Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 4

Yönelimsellik Kavramı

Yönelimsellik kavramını ilk defa ortaya koyan Franz Brentano olmuştur.


Brentano, öğrencisi Husserl’den önce yönelimsellik kavramını ondan daha farklı bir
biçimde tanımlayarak ele almıştır. “O, ilk olarak psikolojik fenomenlerin belirleyici bir
bileşeni olarak ünlü yönelimsellik teorisini geliştirmiştir.” (Spiegelberg, 2021: 88)
Brentano’ya göre, yönelimsellik nesnelerde objektif bir şekilde açığa çıkmaktadır. Diğer
bir deyişle yönelim, nesnelerde objektif olarak içkindir. Kısaca yönelim nesnenin
kendisindedir. Husserl açısından ise yönelimsellik daha farklıdır. O, bir nesneye doğru
olmalıdır ve bilinçte içkin olarak yer almaz. Husserl’e göre yönelimsellik ve nesne
birbirlerinden ayrı şeyler olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla Husserl, bu kavramı
fenomenolojik yöntem içerisinde geliştirmiştir. Onun tabiri ile yönelimin ve nesnenin
birbirinden ayrı olarak düşünülmesi söz konusudur. Çünkü gerçeklik Husserl’e göre
deneyimlerle açığa çıkar. Husserl, Brentano’yu deneyimleri ele almak noktasında
yönelimsellik kavramını eksik tanımladığı için eleştirir. Zaten Brentano’nun bu tutumu,
şöyle bir soruyu da doğurabilir: Eğer yönelimi ortaya çıkaran deneyimler değilse ve
yönelim nesnelerde içkinse, nesnelerin/fenomenlerin betimlemesi nasıl bir öz
betimlemesi olacaktır? Çünkü eğer yönelim, deneyimlerden uzaksa burada
yönelimsellik kavramı objelerde içkin olduğundan bir belirlenilmişlik varmış gibi
düşünülebilir. Belirlenilmişlik ise bir öz betimlemesinden ziyade kanıksanmış bir şeyin
tanımlamasıymış gibi anlaşılabilir. Böylesi bir tanım ise eidetik bir görüden uzak
olacaktır.

Yönelimsellik, Husserlci bakış açısıyla, tüm bunların yanında fenomenolojik


redüksiyon sürecinde ortaya çıkmalıdır. Yönelim, konu edilen nesneye doğru olmalı ve
saf bilinç noktasında bulunmayı hedeflemektedir. Husserl bu işlemi şu sözleriyle anlatır:
“Burada hala görülecek daha fazlası vardır, bana dönün, böylece tüm tarafları
görürsünüz, bakışınızın üzerimde göz gezdirmesine izin verin, bana daha da yakınlaşın,
beni açın, beni parçalara ayırın; bana tekrar ve tekrar bakmaya devam edin, tüm
yanlarımı görecek şekilde beni döndürün. Beni böyle, nasılsam öyle, tüm yüzeysel
niteliklerimle, tüm içsel duyusal niteliklerimle tanıyacaksınız.” (Zahavi, 2019:
22/Husserl’den aktarım.) Eğer Husserl’in sözleriyle nesnede görülecek daha fazlası
varsa, ilk bakışta her şeyi görmenin mümkün olmadığı sonucu elde edilebilir. Bir
nesneye yönelirken, onu kendisi olarak, olduğu gibi ve her açıdan algılayıp,
anlamlandırmak istiyorsak, bakışımız, fenomenolojik bir bakış olmalı, ona olabildiğince
yönelmeli ve nesnenin görünüşünün ötesine geçmelidir. Dolayısıyla yönelimsellik, bir
nesneye olan bakışın, her açıdan fakat dolaysız haliyle olduğu ve olması gerektiği bir
kavram olarak anlaşılabilir.

