Ismail Kucukklnc - Jon Turkluk Ve Kemalizm Kskacnda Ittihadclk

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 432

JÖN TÜRKLÜK VE KEMALİZM

KISK ACINDA İTTİHADÇILIK

instagram.com/historiayayinevi
facebook.com/historiakitap
twitter.com/historiakitap

İsmail Küçükkılınç
HıJTOAIA
Historia Yayınları: 05
Posteritas Dizisi: 01

Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık


İsmail Küçükkılınç

© Historia Kitap

Yayın Yönetmeni: Oğuzhan Murat Öztürk


Editör: Kadir Yılmaz
Tashih: Begüm Hande Çay
Sayfa Düzeni: Adem Şenel
Kapak Tasarımı: Göktürk Ömer Çakır
Kapak Uygulama: Yunus Karaaslan
Baskı-Cilt: Çalış Ofset (Topkapı-İstanbul)

1. Baskı: Mart 2018

ISBN: 978-975-6587-40-9
Sertifika No: 15786

956.0743 KÜÇ.İ
Jön Türklük ve Kemalizm kıskacında İttihadçılık
İstanbul : Historia Yayınevi, 2018. 432 s. ;13,5x 21 cm. -- (Historia Yayınevi;
Posteritas Serisi ; 01) 1. Jön Türkler 2. İttihat ve Terakki Cemiyeti

HISTORIA
Çatalçeşme Sok. No: 50/1 Cağaloğlu-İstanbul
Tel: 0212 511 25 04 - 511 25 62 Faks: 0212 519 27 09
www.historiayayinevi.com
historiayayinevi@gmail.com
Muhterem Annem Hacer Küçükkılınç,
Kıymetli Eşim Şehnaz,
ve Sevgili Oğullarım
Erdem ve Halil Kerem’e…
İÇİNDEKİLER

Önsöz........................................................................................................................... 9
İkinci Baskıya Önsöz.............................................................................................13

Giriş...........................................................................................................................15

1. Kavram Kargaşası ve Kafa Karışıklığı:


Jön Türklük ve İttihadçılık Aynı ve
Birbirinin Devamı Yapılar mıdır?........................................................... 19
2. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin Eseri ve
Bir Makedonya Hareketi Olarak İttihadçılık........................................29
3. İttihadçılık ve Komitacılık.........................................................................41
4. İttihadçılık ve Meşrutiyet’in İlanı............................................................ 55
5. İttihadçılık ve 31 Mart Vak’âsı.................................................................59
6. Heterojen Bir Koalisyon Olarak İttihadçılık.........................................79
7. İTC, Devlet İçinde Devlet miydi? ...........................................................97
8. İttihadçılık ve Masonluk-Siyonizm....................................................... 101
9. İttihadçılar Alman ve İngiliz Yanlısı mıydı?.......................................125
10. Makedonya’dan Anadolu’ya İttihadçılık:
Balkan Harbi ya da Hezimetten
Milletin Kurtuluşuna................................................................................135
11. İttihadçılık ve Darbe Geleneği................................................................159
11.1. Halaskar Zabitan Grubunun Müdahalesi ve
İttihadçı Kabinenin Düşmesi.......................................................159
11.2. Halaskar Zabitan’ın Muhtırası ve Meclisin Feshi...................160
11.3. Darbeye Karşı Darbe: İttihadçıların
23 Ocak 1913 Babıâli Baskını.......................................................164
11.4. İttihadçılık ve Teşkilat-ı Mahsusa...............................................168
12. İttihadçılık ve Birinci Dünya Harbi...................................................... 175
13. İttihadçılık ve Ermeni Meselesi..............................................................193
13.1. Iztırar Hali Açısından Ermeni Tehciri......................................193
13.2. Ermeni Tehciri, Müslümanlık,
Etnik Unsurlar ve Türk Milleti!..................................................200
13.3. Sol Liberaller ve Ermeni Meselesi............................................... 211
-7-
14. İttihadçılık ve İktisadî Bağımsızlık ya da Kara Kemal.....................221
15. İttihadçılık, Mustafa Kemal ve Kemalizm .........................................239
15.1. Mustafa Kemal ve İttihadçılık ....................................................239
15.2. Mustafa Kemal ve Komitacılık....................................................246
15.2.1 Talat Paşa’ya Darbe Teşebbüsü.................................247
15.2.2. Sadrazam Tevfik Paşa’nın Kaçırılması Teşebbüsü.....251
15.2.3. Elazığ Valisi Ali Galib’in Öldürülmesi Kararı......252
15.2.4. İttihadçı, Teşkilat-ı Mahsusacı, Komitacı, Enver
Paşacı Büyük Bir Kahramanın, Deli Halid’in
Talihsizliği......................................................................254
15.2.5. Kâhya Yahya ve Ali Şükrü Bey Suikastleri:
İki Katil Olarak İsmail Hakkı Tekçe ve
Topal Osman.................................................................265
15.2.5.1. Kâhya Yahya Suikastı ve
Trabzon Meselesi........................................266
15.2.5.2. İttihadçı Ali Şükrü Bey’in
İttihadçı Topal Osman
Tarafından Öldürtülmesi......................... 275
15.2.6. Mustafa Kemal’in Çerkez Ethem’e Dâhiliye Vekili
Nazım Bey’i İstifa Ettirmesi......................................284
15.2.7. Kazım Karabekir’e Suikast Teşebbüsü ve İstiklal
Harbimizin Esasları Kitabının Yakılması..............287
15.2.8. “Pis İşler”de İslamcı ve İttihadçı Bir Millî Mücadele
Paşası: Nureddin Paşa.................................................292
15.2.9. I. Meclis’te Gizli Bir Komite:
Selamet-i Umumiye Komitesi ..................................296
15.2.10. Saltanatın Kaldırılmasında İzlenen Yöntem.........298
16. İttihadçılık, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele..................................301
17. Mustafa Kemal ve İttihadçıların da İçinde
Bulunduğu Muhalefetin Tasfiyesi .........................................................355
18. Kemalizm İttihadçılığın Devamı mıdır?.............................................373

Sonuç.......................................................................................................................381
Kaynakça................................................................................................................409
Dizin........................................................................................................................427

-8-
Önsöz

T arihteki bazı cemiyet, şahıs, hareket ve hadiselerin tarihte kal-


mama, tesirlerini bugün ve yarında da hissettirme gibi bir özel-
likleri vardır. Bugünkü tesirlerinden hareket edersek, İttihad ve Terakki
Cemiyeti (İTC) ve İttihadçıların gelecek asırlarda da gündemimizi iş-
gal edeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü üzerinde yaşadığımız va-
tan topraklarını, hatta Türk Milleti’nin bekasını onlara borçluyuz. Bu
gerçeğin her türlü önyargıya ve bilgi kirliliğine rağmen geç de olsa tes-
pit ve teslim edilmeye başlanması tesirin ivmesinin gün geçtikçe daha
da artacağına bir işaret olmalıdır. Bugüne kadar hem de mutlak bir
hakikatmiş gibi koskoca bir imparatorluğu batırdığı kabul edilen bir
cemiyet, hareket ve onun liderleri hakkında müspet şeyler, üstelik on-
ların memleketin ve milletin kurtarıcıları olduğunu söylemek, elbette
çok kolay değil. İnancımız odur ki, bu kitap baştan sona okunduğunda
bu tespitimizin bir mübalağa olmadığı anlaşılacaktır.
Muhafazakâr-mütedeyyin, hatta İslamcı muhit ve camiaya men-
sup olanlar nazarında İTC ve İttihadçılık, sadece II. Abdülhamid’e
ve Osmanlı Devleti’ne değil, aynı zamanda bu milletin değerlerine,
inançlarına muhalif, hatta düşman bir örgüt ve şahıslar topluluğudur.
Aynı zamanda bir İmam-Hatip Lisesi mezunu olan bu satırların ya-
zarı, mektep ve muhitinin tesiriyle yıllar yılı İttihadçıları Mason, Siyo-
nist uşağı, İslam düşmanı kefereler olarak gördü. Hele de II. Abdülha-
mid’in vefat yıldönümlerinde onu tahttan indiren bu “zalim kefereler”
hakkında lisanımızda mevcut ne kadar menfî sıfat varsa hiçbirini kul-
lanmaktan da imtina etmezdi. Onlar şeksiz-şüphesiz hain-i din ü dev-
let idiler. Koskoca bir imparatorluğu stratejik dehasıyla ayakta tutan
bir padişah ve onu Yahudi, Siyonist ve Mason düşmanların yardımıyla
tahttan indiren Selanikli çapulcular güruhu imajı maalesef hiçbir sağ-
lam ve ciddî kaynağa ve malumata istinat etmeden kabullendiğimiz ve
-9-
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

asla sorgulamadığımız bir imajdı. Sadece bizler değil, hocalarımızın,


büyüklerimizin çoğu da Mehmed Akif, Elmalılı Hamdi Yazır, Hüse-
yin Kazım Kadri, Said Halim Paşa, Fatin Hoca gibi İslamcıların bi-
rer İttihadçı olduğunu ve Abdülhamid’in tahttan indirilmesini iste-
diklerini bilmezlerdi.
İttihadçılar, darbe yapıp meşru Başbakan Menderes’i asan 27 Ma-
yısçıların da temellendiği subay-sivil unsurlardan müteşekkil darbeci
komitacı bir güruh, İTC ise bu ülkenin değerleriyle problemli CHP’nin
selefi olan bir siyasî parti ve örgüttü. Yani hem darbecilerin hem de
CHP’nin temeli İTC ve İttihadçılardı. Oysa sonradan öğrendik ki, mu-
hafazakâr ve mütedeyyin camianın kendisine yakın bulduğu Terakki-
perver Cumhuriyet Fırkası’nın (TCF) kurucularının hemen hepsi hem
de tahlifli İttihadçı, bahusus büyük kumandan ve kahraman Kazım
Karabekir İTC’nin Manastır Şubesi’nin kurucusu, Rauf Orbay 31 Mart
Vak’âsı sebebiyle kurulan ve onlarca sarıklı ve sakallıya idam hükmü
veren Divan-ı Harb-i Örfîlerin azasıymış; Serbest Cumhuriyet Fırka-
sı’nin (SCF) lideri Fethi Bey İTC’nin Umumî Kâtibi imiş; DP’nin ku-
rucu genel başkanı Celal Bayar “tehlikeli” bir komitacı İttihadçıymış.
Din düşmanı, Siyonist uşağı, Mason, darbeci ve komitacı, impara-
torluğu batırmak için Abdülhamid’i tahttan indiren, bununla yetin-
meyip Almanya’nın kuyruğu olarak devleti I. Dünya Harbi’ne soka-
rak milyonlarca vatan evladının hayatını kaybetmesine, milyonlarca
kilometrekare vatan toprağının kaybedilmesine, üstelik Anadolu’nun
dahi işgaline sebebiyet veren uğursuz, hayırsız, zalim ve hainler ola-
rak tavsif ve itham edilen bu şahıslar, gerçekten böyle miydiler? Mas-
lahat gereği isimlerini zikretmekten imtina ettiğimiz mütedeyyin ya-
zarlar doğru mu yazıyorlardı? Balkan Harbi’nde işbaşında İttihadçı
kabinenin olduğunu lanetler okuyarak iddia eden büyük mütefekkir
ve yazarlar, aynı anda İttihadçıları 23 Ocak 1913’te Babıâli Baskını’nı,
yani darbe yapmakla ve büyük bir devlet adamını katletmekle itham
ederken çelişkiye düştüklerini fark etmiyorlar mıydı, yoksa kötü ni-
yetli miydiler? Bu satırların yazarı onları alkışlarken, elbette nasıl olu-
yor da İttihadçılar, İttihadçı bir kabineye darbe yapıyorlar, diye düşü-
nemezdi. Bir grubun bir hükûmete darbe yapması için kendilerinin
hükûmette olmaması gerektiği basit bir mantık kuralı da olsa bunu o
- 10 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

anlarda anlayacak ferasetten de mahrummuşuz demek ki. İnsan ga-


liba okuduğu kadar düşünebiliyor. O sıralar okuduklarımız farklı dü-
şünmeye ve mukayeseye kifayet etmiyordu.
İTC ve İttihadçı algısı sadece tarihi, Rumeli’yi ve muhacirleri değil,
pek çok şeyi anlamamıza mani oldu. İTC ve İttihadçı alerjisi yüzünden
tarihin en netameli ama bugüne birebir mesajlar veren bir bölümüne
alakasız kaldık. Muazzam, devasa bir tecrübeyi ıskaladık.
İTC’nin toplumun her kesimini bünyesinde barındıran bir koalis-
yon olduğunu, bu koalisyonda farklı, zıt unsurların bir arada bulun-
duğunu, İttihadçılığın tasfiyesinin bir anlamda bir koalisyon kültürü-
nün de tasfiyesi olduğunu pek dikkate alamadık.
Meşrutiyet’in ilanının bir anayasa, hak, hukuk, hürriyet meselesi
değil, “Makedonya’nın kurtuluşu” bağlamında millet ve memleketin
bekası meselesi olduğunu kabullenemedik.
Biz, zannedilenin aksine üç kıtada hüküm sürmüyormuşuz. Bir
toprağa hükmen sahip olmakla fiilen sahip olmak arasında inanılmaz
bir fark olduğunu önemsemedik. Bu yüzden milyonlarca kilometre-
kare toprağı kaybetmekten bahsettik. Hükmen sahip olduğumuz top-
raklardaki insanların Osmanlı’ya olan muhabbet ve merbutiyetleri bu
hakikati değiştirmemektedir.
II. Abdülhamid devrinde hiç toprak kaybedilmediği, Yahudilere
Filistin’de bir metrekare toprak satılmadığı da doğru değilmiş. Bila-
kis büyük ve kudretli bir padişah olduğu muhakkak olan II. Abdül-
hamid, çok sayıda Müslüman’ın ve etnik Türk’ün yaşadığı Doğu Ru-
meli Vilayeti’ni Bulgar Prensliği ilhak ettiğinde aslında şartlar lehinde
ve o esnada Rusya’nın da desteğini alma ihtimali mevcutken bu ol-
du-bittiye sesini bile çıkaramamıştır. Ama İttihadçılar, hatalarını ta-
mir ve telafi maksadıyla dahi olsa hem de bin bir zahmetle Trablus-
garb’a gidebilmişlerdir.
I. Dünya Harbi’ne girmenin, sadece yakın dönemin değil, belki de
tüm Osmanlı tarihinin en mühim birkaç kararından biri olduğunu, bu
savaşa girmekle, girmediğimiz takdirde kaybı kuvvetle muhtemel Ana-
dolu topraklarını kurtardığımızı bir türlü anlayamadık. I. Dünya Har-
bi’nin hayat bahşeden neticesini kaybettiğimiz asker sayısının çokluğu,
- 11 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

“toprak” yüzölçümünün büyüklüğü edebiyatına ve Sarıkamış gibi talih-


siz bir faciaya kurban ettik. Oysa tarihimizin en utanç verici hezimet-
lerinden olan Balkan Harbi’ndeki kayıplarımız daha dikkat çekiciydi.
Bunları görebilmek, tespit edebilmek için okumak, farklı okuma-
lar yapmak, bilhassa da meselelere, hadiselere önyargısız yaklaşmak
gerekiyordu.
Maddî bilgi eksikliği ya da yokluğunun yol açtığı önyargı, yıkıl-
ması çok zor bir duvardır. İnsan, yaşamının bir parçası haline gelen ve
inanç, kanaat, hatta bizatihi “bilgi” şeklinde tezahür eden bu önyargıyı
yıkmakta çok hasis ve yavaş davranıyor. Kendi tecrübem, İttihadçılıkla
alakalı bakış açımın değişme serüveni, bu iddiama somut bir delildir.
Ancak belli bir noktadan sonra doğru bilgiler hadiselere farklı pence-
relerden bakabilme esnekliğini kazandırıyor insana. Tek bir bakış açı-
sının ve aynı çizgideki kaynakların hadiseleri izahta yeterli olamaya-
bileceğinin, bilhassa da üstadların da hatalı olabileceklerinin, hatadan
münezzeh ve masun hiç kimsenin bulunmayacağının kabulü aslında
sadece tarihle değil, insanın tüm hayata bakışıyla da alakalı bir husus-
tur. Bu kitap böyle bir serüvenin de hikâyesidir aslında.
Çalışmamızda bilinmeyen, ortaya yeni çıkarılmış hiçbir belge ve
bilgiye istinat etmiş değiliz. Herkesin az veya çok vakıf olduğu bu
bilgi ve belgeler kendi tecrübemiz ışığında ele alınmıştır. Çok sayıda
alıntıya müracaat ettik. Sebebi, bazı netameli hadiselerin vukuunu ve
mahiyetini bizatihi şahitlerine ispat, en azından istinat ettirme kaygı-
sıdır. Derdimiz kimseyi itham değildir. Yanlış anlaşılma tehlikesine
karşı pek çok anekdottan sarf-ı nazar ettik; hakkında keskin tavır alış-
ların olduğu bazı kaynaklara çok kıymetli anekdotlar ihtiva etmelerine
rağmen müracaat etmedik.
Müellifi kim olursa olsun böyle bir eserin zarureti muhakkaktı.
Naçizane bu minvalde bir gayretimiz vardı ancak eserin aciliyeti hu-
susunda beni ikna eden sevgili kardeşim Kadir Yılmaz olmuştur. Ken-
disine teşekkürü bir borç bilirim. Kitaptaki fahiş galat, hata, sehiv, zu-
hul, her ne ise hepsi bana aittir; iyiniyetli olmak kaydıyla en sert ve
acımasız tenkide dahi açık olduğumuzu ve teşekkürü de bir borç bil-
diğimizi beyan ederiz.
Gayret bizden, tevfik Cenab-ı Hakk’tan.

- 12 -
İkinci Baskıya Önsöz

H er kitabın bir özgünlüğe, bir iddiaya sahip olması gerekir. Tekrar


ve taklit; emek ve kâğıt israfından başka mahcubiyete de yol açar.
Türkiye, her şeye rağmen büyük bir memlekettir ve bu memlekette
bir iddia sahibi olmak aynı zamanda birçok tehlikeyi de davet etmek-
tedir: Hakaret, iftira, kıskançlık, itibar ve sükût suikastı… Ancak sağ-
lam kaynaklara, argümanlara ve mantığa dayanan, mukayeseyi ve ah-
lakî haslet ve hassasiyetleri önceleyen, niyeti ve gayesi sahih, üstelik
gerektiğinde uzun soluklu tartışmalara dayanacak müktesebatı haiz
insanların gayret ve emeklerinin zayi olmayacağına da inananlardanız.
Tarihle anın bir arada yaşadığı/yaşandığı ender bir ülkeyiz. Ülke-
mizdeki ve bölgemizdeki bazı hadiseler, yeni bir şey değil sadece bir
tekrar mahiyetinde, hükmünde ve görünümündedir. Bu bakımdan
kimi mesaj ve ikazlar tenkid, hele de muhalefet değil, tecrübelerin mer-
keze, hiç olmazsa dikkate alınması teklifi olarak telakki edilmelidir.
Tarih, siyasî telakkilerin de tayin edici olduğu bir sahadır. Ancak
her şeye rağmen onun objektif ve bağımsız veçheleri de mevcuttur. Ta-
rihe dair görüşlerin azamî bir serbestlik ve hoşgörü içinde ileri sürül-
mesi gerekmektedir. Tarih ve tarihî şahsiyetler kutsallık zırhına bü-
ründürülmemelidir.
Kitabımızın sitayişkâr ifadelere muhatap ve gençlerin alakasına
mazhar olması bilhassa emeğimizin karşılık bulması bakımından se-
vindiriciydi.
Çalışmamızda hiç kimseye haksızlık yapmamış, polemikten uzak
durmaya çalışmış, kaynak seçiminde azamî bir dikkat ve itina göstermiş,
- 13 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

zayıf ve tartışmalı kaynaklara müracaat etmemiştik. Bu baskıda da aynı


çizgiyi takip ettik, ancak tavsiyeleri de dikkate alarak lüzumlu oldu-
ğuna kani olduğumuz hususlarda ilave bilgi ve anekdot cihetine git-
tik. Birkaç isme, eserin duyduğu ihtiyaç sebebiyle tenkid tevcih ettik,
gayemiz asla polemik değildir.
Bu baskı için en az benim kadar sevgili kardeşim Oğuzhan Murat
Öztürk de çaba harcadı. Ümidimiz odur ki, nidamız, yaralı ve dertli
gönüllerde makes bulacaktır.
Başta Historia yetkilileri olmak üzere bu kitaba güven duyan her-
kese teşekkürü bir borç biliriz. Tüm dikkat ve gayretlere rağmen izah
ve ihtisarda, meramı ifadede, maddî bilgilerde, imlada kusur ve hata
mümkündür ve bunların tümü bana aittir.

- 14 -
Giriş

İ ttihadçılık-Kemalizm münasebeti hakkında sağlıklı bir tespit ve


izahta bulunabilmek için doğru bir İttihadçılık tarifine ihtiyaç var-
dır. İttihadçılık-Kemalizm ilişkisi daha ziyade ya Kemalist çizgide ka-
rar kılmış İttihadçılar ya da İzmir Suikastı vesilesiyle tasfiye edilen
İttihadçılar bağlamında ele alınmaktadır. Bu bakış açılarına göre de
Kemalizmin İttihadçılığın devamı veya ondan farklı bir zihniyet/yapı
olduğu söylenmektedir. Bunun dışında İttihadçılık ve Kemalizmde
müşterek olan noktalardan ya da Millî Mücadele’nin organizasyonu ve
kadro yapısından yola çıkılarak da çeşitli değerlendirmeler yapılmak-
tadır. Son yıllarda bilhassa Millî Mücadele’de baskın olan İttihadçı
kadro temel alınarak bu ilişkinin mahiyeti izaha çalışılmakta, her iki
yapı arasında bir süreklilik olduğu vurgulanmaktadır. Bu ilişki henüz
sağlıklı ve net bir şekilde ortaya konulamamıştır ve bunun en mühim
amili de İttihadçılığın vasıf ve mahiyetinin yeteri kadar açığa kavuş-
turulamamış olmasıdır.
İttihadçılık, geçmişten bugüne, zannedilenin fevkinde etki eden
ama kavram kargaşasının ve kafa karışıklığının da en fazla görüldüğü
bir konu olarak hâlâ dikkat çekiyor. Akademik çevrelerde bile sıklıkla
Jön Türklükle karıştırılmakta, ideolojik olarak da Kemalizm ve Abdül-
hamidcilik ile karşılaştırılarak tarif edilmeye ya da ne olduğu/olmadığı
anlatılmaya çalışılmaktadır. Son yıllarda da eylemlilik ve darbe teşeb-
büsleri temel alınarak Ergenekon yapılanmasıyla aynileştirilmektedir ki,
bu da bambaşka bir garabettir. Daha da hazini, başhain ve başhaşhaşî
ile hempalarının paralel din ve devlet yapılanmasını hayata geçirmek
için teşebbüs ettiği, masum sivil vatandaşlarımıza ve milletimize silah
- 15 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

kullanmaktan imtina etmediği, ülkemizin de o güne kadar gördüğü


en alçak darbe girişimi olan 15 Temmuz darbe-i mel’ûne ve meş’ûmesi
bile İttihadçıkla ilişkilendirilmeye çalışılmıştır.
Kemalist camiada İttihadçılık, vatanı kurtaran Mustafa Kemal’i or-
tadan kaldırmaya çalışan, zaten hatalarıyla koskoca bir imparatorluğu
yıkıma sürükleyen, komitacı isimlerin hâkim olduğu bir yapı ve zihni-
yettir. Sağ- milliyetçi- muhafazakâr camiada ise esas itibariyle İttihadçı
algısı Abdülhamid merkezlidir. Yaygın bir kanaate, hatta inanca göre;
Abdülhamid mübarek, muazzez ve muhterem bir zattır; Filistin’de Ya-
hudilere bir karış toprak vermemiştir; bunu unutmayan Yahudiler-Siyo-
nistler ve onların güdümündeki Masonlar da İttihadçılar kanalıyla evvela
Meşrutiyet’i ilan ettirmişler, sonra da halife padişahı tahttan indirtmişler-
dir. İttihadçılar da çoğu Mason olan hain ya da aldatılmış zavallılardır.
Aynı camiadaki diğer yaygın bir görüş de şudur: Abdülhamid’in usta-
lıklı dış politikasıyla başa çıkamayan ve koskoca cihan imparatorluğunu
çökertemeyen büyük devletler, bahusus İngiltere ve Almanya, bu emel-
lerine vasıl olmak için surda bir gedik açmış, İttihadçıları kandırmış ve
padişahı hal’ ettirmiştir [tahttan indirtmiştir]; böylelikle de imparator-
luğu yıkmak için en büyük engelden kurtulmuşlardır. Maceraperest İt-
tihadçılar da Almanlara “kuyruk” olarak koskoca imparatorluğu fela-
kete sürüklemişlerdir. Liberal çevrelerdeki İttihadçılık algısı da, Kemalist
ve Abdülhamidci çevrelerdeki gibi menfidir; ancak menfiliğin tezahürü,
dozajı yüksek bir entelektüellik kisvesindedir. İttihadçılık, Meşrutiyet’in
ilanından kısa bir süre sonra başta gayrimüslimleri, tüm gayritürk etnik
unsurları dışlayan, Türkçü, totaliter, komitacı bir yapıdır ve bu hususi-
yetlerini Kemalizm’e miras bırakmıştır. Son zamanlardaki liberal bakış
açısına göre İttihadçılık neredeyse Ermeni Tehciri ve soykırım iddiası ile
eş anlamlı bir mânâyı içermektedir.
İttihadçılık her üç bakış açısına göre de objektif kıstaslarla değil, ön-
yargılarla ele alınmakta ve sağlıklı bir tarif ve tahlil mümkün olama-
maktadır. Sol ve liberal çevrelerde ideolojik önyargı, muhafazakâr-İslamî
çevrelerde de bilgi eksikliği, yanlış bilgilenme ve hissî yaklaşım baskın
ve önplandadır.
Ne hazindir, Türkiye’de, yetersiz ve bilgisiz bazı isimlerin yerli-yer-
siz konuşmaktan, yazmaktan çekinmediği konuların başında İttihadçılık
- 16 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

geliyor. İttihadçılık bilgilerinin derecesi İttihadçılık sövgüleriyle ölçü-


len ve sövgüleri oranında mütehassıslıkları takdir gören, “İşbaşındaki
İttihadçı kabinenin Balkan Harbi’ne girmesiyle” gibi ancak ortaokul ço-
cuklarından sadır olabilecek hataları yapan, “Talat-Enver-Cemal” tekerle-
mesinden başka bilgileri olmayan bu zevatın dikkate alınması gerçekten
manidardır. Adeta imanî bir vecdle İttihadçılara hakaret eden, bu min-
valde yazdığı kitapları akıllara ziyan bir baskı adedine ulaşan ve maale-
sef bugün dahi mütedeyyin-muhafazakâr camianın müracaat kaynağı
olan Mustafa Müftüoğlu’nun ilmî objektiflikten uzak ve hemen hepsinde
bolca maddî hata bulunan eserlerinin birinde şu rahatlıkta cümleler ku-
rulabilmektedir: “Enver Bey (Paşa), evinde yatıp kalktığı Selanik Merkez
Kumandanı olan eniştesi Nazım Bey’i, bir İttihadçı fedaînin tabancasının
önüne itip öldürttükten sonra…”1 Mustafa Müftüoğlu’nun, “Resneli Niyazi
Bey’in bizzat kaleme alıp, meşrutiyetin ilanından sonra neşreylediği hatıra-
tına göre” ifadesini kullanırken tahkir ederek “Resneli Hürriyet Geyiği”
diye nahoş lakap taktığı Resneli Niyazi’nin aynı zamanda edebiyat nu-
munesi addedilmesi seza olan bu hatıratı bizzat kaleme alamayacak ka-
dar bozuk bir Türkçeye sahip olduğunu bilmemesi mazur görülse de,
Nazım Bey’in sadece yaralandığını bilmemesi halimizin-ahvalimizin res-
midir. Ancak şu satırları herhalde ibretliktir: “Romanya muhacirlerinden
Killili Ahmet oğlu Mason Enver idi, Edirne’nin Çepleceli Köyü’nden Sela-
nik’te posta memurluğu yapan Mason Talat ve sonradan bir İngiliz casusu
olduğu meydana çıkan ve böylece de hayatı ve defteri dürülen Mason Mi-
ralay Sâdık idi.”2 Bu satırlardaki sefalet, elbette bahsi hak etmiyor ama
itiraf etmek gerekirse, elinizdeki kitabın yazarı fakir bile bu şahsı oku-
yarak İttihadçılara küfrediyordu.
Enver Paşa’nın Mason olmadığını söylemek bile züldür, ama bu ça-
lışmanın ilerleyen satırlarında görüleceği üzere, Miralay Sadık da, Ma-
son olmak bir yana sırf Masonluğa olan düşmanlığından dolayı bir ara
İTC’yi bile parçalayacaktı. Nispeten ciddî bir emek mahsulü olan akade-
mik bir çalışmadaki inanılmaz bir savrukluk örneği olarak şu ifadelerse
ziyadesiyle ibretamizdir: “[Dr. Nazım] Bu arada Talat Bey’le gizlice irti-
bat kurdu. Zira Selanik’teki hareketin başında Sabatayist olduğu söylenen
1 Mustafa Müftüoğlu, Yüz Küçük Adam, İstanbul: Adak Yayınları, 1976, s. 255.
2 Müftüoğlu, Yüz Küçük Adam, s. 263.

- 17 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

posta memuru Mehmet Talat Bey bulunuyordu.”3 Talat Bey’in Sabatayist


olduğunu kim, nerede, ne zaman söylemiş; bu söylenti hangi kaynak-
larda yer almıştır, diye merak edip dipnot ve kaynak ararsanız beyhude
bir çabaya girersiniz, çünkü bu akademik kaynakta bu minvalde değil
bir belge, en ufak bir bilgi emaresi dahi mevcut değildir. Hakeza yazar
bir sonraki sayfada da “Selanik’teki Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni kuran
üyelerin çoğunu Sabatayist ve Yahudiler oluşturuyordu” diyerek ciddî emek
mahsülü çalışmasına hiç de ciddî olmayan bilgiler derc ediyor.
Damad Ferid Paşa hükûmetinde harbiye nazırlığı yapan, Kuva-yı İn-
zibatiye Başkumandanı olduğu için 150’liklere dâhil edilen, ilginç bir
hayat hikâyesine sahip, entelektüel bir aileye mensup, Konya valisi Ali
Kemalî Paşa’nın oğlu ve sefir Galip Kemalî’nin ağabeyi olan Süleyman
Şefik Paşa’nın hatıratında yer alan Talat Paşa’nın etnik kökeninin Ya-
hudi olduğu ithamı da, şayet bir sürç-i lisan ya da hatırat Latin harflerine
çevrilirken vuku bulmuş bir mürettip veya okuma hatası değilse açık bir
hezeyan ya da iftiradır. Talat Paşa hakkında onu tahkir için “Çingene”
denilmiştir, ancak Sabatayist’ten öte Yahudi denilmesi olsa olsa onmaz
bir kin ve husumetin ya da psikiyatrik bir illetin tezahürü olabilir.4 Bu
bağlamda, Cevat Rıfat Atilhan’ın bile Talat Paşa’yı Yahudilik veya Sa-
batayistlikle ithama iltifat etmediğini gözden kaçırmamamız gerekiyor.5

3 Ahmet Eyicil, İttihad ve Terakki Liderlerinden Doktor Nazım Bey, Ankara: Gün Ya-
yıncılık, 2004, s. 67.
4 Süleyman Şefik Paşa, Hatıratım Başıma Gelenler ve Gördüklerim 31 Mart Vak’ası,
İstanbul: Arma Yayınları, 2004, s. 182.
5 Atilhan da kimi eserlerinde Enver Paşa’nın Mason olduğu ve Siyonizm davası uğ-
runda çalıştığı iddiasında bulunabilmektedir. “Enver Paşa birader Basra’dan Bosna
Hersek’e kadar bir imparatorluğu yıkıp İstanbul’dan kaçarken söylediği şu acı itiraf
hepinize bir düstur olsun: ‘Bizi beynelmilel Masonluk istismar etti. Elimdir, Fakat…
Biz…Siyonizm için çalışmışız’; ‘Enver Paşa, Talat, Sait Halim Paşa, Selanikli Cavit
Bey, Doktor Bahaeddin Şakir Bey Mason biraderi ve merkezi umumî azaları olduk-
ları….”. Cevat Rıfat Atilhan, Türk Oğlu Düşmanını Tanı!, İstanbul: Aykurt Neşriyat,
1962, s.45, 49. Atilhan’ın Enver Paşa’ya Mason demesi nihayetinde kendisinin hak-
sız bir isnad ve ithamıdır, ancak Enver Paşa’nın “Siyonizm için çalışmışız” itirafında
bulunduğunu iddia etmesi ise bir bühtan ve iftiradır.

- 18 -
1. Kavram Kargaşası ve Kafa Karışıklığı:
Jön Türklük ve İttihadçılık Aynı ve Birbirinin
Devamı Yapılar mıdır?

L iteratürde başta kavram düzeyinde Jön Türklük ve İttihadçılık


tefrikine pek tesadüf edilmemektedir. Bilhassa yabancı literatürde
her iki yapı için de genellikle “Young Turks” ve “Jeunne Turc” tabiri
kullanılmaktadır. Jön Türklük, İttihadçılığı da kapsar bir kavramsal-
laştırmayla izaha çalışılmaktadır. Bu kavram kargaşası, Askerî Tıbbi-
ye’de kurulan İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’nin önce İttihad ve Terakki
Cemiyeti, sonra da Jön Türklerin ikiye ayrılmasıyla Ahmed Rıza gru-
bunun Terakki ve İttihad Cemiyeti adını almasından kaynaklanmak-
tadır. Jön Türklük ve İttihadçılık benzer ve birbirinin devamı olan de-
ğil, farklı kalkış noktaları bulunan ve etkilemenin/etkilenmenin esasa
müessir olmadığı iki farklı yapıdır.
Jön Türklük, İstanbul’da yüksek mektep talebeleri ve bürokratlar
arasında doğmuş ve bunların bir kısmının yurtdışına kaçmasıyla ge-
nişlemiş, Abdülhamid muhalifliğinin beslediği, Paris, Cenevre ve Mı-
sır gibi yerlerde ve basın aracılığıyla faaliyette bulunan bir fikir-ay-
dın hareketidir.6 Bu yapıya mensup insanlar, esasen somut bir tehlike
6 Jön Türklükle ilgili temel bazı kaynak ve araştırmalar için bkz. Şerif Mardin, Jön
Türklerin Siyasî Fikirleri 1895–1908, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 1992; Les-
kovikli Mehmet Rauf, İttihat ve Terakki Ne İdi, Haz. Bülent Demirbaş, İstanbul: Arba,
1991; Ahmed Bedevi Kuran, İnkılâp Tarihimiz ve Jön Türkler, İstanbul: Tan Matbaası,
1945; Ahmed Bedevi Kuran, Osmanlı İmparatorluğunda İnkılâp Hareketleri ve Milli
Mücadele, İstanbul: Çeltüt Matbaası, 1959; İbrahim Temo, İbrahim Temo’nun İttihad
ve Terakki Anıları, 2. Baskı, İstanbul: Arba Yayınları, 2000; M. Şükrü Hanioğlu, Bir Si-
yasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul: Üçdal Yayınları,

- 19 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

endişeleri olmayan, genel ve soyut bir “devlet çöküyor” edebiyatı ya-


pan; Meşrutiyet, Kanun-i Esasi gibi talepleri oldukça fantastik, reel
karşılığı olmayan, sosyal tabanı bulunmayan, fikirleri bakımından da
genel olarak pozitivist-seküler-batıcı önceliklere sahip bir “aydın” top-
luluğu görünümündedirler.
Az sayıdaki İslamî hassasiyet sahipleri, Jön Türklük hareketinin be-
lirleyicileri değil, kendilerine zaman zaman duyulan ihtiyaç sebebiyle
hareketin yan unsurudurlar.7 Hatta muhafazakâr-mütedeyyin kimli-
ğiyle bilinen Mizancı Murad’ın çok kısa bir süre de olsa Jön Türk li-
derliği yapmış olması da bu bağlamda bir anlam ifade etmemektedir.
Çünkü Jön Türklerin faaliyete başladıkları ve kuruluş senesi kabul edi-
len 1889’dan Meşrutiyet’in ilan tarihi olan 1908’e kadar Mizancı Mu-
rad’ın toplam faaliyet süresi 2 seneden azdır. Kasım 1895’te yurtdışına
kaçan Mizancı Murad, Ağustos 1897’de Osmanlı temsilcisi Ahmed
Celaleddin Paşa ile anlaşmış, muhalefete son vermeyi ve yurda dön-
meyi kabul etmiştir. Jön Türklerin büyük çoğunluğu nazarında Mi-
zancı Murad hain değilse bile dönek ve işbirlikçi birisidir.
Jön Türklüğün kuruluş merkezi olan İstanbul, bu harekete “koru-
naklı bir liman” olamadığından, hareket burada gelişme ve genişleme
imkânı bulamamış; kısa sürede bastırılmış, ele geçen üyeleri tutukla-
narak sürgüne gönderilmiştir. Örgüt üyelerinin çoğu yurtdışına kaç-
mış veya yurtdışında toplanmış ancak memleket dışında faaliyet gös-
teren bir muhalefet hareketi niteliğini değiştirecek önemde bir açılım
ve yurtiçi bağlantısı sağlayamamıştır. Kümelendikleri Batı ülkelerinin
1981; M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemi-
yeti ve Jön Türklük (1889–1902), İstanbul: İletişim Yayınları, 1986. Nezahet Nurettin
Ege, Prens Sabahaddin (Hayatı ve İlmî Müdafaaları), İstanbul: Fakülteler Matbaası,
1977; E. E. Ramsaur, Jön Türkler ve 1908 İhtilali, Çev. Nuran Ülken, İstanbul: San-
der Yayınları, 1972. Taha Toros, Ali Münif Bey’in Hatıraları, İstanbul: İsis, 1996; Arif
Cemil, Bahaeddin Şakir Bey’in Bıraktığı Vesikalara Göre İttihat ve Terakki, Haz. Erdal
Aydoğan-İsmail Eyüpoğlu, Ankara: Alternatif Yayınları, 2004; Osmanlı Terakki ve
İttihat Cemiyeti Paris Merkezi Yazışmaları Kopya Defterleri (1906-1908), Sunuş ve
Çevrimyazı: Çiğdem Önal Emiroğlu-Kudret Emiroğlu, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2017.
7 “Balkanlar’daki mahalli komitelerin Ahmed Rıza Bey’in dinsizliğinden şikâyet ettikleri bir
sırada Hoca Kadri’nin yazılarının Meşveret’te çıkması bu dergiye muhtaç olduğu dinî presti-
jin cilâsını sağlıyordu.” Mardin, a.g.e., s. 194. Bu hususta daha ayrıntılı bilgi için bkz. İsmail
Küçükkılınç, II. Meşrutiyetin İlânında Halk Unsuru, Ankara: Cedit Neşriyat, 2011.

- 20 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“özgürlükçü” vasıflarına çok fazla güvenip devletler arası münasebetle-


rin millî menfaatlere istinat ettiği gerçeğini göz ardı etmişler, bu ülke-
ler tarafından faaliyetlerine son verildiğinde veya ülkeden çıkarıldık-
larında da hayal kırıklığına uğramışlardır.
Yurt içinde kalanlar da haberleşme ve Jön Türk yayınlarını ülkeye
sokmak için yabancı ülke postahanelerine güvenmişler, ancak bu pos-
tahaneler çoğu zaman “yasak yayınları” ve mektupları Osmanlı yetki-
lilerine haber vermişlerdir. Sayıca hayli mahdut olan yurt içindeki Jön
Türkler, İngiltere ve sair büyük devlet elçiliklerini başları sıkıştıkla-
rında iltica edecekleri bir melce ve hami addetmişler, ancak gayrimüs-
lim olmayanların böyle bir imtiyaza sahip olmadığını gördüklerinde
de “özgürlük” mefhumunun hangi mânâyı tazammun ettiğini [içer-
diğini] “somut” olarak öğrenmişlerdir. Jön Türk dönemi İTC’nin Bağ-
dat Şubesi üyelerinden Dr. Hikmet Süreyya, Paris’e yazdığı bir mek-
tupta İngiliz postahanesinin Jön Türklere gelen mektup ve evrakları
mahallî hükümete teslimde tereddüt etmediğini, kaldı ki gaddar İn-
gilizlerin geçmişte de sefarethanelerinde iltica etmişken, kendisini Er-
meni olmadığı için arka kapıdan defettiklerini söylemektedir.8
Jön Türklük yerel ve bölgesel bir hareket değildir; mensupları ül-
kenin tümünün aynı ve benzer bir tehdit ve tehlikeyle karşı karşıya
kaldığını iddia eden, “muhayyel çöküş edebiyatı”nı tek bir isim üzerin-
den, Abdülhamid üzerinden inşa eden, birkaç istisna haricinde hissedi-
lir, somut ve anbean yaşanan hiçbir tehdit ve tehlikeye işaret etmeyen,
uzun süredir yurtdışında bulundukları ve bir kısmı bohem hayatıyla
özdeşleştiği için memleketin ve vatandaşların önceliklerini ve hissiya-
tını -gerek bilgisizlikten gerekse de aydın tavrından dolayı- kavraya-
mayan, önemsemeyen, kavrayıp önemsemiş göründüğünde de dinden
araç olarak istifade etmeye çalışan ama tam da bu sebeplerle asla ve
kat’a başarılı olamayan bir harekettir. Bilhassa Cumhuriyet devrinde
de dine muhalif tavırlarıyla öne çıkan Abdullah Cevdet9 ve Tunalı
8 Arif Cemil, Bahaeddin Şakir Bey’in Bıraktığı Vesikalara Göre İttihat ve Terakki, s.
75-76.
9 Abdullah Cevdet’in İslam’ı bir araç olarak nasıl kullandığına dair pek çok misalin
bulunduğu bir çalışma için bkz. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak
Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1981. Bu çalışmanın
bilhassa “Bir Toplumsal İlerleme ve Siyasal Muhalefet Aracı Olarak İslam Dini”

- 21 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Hilmi’de10 görülen ve Jön Türk gazete ve beyannamelerinin vazgeçe-


mediği İslam’ı bir araç olarak kullanma taktiği, daha ziyade Abdülha-
mid’in “kâfir” ve “mürted”, ona itaat etmenin de “küfür” olduğu te-
masını merkeze almaktadır. Hatta bu propaganda kimi zaman salt bir
etnik unsuru gözeterek yapılmaktadır. Abdülhamid’e dinî saiklerle sıkı
sıkıya bağlı olan Arnavutlara hitaben kaleme alınan ve dağıtılan bir
beyannamede onların dinî hissiyatını etkilemeye yönelik ilginç vur-
gular ve ifadeler mevcuttur:
“Sultan Hamid’e itaat etmek küfürdür. Zira Mısır’ın, Hind’in en büyük
uleması bu hain Padişah’ın hal’ine fetva verdiler. Kur’anları, ayetleri camilerde,
medreselerde okunmayan, hadis-i şerifleri sildiren, İslam’ın mülküne düşmanları
sokan, milleti hain mürtedler [dinden çıkmışlar] elinde bırakan bir Padişah’a
itaat caiz değildir, dediler. Gelecek Padişahımız Sultan Reşat Efendi Hazretleri-
dir. … Cenab-ı Hakk, Kur’an-ı Kerim’ de hükûmetleri, milletin akıllılarıyla meş-
veret ederek idare etmek lazım gelir diye emir buyurduğu halde Sultan Hamid,
Allah’ın emrine karşı gelerek milletin akıllılarını istemedi, sözlerini dinlemedi.
Etrafına topladığı bir sürü mürtedlerle cümlemizi mahvetmeğe çalışıyor. Hakkı-
mızı yiyor. Nerede namuslu müderrisler, hocalar, âlimler varsa hepsini nefyetti
[sürgüne gönderdi]. … Bütün İslamiyeti, bütün Osmanlıları kurtaracak ve Av-
rupalıların müdahalesini vatanımızdan çıkaracak yalnız bir çare vardır ki, o da
Millet Meclisi’ni istemektir.”11

bölümünde ilginç örnekler bulunmaktadır. Gariptir, İttihadçıların nefret ettikleri,


aşağıladıkları Abdullah Cevdet’i Şerif Hüseyin, Osmanlı’ya isyanının sebepleri ara-
sında zikretmiştir: “İttihatçılar bu kadarını da kafi görmeyerek Saltanat-ı Seniyye-i
Osmaniye ile umum ehl-i İslam arasında sebeb-i rabıta-i yegâne olan ‘Kitabullah’ ve
‘Sünnet-i Seniyye’yi ihlâle tasaddi edüb ‘Saltanat-ı Seniyye’ payitahtında Sadr-ıâzam
ve Şeyhülislâm ve umum ulema ve vüzera ve âyânı muvacehesinde intişar eden ‘İçti-
had’ gazetesi, Siyer-i Nebeviyeyi eşnâ tâbirlerle tahkirden çekinmediği gibi…”. Meh-
med Selahattin Bey, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Maksad-ı Teessüs ve Suret-i Teşek-
külü ve Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin Sebeb-i Felâket ve İnkısâmı (Bildiklerim-Mu-
halif Hatıralar), Haz. Ali Birinci-Cüneyd Okay, Ankara: Vadi Yayınları, 2006, s. 100;
Hanioğlu, a.g.e., s. 332. Biraz sadeleştirilmiş bir metin için bkz. Nâci Kâşif Kıcıman,
Medine Müdafaası, İstanbul: Sebil Yayınevi, 1994, s. 47. Bilhassa Dozy’nin Tarih-i
İslamiyet kitabının tercümesi sebebiyle başta Mehmed Akif olmak birçok isim Ab-
dullah Cevdet’e hayli sert tenkidler tevcih etmiş, süreç içinde İçtihad da sık sık kapa-
tılmıştır.
10 Tunalı Hilmi, Abdülhamid’in kâfir ve dinsiz olduğunu en fazla dile getiren Jön
Türklerdendir. Tunalı Hilmi için bkz. Sabri Ateş, Tunalı Hilmi Bey Osmanlı’dan
Cumhuriyet’e Bir Aydın, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2009.
11 Arif Cemil, Bahaeddin Şakir Bey’in Bıraktığı Vesikalara Göre İttihat ve Terakki, s.
155-156.

- 22 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Jön Türklerin Ahmed Rıza grubu, “Halife Abdülhamid” aleyhin-


deki neşriyat ve faaliyetlerde sanki daha dikkatli gibidirler. Mesela Mı-
sır’da Arapça bir neşriyat projesi sözkonusu olduğunda bundan fay-
dadan ziyade zarar meydana geleceği ikazı üzerine Bahaeddin Şakir
şunları yazmıştır: “Biz, neşriyatımızda bu su-i tefehhümü izale için uğ-
raşacağız. Bizim tarizimiz makam-ı hilafet olmayıp sırf o makam-ı âli-
nin uluvviyetini izaleye çalışan Abdülhaid’e olduğunu göstermeğe gayret
edeceğiz. Maksadımız makam-ı vekâlet-i peygamberîyi ehline tevdi hu-
susunda Arap vatandaşlarımızın da manen ve maddeten bize iltihak et-
meleri bir vazife olduğunu göstermektir”.12
Jön Türklük ve İttihadçılığın birbirine karıştırılmasının en önemli
sebepleri, isimlendirmenin anlaşılamaması ile Dr. Bahaeddin Şakir, Dr.
Nazım ve Mithat Şükrü (Bleda) gibi şahısların Jön Türklükten ayrı ve
bağımsız bir yapı olan İttihadçılığa geçmeleri olsa gerektir.13 İttihat ve
Terakki Cemiyeti, 1889’da İttihad-ı Osmanî Cemiyeti ismiyle kurul-
muş, bilahare İTC ismini almış, yurtdışı Jön Türk hareketinin ikiye
ayrılmasıyla da İTC, Ahmet Rıza ve ekibinin hareketinin ismi olmuş-
tur; ancak iki kelimenin yer değişikliğiyle: İttihat ve Terakki Cemiyeti
(İTC) artık Terakki ve İttihat Cemiyeti (TİC) olmuştur. Dikkati ca-
lip olan husus Sabahaddin Bey liderliğindeki “Adem-i Merkeziyet ve
Teşebbüs-i Şahsî” grubunun iyice ayrışarak gerek İTC gerekse de TİC
isimlendirmesine hiç iltifat etmemesidir.
Talat Bey ve arkadaşlarının kurduğu cemiyet ise Osmanlı Hürriyet
Cemiyeti’dir (OHC).14 1907’de Jön Türklüğün Ahmed Rıza kolunun
12 Emiroğlu-Emiroğlu, a.g.e., s.128.
13 Ankara İstiklal Mahkemesi’nde İttihadçı yargılamasında Mithat Şükrü Bleda’nın
sorgusunun başlangıcı ilginçtir:
“Mahkeme reisi: İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne ne vakit intisap ettiniz?
Mithat Şükrü: Yenisine mi, eskisine mi?
Mahkeme reisi: İttihat ve Terakki’ye.
Mithat Şükrü: 308 ve 309’da [1892-1893]. Bendeniz mektepte iken bir cemiyet kurul-
muştu. Sonra İttihat ve Terakki’ye inkılâp etti.” Osman Selim Kocahanoğlu, Atatürk’e
Kurulan Pusu-İzmir Suikasti’nin Perde Arkası, İstanbul: Temel Yayınları, 2003, s.
396. Mithat Şükrü Bleda’nın bizzat kendi ifadesi bile kavram kargaşalığının o dö-
nemde de mevcut olduğuna delildir.
14 OHC’nin kuruluşuyla ilgili bilgi veren bazı kaynaklar için bkz. Kazım Karabekir, İt-
tihat ve Terakki Cemiyeti 1896–1909, Haz. Faruk Özerengin, 5. baskı, İstanbul: Emre
Yayınları; 2000. Halil (Kut) Paşa, Halil Paşa İttihat ve Terakki’den Cumhuriyet’e: Bit-

- 23 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

temsil ettiği TİC ile birleşilerek cemiyet isminin -tarihî önemi ve ağır-
lığından dolayı- TİC olmasında karar kılınmış; Paris grubunun üyele-
rinin çoğu İttihadçı olmuş, az bir kısmı da Jön Türk olarak kalmıştır.15
Meşrutiyet’in ilanından sonra TİC, tekrar İTC ismini almıştır. Kavram
kargaşasının bamteli bu noktadır. Madem, Ahmed Rıza ve grubu; tarihi,
mücadelesi, müktesebatıyla Jön Türklüğü maruf Terakki ve İttihat Ce-
miyeti’nin Selanik merkezli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile birleşmesini
sağlamışlar, cemiyetin ismini Selanik merkezli harekete armağan etmiş-
ler, o halde onlar, Selanik-Manastır merkezli ve subay ağırlıklı hareketi
de etkilemiş, yönlendirmiş, kendi ağırlıklarını kabul ettirmişlerdir; böy-
lelikle Jön Türklük, bilahare Selanik-Manastır merkezli hareketin lider-
leri ve telakkileri etrafında şekillenen ve Meşrutiyet’in ilanından sonra
tamamen İttihadçılık ismiyle anılan bu yapının da temelidir, kökenidir
yargısına varılmıştır.
Oysa bu yargı, doğru bir değerlendirme, doğru bir okuma şeklinin
neticesi değildir. Her ne kadar Paris’teki Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin
lideri Ahmed Rıza ve cemiyetin mühim şahsiyetleri Dr. Nazım ve Dr.
Bahaeddin Şakir, Selanik merkezli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti mensup-
larıyla muhabereleşmiş, yardımlaşmışsa da bunlar Jön Türklük hareke-
tinden bağımsız olarak kurulmuş ve gelişmiş olan OHC’ye eklemlenmiş-
lerdir. Ahmed Rıza ve grubunun, OHC’ye katkıları, OHC hareketinin
temel dinamikleri, seyri ve liderleri üzerinde hiçbir belirleyiciliğe sahip
olamamıştır. Bilhassa Dr. Nazım’ın Meşrutiyet’in ilanına yakın günler-
deki katkısı, mühim bir katkıdır ama artık o, Makedonya merkezli yeni
bir yapının mensubudur. Ne Dr. Nazım’ın, ne de Dr. Bahaeddin Şa-
kir’in katkısı, hedefe doğru kilitlenen, kararlı bir cemiyeti, bu katkılar
olmadığında başarısız kılacak ağırlıkta ve ehemmiyette değildir, çünkü
meyen Savaş–Kütûlamare Kahramanı Halil Paşa’nın Anıları, Haz. M. Taylan Sorgun,
İstanbul: 7 Gün Yayınları; 1972. Enver Paşa, Enver Paşa’nın Anıları 1881–1908, Haz.
Halil Erdoğan Cengiz, İstanbul: İletişim Yayınları, 1991; Mithat Şükrü Bleda, İmpa-
ratorluğun Çöküşü, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1979; Kazım Nami Duru, İttihat ve Te-
rakki Hatıralarım, İstanbul: Sucuoğlu Matbaası, 1957.
15 Yahya Kemal’in kronoloji hatasını dikkate almazsak “1908’de Selânik’de teşekkül
eden İttihâd ü Terakkî Cemiyeti, Paris hizbini harîmine davet etti.” ifadesi gerçeğin
bizatihi kendisidir. Yahya Kemal, Siyasî ve Edebî Portreler, İstanbul: Baha Matbaası,
1968, s. 119.

- 24 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Osmanlı Hürriyeti Cemiyeti’ni ve üyelerini harekete geçiren dinamik-


ler farklıdır ve bölgeseldir.
Kaldı ki, uzun süredir Paris’te kalan ve ancak mektuplaşmalarla Ma-
kedonya’daki, o da bazı faaliyetlerden haberdar olan iki ismin; uzun sü-
redir bölgede olan, örgütlenen, belli bir noktaya gelen yeni hareketin
mensuplarına harekete ivme katacak katkıda bulunması muhal değilse
bile pek de mümkün gözükmemektedir. Dr. Bahaeddin Şakir’in Ma-
kedonya’daki harekette var olan fedailik fikrini ve fedaileri sistemleştir-
diği ve organize ettiği iddiası da bu kabildendir. Zaten OHC’nin ku-
ruluş sebeplerinden ve en mühim faaliyetlerinden biri de aşağıda izah
edileceği üzere komitacılıktır. OHC, örgütlenme modeli olarak esasen
Bulgar komitacıları örnek almış, komitacılık faaliyetiyle varlığını kabul
ettirmiştir. Dr. Bahaeddin Şakir, Paris’te bulunduğu ilk senelerde Make-
donya’daki subayların ne yaptığından çoğu kez habersizken, bilahare her
biri namlı İttihadçı olarak bilinecek subaylar ya üniformalarıyla resmî/
görevli ya da komitacı kisvesiyle çoğu zaman üstlerinin dahi bilgileri ol-
maksızın Makedonyalı komitacıları takip ediyor ve ibret alınacak bir şe-
kilde cezalandırıyorlardı.
Toparlanacak olursa; Jön Türklük, gerek 1889’da Askerî Tıbbiye’de
kurulan İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’ni, gerekse de bu cemiyetten yola
çıkılarak Paris’te kurulan/isim değiştirerek İttihad ve Terakki Cemiyeti
olan örgütü kapsar görünse de, 1906 senesinde Selanik’te Talat Bey’in
öncülüğünde kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni ifadede yetersiz ka-
lır. Jön Türklerin Paris’te gerçekleştirdiği 1902 kongresinden sonra cemi-
yet ikiye bölünmüş, çoğunluğu Damad Mahmud Paşa ve onun ölümüyle
de oğlu Prens Sabahaddin’in liderliğinde önce Osmanlı Hürriyetperverân
Cemiyeti, sonra da Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet adı altında ör-
gütlenmiştir. Azınlığı oluşturan grubun mensupları ise Ahmed Rıza Bey
öncülüğünde ve cemiyetin ilk iki kelimesinin yer değiştirmesiyle Terakki
ve İttihad Cemiyeti ismi altında yola devam etmişlerdir. Yani Prens Saba-
haddin Bey liderliğinde yola devam eden Jön Türklerin kahir ekseriyeti
esas itibariyle “İttihad ve Terakki Cemiyeti” ismini 1902’den sonra kul-
lanmamışlardır. En azından kendilerini bu isimle ifade etmemeye çalış-
mışlardır. Prens Sabahaddin ekibi çoğunluk olmasına rağmen türdeş de-
ğildir. İçinde ciddî bir gayrimüslim ayrılıkçı unsur bile barındırmaktadır.
- 25 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Ancak Ahmed Rıza liderliğindeki ekip sayıca daha az olmasına rağmen


daha türdeştir ve esas itibariyle Türklerden ve Türkleşmiş ya da Türk-
lükle problemi bulunmayan unsurlardan müteşekkildir. Bu ekip içinde
Dr. Nazım Bey ve Dr. Bahaeddin Şakir Bey öne çıkmıştır.
Selanik’te Talat Bey öncülüğünde kurulan Osmanlı Hürriyet Cemi-
yeti ile merkezi Paris olan Terakki ve İttihad Cemiyeti’nin 1907 sene-
sinde birleşme kararı almasından sonra Paris dış merkez, Selanik de iç
merkez olmuştur. Ancak Selanik’in iç merkez olmasına rağmen her açı-
dan bağımsızlığını koruduğu genel bir kabuldür. Bu birleşme ile Selanik
merkezli OHC, Terakki ve İttihad ismini almıştır. Ancak bunun sebebi
Paris merkezli TİC’in gücü değil, sahip olduğu ismin geniş bir çevrede
tanınıyor olmasıdır. Cemiyet bu ismi almış olmasına rağmen bütün güç
ve yetki esas itibariyle Talat Bey ve arkadaşlarındadır. Aslında bunun da
çok fazla anlamı yoktur; cemiyetin gücünün zirveye ulaştığı 1908 or-
talarında cemiyete mührünü vuranlar, OHC olarak Selanik’te kurulan
örgütün Manastır Şubesi’ne mensup olan ve uzun müddettir çete çar-
pışmalarında yer alan zabitlerdir. Açıkça ifade etmek gerekirse, bu za-
bitler, eğer Paris merkezli Terakki ve İttihad Cemiyeti’yle birleşmemiş
olsalardı bile 1908 İhtilali’ni, bu cemiyetten ve isminden ayrı, müstakil
bir cemiyet olarak Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adı altında gerçekleşti-
recek güçtelerdi. Jön Türklerin mühim şahsiyetlerinden ve bir dönemki
reislerinden Mizancı Murad da aynı şeyi söylemektedir:
“Temmuz inkılâbını fiilen vücuda getiren Cemiyet-i İttihadiye, defaatle izah
olunduğu üzere, dâhil ve hariçte vaktiyle bizim husule getirdiğimiz, namına çalış-
tığımız Cemiyetin aynı değildir. Bulgaristan hududundaki asker içinde kuvvet bul-
muş, yeni kutup ve mesleğe göre tadil-i hareket etmiş bir cemiyet-i cedidedir. Hu-
dud başında küçük müfrezeler bulunur. Küçük zabitlerin kumandasında olur.”16

Yaygın görüşte Makedonya hareketinin her ne kadar farklı olduğu


dile getirilmekteyse de, öyle veya böyle, bir şekilde onlarla Jön Türklük
arasında bir bağ kurulmaktadır.17 Şu hususun bilhassa altı çizilmelidir
ki; 1906 yılında Selanik’te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kurulduğu anda
16 Mizancı Murad, Tatlı Emeller Acı Hakikatler, İstanbul: Matbaa-i Amedî, 1330, s. 71.
17 Bu kitapta belirtilen görüşlere yakın bir değerlendirme için bkz. Suavi Aydın, “İki
İttihat-Terakki: İki Ayrı Zihniyet, İki Ayrı Siyaset”, Modern Türkiye’de Siyasî Dü-
şünce (Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi), Cilt 1, Mehmet Ö. Alkan (ed), İstanbul:
İletişim Yayınları, 2001.

- 26 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Jön Türklük farklı bir gelenek ve akım, İttihadçılık farklı bir yapı ve te-
lakkidir. Her ne kadar 1889’ta kurulan cemiyetin kurucuları dâhil bir-
çok kişiye cemiyetin Paris’te aldığı İttihad ve Terakki Cemiyeti adından
dolayı İttihadçı denilmekteyse de, yukarıda izah edildiği üzere, gerek
1902’den sonra İTC adını herkesin kullanmaması, gerek Selanik’te ku-
rulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti potasında eriyen herkesi İttihadçılık-
tan başka ifade edecek bir kavramın bulunmaması, gerekse de 1908 İh-
tilali’nden sonra Jön Türklük-İttihadçılık ayrışmasında İttihadçılığı esas
itibariyle 1906’da Selanik’te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni kuran ekibin
temsil etmesi tarafımızdan ileri sürülen bu tezi kuvvetlendirmektedir.18
Yukarıda kısaca temas edilen kıymetli bir görüşe göre Selanik’te
1906’da kurulan ve 1907 birleşmesiyle Terakki ve İttihad Cemiyeti adını
alan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ne mensup subaylara el atan, ihtilal
için onları kazanan TİC’nin Paris merkezli dış şubesinin önemli ismi
Dr. Bahaeddin Şakir’dir. Tarafımızda hâsıl olan kanaate göre; Osmanlı
Hürriyet Cemiyeti, Paris merkezli Terakki ve İttihad Cemiyeti ile birleşip
onun adını almasa ve Dr. Bahaeddin Şakir diye bir isim hayatta olma-
saydı bile Selanik merkezli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti subaylara zaten
el atmıştı. Kaldı ki bu cemiyet, yani OHC, kuruluşunu bizzat bölge-
deki subayların zorladığı bir cemiyetti. Şöyle de söylenebilir: Makedon-
ya’nın özel şartları bölgeye has bir cemiyetin varlığını zorunlu kılmıştı.
Dr. Nazım ve Dr. Bahaeddin Şakir’in hizmetlerinin önemi ile olgunun
farklılığının telifinden şu netice çıkar: Bu iki isim, zaten daha önceden
sahip oldukları telakki gereği Selanik merkezli OHC cemiyeti ile aynı
frekanstaydı. Bu iki ismin öncülüğünü yaptığı Paris TİC, her ne kadar
birleşmeyle Selanik merkezli OHC’ye ismini vermişse de, aslında varlık
âleminde kaybolmuştu.
Jön Türklük ve İttihadçılık ayrımı şu bakımdan da hayatî bir öneme
sahiptir: Batıcı, seküler, pozitivist telakki ve yönelişler Jön Türklerde
daha baskındır. Oysa bu kabil insanları barındırsa da İttihadçılık daha
yerli, kültürel olarak daha muhafazakâr ve dine yakın bir görüntü
18 Ramsaur da “Üçüncü Ordu’yu kandıran ve ihtilali başlatan gizli kuruluş, Avrupa’da-
ki Jön Türklerle hiçbir ilişkisi olmadığı gibi, Osmanlı İmparatorluğu içinde kurulmuş
olan önceki Jön Türk örgütünün bir devamı da değildi” diyerek bir gerçeğe işaret
etmektedir. Ramsaur, a.g.e., s. 113.

- 27 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

vermektedir. Bu bakımdan Kemalizm, bir koalisyon olan ve her şeyiyle


İslam’a istinat etmese bile ona saygıda kusur etmeyen İttihadçılığın de-
ğil, daha Batıcı, laik, pozitivist Jön Türklüğün mirasçısıdır. Jön Türk
İslamcılığı diye bir kavram yoktur ama İttihadçı İslamcılığı varlığı tar-
tışmasız bir kavramdır19.
“Ben Abdullah Cevdet’i dinsiz ‘İçtihad’ı çıkardığı demlerde 19 - 20
yaşlarında bir genç iken tanıdım” diyerek başladığı sözlerine “Ruh ha-
sisliğiyle bir arada madde cimriliğiyle maruf, Allah ve Resul düşmanı Ab-
dullah Cevdet, bir kenarda unutulmuş ve hakkı verilmemiş bir insan, bü-
tün inkılâpların ilk tebşircisi bir mütefekkir olduğunu zanneder ve ufunet
dolu içini çekerek şöyle derdi: ‘—İttihat ve Terakki’yi kuran, benim! Ab-
dülhamid’e karşı ilk hareket bayrağını açan benim. Sonra İttihatçılar ik-
tidara geçince unutulan ve bir köşede bırakılan da benim! Hatta Mustafa
Kemal’in bütün inkılâpları benden kopya olduğu hâlde (henüz Abdullah
Cevdet’in şiddetle taraftar olduğu yeni harf inkılâbı olmamıştı), onca da
takdire mazhar olamayan, benim!’ Böylece, İttihat ve Terakki’yi kuranlar-
dan (prototipik-baş örneklik) bir mahiyet, dâvanın içyüzünü izaha yeter”20
şeklinde devam eden ve “maddî ve manevî şekavet ocağı” olarak tavsif ve
telakki ettiği İttihadçılığa çoğu yerde peşinhükümle ve insafsızca yak-
laşan Necip Fazıl zannımızca konuya bihakkın vakıf olmadığı için bir-
çokları gibi Jön Türklük ile İttihadçılığı karıştırmıştır. İttihadçılar hiç
kimseyi Abdullah Cevdet kadar aşağılamamış, adam yerine koymamış-
lardır. İTC ve İttihadçılarla ismi yan yana getirilecek en son isim Abdul-
lah Cevdet’tir. Jön Türklüğün İttihadçılığa açılan kapısından içeri giren
Bahaeddin Şakir, ilk Jön Türklerden ve İttihad-i Osmanî Cemiyeti’nin
kurucularından Abdullah Cevdet hakkında çok ağır ifadeler kullanmak-
taydı. Mesela 365 tahrirat nolu, 6 Eylül 1907 tarihli Dr. Bahaeddin Şa-
kir’in imzasının olduğu bir mektupta Abdullah Cevdet hakkında “Bu
sefilin Avrupa’ da bulunanlar ne âdi, ne rezil bir mahlûk olduğunu bilir-
ler. Onunla münasebet mucib-i ar ve lekedir” denilmektedir.21

19 Jön Türk İslamcılığı tabirinin kullanıldığı hallerde de kastedilen İttihadçılık ve İtti-


hadçı İslamcılığıdır.
20 Necip Fazıl Kısakürek, Vatan Dostu Sultan Vahidüddin, İstanbul: Büyük Doğu Ya-
yınları, 2013, s.43.
21 Emiroğlu-Emiroğlu, a.g.e., s.222.

- 28 -
2. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin Eseri ve Bir
Makedonya Hareketi Olarak İttihadçılık

A rtık İttihadçılığın ne olduğu Jön Türklükten ayrıştırılarak daha


kolay izah edilebilir.
a) İttihadçılık, esas itibariyle bir inanç ve düşünce akımı değildir;
o bir aksiyon, bir hareket, bir tavır alış şeklidir.
b) İttihadçılık esasen bir muhalefet hareketi de değildir; İttihadçı-
lığa rengini ve şeklini veren esas olgu Abdülhamid muhalifliği değil,
Makedonya’nın elden gitme korkusudur ve İttihadçılık bu korkunun
doğurduğu, beslediği, büyüttüğü, belirlediği bir eylemlilik tarzıdır; ey-
lemliliğin ve bir an evvel harekete geçmenin çözüm olarak kabul edil-
diği bir anlayışın ifadesidir.
c) İttihadçılık doğuşu itibariyle bir Makedonya hareketidir; İstan-
bul veya Anadolu hareketi değildir. İttihadçılığın kuruluş yeri Make-
donya, kurucuları ve mensupları da büyük çoğunlukla Makedonyalı-
dır. İttihadçılık, 1906’da yurtiçinde ama görece bir serbestliğin olduğu
Selanik ve Manastır’da örgütlenmiştir. Örgütün varlığını devam ettir-
mesi ile bölgenin özel konumu birbirinin mütemmim cüzü olmuştur.
Kurucuların ve cemiyete mensup subayların kahir ekseriyeti için Os-
manlı İmparatorluğu, esas itibariyle Rumeli/Balkanlardır; onlar, devle-
tin bekası için bölgeyi olmazsa olmaz bir unsur, hatta bir temel olarak
görmektedirler. Bu bakımdan bu subayların büyük çoğunluğu açısın-
dan ya doğduğu ya da görev yaptığı Selanik, Manasır ve Kosova ile o
güne kadar hiç görmedikleri ve salnamelerden takip ettikleri Trabzon,
Sivas ve Diyarbakır arasında inanılmaz bir fark vardır.
- 29 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

d) Jön Türk örgütleri gibi OHC’nin de başlangıç itibariyle üyeleri


dışında herhangi bir sosyal tabanı bulunmazken OHC bir bölge hassa-
siyetini temel aldığı için, hissedilir ve anbean yaşanan hadiselerin do-
ğurduğu tehdit ve tehlikelerin yoğunlaşmasıyla, istediği sosyal tabanı
bulabilmiştir; yani Osmanlı Ordusunun aktif ve işe yarar ordusu olan
Üçüncü Ordu’nun mektepli genç subaylarını.
Temeli OHC olan İttihadçılık; Jön Türklüğün aksine somut, ya-
şanan, görülen, hissedilen ve tecrübe edilen bir korkunun memleke-
tin başka hiçbir bölgesinde şahit olunamayan tesirinin kuvvetli olduğu
bir bölgede var olmuştur. Bu bölgede korku belli bir grubun evhamı
değildir; “evham” aynı zamanda müşterek bir duygudur. Makedonya
farklı etnik-dinî unsurların memleketin başka hiçbir bölgesinde görü-
lemeyecek oranda karmaşık ve coğrafî-stratejik konumda bulunduğu
bir bölgedir.
Ege’de Rum ve Doğu Anadolu’da Ermeni gayrimüslim unsurlar
vardır ama her iki bölgedeki gayrimüslimler yani Rumlar ve Ermeni-
ler bu bölgelerde yekvücut, mezhep olarak türdeş ama tek unsur ola-
rak varlıklarını sürdürmektedirler. Girit’in aksine Anadolu’da tek bir
unsurla mücadele etmek kolaydır; çünkü gayrimüslim unsurlar, bas-
kın ve hâkim nüfus değillerdir; coğrafî-stratejik konum aleyhlerine-
dir; Anadolu’daki Rumların Yunanistan’la sınırı, Ermenilerin ise isti-
nat edebilecekleri aynı etnik-dinî unsura dayalı bir devletleri yoktur.
Ermenilerin Rusya’dan da bu konjonktürde karşılık görmeleri ve yar-
dım bulmaları Rusya’nın kendi tebaası olan Ermenilere karşı olan
tavrından dolayı da kesin değildir. Ermenilerin her ne kadar özerklik
elde etmek için Büyük Güçler’i tahrik kastıyla ara ara isyan teşebbüs-
leri vakiyse de nispeten yoğun bulundukları vilâyât-ı sitte[altı vilayet:
Erzurum, Bitlis, Van, Diyarbakır, Sivas ve Mamüratü’ l-Aziz], vilâyât-ı
selase [ üç vilayet: Selanik, Manastır, Kosova] yani Makedonya gibi de-
ğildi. Ermenilerin meskûn olduğu bölge, ancak Balkan Harbi netice-
sinde Rumeli’den tamamen çekilmemiz üzerine farklı bir hal almıştır.22
22 İngiltere ve Rusya’nın Ermenileri nüfuz ve himayelerine almaları her iki ülkenin
konjonktürel menfaatlerine göre farklılık göstermiştir. Mesela İngiltere, Rusya’nın
Anadolu’ya ve Irak’a inme tehlikesine karşı Ermenileri bir tıkaç olarak görmek is-
tediğinde Rusya, Osmanlı Devleti ile birlikte hareket etmiş, “istatistikler ve eserler
neşrederek Anadolu Şark vilayetlerinde devlet teşkil edecek bir Ermeni kesafeti [yo-

- 30 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Makedonya’da birden çok baskın etnik-dinî unsur aynı bölgede


ve birbiriyle mücadele halindedir. Gayrimüslim etnik-dinî unsurlar-
dan Rumların ve Bulgarların nüfusu, etkisi ve ağırlıkları Ege ve Doğu
Anadolu gibi değildir. Bölge zaten Ayastefanos Anlaşması’yla Bulgar-
lara bırakılmış; bu karar Rumların ve Arnavutların yoğun baskısına
ilaveten diyet olarak Abdülhamid’in Kıbrıs’ı muvakkaten [geçici ola-
rak] İngiltere’ye bırakması ve bu devletin Osmanlı lehine bariz deste-
ğiyle Berlin Anlaşması’nda değiştirilmiş ve bölge Osmanlı Devleti’ne
bırakılmıştır. Rumların ve Bulgarların faal ilişki içinde oldukları kendi
etnik-dinî unsurlarıyla türdeş devletleri ve prenslikleri vardır: Yuna-
nistan ve Bulgar Prensliği. Nüfusu Bulgarlar ve Rumlar kadar olma-
makla birlikte Sırplar da zaman zaman denklem içinde anlam ifade
etmektedirler ve Sırbistan’a sınırları vardır.
Bölgede Osmanlı Devleti’nin elini güçlendiren en önemli fak-
tör, nüfusun çoğunluğunu, en azından yarısını Müslümanların oluş-
turması ve devletin aslî müttefiki olan Arnavutların belirleyiciliğidir.
Müslüman nüfusun en önemli rüknünü Arnavutlar oluşturmaktadır;
hele Kosova’da tartışmasız ve Manastır’da da Türklerle beraber hâ-
kim unsur Arnavutlardır.23 Bölgede kavganın aktörleri Osmanlı Dev-
leti, Arnavutlar, Bulgarlar ve Rumlardır. Kavga Makedonya’da hâki-
miyet tesisi ve kim daha baskın çıkar ve milletlerarası desteği sağlarsa
o unsurun bağlı olduğu devlete bağlanma çabasıdır. Arnavutların mü-
cadelesi ise biraz karmaşıktır: Azınlık bağımsızlık isterken, çoğunluk
Osmanlı devletinde kalmaktan yanadır.24
ğunluğu] bulunmadığını cihana ispat et[miş], ancak İngilizlerle ittifak yapıp, İran’daki
nüfuz mıntıkasını da işgal edince” bu defa Ermeni muhtariyeti için Babıâli’yi sıkış-
tırmaya başlayıp zorla 1914’te Anadolu’nun 1/3’ünün Ermenilere verilmesini he-
defleyen Yeniköy Anlaşması’nı imzalatmış, istiklal vaadiyle de I. Cihan Harbi’nde
onları aleyhimize kışkırtmıştır. Bkz. Kazım Karabekir, Birinci Dünya Savaşı Anıları,
İstanbul: YKY, 2011, s. 61-62.
23 Bölge nüfusu hakkında bkz. Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830–1914) De-
mografik ve Sosyal Özellikleri, Çev. Bahar Tırnakçı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayın-
ları, 2003.
24 Ayrılıkçı Arnavut algısı için bkz. İsmail Kemal, İsmail Kemal Bey’in Hatıratı, Edi-
tör: Sommerville Story, Çev. Adnan İslamoğulları-Rubin Hoxha, İstanbul: Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 2009; Avlonyalı Ekrem Bey, Osmanlı Arnavutluk’undan Anılar
(1885–1912), İstanbul: İletişim Yayınları, 2006; Avlonyalı Süreyya Bey, Osmanlı Son-

- 31 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

e) OHC temelli İttihadçılığın cereyan ettiği vasatı daha iyi anla-


mak için bölgenin nüfus yapısı dışında bir de nüfuz özelliğine bak-
mak gerekmektedir. Yaklaşık 50 seneden beri Osmanlı devletindeki
etnik-dinî gayrimüslim nüfus yabancı büyük devletlerin nüfuzu altın-
daydı. Nüfusunun yaklaşık yarısını farklı etnik-dinî gayrimüslim un-
surların oluşturduğu Makedonya’nın, bu nüfuzdan azade kalması dü-
şünülemezdi. Rusya, İngiltere, Avusturya-Macaristan ve zaman zaman
da Fransa bölge ahalisini nüfuzlarına almış durumdaydı. Her bir devlet
bölgedeki nüfuzunu ya doğrudan ya da bölgedeki etnik-dinî unsurla-
rın türdeş sınırdaş devletleri aracılığıyla kullanmaktaydı. Haddizatında
burada cereyan eden ilişkide çift-yapılı bir nüfuz olgusu hâkimdi. Me-
sela Bulgaristan Prensliği Makedonya’da kendine bağlı (santralist ol-
mayan) Bulgar ahaliye nüfuz ederken, Rusya’ya doğrudan ya da kon-
jonktüre bağlı olarak (dönemlerinin rengine göre, Bulgar Prensliği’yle
çatışan veya uzlaşan) dolaylı bir şekilde nüfuzunu kullanmaktaydı;
eğer Bulgar Prensliği gibi Makedonya Bulgarları da Ruslara cephe alı-
yorsa, Rusya nüfuzunu aksi istikamette, ya genelde olduğu gibi Os-
manlı Devleti ya da arızî [geçici] olarak diğer bir etnik-dinî unsur le-
hine kullanıyordu.
f) Makedonya’daki Hıristiyan toplulukları tarif ve izah için “dinî-et-
nik unsur” ibaresinden daha münasip bir tabir ve mefhum olmadığı
kanaatindeyiz. Eskiden beri kullanılan tabir ise “anasır”dır. Bölge Hı-
ristiyanları ne sadece din ve mezheple ne de etnik kökenle izah edile-
bilir. Hatta kimi yerlerde lisan bile başlıbaşına bir faktördür. Rumca
bilen Bulgarlar, Bulgarca bilen Rumlar vakıası etnik köken ve mezhep
kadar belirleyicidir.25 Hıristiyan din adamlarının çatışmacı faaliyetleri
ait oldukları etnik-dinî unsuru temsil eden devlet konsoloslarından, eli
rası Arnavutluk (1912–1920), Haz. Abdülhamit Kırmızı, İstanbul: Klasik Yayınları,
2009.
25 Komitacı takibindeki Kazım Karabekir’in günlüğündeki bir anekdot dikkat çekici-
dir: “16 Mayıs 1907 (3 Mayıs 1323) Perşembe. Tran Rum olmuş. Bulgarlar Kaftan-
cıçiftliği’nde. Bu köyden ikisini asmışlar, ikisini de öldürmüşler, niçin Rum oldunuz
diye.” Kazım Karabekir, Günlükler (1906-1948), 1.Cilt, İstanbul: YKY, 2009, s. 72. Bu
insanlar aslında etnik olarak Bulgar olmalarına rağmen İstanbul’daki Rum Patrik-
liği’ne bağlanıp Rum sayılmaları sebebiyle Bulgar davasına ihanet ettikleri gerekçe-
siyle Bulgarlar tarafından öldürülmüşlerdir. Rum Patrikliği’ne bağlanan kişiler etnik
kökeni ne olursa olsun Rum sayılmaktaydı.

- 32 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

silahlı ya da kalemli komitacılardan daha az kıymette değildir; bunlar,


komitacıları cesaretlendirmek ve farklı kiliselere mensup Hıristiyan-
ları ayartmak, onlara karşı-propaganda yapıp kendi kiliselerine davetle
iktifa etmeyip pek çok yerde bizzat komitelere üye de olmaktadırlar.
Kazım Karabekir’in Manastır’da şahit olduğu bir hadise, münfe-
rid değil, tüm Hıristiyan unsurlarda sıkça rastlanan itiyat halini almış
bir hareketti: “25 Nisan 1906 (12 Nisan 1322) Çarşamba. 41 Bulgarla,
4 Rum sürdüler. Trene bindikleri vakit bir Bulgar papaz, beherine [her
birine] birer lira altın verdi.”26 Rumeli’de görev yaptığı yerlerde bir su-
bay gibi komitacı takibine çıkmakla maruf, bilahare Deli Hamid diye
ünlenecek meşhur valilerden Hamid Bey’in hatıralarında da bu hususa
dair çok kıymetli bilgiler mevcuttur:
“Çeteler… komitanın icra aleti idi. Bunlar Bulgaristan’ dan, Yunanistan’ dan,
Sırbistan’ dan gönderilen tecrübeli subaylar kumandası altında faaliyet gösteriyor-
lardı… Elde ettiğim bir şifre dosyasında daima umumî müfettişten bahs olunu-
yordu. Bu sıfatın kime verildiğini anlamak için çok zahmet çektik. Nihayet bu
namı, Çakofi Çiftliği papazının taşıdığı anlaşıldı.” 27
“Kazaya varışımın haftasında merkeze bir buçuk saat mesafede Yahova Kö-
yü’nde bir çarpışma başladı. Halk bunu pek tabii görüyordu. Çünkü tüfek ve
bomba sesiyle kardeş olmuştu. Hemen bir müfreze alarak çarpışma yerine yetiş-
tim. Bu köy, Rum ve Bulgarlarla karışıktı. Her iki taraf, kendilerine bağlı çe-
teleri davet etmişler, köy üzerinde kavgaya tutuşmuşlardı. Biz, tüfek menziline
yaklaşır yaklaşmaz her iki taraf da bize ateş etmeye başladı. Tabii biz de karşı-
lık vermekte kusur etmedik. Birkaç saat devam eden çarpışma neticesinde eşkıya,
biri papaz olmak üzere birkaç ölü bırakarak kaçtılar. Papaz efendinin ölümü bize
bela oldu. Papazın, çete içinde dinî merasim için bulunmadığını anlatıncaya ka-
dar neler çektik. Diğer ölüler de güya masum ahali imiş! Silahları ellerine bizim
müfrezeler sıkıştırmış, bombaları biz icat etmişiz.” 28

Kaldı ki, Bulgar milliyetçiliğinin doğuşu, Paisi isimli bir keşişin


himmet ve hizmetiydi.29 Daha 1876 Bulgar ayaklanması esnasında
bile bazı papazlar çete liderliği yapmaktaydı. 28 Nisan’da Musina kö-
yünde toplanan 200 civarındaki isyancının liderliğine Papaz Hariton
26 Karabekir, Günlükler, 1. Cilt, s. 38.
27 Halit Eken, Bir Millî Mücadele Valisi ve Anıları: Kapancızâde Hamit Bey, İstanbul:
Yeditepe Yayınevi, 2008, s. 386-387.
28 Eken, a.g.e., s. 390.
29 Halil İnalcık, Tanzimat ve Bulgar Meselesi, İstanbul: Eren Yayınları, 1992, s. 20.

- 33 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

seçilmişti.30 Din adamlarının bölgedeki ağırlıkları bariz ve malum ol-


duğundan farklı dinî-etnik unsura mensup komitacıların da ilk hedef-
lerinin bu insanlar olduğunu söyleyebiliriz.31
g) Nüfuz, hangi etnik topluluğa yönelik olursa olsun değişmeyen
tek gerçek bölgenin devamlı bir çatışma ortamında bulunmasıydı. Bu
çatışmalar ve büyük devletlerin nüfuzu, bölgenin büyük devletlerin
nispî kontrolü altına girmesine yol açtı; yani reform planlarının uy-
gulanmasına. Bölgeye tatbik edilen projeler ve milletlerarası denetim
her ne kadar Girit gibi bir imtiyazla sonuçlanmadıysa da 1908’de vuku
bulan “Reval Toplantısı” evhamı cinnet haline getirdi.
h) OHC’nin bilhassa Manastır Şubesi’nin neredeyse tamamını 3.
Ordu’ya mensup subayların teşkil etmesi, hareketin askerî vasfının
anlaşılmasını da zorlaştırmaktadır. Selanik ve Manastır’daki 3. Ordu
haricinde Edirne’de 2. Ordu, Şam’da 5. Ordu ve Erzincan’da da 4.
Ordu mevcuttur ama bu yerlerin hiçbirisinde Meşrutiyet’in ilanına yö-
nelik bir yapılanma ve örgütlenme mevcut değildir. 5. Ordu’ya men-
sup subayların ara sıra çatıştıkları insanlar etnik ayrılık düşüncesiyle
değil, mahallî ve arizî sebep ve saiklerle isyan ediyorlardı. Bu da me-
selenin ordu-asker-subay gücüyle değil, Makedonya bölgesinin hassa-
siyetiyle alakalı bir durum olduğunu göstermektedir. Bu sebeple Talat
Bey gibi “posta memuru” olmakla tahkir ve tahfif edilen biri tartış-
masız lider olabilmektedir.
ı) 1905 Rus Devrimi’nin Osmanlı Devleti’ni de tesir altına aldığı,
Jön Türklerin de katkısıyla Anadolu’nun muhtelif vilayet ve sancakla-
rında Meşrutiyet’in ilanını hedef alan isyanlar vuku bulduğu, bu se-
beple “Anadolu Halk Hareketleri”nin 1908 Meşrutiyeti’ni hazırladığı
30 M. Türker Acaroğlu, Bulgaristan Türkleri Üzerine Araştırmalar, Ankara: Kültür Ba-
kanlığı Yayınları, 1999, s. 46.
31 Yine Karabekir’in günlüğünde 15 Haziran 1906 (2 Haziran 1322), 8 Eylül 1906 (26
Ağustos 1322), 30 Mart 1907 (17 Mart 1323), 28 Kasım 1907 (15 Teşrinisani 1323)
günleri kaydettiği notta yazılanlar da münferid, eşine az rastlanır hadise değildi:
“Lisola civarında Rum çetesi 6 Bulgar’la, iki Bulgar papazı kesmişler”; “Filorina kur-
bunda bir papazla birkaç Rum kesmişler”; “Bu gece 100 kişilik bir Rum çetesi Baç’ta
beş evle iki ambar, iki dükkân yakmışlar. Üç erkekle bir kadın yanmış, papazı ge-
bertmişler, birkaç da mecruh var”; “Nakvan papazı Arnavutça, köyünde vaaz verip
köyün Arnavut olduğunu söylediğinde Selanik oteli önünde iki genç Rum tarafından
vuruldu”. Karabekir, Günlükler, 1.Cilt, s. 45, 51, 70, 86.

- 34 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

ya da kolaylaştırdığı da iddia edilse de bunun zorlama bir iddia olduğu


açıktır. 1905-1907 arasındaki Anadolu’daki ayaklanmaların Rus ve İran
Devrimi ile organik bir bağı olmadığı gibi 1908 Meşrutiyeti’ne her-
hangi bir katkısı da vaki değildi. Bu isyanlar, vergi merkezlidir; kurak-
lık ve yerel idarecilerin suistimali gibi arizî ve mahallî sosyal-iktisadî
sebeplerin yol açtığı, çözüm üretildiğinde de sonlanan hareketlerdir.
Mesela 9 Aralık 1905’te Sinop’ta Müslüman-gayrimüslim 2.000’den
fazla insanın isyanında telaffuz edilen şey mutasarrıf ve oğlunun zul-
müdür.32 Kastamonu olaylarında bölgeye sürgün olarak gönderilen bazı
Jön Türklerin az da olsa dahli mevcut gibidir.
Hanioğlu, Diyarbakır eylemleri için çarpıcı bilgiler vermektedir.
Diyarbakır’da 1905’in Ağustos başlarında başlayan gösterilerin sebebi
Abdülhamid’in 1902’de paşalığa getirdiği Millî Aşireti reisi ve Hami-
diye Alayı Komutanı İbrahim Bey’in zulmüdür. Aslında bu zulümler-
den Osmanlı Hükûmeti de rahatsızdır, hatta sonuçsuz kalan hukukî
teşebbüslerde de bulunmuştur. Neticede protesto eylemleri vuku bul-
muş, pek çok yerde olduğu gibi burada da postahane işgal edilmiş,
ahalinin tahammülfersa [dayanılmaz] ıstırabı telgrafla İstanbul’a iletil-
miştir. vali vekili ve müftü bile eylemcilerin yanında yer almış, hatta
İstanbul’a hükûmetin gerekli tedbirleri almasını istirham eden telg-
raf ve mektup göndermişlerdir. Durumda bir değişiklik olmayınca bu
defa Kasım ayında başka bir protesto hadisesi vuku bulmuş ve İstan-
bul’a yeni bir telgraf çekilmiştir. Osmanlı idaresi hadiselerin büyüme-
sinden korkmuş, şikâyetleri tahkik için bir komisyon kurmuş, İbra-
him Paşa’yı zulmünü sonlandırması için ikaz ve tehdit etmiş, 27 Ocak
1906’da yeni bir gösteri meydana gelmiş, şehrin muteber insanlarının
da bulunduğu bir grup Hükümet’e yine telgraf çekmiş, ancak Millî
İbrahim’in İngiliz hamilerinin [konsoloslarının] desteğini de alarak
zulmünden geri kalmaması ve protestoların da devam etmesi üzerine
kendisinin Halep’e gönderilmesine ve komisyonun tahkikat raporuna
kadar da orada tutulmasına karar verilmiştir.
Sabahaddin Bey grubunun Diyarbakır’daki nümayişlere katıldığına
dair herhangi bir bilgi mevcut değildir. Her ne kadar Taşnaksütyun’un
32 M. Şükrü Hanioğlu, Preparation For A Revolution The Young Turks, 1902-1908,
Newyork: Oxford University Press, 2001, s. 104.

- 35 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

burada küçük bir şubesi bulunsa da, şehir, hiçbir surette Ermeni hare-
ketinin yuvalandığı yerlerden biri olmamıştır; ayrıca şehirde Millî İbra-
him Paşa aleyhine tertiplenen nümayişlere Taşnaksütyun yahut başka
bir Ermeni grubun katıldığına dair herhangi bir delil de yoktur. Had-
dizatında, Saray’ın desteklediği bir Kürt-Hamidiye ağasına karşı ter-
tiplenecek bir nümayiş, Sabahaddin Bey’in ve Taşnaksütyun’un tem-
sil ettikleri düşüncelere tekabül edebilecek bir girişim olurdu. Ne var
ki, birincinin [Sabahaddin Bey] orada hiç bulunmaması ve ikincisinin
[Taşnaksütyun] de hayli zayıf olması, her iki grubun işbirliği yapabil-
mesini sağlayacak, tabir caizse altın tepside sunulmuş fırsatın kaçırıl-
masına sebep olmuş görünüyor. Yüzlerce Müslüman tarafından imza-
lanan telgraflarda dile getirilmiş şikâyetlerin birinde, İbrahim Paşa’nın
Ermeni komitacılarla mücadele etmek yerine onların Mısır ve Avru-
pa’ya kaçmalarına yardımcı olmasından bahsedilmesi, ne Sabahaddin
Bey grubunun ne de Taşnaksütyun’un bu nümayişlerde bir parmağı ol-
madığını açıkça gösteriyor. Aslına bakılırsa, daha sonra İTC’nin önde
gelen ideologlarından olacak Ziya Bey’in (Gökalp) ve Pirinçcizâde Ârif
Bey gibi daha önceki Ermeni karşıtı faaliyetlere iştirak eden kişilerin
bu nümayişlerin tertiplenmesinde önemli roller üstlenmeleri, bu tür nü-
mayişlerin kesif mahallî karakterini apaçık bir şekilde gösteriyor. Son
olarak da, şehirden [nümayişler sebebiyle] çok sayıda kişi sürgüne gön-
derilmesine rağmen, bunlardan hiçbirinin Sabahaddin Bey grubuyla
yakın temasta bulunanlardan olmadığı anlaşılıyor.33
Ancak Jön Türklerin nispeten en etkili oldukları yer Erzurum’dur.
Erzurum İsyanı’nda bazı Jön Türklerin tahriki kabul edilmekte ise de
hem isyanın sebebi siyasî değildir hem de başka yerlerde de görüldüğü
üzere Ermenilerin teşkilatçılığı yanında Müslüman ve Türk görünümü
altında yaptığı propaganda sahtekârlıkları da etkili olmuştur.34
33 Hanioğlu, Preparation For A Revolution The Young Turks, 1902-1908, s. 106-107.
34 Bu hususta Şükrü Hanioğlu’nun mezkûr kitabında Anadolu’daki isyanlar sosyal-ik-
tisadî sebepler bakımından daha gerçekçi şekilde ele alınmaktayken, Aykut Kan-
su’nun ciddî bir emek mahsulü olan doktora tezinde hadiseler ile 1908 Meşrutiyeti
arasında çok zorlama bir irtibat ve münasebet kurulmaktadır. Zavallı Anadolu insa-
nının, çaresizliğin had raddesinde tek çıkar yol olarak müracaat ettiği bu isyanlara
Sovyet kaynaklarının tesirinde kalan Zafer Kars’ın kitabında ise mübalağa denile-
meyecek derecede garip bir ideolojik çehre kazandırılmıştır. Zafer Kars’ın, II. Meş-
rutiyet’in İlanında Halk Unsuru unvanlı eserimize yönelttiği tenkidler ise maalesef

- 36 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Erzurum İsyanı hakkında çok sayıda hatırat ve eser mevcuttur.


Dikkatli bir gözle tetkik edildiğinde isyanın istibdat muhalifliği gibi
siyasî bir sebeple değil, iktisadî vaziyetin perişanlığı sebebiyle çıktığı
görülecektir. Mesela Münip Yıldırgan’a ait 1904 Erzurum İsyan Ha-
tıraları unvanlı hatıratta, isyanın iktisadî vaziyetin haddinden fazla
kötü oluşundan dolayı çıktığı çok ağır ama net şekilde ifade edilmek-
tedir. Yıldırgan’a göre o esnada İstanbul büsbütün çıldırmıştır, Yıldız’ın
da gözü paradan başka bir şey görmemekte, para azaldıkça kuduzluk
artmakta, taşradaki mülkî ve askerî idareciler hep parayla meşgul ol-
makta, telgrafhaneler geceli-gündüzlü para ile uğraşmakta, kurulan
Komisyon-ı Âlî’nin emri olmadan da kimseye on para verilmemekte,
hastanelerde vefat eden birçok asker de Komisyon’dan emir çıkmadığı
için kefensiz defnedilmektedir. Bu hadise asker canlısı olan Erzurum-
luların ruhunu alt-üst etmişken tam da bu sıralarda Hayvanat-ı Ehliye
ve Vergi-i Şahsî isimli iki yeni verginin ihdas edildiği ilan edilmiş ve
bunun üzerine Erzurum isyan etmiştir. Halk, o güne kadar herkesçe
sevilen-sayılan Vali Nazım Paşa’ya, Erzurum’dan toplanan paraların
İstanbul’a gönderilmemesini, mahallî ihtiyaçlara ve ordunun ihtiyaç-
larına harcanmasını ve yeni ihdas edilen iki vergiden Erzurum mın-
tıkasının istisna edilmesini talep eden bir dilekçe sunmuştur. Bu di-
lekçeye müspet bir cevap verilmediği gibi bu işe ön ayak olanlardan
ilmî ve akademik değil, şahsî ve ideolojik önyargıyla malül hakaretlerdir. Tenkid
değil de -bilhassa şahsımıza çirkin ideolojik yaftalar da yapıştırarak- tahkiri ihti-
yar ettiği için kendisini muhatap almayı zait addettik. Nedim Ulusakul’un yazdık-
ları ise atfa mazhar olamayacak kadar gayriciddîdir. Hadiselerin içinde yer almış
Mehmed Nusret (Som)’un yazdıkları ise aslında masum Anadolu insanına devletin
şefkat elini uzattığında onların nasıl kurban kestiğine, dualar ettiğine işaret etmesi
bakımdan hayli mühimdir. İstisnasız tüm isyanlarda telgrafhaneler ele geçirilmiş,
ancak çekilen telgraflarda Halife-Padişaha saygısızlık sözkonusu olmamıştır. Dar
bir kaynakça için bkz. M. Şükrü Hanioğlu, Preparation For A Revolution The Young
Turks, 1902-1908; Mehmed Nusret (Som), Tarihçe-i Erzurum (Yahud Hemşerilerime
Armağan) Haz. Ahmet Fidan, İstanbul, Erzurum Kitaplığı, 2005; Aykut Kansu, 1908
Devrimi, 2. Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001; H. Zafer Kars, 1908 Devrimi’nin
Halk Dinamiği, 2. baskı, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1997; Nedim Ulusakul, İstibdad
Aleyhinde Türk Ulusunun İlk Hareketi Erzurum İhtilali, Ankara: Ankara Basıme-
vi, 1937; Muammer Demirel, İkinci Meşrûtiyet Öncesi Erzurum’da Halk Hareketleri
(1906–1907), Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990; İsmail Küçükkılınç, II. Meş-
rutiyet’in İlanında Halk Unsuru, Ankara: Cedit Neşriyat, 2011; Hasip Saygılı, 1905
Rus Devrimi ve Sultan Abdülhamid, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2015.

- 37 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

on iki zatın evlerinden alınarak müfreze muhafazasında İstanbul’a


sevk edildiği anlaşılmıştır. Bunun üzerine Erzurumlular grev yapmış,
vali konağına yürümüş, ölüm tehdidine muhatap olan vali de sür-
güne gönderilenlerin şehre dönmeleri için emir vermiştir. Fakat asıl
talep konuları muallâkta kaldığı için bu defa doğrudan mabeynle ha-
berleşmeye karar verilmiştir. Yazar, Yıldız’a telgrafla gönderilecek di-
lekçe müsveddesi yapılırken kendisinin de yer aldığını, müsveddenin
“tazarru-nâme” iken daha da yumuşatılıp “dua” haline getirildiğini
yazmaktadır. Yıldız’la haberleşmenin gecikmesi üzerine halk hareket-
lenmiş, ancak Müftü Feyzullah Efendi tarafından sakinleştirilmiştir.
Zorlu bir süreçten sonra mabeynden gelen cevap meydanda toplanan
ahaliye okunmuş, bütün taleplerin kabul edildiği, hatta valinin de az-
ledildiği bildirilmiştir. Bu defa vaziyet değişmiş, şimdi meydan alkış-
lar ve “padişahım çok yaşa” sesleriyle dolmuştur. Her şey yolunda gi-
derken, hatta ihdas edilen yeni iki verginin toplanması bile mümkün
hale gelmişken yeni valinin, Erzurum Müftüsü Feyzullah Efendi ve on
beş kişiyi desiselerle Gürcü Kapısı Karakolu’nda toplattırıp İstanbul’a
sevk ettiği haberi yayılmış, bunun üzerine halk tekrar ayaklanmış, ka-
rakolu basmış, bir komiser ve polisi de katletmiştir.35 Görüldüğü üzere
isyanın çıkış sebebi malî vaziyetteki perişanlıktı; isyanın tekrar etmesi
ve yeniden alevlenmesi ise idarecilerin halk psikolojisini dikkate alma-
malarından kaynaklanmaktaydı. Yuriy Aşatoviç Petrosyan da, Sovyet
Gözüyle Jöntürkler unvanlı çalışmasında sınıf çatışmaları eksenli ola-
rak ele aldığı Erzurum olaylarını hayli mübalağalı bir şekilde izah et-
mektedir. Rus elçi ve konsoloslarının yazışmalarından hareketle hadi-
senin Rusya’daki 1905-1907 yılları arasındaki devrimci ayaklanmayla
benzer olduğunu iddia etmiştir. Erzurum olayları ile Rusya’daki olay-
lar arasında sıkı sıkıya ilişki olduğu şeklindeki yazışmaları hiç eleştir-
meden kabul ettiği gibi 5 Ağustos 1906’da Meşrutiyet’in ilanıyla so-
nuçlanan İran’daki olayların da Erzurum isyanında etkisi olduğunu
iddia etmektedir.36 İsyanın 1904’te başladığı kabul edildiğinde hem
1905 Rus Devrimi, hem de 1906 İran Meşrutiyet hareketinden evvel
35 Orhan Türkdoğan, “1906-1907 Erzurum Hürriyet Ayaklanması ile İlgili Yeni Belge-
ler”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı: 47, Nisan 87, s. 27-34.
36 Yuriy Aşatoviç Petrosyan, Sovyet Gözüyle Jöntürkler, Çev. Mazlum Beyhan, Ayşe
Hacıhasanoğlu, İstanbul, Bilgi Yayınevi, 1974, s. 234–243.

- 38 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

başladığı aşikârdır. Bu bakımdan Erzurum İsyanı, çıkış sebebi olarak


hem Rus ve İran hareketlerinden bağımsızdır hem de istibdat karşıtı,
devrimci bir mahiyeti haiz değildir. Anadolu’daki mezkûr isyanların
padişahın istibdadına nihayet vermeyi ve Meşrutiyet’in ilanını hedef-
leyen devrimci-siyasî hareketler olduğunu iddia edenler bu iddialarına
hiçbir makul delil ve izah getirememişlerdir.

- 39 -
3. İttihadçılık ve Komitacılık

1 903–1908 yılları arasında Makedonya’da tatbik edilen reform plan


ve projelerinin en önemli sonucu, İttihadçılığın yumuşak karnı ola-
rak kabul edilen komitacılığın doğuşu olmuştur. İttihadçı komitacılı-
ğının doğuş gerekçesi ilginçtir: Hukukun işlemezliği. İttihadçı komi-
tacılık, kısaca hukukun işlemediği bir düzende “ihkak-ı hak” [kişinin
bizzat hakkını alıp adaleti kendisinin yerine getirmesi] düşüncesi-
nin tezahüründen başka bir şey değildi. Reform plan ve projelerinin
en muazzep yönü adlî sistemi işlemez hale getirmesiydi. Selanik, Ko-
sova ve Manastır’dan müteşekkil Vilayât-ı Selâse’de (Makedonya) bü-
yük devletlerin kimi uluslararası anlaşmalara bağlanmış resmî ve fiilî
müdahaleleri neticesinde büyük devlet konsolosları valilerden ve hatta
zaman zaman Müfettiş-i Umumî Hüseyin Hilmi Paşa’dan bile daha
etkili ve yetkili hale gelmişlerdi.
Bulgar, Rum (çoğu Yunan) ve Sırp çeteciler herhangi bir suikast
ve bombalama faaliyetinde bulunup yakalandığında mahkemeye çı-
karılmakta, fakat bu esnada devreye konsolosların girmesiyle, suçun
işlendiği yönünde kesinlik arz eden suç delilleriyle yakalanan bu çete
elemanları, önce tahliye edilmekte sonra da beraat etmekteydiler.37
37 Konsoloslar haricinde bölgedeki yabancı askerî teftiş-tensik heyetleri de müda-
halede bunuyor, kimi raporlarını gerçeğe aykırı bir şekilde kaleme alıyordu. Bkz.
Karabekir, Günlükler, 1. Cilt, s. 66. Konsolosların tavırları kimi zaman tahammül
edilemez boyutlara varmış ve istenmeyen hadiseler meydana gelmiştir. İki Rus kon-
solosun öldürülmesiyle alakalı fevkalade iki makale için bkz. Hasip Saygılı, “1903
Makedonyası’nda Reforma Tepkiler: Manastır Rus Konsolosu Aleksandr Rostkov-
ski’nin Katli”, Karadeniz Araştırmaları Dergisi, Sayı: 39, Güz 2013; “Sultan II. Ab-
dülhamid’in Meşrutiyet Krizi: 1903’te Mitroviçe’de İlk Rus Konsolosu Grigori Şer-
bina’nın Öldürülmesi”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları, Sayı 20, Bahar

- 41 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Osmanlı zabitleri çete takiplerinde günlerce dağlarda kalmakta, ya-


ralanmakta, hatta canlarını kaybetmekte; buna rağmen yakaladıkları
çete elemanlarını infaz etmemekte, adalete teslim etmekteydiler. An-
cak can pahasına yakalanan başta Bulgar ve Rum çetecilerin çoğu he-
men serbest bırakılmıştır. Öyle ki, serbest bırakılanlar gibi affa maz-
har olanlar da, nedamet izharında bulunmamış, fırsat buldukça terör
faaliyetlerine kaldıkları yerden devam etmişlerdir. Kazım Karabekir’in
hatıratındaki bir anekdot manidardır:
“19 Nisan[1906]’ da İvanifça köyünde bir evin yarı kerpiç duvarı garibime
gitti. Üstünden birkaç kerpiç çektim, içerisi küçük bir depo… Şunları çıkardık:
Üç gra tüfeği, hayli fişek, iki kilo kadar barut. Burası Penço adlı bir Bulgarın
eviydi. Bu herif Kırşova ihtilalinde (1319) oraya taarruz eden Bulgarların reisi
imiş. Müebbed kalebendliğe mahkûm iken aff-ı âliye mazhar olmuş. Kendisini
de yakalayıp Manastır’a getirdim. Adliyeye teslim ettik.” 38

Tüm bunların sonunda subaylar çareyi komitacılıkta bulmuşlar-


dır.39 Gündüz resmî kıyafetiyle ve müfrezesiyle çete takip eden su-
baylar gece komitacı kılığına girerek “ihkak-ı hak”ta bulunmuşlardır.
2014. Her iki olayın faili neferler yanında masum, bîgünah bir nefer daha idam
edilmiştir. Necip Fazıl’ın “Adalet işlerine asla karışmayan, ondan Kur’ân emirlerine
müdahale edercesine çekinen Abdülhamid, adlî ölçü bakımından yalnız hudutsuz ve
tarihte eşsiz bir merhamet ve atıfetin temsilcisi olmuş ve 33 yıllık hükümdarlığı içinde
kaatil bir haremağasından başka hiç bir ferdin idam hükmünü imzalamamış gerisini
hep ebedî hapis ve sürgüne çevirmekle yetinmiştir”derken bir prensip olarak doğruyu
söylemekte, ancak mübalağa etmektedir. Necip Fazıl Kısakürek, Vatan Dostu Sultan
Vahidüddin, s.34.
38 Kazım Karabekir, Hayatım, İstanbul: YKY, 2008, s. 260. Deli Hamid Bey’in yazdık-
ları da benzerdir: “Bin müşkilat ile elde edilen komita üyeleri, çete efradı, yabancının
işaretine bakan Fevkalade Mahkeme’nin beraat kararına mazhar olamasa bile sık
sık çıkan siyasî umumî aflarla yakayı sıyırıp yeni bir aşkla dağa çıkıyorlardı.” Eken,
a.g.e., s. 389.
39 Aslında Sırbistan, Yunanistan ve Bulgar Prensliği de bu işe yatkın subay ve asker-
lerini komitacı ya da köylü kıyafetinde huduttan içeri sokuyordu. Karabekir, Ma-
nastır’da çete takibindeyken kâmilen Bulgar olan Hasanoba ve Baç köylerinde ıttıla
kesbettiği bir Bulgar subayı hakkında şunları yazıyor: “Bu iki köyün beş altı kişilik
bir çetesi var ki bu iki yerden ayrılmazmış. Yakında bir de Bulgar binbaşısı gelmiş.
Rover, evrak ve cephane getirmiş. Şimdi köylü kıyafetiyle Manastır’a gitmiş. İnce uzun,
sakalsız bir adam imiş”. Karabekir, Günlükler, 1. Cilt, s. 55. Karabekir’in günlükle-
rinde buna dair mebzul miktarda misal mevcuttur. 21 Haziran 1907 tarihli günlükte
“Filorina’nın 20 kilometre cenûb-i garbında Ostima’da üç Rum komitesi vurulmuş,
askerden iki şehit var. Komitelerden biri Yunan topçu mülazım-ı evvel elbiselidir”;

- 42 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

İttihadçı subayların tüm yabancı baskısına rağmen etnik-dinî unsur-


ların ayrılıkçı tedhiş (terör) eylemlerine ve tehditlerine mukabelede ta-
viz vermedikleri, hatta bazen şedit karşı-tehditte bulundukları da bir
vakıadır. Kazım Karabekir’in günlüğünde yer alan şu satırlar bu du-
rumun bir ifadesi olmalıdır:
“[Bulgar çeteci] Dimko’nun peşinden çok koştum. Fakat bugün de karşıla-
şamadık. Bu günlerde Manastır’ da şurada burada bazı beyannameler bulundu.
Bulgar komitecileri tarafından şöyle yazılıyor: ‘Takipte şiddet gösterenler idama
mahkûm olacaklar’. Bu bizi tehdit idi. Biz de icap edenlere şu cevabı anlattık:
‘Bir zabit veya nefere karşı vuku bulacak bir suikasta karşı bütün Manastır’ın
Bulgarlarını, mahalleleriyle birlikte ateşe veririz’”.40

Genç bir subay olan Mehmet Ali Okar’ın anlatımı da şöyledir:


“Bulgar komitaları işi büsbütün azıttılar. Müslümanları kabahatli olsun,
kabahatsiz olsun vurmaya, öldürmeye, Müslüman kadınlarının memelerini kesip
ağızlarına koymaya ve cesetleri üzerinde alet-i tenasülleri ile istavroz yapmak gibi
nefret uyandıracak hallerde bulunmaya başladılar. Bu hareketler biz genç zabit-
leri bütün bütün çileden çıkarıyor ve bu yapılanların tahammül edilemez bir de-
receye geldiği hissini pek haklı olarak veriyordu. Gece gündüz çetelerin arkasında
koşuyor ve Makedonya mektebinde amelî bir surette, önümüze çıkacak bütün zor-
lukları sarsılmadan halletmeye çalışıyorduk.”41

Gayrimüslim komitacılarla mücadele eden Osmanlı subaylarının


mühim bir kısmını Arnavutların oluşturması bölge yapısıyla uyum-
ludur; Arnavut Resneli Niyazî basit bir misaldir. M. Şükrü Hanioğ-
lu’nun aktardığına göre çete faaliyetlerinden haberdar ve onları koru-
yan bir kaymakam kendisine komitacılık faaliyeti sorulduğunda böyle
bir şeyden haberdar olmadığını söyleyebilmektedir:
“Bölgedeki subaylar ceplerinden para harcayarak ya da gizlice askerî depolar-
daki silâhları dağıtarak çeteler teçhiz ediyor, bunlar da mahkemelerin ‘ delil ye-
tersizliği’ nedeniyle serbest bıraktığı Makedon ihtilâlcileri öldürüyorlardı... Ohri
gibi merkezlerde bizzat mülkî âmirlerin desteğinde kurulan ve silâhlandırılan bu
çetelerin faaliyetine hem idare hem de askerî makamlar göz yumuyor ve bazıları

16 Temmuz 1907 tarihli günlükte de “Rakle sırtlarında müsademe oldu, 51 Bulgar


geberdi. Reis Bulgar Zabiti Çakof ’tur,” yazılıdır. a.g.e., s. 75, 77.
40 Karabekir, Hayatım, s. 256.
41 Mehmet Ali Okar, Osmanlı Balkanları’nın Son On Yılı (1902-1912), Haz. Ahmet
Mesut Okar, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2013, s.79.

- 43 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

bizzat subaylar tarafından yönetilen bu çeteler ele geçirilemiyordu. İlginçtir ki,


İngiliz gazeteciler bu çetelerden biri olan Ohri Cemiyet-i Hususiye-i İslâmiye-
si’nin eylemleri ve fâili bulunamayan eylemlerdeki rolünü sorduklarında, bizzat
örgütün ileri gelenlerinden olan Kaymakam, böyle bir cemiyetin adını bile duy-
madığı ve bu söylentinin Bulgar komitecilerin propagandasından başka bir şey ol-
madığı cevabını veriyordu.”42

Enver Paşa’nın amcası Halil Kut’u ise Türk komitacılığı tatmin et-
memekte, bir de Yunan çete lideri olmaktadır; bu hem daha akıllıca
bir iş hem de daha korunaklı bir yöntemdir. Halil Paşa, bu amaçla;
Kosta Agrita ismindeki Yunan çetesini himaye ettiğini, onlardan Yu-
nan çete kıyafeti alarak, Bulgarlarla silahlı çatışmaya girdiğini, Rum
bir doktorun karısının kendine KAPTAN AETOS ismini koyduğunu,
Yunan çetesi görünümündeki bu çetenin ve liderinin meşhur oldu-
ğunu, Bulgarları destekleyen yabancı kontrol subaylarının Müfettiş-i
Umumi Hüseyin Hilmi Paşa’ya bu Yunan çetesinin bir türlü cezalan-
dırılamamasını şikâyet ettiklerini, bu yüzden müfettişlikten bu çete-
nin yok edilmesi için devamlı şifreli telgraflar geldiğini, hatta bu çeteyi
cezalandırmak için kendisinin görevlendirildiğini, bu durum üzerine
sanki çete takip edilmiş gibi harekete geçip, sonra da çetenin sıkıştırı-
larak Yunan sınırından içeri kaçtığı söylenerek meselenin halledildiğini
yazmaktadır.43 Deli Hamid Bey kaymakamlık yaptığı ilçede hamiyetli
Türklerden çete teşkiliyle onları Rum ve Bulgar kıyafetleriyle giydi-
rip bazı komitacıları takip ve imha ettirdiğini, kendisinin de rol icabı
bu çetenin derdest edilmesi için zabıtayı sıkıştırdığını yazmaktadır.44
Mehmet Ali Okar’ın anlattıkları da ihkak-ı haka tipik bir misalidir.
“Birgün cemiyetimiz mensuplarından iki kişinin, Bulgar komitaları tarafın-
dan vurulduklarını haber verdiler. Hakikaten Obednik’ten iki kişi vurulmuştu.
Bunların isimlerini Manastır’ daki merkezimize bildirdim ve çoluk çocuklarına
yardım edilmesini rica ettim. Ölenlerin ailelerine un, kâfi miktarda para, çocuk-
lara kundura, kadınlara basma gibi şeylerdi ve bu ufak yardım yardım, köylünün
maneviyatını çok yükseltti… Yaptığımız tahkikat neticesinde kimlerin vurduğu

42 M. Şükrü Hanioğlu, Osmanlıdan Cumhuriyet’e Zihniyet, Siyaset ve Tarih, İstanbul:


Bağlam Yayınları, 2006, s. 264.
43 Halil (Kut) Paşa, Halil Paşa İttihat ve Terakkî’den Cumhuriyet’e: Bitmeyen Savaş –
Kütûlamare Kahramanı Halil Paşa’nın Anıları, Haz. M. Taylan Sorgun, İstanbul: 7
Gün Yayınları, 1972, ss. 37–42.
44 Eken, a.g.e., s. 391-393.

- 44 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

anlaşıldı ve teşkilatımız marifetiyle bir hafta sonra ölenlerin kanı alındı. Yapılan
tahkikatta her iki tarafın da meçhul şahıslardan oldukları anlaşıldı ve bu meçhul
şahısların cezası Allah’a kaldı.”45

Çete faaliyetlerinde uzmanlaşan subaylar, yer yer de bölgenin özel-


liğine göre Bulgar, Sırp, Ulah ve Rum-Yunan çete elemanlarıyla yek-
diğerine karşı ittifak yapmakta, Bulgarlar herkesin müşterek düşmanı
olduğu için çoğu zaman Rum çetelerine sırf Bulgarlara verdirdikleri
ağır zayiat sebebiyle daha fazla iltimas geçilmekte, yanlışlıkla bir Rum
çete imha edildiğinde de Yunan Konsolosu sitemlerini ifade etmekte-
dir.46 Türk müfrezeleri ile Arnavutlar arasındaki müsademelerin [si-
lahlı çatışmaların] büyük çoğunluğu etnik-dinî farklılaşma ve ayrılık
temelinde vuku bulmadığı için izah dışıdır.47
Komitacı İttihadçı subayların büyük çoğunluğunun ortak özel-
liği çok zekî ve lider oluşları yani kullanılan, talî önemde olan insan-
lar olmayışlarıdır; kurmaylar ağırlıktadır; çoğu okulu dereceyle bitir-
miştir. Kazım Karabekir, Enver, Ali Fethi (Okyar), Kazım (Özalp),
Hafız İsmail Hakkı dereceyle mezun olan komitacı subaylardır. Mus-
tafa Necip, Yakup Cemil, Bigalı Atıf, Kel Ali (Çetinkaya), Çolak İb-
rahim48 ve Abdülkadir gibi “fedaî” isimlerin de aralarında bulunduğu
komitacı özelliği maruf bu subaylar, Meşrutiyet ve Cumhuriyet döne-
minde mühim mevkiler işgal etmişlerdir. Dolayısıyla “İttihadçı komi-
tacılığı çapulcu bir güruhun işidir” denilerek geçiştirilecek bir hadise
değildir. Meşrutiyet’in ilanından sonra komitacılık, hatta İttihadçı-
lıkla arasına mesafe koyar gibi hareket edecek olan Kazım Karabekir
45 Okar, a.g.e., s.97-98.
46 “Yunan konsolosu Rum çetesini imhadan pek müteessir olmuş. Hasan Tosun Bey’e
söylemiş. O da bize yerini söylemiyorlar, tesadüfi oldu diye anlatmış. Şimdi bunların
hatırı için Bulgar çetesi aramaya…” Karabekir, Günlükler, 1. Cilt, s. 72. Karabekir,
Enver Bey’le iştirak ettikleri Bulgar komitacıların hedef alındığı ve onlara ağır zayiat
verdirildiği 18 günlük bir takip-müsademe dönüşünde Manastır’daki manzarayı şu
şekilde tasvir ve ifade eder: “Bulgarların ağzını bıçak açmıyor, Rumların yüzü gülü-
yor, Türkler ve zabitlerimiz bizi tebrik ediyorlar.” Karabekir, Günlükler, 1. Cilt, s. 78.
47 Arnavutların, Osmanlı subaylarına yaptığı suikast ve saldırılarla alakalı çok sayıda
anekdot ve misal için bkz. Süleyman Külçe, Osmanlı Tarihinde Arnavutluk, İzmir:
y.y., 1944, s. 286.
48 Mehmet Ali Okar gibi; meşhur Rum çete reisi Makri üzerine sevk edilen müfreze
komutanlarından biri de Cumhuriyet’te Bilecik mebusluğu da yapan Çolak İbra-
him’dir. Okar, a.g.e., s.87.

- 45 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

ve benzeri birçok komitacı subay, sonradan neşrettikleri eserlerden de


anlaşılacağı üzere aynı zamanda birer entelektüeldir.
Komitacılık; İttihadçılığın, kuruluşunda, örgütlenmesinde ve faali-
yetlerinde tesadüf edilen, salt “iç düşman”ı ya da “siyasî rakip”i hedef
almayan, kimi zaman vatanın ve milletin bir parçasını müdafaa için
müracaat edilen yegâne çare telakki edilen, inkârla ya da teville yok
farz edilemeyecek ya da hafifsenemeyecek kadar belirgin bir özelliği-
dir. Meşrutiyet’in ilanına yakın bir devrede ve Meşrutiyet’in ilanının
hemen ertesinde Makedonyalı gayrimüslim çeteciler değil, Osmanlı as-
ker ve sivil memurları da hedef alınmıştır. Manastır’da Şemsi Paşa’nın
Mülazım Atıf Bey tarafından katli tafsilata hacet bırakmayacak net-
likte bir hadisedir. Bu meyanda Debre Mutasarrıfı ile Serez’de Topçu
Miralayı Mustafa Bey’in vahşice katli de zikredilebilir.49
Meşrutiyet ilan edildiği gün askerî birliklerde hafiye olduğu gerek-
çesiyle bazı subaylar kafasına kurşun sıkılmak suretiyle infaz edilmiş,
sonra da ailelerine maaş bağlanmıştır. İttihadçı yazarlardan Ali Ca-
nip Yöntem topluca infaz edilen bu insanların cesetlerini görmüştür:
“Selanik’te Yalılar’ daki evimizden Kapıcılar denilen Bulgar köyüne giden
yolun kenarında halkça ‘Tumba’ denilen, emsali Anadolu’ da Höyük diye anılan
sun’ î bir tepe vardır ki, ona pek yakın bir kahvesi bulunuyordu. Ben ilk gençli-
ğimden beri sabahları çok erken kalkar, yazı yazmak, şiir okumak, kitap müta-
laa etmek için bu kahveye giderdim. Sahibi veya müsteciri [kiracısı] orta yaşlı, o
zamanki esnaf kıyafetli bir adamdı. Kahveyi henüz açmıştı. Bana her zamanki
gibi buyur etti. Fakat halinde bir fevkaladelik sezdim. ‘Bir şey mi oldu?’ demem
üzerine şu cevabı verdi: ‘Daha ne olacak? Geceyarısında bir yaylım ateşi ile uyan-
dım. Epeyce devam eden feryatlar oldu. Nihayet gün ağardı. Merakla Tumba’ya
doğru gittim ki, meded Allah! Beş altı kişiyi kurşuna dizmişler. Hemen geri dön-
düm.’ Ben çayımı içtim, içmedim, kahvesinin tarif ettiği tarafa yürüdüm. Genç-
lik ve merak bu! Baktım ki elleri arkalarında halat yavrusu pek kalın bir iple

49 Ziya Şakir, İttihat ve Terakki-I Nasıl Doğdu?, İstanbul: Akıl Fikir Yayınları, 2014, s.
315. Süleyman Kani İrtem, öldürülen ve yaralanan birkaç hafiye ve müstebidden
başka, Debre mutasarrıfının öldürülmesinde mahallî bey ve ağaların düşmanlığı-
nın sebep olduğunu yazar. Süleyman Kani İrtem, Meşrutiyet Doğarken-1908 Jön-
Türk İhtilâli, Haz. Osman Selim Kocahanoğlu, İstanbul, Temel Yayınları, 1999, s. 81.
Debre Mebusu Hasan Basri, Debre Mutasasrrıfı Hüsnü Bey’in komitece idamına
Debre-i Zîr Kaymakamı Cemal Efendi’nin sebep olduğunu, oysa bunun eski devrin
adamı ve ihbarcı olduğunu iddia eder. Debre Mebusu Basri, Arnavutluk ve Buhran-ı
Osmanî, Haz. M.Suat Mertoğlu, İstanbul: Klasik Yayınları, 2015, s.77-78.

- 46 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

birbirine bağlanmış kimi sivil, kimi asker kıyafetinde birkaç kişi… Benim gibi
birkaç meraklı daha vardı. Kurşuna dizilenleri daha yakından görünce birkaçını
hemen tanıdım: Kanun Zabiti (İnzibat Subayı) Yüzbaşı İbrahim, Süvari Müla-
zımı Ali, Selanikli Gözlüklü Hidayet ve son aylarda her tarafta kendini gösteren,
mütemadiyen çarşıda pazarda dolaşan bir Arnavut… Kurşuna dizildikleri za-
man elbette böyle sırt üstü muntazaman yatmamışlardı!.. İşte 10 Temmuz sabahı,
vatan ve millet hainlerine birer numune olarak bunlar kurşuna dizilmişlerdi.” 50

Görüldüğü üzere Abdülhamid bölgede saygınlığını ve hâkimiye-


tini kaybetmiş, sadece hafiyelik ve menfaat saikasıyla değil, gönülden,
aşkla kendisine bağlı sivil-asker memurları, hatta kudretli paşaları bile
koruyacak kuvvetten mahrum hale gelmiştir. Bu köklü ve büyük bir
devlet için hazin bir hadise ve tecrübedir. Ancak şunu da unutmamak
iktiza eder: Devlet; asker ve sivil memurunu, vatandaşını ayrılıkçı et-
nik-dinî unsurların tedhiş/terör faaliyetlerine karşı korumakta hiçbir
zaman acze düşmemiştir. İlginç olanı, devlet adına, devletin bekası
adına ayrılıkçı örgütlere karşı komitacı yöntemleri de ihmal etmeden
cansiparene mücadele eden subaylar, bu defa bir idare tarzı değişikliği
için okul, birlik, belki de sıra ve sınıf arkadaşlarına karşı tetik doğrul-
tuyorlardı. Onlar Meşrutiyet için hem ayrılıkçı komitacılara hem de
kendi faaliyetlerine engel olduklarına inandıkları mesai ve vazife ar-
kadaşlarına karşı eşzamanlı bir mücadele veriyorlardı.
İstanbul suikastları olarak bilinen Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve
Zeki Bey51 cinayetlerinde de “iç düşman” telakki edilen “siyasî rakip”ler,
50 Ali Canip Yöntem, “Selanik’te 10 Temmuz Sabahı”, Yakın Tarihimiz, Cilt: 2, s. 257-
58. Mehmet Ali Okar da Kanun zabiti İbrahim’in İlan-ı Hürriyet’te Selanik’te, Kız
Tulumbası tarafında idam edildiğini yazar.Okar, a.g.e., s.65.
51 Mütareke devri Damad Ferid Paşa hükûmetinde harbiye nazırı olan Süleyman Şe-
fik Paşa, Zeki Bey’in Abdülhamid devrinde de hedef olduğunu yazmaktadır: “Zeki
Bey’i Sultan Hamid devrinde yeni fikir sahiplerinden diye meşhur şaki, sultanın husu-
si yaveri, esvapçıbaşı İsmet Bey’in oğlu Fehim Paşa öldürmek için kafasını patlatmış
idiyse de Zeki ölmemiş idi.” Süleyman Şefik Paşa, a.g.e., s. 131. Falih Rıfkı Atay, Zeki
Bey’in Mercan İdadîsinde Fransızsızca hocaları olduğunu, kendisine bir gün pa-
dişah tarafından nişan verildiği için derse girdiğinde talebeler olarak hep birlikte
ayağa kalkarak kendisini tebrik etmek istediklerini ama onun “bunlar övünülecek
şeyler değildir. Sakın değer vermeyiniz” yollu öğüt verdiğini, dolayısıyla padişah
sevgisi hakkında ilk sarsıcı sözleri ondan duyduğunu yazmaktadır. Falih Rıfkı Atay,
Batış Yılları, İstanbul: Dünya Yayınları, 1963, s.12. Her ne kadar tahlif edilmiş olsa
da İttihad ve Terakki’ye mesafesiyle bilinen Ziya Şakir de, bu cinayet sebebiyle ala-
kalı olarak şunları yazmaktadır: “Ele geçenlerden biri, geçen sene Bahçekapı’da Ah-

- 47 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

İsmail Mahir Paşa suikastında ise hafiye olduğuna inanılan bir paşa
hedef alınmıştır.52 İç düşmana/siyasî rakibe yönelik suikastlere rağmen
suikast (fedaî faaliyeti) İttihadçı Komitacılığının rengini ve şeklini be-
lirleyen bir olgu değildir; belli bir dönem müracaat edilmiş, devlet tec-
rübesi ve kendine güvenle de terk edilmiştir. Mesela Talat Paşa, ko-
mitacılığını ve örgütçülüğünü devlet tecrübesiyle devreden çıkarmış,
kimi zaman mertlik telakkisi iktizasınca muhaliflerine komitacılığın
sokak kabadayılığı veya fedaîlik olmadığını göstermiş,53 Ermeni Teh-
ciri öncesi tevkif edilecekler arasında ismi zikredilen Taşnak mebus
Vartkes’e bile kaçmasını tavsiye etmiştir. Hüseyin Cahit Yalçın, hadi-
seyi şu şekilde anlatmaktadır:
med Samim’i öldüren Çerkez Ahmed’ti. Diğeri de Serez mebusu Derviş Bey’in birade-
ri, Mustafa Nazım Bey’di. Mehmed isminde olan cinayet arkadaşları ise firar etmişti.
Ele geçenlerin müfrid ve mutaassıp birer İttihadçı olması, bu cinayetin ağır yükünü
de Cemiyetin omuzlarına yükletmişti. Hâlbuki Cemiyetin İstanbul Heyet-i Merkezi-
ye’leri, Zeki Bey’in muhalif neşriyatından memnun olmamakla beraber, bu zatın katli
hakkında hiçbir hüküm, hiçbir karar vermemişlerdi.” Ziya Şakir, İttihat ve Terakki-II,
İstanbul: Akıl Fikir Yayınları, 2014, s. 666.
52 Atay, “benim çok sonradan öğrendiğime göre İsmail Mahir Paşa’yı öldüren Enver Pa-
şa’nın amcası idi” diyerek Halil Kut Paşa’yı işaret etmektedir. Atay, Batış Yılları, s.44.
Atay, Mustafa Kemal’in bu fedaîler için “kasap” tabirini kullandığını, “yalnız iki fedai
vardı ki onlara kahraman denebilir. Biri Meşrutiyet’ten önce cemiyetin emri ile Serez
müftüsünü öldüren Topçu Hamdi, öteki de Sultan Hamid’in Meşrutiyet ihtilalini bas-
tırmak üzere yolladığı Şemsi Paşa’yı vuran Atıf ’tır” dediğini yazmaktadır. Atay, Batış
Yılları, s.44.
53 “Talât orta çağların şövalyelerine yakışacak bir mertlik telakkisi beslerdi. Bir aralık
İstanbul muhafızı Cemal Paşa, [Sadrazam Mahmud Şevket Paşa’nın katli sebebiy-
le İ.K.] tevkif etmek için Doktor Nihat Reşad’ı ararken, İttihat ve Terakki’nin ruhu
olan Talât, İttihat ve Terakki’nin bu düşmanına ihtiyatlı bulunması ve İstanbul’dan
kaçması için el altından haber gönderiyordu. Bunu kendi cemiyetine bir hıyanet ola-
rak değil, Doktor Nihat Reşad’a karşı bir mertlik vazifesi bilerek yapıyordu.” Hüseyin
Cahit Yalçın, Tanıdıklarım, İstanbul: YKY, 2002, s. 44. Galip Vardar ise hadiseyi şu
şekilde hikâye eder: “Suikasde iştirak etmemekle beraber Prens Sabahattin Beyle fikir
birliğinde bulunan Doktor Nihat Reşat Beyin de vaziyeti muhafızlıkça anlaşılmıştı.
Nitekim doktorun adamlarından bazıları da tevkif edilmişti. Yalnız yine gizli kalmış
hadiselerden biri, Prens Sabahattin Beyle Doktor Reşat Beyin tevkif edileceğini öğre-
nen Talat Bey, her nedense her ikisine tehlikeyi vaktinde haber vermiş ve kaçmalarını
kolaylaştırmıştı. Bu hareket, İttihad ve Terakki erkânı arasında çeşitli fikir ve hislerin
hâkim bulunduğunu gösteren müstesna misallerden biri olarak tarihe geçmelidir.”
Galip Vardar, İttihad ve Terakki İçinde Dönenler, (Yazan) Samih Nafiz Tansu, İstan-
bul: İnkılâp Kitabevi, 1960, s. 207-8.

- 48 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“Bir sabah, çok erkenden, Talat daha gecelik entarisiyle kahvesini içerken, bir
ziyaretçi geldiğini haber verdiler. Bu, Taşnakların meşhur komitacısı Mebus Var-
takes idi. Pek cesur ve hiçbir şeyden yılmaz diye bilinen bu haşin komitacı o sabah
çok endişeli görünüyordu. Ziyaretinin sebebini Talat’a anlattı: Ermeni komitala-
rına mensup şefleri toplayacaklar diye bir şayia çıkmıştı. Ermeni mahafilinde bü-
yük bir heyecan vardı. Bunun aslı olup olmadığını soruyor ve kendisi için bir teh-
like melhuz olup olmadığını anlamak istiyordu. Umumî harp içinde idik. Cephe
arkasındaki Ermenilerin hıyaneti hükümeti çok zor bir vaziyet içinde bırakmış,
askerî harekâtın emniyetini tehlikeye atmıştı. Vartekes’in telaşlı sözlerini derin bir
haz ve sükûnet içinde dinleyen Talat, beklediği dakikanın hulûl etmiş olduğunu
görmekten doğan bir zevk ile sakin sakin cevap verdi: ‘Şimdi nöbet bizim, Varta-
kes,’ dedi. ‘Biliyorsunuz ya, bana nasıl kan kusturmuştunuz? Biliyorsunuz ya, bu
memleketin başına nasıl bir bela açmıştınız?’ Talat, Balkan harbinden sonra şark
hududundaki vilayetlerde sakin Ermeniler lehinde Rus çarlığının müdahalesini
ima ediyordu. Rusya, ‘Ermenistan vilayetlerinde ıslahat’ icrası teklifini ileriye sür-
müş, koskoca Türk topraklarını o muhayyel Ermenistan hudutlarına ilave ederek
kendisine kolayca yutulacak bir lokma hazırlamaya kalkmıştı. Talat, Ermeni ko-
mitalarının teşvik ve teşci ettikleri, büyük bir saadetle karşıladıkları bu teşebbüs
üzerine hükûmetin duyduğu ıstırapları, Vartakes’e hatırlattıktan sonra: ‘Politika
bu, Vartakes,’ dedi. ‘Sıra ile. Şimdi kuvvet bizde. Türklüğün menfaati neyi icap
ediyorsa biz de onu yapacağız.’ Vartakes fena halde sarsıldı: ‘Aman Talat, kıyma
bana,’ dedi. ‘Bu kadar dostluğumuz var.’ Mukadderatın azameti altında dim-
dik kesilmiş olan Talat kalbinden bütün fani insanlık hislerini sökmüş gibi, adeta
mahzunan cevap verdi: ‘Bu memleket meselesi Vartakes. Bunda şahsî münasebetin
dostluğun yeri yok. Bunu sen, takdir edersin.’ ‘Fakat Talat, ben şimdi eski Varta-
kes değilim. Evlendim. Karım var, çocuğum var. Onlara acı. Benim için bir teh-
like melhuz ise söyle bana, gideyim buradan.’ Talat, ufak bir tereddüt dakikası
geçirdi. Ruhunda samimî bir mücadele, bir fırtına kopmuştu. Nihayet, merhamet
ve insanlık hisleri galebe çaldı: ‘Hiç durma, git,’ dedi. Ve Vartakes, Talat’ın elle-
rini öperek yanından ayrıldı. Bilinmez, ne gibi tesirlerle Vartakes bir türlü İstan-
bul’ dan ayrılamadı. Belki de bir blöf karşısında kaldığına hükmetmişti. Talat’ın
ihtarına ehemmiyet vermemeyi, ulüvvü cenabına inanmamayı hayatıyla ödedi.” 54

Talat Paşa, Cemiyet-i Hafiye meselesinde birçok zanlı mahkûm olur-


ken Rıza Nur’un beraat etmesini temin etmiş,55 hatta yeri geldiğinde
54 Yalçın, a.g.e., s. 49-50.
55 “Cereyan eden muhakeme neticesinde, Rıza Nur aleyhinde delâil kâfi görülmüş ve
mücrimiyetine karar verilmişti. Lakin tam hüküm tebliğ edileceği zaman Talat Bey işe
müdahale etmiş, Rıza Nur Bey’in mücrimiyet kararını refettirmiş, beraatine hüküm
verdirmişti.” Ziya Şakir, İttihat ve Terakki-II, s. 606. Ali Münif Bey, “Talat Paşa bu
milletin başı dara geldiği zaman yetiştirdiği, nadir insanlardan biridir. Onun komite-
ciliği kadar, vicdanı da temizdi. Vatan ve milleti uğrunda kendisini harap edercesine

- 49 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

komitacılıkla mücadele vadisinde muhtemelen Enver Paşa’dan haber-


siz ve biraz da desîse ile Yakup Cemil’i bile kurşuna dizdirmekten çe-
kinmemiştir.56 Yakup Cemil, Enver Paşa’nın gönüllü muhafızıdır ve
doktorlara silah gösterip “Ameliyat neticesinde Enver ölürse doktora ya-
pacağımı ben bilirim” diyecek kadar tıbba bile gözü kara biridir. Hü-
seyin Cahit, bu hususta da şunları yazmaktadır:
“Enver hastalanmıştı. Apandisiti vardı. Ameliyat yapılacaktı. Çok mu ağır
hastaydı? Başka bir sebep mi vardı? Herhalde ameliyatın evinde yapılmasına lü-
zum görülmüştü. Ben o sırada Avrupa’ da idim. Döndüğüm zaman Adnan anla-
tıyordu: Enver’in evinde birçok doktorlar toplanmıştı. Konsültasyon yapıyorlardı.
Adnan aşağı indiği zaman, Yakup Cemil’i görmüştü. Müteheyyiç, müteessir bir
halde odanın içinde pek asabî dolaşıyordu: Adnan’a tabancasını gösterdi: ‘Eğer’,
dedi, ‘ameliyat neticesinde Enver ölürse doktora yapacağımı bilirim!’ Ameliyatı
galiba Cemil Paşa yapmıştı. Nasıl bir tehlike atlattığının acaba farkında mıydı?
Enver için o gün bu kadar titreyen Yakup Cemil, sonra harp içinde Enver’in ha-
yatına suikast etmek cürümüyle mahkûm oldu ve kurşuna dizildi.” 57

İttihadçı Komitacılığının Makedonya’da görülen en bariz vasfı bö-


lücü gayrimüslim dinî-etnik silahlı terör unsurlarına, yani komitacı-
lara karşı bir mücadele olmasıydı. İttihadçı Komitacılığı salt bir etnik
unsuru hedef almadığı gibi, birini sırf etnik kökeni sebebiyle de hedef
yapmamıştır. Mesela 4 Haziran 1911’de Manastır’da suikaste maruz
kalan Bidayet Müddei-iumumîsi Haşim Bey, özbeöz Türk’tür ama onu
öldüren fedai Halid de Türk’tü. İşin ilginci Haşim Bey aynı zamanda
sarfettiği mesaiden zevk alan, sevk ve idaresi üstün, ihatası geniş bir devlet adamı idi,”
derken hakşinas bir tespitte bulunmaktaydı. Toros, a.g.e., s. 90. Refik Halid Karay
gibi İTC düşmanlığı herkesçe bilinen biri bile Talat Paşa’dan bahsederken nispeten
daha mutedil bir dil kullanır. Türk Yurdu’nda R.H. rumuzuyla da olsa yazılarının
yayınlanmasına ses çıkarmadığını, menfa (sürgün) yerini değiştirdiğini ama sür-
günden İstanbul’a dönmesine izin vermediğini yazar. Bkz. Refik Halid Karay, Bir
Ömür Boyunca, Haz. Yusuf Turan Günaydın, Ankara: TTK, 2000.
56 Bu hadiseyi de yine hayli teferruatlı sayılabilecek bir şekilde anlatan Vardar’dır. Var-
dar, bu kabil hikâyelerin çoğunu Sapancalı Hakkı’ya atfen anlattığından ihtiyat payıy-
la birlikte doğruluk derecesinin hayli yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Vardar, a.g.e.,
s. 307-82. Cavid Bey, Ankara İstiklal Mahkemesi’ndeki savunmasında harbe karşı
çıktığı için kendisini ölümle tehdit edenin Yakup Cemil olduğunu ima etmektedir:
“Talihin ne garip cilvesidir ki Reis Bey, benden harp istemediğim için, beni öldürmek
isteyen adam iki sene sonra sulh istediği için asılıyordu.” Kocahanoğlu, a.g.e., s. 88.
57 Hüseyin Cahit Yalçın, a.g.e., s. 30. Galip Vardar, yine Hüseyin Cahit Yalçın’a atfen
hadiseyi daha uzun şekilde hikâye etmektedir. Vardar, a.g.e., s. 250-53.

- 50 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Manastır Heyet-i Merkeziyesi azasındandır ve “‘Arnavutlara taraftar-


lık töhmetiyle’ katledilmiştir. Oysa onun bu ithama verdiği cevap şuydu:
‘Ben Türk’ üm. Arnavutlarla hiçbir münasebetim yok. Ancak, idraksiz
bazı memurlar tarafından yapılan haksızlıkları görüyorum. Bir adelet
memuru olduğum için bu haksızlıkların önünü almak ve Arnavutları
hükümete ısındırmak istiyorum.’” Bu cinayet hiçbir şekilde tasvip edil-
memiş ve failler cezalandırılmıştı.58
Komitacılık bilahare Trablusgarb’da işgalcilere karşı mukavemet ve
Edirne ve Batı Trakya’da da görüldüğü üzere kaybedilen toprakların
geri alınması şeklini almıştır. Nasıl ki bir dönem kurmay ve kaliteli
subayların büyük çoğunluğu 3. Ordu bölgesinde istihdam edilmişse,
aynı şekilde Trablusgarb’ın işgali üzerine de hem kahramanlığı hem
de kabiliyeti müsellem pek çok subay çeşitli yollarla buraya gönderil-
miştir.59 Edirne’nin geri alınması ve Batı Trakya mücadelesi, ordunun
58 Ziya Şakir, İttihat ve Terakki-II Nasıl Yaşadı?, s. 663-665.
59 Ancak aradan yıllar geçtikten sonra kaynaklarda ilginç bilgilere tesadüf edilmiştir.
Mesela Yusuf Hikmet Bayur, Mustafa Kemal’le bir görüşmesini şu şekilde anlat-
maktadır: “Atatürk’e ümitsiz ve sonuç bakımından faydasız olan bu işe niçin girişti-
ğini ve gitmek için direndiğini sorduğumuzda: ‘Bunun böyle olduğunu o sırada ben
de görüyordum, ancak orduda ve akranım olan subaylar arasında maddi ve manevi
sıramı muhafaza etmek için buna mecburdum. Esasen İstanbul’da beni fiilen işsiz bı-
rakıyorlardı,’ karşılığını vermiştir.” Yusuf Hikmet Bayur, Atatürk, Hayatı ve Eseri I,
Ankara: Güven Basımevi, 1963, s. 50. Ayrıca Mustafa Kemal, Süvari Subayı Mithat
Bey’e Selanik’ten gönderdiği 8 Kanun-ı evvel 1328 (21 Aralık 1912) tarihli mektu-
bunda da “Trablusgarb’a gidişini anî bir kararla verilmiş serserice bir karar” olarak
tavsif ve tenkid eder. Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 1, İstanbul: Kaynak Yayınları,
2003, s. 146. Yahudi, Sabatayist, Çıfıt denilen ve Mason olduğu şüphesiz Cavid Bey
ise mesele vatan toprağı olunca, Trablusgarb işgal edilince naif, nazik beyefendi bir
maliye nazırı değil, bir komitacı olabilmektedir. Meşrutiyet Ruznamesinde 20 Eylül
1911’de yazdıkları şöyledir: “Bizim İtalya ile harp etmekliğimiz ne kadar müşkül olur-
sa olsun bu zarurîdir. Trablusgarb’ı bilâ-harb [savaşmaksızın] vermek bütün ecza-yı
memleketi elden çıkarmak demektir. Bu bir mukaddime olur. Meydan muharebesi ya-
pamazsak çete muharebesi yaparız, komitacılık ettiririz. Dâhilen muharebe-i şedîde-i
iktisâdiye açarız. Herhalde İtalya Trablusgarb’ı zannettiği kadar kolay zapt edemez.”
Cavid Bey, Meşrutiyet Ruznamesi, Cilt.1, Haz. Hasan Babacan-Servet Avşar, Ankara:
TTK, 2014, s. 158. Trablusgarb’ın işgaline Osmanlı Devleti’nin gösterdiği direnişi
Talat Paşa çok net şekilde ifade etmektedir: “Türkiye sırf bu gasp ve emrivakileri pro-
testo maksadile İtalya’ya karşı harbe başlamıya mecbur oldu. Bir maksadı da, başka
devletlerin iştihalarını kapamak ve yeni ‘emrivaki’lere mani olmaktı”. Talat Paşa, Talat
Paşa’nın Hatıraları, İstanbul: Güven Yayınevi,1946, s.17.

- 51 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

düzenli birliklerle konvansiyonel mücadelesi ve komitacılık faaliyetinin


karışımının neticesiydi. Bu komitacı ruhu bugünden geriye doğru bir
okuma yaparak çirkin ve fena bir faaliyet olarak değerlendirmek, salt
suikastlerle (fedaîlik faaliyeti), hukukdışılıkla ve askerî isyanla eşdeğer
görmek sağlıklı bir perspektif olmaz. Bu bakımdan İttihadçı Komita-
cılığı ile özdeş görülen ve ilgili bölümde daha geniş ele alacağımız ti-
pik bir darbe olan “Bab-ı âli Baskını” olmasa bugün Edirne kuvvetle
muhtemel Selanik, Manastır ve Yanya gibi hudutlarımız haricinde ka-
lan ve ancak hatıralarda yaşayan eski bir vilayetimiz olacaktı. Bab-ı âli
Baskını neticesi işbaşına gelen İttihadçı kabinenin de nihayetinde Edir-
ne’yi Bulgarlara veren anlaşmayı imzaladığı söylenebilir, ancak darbe
“hâlâ direnmeye devam eden Edirne kansız verilmesin” diye yapılmış-
tır. Kamil Paşa hükûmetinin muhasara altındaki Edirne için kabul et-
tiği şey, “tarafsız şehir”60 statüsüydü; ancak bu statünün, nihayetinde
Edirne’nin kaybına yol açacağı da muhakkaktı. Kaldı ki bu statünün
büyük devletler tarafından kabulü de kesin değildi. Edirne’nin kay-
bından sonra onun geri alınması için harekete geçmek biraz da İttiha-
dçı Komitacılığının tabiatı iktizasıydı. İttihadçı kabinenin bile bu ka-
rarda zorlandığı malumken, Kamil Paşa kabinesi gibi bir hükûmetin
böyle bir kararı alması imkânsızdan öte muhaldi.
İttihadçı Komitacılığının en gözükara, en pervasız eyleminin Batı
Trakya’nın tekrar ele geçirilmesi ve orada bir hükümet kurulması ol-
duğunu söyleyebiliriz. Çünkü Balkan Harbi’nin meş’um [uğursuz]
neticesi ortadayken ve Osmanlı Devleti’nin Edirne’nin geri alınma-
sının tesirini bir nebze de olsa azaltmak için Meriç hududunun aşıl-
mayacağını söylemesine rağmen böyle bir cesaret sergilenmesi basitçe
geçiştirilecek bir iş olmasa gerektir. Ancak şu da bir gerçekti ki, Bul-
gar zulmü altında inleyen Müslümanların kurtarılması için Batı Trak-
ya’nın ele geçirilmesi elzemse de bunun düzenli birliklerle yapılması
çok kolay değildi. Bu sebeple çoğunluğunu Makedonya’dan, Trab-
lusgarb’dan tanıdığımız subayların teşkil ettiği ve bilahare Teşkilat-ı
Mahsusa şekline dönüşecek bir “komitacı birliği” bölgeye sevk edildi.
Bölgenin ele geçirilmesiyle birlikte önce Garbî Trakya Hükümet-i
60 Yusuf Hikmet Bayur, dedesinin kabul ettiği tarafsız şehir statüsünün, Edirne’yi ver-
mek mânâsına gelmediğini iddia etmektedir. Bkz. Yusuf Himet Bayur, “Yeni Bulu-
nan Bir Belge Dolayısiyle”, Belleten, 1966, Cilt: XXX, S:117.

- 52 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Muvakkatesi şeklinde teşkilatlanan komitacı birliği, Osmanlı hükû-


metinin onları geri çağırması üzerine pek de danışıklı dövüş diyeme-
yeceğimiz bir kararla bağımsızlık ilan etmiş, hükûmet adı da Garbî
Trakya Hükümet-i Müstakilesi olmuştu. İttihadçı Komitacılığı ve Teş-
kilat-ı Mahsusa mevzubahis olduğunda anakronik ve insafsız yakla-
şım sergileyenlerin görmezden geldikleri hususlardan biri de İttihadçı
Komitacılığın çoğu zaman meşru müdafaa şeklinde olduğu gerçeği-
dir. Kendilerini geri çağıran Osmanlı Devleti’ne Garbî Trakya Hükü-
met-i Müstakilesi reisi sıfatıyla imzaladığı bir muhtırada Eşref Kuşçu-
başı şunları ifade etmektedir:
“…Bin müşkilat ve yarım tertip isyan göstererek kolordu kumandanımız
Hurşid Paşa ve Enver Bey’i harekete geçirerek ikna ile adeta bomboş olan düş-
man cephesini yararak, yapılan tehditlere kulak asmayarak Edirne’yi alarak ar-
zumuza muvaffak olduk ve hatta Harmanlı ovasına kadar süvarilerimizle akın-
larımızı ifada iken ansızın Rusya’nın müdahalesi ileri sürülerek geri alınmamız
vukua geldi. Bizim bu ric’atimizi gören Bulgar çeteleri istedikleri yerlerden tek-
rar çıkarak ve harekâta geçerek Garbî Trakya Türklerine taarruzlarını ve inti-
kam alma hislerini teşdid eylediler [şiddetlendirdiler]; protestolara verilen cevap
‘onlar gayr-ı mes’ul ve ordu ile alakası olmayan şahıslardır’ denmekle baştan sa-
vulmuş oluyorduk. Sabr ise bizde kalmadı, ‘onların çeteleri gayr-ı mes’ul iseler
biz de gayr-ı mes’ul sıfatını alabiliriz’ denildi. Tarafımdan en tanınmış çeteci ar-
kadaşlarım tefrik olunarak ‘Bismillah’ denüb Garbî Trakya’ da zulm yapmakta
olan Bulgar çetelerinin merkezi bulunan Koşukakavak’a kadar 95 kilometrelik
bir akın yürüyüşüyle ansızın hücumumuzu yaptık.”61

Görüldüğü üzere, Bulgar subay ve askerlerinin de yer aldığı çeteciler


bölgede Müslüman ahaliyi katlediyor, bilhassa Pomaklara ölüm tehdi-
diyle Hıristiyanlığı kabul ettiriyor, bu gibi zulümler Osmanlı Devleti
tarafından protesto edildiğinde de Bulgar yetkililer, mezkûr şahısla-
rın kendi devletleri ve orduları ile alakaları ve resmî sıfatı olmayan,
sorumluluğu bulunmayan insanlar olduğunu beyan ediyor. Kısaca İt-
tihadçı Komitacılığı, burada çaresizliğin icbar ettiği bir meşru müda-
faa yöntemi olarak tezahür ve tebarüz etmektedir.

61 Tevfik Bıyıklıoğlu, Trakya’da Millî Mücadele, Cilt: II, Ankara: TTK, 1987, s. 25.

- 53 -
4. İttihadçılık ve Meşrutiyet’in İlanı62

K anun-i Esasî, Meşrutiyet ve onun temel umdeleri olan “hürriyet,


müsavat, uhuvvet” ve bunlara ilave edilen “adalet”, İttihadçılarda
Jön Türklerde olduğu gibi soyut ve felsefî kavramlar değildir; her ne
kadar böyle inananlar bulunsa da. “Rumeli elden gidiyor, onu kurtar-
mak devleti kurtarmaktır” düşüncesiyle bu kavramlara itibar eden bir
hareketi anlayamamak çoğu kamu hukukçusunun açmazıdır. Bu in-
sanlar zekîydiler; ama çete takip ve müsademelerinden fırsat bulup bu
kabil bir entelektüel uğraş ve gayrete ayıracak vakitleri yoktu. Onlar
adeta merdivenleri beşer onar çıkan, kestirmeden devleti kurtarmak
isteyen, dolayısıyla Anayasa Hukuku ve Kamu Hukuku sahasında uz-
manlık bir yana, aslında bu ilimlerden tamamen bihaber insanlardı.
Meşrutiyet’in ilanını hızlandıran olay yukarıda zikredilen “Reval
Toplantısı”ydı ve bu toplantı vehmin cinnete dönüşmesine yol açmış-
tı;63 söz konusu cinnet İttihadçı cinnetiyse, sonuç kelle koltukta isyan
62 Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. İsmail Küçükkılınç, II. Meşrutiyet’in İlanında
Halk Unsuru, Ankara: Cedit Neşriyat, 2011.
63 Resneli Niyazi’nin dağa çıkışı Reval Mülakatı’nın sebep olduğu korku üzerine ancak
yerel İTC mensupları ve Manastır Şubesi’yle yapılan görüşme ve onların tasvibiyle
vuku bulmuştu. Hanioğlu, Preparation For A Revolution The Young Turks, 1902-
1908, s. 266-267. Kendi ifadesine göre Meşrutiyet öncesi dağa çıkan Erkân-ı harp
kaymakam Selahattin Bey ve Erkân- ı harp Binbaşı Hasan Tosun Beyleri gizlen-
dikleri yerde bulan ve birlikte teşkil ettikleri çeteye bu isimlerin de reyiyle reis olan
Mehmet Ali Okar farklı şeyler yazmaktadır: “Resne’de Bulgar komitalarına karşı
göstermiş olduğu şiddetten, Bulgarların Resne civarında komitacılık yapma teşeb-
büsleri adeta sonuçsuz kalmıştı. Merhum Niyazi’yi Resne’den kaldırmak için ecnebi
teşkilat tesir yapıyordu. Niyazi de başına bir bela geleceğini hissetti ve merkeze haber
vermeden kendiliğinden istibdat hükümetine isyan edip dağa çıktı… Niyazi’nin dağa
çıkması Manastır heyet-i merkeziyesinin canını sıktıysa da, bu dağa çıkma cemiyetin

- 55 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

demekti. Zekî ve mektepli olan zabitlerin cinnetine, çatışma, ölme-öl-


dürme, yaralama-yaralanma, yakma-yakılma sarmalındaki64 ahalinin
nisbî de olsa icabet etmesi garip karşılanmamalıdır. Hele bir de din-
darlıkları herkesçe mutaassıplık olarak tavsif ve telakki edilen Kosova
Arnavutlarına “Kanun-i Esasî ve Meşrutiyeti talep etmek şeriatı talep et-
mektir” şeklinde propaganda yapılıyorsa65 cinnet ilahî bir vecd halini
bile alır.
Meşrutiyet’in ilanı Makedonya’da bilhassa Müslüman ahali ara-
sında ilk başlarda sevinçle karşılanmışsa da belli bir süre sonra tered-
dütler hâsıl olmaya başlamıştır. Çünkü köylerini yakan, akrabalarını
katleden, kendilerini bölgeden kovmak için her türlü zulmü reva gö-
ren komitacılar, bilhassa Bulgarlar çıkarılan af ve kendilerine verilen
teminat neticesi silahlarıyla dağdan şehirlere inmişler, bahar havasının
sona ermesiyle de tekrar komitacılık faaliyetlerine başlamışlar, hatta si-
lahlanmaya daha da germi [hız] vermişlerdir. Florina mübadili bir ai-
leye mensup olan Necati Cumalı, Makedonya 1900 eserinin Zole Kap-
tan bölümünde bu gerçeği edebiyat diliyle de olsa çok acı bir şekilde
ifade etmiştir:
“Politikacılar, geçmişte çok haksızlık oldu, onlar vurdu, biz vurduk, sürgit o
günlerin hesapları karıştırılırsa kavga edenler barışamaz, diyorlardı ama barış-
maya niyeti olanın silahla işi neydi? Eski komitecileri silahlarıyla gözü önünde
dolaşır gördükçe hangi köylü, hangi esnaf geleceğine güvenirdi?”66

Zole Kaptan ve silahlı adamlarının dağdan indikten sonra göstere


göstere Florina Karakolunun önünden geçmelerine tahammül edeme-
yen bir tek Karakol Komutanı Yüzbaşı Aziz değildir:
“…[Kasabada pervasız hareketleriyle] beş on Bulgarın dışında, kasabadaki
Türklerin, Rumların, Arnavutların yüreklerinde bir burukluk bırak[an]… çete
Ağustos ayı boyunca çarşambaları Florina’ya gelişlerini aksatmadı. Eylül’ü de böyle

menfaatine uygun geldiği için bu halin hoş görülmesi hâsıl oldu”. Okar, a.g.e., s.108-
109, 115 vd.
64 Ahmed Refik, İnkılâb-ı Azîm, Dersaadet, Asır Matbaası, 1324,s.24.
65 Meşrutiyet’in ilanına katkı sağlayan ama Meşrutiyet gayesine matuf olarak gerçek-
leşmemiş olan Firzovik Toplantısı hakkında bkz. Süleyman Külçe, Firzovik Toplantı-
sı ve Meşrutiyet, İzmir: y.y., 1944. Bu kitabın yeni baskısı naçizane bir giriş yazımızla
yeniden yayınlanmıştır. Firzovik Toplantısı ve Meşrutiyet, İstanbul: Kitabevi, 2013.
66 Necati Cumalı, Makedonya 1900, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi, 1976, s. 105.

- 56 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

geçirdi. Atlılar yine her Çarşamba öğleye doğru göründüler. Florina’nın ana cad-
desinde nal takırdattılar, Pazar yerinin kalabalığını yardılar, kışladaki subay-
lara, Kurşunlu Camisi’nin önünde abdest alan Müslümanlara, karakol görevlile-
rine silahlarıyla göründüler.”67

Çetenin Meşrutiyet’in ilanı ve çıkarılan affa rağmen silahına gü-


venmeye devam etmesi de gerçekçi bir şekilde anlatılmıştır:
“Genç Saadettin gibi, daha başkaları gibi, babalarını öldürdükleri, buzağılı
inekleriyle birlikte ahırlarını, evlerini, harmanlarını yaktıkları kimselere, suç iş-
ledikleri kılıkları, silahlarıyla görünmeleri, aftan, kanunlardan önce silahlarına
güvendiklerine yorulabilirdi ancak.”68

Meşrutiyet’ten beklenenler ve ona bağlanan ümitlerle Meşrutiyet’in


neticeleri arasında bağdaştırılması mümkün olmayan bir tezatın var-
lığı kısa sürede müşahade edilmişse de bölgenin içinde bulunduğu
kaos ortamında Meşrutiyet’in ilanını yegane çare olarak telakki ettik-
leri için İttihadçıların kınanması pek de adil olmayacaktır. Konunun
en iyi uzmanlarından biri olan Fikret Adanır “‘Hürriyet’in ilanı’, her
yandan sıkıştırılmış olan Bulgar komitaları için, bir ‘nefes alma’ imkânı
getiriyordu. O nedenle, Bulgar çeteleri dağdan inmeye hemen razı olmuş-
lar ve canından bezmiş olan Makedon-İslav ahali, ‘Hürriyet’i büyük bir
coşkuyla karşılamıştır,”69 diyerek bir gerçeğe işaret etse de o gün itiba-
riyle Meşrutiyet’in ilanından başka kaosu önleyecek bir çare de görün-
memekteydi. Bölgenin yangın yerine dönmesinin temel aktörü olan ve
Müslüman ahaliye Meşrutiyet’in ilanından sonra da korku salmaya de-
vam eden Bulgarların bile bir kısmının İttihadçılarla gönüllü ittifaka
67 Cumalı, a.g.e., s. 102-103.
68 Cumalı, a.g.e., s. 100-101.
69 Fikret Adanır, “Makedonya Sorunu ve Dimitar Vlahof ’un Anılarında II. Meşruti-
yet”, Birikim, Sayı: 9, Kasım 1975, s. 17. Adanır, burada sanki tüm Bulgar komita-
cılarını kapsar gibi bir ifade kullansa da makalenin ilerleyen sayfalarında ve başka
çalışmalarında İttihadçılara zorluk çıkaran ve dağdan pek inmek istemeyenlerin de
bulunduğunu yazmaktadır. Mesela Makedonya İç Devrimci Örgütü’nün (MİDÖ/
İMRO) ulusalcı kanadının lideri Christo Matov, öteki siyasal gruplarla “kardeşleş-
mesinler diye Bulgar çetelerinin şehirlere inmelerini engellemek için elinden geleni
yap[mıştır].” Fikret Adanır, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulusal Sorun ile Sosya-
lizmin Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği”, Osmanlı İmparatorluğu’nda
Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923), Der. Mete Tunçay-Erik Jan Zürcher, İstanbul:
İletişim Yayınları, 1995, s. 58.

