Professional Documents
Culture Documents
Yerel Kültür Ve Mimarlik İlişkisi: Cengiz Bektaş Örneği
Yerel Kültür Ve Mimarlik İlişkisi: Cengiz Bektaş Örneği
Yerel Kültür Ve Mimarlik İlişkisi: Cengiz Bektaş Örneği
ÖZLEM AKSU
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
FEN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ
EKİM 2007
ANKARA
Özlem AKSU tarafından hazırlanan “YEREL KÜLTÜR ve MİMARLIK İLİŞKİSİ:
CENGİZ BEKTAŞ ÖRNEĞİ” adlı bu tezin Yüksek Lisans tezi olarak uygun
olduğunu onaylarım.
Bu tez ile G.Ü. Fen Bilimleri Enstitüsü Yönetim Kurulu Yüksek Lisans derecesini
onamıştır.
Tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde elde
edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu
çalışmada orijinal olamayan her türlü kaynağa eksiksiz atıf yapıldığını bildiririm.
Özlem Aksu
iv
Özlem Aksu
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
FEN BİLİMLERİ ENSTİTÜSÜ
Ekim 2007
ÖZET
Özlem AKSU
GAZİ UNIVERSITY
INSTITUE OF SCIENCE AND TECHNOLOGY
October 2007
ABSTRACT
TEŞEKKÜR
Ayrıca başta annem Şadiye AKSU olmak üzere, manevi destekleri ile beni yalnız
bırakmayan aileme de teşekkürlerimi sunuyor, bu çalışmamı babam Mustafa Kemal
AKSU’ya ithaf ediyorum.
vii
İÇİNDEKİLER
Sayfa
ÖZET………………………………………………………………………………...iv
ABSTRACT………………………………………………………………………….v
TEŞEKKÜR…………………………………………………………………………vi
İÇİNDEKİLER……………………………………………………………………...vii
ÇİZELGELERİN LİSTESİ……………………………………………………….......x
ŞEKİLLERİN LİSTESİ……………………………………………………………...xi
RESİMLERİN LİSTESİ…………………………………………………………....xiii
1. GİRİŞ………………………………………………………………………………1
2.1.2.Yerel mimarlık……………………………………………………….11
2.5. Vernakülarizm…………………………………………………………...…29
Sayfa
4.1.1 Öz-bilinç……………………………………………………………..57
4.1.2. Arkitektonik…………………………………………………………63
4.1.6. Tipoloji-topografya……………………………………………….…78
Sayfa
5. SONUÇ………………………………………………………………………….113
KAYNAKLAR…………………………………………………………………….120
EKLER……………………………………………………………………………..128
EK-1 Cengiz Bektaş ile Röportaj………………………………………………..…129
EK-2 Cengiz Bektaş: Biyografi ……………….……………………….………….151
EK-3 Mektup……………………………………………………………..………..152
ÖZGEÇMİŞ…………………………………………………………………..……156
x
ÇİZELGELERİN LİSTESİ
Çizelge Sayfa
ŞEKİLLER LİSTESİ
Şekil Sayfa
Şekil 3.4. Şevki Vanlı, Golf Klübü Tesisleri, plan ve kesit 1988-90, Ankara……....50
Şekil Sayfa
RESİMLER LİSTESİ
Resim Sayfa
Resim 2.11. Luis Barragan, avlu içinde siyah taş çeşme, Mexico City, 1952-55…..34
Resim Sayfa
Resim Sayfa
Resim 4.30. Ana aksta devam eden ve yaya yolunu ikiye ayıran su kanalı…..…..106
1. GİRİŞ
19. yüzyılda gelişen yeni modernlik felsefesinde “gelenek” ve “yeni” birbirine karşıt
kavramlardır [Habermas, 1990]. Modern mimarlık genel olarak ele alındığında tüm
geleneksel anlayışları, özellikle biçimsel olarak reddetmiştir. Nitekim endüstri
devrimi ile başlayan makinalaşma yeni bir yaşam örgütlenmesi önermiştir. Öncü
modern mimarların temel kuramlarını ve uygulamalarını bu yeni yaşam koşulları ve
yeni olanaklar oluşturmuştur.
Devam eden süreçte gelişen kentleşme ve hızla artan kent nüfusunun barınma
sorunları, mimarları olabildiğince rasyonel çözümlere sevketmiştir. Ayrıca yapıda
estetik arayışların gereksiz olduğu ve yapı yapmanın da bir bilim alanı oluşturduğu
düşünülmeye başlamıştır [Hitchcock, 1966]. Bu bağlamda, 20. yüzyılın ilk otuz, kırk
yılında gelişen modern mimarlık, rasyonalist, fonksiyonalist ve purist bir çerçeve
çizmiş, aynı zamanda uluslararası platformda kabul görmüştür. Özellikle CIAM
toplantıları ve bu toplantılarda ortaya çıkan sonuçlar, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra
kentlerin yeniden inşasında etkili olmuştur.
Diğer taraftan “yer” kavramının algısı da, yeni olanaklar dahilinde değişmiş ve
değişmeye devam etmektedir. Örneğin modern mimarlığın öngördüğü ilkeler
evrensel bir tema çizmektedir, dolayısı ile “yer” kavramı coğrafi bağlam ile sınırlı
değildir. Diğer taraftan, yeni modern dünyada toplumlar ulusal karakterler taşımakta
ve bu uluslar, politik ya da ekonomik bağlamda da bir araya gelerek daha geniş bir
sınırı kapsayabilmektedirler.
Birinci bölümde konu dünya ölçeğinde ele alınmakta; uluslararası mimarlık fikrine
karşı geliştirilmiş olan “bölgeselcilik fikri”, “vernakülarizm” ve “eleştirel
bölgeselcilik” olmak üzere iki ana başlıkta incelenmektedir.
Vernakülarizm “eleştirel bölgeselciliğe” göre daha tutucu ve geriye dönük bir profil
sergilemektedir. Öyle ki vernakülaristler, geleneksel mimarlığın günümüzde de
uygulanabileceğini öngörmektedir. Frampton’un geliştirmiş olduğu “eleştirel
bölgeselcilik” ise evrensel uygarlık içinde varolabilmeyi, aynı zamanda da kültürel
sürekliliği sağlayabilmeyi amaçlayan bir felsefe olarak yerel kültürleri işaret
etmektedir. Bu bağlamda gelenekler ile teknoloji arasında bir sentez önermektedir.
3
Ülkemize davet edilen yabancı mimarlar’dan Ernst Egli’nin topografya, iklim ve yeri
ele alan “mimari bağlam” makalesi, bu dönem içinde “yerel bağlamı” vurgulayan bir
örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Egli’nin asistanı Sedat Hakkı Eldem’in
çalışmaları da bu yönde gelişmiş ve Eldem “yerel mimarlık” üzerinde
yoğunlaşmıştır. Eldem’in “Yerli Mimari’ye Doğru” (1940) isimli makalesinde de
yerel ihtiyaçlar, yerli işçi ve yerel malzemenin tercihinin önemi vurgulanmıştır
[Özer, 1963]. Devam eden süreçte başlayan ulusal arayışlar, mimarlıkta ortak
kültürel değerleri simgeleyen yerel öğelerin, biçimsel anlayışlarla kullanılmasına
neden olmuştur.
1950’li yıllarda ise hızlı kentleşme ve giderek artan kent nüfusunun barınması
öncelikli sorunu oluşturmuş, ancak bu süreçte kentlerin alt-yapısı ihmal edilmiştir.
Bununla beraber, yerel kültürler de geçersiz hale gelmiş ve geleneksel mimarlık yok
olmaya başlamıştır. Oluşan yeni çevrelerdeki alt yapı sorunlarından kaynaklanan
rahatsızlık ve bu çevrelerin giderek niteliksizleşmesi sonucu başlayan yeni
arayışlarda, yerel mimarlığa yönelinmiş olduğunu, ancak kimi önerilerin, yine
4
Rudofsky’nin 1964 yılında açtığı sergiye benzer bir sergiyi, 1974 yılında ülkemizde
Cengiz Bektaş gerçekleştirmiştir. Ayrıca “Bodrum” kitabı ile Bektaş, kendi deyimi
ile Halk Yapı Sanatı’nın, Halk Bilimi konuları arasına girmesini sağlamıştır.
Habermas, “modern” teriminin eskiden yeniye geçişin bir sonucu olarak, antik çağ
ile kendisi arasında ilişki kuran dönemlerin bilincini dile getirdiğini belirtmektedir.
Bu dönemlerde (12. yüzyıl) antik çağ yeniden oluşturulması gereken bir model
olarak görülmüştür. Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde, bu dönemlerden farklı bir
modernlik bilinci gelişmiştir. Yeni modernizm fikrinde “gelenek” ve “yeni” birbirine
karşıt kavramlardır [Habermas, 1990].
Almanya’da Walter Gropius ve Mies Van Der Rohe, Hollanda’da Oud, Fransa’da Le
Corbusier modern mimarlığın en önemli isimleri olarak anılmaktadırlar, ama dünyayı
modern mimarlıktan haberdar eden ilk isim Le Corbusier’dir [Hitchcock, R, 1966].
1920 -25 yılları arasında yayınladığı L’Esprit Nouveau (Yeni Ruh) dergisi ve birçok
kitabında kendi mimarlık kuramlarını açıklamıştır. Le Corbusier (1999) “Bir
Mimarlığa Doğru” isimli kitabında, geleneksel alışkanlıkların bir daha geriye
dönmemecesine yok olduğunu vurgulamakta ve başlayan yeni dönemi coşkunlukla
ifade etmektedir:
6
Zamanla, Avrupa’da ve Amerika’da yapı yapmanın bir bilim alanı olduğu ve tüm
estetik kaygıların gereksizliği kabul görmüştür. Artık yapının bir kütle değil, ama
mekân olduğu anlayışı yaygınlaşmaya başlamıştır. Oylumlar olabildiğince işlevsel ve
rasyonel bir şekilde bir araya getirilmelidir. Bu bağlamda Avrupalı modernist
eleştirmen Gideon, modern mimarlığın işlevsel çözümler üzerinde düşünmesinin ve
bu süreçte estetik kaygıların ikincil planda yer almasının gerekliliğini savunmuştur.
Eğer bir yapı kullanışlı, amacına uygun ve yeterli ise, o yapı iyi bir yapıdır; bu
nitelikler cepheden önce irdelenmelidir. Modern yapım teknikleri olabildiğince
standartlaşmış yapı elemanları önermektedir. Bu aynı zamanda ekonomik olmayı
sağlayacaktır [Hitchcock, 1966]. Biçimci yaklaşımlara tepki niteliğindeki bu
eleştiriler ve sunulan yeni öneriler, modern mimarlık anlayışının temellerini
oluşturmuştur.
Resim 2.1. Eski kentsel dokunun modernizm tarafından yok edilmesine saldıran
Paris “bulvar sanatı”: J.F. Batellier’nin Sans retour, ni consigne
kitabından bir karikatür, 1978 [Harvey, 2006]
dünya sistemini ortaya çıkaran süreci dramatik bir tarzda ifade eden roman
kahramanıdır [Berman, 2006]. Harvey (2006) Faust’la ilgili şunları dile
getirmektedir:
Görüldüğü üzere, modernizm, çağın sunduğu yeni yaşam için yeni bir mimarlık
önermektedir. Ancak sınırları çizilemeyen makineleşme ve doğaya üstün gelme
çabası içinde, o zamana dek edinilmiş deneyimler (gelenekler) ihmal edilmiştir. Bu
noktada, yerel kültürlerin çağdaş mimarlık için bir potansiyel sunduğu ya da yeni
imkanlar dahilinde ihmal edilebileceği yönünde bir ikilem meydana gelmektedir.
Rudofsky, 1964 yılında, bir başka sergi ile gündeme gelir. Sanatçı, “Mimarsız
Mimarlık” başlıklı bu sergisi ile usta mimarların dokunmadığı yapılı çevreyi gözler
önüne sermeye çalışmıştır. Sergide 150 yerel yapı fotoğrafı ile 1940’ların uluslarası
mimarlık örnekleri bir arada sunulmuştur. Gülsüm Nalbantoğlu’na göre, bu
yaklaşımı ile Rudofsky, doğaya uyum bağlamında, yerel mimari geleneklerin
günümüzle bağını kurmayı başarmıştır. Batı mimarisinin bağımsız (self-made)
yörüngesini eleştirmeyi amaçlayan bu sergi, modernleşme sürecinde terk edilen yerel
mimariyi, tarihsel bağlamda da sürece dahil etmeyi başarmıştır. Nitekim 1960’ların
sonlarında yerel mimarlık akademik bir çalışma alanı oluşturmuştur. Rudofsky’nin
ardından Paul Oliver da kültürel, çevresel ve maddesel bağlamda, yerel mimarlığın
duyarlı estetiğine dikkat çekmiştir. Oliver, bir tarafta kapitalizm ve endüstrileşmenin
zararlarını, diğer tarafta yerel kültürlerin sahip olduğu potansiyeli ortaya koyan
söylemi ile Rudofsky’nin yaklaşımına benzer bir yol seyretmiştir [Nalbantoğlu,
Baydar, G., 2000].
2.1.2.Yerel mimarlık
Mete Turan, insanoğlunun sosyal sistemin bir parçası olduğundan beridir, çevresel
sistemlerle etkileşim halinde olduğunu ve birini diğerinden ayıramayacağımıza
değinmektedir. Ancak yerel mimarlığı incelerken, konuyu salt çevresel gerekircilik
olarak değerlendirmek doğru olmayacaktır [Turan, 1975]. Bu bağlamda Okutan’ın
da belirttiği gibi, doğal çevre ile denge içinde yaşamak için geliştirilen çözümler
“teknik” problemden ziyade sosyo-kültürel olarak ele alınmalıdır [Okutan, 2001].
12
“Sıcak Ege ikliminin gerektirdiği öncelikli tedbir, ister istemez güneşten korunma
olmuştur. Klasik Yunan mimarisinin bu iklimin gerektirdiklerine kolonlar, saçaklar
ve portikolar sayesine başarı ile cevap verebildiğini görüyoruz. Bu dönemde güneşin
hareketleri, ısıtma, aydınlatma ve gölgeleme açısından dikkatle incelenmişti.
Yapılardaki yüksek tavanlar mahal içindeki sıcaklık farklılıklarından yararlanabilme
olanağı yaratıyor, cephelerde ise havalandırma amacı ile geniş pencereler
açılıyordu…
Kentsel ortamda bu, her şeyden önce doğal, başka bir deyişle kimyasal ve mekanik
kirlilikten uzak, toplumsal ve kültürel insanın çevresini yeniden bulmak demek.
karar verici gibi roller yüklenmiştir. Ancak ironik olan, profesyonel ortamın söylemi
ile yapılı çevrenin birbiriyle örtüşmemesidir. Özkan, böyle bir durumun en çok
üçüncü dünya ülkelerinde belirginleşmiş olduğunu vurgular. Nitekim günümüzde,
profesyonel ortamı da bastırmış, anlamsız ve içeriksiz çevrelerle karşı karşıyayız
[Özkan, 1992].
Yerel mimarlık, belirli bir yere ait yaşam şeklinin ve o yere ait verilerin
değerlendirilmesi sonucunda oluşmuştur. Dolayısıyla yerel mimarlık bağlamsaldır.
Ancak tüketim kültürünün önünü açtığı bir simgesellik sorunu vardır. Bu sorunun
ortaya çıkışı ve etkileri bu bölümün ana fikrini oluşturmaktadır. Tez kapsamında
anlatılmak istenen “yer” olgusunun vurgulanması açısından, post-modern duruma
değinmek faydalı olacaktır.
Modernizm herkes için adaleti ve eşitliği öngörürken, geçmişi reddettiğini daha önce
de dile getirmiştik. Ancak, post-modernlere göre, bu süreçte çirkin çağdaş kentler
yaratmaktan öteye gidilememiştir ve Charles Jencks, Pruitt-Igoe konutlarının kimlik
kaybına yol açtığı gerekçesiyle yıkıldığı günü modernizmin öldüğü gün kabul
etmiştir (5 Temmuz 1972). Bu olaydan sonra postmodernizm daha etkili olacak ve
söylemini daha da geliştirecektir. Modernlere benzer şekilde, postmodernler de
eşitliği ve adaleti öngörmektedir. Postmodernlere göre mimarlık, kentlerdeki çoğulcu
zevklere hitap etmelidir [Zeka, 1990]. Öyle ki modernler tarafından geleneksel
mimarlığın kural ve sınırlamalarından kurtulmak için reddedilen “tarihsel formlar”,
postmodernlerce modernist dogmadan kurtulmak ve kendi çoğulcu, özgür
mimarlıklarını oluşturmak için kullanılmıştır [Orhon ve Yırtıcı, 1995].
Öyle ki, “yerel mimarlık” da anlamsal değerini, bulunduğu yer içinde kazanmaktadır.
Yani elde edilen estetik düzey, çevreye “uygunluğun” sonucudur. Ancak, post-
modern mimarlık, bu değerleri bağlamından koparıp, simgeselleştirmiştir. Böyle bir
durum ise mimarlığın metalaşmasına neden olmuştur. Ulusal mimarlık da,
simgeselleştirmenin bir sonucudur. Bu durumda Frampton’un önerisi mimarlık
kuramı açısından önemli bir saptamadır ve bu çalışmanın içeriğinde önemli bir yer
tutacaktır.
Bu noktada “ulusçuluk fikri”, ortak kültürün, ortak bir tarih içinde geliştiğini kabul
etmektedir. “Ulusal mimarlık” ise bu ortak payda içinde ulusu temsil eden simgeleri
mimarlığa uyarlamaktadır. Ergut, biçimlere içsel ve değişmez anlamların yüklenmesi
ve böylece mimarlığın bağlamından kopartılarak bağımsız bir üretim alanı olarak
kabul edilmesinin, sorgulanması gereken bir konu olduğu üzerinde durur. Ergut’a
göre mimarlık, ideolojiyi ya da tarihsel süreç içindeki gelişmeleri pasif bir şekilde
yansıtan bağımsız bir üretim alanı olamaz [Ergut, E. 1999].
18
Goethe’nin, 1772 yılında, kişisel ve yerel mimarlık değerlerini ırksal bir topluluğa
bağlı olma duygusu içinde sembolize ettiğine değinen Lefaivre ve Tzonis,
günümüzde hiçbir binanın, ilk romantik bölgeselcilerin Strasbourg Katedrali için
hissettikleri duyguları sağlama kapasitesine sahip olmadığını belirtirler. 18. yüzyıl
İngiliz Mimarisinin resim gibi mimarlık (picturesque architecture) etkinlikleri de, bu
anlamda yerin ruhunu ararken, bölgesel arayışlar duygusal tutkulara yenik düşmüştür
[Tzonis&Lefaivre, 1996]. Sonuç olarak, modern mimarlığın sorunlarına çözüm
bulmak üzere geliştirilen ilk “bölgeselci” deneyimlerin, bu bağlamda farklı bir
problemi şekillendirmiş olduklarını görmekteyiz.
