Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 192

MİLLÎ EĞİTİM BAKANLIĞI YAYINLARI • 6113

BİLİM VE KÜLTÜR ESERLERİ DİZİSİ • 1598

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Hazırlayan Şaban Özüdoğru

Yayın Yönetmeni Ercan Şen


Yayın Koordinatörü Hakkı Uslu
Yayın Sorumlusu Çağrı Gürel
Son Okuma Huri Dursun

Kapak Tasarımı Yusuf Kot


Dizgi - Baskı Semih Ofset
Büyük Sanayi Çilingir Sok. No.: 26/47 İskitler/Ankara
Sertifika No. 12613

Türkçe yayın hakları MEB, 2016


Tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında,
yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz ve kullanılamaz.

1. Baskı 2009
2. Baskı 2016 (3000 Adet)

ISBN 978-975-11-3233-8

İdare Yeri MEB Destek Hizmetleri Genel Müdürlüğü


Eğitim Araçları ve Yayımlar Dairesi, Kültür Yayınları Koordinatörlüğü
MEB Beşevler Kampüsü I Blok, 06560 Yenimahalle/ANKARA
Tel. 0312 413 36 48 • Belgegeçer 0312 222 40 85

Satış Yeri MEB Döner Sermaye İşletmesi Müdürlüğü


Atatürk Bulvarı Millî Müdafaa Cad. No.: 6 Kat: 6 Kızılay/ANKARA
DÜNYA Tel. 0312 413 42 03 • Belgegeçer 0 312 419 20 14
KLASİKLERİ
kulturyayinlari.meb.gov.tr • kulturyayinlari@meb.gov.tr

Çehov, Anton Pavloviç, (1860-1904)


Anton Çehov’dan seçme hikâyeler / hazırlayan: Şaban Özüdoğru.
-- 2. bsk. -- Ankara: Millî Eğitim Bakanlığı, 2016.
188 s. ; 19 cm. -- (Millî Eğitim Bakanlığı yayınları ; 6113 . Bilim
ve kültür eserleri dizisi ; 1598 . Dünya klasikleri)
ISBN 978-975-11-3233-8
1. Rus hikâyeleri. I. Özüdoğru, Şaban. II. Seriler: .
891.733
Anton Çehov’dan
Seçme Hikâyeler
Hazırlayan
Şaban ÖZÜDOĞRU

Ankara, 2016
Şaban ÖZÜDOĞRU
1963’te Çorum’da doğdu. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu(1986). Görevlendirildiği MEB
Film Radyo ve Televizyonla Eğitim Dairesi Başkanlığında radyolar için
eğitim amaçlı dramalar yazdı.
İlk makaleleri Türk Dili dergisinde yayımlandı. Aynı dergide hikâye ve
eleştiri yazıları yazdı. Dergâh, Türk Edebiyatı, Millî Eğitim dergilerinde
hikâyeleri yayımlandı. Yayın kurulu üyeliğini yürüttüğü Bilim ve Aklın
Aydınlığında Eğitim dergisinde, hikâye deneme, inceleme ve mülakatları,
Adam Öykü’de incelemeleri yer aldı. Evli ve üç çocuk babasıdır. Eğitim
Araçları ve Yayımlar Dairesi Başkanlığında eğitim uzmanı olarak
çalışmaktadır.
Hüzünlü Anlar Durağı (2005, hikâye) ve Gül Manzaralı Pencereler
(2006, hikâye) adlı iki kitabı mevcuttur.
İÇİNDEKİLER

Anton Çehov’a Dair .................................................................................7


Vanka ...................................................................................................13
Acı ........................................................................................................19
Memurun Ölümü ..................................................................................27
Baba .....................................................................................................31
Anüta ...................................................................................................43
Dilenci..................................................................................................49
Bukalemun ...........................................................................................57
Felaket ..................................................................................................63
Maske ...................................................................................................71
İhtiyarlık...............................................................................................79
Öğretmen ..............................................................................................87
Şişmanla Zayıf ......................................................................................93
Hatip ....................................................................................................95
Telaş ...................................................................................................103
Prişibeyev Çavuş ..................................................................................115
Yazar ..................................................................................................121
Mızrak Çuvala Sığmaz ........................................................................122
Çattık Belaya ......................................................................................133
Keyifsizlik ...........................................................................................139
Eski Ev................................................................................................143
Âciz ....................................................................................................153
Değirmende.........................................................................................157
Lekeli Humma ....................................................................................167
Öğrenci ...............................................................................................177
Gurbette..............................................................................................183
Kalemde .............................................................................................180
ANTON ÇEHOV’A DAİR

A OUPO 1BWMPWçÎ ±FIPW   0DBL UB5BHBOSPHEB Là-


çük bir esnaf çocuğu olarak dünyaya gelir. Büyükbabası
özgürlüğünü satın almış bir köledir. Yazarın babası Pavel Egoroviç
Çehov, babasının özgürlüğe kavuştuğu tarihlerde on altı yaşında-
dır. Genç Egoroviç, kendi çabaları ile küçük bir bakkal dükkânına
sahip olur.
Anton Çehov’un çocukluğu mutlu geçmez. Çünkü bakkal olan
babası otoriter bir kişiliğe sahiptir ve çocuklarının fikrini sorma-
dan onları gönülsüz oldukları işleri yapmaya zorlar. Diğer taraftan
baba Egoroviç, çeşitli meziyetleri bulunan bir sanatseverdir. Şarkı
söylemekten ve keman çalmaktan büyük zevk duyar. Resim yapar,
felsefeyle ilgilenir ve felsefi konularda bildiklerini anlatmaya can
atar. Titiz bir yapıya sahiptir. Çocuklarının iyi yetişmelerini istedi-
ğinden onların üzerinde zaman zaman dozu fazlaca kaçmış baskılar
kurar.
Baba Egoroviç’in baskı ve öğütlerinden kaynaklanan sıkıcı aile
ortamı anne Evgeniya tarafından yumuşatılır. Çehov, annesine çok
bağlıdır. Yakınlarının ifadesine göre Çehov, ilk hikâyesini annesinin
doğum günü için gereken parayı kazanmak için yazmıştır. Şefkatli
ve sevgi dolu bir mizaca sahip olduğu anlaşılan anne, bütün evlat-

t
ları için büyük bir değere sahiptir. Çehov, ailesi için şu değer-
lendirmeyi yapar: “Ailedeki bütün kardeşler başarılı oldular. Bizim
yeteneklerimiz babamızdan, ruh inceliğimiz ise annemizden gelir.”
Çehov, ilkokulu bitirdikten sonra Taganrog Lisesine gider. Klasik
bir eğitimin verildiği lisede çok parlak bir öğrenci değildir. Ancak
edebiyata büyük ilgi duyar ve çevresinde olup bitenleri eleştiren kısa
mizahi hikâyeler yazmayı dener.
EB .PTLPWB 5‘Q 'BLàMUFTçOF HçSFS #Fƾ Z‘MM‘L FƭçUçNEFO
sonra mezun olarak hekimlik diploması alır. Tıp ögrencisi iken
Anton Çehonte imzasıyla birçok gazetede ve mizah dergisinde
IçLÉZFMFSçZBZ‘NMBO‘SUFΑLBOçMLLçUBC‘O‘WF Z‘MMB-
rında yayımlanan kitapları izler. 1885’ten sonra mizahi hikâye tar-
zını azaltarak toplumun çeşitli katmanlarındaki insanların iç dün-
yalarını ve davranışlarının altında yatan ruh hâllerini eşsiz gözlem
gücüne dayanarak başarılı bir biçimde anlatır. Şöhreti duyulmaya
ve bütün Rusya’ya yayılmaya başlar. İlimler Akademisi tarafından
Puşkin Ödülüne layık görülür. Tiyatro eserleri kaleme alır. Martı,
Vanya Dayı, Üç Kız Kardeş ve Vişne Bahçesi gibi tiyatro eserleri
Moskova’nın tiyatro sahnelerinde oynanır. Önceleri yadırganan
bu eserler sonradan büyük başarılar kazanır. Bugün, Çehov’un ti-
yatroya yeni bir anlatım getirdiği ve bu alanda çığır açtığı kabul
edilmektedir.
Yazar, 1904’te kırk dört yaşında ve sanatının en olgun çağında,
belki daha birçok güzel eser verecek yaşta, o zamanlar için tehlikeli
bir hastalık olan veremden ölür.

***

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Çehov’un sanatıyla Rusya’nın sosyal buhranları arasında sıkı bir
bağ vardır. Çünkü yazar, Çarlık Rusya’sındaki bütün çalkantıları bi-
rey olarak derinden hissetmiş ve onları çeşitli biçimlerde eserlerine
yansıtmıştır.
Eserleri konu bakımından çok çeşitli ve zengindir. Çehov, ha-
yatı bütün yönleriyle ve gerçekçi bir biçimde yansıtma prensibine
sonuna kadar sadık kalır. Bu sayede de içinde yaşadığı toplumun
olumlu olumsuz bütün sosyal ilişkilerini gözler önüne serer. Diğer
bir söyleyişle döneminin bütün sosyal hareketlerini, tiplerini, ha-
yatın canlı renkleriyle işler ve sanatın gerçek aynasından yansıtır.
Dramla mizahın erişilmez uyumunu hikâyede onun gibi bağdaştı-
rabilen hikâyeci çok azdır.
Çehov’un gerçekçi bir sanatkâr olduğu kabul edilir. Ama bu
kuru bir realizm (gerçekçilik) değildir. Hayatın gerçek olaylarını
üst üste yan yana sıralama, olayları tasnif etme, kelimelerle resmet-
me basit ve sanat değeri olmayan bir realizmdir. Çehov’un hikâyede
başardığı şey, insan davranışlarının ardında yatan sebepleri iyi tahlil
etmesidir. Belki de yazara evrensel bir boyut kazandıran da bu özel-
liği olmuştur.
O, idealist bir yazar değildir. Fakat pek az idealist yazar onun
kadar insan ruhuna girebilmiş, onu içinden sarmalayıp engin boş-
luklarda dolaştırabilmiştir. Onun hikâyelerinde olaylar içinde be-
liren kişiler o kadar ustaca çizilmiştir ki, hafızamızda, hayalimizde
şekilleri canlanır, adeta kulağımıza seslendikleri hissine kapılırız.
Çağdaşı Dostoyevski gibi o da okuyucuya kesin ve tartışılmaz
fikirler, çıkarımlar sunmaz. Okuyucuyu hiçbir şeyden emin kılma-
dan, kâh gerçek hayatın içinde dolaştırır kâh hayallere daldırır. Ba-
sit bir olaydan bazen karşımıza bir âlem çıkarır.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Çehov’un hikâyelerinde hikâyenin bitmesiyle hiçbir şey çözül-
müş, bitmiş olmaz. Tam tersine, hikâyenin sonu bize yeni ufuklar
açar, bizi yeni hayallere sürükler. Elbette ki hikâyenin sonunun
olmaması için anlattığı esaslı bir olayın “vaka” olmaması gerekir.
Onun hikâyelerinde çoğu zaman asıl olay olup bitmiştir. Kahra-
manların tavırlarından, konuşmalarından biz olaya dair bilgiler
ediniriz. Bu özelliğinden dolayı Çehov’un hikâyeleri “durum hikâ-
yeleri” olarak adlandırılır.
Ancak Maupassant’ın hikâyeleri böyle değildir. Onların bir va-
kaya, bir başlangıca ve sona ihtiyaçları vardır. Bu hikâyelerde ola-
yın geliştiği serim, düğüm ve çözüm bölümleri bulunur. Bu tür
hikâyelere de “olay hikâyeleri” adı verilir. Bu hikâyelerin genellikle
vermek istedikleri bir ana fikirleri vardır ve doğrudan veya dolaylı
olarak bu görüşleri okuyucu ile paylaşmak isterler. Oysa durum
hikâyeciliğinde bir kararsızlık vardır. Öyle de olabilir, böyle de.
Hikâye bir o yana, bir bu yana eğilir. Bizi hiçbir şeyden emin kıl-
maz. Sanki olay bir hiçten ibarettir. Göstermek istediği, ötekilerden
ayırdığı, meydana çıkarmak istediği şey bir an, bir hareket veya bir
durumdur. Öne çıkarılan şey bazen bir kelime veya cümle ile özet-
lenebilir. Ama bu özetin sonucundan hiçbir zaman emin olamayız.
Maupasant’ın hikâyelerinde kahramanlar mizaçlarına uygun
hareket etmekle birlikte bizzat yazarın duygu ve düşünce dünyasına
da uygun davranırlar. Yani hikâyeci hikâyenin düzenine girmiş ve
o dünyanın tabii düzeni bozulmuştur. Çehov ise anlattığı kişilerin
dünyasına girmez. Onları, kendilerinin de görmedikleri bir fenerle
aydınlatıverir. Işık nereye vurursa orayı ve o kadarını görürüz. Işık
söndükten sonra neler olduğunu sezmek ise okura kalır.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Türk hikâyeciliğinde Maupusant tarzı hikâye yazarlarına Ömer
Seyfettin, Refik Halit Karay; Çehov tarzına ise Sait Faik Abasıyanık
ve Memduh Şevket Esendal örnek gösterilebilir.
Tolstoy, Çehov için şöyle diyor; “O adam, eline geçmiş boyaları
hiç düşünmeden gelişi güzel vuruyor sanırsınız. O boyalar arasında
hiçbir ilgi kuramazsınız ama bir de uzaklaşıp baktığınız da şaşırıp
kalırsınız. Önünüzde parlayan, bir daha unutamayacağınız bir re-
sim vardır.”
Şüphesiz Çehov, içinden çıktığı Rus toplumunu ve dolayısıyla
Rus insanını hikâyelerinde çok başarılı biçimde anlatmış bir yazar-
dır. Bu yönüyle millî olduğu söylenebilir. Ancak onun asıl başarısı
insani olanı, insana has evrenseli yakalayabilmesinden kaynaklanır.

Şaban ÖZÜDOĞRU

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


VANKA

Ü ç ay önce kunduracı Alyohin’in yanına çırak veri-


len dokuz yaşındaki Vanka Jukov, Noel gecesi daha
yatmamıştı. Usta ile kalfaların kiliseye gitmelerini bekledi.
Sonra ustanın dolabından mürekkep dolu bir hokka ile ucu
paslanmış bir yazı kalemi çıkarıp, buruşuk bir kâğıt parçası
açarak yazmaya başladı. İlk harfi yazmadan önce kapıya, pen-
cerelere korka korka baktı. İki tarafında ayakkabı kalıpları
bulunan raflarla çevrilmiş, karanlık köşedeki Meryem Ana
resmine bir göz attı. Derin derin içini çekti. Kâğıdı bir sıra-
nın üstüne koymuştu. Kendisi de sıranın önünde diz çökmüş
duruyordu.
“Sevgili dedem Konstantin Makariç...” diye mektubuna
başladı. “İşte sana mektup yazıyorum. Noel’inizi tebrik ede-
rim. Allah ne muradınız varsa versin. Benim babam da yok,
anneciğim de yok. Benim için yalnız sen varsın.”
Vanka, mum ışığının karanlık pencereye yansıyan titrek
görüntüsüne gözlerini çevirdi. Jivarovgillerde gece bekçisi
olarak çalışan dedesi Konstantin Makariç’i hayalinde can-
landırdı. Makariç ufak tefek zayıf ama pek canlı, hareketli,
altmış beş yaşında, güler yüzlü, sarhoş bakışlı bir ihtiyarcıktı.

t
Gündüz uşakların mutfağında yatar, yahut da aşçı kadınlar-
la şakalaşırdı. Gece oldu mu, geniş kaputunu giyip konağın
etrafında gezer, sopasıyla sesler çıkarırdı. Peşi sıra, başları ön-
lerinde, ihtiyar Kaştanka ile Viyun gelirlerdi. Viyun’un tüy-
leri siyah, vücudu uzundu; pek terbiyeli ve uysal görünürdü.
Herkese, yabancılara bile, aynı tatlılıkla baktığı hâlde pek
sevilmezdi. Çünkü onun bu sakin, terbiyeli tavırları altında
şeytanca bir sinsilik gizleniyordu. Bir kimsenin arkasından
sinsice yaklaşıp ayağını ısırmak, kilere girmek veya köylünün
tavuğunu çalmak gibi işleri becermekte eşi benzeri yoktu.
Onu, hem de bir defa değil, birkaç defa asmışlardı. Her hafta
yarı ölü bir hâle gelinceye kadar sopa atarlardı. Ama gene de
dirilir, kalkardı.
Şimdi dedesi herhâlde büyük kapının önünde durmuş,
gözlerini kısıp köy kilisesinin parlak kırmızı pencerelerine
bakıyor, soğuktan, olduğu yerde tepiniyordur. Sopası ke-
merine bağlıdır. Ellerini oğuşturur, soğuktan büzülür, ihtiyar
sesiyle gevrek gevrek gülerek kâh hizmetçiyi kâh aşçı kadını
çimdikliyordur. Kadınlara enfiye kutusunu uzatarak:
‒ Biraz enfiye çekmez misiniz, diyor.
Kadınlar da enfiye çekiyor ve aksırıyorlar. Dede anla-
tılmaz bir sevince kapılarak neşeli kahkahalarla gülüyor:
‒ Sümüklerin dondu, hadi sil burnunu, diye bağırıyor.
Köpeklere de enfiye koklatılıyor. Kaştanka aksırıyor, ba-
şını çevirip güceniklikle uzaklaşıyor. Viyun ise saygılı olduğu
için aksırıyor, kuyruğunu sallıyor. Gece öyle güzel ki hava
sakin, şeffaf, serin. Ortalık karanlık ama beyaz damlalarıyla,

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


bacalardan çıkan duman şeritleriyle köy, dondan gümüşlü
bir renk alan ağaçlar, kar yığınları görülüyor. Gökyüzü ne-
şeli göz kırpan yıldızlarla dolu. Samanyolu, sanki bayramdan
önce karla yıkanıp silinmiş gibi pırıl pırıl pırıldıyor.
Vanka içini çekti. Kalemin ucunu tekrar hokkaya daldırıp
mektubuna devam etti:
“Dün gene sopa yedim. Dün usta beni saçlarımdan çeke
çeke avluya çıkardı. Çocuklarını beşikte sallarken uyuyup
kalmışım. Bunun için beni bir temiz dövdü. Geçen hafta da
hanım bana, tuzlu balığı temizlememi söylemişti. Ben de te-
mizlemeye kuyruktan başladım. O da balığı aldı eline. Balı-
ğın başıyla yüzüme dürtmeye başladı. Kalfalar alay ediyorlar
benimle. İçki aldırmak için meyhaneye gönderiyorlar. Usta-
dan salata turşusu çalmamı emrediyorlar. Usta da eline ne
geçirirse onunla dövüyor beni. Sonra hiç yemek yok. Sabah-
leyin ekmek veriyorlar. Öğleyin bulgur lapası, akşama gene
ekmek. Çayı, çorbayı kendileri tıkınıyorlar. Sofada yatmamı
söylüyorlar. Bir de çocukları ağlarsa hiç uyumuyorum, beşiği
sallıyorum.
Sevgili dedeciğim, Allah aşkına beni buradan eve, köye
aldır. Artık dayanamayacağım. Ayağına kapanarak yalvarıyo-
rum. Senin için ömrüm oldukça dua ederim. Beni al bura-
dan, götür beni buradan. Yoksa öleceğim.”
Vanka ağzını çarpıttı, kirli yumruğuyla gözlerini ovuş-
turdu, hıçkırdı.
“Sana tütün kıyarım. Allah’a dua ederim. Bir suç işlersem
eşek sudan gelinceye kadar döv beni. Eğer orada bana iş yok
diye düşünüyorsan yalvarır yakarır, kâhyanın potinlerini ben

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


boyarım yahut da Fedka’nın yerine çoban yamağı olurum.
Sevgili dedeciğim, daha fazla dayanamayacağım, öleceğim.
Köye yürüye yürüye kaçıp gelmek istedim ama papuçlarım
yok ki. Soğuktan korkuyorum. Büyüdüğüm zaman bu iyili-
ğini unutmam, sana bakarım. Kimseyi sana dokundurtmam.
Ölürsen ruhun için dua ederim Pelageya anneme yaptığım gibi.
Bu Moskova kocaman şehir. Evler hep bey evleri. Atlar da
çok ama koyun yok. Köpekler de ısırmıyor. Çocuklar burada
yıldızlara bakıp yol bulamazlar. Kimseyi kilisede ilahi söy-
lemeye bırakmıyorlar. Bir defa bir dükkânın penceresinden
balık oltası gördüm, satıyorlar. Bu oltalarla her türlü balık
tutulur. Bir tanesi öyle büyüktü ki beş batmanlık som balığı-
nı bile tutar. Sonra öyle dükkânlar gördüm ki orada tüfekler
hep bey tüfekleri. Tanesi herhâlde yüz rubledir. Kasaplarda
yaban tavuğu da çulluk da tavşan da var ama tezgâhtarlar
onları nerede vurduklarını söylemiyorlar.
Sevgili dedeciğim, beylerin evinde hediyelerle süslü Noel
ağacı yapıldığı zaman bana yaldızlı ceviz al, yeşil sandığa sak-
la. Bayan Olga İgnatiyevna’dan iste. Vanka için de.”
Vanka heyecanla göğüs geçirdi, yeniden gözlerini pen-
cereye dikti. Beylere ağaç kesmek için dedesinin ormana git-
tiği, beraberinde kendisini de götürdüğü zamanları hatırladı.
Ne neşeli zamanlardı o zamanlar. Dede karların üzerinde gı-
cırtılar çıkararak önden gider, Vanka’da arkasından gıcır gıcır
yürürdü. Noel ağacını kesmeden önce dedesi çubuğunu içer,
uzun uzun enfiye çeker, üşüyen Vanka ile alay eder. Buz tut-
muş genç çamlar hareketsiz durur, hangimiz öleceğiz, diye
beklerlerdi. Birdenbire nereden çıktığı belli olmayan bir tavşan,

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


ok gibi kar yığınlarının arasından geçer. Dede kendisini tuta-
maz: “Tut, tut, tut.” diye bağırır, “Ah, seni şeytan seni!”
Dede kesilen ağacı, bey evine çeke çeke götürürdü. Eve
gelince de ağacı süslemek işi başlardı. Bu işle Vanka’nın en
çok sevdiği insan, Olga İgnatiyevna uğraşırdı. Vanka’nın an-
nesi Pelageya hayattayken, beylerin evinde oda hizmetçisi
olarak çalıştığı zamanlar Olga İgnatiyevna Vanka’yı bonbon
ile beslerdi. İşi gücü olmadığı için ona okumayı, yazmayı,
yüze kadar saymayı hatta kadril oynamayı bile öğretmişti.
Pelageya ölünce öksüz Vanka’yı uşakların mutfağına, dede-
sinin yanına gönderdiler. Oradan da Moskova’ya, kunduracı
Alyehin’e uğurladılar.
Vanka mektubuna devam ederek:
“Ne olur, gel sevgili dedeciğim!” diye yazıyordu. “Tanrı
için yalvarıyorum, beni al buradan. Acı bana, zavallı öksüze,
yoksa beni dövüyorlar. Çok da açım. Canım öyle sıkılıyor ki
anlatamam sana. Hep ağlıyorum. Demin de usta kalıpla başı-
ma öyle bir vurdu ki yere düştüm, kendime zor geldim. Yan-
dı benim hayatım. Köpekten daha beter. Alyona’ya, tek göz
Yegorka’ya, bir de arabacıya selam ederim. Armoniğimi de
kimseye verme. Torunun İvon Jukov, sevgili dedeciğim gel.”
Vanka yazdığı mektubu dörde katladı, bir gün önce bir
kapiğe satın aldığı zarfa koydu. Biraz düşündükten sonra ka-
lemini mürekkebe batırdı, adresi yazdı:
Köye, dedeme:
Sonra biraz başını kaşıdı, düşündü, ilave etti:
“Konstantin Makariç’e.”

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Bu mektubu yazmasına engel olmadıkları için mem-
nunluk duyan Vanka, şapkasını başına geçirdi. Paltosunu
giymeden gömlekle sokağa fırladı. Bir gün önce bir şey sor-
duğu kasabın dükkânındaki tezgâhtarlar, ona mektupların
posta kutularına atıldığını ve oradan sarhoş arabacı ile çın
çın öten çıngıraklı troykalarla bütün dünyaya yayıldığını
söylemişlerdi. Vanka, ilk kutuya kadar koştu, sonra kıymetli
mektubu delikten içeri attı.
Tatlı ümitler içinde yatağa giren Vanka, bir saat sonra de-
rin bir uykuya dalmıştı. Rüyasında büyük ev fırınını görü-
yordu. Dedesi fırının üstünde çıplak ayaklarını sallandırarak
mektubu aşçı kadınlara okuyordu. Ocağın yanında Viyun
dolaşıyor, kuyruğunu sallıyordu.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


ACI

“Kime anlatsam kederimi?”

A kşam karanlığı. Sulu, iri iri kar taneleri, henüz ya-


kılmış fenerler etrafında uçuşuyor, ince, yumuşak
bir alçı tabakası gibi damları, atların sırtlarını, omuzlarını,
başlıklarını kaplıyordu. Arabacı İona Potapov, bir hayalet
gibi bembeyaz. Canlı bir vücut ne kadar büzülebilirse o ka-
dar büzülmüştü. Hiç kımıldamadan yerinde oturuyordu.
Üzerine bir yığın kar düşse bile gene karı silkmek lüzumunu
duymayacaktı. Beygiri de bembeyaz hareketsizdi. Hareket-
sizliğiyle, keskin köşeli biçimiyle, ayaklarının sopaya benzeyi-
şiyle o bir kapiğe satılan posta atlarına benziyordu. Herhâlde
düşünceye dalmıştı. Sabandan, alıştığı o rahat manzaralardan
alınıp da buraya, korkunç ışıklarıyla, hiç kesilmeyen gürül-
tüleriyle, öteye beriye koşuşan insanlarla dolu bu kargaşalık
içine düşen bir mahluk, böyle uzun uzun düşünmez de ne
yapardı?
İona ile beygiri, çoktan beri yerlerinden kımıldamıyor-
lardı. Avludan daha yemekten önce çıkmışlar ve hâlâ siftah
etmemişlerdi. İşte şehrin üzerine akşam karanlığı basıyordu.
Fener ışıkları, solgun yansımalarını daha canlı ışıklara bıra-
kıyordu. Sokağın gürültüsü, yavaş yavaş çoğalıyordu. İona
birdenbire:

t
‒ Arabacı, Viborg tarafına, diye bir ses işitti. Arabacı. Şa-
şırdı. Karla birbirine yapışan kirpikleri arasında, kaputla ku-
kuleta giymiş bir subay gördü. Subay:
‒ Viborg tarafına, diye tekrarladı. Uyuyor musun, nedir?
Viborg’a!
İona, kabul işareti olarak dizginleri çekti. Bu çekişle atın
dizginleri üzerindeki ve sırtındaki karlar, alçı parçaları hâlinde
düştü. Subay, kızağa oturdu. Arabacı, dudaklarını şapırdatıp,
boynunu, kuğu gibi uzatarak yerinden kalkar gibi davrandı.
Yılların alışkanlığı ile kamçısını salladı. Beygir de boynunu
uzatıp sopa biçimindeki ayaklarını büktü. Kararsız kararsız
yerinden kımıldadı. Çok geçmeden, aşağı yukarı gidip gelen
karartılardan sesler işitildi:
‒ Nereye gidiyorsun ulan? Şeytan mı dürttü seni. Sağa al,
sağa!
Kızaktaki subay kızarak:
‒ Sen daha kızak sürmesini bilmiyorsun, sağa gitsene,
dedi.
Bir karose arabacısı küfretti. Sokağı koşa koşa geçerken
omzuyla atın ağzına çarpan bir yolcu, İona’ya öfkeli öfkeli
baktı. Sonra kolundan karları silkti. İona, yerinde sanki iğne
üzerinde oturuyormuş gibi kımıldayarak dirseklerini geniş
geniş açtı. Sanki nerede olduğunu, niçin burada olduğunu
anlamıyormuş gibi gözlerini fırıl fırıl döndürdü. Subay alaylı
alaylı:
‒ Hepsi de ne aşağılık herifler değil mi? Sanki seninle çar-
pışmaya yahut atın altına düşmeye gayret ediyorlar. Birbiriy-
le sözleşmişler gibi, öyle değil mi?

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


İona, başını çevirip müşterisine baktı. Dudaklarını kı-
pırdattı. Bir şey söylemek ister gibiydi ama boğazından, kısık
seslerden başka bir şey çıkmadı.
Subay:
‒ Ne var, diye sordu.
İona, gülümsüyormuş gibi ağzını çarpıtarak, ıkınıp sı-
kındı. Nihayet:
‒ Benim de beyefendi, bu hafta oğlum öldü.
‒ Hım. Neden öldü?
İona, bütün gövdesiyle müşterisine döndü:
‒ Kim bilir, dedi. Herhâlde hummadan. Hastanede üç
gün yattı, öldü. Allah’tan işte.
Karanlık içinde:
‒ Yolunu değiştirsene herif. Ne o, köpoğlu köpek, görmü-
yor musun, sesleri işitildi.
Müşteri:
Sür, sür, dedi. Bu gidişle sabaha kadar varamayız. Atı bi-
raz sürsene!
‒ Arabacı tekrar boynunu uzattı. Yerinde kımıldanır gibi
ağır bir kibarlıkla kırbacını şaklattı. Bundan sonra birkaç
defa başını çevirdi. Müşteriye baktı ama o, gözlerini kapadı.
Dinlemeye hiç de istekli olmadığı belliydi. İona, müşterisi-
ni Viborg tarafına bıraktıktan sonra lokanta önünde durdu.
Gene büzüldü, gene hareketsiz kaldı. Sulu kar, tekrar başladı.
Onu da atını da gene beyaza boyamaya başladı. Bir saat böyle
geçti. Kendisi de beygiri de gene bembeyaz kesildi. Bir saat,
iki saat böylece geçti.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Kaldırımda yüksek sesle tartışıp lastiklerini kuvvetle vu-
rarak üç genç geçti. İkisi ince, uzun boyluydu. Üçüncüsü ise
kısa boylu ve kamburdu. Titrek bir sesle:
‒ Arabacı, polis köprüsüne, diye bağırdı. Üç kişi yirmi
kapik.
İona, dizginlere asılırken dudaklarını şapırdattı. Yirmi ka-
pik para değil ama ne yapsın, artık fiyatı düşünmezdi. Ruble
mi, beş kapik mi onun için pek fark etmezdi. Yeter ki müşte-
ri olsun. Gençler birbirine sövüp sayarak, itişe kakışa kızağa
yaklaştılar. Üçü de oturmaya çalışıyorlardı. Kimin oturup
kimin ayakta kalacağına karar veremiyorlardı. Uzun tartış-
malardan, karşılıklı alaylardan sonra en kısa boyluları olan
kamburun ayakta durmasına karar verildi. Kambur, yerini
alarak İona’nın ensesine üfledi:
‒ Haydi, sür, diye titrek bir sesle bağırdı. Atı bir kır-
baçla bakalım. Amma da şapkan var, kardeş. Daha kötüsü
Petersburg’da bulunmaz.
İona, hi hi, diye güldü:
‒ İşte böyle şapka.
‒ E, böylesi, sürsene beygirini. Yol boyunca hep böyle mi
gideceksin. Yoksa ense köküne indiririm ha.
Uzun boylulardan biri:
‒ Başım çatlıyor, dedi. Dün Dukmasovlarda Vaksa ile bir-
likte dört şişe konyak içtik.
Öbür uzun boylusu da:
‒ Amma da atarsın sen, diye çıkıştı.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


‒ Vallahi doğru söylüyorum.
‒ Evet o kadar doğru ki kargalar bile güler.
İona, hi hi, diye güldü.
‒ Baylarımın keyfi yerinde.
Kambur, kızarak:
‒ Allah cezanı versin moruk, dedi. Sürecek misin, sürme-
yecek misin? Bu sanki arabayla gitmek mi? Şunu bir kamçıla-
sana. Hadi bakalım. Hah, işte öyle. Adamakıllı.
İona, sırtında bir vücudun kımıldadığını hissetti. Arka-
sından kamburun cırlak sesini duydu. Kendisine edilen kü-
fürleri işitti. İnsanları görünce yalnızlık duygusu, yavaş yavaş
ondan uzaklaşıyordu. Kambur, öyle yakası açılmadık uzun kü-
fürlere başladı ki bitirmeye nefesi yetmedi, öksürmeye başladı.
İki uzun boylu genç, bir Nadejda Petrovna’nın sözünü etmeye
başladılar. İona, onlara döndü. Kısa bir sessizliği fırsat bilerek
başını biraz daha çevirip dedi ki:
‒ Benim de bu hafta oğlum öldü.
Kambur, öksürdükten sonra dudaklarını silerek içini çekti:
‒ Hepimiz öleceğiz, dedi. Hadi, sür, sür. Ben daha fazla
böyle gidemem. İmkânı yok. Bu arabacı bizi ne zaman gö-
türecek?
‒ Sen de şöyle hafiften ensesine bir indir de.
‒ Moruk, işitiyor musun? Ensene indireyim mi? Size ne-
zaketli davranmaktansa insan yürüsün daha iyi. İşitiyor musun?
Eşek eşekoviç. Sözlerim vız geliyor galiba sana.
İona, ensesine inen tokatları pek duymadı. Daha çok to-
kadın çıkardığı sesi işitiyordu.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


‒ Hi, hi, diye gülerek neşeli baylar. Allah uzun ömür ver-
sin, dedi.
Uzun boylusu:
‒ Arabacı evli misin, diye sordu.
‒ Ben mi? Hi hi, neşeli baylar, şimdi bir tek karım var.
Kara toprak. Ha ha ha, mezar, mezar. Oğlum öldü de ben
yaşıyorum. Şaşılacak şey. Ölüm, yanlış kapı çaldı. Bana gele-
ceğine oğluma geldi.
İona, oğlunun nasıl öldüğünü anlatmak için başını çe-
virdi ama o anda kambur, hafifçe içini çekti:
‒ Hele şükür, gelebildik, dedi.
Arabacı, yirmi kapik aldıktan sonra karanlık bir giriş kapısı
içinde kaybolan hovarda gençlere uzun uzun baktı. Gene yal-
nız kaldı. Gene içine garip bir hüzün çöktü. Bir zaman sönmüş
olan acısı gene baş gösterdi. Daha büyük bir kuvvetle göğsü-
nü ezdi. İona’nın gözleri kaygıyla, acıyla sokağın iki yanından
geçen kalabalığa dikildi. Gelip geçen binlerce insandan onu
dinleyecek biri var mıydı acaba? Ama kalabalık, ne onu ne de
acısını fark etmeden geçip gidiyordu işte.
Acısı korkunçtu, sınırsızdı. Ona öyle geliyordu ki göğsü
patlayıp içinden acısı fışkırsa bütün dünyayı kaplayacaktır.
Fakat gene de bu acı görünmezdi. O kadar küçük bir kabuğa
sığınmıştı ki gündüz ışık altında bile görülmezdi.
İona, elinde zembil taşıyan bir kapıcı gördü. Onunla ko-
nuşmaya karar verdi:
‒ Kuzum, saat kaç, diye sordu.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


‒ Ona geliyor. Niye durdun burada? Yürüsene!
İona, birkaç adım uzaklaştı. Tekrar büzüldü. Kendini acı-
sına verdi. Artık insanlarla konuşmayı lüzumsuz sayıyordu.
Ama daha beş dakika geçmeden, eğilip kalktı, sanki bir acı
duymuş gibi başını salladı, dizginleri şaklattı. Artık daha faz-
la dayanamazdı. “Hana gideyim.” diye düşündü.
Beygir, sanki düşüncesini anlamış gibi tırısa kalkıp koşmaya
başladı. Bir buçuk saat geçmeden büyük, pis bir tandır yanın-
da oturdu. Tandırda, döşemede, peyklerde insanlar yatmışlar,
horulduyorlardı. Dumanlı, boğucu bir hava ortalığı kaplamış-
tı. İona, uyuyanlara baktı, başını kaşıdı. Oraya bu kadar erken
döndüğüne pişman oldu. “Arpanın parasını bile çıkaramadım,
diye düşündü. Kederim hep bundan. İşini bilen, atını doyuran
insan her zaman rahattır.” Genç bir arabacı, bir köşeden kalk-
tı. Uyku sersemliğiyle yıkıla yıkıla boğazını temizledi. Su dolu
kovaya uzandı. İona:
‒ Su mu içeceksin, dedi.
‒ Evet, su.
‒ Eh, afiyet olsun. Benimse kardeş, oğlum öldü. Haberin
var mı? Bu hafta, hastanede. Olur şey değil.
İona, bu sözlerin ne tesir bırakacağına baktı. Ama hiç-
bir tesir bırakmadığını gördü. Genç arabacı ah çekerek başını
kaşıdı. Genç arabacı nasıl su içmek isterse o da öyle konuş-
mak istiyordu. Oğlu öleli nerdeyse bir hafta olacaktı. O ise
bu hikâyeyi daha kimseye gereği gibi anlatamamıştı. İyice,
rahat rahat anlatması lazımdı. Oğlunun nasıl hastalandığını,
nasıl acı çektiğini, ölmeden önce neler söylediğini,

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


nasıl öldüğünü anlatmak lazımdı. Cenaze merasimini, rah-
metlinin elbiselerini almak için hastaneye gidişini anlatması
lazımdı. Köyde, kızı Anisa kaldı. Onun sözünü etmek lazım-
dı. Daha anlatacak neler vardı, neler... Dinleyen ah çekmeli,
ohlamalı, puhlamalıydı. Kadınlarla daha da iyi konuşulurdu.
Budaladırlar ama, iki sözle ağlamaya başlarlardı. İona “Gidip
beygire bakayım.” diye düşündü. Nasıl olsa uyumak için her
zaman vakit bulunurdu. Giyinip, beygirin bağlı olduğu ahıra
gitti. Arpayı, samanı, havayı düşündü. Yalnızken oğlunu dü-
şünemiyordu. Ancak başka biri olduğu zaman konuşabilirdi.
Ama kendi kendine düşünüp onu gözlerinin önüne getir-
mek, kendine dayanılmaz bir acı veriyordu. İona, beygirinin
parlak gözlerini görünce:
‒ Yalanıyor musun, dedi. Yalan yalan, arpanın parasını
çıkaramazsak saman yiyeceğiz. Evet. Artık ihtiyarladım, ara-
bayı sürecek takatim kalmadı. Arabacılık etmek benim değil,
oğlumun harcıydı. O tam arabacıydı. Ne olurdu yaşasaydı.
Kısa bir zaman sustu. Sonra devam etti: Öyle işte kardeşim
kısrak. Kuzma İoniç yok artık. Allah rahmet eylesin. Boşu
boşuna gitti işte. Düşün bir kere: Senin bir tayın var, onun öz
annesisin. Bir de bakıyorsun birdenbire tay ölüveriyor. Acı-
maz mısın?
Beygir yalandı, dinler gibi eğilerek sahibinin ellerine
doğru soludu.
İona daldı, ona her şeyi bir bir anlatmaya başladı.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


MEMURUN ÖLÜMÜ

B ir gece, memur İvan Dimitriç Çerviakov, ikinci sıra


koltuklardan birine oturmuş, dürbünle “Kornevil
Çanları”nı seyrediyordu. Çerviakov seyrediyor, mutluluğun
en yükseklerine ulaştığını duyuyordu. Derken birdenbire...
Hikâyelerde bu “derken birdenbire”lere sık sık rastlanır.
Yazarların hakları var. Hayat beklenmedik şeylerle o kadar
dolu ki... Derken birdenbire yüzü buruştu. Gözleri kaydı,
soluğu kesildi. Dürbünü gözünden ayırdı, eğildi ve “Hapşu-
uu!..” diye. Gördüğünüz gibi aksırık, hiçbir yerde, hiç kim-
seye yasak edilmemiştir. Köylüler de aksırır, emniyet amirleri
de aksırır hatta bazen müşavirlerin bile aksırdığı olur. Her-
kes aksırır. Çerviakov hiç de bozulmadı, mendili ile ağzını
burnunu sildi, nazik bir insan gibi kimseyi rahatsız edip et-
mediğini anlamak için etrafına bakındı. Ve derhâl mahcup
olmak zorunda kaldı. Önünde, birinci sıra koltuklardan bi-
rinde oturmakta olan yaşlı bir zatın, dazlak kafasını, ensesini
eldiveni ile dikkatle silmekte olduğunu gördü. Adamın belli
belirsiz bir şeyler mırıldandığını duydu. Çerviakov, ihtiyarın
ulaştırma bakanlığında çalışan sivil generallerden Brizjalov
olduğunu tanımakta gecikmedi:
‒ Adamın üstünü başını berbat ettim, diye düşündü.