Yönelimsellik kavramı, günlük yaşamdan örnekler çerçevesinde


düşünüldüğünde hayatın içinde bir olay/olgu veya kavram hakkında verdiğimiz
hükümlerin aslında ne kadar yüzeysel ve doğal tavır kapsamında olduğunu görebiliriz.
Çünkü günlük hayat, adı üzerinde doğal bir şekilde sürdürdüğümüz ve hayatın dinamiği
içerisinde fenomenolojik bakışı düşünmediğimiz bir yoldur. Bu yol, akar gider ve bu
doğal bir akıştır. Dolayısıyla bizim, onun içindeki ilerleyişimiz de doğal bir şekilde
tezahür eder. Ancak bu doğallık, özlere ulaşmada engel olabilecek bir doğallıktır.
Doğallık dile getirildiğinde akıllara sanki bir şeyin olduğu gibi olduğu bir anlam
gelebilir. Ancak fenomenolojide doğallık/doğal tavır biçimi istenilen bir tavır değildir.
Çünkü bu felsefede ya da yöntemde doğal tavrın sonucundaki hükümler doğal olmayan
bir sonuç verecektir.

“Konstitüsyon tezahür ve imleme izin veren bir süreç, yani görünmek,


açımlanmak, açıkça dile getirilmek, kendini olduğu gibi göstermek için kurulan bir
süreç olarak anlaşılmalıdır.” (Zahavi, 2018: 120) Bu da bir nevi, kendini bir akışa
bırakmak gibi düşünülebilir. Çünkü akış, bir şeyin en doğal, en saf haline sürüklenmek
gibi bir süreçtir. Akışın önünde gereksiz engeller ve dış faktörler yer almaz. Buradaki
akış fenomenolojik bir akıştır. O, böylesi engeller karşısına çıksa bile, onları bertaraf
edebilecek güçtedir ve ne olursa olsun yolunu bulur.

“İster fiziksel ister ideal isterse de kültürel nesneler olsun çeşitli tipte
konstitüsyonlar arasındaki ayrımların farkında olmak önemlidir. Kültürel nesneler daha
yüksek seviyede bir yaratıcılığı ima eder.” (Zahavi, 2018: 121) Bu doğrultuda
nesnelerin çeşitliliği konstitüsyonların da çeşitliliği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla
konstitüsyon kavramı genel olmasının yanı sıra, spesifik olarak da her nesne açısından
ele alınmalıdır. Bunun yanında kültürel nesnelerin daha yüksek bir yaratıcılığı ima etme
tanımı üzerine de düşünülmelidir. Burada tam olarak ifade edilmek istenen nedir?
Aslında burada şöyle bir sonuç ortaya çıkabilir: sosyal, antropolojik, tinsel bir varlık
olan insan aynı zamanda kültürel bir varlıktır. Onun bu özelliği deneyimlerinin
anlamlandırılmasında önemlidir veyahut nesnelerin kendi bilincinde nasıl açığa çıktığını
etkilemektedir. Dikkat edilmesi gereken ise insan doğasının tamamıyla içinde
bulunduğu kültürel çevre tarafından gelişmiş olması değildir. Çünkü böyle
düşünüldüğünde fenomenolojik çizgide ilerlemekten uzaklaşmanın yanı sıra epokhe
yöntemi de göz ardı edilmiş olur. Fakat asıl anlatılmak istenen insanın deneyimlerinin,
olgular ve kavramların özünü anlamada ve onların tanımlanmasında etkili olduğunu
ifade etmektir. Kaldı ki Husserl de bunu yaşantı kavramı ile açıkça dile getirmekteydi.
Dolayısıyla kültürel bir varlık olan insanın üzerinde düşündüğü kavramlar ya da olgular
da kültürel bir nesne olarak ortaya çıkarak insanın kültürel olma özelliğinden nasibini
alırlar. Bu da yönelim halinde olan bilincin, içinde binbir çeşit yönelimselliği içerdiği
ifade edilebilir. Onun yaratıcılığı bu doğrultuda açığa çıkmaktadır. Diğer bir deyişle,
yönelinen nesneler, nesnenin türü dikkate alınarak incelenmelidir. Çünkü verili olana,
en saf biçimiyle erişmek ancak bu küçük yaratıcı imalar göz önüne alındığı sürece
hakkıyla gerçekleşecektir.