Bunun yanında, bu yeni bölgeselcilik fikrinin geliştirmiş olduğu, yeni bir fikir söz
konusudur. Öyle ki eleştirel bölgeselcilik fikrinde öne çıkan “yer” olgusu, tüm etnik
ve ulusal bağlamların ötesinde ele alınmaktadır. Bu konu “Eleştirel Bölgeselcilik”
başlığı altında daha ayrıntılı olarak irdelenmektedir.
Curtis’in tanımladığı “otantik bölgeselcilik” fikrinde de, benzer bir eleştirel yaklaşım
gözlemlemek mümkündür. Nitekim Curtis bu söyleminde, uluslar arası ekonomik
kurallar, ulusal propaganda, pan-islamik klişeler gibi kültürün değersizleştirilmiş
versiyonlarına karşı bir tavır geliştirmiştir. Sonuç olarak, eleştirel bölgeselciliğe
benzer şekilde, otantik bölgeselciliğin de, tinsel güçleri devam ettirme amacında
olduğunu, ancak imajlaştırılmış geleneğin kabulunu reddettiğini görmekteyiz.
Bunlarla berber bu söylem içinde, bölgenin ırksal ve etnik grupları, coğrafi ve
iklimsel özellikleri, politik sınırları içeren bulanık bir kavram olduğunu da, kabul
edilmektedir. Nitekim, kimi zaman bölge ve ulus, bölge ve din arasındaki sınırlar
kaybolmaktadır. Bu noktada Curtis, vernaküler mimarlığın farklı iklimsel bölgelerde
geliştirdiği sınırsız örneklerin, modern teknolojiler içinde değerlendirilebilicek
öneriler sunduğunu vurgulamaktadır [Curtis, 1985]. Curtis’in geliştirdiği bu söylem
(otantik bölgeselcilik), eleştirel kuramını oluştururken, Frampton’a da yön vermiştir
[Erkılıç, 1998].
(a) (b)
Resim 2.2. Benzer iklim koşullarına benzer teknolojilerin kullanılması
(a)Taos Pueblo, Taos, New Mexico, A.B.D [www.angelo.edu]
(b) Ksar yerleşimleri, Hadadda [www.wikimedia.org]
Orhon, –deliliğin kırk çeşidi vardır, sağduyunun bir- Afrika atasözünü doğrulayan bu
yerel yerleşimlerin bölgesel yaklaşımlarındaki evrensel temaya dikkat çekmektedir.
Ancak, diğer taraftan globalleşen dünyanın sunduğu verilerin, iklimsel ve diğer
çevresel verilerden daha baskın geldiğini vurgulamaktadır [Orhon, A., 2003]. Bu
örnekler üzerinde ise, mimarlığın yerel bağlamı ortaya konularak (iklim, topografya,
malzeme v.s), biçimlerin de bu bağlamın sonucunda oluştuğunu vurgulanmaktadır.
Tez kapsamında, çeşitli bölgeselcilik fikirleri arasındaki değerlendirmeyi yaparken
de, bu bağlam temel alınmaktadır.
Tüketimin salt ihtiyaçları gidermek, insanca yaşamak için değil, bunlara ek olarak
prestij, toplumda belli bir yer tutabilme gibi farklı gereksinimler için yapılmaya
başlandığı günümüz dünyasında, küreselleşme dünyanın çok farklı noktalarındaki
kentlerin birbirlerine benzemelerine yol açmıştır. Bugün herhangi bir kentin bir
alışveriş caddesinde ya da merkezinde rastlanılan görüntüler, markalar birbirine
benzemektedir; hatta aynılaşmıştır. Mekân kavramı da benzeşmiştir. Bu gelişmelere
ek olarak yeni bilişim teknolojileri ile zaman kavramı da farklı algılanır bir kavram
haline dönüşmüştür. Bütün bunlar kültürlerin yüzeysel olarak birbirlerine
benzeşmelerine yol açmıştır diyebiliriz.
Çevreyi dikkate almayan bir yaklaşım içinde, kimi kentler bu gelişmelerden zarar
görmemiştir. Çünkü bu tür gelişmeler onların genel karakterini oluşturmaktadır.
(Örneğin: New york). Modern mimariye atfedilen yerden kopukluk, standartlaşma bu
tür kentlerin önemli nitelikleridir [Yürekli, H ve F., 2001].
Ancak gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelerde durum farklı gelişmiştir. Değişen
toplumsal dinamikler, teknolojinin sağladığı sınırsız imkânlar, yapılaşmanın giderek
artan ölçeği ve hızı yerin karakterini tehdit eden boyutlara ulaşmıştır. Gelişmiş
ülkelerin kendi arazi yapılarına uygun olarak geliştirdikleri yerleşim düzenleri ve
22
Berman, “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” isimli kitabında, Marx’ın –genişfikirli,
çok yanlı, modern arzuların evrensel kapsamını ifade eden insanlığın ortak mülkü
diye nitelediği modern kültür’ün- Marx’ın sandığı kadar evrensel olup olmadığını
sorgulamıştır. Berman (2006) şöyle devam eder:
“…Bu olasılık ilk kez 19. yüzyıl ortasında çeşitli Rus populistleri tarafından
tartışıldı. Batıdaki modernleşmenin yıkıcı atmosferinin –cemaatlerin parçalanması ve
bireyin psişik yalıtımı, kitlesel yoksullaşma ve sınıfsal kutuplaşma, umudu tükenmiş
bir maneviyat ve tinsel anarşiden doğan kültürel yaratıcılık- insanlığın tümünü
bekleyen tunçtan bir zorunluluk değil, bir kültürel özgünlük olabileceğini öne
sürüyorlardı. Diğer uluslar ve medeniyetler geleneksel hayat tarzlarıyla modern
potansiyel ve ihtiyaçlar arasından daha uyumlu bir kaynaşma gösteremez miydi?” .
19. yüzyılda mimarların ideallerini, endüstrileşme ile beraber gelişen yeni yapım
teknikleri meşgul etmeye başlar. Amerika’da uygulanmış örnekler, seri üretimin
idealden öte ve uygulanabilir olduğunu ortaya koymuştur. Zamanla seri üretim,
İngiltere ve tüm Batı Avrupa’da yayılmaya başlamıştır. Russel, bu ülkelerin yapı
sektörlerinin, ancak 1945 yılı itibariyle tamamen endüstrileşebilmiş olduğunu
belirtmektedir [Russel, 1979]. Bu süreçte geleneksel yapım teknikleri terkedilmiş ve
yok olmaya başlamıştır.
24
1977 yılında ise, Colin Amery and Lance Wright, vernaküler malzeme kullanımı,
düşey kemerli pencereler ve avlu gibi öğelerin artan kullanımını vurgulayarak,
İngiltere mimarlığındaki ana görüşün, “İngiliz değerlerini ifade eden yerel mimarinin
25
Galler Prensi II. Charles’ın çalışmaları da bu bağlamda ilgi çekicidir. Charles ilk
olarak, 1984 yılında RIBA (Royal Institue of British Architects)’da modern ve
postmodern mimarlığın çevreye verdiği zararları vurgulayan konuşması ile öne
çıkmıştır. Hisarlıgil, romantik ve tutucu olarak eleştirilmesine rağmen Prens’in
çalışmalarına devam etmiş olduğunu, çağdaş yapıların yoksun olduğunu düşündüğü
ve geleneksel yapıları çekici kılan ortak özellikleri belirleyip kodlamaya çalıştığını
belirtmektedir. Charles’ın tanımladığı on ilke (Ten Principles), yer, uyum, kapalılık
(büyüme sınırlarının avlu meydan vs. gibi tanımlanmış mekânlar ile vurgulanması),
malzeme, dekorasyon (titiz zanaatkârlık), sanat, işaretler-aydınlatma (sokak ve
reklam işaretleri ile aydınlatma elemanlarının tasarımında gözetilmesi gereken
özgünlük ve bütünlük), toplum (yaşayanların katılımı), ölçek ve kademedir. Bu
dönemde Leon Krier’ de Prensi destekleyen çalışmaları ile dikkat çekmektedir. Krier
ve Charles’ın ortak görüşleri, ilk olarak Poundbury Köyü’nde hayata geçirilmiştir.
Tüm yapılar, köyün yerel dokusuna uygun olarak inşa edilmişlerdir. Hisarlıgil, bu
çalışmanın yarattığı kapalı dış mekân duygusu, yaya önceliği, zengin yol bağlantıları,
yerel yapım tekniği, malzemesi ve detaylarına göstermiş olduğu duyarlılık ile “yere”
duyarlı olumlu bir örneği temsil ettiğini belirtmektedir [Hisarlıgil, 2004].
Hisarlıgil’in makalesinde matematikçi Saligoras’ın fikirlerine de değinilmektedir.
Saligoras’a göre 21. yüzyıl mimarlığının kaderinin belirleyecek üç kişi vardır:
Christopher Alexander, Leon Krier ve Prens Charles. Christopher Alexander, “21.
yüzyıl Sanatının Habercisi: Erken dönem Türk Halılarının Renk ve Geometrisi” adlı
çalışmasında tasarımdaki etkin on beş temel ilkeyi şöyle sırlamıştır:
Jencks, İngiltere gibi Hollanda’da da, 1975 ve 1977 yıllarında eski tarihsel merkez
içinde birçok binanın onarılmış ve bunlara neo-vernaküler tasarımların eklenmiş
olduğunu belirtmektedir. Yeni tasarımlar da, geleneksel Hollanda prototiplerinde
olduğu gibi, dar ve yüksek bina profili sergilenmiştir [Jencks,1987].
Resim 2.6. Aldo Van Eyck ve Theo Bosch, Zwolle Konutları,1975–1977, Hollanda
[Jencks, 1987]
27
Hasan Fethi, çalışmalarında yerel malzeme ve yerel teknoloji kullanımında ısrarlı bir
tavır sergiler. Özkan, Fethi’nin izlediği bu tavır ile mevcut durum içinde “yenilikçi”
olarak değerlendirilebileceğini vurgular. Andre Ravareau, Nader Khalili, Abdel
Wahed El-Wakil, vernaküler teknoloji içinde onun izinden yürüyen mimar
örnekleridir.
1940’larda başlayan “bölgeselci söylemler”, günümüze dek devam eden süreç içinde
daha eleştirel bir hal almıştır. Bu bağlamda ortaya çıkan “Eleştirel Bölgeselcilik”,
evrensel teknolojik normlar, global kapitalizm ile evrensel mimarlık gibi olgulardan
beslenen yersizlik (placelessness) duygusunun etkilerine karşı, “teknoloji” ve “yer”e
eşit değerler vererek direnmektedir. Frampton’un yazıları, bu konunun daha iyi
benimsenmesini sağlamış ve konu ile ilgilenen diğer yazar ve mimarlara referans
oluşturmuştur [Eggener,2002].
“Eleştirel Bölgeselcilik” terimi, ilk olarak 1981 yılında, Alexander Tzonis ve Liane
Lefaivre‘ın ‘Grid and Pathway’ adlı makalelerinde ortaya çıkmış, kısa bir süre sonra
30
Eleştirel bölgeselcilik ilk olarak, Avrupa kıtasının savaş sonrası kentlerinde ortaya
çıkmıştır. Batı Amerika’da, Portekiz, Avustralya ve Meksika gibi ülkelerde de
eleştirel bölgesel yaklaşımın erken örneklerini görmek mümkündür. Mario Botta
(İsviçre), Jorn Utzon (Danimarka), Carlo Scarpa (İtalya), Peter Celsing (İsveç),
Mathias Ungers ve Ludwig Leo (Almanya’da), Sverre Fehn (Norveç),Aris
Konstantinides ile Dimitris ve Susana Antonakakis (Yunanistan), Alvaro Siza
(Portekiz), Tadao Ando (Japonya), Oscar Niemeyer ( Brezilya), Luis Barragan
(Meksika) eleştirel bakış açıları geliştirmiş önemli mimarlardır [Frampton, 1983;
Frampton 1996].
Kopenhag’ta 1976 yılında inşa edilen, Jorn Utzon’un “Bagsvaerd Kilisesi”, evrensel
uygarlık ve dünya kültürü arasında bilinçli bir sentez oluşturmayı başaran önemli bir
örnektir. Utzon bu yapısında, standart ölçülerdeki prefabrik beton elemanları
kullanarak oluşturduğu hacimlerin içini betonarme tonozlarla kaplamıştır, (Bkz.
Şekil 2.5 ve Resim 2.8).
Frampton bu yapı ile ilgili olarak, prefabrik modüler yöntemin evrensel uygarlığın
sonucu olduğunu belirtir. İçeride kullanılan betonarme tonozlar, mekânın kutsallığını
simgeler. Utzon, tasarımında güncel verilere dinsel referanslar vererek, kutsal
mekânın manevi anlamı için yeni bir prensip oluşturmuştur [Frampton, 1983].
32
Sonuç olarak eleştirel bölgeselcilik, Batı’nın çevreyi perspektifle ilgili terimler içinde
anlatan söylemlerine karşı, görsel deneyimlerimizi tamamlayan dokunsal (tactile)
kavrayış arayışı içindedir. Nitekim Batı’nın geliştirdiği, net ve rasyonalize bir cephe
arayışındaki çevre yorumu, koku, işitme ve tat alma gibi duyuları önemsememiştir.
Dokunsal ve tektonik deneyimler ise birlikte ele alıdığında, global modernizasyonun
olumsuz etkilerine karşı direnecek bir potansiyele sahiptirler [Frampton, 1983].
Alvar Aalto’nun 1952 yılında tasarladığı Saynatsalo Kent Meclisi yapısında, hem
görsel hem de dokunsal (tactile) öğeler bir arada kullanılmıştır (Bkz. Resim 2.9). Bu
yapıda tuğla basamaklar, meclis salonunda ahşap zeminle yer değiştirmektedir (Bkz.
Resim 2.10). Böylelikle salonda meydana gelen ses, koku ve doku buranın onursal
33
statüsünün hissedilmesini sağlar. Bu örnekte olduğu gibi dokunsallık, bir bilgi, simge
ya da bir imgenin çağrışımı değildir [Frampton, 1983]. Bu bağlamda aldatıcı da
olamaz; çünkü görsel algıyı tamamlayan dokunsal algılara hitaben, tecrübe edilerek
deneyimlenen verilerdir. Frampton, dokunsallığın konstrüsiyona şiirsellik kattığını
belirtir. Yapı dili denen şey dokunsallıkta karşılık bulabilir. Bu noktada, Şair’in
gözleri kapalı dinlediği mekânda hissettikleri akla gelmektedir. Açıklanmasındaki
güçlükte bundan kaynaklanıyor olabilir.
Resim 2.9. Avlar Aalto’nun tasarladığı “Saynatsalo Kent Meclisin’de” bir kapı kolu
örneği [www.oza.com]
Resim 2.11. Luis Barragan, avlu içinde siyah taş çeşme, Mexico City, 1952–55
[www.somfy.com/architecture]
Güzer, teknolojik yapıyı terk edip “skenografik” yapıya yönelmenin altında yatan
sebebin, tektonik yapının ifade sınırlılığı olduğunu belirtir. Bu noktada, İtalyan
mimar Carlo Scarpa’nın, tektonik yapı geleneği içinde kalarak skenografik yapı
geleneğindeki coşkuya ulaşabilmesini örnek verir [Güzer,2001]. Scarpa, modern
düşüncenin gereksiz diye dışarıda bıraktığı alanları kullanarak insanın kendini ifade
etmesi gerektiğine inandığını belirtmiştir [Scarpa, 2001].
(a) (b)
Resim 2.12. Carlo Scarpa, Gipsoteka/Canova Galerisine Ek, Possagno İtalya, 1955-
1957 (a) İçeriden görünüş (b) Dışarıdan görünüş
[http//fototeca.cisapalladio.org]
36
Portekizli mimar Alvaro Siza, iyi mimarlığın her yerde aynı olacağını, yalnız doğal
çevre ve öznel bağlam ile birbirinden ayrılacağına inanmıştır [Tanyeli,2001]. Siza,
bölgesel değerler ve evrensel bütünlük arasındaki bağı mevcut topografyaya sadık
kalarak kurma yolunu seçmiştir. Bu tavrı ile form-fonksiyonun lineer ilişkisini
reddetmiş, sadece ergonominin baskın unsur olarak değerlendirilişini ise mimaride
“karanlık dönemler” olarak nitelendirmiştir [akt: Ülgüray, 2001]. Doğal veriler
Siza’nın mimarisinde en önemli biçimlendiricilerdir. Eğimler, kayalar, toprak
parçaları, deniz, su onun için doğrudan özümsenen yorum konularıdır.
Boşluk ve yer ilişkisinde ise, yer olgusunun kavranışına dikkat çekilmektedir. Öyle
ki yer, algımızla bağlantılı olarak çok farklı ölçekleri kapsayabilmektedir; megapolis
örneğinde olduğu gibi. Frampton’un burada vurgulamak istediği ise mimari
tasarımda sınırlı bir arazinin oluşturduğu direnç noktasıdır.
“Her milli mimari fenadır fakat her iyi mimari millidir ” [ Bruno Taut,1938].
19. yüzyılın sonlarında başlayan Türk uluslaşma süreci mimarlığa ilişkin hiçbir şeye
artık eskisi gibi bakılamamasına yol açmıştır. Bu dönemde batılı olmayan (non-west)
aydın ortamı meşgul eden iki düşünce akımı mevcuttur: Batı uygarlığı ve ulus
kavramı.
Medeni uygarlık, bir milletin hayatta kalabilmesi için ulaşılması gereken bir hedef
haline gelmiştir. Ulus kavramının güçlendirilmesi ise, batı emperyalizmine karşı
geliştirilmesi gereken önemli bir unsurdur.
19. yy’ın 2. yarısına kadar Osmanlı mimarisinde, kimlik, kültürel süreklilik gibi
konular üzerinde durulmamıştır. Bu döneme dek mimari, Batılı formların taklit
edilmesine dayalı basit bir anlayış içinde gelişmiştir [Kuban, 1985]. Daha sonra
gelişen süreçte ise, Osmanlı İmparatorluğu’nu içinde bulunduğu çıkmazdan
kurtarmayı amaçlayan Türk milliyetçilik akımı, o dönemin mimarlığının da bu
çerçevede şekillenmesine sebep olmuştur. “1. ulusal mimarlık akımı” diye
adlandırılan bu dönemde mimarların amacı, unutulan Türk sanatı ve mimarlığını,
klasik dönemde ulaştığı değerleriyle yeniden ortaya çıkarmak olmuştur. [Aslanoğlu,
İ., 1984]
1923’te kurulan laik ulus devlet, Türk tarihinde önemli bir dönüm noktası
oluşturmuştur. Politik huzursuzluk, ekonomik istikrarsızlık ve savaşların ardından
parçalanan Osmanlı İmparatorluğun’dan sonra kurulan yeni Türkiye Cumhuriyeti,
ekonomi, kültür ve politika gibi alanlarda Avrupa’yı örnek almıştır. Kemalist proje,
çağdaş Batı uygarlığını işaret etmektedir.