t
Gerçi benim amirim değil, yabancı ama ne de olsa hoş bir
şey değil. Özür dilemeliyim.
Çerviakov, öksürdü, gövdesini biraz ileri doğru verdi, ge-
neralin kulağına:
‒ Af buyurun efendimiz, diye fısıldadı, üstünüzü başınızı
berbat ettim. İstemeyerek oldu.
‒ Zararı yok, zararı yok.
‒ Allah rızası için af buyurun ama ben böyle olmasını
istemezdim.
‒ Fakat oturunuz rica ederim. Bırakın da dinleyeyim.
Çerviakov utandı, alık alık sırıttı, sahneye bakmaya baş-
ladı. Tiyatroyu seyrediyor ama zevk duymuyordu. İçini bir
kurt kemirmeye başlamıştı. Perde arasında Brizjalov’a yak-
laştı, yanı başından yürüdü, ürkekliğini yenerek mırıldandı:
‒ Efendimiz, üstünüzü başınızı berbat ettim. Af buyurun
Hâlbuki ben hiç de böyle olmasını istemiyordum.
General:
‒ Yeter artık canım, ben onu unutmuştum bile, hâlbuki
siz boyuna tekrarlayıp duruyorsunuz, diye söylendi. Alt du-
dağını da hızlı hızlı oynatmaya başladı.
Çerviakov, şüpheli şüpheli generale bakarak: “Unutmuş
ama gözleri hain hain bakıyor, konuşmak bile istemiyor, diye
düşündü. Bunun bir tabiat kanunu olduğunu kendisine an-
latmalı idim. Yoksa herif tükürmek istediğimi sanabilir. Şim-
di sanmasa bile sonra sanabilir.”
Çerviakov evine gelince ettiği kabalığı karısına anlattı.
Karısı, görünüşe göre olup biteni pek de umursamadı. Yalnız

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


korktu ama Brizjalov’un bir “yabancı” olduğunu öğrenince
rahat bir nefes aldı:
‒ Neyse sen yine gidip ondan özür dile, dedi. Sosyete ha-
yatında nasıl hareket edileceğini bilmediğini sanabilir.
‒ Bütün mesele işte burada ya... Ben özür diledim ama o
biraz tuhaf davrandı. Akla yakın bir tek söz söylemedi. Hoş,
konuşmaya da vakti yoktu ya.
Ertesi gün Çerviakov yeni üniformasını giydi, tıraş oldu,
meseleyi Brizjalov’a anlatmaya gitti. Brizjalov’un bekleme
odasına girince orada birçok ricacının dertlerini dinlemeye
başlamış olan Brizjalov’u gördü. General birkaç ricacının
derdini dinledikten sonra gözlerini Çerviakov’a kaldırdı.
Memur:
‒ Dün gece “Arkadi” de, diye anlatmaya başladı, eğer ha-
tırlarsanız efendimiz, aksırmış ve istemeyerek üstünüzü başı-
nızı berbat etmiştim. Af...
Sivil general:
‒ Ne saçma şey… Aman ya Rabbi, diye mırıldandı ve bir
başka ziyaretçiye dönerek: Siz ne istiyorsunuz, diye sordu.
Çerviakov sarararak “Konuşmak istemiyor.” diye dü-
şündü. “Demek ki kızıyor. Hayır, bunu böyle bırakmamalı-
yım. Ona anlatmalıyım.”
Sivil general, son ricacı ile konuşmasını bitirip çalışma
odasına yürüyünce Çerviakov da arkasından yürüdü.
‒ Efendimiz, diye mırıldandı, efendimizi rahatsız etmek
cesaretinde bulunuyorsam bu sadece içimdeki pişmanlık
duygusundan ileri geliyor. Siz de bilirsiniz ki efendimiz, iste-
yerek yapmadım.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Sivil general, ağlamaklı suratını astı, elini sallayarak:
‒ Fakat efendim siz benimle düpedüz alay ediyorsunuz
dedi, kapının arkasında kayboldu.
Çerviakov evine giderken şöyle düşündü: “Bunda hiçbir
alay yok. Bir türlü anlayamıyor, bir de general olacak. Öyle
ise artık ben de bu palavracıdan af maf dilemem. Canı ce-
henneme. Ona bir mektup yazarım ama bir daha gelmem,
vallahi gelmem.”
Çevriakov evine giderken böyle düşünüyordu. Generale
mektup yazmadı. Düşündü taşındı ama bu mektubu bir tür-
lü toparlayıp yazamadı. Ertesi gün kendisinin gidip işi anlat-
ması lazım geldiğine karar verdi.
General sorgu dolu gözlerini ona diktiği zaman Çerviakov:
‒ Dün efendimizi, buyurduğunuz gibi alay etmek için
rahatsız etmeye gelmemiştim. Aksırırken üstünüzü başını-
zı berbat ettiğim için özür dilemeye gelmiştim. Alay etmek
benim ne haddime? Bizler alay etmeye kalkarsak o zaman,
efendime söyleyim, insanlara saygı kalır mı?
Mosmor kesilen, tir tir titreyen general, birdenbire:
‒ Defol, diye bağırdı.
Dehşetinden kireç gibi olan Çerviakov, bir fısıltı hâlinde:
‒ Ne buyurdunuz, diye sordu.
General ayaklarını yere vurarak:
‒ Defol, diye tekrarladı.
Çerviakov’un içinde bir şeyler koptu. Hiçbir şey düşüne-
meden şaşkın ve üzgün biçimde, geri geri kapıya doğru gitti,
sokağa çıktı, yürüdü. Bir makine gibi evine gelince ünifor-
masını çıkarmadan kanepeye uzandı ve öldü.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


BABA

‒ Eh doğrusu biraz içtim. Kusura bakma, geçerken bir


tezgâhbaşı yapayım, dedim. Hava sıcak da. İki küçük şişe yu-
varladım. Ne yapalım? Sıcak kardeş.
İhtiyar Musatov, cebinden bir bez parçası çıkardı. Tıraşlı,
görmüş geçirmiş yüzünü sildi. Oğluna bakmadan sözlerine
devam etti:
‒ Sana kuzucuğum, bir dakikalığına geldim. Pek önemli
bir iş için. Kusura bakma, belki seni rahatsız ediyorum. Sa-
lıya kadar bana on ruble verebilir misin? Anlıyorsun tabii.
Dün işte ev kirası verilecekti de... Para da yok. Kafamı kes-
seler yok, yok.
Genç Musatov, bir söz söylemeden dışarıya çıktı, kapının
arkasında yazlık evinin sahibiyle, evde beraber oturdukları
meslek arkadaşlarıyla bir şeyler fısıldaştı. Üç dakika sonra
döndü. Gene bir şey söylemeden babasına on rublelik bir
kâğıt uzattı. İhtiyar Musatov, kâğıda bakmadan kayıtsızca
cebine soktu:
‒ Mersi, dedi. Eh, nasılsın bakalım, çoktan beri görü-
şemedik.
‒ Evet çok oluyor. Ta Paskalya’dan beri.

t
‒ Ben, dört, beş defa sana gelmeye niyetlendim ama
bir türlü vaktim olmadı. İşim başımdan aşkın. Hoş, söyle-
diklerim de doğru değil ya. Boyuna yalan söylüyorum. Sen
bana inanma Borinka. Salı günü on rubleyi veririm dedim
ya, inanma. Tek bir sözüme bile inanma. Hiçbir işim yok.
Yalnız haylazlık, sarhoşluk. Sonra bu kılıkla sokağa çıkmak
da ayıp oluyor. Sen Borinka, affet beni. İki, üç defa küçük
kızı gönderip senden para istedim. Acıklı mektuplara inan-
ma, hep yalan söylüyorum. Seni soymaktan da sıkılmıyor de-
ğilim kuzucuğum. Biliyorum, sen de iki ucunu bir araya zor
getiriyor, zeytin ekmek yiyorsun ama şu yüzsüzlüğümle ne
yapayım. Öyle yüzsüzüm ki eşim benzerim yoktur. Affet beni
Borinka, sana gerçeği apaçık söylüyorum, çünkü şu melek
yüzüne içim sızlamadan bakamıyorum.
Bir dakika sessizlik içinde geçti. İhtiyar, derin derin göğüs
geçirdi, sonra:
‒ Bana bir bira ikram etsene kuzum, dedi.
Oğlu dışarıya çıktı. Kapı arkasında tekrar fısıldaşmalar
işitildi. Biraz sonra birayı getirdikleri zaman ihtiyar, şişeyi
görünce canlandı, edasını tamamıyla değiştirdi. Gözlerini
faltaşı gibi açarak:
‒ Demin yarışlara gitmiştim, dedi. Üç kişiydik. Şust-
ra üzerine üç ruble koyduk. Allah’a şükür şu Şustra’ya. Bir
rubleye otuz iki ruble verdi. Ne yapayım kardeşim, yarışta
oynamadan edemem. Hem de kibarca bir zevktir. Bizim ha-
tuncuk, yarışlara her gidişimde bana adamakıllı çıkışır ama
gene giderim. Ne yapayım, heves bu.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Sarı saçlı süzgün yüzlü genç adam, Boris, bir köşeden
öbürüne sessizce gidip geliyor, hiçbir kelime söylemeden
dinliyordu. İhtiyar, öksürmek için konuşmasını kesince ona
yaklaştı ve dedi ki:
‒ Geçenlerde babacığım, bir çift fotin almıştım, bana bi-
raz dar geliyor. Sen almaz mısın? Ucuza veririm.
İhtiyar, yüzünü buruşturarak:
‒ Olur, dedi. Yalnız aynı fiyata olsun. Hiç indirme, kabul
etmem.
‒ Pekâlâ, sana veresiye veririm.
Oğlu, yatağın altına girdi, oradan yeni fotinlerini çıkardı.
Babası hantal, kahverengi, kendisinin olmadığı belli olan çiz-
melerini çıkardı, yeni fotinleri giymeye başladı.
‒ Tamam, tamam geliyor. Kabul. Bende kalsın. Salı günü
emekli maaşımı alınca sana parasını gönderirim.
Sonra birdenbire gene ağlamaklı hâliyle:
‒ Yalan söylüyorum, at yarışları da emekli maaşı da yalan.
Sen de beni aldatıyorsun Borinka. Senin cömert siyasetini
anlıyorum. Beyninin içini okuyorum. Fotinler dar gelmiş,
kalbin geniş de ondan. Ah Boriya, Boriya! Her şeyi anlıyo-
rum, her şeyi görüyorum.
Sarhoşun oğlu, konuşmayı değiştirmek için:
‒ Siz yeni daireye taşındınız mı, diye sordu.
‒ Evet kardeş, taşındık. Her ay taşınıyoruz ya. Hatunun
huyu böyle, bir yerde fazla kalamaz.
‒ Bir defa eski evinize gittim, sizi sayfiyeye çağırmak is-
tedim. Sıhhatiniz için biraz temiz havada yaşamak fena olmaz.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


İhtiyar elini sallayarak:
‒ Olmaz, dedi. Hatun bırakmaz, kendim de istemem ya.
Yüz defa beni bu çukurdan çıkarmaya çalıştınız. Ben de ça-
lıştım. Ama boşuna. Bırakın artık. Ko, çukurda geberip ka-
layım. İşte burada seninle oturuyorum, senin melek yüzüne
bakıyorum ama gene de bir şey beni eve, o uçuruma çekiyor.
Alın yazım böyleymiş demek. Hamam böceğini zorla gül fi-
danına götüremezsin. Hayır kardeş, olmaz. Eh, gitme zamanı
da geldi. Hava kararıyor.
‒ Durun, ben sizi geçireyim. Benim de şehre gitmem lazım.
İhtiyar ile genç paltolarını giyip dışarıya çıktılar. Biraz
sonra araba yola koyulduğu zaman hava iyice kararmıştı.
Pencerelerde ışıklar görünüyordu.
Baba:
‒ Dolandırdım seni, Borinka, diye mırıldanıyordu. Zaval-
lı, zavallı çocuklar, insanın böyle bir babası olması herhâlde
büyük bir felakettir. Yüzünü görünce yalan söyleyemiyorum.
Affet beni. Allah’ım şu yüzsüzlüğüm nereye kadar varacak. Şu
hâlimle seni utandırıyorum. Kardeşlerini de seni de soyuyo-
rum. Ama dün beni bir görseydin Borinka senden gizleyecek
değilim ya... Dün bizim hatuna konu komşu ıvır zıvır geldi.
Onlarla beraber içtim. Çocuklarıma adamakıllı veriştirdim.
Sövdüm saydım, beni bıraktılar, diye ağlandım. Birtakım sarhoş
kadınları kendime acındırmak istedim. Kendimi zavallı bir baba
göstermek istedim. İşte âdetim böyle. Kusurlarımı gizlemek iste-
yince bütün kabahati masum çocuklarıma yüklüyorum. Ama
Borinka sana yalan söyleyemem, senden bir şey saklayamam.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Sözde yukarıdan alacaktım. Seni görünce, uysallığını, iyi
kalpliliğini görünce dilim tutuldu. İçim değişti.
‒ Ne ise babacağım, bırak bunları da, başka bir şeyden
söz açalım.
‒ Allah’ım, ne çocuklarım var. Allah bana lütfetti, ne ço-
cuklar verdi. Böyle çocukları benim gibi serseriye değil, kalbi
olan, duyguları olan bir insana vermeliydi. Ben onlara layık
değilim.
İhtiyar, tepesi düğmeli kasketini eline aldı, birkaç istavroz
çıkardı. Sonra ah çekip, sanki dini tasvirler arıyormuş gibi
etrafına bakınarak “Allah’a çok şükür.” dedi. “Mükemmel, eşi
bulunmaz çocuklar. Üç oğlum var, birbirinden iyi. Hiçbiri
ağzına içki koymaz, ağırbaşlı, işten anlayan, kafalı insanlar.
Arabacı, bilsen ne kafalı çocuklardır. Şu Grigory yok mu,
öyle bir zekâsı vardır ki on kişiye yeter. Öyle bir konuşur ki,
avukatlar halt etsin yanında. Fransızca da konuşuyor. Alman-
ca da konuşur. İnsan, dinlemekten kendini alamaz. Çocuk-
larım, benim olduğunuza inanamıyorum! Sen Borinka, çok
çilekeş evlatsın, seni batırıyorum, batırmaya da devam ede-
ceğim. Bana boyuna para veriyorsun. Bir şeye yaramadığını
bile bile. Demin sana merhamet dileyen bir mektup gönder-
dim. Hastalığımdan dem vurdum. Düpedüz yalan söyledim.
Senden, rom içmek için para istedim. Sen de yok deyip de
beni kırmaktan çekindiğin için boyuna veriyorsun. Bütün
bunları biliyorum, farkındayım.
Grişa da çilekeşin biri. Perşembe günü kardeş, dairesine
gittim. Sarhoştum, üstüm başım kirliydi. Elbiselerim yırtık

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


pırtıktı. Meyhane gibi votka kokuyordum. Birtakım kabaca
sözlerle doğru masasına yaklaştım. Oysa ki etrafında arkadaş-
ları, müdürü, arzuhalciler vardı. Ona, bütün hayatı boyunca
temizleyemeyeceği bir leke sürdüm. O ise hiç utanmadı. Yal-
nız biraz sarardı ama sonra gülümsedi. Bir şey olmamış gibi
bana yaklaştı hatta beni arkadaşlarıyla tanıştırdı, sonra evime
kadar getirdi. Ağzını açıp bir söz söylemedi, sızlanmadı. Onu
senden fazla soyuyorum. Ya kardeşin Saşa’ya ne dersin? O
da çilekeş. Bilirsin, asil bir aileden bir albay kızıyla evlendi.
Çeyizi de var. Benimle pek ilgilenmemesi lazım ama hiç de
öyle değildi, kardeş. Evlenir evlenmez, nikâhtan sonra genç
karısıyla beraber ilk önce beni ziyaret etti. Şu oturduğum çu-
kurda. Vallahi.
İhtiyar ağlar gibi bir hâl aldı, sonra hemen güldü:
‒ O anda da sanki mahsus yapıyormuşuz gibi kıvasla
rendelenmiş turp yiyorduk, balık kızartmıştık. Evde öyle
bir koku vardı ki şeytana bile fenalık gelirdi. İçmiş, bir ya-
na uzanmıştım. Karım, yüzü kıpkırmızı, gençleri karşılamaya
çıktı. Sözün kısası, rezalet vesselam. Saşa gene her şeyi hoş
gördü.
Boris:
‒ Evet, bizim Saşa iyi adamdır, dedi.
‒ Fevkalade iyi adam. Hepiniz altın gibi çocuklarsınız.
Sen de Saşa da Sonya da. Hepinize neler çektirmiyorum.
Ben, yüzünüzü kızartıyorum; üzüyorum, soyuyorum sizi.
Şimdiye kadar sizden bir tek şikâyet sözü işitmedim, bana
hiçbir zaman fena gözle bakmadınız. İyi bir baba olsaydım
ne ise ama ne gezer Siz, benden kötülükten başka bir şey

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


görmediniz. Ben kötü, ahlaksız bir adamım. Şimdi Allah’a
şükür yatıştım. Artık kendime güvenim kalmadı. Hâlbuki
eskiden siz küçükken kendime müthiş güvenirdim. O zaman
ne yapsam, ne söylesem hep bana öylesi lazımmış gibi gelirdi.
Kimi zaman, geceleri kulüpten eve dönerdim. Sarhoş hâlimle
hemen huysuzluğa başlardım. Rahmetli annene, fazla masraf
ediyorsun, diye çıkışırdım. Bütün gece dırdır başının etini
yerdim. Hem de böyle yapmak lazımmış gibi düşünürdüm.
Kimi zaman, sabahları siz kalkıp okula giderdiniz, ben de
ona hâlâ söylenir dururdum. Nur içinde yatsın, çok çektir-
dim zavallıya. Okuldan döndüğünüz zaman, ben uykuda
oluyordum. Siz de ben kalkmadan yemeğe oturmaya cesaret
edemezdiniz. Yemekte tekrar aynı terane başlardı. Hatırlarsın
herhâlde. Allah, kimseye böyle baba vermesin. Allah, beni
büyüklüğünüz belli olsun diye gönderdi. Evet, böyledir. Öyle
ise çocuklar sonuna kadar dayanın. Babanı say, çok yaşarsın
derler. Belki de gösterdiğiniz büyüklük için Allah size uzun
ömür verir. Arabacı dur!
İhtiyar, arabadan atladı, gene bir ayaküstü meyhanesi-
ne daldı. Yarım saat sonra geri döndü. Sarhoş bir çığlık attı.
Gene oğlunun yanına oturdu:
‒ Sonya nerede, diye sordu. Hâlâ yatılı okulda mı?
‒ Hayır, mayısta bitirdi. Şimdi Saşa’nın kaynanasının ya-
nında oturuyor.
İhtiyar:
‒ Allah Allah, diye şaşakaldı. Yaman kız, demek ağabey-
lerine benzemiş. Eh Borinka, annesi yok ki sevinsin. Dinle
Borinka. O, nasıl yaşadığımı biliyor mu? Ha?

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Boris, hiç karşılık vermedi, beş dakika kadar derin bir ses-
sizlikle geçti. İhtiyar ağlamaya başladı. Küçük bez parçasıyla
gözlerini sildi:
‒ Severim onu Borinka, dedi, severim Biricik kızım, ih-
tiyarlıkta insanı en iyi avutacak kızdır. Onu bir görebilsem...
Olur mu dersin Borinka, görebilir miyim?
‒ Tabii, istediğiniz zaman.
‒ Sahi mi? Bir şey demez mi acaba?
‒ Yok canım, görüşmek için kendisi sizi aramıştı.
‒ Doğru mu söylüyorsun? Ama ne çocuklar! İşitiyor mu-
sun arabacı? Borinka, ne olur, bu işi ayarla. O, artık bir mat-
mazeldir. Delikatestir, konsomedir, ben de bu kötü kılığımla
kendimi ona göstermek istemem. Biz, Borinka, bu işi şöyle
ayarlayalım: Üç gün kadar içkiden el çekerim, şu melun sar-
hoş yüzüm biraz kendine gelsin. Sonra sana gelirim. Sen de,
bir zaman için, elbiselerinden birini bana verirsin; traş olu-
rum, saçlarımı kestiririm. Sonra sen gider, onu kendi evine
getirirsin. Olur mu?
‒ Hay hay!..
‒ Arabacı dur.
İhtiyar tekrar arabadan atladı, meyhaneye koştu. Boris’le
beraber eve gelinceye kadar böylece bir, iki defa daha araba-
dan atladı. Boris onu hep sessiz sessiz, sabırla bekledi. İhtiyar,
arabayı savdıktan sonra uzun pis bir sokaktan hatununun
evine doğru giderken müthiş utanmış, kabahatli bir yüz ta-
kınmıştı. Sıkılgan bir tavırla homurdandı, dudaklarını diliyle
ıslatarak rica eder gibi:

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


‒ Borinka, dedi. Şayet hatun, ileri geri söylenirse sen hiç
aldırış etme. Elden geldiği kadar iyi davran. O cahildir, küs-
tahtır ama gene de iyi kadındır. Göğsünde iyi, sıcak bir kalp
çarpar.
Uzun avluyu geçtiler. Boris, karanlık bir sofa gördü. Kapı
gıcırdadı. Mutfak kokusu, semaver dumanları geldi. Birta-
kım keskin sesler işitildi. Sofadan mutfağa geçerken Boris,
sadece koyu bir duman, üstüne çamaşır asılı bir ip, delik-
lerinden kıvılcım saçan bir semaver borusu gördü. İhtiyar,
mutfağa yakın olduğu için havası pek bozulmuş alçak tavanlı
küçük bir odaya eğilerek girerken:
‒ İşte hücrem, dedi.
İçeride, masa başında, üç kadın oturmuş, kahvaltı edi-
yorlardı. Misafiri görünce birbirine bakıştılar, yemeyi kes-
tiler. Herhâlde ihtiyarın karısı olan bir kadın, sert sert:
‒ E, buldun mu bakalım, dedi.
‒ Buldum, buldum. Boris, lütfen otur. Ya, delikanlı, biz-
de işler basittir; biz böyle basitlik içinde yaşarız.
Anlaşılmaz hareketlerle didinip duruyordu. Hem oğ-
lundan sıkılıyor hem de kadınların yanında her zamanki gibi
yüksekten atmak; kendini zavallı, bırakılmış bir baba gibi
göstermek istiyordu:
‒ Evet, kardeş!.. İşte böyle basit, gösterişsiz yaşarız. Biz,
delikanlı, basit insanlarız. Sizin gibi göz boyamayı sevmeyiz.
Ya, biraz votka içelim mi?
Kadınlardan biri (Bir yabancı yanında içmekten utanı-
yordu.) içini çekti, dedi ki:

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


‒ Ben de mantarla biraz içerim ama ne mantar!.. İnsan
içmeden duramaz. İvan Gerasimoviç, beyefendiye de ikram
edin. Belki içerler.
Sonuncu kelimeyi kadın eçirler şeklinde söylemişti. İhti-
yar, oğluna bakmadan:
‒ İçsenize delikanlı, dedi. Bizde kardeş, şarap, likör bu-
lunmaz. Biz böyle basit yaşarız.
Hatun içini çekerek:
‒ Evimizden hoşlanmazlar tabii, dedi.
‒ Yok, canım yok, içer, içer.
Boris, babasını incitmemek için kadehi aldı, sessizce içti.
Semaver geldiği zaman da süzgün yüzüyle ihtiyara yaranmak
için berbat çaydan iki bardak içti. Hatunun, bu dünyada
ana babalarını bırakan dinsiz, katı yürekli çocuklar konusu
üzerindeki iğneli konuşmasını sessizce dinliyordu. Kafayı
bulmuş olan ihtiyar, her zamanki coşkun sarhoşluk hâline
girerek:
‒ Biliyorum, şimdi neler düşünüyorsun, diyordu. Be-
nim düşkün, zavallı, kirli bir adam olduğumu düşünüyor-
sun. Bana gelince delikanlı, şu yaşadığım sade hayat, senin
hayatından çok daha normaldir. Hiç kimseye ihtiyacım yok
benim. Ve... Ve... Kimsenin önünde alçalmak niyetinde deği-
lim. Bana acıyarak bakan çocuklara müthiş kızarım.
Çaydan sonra tuzlu balığı kızartıp, üzerine kıyılmış soğan
serperken öyle duygulandı ki gözleri yaşardı.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Tekrar yarışlardan, kazançlardan, dün on altı ruble ver-
diği bir hasır Panama şapkadan konuşmaya başladı. Tuzlu
balığa, içkiye duyduğu aynı iştahla yalan söylüyordu. Oğlu,
sessiz sessiz bir saat oturdu. Sonra gitmek için ayağa kalktı.
İhtiyar ona yüksekten bakarak:
‒ Sizi daha fazla tutmak istemem, dedi. İstediğiniz gibi
yaşamıyorsam kusura bakmayın delikanlı.
Şöyle bir kabardı, böbürlene böbürlene pufladı, kadınlara
göz attı. Oğlunu sofaya kadar götürerek:
‒ Güle güle beyefendi, dedi. Atande.
Karanlık sofada ise birdenbire yüzünü oğlunun yüzüne
dayadı, hıçkırmaya başladı:
‒ Sonya’cığı bir görsem, diye mırıldandı. Bu işi ayarla,
Borinka, kuzucuğum. Tıraş olur, elbisemi giyerim. Yüzüme
bir ciddilik veririm. Onun yanında sessizce dururum. Vallahi
hiç ses çıkarmam.
Ardından kadın sesleri gelen kapıya ürkek ürkek baktı.
Hıçkırıklarını kesti, yüksek sesle:
‒ Güle güle, beyefendi, dedi. Atande.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


ANÜTA

L izbon Oteli’nin en ucuz odasında, tıp fakültesi üçüncü


sınıf öğrencisi Stepan Kloçkov, bir köşeden öbürüne gi-
dip geliyor, dersini habire ezberliyor. Sürekli, sıkı çalışmadan
ağzı kurumuş, alnında ter damlaları belirmeye başlamıştı.
Kenarları buzlarla süslü pencere önünde, arkalıksız bir
sandalyede metresi Anüta oturuyordu. Anüta, ufak tefek,
zayıf, sarışın, yirmi beş yaşlarında, yüzü pek solgun, uysal
bakışlı, gri gözlü bir kızdı. Sırtını kamburlaştırarak kırmızı
iplikle bir erkek gömleğinin yakasını işliyordu. İşi aceleydi.
Koridordaki saat, kısık sesiyle öğleden sonra ikiyi vurmuştu.
Hâlbuki o hâlâ ortalığı toplamış değildi. Buruşuk battaniye,
öteye beriye atılmış yastıklar, elbiseler, içinde çer çöp yüzen
sabunlu su ile dolu büyük pis bir tas, yerde süprüntüler...
Her şey, sanki mahsus karıştırılmış, buruşturulmuş gibi yığın
hâlinde ortada duruyordu.
Kloçkov:
‒ Sağ ciğer, üç bölümdür, diye dersini ezberliyordu. Sı-
nırları: Üst bölümü göğsün ön tarafında; dördüncü, beşinci
kaburga kemiklerine kadar arkada Spina scapulae’ye bakar.
Kloçkov şimdi okuduğunu hayal etmeye çalışarak gözlerini

t
tavana kaldırdı. Yerlerini iyice gözünde canlandıramadığı
için yeleğinin üzerinden üst kaburga kemiklerini yakalamaya
başladı.
‒ Bu kemikler, piyano tuşlarına benzer. Hesabı şaşır-
mamak için mutlaka alışmak lazım. İskelet üzerinde, ayrıca
da canlı bir insan üzerinde bu işi incelemeli. Baksana Anüta,
hele gel biraz, yerini bulalım.
Anüta, işlemeyi bıraktı, bluzunu çıkardı. Ayakta dimdik
durdu. Kloçkov karşısına oturdu, kaşlarını çattı, göğüs ke-
miklerini saymaya başladı:
‒ Hım. İlk kaburga bulunamıyor. Köprücük kemiğinin
arkasında. Şu ikinci kaburga olacak. Bu üçüncü, bu da dör-
düncü. Hım. Güzel.
‒ Neye böyle ürperiyorsun?
‒ Parmaklarınız soğuk da.
‒ Bir şey olmaz canım. Ölecek değilsin ya. Kımıldamadan
dur. Demek bu üçüncü kaburga, bu da dördüncü. Pek zayıf
görünüyorsun ama kemiklerin zor ele geliyor. Bu ikinci. Bu
üçüncü. Hayır, karıştırıyor insan. Açıkça gözünde canlandı-
ramıyor. Kemikleri çizmek lazım. Kömür nerede, kömür?
Kloçkov, kömür parçasını aldı. Anüta’nın göğsünün üze-
rindeki kemiklerin hizasına birkaç paralel çizgi çizdi:
‒ Mükemmel. Şimdi her şey gözümün önünde. Artık
vurmakla muayene edebilirim. Hadi kalk bakalım.
Anüta ayağa kalktı, çenesini kaldırdı. Kloçkov muayeneye
başladı. Bu işe öylesine daldı ki Anüta’nın soğuktan mosmor ke-
silen dudaklarını, burnunu, parmaklarını bile fark etmiyordu.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Anüta, tir tir titriyor ama bir yandan da tıp öğrencisi, onun
titrediğini görünce kömürle çizgi çizip parmağıyla vurmayı
bırakır, bundan dolayı belki de sınavı iyi veremez, diye kor-
kuyordu.
Kloçkov vurmayı bırakarak:
‒ Şimdi her şeyi açıkça anlıyorum, dedi. Sen şöyle otur da
kömür silinmesin. Ben de biraz daha ezberliyeyim.
Tıp öğrencisi, tekrar odada dolaşmaya, ezberlemeye ko-
yuldu. Anüta, göğsündeki siyah çizgilerle tıpkı dövmelenmiş
vahşileri andırıyordu. Soğuktan büzülmüş oturuyor, düşünü-
yordu. O zaten pek az konuşur, hep susar, boyuna düşünürdü.
Otel odalarında altı, yedi yıldır sürtmüş. Kloçkov gibi beş
kişi tanımıştı. Bugün hepsi de eğitimlerini bitirmişler, adam
olmuşlardı. Sonra, kibar insanlara yakışır bir şekilde onu
çoktan unutmuşlardı. Biri Paris’te oturuyordu, ikisi doktor
olmuştu, dördüncüsü ressamdı hatta beşincisi ise söyledikle-
rine göre profesör olmuştu. Kloçkov, altıncıydı. Yakında o da
üniversiteyi bitirir, adam olurdu. Şüphesiz geleceği parlaktı,
herhâlde büyük bir adam olur. Ama bugünkü hâli berbat mı
berbat: Tütünü, çayı yok, şekerse yalnız dört parça kalmış. İş-
lemeyi elden geldiği kadar çabuk bitirip işi verene götürmeli,
alacağı yirmi beş kapikle de biraz çay, biraz tütün almalıydı.
Kapının arkasından:
‒ Girebilir miyim, diye bir ses işitildi.
İçeriye ressam Fetisov girdi. Kloçkov’a döndü. Alnı üzeri-
ne dökülen saçları arasından vahşice bakarak:
‒ Sizden bir ricam var, dedi. Lütfedin de güzel bayanınızı

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


bana birkaç saat için ödünç verin. Bir resim yapıyorum da
çıplak model olmadan iş yürümüyor.
Kloçkov:
‒ Hayhay, dedi. Haydi Anüta, git.
Anüta:
‒ Orada işim ne benim, diye cevap verdi.
‒ Hadi sus. Seni bir sanat işi için istiyor, ıvır zıvır bir şey
için istemiyor ki. Elinden geliyorsa insan başkalarına yardım
etmeli, değil mi?
Anüta, giyinmeye başladı.
Kloçkov:
‒ Peki, ne üzerinde çalışıyorsunuz, diye sordu.
‒ Psykhe. Güzel bir konu ama bir türlü yürümüyor. Ayrı
ayrı modeller üzerinde çalışmak lazım. Dün, ayakları mavi
bir model gelmişti. “Neye ayakların mavi?” diye sordum.
“Çorapların boyası çıkıyor da ondan.” dedi. Siz de hep ez-
berliyorsunuz ha. Ne mutlu size, sabırlı adamsınız.
‒ Tıp öyle bir nesne ki ezberlemeden olmuyor.
‒ Hım. Affedin Kloçkov ama siz bir domuz gibi ya-
şıyorsunuz. Ne biçim hayat bu canım?
‒ Ne demek istiyorsunuz? Başka türlü yaşanamaz ki. Ba-
bamdan ayda on iki ruble geliyor. Bu para ile de iyi yaşamak
kolay değil.
Ressam tiksine tiksine yüzünü buruşturuyor:
‒ Evet, öyle ama gene de daha iyi yaşanabilir. Kültürlü bir
insan, mutlaka bir estet olmalıdır, öyle değil mi? Burası ise

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


maazallah. Yatak yapılmamış, ortalıkta çer çöp, bulaşık suyu,
dünkü yemekler hâlâ tabaklarda. Pfüüü!
Kloçkov sıkılarak:
‒ Doğru, dedi. Ama Anüta’nın bugün ortalığı toplamaya
vakti olmadı. Bütün gün çalıştı.
Ressamla Anüta çıktıktan sonra, Kloçkov kanapeye uzan-
dı. Sonra farkında olmadan uyuya kaldı. Bir saat sonra uyan-
dı, kafasını yumruklarına dayayarak derin derin düşünmeye
başladı. Ressam, kültürlü bir adam mutlaka estet olmalı, de-
mişti ya, onun bu sözü aklına geldi. Oturduğu oda, kendisi-
ne gerçekten berbat, iğrenç göründü. Sanki zekâ gözüyle ge-
leceği görüyordu. Hastalarını çalışma odasında kabul edecek,
çayını karısıyla, namuslu bir kadınla, birlikte geniş yemek
odasında içecekti. Şimdi bulaşık suyu ile dolu, içinde çer çöp
yüzen tas ona pek iğrenç göründü. Anüta da ona çirkin, ba-
yağı, dağınık, zavallı geliyordu. Ondan hemen, ne pahasına
olursa olsun, hiç gecikmeden ayrılmaya karar verdi. Anüta,
ressamdan dönüp, paltosunu çıkarınca Kloçkov ayağa kalktı,
ciddi ciddi:
‒ Dinle dostum, dedi. Otur da dinle beni. Ayrılmamız gere-
kiyor. Kısacası, seninle daha fazla oturmak istemiyorum.
Anüta, ressamdan bitkin, yorgun dönmüştü. Yüzü, uzun
zaman modellik etmekten sanki uzamış, zayıflamış, çenesi
daha sivri olmuştu. Talebenin sözlerine hiç karşılık vermedi.
Yalnız dudakları titredi.
Talebe devam etti:
‒ Biliyorsun er geç ayrılmamız gerekti. Sen iyi bir in-
sansın. Budala da değilsin, anlarsın.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Anüta tekrar paltosunu giydi. İşlediği gömleği sessizce
kâğıda sardı. İğneyi, ipliği topladı; pencere kenarında için-
de dört şeker parçası olan kâğıdı aldı, masaya kitabın yanına
koydu. Zayıf bir sesle:
‒ Bu sizin şekeriniz, dedi. Gözyaşlarını gizlemek için yü-
zünü çevirdi.
Kloçkov:
‒ Ne ağlıyorsun, dedi, sıkılarak odada gezinmeye başladı.
Tuhaf kadınsın vesselam. Kendin de biliyorsun ki ayrılmamız
lazım. Ölünceye kadar bir arada kalacak değiliz ya.
Anüta, artık öteberisini toplamıştı. Allah’a ısmarladık
demek için kendisine döndüğü zaman talebe merhamete
geldi, “Bir hafta daha kalsa mı acaba, diye düşündü. Varsın,
kalsın, bir hafta sonra, ‘git’ derim.”
Kendi zaafına kızarak sert sert Anüta’ya bağırdı:
‒ Ne duruyorsun öyle? Gidersen git, istemezsen paltonu
çıkar, kal. Kal diyorum.
Anüta, sessizce paltosunu çıkardı. Sonra gene sessizce bur-
nunu sildi, göğüs geçirdi. Gene sessizce her zamanki yerine,
pencerenin önündeki taburesine doğru yollandı. Tıbbiyeli,
kitabını eline aldı, gene bir yandan öbür yana gidip gelmeye:
“Sağ ciğerin üç bölümü vardır.” diye ezberlemeye başladı.
“En üst bölüm göğsün ön kısmında, dördüncü, beşinci ka-
burga kemiklerine kadar dayanır.”
Koridorda da biri var gücüyle:
“Grigori semaveri getir.” diye bağırıyordu.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