- 57 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

yanaştığı dikkate alınırsa, ilanından önce Meşrutiyet’ten nelerin bek-


lendiği daha iyi anlaşılır; ancak Osmanlı Devleti’nin Meşrutiyet’le yani
hukukî-siyasî bir düzenlemeyle ayakta durması artık mümkün değildi.70
İttihadçıların açmazı bu hakikat ya da vakıayı hesaba katacak ve-
rilerden mahrum oluşları idi. Ancak onlar, daha evvel tecrübe edil-
memiş, edilmesine imkân ve fırsat verilmemiş bir şeyi deniyorlardı;
çünkü bu hem denenmemişti hem de beka kaygısını, korkusunu izale
edecek tek çareydi. Meşrutiyet’in ilanının üzerinden bir asırdan fazla
bir süre geçti; İttihadçıların Rumeli’yi ve devleti kurtarmak için yap-
tıkları Makedonya-Meşrutiyet Açılımı’nın bugün için hata olduğunu
kabul etsek de o gün için tek çare olduğunu kabul etmek insaflı bir
tespit ve tavır olacaktır. Onlar, kısa sürede hatayı gördülerse de artık
hadiseler geri döndürülemez bir noktadaydı; ne manevra yapacak im-
kânlara ne de hatayı telafi etmeye yetecek bir süreye sahiptiler. Meş-
rutiyet bile onları köklerinden koparmaya mani olamadı. Onlar “bir
yere vatanım diyebilmek için orada doğup büyümenin yetmediğini pahalı
öğrenmiş bir kuşak” olarak aynı hatayı bir daha tekrarlamadılar. Bu se-
bepledir ki, İttihadçılık sadece 1908 Meşrutiyeti öncesiyle değil sonra-
sıyla da dikkate alınarak değerlendirilmelidir.

70 Osmanlı Devleti’nin tüm iyiniyetli düşünce ve çabalarla etnik-dinî unsurlara tanı-


dığı haklar, pratikte bu unsurların ayrılıkçı arzu ve faaliyetlerinin artmasına yol aç-
mış gibi görünmektedir. Fikret Adanır, başka bir çalışmasında “1880 ve 1890’lardaki
Bulgar mücadelesi, İstanbul’da bulunan Bulgar Eksharlığı tarafından yönlendirilmek-
teydi. Önceleri, bu çalışmalar eğitim alanıyla sınırlı kalmış ve Bulgar okullarının, öğ-
retmenlerinin ve öğrencilerinin sayılarında göz kamaştıran bir artışla sonuçlanmıştı.”
demektedir. Fikret Adanır, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulusal Sorun ile Sosyalizmin
Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği”, s. 42. Oysa bilinmektedir ki, Bulgar Ek-
sharlığı’nın kurulmasına izin verilirken sadece dönemin uluslararası konjonktürü
sebebiyle değil, biraz da Bulgarların Rumlara karşı denge sağlaması arzusu da belir-
leyici rol oynamıştı. 93 Harbi’nin ve Bulgar özerkliğinin sebeplerinden birinin Bulgar
Eksharlığı’nın kurulması olduğu söylense mübalağa edilmiş olmaz. Ancak ilginçtir,
Makedonya’da, bilhassa Bulgaristan Prensliği’nin kurulmasından sonra Rumlar, Bul-
garlarla mücadelede Osmanlı Devleti’nin müttefiki ya da yardımcısı olmuş, kimi za-
man Bulgarlara Osmanlı askerî kuvvetlerinden daha sert davranmışlardır.

- 58 -
5. İttihadçılık ve 31 Mart Vak’âsı

İ ttihadçılığın ara dönemi 31 Mart Vak’âsı’dır. Bu olay esasen İtti-


hadçılıktaki değil, Meşrutiyetçilikteki ayrışmanın da netleştiği bir
vak’âdır; bu bakımdan İttihadçılık-Jön Türklük tasnifimiz 31 Mart
Vak’âsı’nı anlamak için de mühimdir. Bu hadisenin en hazin neticesi
ise padişahın hal’i olmuştur. İttihadçılık ana karakter olarak bir “fi-
kir hareketi” değildir; ancak Meşrutiyetle birlikte Jön Türklükte et-
kili olan ve İttihadçılıkta da varlığını nisbî de olsa sürdüren bir da-
mar, yani seçkincilik-pozitivizm-sekülerlik ve dine mesafeli davranma
hoyratça kendini göstermiştir. Askerlerin ibadetlerine müdahale ve ha-
karet ederek onları medenî terbiyeye müstahak bir güruh olarak gö-
ren bir grup subay ve toplum değerlerine aldırış etmeyen,71 Batılı ya-
şam tarzını göstere göstere yaşayan Jön Türk tasvirine uygun bir grup
71 Abdülhamid’in son mabeyn başkatibi Ali Cevat Bey’in, Fezlekesi’nde yer alan bir
anekdot meseleyi izaha kafidir kanaatindeyiz: “Hemen asiler etrafımı aldı. Lisanın-
dan Anadolulu olduğu anlaşılan arslan suratlı bir babayiğit asker ‘babalığa söyle. Bizim
ırzımıza, dinimize sövüyorlar, döğüyorlar. Vallahi günahtır, bize acısın’ demesi üzerine
‘Kim dövüyor, kim sövüyor?’ dedim. Sıyam [oruçlu] haliyle kendisine vaktiyle bir tokat
aşk etmiş olduğum daire-i kitabet kahvecilerinden olup o gün beraberimde bulunan
Hasan Ağa’yı göstererek ‘Oğlum bak, ben de şu adamı dövdüm. İnsan büyüğünden,
zabitinden bazı kere dayak yer. Bahusus askerlikte ne zararı var’ demekliğim üzerine
kafasını önüne uzatarak ‘Sana kurban olayım ağam, sen gözümün üstüne vur. Zararı
yok. Bizi döğenler küçük küçük çocuklardır. Hem de ağızları küfürle doludur. Dinimize,
imanımıza küfür ediyorlar. Günah değil mi?’ dedi. Teskin edecek birkaç kelime söyle-
dikten sonra odaya avdet eyledim.” Faik Reşit Unat (Haz.), İkinci Meşrutiyetin İlanı ve
Otuzbir Mart Hadisesi (Ali Cevat Bey’in Fezlekesi), Ankara, TTK Basımevi, 1991, s.
52. Sina Akşin de mektepli zabitlerin namaz vakti, gusül abdesti gibi dinî ödevlere,
talimden kaçma bahanesi olarak gördükleri için müsamaha göstermediklerini yaz-
maktadır. Sina Akşin, 31 Mart Olayı, İstanbul: Sinan Yayınevi, 1972, s. 312.

- 59 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

sivil-asker yönetici, askerlerin isyan etmesine yol açmıştır. Şayet böyle


bir arka plan olmasaydı hiçbir tahrik ve hazırlık bu çapta bir hadiseye
sebebiyet veremezdi. Her ne kadar 31 Mart Vak’âsı’ndan sonra bu grup
önemli ölçüde tasfiye edilmiş ya da etkisizleştirilmişse de Abdülhamid
de fırsattan istifade tahttan indirilmiş oldu. İlginçtir, İttihadçılar, pa-
dişah ve çevresini tasfiye ederken Jön Türklerle de farklılıklarını daha
bariz şekilde göstermeye çalışmışlardır.
Abdülhamid’in hal’inin, bilhassa hal’ gerekçeleri tetkik edildiğinde
kesinlikle haksız ve maslahata uygun olmayan bir hareket olduğu söy-
lenebilir. Abdülhamid’in 31 Mart Vak’âsı’nda dahli olmadığı bugün
için artık netleşmiştir. Aslında 31 Mart günleri geçip, Abdülhamid hal’
edildikten sonra ortam yumuşamış ve iftira ve bühtandan arî görüşler
beyan edilmiş, ithamlar dahi daha mutedil bir hal almıştır. En fazla
Abdülhamid’in bu işten istifadeye çalıştığı iddia olunmuştur.72 An-
cak hepsinden daha kıymetli bir itiraf Talat Paşa’nın Abdülhamid’in
31 Mart’ta dahli olmadığı itirafıdır. Sadaret mektupçuluğu ve mabeyn
başkâtipliği vazifelerinde bulunan Ali Fuad Türkgeldi, bir gün Hare-
ket Ordusu kumandanlığının bir tezkere ile 31 Mart Vak’âsı sebebiyle
Abdülhamid’in Divan-ı Harb-i Örfî’de yargılanmasını içerir mazbata-
sının hey’et-i vükela toplantısında okunmak üzere kendisine tevdi edil-
diğini belirtir. Bu mazbatanın herkesi şaşırttığını ancak nihayetinde
bu talebin oybirliğiyle reddedildiğini söyledikten sonra şunu ilave et-
mektedir: “Zaten Talat Paşa da Abdülhamid’in 31 Mart vakasında me-
dhali olmadığını bana birçok defa söylemişti.”73
72 Mesela Mithat Şükrü Bleda, “31 Mart vakasında Abdülhamid’in doğrudan doğruya
rolü yoktu. Fakat hadise patladığı zaman ve sonra, kendi nüfuz ve kudreti hesabına
bundan yararlanmayı düşünmüş ve programını yapmıştı muhakkak.” Bleda, a.g.e.,
s. 90; Yine, Ahmet İhsan Tokgöz “Sanıyorum ki Abdülhamid kendi hazırlatmadığı
bu ayaklanmayı hemen benimsemek tutkusuna düşüvermişti.” kanaatindedir. Ahmet
İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıratım, Haz. Alpay Kabacalı, İstanbul: İletişim Yayınları,
1993, s. 179. Konuyla alakalı yazılmış bigâne kalınamayacak ve bu bölümde ayrıca
bahsedeceğimiz bir çalışma olan Sina Akşin’in doktora tezinde “Abdülhamit’in lehine
olmıyan ayaklanma onun aleyhinde gösterilere de yol açmadı” denilerek hakkaniyetli
bir tespitte bulunulmuştur. Akşin, a.g.e., s. 83. Hasan Amca ise hadisenin mürettep
olmadığını, her iki tarafın da kusuru bulunduğunu, Abdülhamid’inse seyirci kaldığı-
nı, tasvipkâr görünmediğini, müessir bir mukavemet yapmaya da teşebbüs etmediği-
ni yazar. Hasan Amca, a.g.e., s. 68.
73 Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara: TTK, 1987, s. 43.

- 60 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Hasan Fehmi’nin katlinden sonra yapılan protesto gösterisinde Prens


Sabahaddinci-Ahrarcı bir hukuk talebesi, aynı zamanda Talebe-i Hu-
kuk Cemiyeti Katib-i Umumisi olan ve mübalağada bulunarak kala-
balığın 300 bin kişi olduğunu iddia eden, protestocuların temsilcisi
olarak hem Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’ya hem de Meclis-i Mebu-
san Reisi Ahmet Rıza Bey’e “nutuk çeken”, onlarla “münakaşa eden”,
görüşüp katillerin bulunmasını isteyen, 31 Mart Vak’âsı’ndan sonra
iki yakın sınıf arkadaşının kendisini bu hadise vesilesiyle jurnallemesi
neticesi Divan-ı Harb-i Örfî 3. Heyet-i İstintakiyesi’nde ifadesi alınan,
ancak masum olduğuna kanaat getirilen, Mahmud Şevket Paşa sui-
kastından sonra ise tevkif edilip Sinop’a sürgüne gönderilen ve beraat
ettiği için ilk kafileyle dönmesine izin verilen Üsküdar Belediye Rei-
sinin oğlu, Üsküdarlı Burhanettin Ziya, yani Burhan Felek hakşinas
bir tespit ve kanaatte bulunmuştur:
“Önceleri İttihadçılardan başka bir kısım inkılâpçılar da 31 Mart’ı Sultan
Hamid’in hazırladığını iddia etmişlerdir. Yanlıştır. Mizancı Murad Bey de bu
ihtilali İttihadçıların kendi avcı taburları ile hazırladıklarını iddia etmiştir. O
da yanlıştır” ve “32 sene devleti idare etmiş olan İkinci Sultan Hamid, 31 Mart’ta
hiç suçu olmadığı halde tahtından indirilmişti.” 74

Bununla birlikte, 31 Mart Vak’âsı’nda cereyan eden hadiseler, hele


de Hareket Ordusu’nun İstanbul’a yürümesi, artık İttihadçıların Ab-
dülhamid’le birlikte çalışmalarını hem imkânsız hem de gereksiz kıl-
mıştı. Her ne kadar hal’, Hareket Ordusu’nun duruma hâkim olması-
nın bir neticesi gibi görünse de aslında 31 Mart Vak’âsı başlar başlamaz
neticenin böyle olacağı da az çok belli olmuştu. Çünkü Tevfik Paşa
kabinesi tarafından vak’â, tüm yalınlığıyla valiliklere bildirilmesine,
Meşrutiyet’in hiçbir tehdit ve tehlike altında olmadığı defaatle belir-
tilmesine rağmen “hassas kamuoyu”, bu hareketi padişahtan bilmekte
ve onun Meşrutiyet’e uyum sağlamış gözükerek kendilerini aldattığını
düşünmekteydi.75 Yine de şu unutulmamalıdır: Abdülhamid’in hal’i
74 Burhan Felek, Yaşadığımız Günler, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1974, s. 54, 126. İtti-
hadçılara karşı şiddetli bir muhalefeti olan Burhan Felek’in 12 Eylül 1980 darbesin-
den sonra Gazeteciler Cemiyeti Başkanı sıfatıyla darbe lideri Kenan Evren’in elini
öpmesinin unutulmaz bir sahne olduğunu da burada belirtmemiz gerekiyor.
75 Bu psikolojiyi ihtiva eden çok sayıda telgrafa yer veren ama hadiselerin yorumlan-
dığı satırlarda zaman zaman objektiflikten uzaklaşılan bir çalışma için bkz. İsmail

- 61 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

hem geniş bir mutabakata müstenitti hem de hal’ için öne çıkan Said
Paşa, Gazi Ahmet Muhtar Paşa ve Mahmud Şevket Paşa gibi sivil-as-
ker paşalar Abdülhamid’in iktidarı döneminde yıldızı parlamış ve mü-
him vazifelere getirilmiş isimlerdi.
Hal’ kararını tebliğe giden heyette bulunanlardan biri de Abdülha-
mid’in yıllarca yakınında bulunmuş ve iyiliğini görmüş olan Arif Hik-
met Paşa idi. Meclis-i Millî’de verilen hal’ kararını padişaha tebliğ için
ayan ve mebusandan kimlerin gideceği müzakere edilirken Arif Hik-
met Paşa “ben giderim” diyerek ortaya atılmıştır. Ali Fuad Türkgeldi,
Arif Hikmet’in bu davranışını şu şekilde kınamaktadır:
“Mahud Karasu’nun peşine takılarak gitmesi de nimetşinaslığına delalet ede-
cek hususattan değildi. Çünkü bu kadar sene yaverliğinde bulunarak nân [ek-
mek] u nimeti ile perverde olmuş [beslenmiş] ve sâye-i lûtfunda az zamanda fe-
riklik rütbesine kadar irtika etmiş [yükselmiş] bir adamdan başka Hey’et-i âyan
arasında bu kararı tebliğ edecek kimse yok mu idi? ‘Sana lâzım mı olmak, âleme
cellâd lâzımsa!’” 76

Her ne kadar hal’ kararını tebliğ vazifesi, bizatihi hal’ kararından


daha ağır değilse de heyetin içinde gayrimüslimler bulunması sebe-
biyle hep daha ağır tenkide mevzu olmuştur.
Hal’ fetvasında padişahın ya meclisçe hal’i ya da istifası seçenek-
leri yazılıyken Abdülhamid’in defalarca sadrazamlığa getirdiği ve bir
bakıma kendi adamı sayılması iktiza eden Said Paşa’nın reisliğini yap-
tığı Ayan Meclisi ve Mebusan Meclisi üyelerinden müteşekkil Meclis-i
Millî’de istifa şıkkı oylama konusu bile yapılmamıştır. Yine, Abdülha-
mid’in en fazla sadaret makamına getirdiği Said Paşa’nın hal’ esnasın-
daki tavrını Ali Fuad Türkgeldi şu şekilde ifade etmektedir:
“Talat Paşa’ dan mesmûum olduğuna göre hal’in icrası günü Hey’et-i âyan ve
meb’usan Ayasofya’ daki dairede Âyan reisi Said Paşa’nın taht-ı riyasetinde içtima
ederek hal’ kararı îta edildiği ve bu kararı kabul edenlerin ayağa kalkması suretiyle
rey toplandığı sırada kendisi de Said Paşa’nın yanında durup hocalardan ayağa
kalkmamış olanlar üzerine hışım ile atf-ı nigâh etmekte [bakmakta], onlar da

Hami Danişmend, Sadr-ı-a’zam Tevfik Paşa’nın Dosyasındaki Resmî ve Hususî Vesi-


kalara Göre: 31 Mart Vak’ası, İstanbul: İstanbul Kitabevi/Yeni Matbaa, 1961.
76 Türkgeldi, a.g.e., s. 32.

- 62 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

derhal ayağa kalkmakta imiş. Âyan tarafından da bazı kalkmayanlar olduğunda


Said Paşa kulağına eğilerek ‘Efendim, biraz da bu tarafa baksanız!’ demiştir.” 77

Her ne kadar hal’e karar vermişlerse de muhtemeldir ki, hal’ günü


değilse bile hal’den kısa bir müddet sonra pek çok İttihadçı, Abdül-
hamid’in hadisede dahli olmadığını öğrenmişti. Üstelik Abdülhamid,
yalnızlaştırılmış bir padişahtı; Meşrutiyet’in ilanından sonra tüm kad-
rosu dağıtılmış, mabeyncilerini bile seçecek hak ve yetkiden mahrum
bırakılmıştı. Meşrutiyet’in ilanını takip eden günlerde İstanbul’da önde
gelen devlet adamlarına yönelik muameleler biraz da Abdülhamid’i yal-
nızlaştırmayı hedefliyordu. Hiçbir yargı kararı olmadan mimli (hırsız
ve ahlaksız olduğu kabul edilen) paşalar tutuklanıyor, baskı altında
malları müsadere ediliyor, çoğu sürgüne gönderiliyor, adı kötüye çık-
mamış paşalar da adeta çocukları yaşındaki subayların emir ve komu-
tası altında görev yapıyordu. İttihadçılar merkezde ve taşrada istedik-
leri atamaları yapabiliyorlardı.
Meşrutiyet’in ilanı ile 31 Mart Vak’âsı’nın vuku bulduğu gün ara-
sında Abdülhamid, aslında halefi Sultan Reşad’dan daha sembolik
bir pozisyondaydı. Kaldı ki, bu süre içinde İttihadçılar ile Abdülha-
mid arasında ciddî bir ihtilaf ya da krizden de bahsedilemez; taraflar
arasında çok gönüllü olmasa da bir uyuşmanın hâsıl olduğu bile söy-
lenebilir. Karabekir, Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra Selanik’ten
İstanbul’a gelen heyetle ve bilhassa Talat Bey’le İstanbul şubesi adına
yaptığı görüşmelerde padişahın tahttan indirilmesinde ısrarcı oldu-
ğunu ancak Talat Bey ve Hafız Hakkı’nın buna yanaşmadığını, hatta
padişahla görüştükten sonra bunların padişaha sempati bile duyduk-
larını ifade etmektedir. Çünkü bu görüşmede padişah Selanik’teki Be-
yaz Kule bahçesini cemiyete bağışlamıştır. Karabekir ayrıca, padişah
hakkında kullanılan saygılı ve ölçülü lisan ve üsluptan da rahatsız ol-
duğunu yazmaktadır.78
77 Türkgeldi, a.g.e., s. 37.
78 Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti 1896-1909, s. 376-385. Meşrutiyet’in ilânı
esnasında İTC’nin Selanik ve Manastır merkezleriyle İstanbul Şubesi arasında hal’
konusunda ciddî görüş ayrılığı olduğu söylenebilir. Meşrutiyet’ten evvel İstanbul
şubesi, daha ziyade Jön Türk tarifine daha yakın ve esas meseleleri soyut bir Kanun-i
Esasî ve Meşrutiyet olan ve her kötülüğü Abdülhamid’den bilen isimlerden teşekkül
ediyordu. Fatin Hoca ve onunla hareket eden Hüseyin Kazım Kadri, Mehmed Akif

- 63 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Abdülhamid’in yakın adamlarından Arnavut kökenli İsmail Ma-


hir Paşa’nın bir suikast neticesi hayatını kaybetmesi Abdülhamid’i ne
derece etkilemiştir bilinmez ama 31 Mart Vak’âsı’ndan bir hafta önce
İttihadçıların gerçekleştirdiği bir suikastla hayatını kaybeden Serbestî
başyazarı Hasan Fehmi’nin Jön Türk bir Arnavut olmasının Jön Türk-
lerin İttihadçılara yönelik husumet ve kızgınlığının artmasına yol aç-
tığı muhakkaktır.79 Bu cinayet sebebiyle Jön Türkler arasında adeta bir
kenetlenme meydana gelmiş, cenaze merasimi de Jön Türklerin gövde
gösterisine dönüşmüştür. Bu sebeplerledir ki 31 Mart Hadisesi’ni Ab-
dülhamid’den kurtulmak için İttihadçıların, Yahudilerin ve Masonla-
rın tertip ettiğini söyleyenler “komplo teorisi” ile bile izahı müşkil bir
iddiayı dile getirmektedirler. Mesela Mustafa Turan’ın Taşkışla’ da 31
Mart Faciası 80 unvanlı kitabı hezeyanlarla doludur ve maalesef pek çok
ciddî eserde atfa mazhar olabilmiştir. Yazara göre İmparatorluğu par-
çalatan kuvvet Siyonizm ve onun şer vasıtası olan İttihadçı Masonlar-
dır. İttihadçılar, Yıldız hazinesini yağmalamak istiyorlardı; bu işe ise
şu şekilde ikna edilmişlerdir:
gibi İslamcıların da hal’e istekli olması İstanbul İttihadçılarının bariz bir vasfıydı.
Fatin Hoca aracılığıyla İTC’ye giren Kara Kemal ise, İzmir’de tanıştığı Dr. Nazım’ın
tavsiyesi üzerine İstanbul şubesinin başına geçmiştir.
79 İTC muhalifi komitacılardan Hasan Amca hatıratında Hasan Fehmi’nin hikâyesi-
ne geniş bir yer ayırmıştır. Bugün Yunanistan sınırlarında kalan Larisa/Yenişehir
muhaciri bir aileye mensup ve muhitinde “Kadın Nine” diye bilinen muhterem bir
kadının tek evladı olan Hasan, Hasan Amca’nın mahalleden tanıdığı ve gıpta ettiği
bir mülkiyelidir. Hasan, bir gün gâvur memleketine firar eder; onun firarının se-
bebinin Jön Türklük olduğunun anlaşılmasıyla “Kadın Nine”nin kapısını açan ne
bir komşu ne de bir dost kalır. Zaten bir müddet sonra da “Kadın Nine” rahmet-i
Rahmana kavuşur. İşte uluorta, fütursuzca öldürülen bir Jön Türk olan Hasan Feh-
mi, Arnavut “Kadın Nine”nin oğlu Hasan’dır. Hasan Amca, Doğmayan Hürriyet,
İstanbul: M. Sıralar Matbaası, 1958, s. 5-6, 60-67. Meşrutiyet’in ilanından sonra II.
Abdülhamid’e hakarette çok ileri giden Hasan Fehmi’nin bu yönüne muhafazakâr
çevrede pek temas edilmemektedir. Necip Fazıl istisnalardan biridir: “Hasan Fehmi,
kuduz bir Abdülhamîd düşmanı ve aynı lisanla İttihat ve Terakki tenkitçisidir. Şu var
ki, bizzat Padişah ve adamları tarafından hiçbir karşılık görmediği halde, ekmeğine
yağ sürdüğü İttihatçıların kurşununa hedef olmaktadır.” Necip Fazıl, Ulu Hakan II.
Abdülhamid Han, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları, 1981,s.540.
80 Mustafa Turan, Elli Beş Yıldır Esrarı Milletten Gizli Kalmış Bir Fâcia-Taşkışla’da 31
Mart Fâciası, İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1966.

- 64 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“Hadiseyi tertip edenler, Cemiyetin idarecilerine yurdun kalkınması için bir


hayli paraya muhtaç olduğunu, bunun temini için de Cemiyete cazip bir yol gös-
terdiler. Yıldız Sarayı’nda Sultan Hamid’in elinde senelerin biriktirdiği bir ha-
zine vardı. Padişah bu parayı millet için saklıyordu. Bu hazine padişaha hediye
edilen kıymetli mücevherat ve saire ile ecdattan kalma 33 seneden beri ölen sul-
tanlardan kalan servetti. Bu hazine sarayın bahçesinde bir havuzun altında gizli
bir mahzende saklı idi. Fakat bu hazinenin nerede ve nelerden ibaret olduğunu
Sarayda ancak beş kişi biliyordu. Bunlardan biri Sultan Abdülhamid, diğerleri
NAZİK EDA ve MÜŞFİKA kadın efendilerle birinci musahib Cevher, ikinci mu-
sahib NADİR Ağalar idi. (Bu ifşaatı, sonradan Göztepe’ de komşum olan Nadir
Ağanın kendisinden dinlemiştim). Bu hazineden başka Viyana bankalarında pa-
dişahın bir 700.000 altını da vardı, bunlar ne güne duruyordu. Bu cazip tek-
lif Cemiyetin işine gelir gibi idi. Birçok müzakerelerden sonra şu karara varıldı:
Meşrutiyetin ilanında olduğu gibi, askerî bir isyan tertip edilecek, fırsattan isti-
fade Yıldız’ daki servete el konacak. Viyana bankalarındaki altınlarına da zorla
muvafakatı alınıp, bunlarla memleketin muhtaç bulunduğu askerî, idarî tensi-
kat yapılıp memleket gülistanlık olacak. Sultan Hamid tahttan indirilip, halim
selim bir şahsiyet olan Veliahd Reşad Efendi padişah olarak Osmanlı tahtına ge-
çirilecekti. Cemiyetin bu kararına karşı ağır başlı bir takım azaların itirazları
müessir olamadı.” 81

Yazarın anlatımına bakılırsa olaylar 1325 Mart’ının 12. Cuma günü


başlamış. Askerleri Cuma selamlığına götüren müellif ve arkadaşları
Taşkışla’ya dönünce her koğuşta sarıklı sakallı bir takım hocalar bul-
muşlar. Bunlar Taşkışla ile Beyoğlu topçu kışlasında görevlendirildik-
lerini söylemişler ancak bu emirden mes’ul kumandanların hiçbirinin
haberi yokmuş. Askerler toplanmış ve matbaada yaldızla basılan, üze-
rinde padişahın büyük tuğrası bulunan bir fermanı bir paşa okumaya
başlamış. Bu fermanda güya adı Enveriye olan bir başlığın giyilmesi
emrediliyormuş. Ayrıca bunu giymekte dinî bir mahzur olmadığına
dair Şeyhülislamdan fetva alındığı da belirtiliyormuş. Meğer fermanı
okuyan paşa ve maiyetindeki zabitler sahte üniforma giydirilmiş ter-
tipçilermiş. İçlerinde müellifin cemiyetten tanıdığı Bahaeddin Şakir,
Midhat Şükrü Beylerle Ömer Naci Bey varmış. Bir an için Bahaed-
din Şakir ve Ömer Naci’nin bu hikâyeye müsait tipler olduğunu ka-
bul etsek bile müellifin tertipçiler meyanında o esnada mebus olan Mi-
dhat Şükrü’nün de ismini sayması hikâyeyi hezeyana dönüştürüyor.
81 Turan, a.g.e., s. 46.

- 65 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Neferlerin ikna edilmesinde ise Ömer Naci faal rol oynamış ve onları
şöyle diyerek isyana ikna etmiş:
“Heyyy… Asker kardeşler geliniz toplanınız sizlere diyeceklerim var, sizler
Müslüman değil misiniz? Bizleri anamız babamız dinî bir [vazife, İ.K.] uğruna
askerlik yapmak için göndermedi mi? Şapka giymek ne demek? Dini mübini İs-
lamın evlatlarını düpedüz gâvur yapacaklar, ne duruyorsunuz? Bütün ecdadımız
bu uğurda kanlarını, canlarını verdiler. Müslümanlık elden gidiyor, dönüp avcı
askerlerine sizlere söylüyorum, gâvur olmak için mi Hürriyeti yaptınız, sizin va-
zifeniz hem Hürriyeti hem de dinimiz olan Müslümanlığı muhafaza etmek de-
ğil mi? Ne duruyorsunuz haydi hep beraber mebusan meclisine gidelim derdimizi
anlatalım, diye askerlerin arasına karışmış olan casuslar da askeri tahrik ettiler
bir anda kızılca kıyamet koptu.” 82

Tüm mesaîsini Yahudilik, Siyonizm, Masonluk ve Dönmelik mev-


zularına hasreden, ancak samimî olarak mı yoksa mühtedî bir aileye
mensubiyetin tevlit ettiği “açık kapatmak” niyetiyle mi böyle hareket
ettiğini bilemediğimiz Cevat Rıfat Atilhan da 31 Mart’ın Yıldız hazi-
nesini ele geçirmek için İttihadçılar tarafından yapıldığını ve esas ter-
tipçilerin Yahudiler, Siyonistler, Masonlar ve Dönmeler olduğunu id-
dia eder. Güya Filozof Dr. Rıza Tevfik mahkeme huzurunda şunları
söylemiş:
“Hâkim Bey, Allah bizi affetsin… Günahımız çok büyüktür. 31 Mart uy-
durma ihtilali hazırlandığı zaman ben Talat Bey’e: ‘Bundan tevakki edilmesi

82 Turan, a.g.e., s. 48-51. Yusuf Kemal Tengirşek ise İttihadçıların değil, bizatihi tertipçi
subayların nefer üniformasını giydiğini iddia etmektedir. 31 Mart Vak’âsı’nda Mec-
lis’te bulunan mebuslardan Tengirşek; “ifademiz var” diyerek meclise gelen çavuşla-
ra taleplerinin ne olduğunun sorulduğunda “şeriat isteriz” diye cevap verdiklerini,
Kosova mebusu Süleyman Efendi’nin esbab-ı mucibesini Elmalılı Hamdi Efendi’nin
yazdığı ve besmele ile başlayan Kanun-ı Esasî değişikliği layihasını göstererek “biz
de şeriat ahkâmını tatbikten başka bir şey yapmıyoruz; bakın yazdığımız kanun layi-
hası –okuyarak- bismillah ile başlıyor” dediğini, bunun üzerine çavuşlardan birinin
“bizim askerî dâhilî nizamname de besmele ile başlar ama Almanca’dan tercüme edil-
miştir” cevabı üzerine bir çavuşun bu bilgisine şaşırdığını, ancak bilahare bu askerin
çavuş elbisesi giymiş hem de Almanya’da tahsil etmiş bir yüzbaşı olduğunu öğren-
diklerini ve bunun da asıldığını, mebusların çavuşlarla konuşurken “sarıklılardan
da bir heyet içeri girmek istiyor” denildiğini ancak çavuşların “biz hoca, sarıklı filan
tanımayız. Onların bir sıfatı yoktur” cevabı verdiklerini, bu ifadeden dolayı daha
olayın başlangıcında askerlerle sarıklıların bir arada olmadıklarının anlaşıldığını
yazmaktadır. Yusuf Kemal Tengirşek, Vatan Hizmetinde, Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları, 2001, s. 134.

- 66 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

(sakınılması) lazım geldiğini söyledim. Beyhude yere kardeş kanı dökülmesinin ne


büyük cinayet olduğunu anlattım. Bunun fena aksülâmeller doğuracağını da ha-
tırlattım, aldığım cevap şu oldu: ‘Ne yapalım Rıza Bey… Cemiyetin paraya ihti-
yacı var. Bizim ihtiyacımızı ancak Yıldız Sarayı’nın zenginliği karşılayabilir.’” 83

Rıza Tevfik’in, filozof ve doktor olarak böyle bir iftiraya tevessül


etmeyeceğini, Atilhan’ınsa bu hezeyan için sadece Talat Bey’e değil,
Rıza Tevfik’e de bühtanda bulunduğunu söyleyebiliriz. Atilhan’ın ki-
tabındaki bir başka hezeyan da şudur:
“Enver Paşa, İstanbul’u terk etmeden birgün evvel Mersinli Cemal Paşa’ya
‘Paşam, bütün ef ’ âlimin hesabını vermeğe hazırım. Biz Turan yapmak istedik,
virân olduk. Bizim asıl mes’uliyetimiz Sultan Hamid’i anlamamak ve Siyonizm’e
alet olmaklığımızdır. Acıdır fakat hakikat bu!’ dediğini kulaklarımla işittim. Bu
zat yine de merd insanmış ve ölümü de erkekçe olmuştur.” 84

Ne hazindir ki eserlerinin hemen hepsinde bu kabil hezeyanlar bulu-


nan Atilhan, bir dönem pek çok insanın temel referans kaynağı olmuş-
tur. Atilhan aynı zamanda hem bu, hem de diğer bazı eserlerinde bir-
çok İttihadçının “Türk ırkı”na mensup olmadığını iddia ederek aslında
İTC’nin Türklüğe muzır ve mugayir olduğunu ispata da çabalamıştır.
Çok ilginç bir hayat hikayesi olan ve entelektüel bir aileye mensup
ve hadise esnasında Üsküdar Ciheti Kumandanı olan Söylemezoğlu
Süleyman Şefik Paşa da Turan ve Atilhan kadar olmasa da benzer te-
raneyi tekrar eder:
“O tarihte İstanbul benim ile [Hassa Ordusu Kumandanı] Nazım Paşa elinde
idi. İstanbul’ da ise çeşitli sınıflardan otuz bine yakın muallem [eğitimli/usta] as-
ker vardı. Eğer bizim kötü niyetimiz olsa idi Hareket Ordusu’nu perişan eder, İt-
tihad hükûmeti lağveder, memlekete hâkim olurduk. Aynı zamanda Sultan Ha-
mid merhum da arzu etse idi bütün asker padişah namına ayaklanmış, İttihad
hükûmetini alt üst etmeye hazırlanmış idi. O da yapmadı ve Otuzbir Vak’asında
merhum Sultan Hamid[’in] katiyen dahli olmadığına eminim. Binanealeyh İtti-
hadçıların onu hal’ ile kuzu gibi zayıf ve aciz Sultan Reşad’ı makam-ı saltanata
getirmekten maksatları istedikleri gibi devletle oynamak, malını, parasını yağma
etmek için idi. Nitekim öyle yaptılar. Saray’ı soydular. Paralarını aldılar. Daha
sonra Alman bankalarındaki bir milyon lira buğday parasını tehdit ile aldılar.” 85

83 Cevat Rıfat Atilhan, 31 Mart Faciası, İstanbul: Sinan Yayınları, 2000, s. 17.
84 Atilhan, a.g.e., s. 193.
85 Süleyman Şefik Paşa, a.g.e., s. 180-181.

- 67 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Süleyman Şefik Paşa, görüldüğü gibi Turan ve Atilhan gibi müşah-


has ve muayyen bir meblağdan, yani Saray hazinesinden değil, daha ge-
nel ve soyut bir hedeften bahsediyor. Hal’ edilip Selanik’e doğru yola
çıkacağı esnada Abdülhamid’in bazı kıymetli eşyasının çalındığı teva-
tür kuvvetinde bir riyavet olduğu için bizce de kabulü makuldur. Ay-
rıca Abdülhamid, Selanik’teyken rica, tehdit ve rızanın bir arada bulun-
duğu bir kararla malvarlığının mühim bir kısmını devlete bağışlamıştır.
31 Mart Vak’âsı’nı İttihadçılara atfedenlerden biri de Mizancı Mu-
rad’dır. Ona göre İttihadçıların şiddetli tepki gören Meşrutiyet’e aykırı
hal ve hareketlerinin kendi aleyhlerine netice doğurma ihtimali varit
olunca, bunu önlemek için yine Meşrutiyet’e mugayir tedbirler almış-
lar, bu arada Kamil Paşa hükûmetini düşürüp Hasan Fehmi’yi de öl-
dürmüşlerdir. İstanbul halkının Hasan Fehmi’nin cenaze merasimine
gösterdiği fevkalade alaka ise İttihadçılar tarafından nankörlük olarak
telakki edilmiş ve bunun intikamı olarak da 31 Vak’âsı tertip edilmiştir.
“Emelleri çok basitti. ‘Yaşasın Şeriat’, ‘Yaşasın Padişah’ diyerek ve başları boş
olarak sokaklara dökülecek olan asker, hafî memurlarının tahrik ve teşvikleri ile
mağazalara, müessesâta taarruz etmeye başlayacaklar. Vahşetler vaki olacak, kan-
lar dökülecek, Sultan Hamid bundan cüret alarak tamiri muhal bir pot kıracak…
Neticesi olarak ikinci ve üçüncü ordu ‘cebren’ İstanbul’a ‘sefil Bizans’a’ girip fethe-
decek, ‘muharib muzaffer’ sıfatıyla ilk günlerde bildiği gibi kesecek, istediğini ala-
cak, İstanbul’ da yeniden muarız ve muahizlerin zuhuruna imkân bırakmayacak,
icabında bütün milleti pençe-i kahrına alacak”[tı].86 [Ancak,] “Şu tahrikin kâseyi
taşı[r]tacağını, hedefi fersah fersah aşıracağını bilemediler. Kıyam hedefi aşıp Ce-
miyet (İTC) aleyhine dönünce, şaşırdılar. Kimi Fatih, Şehzadebaşı, Selimiye, Be-
yoğlu, Boğaziçi semtlerinde halâs kapısını aradılar, kimi de unvan ve sıfatlarını
ve binaenaleyh tarihin ne diyeceğini unutarak hudud haricine iltica eylediler.” 87

Mizancı Murad, akıllara ziyan bu satırları muhtemelen Hareket Or-


dusu’nun İstanbul’a girişi esnasında kendisini gözaltına aldırıp Har-
biye binasında yaşı ve müktesebatına muvafık olmayan, hatta çirkin
muamelelerde bulunması ve neticede kendisini Divan-ı Harb-i Örfî’de
mahkûm ettirmesinin verdiği kızgınlıkla yazmış olmalıdır. Mizancı
Murad’a yapılanları İbrahim Temo şöyle anlatmaktadır:
86 Mizancı Murad, Tatlı Emeller Acı Hakikatler, a.g.e., s. 77-79.
87 Mizancı Murad, a.g.e., s. 75.

- 68 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“Mimlenmiş Murad Bey, İttihadçıların eline geçer geçmez, pek aşağılayıcı


bir biçimde tutuklanarak, o vaktin Serasker Kapısına götürülüp pis ve boş bir
odaya kapatılmıştı. Onu tanıyanlar ve makalelerini alkışlayanların hiç biri gi-
dip ne halde olduğunu sormamıştı. Yine ben, onun ittihadçıların koca ninesi
diye, Kayseriliye ve binbaşıya tarif eden bu fakir dostu, hiçbir kimseden korkma-
yarak gidip kendisini görmüştüm. Ama ne görüş! Talim meydanına bakan açık
ve tek pencereli hücrenin demir parmaklıkları, döşemesi, Murad beyin sakalı ve
yüzü bile tükürük ve balgam içinde. Silecek bir mendil de yok. Beni görünce şa-
şırdı ve halime bak doktor diyerek gözyaşlarını tutamadı. Kendisine silinecek bir
mendil ve bir paket sigara verdim ve bu da geçer yahu, diye dervişanca bir sabır
ve tavsiye ettim. Meğerki o, benim de onun yüzüne tükürmek için getirildiğimi
sanmış ve yüreği yanmış.” 88

Mizancı Murad’ın yukarıda belirttiğimiz hezeyanvari iddiasını yine


bir İttihadçı muhalifi ve Jön Türk olan Mahir Said tenkitle cerh etmiştir:
“İttihat ve Terakki’nin komitacılıktaki hevesine ve faaliyetine rağmen her va-
kit müteyakkız ve mütebassır [basiretli] bulunmadığı, bazı zamanlar bilakis pek
aciz ve miskin davrandığı, hiziple fırkalar ve halaskârlar meseleleriyle sabittir.
Onun için Avcı Taburu’nu cemiyetin emriyle hareket etmiş gibi telakkide Murat
Bey’in hakkı yoktur. Cemiyet nasıl uyumuşsa, hükümeti de öyle uyumuş ve zabit-
ler de bu uykuda onlara uymuştur.” 89

Mahir Said’in bu tenkidi haklı ve doğrudur; çünkü yalnız cemi-


yet efradı değil, cemiyet erkânının bile hadise esnasında birbirlerinin
nerede olduklarını ve saklandıklarını bilmediklerine İttihadçıların en
mühim şahsiyetlerinden biri olan Bahaeddin Şakir’in hadise esnasında
gizlendiği yerden arkadaşlarına yazdığı mektubundaki çaresizliğin ifa-
desi olan şu satırlar, somut bir delildir:
“Talat ve Nazım ile vaka günü akşamı Şehzadebaşı’nda birleşecektik. Hâl-
buki nereye gittiklerini haber vermeksizin evden çıkıp gitmişler. Rica ederim beni
tecerrüt etmiş bir halde bırakmayarak cevap veriniz.” 90

Muhafazakâr-mütedeyyin camiada tahminlerin fevkinde bir inan-


dırıcılığı bulunan 31 Mart Vak’âsı’nı İttihadçıların tertiplediği tezi, bir
88 İbrahim Temo, a.g.e., s. 194–195.
89 Mahir Said Pekmen, 31 Mart Hatıraları, Haz. Hasan Babacan-Servet Avşar, Ankara:
TTK, 2013, s. 108.
90 Arif Cemil, Bahaeddin Şakir Bey’in Bıraktığı Vesikalara Göre İttihat ve Terakki, s.
590.

- 69 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

an için kabul edilse, pek çok İttihadçının kendisini öldürtmek için can
attığına hükmetmemiz gerekecek ki bu eşyanın tabiatına da mugayir-
dir. 31 Mart Vak’âsı günlerinde Makedonya’nın namlı pek çok İttiha-
dçısı canını zor kurtarmış, günlerce ortaya çıkamamıştır.91
Türkiye İnkılâbı’nın İçyüzü92 unvanlı kitabıyla İttihadçılarla bilhassa
da Ermeni Tehciri ile alakalı akıllara ziyan bühtan ve iftiralarda sınır
tanımayan Mevlanzade Rıfat ise, hem bu eserinde hem de 31 Mart-Bir
İhtilalin Hikâyesi93 nam eserinde 31 Mart Vak’âsı’nın ne irtica ürünü
ne de Abdülhamid’in işi olduğunu, Prens Sabahaddin ve Ahrar Fır-
kası’nın işi ve planı olduğunu iddia eder. Gaye evvela Abdülhamid’in
tahttan indirilmesiymiş; ayaklanma başarılı olsaymış sadece inkılâbın
elebaşlarının katledilmesi ve İTC’nin yok edilmesiyle iktifa edilmeyip
pek çok da mel’un cinayetler işlenecekmiş.
Mevlanzade Rıfat’a inanacak olursak, Sultanzade/Prens Sabahad-
din Bey, kendisini Kuruçeşme’deki yalıya davet etmiş, Mevlanzade de
Sabahaddin Bey’in sütkardeşi Fazlı Bey’le birlikte davete icabet etmiş.
Prens Sabahaddin “İşte biz durur durur da siyaset meydanına böyle atı-
lırız! Mirim durumu nasıl gördünüz?” demiş, Mevlanzade de ordu her
ne kadar Sabahaddin Bey’in elindeyse de ayaklanan askerler arasında
bir tane dahi bahriyeli askerin bulunmadığını ifade etmiş. Prens, Fazlı
Bey’e ve kendisine bakarak “Donanma bizimledir,” demiş, Mevlanzade
ise “O halde Yıldız’a doğru donanmadan hiç değilse kurusıkı atılsın! Top
atışı emri verilirse askerin o yöne başlayan eğiliminin önü alınmış olur,
zannederim,” tavsiyesinde bulunmuş, bunun üzerine Prens Sabahad-
din de Fazlı Bey’e “İstimbotu al! Çabuk Âsâr-ı Tevfik’e git. Ali Kabu-
li’yi gör. Benden söyle hemen bir takım bahriyeli çıkarsın. Dışardaki as-
kerle birleştirsin, Yıldız’a doğru da bir top attırsın!” emrini vermiş. Fazlı
Bey, emri Ali Kabuli Bey’e iletmiş, o da sabaha karşı Yıldız’a doğru
91 Cavid Bey de, Ruznamesinde bu hadise esnasında Hüseyin Cahit’le birlikte neler
yaşadıklarını genişçe yazmıştır. Hüseyin Cahid Rusya Sefareti’ne sığınarak ölümden
kurtulmuş, bilahare de birlikte bir vapurla Odesa’ya kaçmışlardır. Cavid Bey, Meşru-
tiyet Ruznamesi, Cilt.1, s. 36-40.
92 Mevlanzade Rıfat, Türkiye İnkılâbı’nın İçyüzü, İstanbul: Pınar Yayınları, 1993.
93 Mevlanzade Rıfat, İnkılâb-ı Osmanîde Bir Yaprak yahut 31 Mart 1325 Kıyamı, Kahi-
re: Ahbar Matbaası, 1329; istifade edilen baskı 31 Mart-Bir İhtilalin Hikâyesi, İstan-
bul: Pınar Yayınları, 1996.

- 70 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

top atışına teşebbüs etmiştir. Topun namlusu Yıldız’a çevrilince as-


ker bu hareketi şeriata karşı bir hıyanet telakki etmiş ve kendisini iş-
kence ve hakaretle bir sandala bindirip Tersane’ye götürerek bir odaya
hapsetmiş; bilahare de Yıldız’a, Mabeyn’e götürmüş. Askerin tavrın-
dan gayet memnun olan Abdülhamid, pencereden başını uzatarak Ali
Kabuli Bey’e “Hain, ben sana ne yaptım ki sarayımı topa tutmak iste-
mişsin!” demiş, askere de “Götürün evlatlarım. Gözüm görmesin” diye
“nemrudane fermanında bulunup, eliyle de nasıl isterseniz öyle yapın an-
lamında bir işaret yapmış.” 94
Mevlanzade Rıfat, Abdülhamid’e karşı neredeyse hemen hiçbir İt-
tihadçı’da görülmeyen bir kin ve intikamla husumet besleyen, iftirada
sınır tanımayan Kürt kökenli bir Jön Türktür ve esasında Veliahd/
Sultan Reşad’ın adamıdır. Aslında Jön Türklerdeki Abdülhamid hu-
sumeti, İttihadçılara nazaran daha sert ve eskidir. Jön Türklerin çoğu
sürgün cezasına çarptırılmış ya da ülkeden kaçmak mecburiyetinde
kalmışken İttihadçılar esas itibariyle Selanik, Manastır ve Edirne’de,
devletin emrinde vazifeli sivil-asker memurlardan oluşuyordu. Geçmiş
bölümlerde de temas edildiği veçhile İttihadçılarda, Jön Türkler’de ol-
duğu gibi bir “zulme maruz kalma” edebiyatı ve hissi mevcut veya kesif
değildi. Mevlanzade’nin Ali Kabuli Bey’i Abdülhamid’in öldürttüğü
iması, daha doğrusu iddiası gerçek dışıdır; eskilerin tabiriyle Abdülha-
mid bu işte ne medhaldâr, ne tasvipkâr ne de ihmalkârdır, yani med-
hal, muvafakat ve müşareketi yoktur. Her ne kadar Prens Sabahaddin
ve Ahrar Fırkası mensuplarının İngiliz desteği ve yardımı ile 31 Mart
Vak’âsı’nı tezgâhladığı iddia olunmakta ve bunda belli bir oranda ger-
çeklik payı bulunduğu akla hayli yatkın görünmekteyse de bu halde
dahi hadiselerin hazırlanması ve vukuunun Mevlanzade Rıfat’ın an-
lattığı gibi cereyan ettiğini kabul etmek ilmî ve objektif bir yaklaşım
olamayacaktır. Biz burada bir çelişkiye temas etmek için kendisini ör-
nek gösterdik. Muhafazakâr-mütedeyyin camiada Mevlanzade’nin Tür-
kiye İnkılâbı’nın İçyüzü nam eseri İttihadçılar aleyhindeki akıl almaz
iftiraları sebebiyle itibar görürken, ister samimî, ister gayrisamimî ni-
yet ve saiklerle yazılmış olsun, onun 31 Mart Vak’âsı ile alakalı eseri
94 Mevlanzade Rıfat, 31 Mart-Bir İhtilalin Hikâyesi, s. 137-160.

- 71 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

ve yazdıkları adeta yok farz edilmektedir. Bizce doğrusu şudur: Mev-


lanzade’nin her iki kitabı da kesinlikle muteber değildir.
31 Mart Vak’âsı’ndan sonra kurulan Hurşit Paşa’nın reisi olduğu
I. Divan-ı Harb-i Örfî’de heyet üyesi olarak yer alan Rauf Orbay da
Sabahaddin Bey ve sütkardeşi Fazlı Bey’i suçlar:
“Sabahattin Bey -galiba sütkardeşi olan- Fazlı Bey’i de asker arasında tah-
rikâta memur etmiş ve bu zat yanına aldığı avcı taburları mensuplarından Hamdi
Çavuş’u banka kapılarına götürüp ‘Bak Hamdi Çavuş, İtttihatçılar işte buralar-
dan aldıkları paralarla sefahat âlemlerinde yaşıyorlar’ gibi propagandalarla ifsat
etmiş ve bu suretle İttihatçı düşmanı kesilen bu Hamdi Çavuş da bölüğünü ala-
rak karakol karakol dolaşıp peşine taktıkları ile 31 Mart sabahı Ayasofya mey-
danında kana buladığı isyan bayrağını çekmişti. Sabahattin Bey bizzat kendisi
de Heybeliada’ da torpido istimbotuna binip Beşiktaş önünde bulunan Hamidiye
kruvazörüne gelerek, subaylarla erleri isyana teşvik eylemişti.” 95

Her ne kadar Prens Sabahaddin ve sütkardeşi Fazlı Bey’in 31 Mart


Vak’âsı’na az veya çok methaldâr ve böyle bir hadiseyi tahrik potan-
siyeline sahip oldukları akla pek aykırı değilse de onların 31 Mart’a
Rauf Orbay’ın bahsettiği şekilde sebebiyet verdiklerini şeksiz-şüphesiz
kabul etmenin de güç olduğunu ifade etmeliyiz.
Bu arada isyancı askerlerin dinî hassasiyetlerinin saflık derecesinde
olduğuna ve herkes tarafından kolayca tesir altına alınabileceklerine
dair Kazım Karabekir’in naklettiği bir hadisenin oldukça çarpıcı ol-
duğunu söylemeliyiz. Karabekir, Şevket Turgut Paşa’nın erkân-ı har-
bidir ve Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişinden sonra kendi inisi-
yasifiyle harekete geçip Teşvikiye civarındaki Yıldız askerlerini etkisiz
bırakmıştır. Yıldız askerleri, Hareket Ordusu içindeki 3. Ordu’ya bağlı
bir bataryayı tesirsiz hale getirmiştir. Elleri silahlı olarak gelip topla-
rın üzerine oturmuşlar ve Taşkışla’yı hedef alan batarya askerlerine din
kardeşlerine ateş etmemelerini söyleyip tekbir getirmişlerdir. Batarya
askerlerinin isyancılara katılması tehlikesi de baş göstermiş ve Karabe-
kir, aslında başka bir tedbir için geldiği bu mahalde şahit olduğu ka-
osa anında müdahalede bulunarak; “Ey din kardeşlerim. Ben de bunun
için [Din kardeşlerinin birbirini vurmaması için] koşarak geldim. Sebep
olanlar Allah’ın gazabına uğrasınlar. Biz hudutları boşalttık da geldik.
95 Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni, Cilt:1, İstanbul: Emre Yayınları, 2000, s. 300.

- 72 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Bu işi çabuk halledelim ve yine yerimize dönelim, sizler de yine kışlala-


rınızda kalın. Bizim zabitlerimiz de askerlerimiz de elhamdülillah hepi-
miz İslamız,” demiş; içlerinde isyanın elebaşlarından Hamdi Çavuş’un
da bulunduğu askerlere “ben söyleyeyim, sonra içinizden seçeceğiniz ar-
kadaşlarınız bana cevap versin” diye ekleyip aslında asker psikolojisi-
nin dikkate alındığında hangi neticelerin alınabileceğini gösteren bir
konuşma yapmıştır:
“İstanbul askerinin arasına bazı Ermeniler sarık sararak asker elbisesi giyerek
karışmışlar. Ordumuzu fesada vererek memleketimizi mahvetmek için zabitleri-
mizden birçoklarını da öldürmüşler. Zavallı askerlerimiz neye uğradıklarını an-
lamayarak bu mel’unların sözlerine inanmışlar. İşte Taşkışla’ daki avcı taburla-
rının arasında bunlardan birçokları var. Bunları bize avcı neferleri gelip haber
verdi. Biz Taşkışla’ daki Ermenilerle müsademe ediyoruz. İslam olan askerler ge-
lip bizimle birleşiyor. Biz de doktorlarımıza ve hocalarımıza onları muayene et-
tiriyoruz. Kabuklu mu, kabuksuz mu anladıktan sonra içimize alıyoruz. Size so-
rayım hiçbir asker kendi zabitini öldürür mü?”

Karabekir, kumandanının bir paşa olduğunu, cami önünde bekle-


diğini, düşmanların hep zabit öldürdüğünü, bu duruma son vermek
için içlerinden bir heyet seçip paşa ile konuşmalarını sonra da padi-
şaha gidip durumu anlatmalarını teklif eder. İsyancı askerler içlerinden
Hamdi Çavuş, Bölük Emini Ahmet ve diğer iki çavuşu daha seçerler.
Karabekir bunlarla fırka karargâhına gelir gelmez hemen bunları tu-
tuklatır ve bataryayı etkisiz bırakan Yıldız askerlerini de başsız bıra-
kır.96 Karabekir, ayrıca Meşrutiyet’in ilanını müteakip Edirne’de vuku
bulan isyan esnasında da askerin psikolojisini dikkate alarak büyük
bir faciaya mani olduğunu yazmaktadır. Pek çok kaynakta bahsi ge-
çen Edirne İsyanı’na, Cumhuriyet devrinde de Mustafa Kemal’e sunup
96 Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti 1896-1909, s. 450-454. 31 Mart İsyanı’nı bas-
tırmak için Rumeli’de toplanan siviller için de ilginç bir hatırayı Deli Hamid Bey
naklediyor. Hamid Bey, 31 Mart Vak’âsı’ndan sonra Hareket Ordusu’na iştirak için
kaymakamı olduğu kasabadan topladığı eli silah tutanlardan müteşekkil taburuyla
redif merkezi Vodina’dan İstanbul’a hareket etmek üzereyken kendisine Mahmud
Şevket Paşa’dan bir telgraf gelir. Telgrafta Rumların vaziyetinin karışık olması sebe-
biyle Vodina’da beklemeleri emredilmektedir. Taburu bir meydanda toplayıp telkin-
lerde bulunduğu sırada kaza ileri gelenlerinden en çok güvendiği bir şahıs kulağına
yaklaşarak “Şeriat isteriz diye bağıralım mı?” diye sorar. Hamid Bey’in bu soruya
dair yazdıkları çarpıcıdır: “Şeriatçıları ezmeye memur heyetten çıkan bu sual[in] mil-
letin kanaatinin tercümanı ve derin bir ihtiyacın ifadesidir.” Eken, a.g.e., s. 395-396.

- 73 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

onun takdirini kazandığı “Din Yok, Milliyet Var”97 elyazması eserinde


de görüleceği üzere ateist-dinsiz fikirleriyle gündem olan Giritli Er-
kan-ı Harp Yüzbaşı Ruşeni Bey’in tavrı yol açmıştır.
Meşrutiyet’in ilanından bir hafta sonra Serez ve Drama’dan bir he-
yet Ordu namına Edirne’ye gelir. Heyete parlak bir karşılama mera-
simi yapılmış, bu arada adet olduğu veçhile yapılan taklara “padişahım
çok yaşa” levhaları konulmuştur. Ruşeni Bey, merasimin parlaklığın-
dan da etkilenerek padişah hakkında galiz ifadeler kullanıp kılıcıyla
da levhaları parçalamıştır. Askerler kışlaya döndükten sonra bu hadi-
seyi münakaşaya başlamışlar, padişahın ya öldürüldüğüne ya da öl-
dürülmek üzere olduğuna hükmederek isyana başlamışlardır. İsmet
İnönü ve Rahmi Apak’ın da hatıralarında yer alan bu isyanda Cum-
huriyet devrinde Bahriye vekilliğiyle akıllarda kalacak olan Topçu
Yüzbaşı İhsan bile dayak yemekten kurtulamamıştır. Çeşitli birlikler-
den 350 civarında asker padişahı görmek üzere trenle yola çıkmışlar,
ancak Talat Bey’le bu meseleyi görüşen Karabekir, askerin trenle Sir-
keci’ye gelip İstanbul askerini de etkilememesi ve ilk haftasında Meş-
rutiyet aleyhinde bir şüphe meydana gelmemesi için tren Sirkeci’ye
gelmeden askerlerin Hadımköy’de indirilip sonra da Yeşilköy’den va-
purla Beşiktaş’a indirilmesini ve aynı zamanda askerler arasına kendi
adamlarını sokup “Terakki ve İttihad Cemiyeti padişahımızdan terhisi-
nizi rica etti. Siz de isterseniz padişahımız irade eder,” denilmesini tav-
siye etmiştir. Talat Bey, bu tavsiye üzerine Karabekir’i hararetle tebrik
eder. Askerler, Yeşilköy’den Beşiktaş’a vapurla taşınırken terhis propa-
gasından hoşlanıp “yaşasın cemiyet” diye bağırırlar. Karabekir de Be-
şiktaş’taki askerler arasına subay olan kardeşi Hulusi’yi sivil olarak so-
kar ve o da görevini yapar.98
Kanaatimizce 31 Mart Vak’âsı’nı en iyi tahlil ve izah eden eser Sina
Akşin’in 31 Mart Olayı unvanlı eseridir. Bu çalışmada istifade ettiği-
miz baskıdaki isimle 22 sene sonra basılan İmge Kitabevi baskısındaki
97 Bu eserin Mustafa Kemal’in kenarlarına not düştüğü Osmanlıca el yazması ve Latin
harfli metni için bkz. Doğu Perinçek, Kemalist Devrim-2 Din ve Allah, İstanbul:
Kaynak Yayınları, 2014, s. 375-395.
98 Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti 1896-1909, s. 365-375.

- 74 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

isim farklıdır; İmge baskısında Şeriatçı Bir Ayaklanma 31 Mart Olayı


ismine tesadüf edilmektedir. Oysa az sonra temas edeceğimiz satırlarda
da görüleceği veçhile Akşin, bilakis 31 Mart Vak’âsı’nın şeriatçı, dinî
gerici bir ayaklanma olmadığını iddia etmektedir.
Akşin’e göre, 31 Mart Olayı, ne İTC’nin ne de Abdülhamid’in dü-
şündüğü, başlattığı bir harekettir. İngiltere yanlısı Prens Sabahaddin
ve Ahrar fırkasına mensup olanlarla İTC’den umduğunu bulamayan-
ların tezgâhladığı bir isyandır. Muhalefet, bilhassa da dayısına aman-
sız bir husumet besleyen Prens Sabahaddin, hem İTC hem de Abdül-
hamid’den kurtulmak için Meşrutiyetçi ve İngilizlerden yana netice
doğuracak bu ayaklanmayı tertiplemiştir.
31 Mart Vak’â’sında softaları ve daha genel olarak ilmiyeyi ve or-
dudaki askeri kışkırtabilmek için Derviş Vahdetî vasıtasıyla dinci bir
propagandaya müracaat edilmiştir. Askerlerin kullandığı şeriat sloganı
aslında dinî değildir; zira onların şikâyetleri dinî değil askerî idi. Bu
ayaklanma/isyan her ne kadar gerici bir görünümde ise de bu, dinî
gericilik vasfında ve mahiyetinde değildi. Mektepliliğe karşı alaylılığı
yaşatmak, geri getirmek mahiyetindeydi; çünkü askerler alaylılık sa-
yesinde talimde rahat ediyor, üstleriyle daha kolay anlaşabiliyor ve mes-
lekte yükselebiliyor, hatta paşa bile olabiliyordu. Şeriat sloganı bol bol
kullanılsa bile şeriatçı-dinci gericilik zayıf bir ihtimal olarak tezahür ve
tebellür ediyordu; bu sebeple slogana takılıp kalanlar sloganla gerçeği,
sözle özü karıştırıp bu isyanın dinî bir gericilik olduğuna hükmetmiş-
lerdir. İsyanı hazırlayanların gayesi İTC’nin devre dışı bırakılması, gü-
cünün azaltılması ve Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, isyancıların
gayesi ise mektepli zabitlerin “zulmü”nün nihayet bulması, alaylılık sis-
teminin geri gelmesidir. Ancak isyan eden neferler, Prens Sabahaddin
ve Ahrar fırkasının yörüngesinden çıkmış, arzu edilmeyen taşkınlık-
larda bulunmuş ve hatta Abdülhamid’e meyletmişlerdir.
İsyanın arka planını, bahusus kendisini hedef aldığını bilen Ab-
dülhamid de isyancı askerlerin kendisine zarar vermesinden çekinerek
onlara yumuşak davranmış, hatta onları kendi safına çekmeye çalış-
mıştır. Bu tehlikeyi gören Sabahaddin Bey ve muhalifler, Meşruti-
yet’in tehlikeye girmesi, istibdadın geri gelmesi endişe ve korkusuyla
- 75 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

isyancılarla ve Derviş Vahdetî ile hatta Cemiyet-i İlmiye ile aralarına


mesafe koymaya çalışmış, Hareket Ordusu İstanbul’a yaklaştığında da
tüm suçu ve günahı Abdülhamid’e yüklemeye çalışmışlardır. Bu durum
İttihadçıların da işine gelmiş, hem Abdülhamid’i hem de muhalefeti
aynı anda tasfiye etmek uluslararası dengeler bakımından maslahata
muvafık olmadığı için tevkif edilen Prens Sabahaddin ve sütkardeşi
Ahmet Fazlı Bey’i serbest bırakmışlardır. Muhalifler aslında, kendi-
lerine sert davranan, Hasan Fehmi’yi katleden, mebusları baskı altına
alarak Kamil Paşa Hükûmeti’ni düşüren İTC’ye konjonktörün de mü-
sait olmasından istifade ederek etkili bir “askerî gösteri” ile ders ver-
mek isterken beklenmedik bir hadiseyle karşılaşmışlardır.
Sina Akşin’in çalışmasının göze çarpan hususiyetlerinden biri de
Kemalist tarih yazıcıların 31 Mart Vak’âsı sebebiyle Enver-Mustafa Ke-
mal rekabeti(!) bağlamında dile getirdikleri Mustafa Kemal’in ikinci
sınıfa düşürülmesi için Hüseyin Hüsnü Paşa yerine Hareket Ordusu
Kumandanlığına Mahmud Şevket Paşa’nın istendiği iddiasına yönelt-
tiği ciddî tenkittir.
“Yakın zamanların birçok kaynaklarında İttihat ve Terakki’yi ve özellikle
Enver Bey’i yermek istiyen hayli güçlü bir eğilim bulunduğu için, onlarla ilgili
konularda sağlam sonuçlara varmak bazen zor olmaktadır… [Hareket Ordusu]
kumanda değişikliğini salt Mustafa Kemal’i saf dışı bırakmak için bir entrika
sonucu olarak yorumlamak mümkün görünmemektedir. Şöyle ki, Hareket Or-
dusu iki fırkadan (tümen) kurulmuştu. Bir fırkanın kumandanı Ferik Hüse-
yin Hüsnü (kurmay başkanı Mustafa Kemal), diğer fırkanınki Mirliva Şevket
Turgut Paşa idi (kurmay başkanı Kazım). Bu iki ayrı fırkanın bir kumandanı
olması olağandı. Nitekim tüm olarak Hareket Ordusu’nun kumandanı Mah-
mut Şevket, onun kurmay başkanı Mirliva Ali Rıza olmuştu.99 Anlaşılıyor ki,

99 Sina Akşin, bu bilgi için Francis McCullagh’ın The Fall of Abdul-Hamid (London,
Methuen, 1910) unvanlı eserinin 305-308. sayfalarına atıfta bulunmaktadır. Komu-
tanların isimleri 305 ve 306. sayfadadır. 305. sayfa, 23/24 Nisan itibariyle İstanbul
önündeki Hareket Ordusu’nun (Macedonian Army) Harp Düzeni: Mahmud Şevket
Paşa-Mirliva Ali Rıza Paşa ve I. Birleşik Tümen (I. Combined Division) komutan ve
kurmayı olarak Ferik Hüseyin Paşa-Mustafa Kemal; 306. sayfa, II. Birleşik Tümen (II.
Combined Division) komutan ve kurmayı olarak da Mirliva Şevket Paşa-Kazım Bey
isimleri yazmaktadır. Kazım Bey’den kasıt Kazım Karabekir’dir. Karabekir bu husu-
su şu şekilde ifade etmektedir: “Hareket Ordusu Erkan-ı Harbiye Reisi Ali Rıza Paşa
idi. İlk önce Selanik’ten kendileri yola çıkacağını zanneden Redif Fırkası Kumandanı
Hüsnü Paşa Hareket Ordusu Kumandanı ve Erkan-ı Harbi Kolağası Mustafa Kemal

- 76 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

bazı kaynakların iddia ettiklerinin tersine, Enver Bey’in kurmay başkanı ol-
ması sözkonusu değildi. Enver, yalnızca Taşkışla’yı kuşatan birliklerin başında
bulunuyordu. Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişinden sonra Enver ve Niya-
zi’nin gördükleri rağbet, Enver ya da Niyazi’nin bu sırada gösterdikleri özel ve
üstün bir kahramanlıkla ilgili değildi. Rağbet, bu ikisinin Hürriyetin ilanında
‘ hürriyet kahramanı’ diye tanıtılmasından ileri geliyordu… Demek ki Mustafa
Kemal’in Hareket Ordusundaki rolü ve (başkumandanlık dışında) mevkii ne
derecede önemli olursa olsun, hürriyet kahramanlarının yanında ikinci planda
kalması kaçınılmazdı… [Ayrıca] Hüseyin Hüsnü, İttihat ve Terakki ileri gelen-
lerinden Rahmi Bey’in kaynatasıydı. İttihat ve Terakki ile ilişiği olmadığı id-
diasında bulunan bir Ordu için bu yakınlık, dedikodulara elverişli olması ba-
kımından sakıncalı görülmüş olabilir.”100

İttihadçılar hem Edirne Hadisesi hem de 31 Mart Vak’âsı’ndan


gerekli dersleri çıkarmışlar, askerle münasebetlerinde onların hissiya-
tını azamî oranda dikkate almışlar, askerin talimden kaçtığı bahane-
siyle vakit namazlarına, gusül abdesti için hamama gönderilmemesi
gibi genç zabit şımarıklıklarına son vermişlerdir. Cemal Paşa’nın Bi-
rinci Kolordu Vekili olarak 4 Aralık 1913’te kolordu mensuplarına hi-
taben yayınladığı 9 maddelik tamimin 1. maddesinde “Diyaneti zayıf
olan bir ordu, vatan hizmetini göremez. Bu sebeple Birinci Kolordu’nun
İslam dinine olan bağlılıkları arttırılmalıdır,”101 denilmesi de buna so-
mut bir delildir.
31 Mart Hadisesi sebebiyle kurulan Divan-ı Harb-i Örfîlerin ver-
diği idam kararlarının hepsinin adil olduğu söylenemezse de bilhassa
belli bir kesimin hedef alındığı da iddia olunamaz. Yargılanacakların
Bey de Hareket Ordusu Erkan-ı Harbiye Reisi ünvanlarını almışlarsa da İstanbul kar-
şısına kendilerinden önce gelerek sevk ve idare ile meşgul olmakta bulunan Edirne’deki
Üçüncü Fırka ve karargâhının mevcudiyeti harekâtın daha büyük bir kumanda heye-
tiyle icrası zaruretini göstermiş ve bu suretle Hareket Ordusu Kumandanlığı’na Üçüncü
Ordu Kumandanı Mahmud Şevket Paşa, Erkan-ı Harbiye Reisliği’ne de beraberinde
Ali Rıza Paşa gelmişti. Harekat bu suretle mürettep Birinci Fırka Kumandanı Hüsnü
Paşa, Erkan-ı Harbi Kolağası Mustafa Kemal Bey (Atatürk) ve mürettep İkinci Fırka
Kumandanı da Şevket Turgut Paşa, Erkan-ı Harbi Kolağası Kazım Karabekir (ben)
halinde yapıldı.” Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası, İstanbul: Emre Yayınları, 2005,
s. 62.
100 Akşin, a.g.e., s. 387-389.
101 Nevzat Artuç, Cemal Paşa, Ankara: TTK Yayınları, 2008, s. 132-133.

- 77 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

listesini yapanlardan biri de Kara Kemal’dir102 ve Mehmed Akif’in bir


hocanın masumiyetine kefil olması üzerine onu derhal serbest bırak-
tıracak kadar da önyargısızdır.103

102 Ziya Şakir, bu hususa dair Kara Kemal ile ilgili yazdıklarında mübalağaya kaçmış
görünmektedir. “On bir günlük acı bir sükût ve inhizamdan sonra, tekrar kuvvet ve
nüfuzuna kavuşan Kara Kemal Bey’in önünde uzun bir liste duruyor; bu liste muci-
bince her tarafa adamlar saldırıyor. Tanin ve Şura-yı Ümmet matbaalarını yağma
edenlerden başlanarak, Volkan ve Serbestî gazetelerini okuyanlardan ve falan mahal-
lenin, falan kahvesinde, falan efendinin kulağına eğilerek gizlice bir şey söylediği ih-
bar olunanlara kadar birçok kimseler tutturuluyor; Bekirağa Bölüğü’nün zindan gibi
karanlık koğuşlarına tıkılıyordu. Birkaç saat zarfında bu hapishanede kımıldayacak
yer bulunmuyor; bir dereceye kadar kalbur üstüne gelen mahpuslar, Hassa Dairesi’nin
alt katındaki dar ve rutubetli odalarla Merkez Kumandanlığı’nın altındaki odalara
taksim olunuyordu.” Ziya Şakir, İttihat ve Terakki-II Nasıl Yaşadı?, s. 327.
103 Mithat Cemal Kuntay, bu hadiseyi şöyle anlatmaktadır: “Babası öldükten sonra
Âkif ’e bakan bir hocayı 31 Mart’tan sonra habsettiler; çünkü bu hoca, bilmem kaç
sene önce Derviş Vahdeti’nin komşusuymuş. Politika işlerinde eski komşuluğun ci-
nayet olduğunu Âkif bir türlü anlamadı ve Kara Kemal’e gidip çattı. Âkif ’in bu mü-
nasebetsizliğine karşı hatıra gelen ilk şey güzel bir istiskaldi, değil mi? Fakat, hayır.
Kara Kemal, hocayı, hapisten çıkarttı: Çünkü ‘bu hocanın namuslu olduğunu Âkif
söylüyordu.’” Mithat Cemal, Mehmed Akif, İstanbul: Semih Lütfi Kitabevi, 1939, s.
76. Erişirgil, hadiseyi daha detaylı hikâye etmektedir. Bkz. Mehmet Emin Erişirgil,
İslamcı Bir Şairin Romanı Mehmet Akif, İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 1986,
s.124-126.

- 78 -
6. Heterojen Bir Koalisyon Olarak İttihadçılık

İ ttihadçılık bir anlamda “önceleri devleti, Balkan Harbi’nden sonra


da Anadolu’yu ve milleti kurtarmak” düşüncesi etrafında kümelenen
dertli insanlar yığınının eylemliliği ya da çaresizliği şeklinde de tarif
edilebilir. İttihadçılık, bir görüşün, bir inancın, bir ideolojinin hâkim
olmadığı ama birçok farklı inanç ve görüşün yer aldığı vatanperver-
lik merkezli ilginç bir koalisyon olarak da tarif edilebilir. İslamcı da,
Türkçü de, pozitivist de, liberal bir dinsiz de İttihadçı olabilir.104 Mu-
hittin Birgen’in hatıratındaki şu satırlar dikkat çekicidir:
“Bu kadar fikir karışıklığı arasında İttihat ve Terakki camiası nasıl [bir arada]
tutulurdu? Bu, ayrıca bir meseledir. Şu kadarı muhakkaktır ki tutan kuvvet, ca-
mia cazibesi, vatanperverlikti. İster Türkçü, ister İslamcı, ister liberal, ister sos-
yalist, ne olursa olsun bizim aramızda bir toplanma sevk-i tabiisi vardı. İttihat
ve Terakki’yi toplayan kuvvet bu idi. Hatta, İttihat ve Terakki’nin siyasetini be-
ğenmeyen bir takım insanlar vardı ki bunlar da bir kenarda dururlar, fakat aynı
kuvvetin tesiri altında, ona karşı muhalefet yapmazlar, onun içinde, onu daha
iyi yollara götürecek tesirler icrasına çalışırlardı… Tanzimat devrinden beri va-
tanperverliğin yalnız edebiyatını biliyorduk. İttihat ve Terakki devrinde bu ede-
biyatın tatbikatını, mücadelesini gördük.”105

104 Pozitivist, materyalist İttihadçılar hem sayıca az hem de fikren tesirsiz idiler. Hiçbir
pozitivist, hiçbir materyalist, ateist İttihadçı ne bu fikirlerini teklif ne de müdafaa
edebilmiştir. Samet Ağaoğlu’nun yerinde bir tespitiyle “İttihat ve Terakki liderleri
Ümmet yani İslamlık ve Millet ve Milliyetçilik fikir ve temayüllerine, gereğine göre
birinden diğerine farklı olmakla birlikte beraber, aynı zamanda iltifat etmişlerdir. Fa-
kat bu her iki prensibin de düşmanı olan dinsizliğe asla yüz verme[mişlerdir].” Samet
Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, İstanbul: İletişim Yayınları, 1998, s. 38-39. Cavid
Bey ise dinsiz olduğunu, Şiar’ın Defteri ismiyle yayınlanan oğluna hitaben yazdığı
günlüklerinde “Baban hiçbir itikad-ı dinî ile bağlı değildir” şeklinde ifade ediyor.
Cavid Bey, Şiar’ın Defteri, Haz. Şiar Yalçın, İstanbul: İletişim Yayınları, 1995, s. 18.
105 Muhittin Birgen, İttihat ve Terakki’de On Sene-İttihat ve Terakki Neydi?, Cilt I, Haz.
Zeki Arıkan, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2006, s. 142, 144.

- 79 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Mehmet Emin Erişirgil de


“İttihat ve Terakki bir fikir partisi değil, vatanseverler topluluğudur. Böyle ol-
duğu için memlekette ne kadar akım varsa hepsi İttihat ve Terakki’nin içinde de
vardı. Nasıl dışarıda bu akımlar çarpışıyorsa, İttihat ve Terakki içinde de çarpı-
şıyordu. Birbirine tamamen karşıt türlü türlü fikir sahiplerinin İttihat ve Terakki
içinde senelerce birlik halinde çalışmaları Cemiyet ileri gelenlerinin Sultan Hamit
zamanında, 31 Mart hadisesinde, Babıâli Baskını’nda canlarını beraberce tehli-
keye koymalarından ileri gelir. Hayatları aynı tehlikeye maruz olanlar arasında
daima bir kardeşlik hissi uyanır. Cemiyet’in başındakilerde bulunan bu kardeşlik
duygusu aşağıya doğru sirayet etmişti. Nitekim nasıl bir tarikatin müritleri birbi-
rine ‘ihvan’ derlerse, onlar da arkadaşlarına ‘ihvan-ı cemiyetimizden’ diyorlardı.
Onları birbirine bağlayan diğer sebep de şudur: Esasında oligarşik olan, yani bir
başı olmayan İttihat ve Terakki’nin tek lideri değil, liderleri vardı, ama bunlar
arasında bir tanesi zekâsıyla; arkadaşlarını birbirine bağlamasını bilmesiyle, ken-
dini Cemiyet içindeki hiçbir zümreye mal etmemesiyle belirgin vasıftaydı: Bu in-
san Talât Bey veya Talât Paşa’ydı” demektedir.106

İTC hakkında haksız ve insafsız tespitlerde, Enver Paşa hakkında


da bühtan derecesinde isnadlarda bulunan Yahya Kemal, İttihad ve Te-
rakki’nin ne olduğunu anlatırken kabil-i inkâr olmayan bir tarif, tav-
sif ve tespitte bulunuyordu.
“İttihad ü Terakki kadar bin türlü zihniyeti, bin türlü yaratılışı, bin türlü
emeli bir araya toplamış ve dağılmamış, bilakis, zaman geçtikçe daha ziyade top-
lanmış ve kuvvetlenmiş siyasî bir cemiyeti Avrupa’nın ve Asya’nın tarihinde gös-
termek imkânsızdır. İttihadcı ittifakının içinde en dinsiz masonlar yanında en
şedid İslam ittihadcıları; en geniş insaniyetçi ve medeniyetçiler yanında en dar
kafalı milliyetçiler bulunduğu gibi, en seciyeli tanınmış adamlarla seciyesizlik-
leri herkesce malum adamlar, maddî menfaatlerden uzak, temiz vatanperverlerle
vurguncular ve harb zenginleri yan yana ve birbirini çok sever görünüyordu.”107

Ayrıca İTC, her ne kadar Meşrutiyet’e takaddüm eden günlerden


Balkan Harbi’ne kadar etnik-dinî gayrimüslimlerle bir ittifak içeri-
sine girmişse de esasen hangi etnik kökene mensup olursa olsun Müs-
lümanların hâkim ve belirleyici olduğu bir yapıydı ve etnik milliyet-
çiliğe prim vermeyen, Türklük tarifini etnik kökene göre yapmayan
106 Mehmet Emin Erişirgil, Bir Fikir Adamının Romanı Ziya Gökalp, İstanbul: Remzi
Kitabevi, 1984, s.156.
107 Yahya Kemal, Çocukluğum Gençliğim Siyasî ve Edebî Hatıralarım, İstanbul: İstanbul
Fetih Cemiyeti, 1999, s. 171-72.

- 80 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

insanlardan mürekkep ve müteşekkildi. Erik Jan Zürcher, “‘Tipik bir


Jön Türk [İttihadçı mânâsında İ.K.] profili’ni veren bir dizi ortak özel-
liği, önder konumdaki Jön Türklerin biyografileri temelinde ortaya koya-
biliriz. Bunlar (tek bir Sabetaycı Yahudi ya da dönme hariç), farklı et-
nik kökenden gelen Müslüman erkeklerdir: Türk, Arap, Arnavut, Kürt ya
da Çerkez” tespitiyle bu duruma işaret etmektedir.108 Hatta kimi etnik
Türkler, ya geri planda kalmış ya da cemiyete alınmamıştır.
Yahya Kemal’in pek de insaflı sayılamayacak vasıf ve kelimelerle
bahsettiği Yusuf Akçura, İTC’ye girmek için zarurî olan merasimdeki
yemin metninde Kur’an ve Osmanlı tabirleri geçtiği için yemin etme-
miş, Türkçülüğün ateşîn bir müdafii olan bu mütefekkir hatta başka
bir partinin mensubu olmuş, Türk Yurdu ve Türk Ocağı ile de ismi öz-
deşleşmiş biri olmasına rağmen İttihadçı muhitte kendisine pek müspet
nazarla yaklaşılmamıştır. Yahya Kemal, sırf bu yüzden Ziya Gökalp’in
dinmez bir kinle, bir engizisyon hışmıyla Akçura’yı takip ettiğini ya-
zar.109 Sırf bu misal bile İTC’nin Türkçülüğe irca ve hasr edilemeyece-
ğine kâfi bir delildir. İttihadçılar, farklı etnik kökenlere mensup olsalar
da Türklüğü üst kimlik olarak kabul ediyorlardı. Türklük, İttihadçı-
ların hükmünün geçtiği çağda daha ziyade İslam ve göçlerle şekillen-
mişti; asla etnik bir mânâ ve mahiyet arz etmiyordu. Ancak zaman
içinde daha kuşatıcı bir hal almışsa da Türk Yurdu mecmuası ve Yusuf
Akçura’nın idaresinden veya tesirinden azade kalamayan Türk Ocağı
ilk başlarda Türklüğü daha etnik/kavmî bir Türklük mahiyetinde ka-
bul ve izah etmişse de bu da mutlak değildi.110 Sadece İslamcılığı ve et-
nisiteler üstü bir Türklüğü değil, zaman ve zemine göre Osmanlıcılığı
108 Erik Jan Zürcher, Savaş, Devrim ve Uluslaşma-Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi
(1908–1928), çev. Ergun Aydınoğlu, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009, s.
145.
109 Yahya Kemal, Siyasî ve Edebî Portreler, s. 125.
110 Halide Edib Adıvar, Hüseyinzade Ali Turan’ın, din ve dili etnik kökene öncelediğini
ve Pan-İslamizme de ilgisinin olduğunu ama genç kuşağın farklı düşündüğünü
yazmaktadır. “Hussein Zade Ali, a venerable old unionist and nationalist, declared that
religion and language were the foremost elements, and origin came next: ‘A Moslem
negro who speaks Turkish and calls himself a Turk is nearer to me than the originally
Turkish Magyar’ he said. Thus he stuck to Pan-Islamism in an mild way, while the
younger generation insisted more on origin and language, regarding religion as the
least important, and thus stuck to Pan-Turanistic tendencies.” Halide Edib, Memoirs of
Halide Edib, London: John Murray, 1926, s. 384-385.

- 81 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

da benimseyen İttihadçılar için dışlayıcı ve etnik bir Türklük telakkisi


kabul edilebilir bir anlayış ve politika değildi. Her ne kadar İTC’ye ta-
mamen mesafeli olmamışsa da yine de Akçura’nın çemberin civarında
dolaştığını, tam içine girmediğini söyleyebiliriz.
İttihadçılar, Türkî veya sair muhacir entelektüellere ayrım yapma-
dan azamî hürmette bulunmuş, onlara müktesabatlarına mütenasip
mevkiler teklif etmiş, 31 Mart Vak’âsı’nda dahli olduğuna inanıp tev-
kif ve sürgün ettikleri Dağıstanlı Mizancı Murad hakkında dahi “sı-
ğıntı” sözünü sarf etmemişlerdir. Ancak Samet Ağaoğlu, Cumhuriyet
devrinde babası gibi Yusuf Akçura’nın da “sığıntı” muamelesi gördü-
ğünü yazmaktadır.111 İTC devrinde bu insanlara “sığıntı” demek ta-
hayyül bile edilemezdi. Yine bir Türkî muhacir entelektüel olan Hü-
seyinzade Ali Turan, İstiklal Mahkemesi’nde Küçük Efendi Kara
Kemal’le dostluğu sebebiyle muaheze edilmiş, o da dürüstçe “müte-
na’im” [nimetlenme, istifade etme] olduğunu söylemiştir. Kara Kemal,
dara düştüğünde Hüseyinzade Ali Turan’a yardım elini uzatmaktan
içtinap etmemiştir.112 Hüseyinzade Ali Turan, sadece sığıntı muame-
lesi görmemiş, İstiklal Mahkemesi’nde Yunus Nadi’nin Kara Kemal’le
alakalı bir makalesine atıfta bulunduğu için Şiî nifakını mahkemeye
sokmakla da itham edilmiştir:
“Şii nifakını buraya da sokmak istiyorsunuz. Yunus Nadi Bey sizden ve ar-
kadaşlarınızdan bin kere hayırlıdır… Şii ruhunu maznun mevkiinde bile etrafa
saçıyorsun. Sen ve senin gibi birkaç kişi var ki, bu memlekete ilim namına hep
nifak saçmışlardır.”113

İTC ve İttihadçılık; Türklüğü, Müslüman hiçbir unsuru dışlama-


yacak bir üst kimlik olarak telakki etmiş, Türkî entelektüellerin bile
111 Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları, s. 87.
112 Ağaoğlu, a.g.e., s. 102-103. İstiklal Mahkemesindeki ifade tam olarak şöyledir: “İaşe
meselesiyle iştigal etmediğim bu işleri bilmiyorum. Arkadaşlar meşgul oluyorlardı. İtiraf
ederim, ara sıra faydalanıyordum. Bana o sıkıntılı zamanlarda yağ, şeker filan gönde-
riyorlardı.”
113 Kocahanoğlu, İzmir Suikastının Perde Arkası, s. 454-455. Kel Ali, Gözlüklü Midhat
diye bilinen Ahmed Mithad Bey’in yargılamasında da Kara Kemal gibi namus tim-
sali insanlara “pis herifler” diye hitap etmektedir. Selma Ilıkan-Faruk Ilıkan, Ankara
İstiklal Mahkemesi (Ankara İstiklal Mahkemesi’nde Cereyan Eden Su-ikasd ve Tak-
lib-i Hükümet Davası’na Ait) Resmî Zabıtlar, İstanbul: Simurg, 2005, s.497.

- 82 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

evvela İslam oluşlarını dikkate almıştır. Bu bakımdan en meşhur İt-


tihad-ı İslamcılardan olan Abdürreşid İbrahim, daha ziyade İttihadçı-
larla teşrik-i mesaîde bulunmuş, bir Teşkilat-ı Mahsusa gönüllüsü ol-
muş, Kazan kökenli bazı Türkî entelektüeller İslâm ve Sırat-ı Müstakim
mecmularında İttihad-ı İslam siyasetinin temsilciliğini yapmışlardır.
İTC’nin etnik bir kimlik vurgusu yapmamasına en müşahhas mi-
sal İTC içindeki Arnavut ağırlığı ve etkisidir. Talat Paşa’nın yaveri
Arif Cemil, İttihatçı Şeflerin Gurbet Maceraları unvanlı tefrikada şun-
ları yazmaktadır: “Arnavutlar arasında Arnavutluk’un selametini Dev-
let-i Osmaniye’ye sıkı bir surette merbut [bağlı] kalmasında gören ve o
efkâr-ı mefsedetkârâneye [Arnavut ayrılıkçılığına] iştirak etmeyen mer-
hum Niyazi114, Grebeneli Bekir, İsmail Hakkı, Eyüp Sabri, Cafer Tayyar
Beyler gibi zevat da vardı.”115 Denizli mebusu Fraşerli Gani Bey116 ve
114 Resneli Niyazi, Sırat-ı Müstakim’de kendi imzasıyla yayınlanan bir yazıda Tevfik
Nadir Bey’in; Ahmed Rıza’nın kızkardeşi Selma Hanım aleyhinde kaleme aldığı
yazıyı kınamış, ancak Selma Hanım’ın da Müslüman kadınlarla, boşanma ile ala-
kalı görüşlerini de hayli muhafazakâr ve mütedeyyin bir üslupla tenkid etmiş, onu
“ahkam-ı şeriatı tahsil etmeden ecnebî edebiyatını ve felsefe-i mülhidâneyi teallüm”
ettiği için mazur görmüştür. Çünkü “Selma Hanımefendi dekayık-ı ahval-i İslam’a
tamamıyla vakıf değillerdir. Muhit-i içtimai-i İslam’ı tayin eden kavaid-i münevvere-i
şer’iyenin katiyen bigânesidirler”. Kahraman-ı Hürriyet ü Fazilet Niyazi Beyefendi
Tarafından Risalemize İhda Buyurulmuşdur, Sırat-ı Müstakim, Cilt:1, Sayı:6, 18 Ey-
lül 1324/01 Ekim 1908. Sırat-ı Müstakim/Sebilürreşad dergisinin Bağcılar Belediyesi
tarafından, Türk Yurdu dergisinin de Tutibay Yayınları tarafından Latin harflerine
aktarılıyor/aktarılmış olması büyük bir hizmet ve himmettir.
115 Arif Cemil, İttihatçı Şeflerin Gurbet Maceraları, Haz. Yücel Demirel, İstanbul: Arma
Yayınları, 1992, s. 94.
116 Meşrutiyet öncesinden bahsederken Ziya Şakir onun hakkında “İzmir Gümrük
memurlarından Fıraşarlı Gani Bey, Arnavut olmakla beraber, tamamen Türk ruhu
taşıyan, fazilet ve hamiyet sahibi bir adamdı. Lisan bilir, daima Avrupa gazetelerini
mütalaa ile vakit geçirirdi” demektedir. Ziya Şakir, İttihat ve Terakki I, s.201. İTC
muhalifi Debre Mebusu Basri de şunları yazar: “Çete idaresinin Kara Odası’nda
adeta Karasu Efendi kadar esrarengiz bir surette vücud-nüma olan şahsiyetler me-
yanında bir Arnavut dahi vardır. Gani Bey namında olan bu zat mütefekkir de geçi-
nir. Talat Bey’in daimî gölgesidir, hiç durmaz, arkasından koşar. Hayat-ı fikriye her
kimde ve nerede bulunursa bulunsun önünde derin bir ihtiramdan başka bir şeyle
mütehassis değilim; lakin bu mütefekkir Denizli mebusu Arnavutluk hakkında İtti-
hatçılara o kadar yanlış dersler, o kadar gayr-ı vakifane nasihatler vermiştir ki komite
hizmetinde Arnavutluk telefonuna memur bir kulak olduğu halde mâder-i vatanına
ölüm getiren feciaların sahnesine, şimalî Arnavutluk’a hiç ayak basmadığını tahattur
bile etmemiştir”. Debre Mebusu Basri, a.g.e., s.118. Emin Kırkıl, Gani Bey hakkında

- 83 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Manastırlı İsmail Hakkı başta çok sayıda ismin İTC içinde yer aldı-
ğını ve Arnavutların geleceğini Türk Milleti ile bir olmakta gördükle-
rini söyleyebiliriz. Erkan-ı harp Binbaşı Hasan Tosun ile birlikte Ma-
nastır’da dağa çıkarak II. Meşrutiyet’in ilanını hızlandıran Erkan-ı
harp Kaymakam Selahaddin Bey, Mustafa Kemal’den izin alarak Ar-
navutluk harbiye nazırı olmuştur.117 Osmanlının çöküş tarihi ve dö-
nemin şartlarının iyi okunamaması, birbirinden farklı zihniyetlere/
telakkilere mensup insanların birlikteliğinin sebebini izahtaki yeter-
sizliğin temel sebebi olmalıdır. Millî Mücadele döneminde de aynı ol-
masa da benzer bir karakteristiğe tesadüf edilmektedir. 1908 Meclis-i
Mebusanı’nda ve son Osmanlı Meclis-i Mebusanı ile Ankara’da top-
lanan ilk Meclis’in üyelerinin bilhassa etnik ve mesleki kompozisyonu
yazdığı mühim bir makalede dikkatsizlik neticesi büyük bir gaf yaparak İzmir’de
mukim Gümrük işleriyle meşgul 1860[veya 62] doğumlu Fraşerli Gani Bey’le Ma-
kedonya’da mülazım/teğmen olan ve muhtemelen doğum tarihi 1885’ten sonraki
bir tarih olan Gani Bey’i karıştırmış; Fraşerli Gani Bey’in Denizli mebusu seçilme-
sinin sebebini Makedonya’daki askerî faaliyete bağlamıştır: “Nitekim 1908 ihtilali
öncesinde, köylüler arasında ihtilalci fikirleri yaymak ve hafiyelerce aranan kişileri
saklamak için Kırcova’da köylüleri örgütlemiştir. Muhtemelen bu tür faaliyetlerinin
karşılığı olmak üzere 1908 seçimlerinde Denizli’den aday gösterilmiştir”. Hâlbuki Gani
Bey hem Meşrutiyet öncesi ve ilanında İzmir’dedir hem de Manastır’da köylüler ara-
sında yapılan bir faaliyetin Denizli’de makes bulması muhal ve imkânsız değilse bile
çok zordur. Bkz. Emin Kırkıl, “Denizli Mebusu Gani Bey’in Meclis-i Mebusan’daki
Faaliyetleri”, Uluslar arası Denizli ve Çevresi Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildirileri,
C.I, 551-555, Denizli: Pamukkale Üniversitesi Yayınları, 2007. Kırkıl’ı hataya düşü-
ren şey, İhsan Güneş’in hazırladığıTürk Parlamento Tarihi’nin II. Meşrutiyet’le ilgili
cildinin 233.sayfasında yer alan bilgidir. Burada Gani Bey’den bahsedilmekte ve Ni-
yazi Bey’in hatıratı ile Ziya Şakir’in yazı dizisine atıfta bulunulmaktadır. Kırkıl, Ziya
Şakir’in yazı dizisini görmediği için Gani Bey isimli birinin orada genç bir teğmen
olarak bahsedildiğini haliyle fark edememiştir. Ayrıca Niyazi Bey’in hatıratına atıfta
da problem görünmektedir. Bkz. İhsan Güneş, Türk Parlamento Tarihi Meşrutiyete
Geçiş Süreci: I.ve II. Meşrutiyet, Ankara: TBMM Vakfı Yayınları, 1997, s.233.
117 “1920 yılında güneyi Yunanistan ve Kuzeyi Sırbistan tarafından işgal edilmiş olan
Arnavutluk’ta kurulan Süleyman Delvina hükümeti ile Luşnya Kongresinde ülkeyi
temsil için oluşturulan Yüksek Kurul, askerî tecrübesinden dolayı Selahattin Beyi
Savunma Bakanlığı için Arnavutluk’a davet etmiştir. Emekli olduktan sonra İzmir’e
yerleşen ve Arnavut Kulübü başkanlığı yapan Selahattin (Saip Shkoza) Bey, Arnavut-
luk’tan Harbiye Nazırlığı (Savunma Bakanlığı) görevi için davet geldiğinde, bu görevi
kabul edip etmeyeceğini TBMM Hükümeti Başkanı Mustafa Kemal Paşaya sormak
gerekliliğini duymuş” ve aldığı izinle bu görevi kabul etmiştir. Halil Özcan, “Emekli
Erkânıharp Miralay Selahattin Bey’in II. Meşrutiyet’in İlânına Katkısı, Ankara Üni-
versitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S.45, Bahar 2010.

- 84 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

(hoca, müderris ve meşayıh) dikkate alınırsa ne demek istendiği an-


laşılır kanaatindeyiz. Bu sebeple İhsan Süreyya Sırma’nın “İttihad ve
Terakki, uydurma bir seçimle ve biraz da terörle, Meclis-i Mebusân’a
kendi adamlarını doldurdu. Seçilen(!) mebuslar arasında, Jön Türkler,
Yahudiler, Ermeniler, Yunanlılar, Bulgarlar çoğunluğu teşkil ediyordu.
Tek kelimeyle, Sultan Abdülhamid her taraftan kuşatılmıştı. Adetâ bir
terör havasında gerçekleştirilen bu mebus seçimlerinde(!), İttihad ve Te-
rakki üyelerinin çoğu Meclis’e sokuldu ki, Sultan Abdülhamid bunların
oylarıyla halledildi”118 demesi sadece savrukluğa ve özensizliğe119 değil,
peşin hükümlülüğe de bir delildir. Sırma, böyle diyerek aslında 1908
seçimlerinde Meclis-i Mebusan’a seçilen mebusların dini ve etnik kö-
keni hakkında hemen hiçbir bilgi sahibi olmadığını da göstermiş ol-
maktadır. 1908 Meclis Albümüne bakıldığında sadece ulema kisvesi
olan sarığı takan 70 civarında mebus olduğu görülecektir. Ulema sı-
nıfına mensup mebusların çoğu hem de 3 dönem ardı ardına mebus
seçilmişlerdir.120 Maalesef Sırma gibi akademisyen ve araştırmacıların
118 İhsan Süreyya Sırma, II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti, İstanbul: Beyan Yayın-
ları, 1990, s.94.
119 Sırma bir yerde de “Fransa’nın İstanbul Büyükelçiliğinden, 17 Kasım 1908 tarihin-
de Paris’e çekilen bir telgrafta, mebus dağılımı konusunda şu bilgiler verilmektedir:…
Kıvartza: 4 mebus; dağılım şöyle: Şakir Bey: Müslüman, Mehmed Efendi: Müslüman,
Yanki Dimitrievich: Sırp, Trajan Nali: Rum. Kıvartza: 2 mebus; dağılım şöyle: Şa-
kir Bey: Müslüman, Dr. Niche: Eflâklı” demektedir. II. Abdülhamid’in İslam Birliği
Siyaseti, 95-96. İlginçtir, Meclis-i Mebusan’a kimlerin seçildiğini anlamak için bir
salname ya da meclis albümüne tenezzül buyurmayan Sırma, kaynaklık vasfı ol-
mayan bir Fransız belgesine müracaat etmiş ve mebusların çoğunun ismini yanlış
yazmıştır. Kıvartza sancağı ise neresidir, anlaşılmıyor. Ancak Sırma, Manastır’da
en az iki sancağı da Kıvartza olarak yazmış, fakat hazindir, kitabı defalarca baskı
yapmasına rağmen merak ya da zahmet buyurup tashih cihetine gitmemiştir. Oysa
devlet salnamesi veya herhangi başka bir salnameye bakılsaydı Manastır vilayetinin
sancakları ve mebusları olarak doğru olarak yazılacaktı.
120 İTC’nin 3 dönem ardı ardına mebus yaptığı medrese kökenli bir alim ve müderris
olan Kamil Miras’ın müderrislik yaptığı medresedeki görevine Damad Ferid sadare-
te gelir gelmez, onun şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi tarafından son verilmiştir.
Cumhuriyet ilan edilince de, İttihadçılığını unutmayıp Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası’na giren Miras, İzmir suikastı sebebiyle İstiklal Mahkemesi’nde yargılan-
mış, ancak neticede beraat etmiştir. 1927’de mebusluk görevi bittikten sonra Ma-
arif Vekâleti’nden müktesabatına uygun bir görev istemiş, Gaziantep’te bir ilkokul
öğretmenliğine layık görülmüştür. Bu tahkir ve tezlile tahammül edemeyen Miras
emekliliğini talep etme mecburiyetinde kalmıştır. Ahmed Naim’in vefatından son-
ra ise “kifayetsizliği”(!) unutulmuş olacak ki Tecrid-i Sarih tercümesi ve şerhi için

- 85 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

da önyargılı ve menfî yaklaşımları neticesi İTC’deki İslamcı ve dinî


hassasiyeti haiz insanların ehemmiyeti ve miktarı görmezden gelin-
miştir. Sırma’nın önyargısına delil olarak şu misali gösterebiliriz: Ta-
nin gazetesinin 18 Eylül 1917 tarihli haberine göre Bulgar Kilisesi’nde
Bulgar kraliçesinin ruhu için bir ayin yapılmış ve bu ayine padişah
namına Şehzade Ömer Hilmi Efendi ile Sadrazam ve Dahiliye Na-
zırı Talat Paşa, Harbiye Nazırı Enver Paşa yanında bazı başka bakan
ve İTC yetkilileri, Almanya sefiri ve Avusturya-Macaristan maslahat-
güzarı katılmışır. Sırma bu haber üzerine şu yorumda bulunmuştur:
“Aslında vesika her şeyi ortaya koyduğundan, üzerinde ayrıca yorum yapmaya
gerek yoktur. Şu kadarını söylemekle iktifa edelim ki, aynı düşünceleri bugün de
sürdürenler, her fırsatta gerici, mürteci, laiklik düşmanı sloganlarıyla Müslüman-
lara saldırmakta, fakat Batılı dostlarını sloganlarla eleştirmemektedirler. Yılbaşı
gecesini herhangi bir kilisede geçirenler medenî, hindi kesmiyen ise gayr-i medenî-
dir bunlarca… Onun için, Enver ve Talat Paşaların zihniyetlerini devam etti-
renler, çam kesip, Hıristiyanlarla yortu yapmaya devam ediyor, her türlü İslamî
harekete düşman oluyorlar. Uyanın artık!”.121

Fransa’da doktora yapmış, profesör unvanını haiz, kendi saha-


sında nispeten atfa medar çalışmalara imza atan ve samimî bir Müs-
lüman olan bir akademisyenin âyin-i ruhanîye halife namına iştirak
eden şehzadeye hiçbir laf söylemeyip tüm hıncını Enver ve Talat Pa-
şa’dan almaya kalkışması ilim ve insafla kabil-i telif olmayan bir ta-
vırdır. Eylül 1917’nin şartlarını; I. Dünya Harbi’nin devam ettiğini, o
esnada Osmanlı Devleti için, sınır komşusu olması hasebiyle Bulga-
ristan’ın, Avusturya-Macaristan’dan bile daha mühim bir müttefik ol-
duğunu ıskalayarak salt ittifak münasebetinin iktiza ettirdiği bir ayine
resmî sıfatı hasebiyle iştirak etti diye dini salâbeti malum olan Enver
Paşa’yı yılbaşı gecesi, hindi kesme, çam kesme, yortu yapma gibi Hı-
ristiyan adet veya ritüelleriyle özdeşleştirmek, böyle yapanları Enver
Paşa’nın zihniyetini devam ettirenler olarak ifade etmek zannımızca
hem ilmî ve insanî, hem de dinî ve İslamî olmaktan uzak bir yakla-
şımdır. İşin hazini bazı yakınları da dâhil Enver Paşa’nın zihniyetini
devam ettirenler “her türlü İslamî harekete” düşman olmadıkları gibi
kendisine müracaat edilmiştir. Miras ile alakalı bir çalışma için bkz. Nesimi Yazıcı,
Kamil Miras Hayatı ve Eserleri, Ankara: DİB Yayınları, 2012.
121 İhsan Süreyya Sırma, Bir Garip Tarih, İstanbul: Beyan Yayınları, 2011, s.66.

- 86 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

bilakis hürmette de tehalük ediyorlar. 122 Sırma başka bir yerde de “Bu-
günkü başörtüsü düşmanlarını, irtica propagandacılarını, laiklik havari-
leri olan yobazları tanımamız için, Tanzimat ruhundan beslenen ve gü-
nümüz dinsizliğini, bazı yaftalarla din haline getirenlerin akıl babaları
olan İttihad ve Terakki’yi, Jön Türkleri iyi bilip değerlendirmemiz gere-
kir”123 demektedir ki, böyle toptancı yaklaşım hem yazarın kendisine
hem de okuyucusuna haksızlıktır. Kanaatimizce Sırma Hoca, sadece
bilgi kaynaklarını değil, perspektifini de değiştirmelidir.
İttihadçılıkta ve İttihadçılarda birbiriyle çelişen, birbirine taban ta-
bana zıt fikir ve uygulamalar görünürse de arka planı bilmek kaydıyla
bunun normal, tabiî ve telifi mümkün bir şey olduğu kabul edilebilir.
Yan odada çilingir sofrası kurulup kafalar demlenirken diğer odada
Meşrutiyetin bizatihi Kur’an’ın emri olduğuna dair bahisler açılabi-
lir.124 Enver Paşa, Almanya’da okuyan ve Çanakkale’de askerlik görevini
122 Bu kitabın yeni baskısının hazırlıklarının yapıldığı tarihte Sırma Hoca’nın bahset-
tiği kilisenin[Bulgar Kilisesi/Demir Kilise] restorasyonu tamamlanmış ve İslamî
hassasiyeti malum bir hükümetin ve hareketin lideri olan Cumhurbaşkanı Tayyip
Erdoğan ile Başbakan Binali Yıldırım da 7 Ocak 2018 tarihindeki açılışa katılmıştı,
ancak bilebildiğimiz kadarıyla Sırma hiçbir tenkitte bulunmamıştır.
123 Sırma, Bir Garip Tarih, s.38.
124 I. Dünya Harbi’nde Teşkilat-ı Mahsusa’nın karar ve organizasyonu neticesi faaliyete
geçtiği kabul edilen Kafkas İhtilal Cemiyeti’nin Trabzon sorumlusu olan Rıza Bey -ki
kendisi 1913 Kongresi’nden sonra İTC Merkez-i Umumî azalığına seçilmiş ve 1919’da
Divan-ı Harbi Örfi’de de yargılanmıştır- harp esnasında Gürcülerle meskûn Maradi-
di’ye geldiğinde kendilerine ziyafet verilir. “Ağzına hiçbir içki almayan ve namaz va-
kitlerini bile kaçırmayan Rıza Bey hariç olmak üzere davetlilerin kafaları içilen şam-
panyalar ile epey dumanlan[ır].” Arif Cemil, I. Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa,
İstanbul: Arba Yayınları, 1997, s. 144. Milli Mücadele devrinde Millî Kongre faaliyetiy-
le de adından sıkça bahsettiren Malta sürgünlerinden Dr. Esat Işık Paşa, ailesine yaz-
dığı mektuplarda çocuklarının namaz kılıp kılmadıklarını, oruç tutup tutmadıklarını
sormaktadır. K. Kadircan Keskinbora, Esat Işık-Bilimde, Siyasette, Millî Mücadelede
Bir Işık, İstanbul: Som Kitap, 2010, s. 146. “Haber aldığıma göre Tomris boylanmış,
seni üzmüyormuş. Bir de namaz kılarsa ben onu çok seveceğim. Fikret de 6-7 yaşında
namaza başlayacaktır. İnsanlar dinin ulviyet ve kutsiyetini çocukluktan öğrenmelidir.”
Keskinbora, a.g.e., s. 279. “Tomris artık büyüdü…Artık namazını kılsın.” Keskinbo-
ra, a.g.e., s. 289. “Benim sevgili kızım Tomris…açık havalarda Fikret ile oyna…anneni
üzme, namaz kıl, Allah’a dua et.” Keskinbora, a.g.e., s. 313. Esat Paşa’nın Malta’dan
yazdığı mektuplarda mütemadiyen namaz kılmasını tavsiye ettiği kızı Tomris, gazeteci
Zeynep Çelikkan’ın annesi, oğlu Fikret de Dışişleri Eski Bakanlarından Hasan Esat
Işık’tır.

- 87 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

yapan bir albayın kızlarını Boğaziçi’nin tenha bir köşesinde erkeklerle


beraber yıkanırken gördüğü için bu albayı bataryası başında emekliye
ayırıyor,125Enver Paşa’nın emrine göre hareket eden İstanbul Merkez
Kumandanı Cevat Bey, zamana göre ‘açık-saçık’ giyinen hatırlı hanım-
lara bile kanunî muamelede bulunuyor,126 Ziya Gökalp bu muameleyi
tenkid, hatta takbih ediyor, Talat Paşa da127 kanunî müeyyideleri te-
sirsiz ve neticesiz hale getirmek için gayret sarf ediyordu; fakat garip-
tir, aynı Ziya Gökalp her yerde Enver’den kahraman diye bahsediyor,

125 Atay, Batış Yılları, s.100-101.


126 Enver Paşa’nın ahlak anlayışı böyle iken, Yahya Kemal’in ifadesine göre Cavid Bey
ve Cemal Paşa İstanbul’un namlı zendostlarıydı (zampara). Yahya Kemal, Siyasî ve
Edebî Portreler, s. 143. Mithat Şükrü Bleda’nın çizdiği Enver portresinde tam bir
mutabakat mevcuttur: “Hayatı süresince ağzına alkol koymamış, Almanya’da bulun-
duğu sıralarda birçok asil ailelerin kızları kendisine âşık olup evlenmek istemişlerse de
o, hiçbirisi ile ilgilenmemişti. Yabancı ülkelerde yaşayan birçok görevli gibi gece hayatı
ve kadınlarla alakası olmamış, çalışmaktan nefes almaya vakti olmadığı sıralarda bile
namazını ihmal etmemişti. Cephede bulunduğu günlerde namaz kılar, oruç tutardı.”
Bleda, a.g.e., s. 107. Enver Paşa’nın mektuplarında onun dinî itikadı ve samimiyetine
temas eden pek çok satır yer almaktadır. M. Şükrü Hanioğlu, Kendi Mektuplarında
Enver Paşa, İstanbul: Der Yayınları, 1989.
127 Talat Paşa’nın Masonluğu, dinsizliği, dinî mübalatsızlığı ya da dindarlığını ispat için
yeteri kadar anekdot ve şahitlik bulmak zor değildir. İhtiyat payını saklı tutarak Talat
Paşa hakkında eşi Hayriye Hanım’ın şu şahitliğini bir misal olarak gösterebiliriz: “Ta-
lat Paşa içki içmezdi. Ben Paşanın ağzına alkol koyduğunu görmedim. Hatta evimize
bile, bir şişe rakı girdiğini bilmiyorum. Aksine dindardı. ‘Yarın Kandil çocuklar…’ der
ve hep beraber oruç tutardık. Her sabah abdestini alır, namazını kılar, İnnâ Fetehnâleke
okur, öyle işine giderdi. Cuma namazlarını da hiç kaçırmazdı.” “Eşi Hayriye Hanım
Talat Paşayı Anlatıyor”, Yakın Tarihimiz-Birinci Meşrutiyetten Zamanımıza Kadar,
Cilt: 2, s. 194. Talat Paşa ile ilgili Hüseyin Cahit de şunları yazar: “[Talat] daima mu-
hafazakar ve ileri unsurlar arasında bir uzlaşma adımları ile yürüdü ve daha ziyade
muhafazakar ve oportünist bir politika takip etti. Çünkü Talat Paşa böyle idi. Vatan
için hayatını feda etmek lüzumu ile karşılaşsa idi katiyen eminim ki, bu cezrî (radikal)
hareketi memnuniyetle, tereddütsüz göze alırdı. Fakat siyasî hareketlerde onu radikal,
cüretkar ve çok ileri adımlara sevk etmek kabil değildi. Hükümet heyûlâsını devirmek
için bir babıâli baskını tertip edilmek lazım gelirse, Talat hiç tereddüt etmeden, taban-
casını kapar ve bu tehlikeli isyan hareketinin önünde yürürdü. Fakat mesela, eski Arap
harflerini atarak Latin harflerini kabul etmek mevzubahs olursa Talat bunu yapmak
cesaretini göstermezdi. Kadınların çarşaflarını atarak yüzlerini açmak istenirse o bu
hareketi ele almak cüretini gösteremezdi. Belki içinden bu yeniliklere tamamen ta-
raftar değildi. Belki zamanın müsait olduğuna ihtimal vermiyordu. Kim bilir, belki o
günlerde haklı olan Talat idi!” Hüseyin Cahit Yalçın, Talat Paşa, İstanbul: Yedigün
Neşriyatı, 1943 s.42.

- 88 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

hatta onu göklere çıkarıyor, aynı Talat “ her mizaca göre şerbet veriyor,
Türkçülerle Türkçü, İslamcılarla İslamcı, emperyalistle emperyalist, sosya-
listle sosyalist oluyordu.” 128 O halde yeni bir tarif daha getirilebilir: İtti-
hadçılık; ideolojik kavgaların ertelendiği ya da öne çıkarılmadığı ama
farklılıkların da unutulmadığı, ilginç bir yapıdır. İttihadçılık, hem İs-
lam’ı pervasızca kullanan hem de ona halisane niyetlerle istinat eden
ve dertleri vatan olan insanların eşzamanlı olarak müşterek temsil et-
tikleri/edildikleri bir anlayışın ve yapının ismidir. İttihat ve Terakki
belki garip bir siyasî partidir; zaman zaman belli ideolojilere müra-
caat eden, yaslanan; belli ideolojilere mensup insanları işbaşına geti-
ren…129 Laik, Batıcı, Türkçü vasfı ve İslamcılara antipatisi malum olan
İttihadçıların yayın organı Tanin’in başmuharriri Muhittin Birgen
“İttihadçılık demek bir taraftan Türkçülük, bir taraftan da İslamcılık
demekti” derken en azından objektif ve hakkaniyetli davranıyordu.130
128 Birgen, a.g.e., s. 112, 368, 381. Birgen, bir dönem İTC için ismi “mukaddes” sayılan
Ahmet Rıza hakkında da şunları yazmaktadır: “…Türkiye’ye geldiği zaman Ahmet
Rıza Bey, felsefeden ve içtimaiyattan dem vurur, kendisinin Auguste Comte’un poziti-
vist mesleğine mensup bulunduğunu iddia ederdi. Hatta mürteciler için İttihat ve Te-
rakki’ye hücum vesilesi veren şeylerden biri de bu idi; Ahmet Rıza Bey pozitivist, yani
müspet olmayan şeylere inanmaz bir adam. Allah’a da inanmayan bir münkir, bir
kâfir, bir dinsiz… Demek, İttihat ve Terakki, böyle bir ithama da uğramıştır. Hatta o
kadar ki zındık ithamından kurtulması için, daha o zaman, Talat Bey ona bazı şeyler
yapmasını söylemiş; o da peygamberin doğum gününün devletçe mukaddes günlerden
biri sayılması için bir kanun layihası vermişti.” a.g.e., s. 521.
129 Ziya Gökalp ve Mehmed Akif fikirleri pek uyuşmayan iki İttihadçı idi. Mithat Cemal
Kuntay’ın Mehmed Akif kitabındaki şu anekdot hayli ilginç ve bir o kadar da açıkla-
yıcıdır: “Âkif ’in İttihad ve Terakkile son ve ufak bir teması daha oldu: Ziya Gök Alp’la
anlaşmasını temin için Âkif ’i Talat Paşa, Harbi Umumi’de bir gün, Babıali’ye davet edi-
yor. Sadrâzamla şairin ne konuştuklarını bilmiyorum. Yalnız şu mülâkat bitince Talât
Paşa Âkif ’in arkasından şaşıyordu: Zerre kadar değişmemiş; hâlâ Edirne’de bıraktığım
Âkif!” Mithat Cemal, a.g.e., s. 76.
130 Birgen, a.g.e., s. 540. Celal Bayar da benzer şeyler söylemektedir: “İttihat ve Terak-
ki Cemiyeti’nin belli başlı üyeleri arasında Tanzimat’ın Osmanlılık politikasına sadık
kalanlar olduğu gibi ümmetçilik veya İslamcılık, Türkçülük ve milliyetçilik siyasetini
güden şahsiyet sahibi insanlar da vardı…Bütün bunları bir çatı altında ve bir ara-
da tutan ve gayrete getiren İttihat ve Terakki’nin kuvveti, vatan muhabbeti idi”. Ba-
yar, a.g.e., C.2, s.444. Erişirgil de Cemal Paşa’nın aydınları himaye rolü yapmasına
rağmen İTC’de “asıl güçlü çevre İslamcılardı. Onlar savaş zamanında halkın mane-
viyatını yükseltmek hususunda Cemiyet’e çok yardım etmişlerdi. Dünyadaki bütün
İslamları harekete geçirmek için İttihat ve Terakki ne istemişse yapmışlardı. Başkomu-
tan Vekili Enver Paşa dindar bir aile çocuğudur, orduda dini duyguların mühim rol

- 89 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Yine Birgen hatıratının başka bir yerinde de şunları yazmaktadır:


“Umumiyetle intihaplarda İttihat ve Terakki’nin yardımını ve binaenaleyh
reyleri kazanmak için bir insanda muhtelif evsafta bazıları bulunmak lazım ge-
lirdi. Evvela, ‘ben İttihadçıyım!’ demek İttihadçı olmak için kâfi görünürdü. An-
cak bunu söyleyen adam, mesela benim gibi meşrutiyetçi, siyasi ve içtimai bir in-
kılâbın hararetli taraftarı, radikal bir demokrat ve hatta cumhuriyetçiliğe çok
mütemayil bir ideale sahip olabilirdi. Buna mukabil, mürteci, müteassıb ve bil-
hassa feodal bir Halepli olan Nafi Paşa yahut İstanbul mebusu Âsım Efendi gibi
medreseden yetişmiş, dili kuvvetli ve her havaya göre bir siyasi ilmihal te’ lif ede-
bilir bir hoca da olabilirdi. Fakat bütün bu birbirine benzemeyen akide sahibi
insanların ‘ben İttihadçıyım!’ demeleri onların İttihadçı ve binaenaleyh meclisi
mebusana da aza olmaları için kâfi gelirdi.”131

İttihadçılığın iyice kötülendiği 1932 senesinde yayınlanan ve imla-


sına müdahalede bulunmadığımız Yeni Tarih isimli kitabın “Türk mil-
liyet fikri ve ittihadı terakki” başlıklı bölümü şöyledir:
“Balkan harbinden sonra İttihat ve Terakki milliyet fikrine kıymet verir gibi
oldu. Ondan evvel Osmanlıcılıkta karar kılmıştı. Mamafih, ittihat ve terakki
tam milliyetçi değildi. Çünkü zaman zaman İslamcılıktan istifade ediyor, kâh İs-
lamcı, kâh türkçülüğe yakın, kâh Osmanlıcılık siyaseti takip ediyordu. İttihat ve
terakki cemiyetinde, son devrine kadar cemiyeti idare eden merkez meclislerinde
rum, ermeni, Yahudi, arap, ulah azalar vardır. İttihat ve terakki din siyasetinde
vuzuhsuzdu. Bazan lâikçe hareketler yapardı, bazen da en koyu halk taassubunu
okşıyacak irticaî hareketlerde bulunurdu. Lâik temayüllerine rağmen şeyhülislam
nazırlar arasındaydı. Kanunların mevcudiyeti yanında fetvanın da kıymeti vardı.
Bu işlerde de idarei maslahat taraftarıydı.”132

oynayacağı kanaatindeydi” demektedir. Erişirgil, Bir Fikir Adamının Romanı Ziya


Gökalp, s. 157.
131 Birgen, a.g.e., s. 103. Muhittin Birgen gibi İttihadçı ve Tanin kökenli olan Falih Rıfkı
Atay, bizim de bigane kalamadığımız hatırat ve eserlerinde Enver Paşa’yı ima ede-
rek çoğu zaman edep ve terbiye hududunu tecavüz eden ifadeler kullanmaktadır.
Atay’in İslam, dindarlık ve İmam-Hatip husumet ve alerjisinin zirve yaptığı günler-
de bir cinsî sapık haberinden yola çıkarak Enver Paşa’yı fikrî sapık olarak tavsif edip
tahkir ve iftirada bulunduğu yazısı onun İttihad-ı İslam telakki ve siyasetini hedef
almaktadır: “Yirminci asrın ilk on yılı içindeyiz. Bir fikrî sapık, İslam ittihadı emper-
yalizmini yeniden ortaya sürer. Bu hayal uğruna biri Ankara’da, biri Ulukışla’da biten
iki demiryolu hattı ile yani Kaskasya’ya doğru üst tarafını yaya, Süveyş Kanalı’na doğ-
ru da yarı yaya, yarı aktarmalı giderek Rusya ve İngiltere’ye harb açarız”. Atay, Batış
Yılları, s.137.
132 Yeni Tarih, İstanbul: Vakıt Matbaası, 1932, s.209.

- 90 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Bu sebeple İTC’nin farklı siyasî telakki ve tatbikatlarından biribi


öne çıkarıp onu tek bir telakki veya zihniyete irca ve hasr etmek ha-
kikate muvafık düşmeyecektir. İttihad ve Terakki belli ideoloji ya da
telakkilere yaslanırken bu ideoloji ya da telakkilere bir bütün halinde
inanıyor veya rıza gösteriyor da değildi.
Bir bütün halinde kabul ettiği ve samimî olduğu tek şey memle-
ketin, devletin ve milletin bekası ve selameti idi.133 Tüm bunların ya-
nında İttihadçılar da beşerî zaaflarla malül insanlardı. İttihadçılık için
gözünü kırpmadan ölüme gidecek, ölüm yemini eden insanlar, şahsî
meseleler yüzünden birbirlerine inanılmaz bir kin ve intikam saikiyle
hareket edebilmiş, hatta milletine dahi iftira atabilmişlerdir. İnkılâb-ı
Azîm ve 11 Nisan İnkılâbı gibi eserlere imza atan Ahmed Refik, muh-
temelen şahsî ikbal sebebiyle eski arkadaşlarına kırılmış ve Mondros
Ateşkes Anlaşması’ndan sonraki bir devrede intikam vaktinin geldi-
ğine hükmetmiş olacak ki “düşene vurulur” dercesine İki Komite-İki
Kıtal tefrikasını kaleme almıştır. Bilahare kitap haline getirilen bu
yazı dizisinde Ahmed Refik, sadece İTC ve İttihadçıları değil, Os-
manlı Devleti’ni ve Türk Milleti’ni de lekelemeye çalışmıştır. Hakeza
Meşrutiyet’in ilanında, 31 Mart Vak’âsı’nda hele de Balkan Harbi’n-
den hemen önceki günlerde ve harp esnasında bilhassa kalemi ve hita-
betiyle hizmeti görülen ve sonraları en ateşli Kemalistlerden biri olan
Aka Gündüz’ün yine Mondros Ateşkes Anlaşması ve İttihadçı liderle-
rin yurtdışına “kaçması”ndan sonra İtilafçı ve 150’liklerden Refi’ Ce-
vad ve Pehlivan Kadri ile bir olup eski arkadaşlarına bühtan ve ha-
karette yarışması insanoğlunun beşerî vasfına, karakterine somut bir
misal olmalıdır. Falih Rıfkı, Aka Gündüz’ün hapiste olan Ziya Gökalp
aleyhinde işgal uşağı sabah gazetelerinin birinde şu fıkrasını okumuş-
tur: “Ah ne yazık ki onu asacaklar. Yemin ederim ki asıldığını istemiyo-
rum. Hürmet ettiğim bir zatın bir fikri vardır ki ne güzeldir: Ziya’nın
kafatasına bir düzine nalıncı çivisi çakmalı. Yaya olarak Anadolu’ya çı-
karmalı. Kasaba kasaba, köy köy, oba oba gezdirmeli. Eyvah böyle yap-
mayacaklar da onu asacaklar. Ne kadar yazık! Ne kadar adaletsizlik”.
133 “İttihad ü Terakkî siyasette birbirine zıd ne kadar usul varsa, ne kadar inkılâp varsa
hepsini birer birer tecrübe etmişti. Zemîn ü zamân’dan hiçbir şeyi kendinden hariç
bırakmamıştı.” Yahya Kemal, Çocukluğum Gençliğim Siyasî ve Edebî Hatıralarım, s.
175.

- 91 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Falih Rıfkı’ya göre, Aka Gündüz’ün bu düşmanlık ve zebunküşlüğü-


nün sebebi şudur: “Aka Gündüz harp çıktığı vakit Beyoğlu nümayişleri-
nin önünde Tokatlıyan’ın camlarını kırdıktan sonra, otel sahibinden şan-
taj haracı istemiş, o da polise haber vererek bir suçüstü yapılmış. Talat
Bey, Aka Gündüz’ü Konya’ya sürmüştü. Gökalp’a düşmanlığı kendini o
vakit korumamış olmasındandı.”134
Fakat en ilginç misal herhalde Miralay Sadık Bey’dir. Sadık Bey,
İnkılab’dan önce Manastır Terakki ve İttihad Cemiyeti reisidir. İnkı-
lab için Şemsi Paşa’nın katlini en çok isteyenlerden birisidir.135 Bu iş
için gönüllü fedai bulmakta zorlanırlar. Nihayet Bigalı Mülazım Atıf
gönüllü fedai olur. Sadık Bey ise bunun üzerine isim vermeden Mü-
lazım Atıf Bey’e yazdığı mektupta şu ifadelere yer verir: “Sen Osman
Gazi’nin gazi evladısın… Ne ister isen, ne emredersen cümlemiz can u
baş ile ifa eder… Kardeşlerin kemâl-i muhabbetle gözlerinden öper, se-
nin kadr ü kıymetini tazimen ve tebcilen mübarek ayaklarından buseder-
ler [öperler]. Esselâmü aleyke ve rahmetehu.”136 Miralay Sadık, Meşruti-
yet’in ilanından kısa bir süre sonra müktesabatıyla mütenasip vazifelere
tayin edilmediği, layık görülmediği için olsa gerek eski arkadaşlarıyla
bozuşmuş, onları Masonlukla itham etmiş, önce İTC içindeki muha-
lefetin sonra da Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın fiilî lideri olmuş, yurtdı-
şına kaçmış, Paris’te Şerif Paşa ve Gümülcineli İsmail’le birlikte fırkayı
aynı isimle yeniden kurduklarını ilan etmiş ve Osmanlı Hükûmeti’ni
134 Atay, Çankaya, 1969 baskısı, s.138-139. Yusuf Ziya Ortaç ise başka bir hikâye an-
latır: “Bir gün Ömer Seyfettin: Yusuf Ziya cancağızım, kurbağa nasıl sinek avlar bilir
misin? dedi. Yüzüne baktım gülümseyerek, o anlattı: Sinek kurbağanın gözüne konar,
aldırmaz. Yanağına konar, aldırmaz. Tam dudağına konunca, hap der, yutuverir!
Bunu Kara Kemal’lere, Doktor Nazım’lara meydan okuyan Akagündüz için söylemişti
Ömer. Aradan ya bir hafta geçti, ya iki… Ömer Seyfettin, telâş içinde yanıma koştu:
Kurbağa hap dedi cancağızım, kurbağa hap dedi! Aka Gündüz’ü tevkif etmişlerdi: Ves-
tiyerdeki paltosunun cebine numaraları alınmış banknotlar koydurup, Tokatlıyan’dan
şantajla para aldı diye!” Yusuf Ziya Ortaç, Bizim Yokuş, İstanbul: Akbaba Yayınları,
1966, s.326.
135 Şemsi Paşa’nın katlinden evvel de Manastır Polis Müfettişi Sami Bey’in öldürülmesi
kararlaştırılmış, Sadık Bey, bu kararı, kendi alayından hazırladığı süvari mülazımı
Celal Efendi’yle Kruşova’ya yetiştirmiş ve infaz görevi üçüncü ordu taburundan
müfreze kumandanı Çolak İbrahim’e verilmiştir. O esnada Kruşova’da bulunan
Sami Bey öldürülmüştür. Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti 1896–1909, s. 532.
136 Bedi N. Şehsuvaroğlu, “İkinci Meşrutiyet ve Atıf Bey”, Belleten, Cilt XXIII, Sayı
90’dan ayrıbasım, Ankara: TTK Basımevi, 1959, s. 320.

- 92 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

yabancılara şikâyet etmekten çekinmemiş,137 Mısır’a gitmiş, Mütare-


ke’de Damad Ferid Paşa tarafından ülkeye getirilmiş ve ne hazindir
ki sonunda da 150’likler arasına girmiştir.
İttihadçıların beşerî zaaflarına misal sadedinde Ali Münif Yeğenağa
ile Ahmet Ağaoğlu arasında vuku bulduğu iddia olunan bir hadise var
ki, yalan olması temenni edilecek kadar kötü ve nahoştur. Talat Pa-
şa’nın en yakın çalışma arkadaşlarından Ali Münif, Malta hatırala-
rında hadiseyi şöyle anlatmaktadır:
“Hayatımda çok kızdığım, asabileştiğim zamanlar olmuştur. Fakat bunun
kavga şekline inkılâbını hatırlamıyorum. Yalnız, Malta’ daki esaretim sırasında
bir mebus arkadaşı, birkaç insan huzurunda tokatladım. Bundan ne kadar mü-
teessir olduğumu ifade edemem. Hadisenin, bir briç oyunu sırasında vuku bul-
ması zahiri şekli olup, içimi sızlatan bir mazi ile alakası vardır: Mütareke ilanın-
dan sonra birçok arkadaşlar tevkif edilerek Bekirağa bölüğüne sevk olunmuştuk.
İçimizden birkaç kişi, bu tevkif karşısında teessür izhar eylediler. Hatta ağlayıp
merhamet yaratan ve tahliye edilenler de olmuştu. İttihadçıların davasında sabit-
kadem olması lazımgelen bir zat, harb suçlariyle ilgisi bulunmadığını, hatta ken-
disinin Osmanlı Türklerinden dahi olmadığını iddia ederek tahliyesini temin ey-
lemişti. Buna hepimiz şaşmıştık. Bu zat bir müddet Türkiye haricine çıkıp başka
bir pasaportla Paris yolunu tutmuşken, İngilizler tekrar tevkif ederek arkamız-
dan Malta’ya göndermişlerdi. Anadolu Türklerinden olmadığı gibi bir takım id-
dialarla tevkiften kurtulmak yolunu tutan bir arkadaşın, tekrar aramıza katıl-
masını kamptaki arkadaşlar tebessümle karşıladılar. Bir gün kampta bir şayia
çıktı. İngiliz kumandanı aslen Anadolu Türklerinden olan ve Anadolu Türkle-
rini temsil kabiliyetinde bulunan bir heyet istiyormuş! Arkadaşlar beş kişilik heyet

137 “İtilaf fırkasının Paris’te bulunan bekayası, bu kere de Şerif Paşa’nın riyaseti, Gümül-
cineli İsmail Beyle Sadık Bey’in riyaset-i saniyesi altında ve yine İtilaf unvanıyla yeni
bir fırka teşkil ettiler. Bu yeni fırkanın icraat-ı evveliyesinden birisi, Osmanlı Hükûme-
tini terbiye için Rus çarına, İngiltere kralına ve Fransa reis-i cumhuruna telgraf çek-
mek ve dolayısıyla müdahalelerini talep etmek oldu.” Filibeli Ahmed Hilmi, Muhale-
fetin İflası, Kostantiniye: Hikmet Matbaa-i İslamiyesi, 1331, s. 73-74. Arif Cemil’in
Talat Paşa’dan dinlediğine göre de Talat Paşa, Almanya’dayken bir İsviçre ziyaretinde
bir vesileyle Şerif Paşa ile bir araya gelir; Şerif Paşa, Talat Paşa’ya Venizelos’un ta-
limatıyla Yunanistan’ın Paris Sefareti’nden 200 bin drahmi para yardımı aldığını,
bunu HİF’nin iki liderine paylaştırdığını, onların da bu paraları sefahat âleminde
harcadıklarını, ancak Venizelos’tan aldığı parayı karısının Mısır’daki arazisini satıp
iade ederek namusunu kurtarmak istediğini söyler, Talat Paşa’dan da aldığı cevap
şu olur: “Şerif Paşa, o iki yüz bin drahmiyi değil tamamıyla, hatta onun on mislini
bile ita etseniz iade-i namus etmeniz mümkün değildir.” Arif Cemil, İttihatçı Şeflerin
Gurbet Maceraları, s. 48-51.

- 93 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

[me]yanına ithalimi muvafık bulmuşlar. Fakat Bekirağa bölüğünden Osmanlı


Türkü, Anadolu Türkü olmadığı iddiasıyle tahliyesini temin eyliyen arkadaş sah-
neye çıkmış; benim değil kendisinin Anadolu Türklerini daha iyi temsil edebile-
ceğini söylemiş! Arkadaşlarla briç oynuyordum. Oyun arkadaşlarımızdan biri ya
Fethi veya başka biriydi. Oyuncularla seyirciler arasında kimlerin bulunduğunu
-geçmiş gün- hatırlıyamıyorum. Ancak hazırun arasında, Abdülhalik Renda ile
Şükrü Kaya’yı hatırlıyorum. Bricin tam heyecanlı yerinde bu zat yanıma soku-
lup: Ali Münif, Anadolu Türklerini ben mi iyi temsil edebilirim sen mi, demesin
mi? Ne yaptığımı bilemedim. Kan beynime sıçradı. Esaret teessüründen ve mu-
hatabımın eski iddiasının aksülâmelinden olacak, bir tokatla sualini cevaplan-
dırdım. Arkadaşlar araladılar. Bu esef verici hadiseden pek üzüldüm. Fakat ne
de olsa İttihadçılık ruhu ve esaret havası içerisindeyiz. Hemen öpüşerek barıştık.
O kadar seviştik ki gerek Malta esaretinde, gerekse halâs olunca yurda dönüşte,
pek samimî günler geçirdik.”138

İttihadçılık vadisinde insanoğlunun beşer vasfına başka bir misal


olarak meşhur İttihadçı muhaliflerinden ve Jön Türk Ankara Mebusu
Mahir Said’in Cumhuriyet devrinde kaleme aldığı hatıratından bir pa-
sajı nakletmekte fayda mülahaza ediyoruz:
“İlan-ı meşrutiyette ve meşrutiyetin devamı müddetince hiçbir istibdat ve sal-
tanat taraftarlarına tesadüf etmedik; herkesi çabucak tebdil-i meslek [fikren değiş-
miş] ve kanaat etmiş gördük. Bugün de İttihat ve Terakki taraftarı yoktur. Dün
İttihat ve Terakki’yi muaheze ediyoruz diye bizi hain-i vatanlıkla ittiham eden-
ler, bugün onları bizden ziyade çekiştiriyorlar.”139

Komitacılığı malum olmakla birlikte Şükrü Bey’e İzmir Suikastı


sebebiyle İstiklal Mahkemesi’nde Müddei-i Umumi (savcı) Necip Ali
138 Taha Toros, a.g.e., s. 104. Hatıratı yayına hazırlayan Taha Toros, bu hatıraya şu notu
düşmüştür: “Her ne kadar Ali Münif Bey bu şahsın hüviyetini saklamağa özen göster-
mişse de Falif Rıfkı Atay bu kişinin Ağaoğlu Ahmet olduğunu açıklamıştır. Bk. Dünya
gazetesi 10 ve 18 Aralık 1953.” Ali Münif ’in beşer zaafına dair verdiği başka bir
misal de şöyledir: “Kampta sık sık eski kabine arkadaşları buluşur, mazi olan günle-
rin sevap ve hataları üzerinde konuşurduk. Bir gün münakaşa öyle bir şekil aldı ki,
Prens Sait Halim Paşa’ya haksız hücumlar yapıldı. Umumî harbe katılmamızda niçin
yalnız Talat’la Enver’i dinlediği yolunda sualler soruldu. Bu suali soran arkadaş daha
ileriye gidip ‘bizim buraya sürgün edilmemize hep Talat’la hempaları sebep oldu!’ gibi
ağır kelimeler sarfedince, Hayri Efendi (Evkaf nazırı ve şeyhülislam) dayanamadı.
‘Lüzumsuz münakaşalarla birbirimizi kırmayalım!...” diye yatıştırdı. Toros, a.g.e., s.
102.
139 Mahir Said Pekmen, a.g.e., s. 16.

- 94 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Bey, bir devrin tüm günahını yüklemiş ve can pazarında hiç kimse
buna itiraz edecek kuvveti kendisinde görememiştir:
“Meşrutiyetin bidayeti zamanlarında, Serez Mutasarrıfı bulunduğu sıralarda,
Halil İbrahim ismindeki adamın, miralay mütekaidi Mustafa Kemal Bey’in öldü-
rülmesinden sonra, münevver genç bir münekkit olmaktan başka kusuru olmayan
zavallı Ahmet Samim’in, sonra Hasan Fehmi Bey’in ve nihayet Zeki Bey’in öldü-
rülmelerinde yegâne amil ve saik Şükrü Bey’ dir.”140

Mütareke döneminde İttihadçıları yargılayan İstanbul Hükûme-


ti’nin Divan-ı Harbi Örfisi’nde de savcı olarak görev yapan Necip Ali,
Şükrü Bey’e bir devrin tüm günahını tahmil ederken yanındaki Kel
Ali’nin ve Kılıç Ali’nin fedailiğinin daha şerir ve şiddetli olduğunu
unutmuş gibidir.
Katilinin kim olduğu hususunda az-çok bir şüphe mevcutsa da
TBMM’de Deli Halid Paşa’nın katlinde medhaldâr olanlar arasında
bu Ali’ler de vardır. Hasan Fehmi ve Ahmet Samim gibi ateşli iki Jön
Türkün katline sebep, onların İttihadçı çizgideki meşrutiyet rejimine
yönelik sert muhalefetleriydi. Ancak aynı İstiklal Mahkemesi, bîgü-
nah-masum pek çok insana sırf muhalifliklerinden korkulduğu için
idam kararı vermekten çekinmemiştir. İttihadçılar hiç olmazsa ko-
mitacılığa hukuku, yargıyı alet etmiyor, yaptıklarının hukukî olma-
dığını inkâr etmiyorlardı. Komitacılık, yargı marifetiyle ika edilince
siyasî vasfından sıyrılıp hukukî bir veçhe kazanarak meşrulaşmış ad-
dedilemez.141 Bir hukukçu olarak Necip Ali’nin bunu bilmemesi müm-
kün değildi; çünkü 10 sene kürek cezası talep ettiği Sivas Mebusu Ha-
lis Turgut, Erzurum Mebusu Rüşdü Paşa ve İstanbul Mebusu İsmail
Canbulat’a mahkeme reis ve azasının idam cezası verecek kadar gözü
140 Kocahanoğlu, Atatürk’e Kurulan Pusu-İzmir Suikasti’nin Perde Arkası, s. 333. Bu
eserden sadece zabıtları ihtiva ettiği için istifade edilmektedir. Müellifin mevzu ile
ilgili Kemalist peşin hükümden mütevellit kanaat ve tahminleri yer yer ağır ve hi-
laf-ı hakikat itham şeklinde tezahür etmektedir. Bazı yerlerde de Selma Ilıkan-Faruk
Ilıkan’ın hazırladığı Ankara İstiklal Mahkemesi Resmî Zabıtlar eserine atıfta bulu-
nulmuştur.
141 Mesela Gazeteci Ebuzziyazade Velid Bey’in mahkemede ifadesi alınırken mahkeme
reisi kendisine “maznun (zanlı/şüpheli) mevkiinde değilsiniz fakat şahit mevkiinde
değilsiniz” demektedir. Şahitlerin her an maznun mevkiinde olacağı garip bir göste-
ridir bu mahkeme. Selma Ilıkan-Faruk Ilıkan, a.g.e., s.656.

- 95 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

dönmüş komitacılar olduğunun anlaşılması için başkaca bir delile ih-


tiyaç ve hacet yoktu.142
Samet Ağaoğlu, babasının hususiyeti icabı pek çok İttihadçı ile teş-
rik-i mesaide bulunmanın, pek çok hadiseye şahit olmanın, bilhassa
27 Mayıs darbesinden sonra da benzer şeyleri bizzat yaşama tecrübe-
sinin kazandırdığı avantajla her devir için geçerli olabilecek çok iyi
hadise tasvirleri, karakter ve kişilik tahlilleri yapabilmiştir. Şu satır-
lar ibretamizdir:
“Vefasızlığın, hıyanetin, siyasî rekabet ihtirasının insanları sürüklediği çeşitli
ahlaksızlıkları o yaşlarda tanıdım ve gördüm. Daha üç beş ay önce amca diye el-
lerini öptüklerimin sehpalarda sallanan cesetlerine korka korka, titreye titreye
baktım. Birbirlerine ölünceye kadar sadık kalmaya yemin etmiş insanların ara-
dan çok geçmeden yine birbirlerini yok etmeye nasıl hazırlandıklarını hayretlerle
dinledim. Yalnız küçük dağları değil, büyükleri de kendisinin yarattığını sanan
kabadayılar gördüm. Süngüler arasında kendisini sorguya çeken dünkü arkadaş-
larının önünde yerlere kadar eğilerek hayatını bağışlamalarını yalvarıyorlardı.
Profesörler gördüm; öğrencilerini hükûmete jurnal ediyorlardı. Valiler gördüm;
siyasî hasımlarının ipe çekildiği zaman çıkardıkları seslerin taklidini yaparak,
adale gevşemesinin sonucu beliren bazı halleri kahkahalarla anlatıyorlardı. Bi-
rinci Dünya Savaşı’na, Millî Mücadele’nin her biri bir cephede yarı ilahlar gibi
hayata ve ölüme hükmetmiş yüzlerini gördüm; sokaklarda kendilerini belli etme-
mek için duvar diplerine sürünerek geçiyorlardı.”143

142 Necip Ali’nin savcı olarak mahkeme reis ve üyelerine nazaran daha dikkatli ve mer-
hametli olduğu veya böyle bir intiba vermeye çalıştığı bu çalışmadaki başka anek-
dotlarda ifade edilmeye çalışılmıştır.
143 Samet Ağaoğlu, Siyasî Günlük-Demokrat Parti’nin Kuruluşu, Haz. Cemil Koçak, İs-
tanbul: İletişim Yayınları, 1993, s. 24.

- 96 -
7. İTC, Devlet İçinde Devlet miydi?

İ TC’nin farklı bir karakter ve yapıya sahip olduğu ve bir dönem dev-
let kurum ve idarecilerini hariçten kontrol ettiği, zaman zaman sert
müdahalelerde bulunduğu vaki ve muhakkaksa da bunun tüm Meşru-
tiyet devri müddetince geçerli olmadığı da bir vakıadır. Bilhassa Meş-
rutiyet’in ilanını müteakip bir, bir buçuk aylık süre zarfında ve 31 Mart
Vak’âsı’ndan sonra da Hareket Ordusu’nun İstanbul’u işgal ettiği gün-
lerde rastlanan kimi hadiselerin hukuk ve devlet geleneğiyle telifinin
mümkün olmadığı her türlü tartışmadan uzak olmalıdır. Bu devrelerde
İTC’nin devlet yapılanmasından bağımsız, hatta onun üstünde bir ik-
tidar ve hâkimiyetle hareket ettiğini söylemek yerinde bir tespit olacak-
tır. Meşrutiyet’in müessisi ve sahibi olduklarından bahisle İttihadçıların
muhaliflere, bilhassa da Jön Türklere çok sert davrandığı hemen tüm
kaynakların müşterek tespitidir. İttihadçıların henüz devleti doğrudan
idare edecek tecrübede olmadıklarını düşünmeleri ve tüm komitacı vasıf-
larına rağmen böyle bir harekete teşebbüs ettiklerinde kamuoyunun tep-
kisini çekmekten endişe duymaları, ama aynı zamanda devlet idaresinde
kendi ağırlıklarını hissettirmek istemeleri onların resmî bir vazifeyi de-
ruhte etmeden veya gayrimeşru bir şekilde belli hususlarda devlet adına
emir ve talimat mahiyetinde tavsiye kararları almalarına yol açmıştır.
İTC’nin bu dönemlerdeki iktidarı fırka iktidarından ziyade örgüt
iktidarı görünümündedir. Fırka/parti iktidarı bile belli bir oranda daha
meşru bir mahiyeti haizdir; ancak İTC, bu dönemde fırka/parti vası-
tasıyla değil, daha ziyade örgüt/cemiyet haliyle devlet idaresine müda-
halede bulunmuştur. İTC, Meşrutiyet’i ilan ettirirken, parlamentonun
yeniden açılmasını sağlarken bunu, daha evvel de izah ettiğimiz veç-
hile salt bir anayasal mesele olarak değil, devletin bekasını ve devletin
- 97 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

kalbi mesabesindeki Rumeli’nin devletten ayrılmamasını temin edecek


bir çare olarak telakki ediyordu. Hiç şüphe yok ki İTC, meşrutiyeti bir
fırka/parti olarak değil, komitacılık ve onun yan unsuru olan fedaîlik
gibi silahlı tedhişi de bir yöntem olarak kullanan gizli bir örgüt olarak
ilan ettirmişti. Bu sebeple kimi zaman devlet geleneğiyle hiçbir şekilde
izah edilemeyecek şuursuzca hareketlerle sivil-asker idarecileri kukla po-
zisyonuna sokuyordu. Ancak her İttihadçının benzer bir tavırla hareket
ettiğini söylemek de mümkün olmadığı gibi zaman içinde devlet idare
geleneğine riayet sağlanmıştır.
Hüseyin Kazım Kadri’nin hatıratındaki bir anekdot çarpıcı bir mi-
saldir. Talat Bey/Paşa tarafından İTC’nin ve Meşrutiyet’in merkezlerin-
den kabul edilen Serez/Siroz mutasarrıflığı için ikna edilen Hüseyin Ka-
zım Kadri’nin vazifeye başlar başlamaz devlet terbiye ve geleneği adına
yaptığı bir hareket hayli ilginçtir. Serez’de İTC’nin murahhası olan iki
İttihadçı, mutasarrıf olan Kadri’yi ziyaretle “bütün işlerde oradaki Cemi-
yet merkeziyle müttehiden [birlikte] çalışmaklığı lazım geldiğini” söylerler.
Kadri, sert ve şiddetli bir lisanla cemiyetin değil, hükûmetin memuru
olduğunu söyler. Bu arada Serez’deki Fırka Kumandan Vekili Miralay
Muhammed Bey, halkın sabahlara kadar silah atmak gibi fena bir adeti
olduğunu söyler ve bunun yasaklanması için emir itasını talep eder. Ne-
ticede emir verilir. Kadri’nin cevabını unutmayan Serez İTC murahhas-
ları kendisinin, tahrirat müdürünün ve kumandanın olduğu bir muhitte
altı el ateş ederler. Bunun üzerine kumandan vekili bunların üzerlerini
aramaya teşebbüs eder ama yediği şiddetli bir yumruk darbesiyle arka-
üstü yere uzanır. Olaya müdahale eden Kadri, devreye girer ve şahısla-
rın hükûmete teslim olmalarını ihtar eder.
Hadiseye karışan dört kişidir ve ikisi silah atmadıklarını ve hükûme-
tin emrine tabi olduklarını söyler; diğer iki kişi külhanbeyi tavırlarla tes-
lim olmayacaklarını, kimseyi tanımadıklarını söylerler ve olay mahallin-
den uzaklaşırlar. O esnada polis, asker ve jandarma da bulunmadığı için
Kadri de bir şey yapamaz. Ancak onların kim olduklarını tahrirat müdü-
ründen öğrenir ve merkeze dönünce emir vererek onları gözaltına aldırır.
Kadri, “ertesi akşam, bütün memurları ve fırka erkân ve ümerasını, zabit-
leri, memleketin eşraf ve mutebarânını… hükûmete davet” eder. Müftü ile
rüesa-yı ruhaniye [ruhanî reisler] de hazırdırlar. Yanında kumandan ve-
kili olduğu halde meydanda toplanan halkın ortasına geçer şunları söyler:
- 98 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“Beyler, Efendiler! Müddet-i ömrümde hükûmete karşı nefretle ve muhalefetle


ve isyanla yaşadım ve bundan dolayı hükümetten daima uzak kaldım. Bugün mu-
tasarrıf sıfatıyla memleketinizde bulunmaklığım da hüsnüzannıma mağlubiyetim-
den dolayıdır. Çünkü Talat Bey beni aldattı. Seni öyle bir yere gönderiyorum ki
inkılâbı yapan kuvvetin ön safında bulundular. Sen orada aradığını bulacaksın.
Orada hükûmet, inkıyad, ciddiyet ve samimiyet… her şey var diyordu. Ben de
bu sözlere inanarak buraya geldim. Fakat şimdi gördüm ve anladım ki onun de-
diği şeylerin hiçbiri burada yoktur. Bilakis hükûmete, kanuna ve ruh-ı inkılâba
karşı bir fikr-i isyan ve muhalefet vardır. Bunun en sarih delili de dünkü hadi-
sedir ki bütün memleket bunun şahidi oldu. İki adam hükümeti ve kanunu tanı-
madıklarını söylediler ve bunu da fiil ve hareketleriyle gösterdiler ve en son fırka
kumandanının göğsüne vurup yere düşürmek gibi şenî bir iş yaptılar. Bunun ce-
zasını da şimdi göreceklerdir.”

Kadri, kocaman bir falaka ve bir demet kızılcık sopası ile murah-
hasları yere yatırtmış ve elli sopa kıçlarına ve elli sopa da ayaklarına
vurdurtmuştur. “Kabadayılar, ayaklarının üzerine basamadıkları için
dizlerinin ve ellerinin üzerlerine köpek gibi yürümeye çalışmış[lardır].”
Kadri, sonra bunları Selanik’e uzaklaştırır.144

144 Hüseyin Kazım Kadri, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım, Haz. İsmail Kara,
İstanbul: İletişim Yayınları, 1991, s. 71-75. Hüseyin Kazım Kadri, Osmanlı Devle-
ti’nin vakar ve haysiyetini hiçe sayan Yunan konsolos ve tercümanına karşı da çok
sert bir muamele yapar ve Yunan sefiri, Talat Bey’den Hüseyin Kazım Kadri’nin az-
lini talep eder. Talat Bey’in verdiği cevap dikkat çekicidir: “Ne kadar vali ve mutasar-
rıf varsa hepsini azl edebilirim; fakat Siroz mutasarrıfına dokunamam.” Kadri, a.g.e,
s. 94. Bu anekdotların doğruluğu kesin gibidir. Sadece Hüseyin Kazım Kadri değil,
babası Trabzon Valisi Kadri Bey’in de falaka hadiseleri meşhurdur. Ayrıca Hüseyin
Kazım Kadri, Siroz’dan sonra İTC tarafından Selanik valiliğine de getirilmiştir. Kad-
ri, Talat Paşa nazırlıktan ayrıldıktan sonra “Ne çare ki ben, ustamdan başkasıyla güç
imtizaç edebilirdim” deyip Halep valiliğinden istifayı düşünecek kadar Talat Bey’e
merbut ve muhibdir. Hüseyin Kazım Kadri, Kamil Paşa’nın 1912-13’teki sadaretin-
de Balkan Harbi hezimeti sebebiyle darbe yapacaklarından korkup da tutuklattığı
İttihadçılardan biri ve İTC Merkez-i Umumî azasıyken yapılan bazı işlerde kendisi-
ne haber verilmediği gerekçesiyle İTC’yle bağını kesmiş ve bir kısmı haklı, bir kıs-
mı da haksız sert tenkidler de yöneltmiştir. Kadri, bilahare Son Osmanlı Meclis-i
Mebusanı’nda reis vekilliği yapmış, beyanına göre kendi eseri olan Misak-ı Millî’yi
kendi el yazısıyla kaleme almış, bunu Fransızcaya da tercüme ettirmiştir. İstanbul
Hükûmeti ile Ankara heyeti arasında yapılacak görüşme için Bilecik’e geldiklerinde
İzzet Paşa ve Salih Paşa ile birlikte üç ay alıkonulmuş, bilahare serbest bırakılmış-
lardır. Nutuk’ta kendisi hakkındaki ağır ithamları şiddetle reddetmekte ve mukabil
ağırlıkta ithamlarda bulunmaktadır. Misak-ı Millî’nin de genişçe ele alındığı kaliteli
bir çalışma için bkz. Mustafa Budak, İdealden Gerçeğe Misâk-ı Millî’den Lozan’a Dış
Politika, İstanbul: Küre Yayınları, 2002.

- 99 -
8. İttihadçılık ve Masonluk-Siyonizm

M üstakil bir çalışmayı hak eden bir mevzu da İttihadçılık- Ma-


sonluk münasebetidir. Mütedeyyin- muhafazakâr- İslamî çevre-
lerde Masonluk; Sabatayizm ve Siyonizmle de özdeşleştirilerek Osmanlı
Devleti’ni yıkmak, parçalamak, Filistin topraklarını ele geçirmek iste-
yen bir telakki-örgüt, İTC ve İttihadçılar da bunun aleti addedilerek
ifrat ve mübalağada hudut tanınmamıştır. Masonluğun yakın zamana
kadar hissedilen tesirini ve ağırlığını inkâr etmeden şunu söyleyebili-
riz ki, onun İTC ve İttihadçılar üzerindeki ağırlığı sağ-muhafazakâr
tarihçi bilinenlerin iddialarının aksine hayli mahduttu.
İttihadçıların Selanik’teki İtalyan ve Fransız obediyansına bağlı lo-
calardan ziyadesiyle istifade ettiği, hatta azımsanmayacak sayıda bir
İTC (OHC) mensubunun gönüllü Mason olduğu da şüpheden arî-
dir. Ancak İttihadçıların kahir ekseriyeti için Mason locaları gizlili-
ğin, kendilerini gizlemenin, nispeten rahat ve serbest hareket etmenin
teminatıydı; çünkü Osmanlı Devleti’nin kapitülasyonlar gereği büyük
devletlerin nüfuzu ve muhafazası altındaki bu müesseselere müdahale
imkânı ve hakkı yok ya da yok denecek kadar azdı. Mason locaları İt-
tihadçılar için “korunaklı liman” hükmündeydi. Masonluğun ve İtal-
yan Maşrık-ı Azamlığına bağlı Selanik’teki Macedonia Risorta Loca-
sı’nın İTC, Osmanlı subayları arasındaki ağırlığını ve 1908 Meşrutiyet
İnkılâbı’ndaki katkısını ziyadesiyle abartan eserinde Angelo Iacovella
bile aslında Osmanlı subaylarının bu locaya “korunaklı liman” telak-
kisiyle üye olduklarını ifade etmektedir: “1901 ile 1908 yılının Nisan
ayı arasında Macedonia Risorta locasında tam 188 kişi tekris edildi, bun-
lardan 23’ü Rumeli’ de karargâh kurmuş II. ve III. Kolordu’nun [Ordu
- 101 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

olacak İ.K.] üst düzey muvazzaf subaylarıydı.”145 Meşrutiyet’in ilanından


sonra kendisiyle le Temps gazetesinin yaptığı bir röportajda Manyasî-
zade Refik Bey de, bu durumu şöyle ifade etmektedir:
“Farmasonluğun, özellikle İtalyan farmasonluğunun moral desteğine sahip ol-
duğumuz bir gerçektir. Selanik’te birçok loca vardır: Makedonya Rizorta ve Labor
et lux İtalyan Büyük Doğusuna; Veritas, Fransız Büyük Doğusuna; Perseverenza,
İspanyol; Filippos ise Yunan Büyük Doğusuna bağlıdırlar. Bu sonuncunun amacı
tamamen ulusaldır. Gerçeği isterseniz sadece ilk ikisi bize tam olarak yardım et-
miştir. Bizim için sığınak teşkil ettiler. Orada mason olarak toplanıyorduk, zira
içimizden birçoğu masonluğa girmiştir, ama gerçekte örgütlenmek için toplanı-
yorduk. Ayrıca, üyelerimizden büyük bir kısmını bu localara almamız, mason-
ların üye yazımında çok dikkatli araştırma yapmalarından dolayı bize elek gö-
revini üstlenerek hizmet etmelerindendi. İstanbul’ da (Abdülhamid’in hafiyeleri
anlamında) localardaki gizli çalışmamız konusunda pek muğlâk nitelikli şüphe-
ler doğmuştur. Oraya polis sokmaya çalıştılar ama başarısız kaldılar. Esasen lo-
calar İtalyan Büyük Doğusu’na başvurmuşlardı, gerektiği takdirde İtalyan elçili-
ğini harekete geçirmek vaadini almıştık. Farmasonluğun bizim için çok yararlı
olan yardımı işte bu çerçevede gerçekleşmiştir.”146

İttihadçılar Rumeli coğrafyasında devlete rağmen muhalefet ve fa-


aliyet yapmanın bir imkânı olarak Masonik gizli örgüt yapılanmasını
hem önlerinde buldular, hem de yegâne çare olarak gördüler. Zira böl-
gedeki hemen her ayrılıkçı etnik-dinî unsur benzer bir yapı içinde fa-
aliyet yürütmekteydi.
İttihadçılar, çağın şartları iktizasınca Masonluğun uluslararası mü-
nasebetlerde de belli bir tesiri haiz olduğunu görmüş, ancak bunda biraz
mübalağaya kaçarak Masonluktan bu yönde istifade etmek istemişler,
145 Angelo Iacovella, Gönye ve Hilal (İttihad-Terakki ve Masonluk), Çev. Tülin Altınova,
2. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999, s. 42.
146 Orhan Koloğlu, İttihadçılar ve Masonlar, İstanbul: Eylül Yayınları, 2002, s. 60-61. Bu
metnin biraz farklı bir tercümesi bkz. Reşat Atabek, “İttihad ve Terakki’nin Kuruluşu
ve Masonluk”, Mimar Sinan Dergisi, Sayı: 60, s. 9-10. Koloğlu’nun mezkûr eseri hem
mantık hem de muhteviyat itibariyle makul ve namuslu bir çalışmadır ve zannımızca
sahasında daha iyisi henüz yazılamadı. Başta İngiltere’nin İttihadçıların İslam dün-
yasındaki etkilerini azaltmak için İttihadçı hareketin bir Yahudi ve Mason komplosu
olduğu propagandası olmak üzere yabancılarca Masonluk üzerinden İttihadçılara
tevcih edilen itham ve iftiralar vasi şekilde ele alınmaktadır. Bilhassa şu tespitin mü-
him olduğunu ifade etmeliyiz: “İngiltere’yi rahatsız eden, Genç Türk devriminin Mısır
ve Hindistan’daki milliyetçiler arasında saygıyla karşılanmış olmasıydı.” Koloğlu, a.g.e.,
s. 206.