39
1927 yılından itibaren yurdumuza çağırılan yabancı mimarlar da, Ankara’yı Batılı bir
başşehir haline getirmekle görevlendirilmişlerdir [Özer, 1963] Eğitim kurumları, bu
mimarların önderliğinde modernist bakış açısı çerçevesinde eğitim vermeye
başlamıştır. Düz çatılar, yatay şerit pencereler ve beyaz sıvalı yüzeyler, geçmişle
bağlarını kıran katı imajlar, ilerlemenin ve çağdaşlığın işaretleri olarak mimarların
arasında popüler olmaya başlamıştır. Ancak modernizasyon süreci içinde milli
kimlik arayışları, modern söylemin yönünü de değiştirmiştir.
1930’ların milliyetçi anlatıları ile beraber, mimari de milletin ruhunu temsil edecek
bir arayış içine girmiştir. Diğer taraftan, kullanışlılık, sadelik ve yerli malzeme, iklim
ile kaynaklara uyum gibi modern mimarinin peşinde koştuğu temel niteliklere sahip
olduğu fark edilen “yerel mimari”, rasyonalist mimarların da dikkatini çekmeye
başlamıştır. Bozdoğan bu durumu şöyle ifade eder:
Diğer taraftan, yüzde 80’i kırlarda yaşayan halka, halk evleri ve basın yolu ile yeni
bir kültür sunulmuştur. Bu durumun, Egli’nin “bölgesel formların daha da
iyileştirilmesi gerektiği” yönündeki öngörüsüne uygun olduğunu söylemek
mümkündür. Arif Hikmet’in köy evi tasarımları ise, kırsal ve kentsel arasındaki
farkları eriten yeni yaşam tarzları önermektedir [Nalbantoğlu, 1993]. Ancak
Nalbantoğlu’na göre bu örnek köyler, 19. yüzyıl fabrika şehirlerinin disipliner
ortamını anımsatan, aynı evlerin düzgün sıralar halinde uzanmasından ibarettir.
Burada görüldüğü üzere, modern mimarlığın ruhunda var olan toplumu eğitme,
geliştirme misyonu, Türkiye’deki uygulamalarda da var olmuştur.
1930 yılında, Türk tarihi ve uygarlığı üzerinde bilimsel araştırma yapmak amacıyla
kurulan Türk Tarih Kurumu ve 1932’de kurulan Türk Dil Kurumu, Almanya’da
şekillenen ulusal ideolojiler ve tüm bunların sonucunda gelişmiş olan yeni kültürel
ortamda, birçok mimar yönünü evrensellikten, kültürel devamlılığa çevirmiştir.
Mimari ortamda karşılığını bulacak olan “milli mimarlık hareketi” uluslar arası New
York sergisindeki Türk pavyonuyla daha da belirgin bir hal almıştır. Bundan sonra
milli mimarinin gelişme, yükselme ve kısaca vatan yüzeyine yayılmasına şahit
olunacaktır. New York pavyonuna ait projesiyle mimarimizin kaderini etkileyen
Sedat Hakkı Eldem, 1940 yılında kaleme aldığı “Yerli Mimariye Doğru” isimli
makalesiyle “milli mimarinin” teorik temellerini atmaya çalışmıştır. Bu makalede,
“milli mimarinin” dışarıdan ithal edilebilecek bir meta olmadığını vurgulamış ve
yapı üslubunun yerli olması için yerel ihtiyaçlara, yerli işçi ve insanlara, yerli
malzeme ve toprak şartlarına uygun olması gerektiğini belirtmiştir [Özer, 1963].
1950 yılından sonra Türk öğretim görevlileri edinmeye başlayan okullarda, uluslar
arası sahnenin tüm eğilimleri heyecan içinde takip edilmiştir. Ancak, 1930’lardan
beri (1940 harici), güçlü bir şekilde Batı ideallerine sarılan mimarlık ortamı,
entellektüel alt yapıyı ihmal etmiştir. Le Corbusier, Mies Van Der Rohe, Walter
Gropius, F. L. Wright ve Alvar Aalto gibi mimarlar dönemin mimarlık öğrencileri
arasında idol olarak benimsenmişlerdir.
42
Uygulamada ise yetersiz ekonomi ve teknik yetersizlik içinde, iyi niyetli projeler
kötü sonuçlara neden olmuştur. Bir süre sonra mimarlar, savundukları gelişmenin
düzensiz gidişatını kontrol edemez hale gelmişlerdir.
Köyden kente göç, artan kent nüfusu, terk edilen gelenekler ve teknik yetersizlik
içinde ulaşılmaya çalışılan “Batı normları” kaotik bir durumun oluşmasına sebep
olmuştur. Bu arada, Modern mimarlık ve kent imajı politik söylemin vazgeçilmez
bir unsuru haline gelmiştir. Trafik arterleri oluşturulmak amacıyla tarihsel dokular
yok edilmiş ve çok katlı apartmanların hakim olduğu duygusuz ve kayıtsız bir
kentsel peyzaj ortaya çıkmıştır. Anadolu’nun tarihi kentsel çehresi, 50 sene içinde
yok olmuştur [Kuban, 1985].
ulusal kimlik bir yana, ortada hiçbir kimliğin bulunmayışından duyulan rahatsızlıktır.
Balamir (2003) şöyle devam etmektedir:
1980’lerde başlayan bu çoğulcu ortam, zamanla tüketim kültürüne hizmet eder hale
gelmiştir. Kuban, Türkiye’de çağdaş ve geleneksel tartışmasının, kültürel turizm ve
korumacılık dışında fazla bir yeri olmadığını belirtir ve kapitalin Türkiye’deki
mimarlığın Amerikan modeli sergilemesine sebep olduğu üzerinde durur. Kuban
(2000) şöyle devam eder:
“Tafuri’nin Amerikan kentleri için yaptığı gözlemlerin bizim kentler için de aynen
geçerli olduğunu görüyoruz: Geçmişin yokluğu, göç ve bir tabula rasa(boş levha)
üzerinde inşaat. Ne var ki Türkiye’de kentlerin görkemli bir geçmişleri vardı. Ve
kentler boş topraklar üzerinde yükselmediler, Amerika’daki gibi. Amerika’daki
göçer Avrupa’dan geliyordu, bizimkisi Anadolu’dan. Bizdeki yağmanın bileşenleri
daha güçlü olmalı. Yağma edilecek dünya da giderek küçülüyor. Ama mimarlar
bunları niye düşünsün denilebilir...”
(a) (b)
Günümüzde gelişen alt yapı ve üst yapı teknolojileri kentlerin çoğu niteliğini tehdit
eder hale gelmiştir. Yürekli’ye göre böyle bir durumda çözüm yolu, geleneksel
mimariye ve geleneksel kent düzenine bağlanmak olmamalıdır. Yerin özelliklerine
bağlı, ileriye dönük yeni çözümlerin bulunması gerekmektedir. Konu ile ilgili olarak
Yürekli, (2001) İstanbul’u örnek verir ve şöyle devam eder:
(a) (b)
İronik olan, Le Corbusier’in öncüsü olduğu modern mimariyi oluşturan ilkelerin esin
kaynağının, geleneksel Türk mimarisi olmasıdır. Le Corbusier, “Urbanism” adlı
kitabında, 1911 yılında görmüş olduğu İstanbul’u, yeryüzü cenneti olarak
nitelendirmiştir. 1925 yılında gördüğü New York’tan ise “felaket” olarak söz
etmiştir. Le Corbusier, New York’u “ağaçsız şehir” olarak tanımlarken; insanlara
güneş, mekân ve ağaç verilmesinin önemini vurgulamıştır. Aradan geçen süre içinde
ise, İstanbul ve İstanbul gibi diğer kentlerimiz özgün dokularından ve doğal
yapılarından çok şey kaybetmişler ve kaybetmeye devam etmektedirler [Kortan,
1983].
Sonuç olarak, modernizasyon süreci içinde, ülkemizde ortaya çıkmış birçok mimarlık
anlayışından söz etmek mümkündür. Bunlar, biçim aktarmacılığı, yerel kültür ve
mimarlık arasındaki çarpık ilişki, yapıların yetkin olmayan insanlarca yapılması ve
küreselleşmenin neden olduğu kültürel yozlaşma olarak sıralanabilir.
Cansever, 1992 yılında ödül aldığı Demir Tatil Köyü projesinde, evleri yerleştirirken
komşuluk ilişkileri gibi değerleri sürdürmeyi amaçlamıştır [Cansever, 2001]. Burada,
Cansever’in söyleminde dile getirdiği insani değerleri, projelerinde somutlaştırdığını
ve bu bağlamda geleneklerden yararlanmakta olduğunu görmekteyiz. Ayrıca vaziyet
48
Bununla beraber, yerel malzeme ve teknikleri tercih etmesi ile de hem doğa, hem de
Bodrum’un geleneksel mimari dokusu ile uyumu sağlamıştır. Bu özellikleri ile
projenin eleştirel bölgeselcilik de değindiğimiz “öz-bilinci” sergilediğini
söyleyebiliriz. Ayrıca topografyaya uyumlu olması, dokunsal özellikleri ile de,
projeyi bu bağlamda değerlendirmek mümkündür. Diğer yandan Cansever’in,
modernizmi eleştiren söylemi içinde “yöreselci” bir tutum takındığını görmekteyiz.
Nitekim Cansever’e göre fonksiyonalist anlayış, insanın ihtiyaçlarının artmasını
ihmal etmekte, standartlaşma ise insanı fiziksel kalıplar dahilinde kabul edip, insan
ruhunu ihmal etmekteydi.
Resim 3.3. Turgut Cansever, Demir Tatil Köyü, Muğla, 1983 [www.archnet.org]
49
Cansever’e benzer şekilde Şevki Vanlı da, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ülkemizde
hakim olan rasyonalist-fonksiyonalist anlayışı, baskıcı bulduğunu belirtmekte ve
ülkemizdeki bölgesel farklılıklara, hatta aynı şehir içindeki çeşitliliğe dikkat
çekmektedir (1990):
Vanlı, mimarlığının “yerel kültürle” ilişkisinde kendine has bir dil oluşturmuştur.
Bunu yaparken, bahsetiği heyecanı yakalama yolunda, simgeselleştirdiği bir öğeye
rastlanmaz.
50
Şekil 3.4. Şevki Vanlı, Golf Klübü Tesisleri, Plan ve Kesit, 1988–90, Ankara
[www.mimarlıkmüzesi.org]
51
Konu ile ilgili olarak Cengiz Bektaş, “Türk evi mi? Türkiye Evi mi?” tartışmasını
ortaya koyar [Bektaş, 2001]. Bektaş’a göre mimarlık, etnik ayırımların dışında
tutulmalıdır. Nitekim Makedonya’da ve Safranbolu’da yapılmış iki örnek, anlatılmak
isteneni gözler önüne sermektedir (Bkz. Resim 3.5 ve Resim 3.6).
“Mimarlık dekor değildir” vurgusu ile de, yine daha önce Batı mimarlığı içerisinde
değindiğimiz bölgesel arayışlardaki duygusal bağlamın yanlışlığını da ortaya
koymaktadır. Bektaş, bu bağlamda yerel mimarlığın, ilkesel bakış açıları
çerçevesinde çağdaş mimarimizde yol gösterici olabileceğini belirtmektedir.
52
Bektaş vurguladığı ilkesel bakış açısı çerçevesinde yerel mimarlık ürünlerinin, gerek
modernizmin ilkeleri ile gerekse postmodernizmin ilkeleri ile örtüşmekte olduğunu;
hatta tüm bu ilkeleri yerel mimarlığımızın daha önceden keşfetmiş olduğunu
belirtmektedir [Bektaş, 2000]. Dolayısı ile başkalarının bakış açıları ile kendimize
yol çizmenin yanlış olduğunu da ortaya koymaktadır. Nitekim günümüzde mevcut
niteliksiz çevrelerin yaratmış olduğu karmaşa, durumun yanlışlığını gözler önüne
sermektedir.
53
Bu konuda başka bir örnek olarak Güngör Kaftancı, “yerel kültür ve mimarlık
ilişkisi” ile ilgili, kültürel mirasımızdan kaynaklanan düşünsel düzeye ulaştığımız
zaman gerçek sentezi ortaya koyabileceğimiz belirtmektedir. Kaftancı, ancak bunu
sağladığımız zaman hem modern olmayı, hem de kültürel sürekliliği sağlamayı
başarabileceğimizi belirtmektedir. Bununla beraber Kaftancı, biçimsel yaklaşımların
doğru olmadığını da vurgulamaktadır. Bu bağlamda Kaftancı da Bektaş’a benzer
şekilde, ilkesel bir bakış açısı öngörmektedir. Nitekim Bornova’da yapmış olduğu
evi tarif ederken, “Türk evi yapma sevdasında değildim” der. Diğer taraftan
Kaftancı, kendi kültürü’ne ait öz-bilincini de vurgulamaktadır.
Resim 3.7. Güngör Kaftancı, O. Sadra Evleri, İzmir, saçağın altındaki ahşap kaplama
[www.arkitera.com]
Kaftancı, mimarlığa yanlızca teknik açıdan bakmanın yanlış olmasının yanı sıra, salt
sanat olarak kabul etmenin de doğru olmadığını vurgulamaktadır. Kendisi (2001), bu
bağlamda gereksinim ve eldeki olanakları değerlendirmenin önemine değinmekte ve
şöyle devam etmektedir:
“…mimarlıkta yerellik aranırken, kıt kaynaklarını çok titiz kullanmak zorunda olan
ülkelerde, önemli kayıplara neden olan, ciddi yanlışlıklar yapılmıştır.”
Sonuç olarak Kaftancı, sorunlara akılcı bir bakış açısı ile bakmanın gerekliliğini
vurgulamakta ve biçimci anlayışların, ekonomik bağlam da yanlış olduğunu ortaya
koymaktadır.
Görüldüğü üzere Kaftancı, mimarlığın yerel kültür ile olan ilişkisinde nitelikli bir
bilinç düzeyine ulaşmayı öngörmekte; ancak, örneğin bir Bodrum Evi’nin oranlar
sistemini kendi mimarlığına da taşımayı gereksiz görmektedir. Merih Karaaslan ise
Anadolu uygarlığının sahip olduğu birikimleri, mimarlığına uyarlamakta bir sakınca
görmemekte ve bu şekilde kültürel sürekliliği sağladığını belirtmektedir. Ancak
kendisinin de dile getirdiği gibi, Karaaslan’n yerel kültürden yaralanışı biçimseldir.
Örneğin; Peritower Oteli, peri bacalarından esinlenerek tasarlanmıştır (Bkz. Resim
3.9).
55
Kümbet, Selçuklu mimarisinde kullanılmış, manevi bir anlamı olan mezar yapısıdır.
Oysa bu projede, çarşı içinde bir ticaret öğesi olarak kullanılmaktadır (Bkz. Resim
3.10).
Bu örnekte olduğu gibi, çağdaş mimarlığımıza kimlik kazandırmak için yerel kültüre
başvurmak ile çağdaş mimarlığımızı üst düzey bir niteliğe kavuşturmak amacıyla
geliştirmiş ilkesel bakış açıları arasındaki farkı, vurgulamak gerekmektedir. Bizim
üzerinde durduğumuz konu, nitelikli çevreler yaratmak yolunda geliştirilmiş ilkesel
bakış açılarıdır. Bu bağlamda modern mimarlık içinde geliştirilen eleştirel tutum,
biçimsel boyutlu olmadığı zaman, hem tüketim kültürünün neden olduğu karmaşa
ortamına, hem de küreselleşmenin neden olduğu tekdüzeleşmeye bir çözüm
getirebilir.
57
4.1.1. Öz-bilinç
Bektaş bir mimarın kültürel alt yapısının tam olması gerektiğine inanmaktadır.
Tasarımların bir bilinç düzeyine ulaşması buna bağlıdır. İşverenin de aynı şekilde
kültür birikiminin bilincinde olması önemlidir. Böylelikle çevrenin oluşması,
korunması ve bulunulan talepler de bir nitelik düzeyine ulaşabilir. Bu düşünceleri ile
Bektaş, mimarlıkta seçkinci bir ortam hayal etmekte ve modern mimarlığın seçkinci
(elitist) tutumuna da yakın bir duruş sergilemektedir. Bununla beraber bir mimarın
hem kendi mesleği ile ilgili, hem de genel “kültür birikiminin bilincinde olması”
gerektiğinin altını da önemle çizmektedir [Bkz. EK-1, Bektaş, 2007].
Resim 4.1. Edirne Selimiye’de Çarşısının karşısındaki çeşmede tassız su içme yeri
[Bektaş, 2005]
İnsanlık, önce iskeleti kurup tekne yapmayı ve sonra çatkı yönteminin esaslarını
Likya’lılardan öğrenmiştir. Akhan’ın duvarına yerleştirilmiş Medusa Başı’da
yaşanılan çevrenin kültürel çevreyi nasıl şekillendirdiğine başka bir örnektir [Bektaş,
1984] (Bkz. Resim 4.2).
59
Bektaş (2003) konu ile ilgili bir başka örnek olarak, Sinan’ın Selimiye’nin koruma
duvarının kuzeydoğu köşesine özel bir niş yaparak yerleştirdiği kolonu örnek verir
(Bkz. Resim 4.3) ve şöyle devam eder:
60
Bursa’da sosyal merkez olarak yapılmış (bugün cami sanılan) yapılara, insanın su
sesiyle, müzikle, güzel çiçekler seyrettirerek sağlıklaştırdığı Beyazıt külliyesine,
Süleymaniye’ye bu hayranlıkla baktım.
61
Bektaş’a göre mimarlık, bir ülkenin uygarlığını yansıtır ve kişiliği olan mimarlık
ürünleri, kendimizi tanıma yolunda gösterdiğimiz çabalara bağlıdır. “Kendini,
kendinizden daha iyi kimse tanıyamaz” der, Bektaş. Başkalarının gözleri ve
yaşantılarıyla kendi yöresini tanımaya çalışmak, baştan yanlış yola sapmak demektir.
Bu çabanın sonucunu ulusal mimarlık da değildir. Bir yapının yapıldığı yeri, çağı,
koşulları tanımak “ulusallıktan” çok “yerelliğe” götürür. Bu bağlamda kendi yöresi
ve yöre insanları ile ilgili yapmış olduğu araştırmaları sonucunda şunları ifade
etmektedir (2001):
“Corbusier’in 1.83 m. Ortalama kişi boyunu temel alarak ortaya koyduğu oranlar
düzenini, Türkiye’de bizim kişilerimize uygulamağa çalışmak ne ölçüde gülünçse,
Avrupa yaşayışı için düşünülmüş düzenleri Türkiye’de uygulama kolaylığına
tembelce düşüvermek de o ölçüde yanlış olur”
“Her saniyeyi saygıyla, özenle, tadına vararak dolu dolu yaşamayı bilmek gerekiyor.