DİLENCİ

‒ Beyefendi, zavallı, aç bir insana yardım edin! Üç gün-


dür açım. Handa yatmak için verecek beş kapiğim bile yok.
Vallahi sekiz yıl köy öğretmenliği ettim. Yerimi kaymakamın
iftiraları, desiseleri yüzünden kaybettim. Bir ihbara kurban
gittim. İşte bir yıldan beri işsiz, güçsüz dolaşıyorum.
Avukat Skvortsov, dilencinin esmer, çiçek bozuğu yü-
züne, bulanık sarhoş bakışlı gözlerine, yanaklarındaki kırmızı
beneklere baktı. Bu adamı daha önce de bir yerde gördüğünü
hatırlar gibi oldu.
Dilenci devam ediyordu:
‒ Şimdi Kaluga ilinde bir iş teklif ediyorlar ama oraya
gidecek param yok. Lütfen yardım edin. Dilenmek ayıp ama
ne yapayım, çaresizlik.
Skvortsov, ricacının ayağındaki biri alçak, biri yüksek
olan lastiklere bakınca birdenbire hatırladı.
‒ Baksanıza, size üç gün önce galiba Sadovoy caddesinde
rasgelmiştim, dedi. Ama o zaman köy öğretmeni değil, ensti-
tüden kovulmuş bir talebe olduğunuzu söylüyordunuz. Ha-
tırlıyor musunuz?
Dilenci bozularak:

t
‒ Hayır, imkânı yok, diye mırıldandı. Ben, köy öğ-
retmeniyim, isterseniz belgelerimi de gösterebilirim.
‒ Yalan söylemeyin. Talebe olduğunuzu iddia ediyordunuz.
Hatta niçin kovulduğunuzu da anlatmıştınız. Hatırladınız
mı?
Skvortsov, öfke ve tiksintiyle yırtık pırtık elbiseli adamın
yanından çekildi.
Kızgın kızgın:
‒ Bu alçaklıktır sayın bay, diye bağırdı. Sizi polise teslim
ederim. Allah cezanızı versin. Yoksul, aç olabilirsiniz ama bu
size saygısızca, vicdansızca yalan söylemek hakkını vermez.
Yırtık elbiseli adam, kapı tokmağını tuttu, suç üstünde
yakalanan bir hırsız gibi şaşkın şaşkın evin taşlığına baktı.
‒ Ben... Ben yalan söylemiyorum. diye kekeledi. Belgele-
rimi gösterebilirim.
Skvortsov, kızmaya devam ederek:
‒ Kim size inanır, dedi. Toplumun köy öğretmenlerine,
talebelere karşı duyduğu sevgiyi kötüye kullanmak kadar al-
çakça, bayağıca, iğrenç, pis bir şey düşünemiyorum. Ayıptır.
Skvortsov köpürmüştü. Dilenciyi hiç acımadan haşladı.
Bu serseri, saygısızca yalanlarıyla onda tiksinti, nefret uyan-
dırmıştı. O kadar değer verdiği iyilikseverlik duygularına,
içli kalbine, bahtsızlara acıma duygularına, hakaret etmişti.
Bu ahlaksız adam, yalan söyleyip merhametine saldırmakla
yoksullara vermeyi sevdiği sadakayı kirletmişti. Serseri, önce
kendisini savunmaya çalıştı, yemin etti ama sonra sustu,
utancından başını yere eğdi.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Elini kalbinin üstüne koyarak:
‒ Bayım, dedi. Gerçekten ben yalan söyledim. Ne tale-
beyim ne köy öğretmeni. Hepsi uydurma. Rus korosunda
çalışıyordum. Sarhoşluk yüzünden kovuldum. Ama ne yapa-
yım? Vallahi, yalan söylemeden olmuyor. Gerçeği söyleyince
kimse sadaka vermiyor. Gerçeğe güvenirsen açlıktan ölür, ya-
tacak yer bulamazsın. Sözleriniz çok doğru, anlıyorum ama
ne yapabilirim?
Skvortsov ona yaklaşarak:
‒ Ne mi yapabilirsiniz, diye bağırdı. Çalışınız, yapılacak
şey bu, çalışmak gerek.
‒ Çalışmak, bunu ben de biliyorum ama iş nerede?
‒ Boş söz. Gençsiniz, sağlığınız, kuvvetiniz yerinde; her
zaman iş bulabilirsiniz. Yeter ki istek olsun. Ama tembelsiniz,
şımartılmışsınız, sarhoşsunuz. Ağzınızdan, meyhaneden ge-
lir gibi, votka kokusu savruluyor. Yalana alışmışsınız, yalan
iliklerinize kadar işlemiş. Şimdi elinizden ancak dilenmek
geliyor. Bir gün çalışma denen şeye tenezzül etseniz bile size
kalem odasında kâtiplik, Rus korosunda şarkıcılık, daha bil-
mem neler olmalı. Maksat çalışmak değil, havadan para ka-
zanmak. Ya beden çalışmasına ne buyurulur, ha? Kapıcılığa
yahut fabrika işçiliğine tenezzül etmezsiniz. Hemen itiraz
hazırdır.
Dilenci:
‒ Ne tuhaf konuşuyorsunuz, diye mırıldanarak acı acı gü-
lümsedi. Beden işini nerede bulayım? Tezgâhtarlık benden
geçti çünkü ticaretle uğraşmak için çekirdekten yetişmek

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


gerek. Kapıcılığa beni kimse almaz çünkü bana “sen” diye
seslenemezler. Fabrikaya almazlar çünkü oraya girmek için
sanat bilmek lazım, bense bir şey bilmiyorum.
‒ Saçma! Sizin gibiler daima kendilerini haklı gösterecek
sebep bulurlar. Peki, ya odun kırmak istemez misiniz?
‒ Kabul etmem demiyorum ama bugün meslekleri odun-
culuk olanlar bile yiyecek ekmek bulamıyor.
‒ Evet, evet bütün tembeller böyle konuşurlar. Bir iş teklif
ettin mi, hemen ret cevabı hazırdır. Peki ya benim evimdeki
odunları kırmak istemez misiniz?
‒ Hay hay kırarım.
‒ Peki bakalım. Pek güzel ... Görelim.
Skvortsov, acele acele, bu arada bir çeşit de kin duyarak
mutfaktan aşçı kadını çağırdı.
‒ Olga, dedi bu adamı odunluğa götür, odun kırsın.
Serseri, bu işe akıl erdiremiyormuş gibi omuzlarını silkip
cesaretsiz adımlarla aşçı kadının peşinden gitti. Yürüyüşüne
bakılacak olursa odun kırmayı açlık yüzünden, para kazan-
mak için değil de bir onur meselesi saydığı, verdiği sözden
dönmemek için kabul ettiği anlaşılıyordu. Aynı zamanda içki
yüzünden çok zayıf düştüğü, hasta olduğu, çalışmaya hiç ni-
yeti olmadığı da hâlinden belliydi.
Skvortsov acele acele yemek odasına gitti. Buradan, avlu-
ya bakan pencerelerden odunlukla avluda olup bitenler görünü-
yordu. Pencere önünde duran Skvortsov, aşçı kadınla serserinin
arka kapıdan avluya çıktıklarını, çamurlaşmış karları çiğneyerek

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


odunluğa doğru gittiklerini görüyordu. Olga yanındakini öf-
keli bakışlarla süzdü. Dirsekleriyle iki tarafa çarparak odun-
luğu açtı, kapıyı aynı kızgınlıkla duvara çarptı.
Skvortsov:
“Galiba kadının keyifle kahve içmesine engel olduk, diye
düşündü. Ne şirret kadın.”
Ondan sonra yalancı öğretmenin, yalancı talebenin bir kü-
tük üstüne oturduğunu, kırmızı yanaklarını ellerine dayayarak
düşünceye daldığını gördü. Aşçı kadın, baltayı onun ayaklarına
doğru fırlattı. Öfkeli öfkeli yere tükürdü. Sonra, dudaklarında-
ki ifadeden anlaşıldığına göre sövüp saymaya başladı. Serseri,
odunlardan bir tanesini kararsız kararsız kendine doğru çekti.
Soğuktan donan ellerini hohladı, oduna gene yavaşça vurdu.
Bu hareketi sakına sakına yapıyordu. Sanki lastiğini kesmek-
ten, yahut ayağının parmaklarını koparmaktan korkuyordu.
Odun gene devrildi.
Skvortsov’un öfkesi artık geçmişti. Şımarık, ayyaş, belki
de hasta bir adamı soğukta çalışmak zorunda bıraktığı için
bir çeşit azap, utanç duymaya başladı.
Yemek odasından çalışma odasına geçerken:
“Zararı yok, varsın çalışsın. diye düşündü. Kendi iyiliği
için yapıyorum.”
Bir saat sonra Olga geldi, odunların kırılmış olduğunu
bildirdi.
Skvortsov:
‒ Al şu elli kapiği, ona ver, dedi. İsterse her ayın birinde
odun kırmaya gelsin. İş her zaman bulunur.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Ayın birinde serseri geldi. Gene elli kapik kazandı ama
öyle içmişti ki ayakta güç duruyordu. Ondan sonra avluda
sık sık görünmeye başladı. Her zaman yapacağı bir iş bu-
lunuyordu. Kâh karları temizliyor kâh odunluğu düzenliyor
kâh halıların, yatakların tozunu silkiyordu. Bu işlere karşılık
her defa 20-40 kapik alıyordu. Hatta bir kere pantolon bile
verdiler.
Başka bir eve taşınırlarken Skvortsov, onu eşyaları yüklet-
meye, taşımaya yardım etsin, diye tutmuştu. Serseri, o gün
ayık, somurtkan, sessizdi. Elini eşyalara hemen hiç sürmüyor,
arabaların arkasından başını önüne eğerek yürüyordu. Hatta
çalışkan görünmeye gayret etmiyordu. Daha ziyade soğuktan
büzülüyor, arabacılar tembelliği, kuvvetsizliği, yırtık palto-
suyla alay ettikleri zaman, pek sıkılıyordu. Eşyaların taşınma
işi sona erdiği zaman Skvortsov, onu yanına çağırdı, bir ruble
uzatırken:
‒ Sözlerimin üzerinizde iyi tesir yaptığını görüyorum,
dedi. Çalışmanıza karşılık şu parayı alınız. Görüyorum ki
ayıksınız, çalışmak da istiyorsunuz, adınız ne sizin?
‒ Luşkov.
‒ Luşkov, şimdi size daha temiz bir iş teklif edebilirim.
Yazı yazmasını bilir misiniz?
‒ Bilirim, efendim.
‒ Öyleyse yarın bu mektupla benim arkadaşıma gider,
temize çekmek için yazı alırsınız. Çalışın, içki içmeyin, sözle-
rimi de unutmayın. Haydi Allah selamet versin.
Skvortsov, bir insanı iyi yola sürüklediğine memnundu.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Luşkov’un omzunu okşadı hatta ayrılırken ona elini uzattı.
Luşkov mektubu aldı, gitti. Bir daha da avluya iş istemeye
gelmedi.
Aradan iki yıl geçti. Bir gün Skvortsov, tiyatro bilet gişesi
önünde aldığı biletin parasını verirken yanında duran kısa
boylu, kuzu derisi yakalı, eski kunduz derisi şapkalı bir adam
gördü. Adam, çekingen bir sesle gişe memurundan bir paro-
di bileti istedi. Biletin parasını da beşer kapiklik mangırlarla
ödedi.
Skvortsov, onun yüzüne bakınca eski oduncusunu tanıdı.
‒ Vay, siz misiniz, Luşkov, diye sordu. E, nasılsınız? Ne
yapıyorsunuz? İyi misiniz?
‒ Eh, şöyle böyle. Şimdi noterin yanında çalışıyorum,
ayda otuz beş ruble alıyorum.
‒ Tanrı’ya çok şükür. Çok iyi. Sizin için seviniyorum.
Memnun oldum, pek memnun oldum Luşkov. Siz, benim
bir çeşit vaftiz oğlum sayılırsınız. Biliyorsunuz ya, sizi ben iyi
yola çıkardım. Hatırlıyor musunuz, nasıl haşlamıştım, ha? O
zaman yer yarılsa yere girecektiniz. Söylediklerimi unutmadı-
ğınız için teşekkür ederim.
Luşkov:
‒ Asıl ben size teşekkür etmeliyim, dedi. O zaman size
gelmeseydim, belki bugüne kadar ya öğretmen ya talebe ka-
lırdım. Evet, sayenizde kurtuldum, girdaptan çıktım.
‒ Memnun oldum, memnun oldum.
‒ Öğütlerinize, yardımınıza teşekkür ederim. O gün çok

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


iyi söylemiştiniz. Size de sizin aşçı kadına da (O iyi kalpli, asil
kadına Tanrı selamet versin.) minnettarım. O zaman çok gü-
zel söylemiştiniz, tabii size ölünceye kadar minnettarım ama
beni asıl kurtaran aşçınız Olga’dır.
‒ Yani nasıl?
‒ Basbayağı. Size odun kırmaya geldiğim zaman hemen
başlardı: “Ah, seni sarhoş Melun herif. Bari Tanrı canını alsa
da kurtulsan.” Sonra karşıma geçip oturur, kederlenir, yüzü-
me bakarak ağlamaya başlardı: “Sen bahtsız bir insansın. Bu
dünyada rahat yüzü görmeyeceksin. Öbür dünyada da rah-
mete kavuşmayacaksın. Bahtsız adamsın sen.” Hep bu tarzda
söylenir dururdu, anlıyor musunuz? Benim yüzümden o ka-
dar üzüldü, o kadar göz yaşı döktü ki tasavvur edemezsiniz.
Ama en önemlisi, benim yerime odunları o kırıyordu Biliyor
musunuz, bayım, sizin evde bir tek odun kırmadım. Her za-
man o kırardı. Beni niçin kurtardı, neden ona bakarak değiş-
tim, niçin içkiyi bıraktım, bunları size açıklayamam. Ancak
şunu biliyorum ki onun sözleri, asil hareketleri ruhumda bir
değişiklik yaptı, beni iyi yola o çevirdi bunu hiçbir zaman
unutamam. Galiba vakit geldi, gonga vuruyorlar.
Luşkov, saygıyla eğilerek selam verdi. Parodiye doğru yürüdü.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


BUKALEMUN

P olis Komiseri Oçumelov, sırtında yeni kaput, elinde öte-


beriyle dolu bir mendil, pazar meydanından geçiyordu.
El konulan frenk üzümü ile tepesine kadar dolu bir kalburu
iki eliyle tutan kızıl saçlı bir polis de onun peşinden gidiyor.
Her yanda ölü sessizlik. Pazar meydanında da kimsecikler yok.
Dükkânlarla meyhanelerin ardına kadar açık duran kapıları, aç
kalmış canavarların ağızları gibi şu ölümlü dünyaya hüzünlü
hüzünlü bakıyor. Yanlarında dilenci bile yok.
Birdenbire Oçumelov’un kulağına bir ses çalınıyor:
‒ Isırmaya kalkışıyorsun ha, melun! Çocuklar, onu bı-
rakmayın. Şimdiki kanunlar, kimsenin kimseyi ısırmasına
izin vermez. Tut! A.. a!
Bu sırada da köpek sesi duyuluyor. Oçumelov, yan tarafa
bakınca bir köpeğin üç ayak üstünde zıplayarak, başını arka-
sına çevire çevire tüccar Piçugin’in odun deposundan çıkıp
meydanlığa doğru koştuğunu görüyor. Sırtında kolalı basma
gömlek, yeleğinin bütün düğmeleri çözük bir adam, köpeğin
peşinden koşuyor, kovalıyor. Basma gömlekli adam, bir aralık
vücudunu uzunlamasına ileri doğru atarak yere yuvarlanıyor,

t
köpeği de arka ayaklarından yakalıyor. Gene köpek sesi ve
birisinin: “Bırakma!” diye bağırdığı duyuluyor. Dükkânların
kapılarından satıcıların yarı uykulu yüzleri görünüyor. Biraz
sonra da odun deposunun çevresinde bir anda, yerden bitmiş
gibi bir kalabalık toplanıyor.
Polis:
‒ Galiba bir vukuat var, bay komiser, diyor.
Oçumelov, sola yarım çark edip kalabalığın toplandığı
yere doğru ilerliyor. Odun deposunun kapısının tam yanında
biraz önce tarif edilen yelek düğmeleri çözük adamın ayakta
durduğunu, sağ elini havaya kaldırarak kanlı parmağını ora-
da toplanan halka teşhir ettiğini görüyor. Yarı sarhoş yüzün-
de: “Sabret, ben sana şimdi gösteririm kahpe!” diyen bir ifade
var. Zaten kanlı parmağı da bir zafer bayrağını andırıyordu.
Oçumelov, bu adamın kuyumcu Hıryukin olduğunu gö-
rüyor. Kalabalığın ortasında, ayaklarını iki yana açarak bütün
vücuduyla titreyen, bu vukuatın asıl sorumlusu, beyaz tüylü,
sivri burunlu, sırtı sarı sarı benekli bir tazı yavrusu yerde otu-
ruyor. Hayvancağızın üzgün gözlerinde ümitsizlikle karışık
dehşet okunuyor.
Oçumelov, kalabalığı yararak:
‒ Buraya niçin toplandınız, diye soruyor. Neye top-
landınız? Senin parmağına ne oldu?.. Kimdi o bağıran?
Hıryukin, avcunun içine öksürerek:
‒ Gidiyordum, bay komiser; şöyle kenardan, hiç kimse-
ye dokunmadan, diye anlatmaya başlıyor. Mitriy Mtiriç’le
odundan falan konuşacaktık. Birdenbire bu alçak, durup du-

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


rurken parmağıma yapışmaz mı?... Beni mazur görün, ben
işçi bir adamım. İşim de ince bir iştir. Bana tazminat versinler
çünkü bu parmağımı belki bir hafta kımıldatamam. Hayvan-
ların yüzünden insanların zarar görmesine ne yasa ne de ada-
let müsaade etmez. Eğer herkes birbirini ısırmaya kalkarsa bu
dünyada yaşamamak daha hayırlı.
Oçumelov, öksürerek kaşlarını yukarı aşağı oynatıyor,
sonra sert bir sesle:
‒ Hım... Peki, diyor. Peki, bu kimin köpeği? Ben bu işi
böyle bırakmam. Köpekleri başıboş sokaklarda dolaştırmanın
ne demek olduğunu gösteririm. Kararlara boyun eğmek iste-
meyen bu gibi baylara dikkat etmek zamanı geldi. O keratayı
cezaya çarptırırsam köpeklerle sair serseri hayvanları, sokağa
salıvermenin ne demek olduğunu hemen anlar. Ona Hanya
ile Konya’yı gösteririm.
Polis memuruna:
‒ Yeldirin, diyor, bu köpeğin sahibinin kim olduğunu öğ-
ren de zabıt tut. Köpeği de hemen öldürmeli. Hemen Belki
de kuduzdur. Size soruyorum, bu kimin köpeği?
Kalabalığın arasından birisi:
‒ Galiba General Jigalov’un diyor.
‒ Ne? General Jigalov’un mu? Hım?... Yeldirin. Şu kapu-
tu sırtımdan çıkar bakayım. Dehşetli sıcak var. Galiba yağ-
mur yağacak da ondan.
Oçumelov, Hıryukin’e:
‒ Yalnız bir noktaya aklım pek yatmıyor, diyor. Nasıl oldu
da köpek seni ısırdı. Senin parmağına hiç yetişebilir mi? Bak

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


o küçücük. Sense kocamansın. Anlaşılan parmağını bir çivi
ile yaraladın sonra da tuttun, köpek ısırdı, diye bir yalan uy-
durdun. Sizin ne millet olduğunuzu bilirim. Sizin gibi şey-
tanları avucumun içi gibi bilirim.
‒ Bay komiser, alay olsun diye sigarasını köpeğin suratına
dokundurdu. O da budala değil ya, tuttu ısırıverdi. Zaten bu
gürültücü, kavgacı adamın biridir, bay komiser.
‒ Yalan söylüyorsun, topal. Hem görmedin hem de yalan
uyduruyorsun. Bay komiser akıllı adamdır. Kimin yalan, ki-
min de Tanrı huzurunda olduğu gibi doğru söylediğini pek
iyi anlar. Yalan söylüyorsam varsın sulh mahkemesi yargıcı
halletsin. Yargıcın önünde duran yasalarda bunlar yazılıdır.
Şimdi herkes bir. Benim öz kardeşim de jandarma. Böylece
bilmiş olun.
‒ Sus bakalım.
Polis memuru büyük bir anlayışla:
‒ Hayır, bu köpek generalin köpeği değil, diye söyleniyor.
Generalde böyleleri yok. Onunkiler hep av köpeği.
‒ İyi biliyor musun?
‒ Çok iyi biliyorum, bayım.
‒ Zaten ben de biliyorum. Genaralin köpekleri, hem kıy-
metli hem de iyi cins köpeklerdir. Bu ise hiçbir şeye benze-
miyor. Ne tüyü tüye benziyor ne de görünüşü var. Pis bir
şey vesselam... Böyle bir köpeği de köpek diye besliyorlar
ha?.. Şaşarım akıllarına. Böyle bir köpek Petersburg’da yahut
Moskova’da yakalansaydı ne yaparlardı, biliyor musunuz?
Orada yasaya falan bakmazlardı, he men gebertirlerdi.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Hıryukin, sen zarar gördün, bu işi böyle bırakma. Onlara
ibret dersi vermek gerek. Artık zamanı geldi.
Polis memuru, yüksek sesle fikir yürütüyor:
‒ Belki de generalindir. Köpeğin suratında yazılı değil ki.
Demin onun bahçesinde böyle bir köpek görmüştüm.
Kalabalığın arasından bir ses:
‒ Elbette generalin köpeği, diyor.
‒ Hım. Yeldirin, şu kaputu giymeme yardım et bakayım.
Rüzgâr esiyor gibi. İnsanın iliklerine kadar işliyor. Bana bak,
köpeği generale götürüp sorarsın. Benim bulup gönderdiği-
mi de söyle. Hem de tembih et, sokağa bırakmasınlar. Kö-
pek, belki kıymetli, iyi cins bir köpektir. Eğer her rastgelen
dangalak suratına sigarası ile dokunacak olursa hayvancağız
berbat olur. Köpek dediğin nazik bir hayvandır. Sen de hay-
van, elini indir. Mantıksız parmağını teşhir edip durma. Ka-
bahat kendinde.
‒ Durun, generalin aşçısı geliyor, bir kere de ona soralım.
Hey, Prohor buraya gelir misin azizim? Şu köpeğe bir bak da
söyle, sizin mi?...
‒ Uyduruyorsun. Bunun gibileri bizim evde görülmüş
değildir.
Oçumelov:
‒ E, uzun uzadıya sormaya ne lüzum var, canım. diyor.
Serseri köpek olduğu besbelli. Sözü uzatmakta mana yok.
Mademki ben, serseridir, diyorum, serseridir. İşte o kadar.
Yok edilsin vesselam.
‒ Bu bizim değil, diyor. Bu geçen gün gelen generalin

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


kardeşinin köpeği. Bizimki tazılardan pek hoşlanmaz. Bi-
raderleri hoşlanıyorlar.
Oçumelov:
‒ Ne diyorsun, generalin biraderi teşrif buyurdular, ha?
Biraderleri Vladimir İvanoviç, öyle mi, diye sorarken yüzün-
de nazik bir gülümseme beliriyor. Bak sen!.. Benim haberim
bile yoktu. Misafirliğe mi geldiler?
‒ Evet, misafirliğe.
‒ Bak sen şu işe. Ağabeylerini görecekleri gelmiş demek.
Benimse bundan haberim bile yoktu. Demek onların köpe-
ği? Çok memnun oldum. Onu al, birader. Fena köpecik de-
ğil. Hem de öyle çevik ki... Bu herifin parmağını, hap diye
ısırıvermiş Ha-ha-ha ... E, e, neye titriyorsun, bakayım? Hırrr
hırrr. Kızıyor, haylaz. Seni gidi yaramaz seni.
Prohor köpeği çağırıyor. Onunla beraber odun depo-
sundan uzaklaşıyor. Ahali, Hıryukin ile alay ediyor, kah-
kahalarla gülüyor.
Oçumelov da ona parmağıyla gözdağı vererek:
‒ Sabret, bir gün, elbet, senin de yuvanı yaparım diye ba-
ğırıyor. Kaputuna sarılarak pazar meydanından geçiyor, yo-
luna devam ediyor.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


FELAKET

G olçin bölgesinin en iyi ustası, en külhani köylüsü ola-


rak tanınan tornacı Tokar Grigoriy Petrov, hasta karısı-
nı Memleket Hastanesine götürüyordu. Yirmi kilometreden
fazla yol almak gerekliydi. Üstelik yol da berbat mı berbat.
Öyle bir yol ki tornacı Grigoriy gibi bir haylaz değil, posta
sürücüsü bile geçmeyi göze alamazdı. Karşıdan soğuk, ısırıcı
bir rüzgâr Grigori’nin yüzüne çarptı. Nereye baksan havada
kar bulutları oynaşıyordu. Öyle ki insan karın gökten mi,
yerden mi geldiğini fark edemiyordu. Kar, sis içinde ne tarla
ne telgraf direkleri ne orman görünüyordu. Grigoriy, üstü-
ne doğru kuvvetli bir rüzgâr estiği zaman hamutu bile göre-
miyordu. Arık, kart, kuvvetsiz bir kısrak, zar zor yol alıyor,
bütün gücünü diz boyu kardan ayaklarını kurtarmak, başını
sallamak için harcıyordu. Tornacı acele ediyor, durduğu yer-
de duramıyor, telaşlı telaşlı zıplıyor, kısrağı durmadan kırbaç-
lıyordu. Tornacı bir ara mırıldandı:
‒ Hey, Matryona, ağlama… Biraz sabret canım. İnşal-
lah hastaneye varır varmaz iyi ederler seni. Pavel İvaniç sana
damla verir yahut kan aldırtır yahut lütfeder de alkolle fa-
lan oğdurur. Bu da hemen kasığındaki ağrıyı alıverir. Pavel

t
İvaniç elinden geleni esirgemez. Bağırır, çağırır, tepinir ama
yine de elinden geleni yapar. İyi bir beyefendidir, naziktir.
Neme lazım, Allah sağlık versin ona. Biz varır varmaz odasın-
dan fırlar, sövüp saymaya başlar. “Nasıl? Bu ne demek?” diye
bağırır. “Ne diye vaktinde gelmedin? Ben her Allah’ın günü
bir köpek gibi siz iblislerle mi uğraşıp duracağım? Ne diye
sabahleyin gelmedin? Defol! Gözüm görmesin seni. Yarın gel
” Ben de: “Sayın Doktor Pavel İvaniç, pek sayın asil bayım!”
derim. Hay Allah cezanı versin senin at gibi, haydi yürü iblis
De-e-eh!
Tornacı, atını kırbaçladı ve karısına bakmadan mırıl-
danmaya devam etti:
‒ “Sayın Bayım, istavroz üzerine yemin ederim ki tan yeri
ağarırken yola çıktım. Ama Tanrı gazaba gelip böyle bir kar
tipisi gönderirse insan nasıl vaktinde gelir? Daha cins bir at
bile bu havada yola çıkmaz, benimki ise görüyorsunuz, at
değil, yüz karası ” Pavel İvaniç, kaşlarını çatar, bağırır: “Bili-
rim sizi ben, bilirim Her zaman bir sebep uyduruyorsunuz.
Sen yok musun Girşka, ne mal olduğunu çoktan öğrendim.
Herhâlde yolda beş altı defa durup meyhaneye uğramışsın-
dır.” Ben de derim ki: “Pek asil bayım, cani miyim ben, din-
siz miyim? Nerede ise Allah’a ruhunu teslim edecek. Böyle
iken ben meyhanelere mi koşacağım? Allah saklasın, ne di-
yorsunuz efendim? Bu meyhanelerin Allah belasını versin.”
O zaman Pavel İvaniç seni hastaneye almalarını emreder. Ben
de ayağına kapanırım. “Pavel İvaniç, asil bayım, size candan
teşekkür ederiz. Köylüyüz, aklımız ermez. Kusurumuza bak-
mayın. Dayak atmalı bize, dayak!.. Sizse bizimle uğraşmaktan,

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


bizim için kar tepmekten çekinmiyorsunuz.” Pavel İvaniç de
sanki dövmek istiyormuş gibi bakar, sonra der ki: “Aptal he-
rif, ayaklarıma kapanacağına, votka içeceğine ailene baksana.
Sana sopa çekmeli, sopa!..” Gerçekten dövmeli Pavel İvaniç,
vallahi dövmeli Ama nasıl olur da ayağınıza kapanmam. Siz
ki bizim velinimetimizsiniz, öz babamızsınız. İnan olsun,
Allah’ın huzurunda söz veriyorum. Yalan söylersem yüzüme
tükürün. Matryna iyileşir iyileşmez, ne emrederseniz hatırı-
nız için hemen yaparım. Kayın ağacından bir sigara kutusu,
isterseniz kroket oyunu için toplar yaparım. Hem Avrupa
malı gibi. Sizin için her şeyi yaparım bir kapik bile almadan.
Moskova’da böyle bir sigara kutusu için sizden dört ruble is-
terler. Ben bir kapik bile almam.” Doktor gülmeye başlar, der
ki: “Peki peki, bilirim iyi adamsın ama gel gelelim sarhoşun
birisin.”
‒ “Hey karı, ben bir beyefendi ile nasıl konuşulacağını
bilirim. Kendisi ile konuşmayı beceremeyeceğim bir bey yok-
tur. Allah vere de yolu şaşırmasam. Ama ne tipi! Göz gözü
görmüyor.”
Tornacı durmadan mırıldandı. İçine çöken ağır duygu-
yu biraz olsun dindirmek için makine gibi boyuna konuşu-
yordu. Ağzından birçok sözler dökülüyor ama kafasındaki
düşünceler, sorular gittikçe çoğalıyordu. Felaket, Tornacı’ya
birden, beklenmedik bir zamanda bastırmıştı. Hâlâ kendisi-
ne gelip vaziyeti kavramaktan uzaktı. O ana kadar kaygısızca
ne acı ne sevinç duymadan, içip içip yarı yarıya kendinden
geçerek, rahat rahat yaşıyordu. Şimdi ise birdenbire içinde
müthiş bir acı çökmüştü. O vurdumduymaz, haylaz, ayyaş

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


adam, birdenbire işi gücü olan; kaygılı, aceleci, hatta tabiatla
savaşan bir adam oluvermişti.
Tornacı, felaketin dün akşamdan beri başladığını hatırladı.
Dün akşam, her zamanki gibi evine sarhoş döndüğünde, eski
alışkanlıkla sövüp saymaya, yumruklarını sallamaya başlayın-
ca karısı, kavgacı kocasına şimdiye kadar bakmadığı bir gözle
baktı. Başka zamanlarda ihtiyar gözleri; çok dayak yiyen, yarı
aç, yarı tok köpekler gibi acıklı, uysal bir bakışla bakardı.
Şimdi ise kutsal resimlerde azizlerin yahut can çekişenlerin
gözleri gibi ona sert sert, hiç kımıldamadan bakıyordu. İşte
bu garip, hoşa gitmeyen bakış, felaketin başlangıcı olmuş-
tu. Şaşırıp kalan tornacı, komşusuna yalvardı, yakardı, bir at
aldı. Şimdi de ihtiyar kadını hastaneye götürüyor, doktorun
tozlarla, merhemlerle ihtiyar karısının gözlerine eski bakışını
vereceğini umuyordu.
Mırıldanarak söyleniyordu:
‒ Martyona, kulak ver dediklerime. Pavel İvaniç sana da-
yak atıp atmadığımı sorarsa hiç atmaz de. Ben de sana bir
daha dayak atmam. İstavroz üzerine yemin ederim. Zaten
seni kızdığım için dövmezdim ki... Öyle işte, iş olsun diye.
Sana acıyorum, bak seni hastaneye götürüyorum, başkası olsa
aldırış bile etmezdi. Bense elimden geleni yapıyorum. Amma
da yaman tipi ha ya Rabbi, canımız sana emanet. Allah vere
de yolumuzu şaşırmasak. Yanların ağrıyor mu? Matryona ne
diye susuyorsun? Sana soruyorum: Ağrıyor mu yanların?
Garip değil mi, ona ihtiyar karısının yüzünde kar eri-
miyor gibi geliyor, yüzü de uzamış, kirli bir bal mumu rengi
almış, ciddileşmiş, sertleşmiştir:

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


‒ Amma da budalasın ha! Ben iyilik olsun diye... Vallahi
ama sen, şey... Hey gidi budala! Vallahi kızarsam seni Pavel
İvaniç’e götürmem.
Tornacı dizginleri bıraktı. Düşünmeye başladı. Başını
çevirip ihtiyar karısına bakmaya cesaret edemedi: Korkunç
şey!.. Ona bir şey sorup da karşılık alamamak daha korkunç
bir şey. En sonunda bu belirsizlikten kurtulmak için yüzüne
bakmadan kadının soğuk elini yokladı. Kaldırdığı el, taş gibi
yere düştü. “Öldü demek. Amma da iş yahu!”
Tornacı ağlamaya başladı. Acımadan çok can sıkıntısı
duydu. Bu dünyada her şey ne çabuk olup bitiyordu. Felake-
tin başlaması ile bitmesi bir oluyor. Karısıyla yaşamaya, ona
maksadını anlatmaya, acımaya vakit kalmadan kadın ölüver-
di. Onunla kırk yıl yaşamıştı ama bu kırk yıl sanki tamamıyla
bir sis içinde geçti. İnsan, sarhoşluk, kavga, yoksulluk içinde
yaşadığını bilmiyor ki... Ona acıdığını, ona karşı suçlu ol-
duğunu, onsuz yaşayamayacağını anladığı bir sırada kadın,
sanki inat olsun diye ölüverdi işte.
Eskiyi hatırlayarak:
“Hâlbuki gidip ekmek dilenirdi, diye düşündü. Onu ben
gönderirdim. Aptal karı, daha on yıl yaşasaydı, ne olurdu?
Şimdi benim sahiden kötü olduğumu sanır. Aman ya Rabbi,
şimdi böyle nereye gidiyorum sanki? Onu şimdi tedavi etmek
değil, gömmek lazım. Haydi gerisin geriye dön.”
Tornacı, geri döndü ve alabildiğine atı kırbaçladı. Yol git-
tikçe daha çok berbatlaştı.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Hamut artık hiç görünmüyordu. Ara sıra kızak, bir çam
fidanı üzerine doğruluyor, gözlerinin önünde beliren koyu
bir şey tornacının elini tırmalayıp geçiyordu. Tekrar gözle-
rinin gördüğü yere kadar her şey, bembeyaz savrulup gidi-
yordu. Tornacı: “Ah tekrar yaşayabilse!” diye düşündü.
Matryona’nın kırk yıl önce genç, güzel, neşeli bir kız
olduğunu, zengin bir evin kızı olduğunu hatırladı. Bu kızı
ona sanatına güvendikleri için vermişlerdi. İyi yaşamak için
bir eksikleri yoktu. Ama felakete bakın ki düğünden sonra
tandır üzerinde sızıp kaldı. O günden beri bir daha da ayıla-
madı. Düğün, bugünkü gibi hatırında ama düğünden sonra
olup bitenleri öldürsen hatırlayamazdı. Yalnız içtiğini, yan
gelip yattığını, dayak attığını hatırlıyor, o kadar. Kırk yıl işte
böyle boşu boşuna geçti gitti.
Beyaz kar bulutları, yavaş yavaş kurşuni bir renk almaya
başladı. Karanlık bastırıyordu. Tornacı birdenbire:
‒ Nereye gidiyorum, diye düşündü. Ölüyü gömmem la-
zım. Bense hastaneye gidiyorum. Sersem gibi oldum.”
Tornacı tekrar atını geri çevirdi, tekrar kırbaçladı. Kısrak
bütün kuvvetini toplayıp, burnundan soluyarak hafif bir tı-
rısla koşmaya başladı. Tornacı durmadan atın sırtını kırbaçla-
yıp durdu. Arkada bir tıkırtı duyuldu. Tornacı başını arkaya
çevirmeden de bu sesin ne olduğunu anladı. Bu, rahmetli
karısının kızağa çarpan kafasının çıkardığı sesti. Hava gittik-
çe kararıyordu. Rüzgâr gitgide daha soğuk, daha ısırıcı olma-
ya başladı. Tornacı “Ah, tekrar yaşayabilse!..” diye düşündü.
“Yeni bir torna aleti tedarik ederek siparişler alır, paraları ko-
cakarıya verirdim. Hey gidi hey!..”

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Derken bir süre sonra dizginler elinden kayıp düştü. Dört
bir yanında dizginleri aradı, bulup kaldırmak istedi ama bir
türlü bulamadı. Elleri hareket etmiyordu.
“Ne çıkar, diye düşündü, at kendiliğinden gider, yolu bi-
liyor. Şimdi biraz uyuyabilirim. Gömme töreni yapılıp duası
okununcaya kadar yatabilirim.”
Tornacı gözlerini kapattı, uyukladı. Biraz sonra atın dur-
duğunu hissetti. Gözlerini açtı. Önünde kulübeyi yahut ot
yığınını andıran kapkara bir şey gördü.
Kızaktan inip işin aslını öğrenmeli ama üstünde öyle bir
uyuşukluk vardı ki ona kımıldamaktansa olduğu yerde do-
nup kalmak daha iyi görünüyordu. Sonra, rahat bir uykuya
daldı.
Duvarları boyalı büyük bir odada gözlerini açtı. Pence-
reden güneşin parlak ışığı giriyordu. Tornacı karşısında bir-
takım insanlar gördü. İlk iş olarak kendisinin aklı başında,
anlayışlı bir adam olduğunu göstermek istiyordu.
Kocakarı için bir cenaze töreni hazırlamalı. Papaz efendi-
ye söylemeli de.
Birisi sözünü kesiyor:
‒ Peki peki. Sen yat hele.
Tornacı, önünde doktoru görünce şaşırdı.
‒ Velinimetimiz, Pavel İvaniç ağabeyciğim.
Yataktan sıçramak, hekimin ayaklarına kapanmak istiyor
ama elleri ile ayaklarının kendisine itaat etmediğini görüyordu.
‒ Asil bayım, ayaklarım nerede, ellerim nerede?

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


‒ Ayaklarına, ellerine veda et. Dondurmuşsun Ee, ne ağ-
lıyorsun? Yaşayacağın kadar yaşadın, Allah’a şükret. Herhâlde
altmış yıl yaşamışsındır. Yeter sana.
‒ Felaket, ah sayın büyüğüm. Felaket bu. Affedin. Beş altı
yılcık daha.
‒ Niçin, ne yapacaksın sanki?
‒ At bizim değil, geri vermek lazım. Kocakarıyı gömmeli.
Bu dünyada da her şey ne kadar çabuk oluyor. Velinimeti-
miz, Pavel İvaniç kayın ağacından iyi bir sigara kutusu yapa-
rım. Kroket topları yaparım.
Doktor, kapat çeneni der gibi elini sallayıp koğuştan çıktı.
Tornacıya Allah rahmet eylesin!