- 102 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

hatta Masonluğu millîleştirme cihetine giderek, Osmanlı Büyük Do-


ğusu’nu tesis etmişlerdir.147 Talat Paşa, Osmanlı Büyük Doğusu’nu te-
sis ederken, hiç olmazsa Masonluğa da millî bir veçhe kazandırmak is-
temiş, yabancı obediyanslara “hizmet” eden Osmanlı vatandaşlarının
Masonluk adı altında da olsa “millî menfaatler” istikametinde ülkeye
hizmet etmelerini hedeflemiştir. Ayrıca İttihadçıların tüm Masonlar
için geçerli temel kıstas ve hassasiyetin Masonik ilkeler olmadığının,
hele de büyük devletlerin kendi ülkelerinin obediyanslarına bağlı lo-
calarının Osmanlı topraklarında “sevgi”, “kardeşlik” gibi “saf” ve “so-
yut” hislerle hareket etmediklerinin farkında olmadıklarını söylemek
de mümkün değildir. Paul Dumont nispeten objektif ve kaliteli ça-
lışmasının pek çok sayfasında bu duruma işaret etmektedir. Meşruti-
yet’le birlikte Masonluk moda olsa da “kısa bir süre sonra Jön Türkler
kendi atölyelerini ve kendi obediyanslarını kurmaya başladılar. Anlaşı-
lan başlıca hedeflerden biri bu yolla yabancı mahfillerin çoğalmasını ön-
lemekti; yoksa bu çoğalma kısa vadede Osmanlı İmparatorluğu’nun tam
bir masonik kolonizasyon tehlikesine yol açacaktı.”148
Millî menfaatler mevzubahis olduğunda büyük devlet Masonları
hiçbir savaşı engelleyememişlerdir. Talat Paşa ve yakın arkadaşları için
Masonluk “araçsallaştırılan”, “araçsallığı” sebebiyle dikkate alınan,
147 1908 Meşrutiyeti’ni kendi eserleri gibi telakki eden İtalyan Masonlar başta olmak
üzere yabancı maşrıklar, Osmanlı Maşrık-ı Azamlığının kurulmasına pek sıcak
bakmamışlardır. “Avrupalı Masonlar, Osmanlı Büyük Doğusu’nun kuruluşuna, Dev-
rim’in [1908 Meşrutiyeti İ.K.] mason damgalı oluşuna sevindikleri kadar sevineme-
diler.” Koloğlu, a.g.e, s. 143.
148 Paul Dumont, Osmanlıcılık, Ulusçu Akımlar ve Masonlar, Çev. Ali Berktay, İstanbul:
YKY, 2008, s. 70. Dumont, Ekim ayında peş peşe patlak veren netameli hadiselerin
(Bulgaristan’ın bağımsızlık ilanı, Avusturya-Macaristan’ın Bosna-Hersek’i işgali) yol
açtığı kriz üzerine İTC’nin Cemal Paşa ve Dr. Nazım’ı Fransa’ya gönderdiğini, heye-
tin Masonlar dâhil herkesten destek aradığını, “Jön Türklerin Parisli destekçileri tam
bir demokrasi, idarede adem-i merkeziyet ve hatta bazıları yerel özerklik ya da bağım-
sızlık düş[lerken]”, İttihat ve Terakki’nin “tam tersine, merkezî iktidarı güçlendirmek,
Osmanlı milletinin tüm bileşenlerini devlet etrafında toplamak ve Batı’nın uygarlaştı-
rıcı işlevini yüceltirken ülkeyi Büyük Güçler’in denetiminden kurtarmak is[tediğini]”
net olarak ifade etmektedir. a.g.e., s. 113. İTC’nin Fransa’ya gönderdiği heyetin -hele
de millî menfaatler sözkonusu olduğunda sekterliği müsellem isimlerden teşkili-
Fransız Masonları ile münasebetinden haliyle müspet bir netice çıkmamıştır. Kaldı
ki Dr. Nazım Fransa Maşrık-ı Azamı’nda yaptığı konuşmada Mason olmadığını da
söylemektedir.

- 103 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

ihtiyaç hissedildiğinde kendisinden istifade edilecek, tehlikeli oldu-


ğunda ya da faydadan ziyade zarar verdiğinde de terk edilecek, hatta
yasaklanacak bir telakki-müessese-cemiyet idi. Bilhassa İtalya’nın Trab-
lusgarb’ı işgalinden sonra İTC ve İttihadçıların Masonluğa bakışında
sert değişilikler olmuştur. Meşhur İttihadçı hikâyeci Ömer Seyfeddin
Genç Kalemler dergisinde yayınladığı “Primo Türk Çocuğu” unvanlı
hikâyesinde çok sert bir Masonluk tenkidine girişir. Bu hikâye, Ma-
sonluktan başka dünyada ne anane, ne mazi, ne vatan ne de kavmi-
yet hiçbir hakikat olmayacağına inanan Selanik’teki İtalyan Mason lo-
casına mensup, İtalyan bir kızla evli, Müslümanlığını ve Türklüğünü
unutmuş, Primo diye tesmiye ve hitap ettiği oğlu tek kelime Türkçe
bilmeyen Kenan’ın Trablusgarb’ın işgaline Masonların kayıtsızlığıyla
kendisine gelmesi, “milliyet ve Türklük fikrinin franmasonluk efsa-
nesiyle boğulmasını” tespit etmesi etrafında cereyan etmektedir. Neti-
cede Kenan, İtalyan eşine “çarşaf giymesi, Türkçe öğrenmesi ve bir harf
İtalyanca konuşmamasını” şart koşar, aksi halde serbest olduğunu söy-
ler. Ancak daha çarpıcı olan Primo’nun anne ve babası arasında ter-
cihte bulunurken “Ben… Turco çocuk… Ben, yok İtalyano… Ben bu-
rada… Ben çocuk Türk…” demesidir.149
İttihadçıların Masonluğa devletin bekasına sağladığı fayda zaviye-
sinden yaklaştığı bir vakıâdır. Aksi halde İttihadçı geçmişe de sahip
bilahare Üstad-ı Azam da olan meşhur Masonlardan Rıza Tevfik’e İt-
tihadçıların, kendisinin de İttihadçılara yaptığı şeylerin izahı hayli müş-
killeşir. Biraz da haksız şekilde “sopalı seçim” olarak tavsif edilen 1912
seçimlerinde İttihadçıların kaba kuvvet uyguladığı, dövdüğü ve mebus
seçilmesine mani olduğu muhaliflerin başında Rıza Tevfik gelmektey-
di.150 Rıza Tevfik ise “Mason kardeşliğinin” aslında gerektiğinde na-
149 Ömer Seyfeddin, “Primo Türk Çocuğu”, Genç Kalemler, S. 13, 5 Kanun-ı Evvel 1327.
Ömer Seyfeddin hikâyeleri, Dergâh ve Ötüken Neşriyat olmak üzere pek çok yerde
yayınlanmıştır. Genç Kalemler dergisi ise takım olarak Türk Dil Kurumu’nca Latin
harfleriyle basılmıştır.
150 Rıza Tevfik’in seçim çalışması için gittiği Gümülcine’de İttihadçılar tarafından dö-
vülmesiyle ilgili bkz. Cüneyt Okay, “Kendi Kaleminden 1912 Seçimlerinde Rıza
Tevfik’in Dövülmesi-Gümülcine’de Sopalı Seçimler”, Toplumsal Tarih Dergisi, Sayı:
64, s. 18-20. Rıza Tevfik, kendisini dövenlerin 40 civarında İslam olduğunu, yalnız
birisi Giritli, birisi de Avdetî olmak üzere iki kişinin daha rol oynadığının kendisine
söylendiğini, kendisini darp edenlerin “A be!.. İşte bu Feylesof Rıza Tevfik!.. Din-

- 104 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

sıl da kıymetsizleşebileceğinin müşahhas misallerini gösteren bir Ma-


sondu. Mesela aynı locaya (Meşrutiyet Mahfili)151 mensup oldukları
Şeyhülislam Musa Kazım’ı deşifre eden bizzat kendisiydi. Rıza Tev-
fik, asıl “husumeti”ni Mütareke devrinde Üstad-ı Azamlığı esnasında
göstermiş, İttihadçı “birçok biraderleri uzaklaştırmış ve bunların isim-
lerini muhtevi cetvelleri her tarafa tamim etmiş (yaymış) idi.” 152 Hakeza
Muhibban-ı Hürriyet Mahfili’ne mensup meşhur Jön Türklerden, hatta
İTC’nin isim babalarından İbrahim Temo’nun153 İttihadçılar tarafın-
dan nasıl dışlandığı ve sert bir muameleye maruz kaldığı da malumdur.

siz!... Trablus’u İtalya’ya satan!... Bunun anasını Bulgar… ilâahir” diye bağırdıklarını,
edepsizlikte en ileri gidenin Pomak Ahmed namında bir miskin olduğunu, jandar-
manın kendisine kötü muamelede bulunduğunu ifade etmektedir.
151 “İspanya obediyansına tabi olarak İstanbul’da çalışmakta bulunan (La Constitution)
isimli bu mahfil 26 Aralık 1909 tarihinde Türkiye Büyük Maşrıkına iltihak etmiştir.
İlk üstadı Eski Maliye Nazırı Mehmet Cavid birader idi. Şeyhülislam Musa Kazım
Efendi, Doktor Rıza Tevfik, Doktor Nurettin Ramih, Miralay Hasan Hilmi biraderler
de bu mahfilin azası idiler.” Kemalettin Apak, Ana Çizgileriyle Türkiye’de Mason-
luk Tarihi, İstanbul: y.y., 1958, s. 87-88. Pek çok ikinci kaynakta Osmanlı Meclis-i
Mebusanı’nda Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin masonluğunun tartışılması ve-
silesiyle sunulan önergede “sakalından utanmaz farmason kafiri” ifadesini kullanan
5 imzacıdan birinin Dr. Rıza Tevfik olduğu bilgisi yer almaktadır. Orhan Koloğlu,
Cumhuriyet Döneminde Masonlar, İstanbul: Eylül Yayınları, 2003, s. 32. Ancak biz
önergeyi görmediğimiz gibi meclise hangi aşamada ve nasıl sunulduğunu da öğre-
nemedik.
152 Apak, a.g.e., s. 78. Celil Layıktez ise “1918’te cadı kazanı kaynamaya başlamış ve
Büyük Üstat seçilen Rıza Tevfik, İttihadçılara karşı açtığı savaşı o denli ileri götür-
müştür ki, İttihat ve Terakkî Fırkası’na mensup masonların listelerini basına ve polise
vermiştir. Rıza Tevfik’in ihbarları üzerine birçok locanın arşivlerine polis tarafından el
konulmuş, İttihadçı Masonlar sürgün edilmiştir,” demektedir. Celil Layiktez, Türki-
ye’de Masonluk Tarihi, Cilt:1- Başlangıç 1721-1956, İstanbul: Yenilik Basımevi, 1999,
s. 124. Layıktez, Büyük Üstad Rıza Tevfik’in, bir başka Büyük Üstad Talat Paşa’yı
azlettiğini de yazmaktadır. a.g.e., s. 121, 9 no’lu dipnot. Talat Paşa’nın azlinden si-
temle bahseden başka bir eserde de “1909 tarihinde düzenli olmasa bile (zira Yüksek
Şura tarafından ve himayesinde kurulmuştur) meşruiyet kazanmış olan Türkiye’deki
Masonluk, on sene sonra 1919’da siyaseti resmen mason camiasına sokmak hatası-
nı işlemiş ve muhakeme edilmeden, müdafaa hakkı tanınmadan bir kardeşi katil ve
hıyanet suçlamaları ile camiadan tard etmek ayıbını yapmıştır,” denilmektedir. Ah-
met Akkan, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Büyük Üstadlar, İstanbul:
Yenilik Basımevi, 1997, s. 17-18. Bu kitaptaki Talat Paşa ile alakalı bölüm, yazar
tarafından daha evvel Mimar Sinan dergisinin 81. sayısında yayınlanmıştır.
153 Apak, a.g.e., s. 84.

- 105 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Bir an için kendilerine atfedilen Masonluk iddialarının hakikat ol-


duğunu kabul etsek dahi Musa Kazım Efendi gibi bir şeyhülislamın,
güya mensup olduğu Ziya-yı Şark Mahfili’nde başında sarığıyla İsla-
miyet ve Masonluk mevzuunda konferans veren Hoca Mahmud Esad
Efendi154 gibi bir âlimin, Said Halim Paşa gibi entelektüel seviyesi hayli
yüksek İslamcı bir siyaset adamı ve mütefekkirin, Vehhâbiliğe meyyal
Selefiliğiyle maruf, dört ciltlik muhteşem Türk Lügâtı’nın hazırlayı-
cısı, Misâk-ı Millî’yi kaleme alan Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın
Reis vekili Hüseyin Kazım Kadri’nin birer Mason oluşu mucib-i hay-
ret olsa da bu insanların kâffesinin kötü niyetli olduğuna hamledile-
mez. İslamcı olsun olmasın İttihadçıların kahir ekseriyeti Masonluğu
bir küll (bütün) halinde değil, onun “işe yarayan”, “ihtiyaç duyulan”
bir parçasını, bir özelliğini dikkate alarak üyelik cihetine gitmiştir.
Mezkûr şahısların İslam’a, Filistin’e, Osmanlı’ya, Türk Milleti’ne,
Müslümanlara zarar vermek, düşmanlık etmek saikasıyla bu cemiyete
mensup olmaları eşyanın tabiatına mugayirdir. Kimi kendisini gizle-
mek, siyasî-konjonktürel mülahazalar, kimi de sosyal-entelektüel ku-
lüp telakkisiyle bu cemiyete dâhil olmuştur. Hepsinin cemiyetle ilişki-
sini aynı derecede sürdürdüğü de söylenemez. Masonlukla münasebeti
sebebiyle İTC ve İttihadçıların bugün dahi şiddetle takbih edilirken
Üstad-ı Azam olan Dr. Rıza Tevfik’in takdir ve taltife mazhar olması
herhalde Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdat şiirinden kaynaklanı-
yor olsa gerek. Pek çok şeyde olduğu gibi Masonlukta da İttihadçıların
ifrat derecesinde itham ve takbihleri onların Türk tarihinin en büyük
günah keçisi ad ve ilan edilmelerinin neticesidir. Abdülhamid’e muha-
lefette İttihadçılara rahmet okutan, hatta onun tahttan indirilmesi için
çok daha istekli olan Jön Türklerin, Masonluk mevzuunda İttihadçı-
lar kadar bile dile dolanmaması anlaşılır gibi değildir. Enver Paşa’nın
Mason localarını kapatması, onları takip ettirmesi dahi önyargı duvar-
larını aşamamaktadır.155 Kaldı ki denge politikası gereği Abdülhamid
154 Apak, a.g.e., s. 89.
155 Masonların Enver Paşa’ya bakışının müspet olmadığı malum ve aşikârdır. Hatta bir
eserde Ermeni Tehciri meselesinde sırf Talat Paşa’yı korumak(!) adına Talat Paşa,
Enver Paşa’nın tesirinde kalmış gibi gösterilerek temize(!) çıkarılmakta, Enver Paşa
itham edilmektedir: “Sarıkamış faciasının birinci derece mesulü Enver Paşa’nın, Er-
meni Tehciri hakkındaki ısrarlarına dayanamamış ve müşterek vatan davası uğrunda

- 106 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

de Mason localarına çok sert bir tavır takınmamış, “Masonik faaliyet


1883 yılında bir balo tertip edecek kadar alenî olabil”mişti.156
Masonluk mevzuunda bigâne kalınamayacak bir husus da Cevat
Rifat Atilhan’ın gördüğünü söylediği bir hatıratta yazılanlardır. Nak-
ledilenlere bakarak söylersek, bu hatıratta yer yer mübalağa ve hilaf-ı
hakikat ifadeler, takdim-tehirler bulunmaktaysa da tamamiyle hayal
mahsülü ya da uydurma olmadığını biz de kabul etmekteyiz. Atilhan’a
göre hatırat Eski Bahriye Vekili İhsan Bey’e (Topçu İhsan) aittir ve onu
Cafer Tayyar Eğilmez’de157 görüp okumuştur. Bu hatıratta Miralay Sa-
dık Bey’in Mason İttihadçıların İTC’den ihracını şart koştuğu yazı-
lıdır. 1325 (1909) Kongresi arefesinde İhsan Bey’in İTC Edirne mu-
rahhası seçildiği günlerde Mahmud Şevket Paşa’nın Başyaveri Kadri
Bey, Miralay Sadık Bey’in görüşmek üzere kendisini beklediğini söy-
ler. Sadık Bey, kongrede görüşülmek üzere ‘Siyonistlik ve Farmason-
luk’ aleyhine bir layiha göndermiştir. Bu layihada belki de bilmeyerek
ve istemeyerek Talat, Cavid, Cahit ve Ahmet Rıza Beyler vasıtasıyla
cemiyetin farmasonluğa ve Siyonistlere alet olunduğunu iddia etmek-
tedir. İhsan Bey, Talat’ın devletin ve milletin aleyhinde olan hain bir
teşkilata alet olamayacağını, şartların nezaketi gereği ve sırf İTC’nin
selamet ve muvaffakiyeti için Mason localarından, Masonluğun bey-
nelmilel nüfuzundan istifade düşüncesiyle Masonluğa intisap etmiş ola-
bileceğini söyler. Sadık Bey, onların alet olmak istemeseler bile bu lo-
caların ifsad ettiği hava içinde kimliklerini kaybedeceklerini ifade eder.
Kongrede Sadık Bey’in layihası maslahat iktizasınca okunmamış-
tır. İhsan Bey; Doktor Nazım ve Ömer Naci Beylerden bu layiha hak-
kında malumat ve tafsilat ister; layiha hakkında müzakere yapılır.
Kongre azaları ve hatta Mason olduklarından şüphelenilenler de dâ-
hil şöyle denilmiştir: “Biz ihtilali memleketin muhakkak felaketinden
derin bir ızdırap duymakla mahza akıl ve Müslümanlık esaslarından
fedakârlık etmiş, arkadaşlarını feda edemeyen, ciddi, dostluğu unutmaz bir kalbe ma-
likti.” Akkan, a.g.e., s. 17.
156 Layıktez, a.g.e., s. 66.
157 Cafer Tayyar Eğilmez’in terekesi uzun müddettir dillerde dolaşmaktadır. Kıymeti,
mahiyeti, keyfiyeti, kemiyeti hakkında mufassal bir malumatı haiz olmamakla bir-
likte Millî Mücadele ve Mustafa Kemal hakkında aykırı tezleri ve sert tenkitleri havi
olduğu için yok edildiği veya piyasaya verilmediği iddia olunmaktadır.

- 107 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

kuvvet ve ilham alarak yaptık… Biz millet meclisine, Mason localarını


kendilerine basamak yaparak oraya girmiş kimselerle dolu görmek iste-
meyiz.” Bunun üzerine Doktor Nazım söz alarak, bu layihanın hayal
mahsülü olduğunu, farmasonluğun siyasî olmaktan ziyade beynelmilel
bir teşekkül olduğunu, Yahudilerin Filistin’de bir devlet kurmak için
aralarına girmediğini, Talat gibi inkılâbın en büyük adamını sırf geç-
mişte Mason locasına girdiği için tard etmenin doğru olamayacağını,
Cavid’e damarlarında dolaşan kan Yahudi kanı demenin doğru olma-
yacağını, çünkü başka dinden dönmüş, başka ırklara mensup çok sa-
yıda insanın da olduğunu, vaktiyle İTC Manastır Merkez Heyeti’nde
bulunmuş Sadık Bey’in bir an evvel fırkanın sonra da hükûmetin ba-
şına geçmek istediğini, bu sebeple kendisinden üstün Talat ve Cavid
gibi isimlerin kendisine mani olacağından korktuğu için ihraçlarını
talep ettiğini ifade etmiştir.
Nihayetinde Masonluğa karşı tedbirler alınması kararlaştırılmış;
“Merkez-i Umumî arkadaşları ile Emniyet-i Umumiyede Siyonistlik teşki-
latı aleyhinde faaliyetin artması lüzumu üzerinde görüşülmüş ve İstanbul Mu-
rahhası Kara Kemal Bey’ le de158 müderrisînden, ulemadan bir heyet teşkil edile-
rek millete dini his ve terbiyenin takviyesi ve ahlak-ı umumiyenin korunması ve
ıslahı hususunda esaslı ve programlı neşriyat temininde mutabık kalınmıştı[r].”

İhsan Bey, İstanbul’a dönüşünde neticeyi Sadık Bey’e bildirmiş,


ancak Sadık Bey bundan memnun kalmamış, Talat Bey ve arkadaşla-
rının cemiyetten tardında ısrar etmiş, bu ısrar sebebiyle Sadık Bey’in
başka bir hususi maksat takip ettiğinin zannedileceğini söylemiş, Sa-
dık Bey de, bu söz üzerine kendisine de münfail olmuştur.
158 Ziya Şakir’e göre Kara Kemal “İstanbul’un sarıklı ve esnaf zümresine tamamen hulul
etmeye muvaffak olan” biridir. Ziya Şakir, İttihat ve Terakki-II Nasıl Yaşadı?, s. 70.
Ayrıca, Volkan gazetesinde İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin Ayasofya’da yapıla-
cak resmî açılışına tüm cemiyet üyelerinin ve bilcümle Ümmet-i Muhammed’in da-
vet edildiğinin ilanı üzerine Kara Kemal’in parlak bir fikir beyan ettiğini, “Madem
bizi Farmasonlukla ve gâvurlukla ittiham ediyorlar. Biz, bunun aksini ispat edelim.
Onlar, Cumartesi günü Ayasofya Camisi’nde mevlid okutacaklar, değil mi? Şu halde
biz daha evvel davranalım. Cuma günü, Cuma namazından sonra, biz bir mevlid
okutalım. O gün Peygamberin doğduğu güne tesadüf ettiği için halk üzerinde iyi bir
tesir yaparız,” dediğini ve bu teklifin hararetle kabul edildiğini yazmaktadır. a.g.e., s.
174.

- 108 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

İhsan Bey, kendisine ait olduğu iddia olunan bu hatıratta Siyo-


nizmden, onların Filistin’de devlet kurma emelinden, Abdülhamid’e
yapılan tekliften, Abdülhamid’in bu teklifi redle iktifa etmeyip bir de
Defter-i Hakanî Nazırı Hoca Mahmud Efendi’yi Siyonizmle mücade-
leye memur ettiğinden, Talat’ın İTC’ye müzaheret için Masonluğa in-
tisabından ve bu sebeple Karasu’yu bulduğundan bahsettikten sonra
hatıratı şöyle tamamlamaktadır:
“İttihat ve Terakki Osmanlı camiasından ayrılmak isteyen gayrimüslim ve Müs-
lim bilumum iftirakçi [ayrılıkçı] anasır [unsurlar/etnik-dinî gruplar] ile mücadele
ettiği gibi Siyonistlik aleyhinde de mücadeleye germi vermiş ve poliste bir büro tesis
ederek faaliyete ehemmiyetle devam etmiştir. Masonluğa karşı ise… dindarlığı ve
salabet-i ahlakiyesiyle mümtaz Hacı Adil Bey’i İttihat ve Terakki Katib-i Umu-
misi yapmış mevki, şahsi menfaat ihtiraslarından uzak yalnız vatan ve milletin
selamet ve itilâsı [yükselmesi] endişesiyle hayli heyecanda gördüğü inkılaptan ev-
vel cemiyete girmiş fedakar evlatlarını da rical-ı millet olarak vilayetlere murah-
has olarak göndermeye karar vermişti. Şehzadebaşı kulübünde Manastırlı Hoca
İsmail Hakkı Efendi ve emsali zevatın teşkil ettikleri cemiyet-i ilmiyeye, o cemi-
yetin bütün neşriyatı ve o tarihlerde ulema-yı İslamiye taraflarından ahlaka dair
olan telifat İttihat ve Terakkinin devletin ve memleketin selameti için dine ve ah-
laka ne derecelerde kıymet verdiğini göstermeye kâfi delillerdi.”159

Yahudilik, Siyonizm ve Masonluğu sadece yazı hayatının değil şahsî


hayatının da temel meselesi haline getiren Atilhan’ın bizim göreme-
diğimiz bu hatırattan naklettikleri aslında kendi iddialarını da çürü-
ten bir mahiyeti haizdir. Bu hatıratta İhsan Bey veya Dr. Nazım’ın160
ağzından Talat Paşa’nın Mason locasına niçin girdiği ve Cavid Bey’in
dönmeliği makul bir şekilde izah edildikten sonra İTC’nin bilhassa
159 Cevat Rifat Atilhan, Farmasonluk-İnsanlığın Kanseri, İstanbul: Aykut Neşriyat,
1960, s. 123-141.
160 Dr.Nazım da Mason olmayan bir İttihadçı liderdir. Celal Bayar’ın hatıratındaki bir
anekdot hayli kıymetlidir: “Ahmed Rıza ve Dr.Nazım mason değillerdi…Bir gün, Dr.
Nazım Bey ile bu konuda [Masonluk] konuşurken kendisine benim mason olmak-
lığım için karşılaştığım ısrarlı teklifleri kabul etmediğimi anlattım: ‘-Sen ne dersin’
manasında yüzüne baktım. Cevap verdi: ‘-Parti içinde memlekete hizmet etmek, sizi
tatmin etmiyor mu? Ben görüyorum ki ediyor. O halde mason olmaya ne lüzum var’
dedi. Gerçek şudur ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İstanbul, Selanik ve İzmir gibi
birkaç merkezinde masonlar vardı. Fakat bütün memleketi saran teşkilatının ruhun-
da, esas bünyesinde, masonluğun, masonların en ufak bir tesiri görülmezdi”. Celal
Bayar, Ben de Yazdım, C.2, İstanbul: Baha Matbaası, 1966, s.429.

- 109 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Siyonizm için emniyet tedbirleri aldığı, vilayetlerde Masonluğa iyi


gözle bakmayan murahhasların görevlendirildiği, İstanbul Murahhası
Kemal Bey vasıtasıyla ulema ve müderrislerin vaaz u nasihata, konfe-
ranslara başladığı, dinî cemiyetlerin dinî-ahlakî neşriyata önem verdiği
net şekilde ifade edilmektedir. Bu durumda İTC ve İttihadçıların top-
tan Masonlukla yaftalanması haksızlıktan başka bir şey olmayacaktır.
Benzer bir tartışma 1911 senesinin Nisan-Haziran aylarında vuku
bulmuştur. Bu tartışma her ne kadar cemiyette değil İTC fırka gru-
bunda baş göstermişse de İTC’yi parçalanmanın eşiğine getirmiştir.
Hizb-i Cedit adı verilen bu hareketle İTC milletvekillerinin çoğun-
luğu muhafazakâr bir grup oluşturmuştur. Lideri ilmiyeden Balıkesir
Mebusu Abdülaziz Mecdi Tolun ise de perde arkasında yine Miralay
Sadık Bey bulunmaktadır. Bu grup 10 maddelik bir bildiri yayınla-
mış, 6. maddede “Ahlak ve adâb-ı umumiye-i diniye ve milliyenin mu-
hafazasıyla beraber Garb’ın terakkiyat ve tekemmülât-ı medeniyesinin
memlekette inkişafına hizmet etmek”, 10. maddede “Makasıd-ı hafiye-i
mahsusaya binaen teşekkül eden cemiyetlerin harekât ve âmâline müma-
naat etmek [mani olmak]” talep edilmiştir. “Makasıd-ı hafiye-i mah-
susa” ile yani gizli bir maksadı olan kuruluşla, anlatılmak istenen Ma-
sonluktur. Nihayetinde 1911 kongresinde bir protokol yapılmış ve bu
maddelerin hemen hepsi kabul edilmiştir. Az evvel bahsi geçen İhsan
Bey’in hatıratından yapıldığı iddia olunan nakillerde yer yer 1909 ile
1911’deki hadiseler birbirine karıştırılmışsa da, birincisindeki kadar
vurgulu olmasa da her iki hadisede de Masonluk temel niza ve ihti-
laf unsuru olmuştur.
Bu sebeple, Cavid Bey’in, Meşrutiyet Ruznamesi’nde bilhassa 1911’deki
hadiseye ziyadesiyle yer verilmesi gayet tabiîdir. Sadık Bey’in hem ko-
mitacı hem de dindar oluşunun verdiği korkuyu tüm önde gelen İt-
tihadçılar hissetmişlerdir. Cavid Bey’in yazdıklarından anlaşıldığına
göre kendilerinin en güvendiği mebuslar bile Sadık Bey’in telkinlerine
bigâne kalamamıştır.
“Sadık Bey’ le taraftaranının daha kuvvetli ve maksada çabuk isal edici bir
surette teşvikat ve tahrikâtlarına devam etmeleri… Hariçteki telkinatlarıyla mak-
satlarına muvaffak olamayacaklarını anladıklarından bu defa Meclis-i Mebu-
san’ da ve fırka dâhilinde fikirlerini yürütmeğe çalışmışlar. Bunun için fırka azası

- 110 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

meyanında ve bizim en ziyade itimad ettiklerimizden birçoklarını din perdesi al-


tında iğfal ederek gizli bir fırka teşkil eylemişler. Bunları birer birer, ekseriya yek-
diğerinden haberdar olmayarak, Sadık Bey’in evine celp edip yemin verdirmişler.
Esas telkinâtları adab-ı diniyeye riayet, hükümeti masonların ve binaenaleyh din-
sizlerin elinden kurtarmak… Talat (galiba Habib’ le birlikte) Sadık Bey’ le görüş-
meğe gitti. Sadık Bey’in yanında da Topçu Ziya varmış. Dört beş saat görüşmüş-
ler. Hep aynı masallar, aynı hezayanlar. Masonluk, Siyonizm, şahsiyat… Adil
Bey, Merkez-i Umumî azalarıyla Sadık Bey arasında vuku’ bulmuş olan i’tilaf-
tan bahsetti. Masonluk, Siyonizm, istikraz mesaili.” 161

1911 senesindeki Hizb-i Cedit hadisesi ile ilgili Ziya Şakir’in ese-
rinde Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun’u merkeze alan iki mühim
anekdot vardır. İlkine göre Müfrit İttihadçılar, bir softa hareketi ol-
duğunu gösterip gözden düşürmek için Hizb-i Cedit’in kuruluşu için
bir hikâye uydurmuşlardır. Bu hikâyeye göre İngiliz elçiliği tercümanı
Fitzmaurice (Fiç Moris), Abdülaziz Efendi’ye yakında tüm İttihadçı-
ların Mason olacağını, Talat Bey ve arkadaşlarının buna gizlice karar
verdiğini, hatta bu maksadın elde edilmesi için Musa Kazım Efendi
gibi sarıklı bir Masonun Şeyhülislamlığa getirildiğini, günün birinde
bir fetva ile Masonluğun resmî din şeklini alacağını, eğer bunda tered-
düt ediliyorsa Musa Kazım’ın tecrübe edilmesi gerektiğini söylemiş ve
Masonların işaretleşme adetlerini öğretmiş. Mecdi Efendi her ne ka-
dar buna inanmamışsa da hocası olan Musa Kazım’ı ziyaret edip Ma-
son el işaretlerini yapınca Şeyhülislam “Vayyy, kardeşim, demek ki sen
de bizdenmişsin” demiş ve bu cevap üzerine Şeyhülislam’ın yüzüne tü-
küren Abdülaziz Efendi kızgınlıkla gidip Hizb-i Cedit’i kurmuş.162 Os-
man Nuri Ergin, bu hikâyenin bir tek harfinin bile doğru olmadığını,
Mecdi Efendi’nin hocasının yüzüne tükürmek bir yana bu zata sonuna
kadar hürmetini muhafaza ettiğini, ancak Musa Kazım’ın da mason
olduğunu müteaddit defalar ifade ettiğini yazmaktadır.163
İkinci anekdot da şudur: Bir gün Talat Paşa ile Abdülaziz Mecdi
Efendi, bir cenazeye birlikte giderlerken arabada aralarında bir soh-
bet geçmiş.
161 Cavid Bey, Meşrutiyet Ruznamesi, Cilt.1, s. 107, 113, 119.
162 Ziya Şakir, İttihat ve Terakki-II, s. 652-653.
163 Osman Nuri Ergin, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti, İstanbul:
Kenan Basımevi, 1942, s. 97-98.

- 111 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

“Talat Bey: Efendi, şu bizim Cemiyete bir tarik[at] şekli versek, acaba nasıl olur?
Mecdi Efendi: Ne gibi?
Talat Bey: Mesela şövalyelerin sâlik oldukları tarikler gibi.
Mecdi Efendi: Eh olur a. Mevlevî olalım.
Talat Bey: Olmaz. Mevlevîlik eksantriktir.
Mecdi Efendi: Eh, Kadirî…
Talat Bey: O da olmaz.
Mecdi Efendi: Rüfaî…
Talat Bey: O hiç olmaz.
Mecdi Efendi: Bektaşilik nasıl?
Talat Bey: O fena değil ama, kâfi derecede şümullü değil.
Mecdi Efendi: Ben sana bir şey söyliyeyim mi Talat Bey? Senin dilinin altın-
dakini ben biliyorum. Yani farmason olalım, diyeceksin, değil mi? Bunu aklın-
dan çıkar. Biz Garp’tan gelen ve din aleyhinde gizli maksatları ihtiva eden hiç-
bir cereyana tabi olamayız. Hem sana kat’ î olarak söylüyorum: Böyle aykırı bir
fikri ortaya sürdüğün gün hem kendinizi, hem de Cemiyeti mahvedersiniz.”164

Ziya Şakir’in bir anekdotu nakletmiş olması onun sıhhatine de-


lil teşkil etmez. Talat Paşa gibi siyaset ve teşkilat ustası birinin ilmi-
yeden gelme, üstelik parti içi muhalif kimliği bariz birinin yanında
bu sözleri cidden söylemiş olduğunun peşinen kabul edilmesi inanı-
lır gibi değildir. Mecdi Efendi’yi hafızası yanıltmamışsa geriye tek bir
şık kalmaktadır ki bizce de makul olanı şudur: Talat Paşa’nın herkesçe
malum olan muzipliği. Talat Paşa hakkında yazılan pek çok hatıratta
onun hadden aşırı şakacı, muzip ve mizahı seven biri olduğu yazılı-
dır. Hatta kimi zaman işin içyüzünü bilince gülmekten insanın mide-
sine kramplar girdirecek ustalıkta rol yaptığı da malumdur. En meş-
huru Ali Emirî’den Divanu Lügat’it-Türk’ü almak için tiyatroculara
taş çıkarttığı oyunculuğudur. Kaldı ki Ziya Şakir de mezkûr anekdotu
naklettikten sonra garipliği hissetmiş ve bir çözüm olarak şu dipnotu
düşmüştür: “Aynen naklettiğimiz şu muhavereyi muhterem karilerimiz
164 Ziya Şakir, İttihat ve Terakki-II, s. 653-654. Hüsamettin Ertürk ise bu olayı şöyle nak-
letmektedir: “Müthiş bir partici idi. İttihatçılığı bir fırkacılık değil, dini bir tarikat ha-
line getirmeği isterdi. Mason locasına kayıtlı ve Bektaşî tarikatine de müdavimdi. Bir
gün en yakın dostlarından Abdülaziz Mecdi Efendiye: ‘Hocam’ demişti, ‘düşünüyor,
bir türlü karar veremiyorum, sen ne dersin Allahaşkına, Mason mu kalayım, Bektaşi
mi olayım?’ ‘Paşam, bence bunların ikisine de lüzum yok, amma mutlaka birini tercih
etmek lazım geliyorsa, Bektaşiliği seçin, zira Bektaşilik bir Türk tarikatıdır,’ demişti.”
Ertürk, a.g.e., s. 171.

- 112 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

bir hayal mahsulü zannetmesinler. Konuşulan şu sözleri kabul veya tek-


zip edecek iki zattan Talat Bey her ne kadar bu fani dünyadan göçüp git-
mişse de, Mecdi Efendi hamdolsun hayatta ve henüz aramızda bulunu-
yorlar. Eğer yazdıklarımızda yalan ve yahut yanlış bir nokta varsa, bizi
tekzip veya tashih buyurabilirler.”165 Osman Nuri Ergin ise mezkûr ese-
rinde bu anekdotu ve dipnotu naklettikten sonra “Evet; bu sözleri Mecdi
Efendi’ den def ’alarca ben de işitmiştim” demektedir. Ergin’in zikredilen
eserinde Mecdi Efendi ile alakalı olsun olmasın yer alan pek çok men-
kıbenin sıhhati, hakikati ve kabil olup olmadığı bu çalışmanın konusu
değildir ancak Osman Nuri Ergin bir önceki anekdota gösterdiği sert
tepki kadar olmasa da bir ihtimali ifade etse, ihtiyatı tercih etse daha
isabetli bir tavır takınmış olurdu.166
Her ne kadar Masonluk ve Siyonizm farklı mefhum, müessese ve
telakkilerse de ülkemizde ve bilhassa muhafazakâr-mütedeyyin cami-
ada hemen hemen eşanlamlı bir mânâyı haizdir. Osmanlı ve Türk Ma-
sonlarının Masonluğu kabul etme ve revaç gösterme sebepleri hayli
farklı olduğundan, en azından millî bir endişe bariz olduğundan, İtti-
hadçı Masonların, bazı Yahudilerin bile muhalif ya da mesafeli olduğu
165 Ziya Şakir, İttihat ve Terakki-II, 100 nolu dipnot. Ziya Şakir’in Genç Türk gazetesinin
12. sayı birinci teşrin 1326 (Ekim 1910) tarihli nüshasında yayınlanan “Talat Paşa’ya
Açık Mektup” unvanlı yazısı Hasan Fehmi ve Ahmet Samim’in yazılarından daha
ağırdır. Bu yazıda Talat Paşa’ya yapılmadık hakaret kalmamıştır, ancak Ziya Şakir’in
başına da hiçbir iş gelmemiştir. Ziya Şakir’in Talat Paşa’ya bir husumeti varsa da
doğrusunu söylemek iktiza ederse şimdilerde 3 cilt halinde kitaplaştırılan ve 1930’lı
yıllarda Son Posta gazetesinde tefrika edilen İttihat Terakki serisi dönemin mühim
şahsiyetlerine hadden aşırı bir paye vermek ve birkaç ufak-tefek bilgi ve tespit hatası
haricinde objektif ve kaynak olarak kullanmaya da salihtir. Ziya Şakir’in naklettiği
mezkûr anekdotu muhtelemen kendisine aktaran şahıs işin muziplik ve mizah veç-
hesini atlamıştır. Ziya Şakir’in mezkûr makalesinden bizi haberdar eden kıymetli
araştırmacı Ömer Hakan Özalp’e teşekkürü bir borç bilirim.
166 Nasıl ki bu anekdotlara hiç olmazsa ihtiyatla yaklaşmak, daha ilmî ve ahlakî bir
tarzsa, aynı şekilde Talat Bey’i tezkiye olmasa da günahını hafifletme(!) gayesiyle
tedavüle sokulduğu aşikâr olan anekdotlara da aynı şekilde yaklaşmak iktiza eder.
Naklettiği pek çok anekdotun hezeyan olduğunu zannettiğimiz Atilhan’ın Talat Paşa
ile alakalı anlattığı bir anekdot da şöyledir: “İttihat ve Terakki’nin meşhur posta me-
muru sadrıâzam Talât Paşa da, İtalyan Farmasonlarıyla Türk isimli farmasonların
müşterek hiyanetiyle ve Salemler, Karassoların himmetiyle İtalyan askeri kollarını sal-
layarak güzel Trablus’a ayak basınca Karasso’nun yakasına yapışmış, yüzüne tükür-
müş ve ‘Hani Mason biraderlerin yardımı, be herif!’ diye bağırmıştı ki: Budalalığın ve
saflığın bu derecesine bir isim takmak zordur.” Atilhan, 31 Mart Faciası, a.g.e., s. 46.

- 113 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Siyonizme destek verdiklerini iddia etmek ancak bariz ve çirkin bir


kötü niyetin tezahürü olabilir.167 Şayet İttihadçılar, az veya çok “mil-
liyetçilik”le muttasıf insanlarsa onların milliyetçilikten de öte kaba ve
fanatik bir ırkçılık olarak tesmiyesi elzem başka bir milliyetçiliğin ya
da ırkçılığın hizmetkârları olduğunu söylemek, onların bir Osmanlı
toprağı olan Filistin’i Yahudilere ve Siyonistlere peşkeş çektiğini iddia
etmek aynı zamanda açık bir çelişki olacaktır. Siyonizmle alakaları
ileri seviyede olmayan ve bir kısmı da Türk milliyetçiliği pazarlama-
cılığı yapan bazı Mason Yahudilerden hareketle bu kabil beyan ve id-
dialarda bulunmak ilmî bir temele de dayanmamaktadır. Niyazi Ber-
kes’in bu husustaki tespiti kanaatimizce hayli açıklayıcıdır:
“…Türk ulusçuluğu fikrini Batı’ da ileri sürenler arasında tanınan Lumley
Davids, Léon Cahun, Arminius Vambery gibi Yahudi asıllı kişiler olduğu, İtti-
hat ve Terakki Cemiyeti’ni desteklemede de Emmanuel Karasu (Carasso), daha
sonra Moiz Kohen, Avram Galanti gibi yerli Yahudiler olduğu halde İttihatçı-
ların iktidara geçişinden umutlanan Siyonistlerin Filistin’in Yahudi yurdu ola-
rak tanıtılması isteklerine İttihatçılar, özellikle de Cemal Paşa, II. Abdülhamit’in
yaptığından daha şiddetli tepki göstermişlerdir. Bunun başlıca nedeni, durup du-
rurken başlarına bir de Yahudi milliyetçiliği derdi çıkarmak istememeleriydi.”168

Siyonizmle alakalı Abdülhamid ve İTC dönemlerine dair söylenen


şeylerin kahir ekseriyeti gerçeğe tetabuk etmemektedir. Siyonizm, Ya-
hudilerin Filistin’i yurt edinmeleri, hatta orada ayrı bir devlet kurma-
ları ise buna yönelik çabaların en yoğun olduğu dönemin Abdülhamid
167 Derin Tarih dergisinin ek olarak verdiği ve “müfteriyat risalesi” denilmesi seza bir
kitapçıkta Mevlanzade Rıfat, tüm kinini kusarcasına “Malumdur ki Sultan Abdül-
hamid-i Sâni’nin hal’inden sonra Osmanlı hükümetinin idaresi tam manâsıyla Siyon
Yahûdî cemiyetinin İttihad ve Terakki namındaki teşkilatına tabi ümera ve rical eline
geçti” demektedir. Mevlanzade Rıfat Bey, Siyonistler Osmanlı’yı Nasıl Yıktı?, Derin
Tarih Dergisi 15.Sayı Eki Haziran 2013. Kendisini II. Meşrutiyet öncesi uzun yıllar
kalacağı Yemen’e sürgüne gönderdiği için Meşrutiyet’in ilanından sonra Abdülha-
mid’e küfür ve hakarette gazetesinin başka bir sürgün yazarı olan Hasan Fehmi ile
adeta yarışa çıkan Mevlanzade’nin bu eserinin ek olarak verilmesi ümit ederiz, salt
ilmî ve fikrî mülahazaya müstenittir. Aksi takdirde karakter ve tıyneti malum birin-
den sırf İttihadçılara küfrediyor, iftira atıyor diye fayda ve medet ummak garip bir
şey olur…
168 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Haz. Ahmet Kuyaş, İstanbul: YKY, 2002, s.
407-408. Niyazi Berkes, bu kitabı kardeşi Enver’e ithaf etmiştir. Babaları bu iki kar-
deşe Hürriyet Kahramanı Niyazi ve Enver Bey’in isimlerini vermiştir.

- 114 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

devri olduğunu söyleyebiliriz. Yani “Abdülhamid Filistin’ de Yahudilere


tek karış toprak vermedi” şeklindeki “slogan” Osmanlı arşiv kayıt ve ve-
sikalarına göre gerçek değildir. Hem Siyonistler hem de Osmanlı Ya-
hudilerinin kahir ekseriyeti, Yahudilerin Filistin topraklarında küme-
lenmesi ve çoğalmasını, hatta gelecek bir tarihte burada müstakil bir
Yahudi devletinin kurulmasını da istiyorlardı; ancak buraya iskânı dü-
şünülen Yahudiler Doğu Avrupa ve Rusya Yahudileri idi. Osmanlı Ya-
hudilerinin kendileri için böyle bir niyet ve teşebbüsleri yoktu;169 çünkü
onlar Osmanlı idaresinden ve yaşadıkları şehirlerden memnundular.
Bu bakımdan Osmanlı’nın çöküşünün, kavgalarının yaşandığı Rume-
li’de Yahudiler sonuna kadar Osmanlı Devleti’nden yana oldukları, bu
uğurda her türlü desteği verdikleri için 1908’de Meşrutiyet’in ilanından
sonra Filistin’de Osmanlı vatandaşı olmayan Yahudilerin çoğalmasına
İttihadçıların rıza göstereceklerini zannediyorlardı. Üstelik Yahudiler
hem zeki ve çalışkan hem de sermaye sahibiydiler. İskân edildikleri
yerleri de mamur edeceklerdi. Aslında sureta bu iddiada da doğruluk
payı yok değildi. Hatta sırf bu sebeple iskân için Mezopotamya kuv-
vetli bir tercih olarak uzun müddet gündemde kalmıştı. Hatta kimi
zaman Makedonya ve Doğu Anadolu’ya bile Yahudi iskânı düşünül-
müştü. Ancak Siyonistler, Filistin’de ısrarcı oldukları ya da şartlar mü-
sait olmadığı için onların bilhassa Rumeli ve Mezopotamya’ya iskân-
ları tatbik imkânı bulamadı.
Abdülhamid devrinde görünüşte Yahudilerin Filistin’de toprak sa-
tın alma hakları yoktu ve Osmanlı vatandaşı değillerse Filistin’e gi-
riş yaparken pasaportlarını verip Kırmızı Tezkere almakta ve en fazla
üç ay burada kalabilmekteydiler. Ancak ne hazindir, arazi satın alma
ve Kırmızı Tezkere ile alakalı yasak ve kısıtlamalar pratikte hiçbir işe
yaramıyordu. Osmanlı vatandaşı olmayan Yahudiler tüm yasaklama-
lara rağmen Filistin’de arazi sahibi olabiliyorlardı. 1880-1908 yılları
169 “Osmanlı topraklarında Siyonist bir ideolojiyi benimseyen Yahudiler, Avrupa’daki Si-
yonist Yahudilerden farklıydı; onlara göre milliyetçiliğin kültürel bir biçimi olan Siyo-
nizm Osmanlı devletine sadakatleriyle çatışmıyordu ve bu yeni oluşan kimlik, kalkıp
da Filistin’e gitmelerini falan gerektirmiyordu.” Louis Fishman, “1911’de Meclis-i Me-
busan’da Yapılan Siyonizm Tartışmasını ‘Yahudi Sorunu’nun Ortaya Çıkışı Işığında
Anlamak”, Jön Türklerin Filistin’i, Yuval Ben-Bassat, Eyal Ginio (Derleyenler), İstan-
bul: KÜY, 2016, s. 97.

- 115 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

arasında Siyonistler, Filistin topraklarında hatırı sayılır bir arazinin sa-


hibi olmuş ve bölgede hâkimiyet tesis edecek kadar olmasa bile söz sa-
hibi olacak bir nüfus yoğunluğuna ulaşmışlardı. Abdülhamid’in bazı
Yahudilere verdiği özel izinle yapılan arazi satışları ve Büyük Devlet-
lerin baskısıyla yapılan ya da neticesi kabul edilen arazi satışları hari-
cinde Siyonistlerin arazi sahibi olmalarının temel sebebi Osmanlı me-
murlarının ahlaksızlığı ve aldıkları muazzam rüşvetler ve paraya olan
tamahları neticesi vuku bulan satış ve işgallerdi.
Kimi zaman rızaî satışlar arazi sahibinin vasfı ve şahsiyeti sebebiyle
daha da çarpıcı bir görünüm kazanmaktaydı. Misal olarak İngiliz mu-
hibbi Osmanlı sadrazamlarından Kamil Paşa’nın kıymetinin birkaç
misli fiyat teklif edilmesi üzerine Filistin’de sahip olduğu çok büyük
bir araziyi Yahudilere satmasını zikredebiliriz. Beyrut Valiliği tarafından
29 Ağustos 1902 tarihinde kaleme alınan belgedeki ifadeler şöyledir:
“Musevilerin Filistin topraklarına karşı besledikleri gizli emellerin bir sonucu
olarak dönümü 50 kuruş kıymetindeki araziyi mesela 150 kuruşa satın almakta
olduğu aşikârdır. Aydın Valisi Kamil Paşa’nın Hayfa’ da vaktiyle 400.000 ku-
ruşa aldığı araziyi 10.000 liraya bunlara satmak için hususi kâtibini göndermesi
dahi bu husustaki rağbetin derecesini takdir için kâfidir.”170

Siyonistlere Filistin topraklarını bizatihi Arapların sattığı iddiası


ise çok doğru görünmemektedir. Çünkü Siyonistlere karşı kimi za-
man sert tedbirlerin alındığı Abdülhamid devrinde bile Araplara ait
pek çok arazi Siyonist işgal ve tehdidiyle el değiştirmiş, Osmanlı me-
murları da çoğu kez rüşvet karşılığı bu duruma sessiz kalmışlardır. Bu
arada Ziraat Bankası ya da tefecilerden borç alan ve arazilerini rehin
eden Arapların, borçlarını ödeyememeleri üzerine bu araziler icraen sa-
tışa çıkarılmış ve hemen hepsini de Siyonistler almıştır.
Bazı çiftçilerin kimi zaman devletten yardım istemelerine rağmen
herhangi bir yardım göremedikleri de oluyordu. Kaldı ki vergi borç-
larından dolayı da devlet bu arazileri satışa çıkarabilmekteydi.171 Filis-
tinli olmayan bir kısmı Müslüman ama çoğu Hıristiyan olan aracı bir
Arap kesimin de fakir Filistinlilerin topraklarını satın almak suretiyle
170 Ömer Tellioğlu, Filistin’e Musevi Göçü ve Siyonizm (1880-1914), İstanbul: Kitabevi
Yayınları, 2016, s. 159.
171 Tellioğlu, a.g.e., s. 134-136.

- 116 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

toplayıp belli bir müddet sonra bunları Yahudilere devrettiği de vaki


ise de, yine de Filistinli Müslümanların topraklarını kendi rızalarıyla
Siyonistlere sattığı iddiası mübalağadan başka bir şey değildir.
1897 yılında Dünya Siyonist Örgütü’nün kuruluşuna kadar Filis-
tin’de arazi alımını Osmanlı Devleti’nce muteber iki Yahudi’nin, Ba-
ron Edmond Rothschild ve Baron Maurice Hirch’in kurduğu Yahudi
Kolonizasyonu Birliği yapmaktaydı. Ayrıca Filistin’in Yafa, Hayfa ve
Kudüs gibi şehirlerinde bulunan yabancı konsoloslar da Museviler
adına müstear isimle arazi satın almaktaydı.172 Osmanlı Devleti’nin
borçlanma işlemlerine aracılık eden Rothschild’e ilginçtir, Abdülha-
mid devrinde arazi satın almada bir kısıtlama uygulanmamaktaydı.
Onun şirketlerine ve müstear adlarla arazi alan temsilcilerine sadece
bir şart ileri sürülmekteydi. Bu da satın alınan arazilere muhacir göç-
men iskân edilmemesiydi. Ancak bunun fiiliyatta bir anlamı yoktu.
Çünkü bu araziler koloniler inşa etmek ve buraya çeşitli şekillerle so-
kulan göçmenler iskân edilmek için satın alınıyordu. Değişik yollarla
Filistin’e sokulan bu göçmen Yahudilerin inşa edilen kolonilere iskân
edilmelerinden sonra devlet tarafından sınırdışı edildiklerine dair ar-
şivlerde tek bir kayıt da mevcut değildir.173 Rothschild’e sadece 1897’ye
kadar değil, Dünya Siyonist Teşkilatı’nın kurulup Siyonistlerin Filis-
tin’le alakalı niyetlerinin alenîleştiği bu tarihten sonra da mesela 1902
tarihinde bile 2.000 dönümden fazla arazi satın almasına, hatta bu ara-
ziye 130 hane iskân etmesine resmen izin verilmiştir. Osmanlı arşiv ka-
yıtlarında sadece 1882-1891 yılları arasında Rothschild’in temsilcileri
vasıtasıyla asgari 69.000 dönüm arazi satın aldığı bilgisi mevcuttur.174
172 Tellioğlu, a.g.e., s. 156.
173 Tellioğlu, a.g.e., s. 161.
174 Tellioğlu, a.g.e., s. 162. Yahudi ve Siyonistlere arazi satışı, Musevilerin bu toprakla-
ra göç ve iskanı, ruhsatsız bina yapımı ve bunlara bir türlü mani olunamaması ile
alakalı arşiv vesikalarına dayalı başka bir çalışma için bkz. Mustafa Balcıoğlu-Sezai
Balcı, Rothschilder ve Osmanlı İmparatorluğu, Ankara: Erguvanî Yayınevi, 2017. Os-
manlı tebaası olan Yahudilerin nüfus tezekerelerinin toplanıp Port Said’e gelen ve
orada bekleyen muhacir Filistinlilere verildiği, onların da Yafa, Hayfa, Beyrut gibi
limanlara gelip sorunsuzca, kimi zaman da rüşvetle Filistin’e girdikleri ve bir daha
da çıkmadıkları müteaddit defalar hem de Musevi vatandaşların ihbarıyla da tespit
olmasına rağmen göçe mani olunamaması devlet işleyişi açısından ibret verici bir
durum olmalıdır.

- 117 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Meşrutiyet’ten sonra Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa, Musevi göç-


menlere karşı çıkmayacağını söylese de Rusya’nın ülkesini terk eden
Musevi vatandaşlarının Filistin’deki faaliyetlerine karışmasından kork-
maktaydı, ama yine de Musevilere konan yasakları kaldırtmaktan çe-
kinmedi. Evvela Filistin’e girişte Musevilere verilen “Kırmızı Tezkere”
usûlü kaldırıldı, sonra da Siyonistlerin toprak satın almaları serbest
bırakıldı. Ancak balayı kısa sürede bitti ve İttihadçılar, Abdülhamid
devrinde Filistin’e Yahudi göçüne ve yerleşimine engel olan eski kı-
sıtlama ve yasakları yeniden yürürlüğe koydu.175 Kabine, 20 Haziran
1909’da Kudüs mutasarrıflığından gelen raporu da dikkate alarak Fi-
listin’e yerleşen 50 bin Yahudi’nin yabancı uyruklu olması sebebiyle
Arz-ı Filistin’de yabancılara arazi satışını yasakladı. 28 Eylül 1909’da
da Talat Bey’in valilere gönderdiği bir talimatla Filistin’de arazi sa-
tışları Osmanlı vatandaşları dâhil tüm Yahudilere yasaklandı.176 Kır-
mızı Tezkere uygulaması Eylül 1913’te hepten kaldırıldı. Çünkü Kır-
mızı Tezkere uygulamasının daimi ikamet için gelenlerin ülkeyi terk
etmelerinin sağlanması bakımından hiçbir faydası yoktu. Daimi ika-
met için gelenler Baron de Rothschild’in finansman ve himayesinde
tesis edilen kolonilere dağıtılmakta ve Osmanlı memurları da men-
faat ya da başlarına bir şey gelmesi endişesi gibi sebeplerle bu koloni-
leri kontrol dışı tutmaktaydılar.177 Daha hazin olanı şudur ki, Filis-
tin’e giriş yaptığında kırmızı tezkere alanlar, yani ancak bir ay ya da
üç ay bu topraklarda kalma hak ve izinleri olan Yahudiler, çoğu kez
Osmanlı memurlarının rüşvete müptela olmaları yüzünden daimi ka-
lıcı sıfatını kazanıyorlardı. Limandaki kayıtlarda çoğu kez “memleke-
tine dönmüştür” yazılmaktaydı. Ayrıca kaçak yolla Filistin’e girenler
rüşvet vererek nüfus defterlerine kendilerini eski Osmanlı vatandaşıy-
mış gibi kaydettirebiliyorlardı. Hatta çoğu kez, liman ve iskele girişle-
rinde rüşvet karşılığı resmi işlem yapılmadığından, kaçak giriş yapan
175 Mim Kemal Öke, Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar, İstanbul: Çağ Yayınla-
rı, 1990, s. 130-131.
176 Öke, a.g.e., s. 136-137. Yasak ve kısıtlamalar birkaç defa kaldırılıp tekrar konulmuş-
tur. 1913’te de Siyonistlerin Arap ayrılıkçılarıyla birlikte hareket eder gibi bir tutum
takınmaları, Osmanlı vatandaşlığına geçmemeleri ve İttihadçıların ümitle beklediği
maddî yardım için bir girişimde bulunmamaları üzerine de Abdülhamid dönemin-
deki kısıtlama ve yasaklamalar tekrar devreye girmiştir.
177 Tellioğlu, a.g.e., s. 114.

- 118 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Yahudiler ismen kayıtlarda bile görünmüyordu. 1880-1908 arası Filis-


tin’de Yahudilerin satın aldığı arazi miktarı yanında Filistin’e iskân edi-
len Yahudilerin sayısı da, gayriresmî giriş yapan, kalış süresi dolduğu
ve çıkış yapmadığı halde çıkmış gibi gözükenler, yani kaçak meskûn-
lar nazar-ı itibare alınmasa bile yüksektir. II. Meşrutiyet’in ilan edil-
diği 1908 yılında Filistin’deki yaşayan Yahudi sayısı, göçler sayesinde
Abdülhamid’in tahta çıktığı 1876 tarihine nazaran tam üç misli art-
mıştır ve bu rakam 80 bine ulaşmıştır.178
Hem Abdülhamid hem de Meşrutiyet devrinde Osmanlı Devleti’ne
en az problem çıkaran unsur Yahudiler olmuştur. Ancak milliyetçilik
çağında Yahudilerin varlıklarını ve geleceklerini ölümüne Osmanlı’ya
bağlamalarının sebebi Rumeli’de veya başka bir yerde Rum, Bulgar ya
da Ermeniler gibi bir nüfus yoğunluğuna sahip olmamalarıydı. Onlar
müzmin muhacir, ezelî misafir kavim idi. Filistin bile Osmanlı Yahu-
dilerinin kendileri için değil, Hıristiyan zulmünden kaçan Yahudiler
için bir çare, bir “yurt” idi. Yani bir Osmanlı Yahudisi kendisi mevzu-
bahis olmasa, kendisi Filistin’e yerleşmeyi hiçbir zaman düşünmemiş
olsa da Siyonist inancına sahip olabilirdi. İşte bazı Osmanlı Yahudi-
leri, hatta bazı İttihadçı Yahudileri bile böyleydi. Ancak ne Yahudile-
rin ne de Siyonistlerin İTC’nin politikalarının belirlenmesinde “zerre
miskal” tesir ve ağırlıkları mevcut değildi.
İttihadçılar Siyonizme yardımcı olmak, sıcak bakmak bir yana
kimi zaman çok sert tenkidler de yöneltiyorlardı. Siyonistlerin Filis-
tin’de bir Yahudi devleti kurma amacının bir fesat olduğunu ve bu fe-
sadın karşısına bütün gücüyle dikilmenin en büyük vatanseverlik ol-
duğunu ifade eden “Kahrolsun Siyonizm!” başlıklı yazıyı kaleme alan
Yunus Nadi önde gelen bir İttihadçı; Siyonistlere yine sert tepki göste-
ren bir başka yazar olan Kazım Nami ise hem OHC’nin kurucuların-
dan hem de bir Masondu.179 Hatta Mason ve Dönme Cavid Bey bile
önde gelen Siyonist lider Dr. Jacobson ile yaptığı görüşmede “Siyonist-
lerin Filistin’ de bağımsız bir devlet kurmayı amaçladığını ve bundan do-
layı Hükûmetin ayrılıkçı gruplarla pazarlığa oturmaya niyeti olmadığını
178 Balcıoğlu-Balcı, a.g.e., s.414.
179 Öke, a.g.e., s. 134-135.

- 119 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

belirt”iyordu.180 İttihadçılar, Rusya’da mezalime maruz kalan Musevi-


lerin göçüne rahmeten müsaade etmiş, ancak diğer etnik gruplar gibi
ayrılıkçı bir mesele çıkarmamaları ve yabancı müdahalesini davet et-
meyecek şekilde yerleştirilmelerini şart koşmuşlardı. Fakat Yahudi göçü
hiçbir şekilde Filistin üzerine yoğunlaşmayacaktı. Özyönetim ya da
özerklik asla sözkonusu değildi. Onların göçünü cazip kılan şey ise
sermaye güçleri ve çalışkanlıklarıydı.
İttihadçıları Masonluk, Yahudi uşaklığı ve Siyonistlikle itham eden
muhaliflerin işbaşına geldiklerinde Siyonistlerle kurduğu temas ve mü-
nasebet ise hayli şaşırtıcı idi. Mesela Balkan Harbi esnasında maddî
imkânsızlıklar içinde çırpınan Kamil Paşa, son çare olarak Musevi ve
Siyonistlere sığınmak zorunda kalmıştı. Filistin’de bazı ayrıcalıklar kar-
şılığında Siyonistlerin hükümete yardımcı olacağını sanıyordu. Büyük
Kabine, daha Trablusgarp Savaşı bitmeden Siyonistlere yakınlaşma ça-
baları sergilemeye başlamış ve 1912 Eylül’ünde Kamil Paşa, Siyonist
lider Dr. Jacobson ile bir görüşme yapmıştı. O günlerde Şura-yı Dev-
let’e memur olan Kamil Paşa, Jacobson’a, II. Abdülhamid döneminden
bildiği Siyonizmi bir tehlike olarak görmediğini, bilakis, gerek Devlet
Şurası’nda gerek kabinede ülkeye Musevi göç ve yerleşiminin getireceği
yararlardan bahsedeceğini söylemiştir.181 Dâhiliye Nazırı Reşid Bey ise
başka bir Siyonist lider olan Hockberg ile bir görüşme yapmış ve Siyo-
nistlerin amaçlarını ve faaliyetlerini içeren bir muhtıra hazırlamasını ve
bunun kabinede görüşüleceğini söylemiştir. 6 Ocak 1913’te bu muh-
tıra teslim edilmiş, Kamil Paşa’nın müspet yaklaşımının da etkisiyle
Siyonistlerin Filistin’deki emellerinin gerçekleşmesi artık an meselesi
haline gelmiştir. Ancak “tekbir” nidaları ve “Edirne” sloganlarıyla ger-
çekleştirilen 23 Ocak Babıâli Baskını ile bu emeller suya düşmüştür.182
180 Öke, a.g.e., s. 137.
181 Öke, a.g.e., s. 178.
182 Öke, a.g.e, s. 179. Büyük Kabine’ye Filistinlilerin yaklaşımı da ilginçti. “Filistinliler,
Gazi Ahmed ve Kamil Paşa Hükûmetlerinin Siyonizm konusunda daha sert bir politika
izleyeceklerini sanmışlardı. Hürriyetçiler muhalefette iken İttihat ve Terakki Hükûmet-
lerini Masonlukla ve vatanı Siyonistlere satmakla suçlamamışlar mıydı? Fakat, Hür-
riyetçilerin desteğindeki kabineler iktidara gelince, bundan önce de gördüğümüz gibi,
Siyonistlerle pazarlığa girişmişler ve onlara maddi yardım karşılığında Filistin’de bazı
ayrıcalıklar vermeyi kabullenmişlerdi.” Öke, a.g.e., s. 181-182.

- 120 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

İttihadçılar, zaman zaman Musevilerle Arapların arasını bulmak


istemişlerdir. Talat Paşa bir Arap-Musevi ittifakı için devreye girmiş,
hatta Reşid Rıza bile el-Menar’da bir yazı kaleme alarak teknolojik
bakımdan hayli ilerlemiş Avrupa’nın karşısında gittikçe gerileyen Da-
rü’l-İslam’ı yeniden güçlendirmek için Siyonistlerin maddî imkânla-
rına muhtaç olduklarını itiraf etmiş, Araplar için Siyonistlerden ge-
lecek bu yardımı reddetmenin faturasının fakirlik ve tam bir çöküş
olacağını, kutsal topraklarda gözü olan Siyonistlerle anlaşma yapıl-
ması halinde onların bu aşırı isteklerine bir ölçüde set çekilebileceğini
ifade etmiştir.183 Hatta bazı gazeteler Arap vilayetlerine Yahudi gö-
çünün faydalarını yazacak, buna mukabil Anti-Siyonist bazı gazete-
ler de bizzat Araplarca susturulacaktır. Sayıları az da olsa bazı Arapla-
rın Yahudilere çaresizlikten ya da konjonktürel sebeplerle yaklaşırken
Türk düşmanlığı sergilemeleri ise manidardı. 1913 Haziran’ında Pa-
ris’te toplanan Arap Kongresi, Arap ve Musevilerin birbirlerini daha
fazla tanımak ve anlamak imkânını vermiş, Hochberg’i gözlemci ola-
rak kongreye davet eden Arap milliyetçileri altı gün süren müzakere-
lerinde Arap vilayetlerindeki göç ve göçmenler konusuna da değin-
mişlerdi. Delegeler, Balkan Savaşları’ndan sonra Rumeli’de kaybedilen
topraklardan anayurda göç eden Müslüman Türklerin Suriye ve Filis-
tin’de yerleşmelerine izin veren Osmanlı Hükûmetinin bu politikasını
sert bir biçimde eleştirmiş, fakat Arap vilayetlerine bazı ekonomik ya-
rarlar getireceklerini sandıkları Musevilerin gerek Suriye’de gerek Fi-
listin’de iskân edilmelerine izin vereceklerini ilan etmekten de kaçın-
mamışlardı. Hatta Ahmet Bayhum, “Musevi göçüne; evet, Türk göçüne;
hayır!” diye bağırmıştır.184
İleride görüleceği üzere I. Dünya Harbi’nde, sadece dünya Müslü-
manlarının değil Arapların da nefretini kazanan bir isyanı başlatan
Şerif Hüseyin, isyan beyannamesinde isyan sebebi olarak İttihadçıla-
rın dinsizliğini (Masonluk ve Siyonistliğini) öne çıkarırken Yahudi-
lere Filistin’de bağımsızlık ve bağımsız devlet imkânı veren Balfour
Deklarasyonu’ndan sonra kendisini ikna için İngiliz yetkililerin Ya-
hudilerin desteğinin Araplara faydalı olacağını anlatmalarından sonra
183 Öke, a.g.e., s. 187.
184 Öke, a.g.e., s. 189.

- 121 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

“Yahudileri bütün Arap topraklarına kabule hazır olduğunu” bildirmiş-


tir.185 Sir R. Wingate’in Kahire’den Sir M. Sykes’e gönderdiği 30 Ha-
ziran 1918 tarihli mektupta da kendisinin Emir Faysal ile Yahudi li-
der Weizmann’ı Akabe’de görüştürdüğünü bildirmiştir. Buna göre
“Weizmann Kral’a malî yardım ile Avrupa ve ABD’ de Suriye için destek
vaad etmiştir. Karşılığında da, Filistin’ deki Siyonist arzularını Araplar
tanıyacaktır.”186 Sadece Şerif Hüseyin değil oğlu Faysal da Siyonistler-
den malî yardım beklemeye başlayacaktır. “İngiliz Dışişleri, kendi ay-
lık masrafını 150-200 bin sterlin arasında tahmin eden Faysal’ın ‘mali
destek için, o sıralarda Dr. Weizmann kanalıyla Siyonistlerle de müza-
kerede olduğunu’ kaydediyordu.”187
Hâsılı çok matah bir şey olmasa da bilhassa Masonluğu Siyonizmle
özdeş görerek İttihadçıları Siyonist uşaklığı ve hizmetkârlığıyla itham
etmek, ağır bir vebal ve bühtandır. Son olarak İttihadçıların Siyonizme
bakışları açısından Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı eserinde anlattığı ve
I. Dünya Harbi esnasında vuku bulan Cemal Paşa188 merkezli bir ha-
diseyi nakille bu fasla son veriyoruz:
“Buğday, Kuzey Suriye’ den geliyordu. Filistin yiyici idi. Daha önce en büyük
yiyici olan cephe vardı. Kıtlık ve açlığı önlemek için Filistin Yahudilerini harbin
sonuna kadar istihsal (üretim) bölgesine yollamak ve orada oturtmak lazım geldi.
Acaba gerçek sebep bu mu idi, yoksa Filistin Yahudileri tehcir mi ediliyordu? Bir
Yahudi tehciri ihtimali haber alınır alınmaz birbirleri ile boğuşan milletler bize
karşı birleşiverdiler. Protestan, Katolik, Anglikan, Ortodoks, bütün Hıristiyan-
ları birbirleri ile çarpıştıran ve 1914-1918 hamursuzunu Hıristiyan kanı ile yoğu-
ran Yahudi bankerleri bütün kiliseyi havra menfaati için camiye karşı çevirmeye
muvaffak oldular. Yafa konaklarını, otellerini, portakal ormanlarını, bunca yıl-
dır kurulan Yahudi yurdunu bırakıp Hama ve Humus kasabalarının kerpiçleri

185 Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi (1909-1918),
Ankara: A.Ü.S. B.F. Basın ve Yayın Yüksek Okulu Basımevi, 1982, s. 223.
186 Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 224.
187 Kürkçüoğlu, s. 214.
188 Cemal Paşa tartışmasız bir Mason idi. Ancak daha mühimi Osmanlı’da ve Meclis-i
Mebusan’da Siyonizm tartışmasının en faal aktörlerinden biri olan ve Siyonistle-
rin Filistin’e yerleşmeleri ve çoğalmalarına sonuna kadar karşı çıkan, Kudüs-i Şerif
Sancağı mutasarrıfı ve bilahare de mebusu Arap Said el-Hüseynî de bir Mason idi.
Hüseynî, diğer Kudüs mebusu Ruhi El-Halidî ile birlikte anti-semitik değil, anti-si-
yonist olduklarını, Filistin’in yerli Yahudilerine değil, Yahudilerin Filistin’e göçüne
karşı olduklarını söylüyorlardı. Fishman, a.g.e., s. 103.

- 122 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

ve buğday tarlası içine atılmak: Asla! Fakat Cemal Paşa, çiğ bir politikacı de-
ğildi. Siyonistlerin başları kimler olduğunu da biliyordu. Reisleri çağırdı, dedi
ki: ‘İkiden biri: Ya sizi, Ermenilere yapıldığı gibi tehcir ederim. Evlerinizi, bağ-
larınızı, bahçelerinizi bırakıp yaya olarak buğdaya doğru gidersiniz. Yahut evle-
rinize, bağlarınıza ve bahçelerinize sizden heyetleri bekçi yaparım ve emirlerine
jandarma ve asker veririm. Bir portakala dokunanı idam ederim. Sizi de tren-
lerle yollarım. Ancak bu ikincisi olmak için yarın sabah bütün Viyana ve Berlin
gazeteleri susmalıdır. Yahudilerin akılsız olduklarını ispat etmek için fırsat bek-
lemediklerine şüphe yoktu. Karargâh telgrafhanesine gittiler. İki satırla iki bü-
yük şehri, ondan başka Londra’yı ve Paris’i susturdular. Gerçekten Yafa’yı boşal-
tıp burunları kanamaksızın Hama ve Humus’a gittiler ve geride Araplar onların
bir portakallarını bile ağız tadı ile yiyemediler. Tehcirlerin bir sebebi de, Yahudi
Filistin’in bir casus yuvası olması idi.”189

189 Atay, Zeytindağı, s.70-71. Viyana ve Berlin gazetelerinin Almanya ve Avustur-


ya-Macaristan Osmanlı Devleti ile müttefikken Osmanlı aleyhtarı yayın yapmala-
rının sebebi harp başlayınca Filistin Yahudilerinin Musevi teşkilatlarının çoğuna
Alman ve Avusturya Yahudilerini getirmeleriydi. Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı
Tarihi, Cilt: III/II, Ankara: TTK, 1991, s. 385. Bu hususta Başbakanlık Osmanlı Ar-
şivi’nde bulunan vesikalarla ilgili bkz. Artuç, a.g.e., s. 285-286. Feridun Kandemir,
Şam Divan-ı Harbi’nde aralarında -kendisine hükümetin izni ile toprak satıldığı
arşiv vesikalarıyla sabit olan- Roçild’in temsilcilerinin de olduğu ve casusluk sebe-
biyle tutuklu bin civarındaki Yahudi’den 33’ünün idama mahkum edildiğini, ayrıca
Cephe Divan-ı Harplerinin de Salt’da ve Gazze gerisinde suçüstü yakalanan bazı ca-
susları da kurşuna dizdirdiğini yazmaktadır. Feridun Kandemir, Fahreddin Paşa’nın
Medine Müdafaası, İstanbul: Yağmur Yayınları, 2007, s.332-333.

- 123 -
9. İttihadçılar Alman ve İngiliz Yanlısı mıydı?

E sasen ilmî vasfı haiz olmayan ama bu özellikleriyle ters orantılı


bir etkiye ve inandırıcılığa sahip pek çok kaynak ve eserde İtti-
hadçıların Selanik kanadının Alman, Manastır kanadının da İngiliz
yanlısı olduğu iddia olunmaktadır. Hatta İTC’nin hem kuruluşunda
hem de Meşrutiyet’i ilan ettirişinde bu devletlerin yardım ve katkısı-
nın bulunduğu da söylenmektedir. İTC’nin bu şehir merkezlerinde şe-
killendiği, Meşrutiyet’in de evvela Manastır’da ilan edildiği malum-
dur.190 Ancak her iki kanadın birbirlerinden bağımsız olduğu, hatta
iki büyük yabancı devletin güdümünde olduğu iddiası tarihî gerçek-
lerle örtüşmemektedir.
Abidin Nesimi, Selanik ve Manastır ocaklarına dair kısaca şunları
yazmaktadır: Selanik İTC’nin fikir, Manastır ise vurucu gücüdür. Se-
lanik ocağında Yahudi ve Masonlar, Manastır ocağında da Arnavutlar,
Melamiler ve Bektaşîler çoğunluğu teşkil etmektedir. Manastır oca-
ğının mühim ismi Miralay Sadık Bey, İstanbul Melami Tekkesi şey-
hinin oğludur. Ayrıca aslen Arabistanlı olan ve gördüğü bir rüya üze-
rine buraya yerleşen Muhammed Nuru’l-Arabî yoluyla da Manastır’da
Melamilik yaygınlaşmıştır. Ordudaki Melami subaylar hep Sadık Bey
etrafında yer almıştır. Meşrutiyet’in ilanından sonra Manastır ocağı
190 Karabekir, kendisinin de kurucu üyesi olduğu OHC’nin Manastır Şubesi ile alakalı
şunları yazar: “Herhangi bir tehlike bize Makedonya’nın muhtariyet şeklinde gelmesi
uzak değildir. Zaten maliyesi, jandarması kontrol altında. Selanik’te ordu merkezin-
deki kıtaatı gördükten sonra ecnebilerin bunu istememelerine hayret ediyorum. Her
tarafta eşkıya hareketleri, müsademeleri, asayişsizlik. Ordu kumandanları ve ümerâ
aciz. Harbe katiyen hazır değiliz. Selanik’te eğlenceler, sefahat müthiş. Manastır, teşeb-
büsü ele almalıdır.” Karabekir, Günlükler, 1. Cilt, s. 52.

- 125 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

emniyetin önemini kavrayamadığı için Selanik ocağı, bahusus Karaso,


Cavid, Nişim, Ruso, Metr Salem, Topal Samuel İzisel burayı ele ge-
çirmiş ve vurucu güç kendilerine geçmiştir. Nesimi’nin bu bağlamda
Habil Adem ve Çolak Hayri’den dinledikleri ise özetle şöyledir: Ta-
lat Paşa, emniyetin Yahudi ve Masonların eline geçmesinden rahatsız
olmuş, Müslümanların hâkimiyetinde olması lüzumunu hissetmiş ve
üst kademede bir düzenlemeye giderek on üç Müslümanı görevlendir-
miştir. Nesimi’nin izahında bu kanatlar herhangi bir büyük devletle
ilişkilendirilmemektedir.191
Pek çok kaliteli ve ilmî kitabın asla ve kat’a mazhar olamayacağı bir
baskı ve satış adedine mazhar olmuş, üstelik az sayıda ve talî ehemmi-
yetteki kaynaklara istinaden yazılmış ve bu satırların yazarını da genç-
lik yıllarında az çok etkilemiş olan Yalan Söyleyen Tarih Utansın nam
kitabın ikinci cildinde bu kanatlar açıkça iki devlete bağlanmaktadır:
“İttihad ve Terakki’nin, İngiliz taraftarı Manastır Teşkilatı ile Alman taraf-
tarı Selanik yarânı arasındaki mücadeleyi, 31 Mart Vak’ âsı ve Babıâli Baskını
ile Almanlardan yana olan Selanik yarânı kazanmış, memleket bu yarân elinde
iken Alman Hey’et-i Askeriyye-i Islahiyyesi yurdumuza gelmiş ve bu heyetin gel-
mesinden hemen sonra ‘Paşa’, ‘Harbiye Nazırı’ ve ‘Başkumandan Vekili’ oluve-
ren Enver Paşa, Harb-i Umumîde Almanlar yanında yer alıp, yeryüzündeki son
Türk İmparatorluğunun başını yemiştir.”192

Müftüoğlu 10 ciltlik Yalan Söyleyen Tarih Utansın serisinin hemen


her cildinde bu iddiayı tekrarlar. Serinin 4. cildinde yer alan ve in-
sanı tebessüm ettiren şu satırlarla iktifa ediyor, diğer ciltlerden alıntı
yapmıyoruz:
“Yanlış bir tabirle ‘Fırka/Parti’ diye anılan, aslında ise ‘Parti’ değil; ‘Çete’
olan İttihad ve Terakki içindeki ilk muhalefet hareketi, Miralay Sadık Bey deni-
len adamın kurduğu ‘Hizb-i Cedid’ adlı fırka/parti ile başlar. Bu Miralay Sa-
dık Bey, İttihadçı çetenin Manastır Teşkilatındandır. Ve bilindiği gibi, İttihadçı-
ların Manastır teşkilatı İngilizci; Selanik yarânı ise, Almanlardan yanadır! Bazı
kaynaklar Miralay Sadık Bey’in muhalefetini ‘İttihad ve Terakki kodamanların-
dan olduğu ve Manastır’ da ilk Meşrutiyet toplarını attırdığı halde, kendisinin

191 Abidin Nesimi, Yılların İçinden, İstanbul: Gözlem Yayınları, 1977, s. 31-33, 110, 205-
207.
192 Mustafa Müftüoğlu, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, 2. Cilt, İstanbul: Çile Yayınları,
1992, s. 149.

- 126 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

bir köşede unutulup ‘çete’ye sonradan intisap eden kimselerin âyanlık ve ezcümle
bazı binbaşıların valilik ile taltif olunmaları’na bağlarlarsa da, Miralay Sadık
Bey’in muhalefeti, İttihadçıların Almanlardan yana olan Selanik yarânının İn-
gilizci olan Manastır teşkilatına galebesinden doğmuş ve İngilizci Sadık Bey’ le
kurduğu partinin tasfiyesi, Almancı Mahmud Şevket Paşa eliyle gerçekleşip, Sa-
dık Bey, İstanbul’ dan çıkarılarak Selanik’e gönderilmiştir.”193

Bir roman olarak, güçlü karakter, şahsiyet tahlilleri ve insanoğlunun


beşerî zaaflarını olanca sadeliğiyle anlatması ve mertliğe vurgu yapması
bakımından kıymetli olduğu muhakkak olan Kemal Tahir’in Kurt Ka-
nunu, ne yazık ki roman vasfından çıkıp adeta tarihî bir vesika haline
getirilmiştir. Bu romanın tarihî pek çok hakikati ihtiva ettiği, döne-
min gazetelerine ve konuyla alakalı yazılmış eserlere atıfta bulunduğu
vaki ise de Kara Kemal ve İTC ile aslı-astarı olmayan, saçmalık ka-
bilinden şeyleri de içerdiği aşikârdır. İTC’nin ve İttihadçıların İngiliz
ve Alman yörüngesinde hareket etmediğini en iyi bilen isimlerden biri
olan Kara Kemal’e bu kabil şeyler söylettirilmesi bir edebî eser serbest-
liğinde bile kabul edilebilir, müsamaha gösterilebilir bir şey değildir.
Romanın bir yerinde Kara Kemal’in ağzından şunlar söyletilmektedir:
“Makedonya’ da Hüseyin Hilmi Paşa komutasına verilen on bin kişilik ordu,
dıştan İngiliz-Fransız, içten Alman kontrolundaydı. Manastır cuntası… Miralay
Sadık… Vehip… İngiliz cuntasıdır. Arnavutların toplanıp hürriyet istemeleri res-
men İngiliz oyunu… Selanik masonluğunun çoğunluğu İngilizci… Buna karşılık
Selanik cuntası, Enver-Talat Almancı… Hürriyeti İngilizciler ilan ettiği halde
neden iktidar son hesaplaşmada bizde kaldı bil bakalım? Selanik, Avusturya’nın
serbest limanıydı. Birikmiş parası vardı orda… Birkaç milyon altun… Bunu Al-
manlar hemen Selanik cuntasına verdiler. Ordu, yirmi beş yıldan beri Alman-
ların eğitimindeydi. Bundan da yararlandı herifler… İstanbul’ da Türk gençliği
İngiliz elçisinin arabasına koşuldu. Boşuna değil… Almanların desteğiyle, avcı
taburlarını kullanarak 31 Mart’ı çıkarıp Abdülhamid’i alaşağı etmeseydik, sili-
nip süpürülmüştü Selanik cuntası.”

Gerçekdışı bu ifadeler, aynı minvalde devam ediyor. Kara Kemal’e,


31 Mart “bizim marifetlerimizdendir” de dedirtiliyor, “Abdülhamit’in
indirilmesi, Alman politikasını bırakıp Hürriyet’ten sonra, İngiliz poli-
tikası gütmek istemesi yüzündendir” de… Abdülhamid’in Hürriyet’ten
sonra bir mabeyn kâtibini atayacak yetkisi mi kalmıştı ki, ona bir de
193 Müftüoğlu, a.g.e., 4. Cilt, s. 184.

- 127 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

devlet politikası tayin ettiriliyor! Ayrıca Kara Kemal, “Bir de hazine-


sine ihtiyaç vardı… Umduğumuz da çıkmadı ya. Abdülhamit’in hazi-
nesinden… Bereket, Avrupa bankalarındaki birkaç milyonu, Selanik’tey-
ken zorla alınabildi de maliye biraz soluklandı,”194 diyor. Kemal Tahir,
bu saçmalıkları bir roman serbestliği, hayal gücünün derinliğinden
gelen ufuk açıcı görüşler olarak değil, gerçekliğinden şüphe duyma-
dığı tarihî vak’âlar olarak eserine derc etmiştir. Bizce hiçbir kıymeti
haiz değildir. Kara Kemal, hazinesinde gözü olduğu için askeri ayak-
landırıp kan döktürerek Abdülhamid’i tahttan indirmeyi düşünecek
eblehlikle, ahmaklıkla, alçaklıkla ve haysiyetsizlikle ma’lül biri değil-
dir. Kaldı ki, Tahir’in İzmir suikastına dair kurgusu da tarihî gerçek-
lerle örtüşmemektedir. Tahir, Ankara eski valisi Abdülkadir’i suikas-
tın planlayıcısı olarak göstermektedir. Oysa Ali Fuat Erden’in “henüz
kimse, Ali Fethi Bey, Talat Bey, İzzet Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa,
Mustafa Kemal Paşa, ordu, millet tanımadan önce onu, ben keşfetmiş-
tim… Ali Fethi Bey’in delaletiyle 1323 (1907) senesinde, İttihat ve Te-
rakki’nin Edirne’ deki teşkilatını kurdu…[31 Mart isyanı] tenkil edildik-
ten sonra Edirne’ye döndü ve İttihat ve Terakki’ den ve siyasetten ilgisini
kesti. Fakat İttihat ve Terakki’nin hatalarını, ifrat ve tefritlerini, taas-
suplarını müsamaha ile karşılardı. İttihatçıların bu kusurları için ‘saffet’
derdi”195 dediği İsmet İnönü, sınıf arkadaşı olan Antepli Abdülkadir’in
bu işin içinde olmadığını itiraf etmektedir: “İzmir suikast tertipçileri
içinde Abdülkadir bulunsaydı, vaziyet çok tehlikeli olurdu. Bir defa ter-
tibi bu kadar dağıtmayacaktı. Tek başına da yapabilirdi. Herhalde, icra
kısmını da kendi üzerine alacaktı. O zaman son derece basite irca ede-
rek tatbike geçerdi. Tertip ondan gelseydi bu işi mutlaka bitirirdi.” 196 Şa-
yet İsmet İnönü, Mustafa Kemal’e bir husumet saikiyle Abdülkadir
lehine böyle bir beyanda bulunmuyorsa o zaman Abdülkadir’in An-
kara İstiklal Mahkemesi’ndeki ifadesinde temas ettiği bir hususun de-
rinlemesine araştırılması gerekmektedir. Abdülkadir, mahkemedeki
194 Kemal Tahir, Kurt Kanunu, İstanbul: Tekin Yayınevi, 1991, s. 195-196.
195 Ali Fuad Erden, İsmet İnönü, İstanbul: Burhanettin Erenler Matbaası, 1952, s. 34, 37.
196 İsmet İnönü, Hatıralar 2. Kitap, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1987, s. 217. İnönü, aslın-
da hatıratının “Suikasta Karışan Başlıca İttihatçılar” bölümünde ya doğrudan ya da
imaen Abdülkadir’den başka, Halis Turgut, Cavit Bey, Kara Kemal, Rüşdü Paşa ve
Nazım Bey’in de masum olduğunu itiraf etmektedir. a.g.e., s. 218-220.

- 128 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

ifadesinde, mahkemeden kaçmasının sebebinin kendisi aleyhindeki in-


fial olduğunu, çünkü Rize Mebusu Fuad’ın, Talat Paşa’nın yaverliğini
de yapmış olan sınıf arkadaşı Siyami Bey’e “Abdülkadir vali iken vuku
bulan Ali Şükrü cinayetinden dolayı işin tamik[derinleştirme] ve tahki-
kini hükümet erkanına bulaştırmış, hükümet erkanı da o mesele ile ala-
kadar gibi tahkikat yapmış. Bu sebeple burada herkesin iğbirarını[kırgın-
lık] kazanmış” yollu beyanda bulunduğunu söylemiştir.197
Doğan Avcıoğlu da 31 Mart’ta Yabancı Parmağı unvanlı eserinde
aynı tezi işler ve Selanik’te Almanya ve Avusturya ile artan ticaretin
İttihadçıları destekleyen ticarî çevrelerde Almanya’ya karşı bir eğilim
yarattığını, çünkü İngiliz ve Fransız emperyalizmi Türkiye’ye sızma
çabalarında Rum ve Ermenilere istinat ettiği için Almanların da daha
çok Müslüman ve Yahudi kompradorlara yaslanmak mecburiyetinde
kaldığını söyler. Avcıoğlu, Meşrutiyet’le birlikte Almancı Abdülha-
mid’in de yeniden İngilizci kesildiği iddiasındadır.198 31 Mart Vak’â-
sı’ndan sonra yörünge İngiltere’den Almanya’ya kaymış ama İttihad-
çılar “tam Alman nüfuzuna” girmemişlerdir.199
İTC’nin Makedonya’da Selanik ve Manastır’da vücut ve hayat bul-
ması, Selanik’in Alman, Manastır’ın da İngiliz yörüngesinde olma-
sını gerektirmez. Akademik titri haiz bazı yazarların çalışmalarında
197 Selma Ilıkan-Faruk Ilıkan, a.g.e., s.731. Mevzuya vukufiyeti zayıf görünen ama daha
da mühimi perspektif problemi olan ve Abdülkadir’le kan bağı olduğunu beyan
eden M.Necati Özgür, “sosyalist-ilerici-laik-seküler” bir telakkiye mensubiyetini
izhar, Mustafa Kemal, İnönü ve Ecevit’in de kahramanları olduğunu ifade ettiğin-
den olsa gerek, Abdülkadir’in gözden düşmesinin sebebinin Ali Şükrü Bey cinayeti
olduğunu tespit, en azından tahmin etmiş olmasına rağmen buna temas etmekten
kaçınmıştır. Bkz. M.Necati Özgür, Bir İttihatçının Biyografisi Maslup Abdülkadir
Bey, Ankara: Liber Kitap, 2016. Ancak gariptir, Özgür şunları yazabilmiştir: “To-
pal Osman ancak Köşk yakınlarında sıkı bir çatışma sonunda ve ölü olarak ele geçer.
Çatışma sırasında Topal Osman ve adamlarının bir delilik yapma olasılığına karşı,
Mustafa Kemal Paşa çarşaf giydirilerek, kadın kılığında, yeni evlendiği eşi Latife Ha-
nımla birlikte Köşkten ayrılmıştır”. Özgür, a.g.e., s.208. Halbuki, Abdülkadir’in göz-
den düşme sebebinin Ali Şükrü Bey cinayeti yüzünden üst makamları itham etmesi
olduğunu söylemek, “Mustafa Kemal Paşa çarşaf giydirilerek, kadın kılığında, yeni
evlendiği eşi Latife Hanımla birlikte Köşkten ayrılmıştır” demekten daha netameli
değildir.
198 Doğan Avcıoğlu, 31 Mart’ta Yabancı Parmağı, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1969, s. 29-31.
199 Avcıoğlu, a.g.e., s. 87.

- 129 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

da Almanya ve İngiltere’nin Meşrutiyet’in ilanında da İttihadçılara


yardım ettiği,200 hatta kimi çalışmalarda bunun petrol kaynaklarıyla
alakalı olduğu da yazılmaktadır. Ancak bu iddialara kıymet atfedip
sahiplenen yazarların dipnot ve kaynakları gibi tahlil kabiliyetleri ve
hadiseleri bütüncül bir perspektiften değerlendirme melekeleri de za-
yıf gibi görünmektedir. Biz bu çalışmamızda Abdülhamid hakkında
neyi düşünüyorsak onu söyledik. Abdülhamid’e haksızlık yapıldığını
söylemek için İttihadçılara ve İTC’ye bühtan ve iftirada bulunmak ge-
rekmemektedir. Sırf Abdülhamid’in hal’inde katkıları var diye sadece
Osmanlı değil, Türk tarihinin de en mühim bir hareketi ve cemiye-
tini hiçbir ciddî ve ilmî vesika ve tahlile istinat etmeden karalamak,
yok farz etmek olsa olsa indî, şahsî ve hissî bir tavır olur.
İTC’nin Makedonya’daki varlığından büyük devletlerin belli oranda
o da son dönemde haberdar olduğu söylenebilirse de 10 Temmuz 1324
İnkılâbı, istihbaratı güçlü büyük devletler için bile sürpriz olmuştur.
Manastır’ın İngilizci olduğu iddia olunuyor; hâlbuki Manastır İttiha-
dçıları, Reval’de İngiltere ile Rusya arasındaki görüşmenin bölgenin
Osmanlı’dan koparılmasını gündem maddesi yaptığı korkusuyla ve
bu duruma şiddetli bir tepkinin neticesi olarak harekete geçmişler ve
Manastır’da Meşrutiyet’i ilan ettirmişlerdir. Çünkü Makedonya me-
selesi esasen bir Osmanlı-Bulgar, Arnavut-Bulgar meselesiydi ve çatış-
maların yoğunlaştığı bölge Manastır vilayetiydi. Resneli Niyazi, Bigalı
Atıf, Ohrili Eyüp Sabri, Bolulu Habip, Mısırlı Aziz Bey, 23 Temmuz
1908’de Manastır’da bir top arabasının üzerine çıkarak ayet ve hadis-
lerle bezeli dinî muhtevalı Meşrutiyet nutkunu irat eden Yanyalı Vehip
200 Mevlanzade Rıfat’ın 31 Mart-Bir İhtilalin Hikâyesi unvanıyla yayınlanan kitabına
önsöz yazan ve akademik titri haiz bir yazara göre; “[Meşrutiyet’in ilanından sonra
İTC] Hükûmet ve cemiyet arasında koordinasyonu sağlamak için İstanbul’a Binbaşı
Cemal (Cemal Paşa), Hakkı Bey (Hafız Hakkı Paşa), Talat Bey (Talat Paşa), Cavit
Bey (Maliyeci) ile Bami (Rahmi Bey olmalı, çünkü atıfta bulunulan Mufassal Osman-
lı Tarihi’nin ilgili sayfasında bu isim yazılıdır. İ.K.) ve Necip Beyleri temsilci olarak
gönderdi. Böylece İttihat ve Terakki siyasal iktidara ağır ağır yaklaşmaya başladı. Ce-
miyetin Osmanlı iç politikasındaki etkinliğini gören İngiltere ve Almanya artık İttihat
ve Terakkiye oynamakta idiler. Zaten kuruluş aşamasında da adı geçen devletlerin
yardımlarını almışlardı. Cemiyetin Selanik şubesinde İngiliz taraftarlığı ağır iken Ma-
nastır şubesinde ise Alman taraftarlığı dikkat çekmekteydi”. Mevlanzade Rıfat, a.g.e,
s. 13-14. Bu misal, maalesef bu ifadelerin böylesine serbest ve rahat kullanıldığı ye-
gâne yayın değildir.

- 130 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Bey201 o esnada ne İngiltere’nin adamlarıydı ne de İngilizlerle münase-


bet tesis etmişlerdi. Selanik merkezinde öne çıkan dört isim Talat, Ce-
mal, Enver ve Cavid beylerdir. Enver Bey, esasen Kazım Karabekir’le
birlikte Manastır Şubesi’nin kurucusudur ve uzun müddet bu vilayette
vazife ifa etmiştir. Cemal Bey ve Cavid Bey’in Almanya’ya değil, Fran-
sa’ya yakın olduğu söylenir. Paris merkezli iki İttihadçı olan Dr. Na-
zım ve Dr. Bahaeddin Şakir’in hele de Meşrutiyet’in ilanı esnasında
Almanya ile ilişkilendirilmesi ancak tebessümü davet eder. Manastır
Şubesi hemen hemen subaylardan müteşekkildi; Selanik merkezde ise
sivillerin ağırlığı barizdi. Hem ordunun ve subayların Alman etkisinde
olduğu önkabulü ile hareket edip hem de mensuplarının hemen hepsi-
nin subay olduğu Manastır şubesini İngilizci olarak tavsif etmek açık
bir çelişki olsa gerektir. Kanaatimizce Manastır Şubesi için bu kadar
rahat ve serbest bir şekilde İngilizci yaftasına kalkışmak bu şubenin
reisi olan Miralay Sadık Bey’in bilahare Hürriyet ve İtilaf’ın lideri ve
gayriresmî reisi olarak İngiliz yanlısı bir politikayı tasvip ve takip et-
mesi, bir de Meşrutiyet’in ilanı esnasında bu şubeye mensup bazı su-
bayların Halaskar Zabitan Hareketi’ne iştirakleri ve bilhassa Arnavut
subayların etnik-bölgesel talepte bulunmaları olsa gerektir. Ancak Meş-
rutiyet’in ilanı öncesi Manastır Şubesi’nde İngilizci bir temayülün be-
lirgin ve belirleyici olması bir yana mevcudiyeti bile belgelendirilmiş
ya da kuvvetli emarelerle gösterilebilmiş değildir.
İttihadçıların Meşrutiyet’in ilanının hemen akabinde büyük dev-
letler, bilhassa İngiltere hakkında kullandıkları sitayişkâr ifadeleri ve
belli bir müddet sonra İngiltere ve Fransa’ya heyet göndermeleri elbette
uluslararası bir destek talebine müstenitti. Çünkü onlar Meşrutiyet ilan
edilince sulh ve selamet bulacaklarına, bölgedeki kargaşalığı önledik-
leri için de daha önceki kaotik atmosfer sebebiyle bölgeye müdahale
eden büyük devletlerin kendilerine yardımcı olacaklarına inanıyor-
lardı. Ancak Girit’in Yunanistan’a iltihak beyanı, Avusturya-Macaris-
tan’ın işgalinde tuttuğu Bosna-Hersek’i ilhak etmesi, fiilen bağımsız
olan Bulgar Prensliği’nin bunu resmen de ilan etmesi, henüz mecli-
sini bile toplayamamış İttihadçıları sarsmıştı. Büyük devletlerin bile
201 Vehip Paşa hakkında bir çalışma için bkz. Yüksel Nizamoğlu, Vehip Paşa Kahra-man-
lıktan Sürgüne, İstanbul: Yitik Hazine Yayınları, 2013.

- 131 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

resmen ittifak tesis ettikleri bir Avrupa coğrafyasında Osmanlı Dev-


leti’nin tek başına hareket etmesi, çeşitli kombinezonlardan uzak dur-
ması herhalde pek mümkün değildi.
Feroz Ahmad dengeli bir yorumla Meşrutiyet’in ilanından sonra
İTC-İngiltere münasebetine dair şunları söylüyordu:
“[İttihadçıların] siyasi ve ekonomik özgürlüğü kaybetmemek şartıyla Avru-
pa’ dan gelecek sermaye ve bilgiye istekli olmalarının neticesi olarak İngiltere’nin
daha faal bir rol almasına izin vermelerinin sebebi İngiltere’nin Osmanlı İmpa-
ratorluğu’nda en az imtiyazı olan devlet olmasından kaynaklanmaktaydı. İttihad-
çılar İngiltere’nin yeni pozisyonunun Almanya ve Fransa’nın imtiyazlar konusun-
daki tekelini kaldıracağını ve bunun hükümete daha geniş bir bağımsızlık alanı
sağlayacağına inanıyorlardı.” 202

Ancak İngiltere, Meşrutiyet’ten sonra Osmanlı Hükûmeti’nin hem


sefaretlerin devletin içişlerindeki nüfuz ve tesirini kaldırmaya çalışma-
sını, hem de elçilik tercümanlarını muhatap almamasını ve müşterek
meselelerin ancak sefirlerle görüşüleceği prensibini icraya koymasını
hazmedememiştir.203
Netice olarak; Meşrutiyet’in ilanı ile Almanya ve İngiltere arasında
kurulmaya çalışılan bağ, gerçeğe tetabuk etmemektedir. Meşrutiyet’in
ilanının bu kadar kısa sürede elde edileceği bizzat İttihadçılar için de
sürpriz olmuştu. Büyük devletlerin Meşrutiyet’in ilanını pek öngöre-
medikleri, hatta gafil avlandıkları söylenebilir. Alman imparatorunun
“İhtilal, Paris ya da Londralı ‘Jön Türkler’ tarafından değil, ordu tara-
fından ve de ‘Alman subaylar’ olarak bilinen, Almanya’ da eğitim görmüş
Türk askerleri tarafından yapılmıştır. Tümüyle askerî bir ihtilaldir. Her
şeyi denetim altına almış olan bu subaylar kesinlikle Alman dostudurlar”204
şeklindeki ifadeleri, Ramsaur’un da dediği gibi “fazla önemsenmiş”tir.
Şayet Almanlar, bu ifadeyle Meşrutiyet’in başarısını sahipleniyorlarsa
sahiplenme haklı ve gerçeğe tetabuk eden bir sahiplenme değildir. Bi-
rilerinin bu ifadelerden yola çıkıp Almanlara Meşrutiyet’in ilanında
“hazırlayıcı” bir pay ve rol biçmeleri akıl alır gibi değildir; öyle olsaydı
202 Feroz Ahmad, İttihatçılıktan Kemalizme, Çev. Fatmagül Berktay, İstanbul: Kaynak
Yayınları, 1999, s. 136-137.
203 Ahmad, a.g.e., s. 139-140.
204 Ramsaur, a.g.e., s. 166.

- 132 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Osmanlı subaylarını eğiten von der Goltz Paşa “Diplomatlarımız hak-


sız yere 24 Temmuz’un gelişimini önceden sezmemiş olmakla suçlanıyor-
lar. Oysa (hazırlıklara) katılanlar bile şaşkınlık içinde kalmışlardı” de-
mezdi.205 Meşrutiyet’in ilanında yabancı tesiri ile alakalı olarak Rıza
Tevfik, “İstanbul’ daki elçilikler İhtilal’in birdenbire patlak vermesi kar-
şısında kederli bir şaşkınlığa düştüler. Hiç beklemiyorlardı. Ben o zaman
Başkenti denetlemek ve düzeni sağlamakla görevli olan merkez komitesi-
nin önemli üyelerindendim. Yanımda genç bir subay vardı ve birlikte, el-
çilikler önünde gösterilerde bulunan kalabalığın başındaydık. Çok soğuk
karşılandık”;206 Ramsaur da, “Jön Türk İhtilali başlıbaşına bir Türk te-
şebbüsü, Abdülhamit rejimini devirip yerine yabancı müdahaleye son ve-
recek ve Türkleri, Abdülhamit tahta çıkalıberi altında yaşamaya zorlan-
dıkları dayanılmaz koşullardan kurtarmayı başaracak güçte bir hükümet
kurmayı amaçlayan ulusal bir ayaklanmadır”207 derken, bizatihi gerçe-
ğin kendisini ifade ediyorlardı.
I. Dünya Harbi esnasındaki Alman etkisi de konjonktüreldi. Ulus-
lararası dengede İngiltere ve Fransa İttihadçılara kucak açsaydı tercih
başka türlü olabilirdi. Ancak İngiltere ve Rusya aradaki buzları erit-
miş, Reval Toplantısı’ndan çok önce birlikte hareket etme kararı al-
mıştı. Zaten Meşrutiyet de İngiltere ve Rusya arasında vaki Reval Top-
lantısı’nda Makedonya için reform plan ve projelerini aşan bir özerklik
kararı alınacağı endişesi, hatta vehmiyle ilan ettirilmişti. Eğer Reval
Toplantısı vuku bulmasaydı İttihatçılar, kuvvetle muhtemel bölgenin
tüm karışık yapısına rağmen harekete geçmek için biraz daha bekle-
yeceklerdi. Bugün için ortaya çıkmış olan vesikalardan anlaşılıyor ki,
Reval Toplantısı’nda İttihadçıları, bahusus Arnavutları vehme düşüren
karar alınmadığı gibi bu mânâya hamledilebilecek herhangi bir konu
da görüşülmemiştir. Bu nedenle anayasa ve kamu hukukçularının İt-
tihadçıların “kanun-i esasi, parlamento, hürriyet” gibi mülahazalarla
harekete geçtikleri iddiaları da ibret vesikaları olmalıdır. İttihatçıların
205 Ramsaur, a.g.e., s. 167. Ramsaur, Avusturyalı tarihçi Heinrich Friedjung’un eserinde
“Alman generalleri ve eğitimle görevli subayları bile eğitmekte oldukları subayların
neler hazırladıklarından haberdar değildiler” diye yazdığını nakletmektedir. Ramsa-
ur, a.g.e., a.s.
206 Ramsaur, a.g.e., s. 167.
207 Ramsaur, a.g.e., s. 168.

- 133 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

hükümete ve parlamentoya hâkim olduktan sonra yaptıkları anayasa


değişikliklerini hayretle karşılayan, sükût-ı hayale uğrayan ve dikta-
törlük edebiyatı yapan bu isimler, ister istemez açmaza düşeceklerdi;
çünkü Meşrutiyetin ilan edilmesindeki temel gerekçeyi atlamışlar, ne
yaptılarsa hep “devleti kurtarmak” düşüncesiyle hareket etmiş olanları
“özgürlük havarileri” olarak görmek istemişlerdi.

- 134 -
10. Makedonya’dan Anadolu’ya İttihadçılık:
Balkan Harbi ya da Hezimetten
Milletin Kurtuluşuna

İ ttihadçılar niyetleri temiz, sarıldıkları çözüm çaresi yanlış insan-


lardı. Meşrutiyet, Makedonya’yı kurtararak aynı zamanda devleti de
kurtaracağına inanılan bir çare-rejimdi; ama olmadı. Kendi hataları
yanında çağın hususiyetleri de Müslümanların Avrupa topraklarında
hâkim unsur olarak barınmalarına imkân vermiyordu. Abdülhamid,
Teselya Harbi’ni kazandığında bir karış toprak alamamışken, Balkan
Harbi’nden önce “statükonun aynen korunacağı”na dair verilen sözle-
rin de -Osmanlı Devleti mağlup olup toprak kaybettiği takdirde- tu-
tulamayacağı aşikârdı. Bu sözün, Büyük Devletler tarafından duyu-
lan, Osmanlı Devleti’nin Balkan Harbi’ni kazanacağı endişesi ya da
ihtimali üzerine verildiği o gün bile belliydi. Kaldı ki sözkonusu Os-
manlı Devleti, Türkler ve Müslümanlar olduğunda büyük devletler,
kendi vaad ve taahhüdlerini ihlal etmeyi, bir hukuk, hak ya da ahlak
ihlali olarak telakki etmiyorlardı.
İttihadçılık, esas olarak 1912’den sonra Anadolu’nun tevarüs ettiği
ve aynîleştiği bir Makedonya hareketi olmuştur; çünkü Balkan Har-
bi’yle birlikte Rumeli de kaybedilmiş, hikâyelerdeki, şiirlerdeki Ana-
dolu’ya, şimdi can simidi gibi dayanma vakti gelmişti. İttihadçıların
üzerine titrediği, Osmanlı Devleti’nden ayrılmasın diye her türlü fe-
dakârlığı yaptığı Makedonya’da, Balkan Harbi’nden evvel de gayri-
müslim etnik-dinî unsurların, küçücük bir Müslüman nüfusun buraya
iskânına tahammülleri kalmamıştı. Oysa buraya iskân edilen Müslü-
man sayısı ancak orta ölçekli bir kasaba nüfusu kadardı:
- 135 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

“Bulgar Dışişleri Bakanı’nın Bulgar temsilciliklerine yolladığı bir yazıda, 1910


yılı Mayıs ayı sonuna kadar toplam 520 ev yani 913 aile Bosna ve Hersek’ten Üs-
küp’e ve vilayete yerleştirilmişti… Selanik’e ise toplam 2.500 kişi gelmişti… Ma-
nastır vilayetinde devlet topraklarının ve çiftliklerin olmamasından dolayı mu-
hacir bulunmamaktadır.” 208

Bu tahammülsüzlük ve nefret Hıristiyan dinî-etnik sivil unsurla-


rın Balkan Harbi esnasında Müslüman ahaliye reva gördüğü zulmün
de izahıdır bir bakıma.
Balkan Harbi, daha evvel yaşanmamış, eşi-benzeri olmayan bir fa-
ciaydı. Bu harpte, Balkan İttifakı ordularının inanılmaz bir şekilde
koca imparatorluk ordusunu perişan etmesi ne bazı büyük devletlerin
para ve silah yardımı ne de bu ülkelerin askerî gücü ile izah edilebilir.
O güne kadarki tüm mağlubiyetler, güç dengeleriyle izah edilebilecek
ölçüdeyken bu harp, daha düne kadar tebaamız olan küçük Balkan ül-
kelerinin dahi tahmin edemeyeceği bir hezimetimize müncer olmuştur.
Bu harple ilgili söylenebilecek hemen her şey hezimetin sadece ve sa-
dece bahane ve mazereti olabilir: Askerî yetersizlik ve zafiyet,209 hazır-
lıksızlık, ihanet, ordu birlikleri arasında koordinesizlik, ikmal zafiyeti,
açlık, susuzluk, aymazlık,210 idraksizlik. H. Kazım Kadri şahit olduğu
208 Mehmet Hacısalihoğlu, Jön Türkler ve Makedonya Sorunu 1890–1918, İstanbul: Ta-
rih Vakfı Yurt Yayınları, 2008, s. 390–391.
209 Behiç Erkin, hatıratının bir sayfasında meşhur entelektüel subaylardan biri olan
Necib Asım için şunları yazmaktadır: “Meşrutiyetten sonra, o zamana kadar İstan-
bul’da Harbiye Nezareti’nde, askerî mekteplerde ve mümasili sabit işlerde çalışmakta
bulunmuş olan erkân, ümerâ ve zabitanın mühim kısmını, kıta hizmeti görsünler diye
III. Ordu’ya (merkezi Selanik) göndermişlerdi. Necip Asım Bey bunlar meyanında bu-
lunuyordu. Balkan Harbi başladığı zaman hayatında kıta hizmeti görmemiş bulunan
bu zevatın vücudu hezimetin sebeplerinden biri olmuştur. Meşrutiyetten sonra Tasfiye-i
Rüteb yapıldığı sırada, buna muvazi olarak bu kabil zevat da, hatta maaşlarını aynen
alması suretiyle, emekliye ayrılmış olsalardı, memleketin çok nef ’ine olurdu”. Behiç
Erkin, Hatırat 1876-1958, Ankara: TTK Yayınları, 2010, s. 106. Erkin’in hatıratında
yer alan 28 Ağustos 1329 (10 Eylül 1913) tarihli “Seferberlik İlânından Selanik’teki
Ordunun Esaretine Kadar Selanik ve Civarında Cereyan Eden Hâl ve Vakalar Hakkın-
da Hususî Rapordur” başlıklı rapor sadece tarihî vesika olarak değil pek çok açıdan
bigâne kalınmayacak bir ibret vesikasıdır.
210 Yanya’da içki içmek yasak olmasına rağmen bazı zabitler içki içtikleri için hapsedil-
mişler, Mehmet Ali Okar’ın tavassutuyla serbest kalmışlar, ancak Vehip Bey onlara
“Yanya’da açlığın ve bütün yoksulluğun hüküm sürdüğü bir sırada siz hangi düşün-
ceyle kapılıp da keyif yapmaya kalktınız? Sizleri ve hayatınızı ancak kafanıza sıkıla-

- 136 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

bir olayı şöyle nakletmektedir: “Türk ordusu, Bulgarların önünden kaç-


tığı sırada Kayserili bir nefer, niçin kaçtığını ve nereye gittiğini soran za-
bite ‘Adam sen de! Kayseri ovası benim neme yetişmez!’ diyordu.”211 Topal
Osman tarafından boğdurulan Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey de bir
subay olması hasebiyle bu duruma şahit ve vakıf olmuş ve TBMM’de
yaptığı bir konuşmada buna temas etmiştir: “Balkan Harbi’nden ka-
çan askere, hemşehrim nereye kaçıyorsun, dediğim zaman, vatanı müda-
faa etmeğe gidiyorum diyordu. O sırf evinin olduğu yeri vatan biliyordu.
Bütün askerimiz böyle idi.”212 Gerçek hayattan çok sayıda anekdota yer
yeren Hüküm Gecesi isimli romanında Yakup Kadri, Ali Kemal’in ağ-
zından şunları söyler: “Bizimkiler kaçmak için bile vakit bulamıyorlar.
Hiçbir kuvvet o bozgun asker kitlelerinin önüne geçemez. Öyle bir gözleri
yılmış ki ne Zabit, ne Kumandan, ne Bey, ne Paşa hiçbir şey tanımıyor-
lar. Hepsinin aklı başından gitmiş, bir an önce soluğu memlekette almak-
tan başka bir şey düşünen kalmamış. Vallahi mirim, yolda öyle sahnelere
rastgeldim ki, yürekler parçalayıcı… Bazı ibret alınacak vakalar da yok
değil. Tâ Edirne yakınında beş on nefer önüme çıkıp da bana: ‘Hemşeri
Çankırı’ya nereden gidilir?’ diye sormasın mı? Gülmek mi ağlamak mı
lazım bilemedim. Bazıları da var ki Çorlu’yu Çorum anlamış ve o yöne
doğru koşuyor ve hastalık ve açlık…”213 Garp Ordusu’nun Berat’a çeki-
lişi sırasındaki bir hadiseyle alakalı olarak Mehmet Ali Okar’ın anlat-
tıkları ise hayli trajikomiktir: “ Yanı başımda sekiz on asker oturmuş ge-
lişigüzel havaya silah sıkıyordu. Yanlarına gittim, niçin silah attıklarını
sordum. Sevinçlerinden silah attıklarını söylediler. Beyrut’a gitmekte ol-
duklarını işittiklerinden, sevinçlerini ilan ediyorlardı. Bu zavallı Suriyeli
askerler memleketlerine gittiklerini zannetmişler; hâlbuki Beyrut’a değil,
Berat’a gidiyorlardı.”214 Cemal Paşa’nın Balkan Harbi ile alakalı III.
cak kurşunlar temizler. Defolun, çıkın” şeklinde acı sözler sarf etmiştir. Okar, a.g.e.,
s.235.
211 Şeyh Muhsin-i Fani [Hüseyin Kazım Kadri], On Temmuz İnkılâbı ve Netayici, İstan-
bul: Matbaa-i Orhaniye, 1336, s. 38.
212 Kadir Mısıroğlu, Trabzon Meb’usu Şehid-i Muazzez Ali Şükrü Bey, İstanbul: Sebil Ya-
yınevi, 1996, s. 38.
213 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010, s.
203-204.
214 Okar, a.g.e., s.226. Bu esnada Okar’ın emir eri de “gayet sadık” dediği Trablusgarblı
Faras isminde bir askerdir. Okar, a.g.e., s.230.

- 137 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Kolordu Kumandanlığı’na sunduğu 6 Kasım 1912 tarihli raporunda


“Muharebenin son günlerinde Anadolu askeri arasında garip bir halet-i
ruhiye görünmeğe başlandı. Bu da Anadolu’ daki dört vilayetin kendile-
rine kâfi olduğu, beyhude yere Rumeli için kan döktüklerini yekdiğerine
söylemeleri ricat eden efradın uğradıkları köylerde düşmanın baskın yap-
tığı ve kumandanın kaçmak için emir verdikleri gibi bir takım yalan ya-
yın yapmaları can alıcı noktadır,” demektedir.215
Tüm bunlar yanında Arnavutların hem harp öncesi hem de harp
esnasındaki tavırları da acı olmakla birlikte hezimetin sebebi sayıla-
mazdı. Bu açıdan bakıldığında, Arnavut isyanlarının Balkan İttifakı’nı
cesaretlendirdiği, harbi hızlandırdığı bir vakıadır. Bazı bölgelerde Ar-
navut askerlerin cepheden kaçtığı, savaşmadığı, bilhassa da savaşın ne-
ticesinin az-çok belli olması üzerine ilan edilen Arnavutluk bağımsızlı-
ğının Osmanlı askerlerinin işini daha da kötüleştirdiği de bir vakıadır.
Ancak hemen hepsi etnik Türklerden müteşekkil Doğu Ordusu’nun
Trakya hezimeti Arnavutların bulunduğu Rumeli Ordusu’ndan daha
ağırdı. Üsküp’ü teslim edenler arasında etnik Türkler çoğunluktaydı.
Selanik’in ise tek kurşun atılmadan teslim edildiği, bu şehirde Arna-
vut nüfusunun çok az, nüfuzunun da hiç olmadığı malumdur. Arna-
vutluk bağımsızlığının da mazur görülür bir tarafı vardır; çünkü mağ-
lubiyetle birlikte Osmanlı Devleti’nin Arnavutluk’la sınırı kalmamıştı;
Arnavutları başlarının çaresine baktığı için kimse kınayamaz. Arnavut-
ların tek mazur görülemeyecek suçu, kendilerine sığınmış Osmanlı as-
kerlerine kimi yerde ekmek vermemeleri, onları kovmaları, hatta kur-
şun sıkmalarıydı. Devlete ve orduya son nefesine kadar bağlı Arnavut
subayların çokluğu ise her ne kadar izahtan varesteyse de bir misal ka-
bilinden Ziçe’deki Arnavut Jandarma Zabiti Ethem Bey’den bahset-
meyi elzem görmekteyiz. Yanya’dan kaçan Arnavut askerlerin büyük
bir kısmı kuzeye doğru giderken Ziçe’den geçerler. Ethem Efendi de
kaçan Arnavut askerleri gece-gündüz kovalayıp yakalar, onlara niçin
215 Atase Arşivi, K.536, D.1, F.42-1,42-2, 24 Teşrin-i evvel 1328’den naklen Artuç, a.g.e.,
s. 103. Subayları da kendilerinden farklı olmayan bu askerlerin çok kısa bir süre sonra
Çanakkale’de sadece 5-10 kişi değil 500-1.000 kişi olarak aynı anda ölüme gidecekle-
rini bile bile hücuma geçmeleri, mevzilerinden bir adım geri gitmemeleri meselenin
asker sayısı ve silah-mühimmat-cephane gücü olmadığını, ruh, inanç, zihniyet ve
liderlik meselesi olduğuna en somut bir delil olmalıdır.

- 138 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

kaçtıklarını sorar. Askerler “Ekmek yok, çarık yok, top yok” deyince bu
defa “Pekiyi sizde çarık yok da orada harp eden askerde var mı?” diye so-
rar. “Efendi, onlar erkek adam. Biz alçaklık edip kaçıyoruz. Onlar Ana-
dolu’ dan gelmiş, bizim topraklarımızı koruyorlar, biz de kahpe karılar
gibi kaçıyoruz” cevabını alınca, Ethem Efendi “Pekâlâ, haydi sizi geri
göndereyim” teklifinde bulunur. Arnavut askerler “Hayır gene kaçarız.
Bize başka haberler geldi. Burası Arnavutluk olacak, bu yerler muhare-
besiz bize kalacak” diyerek Ethem Efendi’yi çileden çıkarırlar. Ethem
Efendi de bu firari askerleri alır, bir yere götürür. Olayın şahidi Meh-
met Ali Okar’a göre Ethem Efendi bu askerlerin bir kısmını infaz edip
bir hendeğe doldurmuştur.216
Büyük devletlerin harbin neticesi ne olursa olsun statükonun değiş-
meyeceği, yani sınırlarda herhangi bir düzenleme olmayacağı şeklin-
deki taahhütleri de, Osmanlı ordusunun müttefik Balkan ordularına
nispeten zayıf olduğu bilinse de yine de Osmanlı ordusunun savaşı ka-
zanabileceği ihtimali üzerine verilmişti. Demek ki hezimet sadece güç
dengeleriyle izah edilemeyecek kadar karmaşıktır. Küçük Balkan ül-
kelerinin orduları, insan faktörüyle ve inançla bu zaferi elde ettiler.217
Yunan ordusu, 1897 Tesalya Harbi’ndeki gibi Osmanlı ordularının
önünden kaçan ordu değildi. Bulgar ordusu, artık cahil, kaba-saba,
köylü yığını değildi. İstisnasız bütün İttifak orduları askerleri, üzerle-
rine yağan kurşun yağmuruna rağmen cepheyi terk etmek bir tarafa
hücuma dahi yeltenirken, Osmanlı ordularının ricat borusunu duyar
duymaz panik halinde kaçışları, cephane ve topları beraberlerinde gö-
türmek bir tarafa, topları taşıyan atları çalıp kaçışları, hatta silahla-
rını dahi bırakıp kaçışları henüz soğuğun, açlığın hüküm sürmediği
günlerin hadiseleriydi. Kaçarken cephanesini beraberinde götüremese
bile yok etmeyen, terk ettiği yerlerdeki tren yollarını bozmayan bir or-
dunun savaşı kazanması da mümkün değildi. Sırp ve Bulgar orduları
216 Okar, a.g.e., s.236-237.
217 Karadağ askerleri ile ilgili anlatılanlar ibretliktir: “Akşam Avusturyalı Loewenfeldt
Karadağlıların cesaretine dair hikâyeler anlattı. Savaşta Karadağlıları geri hatlarda
hizmet görevlerinde tutmak çok zor oluyormuş. Hepsi en önde çarpışmak istiyormuş.
Sonunda Karadağlı komutan kim bulunduğu yerden daha ileride ölürse, ailesinin
bütün mallarına el konacağını söyleyerek gerideki hizmetlerin görülmesini sağlamış”.
Aubrey Herbert, Ben Kendim-Osmanlı Ülkesine Son Seyahatler, Tercüme: Yılmaz
Tezkan, Ankara: 21.Yüzyıl Yayınları, 1999, s. 170.

- 139 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

birçok mühim Osmanlı şehirlerini sapasağlam bırakılan lokomotifler


ve tren yollarından istifade ederek işgal ettiler. Hezimetin yok oluşa
benzer bir neticeye yol açmamasında İttifak ordularının, Osmanlı or-
dusunun ricatının [kaçışının], boyutlarından haberdar olamaması, far-
kına varamaması amil olmuştur.
Osmanlı ordusu, ne istediğini bilen ordulara karşı ne istediğini, niye
savaştığını bilmeyen, beklentisi olmayan bir ordu olarak harp etmiş-
tir. Balkan Harbi hezimeti normal şartlarda hangi hükûmet işbaşında
olursa olsun yaşanmaması gereken bir hezimetti. Ancak Manastır’da
dağa çıkan Arnavut subayların ve İstanbul’daki Halaskar Zabitan gru-
bunun baskılarıyla İttihadçı hükûmetin devrilmesi talihsizlik olmuştur.
İttihadçı kabine işbaşında kalsa netice daha farklı olabilirdi.218 İşbaşına
gelen İttihadçı muhalifi kabinenin 93 Harbi kahramanı ve gazisi olan
Sadrazam Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın ciddî sayıda askeri, yerlerine
yenisini almadan terhis etmesi ağır bir hata olmuştur. Savaş idaresi bi-
raz da işbaşındaki hükûmetin dirayetine göre şekil alır. Muhtar Paşa
ve Kamil Paşa kabinelerini temize çıkarmak, tüm suçu muhtırayla iş-
başından uzaklaştırılmış ve takibe maruz kalmış İttihadçılara havale
etmek herhalde dürüstlük olmasa gerektir.
Bu harp, sadece kaybedilen yerlerin bir daha kazanılma ümidinin
kaybıyla kalsa, hezimet yine bu denli büyük olmazdı. Bu harp, bir mil-
letin izzet-i nefsiyle birlikte mahvını hedef aldığı, bu neticeye zemin
hazırladığı için ağırdır; bu bir ordunun mağlubiyeti ve devasa bir va-
tan parçasının kaybıyla meydana gelen hezimetin çok ötesinde bir şey-
dir. Eli silah tutan erkekler orduda, cephededir; köylerde, kasabalarda,
şehirlerde sadece ihtiyar erkekler, kadınlar ve çocuklar kalmıştır. 93
Harbi esnasında Müslüman sivilleri katletmede staj yapmış Bulgarlar,
218 İttihadçı da İtilafçı da olmadığını ifade eden Filibeli Ahmed Hilmi de bu noktaya
işaret etmektedir: “İttihad fırkası: ‘Eğer hükûmet ve ordu makinesi bizim elimizde
olsaydı, ya hiç muharebe etmez veyahud bu suretle mağlup olmazdık. Zira dört se-
nedir bu makineyi biz tedvir ettiğimizden fevaid (faydalar) ve nevakısını (noksanlık-
lar) biliyorduk’ demek hakkına malikdir. Bu dava, ihtimalat ve mümkünattan olduğu
için kimse tekzip edemez.” Filibeli Ahmed Hilmi, a.g.e., s. 69. Hüseyin Cahit Yalçın
da benzer şeyleri söylemektedir: “Meşrutiyet vekayii içinde mesuliyeti İttihat ve Te-
rakki’ye muhakkak surette atfedilemeyecek vaka, Balkan Harbi felaketidir. Katiyen o
kanaatteyim ki, İttihat ve Terakki hükümette olsaydı, Balkan Harbi bu suretle netice-
lenmezdi” Yalçın, Talat Paşa, s.31.

- 140 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

bu defa diğer müttefikleriyle birlikte kasaplık ihtisası yaptılar. Katli-


amın, mezalimin boyutu, sağ kalanların bu yerlerden elde kalan top-
raklara hicretiyle kıyaslanamayacak derecede korkunçtu.219 Kurşun sık-
madan Sırp ordularına teslim edilen Üsküp ve Yunan ordusuna teslim
edilen Selanik’te220 de vahşet aynıydı.
Yokoluşu önleyen; şehirlerini düşman ordularına şahsiyetsizce tes-
lim ettikten sonra dahi katledilenlerin artıklarının değil, minarelere
çıkıp kurşunla birlikte lanet yağdırdıktan sonra katledilenlerin mü-
tebakisinin sahip olduğu ruhtu. İstanbul’dan, Trabzon’dan önce va-
tan toprağı olan yerleri izzet-i nefislerini ayaklar altına alarak teslim
edip de katliamdan kurtulanlar, bu ruhsuzluğa hep sahip oldular; an-
cak şerefiyle mücadele edip koyun boğazlanır gibi boğazlananlardan
geriye kalanlarsa bugünkü varlığın da temel taşlarından biri oldular.
Bu gerçeği teslim ettikten sonra şunu ifade edebiliriz: Balkan Harbi
hezimeti kadar, kısa süre içinde ders alınan ve etkileri hemen hisse-
dilen başka bir hezimet de yoktur. Bu hezimet, geleceğe yönelik he-
sapların da dönüm noktası olmuştur. Balkan Harbi, bir mağlubiyetin
sadece toprak kaybına değil, bir milletin topyekûn mahvına da sebep
olabileceğini artık hiçbir tartışmaya, ihtimale yer vermeyecek net-
likte ortaya koymuş ve bu gerçek artık akıllardan hiç çıkarılmamıştır.
Toprak kaybı; sadece acı, gözyaşı, katliam ve göç demekti. Kalanlar,
219 Katliam korkusundan kaçış da bir facia halini almaktaydı. Mesela Serez’deki si-
vil Müslüman ahali Bulgar korkusundan kış vakti yağmur ve çamurda soğukta
gece-gündüz yalınayak, başı açık günlerce yürüyüp Selanik’e ulaşmıştır. Bu kaçış
yolculuğunda adı bilahare Teşkilat-ı Mahsusa ile anılacak subaylardan Hüsamettin
Ertürk’ün kızı da soğuktan hastalanmış ve zatürreden vefat etmiştir. Anlı-şanlı su-
baylar bile ailelerini harp faciasından koruyamamıştır. Bkz.Ertürk, a.g.e., s. 91.
220 Selanik’in teslimini bir Yahudi şöyle tasvir ediyor: “9 Kasım cumartesi günü şafak
vakti, Prens Konstantinos komutasındaki Yunan ordusu Selanik’in hemen dışındaki
Beşçınar’daydı. Muzaffer bir edayla şehre yürüdü ve sevinçten çılgına dönmüş Rumlar
tarafından karşılandı. Mavi beyaz bayraklar her yere asıldı. Şükür ilahileri okunu-
yor, kilise çanları coşkuyla çalınıyordu. Hilalin yerini haç almıştı. Doğu’da, Çatalca’da,
umutsuz savaş bir süre daha devam edecekti. Ancak herkesin göz diktiği, uğrunda sa-
vaştığı ve yirmi yüzyıldan uzun bir süredir kötü niyetli tanrıların, üzerine göklerin ve
yeryüzünün tüm felaketlerini yağdırmaktan zevk duyduğu bu şehirde, Yunanistan’ın
Selanik’inde, o akşam kan kırmızısı bir güneş Vardar bataklıklarının ardında batar-
ken, ulu minarelerden çıt çıkmıyordu.” Leon Scıaky, Elveda Selanik, İstanbul: Varlık
Yayınları, 2006, s. 229.

- 141 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

elde kalan topraklara hicret ederler, üstelik iskân edilen yerlerde gö-
rece daha homojen bir nüfusa sahip olurlardı. Balkan Harbi’nde Ru-
meli’nin kaybı, bir ordunun başka bir orduyu yenerek mütareke ve an-
laşma sonucunda bir yeri elde etmek istemesi değil, bir ordunun sivil
unsurlarıyla birlikte bir milleti yok ederek işgali, ele geçirmesi düşün-
cesinin tezahürüydü. Bu sebeple Kosova’da sadece Sırp ordusu ve Çet-
nikler değil, Sırp siviller de kasaplıkta sınır tanımadılar; Yunan ordusu-
nun işgal ettiği yerlerde Rum siviller, Müslüman komşularını imhada
kimi zaman ordularını bile gölgede bıraktılar; Bulgar vahşetinin ise ta-
rif edilir bir tarafı yoktur.
Osmanlı ordusu, Balkan Harbi’nde kendi öz-topraklarında savaştı,
düşman ordularıyla savaştı ama daha da acısı kendi vatandaşlarıyla da sa-
vaştı.221 Bu bakımdan savaştığı topraklar kendi toprakları değil de sanki
düşman toprakları gibiydi. Sırp nüfus, Sırp ordusuyla; Rum nüfus, Yu-
nan ordusuyla; Bulgar nüfus, Bulgar ordusuyla kısaca bu vatandaşlarımız
vatandaşı oldukları devletle değil, kendilerini ait hissettikleri devletlerin
ordusuyla birlikte hareket ettiler. Vatandaşı oldukları devletin ordusu-
nun askerine ekmek vermediler, onlara yardımcı olmadılar; üstelik bir
de kurşun yağdırdılar; en az bunlar kadar incitici olan bir şey de yaptık-
ları sevinç gösterileriydi. Bu sebeple Hüseyin Kazım Kadri gibi insan-
lar Balkan Harbi tenkidi yaparken sınırları zorladılar: Vatandaşı olduk-
ları devlete kurşun atanları Osmanlı kendi topraklarında barındırırken,
onlara adaletle hükmederken şimdi onlar bizi yok etmek istemişlerdi.
Oysa bu insanları “Ya Müslüman olmak ya da göçe zorlamak” için çö-
züm arayan Yavuz Sultan Selim’e Şeyhülislam Zenbilli Ali Efendi fetva
vermemişti. Homojen bir nüfusun varlığını zaruri gören Yavuz Sultan
221 Millî Mücadele’nin 1919-22 ayağında da çok sayıda Rum vatandaşımız Yunan ordu-
su saflarındaydı. İstiklal Mahkemesi reislerinden Topçu İhsan’ın yazdıkları şöyledir:
“Sakarya Harbi’nde alınan esirler içinde İzmir’den, Manisa’dan bilhassa Beyoğlu ve
Tatavla[Kurtuluş] yönlerinde Yunan davasını kendi davası addederek, devlete iha-
net ve isyan etmiş, bağlı oldukları aleyhine silah çekmiş bir hayli yerli Rumlar vardı.
Bunlar Türk köylerini yakmış, Türk kız ve kadınlarını kirletmekte Yunanlılardan çok
daha ileri, daha taşkın idiler. Bunlar kafile kafile mahkememize veriliyor idiler. Ken-
dilerinin Yunanlılar tarafından zorla muharebeye sevk edildiklerini ifade ediyorlardı”.
Kamil Maman, Kara Defter-Atatürk’ün Silah Arkadaşı İhsan Eryavuz Anlatıyor, İs-
tanbul: Timaş Yayınları, 2014, s.201.

- 142 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Selim adeta bugünleri görmüş olmalıydı. Bu sebeple Zenbilli; statik, şe-


kilci biri; Yavuz ise ileriyi gören biri olarak tavsif edildi.
Rumeli; Türklerin, Müslümanların yoğun bulunmadıkları, sadece
güçle, silahla hüküm sürdükleri, azınlık olarak çoğunluğu boyundu-
ruk altına aldıkları bir yer değildi. Kim, hangi ölçüde istatistik yalanla-
rına, hangi demografik hilelere müracaat ederse etsin, bölgenin çoğun-
luğunun Müslümanlardan müteşekkil olduğu gerçeğini gizleyemiyordu.
Müslüman Pomakları Bulgar, Boşnakları Sırp olarak göstermek aslında
herkesin gülüp geçtiği bir demagogluktu. Kısaca kaybedilen yerler, sa-
dece hükmen sahip olunan yerler değil, nüfusun da çoğunluğunu Müs-
lümanların oluşturduğu ve asırlarca yaşadığı yerlerdi. En fazla kaybeden
Müslümanlar da Türkler oluyordu. Üsküp, Manastır gibi yerlerin nü-
fusunda Arnavutlar da ciddî bir orana sahipti ama Serez, Drama, Ka-
vala gibi yerlerde Türklerin yoğunluğu barizdi. Gümülcine ve Dedeağaç
sancakları ise bu hususun tartışmasının dahi yapılamayacağı bölgelerdi.
Balkan Harbi hezimetinden alınan dersler sadece askerî strateji, ordu-
nun güçlendirilmesi ve gençleştirilmesi gibi teknik konulara münhasır
değildi. Kılı kırk yararcasına bulunan, bir kısmı istimal, bir kısmı da is-
tismar edilen birkaç sivil katliamı dışında 5 asır boyunca sivillere zulüm
bir yana, adaletle davranmış devlete, Müslümanlara bu sivil gayrimüs-
lim unsurların yaptıklarından da ders çıkarıldı; çünkü Osmanlı devle-
tinin bir zamanlar düşünüp tatbik edemediği homojenleştirme politika-
sını şimdi Balkan İttifakı büyük oranda gerçekleştirmiş; katliam ve göç
ettirmeyle Rumeli’de Müslümanların sayısı hayli azalmıştı.
Balkan Harbi’nden sonra bir Rum tehciri222 olduğu doğrudur. Ancak
Selanik’ten, Serez’den, Serfiçe’den, Kavala’dan Türkler Yunanlılar tara-
fından ellerinde güller, arkalarından gözyaşlarıyla ve hasretle göç ettiril-
memişlerdi. Kaldı ki Müslüman ve Türk katliamı, sadece harbin devamı
esnasında tesadüf edilen olaylar da değildi. Üsküp’ün, Selanik’in tesli-
minden sonra da, Osmanlı ordusu teslim olduktan, kendi şerefini Yunan
makamlarına tevdi ettikten sonra da katliamlar son bulmamış, Yunan
222 Bize göre Rumların iradî-ihtiyarî göçü değilse bile Müslüman sivil ahali tarafından
göç ettirilmesi ile devletin hukukî bir karar ve tasarrufla yaptığı göç ettirme arasın-
da mahiyet değil derece farkı vardır; bu sebeple bu fiiller arasında bir tefriki çok
faydalı ve esasa müessir bulmuyoruz.

- 143 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

veliahdının itaat kaydıyla can ve mal güvenliği garantisi verdiği insanlar


da katledilmiş, hayatta kalanlar da göç ettirilmiş veya göçe zorlanmıştır.
Bir yerde etnik-dinî gayrimüslim nüfusun yoğunluğu ve çokluğu
değil, varlığı bile o yerlerin elimizden alınmasının gerekçesi yapılmıştır.
I. Dünya Harbi ertesinde Yunanistan’ın İzmir’e ayak basmasının temel
gerekçesi de buydu. Batı Trakya, nüfusunun çoğunluğu Müslüman ve
Türk olmadığı için elimizden alınmadı; hayli az bir gayrimüslim nüfus
sebebiyle alındı. Bu sebeple demografik tehcirler maruz kaldığımız, ça-
resizlikten müracaat ettiğimiz Balkan Hıristiyanlarından muallem [öğ-
renilmiş] bir fiildi. Milletine ve memleketine muhasım ya da en hafif
tabirle mesafeli mahut koro tarafından dile getirilen ve kınanan Rum
tehcirinde, ne hikmetse Balkan Harbi olmamış, bu harp esnasında ya-
şananlar vuku bulmamış gibi bir mantıkla hareket edilmektedir. İnkâr
etmemize asla ve kat’a lüzum duyulmayacak bu tehcir bir neticeydi; se-
bebi, Balkan İttifakı’nın yaptıklarıydı. Bu tehcir olurken her zaman ve
yerde görülecek bir iki istisna haricinde hiçbir Rum’un burnu da kana-
tılmamıştır. Bu gerçeği bilenler, Balkan İttifakı’nın gerçekleştirdiği ho-
mojenleştirme politikasını Osmanlı’dan esirgemeye çalıştılar. “Su-i misal
emsal olmaz” fehvasınca hareket etmeyi salık vermek, elbette ki yanlış bir
şey değildir; ancak doğruların her zaman tatbiki ne mümkündür, ne de
makuldür. İzmir’in Yunanistan tarafından işgalini meşrulaştırmak için
Paris Barış Konferansı’nda büyük devletlerin bulduğu bahane, Yunanis-
tan’ın da müttefik bir devlet olduğu ve şehirdeki 30 bin civarındaki Ru-
mun Türkler tarafından tehdide maruz kaldığıydı.223
Rumeli muhacirlerinin Anadolu’ya iskânı224 ister-istemez bir Rum
göç ve tehcirini de beraberinde getirecekti. Ege’deki bazı Rumların Yu-
nanistan’a ve adalara gönderilmesi Yunanistan’ın tehdidine yol açtıysa

223 Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, İstanbul: Hüryayın, 1981, s.
175-176; İlhan Tekeli-Selim İlkin, Ege’deki Sivil Direnişten Kurtuluş Savaşı’na Geçer-
ken Uşak Heyet-i Merkeziyesi ve İbrahim (Tahtakılıç) Bey, Ankara: TTK Yayınları,
1989, s. 17. “Venizelos ‘30.000 İzmirli Rumun(?) İzmir şehrinde Türkler tarafından
tehdit edildiklerini’ iddia ettiği zaman, Başkan Wilson, bunun ‘onları himaye için
kuvvetli bir sebep teşkil ettiğini’ kabul etti.” Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle
İlgili İngiliz Belgeleri, Çev. Cemal Köprülü, Ankara: TTK Yayınları, 1971, s. 71.
224 Konuya dair Fuat Dündar’ın İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası,
İstanbul: İletişim Yayınları, 2001 isimli yüksek lisans tezinin ve Modern Türkiye’nin
Şifresi-İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği 1913–1918, İstanbul: İletişim Ya-

- 144 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

da işgal ettiği Makedonya topraklarındaki Müslümanları Balkan Har-


bi’nden sonra da göç ettirmeye devam eden Yunanistan işi ileriye gö-
türemedi. Yunanistan da çok iyi bilmekteydi ki, Erdek’ten Antalya’ya
uzanan kıyı şeridinde Rumeli muhacirlerinden önce iskân edilen ya-
ralı Girit ve bazı ada muhacirleri de vardı. Kaldı ki “ailelerini geride
bırakarak [Balkan Harbi’nde Yunanistan’ın işgal ettiği] adalara giderek,
orada Müslümanları katleden [Osmanlı vatandaşı Rumlar] bir zaman
sonra hiçbir şey olmamış gibi tekrar yaşadıkları yerlere dönüyorlardı.”225
Rum göçünün her ne kadar genel ve temel sebebi Balkan Harbi ise
de bunun yansıması farklı şekillerde olmuştu. Bazı Rumların “Türk-
ler Rumları kesecekler” şeklindeki göç propagandasıyla milletdaşlarını
korkutmaları226 ile Meclis-i Mebusan’da Rum mebus Emanuelidi Efen-
di’nin de ifade ettiği gibi, Rumlara uygulanan boykot227 önemli bir
yere sahipti. Her ne kadar Rumlara şiddet uygulanmamışsa da onları
göçe icbar etmek için belli bir oranda tehdit ve baskı yoluna tevessül
edildiğini söyleyebiliriz. Hâsılı Rum göçü ve Rumların göç ettirilme-
sinin sebebi hem Müslümanları göç ettiren/ettirmeye devam eden Yu-
nanistan’a misillemede bulunmak hem de Balkan Harbi’nde işgal et-
tiği adaları iadeye yanaşmayan Yunanistan’a geri adım attırmaktı.228
Kaldı ki Rum göçünde yoğunluğun sahil bölgelerinde olmasının se-
bebi hem Yunanistan’ın işgal ettiği adaların sahile yakınlığı hem de
buralarda askerî faaliyete başlamasıydı.
Göç eden, göç ettirilen Batı Anadolu Rumlarının mallarına el ko-
nulduğu da doğrudur. Ancak Balkan İttifakı’nın Balkan Harbi’nde
ele geçirdiği toprakları, sadece tarihî-etnik-dinî iddialarına istinaden
yın-ları, 2008 isimli doktora tezinin hem bilgi hem de tespit bakımından hayli do-
yurucu olduğu söylenebilir.
225 Ahmet Efiloğlu, Osmanlı Rumları Göç ve Tehcir 1912-1918, İstanbul: Bayrak Yayın-
cılık, 2011, s. 34-35. Bu eserin Rumeli Muhacirlerinin iskânı ile Rum Göçü ve Teh-
ciri hakkında çok iyi çalışılmış, kıymetli çalışmalardan biri olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak bu kitabın hak ettiği alakayı görmediği inancındayız.
226 Efiloğlu, a.g.e., s. 148. “Balkan Savaşı zamanından beri İzmir’de Rumlar katlediliyor
diyerek Avrupa’yı ayağa kaldırmaya çalışan İzmir Metropoliti Hrisostomos da Rumla-
rı göçe teşvik etmekte, askerlik çağındaki Rumları adalara kaçırmak için vapur kirala-
maktaydı.” Tanin, 6 Temmuz 1330 (19.7.1914)’den naklen Efiloğlu, a.g.e., s. 149.
227 Efiloğlu, a.g.e., s. 142.
228 Efiloğlu, a.g.e, s. 201.

- 145 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

işgal etmediği de bir vakıadır. O yerler aynı zamanda zenginliğin de


merkeziydi. Selanik, sadece uğruna Bulgarların, Yunanların kavga et-
tiği bir liman kenti değildi. Sırbistan gibi İttifak’a dâhil bir ülkenin,
Avusturya-Macaristan, Almanya ve Rusya gibi büyük imparatorluk-
ların da hak iddia ettiği veya gözünün olduğu bir yerdi. İşgal edilen
Rumeli topraklarındaki zenginliklerin kahir ekseriyeti Müslümanlara
aitti. Bu sebeple bu harp esnasında ve ertesinde inanılmaz talanlar ger-
çekleştirilmiştir. İttihat ve Terakki, bazı Rumların malını-mülkünü
satmasına izin vermeden onları göç ettirmiş ya da göç ettirilmelerine
sessiz kalmıştır. Ancak şu anekdot okunduğunda bunun da makul ol-
duğu görülecektir.
“Dâhiliye Nazırı Talat Paşa, 25 Ekim 1915’te Meclis’te yaptığı konuşmada
şu örneği verir, ‘Çanakkale’ de mutasarrıf hikâye etmişti. Toyranlı bir fırıncı gel-
miş, fırının içine girerek derhal hamur yoğurmaya başlamış ve içindeki fırıncıyı
atmış. ‘Ne oluyorsun?’ demiş, bilmem nereye istersen git, şikâyet et, çünkü gelip
beni de, birisi fırın içerisine girdi, kolumdan tuttu attı, derhal hamuru yoğur-
maya başladı. Ben de buraya geldim aynını yapıyorum demiş.’” 229

Balkan Harbi’nden alınan en büyük ders, Batı Anadolu’nun da gü-


nün birinde benzer akıbete müncer olacağı endişeydi. Üstelik Yuna-
nistan, yukarıda da ifade edildiği üzere Balkan Harbi’nde işgal ettiği
adaları, Osmanlı hükûmetinin tüm ricalarına rağmen geri vermiyordu.
Bu adalar stratejik açıdan Batı Anadolu’ya bir Yunan saldırısında hayli
elverişli olacak konumdaydılar.
Osmanlı Devleti, daha sonraları bu harpten ders çıkardığı ve bu
dersi bir daha unutmadığı için haksız ithamlara maruz kalmıştır. Ar-
tık bir yerin kaybı, sadece toprak kaybı mânâsına gelmiyordu; kaybedi-
len yerlerdeki Müslüman ahalinin de yok edilmesi mânâsına geliyordu.
Bu sebeple Balkan Harbi, artık elde kalan toprakların değil, milletin
de muhafazası lüzumunu icbar etti. Eli kanlı katiller olarak haksız şe-
kilde itham edilen İttihadçıların yaptığı tek şey, bu gerçeği akılların-
dan çıkarmamalarıydı. Onlar böylelikle geçmişte iyi niyetli olarak iş-
ledikleri günahlarının da bir kısmının kefaretini ödemiş oldular.230
229 Dündar, Modern Türkiyenin Şifresi, s. 208.
230 Rumeli gibi Rumeli şehitleri de İttihadçıların aklından hiçbir zaman çıkmamıştır; ka-
naatimizce Yakup Kadri’nin Hüküm Gecesi’ndeki roman kahramanı Ahmet Kerim’e

- 146 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Büyük Devletlerin Müttefik Balkan devletlerinin yaptığı katliam


ve göç ettirmeleri sessizlikle geçiştirmeye çalışmaları da manidardı. Bu
harpte onların hiçbiri muharip değildi. İsteseler, neticesi az-çok belli
olan bu savaşta, insanın kanını donduran, tüylerini diken diken eden
Hıristiyan mezalimini engelleyebilirlerdi, engellemediler. Çünkü Yuna-
nistan, Bulgaristan, Sırbistan ve Karadağ harp ilanı bildirilerinde “Os-
manlının zulmü altında inleyen Hıristiyan kardeşlerini kurtarmak için”
bu savaşa giriştiklerini söylüyorlardı; üstelik Yunanistan ve Bulgaristan
bunun Haçlı Seferi olduğunu deklare etmekten de imtina etmiyordu.
Yıllar boyu Batı kamuoyu da buna hazırlanmıştı. Onlar Makedon-
ya’da Osmanlı Devleti’nin devamlı Hıristiyan kestiği yalanına alıştı-
rılmışlardı. Bu sebeple ne büyük devletler ne de onların halkları Müs-
lümanların maruz kaldığı katliamlara karşı seslerini yükseltmediler.
Her bir büyük devletin bu katliamları engelleyecek, en azından
akıllara durgunluk verecek boyutlara ulaşmasını önleyecek güç ve im-
kânları vardı. Kaldı ki, talihin bir kötülüğü olarak Avrupa ve Balkan
hanedanları arasında da yakın akrabalık bağları vardı. Yunanistan Kra-
liçesi Alman imparatorunun kız kardeşidir. Karadağ kralının bir kızı
İtalya imparatoriçesidir; iki kızı etkili Rus grandükleriyle evlidir. Bul-
gar Kralı Ferdinand, bir Almandır. Yani Balkan İttifakı, sadece kü-
çük Balkan devletlerinin ittifakı değildir. Hanedanlık ilişkileriyle aynı
zamanda bir Avrupa-Hıristiyan ittifakıdır. Osmanlı ve Müslümanlar
söylettiği sözler Cumhuriyet devrine daha çok uymaktadır: “Ahmet Kerim, hiçbir
zaman Hamlet’in ‘olmak veya olmamak’ tiradını bugünlerdeki kadar içten bir kavra-
yışla anlamamıştır. Bütün facia sahnelerinin içinde bu sözü tekrar ederek gece yarıları
mezarcılarla konuşan o bahtsız prens gibi dolaşıyordu. Gerçekten her tarafı yeni açıl-
mış mezarlarla çevrili değil miydi? Her adımının topraktaki izi bir çukura benzemiyor
muydu? Lakin buna rağmen yine ölenlerin sayısı bu çukurlardan daha çoktu. Çünkü
hepsini yük arabalarında üst üste bir yığın halinde götürüyorlar ve yine üst üste bir
yığın halinde aynı çukura atıyorlardı. Zavallı kahramanlar, zavallı kurbanlar; ey asil
Rumeli’nin son müdafileri; sizin her birinize ayrı bir türbe lazımdı. Sizin her biriniz
ya mermerden, ya somakiden, tunç halkalı birer lahit içinde yatmaya layıktınız. Fakat
nankör ve idealsiz bir neslin elinde, mübarek cesetlerinize layık görülen son tören, işte
bundan ibarettir. Bu nesil sizin etleriniz daha çürümeden, ne yaptığınızı çoktan unuttu.
Kosova’yı, Manastır’ı, Üsküp’ü, Selanik’i güzel Venedik’in karşısındaki Adriyatik kıyıla-
rını unuttu. Hatta Edirne’yi hatta mahzun Meriç’i yüz yıldan beri, kim bilir, kaç mu-
hacir kafilesinin kıyılarında soluk aldığı ve gözyaşlarıyla tozlanmış yüzlerini sularında
yıkadığı Meriç’i bile fedaya hazırlanmıştı.” Karaosmanoğlu, a.g.e., s. 209.

- 147 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

mevzubahis olduğunda bu ittifakta bir çatlak görmek mümkün de-


ğildir. Katliamlara ses çıkarmayan büyük devletler, iki halde seslerini
çıkardılar ve gereğini yaptılar. Birincisi kendi nüfuz bölgelerini iste-
nilmeyen bir Balkan devleti işgal ettiğinde veya oraya yaklaştığında
donanma gösterisi yaptılar. İşkodra’yı terke yanaşmayan Karadağ’a teh-
dit için donanma gönderildi. Çünkü İtalya ve Avusturya-Macaristan,
Arnavutluk’u kendi nüfuz bölgeleri olarak görüyor ve bu sebeple Kara-
dağ’ın bu bölgede hâkim olmasını istemiyorlardı. Diğeri ise katliamları
önlemek, engellemek için bir donanma gösterisini düşünmeyen büyük
devletler, Trakya Ordusu’nun Çatalca’ya çekilmesi ve muhtemel bir Ça-
talca mağlubiyetinden sonra başsız kalan ordunun İstanbul’a gelerek
Hıristiyanları katledeceği endişesiyle(!) İstanbul’a donanma gönderdiler.
Osmanlı Devleti, Balkan Harbi hengâmında ve harbe tekaddüm
eden konjonktürde uluslararası arenada müttefiksiz kalmıştı. Oysa İn-
giltere, Fransa, Almanya, Avusturya-Macaristan, Osmanlı Devleti’nden
her istediği imtiyazı alabilmekteydi. Osmanlı Devleti’nin kaynaklarını
sömürürken hiçbirisi değil ittifakı, bu sömürünün hatırına katliamları
engellemeyi bile düşünmüyordu. Bu sebeple Osmanlı hükûmeti, bu
harpten sonra “kaynak sömürüsüne”, iktisadî imtiyaza karşılık muh-
temel bir yardım beklentisine müstenit bir ittifak düşüncesinin yan-
lışlığını iliklerine kadar hissetmiş olarak hareket etti. Eğer Osmanlı
Devleti, Balkan Harbi’nden sonra “denize düşen yılana sarılır” fehva-
sınca, bu harpte her türlü iğrençliği sergilemekten kaçınmayan ve ken-
disinin ölümünü bekleyen Almanya ile hareket etmişse sebebi budur.
Almanya ile Almanya dışında diğer büyük devletlerin yüzüne bakma-
dığı Osmanlı Devleti’nin menfaatlerinin çakıştığı bir anda ve kaynak
sömürüsü ve karşılığında muhtemel bir yardım düşüncesinin baskın
olmadığı bir vasatta zor da olsa bir askerî ittifak gerçekleştirildi. Hiç
şüphe yok ki, Almanya ile ittifak çaresizliğin eseridir. 1908’de Meşru-
tiyet’in ilanının akabinde Bosna-Hersek’i ilhak eden Avusturya-Ma-
caristan ve 1911’de de Trablusgarb’ı işgal eden İtalya, Almanya’nın
müttefiki idi. Balkan Harbi’nde diğer devletler gibi Almanya da ses-
siz kalmıştı. Sadece Ermeni Reformu (özerkliği) tartışmalarında çok
az bir desteği olmuştu. Bu ittifak, bütün bunlar bilinmesine rağmen
gerçekleştirilmiştir.
- 148 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Balkan Harbi hezimetinin yol açtığı bir dersi de Ermeniler aldı; an-
cak onlar bu hezimetten Osmanlı Devleti’nin de ciddî dersler çıkar-
dığını pek hesaba katmadılar. Balkan İttifakı, bilhassa Bulgaristan,
Osmanlı Devleti’ni zorlamak için Ermeni kartını da oynamıştı. Bu
hezimet, artık Ermenilere de aynı başarıyı kendilerinin de gerçekleş-
tireceği güvenini verdi. Uzun müddettir İttihadçılarla birlikte hareket
eden Taşnaklar, bu ittifaka ve işbirliğine son verdiler. Birçok Ermeni
ileri geleni, harbin en feci anlarında dahi büyük devletlerle işbirliği ya-
parak özerk bir Ermenistan için çaba harcamaktan kaçınmadı. İleriyi
gören çok az akil Ermeni’nin sesi ve ikazıysa duymazdan gelindi. Bir
Ermeni özerkliğini -ki bunun sonucunun bağımsızlık olacağı şüphesiz-
dir- hüküm altına alan Yeniköy Anlaşması, Ermenilerin aktif ulusla-
rarası politikalarının neticesiydi. Bu süreçte İttihadçıların yalvarmala-
rı-yakarmaları makes [yankı] bulmadı. Nüfusun en fazla yüzde 25’ine
sahip oldukları bölgede yüzde 50 nispetinde bir temsil hakkına ka-
vuşmaları, bilindik sakat bir telakkinin tezahürüydü. I. Dünya Harbi
başlar başlamaz bunun gereğini yapmaya başlayan, bir kısmı Osmanlı
parlamentosunda bulunmuş olan Ermeni komitacılar, Balkan Harbi’n-
den ders çıkarmış bir devleti mağlup edemediler.
Ermeni Tehciri’ne Balkan Harbi hezimetinden sonra karar verilmiş
değildir; ancak bu hezimette alınan dersler, benzer bir durumda uya-
nık hareket etme gereğini icbar ettiği için, eylemleriyle kelimenin tam
mânâsıyla tehlike arz eden bir nüfus tehcire tâbi tutulmuştur. Balkan
Harbi neticesinde sadece Rumeli elimizden çıksa, ama Müslüman nü-
fus katliama ve tehcire maruz kalmasaydı ne Batı Anadolu merkezli
Rum, ne de Doğu Anadolu merkezli Ermeni Tehciri vuku bulurdu.
Bilhassa Ermeniler, bu harple birlikte uluslararası arenada propaganda
ve politikada sınır tanımadılar. Balkan Harbi esnasında Rum vatan-
daşlarımızın, I. Dünya Harbi esnasında da Ermeni vatandaşlarımızın
inciticilikleri unutulmamış, yukarıda izah edilmeye çalışılan gerekçe-
lerle de tehcire müracaat edilmiştir. Balkan Harbi tartışmasız unutul-
mayacak bir hezimettir; ancak unutulmayacak derslerin çıkarıldığı ve
gereğinin de yapıldığı bir hezimet olmuştur.
Balkan Harbi hezimetinde yaşanan katliamlara ve tehcire ses çı-
karmayanların ya da önemsemeyenlerin bu hezimetten çıkardığı dersle
- 149 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

sadece elde avuçta kalan toprakları korumak değil, milleti de yok oluş-
tan muhafaza etmek isteyen insanları yargılaması adil değildir. Unu-
tulmamalıdır ki, Rum ve Ermeni Tehciri sadece dar bir kadronun al-
dığı karar değildir. Bu karar sosyal tabanı olan, hayat-memat meselesini
anlamış, hiç olmazsa sıkışıp kaldığı Anadolu coğrafyasını ve bizatihi
kendi varlıklarını koruma mecburiyetini bir kısmı katliamlara, teca-
vüzlere, göç ettirmelere uğrayarak müşahhas olarak yaşamış, bir kısmı
da benzer tehlikenin kendi başına da geleceğini de hissetmiş geniş bir
nüfusun tasvibine mazhar olmuş bir karardır. Çerkes, Gürcü, Pomak,
Arnavut, Boşnak, Kürt ve Türkmen bütün Türk Milleti, yapılanları
unutmamış, bir daha aynı şeylerin yaşanmaması için birlikte hareket
etmiştir. Mezkûr koroya aferin almak ya da entelektüel camiaya ka-
bul edilmek için iştirak edenlerin, koroyla birlikte tehciri dar bir kad-
roya münhasır kılma çabası anlamsızdır. Gün gelir bir gün kendileri
de suçlu addedilebilirler.
İttihad ve Terakki, Meşrutiyet’in ilanından kısa bir süre sonra millî
birliği ve ülke bütünlüğünü Kanun-ı Esasî, Meşrutiyet ve Meclis-i Me-
busan gibi anayasal mefhum ve müeesselerle temin edemeyeceğini,
milliyetçilik çağında anayasal haklar tanınarak farklı unsurların şid-
det faaliyetlerine mani olamayacağını, etnik-dinî ayrılık düşüncesinin
bambaşka bir şey olduğunu, anayasal bir hak mücadelesi olmadığını
anlamış ve bunu, Balkan Harbi’nden sonra elde kalan Anadolu’yu ve
milleti müdafaa için, bir daha Balkan Harbi’ndeki duruma düşmemek
için hiç akıldan çıkarmamayı, mütemadiyen hatırda tutmayı temel bir
prensip haline getirmiştir.
Bu bahse –Ermeni Tehciri bağlamında ileride tekrar dönmek üzere-
son verirken aslında cevap bile vermeye değmeyecek iğrençlikteki bir
iddiaya kısaca da olsa temas etme lüzumu hissediyoruz. İttihadçılara
karşı onmaz bir kin ve husumet duyan bazı muhalifler onların Bal-
kan Harbi’nde askeri savaşmamaya teşvik ettiklerini iddia etmişlerdir.
Harp öncesi yaptıkları darbeyle İttihadçı hükümeti iktidardan düşür-
dükleri için hezimetten dolayı onları başka türlü mesul tutamayacak
olmaları da böyle bir iftiraya dört elle sarılmalarına sebep olmuştur. Bu
iftiranın asıl kaynaklarından biri İTC ve İttihadçıları adeta Masonluk
ve Siyonistlikle eşdeğer gören, Sadrazam Kamil Paşa’ya ise hürmette
- 150 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

hadden aşırıya gitmekle ünlenen ve onun yakın adamlarından biri olan


Mehmed Selahaddin Bey’in Kahire’de bastırdığı Bildiklerim unvanlı
kitabıdır. Önce bu kitaptaki konuyla ilgili ifadelere, sonra da müelli-
fin niyet ve kastının anlaşılması için de başka meselelere dair yazdık-
larına kısaca göz atacağız:
“Asâkir-i nusret-meâsir-i Osmaniye’nin besâlet [yiğitlik] ve şecaatinden [kah-
ramanlık] mezkûr muharebeden dahi muzafferen çıkmak me’mûl ve muntazar
iken vatanını birkaç kuruşluk istifadesine değişen ve bu istifade-i zatiyesine mu-
kabil İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin âmâl-i mefsedetkârenesine hizmet edeceğine
dair karanlık odada yemin eden ve ordu-yı hümayunlarda kesretlice [çokca] bu-
lunan erkân ve ümerâ ve zabitandan doğrusu bu kadar devlet ve memlekete hı-
yanet ve ihanet edecekleri ve muharebenin Devlet-i Osmaniye aleyhinde hitama
ereceği ümid ve zannedilmezdi. Kemâl-i teessüf ve teessürle söyleyelim ki ordu-yı
hümayunlarda propaganda yapmak ve asâkir-i Osmaniye’yi harpten men’ ile Ru-
meli’yi düşman elinde bırakmak için ulema ve suleha-yı İslamiye kıyafetinde İtti-
had ve Terakki Cemiyeti tarafından tayin ve i’zam olunan bir takım hazele [kal-
leş, savaştan kaçan] ve Selanik dönme Yahudilerini askerin içine idhal ile ‘ kabine
memleketi sattı, niçin muharebe ediyorsunuz’, diye firarı teşvik ettiler. Maatte-
essüf zabitandan bir çoğu da bu sözlerle askerin kuvve-i maneviyyesini kırıp fi-
rar ettirdi. Hatta Dahiliye nazır-ı sâbıkı ve Cemiyet-i muhtereme(!)nin birinci
amir-i mutlakı ve diğer mensup olduğu cemiyet-i hafiyenin memâlik-i Osmani-
ye’ deki üstad-ı âzamı olan Talat Bey (Paşa) gönüllü sıfatıyla nefer olarak orduya
dahil oldu. Bundan maksad-ı yegâneleri ordu kumandan ve zabitanını Cemiyet-i
İttihadiye’nin amâlinden inhiraf ettirmemek ve Cemiyete mensub olmayanlarını
da orduda mevcudiyetini göstererek tehdid etmek idi”.231

Devam eden satırlarda da bu gibi bühtan ve iftiraları hakikatmiş


gibi yazmaktan vazgeçmeyen Mehmed Selahaddin Bey, toz kondur-
mamak için kılı kırk yardığı Kamil Paşa’nın sadarete geldikten sonra
çaresizlikle sulh hazırlıklarına başladığını yazar:
“İşte İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilkâat ve telkinat-ı hainanesi neticesi ola-
rak bu dereceye gelen ve bîtaraf ve namdar kumandan ve zabitanını şehid veren
İttihadçı zabitan elinde kalan ve Cemiyet-i İttihadiye’nin Yahudi ve dinsiz hoca
kıyafetindeki propagandacılarının kizb-i sarihine inanan bir ordudan artık bir
şey beklenilmeyeceğini anlayan Sadrazam Kamil Paşa hazretleri mukaddemat-ı
sulhiyeyi ihzara başlamışlardır.” 232

231 Mehmet Selahahattin, a.g.e., s. 50-51.


232 Mehmet Selahattin, a.g.e., s. 56. Oysa ki bu safhada yazarın iddiasının aksine Edirne
başta olmak üzere Yanya ve İşkodra kaleleri direnmeye devam ediyordu.