Eşyalarımızın, evlerimizin bize göre olması sokaklarımızın, alanlarımızın da bize
göre olması sonucunu getirir kuşkusuz. Örneğin bir düşünün sokağımız nasıl olmalı?
Yaya ile taşıt ayrılmamalımı birbirinden? Yayaları, çocuklarımızı, yaşlılarımızı,
engellilerimizi düşünmemeli miyiz? Bunlar düşünülmüş mü sokaklarımızda?
Birbirimizi sevip saydığımız belli oluyor mu sokaklarımızdan? Hani bizim
çeşmelerimiz sokaklarımızda? Hani yaşlılarımızın dinlenme yerleri? Engellilerimiz
neden sokağa çıkamıyor? Su sesi, ışıltısı nasıl yok oldu sokaklarımızdan?”
63
4.1.2. Arkitektonik
Bektaş mimarlığa en yakın tanımı ile “kültür’ün” çevreyi yaşanılır kılma etkinliği
olduğunu belirtmekte ve kültürün “tarihsel bağlamı” ile “toplumsal” oluşuna
değinmektedir. Böylelikle halkından kopmamışlığın kültürel bir ölçüt olduğu
sonucuna varmaktadır. Bununla beraber, kendi deyimiyle Halk Yapı Sanatını iyi
tanımanın, günümüz mimarının kültürel birikiminde önemli bir katkı sağlayacağını
düşünmektedir [Bektaş, 2001]. Nitekim Bektaş, Halk Yapı Sanatı ürünlerini, yanına
giderek, ölçerek, biçerek incelemiştir. Böylece kendine bir yol çizmeye çalışmıştır.
Ancak bu tavrının bir nostalji olmadığını önemle vurgulamaktadır [Bektaş, 1984].
Bektaş çağının değer yargılarını gözeterek ortaya koyduğu Halk Yapı Sanatı
ilkelerinin, günümüz mimarlığında da yine ilkesel bakış açısı çerçevesinde
kullanılabileceğini vurgulamaktadır:
Bektaş, geleneğin, gelenek olma vasfını koruyor ise, aynı zamanda çağdaş bir olay
olduğunu belirtir. Benzer şekilde Halk Yapı Sanatı ilkelerinin de modern olduğunu
vurgulamaktadır. Öyle ki bu ilkeleri karşılaştırdığında, modern mimarlık ilkeleri ile
örtüşmekte olduğu sonucuna ulaşmıştır [Bektaş, 1984]. Bektaş, böylelikle
geleneklerin, günümüz ve gelecek ile ilişkisini kurmaya çalışmaktadır. Kendi
mimarlığında da, bu ilkelerin doğru kurgulandıklarında, doğru biçimlere ulaşılacağı
savından yola çıkmaktadır.
Bektaş, Modern mimarlığın öngördüğü “biçim işlevi izler” temasının, Halk Yapı
Sanatında doğaçtan var olduğunu vurgulamaktadır. Öyle ki Halk Yapı Sanatı
ürünleri, içten dışa çözümün sonucudur. Ancak bu durum, dışın ihmal edilmesi
sonucunu da doğurmaz. Bektaş bu evleri içi dışı bir insana benzetmektedir.
Böylelikle, evlerin iç güzelliklerinin dışına yansımakta olduğunu vurgulamaktadır.
Halk Yapı Sanatı’ndaki bu özellikler de yine, Frampton’un arkitektonik tanımı ile
örtüşmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, arkitektonik kavramı içinde, bir
yapının içinin tasarlanıp, daha sonra cephenin bu içten ayrı ele alınarak tüketim
kültürüne hizmet eder hale gelmesinin yanlış olduğu vurgulanmaktadır.
Bektaş halk yapı sanatını şekillendiren “öz”e yani “yaşama kültürüne” özellikle
değinmektedir. Çünkü Halk Yapı Sanatı, yaşamdan doğmaktadır. Halk Yapı Sanatını
tanımak, aynı zamanda onu gerçekleştiren halkı (kullanıcıyı) tanımayı sağlayacaktır.
66
Özetle, bir yapı programında Bektaş’ın, sırası ile fonksiyon, ergonomi, hacim ve
ekonomi üzerinde durmakta olduğunu söyleyebiliriz. Yani kültür, boyutlar ve
alışkanlıklar Bektaş tasarımının temel kriterlerini oluşturmaktadır.
67
Bektaş’a göre yereli iyi kavrayıp, geleneği ve dış etkileri, bu kavrayış içinde
değerlendirmek yolunda gösterilecek çabalarla çağdaşlığı yakalamak, en doğru
olandır. Oysa günümüzde gelip geçici yabancı etkiler kültürümüzü bastırma
aşamasına gelmişlerdir. Bektaş, kendi çağdaş kültürümüzü üretebildiğimiz sürece,
havayı, suyu, toprağı kirletmemeyi; doğaya, çevreye, insana saygıyı, kimsenin
havasını, güneşini, göz hakkını kesmemeyi önemseyen bir evreye girilebileceğini,
yani doğanın kan dolaşımı içinde olabileceğimizi belirtmektedir [Bektaş, 1995].
Çevresini sorumluluk alanı olarak görmek bilinci, aydın hele hele sanatçı
olabilmenin ilk şartıdır, der Cengiz Bektaş. Halkı bilinçlendirmeyi, bunu yanında
halk katılımını ise hep önemsemiştir. Bektaş’a göre aydın halkından kopmamalıdır.
Bektaş Mimarlık işliği de yerel halk katılımına dayalı olarak proje üretmek üzere,
Kuzguncuk’ta kurulmuştur. Bektaş, Kuzguncuk’un yeniden yapımı üzerine
çalışmalarda bulunmuştur. Halkın katılımı ile ihmal edilmiş yerlerin düzenlenip,
sanat etkinliklerinin sunulması için alternatif alanlar oluşturulmuştur. Yerel halk
fikirleri ile katkıda bulunmak ve bunları yaşama geçirmek üzere projelere davet
edilmişleridir.
Bektaş’ın projelerinden biri, arabalar için oldukça dik olan Bereketli Sokağı’nın
tepesini, çocuklar için açık hava tiyatrosuna dönüştürmek olmuştur. Proje
kapsamında burada her yaz etkinlikler düzenlenmiştir (Bkz. Resim 4.6 ve Resim
4.7).
Tüm bunlardan, Bektaş için mimarlığın kültür ile kurduğu ilişkiye önem vermekte
olduğunu görmekteyiz. Bu bağlamda, geleneklerden faydalanmak, hem mimarlığın
yer ile kurduğu ilişkisini kuvvetlendirecek, hem de yaşanılan çevreye bir nitelik
kazandıracaktır. Ancak bu kültüründe belirli bir nitelik düzeyine ulaşması da
önemlidir. Anonim mimarlık konusunda bu nitelik düzeyine değinilmektedir.
Bektaş’ın çağdaş mimarlık sorunlarına önerdiği bir diğer çözüm de, genel beğeni
düzeyinin yükseltilmesi ile ulaşılacak “anonimliktir”. Burada belirtilen anonimlik
düzeyine, kültürünü, geleneğini özümsemiş; toplumuna, koşullarına
yabancılaşmamış; çağdaş, insancıl ve evrensel değerlere varma çabasında yani “öz-
bilince” sahip bir mimarlık ile ulaşılabilecektir [Bektaş, 2001].
Bektaş anonimlik ile mimarın geride durduğu ve yapının ön planda olduğu bir
mimarlık önermektedir. Buradan niteliği olan bir mimarlık ürününün, yerel bağlamda
oluşması gerektiği sonucuna ulaşmak mümkündür. Dolayısı ile mimarlar bireysel
71
davranamazlar, ancak bireysel katkıda bulunabilirler. Bu ise, yine belirli bir yetenek
düzeyini gerektirmektedir [Bkz. EK–1, Bektaş,2007].
Nitekim Bektaş, kendi mimarlığında da, Halk Yapı Sanatında olduğu gibi bir nitelik
düzeyine ulaşmayı ve olabildiğince anonime yaklaşmayı amaçlamıştır. Böylelikle,
üsluplaşmanın da karşısında olduğunu da vurgulamaktadır. Biçimsel kaygılar O’nun
için önemli değildir. Onun için önemli olan dünya görüşüdür. Aynı dünya görüşü ile
farklı bir grupta aynı sonuca ulaşacaktır ya da ulaşmalıdır. Bektaş, gelecek için
temennisini bu şekilde dile getirmektedir. Sonuç olarak Bektaş da daha önce
değindiğimiz atasözüne benzer bir anafikire ulaşmaktadır:
“Bir mimarlık ürününün başarısı onun “mimarlık yapıtı” oluşuna bağlıdır. Ortaya
çıkan fiziksel oylum, iç-dış oylumlar, var edildikleri yerin gerçek
gereksinimlerinden, kültüründen, uygarlığından doğan programdan; öz
gereçlerinden, teknolojisinden yaratılmışsa, oraya özgü biçim elde edilmiş olacaktır.
Tanımdan da anlaşılacağı gibi bu biçim, belli bir iklimde, belli koşullarda yetişen bir
ağaç gibidir. Oradan oraya, başka koşullara, iklimlere taşınamaz. Taşınırsa ya kurur
ölür; ya da yaşamayan yapma çiçek olarak kalır.”
4.1.6. Tipoloji-topografya
ile ilgili olarak, mimarların yeni bir şey icat etmediklerini, ancak mevcut yerel
verilerin, onları yönlendirmekte olduğunu belirtmektedir [Frampton, 1988].
Benzer şekilde Bektaş da, yapıların “doğanın kan dolaşımı içinde” olması gerektiğini
vurgulamaktadır. Sonuç olarak Bektaş için mevcut yerel veriler önem teşkil
etmektedir. Öyle ki Bektaş’ın evlerle ilgili araştırmalarında, coğrafi bağlamı da
incelemiş olduğunu görmekteyiz.
Modernizmde başlangıçta kültür doğaya karşı bir tutum içindedir. Teknoloji her
soruna çözümler getirmektedir. Bir araziyi buldozerle dümdüz edip, sonra yapıyı
yapay olarak aydınlatmak ya da havalandırmak mümkündür. Eleştirel bölgeselcilik
buna karşı, “yerel bağlama” sadık kalmayı önermektedir [Frampton, 1988]. Bektaş
da “doğanın kan dolaşımı içinde olmak” deyimi ile aynı şeyi kastetmektedir. Bu
tanım içerisinden; mevcut topografyaya uyum, yerel malzeme tercihi, yerel
tekniklerin bilinmesi ve geliştirilmesi, teknolojiden de bu bağlamda yaralanılması,
doğal olanın tercih edilmesi gibi sonuçları çıkarmak mümkündür.
Resim 4.8. Altınoluk, Topografyaya uyumlu ve birbirine saygılı evler [Bektaş, 2007]
Böylelikle Bektaş, Frampton’un topografyaya uyum konusu ile bağdaşan bir tutumu
ortaya koyarken, buna ek olarak bu uyumda toplumsal bağlama da dikkat
çekmektedir. Burada dikkat çekilen bir diğer nokta ise; toplumsal bağlamın çevre ile
dengede olabilme çabasıdır ve bu da bir “yaşama kültürüdür”.
Bektaş’ın Halk Yapı Sanatı ürünlerinde doğaya uyum bağlamında dikkat çektiği bir
diğer konuda; kuş evleridir. Bektaş bu evler için; “almadan verebilmenin bir örneği”
vurgusunu yapar ve bu da bir yaşama kültürüdür [Bektaş, 2007].
“Doğanın kan dolaşımı içinde olabilme” öngörüsü ile Bektaş da Frampton’a benzer
bir tutum sergilemektedir. Bu, yapıların doğa ile kesin uyum göstermesi ve gerek
yapım sürecinde, gerekse sonrasında bu uyumu sürdürmesi gerekliliğini vurgulayan
bir öngörüdür. Bektaş, Halk Yapı Sanatı ürünlerinin bu bağlamda vermiş olduğu
örneklerin başarılı sonuçlarına dikkat çekmekte, diğer taraftan günümüzde
kaybettiğimiz çevresel anlamları sorgulamaktadır.
Örneğin, Halk Yapı Sanatı ürünlerinin yazlık ve kışlık bölümler ayrıdır. Mevsimler
gibi, günün bölümlerini karşılayan odaları da vardır (poyraz odası, lodos odası v.s.).
İzmir’in eski evlerindeki cumbalar süs değil, iklimleme öğesidir [Bektaş, 2007].
Bunlarla beraber Bektaş, “mimar yalan söylememelidir” der. O’na göre kaplama
yalancılıktır. Bektaş bunu yapma çiçeğe benzetmektedir. Kendisi tasarımlarında
kullandığı malzemenin, o yerde olmasına özen gösterdiğini de eklemektedir [Bkz.
EK–1, Bektaş, 2007]. Nitekim Halk Yapı Sanatı ürünlerinde de yerel malzemeler
kullanılmıştır.
77
Şekil 4.2. Orta halli bir evin kesiti: 1. Hizmetler katı, 2. Kışlık kat, 3. Yazlık kat,
[Bektaş, 2007].
Yine kitaplarında Halk Yapı Sanatı ürünlerindeki yerel malzeme çeşitliliğini görmek
mümkündür. Taş, ahşap ya da kerpiç malzemeleri, tercih ediliş sebeplerini ve
özelliklerini ayrıntılı olarak anlatmaktadır [Bektaş, 2007]. Kendisi malzemeleri
anlatırken, tarihsel örneklerdeki malzeme duyarlılığına, cansız bir elemana can
katılışına değinmektedir [Bektaş, 1993] Bu duyarlılığın O’nun projelerine de
yansımış olduğunu görmekteyiz. Örneğin, Olbia Sosyal Merkez projesinde yerel
malzeme tercih edilmiş ve tercih edilen formlarda malzemelerin yapım tekniklerine
de özen gösterilmiştir. Bektaş’a göre, böyle bir etkinlik aynı zamanda o yapıya bir
kimlik kazandıracaktır [Bkz. EK–1, Bektaş, 2007].
Bektaş da konu ile ilgili olarak geçmiş kültürümüzde gerek sokaklarda, gerekse iç
mekânlarda kullanılmış “su” öğesine değinmektedir. Su, kültürümüzde kimi zaman
başka sesleri bastırmak için kullanılmış, kimi zaman da çevreye serinlik vermesi
amaçlanmıştır. Suyun tarihte meditasyon için de kullanılmış olduğunu görmekteyiz.
Kökeni Hititlere dek giden bir su kültürü olarak, suyu dolandırıp, bu arada Bektaş’ın
deyişi ile sesini türküye döndürüp, bir havuzda toplama geleneği, Bektaş’ı etkilemiş
bir örnektir. Kendisi birçok projesinde bu örneğe yer vermiştir [Bektaş, 2003].
(a) (b)
Bektaş için yerel bir malzeme olarak kerpicin önemine de değinmiştik. Halk Yapı
Sanatındaki kerpiç ürünleri kendisi “heykelimsi” tabiri ile anlatmaktadır [Bektaş,
2007]. Kerpiç üzerine yapmış olduğu çalışmaları da, ülkemizde mevcut kerpiç yapı
sorunlarına cevaplar sunabilmek sorumluluğu içinde gelişmiştir [Bektaş, 2005].
Resim 4.13. Dinek Köyünde kerpiç bir evin mutfağı [Bektaş, 2007]
81
Resim 4.14.Olbia Sosyal Merkezi, çatılarda plandaki merkezi yakalayan tuğla işçiliği
[www.archnet.org]
Toprak Mahsülleri Ofisi Genel Müdürlüğü binası, bir avlu etrafında çevrelenmiş
farklı yükseklikteki üç kütleden meydana gelmektedir. Cengiz Bektaş’ın, Orhan
Vural ve Vedat Özsan ile birlikte tasarladığı bu yapı, yapılan yarışmada birinci
seçilmiştir [Bektaş, 2001].
Plan ve cephedeki uyumu, biribirinin tekrarı prefabrik cephe öğeleri ve net işlevsel
çözümleri ile yapının rasyonalist bir anlayışla şekillenmiş olduğu gözlenmektedir.
Diğer taraftan kütleler için toplayıcı bir merkez durumundaki avlu tasarımında,
Bektaş’ın insanlar arasında birlikteliği öngören geleneksel tavrını
gözlemleyebilmekteyiz.
(a) (b)
Şekil 4.4. Demir çelik fabrikası, İzmir, 1978–1979, plan -kesit [www.mimdap.org]
87
1965 yılında inşa edilen bu cami, geleneksel örneklerinden farklıdır. Camideki net ve
karalı çözümler, Mies’in “az çoktur” ilkesini anımsatmaktadır. Nitekim Bektaş,
Mies’den uzun süre etkilenmiş olduğunu söyleminde de dile getirmektedir [Bkz.
EK–2]. Vanlı, bu cami ile iyi bir başlangıç yaptığını düşündüğü Bektaş’ın, gerek bu
tasarımı, gerekse diğer tasarımları ile kalıpların dışına çıkabilmiş olduğunu
vurgulamaktadır [Vanlı, 2007] .
(a) (b)
Resim 4.19. Etimesgut Cami [www.mimdap.org].
(a) Plan ve Kesit
(b) Dışarıdan ve İçeriden Görünüşler
88
Şekil 4.5. Cami tasarımında Bektaş’ı yönlendiren etmenler, 1965–66 [Bkz. EK–4,
Bektaş, 1979]
Camideki her kırıkta bir anlam vardır. Örneğin; cami, yırtıklarından, sabah, öğle ve
ikindi ışıklarının alır. Ayrıca Bektaş, kıble duvarın dışındaki beş duvar ile
Muhammed ve dört imamı simgelediğini belirtmektedir [Bkz. EK–4, Bektaş, 1979].
89
Bektaş, çatıdaki suyu Şekil 4.6’ de gösterildiği gibi “4” numaralı kıvrık içinden
almayı düşünmüşse de (burayı bir çınar yaprağının sap yeri gibi hayal etmiştir),
işveren buraya bir çörten eklemeyi tercih etmiştir. Yani caminin bazı öğeleri
Bektaş’ın dışında şekillenmiştir. Ancak yine de, Bektaş buradaki biçime de işlevden
ulaştığının altını önemle çizmektedir. Bektaş’ın işlevselci tutumu, modern mimarlık
söylemi ile de örtüşmektedir.
“…Bir giysi gördünüz başka bir vitrinde. Çok güzel. Girip satış yerine denediniz…
Kollar, paçalar kısa, küçük… Ya da büyük, üzerinizden kayıyor alırmısınız?”
Bu yalnız giysileriniz için mi böyle? Her şeyiniz, öteki özelliklerinizden önce size
uygun olmalı değil mi?”
