Professional Documents
Culture Documents
Anton Cehov Dan Secme Hikayeler
Anton Cehov Dan Secme Hikayeler
1. Baskı 2009
2. Baskı 2016 (3000 Adet)
ISBN 978-975-11-3233-8
Ankara, 2016
Şaban ÖZÜDOĞRU
1963’te Çorum’da doğdu. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu(1986). Görevlendirildiği MEB
Film Radyo ve Televizyonla Eğitim Dairesi Başkanlığında radyolar için
eğitim amaçlı dramalar yazdı.
İlk makaleleri Türk Dili dergisinde yayımlandı. Aynı dergide hikâye ve
eleştiri yazıları yazdı. Dergâh, Türk Edebiyatı, Millî Eğitim dergilerinde
hikâyeleri yayımlandı. Yayın kurulu üyeliğini yürüttüğü Bilim ve Aklın
Aydınlığında Eğitim dergisinde, hikâye deneme, inceleme ve mülakatları,
Adam Öykü’de incelemeleri yer aldı. Evli ve üç çocuk babasıdır. Eğitim
Araçları ve Yayımlar Dairesi Başkanlığında eğitim uzmanı olarak
çalışmaktadır.
Hüzünlü Anlar Durağı (2005, hikâye) ve Gül Manzaralı Pencereler
(2006, hikâye) adlı iki kitabı mevcuttur.
İÇİNDEKİLER
t
ları için büyük bir değere sahiptir. Çehov, ailesi için şu değer-
lendirmeyi yapar: “Ailedeki bütün kardeşler başarılı oldular. Bizim
yeteneklerimiz babamızdan, ruh inceliğimiz ise annemizden gelir.”
Çehov, ilkokulu bitirdikten sonra Taganrog Lisesine gider. Klasik
bir eğitimin verildiği lisede çok parlak bir öğrenci değildir. Ancak
edebiyata büyük ilgi duyar ve çevresinde olup bitenleri eleştiren kısa
mizahi hikâyeler yazmayı dener.
EB .PTLPWB 5Q 'BLàMUFTçOF HçSFS #Fƾ ZMML FƭçUçNEFO
sonra mezun olarak hekimlik diploması alır. Tıp ögrencisi iken
Anton Çehonte imzasıyla birçok gazetede ve mizah dergisinde
IçLÉZFMFSçZBZNMBOSUFÎLBOçMLLçUBCOWF ZMMB-
rında yayımlanan kitapları izler. 1885’ten sonra mizahi hikâye tar-
zını azaltarak toplumun çeşitli katmanlarındaki insanların iç dün-
yalarını ve davranışlarının altında yatan ruh hâllerini eşsiz gözlem
gücüne dayanarak başarılı bir biçimde anlatır. Şöhreti duyulmaya
ve bütün Rusya’ya yayılmaya başlar. İlimler Akademisi tarafından
Puşkin Ödülüne layık görülür. Tiyatro eserleri kaleme alır. Martı,
Vanya Dayı, Üç Kız Kardeş ve Vişne Bahçesi gibi tiyatro eserleri
Moskova’nın tiyatro sahnelerinde oynanır. Önceleri yadırganan
bu eserler sonradan büyük başarılar kazanır. Bugün, Çehov’un ti-
yatroya yeni bir anlatım getirdiği ve bu alanda çığır açtığı kabul
edilmektedir.
Yazar, 1904’te kırk dört yaşında ve sanatının en olgun çağında,
belki daha birçok güzel eser verecek yaşta, o zamanlar için tehlikeli
bir hastalık olan veremden ölür.
***
Şaban ÖZÜDOĞRU
t
Gündüz uşakların mutfağında yatar, yahut da aşçı kadınlar-
la şakalaşırdı. Gece oldu mu, geniş kaputunu giyip konağın
etrafında gezer, sopasıyla sesler çıkarırdı. Peşi sıra, başları ön-
lerinde, ihtiyar Kaştanka ile Viyun gelirlerdi. Viyun’un tüy-
leri siyah, vücudu uzundu; pek terbiyeli ve uysal görünürdü.
Herkese, yabancılara bile, aynı tatlılıkla baktığı hâlde pek
sevilmezdi. Çünkü onun bu sakin, terbiyeli tavırları altında
şeytanca bir sinsilik gizleniyordu. Bir kimsenin arkasından
sinsice yaklaşıp ayağını ısırmak, kilere girmek veya köylünün
tavuğunu çalmak gibi işleri becermekte eşi benzeri yoktu.
Onu, hem de bir defa değil, birkaç defa asmışlardı. Her hafta
yarı ölü bir hâle gelinceye kadar sopa atarlardı. Ama gene de
dirilir, kalkardı.
Şimdi dedesi herhâlde büyük kapının önünde durmuş,
gözlerini kısıp köy kilisesinin parlak kırmızı pencerelerine
bakıyor, soğuktan, olduğu yerde tepiniyordur. Sopası ke-
merine bağlıdır. Ellerini oğuşturur, soğuktan büzülür, ihtiyar
sesiyle gevrek gevrek gülerek kâh hizmetçiyi kâh aşçı kadını
çimdikliyordur. Kadınlara enfiye kutusunu uzatarak:
‒ Biraz enfiye çekmez misiniz, diyor.
Kadınlar da enfiye çekiyor ve aksırıyorlar. Dede anla-
tılmaz bir sevince kapılarak neşeli kahkahalarla gülüyor:
‒ Sümüklerin dondu, hadi sil burnunu, diye bağırıyor.
Köpeklere de enfiye koklatılıyor. Kaştanka aksırıyor, ba-
şını çevirip güceniklikle uzaklaşıyor. Viyun ise saygılı olduğu
için aksırıyor, kuyruğunu sallıyor. Gece öyle güzel ki hava
sakin, şeffaf, serin. Ortalık karanlık ama beyaz damlalarıyla,
t
‒ Arabacı, Viborg tarafına, diye bir ses işitti. Arabacı. Şa-
şırdı. Karla birbirine yapışan kirpikleri arasında, kaputla ku-
kuleta giymiş bir subay gördü. Subay:
‒ Viborg tarafına, diye tekrarladı. Uyuyor musun, nedir?
Viborg’a!
İona, kabul işareti olarak dizginleri çekti. Bu çekişle atın
dizginleri üzerindeki ve sırtındaki karlar, alçı parçaları hâlinde
düştü. Subay, kızağa oturdu. Arabacı, dudaklarını şapırdatıp,
boynunu, kuğu gibi uzatarak yerinden kalkar gibi davrandı.
Yılların alışkanlığı ile kamçısını salladı. Beygir de boynunu
uzatıp sopa biçimindeki ayaklarını büktü. Kararsız kararsız
yerinden kımıldadı. Çok geçmeden, aşağı yukarı gidip gelen
karartılardan sesler işitildi:
‒ Nereye gidiyorsun ulan? Şeytan mı dürttü seni. Sağa al,
sağa!
Kızaktaki subay kızarak:
‒ Sen daha kızak sürmesini bilmiyorsun, sağa gitsene,
dedi.