Husserl, tüm bunların yanında monad kavramını da yönelimsellik görüşleri


içerisinde kullanmaktadır. “Husserl’in monad kavramı yalnızca yönelimsel yaşamı
kapsamaz, aynı zamanda onun sayesinde kurulan nesneleri de kapsar.” (Zahavi, 2018:
122-123/Hua’dan aktarım.) Çünkü nesneler, Husserl’e göre onlara doğru bir yönelimin
gerçekleşmesiyle kurulmaktadır. Ona göre özne dünyasız değildir. Aksine dünyayı
deneyimleyen bir yaşamdır. “Dolayısıyla Husserl, konstitüsyonun-onunla iç içe geçen
konstitüsyonun yalnızca tek bir özne ve dünya arasındaki ilişki olmadığının, özneler
arası bir süreç olduğunun farkına varmıştı.” (Zahavi, 2018: 125) Fakat özneler arası
süreçten uzun uzadıya bahsetmek bu tezin kapsamı dışına çıkmak anlamına
geleceğinden dolayı, şimdilik Husserl’in özne-dünya ve özneler arasılık kavramlarının
üzerinde düşündüğünü bilmek yeterli olacaktır.

Husserl’de yönelimsellik, doğrudan bir nesnenin kendisine doğru olmaktadır.


Yani nesneye bütünüyle yaklaşabilmeyi gerektirir. Çünkü bir nesnenin, onu oluşturan
parçalarına yönelindiğinde, yalnızca onun bir kısmına işaret edilmiş olunacaktır. Bu da
bize nesnenin özünü değil, onun bir noktasını verecektir. Bu düşünce Platon’un bilgi
anlayışıyla da benzetilebilir. Bunun sebebi, Platon’a göre de bir kavramın özüne ve ne
olduğuna ulaşılmak istendiğinde, onun doğrudan kendisinin ne olduğunu sormak
gerekiyordu. Ona göre kavramın tek tek gösterilen biçimleri yalnızca onun örneklerini
ifade ediyordu. Oysa önemli olan, o kavramı bütüncül bir şekilde tanımlamaktı.
Dolayısıyla dünya içinde olgusal bir gerçekliği olan nesneye yönelen de veya tam aksi
soyut olan ve dış dünyada bir gerçekliğe tekabül etmeyen bir nesneye yönelen de yine
öznedir. Özne olmadan bir nesne düşünülemez. Daha açık bir deyişle nesne ancak bir
özne ile anlam kazanır. Nesnenin kendi başına fenomenolojik bir alanı olamaz. Onu,
fenomenolojik bir zemine oturtan öznedir. Daha doğrusu deneyimlemiş bir öznedir.

Bunun yanında şunu da ifade etmek gerekir; eğer söz konusu edilen şey arasında
algısal bir paralellik yoksa, yani söz konusu edilen fenomenin algısal karşılığı arasında
bir uygunluk bulunmuyorsa burada muhtemelen başka bir bilincin ona yönelimi söz
konusu olabilir. Daha açık bir söylemle, intensiyon doğrudan bizim saf bilincimize değil
fakat başkasının saf bilincine tekabül edebilir. Bu da başka bir öznenin algısı ile (ya da
deneyimi ile) o fenomene karşılık gelen bir uygunluk demektir. Dolayısıyla o fenomen,
onun için açık seçiktir. Fakat diğer öznenin algısına giremediğimiz ve onu
anlayamadığımız sürece fenomen ve onu karşılayan algının uygunluğu sonucunda bir
açık seçiklikten söz etmek mümkün olmayacaktır. Bu noktada şöyle bir söylemde
bulunulabilir: İntensiyonu karşılayan ve onu yoklayan algı bizim kendi algımızdır.
Dolayısıyla algımız ve ona karşılık gelen intensiyon arasında zaten bir uygunluk vardır.
Diğer bir deyişle bizim, kendimize özgü algılayış biçimimiz, kendi zihin dünyamız o
şeyi (fenomeni, intensiyonu, olguyu, kavramı) algılar ve bunun sonucunda onu evetler
ya da yok sayar. Buradaki evetleme ya da yok sayma yönelinen şeyi onaylamak veya
reddetmek değil onu nasıl algıladığımız ve anlamlandırdığımız olarak karşımıza çıkar. -
iyi, korkutucu, hüzünlü, kötü-

“Yönelimsel her tür deneyim, ister algı, hayal etme, arzulama, hatırlama vs
olsun, kendine özgü şekilde nesnesine yönelir.” (Zahavi, 2019: 27) Yönelim
denildiğinde ilk haliyle akıllara bir şeye doğru gidiş ya da ona doğru bir hareket etme
geldiğinden bu yönelimin kendine özgü oluşu ise nesnelere ya da fenomenlere verilen
anlamı ve algılayışı da doğrudan etkileyebilmektedir.

You might also like