Bektaş’ın tasarımlarında izlediği yolda da, Taut’un öngörüleri ile benzer bir yaklaşım
geliştirdiğini gözlemleyebilmekteyiz. Nitekim Bektaş’ın da, tasarımlarına
başlamadan önce, yapıyı neye göre ölçülendireceği üzerine çalışmalar yapmış
olduğunu görmekteyiz. Bektaş, yaşlılar evi tasarımında izlediği yolu anlatırken
(1979) konuyu en basitten başlayarak şöyle ele almıştır:
“…Bir çocuğun kullanacağı el yıkama yeri ile bir büyüğün kullanacağı el yıkama
yeri eş yükseklikte olabilir mi? Yurdumuzda daha, olağan durumlar için tasarlanacak
yapılar için bile temel alınacak ortak insan ölçüleri saptanmış değildir. Le’
Corbusier’in ünlü “modülor”ü 1.83’lük bir insandan yola çıkmaktadır. Yeryüzüne
pek yayılmış Neufert’in betiğine temel aldığı ölçülerse 1.75’lik bir insanın
ölçüleridir. Oysa bizim (Türk insanının) ortalam boyu,pek kısıtlı, örnekleme yoluyla
çalışmalar sonucu (erler üzerinde yapılan ölçmelerle) 1.66 olarak saptanabilmiştir…”
91
Genel ölçülerden sonra, yaşlılar evi tasarımında Bektaş’ı meşgul eden asıl konu
yaşlılar ile ilgili yapılarda esas olacak ölçülere ulaşabilmek olmuştur. Bu konuda
daha önce yapılmış bir çalışma ya da saptama olmadığı için Bektaş, Verena Huber’in
Bauen+Wohnen dergisinin 1970/5 sayısındaki ölçüleri incelemiştir. Bununla beraber,
yaşlıların kullanacağı tekerlekli sandalyeler üzerinde de çalışmalar yapmış ve
tasarımında bu sandalyelerin edinildiği firmanın ürettiği sandalye ölçülerini baz
almıştır; kapı, koridor, tuvalet v.s gibi öğelerin ölçülerine bu araştırmalar
doğrultusunda karar vermiştir. Böyle bir çalışmada amaç kullanıcı memnuniyetinin
yanında ekonomik olmayı da sağlamaktır [Bektaş,1979].
Bektaş’ın üzerinde durduğu diğer konu “eş paylaşım” ilkesidir. Modern anlayışın
öngördüğü eşpaylaşım ilkesi, geleneksel sofaların mantığı ile örtüşmektedir.
Bektaş’ın çoğu tasarımında tercih ettiği merkezi mekân fikri de, eşpaylaşımı
sağlamaya yönelik düşünülmüştür.
Şekil 4.7. Eskiz [Bektaş, 1979] Şekil 4.8. Keçiören yaşlılar evi, plan
Yaşlılar Evi tasarımına başlamadan Bektaş, yaşlılar ile konuşmuş, istekleri üzerinde
yorumlar yapmıştır. Bu doğrultuda onların gerek çevre ve gerekse kendi aralarındaki
ilişkilerini sağlamak, tasarımında ulaşmaya çalıştığı hedefini teşkil etmiştir. Bu
doğrultuda tasarım küçük avlular etrafında çevrelenmiş ve merkezdeki büyük avlu ile
tekrar bir araya gelen birimlerden olmuş bir yapı sonuçlanmıştır. Böylelikle Bektaş,
92
Bektaş, tasarımlarında kullanıcı katılımını teşvik eden bir yol tercih etmektedir.
Projelerine başlamadan önce, projenin yapılacağı yeri ve kullanıcıları tanımak için
uzun bir araştırma süreci izler. Konuya farklı disiplinlerin bakış açıları ile
yaklaşmayı, kendi deyimiyle “petek gözle” bakmayı önemsemiştir.
Edirne bin evler projesi de mimar, mimarlık tarihçisi, sosyal planlamacı, statik
mühendisi, tesisat mühendisi, elektrik mühendisi ve keşif uzmanından oluşan bir
ekip çalışması ile yürütülmüştür. Takım öncelikle Edirne’yi ve sorunları tanımaya
çalışmıştır. Daha sonra, kullanıcıların yaşama alışkanlıklarını ve isteklerini ortaya
çıkarmak için sorular belirlenmiştir. Yapılan anket sonuçları doğrultusunda bir
program oluşturulmuştur. Uygulama aşamasında yönetime katılım konusu önerilmiş
ve bir örgütlenme modeli hazırlanmıştır. Bu model, altı-sekiz ailenin oluşturduğu her
blok için seçilen temsilcilerden, yani en küçük ölçekten başlayarak, komşuluk
yönetimi, sokak konseyi ve mahalle konseyi şeklinde büyüyen bir örgütlenme
önermiştir. Tüm bu araştırma ve girişimlerin sonucunda, ortada forum ve çevresinde
çarşı (agora) bulunan ve merkeze yaya yolları ile bağlanan, basamaklandırılmış
birimlerden oluşan bir yerleşme önerisi hazırlanmıştır. Evler, bahçe ve küçük
avluların etrafında gruplandırılmıştır. Açık ve kapalı alan ilişkileri, bloklarda da
düşünülmüştür. 1973 yılında tasarlanan proje, 1978 yılında tamamlanabilmiştir
[Bektaş,1979].
93
bu sorumluluk içinde yerine getirir. Diğer tasarımlarına benzer şekilde, Edirne Bin
Evler tasarımında da küçük avlular etrafında gruplanan birimlerin, tekrar bir merkeze
yönlenmesindeki gayenin bu birlikteliği sağlamaya yönelik olduğu sonucuna
varabiliriz.
Ofis binaları ve alışveriş merkezini bir arada bulunduran kompleks, 1973 yılında
tasarlanmış ve 1976 yılında inşa edilmiştir. Çarşı günümüzde Denizli’nin simgeleri
arasında yer almaktadır [Bektaş, 1979].
işleve, hem de dış çevreye uyumu sağlayabilmek amacını gütmektedir. Çatıdan doğal
ışık alması yapının elektriksiz de işlevini sürdürmesine olanak sağlamaktadır.
Bektaş’ın bu yapısında içten dışa gelişen genel ilkesel tavrını koruduğunu, ancak
diğer tasarımlarından farklı bir çözüm geliştirmiş olduğunu görmekteyiz.
Frampton’un “arkitektonik” tanımında anlattığı gibi, yapının dışı içinden ayrı ele
alınmamıştır. Kullanıcıyı memnun edecek çözümler üzerinde düşünmek ve işlevi
doğru oturtmak Bektaş için öncelikli sorunu teşkil etmiştir. Öyle ki Bektaş’a göre,
yapının dış güzelliği de buna bağlıdır.
Şekil 4.12. Kangotan Evi, (sağdan sola: 2.kat, 1. kat, Zemin kat) [www.mimdap.org]
Bektaş, bu evi ülkesinden uzakta fakat kültürünü iyi özümsemiş bir arkadaşı için
tasarlamıştır. Arkadaşının Bektaş’tan talebi, kendi kimlik bunalımlarına çözüm
getirecek bir ev tasarlaması yönünde olmuştur.
Bektaş tasarımı yapmadan önce Amerika’ya gitmiş ve bir müddet Pek ailesi ile
beraber yaşamıştır. Yapının kullanıcının yaşama biçimine uygun olması Bektaş için
önemlidir. Öyle ki malzeme kararında bile, kullanıcının etkisi olmuştur [Bkz. EK–1,
Bektaş, 2007].
(a) (b)
Şekil 4.13. Sümer Pek Evi (a)Zemin kat planı (b)Üst kat planı [www.mimdap.org]
(a) (b)
Sümer Pek Evi’nde iki farklı “yer” anlayışından söz etmek mümkündür. Bektaş
tasarımına kullanıcıya ait bir kimlik kazandırırken, yere ait doğal verileri de göz ardı
etmemiştir. Sonuç olarak hem kullanıcının zihnindeki yere, hem de yapıldığı yere
uyumlu bir yapıdan söz etmek mümkündür. Nitekim Bektaş, röportajında
kullanıcının memnuniyetini vurgulamaktadır [Bkz. EK–1, Bektaş, 2007].
100
(a)
(b)
(a) (b)
(a) (b)
Resim 4.27. Bar (a) Dışarıdan görünüş (b) Çatı detayı [www.arkitera.com]
(a) (b)
Resim 4.28. Ora tatil köyü (a) Havuz [arkitera.com] (b)Su öğesi [archnet.org]
Projede çalışma yerleri, U sofalı bir Antalya evi gibi büyük bir oylum etrafına
yerleştirilmiştir. Mevcut binaya geçiş bu oylumdan olmaktadır. Bektaş, ince modüler
döşemelerin bu oylumla bütünleşmesini amaçlamış; kolon ve kirişlerle bu birleşimi
bölmek istememiştir. Bu sebeple kaset döşemeyi tercih etmiştir. Böylelikle istenilen
400 kişilik toplantı salonunu da merkeze yerleştirebilmiştir [Bektaş, 1979].
(a) (b)
Şekil 4.14. Türk Dil Kurumu (a) Plan (b) Kesit [http://archnet.org/lib].
Her kat döşemesi, bir alttaki döşemeyi 15 cm. taşacak şekilde yerleştirilmiştir.
Bektaş, bu taşmaların eski Ankara evlerini anımsattığını söyler. Bu taşmalardaki ana
amaç, yazın temiz hava sağlayabilmektir. Bektaş, bulvara karşı tasarlanan bu yapıda
“alçakgönüllü bir anıtsallığı” vurgulamaya çalıştığını belirtmektedir [Bektaş, 2001].
Cephedeki vurgu, her ne kadar belirli bir işlev yüklenmiş olsa da Bektaş bu tavrını,
biçimci olmasından ötürü eleştirmektedir. Bektaş, bu yapısı ile 1988 yılında “Yapı
Dalı-Ulusal Mimarlık Ödülü’nü” almıştır.
104
(a) (b)
Camın tercih edilmesi ve rasyonalist tavrı ile yapının cephesinde modern bir
yaklaşım hakimdir. Cam aynı zamanda, içeride oluşturulmuş avlunun, dışarı ile
ilişkisini sağlamaktadır. Bektaş’ın çoğu projesinde tercih ettiği merkezi plan şeması,
Frampton’un öz-bilinç ilkesine uymaktadır. Çünkü Bektaş’ın bu tavrı, gelenekten
gelmektedir. Dolayısı ile aynı zamanda çağdaş bir olaydır [Bkz. EK–1, Bektaş,
2007].
Bu proje ile kimlik arayan bir üniversite’de yeni aktivite önerilerinin de yer aldığı bir
sosyal odak oluşturulmaya çalışılmıştır. Birbirinden ayrı fakülte binaları kıvrımlı bir
yaya yolu ile birleştirilmiştir. Yeni merkezin konsepti, Anadolu topraklarında var
olmuş eski uygarlıklardaki Yunan Agorası, Roma Forumu ve geleneksel çarşılarda
olduğu gibi ortak kullanım alanları tasarlayarak, farklı disiplinlerdeki insanları bir
105
(a) (b)
Yaya aksının etrafını dükkânlar, küçük müzeler, internet kafe, bar, restoran,
anfitiyatro, toplantı salonu ve öğrenci aktiviteleri için buluşma odaları gibi yeni
sosyal aktiviteler öneren yapılar çevrelemiştir. Su, tasarımda önemli bir unsurdur.
Yaya yolu ve yapılar birbirinden bir su kanalı ile ayrılmaktadır. Sitenin en üst
noktasından akmaya başlayan bu su öğesi ile ortamın serinletilmesi amaçlanmıştır.
Yaya yolu, iki noktada genişleyerek çeşitli fonksiyonları içeren odaklar meydana
getirirler. Açık ve kapalı mekânlar, kıvrılan yaya yolu üzerinde akarlar [Anonim,
2001].
Resim 4.30. Ana aksta devam eden ve yaya yolunu ikiye ayıran su kanalı
[www.archnet.org]
Yaya yolunun sağında ve solunda yer alan açıklıklar ile üniversitenin tüm birimleri
birbirine bağlanmaktadır. Havuzun ve kanalın yapımı esnasında yerden kazılan
taşlarla, ahşapla, kiremitle tasarımın uygulaması beş ayda tamamlanmıştır. 1200
kişilik amfitiyatrosu bulunmaktadır.
107
Resim 4.33. Olbia Sosyal Merkezi, çatılarda plandaki merkezi yakalayan tuğla
işçiliği [www.archnet.org]
Proje, 2001 yılında Aga Khan Mimarlık Ödülü’ne layık görülmüştür. Olbia Sosyal
Merkezi, 427 proje arasından seçilmiş olan 9 projeden bir tanesidir. Eleme sürecinde,
çeşitli toplumların farklı yaşama koşullarına cevap veren çözümler, projelerde aranan
110
Olbia Sosyal Merkezi sahip olduğu insani ölçeği, kampus içindeki bağlayıcı niteliği
ve yerel malzemelerle çağdaş elemanları kaynaştıran yenilikçi tutumu nedeniyle
seçilmiş bir projedir. Jüri değerlendirmesinde konseptin, mimarların kendi kültürleri
üzerinde nasıl derinleşebileceklerini gösteren önemli bir örnek sunduğuna kanaat
getirmiştir. Bununla beraber projede, öğrenci ve öğretmenlerin bir araya gelerek fikir
alışverişinde bulunmalarını sağlayacak etkileyici mekânlar yaratmış olması, bu
mekânların birbiri içine akışı ve bu akışı sağlarken değişik perspektifler sunması,
jürinin değerlendirmiş olduğu diğer noktalardır. Jüri su kullanımına, sembolik, tarihi
ve kültürel öğelere de yer vermekte ve bu öğelerin biçimcilik değil ama geçmişle
yeni bağlantılar kurmakta olduğundan söz etmektedir [Master jüri raporu, 2001]. Bu
ise zaten Bektaş’ın “geleneğe eklenmek” şeklinde vurguladığı temel prensibini
oluşturmaktadır.
Maddi sebeplerden ötürü henüz uygulanamamış bir projedir. Proje, Prof. Dr. Jan
Hodder’in, Çatalhöyük’teki buluntuları sergilemek için bir müze talebinde bulunması
üzerine hazırlanmıştır.
Türk insanının yüzde yirmibeşi kerpiç evlerde yaşamaktadır. Bektaş Türkiye’li bir
mimar olarak, ülkesinde kullanılmış kerpiç malzemeyi araştırmak ve bu yapıların
sorunlarına çözümler üretebilmek sorumluluğunu hissetmiş olduğunu dile
getirmektedir. Edindiği bilgileri de, bilgi akışını sağlayabilmek amacıyla
yayınlamıştır [Bektaş, 2005].
Güre’de tasarladığı yaz okulunu, Antalya’daki çocuk evini, İlhan Başgöz Evi’ni ve
At Çiftliği projelerini de kerpiç malzemeden tasarlamıştır. Kerpiç’in doğal bir
malzeme oluşu, Bektaş’ın deyimiyle “doğanın kan dolaşımı içinde oluşu”, kendisinin
bu malzemeyi çağdaş yapılarında da tercih etmesinin bir nedeni olarak görülebilir.
113
5. SONUÇ
Ayrıca post-modern söylem içindeki birçok görüşe göre de, yerel kültürel değerlerin
bağlamından koparılarak kullanılmasının, mimarlığın metalaşmasına sebebiyet
verdiği, dolayısı ile mimarlığın çoğulcu ortamda farklı zevklere ve tüketilmeye
hitaben çeşitlenmesinin doğru olmadığı vurgulanmaktadır. Nitekim geleneksel yerel
mimarlığın erişmiş olduğu estetik düzey, çevreye uygunluğun ve coğrafi verilerin
sonucunda oluşmuştur. Bu noktada “yer” olgusunun kavranışı gözden
kaçırılmamalıdır.
114
“Yer” kavramının yanında, yeni bilişim teknolojileri ile beraber “zaman” kavramı da
farklı algılanmaya başlamıştır. Böylelikle, küresel dünyadan oluşumundan söz etmek
mümkündür. Evrenselliğin entelektüel bir tutum, küreselleşmenin ise ticari bir
kavram olduğu, üzerinde uzlaşılmış bir tanımlardır.
Uluslarası stil fikrine karşı geliştirilmiş bölgeselcilik fikri ise yer”in kültürel ve doğal
verilerini kabul etmektedir. Otantik, duygusal, modernist ya da eleştirel gibi çeşitlere
ayrılmakla beraber, tüm “bölgeselcilik” fikirleri temelde kültürel öze ve doğaya
dönüşü öngörmekte, bu bağlamda da yerel kültürel değerleri ön plana
çıkarmaktadırlar [Erkılıç, 1998].
Yerel mimarlık, Cumhuriyet’in ilk yıllarında evrensel özelliği ile ön plana çıkmıştır
Ancak devam eden süreçte, yerel değerler “ulusal mimarlık” denemelerinde biçimsel
olarak değerlendirilmiştir. Modern sonrası dönemde de, ortaya çıkan bölgesel
arayışlarda ulusal mimarlıkta olduğu gibi, biçimsel yaklaşımlar gözlenmektedir.
Diğer taraftan dünya ile eş zamanlı olarak ülkemizde de, çalışmada vurgulanmak
istenen yerel bağlama dikkat çeken “eleştirel bakış açıları” gelişmeye başlamıştır.
Bu bağlamda Bektaş, modern mimarlık içinde geliştirmiş olduğu eleştirel yaklaşımı
ile önemli bir profil sunmaktadır. Bu profil, Cengiz Bektaş’ın hem bu konudaki
düşüncelerini yaygın bir biçimde yazılı olarak ortam ile paylaşması açısından
“kuramsal alanda”, hem de mimarlık alanında pek çok uygulaması olması açısından
“uygulama alanında”, çok zengin bir kaynak oluşturmaktadır.
116
Diğer yandan nitelikli anonim mimarlık, yerel kültürlerin ortak bir çıkarımı olarak
düşünülebilir. Yani anonim mimarlıkta, ortak bir bilinç ile şekillenmiş bir çevre
gözlemlemek mümkündür. Anonim mimarlık, kişisel olarak çeşitlenebilen bir
117
mimarlık değildir. Dolayısı ile Bektaş’ın “anonim mimarlık” ile vurguladığı durum,
Frampton’un “arkitektonik kavramı” ile de örtüşmektedir.
Keçiören Yaşlılar Evi, Babadağlılar Çarşısı, Türk Dil Kurumu ve Sümer Pek Evi
tasarımlarında da tercih ettiği merkezi planlar, benzer amaçlarla oluşturulmuştur.
118
Bektaş işleve çok önem vermektedir. Bektaş’a göre biçimler, işlevin sonucunda
ortaya çıkmaktadır. Böyle bir durum geleneksel çıkarımının yanı sıra, Bektaş’ın
modern duruşunu da sergilemektedir.
Endüstri yapı uygulamaları da Bektaş’ın önem verdiği bir konu olmuştur. Evrensel
uygarlığı yakalama yolunda, bu yapıların ülkemiz için önemli olduğunu
düşünmektedir. Bu yapılarda da gelenekten edindiği ilkesel tavrını gözlemlemek
mümkündür. Nitekim bu yapıların esnekliği, ya da topografya ile kurduğu ilişkileri
bağlamında hem geleneklerle, hem de çağı ile uyumlu bir tavır sergilemekte
olduğunu gözlemlemekteyiz.