- 151 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Bunları yazan biri, elbette Kamil Paşa’nın yaptığı İttihadçı avını


da meşrulaştırır. İnsanın bu satırları okuyunca nasıl olmuş da mağlup
ve münhezim cümle hükûmet ve partiler Mehmed Selahaddin gibi bi-
rini bulup da suçu mes’ul ve muktedir olmayan masumlara atıp işin
içinden sıyrılmamış diyesi geliyor. Mehmed Selahaddin Bey’in, Babıâli
Baskını’nda “bermutad tekbirlerle” büyük salona girdiklerini söylediği
Enver ve arkadaşları için en hafifi “eşirra”, “eşkıya”, “hazele-i mel’une”,
“rüesa-yı mahude-i mel’une”, “Siyonist bendesi”, “asıl ve nesilleri gayr-ı
malum” olan galiz ve hakaretamiz ifadeler kullanırken katledilmesi ta-
lihsizlik olan Nafiz233 ve Tevfik Beylerin “Kevser-i şehadeti nûş ettik-
lerini [içtiklerini]” söylemesini mazur görsek de Harbiye Nazırı Na-
zım Paşa’yı Enver Bey’in katlettiğini iddia etmesini gareze ve kinden
başka bir şeye haml ve atfetmemiz doğru olmaz gibi görünmektedir.
Ayrıca efendisinin234 ve kendisinin İngilizlere olan aşırı muhabbetini
mazur, hatta meşru göstermek için İngiltere lehinde yaptığı girizgâh-
tan sonra “Bu kısa tarihe aşina olanlar ve bu tetebbuat-ı tarihiyede bu-
lunanlar bilirler ki, her ne zaman Devlet-i Aliyye-i Osmaniye, Almanya
ve Avusturya devletlerinin entrikalarıyla felaket ve musibete maruz kal-
mış ve Rusya hükûmetinin taarruz ve tasallutuna uğrayarak en büyük
tehlike ve müşkilata duçar olmuş ve her vakit İngiltere devletinin müza-
heret ve muaveneti istihsal ve temin edilmek suretiyle o felaket ve mu-
sibetten tahlise muvaffak olmuştur,”235 demesini ve Mekke Emiri Şerif
Hüseyin’in ihanetini “kıyam”236 addetmesini de hayra yorumlamak
mümkün görünmemektedir.
233 Süleyman Külçe, Arnavutluk İsyanı esnasında Manastır’da dağa çıkan zabitlerin
Pürmedi [Premedi] dağlarına doğru çekildiğini, Cavit Paşa’nın onların takiplerine
koyulduğunu, Yanya ve civarında çıkarılan takip müfrezelerinin ilk yakaladıkları
arasında Mülazım Nafiz’in de bulunduğunu yazmaktadır. Külçe, a.g.e., s. 411.
234 Mehmed Selahaddin Bey, Prens Sabahaddin’den de aşırı sitayişkâr ifadelerle bahset-
mektedir. a.g.e., s. 113-114.
235 Mehmet Selahattin, a.g.e., s. 66.
236 “Emir-i Mekke-i Mükerreme devletlü, siyadetlü Şerif Hüseyin Paşa hazretleri İttihad
ve Terakki Cemiyeti rüesa-yı malûmesinin mezaliminden bîzar olan Hicaz ahalisini
kurtarmak için kıyam…ile Hicaz kıtasının istiklalini ilân ile ‘Melik-i Hicaz’ unvanını
aldıklarından Hicaz kıta-ı mübarekesi de İttihad ve Terakki Cemiyeti yüzünden Dev-
let-i Osmaniye’den infikak eylemiştir (ayrılmıştır).” Mehmet Selahattin, a.g.e., s. 99.
İlginçtir, Mehmed Selahaddin Bey, Şerif Hüseyin’in isyanını makul ve meşru bulur-
ken Trablusgarb’da Şeyh Ahmed Sunusî’nin İttihadçılarla beraber Osmanlı safların-

- 152 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Mehmed Selahaddin Bey, Balkan Harbi ve Babıâli Baskını sebe-


biyle ithamla yetinmeyip üstüne bir de iftira attığı İttihadçılar, Edir-
ne’yi geri aldığında ise onlara en ufak bir paye vermemek için elinden
ne geliyorsa yapmaktan çekinmemiştir:
“Şu muvaffakiyet re’s-i kârda herhangi bir hükümet bulunursa bulunsun is-
tihsali âsân [kolay] olan bir hal olduğu ve iki kere iki dört eder kabilinden bir
mesele olup şâyân-ı iftihar bir şey olmadığı halde İttihad ve Terakki Cemiyeti ve
hükümeti emsali misillü şarlatanlığa başlayarak Edirne’yi aldık nağmesiyle aha-
linin gözünü boyamaya ve bundan ez-her-cihet [her yönden] istifadeye başladı.” 237

Sadaret şifre kâtibi olan Mehmet Selahaddin Bey’in Babıâli Baskı-


nı’ndan sonra velinimeti ve efendisi Kamil Paşa gibi Mısır’a gidip uzun
müddet orada kalması, hatta mağdur olması, muğberliğine müncer ol-
muş, o da bu eseri yazmış olabilir, ancak hazin olan aradan geçen bir
asırda pek çok meselenin farklı kaynak ve bakışaçılarının katkısıyla ar-
tık tek bir kişinin ya da grubun iddialarıyla izahının makbul olamaya-
cağının anlaşılmasına rağmen muhafazakâr-mütedeyyin camiada her
şeyin eski tas-eski hamam halinde kalmış olmasıdır.
Bu iftirayı daha yaygın hale getirense az da olsa bu kabil yalan, bü-
htan, türrehat ve iftiralarla ciddî bir emek mahsulü olan mükemmel
ve muhteşem Kronolojisini yaralayan İsmail Hami Danişmend’dir.
Mezkûr iftiranın Danişmend versiyonu ise şöyledir:
“Hatıratını yazmakta kendisine yardım etmemi istediği halde ömrü vefâ et-
mediği için bu arzusunda muvaffak olamıyan Şükrü Paşa merhum bana menkû-
biyyetinin [gözden düşme] sebebini şöyle anlattı: ‘Harbin bidayetinde hükûmet
benden Edirne’nin bir ay müdafaasını istedi: Elimde bu noktaya âit bir vesika da
var; ben her türlü mahrumiyete rağmen taahhüdümün beş misli dayanarak 155
gün mukavemet ettim. İşte buna rağmen esâretten avdetimde İttihad ve Terakki
hükûmeti beni tekaüde [emekliye] sevkedip menkûp yaşattı! Bu menkûbiyyetimin
çok acı bir sebebi var: Harbin bidayetinde ve muhalif kabine zamanında henüz
muhasara başlamadan evvel İttihadçıların eski Dâhiliye Nazırı Tal’at Bey, gö-
nüllü nefer yazılıp Edirne’ye gelmişti; maksadı askerlik etmek değil, askeri ifsad
etmekti. İkinci derecedeki kumandan paşaların oturdukları binaya yerleşmiş ve

da düşmana karşı cihad etmesini ise akıllara ziyan şekilde şöyle izah ediyor: “Hiç
şüphe yok ki şeyh-i müşarünileyh hazretleri bu sahtekâr, dinsiz ve hayâsız eşkıya-yı
şerirenin büründüğü kisveye aldanmışlar ve halife-i müslimin ve padişah-ı İslamiyan
namına hareketten çekinmeyen bu hazelenin iğfalâtına kapılmışlardır”. a.g.e., s. 112.
237 Mehmet Selahattin, a.g.e., s. 80.

- 153 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

tıpkı o paşalar gibi o nefer beye de emirber tahsis edilmişti! Nefer Bey kumandan
paşaların sofrasına oturuyor ve âdeta bir ‘Nefer Paşa’ muamelesi görüyordu: Ta-
biî bu vaziyet zabitlerle askerler arasında birçok dedikodulara sebep oldu. Tal’at
Bey’in her günkü faaliyeti hakkında raporlar alıyordum. Askeri harbetmemiye teş-
vik ediyor ve bilhassa Anadolu efrâdına Rumeli’nin kendi vatanları olmadığından
bahsediyordu! O sırada düşman ordusu ilerlemekte ve Edirne muhasaraya düşmek
üzere idi. Tabiî böyle bir fesada daha fazla tahammül edemezdim. Tal’at Bey’i
çağırttım. Karşımda askerî vaziyet alan nefer elbiseli müfside ‘Bey oğlum!’ diye
hitap ederek Edirne’ deki gayritabiî vaziyeti ve bu vaziyetten istifade ederek yap-
tığı menfî propagandayı anlattım; bu hâle bir dakika daha tahammül edemeyece-
ğimi, Edirne’ de kaldığı takdirde kendisini maâzallah idam ettirmek mecburiye-
tinde kalacağımı ve öyle bir mecburiyette kalmak istemediğim için o günkü trenle
derhal İstanbul’a hareket etmesini emrettim; tabiî çekildi, gitti.” 238

Bu memleket ve milletin bekası için nasıl Mehmed Selahaddin Bey


ve İsmail Hami Danişmend’in müspet bir şey yapmadıkları malumsa
Talat Paşa’nın sadece üzerinde yaşadığımız toprakları değil milleti de
elim ve fecî bir akibetten koruduğu ve bu uğurda hayatını kaybettiği
de malumdur. Talat Paşa, Müslüman Türk Milletinin ecelinin hikâye,
masal, vehim, daha doğrusu ihtimal değil, tahakkuku mukadder bir
hakikat olduğu esnada devreye girmiş ve üzerinde yaşadığımız toprak-
ları kayıptan, “milleti” de helaktan korumuş ve kurtarmış birisidir. Ta-
lat’ı sevmeyenlerin bile bu hakikati teslim etmeleri iktiza eder. Edirne,
belki de hiç kimsede Talat Paşa’da olduğu gibi derin bir mânâyı haiz
değildir. Edirne, biraz da Talat Paşa demektir. Balkan Harbi’nde kay-
bettiğimiz Edirne’nin geri alınmasında olduğu gibi Mondros Müta-
rekesi’nden sonra kurtarılmasında da en büyük amil ve muavin Talat
Paşa olmuştur. Danişmend, inancımız odur ki sırf Talat Paşa’ya iftira
atabilmek için büyük bir mücahid ve kahraman olan Edirne Müda-
fii Şükrü Paşa’ya da iftira atmıştır. Şükrü Paşa’nın İttihadçıları sevme-
mesi, Balkan Harbi’nden sonra pek çok yaşlı paşa gibi tasfiyeye ma-
ruz kalması sebebiyle sert ve ağır sitemlerde bulunması onun yalan
ve bühtana tenezzül edeceği mânâsına gelmez.239 İttihadçılar tek bir
238 İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt: 4, İstanbul: Türkiye
yayınevi, 1972, s. 391-92.
239 Balkan Harbi ile alakalı bigâne kalınmaması iktiza eden bir çalışma için bkz. Bir
Asır Sonra Balkan Savaşları (Utanç Verici Bir Hezimetin Muhasebesi), Haz. Mustafa
Çalık, Ankara: Cedit Neşriyat, 2014.

- 154 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

şeyle ifadeye çalışılsa herhalde bu, ya “beka” ya da “Rumeli” kelime-


leri olurdu. Kitabımızın başlarında da ifade ettiğimiz gibi çoğu aynı
zamanda bölge insanı olan İttihadçıların Rumeli’yi hele de Edirne’yi
düşmana vermek için hem savaşmadıklarını hem de askeri savaşma-
ması için teşvik ve iğva ettiklerini iddia etmek ve bu iddiayı ciddiye
almak sağlıklı bir zihnin eseri olamaz.
3 Temmuz 1910 tarihinde onaylanan Kiliseler ve Mektepler Kanu-
nu’nun da Balkan Devletleri arasındaki ihtilafı sona erdirdiği ve ittifaka
yol açtığı da mutlak bir hakikatmiş gibi söylenegelmiştir. Hâlbuki bu ka-
nun, bilhassa Rum ve Bulgarlar arasındaki kimi zaman silahlı çatışmaya
varan ve böylelikle yabancı müdahalesini, en azından protestosunu da-
vet eden bir problemi halletmek gayesiyle çıkarılmıştır. Rumlar ve Fener
Patrikhanesi, bu kanuna Balkan Harbi’nin vuku bulduğu güne kadar iti-
raz ve kızgınlıklarını sürdürmüşlerdir. Esas itibariyle Rum ve Bulgarlar
arasındaki çatışmayı sonlandırmayı hedefleyen bu kanunun Balkan İt-
tifakı’na yol açtığına dair en ufak bir delil, hatta emare bile mevcut de-
ğildir. Yunanistan [ve Sırbistan] ile Bulgaristan çok kısa sürede birbir-
lerini boğazlamaya başlamışlar, ne hikmetse aynı Kiliseler Kanunu, bu
iki ordunun Osmanlı ordusuna sergilediği hunharlığı birbirlerine karşı
sergilemelerine mani olamamıştır. İtalya’nın Trablusgarb’ı işgali ve Os-
manlı ordusunun ve İTC’nin en gözde subaylarının orada bulunması-
nın, Arnavutların isyanının, Halaskar Zabitan darbesinin Balkan İttifa-
kı’na değilse bile harbin taciline katkı sunduğu kabul edilebilirse de aynı
şeyi Kiliseler ve Mektepler Kanunu için söyleyemeyiz.240 Balkan İttifa-
kı’nın ve Harbi’nin burada detayına girmemiz mümkün olmayan siyasî,
tarihî, konjonktürel, uluslararası pek çok sebebi mevcuttur. Ancak toplu
iğne ucu kadar etkisi olmayan bir kanunun ittifaka ve harbe yol açtığını
iddia etmek, 5 asırlık vatan toprağını 2 hafta gibi bir sürede düşmana
teslim etme zilletine sebep olanların ve onların destekçilerinin, suçu ve
günahı İttihadçılara ve İTC’ye atmak için eski tabirle sümme’t-tedarik
istimal ettikleri, hatta uydurdukları bir gerekçedir.
Bu eserde Balkan Harbi ve Balkan muhacirleri mühim bir yer tut-
makla birlikte fakir, mensup olduğu camianın başta Talat Paşa olmak
240 Bu konuyu da ele alan bir çalışma için bkz. Salim Aydın, Balkanların Acı Yüzü Basın
Tarihinde Balkan Savaşları, İstanbul: Yeditepe Yayınevi, 2013.

- 155 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

üzere Rumeli kökenlilere bakışından ciddî mânâda rahatsızdır. Mu-


hafazakâr- mütedeyyin- mukaddesatçı- milliyetçi camiada Rumelilere
yönelik menfî algının temeli II. Meşrutiyet’in ilanı ve Hareket Ordu-
su’ysa da bunu körükleyenlerın başında maalesef Necip Fazıl gelmek-
tedir. Onun Ulu Hakan II. Abdülhamid Han unvanlı eserinde “Suyun
Öte Tarafı”241 başlıklı bölümde şu yazdıkları kabul edilebilir değildir:
“Makedonya, başta iskelesi Selanik, Türk ana vatanına akıtılan zehir ka-
nalizasyonunun kaynağı olmuştur.”242 “Ötedenberi hep Rumeli ve Make-
donya yoliyle gelip devlette en yüksek makamları alanlar, bize, Anadolu
çocuklarına, Anavatan evlâdına, kendi kuvvet ve bizim zaaf noktaları-
mızı ihtar etmekte birinci rolü oynamışlar, fakat rolleri, artık kapanmış
olan tarihlerine rağmen hâlâ anlaşılamamıştır.”243. “Sadece, okur-yazar,
güya aydın ve belli başlı tesirler altında bir sınıfa ait ve büyük yığını ten-
zih edici bir teşhistir bu... Bu sınıfın etnografya çerçevesinde tavsifi ‘bu-
lanık Türk’, mekânlarının coğrafya plânında tespiti de, ‘suyun öte tarafı’
diye ifade olunabilir”. 244
Necip Fazıl eserinin başka sayfalarında da Rumeli alerjisini yan-
sıtmaktan çekinmez. Mesela bizce de yanlış bir hareket olan Çıra-
ğan Baskını vesilesiyle söyledikleri şöyledir: “Hasan Paşa, sarayın üst
katına çıkan isyancıları pencerelerden denize döktürdü ve bir iki saat
içinde ortalığı süt liman etti. Dikkat edilirse bu, Çorumlu Anadolu ço-
cuğu ümmî kumandanın karşısındakiler baştan başa Rumelilidir ve sı-
ğınmaya geldikleri ana vatanda, Pâdişâhı düşürmek gibi bir sevda pe-
şindedirler. İşte Ali Suavi Vak’asının dikkate değer en nâzik noktası!..
Niçin böyle hizipler ve cereyanlar Anadolu’ dan gelmez de hep Balkanlar
ve Makedonya yönünden gelir? Bu fevkalâde nâzik noktayı, istikbâlin ta-
rihçisine, bütünlüğümüze düşman hareketlerin kaynağını ve bu kayna-
ğın ne kıratta insanlar imâl ettiğini göstermek bakımından hassasiyetle
işaret etmeliyiz!..”245 Necip Fazıl, maalesef toprak kayıplarının, hicre-
tin, katliamın, geri çekilmenin hep Rumeli’de vuku bulduğunu bile-
bilecek biri olduğu halde böyle yazmaktadır. Çırağan Vak’ası, yanlış
241 Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, s.403.
242 Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, s.410.
243 Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, s.439.
244 Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, s.439-440.
245 Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, s.182.

- 156 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

bir hareketse de memleketlerini kaybetmiş Filibe muhacirlerinin yan-


lış hareketlerinin sebebini bu acıya değil de başka şeylere yormak ilmî
bir tavır olmasa gerektir.246
Necip Fazıl, başka bir sayfada da “Bulgaristanlı Midhat Paşa ile Ar-
navut Nâmık Kemal’in remzlendirdiği yalancı kahramanlar hakikilerin
hakkını yiyen ve hattâ gelmelerine engel olan, zira gerçek kahramanın
sıfatlarını bulandıran ibretlik misâllerdir” 247demektedir. Midhat Pa-
şa’nın yanlışı varsa Bulgaristanlı, Namık Kemal’in yanlışı varsa Arna-
vut kökenli olduğu için değildir. Kaldı ki Necip Fazıl, Namık Kemal
hakkındaki eserinde onun Türklüğünü ispatlamaya çalışırken bu defa
kendisiyle çelişerek Namık Kemal’i Arnavut göstermektedir.248 Necip
Fazıl, bu mantıkla biraz daha ileri gitse Afganî-Abduh çizgisini takip
ettiği için pek hazzetmediği Mehmed Akif’i bile Arnavut olmakla it-
ham ve tahkir edebilirdi.
Necip Fazıl’ın Rumeli ve Rumelilere yaklaşımı hem toptancılığı hem
de hakîki vaziyeti aksettirmemesi sebebiyle kabul edilebilir değidir. Ru-
meli’de dindarlık, Anadolu’ya kıyasla hiç de geri değildir. Hatta Batı
Trakya ve Tuna’nın pek çok yerinde dindarlığın “sofuluk” boyutunda
dahi olduğu söylenebilir. Anadolu’nun bekasını biraz da “Suyun Öte
Yakası”na bağlayan eserimiz, baştan sona bir bütünlük halinde okun-
duğu takdirde Necip Fazıl’ın bu hususlardaki tespit ve iddialarının hiç
de isabetli olmadığı anlaşılacaktır.249

246 Bu hususta Türk akademyasının yüz akı doktora tezlerinden biri olan şu esere bakı-
labilir. Hüseyin Çelik, Ali Suavî ve Dönemi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1994.
247 Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, s.263.
248 “Şahsı, eseri ve tesiriyle herkesten fazla Türk olduğunu ispat eden Namık Kemal, en
titiz ırk ölçüsiyle de kimseden eksik olmıyan halis bir Türk Çocuğu” Necip Fazıl Kısa-
kürek, Namık Kemal Şahsı-Eseri-Tesiri, Ankara: Recep Ulusoğlu Basımevi, 1940, s.5.
249 Kendisi de bir Rumeli muhaciri olan Ertuğrul Düzdağ, Necip Fazıl’ın, Çerkeşşey-
hizade Halil Halid Bey’in din reformcusu olduğu iddiasına tahammül edememiş,
“Suyun Öte Yakası” tabirinde değilse de bu konuda taşı gediğine koymuştur: “Heye-
canlı ve acûl yaradılışı gereği, çoğu zaman olduğu gibi işin hakikatini tahkik etmeyen
Necip Fazıl Kısakürek merhumun 1947 ve 1959 Büyük Doğu’larında yaptığı ‘canhıraş’
neşriyat ve sırası düştükçe bunu tekrar edişi, yanlış bilginin yayılmasına ve bugün dahi
mevzu-i bahs edilmesine sebep olmuştur”. Çerkeşşeyizade Halil Halid, Türk ve Arap,
Haz. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul: Kapı Yayınları, 2016, s.36-37.

- 157 -
11. İttihadçılık ve Darbe Geleneği

Ü lkemizdeki en yaygın yanlış, İTC’nin ve İttihadçıların darbe-


lerle anılması ve darbe geleneğinin İTC ile başlatılmasıdır. Adeta
“inanç” haline gelen bu yanlışın tarih adına, hakikat adına tashihi için
daha fazla gayret sarf etmek gerektiği kanaatindeyiz.

11.1. Halaskar Zabitan Grubunun Müdahalesi ve İttihadçı


Kabinenin Düşmesi
1912’de, önce Said Paşa sadaretindeki İttihadçı kabineye ve İttihad-
çılara tepki olarak Arnavutluk’ta dağa çıkan, isyan eden ve çoğu Arna-
vut kökenli olan muhalif subaylar bir baskı unsuru olmuştu. Arnavut-
luk’ta dağa çıkan ve başta Yüzbaşı Tayyar olmak üzere çoğunluğunu
Arnavut kökenli subayların teşkil ettiği bu grubun isyan hareketlerini
izah sadedinde esasen iki hadise zikredilmektedir. Biri, Ocak 1912’de
Meclis-i Mebusan’ın feshi ve yeni seçimlerde İttihad ve Terakki Cemi-
yeti’nin ayrılıkçı oldukları gerekçesiyle bazı Arnavut mebusların tek-
rar seçilmemeleri için gösterdiği çaba, diğeri de Müslüman Arnavut-
ların silahlarının toplanması ve bu esnada yapılan zulümler. Arnavut
subayların Manastır’da hükümete baskı için dağa çıkmaları İstanbul
merkezli Halaskar Zabitan hareketini tetiklemişse de iki grup ve ha-
reket arasında organik bir ilişki olup olmadığı tartışmalıdır.250 Bu is-
yanın yarattığı ortamdan istifade eden İstanbul’daki Halaskar Zabitan
isimli gruba mensup subaylar da baskı ile zaten sıkıntılı durumdaki
hükûmetin istifa etmesine sebep olmuşlardır.
250 Manastır İsyanı hakkında bkz. Kuran, Osmanlı İmparatorluğunda İnkılâp Hareketle-
ri ve Milli Mücadele, s. 563 vd.

- 159 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

İcracılığını Halaskar Zabitan Grubu’nun yaptığı bu müdahale,


Meşrutiyet döneminde muhalif sivil-asker ittifakının salt askerî bas-
kıyla hükûmetin istifasını istediği ilk müdahaledir. Bu müdahale ne-
ticesinde bir gün önce Meclis’ten dörde karşılık 194 oyla,251 oy birli-
ğine yakın bir oranda güvenoyu almış İttihadçı Said Paşa kabinesi,
yani İttihad ve Terakki, “üç yıl beş ay iş başında bulunduktan sonra”
16 Temmuz 1912 tarihinde252 baskı ve tehdit karşısında istifa etmek
mecburiyetinde kalmıştır. Konunun otorite isimlerinden Tunaya’nın
cümleleriyle söyleyecek olursak;
“Sait Paşa’nın çekilmesi İkinci Meşrutiyet’in anayasal gelişmeleri içinde yeni
sahneler yaratmıştır. Ezici çoğunluğu İttihadçı olan Meclis-i Mebusan’ da, içinde
tek İttihadçı bulunmayan bir kabine işbaşına gelmiştir. Sadrazamlığa atanan Gazi
Ahmet Muhtar Paşa’ dır. Böylelikle çoğunluğun muhalefeti, azınlığın iktidarı gibi
çelişik bir olay, iki taraf arasında sert diyaloglar yaratmıştır.” 253

11.2. Halaskar Zabitan’ın Muhtırası ve Meclisin Feshi


Gazi Ahmet Muhtar Paşa kabinesinin ilanından kısa bir süre sonra
İttihadçı muhalifi Hürriyet ve İtilaf Fırkası/Partisi ile dolaylı şekilde
ilgisi bulunan Halaskar Zabitan adlı gizli subaylar grubu, 25 Temmuz
1912’de gazetelerde grubun beyannamesini ve programını neşretmiştir.
Grup, Meclis-i Mebusan Reisi Halil (Menteşe) Bey’in evine de tehdit
içeren bir mektup bırakmıştır.254 Halaskar Zabitan’ın Meclis-i Mebu-
san Reisi Halil Bey’e gönderdiği 11 Temmuz 1328/24 Temmuz 1912
tarihli tehdit mektubu şöyledir:
251 Kuran, a.g.e, 567; Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İstanbul: Dergâh Yayın-la-
rı,1990, s. 172.
252 Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: II Kısım: I, Ankara: TTK Basımevi,
1991, s. 282.
253 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt 3, İstanbul: İletişim Yayınları,
2005, s. 143
254 Birinci, a.g.e., s. 174–175. 11 Temmuz 1328[24 Temmuz 1912] tarihinde de Mabeyn
Başkatibi Halid Ziya[Uşaklıgil] Bey’e de, nezd-i şahanede oynadığı rollere müstehak
cezasının hemen tatbikine karar verilmiş olmasına rağmen bu kat’î kararın icra he-
yeti azasından birkaçının teessürünü mucip olduğu için bir defaya mahsus ihtarna-
me gönderilmesiyle iktifa edildiğini ve 24 saat içinde istifasının beklendiğini ihtiva
edilen tehdit yazısı gönderilmiştir. Halid Ziya Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, İstanbul:
İnkılâp ve Aka Kitabevleri, 1965, s.318.

- 160 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“Meclis-i Mebusan Reisi Halil Bey’e; Gerek İttihad ve Terakki muhitinde ve


gerek Meclis-i Meb’usan sahasında vatan için hiç de hayırlı olmaksızın vukua ge-
len bunca harekât-ı sakimenize zamimeten [ilaveten] bu defa da nezd-i şahanede
sebkeden teşebbüsat ve entrikalarınız grubumuzca malum olmakla ve bu da mu-
cib-i ceza-yı azim görülmekle beraber pis kanlarla lekelenmek arzu etmediğimiz
için ihtara lüzum görüyoruz ki, milletle beraber ordunun metalibat-ı muhikka-
sının [haklı talepler] en mühimmini teşkil eden meclis-i hazır-ı meb’usanın ve
daha doğrusu Fındıklı Klüp ve Tiyatrosu’nun feshi hususunda bir engel olmadı-
ğınızı ve hatta tervic-i matlabımız yolunda bilfiil çalıştığınızı 48 saatte izhar ve
ispat etmezseniz üzerimize terettüp eden vazife-i vataniyeyi tamamen icra edece-
ğimizi ihbar ediyoruz.” 255

Bu tehdit üzerine İTC Merkez-i Umumisi Meclis-i Mebusan Re-


isi Halil Bey’in bir suikasta kurban gitmemesi için Mustafa Necip ile
Yakub Cemil’in kardeşi Seyyid Bey’i onu korumak üzere görevlendir-
miş, ancak Halil Bey “bu adamlarda cüret varsa ve bu da mukadderse
bu gibi tedbirlerle bilirsiniz ki suikasd önlenilemez. Beyhude rahatsız ol-
mayın,” diyerek onları evlerine göndermiştir.
Mektupta Fındıklı’da bulunduğu için “Fındıklı Tiyatrosu” şeklinde
küçültücü ifade kullanılan meclisin 48 saat içinde kendini dağıtması,
aksi takdirde bazı ölümlerin olacağı yazılmaktadır. Bu mektubun Mec-
lis’te açıklanmasından sonra Meclis Reisi Halil Bey “Mebusan Meclisi
vatani ve kanuni görevini millete ilan eder” ve İttihat ve Terakki Fırka
Reisi Seyyid Bey de “Kutsal görev uğrunda ölmek mukadderse, ondan
hiçbir zaman çekinmeye[ceğiz],” demişlerdir. Erzurum Mebusu Vartkes
ise Halaskar subaylarının Meclisi bir kadın gibi korkutmak isteyen ha-
inler olduklarını ispat ettiklerini, kırmızı mühürlü ihtilalcilerin Mec-
lis’teki ihtilalcileri korkutamayacaklarını söylemektedir.256
Halaskar Zabitan, Meclis’i tehdit etmekte, İttihadçı kabinenin teh-
ditle düşürülmesinden (istifa ettirilmesinden) sonra işbaşına gelen Gazi
Ahmet Muhtar Paşa kabinesini de baskı altına almaktadır. Kanun-i
Esasî’nin hükûmete tanıdığı yetki gereği gelişen olayların neticesinde
Meclis 4 Ağustos 1913’te feshedilmiştir.257
255 Menteşe, Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, İstanbul: Hürri-
yet Vakfı Yayınları, 1986, s. 161.
256 Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt 3, s. 144.
257 Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, s. 175.

- 161 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Tüm bu gelişmelerin yaşandığı esnada Osmanlı toprakları olan


Trablusgarp’ta İtalyanlarla mücadeleye devam edilmekte, Arnavut-
luk bölgesinde de karışıklık yaşanmaktadır. İttihadçı kabinenin is-
tifa ettirilmesi ve İttihadçıların ezici çoğunluğunu teşkil ettiği mecli-
sin feshine yönelik niyetlerin Gazi Ahmet Muhtar Paşa’ya göre sebebi
bizatihi İttihadçıların kendileridir. Sadrazamın hükümet beyanname-
sine göre yaşanan buhranın sebepleri şunlardır ve bunlar tamamen
İttihadçıların kabahatidir:

- Seçimlerde memurların kanunsuz karışmaları


- Memuriyet atamalarında nizamlara uyulmamış olması
- Asker ve sivil memurların siyasal partilere girmeleri
- Kanun-ı Esasî’ye ve kanunlara aykırı işlemler.258

Bu gerekçelerin inandırıcılığı konu dışındadır. Bu dönemi incele-


yen eserlerin hemen hiçbirinde Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile az veya çok
irtibat ve münasebeti olan Halaskar Zabitan’ın icracılığını yaparak İt-
tihadçı hükûmetin istifasına ve meclisin de feshine yol açan darbe ve
muhtıra hiçbir şekilde Meşrutiyet döneminin ilk darbe ve muhtırası
olarak zikredilmez. Meseleye hakkıyla vakıf olmayanlarca, bütün dar-
beler İttihadçılar ve İttihadçılıkla özdeşleştirildiği için maalesef Cum-
huriyet dönemi darbeleri de yanlış bir şekilde hep “İttihadçı darbe ge-
leneği” klişesiyle kıyas ve izah edilmiştir. Hâlbuki darbecilikte öncelik,
İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne muhalif Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile
Halaskar Zabitan isimli subay grubuna aittir.
Halaskar Zabitan Grubu ile Prens Sabahaddin arasındaki müna-
sebetin mahiyeti hakkında muhtelif rivayet ve nakiller mevcuttur. 31
Mart Vak’âsı’nın da mürettip ve hazırlayıcısı olduğu hakkındaki iddia-
lar mübalağaya kaçmışsa da Halaskar hareketine belli bir oranda destek
vermesi mümkün gözükmektedir. Hasan Amca’nın şehadeti mühimdir:
“[Halaskar grubu] Erkân-ı Harp Yarbayı Gelibolulu Kemal’in riyasetinde iç-
tima etmişti. Ben de, Prens Sabahaddin’in Kuruçeşme’ deki korusunda vuku bulan
bir toplantıya katılmıştım. Benim iltihak ettiğim grup sivillerden ibaretti. Kısa

258 Tunaya, a.g.e., s. 145.

- 162 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

bir zaman sonra içtimaın ihtilal mahiyetinde olduğu anlaşılınca bazıları itirazla
ayrılmaya yeltendiler. Onlar nihayet bir protesto mitingine davet edildiklerini
zannetmişler, toplantının böyle askerli, silahlı olduğunu bilmeden gelmişler.” 259

Hasan Amca’nın “Onlar nihayet bir protesto mitingine davet edildik-


lerini zannetmişler, toplantının böyle askerli, silahlı olduğunu bilmeden
gelmişler,” dediği insanlardan biri de Burhan Felek’tir. Felek, “Arka-
daşlar, silahlar ve bombalar geldi. Şimdi size dağıtacağız ve harekete ge-
çeceğiz,” diyenin Hasan Amca olduğunu, kendisi dâhil hiç kimsenin
ağzını açamadığını, yalnız bir kişinin “Bizi bunun için mi getirdiniz?
Ben silah kullanmasını bilmem, ben giderim,” diye kapıya yöneldiğini,
kapıdaki adamın da “Ya, sünnet düğününe mi geldin sanıyorsun beyim?
Buradan bir yere çıkamazsın. Otur oturduğun yerde,” diye azarladığını,
artık hiç kimsenin sesini çıkaramadığını ama neticede bombalı, silahlı
eyleme ihtiyaç kalmadığını anlatıyor. Burhan Felek de neticede Prens
Sabahaddin’e toz konduramamakta, bu işlerin Satvet Lütfi Tozan’ın
bilgisi dâhilinde cereyan ettiğini iddia etmektedir.260 Kendi yalısında
bombalı, silahlı bir eylem hazırlığından Sabahaddin Bey’in haberdar
olmaması imkânsız değilse de akla da pek yatkın görünmemektedir.

259 Hasan Amca, a.g.e., s. 87. Ancak Hasan Amca, Talat Paşa’nın öldürülmesi kararı ve
planını Prens Sabahaddin’e açtıklarında onun “Hasan Bey! Rica ederim. Derhal red-
dediniz,” dediğini yazar. Hadise şöyle vuku bulmuştur: Babıâli Baskını’nda öldürü-
len Sadaret yaverlerinden Nafiz, Hasan Amca’ya bir kart bırakır. Kart üzerine bulu-
şurlar. İkisi de Kuleli’den sınıf arkadaşıdır. Nafiz Bey, Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın
kendileriyle değil adeta İttihadçılarla birlikte hareket ettiğini, bu tehlikeli vaziyetin
önüne geçmek için Talat Paşa’nın katledilmesi gerektiğini söyler. Hasan Amca her
ne kadar buna karşı çıksa ve Kâmil Paşa’nın istifasını beklemenin daha salim yol
olduğunu teklif etse de, yine de neticede suikast işinde belli noktalarda uzlaşırlar,
hatta Talat Bey’in Yerabatan’daki evinin yakınındaki polis karakolunun mürettebatı
da değiştirilir. Fuat Şükrü isminde bir avukat da evinin kapısını aralık bırakmayı
ve faili gizlemeyi üstlenir. Hasan Amca, Sabahaddin Bey’in red kararı üzerine bu iş
için aldıkları parayı da iade ettiklerini ifade etmektedir. a.g.e, s. 90-91. Hasan Amca,
Mahmud Şevket Paşa sadaretindeki İttihadçı kabineye darbe teşebbüsünden dolayı
mevkuf, muterif ve mahkûm olmuş bir muhalif olduğu için bu vadide yazdıklarının
doğru olma ihtimali hayli yüksektir.
260 Felek, a.g.e, s. 92-96.

- 163 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

11.3. Darbeye Karşı Darbe: İttihadçıların


23 Ocak 1913 Babıâli Baskını
Halaskar Zabitan isimli subay grubunun tehdit, müdahale ve muhtı-
ralarını takip eden gelişmeler neticesi önce İttihadçı Said Paşa kabinesi
istifa etmiş, sonra da çoğunluğunu İttihadçıların teşkil ettiği Meclis-i
Mebusan feshedilmiştir. Bu buhranlı dönemi bir felaket takip etmiş,
birkaç ay sonra Balkan Harbi başlamış, uğruna Meşrutiyet’in ilan et-
tirildiği, meclisin açtırıldığı ve Osmanlı Devleti’nin kalbi sayılan Ru-
meli, iki hafta gibi bir sürede kaybedilmiştir. Şayet İttihad ve Terakki
bir darbeyle hükümetten indirilmeseydi Balkan Harbi’nde mağlup
olunsa bile muhtemelen netice bu kadar ağır olmayacaktı.
Savaş başladığında iktidarda Gazi Ahmet Muhtar Paşa kabinesi
vardır. Onun istifasıyla da üyelerinin hemen hepsi İttihadçı düşmanı
olan Kamil Paşa kabinesi işbaşına gelmiştir. Balkan Harbi patlak ver-
diğinde işbaşında olan hükûmetler İttihadçı olmayan hükûmetlerdir.
Edirne’nin Bulgarlara bırakılacağı korkusu üzerine Talat Bey’in orga-
nize ettiği baskın vuku bulmuş ve Kamil Paşa tehditle istifa ettirilmiş-
tir. İttihadçıların 23 Ocak 1913 Babıâli Baskını’nda “devletin bekası”
başat faktördür. Bu darbenin gerekçesi henüz direnen, Bulgar ordu-
sunun eline geçmemiş, Osmanlı Devleti’nin İstanbul’dan önceki baş-
kenti, payitahtı Edirne’nin anlaşmayla Bulgaristan’a bırakılacağı iddi-
asıdır.261 Bu meşru endişenin haricinde Gazi Ahmed Muhtar Paşa ve
261 İngiliz Elçiliği bile Babıâli Baskını’nı Kamil Paşa Hükûmeti’nin Büyük Güçlerin
Edirne hakkındaki tavsiyelerine boyun eğdikleri için gerçekleştirildiğini rapor et-
mektedir.
“[Sir G. Lowther to Sir Edward Grey.
Constantinople, January 23, 1913
(Recieved January 23).
No:39
Telegraphic.R.
While Cabinet was sitting this afternoon, Enver Bey, at the head of some forty armed
men, appeared and called upon the Cabinet with threats of violence to resign owing to
their having given way to advice of the Powers. This they agreed to do, and Enver Bey,
proceeding to the Palace, returned with a chamberlain, who, by order of the Sultan,
demanded the seals of Office. Enver Bey was accompanied by Talat and demonstration
gradually increased to about 2.000. Mahmud Shefket has become Grand Vizier, Izzet
Pasha Minister of War and Talat Minister of the Interior. Enver Bey is said to have
declared that he was [group undecipherable:? commissioned] by the whole army at

- 164 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

bilhassa da Kamil Paşa Hükümetlerinin lüzumsuz bir İttihadçı avına


teşebbüsleri de İttihadçıları çaresiz bırakmıştı. Objektif ve namuslu
ilim adamlarınca kabul ve ifade edilen şu tespit mühimdir.
“Halaskar Zabitan Grubu’nun iktidara getirdiği liberal yönetim [Gazi Ahmed
Muhtar ve Kamil Paşa Hükümetleri] İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne karşı olduğu
gibi İttihad ve Terakki’yi yok etmeye de kararlıydı. Liberallerin daha fazla za-
manları olsaydı ve büyük güçlerden, özellikle de İngiltere’ den Balkan Savaşı son-
rasında yeterli destek görselerdi, İttihad ve Terakki Cemiyeti’ni yok ederek, yenil-
giden sonra ayakta da kalabileceklerdi.” 262

Bu iddianın gerçek olup olmadığı hususundaki tartışmaları nak-


letmek bu çalışmanın ebadını hayli genişletecektir ancak bu iddianın,
daha önceki müdahale ve darbeler gibi haklı ya da haksız dile getiri-
leceği bir vasat da bulunmaktadır. Her darbenin kötü ve zararlı yön-
lerinin bulunduğu da bir gerçektir. Nasıl ki, Meşrutiyet’in ilanından
sonra 1912’de vuku bulan Halaskar Zabitan adlı subayların müdahale
ve muhtırasıyla ilk defa meclis kapanmışsa, 23 Ocak 1913 Babıâli bas-
kınıyla da bir nazır, Harbiye Nazırı Nazım Paşa öldürülmüştür.

Chatalja, who demande continuation of the war. The troops who were detached to
guard the Porte declined to act. The reply to collective note was actually being drafted.
It is reported that Nazim, Minister of War, was killed]. Bugün (Kamil Paşa) kabinesi
toplantı halindeyken Enver Bey, 40 civarında silahlı adamıyla baskın yaptı ve şiddet
kullanma tehdidinde bulunarak Kamil Paşa kabinesinin büyük güçlerin tavsiyelerine
boyun eğdikleri gerekçesiyle istifa etmelerini istedi. Kamil Paşa kabinesinin bunu ka-
bul etmesi üzerine Saray’a giden Enver Bey bir mabeynci ile tekrar Babıâli’ye döndü.
Mabeynci, padişahın emri ile Sadaret mührünü talep etti. Enver Bey, Talat Bey ile
birlikteydi ve göstericiler de giderek artarak 2.000 kişiye ulaştı. Mahmud Şevket Paşa
Sadrazam, İzzet Paşa Harbiye Nazırı, Talat Paşa da Dâhiliye Nazırı oldu [Kabine teş-
kil edildiğinde ise Talat Bey’in, Mahmud Şevket Paşa’nın kurduğu kabinede yer alma-
dığı görülmüş, Hacı Adil Arda Dâhiliye Nazırı olmuştur; Talat Bey, Mahmud Şevket
Paşa’nın suikasta uğramasından sonra kurulan Said Halim Paşa kabinesinde Dâhiliye
Nazırı olmuştur, İ.K.] Enver Bey’in savaşın devamını isteyen Çatalca’daki Ordu’nun
tamamına komuta etmesi için (ismi anlaşılmayan) bir grup tarafından atandığının
ilan edildiği söylenmektedir. Savunma için seçilmiş birlikler harekete geçmeyi reddet-
tiler. Bu müşterek notaya cevap aslında plan aşamasındaydı. Harbiye Nazırı Nazım’ın
öldürüldüğü bildirildi”.
Bilal N. Şimşir, Ege Sorunu Belgeler, Cilt-I, Ankara: TTK Yayınları, 1989, s. 487.
262 Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, Çev. Sedat Cem Karadeli, İstanbul: İstan-
bul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006, s. 70-71.

- 165 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Meşrutiyet dönemi darbe ve müdahaleleri esasen dış güçlerin değil,


dışsal faktörlerin belirleyici olduğu hareketlerdir. Babıâli Baskını, adı
üstünde bir baskındır, hükümet darbesidir; ancak zannedildiği gibi bir
askerî darbe değildir. Ülkemizde yaygın ve yanlış kanaate göre İttihad
ve Terakki’nin karıştığı her darbe ya da darbe benzeri hareket “askerî
darbe”dir; oysa bu görüş ve kanaat doğru değildir. Askerî darbe yerine
onun mefhum-ı muhalifi sivil darbe tabirinin kullanılması da anlamlı
değildir. İTC darbeleri sui generis (nev’i şahsına münhasır) bir niteliği
haizdir ve “Cemiyet darbesi” tabiri daha açıklayıcıdır.
10 Kânunusani 1328/23 Ocak 1913 Baskını’nı planlayan, hazırla-
yan ve tatbik edenlerin çoğunluğunu subay olmayan ve subaylıkla ili-
şiği kalmamış cemiyet mensupları teşkil etmekteydi. Halaskar Zabitan
Grubu, aralarındaki tüm ilişki ve yardımlaşmaya rağmen Hürriyet ve
İtilaf Fırkası’ndan ayrı bir yapıydı; onlar hem Said Paşa kabinesini is-
tifa ettirirken hem de meclisi feshettirirken, hatta işbaşına gelen Gazi
Ahmed Muhtar Paşa kabinesini tazyik ederken daha ziyade bir askerî
güce istinat ediyorlardı. İttihad ve Terakki Cemiyeti salt bir askerî kuv-
veti ya da grubu ifade etmiyorken Halaskar Zabitan adı üstünde bir
asker/subay hareketiydi. Prens Sabahaddin ve grubu ne kadar tahrik-
kar ve komplocu bir rol üstlenmiş olursa olsun, ne kadar komitacı-ka-
til barındırırsa barındırsın bir darbe için istinat edilecek bir kuvvet
mahiyetinde değildi. O gruba mensup ya da meyyal olanların yapa-
cağı şey, Mahmud Şevket Paşa cinayetinde de görüleceği üzere suikast
olabilirdi. Onların darbeci olmaları, darbe planlamaları, darbe teşvik-
çisi ve tahrikçisi olmaları, hatta bir darbe hareketi içinde yer almaları
ile bir darbenin kuvvetini teşkil etmeleri farklı şeylerdir. Kaldı ki Ha-
laskar Zabitan hareketi haricinde kendi inisiyatif ve kuvvetleriyle bir
darbeye teşebbüs ve cüret etmeleri de pek mümkün değildi. Oysa İt-
tihadçıların başta liderleri Talat Bey olmak üzere önde gelen “sivil” li-
derleri birçok subaydan daha ziyade komitacı özellikleri haizdi. 200
civarındaki kişinin insanı hayrete düşüren gözüpeklikle kotardığı bir
baskını askerî darbe addedip mensuplarının hepsini subayların teşkil
ettiği Halaskar Zabitan grubunun hükûmeti istifa ve meclisi de fes-
hettirmesini darbe telakki etmemek kanaatimizce sadece bizim ülke-
mize münhasır ve mahsus bir garipliktir. Bu sebeple darbe geleneğinin
- 166 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

başlatıcısı gibi haklı ve doğru olmayan bir ithama maruz kalan ama
komitacılığı profesyonel mânâda içselleştiren, kendileri de darbe/bas-
kın yapmaktan çekinmeyen İttihadçıların, “askerî darbe” ile anılma-
ları Türkiye’deki darbe geleneğinin anlaşılmasını da zorlaştırmaktadır.
İTC’nin Babıâli Baskını ile iktidarı ele geçirmesinden kısa bir müd-
det sonra muhalefet mühim İttihadçılara yönelik suikastleri de içeren
komplo ve darbe teşebbüsleri planladı. Bu planlar, her ne kadar İstanbul
Muhafızlığı görevinde bulunan Cemal Bey’in (Paşa) zamanında aldığı
tedbirler ve bilhassa muhalif komplocular arasına yerleştirdiği ajanlar
sayesinde fiiliyata geçmeden sonlandırılmışsa da Sadrazam Mahmud
Şevket Paşa’nın öldürülmesine mani olunamamıştır.
İTC’ye yönelik komplo ve darbe teşebbüslerinin içinde, önde ge-
len Hürriyet ve İtilaf Partililer, Prens Sabahaddin ve çevresi, muvazzaf
subaylar ve komitacılıkla maruf siviller de vardı. Bu bakımdan, İTC
muhaliflerinin eylem ve teşebbüslerini sivil siyaset alanından soyutla-
yıp bunu “aynı zamanda subay sınıfının giderek vazgeçilmez oldukla-
rını ve -İttihadçı ya da değil- herhangi bir grup ya da partiye egemen ol-
malarını gösteren bir başka olaydır,”263 şeklinde değerlendirip İTC ve
muhalifleri arasında bir ayrıma gitmeden siyasî hadiseleri subay-ordu
merkezli ele almak da doğru bir yaklaşım değildir.
Darbecilik-komitacılık bakımından İTC ve İttihadçıların bir fark-
lılığı bulunmakla birlikte tüm Meşrutiyet dönemi boyunca sivil-asker
ilişkilerinde ya da subayların aktif olarak içinde yer aldıkları her siyasî
hadise ve gelişmede ordu baskın unsur da değildir. Şayet Cumhuriyet
dönemi darbelerine bir mebde, bir arkaplan aranacaksa İTC’ye değil,
Halaskar Zabitan Grubu’na bakılmalıdır. Cumhuriyet devrinde aske-
rin istemediği bir darbeye kimsenin gücü yetmezdi, İTC’de ise Talat
Paşa ve Kara Kemal’in içinde yer almadığı bir darbe gerçekleştirile-
meyeceği için 27 Mayıs 1960 ve sonrası darbelere yataklık ve kaynak-
lık yapan İTC değil, Prens Sabahaddin’in, Kamil Paşa’nın, İsmail Ke-
mal’in destekçisi olduğu Halaskar Zabitan’dır. 27 Mayıs salt bir askerî
darbedir; çünkü karar vericileri, planlayıcıları, icracıları hep askerlerdi.
263 M. Naim Tufan, Jön Türklerin Yükselişi, çev. Mehmet Moralı, İstanbul: Alkım
Ya-yınları, 2005, s. 341. Yazar kitabının başından sonuna kadar ordunun ya da su-
bayların dâhil olduğu her siyasî gelişmeyi ordu-merkezli ele almaktadır.

- 167 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Basının, üniversitelerin ve CHP’nin 27 Mayıs darbesine gerekçe üret-


meleri, hatta bu darbenin değişik renk ve tonlarda içinde yer almaları,
darbenin askerî vasfını ve menşeini izale etmemektedir. Bunun gibi 12
Mart Muhtırası öncesinde planlanan lakin tatbikata geçirilemeyen 9
Mart Cuntası’nda, sivil-asker koalisyonun bulunması da darbe girişi-
minin askerî vasfını zedelememektedir. Çünkü 9 Mart koalisyonunda
yer alan isimler sadece fikrî-entelektüel düzlemde bir katkı sunmakta,
hatta görünüşe göre onlar askerleri kullanmaktadırlar. Ancak komuta
kademesinin iki mühim ismi Faruk Gürler ve Muhsin Batur desteğini
çekince 9 Mart Cuntası darbe yapmak bir yana hayatlarını bile mer-
hameten kurtarabilmişlerdir.
İTC Rumeli’de kurucularının sivil-asker özelliği belirleyici olma-
dan hayatiyete geçmiş bir örgüttü. İTC, cemiyet olarak, fırka/parti ola-
rak ve hükümet olarak kolay analiz edilemeyecek ve eylemleri orduya/
subaylara atfedilip askerî darbe olarak geçiştirilemeyecek kadar özgün
bir yapıdır. İTC, bugün artık tarih olmuş, tarihe mal olmuş bir ya-
pıdır ve övgü-sövgü denkleminde incelenmemelidir. İTC’yi anlamak
geçmişi, bugünü ve yarını daha iyi anlamak için de elzem ve şarttır.
Artık kabul edilmelidir ki, İTC’yi doğuran şartlar askerî darbe kav-
ramına ve kurumuna boca edilen, sosyoloji ve siyaset ilmiyle telifi ka-
bil olmayan zorlama yorum ve tespitlerle izah edilemez. İmparatorlu-
ğun başka vilayetlerinde de mesela Edirne, Erzincan gibi yerlerde de
ordu birlikleri bulunmaktayken Meşrutiyet’in niçin Manastır’da ve Se-
lanik’te ilan edildiği, analizin merkezine, ordu değil, bölge yani coğ-
rafya konularak anlaşılabilir.
Bir harekette asker-subay sayısının çokluğu o hareketin ille de as-
kerî bir vasıf ve mahiyeti haiz olduğuna delalet teşkil etmez. Make-
donya’da Deli Hamid ve Tahsin Uzer gibi mülkî idarecilerin bile bel-
lerinde silah Hıristiyan komitacı takibine çıkmaları dikkatle tetkik
edilmeli ve üzerinde ciddî bir şekilde düşünülmelidir.

11.4. İttihadçılık ve Teşkilat-ı Mahsusa


İtalya’nın Trablusgarb’ı işgali üzerine Osmanlı Devleti’nin burayı
“devlet” olarak fiilen ve resmen müdafaa edemeyecek, daha da kötüsü
- 168 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

bölgeye asker ve cephane gönderemeyecek olması sebebiyle müdafaa


ve mukavemet için bilahare Teşkilat-ı Mahsusa 264 diye tebellür edecek
bir teşekkül ile formül bulundu. Aslında bu formül bir bakıma yeni
de sayılmazdı; çünkü İttihadçılar ilgili bölümlerde de temas ettiği-
miz üzere Makedonya tecrübesini yaşadıkları için “illegal yöntemlere”
ve “komitacılığa” alışıktılar. Neticede birçok subay, farklı kimliklerle
Trablusgarb’a ulaştı ve İtalyanlara karşı başarılı bir direniş örgütledi.
Balkan Harbi sebebiyle subayların bölgeyi terkleri ve İtalya ile yapı-
lan Uşi Anlaşması’yla Trablusgarb’ın teslimi neticesinde dahi durumda
bir değişiklik olmamış, yerli mücahitler direnişe devam etmişlerdir.
İslam coğrafyasından birçok ismin ulaştığı ve fiilen mücadele ettiği
bölge İslamî hassasiyetlerin politik bir kalıpta şekillenmesine de yol
açtı.265 Bölgenin işgaline yönelik bu farklı örgütlenme ve direniş, İtti-
had ve Terakki dönemindeki İslamcılık siyasetinin de başlangıcı oldu.
Balkan Harbi’nde Balkan İttifakı’na dâhil ülkeler arasında çıkan
anlaşmazlık ve bu defa kendi aralarında başlayan savaştan bilistifade
Osmanlı ordusu daha önce Bulgarlara teslim edilen Edirne’yi geri aldı.
Osmanlı mülki taksimatında Edirne vilayetine bağlı olan Batı Trakya’yı
ise her ne kadar İttihadçı komitacılığı ile geri alsa da Edirne’yi tartışma
mevzuu yaptırmamak adına yapılan İstanbul Antlaşması ile Bulgarlara
bırakmak mecburiyetinde kaldı. “İttihadçılık ve Komitacılık” bahsinde
gördüğümüz veçhile burada da yine bilindik bir formül devreye girdi.
Kahir ekseriyetini çetecilik/komitacılık tecrübesi olan subayların teş-
kil ettiği bir birlik Meriç’i geçerek Bulgar işgali altındaki toprakları ve
Bulgarlar tarafından zorla Hıristiyanlaştırılmış Müslümanları kurtar-
maya başladı. Osmanlı Müslümanlarının Mora’daki Tripoliçe Yunan
vahşetinden sonra maruz kaldıkları en büyük ve kanlı vahşet olan 93
264 Edirne’nin geri alınmasından sonra Süleyman Askerî ve arkadaşlarının Batı Trak-
ya’ya geçmeleri, orada örgütlenmeleri ve faaliyetlerini ele almadığı için bu yönüyle
boşlukta olsa da Teşkilat-ı Mahsusa hakkında henüz daha doyurucu bir çalışma ya-
pılmadığından hâlâ temel kaynak vasfını haiz bir kitap için bkz. Philip H. Stoddard,
Teşkilat-ı Mahsusa, çev. Tansel Demirel, İstanbul: Arba Yayınları, 1994.
265 Enver Paşa’nın Mütareke’den sonra yurtdışı faaliyetleri kapsamında Kazım Kara-
bekir’e gönderdiği bir mektubunun ekinde yer alan Kuşçubaşı Sami Bey’e ait bir
raporda Pencaplıların Trablusgarp’ta Derne muharebelerinde mücadele ettiği an-
laşılmaktadır. Kazım Karabekir, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki
Erkânı, İstanbul: Tekin Yayınları, 1990, s. 64-65.

- 169 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Harbi’ndeki Bulgar zulmü, benzer yüzünü Balkan Harbi’nin kaybıyla


bu defa Batı Trakya Müslümanları için gösterdi.
Bulgarların katliam kadar ağır bir zulmü de bölge Müslümanla-
rını Hristiyanlaştırmasıydı. Pomaklar özelinde meseleyi ele alan bir ça-
lışmadaki şu satırlar vahşetin vehamet ve vüs’atine işaret etmektedir:
“Hıristiyanlaştırmanın kapsadığı genel uygulamalar arasında, camileri yık-
mak veya kiliseye dönüştürmek, din adamları tarafından yapılan ve domuz eti
yedirme zorunluluğunu kapsayan özel ayinle her bir kişiyi tek tek vaftiz ederek
Hıristiyan dinini kabul ettirmek, isim değiştirme dilekçeleri imzalatmak, Türk-
lüğün ve Müslümanlığın simgesi olarak kabul edilen giysileri Bulgarların giydik-
leriyle değiştirmek, yeni doğan çocukları vaftiz etmek, tüm Müslüman gelenek ve
göreneklerini yasaklayarak, nikâh ve cenaze gibi törenleri Hıristiyanlığa uygun bir
şekilde gerçekleştirmek, kilisede Hıristiyanlarla birlikte ayinlere katılmak gibi zo-
runlu olanları saymak mümkündür. Bunlardan yalnız ormanlara kaçanlar kurtu-
labilmiştir. Hıristiyanlaştırmanın maddi tarafı da vardır. Bulgar devleti ve Bul-
gar kilisesi, Hıristiyanlaştırmada görev alan herkese para ödemiştir. Kampanya
için özel bir bütçe ayrılmış ve Pomakların açlıkla mücadele ettiği, ekmek dahi bu-
lamadığı zor kış şartlarında haçlar, şapka, etek, eşarp, Hıristiyanlıkla ilgili farklı
aksesuarlar, İncil ve buna benzer şeyler dağıtılarak büyük harcamalar yapılmıştır.
Özellikle de bu alanda başarı gösteren çete başı Tane Nikolov gibi bazı komita-
cılar, kilise yöneticilerinin teklifi üzerine özel ödenekle ödüllendirilmişlerdir”.266

İttihadçı komitacıların Batı Trakya’ya girişi ve Bulgar çetecileri


tedmiriyle [helak etme, mahvetme] onbinlerce Müslüman gözyaşları
arasında, evlatları yaşındaki kurtarıcılarının ellerine sarılarak kelime-i
şehadet getirip kalplerindeki imanı tekrar dilleriyle de ifade etmişler-
dir.267 Şayet bu komitacılık faaliyetiyle Batı Trakya muvakkat da olsa
istirdat edilmeseydi, Batı Trakya Müslümanlarının Hıristiyanlaştı-
rılmaları aynı hızla devam edecek ve bölgenin tamamı zaman içinde
266 Zeynep Zafer, “Balkan Savaşları Pomaklar”, 100. Yılında Balkan Savaşları (1912-
1913) İhtilaflı Duruşlar, 1. Cilt, Ankara: TTK Yayınları, 2014, s. 362. Bulgarların
Batı Trakya’daki Müslümanları tanassuru bilhassa Pomaklar bağlamında çok sayıda
eserde ele alındığı için daha fazla anekdot ve künye bilgisi vermekten sarf-ı nazar
ediyoruz. Benzer şekilde Bulgarların 93 Harbi ile Balkan Harbi arasında Müslüman
ahaliye ika ettiği mezalim de yeteri kadar ele alınmıştır.
267 Fuat Balkan’ın evvela Feridun Kandemir’in çıkardığı Yakın Tarihimiz’de tefrika edi-
len ve bilahere de çeşitli yayınevleri tarafından kitap halinde yayınlanan hatıraları
bigâne kalınmayacak kıymette anekdotlar ihtiva etmektedir.

- 170 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Bulgarlaştırılacaktı. Bulgarlar, anlaşma ile bölgeyi Osmanlı Devleti’nden


teslim aldıktan sonra bir daha benzer bir icraata teşebbüs edemediler.
Bölgeyi kısa zamanda Bulgarlardan geri alan bir avuç komitacı
aynı zamanda bağımsızlık ilan etmiş, Süleyman Askerî Garbî Trakya
Hükûmet-i Muvakkatesi’nin İcra Hükûmeti ve Harbiye-i Umumiye
reisi, Eşref Bey de Umum Millî Kumandanı/Umum Çeteler Kuman-
danı/Kuva-yi Milliye Umum Müfettişi olmuştur. Tevfik Bıyıklıoğ-
lu’nun da isabetle belirttiği gibi, “Milli Mücadele başlarında Batı Ana-
dolu’ da Yunan işgaline karşı millî cepheler kurulduğu sıralarda ve Büyük
Millet Meclisinin açılmasına kadar geçen devrede (15 Mayıs 1919- 23
Nisan 1920) Anadolu’ da kullanılmış olan Kuvayı Milliye, Kuvayı Mil-
liye Kumandanı, Umum Çeteler Kumandanı gibi tabirlerle daha evvel
Batı Trakya’ da kullanılmış olan milli unvanların benzerliği, hatta bir-
liği”268 dikkat çekicidir.
Edirne’nin geri alınması da salt bir askerî operasyon olarak adde-
dilemez. Edirne belki ordudan, askerden daha ziyade cemiyetin me-
selesiydi. Batı Trakya’nın şimdi Bulgaristan’a bağlı olan Kırcali böl-
gesi aynı zamanda Talat Bey’in de memleketiydi ve kendisi meclisin
feshinden önce Edirne mebusuydu.
I. Dünya Harbi’nde bilhassa Kafkas Cephesi hudutlarında Ruslara
karşı ciddî bir faaliyet gösteren Teşkilat-ı Mahsusa’nın tepe noktasında
Ali Başhamba gibi Tunuslu birinin bulunması bu teşkilatın mahiyeti
ve vasfı hakkında da bir bilgi vermektedir. Şeyh Sunusî ve Abdülaziz
Çaviş269 gibi isimler kendilerine hangi vazife tevdi edilmişse ifadan
268 Tevfik Bıyıklıoğlu, Trakya’da Millî Mücadele, I. Cilt, s. 81. Bıyıklıoğlu’nun Trakya’da
Millî Mücadele, I ve II. Ciltler, Ankara: TTK Yayınları, 1987 unvanlı iki ciltlik eseri
bu konuda yazılmış ve kıymetinden yarın da bir şey kaybetmeyecek mühim kay-
nak-kitaptır. Aslında bu kavramlar kadar yaygın olan bir başka kavram da Müda-
faa-i Milliye mefhumuydu. Balkan Harbi esnasında 1913’ün başlarında kurulan ve
dönemin en etkili ve aktif cemiyetlerinden biri olan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti,
bilahare Milli Mücadele döneminde benzer isimli cemiyetlere kaynaklık etmiştir.
Bu konuda kapsamlı bir çalışma için bkz. Nâzım H. Polat, Müdâfaa-i Milliye Cemi-
yeti, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1991.
269 Ancak hazindir Talat Paşa’nın ziyadesiyle hürmet ettiği Abdülaziz Çaviş, Halaskar
Zabitan muhtıra ve darbesiyle İttihadçıların iktidardan düşmesinden sonra işbaşına
gelen Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesi tarafından Mısır idaresinin talebi üzerine
onur kırıcı bir şekilde İskenderiye muhafızlığına teslim edilmiştir. Çaviş’i Mısır’a

- 171 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

imtina etmemişlerdir. Kırım Tatar Türklerinin mevcudiyet ve istik-


lal mücadelesinin mühim şahsiyetlerinden biri olan Cafer Seydahmet
Kırımer’in hatıratının 1918 Nisan’ında İstanbul’a gelip Kırım Türk-
leri için yardım ve desteklerini talep ettiği Talat Paşa ve Enver Paşa
ile yaptığı mülakatlarını yazdığı bölümde “Umur-ı Şarkiye İdaresi” re-
isi Ali Başhamba’dan sitayişle bahsetmekte, Kırım’a yardım için Enver
Paşa tarafından tavzif edilen Başhamba hakkında şunları yazmaktadır:
“Ali Bey bana çok terbiyeli, ince, zeki ve fazlasiyle ketum bir zat tesiri yaptı.
İslam meselelerini çok iyi kavradığı ve ciddî bir iman sahibi olduğu aşikârdı. Ben
kendisini bir mücahit olarak tanıdığımdan öylece muamelede bulundum. Zaten o
sırada memuriyetinin mânâ ve ehemmiyetini hakkiyle bilmiyordum. Onun bu sa-
mimiyetinden, sadelikten ve bilhassa İslam’ın geleceği hususundaki ciddî alakam-
dan çok mütehassis olduğu anlaşılıyordu. Çok dostça ayrıldık. Kendisiyle İstan-
bul’ da bulunduğum bugünlerde iki üç defa daha görüştüm ve her görüşmemizde
aramızdaki dostluk ve kardeşliğin arttığını gördüm.” 270

Teşkilat-ı Mahsusa, Mondros Mütarekesi’nden sonra da faaliyetini


sonlandırmamış, kadroları hem ülke içinde hem de yurt dışında faa-
liyetlerine devam etmişlerdir. Hüsamettin Ertürk’ün hatıralarında yer
alan bilgi ve anekdotlar hayli açıklayıcıdır.271 Teşkilat üyeleri, daha ön-
celeri yapılan hazırlık doğrultusunda Enver Paşa’nın talimatıyla hare-
kete geçmiş, işgale karşı direniş mücadelesini başlatmışlardır. Yurtdı-
şında ise İslam İhtilal Cemiyetleri İttihadı ile de Teşkilat-ı Mahsusa’nın
daha ziyade Arap ve Afrikalı üyeleri harekete geçirilmiş, bilhassa İn-
giltere hedef alınarak Osmanlı Devleti üzerindeki tazyikin hafifletil-
mesine çalışılmıştır.
götürmekle görevli Ali Rıza Öge “İttihat ve Terakki mevki-i iktidarda iken ve ben de
muhafızı olarak Bay Talat’ın yanında bulunduğum sıralarda, Abdülaziz Çaviş, Bay
Talat’ı ziyarete geldiği zaman, Bay Talat kendisine çok hürmet gösterirdi. Abdülaziz
Çaviş’e Bay Talat tarafından gösterilen hürmetten, kendisinin şayan-ı ihtiram bir zat
olduğunu anlıyordum” demektedir. Öge, hatıratında Çaviş’in Mısır’a götürülmesi
ve teslimini hayli detaylı bir şekilde anlatmaktadır. Ali Rıza Öge, İstihbaratçı Bir
Bektaşinin Hatıraları / Zabıta Hayatımda NelerGördüm Neler Geçirdim? Haz. Ali
Birinci-Yücel Yiğit, Ankara: Polis Akademisi Yayınları, 2018, s.147-183.
270 Cafer Seydamet Kırımer, Bazı Hatıralar, İstanbul: Emel Türk Kültürünü Araştırma
ve Tanıtma Vakfı Yayını, (Basıldığı Matbaa: Eskişehir Etam A.Ş. Matbaa Tesisleri),
1993, s. 310-314.
271 Hüsamettin Ertürk (Anlatan), İki Devrin Perde Arkası, Samih Nafiz Tansu (Yazan),
İstanbul, Pınar Yayınevi, 1964.

- 172 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Türk Ordusunun Yunan Ordusunu hezimete uğratmasıyla İngilizle-


rin İstanbul ve Anadolu üzerindeki tazyiki de azaldığından Enver Paşa,
meşru müdafaa ve istiklal mücadelesini merkeze alan komitacı ve Teş-
kilat-ı Mahsusacı faaliyetine bu defa Türkistan topraklarında devam
etmiştir. Kendisine en fazla yardımcı olan arkadaşı da Teşkilat-ı Mah-
susa denilince akla ilk gelen ve daha evvel bölgede uzun süre mücadele
etmiş272 olan isimlerden biri, Hacı Sami (Selim Sami) Kuşçubaşı idi.273
Teşkilat-ı Mahsusa mevzuunda en hazin hadise ve netice ise I. Dünya
Harbi’nde sırf Osmanlı Devleti’nin düşman orduları karşısında galip
ve muvaffak olabilmesi için İslam âlemi nezdinde faaliyete geçmek
üzere İstanbul’a davet edilen pek çok İslam büyüğü ve mücahidinin
272 İttihad ve Terakki ile Teşkilat-ı Mahsusa’nın “mahsus” bir vazife ile bölgeye gönder-
diği Hacı Sami ve arkadaşlarının macerası için bkz. Adil Hikmet Bey, Asya’da Beş
Türk, Haz. Yusuf Gedikli, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 1998. Bu eser için ciddî bir emek
harcayan Yusuf Gedikli’nin “Selim Sami’nin 1926’daki Atatürk’e suikast planına ka-
rıştığı açıktır. Ancak Atatürk’e suikastı baştan değil, 150’likler listesine sokulduğu için
sonradan düşünmüş olması mümkündür” hükmü, -velev 1926 sehven yazılıp asıl kasıt
1927 senesi olsun- bir vesikaya, ciddî ve çürütülemez bir delile istinat etmemektedir.
Hacı Sami ve arkadaşları Kuşadası üzerinden Türkiye’ye giriş yaptıktan sonra yemek
istemek için bir Tahtacı köyüne girmişler, eşkıya sebebiyle kendilerine silah dağıtı-
lan Tahtacılar da bunları eşkıya sanarak ateş etmiş, jandarmaya ihbarda bulunmuş,
jandarmalarla çıkan çatışmada Hacı Sami ve kardeşi Ahmet öldürülmüş, Düzceli
Mecit, Sökeli Mecit ve Abaza Hakkı bir hukukçu gözüyle tetkik edildiğinde adil ve
hukukî olup olmadığı ziyadesiyle tartışmalı bir süreç neticesinde idam edilmişlerdir.
Sanıkların tümünün ifadelerinden Mustafa Kemal’e suikast yapılacağına dair bir de-
lil ortaya konulamadığı gibi bazı sanıkların kendilerine işkence yapıldığı savunması
da mahkemece dikkate alınmamıştır. Hâsılı bu tür hükümler verirken daha dikkatli
olmak ve biribirinden farklı kaynaklarla mukayese ve sağlama yapmak iktiza ettiği
kanaatindeyiz. Feridun Kandemir’in Hacı Sami ile alakalı ifadeleri biraz hayalî biraz
da husumete müstenit gibidir. Bkz. Feridun Kandemir, Atatürk’e İzmir Suikastından
Ayrı 11 Suikast, İstanbul: Ekicigil Matbaası, 1955, s. 49-63.
273 Enver Paşa’nın Türkistan’daki mücadelesi için birinci elden bir kaynak için bkz. Ali
Bademci, Türkistan’da Enver Paşa’nın Umumî Muhaberat Müdürü Molla Nâfiz’in
Hâtıraları, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2010. Ayrıca yine Ali Bademci’nin Türkistan
Millî İstiklal Hareketi Korbaşılar ve Enver Paşa unvanlı iki ciltlik çalışması (İstanbul:
Ötüken Neşriyat, 2008), mevzu hakkında en muteber kaynaklardandır. Bu çalış-
mada Ali Bademci, resmî tarihe itibar etmemiş ve şu tespitte bulunmuştur: “[Hacı
Sami] 10 yıl ailesinden, doğduğu topraklardan ayrı olarak yaşayıp, 150 yıldan beri
müstemleke olan Türkistan’da, istiklal ruhunu şahlandırmağa çalışmış ve bu dava-
dan gazi olarak çıkmış; dayandığı Türkiye sınırlarından içeri alınmayarak, tam 3 yıl
köşede bucakta gezdikten sonra aile yuvasına dönerken vurdurulması, onun için
büyük bir talihsizlik olmuştur”. a.g.e., 2. Cilt, s. 312-313.

- 173 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Mondros Mütarekesi’nden sonra İngilizlere teslim edilmesi olmuştur.


Türk tarihine kara bir leke olarak geçen bu hadiseye dair Ertürk’ün
yazdıkları şunlardır:
“Mondros Mütarekesi imzalanıp da düşman donanması hemen İstanbul’a ge-
lince, İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinin şehre ihracı ile bir müstevli garni-
zon kurulunca bunların emniyetini temin mümkün olmamıştı. Bahusus Sadra-
zam Müşir Ahmet İzzet Paşa, Harbiye Nezareti Müsteşarı Erkân-ı Harp Miralayı
İsmet Bey, bu yükü memleketin kaldıramayacağında ısrar edince, misafirlerin hiç
olmazsa firarlarını temine çalıştık. Bu defa da karşımıza İstanbul Merkez Kuman-
danı, Sultan Hamid devrinin Seccadecibaşısı İzzet Bey’in damadı Çerkez Fevzi
Paşa çıkmıştı. Merkez Kumandanı: ‘Biz Enver Paşa’nın talimatiyle hareket et-
miyoruz. Bunlar mikrop adamlardır. Onları mütareke mucibince İtilaf devlet-
lerinin buradaki mümessillerine teslime mecburuz. Bunun mesuliyeti bize düşer,
sizi alakadar etmez, Teşkilat-ı Mahsusa lağvedilmiştir, daha ne diye bu işlere ka-
rışıyorsunuz!’ diye beni azarlamış ve o gece kanun çavuşlariyle medreseleri bastı-
rıp İslam mücahitlerinden birçoğunu İngilizlere teslim ettirmişti. İngilizler esasen
bunları arıyorlardı. Büyük Britanya müstemlekelerinde imparatorluğa karşı hı-
yanet etmiş bu kimselerin, İngilizlerden çekeceği vardı. İlk hamlede bu zavallılar
Bostancı’ da inşa edilmiş olan barakalara nakledildiler ve hidemat-ı şakkada [ağır
hizmetler] kullanıldılar. Bir kısmı da Çanakkale’ye gönderilerek, İngiliz mezarlı-
ğının hazırlanmasında çalıştırıldılar. Ve bittabi pek çoğu bu yolda telef oldu. Bir
kısmı gûya memleketlerine iade edildiler. Onlar da yolda ifna olundular. Velha-
sıl hayatlarını Osmanlı İmparatorluğu uğrunda feda etmiş bu insanları rahmetle
anmak hepimize düşen bir borçtur.” 274

274 Ertürk, a.g.e., s. 226-227. Mehmet Emin Erişirgil ise bu hususta Mehmed Akif ’in
gayret ve faaliyetlerini şöyle anlatır: “ [Akif] artık yalnız politika şairliği de yapmı-
yordu, komiteciliğe de başlamıştı. Birinci Dünya Savaşı sıralarında İttihatçılar Hintli,
Tunuslu, Faslı, Trablusgarplı Müslümanlardan bazılarını İstanbul’a getirmişlerdi ya-
hut onlar gelmişlerdi. Mütarekeden sonra bunlardan çoğu yardımsız, işsiz, desteksiz
kalıverdiler. O bunların memleketlerine dönme çarelerini bulmak için her tedbire, her
yola başvuruyordu”. Erişirgil, İslamcı Bir Şairin Romanı Mehmet Akif, s.338.

- 174 -
12. İttihadçılık ve Birinci Dünya Harbi

O smanlı Devleti’nin Birinci Dünya Harbi’ne İttihat ve Terakki


Cemiyeti ile başta Enver birkaç İttihadçı lider tarafından dâhil
edilerek yıkıma sürüklendiği, yaygın bir kanaat, hatta inançtır. Buna
göre, Osmanlı Devleti bu harbe hiç gereği yokken ve tarafsız kalabi-
lecekken Alman hayranı Enver’in oldu-bittisiyle girmiştir; savaşa hem
gereksiz yere, hem de erken girilmiştir.
Bu harbe giriş sadece milletin değil, İttihat ve Terakki Cemiye-
ti’nin tüm yetkililerinin de kabul ve tasvip ettiği bir karar değildi. Al-
man hayranlığını devletin ve milletin menfaatinin önüne geçiren En-
ver Paşa 275 İngiliz donanmasının takibinden kaçan iki Alman savaş
275 Enver Paşa, Almanların hizmetinde olduğu iddialarına muhatap ve müddei her kim
olursa olsun çok sert cevaplar vermiştir. 17 Temmuz 1921 tarihli Moskova’dan Mus-
tafa Kemal’e yazdığı bir mektupta, Mustafa Kemal’in emriyle Hâkimiyet-i Milliye
gazetesinde aleyhinde Almanya ile ilişkilere de temas edilen bir yazı yazdırıldığını
söyler, çok sert bir cevap verir: “Benim mütarekeden sonraki hayatımı biliyormuş
gibi Hâkimiyet-i Milliye’ye yalan söyletiyorsunuz. Sonra benim Almanların veya baş-
kalarının maksadına hizmet etmediğimi ve etmeyeceğimi pekâlâ bildiğiniz halde niye
halkımı emelinize göre zehirlemek için yalan söyletiyorsunuz? Evet, Harb-i Umumî’de
ben İngiliz ve Rus kuvvetlerini Anadolu’ya çektim. Fakat bunun da harbin asıl netice-i
kat’iye istihsal olunacak noktasında bunları uzaklaştırmak ve harbi kazanmak için
olduğunu pekâlâ takdir edersiniz… Bununla maatteessüf Trablus’tan beri bildiğim
ahlâk-ı şahsiyenizin bugün vardığınız mevkide bile tebeddül etmediğini görüyorum”.
Masayuki Yamauchi, Hoşnut Olamamış Adam-Enver Paşa Türkiye’den Türkistan’a,
İstanbul: Bağlam Yayınları, 1995, s. 233-234. Rauf Orbay ise bu hususta şunları
yazmaktadır. “Enver fevkalade dürüst, efendi, namuslu bir adamdı. Hele her şeyin
üstündeki vatanseverliğine toz kondurmak imkânı yoktur. Onun hakkındaki tek itti-
ham da, memleketi umumî bir harbe sokmasıdır. Bence bu ittiham da varit değildir.
Zira biz umumî harbe girmemiş olsaydık, o zaman İngilizlerin müttefiki olan Ruslar,
Türkiye’ye girerlerdi. Biz eğer harbe girmemiş olsaydık, Rusya’da Bolşeviklik inkılâbı

- 175 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

gemisinin Osmanlı sularına girişine izin vermiş, sonra da bunların


Karadeniz’de Rus gemileri ve limanlarına saldırması için emir vermiş-
tir. Savaş patlak verdiğinde ve hatta Goben ve Breslau Rus limanlarına
saldırdığında bile İtilaf devletleri, tarafsızlığına karşılık Osmanlı Dev-
leti’nin toprak bütünlüğünü koruyacaklarına dair yazılı vaatte bulun-
muşlar, sadece Alman Askerî Heyeti’nin ülkeden ayrılmasını talep et-
mişler, ancak bu talep reddedilmiştir.276
Aslında gerçek tam tersidir. İtilaf devletleri Osmanlı Devleti’nin
toprak bütünlüğünü değil, parçalanmasını planlamaktadırlar. Mesela
Rusya’nın Paris Büyükelçisi P. A. Izvolskii’nin 11 Ağustos 1914’te yaz-
dığı bir mektuba göre, Fransa Hariciye Nazırı Gaston Doumergue ile
meslektaşları Avrupa’da patlak verecek bir savaşın Rusya’nın İstanbul
ve Boğazları alacağı endişesini taşımaktadırlar. Doumergue ise Os-
manlının sinirlerini yatıştırmak için toprak bütünlüğü garantisi veril-
mesini istemektedir; ne de olsa böyle bir garanti verilmesi savaş son-
rasında Boğazlar meselesini kendi fikirleri doğrultusunda çözmelerine
engel olmayacaktır. Hariciye Nazırı’nın bu görüşüne karşı Fransız Ha-
riciyesinin diğer isimleri “Türkiye’nin düşmanlarımızın saflarında sa-
vaşa dâhil olmasını sağlayıp ebediyen işini bitirmenin daha avantajlı ola-
cağını” savunarak daha saldırgan bir çizgi benimsemektedirler. Kaldı
ki, İngiltere daha savaş ilan edilmeden harekete geçmişti.
“Hindistan’ dan getirilen İngiliz askerleri tarafından Basra’nın ele geçirilişine
ve Irak işgalinin başlamasına olanak veren operasyonlar, 2 Ekim’ de, Türkiye ile
İngiltere arasında savaş ilan edilmesinden bir ay önce kararlaştırıldı. Sözde, Aba-
dan rafinerisini koruma adına başlatılan bu operasyon sonucunda, İngilizler Me-
zapotamya’ daki bütün petrol sahalarını ele geçirmiş oldular.” 277

olmaz, Çarlık idaresi devam eder ve bu idare hele bir büyük harbin galibi olunca,
öteden beri göz diktiği Boğazlar ve İstanbul’u mutlaka ele geçirmek yolunu tutardı.
Öte yandan müttefikimiz olan Almanlar da para veriyorlar, top veriyorlar ve harbe
girmemizi istiyorlardı. Kısaca, bizim 1914’te Birinci Cihan Harbine girmemiz zaruri
idi.” Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni, Cilt: 2, İstanbul: Emre Yayınları, 2000, s. 23.
276 Mustafa Aksakal, Harb-i Umumi Eşiğinde Osmanlı Devleti Son Savaşına Nasıl Girdi,
İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010, s. 6–7.
277 Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar Balkanlar, Kafkasya ve Orta-Doğu, Çev.
Şirin Tekeli, İstanbul: İletişim Yayınları, 1994, s. 133-134.

- 176 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Oysa Osmanlı Devleti 1856’dan beri Avrupa Uyumu’nun üyesidir ve


bu sistemde yer almak bir dizi toprak kaybını ve diplomatik başarısızlığı
engellememişti. Bunun en yakın ve en ağır örneği Balkan Harbi’dir.
Savaş öncesi statükonun korunacağını taahhüt eden büyük devletler,
harp neticesi Osmanlı Devleti mağlup olunca sözlerini unutmuşlardır.
Bilhassa son zamanlarda yapılan çalışmalarda mezkûr yaygın hü-
küm ve hatta inanç ciddî mânâda yara almıştır. Bu çalışmalarda genel
kabulün resmettiği İTC ve Enver portresi dumura uğramakta; heye-
canlı, fütursuz, akılsız, hesapsız Alman hayranı İttihadçılar ve En-
ver yerine bambaşka bir portre ile karşılaşılmaktadır.278 Savaş için can
atan, körü körüne Almanya’nın eteğine yapışan bir Enver, İTC ve İTC
Hükûmeti yerine; savaşa girmemek için her türlü manevrayı deneyen,
ipleri kopma noktasına getirecek kadar şaşırtıcı ve hayret verici bir po-
litika izleyen Enver, İTC ve İTC Hükûmeti ile karşılaşılmaktadır.279
İttihat ve Terakki Cemiyeti nihayetinde Birinci Dünya Savaşı’na
Almanya safında katılmaya, Büyük Güçler’in Osmanlı İmparatorlu-
ğu’nun içişlerine adeta sömürgeymişçesine müdahale etmesine gösteri-
len bir tepki olarak karar vermiş,280 ama yaygın görüşün aksine Alman-
ya’nın “kuyruğu” olmamıştır. Sözgelimi, Almanya’nın Süveyş Kanalı’nı
hedefleyen bir saldırıyı finanse için teklif ettiği meblağı reddederken
Enver Paşa şunları söylemektedir:
“Almanya maddi ve mali bakımdan Osmanlı İmparatorluğu’nu desteklerse
bunu kendi çıkarı için yapar. Osmanlı İmparatorluğu (Alman yardımını) kabul
eder de, kendi kaderini Almanya’nın kaderine bağlarsa, o da bunu yalnızca kendi
çıkarı için yapacaktır. Bu konuda hiçbir yanılsama olamaz.”

Enver Paşa, Osmanlı ülkesindeki Alman askerî yetkililerin bilhassa


Liman von Sanders’in büyükelçi Wangenheim’dan izinsiz kararları için
de aynı tavrı sergilemektedir: “Bu ‘anlaşmada’ her şey yerli yerinde olmak
278 Kıymetli büyükelçilerimizden Altay Cengizer’in Adil Hafızanın Işığında-Birinci
Dünya Savaşı’na Giden Yol ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu (İstanbul: Doğan
Kitap, 2014) unvanlı kitap kaynaklarının zenginliği yanında bakışaçısının sahihliği
ve çarpıcılığıyla da temayüz etmektedir.
279 Bu çalışmada kendilerine atıfta bulunulan eserler haricinde bir derleme çalışması
için bkz. Marian Kent (Ed), Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu ve Büyük Güçler, çev.
Ahmet Fethi, İstanbul: Alfa Yayınları, 2013.
280 Aksakal, a.g.e., s. 25.

- 177 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

zorunda. Alman İmparatorluğu’nun buradaki temsilcisi Liman değil, Al-


man büyükelçisidir.”281
Birinci Dünya Harbi’nin öncesinde Balkan mağlubiyetinin ezikliği
geçmiş olmadığı gibi tam tersine Rumeli’den yaklaşık 400.000 Müslü-
man muhacirin gelmesi de devleti derinden etkilemişti. Balkan Har-
bi’yle Birinci Dünya Harbi arasında Batı Anadolu ve Trakya’daki bir
kısım Rum’un Yunanistan’a göçmesi ve göçürülmesinin sebebi bu böl-
gelere yığılan Rumeli muhacirleridir. Bu karşılıklı göç ve göçürme ey-
lemlerinin gösterdiği tek gerçek şudur: Korumasızlık. Yalnızca devle-
tin değil, artık milletin bekası korkusu, Rumeli’nin kaybından sonra
“yakın tehlike” halini almıştır. Dönemin nezaketi gazete, dergi ve di-
ğer siyasî teşekküllere de yansımaktadır. Tek günah keçisi ilan edi-
len Enver Paşa, yalnız değildir; kamuoyunun da ondan farklı düşün-
düğü söylenemez. Bu korkunun yeni bir canlanışa yol açması yanında
Edirne’nin geri alınması da bir nebze de olsa güvene işaret etmektedir.
Osmanlı Devleti’nin savaşa girişi, Almanya ile kurulan ittifakın bir
neticesiydi ve geri dönüşü olmayan bir noktada vuku bulmuştu. Nitekim;
“Berlin’e göre Osmanlı’nın savaşa dâhil olması, yalnızca askeri güçle, yani
Rusya ve Britanya güçlerinin başka cephelere kaydırılmasıyla, ilgili değildi. Os-
manlı’nın savaşa girmesi Berlin için saygınlık ve nüfuz açısından da önemliydi.
Osmanlı’nın savaşa dâhil olması Balkan devletlerini de ittifak devletleri saflarına
kazanmak ve… İttifak devletlerinin Müslüman tebaası arasında sömürge karşıtı
isyanlarının kıvılcımını çakmak için de kullanılabilirdi.” 282

İtilaf devletlerinin yaklaşımı bir bütün olarak ele alındığında Al-


manya ile yapılan ittifak doğru bir karardı ve Osmanlı hükûmetinin
yapabileceği başka bir şey yoktu. Savaşa giriş, Enver Paşa’nın emriva-
kisiyle değil, planlı ve geniş katılımlı bir kararın sonucuydu. Bu ka-
rarı besleyen, tetikleyen sebepler, Osmanlı devletinin kuşatılmışlığı ve
beka meselesiydi. İtilaf devletleri bir ittifaka yanaşmadıkları gibi,283
281 Aksakal, a.g.e., s. 20.
282 Aksakal, a.g.e., s. 191.
283 I. Dünya Harbi esnasında Cemal Paşa’nın emrine giren Hasan Amca’nın ondan din-
lediğini naklettiği şu satırlar mühimdir: “Sen zannediyor musun ki, biz tepetaklak
Almanlarla müttefikan harbe girdik. Benim İtilaf Süferasının aşındırmadığım kapısı
mı kaldı? Fransızlara ittifak teklif ettim reddettiler. İngilizlere hiç olmazsa kapitülas-

- 178 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Osmanlı devletinin silahlı veya silahsız tarafsızlığı halinde de netice


farklı olmayacaktı.
Savaşa girişimiz, bazı toprakların kaybına yol açmışsa da mem-
leketin hepten elden çıkmasını ve milletin de yok olmasını engelle-
miştir. Nihayetinde az da olsa bir toprak parçası bu savaşla garanti
altına alınmıştır.284 Bilahare İTC’nin İstanbul’da kalan yetkilileri-
nin Meclis-i Mebusan’ın 5. Şubesi’ndeki sorgulamaları285 ve Divan-ı
Harb-i Örfi’deki yargılamaları286 ile Ankara İstiklal Mahkemesi’ndeki
İttihadçı yargılamalarında öne çıkarılan hususlardan biri de niçin Os-
manlı Devleti’nin tarafsız kalmayıp harbe girdiğiydi. Oysa bugün daha
iyi anlaşılmaktadır ki, İtilaf devletlerinin tarafsızlık mukabilinde Os-
manlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü tanıyacakları, garantiye alacak-
larına dair verdikleri söz bir aldatmacadan ibaretti.
Osmanlı Devleti savaşta tarafsız kalsaydı Rus Donanması çok kısa
süre içinde İstanbul Boğazı’na demir atardı, ancak Goben tüm plan-
ları alt üst etmiştir. İngilizlerin yapımı tamamlanmış Osmanlı Devle-
ti’ne ait dretnotları savaş bahanesiyle teslimden kaçınması, Goben ve
Breslau’nun Osmanlı sularına sığınması, filoya dâhil olması, Rus li-
manlarını bombalaması genelde Osmanlı Devleti’nin savaşa girişi bağ-
lamında ele alınmıştır. Oysaki Goben, Rusya’nın İstanbul ve Boğazlar
ile ilgili planlarını altüst etmiştir. Çünkü Rusya’nın Goben ayarında
bir zırhlısı olmadığından hem Rus donanması stratejik açıdan işlev-
siz kılınmış hem de Rus su üstü gemileri seyir halindeyken açık hedef
yonların ilgasını kabul ediniz, sizinle harbe girelim, dedim. Buna bile razı olmadılar.”
Hasan Amca, a.g.e., s. 140.
284 Laurence Evans’ın yazdıkları ilginçtir: “Woodrow Wilson, 1912’de seçilmesinden kısa
bir zaman sonra, yeni elçilerin atanmasını konusunu el aldığı zaman, Albay House,
Morgenthau’yu Türkiye’ye elçi atanmasını önermişti. Wilson’un buna cevabı: ‘Türkiye
yok ki, göndermeye ne ihtiyaç var’ olmuştu. House de: ‘O halde izin verin de durumu
yerinde görsün demişti’. 1914 Ağustosu’ndan sonra Türkiye büsbütün yok olma tehli-
kesiyle karşı karşıya gelmiş görünüyordu”. Laurence Evans, Türkiye’nin Paylaşılması,
(1914-1924), çev. Tevfik Alanay, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1972, s.26-27.
285 Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndaki 5. Şube sorgu zabıtları için bkz. Osman Selim
Kocahanoğlu, İttihat-Terakki’nin Sorgulanması ve Yargılanması, İstanbul: Temel Ya-
yınları, 1998.
286 Divan-ı Harb-i Örfi yargı zabıtları için bkz. Osman Selim Kocahanoğlu, Divan-ı
Harb-i Örfi Muhakematı Zabıt Ceridesi-Tehcir Yargılamaları (1919), İstanbul: Temel
Yayınları, 2007.

- 179 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

haline gelmişti. Bu sebepledir ki İngiltere’deki Osmanlı dretnotları


yapım aşamasındayken Yunanistan gibi Rusya da bunların teslimini
engellemek için hiçbir çabadan kaçınmamışlardı.287 Goben/Yavuz,
aslında Türk Milletinin ve memleketinin bekasında kıymeti bihak-
kın takdir edilememiş bir vazife ve misyon ifa etmiş,288 buna muka-
bil Türk Milleti de kalbî teşekkür ve minnetini ifade için birkaç türkü
yakmayı kafi görmüştür.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Harbi’ne girişi ile ilgili karar
salt orduya değil, İTC’ye de taalluku olan bir karardı. Meclis-i Me-
busan 5. Şube’deki sorgulama ve Divan-ı Harb-i Örfi’deki yargılama-
larda da görüleceği üzere sorgulanan ve yargılanan isimlerin hemen
hepsi sivil olan İttihadçılardır.
Hal böyleyken, yani I. Dünya Harbi’ne giriş, devlet ve milletin
beka meselesiyken kimi siyaset, idare ve ilim adamları, yazar ve ka-
naat önderlerinin sırf İttihadçıları itham için ya bağlamı başka, ya da
eksik anlatılmış hikâyelere dört elle sarılmaları kabul edilebilir değil-
dir. Bunların en meşhuru Falih Rıfkı Atay’ın anlattığı bir anekdottur:
“Cemal Paşa artık ordu kumandanı değildir. Mütareke yakındır. Artık, harbe
niçin girdiğimiz tartışılabilir, büyük adamların küçük adamları adam yerine say-
mak ve onlarla görüşmek sırası gelmiştir. Arkadaşım Y[akup] K[araosmanoğlu]
bahriye çatanası içinde Büyükada’ya giderken sordu: ‘Paşam, söyler misiniz, bu
harbe niçin girdik?’ Ve üç dört yıl içinde bunalttığı bir nefesi boşaltmış gibi oh-
lıyarak bekledi. İşte cevap: ‘Aylık vermek için!’ Ve ilave etti: ‘Hazine tamtakırdı.
Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli ya öbür tarafla birleşmeli idik.’”289

Bu anekdota sorgusuz-sualsiz bizatihi hakikatin kendisiymiş gibi


itibar edilmesi tarih telakkimiz ve gelecek projeksiyonumuz için de bü-
yük bir felakettir. Çoğu harbiyeden, harp akademisinden, tıbbiyeden,
mülkiyeden birincilikle ya da derece ile mezun olmuş, yazdıkları eser-
lerle de entelektüel çaplarını ispat etmiş insanların akılsızlığın şahikası
287 I. Dünya Savaşı’nı Rusya açısından ele alan kapsamlı bir kitap için bkz. Sean McMe-
ekin, I. Dünya Savaşı’nda Rusya’nın Rolü, İstanbul: YKY, 2013.
288 “Çanakkale’ye İngiliz ve Fransızların debarkman yaptıkları sıralarda birkaç Rus ko-
lordusunun da İstanbul sahillerine çıkarılmasına mani olan ancak Yavuz’un mevcudi-
yeti değil midir?...Eğer Alman gemileri gelmeseydi Osmanlı devleti, itilaf devletlerinin
emrine boyun eğmeye mecbur olacaktı.” Karabekir, I. Dünya Savaşı Anıları, s. 56.
289 Atay, Zeytindağı, s. 114-115.

- 180 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

olan “memura maaş verebilmek” için o ana kadar cihanın göreceği en


büyük harp olacağı muhakkak bir savaşa girdikleri iddiası aslında id-
dia sahiplerinin kendi zekâ, feraset ve basiretleri için de çok acı bir id-
diadır. O halde bu anekdot, ya hiç söylenmemiştir, ya başka bir bağ-
lamda söylenmiş ya da eksik nakledilmiştir.
Mesela Cemal Paşa, bu çalışmada zikrettiğimiz tüm menfî durum-
ları saymış, harbe girişin bir zaruret olduğunu, ülkenin malî-iktisadî
vaziyetinin zaten perişan bir halde bulunduğunu, Edirne’yi geri almak
için bile lazım olan paranın reji tekelinin uzatılması karşılığı temin
edilebildiğini, harp esnasında kredi verecek ülkeler savaş halinde ola-
cakları için dış borç alma imkânının yokluğunu, bir an için İtilaf dev-
letlerine güvenip harbe girilmese, ancak harbin ilerleyen zamanlarında
bir saldırıya maruz kalındığında gerekli silah, mühimmat ve sair ih-
tiyaçlar için para bulunamayacağını söylemiş, ilave olarak da bu sözü
söylemiş olabilir. Cemal Paşa gibi birinin aslî ya da tek sebep olarak
böyle bir sözü söylemesi ne kadar abesse onun böyle bir sözü bu şe-
kilde söylediğinin kabulü de aynı derecede abestir.290
Bu kitapta kimi zaman hem muhafazakâr-mütedeyyin hem de Ke-
malist-seküler camianın İttihadçılar aleyhindeki ithamlarına da cevap
vermeye çalışmaktayız. Muhafazakâr- mütedeyyin camianın İttihadçı
alerjisinin ve husumetinin daha bariz olduğunu söyleyebiliriz. Ancak
Kemalist-seküler camia ve tarihyazıcılığında hâkim olan Cihad Fetva-
sı-ilanı ve Arap İsyanı bağlamındaki önyargı ve yanlış bilgilendirme de
mübalağayı aşmakta, insaf ve vicdan sınırlarını zorlamaktadır. Mesela
Enver, Mustafa Kemal ve İnönü biyografileriyle temayüz etmiş olan
Şevket Süreyya Aydemir malumat ve müktesabatına yakışmayan, sav-
ruk ve özensiz bir üslupla şunları yazabilmektedir:
“Birinci Dünya Harbi patlayınca halifenin imzası ile bir Cihâd-ı Mukad-
des (Kutsal Savaş) ilan edilecek ve bütün İslam âlemi bu savaşa çağrılacaktır.

290 İşin ilginç tarafı, kimi Almanların, Osmanlı Devleti’nin Almanya’yı sömürdüğü
iddiasıdır. Mesela Alman İmparatorluğu Meclisi (Reichstag) üyesi M. Erzberger,
5-13 Şubat 1916 tarihinde İstanbul’a gelmiş, hem Alman yetkilileri hem de Osmanlı
ileri gelenleriyle görüşmüş, 25 Şubat’ta da raporunu Alman Dışişleri Bakanlığı’na
sunmuştur. Bu raporda Erzberger, “Türkler bu savaşta bizi sömürüyorlar” demiştir.
Mustafa Çolak, Alman İmparatorluğu’nun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya Poli-
tikası (1914-1918), Ankara: TTK Yayınları, 2006, s. 56-57.

- 181 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Gerçi hiçbir İslam ülkesinde kimsenin kılı kıpırdamayacaktır. Hatta tersine ola-
rak Rusya’ dan, Hint’ten Cezayir’e nice Müslüman ülkelerinden askerler, İngiliz-
lerin, Fransızların saflarında bize karşı savaşacaklardır. Bu savaşta canla başla
savunduğumuz kutsal ülke ve şehirlerde ise, Peygamberin sülalesinden gelen şerif-
ler, bizzat halifeye ve Osmanlı devletine karşı isyan edeceklerdir. İngiliz altınları
ve casusları emrinde Müslüman Osmanlı Arapları Hicaz’ da, Medine’ de, Mek-
ke’ de, Suriye’ de Türk askerlerinin toptan öldürülmelerinde ön safı alacaktır.” 291

I. Dünya Harbi’nde halife-padişaha ilan ettirilen cihad, zannedile-


nin aksine hiç tesirsiz olmamış ve istenilen seviyede olmasa da Müs-
lüman dayanışmasını temin etmiştir. Yenilerde bilhassa Osmanlı ve
Atase arşivinde yapılan bir araştırmada daha evvel Osmanlı’ya ait olan
Rumeli topraklarında çok sayıda Müslümanın cihad ilanı üzerine Os-
manlı safında harbe iştirak ettiği yazılmıştır. Hasip Saygılı, erişebil-
diği arşiv belgelerine dayalı olarak yaptığı bu akademik-ilmî çalışma-
sında Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk, Kosova, Sancak, Makedonya
ile Batı Trakya’dan Struma Nehri’ne kadar olan bölgeden Osmanlı or-
dusuna gönüllüler toplandığını, toplanan bu gönüllülerin Makedonya,
Romanya, Galiçya, Irak, Filistin, Suriye ve Kafkas cephelerinde istih-
dam edildiklerini tespit etmiştir. Saygılı bu gönüllü sayısının 50 bin
civarında olduğunu ifade etmektedir.292
İç Rusya, Kafkasya ve Orta Asya Türk coğrafyası, Arap bölgesi,
Afrika ve Hint dünyasının cihad ilanına tepkisi farklı boyutlarda ol-
muştur. Hazindir ki, Arap bölgesinin bir kısmı haricinde hemen her
yer Avrupa sömürge ve işgali altındadır. Yine de Kazan’dan, Türkis-
tan’dan, Kafkasya’dan az sayıda da olsa Müslüman cihada iştirak için
her türlü zorluğa göğüs gerip Osmanlı mıntıkalarına doğru yola çık-
mıştır. Rus ve Fransız ordusu saflarında savaşan sayısız Türk ve Arap
Müslüman ancak Almanya ve Avusturya-Macaristan orduları tara-
fından esir alındıktan sonra Osmanlı ordusu saflarında harbe iştirak
ve devam etmişlerdir. Almanya ve Avusturya’daki esir kamplarında
291 Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt II, İstanbul:
Remzi Kitabevi, s. 490.
292 Hasip Saygılı, “Birinci Dünya Harbi’nde Rumeli’nden Osmanlı Ordusuna Müslü-
man Gönüllü Katılımları”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları, Sayı 18,
Bahar 2013, s. 233-234.

- 182 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

toplanan bu Müslüman esir askerleri irşad için bazı İslamcı şahsiyet-


lerin görevlendirildiği malumdur.293
Afrika’da, bilhassa Trablusgarb’da eli silah tutan Müslümanların he-
men hepsi Osmanlı Devleti’nden yana bir tavır sergilemiştir. 1911’den
beri İtalyanlara karşı başlayan direniş, I. Dünya Harbi’nde de aynen
devam etmiştir. Trablusgarb Müslümanları nasıl ki 1911’deki İtalyan
işgali üzerine bölgeye gelen Enver Bey’e bir “Hürriyet Kahramanı” -ki
bunu pek bildikleri de söylenemez- olarak değil, halifenin damadı ol-
duğu için itaat etmişlerse Cihad-ı Mukaddes ilanı üzerine de benzer
his ve inançla aynı safta yer almışlardır. Osmanlı Devleti burayla olan
bağını I. Dünya Harbi müddetince en üst seviyede devam ettirmiş, En-
ver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa ve şehzadelerden Osman Fuad Efendi’yi
bölgede görevlendirmiştir. Kaldı ki çok iyi bilindiği üzere taassubun
şahikalarında dolanan, kendi kabilelerine mensup Ceditçi Müslüman
Türklere dahi hunharane katliamlarda bulunan Buhara ve civarı Müs-
lümanları, Basmacı Mücadelesi’nde Enver Paşa’ya Türk ve Turanî ol-
duğu için değil, halifenin damadı olduğu için itibar ve itaat etmişlerdir.
İslam dünyasının çok büyük bir bölümü Batı sömürgesi ve işgali
altında olduğundan Rus, Fransız ve İngiliz saflarında çok sayıda Müs-
lüman asker yer almış, Fransız ve İngiliz saflarındaki askerler Osmanlı
ordusuna karşı da savaşmıştır. Bu sebeple İslam’ın ve cihadın Müslü-
manlar arasında dayanışma ve yardımlaşmayı tesis ve temin edeme-
diği de iddia olunmuştur. Ancak cihad ilanının ses getirmesi bek-
lenilen bölgelerde Osmanlı devleti herhangi bir ciddî teşkilatlanma
gösterememiş, para, silah ve mühimmat yardımında da başarılı ola-
mamıştır. Özellikle propaganda faaliyetlerinde itilaf devletleri tartış-
masız daha başarılı olmuştur. Esir düşen Arap Müslümanlara niçin
halife safında cihad etmeyip de ona karşı harp ettikleri sorulduğunda
“Cihad ilanını kâfir/dinsiz Jön Türklerin/İttihadçıların yaptığı” cevabı
alınmıştır. Bilhassa İngilizler tarafından, İttihadçıların Yahudi uşağı,
Siyonist-Mason ve dinsiz oldukları yönünde yapılan propaganda Arap
293 Bkz.Vahdet Keleşyılmaz, “I. Dünya Savaşı’nda Esir Askerler Üzerinde Panislamizm
Propagandası”, Kebikeç, Sayı: 10, 2000. Mehmed Akif ve Abdürreşid İbrahim gibi İs-
lamcı şahsiyetlerin bilhassa Rusyalı Müslümanlar arasında yaptığı irşad faaliyetleri
nispeten daha çok bilinmektedir.

- 183 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Müslümanlarında karşılık bulmuş gibidir. Bu kabil İngiliz propagan-


dasına çok az da olsa Türk kökenli Hürriyet ve İtilaf Fırkası mensup-
larının hizmet ve yardım ettiği de bir vakıadır.
Cihad fetvasının hiçbir işe yaramadığı ve İtilaf devletleri saflarında
yer alan Müslüman askerlerin bize karşı savaştıkları iddiası, Hilafe-
tin ilgasını mazur ve meşru göstermek için de en fazla dillendirilen
argümanlardan birisi olmuştur. Bu iddianın Kemalist tarih edebiya-
tında mühim bir mevki işgal ettiği ve dogma şeklinde kabul gördüğü
de bir gerçektir.
Hint ve Afrika Müslümanları cihad fetvası üzerine birkaç yerde fa-
aliyet göstermeye, isyan çıkarmaya çalışmış ancak İngiliz ve Fransız-
lar tarafından kimi yerde çok kanlı ve vahşi şekilde bastırılmışlardır.
Sömürge Müslümanlarının o esnada etkili bir isyanı başlatıp neticeye
ulaştıracak hiçbir maddî altyapı ve hazırlıklarının olmadığı da söy-
lenmelidir. İngiliz ve Fransız birlikleri yalın ayaklı bu Müslümanların
üzerine birkaç makineli tüfekli birlik göndererek ortalığı kan derya-
sına çevirebiliyordu. Bu Müslümanların bağımsız olmadıkları, uzun
müddettir sömürge devletlerinin baskısı altında bulundukları, dış dün-
yadan haber alma kaynak ve imkânlarından mahrum olduklarını da
dikkate almak gerekir. Nasıl ki “Cihad’ın ilanı tehdidi, fiilen ilanından
daha tesirli bir silah” idi ise ilandan sonra da ilanın er veya geç ma-
kes bulma ihtimali de ilan ağırlığında bir silahtı. Bu sebepledir ki bil-
hassa İngilizler, ilanın tesirini en aza indirmek için tüm harp müdde-
tince karşı-propaganda faaliyetlerine ara vermeden devam etmişlerdir.
Kanaatimizce hiçbir Hintli, hiçbir Afrikalı Müslüman bile-isteye Ha-
life’nin askerlerine kurşun sıkmamıştır. Bunun bir ispatını Çanakka-
le’de de komutanlık yapan Kazım Karabekir’in hatıratında görüyoruz:
“Çanakkale’ de yakaladığımız İslam esirleri bir türlü bizim Türk olduğumuzu
kabul etmiyorlar, siz Almansınız diyorlardı. Güç hal ile ve birçok inandırıcı de-
lillerle hakikati anlattıktan sonra kendilerinden öğrendik ki Çanakkale’ye asker
çıkartmadan evvel İngiliz ve Fransızlar, İslam askerine şöyle bir tamim yapmış-
lar: ‘Halife’yi Almanların ellerinden kurtarmaya gidiyoruz. Almanlar Çanakkale
Boğazı’nı tutmuşlar. Muharebede sakın Türk askerine ateş etmeyiniz! Onlar si-
zin din kardeşlerinizdir! Maksadımız o zavallıları da Almanların ellerinden kur-
tarmaktır! Türk askerinin başında kırmızı fes olduğunu biliyorsunuz! Almanla-
rın başlarında toprak renkli başlık vardır. Bu gibilere aman vermeyin öldürün!

- 184 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Sakın feslilere ateş etmeyin! Gayret ve kahramanlık gösterin de Halife ve padişah


efendimizi çabuk kurtaralım’. Bu tamim İslam askerlerin ruhuna işlemişti. Esir-
ler bizi haki başlıklı görünce, Alman zannetmişlerdi. İşte propaganda böyle kısa
ve yakışık alır ve dinleyenlerce inanılır ve kolay da silinmez bir tarzda yapılır.
Türk kara ordusu, başlarından fesi çoktan çıkarmış ve toprak renkli başlık giy-
mişti. Tabii müstemleke [sömürge] halkı bunu bilemezdi. Onun gözünde daima
Türk askerinin kırmızı fesli kıyafeti gösterilmişti. Kulakları hâlâ böyle dolduru-
luyordu. O zavallılar, Alman sanarak Türkleri öldürürken üstelik bir de sevap iş-
lediklerini zannederek seviniyorlarmış!... Biz siperlerden ara sıra ezan ve Kur’an
okutarak, kendimizin İslam olduğumuzu anlatmak isterdik. Derhal düşman si-
perlerinden de aynı tarzda mukabele olunurdu. Meğerse zabitleri kendilerine de-
miş ki ‘Almanlar hile yapıyor. Sakın aldanmayın siz de okuyun.’” 294

Mehmed Akif’in I. Dünya Harbi esnasında Berlin’de Müslüman


esir kamplarında karşılaştığı askerlerin durumu da farklı değildir:
“Altı, yedi seneden beri devam ederek dünyayı birbirine katan bu müthiş mu-
harebeyi sonunda düşmanlarımız kazandı. Lâkin nasıl kazandı? İşte hep esaret-
leri altında inlemekte olan mahkûm milletleri, bilhassa Afrika ve Asya Müslü-
manlarını sürü sürü, milyon milyon toplayıp cephelere, hem de en öndeki saflara
sürmekle kazandı. Benimle beraber Almanya´ da bulunsaydınız da İngilizlerle
Fransızların Hind, Cezayir, Tunus, Fas diyarından; Rus Çarı’nın da Sibirya
ovalarından, Volga sahillerinden, Kafkasya dağlarından kırbaçlarla, süngülerle
toplayıp sevk ettikleri din kardeşlerimizin halini görseydiniz! Ben bu zavallıları
Almanya´ da gördüm. Kendileriyle konuştum, görüştüm. Doğrusu ya, ömrümde
o kadar acıklı manzaraya tesadüf etmemiştim. Ömrümde o kadar yanık hasbi-
haller dinlememiştim. Almanların eline düşen bu biçareler yurtlarından ayrılan
mevcutlarının yüzde ancak beşi imiş. Mütebakisi kâmilen helak olmuş gitmiş.
Diyorlardı ki:- Evvelâ bizi iğfal ettiler: ‘Sizin halifenizle müttefikiz, onun düş-
manı olan alınanlarla harb ediyoruz. O halde sizin de halifenize yardım etmeniz
dinen borcunuzdur’ dediler. Sonra hakikat meydana çıkınca cebire, şiddete mü-
racaat ettiler. Askere gitmemek isteyenlerin anasını babasını hapisler, işkenceler
altında inlettiler. Evini, barkını yaktılar. Bundan başka şayet muharebede kanı-
mızın son damlasını dökmeyecek olursak ailelerimizi perişan edeceklerini tekrar
tekrar söylediler. Bizim memleketimizdeki analarımız, babalarımız, çocukları-
mız bugün o kâfirlerin elinde rehindir. Artık ne halde olduklarını Allah’tan başka
kimse bilmez. Bizi daima en öndeki saflara veriyorlar. Önümüzde Almanların
cehennemler yağdıran topları, arkada İngilizlerin, Fransızların ateşleri bulunu-
yor. Ne ilerlemeğe imkân var, ne de geri dönmeğe takat! Hele bu cehenneme niçin
girdiğimizi düşündükçe beynimiz tutuşuyordu. Evet, insan canını feda eder. Lâ-
kin bundan dünya için, ahiret için, muazzez bir gaye olur. Biz biçareler ise sırf

294 Karabekir, I. Dünya Savaşı Anıları, İstanbul: YKY, 2007, s. 292-293.

- 185 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

düşmanımızın üzerimizdeki zulmünü, tahakkümünü devam ettirmek için ölü-


yorduk. Bizi bu cehenneme sürükleyenler ise ölmemizi de, öldürmemizi de kendi-
leri için bir kazanç bilerek ona göre davranıyorlar… Biçare Tunuslunun ağlaya
ağlaya söylediği bu sözler aradan beş altı sene geçmişken, hâlâ yüreğimin en has-
sas, en rakik damarlarını inletip durmaktadır. Hem o zavallı bütün vatandaşla-
riyle beraber uğradığı felâketin yalnız fanî kısmını, yani bu üç günlük dünyaya
ait olan tarafını düşünüyordu. Ah, musibetin en yaman bir ciheti var ki, onu dü-
şünmüyordu. Küffar askeriyle beraber olarak küffar saflarında harbetmek; dolayı-
siyle bir taraftan küfrü, zulmü, fiskı, fücuru yeryüzünde idameye, diğer taraftan
yarım milyara yakın ehl-i imanın müebbeden mahkûm, mazlum kalmasını te-
mine çalışmak, bu uğurda kanını dökmek, hayatını vermek, maazallah hüsran-i
ebedîdir, hüsran-ı mübindir”.295

Mustafa Keskin’in Atase arşivinde bulduğu vesikalara göre düşman


saflarında Müslüman Türklere karşı savaşan bu Müslümanlar, “din-
den çıkmış, Müslüman olmayan Türklere” karşı cephelere sevk edil-
mişler, gerçeği öğrendikleri zaman büyük bir öfkeye kapılmışlar, Türk
birliklerine katılmak istemişler, hatta İngiliz ordusunda bulunan din-
daşlarını bunlar arasında savaşmamaya davet etmişlerdir.296 Keskin’in
Atase’den sağladığı ve bir kısmının Millî Mücadele’nin 1919-22 dev-
resine taalluk ettiği belgelerden birinde “Dersaadet’teki Hint askerle-
rine dağıtılmak üzere irsal kılınan Hintçe beyannamelerden”297 birinde
“Müslüman Hintli efradın Anadolu ordusuna katılmak için Gruba (Felah
Grubu) müracaat ettiklerinden”, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reis Ve-
kili Fevzi imzasıyla Gruba gönderilen bir yazıda da “Müslüman Hintli
efradın Anadolu’ya kaçırılmasının yerinde olacağından, kaçırılacak olan-
ların sayısı ne kadar fazla olursa, İngilizler üzerinde menfi tesirinin de o
kadar çok olacağından”298, “Diyarbakır’ da ordumuz hizmetinde bulunan
Hintli Müslüman subayların da oluşturulan bir heyet tarafından İstan-
bul’ daki Hintli askerlere dağıtılmak üzere bastırılan 2.500 adet beyan-
namenin Diyarbakır’ dan postaya verildiğinden”299, dağıtılan beyanna-
melerin tesirini araştırmak üzere, Hintli Müslüman askerlerle temasa
295 Mehmed Akif ’in Kastamonu’da verdiği ve 13 Aralık 1920’de Sebilürreşad dergisin-
de yayınlanan bu vaazında Yunan Ordusu’nun “Halife Ordusu” gibi bekleyenlere
karşı ağır bier tenkid vardır.
296 Keskin, a.g.e., s.36.
297 ATASE, D.7, A.1/7895. F.4.
298 ATASE, D.7 A.1/7895, F.1/6.
299 ATASE, D.7, A.1/7895, F.1/5.

- 186 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

gelen bir kişiye bu askerler “şayet İngilizler tarafından Mustafa Kemal


Paşa’ya karşı sevk olunursanız silahlarınızı havaya boşaltınız” emrini al-
dıklarını söylediklerinden300 bahsedilmektedir.
Mustafa Kemal, Samsun’a çıktığında aslında İngilizler, Rumlardan
değil, Türklerden yanaydı. Sebebi ise şuydu: İngilizler buraya Hintli
Müslüman askerleri göndermişti. Bu askerler, bir dönem adeta Türk
“kolluk kuvveti” gibi vazife ifa etmiştir. İngiltere, bu durum üzerine
Hintli Müslüman askerleri “Mecusi”lerle değiştirmeye karar vermiş,
ancak mutasarrıf Deli Hamid’in dirayetli idaresi neticesi, İngiliz bir-
liği, belli bir müddet sonra artık şehirde işinin bittiğine hükmetmiştir.
I. Dünya Harbi’ndeki mevzî Arap ihaneti de sıkça tekrarlanmakta-
dır. Sebep olarak da milliyetçiliğin Müslümanlıktan daha etkili olduğu
tezi dile getirilmektedir. Osmanlı Devleti sadece Balkan Harbi’nden
sonra değil önce de Arapların pek çok bölgesel ve kültürel taleplerini
karşılamaktaydı. İTC’nin İslamcılık siyasetini, Arapları Osmanlı Devle-
ti’nde tutmak için zoraki takip ettiği söylenirse de bu tam doğru değil-
dir. Çünkü Müslüman nüfusun giderek homojenleşmesi böyle bir siya-
seti mecburiyet haline de getiriyordu. Hasan Kayalı’nın da dediği gibi;
“İmparatorluktaki din çeşitliliğini azaltan yeni siyasi ve demografik koşullar
göz önünde bulundurulduğunda, Jön Türk İslamcılığının, birleştirici bir ideoloji
olarak Abdülhamid’in İslamcılığından daha fazla şansı vardı. İslam’ın resmen
vurgulanması ve önemsenmesi Arapçılık ve Türkçülüğün siyasi yönünü ve ayrı-
lıkçı potansiyelini etkisiz hale getirmişti.” 301

Arapların Osmanlı Devleti ve İttihadçılarla münasebeti genelde Hı-


ristiyan etnik ayrılıkçılığı merkeze alınarak izah edilmiştir. 1910-1911
senelerinde Suriye ve Arap yarımadasında çıkan isyanların göçebe kabi-
lelerin yaşadığı yerlerde, dağlardaki müstahkem mevkilerde ve merkezi
hükûmetin etki alanından iyice uzak bölgelerde çıktığı, ayaklanma-
ların nüfusa kayıt, vergi ve demiryoluyla artırılan merkezi denetim-
lere bir tepki olarak yerel liderler tarafından kışkırtıldığı, bu ayaklan-
maların hem sözünde hem de özünde Balkanlardaki ayaklanmalardan
300 ATASE, D 7. A.1/7895, F.1/7. Keskin’in eserinin 36.sayfasında yer alan bu vesikalar
yanında başka sayfalarda başka vesikalara da işaret edilmektedir.
301 Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar, Çev. Türkan Yöney, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, 2003, s. 237.

- 187 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

oldukça farklı olduğu302 gözden kaçırılmıştır. “Etnik kimliğin temeli


olarak dilin, siyasi kimliğin temeli olarak da etnisitenin kabul edilmesi,
bugünkü Ortadoğu toplumları ve siyasalarından yola çıkan anakronik
bir yaklaşımdır”303 ve bu yaklaşım hem yerel Arap isyanlarını hem de
I. Dünya Harbi’ndeki Hicaz merkezli Şerif Hüseyin’in isyanını izahta
yanıltıcı olmaktadır. Şerif Hüseyin ayaklanmasının etnik bir isyan ol-
duğu çok kolay iddia olunamaz. İsyan beyannamesindeki İslam vur-
gusunun onu dinî bir isyan haline getirmeyeceği de muhakkaktır. Bu
sebeple muhafazakâr-mütedeyyin camiada baskın olan İTC’nin Türk
Ocağı ve Türk Yurdu gibi Türkçü cemiyetlerin tesirinde kalıp Türkçü
bir politika izlemesinin Arap milliyetçiliğini kuvvetlendirdiği ve yay-
gınlaştırdığı iddiası gerçek ve fiilî duruma uymamaktadır.304 Bugüne
kadar ne İTC’nin Türkçü politika izlediği ne de “Türkçü” düşünür
ve derneklerin İTC politikalarını belirlediği iddiası ikna edici surette
ispatlanabilmiştir.
Şerif Hüseyin Müslüman bir topluluğun isyanı için dilin ve etnik
kimliğin yetersiz kaldığının farkındaydı. Bu sebeple tüm vurgusunu
daha evvel de ifade ettiğimiz üzere İttihadçıların dinsizliği iddiasına
ve İslam’a yapmıştı. Şerif Hüseyin’in 27 Haziran 1916’daki isyanından
sonra Hint Müslümanlarının tepkisini kontrol için İngiltere’nin Şerif’e
gönderdiği Müslüman iki Hintli subay raporlarında Şerif’in oğlu Ab-
dullah’la yaptıkları görüşmede onun şunları söylediğini yazmaktadırlar:

302 Kayalı, a.g.e., s. 121.


303 Kayalı, a.g.e., s. 97.
304 Mehmet Emin Erişirgil’in Ziya Gökalp kitabındaki şu satırlar hayli manidardır:
“ Bir gün Türk Ocağı başkanı [Hamdullah Suphi], Zeynep Hanım Konağı’nın mer-
divenlerinden çıkıyordu. Edebiyat Fakültesi doçentlerinden birine[Erişirgil?] rastladı.
-Kardeşim,…Bey, Ziya [Gökalp]Bey’in Ocağımız hakkındaki fikirlerini işitiyor mu-
sunuz?dedi. Doçent, Ziya’nın dediklerini birkaç defa işitmişti ama alakadar bile ol-
mamıştı. O, günün birinde böyle olacağını kesin olarak tahmin etmişti. Gayet belirsiz
bir cevap verdi:-Alakadar olmuyorum, Hamdullah Bey.-Kardeşim, Türk’ün mabedini
yıkmaya kalkıyorlar, İttihat ve Terakki mabedimizi yıkacak!...dedi”. Mehmet Emin
Erişirgil, Bir Fikir Adamının Romanı Ziya Gökalp, s.65-96. Türk Ocağını İttihadçılar
değil ama Mustafa Kemal kapattı ve o zaman Hamdullah Suphi’nin feryat ve fevera-
nı duyulmadı.

- 188 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“Daha önce Türklerle [aramızda] muhabbet [veya ittifak] vardı. [Ancak],


Türk oldukları için değil, Müslüman oldukları için… Fakat Türk Hükûmeti,
İslamiyet’i savunmayı bıraktı ve inançtan koptu; böylece, biz de onlardan kop-
tuk. Kur’an, Arapçadır. Ne dediğini en iyi biz anlarız. İslam’ın dinî işleri, şimdi,
Arapların hakikî ve asil ırkının ellerinde bulunmaktadır. Kur’an, Arapların di-
lindendir; Mukaddes Yerler de onların memleketindedir.” 305

Şerif Hüseyin, isyan beyannamesinde her türlü yalanı söylediği gibi 5


Mart 1917’de yayınladığı bir beyannamede de şunları ifade etmektedir.
“Sahte Turancı despotların işlediği suçlar: Bunlar, Sultan Abdülhamid’i taht-
tan indirdikleri gün de Sarayını yağmaladılar. Eşlerinin ve kızlarının eşyalarını
da soyup soğana çevirdiler; küpelerini vs. aldılar. Eğer Türkiye’ deki Müslüman-
lar bu hükûmeti devirmek için ayaklanmazsa…[biz de] Cuma hutbelerinden
Sultan’ın adını çıkar[acağız] ki cedlerinin hatırasına hürmeten ve birisi ortaya
çıkar da memleketi Turancı çeteden kurtarır ümidiyle bunu şimdiye kadar mu-
hafaza etmişizdir.” 306

İsyanın arkasında, mütemadiyen İttihadçıların Siyonist-Mason-din-


siz307 olduğu propagandasını yapan İngiltere vardı. İngilizler İslam
âleminde meşruiyet kazanma gayesine matuf olarak yalan haberleri,
bilhassa da Osmanlı ordusunun Kâbe’yi bombaladığı yalanını bile ya-
yabiliyordu.308
305 Kürkçüoğlu, a.g.e., 1982, s. 134-135.
306 Kürkçüoğlu, a.g.e, s. 140. Osmanlı Hükûmeti’nin Şerif Hüseyin’i azledip yerine
Mekke Emiri tayin ettiği Ali Haydar ise beyannamesinde şunları ifade etmekteydi:
“Şerif ’in bizim de bir Hıristiyan Devlet’le (Almanya’yla) işbirliği yaptığımızı söylemesi
doğru değil. Çünkü biz bir Hıristiyan Devlet’le, Hıristiyan Devletlere karşı savaşmak
için anlaşmışızdır ve savaş açmışızdır. Üstelik, böylece Hıristiyan Devletleri birbirin-
den daha da ayırmak [istedik]. Ayrıca, Almanya tek bir karış Müslüman toprağı işgal
etmiş de değil. İngilizlerin yaptığı gibi, milyonlarca (150 milyon) Müslümanı köle de
etmemiştir. İngiltere, birçok İslam toprağını ele geçirip, üstelik Fransa’ya, Rusya’ya ve
İtalya’ya da bu yolda yardım ederek, İslam ülkelerini birbirinden kopardı. İngiltere ve
Fransa, Çanakkale’ye saldırdılar ve yenildiler… Şeytan’a itaat etmeyin! Sultan’a itaat-
sizlik etmeyin! Allah sizi muzaffer kılacaktır.” Kürkçüoğlu, s. 144-145.
307 İngiliz Dışişleri’nden St. Petersburg’daki Sefir Sir G. Buchanan’a gönderilen 26 Ka-
sım 1917 tarihli yazıda ‘Arapların katliamına ilişkin raporlar ile Jön Türklerin ve
Türk Ocağı’nın gayrimüslim karakteri… ve Genç Türklerin Masonluk faaliyetlerine
ilişkin raporların faydalı olacağı’ belirtilmiştir. Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 139.
308 Kürkçüoğlu, a.g.e., s. 135-136. İngilizler pek çok yerde başarılı olan bu propaganda-
larının Trablusgarp’ta başarılı olamamasına ise üzülmektedirler. Hatta burada pro-
paganda için dağıtılan Şerif ’in portresi her yerde indirilmiş ve yırtılmıştır. a.g.e., s.
138.

- 189 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Bir dönem daha farklı şeyler yazan gazeteci Cengiz Çandar ise “Sha-
ron’cu vicdansızlar-Filistin yalanları...” başlıklı yazısında Arap İsyanı
hakkında şunları yazmaktaydı:
“Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in Hicaz’ da bazı Arap bedevi kabilelerini ayak-
landırarak 1916’ da İngilizlerle işbirliği yaptığı doğrudur. Ancak, Birinci Dünya
Savaşı konusunda genel bir bilgisi ve fikri olan herkes, bunun ‘askeri açıdan’ ta-
yin edici bir değer taşımadığını bilir. İngilizlerin daha sonra yerine getirmediği
‘bağımsızlık vaadi’ ile işbirliğine çektikleri Şerif Hüseyin’in ve oğullarının ko-
muta ettiği bedevi kabileleri, Mekke-Maan hattında, yani ‘asıl cephenin geri-
si’nde İngiliz kuvvetlerine yardımcı olmuştur. ‘Asıl cephe’, önce Süveyş Kanalı ve
Kanal Harbi’nde Türk-Osmanlı kuvvetlerinin geri çekilmesinden sonra Filistin’ de
kurulmuştur. Filistin’ de tek bir Arap ayaklanmamıştır. Suriye’ de, Irak’ta, Lüb-
nan’ da Türk kuvvetlerini ‘arkadan vuran’ herhangi bir olay olmamıştır. Arap-
ların ezici çoğunluğu, İstanbul’a yani Türkiye’ye sadık kalmıştır. Cephedeki ko-
mutan, Şam Valisi Cemal Paşa, çok sayıda Arap milliyetçisini idam ettirmiştir.
Cemal Paşa’nın ve İttihatçıların309, kaba baskı politikalarının Araplarda büyük
tepki yaratmasına karşılık, Arabistan Yarımadası’nın Hicaz bölümünden Akabe’ye
kadar olan ‘cephe gerisi’ dışında, Arapların Türkleri arkadan vurduğuna dair ta-
rihte herhangi bir kayıt yoktur. Peki, daha sonra İsrail’in kurucu kadroları ola-
cak unsurların, Filistin’ de İngiliz ordularının ‘içinde’ Türklere karşı savaştığını
biliyor musunuz? Bunu Yahudi tarihçiler anlatıyor. Yahudi kökenli ünlü İngiliz
tarihçisi Martin Gilbert, yine ünlü ‘A Complete History of First World War’ (Bi-
rinci Dünya Savaşı’nın Tam Tarihi) adlı anıtsal kitabının 305. sayfasında “Bir-
çok Yahudi Türkiye’nin yenilgisinin Filistin’ de bir Yahudi özerkliğine yol açma-
sını umuyordu. O kış (1917) Londra’ da bir Romanya doğumlu Filistin Yahudisi
Alex Aaronsohn, Türkleri Filistin’ den çıkartmanın bir yolunu bulmak amacıyla
İngilizlere hizmet sundu. Ailesi, Filistin’ de bir casus şebekesi kurmuştu bile. O, bu
şebekeyi İngilizlerin hizmetine verdi. Gazze ve Birüssebi arasındaki çöldeki kuyu-
ları ve su kaynaklarını iyi biliyorlardı. Bu bilgi, İngiliz kuvvetleri ileri harekâta
geçecekleri vakit, çok işe yaradı...” Kitabın 373. sayfasında Balfour’a yazılan bir
mektuptan şu satırlar: “Rusya’ daki hemen her Yahudi bir Siyonist ve eğer Siyonist
emellerin başarıya ulaşmasının Müttefikleri desteklemeye ve Türkleri Filistin’ den
kovmaya dayandığına ikna edilirlerse, kendi lehimize çok önemli bir unsuru ka-
zanmış olacağız.” Bu ‘misyon’u gerçekleştirmek için öne atılan, bugün Sharon’un
mensup bulunduğu Likud’un ‘pir’i olan Vladimir Jabotinsky idi... Sayfa 366: “...
İngiliz hükümeti Filistin’ deki Türk idaresini İngiliz idaresi altında bir Siyonist
antite ile değiştirme düşüncesine yaklaştı. O yaz, Lord Rotschild Filistin’ de bir

309 Çandar’ın İTC ve İttihadçılara karşı bakışaçısı müspet değilse de ufak-tefek bilgi
eksikliğinin bulunduğu bu yazısının bigâne kalınamayacak bir kıymete sahip oldu-
ğunu ifade etmeliyiz.

- 190 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Yahudi Ulusal Ülkesi kurulması için bir taslak sundu; böylece Yahudiler Mütte-
fik ordularında görev alarak Türklerin bozguna uğratılmasını önemli bir amaç
haline getirmeye teşvik edileceklerdi...” Buyrun, sayfa 429’a: “... Allenby ordusu,
Yafa’nın kuzeyindeki sahilin yanıbaşındaki ovada Kudüs’ ün kuzeyine doğru hare-
ket etmeyi beklerken, birçoğu Rusya doğumlu 5.000 Filistinli Yahudi silah altın-
daydı...” Bir başka ilginç ‘tarihi bilgi’, İsrail’in kurucusu David Ben Gurion’un
anılarında mevcut. Ben Gurion, Birinci Dünya Savaşı patladığı sırada, İstan-
bul Hukuk Fakültesi’nde. Amacını şöyle anlatıyor:
“... İktidar merkezine bu kadar yakın olarak, Filistin’ deki Yahudilerin du-
rumunu geliştirebilmeyi düşünüyordum. Çeşitli yollarla Yahudi özgürlük hareke-
tini ilerletebilirdim; önce özerklik, nihai olarak tam bağımsızlık elde ederek. Akıl
yürütmem böyleydi. İstanbul’ da rasladığım Arap öğrencilerle bu konuda düşün-
celerimin çok farklı olduğunu görmekten şaşırdım... Bu genç entellektüel Araplar,
mücadelelerinin geleceğini Türk idaresinden bağımsızlık olarak görmüyorlardı.
Hiçbiri Arap topraklarının bağımsızlığından söz etmedikleri gibi böyle bir amaç
için çalışmıyorlardı. Tam tersine, birçoğu, daha geniş ve daha büyük bir Türk
imparatorluğu görmek istiyorlardı...” (Ben Gurion Looks Back-Talks with Moshe
Pearlman, s.46) Peki, 1922 sonlarında Türk Milli Mücadelesi zafere doğru yü-
rürken, ‘bazı Filistinli Arap liderlerin Kemalistlere başvurarak, kendi kaderlerini
tayin hakkı elde edebilecekleri Türk mandası istediklerini’ biliyor muydunuz? Fi-
listin, İngiliz mandası altına konulmuşken, Filistinli Araplar, ‘Türk mandası’ is-
tiyorlar. Kaynak, yine bir Yahudi-İsrailli tarihçi; Y. Porath’ın ‘The Emergence of
Palestinian-Arab National Movement 1918-1929’ (Filistin Arap Ulusal Hareke-
tinin Doğuşu 1918-1929) adlı kitabının 160-165. sayfaları...” 310

I. Dünya Harbi ile akalalı bahse, İttihadçılık ve Kemalizm mesele-


siyle de alakalı olduğu için o bölümde de temas edilecektir.

310 Cengiz Çandar, “Sharon’cu vicdansızlar-Filistin yalanları...”, Yeni Şafak gazetesi, 5


Nisan, 2002.

- 191 -
13. İttihadçılık ve Ermeni Meselesi

13.1. Iztırar Hali Açısından Ermeni Tehciri


I. Dünya Harbi esnasında 1915-1916 tarihlerinde Osmanlı toprak-
larında vuku bulan Ermeni Tehciri sebebiyle net rakamı tespit edile-
meyen Ermeni kayıplarının “soykırım” kapsamında mütalaa edilmesi,
bazı ülke parlamentolarının bu kayıplar için “soykırım” kararı alması
ve hatta “Ermeni Soykırımının(!) inkârını” suç haline getirmesi zaman
zaman bizi tedirgin etmektedir.
Osmanlı Devleti, zayıfladığı andan itibaren kaybettiği toprakları
hiçbir şekilde geri alamayacak, kaybettiği topraklarda meskûn Müs-
lüman ahaliyi koruyamayacak; artık “haklı olmaya hakkı olmayacak”
bir devlet şeklinde tarif edilmelidir. Yine Osmanlı devleti, tebaası olan
gayrimüslim dini-etnik unsurlarla savaşıp mağlup olduğu için değil,
bu unsurların hamisi bir devletle savaşıp mağlup olduğu için veya re-
form projeleriyle toprak kaybeden bir devlet olarak da tarif edilmeli-
dir. Osmanlı devletinin topraklarının nispeten geniş olduğu devirlerde
mevzi kayıplar ve Müslümanların elde kalan topraklara hicreti ölüm-
cül bir mesele değildi ama beka kaygısının somut bir tehdit ve tehlike
olarak hissedilmesiyle işler değişmeye başlamıştır.
Balkan Harbi ertesinde tüm etnik-dinî Hıristiyan unsurlar Osman-
lı’dan ayrılmakla muratlarına ermişler, Anadolu ve Trakya’daki Rum-
lar sayılmazsa geriye bir tek Ermeniler kalmıştı. Devletin tek kaygısı
artık elde kalan bir avuç toprağın muhafazasıydı, ancak bir farkla: Bu
defa sadece elde kalan toprak parçası değil, milletin de korunması ge-
rekiyordu. Çünkü kaybedilen topraklarda Müslümanların yaşadığı
- 193 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

katliam ve kılıç artığı muhacirlerin durumu, artık yeni bir kaybı dev-
letin değil milletin beka meselesi haline getirecekti. Artık Anado-
lu’dan başka kaybedilecek ve sığınılacak bir toprak kalmadığı için sa-
dece muhacirler değil, onlara evsahipliği yapanların da geleceği tehdit
ve tehlike altındaydı.
Daha evvel de bahsettiğimiz üzere, Ermeni Tehciri’nden önce Ege’de
de bir tehcir/göç/göç ettirme hadisesi yaşandı. Bir kısım entelektüelin
tarihî gerçekleri hiçe sayarak “İttihadçı faşizminin(!)” ilk tehcir eylemi
saydığı bu hareketin sebebi ise şuydu: Yunanistan Balkan Harbi’nde
Midilli, Sakız ve Limni adalarını işgal etmiş, Osmanlı hükûmetinin
güvenlik gerekçesiyle iade talebine de yanaşmamıştı. Ancak Osmanlı
Devleti’nin Yunanistan’la savaşmadan bu adaları geri alma imkânı mev-
cuttu; çünkü inşası İngiltere’ye sipariş edilen ve parası ödenen iki dret-
notun teslim tarihi yaklaşmıştı. Bu iki donanımlı savaş gemisiyle Os-
manlı sadece Akdeniz’de değil, Karadeniz’de de en güçlü donanmaya
sahip oluyordu. İki dretnotun Osmanlı’ya teslim edilmemesi için Yu-
nanistan gibi Rusya da İngiltere’ye baskı yapıyordu. Hatta Yunanistan
bu iki dretnot teslim edildikten sonra Osmanlı’yla denizde baş edeme-
yeceğinden bir an önce İzmir’e saldırı planını bile gündeme almıştı.
Ege’deki Rumların tehciri bu gerçek ve ayrıca Balkan Harbi sebebiyle
vuku bulan Rumeli Müslümanlarının Anadolu’ya göçü/göç ettirilmesi
ıskalanarak izah edilirse haksızlık olur. Türkiye ile Yunanistan arasın-
daki mübadele rakamları dikkate alındığında yine de Ege’de çok fazla
Rum’un tehcire tâbi tutulmadığı anlaşılır.
Artık Ermeni Tehciri’ne gelebiliriz. Düvel-i Muazzama’nın reform
planlarıyla özerkleştirilen ve sonra da bağımsızlığına kavuşan etnik-dinî
Hıristiyanlar gibi reform mazhariyet ve muavenetine sahip olan un-
surlardan biri de Ermenilerdi. 93 Harbi ertesinde imzalanan Ayastefa-
nos Antlaşması’nda Ermeniler lehine getirilen düzenleme her ne kadar
Berlin Antlaşması’nda Rusya’nın etkisi noktasında yumuşatılmışsa da
yine de bir reformu öngörüyordu. Gür çıkan sesleriyle melekten daha
masum bir profil çizen Ermenilerin hiç olmazsa etkili bir kısmının bu
tarihten itibaren Rumeli’yi örnek aldığı tartışmasızdır. İlginçtir, Bul-
garistan, Bosna-Hersek, Doğu Rumeli ve Makedonya örneklerinde
görüldüğü gibi Ermeni özerkliğinde de Rusya başaktördür. Tehcirden
- 194 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

takriben bir sene önce Osmanlı’ya ecel terleri döktüren Yeniköy An-
laşması da Rusya’nın önayak olduğu ve Düvel-i Muazzama’nın destek-
lediği bir Ermeni reformu projesiydi. Osmanlı hükûmetinin 8 Şubat
1914’te kabul ettiği bu projeye311 göre Ermenilerin meskûn bulunduğu
Vilayât-ı Sitte iki yabancı müfettişin idaresine bırakılıyordu. İttihad-
çılığı tartışmasız bir hükûmetin bu reform projesini kabul etmesinin
çaresizliği ve ağırlığı vaziyetin vehametini izaha kâfidir. 1914’e gelin-
diğinde Ermenilerin Balkan Hıristiyanları gibi özerklik kazanmala-
rının tüm altyapısı hazırlanmıştı. Ermeni komitacılar, girişimleriyle
Balkanlı meslektaşlarını örnek aldıklarını yeteri kadar ispatlamışlardı,
ancak unuttukları bir şeyler vardı:
1- Nispeten yoğun olarak meskûn bulundukları Doğu Anadolu böl-
gesi Rumeli gibi Avrupa’ya yakın değildi. Bu sebeple bölgenin coğrafî
konumu herhangi bir hadise anında Avrupa devletlerinin ani müda-
halesini imkânsız kılmaktaydı. Rusya ise kendi topraklarında yaşayan
Ermeni nüfus sebebiyle çok dikkatli ve zaman zaman da ikircikli ha-
reket etmekteydi.
2- Bu bölgede Rumeli’de olduğu gibi her bir büyük devletin dik-
katini yoğunlaştırdığı farklı dini-etnik gayrimüslim unsurlar bulun-
mamaktaydı.
3- Bilhassa Makedonya örneğinde görüldüğü üzere Yunanistan, Sır-
bistan, Bulgar Prensliği gibi kendilerini nispet edecekleri devlete sınır
bağımsız bir devlet veya prenslikleri yoktu.
4- I. Dünya Harbi’nin patlak vermesi, Ermenilerin reform hayalle-
rini ve muhtemel planlarını boşa çıkarıyordu.
6- Bölgenin coğrafî ve demografik yapısıyla 1914 Ermeni reform
projesi ve Ermeni hayallerinin telifi muhaldi. Bu denli bir zorlama,
311 Yerasimos, 1912’de Rus ajanlarının Osmanlı-İran sınırı üzerindeki Kotur’dan ha-
reketle Van’ı Tebriz’e bağlayan yolu denetlemekle görevli Kürt Simko Ağa’yı ruble
ve silah vaadiyle Ağrı Dağı’ndan Urumiye’ye uzanan bir bölgede Kürt federasyonu
kurması için harekete geçirdiklerini, Kürtlerin, bu hattın bir kısmındaki Ermeni
köylerine saldırmaya başladığını, aynı Rusya’nın, bu hadisenin tetikleyicisi olduğu
sonraki gelişmeler üzerine de reform için harekete geçtiğini ve 8 Şubat 1914’te Yeni-
köy Anlaşması imzalandığını yazmaktadır. Yerasimos, a.g.e., s. 279-280

- 195 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

muhali mümkün kılma çabasıydı. Sonuç ya bir iç savaş ya da tehcir


olabilirdi. Osmanlı Hükümeti tehciri tercih etti.
Tehcir dinen, ahlaken ve -en azından günümüzde- hukuken tasvip
ve kabul edilebilir şey değildir. Esas itibariyle savaş zamanlarında ter-
cih edilen bu yöntem, birçok günahsızın yerinden yurdundan olma-
sına ve yollarda hayatlarını kaybetmesine yol açmaktadır.
Ceza Hukuku bağlamında tehcir suçu 1915 Ermeni olayları açı-
sından soykırım suçu gibi hukukî anakronizme, kanunîlik prensibi-
nin ihlaline işaret etse de Osmanlı Devleti’nin karar ve eylemi “ıztı-
rar hali” açısından bir hukuka uygunluk sebebiydi. Iztırar hali, kısaca
“zorda kalma hali” ya da “mecburiyet hali” demektir. Meşru müdafaa
gibi suçun hukuka aykırılığını engeller. Iztırar hali, suçun objektif un-
suruyla ilgilidir ve fiilin hukuka aykırılığını giderir. Mesela silahlı bir
saldırıdan korunmak için hızla kaçan birinin yolda bir çocuğu ezerek
yaralaması veya ölümüne sebep olması ıztırar halidir. Iztırar halinde
tehlikeden korunmak için masum birine zarar verilmektedir. Dikkat
edilirse burada cezasızlık, kast unsurundan değil, eylemin hukuka ay-
kırılığını gideren bir sebepten kaynaklanmaktadır.
Tehcir tipik, hukuka aykırı bir eylemken, hukuka aykırılığını gi-
deren bir mecburiyet hali belirmektedir. Eğer tehcir gerçekleşmezse
sadece devletin değil, milletin de bekası tehlikeye girecektir. Çünkü
Ermeni özerkliği, bağımsızlığı ciddî bir tehlikedir ve Vilayât-ı Sitte de-
nilen bölge aşağı yukarı bugünkü topraklarımızın 1/3’üne tekabül et-
mekte, 30’dan fazla vilayetimizi kapsamaktadır.
Iztırar halinin geçerli olabilmesi için bir takım şartlar gereklidir.
1-Tehlike zarar verici vasıf ve boyutta olmalıdır. Kişi silahlı birin-
den değil de elinde gazete tomarı ya da hafif şemsiye olan birinden
kaçıyorsa burada ıztırar halinden bahsedilemez.
2- Kişide tehlikeye göğüs germe yükümlülüğü olmamalıdır. Me-
sela bir itfaiye memuru vazifeli olduğu bir yangında bir tehlike anında
vazifenin icabı olan sorumluluktan kaçarak herhangi birine zarar ve-
rirse eyleminin hukuka aykırılığını önleyemez.
3-Konu ve araç bakımından başka türlü korunma imkânının bu-
lunmaması gerekir.
- 196 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

4-Korunan değerle verilen zarar arasında bir denge olmalıdır.


5-Sınırın aşılmaması gerekir.
Bu şartlar çerçevesinde Ermeni Tehciri incelendiğinde eylemin hu-
kuka aykırılığının önlendiğini söyleyebiliriz.
1-Tehcir kararıyla elde kalan topraklar ve millet Rusya ve etnik ay-
rılıkçı Ermenilerin zarar verici tehlikesine karşı korunmakta ve ma-
sum Ermeniler zarar görmektedir. Bu satırların yazarı, tehcir edilen
birçok Ermeninin hele de kadın, çocuk ve yaşlıların masumiyetinin
hiçbir tevile lüzum ve ihtiyaç hissetmeden peşinen kabulünü insan ol-
manın bir gereği ad ve telakki etmektedir. Ancak I. Dünya Harbi va-
satında Ermeni nüfus, bölgenin özerkliği veya bağımsızlığı için Rusya
ve ayrılıkçı Ermeni örgütlerinin bu amaca yönelik aleti hükmündedir.
2- Vilayât-ı sittenin kaybı tahammül edilebilir şey değildir. Vilayât-ı
sitteye dâhil Sivas’ın sınırları Şebinkarahisar’a kadar uzanmaktadır. Bu
durumda bu bölgenin kaybına göğüs germek mümkün değildir. Sa-
dece devletin değil, milletin bekası da mevzubahistir.
3- Başka türlü korunma imkânı mevcut değildir. Rus ordusu ile
hareket eden Ermeni çetelerin yaptığı katliamlar yapacaklarının daha
çaplı olacağının işaretidir. Kaldı ki I. Dünya Harbi’nin ortaları ve son-
larında insanın kanını donduran katliam ve mezalime imza atan Ant-
ranik gibi çete liderleri, Ermenileri alakadar etmeyen Balkan Harbi’nde
Bulgar saflarında yer alıp Müslüman boğazlayarak ellerine imkân ve
fırsat geçtiğinde Anadolu’da neler yapabileceklerinin net mesajını ver-
mişlerdi. Tehcir dışında bir tercih, mesela katliam hem korunma yön-
temi değildir hem de İslam inancının kabul edebileceği bir şey.
4- Elde kalan toprakların ve milletin bekası ile tehcir arasında bir
denge mevcuttur. Unutulmamalıdır ki, ıztırar hali, meşru müdafaada
olduğu gibi vukuu muhakkak zarara karşı değil, zarar verici tehlikeye
karşı yapılan bir eylemdir. Kaldı ki mezkûr tehlikenin, vukuu muhak-
kak bir zarar suretinde taayyün edeceği de kesin gibiydi. Çünkü ba-
ğımsızlık için toprak, o toprakta bağımsız olarak var olabilmek için
homojen bir nüfus, homojenliği sağlamak için de ya tehcir ya da kat-
liam yapılması icap ediyordu. Balkan Harbi’nde Müslümanlar hem
katliama maruz kalmış hem de göçe tabi tutulmuşlardı. O devrin
- 197 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

etnik-dinî unsurları için bağımsız olmanın temeli ve homojen bir nü-


fus temini için müracaat ettikleri yöntem katliam ve tehcirdi. Erme-
nilerin de farklı bir seçenekleri yoktu.
5- Sınır aşılmamıştır. Esas itibariyle özerklik veya bağımsızlık ha-
yallerinin yapıldığı bölgeden tehcir vuku bulmuştur. İstanbul ve İzmir
gibi vilayetlerden tehcire müracaat edilmediği gibi Katolik ve Protes-
tan Ermeniler de tehcire tâbi tutulmamıştır.
Osmanlı Devleti’nin her toprak kaybı katliam ve tehcirle tamam-
lanmaktadır. Doğu Rumeli ve Makedonya’dan sonra sıranın elde ka-
lan bir avuç toprağa gelmiş olması, devlet gibi milletin de bekası kay-
gısını had raddeye çıkardı. Yeni bir Balkanlar, yeni bir Makedonya’ya
kimsenin tahammülü yoktu. Tehcire konu tehlikeyi tevlit eden de biz-
zat Ermeni ayrılıkçı örgütleri ve liderleri olmuştur. Osmanlı parlamen-
tosunda mebus olarak bulunmuş Ermenilerin Rus ordusu ve Ermeni
çetecilerle Müslüman ahaliye zulüm ve katliam ika ettiği bugün için
bir gerçektir. Osmanlı komutanları arasında Antranik gibi bir vahşiye
rastlanmamaktadır. Fakat Ermenilerin sesinin gür çıkması masum-
luklarına karine, hatta delil gibi anlaşılmaktadır. Tehcir bir tek halde,
yani Ermenilerin meskûn oldukları ve toplam nüfusun en fazla 1/5’ini
teşkil ettikleri bölgede toplumu yönlendirenlerin bağımsız bir Ermeni
devleti istememiş312 ve bu neticeye uygun faaliyetlerde bulunmamış ol-
maları durumunda mecburiyet, zorda kalma hali değildir: Bunu tes-
pit bir dürüstlüktür. Eğer tehcir bölgelerindeki Ermeni önde gelenleri
harpten önce ayrılıkçı Ermeni örgütleriyle aralarına mesafe koyabilse,
mensubu oldukları devlet lehine mitingler yapabilse, devletin zor du-
rumundan istifadeye kalkışmasa ya tehcir olmaz ya da hayli mevzi
kalırdı. Osmanlı Devleti tehcire herhangi bir zamanda değil, Balkan
312 Yerasimos, mesela Makedonya Devrimci Örgütü’nün, 1903’te, daha önce de Osmanlı
topraklarında başarısı sınanmış bir plana uygun olarak eyleme geçmeyi denediğini,
bunun için kötü hazırlanmış ve Osmanlı yöneticilerinden çok, Müslüman halkı he-
defleyen bir ayaklanma planladığını, amacın Osmanlıların ayaklanmayı sert biçimde
bastırmalarını sağlayarak Batı kamuoyunu etkilemek ve böylece büyük güçleri mü-
dahaleye zorlamak olduğunu, 1876’da Bulgaristan’da kullanılmış olan bu senaryonun
1894’te de Ermenistan’da [Doğu vilayetlerinde] uygulamaya konulduğunu ama ba-
şarılı olamadığını yazmaktadır. Kısaca Ermenilerin 1894’te tatbike çalıştıkları ayak-
lanmanın amacı Bulgaristan’da olduğu gibi özerklik/bağımsızlık elde etme çabasıydı.
Yerasimos, a.g.e., s. 99.

- 198 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Harbi faciası yaşandıktan ama bilhassa Şubat 1914’te imzalanan Ye-


niköy Anlaşması’ndan çok kısa bir süre sonra vuku bulan bir dünya
harbinde ve Ermeni tahriki karşısında karar vermiştir. Bir an için Os-
manlı Devleti’nin Almanya ile ittifak gerçekleştiremediği düşünüldü-
ğünde Ermenilerin Rusya safında yer alarak harp içinde arzuladıkları
neticeyi elde edip edemeyecekleri, buna uygun faaliyette bulunup bu-
lunmayacakları aslında tüm sorunun cevabını da ihtiva etmektedir.
Tehcirin mecburiyet hali ve meşruiyeti ile tehcir esnasında yaşanan
dram kolay telif edilecek cinsten değildir. Yollarda Müslümanlığa sığ-
mayan eylemlerin vuku bulduğu bir gerçektir. Yaşlı genç, kadın erkek
masum Ermenilerin değil canlarına, mallarına bile kastedenleri mü-
dafaa edecek hiçbir muhik ve meşru gerekçe olduğuna inanmıyoruz.
Ancak imkân ve fırsat bulduklarında etnik ayrılıkçı Ermenilerin vah-
şette sınır tanımadıklarının, tanımayacaklarının dikkate alınmamasını
da anlayamıyoruz. Haklılığın tek kıstası sesin gür çıkması değildir ve
Türk ve Müslümanların bağırıp çağırmayı, ağlamayı pek becereme-
meleri istismar edilmemelidir. Hocali katliamı ve Karabağ’ın işgali bir
savaş döneminde veya etnik ayrılıkçılık ve nüfus homojenliğini sağla-
mak için katliamların cari olduğu bir zamanda değil, uzay ve tekno-
loji çağında vuku bulmuştu; üstelik yürürlükteki uluslararası kurallara
göre de suçtu. Bu açıdan bakıldığında Ermeni Tehciri’nin, Hocali’deki
katliamın 1915 şartlarında ilka ve ihsas ettiği ve hayalî olmayan korku
ve zarar verici tehlikenin önlenmesine matuf olduğunu söyleyebiliriz.
Ermenilerin ve bazı Türk liberallerinin iddiaları hilafına tehcir,
soykırımın kamuflajı değildi. 1948 öncesi vuku bulan eylemler için
“soykırım suçu” ithamı her ne kadar hukukî anakronizm ve hilaf-ı
hakikatse de Türkiye bir gayret sarf edecekse tehcir vakıasına ağırlık
vermelidir. Tehcirin haklılığı oranında soykırım suçu iddiasının za-
yıflayacağı kanaatindeyiz. Iztırar hali ile tehcir hukuka uygun bir ey-
lem şekliydi; suç olanı Cezayir’de Fransa’nın, Bosna’da Sırpların yap-
tığıydı. Eğer, Osmanlı Hükümeti Ermenileri millî, dinî, ırkî (saiklerle)
bir grup olarak ve sırf o grup, Ermeni olduğu için yok etmek isteseydi
tehcir gibi zahmetli bir işe kalkışmaz, bu işte hayli tecrübeli Hıristi-
yan soykırıcıları örnek alırdı.
- 199 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

13.2. Ermeni Tehciri, Müslümanlık,


Etnik Unsurlar ve Türk Milleti!
Milleti ve memleketiyle meselesi olan mahut bir muhitte yapılan
son yıllardaki çalışmalarda bilhassa İslamî hassasiyeti haiz geniş bir
çevrenin tesir altına alınması, hatta destek vermesi de hedeflenerek Er-
meni Tehciri ve “Ermeni Soykırımı(!)”nda Almanlarla İTC, İttihadçılar
ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın itham edildiği gözlemlenmektedir. Müslü-
manların Ermenilere karşı işlenen “soykırım!” suçunu kabul etmele-
rinin, kendileri ve İslam’la akalalı bir nakisa olmadığı, bilakis İslam’a
da hasım(!) bir güruhla kendilerini ayrıştırmak için bunun “mükem-
mel” bir fırsat olduğu da söylenmektedir. 313“Soykırım(!) suçlusu olarak
İTC ve Teşkilat-ı Mahsusa’yı merkeze aldığı intibaı veren bu çevrede
çok zorda kalındığında bazı Kürt aşiretleri ile Çerkes ve Gürcü çete-
lerine de atıfta bulunulmaktadır. Çoğu zaman hastalık ve tabii ölüm
tefrikine dahi ihtiyaç duymaksızın tehcir esnasında 1 milyon civarında
Ermeninin katledildiğini iddia eden bu çevrenin katledildiğini iddia
ettiği Ermeni sayısı ile katil olduklarını söylediği şahıs ve grupların az-
lığı telif edilir gibi değildir.
“Asker cephede, 15 yaşındaki çocuklar bile savaş meydanına sürüldü,
Çanakkale’ de un öğütür gibi şehit kanı döküldü; bu kadar Ermeni’yi 1-2
bin civarındaki Teşkilat-ı Mahsusa elemanı, taş çatlasa 3-5 bini geçme-
yecek Çerkes ve Gürcü çeteleri ile sayıları meşkûk ama yine bu miktar-
daki Kürt eşkıya ve aşiret mensupları mı kesti; bunlar 24 saat bilfiil ça-
lışsalar birkaç yıldan önce bu kadar insanı kesemez; o halde işin içinde
millet de olmalı; işin içinde millet de varsa millet nerede; herkes cephede
olduğuna göre bu Ermenileri yaşlılar, kadınlar ve çocuklar mı kesti?” şek-
linde bir sual tevcih edildiğinde muhite mensup birinin sanki bu so-
ruyu duymuş gibi verdiği “cevapta” esas niyet ve dert tüm sadeliğiyle
313 Soykırım iftirasını kabul edip, olmayan suçun günahını da Talat, İTC ve
İttihadçılara yıkmakla kurtulacağını zannedenlere Paris Barış Kongresi’nde Da-
mad Ferid Paşa’nın düştüğü durum ibret olmalıdır. Sadrazam Damad Ferid Paşa,
Haziran 1919’da On’lar Konseyi’nin önüne çıkarak Osmanlı Devleti’nin I. Dünya
Harbi’ne girmesinde sorumluluğunun olmadığını, tüm suç, hata ve sorumluluğun
Almanlarda, Goben ve Breslav’da ve İttihadçı liderlerde olduğunu söyleyerek kur-
tulacağını zanneder. Oysa Damad Ferid’in aldığı cevap ziyadesiyle ağır olmuş, bu
konuşması küstahlık olarak telakki edilmiştir.