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


MASKE

X ... kulübünde yardımsevenler derneğince bir maskeli


balo yahut yerli kızların dedikleri gibi çiftler balosu
veriliyordu.
Saat akşamın yedisiydi. Dans etmeyen, yüzleri maskesiz
“aydınlar” (Bunlar beş kişiydi.), kulübün okuma salonunda
büyük bir masanın çevresine oturmuşlardı. Ellerindeki gaze-
teler burunlarını, sakallarını örtüyordu. Böyle kimisi gazete
okuyor, kimisi uyukluyor, çok liberal başkent gazetelerinden
birinin muhabirinin söylediğine göre düşüncelere dalmış bu-
lunuyorlardı.
Dans salonunda “Vyuşka” kadrilinin nağmeleri duyu-
luyordu. Garsonlar, ayaklarıyla patırtı ederek, yemek ta-
kımlarını şıngırdatarak durmadan kapının yanından gelip
geçiyorlardı. Okuma salonundaysa çıt yoktu.
Ansızın pes ve kısık bir sesin:
‒ Burası galiba her yerden rahat, dediği duyuldu. Bu ses,
sanki borunun içinden geliyordu. Buraya gelin, çocuklar!
Buraya gelin!
Kapı açıldı. Okuma salonuna geniş omuzlu, sağlam yapılı

t
bir adam girdi. Sırtında arabacı elbisesi, başında tavus tüylü
bir şapka, yüzünde de maske vardı. Onun arkasından gene
maskeli iki bayan, elinde tepsi bulunan bir garson içeri gir-
diler. Tepside kursaklı bir likör şişesi, üç şişe kırmızı şarapla
birkaç kadeh vardı.
Erkek:
‒ Buraya gelin. Burası daha serin, dedi. Tepsiyi masaya
koy. Oturun, bayanlar Je vous prie â la trimontran. Siz de bay-
lar, biraz öteye çekilin. Şimdi okumanın sırası değil.
Erkek, durduğu yerde şöyle bir sallandı, dergilerden bir-
kaçını masanın üstünden yere süpürdü.
‒ Buraya koy. Siz de okuyan beyler, biraz öteye; ga-
zetelerle, siyasetle uğraşmanın sırası değil. Bırakın
Okumuşlardan biri, gözlüklerinin altından maskeliye bakarak:
‒ Biraz yavaş konuşmanızı rica ederim, dedi. Burası büfe
değil, okuma salonudur. Burada içki içilmez
‒ Neden içilmezmiş? Masa mı sallanıyor, yoksa tavan mı
çöker? Acayip ama fazla konuşacak vakit yok! Gazeteleri bı-
rakın. Biraz okudunuz ya, yeter; böyle de çok akıllısınız, hem
de gözlerinizi bozarsınız ama her şeyden önemlisi ben istemi-
yorum, işte o kadar
Garson, tepsiyi masaya koydu, peçeteyi koluna asarak
kapının yanında durdu. Bayanlar, hemen kırmızı şaraptan
içmeye başladılar.
Tavus tüylü adam:
‒ Gazeteleri bu içkilere tercih eden böyle akıllı insanlar da
varmış, şaşılacak şey doğrusu, diyerek kadehine likör doldurdu.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Anladığıma göre beyler, içki içecek para bulamadığınız için
gazeteleri seviyorsunuz. Öyle, değil mi? Ha-ha!... Okuyorlar.
Peki, orada ne yazılı? Gözlüklü beyim, hangi gerçekleri oku-
yorsunuz? Ha-ha! E, yeter artık! Aksiliği bırak da içmene bak.
Tavus tüylü erkek, yerinden biraz kalkarak gözlüklü ada-
mın elindeki gazeteyi kaptı. Gözlüklü, sarardı; sonra kızardı,
şaşkınlık dolu gözlerle öteki aydınlara baktı, onlar da onun
yüzüne baktılar.
Gözlüklü kızgın kızgın:
‒ Nerede olduğunuzu unutuyorsunuz, beyefendi, dedi.
Okuma salonunu meyhaneye çevirdiğiniz yetmiyormuş gi-
bi üstelik saygısızlık ederek başkasının elinden gazetesini ka-
pıyorsunuz. Ben, buna izin veremem. Karşınızdakinin kim
olduğunu biliyor musunuz beyefendi? Ben, banka müdürü
Jestyakov’um.
‒ Jestyakov falan bana vız gelir. Gazeteye gelince onun da
layık olduğu itibar budur.
Erkek, gazeteyi yukarı kaldırıp parça parça etti.
Jestyakov, büsbütün şaşırarak:
‒ Beyler, bu ne biçim şey, diye mırıldandı. Bu, şaşılacak;
bu, akıl almaz bir şey.
Maskeli erkek:
‒ Kızdılar, diye güldü. Aman, aman korktum. Dizlerimin
bağı çözüldü. Bana bakın beyler, şakayı bir yana bırakalım,
sizinle çene yarıştırmak istemiyorum. Burada bayanlarla baş
başa kalarak keyfetmek istediğim için fazla konuşmadan dı-
şarı çıkmanızı rica ederim. Buyurun Sayın Belabuhin, haydi

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


çek arabanı, yallah! Niye suratını ekşittin? Mademki çık di-
yorum, çık. Haydi çabuk ol yoksa ense köküne tokadı yersin.
Eytam Bankası veznedarı kızardı, omuzlarını silkerek:
‒ Yani bu ne demek, diye sordu. Doğrusu anlamıyorum.
Saygısızın biri buraya hücum ediyor ve sonra da böyle sözler
söylemeye başlıyor:
Tavus tüylü erkek kızdı:
‒ Saygısız da ne demek, diye bağırarak masaya öyle bir
yumruk indirdi ki tepsideki bardaklar zıpladı. Sen bunu
kime söylüyorsun? Beni maskeli gördün de ağzına geleni
söyleyebileceğini mi sanıyorsun? Mıymıntı seni! Mademki
çık diyorum, çık! Banka müdürü, haydi, iyilikle çek arabanı!
Hepiniz çıkın. Hiçbir keratanın burada kalmasını istemem.
Haydi, defolun, bakayım.
Heyecandan gözlüğünün camları bile terleyen Jestyakov:
‒ Şimdi görürüz, dedi. Ben size gösteririm. Hey, nöbetçiyi
buraya çağırın!
Bir dakika sonra yakasında açık mavi renkli bir kurdela
bulunan dans etmekten yorulmuş, kısa boylu, kızıl saçlı nö-
betçi içeri girdi.
‒ Lütfen dışarı çıkın, dedi. Burada içki içmek yasaktır!
Büfeye buyurun.
Maskeli erkek:
‒ Sen de nereden çıktın, diye sordu. Ben seni çağırdım mı?
‒ Sen diye seslenmemenizi rica ederim, lütfen dışarı çıkın.
‒ Bana bak, azizim, sana üç dakikalık bir mühlet veri-
yorum. Hem nöbetçi hem de buranın büyüğü olduğun için

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


işte bu artistlerin kollarına gir de dışarı çıkar. Burada yaban-
cıların bulunması benim bayanların hoşuna gitmiyor. Sıkı-
lıyorlar, bense kendi paramla onları doğal hâlleriyle görmek
isterim.
Jestyakov:
‒ Galiba bu avanak, ahırda bulunmadığını hâlâ anla-
mıyor, diye bağırdı. Çağırın buraya Yevstrat Spridoniç’i!
Kulübün her yanından “Yevstrat Spridoniç” sesleri duyul-
du. “Yevstrat Spridoniç, nerede?”
Resmî üniformalı, polis müdürü ihtiyar Yevstrat Spri-
doniç, gelmekte gecikmedi.
Korkunç gözlerini fal taşı gibi açıp yağla kalıplanmış bı-
yıklarını oynatarak kısık sesiyle:
‒ Buradan çıkmanızı rica ederim, dedi.
Erkek:
‒ Aman korktum, diye söylendi. Neşesinden de bir kahka-
ha attı. Vallahi, billahi korktum. Yeryüzünde ne kadar korkunç
şeyler varmış, hay Allah benim cezamı versin! Bıyıklar, tıpkı
kedi bıyıkları gibi... Gözlerini açmış… He- he-he!
Yevstrat Spridoniç, var kuvvetiyle:
‒ Fikir yürütmemenizi rica ederim, diye bağırarak hır-
sından titredi. Buradan çık! Yoksa seni şimdi zorla dışarı attırırım!
Okuma salonunda akla hayale gelmeyecek bir gürültü kop-
tu. Pancar gibi kızaran Yevstrat Spridoniç, tepinerek bağırıyordu.
Jestyakov bağırıyor, Belabuhin bağırıyordu. Okumuşların hepsi
bağırıyorlardı ama hepsinin sesini maskeli erkeğin boğuk, pes

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


sesi bastırıyordu. Bu kargaşalık yüzünden danslar durdu halk,
dans salonundan okuma salonuna akın etti.
Yevstrat Spridoniç, meseleye daha çok azamet vermek için
kulüpte bulunan bütün polis memurlarını topladı, zabıt tut-
maya oturdu.
Maskeli erkek, zabıt kâğıdına parmağıyla dürterek:
‒ Yaz bakalım, yaz diyordu. Şimdi ben zavallının hâli ne
olacak? Ah, ne bahtsız adammışım! Ben öksüzü niçin mahve-
diyorsunuz? Ha-ha-ha! E, nasıl? Zabıt hazır mı? Hepiniz imza-
ladınız mı? Öyleyse şimdi şuraya bakın Bir. İki. Üç ...
Erkek yerinden kalktı, vücudunu gererek yüzündeki maske-
yi çıkarıp attı. Sarhoş yüzünü açıp oradakilerin üzerinde bırak-
tığı tesiri hayran hayran seyrettikten sonra kendini bir koltuğa
attı. İçten gelen bir sevinçle güldü. Tesir, gerçekten de korkunç
oldu. Okumuşlar, şaşkınlıkla bakıştılar, sarardılar, enselerini ka-
şıdılar. Yevstrat Spridoniç, farkında olmadan büyük bir budala-
lık yapan bir insan gibi öksürdü.
Gürültü eden adamın, yerli ve tanınmış bir aileden bir
milyoner, fabrikatör Pyatigorov olduğunu gördüler. Reza-
letleri ile, hayırseverliği ile, yerli gazetenin birçok defa yazdığı
gibi, eğitim işlerine karşı gösterdiği sevgiyle tanınmıştı.
Bir dakika kadar sustuktan sonra Pyatigorov:
‒ Gidecek misiniz, gitmeyecek misiniz, diye sordu.
Aydınlar, hiçbir şey söylemeden, parmaklarının ucuna
basarak okuma salonundan sessizce çıktılar. Pyatigorov, onla-
rın arkasından kapıyı kilitledi.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Yevstrat Spridoniç, okuma salonuna şarap getiren gar-
sonu omuzlarından sarsarak yavaş, kısık bir sesle:
‒ Onun Pytigorov olduğunu sen biliyordun, diye söy-
leniyordu. Niçin bize haber vermedin?
‒ Pytigorov Beyefendi söylemememi istediler.
‒ Söylemesini istememişmiş. Seni hınzır seni. Bir ay ko-
dese tıkarsam o zaman “söylememek ne demekmiş” anlarsın.
Defol!..
Sonra okumuşlara dönerek:
‒ Size de diyecek yok doğrusu, baylar, dedi. İsyan çıkar-
dınız. On dakika için okuma salonundan çıkamaz mıydınız?
Şimdi, buyurun cenaze namazına!.. Of, baylar, baylar! Böyle
şeylerden hiç hoşlanmam, vallahi hoşlanmam.
Okumuşlar, meyus, kederli, süt dökmüş kediler gibi ku-
lüpde dolaşıyor, uğursuz bir şeyin yaklaştığını duyarak fısıl-
daşıyorlardı. Kadınları, kızları da Pyatigorov’un darıldığını,
kızdığını anlayınca bir kenara sindiler. Biraz sonra evlerine
dağılmaya başladılar. Danslar durdu.
Gece saat ikide Pyatigorov okuma salonundan çıktı;
çok sarhoştu, sağa sola yalpa vuruyordu. Salona girince or-
kestranın önünde oturdu, çalgı sesiyle uyuklamaya başladı.
Sonra başı hüzünlü hüzünlü önüne düştü, horlamaya başladı.
Nöbetçiler, elleriyle çalgıcılara işaret ederek:
‒ Çalmayın. Sus!.. Yegor Niliç uyuyor.
Belabuhin, milyonerin kulağına doğru eğilerek:
‒ Evinize kadar götürmemi emretmez misiniz, Yegor Ni-
liç, diye sordu.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Pyatigorov, yanağına konan bir sineği üfleyerek kovmak
ister gibi dudaklarını şişirdi.
Belabuhin tekrar etti:
‒ Eve kadar götürmemi emretmez misiniz yahut söyleyin
de faytonunuzu hazırlasınlar?
‒ Ha? Ne? Kimi? Sen ne istiyorsun?
‒ Evinize uğurlamak. Uykunuz geldi de.
‒ Eve gitmek isterim. U-ğur-la...
Belabuhin’in yüzü sevinçle parladı. Hemen Pyatigorov’u
kaldırmaya başladı. Öteki okumuşlar da yardıma koştular.
Sevinçlerinden gülümseyerek fahri hemşehriyi yerinden kal-
dırıp büyük bir dikkatle faytona kadar götürdüler.
Jestyakov, milyoneri faytona bindirirken neşeli neşeli:
‒ Koca bir kalabalığı ancak bir artist, bir dahi böyle aldata-
bilir, diye söyleniyordu. Ben hayranım Yegor Niliç. Hâlâ gül-
mekten katılıyorum… Hah-ha! İnanır mısınız? Tiyatrolarda
bile böyle gülmemiştim. O kadar, o kadar gülünçtü ki? Bu
geceyi ömrüm oldukça unutmayacağım!
Okumuşlar, Pyatigorov’u uğurladıktan sonra gene ne-
şelendiler, rahat bir nefes aldılar.
Jestyakov, büyük bir memnunlukla:
‒ Giderken bana elini uzattı, dedi. Unuttu demek, kız-
mıyor…
Yevstrat Spridoniç, içini çekerek:
‒ İnşallah diye cevap verdi. Alçağın, şerefsizin biri ama
ne diyebiliriz, velinimetimiz!...

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


İHTİYARLIK

M imar Uzelkov, mezarlık kilisesinde yapılacak bazı


değişiklikler için doğduğu şehre gelmişti. Burada
doğmuş, okumuş, büyümüş, evlenmişti ama vagondan çıkın-
ca şehri tanıyamadı. Her şey değişmişti. On sekiz yıl önce,
Petersburg’a göç ettiği sırada, şimdi istasyon yapısının bulun-
duğu yerde çocuklar tarla fareleri avlıyorlardı. Ana caddeye
çıkılan yerde şimdi dört katlı “Viyana Oteli” yükseliyordu.
Eskiden burada çirkin bir tahta perde uzayıp gidiyordu. Ama
ne duvarlar ne evler ne başka şeyler, insanlar kadar değişme-
mişti. Otel uşağını sorguya çeken Uzelkov, hatırlayabildiği
insanlardan yarısının ya ölmüş ya yoksul düşmüş yahut unu-
tulmuş olduğunu öğrendi.
İhtiyar uşağa kendini sordu:
‒ Uzelkov’u hatırlıyor musun? Mimar, hani karısından
ayrılmıştı. Svirebeyev Sokağı’nda bir de evi vardı. herhâlde
hatırlarsın
‒ Hatırlamıyorum.
‒ Nasıl hazırlamazsın canım? Gürültülü bir davaydı, bütün
arabacılar biliyorlardı. Hele bir hatırla. Boşanma işini avukat
Şapkin üzerine almıştı. Tanınmış madrabaz. Hani kulüpte
kendisine dayak atmışlardı.

t
‒ İvan Nikolayiç mi?
‒ Ta kendisi. Nasıl sağ mı? Öldü mü?
‒ Allah’a şükür sağ. Şimdi noterlik ediyorlar. Çok iyi ya-
şıyorlar, Kirpiçniy Sokağı’nda iki evleri var. Geçenlerde kız-
larını evlendirdiler.
Uzelkov, odasında bir aşağı bir yukarı dolaştı; biraz dü-
şündü, can sıkıntısından Şapkin’i görmeye karar verdi. Otel-
den çıkıp yavaş adımlarla Kirpiçniy Sokağı’na doğru yürüdü-
ğü zaman öğle olmuştu. Şapkin’i dairesinde buldu, güçlükle
tanıyabildi. Bir zamanlar güzel yapılı, kurnaz bir avukat olan,
azametli, saygısız, hep sarhoş gezen, yüzünden ayyaşlık akan
Şapkin, şimdi alçakgönüllü, ak saçlı, zayıf vücutlu bir ihtiya-
ra dönmüştü.
Uzelkov:
‒ Beni tanıyamadınız galiba, unutmuşsunuzdur, diye söze
başladı. Ben sizin eski müşterilerinizden Uzelkov’um.
Şapkin hemen hatırladı, tanıdı, şaşırdı. Hayret sesleri, so-
rular, hatıralar yağmaya başladı.
Şapkin, heyecanlanarak:
‒ Doğrusu hiç beklemiyordum Hiç ummuyordum diye
mırıldanıyordu. Ne ikram edeyim? Şampanya mı istersiniz?
İstiridye mi? Aziz dostum, vaktiyle sizden o kadar çok para
çektim ki şimdi ne sunacağımı bilmiyorum.
Uzelkov:
‒ Hiç rahatsız olmayın, dedi. Vaktim dar. Şimdi me-
zarlığa giderek kiliseyi gözden geçirmek zorundayım. Sipariş
aldım da.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


‒ Çok güzel! Yer, içer beraberce gideriz. Atlarım çok güzel-
dir. Sizi hem oraya kadar götürür hem de kilise mütevellisiyle
tanıştırırım. Sizin için her şeyi yaparım. Niçin öyle benden
çekiniyormuş, korkuyormuş gibi davranıyorsunuz, azizim?
Yaklaşın, yaklaşın. Şimdi, artık korkacak hiçbir şey kalma-
dı… He-he-he… eskiden sahiden kurnaz, becerikli, açıkgöz
bir insandım. Benimle kimse boy ölçüşemezdi. Şimdiyse ses-
siz bir adam oldum, ihtiyarladım, ev bark sahibiyim... çocuk-
larım var. Artık ölmek zamanı da geldi.
Ahbaplar, yiyip içtikten sonra çift atlı kızağa binerek şehir
dışına, mezarlığa doğru yola çıktılar.
Şapkin, kızağa iyice yerleşerek:
‒ Hey gidi ne günlerdi, ne günler, diye söylendi. İnsan dü-
şünüyor da bir türlü inanası gelmiyor. Karınızla ayrıldığınızı
hatırlıyor musunuz? Yirmi yıl kadar oluyor. Belki de siz her
şeyi unutmuşsunuzdur ama ben sizi dün ayırmışım gibi ha-
tırlıyorum. Allah’ım, o zaman ne kadar uğraşmıştım Kurnaz,
becerikli, açıkgöz bir gençtim. Karışık bir dava yakalamak
için can atıyordum. Hele vekalet ücreti yüksek olursa mesela
sizin davanızdaki gibi. O zaman bana ne kadar vermiştiniz?
Beş altı bin. İnsan böyle bir iş için nasıl uğraşmaz? Siz o za-
man Petersburg’a gittiniz, bütün davayı bana bıraktınız. Bil-
diğin gibi yap dediniz. Rahmetli karınız Sofya Mihaylovna,
tüccar soyundandı ama onurlu bir kadındı. Kabahati kendi
üzerine alması için onu kandırmak güçtü, çok güçtü. Bu iş
üzerinde görüşmeye gittiğim zaman hizmetçisine bağırırdı:
“Maşa, sana alçak insanları içeri alma demiştim.” Allem et-
tim, kallem ettim. kendisine mektuplar yazdım. Karşılaşmak

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


için tesadüfler yaratmaya çalıştım ama nafile. Sonunda üçün-
cü bir adam vasıtasıyla hareket etmek zorunda kaldım. Uzun
zaman uğraştım, siz on bin ruble vermeye razı olduktan son-
ra ancak teslim oldu. On bine dayanamadı, karşı duramadı.
Ağladı, yüzüme tükürdü ama kabahati üzerine almaya razı
oldu.
Uzelkov:
‒ O, benden on değil, on beş bin almıştı galiba, dedi.
Şapkin sıkılarak:
‒ Evet, evet… yanlış söyledim, on beş bin, dedi. Ama
geçmiş şey, şimdi artık günahı gizlemekte mana yok. Ona
on bin vermiştim, geriye kalan beş bini de kendi payıma
ayırmıştım. İkinizi de aldattım. Geçmiş iş, bundan utana-
cak değilim. Hem de sizden almayıp kimden alacaktım, Bo-
ris Petroviç, bir kere kendiniz takdir buyurun. Siz zengin,
tok bir insandınız. Keyfiniz istemiş, evlenmiştiniz, keyfiniz
istediği için boşanıyordunuz. Çok para kazanıyordunuz. Ha-
tırlıyorum, bir yapı işinden tam yirmi bin rubleyi cebe in-
dirdiniz. Sizden para sızdırmayıp da kimden sızdıracaktım?
Hem de, itiraf ederim, kıskanıyordum. Siz varınca önünüzde
şapkalarını çıkarıyorlardı, ben bir ruble için kulüpte dayak
yiyor, tokatlanıyordum. Şimdi artık bunları hatırlamak değil,
unutmak gerek.
‒ Lütfen söyler misiniz? Sonraları Sofya Mihaylovna nasıl
yaşadı?
‒ On bin ruble ile mi? Çok kötü yaşadı. Bilmem ki para
hırsına mı kapılmıştı yoksa paraya satıldığı için vicdan, onur

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


duyguları mı ayaklanmıştı yoksa sizi sahiden seviyor muydu?
Ancak biliyor musunuz, kendini içkiye verdi. Parayı aldıktan
sonra kızaklarla gezmeye başladı. İçki âlemleri, cümbüşler,
sefahat... Subaylarla beraber meyhaneye geldiği zaman şarap
yahut daha hafif bir içki değil de göğsünü yaksın, her şeyi
unutsun diye bardaklarla konyak içerdi.
‒ Evet, hercai bir kadındı o. Ben de ondan çok çektim.
Bir şeye darıldı mı sinir kesilirdi. E, sonra ne oldu?
‒ Aradan bir iki hafta geçti. Odamda oturmuş bir şey ya-
zıyordum. Birdenbire kapı açıldı. Sofya Mihaylovna içeri gir-
di. Sarhoştu. “Alın, dedi, geri alın kahrolasıca paralarınızı” ve
desteyi suratıma fırlattı. Paraları topladım, saydım. Beş yüz
rublesi eksikti. Yalnız bu kadarını harcayabilmişti.
‒ Bu paraları siz ne yaptınız?
‒ Geçmiş iş. gizleyecek değilim. Tabii iç ettim. Neye bana
öyle baktınız? Bekleyin, hepsi bu kadar değil. Bakın daha neler
olacak? Bütün bir roman, delilik. İki ay kadar sonra bir gece
kötü bir durumda evime dönmüştüm. Lambayı yaktım, bir
de ne göreyim, kanepede Sofya Mihaylovne oturmuyor mu?
Sarhoştu, karmakarışık bir ruh hâli içindeydi. Vahşi bir görü-
nüşü vardı. Cehennemden çıkmıştı sanki. “Paralarımı geri ve-
rin, dedi. Düşüncemi değiştirdim. Mademki battım, büsbütün
batmak, bataklığın içine gömülmek istiyorum. Haydi, kımıl-
dasana, alçak, paraları ver!” Rezalet.
‒ Tabii verdiniz… değil mi?
‒ Evet, hatırlıyorum, on ruble verdim.
Uzelkov, yüzünü buruşturarak:

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


‒ Ah! Hiç öyle şey olur mu, dedi. Mademki kendiniz ver-
miyor yahut vermek istemiyordunuz, hiç olmazsa bana yaz-
malıydınız. Ben de bilmiyordum, vallahi, bilmiyordum.
‒ Dostum, benim yazmam gerekmedi ki... Hastaneye
düştüğü zaman kendisi size yazmıştı.
‒ Olabilir, ben o zaman yeni evlenme işiyle o kadar yük-
lü idim, öyle başım dönmüştü ki gelen mektuplara bakacak
hâlde değildim. Ama siz yabancı bir insansınız, Sofya’ya karşı
bir düşmanlığınız olamazdı. Niçin ona yardım elinizi uzat-
madınız?
‒ Şimdiki arşınla ölçmeye gelmez, Boris Petroviç. Biz
şimdi böyle düşünüyoruz, o zamansa büsbütün başka türlü
düşünüyorduk. Şimdi ona bin ruble bile verirdim, hâlbuki
o zaman on rubleyi de bedava vermedim. Kötü bir hatıra.
Unutmalı, unutmalı. İşte mezarlığa da geldik.
Kızak mezarlığın önünde durdu. Uzelkov ile Şapkin kı-
zaktan inip kapıdan içeri girdiler. Geniş yoldan yürümeye
başladılar. Çıplak vişne, akasya ağaçları, boz renkli haçlar,
mezar taşları karla kaplanmıştı. Her kar tanesi güneşin yan-
sımalarıyla pırıl pırıl yanıyordu. Burası da bütün mezarlıklar
gibi günlük ve yeni kazılmış toprak kokuyordu.
Uzelkov:
‒ Mezarlığımız çok güzel, dedi. Tıpkı bahçe gibi.
‒ Evet ama ne yazık ki hırsızlar mezar taşlarını çalıyorlar.
İşte şu sağdaki dökme anıtın arkasında Sofya Mihaylovna ya-
tıyor. Görmek ister misiniz?
Ahbaplar, sağa saptılar, derin karları çiğneyerek dökme
anıta doğru yürüdüler.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Şapkin, beyaz mermerden bir mezar taşını göstererek:
‒ İşte burada... dedi. Bu taşı mezarına bir teğmen dik-
tirmiş.
Uzelkov, şapkasını çıkardı; dazlak kafasını güneşe gös-
terdi. Şapkin de ona bakarak şapkasını çıkardı. İkinci daz-
lak kafa güneşte parladı. Her tarafta her şey mezar sessizliği
içindeydi. Hava bile kötüydü sanki. Ahbaplar, mezar taşının
karşısında sessiz sessiz durarak düşünüyorlardı.
Şapkin sessizliği bozarak:
‒ Uyuyor, dedi. Şimdi artık suçu üzerine aldığı, konyak
içtiği umurunda bile değil. İtiraf ediniz Boris Petroviç.
Uzelkov, durgun bir yüzle:
‒ Neyi, diye sordu.
‒ Şunu itiraf ediniz ki geçmiş günler iğrenç de olsa yine
bunlardan iyidir.
Şapkin, bunu söylerken ak saçlarını gösterdi.
‒ Ölüm saatini hiç düşünmüyordum. Ölümle karşılaş-
sam belki yüzüne gülerdim. Şimdiyse... Ne diyeyim?
Uzelkov’un ruhuna garip bir hüzün çöktü. Birdenbire hıç-
kıra hıçkıra, istekle ağlamak isteği duydu. Tıpkı bir zamanlar
sevmek istediği gibi. Bu ağlamanın çok tatlı olacağını, ruhu-
na ferahlık vereceğini hissediyordu. Gözleri yaşarmıştı. Artık
boğazı da düğümlenmişti ama yanında Şapkin duruyordu.
Uzelkov da bir başkasının önünde yufka yüreklilik göster-
mekten utandı. Yüzgeri dönerek kiliseye doğru yürüdü.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Ancak iki saat sonra, mütevelli ile konuşup kiliseyi gözden
geçirince bir fırsatını buldu. Şapkin papazla konuşmaya dal-
dığı bir sırada ağlamak için oraya koştu.
Dakikada bir arkasına bakarak bir hırsız gibi gizlice me-
zarın yanına yaklaştı. Bu beyaz, küçük taş karşısında öyle dü-
şünceli, öyle hüzünlü, öyle günahsız duruyordu ki altında ya-
tan sefih, boşanmış bir kadın değil de masum bir kızdı sanki.
Uzelkov: “Ağlamalı, ağlamalı.” diye düşündü.
Ama ağlama anı kaçırılmıştı artık. İhtiyar, o kadar göz-
lerini kırpıştırdı, o kadar ağlamaya çalıştı ama gözyaşları bir
türlü akmıyor, boğazı da düğümlenmiyordu. Uzelkov, on
dakika daha durduktan sonra elini silkti. Şapkin’i aramaya
gitti.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


ÖĞRETMEN

O nuncu sınıf öğrencilerinden Yegor Ziberov, Petya


Udodov’a elini lütfen uzatıyordu. Gri kostümlü, tom-
bul kırmızı yanaklı, dar alınlı, fırça kılları gibi dik, sert saçlı,
on iki yaşlarında Petya, eğiliyor; defterlerini çıkarmak için
dolaba uzanıyor. Ders başlıyor.
Baba Udodov ile yapılan anlaşmaya göre Ziberov, günde
iki saat Petya’ya ders verecek, buna karşılık da ayda altı rub-
le alacaktır. Onu ortaokulun ikinci sınıfına hazırlamaktadır.
Geçen yıl da hazırlamıştı ama Petya çaktı.
Ziberov, bir sigara tellendirerek:
‒ Haydi bakalım, diye başlıyor. Size dördüncü mastar ve-
rilmişti. Fructus’u çekimleyiniz.
Petya çekimlemeye başlıyor.
Ziberov, ayağa kalkarak:
‒ Gene ezberlememişsiniz, diye söyleniyor. Dördüncü
mastarı altıncı defa veriyorum, bir türlü kafanıza girmiyor.
Ne zaman derslerinizi hazırlayacaksınız?
Kapı arkasından öksürük sesi duyuluyor. Petya’nın ba-
bası, il kâtipliğinden emekli Udodov:

t
‒ Gene mi hazırlamamış, diyerek odaya giriyor. Gene mi?
Niçin çalışmıyorsun? Ah, seni domuz seni!.. İnanır mısınız Ye-
gor Alekseyiç? Dün de sopa attım.
Udodov, içini çektikten sonra oğlunun yanına oturuyor,
Küner’in yıpranmış “Latince Dersleri” kitabını karıştırmaya
koyuluyor. Ziberov, Petya’yı babasının önünde sınamaya baş-
lıyor. Oğlunun ne kadar ahmak olduğunu varsın ahmak baba
da öğrensin; lise öğrencisi, sınamak hırsına kapılıyor. Şimdi
o, bu küçük, kırmızı yanaklı, kalın kafalı Petya’dan nefret
ediyor, onu dövmek isteğiyle kıvranıyor. Çocuk rastgele doğ-
ru cevap verdiği zaman da bir çeşit öfke duyuyor çünkü bu
Petya haylazından bıktığı kadar hiç kimseden bıkmamıştır.
‒ İkinci mastarı bile bilmiyorsunuz. Birinciyi de bil-
miyorsunuz ya... Derslerinize nasıl çalıştığınızı görüyorsu-
nuz? Peki, söyleyin, bakayım, meus filius’un i’li hâli nasıldır?
‒ Meus filius’un mu? Meus filius’un i’li hâli şeydir…
Şey…
Petya, uzun müddet tavana bakıyor, uzun uzadıya du-
daklarını kıpırdatıyor ama cevap veremiyor.
‒ Dea’nın çoğulu nasıldır?
Petya, örse vurur gibi, duraksamadan cevap veriyor:
‒ Deabus, filiabus...
İhtiyar Udodov takdirle başını sallıyor. Doğru cevap bek-
lemeyen lise öğrencisi öfkeleniyor.
‒ İ’li hâl abus’un daha hangi adları vardır?
Meğer “anima-ruh”un dahi i’li hâl abus’u varmış ki
Küner’in kitabında bu yoktur.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Udodov:
‒ Şu Latince de ne gösterişli, ne ahenkli bir dil diye söze
karışıyor. Alon, tron, bonus, antropos Şaşılacak şey! Bunların
tümü de gerekli ha, diyerek içini çekiyor.
Ziberov:
“Çalışmamıza engel oluyor, hayvan, diye kızıyor. Tepem-
de durmuş kontrol ediyor. Bense kontrole hiç gelemem.”
Petya’ya:
‒ E, gelecek sefere Latinceden gene bu dersi tekrarlar-
sınız, diyor. Şimdi de matematiğe geçelim. Taş tahtayı alın.
Sırada hangi problem vardı?
Petya, taş tahtaya tükürüyor, ceketinin yeniyle siliyor.
Öğretmen yazdırmaya başlıyor:
“Tüccar 138 metre siyah, 540 rublelik de lacivert çuha al-
mıştı. Lacivert çuhanın bir metresi 5 ruble, siyah çuhanın bir
metresi de 3 ruble olduğuna göre her birinden kaçar metre
almıştır?” Soruyu tekrarlayınız.
Petya, soruyu tekrarlıyor, sonra hemencecik, hiç kimseye
danışmadan 540’ı 138’e bölmeye başlıyor.
‒ Niçin bölüyorsunuz? Durun ama tamam, devam edin.
Kalıyor mu? Bu hesapta küsurat kalamaz. Verin, ben böleyim.
Ziberov, bölüyor, 3 ve küsur çıkıyor. Bunu görünce he-
men siliyor.
Saçlarını karıştırmaya, kızarıp bozarmaya başlıyor:
“Tuhaf, diye düşünüyor. Bu problem nasıl çözülüyordu?
Hım ... Bu, bilinmeyenlerle çözülmesi gereken bir denklemdir.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Hiç de aritmetik meselesi değil.”
½ƭSFUNFODFWBQMBSBCBL‘ZPS PSBEBçMFHÚSàZPS
“Hım!.. Acayip. 5 ile 3’ü toplayıp 540’ı 8’e mi bölmeli?
Öyle mi acaba? Hayır, böyle de olmaz.”
Petya’ya:
‒ Problemi çözsenize, diyor.
Udodov, Petya’ya:
‒ Ne düşünüyorsun? Problem çok basit diyor. Ne kadar
da budalaymışsın birader Yegor Alekseyiç, bari siz çözün de
görsün.
Yegor Alekseyiç taş tahtayı eline alıp çözmeye başlıyor. Bu
sırada kekeliyor, kızarıyor, sararıyor.
‒ Bu problem daha doğrusu cebire dayanıyor, diye mırıl-
danıyor. Onu x, y’le çözmek mümkün. Ama böyle de çözüle-
bilir. İşte böldüm, anlıyor musunuz? Şimdi de çıkarmak gerek,
anlıyor musunuz yahut biliyor musunuz? Bu problemi yarına
kadar kendiniz çözün. Üzerinde biraz düşünün.
Petya, şeytan gibi gülümsüyor. Udodov da gülümsüyor.
Öğretmenin telaşının sebebini ikisi de biliyorlar. 10’uncu sı-
nıf öğrencisi daha çok bozuluyor. Ayağa kalkıp bir köşeden
bir köşeye dolaşmaya başlıyor.
Udodov, elini çörtkeye uzatarak içini çekiyor:
‒ Bu problem cebir olmadan da çözülebilir, diyor. İşte
bakın.
Çörtkeyi şıkırdatıyor, 65 ile 63 çıkıyor ki gereken de budur.
‒ İşte biz, okumamış insanlar böyle yaparız.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Öğretmene, dayanılmayacak bir sıkıntı basıyor. Korku ile
saate bakıyor. Dersin bitmesine daha 1 saat 15 dakika kaldı-
ğını görüyor. Sonsuzluk kadar uzun bir zaman...
‒ Şimdi, imla dersi.
İmla dersinden sonra coğrafya, coğrafyanın arkasından
din dersleri, ondan sonra Rusça, bu evrende bilim az mı ya?
“Ama işte nihayet iki saat süren ders sona eriyor. Ziberov,
şapkasını alıyor, Petya’ya elini lütfen uzatıyor. Sonra Udodov
ile vedalaşıyor.
Cesaretsiz bir sesle:
‒ Bugün bana biraz para veremez misiniz, diye soruyor.
Yarın okula kendi tahsilim için para yatırmam gerek. Bana
altı aylık borcunuz var.
Udodov, Ziberov’un yüzüne bakmayarak:
‒ Ha? Evet, evet, diye mırıldanıyor. Memnunlukla. An-
cak şimdi nakitim yok, şöyle bir yahut iki hafta sonra...
Ziberov, razı oluyor. Ağır, çamurlu lastiklerini giyerek
başka derse gidiyor.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


ŞİŞMANLA ZAYIF

N ikolayev İstasyonu’nda iki ahbap karşılaşmıştı. Bun-


lardan biri şişman, öbürü zayıftı. Şişman; biraz önce
gar lokantasında öğle yemeğini yemişti, şimdi yağla kaplanan
dudakları, olgun iki vişne gibi parlıyordu. Üstünden etrafa
içtiklerinin kokusu yayılıyordu. Zayıf ise daha yeni vagondan
çıkmıştı; çantalarla, bohçalarla, mukavva kutularla yüklü idi.
Kendisi de jambon ile kahve telvesi kokuyordu. Onun arka-
sından, uzun çeneli, zayıf bir kadınla uzun boylu, kısık gözlü
bir lise öğrencisi başlarını uzatıyorlardı. Bunlar da karısıyla
oğlu idi.
Şişman, zayıfı görünce:
‒ Porfiriy, diye bağırdı. Sen misin, aziz dostum? Ne za-
mandır görüşmemiştik.
Zayıf, şaşkınlıkla:
‒ Aman Allah, dedi. Mişa! Çocukluk arkadaşım! Sen böy-
le nereden çıktın?
İki dost kucaklaşıp üç kere öpüştüler, yaşlarla dolu gözle-
rini birbirlerine diktiler. İkisi de hoş bir şaşkınlık içindeydi.
Zayıf, öpüştükten sonra:

t
‒ Aziz dostum, dedi. Hiç beklemiyordum. Ne hoş raslan-
tı! Dur, sana şöyle bir bakayım. Hep eskisi gibi güzel, yakı-
şıklı! Hep o incelik, hep o şıklık! Ah, ya Rabbi! E, nasılsın?
Zengin misin? Görüyorsun, ben evliyim. Bu, benim karım
Luiza. Aslına bakarsan Wanzenbach soyundandır. Lüterci.
Bu da oğlum, Nafanail, lise üçüncü sınıf öğrencisi. Nafanail,
bu benim çocukluk arkadaşım. Lisede beraber okumuştuk.
Nafanil, biraz düşündü, sonra şapkasını çıkardı.
Zayıf:
‒ Lisede beraber okuduk, diye devam etti. Hatırlıyor mu-
sun, seninle nasıl alay ederlerdi? Resmî okul kitabını sigara ile
yaktığından seninle Herostrat, diye alay ederlerdi. Ben de ara
bozmayı sevdiğimden, Ephialt adını takmışlardı. Ha-ha-ha.
Çocukluk!.. Korkma Nafanail. Onun yanına sokul. Bu da
karım, aslına bakarsan Wanzenbach. Lüterci.
Nafanail, biraz düşündükten sonra babasının arkasına
saklandı.
Şişman, sevinç dolu gözlerle dostuna bakarak:
‒ E, nasıl yaşıyorsun, dostum, dedi. Nerede çalışıyorsun?
Rütben ne?
‒ Memurum, azizim. İki yıldır denetçiyim. Stanislav ma-
dalyam var. Aldığımız aylık az ama her neyse... Karım musiki
dersleri veriyor. Ben, ağaçtan tabaklar yapıyorum. Çok gü-
zel tabaklar. Tanesini birer rubleye satıyorum. On tane veya
daha fazla alan olursa, anlıyor musun, indirim yapıyorum.
Şöyle böyle geçinip gidiyoruz. Bakanlıkta çalışıyordum. Şim-
di buraya aktarıldım kısım amiri olarak. Burada çalışacağım.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Ya sen, nasılsın? Herhâlde bakanlıkların birinde daire müdü-
rü falan olmuşsundur? Ha?
Şişman:
‒ Hayır, dostum, biraz daha yükselt, dedi. Ben, şimdi
müsteşar oldum. İki tane yıldız madalyam var.
Zayıf birdenbire sarardı, taş kesildi. Yüzü dört yana çar-
pıldı; yüzünden, gözlerinden kıvılcımlar saçılmaya başladı.
Kendisi ezildi, büzüldü, kamburlaştı, küçüldü. Sırtındaki
çantalar, bohçalar, karton kutular da büzüldü, buruştu. Ka-
rısının zaten uzun olan çenesi daha çok uzadı; Nafanail, ha-
zır ol vaziyetine geçti, dik yakalı ceketinin tüm düğmelerini
ilikledi.
‒ Bendeniz, beyefendi hazretleri. Çok memnun oldum,
müşerref oldum. Denebilir ki çocukluk arkadaşıyız. Birden-
bire böyle yükselmişsiniz. Hi-hi-hi...
Şişman, yüzünü buruşturarak:
‒ Haydi canım, dedi. Bu tavırların burada yeri yok. Biz
seninle çocukluk arkadaşıyız, aramızda rütbe farkı olamaz.
Zayıf, daha çok büzülerek gülümsedi:
‒ Aman efendimiz, nasıl olur? Zatı devletlerinin lütufkâr
dikkatlerine mazhar olabilmek, aciz bendeleri için tasavvuru
imkânsız bir mutluluktur. İşte bu, beyefendi hazretleri, ben-
delerinin oğlum Nafanail. Zevcem cariyeniz Luiza, Lüterci
olmak hasebiyle.
Şişman, bir şeyler söyleyerek karşı durmak istediyse de
zayıfın yüzü kul kölelik, tatlılık, üstelik de aşırı saygıdan bir

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


çeşit ekşilik ifade ediyordu. Müsteşarın midesi bulandı. Zayıfın
bu tavırlarına daha fazla katlanamayarak başını çevirdi, elini
uzattı.
Zayıf, uzatılan bu elin yalnız üç parmağını sıktı, yerlere
dek eğilerek selam verdi. Çinliler gibi “hi-hi-hi” diye güldü.
Karısı gülümsedi. Nafanail, ayaklarını birbirine çarptı. Bu sı-
rada kasketini yere düşürdü. Her üçü de çok hoş bir şaşkınlık
içindeydiler.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


