler altın d a ve nam az ile birlikte otuz yedi yerde zikrolunm uştur. M ü slü m an ­
lıkta b u n u n ehemmiyeti çok büyüktür. Şim di zekât ne demek ve b u n u n kim le­
re farz o lduğunu ve kimlere verilebileceğini beyân edelim.
Z ekât. şer an zengin olan M üslüm anın seneden seneye m alından kırkta bi­
rini M üsl üm an olan fakire vermesidir.
Z ekât bahsinde bellenecek meseleler şunlardır : Z ekâtın hakikati, sıfatı,
hükm ü, rüknü, sebebi, şartı, m üteallâkı, masrafı.
Z ek âtın hakikati, hususi bir malı, yâni m alının kırkta birini m asraf-ı zekât­
ta görülecek olan kimselere vermektir.
Z ek âtın sıfatı, farz-ı k a ti olm asıdır.
Z ek âtın rüknü, temliktir, yâni M üslüm an ve zekât alm ası câiz olan kimseye
m alının kırkta birini ayırıp vermektir. Z ekât verilmek ile d ü nyâda borç ödenmiş,
âh iret te azâb d an kurtularak sevaba istihkak kazanılm ış olur; zekâtın hükm ü iş­
le budur.
Z ek âtın sebebi, nisâbdır. N isab ın şer î ma nâsı, m alın zekâta taallûk eden
miktârı demektir. Y âni o m iktar birşey olur ve diğer şartlar da b u lunursa ondan
zekât lâzım gelir demektir. A şağıda izâh edil eceği veçhile bu miktar, güm üşde
ikiyüz dirhem , altın d a yirmi m iskai; devede beş. sığırda oluz, koyunda kırktır.
B unlard an az olana zekât lâzım gelmez.

2 — ZEKA TIN ŞARTI VE K İM LERE BORÇ OLDUĞU :

Z ekât, âkil, baliğ ve hür olup borcundan ve hdccl-i rısfiyye” sinden başka
alış verişle veyâhud doğurm akla arlm ıya kaabil "nisab mikdûrı ve yıllanm ış
malı olan M ü slü m an a borçtur. Z ekâtın şartı budur. İşte böyle bir M üslüm an
şer an zengin sayılır. Şim di b u n u izâlı edelim :
E vvelâ deliye, çocuğa, b unam ış olan kimseye, zekât borç değildir. B u n lar
nam az, oruç, hac ve zekât ile m ükellef değildirler.
{Fakat; Şafiî, M âliki ve H anbelî m ezlıeblerine göre bunlara da zekât vâ-
cibdir. V elîleri b u n ların m allarından zekâtlarını verirler.)

214
Sonra zekât vermek için kul borcundan fazla parası olmak lâzımdır. Borç eski
ve yeni, şalisi ve resmî, isterse kefâlet sûretiyle olsun, her türlü kul borcuna şâ­
mildir. H a ttâ geçen seneler üzerine vâcib olup da edâ edemediği zekât borcu da
kul borcudur. B orçlarından fazla olm azsa zekât vâcib değildir.

"H âcel-i asliyye demek; bayatta oldukça insanın m ulıtâç olduğu şeyler d e­
mektir. B inâenaleyh, mesken, ev (dükkâna, m ağazaya şâm ildir); nafaka, (yânı
iâşeleri üzerine vâcib olanların bir senelik m asrafları, ev eşyası, yazlık, kışlık el­
bise —velevki kifayetten ziyâde olsa bile— avadanlık, binek hayvanları, ticâret
için olm ıyan kitapları, silâhları hep hâcet-i asliyyedendir. İşte borcundan ve
b u n lard an artan ve nisâb m iktârına veya d ah a ziyâdeye bâliğ olan m aldan ze­
kât vermek farzdır.

Z ek ât lâzım gelmek için nisabın borçdan ve hâcct-i asliyycdcn fazla ve üze­


rinden sene geçmiş olm ası ve ticâret için bulunm ası şart olduğu gibi, artm ıya
ve büyüm iye kabiliyeti olmak da şarttır. B inâenaleyh, nefs-i akara zekât lâzım
gelmez.

3 — ZEKA TI LÂZIM OLAN M ALLAR :

Z ekâtı lâzım olan m allar; altın gümüş, koyun, keçi, sığır, m anda, deve gibi
şeylerle hangi çeşit olursa olsun alıp sattığı m allardır. İşte bunların her sene ze­
kâtını vermek farzdır.

B orcundan ve hâcet-i asliyyesinden artm ış bu nevi m aldan, nisâb m ikdân


veyâhut d ah a ziyade m alı olur ve üzerinden bir sene geçmiş b u lunursa onun üze­
rine zekât borçtur.

4 — AÇIKTA OLAN MALLAR (1), G ÎZLÎ M A L L A R :

G örülüyor ki, zekâtı verilecek m allar iki kısımdır : Bir kısmı koyun ve keçi
gibi m eydanda olanlardır. B unların nisabı şu şekildedir :

K O Y U N V E K E Ç İ IÇ lN Z E K Â T N lS Â B I

40 dan 120 ye kadar bir koyun veya keçi.


121 ' 200 e kadar iki ko yun veya keçi,
201 ” 399 a kadar üç koyun veya keçi.
400 de dört koyun veya keçi verilir.

B undan sonrası için her yüz koyun veya keçide bir koyun veya keçi verilir.
Y âni (500) de (5), (600) de (6), (700) de (7) ve ilââhirih... 1

(1) Bu kısım D iyânet işleri B aşkanlığınca ilâve edilm iştir.

215
S IĞ IR V E M A N D A İÇ İN Z E K Â T N tS Â B I

30 dan 39 a kadar bir yaşını ikmâl etmiş bir aded erkek veya dişi dana,
40 59 a k adar iki yaşını ikmâl etm iş bir aded erkek veya dişi dana,
60 " 69 a kadar bir yaşını ikmâl etmiş iki aded erkek veya dişi dana,
70 79 a kadar birisi bir yaşını, diğeri iki yaşını ikmâl etmiş iki dana,
80 " 89 a kadar iki yaşını ikmâl etmiş iki dişi dana.
90 " 99 a kadar bir yaşını ikmâl etm iş Uç dana,
100 " 119 a kadar bir yaşın ı ikmâl etm iş iki ve iki yaşını ikmâl etm iş bir
dişi dana olmak üzere Uç dana,
120 de bir yaşın ı ikmâl etm iş dört veya iki yaşını ikmâl etm iş Uç dana
verilir. Bu h ususta zekât sâhibi m uhayyerdir.

B u n d an sonrası için her 30 da, bir yaşını ikmâl etmiş veya her 40 da, iki
yaşını ikmâl etmiş bir erkek veya dişi dana ilâve olunur.

D E V E L E R İÇ İN Z E K Â T N İS Â B I

5 den 9 a kadar bir koyun veya keçi,


10 ” 14 e kadar iki koyun veya keçi,
15 " 19 a kadar üç koyun veya keçi,
20 ” 24 e kadar dört koyun veya keçi,
25 " 35 e k adar iki yaşında bir dişi deve,
36 " 45 e kadar üç yaşında bir dişi deve.
46 " 60 a k ad ar dört yaşında bir dişi deve,
61 ” 75 e kadar beş yaşında bir dişi deve,
76 ” 90 a kadar Uç yaşında iki dişi deve,
91 ” 120 ye k ad ar dört yaşında iki dişi deve.
121 " 144 e kadar dört yaşında iki dişi deve ile berâber ayrıca her beş de­
ve için de b ir koyun veya keçi verilir.
145 " 149 a k ad ar iki aded dört yaşında ve bir aded de iki yaşında dişi
deve,
150 ” 174 e k ad ar dört yaşında Uç aded dişi deve ile berâber ayrıca her
beş deve için de b ir koyun veya keçi verilir.
175 " 185 e kadar dört yaşında Uç ve iki yaşında bir dişi deve,
186 " 195 e kadar dört yaşında Uç ve Uç yaşında bir dişi deve,
196 " 200 e k ad ar dört yaşında dört dişi deve verilir.

B u n d an sonrası için her elli adedine m ukaabll dört yaşında bir dişi deve
ilâve olunur.
A çıkta olm ıyan m alların hesâbı ve zekât lâzım olan mikdârı » k i nisâb de­
diğim iz b u d u r— bilm ek m al sâhiplerine âiddir. O n ları bilmek, zengin olan her
mükellefe lâzım m esâildendir. İşte biz de bunları beyân edeceğiz.

216
M ey d an d a olm ıyan m allar başlıca Uç çeşittir :
A ltın , gümüş, ticâret malı. A ltın ile güm üşün nisâbı vardır : N isâb demek,
bir m alın zekât taallû k eden, kendisinden zekât lâzım gelen mikdftrı demektir.
Z ek ât için o m ikdârın bulunm ası lâzım dır. A ltının nisâbı yirmi miskal, güm ü­
şün nisabı ikiyiiz dirhem dir. B inâenaleyh, borcundan ve hâcet-i asliyyesinden
fazla yirmi miskal külçe altını, yfthud sikkeli olarak onüç buçuk altını ile bir a l­
tın çeyreği, veyfthud ikiyüz dirhem güm üşü veya yirmi altı buçuk mecidiyesi olan
b ir adam a, b u n la r yıllanm ış ise, b u n u n kırkta birini zekât olarak vermek lâzım ­
dır. B u kadar parası olan b ir adam a b u paran ın üzerinden bir sene geçince ze­
kât borç olur.
E ğer böyle sikkeli veya sikkesiz altın ve güm üşü olm az da onların tutarı
kadar kayme, b anknot veya başka para bulunursa, onların da zekâtı verilecektir.
A ltın ve güm üşten yapılm ış olan gerdanlık, bilezik, yüzük, kulak küpesi gibi ziy­
net; yfthud ibrik, kaşık vesâire olursa onlara d a zekât lâzım gelir. A ncak b u n la r­
d a m u 'teb er olan, vezinleri olup kıymetleri değildir. B ir altın veya altın d an bir
küpe, y âh u d güm üş bir ibrik antika olarak çok para edebilir. Z ek âtta itibâr ona
olm ayıp tartışm adır. A ltın ile güm üş, bakır veya kurşun gibi bir m âdenle karı­
şık olursa fazlasına i'tibftr olunur. H âlis olm ıyan altın ve güm üşte altın ziyâde
ise hâlis hükm ündedir.
A lım ve satım m allarının kıymeti de, altın veya güm üş hesftbiyle hesâb edi­
lip zekâtı verilir. B ir kim senin m ülkünde bir mikdftr altın, bir m ikdâr gümüş;
biraz da ticâret m alı b u lu n u r ve hepsinin m ecm ûu altın veya gümüş nisftblart-
na bftliğ olursa, o sûretle verilmek lâzımdır.
E lm as yüzük ve küpesi gibi ziynetlerin etrafında b u lu n a n altın veya gümüş,
nisâb m iktarına bftliğ olursa, on lara da zekât lâzım gelir. İnci ve elmas gibi kıy­
metli taşlard an yap ılan ziynetlere zekât lâzım gelmezse de etrafındaki altın ve
güm üşe lâzım dır. B ir adam ın incisi, elması, züm rüt, yfthud b u n lara benzer ce-
vâhiri olsa; yfthud evi, hanı, ham am ı, tezgâhı veyfthud ev eşyâsı b u lu n sa eğer
b u n ların satıcısı değil de kendisi için almış ise. zekât lâzım değildir. A lıcı ve
satıcı ise lâzım dır.
B aşka birin d e alacağı olan adam , onu aldığı vakit, geçen seneler için zekâ­
tını verir. Z ek âtı verirken veyfthud vermek üzere vekiline teslim ederken veyfthud
m alın ın zekâtını ayırırken, zekât old u ğ u n a niyet etmek şarttır. Z ekâtı alan faki­
rin zekât o ld u ğ u n u bilm esi şart değildir. H a ttâ zekât niyetiyle. "Bağışladım , borç ^
verdim " dese sahih olur. A k rabasının fakir çocuklarına verdiği bayram bahşişi
bile niyet ile zekât yerine geçer.

B — ZEKÂT VERİLECEK KİMSELER :

Z ek ât verilecek kimseler şunlardır :


1) Z ü ğ ü rtler; y âni şer'an zengin olm ayan, nisâb miktftrı m alı bulunm ıyan
fakirler. Böyleleri iş güç sfthibi de olsa zekât verilmesi câizdir.

217
2) Yoksullar, lı içirir şeyi olmıyan biçâreler,
3) Kölelikler» kurtulacak kimseler, yâhud köle satın alıp, âzâd edecek kim­
seler. Kölelik gibi bir zillet olm adığından onları hürriyete kavuşturm ak için M ü s­
lüm anlık gayet m ühim esaslar vaz etmiştir.
d) Borçlular. Borçlu olmak insanın kısmen hürriyetini kaybettirir. Bir borç
luyu alacaklılarının takibinden kurtarm ak için ona zekât verilir.
5) A llah yolunda kalmış olanlar. M eselâ : H ac için, cihad için memleke­
tinden çıkıp parasızlıktan dolayı yolda kalmış olanlara, fakir askerlere zekât ver­
mek caizdir. Lcvâzım-ı harbiyye alm ak İçin gaazilere, kendilerini ilme vermiş, iş
ve güçden âciz olan talebeye zekât vermek caizdir,
6) Y anında kendisini memleketine götürecek kadar parası olm ıyan yolcula­
ra, Bir insan kendi m em leketinde malı, parası çok »İsa da gurbet elinde parasız
kalsa, öylelerine de yoldan kalm am ak ve memleketine gitmek üzere zekât veri­
lir. A n a ve baba, büyük an a ve büyük babaya, kendi çocuk ve torunlarına zekât
vermesi sahih değildir. Lâkin kardeşlerine, am casına, dayısına, teyzesine ve sair
ak rabalarına zekâtını verebilir. H attâ böyle zekât alm aları caiz akrabası varsa,
evvelâ onlara vermesi d ah a m ünâsiptir. Z en g in bir adam ın kocada olan fakir
kızına veyâhud büyüm üş olan oğluna başk ala'i zekât %• ebilir.

6 — ZEKÂT V ERM EK TE E FD A L OLAN i'IH E T :

Z ek ât vermekte en ziyâde gözetilecek cihet, zekâl verilecek olan adam ın


hâlidir. Evvelâ sıra ile kardeşler, kardeş çocukları, am ca ile hala, dayı ile teyze,
sonra diğer akraba: b u n lard an sonra komşular, meslekdaşlar, m ahalle veya m em ­
leket fukarâsıdır. A ynı zam anda aldığı parayı günah ve israf yolunda sarfede-
cek kimselere vermemek, fukaranın işine yarıyacak surette vermek, borçlu olan­
ları borçlu olm ıyanlara lercîlı etmek de efdaldir. Z ekât veren insanın zekât verdi­
ğini başkasına söylemesi de efdaldir. F akat farz olm ıyan sadakalarda gizlemek
efdaldir.

"H avâic-i asliyyesinden ziyâde on miskal altın bileziğe mâlik olup ondan
gayrı altın ve gümüş bir şeye mâlik olm ıyan bir kadına o bilezik için zekât ver­
mek vâcib olmaz. —Behce ye bak__

218
OTUZ A LTIN CI DERS

S A D A K A 1 F IT IR

SADAKA-I FITIR K İM LER E VE N E ZAMAN V A CÎBD İR ? :


S adaka-i fılır; R am azan bayram ını geçirmemek üzere verilecek olan bir sa­
dakadır ve vâcibdir. E dası vâcib olm asının vakti de bayram günü sabahıdır. B i­
nâenaleyh. o günden evvel ölen veyâhud R am azan içinde zengin iken o gün fa ­
kir düşen kimseye sadaka-i fıtır vâcib olmaz. Bayram gecesi güneş doğm azdan
evvel doğan çocuğun birasını vermek vâcib olur.

S adaka-i fıtrin v ü cû b u n a sebep; mükellefin kendi nefsiyle. vilâyet-İ kâmiiesi


a ltın d a b u lu n an kimselerdir. Binâenaleyh, Bayram nam azının vaktinden evvel
borcundan ve hâcet-i asliyyesinden başka olarak, gerek ticâret malı olsun, gcroK
olm asın, nisab m ikdân m ala veya onun kıymetlerine mâlik olan bir adam a ken­
disi için, baliğ olm ıyan malsız çocuklar için, hizm etinde b u lu n an lar için sada-
ka-i fıtır vermek vâcibdir. Z evcesinin ve âkil bâliğ olan çocuklarının fıtralarını
vermesi vâcib değildir. Y an ın da b u lu n an büyük evlâdı ile zevcesinin fıtralarını
kendilerine sorm adan veriverirse caiz olur. A nası ve babası için vermesi de vâ-
cib değildir. Y alnız, tarafların d an leberruan edâ ediverse caiz olur. M alı olan
küçük çocuğun birasını da çocuğun kendi m alından verir.

H ü r ve nisaba m âlik olan İter M üslüm ana. velevki bir özre mebnı oruç tu ­
tam am ış bile olsa, fıtra vâcibdir.

S adaka-i fıtır. Bayram sab ah ın d an evvel ve sonra her ne zam an verilse sa­
hih ve edâ olur. O n u n kazâsı yoktur. A ncak m üsteiıab olan vakit. Bayram n a ­
m azına çıkılm adan ve h a ttâ B ayram dan bir iki gün evvel verilmesidir. Sadaka-i
fılır. zekât gibi değildir. Akil ve bâliğ olmıyan çocuklarla, deli, bunak d a sada-
ka-i fıtır ile m ükelleftir, v « kadar ki. velîleri veya vasileri onların m alından ve­
rir. F arz olan zekât, m alın zekâtıdır. S adaka-i fılır ise baş zekâlıdır. B unun için­
dir ki, sadaka-i fıtırda nisabın büyüyücü olması, yıllanm ası ve ticâret malı olm a­
sı şart değildir. Bayram sabahı nisaba mâlik olana d a vâc ibd ir. B inâenaleyh,
oturacağı evinden fazla evi olan bir adam a, ev licârel için olm asa da, Fıtra vâcib
olur. H a ttâ otu rd u ğ u evde ihtiyâcından fazla odalar olup da onların kıymeti
(200) dirhem güm üş değerinde olsa, yine sadaka-i Fıtır vâcib olur. S adaka-i fılır
dört cins şeyden verilir :

219
Buğday, arpa, kuru Kurma, kuru üzüm ; buğday ile u n d an 520 dirhem , di­
ğerlerinden 1040 dirhem verilir. B u nların kendileri verildiği gibi kıym etlerini ver­
mek de cAizdir. Zam A nın ihtiyâcına göre fakirin m enfaati hangisinde ise onu
gözetmek efdâldir.

S adaka-i fıtrin rüknü, o nu ehline vermektir. Z ekât kimlere verilirse sadaka-i


fıtır da onlara verilir. M üftâb ih olan budur. (Bu. t m A m - ı Ebû Y û s u f
kavlidir. Eim m e-i sel&senin kavli de bu d u r.B âzılan gayr-i m üslim tebaaya da
fıtra verilebilir dem işlerse de, m üftâbih olan l m â m - ı E b û Y û s u f
kavli o ld u ğ u n u T a h t A v I tasrih ediyor.)

B ir sadaka-i fıtri yalnız b ir fakire vermek lâzımdır. B ir fıtra iki fakire ayrıl­
maz. M ü ftâb ih olan budur.

S adaka-i fıtır niyetle verilir. B u nunla berâber fakire verirken sadaka-i fıtır
o lduğunu bildirm ek lâzım değildir.

S adaka-i fıtri şu n lar vereceklerdir :


1) Z en g in (nisâba mâlik) olan h ü r müslim,
2) Z en g in olan çocuk,
3) Z en g in olan deli veya bunak.
4) O ru ç tulam ıyan düşkün ihtiyarlar. (B unlar oruç için verecekleri fidye­
den başka olarak sadaka-i fıtır da vereceklerdir. Ü zerlerine vâcibdir.)
5) N isâ b a m âlik olan kimse tarafından verilmek üzere malı olm ıyan küçük
çocuk ile hizm etinde b u lu n an lar. İşte sadaka-i fıtır b u n la r için vâcibdir.

B ayram dan evvel herkes fukarâya sadaka-i fıtrasını vermek sûretiyle b ay ram ­
da fakirlerin de yüzü gülecek; onların da eline birkaç kuruş para geçecek, o gü­
n ü n bayram o lduğunu anlıyacaklardır. B inâenaleyh, hal ve vakti yerinde olan
her M üslüm an, sahlhden fakir olanlara, R am azân-ı şerifde fıtrasını vermeli, fu-
karâyı sevindirm elidir. B u sûretle hem borcunu ödemiş, hem de âhirette sevap
kazanm ış, azab d an kurtulm uş olur. Ç ü n k ü sadaka-i fıtri vermek, orucun kabû-
Iüne, d ü n y â ve âhiret selâm etliğine, sekerât-ı m evtden ve kabir azâbından kur-
tulm ıya sebep olduğu beyân olunm aktadır.

220
OTUZ Y ED İN Cİ D ERS

HAC V E KURBAN

1 — HAC K İM LER E F A R Z D IR ? :

Islâm ın beşinci temeli H acc'a gitmektir. H ac, zam ânında Kftbe-i M uazza-
m a’yı ziyâret etmek ve A ra fa t’ta vakfe (durmak) dir.
H ac, vücûdca ve m alca iktidftrı yerinde olan ftkil, bâliğ ve Kür olan M üslü-
m anlara farzdır. Böyle olan M üslüm anın öm ründe bir defa Haccetmesi üzerine
borçtur.
Bir insanın üzerine H ac borç olmak için o adam ın borçlarından, evinden
ve ev eşyasından, tezgâhından, avadanlığından, H acc'a gidip gelinceye kadar ev­
lât ve lyâlinin n afakasından fazla parası olmak lâzımdır. Evini, barkını, malını,
m ülkünü satarak H acc'a gitmek. H acı oldu desinler diye, çoluğunun çocuğunun
nafakasını alıp gitmek cftiz değildir.
Ü zerine H ac farz olan her insana o an d a Kemen edâsı farz değildir. H acc'ın
edâsı farz olmak için birtakım şartlar vardır.
Bir kere, yollarda em niyet ve âsâyiş bulunm ak lâzımdır. K adın ise zevci ve-
yâbud bir m ahrem i olm alıdır. Âzftsı sâlim olup kötürüm olm am alıdır. H ac sahih
olm ak için niyet edip ihrftma girmek. Z ilhicce ayının dokuzuncu günü öğle vak­
tinden, onuncu, yâni Bayram g ü n ünün tan yeri ağarm azdan biraz evveline ka­
dar " A r a fa t” denilen m ahalde bulunm ak, bir de Bayram günü A ra fa t'd a n d ö ­
nüşte “K&be-i M u a zza m a " yi tavâf etmek, yâni ibâdet kasdiyle K ftbe'nin etra­
fında yedi defa dönm ek lâzım dır.. İşte H acc'ın farzı :
“İhram, A ra fa t’da vakfe, T avâf-t ziyâret" den ibârettir.

2 — KURBAN :

K urban; ibâdet niyetiyle, vakt-i m ahsûsunda m uayyen hayvanı kesmektir.


K endisine fıtra vâcib olan kimseye kurban kesmek vâcibdir. E b f t Y û s u f
ile l m â m - ı M u h a m m e d ’e, M â l i k , Ş â f i i ve A h m e d
(R ahm etu lldhi aleyhim de göre S ünnet-i M üekkededır. V âcib olan, kurbanı kes­
mek ve kan akıtm aktır. B inâenaleyh, diri diri kurban tasadduk edilmekle, vâcib
olan borç ödenmiş olmaz. Kestikten sonra etini tasadduk etmek m üstehabdır; et­
mese de olur. K urban kesen kimse, kurbanın etinden hem yer, hem yedirir. Y e­
dirdiği kimselerin fakir olması lâzım değildir. İsterse bir kısmını da kavurm a y a­
parak saklar: b ir kısm ını da fukarâya verir. E fdal olan fukarâya dağıttığı, üçte
birinden az olm am alıdır. K urbanın etini üçe taksim ederek birini fukarâya sada-

221
Ica vermesi: birini eşe dosta hediye etmek, onlara ziyafet vermek: diğerini de n a ­
fakaları kendi üzerine vâcib olan evlâd ü lyâline bırakmak efdâl ve m üstelıabdır.
H epsini vermek de caizdir.

E ğer kurban kesen kimsenin evinde çoluğu çocuğu çok olup lıâli vakti de
geniş değilse, sadaka ve hediye elmiverek ev halkına bol bol yedirir. K urbanın
derisini de sadaka eder. F ak at onu hüküm etin gösterdiği yere verirse d ah a iyi
yapm ış olur. O n u n için kurban kesilir kesilmez derileri toplıyarak vermek lâzım ­
dır. Bu sûrelle memlekete âı't çok m ühim bir iş görülmüş olur. K urbanı kesme­
den evvel tüyünü kırpmak m ekrûhlur. Şayet kırpmış ise onu da tasndduk. yâni
bir hayra sarfetm elidir.

K urban kesmenin sebeb-i vücûbu. vakittir. B inâenaleyh, vakit tekerrür el­


likçe kurban kesmenin vâcib olması da tekerrür eder. K urban kesmenin vakti.
K urban Bayram ının birinci, ikinci, üçüncü günleridir. Efdâl olan da Bayramın
birinci günüdür. İslerse üç gün de ayrı ayrı kurban kesebilir. Bayram nam azı
kılınan yerlerde Bayram nam azından sonra. Bayram nam azı kılınm ayan köy ve
göçebelikle S ab ah nam azının vakti girdikten sonra kurban kesilir.

K urban, hür ve mukim ve nisâba mâlik, yâni şer an zengin M üslüm an üze­
rine. ancak kendi nefisleri için vâcib olur. Esalı olan budur. Binâenaleyh, zen­
gin olm ıyan küçük çocukları için kurban kesmek babası veya velisi üzerine vâ­
cib değildir.

H idâya sahibi, küçük çocuklar için de vâcib olduğuna kaail olmuş ise de,
esalı olan vâcib olm am aktır. Z â h ir rivâyet de budur. F etvâ da zâbirî mezhebe gö­
redir (1). Z en g in olan ufak çocukları için kendi m allarından babası veyâhud ve­
lîsi üzerine kurban vâcib olup olm adığında ihtilâf olunm uş ise de “M ahsul ’ la
ızâh olunduğu veçhile kendi m allarından da vâcib olm adığı ve esalı olan da bu
olduğudur. S adaka-i fıtra kıyas ederek küçük çocuğu için ebeveynine kurban vâ­
cib olduğuna kaail bulunm ak o kadar yerinde bir kıyas değildir. Eğer vâcib ol­
sa idi, sadaka-i fılırda olduğu gibi b u n u da Peygam berim iz emreder ve naklolu-
nurdu. E sah olan : N e velisine, ne de çocuğun kendi m alından vâcib değildir (2).

N isâb ın büyüyücü (ziyâdeleşmek) ve yıllanm ış olması şart değildir. K u rb a­


nın nisabı, sadaka-i fıtrin nisâbıdır. Bu da ikiyüz dirhem güm üşten veya onun
tu tarın d an ibaret tir. K urbanın nisâbında. yıllanm ış, yâni üstünden sene geçmiş
olmak şart olm adığı gibi, büyüyücü ve artıcı olmak da şart değildir. Binâenaleyh,
borcundan ve lıâcet-i asliyyesinden fazla ikiyüz dirhem güm üşe veyâhud onun
tutarın a m âlik olan bir adam a kurban kesmek vâcib olur. A ltın a göre nisâb yir­
mi miskaldir.

(1) D ürr-I M uhtar, t b n - i  b i d i n . Kenz, K âfi, MUltekaa, Dtlrer.


(2) M ebsut : Cilt 12, sahlfe 12.

222
K urbanın nisab ın d a, yıllanm ak ve büyüyücii olmak şart olm adığından, kur­
ban günleri, nisaba mâlik olan bir adam ın kurban kesmesi vâcib olur. Kendi
o tu rd u ğ u n d an başka bir evi olursa, ticâret ve kira için olm asa bile, yine onun
için kurban vâcibdir. H a ttâ oturduğu evin ihtiyâcından fazla odaları olup da
kıymetleri nisâba baliğ olursa, kurban vâcib olur.

K urbanın rüknü, kesilmesi caiz olan hayvanı kesmektir. K urban olması c a ­


iz olan hayvanlar da şun lard ir : D eve, sığır, m anda, koyun, keçi. D evenin beş
seneliği, sığır ve m an d an ın iki seneliği, koyun ve keçi nin bir seneliği, (altı ayı
geçmiş olanı) kurban olur. K oyun gösterişli olursa altı aylığı da olur. K oyun ile
keçi yalnız bir adam için kurban olur. Diğerleri bir adam dan yediye kadar m üş­
terek kurban olur. Yedi kişi bir deveyi veyâ bir sığırı alıp müşterek kurban y ap a­
bilirler, Ş u kadar ki. her biri kurban kasdiyle işlirâk elmiş olmak şarttır. Kur­
ban olacak Iıayvan bo ynuzlu ve boynuzsuz, veya biraz boynuzu kırık, dişi veya
erkek olmak caizdir. A rık olm ıyan uyuz bile kurban olur. Şu kadar ki, koyun ile
keçinin erkeği, sığır ile m anda ve devenin dişisi efdaldir.

3 — KU RBA N A MANI' OLAN H A LLER :

Kör, b ir gözlü, kulaksız doğmuş, dişsiz, kesilecek yere kadar yürüyemiyecek


derecede topal veya basta, kemikleri içinde iliği kalmamış derecede zayıf, kula­
ğının y âh u d kuyruğunun çoğu (nısfı) veyâhud meme başları kopuk olan h a y v a n ­
lar kurban olmaz. K ulağının biri olup biri olmazsa, esalı olan, yine câiz değildir.

B urnu kesilmiş hayvanı kurban etmek câiz değildir. D işlerinin çoğu d u ru ­


yorsa kurban kerahetle caizdir. (D ürr-i M u/tfar.)

D eli ve sersem olan hayvan, karnını doyurabiliyorsa, kurban edilir. D eğilse


câiz olm az (D ürr-i M ufıtar). D âim a necaset yiyen hayvan, hapsedilm eden kur­
ban edilmez. Böyle olan deve ile sığır on gün. koyun ve keçi dört gün hapsedil
melidir.
B oynuzu kırılmış ve kırığı kemiklerin başına kadar varmış, yâni içindeki b e­
yaza kadar gitmiş ise, kurban olmaz. Eğer böyle olm ayıp da ucundan ve siyah
yerinden kırılmış ise câizdir.

K ulağın küçük veya delik ve dam galı olması kurbana m âni değildir. Eğer
kulağı, ortasından kesilip delinm iş, yûlıud uzunluğuna veya enine yarılmış ve
b u suretle kulağının yarısı veyâhud çoğu gitmiş olursa, câiz olmaz. K ulağı ön
tarafından veya arka tarafın d an yırtık ve her ikisi de çok olursa câiz fakat taîı-
rîm en m ekruhtur. A z ise tenzîiıen m ekruhtur (D ürr-i M uhiar).
H astalığ ı ziyâde olup ölmesi galib olan hayvanı kurban etmek câiz olmaz.
K ulak ve kuyruğunun ve göz n u ru n u n nısfından fazlası gitmiş olan bir hayva­
nı kurban etmek câiz değildir. H attâ ihtiyaten, nısfı gitmiş olanı da kurban
etmemeli denilm iştir.

223
Eğer kurbanı alırken bu gibi eksiklik olmayıp, aldıktan sonra m eydana gel­
miş ve kurban s&bibi de zengin olup diğer birini d a h a almıya gücü yeterse, onun
yerine başkasını kurban eder. Fakir ise, onu kurban eder. K u rb a n alındıktan
sonra tflUrse, zengin ise bir da ha almak lâzım, fakir ise lâzım değildir (Dürr-i
Muhtar). Kurban, fakirin almasiyle taayyün eder. Binâenaleyh, kurban için alı­
n a n hayvan kaybolur veyâhud hırsız tarafından çalınır ve yerine bir kurbanlık
daha alındıktan sonra evvelki kurbanlık m eydana çıkarsa, fakire her ikisini de
kesmek lâzımdır. Z e n g in yalmz birini keser. K urbanı elinden gelirse kendi eliy­
le kesmek mendubdur. Elinden gelmezse, yanında bulunarak, başkasına kestirir.
M üslim olmıyana kestirmek mekrûhlur. K urbanı kendisi kesmiyecekse bir kimse­
yi vekil edip kendisi yanında bulunm ak müstehabdır. H ayvanı yatırıp hazırladık­
tan sonra : "A lidhu E tb e r, Alidhu Efeber. İd ildfıe iild üdhu val'lahu Efcber, AI-
Idfıu E ib e r ve li Ildfıi’I-hamd, bisrni lld/ıi, A llâ h u Ekber." deyip hemen d urm a­
d a n hayvanı hoğazlamalıdır. Besmele ile boğazlamak arasına başka bir iş ve­
yâhud söz girmemelidir.

K urbanı kesmek şu sûretle olur ; H ayvanın çene altını bıçaklryarak, boğazın


iki tarafında olan şah damarlariyle gırtlağım; yem ve su oluğu olan kızıl-üyüğü-
nU (meriyi) kesip kanını akıtmaktır. Bunların ya dördü birden, vey& gırtlak,
kızıl-üyük ile iki şab dam ardan biri kesilir. H a y v a n a eziyet vermek mekrûbtuı.
Deve, göğsü üstünden boğazlanır.

4 — K U R B A N IN HÜKM Ü :

K urban kesmenin bükmü, d ünyâda vftcib olan vazifeyi yerine getirmek, borç­
tan kurtulmak, âhirette sev&b kazanmaktır.

5 — ÖLÜ İÇİN K ESİLM EK İST E N İL E N K U RBA N N E GÜN K E SİL M E LİD İR ? :

K urban; vakt-i m ahsûsunda kesilen hayvan-ı m ahsûsun ismidir. Binâenaleyh,


ölüye hir kurban keseceğini söylemiş olan adam a, onu bayram günlerinde kes­
mek vâcib olur. Ç ü n k ü vakit, kurbanın mâhiyetinde dâhildir. Eğer kurban niye­
tiyle olmaz da, bir hayvan keserek fukarftya dağıtmaya niyet ederse istediği gün­
de keser (1).1

(1) l b n - 1 Â b l d i n .

224
OTUZ SEK İZİN Cİ DERS

I S L Â M İB Â B E T IN D E K İ F A Z İ L E T L E R

Dtn-i Islâmın ibâdetlerinde, ahlâkî ve İnsanî çok yüksek faziletler vardır.


G ü n d e beş defa vakti vaktinde, saati saatinde namaza durmak; yılda bir ay sı­
cak ve soğuk, uzun ve kısa demiyerek oruç tutmak, nefsinin bütün arzularına
mukavemet etmek; canı gibi sevdiği malını, hiçbir ivaz mukabili olmıyarak fu-
karâya taksim etmek: yolculuk sıkıntılarına katlanarak havasına alışmadığı uzak
memleketlere gidip orada birçok kayıd altına girmek, elbette nefsinin isteklerine
uygun düşmiyen şeylerdir. Bunları, yalnız AHâh in emri olduğu için seve seve
yapan bir M üslüm an, biç şüphe yok ki, hevesât-ı nefsiyesini yenmiş, ondan y a ­
kasını kurtarmış, büsbütün hür bir adam demektir. Böyle olan bir insan yalnız.
A llah m kuludur; onunla A llâh i arasına başkası sokulamaz. Böyle olan bir kul
nazarında her insan muhteremdir.
Her insanın canı malı, nâm usu ve b ü tün haklan muhteremdir. B unlardan
birine tecâvüz etmeği A llâh in haklarına tecâvüz sayar. B unun içindir ki. AI-
lâh'ın emirlerini tutan ve A llah dan korkan bir mü min, insanların hukukuna
riâyet eder, cemiyet-i beşeriyyeye gayet menfaatti olur.
Binâenaleyh, nam az ve Islâmın meşrû kıldığı b ü tü n ibâdetler, ahlâkı yük­
seltir; kalbi ve rûhu temizler; insanlarda intizam ve temizlik fikirlerini canlandı­
rır; muâmelât-ı beşeriyenin hüsn ü sûretle cereyân etmesini te min eder: ihlirâ-
sâtı bağlar: şefkat ve merhamet duygularını artırır; içtimâi muvâzenesizliklcri
kaldırır; birlik hislerini kuvvetlendirir.
Binâenaleyh, "İslâm D în i" nin göstermiş olduğu ibâdetleri yoluyla yaparak
kendimize hem dünyâda, hem de âhiretle yüksek bir mevki temin etmiye çalış­
malıyız. Bu ibâdetler, bizim için en büyük bir ni mettir.
H a m d ü senâ. bu ni metleri bize veren A llâh u T eâlâ Hazretlerine, salât ü
selâm da. onları bize tebliğ eden R e s û l - ü E k r e m ine (1).

______________ 4
(1) İslâm ibâdetlerindeki yüksek fazilet ve hikm etler, v aktiyle basılm ış olan
Dini Dersler İkinci Kltab’da uzun uzadıya İzah olunm uştur. A rzu edenler m ü rac aa t
ederler.

225
D Ö R D Ü N C Ü BÖLÜM
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
ISLÂ M AHLÂKI

OTUZ DOKUZUNCU D ERS

AHLÂKİ V A Z İFE L E R

1 — İSLÂM DA AH LA K A V E R İLE N EH EM M İY ET :

B u kısımda biraz d a İslâm ahlâkından bahsedeceğim. Islâmda ahlâka veri­


len yüksek pâye başka bir dinde veyâlıud herhangi felsefi bir meslekte kat iyyen
görülemez. Peygamberimiz M u h a m m e d aleyhi's-selâm m : “B en ancak
ahlâki faziletleri tam am lam ak için gönderildim ." buyurması M üslüm anlıkta a h lâ ­
kın ne büyük ve ne mühim bir mevki olduğunu isbâta kâfidir. M aam âfih, İslâm
ahlâkı da. lslâmın diğer hükümleri gibi K itab ve S ünnet e istinâd eder. M ü s lü ­
manlıkta dînî emirlerle ahlâkî vazifeler kaynakları i tibâriyle birdir. Yukarıda da
biraz söylediğimiz gibi, hiçbir ahlâkî emir yoktur ki emr-i dîni olmasınl Bir M üs-
lüm ana göre namaz, oruç, hac ve zekât nasıl birer dini vazife ise; sıhhatini koru­
mak, âilesine bakmak, memleket ve milletinin faydasına ve herkesin iyiliğine ça­
lışmak da dînî bir vazifedir. İnsan öldürmek dinde haram olduğu gibi, bir a d a ­
mın arkasından gıybetini yapmak da haramdır. Ş u halde ahlâki olan şahsi ve
içtimâi vazifelerimizi bellemek de dinin emirleri iktizâsındandır. B u n u n içindir
ki, ahlâki vazifelerimizin ne olduğunu ve kaç kısma ayrıldığını, şer'i ve dini esas­
lara tevfikan tafsil edeceğiz.

2 — A H LA K I V A Z İFE L E R İN AKSÂM I :

Bâzı âyet ve hadislere istinâden ahlâki vazifeleri beş kısımda tophyabiliriz ;


1) İnsanın, A llâ h 'm a ve Peygamberine karşı vazifeleri,
2) İnsanın, kendi şahsına karşı vazifeleri,
3) İnsanın, âilesine karşı vazifeleri,
4) İnsanın, memleket ve milletine karşı vazifeleri,
5) İnsanın, b ü tü n insanlara karşı vazifeleri.

3 — İN S A N IN A L LA H ’IN A K A R ŞI V A Z İF E L E R İ:

H er nimet külfete ve külfet ni mete göre olmak, umûmi ve tabii bir kaaide-
dir. H e r nimet bir külfet doğurur. H e r hak, bir vazife karşılığı olarak bulunur.

227
H er kim bir hak elde ederse, karşılığında mutlak sûrette bir vazife ile mükellef
tutulur. Mademki böyledir, A llâ h u T eâlâ nın bize lütfettikleri birçok nimetlere
karşı, o nimeti vereni tanımak, O nun söylediklerini tutmak, O nun gösterdiği
yoldan hiç çıkmamak lâzımdır. Akıl, vicdan b u n u emretmektedir. İnsanlığın
icâbı d a budur. İşte b u n u n içindir ki. her insan A llâh ını tanımak ve O na ibâ­
det etmek vazifeleriyle mükellef tutulmuştur. Biz buna, dini vazifeler deriz.

D in, bu vazifelerle mükellef tutmasa bile, yine aklı olan bir insan için bu
kadar sayısız nimetleri veren A llâh ını tanımak ve O na lâzım gelen ta zîmâtı
yapmak bir vazife olurdu. Bu kitabın ikinci ve üçüncü kısımlarında dinî olan
bu vazifelerden uzun uzadıya bahsettik. A llâ h a karşı ibâdet ettikçe imânımız
sağlamlaşır ve ahlâkımız d a o derece yükselir.

4 — A LLA H 'A K A RŞI A H LA K I V A ZİFELER İM İZ :

Ş üphe yok ki, bizi yaralan A llâ hu T eâlâ dır. Binâenaleyh. O nun Birliğini
ve O n dan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh olmadığını. O nun en yüksek sıfatlar­
la muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzeh b u lu n d u ğ u n u tasdik ve itiraf e t­
mek bir vazifedir. B ununla berâber. O na karşı dâim â edeb ve terbiyeli b u lu n ­
mak. ismini hürmet ve ta z im le anmak; O n u n yapın, dediklerini yapmak; y a p ­
mayın dediklerinden uzak kalmak: O na cân ü gönülden ibâdet etmek, O nun
sevgisini kalbimize yerleştirmek. O na olan sevgi ve duygum uzu d ünyânın her
işinden üstün tutmak; sevdiğini sevmek, yerdiğini yermek lâzımdır, ahlâki vazi­
fedir. A llâh a ibâdet ederken. A llâh ı görüyormuşuz gibi ibâdet edeceğiz: bütün
âzâlarımız ve kalbimiz O na bağlı olacak. Biz O nu görmüyorsak da O bizi gö­
rüyor ve bü tü n kalbimizden geçenleri biliyor. Eğer A llah korkusunu ve A llah
sevgisini kalbimize yerleştirir ve O nun gösterdiği geniş yoldan sapmazsak, ahlâ-
ken en yüksek bir mertebeye yükseliriz; A llah kusurlarımızı ve günahlarımızı
affeder.

5 — PEY G A M BERE K A RŞI A H LÂ K I V A ZÎFEM ÎZ :

A llâ h u T e â lâ dan sonra en çok hürmet ve ta zîme lâyık olan Peygam beri­
miz M u h a m m e d aleyhi's selâm dır. Beşeriyeti zulmet ve dalâlet çuku­
rundan çıkaran, b ü tün dünyâyı ilim, adâlet. medeniyet ve fazilet ışıklariyle a y­
dınlatan. putperestliği kökünden deviren, mâbetlere hakiki m âbudu sokan, in­
sanlığın şerefini yükselten, dünyâ ve âhiret için saâdet kapılarını açan O dur.
O n u n b ü tün hayâtı, beşeriyetin saâdeti uğrunda çalışmakla geçmiştir. B in â e n a ­
leyh O n u n bütün cihâna Peygamber gönderilmiş olduğunu ve A llah tarafından
getirip söylediği şeylerin hepsinde doğru olduğunu tasdik ve İtiraf etmek biı
\azifedir. O n a karşı en yüksek bir ta z im ve hürmet hisleriyle mütehassis olm a­
mak insanlığın şiârına yakışmaz. O na hürmet etmek, adını hürmetle anmak, adı
îınıldığı vakit Salla ilâha aleyhi ve sellem yâhud A leyh i s-selâlü ve s-selâm
demek; O ne söylemiş ise tereddütsüz kabûl etmek; O n u herşeyden, hattâ kendi

228
öz canından da fazla sevmek ahlâki bir vazifedir. O A llah dan ne geiirip haber
vermiş ise. onları öğrenmek; O n u n emreylediği ibâdetleri noksansız olarak y a p ­
mak; yasak ettiklerinden uzak kalmak: O n u n ahlâkiyle ablaklanmak ve herkesi
de bu yola götürmeye çalışmak üzerimize borçtur. D ü n y â ve âhirette saâdete
ermek ancak bu suretle olacaktır. Ç ü n k ü O . ahlâkı yükseltmek ve beşeriyeti ev­
velâ bu dünyâda, sonra âhirette saâdete kavuşturmak için gelmiştir. O n u n asıl
gayesi budur. Böyle yüksek bir ülkünün tahakkukuna çalışmak, şüphe yok ki,
en büyük ve şerefli bir vazifedir.

6 — K U R AN A K A RŞI A H LA K I V A ZİFEM İZ :

Kur â n a karşı vazifemiz, her şeyden evvel O n u n . Peygamberimiz M u -


h a m m e d aleyhi s selâm vâsıtasiyle gönderilmiş bir Kelâm-ı İlâhî, Allah
sözü olduğunu, cihan bir araya gelseler O n u n en küçük bir sûresi gibi sûre ya-
pamıyacaklarını; O n u n hem lâfzı, hem de m a n â s ı mûcizc olduğunu tasdik ve
i lirâf etmektir. Sonra O nun lâfzını güzelce okumak: ma nâsını anlamaya çalış
mak; okurken veya dinlerken son derece edep ve terbiyeli bulunmak; hürmet ve
ta zîm göstermek; K ur ân ın söylediklerini yapmak: anlamadığı cihetlerde kendi
akliyle hareket etmeyip m a n â s ın ı A llâh a havâle etmek; K ur â n ı n haber verdiği
tarihi v a k a la rı ibretle düşünmek: kıssalarından hisse almak ve K ur ân a karşı
en ufak bir hürmetsizlikte bulunmamaktır.