- 200 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

fâş edilmekte ve bir bütün olarak “millet” ve “Müslümanlık” suçlan-


maktadır. “Ermeni Soykırımı(!) tezinin yılmaz müdafii Taner Akçam’ın
şu satırları ibretamizdir:
“İttihat ve Terakki Partisi yöneticileri niçin Hıristiyan vatandaşlarının sü-
rülmesi, yurt dışına atılması siyaseti izledi ve bu siyaset niçin Ermeni ve Sürya-
niler özelinde toptan imha siyasetine dönüştü? Hangi faktörler burada belirleyici
oldu?... Din hiçbir rol oynamadı mı? Oynadıysa hangi düzeyde oynadı? İmhada
esas belirleyici olan, Osmanlı-Türk toplumunda egemen olduğu düşünülen belli
bir zihniyet -Hıristiyanlara karşı düşmanlık-, kültür mü yoksa savaş yıllarının
getirdiği ‘zorunluluklar’ mıydı? Bu ve benzeri sorular etrafında henüz ciddi ola-
rak tartışmaya başladığımızı söyleyemem.... [Bir] gruptaki yazarlara göre, ideolo-
jinin bu genel çerçeve içerisinde özel bir yeri vardır ve İttihatçıların Pan-Türkist
ve Pan-İslamist ideolojiye sahip olmaları 1915 kararı üzerinde belirleyici olmuş-
tur... Akademik düzeyde Ermeni soykırımını bir süreç olarak gören ve bunu Ab-
dülhamid dönemi ile başlatanların olduğunu söylemek gerek. Şüphesiz bu 1915’e
ve imhaya ilişkin kararların 1890’ larda verilmiş olduğu anlamında söylenmiyor.
Gerek Abdülhamid dönemi gerekse 1915 katliamlarında benzeri faktörlerin aktif
olduğu söyleniyor ve soykırımın ancak süreklilik gösteren bu özellikler ile açıkla-
nabileceği vurgulanıyor... Altı çizilen önemli bir husus da gerek Abdülhamid’in
gerekse İttihatçıların Pan-İslamist bir ideolojinin savunucusu olduklarıdır. Do-
layısıyla bu tez, ideolojiye oldukça merkezi bir rol vermektedir. Abdülhamid ve
1915 arasındaki süreklilik ve kopuş konusunda akla gelebilecek soruları şöyle sı-
ralamak mümkündür: Acaba Abdülhamid dönemi (1894-6) katliamları ve 1915
Soykırımı birbirinden tamamen farklı iki sosyal olgu olarak mı ele alınmalıdır?
Yoksa bu iki olgu çizgisel bir sürecin iki ucu olarak görülebilir mi? Yani arala-
rında bir illiyet bağı vardır, diyebilir miyiz? 1915 bir anlamda, 1894-6’ da yapı-
lanların devamı mıdır? Vartkes ile Talat Paşa’nın arasında geçtiği aktarılan bir
konuşmayı bu çerçevede hatırlamamak mümkün değildir. Ermeniler reform için
Batılılardan yardım istemiş ve uzun diplomatik görüşmeler sonucu 1914 Şubat
Reform Anlaşması imzalanmıştır. İttihatçı yöneticiler, bu reform anlaşmasını im-
zalamaktan dolayı çok öfkelidirler. Talat Paşa bunu ‘Zayıf olduğumuz günlerde...
sizler boynumuza çöktünüz ve Ermeni Reformlarını ortaya attınız. Bundan dolayı
biz de içinde bulunduğumuz durumun bize sunduğu imkânı kullanacak ve halkı-
nızı öylesine dağıtacağız ki, elli yıl Reform fikri kafanızdan çıkacaktır’ sözleriyle
dile getirir. Vartkes’in ‘Abdülhamid’in eserini devam mı ettireceksiniz?’ sorusuna
‘Evet’ diye cevap verecektir. Gerçekten de 1895 Mayıs ayında yabancı güçler Er-
meni Reform tasarısını sunmuşlar, Abdülhamid önce direnmiş, kabul etmemiş ve
ama sonra 1895 Ekim’inde Ermeni Reform paketini ilan etmek zorunda kalmıştı.
Zorla kabul edilen reformun cevabı ise, 100-200 bin civarında Ermeni’nin kat-
ledilmesi idi. 1915 ile benzerlik şaşırtıcıdır. Akla gelen soru şudur: Soykırımdan
bir süreç olarak bahsetmek ve bu süreci de Abdülhamid’ le başlatmak daha doğru

- 201 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

olmaz mı? 1894-6 ile 1915 arasında bu tür bir çizgisel bağın kurulmasına, bir-
çok makul neden ileri sürerek karşı olabiliriz ve her iki kitlesel katliama, birbirin-
den farklı sosyal olgular olarak yaklaşabiliriz. Ama bu tutum bile, her iki kitlesel
katliam arasındaki benzerlik ve farkların neler olduğu, bunların ne denli sürek-
lilik ve kopuş olarak açıklanacakları gibi bir soruyla uğraşmak zorundadır.” 314

Mahut muhit, “soykırım(!)” suçunu salt İTC ve İttihadçılara havale


eder gibi görünüp İslamî hassasiyeti haiz geniş bir çevrenin desteğini
almayı umarken Taner Akçam’ın işin içine Abdülhamid’i, Müslüman-
ları, İslamcılığı katması, bir süreklilik vurgusu yapması, gariptir, mu-
hiti sıkıntıya sokan “dürüst bir itiraf” olmuştur. Akçam ayrıca yine
bu sürekliliği Ümit Kurt’la birlikte hazırladığı Kanunların Ruhu Em-
val-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek unvanlı kitapta
da Cumhuriyet’e bağlıyor. “1914’ lerde nüfusun en az %25’ini teşkil et-
mekte olan bir topluluk [gayrimüslim azınlıklar], tamamına yakın bir
biçimde yok edilerek, üzerine Cumhuriyet inşa edilmiştir.”315 Akçam,
bu kitapta soykırımın gerçek ispatının öldürmeler, katliamlardan zi-
yade, kanunlarda saklı olan niyet olduğunu, aynı zamanda bu kanun-
lara göre tehcire tâbi tutulan tüm Ermenilerin malvarlığı haklarının
mahfuz tutulduğunu, tazminatın emval-i metruke [terk edilmiş Er-
meni malları] ile sınırlı olmadığını, “Ermeni toplumunun ekonomik ve
kültürel varlığının imha edilmesi ve bu anlamda uğradığı kolektif zara-
rın tazmin edilmesi meselesi” olduğunu, “Türkiye’nin hem içeride hem
de uluslararası planda, soykırımın inkârı konusunda bu denli saldırgan
bir siyaset izlemesinin sırrı”nın, sebebinin de bu olduğunu yazıyor. 316
314 Ümit Kurt, “Türk’ün Büyük, Biçare Irkı” Türk Yurdu’nda Milliyetçiliğin Esasları (1911-
1916), İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 15-16. Taner Akçam’ın yazdığı önsöz.
315 Taner Akçam-Ümit Kurt, Kanunların Ruhu Emval-i Metruke Kanunlarında Soy-
kırımın İzini Sürmek, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 12. Akçam’ın 1914’lerde
nüfusun en az %25’ini teşkil eden bir topluluğun tamamına yakınının “yok edildiği”
iddiası ilmî ve ahlakî olmadığı gibi afakîlikten bile uzaktır. Ermenilerin bir kısmının
yollarda hastalık, yorgunluk ve tabiî hallerden öldüğü, bir kısmının da öldürüldü-
ğü doğru ise de Rumların ne 1913 ne de 1914’teki göç etmeleri ve ettirilmelerinde
kayda değer öldürme hadiselerine rastlanılmamıştır. Objektif Yunan kaynakları bile
muhacirlerin ve İTC’nin sistematik bir göç ettirme faaliyetine giriştiklerini ama
ölüm hadiselerinin istisnai olduğunu yazmaktadırlar. Yahudiler ise kaderlerini sa-
dece Balkan Harbi’nde değil, I. Dünya Harbi’nde de Osmanlı Devleti’ne bağlamış-
lardı. Akçam’ın sırf bu yazdıkları bile diğer iddialarının kıymetine bir ölçüdür.
316 Taner Akçam-Ümit Kurt, a.g.e., s. 26-28.

- 202 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Kısaca Akçam’a göre, Abdülhamid Devri-Meşrutiyet Devri-Cumhu-


riyet Devri fark etmiyor, “Ermeni Soykırımı(!)” Türk Devleti’nde ve
Müslüman Türk Milleti’nde bir sürekliliktir. Şayet bazı İslamcı, mu-
hafazakâr ve mütedeyyinler de “Soykırımı kabul edelim, biz yapma-
dık ki, İttihadçılar yaptı” diyerek işin içinden çıkacaklarına inanıyor-
larsa Akçam’ın yazdıklarını bir defa daha okumalıdırlar.317
Tehcir esnasında yollarda feci ve fena hadiselerin vuku bulduğu bir
gerçekse de faillerin etnik kimliklerinin öne çıkarılması çoğu kez ob-
jektif bir tespiti değil, gizli bir maksadı istihdaf ettiği için dikkatle de-
ğerlendirilmelidir. Osmanlı Devleti’nde cari millet sistemi iktizasınca
hangi etnik kökene mensup olursa olsunlar tüm Müslümanların tek
bir millet kategorisinde mütalaa edildiği izahtan varestedir (bilhassa
Rumeli’de Türk lafzının Müslümanlıkla müradif kullanılması bahs-i
317 Gariptir, ülkemizde İslamî hassasiyeti haiz büyük çoğunluğun maruz kaldığı hak-
sızlıklara karşı zor şartlarda gür sesiyle karşı koyan Necip Fazıl da İttihadçı düş-
manlığı yüzünden savunduğu değerlere ve geniş kesime zarar verme ihtimali hayli
yüksek sözler sarf edebilmiştir: “Her türlü nimete erdikleri halde Türk hâkimiyetini
yıkmaktan başka bir şey düşünmeyen ve bu davada İttihatçıları destekleyen Ermeni-
lerin, Birinci Dünya Harbi içindeki âkıbetleri malum… Türklüğü yıkmak isteyen bir
ırk zümresi, aynı davada desteklediği sapık Türkler tarafından salhanede bıçaktan ge-
çirildi ve hemen hemen bütün varlığını kaybetti”. Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan
II. Abdülhamid Han, s.253-254. “Abdülhamîd tenkid ettiğimiz ve daima edeceğimiz
şekilde, sultanlık hüviyetiyle velilik karakterini birbirine karıştırmış bulunuyordu. O
takdirde, hatasız kalması için bu makamdan birini öbürüne seçmesi lazımdı”; “Al-
man ordu mimarlığının en büyük ustalarından (Molteke), bir kumandanda aranacak
başlıca vasfın hayâl kabiliyeti olduğunu söyler. Bu ölçüyle Abdülhamîd, tarihimizin
idare plânında en üstün başbuğlarından biridir. Belki Fatih ve Yavuz’dan da üstün...”
diyerek yücelttiği Abdülhamid müdafaası uğruna İttihadçıları tahkir ettiğini zan-
neden Necip Fazıl, maalesef milletini itham etme garabeti ve talihsizliğine düçar
olmuştur. Ancak Abdülhamid’i, adeta imanî bir mesele gibi telakki eden, hal’ fet-
vası sebebiyle Şeyhülislam’ı küfür ile itham eden Necip Fazıl’ın İttihadçılara mü-
samaha ile yaklaşması da pek beklenemezdi. “Abdülhamîd’in hal’i için fetva yazan
ittihatçı Şeyhülislâm, daha doğrusu küfür şeyhi Ziyaüddin isimli dinsizlik karanlığı-
nın kalemi”, “şeyhülislâm, gerçekte şeyhülküfür ‘Beytülmâl’i saçıp savurmak suçunu
yakıştırmaktadır”gibi ifadeler hayli ağırdır. Zannımızca Necip Fazıl burada sadece
zavallı Şeyhülislam’a diş geçireceğini görmüş, onu küfürle itham etmiştir. Yoksa bu
fetvayı kaleme alanın ya da şekillendirenin Elmalılı Hamdi Yazır olduğunu Necip
Fazıl da bilmekteydi, ancak galiba onu küfürle ithamı göze alamamıştır. Bizce Ab-
dülhamd’in hal’ fetvasında yazılanlar her ne kadar doğru değilse de Şeyhülislam’ın
küfürle ithamı da had bilmezlik olmalıdır. Bilakis Şeyhülislam ve fetva emini bu
fetvayı yazarak Abdülhamid’in hayatını kurtardıklarına inanıyorlardı.

- 203 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

diğerdir). Hem millet sistemi hem de Osmanlı’nın son döneminde top-


rak kayıplarıyla vuku bulan mütemadi göçler neticesi ağırlık merkezini
etnik Türklerin teşkil ettiği bölgelerde gayritürk etnik Müslüman yo-
ğunlaşması ve eskiye nazaran daha fazla bir unsurlar arası kaynaşma
vuku bulmuş, böylelikle “Türk Milleti” tek bir etnik kökene irca edi-
lemeyecek bir hususiyet ve zenginlik kazanmıştır. Osmanlı Devleti’nde
ve Osmanlı İslam Milleti’nde yer alıp da bugün Türk Milleti ve millet
mefhumuna katkı sunmayan tek bir unsur mevcut değildir.
Tarih, sadece kronoloji, geçmiş hadiselerin nakledildiği malumat yı-
ğını, ibret ve ders kaynağı değildir; etkisini bugünle ve yarınla da his-
settiren canlı bir “varlık”tır. Tarihimizde yaşadığımız netameli pek çok
hadiseye sağlıklı bir şekilde yaklaşmazsak yaşadığımız acıların, mağ-
lubiyetlerin günahını gayritürk etnik unsurlara havale etme tehlike-
siyle de karşı karşıya kalırız. Hiçbir gayritürk etnik unsur “günah ke-
çisi” değildir. Bu hususta bazı tarihî hadiseleri hatırlamakta fayda var.
Evvela Ermeni meselesi mevzu bahis oldukta maalesef hâlâ aşıla-
mamış mühim ve mükemmel bir müracaat kaynağı olan Esat Uras’ın
muhalled eserinde mevcut bir anekdotu nakledelim: 1912’de Şark Vi-
layetleri Islahat teşebbüsleri sıralarında Eçmiyazin’deki Ermeni Kata-
gikosu tarafından devletler nezdinde Ermeni davasını takibe memur
edilen Millî Ermeni Heyeti Reisi Bogos Nubar Paşa Balkan Harbi er-
tesinde büyük devletlere verdiği bir notada şunları yazmaktadır:
“[Ermeni] Islahatı[nın] tatbikini ihlal edecek her türlü manileri refetmek [kal-
dırmak] ve bu nokta-i nazardan Ermeni vilayetlerine muhacir sevkinden içtinap
etmek Bab-ı Âli’nin menfaati iktizasındandır. Filhakika Balkan Harbi sebebiyle
Avrupa’ dan kovulmuş Rumelili ve Makedonyalı muhacirlerin vilayetlere sevki
mevzuu bahistir. Bu Müslüman muhacir kütleleri, ekseriyeti [(!)İ.K.] Hıristiyan
olan halk arasına girince çok vahim bir tehlike ihdas edeceklerdir. Bu muhacir-
ler, memleketlerini işgal eden ve kendileri üzerine galip ve muzaffer olan Hıris-
tiyanlar önünde yerlerini, yurtlarını terk ederek kaçmayı tercih etmiş, her şeyden
mahrum, sefalete düçar olmuş, mukabele-i bilmisil hissi(y)le meşbu [dolu] kimse-
lerdir. Bu halet-i ruhiye, iki ırk arasındaki derin fark, mazideki katliamlar ha-
tırası netayici evvelden takdir olunacak ihtilafata meydan verecektir. Binaenaleyh
Ermenilerle meskûn havali hudutlarına muhacir iskân etmemek lazımdır. He-
yet-i Murahhasa, devletlerin bu korkunç tehlikeyi bertaraf etmek için Bab-ı Âli
nezdinde teşebbüsatta bulunacaklarını ve muhacirlerin âdat ve ahlak ve tabiatle-
rine tetabuk eden İslam mıntıkalarına sevklerini temin edeceklerini ümit eder.

- 204 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Her ne zaman Hıristiyanlar arasında muhacir iskân edilmiş ise, bundan bir
felaket zuhur ettiğini mazideki tecrübeler bize isbat ediyor. 1874-1875’ de Kaf-
kasya’ dan hicret eden Çerkes muhacirleri Tuna vilayetlerine iskân edilmişlerdi.
Bundan o kadar karışıklıklar çıktı ki, nihayet Rus-Türk muharebesi infilak etti
ve bu hareket Türklerin Tuna vilayetlerini kaybetmelerine mal oldu.
1878’ de Bosna-Hersek’in Avusturya tarafından ilhakı üzerine Bosna muha-
cirleri Makedonya’ da iskân edildiler. Orada dinî ve dâhilî çarpışmaların zuhuru
için birkaç ay kâfi geldi. Neticesi şimdiki Türk-Balkan Harbi ve Türkiye’nin bü-
tün Avrupa vilayetlerini kaybetmesi oldu.
Devletler, bu mülahazat baki kaldıkça aynı esbabın, Ermenistan’ da da Av-
rupa siyasetini alt üst edecek ve umumi ihtilâlâtı ve yeni tehlikeleri tevlid edebi-
lecek yeni vekayii intaç etmesini istemiyeceklerdir.
5 Mayıs, 1913. Millî Ermeni Heyet-i Murahhasası Reisi Bogos Nubar”.318

Madem millet mefhumunda, gayritürk Müslüman unsurlar ve hic-


ret mühim bir mevki ihraz etmekte, her biri hazine kıymetindeki na-
killere devam edelim. Çünkü başka bir perspektifle meseleye yaklaş-
tığımızda Osmanlı’nın dağılmasını ve Rumeli topraklarının kaybını
gayritürk Müslüman unsurlara tahmil tehlikesi mevcuttur. Kaldı ki
93 Harbi’nin Çerkes ve Pomak Müslümanlarının Bulgarlara mukabe-
lede ve misillemede aşırıya gittiği için çıktığını ima, hatta iddia eden
sadece Bogos Nubar Paşa değildir.
Bilindiği üzere, 93 Harbi’ne tekaddüm eden günlerde Bulgarlar
ayaklanmış, Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın ihanet derecesindeki
Rus korkaklığı ya da muhipliği yüzünden zamanında isyan mevkiine
asker sevk edilememiş ve çaresiz kalan sivil Müslüman ahali başının
çaresine bakmış, bu arada da biraz ölçüyü kaçırmıştır. Türk Hariciye-
sinin nadir yetişmiş velud ve gayretli mensuplarından Bilal Şimşir’in
Rumeli’ den Türk Göçleri unvanlı eserinden Tuna’nın farklı muhitle-
rinde 1876 senesinde çıkmış isyanlar çok iyi hülasa edilmiştir:
“Ayaklanmanın ilk kurbanı Strelça köyü Türkleri olmuştur. Türk karşı sal-
dırısının da ilk hedefi bu köy oldu. Ayaklanmanın ilk günü yani 2 Mayıs akşamı
Strelça köyünün Türk Mahallesi yakıldıktan sonra camiye sığınan Türklerden biri,
isyancıların çemberinden kaçıp civar Türk köylerinden imdat istemişti. Bunun
üzerine Osmanköy, Alifakıh ve Dermidişli Türk köyleriyle Kruşevo adlı Çerkez
köyünden toplanan gönüllü Türk halk kuvvetleri silahlanıp Strelça Türklerinin

318 Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Yeni Matbaa, Ankara: 1950, s. 410-11.

- 205 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

imdadına koştular. 4 Mayıs günü Türkler köyü zaptetti. Strelça köyü, Avratalan
ile Otlukköy’ ün ortasında bulunuyordu…
Rodoplar eteğinde Meriç’in sol yakasında üçüncü ve sonuncu ayaklanma mer-
kezi Batak köyü idi. Bilahare en fazla istismar edilen yer de burası olmuştur. Ba-
tak Bulgarları 4 Mayıs günü isyana katılmışlardı. Batak Bulgarlarının Müslü-
manları öldürmeye başlamalarının duyulması üzerine Dospat Balkanı Müslüman
köyleri alelacele silahlanmışlar ve durumu öğrenmek üzere Ali Ağa’nın oğlunu da
bu köye göndermişlerdi. Ancak gönderilen elçi de yakalanıp hapsedilmiştir. Bu
durumda Tatarpazarcık Meclisi, Batak’taki ayaklanmayı bastırmak için Dos-
patlı Ahmet Ağa’yı görevlendirmiş, Dorkovolu Mehmet Ağa da kendisine yar-
dım etmiştir. Batak’ta isyancıların 1.100 silahlı adamı vardı. Dospatlı Ahmet
Ağa, topladığı Pomak gönüllüleri ile 11 Mayıs’ta Batak köyü yakınına gelmiş ve
isyancılara teslim çağrısı yapmıştır. Red cevabı üzerine 11-14 Mayıs günleri Po-
mak gönüllüleri ile Bulgar isyancılar arasında kanlı çarpışmalar olmuş, 15 Ma-
yıs günü Pomak gönüllüleri/başıbozuklar köyü zaptederek yakmışlar, silahlı-silah-
sız bakmadan, Bulgarları kılıçtan geçirmişlerdir. İngiliz tahkik memuru Baring
bu köyde 5.000 Bulgarın öldürüldüğünü ileri sürmüşse de köyün toplam nüfusu
ancak 2.800 kadardı. Köyde 1.781 kişi kaldığına göre öldürülen Bataklı Bulgar
sayısı 1.019’a düşmekteydi…
Meriç’in sağ kıyısında, Rodopların eteklerine doğru gelişmiş ayaklanmaya ge-
lince Pruştenca köyü en iyi tahkim edilen köydü. Bulgar tarihçilerine göre bu köy-
deki tabyalar 600 kadar silahlı isyancı tarafından tutulmaktaydı. 8 Mayıs’tan
itibaren köye, Tımrışlı Ahmet Ağa, Adil Ağa ve İsmail Ağa kumandasında Türk,
Pomak ve Çerkez gönüllüleri saldırıya başlamışlar, fakat isyancılar şiddetle karşı
koymuşlardır. 11 Mayıs’ta Filibe’ de Reşit Paşa kumandasında bir miktar asker
gönderilmiş, asiler tüm çağrılara rağmen teslim olmamış, Türkler toplarla köye
girmiş, Bulgarlar teslim olmamak için karılarını, çoluk-çocuklarını dahi öldüre-
rek intihar etmişlerdir. Baring’e nizami kuvvetler zamanında gelseydi Bulgar ölü
sayısı 750’ den az olacaktı.” 319

Çok detaya girmeden söylersek, Kafkas muhaciri Çerkeslerin ya-


raları taze olduğu için onlar hamiyet-i milliye ve diniye iktizasınca
Bulgarlara biraz daha sert davranmışlardır. Bu hadiseler sebebiyle bü-
yük devletler Tuna vilayeti/Bulgaristan için idarî özerklik talep etmiş,
2 Ekim 1876’da toplanan Meclis’te Midhat Paşa’nın idarî muhtariyet
teklifinin reddine karşılık yapılacak bazı ıslahatların yabancı elçilere
bildirilmesine dair kendisinin kaleme alıp padişaha arz ettiği tezkire
okunmuş ve kabul edilmiştir. Tezkerede yazılı olan şeylerden biri de,
319 Bilal N. Şimşir, Rumeli’den Türk Göçleri, Cilt: 2, Ankara: Ayyıldız Matbaası, 1970, s.
CII vd.

- 206 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“Rumeli’ de bozgunculuk yaptıkları hakkında çokça şikâyet olan Çerkes-


lerin Rumeli’ye haddinden fazla yerleştirilmeyeceği, isyanların tenkilinde
başıbozuk kuvvetler kullanılmayacağı” hususudur.
Çerkez ve Pomaklar yanında Arnavutlar da Tuna vilayetindeki ha-
diselere dâhil olmuşlardır. Arnavutlar daha ziyade Çerkeslerin bölgeye
hicret ve iskânlarından evvel vuku bulan siyasî mahiyette olmayan Bul-
gar köylü isyanlarında devreye girmişlerdir. Ne yazık ki bu isyanlarda
da Osmanlı Devleti asker gönderememiş, Arnavut başıbozuklara mü-
racaat etmiş, onlar da hem hamiyet-i milliye hem de yağma saikiyle
haddinden fazla sert bir tenkil [bastırma] hareketinde bulunmuşlardır.
Halil İnalcık bu hadiseleri şöyle izah etmektedir: Bulgarların ilk ciddî
isyanı olan 1841’deki Niş, Leskofça ve Şehirköyü’nde meydana gelen
isyanda Sırp tahriki ve özerklik talep edenlerin etkisi varsa da özellikle
köylü halkın isyana iştirakinin temel sebebi vergilerin ağırlığıdır. İs-
yan sebebiyle yollar kesildiğinden yardım gelme imkânının olmaması,
Niş Valisi Sabri Paşa yanında o esnada çok az sayıda asker bulunması
hasebiyle Niş’te bulunan Rumeli Müfettişi Arif Hikmet Bey’in de gö-
rüşünü alarak Kosova, Yegovista ve Prokuple havalisinden ‘yağmaya
can atan’ 1.500 Arnavut’u, yağmacılık yapmayacaklarına dair besala-
rını [Arnavut yemini] alarak harekete geçer. İsyancı Bulgarların elle-
rinde genellikle balta ve sopadan başka silah olmadığından isyan kısa
zamanda bastırılır. Ancak Arnavutlar besalarına uymadıklarından bir-
çok Bulgar köyünü yakıp yıkıp yağmaladıkları gibi çok sayıda Bulgarı
da öldürürler. Arnavutların hareketlerinden dehşete kapılan Sırp hu-
dudundaki 28 Bulgar köyü Sırp tarafına geçer. Arnavut başıbozukları
kullanarak yolsuzluğa yol açan Niş Valisi Sabri Paşa azlolunur ve yar-
gılanmak üzere İstanbul’a çağrılır. Bulgarların büyük devletlerin mü-
dahalesine yol açan ilk ciddî isyanları budur.320 Burada Arnavut ba-
şıbozuklara muhtaç olan devlettir. Osmanlı Devleti, Mora İsyanı’nda
da evvela Arnavutlara müracaat etmiştir.
II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Avusturya-Macaristan İmpara-
torluğu taht-ı işgalinde bulunan Bosna-Hersek’i ilhak, şeklen de olsa
bize bağlı Bulgar Prensliği de bağımsızlığını ilan etmiştir. Bosna-Her-
sek’te ve Bulgaristan’ın Türk nüfusunun yoğun olduğu yerlerde yer yer
320 İnalcık, Tanzimat ve Bulgar Meselesi, s. 30-31 vd.

- 207 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

protesto eylemleri vuku bulmuş, bazı hamiyetli Müslümanlar takibe uğ-


ramışlardır. Muhtemelen “Buraları eskiden şeklen de olsa Osmanlı Dev-
leti’ne, halifeye bağlıydı; şimdi hepten gâvur idaresine geçti, burası Da-
rü’ l-Harp oldu” diyen Müslümanlar da hicret etmişlerdir. İttihadçılar
da aklın, mantığın, iklimin, coğrafyanın bir gereği olarak bu muha-
cirleri Makedonya’ya iskân ettiler. Selanik, Manastır ve Kosova aynen
İstanbul gibi vatan ve devlet toprağıydı. Üstelik bu üç vilayet devlette
ve vatan sınırlarında kalsın diye Meşrutiyet ilan ettirilmişti. Fakat he-
men Bulgar örgütleri “İttihatçılar bu Müslümanları Makedonya’ya is-
kân ederek bölgenin demografik yapısını bozmak, burayı Müslümanlaş-
tırmak, Türkleştirmek istiyorlar; bu 1908 öncesi şartlara dönüş anlamına
gelir” diyerek tekrar eylemlere başladılar. Bu esnada iskân edilen top-
lam Müslüman sayısı büyük ölçekli bir köy, küçük ölçekli bir kasaba
nüfusu kadar bile değildir.321
Bu misalden de yola çıkarsak muhacirlerden rahatsızlık duyan iki
gayrimüslim unsurun öne çıktığını görürüz. Tuna ve Vilayât-ı Selase
(Selanik, Manastır, Kosova) denilen bölgede Bulgarlar, Vilayât-ı Sitte
(Van, Bitlis, Diyarbakır, Erzurum, Mamuretü’l-Aziz, Sivas) denilen
bölgede de Ermeniler. Tuna Bulgarları Tuna’da Çerkes, Makedonya
Bulgarları da Makedonya’da Çerkes ve sair gayritürk Müslüman mu-
hacirleri istememiş, iskânlara mani olmak için her türlü yola tevessül
etmişlerdir. Yine Şubat 1919’da Paris’te toplanan Ermeni İttihadı Kong-
resi’nde sulh konferansına verilmek üzere Ermeni heyeti reisleri olan
Bogos Nubar Paşa ve Avedis Aharonyan tarafından verilen muhtıranın
bir hükmünde de şunların yazılı olduğunu ilave edelim: “Sultan Ha-
mit ve Jön Türkler idaresi esnasında getirilmiş ve yerleştirilmiş olan İslam
muhacirlerinin memleketten çıkarılmaları.” 322 Dikkat edilirse gayritürk
Müslüman unsur, muhacirle müradif [özdeş] gibidir.
Çerkes, Arnavut, Pomak, Boşnak unsurları yanında Gürcüler de
benzer hadiselerde yer almışlardır. Ermeni Tehciri esnasında vuku bu-
lan bazı elim hadiselerden dolayı ağır ithama maruz kalanlardan biri
de Gürcülerdir. Kimi zaman kendi başlarına kimi zaman da Teşkilat-ı
321 Bkz. 10. Bölüm, 1 numaralı dipnot.
322 Uras, a.g.e., s. 675.

- 208 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Mahsusa mensubu olarak tehcirde ve tehcir sonrasında da Rumlara


karşı bazı saldırılarda bulundukları iddia edilmektedir.
Kürtlerin Anadolu’nun otokton halkı olmasa bile zikrettiğimiz farklı
etnik kökene mensup muhacirlerin hepsinden daha evvel buraya yer-
leştiği izahtan varestedir. Ancak onların muhacirliği ve göç ettikleri iç
bölgelerdeki etnik Türklerle kaynaşmışlığına nedense daha az vurgu ya-
pılmaktadır. Oysa Osmanlı-İran, Osmanlı-Mısır (Mehmed Ali Paşa) ve
Osmanlı-Rus harplerinde ciddî mânâda bir Kürt nüfusu sakin olduğu
mahalden daha başka bölgelere hicret etmek mecburiyetinde kalmıştır.
Ermeni meselesi bağlamında Doğu Anadolu muhacirlerinin mühim
bir kısmının bilhassa Rus işgaliyle Adana ve ötesine hicret ettikleri ve
yine mühim bir kısmının da geri dönmediği malumdur.323
Kürtlerin Ermenilerle münasebeti için yukarıda söylediklerimizle
kıyas kabul etmeyecek kadar çok malumatı haiziz. Ermeni meselesine,
tehcire, bahusus soykırım iftirasına temas eden pek çok eserde Kürtler
başat pozisyondadır. Ancak 31 Mart Vak’âsı ile hemen aynı zamanda
vuku bulan ve bakışaçılarına göre hayli farklı anlatılan Adana Vak’ası
Meşrutiyet’te hiç beklenmeyen bir hadiseydi. Kimi kaynaklarda bu
olaylarda Ermeni ölü sayısının çok daha fazla olmasında mevsimlik
işçi olarak bölgede bulunan Kürtlerin bir faktör olduğu iddia edilmek-
tedir. Adana Olayları’nın Ermenilerin Çukurova’yı kurtarılmış bölge
haline getirme niyet ve teşebbüsleri sebebiyle çıktığı iddia olunmak-
tadır.324 Abdurrahman Şeref Efendi de Ermenilerin Adana ve havali-
sindeki faaliyetleri zımnında şunları yazmaktadır:
“Kürdlerin cebir ve zoruna karşı Ermenistan’ da kımıldamağa imkân kal-
mamış idi. Anadolu’nun bir münasib mahallini aramağa ve orada toplanmağa
lüzum gördüler. Adana vilayeti gerek denize kurbiyyeti [yakınlığı] ve gerek ara-
zisinin vüs’ati [genişliği] ve kuvve-i inbatiyyesi [toprağın verimliliği] hasebiyle mü-
said göründüğünden yavaş yavaş oraya sokulmağa ve arazi satın alıp yerleşmeğe

323 Bu konuda yapılmış bir çalışma için bkz. Tuncay Öğün, Unutulmuş Bir Göç Trajedisi
Vilayât-ı Şarkiye Mültecileri (1915-1923), Ankara: Babil Yayın-Dağıtım, 2004.
324 Halide Edib, bunu başka bir sebebe bağlar: “Genç Türkler, Taşnaklarla ilk anlaşma-
larında yeni rejim kuvvetle yerine oturuncaya kadar silahlarını muhafaza etmelerini
kabul etmişlerdi. İşte Adana’daki mukatelenin birçok amilleri arasında bunun da bu-
lunduğu söyleniyordu.” Halide Edib Adıvar, Mor Salkımlı Ev, İstanbul: Can Yayınla-
rı, 2011, s. 191.

- 209 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

başladılar. Bu kıtanın tercihine bir sebeb daha var idi ki o da Devlet-i Selçu-
kiyye evânında [zamanında] Sis’ de (Kozan’ da) bir Ermeni emâret-i müstakılesi-
nin bulunması idi. Bu cazibe-i tarihiye rağbetlerini tezyid etmiş idi. Bu üç yüz
on yedi, on sekiz senelerinden (1900’ lü yılların başları kastedilmekte) i’ lân-ı meş-
rutiyete kadar Adana vilayetinin Ermeni nüfusu[nun] iki misli artdığı tahrîr-i
nüfûs cedvelinden anlaşılıyor. Komiteler Adana vilayetini cevelangâh-ı mefâsid
[kötülük merkezi] etmeğe çabalıyorlar idi… Ermeniler bir tarafdan bu gibi mü-
nasebetsiz ve çirkin harekât ile kendilerini lisana getirdikleri halde diğer taraf-
dan bi’ l-fiil istihsâl-i âmâl için Adana dâhilinde nüfûsca ‘tefevvuk-i adedî [sayı
üstünlüğü] nazariyyesini de şiddetle tatbîk ve icraya uğraşıyorlar idi. Usûl-i meş-
rutiyyet mevâni’-i seyr ü seferi [seyahat yasağını] ref ’ etmekle [kaldırmakla] beş
altı ay zarfında vilayete birçok Ermeni aileleri hicret edip son günlerde bir ha-
neye müteaddit ailelerin birleşdiği[yerleştiği] görülmüşdür.” 325

Adana İTC’nin mühim isimlerinden olan Damar Arıkoğlu da ha-


tıratında benzer şeyler yazmaktadır. Arıkoğlu Meşrutiyetin ilanından
sonraki sevince Ermenilerin de iştirakini ifade ettikten sonra şöyle de-
vam ediyor:
“… Yalnız dikkat nazarımızı çeken şey nereden geldiği belli olmayan, birta-
kım Ermenilerin aile efradı ile birlikte gelip şehre yerleşmeleri idi. Ruhanî kisvesi
altında Ermeni murahhası MUŞİ Efendi, genç, ateşli, dinamik bir komiteci idi.
Bizzat gelen Ermenileri iskân etmekte zerre kadar ihmal göstermemesi Türklerin
ruhunda üzücü, şüpheli bir hal yaratmıştı… Ermeni taşkınlığı günden güne hız-
lanıyor ve muhacir akını da fasılasız devam ediyordu” 326.

1915 Ermeni Tehciri’ne kadar kendilerinden menfî surette bahsedilen


Müslüman etnik unsurlar arasında Kürtler açık arayla ilk sırada, Çer-
kesler ikinci sırada ve etnik Türkler de üçüncü sırada yer almaktadır.
Gürcülerden sadece tehcire temas eden hadiselerde zikredilmektedir.
325 Son Vak’anüvis Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi- II. Meşrutiyet Olayları (1908-1909),
Haz. Bayram Kodaman/Mehmet Ali Ünal, Ankara: TTK Basımevi, 1996, s. 70-71, 80.
326 Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, İstanbul: Tan Gazetesi ve Matbaası, 1961, s. 45. Ada-
na Olayları esnasında Cebel-i Bereket Mutasarrıfı ve Murat Belge’nin dedesi, Bur-
han Asaf Belge’nin babası, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun da kayınpederi olan
Mehmed Asaf Bey, olaydan sonra Adana valisi tayin edilen Cemal Bey’in tavrını
ağır şekilde tenkit etmektedir: “… Meşhur İttihatçı Cemal Bey (Paşa, Bahriye Nazırı)
vali olduğu zaman Ermeniler bayram ve İslam halk matem ettiler. Zira yabancıların
işe karışmasını engellemek için bütün İslamları feda ediyor ve Ermenilere dalkavuk-
luk ediyordu.” Mehmed Asaf, 1909 Adana Ermeni Olayları ve Anılarım, Haz. İsmet
Parmaksızoğlu, Ankara: TTK Basımevi, 2002, s. 20.

- 210 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Araplar tehcire kadar dikkate bile alınamayacak bir oranda bahse konu
olmuşlar, ancak tehcir esnasında bilhassa Suriye hudutlarında bazı feci
hadiselerle birlikte anılmışlardır.
Buraya kadar söylediklerimizi millet mefhumu ekseninde bir ne-
ticeye bağlarsak, bu topraklarda, Türk milletinin müşterek tarihinde
ne vuku bulmuşsa günahı-sevabı etnik ayrıma gitmeden herkese ait-
tir. Bu topraklarda nasıl geçmişte yaşanan hadiselerden dolayı salt bir
unsuru veya bir şahsı etnik kökeni itibariyle mes’ul addedemezsek mil-
letten ayrılmamak kaydıyla gelecek için de aynı kaide geçerli olmalı-
dır; çünkü her Müslüman unsur birbiriyle ayrılamayacak kadar iç içe
geçmiştir. Kemal Karpat iç içe geçmişliğin çerçevesini çok güzel çiz-
mektedir: Osmanlının geniş topraklarındaki Müslüman unsurlar, bu
toprakların kaybedilmesiyle katliama uğramış, yok edilmeye çalışıl-
mış, bu Türk, gayritürk Müslüman unsurlar da Osmanlının elinde
kalan topraklara hicret etmeye başlamıştır. Hicret uzun bir zamana
yayılmış, nihayet en son toprak parçası olan Trakya ve Anadolu’da,
yani Türkiye’de hicret son bulmuştur; elde kalan ve savunulması gere-
ken bu topraklar aynı zamanda yeni bir millet inşasına da yol açmış-
tır. Hicretlerle bu topraklarda temekkün ve tavattun eden bu insan-
lar özellikle İslam Hukuku’nun nikâh müessesesiyle kaynaşmış -İslam
Hukuku’nda evlilik için etnik köken değil, Müslüman olmak şarttır-,
böylelikle temeli Müslümanlık olan yeni bir Türk Milleti tekevvün et-
miştir. Müslümanlık/İslam, Türk Milleti’nin herhangi bir unsuru de-
ğil, “esası” olmuştur.

13.3. Sol Liberaller ve Ermeni Meselesi


Bir canlı yayın programında hiç lüzumu yokken üstüne basa basa
ateist olduğunu beyan eden birinin “Türkiye toplumunun ortalamasını
gayet iyi temsil eden Tayyip Erdoğan’ın bu konudaki [Ermeni Meselesi]
inkârcılık, acıyı tanıma ve taziye, tarihçilere işi bırakma, medeniyetimiz
ve kültürümüzde soykırım yoktur iddiasını sürekli dile getirme, elimizde
milyonlarca belge var deyip istersek biz Ermenilerden daha mazlum ol-
duğumuzu gösteririz demek arasında gidip gelen şaşkınlıkla kafa karışık-
lığı anlamsız değildir. Yüz yıla yakın devam eden pasif ve aktif inkârcılık
dünyasında bilinci yoğrulmuş bir aklın kafa karışıklığıdır bu. Tabunun
- 211 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

yıkılması kafa karışıklığıyla başlar” cümlelerinde şahit olduğumuz kaba,


nobran, saygısız, mütekebbir üslubundan daha acımasızı, bu satırlarda
mündemiç olan bakış açısı, kalkış noktası ve inancıdır.
Kabaca sol-liberal diye tesmiye ve tavsif ettiğimiz hemen hepsi
Marksist ya da sosyalist maziye sahip -bir kısmı hâlâ sosyalist oldu-
ğunu ifade ediyor- ve kamuoyunda sayılarıyla mütenasip olmayan bir
entelektüel ağırlığı ve etkisi olan bir aydın zümresinin başta Ermeni
Meselesi hemen her meselede “Türkiye toplumunun ortalamasını”n ka-
bullerini geçtik, hassasiyetlerine muarız, hatta muhasım bir tavır ser-
gilemeleri ne ile izah edilmeli? Hakikaten toplum ortalamamızla teza-
hür eden tarih malumatımız eksik ve yanlış, ahlak telakkimiz fıtrata
ve evrensel değerlere ters, vicdanımız kapkara da bu aydın zümresi mi
mezkûr “ayıplarımız”dan utanıp belli çevreler nezdinde insanlık, vic-
dan ve hakikat adına ülkemizin yüzünü ağartıyor? Gerçekten bu isim-
ler Türkiye’nin “Kıbrıs’ın üçte birini işgal et”tiğini söylerken entelektüel
namusa sahip çıkma, ahlaklı ve vicdanlı olma davası mı güdüyorlar?
Şayet, “Türkiye toplumunun ortalaması”yla tebellür eden değerlere/
tavırlara/kabullere mahut entelektüel muhalifliği iktizasınca karşı çı-
kılsaydı bunu bir nebze de olsa hoş görebilirdik; diyelim ki mugayir-
lik, muhaliflik aydın olmanın vazgeçilmez şartıdır, ancak bu milletin
değerlerine onmaz bir düşmanlık, hele de İslam’la alenen itiraf edil-
meyen bir problem varsa bunu da anlamak hakkımız olmalı. Bu ül-
kede herkes, her şeyi şiddet hariç her türlü araçla ve özgürce ifade ede-
bilmeli, ancak kin ve husumetler entelektüel pazarlamacılığın konusu
yapılmamalıdır. Bir farklılığın ve daha iyiye ulaşma çabasının ifadesi
olan muhalefet başka, husumet başka şeydir.
Aslında sol liberallerin Ermeni Meselesine yaklaşımlarını, genel yak-
laşım ve bakışaçılarını etraflı bir şekilde tahlil ve izah ettikten sonra
ele almak iktiza eder ama bu kitap kapsamında bu kadar detaya gir-
memiz ne yazık ki mümkün değil.
Batı’daki Marksist ve sosyalistler kapitalizm ve devletle belli bir
uzlaşmaya varıp dönüştüklerinde (iktisattaki ihtisaslarını finansal iş-
lemlerde gösterenler değil kastımız) başta din olmak üzere daha evvel
üst-yapı kurumları olarak addettikleri birçok kurum ve değerle de ba-
rıştılar. Zamanında Marksizm adına Yahudiliğe/Yahudilere çok sert
- 212 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

tenkitler tevcih ederken bilahare Yahudilikle barışan, hatta İsrail Dev-


leti’ne ve siyonizme belli bir oranda sempatiyle yaklaşan ve ismi Frank-
furt Okulu ile özdeşleşen Horkheimer buna basit bir misaldir. Her ne
kadar bu misillü aydınlar muhalifliklerini kapitalizm ve devlet yerine
ikame ettikleri başka değerlere yöneltip neticede “eşcinsellik, lezbiyen-
lik, çevre sorunları, azınlık hakları, sivil toplum” gibi konularda daha
da “temayüz” etmişlerse de en azından entelektüel bir gayrette bulun-
muşlardır. Bizde de aynı çizgiyi takip eden ve bu eser kapsamında
sol-liberal diye tesmiye ettiğimiz bazı aydınlar birçok değerle barış-
tıkları halde ne yazık ki İslam’la bir türlü barışamamışlardır. Onların
bir kısmının 28 Şubat sürecinde bilhassa başörtülülere gösterdiği hoş-
görü bir çevre duyarlılığı, bir eşcinselin haklarına gösterdikleri duyar-
lılık gibiydi; üstelik sonradan çok ağır diyetler de talep ettiler. İslam,
toplum hayatında ve idarede sadece bir unsur olduğu müddetçe bunu
çeşitlilik, hatta zenginlik olarak gören bu tip aydınlar sıra İslam’ın al-
ternatif ya da “tayin edici” olma ihtimaline geldiğinde kâbus görmeye
başlıyorlar. Zannımızca Ermeni meselesi ve buna mümasil hususlarda
makul ve “Türkiye toplumunun ortalaması”nın kabul edebileceği şey-
ler söyleyememelerinin temel sebebi de bu olmalı.
Bu aydın çevresinde bilhassa Ermeni meselesinde “soykırım” tartı-
şılmaz mutlak hakikat gibi kabul edilir. Osmanlı Devleti’nde Ermeni-
lere yönelik hemen her saldırı planlı, programlı, devlet merkezli ya da
desteklidir; neredeyse meşru müdafaa gerekçesiyle ya da kendiliğinden
gerçekleşmiş hiçbir hadise ya da saldırı mevcut değildir.
Ermenilere müteveccih şiddet ve saldırı hadiseleri zaman, niyet ve
hedef noktalarından hep bütünlüklü bir şekilde ele alınır; aralarında
süreklilik ve koparılamaz bir bağ vardır. Bu bakımdan Osmanlı idare
şeklinin hiç ama hiçbir ehemmiyeti yoktur. İstibdat diye tesmiye edi-
len Abdülhamid devri ile Meşrutiyet diye tavsif edilen ve İTC ile anı-
lan dönem aynıdır. Ancak Ermeniler şiddet ve saldırının mağduru değil
de failiyse süreklilik vakıası bu defa hiç ama hatırlarına gelmez. Me-
sela 1960’lardan sonra başlayan Ermeni terör faaliyetleri, Hocali Katli-
amı, Karabağ’ın işgali süreklilik olgusuyla ele alınmadığı gibi çoğu za-
man takbih edilecek bir “eylem” olarak da görülmez. Çarnaçar vahşet
- 213 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

ve katliam tabirlerini kullandıklarında da bu eylemlerin mutlaka inti-


kam amaçlı vuku bulduğunu söylerler.
Şöyle bir çerçeve çizerler: “Münferid vak’alar sayılmazsa ne olmuşsa
olmuş, bilhassa Kürt Müslümanlar ve Osmanlı idarecileri 1890’ dan iti-
baren zulümlerini inanılmaz bir derecede arttırmışlar, artık dayanacak,
tahammül edecek güçleri kalmayan Ermeniler de bu zulümlere başkal-
dırmış, ancak bu isyanları devlete karşı bölücü/yıkıcı isyanlar olarak tav-
sif eden Osmanlı Devleti de hem Kürtler hem de askerler eliyle bir vah-
şet ve katliama imza atmıştır.” Ancak entelektüel namusun 1890-1896
tarihlerinde Ermenilerin tıpkı 1912-1914’te olduğu gibi meskûn ol-
dukları bölgelerin özerkliği için yabancı güçleri devreye sokmak için
planlı-programlı ve örgütlü bir eylemlilik gayretine girdiğini yazmayı
da icbar ettiğini kabul etmezler. Ermenilerin başına gelen feci ve fena
hadiselerin esas amilinin ithal terör örgütleri ve liderleri olduğunu ik-
rarda zorlanırlar. Marksist/Sosyalist Hınçak ve Taşnak örgütleri Os-
manlı topraklarında Osmanlı Ermenilerinin kurduğu örgütler değiller-
dir. Her şeyden önce o dönemde Osmanlı topraklarında Marksizmin
ya da sosyalizmin mevzi de olsa makes bulacağı sosyal bir ortam da
mevcut değildi. Ne yazık ki Rus Ermenileri Rusya topraklarında de-
ğil de Osmanlı topraklarında mücadeleyi esas almışlardır. Çünkü on-
lar Rusya’da bu tür faaliyetlerin cezasının ya yargısız infaz ya da en iyi
ihtimalle Sibirya’ya sürgün edilmek olduğunu biliyorlardı.
Osmanlı topraklarında çifte vergilendirme, bazı aşiretlerin ve ida-
recilerin haksız talep ve muamelelerinin yol açtığı sıkıntılar her şeye
rağmen bölgeyi yangın yerine çevirecek isyanlara müncer olmazdı. Ne
zaman ki Hınçak liderler devreye girdi, Ermenilerin daha evvel de vaki
mevzi itirazları şekil ve boyut değiştirerek isyan vasfını kazandı. Hın-
çakların siyasi programında;
“Ermeni sosyalist demokratları için Ermenilik içinde umumî ve şamil bir sos-
yalizm teşkilatının tahakkuku (uzun bir maksat) olarak görülmekte ve bunların
faaliyet ve temayülleri diğer âmile (yakın bir maksata) vücut vermektedir… Bu
maksat… İhtilal çıkarmak, mutlakiyet-i idareye mensup sınıfları yok etmek, Er-
meni halkı bulundukları umumî kölelik vaziyetinden kurtarmak… Ermeni hal-
kının ve Ermenistan’ın mukadderatından ayırmak icap ettiğinden buna naza-
ran tarihî bir icap ve zaruret hâsıl olmaktadır ki, bu da yakın maksadın esaslı
kısmını ve ilk şartını teşkil eden (Ermeni millî istiklali)dir… Şu halde ihtilalin

- 214 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

faaliyet sahası Türkiye Ermenistanı olacaktır… Yakın maksada vusulün [ulaşma-


nın] yegâne çaresi ihtilâl yani cebrî bir surette Türkiye Ermenistanındaki umumî
teşekkülü alt üst etmek, değiştirmek, halka umumî isyan yoluyla, Türk hükûmete
karşı harp açmaktır.” 327

Ne zaman ki Rus Ermenileri olan Hınçaklar, sonra da Taşnaklar


Batılı devletleri özerklik için tahrik cihetine gidip masum Ermenileri
ayaklandırdılar, buna karşı çıkan Osmanlı Ermenilerini tehdit hatta
katlettiler, bölge işte o zaman yangın yerine döndü. Bazı sol liberal-
lerin Marksist ya da sosyalist mazi ve müktesebatları 1890-1896 arası
Ermeni hadiselerinin aslında Hınçak isyanları olduğunu kabule ya da
itirafa mani olsa da gerçek durum budur.
İttihadçıların Meşrutiyet hatırına Hamparsum Boyacıyan, Vahan
Papasyan gibi Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı kirletmesine izin verdik-
leri Taşnak Armen Garo 1896 Galata Osmanlı Baskını’nda Taşnak-
ların bakışaçısını çok net şekilde ifade etmektedir. Baskın sırasında
banka müdür yardımcılarından Gustave Wülfing, terörist grubun ha-
yatta kalan lideri Armen Garo ile yaptığı görüşmede Taşnakların asıl
niyetini raporuna şu şekilde yazmıştır:
“Asıl niyetlerinin yeni ayaklanmalara neden olarak İstanbul’u ticarî ve malî
olarak çökertmek ve oluşan kriz karşısında geçimini tehdit altında gören ‘aşağı sı-
nıfların’ daha da kapsamlı ve radikal bir isyana yönelmelerini sağlamak.”

Ayrıca Wülfing, Garo ile yaptığı tartışmada, giriştikleri eylemin


muhtemel bir ayaklanma ve binlerce kişinin ölümüne yol açacağını
hatırlattığında Garo’nun verdiği ‘sakin’ cevap ilginçtir: “Ne kadar çok
ölü olursa, davamız için o kadar iyi olur”. İncelemenin yazarı bu bilgi-
lerden yola çıkarak şu tespitte bulunur:
“Modern anlamda tedhiş (terör) eylemlerinin en erken örnekleri arasında yer
alan bu baskının terör/tehdit/şantaj boyutunun ötesinde (ne kadar gerçekçi olursa
olsun) ekonomik ve malî krize bağlı devrim kurgusuyla birlikte düşünülmüş ol-
ması, tedhiş ve sosyal hareketler tarihi açısından önemli bir olgudur.” 328

1912-1914 yıllarındaki Ermeni özerkliği faaliyetleri ise Osmanlı-


nın ölüm-kalım mücadelesi zamanına tesadüf eder. Osmanlı Devleti,
327 Uras, a.g.e., s. 434-437.
328 Edhem Eldem, “26 Ağustos 1896 ‘Banka Vakası’ ve 1896 ‘Ermeni Olayları’”, Tarih ve
Toplum-Yeni Yaklaşımlar, Sayı: 5, s. 120.

- 215 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

tarihinin en yüzkızartıcı ve en ağır mağlubiyeti olan Balkan Harbi fa-


ciasını yaşamış, sadece İstanbul ve Trabzon’dan daha evvel feth ve ta-
vattun edilen topraklar kaybedilmemiş, bu hezimet ve toprak kaybı
neticesinde -eli silah tutan erkekler cephede olduğu için- kahir ekse-
riyetini kadın, çocuk ve yaşlıların teşkil ettiği Müslüman nüfusun da
varlığını tehlikeye düşürmüş, korumasız kalan bu zavallılar birçok yerde
koyun boğazlanır gibi boğazlanmışlardır. Bu satırlar, bugün nüfusun
geneli için hiçbir ciddî tedaîye [çağrışım] yol açmıyor; çünkü yakla-
şık bir asırdır bu topraklarda, bu ülkede geçmiş acılara temas edil-
medi, haliyle toplum hafızamız çok zayıfladı. Bu sebeple Girit, Tuna
ve Kafkas muhacirlerini geçtik, Balkan muhacirlerinin bile sağ-salim
Anadolu topraklarına ulaşabilmelerinin ne demek olduğunu ne kadar
çırpınsak da Balkan muhacirlerinin torunları dâhil kimseye anlatamı-
yoruz. “…Türkiye’ de Ermeni Sorunu, örneğin 1955-1970 arasında Erme-
nilerin epey kalabalık olduğu bir mahallede, Kurtuluş’ta büyümüş benim
gibi birisinin hiç duymadığı bir konuydu” diyen ve bu mevzuda “sol-li-
beral” cenahta mütalaa ettiğimiz akademisyen nasıl sonradan Ermeni
Meselesine vukufiyet kesbettiyse aynı şekilde Rumeli-Balkan muhacir-
lerinin varlığına da ıttıla kesbetmiş olmalıydı. Ancak her nedense Er-
meni Meselesinde gösterdiği cevvaliyeti ve rahmeti birçok yol arkadaşı
gibi o da Rumeli ve Kafkas muhacirlerini anlamakta göstermiyor.329
O halde iki Ermeni liderin beyanlarına göz atalım. Önce Krikor
Zöhrab’ın dediklerine bakalım:
“Bugün [Balkan Harbi ertesi] uluslararası siyasi durum Türkler için pek uygun
değil. Bu yüzden de Türklerle konuşmak için en uygun zaman bu. Böyle bir günü
bir daha zor buluruz. Yoksa Türkler şu ya da bu devletçe tavizler verip eninde so-
nunda kendilerini kurtarırlar. O zaman Ermeniler için vaziyet çok zor olabilir.”

329 I. Dünya Harbi esnasında yaşananlarda salt Türklerin itham edilmesi, canlı tarih
şahitleri olarak hep Ermenilere müracaat edilmesi, mezalim vesikası olarak sadece
Ermeni ve kötüniyetli misyoner ve sefaret mensuplarının hatıratlarına atıfta bulu-
nulması bariz bir çifte standarttır. Kazığa oturtulan, asker (Rus) ve çetelerin (Er-
meni) tecavüzüne maruz kalan, tecavüze maruz kalmamak için kendini köprüden
ırmağa atan, hamileyken süngüyle karnı deşilen, bebeği süngüye takılan, kirve köyü
diye sığındığı Ermeni köyünde tek kişi kalmayıncaya kadar katledilen insanların
hikâyesi onlar sırf Kürt ve Türk diye, Müslüman diye mi ilgi çekmiyor? Bkz. Hü-
seyin Çelik, Görenlerin Gözü ile Van’da Ermeni Mezâlimi, Ankara: Cedit Neşriyat,
2008.

- 216 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Şimdi de Karekin Pastarmacıyan (Armen Garo), Hamparsum Bo-


yacıyan gibi geçmişte Osmanlı Devleti’ne karşı terör faaliyetlerinde bu-
lunmuş olmasına rağmen yeniden ilan edilen Meşrutiyet’in “unsurla-
rın kardeşliği” ilkesi hatırına İttihadçılar tarafından Osmanlı Millet
Meclisi’nde milletvekili olmasına itiraz edilmemiş ama I. Dünya Harbi
başlayınca da Rus saflarına geçerek Ermeni gönüllü tabur/çetelerinin
birinin başına geçmiş Vahan Papazyan’a kulak verelim:
“Afrika’ daki [Trablusgarp] ve Balkanlardaki savaşları kaybeden İttihad ve Te-
rakki yönetimi reformlar için atacağımız adımlara karşı tedbir alacak halde de-
ğil. İçerde ve dışarıda siyasi gidişat çok kötü. Yabancı başkentlerden her ne paha-
sına olursa olsun para bulmaya çalışıyorlar. Öte yandan, içerde de gericiler sorun
çıkarmak için hazır bekliyorlar.”

Daha acısı 1863 tarihli Nizamname-i Millet-i Ermeniyan’dan iti-


baren Ermeni Patrikliği bünyesinde faaliyet gösteren 140 kişilik Er-
meni Meclisi’nin aldığı karardır. 21 Aralık 1912 tarihli oturumda bu
meclisin Samatya temsilcisi olan Zöhrab, Ermeni Reformu meselesinin
uluslararası arenada yüksek sesle dile getirilmesi yönünde bir önerge
verir ve bu önerge oybirliğiyle kabul edilir. Ermeni Milli Meclisi’nin
yürütme organı olan Merkezi İdare’nin başkan yardımcısı olan Papaz-
yan bu manzarayı şu şekilde ifade etmektedir:
“Merkezi idare artık bütün yolların tükendiğini ve bundan sonra Ermeni
Sorunu’nu uluslararasılaştırmaktan başka çare kalmadığını ve bunun sorumlu-
luğunun Ermenilerde olmadığını ilan etti. Bu öneri büyük bir heyecanla ve oy-
birliğiyle kabul edildi. Üyeler idarenin aldığı karara tereddütsüz bir şekilde uya-
caklarını ilan ettiler.” 330

Roderic H. Davison da “Balkan Harbi patlak verdiğinde, Ermeniler


bunda hem bir özgürlük savaşı örneği hem de harekete geçmek için bir
fırsat gördüler. Hareketlilikleri arttı” 331 demektedir.
Entelektüel namus hiç olmazsa bir asır sonra şunları itiraf etmeyi
gerektirir: Osmanlı Devleti’nde belli bölgeler için dayatılan ıslahat/
330 Rober Koptaş, “Zohrab, Papazyan ve Pastarmacıyan’ın Kalemlerinden, 1914 Ermeni
Reformu ile İttihadçı-Taşnak Müzakereleri”, İmparatorluğun Çöküş Döneminde Os-
manlı Ermenileri, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011, s. 178-9.
331 Roderic H. Davison, Osmanlı-Türk Tarihi (1774-1923), İstanbul: Alkım Yayınevi,
2003, s. 256-257.

- 217 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

reform projeleri evvela özerkliği temin etse de en nihayetinde tam is-


tiklale müncer olmaktadır. İttihadçılar harbe giriş kararını almasalardı
Rusların Anadolu’yu işgalini müteakip, 8 Şubat 1914 tarihli Yeniköy
Anlaşması ile kabul ettiğimiz Ermeni Islahatı yani özerkliği nihaye-
tinde 32-33 vilayetimizi kapsayan hatta Vilayât-ı Sitte kapsamında ol-
mayan Trabzon’u (ya da bir kısmını) bile içine alacak bir genişlikteki
bölgede Ermeni bağımsızlığı şeklini alacaktı. Bu proje belli oranda tat-
bik edilmeye de başlanmıştı.
Buna göre Şarkî Anadolu’da iki mıntıkanın başına ecnebî (ya-
bancı) iki müfettiş-i umumî konulacak ve bunlar Erzurum, Trabzon
ve Sivas’tan mürekkep A mıntıkası ile Van, Bitlis, Harput ve Diyarba-
kır’dan müteşekkil B mıntıkasına tayin edilecekti. Umumî müfettişler,
vilayetlerin idare-i mülkiye, adliye, polis ve jandarmasını kontrol ede-
ceklerdir. Kanunlar, emirler ve resmî ilanlar mahallî lisanda neşredi-
lecekti. Şimdilik kaydıyla Van ve Bitlis vilayetlerinin meclis-i umumi
ve encümen azaları yarı yarıya Müslim ve gayrimüslim olacaktı. Me-
calis-i idareye intihap olunan (seçilen) âzâ (üye), eskisi gibi yarı Müs-
lim ve yarı gayrimüslim olacaktı. Müfettiş-i Umumîler mahzur gör-
medikçe Müslim ve gayrimüslim arasındaki müsavat (eşitlik) kaidesi
iki mıntıkada (bölgede) münhal (boş) oldukça polis ve jandarma için
de tatbik edilecekti. Aynı kaide-i müsavat (eşitlik prensibi) mümkün
olduğu kadar bütün diğer hidemat-ı umumiye (genel hizmetler) için
de tatbik olunacaktı.332
Ruslar Kafkas Müslümanlarını, Yunanlılar Mora Müslümanla-
rını, Bulgarlar Tuna Müslümanlarını, Balkan İttifakı’na dâhil devlet-
ler Makedonya Müslümanlarını hayatta kalmak için tehcir etmediler;
oysa koskoca Osmanlı, fiilen veya hükmen üç kıtaya hâkimiyet sal-
mış Osmanlı geri çekile çekile, Müslüman ahaliyi kaybettiği toprak-
lara göme göme, katliam ve tehcirlerde kaybede kaybede bir avuç top-
rakta Anadolu’da hem de milleti kurtarma ve muhafaza için tehcire
müracaat etmiştir, çünkü Talat Paşa hiçbir şeyi bilmese bile Kırcalili
olduğu için Tuna’nın, Doğu Rumeli’nin, Makedonya’nın, Batı Trak-
ya’nın nasıl kaybedildiğini, kaybedilirken de nüfusun da kahir ekse-
riyetinin kaybedildiğini, Anadolu’nun da kaybedilirse hem gidilecek
332 Uras, a.g.e., s. 401–402.

- 218 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

yerin kalmadığını hem de milletin bekasının tehlikede olduğunu bili-


yordu. Bugün başta Talat Paşa olmak üzere, İttihadçılara ağız dolusu
söven sol liberaller, onlardan aferin ve entelektüel paye almak gayre-
tiyle ağız ve işbirliğine girişen bazı muhafazakâr ve dindarlar hele de
Kürtler bu topraklardaki bekalarını önce Allah’a sonra da İttihadçı-
lara borçludurlar. Onlar hiç kimseyi “yok etmek” kastıyla hareket et-
mediler, yok edilmek istenilen bir milleti korumak için tehcire müra-
caat ettiler. Hiç kimse tehcirle tehcir esnasında vuku bulan ve bizim
de asla ve kat’a tasvip etmeyeceğimiz, tasvip etmek ne demek, mazur
göremeyeceğimiz hadiseleri birbirine karıştırmamalıdır.

- 219 -
14. İttihadçılık ve İktisadî Bağımsızlık ya da
Kara Kemal

İ ttihadçılık ve iktisat mevzuları ele alınırken akla gelen ilk isim hiç
şüphe yok ki Kara Kemal olur. Kara Kemal’in kim olduğunu Mal-
ta’da kendisiyle birlikte bulunan gazeteci Ahmed Emin Yalman’dan
dinleyelim:
“Kara Kemal, bir politikacıdan ziyade takım takım müritleri olan, ruhlara
hükmedebilen bir şeyh intibaını yaratıyordu. Birçok kimseyi, karşılığında hiçbir
menfaat olmadan derin saygı ve sevgi hisleriyle kendine bağlı bulundurabilen bir
Kemal Bey… Belli bir zümre üzerinde Kemal Bey’in esrarlı bir tesiri olduğu göze
çarpıyordu. Sürgün hayatında mesela Kemal Bey’in nargilesi için üzülen, töm-
bekisi kalmadığı için uykusu kaçan arkadaşlar vardı. İstanbul İttihat ve Terakki
teşkilatına mensup takım takım adamlar ya saygı ve sevgi hisleriyle veya menfaat
ümitleriyle, onun emirlerini körü körüne dinliyorlar, gazabı karşısında titriyor-
lardı. Kara Kemal esnaf teşkilatını kuvvetli bir hale getirmiş, eski loncaları can-
landırmış, loncaları ve birliği olmayan esnaf arasında yeni teşkilat kurmuştu.
Bilhassa hamallar teşkilatı onun, daima seferber olan bir nevi komando kuvve-
tiydi. Kara Kemal, fırıncılar, hamallar, bakkallar gibi grupların, lonca ve bir-
liklerin başına kendi inandıkları adamları getirmelerine meydan bırakmamış,
bunlardan her birine kendi adamlarından birini yerleştirmişti. Bu gibi teşebbüs
ve hareketleriyle Tal’at, Enver ve Cemal’ den ibaret üçlü diktatörlüğe bile şu inti-
baı vermişti ki kendisinin istediği yapılmazsa, emrindeki ayaktakımına dayana-
rak her şeyi alt üst edecek bir durumdadır. Gerek diktatörler, gerek parti umumi
merkezi, Kara Kemal’i şakaya gelmez bir kuvvet diye kabul ediyor, onunla hoş ge-
çinmeye bakıyorlardı. Eğer adam tanımakta çok yanılmıyorsam, Kara Kemal’in
şahsi olarak bir ihtiras adamı olmadığına inanıyorum. Kendisinde kuvvetli bir
vatanseverlik hissi vardı.” 333

333 Bu ifadeler Ahmed Emin Yalman’ın, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim


unvanlı 4 ciltlik hatıratında Kara Kemal’den bahseden satırların ilave yapılmaksızın
ama takdim-tehirle bir araya getirilmesiyle yeniden oluşturulmuştur.

- 221 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Ahmed Emin Yalman aynı zamanda Kara Kemal’in intihar etme-


yip polisler tarafından vurulduğunu da yazmıştır. Ankara İstiklal Mah-
kemesi’nin davetini tebellüğ için gittiği Kartal’da Polis Siyasi Kısım
Başmemuru Hulusi Bey’den duydukları şöyledir: “Kara Kemal’in giz-
lendiği evden geliyorum. Kendisini evin kümesinde saklı bulduk. Elinde
silah vardı. Derhal vurduk. Ölümünden sonra elinden aldığımız silah
da işte budur.”
Kara Kemal, İTC’nin Talat-Enver-Cemal Paşalardan sonra en fazla
hükmü geçen lideriydi. Hatta Küçük Talat, Ankara İstiklal Mahkeme-
si’nde yargılanırken “şurası da bir hakikattir ki, merkez-i umumî, İstanbul
heyet-i merkeziyesi üzerinde nafiz değildi. Onların kendi fikirleri, ken-
dilerine mahsus hareketleri vardı” bile diyordu. Talat Bey’in istifası ve
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra Kara Kemal, “Rumlar,
Ermeniler sizi tahkir eder, ben saklanırım ama siz saklanamazsınız; iyisi
mi memleketi terk edin, zamanı gelince tekrar gelirsiniz” deyip334 hayatı
ve haysiyeti tehlikede olan İttihadçı liderleri sağ-salim ülke haricine
göndermiş ve o boşlukta adeta İTC’nin reisliğini de deruhte etmişti.
Cumhuriyet’te tüm masumiyetine rağmen onun mevcudiyeti muzır
telakki ediliyordu. Mütareke’de yaşadıkları, ihanetle ve yabancı işgali
ile izah edilse de Cumhuriyet devrinde maruz kaldığı muamelenin çir-
kinliği henüz layık-ı veçhile kaleme alınmamıştır. Mütareke devrinde
kurulan Divan-ı Harb-i Örfi’de de İzmir ve Ankara’daki İstiklal Mah-
kemesi’ndeki İttihadçı yargılamalarında da ismi en fazla geçen, en fazla
itham, isnad, hatta iftiraya maruz kalan, İstiklal Mahkemesi’nde Kel
Ali’nin sanıklara “Kara Kemal’in arkasından daha ne zamana kadar gi-
deceksiniz?” diye bağırarak hıncını ifade ettiği bir İttihadçıydı.335 Bu
334 Kara Kemal, Teşkilat-ı Mahsusa’nın teşkilinde Doğu Anadolu’ya gönderilen mü-
him İttihadçılardan da biriydi. Ertürk, a.g.e, s. 111. Kara Kemal’in Trabzon başta
Doğu Karadeniz’deki faaliyetlerine dair Arif Cemil’in I. Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı
Mahsusa unvanlı çalışmasında nispeten daha fazla malumat vardır. Ayrıca Kara
Kemal’in Teşkilat-ı Mahsusa kapsamındaki faaliyetlerinden bahseden ama yazarı
haricinde hemen hiç kimsenin çabalayıp da ulaşamadığı Genelkurmay Arşivi’ndeki
vesikalardan oluşan bir çalışma için bkz. Ahmet Tetik, Teşkilat-ı Mahsusa (Umûr-ı
Şarkıyye Dairesi) Tarihi Cilt I: 1914-1916, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2014.
335 Hüsamettin Ertürk, Kara Kemal’in Talat Paşa’nın emri üzerine Karakol Cemiye-
ti’ne üye kaydettiği ilk isimler arasında Kel Ali’nin de ismini zikretmektedir. Ertürk,
a.g.e., s. 217.

- 222 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

sebeple İzmir-Ankara İstiklal Mahkemesi yargılamaları büyük oranda


bir “Kara kemal yargılaması” idi. Hem Mütareke’de Damad Ferid
Paşa hem de Cumhuriyet’te İstiklal Mahkemesi, idaresindeki vakıflara,
şirketlere, malvarlığına el koydu. Herkesi bu kadar korkutan, mevcu-
diyeti tehlike olarak görülen Zülüflü’nün aslında 1926 senesine kadar
yaşamış olması bile ilginçti. Kara Kemal hakkında yer yer küstahane
ifadelerde bulunan Ziya Şakir, Meşrutiyet’in hemen akabinde merhu-
mun büyük bir güç haline geldiğini şöyle yazıyordu:
“Cemiyetin bütün saltanat merkezi, sadece Şeref Sokağı’ndaki Pembe Ko-
nak’tı. Artık bütün İstanbul teşkilatını ele alan Kara Kemal Bey geniş bir sa-
lahiyetle Cemiyetin bütün işlerini çeviriyor; taçsız ve tahtsız bir hükümdar gibi
saltanat sürüyordu. Memalik-i Mahrusa-ı Şahane’ den gelen çeşit çeşit mebuslar,
birbirine rekabet edercesine bu binayı ziyaret ediyor, hepsi de derecelerine göre
izaz [ağırlanıyor] ve ikram ediliyordu. Binanın muhtelif odaları, muhtelif züm-
relere ayrılmıştı. Göze en ziyade çarpan, sarıklı mebuslardı. Her zümrenin ayrı
ayrı teşrifatçıları vardı. Mektep tahsilini terk ederek bu binadan feyz almaya şi-
tap eden [koşan] bazı gençler, hatta mektep sıralarında iken başlarında sarık ta-
şıdıkları halde şimdi birden bire sivilize oluvermiş çömezler; Kara Kemal Bey’in
etrafında pervane gibi dönüyorlar, onun nargilesine ateş vermek için birbiriyle
rekabete girişiyorlardı”.336

Ziya Şakir, ayrıca Kara Kemal’in “idare ettiği geniş mikyasta bir is-
tihbarat şebekesi” olduğunu, 23 Ocak 1913’teki Bab-ı âli Baskını’nda
yer alan iki zümreden birinin “Kara Kemal Bey’in teşkilatına dâhil muh-
telif zümreye mensup siviller” olduğunu da yazmaktadır.337
Talat Paşa, şeftir, reistir; ancak İttihadçıların Küçük Efendisi Kara
Kemal de az adam değildir; Talat ülkeyi, o da İstanbul’u idare etmiş-
tir; bazen, İstanbul’u idare etmek, tekmil memleketi idare etmekten
daha müşkildir, daha mühimdir; İttihad ve Terakki’nin İstanbul mu-
rahhası, cemiyetin katib-i umumisi’nden daha az ehemmiyeti haiz bir
pozisyonda değildir.
Bugün itibariyle Kara Kemal’in “Millî İktisat” mefhumuyla yan
yana zikredildiği bir vakıadır. Aslında Kara Kemal denilince akla gel-
mesi iktiza eden şey, hayattayken yaptıklarının gelecek nesillere na-
sıl intikal ettiği, bunun siyaseten tevarüs edilip edilmediği, takip ve
336 Ziya Şakir, İttihat ve Terakki-II Nasıl Yaşadı?, s. 86-87.
337 Ziya Şakir, İttihat ve Terakki-II Nasıl Yaşadı?, s. 598, 789.

- 223 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

tatbik ettiği iktisadî siyasetteki bazı mühim ve hayatî hususların top-


lum bünyesine kök salıp salmadığıdır. Kara Kemal, iradî bir tercihle
sadece gayrimüslimlere değil, her biri birer güçlü devletin tebaası olan
Levanten/yabancılara karşı da Müslümanları kayırmış, kollamıştır. İs-
tanbul’u ve Anadolu’yu bir küll [bütün] halinde ele almış, İstanbul ve
Ege’de yerli-yabancı gayrimüslimlerin tekelinde olan ticarî faaliyetlerde
Müslümanların isbat-ı vücud etmelerini, başta Konya olmak üzere de
Anadolu’da da Müslümanların mevcut hallerinde bir gelişmeyi-iyileş-
meyi istihdaf etmiştir. Ne yazık ki Konya’da yaptıkları şimdiye kadar
sadece tadad edilmiş, bunun içtimaî-siyasî akisleri henüz bihakkın tes-
pit ve teslim edilmemiştir. İstanbul’da esnafı, Konya’da ise çiftçiyi yeni
ve millî iktisadî siyasetin merkezi haline getirmiştir.
Bu siyaset muvacehesinde İstanbul-Konya ve İstanbul-Ege arasında
kurmuş olduğu bağlantı aslında Konya merkezli İç-Orta Anadolu’nun
İstanbul’la beraber ülke kaderine ve geleceğine hâkim olmasının da
yolunu açmıştır.338 İstanbul iaşesi için lazım olan unu Konya’dan ara-
cısız, çiftçinin ürününü hayatında görmediği, memnuniyetini mucip
olan bir meblağdan satın almıştır. İhracat işleriyle ve kendisinin bil-
hassa tiftik, yapağı ve tütün işiyle iştigal için kurduğu Millî Mahsulât
Şirketi sayesinde harp senelerinde yapağı fiyatını 7-8 kuruştan 60-70
ve tiftik fiyatını da 8-10 kuruştan 90-100 kuruşa kadar çıkartmış-
tır. Almanya ile Türkiye arasındaki yollar açılıp da bir dereceye kadar
muntazam nakliyat başladığı zaman gerek yapağı, gerek tiftik için İs-
tanbul’da Almanya için iptidai [ham]madde tedariki ile meşgul mü-
essesenin gerek levazım ve gerek onun adamları vasıtasıyla bu malları
toplamakta olduğunu görünce onun Millî Mahsulât Şirketi’nin dâ-
hildeki mübayaa[satın alma] teşkilatına derhal fiyatlara zamm ederek
338 “…Mahsulü pazara sevk eden Anadolu tüccarı tarımsal ürün fiyat artışlarından pa-
yına düşeni almış, kısa sürede, taşrada bir esnaf-tüccar kesimi doğmuştu. Anadolu’yla
ticarî ilişkiler kurulurken Müslüman-Türk tüccar gözetilmiş, Hey’et-i Mahsusa-i Ti-
cariyye akitlerinde ve vagon tahsisinde İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne yakın çevrelere
öncelik tanınmıştı. Diğer bir değişle, o güne değin gayr-i Müslim ve yabancı tüccarın
elinde bulunan iç ticaret Müslüman-Türk ticaret erbabının denetimine verilmiş ya da
o günkü deyimle ‘millîleştirilmiş’ti. Böylece ‘millî iktisad’ın gündeme getirdiği ‘millî
tüccar’ doğmuş, ‘millî ticaret’ gerçekleşmişti.” Zafer Toprak, İttihad-Terakki ve Cihan
Harbi- Savaş Ekonomisi ve Türkiye’de Devletçilik 1914-1918, İstanbul: Homer Kita-
bevi, 2003, s. 200.

- 224 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

mütemadiyen mübayaa ve mütemadiyen zamm emri vermiş ve bu su-


retle fiyatları yükselterek piyasayı o zamanlar köylünün hayalinden
bile geçmemiş derecelere kadar çıkartmıştır. Eğer Millî Mahsulât’ın
bu müdahalesi olmasaydı, mesela Karasu ve emsalinin pek çok para
kazanacak ve memlekete de Almanya’dan o kadar para girmeyecek-
ti.339 Bunlar yazılmışsa da Kara Kemal sayesinde Konya ve İç Anadolu
üzerinden aslında Anadolu insanının ülke iktisadiyatında geçmiş asır-
ların aksine müessir bir vaziyete geldiğini, bunun zaman içinde mu-
hafazakâr-dindar kimliğiyle siyasî-içtimaî bir takım tezahürleri oldu-
ğunu pek kimse ifade etmemiştir.
Kara Kemal’in yerli-yabancı gayrimüslim tüccara karşı kayırdığı
Müslüman esnaf için yani bakkallar, kayıkçılar,340fırıncılar, hamallar
için yakın zamana kadar ‘ayak takımı’ tabiri kullanılıyordu.341 Türk
köylüsü, çiftçisi, esnafı İTC devrine kadar yerli ve yabancı gayrimüs-
lim tüccarın sömürdüğü, zavallı diye gördüğü insanlardı. Ancak kısa
müddet zarfında İTC bu sömürüyü nihayete erdirdi. ‘Müslüman’ kim-
liğinin haricinde muhafazakâr-dindar vasfına hiç vurgu yapılmayan bu
insanlar aslında Kara Kemal’in de tercih ve inancını ifade etmekteydi.
Kara Kemal’in idaresindeki şirketlere hem Damad Ferid Hükûmeti
hem de bilahare Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından el konulmasıyla
dindar-muhafazakâr insanların içtimaî, siyasî, iktisadî hayattan dışlan-
ması aşağı-yukarı aynı şeydi. Bu meyanda Dersaadet Ticaret Odası’n-
dan başka bir surette teessüs ve istihale eden [değişime/gelişime uğra-
mış hali] ve esasen muhafazakâr ve mütedeyyin esnafın temerküz ettiği
Odalar ve Borsalar Birliği bile Kara Kemal’in eseridir denilse sezadır.
339 Birgen, a.g.e., Cilt I, s. 348.
340 Kayıkçıların Karadenizli, bahusus Rizeli oldukları, her netameli dönemde hamiyet-i
milliyeleri iktizasınca hareket ettikleri, dindar oldukları pek çok hatırat ve eserde
yer almaktadır. Mesela meşhur istihbaratçı polislerden Ali Rıza Öge, hatıratında
“Rizelilerden oluşan bu kayıkçıların her şeyden evvel denizin verdiği zorlukları yene-
cek güç ve cesaretleri olduğunu, üstelik çoğunun da dindar ve vatansever kişiler oldu-
ğunu çok iyi biliyordum” demektedir. Ali Rıza Öge, Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir
Polis Şefinin Gerçek Anıları, Bursa: Günlük Ticaret Gazetesi Tesisileri, 1957/1982,
s.40. Bu hatıratın kimi yerde de Polis Akademesi Yayınları baskısına atıfta bulunul-
muştur.
341 Falih Rıfkı Atay “Birinci Dünya Savaşı’nda kendisi on kuruş kazanmadan birkaç
milyoner yaratmıştı. Eski fedailer arasından!” derken sapla samanı karıştırmaktadır.
Atay, Batış Yılları, s.72.

- 225 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

İslamcılar, muhafazakârlar ve mütedeyyinlerin kahir ekseriyeti salt


Abdülhamid ve bazı İtilafçı ulema hatırına sabah-akşam İttihadçılara
sövmeyip de onların tatbik ve takip ettiği iktisadî siyaset hakkında bi-
raz tetkik ve tefekkürde bulunsalardı hem İstanbul’da hem de Anado-
lu’da hâkim ve cari iktisadî, siyasî, içtimaî geleneğin onların eseri ol-
duğunu ya da hâkim rengin onlara ait olduğunu da görürlerdi. Elbette
ki iktisat siyasetimizin tahavvülü kolay olmamış, başlarda İttihadçı-
lar da liberal iktisat politikalarını terviç etmişlerdir. 1908 Meşrutiye-
ti’nin yarattığı liberal iktisadî ortam, eşit şartlarda rekabet gücünden
mahrum olan geleneksel Müslüman-Türk esnafının durumunu daha
da vahimleştirmiş, böylelikle iktisadî hayatta gayrimüslim unsurla-
rın ve yabancı sermayenin ağırlığı da artmıştı. Ancak bilhassa Balkan
Harbi ertesinde gelişen sosyal-siyasî şartlar iktisadî sahaya da yansı-
mış, yavaş yavaş ‘millî iktisat’ mefhumu neşvünema bulmuş ve esnaf
ve esnaf cemiyetleri tekrar önplana çıkarılmıştır.342
Birçok kimse Kara Kemal’in ve Heyet-i Mahsusa-i Ticariye ile
anonim şirketlerin I. Cihan Harbi’nde ‘ihtikâr[vurgunculuk] yaptı-
ğını iddia etmiş ve halen de etmektedir; Kara Kemal’in en büyük ta-
lihsizliği, kendisini pek müdafaa edeninin olmamasıdır. Oysa Küçük
Efendi Meclis-i Mebusan’da kurulan komisyonda ifade vermiş, ancak
ifadesini Divan-ı Harb-i Örfi’de de detaylandıracakken yargılanma-
dan İngilizler tarafından derdest ve esir edilip Malta’ya gönderilmiş-
tir. Kara Kemal kongre kararıyla aklanan biridir; üzerinde hemen hiç
şahsî mal yoktu; kaldı ki Divan-ı Harb-i Örfi bile onu böyle bir şeyle
itham edememişti.
Kara Kemal’e en fazla da ekmekte, iaşede vurgun yaptığı ithamı ya-
pılmıştır. Küçük Efendi’nin ekmek işinden, iaşeden vurgun yaptığını
iddia etmek ağır bir bühtandır. Kara Kemal hakkında en son söyle-
necek söz, vurgundur; hele de ekmek işinden dolayı vurgun yapıldığı
iddiası çok ağırdır. Ne ekmekte ne de sair işlerde Kara Kemal’den sa-
dır bir ihtikâr vuku bulmamıştır. Kara Kemal kendisine yöneltilen bu
türden haksız ithamları cerh etmiştir:
‘İhtikâr yapmak için bir malı en ucuz fiyatla almak ve en gâlî [pahalı] olarak
satmak lazımdı; hâlbuki böyle olmamıştır. Bendeniz Millî Kantariye Şirketi’ni

342 Bkz. Toprak, a.g.e, s. 200 vd.

- 226 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

tesisten üç ay sonra ikinci defa olarak Birinci Mıntıka Reisi olunca, şirketin elinde
mevcut olan pirinç, fasulye ve şekeri kendilerine mal olan fiyatlardan biraz faz-
lasıyla bana vermelerini ve bu suretle memlekete hizmet edeceklerini söyledim ve
muvafakatlarını temin ettim. O sırada mıntıka hesabına tüccarla uyuşarak pirinç
fiyatını 30 kuruşta tevkif etmek [sabitlemek] için 35 kuruşa tüccardan pirinç al-
dım. O vakit de herkes bunları Kemal Bey ucuz alıyor, şirketlere veriyor, fazla fi-
yata sattırıyor, demişlerdi. Hâlbuki bu iş bunların makûsudur. Ben bu pirinçleri
35 kuruşa toplarken millî şirketlerden pirinci 19 kuruşa aldım. O vakit şirketle-
rin elinde 169.169 kıyye pirinç mevcud idi ve o tarihte pirincin okkası 35, 36 ve
37 kuruşa satılıyordu… Aynı tarihte şirketin elinde 129.000 kıyye fasulye vardı.
Fasulyenin 96.000 kiyyesini 9 kuruştan mübayaa ettim, hâlbuki o vakit piyasada
bir okka fasulye 15,20 kuruş idi; nitekim bu suretle ahaliye 100’er dirhem fasulye
tevzi etmiştim ve tabii bu 96.000 kiyye fasulye bütün tevziata kifayet etmediğin-
den piyasadan da 20 kuruşa fasulye mübayaasına mecbur olmuştum; hâlbuki biz
on kuruşa ahaliye fasulye dağıtmıştık. Sonra şirketin elindeki şekerleri, piyasada
bir okka şeker 150 kuruşa satılırken, 9 kuruşa alarak ahaliye ve bir kısmını 50
kuruşa, 42 kuruşa kooperatiflere ve 20 kuruşa memurine tevzi ettirdim… Şu-
rasını söyleyeyim ki dört beş milyon şeker ihtikâr edecek adam için başka bir ka-
leme atf-ı nazar etmeğe hacet yoktur; çünkü 100 kuruştan verse 5.000.000 lira
ederdi,343 fakat bunu yapmaya sebep yoktu ve şirket bunu yapabileceği halde yine

343 Kantariye şirketi ve şeker tevzii hususunda şu satırlar hayli dikkat çekicidir: “İs-
tanbul Heyet-i Merkeziyesi o sırada, biraz nevi cinsine münhasır, mevcut iktisat
nazariyelerine pek uymamakla birlikte ilk hamlede yabana atılmaya layık olmayan
bir fikrin peşine takılmıştı. İstanbul’da büyük bir Kantariye Şirketi kurmak, bunun
hisselerini tedricen İstanbul’un biri hususi ticaret ve diğeri kooperatifler olmak üzere
iki nevi bakkaliye teşkilatı arasında taksim etmek istiyordu. Bu maksadını tahakkuk
ettirmek için de şöyle bir vasıtaya müracaat ediyordu: Bizzat getirtip peyderpey İs-
tanbul halkına dağıttığı üç yüz küsur vagon şekeri, her bakkal dükkânları vasıtasıyla
dağıtıyor, bu şekerleri nüfus başına muayyen bir miktarda ve gayet ucuz bir fiyatla
tevzi ettiriyordu. Fiyatı tayin ederken bakkallara küçük bir kâr hissesi ayırmış, fakat
bunun bir miktarını gizli tutmuştu. Bu tevzi işi bir miktar ilerledikten sonra Bakkallar
Cemiyeti vasıtasıyla bu bakkallara müracaat ve Kantariye Şirketi’nin hisselerinden
almalarını teklif etti. Sermayeleri az olan bu bakkallar bu gibi işlere girmekte esasen
tereddüt eden insanlar olduklarından Heyet-i Merkeziye onlara dedi ki: ‘Sizin sat-
tığınız şekerlerden hâsıl olmuş bizde bir miktar daha kârınız var. Eğer isterseniz bu
kârınızı nakden alabilirsiniz. İsterseniz bu kârlarla size hisse senedi vereyim’. Bu söz
karşısında bakkalların büyük bir kısmı kâr mukabilinde hisse senedi almayı tercih et-
tiler. Görülüyor ki harp esnasında şöyle yapıyormuş, böyle ediyormuş diye mübalağalı
dedikodularla aleyhine hücum edilen Kantariye Şirketi, şunun bunun zengin olması
için kurulmuş bir müessese değil, belki de İstanbul’da mükemmel ve tam manasıyla
Avrupai bir bakkallık teşkilatı vücuda getirmek gayesiyle meydana getirilmiş bir nevi
toptancı bakkaliye, bir nevi ‘Bakkallar Ana Şirketi’ idi.” Birgen, a.g.e., s. 331-32.

- 227 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

yapmamış, tahfif-i es’ âra [fiyatların düşmesine] hizmet etmiş ve galâ [karaborsa],
ihtikâr yollarına sapmamıştır.’ 344

Kara Kemal Bey, ihtikârı [vurgunculuk, karaborsacılık] biraz da


piyasa şartlarıyla birlikte mütalaa etmektedir:
“İhtikâr denilen muamelât-ı hâzıra, nedretten [azlıktan] ve deverândan ileri
gelen bir piyasa buhranından ibarettir. Bunun da başlıca âmili piyasada para-
nın kesreti ve eşyanın nedretidir. Terâküm eden sermaye nedretini gördüğü eşyaya
doğru büyük bir hücum icra etmekte ve bundan ihtikâr işleri tevellüd eylemek-
tedir. Binaenaleyh buna karşı yapılacak şey, piyasa cereyânlarını ta’ kib ve bun-
ların iktisadî kanunlara nazaran sevk ve idare ederek mümkün mertebe para ile
eşya arasındaki arz ve talep cereyanını tabii bir seyir ta’ kib etmesini temine ça-
lışmaktan ibarettir”.345

Hem Esnaf Cemiyetleri’ndeki hem de İttihat ve Terakki İstanbul


Heyet-i Merkeziyesi’ndeki arkadaşlarının hepsinin namusunun müsel-
lem insanlar olduğu ve çok cüz’i bedeller mukabili hizmet gördükleri de
bugün daha iyi taayyün etmiştir. Meclis Tahkikatındaki ifadesinde de
‘Bu işten dolayı lehü’ l-hamd ve’ l-minne cebime on para koymadığım gibi
bu işlerle uğraşan arkadaşlarımın da cebine dahi on para girmemiştir’ de-
miştir.346 İttihadçıların içinde aksini söyleyecek çok sayıda hamiyetli,
namuslu insan olduğu hesaba katılırsa kongrede o kadar insanın Kara
Kemal’in namusuna kefil olması az bir şey değildir. Tüm siyasî-ideolo-
jik mülahaza ve peşinhükümlerden sıyrılındığı takdirde Kara Kemal’in
milletini soyacak adam olmadığı da rahatlıkla söylenecektir. Hürriyet
344 Kara Kemal Bey’in Osmanlı Meclis-i Mebusanı 5. Şube’deki tahkikatta 7 Aralık 1918
tarihinde verdiği ifade metninden… Osman Selim Kocahanoğlu, İttihat-Terakki’nin
Sorgulanması ve Yargılanması, İstanbul: Temel Yayınları, 1998.
345 “İaşe Teşkilatı Etrafında-İaşe Nazırının Matbuata Beyanı”, Tanin, 25 Ağustos 1918, s.
2’den naklen Toprak, İttihad-Terakki ve Cihan Harbi- Savaş Ekonomisi ve Türkiye’de
Devletçilik 1914-1918, s. 261.
346 Tahkikat ifadesinden… Başka bir yerde de “Muamelat-ı ticariyeden hâsıl olup gerek
aynen ve nakden elde bulunan, gerek şirketlere mevzu’ olan sermayeden şimdiye ka-
dar vuku bulan temettüâta ne şahs-ı manevî, ne de bunu idare edenler iddia-i tasar-
ruf ve temellükü hatıra bile getirmediği cihetle mesârifât-ı vakıa-i zaruriyeden maada
tahassül eden her nevi temettü tamamen ve emaneten hıfz edilmiş ve bunun bittabi
memlekete nafi olacak bir emr-i mebrure tahsisiyle devamlı bir sermaye-i hayriyenin
tesis-pezir olmasına müsaade buyurulacağı…” demektedir. [Kara] Kemal, İttihad ve
Terakki Umumî Kongresinde İstanbul’un Bir Sene Üç Aylık İaşesi Hakkında Takdim
Kılınan İzahnamedir, t.y., s. 23.

- 228 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

ve İtilafçılar, Mütareke’de işbaşına gelince kısa bir süre sonra kendi-


leri de aynı akıbete duçar olup vurgun ve yolsuzlukla itham edildiler.
Damad Ferid Paşa sadaretinde İaşe Müdiriyeti’ne getirilen ve muhte-
melen masum olan Nüzhet Sabit’in müdafaaname kaleme almak mec-
buriyetinde kalması ne hazindir:
“İaşe Müdiriyeti değil memleketin cihanın en mülevves [kirli] bir idaresidir…
İaşenin vazifesi ekmek tevziinden ibaret değildi ve olamaz. İaşe meseleleri Harb-i
Umumî’nin tevlid ettiği elim bir zaruret-i iktisadiyedir. Bu her memleket için
böyledir. Amerika ununa yahud haricin herhangi bir muavenetine güvenmek bü-
yük bir hatadır. Mazide hata edenleri takbih [kınamak] edenler unutmamalıdır
ki bugünden yarının hayat-ı iaşesini düşünmezsek vahim buhranlar karşısında
kalırız… İaşe’ de zarar gibi görülen ve gösterilen birçok rakamlar haddizatında
bir zarar-ı kat’i değildir; surîdir, zahirîdir. Mesela bin çuval un mübayaa etmek
ve 12.000 lira vermek Hazine’yi mutlaka 12.000 lira mutazarrır etmek [zarara
uğratmak] değildir. Belki bazen yüzde on nisbetinde kazanç bırakabilen bir mu-
amele-i ticariyedir… Dâhiliye Nezareti’ne kadar aks ettirilen tediyede yolsuzluk
şayiası bütün diğerleri gibi müretteb idi.” 347

Savaş müddetince belli bir oranda suistimal ve ihtikâr olmuşsa da


Kara Kemal ve arkadaşlarının suçlanması haksızlıktır. Kara Kemal ve
arkadaşları iktisadın da piyasa şartlarının da ihtikârın da ne olduğunu,
bunların komitacıları bile dinlemediğini I. Cihan Harbi’nde yaşaya-
rak öğrenmiş, bunlara silah, kuvvet ve kudretlerinin galebe çalamadı-
ğını görmüş insanlardı.
Kara Kemal hakkındaki isnad ve ithamların biraz gayrimüslim ve
işgalci ağzıyla ifade edilmesinin sebebi, Divan-ı Harb-i Örfi zabıtla-
rıyla da anlaşılacağı üzere mahkeme reisinin defalarca sorduğu “Siz bu
ticarî işlerden kazandığımız parayı niye vakf-ı İslamiyeye hasrettiniz; bu
paralarda gayrimüslimlerin de katkısı var, onlar da ekmek ve sair iaşe
maddeleri yediler, yedikleri gıda maddelerine ücret ödediler; gayrimüslim-
ler bu paralardan istifade edemeyecekler, bu haksızlık değil mi?” mealin-
deki soru olmalıdır. O zamanki İstanbul nüfusu, gayrimüslim oranı,
onların zenginliği hesaba katılmadan, dikkate alınmadan tevcih edi-
len bu sual ne yazık ki bugün bile bazı muhafazakârların dilinden düş-
memektedir. Kara Kemal’in kurduğu aşhanelerde onbinlerce insanın
347 Nüzhet Sabit, İaşe’de Kırkbeş Gün, Yay. Haz. Cüneyd Okay, İstanbul: Doğu Kitabevi,
2014.

- 229 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

meccanen [bedava] ya da çok cüz’î bir meblağa doyurulduğu, sırf Be-


şiktaş’taki aşhanede onbinin üzerinde insanın karnını doyurduğu, hatta
bundan gayrimüslimlerin bile istifade ettiği hatıra bile getirilmiyor.348
Kara Kemal’in yargılanması, biraz da düşmana karşı şirin görünmek
isteyenlerin ‘bakın gayrimüslimlerin iktisadî kazançlarına ket vuran bi-
rini yargılamada öne çıkarıyoruz’ zavallılığına müstenit gibidir.
Kara Kemal’in çevresindeki insanlar, yardımcıları, hemen hepsi, bu-
gün birilerinin ayak takımı dedikleri insanlardı. İstatistiklere bakıldı-
ğında, ihracatın hep gayrimüslimlerin elinde olduğu görülür; bunlar
hasat mevsimi hemen tekelleşir Anadolu’da yerli üreticiye istedikleri
fiyatı dayatır, onları sömürürlerdi. Çünkü Müslümanlar, onlara göre
ticaretten anlamayan, sadece memur olması ve savaşta ölmesi gerekli
insanlardı; bu, Müslümanların bile kurtulamadığı ve inanç haline ge-
tirdiği bir algıydı. Kara Kemal ve arkadaşları, bu algıyı kırdılar; tica-
reti, ihracatı bir nebze de olsa ellerine aldılar, sömürülen insanların
ürünlerine hak ettikleri fiyatı verdiler, verdirdiler. Ticaretle elde edi-
len kârlarınsa bir kısmı hissedarlara dağıtılsa bile çoğu ile aşhaneler
kuruldu, insanların savaş döneminde aç bırakılmamasına gayret sarf
edildi. Kara Kemal, bu kabil iktisadî çaba ve mücadele ile biraz da
gayrimüslimden ve zenginden alıp Müslüman’a ve fakire veriyordu.
Birçok iş normal ticaret şeklinde olsa, kâr yine gayrimüslimin, tüc-
carın, zenginin cebine gidecekti. Bunlardan yardım alabilmek için ya
ricaya ya da tehdide müracaat edilecekti. Zenginin, tüccarın çoğunun
gayrimüslim olduğu dikkate alındığında savaş döneminde onlardan
değil gayret, müzaheret ve muavenet bile beklemenin imkânsızdan
öte muhal olduğu basit bir zekânın bile idrak edeceği bir hakikatti. Şu
anekdot bile tek başına vehametin vüsatine delil olmalıdır:
“Balkan muharebesinin ikinci safhasında Çatalca’ daki askerin iaşesi mevzu-ı
bahsolduğu zaman, o sıralarda ekseriyetle Rum ve Ermeni ve pek az Türk elinde
bulunan fırınlardan çıkan ekmeğin birden bire azalmış olduğunun görülmesi ve
askerin iaşesinde büyük müşkülata uğranılması hükûmet ve İttihat ve Terakki
teşkilatının gözlerini faltaşı gibi açmıştı. Demek İstanbul halkının ekmeği bile
Türk’ün elinde değildi? O tarihte İstanbul’ da fırıncılardan Çatalca’ daki ordu için

348 Kara Kemal’in 5. Şube’de verdiği ifadede zapta geçen sözleri şöyledir: “Aile matbahı
(aşevi) namiyle İstanbul’da 26 yerde matbahlar küşad ettirdim ve bir kab yemek bir
kuruşa verilmek üzere 90.000 kişiyi besledim…”

- 230 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

istenilen şey elli bin kilo ekmek idi. İstanbul fırınlarının o zamanki kabiliyetle-
rine nazaran bunun iki mislini vermeleri işten bile değilken yüzde sekseni gayri-
millî olan fırıncılar kasten ekmek çıkarmamışlar, halk ekmek bulmak için fırın-
ların önünde birbirine girmişti. En nazik bir zamanda fırıncıların bu hareketi
yapmış olmalarını İttihat ve Terakki unutmadı ve umumi harp ile beraber İstan-
bul’ da Türkleri fırıncılığa sevketmeye karar verdi.” 349

Ticaret ve para çarkını devlet ve millet nam ve hesabına Kara Ke-


mal’in döndürmesi bilhassa harp şartları tetkik edildiğinde hayatî bir
ihtiyaç, zaruret, hatta mecburiyetti. İttihad ve Terakki’nin 1332/1916
senesinde içtima olunan kongresinde Kara Kemal’i müdafaa için kür-
süye çıkan Hacı Adil Bey’in “Kemal Bey’in bu büyük hizmeti tarihe mü-
cevherli kalemle yazılacaktır” serlevhasının yakın tarihe meraklı her bir
ferdin vicdanında ma’kes bulamamasının sebebi İttihadçılar hakkın-
daki yersiz algı ve haksız ithamlar olmalıdır. Yayınladıkları ‘Pehlivan
Tefrikaları’ ile en adî ve iğrenç isnad, itham ve iftiralardan imtina et-
meyen tarihçi-gazeteciler bile tüm bu rezilliklerine rağmen nadiren
de olsa Kara Kemal’in Müslüman ahaliyi himaye ettiğini itirafa mec-
bur olmuşlardır.
Vedat Eldem gibi ciddî bir iktisat araştırmacısının “Her türlü yol-
suzluk, istifçilik, spekülasyon, irtikap ve ihtilasa rağmen, bu devrede [harp
esnasında] bugünkü anlamda büyük servetler yapıldığı iddia olunamaz.
İktidar mevkiinde bulunanlardan zengin olmuş kimseyi zikretmek müm-
kün olmadığı gibi, ikinci ve üçüncü plandaki memurlardan da servete
kavuşmuş olanlar nadirattandır,”350 tespiti bile Kara Kemal ve İttihad-
çıların gayret ve faaliyetinin maksadını izaha kâfi gelir. Belki tekrar,
belki malumu ilam olacak ama Müslümanlar senelerdir değil, asırlar-
dır umumiyetle ya çiftçilik, ya askerlik ya da memurluk yaptıkları için
ticaret ve zanaatta de behreleri ve meşguliyetleri bulunmakla beraber
gayrimüslimlerle rekabet edecek, hatta mukayese edilecek durumda
değillerdi. Kanunî bir mânia olmadığı takdirde ticarette rekabet ya
349 Birgen, a.g.e., s. 325-26. Mesela Balkan Harbi’nden sonra da Aydın Vilayeti’nde Türklerin
ekonomide daha aktif olmasını sağlamak için gayret gösterilmesinin en önemli sebebi,
vilayette ekonomik üstünlüğe sahip olan Rumların bu ekonomik güçlerini savaş sırasında
devlet aleyhine kullanmış olmalarıydı. Efiloğlu, a.g.e., s. 135.
350 Vedat Eldem, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomisi,
An-kara: TTK Yayınları, 1994, s. 47.

- 231 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

da faikiyet sermaye, iktisadî terbiye ve tecrübe ile mümkündür. Müs-


lümanlar harp sahalarına sürülmekten, harp sahalarında kırılmaktan,
harp sahalarından yaralı ya da yarım dönmekten dolayı değil ticaretle,
zanaatla, bir evlek bahçe ve tarlayla bile doğru düzgün alakadar olacak
durumda değillerdi. Rediflik belası yüzünden Müslümanlar cepheye
sevk edilirken kundakta bıraktıkları bebelerini, Cenab-ı Hakk kendi-
lerine şehitlik şerbetini içmeyi başka bir sefere tehir eder de eve döne-
bilirlerse, büyümüş gördüklerinden tanıyamazlardı bile. Kabiliyetsizlik-
ten ya da tembellikten değil ama imkân ve fırsat bulamamaktan dolayı
ticarette ziyadesiyle zayıftılar. Bu durum asırlara baliğ olunca genetik
bir mahrumiyet haline gelmiştir; üstelik ayaklarındaki kapitülasyon-
lar gibi çıkarılması imkânsız bir pranga da cabasıydı. Kara Kemal ve
İttihadçılar, her ne kadar Müslüman esnafı kollayıp bir de Müslüman
tüccar teşkili cihetine gitmişler ve kısa sürede helal sermaye sahibi ol-
salar da -ki bazı suistimaller de yok değildi-351 tecrübesizlikten ve pa-
rayla yeni tanışmanın tevlit ettiği acemilik, görgüsüzlük ve zamansız-
lıktan bunu ciddî mânâda yatırıma dönüştürememişlerdir. Hâlbuki bu
paralarda kamunun da hakkı vardı. Ziyadesiyle gürültü koparılan sui-
istimal işinde bizzat Kara Kemal, onun seçtiği ve iş gördüğü arkadaş-
ları, İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Hükûmeti tek bir kuruşluk suiis-
timalde dahi kusurludur; ancak kusurları buna mani olamayışlarında
değil, muvaffak olamayışlarındandı.
Muhittin Birgen’in dediği gibi harp, yarattığı bir fevkaladelik ve
gayritabiîlik içinde herkesi sürükleyip, götürmüştür. Bir kere küçük
memurların suiistimallerine mani olabilecek en kuvvetli vasıtanın ah-
lak olduğu şüphesizdir. Ahlakın bozulduğu yerde nizamın ve cezanın
351 İttihad-Terakki ve Kara Kemal’in iktisat siyasetini mükemmele yakın şekilde izah
ve ihtisar eden Muhittin Birgen, vagon ticareti gibi menfî işlerden de bahsedip hem
“Türk’ün tüccar olmayışının fenalıklarını gören İttihad ve Terakki Merkez-i Umumi-
sinden çıkmış olan… fikir şu idi: ‘Türk’ten tüccar yetiştirelim, Türk para kazansın’.
Fakat, tatbikatta, Türk’ün bir kazancına mukabil Türk olmayan yüz kazanıyordu.
Türkler içinde bu gayritabii vaziyetten para kazananlar, ekseriyetle ticaret şeklinde
değil, maalesef, kendisine emanet edilen vazifeye hıyanet suretinde oluyordu” hem
de “İstanbul Heyet-i Merkeziyesi tarafından temsil edilen ve bir kısmını yakından ta-
nıdığım iaşeciler, tertemiz hislerle çalıştılar veya fakir olarak öldüler yahut eğer yeni
devirde bir iş sahibi olmadılarsa, fakir olarak ve sefalet içinde yaşıyorlar” demektedir.
Birgen, a.g.e., s. 308, 324.

- 232 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

tesiri ise çok azdır. İstanbul iaşe işleri Kara Kemal’in ve İstanbul Heyet-i
Merkeziyesi’nin elinde bulunduğu sırada ahlakları tecrübeden geçmiş
insanları kullanmaya daha ziyade ehemmiyet verildiği için küçüklerin
yaptıkları fenalık da az olmuş, ancak sonraları iaşe işleri memur kad-
roların eline geçince ahlakî kontrol azalmış ve resmî kontrol da zaten
bu gibi ahvalde çok müessir olamamıştır. Bunun için harbin devamı
müddetince küçük anaforlar ve anaforcular da kimi zaman meydanı
boş bulmuştur. Az da olsa büyük suiistimal yapan da olmuştur. “Far-
masonluk ve mürailik alakalarıyla İttihat ve Terakki’ye sokulup kendi-
sine yoktan bir muhabbet verdirmiş olan Emanuel Karasu da bu tarzda
zengin ol[muştur]” ama Talat Paşa Almanya’da malî ve maddî müza-
yaka halindeyken ona borç vermemek için bin dereden su getiren de
aynı şahıs olmuştur. “Hâlbuki bu adam parayı sırf İttihatçılık sıfatını
kâh Alman’a, kâh Türk’e, kâh Yahudi’ye satarak kazanmıştı.”352
Hâsılı Müslümanlar tüccarlıkla meşgul ve bu münasebetle mem-
lekete, millete muin [yardımcı] olsunlar diye onlar korunmuş, kayrıl-
mıştır; ancak yeterli iktisadî tecrübe ve terbiye mahrumiyetinden ve
kimi şahsî zaaftan mütevellid bazı suiistimaller olmuşsa da bu, asla ve
kat’a Hürriyet ve İtilafçılarla bilahare Kemalistlerin mübalağa ve id-
dia ettiği meblağlara baliğ olmamıştı. Kaldı ki “İttihatçılığın eksik ol-
mayan idealist ruhu, sessiz ve sedasız fenalıkla o kadar mütemadi surette
mücadele etti ki bu sayede Türkler arasında ve siyasi muhit içinde harp
zengini diye gördüğümüz unsur nihayet beş on kişiye münhasır kaldı”.353
Kara Kemal gibi birinin katledilmesi cinayetten öte bir şeydir. Hem
Hürriyet ve İtilafçıların kurdukları Divan-ı Harb-i Örfide hem de Ke-
malistlerin meş’um İstiklal Mahkemelerinde yargılanmak istenen Kara
Kemal’in akıbeti “hesaplaşma” gibi süflî bir bahane ve mazeretin ar-
kasına sığınılarak da izah edilemez. Kanaatimizce Hürriyet ve İtilafçı-
ların Divan-ı Harb-i Örfisi, İstiklal Mahkemeleri’nden daha mazur ve
adildi. Onlar hiç olmazsa işgal devletlerinin tazyik ve tehdidi altında iş
yapıyorlardı. Üstelik bazı İstanbul hükûmetleri, İttihadçılara ne kadar
gaddar ve haşin davranılırsa İtilaf Devletlerinin kendilerine aynı nis-
pette kolaylık göstereceğine, merhamette bulunacaklarına inanıyordu.
352 Birgen, a.g.e., s. 340-42.
353 Birgen, a.g.e., s. 343.

- 233 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Çünkü Osmanlı Devleti artık bir savaş suçlusuydu ve savaşın tüm


suçu İttihadçılara hasredilir, salt onlar günah keçisi ilan edilirse sulh
masasında bunun dikkate alınacağına inanıyorlardı. Buna rağmen bu
İstanbul hükûmetleri yine de İttihadçılardan da korkuyordu. İstiklal
Mahkemesi ise komitacılardan mürekkep ve müteşekkildi. İttihadçı-
lara komitacı diyenler, ne yazık ki İstiklal Mahkemeleri’nin komitacı
vasfını unutuyorlar. İttihadçılar, biraz da hesapsız-kitapsız insanlardı.
Komitacılık yaptılarsa da komitacılığın adabına uygun davranmış mert
adamlardı, yanlışta da merttiler. Ancak İttihadçılara komitacı diyen-
ler, sanki onlar işbaşından ayrılana kadar muhalif avındaymışlar gibi
bir hava yarattılar ki, bu ahlakî ve doğru değildir.
Bir sonraki bölümde daha detaylı izah edileceği üzere İstiklal Mah-
kemeleri komitacılığı ‘mahkeme kararı’ şeklinde icra etmişti. “Kema-
listler” doğrudur, birkaç isim istisna edilirse yüzlerce insanı suikastle
öldürmediler; onlar bu işi hukuku, mahkemeleri kullanarak hallettiler.
Dr. Nazım’ın, idamında Mustafa Kemal’e ‘Gazoz Paşa’, ‘Küçük Napol-
yon’354 demesinin etkili olduğu iddia edilmektedir. Bu durumda işba-
şındayken dahi sabahtan akşama kadar küfür yiyen ve bunların çoğuna
gülüp geçen Talat Paşa’nın habire adam astırması gerekirdi. İstiklal
Mahkemesi gerektiğinde Milli Mücadele’nin insan ve silah kaynağı
olan Karakol’un Kara Kemal’le birlikte müessisi olan Kara Vasıf’ı bile
asmayı düşünecek kadar gözünü karartmış insanlardan teşekkül etmişti.
İttihadçıların komitacılığa kimi zaman bir sindirme vasıtası ola-
rak da tevessül ettikleri bir gerçektir ve bunun meşru ve mazur gö-
rülebilir, tevil edilebilir hiçbir tarafı yoktur; ancak onların cinayet ve
suikastlarında maktullerin muhalif oluşları değil, “vatana ihanet” et-
tikleri gerekçesi belirleyiciydi. Buna mukabil İttihadçıları asanların ve
Kara Kemal’i silahla katledenlerin en emin oldukları şey onların ha-
miyet-i vataniyeleriydi.355
354 Lord Kinross, Atatürk Bir Milletin Doğuşu, Çev. Ayhan Tezel, İstanbul: Sander Kita-
bevi, 1970, s. 655.
355 Bunu en iyi bilenlerden biri de Kel Ali idi. Yenibahçeli Şükrü Bey, Mondros Müta-
rekesi’nden sonra Bekirağa Bölüğü’nde tutuklu Kara Kemal Bey’i, Kel Ali ile birlikte
ziyarete gittiklerini, merhumun kendilerine “Arkadaşlar, padişah ve hükûmet İngi-
lizlerin elinde birer kukla oyuncaktan başka bir şey değildirler. Onlardan memleket

- 234 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

İstiklal Mahkemesi’nin İttihadçı üyeleri piyondu. İTC döneminde


de piyondu. Kılıç Ali, Türkistan’a Enver Paşa’nın yanına gitmek ister-
ken Celal Bayar’ın yönlendirmesiyle Ankara’ya gitmişti. Mustafa Ke-
mal, önce buna hiç inanmamış, ona hiç kıymet vermemiş, fakat bir-
kaç tecrübeden sonra sadık kalacağını anlayınca maiyetine almıştır.
Kılıç Ali, bir maiyet adamıdır. Lord Kinross “Gazi’nin yakınındakiler
arasında en serti de oydu. Efendisinin ne düşündüğünü iyi bilir ve onun
verdiği bir emri yerine getirmek için hiçbir şeyden çekinmezdi” 356 derken
bunu kastediyordu. Mahkeme reisi Kel Ali ise, İTC varlığını devam
ettirirken Polis Müdürü Azmi Bey’e küstahlaşamayacak biriyken, İs-
tiklal Mahkemesi’nde ona “şarlatanlık yapıyorsun” diye bağırıyor, pa-
raya, mala tamah etmeyen Talat Paşa ve arkadaşlarının yurtdışına gi-
derken aldıkları çok az para için onları hırsızlıkla, eşkıyalıkla suçluyor,
zavallı Hamdi Baba’ya “Sen karşında Kamil Paşa hükûmeti mi var zan-
nediyorsun? Bu hükûmet senin efendilerinin hepsini hıyanetlerinden do-
layı asmıştır” diye haykırıyordu. Kemalistlerin Kara Kemal’i, hayatta
kalmış ama Mustafa Kemal’e sorgusuz-sualsiz itaat etmeyecek İttihad-
çıların lideri add ve telakki etmelerinden dolayı yaşatmamaları ne ya-
zık ki Kara Kemal hakkındaki literatürün de zayıf kalmasına sebep
olmuştur. Bilhassa Mustafa Kemal’in ölümüne kadar Kara Kemal’den
müspet olarak bahseden hatırata da pek tesadüf edilmemektedir. Ya-
zılı belgelerden ziyade şahitliklerle tarihî ehemmiyeti tebellür edecek
nadir şahsiyetlerden biri olan Kara Kemal gibi dev bir ismin arkasın-
dan yazılanlar maalesef sadra şifa olacak mikyas ve kıymette değildir.
hesabına bir şey beklemek hayal peşinde koşmaktır. Diğer taraftan hep biliyoruz, İn-
gilizler İttihatçıları baş düşman telakki ederler. En kısa zamanda bizi yok etmelerini
bekleyebiliriz. Bu itibarla hiç zaman kaybetmeden milletin büyüklüğüne, hürriyet ve
istiklal aşkına, tarih şuuruna dayanarak harekete geçmek zarurudir. Teşkilatı İstan-
bul’da teksif etmek hatadır. İstanbul’da bir teşkilat mutlaka lazım olmakla beraber,
asıl işe Anadolu’da başlamak, orada çalışmak muvafıktır” dediğini nakletmektedir.
Yenibahçeli Şükrü Bey’in Hatıraları, Haz. Yaşar Semiz-Ömer Akdağ, Konya: Çizgi
Yayınları, 2001, 56-57.
356 Kinross, a.g.e., s. 648. İfade, Türkçe metinde, orijinal metne nazaran daha yumuşak
tercüme edilmiş gibidir: “…Kilic or ‘Sword’ Ali, Kemal’s own most ruthless hencman,
a man who disarmed by his bonhomie, knew his master’s mind and stopped at nothing
to do his bidding.” Kinross, Atatürk The Rebirth of a Nation, London, 1966, s. 428.

- 235 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Üstelik Kara Kemal’in Kurt Kanunu gibi hayal ürünü bir eserden öğ-
renilmeye çalışılması da başka bir garabet ve talihsizliktir.357
Muhafazakâr-mütedeyyin çevrenin Kara Kemal’e nispeten sert ve
menfî bakışını değil Kemal Tahir, akrabası Necip Fazıl bile çok yu-
muşatamamış gibidir. Malum olduğu veçhile İTC ve İttihadçılara kimi
zaman bühtan telakki edilebilecek isnad ve ithamlarda bulunan Necip
Fazıl’ın, dindarlığından dolayı Enver Paşa’dan, namusundan dolayı Ta-
lat Paşa’dan ve bilhassa akrabası olduğu için de Kara Kemal’den tahkir
lafızları kullanmadan bahsettiğine de tesadüf edilir. Ancak kendi beya-
nına göre dayısı da İttihadçı olan Necip Fazıl’ın anlattıkları çok ciddî
bir tahkik ve tenkide muhtaçtır. Necip Fazıl, Kara Kemal’i iki mü-
him hadisede şahit olarak gösterir. Bunlar Ulu Hakan II. Abdülhamid
Han kitabında yer alan “Bir Sahne” başlıklı bölümde anlatılanlardır:
“Şu sahne bize çok şey söyleyebilir. O sene, bütün cephelerde paniğin başla-
dığı, topyekûn, Arabistan’ın elden çıktığı, İngilizlerin Suriye ve Irak’ dan, Fran-
sızların Makedonya tarafından ana vatan sınırlarını toslamaya koyulduğu, Mos-
kofların bütün Şark Anadolusunu derinlerine kadar işgal edip 1917 Rus ihtilâli
yüzünden çekilmek zorunda kaldığı, halkın ekmek yerine saman tozu ve mısır
koçanı yediği, yakmaya tezek ve kefen yapmaya bez bulamadığı mevsimde, bir
gün Enver Paşa, Talât Paşa’yla beraber, Beylerbeyinde Abdûlhamîd’i ziyarete gi-
diyor. Kendilerini karşılayan muhafız subay, Ulu Hakana haber vermeksizin yol
gösterdiği için, kapısının önüne kadar geliyorlar. Kapı yarı aralıktır ve Abdül-
hamîd, sırtı kapıya doğru, seccade üzerinde dua etmektedir. Gelenleri görmüyor,

357 Kara Kemal de Mustafa Kemal’e suikast ve TCF ile birlikte siyasî kombinezonlar
içinde yer almakla itham ediliyordu. Ancak ilginçtir, Kara Kemal’in öldürülmesin-
den sonra Ankara İstiklal Mahkemesi’nde Cavid Bey yaptığı savunmada “Hakkımda
itham olarak kullanılan ve müddei-iumumî beyefendinin iddianameye koyduğu şe-
yin birisi de Kemal Bey’in muhalefet ve politika yapmak istemediği halde, muhalefete
Şükrü ve Cahit Beylerle bendenizin onu teşvik etmekliğim hususudur,” demektedir.
Savunmanın başka bir yerinde de şu ifadeler yer almaktadır: “Rauf ve Adnan Beyler
de Kemal Bey’in hiçbir suretle kendilerine muavenet ve müzaheret etmediklerinden
şikâyet etmişlerdir.” Osman Selim Kocahanoğlu, Sevgili Aliye’m-Maliye Nazırı Cavid
Bey’in Hapishane Mektupları ve Savunmaları, İstanbul: Temel Yayınları, 2006, s. 199,
202. İddianamedeki ifade aynen şöyledir: “Filhakika bu toplantıları müteakip Kara
Kemal Bey’in esaslı bir faaliyet hayatına geçmesinin Şükrü, Cavid ve Cahit Beylerin
teşvik ve iğvası ile vaki olduğu, İzmir’deki muhakeme ile de anlaşıldığı veçhile bütün
faaliyet mekanizmasının esas başlarından biri bulunan Kara Kemal…” Osman Selim
Kocahanoğlu, Atatürk’e Kurulan Pusu-İzmir Suikasti’nin Perde Arkası, İstanbul: Te-
mel Yayınları, 2003, s. 381.

- 236 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

gelenler de ona kendilerini göstermiyor. Enver Paşa, önde, yarı açık kapıyı biraz
daha aralamış, olduğu yerden tabloyu seyretmekte... Abdülhamîd, elleri hacet der-
gâhına uzatılmış, gözyaşiyle nemli bir dua sesi çıkartmakta: - Allahım; bana ya-
pılanları helâl etmiyorum! Şahsıma yapıldığı için değil, milletime yapıldığı için
affetmiyorum! Milletime yapılan fenalıklardan, yarın, senin Hesap Gününde da-
vacıyım! Öbür İttihatçılara nisbetle içinde bir saffet kırıntısı kalmış olan Enver
Paşa, bu duayı işitince, çarpılıp kalıyor, Hünkârın huzuruna çıkamıyor, geriye
dönüyor, Talât Paşayı kolundan çekerek sürüklüyor, rıhtımda bekleyen istimbota
götürüyor ve orada, ağlaya ağlaya, Talât Paşa’ya diyor ki: - Başımıza ne geldiyse
bu adama yaptıklarımızdan geldi ve daha ne gelecekse o yüzden gelecek!.. İstik-
baldeki gerçek Türk Tarihçisinin kulağına fısıldadığımız bu vak’a hakikîdir ve
babam Fazıl Beyin amca oğullarından ve Kısakürek’ lerden, İttihatçıların İaşe
Nâzırı Kara Kemal tarafından, dayım ve yine eski İttihatçı Kerim Milâr’a anla-
tılmıştır. İttihatçıların polis teşkilâtında yüksek dereceli bir memur ve birçok yerde
Emniyet Müdürlüğü yapmış olan dayım, Kara Kemâl’ den naklen derdi ki: - İt-
tihat ve Terakki’nin Türk ve milliyetçi kadrosu, Abdülhamîd’in ne büyük, hattâ
emsalsiz bir Padişah olduğunu biliyor, fakat onu makamına iade etmek ve tutu-
lan istikameti değiştirmek için vaktin geçmiş olduğunu esefle görüyordu. İttihat-
çılık hareketinde eser müessiri aşmış ve gizli tesir (Yahudi ve Mason tesiri) artık
istikamet değiştirmeyi imkânsız hale getirmişti. Nitekim Abdülhamîd’in cenaze
namazında hüngür hüngür ağlamaktan kendisini alamayan Talât Paşa bu ince
ruh ukdesinin Hancısı olmuştur.” 358

Kara Kemal’in Abdülhamid’e düşman olmadığına hiçbir itirazı-


mız bulunmamakla birlikte, başka bölümlerde de işaret ettiğimiz üzre
Kara Kemal’e bu şekilde isnad edilen sözlerin ondan sadır olmayaca-
ğını da ifade etmek isteriz.
Hâsılı Mehmet Emin Erişirgil “İslamcı Bir Şairin Romanı Mehmet
Akif ” kitabının önsözünde bazı isimler bilinmedikçe Meşrutiyet dev-
rinin fikir tarihinin yazılamayacağını, Meşrutiyet fikir tarihi de bi-
linmedikçe Cumhuriyet’teki umumî düşüncelerin kaynaklarını ve se-
beplerini göstermenin de mümkün olamayacağını yazar. Zikrettiği
isimler arasında Kara Kemal de vardır. Erişirgil’e göre Mehmed Akif
İslamcıların, Ziya Gökalp Türkçülerin lideridir; Kara Kemal ise ad-
ları-sanları unutulmuş birkaç aydının anahatlarını çizdiği millî eko-
nomi politikasını gerçekleştirmeye çalışan bir liderdir. Kanaatimizce
Kara Kemal’e aslında en fazla sahip çıkması gereken taban Millî Gö-
rüş başta olmak üzere muhafazakâr-mütedeyyin Anadolu sermayesi ve
358 Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, s.645-646.

- 237 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

ortasınıfı olmalıydı. Kara Kemal sermayenin belli oranda gayrimüslim-


den Müslüman’a geçmesini temin ederken aynı zamanda hatırı sayılır
bir oranda mütedeyyin-muhafazakârı da sermaye sahibi ya da ortası-
nıf mensubu yapıyordu. Kara Kemal’in Konya merkezli Ortaanadolu
insanının iktisadî gelişimi için doğrudan veya dolaylı olarak sunduğu
katkı maalesef layık-ı veçhile anlaşılamamış, takdir edilememiştir. İTC
içinde İslamcılıkla tavsif edilemeyecek ama onlara en yakın liderlerden
biri Kara Kemal idi. O, şüphesiz dindar ve dindarları koruyan biriydi.

- 238 -
15. İttihadçılık, Mustafa Kemal ve Kemalizm

T artışmasız bir gerçektir ki, yakın tarihimizin bihakkın anlaşı-


lamamasının en temel sebeplerinden biri bazı bölümlerinin ka-
ranlıkta kalması ise diğer bir sebebi de Kemalizm ve İttihadçılık ara-
sında kurulan yanlış bağ ve süreklilik olgusudur. Mustafa Kemal’in
hemen her subay gibi zamanında İTC’ye mensup olması, İTC’ye men-
sup ikinci, üçüncü derecedeki isimlerin bilahare Mustafa Kemal’in ve
CHP’nin destekleyicisi, hatta bazılarının da tetikçisi olarak temayüz
etmesi haksız şekilde İTC ile CHP’nin özdeşleşmesine yol açmıştır. İl-
gili bölümde de gördüğümüz üzere Cumhuriyet devrindeki askerî dar-
beler de İTC ile ilişkilendirilmiş, Ordu-İTC-CHP adeta yekdiğeri ol-
madan izah edilemez mefhum ve müesseseler olarak telakki edilmiştir.
Oysa gerçek bambaşkadır.

15.1. Mustafa Kemal ve İttihadçılık


Mustafa Kemal’in İttihadçılığı müsellemse de mahiyeti ve derecesi
meşkuktur. Ancak gerek kendisi gerekse de Kemalist tarihçiler ihti-
yaç hâsıl olduğunda kimi zaman mübalağaya varan iddialarda bulu-
nabilmektedir. İşin daha da garibi, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin
tesisi ve 1908 İnkılâbı’nın sahipliği bile kendisine izafe edilmektedir.
İTC’yi kuran odur, Meşrutiyet’in ilanı onun eseridir, 31 Mart Vak’âsı
haber alınır alınmaz Selanik’te “Hareket Ordusu” aklını veren ve Meş-
rutiyet’i kurtaran odur.359 Bu iddiaların doğru olmadığı ne yazık ki,
359 Mustafa Kemal’in en yakınlarından, Mustafa Kemal merkezli yakın dönem resmî
tarih yazımının en mühim isimlerinden biri ve Kamil Paşa’nın torunu olan, İTC ve
İttihadçılardan bahsettiği hemen her kitap ve makalesinde -bilhassa darbenin beyni

- 239 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Mustafa Kemal hayattayken dile getirilememiş, hatıralarda ya da ha-


fızalarda kalmıştır. 1922’de Mustafa Kemal, bir mülakatında İttihad
ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşuna dair vakıaya mugayir bir iddia
serd ettiği için İzmir Suikastı sebebiyle asılan İsmail Canbulat, Cavid
Bey’e yazdığı 30 Kanunisani 1922 tarihli mektupta şunları yazmıştır:
“Mustafa Kemal’in entervüvünü [mülakatını] okudum. Osmanlı Hürriyet
ve Tevhid-i Millet Cemiyeti teşekkül ettiği vakit Mustafa Kemal’in ismi hiç geç-
medi ve kendisi de Selanik’te değildi. Sonraları mühür kısaca Osmanlı Hürriyet
Cemiyeti diye kazdırılmıştı. Doktor Nazım geldikten sonra nizamnamede tadi-
lat yapıldı ve azami beş kişi olmak üzere cemiyet azası Bölük namı altında bir-
birlerini tanıyabiliyorlar ve görüşüyorlardı. O sırada Mustafa Kemal de geldi ve
benim bölüğümde idi. Toplandığımız bir akşam ‘bu cemiyetin Naci ile alakası
var mıdır’ diye bana sordu. Ben de ‘ne gibi’, dedim. ‘Evvelce ben kendisiyle bir
cemiyet teşkili için görüşmüştüm’ dedi. Ben de ‘ herkes birbiriyle görüşmüş olabi-
lir’ dedimdi. Fazla bir izahat vermedi ve çünkü verecek bir şey yoktu. Suriye’ de
bir cemiyeti olduğundan falan bahsetmedi. Hatta o taraflarda teşkilat yapabil-
mek hususunda ümitvar bile bulunmuyordu.” 360

İsmail Canbulat’ın tenkit ettiği bu mülakat, Ahmed Emin Yalman’ın


Vakit gazetesinin 10 Kanunisani 1338/1922 tarihli 1468 nolu nüsha-
sındaki mülakattır. Bu mülakatta Mustafa Kemal, Şam’da bir Hürri-
yet Cemiyeti kurduğunu, sonra kaçarak Selanik’e geldiğini, orada da
“mektep müdürü Tahir Bey, Hoca İsmail Efendi, Ömer Naci, Hüsrev
Sami, Hakkı Baha gibi arkadaşlara maksadını” anlatarak Hürriyet ce-
miyetinin bir şubesini tesis ettiğini, sonra tekrar Yafa’ya döndüğünü,
telakki ettiği Talat ve Enver Beylere hakaret ve iftirada pervasızlaşarak- dedesine
yapılan ve Osmanlı-Türk darbe tarihinin tek mazur görülebilecek darbesi olan 23
Ocak 1913 Babıâli darbesinin intikamını alma gayesini güden Yusuf Hikmet Bayur,
31 Mart Vak’ası’na da ölçüsüz yaklaşmakta, gerçek dışılığın, en azından mübala-
ğanın şahikalarında dolanmaktadır: “Kendi anlayışsızlık ve yanlış tedbirleri üzerine
patlayan ayaklanma karşısında İttihat ve Terakki şaşalalamıştı. Mustafa Kemal’in
soğukkanlılığı, keskin görüş ve azmi olmasaydı irticaın bastırılması çok uzayabilir ve
devlet temelinden sarsılabilirdi”. Bayur, Yusuf Hikmet, “İkinci Meşrutiyet Devri Üze-
rine Bazı Mülahazalar”, Belleten,1959, Cilt: XXIII, S:90. Yusuf Hikmet Bayur’un en
ağır itham ve tahkirleri Talat Paşa ile Enver Paşa’ya tevcih etmesinin temel sebebi
bizce onun Kamil Paşa’nın torunu ve Mustafa Kemal’in de maiyetinde bulunmuş
oluşudur. Enver Paşa, Bayur’a göre bir komutan olarak”hiç”tir.
360 Hüseyin Cahit Yalçın, İttihatçı Liderlerin Gizli Mektupları, Haz. Osman Selim Koca-
hanoğlu, İstanbul: Temel Yayınları, 2002, s. 448-449.

- 240 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

iki buçuk, üç sene Suriye’de kaldığını, Makedonya’ya nakil için res-


men müracaatta bulunduğunu söyler ve şunu ilave eder:
“Selanik’e geldiğimde bizim Hürriyet cemiyetinin Terakki ve İttihat namını
aldığını duydum. Doktor Nazım Bey, Paris’ten Selanik’e gelmiş ‘Terakki ve İt-
tihat Cemiyetinin tarihte yeri var. O nam altında çalışırsa daha iyi tesir eder’
diye arkadaşlarını ikna etmiş, cemiyet o nam altında çalışmakta devam etti.” 361

Cumhuriyet’in ilanından sonra yazılan ders kitaplarına da bu “id-


dia” olduğu gibi derc edilir:
“[Mustafa Kemal]…Şam’ da ‘Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ namile gizli ve ihti-
lalci bir cemiyet de teşkil etti. Yafa’ da cemiyetin bir şubesini açtı. ‘Vatan ve Hür-
riyet Cemiyeti’nin faaliyetini Rumeli’ye de teşmil etmek maksadile Mısır ve Yuna-
nistan’ dan geçerek gizlice Selanik’e geldi ve cemiyetin Selanik’te bir şubesini teşkil
etti. Meşrutiyetin ilanı sıralarında bu cemiyet ‘İttihat ve Terakki’ namını aldı.” 362

Afet İnan ise şunlar yazar:


“Mustafa Kemal, Suriye’ de mümkün olanı yaptıktan [1905] sonra Make-
donya’ya geçiyor ve Şam’ daki eserini Makedonya’ da da [1906] kuruyor. Evren-
sel ve tarihî işin, 1908 inkılâbının esasını Şam’ da, Doktor Mustafa’nın evinde
aramak lazım gelir.”.363

361 Ahmet Emin, “Büyük Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa Kemal Paşa Haz-
retlerinin Tarihçe-i Hayatı”, Devrin Yazarlarının Kalemiyle Millî Mücadele ve Gazi
Mustafa Kemal II, Haz. Mehmet Kaplan, İnci Enginün, Birol Emil, Necati Birinci,
Abdullah Uçman, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981, s. 770.
362 Tarih IV Türkiye Cümhuriyeti, İstanbul: Devlet Matbaası, 1934, s. 18. 1940’lı yıllarda
bile Arapça telaffuzza riayeten Cumhuriyet hep “ü” ile yazılmıştır. Bu ders kitabın-
da dönemin özelliği gereği birçok hadise tek taraflı ve peşin hükümlü olarak nakl
ve derc edilmiştir. “Her işte muvaffakıyetle temeyyüz eden bu adamdan [Mustafa
Kemal’den] Başkumandan Vekili, yani Enver Paşa çekiniyordu,” gibi ifadelerin yer
aldığı bir ders kitabı… Bkz. a.g.e., s. 21.
363 Afet İnan, “Vatan ve Hürriyet”, Belleten, 1937, Cilt: 1, Sayı: 2, s. 298. Belleten’in 3-4.
sayısındaki “Mukaddes Tabanca” unvanlı yazıda da Mustafa Kemal’in, “Şam’da bir
gece, tüccar veya doktor Mustafa’nın evinde kurduğu ‘Hürriyet ve Vatan Cemiye-
ti’ teşkilatını Makedonya’da yaymayı düşün”düğünü, Şam’daki bu ihtilal komitesinin
Makedonya teşkilatının Selanik’te Hakkı Baha’nın evinde kurduğunu, Hatip Ömer
Naci, Topçu Zabiti Hüsrev, Hakkı Baha ve bunların delaletiyle de Selanik Muallim
Mektebi Müdürü Hoca Mahir ve Selanik Askerî Rüşdiyesi Müdürü Bursalı Tahir’in
Mustafa Kemal’in hazırladığı inkılaba Makedonya’da ilk girenler olduğunu yazıyor.
Her iki yazıdaki bilgileri Afet İnan Mustafa Kemal’den dinlediğini naklediyor. Afet
İnan, “Mukaddes Tabanca”, Belleten, Temmuz-İlkteşrin, 1937, Cilt:1, Sayı: 3-4, s. 605,
609-610.

- 241 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Yusuf Hikmet Bayur da, Mustafa Kemal’in 1905’te Şam’da Vatan


ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurduğunu, ancak Abdülhamid’in istibdadını
yıkmak için Suriye’nin uygun bir alan olmadığını, bunun için en uy-
gun yerin büyük bir münevver Türk kütlesinin bulunduğu Selanik ve
genel surette ve birkaç yıldır komitecilerle çarpışan ve seçme subayla-
rın idaresindeki Üçüncü Ordu olduğu için Mustafa Kemal’in birçok
arkadaşının yardımıyla, propaganda ve teşkilat gayesiyle Selanik’e git-
tiğini, Mason localarında toplanarak istibdat aleyhinde bulunmaktan
ibaret olan ve Talat Bey ile Mithat Şükrü’nün aralarında bulunduğu
bir teşekkülün çalışmasını genç subaylar arasında teşkilat yapıp günün
birinde orduyu ele geçirebilmek yoluna dökmeye sevk ettiğini, yani Se-
lanik’tekilere “yol gösterdiğini”364, Mustafa Kemal’in bu “yol göstermesin-
den” almış oldukları “ilham” ile de Talat Bey’in baş olduğu bazı isim-
lerin, Şam’daki Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin adına benzemek üzere
Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni kurduklarını iddia eder.365
Yeni Tarih isimli kitapta da Mustafa Kemal’in Şam’da Vatan ve
Hürriyet diye bir cemiyet kurduğu, cemiyetin faaliyetini teşmil için
Selanik’e geçip şube açtığı, kendisinin tekrar Suriye’ye avdete mecbur
edilmesinden sonra Paris’ten gelen birinin Vatan ve Hürriyet Cemiyeti
yerine Terakki ve İttihat ismini teklif ettiği yazılıdır.366
Bu vadide mübalağa hududunu en fazla aşanlar ise kanaatimizce Hüs-
rev Sami Kızıldoğan ile Faik Reşit Unat’tır. Afet İnan’ın Vatan ve Hürri-
yet ile alakalı naklettiğimiz yazısına teşekkür mahiyetinde yine aynı der-
giye gönderilen yazısında Kızıldoğan “Atatürk’ün eserlerinin köklerini yalnız
Şam’da değil, onu bulmak için daha derin mazilere inmek lazımdır. Çünkü
Atatürk tarihin bir tesadüfü değildir. O başlı başına mazi, hâl ve istikbaldir.
Millî tarihimizin hepsidir. O tarihin, tarih de onundur,” gibi yüksek sevi-
yede takdir ve hayranlık hislerini de ifade ettiği yazısında hem Vatan ve
Hürriyet’in İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne dönüştüğünü hem de Paris’te
Ahmed Rıza ile yaptıkları görüşmede birleşme halinde cemiyetin isminin
Vatan ve Hürriyet olması gerektiği hususunda ısrarcı olduklarını iddia edi-
yor ve çok iyi bildiği İTC tarihini tahrife çalışıyor.367 Unat, “İstibdada karşı
364 Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: I Kısım:I, Ankara:TTK Basımevi,
1991, s.196-197.
365 Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: I Kısım: I, s.207.
366 Yeni Tarih, s. 206-207.
367 Hüsrev Sami Kızıldoğan, “Vatan ve Hürriyet=İttihat ve Terakki”, Belleten, Tem-
muz-İlkteşrin, 1937, Cilt: 1, Sayı: 3-4, s. 619-625.

- 242 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

koyacak ve onu yıkacak kudrette bir imanla teşkilatlanmış silahlı bir kuvvete
dayanmak zaruri idi. Paris’teki Jön Türkler, işte bu kuvvetten faydalanma
ve onunla işbirliği yapma imkânını herkesten önce Kurmay Yüzbaşı Mustafa
Kemal’e borcudurlar,” dedikten sonra, Sahaflar Çarşısı’nda bulduğu ve mü-
ellifinin Şişli Terakki Lisesi’nin esasını teşkil eden Terakki Mektebi adlı
özel okulun Müdür Muavini, Tarih ve Türkçe öğretmeni olduğunu söy-
lediği zatın Yeni Usul Talim-i Kıraat kitabının 5. cildindeki maddî bilgi
hatalarıyla dolu bir bölümden yola çıkarak İttihad ve Terakki ile birleşen
Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin Mustafa Kemal’in Şam’da kurduğu ve Se-
lanik’te de şubesini açtığı cemiyetle alakalandırmaktadır. Çocuklar için
yazılan bu kitaptaki malumata göre istidlalen Mustafa Kemal olduğu an-
laşılan subayın kurduğu Hürriyet cemiyeti Selanik’te;
“İttisaa[genişlemeye] muvaffak olmaksızın hal-i rüşeymide kal[mış], aradan bir
hayli müddet daha geç[miş], ‘Makedonya Meselesi’ alevlenmiş, devletlerin müdaha-
lesi memleketimizi müşkül bir hale koymuş, ‘Mürzteg Programı’ erbab-ı hamiyeti
ciddiyetle çalışmaya sevk et[miş], bunun üzerine eski Hürriyet Cemiyeti azasından
on zat birer suretle tanışarak görüşerek esas bir teşkilat yapmaya karar ver[miş],
uzun uzun münakaşalardan sonra merkez-i umumi Selanik’te olmak üzere ‘Os-
manlı Hürriyet Cemiyeti’ni büsbütün yeni bir tarzda vücude getir[miş]ler[dir].” 368

Basit maddî bilgi hatalarıyla malül bu yazının sırf 1912 tarihli bir ki-
tapta yer almasından yola çıkarak mübalağada hudut tanımamak ma-
zur görülecek bir şey olmasa gerektir. Kaldı ki Osmanlı Hürriyet Ce-
miyeti’ni tesis eden azalar “hal-i rüşeymide kalan” cemiyetin azaları da
değildir. 1903 tarihli Mürzteg Programı, tarih ve Türkçe öğretmeninin
tarihleri de karıştırdığına, takdim-tehir hatasına düştüğüne işaret etmek-
tedir. Bu hususta nakil ve zikrettiğimiz iddiaların hiçbirinin tarihî ve-
sikaya istinat etmediğini söylemeliyiz. Çünkü Osmanlı Hürriyet Cemi-
yeti, Selanik’te mukim Talat Bey ve sivil arkadaşlarıyla Makedonya’da
çete mücadelelerinde temayüz etmiş zabitlerin bir araya gelerek kurduk-
ları bir cemiyettir. Çete müsademelerinin en kanlı safhasında Mustafa
Kemal harbiye ve akademi eğitimiyle İstanbul’da, kurmay olduktan
sonra da Suriye’dedir. Mustafa Kemal’in Selanik’e geldiği 1906’da ken-
disinden yakın arkadaşları ve tanıdıkları haricinde kimsenin haberdar
olmadığını, çünkü firarî olduğu için ihtiyatı tercih edip alenî hareket
368 Faik Reşit Unat, “Atatürk’ün II. Meşrutiyet İnkılâbının Hazırlanmasındaki Rolüne
Ait Bir Belge”, Belleten, Nisan 1962, Cilt: XXVI, Sayı:102, s. 339-349.

- 243 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

etmediğini söylemeliyiz. Zaten kendisinin Makedonya’ya tayin olup gel-


diği Ekim 1907’de de cemiyet artık Manastır’ı da içine alacak şekilde
iyice genişlemişti. Bu bakımdan onun Suriye’den gelip Makedonya’da
devamlı çete çarpışmalarıyla öne çıkan ve zaten bir teşkilat halinde bu-
lundukları malum sivil ve asker şahıslara yol gösterdiğini iddia etmek
mantıklı olmasa gerektir.
Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni kuranların çoğu, başta Talat Bey olmak
üzere zaten teşkilatçıydılar; subaylar da Mustafa Kemal’in mezun olduğu
tarihten önce Makedonya’ya atanmışlar ve atandıkları tarihten itibaren
de kesintisiz komitacı takibindeydiler. Kısacası bu insanların varlığından
bile haberdar olmadıkları bir cemiyeti [Vatan ve Hürriyet] takliden ya da
sahiplenerek, o cemiyetin kurucusunun “yol göstericiliğiyle” hareket et-
tiklerini, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adı altında Paris’teki Terakki ve İt-
tihad Cemiyeti ile birleştiklerini ve Meşrutiyet’i ilan ettirdiklerini iddia
etmek iddia sahibinin yüzünü kızartacak bir nakisa[noksanlık, kusur] ve
züldür[horluk]. Mustafa Kemal’in Talat, Enver veya Cemal Paşa’nın karşı-
sına geçip “benim Selanik’te şubesini açtığım Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni
sahiplenmiş, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adı altında sanki yeni bir hareket-
miş gibi cemiyet kurmuşsunuz” deme ihtimalinin nasıl tahayyül ve tasav-
vuru bile muhal, bir an için vukuunda da tebessümü değil, garip nazarları
intaç edecek bir faraziye eksersizi ise bu iddiaya daha fazla yer ayırmak da
zaittir. Sahanın otorite isimlerinden M. Şükrü Hanioğlu da mezkûr id-
dianın Mustafa Kemal’in Cumhuriyet Kurucusu, yeni bir lider olduktan
sonra mütedavil olduğunu ima, hatta ifade etmektedir.369
Enver Bey ile birlikte İTC’nin Manastır Şubesi’nin kurucusu olan
Kazım Karabekir’in şu ifadeleri zaten tartışmanın anlamsızlığını or-
taya koymaktadır:
“Selanik’te kurulan ve Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adıyla faaliyete geçen ce-
miyetin kuruluşunda Mustafa Kemal Bey’in (Atatürk) hiçbir tesiri yoktur. Onun
Selanik’e gelişi bu cemiyetin faaliyete başlamasından sonradır. Cemiyete girişi ise,
İttihat ve Terakki namını aldıktan hayli zaman sonradır. Bu hakikati henüz bir
kısmı sağ olan cemiyetin kurucularından da öğrenmek mümkündür.” 370

369 M. Şükrü Hanioğlu, Preparation For A Revolution The Young Turks, 1902-1908, s.
211-212; ilgili dipnotlarsa 445. sayfada 9-15 nolu dipnotlardır. Hanioğlu, bir başka
eserinde de benzer şeyleri yazmaktadır. Bkz. M. Şükrü Hanioğlu, Atatürk-An Intel-
lectual Biography, Princeton University Press, 2011, s. 69.
370 Karabekir, Paşaların Kavgası, s. 62.

- 244 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Mustafa Kemal’in İttihadçılığı vadisinde Enver Behnan Şapolyo’nun


yazdıkları da şöyledir: Şapolyo’ya göre Mustafa Kemal Şam’da kurul-
muş olan Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ne dâhil ve cemiyetin kuvvet-
lenmesine âmil olmuştur. Mustafa Kemal, bu cemiyetin Selanik’te de
bir şubesini tesis etmek istemiştir. Şapolyo’ya göre Selanik’te şubesi
kurulan Vatan ve Hürriyet ile merkezi burası olan Osmanlı Hürriyet
Cemiyeti ayrı ayrı örgütlerdir. 1907’de Selanik’e tayin olduktan sonra
“Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki’yi, Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin
bir istihalesi zannederek onların arasına karışmıştı. Fakat tahlif edilince
yeni bir cemiyete girdiğini anlamıştı. Bunu ömrünün sonuna kadar affe-
dememiştir. Ankara’ da iken merhum Hakkı Baha anlatırdı. Bu sebeple
İttihat ve Terakki’ye ısınamamış, onların icraatlarını mütemadiyen ten-
kit etmiştir. Bir türlü İttihatçılarla kaynaşamamıştır. En çok kıskandığı
ve onun gibi olmak istediği Enver Paşa idi”.371
Mustafa Kemal’in tarihî hadiselerde önceliğinin bulunduğuna dair
iddialar esasen evvela kendisinden sadır olmaktadır. Osmanlı-Türk ta-
rihinde II. Meşrutiyet’in ilanı çok mühim bir hadise ve ilandaki başarı
da İTC’ye ait olduğu için ister-istemez Mustafa Kemal’in İttihadçılığı da
sıradan bir İttihadçılık olarak ifade edilemezdi. Mustafa Kemal, sadece
İTC’nin kuruluşu, Meşrutiyet’in ilanı, 31 Mart Vak’ası-Hareket Ordusu
gibi hadiselerdeki “öncelik ve ehemmiyet iddiası” ile iktifa etmemektedir.
Arıburnu ve Anafartalar’daki müdafaası İstanbul’u kazandırmıştır. Bit-
lis ve Muş’u aldıktan sonra Diyarbakır istikametine genişleyen Rusların
karşısına çıkarak Bitlis ve Muş’u kurtarmıştır. Suriye’yi tahliye eden or-
duların enkazından Halep’te bir ordu teşkil ederek düşmana karşı müda-
faada bulunmuş ve millî hududumuzu fiilen tespit etmiştir.372Millî Mü-
cadele’yi de o başlatmış, hatta Misak-ı Millî’yi Ankara’da kendisi tespit
etmiştir.373 Fakat “Başkomutan Enver Paşa her hareketinde bir ordu kay-
betmiştir”.374 Talat Paşa’ya sadrazam olduğu günlerde bazı hayatî mesele-
lerden bahsetmiş, Talat Paşa verdiği cevaplarla kendisini atlattığını zan-
netmiş, hatta bu memnuniyetini bir saat sonra konuştuğu bir arkadaşına
371 Enver Behnan Şapolyo, Kemal Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, İstanbul: Rafet Za-
imler Yayınevi, 1958, s.66-92.
372 Nutuk, Ankara:y.y., 1927, s.440.
373 İsmet Görgülü (Yay. Haz.), Atatürk’ün Anıları, , Ankara: Bilgi Yayınevi, 1997, a.g.e.,
s.118.
374 Görgülü a.g.e, s.28

- 245 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

hikâye etmiş, ancak iki sonra telaşa düştüğü bir durum ortaya çıkınca
hem de gece yarısı kendisini eve çağırarak, çare ve tedbir sormak du-
rumunda kalmıştır.375 Kendisini bekleten hariciye nazırını, oda müsait
olup “nazır beyefendi hazretleri sizi kabul buyuracaklar” denildiğinde bu
defa kendisi “beklesinler”376diyerek bekletmiştir. Meşrutiyet öncesi genç
subayların nezdinde en kudretli İttihadçılardan sayılan ve kendisinden
hayli kıdemli Cemal Bey[Paşa]’e “Cemal Bey, şu ve bu tarzda siz birtakım
kuş beyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz, bunun
hiçbir kıymeti ve önemi yoktur” diyebilmiştir.377 Ne ana, ne kardeş, ne de
en yakın bir akrabanın kendi düşünce ve anlayışlarına göre şu veya bu
türlü bir tavsiye ve nasihatte bulunmasına tahammülü yoktur.378 Veli-
ahd Vahdeddin’le gittiği Almanya’da Alman komutanlara, hatta Kayser
Wilhelm’e bile ders vermiştir.379 Mustafa Kemal’e dair öncelik ve övgü-
nün en önemli kaynağı bizatihi kendisi olduğu için tenkid ve itiraz da
çok kolay olamamaktadır. Ancak şunu rahatça söyleyebiliriz ki, İTC’nin
kuruluşunda Mustafa Kemal’in hiçbir dahli bulunmadığı gibi Meşruti-
yet’in ilanında da sadece sıradan bir hizmeti mevcuttur.380

15.2. Mustafa Kemal ve Komitacılık


Mustafa Kemal’in her İttihadçı gibi komitacılığın ve fedaîliğin ne ol-
duğunu çok iyi bildiğini kabul etmek lazımdır; aksi halde devrin hususi-
yeti icabı muhtelif siyasî ve askerî varyasyonlar içinde yer alan bir insanın
muhtemel tehlikelere karşı kendisini koruma içgüsüdünden mahrum ol-
duğunu ve lazım gelen tedbirleri almakta kifayetsiz kaldığını kabul etmek
mecburiyeti hâsıl olur ki, Mustafa Kemal için söylenecek en yanlış söz de
bu olmalıdır. Mustafa Kemal, siyasî yetki ve söz sahibi olduğu andan itiba-
ren en meşhur komitacıları çevresine toplamış, hatta onların hemen hepsini
375 Görgülü, a.g.e., s.31.
376 Görgülü, a.g.e., s.34.
377 Görgülü, a.g.e., s.62.
378 Görgülü, a.g.e., s.65.
379 Görgülü, a.g.e., s.73-90.
380 Fethi Tevetoğlu, Ömer Naci isimli eserinde Vatan ve Hürriyet adlı kuruluşu “İttihad ve
Terakki Cemiyeti ve daha sonra Partisi’nin nüvesi, başlangıcı sayarak Atatürk’ün II. Meş-
rutiyet İnkılâbının hazırlayıcısı olduğunu iddia ve isbat etmeğe kalkışmak yanlıştır” diye-
bilmiştir. Fethi Tevetoğlu, Ömer Naci, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1987, s.73.

- 246 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

de mebus olarak tavzif ve istihdam etmiştir. Kılıç Ali, Kel Ali, Topçu İh-
san, Hopalı Rauf, Deli Halid, Salih Bozok, Recep Zühtü gibi isimler ya
İstiklal Mahkemeleri’nde ya da Meclis’te terör estiren mebus-komitacılar-
dır. Deli Halid Paşa, kahraman bir subay olduğu için değil, komitacılığa
müsait biri olduğu için yakın çevreye alınmak istenmiştir. Mustafa Kemal
gerektiğinde sadece emri altındaki komitacılardan değil, o dönem kendi-
siyle neredeyse eşit isimleri de kullanmasını bilmiştir. Onun taktik kabi-
liyetinin ve adam kullanmadaki ustalığının tartışmasız olduğunu biz de
kabul etmekteyiz. Kemalist tarih yazıcılığında Mustafa Kemal’in komi-
tacı usullerden hazzetmediği, hatta karşı çıktığı yazılır.381 Darbe ya da ko-
mitacı faaliyet kapsamında tavsifi lazım gelen ve teşebbüs aşamasında ka-
lan bazı hadiselerde yer alması ise vatanın selameti ile izah edilerek mazur
gösterilmeye çalışılır. Mesela Tevfik Paşa’nın kaçırılarak istifa ettirilmesi
teşebbüsü bu şekilde izah edilmektedir. Şimdi sıralayacağımız anekdotlar
bu iddiamızı ziyadesiyle destekleyecektir.

15.2.1 Talat Paşa’ya Darbe Teşebbüsü


Mustafa Kemal’in ölümüne kadar yanından ayrılmayan, mebus-ya-
verlerden ve uzaktan akrabası olan, Mustafa Kemal’in ölümünden
sonra da yaşamayı gereksiz addedip silahıyla intihara teşebbüs eden
ama yaralı olarak kurtulan Salih Bozok, hatıratında bu hadiseyi te-
ferruatlı sayılabilecek bir şekilde anlatmaktadır. Mustafa Kemal, Yıl-
dırım Ordular Grup Kumandanlığı’na bağlı 7. Ordu Kumandanı iken
381 Merkezi İstanbul’da bulunan Vilâyât-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiye-
ti’nin Erzurum’da bir şubesini açmak için yetki alan ve bu şubenin mücadelesinde
mühim bir mevki ihraz eden Cevat Dursunoğlu, Erzurum Kongresi devam ederken
verilen istirahat aralarında Mustafa Kemal’in sohbet gruplarını ziyaret ettiğini, ken-
di gruplarında ajans haberi olarak Erzurum’a vali olarak tayin edilen Reşit Paşa’nın
yola çıktığı haberini okuduklarında Mustafa Kemal Paşa’nın “eğer işimize zarar ve-
recek bir adamsa Trabzon’dan İstanbul’a iade edelim, başımıza iş açmasın” dediğini,
bu sohbet grubunda bulunan eski Teşkilat-ı Mahsusa çeteciliğinden ve mollalığın-
dan kinaye olarak Piyerlermit lakabını taşıyan Rize delegesi Hoca Necati’nin atılarak
“Paşam üzülmeyin icap ederse Kop Dağı’nda temizlenir” dediğini, Mustafa Kemal’inse
acı bir infialle “Hocam ne diyorsun; kutta-i tariklik [yol kesicilik] ederek adam mı vur-
duracağız? Bu memlekette hükümsüz vatandaş öldürülmez. Vatandaş ancak mahkeme
kararıyla cezalandırılır. Devlet adamının böyle düşünmesi gerekir” cevabını verdiğini
yazmaktadır. Cevat Dursunoğlu, Millî Mücadele’de Erzurum, İstanbul: Erzurum Ki-
taplığı, 1998, s. 95-96.