HATİP

G üzel bir yaz sabahı birinci sınıf kâtiplerden Kiril İvanoviç


Vavilonov’u gömmeye hazırlanıyorduk. Zavallının ölü-
müne memleketimizde pek ziyade yayılan iki hastalık sebep
olmuştu: biri şirret kadın, öteki de sarhoşluk.
Cenaze alayı kiliseden çıkıp mezarlığın yolunu tuttuğu
zaman ölü ile beraber çalışanlardan Poplavskiy adında bir
memur, arabaya atlayarak genç ama oldukça tanınmış bir
adam olan ahbabı Grigoriy Petroviç Zapoykin’e gitti. Zapoy-
kin birçok okurumuzun da bildikleri gibi eşsiz bir dahidir.
Uyku sersemliğiyle, aç karnına, fitil gibi sarhoşken, sıtma nö-
betleri geçirirken, kısacası istediğiniz her yerde, her zaman,
doğumlarda, yıl dönümlerinde, mezar başlarında söylev ve-
rebilir. Söylevi, yağmur borusundan akan su gibi düzgün,
kusursuz, boldur. Sözlüğündeki acıklı sözler, bir hamamda
bulunan hamam böceklerinden daha çoktur.
Her zaman pek ustaca, hem de çok uzun söyler. Öyle ki
bazen, esnaf düğünlerinde onu susturmak için polisin yar-
dımına başvurmak gerekmektedir.
Poplavskiy, arkadaşını evde bularak:

t
‒ Ben de sana bir iş için gelmiştim aziz dostum, dedi. He-
men giyin de gidelim. Bizimkilerden birisi öldü. Şimdi öbür
dünyaya yolcu ediyoruz. Bunun için aziz dostum, vedaname
yerine geçecek saçma bir şeyler söylemek gerek. Bütün ümi-
dimiz sende. Küçük memurlardan biri ölseydi seni rahatsız
etmezdik ama ölen koskoca bir başkâtip. Bir çeşit kalem sul-
tanı. Böyle bir adamı söylevsiz gömmek yakışık almaz.
Zapoykin esnedi:
‒ Ha, başkâtip Şu ayyaş herif, değil mi?
‒ Evet, ayyaş. Törenden sonra gözleme ile meze de ola-
cak. üstelik araba parası alırsın. Haydi, canımın içi, gidelim
Mezarı başında şöyle Çiçeron vari bir şeyler, öyle makbule
geçer ki!
Zapoykin bu teklifi seve seve kabul etti. Saçlarını ka-
rıştırdı, yüzüne hüzünlü bir ifade vererek Poplavskiy ile bir-
likte sokağa çıktı.
Arabaya bindikleri sırada:
‒ Sizin başkâtibi çok iyi tanıyorum, dedi. Allah rahmet
eylesin, eşine az rastlanır madrabaz ve keratalardandı.
‒ Ama Grişa, ölülere sövmek günahtır.
‒ Orası öyle, aut mortuis nihil bene, ama ne olursa olsun,
dolandırıcının biriydi o.
İki ahbap, cenaze alayına yetişip katıldılar. Ölüyü çok ya-
vaş götürüyorlardı. Bunu fırsat bilen ahbaplar, yolda rasta-
dıkları meyhanelere uğrayarak ölünün ruhunun dinlenmesi
için birkaç kadeh yuvarladılar.
Mezarlıkta ayrıca gömme duası okundu. Ölünün kayın

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


validesi, karısı, baldızı, âdetlere boyun eğerek çok çok ağ-
ladılar. Karısı, tabut mezara indirilirken “Beni onun yanına
bırakın.” diye feryat bile etti ama herhâlde dul maaşını hatır-
lamış olacak ki kocasının peşinden mezara girmedi.
Zapoykin, herkesin sakinleşmesini bekledikten sonra or-
taya çıktı. Orada bulunanları birer birer süzerek söylevine
başladı:
‒ Gözlerimize, kulaklarımıza inanalım mı? Bu tabut,
şu ağlayan yüzler, korkunç bir rüya değil mi? Ne yazık ki
bu bir rüya değil, gözlerimiz de bizi aldatmıyor. Daha çok
yakında öyle dinç, taze, temiz bir insan olarak tanıdığımız,
daha pek yakın zamanlara kadar yorulmak bilmeyen bir arı
gibi yaptığı balı devletin imar kovanına taşıyan bu... Şu in-
san şimdi ezelden gelip ebede gitti. Acıma nedir bilmeyen
zalim ölüm, yaşının geçkin olmasına rağmen kudretle, bir-
çok ümitle dolu bulunduğu bir sırada kemikleşen ellerini
ona uzattı. Ne büyük bir kayıp! Onu bize kim unutturabilir?
Biz de iyi memurlar az değildir ama Prokoyif Osipiç eşsizdi.
Ruhunun en derin köşelerine kadar görev aşkıyla dolu bir in-
sandı. Vücuduna acımaz, geceleri uyumazdı. Namuslu rüşvet
yemeyen bir adamdı. Umumun zararına olarak onu parayla
satın almak isteyen, vazifesine ihanet ederek hayatın nefis
meyvalarını yemeye teşvik eden kimselere karşı büyük bir
nefret duyardı. Evet, Prokofiy Osipiç, küçük aylığını yoksul
arkadaşlarına dağıtıyordu; onun yardımlarıyla geçinen dul-
ların, yetimlerin feryatlarına biraz önce siz de şahit oldunuz.
Vazife ve iyilik uğruna, hayatın insanlara bağışladığı refahı
tatmıyordu. Aile yuvası gibi bir saadeti bile küçümsüyordu.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Hayatın son günlerine kadar bekâr yaşadığını siz de bilirsiniz
Bir arkadaş olarak onun yerini kim doldurabilir? Her zaman
sakalı tıraş edilmiş, sevimli, hep gülümseyen yüzünü şimdi
bile görür gibi oluyorum. Yumuşak, okşayıcı, tatlı sesi hâlâ
kulaklarımda çınlıyor. Cennet mekânın olsun Prokofiy Osi-
piç. Rahat, rahat uyu, ey namuslu, asil emektar.
Zapoykin devam ediyordu. Dinleyicilerse fısıldaşmaya baş-
lamışlardı. Nutuk herkesçe beğenilmiş, bazı gözlerden yaş bile
çıkartmıştı ama birçok tarafları da garip görünmüştü. Birin-
cisi, ölünün adı Kiril İvanoviç olduğu hâlde söyleyenin niçin
Prokofiy Osipiç dediği anlaşılmıyordu. İkincisi, ölünün bütün
ömrünce karısıyla savaştığını herkes biliyordu. Öyleyse ona
bekâr denemezdi. Üçüncüsü, sık, kızıl sakalı vardı, ölünceye
kadar da tıraş olmamıştı. Sakalı tıraş edilmiş yüzü diye vasıf-
landırılmasındaki hikmet de anlaşılmıyordu. Dinleyiciler, bu
işe bir türlü akıl erdiremeyerek birbirlerine bakışıyor, omuzla-
rını silkiyorlardı.
Zapoykin, gözlerini mezara dikerek:
‒ Prokofiy Osipiç diye devam ediyordu. Senin yüzün çok
çirkindi, biçimsizdi, sen somurtkan bir adamdın, sert tabiat-
lıydın ama bu dış görünüşünün altında namuslu, vefalı bir
kalp çarptığını hepimiz biliyorduk
Biraz sonra dinleyiciler, Zapoykin’de de bazı acayip hâller
gördüler. Gözlerini bir noktaya diken hatip, pirelenmiş gibi
kımıldamaya, omuzlarını silkmeye başladı. Sonra birdenbire
sustu, şaşkın şaşkın ağzını açtı. Poplavskiy’e döndü. Gözleri-
ni dehşetle faltaşı gibi açarak:
‒ Bana baksana, o, sağ yahu, dedi.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


‒ Kim sağ?
‒ Prokofiy Osipiç, yahu Bak, işte orada, anıtın yanında
duruyor.
‒ O, zaten ölmemişti ki Ölen Kiril İvanoviç idi.
‒ İyi ama sen bana başkâtip öldü dememiş miydin?
‒ Zaten Kiril İvanoviç başkâtipti. Sen, budala, karıştırdın.
Doğru, Prokofiy Osipiç, daha önce bizde başkâtipti ama
ikinci daire şefliğine tayin edileli iki yıl oluyor.
‒ Sizin işlerinize şeytanın bile aklı ermez.
‒ Neye sustun? Devam etsene, ayıp olacak yahu!
Zapoykin gene mezara döndü, eski dilbazlığıyla söylevine
devam etti. Anıtın yanında sahiden de sakalı tıraş edilmiş,
ihtiyar memur Prokofiy Osipiç duruyordu. Kızgın kızgın ha-
tibe bakıyor, homurdanıp duruyordu.
Memur arkadaşları, Zapoykin’le cenazeden dönerken:
‒ Nasıl oldu da böyle faka bastın, diye gülüyorlardı. Ada-
mı diri diri mezara soktun.
Prokofiy Osipiç:
‒ Bu yaptığınız çok kötü bir hareketti delikanlı, diye ho-
murdanıyordu. Söyleyiniz, ölü bir insan için belki de iyi sayı-
labilir ama yaşayan birisi için alaydan başka bir şey değildir.
Hele şu sözlerinize bir kere dikkat buyurun: dürüst, namus-
lu, rüşvet yemez. Bu gibi sözler yaşayan bir insan hakkında
ancak alay etmek kastıyla söylenebilir. Hem de hiç kimse
sizden, beyefendi, yüzümü tasvir etmenizi rica etmemişti.
Çirkinmiş, biçimsizmiş anladık, ama âlemin yüzünü ne diye
teşhir ediyorsunuz? Gücüme gitti doğrusu!

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


TELAŞ

G enç, henüz enstitüyü bitirmiş olan Maşenka Pavliyets-


kaya, mürebbiye olarak girdiği Kuşkinlerin evine bir
gezintiden döndüğü zaman, evi müthiş bir telaş içinde bul-
du. Kendisine kapıyı açan kapıcıbaşı Mihaylov heyecanlıydı.
Bir istakoz gibi kızarmıştı.
Yukardan gürültüler geliyordu. Maşenka “Herhâlde hanı-
mefendi bir buhran geçiriyor, yahut kocasıyla kavga ediyor.”
diye düşündü.
Koridorlarda, sofalarda hizmetçilere rastladı. Biri ağ-
lıyordu. Telaşla Maşenka’nın odasından, kısa boylu, dazlak
kafalı, yağdanlık gibi sarkan yanaklarıyla ev sahibi çıktı. Yüzü
kıpkırmızıydı, zangır zangır titriyordu. Mürebbiyeyi görme-
den yanından geçti. Ellerini kaldırarak:
‒ Ooh, korkunç bir şey bu! Uygunsuzluk, bayağılık, adi-
lik, budalaca, aşağılık bir şey bu, diye söyleniyordu.
Maşenka; odasına girdiği zaman, sonradan görmelerin,
zengin ve tanınmış ailelerin ekmeğini yiyen insanlar tara-
fından iyice bilinen o duyguyu, ilk defa, bütün acılığıyla duy-
du. Odası araştırılıyordu. Şişmanca, geniş omuzlu, gür siyah

t
kaşlı, dümdüz saçları, kıpkırmızı elleri, yüzünün iradesi basit
ev sahibi hanımefendi Fedosya Vasilyevna, Maşenka’nın ma-
sasının önünde duruyor, çantasından çıkardığı yün çilelerini,
kâğıt tomarlarını, geri koyuyordu. Herhâlde mürebbiyenin
böyle ansızın gelişi onun için hiç beklenmeyen bir şey olmalı
ki başını çevirip onun sapsarı kesilmiş, hayretler içindeki yü-
zünü görünce biraz şaşırdı:
‒ Pardon, diye mırıldandı. Dikkatsizlikle kolum çarptı...
Döküldü.
Bunları söyledikten sonra Madam Kuşkina kuşağını hı-
şırdatarak odadan çıktı. Maşenka, şaşkın şaşkın odasına bir
göz attı. Olup bitenlerden bir şey anlamıyor, ne düşünülmesi
gerektiğini kestiremiyordu. Omuzlarını silkti ama korkudan
da vücudu buz kesildi. Fedosya Vasilyevna, el çantasında ne
arıyordu. Gerçekten kolunu çarpıp dökmüşse niye özür dile-
mişti? Nikolay Sergeviç niye odasından öyle kıpkırmızı, he-
yecanlı fırladı? Niye masasının bir gözü hafifçe aralık? Onar
kapiklikleriyle pullarını koyduğu kumbara açıktı. Kumbarayı
açtılar ama kilidi çizilmiş olmasına rağmen tekrar kapayama-
dılar. Kitap rafı, masanın üstü, yatak, her şey bir araştırmanın
taze izlerini taşıyordu. Çamaşır sepetinde de bu izler vardı.
Gerçi çamaşır iyi katlanmıştı ama Maşenka onu evinden
böyle getirmemişti ki... Demek ki bir araştırma yapılmıştı
ama niçin?
Hangi sebeple? Ne oldu? Maşenka, kapıcıbaşının heyeca-
nını, evde hâlâ devam eden telaşı, ağlayan hizmetçiyi dü-
şündü. Acaba bütün bunlar, odasında yapılan araştırma ile
alakalı mıydı? Adı, korkunç bir işe mi karıştı? Maşenka

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


sarardı, vücudu buz kesilerek çamaşır sepetinin üstüne çöktü.
Odaya hizmetçi girdi.
‒ Liza, benim odayı niçin araştırdıklarını biliyor musun?
‒ Hanımefendinin iki bin rublelik bir iğnesi kayboldu da.
‒ İyi ama benim odamı niye arıyorlar?
‒ Her yeri aradılar. Beni de aradılar. Hepimizi çırçıplak
soyup baktılar. Ben, matmazel, Tanrı şahidim olsun masu-
mum. Değil onun iğnesini görmek, tuvalet masasına bile
yaklaşmıyorum. Polise de aynı şeyi söyleyeceğim.
Mürebbiyenin şaşkınlığı devam ediyordu:
‒ Peki ama benim odamdan ne istiyorlar, dedi.
‒ Size diyorum ya, iğnesi çalındı. Hanımefendi kendi
eliyle aradı herkesi. Hatta kapıcıbaşı Mihaylov’u bile kendi
eliyle aradı. Rezalet doğrusu. Nikolay Sergeviç, sadece ba-
kıyor, bir tavuk gibi gıdaklıyordu. Ama matmazel niye boş
yere titriyorsunuz, sizin odada çıkmadı ki... Şayet iğneyi siz
almadıysanız korkacak ne var?
Maşenka, infialden nefes alamayarak:
‒ Fakat bu, Liza, aşağılık bir hareket bu. Bayağılık, adi bir
şey. Benden şüphe etmeye, benim eşyamı aramaya ne hakları
var.
Liza, içini çekerek:
‒ Siz el evindesiniz. Matmazelsiniz ama ne de olsa hizmet-
çi gibi bir şeysiniz. Bu, ana baba evinde oturmaya benzemez.
Maşenka, yatağa yayıldı, acı acı ağlamaya başladı. Hiç-
bir şey hayatında onu bu kadar etkilememişti. Hiçbir zaman

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


hayatında bu kadar büyük hakarete uğramamıştı. Onun gibi
tahsil terbiye görmüş, ince ruhlu bir öğretmen kızından şüphe-
lendiler, bir sokak kadını gibi eşyasını araştırdılar. Bundan daha
büyük bir hakaret düşünülemez bile. Şimdi, bu hakaret hissine
bir de korku eklenmişti. Ne olacak? Mademki şüphe ettiler,
o hâlde tutuklatabilirler, çırçıplak soyup arayabilirler. Sonra
caddelerde polislerin arasında götürebilirler. Soğuk, karanlık,
sıçan dolu bir hücreye kapatırlar, prenses Tarakonova’nın hüc-
resine benzer bir hücreye. Onu kim savunacak? Anasıyla ba-
bası taşrada, uzaktalar. Yanına gelmek için paraları bile yok.
Başkentte, yapayalnız boş bir tarla gibi yaşıyor. Dostu, tanıdığı
yok. Ne dilerlerse onu yapabilirler. Maşenka titreyerek:
“Bütün yargıçlara, avukatlara koşacağım, diye düşündü.
Onlara anlatacağım, yemin edeceğim, benim bir hırsız olma-
yacağıma inanırlar.”
Maşenka’nın yatak çarşaflarının altında, çamaşır sepe-
tinde, talebelik günlerinden kalma bir alışkanlıkla yemek
masasından alıp odasına getirdiği kurabiyeler vardı. Bu kü-
çük sırrının artık ev sahibi tarafından bilindiğini düşünerek
utancından kıpkırmızı oldu. Korkudan, utançtan, gördüğü
hakaretten kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. Bu atış, şakak-
larına, ellerine, karnının içine kadar yayılıyordu. Maşenka’ya,
lütfen yemeğe buyursun, dediler. Gideyim mi, gitmeyeyim
mi, diye düşündü.
Saçlarını düzeltti, ıslak bir havluya yüzünü sildi, yemek
odasına gitti. Yemeğe başlamışlardı. Masanın bir kenarın-
da, azametli, ciddi, kafası bir noktaya saplanmış bir hâlde
Fedosya Vasilyevna oturuyordu. Öbür başında da Nikolay

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Sergeviç vardı. Yanlarında çocuklar, misafirler yer almışlardı.
Frak giymiş, ellerinde beyaz eldiven bulunan iki uşak hizmet
ediyorlardı. Herkes evde bir hadisenin geçtiğini, ev sahibi ha-
nımefendinin canının sıkıldığını biliyor, susuyordu. Ancak
ağız şapırtıları, çatalların sesi duyuluyordu. Ev sahibi bitkin,
ıstıraplı bir sesle:
‒ Üçüncü yemek ne, diye sordu.
Uşak:
‒ Rus usulü mersin balığı, diye cevap verdi.
Nikolay Sergeviç çabuk çabuk:
‒ Fenya, ben istemiştim bunu, dedi. Canım balık iste-
di. Şayet sevmiyorsan, ma chere, vermesinler. Bilirsin, bu söz
arasında...
Fedosya Vasilyevna, kendisinin pişirilmesini emretmediği
yemekleri sevmezdi. Zaten gözlerinde yaşlar parlıyordu. Aile
doktoru Mamikov, hanımefendinin eline dokunup, tatlı tatlı
gülümseyerek:
‒ Bırakalım heyecanlanmayı, dedi. Zaten yeter derecede
sinirliyiz. Unutalım şu iğneyi. Sıhhat iki binden kıymetlidir.
Ev sahibi:
‒ İki bin rubleye acımıyorum, diye cevap verdi. İri bir
damla yaş yanaklarından süzüldü. Beni çileden çıkaran hır-
sızlık. Evimde bir hırsızın yaşamasına tahammül edemem.
Hiçbir şeye acımıyorum ben ama hırsızlığa asla göz yu-
mamam. Bu bir nankörlük. Benim iyiliğimi böyle mi ödü-
yorlar?

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Herkes tabağına bakıyordu ama Maşenka’ya öyle geldi ki
ev sahibinin bu sözlerinden sonra herkes kendisine bakmış-
tır. Ansızın boğazına bir şey düğümlendi, ağlamaya başladı.
Mendilini gözlerine götürerek:
‒ Pardon, diye mırıldandı. Yapamam, başım ağrıyor, gi-
deceğim.
Masadan kalktı, sandalyesini beceriksizce gürültü ile itti.
Bu hâl şaşkınlığını büsbütün artırdı, çabuk çabuk dışarıya
çıktı.
Nikolay Sergeviç yüzünü buruşturarak:
‒ Allah’ım, dedi, sanki onun odasını niçin aradık? Ne ka-
dar da yersiz bir hareket bu.
Fedosya Vasilyevna:
‒ İğneyi onun aldığını söylemiyorum, dedi. Ama temin
edebilir misin? İtiraf edeyim ki bu okumuş fakirlere çok gü-
venemiyorum.
‒ Vallahi Fenya doğru bir hareket değildi bu. Affet Fenya,
zaten senin kanunen araştırmaya hakkın yoktu.
‒ Ben kanunlarınızı bilmiyorum. Ben yalnız iğnemin
çalındığını biliyorum, o kadar. Çatalı tabağa vurup gözleri
gazapla parlayarak, bu iğneyi bulacağım, diye bağırdı. Siz ye-
meğinizi yiyin. Benim işime karışmayın.
Nikolay Sergeviç uysalca gözlerini indirdi, içini çekti.
Maşenka odasına girip yatağa kapandı. Artık ne korku ne
utanç duyuyordu. Yalnız, gidip bu sert, bu azamet taslayan,
bu mahdut, bu mesut kadının yanaklarına iki tokat atmak
arzusu onu pençesine almıştı.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Yatağa uzandı. Yastığa doğru nefes alarak “şimdi gidip
en pahalı iğneyi almak, getirip bu budala kadının suratına
fırlatmak ne iyi olurdu.” diye düşünüyordu. Ah, şu Fedosya
Vasilyevna bir fakir düşse, yapayalnız kalsa, çalışmak zorunda
kalsa, fakirliğin, bağlı olmanın bütün korkunçluğunu bir an-
lasa!.. Hakarete uğramış Maşenka ona elini uzatsa ne iyi olur-
du. Ah, büyük bir mirasa konsaydı, bir araba alıp Fedosya
Vasilyevna’yı hasedinden çatlasın diye penceresinin önünden
şöyle bir geçseydi ne iyi olurdu.
Fakat bütün bunlar hayaldi. Gerçekte bir tek şey vardı:
buradan çabucak gitmek, artık bir saat bile bu evde kalma-
mak. Doğru, yerini kaybetmek, parasız pulsuz ailesinin ya-
nına dönmek korkunçtu ama başka ne yapabilirdi? Maşenka
artık ne ev sahibini ne de bu odayı görmeye tahammül ede-
bilirdi. Odası ona boğucu, kasvetli geliyordu. Hastalık, sah-
te aristokrasi budalası olan Fedosya Vasilyevna ona o kadar
iğrenç geliyordu ki içinde bu kadın yaşıyor diye dünyadaki
her şeyi kaba ve değersiz buluyordu. Yataktan fırladı, eşyasını
toplamaya başladı.
Kapının arkasından Nikolay Sergeviç:
‒ Girebilir miyim, diye sordu.
Yavaşça kapıya yaklaşmıştı. Hafif tatlı bir sesle konu-
şuyordu.
‒ Girebilir miyim, diye tekrarladı.
‒ Girin.
Nikolay Sergeviç, girip kapının önünde durdu. Donuk
donuk bakıyor, kızarmış burnu parlıyordu. Yürüyüşünde,

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


kol hareketlerinde yemekten sonra içtiği biranın etkisi gö-
rülüyordu. Çamaşır sepetini göstererek:
‒ Bu ne, diye sordu.
Maşenka:
‒ Hazırlanıyorum, diye cevap verdi. Affedersiniz Nikolay
Sergeviç ama artık burada daha fazla kalamam. Bu araştırma
gururumu çok zedeledi.
‒ Anlıyorum. Yalnız siz boşuboşuna. Niçin? Araştırdılarsa ne
olur, ne çıkar bundan? Bundan bir şey kaybetmezsiniz ki...
Maşenka, susuyor, eşyasını toplamaya devam ediyordu.
Nikolay Sergeviç, sanki daha neler söyleyeyim der gibi düşü-
nüyor, bıyıklarıyla oynuyordu. Yoklayan bir sesle:
‒ Tabii anlıyorum, dedi. Ama biraz hoşgörülü olun. Bili-
yorsunuz karım sinirli, şımarık bir kadındır. Böyle sert hare-
ket etmek doğru değil. Şayet sizi çok incittikse hemen özür
dilemeye hazırım. İşte af diliyorum.
Maşenka, gene cevap vermedi. Çantasının üstüne daha
çok eğildi. Bu kararsız, görmüş geçirmiş adamın evde hiçbir
rolü yoktu. Hizmetçilere karşı bile evde sanki bir sığıntıymış
gibi davranıyordu. Onun özür dilemesinin hiçbir manası
yoktu.
‒ Hım... Susuyorsunuz, demek tatmin olmadınız. Öyle
ise karım adına sizden özür diliyorum. Evet karım adına...
Doğru, kibar hareket etmedi, bir aristokrat olmak sıfatıyla
bunu itirafa mecburum.
Nikolay Sergeviç, bir aşağı bir yukarı dolaştı, içini çekti;

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


‒ İstiyorsunuz ki vicdan azabı duyayım, yüreğim burkulsun.
Maşenka, gözyaşlarıyla dolu yüzünü ona çevirerek:
‒ Sizin, Nikolay Sergeviç, bunda suçunuz olmadığını bi-
liyorum, dedi. Niçin bana azap veriyorsunuz?
‒ Tabii, tabii ama siz gene de. Gitmeyin. Sizden rica edi-
yorum.
Maşenka, başını “hayır” der gibi salladı. Nikolay Sergeviç,
pencerenin önünde durdu, parmaklarıyla camı fiskeleyerek:
‒ Bu gibi anlaşmazlıklar, dedi, benim için gerçek bir
çiledir. Ne istiyorsunuz, önünüzde dize mi geleyim? Sizin
gururunuz yaralandı, ağladınız, gitmeye hazırlanıyorsunuz.
Ama ya benimki, benim de gururum var, onu hiç hesaba
katmıyorsunuz. Yoksa ister misiniz, günah çıkartırken bile
itiraf edemeyeceğim şeyleri size söyleyeyim? Söyleyeyim mi?
Dinleyin beni. İster misiniz, ölmeden kimseye itiraf edeme-
yeceğim şeyi size söyleyeyim?
Nikolay Sergeviç, çabuk çabuk:
‒ İğneyi ben aldım, dedi. Şimdi memnun musunuz? Tat-
min oldunuz mu? Evet, ben aldım ama şimdi artık sizin ke-
tumluğunuza güveniyorum. Allah aşkına hiç kimseye ne bir
kelime söyleyin ne de açıklama yapın.
Şaşırmış, korkmuş olan Maşenka eşyasını toplamaya de-
vam ediyordu. Çamaşırlardan birini alıyor, buruşturuyor,
kâh çantaya kâh seleye koyuyordu. Nikolay Sergeviç’in bu
itirafından sonra bu evde bir dakika bile kalamazdı. Şimdiye
kadar nasıl yaşadığına şaşıyordu. Nikolay Sergeviç biraz sus-
tuktan sonra:

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


‒ Bunda şaşılacak bir şey yok, dedi. Gayet basit bir
hikâye. Paraya ihtiyacım var, o da vermiyor. Hâlbuki bütün
ev, içindeki eşya hepsi babamın. Bütün bunlar benim. Bu
iğne de annemden kaldı. Her şey, her şey benim. Hepsini
elimden aldı, hepsine hükmediyor. Mahkemelik olamam ya.
Siz düşünün bunu. Israrla rica ediyorum. Affedin ve kalın.
Tout compendre? Tout pardonnez! Kalacak mısınız?
Maşenka titremeye başladı ama kesin bir sesle:
‒ Hayır, dedi. Lütfen beni yalnız bırakın.
Nikolay Sergeviç, bavulun yanındaki tabureye oturarak:
‒ Eh, Tanrı yardımcınız olsun, dedi. İtiraf edeyim ki ben,
onurunun kırıldığını, hakaret gördüğünü bilenleri severim.
Burada bütün bir hayat oturur, sizin bu kırılmış yüzünüze
bakardım. Demek kalmıyorsunuz? Anlıyorum, zaten başka
türlü de olamazdı. Evet böyle. Sizin için iyi ama benim için
buvv. Bu zindandan bir adım atamam. Malikânelerimden
birine gitmeye kalksam orada da hep bizim hanımın çıplak
soytarıları oturuyor. Kahyalar, çiftçiler, hepsinin Allah bela-
sını versin. Sığındıkları yerleri boyuna rehine koyuyor, kur-
tarıyor, gene koyuyorlar. Balık tutulmaz, ot çiğnenmez, ağaç
kesilmez. O anda:
‒ Nikolay Sergeviç, diye Fedosya Vasilyevna’nın sesi du-
yuldu. Agnia, beyefendiyi çağırsana!..
Nikolay Sergeviç, hemen kalkıp kapıya doğru yürüyerek:
‒ Demek kalmıyorsunuz, diye sordu. Kalsaydınız iyi olur-
du. Akşamları size uğrar, dereden tepeden konuşurduk. Ha?
Kalın, kalın canım. Siz de gideceksiniz, evde yüzüne bakıla-
cak insan kalmayacak, ne korkunç şey!

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Nikolay Sergeviç’in solgun, yorgun yüzü yalvarıyordu
ama Maşenka “hayır, hayır” der gibi başını salladı. Nikolay
Sergeviç de “ne yapalım” der gibi elini sallayarak dışarı çıktı.
Yarım saat sonra Maşenka artık yoldaydı.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


PRİŞİBEYEV ÇAVUŞ

‒ Prişibeyev Çavuş, siz eylülün üçünde Polis Jegin’e, Muh-


tar Alyapov’a, ikinci muhtar Etimov’a üyelerden İvanov’la
Gavrilov’a, bunlardan başka altı köylüye daha hem sözle hem
el kaldırarak hakaret etmişsiniz. İlk üçüne de ayrıca görevleri
başında hakaret etmişsiniz. Suçunuzu kabul ediyor musunuz?
Tıraşı uzamış, buruşuk yüzlü bir adam olan çavuş, hazır
ol vaziyeti aldı. Kısık, boğuk bir sesle ayrı ayrı her söze hakkı-
nı vererek, komuta eder gibi anlatmaya başladı:
‒ Komutanım, sayın yargıç, dedi, konunun bütün hü-
kümleri gereğince bu meselenin bütün ayrıntılarını anlatmak
gerekmektedir. Suç bende değil, onlarda. Bütün bu işler, Al-
lah rahmet eylesin, hep şu ceset yüzünden çıkmıştır. Ayın
üçünde ailem Anfisa ile ağır ağır, namusumuzla yürüyorduk.
Derken ne görelim, kıyıda bir ceset. Kalabalık başına top-
lanmış. “Ne hakla buraya toplandınız?” diye sordum. “Niçin
neden? Kanun, halkın bir araya toplanmasına müsaade etmiş
midir? Dağılın!” diye bağırdım. Halkı evlerine yollamaya,
dağıtmaya başladım. Polise, cebir kullanarak halkı dağıtma-
sını emrettim.

t
‒ Müsaade edin, siz ne polissiniz ne de muhtar. Halkı
dağıtmak sizin vazifeniz mi?
Salonun her köşesinden:
‒ Görevi değil, görevi değil, sesleri işitilir. Ondan bize
rahat yok. On beş yıldır çekmediğimiz kalmadı. Askerden
döndü döneli. Köyden kaçıp gitsek daha iyi. Herkesi bıktır-
dı, usandırdı.
Şahit olarak dinlenen muhtar:
‒ Doğrudur, sayın yargıç, dedi. Bütün köy halkı şikâyetçi.
Onunla yaşamak imkânsız. Kutsal resimlerle bir tören yapa-
rız, bir düğün yahut herhangi başka bir iş olur; her yerde
bağırır çağırır, gürültü çıkarır, ortaya nizamlar atar, çocuk-
ların kulaklarını çeker. Kadınları, sanki kayın babaları imiş
gibi, işin içinde iş olmasın diye gözetler durur. Demin de
köy evlerini bir bir dolaşıyor, boyuna emirler veriyordu. Şar-
kı söylemeyin, ateş yakmayın, diyordu. Şarkı söylenmesi için
kanun yokmuş.
Yargıç:
‒ Durun, ifadenizi sonra tamamlarsınız. Şimdi Prişibeyev
anlatsın. Devam edin.
Çavuş, homurdanarak:
‒ Başüstüne, der. Siz sayın bayım, buyurdunuz ki hal-
kı dağıtmak vazifem değilmiş. Pekâlâ. Ya düzensizlik olursa.
Halkın münasebetsizlik etmesine izin mi edilmeli? Halka
hürriyet verileceği nerede yazılı? Buna müsaade edemem.
Ben onları dağıtmaya, paylamaya kalkışmazsam bu işi kim
yapar? Doğru nizamları başka bilen yok ki. Diyebilirim ki
sayın yargıç, koca köyde halka karşı nasıl davranılacağını

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


yalnız ben bilirim. Her şeyden anlarım. Köylü değilim, ça-
vuşum, emekli çavuşum. Varşova’da, karargâhta hizmet ettim.
Emekliye ayrıldıktan sonra itfaiyeye girdim. Sonra hastalığım-
dan dolayı oradan da çıktım. Bütün nizamları bilirim. Köylü
ise basit insandır, bir şeyden anlamaz. Kendi menfaati için de
beni dinlemesi lazım. Mesela şu işi ele alalım: Halkı dağıtıyor-
dum, kıyıda ise kum üstünde ölü bir insan boğulmuş cese-
di yatıyor? Ben hemen soruyorum: “Ne münasebetle burada
yatıyor? Buna nizam mı denir? Polis niçin buna seyirci kalı-
yor?” Polise: “Neden üstlerine haber vermiyorsun? Belki rah-
metli kendi kendine boğulmuştur, belki de bunda bir Sibirya
kokusu vardır, belki de bir cinayettir.” diyorum. Gel gelelim,
şu Polis Jikin, hiç aldırış etmiyor. Sadece sigarasını tüttürüyor
“Emir vermeyi nereden öğrendiniz, bu yetkiyi size kim verdi?
Sen olmadan işimizi bilmez miyiz, diyor. Ben de “Budala herif,
diyorum. Bilmiyorsun işte. Bilsen böyle eli kolu bağlı durmaz-
dın.” “Ben daha dün jandarma komutanına haber verdim.”
diyor. Ben de “Ne münasebetle jandarma komutanına haber
veriyorsun. Kanunun hangi maddesine dayanarak, diye soru-
yorum. Bu gibi şeylere, boğulma, asılma vesaire gibi şeylere
jandarma komutanı nasıl karışırmış, diyorum. Bu iş savcının
işidir. Burada en iyisi savcıya, yargıç baylara haber vermek-
tir. Her şeyden önce bir zabıt tanzim edip sulh yargıçlığına
göndermelisin.” Ama polis, hem dinliyor hem gülüyor, köy-
lüler de öyle. Hepsi güldüler sayın yargıç, yemin etsem başım
ağrımaz. Bu gülüyordu, şu da gülüyordu, Jigin de gülüyordu.
“Ne diye böyle sırıtıp duruyorsunuz.” dedim. Polis de “Bu gibi
işlere sulh yargıcı karışmaz.” demesin mi? Bu sözleri işitince
kan beynime sıçradı.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Çavuş, Polis Jigin’e dönerek: “Sen söyle polis, öyle deme-
din mi?” diye soruyor.
‒ Öyle dedim.
‒ Şu halkın önünde: “Sulh yargıcı böyle işlere karışmaz.”
dediğini herkes duydu, herkes. Bunu işitince başıma kaynar
su döküldü sandım, her yanım ürperdi. “Bir daha söyle baka-
yım kerata, dedim. Bir daha söyle.” Aynı sözleri tekrarladı. O
zaman: “Sen ne hakla sayın yargıç için böyle konuşuyorsun,
dedim. Polis olduğun hâlde hükûmete nasıl karşı geliyorsun?
Bilmiyor musun ki bu çeşit sözler için, böyle yakışıksız ha-
reketler için bay yargıç seni jandarma komutanlığına gönde-
rir.” Muhtara da: “Bilmiyor musun ki diyorum, bu gibi siyasi
sözler için bay yargıç seni sürebilir.” “Sulh yargıcı, yetkileri
dışına çıkamaz. Ancak küçük işlere bakar.” demesin mi? Böy-
le söyledi, herkes de duydu. “Bu sözlerle hükûmet otoritesini
kırmaya nasıl cesaret ediyorsun, diyorum. Benimle diyorum
böyle alay etmeyin ha! Ayağınızı denk alın. Sonra işiniz du-
mandır.” Varşova’da iken yahut Erkek Klasik Orta Okulunda
sorumlu başkan iken uygunsuz sözler işitir işitmez o saat “Po-
lis yok mu?” diye sokağa bakardım. “Buraya gel polis efen-
di.” der, her şeyi ona bir bir anlatırdım ama burada kime
anlatırsın? Artık çileden çıkmıştım. En çok halkımızın bu
başıboşluk, saygısızlık içinde kendisini unutup gitmesi bana
dokundu. Kollarımı sıvadım. Tabii pek sert değil ama işte
şöyle yollu yordamınca, hafifçe. Sayın yargıç, size karşı bir
daha böyle sözler söylemeye kalkışan olmasın diye. Muhtarı
korumak için polis işe karıştı. Ben tabii polise de veriştirdim.
Derken iş büyüdü bay yargıç. Dayak atmadan olur mu?