Bir karose arabacısı küfretti. Sokağı koşa koşa geçerken
omzuyla atın ağzına çarpan bir yolcu, İona’ya öfkeli öfkeli
baktı. Sonra kolundan karları silkti. İona, yerinde sanki iğne
üzerinde oturuyormuş gibi kımıldayarak dirseklerini geniş
geniş açtı. Sanki nerede olduğunu, niçin burada olduğunu
anlamıyormuş gibi gözlerini fırıl fırıl döndürdü. Subay alaylı
alaylı:
‒ Hepsi de ne aşağılık herifler değil mi? Sanki seninle çar-
pışmaya yahut atın altına düşmeye gayret ediyorlar. Birbiriy-
le sözleşmişler gibi, öyle değil mi?
t
Gerçi benim amirim değil, yabancı ama ne de olsa hoş bir
şey değil. Özür dilemeliyim.
Çerviakov, öksürdü, gövdesini biraz ileri doğru verdi, ge-
neralin kulağına:
‒ Af buyurun efendimiz, diye fısıldadı, üstünüzü başınızı
berbat ettim. İstemeyerek oldu.
‒ Zararı yok, zararı yok.
‒ Allah rızası için af buyurun ama ben böyle olmasını
istemezdim.
‒ Fakat oturunuz rica ederim. Bırakın da dinleyeyim.
Çerviakov utandı, alık alık sırıttı, sahneye bakmaya baş-
ladı. Tiyatroyu seyrediyor ama zevk duymuyordu. İçini bir
kurt kemirmeye başlamıştı. Perde arasında Brizjalov’a yak-
laştı, yanı başından yürüdü, ürkekliğini yenerek mırıldandı:
‒ Efendimiz, üstünüzü başınızı berbat ettim. Af buyurun
Hâlbuki ben hiç de böyle olmasını istemiyordum.
General:
‒ Yeter artık canım, ben onu unutmuştum bile, hâlbuki
siz boyuna tekrarlayıp duruyorsunuz, diye söylendi. Alt du-
dağını da hızlı hızlı oynatmaya başladı.
Çerviakov, şüpheli şüpheli generale bakarak: “Unutmuş
ama gözleri hain hain bakıyor, konuşmak bile istemiyor, diye
düşündü. Bunun bir tabiat kanunu olduğunu kendisine an-
latmalı idim. Yoksa herif tükürmek istediğimi sanabilir. Şim-
di sanmasa bile sonra sanabilir.”
Çerviakov evine gelince ettiği kabalığı karısına anlattı.
Karısı, görünüşe göre olup biteni pek de umursamadı. Yalnız
t
‒ Ben, dört, beş defa sana gelmeye niyetlendim ama
bir türlü vaktim olmadı. İşim başımdan aşkın. Hoş, söyle-
diklerim de doğru değil ya. Boyuna yalan söylüyorum. Sen
bana inanma Borinka. Salı günü on rubleyi veririm dedim
ya, inanma. Tek bir sözüme bile inanma. Hiçbir işim yok.
Yalnız haylazlık, sarhoşluk. Sonra bu kılıkla sokağa çıkmak
da ayıp oluyor. Sen Borinka, affet beni. İki, üç defa küçük
kızı gönderip senden para istedim. Acıklı mektuplara inan-
ma, hep yalan söylüyorum. Seni soymaktan da sıkılmıyor de-
ğilim kuzucuğum. Biliyorum, sen de iki ucunu bir araya zor
getiriyor, zeytin ekmek yiyorsun ama şu yüzsüzlüğümle ne
yapayım. Öyle yüzsüzüm ki eşim benzerim yoktur. Affet beni
Borinka, sana gerçeği apaçık söylüyorum, çünkü şu melek
yüzüne içim sızlamadan bakamıyorum.
Bir dakika sessizlik içinde geçti. İhtiyar, derin derin göğüs
geçirdi, sonra:
‒ Bana bir bira ikram etsene kuzum, dedi.
Oğlu dışarıya çıktı. Kapı arkasında tekrar fısıldaşmalar
işitildi. Biraz sonra birayı getirdikleri zaman ihtiyar, şişeyi
görünce canlandı, edasını tamamıyla değiştirdi. Gözlerini
faltaşı gibi açarak:
‒ Demin yarışlara gitmiştim, dedi. Üç kişiydik. Şust-
ra üzerine üç ruble koyduk. Allah’a şükür şu Şustra’ya. Bir
rubleye otuz iki ruble verdi. Ne yapayım kardeşim, yarışta
oynamadan edemem. Hem de kibarca bir zevktir. Bizim ha-
tuncuk, yarışlara her gidişimde bana adamakıllı çıkışır ama
gene giderim. Ne yapayım, heves bu.
t
tavana kaldırdı. Yerlerini iyice gözünde canlandıramadığı
için yeleğinin üzerinden üst kaburga kemiklerini yakalamaya
başladı.
‒ Bu kemikler, piyano tuşlarına benzer. Hesabı şaşır-
mamak için mutlaka alışmak lazım. İskelet üzerinde, ayrıca
da canlı bir insan üzerinde bu işi incelemeli. Baksana Anüta,
hele gel biraz, yerini bulalım.
Anüta, işlemeyi bıraktı, bluzunu çıkardı. Ayakta dimdik
durdu. Kloçkov karşısına oturdu, kaşlarını çattı, göğüs ke-
miklerini saymaya başladı:
‒ Hım. İlk kaburga bulunamıyor. Köprücük kemiğinin
arkasında. Şu ikinci kaburga olacak. Bu üçüncü, bu da dör-
düncü. Hım. Güzel.
‒ Neye böyle ürperiyorsun?
‒ Parmaklarınız soğuk da.
‒ Bir şey olmaz canım. Ölecek değilsin ya. Kımıldamadan
dur. Demek bu üçüncü kaburga, bu da dördüncü. Pek zayıf
görünüyorsun ama kemiklerin zor ele geliyor. Bu ikinci. Bu
üçüncü. Hayır, karıştırıyor insan. Açıkça gözünde canlandı-
ramıyor. Kemikleri çizmek lazım. Kömür nerede, kömür?
Kloçkov, kömür parçasını aldı. Anüta’nın göğsünün üze-
rindeki kemiklerin hizasına birkaç paralel çizgi çizdi:
‒ Mükemmel. Şimdi her şey gözümün önünde. Artık
vurmakla muayene edebilirim. Hadi kalk bakalım.
Anüta ayağa kalktı, çenesini kaldırdı. Kloçkov muayeneye
başladı. Bu işe öylesine daldı ki Anüta’nın soğuktan mosmor ke-
silen dudaklarını, burnunu, parmaklarını bile fark etmiyordu.
t
‒ Hayır, imkânı yok, diye mırıldandı. Ben, köy öğ-
retmeniyim, isterseniz belgelerimi de gösterebilirim.
‒ Yalan söylemeyin. Talebe olduğunuzu iddia ediyordunuz.
Hatta niçin kovulduğunuzu da anlatmıştınız. Hatırladınız
mı?
Skvortsov, öfke ve tiksintiyle yırtık pırtık elbiseli adamın
yanından çekildi.
Kızgın kızgın:
‒ Bu alçaklıktır sayın bay, diye bağırdı. Sizi polise teslim
ederim. Allah cezanızı versin. Yoksul, aç olabilirsiniz ama bu
size saygısızca, vicdansızca yalan söylemek hakkını vermez.