- 247 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

istifa etmiş, istifa üzerine Enver Paşa, 2. Ordu Kumandanı Fevzi Paşa
ile kendisini becayişe tabi tutmuş ve Ekim ayında Mustafa Kemal İs-
tanbul’a gelmiştir. Hikâyeye göre Topal İsmail Hakkı Paşa, Mustafa
Kemal’le hususî bir görüşmede ayrılığa düştüğü Talat Paşa, Dr. Na-
zım ve Kara Kemal’den şikâyetle bunların memleketi batırdığını, mi-
liter bir kabine teşkili lazım geldiğini, kendisini de aralarında görmek
istediğini söylemiş. Mustafa Kemal, işin başında kimin olduğunu öğ-
renmek istemiş, Enver Paşa cevabını alınca “muvafık olur” demiş, an-
cak teşekkül edecek kabinede kendisinin bulunmasındansa 2. Ordu
Kumandanı olarak kalmasının daha faydalı olacağını, böylelikle Talat
Paşa ve arkadaşlarının teşekkül edecek yeni kabineye yapmak isteye-
cekleri fenalıklara da mani olabileceğini söylemiş, İsmail Hakkı Paşa
ise onları bir gece içinde yok etmenin kolay olduğunu, ona göre ted-
bir düşüneceğini söylemiş. Zor bir pozisyonda kalan Mustafa Kemal,
durumu olduğu gibi Fethi [Okyar] Bey’e nakletmiş. Fethi Bey, işin
vehameti sebebiyle hemen Talat Paşa’nın haberdar edilmesinin muva-
fık olacağını söylemiş, Mustafa Kemal ise henüz ortada kat’î bir ka-
rar olmadığı için şimdilik bunu söylemenin doğru olmadığını, mese-
lenin katiyet kesbetmesinden sonra faillerin cürm-i meşhut [suçüstü]
halinde yakalanmasının doğru olacağını ifade etmiş. Fethi Bey, ısrarcı
olunca Mustafa Kemal, hiç olmazsa isminin verilmemesini rica etmiş.
Talat Paşa, Fethi Bey ile görüşmesinde, bilginin kaynağının Mus-
tafa Kemal olduğunu anlamış ve Fethi Bey de inkâr etmemiş. Talat
Paşa, Kara Kemal ve Dr. Nazım’ın da bulunduğu bir toplantı tertip
etmiş ve hikâye Mustafa Kemal tarafından “benim burada söyleyecek-
lerim burada kalmalıdır. Buna dair herkes namusu üzerine söz vermeli-
dir,” girizgâhıyla anlatılmış. O esnada Almanya’da olan Enver Paşa gel-
dikten sonra Mustafa Kemal bir işi için kendisini ziyaret etmiş, yarım
saat kaldıktan sonra dışarı çıkınca yüzünün rengi değişmiş. Harbiye
Nezareti’nden eve dönerken Talat Paşa’nın verdiği sözü tutmadığını,
eve gelince de “Şimdi Enver Paşa, İsmail Hakkı Paşa ile beni Divan-ı
Harb’e verebilir. Ve bu meselenin tavzih edilmesini ister. İsmail Hakkı
Paşa inkâr edince ortada bir ben kalırım. Zaten bana karşı husumeti ol-
duğundan taklib-i hükümet yapmak istediğim hükmüyle idam dahi et-
tirebilir,” demiş. İçeride Enver Paşa “Yahu, biz birbirimizin karşısına
- 248 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

çıktığımız zaman ellerimizi sıkıyoruz. Hâlbuki arkadan benim kuyumu


kazıyorsun. Eğer gözün bu makamda ise sen geç de otur,” demiş. Mustafa
Kemal de “Makamınızda gözüm yoktur. Ve o makamı kendime çok kü-
çük görürüm. Benim düşüncem ve emelim çok büyüktür. Eğer makamı-
nızda gözüm olsaydı şimdiye kadar çoktan orasını işgal ederdim!” demiş.382
Evvela şunu peşinen söylemek icap eder ki böyle bir hadise niyet ve
maksat neye müstenit olursa olsun Bozok’un hatıratında nakledildiği
evsafta olmasa da vuku bulmuş gibidir. Ancak o esnada değil Mus-
tafa Kemal, hiç kimse Enver Paşa’ya “Makamınızda gözüm yoktur. Ve
o makamı kendime çok küçük görürüm. Benim düşüncem ve emelim çok
büyüktür. Eğer makamınızda gözüm olsaydı şimdiye kadar çoktan ora-
sını işgal ederdim!” diyemezdi. Bu kısmın tamamen uydurma oldu-
ğunu söyleyebiliriz. Üstelik daha önceki ifadelerde Mustafa Kemal’in
derin bir endişe ve korkuya gark olduğu, hükümet darbesi sebebiyle
idam edilme ihtimalini hatıra getirdiği düşünüldüğünde mezkûr ifa-
denin söylenemeyeceğini rahatlıkla ifade edebiliriz. Mustafa Kemal’in
Enver’e bu şekilde hitap edemeyeceğine sadece hiyerarşi değil, Mus-
tafa Kemal’in Enver karşısındaki pozisyonu da müsait değildir. Her iki
isim hakkında 3’er ciltlik biyografi çalışması yapmış olan Şevket Sü-
reyya Aydemir bu durumu çok net şekilde ortaya koymaktadır. Ayde-
mir, Çanakkale’de 19. Fırka Kumandanı olan Mustafa Kemal’in, Enver
Paşa’ya “kardaşım” diye hitap ettiği ve kendisinin Çanakkale’ye gele-
rek bizzat kumandayı almasını ifade ettiği 3 Mayıs 1915 tarihli mek-
tubu dolayısıyla şunları yazar:
“Mektup dikkati çekicidir. Muhteviyatı, bu arada Enver Paşa’nın yakınlı-
ğını kazanarak, büyük kumanda mevkileri ve yetkiler almak arzusu ile yanan
bir kalbin ifadelerini açığa vurur. Enver Paşa’nın emrinde ve orduda bulunduğu
sürece, Enver Paşa’nın yakını olmak, onun itimadını kazanarak daha büyük
kuvvetlere kumanda etmek fırsatını daima aramıştır. Enver Paşa’ya karşı, daha
Rumeli’ den başlayarak daima çekingen ve her zaman mesafeli kalmanın tedir-
ginliği içinde yaşamakla beraber, Paşa’ dan gelen her yakınlaşma veya iltifattan,

382 Salih Bozok-Cemil S.Bozok, Hep Atatürk’ün Yanında, İstanbul: Çağdaş Yayınları,
1985, s. 184-188.

- 249 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

her zaman duygulanmıştır. Hatta böyle iltifatları bazen, denilebilir ki, aşırı de-
ğerlendirerek, Enver Paşa’ya daha büyük hizmet etmek arzularını bildirmiştir.” 383

Asım Us da, bu darbe düşüncesinin mimarının Mustafa Kemal


olduğunu, onun Cemal Paşa’yı, Enver Paşa’dan ayırmayı, Çanakka-
le’deki emrindeki ordu ile İstanbul üzerine yürüyüp hükümeti düşür-
meyi, Cemal Paşa’nın sadrazam kendisinin de harbiye nazırı olacağı
hükûmetin İtilaf devletleriyle münferit sulh imzalamasını düşündü-
ğünü, harbin son safhalarında İstanbul’a gelen Cemal Paşa’ya bunu
teklif ettiğini, paşanınsa açıktan muvafakat cevabı vermediğini, an-
cak reddetmediğini, savsakladığını, zaten kısa bir süre sonra da Enver
Paşa’nın bunu öğrendiğini yazmaktadır.384
Bozok’un hatıratında yer alan bir anekdot da şöyledir: Mustafa Ke-
mal, bir gün alkollü olarak sofraya gelen ve başta Falih Rıfkı olmak
üzere bazı sofra erkanına karşı rahatsızlığını izhar eden, sofradaki al-
kolün tesiriyle de başyaveri Rusuhi Bey’e de laf atan “Paşam bu adam
sizin yaveriniz olamaz, ben bunu Irak’tan tanırım. Enver Paşa’ya, Nuri
Paşa’ya da yaverlik yapmıştır,” diyen Ali Çetinkaya’ya yaverinin alttan
almasından hoşlanmayıp “Bana bak Ali Bey, benim yaverim senin anlat-
tığın adam değildir. Senin maksadını anlıyorum. Fakat ben senden daha
komitacıyım,” diyerek Ali Bey’in kolundan tutup sofradan kaldırarak boş
383 Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt III, İstanbul:
Remzi Kitabevi, s. 241. Mustafa Kemal’in Cemal Paşa hakkında ağır ifadeler kullan-
dığı iddia olunmaktadır. Asım Us hatıratında “Atatürk, bir gün sofrasında Meşru-
tiyet’in Bahriye Nazırı olan Cemal Paşa’dan bahsederken şöyle dedi: ‘Cemal Paşa’ya
Fransa’dan bir kart yolladımdı: ‘Adana valisi olmuşsun, adam oldun mu sanıyorsun?’
demiştim,” demektedir. Asım Us, Hatıra Notları, Haz. İsmail Dervişoğlu, İstanbul:
Kitabevi, 2002, s. 143. Mustafa Kemal’in 1908-1918 arasında da çok kudretli ol-
duğuna, önüne gelene fırça attığına, meydan okuduğuna dair anekdotların büyük
çoğunluğunun uydurma olduğunun kabulü mantığa daha uygundur. Şayet Mustafa
Kemal, sofrada böyle bir söz sarf etmişse bile bunun o geceki alkolün tesiriyle sadır
olduğunun kabulü gerekir. Çünkü Cemal Paşa gibi birine değil Mustafa Kemal’in,
Enver ve Talat Paşaların bile böyle bir ifade kullanmaları mümkün gözükmemekte-
dir.
384 Asım Us, Gördüklerim Duyduklarım Duygularım, İstanbul: Vakit Matbaası, 1964,
s. 123. Us, Hatıra Notları’nda hikâyeyi daha mufassal anlatmaktadır. Mustafa Ke-
mal, Cemal Paşa’nın vazgeçip üstelik durumu Enver Paşa’ya bildirdiği için tarziye
istemiş, aksi halde gördüğü yerde vuracağını söylemiştir. Asım Us, Hatıra Notları,
İstanbul: Kitabevi, 2012, s. 224-25.

- 250 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

odalardan birine götürmek ister. Salih Bozok araya girer ve Ali Bey’in
alkolün tesiriyle böyle konuştuğunu söyler ve onu dışarıya, “musluk
başına çıkarayım” der. Salih Bozok, tuvalette Kel Ali’ye yardım edi-
yor gibi iki koluna girer. Maksadı silahının belinde mi yoksa cebinde
mi olduğunu öğrenmektir. Silahın belinde olduğunu anlar, çünkü Kel
Ali’nin sofradayken elini ikide bir cebine sokmasından Mustafa Ke-
mal’in şüphelendiğini anladığını, ancak Kel Ali’nin bu hareketi mak-
sad-ı mahsusla yapmadığını, sarhoşluk eseri olduğuna kani olduğunu
yazar. Bilahare Mustafa Kemal, Salih Bozok’un araya girmesinden
memnun olmuş ve şunları söylemiştir: “Bu çocuk, beni yakından ta-
nıdığı ve her halimi bildiği için, dün gece kendisini tekdir etmeme rağ-
men şayan-ı teessür ve teessüf bir hadisenin vukuuna meydan vermemeye
çalıştı. Ve muvaffak oldu. Bundan dolayı kendisine teşekkür ederim.”385
İsmet Bozdağ ise bu hadiseyi başka bir şekilde naklediyor. Ankara İs-
tiklal Mahkemesi’ndeki İttihadçı yargılamalarından sonra yine eski
bir İstiklal Mahkemesi reisi olan Topçu İhsan’ın Yavuz’un tamiri için
kullanılacak Havuz’un satın alınmasında suistimalde bulunduğu ge-
rekçesiyle Başvekil İsmet Bey tarafından Meclis Araştırması talebinde
bulunulması üzerine Kel Ali, Mustafa Kemal’in sofrasına uğramaktan
vazgeçmiş, Nuri Conker tarafından davet edildiğinde sitem olarak İh-
san Bey’e karşı yapılan muameleyi değil, “hem İsmet Paşa’ya havlıyor
hem de Mustafa Kemal’in sofrasından eksik olmuyor” dediği Falih Rıfkı
gibi “dalkavukları” gerekçe göstermiştir. Mustafa Kemal ise bu durum
üzerine Nuri Conker’e şunları söylemiş: “Ali bizim arkadaşımız… Se-
veriz de söveriz de… Ama Falih Rıfkı bir kalem! Bize hizmet ettiği öl-
çüde çevremizde olacak. Ali’ den başka türlü yararlanırız. Falih Rıfkı’ dan
başka türlü… Ali’nin böyle düşünmesini anlamadım.”386

15.2.2. Sadrazam Tevfik Paşa’nın Kaçırılması Teşebbüsü


Rauf Orbay ve Mustafa Kemal, Ahmed İzzet Paşa’dan sonra iktidara
gelen Tevfik Paşa kabinesini itimatsızlık reyi verdirerek düşürtmek istemiş-
ler, bunda başarılı olamayınca Mustafa Kemal, Kara Kemal Bey’le, Sad-
razam Tevfik Paşa’yı -şoförünü elde ederek- İstanbul’dan uzaklaştırmak
385 Bozok-Bozok, a.g.e., s. 224-228.
386 İsmet Bozdağ, Atatürk’ün Sofrası, İstanbul: Emre Yayınları, 1995, s. 159-162.

- 251 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

suretiyle kabineyi düşürmek teşebbüsüne girişmiş, ancak İsmail Canbu-


lat’ın itirazıyla bu teşebbüs akim kalmıştır.387 Rauf Bey bu hadiseyi kendi
ismiyle yayınlanan hatıratında daha detaylı anlatmaktadır:
“Zaaf içinde Tevfik Paşa Hükûmeti ve hatta onu desteklemekte olan Padi-
şah Vahdettin’i bir yolunu bulup devirmekten başka çare kalmadığını ileri süren
[Mustafa Kemal] Paşa’nın teklifiyle faaliyete geçmek kararını bile vermiştik ki,
araya Kara Kemal Bey’in girişinden kuşkulanan İsmail Canbulat Bey’in itirazıyla
bu iş o kadarla kalmıştı. İsmail Canbulat Bey’in itirazı şöyle olmuştu: Tevfik Paşa
Hükûmetin ve hatta Padişahın nasıl değiştirilebileceği meselesini aramızda konuş-
tuğumuz günlerin birinde İsmail Canbulat Bey’ le ben, Şişli’ deki Mustafa Kemal
Paşa’nın evine gittiğimizde Paşa’yı, -o zamana kadar ilk defa evine gelmiş oldu-
ğunu gördüğümüz- İttihat ve Terakki’nin meşhur İaşe Nazırı Kara Kemal Bey’ le
baş başa konuşur bulduk. Odaya girip yanlarına yaklaştığımızda, konuşma konu-
sunun ‘Tevfik Paşa’yı, otomobilinin şoförünü değiştirip kaçırarak, İstanbul’ da bir
yerde saklamak’ olduğunu anlayınca, İsmail Canbulat Bey, birdenbire asabîleşerek
ters yüzü dönüp odadan sofaya çıktı. Ben de peşinden gittim. ‘Yok, birader, böyle
komitacı işlerine gelemem, böyle bir şey olmaz, bu benim işim değil’ diye gittikçe
sinirlenen Canbulat Bey’i, teskin etmek hususundaki gayretlerime rağmen evden
çıkıp gitti. Sonra Kara Kemal Bey de gitmişti. İsmail Canbulat Bey asabîleşince
hayret etmekte olan Mustafa Kemal Paşa’ya vaziyeti anlattım. ‘Neden böyle oldu?
Kara Kemal de nereden çıktı?’. ‘Yok canım’ dedi, ‘Ben komitacılık yapar mıyım,
Kemal Bey’in ağzını arıyordum,’ dedi. ‘Öyle ise, haydi kalkın gidelim. Canbulat’a
anlatın,’ dedim. Canbulat’ın Osmanbey’ deki evine gittik. Mustafa Kemal Paşa,
Kemal Bey’in ağzını aradığını tekrar ile işin içinde komitacılık olmadığı husu-
sunda teminat verdi. Bu teşebbüs de bu kadarla kaldı.” 388

15.2.3. Elazığ Valisi Ali Galib’in Öldürülmesi Kararı


Erzurum Kongresi için şehirde bulunduğu bir gün Mustafa Ke-
mal, iade-i ziyaret için Erzurum İttihadçı ve Millî Mücadelecilerinden
Süleyman Necati’ye gelir. Elazığ Valisi Ali Galib meselesi konuşulur.
Mithat, Cevat, Cafer, Küçük Kazım Beylerle Paşa’ya refakat eden jan-
darma zabitliğinden mütekaid Nazım Nazmi Bey vardır. Gerisini Sü-
leyman Necati şöyle anlatır:
“Ben-(yavaşça) ‘İzale edelim mi?’ dedim. Paşa, ‘Mümkünse hay, hay...’ Ya-
nıbaşımızda ayakta duran yukarıda ismi geçen Erzurum Müfrezesi Kumandanı

387 Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, İstanbul: Sinan
Matbaası, 1965, s. 31.
388 Orbay, Cehennem Değirmeni, Cilt II, s. 232.

- 252 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Cafer Bey:‘Emrederseniz, bendeniz yapayım’. Paşa istihfafkârâne yüzüme baktı.


Ben ‘İttihad ve Terakki de bu gibi işlerde istihdam etmiştir’ dedim. Paşa ‘Ne za-
man çıkabilirsiniz?’ Cafer Bey ‘Nihayet bir saate kadar yoldayız.’”

Bu esnada Nazım Nazmi Bey de çıkar. Cafer Bey müfrezesi Ela-


zığ’a yola çıkmıştır. Bir süre sonra Yaver Cevat Abbas heyecanla gelir
ve Mustafa Kemal’in kendisini çağırdığını söyler. Paşa’nın yüzü sapsarı
kesilmiştir ve Nazım Nazmi’nin konuşulanları Rüşdü Bey’e onun da
Kazım Karabekir Paşa’ya yetiştirdiğini söyler. Kazım Karabekir “Bugün
Ali Galib’e ise yarın da bu silah bize teveccüh eder. Yol yakınken ayrıla-
lım. Bavullarımızı hazırlayın, yarın hareket edeceğim,” diyerek müthiş
bir ültimatom vermiştir. Süleyman Necati, Mustafa Kemal’e, Karabe-
kir Paşa’ya telefon ederek bu işten haberinin olmadığını söylemesini,
her şeyi kendilerinin üstleneceğini söyler. Bir müddet sonra da Kara-
bekir ile bu işten haberi olmayan Rauf Bey, Süleyman Necati’yi çağı-
rırlar ve işin aslını öğrenmek isterler. Süleyman Necati, her ikisine de
bu işten Mustafa Kemal’in haberi ve malumatı olmadığını, kendileri-
nin karar ve planı olduğunu söyler.389
Bu hadiseyi Ebulhindili Cafer Bey de benzer şekilde hikâye et-
mektedir: Sohbet esnasında Mustafa Kemal’e programının ne olduğu
sorulur, o da anlatmaya başlar. Programın 3. maddesi “Dâhilde düş-
manlarla birleşen hükûmetin ve Anadolu’ da teşkilat yapan hainlerin ce-
zasını vermektir.” Cafer Bey, ilk vazifeyi kendisinin istediğini söyleye-
rek dâhildeki hainlerin cezasını vermek için onların isimlerini talep
eder. Mustafa Kemal “Çok teşekkür ederim. Onların isimleri Harput’ta
Vali Ali Galip Bey, hem Padişahla birleşmiş, hem de İngilizlerle Ameri-
kan Kolejinde kendisini alet etmiş İstanbul’ dan silah ve cephane taşıyor.
Orada vatanperverleri imha etmek için de Dersim’ de Harput’ta teşkilat
yapıyor. 2- Eskişehir’ de Vali Artin Cemal, 3-Şebinkarahisar mutasarrıfı”
diye cevap verir. Mustafa Kemal, Cafer Bey’e “Sen Harput’taki vazifeyi
al” der. Cafer Bey de arkadaşlarıyla birlikte yola çıkar. Sonra yukarıda
zikredilen tartışma üzere Mustafa Kemal’in mektubuyla geri dönerler.390
389 Süleyman Necati Güneri, Hatıra Defteri, Haz. Ali Birinci, İstanbul: Erzurum Kitap-
lığı, 1999, s. 73-75.
390 Hasene Ilgaz, “Teşkilat-ı Mahsusa Günleri Ebülhindili Cafer Bey: Teşkilat-ı Mahsu-
sa Erzurum Müfreze Kumandanı”, Haz. Ali Birinci, Türk Yurdu, Sayı: 166, Haziran
2001, s. 43-44.

- 253 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Kazım Karabekir ise şunları yazmaktadır:


“Harput Valisi Ali Galib’i öldürmek icin Mustafa Kemal Paşa, Halit Bey’in
tavsiye ettiği Ebulhindili Cafer’i birkaç refikiyle Erzurum’ dan Harput’a yola çı-
karıyor! Ben, tesadüfen bunu haber alır almaz, geri dönmelerine emir verdim.
Ve haberim olmadan, bilhassa bulunduğum mevkide, bu kadar büyük bir teşeb-
büsü ne ile tefsir edeceğimi evvela Rauf Bey’e sordum. Ordu müfettişliği mesuli-
yeti bende olduktan maada, kongreye girmek meselesindeki vaziyetimi anlattım.
Bu işler şayi olursa çok vahim neticeler olabilecekti. Bir valiyi öldürtmek kararını
ferden veren Kemal Paşa’ya karşı ne vaziyet almalı idim?... Bir daha bana haber
vermeden, bilhassa mes’ulü bulunduğum mıntakada, hiç bir şey yapmayacağına
söz almakla samimiyetimi sarsmadım. Fakat maatteessüf sözünde durmadı.” 391

Sivas Kongresi esnasında da Sivas’ı basmak üzere bu defa Sivas Va-


liliğine atanan Elazığ Valisi Ali Galib’in hareketini engellemek için
Mustafa Kemal, yine çeşitli insanlardan yardım talep etmiştir. Bun-
lardan biri de Halis Turgut’tur. Halis Turgut İttihadçı olduğundan Er-
meni Tehciri sebebiyle veya emniyet tertibatı alınmak maksadıyla Si-
vas’ta dağa çıkmıştı. Çağrılınca gelmiş, İttihadçı ve Türkçü olduğunu
söylemiş, kendisine mesele anlatılmış, o da anlayıp gitmiştir.392

15.2.4. İttihadçı, Teşkilat-ı Mahsusacı, Komitacı, Enver Paşacı


Büyük Bir Kahramanın, Deli Halid’in Talihsizliği
Bazı kaynaklarda Mustafa Kemal ile Kazım Karabekir’in arasının
Deli Halid sebebiyle açıldığı yazılıdır. Mustafa Kemal, kendisini tu-
tuklama imkân ve yetkisi varken tutuklamayan, hatta kolordusuyla
emrine giren Karabekir’e amirane bir şekilde hitap ve hükmediyordu.
Ancak her işte kontrol, yetki ve son sözün kendisinde olmasını iste-
yen Mustafa Kemal’in Karabekir’i devre dışı bırakacak çare ve yön-
temler arayacağı da muhakkaktı. Bunlardan biri Trablusgarb’tan ta-
nıdığı Deli Halid olmuştur. Mustafa Kemal çoğu kez, Karabekir’den
habersiz, Karabekir’in emrindeki Deli Halid ile haberleşmiştir. Kara-
bekir’e göre Elazığ Valisi Ali Galib’e suikast düzenlenmesi için seçilen
Cafer Bey’i tavsiye eden de Deli Halid’dir. Karabekir tam bu aralarda
Mustafa Kemal’in Deli Halid’le haberleştiğini yazıyor:
391 Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, Cilt: 1, İstanbul: YKY, 2008, s. 90-91.
392 Orbay, Cehennem Değirmeni, Cilt I, s. 238-239.

- 254 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“Kemal Paşa Halit Bey’e diyor ki: ‘Sen de ben de menkubuz. İstanbul hükû-
meti bizi istiyor. Günün birinde Karabekir bizi tahtelhıfz İstanbul’a gönderebi-
lir. İkimizin istikbali aynı düşünmeye ve aynı çalışmaya bizi mecbur ediyor. Ka-
rabekir’e itimad etme! Şu şifreyi al, icabında şarkta vaziyete hâkim olmanı temin
et. İcabında talimatı ve işleri sana yazarım.’ Bunu bizzat Halit Paşa 1340’ da
[1924] Ankara’ da bana anlatmıştır.” 393

Halid Bey, Karabekir’in de arzu ettiği ama suhuletle halledilmesi


gerekli işlerde de komitacı gibi hareket etmektedir. Mesela Trabzon
Valisi Galip Bey’in hal ve hareketleri tehlikeli bir vaziyet arz etmekte-
dir. Onun bir şekilde Trabzon’dan uzaklaştırılması lazımdır. Bunun
için de münasip bir şekilde davet edilip gözaltına alınarak bölgeden
uzaklaştırılması lazımdır. Deli Halid hassasiyet iktiza eden bir işte de
komitacı gibi hareket etmektedir. Karabekir’in yazdıklarını okuyalım:
“Valinin İstanbul ile sıkı irtibatta bulunduğu ve zaten Erzurum Kongresi ka-
rarlarına tearuz eden [çatışan] Sivas Kongresi’nin bazı kararlarından dolayı lâ-
zımı kadar müteessir bulanan Müdafaa-i Hukuku ve halkı büsbütün tahrik etti-
ğine şüphe kalmadı. Daha ziyade o muhitte kalması pek zararlı idi. Binaenaleyh
şedit bir muameleye hak kazanmıştı. Tahte’ l-hıfz[gözaltı] dâhile alınmasına ka-
rar verdim. Esasen Gümüşhane’ye devre gelecek ve benimle görüşmek için bekle-
yecekti. Ardasa’ya vürudunda [vardığında] tevkif ve bir otomobil ile Erzurum’a
sevki için Halit Bey’e bugün (21 Eylül’ de) şifre ile emir verdim. Hey’et-i Temsi-
liye’ye de bu kararımı bildirdim. Ancak cihet-i askeriye valileri tevkif ediyor şa-
yiası, dâhil ve haric için çirkin olduğundan emrin Hey’et-i Temsiliye’ den icab
edenlere verildiğini ve cihet-i askeriyeye mümanaat [engel olmak] edilmemesi tar-
zında bana bir tebliğde bulunmalarım teklif ettim. Kararımı muvafık bulduk-
larını, arzu ettiğim tarzda bir emirle bildirdiler. (Bu tebliğ Galip Bey’in tevkif
olunduğu 24 Eylül’ de gelmiştir.) Bu babda Halit Bey’e verdiğim emir de tevkifin
asker üniformasıyla yapılmaması ve Ardasa’ da teşkilât-ı milliye yapıyor şekli gös-
terilmesi idi… 23 Eylül’ de Hey’et-i Temsiliye namına Kemâl Paşa Trabzon vali-
sinin derdesti için teklifim veçhile tebligatta bulundu. Diğer bir şifresinde de yine
Halit Bey’in Trabzon’a memuriyetini tekrar rica ediyor ve ‘Asabiyyü’t-tabia [si-
nirli] olduğunda mahzur görüyorsanız Trabzon’un ıslahı neye ve ne gibi vasıtaya
mütevakkıf [bağlı] ise doğrudan doğruya taraf-ı devletlerinde ittihazını istirhamla
iktifa ederiz’ diyordu. Valinin tevkif ve Erzurum’a gönderilmesi için Ardasa’ da
her şey hazırdı… 24 Eylül sabahı Trabzon Valisi Galip Bey’ le fırka kumandanı
Ardasa’ da mülâki oldular [buluştular]. Vali Bey’in yanında altı adamı varmış.
24/25 gecesini Gümüşhane’ de geçirmek niyetinde imiş. Tehir-i hareketi için bin-
dikleri kamyon kırdırılmış. Erzurum’a gelerek görüşmekliğimiz hususunda Rüştü

393 Karabekir, İstiklal Harbimiz, s. 90.

- 255 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Bey’ le gönderdiğim mektubu okumuş, gelemiyeceğini söylemiş ve benimle makina


başında konuşmak istemiş. Halit Bey bu malûmatı veriyor ve muhaberenin altıya
kadar temdidiyle [uzaması] planlarına yardım edilmesini rica ediyordu. Muha-
bereye geç başlamak suretiyle görüştüm. Şüpheye düşmemesi için yanıma Erzurum
valisini de aldım. Galip Bey Erzurum’a izinsiz gelemeyeceğinden, her halde benim
Gümüşhane’ye gelmekliğimi yazıyor. Akibet 8.15 sonra da Halit Bey bizzat va-
liyi tevkif ve kamyonla mahfuzen Erzurum’a yola çıkarıyor. Şeref ve haysiyetinin
muhafazasını da tekeffül ediyor. Bu hususta icab edenlere ben de emir verdim.” 394

Halid Bey, Trabzon’da Meclis-i Mebusan seçimleri için de devreye


girmiştir. Karabekir’e göre emri Mustafa Kemal’den almıştır:
“11 Teşrinievvel tarihli açık telgrafla her tarafa Hey’et-i Temsiliye namına Mus-
tafa Kemal Paşa tarafından yapılan tamimde: ‘Cemiyetimiz intihabat-ı meb’usana
gayr-i meşru bir gûnâ [surette] müdahalatta bulunmayacaktır. Hey’et-i Temsiliye
tarafından kimsenin namzetliği vaz’edilmeyecektir. Ancak cemiyetimizin vicdan-ı
milliden doğan nokta-i nazar ve buna nazaran tesbit olunan esasatı kabul eden-
ler Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti namına namzetliklerini vaz’
ve isimlerini mensup oldukları Liva hey’et-i merkeziye ve hey’et-i idareleri vasıta-
sıyla ve aynı zamanda doğrudan doğruya Sivas’ta Hey’et-i Temsiliye’ye iş’ar ede-
ceklerdir [bildireceklerdir]’ deniyordu. Hâlbuki 16 Teşrinievvele kadar aldığım
malumatta Mustafa Kemal Paşa Trabzon mıntakasındaki 3. Fırka Kumandanı
Halit Bey’ le şifreli muhabere etmekte ve intihabata müessir olmasını talep etmek-
tedir. Halit Bey herhangi bir meseleyi uzun boylu düşünmeden ve başka bir vası-
taya lüzum olup olmadığını teemmül etmeden [düşünmeden] silahına sarılır bir
hilkatte [yaratılışta] olduğundan mafevk [amir] makamı olan benim dahi habe-
rim olmadan ve reyim hilafına bu tarz-ı hareketin fenalığını düzeltmek de güç
ve belki tehlikeli olur. Kemal Paşaya şunu yazdım:

“Erzurum:
16/10/1335
3. Kolordu Kumandanlığına
Mustafa Kemal Paşa hazretlerine: ‘Mıntıka-ı acizide arzu-yı millinin temin
ve tatbiki için son noktaya kadar askerlikten ve silsile-i meratipten ayrılmamak
cihetini atinin zabturabtı için dahi elzem görüyorum. Cür’etle basiretin mezcedil-
mediği yerlerde ve işlerde netice pek parlak da olsa tez elden ma’ kus ve mahkûm-ı
zeval olduğu emsaliyle sabittir. Bilhassa İngiliz, Fransız mümessillerinin bulun-
duğu Trabzon muhitinde silsile-i meratibin ra’na [iyi] görülmesine ve pek basi-
retkar harekete ihtiyaç fevkaladedir. Maatteessüf verdiğim sarih talimata rağmen
Halit Bey bizzat ve kıyafet-i askeriyesiyle valiyi tevkif ettiği garabeti dile destan
olmuştur. İntihabat [seçim] meselesinde de bu suretle ibraz-ı faaliyet ederse kendi

394 Karabekir, İstiklal Harbimiz, C.1, s. 329-331.

- 256 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

haklarında İngilizlerce vaki olan demarşın tekerrürü ve müşkül vaziyetin tahas-


sülü gayr-ı kabil-i ictinab olur. Bunun için mumaileyhle muhabere edilmeyerek
arzu-yı âlilerinin tatbikinde delalet-i acizanemi istirham eylerim. Mumalieyhin
vaziyet-i zatiyesi her türlü davadan berî[uzak] ise herhangi bir mıntıkadan meb’us
intihabı hakkındaki fikr-i samilerinin iş’arı maruzdur’. Halit Bey’e de şunu yaz-
dım: ‘İntihabatta milletin serbest rey vermesi ve askerin kat’iyyen müdahale et-
memesi esastır. Yalnız mükemmel tahsile malik olmayan veya Müdafaa-i Hukuk
esasına muarız olup memleketi tefrikaya sokmak isteyen kimseler hakkında icab
edenlerin irşad ve tenviri maksada kâfidir.’” 395

Karabekir, Mustafa Kemal’in söz vermesine rağmen Deli Halid


Bey ile yazışmaya devam ettiğini Kasım 1919’da İstanbul Hükûmeti
adına Erzurum’a gelen ve Mustafa Kemal hakkında çok ağır ifadeler
kullandığını iddia ettiği Fevzi Paşa ile görüşmesi esnasında tesadüfen
öğrendiğini ve bunun kendisini müteessir ettiğini yazmaktadır. Olayı
şu şekilde anlatmaktadır:
“Ben 26 [Kasım]’ da Fevzi Paşayı daire-i samimiyet ve ittihadımıza almaya
ve bilhassa Mustafa Kemâl Paşa ile aralarındaki uçurumu doldururken ne yazık
ki Kemâl Paşa bana verdiği söze rağmen bizim 3. Fırka Kumandanı Halit Bey’ le
hem de mebusların şahısları hakkında şifreli muhaberatta bulunmuşlar. Garip
bir tesadüf oldu. Öğleden sonra müzakerelerimizin hitamında İrade-i Milliye’ye
yazılacak bazı müsveddeleri istemiştim. Bunları okurken evrak arasından Halit
Bey’in 22 tarihli 25’te Mustafa Kemâl Paşa’ya gelen ve 26 yani bugün de Mus-
tafa Kemâl Paşa’nın Halit Bey’e verdiği cevabı okudum.
Aynen şunlardı: Maçkadan: 22/11/1335
Sivas’ta Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
a) Gümüşhane sancağıyla Trabzon sancağından Cevizlik kazasında meb’us,
mütebaki kazalarda ise intihabla iştigal edilmektedir.
b) Gümüşhane sancağıyla Cevizlik kazasında Müdafaa-i Milliye namzetleri
kazanmışlardır. İzzet ve Servet Efendilerin fevkalâde muhalefetlerine mukabil
fırka da muvaffakiyet için pek büyük bir mesai ve kudret ile cevap vermektedir.
Neticenin lehimize çıkarılacağına kanaatim kavidir.
c) Trabzon vilâyeti namzetlerinin esamisini 9/11/1335 ve 870 No. ile arzetmiş-
tim. Bunlardan yalnız Lâzistan sancağının bir namzedi noksan olup o da Rizeli
Osman Efendidir. Mumaileyh Müdafaa-i Milliye âzâsından bulunmasına aha-
linin arzusuna ve aynı zamanda liyakatine binaen namzed gösterilmiştir. Arz-ı
keyfiyet olunur. 25’te gelmiştir.
Kaymakam Halit

395 Karabekir, İstiklal Harbimiz, C.1,s. 393-394.

- 257 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Maçka’ da Kaymakam Halit Beye


C. 22/11/1335 Himem-i vâlaları müstelzim-i şükran olmuştur. Lâziztan san-
cağına namzet olarak sizce muvafık görülen Rizeli Osman Efendinin temin-i mu-
vaffakiyeti bizce temenni olunur efendim. 26/11/1335
Mustafa Kemâl” 396

Karabekir, bu yazışmalar üzerine Sivas’ta bulunan Rauf Bey’i bil-


gilendirdiğini, onun da çok müteessir olduğunu, bir daha tekerrür et-
meyeceğini temin ettiğini, kendisinin de Halid Bey’e şu telgrafı çek-
tiğini yazmaktadır:
“Maçka’ da 3. Fırka Vekâletine
Halit Bey’e: 22/11/1335 tarihli Kemâl Paşa’ya yazılan şifreyi okudum. Mil-
letin feryadı ve orduların millete müzaheret [yardım] ilânı esası sabık kabinenin
imhasına cür’et ettiği meşrutiyet-i idareyi tesis idi. Şu halde askerlerin hiçbir veç-
hile intihaba tesir yapmaması ve milletin kemâl-i serbesti ile namzetlere rey ver-
mesi lâzımdır. Kıtaatımızın [askeri birliklerin] siyasete müdahalesiyle inzibat ve
samimiyetin sarsılmasına meydan verilmemesini hassaten rica eylerim.
Kâzım Karabekir” 397

Karabekir, Mustafa Kemal’in namusu üzerine söz vermesine rağ-


men 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılmasından sonra da Halid Bey’le
muhabereleştiğini yazmaktadır:
“Mercilerin ve vazifelerin artık tesbit olunması lüzumunu düşündüğüm şu
sırada Meclis Reisi Mustafa Kemâl Paşa imzasıyla 9. Fırka Kumandanı Halid
Bey’e şifre geldiğini ve Halit Bey’in de cevap verdiğini haber aldım. Mülâzım İs-
mail Hakkı Efendi bir kaç ay evvel bana haber verilmeden Kemâl Paşa tarafın-
dan Halit Bey’ den fedai zabit olarak istenilmiş, Halit Bey de yine benden haber-
siz mezun göstererek bu zabiti göndermişti. İstanbul işgaline kadar İstanbul’ da
kalmış olan bu zabitin harcırahının ve kıt’asında kalan alacaklarının gönderil-
mesi hakkında Mustafa Kemâl Paşa şifre ile Halit Bey’e emir veriyor, Halit Bey
de hesap veriyor ve diyor ki: ‘İsmail Hakkı Efendi’nin Erzurum’ dan infikâkiyle
[ayrılma] Ankara’ya muvasalatı [vasıl olma] arasında geçen zaman bir mazeret-i
meşruaya müstenit olmadığı takdirde kendisine karşı itimadımın mütezelzil[sar-
sılacağını] olacağını arz ve tahkik edilerek neticenin iş’arını istirham eylerim’….
Mustafa Kemâl Paşa Sivas’ta iken artık Halit Bey’ le muhabere etmeyeceğine na-
musu üzerine söz vermişti. Biri Hey’et-i Temsiliye diğeri de Büyük Millet Meclisi
Reisi imzasıyla temadi eden muhaberelerine teessüfle hayret etmemek mümkün

396 Karabekir, İstiklal Harbimiz, C.1,s. 432.


397 Karabekir, İstiklal Harbimiz, C.1,s. 433.

- 258 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

değil! …Hususî ve samimî yazılan bu şifrede göze çarpan noktalar İsmail Efen-
di’ye artık lüzum kalmamış olması, İstanbul’ dan henüz geldiğinden muhassesa-
tının mevzubahis olması ve bunun da Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemâl
Paşanın imzalamasıdır. Değil bu makamda, Ordu Kumandanı iken, hattâ ko-
lordu kumandanı iken bile bir zabitin muhassesatı için yazılacak şeye imza koymuş-
lar mıdır? Bu gibi şeyleri Erkân-ı Harbiye reisleri veya Müsteşarlar imza eder.” 398

İsmail Hakkı Efendi, sıradan bir fedai zabit değildir; ileride görüle-
ceği üzere Kâhya Yahya’nın ve Topal Osman’ın katili olan meşhur İsmail
Hakkı Tekçe’dir. Deli Halid, Ankara’ya bir fedai zabit ya da komita-
cıdan ziyade, herkesin korkacağı acımasız bir katil göndermiş gibidir.
Deli Halid Paşa için daha hazini ise bizatihi kendisinin Mustafa
Kemal tarafından Karabekir’den “muhafız” olarak istenmesiydi. İkti-
dar ve şöhretine münasip bir göreve atansa da ondan istenilen şey “mu-
hafızlık”tı. Oysa Deli Halid o esnada miralay rütbesindeydi. Mustafa
Kemal’in tüm muhafız ve yaverleri zaten hep şöhretlerine münasip bir
vazifede istihdam ediliyorlardı ve çoğu da mebustu. Mustafa Kemal ve
Karabekir’in bu konudaki yazışmaları da şunlardır:
“Bugünlerde, Mustafa Kemâl Paşanın, cüretkâr ve icabında kahhar [mahve-
dici] olan bir arkadaşa ihtiyacı olduğuna ve bunun için Halit Bey’i yanına iste-
diğine dair şifresi geldi:
Zata mahsustur. Ankara 8/12/1336
Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa Hazretlerine
Bu mıntıkada ihtirasat-ı hasisesini menafi-i müşterek-i âliyeye tercih eden tü-
redilerin harekât ve fiiliyatı, vaziyet-i umumiyemizi işkâl edecek mertebeye vasıl
oluyor. Gerçi esbab ve vesait-i mukabele mevcuttur. Ancak şedidü’t-tab’ ve cüret-
kâr ve icabında kahhar olan bir arkadaşa şahsen ihtiyacım hissolunur derecede-
dir. Bu arkadaşın ordu-yı devletinizde mühim hidemat ifa etmekte olan Mira-
lay Halit Bey olabileceğini ümid ediyorum. Mir-i mumaileyhin burada iktidar
ve şöhreti ile mütenasip bir vazife ve vaziyet sahibi edilmek üzere refakat-i âci-
zaneme gönderilmesine muvafakat-i devletlerini hassaten rica ederim. İcab ederse
bu ricamı mir-i mumaileyhe de iblâğ ederek muvafakat-i devletleri cevabını al-
dıktan sonra Müdafaa-i Milliye Vekâletinden şekl-i resmiye ait tebligatın derhal
bildirileceğini arz eylerim.
Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemâl.

398 Karabekir, İstiklal Harbimiz, C.2, s. 760-763.

- 259 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Zata mahsus
Karargâh 10/12/1336
Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
Müdafaa-i Milliye Vekâletine
Tensib-i samileri veçhile Miralay Halid Bey Ankara’ya hareket edecektir. İs-
tanbul’ dan celbedeceği validesini de görmek ve kara yolunun uzunluğundan ve
müşkilâtından ictinab etmek üzere Erzurum-Trabzon-İnebolu- Ankara yolunu
tercih eylemiştir.
Denizde tehlikeye uğramaması için, Halid Bey’in Trabzon’a hareketinin
gizli kalamayacağını düşünerek kendisinin Üçüncü Fırka kumandanlığına tâ-
yin buyrulmuş olduğunu işaa[duyurma] ve bu maksatla kıtaata dahi tamim ey-
ledim. Hakikat-i maslahatı ve gayet emin, bir motor ihzarını 13. Fırka kuman-
danına bildirdim.
Halid Bey intihab edeceği bir kaç zabitle yakında hareket edecek ve tarih-i
hareketi ayrıca arz olunacaktır.
Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir” 399

Deli Halid Paşa, tartışmasız bir kahraman, aynı zamanda çok


asabî, ayrıca saf ve kullanılmaya elverişli biriydi. Milletvekili olduğu
dönemde sırf vazifesinin icabınca hareket ettiği için Meclis’te Halil
(Ülgen) isimli bir zabıt kâtibini Başkâtip Recep (Peker) Bey’in oda-
sına götürerek dövmüş, kan revan içinde bırakmış, bu durumu gören
Mahir İz’in, savcılığa şikâyette bulunması için tavsiye ve ısrarı, ayrıca
diğer memurların da istifa edeceklerini bildirmeleri üzerine Halil Bey
savcılığa şikâyette bulunmuş, şikâyetin işleme alınması ve meclise tez-
kerenin gelmesi üzerine de bazı mebusların devreye girmesiyle mesele
kapatılmıştır.400
Zeki Kadirbeyoğlu’nun hatıratında yer alan ve Meclis’te yaşanan
bir hadise şayet Deli Halid’in şahsiyeti ve benzer durumlardaki tavrı
bilinmeseydi ihtiyatla karşılanabilirdi ama hem bu sebepten hem de
Zeki Bey, Deli Halid vurulduğunda başından ayrılmayan, ona hâlâ
muhabbet besleyen biri olduğu için bizce muteberdir. Bu hadise Deli
Halid gibi mertlik timsali bir paşanın şanına da şahsiyetine de yakış-
mamaktadır:
399 Karabekir, İstiklal Harbimiz, Cilt. 2, s. 1007-1008.
400 Mahir İz, Yılların İzi, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2000, s. 131-132.

- 260 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“Gazi’nin sağa sola, vuku bulan işaretleriyle maiyet-i seniyyelerinden ilk evvel
İstanbul Meb’usu Ali Rıza Bey karşımıza çıktı. Birinci Harb-i Umumi’ de meş-
hur levazım reisi İsmail Hakkı Paşa’nın sağ eli olan bu yadigâra,
‘-Siz Saray hafiyesi ve Saray’a mensubsunuz’ demesini müteakib,
‘-Bana saray hafiyesi ve Saray mensubu diyen bu adamın bunu ispat etmesi
icab eder. Aksi takdirde en büyük namussuzdur. Zaten vazifesinde hırsızlıkla iş-
tihar etmiştir’ diye ağzının payını verdikten sonra (bu Ali Rıza Meclis’te kestor
olarak bulunduğu müddetçe yaptığı suiistimalden dolayı çıkarılmıştır).
Mustafa Kemal etrafına bakınarak, arkasında gördüğü Kozan Meb’usu Jan-
darma Zabiti Ali Saib’e işaret etmesi üzerine, elleriyle ne yapayım gibi bir işa-
ret vererek:
‘-Zeki Bey, Zeki Bey, Hanedan bu müdafaanı görseler seni damad yaparlardı’
diyerek yavan bir hezeyanla salondan çıktı.
Cevaben:
‘-Damad-ı Şehriyari olmak, elbette bir şereftir. Burada kalmış olsalar sizlerden
kimseye sıra kalmazdı. Değil Damad-ı Şehriyari olmak, fırkanızın edib-i muhte-
remi Celal Nuri Bey, Saraya soğancıbaşlığına çoktan talib çıkmıştı.’
Onun peşine Gazi, Topçu İhsan’a işaret etti. Teşehhüd miktarı Bahriye Vekil-
liği, kendisiyle beraber Vekâleti de yıkıp, meşhur Havuz-Yavuz meselesiyle mahke-
meye sevkedilen şahs-ı marufun da payını alarak yerine oturması Gazi’yi büsbü-
tün çileden çıkardı. Yine etrafa işaret vermeye başladığı sırada, artık tahammül
edemeyerek doğrudan doğruya kendisine hitab ettim:
‘-Paşa, paşa, ben ne Hanedanım ne de mensubtum. Ben bir hakikati ve kendi
görüşümü müdafaa ediyorken, siz boyuna işaret vererek karşıma adam çıkarmayı
istiyorsunuz. Ben senin gibi de, bendegân-ı Hazret-i Şehriyari’ den değilim. Tard
olunduğun halde, Erzurum Kongresi’nde Yaveran-ı Hazret-i Şehriyari Kordonunu
kemal-i fahr-i mübahatla sinene takarak geldin. Ve bugün de hâlâ altın imtiyaz
madalyasını göğsünde taşıyorsun. Mektebden çıkıyorken sadakat yeminini ben de-
ğil sen yaptın. Kızaracak yüz benim de yüzüm değildir’ diyerek kürsüyü terkettim.
Zira müzakere çığırından çıkarılmıştı. (Beyanat aynen bu şekilde cereyan etmişti.
Matteessüf zabıt değiştirilerek birçok kelimeler çıkarılmıştır.)
Mustafa Kemal me’mul etmediği bir hücuma maruz kalınca baygınlık geçirdi.
Yaveran hemen naklederek, beş dakika sonra da otomobili ile Çankaya’ daki köşk-
lerine naklettiler. Sonradan aldığım bir habere göre ‘ öldürün’ demiş. Kürsüye Ad-
liye Vekili İzmirli Seyyid Bey çıkarak benim ve Halid Bey’in isimlerini zikretmek
suretiyle Hilafetin Mahiyet-i Şer’iyesi hakkında bir saatten fazla beyanatta bulu-
narak, bu husustaki beyanatları kitap halinde tab’ettirilerek Anadolu’nun her ta-
rafına sevkedilmiştir. Teneffüs odasında sigara içiyorken bir hademe gelerek, Baş-
vekil İsmet Paşa’nın odasında beni çağırmakta olduğunu haber verdi. Azamet-i
İlahiye’nin tecelliyatına bakınız ki, senesine varmadan Seyyid Bey’in gırtlağına

- 261 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

yakın ve dilinin ortasında bir yara açıldı. Ve çok fazla cerahat vermeye başladı.
Aynı zamanda, o kadar pis bir koku çıkıyordu ki, efrad-ı ailesi bile, değil yanına,
odasına bile giremiyormuş. Her tarafa gitti çare bulamadılar. Bir buçuk sene çe-
kerek öldü. Başvekâlet odasına girdiğim vakit, ayakta ve odanın ortasında yal-
nız Halid Paşa’yı gördüm.
‘-Paşa, İsmet Paşa beni istemiştir, nerededir?’ der demez Halid Paşa:
‘-Zeki Bey size yanlış bilgi vermişler, sizinle ben görüşmek istedim, içeri bu-
yurunuz’ dedi. Daha iki adım atar atmaz, kapı birden bire kapanarak, arkasına
saklı olan Rize Meb’usu Rauf, İstanbul Meb’usu Ali Rıza, Topçu İhsan meydana
çıkarak, hemen kapıyı arkadan kilitlediler. Tabii bu hüsn-i niyete delalet eden
bir hadise olmadığı için, her iki elim de ceplerime giderek biri Bramlom, diğeri
Smithvesson olarak iki tabancayı çıkarıp köşede zaviye teşkil eden Başvekâlet ma-
sasının üzerinden geçmek suretiyle arkamı duvara dayadım. Bu vaziyeti ümid et-
miyen Halid Paşa:
‘-Zeki ne yapıyorsun?’ cevabına da
‘-Kendimi müdafaa ediyorum’ dedim. Halid Paşa:
‘-Biz seni konuşmak için buraya davet ettik. Bunlara lüzum yok.’ Cevaben:
‘-Paşa, ortada yalnız sen görünüyorken, kapı arkasında saklanan ve aynı za-
manda kapıyı arkadan kilitleyen sizlerin bu hali göz önünde duruyorken, sizinle
ne konuşacağım. Hat ve hareketlerinizde bir hüsn-i niyet görülmediği için ben de
müdafaa vaziyeti aldım. Şimdi buyurun, ne görüşmek istiyorsanız söyleyin’ dedim.
Ali Rıza:
‘-Sen bana hırsız dedin’. Cevaben:
‘-Evet dedim. Oradaki mukarenin [müzakere?] (sözün) burada bu şekilde
münakaşası olmaz.
Halid Paşa[nın]:
‘-Sen arkadaşlara ağır hakarette bulundun’ demesi üzerine:
‘-Paşa, paşa, Meclis’te taarruza uğrayan benim, bu efendiler bana taarruz
etmemiş olsalardı ben niye bunlara hakaret edeceğim. Bir defa bu ciheti düşünse-
niz kâfidir. Yalnız şuna müteessirim ki, sen belki bu arkadaşlarını yeni tanıyor-
sun. Hâlbuki ben seni İngilizlerin takip ve taharrisine [aramasına] karşı aylarca
hanemde misafir ettim. Sonradan da İsmet Paşa namına beni tuzağa düşürmek
için buraya, bunları bana hakaret ettirmek için pusu kurdurdun. Zarar yok, az-
dan az gider, çoktan da çok. Buyurun bakalım.’
Ali Rıza ilerlemek istedi.
‘-Yerinden kıpırdama, yoksa ben seni o vaziyete sokarım’ dedim.
Halid Paşa:
‘Teprenme, bu vurur’ dedi.
Ali Rıza:

- 262 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

‘-Burada bize tarziye [özür ve pişmanlık beyanı] versin ve zabıttan söyledik-


leri lakırdıları çıkartsın. O vakit serbest bırakalım’ dedi.
Rizeli Rauf:
‘-Gazi’ye de ağır hakaret etmiştir. Bunun hesabını isterim.’’ Cevaben:
‘-Gazi’ye ne şekilde hakaret edilmiştir. Mustafa Kemal Erzurum Kongresi’ne,
tard edildiği halde selamlık üniformasıyla girmişti. Kabul etmedim. Çıktı, Kazım
Karabekir, Rauf ve İzmitli Süreyya Beyler buna şahiddirler. Bugün dahi göğsünde
altın imtiyaz madalyası yok muydu? Mustafa Kemal, Yaveran-ı Hazret-i Şehri-
yari’ den, yani bendegândan değil miydi? Mektebde, hepiniz de askersiniz. Çık-
tığınız vakit, Millete ve Padişaha sadakat yemini yapmadınız mıydı? Bunlarda
yalan ve hakaret nerededir!...
Kürsüde söylenen lakırdıları mâdem ki acı buluyorsunuz, siz Paşanın işare-
tiyle bana hücuma kalkmağa ne mana vardı. Bittabii, cevabını alacaktınız ve al-
dınız. Sonra İhsan Bey’in, bana hanedan bendegânı demesine, yani modaya mu-
vafık tarife müsaid bu kelimeyi kullanmasına, ben değil sen bile Halid Paşa’nın
gülmesi icab eder. Milli Harekâtta beraber çalıştığımız için, Vahideddin’e çektiğim
telgrafları, muhitimde yaptığım icraatları çok yakından görmüştür. Ve bu lakır-
dıların yeri burası değildir. Kimseye de hesap vermeye mecbur değilim. Zabıttan
bir kelime değil bir harf bile çıkamaz.’ (Öyle çıkardılar ki, bir de o yanı geçtiler.)
‘-Ya kapıyı açınız veyahut ben açtıracak vaziyeti ihdas edeyim.’ Halid Pa-
şa’ya hitaben:
‘-Paşa anlaşılıyor ki bunlar senin maiyetindir. Emir ver, kapıyı açsınlar.
Yoksa sol elimdeki tabanca ile birinci defa havaya ateş edeceğim. Hareket vuku-
unda ne olacaksa olur.’
Tam bu sırada kapı haricden vurulmaya ve tekmelenmeye başladı. İçerideki-
lerde telaş fazlalaştı. Halid Paşa’nın verdiği emir üzerine Rize Meb’usu Rauf ka-
pıyı açar açmaz, başta Rüştü Paşa olmak üzere, arkadaşların içeri girmeye teşeb-
büs ettiklerini görünce, haykırdım:
‘-Sakın içeri girmeyin!... Bu karışıklıktan istifade edilerek ateş edilirse gürül-
tüye gidersiniz’ dedim. Vaziyeti çarçabuk kavrayan rahmetli Rüştü Paşa, arka-
daşlara dur işareti vererek, odanın ortasında bulunan Halid Paşa’ya karşı iler-
ledi ve Halid Paşa’ya:
‘-Paşa, paşa, ben seni mert ve kahraman bilirdim. Pusu kurmaktaki maha-
retini bilmezdim. Çok teessüf ederim, yazık!” dedi.
Halid Paşa: ‘-Paşa, birader, ortada pusu filan yok. Zeki Bey’i konuşmak üzere
buraya çağırdım. Siz de teşrif ettiniz.’
Rüşdü Paşa: ‘-Ne güzel mülakat. Kapının arkasından kilitlenmesi, Zeki’nin
elindeki tabancalar, hakikaten mertçe bir görüşme olduğunu biz de şahit olarak
gördük’ dedi ve beraberce koridora çıktık.

- 263 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

O sırada Faik Bey’ le yanımıza bir iki arkadaş daha geldiğinden cereyan-ı ha-
diseyi anlatarak, Faik Bey’ le de kalkıp eve gittim. Paşa da akşam geleceğini bil-
dirdi. (Benimle beraber Ordu Meb’usu Faik ve Kars Meb’usu Ömer Bey, üçümüz
bir hanede ikamet etmekteydik.)
Faik Bey:
‘-Biz Meclis’te seni buluncaya kadar neler çektik. Aramadığımız yer kalmadı.
Senin Gazi’ye kürsüden söylediğin lakırdıları müteakip otomobille köşküne gitti.
Kapı yanındaki odada bendegân hemen içtima ederek konuşmaya başladılar. Bunu
iyi bir vaziyette görmediğim için şüphelendim. Üç kişiyle beraber Halid Paşa da
kalktı. Onların çıkmasına müteakip ictima salonuna girerek, seni aradım, bula-
madım. Odalara ve encümenlere baktım, seni yine bulamadım. Hademelere sor-
dum, yine cevap alamayınca, meraklandım. O sırada yanımıza bir iki arkadaş da
iltihak etti. En sonunda hademenin birisi, ‘İsmet Paşa, Zeki Bey’i istediğini Ha-
lid Paşa bana haber verdi. Ben de Zeki Bey’e söyledim. Başvekâlet odasına girdi-
ğini gördüm’ dedi. Diğer bir arkadaş Rüşdü Paşa’ya tesadüf ederek Zeki ortada
yok, yalnız hademenin şimdi verdiği malumata nazaran, Başvekâlet odasına gir-
miş, demiş. Bunun üzerine Rüşdü Paşa ve bazı arkadaşlar, Başvekâlet odasının
kapısının kilitli olduğunu görünce yumruklamaya ve tekmelemeye başladılar. Ha-
san Fehmi Bey’i gördüm, dedi ki: ‘Zeki sakın yarın Meclise gitmesin, zabt-ı sa-
bık (eski zabıt) okunurken, ileri geri söylenecekler. Zeki asabidir. O da mukabele
edecek, ortaya ümid edilmeyen hadiseler çıkar.”401

Deli Halid Paşa’nın ölümü de hazindir. Paşa kendisini Rize Mebusu


Rauf’un vurduğunu ifade etmiş, Kel Ali ise meşru müdafaada buluna-
rak kendisinin vurduğunu iddia etmiş, şahitler de bu yönde ifade ver-
miş ve müddeî-i umumilik (savcılık) men’-i muhakeme [yargılamaya
gerek olmadığı] kararı vermiştir. Hemen tüm kaynaklarda Deli Halid
Paşa’nın hadden aşırı asabi olduğu, birçok kaynakta da olay esnasında
paşanın da silah kullandığı ifade edilmektedir.402 Deli Halid’in kat-
linde medhaldar olan Osmaniye mebusu Topçu İhsan ve Avni, Kozan
mebusu Ali Saip, Bozok mebusu Salih, Rize mebusu Rauf, Kılıç Ali ve
Afyon mebusu Kel Ali, “kabadayılar grubu” halinde Meclis’te silahla
dolaşan, “Halk Partisi’nin köktencileri”dir.403 Kanaatimizce Deli Halid
401 Zeki Kadirbeyoğlu, Kadirbeyoğlu Zeki Bey’in Hatıraları, İstanbul: Sebil Yayınevi,
2007, s. 199-206.
402 Feridun Kandemir, Cumhuriyet Devrinde Siyasî Cinayetler, İstanbul: Ekicigil Mat-
baası, 1955, s. 58-93.
403 Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2007, s.
107-108. Rauf Orbay Mustafa Kemal’in silahşorları hakkında şunları ifade etmekte-
dir: “İkinci Grup adına Kara Vasıf Bey’le bazı arkadaşları Rauf Bey’e gelerek, Mustafa

- 264 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Paşa’nın katli -katil ister Rize mebusu Rauf, isterse de Kel Ali olsun-
taraflarının hepsini eski İttihadçı, hatta Teşkilat-ı Mahsusacı komitacı
siyasîlerin teşkil ettiği adî bir cinayettir ve illet derecesinde asabiyete
musâb olan Deli Halid’in teskin ve kontrol edemediği tehevvürü bu
elim hadiseye sebebiyet vermiş, komitacılık ve kabadayılıkla maruf bir
grup da cinayet işlemekten çekinmemiştir.
Her şeye rağmen Deli Halid’in diğer mebus- komitacılardan farklı
olduğunu teslim etmeliyiz. O, tartışmasız büyük bir kahramandır.404
Dindar, ama öldürüldüğü tarihe kadar Meclis’te hilafetin kaldırıl-
ması dâhil netameli mevzu ve meselelerde Mustafa Kemal’le hareket
etmiş birisidir. Öldürülmese, muhtemelen o da Terakkiperver Cum-
huriyet Fırkası’na geçecekti, ancak öldürülmesi siyasî kanaat ve muh-
temel tavrı sebebiyle değil, asabiyeti sebebiyle vuku bulmuştur. Tarih,
muhalif-muvafık herkes hakkında adil davranmayı gerektirir. Ne Ke-
malizmi tenkid ne de Deli Halid Paşa gibi zaten kahramanlığı müsel-
lem birini yüceltmek için adî bir cinayeti siyasî cinayet olarak göster-
meye ihtiyaç ve lüzum vardır.

15.2.5. Kâhya Yahya ve Ali Şükrü Bey Suikastleri: İki Katil


Olarak İsmail Hakkı Tekçe ve Topal Osman
Kâhya Yahya ve Ali Şükrü Bey hakkında son yıllarda yapılan ya-
yınların da eşliğinde rahatlıkla söyleyebiliriz ki, artık her iki suikast de
hemen her yönüyle aydınlanmıştır. Biz, ne yakın dönem tarihi ne de
cinayetler ve suikastler tarihi yazıyoruz. Bazı anekdotlara, uzun nakil-
lere yer vermemizin sebebi konunun ve bağlamın duyduğu ihtiyaçtır.

Kemal Paşa adına, katiyen kendi haberi olmadan hareket eden bazı silahşor tanınmış
mebusların, hükûmeti ve dolayısıyla bizzat Mustafa Kemal Paşa’yı halk nazarında
küçültecek derecede yaptıkları taşkınlıklarla münasebetsiz hareketlerden şikâyet eder-
ken; ‘bir yerde güzel bir kız, güzel bir çocuk gördüler mi, sürükleyip götürüyorlar. İşi
bu dereceye vardırdılar. Size gelmeden evvel kendilerine bu gibi çirkin hareketlerden
kaçınmaları için münasip şekilde söyledik. Aldığımız cevap: ‘Erbab-ı zekâya arız olan
hastalıktır. Vaz geçilmez’ oldu. Bunu birkaç arkadaş arasında yüzümüze karşı, hem de
gülerek söyleyen Topçu İhsan Bey’le, nerede ise dövüşüyorduk.” Kandemir, Hatıraları
ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, s. 63-64.
404 Deli Halid Paşa’nın kahramanlığını bihakkın ele alsa da onu, kusur ve kullanılmış-
lığından yalıtılmış salt steril bir kahraman öne çıkaran bir kitap için bkz. İbrahim
Özkan, Deli Halid Paşa, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2015.

- 265 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Derdimiz, kastımız, niyetimiz hiç kimseyi kötülemek değildir. Ancak


Kâhya Yahya’yı Topal Osman’ın iki adamının yardımıyla öldüren İs-
mail Hakkı Tekçe ile Ali Şükrü Bey’i öldürten Topal Osman’ın mün-
feriden hareket ettiklerini, üstlerinin rıza ya da müsamahaları olmak-
sızın bu suikast işlerine cesaret ettiklerini iddia etmek de pek gerçekçi
olmasa gerektir. İsmail Hakkı Tekçe’nin zaten hangi gaye ve hizmet
için tercih ve istihdam edildiği Deli Halid ile alakalı bölümde az-çok
vuzuha kavuşmuştu. İsmail Hakkı Tekçe, Trabzon Meselesi ve Kâhya
Yahya’nın katli bağlamındaki pek çok çalışmada ele alınmış, onun hem
Kâhya Yahya’nın hem de Topal Osman’ın katili olduğu bizatihi kendi
ikrarıyla da netleşmiştir.

15.2.5.1. Kâhya Yahya Suikastı ve Trabzon Meselesi


İttihad ve Terakki’nin bir sosyal tabana istinaden, daha doğrusu halk
desteği ile Meşrutiyeti ilan ettirmediği bir vakıadır. Meşrutiyet’in ilanı
halk tabanı ve desteği bakımından bir ihtilal, devrim ya da inkılâp
değildi, ancak neticeleri itibariyle bir devrim ya da inkılâp vasfını ka-
zanmıştır. Padişahların Yeniçeri isyanlarında dahi görülemeyecek de-
recede tesirsiz ve yetkisiz hale gelmeleri, taht ve taçlarının sembolik bir
dereceye düşmesi alelade bir hadise sayılamaz kanaatindeyiz. İlginçtir,
Meşrutiyet’in ilanından birkaç gün sonra başlayan gösteriler ise -ar-
tık vergi verilmeyeceği gibi hayallerin de katkısıyla- büyüyerek isten-
meyen neticeler doğurmaya başlamış, mesela cezaevleri boşalmış, ver-
giler toplanamamış, kötü sıfatlarla muttasıf [anılan, bir hal ve sıfatla
nitelenen] pek çok idareci meydan dayağı yemiş ya da makamından
uzaklaştırılmıştı. İTC de, herkesin dağılıp işine gücüne bakması yö-
nünde bir tamim-ilan yayınlamak mecburiyetinde kalmıştı. Bu gös-
teriler, İTC’nin güçlü bir sosyal tabana istinat edebileceğine de işaret
ediyordu. Nitekim Bulgaristan’ın bağımsızlık ilanı ve bilhassa Avus-
turya-Macaristan’ın Bosna-Hersek’i ilhakı üzerine başlayan millî-sos-
yal mahiyeti haiz gösteri ve mitingler, kısa süre sonra millî-iktisadî bir
tepki, yani boykot şeklinde tezahür etti.405 Bilinenin aksine İTC’nin
405 Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Bosna-Hersek’i ilhakı üzerine başlayan
boykotu kapsamlı bir şekilde ele alan bir çalışma için bkz. Y. Doğan Çetinkaya, 1908
Osmanlı Boykotu Bir Toplumsal Hareketin Analizi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.

- 266 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

istinat ettiği kuvvet ya da baskı unsuru salt ya da münhasıran Ordu ve


subaylar değildi. Asker, hatta memur ve eşraf zümreleri yanında esnaf
ve işçiler de İTC ile kaynaşma emareleri göstermişti. İTC ile çok çabuk
kaynaşan mavnacılar, kayıkçılar, hamallar, kimi zaman İTC’nin tam
hâkim olamadığı hükümetlerin bile güç yetiremediği bir nüfuz, kuv-
vet ve tesir sahibi “sosyal taban” idiler. Ticaret ve liman şehirlerinde,
başta Selanik olmak üzere, İstanbul, İzmir ve Trabzon’da bu liman ve
gümrük esnafının boykotu şaşırtıcı ve çoğu kez engellenemez bir hale
gelmişti. Balkan Harbi esnasında ve ertesinde ise boykot, daha da yay-
gınlaşmış, artık Yunanistan’la ve ithal mallarla sınırlı kalmamış, yerli
gayrimüslümlerin imal mallarını, hatta hizmetlerini de kapsamıştı. Bir
bütün halinde halk da devreye girmişti. Daha evvelki bölümlerde de
gördüğümüz üzere Ege’deki Rum göçünün temel sebeplerinden biri
de boykotun yaygınlaşması, Rum ticaret ve hizmet sektörünün iş ya-
pamaz hale gelmesiydi. Kara Kemal, esnaf kökenli olmayan bir esnaf
ağası idi; onun siyasî bir misyonu vardı, ancak Selanik’te Kerim Ağa406
Yazar, ciddî bir emek mahsulü olan çalışmasında “Daha Meşrutiyet’in ilanını öncele-
yen yıllarda özellikle Anadolu’da kitlesel gösteriler meydana gelmiş ve II. Abdülhamit
istibdadına karşı eylemler yapılmıştı” gibi aslında çalışmasıyla doğrudan alakalı ol-
mayan cümlelere de yer vermiştir. Oysa İstanbullular hem Meşrutiyetin ilanı esna-
sında, hem de meclisin açılış merasimi için Ayasofya’ya giderken padişahı görmek
için sıra sıra yollara dizilmiş, “yolda halk çılgınlar gibi ‘Padişahım çok yaşa’ diye hay-
kırış”mış; “bize, hainler mübarek yüzünüzü göstermediler, hamdolsun Allahımıza sizi
görebildik, bin yaşa padişahım diye yırtın”mış; “hatta medrese talebelerinden bazı
kimseler, arabanın gümüş basamağını sürüklene sürüklene şapur şupur öp”müş ve
yalamışlardır. Hasan Amca, a.g.e., s. 58. Bunun gibi çok sayıda şahitlik mevcuttur.
Bahsedildiği şekilde “Abdülhamit’in istibdadına karşı eylem yapıldığı” iddiası bizde
de bu minvalde bir “halk ayaklanması” bulma hevesinden başka bir şey değildir.
Abdülhamid bir Anadolu seyahati yapsa, Kastamonu, Trabzon, Erzurum ve Diyar-
bakır’a uğrasa, orada da halk halife-padişahı görmek, muhabbet ve hürmetini gös-
termek için aynı şeyleri yapar, ayrıca muhtemelen izdihama da yol açardı.
406 Selanik’teki İTC Boykotu’nun lideri Mavnacılar Reisi Kerim Ağa’nın faaliyetleri için
bkz. Y. Doğan Çetinkaya, Osmanlı’yı Müslümanlaştırmak-Kitle Siyaseti, Toplumsal
Sınıflar, Boykotlar ve Milli İktisat (1909-1914), Çev. Özgür Bircan, İstanbul: İletişim
Yayınları, 2015, s. 140-141 vd. Debre mebusu Basri de “Parlamentoda cereyan eden
ahvale cevaben hükümet muttasıl ‘Girit için şöyle yaptık, böyle yapacağız’ diye mağlub
Yunanistan’a karşı pehlivanlıklar göstermekte idi. Güya siyaset-i hariciye-i Osmani-
ye’de başka meşgale yokmuş gibi mugaletât içinde yuvarlanan Babıâli boykotaj kralı
mahûd Kerim Ağa’nın temsil ettiği diplomasinin iki elif miktarı bile fevkine çıkamıyor-
du” demektedir. Debre Mebusu Basri, a.g.e. s.57.

- 267 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

ve Trabzon’da da Kâhya Yahya407 meslekten ve tabandan gelen ağa-


lardı. Onlar İTC’nin iktisadî-ticarî baskı unsuru idiler. Haliyle hem
Kerim Ağa’nın hem de Kâhya Yahya’nın İTC tarafından korunmala-
rını tabii karşılamak gerekir. İttihadçılıkta en fazla sebat edenler de
bu esnaf kesimi idi. Kâhya Yahya’nın sonuna kadar İTC’de sebat et-
mesi, Enver Paşa’ya bağlılıktan vazgeçmemesi ne yazık ki onun haya-
tına mal olmuştur. Kâhya Yahya Millî Mücadele günlerinde de Trab-
zon’un en nüfuzlu ve güçlü birkaç isminden biri olduğu, Trabzon’un,
Trabzon İttihadçılarının uzun müddet Enver Paşa’yı Anadolu’nun kur-
tarıcısı olarak telakki etmelerinin, başa geçmesini istemelerinin ya da
en makul ifadeyle ona cephe almamalarının müşahhas timsali olduğu
için katledilmiştir. Kâhya Yahya’nın katli ile Enver Meselesi’nin tama-
men kapanacağı düşünülmüş, bu sebeple İsmail Hakkı Tekçe ile Topal
Osman’ın iki adamı gizlice Trabzon’a gönderilmiş ve neticede Kâhya
Yahya ve otomobilindeki misafir pusuya düşürülerek katledilmişler-
dir. Failler yakalanamamıştır. Kazım Karabekir’in Milli Mücadele es-
nasında anlaşılmaz bir şekilde cephe aldığı eski arkadaşı Enver Paşa’yı
destekleyen Trabzonlularla, bilhassa da Kâhya Yahya ile mücadele etsin
diye Trabzon’a 13. Fırka Kumandanı olarak tayin ettirdiği Sami Sabit
Karaman da gerçek katili bilmesine rağmen söylemediği ve failler ara-
sında Topal Osman’ın adamları da yer aldığı için fatura da yanlış ola-
rak Topal Osman’a ve Fırka Kumandanı Sami Sabit Bey’e kesilmişti.
Kabul etmek lazımdır ki, Kazım Karabekir, çok büyük bir kahra-
mandır; Millî Mücadele’nin olmazsa olmaz bir lideridir. Ancak hem
Kâhya Yahya’nın hem de Ali Şükrü Bey’in katlinde kendisinin de çok
az da olsa günahı mevcuttur. Bilhassa İskele/Kayıkçılar Kâhyası Yah-
ya’nın katlinde müdahil değil ama amildir; çünkü Yahya Kâhya’nın
Enver Paşa’ya bağlılığını inanılmayacak bir şekilde mübalağa etmiş,
onun Trabzon’daki ağırlığının izalesiyle Trabzon ve Karadeniz sahili-
nin Enver Paşa ve İttihadçılık “tehlikesi”nden kurtulacağına inanmış-
tır. Karabekir, Enver Paşa’nın memlekete gireceği, ikilik çıkaracağı ve
bunun da Millî Mücadele’ye zarar vereceği korkusunu bir takıntı ha-
line getirmiş, Enver Paşa ile eski ve samimî arkadaşlığı da vehmini
407 Kâhya Yahya hakkında yapılmış kapsamlı bir çalışma için bkz. Uğur Üçüncü, Millî
Mücadele Yıllarında Trabzon’da İttihatçı Bir Sima Kâhya Yahya, Trabzon: Serander
Yayınevi, 2015.

- 268 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

körüklemiştir. 13. Fırka Kumandanı Seyfi Bey’e yazdığı şifrede “31


Eylül tarihli şifre ile bildirdiğiniz mektup memleket aleyhindeki hainane
ve namertçe teşebbüsata karşı şedit ve müessir tedbirlerin derhal ittihazını
icab ettiriyor. Bu cümleden olmak üzere yapılacak ilk iş, Trabzon’ daki
Kayıkçılar Kâhyası Yahya derhal tevkif ve karargâhıma sevkedilmesidir”
demekteydi. Şifrede belirtilen ve Enver Paşa’ya ait olduğu ifade edilen
mektup 31 Ağustos 1921 tarihli “Ali” imzasıyla Yahya Kâhya’ya yazı-
lan mektuptur. Karabekir, bu mektup muhteviyatından yola çıkarak
Enver Paşa’nın Yahya Kâhya ve Deli Halit [Paşa] ile birlikte inkılâp
yapacağına hükmeder.408 Ankara’ya yazdığı telgraflarda Enver Paşa ve
İttihadçılık adeta bir saplantı şeklinde tezahür etmektedir.
Karabekir’in Ankara’ya kötülediği birçok ismin İstiklal Mahke-
mesi’nde idam cezası almasında bu kötülemeler gerekçe yapılmamışsa
bile dikkatten de kaçırılmamıştır. Karabekir, artık hem İttihadçı ve
İttihadçılarla alakasının olmadığını ispatlamak hem de Mustafa Ke-
mal’in ardından ikinci adam olabilmek, bu şekilde anılmak ve kabul
edilmek için İttihadçıları Mustafa Kemal’e gammazlamak ve onun
İttihadçı alerjisini tahrik için elinden geleni ardına koymamıştır.
23.10.1921 tarihli Hariciye Vekâleti, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Ri-
yasetine ve Başkumandan Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine diye çek-
tiği telgrafta şunları yazabilmiştir:
“Halil Paşa ve rüfekasının muttali olduğumuz beyanatına göre onlar Anado-
lu’ daki icraatın diktatörlüğe yürüdüğünü ve binaenaleyh maksatlarının bilhassa
bu vehameti izale etmek olduğunu ileri sürerek Mustafa Kemal Paşa hazretleri-
nin şahsiyet-i muhteremeleri etrafında mücadele etmek kararındadırlar. Aynı za-
manda yine mezkûr beyanat arasında Büyük Millet Meclisinde ve Ankara’ daki
merakiz-i mühimmede ekseriyette bulunan kendi taraftarlarının kararlarını ya-
kında mevki-i tatbike koyacakları gibi fikirler de mevcuttur… Mezkûr grubun
yukarıda izah edilen maksatları cümlesinden olmak üzere bilhassa son zaman-
larda Mustafa Kemal Paşa-Kazım Karabekir Paşa arasında güya muhalefet var
imiş gibi tefrika-cuyane ifsadatın fazla deverana başlattırıldığı hissedilmektedir.”409

Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’ne ve Müdafaa-i Milliye Vekâ-


leti’ne çekilen 22.10.1921 tarihli telgrafta da “Son günlerde Mustafa
408 Kazım Karabekir, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki Erkânı, İstanbul:
Tekin Yayınevi, 1990, s. 163-165.
409 Karabekir, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki Erkânı, s. 173.

- 269 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Kemal Paşa ve onun muzlim [karanlık] ve günahkâr muhiti diyerek An-


kara’ya karşı vaziyet almış ve bendenizle Mustafa Kemal Paşa hazret-
leri arasına girecek veçhile propaganda yapmaya başlamıştır,” ifadelerini
kullanmaktadır. Karabekir, Mustafa Kemal’le arasının bozulmasından
çok korkmakta fakat tüm bunlara rağmen Ankara’ya yaranamamak-
tan da şikâyet etmektedir.
Trabzon’daki hem askerî erkân hem de Müdafaa-i Hukuk Cemi-
yeti410, sadece İTC’ye değil, aynı zamanda Teşkilat-ı Mahsusa’ya men-
sup ya da muavin şahıslardan mürekkep ve müteşekkil olduğu için
Karabekir’in Enver Paşa’ya değil de, kendisine bağlı olduğunu sıkça
ifade ettiği 13. Fırka Kumandanı Seyfi Bey’in Yahya Kâhya’yı da ya-
kalayamaması üzerine bu defa Karabekir 22 Ekim 1921’de 13. Fırka
Kumandanlığı’na Kars’taki 6. Suvari Fırkası Kumandanı Albay Sami
Sabit Bey’i atamıştır. Sami Sabit Bey Ekim 1921’de Kars’ta bulunan
Karabekir ile görüşmesini şu şekilde anlatıyor:
“[Karabekir] ‘Sami Bey, Enver işi azıttı; Ankara benden şüphe eder gibi görü-
nüyor’ dedi ve bana bir kâğıt uzattı. Bu kâğıt Batum’a gelmiş olan Enver tarafın-
dan, Trabzon kayıkçılar kâhyası Yahya’ya yazılmış bir mektuptu; okudum… Kâhya,
mahallî hükûmet vaziyetinden de istifade ederek, son zamanda tahliye ettirdiği
mahkûmlarla asker firarîlerinden bin küsûr mevcutlu bir tabur teşkil ve baştan aşağı
techiz ve teslih ettirmiş. Enver, bu mektubunda anlattığına göre Ali nam-ı müstea-
riyle bu taburun başına geçecek ve Topal Osman’ı tanziren411 güya millî mücahedeye
katılmak üzere Ankara’ya gidecek ve Deli Halit’in fırkasına dayanarak, bir darbe-i
hükümetle Mustafa Kemal’i alaşağı ederek başbuğluğu ele geçirecek. Mektubu ken-
disine iade ettiğim Karabekir: ‘Sami Bey, senden başka güvenecek arkadaşım yok’,

410 Trabzonlu Hürriyet ve İtilafçı bir gazeteci de bunu teyit etmektedir: “İttihatçılar
‘Muhafaza-i Hukuk-ı Milliye’ adı ile bir teşekkül kurup vatan hayatiyetini bu teşkilatla
korumaya, yaşatmaya kapılmıştı… O sıralar İttihat ve Terakki’yi ‘Müdafaa-i Hukuk’
adı altında sürdüren erkân şöyleydi: Barutçuzade Hacı Ahmet…” Cevdet Alp, Bir
Ömür Bir Şehir Trabzonlu Gazeteci Cevdet Alp’ın Anıları, Haz. Hikmet Aksoy, Trab-
zon: Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, 2008, s. 55-56.
411 İsmail Akbal, ileride kısaca bahsedeceğimiz Trabzon’da Muhalefet unvanlı eserin-
de metindeki “tanziren” kelimesini bir talihsizlik eseri olarak lügata bakmayı ihmal
ettiği için “birleşerek” şeklinde anlamış ve cümleyi “Enver Paşa, Topal Osman bir-
likleriyle birleşerek herhangi bir gönüllü gibi Ankara’ya geçecek....” şeklinde yaz-
mış. Oysa tanziren “öykünerek”, “taklit ederek” mânâlarındadır.

- 270 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

dedi ve ilave etti: ‘Seni Enver’ le uğraşmak üzere, Trabzon’ daki Onüçüncü Fırka
Kumandanlığına tayin etmek istiyorum. Gider misin?’”412

Karaman da teklifi kabul edip gösterişli bir şekilde Trabzon’a git-


miştir. Sami Bey, taburun Trabzon mebusları Mehmed Hafız ve Ali
Şükrü Beylerin peşlerinde dolaştıklarını söyleyip rahatsızlığını açıkça
ifade ederken “buraya gelişimin, galiba üçüncü gecesi idi ki, karargâhı-
mın önünden, ellerinde meşalelerle geçen bir cemm-i gafir: ‘Yaşasın Ser-
dar Enver Paşa’ feryadını ayyuka çıkarmıştı. Ben bu hadiseyi ne görmüş,
ne de duymuş gibi davrandım,” demektedir.413
Trabzon İttihadçıları, Sami Sabit Bey’in Trabzon’a geldiği Ka-
sım ayında “Yaşasın Serdar Enver Paşa” sloganıyla 13. Fırka Karar-
gâhı’nın önünden geçip gövde gösterisi yapacak kadar kuvvetliyken
kısa bir süre sonra şiddet tatbikinde hudut tanımayan bu kumandana
mağlup olmuşlardır. Sami Sabit Bey’in sergilediği haddinden fazla
İttihadçı ve Enver Paşa karşıtı tavır ve muamelelerindeki teminat ve
destekçisi ise Karabekir Paşa idi.414 Karabekir, tabiri caizse Sami Sabit
Bey’i Trabzon’a, Enver Paşa taraftarlarına ve bilhassa Yahya Kâhya’ya
kan kusturması için göndermişti. Karabekir, zaten kahramanlığına ya-
kışmayacak şekilde, Enver Paşa hakkında hilaf-ı hakikat, gayriahlâkî
isnadlara, hatta inanması zor iftiralara çok daha önceden tevessüle baş-
lamıştı bile. Mesela 26.5.1337 [1921] tarihli Mustafa Kemal ve Fevzi
Paşa’ya çektiği bir telgrafta şunları dile getirmiştir:
“Tarafımızdan tedabir-i lazime yapılıyor. Bilhassa Acara ve Batum’ da Enver’in
programını izahla Bolşevik olduğunu, dinden çıkarak kadınların erkeklerle birlikte
açık gezeceklerini halka anlatarak hissiyat-ı diniyeleri tahrik olunuyor... Enver ve
rüfekasının sonuna kadar felaketi milletten saklayarak ve hazinelerimizi Anadolu’ya
millet eline atmaya bedel düşmana teslim ve ele geçirdikleri parayı alarak kaçtık-
larını415 ve memleketi başsız, teşkilatsız bıraktıklarını, bir zamanlar Almanlarla,

412 Sami Sabit Karaman, İstiklal Mücadelesi ve Enver Paşa, İzmit: Selüloz Basımevi,
1949, s. 30-31.
413 Karaman, s. 36-37.
414 Karabekir, Günlükler’inde de “Enver ve Halil Paşaların pek ileri giden propaganda-
ları dolayısıyla Sami Bey’le Seyfi Bey’in derhal tebdiline emir verdim,” demektedir.
Karabekir, Günlükler, 1. Cilt, s. 757.
415 Karabekir’in bu isnadı açık bir bühtandır. İttihadçı liderler yurtdışına çıktıktan son-
ra İstanbul Hükûmeti’nin Talat Paşa ve arkadaşlarının tutuklanması için Almanya
nezdinde yaptığı teşebbüsler bir netice vermemiş, bunun üzerine onları “hırsızlıkla

- 271 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

şimdi de Ruslardan külliyetli para alarak harap vatanın başına el-fatiha levhası
yazmakla meşgul olduklarını, düşkünlükten dört tarafı mamur bir hayata yükse-
lenlerin yine o hayata kavuşmak için her vicdansızlığı yapacağı beşer için değişmez
bir kaide olduğunu herkese gazeteler anlatmalıdır.”416

Karabekir, Mustafa Kemal ve Fevzi Paşa’ya gönderdiği 12.6.1337


tarihli telgrafta da şahsiyetine ve müktesebatına yakışmayacak tavsiye
ve tekliflerde bulunmakta, hile ile Enver’in tutuklanmasını akıl ver-
mektedir:

itham ederek onların hükûmete ait paraları sirkatle [hırsızlıkla] firar etmiş oldukları-
nı iddia ve cümlesinin de hırsız olarak tevkifini talep eylemişti.” Büyükelçi Rıfat Paşa,
bu talimat üzerine tekrar Almanya Hariciye Nezareti’ne müracaatta bulunduğunda
Alman Hariciye Nazırı kendisine “Talat Paşa dünyanın en namuslu adamıdır. Mü-
şarunileyh bu ithamdan büsbütün hariç bırakılmak şartıyla diğer rüfekası hakkında
ithama esas olabilecek vesaik-i lazimenin ibrazını talep ederim,” demiştir. Arif Cemil,
İttihatçı Şeflerin Gurbet Maceraları, s. 21-22. Talat Paşa’nın mala-mülke tamah et-
mediğine dair de sayısız anekdot mevcuttur. Bunlardan birini Ali Rıza Öge anlat-
maktadır: “Talat paşanın ilk muhafızı olma şan­sı bana nasip olmuştu. Talât Paşa o
zaman daha ‘Talat Bey’ idi. Makamı da ‘Posta ve Telgraf Na­zırlığı’ idi. Evi Yereba-
tan’da, cami yanında ale­lade bir ahşap evdi. Evi o derece halk seviyesin­de idi ki, onun
içindeki yaşamı İstanbul’un, orta halli bir ailesinden zerrece farkı yoktu. Her sabah
erkenden evden çıkar, birlikte yürüyerek Posta Telgraf Nezaretine gidilirdi. Bir sabah
evden çıkmıştık. Nezarete giderken (O zamanlar Nafia Nezareti) olan bugünkü, Millî
Eğitim Müdürlüğü binasının köşesini dönerken kendisinin olumlu bir anında: ‘ — Be-
yefendi, mem­leketin bir ‘nazırısınız, neden kendiniz için bir ara­ba almamaktasınız?’
dedim. Bana yumuşak ve do­kunaklı bir eda ile Talat Paşa: ‘Oğlum, ben de seni akıllı
bilirdim!’ deyince, yine cesaretlenerek: ‘-- Neden Beyefendi’. [Talat Paşa]—‘Öyle ya,
biz İstibdat Nazırlarının milleti aç bıraktıklarını, buna mukabil kendilerinin sal­tanat
arabalarında gezdiklerini, milletin ayağına giyecek çarığı bile olmadığını söylüyorduk.
Eğer bu millet bizleri arabaya bindirecek iktisadi bir gelişme içine girecek olursa, o
zaman bunları dü­şünebiliriz’, dedi. Bu sözleri üzerine kendisinin ne kadar vatansever
bir anlayış içinde olduğunu gör­müş, söylediklerimden dolayı mahcup olmuşumdur”.
Öge, a.g.e., 1957/1982 baskısı, s.168-169.
416 Karabekir, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki Erkânı, s. 144-145. Aynı
tarihlerde maiyetindeki kumandanlıklara yazdığı bir yazıda da “Millet ve memleket
için hayat mücahedesinin ilk devrelerindeki seciye ve kıymetini sarayların muhit-i fe-
sadında bozan Enver Paşa kâbus-ı hırs ve şöhretle Harb-i Umumînin felaket-aver ava-
kibine sürükledikten sonra memleketi parasız, fabrikasız, teşkilatsız, bütün menabii
kurumuş bir halde bırakıp kaçmış, şimdi de Rusların elinde vatanın bakiye-i izamını
kemirmeğe teşebbüs eden ve orduyu milis yapmak için cinnetlere kapılan bir alet-i şer
ve fesad olmuştur,” demektedir. Karabekir, a.g.e., s. 152. Karabekir, Enver hakkında
“Almanların ellerinde kukla gibi oynamış” diyecek kadar Ankara’ya kendisini beğen-
dirme derdine düşmüş gibidir. Karabekir, a.g.e., s. 132.

- 272 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“Hülasa-i mütaalam Enver’in bir an evvel ele geçirilmesidir. Zaten gerek yaz-
dığı mektuplarda bizzat Enver ve gerek temasta bulunanlarla taraftarları kendi-
sinin Anadolu’ya gelmeyi ve bir ferd olarak çalışmayı arzu ettiğini bildiriyorlar.
Bundan istifade ve daha münasip vesileler ilave ederek mutemet bir zatın Enver
nezdine gönderilmesi ve bu suretle Hükümetimiz tarafından Anadolu’ya davet
edilmesi maksadın teminine hadim olur kanaatindeyim. Bu husus tensip buyu-
rulmazsa bile Enver’ce de şayan-ı hürmet ve itibar olan bir zatın izâmile [gönde-
rilmesi] Enver’ le temas hâsıl edilmiş ve hudut haricindeki mevki ve faaliyetinden
muntazaman haberdar olmamızın temin kılınması pek lüzumludur.”417

Neticede Yahya Kâhya’nın nüfuzu kırılmış, katledilmiş, hem de


onun arkasındaki Müdafaa-i Hukuk Merkez Heyeti yerini Belediye
Heyeti’ne bırakmak mecburiyetinde kalmıştır.418 Sami Sabit Bey’in
Mustafa Kemal’in Moskova Sefiri Ali Fuad Paşa’ya yazdığı tavsiye
mektubuyla Enver Paşa ile görüşmek [ve Millî Mücadele’de ikilik çık-
maması için onu ikna etmek] üzere Batum’a gitmek için Trabzon’a ge-
len Ardahan Mebusu Hilmi Bey’e mani olması,419 aralarında yaptık-
ları konuşmayı mübalağa ile Karabekir’e bildirmesi, Karabekir’in de
bu mübalağayı biraz da kendisinin artırması, Mustafa Kemal’in bunun
üzerine Hilmi Bey’in Batum’a geçmesine gerek kalmadığını ve mek-
tubu Sami Sabit Bey’e teslimini söylemesi,420 Hilmi Bey’in bu gelişme
417 Karabekir, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki Erkânı, s. 155.
418 Sabahattin Özel, Milli Mücadelede Trabzon, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2012, s. 251.
419 Karabekir, günlüklerinde bu hususu şu şekilde yazmaktadır: “21 Kasım 1921 Pazar-
tesi... Ardahan Mebusu Hilmi, (eski İttihat ve Terakki Merkez-i Umumi azasından) M.
Kemal Paşa’nın mektubunu hamilen Enver Paşa ile görüşmeye, üç maddenin temini
için Enver Paşa nezdine gidiyormuş: (1) Harp devamı müddetince Anadolu’ya Enver
gelmesin. (2) Türklerle İngilizler müsâlaha [sulh] yaparsa İslam âleminde İngilizler
aleyhine propaganda yapmamak. (3) Harpten sonra da Enver Türkiye’yi bir müddet
rahat bırakacak. Mebus Hilmi 13. Fırkadan vesika istedi, verdirmedim. Erkân-ı Har-
biye riyasetine yazdım. Haberi yokmuş! Başkumandana yazdım diyor. 21 tarihli 13.
Fırka şifresinde mebus Hilmi Bey’in mebus olduğundan serbestî-i hareketinin tahdit
edilemeyeceğini protesto ettiği bildiriliyor. Ben de lâzımı gibi Meclis-i Milli Riyaseti’ne,
Hariciye ve Dâhiliye ve Erkân-ı Harbiye riyasetlerine yazdım.” Karabekir, Günlükler,
1. Cilt, s. 761.
420 Valilik ve hatırat yazıcılığı ile telifi mümkün olmayan hatıratında Trabzon Valisi Te-
peyran, bu mektup vesilesiyle Enver Paşa hakkında çirkin ifadeler kullanmaktadır.
“Hilmi Bey’in Enver Paşa’ya götüremediğini ve konusunun bence tamamiyle meçhul
olduğunu yukarıda söylediğim mektubun dört kişilik fırka ve kongreye başkanlık eden
Enver Paşa’ya, ‘Eğer dolaştığı yabancı memleketlerde akıl hastalığını tedavi ettirecek
hekim bulamamış ise, Mazhar Osman Bey’in gönderilebileceğini’ bildirmiş olması ih-

- 273 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

üzerine hiç olmazsa seçmenleriyle görüşmek üzere Ardahan’a gitmek


istemesi, Sami Sabit Bey’in buna da mani olması Karabekir ve Sami
Sabit Bey’in gözlerini nasıl kararttıklarına delil olmalıdır. Envercilerin
ve Yahya Kâhya’nın hamisi olan Trabzon mebusları Ali Şükrü Bey ve
Hafız Mehmed’in gayretleri ise semeresiz kalmıştır. İşin ilginci, Ankara
Hükûmeti ve Karabekir’in bel bağladığı Trabzon Valisi Hazım Bey ile
13. Fırka Kumandanı Sami Sabit Bey, İttihadçılara karşı başlattıkları
bu sert muamelelerde şehrin İttihadçı olmayan eşrafı, yani Hürriyet
ve İtilafçıları ile işbirliği yapmışlardır. Trabzon’dan Ali Şükrü Bey ve
arkadaşlarına çekilen ve Meclis’te okunan bir telgrafta da işbirliğine
girilen bu şahıslar, İstanbul’a bağlılık kaygısı içindeki “Ferid Paşa ya-
ranı” olarak tavsif edilmiştir.421 Vali ve Kumandanı kızdıran bir diğer
şey de, yargılanmak üzere Sivas’a gönderilen Yahya Kâhya, kardeşi ve
arkadaşlarının beraat etmeleri, Trabzon’a dönüşlerinde iskelede binlerce
kişi tarafından karşılanmalarıydı.422 5 Haziran 1922’de, 25 Mayıs’ta
Trabzon’dan Erzincan’a nakline başlanan 13. Fırka Kumandanlığı’nın
taşınması tamamlanmış, Trabzon’da ayrı bir sahil kumandanlığı ku-
rulmuştu. Kars’a atanan ancak vali vekilliği sebebiyle Trabzon’da du-
ran Sami Sabit Bey’in Hazım Bey’in dönüşünden sonra şehirden ay-
rılması gerekmekteydi. 20 Haziran 1922’de vali şehre dönmüş, Sami
Sabit Bey’in de vali vekilliği görevi sona ermiş, tekrar Kars’taki fırka-
sına nakledildiği de tebliğ edilmiş olmasına rağmen Yahya Kâhya’nın
katledildiği 3 Temmuz 1922’de Sami Sabit Bey’in hâlâ şehirde bulun-
ması kendisini şüpheli hale getirmişti.423
Kâhya Yahya’nın katili Sami Sabit Bey değildi ama bu algının oluş-
masına bizatihi kendisi sebep olmuştu. Tekçe’nin itirafıyla artık bu me-
sele de sır olmaktan çıkmıştır. İsmail Hakkı Tekçe, hatıralarının ya-
yınlandığı Günaydın gazetesinin 4 Aralık 1977 tarihli “İttihatçıların
adamı Trabzonlu Yahya’nın hesabını görmek bana düşmüştü” ve “Enver
Paşa, Anadolu’ya gelip idareye el koymak amacındaydı” spotlarıyla ya-
yınlanan nüshasında şöyle der:
timali düşünülebilir!” Ebubekir Hazım Tepayran, Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları,
İstanbul: Çağdaş Yayınları, 1982, s. 97.
421 Özel, a.g.e., s. 247.
422 Özel, a.g.e., s. 247.
423 Özel, a.g.e., s. 252-253.

- 274 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“Tümen komutanı, Trabzon’a hâkim olarak sükûnu sağladıktan sonra Kâh-


ya’yı tutuklayarak Sivas’a göndermiş, fakat türlü tesirler altında serbest bırakıl-
mış, tekrar Trabzon’a dönmüştü. Bir süre burada uslu uslu duran Kâhya, yeni-
den eski oyunlara kalkınca, Giresunlu Osman Ağa’nın iki fedaisini yanıma alarak
onun da hesabının görülmesi bana düştü. Trabzon’a ani gelişim Tümen komu-
tanını şaşırtmıştı. Beni çağırarak ne için geldiğimi sordular. ‘Biraz deniz havası
almak, eski birliğimle ilişiğimi kesmek üzere geldiğimi’ söyledim. İnanır görün-
düler. Ben ise Yahya Kâhya’yı inceliyor ve takip ediyordum. Adamlarım Polatha-
ne’ de benim talimatımı bekliyorlardı. Nihayet Soğuksu’ya gidip geldiğini tespit
ederek adamlarımla pusu kurup işini bitirdik. Sami Sabit Bey, yayınladığı kü-
çük eserinde adımı vermeyerek bir üsteğmen ve iki Giresunlu’ dan bahseder, olay-
dan sonra ortadan kaybolmamıza hayret ettiğini açıklar.”424

15.2.5.2. İttihadçı Ali Şükrü Bey’in İttihadçı Topal Osman


Tarafından Öldürtülmesi
Hazin olanı İttihadçı, Millî Mücadeleci ve Karadenizli olan Ali
Şükrü Bey’in yine İttihadçı, Teşkilat-ı Mahsusacı, Millî Mücadeleci bir
hemşehrisi olan Topal Osman tarafından; Topal Osman ve yine ken-
disi gibi İttihadçı, Teşkilat-ı Mahsusacı, Milli Mücadeleci olan Yahya
Kâhya’nın da Deli Halid gibi İttihadçı, Teşkilat-ı Mahsusacı, Milli Mü-
cadeleci bir kahramanın maiyetinde bulunmuş, fedailik kapsamında
bile mütalaa edilemeyecek bir tetikçilikle maruf ve hadise esnasında
mühim bir vazife ifa eden İsmail Hakkı Tekçe tarafından öldürül-
müş olmasıydı. Ancak yine de İsmail Hakkı Tekçe ile Topal Osman
arasında bariz bir fark vardır. İsmail Hakkı Tekçe acımasız, profesyo-
nel, resmî vazife ifa eden ve resmî üniforma taşıyan bir tetikçidir. To-
pal Osman ise yanlış-doğru ne yapıyorsa hamiyet-i milliyesi için ya-
pan ancak cahil, saf ve kullanılmaya elverişli birisidir. Hele de Millî
Mücadele’nin birinci adamının, TBMM Reisi’nin, Çankaya’nın mu-
hafızı olması, kendisine gösterilen güven aynı zamanda objektif bir te-
minat mahiyetindedir.
Kanaatimizce normal şartlarda asla ve kat’a öldürmeyeceği muhte-
rem bir mebusu, Topal Osman, iğfal ve ikna edildiği için öldürmüş ol-
malıdır. Topal Osman’ın sırf, Ali Şükrü’nün Meclis’te Mustafa Kemal
424 “Atatürk’ün 1920’den Ölümüne Kadar Yanından Ayırmadığı Özel Muhafızı İsmail
Hakkı Tekçe’nin Anıları”, Günaydın Gazetesi, 4 Aralık 1977.

- 275 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

hakkında kullandığı sert ifadelerden münfail olarak bu cinayete karar


verdiği, dâhil olduğu iddiası günümüzde artık aklı başında hiç kimse
tarafından ciddiye alınmamaktadır. Mustafa Kemal’in ölümünden he-
men sonra CHP’den milletvekili seçilen, Trabzonluları kızdıracak de-
recede fanatik CHP’li olan ve hemşehrileri onu milletvekili seçmedi-
ğinde İnönü’nün Trabzonlular hakkında ağır ifadeler kullandığı Faik
Ahmet Barutçu, İnönü’ye atfen bu cinayet hususunda çok ağır iddia-
larda bulunmaktadır.
“Atatürk’ün menkıbelerini İnönü’nün lisanından dinle[dik]. [İsmet] Paşa şöyle
anlatıyordu: Atatürk’ ün politikacılık tarafı çok kuvvetli idi. Entelektüel bir ko-
mitacı idi. Bulgaristan’ da ateşemiliterliği zamanında oradaki partilerin faaliye-
tini yakından görmek ona bu kabiliyetini kazandırmış idi… Enver Paşa bir ko-
mitacı idi. Gözü pekti. Vehip Paşa Kafkas cephesinde bir gün bana şöyle demişti:
‘Enver Paşa isterse bir gün buraya gelir ve beni tabancasıyla haklayıp gidebilir’.
Atatürk adam öldürme ve öldürtme taraftarı olmamıştır. Yalnız Trabzon mebusu
Ali Şükrü işinden haberdar olduğunu bana son zamanlarda Osman Ağanın ya-
kın adamı olan eski Hatay valisi Nizamettin Ataker söyledi. Bunu Osman Ağa
ona söylemiş. Atatürk’ ün Osman Ağa’yı mahkemeye vermeyerek öldürtmesi bunu
gösteriyor. Fakat ondan sonra bu hadiseden o kadar ürkmüştür ki böyle mevzu-
larda çok hassas olmuştu.”425

Ali Şükrü Bey cinayetini yazarken “Yine kamuoyuna göre Ali Şük-
rü’nün kayboluşunun ardında İttihat ve Terakki’nin komitacıları vardı,
çünkü komitacı geleneğin izleri açıkça ortadaydı. 1909’ daki gazeteci Ha-
san Fehmi ve Ahmet Samim cinayetlerini işleyen komitacı yapının mu-
halifleri temizleme geleneği hortlamıştı. Ali Şükrü de muhalif kanadın
en keskin sözcülerindendi”… ‘Peki, katillerin “Efendisi” kimdi’? Muhte-
melen Mustafa Kemal’ di,”426 şeklinde bir ifade kullanılması meselenin
425 Faik Ahmet Barutçu, Siyasi Hatıralar Millî Mücadeleden Demokrasiye, 2. Cilt, An-
kara: 21. Yüzyıl Yayınları, 2001, s. 918-919. Selahattin Köseoğlu da “Bilmüsademe
mecruhen [yaralı olarak] ele geçen Osman Ağa’nın badehu[sonradan] öldürüldüğü
anlaşıldı ve bu suretle isticvabına [ifadesinin alınmasına/sorgulanmasına] ve mese-
lenin istiknahına [gerçeğinin araştırılmasına] imkan olmadı”. Ahmet Demirel, İkinci
Grup’un Kurucularından Salâhattin Köseoğlu’nun Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul:
İletişim Yayınları, 2017, s.270.
426 İsmail Akbal, “Ali Şükrü’nün Ölüm Emrini Mustafa Kemal Paşa mı Vermişti?”, De-
rin Tarih, Eylül-2014.

- 276 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

halline değil, çözümsüzlüğüne hizmet eder. Trabzon’ da Muhale-


fet427 unvanlı kitabında keskin ve kesin ifadelerle Ali Şükrü’nün İtti-
hadçılığına hükmeden yazarın, suikaste-cinayete giden mebusun da
İttihadçı olduğunu hesaba katmadan bu cinayeti İttihadçılığa havale
etmesi akıl alır gibi değildir.
Ali Şükrü Bey, Trabzon’da İTC’nin, Meclis’te de muhalefetin tem-
silcisi ve sözcüsü bir mebustur. Hemen her netameli hadisede ve tar-
tışmada Trabzon Müdafaa-i Milliye Cemiyeti Reisi Barutçuzade Hacı
Ahmed Efendi’yi ve ekibini İttihadçı bir refleksle müdafaa etmektedir.
Mesela Trabzon takibat ve tahkikatı sırasında Yahya Kâhya ve Müda-
faa-i Hukuk Heyeti’ni korumaya çalışan Trabzon Mebusu Ali Şükrü
Bey, Dâhiliye Vekili Ali Fethi Bey’den Sami Sabit Bey’in Trabzon’dan
mutlaka alınmasını istemiş, isteğinin reddedilmesi üzerine de BMM’ye
Ali Fethi Bey hakkında bir gensoru önergesi vermiştir.428 Bu gensoru
ile alakalı olarak Selahattin Köseoğlu şunları yazmaktadır:
“ 8 Haziran’ da Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti hesabatının tetkiki, ye-
rine başka bir heyet tayini, cihet-i askeriyece bir şahsın derdesti için bazı mesken
taarruzu yapıldığı vesaire dolayısıyla Dahiliye Vekaleti’nden kuvvetli bir istizah[-
gensoru] yapıldı. Ruh-i mesele, Trabzon’ da İttihatçı addolunanları ve kayıkçılar
kâhyası Yahya’yı iş başından çıkarıp kendilerince daha emin görülen kimseleri ye-
rine getirmekti. İstizah perşembe ve cumartesi günleri devam etti. Cumartesi günü
meclis hafi celse akdiyle dokuz saat bila-fasıla çalıştı… İstizah arasında bir ara-
lık reisin[Mustafa Kemal] sevk-i hiddetle Ali Şükrü’nün üzerine yürüdüğü gö-
rüldü ” demektedir. 429

Her ne kadar Ali Şükrü Bey’in ağzından net şekilde İttihadçı ol-
duğuna dair herhangi bir beyanın sadır olduğuna dair birincil bir ve-
sikaya sahip değilsek de istidlalen onun İttihadçı olduğuna hükmede-
bilmekteyiz. Trabzon Meselesi mevzubahis olduğunda İttihadçılık ile
Envercilik eşanlamlıdır. Onun İttihadçı veya Enverci olduğunu iddia
eden bazı kaynaklar bunu herhangi bir vesikaya istinat ettirme lüzumu
427 İsmail Akbal, Milli Mücadele Döneminde Trabzon’da Muhalefet, Trabzon: Serander
Yayınları, 2008. İtiraf etmek iktiza ederse, bazı maddî bilgi ve tespit hatalarına rağ-
men yazarın bu eseri çok iyi hazırlanmış bir doktora tezidir.
428 Özel, a.g.e., s. 251-252.
429 Ahmet Demirel, İkinci Grup’un Kurucularından Salâhattin Köseoğlu’nun Millî Müca-
dele Hatıraları, s.259.

- 277 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

duymamaktadırlar. Bunlar meyanında Mahmut Goloğlu herhangi bir


kaynağa işaret etme lüzumu duymadan “Ali Şükrü Bey Enver Paşacı
idi”430, Mesut Çapa da “Trabzon Mebusu Ali Şükrü İttihatçı idi” de-
mektedir.431 Veysel Usta da; Mehmet Altan’ın Birinci Cumhuriyet Üze-
rine Notlar kitabında Ali Şükrü Bey lehindeki söylediklerini tenkit için
“Ali Şükrü Bir İttihatçıydı” başlıklı Kemalist bir perspektifle ve Enver
Paşa alerjisiyle yazıldığı intibaı veren tenkit-tanıtım yazısında Ali Şükrü
Bey için “koyu bir ittihatçıdır” tabirini kullanmakta ama vesika ye-
rine emarelere istinat, daha doğrusu işaret etmektedir. Usta, Ali Şükrü
Bey’in Mondros Mütarekesi’ne karşı çıktığını, bu konuda Anadolu’nun
değişik yörelerinde konferanslar verdiğini yazmakta, ve “Kayseri Ulu
Cami’ de yaptığı bir hutbe konuşmasında Osmanlı’yı I. Dünya Savaşına
sokan İttihat ve Terakki erkânını hararetle savunmuş, İtilafçı Damat Fe-
rit Hükümetini ülkeyi İngilizlere peşkeş çekmekle itham ederek bu va-
tan hainlerine karşı halkı cihada çağırmıştır” diye ilave etmektedir.432
Ali Şükrü Bey’in İttihadçılığına hükmetmemize yetecek kadar şa-
hit ve delil kuvvetinde emareye sahibiz. Kendisini yakından tanıyan
iki gazetecinin, Velid Ebuzziya ve Enver Behnan Şapolyo’nun yazdık-
ları çok mühimdir. Velid Ebuzziya onun muteriz ve biraz muhalif bir
İttihadçı olduğunu iddia etmektedir:
430 Mahmut Goloğlu, Cumhuriyete Doğru, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2010, s. 294.
431 Mesut Çapa, Milli Mücadele Döneminde Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Trab-
zon Belediyesi Kültür Yayınları, 1998, s. 19.
432 Usta’nın “Ali Şükrü bir İttihatçıdır ve kendisi TBMM üyesi iken Enver Paşayı, yine
TBMM’nin seçtiği milli mücadelenin başkomutanının yerine getirmek istemiştir. Mus-
tafa Kemal ile mücadelesinin de aslında demokratik cumhuriyet mücadelesi olmayıp
Enver Paşa adına yapılmış bir iktidar mücadelesi olduğu rahatlıkla söylenebilir” şeklin-
deki ifadesi yorum özgürlüğü çerçevesinde mütalaa edilebilirse de Ali Şükrü Bey’in
Trabzon Mebusu Hafız Bey ve Ardahan Mebusu Hilmi Bey ile Trabzon sokaklarında
İskele Kâhyası Yahya’nın silahlı çeteleriyle birlikte “biz gerektiğinde mecliste Mustafa
Kemal Paşayı alaşağı eder, yerine Enver’i geçirebiliriz” dediği iddiasına mutlaka güçlü
atıflarda bulunması gerektiğine inanmaktayız. Bu durumun gerçek olmasından ra-
hatsızlık duymayacak biri olarak esas itibariyle Sami Sabit Bey’in Ardahan Mebusu
Filibeli Hilmi Bey’e isnat ettiği bu sözün bizatihi Hilmi Bey tarafından kullanılıp kul-
lanılmadığı, kullanıldıysa hangi bağlamda kullanıldığı meşkukken bu sözü bir de Ali
Şükrü Bey’in söylediğini iddia etmenin ilmî bir tavır olmadığını düşünmekteyiz. Bkz.
Veysel Usta, “Ali Şükrü Bir İttihatçıydı”, Virgül, Sayı: 51, Mayıs 2002, s. 67-70.

- 278 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“Ali Şükrü Bey’in gaybubeti, bir cinayetten mütevellid ise bundan çok dilhun
olacağız. Çünkü Ali Şükrü Bey Ankara’ da bulunmadığımız için son zamanlar-
daki meslek-i siyasisinin esbab-ı hakikiyesine vakıf olmamakla beraber, kendisini
eskiden beri halis ve samimi bir genç olarak tanıyoruz. Tab’an itiraza, muhalefete
ve haksızlığa karşı cidale meyyal idi. Hatta bu mizacından dolayı idi ki, vaktiyle
İttihad ve Terakki’ye mensup olmasına rağmen harb-i umuminin son senelerinde
İttihad ve Terakki’nin su-i idaresine karşı çok şiddetli itirazatta bulunurdu. Bi-
naenaleyh bugün Ankara’ da cidalcûluk ediyorsa bu herhangi bir maksad-ı husu-
siyeden ziyade sırf mizacının muktezası olabilirdi.”433

Şapolyo’nun yazdıkları ise şöyledir:


“Ali Şükrü bahriye subaylarındandı. İttihadcı olup Talat Paşa’nın da dostu
idi. Atatürk’e hücumlarından dolayı, onu Meclis’te teşekkül etmiş olan İkinci
Grup, yani muhafazakârlar tutuyordu. En büyük dostu Erzurum mebusu Hüseyin
Avni434 idi. O zamanki gazetecilerin toplandığı yer, Karaoğlan’ daki ‘Merkez Kı-
raathanesi’ idi. Ali Şükrü de nargile içmek üzere Merkez Kıraathanesi’ne gelirdi.
Ben Çarşamba günü saat dört sıralarında Merkez Kıraathanesi’ne gelmiştim. Ali
Şükrü Bey nargile içiyor, Osmanzade Hamdi Bey de Öğüt gazetesinde Sadri Et-
hem’in ‘Ismarlama Mücahitler’ adlı bir makalesini okuyordu. Ben de yanlarına
oturdum. Biraz sonra İleri gazetesi muhabirlerinden Muhsin adındaki gazeteci

433 Velid Ebuzziya, Tevhid-i Efkâr, 31 Mart 1923, 3679-651. İttihadçıkla maruf fındık
tüccarı İlyas Sami Kalkavanoğlu da hatıratında 27 Mayıs 1919 günü Sultanahmet’te
yapılan İzmir’in işgalini telin mitinginden İkdam gazetesi sahibi Ahmed Cevdet ve
yakın dostu Tasvir-i Efkar sahip ve başmuharriri Velid Ebuzziya ile dönerken Di-
vanyolu’nda uğradıkları Sulh ve Müsalemet Adem-i Merkeziyet Cemiyeti merke-
zinde Ali Şükrü Bey ile tanıştırıldığını, onun “İstanbul’da göz önündeyiz. Düşman
maalesef içimizde ve hakim vaziyettedir. Bu sebeple, burada teşkilat yapmaya kalkar-
sak düşman bunu sezdiği anda fırınları kapatıp halkı ekmeksiz, boruları kesip susuz
bırakabilir ve daha kim bilir nelere yeltenebilir. Şu halde en isabetli hareket, şimdilik
burayı bırakıp Anadolu’ya geçmek ve teşkilatı orada yapmaktır” dediğini ve akraba-
sı Kalkavanzade İbrahim Kaptan’ın sahip ve süvarisi bulunduğu Kırım Vapuru ile
Ali Şükrü Bey’in ve Binbaşı Osman Bey’in Trabzon’a götürüldüğünü anlatmaktadır.
İlyas Sami Kalkavanoğlu, Millî Mücadele Hatıralarım, İstanbul: Kaknüs Yayınları,
2011, s.21-22. Millî Mücadele’ye katılmak için İstanbul’dan Bursa’ya giden İlyas
Sami Bey, Velid Ebuzziya Bey’in aracılığıyla Kara Kemal’e gitmiş ve ondan Bursa’da
kendisine yardımcı olması için mensucat fabrikası sahibi Osman Bey’e hitaben bir
tavsiye mektubu almıştır. A.e., s.45.
434 Mahir İz, Hüseyin Avni için “Erzurum Mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey aslında
İttihatçı idi. Fakat prensibi parti programı değil, inandığı hakikatti ve inancına, her
şeyi, bir arslan şecaatiyle feda ediyordu,” demektedir. Mahir İz, Yılların İzi, s. 129.
Meclis zabıtlarında Hüseyin Avni’nin bir vesileyle “Yaşasın İttihadçılar” dediği de
yer almaktadır.

- 279 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

de halkaya dâhil oldu. Çok geçmeden kahvenin kapısında Çankaya muhafızla-


rından ‘Topal Osman’ın adamlarından Mustafa Kaptan göründü. Ali Şükrü Bey,
‘geliyorum’ diyerek dışarı çıktı. Ben de arkalarından çıktım. Her ikisi de Balık-
pazarı’na doğru gittiler. İki gün sonra Öğüt gazetesine gittiğim zaman, Sadri Et-
hem: ‘Ali Şükrü tagayyüb etti! Yani kayboldu… Kimse ne olduğunu bilmiyor’
dedi. Ben de Mustafa Kaptan’ la gittiğini söyledim. ‘Öyle ise bunu gazeteye yaz’
dedi. Ben de yazdım. İşte bu zaman Büyük Millet Meclisi’nde kıyamet koptu. Bu
haber üzerine Giresunlu ve Laz başlıklı muhafızlar matbaada bizi aradılar. Fa-
kat o gece de Çankaya bağlarında Topal Osman öldürülmüştü. Ali Şükrü’yü To-
pal Osman boğdurmuş. Möhye köyünde bir yere gömdürmüştü. Öğleye doğru iki
kanlı ceset Numune Hastahanesi’ne getirildi. Tan gazetesinin başmuharririnin
de sonu böyle oldu.”435

İstikbal gazetesine göre onun 31 Mart Vak’ası’nın bastırılmasında


da hizmeti geçmiştir “31 Mart Hadisesi merhumun fedakârlığına bir te-
celli sahası olmuşdu. Hürriyet Ordusu İstanbul kapılarına geldiği zaman
donanmanın orduya yardımını temin etmek hayatî bir zaruret idi. İşte
bu büyük fedakârlığı Bahriyeli arkadaşlarıyla bir grup teşkil ederek ya-
pan büyük şehid Ali Şükrü’ dür”436.
Kadir Mısıroğlu’nun söyledikleri ise herhangi bir vesikaya istinat
etmediği gibi ilmî bir kanaat de değildir:
“Ali Şükrü Bey’in dirayet ve cesaretine, nafiz şahsiyetine rağmen, İttihat ve
Terakki Cemiyeti’ne girmemesi, üzerinde durulacak son derecede ehemmiyetli bir
noktadır. Zira o sıralarda İttihad-u Terakki daha ziyade askerleri safına çekmek
gayretleri güttüğünden zabitler için İttihat ve Terakki mensubu olmak hatta ma-
son locasına dahi girmek tabiî addedilmekteydi. Buna rağmen istikamet sahibi ve
gayet dindar bir insan olan Ali Şükrü Bey, kötülükleri ortaya çıktıktan sonra değil
başlangıçtan beri İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmemiş ve bunu kendi şahsiyet
ve fikirleriyle bağdaştıramadığı için daima müstakil kalmıştır.”437

Ayrıca Mısıroğlu, merhumun Hasan Fehmi Atabay isimli bir akra-


basını konuşturarak Ali Şükrü Bey ve kardeşi[Şevket Bey]nin İttihadçı
435 Enver Behnan Şapolyo, Türk Gazeteciliği Tarihi Her Yönüyle Basın, Ankara: Güven
Matbaası, 1976, s. 203-204.
436 Murat Yüksel, Faik Ahmet Barutçu’nun İstikbal Belgelerine Göre Ali Şükrü Bey ve
Topal Osman Ağa, Trabzon: Yunus Dergisi Yayınları, 1993, s.34.
437 Kadir Mısıroğlu, Trabzon Meb’usu Şehid-i Muazzez Ali Şükrü Bey, İstanbul: Sebil
Yayınevi, 1996, s. 20.

- 280 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

olmadığını söyletiyor ki bu beyanın da delil niteliği olmadığını zan-


nediyoruz.438
Ali Şükrü Bey’in mensup olduğu Donanma Cemiyeti’nin İttihad-
çılığı439, İttihadçı refleksi, kendisini heder edercesine bu cemiyet için
gayret ve faaliyet göstermesi, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın bu cemiyete
yönelik sert tutumu, Ali Şükrü Bey’in mensup ya da bir arada bir arada
olduğu cemiyet, teşekkül, grup ve şahısların kahir ekseriyetinin İtti-
hadçı ya da İTC kökenli-bağlantılı oluşu, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na
mensup Trabzonluların kendisine yönelik hakaretlere varan iddia ve
isnadları, Ali Şükrü Bey’in bu kabil insanları Saray ve İstanbul Hükû-
meti’nin adamı olmakla ithamı, kardeşi Şevket Bey’in meşhur bir Ka-
rakol Cemiyeti mensubu oluşu gibi hususlar birlikte mütalaa edildi-
ğinde kendisinin İttihadçılığına hükmetmek makul görünmektedir.440
Mustafa Kemal ve Ali Şükrü Bey’in birbirlerine tavrı hep tartışıla-
gelmiştir. Mustafa Kemal’in Ali Şükrü’ye sıcak bakmadığı, Ali Şük-
rü’nün hitabet ustası olduğu, herhangi bir tartışmada kolay kolay mağ-
lup olmadığı da genel kabuldür. Kazım Karabekir, Günlükler’inde
şunları yazmaktadır:
“14 Ocak 1923 Pazar Akşam harekât. 7.30 sonra. (Gazi Paşa, Fevzi Paşa,
ben trenle Ankara’ dan hareket) Muhaliflerden Ali Şükrü Ankara’ya makine ge-
tirmiş. Tan gazetesi çıkaracakmış. Gazi yanımda Cevat Abbas’a dedi: ‘Muhalifler

438 Mısıroğlu, a.g.e., s. 248. Mısıroğlu’nun “Ordunun büyük ölçüde siyasetin içine itil-
mesi ve siyonizmin hâkim olduğu İttihad ve Terakki’nin burada kendinden olmayanı
barındırmak istememesi üzerine çok sevdiği askerlikten istifa eden Ali Şükrü Bey yine
de mesleğiyle alakasını kesmemiştir,” şeklindeki iddiası ise cerhe bile değmeyecek
kadar hilaf-ı hakikattir. Mısıroğlu, a.g.e., s. 21. Gariptir, Mısıroğlu’nun, birçok araş-
tırmacı ve akademisyenin gördüğü Velid Ebuzziya ve Şapolyo anekdotlarını görme-
miş olması imkansızdır. Bu durumda kendisinin bu anekdotlara belli bir niyetle yer
vermediğini söyleyebiliriz.
439 Mustafa Kemal’in yanındaki fedaîliği İttihadçılık devrinden daha bariz olan Topçu
İhsan “Ferid Paşa memlekete hizmeti dokunmuş ne kadar millî kurum var ise yıkıyor-
du. Bu cümleden Donanma Cemiyeti’ni de ‘Bir İttihat ve Terakki ocağıdır’ vehmiyle
kaldırdı” derken buna işaret etmektedir. Maman, a.g.e., s.89.
440 Ali Şükrü Bey’in İttihadçılığını ele alan bir çalışma için bkz. Uğur Üçüncü, Ali Şükrü
Bey’in İttihadçılığı ve İttihadçılarla İlişkisi, Ali Şükrü Bey Hürriyet Uğruna 39 Yıl,
Haz. Necmettin Alkan/Uğur Üçüncü, İstanbul: Melisa Matbaacılık, 2015; ikinci bas-
kı, Kronik Yayınları, 2017.

- 281 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

matbaa yapıyor da siz hâlâ uyuyorsunuz. Yakmalı, yıkmalı!’ Dedim: ‘Paşam bu


tarzda mukabele doğru mudur?’”441

Yukarıda bahsettiğimiz üzere Trabzon’daki 13. Fırka Kumandanı


Sami Sabit Bey’in “vali vekili” sıfatıyla Kâhya Yahya’yı yakalamak için
onun yakınlarına ve çevresine reva gördüğü mezalim sebebiyle Ali
Şükrü Bey, Dâhiliye Vekili Fethi Bey aleyhinde istizah takriri [gen-
soru] vermişti. Mustafa Kemal’in konuşma metinlerini hazırlayacak,
zapta geçirecek, hatta onları yazılı hale getirirken tasarruflarda bulu-
nacak, onun kimi seyahatlerine kabul edilecek tek gazeteci olacak ka-
dar ona hayli yakın olan İsmail Habib Sevük hacmi küçük ama verdiği
malumat sebebiyle büyük bir eser olan Atatürk İçin unvanlı eserinde,
gensoru müzakeresinde Mustafa Kemal ve Ali Şükrü Bey atışmasını
şu şekilde hikâye etmektedir:
“Fethi Bey kim bilir kaçıncı defa kürsüye çıkmaya hazırlanırken ve Ali Şükrü
henüz kürsüdeyken birdenbire bir lav patlamış gibi Gazi’nin sesi duyuldu: -‘Reis
Bey, söz isterim!’… Bütün Meclis darabanı durmuş bir kalp gibi sustu. Çıt yok.
Baktım Ali Şükrü’nün yüzü sapsarı… -‘Dâhiliye Vekili yenidir, onu neye sıkış-
tırıp duruyorlar? Meseleyi ben bilirim. Eğer mesuliyet varsa bana sorsunlar, ben
cevap vereceğim’. Ali Şükrü yumuşak ve sakin cevap veriyor: -‘Meclis reisimizden
istizah hakkımız olduğunu bilmiyordum ve sanıyorum ki, böyle bir hakkımız yok-
tur!’…Aniden bunun farkına varan Şef, o, şaklar gibi çıkan sesiyle devam edi-
yor: -‘Yalnız Meclis Reisi değil aynı zamanda Başkumandanım; o sıfatla istizah
edebilirler’. Yoo… Bu hiç olmadı. Baktım Ali Şükrü’nün benzi yerine gelmiştir.
Mantığın kendisinde olduğunu bilen bir insan emniyetiyle cevap veriyor: -‘Me-
sele askerliğe ait bir iş değil ki, Başkumandandan istizah edelim?’. Şefteki infilak
yeniden hıza gelmiş bir hamleyle gürledi: -‘Ne demek! İstizaha mevzu olan zat
yüksek rütbeli bir askerdir. Ordunun şerefli bir uzvu hakkında söylenmedik söz
kalmadı. Bu kürsüden bunları da mı işitecektik?’. Bu sefer verilecek cevap daha
kolay, nitekim Ali Şükrü de kolayca cevap veriyor: -‘Biz onun harekâtı hakkın-
daki istizahı asker olduğu için değil, sırf vali vekili olduğu için yapıyoruz’. A…
Şef oturuverdi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi Diyap Ağa’yla sakin sakin konuşu-
yor. Lavını fırlatıp duran volkan birdenbire lavını içine çekivermiş. Şef meclisi
hangi silahlarla idare ediyordu? Teshir, ikna, ilzam, tehdit, ikaz, ifşa, teşhir…
Şimdi yeni bir silahını daha görüyoruz: ‘Hazım’. Bu hazım bize en haşmetli gür-
leyişinden daha heybetli geldi”442.

441 Kazım Karabekir, Günlükler, Cilt. 2, Haz. Yücel Demirel, İstanbul: YKY, 2009, s. 840.
442 İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981, s. 59-61.

- 282 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Kanaatimizce burada hazımdan ziyade bir çaresizlik görülmekte-


dir. Ali Şükrü Bey’in katli Lozan müzakereleri ertesinde vuku bulduğu
için ister-istemez akla bazı şüpheleri getirmiştir. Meclis’te ve bilhassa
Trabzon’da çok sert isnadlar vuku bulmuştur. Bu isnadların hedefi ise
şüphesiz Mustafa Kemal idi. Hastahane odasında ölmeden önceki son
yazısını Mustafa Kemal ve laikliğe hasr ve tahsis edecek derecede Ke-
malist ve laik bir hukuk ordinaryüsü olan Hıfzı Veldet Velidedoğlu,
genç bir Meclis memuru olarak bulunduğu BMM’deki bir sahneyi şu
şekilde anlatıyor:
“Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi üzerine Hüseyin Avni Bey’in Meclis Genel Ku-
rulu’nda yaptığı konuşma çok ünlüdür. O gün bu konuşmayı başından sonuna de-
ğin ayakta dinledim. Sözleri arasında şu tümce de vardı: ‘Ali Şükrü’yü öldüren
bilekleri kıracağız; o bilekler isterse sırmalı paşa bilekleri olsun’. Hiç unutmadı-
ğım bu sözleri herhalde daha sonra Meclis tutanak dergilerinden çıkartmış ola-
cak ki orada yerini bulamadım.”443

Trabzon eski valisi Deli Hamid Bey ise Ali Şükrü Bey’in katli se-
bebiyle Trabzon’da yayınlanan İstikbal gazetesinin 4 Nisan 1923 ta-
rihli nüshasındaki ağır yazısında şunları yazmaktaydı.
“Milletin teyakkuz ve intibahını muzmerlerinin [gerçek niyetlerinin] tahak-
kukuna mani gören, muhitlerinde dalkavuktan başka mevcudiyet görmek, tasdik-
ten başka seda işitmek istemeyenler, şehid-i muhteremin şahsında, milletin hu-
kuk-ı tabiiyye ve esasiyyesini imha etmek istemişler, bu taarruzun herhangi bir
su-i emele karşı müheyya-yı feveran olan kalpleri sindirmeye kifayet edeceğine za-
hip olmuşlardır. Ne büyük gaflet ne derin cehalet… Asırlarca başında taşıdığı
tacdarları feda eden millet, mahlûkuna secde etmez… Açılan ağızları kapatmak
tarikiyle istihsal-i garaza yeltenen Osman’ın kirli ellerine arz-ı iftikar eden biça-
reler bilsinler ki, millet istiklal-i haricisi kadar, hürriyet-i dahiliyesine de âşıktır.
İcap ederse bu uğurda daha birçok Ali Şükrüler feda ederek karşısında dikilecek,
her hırsı kıracak, her duzahı[cehennem] yırtacak[tır].”444

443 Hıfız Veldet Velidedeoğlu, İlk Meclis, İstanbul: Çağdaş Yayınları, 1990, s. 129. İs-
tikbal gazetesine göre de Hüseyin Avni “cinayetden mesul olan eşirranın (kötülerin)
ister hacı, ister hoca isterse de paşa olsun izale (yok) edileceklerini” söylemiştir. Yük-
sel, a.g.e., s.109. İstikbal gazetesinin yayınladığı, kendi muharrir ve muhabirlerinin
yazıları, başta Trabzon, memleketin muhtelif mahallerinden gönderilen telgraflarda
hayli ağır ifadeler mevcut olup kitabın hacmini arttırmamak için bunlara yer vermi-
yoruz.
444 Eken, a.g.e., s. 325-326.

- 283 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Ali Şükrü Bey’in katlinden sonra Ankara’yı, genel merkezi tanıma-


yan Trabzon Müdafaa-i Hukuk’u tedip için Trabzon’a gönderilen he-
yete bizzat Mustafa Kemal tarafından seçilen Damar Arıkoğlu da ha-
tıratında bu metni verdikten sonra, Deli Hamid’in Mustafa Kemal’i
kastettiğini yazmaktadır.445
Ali Şükrü Bey’in katlinden sonra Trabzon Müdafaa-i Hukuk’un al-
dığı sert tavır sebebiyle Ankara’nın Trabzon’a bir heyet gönderilmesinde
çok ilginç bir yön bulunmamakla birlikte buraya vekalaten de olsa va-
lilik göreviyle İzmir Suikastı sebebiyle asılacak Şükrü Bey’in gönderil-
mesi manidardı. Mustafa Kemal, kimi, ne zaman kullanacağını çok iyi
bilen dâhî bir taktisyen ve stratejist olarak kritik bir zamanda kritik
bir şehre, kritik bir tayin gerçekleştirmişti. Sadece İttihadçılığı ile de-
ğil, komitacılık ve fedaîlik faaliyetleriyle de maruf olan, İttihadçı ko-
mitacılığının merkezi sayılan Serez’in eski idarecisini Trabzon’a gön-
dererek Ali Şükrü Bey suikastı sebebiyle ses çıkarabilecek İttihadçı ve
Teşkilat-ı Mahsusacı ekibi susturmak istemişti.

15.2.6. Mustafa Kemal’in Çerkez Ethem’e Dâhiliye Vekili


Nazım Bey’i İstifa Ettirmesi
4 Eylül 1920 tarihinde Tokat Mebusu Erzurumlu Nazım Bey, Mus-
tafa Kemal’in arzusu hilafına Miralay Refet Bey’in 89 reyine karşılık
98 rey ile Meclisçe Dâhiliye Vekili seçilmiştir. Mustafa Kemal kendi-
sini ziyarete gelen Nazım Bey’i kabul etmez. Nutuk’ta bu zatın “ecnebi
mehafiline casusluk ettiğine de şüphe etmiyordum” dese de meclisin bir
mebusun “casus” oluşundan bigâne ve bihaber onu içişleri bakanı seç-
meyeceği de tartışmasızdır. Mustafa Kemal onu istifaya davet ettiğini
445 Arıkoğlu, a.g.e., s. 324-325. Arıkoğlu, hatıratının bir yerinde “Trabzon’daki Mü-
dafaa-i Hukuk Cemiyeti İdare Heyeti, Ankara merkezini tanımıyor, asi bir vaziyete
geçmişti” Arıkoğlu, s. 326; başka bir yerde de “Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti
İdare Heyeti isyankâr bir hal almış, merkezden yazılanlara ne cevap veriyor, ne de
muhabere ediyordu,” demektedir. Arıkoğlu, s. 320. Karabekir de Günlükler’inde şöy-
le yazmaktadır: “18 Nisan 1923 Çarşamba Öğleden sonra Müdafaa-i Hukuk merkezi-
ne gittim. Trabzon’da Gazi Paşa aleyhine dedikodular olduğu gibi, İstikbal gazetesinde
de bilhassa sabık vali Hamid Bey, cinayete atfen münasebetsiz şeyler yazmış. Tedbir
düşünülmeli. Gazi şiddet taraftarı. Muvafık olmaz dedim.” Karabekir, Günlükler, 2.
Cilt, s. 859.

- 284 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

iddia ediyor ama hadisenin cereyan şekli Çerkes Ethem’in anlatışına


göre hayli farklıdır. Ankara’da misafir kaldığı bir evde kendisini ziya-
rete gelenlerle bu meseleyi görüşürken kapının önünde bir otomobil
durur. Devamını Çerkes Ethem şöyle anlatıyor:
“Mustafa Kemal Paşa gelmişti. Yanında Diyarbakır mebusu Şükrü Bey vardı.
Salona girince etrafında bulunduğumuz büyük masanın başına onlar geçtiler.
Mustafa Kemal Paşa müteessir görünüyordu, bir müddet sonra bahsi açtı. Na-
zım Bey’in kırtasiyeci bir adam olduğu etrafında konuştu, içişlerinin henüz na-
zik ve ehemmiyetli bir safhada bulunduğunu söyledi ve bana bakarak Meclis’teki
mebuslardan şikâyet etti. Herhangi bir iç karışıklıktan ve uygunsuzluktan dolayı
mesuliyet kabul edemiyeceğini, icap ederse Meclis riyasetinden istifaya da hazır
bulunduğunu ima etti. Ben, Tokat Mebusu Nazım Bey’i tanımıyordum. Onun
yerine Mustafa Kemal Paşa’nın iltimas ettiği Miralay Refet Bey’i son tertipler sı-
rasında ve ondan daha evvel Demirci Mehmet Efe’nin yanında görmüş, konuş-
muştum. İdare kabiliyetinin derecesini tabiatiyle bilemiyordum. Hazır bulunan-
lar ekseriyetle yine Mustafa Kemal Paşa’nın tarafını tutuyorlar, hususî surette bu
meseleye müdahale etmemi istiyorlardı. Ricaları şu idi: ‘Eğer Nazım Bey’e bir se-
lam gönderirseniz onun istifa etmesi pek mümkündür’. Ben böyle bir selamı ve
tarafımdan yapılacak tavsiyenin tehdit manasını taşıyacağını düşünerek kendi-
lerine dedim ki: ‘Şu halde ben yarın kendisini yerinde ziyaret eder, münasip su-
rette istifasını rica ederim.’”

Fakat muhatapları Nazım Bey’in vazifeye başlamadan bu işin biti-


rilmesini, Şükrü Bey’in de Nazım Bey’in arkadaşı olduğu için, onunla
selamın bu gece ulaştırılmasını istemişlerdir. Ethem Bey, gayet nazikâne
bir şekilde Şükrü Bey ile selam gönderdiğini, kendisinin de vaziyetin
nezaketi sebebiyle kendisini ileride daha yüksek makamlarda görmek
temennisiyle şimdilik yeni vazifesinden istifasını istediğini ama kara-
rın ve tercihin Nazım Bey’e ait olduğunu söylediğini yazıyor. Bir saat
sonra Şükrü Bey, elinde Nazım Bey’in istifasıyla Çerkes Ethem’in mi-
safir kaldığı köşke geliyor ve bir mesele de böylece halledilmiş oluyor.446
Mustafa Kemal, iktidarı ve kuvveti tam ele geçiremediği bir dev-
rede Kuva-yı Seyyare faaliyetleri ve iç isyanları nasıl bastırdığı malum,
acımasız birinin ricasının tehdit telakki edileceğini bilmiyor olsa za-
ten tek-adam olamazdı. Falih Rıfkı Atay’ın “Kuvay-ı Milliye devri iki
kısımdır: Çeteler devri, ordu devri. Çeteler devrinin başlıca kahramanı
446 Çerkes Ethem’in Ele Geçen Hatıraları, İstanbul: Güniz Basımevi, 1962, s. 102-106.

- 285 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Çerkes Ethem Bey’ di. Hatta bir zamanlar kurtuluş savaşçılarına Ethemist
denmiş olduğunu hatırlarız”447 diyerek o günlerde gücünün ve otorite-
sinin derecesini isabetle ifade ettiği Çerkes Ethem’in bu güç ve otori-
tesini daha iyi anlamak için birkaç anekdota müracaat etmekte fayda
olduğu kanaatindeyiz. Ali Fuat Cebesoy hatıratında, Millî Mücade-
le’ye muhalif tavır alan Simavlıları tedip için kasabaya giren Çerkes Et-
hem’in burada durmayıp aynı gün Demirci’nin on kilometre kuzeyinde
bulunan Yunan kıtalarıyla temasa geçip taarruzda bulunduğunu, 30
Temmuz-18 Ağustos 1920 tarihleri arasında çetin ve şiddetli çatışma-
lar olduğunu, Yunanlıların devamlı takviye ve yardım aldıklarını, kar-
şılıklı taarruzlar yaşandığını ancak 17/18 Ağustos gecesi sabaha karşı
bir baskınla henüz kendisini toparlamaya vakit bulamayan ve bir tü-
men gücüne erişen Yunanlıları mağlup ederek Demirci’nin güneyine
sürdüğünü, bu zaman zarfında Yunanlılara çok ağır zayiat verdirildi-
ğini, on bin mevcutlu tümenin tamamen harp harici bırakıldığını, çok
sayıda harp malzemesi ele geçirildiğini, bizim zayiatımızın ise şehit ve
yaralı toplam 200 olduğunu yazdıktan sonra şunu ilave eder: “Ethem
Bey müfrezelerinin bu muharebelerde göstermiş oldukları kabiliyet ve cü-
retle yalnız dâhilî tedip hareketlerinde değil, icabında yalnız başına bir
düşman fırkasını gerilla muharebe usullerinden istifade ile mağlup ede-
bilecek bir kuvvette oldukları anlaşılmıştı.”448 Cebesoy başka bir yerde
de “Bütün millî kuvvetlerin dağılmış olduğu bir sırada düşmanın tâ içe-
rilerine kadar sokularak kendisinden dört beş misli üstün bir Yunan pi-
yade fırkasını mağlup etmesi, cephemiz ve yeni ordumuz üzerinde iyi bir
tesir bırakmıştı,”449 demektedir.
Çerkes Ethem, Ankara’da Büyük Millet Meclisi salonunda dinle-
yiciler locasına girdiği zaman ayakta selamlanacak450 bir otorite sahi-
bidir. Büyük Millet Meclisi’nin 21 Ağustos 1920 Cumartesi günü iç-
timaında geçen bir konuşma hayli çarpıcıdır:
“Sırrı Bey (İzmit): ‘Ethem bizim sıkıntılı zamanımızda yetişerek bize pek
ferahlı günler verdi. Onun böyle hasta olduğunu işittiğimiz zaman müteessir

447 Atay, Batış Yılları, s.184.


448 Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul: Temel Yayınları, 2000, s. 486-
487.
449 Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, s. 512.
450 Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, s. 510.

- 286 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

olduğumuzun Meclis namına Ethem Bey biraderimize bir teessürname ile bildi-
rilmesini teklif ediyorum’. (Muvafık sesleri…) Reis (Mustafa Kemal Paşa): ‘Efen-
dim. Ethem Bey biraderimizin rahatsızlığından dolayı hakikaten bendeniz de o
teessürü şahsen kendimde duydum ve riyaset makamınızdan zaten kendilerine bil-
dirmiştim. Maahaza heyet-i umumiye namına da tensip buyurursanız tekrar bi-
raderi vasıtasıyla yazarız.’ (Hay hay sesleri…)”451

Şimdi böyle bir otorite ve saygınlığa sahip, milletvekillerinin bile


korkudan ne yapacaklarını şaşırdıkları üstelik kahraman, Teşkilat-ı
Mahsusacılık, İttihadçılık ve komitacılıkla maruf ve temayüz etmiş
birinden bir bakanın istifa ettirilmesinin rica edilmesi ne demektir?
Nazım Bey, bilahare Yeşilordu Cemiyeti sebebiyle İstiklal Mahkeme-
si’nde yargılanacak, Mahkeme Reisi meşhur İttihadçı Komitacı silah-
şor Topçu İhsan’ın “Evvelce siyasî partilerden hangisine mensuptunuz?”
sorusuna da “Evvelce İttihadçı idim,” cevabını verecek birisidir.

15.2.7. Kazım Karabekir’e Suikast Teşebbüsü ve İstiklal


Harbimizin Esasları Kitabının Yakılması
Faik Ahmet Barutçu’nun hatırat-günlüklerinde Ali Şükrü Bey ci-
nayetiyle alakalı pasajın devamında İsmet İnönü’nün Kazım Karabe-
kir ile akalalı da şunları söylediği yazılıdır:
“Bir gün Kazım Karabekir Paşa’ dan bir telgraf aldım. Kılıç Ali ile Recep Zü-
htü’nün kendisini takip ettiklerini, hayatının tehlikede olduğunu söylüyordu. Ba-
kanlar Kurulunda telgrafı okudum ve İstanbul valisine Bakanlar Kurulundan çek-
tiğim telgrafta böyle bir şey olursa kendisini katil diye takip edeceğimi bildirdim.
Ferdası gün Meclise giderek Meclis Reisi Kazım Paşa’nın yanında Dâhiliye Ve-
kili Şükrü Kaya’ya böyle bir şey olursa Meclis kürsüsüne çıkıp bu işin katili Şükrü
Kaya’ dır diyeceğim bunu biliniz dedim. Ve Kazım Paşa’ya da git Atatürk’e böyle
dediğimi söyle dedim. Özalp, bunu sen daha iyi söylersin deyince Atatürk’e çık-
tım ve hepsini söyledim. ‘Canım hiç böyle şey olur mu? Ben sana sormadan bir şey
yapar mıyım, böyle şeyi nasıl hatırına getiriyorsun’, diyerek derhal İstanbul’ da-
kileri geri çektirdi.’”452

Karabekir, Mustafa Kemal’in ölümüne doğru ama bu defa onun


haberi olmadan da suikast için takip edilmiştir. Kazım Karabekir,
451 Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, s. 510.
452 Barutçu, Siyasi Hatıralar Millî Mücadeleden Demokrasiye, 2. Cilt, s. 918-919.

- 287 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Günlükler’inde 1938 senesine dair bu suikast teşebbüsünden şu şe-


kilde bahsetmektedir:
“18 Ekim 1938 Salı Doktor Adil Bey’ le Tekirdağlı Cemil Bey’in dediği, bize
suikast yapacaklarmış. Dedim 40 zabit yeminlidir. Bana tecavüz olursa kılıcı ki-
milerin kıçlarından vurur ve süngü ile tepelerler. Efendilerinin yapamadığını kö-
pekleri mi yapacak. İsmet’e haber göndermeyi muvafık buldum. (Cafer Tayyar An-
kara’ da temas yapamamış. Vasıf Göncü, emekli topçu binbaşıyı gönderdim. 30
Birinciteşrin’ de geri geldi. O günde yazılı.”453

Karabekir’in İstiklal Harbimizin Esasları unvanlı kitabının top-


lattırılıp yakılması ise tam bir komitacılık faaliyetidir. Siirt Mebusu
Mahmud Bey, sahibi ve başyazarı olduğu Milliyet gazetesinde Nisan
1933’te “Millici” mahlasıyla Ankaralının Defteri unvanlı Millî Müca-
dele’yi mevzu edinen bir tefrika yayınlamaya başlar ve “kafalarda ya-
şayan bazı putların, hafızalarımızı dolduran bazı kanaatlerin mutlaka
yıkılıp parçalanacağı”na vurgu yapılır. Kısa bir süre sonra bu putların
Millî Mücadele’nin önde gelen komutanları ve bilhassa Karabekir ol-
duğu anlaşılır. Karabekir’in cevabî mektuplarının Milliyet’te ve başka
gazetelerde yayınlanması, hem tefrika sahibi hem de başka yazarların
mukabil cevaplarıyla o devir için sürpriz sayılabilecek bir tartışma at-
mosferi vukua gelir. Ancak hem Karabekir aleyhinde pek çok gazete,
muharrir ve mebus hakarette hudut tanımaz hem de Karabekir’in mek-
tuplarından rahatsız olan Mustafa Kemal, Falih Rıfkı Atay’ın Hâki-
miyet-i Milliye gazetesi başyazarı sıfatıyla kendisiyle yaptığı mülakatta
Karabekir’in mektubu hakkındaki intibaınız nedir, sorusuna “Evet, bu
mektubu yazan üzerine akıl doktorlarının dikkat nazarını celbederim”
cevabını verir. Karabekir’in her mektubunun vesikaya, Karabekir’e ce-
vap adı altında hakaret edenlerinse Nutuk’a istinat etmeleri, farklı bir
nida ve sedaya hasret kamuoyunu aksi surette tesir altına almış olmalı
ki, altıncı mektuptan sonra sadece Milliyet değil, diğer tüm gazeteler
de aldıkları emir üzerine Karabekir’in mektuplarını yayınlamayı keser-
ler. Ancak Siirt Mebusu Mahmut Bey454, Milliyet gazetesinin 18 Mayıs
453 Karabekir, Günlükler, 2. Cilt, s. 1073.
454 Mahmut Bey, Arap kökenli bir subay, mebus ve muharrirdir. Mustafa Kemal’in re-
fakat subayıdır. 11Ağustos 1923- 4 Temmuz 1927 tarihileri milletvekilliği yaparken
refakat subaylığına devam etmiştir. Bkz. İsmail Hakkı Akansel, Atatürk ve Yaverleri,
İstanbul: Harp Akademileri Basımevi, 2006, s.332-334.

- 288 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

1933 tarihli nüshasında pervasızca bir yalana tevessül ederek Karabe-


kir’in bir mektubundaki harici bir meseleye [Bolşeviklik] temas eden
bir vesikanın sadece bir fıkrasının ülke menfaati iktizasınca yayınlan-
mamasından muğber olarak mektuplara son verdiğini yazmış ve diğer
refikleriyle birlikte hakarete devam etmiştir.
Karabekir, hem gazetelerin artık mektuplarını yayınlamaması hem
de tartışmalar esnasında kendisiyle istihza edilip “şarkılı beste” yaza-
cağına esaslı şeyler yazmasının salık verilmesi üzerine Feridun Kan-
demir’i davetle hatıratını tertipleyip yazması için kendisine yardımcı
olmasını talep etmiştir. Hatıratın Sinan Matbaası’ndaki işlerinin bi-
tip dağıtıma verileceği 27 Mayıs 1933 tarihinde Sinan Bey, İstanbul
CHP İl Teşkilatı’na mensup biri tanıdığı, biri tanımadığı iki kişi ta-
rafından zorla bir taksiye bindirilir ve Kel Ali’nin Pangaltı’daki evine
götürülür. Kendisiyle konuşmayı Kel Ali değil, Kılıç Ali yapar. Kılıç
Ali, eserin muzır olduğunu, “Gazi’ye karşı yazıldığını” söyler. Sinan
Bey, böyle bir durum olmadığını, buna ancak müddeî-i umumiliğin
karar verebileceğini söylerse de muhatap olduğu kişilerin kimlik ve ki-
şiliklerinden de bigâne olmadığından matbaadaki tüm kitapları tes-
lim etmeyi kabul eder. Bunun üzerine Kılıç Ali, Sinan Bey’i yan odaya
götürür. Odada Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Kazım Bey ve Si-
nop mebusu silahşor Recep Zühtü ile Cevdet Kerim İncedayı vardır.
Sinan Bey, kitapları teslim edeceğini bu şahıslara da söyler; bilahare
Recep Zühtü yanında iki CHP memuruyla matbaaya gelir. Matbaada
beş adet kitabın Feridun Kandemir vasıtasıyla Karabekir’e verildiği-
nin öğrenilmesiyle devlet erkânında dalga dalga etkisi görülecek te-
dirginlik başlamış olur.
Karabekir’in kendisinde olan ve talep edilen 5 nüshayı eşinin yaktı-
ğını söylemesi üzerine Kandemir, resmî bir muamele olmaksızın İstan-
bul Emniyet Müdürlüğü’ne davet ve tevkif edilir. Kendisinden hile ile
Karabekir’deki bu beş nüshayı temin etmesi talep olunur. Bu iş için sa-
dece İstanbul Emniyet müdürü değil, Emniyet Genel müdürü de dev-
reye girer. Karabekir’deki 5 nüshanın bulunması için Emniyet Umum
Müdürü Tevfik Hadi Bey’i sıkıştıranların başında da Dâhiliye vekili
Şükrü Kaya bulunmaktadır. Tevfik Hadi Bey, vazifesine devam edebil-
mesinin bu beş nüshanın bulunmasına bağlı olduğunu söylemektedir.
- 289 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

İstanbul Emniyet Müdürü Fehmi Bey ise Kandemir’i evvela dayakla


tehdit etmiş, sonra da onun vatanperver olmadığını söylemiş, Kan-
demir de bağırarak “Bana herkes vatanperverlik dersi verebilir. Yalnız,
Millî Mücadelede ben Konya’ da kurtuluş davası uğrunda kellemi koltu-
ğumun altına alarak canla başka çalışırken, [İstanbul Hükûmeti’nin sa-
dık bir polis müdürü olarak] düşman kuvvetleriyle gelip matbaamı ba-
san bu polis müdürü asla!” diye cevap vermiştir.455
4 Haziran 1933’te de Polis Müdürü Fehmi, 100 civarında polisle
başlattığı operasyonda sabaha karşı Karabekir’in evini sarmış, Erenköy
civarındaki tüm yolları tutmuş, sabah 4.30’da da köşke girmiştir. Dört
buçuk saat süren evrak aramasında Karabekir’in tüm not ve vesikala-
rına el konulur. Aynı zamanda kapatılan TCF mebusları ve Millî Mü-
cadele’nin mühim şahsiyetleri Trakya mücadelesinin kahramanı Cafer
Tayyar Paşa ile Büyük Taarruz’da Trikopis’i esir eden emekli Kurmay
Albay Halit Akmansü’nün de evlerinde aramalar yapılmıştır. Karabe-
kir, kitaplarının gayrıkanunî şekilde toplatılması sebebiyle hem savcı-
lığa, hem hükümete hem de meclise müracaat etmiş, kendisine kamu
davasını icap ettirecek bir hadise olmadığından bahisle şahsî dava için
mahkemeye müracaat etmesi gerektiği söylenmiş, o da tam mahkemeye
müracaat edeceği 4 Haziran 1933’te talan edilircesine köşkünün basıl-
ması üzerine bu yeni durum sebebiyle İstanbul Müddeî-i Umumîliğine
başvurmuştur. Feridun Kandemir ise emniyet tarafından takibe alın-
mıştır. Bir müddet sonra Başvekil İsmet Paşa, yaşanan hadiseler sebe-
biyle Karabekir’den özür dilemiş, İstanbul valisine de Kandemir’in ta-
kibinden vazgeçilmesi emrini vermiştir.456
Kitap toplattırma ve yakma işinde Başvekil İsmet İnönü, Dâhiliye
Vekili Şükrü Kaya, TBMM Reisi Kazım Bey, mebuslar Kel Ali, Kılıç
Ali, Recep Zühtü ve Cevdet Kerim İncedayı’nın, köşkün baskını işinde
de Başvekil ve Dâhiliye Vekilinin dahlinin olduğu dikkate alınırsa, bu
işlerde Mustafa Kemal’in haberinin ve emrinin olmadığı iddiası, as-
lında tezkiye gayesi istihdaf edilirken onu tahfif neticesini doğuran bir
mazerettir. Her ne kadar Kel Ali ve Kılıç Ali’nin organize ettiği kitap
455 Feridun Kandemir, Kazım Karabekir’in Yakılan Hatıraları Meselesinin İçyüzü, İstan-
bul: Ercan Matbaası/Yakın Tarihimiz Yayınları, 1964, s. 107.
456 Kandemir, Kazım Karabekir’in Yakılan Hatıraları Meselesinin İçyüzü, s. 8-155.

- 290 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

toplatma ve yakma işini, Cumhuriyet devrinin meşhur komitacılarının


kendi karar ve icraları olarak ad ve telakki etsek bile baskın işinin -İs-
tanbul Emniyet Müdürü Emniyet Umum Müdürüne, Umum Müdür
Dâhiliye Vekiline, Dâhiliye Vekili Başvekile bağlı olduğundan- mera-
tib-i silsile dâhilinde, hiyerarşik bir düzen içinde cereyan ettiğini, bu
işte Reis-i Cumhur’un talimatının değilse bile muvafakatinin ya da en
azından haberinin olduğunu, bundan dolayı da Karabekir’in hatıratı-
nın ve hatıratta münderiç vesikaların sahihliğinden ve hakikîliğinden
tedirginlik duyulduğunu kabul etmek mantıklı olacaktır.
Tek-Parti döneminin ve tevkiflerin en büyük kötülüklerinde biri de,
muhaliflerin kimi çok kıymetli evraklarını yok etmelerine verdiği sebe-
biyetti. Dadaylı Halit Akmansü’nün Kazım Karabekir’in toplatılan ve
yakılan kitabı vesilesiyle göz altına alınması üzerine Halit Bey’in eşi,
korkudan Kazım Karabekir’e ait bir evrakı yok etmiştir.457

457 Ziya Göğem, Dadaylı Halit Akmansü, Cilt 2, İstanbul: Halk Basımevi, 1956, s. 336.
Göğem, Kazım Karabekir’in İstiklal Harbimizin Esasları kitabının toplatılmasıyla
birlikte bu kitabın vesikalara istinaden ve o anki resmî tarihe mugayir ve muhalif,
hatta muarız bulunması üzerine Kazım Karabekir’in, Cafer Tayyar Eğilmez’in, Halit
Akmansü’nün, Gümüşhane eski mebusu Kadirbeyoğlu Zeki Bey’in evlerinin aran-
dığını, vesikaları tetkik için bir heyet kurulduğunu, bazı evrakların resmî dosyalar-
da saklanması icap ederken şahıslar üzerine kalmış ya da çalınmış sayılan vesikalar-
dan sayıldığı için bu muhalif zatlar hakkında dava açıldığını yazmaktadır. Göğem,
a.g.e., s. 337-338. İşin ilginci, hanesi aranan Halit Beğ’in, Trikopis’i esir almış bir ku-
mandan ve eski mebus olmasına rağmen muhalifliğin yol açtığı menkubiyet sebe-
biyle evinin perişan bir halde bulunduğu ve maişetini temin edemediği anlaşılmış,
bu durum Başvekil İsmet İnönü ile Reis-i Cumhur Mustafa Kemal’e aksettirilmiş,
Mustafa Kemal de o günlerde barıştığı Ali Fuat Cebesoy’un da davetli olduğu Dol-
mabahçe Sarayı’nda konuyu Halit Bey’in durumuna getirmiş, Cebesoy’dan “Halit
Beğ’e bir vazife vererek refaha kavuşturmak arzu ettiklerini, kendisiyle görüşüp ne
istediğinin öğrenilmesini ve neticenin bildirilmesini” rica etmiştir. Bu rica üzerine Ha-
lit Beğ’in hanesine gelip evde kimseyi bulamayan Cebesoy, ordu eski mebusu Faik
Günday’a uğrayarak meseleyi anlatmış ve cevabın kendisine ulaştırılmasını istemiş.
Halit Bey’in Cebesoy’a yazdığı mektup hayli ilginçtir ve teklifi kabulde mazur oldu-
ğunu, artık tencerede pişirip kapağında yemeğe alıştığını, Halk Partisi hükûmetiyle
çalışabileceğine kani olmadığını söyleyerek red cevabı vermiştir. Göğem, a.g.e., s.
339-340.

- 291 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

15.2.8. “Pis İşler”de İslamcı ve İttihadçı Bir Millî Mücadele


Paşası: Nureddin Paşa458
Nureddin Paşa, iç isyanlardaki sert tavrı bir kenara bırakılırsa üç
şiddet hadisesi sebebiyle itham edilmiştir. Bunlar İzmir Metropolidi
Chrysostomos’un ve Dâhiliye vekillerinden gazeteci Ali Kemal’in linç
edilerek öldürülmesi ile İzmir Yangını’dır. Ancak Nureddin Paşa’nın
ne İzmir’in Yunan işgalinden kurtuluşundan sonra 10 Eylül’de kendi-
sini tebriğe gelen İzmir Metropolidi Chrysostomos’un Divan-ı Harbe
verilip muhafaza altında götürülürken halkın hücumuna uğrayıp öl-
dürülmesi ne de İstanbul Hükûmetinin Dâhiliye vekillerinden gaze-
teci Ali Kemal’in aynı şekilde öldürülmesi Ankara ile arasını hiçbir şe-
kilde bozmamıştır.459 Paşa’nın azledilmesi ve kınanması bir yana ikazı
bile sözkonusu olmamıştır. Aynı şey, İzmir Yangını için de geçerlidir.
Falih Rıfkı Atay’ın Nureddin Paşa’yı günah keçisi göstermesi ilginçtir:
“Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından
sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçıları mı
idi? Bu işte ordu Komutanı Nureddin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu da söy-
liyenler çoktu. Atatürk’ ün Nureddin Paşa’yı eskiden beri sevmediği ‘Nutuk’unda
görünür. Zafer sırasında birinci ordunun başında bulunması da tesadüf eseri idi.
Ali İhsan Sabis’in atılışından sonra, Atatürk, Ali Fuad ve Refet paşalara komu-
tanlığı teklif etmiş, ikisinin de ‘ kıdemsiz’ İsmet Paşa’nın emrine girmek hoşla-
rına gitmiyerek, reddetmesi üzerine Nureddin Paşa hatıra gelmişti. Kibirli, dar
kafalı, zulüm ve ceberut düşkünü bir kimse idi. Bu yüzden bir zamanlar Millet
Meclisi kendini Harp Divanı’na verip mahkûm bile ettirmek istemişti. Bu kara-
rın önüne geçmek için Mustafa Kemal’in ne kadar uğraşmış olduğunu ‘Nutuk’tan
öğreniyoruz. Nureddin Paşa’nın biri İzmir’ de biri İzmit’te tertip ettiği iki linçin
hikâyesi gene o vakitler, bizi ikrah içinde bırakmıştır. Bunlardan biri İzmir met-
ropolidi Meletyos öteki de ‘Peyam-ı Sabah’ yazarı Ali Kemal’ dir… İzmir’i niçin
yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtu-
lamıyacağımızdan mı korkuyorduk? Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir
olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle

458 Celal Bayar’ın Nureddin Paşa hakkındaki şu tespiti hakikatin tam ifadesi olmamak-
la birlikte bigâne kalınamayacak kıymettedir. “ Nurettin Paşa… Milliyetçi değildi.
Türkçülüğü reddederdi. Nazari alanda kabul etmediği milliyetçilik ve Türkçülük, şuu-
runda ve hareketlerinde mevcuttu. Dindardı, ümmetçi idi ve İslam politikası güderdi,
asla Osmanlı değildi”. Celal Bayar, Ben de Yazdım, c.5, s.82.
459 Çeşitli kaynaklarda Mustafa Kemal’in Ali Kemal’in linç ettirilmesini tasvip etmediği
yazılıdır.

- 292 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

ve semtleri varsa, gene bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissin-
den gelme bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da etkisi var. Bir Av-
rupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hristiyan veya yabancı olmak, mutlak
bizim olmamak kaderinde idi. Bir harp daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir’i ar-
salar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi gelecek miydi?
Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir demagog olarak tanımış olduğum Nured-
din Paşa olmasaydı, bu facianın sonuna kadar devam etmiyeceğini sanıyorum.
Nureddin Paşa, ta Afyon’ dan beri Yunanlıların yakıp kül ettiği Türk kasabala-
rının enkazını ve ağlayıp çırpınan halkını görerek gelen subayların ve neferlerin
affetmez hınç ve intikam hislerinden de şüphesiz kuvvet almakta idi… Nitekim
İzmir zaferinin hemen arkasından bir Nureddin Paşa meselesi çıkacaktır. Zafe-
rin bu en küçük hisseli adamı İzmir’e girer girmez şöyle bir vizita kartı bastır-
mıştı: ‘Küt-ül-Amare muhasırı, Afyon ve Dumlupınar muharebeleri galibi, İz-
mir fatihi Nureddin Paşa.’ İzmir’ de ilk buluştuğu adam da müftü idi. Nureddin
Paşa kendisine bir vasiyetname bırakıyordu: Ölünce Kordon boyuna bir camii,
bir de türbesi yapılacaktı. Fatih bu türbeye gömülecekti. Müftü, bir risalesi ile bi-
raz sonra irticaın bu sakallı ve azametli liderini bütün Türkiye yobazlarına tak-
dim ettirmek üzere idi.”460

Nureddin Paşa, İttihadçılığı bilinen ve her ne kadar Mustafa Ke-


mal aksini iddia etse de Meşrutiyet’in ilanında az da olsa katkısı bulu-
nan bir komutandır.461 Onun en kritik zamanda görevinden alınması-
nın İzmir’in işgalini kolaylaştırdığı hemen tüm kaynaklarda müşterek
bir tespit olarak yer almaktadır. Karabekir de günlüğünde bu durumu
sert bir şekilde not etmiştir:
“İzmirimizi melun Yunanlılar işgal etmiş (16’ da haber aldık). Bu felâketin
hazırlandığı belli idi. Paris gazetelerinde Venizelos’un İzmir işgali hakkındaki me-
saisini hepimiz İstanbul’ da okumuştuk. İstanbul hükümeti İzmir’in azimli ku-
mandan ve valisi bulunan Nurettin Paşa’yı azlederek âciz bir mahlûk olan Ali
Nadir Paşa’yı kolordu kumandanlığına ve bir Kürt olan İzzet Bey’i de valiliğine
tayin ederek günlerce Yunanlıların İzmir sahillerine silah ve üniforma çıkarma-
larına karşı uyudular ve işgale karşı namertçe teslim oldular.”462

Mustafa Kemal de BMM’de yaptığı bir konuşmasında bu kararı


sert bir şekilde kınamaktaydı:
460 Atay, Çankaya, Cilt 1, s. 212-213.
461 Fevzi Çakmak onun görevinden alınmasını İttihadçılığına bağlamaktadır. “27 Mart
1335 [1919] Nureddin Paşa’nın İzmir’den azli, ora intihabatında İttihadçıların ka-
zanmasından ileri geldiği Şükrü Bey’den mervidir,” Nilüfer Hatemî, Mareşal Fevzi
Çakmak ve Günlükleri, 2. Cilt, İstanbul: YKY, s. 2002, s. 644.
462 Karabekir, Günlükler, Cilt 1, s. 595.