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


İnsan budalayı dövmezse vebali kendi boynuna kalır. Hele
işin içinde iş olursa, düzensizlik varsa...
‒ Ama müsaade edin, bu düzensizliğe bakacak insanlar
var, jandarma var, muhtar var, jandarma komutanı var.
‒ Jandarma her şeyi göremez. Hem de jandarma benim
gördüğüm gibi görmüyor ki.
‒ Bir türlü anlamıyorsunuz. Bu sizin işiniz değil ki.
‒ Ne dediniz, ne dediniz? Benim işim olmaz olur mu hiç?
Şaşılacak şey doğrusu. Elâlem münasebetsizlik edecek, benim
işim değilmiş. Onları dövmeyip de övüp göklere mi çıkar-
malı imişim? Bakın, şarkı söylemeyi yasak ettiğim için size
şikâyet ediyorlar. Şarkı karın doyurmaz ki. İşlerini güçlerini
bırakıp şarkı söylüyorlar. Bir de geceleri ışık yakıp oturmak
âdetini çıkardılar. Yatıp uyumak lazım, onlarsa konuşup gü-
lüyorlar. Defterimde hepsi yazılı, hepsi.
‒ Yazılı olan ne?
‒ Işıkta kimlerin oturduğu.
Prişibeyev cebinden yağlı bir kâğıt çıkarıyor, gözlüklerini
takıyor, okumaya başlıyor:
‒ Işıkta oturan köylülerin adları: İvan Prohoriv, Sava Mi-
kiforov, Pyotr Pyotrov. Bir askerin dul karısı olan Şustrova,
Semen Kliskov’la ahlaksızca, kanunsuzca beraber yaşıyor. İg-
nat Sveçkov büyücükle uğraşır, karısı Mavra’da cadıdır. Gece-
leyin öbür köylülerin ineklerini sağar.
Yargıç:
‒ Yeter artık, diyor. Şahitlerin ifadesini almaya başlıyor.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Prişibeyev Çavuş, gözlüklerini alnına kaldırır. Kendinden
yana olmadığı belli olan yargıca şaşkın şaşkın bakar. Patlak
gözleri parlar, burnu kıpkırmızı olur. Şahitlere bakar. Yargı-
cın ne diye bu kadar heyecanlandığını bir türlü anlayamaz.
Salonun her yanından niçin güç tutulan kahkahalar geldiğini
anlayamaz. Verilen karar da onun için anlaşılmaz bir şeydir.
Bir ay hapis. Ellerini açarak:
‒ Niçin, hangi kanuna dayanarak, diye sorar.
Artık onun için dünyanın değiştiği apaçık bir gerçektir.
Bu dünyada yaşanmaz artık. Kafasına ümitsiz, acıklı düşün-
celer üşüşür. Ama mahkemeden çıkınca köylülerin bir yerde
toplanıp bir şey konuştuklarını gördüğü zaman artık kulla-
namadığı bir alışkanlıkla gene hazır ol vaziyeti alıp kısık, sert
bir sesle:
“Hey millet, toplaşmayın, dağılın bakalım! Herkes evi-
ne...” diye bağırmaya devam ediyor.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


YAZAR

T üccar Yerşarkov’un çay mağazasına bitişik odada,


yüksek bir büronun başında, modaya uygun bir el-
bise giymiş ama görünüşe göre fırtınalı bir hayat sürmüş,
yıpranmış bir delikanlı olan Yerşakov oturmaktaydı. Satır
araları geniş eğri büğrü yazısına, keskin puro kokusuna ba-
kılırsa Avrupa kültürüne yabancı olmadığı anlaşılıyordu ama
bir çocuk mağazadan içeri girip de:
‒ “Yazar geldi.” haberini verdiği zaman, Yerşakov’un kül-
türlülüğü büsbütün meydana çıktı.
‒ Ya, çağır onu buraya. Sonra lastiklerini mağazada bırak-
masını da söyle.
Bir dakika sonra, saçı sakalı ağarmış, dazlak kafalı, es-
kimiş kırmızı paltolu bir ihtiyar yavaşça odaya girdi. Üşü-
müş, kırmızı yüzünde az olmakla beraber alkolik insanlarda
görülen bir zayıflık, bir güvensizlik vardı. Yerşakov, içeri gi-
rene bakmaksızın:
‒ Oooo saygılar, dedi. Ne var, ne yok bakalım Bay Geynim?
Yerşakov “Geniy*” kelimesiyle “Geyne**” kelimesini bir-
birine karıştırıyor, bu iki kelime onun dilinde birleşerek ihtiyara
söylediği “Geynim” şeklini alıyordu.

t
Geynim:
‒ Siparişinizi getirdim, efendim, dedi, hazır.
‒ Bu kadar çabuk mu?
‒ Zahar Semyöniç, insan üç günde bir reklam değil; bir
roman bile yazabilir. Reklam için bir saat bile yeter.
‒ Yalnız bu kadar mı? Oysaki her zaman bir yıllık iş yap-
mış kadar pazarlık edersiniz Ne ise gösterin bakalım, neler
yazdınız?
Geynim cebinden kurşun kalemiyle yazılmış buruşuk bir-
kaç kâğıt çıkardı, masaya yaklaştı:
‒ Efendim, dedi, henüz müsvedde hâlinde, taslak hâ-
linde. Okuyayım da efendim, bir yanlış görürseniz işa-
ret buyurunuz. Yanlış yapmak pek tabii! Zahar Semyöniç.
İnanır mısınız? Üç mağazaya birden reklam yazdım. Bu hâl
Shakespeare’in bile başını döndürürdü.
Geynim gözlüğünü taktı, kaşlarını kaldırdı, hüzünlü bir
sesle adeta şiir okur gibi okumaya başladı:
‒ 1885-86 yılı mevsimi. Çin çaylarının Avrupa ve Asya
Rusya’sı şehirleriyle yabancı memleketlerdeki müteahhidi Z.
S. Yerşakov. Firma 1804 yılından beri mevcuttur.” Anlıyor
musunuz, tüm bu girişlerin çevresini süsleyeceğim, armala-
rın içine yazacağım. Tüccarın birine bir reklam yazmıştım.
İlan için türlü şehirlerin armalarından faydalanmıştı. Aynı
şeyi siz de yapabilirsiniz. Sizin için Zahar Semyöniç şöyle bir
süs düşündüm: Aslan ağzıyla demlenir. Şimdi devam edelim:
“Müşterilerimize bir iki söz: Sayın Baylar! Ne son zamanların
siyasi olayları ne her geçen gün biraz daha sosyetemizi istila

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


eden derin ilgisizlik ne de değerli basınımızda sözü edilen
Volga sularının çekilişi, kısacası hiçbir şey bizi telaşa düşür-
mez. Firmamızın uzun yıllardır var oluşu, kazanmak fırsatını
bulduğumuz sempati, bize sağlam olarak tutunmak ve ge-
rek çay plantasyonu sahipleriyle ilgilerimiz alanında, gerek
siparişlerimizi namusluca yerine getirmek alanında değişmez
olarak kurduğumuz sistemi korumak olanağını vermektedir.
Gayemiz aşağı yukarı belli olup kısa ama şu çok manalı ke-
limelerle ifade edilmektedir: doğruluk, ucuzluk ve çabukluk.”
Yerşakov, sandalyesinde kıpırdanarak yazarın sözünü kesti:
‒ Güzel! Çok güzel! Böyle yazacağını ummuyordum doğ-
rusu. Ustaca yazılmış. Yalnız, bak dostum şu var: Burada bir
biçimine getirip işi bulandırmak, senin anlayacağın, bir hok-
kabazlık yapmak lazım. Biz burada firmamızın şimdi 1885
yılı mevsimine mahsus taze yeni mahsul bir bahar çayı partisi
aldığını ilan ediyoruz, değil mi? Ayrıca şimdi alınan bu çay-
ların üç yıldan beri depomuzda bulunduğunu işaret etmek
ama aynı zamanda bu çayların sözde Çin’den daha geçen haf-
ta gelmiş olduklarını göstermek gerek.
‒ Anlıyorum efendim. Halk bu aykırılığın farkında ol-
mayacaktır. İlanın başına çayların henüz şimdi alındığını ya-
zar, sonuna da şunları ekleriz: “Gümrüğü eski tarifeye göre
ödenmiş büyük bir çay stokumuz olduğu için hiç zararımız
olmadan bunları geçen yılın fiyatıyla satabiliriz ve sonrası...”
Diğer sayfada ise bir fiyat listesi bulunur. Buraya yine arma
ve süsler konur. Bunların altına da büyük harflerle “Yeni sa-
tın aldığımız plantasyonlardan gelen her bir ürününe özgü
birinci kalite kokulu Fuçan ve Kiyahtin çaylarıyla Baykov

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


çayının fiyat listesi.” deriz. Daha sonra gerçek meraklıların
dikkatini, layık olduğu en büyük sevgiyi “Çin çayı olmasına
veyahut rakiplerin hasedi.” markalısı kazanan Liyansin çayla-
rına çekeriz. Fiyatı üç ruble 50 kopiktir. Kokulu çaylar içinde
ayrıca” Bogdihan gülünü (2 ruble) ve “Çinli kızın gözleri”ni
(1 ruble 80 kopik) tavsiye ederiz. Fiyatlardan sonra küçük
harflerle çayların harmanı ve gönderilme şekilleri yazılır. He-
men buracıkta iskonto ve primden sözedilir: “Rakiplerimiz-
den birçoğu, müşterileri kendilerine çekmek için prim adı
altında ortaya bir yaldızlı hap atarlar. Biz bu sinirlendirici
usulü, kendi hesabımıza protesto eder ve müşterilerimize,
rakiplerimizin kurbanlarına ikram ettikleri bütün yaldızlı
hapları, prim şeklinde değil de bütün bütün bedava olarak
takdim ediyoruz. Bizden en aşağı 50 rublelik alışveriş edenler
Britanya madeninden yapılmış bir çaydanlık, yüz tane kart-
vizit, Moskova şehrinin planı, çıplak Çinli kız şeklinde bir
çay kutusu ve Veselçak İgrivi’nin “Damat Şaşkınlık İçinde,
yahut Gelin Teknenin Altında” hikâyesi gibi beş şeyden biri-
ni seçer alırlar.
Okumayı bitirip ufak tefek bir iki düzeltme yaptıktan
sonra Geynim, acele reklamı temize çekti. Yerşakov’a verdi.
Bundan sonra da ortalığa bir sessizlik çöktü. İkisi de ayıp bir iş
yapmış gibi kendilerini sıkıntılı bir durumda hissediyorlardı.
Geynim kararsız bir hâlde sordu:
‒ Reklamın bedelini şimdi mi lütfedeceksiniz yoksa sonra mı?
Yerşakov umursamaz bir eda ile:
‒ Nasıl isterseniz, dedi. Arzu ederseniz şimdi. Mağazaya
git, beğendiğin şeylerden beş buçuk rublelik al.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


‒ Bana para verseniz daha iyi olur Zahar Semyöniç.
‒ Para vermek âdetim değildir. Yaptığı işin parasını herkese
çay ve şekerle öderim Sizlere de başlarında bulunduğum şar-
kıcılara da kapıcılara da hep böyle yaparım.
‒ Aman Zahar Semyöniç, benim işimle kapıcıların, şarkı-
cıların işi nasıl bir tutulur? Benim işim kafa işi.
‒ Ne de iş! Oturup yazdın işte o kadar. Yazı ne yenilir ne
de içilir. Bu da iş mi sanki. Bir ruble bile etmez.
Geynim’in canı sıkıldı:
‒ Hımmm. Yazı hakkında ne tuhaf fikir yürütüyorsunuz:
Ne yenilirmiş ne de içilirmiş? Bu reklamı yazarken ruhumun
ne kadar ıstırap çektiğini anlamıyorsunuz. Bir yandan yazı-
yor, öte yandan da tüm Rusya’yı aldattığını hissediyorsun.
Para veriniz Zahar Semyöniç!
‒ Eeee artık çok oldun! Bu kadar da balta olmanın manası
yok.
‒ Peki, şu hâlde ben de toz şeker alırım. Senin delikanlılar
onu benden funtu sekiz kapiğe geri alırlar. Bu işten kırk ka-
pik kaybedeceğim ama ne yaparsın? Hoşça kalın.
Geynim çıkmak üzere döndü ama kapıda durakladı, içini
çekti, hüzünlü bir eda ile:
‒ Rusya’yı aldatıyorum, dedi. Tüm Rusya’yı... Bir lokma
ekmek için yurdumu aldatıyorum. Ah!
Bu sözleri söyledikten sonra dışarı çıktı. Yerşakov hava-
nasını tellendirdi. Odasının içi daha keskin bir surette kül-
türlü bir insan kokusu saçmaya başladı.
* Geniy: Dâhi.
** Geyne-Heine: Tanınmış Alman şairi.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


MIZRAK ÇUVALA SIĞMAZ

P yotr Pyotroviç Posudin, aldığı imzasız mektup üzerine


N. Kasabasına gitmek için köy yollarında, troyka ile
gizli geziye çıkmıştı.
Yüzünü gömlek yakalarının arasına gizleyerek:
“Kar gibi tepelerine ineceğim, diye hayal kuruyordu. Bir
sürü yolsuzluk etmişler. Rezil herifler, şimdi de her şeyin gizli
kapaklı kalacağını sanıyorlar... Ha-ha... Tam zaferlerini kut-
ladıkları bir sırada: ‘Çağırın bakayım buraya falanla filanı! ’
dediğim zaman duyacakları korkuyu, şaşkınlığı bir düşünün.
Kim bilir nasıl afallayacaklar? Ha-ha- ha…”
Doya doya hayal kurduktan sonra Posudin, arabacı ile ko-
nuşmaya başladı. Şöhret peşinde koşan bir insan olduğu için
her şeyden önce kendinden söz açtı:
‒ Sen, Posudin’i tanıyor musun?
Arabacı gülümseyerek:
‒ Nasıl tanımam, dedi. Tanırız onu.
‒ Peki niçin gülüyorsun?
‒ Tuhaf şey! En küçük memura varıncaya kadar herkesi
tanıyoruz da Posudin’i tanımaz mıyız? Zaten onu buraya herkes
tanısın diye tayin etmişler.

t
‒ Orası öyle. E, söyle bakayım, senin fikrince nasıl bir
adam?
Arabacı esnedi:
‒ Zararsız, iyi bir efendi, işini bilir. Buraya tayin edileli iki
yıl bile olmadı ama ne işler becerdi.
‒ Önemli bir şey mi yaptı?
‒ Birçok iyi işler yaptı. Allah ondan razı olsun. Demir
yolunu buradan geçirtti, Hohryukov’un işine son verdi. Bu
Hohryukov’un ucu bucağı yoktu. Hergelenin biriydi. Mad-
rabazdı, öncekiler hep onun suyuna giderlerdi. Posudin gelir
gelmez Hohryukov’dan eser bile kalmadı. Böyle işte Posudin,
rüşvet yemez, birader, hayır! Sen ona yüz ruble, bin ruble ver,
almaz, günaha girmek istemez. Hayır!
Posudin neşelenerek:
“Allah’a çok şükür, hiç olmazsa beni bu yönden anla-
mışlar, diye düşündü. Buna çok sevindim.”
Arabacı devam ederek:
‒ Okumuş bir adam. dedi. Kibirli değildir. Bizimkiler
ona şikâyete gitmişlerdi. Efendilerle konuşuyormuş gibi mu-
amele etmiş. Hepsinin elini sıkmış, “Buyurun, oturun.” de-
miş. Ateş gibi bir adam, çok da çalışkan. Hiç doğru dürüst
konuşmaz, hep fırt fırt! Sonra hiç yavaş yürümez, hep koşar
durur. Bizimkiler ona bir tek söz söylemeden hemen: “Ara-
bayı hazırlasınlar!” diye bağırmış, doğru buraya. Geldi, her
şeyi yaptı. Bir kapik bile almadı. Eskisinden çok iyi. Gerçi
öteki de kötü adam değildi. Gösterişli, azametliydi, bütün
ilde ondan daha yüksek bir sesle hiç kimse bağıramıyordu.

t ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Bir yere teftişe gittiği zaman on fersah öteden duyulurdu ama
gösterişte, çalışkanlıkta şimdiki ötekinden çok daha üstün.
Şimdikinin kafasındaki akıl, ötekininkinden yüz kat çok.
Yalnız bir yönü kötü. Her bakımdan iyi adam ama bir şeyi
kötü: Ayyaşın biri.
Posudin:
“Hoppala!” diye düşündü.
‒ Sen nereden biliyorsun benim şey, onun ayyaş ol-
duğunu?
‒ Tabii, bayım, ben onu sarhoş görmedim. Yalan uy-
duracak değilim ama söylüyorlar. Onlar da sarhoş görme-
mişler ama böyle bir söylenti dolaşıyor. Herkesin bulunduğu
yerlerde yahut misafirlikte, toplantılarda hiç içmez. Kendi
evinde çekiyor. Sabah yatağından kalkar, gözlerini ovuşturur
ovuşturmaz, votka, diye bağırır. Uşak, hemen bir bardak vot-
ka getirir. O, bunu yuvarlar yuvarlamaz bir bardak daha ister.
Böylece bütün gün çeker. Çeker ama hiç belli etmez. Demek
kendini tutmasını biliyor. Oysa bizim Hohryukov içtiği za-
man yalnız insanlar değil, köpekler bile ulurdu. Posudin’in
burnu kızarsa bari! Çalışma odasına kapanır, çek babam çek.
Yabancılar bunu görmesin diye yazı masasının bir gözüne bir
lastik boru uydurmuş. Bu çekmecede her zaman votka hazır
duruyormuş. Boruya şöyle eğilip emdin mi sarhoş oldun git-
ti. Arabaya bindiği zaman da çantasında taşıyor.
Posudin, dehşet içinde kaldı:
“Nereden biliyorlar? Aman Allah’ım, bunu bile biliyorlar!
Ne rezalet!”

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


‒ Kadından yana da öyle. Köftehor (Arabacı güldü, ba-
şını çevirdi.). Rezalet vesselam. Yedekte on tane kadar bu-
lunduruyor. İki tanesi kendi evinde oturuyor. Biri şu, Nas-
tasya İvanovna, vekilharç gibi bir şey. Öteki de kahrolasının
adı neydi? Hah, Lüdmila Semyonovna, kâtip yerine. Ama
Nastasya başta gelir. O ne derse o olur. Posudin’i kukla gibi
oynatıyor. Her şey onun elinde. Ondan korktukları kadar
Posudin’den bile korkmuyorlar. Ha ha... Üçüncü aşifte de
Kaçalniy Sokağı’nda oturuyor. Kepazelik!
Posudin kızararak:
“Adlarıyla biliyor, diye düşündü. Hem de kim biliyor?
Şehre bile inmeyen bir köylü, arabacı... Ne rezalet! İğrenç,
bayağı bir şey!”
Sinirli sinirli:
‒ Bütün bunları nereden biliyorsun, diye sordu.
‒ Söylüyorlar. Kendim görmedim ama işittim. Hem öğ-
renmek zor mu sanki? Uşakla seyisin dilini kesemezsin. Bel-
ki Nastasya da sokak sokak dolaşıyor, talihinden söz ederek
övünüyordur. İnsanların gözünden hiçbir yere kaçamazsın.
İşte örneğin bu Posudin yeni bir âdet daha çıkardı. Teftiş-
lere gizli gitmek adeti. Eskisi bir yere gitmek istedi mi bir
ay önce haber verirdi. Yola çıktığı zaman da öyle bir velvele,
öyle bir gürültü koparırdı ki Allah korusun! Önden atlılar,
yandan atlılar, arkadan atlılar koştururdu. Gideceği yere gi-
der, uyur, yer içer, sonra haydi bakalım iş üzerinde çene çal-
maya. Çene çalar, tepinir, gene uyur, geldiği gibi geri döner.
Şimdiki de bir şey duydu mu gizlice, çabucak oraya gitmeye
kalkışır, kimse görmesin, anlamasın diye. Maskaralık!

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Memurlardan gizli evden çıkar, haydi trene. Gideceği yere
kadar gider, posta arabası yahut kibarca bir şey değil de bir
mujik arabası tutar. Başını kadın gibi sarıp sarmalar, yolda
da, sesinden tanımasınlar diye, kart köpek gibi hırlar durur.
Bunları anlattıkları zaman gülmekten katılırsın. Gider buda-
la, sanır ki onu kimse tanımayacak. Oysa bu işlerden anlayan
hemencecik tanır onu.
‒ Peki, nasıl tanıyabilir?
‒ Basbayağı. Eskiden bizim Hohryukov, gizli seyahat ettiği
zaman biz onu yumruğunun ağır vuruşundan anlardık. Eğer
müşteri çene kemiğine indirirse anlardık ki bu Hohryukov’dur.
Posudin’i ise bir bakışta tanımak mümkün. Bayağı bir yolcu,
bayağı hareket eder ama Posudin, sadeliğe uyacak adamlardan
değildir. Örneğin bir posta durağına gelir, hemen söylenmeye
başlar. Pis kokuyor, aman sıcak, of soğuk. Piliç getir, meyve
getir, her çeşit reçel hazırla. Posta duraklarında artık öğrenmiş-
lerdir: birisi kışın piliç ile meyve isterse bil ki Posudin’dir. Eğer
birisi menzil amirine “Azizim!” derse bunun Posudin oldu-
ğuna yemin edebilirsin. Hem onun kokusu da kendine gö-
redir. Yatağa da kendi usulüne göre yatar. Menzilde kanapeye
uzanır, çevresine lavanta serper, yastığının yanına üç tane mum
koymalarını emreder. Yatar, kâğıtları okumaya başlar. Artık na-
sıl bir adam olduğunu menzil amiri değil, kedi bile anlar.
Posudin:
“Sahi, sahi, diye düşündü. Nasıl oldu da daha önce bunu
akıl edemedim.”
‒ Zaten onu tanımak isteyen adam işin içinde meyva ile
piliç olmasa gene tanır. Telgrafla her şeyi öğrenmek mümkün.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Sen istediğin kadar suratını sarmala, istediğin kadar kendi-
ni belli etmemeye çalış, burada senin yola çıktığını çoktan
öğrenmişler, bekliyorlardır bile. Posudin, belki daha evinden
çıkmamıştır. Buradaysa çoktan her şey hazır, lütfen buyurun.
Onları suç üstünde yakalamaya, mahkemeye vermeye, yahut
işten el çektirmeye gelir ama gene onlar onunla alay ederler.
Gerçi sen, müfettiş beyefendi, gizlice geldin ama bak: bizim
her şeyimiz tertemiz. O da sağına bakar, soluna bakar, geldiği
gibi dönüp gider. Üstelik takdir eder, hepsinin ellerini sıkar,
rahatsız ettiği için özür diler. İşte böyle. Sen ne sandın ya
bayım? Buradakilerin hepsi birbirinden usta. Şeytana külahı
ters giydirirler bunlar. Ustalıklarına bakarak şaşar parmağını
ısırırsın. Örneğin bugünkü olayı ele alalım. Bu sabah müş-
terisiz dönüyordum. Karşıma Yahudi istasyon büfecisi çıktı,
koşa koşa geliyordu. “Nereye böyle, çıfıt cenapları?” diye sor-
dum. “N. Kasabasına şarapla meze götürüyorum, dedi. Ora-
dan bugün Posudin’i bekliyorlar.”
Nasıl, ha? Posudin, belki daha yola çıkmaya hazırlanıyor-
dur. Yahut tanınmamak için yüzünü sarıp sarmalıyordur.
Belki yola da çıkmıştır. Bunu hiç kimsenin bilmediğini sa-
nıyor. Buradaysa onun için şarap da balık da peynir de çeşitli
mezeler de hazır. Ne buyurulur? O, belki şimdi yolda gider-
ken düşünüyordur: “İşiniz bitmiştir, baylar!” Oysa bayların
umurunda bile değil. Varsın gelsin. Onlar, bütün ip uçlarını
çoktan gizlemişlerdir.
Posudin, kısık bir sesle:
‒ Geri, diye bağırdı. Geri dön, hayvan!
Şaşıran arabacı, arabayı geri çevirdi.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


ÇATTIK BELAYA

“Bıraktım, bundan sonra ayyaşlık yok!.. Hayır... Asla! Ak-


lımı başıma toplamak zamanı çoktan geldi. Çalışmalı, hiz-
met etmelisin. Aylık almasını seviyorsan namusunla, bütün
gayretinle, vicdanınla çalış; dinlenmeyi, uykuyu hiçe sayarak
çalış. Bedava aylık almaya alıştın, işte asıl kötü olan da bu...”
Kendi kendine buna benzer birkaç öğüt daha verdikten
sonra Başkondüktör Podtyagin, içten gelen bir çalışma sev-
dasına kapıladı. Saat gecenin ikisi olduğu hâlde kondüktör-
leri uykudan uyandırdı. Onlarla beraber bilet kontrolüne
başladı.
Zımba makasını neşeli neşeli şıkırdatarak:
‒ Biletleriniz, diye bağırdı.
Vagonun alaca karanlığına gömülerek uyuklayan yolcular,
titreyerek başlarını sarsarak biletlerini uzattılar.
Podtyagin, bir kürkle battaniyeye sarılmış etrafı yastıklarla
çevrili zayıf, kuru yapılı, ikinci sınıf bir yolcuya:
‒ Bilet, diye seslendi. Biletiniz!..
Zayıf adam cevap vermedi. Uykuya dalmış. Başkondök-
tör omzuna dokundu ve sabırsızlıkla tekrar etti:

t
‒ Biletiniz!..
Yolcu titredi, gözlerini açarak dehşet dolu bakışlarını
Podtyagin’e dikti.
‒ Ne? Kim? Ha?
‒ Size adam gibi söylüyorlar: Biletiniz. Zahmet ediverin!
Zayıf adam, ağlayan bir sesle:
‒ Aman ya Rabbi diye inledi. Aman ya Rabbi Romatiz-
mam var, üç gecedir uykusuzum. Mahsus, uyumak için mor-
fin aldım, oysa siz. biletinizle bozdunuz Bu merhametsizlik,
insaniyetsizliktir. Uyumak için ne kadar zorluk çektiğimi
bilseniz böyle boş şeyler için rahatsız etmezdiniz beni. Bu
insafsızlıktır. Hem de biletimi ne yapacaksınız? Ne müna-
sebetsizlik?
Podtyagin “Darılsam mı, darılmasam mı?” diye düşündü,
darılmaya karar verdi:
‒ Burada bağırmayın. Burası meyhane değil, dedi.
‒ Meyhanedeki insanlar, sizden daha insaniyetli. Şimdi
ikinci defa nasıl uyurum? Şaşılacak şey. Bütün yabancı mem-
leketleri dolaştım, hiç kimse benden bilet istemedi. Buraday-
sa onları sanki şeytan dürtüyor, bilet de bilet...
‒ Yabancı memleketleri beğeniyorsanız oraya gidin.
‒ Ayıp, bayım, ayıp! Evet, kömür kokusu, boğucu hava,
hava cereyanları ile yolculara ettikleri eziyet yetmiyormuş
gibi bir de formalite ile canlarını almak istiyorlar. Ona bilet
lazım olmuş. Bu ne gayret böyle? Kontrol için yapılsa aklım
erer. Oysa trendeki yolcuların yarısı biletsiz gider, bunu gör-
mezler!

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Podtyagin içerledi:
‒ Baksanıza bayım! Sesinizi kesmeyip yolcuları rahatsız
etmeye devam ederseniz sizi trenden indirmek ve bu iş için
tutanak hazırmak zorunda kalacağım!
Bu sefer yolcular kızdı:
‒ Bu ne rezalet! Hasta adama çatıyor Baksanıza sizde mer-
hamet denilen şey yok mu?
Podtyagin ürkerek:
‒ İyi ama kendileri küfrediyorlar, diye mırıldandı. Peki,
mademki öyle, bilet istemiyorum. Nasıl isterseniz. Ama siz
de bilirsiniz ki işim bunu gerektiriyor. Görev olmasaydı o
zaman elbette. Hatta istasyon şefine bile sorabilirsiniz. Kime
isterseniz sorun.
Podtyagin, omuzlarını silkti, hastanın yanından uzaklaştı.
Önce kendini kırılmış, hakarete uğramış saydı, sonra iki üç
vagondan geçince içinde vicdan azabına benzeyen bir rahat-
sızlık başladı.
“Sahiden de hasta bir adamı uyandırmamalıydım, diye
düşündü. Ama bende suç yok. Onlar sanıyorlar ki bunu key-
fim istediği için yapıyorum. Görevimin bunu gerektirdiğini
bilmiyorlar. İnanmıyorlarsa istasyon şefini çağırayım da sor-
sunlar.”
İstasyonda tren beş dakika durdu. Üçüncü kampana ça-
lınmadan önce, belirtilen ikinci sınıf vagona Podtyagin girdi.
Kırmızı şapkalı istasyon şefi de arkasından geldi.
Podtyagin:

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


‒ İşte bu bay, diye söze başladı. Kendilerinden bilet iste-
yemezmişim, hem de darılıyorlar. Rica ederim, lütfen kendi-
lerine açıklayın, görevim gerektirdiği için mi bilet istiyorum,
yoksa lüzumsuz yere mi?
Zayıf adama:
‒ Bayım, dedi, bayım, bana inanmıyorsanız işte istasyon
şefine sorabilirsiniz.
Zayıf adam titredi, arı sokmuş gibi gözlerini açarak, ağla-
yan bir yüzle kanepeye yaslandı:
‒ Aman Allah! İkinci morfin hapını almış, henüz uyu-
muştum, o ise gene, gene... Yalvarıyorum, insaf edin!
‒ İşte istasyon şefiyle konuşabilirsiniz. Sorun bakalım, bi-
let kesmeye hakkım var mı yok mu?
‒ Artık dayanamayacağım. Alın biletinizi. Alın. Daha beş
bilet alırım. Yalnız rahat ölmeme engel olmayın. Siz hiç hasta
olmaz mısınız? Duygusuz insanlar!
Asker üniformalı bir yolcu:
‒ Bu düpedüz alay etmektir, diye içerledi. Buna başka bir
anlam veremiyorum.
İstasyon şefi, yüzünü buruşturup:
‒ Bırakın, diyerek Podtyagin’i kolundan çekti.
Podtyagin omuzlarını silkerek, istasyon şefinin arka-
sından vagondan çıktı.
Bu işe bir türlü akıl erdiremeyerek:
“Gel de bu insanlara yaran, diye düşündü. Anlasın, ya-
tışsın diye gittim, istasyon şefini ayağına kadar getirdim, o
ise neler söylüyor.”

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Başka bir istasyonda tren on dakika durdu. İkinci kam-
panadan önce Podtyagin, istasyon büfesinin önünde durmuş
soda içerken yanına iki adam yaklaştı. Birinin sırtında mühen-
dis üniforması, ötekininkinde de asker kaputu vardı.
Mühendis, Podtyagin’e:
‒ Baksanıza başkondüktör, dedi. Hasta bir yolcuya karşı
davranışınız orada bulunanların hepsini sinirlendirdi. Ben,
Mühendis Puzitskiy’im. İşte bu zat da albay. Hemen yolcu-
dan özür dilemezseniz, ikimizin yakın ahbabı olan cer dairesi
başkanına sizi şikâyet edeceğiz.
‒ Baylar ben, baylar, siz...
‒ Açıklama istemiyoruz. Ama şunu da hatırlatırız ki özür
dilemezseniz yolcuyu himayemiz altına alacağız.
‒ Peki, ben, ben, özür dileyebilirim. Buyurun.
Yarım saat sonra Podtyagin, hem yolcuyu tatmin edecek,
hem de kendini küçük düşürmeyecek bir özür cümlesi düşü-
nerek vagona girdi.
Hastaya:
‒ Bayım, diye seslendi. Baksanıza bayım!
Yolcu titreyerek yerinden fırladı:
‒ Ne? Ha?
‒ Ben şey. Ne diyecektim?.. Darılmayın.
Hasta, göğsünü tutarak boğuk boğuk inledi:
‒ Aman... Su, üçüncü bir morfin hapı almıştım. Biraz
dalar gibi oldum. gene ya Rabbi, bu eziyet ne zaman sona
erecek acaba?

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


‒ Ben, şey. Beni affedin.
‒ Baksanıza. Beni ilk istasyonda indirin. Daha fazla daya-
namayacağım ben. Ölüyorum.
Yolcular isyan ettiler:
‒ Bu ne alçaklık, bu ne rezalet? Defolun buradan! Böyle
alaylar size çok pahalıya mal olacak. Defolun!
Podtyagin, elini havada salladı, içini çekerek vagondan
çıktı. Kendi hizmet vagonuna dönüp bitkin bir hâlde masa-
nın yanına oturdu. Kendi kendine konuşmaya başladı:
“Çattık belaya! Gel de bunlara yaran bakayım. Gel de he-
vesle çalış. İster istemez her şeye tükürür, isyan edersin. Ça-
lışmazsın kızarlar, çalışmaya başlarsın gene kızarlar. Ne yapa-
yım?” Podtyagin, artık ne çalışmayı ne görevi ne de namusu
falan düşündü. Her şeye boş verip köşesine çekildi.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


KEYİFSİZLİK

P olis amiri Semion İlyiç Praçkin, çalışma odasında bir


aşağı bir yukarı dolaşıyor, içindeki can sıkıcı duyguyu
boğmaya çalışıyordu. Dün bir iş için şube başkanına gitmişti.
Kâğıt oyununa oturmak zorunda kalmış, sekiz ruble kaybet-
mişti. Bir bakıma kaybedilen para çok azdı, önemsizdi ama
cimrilik, menfaatçilik şeytanı, polis amirinin kulağına yerleş-
mişti, onu müsriflikle suçlayıp duruyordu.
Praçkin, bu şeytanı susturmaya çalışarak:
‒ Sekiz ruble önemli bir para değil ki diye söyleniyordu.
Başkaları daha çok kaybediyorlar da aldırış bile etmiyorlar.
Hem para dediğin insanın kazanabileceği bir şey. Şöyle fab-
rikaya yahut Rılov’un meyhanesine gittin mi, işte sana sekiz
ruble, belki de daha fazla!
Bitişik odada polis amirinin oğlu biteviye bir sesle boyuna:
“Kış... Köylü başarı ile...” diye dersini ezberliyor. “Köylü
başarı ile yol açıyor.”
‒ Hem bu parayı ne zaman olsa oyunda çıkarabilirim.
Başarı ile. Başarı da ne oluyormuş?
“Köylü başarı ile yol açıyor, açıyor.”
Praçkin kendi düşüncelerine devam ederek:

t
‒ Başarı ile, diye söylendi. Ben ona bir sopa çekersem
görür o başarıyı. Zaferler peşinde koşacağına vergileri zama-
nında öderse daha iyi eder. Sekiz ruble, aman ne önemli şey!
Sekiz bin değil ya, ne zaman olsa çıkarılabilir.
“Atı kar kokusu alarak... Kar kokusu alarak zar zor gidiyor.”
‒ Tam dörtnala gidecek atı buldun. Uyuz köylü atından
daha ne beklenir? Düşüncesiz köylü de sarhoş kafayla ala-
bildiğine sürmekten zevk duyar. Sonra da buz çöküp dereye
batınca yahut uçurumdan yuvarlanınca işin yoksa uğraş dur
onunla. Ben buradayken atını hele bir sür de göreyim seni.
Arkana öyle neft yağı dökerim ki beş on yıl unutamazsın.
Neden oyuna küçük kâğıtla başlamadım? İspati beyini oyna-
saydım kaybetmeyecektim.
“Pamuktan evekler açarak kızak var hızıyla uçuyor. Pa-
muktan evekler açarak.”
‒ Açarak. Evekler açarak. Evekler... Ne biçim sözler? Böy-
le şeylerin yazılmasına nasıl müsaade ediyorlar. Sen bilirsin
ya Rabbi Bütün oyunu altüst eden onluydu. Nereden gelip
elime sıkıştı, gelmez olaydı!
“İşte köylü çocuk koşuyor. Köylü çocuk, Fındık’ı kızağa
bindirmiş… Bindirmiş.”
‒ Mademki koşup yaramazlık ediyor, karnı tok demek.
Ana babası çocuğa bir iş göstermeyi akıllarından bile geçir-
mez. Köpeği kızakla gezdireceğine odun kırsa yahut İncil
okusa daha iyi edirdi. Bu köpek denilen pis yaratıklar da ne
kadar çoğaldı!.. Sokaktan geçmek kabil değil. Akşam yeme-
ğinden sonra oyuna oturmamalıydım. Yemeği yer yemez kal-
kıp gitmeliydim.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


“O, hem ağlıyor hem gülüyor, annesi de... Annesi de
pencereden parmak sallıyor.”
‒ Salla, salla parmağını. Dışarı çıkıp dövmeye üşenirsin.
Çocuğunu kaldırıp şöyle çat pat çat pat bir iki tane yapıştır-
san fena mı olurdu? Bu, parmak sallayıp korkutmaktan daha
iyidir. Büyüyünce ayyaş olursa görürsün.
Praçkin, yüksek sesle oğluna sordu:
‒ Bunu kim yazmış?
‒ Puşkin, babacığım.
‒ Puşkin mi? Hım!.. Anlaşılan, acayiplik düşkünü bir
adammış. Yazmasına yazıyorlar ama ne yazdıklarını kendileri
de anlamıyorlar. Yalnız yazsınlar!
Vanya:
‒ Baba, köylü un getirdi, diye seslendi.
‒ İçeri alın!
Ama un bile Praçkin’e neşe vermedi. Kendi kendini avut-
maya çalıştıkça zarar daha çok görünüyordu. Sekiz rubleye
öyle acıyor, öyle acıyordu ki kaybettiği sekiz ruble değil de se-
kiz bin rubleydi sanki. Vanya dersini bitirip susunca, Praçkin
pencere önünde durdu. Kederli bakışlarını kar yığınlarına
dikti. Ama kar yığınlarının manzarası, içindeki yarayı deş-
mekten başka bir şeye yaramadı. Dün şube başkanına gidişi-
ni hatırlattı. Sinirleri bozuldu. Göğsünde bir sıkıntı duydu.
Birisinden hınç almak isteği son kerteyi buldu. Daha fazla
dayanamadı:
‒ Vanya, diye bağırdı. Buraya gel, dün pencerenin camını
kırdığın için sana dayak atayım!

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


ESKİ EV

E ski evi yıkıp yerine yenisini yapmak lazım geldi. Mi-


mara boş odaları gezdirirken iş arasında türlü şeyler
anlatıyordum. Yer yer kopmuş, sarkmış duvar kâğıtları, do-
nuk camlı pencereler, kararmış tuğla sobalar, her şey daha
pek yakında burada insanların yaşadığını gösteriyor, onlara
ait hatıraları canlandırıyordu.
İşte mesela bir gün sarhoş adamlar şu merdivenlerden
ölüyü indirirlerken ayakları kaydı. Tabutla beraber merdi-
venden aşağı yuvarlandılar. Taşıyanlar her tarafları yara bere
içinde kaldı. Ölü ise sanki hiçbir şey olmamış gibi, ciddi cid-
di duruyor, yerden kaldırıp tabuta koydukları zaman başını
sallıyordu. İşte sırayla üç kapı. Burada sık sık misafirler kabul
eden bunun için herkesten daha iyi giyinen, ev kirasını da
zamanında ödeyen üç kız oturuyordu. Koridorun sonundaki
şu kapı çamaşırhaneye açılır. Orada gündüz çamaşır yıkar-
lar, geceleyin de gürültü ederek bira içerlerdi. Şu üç odalı
dairedeyse her yer basillerle, bakterilerle doludur. Kötü bir
yer Burada birçok kiracı mahvoldu. Kesinlikle bu daire bir
zaman birisi tarafından lanetlenmiştir. Çünkü burada kiracı-
larla beraber daha birisi, gözle görünmeyen birisi yaşıyordu.

t
Burada oturan kiracılardan bir ailenin sonunu pek iyi
hatırlıyorum. Anası, karısı, dört çocuğu olan, göze çarpacak
hiçbir özelliği bulunmayan bir adamı gözlerinizin önüne ge-
tirin. Bu adamın soyadı Potuhin idi. Yoksuldu. Bir noterin
yanında kâtipti. Ayda otuz beş ruble kazanıyordu. İçki içmez,
dinine çok bağlı, ciddi bir insandı. Bana ev kirasını getirdiği
zaman üstü başı düzgün olmadığı, kirayı beş gün geciktirdiği
için özür dilerdi. Aylığı aldığına dair senet verdiğim zaman
saf saf gülümseyerek: “Amma da yaptınız ha! Sevmem ben
bu senetleri.” derdi. Yoksuldu ama temiz yaşıyordu. Ortadaki
şu odada dört çocukla beraber nineleri otururdu. Buradaysa
yemek pişirirler, yatarlar, misafirlerini kabul ederlerdi. Hatta
dans bile ettikleri olurdu. Bu odada Potuhin otururdu; ra-
porlar, roller vs. gibi özel işleri temize çekmeye çalıştığı bir
de masası vardı. Şurada, sağ tarafta onun kiracısı, tesviyeci
Yegoriç oturuyordu. Ağırbaşlı ama içki kullanan bir adam-
dı. Hep sıcaktan şikâyet eder, bunun için her zaman yalın
ayak, yalnız yelekle dolaşırdı. Yegoriç kilit, tabanca, çocuk
bisikletleri tamir eder, ucuz duvar saatlerini tamir etmekten
de çekinmezdi. Çocuklara yirmi beş kapiğe kayak yapar ama
bütün bu yaptığı işlerden iğrenirdi. Asıl sanatının musiki
aletleri ustalığı olduğunu söylerdi. Masanın üstünde hurda
çelikle demir parçalarının arasında her zaman tuşlardan biri
eksik bir akordion yahut kenarları eğrilmiş bir boru görmek
kabildi. Potuhin’e oda kirası olarak iki buçuk ruble verir, hep
tezgâhının başında bulunurdu. Dışarı, ancak sobaya bir de-
mir parçası sokmak için çıkardı.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Bazı akşamlar ki, bu pek seyrek olurdu, içeri girdiğim zaman
şu manzarayla karşılaşırdım: Potuhin, masasının başında bir
kâğıdı temize çekmeye çalışırdı. Annesiyle zayıf, yorgun yüz-
lü karısı lambanın önünde oturur, dikiş dikerlerdi. Yegoriç de
eğesini gıcırdatırdı. Sönmeye yüz tutan soba, ortalığa boğucu
bir sıcaklık saçardı. Ağır havada tuzlu lahana çorbası, çocuk
bezi, Yegoriç’in kendine has kokusu hissedilirdi. Yoksulluk,
ağır hava içinde de olsa çalışan insanların yüzleri, sobanın
çevresine sıralanmış çocuk donları, Yegoriç’in demir parçala-
rı, bütün bunlar bu evde huzur, sevgi, memnunluk hüküm
sürdüğünü gösteriyordu. Kapının arkasında, koridorda, saç-
ları taranmış, neşeli çocuklar koşuşurlardı. Onlar bu dünya-
da her şeyin iyi gittiğinden, sabahleyin, bir de akşam yatar-
ken Tanrı’ya dua ettikten sonra ebediyete kadar böyle sürüp
gideceğinden emindiler.
Şimdi işte bu odanın ortasında, sobadan bir, iki adım öte-
de bir tabut, onun içinde de Potuhin’in karısını gözlerinizin
önüne getirin. Karısı ebediyete kadar yaşayan hiçbir koca
yoktur ama ölümün buraya girmesi bambaşka bir şeydi.
Ayin yapıldığı sırada Potuhin’in ciddi yüzüne, sertlik ifa-
de eden gözlerine bakınca:
“Ehe, birader!” diye düşündüm.
Potuhin’in, çocukların, ninenin, Yegoriç’in bu dairede
kendileriyle beraber yaşayan o görünmeyen şey tarafından
damgalandıklarını hissediyordum. Ben, boş inanışlara bü-
tün varlığıyla inanan insanlardanım. Bu, belki ev sahibi ol-
duğum, kırk yıldan beri kiracılarla iş gördüğüm için böyledir.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Mesela kâğıt oyununun başlangıcında talihiniz yoksa sonuna
kadar kaybedeceğinize inanırım. Kader, yeryüzünden sizi ve
ailenizi silip süpürmek istiyorsa insafsızca peşinize düşer, ilk
bahtsızlık her zaman uzun bir zincirin ancak başlangıcı sayı-
lır. Bahtsızlıklar da bir çeşit taşlara benzer. Yüksek kıyıdaki
taşlardan yalnız bir tanesinin düşmesi, ötekilerin de onun
arkasından yuvarlanması için yetişir. Sözün kısası ayinden
sonra Potuhin’in dairesinden çıkarken onun da ailesinin de
kendilerini bekleyen akıbetten kurtulamayacaklarına inanı-
yordum.
Gerçekten de bir hafta geçmiş geçmemişti ki yanında ça-
lıştığı noter, ansızın işine son vermiş, yerine bir kız oturtmuş-
tu. Ne dersiniz? Potuhin’in kırıldığı şey, işinden olmaktan zi-
yade, yerine bir erkek değil de kız alınmış olmasıydı. Neden
kız oluyormuş? Onuruna o kadar dokundu ki eve dönünce
çocukların hepsini sopadan geçirdi. Analarına küfretti, zil
zurna sarhoş oluncaya kadar içti. İçkiye Yegoriç de katılmıştı.
Potuhin bana ev kirasını getirdi ama on sekiz gün ge-
ciktirdiği hâlde artık özür dilemiyordu. Senedi alırken de
susuyordu. İkinci ay parayı annesi getirdi. Kiranın yalnız ya-
rısını verdi. Geriye kalanını bir hafta sonra getireceğini söy-
ledi. Üçüncü ay metelik bile alamadım. Kapıcı 23 numaralı
dairede oturan kiracıların “yakışık almayacak bir tarzda” ha-
reket ettiklerinden şikâyet etmeye başladı. Bunlar kötü ala-
metlerdi.
Gözlerinizin önüne şöyle bir manzara getirin. Somurtkan
yüzlü Petersburg sabahı bu donuk pencerelerden içeriye bakı-
yor. Kocakarı, sobanın yanında çocuklara çay içiriyor. Yalnız