Yırtık elbiseli adam, kapı tokmağını tuttu, suç üstünde
yakalanan bir hırsız gibi şaşkın şaşkın evin taşlığına baktı.
‒ Ben... Ben yalan söylemiyorum. diye kekeledi. Belgele-
rimi gösterebilirim.
Skvortsov, kızmaya devam ederek:
‒ Kim size inanır, dedi. Toplumun köy öğretmenlerine,
talebelere karşı duyduğu sevgiyi kötüye kullanmak kadar al-
çakça, bayağıca, iğrenç, pis bir şey düşünemiyorum. Ayıptır.
Skvortsov köpürmüştü. Dilenciyi hiç acımadan haşladı.
Bu serseri, saygısızca yalanlarıyla onda tiksinti, nefret uyan-
dırmıştı. O kadar değer verdiği iyilikseverlik duygularına,
içli kalbine, bahtsızlara acıma duygularına, hakaret etmişti.
Bu ahlaksız adam, yalan söyleyip merhametine saldırmakla
yoksullara vermeyi sevdiği sadakayı kirletmişti. Serseri, önce
kendisini savunmaya çalıştı, yemin etti ama sonra sustu,
utancından başını yere eğdi.
t
köpeği de arka ayaklarından yakalıyor. Gene köpek sesi ve
birisinin: “Bırakma!” diye bağırdığı duyuluyor. Dükkânların
kapılarından satıcıların yarı uykulu yüzleri görünüyor. Biraz
sonra da odun deposunun çevresinde bir anda, yerden bitmiş
gibi bir kalabalık toplanıyor.
Polis:
‒ Galiba bir vukuat var, bay komiser, diyor.
Oçumelov, sola yarım çark edip kalabalığın toplandığı
yere doğru ilerliyor. Odun deposunun kapısının tam yanında
biraz önce tarif edilen yelek düğmeleri çözük adamın ayakta
durduğunu, sağ elini havaya kaldırarak kanlı parmağını ora-
da toplanan halka teşhir ettiğini görüyor. Yarı sarhoş yüzün-
de: “Sabret, ben sana şimdi gösteririm kahpe!” diyen bir ifade
var. Zaten kanlı parmağı da bir zafer bayrağını andırıyordu.
Oçumelov, bu adamın kuyumcu Hıryukin olduğunu gö-
rüyor. Kalabalığın ortasında, ayaklarını iki yana açarak bütün
vücuduyla titreyen, bu vukuatın asıl sorumlusu, beyaz tüylü,
sivri burunlu, sırtı sarı sarı benekli bir tazı yavrusu yerde otu-
ruyor. Hayvancağızın üzgün gözlerinde ümitsizlikle karışık
dehşet okunuyor.
Oçumelov, kalabalığı yararak:
‒ Buraya niçin toplandınız, diye soruyor. Neye top-
landınız? Senin parmağına ne oldu?.. Kimdi o bağıran?
Hıryukin, avcunun içine öksürerek:
‒ Gidiyordum, bay komiser; şöyle kenardan, hiç kimse-
ye dokunmadan, diye anlatmaya başlıyor. Mitriy Mtiriç’le
odundan falan konuşacaktık. Birdenbire bu alçak, durup du-
t
İvaniç elinden geleni esirgemez. Bağırır, çağırır, tepinir ama
yine de elinden geleni yapar. İyi bir beyefendidir, naziktir.
Neme lazım, Allah sağlık versin ona. Biz varır varmaz odasın-
dan fırlar, sövüp saymaya başlar. “Nasıl? Bu ne demek?” diye
bağırır. “Ne diye vaktinde gelmedin? Ben her Allah’ın günü
bir köpek gibi siz iblislerle mi uğraşıp duracağım? Ne diye
sabahleyin gelmedin? Defol! Gözüm görmesin seni. Yarın gel
” Ben de: “Sayın Doktor Pavel İvaniç, pek sayın asil bayım!”
derim. Hay Allah cezanı versin senin at gibi, haydi yürü iblis
De-e-eh!
Tornacı, atını kırbaçladı ve karısına bakmadan mırıl-
danmaya devam etti:
‒ “Sayın Bayım, istavroz üzerine yemin ederim ki tan yeri
ağarırken yola çıktım. Ama Tanrı gazaba gelip böyle bir kar
tipisi gönderirse insan nasıl vaktinde gelir? Daha cins bir at
bile bu havada yola çıkmaz, benimki ise görüyorsunuz, at
değil, yüz karası ” Pavel İvaniç, kaşlarını çatar, bağırır: “Bili-
rim sizi ben, bilirim Her zaman bir sebep uyduruyorsunuz.
Sen yok musun Girşka, ne mal olduğunu çoktan öğrendim.
Herhâlde yolda beş altı defa durup meyhaneye uğramışsın-
dır.” Ben de derim ki: “Pek asil bayım, cani miyim ben, din-
siz miyim? Nerede ise Allah’a ruhunu teslim edecek. Böyle
iken ben meyhanelere mi koşacağım? Allah saklasın, ne di-
yorsunuz efendim? Bu meyhanelerin Allah belasını versin.”
O zaman Pavel İvaniç seni hastaneye almalarını emreder. Ben
de ayağına kapanırım. “Pavel İvaniç, asil bayım, size candan
teşekkür ederiz. Köylüyüz, aklımız ermez. Kusurumuza bak-
mayın. Dayak atmalı bize, dayak!.. Sizse bizimle uğraşmaktan,
t
bir adam girdi. Sırtında arabacı elbisesi, başında tavus tüylü
bir şapka, yüzünde de maske vardı. Onun arkasından gene
maskeli iki bayan, elinde tepsi bulunan bir garson içeri gir-
diler. Tepside kursaklı bir likör şişesi, üç şişe kırmızı şarapla
birkaç kadeh vardı.
Erkek:
‒ Buraya gelin. Burası daha serin, dedi. Tepsiyi masaya
koy. Oturun, bayanlar Je vous prie â la trimontran. Siz de bay-
lar, biraz öteye çekilin. Şimdi okumanın sırası değil.
Erkek, durduğu yerde şöyle bir sallandı, dergilerden bir-
kaçını masanın üstünden yere süpürdü.
‒ Buraya koy. Siz de okuyan beyler, biraz öteye; ga-
zetelerle, siyasetle uğraşmanın sırası değil. Bırakın
Okumuşlardan biri, gözlüklerinin altından maskeliye bakarak:
‒ Biraz yavaş konuşmanızı rica ederim, dedi. Burası büfe
değil, okuma salonudur. Burada içki içilmez
‒ Neden içilmezmiş? Masa mı sallanıyor, yoksa tavan mı
çöker? Acayip ama fazla konuşacak vakit yok! Gazeteleri bı-
rakın. Biraz okudunuz ya, yeter; böyle de çok akıllısınız, hem
de gözlerinizi bozarsınız ama her şeyden önemlisi ben istemi-
yorum, işte o kadar
Garson, tepsiyi masaya koydu, peçeteyi koluna asarak
kapının yanında durdu. Bayanlar, hemen kırmızı şaraptan
içmeye başladılar.