PEY G A M B ER E F E N D İM İZ

Y aradanın kadri yüce Elçisi

Gönüllerin hiç solmayan sevgisi.

V asfında tek. kelimeye yetişmez.

Yeryüzünün, yakut, zümrüt, incisi...

E. A h

229
K IRK IN CI D E R S

N E F S İM İZ E V E Ş A H S IM IZ A KARŞI V A Z İF E M İZ

Ş üphe yok ki, gerek A lla h 'a gerek O nu n yarattıklarına karşı her türlü v a ­
zifeyi yapacak olan insanın şahsıdır. B u n u n içindir ki, insan her şeyden evvel
nefsine bakmalı, ona karşı vazifesi ne ise onları yapmalıdır. Peygamberimiz ha-
dis-i şeriflerinde b u n u çok açık olarak bildirmişlerdir. Binâenaleyh, nefst ve şa h ­
si olan vazifeler nelerden ibarettir, evvelâ bunları kısaca bir gözden geçirelim.

1 — V A Z lF E -î N E F S lY Y E N tN T A R İ F İ :

B u n u gayet şümullü bir sûrette anlatm ak lâzım gelirse şöyle deriz : “N efsi
m uhâfaza ve yükseltmektir." İşte her insan, evvelâ nefsini her türlü maddi ve
mânevi hastalıklardan korumak ve sonra da onu inkişaf ve tekemmül ettirmek,
o n u yükseltmek ile mükelleftir. Demek ki. her insan için en büyük ahlâki vazife,
nefsini m uhâfaza ve terbiye ederek diğer vazifelerini lâyıkiyle yapabilecek bir
dereceye yükseltmektir.

2 — ÎN SA N DEDÎGÎM ÎZ N E D İR ? :

İnsan dediğimiz zaman, iki şey hatıra gelir : G öz ile görülen maddi cisim,
göz ile görülmeyip varlığında akl-ı selimin aslâ şüphe etmediği ruh. Cisim ile
ruh mâhiyetleri i tibâriyle ayrı ayrı şeyler oldukları halde, öyle şâyân-ı hayret
bir şekilde birleşmişler, öyle kaynaşmışlar ki, birinin te sirinden öteki de mütees­
sir olur. Cisme mahsus hastalıklar ve hastalığın kendine göre bir ilâcı olduğu
gibi, rû h u n da kendine mahsus hastalıkları ve bunların da ilâcı vardır. Ş u h a l­
de kendimize karşı olan vazifelerimiz iki kısım olmuş oluyor : Cismi vazifeler,
rûhî vazifeler.

İnsanın bedenine hücûm ederek onu zaif düşüren, onun şeklini değiştiren
bir takım hastalıklar olduğu gibi, rûha ârız olarak onu hastalandıran, onun m â ­
nevi sürelini biçiminden çıkaran mânevi hastalıklar ve marazlar vardır. B unda
hiç şüphe yoktur.

B u n u n la beraber te sirli bir nasihatla, yâhud bir tehdit ile aklını başına a l­
mış serseriler, azgınlığından vazgeçmiş sefihler de görülmektedir. B unlardan da
anlıyoruz ki, bedene ârız olan hastalıklar gibi, hakiki ilâcı bulunursa, rûha ârız
olan mânevi hastalıkların izâlesi de kaabildir. Esâsen insanın rû h u ve kalbi,
yaradılış i'tibâriyle temizdir ve her kalıba dökülmeye istidâdı olan bir çocuk

230
gibidir. Eğer aklı ba şında bir m ürebbî elinde büyürse ber türlü mânevî h a sta ­
lıklardan uzak, ulvî ve yüksek bir ruh olarak ortaya çıkar. Kayıtsız mürebbîler
elinde ve fenâ te sirler altında bırakılırsa, sahibinin başına belâ olacak kötü bir
ruh olur.

3 — R Ü H I K U V V ETLER VE H Â D İSE L E R :

R û h a âit hastalıkları tanıyabilmek için, rûhî hâdise ve kuvvetleri tanımak


lâzımdır. Ç ü n k ü "h u lk ve a h lâ k” denilen şey, rûha mahsus bir hey et ve şekil­
den. ru h d a yerleşmiş bir melekeden ibârettir ki, o hey et ve meleke sebebiyle
insandan iyilik veya kötülük kolayca, düşünm eden ve yorulmadan çıkıverir. İn­
san vardır ki, cömerttir, yeri gelince elinde avucunda olan parasını sarfetmekten
çekinmez. B u n u kimsenin zoru veya bir fayda karşılığı olarak değil, kendi arzu-
siyle yapar. Yine insan vardır ki. ötekinden yüz misli fazla zengin olduğu h a l­
de beş para vermez.

Bâzı insanlar yalanı su gibi içer, ağızlarına bile dokundurmazlar; insan var­
dır ki, asılsız bir şeyi m üm kün değil ağzına alamaz. İşte bunlar hep ruhda olan
o hey etin, o melekenin te siridir. Görülüyor ki, huy ve ahlâk, menşei i’tibâriyle
rûhî bir kuvvettir.

i — in s a n in a h l â k i m â h iy e t in i g ö s t e r e n n e l e r d ir ? :

Nefsi ve rûhî haller iki kısımdır : Birisi ruhta sâbit ve yerleşmiş bir şey ol­
mayıp gelici ve geçici olan şeylerdir. Gerçi b u âdeta bir tabiat, bir huy olmuş­
tur. F a k a t bir a n d a gelir gider. U ta n m a k ta n yüzü kızarmak, korkudan benzi sa­
rarmak, herhangi bir sebepten ötürü ikide bir gülmek gibi. R u h ta yerleşip mele­
ke hâlini almamış olan bu gibi şeyler bir insanın ahlâki mâhiyetini gösteremez.
Böyle geçici hâlât ile bir insanın ahlâkı hakkında bir hüküm verilemez.

Bir de, ruhta yer etmiş, kökleşmiş, kolay kolay değişmiyen şeyler vardır. C ö ­
mertlik. cesurluk, doğruluk, afif olmak, fenâhktan utanm ak gibi. İşte insanın a h ­
lâki mâhiyetini tâyin edecek olan bunlardır, çünkü ahlâk denilen şey, esas i'ti-
bâriyle budur. H e r şahıs, kendine mahsus olan b u rûhi melekeler sâyesinde iradî
ve hissi kuvvetlerini istediği bir tarzda kullanabilir. Bunları bozm adan inkişâf
ettirenler iyi işler yapmıya muvaffak olurlar.

insanın göze görünen şekli güzel olmak, güzelliğini m uhâfaza etmek için
yalnız bir cihetinin güzel olması kâfi değildir. Meselâ, b u rn u olmıyan veyâhud
ağzında veya yüzünde bir eksikliği olan bir insanın en güzel gözlere malik ol­
ması onun güzelliğini tamamlamaz. H e r sûretle güzel olması için güzel ve ek­
siksiz olması lâzımdır. İnsan şekli i'tibâriyle, yüz güzelliği ile, böyle olduğu gi­
bi, ruh i'tibâriyle de böyledir.

insanın rû h u n d a dört esas, dört kuvvet vardır. İnsanın ahlâkı güzel olabil-

231
mek için bunların hepsinin güzel olması şarttır. Eğer bunların hepsi mülesâvi-
yeıı güzelleşir, aralarında i tidâl ve münâsebet husule gelirse insanda güzel a h ­
lâk, güzel huy dediğimiz şey meydana gelir F.ğer bunların biri eksik olursa o
zaman insanın ahlâkı fenalaşır, işi ve sözü de kötü olur. Ö yle ise şimdi bu ci­
heti tetkik etmemiz lâzımdır.
ı
5 — RU H VE RÛ H U N K U VV ETLERİ :

’l ukarıda da söylediğim gibi insan denilen şey; yalnız etten, kemikten, kan
ve sinir gibi görmüş olduğumuz maddî unsurlardan ibaret değildir. Ç ü n k ü b u n ­
lar. sâde insanlarda değil, en basit bir hayvanda da vardır. Bu i tibârla insan
ile hayvan arasında bir fark da yoktur. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran, onlar­
dan üstün kılan şey R u h denilen ilahi bir sırdır Ruh. nefis, kalb. akıl gibi
adlar verilen ve her insanın benliğini gösteren bu Sırr i İlâhinin varlığında şüp­
he olmamakla berâber bizim için onun hakikatini anlamak da mümkün değildir.
Rıiha âit bizim bildiğimiz bir şey varsa o da ruhun kuvvetleri ve hâdiseleridir.
Biz onu yalnız bunlarla tanırız. Binâenaleyh şahsımıza karşı, ahlâki vazifeleri­
mizi lâvıkiyle yapabilmemiz için bunları tetkik ve tâyin etmek ve bu kuvvet­
lerin nelerden ibâret olduğunu anlamak lâzımdır (1).

6 — E SK İ AHLAK U LEM Â SIN A GÖRE RÜ H U N K U V V ETLER İ :

Eski ahlâk ulemâsı rûhun kuvvetlerini : 1) K uvve i akliyye (kuvve-i mümey­


yize veya kuvve-i ilmiyye de denir). 2) K uvve-i gatabiyye. 3) K uvve-i şeheviyye
diye üç kısma ayırırlar: iyi ve kötü huyları da b u kuvvetlere çevirirlerdi. Şimdi
bunların ne demek olduğunu birer birer izah edelim ;

İnsanda dâimâ kendisine faydalı olan şeyleri almak, zararlı olanlara karşı
durmak ve onları itmek isteyen iki kuvvet vardır B u kuvvetlerin tabii ve hakiki
olan vazifeleri budur. İnsanda b u iki kuvvet olmasa, insan yaşayamaz A llah
bunları b u n u n için yaratmıştır. M aam âfih insan yalnız bunların tesiri altında
kalırsa. Iıer ne sûretle olursa olsun kendisine faydalı olanları çekip almaya, za­
rar sandıklarını d e f etmiye sa\aşır. Bu kuvvetlerin tesiri altında kaldıkça insan
dâimâ bu yolda hareket etmek ister. F a k a t insanda bir de hayrı şerden iyiyi kö­
tüden. hakkı bâtıldan ayırdeden kuvvet vardır, ö te k i kuvvetler tuğyân edip vazi­
feleri hâricine çıkar ve her ne sûrelle olursa olsun kendisine faydalı gibi gördü­
ğü bir şeyi —sonunu düşünmeyerek başkasının zararına dahi olsa— çekip almak,
zararlı gördüğünü de d e f edip atmak işlerler. B u kuvvet ise. diğerlerinin iste­
dikleri şeyleri tedkik ederek, onların iyi veya kötü hak veya bâtıl olduklarını a n ­
lar ve diğer kuvvetleri itidâle getirir; onları kendi sınırlarından dışarıya çıkarma- 1

(1) 17-18 sene evvel ruh h ak k ın d a yazm ış olduğum uz m üstakil b ir k ita p ta


şa rk ve g arp filozoflarının ruh hak k ın d ak l n azariy eleri uzun u zadıya te tk ik ve m ü­
n â k a şa edilerek, rûhun varlığı ve ebediyeti en yeni delillerle lsb at edilm iştir.

232
maya çalışır. Bunların birincisi kuvve-i şeheviyye i(cincisi kuvve i gazabiyve;
bunların arasındaki kuvvet de kuvve i âkile (akledip düşünen) veya kuvve-i âlime
(bilen), kuvve-i m üm eyyize (ayıran kuvvet) dir Bu kuvvetlerin aşırı ve geri olan
cihetleri ayrı ayrı düşünülerek onlar, rezilet ve kötü htıylulugun faziletin ve iyi
huyluluğun itid a l noktaları da faziletin ve iyi hu\ tuluğun esası itibâr olunmuş
ve bu sûretle Fazâil i Erbaa — Dört Fazilet nazariyesi meydana gelmiştir.

7 — F A Z İL ET İN DÖRT TEM ELİ

R û b u n kuvvetlerini böyle üç kısma ayıran eski ahlâk ulemâsı b ü tün fazilet­


lerin rüknü temel direği olmak üzere şu dört esâsı kabul ediyorlar Hikmet, şe-
câat iffet, adalet Bu dört temel: kuvve i akliyve kuvve i gazabiyye ve kuvve-i
şeheviyyenin itidal noktası sayılır. Demek ki. ruhun kuvvetleri hastalıktan salim
bir halde olursa, bu faziletler meydana geliyor İnsan fazilet sahibi oluyor. K u v ­
ve-i nkliyyenin bir aşırı, bir de geri derecesi vardır. Kuvve i akliyyenin Cerbeze
adı verilen aşın derecesi başıboş ve şeytanet derecesi demektir Bu derecede olan
bir adam kendi aklından başka ne bir mürşit tanır, ne de nasihat kabûl eder. B u ­
nun geri ve aşağı derecesi de bönlük ve hamakattır ve lıer ikisi de kölü ve mezmum
dur. Bu kuvvetin güzelleşmesi ve salâhı demek Doğruyu yalandan hakkı bâtıl­
dan iyiyi kötüden güzeiı çirkinden kolayca ayırdedebilmesi demektir. Kuvve-i ak-
Iiyye bu derece terbiye ve ıslâh edilince ondan hikmet denilen fazilet husûle gelir.
Binâenaleyh, hikmet kuvve i akliyyenin lıadd ı itidalde olması demektir Kuvve-i
akliyyesi hadd i itidalde olmıyan bir adam, rûhan hastadır ve hakim değildir.
Halbuki ahlâkı n ve iyiliğin başı hikmettir Hakim olan bir insan, b ü tün faziletlere
sahip demektir Kuvve i gazabiyyenin aşırı derecesi tehevvür, düşünm eden sal­
dırma aşağı derecesi de korkaklıktır H er ikisi de kötü huylardan olup mezmum
dur B unun salâh ve güzelliği hikmetin iktizâ eylediği haddi m uhâfaza etmesi
demektir ki b undan şecdaf denilen fazilet doğar. Şeci olan ne mütehevvir olur,
ne de korkak
Kuvve-i şeheviyyenin çok ileri ve bir kayd ile mukayyet olmıyan derecesi se-
fâhat ve fuhşiyaltır. Geri ve aşağı derecesi de durgunluk ve uyuşukluktur B u ­
nun her ikisi de kötü ve mezmum bir huydur Bu kuvvetin akıl ve şer in h u d u t
ve işâretinden dışarıya çıkmamasından İffet denilen fazilet husûle gelir. H ik ­
met. şecâat ve iffetin b u lunduğu yerde adâletin bulunm ası pek tabiidir. İşte rû-
hun üç kuvvetinin mûtedil bir halde bulunm asından faziletin erkân i asliyesi bu
sûretle husûle gelir. A dlin iki tarafı olmıyacağı cihetle b u n u n bir mukabili var­
dır ki. o da zulüm dür Binâenaleyh, ruh terbiyesi demek bu kuvvetleri hâl-i iti -
dâlde tutarak bunları ifrat ve tefrite düşürmemek demektir. R û h u mânevi ha sta ­
lıklardan korumak ancak bu sûretle olafcaklır.

8 — R Ü H I H A D İSE L E R VE RÜ H U N KU VV ETLERİ
A hlâk ulemâsı, bilhassa son asırdakiler. ruhî hâdiseleri şöyle tasnif etmiş­
lerdir :

233
1) Hissi hâdiseler,

2) Z ih n î hâdiseler,

3) Irâdî hâdiseler.

Şimdi bunları da biraz izah edelim : Büyüklerimizden birine karşı bir k a b a ­


hat yaptığımız, d a h a doğrusu yaptığımız şeyin k a bahat ve ayıp oldu ğ u n u a n la ­
dığımız zam an ondan müteessir olur, utanır ve kederleniriz. İyi bir şey yaptığı­
mız vakit de b u n d a n sevinç duyarız. İşte sevinç ve keder, zevk ve elem gibi biz­
de zaman zaman hâsıl olan b u ruhi hâdiselere " hissi hâdiseler denir. Bunları
anlıyan ve duyan kuvvete de "his ku vveti" denir. Binâenaleyh, his kuvveti rûhun
bir takım hallerden zevk veya elem, sevinç veya keder duymak üzere hâiz oldu­
ğu kaabiliyet demektir. R ûhum uz böyle bir kuvvet ve kaabiliyete mâliktir.

Yapmış olduğumuz şeyin fena ve münâsebetsizliğinden müteessir olarak


onun fenâhğını anlayınca b u hareketimizi nasıl tâmir edebileceğimizi, nasıl özür­
ler dileyeceğimizi düşünürüz. İşte "zih n î hâdiseler” denilen de budur. B u n a sâ­
dece "tefekkür" de diyebiliriz.

B u hâdisenin merbut olduğu kuvvet "zih in " veya "m ütefekkire" dir. B u d ü ­
şüncelerden sonra yapmış olduğum uz münâsebetsizliği düzeltmeye ve bir daha
böyle bir münâsebetsizlik yapmamaya karar veririz ki, b u n a da "irâdî hâdiseler ’
denir.

D em ek oluyor ki, rûhun üç kuvveti, üç hassası vardır : Duym ak, anlamak,


karar vermek. His kuvveti, duymak kuvvet ve hassasıdır. Z ih in kuvveti: yalnız
duymak değil, onun iyi veya kötü olduğunu anlamak, iyiyi kötüden ayırmak
kaabiliyetidir. İşlerimizde müessir olan b u kuvvetin ehemmiyeti pek büyüktür.
Binâenaleyh, b u n u terbiye etmek, iyi ve doğru düşünmeye alışmak, düşünce ve
muhâkemeyi itiyad etmek lâzımdır. D üşün d ü k te n sonra : O lur, yâ h u d olmaz ka­
rarını veren de "irâdî ku v v e t” dir.

9 — R U H K U V V E T L ER İN İN K A R ŞIL IK L I T E ’S lR L E R Î :

işte b u rûhu, b u kuvvetler ve hâdiselerle tanıyoruz. B unların yekdiğeri üze­


rinde karşılıklı te’sîrleri de vardır. A h lâ k meseleleri de b u te sirlere tâ bi’ olur.
Şimdi bunları da tahlil edelim.

10 — İŞ İN H İS VE DUYGUYA T E ’S lR t :

H ep bil iriz ki, insan alıştığı şeye karşı fazla bir sevgi duyar, yapmadığı ve-
yâhud bırakıverdiği şeylerden de gittikçe soğur. Alışmadığımız bir işe başladı­
ğımız zam an evvelâ güç gelir, birdenbire bizi yıldırır. F a k a t onun ü stünde sebât
edersek, yavaş yavaş ona kalbimiz ısınır, onu sevmiye başlarız. B u n d a n anlaşdı-

234
yor ki, işin duygu üzerinde te’sîri vardır. Binâenaleyh, iyi ve ahlâklı insanlar
arasında yaşar, onlarla düşüp kalkar, güzel ve meşru' işlerle ülfet edersek, his
ve duygularımız yükselir, âdi duygu ve düşüncelerden uzak kalırız. Felsefedeki
“tea llu f k a n u n u ” d a b u n u göstermektedir. Öyle ise, işlerimize, konuştuğumuz
insanlara, b u lunduğum uz muhite iyi dikkat elmemiz îcâbeder. Peygamberimiz.
‘Kişi, d o stu n u n dîni ve gidişi üzerindedir. Binâenaleyh, sizden biriniz dost edi­
neceği kim seye iyi dikkat etsin." demekle bu k anunu ve tesiri çok güzel a n ­
latmıştır.

11 — DUYGUNUN ÎŞ E T E ’S ÎR Î :

Bir insanın severek ve isteyerek yapmış olduğu şeyler iyi, istemiyerek yap­
tıkları da fena olur. Yüksek bir duygu ile yapılan vazife ile, istemiyerek yapılan
vazifeler bir olmaz. P a ra ile tululmuş bir askerin, göreceği iş ile: dînine, mille­
tine ve memleketine kalben bağlı olan bir askerin göreceği iş de bir olamaz. B u n ­
lar ve bunlara benziyen birçok misâllerden anlıyoruz ki. duygunun iş üzerinde
te'sîri vardır. Bir adam ın herhangi bir işi, o iş hakkındaki duygusu nisbetinde
olur. Y üksek duygular, yüksek işler doğurur. Binâenaleyh, duygularımızı yükselt­
mek, kalbimizde mukaddesâta ve vazifeye karşı yüksek duygular husule getirmi-
yc çalışmak lâzımdır.

12 — ÎŞ ÎN D Ü ŞÜ N CEY E T E ’S lR l :

işin duyguya te’sîri olduğu gibi, düşünceye de te’sîri vardır.

ö y l e insanlar vardır ki, ahlâka uygun olmıyarak yapmış oldukları işlerde,


gerek insanlara karşı ve gerek kendi vicdânı önünde, haklı olduklarını isbât
edebilmek için bir takım özürler, sebepler ararlar. Halbuki, bir insanın yapmış
olduğu fena işleri doğru göstermek için garip sebepler, bâtıl kıyaslar tertib et-
miye kalkışması, fikir ve muhakemesinin bozulmasını tevlit eder. Binâenaleyh,
fikir ve m uhâkemenin bozulmaması için harekâtımızın iyi, hak ve hay olmasına
çok dikkat etmek, ahlâki ve şer’i emirlerin dışına çıkmamak lâzımdır. T â ki y a n ­
lış muhâkemelere saparak kendimizi felâkete sürüklemiş olmıyahm.

13 — D Ü ŞÜ N CE VE M U H A K EM EN İN İŞ E T E ’S lR Î :

işin düşünce üzerine te sîri olduğu gibi, düşüncenin de iş üzerine te sîri var­
dır. İyi düşünülürse iyi: fenâ ve noksan düşünülürse fenâ karar verilir ve şü p h e ­
siz ki. o sûretle de harekete geçilir. Binâenaleyh, yaptığı iyi ve doğru olabilmek
için, her şeyi iyi ve b ü tü n etrâfı ile düşünmeye alışmak ve kendisini o yolda ter­
biye etmek lâzımdır, in sa n d a fikir ve muhâkeme ne kadar yükselirse, vazife aş­
kı, A lla h sevgisi de o nisbette ziyâdeleşir. B u ise en büyük faziletlerin kaynağıdır.

235
14 — DUYGUNUN D ÜŞÜNCEYE T E 'S lR Î :

D üşüncenin duygulara te slri olduğu gibi, duygunun da düşünceye te sîri


vardır. H a ttâ insanın düşüncesi, çok zaman duygularının te sîri altındadır. Pek
fazla sevdiğimiz bir arkadaşımızın kötülüklerini iyi görmemiz, bâzan görmemek
için, göz yumuvermemiz: bir ananın, kötülük içinde büyümüş ve yapmış olduğu
fenalıklarla öğünen bir evlâdını sevmesi ve onu ber türlü lekelerden temiz gör­
mesi. his ve duygunun düşünce üzerindeki tesirinden ileri gelen bir şeydir. Pey­
gamberimizin. "Bir şeyi aşırı derecede sevm eniz sizi kör ve sağır yapar, b uyur­
ması bu bakikata işârettir.

15 — D Ü ŞÜ N CEN İN H lS VE DUYGUYA T E ’S lR Î :

Hisler ve duygular düşünceye te s ir ettiği gibi, düşünce de his ve duyguya


te sir eder: düşüncedeki bozukluklardan duygu da müteessir olur. Binâenaleyh,
fikir ve muhâkemelerimiz yükseldikçe his ve duygularımız da yükselir ve bu su-
retle birtakım hatâlar düzeltilir.

236
K IR K B lR ÎN C Î DERS

RÜHUN TE RBİY E Sİ

1 — RÜ HUN Y ARDIM CILARI :

Buraya kadar verdiğimiz izahattan anlaşıldı ki: ruh terbiyesi demek, rûhun
kuvvetlerini ıslâh ve terbiye etmek demektir. Rûbu. kendisine mahsus olan has­
talıklardan koruyabilmek ancak bu sûretle olacaktır.

B unun için herşeyden evvel şu esaslara riâyet etmek lâzımdır :


1) Rûhu. evham ve lıurâfat denilen pislikten temizlemek,
2) Sahih ve esaslı bilgilerle parlatmak ve bezemek.
3) İyi huylarla ülfet ettirmek, ahlâkî faziletlere alıştırmak,
4) Sahih ve nezih bir itikaada sâhip kılmak.

Evvelce de işâret olunduğu veçhile rûhun yardımcıları iki kısımdır : Birin­


cisi, hem insanda, hem de hayvanda bulunanlar: İkincisi, yalnız insanda b u lu ­
nur. Birinci kısımda insanla hayvan müşterektir. Bu da üçtür :
1) Görme, işitme, tatma, dokunma, koklama gibi his ve duygu kuvvetleri:
hâfıza ve hayâl kuvvetleri de bunlara ta bidir.
2) Şehvet ve gazab kuvvetleri. B unlar akla karşı en tehlikeli kuvvetlerdir.
Ak,l. bunları lâyık oldukları şekilde kullanamıyacak olursa, o adam için dünyâ
ve âhirette felâket muhakkaktır.
3) V ü c û d u n her tarafına yayılmış olan hayat kuvveti.

işte bunların her üçü hayvanlarla insanlarda müştereken bulunmaktadır.

ikinci kısım yalnız insanda bulunup hayvanda bulunmaz. Bu (kuvve-i il-


miyye) dir. Yâni dünyâ ve âhirete ftit şeyleri, aklî ve irâdî hakikatleri bilen vc
muhâkemeler yapan kuvvettir. Bu. yalnız insanın hassasındandır. H ayvan ne ka-
dar öğretilirse öğretilsin, akl-ı beşerin anlamış olduğu ince ve külli olan m â n â ­
ları anlamıya muktedir olamaz.
H ayvanın b ü tün bildikleri, his kuvvetlerinden ileriye geçemez. N azarî olan
mukaddimelerden bir netice çıkarmak, onun için mümkün değildir. Bu. yalnız
insana mahsustur. D ü n y â ve âhiret hayâtında kendisine faydalı ve hayırlı olan
şeyleri öğrenib de her şeyin hakikatine vâkıf olan insan, şehvet ve gazab kuvvet­
lerini aklın emirleri hâricine çıkarmaz. Meselâ : N am uzsuzluğun dünyâ ve â h i­
rette insanı nerelere kadar sürükleyip götüreceğini bilen bir adam, şehvânî kuv­
vetine değil aklına tâbi olur. Bir şeyt yemek veya içmek kendisine zarar verece-

237
ğini biien bir basta da, aklına lâbi' olarak şehvanî olan arzularına mukavemet
ve zararlı şeyleri yememeğe gayret eder. Kuvve-i gazabiye de böyledir. N e zaman
alevlenecek, taşkınlık yapacak olursa, ilim kuvveti onun karşısına dikilerek, ken­
disine mahsus olan sının aşmamasını söyler ve onu durdurur. Bu sûretle birine
zulm etmesine, kötülük yapmasına, haset, gıybet, koğuculuk gibi şeylere mey­
dan vermez. Ç ü n k ü bu gibi kötü huyların hepsi kuvve-i gazabiyyenin tuğyân edip
tabiî yolunu bırakmasından ileri gelir. Binâenaleyh, insanda celb i m enfaat ve
def’-i mazarrata hizmet eden kuvve-i şehvâniyye ile kuvve-i gazabiyyeyi kendi
vazifeleri hâricine çıkarmamak için riıhun en kuvvetli silâhı, ilim ve düşünce
kuvvetidir.

H ü lâ sa : İnsanda kuvve-i âkile ve mümeyyize, bir ayna gibidir. Bu ayna,


bâl-i tabiîsinde kaldıkça, ruh onunla her şeyi olduğu gibi görür ve b u sûretle
insan ahlâkın en yüksek derecelerine yükselebilir.

Fakat, kuvve-i gazabiyye ile kuvve-i şeheviyye tuğyân ederek kara b ir d u ­


m an gibi o ya n a doğru yükselir ve onu kapatarak kendilerine tâbi kılarlarsa, o
zam an insan hayvanlık derekesine düşer. O n u n nazarında hak ve vazifenin hiç­
bir kıymeti kalmaz. Şahsî m enfaatından başka bir şey düşünemez olur. Böyle
olan insanlarda her nevi’ ahlâksızlık ve kötülük toplanır. Ç ü n k ü b ü tü n a h lâ k ­
sızlıklar. bu kuvvetlerin, tabiî vazîleleri hâricine çıkmalarından doğar.

Eğer akıl kuvveti, ilim ve fazilet silâhı ile diğer kuvvetleri hadlerinde t u ­
tarsa. o zam an insanda en yüksek faziletler m eydana gelir. Demek oluyor ki :
Şehvânî ve hayvani kuvvetlerin tuğyân etmesiyle, şeytanlara, iblislere bile kıla­
vuzluk edecek bir derekeye yuvarlanan insan, akıl ve idrâk kuvvetinin galebe
etmesiyle, melek mertebesine kadar yükselebilecektir. Şu halde, b u his ve kuv­
vetleri terbiye ve ıslâh etmek vazifemizdir.

Bu kuvvetleri en mükemmel bir sûretle ıslâh ederek îtidâlin kemâline vâsıl


olabilmek, şüphe yok ki, insanlığın en yüksek ve melekiyet mertebesidir. B u n a
ancak b ü tü n insanların akılca en mükemmeli, ahlâkça en yükseği olan P e y g a m ­
berimiz M n h a m m e d aleyhi’s-selâm erişebilmiştir. B u hususta Peygam be­
rimize ne kadar yaklaşılırsa. A llâ h ’a da o nisbeite yaklaşılmış demektir. P e y g a m ­
berimizin ahlâkı ise K u r’ân dan ibârettir. O n u b u yüksek m akam a çıkaran a n ­
cak V ahy-i llâhîd ir, K u r â n dır. Binâenaleyh, ahlâkın yükselmesi için K u r ’ân m
gösterdiği yollardan gitmek lâzımdır.

R ûht kuvvetlerin terbiyesi ve insanın ahlâkan yükselmesi için K u r ’ân'tn


gösterdiği yollar ;

1 — SA H İH VE SAĞLAM B ÎR ITÎK A D :

A hlâk ve faziletin en sağlam kuvve-i müeyyidesi hiç şüphe yok ki, mes’ûli-
yete inanmaktır. Binâenaleyh, ahlâkan yükselmek için evvelâ A llâ h ’m birliğine

238
ve uhrevı mes ûlıyete ve bunları en doğru bir şekilde insanlara fıa te r vermiş
olan peygamberlere inanmak lâzımdır. B u n u n içindir ki. K ur ân-ı Kerîm her şey­
den evvel b u n u emretmektedir.

2 — DU YG U LARIM IZI IŞÎM ÎZLE K U VV ETLEN D İRM EK :

AIİAh' a ve Peygambere inandıktan sonra, rûbum uzun hakkı, doğruluğu, h a ­


yır ve fazileti sevmesi gibi yüksek duygularını, işimizle de takviye etmek, her fır­
sattan istifâde ederek bunların d a h a ziyâde yükselmesine çalışmak da lâzımdır.
Ç ünkü, iş ile kuvvetleştirilmiyen bir duygu, bir itikad, gittikçe kuvvetten
düşer ve hiçbir fazilet doğuramıyacak bir hâle gelir. Binâenaleyh, A llâ h 'ın em-
reylediği tarzda ibâdet ve A llâh'ın emirlerine göre hareket etmek sûretiyle, AI-
Iâh'a ve Peygambere olan îtikadlarımızı kuvvetleştirmek ve duygularımızı yük­
seltmek bir vazifedir.
B u n u n la berâber kötü duyguların ruh üzerindeki te sirlerini, fenâ meyilleri
kaldırıp atm ak da lâzımdır. B u n u n için de, kendimizi tanımalı, nefsimizin arzu­
larını iyi tetkik etmeli, kötülükten dâim â uzak kalmıya çalışmalı, ha tâ ve kusur­
larımızı i’tirâf etmeğe alışmalı, aleyhimize de olsa doğruyu söylemekten çekin­
memeliyiz. B u yolda hareket etmeye alışırsak rûhi kuvvetlerimiz hastalıktan sâlim
kalır ve vazifelerini tam yaparlar.

3 — KU VV E-I A K IL E N ÎN H Â KÎM OLM ASI ÎÇ lN BİLG İ LÂZIM DIR :

Kuvve-i âkılenin diğer kuvvetleri hükmü altında bulundurm ası için, sahih
ve sağlam bilgiye sahip olmak lâzımdır. E vham ve hurâfat denilen ve şer'i, ilmi
hiçbir delile dayanm ıyan esassız şeylerden dimâğı temizledikten sonra sahih ve
hakiki ilimlerle tezyin etmek, bezemek lâzımdır. M üslümanlık, ilim dini, akıl di­
ni. hikmet ve hakikat dinidir. B u n u n içindir ki, akli, fikri ve ahlâki tekâmüle ha-
zırhyan ilmi, kadın ve erkek her ferdin üzerine farz kılmış, dünyâ ve âhiret saâ-
detinin ancak ilim ile m üm kün olabileceğini söylemiştir. Islâmın. tahsilini farz
kıldığı ilimden maksad şu veya b u ilim olmayıp, m utlak ilimdir. H a y a tta lâzım
olan hakiki ilimlerin hepsini bilmek lâzımdır. Ş u kadar ki, dinî zarûretlerden olan
itikad ve ibâdetleri her şeyden önce öğrenmek, ilmihâlini en evvel bellemek, her
M ü slü m a n üzerine farz-ı ayın dır.
H ülâsa : Bedene göre gıda ne ise, rûha göre sahih ve müsbet ilimler de öy­
ledir. İlim sâyesinde, kuvve-i âkile iyiyi ve fenâyı anhyarak, diğer kuvvetlere tuğ-
yân etmek istediklerinde, onları ilzâm ve iskat edecektir (1).

4 — İR Â D E N İN T E R B İY E S İ:

Bir insanın başkaları üzerine üstün olması, ancak işi iledir. İnsanın ölçüsü
işidir. İşi, iradeye tâbi dir. İrâde kuvvetinin terbiyesi demek, ahlâki faziletlerle 1

(1) Ahlâk Dersleri adlı kitab ım ızd a bu m eseleler uzun u zadıya an latılm ıştır.

239
/

muttasıf olmak demektir. İnsanı insan eden ne zekâdır, ne de yalnız ilimdir.


Ç ü n k ü ilim, iki tarafı keskin l>ir silâh demektir. İyiliğe de. kötülüğe de yaraı
İnsanın aldâkan mükemmel olabilmesi için ilim ile beraber irâdenin de. ahlâki
faziletle lerbiye edilmiş olması lâzımdır.

5 — İR A D E N İN H A STA LIK LA RI N A SIL A N L A Ş IL IR ? :

R uhum uzu mânevi hastalıklardan koruyabilmek için, irâde nin hastalık­


larını da tanımak ve ona göre tedâvisine bakmak lâzımdır. İrâdemizin basta oluo
olmadığını birkaç suretle anlıyabiiiriz :

1) lçind en kopup gelen bir arzuya mukaavemet hususunda aciz göstermek­


tir. Bir insanın içinden gelen bir fikre, bir arzuya mukaavemet göstermemesi onun
irâdesinin basta olduğuna birinci delildir. Böyle olan bir kimse, bâzan içi nden
gelen bir arzuya haberi olmaksızın uyarak hemen icâbını yapıverir. Bâzan da
mevkiini gözönüne alarak, onu yapmamak için yapmıyacak vâsıtalara mürâcaata
mecbur olur.
2) Bir işe karar vermek husûsunda (ehliyet i mutlakası olmaması) dır. Böy­
le olan kimseler için, zihin ve muhakeme mükemmel, maksat ve gaye açık, ve­
sâit de hazır olduğu halde, işe geçmek adetâ muhal olur. M aksada vusûl için
lâzımgelen çareleri düşünebilir, fakat bir türlü iş sâlıasına geçemez. İşte böyle
olan adamların irâdesi gevşektir. İradesizlik dedikleri budur Böyle olanlar bir
kitap okudukları zaman, fikirler silsilesini zapt ve tâkip için herhalde lâzım olan
dikkatin yokluğundan ötürü, okuduklarından bir şey anlayamazlar.

3) İrâdenin noksanları :

Bu marazi hallerden başka irâdenin daha bâzı noksanları vardır.

.. M eselâ : Bir şeye karar vermeyi üzerine almıya cesâret edememek, yâhud
birbirine benzemiyen sebeplerle karardan karâra geçmek, kararsızlık denilen
noksandır. Böyle bir insan için de, iş sâhasında muvaffakiyet yoktur.

lıâdesizlik gibi kararsızlık da. insan için rtıhi bir hastalıktır. Bu hastalıklar­
la ma lûl olanlardan dosdoğru bir iş beklenemez. Mükemmel bir şahsiyet ve se­
ciyeye mâlik olabilmek için irâdelerimizi bu hastalık ve noksanlardan korumak
lâzımdır. Etrâfiyle d üşünüp m uhâkem e ederek kararını verdin mi, arlık A llâ h a
m ütevekkil ol. işine devâm etl m ânâsında olan âyet i kerime bu hususta büyük
bir mürşittir. İrâdeyi bu hastalıklardan ve bu noksanlıklardan korumak için alı-
lâki fazilete rûhum uzu ve irâdemizi alıştırmak lâzımdır.

6 — Y EM EDE. İÇM EDE T E H Z lB VE ISL A H I

R ûhî kuvvetlerin ıslâh ve terbiyesi için en mühim şeylerden biri, çocuğun


daha ufak iken terbiyesinde dikkat etmek, kemâl ile ahlüklanmasını alıştırmak-

240
tır. Ç ü n k ü çocuk doğarken temiz bir ahlâk ile, lekesiz t i r kaib ile doğar. O n u
kirletecek, yâlıud daha ziyâde parlatacak olan âilesi ve muhitidir.

Eğer hayra alıştırılırsa, o sûretle büyür, dünyâ ve âhirette mes'ûd olur. Bu-
nun sevabına ebeveyni (anası ve babası) ile, ona b u güzel terbiyeyi verenler de
iştirâk ederler. Eğer çocuk ihmâl edil ir ve kötülüğe alıştırılırsa onun için dünyâ
ve âhirette felâket muhakkaktır. Bunun içindir ki, A llâ h u Teâlâ, Kendinizi, ev­
lât ve lydlirıizi ateşlen koruyunuz.’ buyurmuştur.

Bir babanın çocuğunu dünyâ ve âhiret ateşinden koruyabilmesi için, her-


şeyden evvel ağzından içeriye girecek olan şeyi düşünerek, yemesini ve içmesi­
ni meşrû’ bir şekle sokması, ber bulduğunu, kıtık yastık doldurur gibi, mideye
doldurmaması lâzım olduğunu, helâl ve harâmı öğretmeni, gönlünün ber arzu ey­
lediği çeyi yiyip içmek meşrû olmadığını anlatmalıdır. Cenâb-ı Hak, K ur ön-ı
Kerim de bu ûdâb ve alılâkı gayet beliğ bir sûrette beyan buyurmuştur. İnsan
her şeyden evvel b una dikkat etmeli, helâl kazanmanın, helâl yiyip içmenin yol­
larını öğrenmeli, haram dan uzak durmalı, boğazından gidecek olan bir lokma­
nın helâl ve lemiz olmasına çalışmalıdır. Fazilet sahibi olmak için b u n a ehem­
miyet vermeyenler, diğer hususlarda da aslâ Fazilet sahibi olamazlar ve kendile­
rini yükseltemezler.

7 — YEM EDE VE İÇM EDE E D EB VE T ER B ÎY E :

Bu münâsebetle yemek içmek husûsunda riâyeti lâzım olan şeyleri de söyli-


yelim : Peygamber Efendimiz bunları da beyan buyurmuşlardır. Bunların bir
kısmını aşağıya yazıyorum :

1) Yemekten evvel ve sonra elini yıkamak,


2) Yemeğe başlarken "Bismillah", yemeğin sonunda "E l-ham dü li ilâh"
demek.
3) Yemeği kendi önünden almak,
4) Sağ eliyle yemek,
5) Lokmayı ağza göre almak ve iyice çiğnedikten sonra yutmak (lokmayı
dişleriyle koparmamalı),
6) Lokmayı yutmadıkça ikinci lokmaya el uzatmamak (ağzında lokma ile
konuşmamak).
7) Ö nündeki yemeği soğutmak için, yemeğin içine üflememek,
8) Suyu içmeden evvel bardağa bakmak,
9) Suyu bir solukta içmemek.
10) Bardağın içine nefes vermemek,
11) Başkalarını tiksindirecek, iğrendirecek harekette bulunmamak,
12) Başkasının lokmasına ve yediğine bakmamak.
13) Elini yemek kabına silkmemek ve lokmayı ağzına korken kafasını ça­
nağa doğru uzatmamak.

241
14) Yemekte israf etmemek, lokmasını ve aldığı yemeği bitirmek,
15) A ğzından bir şey çıkarmak icûbedersc. yüzünü sofradan çevirmek ve
sol eli ile almak,
16) Dişleriyle kopo-.mış olduğu lokmayı çorbanın içine sokmamak (diğer
yemekler de böyle).
17) İğrenç ve tiksindirici şeyler söylememek,
18) H elâlînden ve temiz yemek ve A llâh a şükretmek (kaşığını ekmek üs­
tüne koymamalı),
19) T oplu yemek yenirken herkes yeyip bitirmedikçe sofradan e! çekmemek
ve kalkmamak (yemeği az yiyen bir adam ise ağır yemeli ve yine yer gibi gö­
rünmeli). diğerlerini utandırmamak içindir.
20) Yemeğe evvelâ yaşça veya mevkîce büyük olan zâtın başlaması,
21) Sokaklarda yemek hoş görülmez.

8 — D lL ÎN t T E R B İY E VE ISLA H ETM EK :

Şahsımıza karşı vazifelerimizden biri de, di i imizi terbiye ve ıslah etmektir


Ağzımızdan içeriye girecek olana dikkat etmek ne kadar lâzımsa, ağzımızdan
çıkana dikkat etmek de lâzım ve ahlâkî bir vazifedir. İnsan iyi ve fenâ. ne bulur­
sa dilinden bulur. N e kadar adam lar vardır ki. bunun afatından, b u n u n gaile­
sinden. b u nun tuzaklarından kurtulamamışlardır. Çok kimseler dilinin yüzünden
en büyük musibetlere uğramışlardır, İnsanları cehenneme sürükleyip götüren de
dilleri olduğunu Peygamberimiz haber vermiştir.

H ülâsa : İnsanın dünyâ ve âbirette çektiği hep dilindendir. İşte b u n u n için­


dir ki. M üslüm anlık bize konuşmanın, söz söylemenin âdâbını, dilin nezih kal­
masının yollarını da göstermiştir. O nları şu suretle hülâsa edebiliriz :
1 —- A ğzından çıkanın sonunu, söylediği sözün nereye varacağını, dâima
düşünerek söylemek,
2 D ü n y â ve âhiret için faydası oimıyan sözleri söylememek.
3 — Sözleriyle kimsenin gönlünü kırmamak,
4 Yakında veyâhud gelecekte bir musibet ve felâket getireceğinden kork­
tuğu şeyi söylememek,
5 — Konuşurken başkasının sözünü kesmemek,
6 — H er insana lâyık olduğunu söylemek; makamına, şahsiyetine göre gö­
rüşmek,
7 — Bir insanı öğer veyâhud yererken haddinden ziyâde aşırı gitmemek.
8 Büyüklerin yanında yüksek sesle söylememek,
9 — Boşboğazlık, gevezelik etmemek,
10 — Söylerken ağzını eğip büzmemek, avurt çatlatmamak; ustalık, bilgiç­
lik satmamak,
11 — Konuşurken karşısındakini hiçe sayarak ukalâlık yapmamak, onun söz­
lerinde ayıp ve kusur aramamak,

242
12 — Dilini iâ’nele ve her ne sCceîie olursa olsun sövmeye ve kaba lâkır­
dıya alıştırmamak,
13 — Ketıd isine tevdi edilmiş olan bir sırrı başkasına söylememek.
14 - Yalan yere bir sön vermemek, yapamıyacağı bir şeyi söylememek.
15 _ Yal an söy.emekten, yeminden, gıybel etmekten, koruculuktan sakın­
mak,
16 — Başkalariyle alay ölmemek, kimseye kötü bir ad takmamak.

H ülâsa : Söz söylerken güzel güzel söylemek, kabalık yapmamak, k a r ş ı m d a ­


kilerin İmlini gözetmek, dokunacak sözlerden ve tasavvurlardan sakınmak gerek
lir. Dil ini ve konuşmasını böylece terbiye ve ıslah etmek Her insan için şahsî bir
vaziıcdir. M üslüm anlık bu yolda emretmiştir.

K u.'ûn-ı Kerîm yedi sırıt/ insanın peşinden gitmeyi, onları dinlemeyi yasak
etmiştir ki, şunlardır ;

1) D oğruya ve yalana çok yemin eden.