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


büyük torunu Vasya bardaktan içiyor, ötekiler çayı doğrudan
doğruya çaydanlıktan tabaklara döküyorlar. Sobanın önünde Ye-
goriç çömelmiş duruyor, elindeki demiri ateşe sokmaya çalışıyor.
Dün geceki içkiden sonra başı kurşun gibi ağırlaşmış, gözleri
donuk; ofluyor, titriyor, durmadan da öksürüyor.
‒ Büsbütün baştan çıkardı, iblis oğlu iblis, diye ho-
murdanıyor. Kendisinin zıkkımlandığı yetmiyormuş gibi
başkalarını da günaha sokuyor.
Potuhin kendi odasında, üstünde artık ne yorgan ne de
yastık bulunmayan karyolasında oturuyor. Parmaklarını saç-
larına geçirmiş, donuk gözleriyle ayaklarının altına bakıyor.
Üstübaşı yırtık, saçları hayli zamandır tarak yüzü görmemiş,
bir süredir hasta.
Kocakarı, Vasya’ya acele etmesini söylüyor:
‒ İç, çabuk iç, yoksa okula geç kalacaksın. Vakit geldi,
ben de çıfıtlara tahta silmeye gideceğim.
Bütün evde yalnız kocakarı ümitsizliğe kapılmıyor. Geç-
miş günleri hatırlayarak günlük işlerde çalışıyor. Cuma gün-
leri faizci Yahudilerin bürosunda tahtaları yıkıyor, cumarte-
sileri tüccarlara çamaşıra gidiyor, pazarları da şehirde sokak
sokak dolaşarak hayırsever bayanlar arıyor. Onun her günü
bir işe ayrılmıştır. Çamaşır da tahta da yıkıyor, doğumlara
da gidiyor, görücülük de ediyor, dileniyor da. Ama o da iç-
meden yapamıyor. Sarhoşken gene işini unutuyor. Rusya’da
böyle sağlam kocakarılar çoktur, hem de birçok mesut yuva-
ların temelidirler.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Çayını bitiren Vasya, kitaplarını çantasına yerleştirerek
sobanın arkasına giriyor. Orada ninesinin entarisinin yanın-
da paltosu asılı durur. Bir dakika sonra oradan çıkıp soruyor:
‒ Ya, benim paltom nerde?
Nine ile öteki çocuklar hep beraber paltoyu aramaya baş-
lıyorlar. Uzun zaman arıyorlar ama palto sanki sır olmuş. Ne-
reye gider? Ninenin Vasya’nın yüzü sararıyor, korkuyla irki-
liyor. Yegoriç bile şaşkınlık içinde. Yalnız Potuhin hareketsiz,
sessiz duruyor. Başka zaman herhangi bir şeyi hemen fark
ederken şimdi hiçbir şey görmüyor, hiçbir şey duymuyor. Bu
durum şüpheli.
Yegoriç:
‒ O satıp içti, diye işaret ediyor.
Potuhin’de ses yok. Demek ki Yegoriç doğru söylüyor.
Vasya dehşet içinde kalıyor. Paltosu, rahmetli annesinin çuha
elbisesinden dikilen nefis saten astarlı güzel paltosu satılarak
parası meyhaneye verilmiş Paltoyla beraber yan cepteki mavi
kalem, kabında altın harflerle “Nota Bene” yazılı bloknot da
meyhane yoluna kurban gitmişti. Bloknotun kenarında ucu
lastikli başka bir kalem, bundan başka çıkartmalar da vardı.
Vasya’nın içinden kana kana ağlamak gelir. Ama olmaz
ki... Başı ağrıyan babası ağladığını duyarsa bağırır, tepinir,
dayak atmaya başlar. Hem de akşamdan kaldığı zamanlar
fena döver. Nine, Vasya’yı korur; babası nineye de vurur. Ni-
hayet kavgaya Yegoriç de karışır. Babasının boğazına sarılır,
ikisi birden yere düşerler. Yerde yuvarlanır, tepinir, sarhoş in-
sanların hayvani hırsıyla birbirlerine saldırırlar. Nine ağlama-
ya başlar, çocuklar bağrışırlar. Komşular kapıcıyı çağırırlar.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Ağlamak, isyan etmek kabil olmadığından Vasya ho-
murdanır, ellerini kırarcasına sıkar, tepinir yahut ceketinin
yenini ısırarak köpeğin tavşanı tartakladığı gibi uzun müddet
kendi kolunu tartaklar. Gözlerinin feri sönmüş, yüzü ümit-
sizlikten gerilmiş, çarpılmıştır. Onun bu hâlini gören nine,
birdenbire başındaki şalı çekip alır. Gözlerini bir noktaya di-
kerek elleriyle, ayaklarıyla tuhaf hareketler yapmaya başlar.
O anda, öyle sanıyorum ki çocuk da kocakarı da hayatlarının
mahvolduğunu, gelecek için artık hiçbir ümitlerinin kalma-
dığını anlamışlardır.
Potuhin ağladıklarını duymaz ama olan bitenleri oda-
sından görür. Yarım saat sonra ninesinin şalına bürünen
Vasya okula gidince o, size anlatmak için söz bulamadığım
bir yüzle sokağa fırlayarak oğlunun peşinden gider. Çocu-
ğuna seslenmek, onu teselli etmek, özür dilemek, rahmetli
annesini şahit tutarak namusu üzerine söz vermek ister. Ama
göğsünden hıçkırıktan başka bir şey çıkmaz. Sabahleyin hava
nemli, soğuktur. Okula yaklaşan Vasya, arkadaşları kadına
benziyor demesinler diye, şalı çıkarıp yalnız ceketle okulun
kapısından içeri girer. Potuhin eve dönünce hıçkırır, bir şey-
ler mırıldanır; annesinin, Yegoriç’in, onun tezgâhının önün-
de yerlere kadar eğilir. Sonra biraz kendine gelince koşarak
benim yanıma gelir. Nefes nefese Allah rızası için benden bir
iş ister. Tabii ona ümit veririm.
Potuhin:
‒ Nihayet kendime gelebildim, diye mırıldanır. Artık ak-
lımı başıma toplamalıyım. Bu rezalete bir son vermeliyim.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Sevinir, bana teşekkür eder. Ben de ev sahibi oldum ola-
lı bu kiracı bayları inceden inceye tetkik ettiğim, içyüzlerini
bildiğim için ona bakarak:
‒ Çok geç, azizim! Sen artık bir ölüsün demek isterim.
Yanımdan çıkan Potuhin doğruca okula koşar. Orada bir
aşağı, bir yukarı dolaşarak çocuğunun okuldan çıkmasını
bekler.
Nihayet Vasya çıkınca:
‒ Bana bak Vasya, oğlum, der. Bana şimdi bir iş vadettiler.
Sabret, sana mükemmel bir kürk alacağım. Seni lisede okuta-
cağım, anlıyor musun? Lisede! Seni asil bir insan yapacağım.
Bir daha içki içmeyeceğim. Namusum üzerine söz veriyorum
ki içmeyeceğim.
Bunları söylerken bütün kalbiyle aydın geleceğe inanır
ama işte akşam olur. Çıfıtlardan aldığı yirmi kapikle yorgun
argın eve dönen kocakarı, çocukların çamaşırlarını yıkamaya
koyulur. Vasya bir kenara çekilmiş, matematik problemleri-
ni çözmeye çalışır. Yegoriç çalışmaz, Potuhin kazandıklarıyla
kendini büsbütün içkiye vermiştir. O anda yenilmez bir içki
içmek isteğiyle kıvranır. Odalar sıcak, hava boğucudur. Ko-
cakarının çamaşır yıkadığı tekneden ortalığa buhar yayılır.
Yegoriç somurtkan bir yüzle:
‒ Haydi, gidelim mi, diye sorar.
Benim kiracı susar. Verdiği söz yüzünden canı pek sıkılır.
İçmek isteğiyle, can sıkıntısıyla mücadele eder ve tabiatıyla
can sıkıntısı baskın çıkar. Ondan sonrası belli.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Gece yarısı Yegoriç ile Potuhin çıkıp giderler. Sabahleyin
de Vasya, ninesinin şalının yerinde yeller estiğini görür.
İşte anlattığım olay bu dairede olmuştu. Şalın parasını iç-
kiye veren Potuhin bir daha eve dönmedi. Nereye gittiğini
bilmiyorum. O, kayıplara karıştıktan sonra kocakarı büsbü-
tün içmeye başladı. Ondan sonra yatağa düştü. Hastaneye
kaldırdılar. Küçük çocukları akrabadan birisi alıp götürdü.
Vasya da işte şu çamaşırhaneye girdi. Gündüzleri ütülere ateş
kor, geceleri de bira taşırdı. Çamaşırhaneden kovulunca öteki
üç kızdan birinin yanına girdi. Aldığı emirleri yerine getir-
mek için bütün gece sokaklarda dolaşıyordu. Artık ona “tav-
cı” diyorlardı. Daha sonra ne oldu bilmiyorum.
İşte bu odada da bir dilenci çalgıcı tam on yıl oturmuştu.
Öldüğü zaman yatağının içerisinden tam yirmi bin ruble çıktı.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


ÂCİZ

B irkaç gün önce, evde çocuklarıma ders veren öğretmen


hanımı çalışma odama çağırmıştım.
‒ Otur Julia Vassilyevna, dedim. Aramızdaki hesabı ka-
patalım. Her ne kadar şu anda paraya ihtiyacın varsa da me-
rasimde bekler gibi bekleyeceğini ve bir türlü kendiliğinden
gelip istemeyeceğini biliyorum. Neyse gelelim hesabımıza:
Ayda otuz rubleye anlaşmıştık.
‒ Değil efendim, kırk.
‒ Hayır, otuz. Not etmiştim, çok iyi aklımda. Hem ben
öğretmenlere her zaman ayda otuz ruble öderim. Bu duruma
göre sen buraya geleli iki ay oluyor, dolayısıyla...
‒ İki ay beş gün.
‒ Tam tamamına iki ay. İşe başladığın günü özellikle not
etmiştim. Bu demektir ki altmış ruble kazanmışsın. Fakat
sen iki aydan pazar günlerini çık… biliyorsun ki pazarları
Kolya’ya bir şey öğretmedin, sadece beraber yürüyüşlere çık-
tınız. Ve üç tatil günü.
Julia Vassilyevna kızgınlıktan kıpkırmızı kesildi ve öf-
keden iki eliyle sıkı sıkıya entarisine yapıştı. Fakat hepsi bu
kadar. Tek bir çıt dahi çıkarmadı.

t
‒ Dört pazar, üç tatil günü yani 12 rubleyi çık. Dört
gün Kolya hastaydı dolayısıyla ders falan vermedin, zaten
o sıralarda Vanya’yla uğraşıyordun. Üç gün de bir diş ağ-
rısı yüzünden çalışmamıştın ve karım sana öğleden sonraları
dinlenmen için izin vermişti. On iki yedi daha, on dokuz.
Altmıştan çıkar. Ne kalır? Hımm... Kırk bir ruble. Tamam mı?
Julia Vassilyevna’nın sol gözü kızarmış, yaşla dolmaya baş-
lamıştı bile. Çenesi hafifçe titriyordu. Sinirli sinirli öksürdü,
hızla burnunu sildi. Fakat hepsi bu kadar. Sessizliğe büründü.
‒ Yılbaşına yakın bir gün, bir çay bardağı ve bir de tabak
kırmıştın. Bunlar için de iki ruble çıkar. Çay bardağı dede-
den kalma antika olduğu için iki rubleden çok daha fazla
ederdi ama neyse boşver. İşin sonunda ben ne zaman zararlı
çıkmadım ki? İhmalkârlığın yüzünden Kolya bir gün ağaca
tırmanmış ve ceketini yırtmıştı. Onun için de on ruble say.
Gene senin dikkatsizliğinin yüzünden hizmetçi kız Vanya’nın
ayakkabılarını çalmıştı. Evde bütün olup bitenleri dikkatle
izlemen lazım. Sana bunun için para veriyoruz. Dolayısıyla
beş ruble daha çık. Ocak ayının onunda sana on ruble ver-
miştim.
‒ Hayır, ben böyle bir para almadım, diye Julia Vassilyev-
na zorla yutkunarak cevap verdi.
‒ Bak buraya not etmişim.
‒ Şey... Pekiyi öyleyse.
‒ Kırk birden yirmi yediyi çıkar, kalır sana on dört.
Kızcağızın şimdi iki gözü birden gözyaşlarıyla dolmuştu.
Küçücük şirin burnunun altında da ter damlacıkları belirme-
ye başlamıştı. Zavallı kız!

t ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


‒ Şimdiye kadar bana bir kere para verildi, diye titreyen
sesiyle konuştu: Ve o da sizin karınız tarafından. Hepsi üç
ruble, fazla değil.
‒ Sahi mi? Görüyor musun, ben onu not etmemişim On
dörtten üç daha çıkar… Kalır on bir. Al, işte paran: Üç, beş
dokuz, on, on bir. Tamam mı?
On bir rublesini de avucuna koydum. Uzandı, aldı ve tit-
reyen parmaklarıyla cebine sokuşturdu.
‒ Mersi, diye boğuk bir sesle fısıldadı.
Aniden yerimden fırladım ve başladım odanın içinde bir
aşağı bir yukarı gidip gidip gelmeye. Asabım son derece bo-
zulmuş, kan tepeme çıkmıştı. Kızgın kızgın:
‒ Niçin, bu mersi, diye sordum.
‒ Verdiğiniz para için.
‒ Hakkını yediğimi sen de bal gibi biliyorsun. Aman ya
Rabbi ne biçim insansın sen, görmüyor musun ki seni göz
göre göre soydum. Daha ötesi var mı bunun, paranı çaldım
ve sen hâlâ “mersi” diyorsun!
‒ Bundan önce çalıştığım yerlerde hiç vermemişlerdi.
‒ Hiç mi vermemişlerdi? Şaşmaya da lüzum yok ya Bana
gelince sana ufak bir şaka yaptım. Sırf ders olsun, öğrenesin
diye bu insafsızca yolu seçtim. Merak etme, seksen rublenin
hepsini de sana vereceğim. Al işte, hepsi şu zarfın içinde seni
bekliyor fakat bir insanın bu kadar pısırık olabileceğine de hâlâ
inanamıyorum. Niçin hakkını aramıyorsun? Neden haksızlığa
baş kaldırmıyorsun? Dünyada bu kadar yüreksiz, tabansız ol-
mak, mümkün mü? Bu kadar ödlek olmak?..

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Acı bir tebessüm dudaklarının kenarında kıvrıldı. Yü-
zündeki ifade “Mümkün.” diyordu.
Kendisine zalim bir yoldan ufak bir ders verdiğim için
özür diledim ve o hâlâ şaşkın şaşkın bakınırken eline seksen
rubleyi sıkıştırdım. O yine her zamanki “mersi”siyle mırıl-
danır gibi üst üste defalarca teşekkür etti ve odadan çıktı.
Arkasından bakarken kendi kendime düşünüyordum: Şu
dünyada zayıfları ezmek ne kadar kolay!

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


DEĞİRMENDE

O rta yaşlı, sağlam yapılı bir adam olan değirmenci Alek-


sey Birikov, kulübesinin eşiğinde oturmuş tembel tem-
bel sönmüş piposunu çekiştiriyordu. Yüzü, bütün vücudu,
hani çocukların Jule Verne’i okuduktan sonra, rüyalarında
gördükleri o güçlü, kuvvetli, kalın derili, ağır ağır, yere yük-
lene yüklene basarak yürüyen gemicilerine benziyordu. Kaba
asker kumaşından yapılmış boz renkli pantolonla kocaman,
ağır çizmeler giymişti ama dışarıda rutubetli soğuk bir güz
havası olmasına rağmen ceketi de şapkası da yoktu. Açık
yeleğinden rutubet serbestçe giriyordu ama değirmencinin
nasır gibi sertleşmiş koca vücudu herhâlde soğuğu duymu-
yordu. Kırmızı, etli yüzü her zamanki gibi gevşek, kayıtsızdı.
Sanki uykudan yeni kalkmıştı. Dolgun yüzü, içinde kaybo-
lan küçük gözlerinin altından sert sert kâh etrafına kâh bana,
sonra çatılara, yaşlı eğri büğrü söğüt ağacına bakıyordu.
Ambarların önünde manastırdan yeni gelen iki keşiş te-
laşlı telaşlı koşuşup duruyorlardı. Biri Kleona, cüppesi çamur
içinde, uzun boylu, kır saçlı bir ihtiyardı. Öteki Diodor ise
kara sakallı, esmer yüzlüydü. Herhâlde Gürcü olan bu adam
bayağı bir köy gocuğu giymişti. İkisi de arabalardan öğütülmek

t
üzere getirdikleri çavdar dolu çuvalları indiriyorlardı. Onlar-
dan biraz ötede, çamurlu, kirli bir hâl alan otların üstünde
ırgat Yevsey oturuyordu. Yevsey gençti, bıyıksızdı, gocuğu
yırtık pırtıktı. Adamakıllı da sarhoş bir hâldeydi. Elinde bir
balık ağı tutuyor, sanki onu tamir ediyormuş gibi yapıyordu.
Değirmenci uzun uzun etrafına bakıyor, susuyordu. Sonra
gözlerini çuvalları taşıyan keşişlere dikti, kalın bir sesle:
‒ Hey keşişler, ne diye çayda balık tutuyorsunuz? Kimden
izin aldınız, diye bağırdı.
Keşişler hiç cevap vermediler, değirmenciye bakmadılar
bile.
O da biraz sustu, çubuğunu tüttürdü. Sonra sözüne de-
vam ederek:
‒ Bir de kalkar, köylülere balık tutmak için izin verirsiniz,
dedi. Ben çayı sizden kira ile tuttum, bunun için size para
veriyorum. Demek ki balıklar da benim. Hiç kimse bura-
da istediği gibi balık tutamaz. Tanrı’ya dua ediyorsunuz ama
hırsızlık etmeyi günah saymıyorsunuz.
Değirmenci esnedi, sustu, homurdanmaya devam ederek:
‒ Bak sen, yeni yeni icatlar çıkarıyorlar, dedi. Keşiş olmuş,
evliyalığa adaylığını koymuşlar diye kimse onlarla başa çıka-
maz sanıyorlar. Mahkemeye verirsem görürsünüz gününüzü.
Yargıç, cübbene bakmaz, tıkar deliğe. O yapmasa bile ben
yapacağımı bilirim. Çayda bir rastlarsam öyle bir temiz döve-
rim ki kıyamete kadar balık yemek istemezsiniz.
Kleope kısık ve ince sesiyle:

t ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


‒ Niye böyle söylüyorsunuz Aleksey Dorofeyiç, dedi.
Tanrı’dan korkanlar bu gibi sözleri köpeğe bile söylemezler.
Biz ise keşişiz.
Değirmenci alayla:
‒ Keşişmişler, dedi. Balığa mı ihtiyacın var? Gel benden
satın al, hırsızlık etme.
Kleopa yüzünü buruşturarak:
‒ Ya Rabbi, biz hırsızlık mı yapıyoruz? Ne diye böyle
sözler sarf ediyorsun. Bizim çömezler balık tutmuşlar, doğru
ama bunu yapmak için başpapazdan izin almışlardır. Başpa-
paza göre sizden aldığı para bütün ırmak için değil, yalnız bi-
zim kıyıda ağ germeniz için. Yoksa bütün ırmak size verilmiş
değildir. Irmak ne sizin ne de bizimdir, Tanrı’nındır.
Değirmenci piposunu çizmesine vurarak:
‒ Başpapazın da senden farkı yok, diye homurdandı. O
da kazık atmayı sever ama ben ince eleyip sık dokumam. Be-
nim için ha başpapaz, ha sen, ha şu Yevsey. Hiç ayırt etmem.
Irmakta rastlarsam ona da bir temiz sopa çekerim.
‒ Rahipleri dövmek sizin bileceğiniz iş. Öteki dünyada
bizim için daha iyi olur. Siz zaten Vissaryon’u, Antipiy’yi
dövmüşsünüz, ötekileri de dövün.
Diodor, Kleopa’yı elbisesinin kolundan çekti:
‒ Sus, dedi, onu kışkırtma.
Kleopa, kendini topladı, gene çuvalları taşımaya koyuldu.
Değirmenci ise küfretmekte devam ediyordu ama tembel
tembel sövüp sayıyor, her cümleden sonra piposunu çekiyor,

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


tükürüyordu. Balık meselesi bittikten sonra keşişlerin bir za-
man önce kendisinden “dolandırdıkları” iki çuvalı hatırladı.
Bunun için de atıp tutmaya başladı. Sonra Yevsey’in sarhoş
olduğunu, çalışmadığını fark ederek keşişleri rahat bıraktı.
Yakası açılmadık küfürlerle ırgatlara saldırdı.
Keşişler önceleri kendilerini tutuyor, sadece yüksek sesle
göğüs geçiriyorlardı ama çok geçmeden Kleopa dayanamadı.
Ellerini kavuşturdu, ağlayan bir sesle:
‒ Ulu Tanrı’m, dedi, benim için değirmene gelmek kadar
ağır bir şey yoktur. Cehennem azabıdır bu, sahici bir cehennem.
Değirmenci:
‒ Gelme öyle ise, diye sert sert cevap verdi.
‒ Ya Rabbi, buraya gelmezdik ama başka değirmen neer-
de bulalım? Sen de bilirsin ki bu bölgede seninkinden başka
değirmen yok. Ya açlıktan ölmeli yahut da öğütülmemiş buğ-
day yemeli.
Değirmenci susmuyor, etrafına küfürler savurmaya de-
vam ediyordu. Belliydi ki bu homurdanmalar, küfürler onun
için piposunu çekmek gibi alışılmış bir şeydi. Kleopa, şaşkın
şaşkın gözlerini kırparak yalvarıyordu:
‒ Hiç olmazsa “şeytan”ın adını anma, sus. Allah aşkına sus!
Aradan çok geçmeden değirmenci sustu ama bunu Kle-
opa yalvardığı için yapmadı. Bentte küçük, tostoparlak, yü-
zünden iyilik akan ihtiyar bir kadın göründü. Arkasına, bö-
cek sırtına benzer, acayip çizgili bir yeldirme giymişti. Elinde
küçük bir çıkın vardı, küçük bir değneğe dayana dayana
yürüyordu. Keşişlere yerlere kadar eğilerek selam verdi:

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


‒ Merhaba keşiş efendiler, dedi, kolay gelsin. Merhaba
Alyoşinka, merhaba Yefseyuşka.
Değirmenci ihtiyara bakmadan, kaşlarını çatarak:
‒ Merhaba anneciğim, diye mırıldandı.
İhtiyar kadın gülümsedi, değirmencinin yüzüne şefkatle
bakarak:
‒ Ben de sana misafir geldim, dedi. Seni görmeyeli çok
oldu. Galiba Uspenyev Yortusu’ndan beri. Beni gördüğüne
sevindin mi, sevinmedin mi, bilmiyorum ama kabul etmeli-
sin. Hem sen biraz zayıflamışsın galiba.
Kocakarı değirmencinin yanına oturdu. Bu dev gibi ada-
mın yanında yeldirmesiyle daha da çok böceğe benzemeye
başladı.
Sözüne devamla:
‒ Evet seni Uspenyev Yortusu’ndan beri görmedim. Artık
göreceğim gelmişti, dedi. Seni göremediğim için azap duyu-
yordum ama buraya gelmeye kaç defa niyet ettiysem hep ya
yağmur yağdı yahut da hastalandım.
Değirmenci canı sıkılarak:
‒ Şimdi köyden mi geliyorsunuz, diye sordu.
‒ Evet. Evden.
‒ Hastalığınıza, keyifsizliğinize bakılacak olursa şimdi
misafirliğe gelmek değil, evde oturmanız gereklidir. Hem ne
diye geldiniz? Pabuçlarınıza acımıyor musunuz?
‒ Seni görmek için geldim.
İhtiyar kadın keşişlere dönerek:

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


‒ İki oğlum var, dedi. Biri bu. Biri de köyde oturan Vasili.
İki tanecik. Ben yaşıyor muyum, yaşamıyor muyum? Umur-
larında bile değil ama benim öz evlatlarım, tek tesellim onlar.
Onlar bensiz yaşarlar ama ben onlar olmadan bir gün bile
yaşayamam. Ama işte keşişler, artık ihtiyarladım da onların
ayağına gitmek zor geliyor bana.
Ortaya sessizlik çöktü. Rahipler ambara son çuvalı da gö-
türdüler ve biraz dinlenmek üzere arabaya oturdular.
Sarhoş Yevşev hâlâ elleriyle balık ağını karıştırıyor, mın-
cıklıyor, başı ikide bir göğsüne düşüyordu. Değirmenci:
‒ İyi zamanda gelmediniz anneciğim, dedi. Şimdi
Karyajine’ya gitmem gerek.
İhtiyar kadın:
‒ Git güle güle dedi, yolun açık olsun. Benim için işini
gücünü bırakacak değilsin ya. Bir saat kadar oturup dinlenir,
sonra geriye dönerim. Vasya ile çocuklarının sana selamları
var. Alyoşinka.
‒ Gene votkayı çekiyor mu?
‒ Eh!.. Pek fazla değilse de gene de içiyor. Günahı sakla-
maya ne lüzum var. İçiyor işte. Sen de bilirsin ya, çok içme-
sine zaten kesesi elvermez. İşte ara sıra öteki beriki, dostları
çağırıyorlar. Ah onunki de hayat mı? Kötü, çok kötü. Onun
bu hâline çok üzülüyorum. Yiyecek namına bir şey yok. Ço-
cukların ne üstlerinde var ne başlarında. Sokağa çıkmaya
utanıyor. Pantolonu delik, pabucu yok. Altı kişiyiz, hep bir
odada yatıp kalkıyoruz. Öyle bir sefalet ki bundan daha acısı
olamaz. İşte biraz yardım edersin diye sana geldim. Alyoşinka
ben ihtiyarı kırma, Vasili’ye yardım et. Ne olsa kardeşin!..

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Değirmenci susmuş, bir tarafa bakıyordu.
‒ O, yoksul. Seninse Allah’a şükür, hâlin vaktin yerinde.
Değirmen senin, sebze bahçelerin var, balıkçılık ediyorsun.
Eh, Allah sana akıl da verdi, herkesin içinde yükseltti, karnını
doyurdu. Hem de yalnızsın. Vasya’nın ise dört tane çocuğu
var. Ben talihsiz de ona yüküm. Maaşı ancak yedi ruble. Bu
para ile o kadar canı nasıl besler? Sen yardım et.
Değirmenci susuyor, itina ile piposunu dolduruyordu.
Kadın:
‒ Bir şey verecek misin, diye sordu.
Değirmenci, sanki ağzı su ile dolu imiş gibi susuyordu.
Onun cevabını beklemeden yaşlı kadın bir “Ah!” çekti. Göz-
lerini rahiplerin, Yevsey’in üzerinde gezdirdi. Sonra ayağa
kalkarak dedi ki:
‒ İstersen verme. Zaten vermeyeceğini biliyordum. Ben
daha çok Nazar Andreyiç’in yüzünden buraya kadar geldim.
Pek yalvarıyor Alyoşinka. Hep ellerimi öpüyor, gelip senden
rica etmem için yalvarıyor.
‒ Ne istiyor?
‒ Borcunu versin diye rica ediyor. Ona öğütmek için çav-
dar gönderdim, geri vermedi, diyor.
Değirmenci:
‒ Anneciğim siz başkasının işine karışmayın. Sizin işiniz
Allah’a dua etmektir.
‒ Dua ediyorum, ediyorum ama Allah dualarımı din-
lemiyor ki. Vasili yoksul. Bak, başkalarının yeldirmesi ile
geziyorum. Sense iyi yaşıyorsun ama senin ne biçim ruhun

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


olduğunu Allah bilir. Ah Alyoşinka, nazar değdi sana, Her şe-
yin var; zekisin, yakışıklısın. Yaman tüccarsın. Ama şu kadar-
cık olsun insanlığın yok.Yüzün gülmez, çatık kaşlısın, tatlı bir
laf söylemezsin, merhametin yok. Sanki bir canavar gibisin.
Şu yüzüne bak bir defa ... Ya senin hakkında neler anlatıyor-
lar bir bilsen aman aman... Keşiş efendilere sor istersen. Ne-
ler uyduruyorlar? Halkın kanını emiyormuşsun. Geceleyin
o haydut kılıklı ırgatlarınla gelip geçenleri soyuyormuşsun,
at çalıyormuşsun. Bu değirmenin sanki lanetlenmiş bir yer.
Kızlar, çocuklar değirmene yaklaşmaktan korkuyorlar. Bütün
canlı yaratıklar senden kaçıyor. Sana Kabil, Yezit, diyorlar.
‒ Saçmalıyorsunuz anneciğim.
‒ Ayağını bastığın yerde ot bitmez. Nefes aldığın yerde
sinek uçmaz. Nereye gitsem duyduğum laf şu: “Ah, onu birisi
öldürse yahut hapse tıksalar.” Bir ana için bunları dinlemek
ne acı biliyor musun? Sen benim öz çocuğumsun. Benim ka-
nımdansın.
Değirmenci ayağa kalkarak:
‒ Eh artık gitmem gerek, Allah’a ısmarladık anneciğim,
dedi.
Ambardan iterek bir araba, sonra at çıkardı. At arabanın
iki oku arasına küçük bir köpek gibi itti, koşumlarını tak-
maya başladı. İhtiyar kadın onun etrafında dönüyor, yüzüne
bakıyor, ağlar gibi gözlerini kırpıştırıyordu.
Oğlu, acele acele kaftanını giyerken:
‒ Hadi, Allah’a ısmarladık, dedi. Allah seni korusun. Bizi
unutma.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Sonra sesini alçaltıp elindeki çıkını çözmeye başlayarak:
‒ Dur, dur. Sana hediye getirdim, dedi. Dün zangocun
karısına gitmiştim de orada ikram ettiler. Ben de sana getire-
yim diye sakladım.
İhtiyar kadın, oğluna naneli küçük bir kuru pasta uzattı.
Değirmenci:
‒ Bırakın beni, diye bağırdı. Eliyle anasının elini itti.
İhtiyar kadın utandı. Pastayı yere düşürdü. Yavaş yavaş
bende doğru yollandı. Bu sahne oradakilere çok dokunmuştu.
Keşişler bağırıştılar, dehşet içinde ellerini açtılar. Sarhoş Yev-
sey bile taş gibi dondu, efendisine korku ile baktı. Değir-
menci, keşişlerle ırgadın yüzlerindeki ifadeleri mi anlamıştı?
Yoksa göğsünde çoktan beri uyuklayan bir his mi uyanmıştı?
Nedense yüzünde korkuya benzeyen bir şey belirdi.
‒ Anneciğim, diye bağırdı. İhtiyar kadın irkildi, başını
çevirdi. Değirmenci hızlı hızlı elini cebine soktu; kocaman,
dolu bir para çantası çıkardı, içindeki kâğıt ve gümüş para-
lardan bir avuç aldı:
‒ Alın bunu, dedi.
Değirmenci bu bir avuç parayı elinde evirip çevirdi.
Kâğıtları buruşturdu. Nedense keşişlere baktı. Sonra gene
buruşturdu. Kâğıt ve gümüş paralar parmakları arasından
geçerek birbiri ardından tekrar çantasının içine düştü. Elinde
ancak 20 kapiklik bir gümüş para kaldı. Değirmenci bu para-
ya bir defa baktı. Parmaklarıyla sildi, sonra yüzü kıpkırmızı,
boğuk bir ses çıkararak parayı annesine uzattı.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


LEKELİ HUMMA

P etersburg’tan Moskova’ya giden posta treninin sigara


içenler için ayrılmış kompartımanında genç teğmen
Krimov oturuyordu. Karşısında da sinek kaydı tıraşlı, yaşlıca
bir adam vardı. Herhâlde, hâli vakti yerinde bir Finlandiya-
lı yahut İsveçli olacaktı. Yol boyunca piposunu emiyor, hep
aynı şeyleri tekrarlıyordu:
‒ Ya, demek subaysınız. Biraderim de subaydır ama o
denizci, Kronştat’ta hizmet ediyor. Moskova’ya niçin gi-
diyorsunuz?
‒ Görevim orada da.
‒ Ya, evli misiniz?
‒ Hayır, bir kızkardeşimle bir teyzem var, onlarla beraber
oturuyorum.
‒ Benim birader de subay, deniz subayı ama o evli, üç de
çocuğu var.
‒ Ya!..
Finlandiyalı, söylenen her şeye şaşıyor, budalaca her “ya”
deyişinde ağzı kulaklarına varıncaya kadar sırıtıyor, durma-
dan kötü kokan piposunu tüttürüyordu. Rahatsız olan, üst
üste sorulan suallere cevap bulmakta güçlük çeken Krimov,

t
karşısındakinden alabildiğine tiksinmeye başlamıştı. Şu tısla-
yan pipoyu elinden alıp kanepenin altına atsa, Finlandiyalıyı
da, yakasından tuttuğu gibi vagondan fırlatsa pek iyi olacaktı
hani.
“Şu Finlandiyalılar iğrenç mahluklar, diye düşündü. Yu-
nanlılar da öyle. Lüzumsuz, hiçbir işe yaramayan bir millet
doğrusu. Yeryüzünde boşuboşuna bir yer işgal ediyorlar, o
kadar. Neye yararlar sanki.”
Bu düşünceler, içinde garip bir öğürme duygusu uyan-
dırdı. Bunlara karşılık Fransızlarla İtalyanları alayım, dedi.
Ama onlar da ancak akordeon çalan erkekler, çırılçıplak ka-
dınlar, teyzesinin evinde konsolun üstünde asılı duran ya-
bancı memleketlerden gelme gravürleri hatırlamaktan ileri
geçmedi.
Zaten subay kendisini bir tuhaf hissediyordu. Bütün ka-
nepe boydan boya boş olmasına rağmen elini kolunu uzatıp
rahatça oturamıyor, susuzluktan dili damağına yapışıyordu.
Başının içinde ağır bir sis tabakası vardı. Sanki düşünceleri
yalnız kafasının içinde değil, kanepelerin arasında da gece
karanlığına bürünüp gezinmektedirler. Uykuda imiş gibi
bu darmadağınık düşünceler arasında birtakım mırıldanma-
lar, tekerleklerin dönerken çıkardıkları sesler, kapıların açı-
lıp kapanışını duyuyordu. Kampana sesleri, kondoktörlerin
düdükleri, yolcuların, platformda telaşlı telaşlı koşuşmaları,
olduğundan daha kuvvetli duyuluyordu. Zaman da farkına
varılmayacak kadar çabuk geçiyordu. Bunun için de sanki
tren bir dakikada bir istasyon değiştiriyor, dakika başına şu
madenî ses duyuluyordu:
‒ Posta tamam mı?