Tavus tüylü adam:
‒ Gazeteleri bu içkilere tercih eden böyle akıllı insanlar da
varmış, şaşılacak şey doğrusu, diyerek kadehine likör doldurdu.
t
‒ İvan Nikolayiç mi?
‒ Ta kendisi. Nasıl sağ mı? Öldü mü?
‒ Allah’a şükür sağ. Şimdi noterlik ediyorlar. Çok iyi ya-
şıyorlar, Kirpiçniy Sokağı’nda iki evleri var. Geçenlerde kız-
larını evlendirdiler.
Uzelkov, odasında bir aşağı bir yukarı dolaştı; biraz dü-
şündü, can sıkıntısından Şapkin’i görmeye karar verdi. Otel-
den çıkıp yavaş adımlarla Kirpiçniy Sokağı’na doğru yürüdü-
ğü zaman öğle olmuştu. Şapkin’i dairesinde buldu, güçlükle
tanıyabildi. Bir zamanlar güzel yapılı, kurnaz bir avukat olan,
azametli, saygısız, hep sarhoş gezen, yüzünden ayyaşlık akan
Şapkin, şimdi alçakgönüllü, ak saçlı, zayıf vücutlu bir ihtiya-
ra dönmüştü.
Uzelkov:
‒ Beni tanıyamadınız galiba, unutmuşsunuzdur, diye söze
başladı. Ben sizin eski müşterilerinizden Uzelkov’um.
Şapkin hemen hatırladı, tanıdı, şaşırdı. Hayret sesleri, so-
rular, hatıralar yağmaya başladı.
Şapkin, heyecanlanarak:
‒ Doğrusu hiç beklemiyordum Hiç ummuyordum diye
mırıldanıyordu. Ne ikram edeyim? Şampanya mı istersiniz?
İstiridye mi? Aziz dostum, vaktiyle sizden o kadar çok para
çektim ki şimdi ne sunacağımı bilmiyorum.
Uzelkov:
‒ Hiç rahatsız olmayın, dedi. Vaktim dar. Şimdi me-
zarlığa giderek kiliseyi gözden geçirmek zorundayım. Sipariş
aldım da.
t
‒ Gene mi hazırlamamış, diyerek odaya giriyor. Gene mi?
Niçin çalışmıyorsun? Ah, seni domuz seni!.. İnanır mısınız Ye-
gor Alekseyiç? Dün de sopa attım.
Udodov, içini çektikten sonra oğlunun yanına oturuyor,
Küner’in yıpranmış “Latince Dersleri” kitabını karıştırmaya
koyuluyor. Ziberov, Petya’yı babasının önünde sınamaya baş-
lıyor. Oğlunun ne kadar ahmak olduğunu varsın ahmak baba
da öğrensin; lise öğrencisi, sınamak hırsına kapılıyor. Şimdi
o, bu küçük, kırmızı yanaklı, kalın kafalı Petya’dan nefret
ediyor, onu dövmek isteğiyle kıvranıyor. Çocuk rastgele doğ-
ru cevap verdiği zaman da bir çeşit öfke duyuyor çünkü bu
Petya haylazından bıktığı kadar hiç kimseden bıkmamıştır.
‒ İkinci mastarı bile bilmiyorsunuz. Birinciyi de bil-
miyorsunuz ya... Derslerinize nasıl çalıştığınızı görüyorsu-
nuz? Peki, söyleyin, bakayım, meus filius’un i’li hâli nasıldır?
‒ Meus filius’un mu? Meus filius’un i’li hâli şeydir…
Şey…
Petya, uzun müddet tavana bakıyor, uzun uzadıya du-
daklarını kıpırdatıyor ama cevap veremiyor.
‒ Dea’nın çoğulu nasıldır?
Petya, örse vurur gibi, duraksamadan cevap veriyor:
‒ Deabus, filiabus...
İhtiyar Udodov takdirle başını sallıyor. Doğru cevap bek-
lemeyen lise öğrencisi öfkeleniyor.
‒ İ’li hâl abus’un daha hangi adları vardır?
Meğer “anima-ruh”un dahi i’li hâl abus’u varmış ki
Küner’in kitabında bu yoktur.
t
‒ Aziz dostum, dedi. Hiç beklemiyordum. Ne hoş raslan-
tı! Dur, sana şöyle bir bakayım. Hep eskisi gibi güzel, yakı-
şıklı! Hep o incelik, hep o şıklık! Ah, ya Rabbi! E, nasılsın?
Zengin misin? Görüyorsun, ben evliyim. Bu, benim karım
Luiza. Aslına bakarsan Wanzenbach soyundandır. Lüterci.
Bu da oğlum, Nafanail, lise üçüncü sınıf öğrencisi. Nafanail,
bu benim çocukluk arkadaşım. Lisede beraber okumuştuk.
Nafanil, biraz düşündü, sonra şapkasını çıkardı.
Zayıf:
‒ Lisede beraber okuduk, diye devam etti. Hatırlıyor mu-
sun, seninle nasıl alay ederlerdi? Resmî okul kitabını sigara ile
yaktığından seninle Herostrat, diye alay ederlerdi. Ben de ara
bozmayı sevdiğimden, Ephialt adını takmışlardı. Ha-ha-ha.
Çocukluk!.. Korkma Nafanail. Onun yanına sokul. Bu da
karım, aslına bakarsan Wanzenbach. Lüterci.
Nafanail, biraz düşündükten sonra babasının arkasına
saklandı.
Şişman, sevinç dolu gözlerle dostuna bakarak:
‒ E, nasıl yaşıyorsun, dostum, dedi. Nerede çalışıyorsun?
Rütben ne?
‒ Memurum, azizim. İki yıldır denetçiyim. Stanislav ma-
dalyam var. Aldığımız aylık az ama her neyse... Karım musiki
dersleri veriyor. Ben, ağaçtan tabaklar yapıyorum. Çok gü-
zel tabaklar. Tanesini birer rubleye satıyorum. On tane veya
daha fazla alan olursa, anlıyor musun, indirim yapıyorum.
Şöyle böyle geçinip gidiyoruz. Bakanlıkta çalışıyordum. Şim-
di buraya aktarıldım kısım amiri olarak. Burada çalışacağım.
t
‒ Ben de sana bir iş için gelmiştim aziz dostum, dedi. He-
men giyin de gidelim. Bizimkilerden birisi öldü. Şimdi öbür
dünyaya yolcu ediyoruz. Bunun için aziz dostum, vedaname
yerine geçecek saçma bir şeyler söylemek gerek. Bütün ümi-
dimiz sende. Küçük memurlardan biri ölseydi seni rahatsız
etmezdik ama ölen koskoca bir başkâtip. Bir çeşit kalem sul-
tanı. Böyle bir adamı söylevsiz gömmek yakışık almaz.
Zapoykin esnedi:
‒ Ha, başkâtip Şu ayyaş herif, değil mi?
‒ Evet, ayyaş. Törenden sonra gözleme ile meze de ola-
cak. üstelik araba parası alırsın. Haydi, canımın içi, gidelim
Mezarı başında şöyle Çiçeron vari bir şeyler, öyle makbule
geçer ki!