2) Fikir ve düşüncesi düşük olan {fikir ve tedbîrinde asalet ve yükseklik
□Imıyan),
3) Ş u n a b u n a söğen, lâ'net eden, dâima kusur ve ayıp araştıran,
4) Bir yerde konuşulan şeyleri başkalarına taşıyan (yâni insanların arası­
nı koğuculukla açmak için söz gezdiren),
5) Babil (cimri) ve son derece sıkı olan ve insanları iyilikten çeviren,
6) Hakkı tanımıyan ve mütecaviz olan,
7) G ü n â h a d a d a n a n ve b u n u n la beraber şerefsiz ve soysuz olan.

Bu gibi adamlarla, servet sahibi olsalar da, görüşmemek, onları dinlememek,


onların dediğini tutmamak Kur a n m emirlerindendir. E linden gelirse bunl a n ıs-
lalı etmek, kötü huylardan vazgeçirmek için çalışacaktır. Fakat bu huyda olan­
lara tâbi olmıyacaktır. Ç ü n k ü vara yoğa yemin edip duran bir adam, dâimâ h a ­
tâya ve yalan söyiemiye mahkûmdur. Böyle insanların sözlerine itimad edilmez.
Bunlarla düşüp kalkanlar, bunların peşinde koşanlar da onlar gibi olmıya m ah­
kûmdurlar. Fikir ve düşünceleri aşağı ve hâkir olan insanlardan fayda yerine za­
rar görülür. Herkesin ayıplarını araştıran rezil kimselerle düşüp kalkmak ve on­
ların dediklerini tutmak, en büyük bir felâkettir. Koğuculukla insanların arasına
fitne ve fesad sokan bir kimse ile görüşmek, onunla dost olmak da fesâd-ı ahlâka
sebeptir.

Kendi si hayır yapmıyan ve insanı hayırdan alıkoyan cimrilerle görüşüp ko-


nuşmakta. onları dinlemekte hayır ve menfaat nâm ına hiçbir şey yoktur: belki
zarar vardır. İşte bu gibi insanlarla düşüp kalkmak, duygusunu, fikir ve irâdesi­
ni bozacağından, b u n la rd a n uzak kalınması tavsiye olunmuştur.

243
9 — Y A L A N C IL IK V E B U N U N K Ö T Ü L Ü Ğ Ü :

Yalan, bildiğinin aksini söylemektir. Yalancılık, insanlar nazarında çok çir­


kin bir şeydir.

Ç ü n k ü bu, karşısındakini aldatmaktır. Halbuki, insan ihtiyaçlarını defede­


bilmek için diğerlerinin yardımına ve doğru sözlerine muhtaçtır. Yalancı olan
insanlar arasında geçim olamaz. Efrâdı yalancı olan bir aile içinde i’timad ve
emniyet kalmaz. Böyle bir âilede ne muntazam surette içtimâi bir hayat teessüs
eder„ ne de bir ahenk vücûda gelebilir. Şurası da muhakkaktır ki; yalan, her­
halde meydana çıkar, sonuna kadar gizli kalamaz. "Yalancının mumu yatsıya
kadar yanar.” meseli büyük bir hakikati ifade etmektedir. Kendi inanmadığı bir
şeyi başkalarına inandırmıya çalışmak kadar alçaklık tasavvur olunmaz. Yalanın
en kötü olanı yalan yere yemin ve şahadet etmektir. Bu M üslüm anlıkta en büyük
günahtır. \ alan, herhalde rûhî bir hastalıktır. Bu hastalıktan kendisini korumak
her insan için bir vazifedir. M üslüm anlık yalanı haram kılmış ve bunu şiddetle
menelmişlir. Hakikî bir M üslüm an, aleyhine de olsa, yine doğrudan ayrılmaz,
yalan irtikâb etmez. Yalan söylemekte dünyâ ve âlıiret için felâket, doğru söyle­
mekte selâmet ve saadet vardır.

10 — YALA N IN CAİZ OLDUĞU Y E R L E R :

Yalanı şi ddetli bir sûrelle yasak etmiş olan M üsiümanlık bâzı yerlerde ya­
lan söylemeği câiz görmüştür :

1) Z u lü m ve haksızlığa uğramış olan bir adamın canını veya malını, yâ-


bud ırzını teleflen kurtarmak için,
2) Yekdiğerine küsmüş olan karı ile kocayı veyâhud iki adam veya iki kav
mi barıştırmak ve bir fitnenin önüne geçmek için.
3) H orbde düşmanı alt etmek için.

İşte bu gibi yerlerde doğru söylemekle maksat basıl olmayacağını bilirse, o


zaman doğru söylemez. Bildi ğinin aksini söyler. Ç ü n k ü bu n d a büyük bir mas­
lahat ve zaruret vardır. M aslahatla maksat, karşı karşıya gelmiştir. Esasen böyle
olan yerlerde yalan, mâhiyetinden çıkmıştır. B unun içindir ki Peygamberimiz :
fhi adam arasını ıslâh eden üçüncü bir adam yalancı değildir, buyurmuşlardır.

11 — G IYBET :

Gıybel : Bir adam ın arkasından —işittiği zaman hoşlanmıyarağı şeyleri—


söylemektir. Söylenen bu şeyler ister onun ahlâkına, ister yaradılışına taallûk e t­
sin; söyleneni işitsin, islerse işilmesin. Gıybet dört türlü olur :
1) Diliyle bir adamın açıktan açığa ayıplarını söylemek.
2) El ile, göz ve kaşla işâret etmek sûretiyle söylemek.

244
3) Ayıplarına delâlet eden ibareleri um ûm a veyâhud bir adam a yazmak.

4) Başka bir sûretle ayıplarını hikâye etmek.

Gıybet, ne sûretle olursa olsun haramdır ve insanın ahlâkî yükselmesini,


mâni' olan kötü bir şeydir. M üslümanlık bunu da pek şiddetli bir sûrette yasak
etmiştir. M ü min kardeşinin arkasından çekiştirmek, onun ölüsünü çiğneyip ye­
mek gibidir. Binâenaleyh, b u ndan da kendimizi çekmek ve dilimizi b u n a alıştır­
mamak lâzımdır.

12 — KOGUCUL.UK (ONDAN ONA L Â F TA ŞIM A K) :

Birinden lâf alıp diğerine götürmek de ahlâksızlıktır. Ç ü n k ü bu huyda o lan­


lar. insanlar arasına nifak saçarak kardeşlik bağlarını gevşetirler, cemiyetin
âhengini bozarlar, birçok âilelerin perişan olmasına da sebep olurlar. B in â e n a ­
leyh. ahlâk ın yükselmesi için M üslüm anlık bunu da yasak etmiştir. Bu fıtratta
olan insanlar, ahlâkan en menfur insanlardır. Koğuculuk birkaç çeşit olur :

1) Mevki sâbiplerine. madunlarını gözden düşürmek için koğulamak. Bu


en fenâ bir harekettir.

Ç ü n k ü bu yüzden birçok âilelerin başına büyük felâketler gelir.

2) Dostları, ahbapları koğulamak.

3) Karı-koca, akrâba ve hısımları, baba ile oğul ve kardeşler arasını açmak


için gammazlık yapmak.

4) Cem aatları veyâhud san at ve ticâret erbâbını birbirine koğulamak,

5) Bir insanı mevkiinden düşürmek için onun aleyhinde bulunmak, ondan


söz taşımak.

Her ne sûretle olursa olsun koğuculuk en fenâ ve şeytanı bir huydur. İnsan­
ların vazifesi ara açmak, ortalığa fitne ve fesat tohumları saçmak değil, ara b u l­
mak ve insanları birbirine yaklaştırmaya çalışmaktır. B u n u n içindir ki. K ur ân-ı
Kerîm b u kötü huydan şiddetle menetmişlir. Koğuculuk haramdır.

13 — KOGUCULUGUN İLÂ C I :

insanları birbirine düşüren b u tehlikeli hastalığın bir ilâcı vardır ki, o da


böyle olan kimselerden halkın yüz çevirmesi, bunların sözlerine asla kulak ver­
memeleri ve bunların koğularından müteessir olmamalarıdır. İşte bu hastalığı
kökünden kurutmak için başlıca ilâç budur. Bir gammazın sözlerine kıymet ver­
mek akıllılık değildir. K oğucunun her söylediğini hemen kabul edenler sonra
eyvah derler.

245
14 — Î F T lR A E T M E K :

İftira, bir adam a muttasıf olmadığı bir Fenûhğı isnâd etmektir. tflirâ da. gıy­
bet de. bâzı kere hırsızlıktan d a h a cinaidir. Ç ü n k ü iftira, bir kere insanlar a t a ­
sına yayılınca onun aslı olmadığını anlatm ak çok güçtür. H e r ne de olsa d u ­
yanların kalbinde bir şüphe, bir iz bırakır. B u n u n içindir ki. bir insana iftira
çimek, onun hayâtına, mânevi şeref ve haysiyetine en çirkin bir sûrette tecâvüz
etmek demektir. Bâzen dikkatsizlik eseri olarak söylenilen bir söz, hattâ bir işa­
ret, açığa çıkarılıveren bir sır. insanı gülünç bir hâle koyan bir şaka d a insanın
şeref ve haysiyetine karşı çirkin bir tecâvüz sayılır. B unun içindir ki, insanın şe­
ref ve haysiyetine karşı bir tecâvüz şeklinde olan her şey ahlâk kanunlarına
mugayirdir. Böyle insanlar. M üslüm anlık nazarında en aşağı ve alçak birer
mahlûktur. Binâenaleyh, dilimizi böyle bir şeye alıştırmamak ahlâkî bir vazifedir.

15 — M ECLİSLERD E, TO PLA N TILA RD A R İÂ Y E T İ LÂZIM OLAN ŞEY LER


(ÂL>AB) r

Toplantıların da edebleri vardır. Bir mecliste otururken onlara riâyel etmek


ahlâkî bir vazifedir. Kur drt-r Kerîm ve H a z r e t - i P e y g a m b e r bu­
nu da bize tarif etmiştir. Bunları da hülâsa edelim :
1) Bir toplantıya herkesi iğrendirecek elbise ile, fena kokularla gitmemek.
2) Mecliste dâima güler yüzlü olup, ekşi suratlı ve geveze olmamak.
3) İleri geçip oturmamak, hakkı olmadıkça ileriye geçmemek.
4) Kendisinden yaşça vc bilgice yüksek olanlara hürmet etmek.
5) Anası, babası veya hocasına dalın çok hürmetli olmak.
6) O tu ra n la ra sıkıntı verecek hallerden sakınmak. (oturanlar tarafından
yer gösterilirse oraya, gösterilmezse en geniş göreceği yere oturur.)
7) iki adam arasına oturmak lâzım gelirse, onların müsâadesini istemek,
8) Sonradan gelene yer göstermek.
9) Kendisinden büyük olanların yanında ayağını ayak üslüne koymamak.
10) E v sahibi, misafiri uğurlamak,
11) O tu ra n la r üç kimse olursa, ikisi gizlice konuşmamak, (bilmediği bir dil
ile konuşmak da böyledir.)
12) O turanları iz’âc etmemek için mümkün mertebe yanlarında esnememek,
esnemeğe mecbur olursa elini ağzına koymak.
13) ö k sü rm e veya geğirmeyi gürültüsüz yapmak.

Meclis ve toplantıların edeblerinc riâyet etmek, oturanlar arasında sevgi ve


saygının ziyâdeleşmesine, kin ve fesâd gibi şeylerin bırakılmasına sebeb olur.
Yanındakilere sıkıntı vermemek, onları kendisinden nefret ettirecek hallerde b u ­
lunm am ak tslâmda çok mühimdir. İslâm ahlâkının bu hususta hâiz olduğu yük­
sek mevki’. K ur’ân-ı Kerîm de taTsi! olunmuştur.

246
's . 1
16 — GÖZ, K U L A K V E S A ÎR A Z A L A R IN T E R B ÎY E V E IS L A H I :

Müslümanlık, insanları maddeten ve rûlıan yükseltmek gayesini lâkib eden


bir dindir. Islâmın b ü tün ahkâm ve â da bında bu cihet pek açık olarak gösteril­
mektedir. A ğızdan giren ve ağızdan çıkan için nasıl bir iıad göstermiş ise, diğer
âzâların ıslah ve terbiyesi için de birtakım usuller koymuştur. M üslüm anlığın h ü ­
kümlerine göre her M ü slüm ana başkalarının kanı, ırz ve namusu, malı haram ­
dır. Kendisinin olnııyan herhangi bir şeye kötü gözle bakmamak, kendi canı, n a ­
musu, malı nasıl mukaddes ise, başkalarınmkini de aynı suretle tanımak; elini,
eteğini, gözünü ve kulağını haram dan ve kendisine âit olmıyan her şeyden çek­
mek...

K ur ân ın şu emirlerine dikkat buyurulsun :


1) A dab ve erkânına riâyet ederek namaz kılınız.
2) Herkesi iyiliğe ve hayra götürmeye, Fenâlıktan çevirmiye çalışınız.
3) Bu uğurda karşılaşacağınız eziyetlere sabrediniz.
4) Kibirlenerek, kendinizi büyük görerek, halktan yüz çevirmeyin.
5) Yolda kibirli ve azametli yürümeyin.
()) Bağırarak konuşup karşınızdakilere ezâ vermeyin, onları hiçe saymayın.
7) Hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz. gönül, b u n ­
ların her birinden dolayı insan mes uldür.

Bunlar her M üslüm an için dînî ve ahlâkî bir borçtur. Gözümüzle başkala­
rının kusur ve ayıplarını görmiye çalışmamak, kulağımızla da bunlardan çekin­
melidir.

247
K IR K İK İN C İ D E R S

RÛHL'N FAZİLETLE TEHZIBt

Ruha göre bir nevi hastalık demek olup, onun yükselmesine ve inkişâfına
nı&ni olan şeylerden bir kısmım yukarıda söyledik. Şimdi de ruhum uzun mufc-
Iasıf olması lâzım gelen faziletlerden bahsedeceğiz.

Fazilet demek, kendisiyle multasıf olan iki vıicud arasında bir âhenk husû
le getiren ruhî seciyeler demektir. Bunun zıddı rezîletlir. Faziletin usûllerini y u ­
karıda görmüştük. Şimdi o usûllerden çıkan ve kuvâ-yı rûlıiyenin herbirerlerine
ayrı ayrı taallûk u olan bâzı faziletlerle onların zıdlannı hulasaten göreceğiz.

1 — SEBA T VE M ETA NET :

Bütün eirâ/iyle düşünerek, mu/ıâfcerne edilerek eeriien karardan dönmeme


ye sebal ve metanet denir. Bu. insanlar için bir fazilettir. R u h u n u bu yolda
terbiye etmiş olan bir adam, yapacağı şeyi evvelâ iyice düşünür, lebinde ve aley­
hinde ne kadar ihtimâlât varsa hepsini etıâfiyle ve sebepleriyle tetkik eder. N i ­
hayet kararını verir ve b u kararında sebât eder. Ç ü n k ü onun vermiş olduğu ka­
rar. kuvvetli ve ilmi bir sebebe dayanıyor demektir. O n u n için buradan dönemez,
irâdeye taallûk eden bu fazilete sahip olan böyle bir adamı ne haz, ne menfaat,
ne de teheyyüç... hiçbir şey karârından çeviremez. D ü n y a d a en müşkül işler bu
fazilete sâhib olan insanlar tarafından başarılır. B unun içindir l<i. dinimiz b u ­
nunla emrediyor.

2 — İN A T VE TELEVVUN-1 MlZÂC :

Sebatın aşırı ve ifrat derecesi inat, aşağısı da televviin-i m izaç denilen


şeydir, inat: düşünmeden bir karar vermek ve onda isrâr etmektir ki, celıâletlcıı
ileri gelir. Böyle olan adamlar, ekseriyetle dikhaşlı olurlar. Tclevvün-i mizaç de­
mek, düşüncesinde ve harekâtında kararsızlık olmak demektir. Böyle olan a d a m ­
lar. esaslı bir fikre sahip değillerdir. D â im â renklen renge girerler, bugün bir tür­
lü. yarın bir türlü olurlar. Bunlar dosdoğru bir karar veremiyecekleri gibi, ver­
dikleri karârı da kolay kolay tatbik edemezler. Bunların irâdeleri zaîftir. B unun
her ikisi de en kötü huylardandır, insan, azim ve sebat sahibi olmalıdır. Inatç
ve mütelevvin olmamalıdır.

248
3 — N E F S ÎN E H AKÎM OLMAK :

Yüitsek Faziletlerden biri de nefse hâkim olmaktır. B unun mânâsı : İnsan;


sözlerinin, iğlerinin sâlıibi olması demekliı. Sözüne ve işine sâlıib olanlar nef­
sine hâkim ve irâdesine sahip demektir. Böyle olan bir adam, heyecana kapıla-
maz. her şeyde irâdenin hâkimiyetine müracaat eder.

Bu sıfatla muttasıf olmayanlar, ya Fevkalâde heyecanlı ve hiddetli, yâhud


son derece yumuşak tabiatlı olurlar. Halbuki, bunların ikisi de mczmum ve kö­
tü huylardandır. H iddet ve gazap, ânj bir cinnettir. Son derece yumuşaklık da
meskenettir.

4 — ŞEOÂAT:

A hlâkî bir fazilet olan şecaat . K albde olan hır kuvvet, irâdede olan bir se­
bat i ir. Bu faziletle muttasıf olanlar, lüzum unda ve ihtiyaç zamanında, tehlikeler
karşısında aslâ yılmaz ve ölümü hiçe sayarlar. Hayat kavgasında muvaffak olma­
nın asıl âmili şecaattir. Bunun içindir ki. her fırsattan istifâde ederek bunun
kuvvetlenmesine çalışmak lâzımdır. Şecaatin aşırı ve ifrat derecesi tehevvür, en
aşağısı da 'cehdnet ~ korkaklık ' dır. B unun her ikisi de kötü huylar ve rühi bir
hastalıktır.

Tehevvür, bir şeyin ilerisini ve gerisini düşünm eden heyecan ile birdenbi­
re ortaya atılmaktır. Bu suretle hareket edenler, çok defâ kendilerini tehlikeye
atarlar.

Cebânet, son derece korkaklık demektir. Korkak olan insanlarda sabır ve se­
bat da olmıyacağından, hiçbir işle muvaffak olamazlar. Şecaat Peygamberin en
büyük vasıflarındandır. P e y g a m b e r i m i z : Korkaklıkta ar, ileri g it­
m ekle şeref nardır, /nsnn korku ile, hükm i kaderden kurtulamaz. buyurm uş­
lardır.

5 — TEV A ZU ’, VAKAR :

I evâzu demek, kendisinden küçük olanları bakir görmemek ve akranları


arasında kendine büyük süsü vermemek, herkesle görüşüp konuşmaktır, V akar
dediğimiz de mevki ve haysiyetinin irahatını korumak, hafif meşrep olmamaktır.
Bir insan mütevazı olmakla başkalarının sevgisini, vakarlı olmakla da hürmet
ve saygılarını kendisine çeker. O n u n içindir ki. bu yüksek ahlâk ve faziletle
muttasıf olanlar çok sevilir ve sayılır. Bunun zıddı, kibir ve meskenettir. B inâena­
leyh. insan, ne yalnız mütevazı ne de yalnız vakur olmayıp her ikisi birden b u ­
lunmalıdır. \ â n i alçak gönüllülüğü meskenete, vakarhhğı kibir ve azamete vnr-
drrmamalıdır. Ç ü n k ü bun u n her ikisi de mczmum ve kötü huylardandır.

249
Bunun içindir ki : Müslümanlık, bir laraftan mülevâzi’ olmayı teşvik eder­
ken. diğer taraftan onun insanı zillete düşürecek olan derecesinden şiddetle me­
nediyor. H a ttâ tevazu' göstermeğe lâyık olanlarla kendilerine karşı vakur dav­
ranmak îcâb edenleri de ayırıyor.

Tevâzu' ile vakar ne kadar güzel bir buy ise. kibir ile haysiyetsizlik de o
nisbette kötüdür. Kibir, kendini büyük görmek, başkalarının üstünde tutmaktır
ve çok kötü maraz-ı riıhîdir. Bu hastalıkla mâlûl olanlar konuşmalarında, oturup
kalkmalarında ve hattâ yürüyüşlerinde başkalariyle denk olmak istemezler. R u h ­
larında kibir denilen mühlik hastalık olanlar, her türlü kötü huylan kendilerin­
de toplamış demektir. Bunlar başkalarını dâima lıâkir görürler, hakkı kabul e t ­
mek istemezler. Ç ü n k ü ruhlarına ağır gelir.

Peygamberimizin şu hadîs-i şeriflerine de dikkat olunsun :

" M ü le v â zi' olan bir adam, ku yu n u n dibinde olsa A llâ h u 7 eâlâ bir rüzgâr
gönderip onu çıkarır."

‘M üslim kardeşine karşı alçak gönüllü olanı A llah yükseltir; azam et ve ki


bir göstereni de zelil kılar.

T evâ zu u n kadrini bilenlere karşı nıülevâzi’. bilmiyenlere de kibirli olun


(yâni vakarınızı muhafaza edi n ); kibirl iye karşı kibir, sadakadır.”

6 — ÎZ Z E T -t N E F ÎS :

İnsanlığın şeref ve haysiyetini ve kendisindeki yüksekliği lâyıkiyle anlıyarak.


onun ulviyetini muhâfaza etmiye "izzel-i nefis" denir. Bu yüksek fazilete sâhib
olan bir adam, âdi ve süfli kimselere lâyık her türlü kötü sözlerden vc işlerden
çekinir, bu gibi şeyleri kendisine lâyık ve nefsindeki yükseklik ile kaabil-i te lif
görmez. Nefsindeki ulviyeti anlamıyanlar da. insanlığın şerefiyle mütenâsip olmı-
yan en kötü şeyleri yapmaktan çekinmezler. İzzel-i nefis sâhibi olanlar, ne kibir­
li. ne de mutabasbıs ve dalkavuktur.

7 — H ÎLÎM :

Son derece hiddetli ve öfkeli olduğu bir zamanda —gücü yelmekle berâber—
kendisini zaptederek öfkesini yenmek ve intikam fikrinden vazgeçmeğe "hilim "
denir. Bu sebeplen dolayı, son derece öfkeli olduğu bir zam anda nefsine sâhib
olarak öfkesini yenebilmek, kendisini hiddet ve öfkenin alevine kaptırmamak en
büyük fazilettir. C âhile karşı merhametle: intikam almıya kaadir b u lunduğu düş­
m anına afivle muâmele etmek "hilim" denilen faziletten ileri gelir.

Esâsen hilim demek, alelıtlak yumuşak tabiatlı olmak değildir. Belki intikam
almak elinde olduğu bir vakitte, öfkesini yenebilmek demektir. Binâenaleyh, âciz

250
iken yumuşak tabiatlı görünüb de, eline fırsat geçliğinde intikam scvdâsına dü-
şenlere ' fıalfm ' denemez.

H ilmin zıddı; gazap ile son derece yumuşak tabiatlı olmaktır. G azap, ne ka-
dar mezmum ve kötü bir buy ise, haklarını müdâfaa edemiyecek kadar yumuşak
ve halim olmak da kötü bir huydur. H er ikisi de ruhî bir hastalıktır. Binâenaleyh,
ne öfkesini yenemiyecek kadar hiddetli olmalı, ne de haklarını koruyamıyacak ka­
dar yumuşak tabiatlı olmalıdır.

8 — E D E P VE HAVA :

Edep lıer hususta haddini bi lip onu tecâvüz etmemektir. İnsanlar için gerek
A llah'a, gerek insanlara karşı haddini bilmek kadar büyük bir Fazilet yoktur.
Edeb, ahlâk-ı lslâmiyyedendir. Bu fazilete mâlik olmak dünyânın en büyük h a ­
zînesini elde etmekten da h a kıymetlidir. Bu yüksek fazilete sâhip olmıyanlar, in
sanlığın kemâline yükselemezler. Edepli olmamak, haddini bilmemek, öyle bir
hastalıktır ki, b u nunla mâlûl olanlar, en büyük hatâlara düşebilirler. M ahlûka-
tın en kâmili olan Peygamberimiz M u h a m m e d aîeyhi's-seldm’m sahabe­
lerine. “ Siz dünyâ işlerini daha iyi bilirsiniz, buyurmaları, bizim için ne büyük
bir hakikattir. Binâenaleyh, haddini bilip ondan ileriye geçmemek ahlâkî bir va­
zifedir; rûhum uzu b u yolda terbiye etmek lâzımdır.

H ayâ, ar ve tekdiri mûcib olan bir kötülükten nefsinin son derece sıkılması,
şiddetle müteessir olması demektir. Buna utanm ak deriz. Böyle bir şeyden sıkıl­
mak, en büyük bir fazilettir,

İnsanın en güzel, en sahih ve en ciddî ölçüsü, edeb ve hayasıdır. H addini


bilmek, ar ve tekdiri îcâb eden bir şeyden teessür duymak, şüphe yok ki, en b ü ­
yük bir fazilettir, insanlarda bu hissin yerleşmesi, her işin iyi olmasını te min
eder.

Göster A llâ h ım , bu millet kurtulur, fek m u cize :


Bir utanmak hissi ver gaip hazînenden bize (1).

Bu seciye kimde bulunursa, onu şehvânT arzulardan uzaklaştırır, fazilet sâ-


hipleriyle düşüp kalkmıya sevkeder. Doğruluğun, emniyetin, yükselmenin m en­
şei de budur. Gafilleri uyandırmak, tenbelleri harekete getirmek, çılgınlan dur-
durmak da b u seciyenin varlığına bağlıdır. İnsanı ahlâk kanunlarına uygun ol-
mıyan hallerden alıkoyan da budur.

U tanm ak, iki kısımdır; 1) A llalı'dan utanmak, 2) H alktan utanmak. 1

(1) B alkan harbinin k ö tü eller ve ih tira sla rla en fenâ b ir vaziyete sokuldu­
ğu za m an lard a Ş âir M e h m e t A k i f ta ra fın d a n söylenen uzun b ir m anzü-
meden alınm ıştır.

251
İnsanları dünyâ ve âhiretle saâdete kavuşturacak olan b ü tün faziletlerin
esâsı A llah dan utanmaktır. Ç ü n k ü Allah d a n uta na n adam, farzları terk ve
münkerâtı irtikâb etmez ve edemez.

H alktan utanm ak da iki sûretle olur :

a) insanlardan utanarak yapmadığı bir kötülüğü insanların görmiyeceği bir


yerde de —A llah dan korkarak ve utanarak— yapmıyacağına kat’iyyen emin olmak.
Bu. netice i tibâriyle A lla h ’dan korkmaya ve utanmıya varır.
b) İnsanlardan utandığı için kötülük yapmıyor, maamâfih. görmiyecekleri
bir yerde olsa yapacak. Bu tam bir fazilet değildir. F a k a t mademki bir utanm ak
hissi vardır, b u n u öğütle yavaş yavaş yola getirmek ve A llah korkusunu kalbin­
de yerleştirmek mümkündür. Bu histen büsbütün m ahrum olmak insan için en
büyük bir felâkettir. Öyleleri için her türlü ahlâksızlığı yapmak işden bile d e ­
ğildir.
Edeb ve hayâ bu derece mühim olduğu içindir ki M üslüm anlık b u n u n mev­
kiini pek ziyâde yükseltmiştir. Peygamberimiz M u h a m m e d aleyhi’s-selâm :
"L/tanması olmıyanın îmânı noksandır.”, " U lanm ak îm ândan gelir", "U ta n m a k
hayırdan başka bir şey doğurm az.”, "U tanm ak insanın ziynetidir." b u y u rm u ş­
lardır.
Görülüyor ki : U tanm am azlık pek kötü ve insanlığa yakışmıyan hayvani bir
haslettir. M aam âfih, utanm ak lâzım olmıyan yerde haklarını m üdâfaa edemiyecek
derecede utangaç olmak, iyi ve fazilet olan bir şeyi yapm am ak da, iyi bir huy
değildir. B u n u n iç:ndir ki, P e y g a m b e r i m i z , "U ta n m a k rızka m âni
olur.” buyurmuşlardır.

9 — SÖZÜ VE ÖZÜ DOĞRU OLMAK :

M üslüm anlığın rûhu doğruluktur. İtikaadında. ibâdetinde, her işinde ve her


sözünde doğru olmaktır. D oğru sözlü olmak demek, i'tikaad ettiği, düşün d ü ğ ü
ve bildiği gibi söylemek demektir. Bu. ne derece yüksek bir fazilet ise. yalan söy­
lemek. yâni, bildiğinin aksini söylemek de, o kadar kötü bir huydur.

Sözü ve özü doğru olmanın içtimâi hayat üzerinde çok mühim bir te’sîri
vardır. Binâenaleyh, çocuklarımıza en evvel b u nun iyiliğini, şeref ve fazilet ve
hayattaki kıymetini belletmek lâzımdır. M üslüm anlık yalancılığı, münâfıklık alâ­
metinden sayar. D oğru sözlü olanlar hem A llah yanında, hem de insanlar n a ­
zarında şerefli insanlardır. Bu yüksek faziletle muttasıl olmak her insan için
bir vazifedir.

10 — S IR VE GÎZLÎ OLAN ŞEY L E R İ SÖYLEM EM EK :

Açığa çıkmayıp gizli kalması lâzım olan şeyleri (ister kendi şahsına müteal-
lik. isterse başkasına âit bulu n a n bir sırrı) içinde saklamak büyük bir fazilettir.

252
insanın kendisine âit birtakım şeyler olur ki, onların açığa çıkmasını isteme.'.
Bâzan da başkaları tarafından kendisine güvenilerek tevdi olunmuş gizli şeyler
olur. B unlar da birer sırdır ve kimseye söylememek lâzımdır. İnsan, kendisine
âit olub da alana çıkmasını ve yayılmasını istemediği şeyleri başka birine söyle-
memelidir. Ç ü n k ü kendisinden çıkarak başkasına geçen bir sır. on d a n ona der­
ken herhalde yayılacaktır. P e y g a m b e r i m i z : "Sırrını, gizli kalması lâ-
zım gelen bir şeyi saklıyan, işine m âlik olur." buyurmuşlardır.

Peygamberimizin dâmâdı A I i radiya’llâhu arıh'in : "Sır, yâni içinde


sakladığın şey, senin esirindir. O n u alana çıkardığın vakit sen ona esir olursun."
buyurmaları büyük bir hikmeti ifâde eder.

\ ine sahâbeden A m r i b n - i  s : Kalbler, sırların m uhâfaza o lu n ­


d u ğ u kaplardır, dudaklar o kapların kilidi, diller de anahtarıdır. Binâenaleyh, her
insan, sırrının anahtarını saklam ak lâzımdır, buyurmuşlardır ki. çok ibretli ve
yüksek bir hakikattir. A çığa çıkarılmaması lâzımgelen bir sır, ya ferdlere m ü ­
tealliktir, yâhud um ûm a âittir. Memleket ve millete âit olup da gizli kalması
lâzım olan her şey, bu ikinci kısımdandır. Bilhassa bu ikinci kısma dâhil bulunan
bir sırrı başkalarına söylemek ve b u n u alana çıkarmak, M üslüm anlık nazarında
en büyük bir cinâyet ve hiyânettir. M üslüm an hk bu gibil er hakkında : " E m â n e ­
te riâyeti olm ıyanm im ânı yoktur." buyurmuştur.

H ülâsa : Kendi husûsi sırlarımızı saklamak ne derece lâzım ise, bize tevdi
olunmuş bir sırrı saklamak ve kimseye açmamak da, dînî ve ahlâkî bir vazifedir.
Ç ü n k ü bunlar bize emânet edilmiştir. Bizim vicdânımıza emânet edilmiş bir şe­
yi saklamamak ahlâksızlığın en büyüğüdür. Hele memleket ve millete âit gizli
kalması lâzımgelen böyle bir şeyi, en yakın ve hattâ mahrem olanlara da söyle­
memek lâzımdır. Millet ve memlekete âit kendisine tevdi edilmiş bir sırrı başka­
larına söylemek, bütün memleket aleyhinde bir cinâyettir. Peygamberimizin şu
hadis i şeriflerine dikkat buyurulsun : "Birisi sana bir şey söylerken etrâfına ba­
kınırsa, o söz em ânettir; başkasına söylenm em esi için tenbîh etmese de onu mu
hâfaza et. M utlak bırakılan sözler de emânettir. E n ehemmiyetsiz olan ve söy­
lenmesinde ferdi ve içtimâi bir zarar olmıyan sırları bile saklamıya alışmalı ve
rûhum uzu bu yolda terbiye etmelidir. İşte İslâm ahlâkı budur. 1

11 — İF F E T :

Nefsin meşrû’ olmıyan arzularına inkıyad etmemiye "iffet" denir. Bu seci­


yeye sâhip olanlar: hayatta en büyük düşm anlardan biri olan ve bizi esâreti a l­
tında bulunduracak bir mâhiyette bulunan şehvânî arzuların hepsine galebe ede­
rek nefislerine hâkim olurlar. Arzularını, dâimâ akıl ve hikmetle tartarlar. Ş e ­
ref ve haysiyet, nâm us ve i’tibar sahibi olmak için afif kalmak lâzımdır, iffetini
kaybedenler en büyük ümitlerini mahvedebilirler. Bilhassa tahsilde b u lu n a n genç

253
lerin şehvanî arzulara son derece mukaavemet etmeleri lâzımdır. Afif ve nefsine
hâkim olmak için dört şey lâzımdır :

1) Kuvvetli ve metin bir irâdeye sâhib olmak.

2) Şehvânî arzulara muvafık düşünceler üzerinde dâim â bir tenkit y a p m a ­


lı. bunlara uyulduğu takdirde, ileride: maddi ve mânevi göreceği zararları gözö-
nüne getirmeli.

3) D â im â yüksek düşüncelerle dimağı meşgul etmeli, (çünkü şehvâniyetin


bütün kuvveti tasavvurdadır.)

4) Kötü arkadaşlardan uzak kalmak, (çünkü insanı en evvel sefâhcte. şeh­


vânî arzulara uymıya sevkeden, kötü arkadaşlar olduğu gibi, bu yolda devâm
edip gitmesine de bunların le’sîri çoktur.)

H ülâsa : Ncfsânî ve şehvânî arzularımıza karşı gelerek nefsimizin esiri d e ­


ğil. hâkimi o n u y a çalışmak ve kendimizi bu yolda terbiye etmiye alıştırmak lâ­
zımdır.

12 — EM A N ET VE H lY Â N E T :

Emânet, saklanmak üzere bırakılan bir haktır. Bu. ister A llâh'a âit olsun,
ister kullara âit bir hak olsun; maddî olsun, mânevi olsun, hepsine şâmildir. B i­
nâenaleyh, m uhâfaza etmek üzere bize tevdi' edil/niş bir para emânettir. Bize em­
niyet edilen ırz ve namus, şahsî veya içtimâi sır bir emânettir. H er ne sûretle
olursa olsun bize tevdi’ edilmiş olan bir emâneti muhâfaza etmek ve onları ye­
rine edâ etmek bir vazifedir. O n la ra riâyet etmemek hiyânettir. A llâh'ın emirleri
ve teklifleri de bize birer emânettir; onları da güzelce edâ etmek lâzımdır. Ü ze­
rimize aldığımız herhangi bir vazife de emânettir; onları lâyıkiyle yapmamak em â­
nete hiyânettir.

Millet ve hükümet malı da bir emânettir. Az olsun, çok olsun bize tevdi’
edilmiş olan böyle bir şeyi m uhâfaza etmek dînî ve ahlâkî bir vazifedir. M ü s lü ­
manlıkta emânetin mevkii çok yüksektir. Em ânete hiyânet etmek, hey’et-i içti-
mâiyenin nizâmını altüst edecek kadar büyük felâketler doğurabilir. E m ânet e h­
line verilmeli ve kendimize verilen bir emânete de hiyânet etmemelidir.

H ülâsa : Bir insan için en büyük meziyet "em in" bir şahsiyet olmaktır. Her
mânâsiyîe güvenilir bir insan olmak ve çocuklarımızı da bu yolda terbiye et­
mek. şahsımız için en büyük bir vazifedir.

Müslümanlık, emânete hiyânet edenlerin imânı olmadığını, böyle adamların


münâfık gürûhundan b u lu nduğunu, hele milli ve içtimâi olan emânetlere hiyâ­
net etmenin büyük felâketler doğuracağını çok beliğ bir ifâde ile anlatmıştır.

254
13 — S A B IR :

Sabır, şer’in ve aklın iktizâ eylediği şey üzerine nefsi tutmnkiır.

Sabır, m ütealliki i'tibâriyle üç kısım dır :

1) A llah' in emirlerini yapmak üzerine nefsi ilzam etmek, durdurmak.

2) A klın ve şer'in fenâ gördüğü şeyleri yapmaktan nefsi alıkoymak, nefsi­


nin meşrû' olmıyan arzû ve iştiyaklarına mukaavemet etmek.

3) Tabiat-ı beşeriye’ye uygun olmıyan zarurî haller, hayatta insana ebnı


ve keder veren büyük musibetler karşısında heyecan ile teessüre kapılmaktan
nefsini menetmek, tutmak.

Sabır, rûhun öyle bir meleke ve seciyesidir ki. hak yolunda, taham m ülü
müşkül olan ve nefse ağır gelen şeylere katlanmak ancak bu sayede olabilir. Bir
hakkı müdâfaa ve m uhâfaza husûsunda gösterilen sebat ancak bu seciye ile olur.
İnsan, şeref ve haysiyetini, nâm us ve istiklâlini m uhâfaza uğrunda karşılaşacağı
müşkillere b u sâyede tahammül edebilir. Evet A llâ h ’ın emirlerini tamâmen yeri­
ne getirmek ve nefse hoş gelen fenâ arzularla, taham m ülü güç musibetlere m ukaa­
vemet edebilmek için rû h u n böyle bir kuvvete mâlik olması lâzımdır. İyi d ü şü ­
nülecek olursa her muvaffakiyetin, her kemâlin, bütün faziletlerin anası, sabır
denilen bu güzel huydur. H e r türlü rezâletin sebebi de b u n u n azlığı veyâhud
yokluğudur. Başka hiçbir fazilet b u n u n la boy ölçüşemez. B u n u n içindir ki, bu
seciye K ıır’â n ’in yetmişten ziyâde yerinde medh ve senâ edilmiştir.

Fakat nedense, bu derece mühim olan b u fazilet bizde yanlış anlaşılmıştır.


Bizde sabretmek deyince, çok defâ meskenete ve zillete yakın bir şey anlaşılır.
Sabretmeyi mahkûmiyete, meskenete, hakarete, haklı haksız üzerimize yükletilen,
İnsanî şerefimizi Iekeliyecek olan tecâvüzlerin hepsine katlanmak ve bunlara ses
çıkarmamak sananlar ve böyle şeylere katlanmakla ileride mükâfat göreceğini
ümid edenler çoktur. Halbuki, b u n la r sabretmek değil, zillete katlanmaktır ve
en mezmum bir şeydir. Evet bâzı musibetler vardır ki. o nlann ne gelmesi, ne
de kaldırılması insanın kendi elinde değildir. A llah cümleyi muhâfaza buyursun,
böyle bir felâket geldiği vakit kendisini teessür ve heyecâna kaptırmıyarak m u ­
kadderata râzı olup sabretmek lâzımdır. Böyle zam anlarda bağırmak, çağırmak
fâidesizdir. belki de zararlıdır.

Bâzı musibetler de vardır ki. o n la n n önüne geçmek, onları tamâmen ortadan


kaldırmak veyâhud azaltmak mümkündür. İşte böyle bir zam anda bir taraftan o
felâkete sabretmek ve on d a n dolayı ye'se kapılmamakla berâber diğer taraftan
ondan kurtulmak için fikrî, bedenî ve mâli b ü tü n varlığiyle çalışmak da şüphe
yok ki. sabır ile olacaktır. Şimdi ferdî ve içtimâi hayatta bun u n ehemmiyetini ve
hâiz olduğu yüksek mevkii bâzı misallerle anlatalım :

255
1) Tedavisi mümkün bir hastalığa tutulmuş olan bir adamın, onun çare­
sine hiç bakmıyarak. oturup da. Ben A llah elan gelen helaya sabredenlerdenim ;
m ü m in in silâhı sabırdır.’ demesi doğru bir şey olmaz. Ç ü n k ü burada sabır, bir
taraftan sebebine yapışmakla beraber, diğer taraftan da acizlik göstermemek ve
elinden geldiği kadar çalışmaktır.
2) D üşm a n esâretine düşmüş olanların ona razı olup oturmaları da sabır
değil, belki meskenete boyun eğmektir. Asıl sabır, o esaretten kurtulmak için her
türlü mabrûmiyele katlanabilmektir.
3) M üslüm anlığın en mühim tekliflerinden biri " ilim sahibi olmaktır. B u ­
nu n için, şüphe yok ki, senelerce didinmek ve zam anına göre mahı ûmiyetlere
katlanmak, yâni sabır denilen seciyeye mâlik olmak lâzımdır. B u seciyeye mâlik
olmıyanlar nefse güç gelen meşakkatlere ve nefislerinin arzularına mukaavemet
edemiyeceklerinden tahsillerini yarı yolda bırakıverirler.
4) Balı i 1 bir adamın hayırlı işlere para vermemesinin başlıca sebebi, ken­
disinde sabır denilen kuvvetin zaifliğinden başka bir şey değildir. Bu zavallı
adam, günün birinde üzerine çökebileceğini tahayyül eylediği zarûrete karşı d u ­
rabilecek bir sabra, bir metânele mâlik olsaydı bu hastalıkla mâlûl olmazdı.
5) Müsrif bir adamın, nefsânî arzuları için birçok paraları mahvetmesi,
şelıvânî arzularının esiri olan bir adamın kötülük içine dalarak, elinde, a v u c u n ­
da olanı bitirmesi, sabırsızlıktan başka bir şey değildir. Eğer bu adam, nefsinin
lenâ arzularına mukaavemet ederek, kendisini çekip çevirebilecek bir sabra m â ­
lik olsaydı, ne serveti elinden gider, ne de böyle felâketlere düşerdi.

H ülâsa : Sabır, imânın, ibâdetin, ilim ve hikmetin ve b ü tün faziletlerin b a ­


sıdır. A klın ve şer’in emirlerine hakkiyle tâ bi’ olmak, yasak ettiklerinden uzak
kalabilmek için sabır lâzımdır. Böyle olduğu gibi, kötü huyların menşei de sa­
bırsızlıktır.

İslâm mütefekkirlerinden G a z a l i merhum " E l Erbain ' adlı kitabın­


da şöyle diyor :

"in sa n b ü tü n ahvalde sabır denilen seciyeye muhtaçtır, insan, sağlamlık,


servet, yüksek m evki ve m ansıp gibi hoşa giden şeylerde de sabra muhtaçtır.
Ç ü n k ü bu şerâit içinde kendini zaptedem iyecek olursa, azar; geldiği ve gideceği
yeri unutur. Böyle zam anlarda sabretmek dem ek; bunların hiçbirine güvenm em ek,
azıp sapıtm am ak, hepsinin em ânet olduğunu hatırlamak, sefâhete dalm am ak, A l-
lâh in lû tfu n a şükürden geri durm am ak dem ektir."

"Sonra nam az, oruç, zekât gibi tekâlif i şer'iyyeyi yapm ak için de sabır lâ­
zım. Ç ü n k ü ne kadar kolay olsa yine nefse tekliftir. O n u n için bu gibi şeyler­
den nefis hoşlanm az. T enbelliği bırakıp da vakti vaktinde nam az kılm ak, p in ­
tiliği ayak altına alıp da m alının zekâtını vermek, hayırlı yere para ile yardım da

256
t u l u f i m a t ; nefsinin en büyü k arzularına karşı gelerek oruç tutabilm ek az fed a ­
kârlık m ıd ır? B unlar içi» az sabır mı lâzım ? Sonra nefsin meşru olm ıyan birta-
kım arzularına karşı gelmek, nefsi, onları yapm aktan alıkoym ak elbette sabır ile
olur. A h b a p ve yûrânm ölümü, müzmin bir hastalık, m alın ziy&ı, bedenindeki
ûzâlardan birinin mühim t i r sftrcfie musibete dûçâr olması gibi euuei ve âhir
insanın iıûde ve ihtiyarında olm ıyan bir tabım kaza ve musibetler karşısında ah
vah etm eyip sabretm ek de. Kur ân in öğdüğü sabırdır ve yüksek bir fazilettir.
Bir insanın hiddetine mağlûp olmaması, yorucu bir vazifenin üzüntülerine kat­
lanması, ûile efradının, insanlık İcâbı, can sıkıcı hallerine tahammül etmesi; bir
ananın, bir babanın hasla yaum sunun eziyetlerine katlanm ası, bir insanın, bir­
likte yaşadığı insanların birtakım kusur ve kabahatlerine göz yumması, hep sabır
denilen bu seciyeye bağlıdır "

D ü şm a n karşısında muzaffer olmak için de, mutlaka sabırlı olmak lâzımdır.


B unun içindir ki. P e y g a m b e r i m i z : "S ab ır ve sebat sâhipleri herhal­
de m uzafferdir; hiçbir zam an onlar zaferi kaybetmezler.” buyurmuştur.