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Ona öyle geliyordu ki vagonların sıcaklığını kontrol eden
adam, boyuna vagona girip çıkıyor, termometreye bakıyor;
durmadan, ters istikametten gelen trenin gürültüsünü, köp-
rüden geçerken tekerleklerin boğuk uğultusunu duyuyordu.
Gürültü, düdük sesleri, Finlandiyalı, tütün dumanı, bütün
bunlar, sağlam bir kimsenin bile özelliklerini hatırlayamaya-
cağı bir sis hâlinde şekillerin tehdit ve işaretleriyle karışarak
Krimov’un üzerine dayanılmaz bir kâbus hâlinde çöküyordu.
Korkunç bir can sıkıntısı içinde gittikçe ağırlaşan başını kal-
dırıyor, gölgelerin, dumanlı lekelerin birbirini kovalarcasına
döndüğü fener ışığına bakıyor, su istemeye niyet ediyor fakat
kuruyan dili ağzında güçlükle hareket ediyor ancak Finlandi-
yalının suallerine cevap vermeye gücü yetiyordu. Şöyle rahat-
ça uzanıp uyumak istiyor ama uyuyamıyordu. Finlandiyalı
ise uyuyup uyanıyor, piposunu tüttürüyor, “Ya, ya!” diye ona
bir şeyler söylüyor, gene uykuya dalıyordu. Teğmen bir türlü
ayaklarını rahatça kanepeye uzatamıyor, gözlerinin önünde
boyuna tehdit eden şekiller dolaşıyordu. Spirov’a gelince su
içmek için trenden indi. Bazılarının, masaların başına geçip
çabuk çabuk bir şeyler atıştırdıklarını gördü. Kızarmış et ko-
kusuyla dolu havayı teneffüs etmemeye, yemek yiyen ağızlara
bakmamaya çalışarak ikisi de kendisine kusacak kadar iğrenç
geliyordu, “Nasıl da yiyebiliyorlar?” diye düşündü.
Güzel bir bayan, kırmızı kasket giymiş bir subayla yük-
sek sesle konuşuyor, gülümseyerek bembeyaz dişlerini gös-
teriyordu. Bu gülümseyiş, beyaz dişler, bayanın kendisi de
Krimov’un üzerinde, kızarmış etle öteki yemekler gibi kötü
tesir yapmıştı. Nasıl oluyor da bu kırmızı kasketli subay, bu

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


kadının yanında oturuyor, onun sıhhatli, gülümseyen yüzü-
ne bakmak canını sıkmıyor, bunu bir türlü anlamıyordu.
Su içip vagona döndüğü zaman Finlandiyalıyı piposunu
içerken buldu. Tütün, yağmurlu bir havada delik lastikler
gibi tıslıyor, inip kalkıyordu. Gene:
‒ Ya, diye şaştı, bu hangi istasyon?
Krimov, kanepeye uzanıp keskin tütün kokusunu yut-
mamak için ağzını kapayarak:
‒ Bilmiyorum, dedi.
‒ Tvert’e ne zaman varacağız?
‒ Bilmem. Afedersiniz ben... Cevap verecek hâlde deği-
lim. Hastayım, soğuk almışım.
Finlandiyalı, piposunu pencerenin kenarına bir kere vur-
duktan sonra gene deniz subayı biraderinden bahsetmeye
başladı.
Krimov, artık onu dinlemiyor; rahat, yumuşak yatağını,
soğuk su dolu sürahisini, yatarken ona hizmet etmek, su ver-
mek, sakinleştirmek hünerini bilen kızkardeşi Katya’yı hatır-
lıyordu. Hayaline, efendisinin ağır, sıkıcı çizmelerini çeken,
sürahiyi doldurup getiren emir eri Pavel gelince gülümsedi
bile. Yatağına bir uzanıp bir bardak su içse her şey geçecek.
O zaman kâbus yerini derin, sağlam bir uykuya bırakacak.
Uzaktan uzağa boğuk bir ses:
‒ Posta tamam mı, diye soruyor.
Pencerenin hemen altında başka bir ses:
‒ Tamam, diye cevap veriyor.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Bu, Spirov’dan sonra ikinci yahut üçüncü istasyondur.
Zaman sanki uçarak geçiyor. İnsana öyle geliyor ki kampana,
düdük seslerinin bitip tükeneceği yoktur. Krimov, tasa ile ba-
şını kanepenin kenarına dayıyor, başını elleri arasına alıyor,
gene kızkardeşi Katya ile emir eri Pavel’i düşünmeye başlıyor.
Ama kızkardeşi de emir eri de belirsiz şekillerle karışmış, on-
larla beraber dönmeye başlamış, yok olmuşlardır. Kanapenin
arkasına çarpıp geri dönen sıcak nefesi yüzünü yakıyor, ayak-
larını uzatamadığı için rahatsız, pencereden ensesine doğru
bir rüzgâr esiyor ama ne olursa olsun içinden vaziyetini de-
ğiştirmek gelmiyor. Ağır, kâbuslu bir uyuşukluk onu büsbü-
tün sarıyor, bütün vücudunu sanki zincire vuruyor.
Başını kaldırdığı zaman ortalık iyiden iyiye ağarmıştı.
Yolcular kürklerini giyip trenden iniyorlardı. Tren durmuştu.
Beyaz önlükler takmış, numaralı tunç plakalı hamallar yol-
cuların yanlarında didinip duruyor, ellerinden çantalarını alı-
yorlardı. Krimov da kürkünü giydi, ne yaptığının kendisi de
farkında olmadan öteki yolcuların ardından yürüdü. Sanki
kendisinin yerinde bir yabancı varmış gibiydi. Sanki bu va-
gondan onunla birlikte ateşi, susuzluğu, bütün gece gözünü
kırptırmayan o korkutucu şekiller de beraber çıkmıştır. Ne
yaptığının farkında olmadan çantasını alıyor, arabacıya sesle-
niyor. Arabacı, Povorski’ye kadar bir ruble yirmi beş kapik is-
tiyor. Onun umurunda mı, bir şey söylemeden kabul ediyor,
kızağa oturuyor. Rakam farklarını hâlâ anlıyor ama artık pa-
ranın onun için hiçbir kıymeti yoktur. Krimov’u evde, teyzesi
ile on sekiz yaşlarındaki kızkardeşi Katya karşılıyor. Katya’nın elin-
de defter kalem vardır. Bunların görünce kızkardeşinin öğretmen

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


olmak için imtihana gireceğini hatırlıyor. Hoş geldinlere,
sorulan şeylere cevap vermeden, ateşten çabuk çabuk nefes
alarak sebepsiz yere bütün odaları dolaşıyor. Yatağına varın-
ca, yastığının üzerine yığılıyor. Finlandiyalı, kırmızı kasket,
bembeyaz dişli bayan, kızarmış et kokusu, gözlerinin önünde
uçuşan lekeler bütün şuurunu kaplıyor, artık ne nerede oldu-
ğunu biliyor ne de heyecanlı sesler işitiyor.
Kendisine geldiği zaman soyunmuş bir hâlde yatakta idi.
Sürahiyi, Pavel’i seçti ama bu yüzden, ne bir serinlik hissetti
ne de daha rahat, daha yumuşak bir yatakta olduğunu anladı.
Ayakları da elleri de gene eskisi gibi bir türlü rahat bir yer bu-
lamıyor, dili damağına yapışıyor, Finlandiyalının piposunun
tısıltısını duyuyordu. Yatağın yanında, geniş sırtı ile Pavel’i
iterek sağlam yapılı, kara sakallı bir doktor didinip duruyor:
Hiçbir şeyciğin yok, hiçbir şeyciğin yok delikanlı, diye
mırıldanıyordu. Mükemmel, mükemmel. Büyle, işte büyle.
Doktor, Krimov’a, delikanlı, diyor, “böyle” diyecek yerde
“büyle”, “evet” yerine “avat” diyor.
‒ Avat, avat, avat, diye sıralıyordu. Üyle, üyle. Mü-
kemmel, delikanlı üzüntüye kapılma.
Doktorun çabuk, biraz laubalice konuşması, dolgun
yüzü, laubalice söylenen “delikanlı” kelimesi Krimov’un asa-
bını bozdu. Uflayıp puflayarak:
‒ Neye bana delikanlı diyorsunuz, diye çıkıştı. Bu ne bi-
çim laubalilik? Tüh, Allah kahretsin!
Krimov, kendi sesinden korktu. Bu ses öylesine kısık, za-
yıf, uzayarak çıkmıştı ki tanımak mümkün değildi. Doktor
hiç kırılmadan:

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


‒ Mükemmel, mükemmel, diye mırıldandı. Kızmayın;
avat, avat, avat.
Evde de zaman, trende olduğu gibi şaşılacak bir hızla uçu-
yordu. Gün ışığı yatak odasında durmadan yerini karanlığa
bırakıyordu. Krimov’a öyle geliyordu ki doktor, yatağının ba-
şından hiç ayrılmıyor, her dakika “avat, avat, avat” dediği du-
yuluyordu. Yatak odasında durmadan birtakım şeyler, şekiller
gelip geçiyordu: Pavel, Finlandiyalı, Yüzbaşı Yaroşeviç, gedikli
Maksimenkov, kırmızı kasket, bembeyaz dişli bayan, doktor,
hepsi de konuşuyor; ellerini sallıyor, sigara içiyor, yemek yi-
yorlardı. Bir keresinde güpegündüz Krimov, Alay Papazı Alek-
sandır babayı dinî elbisesini giymiş, elinde yatağının başında
durduğunu, o güne kadar asla rastlamadığı ciddi bir tavırla bir
şeyler mırıldandığını gördü. Teğmen, Aleksandır babanın, bü-
tün katolik subaylara dostça Lehli adını verdiğini hatırlayarak
kendisini güldürmek için:
‒ Baba, Lehya Yaroçeviç, ehlîdir ehlî, dedi.
Ama neşeli, şakacı bir adam olan Aleksandır baba gülme-
di; aksine daha da ciddileşti. Krimov’a haç çıkardı. Gecele-
ri sessizce iki gölge odaya girip çıkıyordu. Bunlar, teyzesiyle
kızkardeşinin gölgeleriydi. Kızkardeşinin gölgesi diz çöküyor,
dua ediyor. Kutsal tasvirlerin önünde eğildiği zaman, duvar-
daki gri gölge de diz çöküyordu. Sanki Tanrı’ya iki gölge dua
ediyordu. Boyuna kızarmış et ile Finlandiyalının pipo koku-
sunu duyuyordu. Ama bir kere Krimov’un burnuna keskin
bir günlük kokusu geldi. Midesi döndü, bağırmaya başladı:
‒ Günlük kokusu bu, götürün şunu.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Cevap veren olmadı. Yalnız bir taraftan papazların pek
hafif bir sesle söyledikleri şarkı ile merdivenlerden çabuk ça-
buk çıkan birinin ayak sesleri geliyordu.
Krimov kendine geldiği zaman odada kimsecikler yoktu.
Sabah güneşi indirilmiş perde ile pencere kenarının arasın-
dan geçiyor, bir bıçak ağzı kadar ince, titrek, güzel ışınlar sü-
rahinin üzerinde oynuyordu.
Dışardan tekerleklerin gürültüsü geliyor, demek so-
kaklarda karlar erimiş. Teğmen ışınlara, aşina mobilyaya,
kapıya baktı, ilk iş olarak gülmeye başladı. Göğsü, midesi
tatlı, neşeli, gıdıklayan bir gülüşle titredi. Bütün varlığını,
dişinden tırnağına kadar, sonsuz bir mutluluk, bir yaşama se-
vinci duygusu kapladı. İlk insan yaratıldığı, ilk defa dünyayı
gördüğü zaman herhâlde böyle bir şey duymuştur. Krimov,
var kuvvetiyle hareket etmek, insan yüzü görmek, konuşmak
istedi. Vücudu hareket etmiyor, kımıldayan yalnız elleri ama
o bunu hemen hemen fark etmiyor, bütün dikkatini küçük
şeylere çeviriyor. Nefes alıp verişinden, gülmesinden sevinç,
sürahinin, tavanın, ışınların, perdedeki kordonun var olu-
şundan mutluluk duyuyordu. Bir yatak odası kadar küçük
bir yerde bile Tanrı’nın dünyası kendisine fevkalade güzel,
çeşitli, yüce görünüyordu. Doktor geldiği zaman teğmen,
tıbbın ne kadar faydalı, doktorun da ne kadar hoş, sevimli bir
adam olduğunu; bütün insanların da ne kadar iyi, ilgi çekici
olduklarını düşünüyordu. Doktor, arka arkaya:
‒ Avat, avat, avat, diyordu. Mükemmel, mükemmel. Ar-
tık iyileştin.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Teğmen dinliyor, neşeli neşeli gülüyordu. Finlandiyalı,
bembeyaz dişli bayanı, jambonu hatırladı. Canı sigara içmek,
yemek yemek istedi:
‒ Doktor, dedi, emir verin de bana biraz tuz ile çavdar
ekmeği, sardalye getirsinler.
Doktor, olmaz, dedi. Pavel, emrini dinleyip ekmek al-
maya gitmedi. Teğmen bu hâle dayanamadı, şımarık bir ço-
cuk gibi ağlamaya başladı. Doktor gülerek:
‒ Bebecik, dedi. Anne... Be... Mama... İsterim.
Krimov güldü. Doktor gittikten sonra derin bir uykuya
daldı. Aynı neşe, aynı saadet duygusuyla uyandı. Yatağın ke-
narında teyzesi oturuyordu. Neşe ile:
‒ A, teyzeciğim, diye sordu, neyim vardı benim?
‒ Lekeli humma.
‒ Öyle mi? Ama artık tamamıyla iyileştim. Katya nerede?
‒ Evde yok. Herhâlde imtihandan sonra bir yere uğradı.
İhtiyar kadın bunları söylerken elindeki çorabın üstüne
eğildi. Dudakları titredi, başını çevirdi. Birden ağlamaya baş-
ladı. Kederden, doktorun yasağını unutarak:
‒ Ah Katya, Katya, diye mırıldandı. Gitti bizim mele-
ğimiz, artık yok.
Elinden çorabı düşürdü. Almak üzere eğilince bu sefer
başörtüsü kaydı. Teyzesinin kır saçlarına bakıp bir şey an-
lamayan Krimov, kızkardeşi için korku duymaya başladı:
‒ Nerede Katya, teyze? Nerede, diye sordu.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Artık Krimov’u unutup yalnız acısını hatırlayan ihtiyar
kadın:
‒ Senden ona lekeli humma bulaştı. Öldü. İki gün önce
gömdük, dedi.
Bu korkunç, beklenmeyen haber, Krimov’un ta içine işledi.
Ama haber ne kadar korkunç, ne kadar kuvvetli olursa olsun,
sıhhatine kavuşmakta olan teğmeni dolduran o hayvani mut-
luluğu bastıramadı. Ağlıyor, gülüyor, kendisine yemek vermi-
yorlar diye çok geçmeden küfür bile ediyordu.
Bir hafta sonra kazağını giyip Pavel’e dayanarak pencere
kenarına gitti. Kapalı ilkbahar göğüne baktı. Pencerenin
önüne taşınan eski rayların kulak tırmalayan seslerini duy-
duktan sonra ancak kalbi acı acı burkuldu. Ağlamaya başladı.
Alnı pencere pervazına düştü:
‒ Ne kadar mutsuzum, diye mırıldandı. Tanrı’m ne kadar
mutsuzum.
Sevinç, her günkü can sıkıntısına, geri gelmeyecek bir kay-
bın acı duygusuna yerini bıraktı.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


ÖĞRENCİ

H ava önce iyiydi. Durgundu. Ardıç kuşları ötüşüyor,


yandaki bataklıklarda canlı bir şey acı acı uğulduyor,
sanki birisi boş bir şişeye üflüyordu. Bir çulluk uçtu. Arkasın-
dan patlayan tüfek, bahar havası içinde keyifli keyifli çınladı.
Karanlık bastıktan sonra da doğudan insanın içine işleyen
soğuk, zamansız bir rüzgâr esmeye başladı. Her şey sustu. Su
birikintileri üzerinde buz parçaları görünmeye başladı. Or-
man can sıkıcı oldu. Sessizleşti, vahşileşti. Her yanda bir kış
kokusu duyuluyordu.
Zangocun oğlu, ilahiyat akademisi öğrencisi İvan Veliko-
polski, sulak çayırdan geçen keçi yolundan yürüyerek evine
gidiyordu. Soğuktan parmakları donmuştu. Yüzü rüzgârdan
yanıyordu. Öyle sanıyordu ki bu birdenbire bastıran soğuk
her yerde düzeni de ahengi de bozmuştu. Doğa bile bundan
korkmuştu. Akşam karanlığının zamanından önce basması da
bu yüzdendi. Yalnız dulların ırmak kenarındaki bostanların-
da ateş yanıyordu. Etrafta her yer, her şey, soğuk bir akşam
karanlığı içinde kalmıştı. Evden çıkarken annesinin taşlıkta,
yalınayak oturup semaver temizlediği aklına geldi. Babası da
tandırın üstünde yatıyor, öksürüyordu. Kutsal Cuma olduğu

t
için yemek pişirilmemişti. Fena hâlde acıktığını anlıyordu. So-
ğuktan tir tir titreyerek Rürik, Korkunç İvan, Büyük Petro za-
manında da aynı rüzgârın estiğini, onların zamanında da aynı
korkunç sefaletin, açlığın hüküm sürdüğünü düşünüyordu.
Aynı delikli, saman örtülü damlar, bayağılık, can sıkıntısı, et-
rafta aynı ıssızlık, karanlık, baskı duygusu. Bütün bu korkunç
şeyler olmuştu, vardı, olacaktı. Bin yıl sonra da hayat daha gü-
zel olmayacaktı. Canı, eve dönmek istemiyordu.
Sebze bahçelerine, dulların bahçesi deniliyordu. Çünkü o
bahçelere ikisi de dul olan ana kız bakıyordu. Ateş çıtırdayarak
yanıyor, etrafı ısıtıyor, çevresindeki sürülmüş toprağı ta uzak-
lara kadar aydınlatıyordu. Kısa bir erkek gocuğu giymiş olan
Vasilisa, ateşin yanında duruyor, düşünceli düşünceli ateşe
bakıyordu. Enine boyuna, ihtiyar bir kadındı. Kızı Lukerya
yerde oturuyor, kazanı, kaşıkları yıkıyordu. Kısa boylu, çiçek
bozuğu, budalaca yüzlü bir kadındı. Yemekten yeni kalktıkla-
rı belliydi. Etrafta erkek sesleri işitiliyordu. Irgatlar atları suya
götürmüş olmalıydılar.
Öğrenci ateşe yaklaşarak:
‒ İşte kış geri geldi, dedi. Sonra, günaydın, diye ilave etti.
Vasilisa ilkin bir duraladı ama onu hemen tanıdı, dostça
gülümsedi:
‒ Hay Allah iyiliğini versin, dedi, tanıyamadım. Zengin
olacaksın.
Konuşmaya başladılar. Vasilisa, görmüş geçirmiş bir ka-
dındı. Bir zamanlar efendilerin yanında sütnine, sonra da
dadı olarak çalışmıştı. Pek kibar konuşur, yüzündeki o tatlı

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


gülümseme hiç eksik olmazdı. Kızı Lukerya ise kocasından
dayak yiye yiye serseme dönmüş, basit bir köylü kadınıydı.
Öğrenciye gözlerini kıpıştırarak bakıyor, hiçbir şey söylemi-
yordu. Yüzünün manası da tuhaftı. Sanki, sağır, dilsiz bir in-
sandı. Öğrenci, ellerini ateşe uzatarak:
‒ Böyle soğuk bir gecede Havari Petrus da böyle bir ateşin
yanında ısınıyordu, dedi. Demek o zaman da böyle soğuklar
oluyormuş. Ah nineciğim, ne korkunç geceydi o gece! Bir
türlü bitmek bilmeyen kasvetli bir gece!
Etrafın karanlığına şöyle bir baktı, başını sinirli sinirli sal-
layarak sordu:
‒ Herhâlde İncil okuma ayinine gitmişsindir?
Vasilisa:
‒ Gittim, dedi.
‒ Hatırlarsın, Son “taam”da Petrus, İsa’ya der ki: “Seninle
beraber zindana, ölüme de gitmeye hazırım.” Tanrı da bunun
üzerine ona der ki: “Petrus, daha horozlar ötmeden sen beni
üç defa inkâr edeceksin; beni tanımadığını söyleyeceksin.” Ye-
mekten sonra İsa bahçede kara kara düşünceler içinde dua
ederken zavallı Petrus, sinirleri bozuk, göz kapakları ağırlaş-
mış, uykusunu yenemez, uyur. Sonra, bildiğin gibi. Yehuda
aynı gece İsa’yı öper, işkence edecek olanlara teslim eder. İsa’yı
bağlarlar, başhahama götürürler, yolda döverler; Petrus ise bit-
kin bir hâlde, kederinden takatsiz düşmüş, gözlerinden uyku
akarak, yeryüzünde hemen hemen o anlarda korkunç şeyler
olacağını sezerek onların arkasından yürüyordu. İsa’ya sonsuz
bir sevgiyle bağlıydı. O anda ise uzaktan onun dövüldüğünü
görüyordu.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Lukerya, elindeki kaşıkları bıraktı; gözlerini delikanlıya
dikti. Delikanlı devam etti:
‒ Başhahama gelirler, İsa’yı sorguya çekerler. İşçiler de
o anda hava soğuk olduğu için avluda ateş yakmışlar, ısını-
yorlardı. Onlarla ateşin yanı başında Petrus duruyor, benim
şimdi ısındığım gibi ısınıyordu. Bir kadın onu gördü: “Bu
da İsa ile beraberdi.” dedi. Yani bunu da sorguya çekmeli,
demek istiyordu. Ateşin yanındaki bütün işçiler anlaşılan
şüpheli bakışlarla sert sert bakmışlar çünkü o şaşırır: “Tanıyorum
onu. ” der. Çok geçmeden biri daha onun İsa’nın öğrencile-
rinden biri olduğunu söyler ama o gene inkâr eder. Üçüncü
defa olarak birisi ona “Bugün seni bahçede onunla birlikte
görmemiş miydim:” diye sorar. O, üçüncü defa inkâr eder.
Hemen arkasından horozlar ötmeye başlar. Petrus, uzaktan
İsa’ya bakarak akşamleyin söylediği sözleri hatırlar. Hatırlar,
kendine gelir, avludan çıkar, acı acı ağlayarak İncil’de dendi-
ği gibi: “Ve acı acı ağlayarak yürür gider.” Issız, karanlık bir
bahçe. Sessizlik içinde boğuk hıçkırıklar işitilir.
Öğrenci bir ah çekip düşünceye daldı. Vasilisa gülüm-
seyip duruyordu ama birdenbire hıçkırmaya başladı. Ya-
naklarından iri iri gözyaşları dökülüyordu. Sanki bu gözyaş-
larından utanıyormuş gibi yüzünü koluyla kapadı. Lukerya
ise öğrenciye hep dik dik bakarak kıpkırmızı kesildi.
Yüzünde ağır, gergin, kuvvetli bir acıyı yenmeye çalışan
bir insanın hâli okunuyordu.
Irgatlar ırmaktan dönüyorlardı. İçlerinden biri ata binmiş,
epeyce de yaklaşmıştı. Ateşin ışığı onun üzerinde titriyordu.
Öğrenci, iki dula hayırlı geceler dileyerek yoluna devam etti.
Tekrar karanlıklar içinde kaldı. Elleri donmaya başlamıştı.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Sert bir rüzgâr esiyordu. Kış, gerçekten geri geliyor gibiydi.
Hiç de paskalyaya iki gün kalmışa benzemiyordu.
Öğrenci şimdi Vasilisa’yı düşünüyordu. Mademki böyle
ağladı, diyordu. Demek o korkunç gecede Petrus’un başına
gelen şeylere karşı bir yakınlık duyuyor.
Öğrenci, etrafına bakındı. Tek başına duran ateş, ka-
ranlığın içinde yanıp sönüyor, çevresinde artık hiçbir insan
görünmüyordu. Öğrenci tekrar düşündü: mademki Vasilisa
ağladı; kızı da biraz şaşırdı; bu, herhâlde şundan ileri gelmek-
tedir: Demin anlattığım on dokuz yüzyıl önce geçmiş olayın
bugünle, bu iki kadınla bu ıssız köyde, benimle, bütün insan-
larla bir ilgisi olsa gerek. İhtiyar kadının ağlaması, herhâlde,
öğrencinin içli içli konuşmuş olmasından ileri gelmiyordu.
Petrus ona yakındı. Petrus’un ruhundan geçen her şeyi bu
kadın bütün varlığıyla duymuştur. Birdenbire içinde bir se-
vinç duygusu uyandı. Nefes almak için bir an duraladı. “Geç-
miş, bugüne birbirine bitişik olaylar zinciriyle ayrılmamasıya
bağlı.” diye düşündü. Şu anda bu zincirin iki ucunu da görür
gibi olmuştu. Bir ucuna dokununca öbür ucu kımıldamıştı.
Irmağı salla geçtiği zaman da dağa tırmanırken de kendi
köyüne, üzerinde hâlâ ince bir şerit gibi soğuk erguvani bir ışık
parıldayan batıya bakarak şöyle düşünüyordu: “O bahçede,
başhaham avlusunda geçen olay, insanın hayatına yön veren
o gerçek, o güzellik, bugüne kadar hiç arasız süregelmiş; dün-
yanın, insan hayatının baş unsuru olmuştu. İçini, yavaş yavaş
gençlik, kuvvet duygusuyla birlikte (Daha yirmi iki yaşınday-
dı.), bilinmeyen, esrarlı bir mutluluğun anlatılmayacak kadar
tatlı bekleyişi doldurdu. Hayat ona birdenbire, eşsiz, son dere-
ce güzel, yüksek bir anlam doluymuş gibi göründü.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


GURBETTE

P azar gününün öğleye yakın bir saati. Çiftlik sahibi Ka-


mışev, yemek odasında mükellef bir masanın yanında
oturmuş, yavaş yavaş kahvaltı ediyor. Temiz elbiseli, itinayla
tıraş olmuş ihtiyar Fransız Mösyö Champoun’la beraber kah-
valtı ediyor. Bu Champoun, bir zamanlar Kamışev’in evine
çocuk eğiticisi olarak gelmiş, onun çocuklarını terbiye etmiş,
iyi Fransızca konuşmayı, dans etmeyi öğretmiş, sonra da
Kamışev’in çocukları büyüyüp subay olunca lala gibi bir şey
olarak kalmıştı. Eski eğiticinin ödevleri pek basittir. İyi giyin-
mek, lavanta kokmak, Kamışev’in gevezeliklerini dinlemek,
yemek, içmek, uyumak. Galiba bu kadar. Bunlara karşılık ye-
meği hazırlanır, odası temizlenir, miktarı pek belli olmayan
bir de aylık alır.
Kamışev, kahvaltı ederken her zamanki gibi atıp tutuyor.
Kalın bir tabaka hardalla örtülmüş bir parça jambonu yedik-
ten sonra gözlerinde biriken yaşları silerek:
‒ Of, öldüm! Of, başımı, başımla beraber bütün maf-
sallarımı sızlattı! Oysa sizin Fransız hardalının bütün kava-
nozunu yesem gene böyle etki etmez.

t
Champoun uysallıkla:
‒ Kimi Fransızlarınkini, kimi de Ruslarınkini sever. diye
cevap veriyor.
‒ Fransızlarınkini kim sevecek? Fransızlar kendileri sevi-
yorlarsa ona bir diyeceğim yok. Zaten Fransız ne verirsen yer.
Kurbağa demez, fare demez, hamam böceği demez. Ö-ö-ö
Bakın siz bu jambonu beğenmiyorsunuz çünkü Rus malı da
ondan. Ama önünüze kızarmış bir cam parçası koyup bunun
Fransız malı olduğunu söyleseler hem yersiniz hem de du-
daklarınızı şapırdatırsınız. Fikrinizce Rus malı olan her şey
kötüdür.
‒ Ben böyle bir şey söylemedim.
‒ Evet, evet, Rusların her şeyi kötü ama Fransızlarınki:...
O, se trejoli! Size göre Fransa’dan daha güzel bir memleket
yoktur ama bana göre. Elinizi vicdanınıza koyun da söyle-
yin, Fransa nedir? Bir karış toprak. Bizim polis amirini oraya
gönderseler bir ay geçmeden naklini ister. Çünkü dönecek
yer bulamaz. Sizin Fransa’yı bir günde gezebilirsin. Bizdeyse
kapıdan dışarı çıktın mı, yeryüzünün ucunu bucağını göre-
mezsin. Git, babam, git.
‒ Evet, monsieur, Rusya çok büyük bir memleket.
‒ Hah, şunu bileydin! Size göre Fransızlardan daha iyi
insan yoktur. Evet, bilgin, zeki bir millet, kültürlü. Bunu ka-
bul ediyorum. Fransızların hepsi bilgin, hepsi terbiyelidir. Bu
doğru. Fransız, hiç kaba hareket etmez. Sırasında kadına yer
verir, çatalla istakoz yemez, yere tükürmez ama. Onda o ruh
yok. Ben size anlatamıyorum ama nasıl söyleyeyim, Fransız
da şöyle. Nasıl anlatayım (Parmaklarını oynatır...), şöyle: Her

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


neyse. Hatırlıyorum, bunu bir kitapta okumuştum. Sizdeki
bütün zekâ kitaplardan alınmış ama bizdeki zekâ doğuştan-
dır. Eğer Rus’u adamakıllı okutacak olursan profesörleriniz
bile onunla boy ölçüşemez.
Champoun, isteksiz isteksiz:
‒ Evet, belki. diyerek boyun büküyor.
‒ Yo-o-o, belki değil, muhakkak. Nafile yüzünüzü buruş-
turmayın. Söylediklerim bir gerçektir. Rus aklı, icatçı bir akıl-
dır. Ne yazık ki ona yol gösteren yok. Bir de övünmesini bil-
miyor. Bir şey icat eder, sonra kırar atar yahut oynasınlar diye
çocuklarına verir. Sizin Fransızlarsa bakarsın saçma bir şey
icat ederler. Ama hemen bütün dünyaya yayarlar. Geçenlerde
arabacı İona, ağaçtan bir adam yapmıştı. Bu adamı ipinden
çektin mi ayıp bir hareket yapıyordu. Ama İona övünmüyor
ki. Zaten Fransızları hiç beğenmiyorum. Sizi kastetmiyorum,
öyle genele söylüyorum. Ahlaksız millet Dışardan bakınca
insana benziyorlar ama köpek gibi yaşadıkları da muhakkak.
İşte örneğin evlenmeyi ele alalım. Bizde mesela evlendin mi
lamı cimi yok, karına yapışıp kalmak zorundasın. Sizdeyse
işin içinden şeytan bile çıkamaz. Koca, bütün gün kahvede
vakit geçirir. Karısı da evine Fransızları doldurur. Haydi ba-
kalım cancan oynamaya.
Champoun, kendini tutamayarak kızgın kızgın:
‒ Yalan diye bağırıyor. Fransa’da aile prensibi çok yüksektir.
‒ Bu prensibin ne olduğunu bilenlerdeniz. Tarafsız konuş-
malı. Domuzsan domuz olduğunu öylece kabul etmeli. Fran-
sızları tepeledikleri için Almanlara teşekkür etmeliyiz. Vallahi,
teşekkür etmeliyiz. Allah onlara selamet versin.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Fransız, yerinden fırlıyor, gözlerinde şimşekler çakarak:
‒ Öyleyse monsieur, ben sizi anlamıyorum, diyor. Fran-
sızlardan nefret ediyorsanız beni niçin burada tutuyorsunuz?
‒ Peki ne yapayım?
‒ İzin verin, ben de Fransa’ya döneyim.
‒ Ne-e-e? Sizi şimdi Fransa’ya sokarlar mı sanıyorsunuz?
Siz vatan hainisiniz, yahu kâh Napolyon büyük adam dersi-
niz kâh Gambetta... Şeytan bile işin içinden çıkamaz.
Champoun, Fransızca:
‒ Monsieur, diyerek büyük bir kızgınlıkla peçeteyi buruş-
turuyor. Şu dakikada duygularıma yaptığınız hakaret, düş-
manımın bile aklına gelmezdi. Aramızda her şey bitmiştir.
Eliyle trajik bir hareket yaptıktan sonra peçeteyi nazik bir
hareketle masanın üstüne fırlatan Fransız, gururlu adımlarla
odadan çıkıp gidiyor.
Üç saat sonra masadaki servis değişiyor. Uşaklar öğle ye-
meğini masaya koyuyorlar. Kamışev, yalnız başına yemek
yemeye oturuyor. Yemekten önce içtiği bir kadeh votkadan
sonra gevezelik etmek isteğiyle kıvranmaya başlıyor. Konuş-
mak istiyor, ama ne çare, dinleyici yok.
Uşağa:
‒ Alfons Lüdovigoniç ne yapıyor, diye soruyor.
‒ Yol çantalarını yerleştiriyorlar, efendim.
Komişev:
‒ Ne budala şey. Sen bilirsin ya Rabbi, diye söylenerek
Fransız’ın odasına yollanıyor.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


Champoun, odanın ortasında yere oturmuş, titreyen el-
leriyle çamaşırlarını, lavanta şişelerini, dua kitaplarını, askı
ve kravatlarını yol çantasına yerleştirmeye çalışıyor. Onun şık
figüründe, yol çantasında, karyolasında, masasında, her şe-
yinde bir incelik, bir zariflik göze çarpıyor. Büyük mavi göz-
lerinden iri iri yaşlar damlıyor.
Kamışev, biraz durduktan sonra:
‒ Böyle nereye? diye soruyor.
Fransız, ses çıkarmıyor. Kamışev, devam ediyor:
‒ Demek gitmek istiyorsunuz? Eh, ne yapalım, zorla gü-
zellik olmaz. Burada alıkoymak da elimden gelmez. Ancak
bir şeye çok şaşıyorum. Pasaportsuz nasıl gideceksiniz? Şaşa-
rım size. Hem biliyor musunuz? Sizin pasaportu kaybettim.
Kâğıtların arasına bir yere sokmuştum. Kayboldu gitti. Siz
de çok iyi bilirsiniz ki bizde pasaporta büyük önem verilir.
Buradan beş fersah bile uzaklaşmadan hemen yakalarlar.
Champoun, başını kaldırıp şüpheyle Kamışev’in yüzüne
bakıyor.
‒ Evet. İşte böyle. Pasaportsuz dolaştığınızı yüzünüzden
anlarlar. Hemen “Kimsin bakalım Alphonse Champoun? Biz
bu Alphonse Champoun uydurmalarını çok duyduk. Sürgün
olarak şöyle zorunlu bir gezintiye çıkmak istemez misiniz,
ha?” derler.
‒ Şaka ediyorsunuz, galiba?
‒ Ne münasebet, niçin şaka edeyim? Neme gerek? Ancak
iyi dikkat edin ha! Şartım şu: Sonra mız mız edip mektup yaz-
maya kalkışmayın. Kollarınızda kelepçe önümden geçirdikle-
ri zaman sizi kurtarmak için parmağımı bile kımıldatmam!

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Champoun, yerinden fırlayıp ayağa kalkıyor. Solgun yü-
züyle, büyümüş gözleriyle odada dolaşmaya başlıyor.
Büyük bir keder içinde başını iki elinin arasına alıp:
‒ Bana ne yapıyorsunuz, diye inliyor. Aman ya Rabbi! Vata-
nımı bırakmak düşüncesine uyduğum saate lanetler olsun!
Kamışev, sesini alçaltarak:
‒ Haydi, haydi, şaka ettim, diyor. Ne biçim adam ya Rab-
bi? Şakadan anlamıyor. Bir şey söylemeye gelmiyor.
Kamışev’in teselli edici sözlerinden neşelenen Champoun:
‒ Aziz dostum, diye haykırıyor. Yemin ederim ki ben,
Rusya’ya da size de, çocuklarınıza da çözülmez bağlarla bağ-
lıyım. Sizden ayrılmak benim için ölüm kadar acı. Ama her
sözünüz kama gibi kalbime saplanıyor.
‒ Hay, budala, hay! Fransızlara atıp tutuyorsam size ne?
Siz niçin darılıyorsunuz? Biz kime atıp tutmuyoruz ki. Hepsi
de darılacak olurlarsa hâlimiz ne olur? Tuhaf adam. Bakın,
işte tarlalarımızı kiralayan Lazar İsakiç’ten misal alın. Çıfıt
da diyorum, şöyle de böyle de diyorum. Ceketimin eteğin-
den domuz kulağı yapıp gösteriyorum. Sakalını çekiyorum.
Darılıyor mu?
‒ Ama o, insan değil, bir menfaat kölesidir. Bir kapik uğ-
runa yapmayacağı alçaklık yoktur!
‒ Haydi, haydi yeter! Yemek yemeye gidelim! Artık barıştık.
Champoun, gözyaşlarıyla ıslanan yüzünün pudrasını ta-
zeliyor. Kamışev ile beraber yemek salonuna gidiyor. Birinci
tabak yemek sessizlik içinde yeniliyor. İkinci tabaktan sonra
aynı nakarat başlıyor. Böylece zavallı Champoun’un üzüntü-
lerinin sonu bir türlü görünmüyor!

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


KALEMDE

Ö ğle idi. Uzun boylu, tıknaz, kısa saçlı, patlak gözlü çift-
lik sahibi Voldırev paltosunu çıkardı. İpek mendiliyle
alnını sildi. Ürkek adımlarla kalem odasına girdi. Orada
kâtipler, kalemlerini gıcırdatarak yazıyorlardı.
Birkaç bardakla tepsiyi kalem odasından çıkaran odacıya:
‒ Bazı bilgiler edinmek istiyorum. Kime başvurayım,
dedi. Hem de bir ilam sureti çıkartacağım.
Odacı, tepsi ile odanın en sonundaki pencereyi göste-
rerek:
‒ Oraya başvurun. Aha şu, pencere yanında oturana dedi.
Voldırev, öksürdü, pencereye doğru yürüdü. Orada, yeşil
renkli örtüsü mürekkep damlalarından görünmeyen bir ma-
sanın başında, dağınık saçlı, uzun patlıcan burunlu bir genç
oturuyordu. Sırtında rengi solmuş bir ceket vardı. Memur,
kocaman burnunu kağıtlara eğmiş yazıyordu. Sağ burun de-
liğinin yanında bir sinek uçuyordu. Genç adam da ikide bir
alt dudağını şişiriyor, nefesini kendi burnuna doğru üflüyor-
du. Bu devinme onun yüzünü çok üzüntülü gösteriyordu.
Voldırev, ona:

t
‒ Burada... Sizden, diye söze başladı. Davam hakkında
bilgi alabilir miyim? Adım Voldırev. Hem de 2 Mart tarihli
ilamın bir suretini de çıkartmak istiyordum.
Memur, kalemini hokkaya batırdı. Aldığı mürekkebin
çok olup olmadığına baktı. Kalem ucunun damlatmayacağı
kanaatına vardıktan sonra gene gıcırdatarak yazmaya başladı.
Alt dudağı gene sarktı ama üflemeye artık lüzum kalmamıştı.
Sinek kulağına kondu.
Bir dakika sonra Voldırev tekrar etti:
‒ Buradan bilgi alabilir miyim? Adım Voldırev, çiftlik sahibi.
Memur, Voldırev’i görmüyormuş gibi ortaya bağırdı:
‒ İvan Alekseyiç Tüccar Yalikov geldiğinde ona, istida su-
retini polisten tasdik ettirmesini söylersin. Kendisini bin kez
uyardım.
Voldırev mırıldandı:
‒ Ben, Prenses Gugulina’nın mirasçılarıyla olan davadan
söze diyorum. Davamız belli. Çok rica ederim, benimle ilgi-
leniniz.
Memur, Voldırev’i görmemezlikten gelerek dudağına ko-
nan sineği yakaladı. Büyük bir özenle gözden geçirdi. Sonra
yere attı. Çiftlik sahibi öksürdü. Burnunu boru gibi öttürerek
kareli mendiline sildi ama bu fayda etmedi. İşitmiyorlardı.
Bir iki dakika sessizlik içinde geçti. Voldırev, cebinden kâğıt
bir ruble çıkarıp memurun önünde açık duran defterin üs-
tüne bıraktı. Memur, alnını buruşturdu. Üzüntülü bir yüzle
defteri kendisine doğru çekti, kapadı.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER


‒ Küçük bir bilgi. Salt şunu bilmek istiyordum: Gugulina’nın
mirasçıları hangi hakla, hangi yetki ile. Sizi tedirgin edebilir
miyim?
Ama memur, kendi düşüncelerine dalmış, yerinden kalk-
tı. Dirseğini kaşıyarak bir şey almak için dolaba gitti. Bir da-
kika sonra masasına döndü. Gene defterle uğraşmaya başladı.
Defterin üstünde gene bir ruble duruyordu.
‒ Sizi salt bir dakika rahatsız edeceğim. Bir bilgi almak
istiyorum, yalnız.
Memur işitmiyordu; bir kâğıdı temize çekmeye başlamıştı.
Voldırev, yüzünü buruşturdu. Bütün yazıcılara ümit-
sizlikle baktı. Sonra içini çekerek:
“Yazıyorlar, diye düşündü. Yazıyorlar, kahrolasıcalar.”
Masanın yanından çekildi. Ümitsizlikle kolları iki yana
düştü. Ne yapacağını bilmeyerek odanın ortasında durdu.
Gene bardaklarla dönen odacı, onun yüzündeki ümitsizliği
görmüş olacak ki yanına sokulup yavaş sesle sordu:
‒ E, nasıl? Sordunuz mu?
‒ Sordum ama benimle konuşmak istemiyorlar.
Odacı:
‒ Ona üç ruble versenize, diye fısıldadı.
‒ İki ruble vermiştim.
‒ Gene veriniz.
Voldırev, masanın yanına döndü. Açık duran defterin üs-
tüne üç rublelik bir banknot koydu.

ANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER t


Memur defteri önüne çekti. Sayfaları karıştırmaya başladı.
Sonra birdenbire, sanki rastgele, gözlerini Voldırev’e kaldırdı.
Burnu parıldadı, kızardı, gülümsemeyle buruştu.
‒ Ah, ne istiyorsunuz, efendim, diye sordu.
‒ Davam hakkında bazı bilgi almak istiyordum. Adım
Voldırev.
‒ Memnun oldum Gogulina davası değil mi, efendim?
Başüstüne efendim! Ne istediğinizi öğrenebilir miyim?
Voldırev, isteğini anlattı.
Memur, canlandı, sanki kendisini kasırgaya kaptırmıştı.
İstenilen bilgiyi verdi. İlam suretini çıkarmalarını emretti.
Ricacıya sandalye gösterdi. Tüm bunlar bir dakikada olu-
vermişti. Havadan sözetti. Ekinlerin ne durumda olduğunu
sordu. Voldırev, işini bitirip çıkarken çok saygılı bir gülüm-
seyişle onu merdivenlerden aşağıya kadar geçirdi. Ricacıya
ayağının tozu olayım, der gibi bir tavır takınıyordu. Voldırev,
nedense sıkıldı, içinden gelen bir emre boyun eğerek cebin-
den bir ruble çıkardı. Memura uzattı. Öbürü hep eğiliyor,
gülümsüyordu. Rublelik banknotu da bir hokkabaz gibi aldı.
Öyle ki kâğıdın havada görünmesiyle kaybolması bir oldu.
Çiftlik sahibi sokağa çıkınca:
“Aman ne adamlar!..” diye düşündü. Oracıkta durdu,
mendiliyle alnını sildi.

tANTON ÇEHOV’DAN SEÇME HİKÂYELER

You might also like