Zapoykin bu teklifi seve seve kabul etti. Saçlarını ka-
rıştırdı, yüzüne hüzünlü bir ifade vererek Poplavskiy ile bir-
likte sokağa çıktı.
Arabaya bindikleri sırada:
‒ Sizin başkâtibi çok iyi tanıyorum, dedi. Allah rahmet
eylesin, eşine az rastlanır madrabaz ve keratalardandı.
‒ Ama Grişa, ölülere sövmek günahtır.
‒ Orası öyle, aut mortuis nihil bene, ama ne olursa olsun,
dolandırıcının biriydi o.
İki ahbap, cenaze alayına yetişip katıldılar. Ölüyü çok ya-
vaş götürüyorlardı. Bunu fırsat bilen ahbaplar, yolda rasta-
dıkları meyhanelere uğrayarak ölünün ruhunun dinlenmesi
için birkaç kadeh yuvarladılar.
Mezarlıkta ayrıca gömme duası okundu. Ölünün kayın
t
kaşlı, dümdüz saçları, kıpkırmızı elleri, yüzünün iradesi basit
ev sahibi hanımefendi Fedosya Vasilyevna, Maşenka’nın ma-
sasının önünde duruyor, çantasından çıkardığı yün çilelerini,
kâğıt tomarlarını, geri koyuyordu. Herhâlde mürebbiyenin
böyle ansızın gelişi onun için hiç beklenmeyen bir şey olmalı
ki başını çevirip onun sapsarı kesilmiş, hayretler içindeki yü-
zünü görünce biraz şaşırdı:
‒ Pardon, diye mırıldandı. Dikkatsizlikle kolum çarptı...
Döküldü.
Bunları söyledikten sonra Madam Kuşkina kuşağını hı-
şırdatarak odadan çıktı. Maşenka, şaşkın şaşkın odasına bir
göz attı. Olup bitenlerden bir şey anlamıyor, ne düşünülmesi
gerektiğini kestiremiyordu. Omuzlarını silkti ama korkudan
da vücudu buz kesildi. Fedosya Vasilyevna, el çantasında ne
arıyordu. Gerçekten kolunu çarpıp dökmüşse niye özür dile-
mişti? Nikolay Sergeviç niye odasından öyle kıpkırmızı, he-
yecanlı fırladı? Niye masasının bir gözü hafifçe aralık? Onar
kapiklikleriyle pullarını koyduğu kumbara açıktı. Kumbarayı
açtılar ama kilidi çizilmiş olmasına rağmen tekrar kapayama-
dılar. Kitap rafı, masanın üstü, yatak, her şey bir araştırmanın
taze izlerini taşıyordu. Çamaşır sepetinde de bu izler vardı.
Gerçi çamaşır iyi katlanmıştı ama Maşenka onu evinden
böyle getirmemişti ki... Demek ki bir araştırma yapılmıştı
ama niçin?
Hangi sebeple? Ne oldu? Maşenka, kapıcıbaşının heyeca-
nını, evde hâlâ devam eden telaşı, ağlayan hizmetçiyi dü-
şündü. Acaba bütün bunlar, odasında yapılan araştırma ile
alakalı mıydı? Adı, korkunç bir işe mi karıştı? Maşenka
t
‒ Müsaade edin, siz ne polissiniz ne de muhtar. Halkı
dağıtmak sizin vazifeniz mi?
Salonun her köşesinden:
‒ Görevi değil, görevi değil, sesleri işitilir. Ondan bize
rahat yok. On beş yıldır çekmediğimiz kalmadı. Askerden
döndü döneli. Köyden kaçıp gitsek daha iyi. Herkesi bıktır-
dı, usandırdı.
Şahit olarak dinlenen muhtar:
‒ Doğrudur, sayın yargıç, dedi. Bütün köy halkı şikâyetçi.
Onunla yaşamak imkânsız. Kutsal resimlerle bir tören yapa-
rız, bir düğün yahut herhangi başka bir iş olur; her yerde
bağırır çağırır, gürültü çıkarır, ortaya nizamlar atar, çocuk-
ların kulaklarını çeker. Kadınları, sanki kayın babaları imiş
gibi, işin içinde iş olmasın diye gözetler durur. Demin de
köy evlerini bir bir dolaşıyor, boyuna emirler veriyordu. Şar-
kı söylemeyin, ateş yakmayın, diyordu. Şarkı söylenmesi için
kanun yokmuş.
Yargıç:
‒ Durun, ifadenizi sonra tamamlarsınız. Şimdi Prişibeyev
anlatsın. Devam edin.
Çavuş, homurdanarak:
‒ Başüstüne, der. Siz sayın bayım, buyurdunuz ki hal-
kı dağıtmak vazifem değilmiş. Pekâlâ. Ya düzensizlik olursa.
Halkın münasebetsizlik etmesine izin mi edilmeli? Halka
hürriyet verileceği nerede yazılı? Buna müsaade edemem.
Ben onları dağıtmaya, paylamaya kalkışmazsam bu işi kim
yapar? Doğru nizamları başka bilen yok ki. Diyebilirim ki
sayın yargıç, koca köyde halka karşı nasıl davranılacağını
t
Geynim:
‒ Siparişinizi getirdim, efendim, dedi, hazır.
‒ Bu kadar çabuk mu?
‒ Zahar Semyöniç, insan üç günde bir reklam değil; bir
roman bile yazabilir. Reklam için bir saat bile yeter.
‒ Yalnız bu kadar mı? Oysaki her zaman bir yıllık iş yap-
mış kadar pazarlık edersiniz Ne ise gösterin bakalım, neler
yazdınız?
Geynim cebinden kurşun kalemiyle yazılmış buruşuk bir-
kaç kâğıt çıkardı, masaya yaklaştı:
‒ Efendim, dedi, henüz müsvedde hâlinde, taslak hâ-
linde. Okuyayım da efendim, bir yanlış görürseniz işa-
ret buyurunuz. Yanlış yapmak pek tabii! Zahar Semyöniç.
İnanır mısınız? Üç mağazaya birden reklam yazdım. Bu hâl
Shakespeare’in bile başını döndürürdü.
Geynim gözlüğünü taktı, kaşlarını kaldırdı, hüzünlü bir
sesle adeta şiir okur gibi okumaya başladı:
‒ 1885-86 yılı mevsimi. Çin çaylarının Avrupa ve Asya
Rusya’sı şehirleriyle yabancı memleketlerdeki müteahhidi Z.
S. Yerşakov. Firma 1804 yılından beri mevcuttur.” Anlıyor
musunuz, tüm bu girişlerin çevresini süsleyeceğim, armala-
rın içine yazacağım. Tüccarın birine bir reklam yazmıştım.
İlan için türlü şehirlerin armalarından faydalanmıştı. Aynı
şeyi siz de yapabilirsiniz. Sizin için Zahar Semyöniç şöyle bir
süs düşündüm: Aslan ağzıyla demlenir. Şimdi devam edelim:
“Müşterilerimize bir iki söz: Sayın Baylar! Ne son zamanların
siyasi olayları ne her geçen gün biraz daha sosyetemizi istila
t
‒ Orası öyle. E, söyle bakayım, senin fikrince nasıl bir
adam?