İ4 —■ C Ö M E R T L İK :

Cömerttik, rûlıun öyle bir melekesidir ki. insanı, muhtaç olanlara veya her­
hangi hayırlı bir işe para ile yardım etmiye sevkeder. Bu haslete mâlik olanlar,
ferdî ve içtimâi her hayırlı ve her lüzumlu şeye yardım ederler. Hiçbir kimsenin
zorlaması o/mıyaıak yedil meşini de severler: bunların kalbleri pek zengin olur.
Cümerl olan, aynı zam anda iktisad ve tasarruf sahibi de olur. Ç ü n k ü iklisad ve
tasarruf demek, hiç sarfeimemek. yâhud vara yoğa saçmak değil, içtimâi mevkii­
nin îı'âbâtına göre sarfetmek demektir. İşte cömertlik de aşağı yukarı bu demek­
tir. B unun zıddı israf ile bahillik {cimri, pinti demek) tir. Cömeıtiik ne kadar
iyi bir huy ise, bunlar da, o derece kötü ve şer an mezmumdur.
M addî ve mânevi servetini beyhude yere telef eden, içtimâi hal ve mevkii
ile mütenâsip olmıyan, gel irini giderini bilmiyen, lüzumsuz masraflara giren her
adam a müsrif denir. Bu. gayet kötü bir huydur. M üslüm anlık h u n d a n şiddetle
menetmiştir.
Bahillik de tam am en b u n u n aksidir. Şer an ve aklen para ile yardım etmek
lâyık olan hayırlı işlere para vermemek demektir.
Pinti olan bir adam, kendi İçtimaî mevkiine lâyık sarfiyatta bulunamaz. Bu huy­
da olanlar, yalnız biriktirmek isterler. Bunların, nazarında para, iüzûm unda sarfet­
mek için değil, biriktirmek için kazanılır. Pintilik gitgide hisset ve denâele kadar
ilerler. Bu sûrelle kendi zarûrt ihtiyaçları için de para sarfetmez bir bâfe gelir.
B u n u n içindir ki, b u gibi adamların birçoklarının sofrasında bir fakirin sofra­
sından ziyâde bir şey bulunmaz.
K ur an ı Kerîm, isrnfın da, pintiliğin de en kötü ve insana yakışmayan bir
buy olduğunu söylemiştir. Binâenaleyh, her ne olursa olsun cömert olmalı, zen-

257
gin kalbli olmalı, m uhtaçlara ve hayırlı işlere kendi hâline göre, velevki çok az
da olsa, yardım etmiye alışmalıdır. Müsrif olmaktan, cimrilikten uzak kalmalıdır.

15 — ULÜVV Ü H İM M ET :

R û h u m u z u ülfet ettireceğimiz faziletlerden hiri de ulüvv ü himmettir.


U Iüvv ü himmet demek, maksat ve arzulan, niyet ve emelleri yüksek olmak de­
mektir. Böyle olan insanlar meslek sâhihi ve seciyeli insanlardır. B unlar h e rh a n ­
gi hir işe girişseler orada kendi şahsî m enfaatlannı değil, um ûm un menfaatini
düşünürler. D ü n y â d a en çok muvaffak olanlar da böyle olanlardır. U fak bir
menfaat elde etmek için okuyan bir insan ile memleket ve millete yüksek işler
görmek için çalışanlar elbetde bir olmaz. U lüvv ü himmet sâhibi olanlar, birçok
insanları arkasına takıp götürür, rehberlik ve mürşitlik vazifesini yapar. M aksat
ve gayesinin yüksekliği nisbetinde her yerde öğülür. O n u n vücûdu memleketin
her tarafını kaplar. Binâenaleyh, rûhum uzu bu yolda terbiye lâzımdır.

V elh â sıl : Sebat ve metânet, nefse hâkim olmak, hilim. izzet-i nefis, doğru
söylemek, sim m uhâfaza etmek, iffet, cömertlik, alçak gönüllü olmak, şecâat, sö­
zünde durmak, şefkat ve merhamet sâhibi olmak, kusurları affetmek, öfkesini
yenmek, edeb ve bayâ, emâneti korumak, temiz kalbli olmak gibi ne kadar güzel
huylar varsa onlarla ülfet etmek, rûhum uzu onlara alıştırmak bir vazifedir.

Sonra birdenbire hiddet etmek, korkaklık, inad, renkten renge girmek, lü­
zumsuz yere öfkelenmek, büsbütün yumuşak tabiatlı olmak, utanmamak, ağzı
pis olmak, müsrif ve sefih olmak, ahmaklık, aşağı tabiatlı olmak, kin tutmak,
hased etmek, kibirlenmek, kendini beğenmek, başkalariyle eğlenmek, yalan söy­
lemek, iftira etmek, gıybet yapmak, haksızlık etmek, hiyânet etmek, insanlar a ra ­
sına nifak ve fesad saçmak, pintilik gibi bir kısmı kuvve-i hissiyyeye, bir kısmı
da kuvve-i zihniyeye, bir kısmı da kuvve-i irâdiyeye taallûk eden kötü huylar­
dan ve nefsâni m arazlardan rûhum uzu temizlemek lâzımdır.

16 — F A Z İL E T İN V E G ÜZEL H U YLA RIN İSLÂ M ’DA M E V K İİ:

R ûhi hastalıkların ilâcı demek olan güzel huyların İslâm'da çok mühim bir
mevkii olduğunu söylemiye hâcet yoktur. İslâm'ın gayesi ahlâktır. Böyle olmasay­
dı P e y g a m b e r i m i z : “ Ben ancak mekûrim-i ahlâkı tam am lam ak için
gönderildim ." buyurmazlardı. P e y g a m b e r i m i z A llâ h 'a yalvarırken :
"Yâ R a b ! A h lâ k ın en güzellerine varm ak için bana yol göster. Z trâ en güzel
ahlâkı bildirecek ve gösterecek ancak Ş en sin ! Yâ R a b ! F enâ ahlâkı benden uzak
tut. Ç ü n k ü ahlâkın kötüsünü benden uzaklaştıracak ancak Ş en sin ." buyururlar­
dı. S ıh h a t ve âfiyet isterken güzel ahlâkı da berâber isterlerdi. "B ir M üslüm an,
ahlâkını güzelleştire güzelleştire C ennete gireceğini, kötü ahlâk sahiplerinin de
nihâyet C ehennem i boylayacaklarını, ahlâkı güzel olan bir adam uyurken de
A llâ h ' ’ın rahm etine nâil olacağını" söylemişlerdir.

258
G üzel ahlâk hakkında Peygamberimizin sözlerinden birkaçını buraya y a ­
zıyorum :

1) G ü ze l huy, A llâ h u T eâlâ'nın yarattığı en büyük şeydir,


2) G ü zel huylar. C ennet amellerindendir.
3) A hlâ k, dînin kabıdır; bir kim sedeki d înin derece ve m âhiyeti, ahlâkının
derecesiyle ölçülür.
4) İnsanın, terâziye konulacak işlerinde güzel ahlâktan daha ağır hiçbir
şey yoktur. Z irâ ahlâkı güzel olan kimse güzel h u yu ile nâfile oruç tutup n a ­
m az kılanın derecesini elbette bulur.
5) D in d en sonra aklın başı, halka kendini sevdirmek ve herhangi iyi veya
kötü bir adama karşı hayır yapmaktır.
6) G ü zel ahlâktan ayrılma! Z irâ insanın ahlâkı iyi olanı, dünyâda en gü­
zel olanıdır.
7) İslâm, güzel ahlâktan ibârettir.
8) A llâ h u Teâlâ bir ku lu n u n hem sûretini, hem ahlâkını güzel yaratıp da
sonra o nu ateşe yedirmez.
9) S iz b ü tü n halka, m allarınızla iyilik etm iye yetişem ezsiniz; öyle ise g ü ­
ler .yüzlülükle, güzel ahlâk ile yetişiniz.
10) İçinizde en ziyâde sevdiklerim ve kıyâm et gününde bana en yakın olan­
larınız, ahlâkı en güzel olanınızdır.
11) M ü m in le rin im ânca en m ükem m el olanları, ahlâkça en iyi olanlarıdır ki:
bunlarla hoş geçinilir; nâs ile ülfet eder ve kendileriyle ülfet olunur.
12) A llah u Teâlâ yüksek ahlâkı sever, rezâili sevm ez.
13) Bir kim sede A llâ h ’ın yasak eylediği şeyi yapm aktan alıkoyacak bir tak-
vâ, bir korku, sefihe karşı gelebilecek bir hilim , insanlar arasında kendilerini hoş
geçindirecek bir ahlâk, yâ h u d hiç olm azsa bunlardan bir tânesi bulunm azsa, o
kim senin işlerinden hiçbirisine i tibâr etm eyiniz.
14) lstikaam et üzere olan, özü ve sözü dosdoğru olan bir M üslüm an, güzel
ahlâkı ve yüksek seciyesi sâyesinde, her vakit fazla oruç tutm ak ve nam az kılm a k­
la meşgul olan kim senin derecesini bulur.
15) Ş ü p h e yok ki, bir kul, ibâdeti az olduğu halde güzel ahlâkı sâyesinde,
âhiret derecelerinin en büyük, en şereflilerine erişir. K ötü ahlâkı ile de, âbidler
züm resinden olduğu halde C ehennem in en aşağı derekelerini boylar.
16) Sirke balı bozduğu gibi, kötü huy da insanın işini, ibâdetini bozar. G ü ­
neş ka n nasıl eritirse, güzel huy da günahları böylece eritir.
17) B ir insan, ahlâkı fenâlaştığı m üddetçe, A llâ h u T eâlâ'dan hep uzaktır.

259
18) Bir gün Peygamberimizin yanında bir ta d ın d a n söz açıldı : Her yün
oruç tular, brilün gece namaz t dar, f a ta l a h la tı İyi değildir; (fitiyle tomşulorını
incitir, dediler. Peygamberimiz de ; " O ta d ın d a bayır yotlıır; Cehennem fittir,
buyurdu. A rlık güzel ahlâkın Islâm da ne derece mühim olduğunu aıdamafıdır.
19) Bir kul ahlâkını güzelleştirm edikçe. gayzmı yenmeditçe. te n d i nefsi
için isfediğini b a l t a l a n için de arzu etmeditçe imârımı kemâle erdiremez. A mâl i
sâb/ta işlemediği balde ya/mz /s/âm/orın bayrına çahşmahfn Cennete girmiş n i ­
ce timseler nardır.
20) Bir timsenin tafbi. dili ile beraber, dili de talbiyle beraber olup SÖ2 İİ
işine uygun oîm nm atfan tu rlu lm a d ıtç a . tom şusu kendisinin şerrinden emin ol
m adıtça mü miri olamaz.
21) I laftın gelip geçeceği yerden eza çere c e t bir şevi kaldırıp bir yere «i
m a t da im ândan bir cüz dür.
22) İmârım en şereflisi, rıâsın senden emin olmasıdır. Islâm m en şereflisi,
elivle ve diliyle b a lta eza elmİyendir.
23) A/ld/ı a ee âbiret gününe îmârıı ulan, tam şularına iyilit yapsın; Af lâfı a
ce âbiret gününe îmânı olan, misâ/irferine itrâ m efsirı; Allâfı a oe âbirel g ü n ü ­
ne imânı olan, bayr söylesin, yâhud bir şey söylemesin.
24) A lla h a ve âbiret yününe îmânı olan tom şu/a nnı incitmesin.
25) A llah a ve â/ıirel gününe îmânı olan, M iislümana t o r t u cermesiıı; onu
ieldşa cermesirı.
2t>) Inlikam alrnıyn mırtied/r iten ö/tesini yenenlerin talbirıi Allab îmân
ce emniyetle doldurur.
2 ,) Ö /te sin i yenenlerin ayıplarını A llab örter.
28) Y alandan sa tm ın , ç ü n t ü yafan bir iara/la, imân bir tarafladır. Yalan
ile im ân bir arada bulunam azlar.
29) O oğrudan ayrılmayınız. Ç ü n t ü doğrulut, îyîlîtle beraberdir. Bunların
her ikisi C ennettedir. Yatandan uzak taliniz. Ç ü n t ü yalan, tö f ü lü tle berâber
dır. B u n u n ikisi de C ehennem idir.
30) H atibi m uslini; eliyle diliyle ta m şu la rın a ezâ e/miyendir. M ü miri de;
tınsın emniyetini tozarları, tendisine can ce mal emniyet edilebilendir.
31) Komşu! arı. şerrinden emin olmryan, iam mü min değildir.

17 — MADDÎ VE CÎSM ANÎ V A ZİFEL E R İM İZ :

Şahsımıza karşı ruhi ve cismi olmak üzere iki türlü vazifemiz olduğunu söy­
lemişi ik Buraya kadar birinci kısmı hakkında biraz ma lûmat verdik. Şimdi ikin­
ci kısımdan da kısaca bahsedeceğiz. Sağlam atıl, sağlam cücûlfa olur.’ B in â ­
enaleyh sıhhatin kıymetini zam anında lakdir ederek onu korumaya çalışmak lâ­
zımdır, P e y g a m b e r i m i z : Kıyamet gününde insan en ecuel sıhhati-

260
t

ut koruyup korumadığından sorulacak. buyurmuşlardır. Yine bir hadîs i şerif­


lerinde şöyle buyurmuşlardır : Beş şey gelmeksizin beş şeyin kıymetini biliniz :
O l üm gelmezden evvel hayâtın. hastalıkları eccel sıhhafin. meşguliyetten ecoci
boş nakillerin, ibliyarlıklan eccel gençliğin, fakirlik gelmezden eccel zenginliğin.
Bu lıadis-i şerif, hayatta her geçen dakikanın ne kadar kıymettar olduğunu
çok beliğ bir sûrctte tasvir etmiştir. M üslüm anlıkta ruh terbiyesi gibi beden ter­
biyesine. sıhhati korumaya da çok ehemmiyet verilmiştir. P e y g a m b e r i -
m i z buyuruyorlar k i: Alldh dan d/iyel isteyiniz. Ç ü n k ü hiçbirimize kuccelli
bir îm dndan sonra d/iyet kadar büyük bir nimet uerilmemişfir Peygamberimizin,
yemekten evvel ve yemekten sonra ellerin yıkanmasını, dişleıin misvak ile sık sık
temizlenmesini ve her sûreile nezâfeti emretmeleri, "N e z ö fet îmdndan bir cüz -
dür. buyurmaları hep sıhhatle alâkadardır.
Binâenaleyh, sıhhatimizi korumak ve bir hastalık zam anında tedavisine bak­
mak, üzerimize borçtur. Yalnız korumakla kalmıyarak vücudum uzun inkişaf ve
terakkisine çalışmak da lâzımdır. P e y g a m b e r i m i z : "fcy A llâh ın k u l­
ları, teddui olunuz; zîrd O enâb ı H ak hiçbir hastalık verm em iştir ki. onun ilâcı­
nı da yaratmış olmasın. A t ve ok yarışları yapınız, zaman zam an kalbleriııizi ra-
h a tla n d ın n ız.' buyurmuştur. A ynı zam anda M üslümanlık: veba, kolera, tâûıı,
cüzzam vesâir gibi bulaşık hastalıklara tutulmamak için hastalık olan bir yere
girilmemesini, olduğu yerde hastalık çıkmış ise oradan kaçmak suretiyle, başka
tarafa gidilmemesini emretmiştir. İşte bunların hepsi sıhhati korumak içindir. Bi­
nâenaleyh. vücûdum uzu her türlü hastalıklardan korumak, sıhhatimiz üzerinde
zararı olacak her şeyden sakınmak vazifemizdir. Hele bulaşık hastalıklara pek
çok dikkat etmek lâzımdır. Peygamberimiz, bulaşıcı bir hastalığı olan bir adama,
bir cüzzambya (I) elini vermemiş, oturduğu yaygının üzerine oturtmamıştır. P e y ­
gamberin bu kadar sıkı emirlerine karşı. "A d a m ne olacak, hastalığı da. sağlığı
d a cereıı A lla h tır; biraz da m ütevekkil olmalıdır, demek doğru değildir. Bu gi­
bi sözler câbilliktir. A llah her şeyi bir sebebe bağlamıştır: bize. "Sıh/ıaiinizi ko­
ruyunuz; kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız, buyurmuştur. S in in vazi­
fen korunmaktır. Kendini ateşe at sonra da : " N e yapalım, A llah höyle istemiş,
de: lı er şeyi O mı yüklet. Hiç böyle şey olur mu?

H ülâsa : Sıhhatımıza zararı olan her şeyden kendimizi çekmek, dînimizin


yasak elliği şeyleri yeyip içmemek lâzımdır. 1

(1) Cüzzam h astalığ ı k ö tü ve bulaşıcı b ir h a sta lık tır. B una m iskinlik illeti
denir. V ücudda y a ra la r çık ar ve derileri dökülür.

26 i
K IR K ÜÇÜNCÜ D ERS

A İLE V A Z İFE L E R İ

1 — A İL E ne d e m e k t ir v e b u n u n EH EM M İY ETİ :

Şahsi vazifelerden sonra aile vazifeleri gelir. Aile, her ferdin mensub oldu­
ğu ufak bir cemiyettir. B u n u n âzâlannı; karı, koca, ana, baba, çocuklar, hısım vc
akraba teşkil etmektedir.

N e kadar mütemeddin cemiyetler varsa, ilk şekilleri ailelerdir. Ailelerin bir


araya gelmesinden cemiyet doğar. Ailenin ehemmiyeti pek büyüktür. İnsan m em ­
leketine. milletine karşı borçlu olduğu vazife hislerini en ziyâde burada öğrenir.
Bütün sevgilerin, her türlü faziletlerin kaynağı âiledir. İnsan, büyüklere hürmet
ve itaati, küçüklere şefkat ve merhameti, b ü tü n insanlara karşı faydalı olmayı,
hülâsa hem Y aradan'a, hem de O nu n yarattıklarına karşı vzifelerini hep ana
kucağında, ba b a ocağında öğrenir; esas orasıdır. O r a d a verilen terbiyenin te'sîri
çok büyüktür. B unun içindir ki. âzâları karşılıklı vazifelerini yapan muntazam
bir âileden husûle gelen bir cemiyet de o nisbette sağlam olur.

2 — A İL E V A Z İF E L E R İN İN A K Ş A M I:

Aile vazifelerini şu sûretle hülâsa edebiliriz:


1) K a n ve kocanın birbirlerine karşı vazifeleri,
2) A n a ile ba b a n ın çocuklarına karşı vazifeleri,
3) Çocukların ana ve babalarına karşı vazifeleri,
4) Kardeşlerin birbirlerine karşı olan vazifeleri,
5) A kraba arasındaki vazifeler.

Şimdi bunlar hakkında biraz tzâhat verelim :


Evlenme, meşrû’ bir vazifedir. Evlenmek şartları kendilerinde mevcut olduğu
halde b u n d a n kaçanlar, dinin de emreylemiş olduğu bir vazifeyi ifâ etmemiş ve
aynı zam anda milletine, beşeriyetin bekaa ve tekemmülüne hizmet etmekten de
kaçmış sayılırlar.

S — K A RI İL E KOCANIN B lR B lR L E R ÎN E K A R ŞIL IK L I V A Z İF E L E R İ :

M üslüm anlıkta kadının da, erkeğin de ayrı ayrı ha kla n ve vazifeleri vardır.
Biraz da bunlardan bahsedeceğiz: Karı ile koca arasında her şeyden evvel, karşı-

262
Iıklı ve samimî bir sevgi olmalıdır. H e r birisi yekdiğerini ölünceye kadar bayat
yoldaşı ve sır arkadaşı bilmek lâzımdır. Evlenmiş olan bir erkek evinden başka bir
şey düşünmemeli, kurmak istediği yuvayı sağlamlaştırmak için dâimâ çalışmalıdır.
Evine yan bakarak, âileye vereceği kuvvet ve servetin, m uhabbet ve meveddetin
bir kısmını hârice götürmek ve b u sûretle âile rabıtasını gevşetmek çok çirkin bir
harekettir. M üslüm anlık b u n u yasak etmiştir. Erkek, âile reisi olduğu cihetle b ü ­
tün hârici işleri düşünmek, evin ve ailenin her türlü ihtiyaçlarını tamamlamıya
çalışmak kendisine âit bir vazifedir. Sonra karısının i tikaad, ibâdet ve ahlâkını
yoklayarak bu hususda bir eksiği varsa, onu da öğretmek erkeğin vazifesidir. Aynı
zamanda, kadınlara karşı dâimâ nezâketle ve yumuşaklıkla muâmelede b u lu n m a ­
lıdır. Kadının olurolmaz sözlerinden müteessir olup da onunla gürültü yapmıya
kalkışmamalı, onun asabiyetine karşı erkek ağırbaşlılık göstermeli ve işi çığırından
çıkarmamalı. Aradaki bağın daha ziyâde kuvvetlenmesi için böyle yapmak lâzımdır.
P e y g a m b e r E f e n d i m i z , “ M ü m in le rin im ânca en kâm il olanları
ahlâk i güzel ve âilesine nezâketle m uâm ele edenleridir. S izin hayırlınız, karısına
hayırlı olandır. B en âilem e karşı sizin en hayırlm ızım ." buyurmuşlardır.

D iğer bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar: “K adınlara kerim olanlar­


dan başkası ikrâm etm ez; onlara ihânet ve hürm etsizlik edenler de ancak leîm yâ­
ni feöfü adam lardır.” İşte Müslümanlık, kadın hakkında b u derece yumuşak ve
nâzik muâmelede bulunmayı emretmektedir.

Karı-koca arasındaki bağın her gün bir kat da ha kuvvetleşmesi için kadın da
kocasını evin reisi tanımak, ona sevgi ve saygı ile bağlanmak, ev idâresine ve ço­
cuklarının terbiyesine çok dikkat etmek, kocanın kazandıklarını isrâf etmekten ko­
rumak ve evine sâhib olmak lâzımdır. Peygamberimiz M u h a m m e d aley-
h i’s-selâm buyuruyor ki : “K ıyâm et gününde kadın evvelâ nam azından, sonra
da kocasına itâat edip etm ediğinden sorulacaktır.” N am azını kılan, orucunu tu ­
tan. nefsini haram dan saklayan, kocasına itâat eden kadının gideceği yer doğruca
Cennet'tir.

H ülâsa : M üslüm a nhkda âilenin ehemmiyeti büyüktür. B u n u n temeli olan


karı ile koca, kendi vazifelerini ve haklarını bilir ve her birisi vazifesine sâdık, h a k ­
kına râzı olursa b u teşkilât en kuvvetli bir sûrette devâm edib gider. B u n a çok
dikkat lâzımdır.

4 — ANA VE BA BAN IN ÇOCUKLARINA K A R ŞI V A Z İF E L E R İ :

A n a ile ba b a n ın vazifesi yalnız dünyâya çocuk getirmek değildir. Ç ocukla­


rının mensûb olduğu cemiyete hattâ b ü tü n beşeriyete en faydalı bir uzuv olması­
na çalışmaları da lâzımdır. Çocukların beşeriyete faydalı olarak yetişmeleri için en
büyük âmil, ana ile b a b a olduğu gibi, insâniyete karşı muzır bir mikrop olmalarına
da yine onlar sebeb olabilirler. Ç ü n k ü çocuklar, içtimâi, sıhhi, ahlâki, maddî ve

263
manevî bir çok hastalıkları da ana ve ba b a d a n alırlar. O n la rın hayırlı veya h a ­
yırsız bir insan olabilmeleri her şeyden ziyâde aldıkları terbiyeye bağlıdır. Bunun
içindir ki, P e y g a m b e r i m i z : "Ç ocuklarınıza iyi bakınız. O nları güzel
terbiye ediniz." buyurmuşlardır. Bir insanın dünyâya gelmesine sebep olmak iş
d< fiil. asıl iş. onu hem kendisine, hem de m ensûb olduğu millete ve b ü tü n bir
beşeriyete faydalı bir adam olarak yetiştirebilmektir.

Binâenaleyh, çocukları yaşayacakları istikbâle göre hazırlamak, onların tahsil


ve terbiyelerine son derece dikkat etmek, ana ve t a b a için bir borçtur. Esasen
çocuğu sevmek demek, onun gelecekdeki saâdet ve selâmetini te mîn etmek de­
mektir. Bunları düşünm eden kuru kuruya sevmek, belki çocuğun bugün için ho­
şuna gidebilir. Fakat zavallınrn istikbâli için fayda yerine zarar doğuracağında
şüphe yoktur. Çocuklarımızın yaşayacakları zaman, ne gibi bir hizmet bekliyorsa
onu anlamalı ve ona göre hazırlamalıdır. H er devrin kendine göre bir ihtiyâcı ol­
duğunu unutmamalıdır.

5 — HAYÂ TIN D E V İR L E R İ VE H ER D EV R E ÂÎT ANA ÎL E BA BAN IN VA­


Z İF E L E R İ :

Çocuk doğduktan i tibâren alıı yedi yaşm a kadar devâm eden ilk devirde
ana ile babanın ilk ve en mühim vazifesi sıhhati koruma kaidelerine göre çocuğun
sıhhatini korumak ve onun her sûrelle inkişâfına çalışmaktır. B ununla berâber a h ­
lâki olan birçok cihetlerde çocuğa güzel nüm ûne olmağa da çalışmak lâzımdır.

Asıl terbiye devri b u n d a n som a on iki ve on dörde kadar devâm eden devir­
dir. Bu devirde ana ile babanın vazifeleri çok ehemmiyetlidir. Ç ocuğun istikbâli
asıl bu devirde başlıyacaktır. Bu devirde ana ile baba arasında mevcut sevgi veya
uygunsuzluk hislerinden çocuk da pek ziyâde müteessir olur. B unun içindir ki.
ana. baba dâimâ güzel bir misâl olmıya çalışmalıdır.

Bu devirde gördüğü şeyler zaptetmek hususunda çocuğun dimağı âdeta bir


fotoğraf kılişesine benzediği gibi, işittiklerini zaptetmek hususunda hâfızası da
gramofon plâğına benzer. A n a ve babanın ahlâk esaslarına uygun olmıyan en
ufak hareketleri çocuğun dimağında mühim izler bırakır. Bu devirde çocuklara
yavaş yavaş dînî ve ahlâki vazifeleri öğretilmeli, i tikaad ve ibâdet esasları belir­
tilmelidir. Bu. baba ve a na için eıı mühim ve başlıca vazifelerdendir. P e y ­
g a m b e r i m i z : "Y ed i yaşından sonra çocuklarınıza nam az ile em rediniz.
buvurmuştur.

Bu devirde, iyi ve kötü, kazandıklarını b u n d a n sonra gelecek olan gençlik ve


delikanlılık denilen devirde tatbik etmiye başlar. Binâenaleyh, çocuklarının ter­
biyesine dikkat etmek, onun tavırlarını ve gidişlerini, arkadaşlarını murakabe et­
mek. onları doğruya ve fazilete irşâd eylemek, onların iyi yetişmeleri için îcâbeden
şeyleri söylemek ve yaptırmak, fenâ muhit ve arkadaşların tesirlerini anlatmak.

2 64
1ıtri istidatlarını anlıyarak onun d a h a ziyâde inkişâfına çalışmak lâzımdır. Ç o ­
cuklar; bâzı ahvalde nefsâni arzu ve tahriklere kapılmamanm ihtiyat, akıl ve h ik­
met m uklezâsı olduğunu, bu tahriklerden kaçm ak lâzım geldiğini, meselâ: dostla­
rım ızın bize zarar verebileceklerini anladığım ız zam an onlarla m ünâsebeti kesmek,
zih n im ize fenâ jikir verecek kitapları, manzaraları bırakmak m uvâfık olacağını,
hattâ îcâbederse m ahalleyi ve şehri değiştirm iye kadar ileri varmayı öğrenm eli­
dir." (1).

Çocukları severken birini diğerinden üstün tutmamak lâzımdır. Çocuklara


beddua etmekten son derece kaçınmak lâzımdır. H ülâsa: Çocuğun iyi veya fenâ
olmasından ana ve baba hem cemiyet nazarında, lıem de Allah yanında mes ul-
dür. O nla rın verdiği terbiye ile. onların iyi veya kötü işleriyle çocuk da iyi veya
fenâ olabilir. Binâenaleyh, çocuğun dünyâ ve âhiret saadeti için ana ile babanın
çalışmaları bir vazife ve çocuğun onlar üzerinde hakkıdır.

6 — ÇOCUKLARIN ANA VE BA BALA RIN A K A RŞI V A Z İF E L E R İ :

Çocukların a na ve babalarına karşı vazifeleri K u r’ân-ı Kerim ile Peygam be­


rimizin hadislerinde beyân olunmuştur. O nları da şu sûretle hülâsa edeceğiz:

1) A nasına, babasına ihsan etmek, (sözü, işi varsa malı ile iyilikte b u lu n ­
mak).

2) A n a ile babaya (üf) bile dememek; onlara karşı gerek dili, gerek tavır
ve hareketiyle en ufak bir hürmetsizliği, bıkkınlığı andıracak hiçbir şeyde b u l u n ­
mamak.

3) A n a y a ve babaya sert söylememek ve gönüllerini kıracak bir lisan kul­


lanmamak. öyle bir harekette bulunmamak.

4) Yüzlerine sert ve öfkeli bakmamak, onlara karşı ekşi ve asık suratlı ol­
mayıp. dâima güler yüzlü, yumuşak sözlü olmak,

5) Çağırdıkları vakit hemen koşmak, yumuşak ve tatlı sözle cevap vermek:


her ne söylerse Peki diye cevap vermek,

(i) A n a ve babamızın her söylediklerini. —Allâh a itaatsizlik olmadıkça—


ciddiyetle dinlemek ve kabûl etmek lâzımdır. Ç ü n k ü onların düşünceleri ve söz­
leri bizim selâmet ve saâdetimiz içindir. H attâ onlar acı sözlerde bulunsalar bile,
onların bu sözlerine gayet mütevazı ve yumuşak bir sûrette mukabele etmeli ve
hemen onların gönlünü almalıyız.

7) H er hususta onların rızâsını almak, onları kendimizden m em nun etmiye


çalışmak. 1

(1) Filix Torna.

265
8) O nla rın hizmetlerini kendi hizmetlerimizin üstüne geçirmek. O n la rı yar­
dıma m uhtaç bir vaziyette görünce, bütün varlığımızla onların yardımına koşmalı
ve bu vazifeyi yaparken onların izzet-i nefislerini asla kırmıyarak seve seve yap-
mıya çalışmalıdır. Ç ü n k ü bizim yardıma muhtâc olduğumuz zam anlarda onlar
bizim için her türlü fedakârlığa katlanmışlar, bu uğurda şahsi haysiyetlerine açı­
lan yaralara bile ehemmiyet vermemişlerdi. O n la r vaktinde bizim nelerimize kat­
lanmadılar! Hem de onlar vazifelerini seve seve yaptılar, bizi dâimâ sevdiler. Bize
zam ânına göre acı söylemişlerse, onu da yine sevdiklerinden söylemişlerdir. Eğer
bunları düşünecek olursak, onlara karşı yapacağımız yardımlar ne kadar yüksek
olsa yine hiçtir.
9) Bir yerde otururken anamız veya babamız gelecek olursa hemen ayağa
kalkmalı ve onlar oturmadıkça ve müsâadelerini almadıkça oturmamalıdır. Pey­
gamberimiz süt anasının geldiğini görünce hemen ayağa kalkmışlar ve sırtlarındaki
abayı çıkarıp altına sermişlerdir.
10) Yolda giderken önlerine geçmemek,
11) O n la rd a n müsâade alm adan bir yere misâfiriiğe gitmemek.
12) Ö ldüklerinde onları dâimâ rahmetle anmak, dâim â hayır d u â etmek;
onlar için hayır yapmak, onların vasiyyetlerini yerine getirmek, dostlarına ikrânı
etmek, onlara başkasının fenâ ve kaba sözler söylemesine sebep olmamak.

İşte bunlar hep M üslümanlığın bize öğrettiği ahlâki vazifelerdir. Bunları yap­
mak husûsunda kusur göstermemek lâzımdır. A n a ve babam ıza iyilik yaparsak,
onları kendimizden mem nun edersek, çocuklarımızdan iyilik görürüz.

Şimdi şu Âyet-i Kerîme'yc dikkat ediniz : "R abbin, şunları kat’t olarak fer­
m an buyurdu: tbâbeti ancak kendisine ediniz ve babaya anaya ihsan ve iyilik
yapın; birisi yâ h u d ikisi de yanında (eline baktıkları bir sırada) ihtiyarlık hâline
gelirse, sakın onlara " ü f" dem e (bıkkınlık gösterme), onlara darılma ve yüzlerine
bağırma, ikisine de ikramlı ve tatlı söz söyle. İkisine de m erham etten düşünerek,
acıyarak, kanat indir ve de ki: R a b b im ! İkisine de merhamet buyur, onlar beni
küçük iken nasıl terbiye elmiş (merhametle besleyip büyütmüşlerse) S e n de her
ikisine m erham et buyur, R a b b in iz gönüllerinizdekini (ananıza, babanıza karşı gel­
mek veya iyilikte bulunm ak istediğinizi) daha iyi bilir. A n a , baba haklarında iyilik
ederseniz, A lla h sizi yarlığar, çü nkü O , günaha tevbe edenlere m uhakkak gafur­
dur." (1).

Bir de P e y g a m b e r i m i z ' in şu Iıâdislerine bakınız :

1) A lla h 'ın rızâsı, ana ve babayı kendisinden m em nun ve râzı etm ekle ka za ­
nılır.1

(1) I s râ sûresi, ây e t: 23, 24, 25.

266
2) A n a ya , babaya itâat, A llâ h ’a ilâaltir; onlara karşı gelmek A llâ h ’a karşı
gelmektir.
3) C ennet, anaların ayakları altındadır.
4) A nasına, babasına herhangi bir sûretle, h ü zü n ve keder veren, büyük gü­
nah kazanır.
5) Şunlar, en büyü k günahlardır; A llâ h ’a şerik koşmak, anaya, babaya karşı
gelmek, insan öldürm ek, yalan yere yem in etmek.
6) E y M üslüm anlar! A lla h ’dan korkun ve hısım larınızı arayıp sorun, çü nkü
b undan daha çabuk görülen bir sevap yoktur. Isyûndan sakınınız. Ç ü n k ü bunun
cezâsı her şeyden çabuktur. S a kın anaya, babaya karşı gelm eyin, çü nkü C ennetin
güzel kokuları dörtyüz yıllık yoldan duyu ld u ğ u halde A llâ h a yem in ederim ki
anaya, babaya âsi onlarla hısım ve akrabasını tanım ıyanlar, bu kokuyu duyam ı-
yacaklardır.
7) A llâ h u Teâlâ her günahtan istediğini K ıyâm et gününe bırakır. A n ca k
anaya, babaya âsi olm anın cezdsını dünyâda iken verm ekte acele eder, bun u n ce-
zâsını dünyâda iken de gösterir.
8) A llâ h ın en sevdiği amel, vaktinde kılm an nam az ile anaya, babaya ya­
pılan iyiliktir.
9) H iç şüphe yok ki: Uç kim senin duâsı kabûl olur: B abanın çocuklarına
duâsı, m isâfirin duâsı, m a zlâ m un duâsı.
10) Y azıklar olsun o adama, yazıklar olsun o adama, yazıklar olsun o adama
ki: yanında anası, yâhud babası veya her ikisi de ihtiyarlıyor da. sonra o adam da
C ennete giremez. (Yâni bunlara hizmet ederek AIIâK'ın rızasını kazanıp da C e n ­
nete nftil olamıyor. D em ek istiyor ki. ihtiyar ana veya babasının rızâsını almış olan
bir adam Cennete girer. Böyle a na ve babası olup da bunların gönlünü almamış
olanlara yazıklar olsun.)
11) Kime iyilik edeyim diye soran bir Sahâbeye P e y g a m b e r i m i z
şu cevâbı vermiştir: A nanıza, (üç defa bunu tekrarlamıştır..) babanıza, daha sonra
en yakın olanlara.
12) A n a ve babasına iyilik yaparak onların gönlünü alanlara m üjdeler olsun,
A lla h onların öm ürlerini bereketlendirir.

A na. ba ba haklarına dâir d a h a birçok âyet ve yüzlerce hadîs-i şerif vardır


ki, onları burada saymak mümkün değildir. Biz b u kadarla bırakacağız. K ur’â n ’da;
A llâ h a ibâdet ed in iz" emrinden sonra y A n a ya , babaya iyilik ediniz" denilmesi
b u n u n ehemmiyeti hakkında kâfidir. Bir kere düşünürsek, a na ile b a b a n ın çocuk­
ları üzerindeki haklarının ne derece büyük olduğunu anlam akta güçlük çekmeyiz.
Biz dünyâya geldikten sonra onlar ne emekle bizi besleyip büyütmüşler, b u hâle
getirmişlerdir.

267
A nam ız ne zahmetlerle bizi dokuz ay karnında taşımış, bin türlü eziyetle do­
ğurmuş. bizim için aylarca, yıllarca uykusuz kalmış, sabahlara kadar beşiklerimi­
zin üstünde durup meme vermiş, hep bizim rahatımızı düşünüp, kendisi rahat y ü ­
zü görmemiştir. Babamız da kışın soğuklarında, yazın sıcaklarında dışarıda çalıştı:
bir gün evde oturup rahat rahat dinlenmedi. Hep bizi düşündü. Hep bizim için
çalıştı. U ykusunda bile bizi düşündü. O n la r bizim için çalışırken, günde birkaç
defâ pisliğimizi yıkar, yatağımızı yaparken hiçbir kere b urun kıvırmadılar, yüz ek-
şitmediler. H ep sevdiler, okşadılar. A m an, evlâdım bir şey olmasın diye üstü­
müze titrediler. Yavrum dedikçe ağızlarından bal akıyordu. Şayet darıldıkları,
suıat ettikleri olmuş ise. yine aşırı derece sevdiklerinden ileri gelmiştir.

H ü lâ s a : Biz muhtaç iken onlar bize baktılar, bizim için lıer acıya katlandılar.
Her şeye göğüs gerdiler ve onların biç birisini başımıza kakmadılar. Ş u n u yaptım,
şunu yedirdim demediler. İşle bunun içindir ki; ana ve baba hakkı pek büyüktür.
O nların haklarını ödemek pek güçtür. Mademki üzerimizde onların bu kadar hak­
kı vardır; bu bizmellerini. hu iyiliklerini bilip de ona göre hizmetlerinde b u lu n ­
mak bize borçlur. Biz onlara hiçbir suretle itaatsizlik etmiyeceğiz, onların sözün­
den çıkmıyacağız. O nların razı o'nıadığı şeylerden vaz geçeceğiz. O n la rın gönlü­
nü yıkmıyacağız. E n büyük günah Allah a şirk, ondan sonra anaya ve babaya
itâatsizlik olduğunu, anasına, babasına itaatsiz olan bir adamın işlediği iyiliğin.
Iıayr ve hasenatın A llah yanı nda bir kıymeti olmıyacağım unutmıyabm. Hele on­
lar bize muhtaç olurlarsa kendi hizmetimizden evvel onların hizmetine koşacağız.
O n! ara karşı şefkatli, merhametli ve alçak gönüllü, edebli ve terbiyeli olacağız.
Yaptığımız iyilikleri başlarına kakmıyacağrz. sözlerini güzel güzel dinliyeceğiz. ay­
rı evde olurursak sık sık ziyaretlerine gitmek, uzak memlekette iseler mektupla, h e ­
diye ile hatırlarını sormak vazifemizdir, işte böylelikledir ki, onların haklarını bir
dereceye kadar ödeyebiliriz. Anasına, babasına surat edenler, onların kalbini kı­
ranlar. dünyâ ve âhirette rahat ve saadet yüzü görmezler. Etliklerinin cezâsını
herhalde görürler.

Anaya, babaya dünyâda iyilik yapmak nasıl borç ise, öldükleri vakit onlar
için hayır ile dua etmek, onlar tçin A llah dan rahmet ve mağfiret istemek, onların
borçları varsa ödemek, onlar nâm ına hayır yapmak, vasiyetlerini yerine getirmek,
dostlarım ve abbablarınr her vakit arayıp sormak da vazifemizdir. Bu vazifeleri­
mizi eksiksiz bir surette yapmalıyız.

7 — K A R D E ŞL E R İN B İR B İR L E R İN E K A R ŞI V A Z İF E L E R İ ;

Kardeşler yekdiğerinin cüzleridir. Hiçbir sebep kardeşleri birbirinden uzak-


laşlırmamabdır. Para, servet ve miras gibi herhangi maddî bir şey ile kardeşlik
bağını gevşetmemiz ahlâki kaidelere uygun değildir. Kardeşlerimizin menfaatleri
kendi menfaatlerimiz kadar kıymetli olmalıdır. Kardeşler arasındaki sevgi ne ka-

268
dar samimî ve kuvvetli olursa, aile ocağının kuvvet ve samimiyeti de o derece
sağlam olur.

Büyük kardeşlerimiz, babamız ve anamız demektir. Binâenaleyh, küçük kar­


deşler büyüklerine karşı çok saygılı olmak, yüzlerine gelmemek, büyükler de kü­
çükleri lıimâye etmek, onlara karşı müşfik ve merhametli olmak dîni ve ahlâkî bir
vazifedir.

8 — H ISIM VE AKRABALARIM IZA K A RŞI V A ZİFELERİM İZ :

Hısım ve akrabalarımıza karşı âile İlişleriyle mütehassis olmak, derecelerine


göre şefkat ve saygı gösteımek. yaıdmıa mııhtâç olanlara yardım etmek, onları asla
unutmamak, vakit vakit ziyâretlerine gitmek, uzakta bulunanların hediye ve mek­
tup! arla hatırlarını sormak ve böylelikle âile bağlarını sağlamlaştırmak ahlâkî bir
vazifedir. D înimiz böyle emretmiştir. Hısımlarını sevmeyenler alılâkan iyi bir insan
sayılmazlar. O lurolm az şey. bizi akrabalarımızdan uzaklaştırmamalıdır. Aile yu­
vası, hısım ve akrâba ile kuvvelleşir. Teyzelerimiz, halalarımız, dayılarımız ve am ­
calarımız bizim anamız ve babam ız makamındadırlar. H aklarında bu sûretle hü r­
met ve tâzimde bulunm am ız lâzımdır. M üslümanlık bu yolda tâlim etmektedir.
Peygamberimizin şu hadis-i şeriflerine dikkat ediniz: N eseblerinizi, soylarınızı
bilip öğrenin, hısım larınızı arayıp sorun; akrabanızı aramıyacak olursanız, her ne
kadar yakınınızda bile olsalar, onlarla hiç yakınlığınız yok demektir. O nları ara
yıp sorduğunuz zam an, uzakta bile olsalar, uzaklık kalmaz. Teyzeler ana maka-
m ındadır."

9 — H E LÂ L O L M A Y A N L A R :

Kendileriyle evlenmek dînen helâl olmıyanlar. K u r’ân-ı Kerîm in dördüncü


sûresinin (22) nci âyet i kerîmesinde beyan buyurulmuştur. Âyetin türkçesi şudur:

Sizlere şunlar haram kılındı: A nalarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, hala­


larınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları ve sizi
em ziren süt analarınızla süt kız kardeşleriniz: kaynanalarınız; kendileriyle zifafa
girdiğiniz kadınlarınızdan yanınızda bulunan üveyi kızlarınız, —şayet analariyle
zifafa girmemiş iseniz alm akta beis yoktur— ve kendi sulbünüzden gelmiş öz oğul­
larınızın karıları, iki kız kardeşi cemetmeniz."

Şimdi bu âyet-i kerîme ile nikâhı haram kılınmış olan şeyleri şöyle bir sıraya
koyalım:

1) A nalarınız (kendi anası ile babaların ve anaların anaları ve onların a n a ­


ları. yâni büyük analar!., ö z veyâlıud üveyi, her ne sûretle olursa olsun..).

269
2) Kızlarınız (ister doğrudan doğruya kendi kızlarınız, gerek oğullarınızın
veya kızlarınızın kızları olan torunlarınız vç torunlarınızın torunları),
3) Kız kardeşleriniz (gerek a na ba b a bir, gerek b a b a bir veyâbud a n a bir,
b ü tü n kız kardeşleriniz),
4) Halalarınız, (babalarınızın, dedelerinizin her ne sûretle olursa olsun kız
kardeşleri),
5) Teyzeleriniz (analarınızın ve ninelerinizin kız kardeşleri olan büyük, kü­
çük b ü tü n teyzeleriniz),
6) Erkek kardeşlerinizin veyâbud kız kardeşlerinizin kızları (kardeşlerinizin
kendi kızı veyâbud torunları, bütün yeğenleriniz).
7) Sizi emzirmiş olan analarınız (yâni süt analarınız ve nineleriniz),
8) S ü t kız kardeşleriniz (süt-ana. süt-hemşire, süt-baba. süt-kızlar, süt-hala-
lar, süt-teyzeler, süt-birâder ve kızlar da yukarıdaki bükümdedir),
9) N ikâhlı karılarınızın anaları (kayın-analannız ve kayın-nineleriniz),
10) Kendile riyle zifafa girdiğiniz kadınlarınızdan olan üvey kızlarınız (yâni
aldığınız kadının başka kocadan olan kızları demektir ki, umûmiyetle yanlarında
bulunur ve terbiyeleri altında büyür. Başka yerde olsalar, büküm yine böyledir).
11) Gelinler (yâni oğullarınızın ve bütün torunlarınızın karıları).