Bektaş’ın fonksiyonalist bakış açısı, aynı zamanda insanları mutlu etmeye yöneliktir.
Bu bağlamda işlevin doğru kurulmasında, kullanıcı ile mimarın ilişkisini de
vurgulamaktadır. Edirne Bin Evler Projesi’nde ya da Kuzguncuk’taki etkinliklerinde,
kullanıcı katılımını sağlamaya yönelik çalışmaları da bu düşüncelerinin sonucudur.
Aynı zamanda böyle bir durumun, kullanıcının çevresini sahiplenmesi sonucunu
doğurmakta olduğu çıkarımını vurgulamaktadır.
İklim de, Bektaş’ın projelerinde önem verdiği bir konudur. Kangotan Evi’ndeki
terasların yönelimi, mevcut iklimsel verilere göre düşünülmüştür. Bu evde ve birçok
farklı tasarımında karşımıza çıkan giyotin pencereler de, Bektaş’ın gelenekten
edindiği bir deneyimidir. Bektaş’a göre gelenek, zaten çağdaş bir olaydır; aynı
zamanda uzun sürelerde edinilmiş birikimleri içermektedirler.
119
“Gelenek” ile “teknoloji” arasında bir sentez önerirken Bektaş’ın tüm gayesi, daha
nitelikli ve aynı zamanda daha insancıl mekânlara ulaşabilmek olmuştur. Yerel
kültürlere yaptığı vurgusu da, genelde bu bağlamda olmakta ve günümüzde kaybolan
kimi kazanımları hayata döndürebilmek amacını gütmektedir. Ancak bunu yaparken
yüzeysel değerlendirmelerden ziyade, sebep-sonuç ilişkisi içinde değerlendirme
yapmak önemlidir. Sonuç olarak “yerel kültürler” ilkesel bakış açıları çerçevesinde,
çağdaş mimarlığımız içinde kullanılabilecek önemli deneyim ve birikimleri
içermektedirler.
120
KAYNAKLAR
İnternet: Almaas, I., H.& Malmquist E., B., “Cultural Sustainability:an interview
with Kenneth Frampton”, http://www2.arkitektur.no/files/BK06Frampton.pdf, (2006)
Aslanoğlu, İ., Bektaş, C., “Birinci ve İkinci Milli Mimarlık Akımları Üzerine
Düşünceler”, Mimaride Türk Milli Uslubu Semineri, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü, İstanbul, 41-46 , 71-84 (1984).
İnternet: “Aga Han Mimarlık Ödülleri, 2001 Master Jüri raporu”, www.akdn.org
(2001).
Balamir, A., Güzer, A., “Geniş Ufuklu Mimar Kimliği ve Bektaş’ın Mimarlığı”,
“Dört Kişiydiler Bir de O”, Cengiz Bektaş Çağdaş Türkiye Mimarları:4, Boyut
Kitapları, İstanbul, 50-52, 56-60, 64-132 (2001).
Bektaş, C., “Mimarlık Çalışmaları”, Yaprak Kitabevi, Ankara, 11-14, 28, 45, 51, 90,
105, 107, 116, 142 (1979).
Bektaş, C., “Yuva mı Mal mı?, 4”Tasarım Yayın Grubu, İstanbul, 9-55, 67 (1995).
Bektaş, C., “Yaşama Kültürü, 10”, Tasarım Yayın Grubu, İstanbul, 15-17, 33-38,
58-60 (1996).
Bektaş, C., “Kimin Bu Sokaklar, Alanlar, Kentler, 5”, Tasarım Yayın Grubu,
İstanbul, 38-43, 57-70, 98-100 (1996).
Bektaş, C., “Kültür Kirlenmesi, 7”, Tasarım Yayın Grubu, İstanbul, 9-11, 23-30, 43-
47, 48-72, 82 (1996).
Bektaş, C., “Mimarlıkta Eleştiri”, Literatür Yayınları:64, İstanbul, 18-20, 35-37, 43-
59 (2001).
Bektaş, C., “Halk Yapı Sanatı”, Literatür Yayınları:48, İstanbul, 9-16, 23-28, 31-37,
41-43, 47-52, 80 (2001).
Bektaş, C., “İçlerin Dışı”, Bileşim Yayınları:21, İstanbul, 45-47, 60-63, 76-79
(2003).
Bektaş, C., “Su-İnsan, Cengiz Bektaş Tüm Yapıları: 8”, 1. Baskı, Literatür
Yayınları: 94, 51-109 (2003).
Bektaş, C., “Bodrum- Anadolu Evleri Dizisi 1”, Bileşim Yayınlar:172, İstanbul, 10-
23 (2004).
Berman, M, “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor”, Çev: Altuğ, Ü.&Peker, B., İletişim
Yayınları, İstanbul, 27-168, 173 (1994).
Botta, M., “Bugünün Mimar Figürü”, Çağdaş Dünya Mimarları:8, Boyut Yayın
Grubu, İstanbul, 54-58 (2000).
Budak, C., “World Architecture: Local Practices and Their Global Context”, Doktora
Tezi, ODTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, Ankara, 53 (2003).
Cengizkan, A., “Atilla İlhan ile Söyleşi (Kent Kültürü, Kültürel Sömürgeleşme ve
Çağdaşlaşma Kavramları üzerine)”, XXI, 32-45 (2000).
Conrads, U.(Derleyen), “1933 CIAM Atina Tüzüğü İlkeler”, 20. Yüzyıl Mimarisinde
program ve Manifestolar, Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları, İstanbul, 117–124
(1991).
Çaylan, D., “Mimarlık ve Yer(el): Kavramlar ve Çelişkiler”, Orhon, A., V., “ Yerel
Yerleşimler, Evrensel Yaklaşımlar: Taos Pueblo ve Ksar Yerleşimleri”, Ege
Mimarlık, Mimarlar Odası İzmir Şubesi, 48: 8-10, 30-31 (2003).
Ergut (Altan), E., “The Forming of the National in Architecture”, ODTÜ Mimarlık
Fakültesi Dergisi, 19 (1-2): 31-43 (1999).
Fethi, H., 1986 “Natural Energy and Vernacular Architecture”, Theories and
Manifestoes of Contemporary Architecture, ed: Jencks,C., Academy Editions,
England, 144-145 (2006).
Gürsel, E., “20. Yüzyıldan Aklımızda Ne Kaldı?”, 20. Yüzyıl Mimarlık Mirası,
editör: Kaprol, T., TMMOB Mimarlar Odası Şubesi, Bursa, 121-127 (2001).
Güvenç, B., “Değişim ve Süreklilik”, Kültürün ABC’si, 1. Baskı, Yapı Kredi Kültür
Sanat Yayıncılık, İstanbul, 25-28 (1997) .
Güzer, A., “Carlo Scarpa: Sanatın Mimarlıkta Temsiliyeti Üzerine”, Boyut Kitapları,
Çağdaş Dünya Mimarları:16, Boyut Yayın Grubu, İstanbul, 56-60 (2001).
124
Harvey, D., “Postmodernliğin Durumu”, Çev: Savran S., Metis Yayınları, İstanbul,
32, 51-53 (1997).
İnternet: Khan, H., Özkan, S., “The Bektaş Participatory Architectural Workshop”,
http://archnet.org/library/documents/one-document.jsp?document_id=4509 (1984).
Khosla, R., Crashing through Western Moderism into the Asian Reality,
http://archnet.org/library/documents/one-document.tcl?document_id=2805 (1985).
Kortan, E., “Le Corbusier Gözüyle Türk Mimarlık ve Şehirciliği”, ODTÜ Mimarlık
Fakültesi, Ankara, 37: 41-65 (1983).
Kortan, E., “Son Yüzyılda Dünya ve Türk Mimarlığındaki Gelişmeler”, Yapı, 62:46-
53 (1985).
La Piana, S., An Interview with Turkish Architect/Poet Cengiz Bektaş: Space and
Poetry, http://www.umich.edu/~iinet/journal/vol1no2/interview.html (1994).
Le Corbusier, “Bir Mimarlığa Doğru”, çeviren: Merzi, S., Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul, 25 (1999).
Okutan, M., “Tarihte İlk Anadolu Yapılarının İklim ile Kurdukları İlişkiler”, Yirmi
bir, 7: 98-103 (2001).
Özer, B., “Kültür Sanat Mimarlık”, Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları, İstanbul, 9-19,
174-228, 338, 347, 352, 372(2000).
Özkan, S., “Ağa Han Mimarlık Ödülleri”, Mimarlık, 266: 22-27 (1995).
Rudofsky, B., “Architecture without Architecs”, Doubleday & Company, New York,
önsöz (1964).
Russel, B., “The Vernacular, The Industrıalised Vernacular and Other Convenient
Myths”, METU Journal of the Faculty of Architecture, 5 (1): 101-107 (1979).
Sağlam, H., “Alt Gelir Grubu Konut Yerleşimleri: Rotterdam Örneği”, Gazi
Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi Dergisi, 8 (2) :23-40 (1993).
Serim, S., “Yaşanan Mekan Olarak Yer”, Yüksek Lisans Tezi, İTÜ Fen Bilimleri
Enstitüsü, İstanbul, 14-19 (1999).
Scarpa, C., “Mimarlık Şiir Olabilir mi?”, Çağdaş Dünya Mimarları:16, Boyut Yayın
Grubu, İstanbul, 81-87 (2001).
Scott, F., “Underneath Aesthetics and Utility: The Untransposable Fetish of Bernard
Rudofsky”, Assemblage, 38: 58-89 (1999).
Tanyeli, U., “Us ile Duygu Arasında Cengiz Bektaş”, Arredemento Dekorasyon, 39:
70-78 (1992).
Tanyeli, U., “Mimarlıkta Düşünme Biçimi: Hem Severim, Hem Nefret Ederim”,
Arredamento Mimarlık, 5: 79-83 (2005).
Tzonis, A., Lefaivre, L., “Why Critical Regionalism Today”, Theorizing A New
Agenda For Architecture: An Anthology of Architectural Theory 1965-1995, Nesbitt,
K, Princeton Architectural Pres, New York, 483-492 (1996).
Utkutuğ, G., “Yeşil Mimarlık”, Bilim Teknik, TÜBİTAK, Ankara, 7-8 (2002).
Ülgüray, D., “Tüm Zamanların Mimarı Olarak Alvaro Siza”, Boyut Kitapları,
Çağdaş Dünya Mimarları:14, Boyut Yayın Grubu, İstanbul, 61-64 (2001).
Vautrin, J., “Uygun Bir Kentsel Teknolojiye Doğru”, Çeviri: Bilsel, C., Yirmi bir ,
89-90 (2001).
Vanlı, Ş., Cansever, T., Kaftancı, G., Karaaslan, M., “Çağdaş Mimarlık Akımları ve
Türkiye Mimarlığı Sempozyumu”, Mimarlık, 239: 29-59 (1990).
Vanlı, Ş., “Mimariden Konuşmak: Bilinmek İstemeyen 20. Yüzyıl Türk Mimarlığı
Eleştirel Bakış”, Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları, İstanbul, 245-248 (2006).
EKLER
129
Bu kitap (Bodrum Kitabı) uzun zaman şey oldu, karaborsasından dolarla falan
satmışlar. Komik geliyor böyle şeyler. Çünkü bir türlü insanlara anlatamıyorsunuz.
Yani bunun ne demek olduğunu. Bunu alıyor mesela oda zannediyor ki böyle
davranıyor. Kopya ediyor biçimleri. Halbuki benim hiç bir yapımda öyle bir kopya
yok. Yani pencereyi ben şu türde yapıyorsam onu bugünde aynı Mies’in söylediği
gibi yanlışsız bulduğum için. Beni biçim ilgilendirmiyor, bakın halk yapı sanatının
folklor içindeki yeri: “Asıl önemli olan batı kültürünün bu konular da ulusçu, kapalı
çevre görüş açıları bizim için özellikle sakıncalı olabilir. Ayrıca bu yöntemlerin
nerede olursa olsun tutucu olmamaları korkuyorum özüyle çelişirliğe düşmemek için
zorunludur. Bu tür yapılar için Bernard Rudofsky 1964’de yayınlanan yazısında
mimarsız mimarlıktan söz ediyor. Aydın Germen mimarlık dergisindeki, 74 Mayıs
sayısındaki yazısında şimdiki koşuluyla yöre mimarisi demektedir. Başka pek çok
çalışma ya da tartışmalarda halk yapıları ya da Halk Yapı Sanatı gibi deyimler geçer.
Halk sözcüğü daha bağlayıcı olan aşamalara varmamış yani, Müslüman derseniz
daha uzun şey halk derseniz daha geniş bir şey. Bir yörede oturan ortak koşullarla,
çıkarlarla etkilerle birbirine bağlı bir topluluğa özellikle az önce değindiğimiz gibi
dil, din ayırımı tanımayan bir kültür köprüsü olan Türkiye’mizde daha birleştirici
olmaktadır. Yani ben neyi amaçlayarak; Türk, Yunan. Hayır, sadece insanlar
arasında daha birleştirici olsun. Bu nokta özellikle Türkiye’miz için folklor yönünden
özel bakış açıları çalışma yöntemleri geliştirme zorunluluğunu da ortaya koyar
kanısındayım. Batı kültürünün bu konular da ulusçu, kapalı çevre görüş açıları…”
diye gidiyor. Folklör gibi halk yapı sanatı da anonim bir olaydır. Folklor gibi halk
yapı sanatı da kollektif bir olaydır.
Ö.A. Ben bu anonimlikten de söz ediyorum tezimde, olumlu anonimleşme…
Benim o konuda ansiklopedide maddem var. Folklor zaman içinde oluşur halk yapı
sanatı da. Pat diye ortaya bir defa da yaptıkları zaman komik oluyor. Turgut
Cansever’de maalesef buna düştü. Yani bir saçak motifi ile ya da bir saçak çözüm
biçimi ile mimari. Sonrada herkes onu kopya ediyor.
Ö.A. Bu olumlu değimli sizce?
130
Hayır. Çünkü biçimi öne alıyor. Halk yapı sanatında böyle bir şey yok. Şunu
yapmayım Arap mimarisi zannederler, bunu yapmayım. Öyle bir derdi yoktur.
Folklor katkılardan korkmaz. Halk Yapı Sanatı da korkmaz. 1974’de yazdıklarım
bunlar. Halk yapı sanatı bence folklorun içerdiği tarih, antropoloji, sosyoloji,
etnoloji, psikoloji gibi konular içinde en önemli yerlerden birini alır. Kendi dalımızda
küçük bir incelemenin folklora küçücük bir katkı olacağına inancım da buradan gelir.
Mesela Sinan’da bir yerde anonimleşmiştir. Ama O’nun ki olumlu bir anonimlik.
Yani bir nitelik düzeyinde. Bir de apartmanların anonimleşmesi var. Bu da niteliksiz
bir anonimleşme. Mesela Keçiören’deki apartmanlar. Bunun arasındaki ayırımı
yapabilmemiz gerekiyor.
Bodrum kitabı şunun için önemli. Halk yapı sanatını folklorun konuları içinde
saymıyorlardı. Hâlbuki ben “Halk Yapı Sanatının” folklorun konularının en önemlisi
olduğuna inanıyorum ve onu kabul ettirdim. Bir sergi ile beraber. Fakat halk bilimci
iki kişiyi oraya davet ettiler ve oraya sokmamaya çalıştılar ayrıca. Birisi Pertev Naili
Boratav, öbürü de İlhan Başgöz. Onun üzerine ben protesto olarak Galatasaray’da,
yani kongrenin yapılacağı yerdeki sergiyi kaldırdım ve gerçekten o bir etkide
bulundu. Yani bu kitap halk biliminin içine konuların girmesini sağlayan kitaptır
açıkçası.
Ö.A.Sergiyi kaç yılında yaptınız?
1974.
Ö.A.Eğitiminize İstanbul’da başlayıp, Almanya’da devam ettiğinizi biliyoruz.
Almanya’da aldığınız eğitim meslek yaşamınıza nasıl bir girdi sağladı?
Kendime dışardan bakmayı öğrendim, ülkeme de. Bir de, her şeyini ölçü olarak
almaya çalıştığımız batıyı tabii içinden tanımak. Çünkü Almanya’da öğrenim için
seçtiğim yer, “Münih” çok merkezi bir yerdir. Avusturya, İtalya, İsviçre, Fransa.
Bunu bir gün içinde yaparsınız. Bu dört ayrı ülkeyi bir gün içinde dolaşırsınız. Hele
benim orada öğrenim yaptığım sıralarda, Türkler de çok saygı görürlerdi. Onun için
131
şimdi çok ağır geliyor bazı şeyler ama bunları yaşamamış olan insanlar bunu tabi
anlayamaz. Yani ben Münih’den bir şeyi merak ediyorum, pat Viyana’ya
geçiyorum. Viyana’dan Zürih’e iniyorum. Fransa’ya gidiyorum. Mesela Le
Corbusier’i okumaktayım. Ronchamp’a gidiyorum. Ronchamp’ta geceliyorum,
papazla tartışıyoruz. Yani Batı kültürünün ne olup ne olmadığı konusunda, içinde
yaşayarak, tartışabilerek geçirdiğim bir dönem…
Ö.A. Halk Yapı Sanatı üzerine birikiminiz var mıydı oraya gitmeden önce?
Hayır ama onların seçmelerini görüyordum dışardan. İkincisi, yapı yapmayı
öğrendikçe… Yapı yapmayı iki büyük ustadan öğrendim. Yapı yapmayı
öğrendiğimiz zaman, dönüp de, mesela; Anadolu’daki doğramayı veya niye o
yalıtımı öyle düşündüğünü daha iyi anlıyorsunuz. En azından onların son
araştırmalarına göre yapıda nedir önemli olan? Bir de bakıyorsunuz ki, adam senin
memleketinde onu çözmüş.
Ö.A. Mimarlığa başladığınız yıllardan bu yana, mimarlık hakkındaki düşünceleriniz
bir değişim gösterdi mi?
Hayır. Şöyle değişim göstermedi. Çünkü hep ilkesel baktım. Biçimler daha kolay
değişiyor ama işlev biraz daha farklı değişiyor. Biçimler de modaya uyabiliyorsunuz.
Şu andaki Zaha Hadid moda! Bir de bakıyorsunuz; bütün projelerde, yarışmalarda
falan Zaha Hadid vari bir şeyler yapmaya çalışıyor insanlar. Bu moda terziliği… Bir
tane baş terzi var. Ona göre kesiyorsunuz. Bu baş terzi değişiyor. Yani bu baş terzi…
Bir zamanlar Le Corbusier olmuştu, Luis Kahn’dı, Mies’di daha önce. Ondan sonra
bakıyorsunuz, Sir Rogers oluyor, Renzo Piano oluyor. Renzo Piano sonra eskiyor.