Arabacı esnedi:
‒ Zararsız, iyi bir efendi, işini bilir. Buraya tayin edileli iki
yıl bile olmadı ama ne işler becerdi.
‒ Önemli bir şey mi yaptı?
‒ Birçok iyi işler yaptı. Allah ondan razı olsun. Demir
yolunu buradan geçirtti, Hohryukov’un işine son verdi. Bu
Hohryukov’un ucu bucağı yoktu. Hergelenin biriydi. Mad-
rabazdı, öncekiler hep onun suyuna giderlerdi. Posudin gelir
gelmez Hohryukov’dan eser bile kalmadı. Böyle işte Posudin,
rüşvet yemez, birader, hayır! Sen ona yüz ruble, bin ruble ver,
almaz, günaha girmek istemez. Hayır!
Posudin neşelenerek:
“Allah’a çok şükür, hiç olmazsa beni bu yönden anla-
mışlar, diye düşündü. Buna çok sevindim.”
Arabacı devam ederek:
‒ Okumuş bir adam. dedi. Kibirli değildir. Bizimkiler
ona şikâyete gitmişlerdi. Efendilerle konuşuyormuş gibi mu-
amele etmiş. Hepsinin elini sıkmış, “Buyurun, oturun.” de-
miş. Ateş gibi bir adam, çok da çalışkan. Hiç doğru dürüst
konuşmaz, hep fırt fırt! Sonra hiç yavaş yürümez, hep koşar
durur. Bizimkiler ona bir tek söz söylemeden hemen: “Ara-
bayı hazırlasınlar!” diye bağırmış, doğru buraya. Geldi, her
şeyi yaptı. Bir kapik bile almadı. Eskisinden çok iyi. Gerçi
öteki de kötü adam değildi. Gösterişli, azametliydi, bütün
ilde ondan daha yüksek bir sesle hiç kimse bağıramıyordu.
t
‒ Biletiniz!..
Yolcu titredi, gözlerini açarak dehşet dolu bakışlarını
Podtyagin’e dikti.
‒ Ne? Kim? Ha?
‒ Size adam gibi söylüyorlar: Biletiniz. Zahmet ediverin!
Zayıf adam, ağlayan bir sesle:
‒ Aman ya Rabbi diye inledi. Aman ya Rabbi Romatiz-
mam var, üç gecedir uykusuzum. Mahsus, uyumak için mor-
fin aldım, oysa siz. biletinizle bozdunuz Bu merhametsizlik,
insaniyetsizliktir. Uyumak için ne kadar zorluk çektiğimi
bilseniz böyle boş şeyler için rahatsız etmezdiniz beni. Bu
insafsızlıktır. Hem de biletimi ne yapacaksınız? Ne müna-
sebetsizlik?
Podtyagin “Darılsam mı, darılmasam mı?” diye düşündü,
darılmaya karar verdi:
‒ Burada bağırmayın. Burası meyhane değil, dedi.
‒ Meyhanedeki insanlar, sizden daha insaniyetli. Şimdi
ikinci defa nasıl uyurum? Şaşılacak şey. Bütün yabancı mem-
leketleri dolaştım, hiç kimse benden bilet istemedi. Buraday-
sa onları sanki şeytan dürtüyor, bilet de bilet...
‒ Yabancı memleketleri beğeniyorsanız oraya gidin.
‒ Ayıp, bayım, ayıp! Evet, kömür kokusu, boğucu hava,
hava cereyanları ile yolculara ettikleri eziyet yetmiyormuş
gibi bir de formalite ile canlarını almak istiyorlar. Ona bilet
lazım olmuş. Bu ne gayret böyle? Kontrol için yapılsa aklım
erer. Oysa trendeki yolcuların yarısı biletsiz gider, bunu gör-
mezler!
t
‒ Başarı ile, diye söylendi. Ben ona bir sopa çekersem
görür o başarıyı. Zaferler peşinde koşacağına vergileri zama-
nında öderse daha iyi eder. Sekiz ruble, aman ne önemli şey!
Sekiz bin değil ya, ne zaman olsa çıkarılabilir.
“Atı kar kokusu alarak... Kar kokusu alarak zar zor gidiyor.”
‒ Tam dörtnala gidecek atı buldun. Uyuz köylü atından
daha ne beklenir? Düşüncesiz köylü de sarhoş kafayla ala-
bildiğine sürmekten zevk duyar. Sonra da buz çöküp dereye
batınca yahut uçurumdan yuvarlanınca işin yoksa uğraş dur
onunla. Ben buradayken atını hele bir sür de göreyim seni.
Arkana öyle neft yağı dökerim ki beş on yıl unutamazsın.
Neden oyuna küçük kâğıtla başlamadım? İspati beyini oyna-
saydım kaybetmeyecektim.
“Pamuktan evekler açarak kızak var hızıyla uçuyor. Pa-
muktan evekler açarak.”
‒ Açarak. Evekler açarak. Evekler... Ne biçim sözler? Böy-
le şeylerin yazılmasına nasıl müsaade ediyorlar. Sen bilirsin
ya Rabbi Bütün oyunu altüst eden onluydu. Nereden gelip
elime sıkıştı, gelmez olaydı!
“İşte köylü çocuk koşuyor. Köylü çocuk, Fındık’ı kızağa
bindirmiş… Bindirmiş.”
‒ Mademki koşup yaramazlık ediyor, karnı tok demek.
Ana babası çocuğa bir iş göstermeyi akıllarından bile geçir-
mez. Köpeği kızakla gezdireceğine odun kırsa yahut İncil
okusa daha iyi edirdi. Bu köpek denilen pis yaratıklar da ne
kadar çoğaldı!.. Sokaktan geçmek kabil değil. Akşam yeme-
ğinden sonra oyuna oturmamalıydım. Yemeği yer yemez kal-
kıp gitmeliydim.
t
Burada oturan kiracılardan bir ailenin sonunu pek iyi
hatırlıyorum. Anası, karısı, dört çocuğu olan, göze çarpacak
hiçbir özelliği bulunmayan bir adamı gözlerinizin önüne ge-
tirin. Bu adamın soyadı Potuhin idi. Yoksuldu. Bir noterin
yanında kâtipti. Ayda otuz beş ruble kazanıyordu. İçki içmez,
dinine çok bağlı, ciddi bir insandı. Bana ev kirasını getirdiği
zaman üstü başı düzgün olmadığı, kirayı beş gün geciktirdiği
için özür dilerdi. Aylığı aldığına dair senet verdiğim zaman
saf saf gülümseyerek: “Amma da yaptınız ha! Sevmem ben
bu senetleri.” derdi. Yoksuldu ama temiz yaşıyordu. Ortadaki
şu odada dört çocukla beraber nineleri otururdu. Buradaysa
yemek pişirirler, yatarlar, misafirlerini kabul ederlerdi. Hatta
dans bile ettikleri olurdu. Bu odada Potuhin otururdu; ra-
porlar, roller vs. gibi özel işleri temize çekmeye çalıştığı bir
de masası vardı. Şurada, sağ tarafta onun kiracısı, tesviyeci
Yegoriç oturuyordu. Ağırbaşlı ama içki kullanan bir adam-
dı. Hep sıcaktan şikâyet eder, bunun için her zaman yalın
ayak, yalnız yelekle dolaşırdı. Yegoriç kilit, tabanca, çocuk
bisikletleri tamir eder, ucuz duvar saatlerini tamir etmekten
de çekinmezdi. Çocuklara yirmi beş kapiğe kayak yapar ama
bütün bu yaptığı işlerden iğrenirdi. Asıl sanatının musiki
aletleri ustalığı olduğunu söylerdi. Masanın üstünde hurda
çelikle demir parçalarının arasında her zaman tuşlardan biri
eksik bir akordion yahut kenarları eğrilmiş bir boru görmek
kabildi. Potuhin’e oda kirası olarak iki buçuk ruble verir, hep
tezgâhının başında bulunurdu. Dışarı, ancak sobaya bir de-
mir parçası sokmak için çıkardı.