- 293 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

“Hiçbir sebeb-i mâkul yok iken İzmir’in ve Antalya’nın hükümetimizin


malûmatı dahi olmadan düşmanca işgali ve silâhsız biçare halkın Rum eşkiya-
sına doğratılması ve binlerce ırz ve namusun payimal edilmesi ve el’an da Aydın
vilâyetinin her tarafında bu fecayiin devam ve temadisi bir müddet evvel ora-
dan Nurettin Paşanın alınmasının ve vahim bir kumanda tahavvülünün neti-
ce-i şükranı mı idi?”463

Ancak Millî Mücadele’deki her kahraman gibi Nureddin Paşa da


işi bittiğinde tasfiyeye uğramıştır. Büyük Taarruz’da asıl taarruzu ya-
pacak ve düşmanı imha edecek ordunun I. Ordu olması kararlaştırıl-
mış ve muvaffakiyet de hâsıl olmuş, taarruz esnasındaki yazışmalarda
Nureddin Paşa’ya ve aldığı kararlara duyulan güven kuvvetli bir şekilde
belirtilmişken I. Ordu Kumandanı Nureddin Paşa, bilahare Başkuman-
dalık Meydan Muharebesi’nin kazanılmasında sahiplik ya da daha ma-
kul bir ifadeyle “ortaklık” iddiasında bulununca kifayetsizlikle itham
edilmiş ve ancak Mustafa Kemal’in zamanında ve yerinde müdahale-
leriyle başarının elde edildiği iddia edilmiştir. Nureddin Paşa İzmir’e
girdikten sonraki beyanname ve konuşmalarında yurdun düşmandan
kurtarılmasını Allah’ın avn ü inayeti ile Hz. Peygamber’in ruhaniye-
tine bağlıyordu. Bilahare de Halk Fırkası esaslarını dikkate almayarak
bağımsız aday olarak 1 Kasım 1924 tarihinde Bursa’dan mebus seçil-
miştir. Hepsi Halk Fırkalı olan ikinci seçmenlerden CHF adayı Dr.
Emin [Erkul] Bey’e karşı 258 oy alarak mebus seçilmesi çok konuşul-
muştur. Bu bakımdan Mustafa Kemal’in Nutuk’ta Nureddin Paşa’nın
Halk Fırkası ilkelerini benimsemeyip müstakil aday olarak başarılı ola-
madığını söylemesi doğru değildir. Tabiri caizse Nureddin Paşa, Halk
Fırkası’na karşı söke söke seçimi kazanmıştı. Ancak seçildiği sırada Şu-
ra-yı Askerî Azası, yani hâlâ asker olduğu gerekçesiyle mebusluğu kabul
edilmemiştir. Sebep 19 Aralık 1924 tarihli kanundu. Bu kanun asker-
likle mebusluğun bir arada yürütülemeyeceğini öngörmesine rağmen
Meclisin bu döneminde değil de III. döneminde tatbik edilecekti. Ka-
rabekir, Cebesoy gibi pek çok paşanın mebusluğu onaylanmış olma-
sına rağmen meclis resmen haksızlık yaparak paşanınkini onaylama-
mıştır. Diğer asker mebusların mazbataları kabul edilirken Meclis’te
bulunan 188 milletvekilinden ancak 56’sı mazbatanın kabulü yönünde
oy kullanmıştır. Nureddin Paşa 29 Ocak 1925’te askerlikten istifa et-
miş, 5 Şubat 1925’de yapılan ara seçimde Halk Fırkası’nın Bursa’da
463 TBMM Tutanak Dergisi, İ: 2, 24. 4. 1336, C.1, s. 14.

- 294 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

paşa aleyhinde yaptığı akıl almaz propaganda çalışmasına rağmen bir


öncekinden daha da fazla oy olarak, 296 oyla tabiri caizse yine eze eze
seçimi kazanmıştır.464
Nureddin Paşa İslamcı ve İttihadçı bir Millî Mücadele komutanı
idi. Mustafa Kemal’in onun hakkında hem BMM’de hem de Nutuk’ta
söylediklerini devrin iktizası olarak telakki etmek lazımdır. Ali Ke-
mal’in linç ettirilmesi kendi tasarrufu olsa bile bu linçte tasvip değilse
bile bir sükût vardı. İzmir Yangını ise tek başına kendi tasarrufu sa-
yılamayacak kadar mühim bir karardı. Şurası da bir gerçektir ki, Nu-
reddin Paşa hiçbir hadisede kullanılmış olabileceğini kabul etmeye-
cek derecede hamiyet-i milliye ve vataniyeye sahipti. O, başkalarının
hesabını dikkate almadan, tarihin ne yönde hüküm vereceğini önem-
semeden kendi doğrusunu tatbik etmek istediğinde de aynı fiilleri iş-
leyecek, işletecek biriydi. Birisini linç ettirmek tek kelimeyle gaddar-
lıktır. Ancak unutmamak lazımdır ki, İslamcı ve İttihadçı Nureddin
Paşa, Padişah Vahdettin hakkında da aynı fiili tatbik tasavvuru, hatta
niyetindeydi.465 Deli Halid Paşa gibi Nureddin Paşa da bir devrin ta-
lihsiz kahraman paşasıydı. Rivayet doğruysa, Nureddin Paşa’nın men-
kubiyeti gibi vefatına da Cumhuriyet idaresinin baskısı sebep olmuş-
tur. Göğem, bu hususta şunları söylemektedir:
“Serbest Partinin, bir müddet faaliyette bulunduktan sonra kapatılması
üzerine hâsıl olan yeni sindirme ve ürkütme devrinin başladığı bir sırada ve

464 Bkz. Necati Fahri Taş, Nurettin Paşa, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları,
2014.
465 Şiirdeki kudreti, biyografi yazarlığını gölgeleyen Yahya Kemal, Siyasî ve Edebî Portre-
ler’de mükemmele yakın bir Ali Kemal portresi çizer. Lozan’a gidecek heyette bulunan
Yahya Kemal, İzmit’te Nureddin Paşa ile bu hadise sebebiyle vaki konuşmayı nere-
deyse tüm teferruatıyla hikâye etmiştir. İlginçtir, İsmet Paşa, Rıza Nur kadar kızgın
değildir olaya. Rıza Nur, Nureddin Paşa’nın Vahdettin hakkında da aynı niyette ol-
duğunu duyunca “Onu İnebolu’dan yola çıkaracağız, çünki Ankara’ya gelip mahkeme
karşısında hesap vermesi lazımdır,” der. Nureddin Paşa ise “Yâ! Demek ki biz kutta-i
tarik [yol kesici] olduk” der. Nureddin Paşa, Lozan heyetine Ali Kemal’in linci için
“işte din ü milletimize ihanet edenlerin cezası budur” demiştir. Bu biyografide Yahya
Kemal, Ali Kemal’in Meşrutiyet’in başlarında edindiği “Rumluğa ve Ermeniliğe karşı
muhabbetini ve her türlü Türk milliyetperverliğinden nefretini” Mütareke’ye kadar
sakladığını, ancak İstanbul işgal edildiği günlerde bunu izhar ettiğini, çünkü Urfani-
dis namında sinsi bir Rum’un Ayasofya’yı Kilise’ye çevirme fikrini taşıyan bir yazısını
ve Yunan istilasını meşrulaştırmaya çalışan diğer bir Rum yazarın makale silsilesini
gazetesine koyduğunu yazmaktadır. Yahya Kemal, Siyasî ve Edebî Portreler, s. 81.

- 295 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

daha sonraki yıllarda, iktidarın yeni muhaliflerinden başka küskünlükleri de-


vam eden eski muhalifler de yine kötü kişi sayılmakta, rejim aleyhtarı mua-
mele görmekte idiler. ‘Mah Teşkilatı’na mensup bulunan gizli vazife adamları,
eski devirleri tanzir eden maharetli (!) usullerle şeref ve haysiyet sahibi birçok
zatları takip ve rahatsız etmekteydiler. Bunlardan birisi de, eski ordu komu-
tanlarından Nurettin Paşa’nın Kadıköy’ ündeki evini ve kendisini takibe me-
murmuş. Paşa ile refikası alt kat odalardan birisinde meşgul bulunuyorlarmış.
Takibe memur olanın pencereden içerisini pervasızca tarassudunu aile mahre-
miyetine hürmetsizlik edildiğini gören paşanın, o gün kapıldığı teessür netice-
sinde vefat ettiğini biliyoruz.”466

15.2.9. I. Meclis’te Gizli Bir Komite:


Selamet-i Umumiye Komitesi
Mustafa Kemal’in I. Meclis’te tam hâkimiyet tesis edemediği, çoğu
zaman geri adım attığı birçok çalışmada ele alınmıştır. Hatta İnönü,
Mustafa Kemal’in kendisine Mart 1922 senesinde Meclis’i feshetmek
kararında olduğunu bildiren bir telgraf gönderdiğini ve görüşünü iste-
diğini yazmaktadır; ancak maslahat ve konjonktör gereği bu karardan
vazgeçilmiştir.467 Meclis’te muhalefet, kimi zaman Mustafa Kemal’in
emir ve yörüngesindeki milletvekillerini bile etkileyebilmekteydi: Topçu
İhsan “bazı toplantılarda görünüşe nazaran ekseriyet bizde iken gizli oy
usulü toplanılan oylar neticesi aleyhimize çıktığı oluyordu”468 demektedir.
Bunun üzerine Meclis’te muhalefetin kuvvet ve tesirini kırmak için ta-
rihte I. Grup olarak tesmiye edilen Müdafaa-i Hukuk Grubu, grup “de-
ğerlerinden ve gruba bağlılıklarından şüphe edilmeyenler”469 arasından bir
komite tesis ve teşkili cihetine gitti. Rauf Orbay, İzmir Suikastı sebe-
biyle Meclis Reisi Kazım Özalp’e gönderdiği 12 Ekim 1926 tarihli hayli
sert mektupta 2. Grub’un teşkilini de bu gizli komiteye bağlamaktadır:
“Birinci Millet Meclisinde İkinci Grup’un sebeb-i teşekkülüne gelince, sizce
de unutulmamış olacağı veçhile, Müdafaa-i Hukuk Grubu içinde bugün mah-
keme riyasetini iddia eden zatın da dahil bulunduğu muhallef [yeminli] ve gizli
bir komitenin teşkili ve hafi müzakeratta bulunarak ve grup rüfeka-i sairesinin

466 Göğem, a.g.e., C.2, s. 333.


467 İnönü, a.g.e., s. 107-108.
468 Maman, a.g.e., s.234.
469 Maman, a.y.

- 296 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

hüsnüniyet ve emniyetlerini suistimal ederek grup mukarreratına ekaliyyet-i mü-


tehakkime şeklinde icra-yı tesir edilmesinden ibarettir.”470
Kel Ali gibi komitacılığı maruf birinin fiilî liderliğindeki bu ko-
mite, Meclis’ten geçmesini istedikleri kanun ya da kararları evvela
kendi aralarında kararlaştırıyor, sonra da bunu I. Grup’a ve Meclis’e
dikte ediyordu. Komitenin kurucularından olan Emin Erkul’un anla-
tımı hayli net ve açıklayıcıdır:
“Birinci gruptaki disiplin sayesinde ikinci gruba tefevvuk temin edilmiş ve bir
sene kadar bu üstünlük muhafaza edilmişken sonradan efkârda bir karışıklığa ve
bazı şahsi ihtiraslar belirmeye başlamış ve grup sarsılmağa yüz tutmuştu. Bunu
önlemek üzere Paşa tarafından verilen direktif üzerine Meclis’in İkinci Reisi Dok-
tor Adnan Adıvar, İktisat Vekili Celal (muhterem Reisi Cumhurumuz), İstiklal
Mahkemesi Reisi İhsan, Maliye Vekili Hasan Fehmi, İzmir Mebusu Mahmud
Esad, İzmit mebusu İbrahim Süreyya, Bilecik Mebusu Doktor Fikret, Gaziayın-
tab Mebusu Kılıç Ali, Van mebusu ve Meclis Zabit Kâtibi Hakkı, Konya Valisi
ve Van Mebusu Haydar, Afyon mebusu Ali, Kayseri mebusu Atıf, Bursa mebusu
Muhiddin Baha ve benden müteşekkil on dört kişilik bir grup halinde Hacı Bay-
ram Mahallesi’nde, Hasan Fehmi Bey’in evinde gizli bir zümre kurduk ve züm-
reye alınabilecek başka arkadaşlar için behemehâl hepimizin müşterek kararıyla
alınabileceğini şart olarak kabul ettik. Yani hepimize bir veto hakki tanınmış olu-
yordu. Zümrenin reisi Mustafa Kemal Paşa olacak şu kadar ki kendisiyle temas
Adnan ve İhsan Beyler yapacaklardı. Birinci Millet Meclisi’nin sonlarına kadar
gerek Meclis’e ve birinci gruba hâkim ve nazım rolünü ifa etmiş olan bu zümreye
ancak otuz beş kişi iştirak etmişti. Bu otuz besler tam bir tesanüd halinde hare-
ket ediyor ve evlerde gizli oturumlar tertip ederek Meclis ruznamesindeki mad-
deleri müzakereye ve neticeye bağlıyordu. Zümrede verilen kararlar birinci grup
müzakerelerinden evvel yakın arkadaşlara telkin ediliyor ve grup içtimalarında
müdafaa edilerek grup ekseriyetinin kararına iktiran ettiriliyordu. Bir kere gru-
bun ekseriyeti tarafından kabul edilen herhangi bir disiplin kavaidi mucibince
ekseriyet kararına uyarak Meclis’te ekseriyet temin ediliyordu.”471

Selamet-i Umumiye Komitesi, II. Grup’un kurulmasından önce


1922 senesinin ilkbaharı başlarında faaliyete geçmiştir.472
470 Cebesoy, Siyasî Hatıralar, s. 639. Orbay’ın hatıralarının yayınlandığı iki eserde mu-
hallef kelimesi anlaşılmaz şekilde “muhalif ” olarak yazılmıştır. Bkz. Orbay, Cehennem
Değirmeni, Cilt 2, s. 213, Rauf Orbay, Siyasî Hatıralar, İstanbul: Örgün Yayınevi, 2003,
s. 646-647.
471 Emin Erkul, Op.Dr.Emin Erkul’un Milli Mücadele Hatıraları, Haz. Melih Tural, İz-
mir:Zeus Kitabevi, 2011,78.
472 Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet İkinci Grup, İstanbul: İletişim Yayınları,
1994, s. 382. Demirel, bu eserinde hem İkinci Grup’u hem de Selamet-i Umumiye
Komitesi’ni teferruatlı şekilde ele almıştır.

- 297 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

15.2.10. Saltanatın Kaldırılmasında İzlenen Yöntem


Saltanatın kaldırılması esnasında nisbî de olsa karşılaşılan güçlük
tehditle izale edilmiştir. Emin Erkul’un anlatımı hadisenin cereya-
nıyla uyumludur:
“Gazi Paşa’nın içeri girdiği görüldü ve müzakere ve münakaşaları takibe baş-
ladı. Müzakerelerin artık tabancaların da işe karışacağı vaziyete geldiği hissedil-
meye başladığı bir sırada Gazi Paşa söze karıştı. Konya Mebusu Yalvaçlı Ömer
Vehbi Hoca’nın ağzından köpükler saçarak saltanat lehindeki en son ve müheyyiç
hitabına karşı Gazi: ‘Evet efendi hazretleri saltanatsız hilafet olmaz yalnız ufak
bir şey lazım o da birkaç kafanın koparılmasından sonra saltanatsız hilafet ola-
bilecek’ demesi üzerine mutedil ve makul hocalardan Ankara mebusu Mustafa
Efendi’nin vaziyeti kavraması ve derhal ‘Canım ne diye böyle iddia edip durur-
sunuz! Tarihte nice saltanatız hilafetler olmadı mı? Pekâlâ, bizde de bu iş ola-
bilir. Haydi, arkadaşlar rey toplayalım da şu müzakereye bir son verelim’ demesi
üzerine ellerimizi tabanca kabzalarından çektik. Reyler toplandı ve kafaların
kopma korkusu karsısında yalnız Ömer Vehbi Hoca’nın muhalefeti ile kırk beş
kişiden mürekkep toplu encümen azasının ekseriyet-i kahiresiyle hilafetin salta-
nattan ayrılması kararlaştırıldı.”473
Hilafetin kaldırılmasında ise, Saltanatın kaldırılmasında yaşanan-
lar dikkate alınmış olmakla birlikte meselenin salt tehdit ve baskı ol-
madığı da netleşmiştir. Falih Rıfkı Atay’ın yazdıkları ise hem bir dev-
rin hem de ulema sınıfının genel karakterinin tahlilidir:
“Eski Diyanet İşleri reislerinden ihtiyar bir hoca efendi, hilafetin kaldırıla-
cağı günlerde, reislik odasına ‘saygı sunmaya’ gelmişti. Mustafa Kemal: ‘Hahh,
tam zamanında teşrif buyurdunuz. Hilafetin dince lüzumsuz olduğunu bana ilk
defa Bursa’ da söyliyen efendi hazretleridir’ demesi üzerine, Mustafa Kemal’e bir
şey öğretmiş olmak fırsatını kaçırmak istemiyen hoca: ‘Evet, efendimiz’ demişti.
Başka sarıklılar daha da ileri gitmişlerdi. Rahmetli Vasıf, hanedan maaşları aley-
hine konuşurken, içlerinden biri saçı sakalı dikelmiş bir halde içeri koşarak: ‘Paşa
paşa, neyi kaldırmak istiyorsun? Kitabı mı? Emret bize, yolunu bulalım. Fakat
(toplantı salonu tarafını göstererek) bunları söyletme!’ demişti. Başlarındaki bir
dinsiz bile olsa, bu ödenekci din adamları, ona dalkavukluk edeceklerdi. Anado-
lu’ da bin yıllık medreseleri bir gecede onların oyları ile kapıyorduk.”474

Millî Mücadele’nin 1919-1922 evresi ve Cumhuriyet dönemi komi-


tacılığının yok farz edilerek salt İttihadçılığın komitacılıkla anılması
artık tarihe intikal etmiş İttihadçılığın en büyük talihsizliklerinden
473 Erkul, a.g.e., s.140.
474 Atay, Batış Yılları, s.166-167.

- 298 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

biri olmuştur. Oysa revolverle yapılan komitacılık, mahkeme hükmü ile


yapılan komitacılıktan daha ağır değildir. Komitacılığı, hatta silahşor-
luğu müsellem Kel Ali ve Kılıç Ali’nin İstiklal Mahkemeleri’nde kendi
arkadaşlarına yaptığı komitacılık; kalemle, mahkeme hükmü ile yapı-
lan, ancak revolverle yapılandan daha ağır bir komitacılıktı. Unutul-
mamalıdır ki, Kel Ali, Topçu İhsan ve Kılıç Ali gibi İTC’nin silahşor-
ları/fedaîleri yeni dönemde de bellerinden tabancalarını hiçbir zaman
eksik etmemişler, Meclis’te zaman zaman terör estirmişler,475 ancak asıl
mühimi de İstiklal Mahkemeleri’nde komitacılığı ve fedaîliği daha ra-
fine şekilde, bu defa ellerine kalem alarak, yani icraatlarını imzaları-
nın olduğu mahkeme hükmü şeklinde yapmışlardır. Kel Ali, Abdül-
kadir’in yargılanmasında onu suikastçılık, komitacılıkla itham etmiş,
bunu herkesin bildiğini ifade etmiş, idam edileceğinin fark ve şuu-
runda olan Abdülkadir de “bir vakit zat-ı âlinizin de en samimî arka-
daşı idim” diye taşı gediğine koyunca Kel Ali “Fakat ben hiçbir vakit
senin gibi kör alet olmadım. Hiçbir efendinin sevkine de ihtiyaç hisset-
medim, ben daima ben olarak yaşamışım ve öyle yaşayacağım nihayetine
kadar da böyle yaşayacağım” diyerek ironi edebiyatının şahika ve şahe-
ser bir cevabına imza atmıştır.476 Kel Ali, Kara Kemal’in şirketlerinde
mühim mevkilerde bulunan Galatasaray Lisesi’nden, İstanbul ve Pa-
ris Hukuk Fakültelerinden mezun Gözlüklü Midhat Bey’e de yargı-
lanmasında devamlı hakarette bulunmuş, onu Kara Kemal’in baziçesi
[oyuncağı] olmakla itham etmiş, Gözlüklü Midhat Bey de “Çok istir-
ham ederim. Mahkeme-i aliyenizin kuvvet ve kudretini müdrikim. Yal-
nız bu yaşa kadar namusum ve izzet-i nefsimle yaşadım. Onun için çok

475 Orbay, ileride daha geniş şekilde bahsedeceğimiz mektubunda İzmir Suikastı dava-
sını gören İstiklal Mahkemesi reis ve üyesi Kel Ali ve Kılıç Ali’yi kastederek “elan
hâkim sıfatını fuzûli olarak taşıyanlardan ikisinin dahil bulunduğu zümre-i hafiye,
daima bir mücadele-i müsellaha ile neticelenmek istidadını gösteren tehdit ve tedhiş
mesleği tesisine çalışıyorlardı ve bazen bu yoldaki cüretleri Meclis müzakeratı sıra-
sında salon kapılarını elleri tabancalarında olduğu halde tutarak evbaşâne [rezilce]
tavırlar ile serbesti-i müzakere ve münakaşayı men’e teşebbüs derecesine kadar var-
dırıyorlardı” demektedir. Başvekillik dönemindeki [Temmuz 1922-Ağustos 1923]
gözlemlerini aktardığı bu satırlarda Orbay, zümre-i hafiye diyerek Selamet-i Umu-
miye’nin bu tarihlerde de işbaşında olduğunu ifade etmektedir.
476 Selma Ilıkan-Faruk Ilıkan, a.g.e., s.734-735.

- 299 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

istirham ederim, namusumla himaye-i âlinizde kalayım. Ben bir kusur ve


kabahat etmem ki iki de bir itaba maruz kalayım” cevabını vermiştir.477
Hiçbir İttihadçı komitacı, Kel Ali’nin İstiklal Mahkemesi’ndeki “kör
aletliği”, “baziçeliği” gibi kullanılmamıştır. Rivayet doğruysa Kel Ali,
tam da bu sebeple Cavid Bey’in ailesinden özür dilemek, çocuğunu[Şiar
Yalçın] okutmak istemiş, ancak çok sert bir cevaba maruz kalmıştır.478
477 Selma Ilıkan-Faruk Ilıkan, a.g.e., s.499. Gözlüklü Midhat, hamiyetli ve mert bir
adammış ki Kara Kemal’in Millî Mahsulat Şirketi’ni tesis gerekçesini mahkemede
faş ederek tarihe bir yadigar bırakmıştır: “O sıralarda İstanbul’da gerek Talat Paşa
merhum ve gerek diğer bir takım zevat vardı ki onların ailelerine yardım etmek is-
tiyordu. Hâlbuki diğer şirketlerden para almak imkânı yoktu. Zannederim buradan
hâsıl olan nema ile ayrıca bir şirket teşkil ederek onlara para veriyordu”. Selma Ilı-
kan-Faruk Ilıkan, a.g.e., s.498.
478 Cavid Bey, laiklik gibi Cumhuriyet ile de meselesi olan biri değildi: Şiar’ın Defte-
ri’nde 8 Mart 1925 günlü yazılanlar dikkat çekicidir: “Çok fena günler yaşıyoruz,
Şiarcığım. Annen çok üzülüyor. Cahil beyinlerine hak ve adalet mefhumları girmemiş
adamların teşkil eyledikleri İstiklal Mahkemesi’nden korkuyor. Bu memlekette bizim
gibi samimî ve hakikî bir Cumhuriyetçi, ideal namına Cumhuriyetçi belki bir iki düzi-
ne adam bulunmazken biz korkuyoruz. Çünkü muhataplarımızda vicdan olmadığını,
siyasî ihtiras ile her fenalığı yapmaya müstait olduklarını düşünüyoruz.” Cavid Bey,
Şiar’ın Defteri, s. 74. Cavid Bey, yapılanları demokrasi adına tenkit ettiğini ifade
etmektedir. 16 Nisan 1925 tarihli günlükte şunlar yazılıdır: “Bugün pek meyusuz:
Cahid’in ‘Tanin’ini kapadılar. Memleketi idare edenlerin kin, gayz, intikam hislerinin
karşısında hiçbir sıfat-ı necibenin, hiçbir hizmetin, hiçbir kıymet ve meziyetin mevkii
yoktur. Bu demokrasi ve Cumhuriyet dedikleri devirde en müthiş ve menfur salta-
nat istibdadından daha elim günler yaşıyoruz.” a.g.e., s. 86. Şayet bu günlük İstiklal
Mahkemesi’nin veya Mustafa Kemal’in eline geçmişse Cavid Bey’in asılmasında
esas amil olmuştur, denilebilir. Çünkü Mustafa Kemal ve İstiklal Mahkemesi hak-
kında ziyadesiyle ağır ifadeler mevcuttur. 27 Kasım 1924 tarihli günlük: “Bugün dev-
leti idare edenler, mebuslar, vükelâ, hatta Reisicumhur, yirmi sene sonra senin genç
dimağının isyan ile okuyacağı adi kahve dedikodularıyla meşguldürler.” a.g.e., s. 33;
23 Nisan 1925 tarihli günlük: “Bugün Hâkimiyet-i Milliye bayramı. Bu, memleketin
kâmusunda bir sahtekârın kendisine basamak yaptığı gün demektir. Güya o gün mil-
letin artık padişahların esiri olmayacağı, kendi kendini idare edeceği ilan edilmişti. Bu
usulün meddahları, henüz tatbik edeceklerini zannetmedikleri Cumhuriyet sistemini
tel’in ediyorlar, devletin idaresinde gûya en yeni, en makul sistemi keşfettiklerini söy-
lüyorlardı. Hâlbuki bu Cumhuriyet en berbat istibdada basamak oldu. Dünyaya hâ-
kimiyet-i milliye dersi vermek küstahlığında bulunanların bugün en bayağı bir askerî
diktatörlük tesis ettiklerini anlamayan kalmamıştır. Yalnız şahsî menfaatlerini her şe-
yin fevkinde tutan küçük bir zümredir ki buna inanıyor. Yahut inanır gibi görünüyor.”
a.g.e., s. 89-90; 7 Mayıs 1925 tarihli not: “Bugün çok mahzunuz. Bir matem günü
yaşıyoruz. Akşam yediye doğru Cahid’in nefy-i ebed cezasına mahkûm olduğunu ve
cezasını Çorum’da çekeceğini haber verdiler. En sefil bir engizisyon mahkemesinin ve-
rebileceği bir cezayı adalet, hak, demokrasi mefhumlarından bahseden, fakat haki-
katte bunların hepsinden bîhaber bir serseri uşak zümresi efradından olan mahkeme
heyeti bîperva verdi. Bu gece toplanacaklar. Zaferlerinin neşesiyle bermutat içecekler,
sarhoş olacaklar.” a.g.e., s. 94-95.

- 300 -
16. İttihadçılık, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele

B irinci Dünya Harbi’nin neticeleri aradan tam bir asır geçmesine


rağmen henüz yeteri kadar incelenememiştir. Zannedildiğinin ak-
sine bu savaşla birlikte Osmanlı İmparatorluğu dağılmamış, uçsuz-bu-
caksız topraklar kaybedilmemiştir. Bilakis bu savaşla, savaşa girilme-
diği takdirde kaybı mukadder ve muhakkak mühim toprak parçaları
kurtarılmıştır. İlk bakışta inandırıcı gelmeyen bu hüküm cümlesini
biraz açmak gerekiyor.
Daha evvelki bölümlerde de ifade ve izah edildiği üzere Osman-
lı’nın son dönemlerinde bir yerin devletten ayrılması için o yerin aha-
lisinin büyük çoğunluğunu gayrimüslim dinî-etnik unsurların oluş-
turması gerekmemekteydi. 93 Harbi ile kaybedilen Tuna vilayeti ve
Balkan Harbi ile kaybedilen Makedonya’da gayrimüslimlerle Müslü-
manların nüfusu birbirine eşit orandaydı. Bununla birlikte, Makedon-
ya’daki Serez ve Drama gibi Edirne’ye bağlı olan Batı Trakya’da (Gü-
mülcine-Dedeağaç sancakları) da nüfusun büyük çoğunluğu sadece
Müslüman değil, aynı zamanda etnik Türk’tü. Sözgelimi, Batı Trak-
ya’yı teşkil eden iki sancaktan biri olan Gümülcine’de Müslüman nü-
fus 239.870, Rum nüfus 21.545, Bulgar nüfus 28.614’tü. Gümülcine’de
sair etnik-dini unsurlarla birlikte toplam nüfus 292.120’dir ve bunun
%82’si Müslüman’dır (Müslümanların da kahir ekseriyeti Türktür).479
Şayet bir yerin kaybedilmesi için savaşta mağlup olmak yeter gerekçe
ise Balkan Harbi ile kaybedilen Batı Trakya, yine milis kuvvetindeki
479 Osmanlı nüfusu hakkında kapsamlı ve mükemmel bir eser için bkz. Kemal H. Kar-
pat, Osmanlı Nüfusu (1830–1914) Demografik ve Sosyal Özellikleri, çev. Bahar Tır-
nakçı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003.

- 301 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

bir birliğin silahlı mücadelesi neticesi geri alınmıştı. Buna rağmen


Balkan Harbi’nden önce savaşın sonucu ne olursa olsun statükonun
(mevcut durumun/ sınırların) değişmeyeceğini ilan eden Büyük Güç-
ler, Balkan Harbi’nde Osmanlı Devleti’nin mağlup olması üzerine bu
sözlerini unuttukları gibi 1913’te Edirne’nin geri alınmasından sonra
Batı Trakya’nın ele geçirilmesini de kabul etmediler.
Osmanlı Devleti’nin fiilen hâkimiyetinde olan bölgeler ile hük-
men idare ettiği yerler arasında esaslı bir ayrım yapılmadığı için Bi-
rinci Dünya Harbi neticesinde kaybedilen toprakların büyüklüğü ge-
nelde yanlış anlaşılıp yorumlanmıştır. Mesela Anadolu ve Rumeli’nin
büyük bir bölümü hep fiilen hükmedilen toprak parçaları olmuştur.
Çünkü bu yerlerdeki nüfusun büyük çoğunluğu hem Müslüman hem
de Türk’tü. Üsküp ve Filibe’yi Bursa ve Kastamonu’dan ayırmak müm-
kün değildi. Dürüst olmak gerekirse Anadolu ile nüfusun mühim bir
bölümünü fetih ertesi iskân edilmiş etnik Türklerin ve Müslüman-
laşmış, hatta Türkleşmiş otokton (yerli) halkların teşkil ettiği Rumeli
Osmanlı Devleti’ne rengini ve şeklini veren bölgeydi. Bu bakımdan
Balkan Harbi neticesinde Rumeli kaybedildiğinde “500 yıllık vatan
toprağının kaybından” söz edilmişti.480
Oysa Birinci Dünya Harbi neticesinde Hicaz’ın kaybında, burası
tüm Müslümanların kutsal mekânı olmasına rağmen, böyle güçlü bir
hissiyat peyda olmamıştır. Bunun temel sebeplerinden biri bu yerle-
rin zaten Müslüman toprağı olması sebebiyle “fetih” gibi yüklü me-
sajlar taşıyan bir usulle Osmanlı topraklarına katılmamış, kaybedilse
de yine Müslüman elinde kalacak ve buralara etnik Türklerin iskân
edilmemiş olması, diğeri de bu bölgelerdeki idare biçiminin ziyade-
siyle “özerk” bir mahiyeti haiz bulunmasıydı. Kimi zaman padişah
adına hutbe okutup, para bastırmak ve belli bir oranda vergi vermek
480 Bu sebeple İttihadçılar Balkan Harbi’nden sonraki faaliyetlerinde bu harple alakalı
çoğu tarihe geçmeyecek, yazılamayacak yaşanmışlıkları dikkate aldılar. Peşinhü-
kümle hareket etmese, insaftan ayrılmasa ateşîn zekasıyla İttihadçılar hakkında da
müspet kanaat beslemesi melhuz ve mümkün olan Necip Fazıl şunları yazmaktadır:
“Osmanlı Devleti sadece Yemen’e değil, bütün Arabistan’a tam manasiyle hakim ola-
mamıştı. Zaafı arttıkça da aczi sırıtmış ve koca Arabistan, yalnız nazariyede Osman-
lılığa bağlı, fakat ameliyede kendi başına hareket eden bir itaatsizlik zemini halinde
kalmıştı”. Kısakürek, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, s.312.

- 302 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

o yerlerin devlete bağlılığı için yeterli sayılmıştır. Hatta birçok bölge,


devlet bir harbe girdiğinde asker bile göndermemekteydi. Rumeli’nin
kaybı, Anadolu’yu sığınılacak tek melce haline getirdi.481 Zaten İtti-
had ve Terakki Cemiyeti’nin Birinci Dünya Harbi’ne girmesinin te-
mel sebebi de şayet bu savaşa girilmezse savaş başlar başlamaz başta
Rusya olmak üzere İtilaf devletlerinin Osmanlı topraklarına gireceği
ve birçok bölgeyi işgal edeceği korkusuydu. Rusya’nın Doğu Anadolu
üzerinden Osmanlı topraklarına girmesi halinde Ermenilerin ayakla-
nıp bağımsızlık ilan etmesi ise muhtemel değil, muhakkak ve müşah-
has bir tehlikeydi.
Balkan Harbi ve Rumeli’nin kaybından sonra Anadolu’nun ehem-
miyetini iyice takdir eden sivil-asker tüm İttihadçıların Birinci Dünya
Harbi’nin nasıl neticeleneceğinin anlaşılmasından sonra gerekli tüm
tedbirleri alacağı, aklın ve mantığın bir gereğiydi; bu sebeple Millî
Mücadele’yi planlayan, yerel kongreleri düzenleyen,482 her yörede ve
kademede örgütleyen, kadro ve mühimmatı temin eden de İttihadçı-
lar olmuştur. Bu gerçek, artık günümüzde neredeyse kaynak ve dip-
not göstermeye ihtiyaç duymayacak bir şekilde de alenîleşip genelleş-
miştir. Şu anekdotlar çok şey ifade etmektedir:

481 Rumeli’nin kaybının ve Anadolu’nun millet için ehemmiyetinin merkezî bir yer
teşkil ettiği kitabımızda Mehmed Akif ’in hassasiyetinden bahsetememek haksızlık
olurdu. Millî Mücadele esnasında Kastamonu’da verdiği bir vaazda merhum şunları
söylemektedir: “Ecdadımızın bize kanları, canları pahasına alarak emanet ettikleri,
yadigar bıraktıkları o koca koca iklimleri, o dünyanın en zengin, en mahsuldar top-
raklarını vere vere bugün avuç içi kadar yere tıkıldık, kaldık. Haydi diyelim ki, evvelce
düşman önünde perişan bir halde kaçarken arkada sığınabilecek, barınabilecek bir
ocak, yahut bir bucak bulabiliyorduk. Fakat gözünüzü açınız, iyice bilmiş olunuz ki,
artık dinimizi, imanımızı, ırzımızı, namusumuzu, çoluğumuzu, çocuğumuzu barın-
dırabilmek için arakamızda hiçbir yer kalmamıştır” Millî Mücadele’de Mehmet Akif
Kastamonu’da, Haz. Mustafa Eski, Ankara: Ayyıldız Matbaası, 1983, s.48; Mehmed
Akif Ersoy, Tefsir Yazıları ve Vaazları, Haz. Ertuğrul Düzdağ, Ankara: DİB yayınları,
2016, s.281.
482 Bazı kusurları sayılmazsa Millî Mücadele-İttihadçılık mevzuunu çok iyi tahlil ve
tasvir eden Emel Akal, ciddî ve emek mahsulü eserinde bu hususta yerinde bir tes-
pitte bulunmaktadır: “Millî Mücadele’nin örgütlenmesinde önemli bir kaldıraç olan
Kongreler, İttihat ve Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol organizasyonudur.” Emel
Akal, Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal İttihat Terakki ve Bolşevizm,
İstanbul: Tüstav, 2006, s. 216.

- 303 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

“Eylül 1918 sonlarında, Talat Paşa, Berlin dönüşünde, Edirne istasyonunda,


vali Zekeriya Zihni Beyle görüşürken Edirnelileri, Trakya’nın geleceği hakkında
kaygılandıracak ifadelerde bulunmuş ve halk teşkilatı kurulmasını tavsiye etmişti.
Bundan sonra, Edirne’ de kötümser hava esmiye başladı. Bundan başka, İstan-
bul’ da bütün harp boyunca Başkumandan Vekili Enver Paşa’ya bağlı olarak ça-
lışmış olan Teşkilat-ı Mahsusa’yı idare edenler, Batı Trakyalılara, memleketlerinin
mukadderatiyle yakından uğraşacak bir cemiyet kurulması fikrini telkin ediyor-
lardı. Bu telkinlerin İttihad ve Terakki Umumî Merkezi’nden, bilhassa rahmetli
Talat Paşa’ dan gelmiş olması çok mümkündür.” 483
“İtilaf Devletleri ordularımızı dağıtırlarken ileriyi görmüş olan bazı ku-
mandanlar erleri silahları ile salıvermişlerdi. Bu suretle halk kolaylıkla si-
lah bulabiliyordu. Bu sıralarda yuvalarına dönmüş olan Trabzonlu ihtiyat
zabitleri (yedek subaylar) Uzun Sokak’ta bir dernek kurmuşlardı. Ömer
Fevzi Eyüpoğlu, Hüseyin Avni, Feyzi, Mehmet Kemal, Ziraatçı Kâzım,
Mehmet Salih Beyler bu derneğin önde çalışan üyelerinden idiler. Kaf-
kas, Irak, Suriye savaşlarında yıllarca kurşun yağmurları altında kalıp fe-
leğin her türlü cefasını çekerek gayet pişkin hale gelmiş olan bu uyanık
ve kahraman gençler, halkın askerliğe yetiştirilmesine gönülden atılmış-
lardı. Zaten Osmanlı İmparatorluğu ve müttefikleri harbi kayıp edip çö-
küntü başladığı ve Talat Paşa kabinesi mevkiini devir ettiği günlerde, Talat
Paşa Trabzon meb’uslarını toplayıp durumun pek acı hale gelmiş oldu-
ğunu anlattıktan sonra, artık hükümetten hiçbir yardım ümit etmeksizin
sivil halkı silahlandırmak suretiyle bu işin altından çıkılabileceğini söy-
lemiş, memlekete dönüp bu işe dört elle sarılmalarını tavsiye etmişti.” 484
1913-1918 tarihleri arasındaki beka merkezli politik karar ve icraatın beyni
olan ve “Münci-i millet ve memleket” olarak tavsif edilse sezadır denilecek Ta-
lat Paşa, bu tür anekdotların hemen hepsinde merkezî bir yer işgal etmektedir.485
Bilge Criss de, “Sadrazam Talat Paşa sadece İTP’nin değil, ekonominin yeniden

483 Bıyıklıoğlu, Trakya’da Millî Mücadele, I. cilt, s. 123. Bu konuda bazı çalışmalar için
bkz. Erik Jan Zürcher, Millî Mücadelede İttihadçılık, çev. Nüzhet Salihoğlu, İstanbul:
Bağlam Yayınları, 1987; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, çev. Yasemin Saner Gönen,
İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, Cumhuriyetin İlk Yıllarında Siyasal Muhalefet Te-
rakkiperver Cumhuriyet Fırkası (1924–1925), çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul: İleti-
şim Yayınları, 2007; Feroz Ahmad, İttihadçılıktan Kemalizm’e.
484 M.Reşit Tarakçıoğlu, Trabzon’un Yakın Tarihi, Trabzon: Karadeniz Üniversitesi Ba-
sımevi, 1986, s.42-43.
485 Tevfik Bıyıklıoğlu, Jaeschke’nin[Yeşke] Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri unvan-
lı eseriyle de paralellik arz eden bir etüdünün özeti olan Atatürk Anadolu’da unvanlı
eserinde “Mondros Mütarekesinden sonra kurulan ‘Millî Cemiyetler’in hepsinin müşterek
amacı, ‘Millî azınlıkların tecavüzlerine karşı millî hakların müdafaası idi” diyerek her

- 304 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

canlandırılması amacıyla toplumun sivil kesimlerinin de örgütlenmesinin mima-


rıydı. Milliyetçilerin şansına, örgütsel zekâ, İngilizlerin, Türklerde olduğunu asla
kabul etmeyecekleri bir hasletti”486 diyerek Talat Paşa’nın hakkını teslim etmektedir.
Bu arka plan dikkate alınmadan Mustafa Kemal’in Anadolu’ya ge-
çişi bihakkın anlaşılamaz. Bu hususta muthelif görüşler mevcuttur.
Bunlardan biri, Mustafa Kemal’i Anadolu’ya Vahdeddin’in gön-
derdiğidir. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya millet ve memleketin kur-
tarılmasına hizmet etsin diye padişah tarafından gönderildiği iddiası,
kuvvetini biraz da Kazım Karabekir’in itirafından almaktadır. Kara-
bekir, İstiklal Harbimiz isimli eserinde
“6 Kânunuevvelde[Aralık 1918] selâmlığa usulen davet olundum ve huzura
kabul olundum. Aynen şu muhavere[konuşma] oldu: Ayakta elimi sıktıktan sonra
Padişah Vahdettin: ‘Sizi şayan-ı itimat muhtelif yerlerden sordum. Pek mert ve her
veçhile şayan-ı itimat bir kumandanım olduğunuzu anladım. Mevcudiyetinle ifti-
har ederim. Cenab-ı Hak millete bağışlasın’. Ben cevap verdim: ‘İltifat-ı şahane-
leri ebedî bir hiss-i minnetle medar-ı fahrimdir[övünç kaynağım, dayanağımdır].
Bulunduğum cephelerde kumanda ettiğim kıtalarla Türklüğün namını düşürme-
dim. Fakat vatanımızın bu son darbeden kurtulmasına çalışabilecek bir mevkide
bulunamadığımdan meyusum[üzgünüm]’. Sözümü keserek: ‘Manen müsterih[ra-
hat] olunuz çünkü pek uzaklarda idiniz ve vazifenizi lâzımı gibi gördünüz.’ Ben
devamla: ‘Şevketmeabım. Milletimiz başlarında sevgili hakanı ile inşallah kurtu-
lacaktır. Türklük ölmeyecek ve öldürülemiyecektir. Tarihimizde bugünkü gibi teh-
likeler çoktur. Azimkâr padişahlarımızın namuskâr evlâtları ile yekvücut olması
ile hepsi bertaraf olmuştur.’ Cevap verdi: ‘Sizin gibi genç, mert ve şayan-ı itimat
kumandanlara malik olan bir millet, elbette zeval[yok olmaz] bulmaz. Berhudar
ol. Sizin gibi genç bir kumandana malik olmakla ben ve milletim iftihar eder’”

demektedir487. Karabekir, hatıratının İstiklal Harbimizin Esasları isimli ver-


siyonunda da “İşte bu mülakattır ki, benim ve diğer genç kumandanların iş
başına geçmesini temin eden amillerden birisi oldu”488 demektedir. Karabekir;
yolun Talat Paşa’ya çıktığına dair bir delil daha ortaya koyuyordu. Tevfik Bıyıklıoğlu,
Atatürk Anadolu’da (1919-1921) I, İş Bankası Yayını, Ankara: TTK Basımevi, 1959, s.8.
486 Bilge Criss, İşgal Altında İstanbul 1918-1923, İstanbul: İletişim Yayınları, 1993, s.18.
487 Karabekir, İstiklal Harbimiz, Cilt 1, s.8-9
488 Kazım Karabekir, İstiklal Harbimizin Esasları, İstanbul: Sinan Matbabası ve Neş-
riyat Evi,1951, s.33. Şapolyo, Mustafa Kemal’in padişahla yaptığı görüşmeyi ken-
disine anlatırken Vahdeddin’in “ Birçok kumandanları Anadolu’nun kolordularına
dağıttım. Sizin vazifeniz bunları teftiş etmek olacaktır” dediğini yazmaktadır. Şapol-
yo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele, s.302. Şayet Şapolyo, yalan söylemiyor ya da
hafızası kendisini yanıltmıyorsa Vahdeddin’in Mustafa Kemal’e söylediği şeyden 9.

- 305 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

sadrazamlardan İzzet Paşa, harbiye nazırı ve erkân-ı harbiye-i umumiye re-


islerinden Şevket Turgut Paşa ve Cevat Çobanlı Paşaların genç kumandan-
ların Anadolu’ya tayinlerdeki katkısını da bilhassa zikretmektedir.
Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’ta Samsun’a çıkışı Karabekir’in baş-
langıç olarak bahsettiği 1-6 Aralık 1918 tarihlerindeki mülakatlardan
müstakil, hatta salt onunla mukayyet olarak da mütalaa edilemez. Ana-
dolu’da ve Anadolu’dan mücadele çok daha önceden başlamıştır. Ancak
Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışı Nutuk ve kendisinin sair hatıratları-
nın tayin edici olduğu resmî tarih yazımında hayli farklı anlatılmakta-
dır. Resmî tarihe göre hem Padişah Vahdeddin hem de hükümet, Mus-
tafa Kemal’i Samsun’a, işgale sebebiyet vermesi muhtemel yerel-bölgesel
iç karışıklıkların sona erdirilmesi için göndermiştir. Zaten Vahdeddin
de “Paşa, memleketi-devleti kurtarabilirsin” derken, bunu kast etmiştir.
Ancak bugün sahip olduğumuz bilgilere göre Mustafa Kemal, Samsun’a
hükümetin etkili bakanlıklarının ve genelkurmay başkanlığının yetkili-
leri tarafından görünenden farklı bir amaçla gönderilmiştir. Aslında Nu-
tuk’ta ve Mustafa Kemal’in sair hatıratlarının satır aralarında bu, net şe-
kilde görülmekte ancak Anadolu’ya geçilerek birşeyler yapılması gerektiği
hususunun hep kendi fikri, kararı ve teklifi olduğu ifade edilmektedir.
Muhafazakâr-mütedeyyin-mukaddesatçı-milliyetçi camiada Mustafa
Kemal’in Anadolu’ya memleketi kurtarsın diye Padişah Vahdeddin tara-
fından gönderildiği mutlak hakikat gibi kabul olunmakta ve buna delil
olarak Karabekir’den sonra Feyzullah Moral’ın hatıratı gösterilmektedir.
Sivas Kongresi isimli ziyadesiyle mühim bir esere imza atan Cem Vehbi
Aşkun’a yazdığı mektuba göre Fazlullah Moral, (Lise müdîri Mor’alizâde
Mehmed Fazlullah Efendi), Mondros Mütarekesi’nden sonra Maraş’ta
Hilal-i Ahmer [Kızılay] Cemiyeti reisidir. Kendisi o zamanlar Sivas’a
merbut olan Karahisar-ı Şarkî [Şebinkarahisar] İdâdî Müdüriyetine ta-
yin edildiği için ailesini Maraş’ta bırakarak Sivas’a gelmiştir. Sivas, o es-
nada muhacir merkezi halini almıştır. Moral’ın ifadesiyle “Sivas’ta mu-
hacirlerin, mültecilerin izdihamı ile mahşerden bir numune hali vardır”.
Avans aldığı para ile Karahisar-ı Şarkî’ye giden Fazlullah Efendi, Ma-
yıs ayında mutasarrıf vekili olan Koyulhisar Kaymakamı Rıfat Bey’in
Ordu Müfettişliği görevinin ve Samsun’a gidişin Müslüman-Rum çatışmasını tetkik
olmayacağı anlaşılmaktadır.

- 306 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

teklifi ile Erzurum Kongresi’ne murahhas/mümessil olarak gitmeyi ka-


bul ve Sivas’a hareket eder. Sivas’ta delegeliği kesinleşir. Sivas’ta bu iş-
lerle evvela İttihadçı Vali Vekili Hasbi Kadı alakadar olmuştur. Evkaf
Başkâtibi Ziya Bey (Mütevellîzade Yusuf Ziya Başara) ile birlikte Sivas
delegesi olarak Erzurum’a giderler.
Moral’ın Aşkun’a yazdığı mektuptaki en can alıcı bölüm ise Mustafa
Kemal’in Anadolu’ya gönderilişiyle ilgili bölümdür:
“Cuma tatilinden bilistifade arkadaşım Ziya Beyle Gazi Paşayı ziyarete git-
tik. Bize İstanbul’un müttefik devletlerin işgal-i askeriyesi altında bulunduğunu
ve Padişahın adeta esir olduğunu ve onlar orada bulundukça iradesi nafiz olma-
dığından buna nihayet vermek üzere kendisini gizlice davet ederek bu hizmeti ifa
etmek için Anadolu’ya gönderildiğini ve iki ellerini açarak: Aman oğlum, mil-
letimin yüksek sesini işitmeliyim, dediğini yana yakıla anlattı. Harbiye Nezare-
tinden aldığı bazı şifre ve telgrafları okuyarak bütün askerî kumandanlar kendi-
sile hem efkâr ve müttefik, yalnız Kuvva-i Milliyenin birleştirilmesi lüzumundan
vesaireden bahsetmişti”.489

Topçu İhsan’ın hatıratında yazılanlar da ilginçtir. Buna göre kendisi-


nin de dâhil olduğu İttihat ve Terakki’den kalmış beş-on arkadaş Baytar
Rasim, Tulçalı Süleyman, Sapancalı Hakkı, Bâki, Maarif Vekili Şükrü,
Kara Vasıf, Sûdi, Eyyüb Sabri, Hüsrev Sami gibi isimler Galata’da Se-
lanik Bankası odalarının birinde toplanmış, memleketin durumunu ko-
nuşmuş, Maairf Vekili Şükrü Bey “Anadolu’ya geçilmesi ve orada kuvvet
toplayarak direnişe çalışılmasıyla ancak felaketin kısmen hafiflemesi müm-
kün olabileceği” görüşünü ortaya koymuştur. I. Dünya Harbi’ne girişin
ve İttihadçı liderlerin yurtdışına çıkışlarının da tenkid edildiği bu top-
lantıda direnişi kimin sevk ve idare edeceği hususunda çeşitli isimler
üzerinde durulmuştur. İlk önce Müşir Ahmed İzzet Paşa’nın ismi akla
gelmiş, Kara Vasıf Bey, “Ben İzzet Paşa’yı tecrübe ettim. Bir gün berabe-
rinde Erkan-ı Harp İsmet Bey de vardı. Paşa’ya böyle bir müdafaa teşkilatı
ve hazırlığı lüzumundan bahsettim. Her ikisi sözlerimi gülünç ve tehlikeli
buldular” demiştir. Toplantıdakiler tam mânâsıyla ateşîn ruhlu, fedai
karakterli bir reis peşindedirler. Cevad Paşa, Çürüksulu isimlerinden
sonra nihayet sıra Mustafa Kemal’e gelmiştir. Topçu İhsan şöyle devam
etmektedir: “Mustafa Kemal Paşa öteden beri gerçi fazla işrete ve sefahete
489 Cem Vehbi Aşkun, Sivas Kongresi, İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevleri, 1963, s.73.

- 307 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

meyilli ve ahlakî kayıtlara o kadar riayetkâr olmamakla beraber hudutsuz


bir ihtirasa da sahiptir, diye tenkit olunurdu. Fakat çok zeki idi. Zekâsı,
azim ve iradesindeki kuvvet ile bu işi en iyi o idare edebilirdi”. Enver ve
Cemal Paşa aleyhtarlığına rağmen Çanakkale Harbi’ndeki başarısı onun
terfisine mani olmamıştır. “İşret ve sefahete fazlaca tutkunluğu bu iş için
bir kusur sayılsa da hudutsuz ihtirası, şan ve şöhret bağımlısı kendisinin bu
yolda çalışmasına ayrı bir sebep olabilirdi”. Topçu İhsan, iki arkadaşı ile
birlikte Şişli’de Mustafa Kemal’in evine gider, ziyaret sebebini izah eder
ve kendisine beraber çalışacakları insanların isimlerini verirler. Kendileri
olmadığı takdirde Mustafa Kemal bu listedekilerle çalışacaktır. İzmitli
Mümtaz ve Kel Ali lakaplı Afyonlu Ali Beyler de listede bulunmakta-
dır.490 Mustafa Kemal, bu iş için çalışacak ve Anadolu’ya geçecek insan-
ların aileleri olduğunu, 60 bin lira paraya ihtiyaç bulunduğunu söyler.
Mustafa Kemal aslında bunu söylerken o zamanlar çok para kazanmış
olan Sapancalı Hakkı’yı işaret etmektedir. Topçu İhsan devam eden sa-
tırlarda Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderildiğini duyduklarını söy-
leyerek bazı istifhamlarda bulunur.491
Bir hatıratın, bir anekdotun tenkid ve diğer kaynaklarla mukayese
edilmeden kabulü ilmî bir tavır olmadığı gibi bunlara bigâne kalmak
da doğru değildir. Bu anekdotları doğrulamak için daha fazla anek-
dota ve kaynağa ihtiyaç olduğu muhakkaktır. Ancak en azından Mus-
tafa Kemal’in Anadolu’ya devlet içinde hâlâ etkili ve yetkili olan ve bir
şekilde İttihadçılıkla ilişkili bir ekip tarafından bilinçli ve planlı ola-
rak gönderildiği her türlü şüpheden azadedir. Fazlullah Moral’ın ha-
tıratını dikkate alırsak, Mustafa Kemal, dinî hisleri kuvvetli delegeler
üzerinde bir tesir meydana getirebilmek için Anadolu’ya gönderilişi-
nin esas hissesini padişaha ayırmış olabilir.
Mustafa Kemal’in Samsun’a giderken inanılmaz bir yetkiye sahip
olması da onun Vahdeddin tarafından gönderildiğine delil olarak gös-
terilmiştir. Tevfik Bıyıklıoğlu haklı olarak
490 İlginçtir, İzmir Suikastı sebebiyle asılan Ankara Valisi olarak iştihar eden Gazian-
tepli Abdülkadir de Ankara İstiklal Mahkemesi’ndeki yargılamasında Mustafa Ke-
mal, Samsun’a gidene kadar millet ve memleketin kurtuluşu için kendisiyle Şişli’de
3-5 ay birlikte çalıştıklarını, teşrik-i mesaide bulunduklarını ifade etmektedir.
491 Maman, a.g.e., s.96-98.

- 308 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“Mustafa Kemal Paşa’ya bu kadar geniş salâhiyetler veren tarihî talimatın,


ordu ve memleket üzerindeki sıkı işgal kontrolüne rağmen nasıl hazırlanıp ka-
bul olunduğu da gerçekten muammadır… Mustafa Kemal Paşa, İstanbul Erkân-ı
Harbiyesinin başında bulunan Cevad, Fevzi ve Kazım Paşaların, ilerisi için, yar-
dımlarını bu suretle sağlamış bulunuyordu. Zaten, onların anlayışlı yardımları
olmasaydı, müfettişlik salâhiyetlerini tesbit eden talimatın yazılıp İtilaf kuman-
danlığının haberi olmadan, Osmanlı Vükela Meclisi[Bakanlar Kurulu]nin de tas-
dikinden geçirilmesinin mümkün olmıyacağı şüphesizdir”
demektedir.492
Unutulmamalıdır ki, o dönemde padişah her şey demek değildi.
İTC’nin kısa fasılalar hariç hâkim olduğu 10 senelik Meşrutiyet dev-
rinde padişahın tesiri ve nüfuzu ziyadesiyle azalmıştı. Vahdeddin’le çok
şey yapılabilirdi, ancak ona rağmen de bir şeyler yapılabilirdi ve nite-
kim bazı şeyler onunla bazı şeyler de ona rağmen yapılmıştır. Çünkü
devlet kadrolarında hâlâ ve her şeye rağmen İttihadçılar hâkimdi.
Vahdeddin’in hiçbir tartışmaya yer vermeyecek şekilde Mustafa
Kemal’i hakikatte memleketi kurtarsın diye Anadolu’ya gönderdi-
ğini kabul etsek dahi bu gönderiş, “kararlı bir duruş” olarak telakki
edilemez. Bilge Criss’in ifadesiyle “Mütareke boyunca Vahdettin’in dav-
ranışları çelişkilerle doludur”.493
Vahdeddin, işbaşına getirdiği hükümetler494, nazırlar, paşalar-ki Ge-
nelkurmay Başkanı ve Harbiye Nazırı olarak Cevat Çobanlı495 bilhassa
mühim bir isimdir- ve İstanbul’a olan bağlılığını koparmamış sivil-as-
492 Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da (1919-1921) I, s.42-43. Şapolyo da “ Bu üç kuman-
danın[Cevat, Fevzi ve Mustafa Kemal paşalar] kararı Anadolu’da bir Mukavemet
Merkezi kurmaktı. Bu kuvvet millî ordunun esası olacaktı” Şapolyo, Kemal Atatürk
ve Millî Mücadele Tarihi, s.301.
493 Criss, a.g.e., s.73. Bıyıklıoğlu’nun Trakya’da Millî Mücadele unvanlı eseri bir bütün
halinde okunduğunda Cafer Tayyar [Eğilmez]’in Trakya’daki mücadelesinin hem
padişahın bilgisi dahilinde olduğu hem de kendisinin desteklenlendiği görülecektir.
494 Yüksek Komiser de Robeck’den Curzon’a yazılan rapor özetlerinde “Damat Ferit 1
Ekim’de, görünüşte, sıhhî sebeplerden çekildi. 2 Ekim’de[1919] işe başlayan yeni kabine
saygı değer, fakat umumî olarak milliyetçi ve bazı hususlarda İttihad ve Terakki taraf-
lısı kişilerden kurulmuştur” yazılıdır”. Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da (1919-1921) I,
s.55.
495 Jaeschke, İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından işgalinin sebebinin Harbiye Nazırı
Mersinli Cemal Paşa ile Genelkurmay Başkanı Cevat Çobanlı Paşaların açıkça ita-
atsizlik etmeleri olduğunu iddia eder. Buna göre bu paşalar, General Milne’nin 3
Kasım 1919’da İzmir cephesindeki millî kuvvetlerin 3 km geri alınmaları için verdi-
ği emri yerine getirmemiş, ayrıca kendiliklerinden bazı Türk birliklerinin yerlerini

- 309 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

ker bürokratlar-ki harbiye ve bahriye nezareti bürokratları bilhassa zik-


redilmelidir- ile birlikte mütalaa edilmelidir. İstanbul’dan yapılan bazı
yazışmalar resmî mahiyetteydi ve devletin, en azından imza sahiple-
rinin hakikî değil, “resmî” görüşünü ihtiva etmekteydi. İstanbul’da-
kilerin ve bilhassa hükümetin bazı bakanlarının resmî yazışmalarının
bilahare suistimal edildiğini söyleyebiliriz. Bu durum muvacehesinde
Vahdeddin’e ne hain demek kolaydır ne de Millî Mücadele’de “kararlı
bir duruş” sahibi olduğunu söylemek. Criss’in dediği gibi “Mütareke
sırasında İstanbul’un tarihi, sadece bir Sadrazam’ın, Damat Ferit Pa-
şa’nın işbirlikçi faaliyetlerinin ve Padişah’ın entrikalarının tarihi değil-
dir. Aynı dönemde sadrazamlık yapan Ali Rıza Paşa (12 Ekim 1919-3
Mart 1920), Salih Hulusi Paşa (8 Mart-2 Nisan 1920) ve Tevfik Paşa
(21 Ekim1920-4 Kasım 1922) Ateşkes Anlaşması hükümlerine ve Müt-
tefik yönetimine karşı üstü kapalı bir direniş politikası izlemişlerdir”.496
Daha Mütareke başlarında ve henüz işgaller başlamışken harbiye
nezareti devlet vakarıyla bazı paşalar da hamiyet-i milliyeleri iktiza-
sınca hareket etmekteydi. Bu paşalardan biri de Nihat[Anılmış] Paşa
idi. “Mustafa Kemal Paşa’nın cepheden ayrılmasıyla ‘Yıldırım Ordular
Grupu Kumandanlığı’ tarihe karışmış ve grup mıntıkasında 2 nci Ordu
Komutanı Mirliva Nihat Paşa, 10 Kasım 1918 saat:20.00’ den itibaren
kumandayı eline almıştı”.497 Nihat Paşa, 14 Kasım’da İngiliz ve Fransız-
ların İskenderun’da memurlarımızı şehir dışına çıkarmalarını protesto
değiştirmişlerdir. Bu haller, İngiliz kumandanının sabrını tüketmiş ve kanını başına
sıçratmıştır. Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da (1919-1921) I, s.16.
496 Criss, a.g.e., s.8-9.
497 Tevfik Bıyıklıoğlu, Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Ankara:
Gnkur. Basımevi, 1962, s.63. Tevfik Bıyıklıoğlu’nun hem Genelkurmay Başkanlı-
ğınca yayınlanan bu, hem de Türk Tarih Kurumunca yayınlanan Trakya’da Millî
Mücadele eseri yer yer resmî tarih çizgisinden sapma göstermekte ve kimi Ulusalcı
ve Kemalist tarafından bir istifham oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bıyıklıoğlu kendi
hatalarını bile yazacak kadar objektif ve ilmî bir tavır sergiler gibidir. Kanaatimizce
onun hangi sebepten olursa olsun Mustafa Kemal ile bozuşması eserlerinin ilmî
kıymetine halel getirmez ve Nutuk hakkında yazdığı “Nutuk yazılırken muhteşem
yazarının elinde yabancı arşiv vesikaları yoktu. Hatta Osmanlı sadaret ve hariciye
nezareti ve Genelkurmayımız arşivlerinden bile faydalanmamıştır. Bu büyük eser,
Millî Mücadeledeki azim ve enerjiyle adeta bir solukta denecek kadar kısa bir süre
sayılabilen üç ay içinde yazılmıştır” [Bıyıklıoğlu (1919-1921) I, s.VII] derken elbette
Nutuk’un kaynaklık vasfını mutlaklaştırmıyor ama Mustafa Kemal’e de herhangi bir
tenkid tevcih etmiyor.

- 310 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

etmiş, İtilaf Devletlerinin Adana’nın tahliyesini istemeleri üzerine on-


ların Payas-Kilis çizgisini geçmeleri halinde silahla karşı koymak için
emir verdiğini İstanbul’a bildirmiştir. Ancak Harbiye Nezareti silahla
karşı koymayı uygun bulmamıştır.498 Nihat Paşa hem elde kalan si-
lahları İtilaf Devletlerinin eline geçmeden iç bölgelere taşımaya çalış-
mış, hem de Adana vilayetinde mülkî idareyi devam ettirip jandarma
kuvvetini arttırmaya gayret etmiştir. 15 Aralık 1918’te 2.Ordu lağve-
dilmiş, Nihat Paşa da Adana Vali Vekili olarak atanmıştır. Adana’ya
gidemeyen Nihat Paşa Konya’ya dönmek mecburiyetinde kalmış, gö-
revine Yıldırım Kıtaatı Müfettişi unvanıyla devam etmiştir. Ancak
İstanbul İtilaf makamları Nihat Paşa’nın sadece Adana’ya gitmesine
mani olmamışlar, Adana’ya en yakın ordunun komutanı olması hase-
biyle onu Konya’dan da uzaklaştırmaya karar vermişlerdir. Bu mak-
satla İngiliz Yüksek Komiserliği, 2 Ocak 1919’da “Türk halkını teşki-
landırıp silahlandırdığı, kasaba ve köylerde İslam cemiyetleri kurduğu
için” Nihat Paşa’nın azlini istemiş, bu arada Harbiye Nazırı olan Ce-
vat Paşa, “sözde kalan bu isnadlardan dolayı bir şey yapamayacağını” 7
Ocak’ta sadarete bildirmiş, ancak İngiliz Komiserliğinin 16 Ocak’taki
ikinci notası üzerine Nihat Paşa İstanbul’a çağrılmış, yerine de Mer-
sinli Cemal Paşa gönderilmiştir. Cevat Paşa, muamelenin ağırlığından
istifa etmiştir.499 İtilaf Devletleri kısa bir müddet sonra Mersinli Ce-
mal Paşa’ya da aynı muamelede bulunmuşlardır. Ali İhsan Sabis Paşa
ise Mondros Mütarekesi imzalandığında işgal altında olmadığı için
Musul’u terk ve teslim etmek istememiş, bu sebeple de İstanbul’a ge-
lir gelmez, salt İngilizlerin kararıyla tevkif edilmiştir. Nihat500 ve Ali
İhsan Paşaların silahla karşı koymak imkânından mahrum oldukları
498 Bıyıklıoğlu, Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s.64.
499 Bıyıklıoğlu, Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s.74.
500 Nihat Paşa, bu tarihten sonra deruhte etti vazifelerinde de görüldüğü üzere hami-
yet-i vataniye ve diniyesini mezcetmiş biri gibidir. Bu hususta Erişirgil şunlar yaz-
maktadır: “Akif ’in [Nasrullah ] Cami[in]de söylediklerini Sebilürreşat yayınladı. Bu
tarihten bir müddet sonra da Elcezire Kumandanı Nihat Paşa’dan bir telgraf almıştı.
Bunda Nasrullah Camiinde söyledikleri ayniyle Diyarbakır’ın Büyük Camiinde oku-
tultuğunu anlatıyor ve Vilayet Matbaasında çoğaltılarak Diyarbakır ilçeleriyle Van,
Bitlis illerine ve kendi emri altında olan müstakil mutasarrıflıklara gönderildiğini ya-
zıyordu”. Erişirgil, İslamcı Bir Şairin Romanı Mehmet Akif, s.347.

- 311 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

bir devrede İngilizleri protesto etmeleri salt bir tesellî değil, geleceğe
dair bir ümit hükmündeydi.
Şevket Turgut Paşa da, ismi en çok zikredilen isimlerden birisidir.
Gotthard Jaeschke şöyle demektedir: Şevket Turgut Paşa Mustafa Ke-
mal’i “Meclisi Vükelâ’da bittezekkür asayiş-i mahallî ve ahali-i Müs-
lime ve mâsumeyi taarruzdan vikayeten[korumak için] orduca harekât-ı
tedafüiye icrası” hususunda (Ravlinson’la istişareden sonra!), ama (ga-
yet mahremane) Ermenilerin hududu geçmelerini önlemek için yetki-
lendirmiştir. Burada bilhassa Kars Hükümeti’nin cebren dağıtılışından
sonra (12.4.1919) yaşamakta devam eden “Oltu Hükümeti” (Müslü-
man Şûrası) nın himayesi bahis konusudur.501 Hariciye nazırları her
zaman üzerlerine ölü toprağı serpilmiş gibi hareket etmemektedirler.
Hariciye Nazırı Safa Bey, Calthorpe’un bir notasına verdiği 10 Tem-
muz 1919 tarihli cevabında “Müslümanların heyecanı; Ermeni Cumhu-
riyeti topraklarının Sivas’a kadar genişlemesi rivayeti ve Trabzon Vilâyeti
içerisinde Pontos Cumhuriyeti adiyle yeni bir Yunan devletinin teşekkülü
hakkındaki söylentilerle daha da çoğalmıştır ....” demektedir.502 Jaeschke
başka bir yerde de şunları yazmaktadır:
“Ali Rıza Paşa’nın istifasından sonra aynı güçlüklerle karşı karşıya kalan Sa-
lih Hulûsi Paşa da Ryan tarafından 16 Mart’ta tevdi edilen [İstanbul’un işgali
ile ilgili]503 notaya aynı günde şu cevabı veriyordu: ‘Müttefik kuvvetlerin bol ol-
duğu ve bir karışıklığın önlenebileceği İstanbul’ da böyle bir karışıklık olmadığı
gibi beklenemez de.. Anadolu harekâtı menşeini Yunan işgali ile bu işgalin neti-
cesi olan dehşet ve nefretten almıştır. Bu hareketlerin daha fazla genişlemesi de
Büyük Ermenistan ve Pontos Yunan Devleti yaratılması niyetinin söylenti olarak
dolaşmasından ileri gelmiştir’. Fevzi Paşa 17 Mart’ta General Shuttleworth’a Şeh-
zadebaşı’nda insan boğazlanması olayını bizzat gönderdiği bir tezkere ile protesto
etmiştir. Bunu müteakip Yüksek Komiserler iki nota ile - birincisi 26 ve İkincisi
31 Mart’ta- ‘Kuvay-ı Milliye harekâtının resmen red ve mahkûm edilmesini iste-
miştir’. Salih Paşa buna 29 Mart’ta bu hareketlerin ‘meşru hakların müdafaası’
olduğu cevabını vermiş olup De Robeck bu cevaptan, Mustafa Kemal’in red ve
mahkûm edilmesi değil, bilâkis tasvip edildiği mânasını çıkarmıştır. 1 Nisan’ da

501 Jaeschke, a.g.e., s.128-129.


502 Jaeschke, a.g.e., s.135.
503 Unutulmamalıdır ki, İstanbul’un işgali Mondros Mütarekesi’nin icabı değil ihlali-
dir.

- 312 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

da ‘uzun bir nota’ ile ‘ kuvay-ı işgaliye’ce yapılan hukuka aykırı muamelât pro-
testo edilmiştir.” 504

Harbiye Nazırlararından Gürcü kökenli Ziya[Kutnak] Paşa, ciddî


bir tetkiki hak eden bir devlet adamı portresi çizmektedir:
“Savaş malzemesi soygunları ve malzemenin İstanbul’ dan kaçırılması, Tev-
fik Paşa Hükümeti’nin Harbiye Nazırı Ziya Paşa’nın bilgisi dâhilinde ve onun
göz yummasıyla gerçekleştiriliyordu. Paşa’nın rolü bu eylemleri örtbas etmekti.
Ziya Paşa, Osmanlı savaş malzemesinin Müttefikler tarafından imhası gibi me-
seleleri oyalıyordu. Böylece yer altı hareketinin soygunlar gerçekleştirmesi için za-
man kazanmaya çalışıyordu… İstanbul’un işgal altında bulunduğu sürenin yak-
laşık yarısında, Müttefikler, kendi otoritelerine karşı direnişe ve zaman zaman
açık meydan okuyuşa göğüs germek zorunda kaldılar”.505 “Osmanlı Sıkıyöne-
tim Mahkemesi, önceki yıl, Mustafa Kemal’e katılan subayları gıyaben ölüme
mahkûm ederek, zaten tepkisini göstermişti. 6 Haziran 1921’ de, Tevfik Paşa Hü-
kümeti’nin Harbiye Nazırı Ziya Paşa (Bakanlık süresi: Ekim 1920-Kasım 1922),
Sadrazamlıktan, Kuvay-ı Milliye’ye katılmış olan 823 kişiyle ilgili yasal işlemle-
rin iptal edilmelerini istedi. Ziya Paşa’nın talebi Heyet-i Vekile tarafından ka-
bul edildi. Bu olay, Osmanlı Hükümeti’nin açıkça Milliyetçiler’ den yana tavır
aldığı anlamına geliyordu”.506

Ziya Paşa’nın harbiye nazırlığına tesadüf eden günlerde İstanbul’dan


Ankara’ya çok sayıda silah ve cephane gönderilmekteydi. İngilizler, ih-
bar üzerine yaptıkları baskınlarda depo ve kışlalardan alınan, sakla-
nan ya da deniz araçlarında yola çıkarılan çok sayıda silah ve mühim-
mata el koydular. Harbiye Nazırı Ziya Paşa subaylara üç aydır ödeme
yapılmadığını, bu sebeple silah soygunlarının yapıldığını söyleyerek bu
durumu örtbas etmeye çalışmıştır. Müttefiklerarası Kontrol Komisyo-
nu’nun 4 Nisan 1921 günü yapılan haftalık toplantısında Albay A.N.
Bekwith orduya ait savaş malzemelerinde Şubat ayı boyunca ciddî ka-
yıplar meydana geldiğini söylemiş, konu hakkında görüştüğü Ziya Paşa
ile konuşmasını ise şu şekilde ifade etmiştir:
“Ziya Paşa bol bol özür diledi ama bana, emrindeki subayları korumaya uğ-
raşıyormuş gibi geldi. Mart başındaki kayıpları bildiğini pek inkâr etmedi. Bu
durumda, beni neden uyarmadığını sordum. Bana ciddi boyutlardaki kayıpla-
rın (18 makineli tüfeği kastediyor) ortaya çıkarıldığı, ancak öteki kayıpların azar

504 Jaeschke, a.g.e., s.152.


505 Criss, a.g.e., s.9-10.
506 Criss, a.g.e., s.183.

- 313 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

azar meydana geldikleri ve bu nedenle tek tek her kaybolanın hesabının tutma-
nın çok zor olduğu cevabını verdi. Bu kayıpların günde ortalama 15 tüfek ve 15
sandık cephane ettiğini ona hatırlattığımda bana hiçbir cevap veremedi”. 507 “Yer
altı hareketinin, [askerî] öğrencilerin yardımıyla depolardan savaş malzemesi çal-
dığı durumlarda, Müslüman Hintli nöbetçiler genellikle görmezden geliyorlardı”.

Ziya Paşa bu gibi durumları ihbar ettiğinde de zaten kılıfını hazırlı-


yor, olay yerine jandarma komutanı geldiğinde hırsızların motora binip
kaçmakta oldukları için yakalanamadıklarını söylüyordu.508 “Harbiye
Nazırı Ziya Paşa Müttefik Askeri Komutanlığı’na başvurarak, Maçka’ daki
askeri silah deposundan ödünç kama blokları istedi. Ziya Paşa bunların
Ramazan’ da iftar toplarında kullanılacağını ileri sürmüştü. İstek kabul
edildi. Gelgelim Ramazan sonunda askeri depoya iade edilenler, ödünç
alınmış olan seri ateş edenler değil sıradan kama bloklarıydı”.509
İtilaf-işgal devletleri yetkilileriyle ilişkiler yanında, manda tartışma-
larının en yoğun dönemde İstanbul’da, himaye ve mandaya karşı tam
bağımsızlık fikrini savunan Uluslararası Hukuk Profesörü ve Hukuk
Fakültesi Dekanı Ahmed Selahaddin Bey “1920’ de 42 yaşında öldüğü
zaman, Vahdettin, Ahmet Bey’in Fatih Külliyesi’ndeki Saltanat Aile Me-
zarlığı’na gömülmesini emrederek, onu beklenmedik bir şekilde onurlan-
dırıyordu” da.510
507 Criss, a.g.e., s.184-185.
508 Criss, a.g.e., s.186.
509 Criss, a.g.e., s.199.
510 Criss, a.g.e., s.89-90. Haldun Taner, Sıddık Sami Onar’ın kendisine Vahdeddin’in
topladığı Saltanat Şurası’na üniversite temsilcisi olarak davet edilen babası Ahmed
Selahaddin Bey’in ilk sözü alarak “ Artık Şura-yı Saltanat toplamanın zamanı çoktan
geçmiştir. Artık devir Şura-yı Millet toplama devridir” dediğini, ancak vefat edince
ailesi onu Üsküdar’a defnetmeye hazırlanırken Vahdeddin’in, ölüm haberini alınca
Ahmed Selahaddin Bey için “Çok yazık oldu, çok hamiyetli, vatanperver bir hoca idi”
dediğini, “Fatih Külliyesine, ceddimin yanına defnedilsin” diye irade ettiğini ve oraya
defnedildiğini anlattığını yazmaktadır. Haldun Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi
Değil, İstanbul: Cem Yayınları, 1983, s.134. Ahmed Selahaddin Bey, Osmanlı Dev-
leti’nin I. Dünya Harbi’ne girişini de haklı bulmaktaydı. Seha Lütfi Meray, Ahmed
Selahaddin Bey’in Siyasî ve Hukukî Tetebbular unvanlı kitabını sadeleştirme adı al-
tında perişan etmiştir. Ahmed Selahaddin Bey, dindar, namuslu, İttihadçı değilse
bile onlara sövmeyen sövmeyen, kendisini Türk olarak tavsif ve takdim eden Gürcü
kökenli bir hukuk profesörüdür. Haldun Taner’in babasıdır. Merhumun vefatından
sonra kitaplaştırılan yazılarının sadeleştirilmesi kanaatimizce en çok dinî hissiyatı-
nın anlaşılmasını da zorlaştırmıştır. Çünkü kullandığı dinî tabirler, öztürkçe adı al-

- 314 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Esasında Damad Ferid haricindeki tüm hükümetler, hatta Damad


Ferid kabinesindeki çoğu bakan bile Millî Mücadele’yi desteklemiştir.511
Tevfik Bıyıklıoğlu, 1919 yılı başlarında Osmanlı ordusunun mütareke
konuşu ve kuruluşu tertibatında Doğu hududumuzda kuvvetli dört tü-
men alıkonmasının Doğu Harekâtının ve bütün Millî Mücadelemizin
başarılı olarak neticelenmesinde büyük tesiri olduğunu ifade etmiştir.512
Bu çalışmanın konusu ve gayesi Vahdeddin, İstanbul hükümetleri
ve onların Millî Mücadele’ye bakış ve yardımları değildir. Bu siyakta
aleyhe ve daha ziyade de lehe olmak üzere çok sayıda anekdot ve argü-
man bulmak mümkündür. Ancak şu bir gerçektir ki Vahdeddin atala-
rının şanına yaraşır ve yakışır bir tavır ortaya koyamamış, milletin ve
memleketin esasında 1913-1918 devresinde kurtarıldığını, geçici işgal
altındaki İstanbul’un hiçbir şekilde Yunanlılara ya da başkalarına bı-
rakılamayacağını anlayamamış, anlamışsa da gereği gibi hareket etme-
miş,513 mesela Anadolu’ya geçmek hiç hiçbir teşebbüste bulunmamıştır.
tında sadeleştirilirken kuvvet ve vurgularını kaybetmiştir. Manda ve himayeye karşı
çıkışı Osmanlı Meclis-i Mebusanına seçilmesine vesile olmuştur. Bkz. Seha L.Meray,
Lozan’ın Bir Öncüsü Prof. Ahmet Selâhattin Bey 1878-1920, Ankara: TTK Yayınları,
1976.
511 “Savaş sırasında İ[ttihad]T[erakki]P[artisi] önderleri, İstanbul’un hücuma uğrama-
sı durumunda kullanılmak üzere, Almanlardan yardım alarak, mevcut en iyi savaş
malzemelerinden, şehirde oldukça büyük bir stok yapmışlardı. Camilerin pek çoğunun
bodrumları savaş malzemesi deposu haline getirilmişti. Osmanlı Harbiye Nezareti ve
Erkan-ı Harbiyesi, Mütareke sırasında, Damat Ferit Paşa’nın Sadrazamlığa ilaveten
Harbiye ve Hariciye Nazırlıkları’nı da üstlendiği kısa dönemler dışında, Milliyetçiler’i
desteklediler”. Criss, a.g.e., s.239.
512 Bıyıklıoğlu, Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s.177.
513 Jaeschke şunları yazmaktadır: “[Müttefikler, Belçika’daki ]Spa [Konferansı)’da 16
Temmuz’da şartların hemen kabul edilmesini, ültimatomu andıran bir kesinlikle is-
tediler. Ahmed Reşid bu isteği “ muahedenameyi imzadan istinkâf halinde İstanbul’u
elimizden alacaklar” diye yorumladı. Bunun üzerine Meclisi Vükelâ 20 Temmuz’da
muahedenin imza edilmesini tavsiyeye karar verdi: “Ya İstanbul’da ve mehdi millimiz
olan Anado­lu’da hâkim kalmak suretiyle küçük, fakat yine bir Devlet halinde bulun-
mak veyahut teklifat-ı vakıayı reddederek Devleti Osmaniye’nin hayatına nihayet ver-
mek”; başka bir şık ise artık mevcut değildir. Bundan dolayı 22 [Temmuz 1920] tarihli
Saltanat Şûrası’nda Damat Ferit ve Padişah bizzat ayağa kalkmak suretiyle muvafa-
kat izhar edilmesini rica ettiler. Yalnız topçu feriki Rıza Paşa yerinden kalkmadı”. Ja-
eschke, a.g.e., s.202. Böylelikle 10 Ağustos’ta Sevr’de anlaşma imzalandı. Vahdeddin
ve İstanbul Hükümeti’nin bu anlaşmayı imzalamak istememesi üzerine İngilizler
tazyik için Yunanları harekete geçirmişler, 20 Temmuz’da Trakya işgal edilmiş, ay-

- 315 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Criss, Vahdeddin’in Anadolu’ya geçmemesiyle ilgili “Vahdettin’in İstan-


bul’ da kalmasının bir sebebi de Anadolu’ya gittiği takdirde İngilizlerin
Kutsal Emanetler’e el koyacağı ve onları kendi seçtikleri bir (belki Arap)
halifeye verebilecekleri korkusuydu” dese de bu sebep pek ikna edici gibi
görünmemektedir.514
Vahdeddin, hain olduğu için değil, İtilaf Devletlerinin işgalinin
her hal ü kârda geçici olacağını, onların meseleye sadece nüfuz (eko-
nomik-ticarî menfaat) bölgesi elde etmek açısından yaklaştığını, an-
cak Yunanlıların ve Ermenilerin nüfuz bölgesi-mıntıkası elde etmek
için değil, bir yurt elde etmek için, ilhak için işgale teşebbüs ettiğini,
bu sebeple birkaç istisna haricinde İngiliz işgalinin vuku bulduğu böl-
gelerde değil, Yunan işgaline ve askerî birliklerinde Ermenilerin çokça
bulunduğu Fransız işgaline karşı ahalinin silaha sarıldığını, milletin
ve memleketin beka meselesinin büyük bir gücün işgaliyle alakalı bir
mesele ve korku olmayıp bize bağlı bir gayrimüslim unsurun ya da biz-
den bağımsızlığını kazanmış bir devletin geçmişte tecrübe edilmiş olan
Müslüman unsuru yok edip memleketi ilhak etmek telakkisi meselesi
olduğunu, bu korkuyu İTC ve İttihadçıların çok büyük oranda izale
ettiğini, Millî Mücadele’nin 1919-1922 devresinin Trabzon515 ve Erzu-
rum merkezli olmasının Rumluk ve Ermenilik tehdit ve tehlikesinden
kaynaklandığını anlayamadığı, haliyle de nihaî noktada ümidini mil-
letin feraseti, mukavemeti ve metanetinden ziyade İngilizlerin lütf u
inayetine, merhametine bağladığı için kaybetmiştir ve bu kaybediş zi-
yadesiyle ibretlidir. İnsanın kendi felaketine yol açması için kimi za-
man tercih hatası yapması, hatada ısrar ve inat etmesi, ferasetsizlik ve
ürkeklikle malül olması ziyadesiyle yeterli bir sebep ve nakisedir, iha-
nete hacet yoktur. Vahdeddin, bize göre bir hain değildi, ancak ağır
ve tamiri-telafisi imkânsız kusurlarla muallel biriydi.516
rıca inanılmaz bir şekilde İstanbul’un Yunanlılar tarafından işgal edileceği korkusu
pompalanmıştır.
514 Criss, a.g.e., s.235.
515 “Mütarekenin ilk altı ayında çoğu silahlı olmak üzere Trabzon’a sekiz bini aşkın Rum
göçmeni gelmişti… Göçmen kılığına girmiş olan Rum çetelerini Yunan Kızılhaç’ı ara-
sına karışmış bulunan Yunan subayları idare ediyordu”. Bıyıklıoğlu, Türk İstiklal
Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s.173.
516 Necip Fazıl’ın Vatan Dostu Sultan Vahidüddin kitabı hissîliği, ilmîliğinden tartış-
masız fazla olan bir eserdir ve mutlaka tenkid süzgecinden geçirilerek okunmalıdır.

- 316 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Topçu İhsan’ın hatıratını dikkate alırsak; Mustafa Kemal’le o es-


nada Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuad Cebesoy gibi pek çok ismin gö-
rüşme yaptığı muhakkak olduğuna göre mezkûr görüşmenin de vuku
bulduğuna hükmedebiliriz. Topçu İhsan’ın ölümüne doğru biraz de-
ğiştiği, Havuz-Yavuz meselesinden dolayı muğber olduğu, İsmet Paşa’ya
karşı kendisini korumadığı için Mustafa Kemal Paşa’dan intikam al-
mak için böyle söylediği iddia olunabilir. Bunlar mümkündür; ancak
unutulmamalıdır ki, Topçu İhsan, I. Meclis’te mebustan ziyade fedaî
gibidir. İstiklal Mahkemelerinde de her ne kadar Kel Ali gibi değilse
de yine de tetikçiliğini “mahkeme hükmü” olarak icra ve izhar eden
biridir. Bazı boşluklar, mübalağalar ve hatta yanlışlar mümkünse de
söylediklerinin hepsinin yalan veya iftira olduğunu söylemek çok ko-
lay olmasa gerektir. Mustafa Kemal’le her bozuşanın yalan ve iftira
ile itham edilmesi doğru olmadığı gibi, dargınlık ve kin saikinin belli
oranlarda hatıratlara yansıyacağı da unutulmamalıdır. Ancak Topçu
İhsan hatıratında Mustafa Kemal’e iftira ve hakaret telakki edilebile-
cek bir ifade kullanmamaktadır.
Topçu İhsan’ın Karakol Cemiyeti hakkında verdiği bilgiler de kıy-
metlidir.
Bilhassa biri sivil, diğeri asker iki meşhur İttihadçı, Kara Kemal
ve Kara Vasıf’ın idaresindeki Karakol Cemiyeti İstanbul’dan Anado-
lu’ya hem insan hem de silah ve mühimmat naklini organize ederek
Millî Mücadele’nin başarıya ulaşmasının en mühim amillerinden biri
olmuştur.517 Zürcher bunu şu şekilde ifade etmektedir:
“Türk milliyetçi hareketinin kadrosunun büyük bir kısmı İstanbul’ dan Kara-
kol tarafından kaçırılarak Ankara’ya geldi… Bunlar arasında İsmet (İnönü), Fevzi
(Çakmak), Celal (Bayar) ve Kazım (Özalp) gibi önde gelen isimler de vardır.” 518

O zaten Ulu Hakan II. Abdülhamid Han kitabında sanat ve tefekkür adamı olmak
davasında olduğunu, tarihçi olmadığını söyleyen birisidir.
517 “Karakol teşkilatı, İttihatçıların, parti mensuplarını başka bir isim altında gizleme-
yi düşündükleri bir tesisti.” Ertürk, a.g.e., s. 190-191. Orbay, İstanbul’dan Ankara’ya
geçmek isteyenler için en emin yolun Vaniköy’deki tekke olduğunu, gizlice bu tek-
keye gidenlerin, oradan hükûmetin kendilerinden şüphelenmemesi için Maltepe
Endaht Mektebi Kumandanlığı vazifesini de almış ve bilahare İstanbul Mebusu olan
Enver Paşa’nın da askeri yaveri Yenibahçeli Şükrü Bey tarafından alınıp Maltepe’den
itibaren arka yollardan Anadolu’ya gönderildiğini yazmaktadır. Orbay, Cilt 2, s. 32.
518 Zürcher, Milli Mücadelede İttihadçılık, s. 126.

- 317 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Fethi Tevetoğlu “Karakol Cemiyeti’nin tam ve gerçek kuruluş tarihi-


nin 1918 yılı Ekim ayı sonuna veya Kasım başlarına kadar gerilere git-
tiği anlaşılmaktadır. Önce, son bulan İttihad ve Terakki Fırkası’nın baş-
sız kalan mensupları arasında gizli bir korunma ve direniş grubu halinde
oluşan Karakol Cemiyeti, daha sonra Anadolu’ da başlatılan Millî Müca-
dele’yi destekleyen bir gizli kuruluşa dönüşecektir” demektedir.519 Hasene
Ilgaz’a göre ise “Karakol Cemiyeti, Mondros Mütarekesi’nden başlaya-
rak 16 Mart 1920’ de İstanbul’un işgaline kadar süren gizli bir çalışma-
dır ve bu çalışmalar Karakol Cemiyeti olarak adlandırılmıştır.”520 Ilgaz
çok kıymetli olan çalışmasının devamında da şu önemli tespitlerde
bulunmuştur:
“Bu teşkilat askerî değil, vatanîdir. Türk Milleti’nin ortadan kaldırılmak is-
tendiği ve egemenliğinin elden gittiğini gören, maneviyatları sarsılmamış olan va-
tandaşları silaha sarılmağa, istiklali korumağa teşvik ve bir organizasyona bağla-
mak için vatanı bir ayaklanma ve karşı koyma cemiyeti olarak ‘Karakol Cemiyeti’
kurulmuştur. Bu cemiyet, kendisinden sonra kurulan vatanî bütün ihtilal cemiyet-
lerine, isimlerine, teşkilatlarına dokunmadan, yardım cemiyeti olarak onlara hemen
koşmuş, o cemiyete yardım ederek faydalı olmağa çalışmıştır. Erzurum Kongresi’n-
den evvel İzmir ve çevresinde kurulan Redd-i İlhak ve Edirne civarında Trakya
cemiyetleri ve İstanbul’ da milli diğer teşekküller meydanda yokken Karakol Ce-
miyeti her yere kol budak salmış, yeni teşekküller meydana çıkınca onlarla ilgilen-
miş, elinden gelen bütün vatanî yardımları yapmaktan asla geri kalmamıştır…
Kasımpaşa civarında Kasımpaşalı bahriyeli Şevket (Erkan-ı Harbiye’ de Yüzbaşı
idi) adeta Bahriyeyi Karakol Cemiyeti’ne bağlamış, çok çalışmıştır. Bu zat Topal
Osman tarafından öldürülen Ali Şükrü’nün kardeşi idi.” 521

Ilgaz ayrıca Karakol Cemiyeti’nden evvel, hiçbir siyasî cemiyetin


kurulmadığını da iddia etmektedir.522 Hüsnü Himmetoğlu da “Önce-
likle Karakol Cemiyeti, ondan sonra Zabitan ve en sonra Yavuz Grubu
isimlerini alan bu teşkilat Ekim 334 (1918) ayı sonlarına doğru 2/3 Ka-
sım 1918 tarihinden biraz önce İttihat ve Terakki Cemiyetinin yerine
geçmek ve onun vazifelerini benimsemek ve yerine getirmek maksat ve
519 Fethi Tevetoğlu, Millî Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, Ankara: TTK Yayınları, 1985, s.
3.
520 Hasene Ilgaz, “Millî Mücadelede Varlığı Gizli Kalan Bir Cemiyet: Karakol Cemiye-
ti,” Tarih ve Edebiyat Mecmuası, Ocak 1981, Sayı:1, s. 10.
521 Ilgaz, a.g.e., s. 11.
522 Ilgaz, a.g.e, s. 17.

- 318 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

gayesiyle İttihat ve Terakki erkânından Enver ve Talat paşaların emir ve


tensipleriyle Kurmay Albayı Kara Vasıf ve İaşe Nazırı Kara Kemal Bey-
ler tarafından kendi isimlerinin baş harfleri kullanılarak kurulmuştur,”
demektedir.523
Bilge Criss de ziyadesiyle kıymetli eserinde
“İstanbul’un işgaline karşı aktif direnişin tarihi, İttihat ve Terakki Partisi ile
Milliyetçi hareket arasındaki örgütsel sürekliliğin hikâyesidir. Toplumsal kurum-
ların pek çoğunda önde gelen aktörler değişmiş, fakat Kuvay-ı Milliye’nin dava-
sına hizmet eden sistemler olduğu gibi kalmıştı… İTP’nin savunma stratejisi, sa-
vaş kaybedildiği takdirde Anadolu’ daki bir üsten savaşmaya devam etmekti. İşte
bu amaçla Karakol Anadolu’ya silah ve insan kaçırıyordu. Mustafa Kemal, Mil-
liyetçi hareket’in liderliğini ele geçirince, Karakol dahil, İTP’nin tüm faaliyetle-
rini engellemeye çalıştı. Ne ki, Mustafa Kemal, aynı zamanda İstanbul’ da, Mil-
liyetçi hareket’e istihbarat, yardım ve destekleyici propaganda sağlayan hazır bir
örgütsel temel devralmıştı. Bu örgütler, başlıca TM, loncalar, Osmanlı Kızılay
Derneği (Hilal-i Ahmer Cemiyeti), iş adamları, kadın dernekleri ve Osmanlı
Harbiye Nezareti’ydi”

demektedir.524
Rauf Orbay, Anadolu’ya geçerken gerekli parayı Karakol Cemiye-
ti’nin mühim şahsiyetlerinden biri olan Topçuoğlu Nazmi Bey’den al-
dıklarını, Amasya’dan itibaren bu beş bin lirayla iş gördüklerini yaz-
maktadır.525
523 Hüsnü Himmetoğlu, Kurtuluş Savaşında İstanbul ve Yardımları, Cilt.1, İstanbul:
Ülkü Matbaası, 1971, s. 81.
524 Criss, a.g.e., s.143-144.
525 Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, 83. Karakol Cemiyeti de-
mek bir bakıma “İstanbul’un yardımı” demektir. Tarık Zafer Tunaya bunu formül
gibi ifade etmektedir: “Filhakika İstanbul, resmî Osmanlı Hükûmeti’ne rağmen, Ana-
dolu’nun malzeme ve personel tedariki bakımından en müessir ve verimli kaynağını
teşkil etmiştir.” Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasî Partiler, 1952, s. 477. Ertürk de
“İstanbul’daki askerî ambarlarda Osmanlı ordusunu birkaç misli idare edecek dere-
cede silah ve cephane bulunmasının sebebi, merhum Enver Paşa’nın harbin gidişine
bakarak bizim çok ağır şartlara maruz kalacağımızı ve Balkan Harbi’nin sonunda
olduğu gibi Büyük Harb’in sonunda da yeni bir savaş deruhte etmeğe mecbur kala-
cağımızı hesab etmiş olmasından bir de Levazımat-ı Umumiye Reisi merhum İsmail
Hakkı Paşa’nın son derece namuskâr bulunmasından ileri gelmiştir,” demektedir. Er-
türk, a.g.e., s. 509.

- 319 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Criss, Mustafa Kemal-Karakol ilişkisinin garipliğine vurgu yapmak-


tadır. “1919 ve 1920 yıllarında Anadolu’ya kaçan subayların ve sivillerin
kimlik belgelerinin üzerinde Karakol’un damgası bulunuyordu. Mustafa
Kemal Anadolu’ dayken bir seferinde, bazı subayları, isimlerini vererek is-
tedi. Bunun üzerine Karakol, Harbiye Nezareti’nde Personel Dairesi ile
temasa geçti ve bu subayların Anadolu’ya atanmalarını sağladı.”526 Ancak
Mustafa Kemal, Sivas Kongresi’nde bambaşka bir tutum içindedir: “Si-
vas Kongresi sırasında (4-11 Eylül 1919) Mustafa Kemal, Karakol’un var-
lığına ilişkin tek bir bilgi dahi vermedi. Daha sonra Karakol’u eleştirdi.
Bu da akla yakındır; çünkü karakol İTP’nin yaratığıydı ve kendi otori-
tesine meydan okuyabilirdi. Buna karşılık, Mustafa Kemal, örgüt kendi-
sinin amaçlarına iyi hizmet ettiği sürece Karakol’u mesele yapmadı.”527
Bu iki İttihadçıdan Kara Vasıf’ın Mustafa Kemal’e suikast teşebbüsü
sebebiyle İstiklal Mahkemesi’nde (İzmir ve Ankara’da) yargılanması,
Kara Kemal’in de aranırken intihara zorlanması (bize göre katledilmiş-
tir) trajediden ziyade ironidir. Zürcher, çalışmalarında Anadolu’daki
işgale karşı siyasal oluşumların yürüttüğü propaganda çalışmalarına
“silahlı direniş hazırlıklarının” eşlik ettiğini, bu girişimi başlatanınsa
İTC Merkez-i Umumîsi olduğunu, Enver Paşa ve Talat Paşa’nın çaba-
larıyla Galiçya cephesinden dönen birlikler Doğu Anadolu’ya gönde-
rilirken, tüm ülke düzeyinde gizli silah ve mühimmat depoları oluş-
turulmaya başlandığını belirtir. Zürcher, Enver Paşa’nın savaşın son
yıllarındaki politikaları sebebiyle ordunun gücünün itilaf kuvvetleri-
nin etkili bir şekilde ulaşamadığı doğu bölgelerine kaydırıldığını, ordu-
nun kumandan gücünün halen sağlam vaziyette durduğunu, eski İtti-
hadçı lider kadronun gerçekleştirdiği en önemli girişimin 1918 Kasım
başlarında kurulan gizli Karakol Cemiyeti olduğunun altını çizmekte,
Milli Mücadele’nin İttihadçı kadro ve örgütlerin işi olduğu gibi, Mus-
tafa Kemal’in de taktik gerekçelerle lider olarak kabul edildiğini büyük
bir vukuf ve isabetle kaydederek meseleyi şu şekilde özetlemektedir:
“Türk milliyetçi hareketinin doğuşundaki başat rolü yalnızca İttihadçı kökenli
bireylerin değil, bizzat İttihat ve Terakki cemiyetlerinin oynamış olması, bu ha-
reket içinde daha sonraki yıllarda ortaya çıkan iktidar mücadelesinin niteliğini

526 Criss, a.g.e., s.155.


527 Criss, a.g.e., s.150-151.

- 320 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

de açıklıyor. ‘Hukuk-u milliye’yi savunmayı üstlenmiş olan bir dizi İttihatçı ya


da İttihatçı denetimindeki örgüt ve bunların önderleri, Harbiye Nezareti’ndeki
ve ordu birliklerindeki üst rütbeli subaylar, yerel İttihat ve Terakki cemiyetleri-
nin başkanları ve bunlar tarafından kurulan yerel savunma birlikleri (redd-i il-
hak cemiyetleri) için Mustafa Kemal’in liderliği, gönüllü olarak kabul edilen bir
taktik zorunluluktu.”528

İTC merkezi gibi faaliyet gösteren Karakol Cemiyeti haricinde


İTC’nin mahallî şubeleri de boş durmuyordu. Elinin değdiği hatı-
ratlarda esaslı tasarruflarda bulunduğu için onların kaynaklık vasfına
ciddî mânâda zarar veren Cemal Kutay’ın yayına hazırladığı ve nispe-
ten tasarruftan masun kalabilmiş Üç Devirde Mehmed Şeref Aykut un-
vanlı kitapta Aykut, şunları söylemektedir:
“Birinci Büyük Millet Meclisinde; Mutlakiyet kavgasından Meşrutiyete eriş-
miş, bu kargaşa günlerinde aradığını bulamamış kıdemliler çok nadirdi, bir bö-
lümü de politikayı bırakmıştı: İttihad ve Terakki ruhu tasfiye edilmemiş, fakat as-
lında başka bir mahiyet almıştı. Hemen söyliyeyim: Daha sonra Cumhuriyet Halk
Partisinin genel sekreterliğini yapmış tanınmış edip ve fikir adamı Memduh Şev-
ket Esendal’ dan dinledim, Anadolu’nun işgal dışı kalabilmiş 197 kasabasından
163’ ü, üzerinde Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti yazan levhalarını silmiş-
ler, aynı insanlar, aynı düşünceler, aynı felsefe ile Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni
yazmışlar… Kök, böylesine ve bu nisbette aynı idi.” 529

1919 senesinin baharında İstanbul Hükümeti adına bir heyetle Edir-


ne’yi ziyarete giden Fevzi Çakmak da günlüklerinde şunu yazmakta-
dır: “30 Nisan 1335[1919] Edirne… Hastahaneyi ziyaret ettik. Edirne’ de
İttihadçılar kuvvetli. Trakya Cemiyeti’ne İttihat bakayası [artığı] diyerek
hükümet engel oluyor.”530 Delegelerinin mühim bir kısmı din adamla-
rından müteşekkil ve büyük bir sahayı alakadar eden Alaşehir Kong-
resi, münhasıran mahallî hamiyet sahiplerinin topladığı ve Mustafa
Kemal dâhil hiçbir Millî Mücadele liderinin inisiyatifinin, dahlinin
ve tesirinin mevcut olmadığı müstakil bir kongreydi. Kongrenin reisi
528 Zürcher, Cumhuriyetin İlk Yıllarında Siyasal Muhalefet Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası (1924–1925), s. 30–33. “Sadrazam Salih Hulusi Paşa (1864-1939) 2 Nisan
1920’de zorla istifa ettirildi; çünkü o ve kabinesi, Milliyetçi Hareket’in açıkça mahkûm
edilmesi için İngilizler’den gelen baskıyı kabul etmemişlerdi”. Criss, a.g.e., s.105.
529 Cemal Kutay, Üç Devirde Mehmed Şeref Aykut, İstanbul: Teknografik Matbaacılık ve
Tic. A.Ş., 1985, s. 266.
530 Hatemî, a.g.e., s. 648.

- 321 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Hacim Muhittin Çarıklı ile reis vekili İbrahim Tahtakılıç’ın İttihad-


çılığı herkesçe bilinmekteydi. Hacim Bey, İttihadçı olduğu gerekçe-
siyle İstanbul hükümeti tarafından Balıkesir mutasarrıflığından azle-
dilmiş mülkî bir amir,531 İbrahim Bey ise, sadece medrese kökenli bir
İttihadçı değil, aynı zamanda Edirne’nin istirdadına 300 kişilik öncü
kuvvetiyle iştirak etmiş, İTC’den Kütahya mebusu seçilmiş ve İTC’nin
Fatih Katib-i Mesul’ü olmuş biri idi.532 Ali Fuad Cebesoy’un yazdık-
ları da bigâne kalınacak gibi değildir:
“Amasya içtimaı ve mukarreratını kurtuluş gününe kadar harikalar yaratan
milletimizin milli kıyamına tam bir mebde olarak kabul etmek doğru değildir.
Ondan evvel de buna benzer içtimalar olmuş, İzmir’ de Müdafaa-i Hukuk-ı Os-
maniye, Edirne’ de Trakya Paşaeli, merkezi İstanbul’ da bulunan Vilâyat-ı Şarkiye
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Redd-i İlhak gibi cemiyetler kurulmuş, Adana ihti-
lali hazırlığı yapılmış, İzmir hinterlandı cephesinin tesisine başlanmış, Erzurum
Kongresi içtimaa çağrılmıştı. Fakat Amasya içtimaı ve mukarreratının ehemmi-
yeti ve hususiyeti çok daha başkadır. Münferit ve mıntıkavî [bölgesel] teşebbüsler
birleştirilmiş, bütün milletin, istiklal ve vatanımızın uğradığı tehlike etrafında
müttehit olduğu gerek harice ve gerekse de dâhile gösterilmiştir.” 533

531 Mustafa Kemal’in hem sadece cephede de mücadele eden mebuslara verilen Kırmı-
zı-Yeşil şeritli İstiklal Madalyasını almaya hak kazanmış mebuslar listesinden Hacim
Muhittin Çarıklı’nın ismini önce çizmesi-ki sonra binbir zahmetle bu madalya veril-
miştir-, hem de Nutuk’ta Balıkesir Kuva-yı Milliye Teşkilatı ve bu teşkilatın topladığı
kongrelerden bahsetmemesi Çarıklı’nın oğlu tarafından da garip karşılanmıştır. Tur-
gut Çarıklı, Babam Hacim Muhittin Çarıklı Bir Kuva-yı Milliyecinin Yaşam Öyküsü,
Haz. Y. Hakan Erdem, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi yayınları, 2005, s.139-146. Tur-
gut Çarıklı, Mustafa Kemal’in babasında kabullenemediği şeyin yurdun kurtarılması
konusunda kapsamlı bir görüşe sahip olması ve bu görüşünü liderlik niteliğinin yar-
dımıyla etrafındakilere kabul ettirmesi olduğu kanaatindedir. Tüm bunlara rağmen
babasının Cumhuriyet Halk Partisi’ne ve başındakilere bağlılığını sürdürdüğünü ve
gücünü giderek arttıran bu bağlılığın kendisinin de anlayamadığı bir sadakate dö-
nüştüğünü ifade eder. a.g.e., s. 145,199. Turgut Çarıklı, babasının İttihadçılığından
tam emin olamadığını ihsas eden ifadeler kullanmaktaysa da Hacim Çarıklı’nın bu
vasfından şüphe etmemek iktiza eder. Anadolu’da toplanan kongre üyelerinin ve aha-
linin padişahı, İstanbul hükümetini, büyük devletleri ve Yunan işgalcileri hangi gözle
değerlendirdiklerine dair mühim anekdot ve vesikaların mevcut olduğu Hacim Mu-
hittin merkezli bir eser için bkz. Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri ve Hacim Muhittin
Çarıklı’nın Kuvâ-yı Milliye Hatıraları (1919-1920), Ankara: Ankara Üniversitesi Türk
İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları, 2014.
532 Tekeli-İlkin, Ege’deki Sivil Direnişten Kurtuluş Savaşı’na Geçerken Uşak Heyet-i
Mer-keziyesi ve İbrahim (Tahtakılıç) Bey, s. 366-367.
533 Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, s. 96.

- 322 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Bir Anayasa Hukuku çalışması görünümündeki Türkiye’de Kongre


İktidarları (1918-1920) unvanlı eserinde Bülent Tanör, “Yerel kongreler,
Mustafa Kemal ve arkadaşlarında odaklaşan ulusal önderliğin girişimi
ve etkisi dışında oluşmuş olmak gibi bir özelliğe sahiptir…Bütün…gel-
gitlere karşın süreklilik gösteren çizginin, yerellikten yöreselliğe, buradan
bölgeselliğe, oradan da ulusallığa tırmanan bu sarmal…kurtuluş hareke-
tinin örgütlenme çizgisinin, resmî tarihteki görüşlerin aksine, aşağıdan
yukarı bir karakter gösterdiğini ve sivil özelliklerinin ağır bastığını ka-
nıtlar” derken resmi yanlış bir şekilde ortaya koymaya çalışmaktadır.
Tanör, “Yerel örgütleyicilerin çok büyük bir bölümü eski ittihatçılardan
ya da sempaztizanlarından oluşmaktadır” tespitinde bulunurken garip
bir şekilde de İttihadçı üst kadro ile yerel kadro arasında keskin bir
ayrım yapmakta ve “nihayet, İttihat ve Terakki ırkçı, maceracı ve ya-
yılmacı eğilimler içindeydi, ideolojisi de Pantürkçü ve İslamcı bir karı-
şımdı. Yerel kongrelere öncülük eden İttihatçı unsurlar ise Anadolu mil-
liyetçisiydi” diyerek aslında İTC ve İttihadçılığa hiç vakıf olmadığını
göstermekte ve bir vukufiyeti haiz olmadan esaslı tezler ileri sürüle-
meyeceğine de bir misal ve delil teşkil etmektedir.534
534 Bülent Tanör, Türkiye’de Kongre İktidarları (1918-1920), İstanbul: YKY, 2002,
s.128,129,137,139. Tanör’ün “aşağıdan yukarıya demokratik katılım” ve “laiklik”
aradığı, dine mesafesini açıkça ızhar ettiği kongrelere dair bu çalışmasında fahiş
hatalara da tesadüf edilmektedir. Mesela kitabının 192.sayfasında “İlginçtir, Gazi
Ahmet Muhtar Paşa Kasım 1920’de Çiçerin’e gönderdiği notada, millî şûra hükü-
metlerinden artakalanlardan ‘küçük Sovyet hükümetleri’ diye söz etmiştir” demekte,
kaynak olarak da Gotthard Jaeschke-Münster Westfalen’in “1919-1939 Yılları Ara-
sındaki Türk-Rus Yakınlaşması Hakkında Bir İnceleme (Atatürk Dönemi Sovyet
Politikası Hakkında)” unvanlı makalelerini göstermektedir. Ancak o dönem ebedî
istirahatgâhında medfun bulunan merhum Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın kabirden
Çiçerin’e muhtıra gönderemeyeceği ve makale sahiplerinin de böyle fahiş bir galata
imza atamayacakları tartışmasız olduğuna göre yanlışlığın kaynağını tespit zımnın-
da mezkûr makaleyi bulup okuma zarureti hâsıl oldu. Bu makaleyi okuduğumuzda
makale sahiplerinin ifadelerinin şöyle olduğunu gördük: “Ahmet Muhtar’ın Kasım
1920’de Çiçerin’e gönderdiği notada bahsettiği…”. Buradaki Ahmed Muhtar, mülki-
ye mezunu, I.TBMM’de mebus olan, kimi zaman hariciye vekilliğine vekâlet eden
Ahmed Muhtar Bey’dir. Bkz. Rifat Uçarol, Gazi Ahmet Muhtar Paşa, İstanbul: De-
rin Yayınları, 2015; Mücellidoğlu Ali Çankaya, Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler,
3.Cilt, Ankara: Mars Matbaası, 1968-1969; Gotthard Jaeschke-Münster Westfalen,
“1919-1939 Yılları Arasındaki Türk-Rus Yakınlaşması Hakkında Bir İnceleme (Ata-
türk Dönemi Sovyet Politikası Hakkında)”, Çev. Hüseyin Zamantılı, 1981 Yılı Sosyo-
loji Konferansları, İstanbul: İÜİF Yayınları, 1981.

- 323 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Yurtdışına giden İttihadçı liderler Osmanlı Devleti üzerindeki taz-


yikin azalması ya da bertaraf edilmesi için gayret sarf ediyorlardı. An-
kara İstiklal Mahkemesi’nin İzmir Suikastı sebebiyle bîgünah insanlar
hakkında da idam kararı verdiği535 bir terör ortamında536 Ankara’da
yapılan İttihadçı yargılamalarında Dr. Rusuhi’nin “Talat Paşa diğer
mazlum kavimlerin adamlarıyla temasta idi. Memleketlerinizde ne müm-
künse yapınız da İtilaf devletlerinin bizimle uğraşmaya vakitleri kalma-
sın diyordu. Talat Paşa’nın hariçteki faaliyeti Türkiye üzerine hücumları
refetmekti [kaldırmaktı],” demesi dikkat çekicidir. Talat Paşa, Mustafa
Kemal’e yazdığı 22 Kanunıevvel 1919 tarihli mektupta özet olarak, Av-
rupa’nın hammadde ihtiyacı için muhtaç olduğu Rusya’nın Bolşevikle-
rin eline geçmiş olması hasebiyle buradan mahrum kalacağı menfaati
ve maruz kaldığı zararı imkân nispetinde Türkiye’den telafi ve temin
cihetine gideceğini, sırf iktisadî menfaatleri itibariyle bile bizimle ak-
dedecekleri bir sulhün hür ve müstakil bir Türkiye’nin vücuduna mani
olacağını, akdedilecek bir sulhün tahdid edeceği Türkiye’nin, İtilaf
devletlerinin bu gayesine sed çekebilecek bir kuvvette olamayacağını,
bu kuvvetin hariçte aranması ve muavin kuvvetler vücuda getirmek
icap ettiğini, bununsa Türklük ve İslam âlemi olduğunu, dolayısıyla
memleket için şimdilik üç şekilde çalışmayı muvafık bulduğunu, bi-
rinin dâhilde, diğerlerininse hariçte Türklük ve İslamlık âleminde ol-
duğunu, bunun icrası zımnında ise dâhildeki teşkilat-ı milliyenin ik-
tidarı tamamıyla ele alıp muntazam bir hükümet şeklinde memleketi
idare ederek sulhü akdetmesi ve hariçte bulunan uzuvlar ile açık hiçbir
münasebet tesisinde bulunmaması gerektiğini, zaten kendilerinin siyasî
vaziyetlerinin bugün buna müsait olmadığı gibi memleket için de za-
rarlı olduğunu, dâhildekilerin müstakil olarak çalışmalarını, hariçte-
kilerinse gerekirse Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına veya teşkil edeceği
bir büroya bağlanabileceğini, hatta askerce bir itaate de hazır olduk-
larını, yine Mustafa Kemal Paşa’nın istediği şekle girmenin, istediği
535 Mahkeme Reisi Ali Çetinkaya, Ankara’daki yargılamada Cavid Bey’e resmen ve ale-
nen “Cavid Bey, şunu iyi bilin ki, İstiklal Mahkemesi şahsî kanaate göre hüküm verir,”
diyerek aslında vesika, delil, mantık aranmayacağını da net olarak ifade ediyordu.
Kocahanoğlu, İzmir Suikasti’nin Perde Arkası, s. 512.
536 Mete Tunçay, Ankara İstiklal Mahkemesi’nin hem İzmir hem de Ankara’daki
İttihadçı yargılamalarında verdiği kararlar için “siyasî-adlî terör hükümleri”
ifadesini kullanır. Mete Tunçay, T.C.’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-
1931), İstanbul: Cem Yayınevi, 1992, s. 166.

- 324 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

tarzda çalışmanın, arzu ettiği hususî ve umumî her türlü fedakârlıkta


bulunmanın kendilerinin en büyük emelleri olduğunu yazmış ve yurt-
dışında bu vadide inanılmaz bir mesai harcamıştı.537 Mustafa Kemal
de Talat Paşa’nın bu mektubuna yazdığı 29 Şubat 1920 tarihli cevabî
mektupta bunu itiraf ediyordu: “Bir seneden beri Avrupa’ daki mesainiz
şayan-ı memnuniyettir. Aynı tarzda sarf-ı mesaiye devam daha faideli ne-
tayiç verecektir… Sizin de takdir ettiğiniz gibi bir zaman için münase-
betimizin bilhassa hafî [gizli] tutulması pek mühimdir.” İlginçtir, Mus-
tafa Kemal, aynı mektupta Cavid Bey için de “Cavid Bey’in mesâîsini
her zaman semere-bahş [faydalı] bulurum,” demekteydi.538
Bugün artık kabul edilen gerçek şudur ki, Millî Mücadele,
İttihadçı kadroların eseri ve başarısıdır.539 Zürcher, Milli Mücadele’nin
(metinde Milli Mukavemet Hareketi) çekirdeğini teşkil eden üç un-
surun İttihadçı geçmişi olan subaylar, eski Teşkilat-ı Mahsusacılar ve
İTC’nin vilayet idarecileri ve teşkilatçıları olduğunu yazmaktadır.540
Bu ana kadar izah edilenlerden de anlaşılacağı üzere İttihadçı kadro-
ların başka türlü hareket etmesi de mümkün değildi. İttihadçılık, sa-
dece haysiyet kırıcı Balkan Harbi hezimet ve rezaletinden sonra elde
kalan Anadolu ve Trakya topraklarını ne pahasına olursa olsun ko-
rumanın değil, aynı zamanda göçlerle ve İslam temelli oluşan Türk
537 Mektup için bkz. İlhan Tekeli-Selim İlkin, Cumhuriyetin Harcı-Köktenci Modernite-
nin Doğuşu, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003, s. 124-129.
538 İlhan Tekeli-Selim İlkin, a.g.e., s. 135-136.
539 Millî Mücadele’nin Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkmasından evvel başladığı, belli bir
aşamaya geldiği hususu da artık ciddî ve ilmî hiçbir çalışmada inkâr edilmemektedir.
Mustafa Kemal’in Nutuk’ta Milli Mücadele’yi Samsun’a ayak bastığı tarihte başlat-
ması ve ayaklanan birkaç yerel gruptan başkasının olmadığını söylemesi bugün için
tenkit edilmektedir. Bu konuda Zürcher’in ifadeleri anlamlıdır: “…Bu durum, gerçeği
birkaç noktadan çarpıtmaktadır. Bölgesel direniş hareketleri, muhtemelen Atatürk’ün
Anadolu’ya çıkışını da sağlamış olan İttihat ve Terakki tarafından kurulmuş ve yöne-
tilmekte olan merkezi bir organizasyonun ürünü olup Atatürk katıldığında direniş altı
aydır devam etmekteydi. Atatürk, bu nitelikli direniş grubunu, kendi teşkilatının ba-
şına geçmeye çalışan bir alay gaspçı olarak resmediyor. Gerçekte ise Atatürk, onların
kurdukları teşkilatları yavaş yavaş kendi eline geçirecekti.” Zürcher, Savaş, Devrim ve
Uluslaşma-Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908–1928), s. 11. En ağır Nutuk eleştiri-
si Kazım Karabekir’e aittir. Kapsamlı ve yeni bir Nutuk eleştirisi için bkz. Taha Akyol,
Ama Hangi Atatürk, İstanbul: Doğan Kitap, 2008.
540 Erik Jan Zürcher, The Young Turk Legacy and Nation Building From the Ottoman
Empire to Atatürk’s Turkey, New York: I.B.Tauris, 2010, s. 108.

- 325 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Milleti’ni korumanın da adıydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin -ki


aynı zamanda hükûmetinin- I. Dünya Harbi’ne girmesini bu açıdan da
değerlendirmek gerekmektedir. Uzun müddettir kapitülasyonların yol
açtığı haksız rekabet de iktisadî istiklal arzusunu körüklemekteydi.541
İzmir Suikastı vesilesiyle yapılan İstiklal Mahkemeleri yargılamala-
rında hayatta kalmış İttihadçı liderlerin itham edildiği suçlardan biri
de devleti gereksiz yere harbe sokmaktı. Ankara’daki yargılamada mah-
keme reisi bu meseleyi en iyi bilenlerden biri olmasına rağmen hepsi
bîgünah olan sanıklara en fazla bu hususta hakaret yağdırıyor, ithamda
bulunuyordu. Fakat Mustafa Kemal’in 9 Ekim 1919’da Sivas’tan döne-
min Harbiye Nazırı Mersinli Cemal Paşa’ya gönderdiği telgrafta farklı
şeyler yer almaktaydı:
“Gayrikabil-i tamir-i felaket ve netayic-i elimeye müncer olduğundan bugün
milletin adem-i memnuniyetini celbeden Harb-i Umumiye iştirak etmemek elbette
son derece şayan-ı arzu idi. Fakat buna imkan-ı maddi mevcut değildi. Çünkü
adem-i iştirak müsellah [silahlı] bir bitaraflığı yani boğazların mesdut [kapalı]
bulundurulmasını icap ettiriyordu. Hâlbuki vatanımızın mevki-i coğrafisi, İstan-
bul’un sevkülceyşisi [strateji] Rusların İtilaf Hükümetleri yanında ahz-ı mevki et-
miş [yer almış] olması bizim seyirci kalmamıza asla müsait değildi. Bundan başka
müsellah bir bitaraflığın [silahlı tarafsızlık] idamesi için paramız, silahımız, sa-
nayimiz, hülasa lazım olan vesaitimiz mevcut değildi. İtilaf devletlerinin, bil-
hassa İngilizlerin para vermemesinden sarf-ı nazar gemilerimizi zapt ve milletin
dişinden tırnağından arttırarak biriktirdiği inşaat-ı bahriyeye ait yedi milyon li-
ramızı da gasbetmeleri ve Düvel-i İtilafiyenin ilan-ı harple beraber bizim harbe
duhulümüzden daha dört ay evvel tamamen Hükümet-i Osmaniye zararına bir
Ermenistan Cumhuriyeti teşkiline karar verdiklerini ilan etmiş olmaları ve hatta
Bolşeviklerin neşrettiği gizli muahedattan anlaşıldığına göre İstanbul’un Çarlık
Rusya’sına vaad edilmiş olması harbe İtilaf devletleri aleyhine girmekliğin gay-
rikabil-i içtinap [kaçınılmaz] olduğunu gösterir delalil-i vazıhadandır [açık ve
net delillerdendir]. Bir de İngiltere ve Fransa’nın kendisine İstanbul’u vaad eyle-
dikleri Rusya dururken Balkan Harb-i meş’umundan [uğursuz] sonra hiçbir kıy-
met-i askeriye ve mevcudiyet-i milliye atfeylemedikleri milletimizi, kendilerine
iltihak eylemeyi arzetsek bile, tercih edeceğini tasavvur eylemek elbette doğru ol-
maz. Harbe girmekliğimizi bir cinayet telakki etmek ve koca bir milleti dört beş
kişinin baziçesi [oyuncağı] olacak derekede addeylemek fikrimizce lehimizde bir

541 Ankara İstiklal Mahkemesi’ndeki müdafaasında Dr. Nazım “Zaten Harb-i Umumî’ye
girmenin başlıca sebebi de, kapitülasyonlardan kurtulmak, istiklalimizi kazanmak
içindi,” demekteydi. Dr. Nazım’ın müdafaası için bkz. Eyicil, a.g.e., s. 299-370.

- 326 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

faideyi mucip olmak şöyle dursun, bilakis sakıt Ferid Paşanın Paris’te Avrupa’ dan
merhamet dilenmek efkâr-ı sakimanesi ile [sakat düşüncesiyle] serdeylediği beya-
nat-ı zelilanesine Clemenseau’nun vermiş olduğu hakaret-alut [hakaretamiz] ce-
vabın maazallah bir kere daha işitilmesine sebep olabilir. Binaenaleyh merdane
bir surette hakikatı söylemek ve kahramanca harbeden bu koca milletin mağlu-
biyetin netayic-i zaruriyesine katlanmakla beraber hareketinin cinayet telakki ve
bu yüzden ittiham [suçlanması] ve tecziye edilmesini kabul etmemek en salim ve
en hayırlı bir prensip telakki olunabilir.”542

Mustafa Kemal, Talat Paşa’ya yazdığı 29 Şubat 1920 tarihli mek-


tupta da Cemal Paşa’ya verdiği cevaba atıfta bulunuyor ve aynı inancı
tekrarlıyordu.
“Ben müdafaa ettiğim prensipler meyanında Harb-i Umumî’ye duhulün za-
rurî olduğunu ve harbe duhul ettikten sonra grubuna dâhil bulunmanın yine za-
rurî olduğunu ve bundan dolayı harb mes’ulü aramak mantıksız olduğunu ale-
lıtlak Kanun-ı Esasî ahkâmına mugayir hareket edilmiş ise bu suretle hareket
eden kabineleri meydana çıkarmak ve haklarında ahkâm-ı kanuniye tatbik et-
mek için mütarekeden evvel Balkan Harbi’nden itibaren ve mütarekeden bugüne
kadar mevki-i iktidara geçen kabineleri nazar-ı dikkate almak lazım geleceğini
ifade ediyorum. İşbu nokta-i nazarlarımı, benden, Harb-i Umumî’yi ilan eden
kabine ve Harb-i Umumîye duhul ve Alman taraftarlığı aleyhinde resmen beya-
natta bulunmamı talep ederek müdafaa ettim”.543

Benzer bir duruma Mondros Ateşkes Anlaşması’nın imzası sebe-


biyle de tesadüf edilmektedir. Kemalist tarih yazıcılığında ve bilhassa
Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesi esnasında TBMM’de ve basında
vuku bulan tartışmalarda Fethi Bey’e Mondros Ateşkes Anlaşması’nı
imzalayan hükümette yer aldığı için ağır hücumlar yapılmıştır. Oysa
o sıralarda Mustafa Kemal, bunu da bir “zorunluluk” olarak görmek-
teydi. Mustafa Kemal’in 1918 Ekim’inin ortalarında padişahın baş-
yaveri Naci Bey’e gönderdiği telgraf hiçbir şüpheye mahal bırakma-
yacak netliktedir:

“Seryaver-i Hazret-i Şehriyari Naci Beyefendi’ye


(gayet mahremdir)
Talat Paşa kabinesinin mefluç bir halde Tevfik Paşa Hazretlerinin muayyen
bir kabine teşkilinde müşkülata maruz bulunmakta olduğunu haber alıyorum.

542 TBMM Zabıt Ceridesi, İ.2. 24.4.1336, C.2, s. 20. a


543 İlhan Tekeli-Selim İlkin, a.g.e.,135.

- 327 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Ordular muharebe kudretinden mahrum ve zaten kuva-yi mevcude müdafaadan


aciz bir hale getirilmiştir. Düşman hergün daha müsait ve ezici şurut ihraz et-
mektedir. Müttefiken olmadığı takdirde münferiden ve behemahal sulhü takar-
rür ettirmek lazımdır ve bunun için fevt olunacak bir an dahi kalmamıştır. Aksi
takdirde memleketin kâmilen elden çıkması ve devletimizin gayr-i kabil-i telafi
mehalike maruz kalması baidü’ l- ihtimal değildir. Muhterem padişahımıza olan
sadakat ve merbutiyetim ve vatanımın temin-i selameti itibariyle arz ederim ki
Tevfik Paşa Hazretleri filhakika müşkülata tesadüf etmişlerse sadaretin derhal
İzzet Paşa Hazretlerine tevcihi ve müşarunileyhin de esası Fethi, Tahsin, Rauf,
Canbulat, Azmi, Şeyhülislam Hayri ve acizlerinden mürekkep bir kabine teşkil
etmesi zaruridir. Zevat-ı mezkurenin vücuda getireceği kabine vaziyete hâkim
olabileceği zann ü itikadındayım. Tevfik Paşa Hazretleri size isimlerini söyledi-
ğim zevata müracaat ettiği takdirde mazhar-ı teshilat olabilir zannederim. Mü-
nasip ise bu zevatın Şevkemeap Efendimize arzını rica ederim. Teşriinevvel 1918
Fahri Yaver-i Hazret-i Şehriyari Mustafa Kemal” 544

Falih Rıfkı Atay da, yıllar sonra bunu itiraftan kendini alamamış-
tır: “Sonradan Ali Çetinkaya ve bazı arkadaşlarının bu mütarekeyi im-
zaladığı için Rauf [Orbay] Beye niçin hücum ettiklerini anlamak güçtür.
Mondros Mütarekesi o günkü şartlar içinde seçmek zorunda olduğumuz
felaketlerin en hafifi idi. Ya Mütareke yapacaktık yahut General Fran-
chet d’Esperey, orduları ile İstanbul’a girerek devlete el koyacaktı.”545
544 Yusuf Hikmet Bayur, “1918 Bırakışmasından Az Önce Mustafa Kemal Paşa’nın Baş-
yaver Naci Bey Yolu ile Padişaha Bir Başvurması”, Belleten, 1957, Cilt: XXI, S: 84, s.
563-564. Bayur, bu makalesinde Mustafa Kemal’in harbe hiç taraftar olmadığını,
padişahın Mustafa Kemal’i harbiye nazırı yapmamakla onun himayesinden istifa-
de fırsatını kaçırdığını, Atatürk’ün ara sıra bu mektubu andığını, çünkü hükûmette
İzzet Paşa ve kendisinden başka bir orduya ve ordular grubuna komuta etmiş kim-
senin bulunmadığını söylediğini, Mustafa Kemal’e istediğiniz olsaydı ne yapardınız
diye sorduğunda ise onun “Padişah ve hükûmeti alıp Anadolu’ya çekilir, bırakışma ve
barış görüşmelerini oradan idare ederdim” cevabını verdiğini yazmaktadır. Telgrafın
orijinali de 565. sayfaya derc edilmiştir. Rauf Orbay, bu telgrafın tarihinin 15 Ekim
1918 olduğunu yazmaktadır. Rauf Orbay, Cehennem Değirmeni, Cilt: 1, İstanbul:
Emre Yayınları, 2000, s. 72. Zürcher, 7. ve 24. maddelerin farklı yorumlara açık olu-
şundan endişe duysalar bile “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak olan milliyetçi Türk
subaylarının” bile Mütareke’nin kendisini adaletsiz ya da kabul edilemez görmedi-
ğini yazar. Zürcher, Savaş, Devrim ve Uluslaşma-Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi
(1908–1928), s. 222.
545 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, I. Cilt. Kel Ali diye maruf Ali Çetinkaya’nın Mustafa
Kemal’in etrafındaki “eli silahlı” sadıklardan olduğu malumdur. Kel Ali, gerekti-

- 328 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Mondros Mütarekesi sebebiyle Rauf Bey, itham edilirken onun Vah-


dettin’in emrine göre hareket ettiği de iddia olunarak başka imalarda
da bulunulmuştur. Hâlbuki Vahdettin’in Mondros’a Damad Ferid Pa-
şa’yı göndermek istediği, Sadrazam Ahmed İzzet Paşa kabinesinin is-
tifa tehdidi üzerine de bu “mecnun”u göndermekten vazgeçtiği cüm-
lenin malumuydu.
ğinde eline silah alarak, gerektiğinde Meclis’teki hararetli tartışmalarda bir hatip
olarak, gerektiğinde de İstiklal Mahkemeleri’nde görüldüğü üzere mahkeme reisi
olarak çok kullanışlı bir tetikçi portresi çizmiştir. O, döneme göre Rauf Orbay’ı ya
da Ali Fethi Okyar’ı Mondros’u imzalamakla ya da imzalayan heyette bulunmakla
itham ederken elbette Mustafa Kemal’in imza esnasındaki niyet ve düşüncesinden
haberdardı. Onun bir dönem karşısında el pençe divan durduğu isimler bile İstiklal
Mahkemesi’nde “kelle”yi kurtarmak için kendisine karşı ziyadesiyle mahcup, muti
ve yalvarır bir üslup ve eda ile hitap etmişlerdir. Kel Ali’nin Rauf Bey’i itham etme-
sinin sebebi Rauf Bey’in, muhalif bir tavır takınması, hatta Halk Fırkası’ndan istifa
etmesidir. Ancak o esnada Fethi Bey, bu saldırılardan masun kalabilmiştir, çünkü
hem [Cumhuriyet] Halk Fırkalıdır hem de TBMM reisidir. Fethi Bey, SCF reisiy-
ken aynı ithama maruz kalmıştır. TBMM’deki 15.11.1930 tarihli toplantıda Ali Fet-
hi Bey’in başta Ali Çetinkaya ve Rasih Kaplan’a verdiği cevaplar ironi yüklüdür ve
cedel sanatının bigâne kalınmayacak numunelerindendir. Ali Fethi Okyar’ın S.C.F
hatıraları ve Meclis’teki tartışmalar hakkında bkz. Ali Fethi Okyar, Serbest Cumhu-
riyet Fırkası Nasıl Doğdu, Nasıl Fesh Edildi?, İstanbul: İsis Yayınları (Kitap kapağı
ve sayfalarında yayınevinin ismi yer almamaktadır), 1987; Fethi Okyar’ın Anıları-
Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye, Haz. Osman Okyar-Mehmet Seyitdanlıoğlu,
İstanbul: İş Bankası Yayınları, 1999; Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam (Hatıralar),
Haz. Cemal Kutay, İstanbul: Tercüman Yayınları, 1981. Cemal Kutay’ın hadden aşırı
müdahalesinin görüldüğü baskı, her ne kadar hatırat hüviyetinden çıkmışsa da yine
de bigâne kalınmaması iktiza eden bir çalışmadır. Okyar-Seyitdanlıoğlu baskısında
ise girizgâh bölümünde Mustafa Kemal’e Suikast Hadisesi sebebiyle gıyabında ölüm
cezası verilen Ankara eski valisi Abdülkadir hakkında “eski Ankara Valisi Abdülka-
dir saklandığı yerde öldürüldü” (s. 44) ifadesi yazılmaktadır ki, umarız eserin yeni
baskılarında bu hata tashih edilmiştir. Cavid Bey’inse idama giderken bile Ankara
İstiklal Mahkemesi huzurunda Mütareke’yi müdafaa etmesi dikkat çekicidir: “Mü-
tareke şartları içinde elbette fena olanlar vardır, fakat onlar bugünkü gözle değil o
günkü gözle, bugünkü ahval ve şeraitle değil o günkü ahval ve şeraitle mukayese etmek
lazımdır. Zamanın tesirlerini inkâr etmek mümkün değildir. Bütün ordulardan bir
an evvel mütareke yapınız diye telgraflar geldiği ve bütün Harbiye Nezareti erkânının
mütareke lazımdır dediklerini sadrazam ve harbiye nazırı olan zat meclis-i vükelada
gelip bize söylüyordu. Bundan dolayı bütün arkadaşlarım bir an evvel mütarekenin
yapılmasına kani idiler ve ondan dolayı o mütarekeyi yaptılar.” Kocahanoğlu, Sevgili
Aliye’m- Maliye Nazırı Cavid Bey’in Hapishane Mektupları ve Savunmaları, s. 194.

- 329 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

İttihadçılık ve Kemalizm’i karşılaştırırken müracaat edilmesi gerekli


en önemli vesikalardan olan bu telgraf ve mektuplar, Millî Mücadele
için İttihadçı kadroların olmazsa olmaz bir kıymete sahip olduğu dö-
nemde yazılmıştır. O esnada Mustafa Kemal’in İttihadçılardan bağımsız
hareket edecek ne bir gücü ne de kendine bağlı bir kadrosu vardır.546
Mustafa Kemal, alt yapısı daha önceden hazırlanmış bir hareketin
başına geçmiştir. Millî Mücadele’nin salt silah ve insan kadrosu de-
ğil, cereyan ettiği Anadolu mıntıkasının Türk Milleti’nin yaşayacağı
ve bu sebeple de her ne pahasına olursa olsun savunulması elzem son
savunma noktası olduğu fikri de İttihadçıların eseriydi. İttihadçıların
hazırlığı olmasaydı Millî Mücadele muvaffak değil belki mahvolur,
hatta hiç de olamayabilirdi.547
Bugün itibariyle geniş bir koalisyon tarafından “pis iş” addedilen
Ege bölgesindeki bazı Rumların ve esas itibariyle savaş bölgelerindeki
546 Bu bağlamda, Erik Jan Zürcher’in haddinden fazla ilgi gören Milli Mücadele’de İt-
tihadçılık isimli eserinin temel açmazı, İttihadçı etkisini ve ağırlığını esas itibariyle
insan/kadro unsuruna bağlamasıdır. Yine de hiç olmazsa bu bakımdan bile mühim
tespitlerin yer aldığı başarılı bir çalışmadır.
547 Millî Mücadele’nin en büyük şansı, I. Dünya Harbi’nin İngiltere ve Fransa gibi bü-
yük devletleri bile harbe devamdan alıkoyan yıkıcılığı ve bıktırıcılığıydı. Şu anekdot
oldukça çarpıcıdır: Haziran 1919’da Ankara’ya Brown isimli bir Amerikalı gazeteci
gelir. İngiliz kontrol zabitlerinin arzuları hilafına da kolordu kumandanı Ali Fuat
Cebesoy’u ziyaret eder. Brown’nın Cebesoy’a anlattığı seyahat macerası hayli ilginç-
tir: Mondros Mütarekesi’nden sonra Batum’dan İstanbul’a gelmek üzere kalkacak
vapurlardan birinde kendisine yer verilmesi için İngilizlere müracaat eder. Onlar
da kendisine terhis edilmiş 1.500 İngiliz askeri ile memlekete dönecek yirmi otuz
kadar zabiti götürecek bir vapurda yer bulurlar. Mr. Brown, seyahat esnasında İn-
giliz zabitleriyle kumar oynarken masanın etrafındaki İngilizlerin ellerini yukarıya
kaldırdıklarını görür. Eli silahlı korsanların kendilerini sardığını görür. Korsanlar, o
esnada orada bulunanların ceplerindeki ve hatta kamaralarındaki kıymetli her şeyi
toplarlar. Gazeteci, zabitlerden birine bu 15-20 kişiye niçin karşı koymadıklarını
sorduğunda zabit gülerek “buna lüzum yok, nasıl olsa yakalanacaklar; güvertede ve
ambarlarda binbeşyüz İngiliz askeri var” der. Gazeteci ve zabitler güverteye çıktık-
larında medet umdukları İngiliz askerlerinin de ellerini havaya kaldırdıklarını ve
sıraya dizildiklerini görürler. Korsanlar burunları bile kanamadan gemiden takalara
inerler. Gazeteci, askerlerin korsanları yakalayacağından bahseden zabite bu duru-
mun sebebini sorar. Aldığı cevap şudur: “Dört sene anavatandan uzakta devam eden
harp, askerlerimizi bezdirdi. Yeni bir mücadeleye atılmaktansa ceplerindeki parayı ve-
rip kendilerini bekleyen ailelerinin yanına dönmeyi düşündüler. Mesele bu.” Cebesoy,
Millî Mücadele Hatıraları, s. 113-114.

- 330 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Ermenilerin tehcire tabi tutulmasının, dürüst olunduğunda Millî Mü-


cadele diye tesmiye edilen hareketin işini hayli kolaylaştırdığı görüle-
cektir. Hukukîliği, ahlakîliği ve müracaat edilmemesi halinde savaşın
seyrini nasıl etkileyeceği ihtimali bir tarafa, Ermeni Tehciri vuku bul-
masaydı Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra Anadolu’da bir Millî
Mücadele hangi şartlarda başarılı olurdu sorusuna cevap vermek de
çok kolay olmasa gerektir.548 Çünkü tehcirle birlikte Anadolu’da ciddî
bir Ermeni nüfusun kalmadığı gerçeğinde bile 1918–1919 şartlarında
Trabzon ve Erzurum merkezli yerel direniş ve mücadele örgütlerinin
temel hedefi Doğu Anadolu merkezli geniş bölgenin Ermenilere bıra-
kılmamasıydı.549 Hatta bazı Kürt örgütlerinin bile özerk veya bağımsız
bir Kürt devleti talep etmelerinin temel gerekçesi, bölgenin Ermenilere
bırakılması tehlikesi ve korkusuydu.550 İlginçtir, Millî Mücadele’nin ka-
rarlaştırıldığı merkezler Trabzon ve Erzurum, cereyan sahnesi -Fran-
sız ve İngilizlerle bazı bölgelerde yapılan mevzî çatışmalar hariç- Batı
Anadolu’dur.551 Kısaca Millî Mücadele, esas itibariyle bir Türk-Yunan
548 Unutmamak gerekir ki Millî Mücadele için mühim bir mevki işgal eden Erzu-
rum’daki Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin ismi ancak Sivas Kongresi
kararıyla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne çevrilmiştir. Hem Er-
zurum hem de Sivas Kongresi’nde Ermeni Meselesi esaslı bir yer tutar.
549 “Kazım (Karabekir) Paşa, 1918 Ekimi’nden itibaren İttihad ve Terakki içinde, özellikle
de asker üyeleri arasında tasarlanan, Anadolu’da bir direniş hareketi örgütlenmesi
fikrini ilk destekleyenlerden biriydi… Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye
Cemiyeti’nin faaliyetlerini teşvik etmeye girişti. Bu örgüt, 1918 Aralık ayında, İstan-
bul’a Doğu illerinden gelen bir takım İttihadcılarca o bölge üzerindeki Ermeni iddiala-
rına karşı koymak için kurulmuştu, şimdi de ünlü Erzurum Kongresi’ni hazırlıyordu.”
Zürcher, Savaş, Devrim ve Uluslaşma-Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908–1928),
s. 16.
550 Ali Birinci, Şerif Paşa’nın Paris Sulh Konferansı’na Kürt Delegesi olarak katılmasını,
bu safhada 22 Mart 1919 tarihli beyannamesiyle Kürtlüğü müdafa etmesini onun
Şarkî Anadolu’nun Ermenilere veriliyor olmasına ve Ermeni iddialarına karşı dile
getirdiği kanısındadır. Hatta Şerif Paşa ancak bir sene devam eden siyasetten ve
Kürt Delegesi sıfatından 21 Nisan 1920’de Monte Carlo’dan “Taht-ı Hilafet ve merbu-
tiyet-i amikamdan dolayı efkâr-ı muzırra ve iftirak-cuyaneyi reddederek Sulh Konfe-
ransı nezdindeki Kürt Delegesi Riyaseti’nden istifa ettim. Her şeyden evvel Müslüman
olduğum için hiçbir siyasî fırkanın tesir ve nüfuzuna kapılmaksızın bütün gayret ve
sayimi hukuk-ı hilafetin muhafazasına hasr ve tahsis eyleyeceğim. Şerif” diyerek isti-
fasını sunmuştur. Ali Birinci, Tarihin Gölgesinde Meşahir-i Meçhuleden Birkaç Zat,
İstanbul: Dergâh Yayınları, 2001, s. 200-201.
551 Mustafa Kemal Samsun’a çıktığında küçük de olsa bir İngiliz birliği vardı. Antal-
ya’da İtalyanlar vardı. Ancak İzmir’e Yunanlıların ayak basması milleti çileden çı-

- 331 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

harbidir diyenler yanlış bir şey söylememektedirler. Fakat ateşkes an-


laşmasının hükümleri gereği bu mücadelenin kolay olmadığı da bir
gerçektir ama yine de Millî Mücadele, I. Dünya Harbi ağırlığında bir
savaş değildir. Mesela bir Çanakkale Destanı, kelimenin tam mânâ-
sıyla tarihî bir başarıdır ve zaten bunun için de Kemalist tarih yazıcı-
lığında Millî Mücadele’nin bağlandığı, ilişkilendirildiği tek hadisedir.
Sebebi basittir: Güya İttihadçılar, imparatorluğu gereksiz yere savaşa
sokmuşlar, yüz binlerce vatan evladının şehit olmasına sebep olmuş-
lar ve devasa toprakları kaybetmişlerdir; yine de bu harp esnasında
bazı kahramanlıklar olmuştur. Çanakkale bunların en kayda değeri-
dir ve yedi düvele karşı başarı kazanılmıştır.552 İşte bu başarının mi-
marı Mustafa Kemal’dir. Oysa Mustafa Kemal’in bu başarıdaki kat-
kısı kabil-i inkâr olmamakla birlikte destansı boyutta da değildir. Son
yıllarda az da olsa bir gelişmeye tesadüf edilmekle birlikte Çanakkale
başarısında katkısı olan birçok komutanın ısrarla görmezden gelinmesi
Kemalist tarih yazıcılarının bilinçli bir tercihidir. Eğer Mustafa Ke-
mal, Çanakkale yerine mesela bir dönem bayram olarak da kutlanan
Kutulamare’deki başarının komutanı olsaydı Halil Paşa’dan esirgenen
kahramanlıklar/övgüler kendisinden esirgenmeyecekti. Çanakkale’nin
önemi Anadolu sınırları içinde olması ve elde kalmasıydı.
karmıştır. Daha önce de temas ettiğimiz üzere Samsun’daki İngilizler Rumlardan
ziyade Müslümanlara daha yakın davranmıştı. Samsun Mutasarrıfı Deli Hamid Bey
“[Samsun’daki İngiliz mümessillerin] çoğu Müslüman Hintli olan askerlere fazla gü-
venleri de yoktu. Bu askerler, Müslümanlara karşı sevgi gösterisi için hiçbir fırsatı
kaçırmıyorlardı. Etraflarında bir İngiliz bulunmadığı zamanlar önümüze çıkıp lisan-ı
hal ile iyi niyetlerini ispata çalışırlardı” demektedir. Eken, a.g.e., s. 532-533. İngiliz-
ler Hamid Bey’in dirayetli idaresi karşısında Samsun’da işleri kalmadığından, asa-
yişin tüm mesuliyetinin Hamid Bey’in uhdesinde bulunduğunu mutazammın bir
taahhüdün tevdii halinde şehri terk edeceklerini bildirmiş, Hamid Bey’in ajansla
bunu halka ilan etmesi üzerine de mümessiler ve telsiz efradı haricinde İngilizler
Samsun’u terk etmişti, Eken, a.g.e., s. 550. Deli Hamid Bey, Nutuk’ta kendisinin eleş-
tirilmesi vesilesiyle de şunları yazmaktadır: “Şurada bu vesile ile arz edeyim ki ben,
İngilizlere ne düşmanlık ettim, ne de hizmetlerinde bulundum. Zaten üç yüz kilometre
dâhile çekilip düşman donanmasına pala sallayanları taklide ne mevkiim, ne de aklım
müsaitti.” Eken, a.g.e., s. 556-557.
552 Gariptir, “yedi düvel” metaforunu daha evvel Ziya Gökalp “yedi çar” şeklinde Enver
Paşa için kullanmıştır. Gökalp’e göre Enver Paşa, “yedi çar”a meydan okuyan bir
kahramandır.

- 332 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Mustafa Kemal, Millî Mücadele’nin büyük devletlere karşı değil,


Yunanlılara karşı verileceğini çok iyi bilmekteydi. Büyük devletlerin
hiçbirisi hem de Mütareke’den sonra harbe devam edecek vaziyette
değildi. Savaştan sonra sadece hükümetler, hanedanlar değil, rejimler
de sarsılmaktaydı. Galip devletlerde de sosyal ve iktisadî ortam alt-üst
oluşların yaşanacağı kadar kötüydü. Mustafa Kemal’in, bu durumu çok
net bir şekilde tespit ettiğini görürüz. Rasim Başara ve Cevat Dursu-
noğlu’nun şahitliği çok mühimdir.
Rasim Başara’nın hatıratı kısaca şöyledir: 27 Haziran 1919’ta Mus-
tafa Kemal Erzurum’a gitmek üzere Sivas’a gelmiştir. Kendisiyle daha
Havza ve Amasya’da iken kolordu ve vilayete yazdığı şifrelerle irtibat
tesis edilmiş ve evvelce Sivas’a gönderdiği Müfettişlik Sıhhiye Reisi Mi-
ralay İbrahim Tali ve Topçu Binbaşısı Kemal Beylerle çeşitli faaliyet-
lere başlanmıştır. Mustafa Kemal resmî ziyaretleri kabulden sonra ay-
rıca memleketin münevver ve ileri gelenleri ile toplu bir halde konuşma
arzusu göstermiştir. Mustafa Kemal şunları söylemiştir:
“Biliyorsunuz ki İstanbul fiilen ecnebi askerlerinin işgalindedir. İzmir ve
Adana’yı da işgal ettiler. Bunları bir başlangıç saymak lazımdır. Arkası da ge-
lecektir. Hükûmet-i merkeziye aciz bir halde tamamile hasımlarımızın nüfuzu,
tesiri altındadır. Onlardan memleketin hayrına, selametine ait isabetli, azimli
tedbirler, hareketler beklemek beyhude zaman kaybederek tekmil mevcudiyetimizi
mahv u izmihlale mahkûm etmek demektir. Tarihimizde emsali görülmiyen bu
feci vaziyet karşısında bütün memleket evladı siyasi, şahsi her türlü ihtilafı bir
tarafa bırakarak muhtelif cemiyet ve teşekküllerde tek bir nam altında birleşe-
rek bu işgallere, istilalara karşı fiili mukavemete başlamak lazımdır. Bu da düş-
man işgalinden, nüfuzundan uzak bulunan evvela Erzurum’ da Şark vilayetleri
murahhaslarından mürekkep içtima edecek, sonra da umumi bir şekilde burada
toplanacak kongrelerde milli iradeyi teksif etmekle mümkün olacaktır. Ben sırf
bu maksatla Ordu Müfettişliği vazifesini kabul ederek Anadolu’ya geçtiğimi siz-
lere açıkça söylemek isterim. Burada bir sual varid olabilir: Diyeceksiniz ki dün-
yanın en kuvvetli askerî bir devleti Almanya, büyük devletlerden Avusturya ile
Macaristan, Balkan hükümetlerinden Bulgaristan’ la, yani dört devletle mütte-
fik olduğumuz halde mağlup olduk. Galip hasımlarımıza karşı bu defa tek ba-
şımıza, bahusus tamamen ezgin ve bitkin, vasıtasız bir haldeyken bu yolda mu-
kavemet için tekrar silaha sarılarak muvaffak olmak nasıl mümkün olur? Buna
cevap olarak sizlere şunu söyliyebilirim: Düşmanlarımızdan büyük devletlerin
üzerimize ordular sevkile yeni baştan bir mücadeleye girmelerine bugünkü dâhili
ve askeri vaziyetleri asla müsait değildir. Bundan emin olmak lazımdır. Bizim

- 333 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

mukavemetimize karşı ellerinde kullanacakları yegâne kuvvet, yegâne silah Yu-


nan ordusudur. Bir taraftan birkaç ayda ‘Gerilla’ muharebesile düşmanı işgal
eder, diğer taraftan da yeni baştan ordumuzun tanzim ve takviyesile muntazam
bir cephe teşkil edersek biraz geç de olsa Yunan ordusunun behemehâl hakkından
geliriz. Neticede de mevcudiyet ve istiklalimizi kurtarırız. Ben bunu büyük or-
dulara kumanda etmiş, en çetin muharebelerde bu milletin çok mümtaz ve müs-
tesna evsafını, seceyasını yakından görmüş ve tanımış olmanın verdiği bir kanaat
ve selahiyetle söylüyorum. Eğer böyle yapmaz da mukadderatımızı iradesine sa-
hip olmayan mutlak bir aciz ve nevmidiye[ümitsizliğe] mahkûm bulunan hükü-
met-i merkeziyenin mutavaatkâr [itaatkâr] siyasetine, düşmanlarımızın adalet
ve merhametine ümidimizi bağlayacak olursak bir seneye varmadan tekmil sahil-
lerimizin, şimendifer merkezlerimizin işgal olunacağına, mühim vilayetlerimi-
zin İzmir ve Adana’nın akıbetlerine uğrayacağına, Şark vilayetlerinde bir Erme-
nistan, Karadeniz mıntıkasında bir Pontos hükümeti vücude getirileceğine, geri
kalan vilayetlerimiz de nüfuz mıntıkalarına ayrılarak öz vatanımızda bizim
için hür, müstakil yaşayacak hiçbir mıntıka bırakılmayacağına şüphe yoktur”.553

Cevat Dursunoğlu ise, sadece Erzurum Kongresi için değil Millî


Mücadele ve Mustafa Kemal için de kaynak şahıslardan birisidir. Ona
göre Mondros Mütarekesi’nden sonra Türk Milleti’nde beliren muka-
vemet-mücadele teşkilatlanmasında en mühim eksik bir liderin yok-
luğu idi. O zaman adları, sanları belli birkaç kumandan başvurul-
muş, ancak hepsi de çeşitli sebeplerle bu işe yanaşmamışlardır.554 Bu
553 Rasim Başara, “27 Haziran 1335’ten 29 1nciteşrin 1923’e”, Tasviri-i Efkâr, 29 Birinci-
teşrin 1943.
554 Dursunoğlu’nun kastettiği isimlerden biri de Yakup Şevki Paşa’dır: Şark Vilayetle-
ri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum Şubesi, Paşaya “İtilaf Devletlerinin kendi-
sini birçok yurtseverler gibi hapsedeceklerini hatırlatarak Erzurum’da başlıyan Millî
Hareketin başına geçmesini ve İstanbul’a gitmemesini” rica etmiş, Paşa da “ Yolunuz
doğrudur. Size başarılar dilerim. Ben de mütareke şartlarını görünce burada kalarak
Milletle birlikte çalışmağı düşündüm. Fakat şimdi İstanbul’a dönmek mecburiyetinde-
yim. Çünkü gözlerimden çok muztaribim, tedavi ihtiyacındayım. Burada kalsam size
büyük bir yardımım olmaz, belki de yük olurum” demiş, İstanbul’a dönüşünden bir
müddet sonra ise -Mütareke’yi müteakip Kars ve civarında ahaliyi silahlandırdığı
hiç unutulmadığından- İngilizler tarafından tutuklanarak Malta’ya gönderilmiştir.
Tevfik Bıyıklıoğlu, Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, s.170-171.
Jaeschke, General Milne’in ısrarıyla geri çağrılan Yakup Şevki Paşa’ya Damad Fe-
rid’in “Erzurum’dan ayrılmadığı takdirde, itilaf devletleri, mütarekenameye dayana-
rak bütün Anadolu’yu işgal edeceklerdir” şeklinde telgraf çektiğini, Bıyıklıoğlu ise
bunun tevsik olunamadığını yazmaktadır. Bıyıklıoğlu, Paşanın İstanbul’a çağrıl-
masının gerçek sebebini “Mütareke sıralarında Elviye-i Selase’deki[üç sancak/liva:
Kars, Ardahan, Batum] Türk ordusunu tam mevcutlu ve techizatlı olarak Erzurum

- 334 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

baş, lider Mustafa Kemal olmuştur. Mustafa Kemal, Erzurum’da 10


Temmuz 1919’da kaldığı evin bahçesinde Erzurum Müdafaa-i Hu-
kuk reisi Raif Efendi, Mütekaid Binbaşı Süleyman, Mütekaid Binbaşı
Kâzım, Albayrak gazetesi müdürü Süleyman Necati ile Dursun Bey-
zade Cevat’ı toplantıya davet eder. Toplantıya Kazım Karabekir de iş-
tirak eder. Mustafa Kemal, masanın üzerindeki büyük Avrupa haritası
üzerinde dünyanın o günkü siyasî ve askerî durumunu en ince ayrın-
tılarına kadar anlatır. Sonra Türkiye’nin o günkü durumuna geçerek
Anadolu’da bir millî mukavemetin çok geçmeden başarıya erişeceği
düşüncesi üzerinde ısrarlar durur. Mustafa Kemal, bu beyanında iki
noktaya dayanmaktadır:
“Birincisi Türk ulusunun bağımsız yaşamak hususundaki azmi, ikincisi de
büyük bir savaştan henüz çıkmış olan o zamanki galip devletlerin ikinci bir dünya
savaşına giremeyecekleri düşüncesi idi.555 Bu düşüncesini de iki önemli noktaya
dayandırıyordu: Birincisi bu milletlerin savaştan yorgun düştükleri ve bu millet-
lerin başlarındaki hükümetlerin de ‘Millî irade’ dışında hareket edemeyecekleri
idi. Bu duruma örnek olarak da bir ay kadar önce Vrangel ve Denikin ordula-
rına yardım etmek üzere Kırım’a çıkarılmış olan büyükçe bir Fransız askerî bir-

bölgesine çekmeye muvaffak olması”nda aramalıdır dedikten sonra şöyle devam et-
mektedir: “Bu suretle, Erzurum’da kuvvetli bir Türk Ordusu bulundukça, buralarda
bir Ermenistan kurulmıyacaktı”. İngilizler, Yakup Şevki Paşa’yı, bu üç sancaktan çe-
kilirken millî hükümetler ve teşkilat kurmakla da suçluyorlardı. Bıyıklıoğlu, Atatürk
Anadolu’da (1919-1921) I, s.10, 35-36, 47.
555 Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri unvanlı kaliteli eserinde Mustafa Kemal’in
uluslararası şartları çok iyi değerlendirdiğini, savaş sonrası dünyasının ve Avrupa
devletlerinin, bahusus İngiltere’nin sorunlarını, Avrupa devletlerinin ayrılıklarını
ve yeni güçlüklerini gördüğünü yazmaktadır. Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişki-
leri (1919-1926), Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, 1978, s.61. Kürkçüoğlu’nun
şu tespitleri hayli dikkat çekicidir: “Mustafa Kemal, bütün… etken ve gelişmelerden
yararlanırken zaman seçimini ustalıkla yaptı. Amaçlarını sınırlamağa da özen göster-
di. Özellikle Anadolu hareketinin başlıca karşıtı olan İngiltere’nin hayatî çıkarlarının
nerelerde olduğunu gördü. Mustafa Kemal, gerçekliğiyle, Türkiye’nin varlığını kabul
ettirebilmesi için Batı’yla anlaşması gerektiğini biliyordu. Bu nedenle, İngiltere’ye karşı
[mevcut] bütün… etmenleri kullanakla birlikte, İngiltere’nin hayatî çıkarlarına do-
kunmadı. Arap ülkeleri üzerinde hak iddia etmedi. Millî Misak’ı sınuırlı tutmağa ça-
lıştı. İslam etkenini de bir amaç değil, sınırlı bir araç olarak kullandı. Batı’nın sınırlı
Millî Misak ilkeleri çerçevesindeki yeni Türkiye gerçeğini tanıması için, Türkiye’nin de
İngiltere’nin ve genel olarak Batı’nın bir takım çıkarlarına tehdit yöneltmemesi gereki-
yordu… Mustafa Kemal, çağdaş uygarlığın bir bütün ve bunun da Batı uygarlığı ol-
duğu inancıyla, Türkiye’ye Batılı bir yapı değişikliği getirmeğe, başdanberi kararlıydı”.
A.e., s.5.