İşte bunlarla evlenmek dînen câiz değildir. H attâ gayrimeşrû bir sûrette m ü­
nâsebette b u lunduğu bir kadının kızı ile evlenmek de câiz değildir.

10 — BÜ Y Ü KLERE HÜRM ET, K Ü ÇÜ KLERE Ş E F K A T VE M ERH A M ET :

M üslümanlık, A llâ h 'ın emirlerine ta z im ; yarattıklarına şefkat demektir. B u ­


n u n içindir ki, bizden büyük olanlara bürmet etmek, küçüklerimize de şefkat gös­
termek ablâki vazîfelerimizdir. Peygamberimiz buyuruyor ki: “B üyüklerine hür­
met, küçüklerine şefkat göstermiyen bizden değildir."

11 — EVİM İZDE H İZM ET E D E N L E R E K A R ŞI V A ZİFELER İM İZ :

Hizmetçilerimiz âile efrâdından olmamakla berâber, fazilet ve insanlık dîni


olan dînimiz, onları da bakir bir vaziyete düşürmemiş, onlara da tıpkı âile efrâdı
gibi muâmele yapılmasını emreylemiştir. Hizmetçilerine kendi yediğinden yedirmek,
giydiğinden giydirmek, onlara tahammüllerinden fazla hizmet yüklememek, işle­
rinde yardım etmek, onları tahkir edip kalblerini kırmamak, edeb ve terbiyelerine
son derece dikkat etmek lâzımdır. İslâmın şiân budur.

12 — KOMŞU H A K K I:

Aile ve akrabamızdan sonra bize en yakın olanlar komşulanmızdır. Komşu hak


kını son derece gözetmek, eliyle ve diliyle komşularına ezâ verecek bir hareket-

270
te bulunmamak, dînimizin cmreylediği bir vazifedir. Eliyle, diliyle, tavır ve hare­
ketleriyle komşularını inciten, komşuları aç iken kendi rabat rabat vakit geçirip on­
ları arayıp sormayanlar, bakiki mü min sayılamazlar. M üslüm anlıkta komşu hakkı­
na pek ziyâde ehemmiyet verilmiştir. P e y g a m b e r i m i z ' in şu hadis-i
şeriflerine dikkat buyurunuz: Komşuları, şerrinden em in olmıyanlar, hakikî mü -
m in değildir." Yanındaki komşuları aç iken evinde rahat rahat karnını doyurup
onlara bakmıyan dahi m ü min değildir.

271
K IR K D Ö R D Ü N C Ü D E R S

MEDENİ VE İC.TİMÂI VAZİFELER

1 — M EM LEKET V A Z İFE L E R İ :

Medeni vazîlrler. Lir mi.Icliıı hükümete, hükümetin millclc. millet efradının


birbirlerine olan vazifelendin H er insan i(,in millet ve memleketini sevmek, onun
relalı ve saadetine çalınmak. Iıükûmetin emirlerine itâal etmek bir vazifedir.
Kur ân ı Kerim İm yolda emretmiştir. Hükûmelin de feıtlere karşı bir vazifesi var­
dır ki, o da. onların ber türlü Laklarını, şerefini, nam usunu m uhafaza ederek, d â ­
hilde sükûn ve rahatı te m in , hâricin tecâvüzlerini menetmek ve memleketi yük-
soltmiye çalışmaktır.

2 — FE R D L E R İN H Ü KÜ M ETE K A R ŞI V A Z İF E L E R İ :

Ferd.’er her şeyden evvel hükümetin emirlerine ve kanunlarına ilâaf vazife­


siyle miikelleilirleı. [fundan som a hükümetin islediği vergileri vermekle mükel
leltiı. Bu vergi başlıca ikid ir: Mal vergisi, can vergisi, yâni askerlik. Milletler,
kendi haklarını muhafaza edebilmek için, hu iki vergiyi herhalde vereceklerdir.

Memleketi düşman tecâvüzünden korumak ve memleket dâhilinde sükûn ve


rahatı te m in eylemek için hirşev lâzımdır: "Kuvvetli olmak . K u r o n ı Kerîm
memleketi düşman hücum undan koruyabilmek için zaman iktizâsına, hücûm undan
korkulan düşmanların hâline göre, takatin müsâadesi nisbeiinde, yâni düşm anın
bütün kudret ve kuvveti gözönüne getirilerek, onlara üstün gelmek için son derece
çalışmamızı kat i olarak emrediyor. Binâenaleyh zamanına göre düşmanı korkuta­
bilecek kuvvet ne ise mutlaka on u hazırlamak ve hu yolda bütün kuvvetimizi sar
felmek gerektir. Kur ân ın emri hudur. Bu uğurda her türlü fedakârlığa katlanmak
bir vazifedir.

3 — M U H A REBED EN KAÇMAK VE BUNUN CEZA SI :

Her ferd borcunu ve askerliğini seve seve yapmak lâzımdır. Asker A llâh im
ve Peygamberine kuvvetli bir îmân ile memleket ve millet vazifesini yapmıya koş­
malı ve bu yüksek vazifeden asla kaçmamalıdır. Müslümanlık nazarında en büyük
günahlardan biri de askerlikten kaçmaktır. D üşm a n karşısında bulunan bir Islâm
askeri, ancak bir maksada mebnî geriye çekilebilir: Tekrar hücûm veyâhud di-

272
ger bir fırkaya illilıak etmek yâni kum andanın düşmanı yenmek için kurduğu plâ­
nın tatbiki için. Böyle yüksek bir maksat olmıyarak düşm ana arka çeviren, en b ü ­
yük bir günahı irtikûb etmiştir. (1).

4 — İÇTİM AÎ HAK VE V A Z İF E L E R :

1 — İçtimâi vazifelerin lariiı ve aksâmı :


Her insanın başkalarına karşı îfâsiyle mükellef olduğu karşılıklı vazifeler d e ­
mektir. Bu vazifeler, iki kısımdır:
1) Başkalarının haklarım tanımak ve hiç kimseye zarar yapmamak, (adalet
üzere bulunmak).
2) Başkalarına iyilik yapmak, (ihsan).

Islâmda içtimâi vazifeleri tâyin eden birçok âyât-ı kerîme ve ahâdîs-i şerî-
le vardır. B unlardan bir - iki tanesini b urada yazıyorum : "A lla h , adâletle, ih­
san ve iyilikle emreder. A d â let ediniz., İyiliğe yardım ediniz. (2).

' K endi nefsin için arzu eylediğin şeyi başkaları için de isle; kendi nefsin
için islem ediğin şeyi başkaları için de arzu etme. (3). Bu âyât-ı kerîmede ev­
velâ adâletle emrolunuyoruz. Adâlet, her şeyi yerli yerinde yapmak, herkesin
hakkını tanımak ve hiçbir kimseye hiçbir sûretle zarar yapmamaktır, lhsân et­
mek demek, iyilik yapmak, maddi ve mânevi yardım etmek demektir. B inâ e na ­
leyh. bu âyet-i kerîme ile hadîs-i şerif, b ü tün aksâmiyle içtimâi vazife ve hakla­
rın en açık düsturlarmdandır.

M üslüm anlığın b u esasları, her M üsl üm ana başkalarının hayâtına, nâmu-


suna ve haysiyetine, hürriyetine, tasarruf haklarına, meskenlerine taarruz etme­
meği kat i olarak emrediyor. H er M üslüm a n başkalarının bu haklarına taarruz
ve tecâvüz etmemekle mükelleftir. Sâde bukadar da değil, diğer insanlara, ye­
rine göre yardımı da emrediyor. Ç ü n k ü adâletle emir; başkalarının hayâtına,
haklarına tecâvüzü yasak ediyor, lhsân ile emir de, başkalarının hayâtını kur­
tarmayı, onlara malımızdan bir hisse ayırmayı emreder. Sonra bir insan olmak
i tibâriyle, benim mâlik olduğum haklara başka insanlar da mâliktir. Yaşamak
benim için nasıl tabii bir hak ise, diğer insanlar için de böyledir. Benim bu hak­
kıma kimsenin d o k unduğunu istemem. Sâde b u kadar değil, ben başkalarının,
icâbında b a n a yardım etmelerinden de hoşlanırım. ö y l e ise yukarıdaki hadîs-ı
şerif mûcibince başkalarının hayâtına ve bütün haklarına hürmet ve yerine gö­
re muhtelif sûretlerle onlara yardımda bulunm ak benim için de bir vazifedir.

(1) Bu bahisler E rk â n -ı Harbiye-1 U m ûm iye Reisliğinin em irleriyle ta ra fım ­


dan y az ıla ra k D iyanet işleri R eisliğince b astırılıp p a ra sız d ağıtılm ış olan (A skere
Din D ersleri) adındaki kitabım ızd a uzun u zadıya yazılm ıştır.
(2) A yet.
(3) HacUs.

273
H ülâsa : M üslüm anlığın şu esaslarına gö:c Jıer M üslüm an için içtimâi
vazifelerin en birincisi "şahsa ihtiram" dır. Şahıs demek; kendisi gibi olan di­
ğer insanların bedenî ve şahsî kuvvetleri, aklî ve rûhî melekeleri, hayatı, şeref
ve nâmusu, meşrû’ ihtirasları, hürriyeti, m u’tekadûtı, emlâk ve emvâli demektir.
K ur’dn^ı Kerim adaletle emretmekle b ü tün bunlara hürmet etmeyi farz kıl
mıştır.

5 — YAŞAMAK H A K K I VE BUNA TECÂVÜZ E D E N L E R İN CEZÂ LARI :

İnsanın tabii haklarından birincisi, yaşamak hakkıdır. Bu her ferd için ta ­


biî bir hak olduğundan her can sahibinin ilk işi, varlığını devam ettiren hayâli
ihtiyaçlarını te m in eden birtakım çalışmalardan ibarettir. Yaşamak hakkı , her
ferd için tabii hakların birincisi olduğu gibi, içtimâi vazifelerin birincisi de bu
hakka ihtiramdır. İşte b u nun içindir ki "hayât-ı Laşeriyyo taarruzdan m asundur
esâsı b ü tün ahlâk ulemâsınca en tabiî bir kaide olarak kabûl edilmiştir. Yine
b u n u n içindir ki : Haksız yere insanı öldürmek, ahlâk kanunlarına göre de en
şeni bir cinâyettir. M üslüm anlık her ferd için tabiî olan hakkın muhâfazası
için şiddetli esaslar koymuştur. Müslümanlık, bir insanın hakkına tecâvüzü, b ü ­
tün beşeriyete tecâvüz mâhiyetinde telâkki eder. M üslümanlığın bu gibilere tâ ­
yin eylediği cezâ pek ağırdır. Bunları dünyâda cilürn cezasına, âhirelie de C e h e n ­
nem âzâbına mahkûm etmiştir.

6 — İN T İH A R M EŞRÜ ’ VE A H LÂ K İ DEĞİÜDİR :

H ayat, insan için tabii bir hak olması esâsından ikinci bir netice da h a çı­
kıyor ki. o da intihârın meşrû' olmamasıdır. İnsanda başkalarının b u haklarına
tecâvüz etmek selâhiyeti olmadığı gibi, kendi hayâtına tecâvüz etmek selâhiyeti
de yoktur. A hlâk kanunları insana, başkasının hayâtına tecâvüz etmek hakkını
vermediği gibi, kendi hayâtına tecâvüz etmek hakkını da vermemiştir. M ü slü m a n ­
lıkta intihar memnu' ve yasaktır.
İntihar eden adam : Ben yalnız kendime karşı cinâyeti irtikâb ediyorum,
diyemez. Ç ü n k ü bu. şahsî ahlâkı inkârdan başka bir şey değildir. Z îrâ biz. yal­
nız kendimiz için değil, ancak içinde bulunduğum uz insanlar için yaşarız. C e ­
miyete faydalı olmak bizim için içtimâi bir vazifedir. Evet, bir adam ın kendi nef­
sinde tasarrufa hakkı vardır. F a k a t cemiyete hizmetten kaçmamak şartiyle; hal­
buki intihar eden bir adam vazifeden kaçıyor demektir. İşte bun u n içindir ki, in ­
tihar meşrû’ bir hareket değildir. Bıçak ile intihar eden bir S a h âbe'nin cenâze
nam azında Peygamberimiz bulunmamış ve onun cenâze namazını kılmaktan çe­
kinmiştir.

7 — MÜDÂFAA-1 N E F İS M EŞRÜ ’ B İR H A K TIR :

A H âhu T eâlâ tarafından kendisine verilmiş olan hayâtı m uhâfaza etmek için
çalışmak her ferdin esas vazîfelerindcndir. O n u n içindir ki. üzerine hücûm ede-

274
rek hayâtına kasteden bir kimseye karşı hayâtını m uhafazaya çalışırken, başka
sûretle m üdâfaadan âciz kalan bir adamın, hücûm edeni öldürmesi, ahlâk k a n u n ­
larına mugayir sayılmamıştır. Böyle bir vaziyette kalan kimse için ahlâk k a nu­
n u n u ayak altına aldı denilemez. Ç ü n k ü bu adam tecâvüz etmemiş, yalnız tecâ­
vüzü defetmek mevkiinde bulunmuştur.

8 — İN S A N IN M ANEVÎ H A YA TI VE BUNA K A R ŞI TECAVÜZÜN ÇÎRKIN-


L lG l:

İnsan denildiği zaman onun birçok levâzımı vardır. O n la rd a n biri eksik


olunca insanın yaşaması ile yaşamaması arasında bir fark kalmaz. Evet, insanın
maddi hayâtından başka bir de mânevi hayâtı vardır ki, o da; ırzı, nâmusu, şe­
ref ve haysiyetidir. H a ttâ hayât-ı mâneviyye, maddi hayâtından daha muhterem
ve mukaddestir. Ç ü n k ü insan bunları m uhâfaza uğrunda seve seve maddi hayâ­
tını ledâ etmekten çekinmez. İşte b u n u n içindir ki : “Irz, nâm us, haysiyet-i beşe­
riye taarruzdan m asundur." esâsı, tabii bir kaide olarak kabûl edilmektedir. Bi­
nâenaleyh, herhangi bir insanın namus ve şerefine tecâvüz etmek, ahlâk k a n u n ­
larına mugayir bir harekettir.

0 _ M ÜSLÜM ANLIKTA H A Y A T-I M A N EV ÎY Y EN IN EH EM M İY ETİ :

M üslümanlık, herhangi bir insanın hayât-ı mâneviyesine tecâvüzü, kat'i s li­


rette yasak etmiştir. "H a r M üslüm anın diğer M ü slüm ana karşı, kanı, ırzı, malı
karam dir; hiçbir M ü slü m a n için diğerlerinin ırzına, kanm a tecâvüz etm ek câiz
değildir." meâlinde olan hadîs-i şerif, hayât-ı mâneviyeye tecâvüzü yasak etmiş­
tir. Buradaki müslim kaydı tecâvüzün çok kerre müslime karşı olduğu için olup
i'tirâzi bir kayıd değildir. Binâenaleyh, bu hususta b ü tü n insanlar birdir. M ü slü ­
manlık insanların hayât-ı mâneviyesine o kadar kıymet vermiştir ki; nâm uslu
bir insana iftirâ etmek süreriyle onun nâm usunu Iekeliyen kimselerin şehâdetleri
bile kabûl değildir.

10 — H A Y A T-I M ANEVIYYEYİ, Ş E R E F V E H A Y SİY E T İ LEK E L IY EC E K


ŞEYLER:

İnsanın nâmus ve haysiyetini, şeref ve şöhretini lekeliyecek olan şeylerin


başlıcaları şunlardır : Istihzâ (eğlenmek), sövmek ve tahkir etmek, ayıplarını söy­
lemek. iftirâ etmek., gıybet, koğulamak.. Bunların bâzılan hakkında geçen bahis­
lerde izahat verilmiştir.

11 — İSTİH ZA , ALAY E TM EK :

Istihzâ demek, sözü ile veyâhud hareketleriyle bir insanı eğlence yapmak,
o nunla alay etmektir. Bir insanı karşısına alarak onunla alay etmek, onu hiçe sa­
yarak kendisini çok yüksek görmektir. A ynı zam anda bu. kurnazca sövmektir.

275
i

B unu yazı ile yapmak da aynı şeydir. H e r ne suretle olursa olsun başkalariyle
eğlenmek, onu, kötü ve sevmiyeceği lâkaplarla çağırmak, ahlâk bakımından pek
kötü bir şeydir. Ç ü n k ü bu, insana çok ıstırap veren bir yaradır. İnsanlar istihza
ve alay olunm aktan başka her şeyi kolay unutabilirler. B u n u n içindir ki. M ü s ­
lümanlık b u kötü huydan şiddetle ve k a t i olarak menetmiştir (1).

M üslüm anlık istihzâyı meneylediği gibi insanlara açıktan açığa sövüp say­
mayı. onları tahkir etmeyi de yasak etmiştir. Ç ü n k ü bu sûretle bir insanın ha-
yât-ı mâneviyesine tecâvüz etmek de ahlâk yokluğundan, terbiye noksanlığından
ileri gelen bir şeydir. Böyle olan kimseler ahlâkî faziletlerden, insânt meziyetler­
den soyulmuş sayılırlar. M üslümanlıkda, değil insanlara, hayvanlara da kaba ve
çirkin lâkırdılar söylemek yasaktır.

12 — İN S A N IN A Y IP L A R IN I ARAM AK VE O NLARI ORTAYA DÖKMEK :

Çok kötü ve insanların haysiyetine dokunan huylardan biri de. başkalarının


ayıplarını aramak ve onları şurada burada söylemektir. Kendi kusur ve ayıpları­
nı görmeyip de başkalarının ayıplarını, eksiklerini aramıya kalkışanlar ahlâklı in­
sanlar değildir. Hiçbir insanın ayıplarını, eksiklerini araştırmamah, açığa çıktı­
ğını istemediği hallerini anlamıya, öğrenmiye çalışmamalı. Şurası muhakkaktır ki,
insanların ayıp ve kusurlarını araştıranları A llâlıu T eâlâ rüsvây eder, onun da
gizli hallerini, m eydana çıkmasını istemediği şeyleri meydana çıkarır.

Peygamberimizin şu mühim sözlerine dikkat olunsun : "H er kim, bir müs-


lim kardeşinin ayıplarını, kusurlarını, kim senin görmesini ve işitm esini istemediği
şeylerini örterse, A llâ lıu Teâlâ da kıyâm et gününde onun ayıplarını örter. Her
kim m üslim kardeşinin, m eydana çıktığını istem ediği bir şeyini ortaya çıkarır ve
dile verirse, A llâ h u T eâlâ da onun ayıplarını, kim senin bilm esini istem ediği h a l­
lerini m eydana çıkarır ve bu sûretle kendi evi içinde de olsa onu rüsvây eder.
M üslü m a n kardeşinin ayıplarını örten, bir ölüyü diriltm iş gibidir."

13 — B A ŞK A LA R IN I KÖTÜ SANMAK :

Başkaları hakkında kötü fikirlerde bulunm ak da iyi bir huy değildir. Ç ü n k ü


bu. onların gizli hallerini araştırmıya sebep olur. Bir kerre insan öyle her d u y d u ­
ğuna inanıvermemeli, yalan yanlış her işittiğini de başkalarına söylememeli, a h ­
vâlini iyice bilmediği, yakından görüp işitmediği kimseler hakkında fenâ bir fi­
kir taşımamalı. Ç ü n k ü insan birçok şeyler işitir ki, onların yarısı b â zan yalan
olur. K a t’î bir bilgi ifâde etmeyip de bir zandan ibâret olan şeylerden sakınmak,
bu böyledir diye, kat i bir hüküm vermemek lâzımdır. H içbir kimsenin duruşun- 1

(1) Sûre 49, A y et 10, 12.

276
I
dan. gidişinden ve gelişinden şüpheye düşüp de onun kötü olduğuna hüküm ver­
memelidir. Kur'ûn-ı Kerîm in bize kat t olan emir ve tavsiyeleri budur.

14 — HİCVETM EK :

Çok defalar alay etmenin, birini gülünç bir hâle koym anın şâirâne olan kıs­
mına hiciv denir. Şiirler ve manzûmelerle birini tahkir etmek, onun haysiyetine
dokunmak da, ahlâk kanunlarına uygun bir hareket değildir. Bilhassa b u n u n
insanlar arasında bıraktığı te’sir d a h a çabuk intişâr eder ve uzun zam an yaşar.
O n u n için bu, d a h a kötü bir huydur.. B unlardan da vazgeçmek lâzımdır. M aa-
mafih, ahlâk kanunlarının bizden beklediği vazife, yalnız başkalarının he rha n­
gi bir şeref ve haysiyetine tecâvüz etmemek değil, belki yanımızda böyle bir şey
vuku’ bulduğu vakit onlara karşı sükût etmiyerek —yapabilirsek— haysiyetine te­
câvüz olunan kardeşimizi m üdâfaa etmektir. Eğer nefsimizi b u yolda terbiye ede­
bilmiş isek ahlâkan yükselmişiz demektir.

15 — H A SET E TM EK = ÇEKEM EM EK :

Bir kısmını buraya kadar saymış olduğumuz kötü huyların başlıca sebebi
hased denilen ahlâksızlıktır. Şimdi b u n u da biraz izâh edelim : "H ased; bir kim ­
senin m addî ve mâneoi hâiz olduğu m evkii ve şöhreti çekem eyip, onun —kendi­
sine gelm esini istesin, isterse islem esin— zevûlini ve ondan gitmesini arzu etm ek''
demektir. H ased kalbî olan hastalıklardandır. M üslümanlıkta, b u da büyük gü­
nahlardandır. Ç ü n k ü bu. her türlü kötülüklere sebeptir. Başkalarının eline geçen
nimetleri çekememek, o nimetleri onlarda gördükçe kabına sığamamak ve b u n ­
dan ötürü o nimetlerin ondan gitmesini istemek hastalığına yakalanmış olan bir
adam, onun hakkında her türlü fenâlığı söylemekten ve elinden gelen kötülüğü
yapm aktan çekinmez. O n u n şeref ve şöhretini lekelemek için her türlü alçaklığı
yapmak ister.

H ü lâ sa : H ased, her türlü ahlâksızlığa sebep olacağından M üslüm anlık b u ­


nu nehyetmiştir. H ased denilen huyun ne kadar fenâ olduğunu anlam alıdır ki;
Kur ân-ı Kerim, hased edenin zararından A llâ h 'a sığınmak lâzım geldiğini haber
vermiştir. H ased denilen kötü hastalığın, milletlerin içtimâi hayatlarında çok fe­
nâ te sirleri görüleceğini, bu illetin, milletleri inkırâza doğru sürükleyebileceğini
P e y g a m b e r i m i z çok beliğ bir ifade ile anlatmış ve b u n d a n kurtulmak
için yekdiğerimizle sevişmek ve selâmlaşrr^k lâzım geldiğini söylemiştir.

16 — G IPTA İM REN M EK :

G ıpta, başkalarında gördüğü nim etlerin, onların çıktıkları m evkiin zevâlini


arzu etmiyerek, sâdece onlara im renmek ve onun bir misli kendisinde de b u lu n ­
m asını istem ektir." Bu. hased değildir. Ç ü n k ü insanı çalışmaya teşvik eder. Bu-

277
nu n içindir ki, terbiye mütehassısları şahsi meyiller arasında gıptaya hususi bir
yer verilmesine taraftar oluyorlar. Yalnız b u n u hasede vardırmamak şarttır. Bi­
nâenaleyh çocuklarda da bu fikri uyandırırken, bun u n hasede vardm lm am asına
çok dikkat etmek lâzımdır.

17 — M ESK EN E, EV LE R E TECAVÜZ ETM EM EK :

Mesken demek, insanın oturduğu yer (evi, obası veya odası) demektir. İn ­
sanın hayâtı, nâmusu, şeref ve haysiyeti, malı "mesken" ile m uhâfaza olunur.
Binâenaleyh, "m eskenlere taarruz edilem ez" esâsı da en tabii bir şeydir. Bir kim­
senin evine, odasına tecâvüz etmek, yâhud izin alm adan bunlara girmek, yâhud
içindeki şeyleri görmiye çalışmak ayıp ve çirkin bir harekettir.

Başkasının mülküne böyle habersizce girmek hukukan ve kazaen haram ol­


duğu gibi, kendi mülkü olan bir ev içinde dahi olsa kendinden başkasına m a h ­
sus olan odalara habersiz ve selâmsız girivermek de diyâneten, edeben ve nh’â-
kan menhi ve yasaktır.

M üsl ümanlık bunları yasak etmiştir. "E y îm ân edenler! K endi evlerin’zden


başka evlere, kendi odalarınızdan gayri odalara sâhiplerinden izin alıp selâm ver­
m eden girm eyiniz." meâlinde olan âyet-i kerime ile, b u meâlde olan birçok ha-
dîs-i şerif, evlere taarruz ve tecâvüzü değil, izinsiz bile girilemiyeceğini, içeriye
bakılamıyacağını en açık bir sûrette bildirmiştir. Binâenaleyh, kendi evinden
gayri bir eve, yâhud başkasına mahsus bir odaya girileceği vakit, evvelâ gelmek­
te olduğunu anlatm ak ve sâhibinin müsâadesini isteyip selâm vermek tslâmuı
emirlerindendir.

18 — BALÎG OLMAYAN ÇOCUKLARIN DA ÎZÎN SÎZ G ÎREM ÎYDCEGÎ VA­


K İT L E R :

Baliğ olmayan küçük çocuklar şu üç vakitte anaların, babal arın ve başkası­


nın odalarına izin ile gireceklerdir :
1) S a b a h nam azından evvel, yâni yataktan kalkılıp elbise giyileceği zaman.
2) Ö ğle vakti uyuyacağı zaman, yâni öğle vaktinde istirahat için elbise­
lerini çıkardıktan z am an ki, gündüz uykusu vakti demektir, diğer saatte de
böyledir.
3) Yatsı nam azından sonra (soyunulduğu zaman). Bu üç vakitte haber ve­
rilmeksizin. izin alınmaksızın çocuklar da, memlûkler de başkasının odasına gi­
remezler. Ç ü n k ü bu vakitler halvet saatleridir; açık saçık oturulabilecek vakitler­
dir. Görülmesini istemediği yerleri açık olabilir. A llâ h u T e â lâ erkek ve kadın
b ü tün m ü ’minlerin, çocuklarına bu yolda tâlim ve emretmeleri lâzım olduğunu
K ur'ân-ı Kerim’de bildirmiştir (1).1

(1) S ûre: 24, A y et: 58.

278
Bu iiç vaktin gerisinde çocuklarla hizmetçiler izin alm adan girebilirler.
M aam âfih yine izin almaları iyidir. F a k a t bâliğ olanlar ber vakit izin ile girerler.
Bir gün P e y g a m b e r i m i z e S a hâ be 'de n biri gelerek : “ Yd Resûlâllah!
A n a m ın odasına girmek islediğim de kendisinden izin alayım m ı?” diye sordu.
P e y g a m b e r i m i z : "E vet, hor ne zam an girmek islersen izin ile girecek­
sin .” buyurdu.

Tekrar sordu : “A n a m a b enden başka hizm et edecek kim se yoktur. B u hal­


de yine her vakit odasına izin ile mi gireceğim?" P e y g a m b e r i m i z sor­
du : 'A n a n ı çıplak bir halde görmek ister m isin?”

— "H ayır, istem em ."

— “ö y l e ise ananın odas.na her ne zam an girmek istersen izin alacaksın.


İzinsiz kapısını açıp da içeriye girm iyeceksin."

H ülâsa : Başkasına âid bir eve veya odaya girileceği vakit mutlaka içerde-
kilerden izin almak lâzımdır. İzin alm adan içeri girmek câiz ve ahlâki bir şey de­
ğildir. M üslüm anlık bu yolda emretmektedir.

G örülüyor ki. bu kaideyi v a z ’eden de M üslüm anlık olmuştur. Kapı vurmak,


usûl-i terbiye-i islâmiye icâbıdır.

19 — İSIİÂMDA Z İY A R E T İN E D E B L E R İ :

İnsanların birbirlerini ziyâret etmeleri, aradaki sevgi ve ahbablık bağlarının


en kuvvetlisi, sevginin devâm etmesinin de en mühim sebebidir. Ziyâreti bırak­
mak, sevgi ve m uhabbetin unutulm asına sebebdir. B u n u n içindir ki, M ü slü m a n ­
lık ziyâret için de birtakım edebler göstermiştir :

1) Ziyâreti m ünâsib bir vakitte yapmak lâzımdır. Uyku, yemek, tam iş za­
m anlarında bir yere ziyârete gidilemez.

2) Ziyârete ve misâfirliğe gidileceği zaman temiz şekil ve kıyâfetle gitmek,


kirli ve paslı gitmemek.

3) Bir eve veyâhud bir odaya girmek için her şeyden evvel, kapı açık d a ­
hi olsa, yine kapıyı vurarak sâhibinin iznini almak lâzımdır. E v sâhibi b u lu n ­
maz. veyâhud içeri girilmesine izin verilmezse eve girmek câiz değildir. P e y ­
g a m b e r i m i z : “Ü ç defâ izin istendiği halde izin verilmezse, yâni içeri­
den ses gelm ezse, geriye d ö n ü n ." buyurmuştur.

4) İzin aldıktan sonra içeriye girerken güler yüzle selâm verilir.

5) Kapıyı çaldıktan sonra kapının açılmıyacak tarafına çekilmeli, kapı ara­


lığından içeriye bakmamalıdır.

279
6) izin ile eve girildikten sonra evin köşesine bucağına bakılmaz, deliğin­
den. bucağından gözetlenmez.
7) Ziyâretine gittiğiniz ev sahibinin sevincine ve kederine iştirâk etmek,
ev sahibi neş eli ise neş'eli görünmek, kederli ise kendisi onun kederine iştirâk
etmek ve ona teselli verecek sözlerde bulunmak.
8) Ziyâretine gidilen evde, sâhibinin meşgûl olduğu, yâhud başka bir ta ­
rafa gitmek üzere hazırlanmakta olduğu görülürse, yâhud otururken tekrar tekrar
saatına bakmıya başlarsa İliç sezdirmeden ev sâhibinden izin alarak dönmelidir.

20 — M İSA FİR L E R E K A RŞI V A ZİFELER İM İZ :

Misafirlere ikramh bulunmak da M üslüm anlığın cmirlcrindendir; A lla h 1III


emri. Peygamberin sünnetidir. Misâfirleri ağırlamak, onları güler yüzle, tatlı
sözle karşılamak, her birini mertebelerine göre ağırlamak, b u luna n ile yemekle-
mek lâzımdır. Misâfiri kendi üstümüze geçirmek, yemeğe teşvik ve tergib etmek
de lâzımdır. Misâfirin yanında gizli görüşmek, söylemeyip durmak, yüz ekşit­
mek. hizmetçilerine sert söylemek, çocuğunu dövmek ayıptır, edebe uygun de-
ğildir. Misâfire birşey emretmek, mürüvvete yakışmaz. M isâfir gideceği zaman ka-
pıya kadar çıkarak son derece edeb ve saygı ile ağırlamab, kusurlarının affını di­
lemeli, karşılık beklememeli.
Misâfir, ev sâhibinin gösterdiği yere oturur. U m d u ğ u n u değil, b u lduğunu
yer ve yemeği ayıplamaz. Misâfir, ev sâhibinden izinsiz sofradan bir şey kaldır-
mamalıdır, kimseye bir şey vermemelidir.

21 — İÇTİM A Î V A Z İFE L E R İN İK İN C İ KISM I :

İçtimâi vazifelerin başlıca iki kısım olduğunu söylemiştim. Birinci kısım,


adâletin iktizâ eylediği vazifelerdir ki. b una menhi yâhud selbi vazifeler denir.
Yapılmaması istenen şeyler demektir. H ayâta, şeref ve nâmusa, mala, meskene
tecâvüz etmemek; verdiği sözden dönmemek hep bu kısım vazifelerdendir. A dâ-
letle emirden doğan b u vazifelere riâyet vâcibdir. Aksine hareket muhtelif dere­
celerde cezâyı icâbeder. Buraya kadar onları ve onlara âit b u luna n ve yapılm a­
ması lâzım gelen şeyleri de söyledik. Şimdi de ihsan ile emirden doğan ikinci
kısım vazifeleri anlatacağız. B unlar yapılması istenilen şeylerdir.

A dâletin muktezâsı olan birinci kısım vazifeler, mutlak ve mecburîdir. İhsan


ile emirden doğan ikinci kısım vazifeler böyle olmayıp her insanın kendi isteğine
bırakılmıştır, başkalarına hiçbir garaz ve karşılık düşünmeksizin iyilik etmekten
ibâret bir fazilettir. B una kerem ve şefkat de denir.

Bu vazifeleri yapmak için cebreden bir kanun yoktur. Bunun en büyük k a ­


nunu. “ kendine yapılmasını arzu eylediğin, sevdiğin şeyi başkalarına yap!” düs-
tûr-ı ahlâkîsidir. Binâenaleyh, kendimize yapılmasını sevdiğimiz her nevi iyiliği,
başkaları için de istemek içtimâi bir vazifedir.

280
A llâlıu T eâiâ Hazretleri adaletle emrettiği için başka insanlara biçbir sû-
retle zarar yapmamak kat i bir vazifedir. Fakat yalnız b u n d a n dolayı iftihar ede­
meyiz. Bununla beraber insanların iyiliğine koşmak, onların saadeti için de ça­
lışmak ahlâkî bir vazifedir. Bu kısım vazifemizi de yaparsak, işte o vakit tam
vazifemizi yapmış sayılırız.

22 — A D A LETİN M UKTEZASI OLAN V A ZİFEL E R L E , İH SA N D A N DOĞAN


V A Z İFE L E R A RASINDA FA R K :

1) A daletin iktizâ eylediği vazifeler mutlak ve mecbûridir. O n a riâyet et­


meyenler. cezâlarını bulurlar. İhsandan doğan vazifeler insanın isteğine, irâde­
nin ihtiyârma bırakılmıştır.
2) A dâletin icâbı olan vazifeler bir hakka mukaabildir. Ben vazife olarak
başkalarının hayâtına hürmet ederim. Buna mukaabil kendi hayâtıma da hürmet
etmelerini bir hak olarak isterim. İhsandan doğan vazifeler böyle değildir. Y ardı­
ma muhtâç olanlara yardım ettiğimden dolayı karşılıklı olarak onlardan bir şey
beklemiye hakkım yoktur.
3) A dâletin belli bir Iıudûdu vardır. Aşağısı ve yukarısı yoktur. Halbuki
diğer vazifeler böyle değildir. İhsan ve iyiliğin birçok dereceleri vardır. İnsan
istediği kadar iyilik yapabilir. B u n u n hu d û d u ne kadar genişlerse o nisbette yü k ­
selir.
4) A dâletin emreylediği vazifeler, bü tü n insanlar hakkında birdir, lhsânm
emreylemiş olduğu vazifeler böyle değildir. O . irâdenin serbest intihâbına tâ bi­
dir. Ş ahsa göre değişebilir. Bir insanın her şahıs hakkmdaki iyiliği bir olmıyabi-
lir. B unda n dolayı da niçin böyle yaptın demiye hakkımız yoktur.

23 — BAŞKA LA RIN A YARDIM ETM EK VE İSLAM DA BUNUN MÜHİM


M E V K İİ:

Başkalarının bize yerine göre yardım etmelerinden hoşlanırız. Ş u halde b i­


zim de yeri gelince onlara yardımda bulunm am ız içtimâi bir borçtur. M ü slü m a n ­
lık. " A llâ h 'm emirlerine ta z im ve itâat, yarattıklarına şefkat" demektir. B u n u n
içindir ki, M üslüm anlık nazarında başkalarına ihsân ve iyilik de mecbûri olan
diğer vazifeler kadar mühim bir vazifedir. B unda n ölürüdür ki adâletle emrettik­
ten sonra ihsân ile de emretmiştir. Zekâtı, zarûr! olan esasları arasına aldıktan
ve onun muayyen miktânnı bildirdikten sonra ayrıca umûmî muâvenetle de em­
reylemiş ve b u n u herkesin irâdesine bırakmıştır. M üslümanlık, bü tü n insanların
hayrına çalışmayı, her canlıya şefkat ve merhamet göstermeyi en hayırlı işlerden
saymıştır.

24 — YARDIM IN E N FAY D A LI Ş E K İL L E R İ :

Beşeriyete yardımın muhtelif şekilleri vardır. B unun en basit şekli, muhtâç


olan fertlere elinden geldiği kadar yardım ederek, onların ihtiyaçlarının bir dere-

281
ce azalmasına çalışmaktır. Bu i libarla muhtaçlara, yetimlere, maddi ve mânevi
yardımda bulunmak, onları korumak ve gözetmek ahlâki bir borçtur. M ü slü m a n ­
lık bu yolda emretmiştir.

B u n u n la beraber, memlekette fakirliğin, hastalığın, ahlâksızlığın, cehlin ö n ü ­


ne geçmek, yetimleri korumak ve lüzûm unda bü tü n memlekete şâmil büyük yar­
dımlarda bulunm ak için hayır ve şefkat yuvalan kurmak ve b u yuvaların ilerle­
mesi için para ile yardımda bulunm ak en faydalı şekillerdir. Bugün memleketi­
mizde bu yolda kurulmuş yuvalar ve müesseseler vardır. E n sıkışık zamanlarımız­
da çok büyük hizmetler yapmış ve dâim a yapmakta olan Kızılay da bunlardan
biridir. Binâenaleyh bunlara yardım etmek de içtimâi bir borçtur.

H e r şey nihâyet bulur, tükenir. Fakat um ûm un faydası için sarfedilen gay­


retler. bu uğurda verilen paralar, sâhibini kıyâmete kadar yaşatır ve âhiret saâ-
detine de kavuşturur.

25 — Y ARDIM IN BAŞKA B tR ŞEK Lİ :

P a ra ile b a şkalanna yardımda bulunm ak belki herkese nasîb olmaz. Fakat


yardım her vakit para ile olmaz, başka sûretle de olur, tşini göremiyecek olan
bir adamın, işinin görülmesine vâsıta olmak, onun işini görüvermek, m addi ve
mânevi yolunu şaşırmışlara yol göstermek, tehlikede olan bir adam a tehlikeyi
haber vermek, fikren ve kalben zayıf olanlara kuvvet ve cesaret vermek, insanla­
ra karşı güler yüzlü, tatlı sözlü olmak... İşte bunların hepsi birer yardımdır: içti­
mâi vazifelerimizdendir. Bunların hiçbirisini yapmak iktidârında olmıyanlar da
da herkes hakkında hayır dilesinler, hayır yapmak niyetini beslesinler. G ö r ü lü ­
yor ki : içtimâi vazifelerin bu kısmı ne keseye, ne de fedakârlığa bağlı değildir.
Demek ki. her insan, isterse ba şka la nna karşı faydalı olabilecektir. B u n u n için­
dir ki, M üslüm anlık dâim â her M üslüm anı beşeriyete karşı faydalı olmıya teş­
vik ediyor.

26 — SUÇLULA RI A FF E T M E K :

P a ra y a bağlı olmıyan yardımların en büyüğü ve en yüksek derecesi, suçlu­


ları affetmek, suçlarına göz yummaktır. Bize fenalık yapmış olanlara, biz de a y ­
niyle mukabele edebiliriz. F a k a t kalbimizi, gördüğümüz kötü m uâm elenin ü stü ­
ne yükselterek onu affedivermemiz. o kötülüğü u n u tu r gibi olmamız, en büyük
bir meziyettir.

B ununla d a kalmıyarak, kötülüğe karşı bir de iyilik yapm ak var ki. bu ar­
tık insanlığın ve ahlâkın »en yüksek basam ağına çıkmak demektir. G ö rd ü ğ ü kötü­
lükten dolayı nefsinde husûle gelen hiddet ve galeyânı yenerek nefsi tutmak,
nefsine hâkim olmak, şüphe yok ki, en büyük fazilettir.

282
27 — BÜ TÜ N HAYVANLARA K A RŞI Ş E F K A T :

M üslümanlık şefkat dînidir, fazilet dînidir. O n u n içindir ki. P e y g a m ­


b e r i m i z b ü tün m ahlûkata şefkat ve merhamet göstermemizi emreylemiştir.
H er türlü işlerimizde kullandığımız hayvanlara karşı müşfik olmak lâzımdır. O n ­
ların yedirilmesine, içirilmesine. yatırılmalarına, tımarlarına dikkat etmek, tâkat
getiremiyecekleri işlere koşmamak, onlara eziyet etmemek, işkence yapmamak bi­
zim için bir vazifedir. E n büyük hayvandan tutunuz d a karıncaya kadar bütün
canlı m ahlûkata şefkat lâzımdır. Peygamberimizin şu hadis-i şerifleri çok m ühim ­
dir : "Ş efk a t ve m erham et sâhibi olanlar, A llû h ın rahm etine m azhar olurlar. Yer
yüzündekilere m erham et ediniz ki, göktekiler de size rahmet etsinler. Bir serçeyi
boğazlarken bile merhamet gösterenlere, A lla h kıy&met gününde rahmet eder.
A cım ıya n esirgenmez, ajfelm iyen yarlığanm az." P e y g a m b e r i m i z in yi­
ne bir hadis-i şeriflerinde : "S u su zlu kta n yanıp d a kuyu başında dönen bir kö­
peğe. pabuçlarının tekiyle su alarak sulayan bir fâhişeyi, A llû h u T eâlâ nın affe­
dip C ennete ko y d u ğ u n u ” haber vermişlerdir. İşte Müslümanlık, hayvanâtı da bu
derece himâye etmiştir. Binâenaleyh, hayvanlara eziyet etmek, onlara sövmek, lâ-
net okumak aslâ câiz değildir. Zararlı hayvanlar, şüphe yok ki, öldürülür ve z a ­
rarlarının önüne geçilmiye çalışılır.

28 — İÇTİM AÎ V A ZİFEL E R İM İZ İN BÎR H Ü LÂ SA SI :

Şimdi M üslüm anlığın her M ü slü m a n a tâlim eylemiş olduğu içtimâi vazife­
leri kısaca bir hülâsa yapalım :

H e r M üslüm an diğerinin kardeşidir. D iğer M üslüm anlara ve hattâ b ü tün


beşeriyete karşı kardeş muâmelesi yapmak, başkalarının, canını, malını. ırz ve
nâm usunu, şeref ve haysiyetini, hürriyetini... elhâsıl b ü tü n haklarını kendisinin-
ki gibi muhterem ve mukaddes tanımak ve bunlara hiçbir sûretle tecâvüz etme­
mek. m ü'm in kardeşini herhangi bir sûretle telâşa düşürmemek, rahatsız etmemek;
hiçbir kimseyi eliyle, diliyle incitmemek; herkese elinden geldiği kadar yardımda
bulunmak, mü min kardeşlerinde, ahlâkî ve içtimâi gördüğü eksikliği, onun gön­
lünü kırmıyarak hatırlatmak, da h a kısası, kendisi için sevdiği, istediği şeyi ba ş­
kaları için de sevmek ve istemek, hoşlanmadığı ve istemediği şeyi başkaları için
de arzu etmemek...

29 — K U L H A K K I :

Elhâsıl ; İçtimâi hak ve vazifelerimizi tamâmen saymak için yüzlerce sahife


yazı yazmak lâzımdır. Halbuki bu eserin ona müsâadesi yoktur. A ncak şu ci­
hete pek çok dikkat etmek lâzımdır : Başka insanlara karşı vazifemizi yapmıyarak
üzerimize onların haklarını geçirmemeliyiz. Ç ü n k ü kul hakkı çok zordur. A llâ h u
T eâlâ ya karşı borçlu kalacak olursak O nun rahmeti boldur, kuvvetle umarız ki,

283
ı
Haklarından vaz geçer, bizi affeder, bize merhamet eder. F a k a t üzerimizde kul
hakkı olursa ondan kurtulmak çok zordur.

Peygamber E f e n d i m i z bir gün yanındaki S a h â b e lerine : M üflis


kim dir?" diye sormuş. O n la r da : "E linde, avucunda malı ve parası kalm ıyandır.
diye cevap vermişler. B u n u n üzerine P e y g a m b e r i m i z buyurdular ki :
"B ilem ediniz, asıl m üflis şu adam a derler ki, dünyâda iken yapm ış olduğu bir-
çok ibâdetler ve tdatlann sevab ve basenâiı ile kıy âmel gününde A llâ h ın h u z u ­
runa gelir. B u adam dünyâda birçok ibâdetler, hayırlar yapmış. D iğer taraftan
da başkalarına zulm etm iş, kim ini döğm üş, kim ini söğmüş, kim inin canına tecâ­
v ü z etmiş, kim inin m alını almış, gönlünü kırmış, şuna b u n a eliyle ve diliyle ezi­
yet elmiş... işte bu hak sâhiblerinin hepsi o adam ın etrâfına toplanacaklar, hakla­
rını istiyecekler; (bana dünyâda iken şöyle yaptı, hakkımı al yâ R ab) diye d a -
udcı olacaklar. A llâ h u Teâlâ b u n u n hayrat ve hasenâtından husûle gelen se-
vabları bunlara taksim edecek, fakat yine borcu kapanm ıyacak, nihâyet onların
günahlarını b u n u n üzerine yükliyerek C ehennem e gönderecek, işte asıl m üflis
böyle olan adam dır." ö y l e ise biz de gözümüzü dört açalım. D ü n y â d a iken hem
A llâ h 'a olan vazifelerimizi hakkiyle yapalım, hem de insanlara karşı borçlu oldu­
ğumuz vazifelerimizi yerine getirelim. Hiçbir ferdi hiçbir sûretle incitmiyelim. Ş u ­
rası da muhakkaktır k: Müslümanlık, ferdî olmaktan ziyâde içtimâi bir dindir,
insan yalnız kendisini değil, başkalarını da düşünecektir. B u n u düşünemiyenler
vazifelerini tam yapmış sayılmazlar.