t
‒ Dört pazar, üç tatil günü yani 12 rubleyi çık. Dört
gün Kolya hastaydı dolayısıyla ders falan vermedin, zaten
o sıralarda Vanya’yla uğraşıyordun. Üç gün de bir diş ağ-
rısı yüzünden çalışmamıştın ve karım sana öğleden sonraları
dinlenmen için izin vermişti. On iki yedi daha, on dokuz.
Altmıştan çıkar. Ne kalır? Hımm... Kırk bir ruble. Tamam mı?
Julia Vassilyevna’nın sol gözü kızarmış, yaşla dolmaya baş-
lamıştı bile. Çenesi hafifçe titriyordu. Sinirli sinirli öksürdü,
hızla burnunu sildi. Fakat hepsi bu kadar. Sessizliğe büründü.
‒ Yılbaşına yakın bir gün, bir çay bardağı ve bir de tabak
kırmıştın. Bunlar için de iki ruble çıkar. Çay bardağı dede-
den kalma antika olduğu için iki rubleden çok daha fazla
ederdi ama neyse boşver. İşin sonunda ben ne zaman zararlı
çıkmadım ki? İhmalkârlığın yüzünden Kolya bir gün ağaca
tırmanmış ve ceketini yırtmıştı. Onun için de on ruble say.
Gene senin dikkatsizliğinin yüzünden hizmetçi kız Vanya’nın
ayakkabılarını çalmıştı. Evde bütün olup bitenleri dikkatle
izlemen lazım. Sana bunun için para veriyoruz. Dolayısıyla
beş ruble daha çık. Ocak ayının onunda sana on ruble ver-
miştim.
‒ Hayır, ben böyle bir para almadım, diye Julia Vassilyev-
na zorla yutkunarak cevap verdi.
‒ Bak buraya not etmişim.
‒ Şey... Pekiyi öyleyse.
‒ Kırk birden yirmi yediyi çıkar, kalır sana on dört.
Kızcağızın şimdi iki gözü birden gözyaşlarıyla dolmuştu.
Küçücük şirin burnunun altında da ter damlacıkları belirme-
ye başlamıştı. Zavallı kız!
t
üzere getirdikleri çavdar dolu çuvalları indiriyorlardı. Onlar-
dan biraz ötede, çamurlu, kirli bir hâl alan otların üstünde
ırgat Yevsey oturuyordu. Yevsey gençti, bıyıksızdı, gocuğu
yırtık pırtıktı. Adamakıllı da sarhoş bir hâldeydi. Elinde bir
balık ağı tutuyor, sanki onu tamir ediyormuş gibi yapıyordu.
Değirmenci uzun uzun etrafına bakıyor, susuyordu. Sonra
gözlerini çuvalları taşıyan keşişlere dikti, kalın bir sesle:
‒ Hey keşişler, ne diye çayda balık tutuyorsunuz? Kimden
izin aldınız, diye bağırdı.
Keşişler hiç cevap vermediler, değirmenciye bakmadılar
bile.
O da biraz sustu, çubuğunu tüttürdü. Sonra sözüne de-
vam ederek:
‒ Bir de kalkar, köylülere balık tutmak için izin verirsiniz,
dedi. Ben çayı sizden kira ile tuttum, bunun için size para
veriyorum. Demek ki balıklar da benim. Hiç kimse bura-
da istediği gibi balık tutamaz. Tanrı’ya dua ediyorsunuz ama
hırsızlık etmeyi günah saymıyorsunuz.
Değirmenci esnedi, sustu, homurdanmaya devam ederek:
‒ Bak sen, yeni yeni icatlar çıkarıyorlar, dedi. Keşiş olmuş,
evliyalığa adaylığını koymuşlar diye kimse onlarla başa çıka-
maz sanıyorlar. Mahkemeye verirsem görürsünüz gününüzü.
Yargıç, cübbene bakmaz, tıkar deliğe. O yapmasa bile ben
yapacağımı bilirim. Çayda bir rastlarsam öyle bir temiz döve-
rim ki kıyamete kadar balık yemek istemezsiniz.
Kleope kısık ve ince sesiyle:
t
karşısındakinden alabildiğine tiksinmeye başlamıştı. Şu tısla-
yan pipoyu elinden alıp kanepenin altına atsa, Finlandiyalıyı
da, yakasından tuttuğu gibi vagondan fırlatsa pek iyi olacaktı
hani.
“Şu Finlandiyalılar iğrenç mahluklar, diye düşündü. Yu-
nanlılar da öyle. Lüzumsuz, hiçbir işe yaramayan bir millet
doğrusu. Yeryüzünde boşuboşuna bir yer işgal ediyorlar, o
kadar. Neye yararlar sanki.”
Bu düşünceler, içinde garip bir öğürme duygusu uyan-
dırdı. Bunlara karşılık Fransızlarla İtalyanları alayım, dedi.
Ama onlar da ancak akordeon çalan erkekler, çırılçıplak ka-
dınlar, teyzesinin evinde konsolun üstünde asılı duran ya-
bancı memleketlerden gelme gravürleri hatırlamaktan ileri
geçmedi.
Zaten subay kendisini bir tuhaf hissediyordu. Bütün ka-
nepe boydan boya boş olmasına rağmen elini kolunu uzatıp
rahatça oturamıyor, susuzluktan dili damağına yapışıyordu.
Başının içinde ağır bir sis tabakası vardı. Sanki düşünceleri
yalnız kafasının içinde değil, kanepelerin arasında da gece
karanlığına bürünüp gezinmektedirler. Uykuda imiş gibi
bu darmadağınık düşünceler arasında birtakım mırıldanma-
lar, tekerleklerin dönerken çıkardıkları sesler, kapıların açı-
lıp kapanışını duyuyordu. Kampana sesleri, kondoktörlerin
düdükleri, yolcuların, platformda telaşlı telaşlı koşuşmaları,
olduğundan daha kuvvetli duyuluyordu. Zaman da farkına
varılmayacak kadar çabuk geçiyordu. Bunun için de sanki
tren bir dakikada bir istasyon değiştiriyor, dakika başına şu
madenî ses duyuluyordu:
‒ Posta tamam mı?
t
için yemek pişirilmemişti. Fena hâlde acıktığını anlıyordu. So-
ğuktan tir tir titreyerek Rürik, Korkunç İvan, Büyük Petro za-
manında da aynı rüzgârın estiğini, onların zamanında da aynı
korkunç sefaletin, açlığın hüküm sürdüğünü düşünüyordu.