Mesela üç-dört hafta önce Sydney’de Renzo Pianoun’nun son gördüğüm yapısı
benim için kötü bir yapı ama mimarlık öyle bir hale geldi ki. Fotoğrafçı fotoğraf
çekiyor, çekiyor… Sonra bir gün bir bina yapıyor. Tadao Ando oluyor. Yani bu
kadar ucuz değil mimarlık. İnsanları küçümsemek için değil ama ilkesel olarak
baktığınız zaman, şuna inanıyorum; bir insanın genel kültür terzisi olması gerektiği
gibi, kendi mesleğinin kültürüne de sahip olması lazım. O kültür alt yapısı sağlam
değilse, doğru değilse, iyi verilere ve iyi yorumlara oturmuyorsa ne yaparsanız yapın
132
çağın gerisine düşüyorsunuz ve burada Halk Yapı Sanatı falan filan derken de
yapılan büyük yanlışlıklardan biri de gerinin biçimlerini veya çözüm şekillerini
taklit. Hayır! Eğer ben onu anlıyor isem, onu aşan bir şeyler koyabilmeliyim. Benim
için gelenek çağdaş bir olay. Geçmişten alınmış herhangi bir şey değil. Yani biçim…
Hayır! bu gelenek değil, bu kopyacılık. Tarihin sandığından bir şeyler aşırmak ve
onu yutturmak. Aaa! Bak ne kadar milliyetçi. Ah! Ne kadar memleketini seviyor
falan. Yalan! Çünkü içten gelen bir şey değil. Ancak çağının insanına çözüm getiren,
çağdaş bir şey gelenek olabilir. Çünkü gelenek; bakın! Gelmekten geliyor. Bu çizgi
buraya kadar gelmiş ve ben onun ucuna eklenirsem geleneğe eklenebiliyorum. Yoksa
hayır, eklenemem. Geçmişten bir yerine eklenebilir miyim?
Ö.A. Yani mimarlar bireysel davranamazlar.
Hayır. Hayır, ama yani bireysel katkıda bulunabilirler. Burası biraz da zor olan
tarafı... Benim mesela; Datça’da yaptığım evi, “gelenekten nasıl yararlanılır?” örnek
diye yıllarca gösterdiler genç mimarlara. Üniversitelerden otobüslere bindiler.
Oralara kadar gittiler onu görmek için. Ben çağdaş bir iş yapıyorum. Bu arada
giyotin pencereyi kullanıyorum. Niye kullanıyorum? Sadece şunun için: Benim
memleketimde tesadüfen bu yeğlenmiş. Ayy! Ne kadar güzel. Çünkü ben de
inanıyorum. Niye? Çünkü yer almıyor. Yani planda hamak açtığınız zaman bir yeri
süpürüyor. Onun arkasına hiç şey koyamıyorsunuz. İkincisi çok basit. Çünkü birini
öbürüne asıyorsunuz. Bunu ne kadar kaldırırsanız, öbürü o kadar iniyor (Bkz. Resim
1.1.a). Şimdi, bir mekânın içinde, şu odanın kesiti olsun; ben şöyle bir açıklık
bırakırsam, odanın içindeki havada hiçbir hareket olmuyor. Eğer burada ve burada
açıklık bırakırsam; taa… Bize ilkokulda öğretilen kapı ve mum hikâyesinde olduğu
gibi; hava buradan girip, buradan çıkıyor. Dolayısıyla en iyi havalandırmayı
sağlıyorum (Bkz. Resim 1.1.b).
133
(a) (b)
Şekil 1.2. Altta ve üstte açılan kanatlar, Şekil 1.3. Kesit ve hava hareketi
görünüş
Bu kanat olarak açılıyor. Bu da kanat olarak açılıyor. Dolayısıyla şöyle iki açıklık
sağlıyor ve bu en iyi havalandırmayı veriyor. Ben giyotini bundan seviyorum. Bir de
Anadolu’nun oran meselesi var. Bu bir altın orandır ama Anadolu’nun oranı bu
değildir.
134
Anadolu’nun oranı bire ikidir. İki tane kare. Bu gerçekten doğuşundan itibaren
Anadolu, plana kadar giden Anadolu. Mesela giderseniz kesitte de planda da;
her şey bire ikidir ve benim Anadolu’mun oranı bu. Eğer oran arıyorsam ama aynı
zamanda bu ikisinin eşit olması bana birtakım şeyler sağlıyor. İnsanlar ile olan
ilişkide de. Bu kanadı böyle açmak yerine, ben böyle yapıyorum. Örneğin; okul
yapılarında, daracık bir açıklık.
Bunu da (Bkz. Şekil 1.4) ancak buradan kolumu uzattığım zaman silebileceğim
kadar. İlkokul pencerelerim benim böyle. Bunun gelenekle bir alakası yok. Ama
aynı şekilde burada da bu pencereyi böyle açmaz (Bkz. Şekil 1.5). Eğer böyle açmak
zorunda ise buraya bel tahtası koyar ki, çocuk düşmesin. Yani ne yaparsa yapsın bir
nedeni var ve neden çok insancıl. Ben onun için; aynı nedenlerle, aynı ilkelerle
düşünmeye çalışıyorum.
Ö.A. Bugün, geriye baktığınızda ilk yapılarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biraz kendimden kuşku duyacak şekilde. Yani bu ilkelerde daha ileri aşamalara
gelememekle suçluyorum kendimi. Eğer bir başka ortam olsaydı, yani ben hem yapı
yapsaydım, hem de araştırma yapabilecek olanağım olsaydı, bugün daha başka yerde
olurdum. Şimdi üniversiteye giriyorsunuz. Araştırma yapmak mümkün değil.
Bugünkü üniversitede araştırma yapmak, makale yazma düzeyinde olabiliyor.
Ö.A.Uygulama ile beraber olmasını kastediyorsunuz…
135
Elbette. Yapı yapmayan adam ne olabilir böyle bir konuda. Şimdi bakın eskiden,
zannediyolar ki, Sinan eğitimsiz. En kültürlü zannettiğiniz adam bile, İlhan Selçuk
bile, Can Yücel bile öyle zannediyor. Hâlbuki en ileri düzeyde. Sinan önce bir
taşçının yanında gitti taşçılığı öğrendi ve kendi yeteneği ona öğrenmeye ne kadar izin
veriyorsa, o kadar yılda öğrendi. Yani iki yılda sen mimar olacaksın yahutta beş yılda
mimar olacaksın. Böyle bir eğitim olur mu? Askeri üniforma mı bu? Kimileri beş
yılda olur, kimileri yedi yılda olur ve çoğu zaman yedi yılda olan daha iyidir, beş
yılda olanlardan. Şimdi buna göre bu adam icazet yani diploma aldı. Diyor ki; sen
taşçılık yapabilirsin artık. Ahmet üç yıl sonra alıyor bunu, Mehmet dört yıl sonra
alıyor, Sinan iki yıl sonra alıyor. Öbürü on yılda alamıyor.
Ö.A. Buna nasıl karar veriliyor?
Ustası. O işin en iyi ustası. O icazeti oradan aldı mı, dülgerin yanına yolluyorlar.
Dülger de ona bu icazeti veriyor, onunla birlikte çalıştıktan sonra. Halk yapı
sanatında Mustafa Usta’yı okumuşsunuzdur, Buharalı. Orada bunu çok iyi anlatır ve
halen O’nun, yani bizim çağımızda bu eğitimin sürmekte olduğunu anlatır. Bu sizin
dört yıllık eğitiminizi karşılar mı? Diploması olmuş ya da olmamış. Ben hayatımda
hiç kimsenin diplomasını görmedim. Kendi diplomamı da vallahi bilmiyorum. Şimdi
nerede diye sorsanız, ortaya çıkar mı bilmem. İnsanın diploması bilgisidir. Siz
bildiğiniz işi yaparsanız, yaparsınız. Yoksa yani bir işi yapıyormuş gibi görünerek
mimar olunmaz. Hele başkalarının yaptığı detayları aktararak, başkalarının yaptıkları
biçimleri kopya ederek mimarlık olmaz.
Ö.A. Mimarlıkta özellikle kuramsal alanda içerik / anlam ve özgünlük konuları
tartışılan kavramlar. Bu kavramlar hakkında düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Çok yazdım bu konularda. Yani içerik, anlam… Nazım Hikmet’in mimarlığımıza
bakışı diye bir çalışmam vardı.
Ö.A. Öz ve biçim ilişkisi…
Evet, öz ve biçim ilişkisini. Yani, kendimi de eleştirerek. Evet, Türk Dil Kurumu’nda
şunu yaptım ama güneş kontrolünü de sağladım. Fakat şuradaki davranışın gene de
bir biçimci davranış. Yani anlayamadın mı hiç, kendini aşamadın! gibi, kendimi de
eleştirerek... Öz ile biçim arasındaki ilişki benim için ahlak sorunu, batılıların
136
deyişiyle etik. Ha şimdi artık, dinazorlar devri geçti. Hayır! Yani aynı Türkiye’nin
siyasi coğrafyasında olduğu gibi. Ahlak düzeyinden çekinen adamın uydurmaları.
Çünkü kendisi bir ölçüyü yitirmiştir artık. Şimdi mesela bir yaşama biçimi olarak
düşünün. Ben bakıyorum Anadolu’ya, yaşama biçiminde. Diyorum ki; apartmanda
yaşamak yanlış bir şey. Sonra bana 50 katlı apartman geliyor. Adına rezidans
diyorlar ve bunu yaparsam bu ahlaklı bir davranış mı? Yanlış olduğunu söylemişim,
çizmişim, yazmışım, inanmışım ve bugüne kadar da yapmamışım ve şimdi
birdenbire böyle bir iş geliyor ve oturup yapıyorum. Ahlaklı bir davranış mı? Bir
kere kendimi yalanlıyorum.
Ö.A.Bu sadece mimarların sorumluluğu mu?
Hayır! bu doğru değil. Canım ben yapmazsam başkaları yapacak. Tabiî ki bu işler
bizden önce politikacıların, bizden önce ekonomistlerin… Hayır! Siz kendi işinizi
yapıyorsunuz ve mimarlık olan işten siz sorumlusunuz, eğer mimarlıksa.
Ö.A. Modern mimarlık olarak algıladığımız mimarlık anlayışı sizce hangi konularda
eleştirilebilir?
Eleştirilecek yönü var. Şimdi modernlik tabii bir felsefi terim ve onun temelinde eş
paylaşım söz konusu. Her şeyin olduğu gibi ama estetiğin de. Mesela Behren
sokaktaki lamba üzerinde düşünürken elektrik üzerine düşünüyor. Burada da ben
onun üzerine düşünüyorum ama biçim olarak değil. Acaba nedir doğru olan? Nedir
beni en rahat yürüten? Acaba başka birtakım işlevlerle birleşebilir yanları var mı?
Benim elimdeki olan olanaklarla en iyi hangisini yönlendirebilirim,
gerçekleştirebilirim gibi. O güzel bir şey, estetik bir şey olduğu zaman da ben onu
herkesle paylaşırım. Mesela İtalya’da yarışmalar yapıyorlar. Ünlü mimarlar arasında
tabak yarışması yaparlar. O tabak orada önemli bir yerde, örneğin; bizdeki migros
gibi bir yerde, iki buçuk liraya satılacak. Ama iki buçuk liralık tabak gerçekten
estetiktir ve o estetik öğretidir bütün toplum için. Herkes birden; “Ah! Ne kadar
güzel tabak…” diye paylaşılacak bir şeydir. Modernist böyle bir şey. Yani eş
paylaşımdan gelir ve de yaşamın gerçekten canlılığınca canlı olması gerekir.
Modernist biçimcilik yönünden sonra can sıkıcı bir duruma dönüştü. Caddelerimizi
sıkıcı yaptık, hamamlarımızı can sıkıcı yaptık, cephelerimiz ve bununla eleştirilirde
137
ama bu yaşama biçiminden gelen bir eleştiri olmalıydı. Sırf Batıda şimdi post
modern yapıyorlar yani modernizmi eleştirdiler, onu aşmaya çalışıyorlar diye. Ben
oradaki biçimleri alıp da buraya post modern bilmem ne... Hayır olmaz. Olmadı da.
O’da değişiverdi. Burada post modern eleştirisi yapılmadan, 40 yıl önce biz Münih’te
post modern eleştirisi üzerine kürsülerde eğitim görüyorduk. Duvarlara asıyordu
arkadaşlarımız, bir sürü prizma yapılmış, dikdörtgen prizma, kare prizma… Birisinde
ev yazıyor, öbürü hastane, öbürü okul ama hepsi aynı şey. Bu sıkıcılığa düştü ama en
önemli; toplumun, yani eş paylaşacağı insanlardan bir şeyleri koptu.
Ö.A. Geleneksel ve modern birbirine karşıt kavramlar mıdır?
Hayır. Geleneksel olabilmesi için insanın, modern olması gerek. Royal Akademi’de
benden istedikleri konferans bunun üzerine idi. Burada hemen hemen bütün yaptığım
konuşmalarda, şimdi son Makedonya’da bir yaz okulu yönettim orada da söyledim.
Yani, geleneksel olabilmesi için bir insanın modern olması lazım. En azından
modern. Modern ötesini tartışırız o ayrı. Beni o anlamda modern içine soktular
kuşak olarak. Ama ben modern olmak için herhangi bir şey yapmadım. İlkelerimde
buluşuyorum. İlkelerimin de en önemlisi eş paylaşım, bir de yaşamın canlılığınca
canlı olabilmek.
Ö.A. Tasarımlarınızda malzeme seçimini nasıl yapıyorsunuz?
Yerde olmasına özen gösteriyorum.
Ö.A. Tasarımınız mı malzemeyi belirliyor? Yoksa malzemeniz mi tasarımınızı
yönlendiriyor?
Şimdi ben tasarımlarımda bir kişilik bulmaya çalıştım ve bu konuda bana Sinan yol
gösterdi. Mesela “Mihrimah” bir kadına duyulan gizli sevgidir ve cıvıl cıvıldır.
Mesela “Şehzade” bir hüzündür. Oğlunu öldürmüş bir babanın hüznü. Ondan sonra
“Süleymeniye” kendini dünyanın hakimi zanneden bir Sultan… Onun için cami
bölümü bütün kütleyi bastırır. Bu kişilik, bu kimlik önemli olan. Yani bir yapıya
geldiğim zaman, örneğin; okul yapısı yapıyorum. Çocuk onunla oyuncak gibi
oynamak istiyorsa; ha tamam doğru bir şey yapıyorum. Korkmuyorsa o okul
yapısından. Bu kişilik önemli, bu kimlik önemli. Ondan sonra bu nasıl bir malzeme
ile gerçekleştirilebilir. Çelikle daha büyük açıklıklarda bir şeyler yapabilirim. İyi de
138
zannediyor. Hâlbuki ben iç oylumu dışla ortak olarak düşünüyorum. Yani bilmem ne
bankasında benim iç oylum sokağın oylumu ile birleşiyor. İnsan oturduğu zaman çok
geniş bir dünyanın içinde oturuyor ve çalışıyor. Ne yaptığının da bilincinde olması
gerekiyor o zaman. Halk Yapı Sanatı, bize değişmeyenleri gösterir ama
değişmeyecek olanları değil. Uzun süreli hangi ilkeler dayanabilmiş. Modalar
değişecek olanları gösterir. Moda olan bir şey ise yarın değişecek. Onun için halk
yapı sanatını bilmek bu dengeyi size bilinçle bu duyguyu kazandırabilir. Bu dengenin
duygusunu kazandırabilir.
Ö.A. Günümüzün gelişen küresel dünya sorunları ile gündeme gelen sürdürülebilir
mimarlık hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu sorunlar salt teknik çözümlerle ortadan
kalkabilir mi? Kültürel sürdürülebilirliğin değerlendirilmesi de çevresel sorunların
çözümüne katkıda bulunabilir mi?
Elbette. Musluğu açık bırakmamayı bana anam öğretir. Teknik, bu düşünceyi
gerçekleştirmeme yardımcı olacak çözümler bulabilir. Yani öyle bir musluk yapar ki,
ben elimi çektiğim zaman kesilir su. Neyi söylüyor o zaman o? Su
kullanamayacağım zaman kapat diyor. Yani bana anamın taa iki yaşımdayken
söylediğini söylüyor bana o musluk. Yani önemli olan o, kültür yaşamımdaki o ilke.
Yani israf etme. Din de bunu söylüyor ama bizim yaşama biçimimiz de bunu
söylüyor. Sonra bunun çözüm yollarını teknoloji arar. Kültür bana derki, 100 litre su
ile de yıkanabilirsin. 100 litre su ile yıkanabildiğin gibi, 80 litre su ile de
yıkanabilirisin. O zaman ben teknolojiye döner derim ki; bana öyle bir küvet yap ki,
ben 80 litre su ile yıkanayım. O da onu araştırır. Mesela ben Türk insanının akarsu
ile yıkandığı, bunun bir alışkanlık olduğu, bir kültür yorumu olduğunu biliyorum
ama küvetin içinde su doldurup da yıkanmadığını da biliyorum. Ayrıca, sonra tekrar
su dökündüğünü biliyorum. Demek ki, iki misli su ile yıkanıyor. Eğer ben bunu
anlatabilirsem insanlarımıza, mimarlarımıza, o zaman oturup kurnadan su dökerek
yıkandığı zaman 1 kova su ile de yıkanabiliyor. Bakın, ne kadar önemli. Bizim bir
yıkanma kültürümüz var ve bu yıkanma kültürünün en doğru, en hijyenik çözüm
olduğunu biz biliyoruz bugün. Bugün ama Sinan’ın yaptığı hamam yapısını
anlayamayacak kadar kendi kültürümüzden kopmuşuz. Sinan ayakkabılı yoldan yalın
140
ayaklı yolu kesin ayırmıştır birbirinden. Burada setler vardır (Bkz. Şekil 1.7)
Setlerin altında da nişler vardır. İnsanlar gelir. Buraya oturur. Ayakkabısını çıkarır.
Buraya koyar ve buraya çıkar. Üst kottan girer banyoya. Yani ayakkabı buradadır.
Geldiği zaman, temiz ayakla gelir, oturur. Ayakkabısını giyer ve gider.
Bakın bu ne kadar çağdaş bir olay. Sinan’ın yapılarında bir de burayı doldurmuşuz,
düz döşeme yapmışız. Şimdi bu ayakkabı kirini içeri almamak için teknolojiye
gidiyoruz. Bana öyle bir paspas yap ki bu çamurları alsın. Bütün mesele benim bu
kültürü yitirmiş olmamda. Yüzme havuzunda da yapmak zorundayım bunu böyle.
Çağdaş olan bu! Mesela İtalyanlar Mimarsinan’ı çağından iki buçuk yüzyıl önde
görüyorlar ve onun için ders malzemesi olarak kullanıyorlar. Yugoslavya’da da
kullandıklarına da tanık oldum ama ben kendi kültür yorumumu yitirirsem tabi şimdi
artık globalleşme dediğimiz şey para sömürüsünün globalleşmesinden başka hiç bir
şey değildir. Yani samimi değildir demek istiyorum.