284
K IR K B E Ş lN C Î D E R S

İS L Â M IN H A R A M V E Y A S A K E Y L E D İĞ İ Ş E Y L E R V E
B U N L A R D A N B İRİN İ Y A P M A N I N C E Z Â S I

A llâ h u T e â lâ Hazretlerinin yasak eylediği şeylerde herhalde bir hikmet,


bunları yapmamakta, insanların dünyâ ve âhiretine â't bir Fayda ve maslahat
vardır. Binâenaleyh, bunlardan birini irtikâb etmek. A llâh'ın emirlerine karşı
gelmek demektir. Bu emirlere karşı gelmekle, bâzan doğrudan doğruya onu irti­
kâb edenlere, b âzan da diğer ferdlere veyâhud cemiyete birer zarar da vardır.
İşte b u n u n içindir ki, bunlardan birini yapmak haramdır, b u n u yapanlar günah
işlemiş olurlar. Bunların dünyevî ve uhrevî muhtelif derecede cezâları vardır.
Bunlardan bâzılarınr aşağıya yazıyorum :
1) A llâ h ’a şerik koşmak ve küfretmek (affedilmiyecek kadar büyük bir g ü ­
nahtır).
2) A n a y a ve babaya itâatsiz olmak, karşı gelmek (bu da mühlik ve büyük
günahlardandır),
3) Peygamberlerin bâzısına îm ân edip bâzısına etmemek (böylesi M ü s lü ­
m an değildir).
4) Haksız yere insan öldürmek, zulüm yapmak,
5) Y alan şahitliği ve yalan yere yemin ederek bir kimsenin zararına sebep
olmak,
6) Kötülük ve hayâsızlığın (fuhşiyâtın) gizli ve aşikâr her türlüsü.
7) İnsanı sarhoş eden, akla ve m ala zararı olan her çeşit içki vesâir şey­
ler kullanma,
8) Kumarbazlık, tefecilik ve fâizcilik,
9) Hırsızlık, dolandırıcılık, sahtekârlık, yankesicilik, hakkı var iken inkâr
etmek, yalan şâhidi bularak birinin malını almak, alışverişte hâinlik etmek ve
bun la ra benzer meşrû' olmıyan bir sûretle başkasının malını almak,
10) A lla h 'd a n başkasının nâm ına boğazlanan (kesilirken üstüne A lla h 'd a n
başkasının ismi çekilen) hayvan, böyle bir hayvan mânevî haysiyetle pistir.
11) Boğularak ölen (yâni gerek takıldığı iple ve gerek kement ile ve gerek
el ile; gerek ağaç ve taş arasına sıkışarak ne sûretle olursa olsun) hayvan,
12) Kendiliğinden veyâhud bir tarafına vurularak öldürülmüş olan hayvan,
13) Yüksekten veya bir kuyuya düşmek süreliyle veyâhud bir hayvanın
süsmesi veya çiftesi ile ölen.

285
14) Akmış kan ve domuz eti (bunlar K u r a n d a k i muharremâtın en sarih­
lerindendir),
15) Dikili taşlar ve putlar üzerinde kesilen kurban,
16) Yırtıcı bir hayvan tarafından telef edilen, parçalanan hayvan,
17) S ıhha tına zararı olan şeyleri yemek, veyâhud içmek,
18) Z in a veya Iivâta etmek.
19) Dili ile birinin nâm usuna tecâvüz etmek, nam uslu bir kadına iftira
edip nam usunu lekelemek,
20) Büyü yapmak ve büyücülerin sözlerini kabûl ve tasdik etmek,
21) Başkasının arkasından —duyduğu zaman hoşlanmıyacağı ayıp ve ek­
siklerini— söylemek,
22) Başkalariyle her ne sûretle olursa olsun, istihza ve alay etmek; onlara
kötü lâkab takmak,
23) Başkasına iftira etmek (yâni yapmamış ve söylememiş olduğu bir şeyi,
yaptı veya söyledi diye isnad ve b ü h ta n d a bulunmak),
24) H ased etmek, kin gütmek, dargın durmak,
25) Y alan söylemek, yalan yere yemin etmek,
26) Askerlikten kaçmak, harb m eydanında düşm andan yüz çevirmek ve
kaçmak,
27) Eliyle veyâhud diliyle başkalarına zarar yapmak,
28) Yetimlerin mallarını korumıyarak yemek veya isrâf etmek.
29) T a rtıla n ve ölçüleri alırken fazla, verirken noksan yapmak,
30) Allâlı'a, Peygambere ve emânetlere lıiyânet etmek.
31) A hd in d e durmamak.
32) Kendisine tevdi olunan bir sırrı ifşâ etmek, dile vermek,
33) İnsanlar arasına nifak saçmak,
34) Yeryüzünde bizzat veya bilvâsıta fesad çıkarmak, ortalığı kanştırmak.
35) Komşularına ezâ ve cefâ yapmak.
36) Başkalarının ayıp ve eksiklerini araştırmak.
37) Elinde olan malını uluorta saçmak veyâhud b ü sb ü tü n pinti ve cimri
olmak,
38) Başkasının evine, obasına ve odasına tecâvüz etmek, veya habersiz
girmek,
39) Kendisini büyük görüp başkalarını hiçe saymak ve halktan yüz çevir­
mek (kibirli ve mağrur),
40) M a l ve evlâdın çokluğuna güvenip A llâ h 'ı unutmak,
41) K ur’ân âyetlerini zâhir m a'nâsından çıkararak kendi arzusuna göre
te vil etmek (A llâh’a iftirâ),
42) İyice bilmediği bir şey hakkında hüküm vermek,
43) Sû-i z a nda bulunm ak (başkaları hakkında iyice bilmeden, görmeden
şüpheye düşmek, onu kötü sanmak).

286
44) İki yüzlü olmak (içi bir türlü, görünüşü başka türlü olmak, birine bir
türlü, diğerine başka türlü söylemek).
45) Kötü, günahkâr, karıştırıcı ve yalancı insanlarla düşüp kalkmak,
46) Başkasının anasına, babasına lanet okuyarak kendi ana ve babasına
lânet ettirmek,
47) İbâdetini, yâhud yaptığı iyilikleri A llah için değil, gösteriş için yapmak,
48) Z ulm e ve fenâlığa yardım etmek.

İşte bunlar ve bunlara benzer birtakım şeyler vardır ki. M üslüm anlık o nla­
rı yasak etmiştir, haram kılmıştır.

M üslüm anlığın yasak eylediği bu gibi şeylerden birini yapmak, yâhud söyle­
mek. A lla h ’ın emirlerine karşı gelmek olduğu için günahtır. Bunlarda, ferdî ve
içtimâi, maddi ve mânevi zararlar da bulunacağı şüphesizdir. B ununla berâber,
bu yasakları tanımamanın, derecelerine göre, dünyâ ve âhirette cezâlan da var­
dır. Ş üphe yok ki, iyiliğin de, fenâlığın da dereceleri vardır. Faydası büyük olan
bir iyiliğin A lla h yanında ecir ve sevâbı. mükâfatı da büyüktür. Faydası böyle
olmıyanın sevâbı da elbette b u n d a n az olur. Z ararı âm ve şümûllü olan kötü­
lükler de. insanı helâke sürükleyen büyük günahlardandır. İşte b u n u n içindir ki,
bu saydığımız şeylerden b â z d a n diğerlerine nisbetle hafif veyâlıud ağır olabilir.
Meselâ: H e r ne sûretle olursa olsun yalan, ahlâk ve terbiyeye uygun olmıyan bir
harekettir. M üslüm anlık b u n u yasak etmiştir. Fakat ferdi veyâhud cemiyeti z a ­
rara sokacak olan bir yalan, böyle bir zarar getirmiyecek olan yalandan dalış
büyük günah ve cezâsı da h a ağırdır. M aam âfih alılâkan yükselebilmek için M ü s ­
lümanlığın yasak eylemiş olduğu şeylerin hepsinden sakınmak ve uzak kalmak
üzerimize farzdır. Şurası da muhakkaktır ki: küçük bir günah, onu işlemekte İs­
rar edildikçe, küçüklükte kalmıyarak büyük günahlar sırasına geçer. Tevbe ve
istiğfar ile. yaptığına pişman olmak ile de büyük günahlar affolunur. Ancak
kul hakkı olursa sâhibiyle helâllaşmak lâzımdır.

287
K IR K A LTIN CI D ERS

HAKİKİ V E K O R A N A H L Â K İY L E A H L Â K L A N M I Ş
BİR M Ü S L Ü M A N N A S I L O L M A L I?

K u r a n i Kerim den öğrendiğimize göre, hakîkî ve K u ra n ahlâkı ile lam a b ­


laklanmış bir M üslüm anın başlıca vasıfları şunlardır :
1) A llah' ın Bir ligine ve O ndan başka lanrı olmadığına. Allâh'ın M elek­
lerine, Peygamberlerine, H a z r e l - i M u l ı a m m e d (aleylıi’s-selûm)
Allah'ın kulu ve Peygamberi olduğuna. Peygamberlere kitap gönderildiğine.
Âhiret gününe, tekrar dirilmeye, hayır ve şer A llah'ın yaratmasiyle olduğuna şüp­
hesiz sûrelle inanır ve dili ile de bunları ikrar eder.
2) A llah'ın ..emreylediği ve H a z r e l - i M u Iı a m m e d aleyhi's-
selâm in gösterdiği şekilde namazını kılar, orucunu tutar, malının zekâtını verir,
b u n d a n başka olarak yetimlere, yoksullara, muhtaçlara, hısım ve akrabalarına,
yolda kalmışlara mal ile seve seve yardımda bulunur.
3) M ühim ve tehlikeli vaziyetlerde asla sarsılmaz, gevşeklik göstermez, A l ­
lah'a i timâd eder.
4) Felâketleri metanetle karşılar, bunları muvaffakiyetle atlatabilmek için
b ü tü n kudretini sarfeder ve nihayet çaresizliğe karşı sabır ve tahammül gösteril.
A lla h 'ta n ümidini kesmez.
5) A n a ve babaya itaat eder, onların kalblerini kıracak en ufak sözlerde ve
işlerde bulunm az.
6) Sözünde durur, ahdinde sâdık kalır.
7) Her ne sûretle olursa olsun emânete hiyânet etmez.
8) Üzerine aldığı her türlü vazifelerini en iyi bir surette yapmıya çalışır.
9) Ü stü n ü , başını, oturup yattığı yeri, kabını kaçağını kirden, pasdan, ]<a-
fasını kötü fikirlerden, kalbini fena huylardan, dilini çirkin ve kaba sözlerden
temizler. Cismen ve rûhan temizliğiyle herkese örnek olmaya çalışır.
10) A llâh'ın ve Peygamberin emirlerine itaat eder ve ahlâkî vazifelerini
eksiksiz olarak yapar.
11) İnsanlar arasında fesad çıkarmaz, insanları birbirine düşürecek sözler­
den ve işlerden sakınır.
12) Kimsenin ayıplarını, gizli hallerini araştırmaz ve ortaya dökmez.
13) Kumarcı, içkici, düzenci, oyuncu, allatıcı, dalkavuk ve hîlekâr değildir.
14) Bilmediği bir şey hakkında hüküm vermez.

288
15) Başkal arına karşı kibirlenmez, büyüklük satmaz.
16) Kötülüğün, hayâsızlığın her türlüsünden, gizlisinden ve açığından, b ü ­
yüğünden. küçüğünden sakınır. Halkın iyiliğine çalışır.
1/) ö z ü sözüne, içi dışına uygun ve dosdoğru olur.
18) Her nerede olursa olsun, veievki kendi aleyhinde bile olsa, bak ve a d a ­
letten ayrılmaz.
19) D üşm anlarına karşı da adâleti. insafı bırakmaz, onların düşmanlıkları
dolayısiyle adaleti çiğnemez.
20) Yalan söylemez, yalan yere yemin etmez, yalan şahitliği yapmaz. H a k ­
sızlığa karşı nefret duyar.
21) Alçak ve süllî arzulata uyarak doğru yoldan sapmaz, kötülerle düşüp
kalkmaz.
22) İsraftan ve cimrilikten sakınır.
23) N e eliyle, ne diliyle hiçbir kimseyi incitmez.
24) Komşularını çok sayar ve onları hiçbir suretle gücendirmez.
25) Varlık zam anında da. darlık zamanında da başkalarına elinden geldiği
kadar yardımda bulunur.
26) Öfkel erini yenerek kusur ve kabahatleri affeder, intikam sevdâsına düş­
mez.
27) Bir kötülük işlemek isler veya bir haksızlık yapacak olursa, hemen A l­
lah i hatırlayarak O ndan af ve mağfiret diler, yaptığına pişman olur.
28) Her iyi işe arka çıkar. ınaddı ve mânevi yardımda bulunur, insanlara
iyiliği tavsiye eder, fenâlığa ve zulme asla yardımcı olmaz, kötüleri korumaz ve
herkesi kötülükten çevirmeğe çalışır.
29) D argınlan barıştırmak için çalışmayı vazı fe bilir. kin gütmez, kimseye
hased etmez, um ûm a faydalı bir insan olmağa özenir.
30) Başka milletlerin nasıl yükseldiklerini, nasıl gerilediklerini ve nasıl düş­
tüklerini. ahlâki düşkünlüğün doğuracağı elim akıbetleri tetkik ederek onlardan
ibret alır ve bu suretle başkalarının düştükleri hatâlara düşmemiye çalışır.
31) Kim söylerse söylesin, hakkı kabûl eder, ilim ve hüneri, hikmet ve h a ­
kikati nerede bulursa alır ve bu n d a taassup göstermez.
32) M üslüm an tenbel değildir. D ü n y â için hiç ölmiyecekmiş gibi çalışır,
yarın ölecekmiş gibi de âhirete hazırlanır: her iki vazifesini eksiksiz yapar.
33) A llah yolunda, millet ve memleket uğrunda elinden gelen fedakârlıktan,
yerine göre canını feda etmekten çekinmez.
34) Yapacağı bir işin önünü sonunu düşünmeden hatırına gelir gelmez he­
men yapmaya kalkışmaz, ibâdetinde acele ederek eksik bırakmaz, hayırlı işlerde
geriye kalmayıp dâimâ ileri koşar.
35) M üslüm anların derdini kendisine derd edinir ve onların iyiliğine çalışır.
Hastalarını arayıp sorar, sıkıntılarını gidermiye özenir, cenâzelerine gider, kendi­
sinden büyük olanları, hele ihtiyarları sayar, küçüklere acır ve her canlıya karşı
şefkatli olur, azamet ve kibir göstermez.

289
3ü) M ü'm inleri ve b ü tün insanları kardeş bilir ve başkalarının bayatlarını,
haklarını kendisininki gibi muhterem tutar.
37) Kimse ile alay etmez. Başkalarına kötü bir lâkab takmaz. Dilini gıybet
ten, iftira etmekten, yalan söylemekten ve her türlü kaba ve çirkin lâkırdılardan
muhafaza eder.
38) Herkesle boş geçinir, dargınlan barıştırmaya çalışır: üç günden ziyâde
dargın durmaz.
39) Sevdiğini A llah için (yâni bir karşılık keklemiverek) sever, sevmediğini
de A llah için sevmez.
40) İşlerinde mütereddit ve mütevehhim olmaz, bir işin husulü için zarûri
olan her türlü sebeplerine yapıştıktan sonra A lla h 'a tevekkül eder.
41) A llah ve Peygamber sevgisini her şeyden üstün tutar. Allah sevgisi ve
A llah korkusu onun b ü tün vüc û d u n u kaplar.
42) H er ne sûretle olursa olsun, şüpheli şeylerden sakınır.
43) B ir M üslüm a n için en büyük gaye, hakikî bir M üslüm an olmaya çalış­
mak. M üslüm anlığın tâyin ve telkin eylediği faziletleri yaşamak ve yaşatmak ve
bu sûretle bütün insanlara örnek olmaktır.

Artık b u n u da bu kadarla bırakalım. MaamâFih kitabımızı b ü tün Islâm esas­


larını ve kemâlât-ı insâniyeyi câm i’ olan bâzı âyetlerle bitirmeyi muvafık buluyoruz :
Yüzlerinizi kdh doğu, kdh baiı tarafına çevirm eniz iyilik ve erginlik değil­
dir. Kemâle eren o kimselerdir kî; Alldfı’a, Âhire! gününe. Meleklere, Kitab a ve
bütün peygamberlere imân edip inanır; hısımlarına, öksüzlere, yoksullara, yolda
kalmışa, ihtiyâcından dilenenlere ve esirleri esâretten kurtarıp hürriyete konuştur­
mak uğrunda seve seve mal uerir, nam azını doğru kılar, zekâtı verir, bir de and-
laştıkları nakit ahitlerini yerine getirenler, hele sıkıntılı ne hastalıklı hallerinde ne
harbin şiddetli zam ânında sabır ne sebâi edenler, işte sâdık olanlar bunlarda,
A lla h dan korkanlar da bunlardır." (I). 1

(1) B akare S ûresl’nln, yâni İkinci sûrenin 177 nel ây etid ir. Bu ây et-i kerîm e.
Islâm ın en m ühim h a k îk a tla n m tâlim b u y u rm ak tad ır. Ayet-1 kerîm eden anlaşılıyor
ki; bir insan yalnız abdest atm ak, yalnız şöyle böyle b ir n am azı k ılm ak ve oruç
tu tm a k la im ânını kem âle erdirm iş, ta m M üslüm an olm uş sayılam az. T am ve hakikî
bir M üslüm an olm ak, im ânın ve insanlığın kem âline erm ek İçin h er şeyden evvel
sahih ve sağlam bir îm âna, m ükem m el ve sarsılm az b ir i’tlk a d a sâhlb o lacak ; y â­
ni y u k arıd a İzâh eylediğim iz i’tik a â esasla rın a İm ân edip inan acak . A llah n asıl em ­
retm iş, P eygam ber ne sûretle kılm ış İse nam azını öylece kılacak, orucunu tu ta c a k ,
m alının —v a rsa — zekâtını verecek, daha sonra ah lâk i vazifelerini de tam âm lyle y a­
pacak. îş te bu ahretledir kİ, bir insan ta m M üslüm an sayılır. E n büyük İslâ m düş­
m anlarının da l'tlr â f ettik le ri veçhile bu âyet, beşeri ve lnsânî b ütün k e m â lâ tı câ-
mi’dir. Çünkü insanlığın kem âli, h ü lâ satan üç şey İle k aim dir; sahih ve sağ lam bir
l'tlkad, nefsini güzel ah lâk ile tehzib, İn san larla güzel geçinm ek, iş te bu âyet, s a ­
rahatiyle, delâletiyle, işâretiy le b ütün bunları lh tiv â etm ek ted ir. Bunun içindir ki
P e y g a m b e r i m i z : "H e r kim bu ây etle am el eder, bunun g ö sterd iğ i gibi
olursa İm ânını kem âle erdirm iş olur.” b uyurm uşlardır.

2 90
R a b b in şunları kat i ferm an buyurdu: ibâdeti ancak O n a ediniz, babaya
ve anaya iyilik yapınız. Birisi yâlıud ikisi da yanında ihtiyarlık hâline gelirse, sa­
kın onlara iif dem e ve onlara darılma, ikisine de ikramlı söz söyle, ikisine de m er­
ham etten döşenerek kanad indir (şefkat kanadını yay) ve de ki: "R a b b im ! ikisine
de m erham et buyur, nasıl ki, beni küçük iken terbiye ettiler." G önüllerinizdekini
lia b b in iz daha iyi bilir, eğer siz ehl-i salâh iseniz, O da, çok mürâcaat edenlere
(kendisine dönenlere) m uhakkak gafûrdur, onları yarlığar; yakın hısımlara da, m is­
kine de, yolda kalm ışa da hakkını ver; bununla berâber saçıp savurma. Ş ü phesiz
saçıp savuran şeytanın kardeşidir. Şeyta n ise R ab b in e nankördür. Eğer R a b binden
üm id ettiği bir rahm eti aramak için onlardan sarfınazar etm ek m ecburiyetinde isen,
o vakit de onlara yum uşak bir söz söyle; hem elini bağlayıp boynuna asma, hem
de onu b ü sb ü tü n açıp saçma ki, peşîm ân olur, açık kalırsın. H akikat, R abbin, di-
led ğine rızkı genişletir, dilediğine darlaştırır. H erhalde O , kullarının yaptıkların­
dan haberdardır, onları görür; hem züğürtlük korkusuyla evlâdınızı öldürm eyin,
onlara da, size de rızkı biz veririz. Ş ü p h e yok ki, onları öldürm ek bir cinâyettir.
'/.'mâya da yaklaşm ayın, şüphe yok ki, o pek çirkin ve pek fenâ gidiştir. A llâ h ın
ha ■anı eylediği nefsi öldürm eyin, meğer ki hak sebebiyle olsun ve her kim m azlûm
olarak öldürülürse, o n u n velisi için biz bir tesallüt hakkı verdik, o da öldürm ekte
ileri gitm esin, çünkü, o, yardım görmüştür. Yetim m alına da yaklaşm ayın, meğer ki
ı-üşdüne erinceye kadar en güzel olan suretle olsun. A h d i de yerine getirin, çünkü
ahitten mes uliyet m uhakkaktır, ö lç tü ğ ü n ü z vakit de tam ölçün ve doğru terâzi
ile tartın, bu hem hayırlı, hem de âkıbetce daha güzeldir. H iç bilm ediğin bir şeyin
ardına da düşm e, herhalde kulak, göz, gönül, bunların her biri ondan m es'ûldür.
H em yeryüzünde azam etle yürüme. Ç ü n k ü sen ne tabanınla yeri yarabilirsin, ne
boyca dağlara yetişebilirsin, işte b ü tü n bunların m enhî ve yasak olanı A lla h ya­
nında m ebguzdur. işte bunlar R a b b in sana vahyettiği hikm etlerdendir. S a kın A l ­
lah ile berâber diğer ilâh uydurm a, sonra m el un ve m atrut olarak C ehennem e atı­
lırsın." (1).

"O n la ra de ki: G e lin iz size R a b b in iz neleri haram kıldı okuyayım : A lla h 'a
şerik koşm ayın, babanıza, ananıza iyilikten ayrılm ayın; yoksulluk yü zü n d en ço­
cuklarınızı öldürm eyin; sizin de, onların da rızkınızı biz veririz. H ayâsızlığa
(fuhşiyâta) açığına da, gizlisine de yaklaşm ayın; A llâ h ’ın haram (muhterem) kıl­
dığı nefsi haksız yere öldürm eyin (yâni haksız yere adam öldürmeyin); işittiniz ya,
işte size, O , bunları tavsiye etti, ferm an buyurdu (kuvvetli bir sûrette emredip ahid
verdi); tâ ki akledip düşünesiniz. D üşünerek haram olan bu şeylerin fenâlığını an-
layasınız.

Yetim m alına da yaklaşm ayın, meğer ki, kendilerine gelinceye kadar en güzel
bir sûrette (yâni mallarını korumak maksadiyle) ola; ölçeği ve tartıyı tam ve denk
tutun; biz hiçbir kim seye elinden gelenden başkasını teklif etm eyiz; söz sâhibi ol-

i 1) I s râ Sûresi, ây e t 2 2 -3 9 .

291
d u ğ u n u z vakit (bir mesele baklanda hüküm vermek yâhud şahitlik yapmak mev­
kiinde b ulunduğunuz vakit) /tısım ve akraba da olsa, adâleti gözetin; A llah'ın a h ­
dini de yerine gelirin; işittiniz ya işte O, size bunları ferman buyurdu, gerefciir ki,
düşü n ü r (utarsınız.

Bir de şu (yâni yukandanberi îzâb edilen îmân ve levhid esasları ile bu iki
âyette Allâlı ın tavsiye ettiği) emirler ve nehiyler benim elosd oğru yolum dur, d în i­
m in esâsıdır. Öyle ise siz de hep benim gösterdiğim bu yolu takip edin, başka
yollara gitm eyin ki, sizi O n u n "A lla h ' in' yolundan saptırıp da parçalamasınlar,
fşte O " A lla h ” size bunu fausiye ve ferman buyurdu ki. fenalıklardan korunarak
tevhid dâiresinde bulunabilesiniz.' ' (1).

Bakare. E n am ve Isrâ S ürelerinden, meaüeıini yukarıya yazmış olduğumuz


bu âyetler, ahlâkî fazîyetlere teşvik ve bedene, mala. ırza, akla ve dîne zararı olan
her türlü kötülüklerden meneden âyetlerin en büyüklerinden ve en cem iyetlilerin-
dendir. H ayatta bu âyetleri rehber edinenler, hiç şüphe yok ki. dünyâ ve âlıirelte
saadet ve selâmete erişeceklerdir. N asıl ki. A llâ b u I eâlâ şu â y e ti kerîmede bunu
va d buyurmuşlardır: "E y mü minlerf A lla h ’dan itlikaa ederseniz O , size (hayır
ve şerri, faydalı ve zararlı şeyleri ayırdeden) bir nur verir, kötülüklerinizi de örter,
sizi de yarlıgar, muhakkak ki. A llah büyük bir inâyet sâhibidir. ’ (2).

Bu âyet, takvâ ile olan vasiyetlerin en şümullüsüdür. Ç ü n k ü m ühim esasları


câmi' bir asddır. Buradaki Furkan kelimesi, takvâ kelimesi gibi pek geniş ma nâ-
ları ihtivâ eden bir kelimedir. Âyetin ma nâsı şu demektir: Ey mü miriler/ Eğer
siz, A llah'ın v a z’ eylemiş olduğu din ve şeriatın, kâinatta câri olan kauâmn-i ilâ-
hiyyenin mufctezdsına göre sakmdması vâcib olan şeylerin hepsinde A llah dan ko­
runur ve iitikaa üzerinde bulunursanız, nefsinize ve kendi cinsiniz olan insanlara
zararı olan şeylerden sakınır, kemâl mertebesine yükselmenize, dünyâ ve âhiref
saâdefine mâni* olan her türlü sebeplerden çekinir, küçük büyük bütün g ü n a h la r­
dan sakınır ve kudretinizin yettiği kadar ibâdet ve tâatla meşgul olursanız, bu tafc-
uânız ve bu korunmanız ile A llah sizde ilim ve hikmetten mür ekkep bir nur, bir
meleke yaratır; siz o nurun aydınlığı ile hakkı bâiddan, zararlı olanı faydalı ola n ­
dan, nuru zûlmefien ayırdedersiniz. Böylelikle dâimâ haklan ayrılm azsınız; Allah
da yapmış old u ğ u n u z kötülükleri siler, o nurun te sırıyla böyle kötülük yapmak
sevdûsı gelemez, yaptıklarınızdan ötürü de A llah size azdh etmeyip fazi u keremiy­
le onları örter." Demek oluyor ki, insan sahih ve sağlam bir îtikadla dînî ve ahlâkî
vazifelerini devamlı bir sûrette yaptıkça rûban yükselecek. A llâ h ’ın inâyeti ile onun
kalbi parhyacak ve b u parlak kalb ki. vicdan dediğimiz iste asd budur, mikna-

(1) E n 'am sûresl'nln, yâni altıncı sûrenin 152, 153 ve 154 üncü âyetlerindeki
hu on vaslyyet, em irler ve nehiyler b ü tü n enbiyânın şe ria tla rın d a m uhkem o larak
vardır. Bu teklif ve vasiyyetlerin beşi emir, diğ er beşi de netıiy sûretindedir.
(2) E nfâl Sûresi, ây et: 29.

292
tisî bir ibre g/bi ona dâima doğruyu gösterecek ve böylelikle bu insan haktan
ayrılmıyacaktır. İşte bu son âyet de bize bu yüksek hakikati göstermiş bulunuyor.

Biz. A lla h ’ın lütuf ve inayetiyle buraya kadar Islâmın i’tikaadını, ibâdetini ve
ahlâkını, elimizden geldiği kadar anlatmaya çalıştık. Eser. Önsözde söylediğimiz­
den ziyâde uzun o muştur. B ununla berâber. yine noksan cihetler kaldığım biliyo­
rum. B unu yazan, her suretle âciz ve aczini kendisi de mu terif bir insandır. Bu
i tibarla hatâları ve unuttukları da olabilir. Binâenaleyh, okuyanlarca görülecek
eksikler ve hatâlar tarafıma bildirilirse kendilerine çok teşekkür eder ve bir daha
basıldığı zaman onların ikmal ve ıslâhına çalışırız.

‘A lla h hiçbir kim seye elinden geldiğinden ötesini teklif etm ez, herkesin ka­
zandığı (hayır) kendi lehine, yüklendiği (şer) de aleyhinedir. R abbim iz! E ğer u n u t­
tuk ueyâhud kastım ı: olmıyarak yapt.ksa bizi m uaheze etm e!

R a b b im iz! B izden euuelkilere yüklediğin ağır yü kü bizlere yüklem e; R a b b i­


m iz! J âkat getirem iycceğim iz yükü de bizlere yüklem e; günâhlarım ızdan vaz geç,
onları sil! B izi yarlığa, bizi esirge; Sen sin M evlâm ız. Kâfirlere karşı bize yardım
el!" (1). "Rabbim iz! B izi doğru yola götürdükten sonra kalblerim izi oradan ayır­
ma, bize kendi yanından bir rahmet de bağışla, çünkü, istem eden bağışlayan a n ­
cak Ş e n s in .' ’ (2).

H am d ü sena ancak R a b b ü ’l-âlemîn olan A llâh'a; Salât-ü selâm ulum uz ve


peygamberimiz M u h a m m e d aleyhi’s-selâm ’adır.

(1) B akare sûresi, âyet: 287.


(2) Al-1 tm râ n sûresi, ây et: 8.

293
I
İ Ç İ N D E K İ L E R
S a h ile

D İY A N ET İŞ L E R İ R E İSL İĞ İN İN EV K A F UMUM MÜDÜRLÜĞÜNE YAZISI 3


ÖNSÖZ ........................................................................................................................................ 4
İK İN C İ TAB’IN ÖNSÖZÜ .......................................................................................... 5

B İR İN C İ B Ö L Ü M
D İN L E R VE M E Z H EPL E R HA KK IND A UMÛMİ MALÛMAT 7

İK İN Cİ B Ö L Ü M
İSLAM D lN l’N ÎN I ’TİK A D K Ö K LERİ ............................................................................. 53
İMÂN ............................................................................................................................................ 53
ALI,ÂHTT T E A l  H A ZR E TL E R İN E İMAN ................................................................... 62
M ELEK LER E İMAN ........................................................................................................... 74
A LLA H ’IN K İT A PLA R IN A ÎM ÂN ............................................................................. 77
PEY G A M BERLER E İM AN ................................................................................................. 84
MUHAMMED (A L EY H İ’S-SELAM ) ............................................................................. 90
a h I r e t g ü n ü n e İ m A n ................................................................................................. 92
K A D ER E İMAN ..................................................................................................................... 96
K E LİM E -1 T E V H lD ’lN M Â N ASIND A K İ ŞÜM ÜL ......................................................... 101

Ü Ç Ü N C Ü BÖLÜM
ISLÂ M IN BEŞ D İREĞİ (ŞA R T L A R I) ............................................................................. 103
İBA D ET ................................................................................................................................... 103
M Ü K E LL E F VE ONUN İŞL E R İ, Ş E R 'I H Ü KÜ M LER ........................................... 105
İBA D ET .................................................................................................................................... 110
T A H A R ET (TEM ÎZLÎK ) .................................................................................................... , 112
KUYU LA RIN TEM İZLEN M ESİ ........................................................................................ 116
H A K İK İ P İS L İK VE ONDAN PAK LEN M EK .............................................................. 119
BED EN D E VE E L B İSE D E BULUNAN P İS L İK L E R VE ONLARDAN TEM İZ­
L E N M EN İN U SÜ LÜ ................................................................................................. 119
KA DIN LARA M AHSUS BAZI H A LL E R ................................................................... 122
H A D ESTEN TA H A R ET (ABD EST ALMAK VEYA GU SLETM EK) ................... 124
MEST (AY A K KA BI) Ü Z E R İN E M ESHETM EK ..................................................... 127
GUSÜL (BOY A B D E ST t) ..................................................................................................... 130
TEYEM M ÜM ......................................................................................................................... 132
NAMAZ V E NAMAZ V A K İT L ER İ ................................................................................. 135
BEŞ V AKTİN NAM AZLARI ÎL E VAClB V E N A FİL E NAMAZLAR .............. 140
NAM AZIN ŞA R TLA R I VE R Ü K Ü N L E R İ ................................................................... 143
NAMAZ N A SIL K IL IN IR ? ................................................................................................ 147
V ITÎR NAM AZI 150

295
Sahile

NAM AZIN İÇ İN D E K İ FARZLAR, VÂCÎBLER VE S Ü N N E T L E R .................. 152


NAMAZI BOZAN ŞEY LER ................................................................................................ 158
NAM AZIN M EK RU H LARI ................................................................................................ 161
CEM AATLA NAM AZIN HÜKM Ü .................................................................................. 164
CUM'A NAMAZI ....................................................................................*.............................. 172
MÜHİM BÎR ÎH T A R ’ .^ ...................................................................................... 175
BAYRAM NAM AZLARI ..................................................................................................... 176
TERA V İH NAMAZI VE BUNA Â lD HÜ KÜ M LER .................................................. 179
M İSA FİR (YOLCU) NAM AZI ...................................................................................... 182
GEÇMİŞ N A M AZLARIN KAZASI .................................................................................. 184
GEÇMİŞ NAM AZLARIN K A ZA SIN I G ERİ YE BIRAKMAMAK .......................... 186
NAM AZI KESM EK VE FARZA Y ETİŞM EK .............................................................. 187
SEC D E-I T İLA V ET (OKUMA SEC D ESİ) ................................................................... 189
H A STA LA RIN NAMAZI N A SIL K ILA CA K LA RI VE ÎSTISK Â NAI.IAZI ... 192
CENAZE NAMAZI ............................................................................................................... 195
ORUÇ ....................................................................................................................................... 202
ZEKAT ....................................................................................................................................... 214
KOYUN VE K EÇİ ÎÇ lN ZEKA T N lS Â B I ................................................................... 215
SIĞIR VE MANDA ÎÇ ÎN ZEK Â T N ÎEÂ BI ................................................................... 216
D EV E L E R ÎÇ ÎN ZEKAT N İSA B I .................................................................................. 216
SAD A K A-t F IT IR ................................................................................................................... 219
HAC VE KURBAN .............................................................................................................. 221
I s l â m İ b â d e t i n d e k i f a z i l e t l e r ......................................................................... 225

D Ö R D Ü N C Ü BÖLÜM
A H LÂ K Î V A ZİFEL E R ......................................................................................................... 227
N E FSİM İZ E VE ŞAHSIM IZA K A R ŞI VA ZÎFEM ÎZ ................................................ 230
RÜ H U N T E R B İY E Sİ ......................................................................................................... 237
RÛ H U N FA Z İL E T L E TE H z İ b İ ....................................................................................... 248
A İL E V A Z İF E L E R İ .............................................................................................................. 262
M ED EN İ VE İÇTİM Â İ V A Z İFE L E R ............................................................................. 272
İSL M IN HARAM V E YASAK EY LED İĞ İ ŞEY L E R VE BU NLARDAN B έ
R İN İ Y A PM A N IN CEZA SI ................................................................................. 285
H A K ÎK Î VE K U R’AN A H LÂ K İYLE A BLA K LA N M IŞ B İR MÜSLÜMAN
N A SIL O LM A LI? ...................................................... 288
T A H L İL İ F İH R İS T .............................................................................................................. 297
LÜGATÇE .............................................................................................................................. 311

296
T A H L İL İ F İH R İS T
A
S a h ile

Usul ve âdâbına m uvafık abdesti alm anın şekli .......................................................... 124


H adesten ta h â re t (A bdest alm ak veya gusletm ek) ................................................... 124
A bdesti bozan şeyler ............................................................................................................ 126
A bdestin fa rz la rı ...................................................................................................................... 125
A bdestin faz iletleri ................................................................................................................. 126
A bdestsiz helâl olm ıyan şeyler .......................................................................................... 126
A bdestin m ekruhları ............................................................................................................. 125
A bdestin sünnetleri ................................................................................................................. 125
A bdestin tâ rift ........................................................................................................................... 124
A çık ta olan m allar, gizli m allar ..................................................................................... 215
M eclislerde, to p la n tılard a riây eti lâzım olan şeyler (A dab) ..................................... 246
A dâletin m uktezâsı olan vazifelerle, ihsandan doğan vazifeler arasın d a fa rk 281
A dam ak (N ezir) ...................................................................................................................... 212
Adi ve maddi şeylere tapınm ak .......................................................................................... 15
Suçluları affetm ek ................................................................................................................. 282
A hiret G ününe İmân ............................................................................................................. 92
A h iret G ününe İnanm anın am eli h a y a tta kıy m eti ........................................................ 94
A h iret G ünü ne d em ek tir? ............................................................................................... 92
A hlâk ilm i ................................................................................................................................ 38
in tih a r m eşrû’ ve ah lâk i değildir ..................................................................................... 274
İnsanın ah lâk i m ahiyetini g österen nelerdir ............................................................. 231
A hlâki vazifeler ...................................................................................................................... 227
A hlâkî vazifelerin ak sâm ı .................................................................................................... 227
A1İâh’a k a rşı ah lâk î vazifelerim iz ..................................................................................... 228
K u r'â n ’a k a rşı ahlâki vazifem iz ..................................................................................... 229
P ey g am b er’e k a rşı ah lâk i vazifem iz ................................................................................ 228
Islâm da ah lâk a verilen ehem m iyet ..................................................................................... 227
Aile ne dem ektir ve bunun ehem m iyeti ........................................................................... 262
Aile vazifelerinin aksâm ı .................................................................................................... 262
Tevhîd (A kaid İlmi) ne suretle y azılm ıştır .................................................................. 37
D urgun ve a k a r suların hükm ü .......................................................................................... 111
Akıl ......................................................................................................... 29
A kim hüküm leri ............................................................................................................... 30
A kşam nam azı ................................................................................................ 149
A kşam nam azının v ak ti ............................................. ......................................................... 137
istih za, alay etm ek ................................................................................................................... 275
A llâh'ın ezelde bilm iş olm ası onları yapm am ızı tcâbeder mi ? ........................... 67
A llah h akkında İslâm i’tikadının hülâsası ...................................................................... 71
M üslüm anlığın tâlim eylediği şekilde b ir te k A llâh’a inanm anın am eli kıy m eti 72
A Jlâh’a k a rşı ahlâki vazifelerim iz ..................................................................................... 228
in sa n ın A llâh’ına k a rşı vazifeleri ..................................................................................... 227
A llâh’ın k ita b la rın a îm ân ............................................................................................... 17

297
S ah ife

M ü’m inler A llah’ı nasıl g ö rü rle r? ..................................................................................... 93


A llâh’ın sıfa tla rı ........................................................................................... 63
Allâhu T eâlâ hakkında câiz olan şeyler ...................................................................... 70
AUâhu T eâlâ H azretlerine İmân ........................................................................................... 62
P eygam berlere A llah’ın vahiy ve ilhâm ı ........................................................................ 87
Amelî hüküm ler ve bunlardan m aksad ........................................................................... 24
Amel ile îm ân arasındaki m ünasebet ........................................................................... 58
H ayatın devirleri ve h e r devre âld an a ile babanın vazifeleri ................................ 264
A na ve babanın çocuklarına karşı vazifeleri ............................................................ 263
Çocukların an a ve b abalarına k a rşı vazifeleri ............................................................. 265
Peygam berin söylediklerini ezberlem ek ve an lam a k ta ashâhın seviyesi ............. 41
A teşe tapınm ak ......................................................................................................... 17
Göğe, aya, güneşe ve yıldızlara tap ın m ak ................................................................. 16
insanın ayıblarını a ra m ak ve onları o rta y a dökm ek ................................................ 276
B
Bâliğ olm ıyan çocukların da izinsiz girem iyecegi v ak itle r ..................................... 278
B aşkalarını kötü sanm ak .................................................................................................... 276
B aşkalarına yardım etm ek ve tslâm d a bunun m ühim mevkii ................................ 281
Bâtıl dîn ve i’tik a d la r ne sûretle çık m ıştır ................................................................. 14
B ayram N am azları ................................................................................................................... 176
B ayram N am azı n ed ir? ........................................................................................................ 176
B ayram N am azının geriye kalm ası ................................................................................ 177
Bâzı hayvan veya n e b â tâ ta tapınm ak ........................................................................... 16
Bedende ve elbisede bulunan pislikler ve onlardan tem izlenm enin usûlü ............. 119
Beş v ak tin nam azları ile vacîb ve nâfile n am azlar ................................................... 140
B eşeriyet için dînin lüzûm u .............................................................................................. 8
Kuvve-1 âkılenin hâkim olm ası için bilgi lâzım dır ........................................................ 239
Bir dînin tab iî olabilm esi İçin ara n ılac ak ş a rtla r ........................................................ 22
B irinci m ertebe ........................................................................................................................ 54
Gusül (Boy abdesti) ................................................................................................... .......... 130
B ütün erk â n ve âdâbına riây e t edilerek g usletm ek ................................................... 131
B ütün h ay v a n la ra k a rşı şe fk a t ......................................................................................... 283
Büyük havuz ve hükm ü ........................................................................................................ 115
B üyüklere hürm et, küçüklere şe fk a t ve m erh am et ................................................... 270
O
Câm iye giderek ce m âatla nam az k ılm ağ a m âni’ olan, ce m â ata gitm em eyi
m übah kılan özürler .............................................................................................. 166
C em âatle nam azın hükm ü ................................................................................................... 164
Cenâze bahsine taallûku olan bâzı m eseleler ................................................................. 199
Cenâze nam azı .................................................................................................... 195
Cenâzeyl yıkam ak .............................................................................................. 197
îslâm m h ara m ve y asak eylediği şey ler ve b unlardan birini yapm anın cezâsı 285
Maddî ve cism ânî vazifelerim iz ......................................................................................... 260
C öm ertlik ......................................................................................................... ,.............. .......... 957
Cum ’a nam azının v ak ti .......................................................................................... 138
Cum’a nam azı ..................................................................................................... 172
Cum ’a nam azı fa rz olm asının ş a r tla n ........................................................................... 172
Cum ’a nam azının sahîh olm asının ş a rtla rı .................................................................. 173

298
ç
S a h ife

H ased etm ek = çekem em ek .............................................................................................. 277


Ç ocukların an a ve b ab aların a k arşı vazifeleri ............................................................. 265
A na ve babanın çocuklarına k a rşı vazifeleri ................................................................. 263
Baliğ olm ıyan çocukların da izim iz girem iyeceği v ak itle r ..................................... 278
D
D eveler için ze k ât nisâbı .................................................................................................... 216
Dilini terbiye ve ıslah etm ek ......................................................................................... 242
Din beşeriyetle doğm uş ve onunla devam edecek tir .............................................. 10
P eygam berlerin tebliğ eyledikleri dinlerde b ir olan esasla r ..................................... 87
Dln-i H ak, Din-i Tevhld .................................................................................................... 12
Dinin m ahiyeti ........................................................................................................................ 7
Dinin m enşei ned ir? A kim vazifesi ................................................................................ 11
D inler ve m ezhepler hakkında um um î m alû m at ........................................................ 7
Din-i tabii nâm lyle o rta y a atıla n esasların kıym eti ................................................... 7
D inlerin tekâm ülü ........................................................................................................................ 19
D iyanet îşle ri Reisliğinin E v k af U m um M üdürlüğüne yazısı ................................ 3
D urgun ve a k a r sularm hükm ü ......................................................................................... 114
D uygunun düşünceye tesiri .................................................................................................. 236
işin düşünceye tesiri ................................................................................................................. 235
D üşüncenin his ve duyguya tesiri ..................................................................................... 236
Düşünce ve m uhâkem enin işe tesiri ................................................................................ 235
D üşüncenin his ve duyguya tesiri .................................................................................... 236
işin his ve duyguya tesiri .................................................................................................... 234
D uygularım ızı İşimizle kuvvetlendirm ek .......................................................................... 239
D uygunun düşünceye tesiri .................................................................................................. 236
D uygunun işe tesiri ................................................................................................................... 235
E
H anefî mezhebi ve Ebft-H anlfc ......................................................................................... 44
M âtürldiyye k im lerd ir? E bû-M ansûr-i M âtüridl k im d ir? ............................................ 50
Ecel m eselesi ................................................................................................................................. 100
Rûhllik ve ecdada ibâdet .................................................................................................... 14
Edeb ve h ay â ............................................................................................................................. 251
Yemede ve içmede edeb ve terbiye ..................................................................................... 241
E m â n et ve h iyanet ............................ 254
E n evvel ta k a r rü r eden dö rt mezheb ........................................................................... 43
E ski ah lâk ulem âsına göre rû h u n kuvvetleri ............................................................. 232
E ç’ariler .................... 50
Evim izde hizm et edenlere k a rşı vazifelerim iz ............................................................. 270
Meskene, evlere tecâvüz etm em ek ........................................................................................ 278
E zan ve k aam et .................................................................................................. 142
F
N am az'ın İçindeki farzla r, vâcibler ve sünnetler ........................................................ 152
F arz-ı ayın, farz-ı kifâye ....................................................................................................... 107
F a rz nam azlar ............................................................................................................................ 140
F a rz n am az lara tâ b i’ olan ve tâ b i’ olm ayan nafile n am azlar ................................ 141
F a rz olan n am azların v ak itleri ....................................................................................... 136
F a rz la ra tâb i' olm ayan nâfile n am azlar .......................................................................... 141