Aynı delikli, saman örtülü damlar, bayağılık, can sıkıntısı, et-
rafta aynı ıssızlık, karanlık, baskı duygusu. Bütün bu korkunç
şeyler olmuştu, vardı, olacaktı. Bin yıl sonra da hayat daha gü-
zel olmayacaktı. Canı, eve dönmek istemiyordu.
Sebze bahçelerine, dulların bahçesi deniliyordu. Çünkü o
bahçelere ikisi de dul olan ana kız bakıyordu. Ateş çıtırdayarak
yanıyor, etrafı ısıtıyor, çevresindeki sürülmüş toprağı ta uzak-
lara kadar aydınlatıyordu. Kısa bir erkek gocuğu giymiş olan
Vasilisa, ateşin yanında duruyor, düşünceli düşünceli ateşe
bakıyordu. Enine boyuna, ihtiyar bir kadındı. Kızı Lukerya
yerde oturuyor, kazanı, kaşıkları yıkıyordu. Kısa boylu, çiçek
bozuğu, budalaca yüzlü bir kadındı. Yemekten yeni kalktıkla-
rı belliydi. Etrafta erkek sesleri işitiliyordu. Irgatlar atları suya
götürmüş olmalıydılar.
Öğrenci ateşe yaklaşarak:
‒ İşte kış geri geldi, dedi. Sonra, günaydın, diye ilave etti.
Vasilisa ilkin bir duraladı ama onu hemen tanıdı, dostça
gülümsedi:
‒ Hay Allah iyiliğini versin, dedi, tanıyamadım. Zengin
olacaksın.
Konuşmaya başladılar. Vasilisa, görmüş geçirmiş bir ka-
dındı. Bir zamanlar efendilerin yanında sütnine, sonra da
dadı olarak çalışmıştı. Pek kibar konuşur, yüzündeki o tatlı
t
Champoun uysallıkla:
‒ Kimi Fransızlarınkini, kimi de Ruslarınkini sever. diye
cevap veriyor.
‒ Fransızlarınkini kim sevecek? Fransızlar kendileri sevi-
yorlarsa ona bir diyeceğim yok. Zaten Fransız ne verirsen yer.
Kurbağa demez, fare demez, hamam böceği demez. Ö-ö-ö
Bakın siz bu jambonu beğenmiyorsunuz çünkü Rus malı da
ondan. Ama önünüze kızarmış bir cam parçası koyup bunun
Fransız malı olduğunu söyleseler hem yersiniz hem de du-
daklarınızı şapırdatırsınız. Fikrinizce Rus malı olan her şey
kötüdür.
‒ Ben böyle bir şey söylemedim.
‒ Evet, evet, Rusların her şeyi kötü ama Fransızlarınki:...
O, se trejoli! Size göre Fransa’dan daha güzel bir memleket
yoktur ama bana göre. Elinizi vicdanınıza koyun da söyle-
yin, Fransa nedir? Bir karış toprak. Bizim polis amirini oraya
gönderseler bir ay geçmeden naklini ister. Çünkü dönecek
yer bulamaz. Sizin Fransa’yı bir günde gezebilirsin. Bizdeyse
kapıdan dışarı çıktın mı, yeryüzünün ucunu bucağını göre-
mezsin. Git, babam, git.
‒ Evet, monsieur, Rusya çok büyük bir memleket.
‒ Hah, şunu bileydin! Size göre Fransızlardan daha iyi
insan yoktur. Evet, bilgin, zeki bir millet, kültürlü. Bunu ka-
bul ediyorum. Fransızların hepsi bilgin, hepsi terbiyelidir. Bu
doğru. Fransız, hiç kaba hareket etmez. Sırasında kadına yer
verir, çatalla istakoz yemez, yere tükürmez ama. Onda o ruh
yok. Ben size anlatamıyorum ama nasıl söyleyeyim, Fransız
da şöyle. Nasıl anlatayım (Parmaklarını oynatır...), şöyle: Her
Ö ğle idi. Uzun boylu, tıknaz, kısa saçlı, patlak gözlü çift-
lik sahibi Voldırev paltosunu çıkardı. İpek mendiliyle
alnını sildi. Ürkek adımlarla kalem odasına girdi. Orada
kâtipler, kalemlerini gıcırdatarak yazıyorlardı.
Birkaç bardakla tepsiyi kalem odasından çıkaran odacıya:
‒ Bazı bilgiler edinmek istiyorum. Kime başvurayım,
dedi. Hem de bir ilam sureti çıkartacağım.
Odacı, tepsi ile odanın en sonundaki pencereyi göste-
rerek:
‒ Oraya başvurun. Aha şu, pencere yanında oturana dedi.
Voldırev, öksürdü, pencereye doğru yürüdü. Orada, yeşil
renkli örtüsü mürekkep damlalarından görünmeyen bir ma-
sanın başında, dağınık saçlı, uzun patlıcan burunlu bir genç
oturuyordu. Sırtında rengi solmuş bir ceket vardı. Memur,
kocaman burnunu kağıtlara eğmiş yazıyordu. Sağ burun de-
liğinin yanında bir sinek uçuyordu. Genç adam da ikide bir
alt dudağını şişiriyor, nefesini kendi burnuna doğru üflüyor-
du. Bu devinme onun yüzünü çok üzüntülü gösteriyordu.
Voldırev, ona:
t
‒ Burada... Sizden, diye söze başladı. Davam hakkında
bilgi alabilir miyim? Adım Voldırev. Hem de 2 Mart tarihli
ilamın bir suretini de çıkartmak istiyordum.
Memur, kalemini hokkaya batırdı. Aldığı mürekkebin
çok olup olmadığına baktı. Kalem ucunun damlatmayacağı
kanaatına vardıktan sonra gene gıcırdatarak yazmaya başladı.
Alt dudağı gene sarktı ama üflemeye artık lüzum kalmamıştı.
Sinek kulağına kondu.
Bir dakika sonra Voldırev tekrar etti:
‒ Buradan bilgi alabilir miyim? Adım Voldırev, çiftlik sahibi.
Memur, Voldırev’i görmüyormuş gibi ortaya bağırdı:
‒ İvan Alekseyiç Tüccar Yalikov geldiğinde ona, istida su-
retini polisten tasdik ettirmesini söylersin. Kendisini bin kez
uyardım.
Voldırev mırıldandı:
‒ Ben, Prenses Gugulina’nın mirasçılarıyla olan davadan
söze diyorum. Davamız belli. Çok rica ederim, benimle ilgi-
leniniz.
Memur, Voldırev’i görmemezlikten gelerek dudağına ko-
nan sineği yakaladı. Büyük bir özenle gözden geçirdi. Sonra
yere attı. Çiftlik sahibi öksürdü. Burnunu boru gibi öttürerek
kareli mendiline sildi ama bu fayda etmedi. İşitmiyorlardı.
Bir iki dakika sessizlik içinde geçti. Voldırev, cebinden kâğıt
bir ruble çıkarıp memurun önünde açık duran defterin üs-
tüne bıraktı. Memur, alnını buruşturdu. Üzüntülü bir yüzle
defteri kendisine doğru çekti, kapadı.