Ö.A.. Bir konuşmanızda kültür devriminin gerekliliğini vurguluyorsunuz. Nasıl bir
kültür öneriyorsunuz?
Doğrudan doğruya kendi geçmiş olan. Çünkü biz şu anda dünyanın en eski ülkesinde
yaşıyoruz kültür açısından. Yani göbekli kilise bana 13 bin yılı söylüyor. Bundan
daha eskisi yok. Biz bütün bunları izleyebilir durumdayız ama doğru dürüst kendi
kaynaklarımızdan. Mesela Batı kaynakları ile izlersem Troya’nın Helen kenti
141
çok çağdaş malzemeler hiçbir şey ilgilendirmiyor. Sonuna kadar Osmanlı yapım
tekniği ile yaptığım bir yapı bu.
Ö.A. Yaşlılar evi yapınızı ele aldığımızda, konuta göre daha karmaşık bir projeyi
geleneksel konut tipolojisinden yararlanarak çözüyorsunuz. Buradaki amacınız
nedir? Bu yolla tasarladığınız yaşlılar evinin yaşlılar için gerçek bir ‘ev’e
dönüştürmeyi mi amaçladınız
Hayır. Şimdi bakın gerçek ev başka bir şey. Yaşlılar için en önemli şey yaşam
işlevlerini yitirmek. Bu işlevlerin içinde önceki ve sonraki kuşakla ilişki söz konusu.
Sonra birdenbire şunu saptadım ki, orada 119 tane hasta ile oturduk, konuştuk, onları
dinledik. Sonra oturduk kendi başımıza. Ne demek istiyorlar yorumladık. Baktık ki
bayramlarda çevredeki gecekondudan el öpmeye geliyorlar. O insanlar sinemaya
gitmek istedikleri zaman da, o yaşlılar onların evlerine gidiyorlar. Çocuklarına
bakıyorlar. Ben bu ilişkiyi koparırsam, ona yapabileceğim en büyük kötülüğü yapmış
olurum. Her iki tarafa da. Bunu ilaçla iki tane hapla filan çözemem. Demek ki asıl
çözüm arayacağım şey bu. Ben bunun için çözüm aradım. Yoksa ev havasında olsun,
hayır, değil. Yani bir odanın içinde, ben atamadığım. Mesela bakın, üzerimdeki bu
gömleği ben çizdim ve bu benim memleketimin bürümcüğü. Terziye giderler,
Denizli’de Bektaş’ın gömleği derler. Yani naylon giyemiyorum. Böyle bir şeyde
mesela atamadığım ceketimi koyabileceğimi koyacak bir de dolabım olsun. Yani bir
tane yatağım olsun. Önemli olan o, insanın orada pencereden baktığı zaman “Aa!
Memetler geliyor. Aa! Şunlar çocuğu da almış yanına, bu sevinç yetiyor bana…
Ö.A. Yerel tekniklerin günümüzde kullanımını duygusal ya da eskinin tekrarı olarak
değerlendirilebiliyor.
Yanlış değerlendiriyorlar. Değişmiş olan vardır. Olmayan vardır. Mies Van Der
Rohe’nin çok güzel bir sözü var; “biz yanlış olanları düzeltiriz”. Yanlış değilse,
nesini düzeltiyim? Varsa eğer olan, yanlış olmayan şeyi kullanırız; niye
kullanmayalım? Ama yanlış olan ille gelenekten geliyor, biçimcilik. Hayır, hiç
kullanmadım hayatımda.
Ö.A. Taşı ele aldığımızda, yeni malzemeler kullanılarak aynı sonuca ulaşabiliyoruz.
Siz bu tercihi neye göre yapıyorsunuz?
143
bir yerde, yarısı başka bir yerde kalmasın diye. Öyle bir yaptık ki. Mesela New York
Times yazdı. Dünyanın en iyi butik oteli diye. Dediğim gibi o zamanlar daha butik
otel hikâyesi yok. Oraya gelen adam birdenbire bakıyor. O büyük otelin ortalama
müziği, arabesk görüntüleri, arabesk insanları yok. Sadece o küçücük atmosferde,
örneğin; O’nun çok sevdiği barok müziği var kulakları tırmalamayan. Benim
mutfağımın ilginç örnekleri var, çok sağlıklı Akdeniz yemekleri var ama yani
çağdaşlaştırılmış bir şekilde. Çünkü benden onu isteyen arkadaşım da o kültürde.
Ben de onun için onu yapıyorum ve orada insan böyle bir ılık duş almış gibi oluyor.
Yüzerken su ile deniz birleşiyor. Çünkü su en son elemanı bu yerleşmenin.
Ö.A. Ora tatil köyünden mi bahsediyosunuz?
Hayır. Bu Antik Tiyatro Oteli. Orada baktığınızda Bodrum’u görüyorsunuz ama
Bodrum’un bütün pisliğini görmüyorsunuz, gürültüsünü görmüyorsunuz. Bodrum’un
içinde duramıyorum ben. O kadar kötü geliyor bana. Giyinmeleri vs.. Bir de Bodrum
fahri hemşerisi ilan ettiler beni. Yani o kadar sevdiğim bir yerdir. Tabi 60’ların
başında. Mesela ben gazetede yazdım. Biz Bodrum’a ne verdik, ne aldık. Bodrum’un
elinden her şeyi aldık. Domatesini suyunu, kahvesini, kıyıda oturmasını, bayramlık
elbisesini. Her şeyini aldık ama biz O’na hiçbir şey vermedik. Elinden aldık, yapı
yaptık…
Ö.A.Yazılarınızda bölge, gelenek, iklim gibi başlıklar mimarlığı yönlendirmesi
gereken başlıklar olarak öne çıkıyor. Oysa dönem dönem mimarlıkta ulusal kimlik
arayışları da söz konusu oluyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Hayır, benim hiçbir yapımda ulusal kimlik konusu yoktur ama yani elbette olacak,
çeşit çeşit insanlar olacak. Geçenlerde bir juri var. Seni jüriye koyduk ama inşallah
falanca kişi seni rahatsız etmez. Çünkü o adam kopya ediyor ve burada modern
mimar olarak biliniyor. Modernizmin ne olduğunu da bilmiyor. Ne yapalım. Yasak
mı koyacağız? Birinci ilkem; düşünce özgürlüğü, düşüncenin dile getirilme
özgürlüğü. Beni şöyle veya böyle düşündürmeye kimse zorlayamaz. Bunun içinde
dört yıl mahkemelerde de süründüm. Bunu sadece böyle söylemiyorum. Bunun için
savaşıyorum da.
Ö.A. Ülkemizdeki ulusal mimarlık akımlarını da olumsuz değerlendiriyorsunuz.
145
Evet. Tabii, bir anlamda ama ayrıca o değerlendirmeleri de yanlış buluyorum. Onlar
bir şablon. Çünkü artık bir döneme bakış açısı gibi şablon olarak kullanılıyor. Yani,
şimdi İlhan Tekeli’nin çok güzel bir şeyi var. Nedir Türk mimarisi bugün? Yüzde
yetmiş Ankara’lı insanın oturduğu binalar mı Türk mimarisidir? Yüzde onunun
oturduğu binalar mı? Yani gecekondudur Türk mimarisi! Bu İlhan Tekeli’nin bir
formülasyonu idi. Benim şu anda beş tane yayınlanan yapılar mı Türk mimarisi?
Alman dergisini açıp baktığınız zaman, o mu Türk mimarisi? Almanya’ya gidin
bakın. 50 yıl önce nasıl inşa ediyorlarsa halen öyle inşa ediyorlar. Yani birinci ulusal
mimarlık. İlkokulları şöyle yapmışlar. Bilmem neleri şöyle yapmışlar ama halk nasıl
yapmış? Kimse biliyor mu? İşte, ben onu ortaya çıkarmaya çalıştım. Yani Gazi
Mustafa Kemal İlkokulu ile benim evimin arasında ne farklar olduğunu hem yazdım,
hem gösterdim inşaa ederek.
Ö.A. Mimarinin doğa ile kurduğu ilişki nasıl olmalı? İnsan- doğa ilişkisi mimariye
nasıl yansımalı?
Doğanın kan dolaşımı içinde olmalı.
Ö.A. Mimarlıkta evrensel değerlerden söz edebilir miyiz?
Tabii. İnsanlıkta söz edelim de, mimarlıkta niye söz edemeyelim? Elbette. Beni zaten
öyle olduğum zaman, yani gerçekten saf insanlık değerlerinde olduğum zaman,
yöreselci zanneden insanlar var. Mesela bu çok ciddi bir İtalyan dergisi, 1994. Bu
benim yaptığım bir lokanta, Güre’de. Bu yaptığım tiyatro, Güre’de. İlk defa bilmem
kaç yıl sonra, ODTÜ’de bastılar. Maalesef çok kötü bastılar. Gerçek Akdeniz
mimarisi diye, bu dergi basıyor. Yani İtalyanlar da beni anlıyor ve ben, daha yapı
yapma işini bilmeyen insanlarla beraber yapı yapmaya çalışıyorum. Kiremiti
döşeyemiyorlar. Peki; ben dama çıkıyorum, ben döşüyorum. Bu kiremiti böyle
döşeyebilir misiniz? Bunları kendi elimle döşemek zorunda kaldım. Aynı şekilde
Akdeniz’de Olbia Kültür Merkezi’nde. Öyle olmaz dediler. Mümkün değil.
Döşenemez. Peki. Ben döşedim. Ee, öyle olursa olur. İşte ben de öyle olursa oluru
yapıyorum, yani o önemli olan.
Ö.A. Peki, yerel değerler evrensel olan değerlerin neresinde yer almalıdır?
146
Başka insan hayranlık içinde bazı şeyleri görmüyor bazen ama sonra diyor ki yahu
galiba şurası yanlış. O size bir süre yol gösteriyor. Mesela, Branca ustam vardı. Her
yerde geçer… Çünkü çok şey öğrendim O’ndan. Ne öğrendim? Stuttgart Teknik
Üniversitesi var. Harika bir yapı. Pencereye bir dokunuyorsunuz kapanıyor. Kapı
gelmeden açılıyor. Yani, müthiş bir teknoloji! Bir gün büro olarak gittik. Branca’da
orada, Angerer’de orada. Hepimiz oradayız. Beraber tartışıyoruz. Ben dedim, bir şey
gözledim; bu insanlar öğrenciler şakalaşarak geliyorlar bu yapının karşısına, bu
kapıdan içeri girdikleri zaman hepsi böyle böyle gider oluyor (Bkz. Şekil 1.8).
Yani bu yapıda bu canlılığı, yaşama sevincini öldüren bir şey var. Bu nedir acaba?
İşte o teknolojidir. Kötü kullanışmış bir teknoloji. Temelinin ne olması gerektiği
unutulmuş, onun baskısı altında kalınmış, ezilinmiş bir teknoloji.
Ö.A.Detaylar önemli değil mi?
Elbette. Kendisi söylüyor çünkü “ Tanrı detaydadır” diyor. Mies söylüyor bunu. Ben
de buna inanıyorum. Mimar yalan söylememelidir. Kendisi, kişisel olarak yalancı
olmaması gerektiği gibi, ahlak olarak, yapısında da yalan söylememelidir. Taş
kaplama, kaplama olarak görülmelidir. Mesela, blok taş olarak görünmemelidir.
Beton, taş gibi görünmemelidir. Bunun üzerine kaplarsınız bir şeyler, dikkat etmek
zorunda kalmazsınız. Kahve de dökülse buraya bir şey olmaz. Hele bir de o plastik
malzemeyi, petrol esaslı malzemeyi, ahşap deseni ile kaplarsınız. Bu yalancılıktır.
Yani, yapma çiçek gibi bir şeydir.
Ö.A. Cumhuriyetin ilk yıllarında, köylerdeki insanları modernleştirmek için Arif
Hikmet’in yaptığı modern köy evleri var. İnsanlara yeni yaşamlar öneriyorlar.
Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi bakın, bu şeyi daha sonra Köy Enstitüleri ile yaptı. Köy Enstitülerinde,
herhalde o deneyden gelen bir şey de, şöyle yaptılar, bu yarışmaya girmek için
yörede altı ay yaşayacak. O insanı ve yaşama koşullarını tanımadan hiçbir şey
yapamazsınız. Birisi gitmiş kayada yaşayacağım diye. Yazın yaşarken çok güzel ama
kışın duramamış, taşınmış Fethiye’ye. Yaşama koşullarını bilmediğimiz, üretme
koşularını bilmediğimiz. Okulu yok, şu yok bu yok, diye baktığınız zaman,
çizeceğiniz şey, başka birşey. Ben şimdi, mesela, kerpiçle uğraşıyorum.
Zannediyolar ki, bir heves. Hayır! Türkiye’nin yüzde ellisi kerpiç evlerde yaşıyor.
Ben yığma yapı statiğini öğretmiyorum üniversitelerimde. Yani, böyle bir şey
olabilir mi? Cumhuriyet kurulduğundan bu yana kadar, biz kerpiç evin içinde
yaşayan insanın sorunları anlamış değiliz. Bilmiyoruz. Mimar olarak bilmiyoruz.
Yani, bu yanlış bir şey.
Ö.A.Bölgesel uzmanlıkların olması en doğrusu herhalde…
Bu bölgesel uzmanlık meselesi değil. Bu Türkiye meselesi. Yani, kendiniz İstatistik
Enstitüsü’nde yayınlayacaksınız. İnsanımızın yüzde ellisi kerpiç evlerde yaşıyor
149
diyeceksiniz. Sonra, aynı koca kafalar oturacaklar, hiç bir üniversitede yığma kâgir
yapı üzerine ders koymayacaklar. Kimin meselesini çözeceğim ben mimar olarak?
Niye mimar oluyorum ki ben? Para kazanmak için mi? Daha iyi para kazanacağım
bir sürü yol var. Biçim yaratmak için mi? Heykeltıraş olurum, daha iyi. Hem hiç
kimse karışmaz benim yaptığıma. Daha bağımsız olurum. Mimar olacaksam, bir
işlevim var! Fırıncının işlevi gibi, ayakkabıcının işlevi gibi. Ayakkabı ayağımı
vurmayacak. Fırıncı tam zamanında ekmeği çıkaracak, ben aç kalmayım diye.
Mimarın da böyle bir işlevi var. Burada kazanır, üniversite’de okur sonra gider,
bilmem nerde çalışır. Bugünkü dünya ölçülerinde olacak oluyor. Globalleşme
değimiz şeyin bir ucu buraya dayanıyor. Mesela; Rusya’da, eskiden öğrenimini
Rusya’da yapmış ise dışarıya gidebilir ama öğrenimini ödeyecek. Böyle bir şeyi
Türkiye’de söyleyin bakalım ne derler size.
Biz çocuklarımızı mesela şu anda kötürüm ediyoruz. Çünkü onları kendi kararlarına
bile bırakamıyoruz. Bilmem kaç yaşına kadar hala anası babası bakıyor. Bir gün
Münih’te, bir baktım, sınıf arkadaşım; “Hatice ne yapıyorsun?” dedim. “Gazete mi
satıyorsun?”. O’da dedi ki; nasıl okuyacaktım ki? Ben bütün gece düşünüp, sabah
mektup yazdım. Babam niye ödemek zorunda benim eğitimimi? O, bilmem kaç
yaşına gelmiş, hala çalışıyor. Ben kaç yaşına gelmişim. Beyoğlu’na bir çıkın bakın.
Bir saat içinde gördüğün insanlardan birer saatlerini alın. Hemen iki tane okul inşa
ederler.
Ö.A.Babadağlılar Çarşısı’ndaki tasarlama kriterleriniz nelerdi? Osmanlı Han’nı
örnek aldığınızı okudum.
Hayır, örnek almadım planı. Şunu örnek alıyorum. Dışarıdaki çevreye uyuyor. Yani,
bu cephesindeki, şuradaki sokak dokusuna uyar. Buradaki bu sokağa uyar ama kendi
içinde kendi abstraksiyonu vardır. İçinde iki tane sekizgen vardır, birbirine yapışan.
Bu benim abstraksiyonum, benim yarattığım mekân. Bu dışarı saygı ile uyan bir şey.
İki, Denizli’de bir çarşı iki veya üç katlı ise çalışmaz. Bu merdivenden çıkmaktan
hoşlanmıyor insanlar. Bu uluslara da bağlı. Yani, bir asansörün kapısında bir İngiliz
otuz saniye bekler. Ben on saniye bekleyemem. Gerçekten bu bir tavır, davranış. Bir
150
bankanın kesitinde, buraya bir 10’cmlik bir basamak yapayım. Müşterisi yüzde elli
azalıyor. O araştırmayı da yaptık. O zaman, ben rahat rahat çıkabilmeliyim. Bundan
çıkmadım ama yola. Hepsi birbirine koşut. Kotları okuduğumda, şu çıktı. Ee, demek
ki; burada böyle bir dönersem, ben buraya böyle bir kat yükselerek geliyorum.
Bir gün Denizli’nin bir köyünde oturuyoruz. Çay içiyoruz. Oraya, bir antik kentin
parçalarını görmeye gitmiştim. Peştamalla Denizli’li bir kadın geldi. “Sen ne iş
yapıyon?”. “Ben mimarım”, dedim. Sen dedi, “Denizli’de Babadağlılar Çarşısı var,
gör de, mimarlık ne imiş anla!” Hayatımda özleyeceğim en önemli şey. Bir, 7’side
70’de anlasın; iki, köylüsü de kentlisi de anlasın. Aynı Yunus’u anladıkları gibi...
Estağfirullah, ben öyle bir şey olabilirim demiyorum ama çalışırım ona. Yunus’u
okumuş, yazmış, doru dürüst kültür edinmiş bir insan da anlar, benim Denizli’mde
ilkokulu ancak bitirmiş birisi de anlar, ama olanaklarım bu kadar. Ben burada
oturacağım. Dışarıdan malzemeyi getirteceğim. Hele hele avan projesi dışarıda
yapılmış bir projeyi getireceğim, kendi modern mimarlığımın içinde sayacağım. Bu
doğru bir şey değil.
28.Ağustos.2007/ Kuzguncuk.
151
EK–3 Mektup
153
ÖZGEÇMİŞ
Kişisel Bilgiler
Soyadı, adı : Aksu, Özlem
Uyruğu : T.C.
Doğum tarihi ve yeri : 13.01.1981 Kayseri
e-mail : aksuozl@gmail.com
Eğitim
Derece Eğitim Birimi Mezuniyet tarihi
Yüksek lisans Gazi Üniversitesi /Mimarlık Bölümü 2007
Lisans Erciyes Üniversitesi/ Mimarlık Bölümü 2004
Lise Ayrancı Yabancı Dil Ağırlıklı Lisesi 1999
İş Deneyimi
Yıl Yer Görev
2002 Aytöre-Genç Mimarlık Bürosu Stajyer Mimar
2003 Form Yapı-Denetim Ltd. Şrk. Stajyer Mimar
2006–2007 Erbuğ Mimarlık Mimar
2007– Tobaş Mimar
Yabancı Dil
İngilizce