299
S ah ife

F a rz ve hükm ü ......................................................................................................................... 107


R ühun faziletle tehzibı ......................................................................................................... 248
F aziletin dört tem eli .............................................................................................................. 233
F aziletin ve güzel huyların Islâm da mevkii .................................................................. 258
F erdlerin hüküm ete k arşı vazifeleri ................................................................................ 272
F e tv a veren ve fetv â Jan hıfzolıınan sah ab eler ........................................................ 41
Feyz ve ilham .................................... 30
Fidye ............................................................................................................................................ 212
îlm -i fık h ’ın tedvini .............................................................................................................. 38
S adaka-i fıtır .............................................................................................................................. 219
S adaka-i fıtır kim lere ve ne zam an vftcibdlr .................................................................. 219
O
MUekked ve gayr-ı m üekked sünnet ................................................................................ 140
Geçmiş nam azların kazAsı .................................................................................................... I 84
Geçmiş nam azların kazâsını geriye bırak m am ak ........................................................ 186
A çıkta olan m allar, gizli m allar ..................................................................................... 215
S ır ve gizli olan şeyleri söylem em ek ................................................................................ 252
G ıbta = im renm ek .................................................................................................................. 277
G ıybet ........................................................................................................................................ 244
Göğe, aya, güneşe ve yıldızlara tap ın m ak ...................................................................... 16
Göz, kulak ve şâir âzâların terbiye ve ıslahı ............................................................. 247
H adesten ta h â re t (A bdest alm ak veya gusletm ek) ................................................... 124
B ütün erk ân ve âdâbına riây e t edüerek gusletm ek ................................................... 131
Gusül (boy abdestl) .............................................................................................................. 130
G usletm ek kim lere farzd ır ................................................................... ............................ 131
Guslün sünnetleri .................................................................................................................... 130
Guslün farzla rı ......................................................................................................................... 730
Gusül ne dem ektir .................................................................................................................... 730
F aziletin ve güzel huyların lsl&mda mevkii ............................................................. 258
H
H aber-i Resûl ......................................................................................................................... 29
H ac kim lere farzd ır ................................................................................................ 221
H ac ve ku rb an ............................................................................................................... 221
H ades ............................................................................................................... 112
H adesten ta h â re t (A bdest alm ak veya g usletm ek) ........... 124
H adisin ak sâm ı ........................................................................................... 36
Rûht k uvvetler ve hâdiseler ............................................................................................... 231
H adis k ita b la rı ve bunları yazanlar ................................................................................ 35
H adis ve m uhaddis . . . ........................................................................................................... 33
iç tim â i hak ve vazifeler ......................................................................................................... 273
H akikî pislik ve ondan pâklenm ek .................................................................................. 119
H akiki ve K u r’ân ahlâkıyla ahlâklan m ış b ir m üslüm an nasıl olm alı? .................. 288
Hanbelİ Mezhebi .....................................................................................................................
H anefi Mezhebi ve E bû-H anîfe .......................................................................................... 44
Islâm m h ara m ve yasak eylediği şeyler ve b unlardan birini yapm anın cezâsı 285
H aram ve hükm ü .................................... ......... ...................,................................................ 109
H ased etm ek = çekem em ek ............................................................................................... 277
H astala rın nam azı nasıl k ıla ca k la rı ve istisk a a nam azı .......................................... 192

300
Sahlfe

B üyük havuz ve hUkmü ......................................................................................................... 115


Edeb ve h ay a ................................................................................. 251
H ay at, diri olm ak ................................................................................................................... 60
H ay âtm devirleri ve her devre âid an a ile babanm vazifeleri ................................ 264
M üslüm anlıkta H a y â t-ı m âneviyyenln ehem m iyeti ........................ ........................ 275
H ayftt-ı m âneviyyeyi, şeref ve hay siy eti lekeliyecek şeyler ..................................... 275
H ay ır ve şe r .............................................................................................................................. 98
Seneviyye (H a y ır ve şer ilâhına inanm a) ...................................................................... 17
H ayız ve nifasın hükm ü ......................................................................................................... 122
H ayât-ı m âneviyyeyi, şeref ve haysiyeti lekeliyecek şeyler ..................................... 275
Bâzı hayvan ve n e b â tâ ta tap ın m ak ................................................................................ 16
B ütün h ay v a n la ra k a rşı şe fk a t ............................................. .......................................... 283
H elâl olm ayanlar .............................................................. 269
A bdestsiz helâl oinııyan şeyler ............................................................................................. 126
Hem pâk, hem de pâkleyici ve m ekruh olm ıyan su la r .............................................. 113
Hem pâk, hem de pâkleyici ve f a k a t m ekruh olan su lar .......................................... 113
H icvetm ek ................................................................................................................................... 277
Hillm ............................................................................................................................................. 250
U lüvv ü him m et ........................................................................................................................ 258
işin his ve duyguya tesiri ................................................................................................... 234
D üşüncenin his ve duyguya tesiri ..................................................................................... 236
E m â n et ve h iyânet ................................................................................................................... 254
H ısım ve ak ra b ala rım ıza k a rşı vazifelerim iz ................................................................ 269
H utbenin rüknü ......................................................................................................................... 173
H utbenin sünnetleri ............................................................................................... 174
H utbenin ş a rtla rı ................................................................................................ 174
F erd lerin hüküm ete k a rşı vazifeleri ................................................................................ 272
B üyüklere hürm et, küçüklere şe fk a t ve m erh am et ................................................ 270
t
ib â d e t ........................................................................................................................................ 103, 110
Islâm ibâdetindeki faz iletler ............................................................................................... 225
ib â d e t ne sûretle o lu r? .................................................................................................... m
ibâdet, üç m a k satla, üç düşünce ile yapılır ........................................................... . 110
ib â d etin m ânâsı ve lüzüm u .............................................................................................. 11°
lem âlî im ân ............................................................................................... 54
P eygam berin içtlhad ile hükm etm eğe izin verm esi ...................................... ............ 42
Içtih ad ve m üçtehid ..."7.......................................................................................................
K ıyas ve içtlhâdm lüzûm u ..................................................................................... 26
iç tim â i h a k ve vazifeler ................................................................................................ 273
Medenî ve İçtim âi vazifeler .............................................................................................. 272
iç tim â i vazifelerim izin bir h ü lâsası ................................................................................ 283
iç tim â i vazifelerin ikinci kısm ı ..................................................................................... 280
if fe t .................... 253
I f tir â etm ek .................................................................................................... 246
ik in c i m ertebe .......................................................................................................... ^
ikinci ta b ’ın önsözü ..............................................................................................................
ik in d i nam azı .............................................................................................. .......... ... .................
ikindi nam azının v a k ti ............... 137

301

s
S a h ile

İlâh! ve sem âvî k ita p la ra İmân ne d em ektir ve ne sûretle o lu r? ...................... 77


İlâhî dinleri diğerlerinden ayıran vasıflar ................................................................. 19
Feyz ve llhâm ........................................................................................................................ 30
İlim sıfatı ....................................................................................................................................... 67
llm-1 F ık h ’ın tedvini ........................................................................................................ 38
İlm in yolları ve bilgi vâsıtalarım ız ................................................................................ 27
İm am da aran ılacak evsaf ........................................................... 164
İm âm -ı E vzâî vc mezhebi ........................................................................................................ 47
Mâlik! mezhebi ve Im âm -ı Mâlik .................................................................................... 46
Im âm -ı Sevr! ............................................................................................................................. 47
İm am ın ark asın d a n am az kılanların hâli ...................................................................... 167
İm ân ................................................................................
im ânın hâk ik ati ........................................................................................................................ 56
im ânın lü g a t m ânâsı .............................................................................................................. 53
İm ânın m ânâsı ........................................................................................................................ 53
im ânın sahih ve kabûle şâyan olm ası için ilç şa rtın bulunm ası lâzım dır ............... 59
İm ânın şe r’! m ânâsı .............................................................................................................. 53
G ıbta = İm renm ek ,...,............................................................................................................ 277
İnad ve televvün-i m îzaç ................................................................................................... 248
İncil (A hd-i cedid) ................................................................................................................... 79
in sa n dediğim iz n ed ir? ........................................................................................................ 230
İn san a tap ın m ak ..................................................................................................................... 18'
in sa n ın ahlâkî m âhiyetini gösteren nelerdir? ............................................................ 231
in san ın AJlâh’m a k arşı vazifeleri .................................................................................... 227
in san ın ayıplarını a ra m a k ve onları o rta y a dökm ek ........................................... 270
insanın kendi dilemesi ve istem esi ile işlediği İşleri v ard ır .................................... 97
in sa n ın m ânevi h a y a tı ve buna k arşı tecâvüzün çirkinliği ..................................... 275
in sa n la rd a n vukua gelen İşler ve neticesi ...................................................................... 99
in sa n la rın İlk m ürşidi .......................................................................................................... 13
in sa n la rın işine te re ttü p eden şe r’î hüküm ler ............................................................ 105
in sa n la rın peygam berlere ihtiyâcı ve peygam berlerin vazifeleri ...................... 84
in tih a r m eşrû' ve ah lâk î değildir .................................................................................... 274
irâd en in h astalık ları nasıl anlaşılır ................................................................................ 240
irâd en in terbiyesi ................................................................................................................... 239
Isk a a t-ı sa lâ t ................................................................................................................................. 192
Isk a a t-ı savm ...................................................................................................................... 213
Islâm .................................................................................
Islâm Dîni, tabiî ve clhanşüm ûl bir dindir ...................................................................... 21
Islâm dînine girm ek isteyen bir insana ne yapm alıdır? ......................................... 60
Islâm dîninin i'tik a d kökleri .............................................................................................. 53
Islâm ibâdetindeki faziletler .................................................................................................. 225
Islâm ilim lerinin ak sâm ı ve ne sû retle tedvin olundukları ..................................... 31
İslâm m ezhebleri ve mezheb im am ları ........................................................................... 40
Allah h akkında Islâm i’tikadının hülâsası ...................................................................... 71
tslâm d a a h lâ k a verilen ehem m iyet ................................................................................ 227
Islâm da nakle verilen ehem m iyet ..................................................................................... 27
Islâm da ziyâretin edebleri ................................................................................................... 279
Islâm ın beş direği (şa rtla rı) .................................................................................................. 103
Islâm m h ara m ve yasak eylediği şeyler ve bunlardan birini yapm anın cezâsı 285
302
S ah lfe

Istih â z a ve özür kanı ..................................................................................................... 122


İstihza, alay etm ek .................................................................................................................. 275
Is tis k a a nam azı .............................................. / .................................................................. .... 193
D uygunun işe tesiri ............................................................................................................... 235
D üşünce ve m uhâkem enin İşe te ’sîri ................................................................................ 235
D uygularım ızı işimizle kuvvetlendirm ek ............................................................................. 239
İşin düşünceye tesiri .................................................................................................................. 235
İşin his ve duyguya tesiri .................................................................................................... 234
B âtıl din ve i’tfk ad lar ne sûretle ç ık m ıştır? .................................................................. 14
Sahih ve sağlam bir i’tik ad .............................................................................................. 238
l'tik a d ve îm ân esasları ve bunların kıym eti ................................................................ 23
l ’tik a a d î m ezhebler ................................................................................................................... 49
îzzet-1 nefis ............................................................................................................................... 250
I
Göz, kulak ve şâ ir âzâların terbiye ve ıslahı .................................................................. 247
K
E zan ve k aa m e t ..................................................................................................................... 142
K ader ne d em ek tir? ............................................................................................................ 96
K adere îm ân ..................................................................................................................... 96
K adınlara m ahsus bâzı h aller ................................................................................................. 122
K ardeşlerin birbirlerine k a rşı vazifeleri .............................................................................. 268
K arı ile kocanın birbirlerine k arşılık lı vazifeleri .......................................................... 262
K azâ ve kad er deyip de çalışm ayı b ırak m ak câiz o lur mu ? ....................................... 98
K azâ ve k ad e r ile ihticac olunam az ................................................................................ 97
K azâ ve kadere îm ân, ilim, irade ve tekvin s ıfa tla rın a im ân d em ek tir ............. 96
K azânın m ânâsı ......................................................................................................................... 96
O rucu bozub da hem k a z â ’yı, hem de k effâreti îcâbeden şeyler ...................... 200
Geçmiş n am azların kazâsı ......................................................................................................... 184
Geçmiş nam azların kazasını geriye b ırak m am ak ........................................................ 186
O rucu bozub, yalnız k a z â ’yı îcâbeden şey ler ............................................................... 207
O rucu bozubda hem k a z â ’yı, hem de k effâreti îcâbeden şey ler ............................ 206
K effâreti lsk a a t eden şeyler ................................................................................................ 207
K albi am eller .................................................................................................................................. 24
K azâ ve k ad e r deyip de çalışm ayı b ırak m ak câiz olur m u ? ................................. 98
K azâ ve k ad e r ile ihticâc olunam az .................................................................................. 97
K azâ ve kadere îm ân, ilim, İrâde ve tekvin sıfa tla rın a îm ân d em ek tir ............. 96
Kelime-i Tevhidin m ânâsındaki şüm ûl ................................................................................. 101
K endisi p âk olup b aşk a bir şeyi pâklem iyen su la r ..................................................... 114
A llâh’ın k ita b la rın a îm ân ...................................................................................................... 77
K ıyam blnefsihî ......................................................... 66
K ıyas ve içtihadın Jüzûm u .................................................................................................. 26
K oğuculuk (O ndan ona lâ f ta şım a k ) ............................................................................. 245
K oğuculugun ilâcı ....................................................................................................................... 245
Komşu hak k ı .............................................................................................................................. 270
Koyun ve keçi için ze k â t nisâbı ........................................................................................... 215
Kul hakkı ........................................................................................................................................ 283
Kul irâdesini hangi ta ra fa sarfed erse A llah onu y a r a tır ........................................... 97

303
S a h ile

H akiki ve K ur’ân ahlâkiyle ahlâklanm ış bir müsIUman nasıl o lm alı? .................. 286
K ur'ân hem lâfzı, hem m ânâsı i'tib âriy le m u’cizedir ................................................. 82
K u r'ân ilmi ........................................................................................................................... 32
K u r’â n ’a k a rşı ahlâkî vazifem iz ........................................................................................ 220
K ur’ân-ı K erîm ..................................................................................................................... 80
K ur'ân-ı K erîm ne suretle nâzil o lm u ştu r ? .................................................................... 81
K u r’ân-ı K erlm ’de isim leri geçen P eyg am b erler ......................................................... 85
K u r’ân-ı K erim yirm i üç senede tam am o lm u ştu r ...................................................... 81
K u r’ân ’ın toplanm ası .............................................................................................................. 83
H ac ve kurban ......................................................................................................................... 221
K urban ....................................................................................................................................... 221
K urbanın hükm ü .................................................................................................................... 224
Olü İçin kesilme'.c İstenilen kurban ne gün kesilm elidir 7 ........................................... 224
K u rbana m âni olan haller ................................................................................................. 223
KuVve-i ftkılenin hâkim olması için bilgi lâzım dır .................................................... 239
K uyuların tem izlenm esi ...................................................................................................... 116
L
N lfastan sonra lohusalık ..................................................................................................... 122
M
M addî ve cism in i vazifelerim iz ....................................................................................... 260
Adi ve m addî şeylere tapınm ak ........................................................................................... 15
M âliki mezhebi ve îm âm -ı M âlik ....................................................................................... 46
A çık ta k alan m allar, gizil m allar ....................................................................................... 215
M ânâsı bakım ından da K u r'ân ta m bir m u’cizedir ..................................................... 82
İnsanın m ânevi h a y â tı ve buna k arşı tecâvüzün çirkinliği ..................................... 275
M âtüridiyye kim lerd ir? E bû-M ansûr-i M âtürldî k im d ir? ...................................... 50
ö z ü r ne dem ektir ve m azu r olanların h ak k ın d ak l hüküm .......................................... 123
Meclislerde, to p la n tılard a riâyeti lâzım olan şeyler (âdab) ................................ 246
Medenî ve içtim âi vazifeler ................................................................................................. 272
O ruçluya şunlar m e k ru h tu r ................................................................................................ 210
M ekruh ne dem ek ve k a ç k isım d ır? .................................................................................. 109
Hem p âk hem de pâkleylci ve f a k a t m ekruh olan su la r ...................................... 113
N am az kılm ak m ekruh olan v ak itle r ............................................................................ 138
O ruçluya m ekruh olm ıyan şeyler ................................................................................... 210
Melek ne d em ek tir? B unlara im ân ne sü retle o lu r? .................................................... 74
M eleklere İm ân ......................................................................................................................... 74
M eleklere îm ânın am elî kıy m et ve ehem m iyeti ......................................................... 75
M elekleri neden görem iyoruz? ........................................................................................ 74
M em leket vazifeleri .............................................................................................................. 272
B üyüklere hürm et, küçüklere şe fk a t ve m erh am et ...................................................... 270
Mest (A yakkabı) üzerine m eshetm ek ............................................................................ 127
Meshin câiz olm asının ş a r tla n ............................................................................................ 128
Y olcular İçin m eshin m üddeti ................................................................................................ 127
Meskene, evlere tecâvüz etm em ek .................................................................................. 278
M est ne d em ek tir? ................................................................................................................... 127
M est (A yakkabı) üzerine m eshetm ek ............................................................................. 127
Sebat ve m etanet .................................................................................................................. 248

304
S ah ife

E n evvel ta k a r rü r eden dö rt mezheb ............................................................................. 4d


D inler ve m ezhebler hak k ın d a um um i m&lûmat ........................................................
M ezhebler ne sûretle ta k a rrü r e tm iştir? .........................................................................
Islâm m ezhebleri ve mezheb im âm ları .........................................................................
M isâfir (yolcu) nam azı ........................................................................................................ 182
M isâfirlere k a rşı vazifelerim iz ........................................................................................ 280
M ubah ne d em ek tir? ............................................................................................................. 109
H adis ve m uhaddis .................................................................................................................... 88
Râvi ve m uhaddis ...................................................................................................................... 84
M uhâlefetün li’l-havâdis ........................................................................................................... 88
Düşünce ve m uhakem enin işe tesiri ................................................................................... 235
M uham m ed (A leyhi’s-selâm ) ...........................................................................................
M uharebeden kaçm ak ve bunun cezâsı ............................................................................. 272
Tem izlik bakım ından (M utlak su) beş kısım dır ......................................................... 113
Içtlh ad ve m üctehid .................................................................................................................. 28
MUdafaa-1 nefis m eşrû’ b ir h a k tır ...................................................................................... 274
MUekked ve gayr-i m üekked sün n et ................................................................................. 140
Tefsir, m üfessir ............................................................................................................................. 32
MUfsid ne dem ek ve nerelerde k u lla n ılır? .................................................................. 109
Mühim bir ih ta r ................................................................................................................... 71,94
MU'minler A llâh'ı nasıl g ö rü rle r? ........................................................................................... 93
M ükellef ne d em ek tir? ............................................................................................................. 105
M ükellef ve onun işleri; şe r’î hüküm ler ............................................................................. 105
M üslüm anlığın em ir ve nehiylerindeki h ik m etler ......................................................... 24
M üslüm anlığın gayesi ve dînî hüküm ler ............................................................................ 22
M üslüm anlığın hüküm leri kim lered ir? ................................................................................ 105
M üslüm anlığın tâlim eylediği şekilde b ir te k A llah’a inanm anın am eli k ıy m e ti 72
M üslüm anlığın tem izliğe verdiği ehem m iyet ................................................................... 119
M üslüm anlıkta h ay a t-ı m âneviyyenin ehem m iyeti ........................................................ 275
Ş unlar m üstehabdır .................................................................................................................. 211
MUstehab ne gibi şeylerdir? ................................................................................................... 108
N
N âfiie n am azlar ........................................................................................................................... 140
Beş vak tin nam azları ile vâcib ve nâfiie n am az lar ................................................ 140
F a rz n am az lara tâb i' olan ve tâ b i’ olm ıyan nâfiie n am azlar ................................. 141
F a rz la ra tâ b i’ olm ıyan nâfiie n am azlar ........................................................................... 141
N akli ve sem ’î delillerin aksâm ı .......................................................................................... 106
N am az kılm ak m ekruh olan v ak itle r ■............................................................................ 138
N am az nasıl k ılın ır? ............................................................................................................. 147
N am aza m âni olan ve olm ıyan m ik ta r îtibâriyle pisliğin ak sâm ı ....................... 119
C em âatle nam azın hükm ü ........................................................................................................ 164
N am az ve n am az v ak itleri ................................................................................................... 135
N am az ve nam az v ak itleri ........................................................................................................ 135
N am az ne zam an fa rz o lunm uştu r ve kim lere fa rz d ır? ........................................... 135
N am azda m ekruh olm ıyanlar ................................................................... 163
N am azı bozan şeyler .................................................................................................................. 158
N am azı cem âatla kılm ak n ed ir? ......................................................................................... 164
N am azı kesm ek ve fa rz a yetişm ek ........................................................... ..................... 187

305
S a h ile

N am azın aksâm ı .................................................................................................................. 135


N am azın farzla rı ................................................................................................................... 152
N am azın içindeki farzlar, vâcibler vesünnetler .............................. 152
N am azın m ekruhları .............................................................................. . ....................... 181
N am azın sünnetleri ..................................................................................................... 155
N am azın şa rtla rı ve rükünleri .......................................................................................... 143
N am azın şa rtla rı ve rükünleri ne d em ek tir vek a ç tır? ............................................. 143
N am azın vâcibleri ..................................................................................................... 152
F a rz olan nam azların vakitleri 136
Bâzı hayvan veya n e b a ta ta tapınm ak .......................................................................... 16
Necla, yâhud neces 112
Izzet-i nefis .. .................... ........ .............................................................................. 250
M üdafaa-i nefis m eşrû’ biı h a k tır ....................................... ............. 274
N efsim ize ve şahsım ıza karşı vazifem iz ..................................................................... 230
N efsine hâkim olmak .......................................................................................................... 249
Vazlfe-i nefsiyenin ta rifi ............................................. 230
A dam ak (nezir) ..... .............................................. .................................. 212
Nezrin hüküm leri ........................................................................................................... 212
H ayız ve nifasın hükm ü ............................ 122
N ifastan sonra lohusalık .................................................................................................... 122
O
Secde-i T ilâvet (Okıım a serdesi) 189
Vâcib olan oruç ................................................................................................................. 203
Oruç ........................................................................................................................................... 202
Orucun akşam ı ... ........ .. .. ........................................................ 202
Orucu bozan şeyler .............................................................................................................. 205
Orucu bozm ıyan şeyler ......................................................................................................... 204
O ruç bozm anın cezası ..................... ................................ 204
Orucu bozub, yalnız kazayı icâbeden şeyler ..... .............. 207
Orucu bozubda hem kazayı hem de keffftreti icâbeden şeyler ................................ 206
Orucun fa rz olm ası ............. 202
O ruçluya m ekruh olm ıyan şeyler ..................................................................................... 210
O ruçluya şunlar m e k ru h tu r ... 210
Oruç tu tm am ay ı veyahut tu ttu k ta n sonra bozmayı m übah kılan şe r’i özürler 211
O
■öğle nam azı ....................... 148
ö ğ le nam azının v ak ti .................................................................. .. ............. 136
ö lü için kesilm ek istenilen k urban ne gün keailm elidir ? ..................... ................. 224
ö lü n ü n kabirdeki hali ........................................................................................................ 94
ö lü teçhizi .......... 19T
Önsöz 4
Câmiye giderek ce m aatla nam az kılm ağa m âni' olan. cemAata gitm em eyi
m übah kılan özürler ......................................................... 166
Istih â z a ve özür kanı .............................................................................................................. 123
ö z ü r ne dem ektir ve m âzur olanlar hakkm dakl hüküm ............................. 123
P
Hem pâk hem de pâkleyici ve fa k a t m ekruh olan su la r .......................................... 113
P â k olm ıyan sular ...................................................................................... ..................... 114

306
S ahiff

P âk olub olm am ası şüpheli olan su la r ........................................................................ . 1^ l


Kendisi pâk olub b aşka bir şeyi pâkleıııiyen sular ............................................... H4
H akiki pislik ve ondan p&klenmek ................................................ ..................... 119
P eygam ber ve P eygam bere im ân ne d em ek tir? ......................................................... 84
P eygam bere karşı ahlâki vazifem iz ................................................................................. 228
P eygam berin içtihâd ile hükm etm eye izin verm esi .................................................... 42
P eygam berin söylediklerini ezberlem ek ve an lam a k ta ash âb ’ın seviyesi ............. 41
Peygam berlere A llâh'ın vahiy ve ilhâm ı ....................................................................... 87
P eygam berler hakkında câiz ve vâcib olan şeyler ..................................................... 85
P eygam berlere imân ................................................................................................................... 84
P eygam berlerin şefaatleri ve Peygam berim izin şefaatinin um um i olm ası 93
P eygam berlerin tebliğ eyledikleri dinlerde b ir olan esaslar ................................ 87
İn sanların peygam berlere ihtiyacı ve peygam berlerin vazifeleri ............................ 84
K ur'ân-ı K erîm 'de isim leri geçen peygam berler ........................................................ 85
P eygam berlerin sayısı .......................................................................................................... 85
Son P eygam ber ve Peygam berlik kapısı ...... ................................................................. 89
P eygam berlik m ertebesi ..................................................................................................... 85
P eygam berlik ne sûretle sftbit o lu r? ............................................................................ 86
Pis olan şeyler ne sûretle p âk len ir? ............................................................................ 120
N am aza m ânt' olan ve olm ıyan m ik tar i’tibftriyle pisliğin akşam ı ....................... 119
H akiki pM Ik ve ondan pâklenm ek ................................................................................. 119
Bedende ve elbisede bulunan pislikler ve onlardan tem izlenm enin usûlü ............. 119
P u tp erestlik ............................................................................................................................. 18
D
R am azan orucunun fa rz olm asının şa rtı %.................................................................. 202
Râvi ve m uhaddis .................................................................................................................. 34
R egâlb nam azları ....................................................................................................................... 141
Rızık meselesi ........................................................................................................... 99
Ruh kuvvetlerinin karşılıklı te ’sirleri ............................................................................. 234
Ruh ve rûhun kuvvetleri .................................................................................................... 232
Rûhi hâdiseler ve rûhun kuvvetleri ..................................................................................... 234
Rûhî kuvvetler ve hâdiseler ................................................................................................... 231
Rûhillk beşerin ilk dini değildir ................................................................................... 15
Rûhtllk ve ecdâda ibâdet .................................................................................................... 14
Ruh ve rûhun kuvvetleri ............................................................................................. 232
E ski ah lâk ulem asına göre rûhun kuvvetleri ................................................................. 232
Rûhi hâdiseler ve rûhun kuvvetleri ................................................................ 234
R ûhun faziletle tehzibi ................................................................................................ 248
R ûhun terbiyesi ...................................................................................................................... 237
R ûhun yardım cıları .................................................................................................................. 237
8
Sabah nam azı ........................................................................................................................ 147
Sabah nam azının v ak ti .................................................................................................. 136
S abır ....................................................................................................................................... 255
Sadaka-I fıtır ............................................................................................................................ 219
8adaka-i fıtır kim lere ve ne zam an vâcibdiı ? .............................................................. 219
S afların te rtib i ve ehem m iyeti ................................................................. 165
F etv â veren ve fetv âları hıfzolunan sa h ib eler 41

307
S a h ile

Sahâbenin âlim ve fakîhlerl en çok nerelerde idi? .................................................... 42


Sahih ve sağlam bir i’tik a d ................................................................................................ 238
S argı ve y a ra üzerine m eshetm ek ....................................................................................... *28
Sebat ve m etân et .................................................................................................................... 248
Secde-i sehiv nedir ve ne zam an yap m ak »lâzımdır .................................................... 153
Secde-t T ilâvet (O kum a secdesi) ........................................................................................ 100
İlâhî ve sem âvf k lta b la ra im ân ne d em ek tir ve ne sûretle o lu r? ............................ 77
N akli ve sem ’i delillerin ak sâm ı .......................................................................................... I 0®
Senevlyye (H ayır ve şe r ilâhına in an m a) .................................................................... 17
S ığır ve m anda için z e k â t nisâbı ...................................................................................... 216
S ır ve gizli olan şeyleri söylem em ek ............................................................................. 252
Son P ey g am b er ve peygam berlik k ap ısı ....................................................................... 89
Sözü ve özü doğru olm ak ..................................................................................................... 252
Suçluları affetm ek .............................................................................................................. 282
S ularm ak sâm ı ............................................................................................................................. 112
MUekked ve gayr-1 m üekked sü n n et ............................................................................... 140
N am azın içindeki fa rz la r, vâcibler ve sü n n etler ......................................................... 152
S ünnet ve hükm ü ........................................................................................................................ 108

Ş
Şâfiî Mezhebi ............................................................................................................................. 48
N efsim ize ve şahsım ıza k a rşı vazifem iz ......................................................................... 230
Islâm m beş direği (şa rtla rı) ................................................................................................... 103
Ş ecaat .............. 249
B üyüklere hürm et, küçüklere şe fk a t ve m erh am et ..................................................... 270
B ütün h ay v a n la ra k a rşı şe fk a t ............................................................................................... 283
Şehid ........................................................................................................................................... 201
Senevlyye (H a y ır ve şe r İlâhına in an m a) ................................................................... 17
H ay â t-ı m âneviyyeyi, şeref ve h ay siy eti lekeliyecek şeyler ................................. 275
Ş eriatların rûhu .................................................................................................................... 88
M ükellef ve onun işleri; şe r’i hüküm ler ........................................................................... 105
İn san la rın işine te re ttü b ed en şe r’! h üküm ler ............................................................... 105
Ş er’I hüküm lerin k ay n a k la rı ve b u nların k ıy m etleri .................................................. 25
Ş er’i ilim lerin kıym eti .......................................................................................................... 31
O ruç tu tm am a y ı veyâhud tu ttu k ta n so n ra bozm ayı m übah k ılan şe r’i özürler 211
Ş irkin çeşldleri ........................................................................................................................ 65
Ş unlar m üstehabdır ............................................................................................................... 211
T
T afsili îm ân veya îm ânın m ertebeleri ........................................................................ 54
T a h â re t (Tem izlik) .............................................................................................................. 112
T asdik ve in k â r bakım ından in san lar ............................................................................. 60
T ârty e ................................. 200
in sa n ın m ânevi h a y a tı ve buna k a rşı tecâvüzün çirkinliği ..................................... 275
Tefsir, m üfessir .................................................................................................................... 32
T ekvin ....................................................................................................................................... 69
Tekvini irâde, te şrii irâde ................................................................................................. 68
In ad ye televvün-1 m izaç ..................................................................................................... 248
T elkin ........................................................................................................................................ 200

308
S a h ile

T a h â re t (Tem izlik) .............................................................................................................. 112


Tem izlik bakım ından (M utlak su) beş k ısım dır .......................................................... 113
Terâvih nam azı ve buna â it h ük ü m ler ............................................................................. 179
R ûhun terbiyesi' ................................................................................................................... 237
İrâdenin terbiyesi .................................................................................................................... 239
Yemede ve içmede edeb ve terbiye ................................................................................. 241
Göz, k u lak ve ş â ir âzâJan n terb iy e ve ıslahı ............................................................. 247
Dilini terbiye ve ıslah etm ek ............................................................................................. 242
T eşrik tek birleri ................................................................................................................... 177
Tevâzû', v ek a r ......................................................................................................................... 249
Tevekkül ne d em ek tir? .......................................................................................................... 98
Tevhld (A kaid İlmi) ne sû retle y azılm ıştır? ............................................................... 37
Kelime-i Tevhidin m ânâsındaki şum ûl ............................................................................ 101
T e v ra t (Ahd-i A tik) ............................................................................................................... 78
T e v ra t’ın m eşhur n ü sh a ları ................................................................................................ 78
Teyem m üm ...... 132
T eyem m üm ün sahih olm asının ş a r tla n ....................................................................... 133
T eyem m üm ün sünnetleri ..................................................................................................... 134
V
Ulüvv ü him m et .................................................................................................................... 258
U sûl ve âdâbına m uvâfık abdest alm anın şekli ........................................................ 124
U sûlü’d-Dînin her dinde bir olup şe r1! hüküm lerin nesih ve tebdil sûretiyle
zam an zam an değişm esinin hikm eti ................................................................... 88

Ü
Ü çüncü m ertebe .................................................................................................................... 35
V
Beş v ak tin nam azları ile vâclb ve nâfile n am az lar ............................................... 140
N am azın içindeki fa rz la r, v â d b le r ve sü n n etler ........................................................ 152
V âcib ve hükm ü ..................................................................................................................... 108
V âcib olan oruç ......................................... 203
İçtim âi h ak ve vazifeler ...................................................................................................... 273
V azife-i nefsiyenin tâ rifl .................................................................................................... *30
T evâzû’, v ek a r ......................................................................................................................... 249
Vicdan, dinin yerini tu ta b ilir mi ? ..................................................................................... 10
V itir n am azı 150
Y atsı ve v itir nam azının v ak ti .......................................................................................... 138
V
Y alancılık ve bunun kötülüğü .................................... 244
Y alanın câiz olduğu y erle r ............................................................................................... 244
S arg ı ve y a ra üzerine m eshetm ek ................................................................................... 128
Y aradan yalnız A llah’tır .................................................................................................... 97
Y aratılm ışların E fdali ........................................................................................................... 88
B aşk aların a yardım etm ek ve Islâm d a bunun m ühim m evkü ................................ 281
Y ardım ın b aşk a b ir şekli ................................................................................................. 282
Y ardım ın en faydalı şekilleri ........................................................................................... 281
Y aşam ak hak k ı ve bu n a tecâvüz edenlerin cezâları ..................................................... 274

309
S a h ife

Y atsı nam azı ........................................................................... ı*8


Y atsı ve v itir nam azının vakti ........................................................................................... 138
Yemede ve içmede edeb ve teTbiye ................................................................................
Yemede, içmede tehzib ve ıslahı ....................................................................................... 240
Göğe, aya, güneşe ve yıldızlara tap ın m ak .......................................... 16
M isafir (yolcu) nam azı ... .........................................................................
Y olcular için meshin m üddeti ............................ .................................................. 1*7
Z
Z a rû ıâ t-ı diniye ................................................................... 38
Z ekât ....................................................................................................................................... *1«
Z ek â tta bellenm esi lâzım m eseleler ................................ *14
Koyun ve keçi için zekât nisabı . ..................................... I lö
S ığır ve m anda için ze k ât nisabı .................................... ................................. BM
Develer için zekât nısâbı ............................................................................................. *16
Z ekâtın şa rtı ve kim lere borç olduğu ............................................................................ *14
Z ekâtı lâzım olan m allar .................................................................................................. 215
Z ek ât verilecek kim seler ...... ......... ........... 217
Z ekât verm ekte efdal olan cihet ............. *18
Islâm da riy âretin edeblerl ................................................................................................ 279

310
LÜGATÇE

A Am il — işley en , yapan.
A m m e-i n âs — İnsanların avam tab a­
Abes — Saçm a, boş, faydasız.
kası, halk kitlesi.
Adab — Edebler. bütün h a re k e t ve söz­
A narşi — K arışıklık, n izam sızlık.
lerinde terbiyeli d avranışlar.
Arık — Zayıf.
A dât-ı llâhiyye — A llah'ın âdetleri
A rız olm ak — Bir şeyin aslında olm a
Adem — Yokluk.
yıp sonradan hâsıl olan.
A fât — Büyük felâketler.
Arşın — E skiden kullanılan 68 sa n ti­
A fif — iffetli, nam uslu, temiz.
m etrelik uzunluk ölçüsü.
A fiyet — S ıhhatte, selâm ette olmak.
Ahd — Söz verme. AsAr — Eserler.
Ahâd — Birler. A sâr-ı ahire — Son asırlar.
Aheng-I ittisal Y aklaştırıcı düzen. A sim Suçlu, günahkâr.
A hir — Son. AshAb Hz. P eygam b eri görm üş ve
AhkAm — H üküm ler. onunla konuşm uş olan m ü minler.
A hkâm -ı diniyye — Dine âit hüküm ler. A vadanlık - D ülger ve m arangoz gibi
A hval — Haller. esnafın â let takım ı.
A hvâl-i rûhlyye — R uha âit haller. Azhar D aha açık.
A kaaid ilmi - Bir dinin inançlarını ve
B
ibâdet kaidelerini toplayan İlim.
A kaad-i im âniyye — İnanılm ası lâzım Badehu — Bundan sonra, ondan sonra.
gelen m es'eleler. B âdiye Çöl, kır. sahrâ, ova.
A kaaid-i esfisiyye — in anılm ası lâzım B ekaa — Sonu olm am ak.
gelen m es'elelerin temeli. Baki — Y aşayan, yok olm ıyan, devam lı.
A kıbet — Son. B aliğ — E rişm iş, ulaşm ış olan Bülûğ
Akide — im ân, i’tikad. inanç. çağm a girm iş olan.
Kuvve-i âkile — Akıl kuvveti. Bani — Kuran, binâ eden.
Akl-ı selim — iyi düşünüp isâbetli k a ­ B ati — Y avaş, ağır.
ra rla ra ulaşabilen akıl. B âtıl — Hüküm süz, doğru olm ıyan, h a ­
A ksam — Bir bütünün p arçaları, bölük­ k ik ate uym ayan.
leri. Bedenî — Bedene âit.
A kvâm — insan toplulukları. Bedihi — B esbelli, delile ve isbâta muh-
Al — Aile, ev lât ve to ru n lar. tâc olm ayacak kadar açık, anlaşılır.
Alet-i m ahsûsa — H usûsî bir âlet. B ed îh iyyat — D elil ve isbâta m uhtâe
Allâhu - E kber — B üyüklük A llâh’a olm ayacak kadar açık, anlaşılır bil­
m ahsustur. giler.
Am — Umûmî, genel. B eliğ — M erâmını düzgün ve san'atlı
A’m âl-i sâliha — B ir kim senin din b ak ı­ şekilde söyleyen, böyle an latılm ış olan.
m ından yaptığı iyi işler.
Beyân — Bildirm e, söylem e.
Amel — B ir kim senin din bakım ından
B eyân etm ek — A çıklam ak.
y aptığı iyi veya fena iş. Çoğulu: A ’-
mâl. Bıd’a t — Dinin aslında olm ıyan, ona so n ­
Amel-i kesir — Çok hareket. radan katılan.
Amel-i sâlih — Y ararlı İşler. B ilhesap — H esapla.

311
BU-iemâ — Aynı asırd a yaşayan İslâm Ç
m iictehidlerinin dînî bîr m es’ele h a k ­ Ç em renm ek — E lbise kollarını, paçaları
kında verdikleri k a ra rd a birleşm ele­ sıvam ak veya etek leri toplayıp tu ttu r ­
riyle. mak.
BİIİttifak — Söz birliği etm ekle. Çırpı — Hizâ.
B itte tk ik — İncelem e ile. D
Biz&tihi — Kendiliğinden, kendi kendi­ D a lâ let — D oğru yoldan çıkm a, sa p k ın ­
ne mevcûd olan. lık.
Bünye — Yapı, kuruluş. D&r-ı harb — Harb yeri.
BUrhan — K uvvetli delil. P e f’-i m azarrat — Zararı savm a, gid er­
me.
D efn — Göm mek, m ezara koym ak.
C
Dem vurm ak — B ir şeyden g elişi güzel
Cftiz — Y apılm asında din bakım ından bahsetm ek.
m ahzûr olm ayan şeyler. D en âet — A lçaklık, çok k ötü hareket.
C'âmi’ — Toplayan, içine alan. D ereke — A şa ğ ıy a İnen basam ak.
C âri — Yürüyen, geçen, y ü rü rlü k te olan. D erhâtır etm ek — H atırlam ak.
C&y — Yer. D evâ — ilâ ç.
Cây-i i.ştibah — Şüphe edilecek yer. D il’ — Kenar.
Dirhem — E sk i bir ağırlık ölçüsü olan
Cebrftil — B üyük m eleklerden biridir,
o k k an ın dörtyüzde biridir.
peygam berlere A llâh’ın em irlerini g e­
Duhûl — Girmek.
tirir.
Dûn — A şağı.
Cehren — A çıktan ve yüksek sesle o k u ­ D üstûr — Kanun, kaaide.
mak. D üstûr-ı ahlâki — A h lâk î kaaide, ahlâkî
C em âat — Topluluk, nam az kılm ak için nizam .
bir yere toplanan halk.
E
Cemal — Güzellik.
E ânı — D aha um ûm î, hepsini kaplayan
Cem iyetli — E tra flı, aynı zam anda b ir­
ve saran.
k aç fik ir ve m aksadı an lata n dolgun
Ebed — Sonu olm ayan gelecek zam an.
söS.
E b ed iyyet — Sonsuzluk.
Cereyftn etm ek — Geçmek, m eydana
E cir — A h irete â it sevap, m ükâfat.
gelm ek, yürüm ek. E crâm -ı sem âvl — Gök cisim leri.
Cerh — Y aralam a. E czâ — Bir bütünü m eydana getiren
Cevaz — izin, m üsaade, şe ria tın yapıl­ parçalardan her biri.
m asın a izin verdiği şey, yapılm asında E dâ — ö d em e.
m ahzûr olmıyan. Edeb — iy i hal ve hareketler, terbiye,
Cevf-i batn — K arın boşluğu. n ezâk et.
Edille — D eliller, bir d âvâyı Isbât etm ek
Cihad — Din u ğ ru n d a savaş.
için g österilen şeyler.
C ihangir — D ünyânın büyük bir kısm ı­
E dyân-ı b âtıla — H ak olm ıyan dinler.
n a hâkim olan. E dyân-ı m ünzele — A llah tarafından
Cismâııf — Cisimle, bedenle m ünasebet-
gönderilen dinler.
11.
E f’âl — F iiller, İşler.
Cismi — Cisme âit. E f’&l-i b eşer — in san ların yap tık ları iş­
Cüz’ :— P arça , kısım , bir bütünün p a r ­ ler.
çalarından her biri. E f’&l-i m ah sû sa — H usûsî haller, h are­
Cüz’î — A z m ik tard a. B ir şeyin b ü tü n ü ­ ketler.
ne &it olm ayıp bir kısm ına a it olan. E fdal — Çok faziletli, üstün.

312
E fdaliyyet — D aha üstün olma, daha fa ­ F a zâ il-i ahlâk — A hlâki fa ziletler, m ezi­
ziletli olma. yetler.
E frâd — F ertle r, kişiler. F a zl — F a zilet, ihsan.
E ğleşm ek — B ir yerde oturm ak. Ferm an — Em ir, buyruk.
E hl-i salâh — iyilik sâhibi. F e tâ n e t — Zihin açık lığı, te z anlayış,
Eim m e-i selâse — Üç im am . (Im âm -ı çabuk kavrayış.
M âlik, tm âm -ı Ş afiî ve tm âm -ı A hm et F e tv a — D îni ilgilendiren m es’eleler h a k ­
b. H anbel). kında M üftünün verdiği hüküm .
E ki — Yeme. F evri — Hem en, derhal.
E km el — En mükemmel, kusursuz, ek ­ F e v t — Geçirm ek, kaçırm ak.
siksiz. F ıkıh — İslâm dîninde am eli hüküm leri
Efl&z-t K ur’âniyye — K ur'ân d ak i sözler. bildiren ilim .
Elim — A cınacak, acıklı. F ıtr a t — Y aratılış.
E m lâk — Ev, dü k k ân gibi gelir g etirip F ıtri — Y aratılıştan olan, tabiî.
nakledilem iyen m allar, FHlî — işle m e ğ e âit.
E m sâl — Benzerler, eşler. F u k ah â — F ık ıh ilm ini bilenler.
E m vâl — M allar. Fücoeten — A nsızın, birdenbire.
E nbiyâ — Nebiler, peygam berler. FUrû’ — Bir asıldan ayrılan kolların her
E rk ân — R ükünler, b ir bütünün p a rç a ­ biri, ikinci derecede eh em m iyette olan.
ları. F ü rü ât — Bir aslın kolları, ik in ci dere­
E rk â n -ı asliyye — E sas bölümler. cede eh em m iyetli olan şeyler, tefer­
E rk â n -ı esâslyye — M üşterek olan ilk ruat.
esaslar.
E s â tlr — E fsâneler, eski kavim lerin uy­ G
du rm a dinlerine â it uydurm a h ik ây e­
Gafûr — A llâhu T eâ lâ ’nın sıfatların d an -
ler.
dır; affedici, bağışlayıcı, m a ğ fireti çok
E sbâb — Sebepler.
dem ektir.
E sbâb-ı tercih — Ü stü n tu tm a sebebi.
Galiz — Çirkin ve ağır.
E s-selâm ü aleykilm ve rahm etu llah —
G am m azlık — Ara bozuculuk, çek iştiri­
D ünyâ ve âh ire t selâm eti ve A llah'ın
cilik.
rahm eti üzerinize olsun.
G ariziyyat — in sa n ın y aratılışın d a bu­
E ş’ariyye — îm âm -ı E bü'l - H asen-i
lunan k u v v etli m eyiller.
E ş'a ri’nin A kaaid mezhebine tâb i' olan­
Gayz — K ızgınlık, öfke, hiddet.
lar.
Bir gûnâ — Hiçbir suretle.
E şhas — Ş ahıslar, kişiler.
E tb â ’ — T a ra fta rla r, birine u y an lar. H
E vham — Vehim ler, k u ru n tu la r, şüphe­
ler. Hadden — M üslüm anlıkta bir kabahat
E vâm ir-i ahlâkiyye — A hlâkî em irler. işllyen k im seye şe r ’an verilen cezâ ba­
E v k aa t-ı selâse-i m ekruha — N am az k ı­ kım ından.
lınm ası m ekruh olan üç v ak it. Hâdlm — H izm et eden.
E vlâ — D aha iyi. Hâil — E n gel, m âni’.
Ezel — öncesizlik, başı olm ayan geçm iş H âiz — T aşıyan.
zam an. Hfliz-i te ’sîr — T e’sirli.
H âlât — H aller.
F H â let — Hal.
F ak ih — Allâhu T eâlâ’nın em irlerinden H âli — Beri, uzak, boş.
çıkarılm ış am elî hüküm leri bilen, bu H âl-i tabiî — Tabiî hal.
hüküm lerle uğraşan. H âlik-ı h akiki — Gerçek y a ra tıcı (A l­
F âsid — Bozuk olan, bozuk şey. lâhu T eâlâ).

313
H alvet — Tenhâ bir yere çekilm ek, y a l­ rından kalm a g arip hikâyelere ben-
nız kalm ak. zıyen.
H am akat — A hm aklık. H utbe - Cum a ve bayram nam azla­
Hamd — Şükür, teşekkür. rında hatibin m inberde okuduğu dua
Hâini — Himftye eden, koruyan.
İle k arışık din öğüdü (C um 'a hutbeal
nam azdan evvel, b ay ram hutbesi n a ­
H arekât — H areketler
m azdan sonra ok u n u r).
Hasâi* Bir şeye mahsus olan haller HCnn-i isti'm al ty l ve güzel k u llan ­
H asenat — îy i İşler, güzel hareketler. ma.
H aseb Soyluluk, asâlet, babalard an ve Httmn-i »üret — İyi veya güzel bir şe­
dedelerden gelen şeref ve haysiyet. kilde.
H asisa Bir şeye m ahsus olan haller. 1
H atlb — C em iyet karşısında söz sö y le ­ Ik ab Ceza. azab.
yen kim se, cam ilerde hutbe okuyan Inkıyâd etm ek Boyun eğm ek, itâ a t.
hoca. Isk aa t-ı sa lâ t ö lm ü ş olan bir kim se­
H avâdis — Olan şeyler. (H âdisenin ço­ nin. kılm adığı n am azlar yüzünden
ğuludur). hâsıl olan günâhını g iderir ümidiyle
Hav&ic-i a sliy y e H a y a tta oldukça in ­ verilen sadaka.
sanın m uhtaç olduğu şeylerdir. Ev, Isk aa t-ı savın O ruç borcunu fidye
ev eşyası, g iyecek, bir senelik yiyecek, verm ek suretiyle ödeme.
binek hayvanı, kitaplar, silâhlar, âlet, İslah -■ İyi bir hâle koyma.
hizm etçi v.s. gibi. Itla k — İsim verme, um um ileştirm e.
H avas Duyular, hassalar. i tt ır a t B irbiri ark asın d an uygun ve
H avass-ı selim e S ağlam , kusursuz h a s­ intizam lı şekilde olma.
salar, duyular. Iyâl — Aileler.
H ay - Diri. (Cenâb-ı H a k k ın sıfa tla - Iz tırâ ri Mecburi, isteğe bağlı olm a­
rındandır). yan.
H elâk - - M ahvolm a.
1
H engâm — Zaman.
İb â ıe t — Meydana gelm iş.
H ev esâ t-ı n efsiy y e N efsin arzuları,
lb k a a B ırakm a.
istekleri.
İb raz G österm e, m eydana koyma.
H isset H asislik, cim rilik.
Ibtftl — Ç ürütm e, hüküm süz b ırakm a.
H idâyet — Doğru yola girm e, Hakk'a
İbzal — E sirgem eyip bol bol verm e.
erme, ulaşm a.
tc âb et — Kabul etm e. uyma.
H ilâf-ı kıyas B enzetm e ile verilen hü­
te m a ' Aynı asırd a y aşayan İslâm
küm lere aykırı.
m üçtehitlerinln bir şer'î hüküm üze­
H ilim Y um uşak huyluluk ve akıllılık,
rinde birleşm eleri.
sabır.
İcm al Bir m es'elenin k ısa şekli, hü­
H ilkaten — D oğuştan.
lâsa.
H ilk at — Y aratılış.
lem âlen - Kısaca, k ısa o larak, toplu
Hin — Zaman, vakit. o larak.
H itâbât-ı D âh iyye — İlâhî hitaplar. le tih â d — Dînin e s a s la r ın ı b ile n d in
Hukne — Şırınga yapılan mahal. âlim lerinin âyet, hadîs ve k ıy âsa u y a­
Hulk — Huy. ra k M üslüm anlığa â it m es'eleleri t â ­
Hulul — Tenâsühe inananlara göre bir yin için güçlerinin y ettiğ i k a d a r ça­
luhun bir cism e girm esi, girm e. lışm aları.
H urfliat — H urâfeler, uydurm a inanç­ İctihâdi — İçtih ad a âit.
lar. İd râ k — A nlayış, akıl erdirm e.
Hur&fi — E ski dinlerin a sılsız in an çla­ İ f r a t — A şırılık, pek ileri varm a.

314
t ftir a z — F a rz e d ile n şey, f a r a z iy e , İn tik al — Geçm e.
hypothese, varsayım . İn tişa r — Y ayılm a, çıkm a.
İh a ta — K avram ak, anlam ak. İnzal - İndirme.
Ihlfts K arışıksız, riy&sız ve sam im î lr&de-i teşrlly y e Ş eriat kurm ayı di­
inanç. lem e.
Ihlil - E rkeğin id rar yolu, tenâsül trşâd
D o ğ ıu yolu gösterm e.
âleti. İrtihftl
eylem ek -■ G öçm ek, ölm ek.
Ih t'rftr etm ek — Delil gösterm ek, trtik ftb R ü şvet alm a, kötü iş İşleme.
ih tilâ f U yuşm am ak, anlaşm am ak. İrtişa R ü şvet alm a.
İh tiram — Saygı, hürm et. Isâl U laştırm a, eriştirm e, yetiştirm e.
IhtlvA — İçine alm a, k avram a, Isk at Susturm a, düşürm e.
lh tly â ri — İsteğ e bağlı, m ecburi o l­ tsn âd — Bir k im seye veya bir şeye d a ­
m ayan. yanm a. atfetm e.
Ih tiy â r etm ek — Seçmek, beğenmek. Istiftâ nâm e K endisiyle fe tv a iste n i­
İkm âl — T am am lam a, m ü k em m elleştir­ len yazı.
me, bitirm e, olgunlaştırm a. İstih ale — Bir zattan , sıfa tta n veya
İk ra h — K ötü görm e, tiksinm e, iğ re n ­ halden başka bir zâta, sıfa ta veya
me. hâle girm e.
İstih d a f - Bir şey i hedef edinm e.
tk râh -ı gayr-i mttU-l — Y aralam ak, öl­
İstihraç Çıkarm a.
dürm ek ve âzasından bir yeri k esil­
Istih sâııen - K ıyâsa aykırı görülüp,
mekle tehdit k arşısın d a kendisinden
diğer bir delil ile sa b it olan.
istenilen bir şeyi y ap m ak tan b aşka
İstilza m G erektirm e.
çâresi olm ayan kimse.
İstik a m et D oğruluk.
İk râ r — K abul ve tasd ik edilen şvy;
İstik r a — H âdiselerdeki m üşterek v a ­
saklam ayıp aç ık ta n söyleme
sıflara d ik k at ederek um um î bir n e­
Iktktft — U ym a, birini örnek alıp h a re ­
tice çıkarm ak, tüm evarım .
ketlerini ona benzetm e,
I s ti’mal K ullanm a.
tk tifâ - V ar olanı y etişir saym a, kâfi
Istin âd — D ayanm a.
görme, yetinm e.
İstin a tg a h D ayan acak , gü ven ecek
İk tiz â G erekm e, lâzım gelme.
yer.
Ilg aa — K aldırm a, hüküm süz b ırakm a, Istin b at Bir söz veya işten, saklı
llhftm - Allah ta ra fın d a n insanın k a l­ olan m ân âyı çıkarm ak. B ir m es'eleyi
bine bir hayrın dogm ası, k aynaklardan, çalışarak, g a y r e t sar-
tlk a a — B ırakm a, koyma, federek anlam ak.
llrlebeıl — Sonsuzluğa kadar. I s titâ a t Gür. kudret.
İltizam — Bir ta ra fı kayırm a, tu tm a, Istlzân — İzin istem e, danışm a.
tla&m etm ek — S usturm ak. İştig a l M eşgul olm a.
İm â — İşa re t etm e. Iştih â r etm ek — Y ayılm ak.
İm tisal — Uym a, İştiy a k Pek çok istem e.
tn â y e t — İyilik etm e, bağışlam a. 1’tlM r olunur S ayılır.
Isây e t-i Ufihiyye — A llâh'ın görüp g ö ­ l ’tidâl ik i tarafı müaâvi hâle g e tir ­
zetmesi. me. lüzum u kadar olm a.
İMhilâl — Çözülme, dağılm a. l ’tlkad — İnanm a, kalben tasd ik etm e.
İn h ita t — Gerileme. l'tik a a d l İn an m aya âit.
İnkıraz - Bozulma, batm a, yok olm a­ I’tiyad - A lışk an lık , âdet.
ya yüz tutm a. İtm i’nftn B irine em n iyet etm e, şü p ­
lokıyâd - Boyun eğme, ita at, uym a. he ve tereddüd etm em e, kalben e m ­
İnsiram - Düzgün, birbirini tu ta n . n iy et hâsıl etm e.
In tâç - N eticelendirm e, husûle g e tir­ Ittik a a - - A llah’dan korkm a, sakınm a,
me. çekinm e.

315
ittisa l — D ayanm a, varm a. K ıyâs — B ir veya d ah a çok n o k ta la r­
iv a z — K arşılık. da birbirine benzeyen şeyleri b irb ir­
Iz’ac etm ek — R a h atsızlık verm ek, s ı­ lerine ölçmek.
kıştırm ak. K u tsi — M ukaddes. İlâhî.
iz â le Giderme, yoketm e. Kuvve-i âkile — A kıl kuvveti.
izh âr — A çığ a vurm a, belirtm e. Kuvve-i hissiye — H is kuvveti.
K Kuvve-i irâdiyye — İrâ d e kuvveti.
Kabih — Çirkin, yak ışık sız. Kuvve-i m üm eyyize — iy iy i fenadan,
Kabil — Ç eşit, gibi. eğriyi doğrudan ay ıra n kuvvet.
Kaabil ■ istid a d ı olan. Kuvve-i m üeyyide — D estekleyici k u v ­
Kaabil-i te ’lif — U zlaştırılabilir. vet, birşeyin yapılm asını sağlayan
K a’de-i saniye — N am azda ikinci o tu ­ kuvvet.
ruş. K uvve-i te ’yidiyye - G erçekleştirici
Ka'de-i ûlâ N am azda birinci oturuş. kuvvet.
Kadim - B aşlangıcı olm ayan, ezelî. Kuvve-i zihniyye -■ Zihin kuvveti.
K âfil — Bir işi üstüne alan, yüklenen. K ülfet - Sıkıntı, zahm et, yorgunluk.
Kaail - Söyliyen, inanan. Külli — B ütün, um ûm î, tam . Çok, pek
Kaaiıu B a şk a bir şeyin yerini tutan. çok.
Kariha D üşünm e k u d r e ti. KiîtUb-i fıklıiyye-i m utebere — İn an ılır
K avânîn-i a h lâk iyye — A hlâk k an u n ­ fıkıh k ita p la rı.
ları. L
K avâııin-i llâ h iy y e — İlâhi kanunlar. L ây u h tî - Y anılm az.
K avânin-i tabîiyye — Tabiî k an u n lar. Levâzım L âzım olan, g erekli şeyler.
Kavli sü n n et — P eygam b erim izin bu­ M
yurdukları sözler. M âbâd — Bundan sonraki, gerisi.
K effâret — Bir günâhı A llâ h ’a a ff e t­ M âdûn — A şağı, a ltta bulunan, b a ş k a ­
tirm ek için verilen sad ak a v e y a tu ­ sın a bağlı bulunan.
tulan oruç. M ağ firet - - ö r tb a s etm ek. Cenâb-ı
K elim e-i tevhid — A llâ h ’ı birlem e sö ­ H a k k ’ın k u lların g ü n ah ların ı a f b u ­
zü, yâni, L â ilahe illâllah dem ek. yurm ası, bağışlam ası.
K em âlât-ı llâ h iy y e — Allâh'ın noksan- M ahall-i su d û r — Çıkış yeri.
sızlıkları, m ükem m ellikleri, kem âl s ı­ M ahfuz - Saklı, yok o lm ak tan k u r ta ­
fatları. rılm ış, korunm uş.
K em âlât-ı in sân iyye — İnsanların o l­ M âhiyet — Asıl, b ir şeyin neden ib aret
gunlukları. olduğu.
K erahet — Ş er’an y ap ılm ası hoş g ö rü l­ M ahlûk — Y aratılm ış h er varlık.
m eyen şey. M ahm ûl — Y orm a, yüklenm iş, yüklü.
K erâhet-i tah rtm iyye — H aram a y a ­ M ahrem --- H aram d a y er alan, ken d i­
kın kerâhet. leriyle evlenilm esi ş e r’an h a ra m olan
K erâhet-i ten zih iyye — M ubâha yakın kim seler, y ak ın lar.
olan kerâhet. M ahz-ı a d â le t — S ırf ad âlet.
Kerem — Cöm ertlik, lütuf, ihsan, m er­ M aksûd — A sıl istenen, arzu edilen.
ham et. M âlî — Mal ile ilgili.
K ısas — C in ayette ve yaralam alarda M âlûl — H asta, sa k a t.
m isliyle ceza verm ek sû retiyle öd eş­ M ansûs — A çıklanan, K u r'ân -ı K erim '-
me. de açık o la ra k bildirilen.
K ısâsen — K arşılaştırm a. Öldürme ve M araz-ı rûhi — R uh h astalığ ı.
y aralam a suçlarında suçlunun, y a p ­ M araz! — H a sta lık la ilgili olan.
tığ ın ın aynı ile cezalandırılm ası. M a’rû f — H erkesçe bilinen, tan ın an ,
K ıtık — K endir telleri, lifleri. belli.

316
Ma’rûz — Bir şeyin te'sırine u ğram ış M eskenet — M iskinlik.
v eya u ğrayacak olan. M eskûn — içinde o turulm uş. durulm uş
M aslahat —■ iy ilik yolu, barış yolu, fa y ­ yer.
da, yararlılık. M esnûn — S ü n n et olan.
Masun — Korunm uş, korunan. Mes’ûl — Sorum lu.
M atrut — K ovulm uş. Me’s û r — Geçenlerden k alan . P ey g am ­
M azbut — Y azılı, kaydedil!. berim iz H azret-i M uham m ed’den ve
Mazur — M âzereti olan, özürlü. S ahabelerinden bize k a d a r ulaşan
Meâl — B ir yazının öz fikri, vardığı şeyler.
m&nâ ve netice. M eşiyyet — iste k , istem e, dileme.
Mebâdi — ilk zam anlar. M eşrû’ — Ş eriatın m üsâade ettiğ i, k a ­
M ebguz — S evilm eyen. n u n ve topluluk vicdânm a uygun,
Mcbnl — Bir şey e dayanan, ......... den m âkul ve m akbul şey.
dolayı, ötürü. M etâlib-i akllyye — A kılla bilinen hü­
M e’c û r — İ ş le d iğ i s e v a b v e y a iy iliğ in küm ler.
m ü k âfatın ı gören, ecirlenen. M etâlib-i nakliyye - Â y et ve h adîsler­
Me’hâz — B ir m üellifin bir eser y a z ­ le n ak il ve riv ây e t edilen hüküm ler.
m ak için baş vurup içlerinden bilgi M etâlib-i sem ’iyye — işitm e k le bilinen
aldığı kitap ların her biri, kayn ak . hüküm ler.
Mek&rim-i ahlak — Ö vülm eye lâ y ık M etrû k — B ırakılm ış.
olan ahlâk. M eveddet — Sevgi, m uhabbet.
Mekruh — Islâm dininde haram dere­ M ezm um — K ötülenm iş.
cesinde şid d etli olm ayan yasak . M inber — C âm ilerde h atib in çıkıp h u t­
Melekftt — Tecrübe ve çok u ğraşm a be okuduğu m erdivenli yüksekçe yer.
ile elde edilen k olay yapabilm e k ab i­ M iskal — E sk i bir ağ ırlık ölçüsüdür ve
liyetleri, alışkanlıklar. bugünkü ölçüye göre d ö rt buçuk g r a ­
M elekût — M elekler ve ruhlar âlem i. m a m üsâvidir.
M elhuz — H atıra gelen , um ulan. M uâhaze — A zarlam a, m es'ûl tu tm a.
Mel’un — A llâ h ’ın rahm etinden m ah­ M uallem — ö ğ retilm iş.
rum, lânetli. M uâm elât-ı beşeriyye — in s a n la r a r a ­
M emlûk — K öle, esir. sındaki m ünâsebetler.
Me’mûr edilm ek — V azifelendirilm ek. M uavenet — Y ardım ,
Me’mûrun-bita — Y apılm ası em redilen. Mûcib — G erektiren, sebeb.
Men’ — Y asak etm e, yaptırm am a. M u ftırât-ı selâse-i m a’lûm e — (O rucu)
M enâfiz-i tab iiyye — Tabii delikler, ta ­ bozucu olduğu bilinen üç şey.
biî g iriş yerleri. M ugayir — U ygun olm ayan, zıt.
Men&t-ı hiiknı — H üküm çıkarılacak M uhabbet — Sevgi, doğruluk.
yer. M uhaddis —■ P ey g am b erim iz H azret-i
Mendub — D ini em ir ve nehiylerden M uham m ed (S.A .) in söylediklerini,
olm ayıp ancak işlen m esi m akbul ve işlediklerini ve d av ra n ışla rın ı n ak l ve
iy i olan. riv â y e t eden, hadîs ilm i ile m eşgul
M enfez — Girecek v e y a geçecek yer, olan kim se.
delik (ağız, burun g ib i). M uhâl — O lm ası m ü m kün olm ayan şey.
Menhec — Yol, usûl, tertip. Muhfilif — A yrılm ış, ay k ırı, uym az, zıt,
Menkul — A ğızdan a ğ ıza g eçerek g e l­ k arşı.
miş. M u h arrer — Yazılm ış, yazılı.
Mensûh — H üküm süz bırakılm ış. M uhâsebe-i n efis — K işinin nefsiyle h e­
M enşe’ — B ir şeyin çık tığ ı yer. saplaşm ası.
Merbut — B ağlı. M uhassas — A yrılm ış.
M esâll — işler, çözülm esi lâzım olan M uhayyer — isted iğ in i seçm ekte se r­
işler. b est olan.

317
Muhâzi H izasında, denginde bulunan. Müceddid Y enileştiren, yenilik h a re ­
Muhil Bozan. k etlerin e girişen.
Muhit K aplayan, saran, çevreleyen. M iiceıred - - D iğer b ir şeyle k arışık
Muhkem — Sağlam . veya b erab er olm ayan, sırf, yalnız.
Muhtar — Seçilm iş, 6eçkin. Miirmel K ısa olup m ânâsı a n laşıla­
M uhtelefttn-fih — Ü stünde uyuşulam ı- m ayan. açık lan m ay a m u h tâc olan.
yan. M iiçtehld — Â yet ve hadislerde bildi-
Muhtevi — İçine alm ış. rilm iyen işlerin, kıyas yoluyla h ü ­
küm lerini çık aran din bilgini.
Mukadder — Cenâb-ı H akk'ın. olm adan
M üdâhale — K arışm a, a ra y a girm e.
evvel bir şeyin nasıl olacağın ı bilm esi.
Mttdevven — Bir a ra y a getirilip büyük
Mukadderat - Allah tarafından takdir
bir k ita p hâlinde düzenlenm iş.
olunm uş şeyler, alın yazısı.
M üesses — K urulm uş.
Mukavvi - - K uvvetlendirici.
MUessis — K urucu.
M ukayyet — K ayıtlı, şartla ra bağlı,
MUevvel — G örünürdeki m ân âd an b a ş­
bağlanm ış.
k a b ir m ân â ile açıklanan.
Mukim — Bir yerde oturan, m isâ fir o l­
M üfesser — A çıklanm ış.
mayan.
M üfredat — B ir b ü tü n ü m eydana g e ti­
Muktedir Gücü yeten.
ren şeylerin h er biri.
Muktedi — U yan. MUftâbih —■ H ak k ın d a fe tv â verilm iş
M uktezâ — Lâzım gelm e. olan, kendisiyle am el olunm ası g ere­
M uktezâ-yı ilm -i İlâhi — A llâh'ın bil­ ken hüküm .
gisinin gerektirdiği. Mühlik — Tehlikeli, m ahvedici, öldürü­
Murâd etm ek — İstem ek . cü.
Murakabe — Göz altında bulundurm a. MUkâşefe — A llah'ın zâtın a, s ıfa tla rın a
Mûtâd — A lışılm ış, her zam anki. ve şâ ir İlâhî sırla rın a vukuf.
M utazam mın — İçine alan. M ükellef — Vazifeli, b ir şeyin y ap ılm a­
Mu'teber İnanılır, makbul, güvenilir. sı kendisinden istenm iş ve bu işi y a p ­
Mutedil — ö lçü lü , ne pek az, ne de pek m ağ a m ecbur olan.
çok olup orta halde bulunm ak, denk M ülâhaza — îyice düşünm e.
olm ak. M tilâkat — Buluşm a, görüşm e, k a v u ş­
Mûtekid — Dînin söylediklerine inanan, ma.
imanlı. M ttm klnat — V arlığı, yokluğu k en d in ­
Mu’teriz — l ’tirâf eden. den olm ayan. V arlığı, yokluğu m üsâ-
Mu'teriz — l ’tira z eden, kabûl etm iyen. vî olan (A llah 'd an g a y ri b ü tü n v a r­
M u'tezile — Kaderi inkâr edip "kul e t ­ lık la r).
tiklerinin y aratıcısıd ır.” diyen ve A l­ M üm taz — B a şk aların d an ay rı ve ü s­
lah'ın sıfatların ı kadim sa y m a k ta tü n tu tu lm u ş, seçkin.
sünnet ehlinden ayrılan sap ık bir MUmteni — Olam az, im kânsız.
M üslüman fırk ası. M tlnâfî — U ygun olm ayan, zıt.
M utlak —- K ayıtsız, şartsız. M ü n âzara — K aaide ve usûl gereğince
M uttali’ — ö ğ ren m iş, haber alm ış. ta rtışm a , b ir konu üzerinde k a rşılık ­
M u ttasıl V asıflan m ış, v a u flı, s ıfa t­ lı o la ra k düşüncelerin söylenm esi.
lanm ış. M ünezzeh — Tem iz, k u su r ve n oksanı
Mu'tekad&t — İnanılan şeyler. olm ayan, hiçbir şeye m u h taç o lm a­
M uztar — Ç âresiz k alm ış, mecbur. yan.
MUbâhase — T artışm a. M ünkariz — B atm ış, bitm iş, m ahvol­
MUbrem — Lüzumlu, kaçınılm az, acele muş.
yap ılm ası gerekli. M iin k erât — D ia bakım ından y ap ılm a­
Mttc&z&t — Cezâ, cezalandırm ak. sı y asak edilen şeyler.

318
M ünkir — İn k â r eden. M ütezellilâne yalvarm ak Kulun A l­
Miintesib — In tisâ b etm iş, girm iş. lah katın d ak i aczini hissederek h a y â ­
MUnzel — indirilm iş. lı bir şekilde duâ etm esi.
M ürşid — Doğru yolu gösteren. N
M ürüvvet — insaniyet. N â fiz Sözü geçen, dinlenilen.
N âm - Ad, isim.
Müsebbib — Sebeb olan.
N âs in san lar, halk
M üstahak — H ak eden, hak etm iş.
N asib olm ak K ısm et olm ak.
M ttstabil — İm kânsız, olm ayacak şey.
N âsih — D eğiştiren , iptfti eyleyen.
M ustehab — Sevilen şey. R esûlu'llah N a ss — A yet, hadis, a n la tışta açıklık.
E fe n d im iz 'in s e v â b olduğunu bildirdi­ N âzım — D üzenleyen.
ği veyahut bâzan kendilerinin yapm ış N âzil — in m iş, İnen.
oldukları fiildir ki. fa rz ve vâcibin N a zm -ı celîl — P ek büyük, pek ulu
dışındaki sevablı iştir. m anzum eser. (K ur'ân-ı Kerim için
MUstelzim — G erektiren. k u llan ılır).
MUstemlr Sürekli, devamlı, arasız. N eca set — P islik.
MUstenedttn-ileyh — K endisine d a y a n ı­ N efh a — Ü fürm e.
lan, temel. N efsân i — N efisle ilgili, n efse âit.
Müstenid - Bir şeye dayanan, bir şe­ N eh iy — B ir şeyin yap ılm asın ı y asak
yin üzerine kurulm uş. etm e.
M üşerref — Şereflenm iş, değerli. N eseb — Soy.
Müşfik — Ş efkatle seven ve koruyan. N esih — Bir şeyi, ondan daha iyi bir
M üşrik — Cenâb-ı H a k k 'a o rta k koşan. şeyle hüküm süz bırakm a, d eğiştirm e.
M üştem ilât — T am am layıcı kısım lar, N eş’e t — D oğm u ş olm a, ileri gelm e,
bir şeye bağlı olan diğer şeyler. çıkm a.
M üteaddid — Birden fazla olan, sayılı. N ev â fil — N âfileler.
M üteallflk — Bir şeyin ilgili ve bağlı Nez&fet — T em izlik.
olduğu şey. N ezih — T em iz, pâk.
M üteallik — Bağlı, ilgili, âit. ilişik. N lsâb m ikdârı B ir m alın zek âtın ı
verm ek için o m alın erişm esi lâzım
M ütebasbıs — Y altaklanan.
g elen m ikdâr.
Mütec&viz — A şan, geçen.
N iy â z — Y alvarm a, yakarm a.
M ütefennin — F en sâhibi. kültü rlü .
N ukul — R ivâyetler.
M ütehassis — D uygulanan.
N u sra t — Yardım, (A lifth ın yard ım ı).
M ütehevvir — H iddet ve kızgınlıkla
N usûs — K ur’ân-ı K erim ’de v eya ha-
neticeyi düşünm eden saldıran.
dts-ı sahihde olan açık, aşik âr ifâ d e ­
M ütekaabil — K arşılıklı. ler.
Mütelevvin — K ararsız, dönek. N u sû s-ı m üevvele — Görünürdeki m â ­
Mütemayil iste k li gibi, ta r a f t a r gibi. nâsından fark lı bir m ânâ ile a ç ık la ­
MUtemeddin — Medenileşmiş, medeni nan nas, yân i â y et, hadis.
olan N übüvvet — P eygam berini.
MUten&hl — Sonlu, bitim li.
MUten&kız — B irbirini bozan, birbirine P
uym ayan.
Mlktereddid — K ararsız. P â y e — R ütbe, m ertebe.
M ütesâviyen — E şit olarak. P erestlş — T apınm a, pek çok sevme.
MUtevârls — Birinden diğerine kalan.
M ütevâtir — A ğızdan ağıza geçerek K
gelen. R abbena leke'I-ham d — E y Rabbim iz,
MUtevehhim — K uruntulu. övm em iz S an a m ahsustur.

319
ıtacı’ — Ait, ilgili. S em âv ât — Gökler.
Rev&tib — F a rz nam azlard an önce ve Sem ere — N etîce, sonuç.
sonra kılınan m üekket sünnetler. S em ia'llâhu liraen ham ideh Allah,
R ezzâk-ı âlem — D ünyâdaki canlıların ham d edeni işitir.
yiyeceğini, içeceğini veren Cenâb-ı S enâ — övm e.
H ak. S erdetm ek — T ertip li ve güzel b ir şe­
R ızâ — R azı olm ak, hoşnudluk. kilde söylem ek.
R iây e t — Saygı, hürm et.
Sevk — ile ri sürm e, götürm e, g önder­
R ûhâni — R uhla ilgili bulunan.
me.
ROhiyyûn — R uhun v arlığına inananlar.
S eyyâliyet — A kıcılık.
Rttkn — Istin ad g âh , dayanak. B ir b ü ­
tünün en ehem m iyetli ve sağ lam olan S ıfât-ı sübûtiyye — A llâh'ın zâ tın d a s a ­
kısım larının her biri. b it olan k em âl sıfa tla rı (H ay at, ilim
Rükn-i d â h ili — (N am azın) içindeki sıfa tla rı g ib i).
farzlar. S ıh h at-i tilâv e t — O kum ada doğruluk,
RUsvây — A yıpları m eydana çıkma, sağlam lık.
rezîl olma. Sıyâm — Oruç, oruç tu tm a.
S uhuf — S ay falar, y a p ra k la r (K üçük
S k ita p ).
Saf — Camide nam az k ılacak olanların Sû-i za n — K ötü düşünüş.
yanyana d u ra ra k m eydana g etird ik le­ S u k n t — Düşme.
ri sıranın h er biri, dizi. (N am azın ) sn k u tu — N am azın borç ol­
S afvet — Saf, a rı oluş. m a k ta n çıkm ası.
Sâik-ı İlâhi — İlâhî b ir rehber. SUlb — Soy, sülâle.
S âk ıt — Düşen, hüküm süz olan. Sun’ — Y apm a, y a ra tm a , eser.
S âk it — Sessiz, susm uş. Sun’-ı bedi’ — ö rn e ğ i ve benzeri olm a­
Salâh — İyileşm e, düzelme, b ir şeyin yan eser.
iyi ve istenilen şekilde bulunm ası. SUbhâne R abbiye’l-a ’lâ — Yüce Rabbi-
S alâ t — N am az. mi, y ak ışm ay an n o k san lık lard an u-
Sâlih — D indar, îm ân sâhlbi. za k la ştırırım .
Sâlik — B ir yol tu ta n , b ir örneğe uyan.
S übhâne R abbiye’l-azim — Çok büyük
Sâlim — Sağlam , sıhhatli. olan Rabbim i, kendisine lây ık o lm a­
S arâh a ten — A çık olarak.
yan b ü tü n n o k san lık lard an u z a k la ştı­
Savm — Oruç. rırım .
S avt — Ses.
SUbût — G erçekleşm e, m eydana çıkm a,
S ayha — H aykırış.
sâ b it olma.
Sebat — D urm a, engellerden yılm ıya-
Siiflî — A şağı, aşağılık.
ra k sonuna k a d a r b ir işe v ey a bir
SiilDk — G irm ek.
isteğe bağlı kalm a, sözünde durm a.
Sebeb-i nüzûl — İnm esinin sebebi.
Secde-i tilâ v e t — K u r'â n o k u r veya ş
okunurken secde ây etleri geldiğinde Şâm il — İçine alan, kap lay an , sa ra n .
yapılan secde.
Ş â rl’ — Ş e ria t k u ra n (A llâhu T eâlâ),
Seciyye — Y aradılış, huy.
A llâh'ın em irlerini, y asak la rın ı bildi­
Selef — ö n ce bulunan.
rene de m ecâz o la ra k ş â ri’ denir.
Sehven — Y anlışlıkla.
S ekerât-ı m evt — Can çekişm e. Ş ây ân — L âyık, yakışır.
Sekir — Sarhoşluk. Ş âyi’ — Y aygın.
Selbi s ıfa t — A llâh'ın şa n ın a y ak ışm a­ Ş ah âd etey n — Kelime-i şah ad et, y ân i
yan noksan sıfat. “E şhedü en lâ ilâhe iUâ'llah ve eş-

320
hedü enne M uhammeden abdühû ve T ahrim iyyeye m ahm ul — H aram a ya­
Resûlüh» sözleri. kın olm akla yorm a.
Şek — Şüphe T ahsis — B ir şeyi birisine ayırm a.
Şeni’ — Çirkin, kötü, ahlâk ve insan­ Tahşiye — N ot, b ir k itap veya yazının
lık dışı. anlaşılm ası için güç kısım larım açiK-
Şer — Kötülük, fenalık, y aram az şey, lay an yazıyı yazm a, derkenar, hâşiye.
hayırlı olm ayan şey. T aht-i n ez ârette bulundurm ak — Göz-
Şerit — İlâhî kanuna âit. önünde bulundurm ak.
Şer&it-i şâire — D iğer şa rtlar. Takdim — Öne geçirme.
Şerâyl’ — Ş erîatler, hükümler. T akdlr-i İlâhî — A llah'ın, b ir şey ol­
Ş eriat — Din yolu, Cenâb-ı H ak k ’ııı m adan evvel nasıl olacağım bilmesi.
k u lla n için koymuş olduğu dînî ve T ak riri sü n n et — Peygam berim izin,
dünyevî hüküm lerin toplam ıdır. Sahabelerinden birinin söylediğim
Şerik — O rtak. veyâhud işlediğini gördüğü halde onu
Ş iar — A lâm et, nişan. m enetm iyerek sü k û t buyurm aları.
Ş irk — A llah’a o rtak koşm ak, A llah’-
T akviye olunm uş — K uvvetlendirilm iş.
dan başka bir m a’bud olduğuna in an ­
T a’Um — ö ğ retm e.
mak.
T â k a t — Güç, kuvvet.
Ş urût — B ir şeyin m eydana gelm esi
için lâzım olan şeyler. T a k rir — K ararlaştırm a, bildirm e, an ­
Şiimûl — K aplam a, etra flıca içine al­ latm a, kabûl etme.
ma. T ak v â — A llah’ın azabından çekinerek
Şiiri» — İçm e. za rarlı şeylerden korunm a.
Şüruh — A çıklam alar, b ir yazının a n ­ T akviye — K uvvetlendirm e.
laşılm asını k olaylaştırm ak için orada T ârih-i edyân — D inler târihi.
geçen bâzı kelim e ve deyim leri açık­ T a rik — Yol.
lam akla m eydana getirilen eserler. T asadduk — S ad ak a verme.
Tasfiye — Temizleme, saf hâle g etir,
T me, süzme.
T asnif — Bölümlere, sın ıflara ayırm a.
T âa t — İbâdet, itâ a t, A llah’ın em irle­
T avazzuh — A çıklam a, aydınlanm a,
rini yerine getirm ek.
belli olma.
T aallûk — A lâkalı olmak, bir şeyin
başka bir şeyle ilgili olması. T a ’yin — Kesin belirtm e.
T aallûkat-ı ezellyye — Ezelde ta k d ir T azam m un — İçine alm a, ih tiv â etme.
edilmiş olm asiyle ilgili. T a ’zîm — Y üceltm ek, h ü rm et etm ek,
Taayyün — Belirme, belli olma. yüceliğini kabûl ve i’tirâ f etm ek.
T âbi’ — Bağlı. T âziye — Yeni ölen birinin yakınlarına
T a’dîl-1 erkân — N am azdaki belli te r­ acısını p ay laşır söz söyleme, tesellî
tip ve düzeni doğru olarak, hakkını etme.
vererek yapm ak. T eâru z — Bâzı şeylerin birbirlerlyle
Tafsil — B ir şeyi uzun ve etraflı bir uyuşm azlığı, çatışm a.
şekilde anlatm ak. T e a ttu f — D uygulanm a: acım a, esirge­
T ahakkuk etm ek — Gerçekleşmek. me, şe fk a t gösterm e, m erh am et e t­
Tahayyül — H ayalde canlandırm a. me, hüzün ve keder duyma.
Tahdîd — Sınırlandırm a. Teayyün — Belli olma, m eydana çık­
Tahlil — A çıklama, çözümleme. ma.
Tahınîd — El-H am dü İJİlâh demek. Tebeddül — Değişme.
T ahrif — D eğiştirm e, bozma. T eberruan — M ecbur olmadan, kendi
Tahrim en mekrfib — Harsıma yakıu arzusuyla verme.
olan mekruh. Tebdil — D eğiştirm e.

321
Teberrû’ — Bağış. Tem yiz — A yırdetm e, seçme.
T ebligat — U laştırm a. T enâkuz — İn san ın b ir sözünün öteki
Tebliğ etm ek — Bildirmek, eriştirm ek, sözüne uym am ası, çelişme.
yetiştirm ek. T enfir — N efret ettirm e.
Tecelli — Belirme, görünme, açıklan­ T envir — A ydınlatm a, nurlandırm a.
ma. Tenzih — Cenâb-ı H ak k ’ın b ütün eksik­
Tecellî etm ek — Y aratılan her şeyde liklerden beri olduğuna inanm a ve
A llah'ın esrâ r ve kudret eserlerinin bunu i’tirâ f etme.
görünmesi. Temzihen m ekruh — M übâha yakın
Tecessüd — Cesedlenme. m ekruh.
(Cenâzeyi) teçhiz — Cenaze İçin lâzım T erettü b etm ek — Gerekm ek.
olan şeyleri hazırlam ak. Tergîb — A rzu ettirm e, isteklendirm e.
Tecviz — Y apılm asında m ahzur, za rar heveslendirme.
görmeme. Tesâdüm — Çarpışm a.
Tedrici — Y avaş yavaş, a z a r azar. Tesâniid — D ayanışm a.
Tedvin — B ir a ra y a toplayarak te rtip ­ Te’sîs — K urm a, tem el atm a.
leme. Aynı m evzûa â it çalışm aları Teşehhüd — N am az ka'delerinde «E t-
toplayıp k itap hâline getirm e. tehiyyâtü> yü okuma.
Teessüs — K urulm a, temelleşme. T eşrih — B ir şeyin h er cihetini incele­
Tefessüh — Bozulma, çürüyüp dağıl­ yip açıklam a.
ma. T eşri’ eylem ek — Dînî em ir ve nehiy-
T efrik — A yırdetm e, ayırm a. leri bildirm ek, kanun yapm ak.
T efrit — Geri kalm a, azaltm a, kısm a. Teşvik — G ayrete getirm e, şevklendir-
Tehevvür — Kızgınlık, hiddet. me.
Teheyyüc — Heyecan, heyecanlanm a. Tevahhuş — Ü rkm e, korkm a.
Te’hir — Sonraya bırakm a. Tevfttür — Y alan üzerine birleşm ele­
Tehlil — «Lâ ilahe illa’Ilah» cümlesini ri aklen m üm kün olm ayan b ir top­
söyleme, okuma. luluğun verdikleri haber, ağızdan
Tehzîb — Düzeltme, iyileştirm e. ağ ıza geçip gelen.
Tekâlif-i şer’iyye — Dînî em irler, te k ­ Tevdi’ — E m ân et etme, teslim etme.
lifler. Teveccüh — Çevrilme, yöneltilme.
Tekâm ül — Olgunlaşma. Tevekkül — A llah'a boyun eğme, yapı­
T ekbîr — A llah’ın büyüklüğünü anm ak lacak işlerde her tedbîri ald ık tan son­
için söylenen «Allahu Ekber» sözü r a neticeyi A llah’dan bekleme.
Tekdir — Kederlendirme, azarlam a." Tevessü’ — Genişleme, yayılm a.
Tekemmül — Olgunlaşma, kem âle e r­ Tevfikan — U ygun olarak.
me. Tevhîd — B ir A llah'a inanm a.
T ekerrür — Bir daha olma, te k ra rla n ­ Tevhîd-i ulûhlyyet — Cenâb-ı H ak k ’ı
ma. birleme.
Tekmil — T am am lam a, bitirm e. Te’vîl — B ir sözü, an latm ak istediği
Tekzib — Y alanlam a. m ânâdan farklı bir şekilde açık la­
Telâkki etm ek — Almak. ma.
Telehhüf — Acınma. Tevlîd etm ek — D oğurm ak.
Televvün-I mizaç — Sözünde durm a­ Te’yîd — K uvvetlendirm e, sağlam laş­
m ak, kararsızlık, renksizlik. tırm a, doğrulam a.
Telezzüz — B ir şeyi ta tm a k ta zevk T ezâh ü rât — N üm ayiş, gösteriler.
bulma, tatlılanm a. Tezyin — Süsleme.
Telkin — Birisine bir şeyi iyice an la­ T ım er — B ir şeyin devâmı ve inkişâfı
tıp zihnine koym a, bir fik ri aşılam a. için lâzım gelen şeyi yapm ak, b ak ­
Tem âyüz — Kendini gösterm e, sivril­ mak.
me. Tim sâl — Resim, âlâm et, işâret.

322
Töhmet — Birine şüphe ile yüklenen V üsûk — İnanm a, güvenm e, i'tim âd
suç. etm e.
Tuğyan — Taşm a. Vüsûl — U laşm a, varm a.
VUcûb — V âcib olmak.
U Vücûh — T arzlar, yollar, UslAblar.
Uhrevt — A hiretle İlgili. Vtts’a t — Genişlik.
Ulfthlyyet — T anrılık, llâhlık.
lllftv — Y ükseklik. Y
Ulvî — (Mânevi ve fik rî şeyler h ak ­ Y aktn — K alben b ir şeyin sıh h at ve
kında) pek yüksek, pek büyük. h ak ik atin e inanıb tısla şüphe ve te-
Umde — Tem el fikir, dayanacak, i’tl- reddiid etmem e.
m âd edilecek şey, prensip.
U nsur — B ir bütünü m eydana getiren Z
parçalardan h e r biri.
Z abıta — T u tan , itâ a t zorunda b ıra­
Usûl-i âmme — B ütün insanların dü­
zeni, yolu. kan.
Usül-i mesâil — Mes’elelerin asıllan , Z âhir — Açık, anlaşılır, belirli, görü­
esasları. nen.
Zâid — Fazla.
Ü Zanıı-ı galib — D aha kuvvetli bir sanı.
Z âti sıfa tla r — A llah’ın zâtı ile berâ-
Ülfet — Alışma, alışıklık, b ir ş e y le d e­
ber d âim â var. olan kem âl sıfatları.
vamlı m ünâsebette bulunma.
Z ekâvet — İnce an lay ış hassası, zeki­
Ü lfet ettirm ek — A lıştırm ak.
lik.
Z erketm ek — V ücûdun dokuları a r a ­
V
sın a âletle sıvı sokm a işi, iğne y ap ­
Yâcib — Y apılm ası şer’an k a t’î derece­ ma.
de bir delil ile sâbit olm am akla be- Zevfiid — F a rz la r.
râb er her halde pek kuvvetli b ir delil Zevâl bulm ak — Yok olmak, yok ol­
ile sâbit bulunan şey. m ağa y ü z tu tm ak .
Vâcibü’l-vücüd — Yokluğu olm ayan Al- Z evât — Kişiler.
lahu Teâlâ. Zeyd-i m ukim — B ir yerde oturan, mi­
Vafcy — Allahu T eâlâ H azretlerinin, s a fir olm ıyan Zeyd.
dilediği hüküm leri, hak ik atleri pey­ Zıyâ’ — K aybolm ak, yok olm ak, m ah ­
gam berlerine bildirmesi. volmak.
Vârid — Gelen, erişen. Zilhicce — A rab i ay ların oniklncisi.
Vesâyâ-yı ahlâkiyye — A hlâki öğütler. Zuhfira gelm ek — M eydana gelmek.
Vasi — B ir yetim in veya akılca zayıf Zulm et — K aranlık.
ve h a s ta olan birinin malını idareye Zunûn — Şüpheler, tereddütler.
me’m ûr edilmiş kimse. ZUhd — Dinin y asak ettiğ i şeylerden
Vâsıl olmak — U laşm ak, varm ak. sakm ıp em irlerini y erin e getirm e.
Vaz’ etm ek — Koymak. Gayr-1 m eşrû' b ir sû re tte dünyâya
Vâ7.r — Koyan. tâlip olm aktan yüz çevirme.
Vecîbe — Borç, Dînin, ahlâkın yerine
getirilm esini istediği şey, vazife. N O T : B u lû g a tça onuncu b a sk ıy a
Veciz — K ısa ve hikm etli, anlatıcı. ilâve edilm iştir.
Veli — B ir çocuğun işlevine karışan, L ü gatçe M acide EMREM, T evfik ER-
onun hâlinden ve hareketinden so­ GUN, N erim an GÖKTÜRK tarafından
rum lu olan kimse. hazırlanm ış ve A ltın d ağ M üftüsü Y usuf
Velâyet-i kâm ile — K usursuz, m ükem ­ Z iya E R SA L tarafından kontrol edil­
mel b ir velilik. m iştir.

323

You might also like