- 335 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

liğinin bir tek kurşun bile atmadan gemilerine dönmüş olduklarını ve Meriç’in
batısında Bulgar millî kuvvetlerinin Yunan birliklerini çekilmeğe mecbur bırak-
maları karşısında müttefiklerin bir yardımda bulunmamalarını bir delil olarak
söyledi. İkinci nokta da galip devletlerin ‘ganimet paylaşmasında’ anlaşmazlığa
düşmüş olmaları idi. Paşa dört saat kadar süren bu oturumda sorulan çeşitli su-
allere inandırıcı cevaplar verdi ve oturumu şöyle iki cümle ile kapadı: ‘Görüyor-
sunuz ki, bu şartlar altında karşımıza yalnız Yunan kuvvetleri kalacaktır. Eğer
Türk ulusunu bir mukavemet cephesi halinde birleştirebilir ve ordumuzu kısa za-
manda tensik edebilirsek çok sürmeden Yunan ordusunu denize döker, memleketi
istilâdan kurtarır, tam bağımsızlığına kavuştururuz.” 556

Bu iki anekdottan da yola çıkarak söylersek557, Mustafa Kemal,


Millî Mücadele’nin 1919-1922 arası devresine başlarken, başarı için as-
lında gerekli altyapının hazırlandığını, zaten milletin ve memleketin
bekasının büyük bir oranda temin edildiğini, büyük devletlerin Ana-
dolu topraklarını sadece nüfuz bölgesi olarak gördüklerini, ilhak gibi
bir niyetlerinin olmadığını, asıl meselenin Rumluk ve Ermenilik ol-
duğunu, İTC’nin 1913-1918 arası politikalarının da Rum ve Ermeni
bağımsızlığını hemen hemen imkânsız hale getirdiğini, büyük dev-
letlerin Rum ve Ermenilere Anadolu topraklarını bağışlamak isteseler
556 Cevat Dursunoğlu, “Erzurum Kongresi Sırasında Atatürk’ün Düşünceleri”, Belleten,
1963, Cilt:27, Sayı:108, s.636. Dursunoğlu, 638.sayfada ise bir başka dikkate değer
şey daha söylemektedir: “Bence Mustafa Kemal daha başlangıçta bu fikre[Nutuk-
ta geçen “Bugün, günün nasıl ağardığını görüyorsam, bütün Şark milletlerinin uya-
nışlarını da öyle görüyorum. Artık müstemlekecilik yeryüzünden kalkacak ve yerine
milletler arasında hiçbir fark gözetmeyen bir ahenk, bir işbirliği kaim olacaktır” fikri]
inandığı içindir ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun da dağılmaya mahkûm olduğuna ka-
naat getirmiş ve bütün memleketi kapsayacak olan Sivas kongresine yalnız Anadolu ve
Trakya’daki Türk vilayetlerinden temsilci çağırmış, o zamanlar ‘ecza-yı memâlik-i Os-
maniye’den sayılan Halep ve Musul’dan dahi kimseyi davet etmemiştir”. Dursunoğlu,
Erzurum’dan beri hep Mustafa Kemal’le birliktedir ve ona mutlak bir itaatle bağlıdır.
Şayet bu ifade yazarın bir kanaati değil de, Mustafa Kemal’le ilişkilendirilecek bir
tespit olarak telakki edilirse Misâk-ı Millî ve Mustafa Kemal meselesinin yeniden ve
derinden tetkik edilmesi icap edecektir.
557 Aslında bu anekdotları çoğaltmak mümkündür. İsmail Habib Sevük’ün anlattığı
da az kıymetli değildir. Mustafa Kemal, 1925 Nisanında Ankara’da toplanan Türk
Ocakları Kurulayı’nda 40-50 kişilik murahhas heyetiyle konuşurken bir ara “En
millî düşmanımız hangi devlettir?” sualini sorup çeşitli fikirleri cevaplandırır. “En
millî düşmanımız İngiltere’dir” diyen bir delegeye ise şunları söyler: “Hayır, İngilte-
re’nin bizim topraklarımızda hiçbir emeli yoktur ve olamaz. O yalnız bizim zaferimi-
zin diğer Müslüman milletlerini de istiklale götürmesinden tasalanır o kadar”. İkbal
Hakkında Konferanslar, İstanbul: Anıl Matbaası, 1952, s.32.

- 336 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

bile bunu gerçekleştirmelerinin çok kolay olmadığını, Müslüman her


etnik unsurun buna karşı olanca gücüyle karşı koyacağını biliyordu.
İnancımız odur ki, milletin ve memleketin bekasını büyük oranda te-
min edenin başta Talat Paşa olmak üzere İttihadçılar olduğunu, en
iyi bilen, anlayan kendisi olduğu için Millî Mücadele’nin son evresi-
nin liderliğine de tereddüt duymadan, emin adımlarla ve gönül rahat-
lığıyla talip olmuştur.
İttihadçı liderlerin Millî Mücadele’de “siyasî” ağırlığının bulunma-
yacağı baştan belliydi. Çünkü hem lider kadrosunun çoğu yurtdışına
çıkmak mecburiyetinde kalmış hem de ülkede kalanlar mevcut durum
gereği siyasî bir varlık gösterememişlerdir. Her şeyden önce İttihadçıla-
rın savaş suçlusu olarak yargılanacakları kesindi; yargılanmasalar bile
işbaşında kalma şansına sahip değillerdi. Kendileri, işbaşında kalır-
larsa mütareke şartlarının daha ağır olacağını bilmekte558 ancak yine
de ülkeden kaçarken tedbir için mütarekeyi güvendikleri bir hükûme-
tin imzalamasını istemekteydiler.
Bunun dışında Ermeni Tehciri sebebiyle de sıkıntıya gireceklerini
çok iyi bilmekteydiler. Her hal ve şartta İttihadçı liderlerin ve üst dü-
zey kadronun siyasî görünürlüklerinin çok yüksek olması pek müm-
kün değildi.559 Bu sebeple Mustafa Kemal, muhalifliği bilinse de geç-
mişte İttihadçılığı müsellem ve harbe giriş sebebiyle suçlanamayacak
biri olduğu için hemen hemen tüm İttihadçı kadroların üzerinde mec-
buren ittifak ettiği bir isim olmuştur.560
558 Mütareke’den sonra muhaliflerin en büyük progapandası İttihadçı liderler ve meş-
hurlar tecziye ve takip edilirse memleket ve milletin kurtulacağı idi.
559 Halide Edip Adıvar bile, 10 Ağustos 1919’da Mustafa Kemal ve Rauf Bey’i Amerikan
mandasına ikna için yazdığı mektupta “Çok tehlikeli anlar geçiriyoruz. Anadolu’daki hare-
ketleri dikkat ve muhabbetle takip eden bir Amerika var. [İstanbul] Hükûmet[i] ve İngilizler
bunun, Hıristiyanları öldürmek, İttihatçıları getirmek için bir hareket olduğunu Amerika’ya
telkine elbirliğiyle çalışıyorlar,” demekteydi. Orbay, Cehennem Değirmeni I, s. 254.
560 Zürcher, “Mustafa Kemal’in I. Dünya Harbi esnasında herhangi bir siyasî vasfının ol-
maması onun harp sonrası için en büyük avantajı olmuştu. İttihadçılar [Millî Mücadele
liderliği için] İTC’nin harp siyasetiyle doğrudan bir alaka ve irtibatı olmayan askerî ba-
şarıyla temayüz etmiş İttihadçı ve milliyetçi bir kumandan aradıklarında onu buldular.
Onun siyasî feraseti ve taktik zekâsı yanında İTC’nin lider kadrosunun yurtdışına çık-
mış ya da İngilizlerce tutuklanmış olması da onu tartışmasız bir lider haline getirmişti,”
demektedir. Zürcher, The Young Turk Legacy and Nation Building From the Ottoman
Empire to Atatürk’s Turkey, s. 135.

- 337 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Mustafa Kemal’in farklılığı, özelliği, silahlı mücadeleyi yürütürken


belli bir noktadan sonra eşzamanlı olarak siyasî mücadeleyi de yürü-
tecek kararlılıkta olmasıydı.561 Çok geçmeden anlaşıldığı üzere Mus-
tafa Kemal’in silahlı mücadele görünümündeki bazı karar ve tercihleri
siyasî mücadele kategorisindeydi.562 Müşterek gaye olan vatanın kur-
tuluşuna kilitlenen İttihadçıların siyasî istikbâlsizliği, geniş İttihadçı
koalisyonun dağılmasına da yol açtı. Esas itibariyle bu durumun net
olarak görülmesinden sonra bir kısım İttihadçı, geleceklerini Mustafa
Kemal’e bağladı. Üstelik onların, ileride İttihadçı arkadaşlarını ipte
sallandırmalarını izahta kullanılmaya elverişli bir mazeret, bir psiko-
lojik etken de vardı: İTC, kongre ile kendisini feshederek tarihin hük-
müne terk etmiş, ancak birileri onu güya ihyaya çalışmıştı. Oysa yeni
devir, hep geri planda kalmış İttihadçıların kendilerinin ön plana çı-
kacağı bir imkân sunmuştu. Dağılmış İTC’nin ihyası, hayatta kal-
mış meşhur İttihadçıların tekrar işbaşına geçmesi demekti ve bu ih-
timale siyasî ikballerini Mustafa Kemal’e bağlamış olanlarca çok sert
bir tepki gösterilmiştir.
561 Ancak Mustafa Kemal, siyasî liderliği çok kolay elde edememiştir. Şayet Meclis-i
Mebusan kapatılmasa Hüseyin Kazım Kadri’nin de birkaç yerde ifade ettiği üzere
muhtemelen sadece askerî bir lider kalacaktı. Kemalizme adeta iman edercesine
merbut olan isimlerden Mehmed Şeref Aykut şunları yazmaktadır: “[İstanbul’da
Meclis-i Mebusan reis seçimlerinde Mustafa Kemal’in seçilmesi için] Şiddetle hücum
ettim. Lakin yalnız kaldım. Ertesi gün mecliste reis intihap edildiği zaman intihap
sandığından Mustafa Kemal Hazretleri’ne bir tek rey çıktı. O da benim naçiz reyim
idi”. Mehmet Şeref[ Aykut], Birinci Millet Meclisi, Haz. Taner Lüleci, İstanbul: Yedi-
tepe Yayınları, 2011, s.10.
562 Zürcher’in Mustafa Kemal’in Nutuk’ta Millî Mücadele’nin başlangıcından itibaren
yeni bir devlet fikrinin geliştiği şeklindeki ifadelerine yönelttiği tenkit şöyledir:
“Hareket üyelerinin büyük bir çoğunluğu, şüphesiz, Allah, padişah ve vatan için çar-
pıştıklarını düşünüyorlardı. Sakarya’daki son zafer ertesinde dağıtılan savaş madal-
yalarının Osmanlı madalyaları olmaları ve padişahın doğum gününün tüm Kurtuluş
Savaşı süresince Ankara’da kutlanması bu bağlamda çok anlamlıdır. Atatürk’ün daha
işin başında yeni bir devlet kurmayı hedeflediğine dair elimizde hiçbir kanıt bulun-
mamaktadır.” Zürcher, Savaş, Devrim ve Uluslaşma-Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi
(1908–1928), s. 12. Zürcher’in Mustafa Kemal’i hafife almadığını bildiğimiz için bu
satırlarını bir tespit ve yorum hatası olarak değerlendirmekteyiz. Mustafa Kemal’in
padişaha gösterdiği sureta hürmet bunlarla sınırlı değildir ki. Mustafa Kemal, bu ya-
zılanlardan daha fazlasını yapmıştır ve yapardı da. Ancak gerçek niyetini fâş etseydi
kuvvetle muhtemel başarısız olurdu.

- 338 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Mustafa Kemal, İttihadçı ruhunu ve geleneğini çok iyi bildiği için


önce ihtiyatı tercih etmiş, sonra büyük çaplı bir tasfiyeye girişmişti.
Lakin bunun salt İttihadçı tedirginliğinden kaynaklanmadığı kanaa-
tindeyiz. Tasfiyede bu tedirginlik yanında Mustafa Kemal’in zihninde
planladığı yeni yönetim tarzı ve gerçekleştirmek istediği reformlar için
bu kadroların ayak bağı olma ihtimali de etkili olmuştur. İttihadçı
kadroların yer aldığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatıl-
ması, parti ileri gelenlerinin gadre uğratılması, Millî Mücadele’de yer
alan kadro ve mühimmatın İstanbul’dan Ankara’ya naklinde en çok
hizmeti geçen Karakol Cemiyeti’nin iki kurucusundan Kara Kemal’in
hazin sonu, siyasî kombinezonlarda yer alsa bile netice elde edemeye-
cek kadar tesirsiz Cavid Bey’in asılması salt İttihadçılığın ve İttihadçı
kadroların tasfiyesi şeklinde okunamaz. İttihadçılık geniş bir cepheyi
temsil eden, her düşünceden insanı barındıran bir yapıydı. Muhale-
fete tahammülü olmayan bir vasıfla temayüz eden Mustafa Kemalci-
lik (ileride Kemalizm olarak belirgin bir ideolojik vasfa bürünecektir),
esas itibariyle İttihadçılığın Batıcı, seküler, pozitivist yönünü ve bu te-
lakkilere sahip kadrolarını tevarüs etmiştir. Ermeni Tehciri sebebiyle
suçlanan Dr. Nazım idam edilirken,563 tehcirin beyin takımından olan
563 Dr. Nazım’ın öldürülmesinin sebep ve saikleri henüz gereği kadar ele alınmamış-
tır. Dr. Nazım’ın Mustafa Kemal’e muhalefetinin husumet düzeyinde olduğuna dair
herhangi bir veriye sahip değiliz. Ancak Talat Paşa’nın Ermeniler tarafından öldü-
rülmesi yüzünden Mustafa Kemal’i itham ettiğine hükmedebiliriz. Falih Rıfkı Atay,
sanki şecaat arz ederken sirkatini söyler gibidir: “O Şark ki, Doktor Nazım’a: Eğer
Mustafa Kemal Talat Paşa’yı memlekete alsaydı, Ermeniler onu öldürtmezdi. Musta-
fa Kemal mi? Talat Paşa’nın katili, diye sokak sokak haykıracaktır. Hatırına, mesela:
Talat’ın da benim gibi o zamanlar memlekete girmesi doğru değildi. O da benim gibi
eyice saklansaydı, sağ kalırdı, demek gelmeyecekti. Vatan kurtulmuş, fakat Talat Paşa
kurtulamamıştı. Mustafa Kemal bütün millet için vatanın kurtarıcısı, fakat merkez-i
umumî azası Doktor Nazım için Talat Paşa’nın katili idi. Onu affetmiyecekti. Ve ‘Gazi’
kelimesini alaya alarak, İzmir tramvaylarında: Gazoz Paşa, diye aleyhine söylemedi-
ğini bırakmayacaktı.” Atay, a.g.e., s. 240. İttihadçıların eserlerini basan, ancak Ke-
malist peşinhükümlülükten kaynaklanan bir tavırla onlara hakaretten de geri kal-
mayan Osman Selim Kocahanoğlu, Dr. Nazım’dan bahsederken “Ermeni terörüne
kurban gidenlerin dönüşüne izin vermediği için M. Kemal’e onların ‘katili’ gözüyle
bakıyor, ulu orta her yerde Gazi Paşa ile ‘Gazoz Paşa’ diye alay ediyordu,” derken
armudun sapı ile üzümün çöpünü karıştırmıştır. Kocahanoğlu, Sevgili Aliye’m- Ma-
liye Nazırı Cavid Bey’in Hapishane Mektupları ve Savunmaları, s. 37. Dr. Nazım, 26
Ağustos 1926 tarihinde Ankara İstiklal Mahkemesi’ne sunmak üzere hazırladığı fa-
kat sunamadığı müdafaasında Gazoz Paşa ithamını net bir şekilde reddetmektedir:

- 339 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Şükrü Kaya’nın çekirdek kadroda yer alması, Kara Kemal intihara zor-
lanırken (doğrusu katledilirken) -ki asıl asılmak istenen Kara Kemal’di-
Memduh Şevket Esendal’ın makbul adam olması genel çerçeveyi etki-
lememektedir.564 O halde bu faslı biraz detaylandırmakta fayda vardır.
Mustafa Kemal sadece İttihadçılığı değil, muhafazakârlığı ve İslam-
cılığı da fevkalade bilen bir askerdi. Millî Mücadele esnasında Mus-
tafa Kemal’in tam bir İslamcı, padişahçı gibi hareket ettiği malumdur.
Bilhassa İslam dünyasına yönelik beyannamelerdeki üslup ve muhteva
“Müddeî-i Umumi Bey faraza kahvelerde, vapurlarda hükûmet aleyhinde propagan-
da yaptığımı, müstehcen kelimeler kullandığımı, Gazi Paşa’ya ‘Gazoz Paşa’ dediğimi
iddia ettiler. Müstehcen kelimeler hangi zat aleyhine kullanılırsa kullanılsın o zatın
şerefine nakısa veremez. Fakat kullanılan[kullanan?] adamın haysiyetini ihlal eder.
Bendeniz bunu bilmeyecek kadar idrak-i hafızamdan mahrum olmadığım gibi esasen
müstehcen kelime kullanmaya terbiyem de müsait değildir. Gazi kelimesi yerine ‘Ga-
zoz’ kelimesini namusum üzerine yemin ederim ki hiçbir defa istimal etmedim. Eğer
bir kişi çıkarsa Gazi yerine ‘Gazoz’ kelimesini bendenizden işittiğini ispat edebilirse
her cezaya razıyım.” Eyicil, a.g.e., s. 283. Duruşmada da “söyledi isem namussuzum”
demiştir. Mahkeme zabıtlarından Dr. Nazım’ın idam edilmesinin sebeplerinden
birinin de mahkemenin attığı paslara rağmen onun Enver Paşa’yı suçlamaması ol-
duğu anlaşılıyor. Samet Ağaoğlu’nun İstiklal Mahkemesi’nın dehşet verici savcısın-
dan dinledikleri ve mahkemenin bir üyesi olan Rize Mebusu Ali Bey’in yakın bir
dostuna anlattıkları inanılır gibi değildir. Bu nakillere göre mahkeme savcısı Necip
Ali, mahkeme üyelerinden Dr. Reşid Galip ve Rize Mebusu Ali Bey, Dr. Nazım’ın
idamına muhalif kalmışlardır. Ancak Necip Ali’nin nakline göre bir mahkeme üye-
si gece yarısı gelerek kendisini ve Dr. Reşid Galip’i tehdit etmiş, Rize mebusu Ali
Bey’in nakline göre de Mustafa Kemal kendilerini çağırmış ve Dr. Nazım’ın ne kadar
tehlikeli biri olduğu hususunda uzun bir izahat verdikten sonra kendilerini kararla-
rında serbest bırakmış. Aslında bu şahitlikler Dr. Nazım’ın masum olduğuna ve bî-
günah katledildiğine delalet etmektedir. Bizzat İstiklal Mahkemesi savcısının ve bazı
üyelerinin suçlu olduğuna inanmadıkları bir kişi hakkında idam kararı vermeleri
“serbest karara” ve vicdanî kanaate istinat etmez. Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları,
s. 166-167. Dr. Nazım hakkında idam cezasının verildiği Ankara İstiklal Mahke-
mesi’nin 26 Ağustos 1926 tarihli kararında mahkeme reisi Afyonkarahisar mebusu
[Kel] Ali [Çetinkaya], üyeler Kılıç Ali ve Dr. Reşid Galip’tir. İstiklal Mahkemeleri bir
reis, iki üye, bir yedek üye ve bir müddeî-i umumiden (savcı) teşekkül etmektedir.
564 Esendal’ın da muhtelif itham ve imalardan kurtulamadığı muhakkaktır. Falih Rıf-
kı Atay 1960 darbesinden sonra bir laiklik ve Kemalizm hassasiyetinin zayıf oldu-
ğunu iddia ettiği bazı CHP’lileri tenkid ederken geçmişe de atıfta bulunup “Kaç
defa tüzükten ‘Kemalizm’ sözü kaldırılmak istenmiştir. Buna çalışan umumî kâtip bir
zamanlar Kara Kemal’in adamı olduğu için biz: ‘Kemalizm yerine Kara Kemalizm
mi koyacağız’ diye dayatmıştık” diyerek bir dönem CHP Genel Sekreterliği yapan
Esendal’ı hedef tahtasına yerleştirmektedir. Atay, Batış Yılları, s.158-159

- 340 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

kendisinin bir İttihad-ı İslamcı olarak kabul edilmesine hayli müsaitti.


İngilizlerin İstanbul’u işgali üzerine “Âlem-i İslâma Beyanname” unva-
nıyla yayınlanan beyanname dikkat çekicidir:
“Hilafet-i mukaddese-i İslamiyenin makarr-ı a’ lâsı olan İstanbul’ da Meclis-i
mebusan ve bi’ l-cümle müessesât-ı resmiye ve askeriyeye vaz’-ı yed olunmak su-
retiyle resmen ve cebren işgal edilmiştir. Bu tecavüz saltanat-ı Osmaniyeden zi-
yade makam-ı hilafeti, hürriyet ve istiklallerinin istinadgâh-ı yegânesi gören bü-
tün âlem-i İslama racidir. Asya ve Afrika’ da peygamber-pesendane bir ulviyetle
hürriyet ve istiklal mücahedesinde devam eden ehl-i İslamın kuvâ-yı maneviye-
sini kırmak için son tedbir olarak İtilaf devletleri tarafından tevessül olunan bu
hareket, hilafet makamını taht-ı esarete alarak bin üç yüz seneden beri pâyidar
olan ve müebbeden masûn-ı zeval kalacağına şüphe bulunmayan hürriyet-i İslâ-
miyeyi hedef ittihaz etmektedir… Kurun-ı vustânın şövalyeliklerinden bugünün
ittifak-ı itilâfiyelerine kadar meş’ ûm bir teselsül-i gaddarane ile tevâli eden Ehl-i
salip (Haçlı) efradının bu son amele-i sefîlesi İslamiyetin nur-ı irfan ve istiklaline
ve hilafetin tahsîn ettiği uhuvvet-i mukaddeseye merbût olan bütün Müslüman
kardaşlarımızın vicdanında da aynı hiss-i mukavemeti ve aynı vazife-i galeyan
u kıyâmı uyandıracağından emin olarak Cenab-ı Hakk’ın mücahedât-ı mukad-
desemizde cümlemize tevfikât-ı ilahiyesini terfîk etmesini ve ruhaniyet-i Pay-
gamberiyeye istinad eden teşkilat-ı müttehidemize mu’in olmasını niyaz eyleriz.
Müdafaa-i Hukuk Heyet-i Temsiliyesi namına
Mustafa Kemal”565

Mustafa Kemal, Samsun’a ayak bastığı günden ipleri tam olarak


ele geçirinceye kadar üslûbuna ve birlikte çalıştığı insanların psikoloji-
sine ve inançlarına ziyadesiyle dikkat etmiş, herkesin nabzına göre şer-
bet vermesini bilmiştir. Halife-padişah hakkında kullandığı tazim ve
hürmet ibarelerinde Enver Paşa’yı yaya bırakmaktadır. Meclis’te yap-
tığı bir konuşmada Ankara’daki TBMM’nin ve kendi reisliğinin ge-
çici olduğunu, bunun bir hükümet reisliği şeklinde mütalaa edilmemesi
gerektiğini, Halife esaret altında dahi olsa geçici bir hükümet reisi ve
padişah vekili tanımanın asla caiz olmadığını söylemekte, düşmanla-
rın Saltanat ve Hilafetin ayrılmasını hedef alan çabalarına da şiddetle
karşı çıkmaktadır. Şu ifadeler hayli çarpıcıdır:
565 İsmail Kara (Haz.), Hilafet Risaleleri, 5. Cilt, İstanbul: Klasik Yayınları, 2005, s. 551-
553. Derlemeye beyannamenin Osmanlı alfabesiyle yazılmış asıl metni de derc edil-
miştir. Böyle bir beyannameye imza atan birinin kısa bir süre sonra hilafeti kaldıra-
cağı herhalde çok az kimsenin hatrına gelirdi.

- 341 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

“Hükümet teşkilâtının şekl-i esasisi gayrimesul bir Reis-i Hükümette tesbit


edilen nokta-i tevazüne [denge] istinaden kuvve-i teşrîiye vazifesiyle mükellef bir
heyet-i murakabe ile vazifede devamı bu heyetin inzimam-ı itimadına mütevak-
kıf bir kuvve-i icraiyeden ve bu kuvve-i icraiyenin vazaif-i milliyeye göre taksim
ve tensikinden ibarettir. Bu şekilde kuva-yi icraiye, Reis-i Hükümet tarafından
müntahap [seçilmiş] ve kuvve-i teşrîiyenin itimat ve muvafakatine müstenit bir
kuvvettir ki, hilâfet ve saltanat makamının tahlisine [kurtuluşuna] muvaffakiyet
hâsıl olduktan sonra Padişahımız ve Halife-i Müslimin Efendimiz her nevi cebir
ve ikrahtan [zorlama] âzâde ve tamamiyle hür ve müstakil olarak kendini mille-
tin ağuş-ı sadakatinde gördüğü gün Meclis-i Âlinizin tanzim edeceği esasat-ı ka-
nuniye dairesinde vaz’-ı muhterem ve mübeccelini ahzeder. Devlet-i Osmaniye di-
ğer herhangi bir Devlet gibi hükümdarının nüfuz-ı cismanisi etrafında müteşekkil
değildir. Makam-ı Saltanat aynı zamanda Makam-ı Hilâfet olmak itibariyle Pa-
dişahımız Cumhur-ı İslâmın da reisidir. Mücahedatımızın birinci gayesi ise Sal-
tanat ve Hilâfet makamlarının tefrikini [ayrılmasını] istihdaf eden [hedefleyen]
düşmanlarımıza irade-i milliyenin buna müsaid olmadığını göstermek566 ve bu
makamat-ı mukaddeseyi esaret-i ecnebiyeden tahlis ederek ulülemrin salâhiyetini
düşmanın tehdit ve ikrahından azade kılmaktır. Bu esasa göre Anadolu’ da mu-
vakkat kaydiyle dahi olsa bir Hükümet Reisi tanımak veya bir Padişah kayma-
kamı[vekili] ihdas etmek hiçbir suretle kabil-i cevaz değildir. Şu halde reissiz bir
hükümet vücuda getirmek zarureti içindeyiz. Hâlbuki bir nokta-i vahdette teva-
zün etmiyen kuva-yı devletin aheng-i mesaisini idameye dahi imkân yoktur. Di-
ğer taraftan herhangi bir makama kuva-yı devlet ve milleti tevhit ve tevzin salâ-
hiyeti bahşederek o makamı gayrimesul tanımak mucib-i felâkettir. Halifenin bile
mesuliyetini esas olarak kabul etmiş olan İslâmiyetin böyle suret-i tesviyelere mü-
said olamıyacağı aşikârdır. Bu müşkül ve yekdiğeriyle telifi imkânsız esasat içinde
dûr ü diraz [derinlemesine] tetkikat icra ederek nihayet İslâmiyetin şerait-i esa-
siyesine müracaatla Meclis-i Âlinizde teksif edilmiş olan ve bütün Cumhur-ı İs-
lâmın da müzaheret ve muvafakatine mazhar bulunan irade-i milliyeyi bilfiil
mukadderat-ı vatana vâzıülyed tanımak umde-i esasiyesini kabul ediyoruz” 567.

Ancak bilahare kendisinin de ifade ettiği üzere bunların hepsi tak-


tik icabı söylenmiş sözlerdi.
Mustafa Kemal, aslında istisnalar haricinde Cuma namazı bile kıl-
mamakta, ancak halk onu namaza ve camilere yakıştırmaktadır. Başya-
veri Salih Bozok’un naklettiği şu hatırası dikkat çekicidir: Milli Müca-
dele esnasında bir gün Mustafa Kemal Paşa’yla birlikte, ikamet ettikleri
566 Mustafa Kemal, çok kısa bir süre sonra ise TBMM’de saltanatın kaldırılmasına karşı
ayak direyenleri “bazı kellelerin gideceği” tehdidiyle “ikna” etmiştir.
567 TBMM Tutanak Dergisi Dönem 1, Cilt 1, Birleşim 2, s. 30-32.

- 342 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

köşkün etrafında gezinirken ihtiyar bir kadınla erkeğe tesadüf edip se-
lam verirler. Bozok gerisini şu şekilde hikâye ediyor:
“‘Siz Mustafa Kemal Paşa’nın köşküne çok yakın bulunuyorsunuz, acaba sık
sık Paşa’yı görebiliyor musunuz?’ diye sordum. İhtiyar erkek, ‘Kabil mi efendim?
Maiyetinde bulunan kara elbiseli muhafızları (Giresunlu Lazları kastediyordu)
hiç kimseyi köşkün civarına sokmuyorlar. Bazen Cuma namazında Hacıbayram
Camii’nde tesadüf edecek olursam uzaktan uzaktan görmeye muvaffak olabiliyo-
rum,’ deyince Paşa’yla birbirimize bakıştık ve onun işaretleri üzerine ihtiyara fazla
bir şey sormayarak biraz sonra oradan ayrıldık. İkimiz de ihtiyarın söylediklerine
hayretler içinde kalmıştık. Çünkü Paşa, Cuma namazına gitmiyordu. Demek ki
ihtiyar kendi hayalinde yaratmış olduğu bir adamı Mustafa Kemal olarak tanı-
yordu. Paşa’nın aksakallı olduğunu da söylemişti.”568

Karabekir, Mustafa Kemal’in İslam’la ilişkisindeki pragmatizme


vurgu yapar:
“Emr-i vakilere karşı arkadaşlarım herkes gibi benim de boyun eğeceğimi sa-
nıyorlardı. Bir gün minberlere kadar çıkıp Hilafet makamının kutsiyetinden ve
halifenin lüzumundan bahset; herkes boyun eğsin, dinlesin; bir gün de ani bir ka-
rar ver, ‘Hilafet kaldırılmıştır, halife hudut dışı edilecektir.’ de; yine herkes bo-
yun eğsin, dinlesin! Bunun gibi, bir gün İslam dinini ve Kur’an’ı göklere çıkar;
bir gün de onları kaldırmaya yürü!” 569

Hilafetin kaldırılması anına kadar harice karşı sadece Mustafa Ke-


mal değil, İsmet Paşa da hiç renk vermemiştir. İsmet İnönü’nün Lozan
Konferansı yolunda Grillon Oteli’nde 17 Kasım 1922 günü kabul et-
tiği Muslim Standard gazetesi müdürü Abdülkayyum Malik’e verdiği
mülakatta şu ifadeleri kullandığı beyan edilmiştir:
“Kanımızın son damlasına kadar Hilafeti tutup, yaşatacağız. Türk Milleti,
İslamiyet’in kolu ve kılıcıdır. Türkiye Anayasası, Hilafetin yani hür ve müsta-
kil bir İslam devletinin menfaatlerini yürütmeğe çalışacak ellere, bütün müdafaa
kudretini vereceğini söylüyor. Bu halde Hilafeti, nasıl maddî desteksiz bırakmış
oluruz. Türkiye Hilafeti tutuyor ve tutacaktır. Hilafet, Türk Milletine vediadır,
emanettir. Türk Milleti hür ve müstakildir. Bunun için Hilafet de taarruzdan
masun ve iktidara maliktir. Hilafetin bütün vasıfları mahfuz ve emindir. Biz
büyük İslam âleminin azasındanız. Bizi takviye ve teşci etmenizle ve İslamiyet’e
yaptığımız âcizane hizmeti takdir eylemenizle bizim, İslam’ın hürriyet ve istik-
lalinin savunucusu sayılmağa layık olduğumuzu ispat ettiniz. Türk, bu mütevazı

568 Bozok-Bozok, a.g.e., s. 193-194.


569 Karabekir, Paşaların Kavgası, s. 249.

- 343 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

ve asil vazifeden dolayı iftihar eder. Bizim kanaatimiz şudur ki, Hilafet hakkı
Türk Milletinde mahfuzdur.” 570

İslam dünyasında da Mustafa Kemal algısı farklı değildi. Filis-


tin’deki bir sahne şöyledir: “Türklerin zaferi ilan edilince, Kudüs Mus-
tafa Kemal’in resimleri ile donatılıyor; Gazze’ de, Nablus’ta pencerelere
Türk bayrakları asılıyor. Camilerde dualar okunuyor ve Kudüs’teki el-Aksa
Camii’nde büyük bir toplantı yapılıyor. Türk bağımsızlık savaşının kur-
banları için bağışlar toplanıyor.” Benzer tablolar pek çok İslam ülkesinde
de aynıdır. “Türkiye’ deki olaylar, Hindistan’ daki Müslümanlar tarafın-
dan Hilafetin Panislamizmi açısından görüldü. Mustafa Kemal, Boğa-
ziçi kıyılarında hapis tutulan Halife’yi kurtaracak ‘İslamın Kılıcıydı’.” 571
Mustafa Kemal, hilafetin ilgasının vaktinin geldiğine inandığı anda
dahi hem üslûbuna ve hilafetin kaldırılması gerekçesine ziyadesiyle dik-
kat etmiş, hem de çok az lidere nasip olacak doğru adamı doğru yerde
kullanma kabiliyetinin gereği olarak bu iş için sahasında tartışılmaz
bir otorite olan fıkıh müderrisi ve âlimi eski bir İttihadçıyı, Seyyid
Bey’i kullanmıştır.572 Tedbirsizlik ve dikkatsizlik yaptığını fark ettiği
anda da bunu telafi cihetine gidecektir. Mesela, hilafetin ilgasında ar-
gümanlarını hep İslam’ın kendi geleneği içinden seçmeye gayret edip
İzmit’te buluştuğu gazetecilere “Hakikatte şer’an ve dinen hilafet deni-
len şey yoktur. Malum-ı âliniz bir defa peygamberimizin kendisi demiş
ki ‘Benden otuz sene sonra hilafet yoktur’” derken, az sonra da “Zanne-
diyor musunuz ki Hindliler, Mısırlılar, Afganlılar bize dinî bir alaka ile
merbutturlar. Herhalde hilafet başımıza beladır. Osmanlı padişahlığı
570 Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, s. 96. Rauf Orbay, İsmet
Paşa’nın Hilafetin lüzumu hususunda kendileriyle mutabıkken Lozan dönüşünde
hilafet düşmanı kesilmesini Lozan’da İngilizlerle bir nevi gizli arabuluculuk rolü
oynayan, İstanbul’un meşhur Hahambaşısı Hayim Nahum Efendi’nin telkinleriyle
‘Hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip der-
hal atılması lüzumu’ fikirini tamamiyle benimsemiş olmasına bağlamaktadır. Kan-
demir, a.g.e., s. 96-97. Ancak hilafetin ilgasını bir tek Nahum Efendi’nin telkinlerine
bağlamak çok gerçekçi görünmemektedir.
571 Y. Porath, Filistin-Arap Milli Hareketi’nin Ortaya Çıkışı, 1918-1929, Londra, 1974, s.
158-159’dan naklen Fronçais Georgeon, “Kemalizm ve İslam Dünyası (1919-1938):
Bazı İşaret Taşları”, İskender Gökalp-Fronçais Georgeon, Kemalizm ve İslam Dün-
yası, İstanbul: Arba Yayınları, Çev. Cüneyt Akalın, 1990, s. 26, 29.
572 İstiklal Mahkemesi’ndeki ifadeleri ve hakkındaki gazete haberlerine bakılırsa Kamil
Miras’ın da kullanıldığı anlaşılmaktadır.

- 344 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

hilafeti almadan evvel devrinin en parlak safhasını yapmıştır. Hilafeti al-


dıktan sonra da sükût başlamıştır,” gibi o günler için tehlikeli sayılabi-
lecek sözler sarf etmiş ama neticede gazetecilere bu mülakatın yayın-
lanmaması söylenmiştir.573 Oysa ileride de göreceğimiz üzere Hintliler
sırf hilafete bağlılıklarından İş Bankası’nın sermayesinde kullanılan ve
Mustafa Kemal’den Hazineye ve CHP’ye intikal eden malların kay-
nağını teşkil eden ciddî bir meblağı Millî Mücadele için sarf edilsin
diye göndermişlerdi.574
Mustafa Kemal’in Millî Mücadele esnasındaki dinî söylemi ile diz-
ginleri ele geçirdikten sonra söyledikleri ve yaptıkları arasındaki muaz-
zam fark bugün bile güncelliğini korumaktadır. Allah, din, peygam-
ber hakkındaki daha sonra tarih ders kitaplarına da geçmiş inanç ve
görüşlerinin ne olduğunu onun el yazılı notlarıyla tespit etmek müm-
kündür. Bu el yazılı notların ve bunların ders kitaplarında nasıl yer al-
dığı ayrıntılı olarak yayınlanmıştır.575
Mustafa Kemal’in en yakınında bulunmuş, CHP’yi bile Atatürkçü
bulmadığı için istifa etmiş, Türk İnkılâp Tarihi’nin en mühim yazarı,
Sadrazam Kamil Paşa’nın torunu Yusuf Hikmet Bayur, yine Mustafa
Kemal’in en yakınında bulunmuş Afet İnan’ın kızının onun dinî inancı
hakkında sorduğu bir soruya şu cevabı vermektedir:
“[Arı İnan]: ‘Mesela Allah’a inanır mıydı?’ [Yusuf Hikmet Bayur]: ‘Bir şey
diyemem. Ama Hareket-i Milliyenin başında dindarlardan ta! en aşırı solcu-
lara karşı bir birlik kurmayı istedi değil mi! Meclis açılırken Hacı Bayram-ı Ve-
li’ den bayraklar geldi, şunlar geldi, bunlar geldi, büyük merasim yapıldı. O yani
dini bakımdan ahaliyi birleştirmek lazım. Din kavgası yaparsak olmaz. Sonra

573 İsmail Arar, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı, İstanbul: Burçak Yayınevi, 1969, s. 46, 50.
574 Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde 12261 numarada kayıtlı olan vesikaya göre Mustafa
Kemal’in gönderilen bir yardım üzerine ettiği teşekkür şöyledir: “ Hintli kardeşleri-
mizi Türkiye’ye rapteden[bağlayan] habl-i metîn[sağlam ip] İslamiyet muktezasınca[-
gereğince] mine’l-kadim[eskiden beri] ibraz eyledikleri alâik-i diyanetpervanenin[dinî
alakaların] yeni bir delili olan işbu hediyeden mütehassıl[dolayı] hissiyat-ı şükran-
güzeranemizi ve sadât-ı aliyyeleriyle kendilerine tebliğini rica eder ve bu vesile ile de
(inneme’l-mü’minûnw ıhvetun[=Bütün mü’minler kardeştir]) kavl-i celilini âsâr-ı
fi’liyesiyle[pratik, fiilî olarak] te’yid ettiklerinden dolayı nezd-i Bâri ve Peygamberîde
meşkuren lehüm [mükâfata layık] olduklarını ilave eylerim”. Mustafa Keskin, Hindis-
tan Müslümanlarının Millî Mücadele’de Türkiye’ye Yardımları (1919-1923), Kayseri:
Erciyes Üniversitesi Basımevi, 1991, s.92.
575 Bkz. Doğu Perinçek, Kemalist Devrim-2 Din ve Allah.

- 345 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

İstanbul’ dan da fetvalar filanlar çıktı. Tabiidir. Dinin politikaya karıştırılması-


nın aleyhinde idi. Demokrasiye inanırdı. Ama o sırada tam demokrasi yapmak,
iktidarı softalara vermekti. Onu yapamazdı.”576

Mustafa Kemal’le Samsun’a çıkan, ona sonuna kadar bağlı kalan,


Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na Mustafa Kemal’in emriyle hare-
ket eden Deli Halid’in müdahalesi neticesi Trabzon’dan mebus seçi-
len, Mustafa Kemal hayattayken çeşitli ülkelerde büyükelçilik yapan,
hatta kendisi mebus seçilip İstanbul’a gittiği için Meclis başkâtibi ola-
rak yerine Recep Peker’in atandığı Hüsrev Gerede ise daha açık ko-
nuşmaktadır:
“Dindar, yani dini bütün ve inançlı mıydı? Buna doğrudan doğruya cevap
vermek çok güçtür. Herhalde oruç tutan, namaz kılan cinsinden değildi. Dinsel
söyleyişi ve yargılarında dinsiz görünür, oldukça özgür davranır, ancak Hazret-i
Peygamberi cidden bir dahi, büyük bir siyasetçi olarak tanırdı. Atatürk’e göre pey-
gamberin yüzyıllarca tüm İslam dünyasında adını hutbelerde okutmuş ve okut-
makta olması, onun siyasal gücünün büyük bir göstergesiydi. Dinsiz görülmesi
belki de devrimciliğinin duygusal bir tepkisi, bir zorunluluğu idi. Bu konuda gös-
terdiği aşırı duyarlılık ilk dönemlerde çok güçlüdür, feveran halindedir… Selim
Sırrı Tarcan’ın ziyaretine karşılık vermiştim. O da benim gibi, bir adamın din-
siz olmasının tam anlamıyla kendisini ilgilendirdiğini, ancak bir ulusun dinsiz
olamayacağı görüşünde. Atatürk’ ün bağnazlığa karşı açtığı haklı savaşı yerinde
buluyor, devrim atılımını yürekten destekliyor. Ancak, ahlak ve vicdan konusu
olan dinin saçma sapan söylentilerden kurtarılarak çağdaşlaştırılmasını, zamana
göre bir devrim geçirmesini istiyor. Tarcan, o sıralarda gazetelerde bu konuda ya-
zılar yazıyor, dinde devrim yapılması gereğini sık sık dile getiriyor. Bir gün Ata-
türk kendisini Ankara’ya çağırıyor. Selim Sırrı Bey, Çankaya’ya çıkıp sofradaki
yerini alıyor, fakat içki içmiyor. Gazi’ den de bu konuda bir zorlama olmuyor.
Yemekler yenilip içkiler içilirken Atatürk Selim Sırrı’ya bir soru yöneltiyor: ‘Sen
dinde devrim yapılması hakkında yazılar yazıyormuşsun, amacın nedir?’ Tarcan
bu konuda görüş ve düşüncelerini açıklayarak hükûmetin din işinde de öncülük
yapması gerektiğini, yoksa dinin yok olup gideceğini söylüyor. Bunun üzerine Ata-
türk ‘Bu din batacak, ileride yeni bir din çıkacaktır. Sen bu konularda yazı yaz-
mayacaksın, anladın mı?’ diye kesin emir veriyor, o da kalemini kırıp atıyor…
Herhalde insanüstü bir güce inanmıştı… Gazi’nin ölümünde yanında bulunan-
lar ‘Yarabbi, yarabbi!’ diye inlediğini söylüyorlar.”577

576 Arı İnan, Tarihe Tanıklık Edenler, İstanbul: Çağdaş Yayınları,1997, s. 335.
577 Hüsrev Gerede, Hüsrev Gerede’nin Anıları, Haz. Sami Önal, İstanbul: Literatür Yayın-
ları, 2002, s. 267-269. Üzücü olan şudur ki, Emel Akal, bu çalışmamızda Tüstav
baskısını kullandığımız Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal İttihat Ter-

- 346 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Ahmet Hamdi Başar’ın hatıratında anlattıkları da hayli ilginçtir.


SCF’nın feshinden sonra Mustafa Kemal uzun bir yurt seyahatine çı-
kar. Bu seyahatta Başar da vardır. Ankara-Sivas arasında trende Mus-
tafa Kemal’in başkanlığında Şükrü Kaya, Recep Peker, Dr.Reşit Ga-
lip, Memduh Şevket (Esendal) ile kendisinin yer aldığı toplantıda “Altı
Ok Umdelerinin Tespiti”ne yönelik müzakerelerde laiklik de mühim
bir yer tutar. Bu konuşmada Şükrü Kaya olduğu istidlal edilen bir şa-
hıs dinin artık miadını doldurduğunu iddia eder. Başar, laiklik konu-
sundaki sert tavır sebebiyle -ki “laikliğin bizde anlaşılmaya başlanan
şekilde tatbiki dinsizlikten başka bir şey değildir” demektedir- dine me-
safeli olmayan Memduh Şevket ve Hasan Âli gibi kimselere bile bir
şey açamadığını, mürteci ve dindar gözükmemek için herkesin elin-
den geleni yaptığını yazar.578
Enver Behnan Şapolyo da Türk Tarih Kongresi’nde Mustafa Ke-
mal’le sohbet ederken din konusunun da açıldığını yazmaktadır: “Bu
defa bir genç: ‘__Dinlerin cemiyet üzerinde ne tesirleri var?’. Bu suale
de hiç kızmadan, geniş bir toleransla cevap verdi: ‘__Yavrum! İnsanlar
ilk devirlerinde pek acizdi. Kendilerini koruyamıyorlar, hiçbir hadisenin
akki ve Bolşevizm unvanlı kitabının İletişim Yayınları baskısında Hüsrev Gerede’nin
hatıratının sansüre uğradığını ifade etmektedir. Bu kıymetli hatıratın sansürsüz yeni
baskısının faydadan hâlî olmayacağı inancındayız. Çünkü hatırat sahibi hiçbir ihti-
malde Mustafa Kemal’e hakaret ve iftira etmeyecek birisidir. Bu hatırattaki en yara-
layıcı anekdot ise Ahmet Refik gibi bir tarihçiye reva görülen muameledir. Gerede ha-
diseyi şöyle anlatır: “[Atatürk], bir akşam Ada’da Yat Kulübü’nde tarihçi Ahmet Refik’i
görür. Ahmet Refik, Harp Akademisi’ndeki öğrencilik yıllarımızda Fransızca öğretmeni
Mösyö Lupat’nun yardımcısıydı.Bu nedenle sağda solda dolaşıp ‘Gazi benim öğrencim-
dir.’ diyormuş.Gazi bu sözlere kızdığı için Ahmet Refik’i görünce onu yanına çağırır ve
masanın üstüne çıkarır: ‘Şimdi herkese işittirerek bağır!De ki ben cahilim ve eşeğim!’ der.”
Gerede, a.g.e., s. 279.
578 Ahmet Hamdi Başar, Ahmet Hamdi Başar’ın Hatıraları, Haz. Murat Koraltürk,
Cilt.1, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007, s. 304-311. Hem devrin
insanları ne hale getirdiğini, hem de insan kalitesini göstermesi bakımından şu sa-
tırlar ibretlik olmalıdır: “Seyahatimizin ikinci merhalesinde güney illerimizden birin-
de eski bir hoca mebusu, beraberce poker oynayarak rakı içtiğimiz Meclis’te, yersiz ola-
rak Allah’a küfrettiğini işittiğim zaman, her şeyi unutup, bu zatı pataklamak için çok
sıkıntı çektim ve onun daha sekiz sene evvel cübbesi, sarığı ile iki de bir ayet okuyarak
din namına işlerimize karıştığı günleri hatırladım. O zaman bize ‘kâfir’ diye hücum
eden bu zat şimdi kendisini tenkit edersem bana ‘laik değilsin’ diye hücum edebilirdi.
Muhakkaktır ki, aynı adamın yarın ‘komünist’ diye hücumuna da uğrayacağım”. Ba-
şar, a.g.e., s. 310.

- 347 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

de sebebini bilmiyorlardı. Kendilerini koruyacak bir kuvvet aradılar. Ni-


hayet insanlık vicdanında bir kuvvet yarattı. O da İşte Allah’tır. Herşeyi
ondan beklediler, ondan istediler. Hastalıktan, felaketten korunmayı hep
Allahlarından istediler. Fakat modern çağlarda insan, her şeyi Allah’tan
beklemedi. Ancak cemiyetten bekledi. Her şeyin koruyucusu insan cemi-
yetidir. Bizi koruyan, müreffeh surette yaşatan cemiyettir’”.579
Kazan Türklerinden esaslı bir âlim olan Zakir Kadirî Ugan’ın mu-
hatabı olduğu meşhur bir hadiseyi nakille bu bahse son veriyoruz. Konu
okullarda okutulacak ders kitaplarının hazırlanması ile ilgilidir. Mus-
tafa Kemal, tarih kitabının yazımı için ‘Türk Tarihi Tetkik Cemiye-
ti’ni görevlendirmiştir. Cemiyet, liselerde okutulacak tarih kitapları-
nın yazımına başlamış, “İslam Tarihi” ve “Türklerin İslam’daki Yeri”
ile ilgili bölümü de Mısır’daki ünlü el-Ezher mezunu Zakir Kadirî’ye
tevdi etmiştir. Ugan’ın notları kendisine iletildiğinde Mustafa Kemal
Araplarla ilgili bu bölümlere itiraz etmiş bazı düzeltmelerin yapılma-
sını istemiştir. Ancak düzeltmeler istediği gibi yapılmayınca adeta ateş
püskürmüş ve kendi el yazısıyla çok ağır hakaretlerde bulunmuştur:
“Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; (İkra, Bism-i Rabbi) safsata-
sını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar böl-
gelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadık-
ları tahrifat kalmamıştır. Bu zihniyetle hareket edenler İslam’ dan önce evrensel
Türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler. Yazacağınız
İslam tarihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklan-
masını önemli görürüm.” 580

Zakir Kadirî için “sersem”, “cahil”, “Cami-i Ezher kaçkını” ifade-


leri reva görülmüştür. Mesele Arap saraylarındaki köle asker Türkler-
dir. Oysa Kadirî yazdığı bölümde bir bilgiye işaret etmektedir. Bura-
dan kendisinin de mensup olduğu Türkleri tahkir ettiği neticesinin
çıkarılması da mümkün değildir. Kaldı ki Mustafa Kemal de böyle bir
ifadenin kullanıldığını iddia etmiyor ama bu bilgi bile tek başına ha-
karet için yeter sebep teşkil ediyor ve “En nihayet Muhammed’in Ha-
lifesi unvanını taşımak maskaralığında bulunanları emir ve iradelerine
boyun eğdirmişlerdir” gibi sert bir ifade kullanıyor. Cemiyet Başkanı
579 Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele, s.304-305.
580 Atilla Oral, Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu, İstanbul: Demkar Yayınları, 2011, s. 61.

- 348 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Tevfik Bıyıklıoğlu’na yazılan mektup ve notta “Zakir Kadirî’nin ah-


makçasına notların”dan bahsediyor.581 Oysa Zakir Kadirî telif-tercüme
eserleri, Türk Yurdu ve Darü’ l-Fünûn İlâhiyat Fakültesi Mecmuası’n-
daki makaleleriyle “sersem”, “cahil” ve “Cami-i Ezher kaçkını” olma-
dığını ispatlamış birisidir. Bilhassa Türkiye’deki Hadis ilminde onun
Darü’ l-Fünûn İlâhiyat Fakültesi Mecmuası’nın 4. sayısında yayınlanan
“Dinî ve Gayridinî Rivayetler”582 unvanlı 80 sayfalık mükemmel ve
muhteşem tetkikinin çok ciddî tesiri olmuştur. Literatürde mefhum
ve orijinal bir hareket olarak ilk defa tarafımızca kullanılan “Kazan
İslamcılığı”nda da mühim bir mevki işgal eden Ugan maalesef diğer
Türkî entelektüeller gibi gün yüzü görmemiş, “sığıntı” muamelesine
maruz kalmış, maişet derdine düşmüş, bir müddet sonra da yurtdı-
şına gitmek mecburiyetinde kalmıştır.583
Mustafa Kemal, Millî Mücadele esnasında çok az hadisede taktik
icabı geri adım atmıştır. Henüz yeteri kadar tanınmadığı ve tam hâ-
kim olamadığı Erzurum Kongresi’nde bu açığını istifa etmiş olduğu
halde padişah yaverliği kordonu ile kapatmaya çalışmış, ancak hiç um-
madığı bir tepkiyle karşılaşmış ve bir kenara yazmak kaydıyla bu tep-
kiye de mukabelede bulunmamıştır. Hemen herkesin yaşanmışlığını
kabul ettiği bu hadiseyi aynı zamanda hadisenin tarafı olan Zeki Ka-
dirbeyoğlu şu şekilde hikâye etmektedir:
“Camekanlı kapı açılır açılmaz bütün ihtişamı ile büyük üniformasıyla ka-
şıklı, püsküllü apoletleriyle irili-ufaklı umum nişanlarıyla ve Yâverân-ı Hazret-i
Şehriyârî kordonu ile arkasında da yüzbaşı Cevad ve diğer mülazım Receb Zü-
hdü aynı büyük üniforma ile içeri girmesinler mi!.. Böyle alıştırılmış devir her ne

581 Oral, a.g.e., s. 62.


582 Zakir Kadirî, “Dinî ve Gayridinî Rivayetler”, Darü’l-Fünûn İlâhiyat Fakültesi Mec-
muası, Sayı: 4, Teşrin-isanî 1926, s. 132-210.
583 Türkî entelektüeller, Cumhuriyet devrinde çok ağır muamelelere maruz kalmış-
lardır. Bu çalışmada bahsettiğimiz Ahmet Ağaoğlu ve Hüseyinzade Ali Turan, bu
bölümde bahsettiğimiz Zakir Kadirî, ayrıca korkudan saçmalığına kimsenin ses
çıkaramadığı Türk Tarih Tezine ilmî bir itiraz tevcih ettiği için Zeki Velidi Togan,
Denizbank terkibinin Türk Dili gramerine uymadığını söyleme cüretinde bulun-
duğu için de Sadri Maksudi Arsal ilmî ve siyasî müktesabat ve şahsiyetlerine hiç
yakışmayan muamele ve hakaretlere muhatap olmuşlar, rencide edilmişlerdir. İşin
ilginç yanı, bu isimler hangi inanç ve siyasî görüşte olurlarsa olsunlar, sadece Türk
ve İslam dünyasınca değil, aynı zamanda Batı dünyasınca da tanınan, itibar edilen
ve kaynak olarak müracaat edilen çapı hayli yüksek entelektüellerdi.

- 349 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

olursa olsun ismine ne nâm verilirse verilsin, buradaki büyüklük ilmen ve irfâ-
nen değil mevkî itibariyle bu nâmı ihraz edenler alt taraflarındakine daima ha-
karetle bakmayı, hîn-i hâcette tahta kurusu gibi onları ezmeyi ve mutlak olarak
kendilerine itaat ettirmeyi isterler. Mustafa Kemal Paşa bu hareketiyle murah-
haslar üzerinde yapacağı te’sîri çok iyi olarak keşfetmişti. Ve nitekim öyle de çıktı.
O dârât, debdebe ile kılıç şakırdılarına karşı murahhaslar hep birden ayaklan-
masınlar mı? İşte o vakit taş kafamdan fırladı, ayağa kalkmayan ben ve Rauf
Bey’ den başka kimse kalmadığını görünce ben de yerimden fırladım. Gayet sert
ve haşin bir sadâ ile: ‘Efendiler oturunuz! Paşa hemen dışarı çıkınız, daha isti-
fanamenizin mürekkebi kurumadan kongre üzerinde bir te’sîr icra etmek için bu
kıyafetle gelmenize çok teessüf ederim. Hemen çıkınız, başka bir elbise ile gelir-
siniz’ diyerek elimle de kapıyı gösterdim. Sarı olan Mustafa Kemal o sırada yeşil
bir renk aldı. Ve kongre salonunu mevtâî [ölü gibi] bir sükûn kapladı… Mustafa
Kemal Paşa üç dakika süren bu sükûtu, rolünü değiştirmek suretiyle bir aktör va-
ziyeti aldı: ‘Efendiler, şimdi bu dakikada kanaat getirdim ki, bu memleket hiç-
bir vakit istiklalini kaybetmeyecek. Bilakis parlak istikballere mazhar olacaktır.
Zîrâ içimizde medenî cesaretini hiçbir kuvvetin eğemeyeceğini ben de îman et-
tiğim (eliyle beni göstererek) böyle şahıslar oldukça bizler yaşayacağız. Bu bizim
hakkımızdır’. Bana doğru bir adım atarak elini uzattı ve sivil elbisesi olmadığı
için bunlarla gelmeye mecbur olduğunu beyân-ı itizar etmesi (özür dilemesi) üze-
rine cevaben: ‘Paşa, paşa üzerindeki hâkî [yeşil] elbise bizim için kâfî idi. Paşalık
işaretlerini kaldırınız. Avcı biçimi sivil bir elbise olur. Nitekim içimizde o kıya-
fette birkaç arkadaşımız da vardır. Siz ise yevmî [günlük] giyilen askerî ünifor-
maya da kanaat etmeyerek büyük üniforma, yâverî kordonu ve bütün nişanları-
nızla buraya gelmeniz çok açık söyleyeyim ki hüsnüniyete delalet etmez. Bununla
beraber burada oturamazsınız. Tâ ki sivil giymedikçe, burayı şimdi terk etmeniz
icab ediyor. Aksi takdirde biz salonu terk ederiz.’ Mustafa Kemal Paşa vaziyetin
başka türlü çıkar yolu olmadığını görünce hemen geriye dönerek salondan çıkmak
suretiyle kongreyi terk etti. İki dakika sonra otomobilin zartazurtası işitildi.” 584

Mustafa Kemal, bu kitabın pek çok yerinde ifade edildiği üzere tak-
tik ve stratejik zekâ, hatta dehaya sahiptir. Millî Mücadele esnasında
hadiselere ve şahıslara sadece memleketin değil, kendisinin de mevki-
ini ve istikbalini hesap ederek bir kıymet vermiştir. Halife, veliahd ve
şehzadeler dahi bu hükmün haricinde değildir. Veliahd Efendi veya
şehzadeler, Mustafa Kemal’in işine yarıyorsa kıymetlidir, yaramıyorsa
değillerdir.585 Bu husustaki anekdotların bigâne kalınamayacak kadar
584 Kadirbeyoğlu, a.g.e., s. 58-59.
585 Süleyman Güneri de, “Mustafa Kemal yüksek, derin bir zekâ, hırsına payan olmayan
ateşîn ruh, fırsattan istifade hususunda nevi şahsına münhasır bir nadire, muvaffa-
kiyetli bir şahsiyettir,” demektedir. Güneri, a.g.e., s. 96. Vamık D.Volkan ve Norman

- 350 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

değerli olduğunu zannetmekteyiz. Harbiyeyi birincilikle bitiren, harp


akademisinde Mustafa Kemal, Ali Fuad Cebesoy ve Ali İhsan Sabis
gibi isimlerle sınıf arkadaşı olan, harp akademisini de Ali İhsan Sa-
bis’in ardından ikinci olarak bitiren, Mütareke’den sonra hiçbir siyasî
partiye mensup olmadığı için Harbiye Nezareti Hareket ve İstihbarat
dairesinde görevlendirilen, akademide de hocalık yapan ve ayrıca Veli-
ahd Abdülmecid’in oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi ile üç şehzadeye
ders veren, Büyük Taarruz’da Garp Cephesi Kurmay Başkanı ve uzun
müddet de Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’nın yardımcısı olan Asım
Gündüz’ün hatıratında anlatılanlar hayli çarpıcıdır. Ankara’da mec-
lisin açılma günlerinde Yüzbaşı Yümni Üresin, Ankara’dan İstanbul’a
gelerek Asım Gündüz’e Mustafa Kemal’in selamını getirmiş ve kendi-
sinden Veliahd Abdülmecid Efendi’yle görüşmesi için aracılık yapma-
sını istemiştir. Asım Bey de talebesi Şehzade Ömer Faruk Efendi ara-
cılığıyla randevu almış ve birlikte Veliahd ile görüşmüşlerdir. Veliahd
Efendi, Mustafa Kemal’in kendisinden tam olarak ne istediğini sor-
muş, Asım Bey de “Şüphesiz, bana bir şey söylemediler. Yalnız, Padişah
hazretlerinin burada İtilaf Devletlerinin elinde bulunduklarını biliyorlar.
Belki de, Anadolu’ da bir devlet kurarak sizi başa geçirmek istiyorlar” de-
miştir. Abdülmecid saltanat kavgası, çekişmesinden bahsederek endi-
şelenir, ancak Asım Bey, Mustafa Kemal’in görüşme isteğini tekrarla-
yınca Abdülmecid Efendi cevap için bir hafta süre ister. Bir hafta sonra
Asım Bey, Kurmay Yüzbaşı Yümni Bey ile Çamlıca’daki köşke davet
edilir. Veliahd “Mustafa Kemal Paşa’ya selam ve sevgilerimi bildiriniz”
der ama “Bu zamanda memleketi bölücü bir hareketi benden istememe-
lerini rica ediyorum” ilavesiyle menfî bir cevap verir. Birinci ve ikinci
İnönü savaşlarından sonra Yümni Bey’in gelip gitmesi ve Veliahdla ya-
pılan görüşme ertesi Şehzade Ömer Faruk Efendi, Asım Bey’den gö-
rüşmenin muhtevası hakkında bilgi almak ister ama her defasında bu-
nun bir nezaket görüşmesi olduğu cevabını alır. Ancak bir gün yine
Itzkowitz de “Onu gerçek bir lider haline getiren şey, onun koşullara uyarlanma ko-
nusundaki sıra dışı yeteneğiydi. Kazım Karabekir, Ali Fuat ya da diğer önemli ki-
şiler Mustafa Kemal gibi hareket etmeye asla cesaret edemeslerdi; böyle bir cesareti
göstermiş olsalar dahi, zorunlu esneklikten yoksunlardı” demektedir. Vamık D.Vol-
kan- Norman Itzkowitz, Ölümsüz Atatürk, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2008, s.214.
Bu kitapta Enver Paşa’nın Mustafa Kemal’i değil, Mustafa Kemal’in Enver Paşa’yı
kıskandığı gibi resmî tarihe aykırı pek çok husus net olarak ifade edilmektedir.

- 351 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Asım Bey’in önüne dikilir ve “Hocam, Ben Anadolu’ya gitmek istiyo-


rum. Eğer Mustafa Kemal Paşa, babama gelmedi diye kızdı ise ben va-
rım. İster babamın yerine beni kabul etsin, isterse Millî Mücadelede bir
er olarak beni de kullansın. Ama gideceğim karar verdim,” der. Tam bu
sırada Asım Bey, M.M. grubu aracılığıyla Mustafa Kemal’den Anka-
ra’ya gelmesi yönünde davet almıştır. Asım Bey, Ankara’ya gidiş hazır-
lığı yaparken Ömer Faruk Efendi tekrar kendisini bulur ve Ankara’ya
gitmek için ısrar eder. Asım Bey de M.M. Grubundan arkadaşlarıyla
görüşür ve neticede “Mustafa Kemal, Abdülmecit’i istiyordu. O gide-
medi. Bari oğlunu götürelim. Bu herhalde yanlış bir hareket olmaz” di-
yerek Şehzadeyi götürme kararı alırlar. Şehzade gizlice vapura sokulur
ve İnebolu’ya doğru hareket edilir. Asım Bey vapurdan önce kendisi
iner ve irtibat subayına geldiğini, Ömer Faruk Efendi’nin de yanında
olduğunu söyler. Asım Bey, sonrasını şöyle yazıyor: “Şehzadenin va-
purda olduğu bir anda duyulmuş, İnebolu ayağa kalkmıştı. Hanedan-
dan birinin İnebolu’ya gelmesini halk heyecanla ve coşkun tezahüratla
karşılamıştı. İskeleye toplanan halk şehzadeyi görmek için sabırsızlanı-
yordu. Sandallar ve motorlar vapurun etrafını sarmıştı. Gece de ziyafet-
ler verilmiş, fener alayları düzenlenmişti.” Ancak durumdan Mustafa
Kemal haberdar olunca sinirlenir ve Asım Bey’e Şehzadeyi derhal geri
götürmesini emreder. Asım Bey, Şehzadenin “gerekirse bir er olarak
yurdumuza hizmet edeceğim” dediğini hatırda tutarak çok zor bir po-
zisyonda kalsa da gereğini yapar ama Mustafa Kemal’le alakalı muh-
teşem bir tahlilde bulunur:
“Ancak bilmediğimiz taraf, Mustafa Kemal’in bir insanı davasına yararlı ola-
cağı zaman kullanmasını iyi bildiğiydi. Büyük Millet Meclisi yeni kurulurken Ve-
liahd’in şahsiyetinden faydalanmayı düşünmüş ve kendisini Ankara’ya davet et-
mişti. Halbuki şimdi, bir ordu kurulmuş, İnönülerde düşmana iki defa darbeyi
vurmuştu. Artık onun, Osmanoğullarından birinin maddî ve manevî dayana-
ğına ihtiyacı kalmamıştı.” 586

Bu hadiseyi Hüsamettin Ertürk de şu şekilde anlatmaktadır:


“Abdülmecid Efendi, Anadolu’ya geçmek arzusunu şiddetle duymuş ve bu ha-
reketi hazırlamak için oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi’yi, Ankara’ya göndermeğe

586 Asım Gündüz, Hatıralarım, Dinleyen ve Yazan: İhsan Ilgar, İstanbul: Kervan Ya-yın-
ları, 1973, s. 39-43.

- 352 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

kalkmıştı. Şehzadenin yanına bir erkân-ı harp miralayı terfik edilmişti [veril-
mişti]. Her ikisi İnebolu’ya çıkmışlar, fakat Ankara’ya gidememişlerdi. Zira biz-
zat Mustafa Kemal Paşa’nın verdiği emir şu idi. ‘Şehzadeyi derhal geldiği yere
iade ediniz!’” 587

İsmail Habib Sevük ise Kastamonu’da Açıksöz gazetesinin başyazar-


lığını yaptığı bir esnada evvela Dâhiliye Nezareti’nden Şehzade Ömer
Faruk Efendi’nin “ihtifalât-ı lâyıka [esaslı bir tören] ve ihtiramat-ı faika
[büyük bir hürmet] ile İnebolu’ya çıkarılması”na dair bir telgraf gönde-
rildiğini, bunun üzerine Şehzade’nin vapurdan çıktığını, kasabaya bay-
raklar asıldığını, beldenin şenlik içinde olduğunu, fakat bir müddet
sonra da Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal’den gelen telg-
rafta “Şehzade’nin hemen vapura irkâbiyle [bindirilerek] İstanbul’a ia-
desi”nin bildirildiğini yazmaktadır.588
Asım Gündüz, hatıratında Mustafa Kemal’in sıkça ifade ettiği Millî
Mücadele’nin aynı zamanda “Saltanat ve Hilafetin kurtarılması” mü-
cadelesi olduğu retoriğinin bizzat subaylar arasında dahi makes bul-
duğunu anlatmaktadır. Naklettiği şu anekdot hayli çarpıcı olmalıdır:
“İzmir’e muzaffer olarak girdiğimiz günlerde idi. Sonradan Korgeneral-
liğe kadar yükselen bir arkadaşımız ‘Asım, bu işi başardık. Bir de İstan-
bul’u alıp Padişahı esaretten kurtarırsak Osmanlı hükûmetinin sırtı yere
gelmez,’ demişti.”589

587 Ertürk, a.g.e., s. 305.


588 Sevük, Atatürk İçin, s. 7-8. Süleyman Güneri ise Mütareke ertesinde Erzurum’da
bulunan bir şehzadenin başa geçme davetine karşılık vermediğini yazıyor. “Şehzade
Abdülhalim Efendi burada Mevki-i Müstahkem Kumandanı idi. Yaveri ile kendisine
haber gönderdik, gelsin, başımıza bu davada alemdar olsunlar. Gönderdiği cevap şu-
dur: Öyle baldırı çıplaklarla görüşmem.” Güner, a.g.e., s. 92.
589 Gündüz, a.g.e., s. 43.

- 353 -
17. Mustafa Kemal ve İttihadçıların da İçinde
Bulunduğu Muhalefetin Tasfiyesi

T ürkiye’nin geldiği seviye Millî Mücadele dönemi, Cumhuriyet’in


kuruluşu ve Tek-Parti idaresi hakkında daha özgür ve serbest
yazma imkânını sağlamaktadır; ancak yine de her şeyin yazılması
için bir müddet daha beklemek gerekmektedir. Fakat Kemalizm ve
İttihadçılık münasebeti hakkında kaleme alınan yazılarda hukukî en-
dişeler değil, önyargılar belirleyici olmaktadır. Kemalizm ve artık ta-
rihe mal olan İTC ve İttihadçılık önyargılarla değil, objektif kıstas-
larla incelenmelidir.
İTC içinde öne çıkamamış biri olan Mustafa Kemal’in liderliği daha
evvel de ifade olunduğu üzere tam da bu geri kalışının neticesiydi. İt-
tihadçılığından dolayı İttihadçı kadroların, İTC içinde ön planda yer
alamadığı, hafif muhalif konumunda bulunduğu ve Yaveran-ı Hazret-i
Şehriyarî’den olduğu için de İstanbul Hükûmeti’nin tercih ettiği biri
vasfıyla Anadolu’ya gönderilecek en uygun isimdi. Mustafa Kemal üze-
rinde ittifak eden herkes ondan ümitliydi. İttihadçılar, zaten mahallî/
yerel ölçekte başlamış olan Milli Mücadele’yi tek çatı altında birleşti-
rip “askerî liderlik” yapmasını, padişah ve İstanbul Hükûmeti’yse bil-
hassa Müslüman ve gayrimüslim ahali arasında vukuu muhtemel ça-
tışmaları işgal devletlerinin şiddetli tepkisine ve anlaşma masasında
şartların ağırlaşmasına yol açacağı endişesiyle önlemesini istiyorlardı.
Padişah ve İstanbul Hükümeti’nin Mustafa Kemal’in gerçek niye-
tini anlaması kolay değildiyse de komitacılık ve örgütçülük vasfı hayli
bariz olan İttihadçıların kahir ekseriyetinin Mustafa Kemal’i sadece
vatanın kurtuluşuna önderlik yapacak bir askerî lider ve çok azının da
- 355 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

ayrıca geçici siyasî lider olarak telakki edişleri ilginçti. Önde gelen İt-
tihadçı sivil-asker kadrolar, tüm çaba ve gayretlerini salt vatanın kur-
tuluşuna teksif etmişlerken Mustafa Kemal, onlardan farklı olarak bu
gayretlere ilave olarak bir de siyasî gelecek hesabı yapmaktaydı.
Mustafa Kemal’in attığı her adımın, yaptığı her hamlenin belli
bir zamana kadar hemen herkes tarafından salt vatanın kurtuluşuna
matuf bir hareket olarak algılandığı, anlaşıldığı tartışmasızdır. Onun
siyasî liderliğini de tartışma konusu yapmayan -ki onlar bunu geçici
bir “görev” olarak telakki ediyorlardı- İttihadçılar bile onun “siyasî ge-
lecek” hesaplarını anlamadılar. İttihadçılar, Mustafa Kemal’in “siyasî
gelecek” hesaplarının da olduğunu tam olarak anladıklarında ise artık
“geri dönülemez” bir noktada oldukları gerçeğiyle karşı karşıya kaldı-
lar. Onlar Mustafa Kemal’in kimi zaman tenkid, kimi zaman da soh-
bet konusu yapılan ihtirasının had raddeye varacağını beklemiyorlardı.
Onun, ihtirasını “ihtiyat” özelliğiyle gemlemede ve neyi ne zaman ya-
pacağını hesaplamada eşsiz bir maharete sahip olduğunu herkes, hep
birlikte yaşayarak gördü. Bu özellik, literatürde “taktik deha” ve “stra-
tejik zekâ” olarak tavsif edildi.590
Mustafa Kemal, Millî Mücadele’nin neticesinin belli olmasından
sonra kendisine eşdeğer tüm “asker” rakiplerini sivil siyaset sahasına
icbar ederken orduda kendine mutlak surette bağlı bir kadroyu da tah-
kim etmiş oldu. Bu bakımdan Mustafa Kemal, en zor şartlarda dahi
siyasî liderlik ve gelecek hesabı yapma mahareti bakımından ancak Ta-
lat ve Enver Paşalarla kıyaslanabilir. Millî Mücadele’nin en kilit iki üç
isminden biri olmakla kalmayan, aynı zamanda İTC’nin Meşrutiyeti
ilan ettiren Manastır şubesinin kurucuları arasında da yer alan, ko-
mitacılığı bilen kudretli biri vasfına sahip Kazım Karabekir’in Millî
Mücadele esnasında o çok korkulan İttihadçıları ezme başarısını gös-
terirken İstiklal Mahkemesi’nde sanık sandalyesine oturması, hayatını
590 Mehmet Şeref Aykut’un, “Zaten ters ve yanlış propagandalara karıştırılmak isteni-
len muhitin bütün sarsıntılarına karşı Mustafa Kemal Paşa üç şeyi, etrafındaki sadık
ve fedakârlara iyice anlatmıştı: Susmasını, sabretmesini ve yapmasını bilmek” sözü,
Mustafa Kemal’i ve hususiyetini en iyi tarif, izah ve ihtisar eden sözlerdendir, de-
nilse, yanlış olmaz inancındayız. Aykut, a.g.e., s.51. Gotthard Jaeschke de “O yalnız
inkılâpçı değildi, aynı zamanda mükemmel bir diplomattı, fikirlerini maharetle sak-
lamasını biliyordu” demektedir. Jaeschke, a.g.e., s.122.

- 356 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

kaybetme korkusunu yaşaması kendisinin bile hayret ettiği bir siyasî


basiretsizlik olarak değerlendirilebilir.591
Mustafa Kemal, kendine denk ve her biri kudretli tüm Millî Mü-
cadele komutanlarını tasfiye ettiğine göre siyasî geleceğini tek-adam-
lık üzerine inşa etmiş olmalıydı. Hemen hepsi aynı zamanda mebus
ve siyasetçi olan rakiplerinin bu tek-adamlık tasavvurunun ulaşabile-
ceği nihaî noktayı tayinde acze düştüklerini ve neticeyi görünce şaşır-
dıklarını kabul etmeliyiz. Bu bakımdan Mustafa Kemal, onların tah-
min ve tasavvur ettiklerinden daha sert ve acımasız ama aynı zamanda
daha zeki ve öngörülü biriydi.
Mustafa Kemal’in muhalif tasfiyesi sadece Terakkiperver Cumhu-
riyet Fırkası ile izah edilemez. Bu fırka, her biri kudretli muhtemel
rakiplerden müteşekkildi. Ancak SCF, hem kendisinin kurdurduğu
partiydi hem de kurucuları itaatte pek kusur etmeyecek isimlerden
oluşuyordu. TCF’nin kapatılması Orbay, Karabekir, Bele ile Kara Ke-
mal, Dr. Nazım gibi İttihadçı siyasî rakiplere yönelik bir hamleyken
SCF’nin feshi Mustafa Kemal’in millet telakkisiyle alakalı bir hadi-
seydi. Çünkü bu defa muhalefetin kaynağı Millî Mücadele komutan-
ları ve İttihadçılar değil, bizatihi halkın kendisiydi.
Mustafa Kemal, tam olarak hâkim olamadığı ilk meclisi feshettire-
rek aslında istediği tasfiyeyi gerçekleştirmişti. TCF, kurulduğunda İlk
Meclis’teki 2. Grup’un gücünün çok altındaydı. Mustafa Kemal, aslında
591 Süleyman Güneri’nin Karabekir tahlili yabana atılır gibi değildir: “Bu zat-ı âlî in-
kılâbın alemdarı olacak bir mevkide idi. Buna muvaffak olamaması tab’ında olan
tereddüt, yeni hadiseler karşısında yeni kararlar ittihaz edememek onu daima perde
arkasında mütecennib [çekingen] görünmeye mecbur bırakmıştı… Kemal Paşa’nın
enerjisi karşısında Kazım Paşa’nın bir muvazene teşkil etmesi bütün inkılâpçılarca
lâ-büdd[gerekli] görülüyordu. Hayfa ki Kazım Paşa bu hakikati anlayamamıştı…
Kazım Karabekir Paşa İtilaf askerî heyetinin Erzurum’da bulunan mekanizma ve ka-
maları sandıklar içinde ambalaj ve Sarıkamış yoluna tahmil ederek Ermenilere teslim
edilmek üzere Kars’a sevke müsaraat etmişlerdi. Kazım Paşa’nın tertip buyurdukları
Kuva-yı Milliye tarafından Horasan’da tren basılarak muhafızlar bağlanmış ve İngiliz
müşahidinin gözü önünde sandıklar alınarak dağa çıkarılıp götürülmüştür. Bu vak’a
üzerine İtilaf heyeti Paşa’ya bir telefon ederek; ‘Bizim burada artık vazifemiz kalma-
mış, demiş ve def olup gitmişti. Kazım Karabekir bu tecellidi evvelce göstermiş olsa
davanın sahibi olurdu. Maatteessüf bu fırsatı kaybetmiş bulunuyordu.’” Güneri, a.g.e.,
s. 79-80.

- 357 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

kız gibi meclis istemektedir. İsmail Habib Sevük’ün ilk meclisin fes-
hinden önce Mustafa Kemal’le arasında geçen konuşma şu şekildedir:
“Her şeyden evvel kız gibi bir meclis yapalım da ondan sonra istediğiniz gibi
yazınız. ‘Demek meclis feshediliyor’ dedim. ‘Neden biliyorsun?’ der gibi yüzüme
baktı. ‘Kız gibi bir meclis yapalım buyurdunuz da’. O sözü ağzından kaçırdı-
ğına hiç pişman olmamış görünen bir tavırla: ‘Hayır, diyor, meclis fesholunmu-
yor. Olunamaz. Yalnız kendi kendine tecdid-i intihaba karar verecek!’ Ve arka-
sından tenbih ediyor: ‘Şimdilik bunu kimseye söylemeyeceksin ha!’”592

Mustafa Kemal’e itaat ve bağlılığıyla maruf Hâkimiyet-i Milliye’nin


11 Kanun-ı Evvel 1340 (11 Aralık 1924) tarihli nüshasında yer alan
bir haberin arka planı Mustafa Kemal’in muhalefetten ne anladığını,
muhaliflere nasıl baktığını göstermesi açısından hayli önemi haizdir.
Bu haberde Mustafa Kemal’in bir seneden beri İstanbul’da bulunan
Times muhabiri ile mülakatta bulunduğu ve dâhili siyasete dair muha-
birin tevcih ettiği suallere verilen cevaba muttali olunduğu yazılmak-
tadır. Muhabirin sorduğu sorulardan biri de şudur: “Terakkiperver Fır-
ka’nın programını nasıl buluyor? Bilhassa veto hakkı, fesih hakkındaki
fikirleriyle serbestî-i dine, hâkimiyet-i milliyenin muhafazasına ve bir is-
tibdadın mevcudiyetine dair olan ima ve telmihler hakkındaki fikirleri
nedir?” Mustafa Kemal’in cevabında ise şu ifadeler vardır:
“Efkâr ve itikâdât-ı diniyeye hürmetkâr olmak öteden beri tabiî ve umumî
bir telakkîdir. Bunun aksini düşünmek için sebep yoktur. Bir istibdâdın mevcu-
diyetine dair olan ima ve telmihler, bence kâbil-i izah değildir. Cumhuriyet Halk
Fırkası ve onun bütün liderleri ve mensupları Türkiye’ de her nevi istibdadı kö-
künden yıkmak için ve memleket ve millete tam bir hürriyet kazandırmak için
bugüne kadar milletle beraber hayatlarını ortaya koymaktan çekinmemiş ve hiç-
bir vakit çekinmeyecek insanlar olduğuna göre işaret olunan istibdad herhalde
mevcud değildir. Li-maksadın vuku bulan bu yoldaki ima ve telmihlerin nazar-ı
millette hiçbir kıymeti yoktur”.

Ancak İngiltere Büyükelçisi Ronald Lindsay’in ülkesinin Dışişleri


Bakanı Austen Chamberlain’e gönderdiği 25.11.1924 tarihli raporda ya-
zılanlara bakarsak mülakatın mahiyeti ve tarzı hayli farklıdır. Bu ra-
porda The Times muhabirinin [Maxwell] Macarteney olduğu, Mustafa
Kemal’le mülakatın 21 Kasım tarihinde yapıldığı, Ankara dönüşünde
592 Sevük, a.g.e., s. 53.

- 358 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

mülakatın gazetede yayınlanacak halinin bir kopyasının kendisine ve-


rildiği, muhabirin mülakat raporunu İngiltere’ye göndermeden önce
Mustafa Kemal’e sunacağına söz verdiği ve bu sözün yerine getirildiği
söylendikten sonra Macarteney’in Lindsay’e anlatıkları ve bu anlatı-
lanlardan Lindsay’in anladıklarına yer veriliyor. Buna göre, Mustafa
Kemal, “Terakkiperverler, cumhuriyetçiliklerinde samimi değildir, prog-
ramları bir sahtekârlıktır ve kendileri de düpedüz mürteci” demektedir.
Macarteney’le yaptığı mülakatta kullandığı lisan ve üslûp onun öldü-
resiye mücadele etmek arzusunda olduğunu ifade ediyormuş ve “Gazi
kendini tam bir cinnet haline kaptırmış.” “Muhalefetin bütün üyelerini
parmaklarını masaya vurarak sayarken yüzü kızarıyor ve onları her şey-
lerini borçlu oldukları kendisine nankörlük etmekle, vatan hainliği ile
tanım”lamaktadır. “Mülakatta takdimci ve yarı tercüman için yanında
bulunan bir mebus birkaç kez araya girip ‘sakin olun Gazi Paşa, bu ka-
dar tedbirsiz olmayın’ diye haykırmış ama gazap selinin önüne hiçbir şey
geçememiş.” Macarteney, tabancaların en kısa sürede ciddî ciddî çe-
kileceğini, Vasıf ile Necati’nin, Galata Köprüsü’nü sallanan cesetlerle
donatacak daha pratik bir İstiklal Mahkemesi’nin başına geçmek için
İstanbul’a gelmek üzere hükûmeti bırakacaklarını düşünmüş ve Anka-
ra’dan ayrılmış.593 Tabiî mülakata hâkim olan bu öfkenin ya da inti-
baın ne Hâkimiyet-i Milliye’de ne de The Times’da yayınlanan metinde
hiçbir şekilde yer almayacağını, hissedilmeyeceğini söylemek zaittir.
TFC’liler muayyen gaye ve prensiplere değil, şahsî ihtirasa tabi bu-
lunmakla itham edilmişlerdir. Hâlbuki muayyen ve mektup [yazılmış]
593 Hakan Özoğlu, Cumhuriyetin Kuruluşunda İktidar Kavgası 150’likler, Takrir-i Sükûn
ve İzmir Suikastı, Çev. Zuhal Bilgin, İstanbul: Kitap Yayınevi, 2011, s. 122; Nevin
Yurdsever Ateş, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu ve Terakkiperver Cumhuriyet Fır-
kası, İstanbul: Der Yayınları, 1998, s. 217-227; Zürcher, TCF, s. 90-94, 197-201. Lin-
dsay’in raporu ile Macarteney’in rapor ve mülakatının tamamı Ateş’in eserinde yer
almaktadır. Ancak İngilizce metnin tercümesinde anlam takdirlerinde ciddî hatalar
görülmektedir. Ancak her üç tercümede de az da olsa anlamı esasa müessir olma-
yacak derecede değiştiren anlam takdirleri mevcuttur. Mesela, mülakat esnasında
Mustafa Kemal’in yanında takdimcilik ve yarı tercümanlık yapan mebus Ateş’in çe-
virisine göre “Gazi Paşa sakin olunuz, bu kadar düşüncesiz olmayınız”, Özoğlu’nun
mütercimi Bilgin’e göre “Sakin olun Gazi Paşa, bu kadar tedbirsiz olmayın”, Zürc-
her’in mütercimi Güven’e göre de “Sakin olun Gazi Paşa, bu kadar boşboğaz olma-
yın” demiş. Hâlbuki çocukluk arkadaşı Nuri Conker dâhil hiçbir mebus Mustafa
Kemal’e “boşboğazlık” ya da “düşüncesizlik” yapmayın, diyemez.

- 359 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

bir programı olan TCF’dir; CHF’nin programı yoktur, onlar da bu du-


rumu mazur göstermek için “biz yazmayız, yaparız” diyorlardı.
TCF’nin Millî Mücadele komutanları olan liderleri, Mustafa Ke-
mal’in kuvvet ve kudretinin bir hududunun bulunduğuna, bu hudu-
dun da bizatihi kendileri olduğuna inanıyorlardı. Karabekir, Orbay,
Cebesoy ve Bele varken, bilahare bu isimlere saldırıda hudut tanıma-
yan mebusların hiçbiri yoktu. Ancak yukarıda da ifade etmiş olduğu-
muz veçhile onlar bu hududun tayininde hataya düştüler.
İTC içinde komitacı yönleriyle temayüz etmiş, Mustafa Kemal’den
daha önce ve etkin resmî görevlerde bulunmuş olanların siyasî hayat-
tan tecritleri ilginç ama anlaşılabilirdir. Milli Mücadele önderlerininse
Mustafa Kemal’in emriyle hareket ettiği bugün için tartışmasız olan
İstiklal Mahkemesi tarafından idamla tehdit (beraat etseler ve daha
az ceza alsalar da) ve muhakeme edilmeleri “siyasî gelecek” hesapla-
rıyla ilgili bir hususiyettir. İnanılması güç gibi ama paşaların idamı en
azından bir ihtimal olarak görüşülmüş, tartışılmış, muhtemelen neti-
cesi kestirilemediği için de bundan vazgeçilmişti. Ordu komutanların-
dan Fahrettin Altay’ın anılarında kendisinin de yer aldığı bir anekdot
buna işaret etmektedir:
“[Mustafa Kemal] bana hitaben:
‘Ali Bey bizim paşaları da asacak…’ dedi, fikrimi sorar tarzda yüzüme baktı.
Bu sözler bir sürpriz tesiri yaptı, bir an durakladım, Başbakan başını eğmiş yere
bakıyor sanki bakışları ile bir tesir yapmış olmaktan çekiniyordu. Kendimi to-
parladım ve dedim ki:
‘Paşa hazretleri, siz her şeyi bizlerden iyi düşünür ve yaparsınız. Bu suali ben-
denize tevcih etmekle anlıyorum ki lütufkar kararınızı vermişsiniz’. Bu yoldaki
cevabımdam, lütufkâr karar tabirinden paşaların idamlarını istemiş olsaydınız
bana sormazdınız demek istediğimi o yüksek zekâ derhal anlamıştı. Gülümseyerek,
‘İyi amma sonrasından emin olabilir miyiz?’ buyurdular, o vakit İnönü ba-
şını kaldırdı ve şu özetle cevap verdi:
‘Emin olabilirsiniz paşa hazretleri….’ Atatürk de,
‘Pekala bakalım Ali Beyle bir daha görüşelim.”594

594 Fahrettin Altay, Görüp Geçirdiklerim 10 Yıl Savaş ve Sonrası, İstanbul: İnsel Yayınla-
rı, 1970, s. 421.

- 360 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Her ne kadar Ali Fuat Cebesoy, bilahare Mustafa Kemal’in barış-


tıktan sonra kendisine “senin hatırına paşaları kurtardım” dediğini nak-
letse de595 Ali Fuad Erden’in tanıklığı daha başkadır:
“İsmet Paşa ve Mareşal İzmir’e geldiler. Salih otelinde, yukarı katta, İsmet
Paşa, İstiklal Mahkemesi Reisi Ali Çetinkaya ile görüşüyordu. Zannederim Kı-
lıç Ali Bey de beraberdi. Ben aşağı kattan İsmet Paşa’nın sesini duyuyor, lakin ne
dediğini işitmiyordum. Sesin tonuna nazaran İsmet Paşa emir vermiyordu; rica
etmiyordu; yalnız söylüyordu. Bir saatten fazla söyledi. Sesini yükseltmeden, aynı
vezin ve kararla ve sesi kısılıncaya kadar söyledi. Muhataplarının sesini duyma-
dım. Onlar, galiba hep sükût ettiler ve yalnız dinlediler. Muhakeme devam ediyor
ve sona yaklaşıyordu. Çeşme’ de akşam yemeği. Sofranın başında, Gazi’nin teşri-
fini bekliyorduk. İsmet Paşa yoktu. Gazi yukarıda Ali Çetinkaya ile konuşuyor-
lardı. Hiçbir ses duyulmuyordu. Gazi sofraya geldikleri zaman Falih Rıfkı (Atay)
bana dedi ki: ‘Yukarıda sert bir konuşma olduğu belli!’. Mustafa Kemal Paşa, sof-
rada, kendi kendine konuşur gibi ‘Tesirin nereden geldiği malum!’ dedi. Ve ye-
meğin sonuna doğru, gene kendi kendine ‘mademki öyle imiş öyle olsun!’ dedi.”596

Ayrıca hadisenin hemen akabinde Mustafa Kemal’in Başvekil İs-


met Bey’e İzmir’den 18.06.1926 tarihinde gönderdiği telgrafın sertliği
başka bir delile ihtiyaç göstermeyecek netlikteydi. Bu telgrafta, Mus-
tafa Kemal, “karşı[larında]da iktidar mevkiini hedeflemiş, TCF unvanı
altında gizli çalışan bir komite”nin varlığından, “eski muhalif İkinci
Grup mensupları[nın] sözkonusu komiteye dâhil bulun”duğundan, bu
siyasî teşekkülün tıpkı İTC’de olduğu gibi fedai şubesinin bulunup bu
şubenin bir merkez-i umumi üyesine bağlı olarak çalıştığından, ancak
suikast hakkındaki kararın fırka heyet-i merkeziyesinin bütün üyele-
riyle müştereken alındığından, hatta tertibin icrasının bile silah kulla-
nacak adamlarla yakın temasa geçmek suretiyle bazı üyeler tarafından
takip olunduğundan, Rauf Bey’in burada bulunmamak için yurtdı-
şına gitmesi, Kazım Karabekir’in Ziya Hurşit ile Ankara’da gizli te-
ması,597 Adnan Bey’in Londra’da uzun müddet ikameti tercih etmesi-
nin vaziyetin değerlendirilmesi için esaslı noktaları teşkil ettiğinden,
buna göre “Terakkiperver Fırka’nın bütün reislerini ve bir kısım men-
suplarını tamamen tutuklamak ve cezalandırmak lazım geleceği”nden
595 Ali Fuat Cebesoy, Siyasî Hatıralar Büyük Zafer’den Lozan’a Lozan’dan Cumhuriyet’e,
Cilt:I-II, İstanbul: Temel Yayınları, 2007, s. 623-625.
596 Erden, İsmet İnönü, s. 182-183.
597 Hâlbuki Ziya Hurşit’in böyle bir beyanı bulunmamaktaydı.

- 361 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

bahsedilmekte ve neticede şu hüküm cümleleriyle telgraf metni son


bulmaktadır: “Mühim bir vatani meseleyi radikal ve seri bir surette hal-
ledeceğiz. İstiklal Mahkemesi yüksek heyeti de vaziyeti benim gibi değer-
lendiriyor.”598 Bu metin sade bir okuyucuyu bile karamsarlığa boğacak
kadar peşinhükümlüdür. İşin hazin yönü Mustafa Kemal ve mahkeme
heyetinin böyle bir peşin hüküm vermesiyle aksinin iddia edilmesi de
muhal hale gelmekteydi.599
Mustafa Kemal’in okul ve Millî Mücadele arkadaşları için de ge-
rektiğinde idam kararı seçeneğini masaya yatıracak sertlikte oluşu, as-
lında dönemindeki birçok insanın hayret ve gıptayla şahit olduğunu
zannettiğimiz bu hususiyetiyle benzer bir girişimi geçmişte imkân ve
fırsat olmadığı için kullanamadığını da böylece ispatlamış olmaktaydı.
İnsan bir an için Enver Paşa’nın yerinde Mustafa Kemal olsaydı neler
olurdu, sorusunu sormadan edemiyor. İşin ilginci, İttihad ve Terak-
ki’yi tekrar diriltmek itham ve isnadıyla yargılanan ve mahkûm olan-
ların çoğunun geçmişteki İttihadçılığı mahkeme reis ve bazı üyeleri-
nin geçmişteki İttihadçılığından daha zayıf değildi ve yargılayanlar ile
yargılananları karşı karşıya getirmek de bir beceriydi. Rauf Orbay, bu
hususta hatıratında şunları yazmaktadır:
“Benim şimdi İttihat ve Terakki Cemiyetini ihyaya teşebbüs etmiş olduğumu
göstermek istediler. Fakat unuttular ki, heyetin -yani mahkeme heyetinin- bizzat
reisi bulunan zat, mütarekenin imzalanışıyla İttihat ve Terakki ricalinden bazı-
larının vatanı terk ettikleri zaman ve hatta İttihat ve Terakki Hükûmetinin ye-
rine gelen kabinenin- vukuf peyda ederek- İttihat ve Terakki Teşkilatını ilga et-
tiği ana kadar, memleketi terk eden ricalin şahıs ve makamlarını muhafaza için
malum askerî teşkilat dışında mürettep ve gizli bir silahlı kuvvetin mühim bir
kısmının kumandanlığı vazifeleriyle müşerref bulunuyorlardı. Ve keza aynı mah-
keme heyeti azasından olan ve her nedense hâlâ- asıl adı yerine- müstear isimle

598 Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt:18 (1925-1927), İstanbul: Kaynak Yayınları, 2006, s.
234-235.
599 İzmir Suikastı soruşturması esnasında Mustafa Kemal’in telgraflarının emir telakki
edilmemesi mümkün değildi. Mesela 1.7.1926 tarihli telgraf “Karakol Cemiyeti’nin
İzmir Suikastıyla İlgisi Hakkında İzmir’de Başvekil İsmet Paşa’ya” başlığını taşımakta
ve muhtevasında kendisinin geçmişte Kara Vasıf ile Karakol Cemiyeti merkezli yap-
tığı bir konuşmaya atıf ve telmihte bulunulmakta ve bu cemiyetin mühim bir ismi
olan ve İzmir Suikastı sebebiyle tutuklanan Galatalı Şevket’ten bu cemiyetin ne vakit
ve ne maksatla kurulduğu, nizamnamesi ve mensupları hakkında izahat alınması,
bundan sonra müteakip safhalara geçilmesi emredilmektedir.

- 362 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

yâd edilen bir diğeri de harp zamanında mülazım teğmen rütbesiyle Enver Pa-
600

şa’nın kardeşinin emirleri[emirberi] ve daha sonra vefat eden sabık padişahın ben-
degânından ve muhafızlarından bir maiyet zabiti idi.”601

Rauf Orbay, Hamidiye Kahramanı olarak ismini Balkan Harbi’nde


duyurmuş ülkenin tek meşhur bahriye subayıydı ve Mustafa Kemal’le
birlikte Erzurum’a geçtiklerinde şöhreti daha yaygın biriydi. Mustafa
Kemal’i Erzurum’da biraz da Orbay takdim etmiş ve öne çıkarmıştı.
Kendisi, İstiklal Mahkemesi yargılamaya başladığında şayet Türki-
ye’de bulunsaydı hangi cezayı alırdı, kestirmek mümkün değil. Çünkü
haklarında 10 sene hapis talep edilen Halis Turgut, Rüşdü Paşa602 ve
İsmail Canbulat idama mahkûm edildiler. Hatta Ali Fuat Cebesoy’a
göre İsmail Canbulat, mahkemeden sonra beraat eden paşalarla bir-
likte duruşma salonu haline getirilen binanın dışındaki ambarda bek-
lerken “Ben mahkeme huzuruna çıkacağım, bana haksızlıklar yaptılar.
Kendimi müdafaa edeceğim. Ben on sene sürgün cezasına müstehak de-
ğilim. Hakkımı arayacağım,” demiş, arkasından Sivas mebusu Halis
Turgut’un aynı minvalde sesi yükselmiş, kendisi her ikisine de “ siyasî
mahkûmiyetler zamanla halledilir. Acele karar verip hemen harekete geç-
meyiniz” demesine rağmen müdafaada ısrar etmişler, mahkeme onları
tekrar huzura almış ama bu defa idam cezası vermiştir.603
600 Kılıç Ali’nin gerçek adı Asaf idi.
601 Orbay, Cehennem Değirmeni, s. 210.
602 Ankara İstiklal Mahkemesi’nde İzmir Suikastı sebebiyle yargılanıp beraat eden Zeki
Kadirbeyoğlu, Rüşdü Paşa’nın şehid edildiği inancındadır: “Bir gün bir hamal ile
bir polis geldi. Rüşdü Paşa kurşun kalemi ile bir kâğıt parçasına yazdığı alacakları
ile[ilgili] beni vasî tayin ettiğini bildirerek üç-beş kuruşunun kızkardeşine gönderilme-
sini rica ediyordu. Sandığın anahtarı yoktu. Telgrafla kızkardeşine malumat verdim.
Vürud eden (gelen) biraderine kitabları ile altın madalya, saat ve kordonunu, matlu-
batı olan emanet yerlerden bin sekizyüz lirasını da tahsil ederek teslim ettim. Ne acı
hakikat, bir Fırka Kumandanı, Gümrü Fatihi[nin] oturacak bir evi yok. Bin sekizyüz
lira evrak-ı nakdiyesi çıktı. İnkılâbın en büyük amillerinden olan ve zavallı temiz Türk
oğlu Türk şehid edildi.” Zeki Kadirbeyoğlu, a.g.e., s. 262.
603 Cebesoy, a.g.e., s. 619-621. İstiklal Mahkemesi, bilhassa Kel Ali’den her şey beklenir-
se de bu anekdotu Ali Fuat Cebesoy’dan başka nakleden birinin olmaması şüpheyi
davet etmektedir. Kaldı ki Rüşdü Paşa’nın da 10 sene hapis talebiyle yargılanmasına
rağmen mahkemede idam cezasına mahkûm edildiğinin söylenip İsmail Canbulat
ve Halis Turgut’un talep doğrultusunda 10 sene hapse mahkûm edildikten sonra iti-
raz ya da müdafaa talebinde bulunmaları üzerine idam cezası aldıkları iddiası henüz
ihtiyatla yaklaşmayı iktiza eden bir rivayetten öte anlam taşımamaktadır. İstiklal

- 363 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Rauf Orbay, can derdine düşmüş arkadaşlarının kimi zaman çok


ricacı, merhamet dileyici ifadelerinin aksine Londra Büyükelçiliği ka-
nalıyla aldığı duruşma davetiyesine mahkemeyi muhatap almadan,
TBMM Başkanı’na yazdığı mektupla cevap verdi. TBMM Başkanı
Kazım Özalp’in bu mektuba yazdığı cevaba ise daha ağır bir şekilde
mukabelede bulundu. Neticede tarihe geçecek bir nevi müdafaaname
yadigâr bıraktı. Ona göre iddianame bir hezeyannameydi; mebusların
tutuklanmasıyla ülkede sadece şahsî hürriyet ve masuniyet değil, vic-
danî hislere bile taarruz edilmekteyken, şimdi de son kale olan mecli-
sin sesi boğulmuş, anayasa ve hükümete karşı bir darbe suçu işlenmiş-
tir. İstiklal Mahkemesi heyeti siyasî hasımlardan mürekkeptir, bazıları
da kendisine “senin yerin Türkiye değil, Kafkasya, sen oraya git” diye-
cek kadar şahsî düşmanıdır. Böyle insanlardan mürekkep bir mah-
keme huzuruna çıkmayı hıyanet telakki etmektedir. TBMM Başka-
nı’nın mahkemenin meşru ve muhakemenin muhik olduğuna dair
cevabı hazindir; mütegallibenin “cebr ü şiddeti altında, fikir ve vicdan
hürriyeti sindirilmemiş”, yürürlükteki kanunları anlayan herkes mah-
kemenin hukukî vasfını ve icraatını tayin edebilir.
Suçüstü hali bahanesiyle onlarca milletvekilinin tutuklanması mü-
tegallibe [zorba] ve müstebidin idaresinde olabilir. En azından aylarca
evvel yurtdışına çıkmış bir insanı suçüstü hali sebebiyle tutuklamaya
kalkışmanın başka bir izahı yoktur. Kılıç Ali, İstanbul’da bir mebus
ve İleri gazetesinin sahibi ve başmuharriri olan Celal Nuri İleri’nin
kafasını kırmasına rağmen ona ne suçüstü hükümleri tatbik edilmiş,
ne tutuklanmış, hatta ne de yargılanmıştır. Meclis koridorlarında Kel
Ali’nin ve Kılıç Ali’nin de içinde yer aldığı dört mebus arasında Deli
Halid Paşa silahla katledilmiş, mücrimler tutuklanmamış, hatta me-
suliyetsizlik ve beraat kararı almışlardır. İşte bunlar güya adaletinden
emin olunması icap eden mahkemenin hâkimleridir. Fikri ve vicdanı
hür olan, hayatından emin olan bir meclis başkanı milletvekillerinin
suçüstü hali bahanesiyle tutuklanıp yargılanmasını meşru göremez,
onun yapacağı iş gâsıp ve mütegallibenin heves ve ihtiraslarına alet et-
mek istedikleri devlet kuvvetlerini diledikleri gibi kullanmalarına engel
Mahkemesi arşivleri tam anlamıyla gün yüzüne çıkınca belki bu husus da açığa çı-
kacaktır.

- 364 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

olmaktır. Meclis başkanı hukuka aykırı hareket etmekle ya bu zorba-


larla birlikte hareket etmektedir ya da can güvenliğinden emin değil-
dir; yani o da zorbalar tarafından tehdit edilmektedir. Sadece bu mah-
keme heyeti zorba ve eşkıya değildir, onlara yardım ve yataklık eden
hükûmet de eşkıyadır. Asıl bunlar anayasayı ihlalden ve darbe yap-
maktan dolayı yargılanmalıdır. Meclis başkanı korkudan ya da cürme
iştirakten mahkeme heyetini ve tutuklama kararlarını meşru görebi-
lir ama “hunhar ve gâsıp bâğîlerden [eşkıya] mürekkep ve her birinin gö-
zünü hırs ve ihtirasların kanı bürümüş gayr-i meşru bir heyet ile bun-
ların müzahirlerine [yardımcılarına] karşı” kendisinin bir mecburiyeti
yoktur. Bir zamandan beri örüp kurdukları iğfal şebekesine düşürdük-
leri bazı vatandaşlar, bâğîlerin elinde katledilirken dahi faciayı boğuk
sesiyle milletin umumi vicdanına duyurup anlatmaya çalışmak mec-
buriyetinden, kaderin sevkiyle kendisi henüz bundan vareste bulun-
maktadır. Kendisine yurtdışında bile suikast tertip edilmiştir. Bunu
açıklamayı “bugün vatanın başına çöken bâğî ve gâsıp idarenin zeva-
liyle, kanunların hükümran olacağı zamana tehir” etmektedir. Kanu-
nun mutlak hâkimiyeti kabul edilmezse “ahlakî ve kanunî kayıtlardan
berî [uzak] ve aldatma yoluyla hükümet kuvvetlerini eline geçiren cüret-
kâr gâsıplar, muzahirleri [yardımcıları] tufeyliler [asalaklar] tarafından
en kızıl müstebitlerin yüzünü ağartacak surette zulüm ve cinayete müs-
tenit bir kahîr [kahredici] idarenin husul ve teessüsüne meydan verilmiş
olacağına kani[dir].” İsmail Canbulat feci surette katl ve şehit edilmiş-
tir.604 Canbulat, Mustafa Kemal’in, Ahmet Şükrü Bey de, Meclis Baş-
kanı’nın en yakın arkadaşıdır. Bunlar kendi arkadaşlarını ipe gönde-
ren adamlardır. Yegâne çare Büyük Millet Meclisi’nin kanunî hakkını
kullanarak vatandaşların hayatını, hürriyetini, namusunu ve vatanı bu
zalim türedilerin gâsıp ellerinden kurtarmasıdır.605
Mustafa Kemal’in İttihadçılara çok sert bir tutum takınmasının se-
bebi olarak Kazım Karabekir, ilginç bir anekdot nakletmektedir. Daha
604 Rauf Orbay’ın en fazla Canbulat’ın idamına üzüldüğü anlaşılmaktadır. Çünkü Talat
Paşa Hükûmeti’nin istifasından sonra hükûmeti kurmakla görevlendirilen Ahmet
İzzet Paşa, kabineyi teşkil ederken Rauf Bey’e danışmış, o da bilhassa İsmail Canbu-
lat’ın ismini vermiştir.
605 Orbay, a.g.e., s. 197-221.

- 365 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

1923’te Topçu İhsan’ın reisliğinde İstanbul’a gönderilen İstiklal Mah-


kemesi vesilesiyle Mustafa Kemal için söylenen şudur:
“Eski Ankara valisi Abdülkadir, eski İstanbul Mebusu Şükrü (Enver Paşa’nın
yaveri, binbaşı) Beyleri İstiklal Mahkemesi, tevkif etmek istemiş; saklanmışlar.
Binbaşı Arap Mesut, Rize oteli müstecir ve kâtibi, diğer birkaç kişi nezaret al-
tına alınmış... Birçok tanıdıklarım ziyaretime gelerek, Mustafa Kemal Paşa’nın bu
milletin hürriyetini kurtaran İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin eski azasını mahvet-
mek istediğini söylediler ve sebep olarak da Hürriyetin ilanından önce kendisine
cemiyette yüksek bir mevkii verilmediğinden kırgın olduğunu, eski İttihat ve Te-
rakki düşmanlarının da bir düziye onu teşvik ettiklerini ileri sürdüler! Bunların
teşvikleri şu mahiyette imiş: Eğer Mustafa Kemal Paşa herhangi arzusunu zorla
millete kabule kalkışırsa, hürriyete yeminli olan eski İttihat ve Terakki mensup-
ları tekrar teşkilatlarını canlandırır ve icraata geçebilirlermiş.”606

Karabekir’in bahsettiği hadise aslında hem 1926 tasfiyesinin ha-


bercisi hem de yeni ilan edilmiş olan Cumhuriyet adına verilmiş bir
gözdağı idi. İhsan Bey reisliğindeki İstiklal Mahkemesi’nde müddei-i
umumîlik makamının [savcılık], Kara Kemal’in yakın adamlarından
Sandalcılar Cemiyeti eski reisi Rizeli Ali Osman, Sandalcılar tahsil-
darı Hasan Kâhya, Binbaşı Dayı Mesut, tüccarlardan Rizeli Kalkava-
noğlu İlyas Sami ve Kör İbrahim, Vrangel ordusunda bulunduğu için
lakabı Komünist’e çıkan Hemşinli Mehmed, İstanbul eski mebusu
Şükrü Bey ve Ankara eski valisi Abdülkadir’in Mustafa Kemal’e, hü-
kümete ve hükümet ricaline karşı suikast maksadıyla bir gizli cemi-
yet tesis ettiklerinden bahisle tanzim ettiği iddianame üzerine cereyan
eden davada Şükrü ve Abdülkadir Beyler firarî olarak ve gıyaben, di-
ğer sanıklar ise mevkufen [tutuklu] ve vicahen muhakeme edilmişler,
neticede 5 Şubat 1924 tarihinde verilen kararla Ali Osman Kahya bir
sene hapse mahkum olmuş, diğer sanıklar ise beraat etmişlerdir. An-
cak davada yargılananların iki özelliği öne çıkmaktadır: İttihadçılık
ve İkinci Grub’a yakınlık.
Sanıklar hakkında ihbarda bulunan Hulusi isimli şahıs değilse bile
aleyhe şahitlik yapanların çoğu, sanık beyanlarına göre İstanbul’un iş-
galinde İngiliz ve Damad Ferid uşaklığı yapan, Millî Mücadele’ye si-
lah ve cephane taşıyan vatanseverleri ihbar ederek onların Kroker Ote-
li’nde, Arabyan Hanı’nda işkence ve eziyet görmelerine sebep olan, İTC
606 Kazım Karabekir, Paşaların Kavgası, İstanbul: Emre Yayınları, 2005, s. 223-224.

- 366 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

devrinde Sinop’a sürgün edilen İtilafçı şahıslardır. Mesela mahkemeyi


izleyen Tevhid-i Efkar’a göre Ali Osman Kahya, aleyhinde şahitlik ya-
pan muhtar Ali Efendi’nin Nemrut Mustafa’nın dayısı olduğunu, Mü-
tareke’de de kendisini hem Ankara’dan getirtip İstanbul’da dağıttığı
fetva hem de sair vatanî fillerinden dolayı hem hükümete hem de İn-
gilizlere ihbar ettiğini söylemiştir. Muhbir Hulusi ayrıca Sandalcılar
Cemiyeti’nde Ali Osman’ın muhalifidir ve onu hapse attırıp reisliği
almak isteyen ekiptendir. Nitekim netice de öyle olmuştur. Mahkeme
Heyeti dahi sanıkların Millî Mücadele’ye katkılarını kabul ve ifade et-
mektedir. Yani sanıkların vasf-ı mümeyyizi [ayırt edici vasfı] hıyanet-i
vataniye [vatan hainliği] ile değil, hidemat-ı vataniye [vatana hizmet]
dir. Şahit ifadelerinde Kara Kemal’in isminin sıkça geçmesi, yargıla-
nanların çoğunun onunla irtibat, alaka ve münasebeti olan isimlerin
olması manidardır.607
Temmuz 1925’te de yine İttihadçı operasyonu yapılmış, Eyüp Sabri
ve Sapancalı Hakkı başta pek çok İttihadçının evinde arama yapılmış,
çok sayıda İttihadçı da gözaltına alınmıştır. Bu da 1926’daki İttihadçı
tasfiyesinin işaretleriydi.
1926’da İttihadçılar ve TCF’lilerle birlikte muhalefet mefhumu da
tasfiye edildi.608 Dört sene sonra Cumhuriyet’in ilk çok partili siyasî
hayat denemesine teşebbüs edildi.609 Ancak ilginçtir, ortada muha-
lif yoktu. Mustafa Kemal, en yakın arkadaşlarını SCF’ye üye kaydet-
tirdi. Yapay bir muhalefet partisi olarak SCF, milletin muhalefetinin
adresi olunca SCF kurucuları bile havaya girer gibi oldular. Muhale-
fet, CHP ve İnönü’ye karşı belki bir anlam ifade edebilirdi, ancak bu-
nun da temel şartı, muhalefet partisinin iktidar olamayacak, daha doğ-
rusu iktidarı sarsamayacak bir oranda oy alması ve milletvekili sayısı
607 Kalkavanoğlu, a.g.e., s. 157-235.
608 Kitabın hacmini arttırmamak için İstiklal Mahkemesi yargılamalarının detay ve
safahatına girmedik. Ancak insan mevcut zabıtları okuyunca bile böyle bir şeyin
gerçekten cereyan etmiş olmasını havsalasına sığdıramıyor. Bkz. Feridun Kandemir,
İzmir Suikastinin İçyüzü, Cilt: 1-2, İstanbul: Ekicigil Matbaası, 1955.
609 Çoğu kaynaklarda SCF’nin Cumhuriyet’in ikinci siyasi denemesi olduğu yazılıyorsa
da isabetli azınlık görüşüne göre TCF bir siyasî deneme değil, vakıaydı. Çünkü Ka-
rabekir, Orbay, Cebesoy, Adıvar gibi muhalifler kendi ağırlıkları ve şahsiyetleriyle
hiç kimsenin iznini alma gereği duymadan, bilakis Mustafa Kemal’e alenen bir mu-
halefet için TCF’yi kurmuşlardı.

- 367 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

kazanmasıydı. Ürpertici olan SCF’nin sadece iktidar olma ihtimali


değildi, Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanlığı da tehlikeye giriyordu.
Türk siyasî tarihinde bu noktaya pek temas edildiğini zannetmiyoruz.
Mustafa Kemal, CHP reisiydi, ancak adil bir seçimde CHP’nin meclis
çoğunluğunu sağlayamayacağı netleşmişti. Mustafa Kemal, yine cum-
hurbaşkanı seçilecekse bunu SCF’ye borçlu olacaktı. Bu, Mustafa Ke-
mal’in kabul edebileceği bir şey değildi. Bu millet kendisinin CHP
kurucusu ve reisi olduğunu bile bile SCF’yi iktidar yapacak ve cum-
hurbaşkanlığını tartışma konusu haline getirecekti.
Bu tartışmanın derecesinin az veya çok olmasının hiç önemi yoktu.
Fethi Okyar ve SCF’liler artık Mustafa Kemal tarafından seçilen değil,
onu seçen insanlar olacaklardı. Fethi Okyar; Karabekir, Cebesoy, Or-
bay gibi eski arkadaşlarından daha basiretsiz olduğunu ispatlayan bir
hataya imza atarak tabiri caizse SCF’nin de fişini çekmiş oldu. Çünkü
Mustafa Kemal’e “merak etme, biz seni cumhurbaşkanı seçeriz” diye
üst perdeden teminat vermeye cüret etti. SCF hadisesi hakkında en sa-
hih bilgilerin kendisinden sadır olduğu Asım Us, kardeşi Hakkı Tarık
Us’la Vakit gazetesini çıkaran, uzun seneler CHP milletvekilliği ya-
pan, Mustafa Kemal’in sofrasından eksik olmayan bir gazeteci-millet-
vekiliydi. Hem kendisinin hem de kardeşi Hakkı Tarık Us’un SCF’ye
geçmeleri Mustafa Kemal tarafından emredilmiş olmasına rağmen her
ikisi de bir şekilde CHP’de kalmayı başarmıştı. Asım Us, hatıratında
hadiseyle alakalı hazine kıymetinde bilgiler vermektedir:
“Bir gün Fethi Okyar’ın söylediği bir söz S.C. Fırkası liderinin pek kısa bir
zamanda iktidara geçmek ümidine düştüğünü göstermişti. Fethi Okyar, Atatürk’e
şöyle demişti: ‘Paşam halk efkârı bizi tutuyor. Yeni bir seçimde biz mutlaka ek-
seriyeti alacağız. Fakat bizim mecliste ekseriyeti alışımız zat-ı devletlerine zarar
vermez. S.C. Fırkası da yine zat-ı devletlerini Cumhurbaşkanı seçecektir’. Ata-
türk renk vermemişti. Fakat Fethi Okyar’ın bu sözü ona hayli dokunmuştu. Ata-
türk Cumhuriyet Halk Fırkasının kurucusu ve hakikî lideri idi. Kendi fırkasına
karşı muhalif olarak ortaya çıkan S.C. Fırkası seçimleri kazanırsa onların vere-
cekleri rey ile kendisi Cumhurbaşkanı seçilmek istemiyordu. Bu sırada bir ak-
şam Atatürk’ ün Çankaya’ da sofrasında bulundum. O gece rahmetli Akşam Baş-
yazarı Necmettin Sadak da vardı. Atatürk Fethi Okyar’ın kendisine söylediği
sözleri naklettikten sonra dedi ki: ‘Aklınızın bir köşesinde benim bu sözümü iyi
muhafaza ediniz. Fethi Beyin fırkası seçimlerde ekseriyet alacak ve beni Cum-
hurbaşkanı seçecekler. Olabilir. Fakat ben bunu arzu etmem. Öyle bir zamanda

- 368 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Cumhurbaşkanlığı seçimi usulü değişir. Amerika’ da olduğu gibi bizde de Cum-


hurbaşkanı doğrudan doğruya halk tarafından seçilir.”610

Kanaatimizce sair sebepler fırkanın feshinde talî ehemmiyeti ha-


izdi. Bu meyanda Serbest Cumhuriyet Fırka ile ziyadesiyle kıymetli bir
anekdot Kılıç Ali’nin hatıratında yer almaktadır: “Serbest Fırka nüma-
yişleri sırasında Fethi Bey’in Balıkesir’e gidip orada tehlil[lâ ilâhe illal-
lâh] ve tekbirlerle[Allahu ekber] karşılandığı haber alınmıştı. Balıkesirli
bazı tacirlerin de fes stoku yapılması için İstanbul’a çektikleri telgraf ele
geçip Atatürk’e gösterildiği zaman, Atatürk bu vaziyetten memnun olmuş
ve ‘ demek ki henüz inkılâbımız yerleşmemiş, tam zamanında yaraya neş-
teri vurmuşuz. Şimdi bundan istifade etmeliyiz’ diyerek bu vaziyet kar-
şısında, inkılâbın tarsini[kuvvetlendirme] için alınması icabeden tedbir-
leri düşünmiye başlamışlardı.”611 Bu anekdotta mübalağa olduğu farz
edilse en azından serbest bir seçimde CHF’nin SCF karşısında galip
gelemeyeceği anlaşılmaktadır. Bilhassa 1930 senesinden sonra gözlem-
lenen dinle ilgili sert karar ve tatbikatın bu anekdotta yer alan endişe
ile alakasının olup olmadığı bir tetkiki hak etmektedir.
Ancak milletin seçimlerde ne yapacağının belli olmayacağını en iyi
bilenlerden biri de Mustafa Kemal’di ve onun bu tür konularda riske
girmesi pek düşünülemezdi.612
610 Us, Gördüklerim Duyduklarım Duygularım, s. 145.
611 Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul: Sel Yayınları, 1955, s.58.
612 Serbest Fırka’nın mühim isimlerinden Süreyya İlmen de benzer şeyleri yazmakta-
dır: “Neticenin, tahmin ettiği gibi çıkmadığını, yani milletin Halk Fırkasından nefret
ettiğini gören Gazi, hükümeti elden kaçıracağını anlayınca bir emirle Serbest Fırka’yı
feshetti”. Süreyya İlmen, Zavallı Serbest Fırka, İstanbul: Muallim Fuad Gücüyener
Yayınevi, 1951, s.13-14. İlmen kitabında Serbest Fırka’nın esasında İsmet Paşa’nın
tesirinin azaltılması için kurdurulduğunu, sonra da Fethi Bey’in reis-i cumhur ola-
cağı şayiası üzerine kapatıldığını iddia eder: “[Halk Partililer] ‘Fethi Bey Reisicum-
hur oluyor!’ diye bir şayia çıkardılar ki, işte ondan sonra Gazi vehme uğradı ve bu
hemen gayrıkanunî bir surette, Serbest Fırka’nın feshini emretti; işte bu meseleyi ben
böyle biliyorum”. İlmen, a.e., s.74. Falih Rıfkı Atay da 1960 darbesi sonrası kaleme al-
dığı bir yazısında tenkid ettiği CHP’lilere bu tehlikeyi örnek veriyordu: “Bunlar par-
tinin iktidardan düşeceğini tahmin etmiyorlardı. Serbest Fıkra devrinde Atatürk’ün
bile ne hale geldiğini unutmuşlardı”. Atay, Batış Yılları, s.159. Atay, bu kitabının başka
bir yerinde de “İzmir, Yunanlılar tarafından alınsaydı, Selanik gibi Yunanlılaşcak-
tı” dedikten sonra “Serbest Fırka seçime girseydi, bu Batı Anadolu oylarını Mustafa
Kemal’in aleyhine kullanacaktı!” şeklinde bir ifade kullanarak nankörlük imasında
bulunmaktadır. A.e., s.172.

- 369 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

I. Dünya Harbi veya en azından Mondros Mütarekesi farklı şekilde


neticelense ve İTC devam etseydi İttihadçı koalisyon bir gün çatlar
mıydı bilinmez ama hesaplaşma kanlı olmazdı. Liderler ve çeşitli inanç
ve düşünceler etrafında şekillenen klikler birbirlerine denk güçlere sa-
hipti. Bu nedenle mesela Enver Paşa varken Mustafa Kemal’in yaptığı
devrimlerin çoğunun hayata geçirilmesi mümkün olmazdı. Ali Fuad
Erden’in Birinci Dünya Harbi’nde Suriye Hatıraları ve İsmet İnönü ki-
taplarında dindarlığını, iman etmişliğini çarpıcı şekilde tasvir ettiği
Enver Paşa’nın, Cumhuriyet devrindeki devrimlere destek vermesi,
muhalif kalmaması ya da sükût etmesi mümkün değildi. Medine-i
Münevvere’de Ravza-i Mutahhara’daki Enver, “küçüldükçe küçülen”,
mütemadiyen ağlayan, Hz. Peygamberin huzuruna iki eli göğsünün
üstünde taat ve tazimle bağlanmış bir şekilde giderken dünyayla tüm
ilişiğini kesen bir Enver’di.613 Enver Paşa’nın bulunduğu hükümetteki
613 Erden, İsmet İnönü, s. 63-64; Ali Fuat Erden, Birinci Dünya Harbinde Suriye Hatı-
raları, İstanbul: y.y., 1954, 180-181. Erden, “Enver’in hayatında evç noktası İngiliz-
lerin Gelibolu yarımadasını tahliye ettikleri 6/7 Aralık 1331 gecesidir ve Çanakkale
zaferini takip eden ravza-i mutahhara ziyaretidir,” demektedir. Birinci Dünya Har-
bi’nde Suriye Hatıraları, s. 186. Erden, Atatürk unvanlı kitabında da Enver Bey’in
İnkılâpçı Namık Kemal’in Enver Paşa’nın da İttihad-ı İslamcı Namık Kemal’in
şakirdi ve icracısı olduğunu yazar. Ali Fuat Erden, Atatürk, Burhanettin Erenler
Matbaası, 1952, s. 103. Erden’in İsmet İnönü kitabında geçen birkaç anekdotla bir
tespiti önemine binaen naklediyoruz: “[I. Dünya Harbi’nde] Sultanahmet meydanın-
daki mitingde hatip Enver Paşa’yı ‘İslamın sancağını yed-i celâdetinde tutan Enver!’
diye vasıflandırmıştı. Ziya Gökalp onun hakkında ‘Melekler bu milletin kurtulacağını
ona fısıldadılar’ demişti”; “Enver Paşa dindardı. Ömründe bir katre içki içmemiştir.
Berlin’de ataşemiliterken, imparatorun sofrasında, imparator, ona, şarap ikram ettiği
vakit, kadehi dudaklarına kadar götürür, şarabın yalnız merasimini yapardı”; “Harp
esnasında, Enver Paşa’nın Suriye’ye bir teftiş seyahatinde idi. Temmuzdu. Çok sıcak-
tı. Ve Ramazan ayıydı. Enver Paşa sabah çok erkenden öğleye kadar teftiş yapmıştı.
Öğleyin, bir bahçede, şeftali ağaçlarının altında yemek hazırlanmıştı… Enver Paşa
sofraya davet edildi. Hep beraber sofraya oturduk. Enver Paşa oruçlu olduğunu söy-
ledi. Ordu, seferberlik halinde olduğu için, oruç tutulmamasına fetva çıkmıştı. Fakat
Başkumandan vekili, bütün orduya vekâleten, oruç tutuyordu”; “Enver Paşa son de-
rece cesurdu. Onda korku mefhumu yoktu. Ölüme inanmaz, yalnız ecele ve kadere
inanırdı”. Erden, İsmet İnönü, s. 62, 65, 66. Erden’in her üç kitabında da doğrular ve
yanlışlar bir arada bulunmaktadır. Ancak Atatürk kitabında yazar Atatürk hakkında
ziyadesiyle mübalağalı övgülerde bulunmakta, yer yer beşer-üstü bir varlık portresi
çizmektedir. Cihanın o tarihe kadar gördüğü en büyük savaş olan I. Dünya Har-
bi’nde Ramazan ayında fetva ile askerlerin oruç tutturulmaması, hazindir, Mekke
Emiri Şerif Hüseyin Paşa’nın yayınladığı isyan beyannamesinde isyan sebebi olarak
zikrediliyordu. “Bunlara zamimeten [ilave olarak] erkân-ı hamse-i İslamiye’den [İsla-

- 370 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

bir nazır/vekil, alkol kullanabilir, sarhoş da olabilirdi ama Ramazan


ayında alenen hem de garsonu tokatlayarak alkol isteyemezdi.614 Kı-
lık-kıyafetle alakalı inkılâplar hangi boyutta olurdu bilinmez ama En-
ver, kendi hayatında nasıl yaşıyorsa ona yakın bir düzenlemeden fazla-
sına pek müsaade ve müsamahaya yanaşmazdı galiba.615 Enver, hatta
Talat, Kur’an-ı Kerim için “Arapoğlu’nun yaveleri” tabirini kullanan
birine asla müsamaha göstermezdi.616

miyet’in beş esasından] büyük bir rüknünü hedme [yıkmaya] kalkışmışlardır ki: Güya
Rus ordusu karşısında harp eden asâkire benzetilmek üzere Mekke-i Mükerreme’de ve
‘Medine-i Münevvere’de ve ‘Şam’da bulunan asâkir-i İslâmiye’nin Ramazan’da oruç
tutmamaları lüzumunu ityanla [delil getirerek ispatla] ‘Femen kâne minküm marîzan
ev alâ seferin’ [hasta veya yolcu olanlar oruç tutmayabilir mealindeki ayet] ayet-i celi-
le-i sarihasını tahrifden ve buna benzer birçok esasat-ı İslamiye’yi yıkmak ve münke-
ratı iltizam etmekten çekinmemişlerdir”. Mehmet Selahattin, a.g.e., s. 100, Kıcıman,
a.g.e., s. 47. Kıcıman’daki sadeleştirilmiş metin eksiktir. Oysa 12 Temmuz 1916 gün-
lü bazı İstanbul gazetelerinde şu haber çıkmıştır: “Divanyolu’nda Kızıl-Elma lokan-
tasında geçen gün müşterilere iftardan önce yemek verildiği görüldüğünden lokantacı
ile nakz-ı siyam eden (oruç bozan) müşteriler divan-ı harbe tevdi edilmişlerdir”. Yusuf
Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: III/III, Ankara: TTK Yayınları, 1991, s. 280.
614 “Halkın mukaddes duygularının nasıl hırpalandığına yeni bir misal de çok geçme-
den ortaya çıktı: Maarif vekili Vasıf Bey, sinema gazinosunda (Şimdiki Şehir lokantası
yerinde idi.) rakı istiyor! Ramazan içindeyiz. Garson şu cevabı veriyor: - Ramazan’a
hürmeten polis, açıkça içki içmeyi yasak etti. Rakı getiremem! Bu cevaptan hiddet
duyan bu zat, garsona bir tokat atıyor ve kendisinin Maarif Vekili olduğunu söylüyor!
... Garsonlar da ona karşı grev yaparak, hiç biri masasına servis yapmıyorlar. Halkın
ve garsonların gülümsemeleri ve aşağılayıcı bakışları altında, Maarif Vekilimiz sıvışıp
gidiyor.” Karabekir, Paşaların Kavgası, s. 268-269.
615 Falih Rıfkı Atay’ın naklettiği şu anekdot, mübalağaya kaçmış olsa da hayli dikkate
değerdir: “Atatürk’ün umumî katibi Hasan Rıza Soyak’ın babası Necip Bey, Üsküp
eşrafından pek dürüst bir efendi idi. 1908 hürriyet savaşından önce, İttihatçılarla mü-
nasebette bulunduğu vakit, Enver Bey de ona defalarca misafir olmuştu. Kendisini
pek sayar, gördükçe elini öperdi. Bir sultanla evlendikten sonra da eşini yabancı erkek
olarak yalnız onun yanına çıkarmıştı.” Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Ankara: MEB
Yayınları, 2001, s. 24. Karabekir’in günlüğündeki bir anekdot da ilginçtir: “26 Eylül
1925 Cumartesi Aydın Valisi kamçı ile şapka giydireceğim demiş. Şapkasızların işine
hükûmette baktırmayacakmış.” Karabekir, Günlükler, 2. Cilt, s. 968.
616 Karabekir, Kur’an tercümesi hususunda Mustafa Kemal’le yaptığı konuşmayı şu şe-
kilde nakletmektedir: “Kur’an’ın yapılmış tefsirleri var, lazımsa yenisini de yaparlar.
Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa, Milli kalkınmaya hasretmek daha hayırlı
olur, dedim. Mustafa Kemal Paşa beyanatıma karşı hiddetle bütün içini ortaya dök-
tü: - ‘Evet Karabekir; Arapoğlu’nun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı
Türkçe’ye tercüme ettireceğim ve böylece de okutturacağım! Ta ki budalalık edip de
aldanmakta devam etmesinler!’”. Karabekir, Paşaların Kavgası, s. 154.

- 371 -
18. Kemalizm İttihadçılığın Devamı mıdır?

İ ttihadçılık, sadece kadro ve anlayış yönünden değil, lider açısın-


dan da çoğulcu bir yapıya sahipti. Talat-Enver-Cemal tekerlemesi
bir cehaletin ya da dikkatsizliğin tezahürüdür. Kara Kemal, Mithat
Şükrü, Dr. Nazım, Dr. Bahaeddin Şakir, Cavid Bey, Hüseyin Cahit
Bey, hatta Ziya Gökalp, hiç kimsenin emir veremeyeceği ağırlığa sahip
isimlerdi. Cumhuriyetin tepe kadrosuna bakıldığında ise nispeten de
olsa bağımsızlığını koruyan bir tek İsmet İnönü’ye tesadüf edilmekte-
dir. Diğer isimlerin Mustafa Kemal karşısında herhangi bir otorite ve
kuvvet merkezi ya da kaynağı olduğunu iddia etmek çok zordur. Bu
bakımdan Kemalizm tek-adam idaresidir. İttihadçılığın Kemalizm’le,
Tek-Parti idaresiyle veya seküler-laik telakkiyle aynîleştirilmesi yapılan
en ciddî hatalardan birisidir. Manastırlı İsmail Hakkı gibi ulemadan,
Sait Halim Paşa ve Mehmed Akif gibi entelektüel İslamcılar, İttihad-
çılıkta kendilerine -muvakkat ya da daimî- rahatlıkla yer bulabilmek-
teydiler ve hatırı sayılır bir bağımsızlıkları vardı. Yine İslamcılıkları
veya dindarlıklarıyla temayüz eden Necmettin Molla (Adliye Nazırı,
Şura-yı Devlet Reisi), Hayri Bey (Evkaf Nazırı, Şeyhülislam), Hacı
Adil Bey (Dâhiliye Nazırı, Meclis-i Mebusan Reisi)617, İbrahim Bey
617 Mabeyn Başkatibi Halid Ziya, Hacı Adil Arda hakkında şunları yazmaktadır: “Yü-
zünün genişliğinde Kazan yahut Kırım ırklarına mensubiyetini zan ettiren irtisami-
le…ilim ile irfan ile, güzel söz söyleyen ve söylediklerinden daima temiz yüreğinin
duyguları beliren bu zat padişahın[Sultan Reşad] pek hoşuna giderdi. Onu pek dindar
ve o nisbette iyi ahlaklı tanıyan hünkâr, her suretle güvenilen bu adamın o sıralarda
fırkada pek sözü geçer bir unsur olduğuna da vakıf olunca, kendisine bol bol iltifatı
esirgemezdi”. Uşaklıgil, a.g.e., s.165.

- 373 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

(Adliye Nazırı) ve Babanzade İsmail Hakkı Bey (Maarif Nazırı)618 İt-


tihadçı kabinelerde en önemli bakanlıklara getirilebiliyorlardı. Önemli
olan, bir yapıda farklı düşünce ve inançtan insanların bulunması de-
ğil, bunların belli bir fikrî serbestliğe ve özgürlüğe sahip olmalarıdır.
İTC ve İttihadçılığın Kemalizm ve CHP ile özdeşleştirilmesi sadece
sağ-muhafazakâr-mütedeyyin camiada görülen yaygın bir yanlış değil-
dir. Entelektüel düzeyde İTC-CHP münasebetini en “çarpıcı” şekilde
formüle eden isim bir sol entelektüel olan İdris Küçükömer’di. Küçü-
kömer, birbirinin devamı olarak gördüğü İTC ile CHP’nin sol cenahta
değil, sağ çizgide yer alan iki parti olduğunu iddia ediyordu. İlmî ka-
litesi müsellem olan Küçükömer, İTC/İttihadçılık sahasında mütehas-
sıs biri değildi ve şüphesiz ilginç olan sol-sağ ayrımı da çürütülmeye
mahkûmdu. “Jön Türklerin Prens Sabahaddin Kanadı-Jön Türklerin
Terakki ve İttihad Kanadı” tespiti dışında, tasnifinin hiçbir anlamı
bulunmamaktadır. Küçükömer’e göre Sol Yan, yani Yeniçeri-esnaf-u-
lema birliğinden gelen Doğucu-İslamcı halk cephesine dayanan ekol-
ler: Jön Türklerin Prens Sabahaddin Kanadı, Hürriyet ve İtilaf, İkinci
Grup, TCF, SCF, Demokrat Parti ve Adalet Partisidir. Sağ Yan, yani
Batıcı-laik-bürokratik geleneği temsil eden ekoller de: Jön Türklerin
Terakki ve İttihat Kanadı, İttihat ve Terakki, Birinci Grup, CHF/P,
CHP-MBK ve Ortanın soludur. Bu tasnifte CHP’nin sağ kanatta zik-
redilmesini Küçükömer’in TİP yönetiminde bulunması iddiasına bağ-
layanları da yabana atmamak gerekmektedir.
Her iki akımın yani Sol ve Sağ Yan’ın Jön Türklerden neşet et-
tiği tezi anlamlı değildir. Sol Yan kategorisinde zikredilen ve muhafa-
zakârlık vurgusu yapılan ekollerin Prens Sabahaddin gibi pozitivist ve
(kuvvetle muhtemel) ateist birine bağlanması sorunludur. Sağ Yan ka-
tegorisinde zikredilenlerin Jön Türklerin Terakki ve İttihad kanadına
bağlanması hepten yanlış olmamakla birlikte yine de doğru değildir;
çünkü bu çalışmada da geniş bir şekilde ele aldığımız veçhile yaygın
yanlış kanaatin aksine İttihadçılık, Jön Türklükle aynı veya onun de-
vamı bir anlayış ve yapı değildir.
618 Babanzade İsmail Hakkı Bey’in kardeşi ve Mehmed Akif ’in yakın dostu Ahmed
Naim Bey de İTC müfettişliği yapmıştır. Bkz. Erişirgil, İslamcı Bir Şairin Romanı
Mehmet Akif, s.123.

- 374 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Mustafa Kemal ve İsmet İnönü gibi öne çıkamayan İttihadçılar,


CHF/P kanalıyla İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne bağlanırken, İkinci
Grup’ta, TCF, SCF ve DP’de İttihadçılığı kesin isimlerin Prens Saba-
haddin’e bağlanması tebessümden ziyade istihzaya müncer olacak bir
kafa karışıklığı veya malumat eksikliğine işaret etmektedir. Bu tasnife
göre Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Fethi Okyar, Celal Bayar 619gibi
isimler İttihadçı değil, Prens Sabahaddincidir ki, TCF’nin kurucula-
rının neredeyse hepsinin İttihadçı kökenli zabit ve paşa olduğu düşü-
nülürse tasnifin anlamsızlığı ortaya çıkar.
Eğer bu tasnif salt şahsiyetlerden değil de, onların eylemleri ve fi-
kirlerinden hareket edilerek yapılmışsa bu da anlamsızdır. Cavid Bey
ve Fethi Okyar gibi isimler, bizzat İTC içindeyken hayli liberal görüş-
lere sahiptiler. Hürriyet ve İtilaf içinde sırf İttihadçı düşmanlığı sebe-
biyle ciddî tespit hatalarıyla malul ve bu nedenle düşman işgaline razı
olmasa da sessiz bazı medreseliler, İTC içinde de Mehmed Akif gibi
İslamcılar vardı. Muhalifliğini tatlandırmak babında Allah’a bile mu-
halefet ettiğini yazan Refik Halid Karay, Hürriyet ve İtilaf’a dâhil ol-
duğu için Sol Yan, yani “Yeniçeri-esnaf-ulema birliğinden gelen Do-
ğucu-İslamcı halk cephesine dayanan” bir ekolun mümessili, Mehmed
Akif de İslamcılığına rağmen sırf İTC içinde yer aldığı için Sağ Yan,
yani “Batıcı-laik-bürokratik geleneği temsil eden” bir ekolün mümessi-
lidir. Bu isimleri çoğaltmak mümkündür. Mehmed Akif’i Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi’den daha çok sevenler, mesele İTC-HİF tartışma-
sına geldiğinde hayli zorlanmaktadırlar. Unutulmamalıdır ki, Hürriyet
619 İlhan Tekeli-Selim İlkin’in İbrahim Tahtakılıç’la alakalı bigâne kalınmaması icap
eden çok kıymetli çalışmasında yer alan Celal Bayar’ın İttihad ve Terakki Katib-i
Mes’ulü sıfatıyla yazdığı 7 Kasım 1919 tarihli mektupta da görüleceği üzere Bayar,
İTC’nin feshini ve Teceddüd Fırkası’na dönüşmesini bile kabul etmeyecek derecede
bir İttihadçıdır: “Bendenizin Teceddüd Kâtib-i Mes’ullüğüne gelince; yazdığım mek-
tubun imzasından anlaşılacağı veçhile henüz kendimi İttihat ve Terakki’nin kâtib-i
mes’ulü tanımaktayım. Usul ve nizamına tevfik edilmediği [uyulmadığı] için suret-i
teşekkülünü ve ismin tahmiline selahiyatdar olmadıklarını vaktiyle protesto eylediğim
bir kongrenin kararına tabi değilim. İttihat ve Terakki hakiki kongresini akd edip ta-
rihi namı ve mukaddes mefkûresiyle milletin hakikî ve samimi hâdimi [hizmetçisi]
olduğunu ispat ederek, çıkıncaya kadar Teceddüd Fırkası’na-iddia-yı nispet etmeye-
rek- İttihat ve Terakki Kâtib-i Mes’ulü sıfatıyla fahriyen hizmet ederim”. Tekeli-İlkin,
Ege’deki Sivil…, s. 573-575.

- 375 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

ve İtilaf Fırkası içinde hayli etkili olan münevveran/aydın kanadı, fır-


kanın diğer kanadı tarafından “dinsiz” olarak tesmiye edilmekteydi.
Geniş bir kitle nazarında İTC’nin CHP’nin selefi görülmesinin
haklı bir sebebi de bulunmamaktadır. Saltanatın ve hilafetin ilga-
sında İttihadçılığı bilinen bazı isimlerin gayretkeşliği o esnada mün-
fesih olan İTC’nin “suçluluğuna” delil olamaz. En azından nedamet
getirmiş biri olarak vefat etse de Meclis’te hilafetin “gereksizliği” hak-
kında dinî kaynakları da kullanarak en çarpıcı konuşmayı yapan Sey-
yid Bey’e620 mukabil, dinî mübalatsızlığı bilinen Hüseyin Cahit’in ba-
şına iş açan tavrı da ilginçtir.621 Fakat TCF, SCF ve DP içinde bulunan
620 Seyyid Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 3 Mart 1340 Tarihinde Mün’akid İkinci
İçtimaında Hilafetin Mahiyet-i Şer’iyyesi Hakkında Adliye Vekili Seyyid Bey Tarafın-
dan Îrad Olunan Nutuk, Ankara: Türkiye Büyük Millet Meclisi Matbaası, t.y. [1924].
Başka zamanlarda, başka şartlarda irad edilse daha toleransla karşılanacağı muhak-
kak olan ilmî muhtevası hayli zengin bu nutuk, ne yazık ki sadece hilafetin ilgasına
hizmet etmiş, aynı Seyyid Bey, Medenî Kanun’un Mecelle merkezli tedvinini teklif
ettiğinde tahkire maruz kalmıştır. Hüseyin Cahit Yalçın’ın Tanıdıklarım unvanlı
eserde Seyyid Bey ile alakalı iddialarına ihtiyatla yaklaşmakta fayda bulunmaktadır.
Yalçın, a.g.e., s. 135-138.
621 Hüseyin Cahit Yalçın, Tanin’in 11 Teşrin-i sani 1923 tarihli sayısında “Hilafeti Tür-
kiye hudutlarından dışarı çıkaracak surette hareket etmek intihardan farksızdır. İşte
bundan dolayıdır ki durup dururken bir mesele ihdas ile bütün âlem-i İslam tarafın-
dan hanedân-ı Osmanîde kabul edilmiş ve binaenaleyh ilelebed Türkiye’de kalması
taht-ı temine girmiş hilafeti elden çıkarmak tehlikesini icad etmek akıl ve hamiyet ile
hiss-i milliyet ile zerre kadar kabil-i telif bir hareket değildir… Bir milletin hayatına
taalluk eden meseleler hiçbir vakit bir zaman-ı muayyendeki vaziyete, eşhasa göre dü-
şünülemez. Bütün bu vaziyetler mütehavvildir (değişkendir), bütün şahıslar fanidir...
Hilafet Türk milletinin tecezzi ve infikak[ayrılma] kabul etmez hukuku cümlesinden-
dir,” gibi tespit ve tenkidlerin yer aldığı “Şimdi de Hilafet Meselesi” unvanlı bir yazı
kaleme alır. İsmail Kara (Haz.), Hilafet Risaleleri, Cilt. 6, İstanbul: Klasik Yayınları,
2014, s. 591-594. İTC’nin ehemm değilse bile mühim şahsiyet ve simalarından oldu-
ğu şüphesiz olan Hüseyin Cahit Yalçın tezatlar ve muhalefetle temayüz etmiş bir en-
telektüeldi. Samet Ağaoğlu, Babamın Arkadaşları unvanlı eserinde ona geniş bir yer
ayırır ve Enver Paşa-Mustafa Kemal farkına da işaret ettiği şu tespitlerde bulunur:
“Herkesin Saltanat ve Hilafeti millî birliğin, hatta kurtuluşun tek çaresi diye kabul et-
tiği yıllarda Cumhuriyet tezini ortaya atıyor, Cumhuriyet kabul ve ilan edildiği zaman
da aceleye geldiğini, henüz sırası olmadığını yazmaktan çekinmiyor, gazetesinde Hila-
fetin çevresinde toplanmayı telkin eden yazılara geniş yer veriyordu! Zaman geçiyor,
Atatürk’ün karşısında demokrasi idealinin bir kahramanı olarak çıkıyor, bu uğurda
çeşitli belalara katlanmayı göze alıyor, bu idealin gerçekleşemeye başlaması ile beraber
tek parti sisteminin biraz üstü kapalı müdafaasına geçmekte tereddüt göstermiyordu.
Ruhundaki tezat fırtınalarının onu perişan eden mevzularından biri de Latin harfleri

- 376 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

ve saltanatla hilafetin ilgasını haklı bulan isimlerin sayısı da az değil-


dir. Kaldı ki Meclis’te hilafetin kaldırılması aleyhinde sadece iki ve-
kil söz söyleyebilmiştir.
Kanaatimizce İttihadçılıkla Kemalizm arasında temel normlar açı-
sından da bir bağ kurmak imkânsızdır. Vereceğimiz tek bir misalle
bunu izaha çalışacağız. Enver Paşa, Trablusgarb’a gittiğinde kendisine
çeşitli şahıs, müessese ve İslam toplulukları tarafından külliyetli olmasa
da yine de hatırı sayılır bağışlar yapılmıştı. Enver Paşa bu bağış para-
larının kahir ekseriyetini mücahitlere maaş olarak dağıtmıştı. İtalyan-
lardan elde edilen ganimetler de aynı şekilde mücahitlere eşit denile-
cek şekilde orantılı olarak dağıtılmaktaydı. Enver Paşa, Balkan Harbi
felaketi üzerine İstanbul’a dönmek mecburiyetinde kalmış, ancak ya-
nına yol masrafı haricinde tek kuruş para almamıştır. Para konusunda
Enver Paşa’nın ne kadar hassas olduğu, sırf bu sebeple Trablusgarb’ta
yolsuzluk yaptığı iddiasıyla Mısırlı Aziz El-Mısrî’yi cezalandırdığı da
vakidir.622 Ancak Millî Mücadele esnasında Hintli Müslümanların Hi-
lafet ve Millî Mücadele yolunda harcanması için gönderdikleri külli-
yetli miktardaki bir parayı Mustafa Kemal, şahsı için gönderilmiş te-
lakki etmiş ve bu para uhdesinde kalmıştır.623 Her ikisi de Mustafa
üzerindedir: Latin harflerinin kabulünü isteyen Atatürk’e karşı yaptığı çıkış da, gördü-
ğü karşılık da haksız idi. Bir zamanlar Latin harflerinin kabulünü medeniyet yoluna
girmemizin belli başlı şartlarından biri diye gören bu adam şimdi onun gerçekleşmesi
gününde garip bir takım tereddütler geçiriyor, tutulan metodun doğru olmadığını ileri
sürüyordu. Bunu yaparken de karşısındaki adamın Enver Paşa olmadığını biliyordu.
Vaktiyle ‘Munfasıl harfler’i kabul ettirmek isteyen Enver Paşa’yı bu fikrinden hatta
‘Bilmediğiniz işlere karışmayınız’ gibi sert bir cümle ile vazgeçiren babamın arkadaşı
Atatürk’ten aldığı cevaptan sonra bu iki asker arasındaki farkı anladı. Fakat heyhat
ki çok geç kalmıştı. Artık hayatlarında bir daha yüz yüze gelmiyeceklerdi”. Ağaoğlu,
Babamın Arkadaşları, s. 145. Samet Ağaoğlu, Aşina Yüzler nam eserinde de “Picas-
so’nun Modeli” başlığı adı altında Fuat Köprülü’nün portresini çizerken de Enver
Paşa ile Mustafa Kemal’i kıyaslar. Samet Ağaoğlu, Aşina Yüzler, İstanbul: Ağaoğlu
Yayınevi, 1965, s. 169-204.
622 Aziz el-Mısrî meselesinin Arap milliyetçiliği davasından kaynaklandığı, yolsuzluk
iddiasının milliyetçilik hareketinin şayi olmaması için ihdas edildiği de söylenmiş-
tir.
623 Hint Hilafet Komitesi’nin ve Hindistan Müslümanlarının/cemiyetlerinin hangi
miktarda ve hangi amaçla yardımda bulundukları Mustafa Keskin’in eserinde de-
taylı olarak yer almaktaysa da bu hususta Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde yeni çalış-
malara ihtiyaç olduğu izahtan vareste, beyandan da azadedir. Mesela arşivde 12289

- 377 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Kemal’in yakın çalışma arkadaşı olan iki ismin beyanlarıyla bu ko-


nuyu izaha çalışacağız.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya kitabının ikinci baskısında “İş Bankası-
nın ilk sermayesi de Hindistan’ dan Mustafa Kemal’e gönderilen paranın
geri kalanı idi. Bu para, millete ve devlete gönderilmişti. Mustafa Kemal
el sürmemeli idi. Gerçi o sermaye hesabı daima aynı tutulmuş, parti iş-
leri için kullanılmış ve partiye bırakılmıştır. Ama Mustafa Kemal yanın-
dakilere bir örnek olmalı idi.”624 demektedir.
Mustafa Kemal’in özel kalem müdürü, Cumhurbaşkanlığı genel
sekreter vekili ve genel sekreteri, Burdur milletvekili Hasan Rıza So-
yak ise şunları yazıyor:
“[Mustafa Kemal’in] açtığı çetin mücadeleye yardım maksadıyla Hindistan’tan
şahsına yekûnu takriben 500-600 bin lira kadar tutan bir para gönderilmişti. O,
bu paranın 500 bin lirasını Büyük Taarruz’ dan önce maliyenin karşılayamadığı
bazı hususi masraflar için Batı Cephesi Komutanlığı emrine vermişti. Yunanlı-
ların kaçarken yakıp yıktıkları savaş alanında aç ve açıkta kalan zavallılara ya-
pılan yardım da, Paşa’nın ordu ile beraber İzmir yolunda iken verdiği emirle
yine bu paradan yapılmıştı. Zaferden sonra, 500 bin liranın 380 küsur bin li-
rası, İcra Vekilleri Heyeti karariyle kendisine iade olunmuştu…[Mustafa Kemal]
elindeki paranın 250 bin lirasını temel sermaye olarak bu işe [banka kurulması]
tahsis etti ve ayrıca toplanan sermayenin katılması ile şimdiki büyük ve itibarlı
müessesemiz, Türkiye İş Bankası vücut buldu… Atatürk yardım parasının elinde
kalan kısmı ile de ziraat sahasında çalışmayı muvafık görmüştü. Kendisi, çocuk-
luğundan beri kır ve çiftlik hayatından çok hoşlanırdı… Birbiri ardından, An-
kara civarında Orman Çiftliğini teşkil eden vâsi araziyi, Silifke yakınında Te-
kir ve Şövalye, Tarsus’ta Piloğlu çiftliklerini, Dörtyol’ da Karabasamak Çiftliği

numarayla kayıtlı bir belgede bazı paralara Hilal-i Ahmer makbuzlarının verildiği,
yardımı yapanların “bizim paramız ve ianelerimiz Müslüman kardeşlerimizin ihti-
yacatı içindir ve sureti ve mahall-i sarfını[harcama şeklini ve yerini] felaketzedelerle
meşgul olanlara bırakıyoruz. Şehidlerimizin yetimleri muhabbet ve şefkatlerimize zi-
yadesiyle müstehaktırlar” ifadesini kullandığı, Mustafa Kemal’in de arşivin 12258
numarasında kayıtlı yazıyla Çotani’ye verdiği cevapta İzmir felaketzedeleri için gön-
derilen paranın 20.000 İngiliz lirasının Hilal-i Ahmer Cemiyeti vasıtasıyla maksuda
sarf olunduğunun yazıldığı görülmektedir. Keskin, a.g.e., s.114-115, 119. Keskin’in
eserinde yer alan bazı belgelerde yardım paralarının İzmir felaketzedelerine, yalnız
yetimlere, yaralılara, muhacir ve dul kadınlara ödenmesi ricası öne çıkmaktadır.
624 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul: Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayi A.Ş. Basımevi,
1969, s. 457.

- 378 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

ile büyük bir portakal bahçesini ve Yalova’ da Baltacı ve Millet çiftliklerini, parça
parça sahiplerinden veya metruk mallar idaresinden satın alarak işe koyuldu.”625

Zekeriya Sertel’in yazdıkları da dikkat çekicidir:


“Atatürk zaferden sonra şu veya bu biçimde düşmanlarını tasfiye etmeye baş-
layınca Halide [Edib] Hanım da ürkmüş ve hayatını kurtarmak için memleket-
ten uzaklaşmayı uygun bulmuştu. Atatürk’ le aralarının açılmasının sebebi şuydu:
Millî Kurtuluş Savaşı sırasında Hindistan halkı Ankara’ya Halide Edip aracılı-
ğıyle yüz bin dolar göndermişti. Bu paranın Millî Kurtuluş Savaşı için harcanması
şart koşulmuştu. Halide Hanım bu parayı Atatürk’e vermişti. Fakat Atatürk o za-
man bu parayı Millî Kurtuluş işlerinde harcamayarak saklamış, zaferden sonra İş
Bankasının kuruluş sermayesi olarak kullanmıştı. Halide Hanım paranın yerine
harcanmamış olmasından gücenmiş ve kırgınlığını Atatürk’e de duyurmuştu.”626

Hint Müslümanları/Hint Hilafet Komitesi, her ne kadar gönder-


dikleri paraların makbuzunun mutlak ve muhakkak surette Mustafa
Kemal’in imzalamasını hem de ısrarla rica etmişlerse de627 bu paraları
asla ve kat’a Mustafa Kemal’in şahsına vermiş değillerdir. Onlar, el-
bette müstakil bir İslam memleketinin maruz kaldığı Haçlı saldırı ve
hücumuna mukavemet etmesi için muavenette bulunuyorlardı ama bu
iane/yardım için ifade ettikleri en mühim diğer bir gerekçe de “Hila-
fetin esaretten tahlisi” idi. Mustafa Kemal’i de o esnada “İslam’ın ve hi-
lafetin kurtarıcısı” olarak telakki ediyorlardı. Yani bu paralar, İttihad-ı
İslamcı bir inanç ve telakki ile halifeye olan merbutiyet saikiyle gön-
derilmişti. Zaten hilafetin ilgasıyla da en fazla “buhran”a düçar olan-
lar da Hint Müslümanlarıydı. İslamî bir telakki ve niyet ile gönderilen
paranın bir banka tesisi ve sermaye teşkili için istimali peşinen tak-
bih edilecek bir şey değilse de bunun çok doğru olmadığı da aşikâr-
dır. Bankacılık sektörüne duyulan ihtiyaç İttihad ve Terakki Cemi-
yeti’ni de arayışlara sevk etmişti. Ancak İTC, yardımla değil, Millî
İktisat siyaseti iktizasınca topladığı parayı bile bankacılık tesisi için
kullanırken İslamî bir telakkiye istinat etmiş, bunu İslam hukukunun
tecviz ettiği vakıf müessesesiyle hiç olmazsa meşrulaştırmaya çalışmış-
tır. Zaten Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul’da müteşekkil Di-
625 Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul: YKY, 2004, s. 648-649.
626 Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım, İstanbul: Gözlem Yayınları, 1997, s. 220.
627 Keskin, a.g.e., s.94’te yer alan Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde 12292 numarada kayıtlı
yazı.

- 379 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

van-ı Harb-i Örfî’nin muhakemeleri esnasında da İttihadçıların böyle


yapmakla gayrimüslimlerin haklarını haleldar ettikleri ispata çalışıl-
mıştı. İTC için bankacılık, Müslümanların Müslüman olmalarından
kaynaklanan bir derdin halli için müracaat edilen bir sektör ve çareydi.
İş Bankası’nda böyle bir kaygının yer aldığını iddia etmek, çok güç-
tür. Mustafa Kemal’in şahsına gönderilmeyen bu parayı kendi şahsî
parasıymış gibi tasarruf etmesi, yani hükûmetin, Mustafa Kemal’den
alınan ve Millî Mücadele için harcanan parayı borç kaleminde gös-
terip bilahare devlet hazinesinden kendisine ödeme yapması, Mustafa
Kemal’in de bu ödemeyle devasa çiftlikler alıp aradan bir zaman geç-
tikten sonra da bu çiftliklerin varidatını CHP’ye terk etmesi hayli il-
ginçtir.628 Bu paraların bir kısmıyla da İş Bankası ve Maden Kömürü
T.A.Ş.’den hisse almıştır.629
İlginçtir, Asım Us ve ona istinaden Sadi Borak, Hint Müslüman-
larının yardım parasıyla alınan bu mallar için “bilindiği gibi Atatürk
çiftliklerini millete bağışlamıştır” demekteler;630 oysa sadece hazineye
bağışlananlar böyle millete bağışlanmış addedilmelidir; CHP’ye ba-
ğışlananların millete bağışlandığını iddia etmek mümkün değildir;
her halükârda bağışlanan Hint Müslümanlarının yardım parasıdır.
Uygur Kocabaşoğlu da İş Bankası’nın kuruluşundaki paranın kay-
nağına dair görüş birliği olduğunu, bunun Hint Müslümanların gön-
derdiği yardım olduğunu ancak miktarın ve ne kadarının nerede kul-
lanıldığı hususunda değişik anlatışlar bulunduğunu, 1 milyon TL
kuruluş sermayesi olan bankaya Mustafa Kemal’in katkısının 250 bin
TL ile sınırlı olmadığını, toplam katkının 457.400 TL olduğunu yaz-
maktadır.631

628 Varidat 1927-37 arası CHP’ye bırakılmıştır. 1937’de ise bu çiftlikler hayvan ve demir-
başlarıyla birlikte hazineye bırakılmış; işlemler 11Mayıs 1938’te tamamlanmıştır.
629 Bu malvarlıkları Mustafa Kemal’in akrabalarına miras kalmamıştır. Çünkü 12 Ha-
ziran 1933 tarihli 2307 sayılı özel yasa ile Mustafa Kemal’in [bağış] tasarruflarının
mahfuz hisseden müstesna olduğu hüküm altına alınmıştır.
630 Us, Hatıra Notları, s. 127-128; Sadi Borak, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, İstanbul:
Bahar Matbaası, 1966, s. 92. Borak, Mustafa Kemal’in malvarlığının listesini de ver-
mektedir. a.g.e., s. 94-98.
631 Uygur Kocabaşoğlu, Türkiye İş Bankası Tarihi, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2001,
s.4-5.

- 380 -
Sonuç

J ön Türklük, İstanbul merkezli bir yüksek mektep talebesi-aydın-bü-


rokrat hareketidir. Jön Türkler, devletin kötü idare edildiğini, mil-
letin vaziyetinin kötü olduğunu iddia eden, çözüm olarak da meşrutî
idareyi teklif ve müdafaa eden, nerdeyse tüm meseleyi şekilden, yani
bir idari rejimden, istibdat idaresinden ibaret gören insanlar yığınıdır.
Bu sebeple padişah hem muhalefetlerinin merkezi hem de hedefidir.
Kurucuları, mensupları sıkı takip, tutuklama ve sürgün gibi sebeplerle
İstanbul’da barınma ve hareketi devam ettirme, yaygınlaştırma imkâ-
nına sahip olamadıkları için zaman içinde Paris ve Cenevre gibi yer-
lerde yoğunlaşarak faaliyet ve mücadeleye devam etmişlerdir. Mısır’da
da hatırı sayılır bir Jön Türk bulunmaktaydı. İstanbul’daki tasfiyeden
sonra Jön Türklük esasen yurtdışı muhalefet hareketi hüviyetini ka-
zanmış, Paris ve Cenevre gibi yerlerden kılıç salladığı için de tesiri çok
zayıf olmuştur. İstisnaları olmakla birlikte Batıcı, seküler, hatta pozi-
tivist ve materyalist inanç ve temayüllere sahip, aşağılık kompleksiyle
malul tahsilli Osmanlı vatandaşlarının yer aldığı bir fikir hareketidir.
Daha ziyade basın alanında ve yurtdışında faaliyet gösteren Jön Türk-
ler çağın şartları iktizasınca ülke içinden sağlıklı ve zamanında haber
alamadıkları için haliyle muhalefetlerinde soyut bir istibdat edebiya-
tına merkezi bir yer vermeye devam etmek mecburiyetinde kalmışlar-
dır. Ülke içiyle ulaşım ve iletişim imkânlarının zor oluşu da başarısız-
lıklarının temel sebeplerinden birisiydi.
İttihadçılık, başkentin dışında, ülkenin en netameli bölgesinde do-
ğan, bölgenin özelliğinin icbar ettiği bir hareketti. Selanik ve Manas-
tır’da kurulan, kurucu ve mensuplarının çoğu zaten bölgenin insanı
- 381 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

olan, bölgeyi Osmanlı Devleti’nden ayırmak isteyen farklı dinî-etnik


gayrimüslim unsurların ayrılıkçı hareketlerinin bölgeyi yangın yerine
çevirdiğini, bu unsurların niyetinin Batılı büyük devletlerin dikkatini
bölgeye çekmek ve neticede tatbik edilecek reform plan ve projeleriyle
özerklik veya bağımsızlık elde etmek olduğunu gören, böylelikle böl-
genin elden gitmesiyle devletin de parçalanacağına hükmeden, prob-
leme somut, eylemli olarak şahit ve müdahil olan bir harekettir. Kısaca
İttihadçılık bölgesel bir harekettir, bir Makedonya hareketidir. Meş-
ruti rejim talebi soyut bir özgürlük talebine değil, somut olarak şahit
olunan etnik ayrılıkçı hareketlerin önlenmesi için son çare olduğu dü-
şüncesine müstenittir. Devletin en mühim bölgesi olan Makedonya’da
çeşitli büyük devletlerin nüfuzunda olan etnik unsurlar hem devletle
hem de birbirleriyle çatışma halindedir. Devlet bu çatışmaya mani ola-
mamaktadır. Bunu fırsat bilen büyük devletler de çeşitli bahanelerle
iç işlerimize müdahalede bulunmakta ve bu unsurların özerklik ya da
bağımsızlığına yönelik hamlelerde bulunmaktadır. Şayet bu durumun
önüne geçilmezse maazallah önce Makedonya devletten ayrılacak sonra
da bu tehlike elde kalan bölgelerde baş gösterecektir. O halde vakit
geçmeden bir şeyler yapmalı, diyerek bir araya gelen insanların hare-
ketidir. İttihadçılar anayasa ve meclis mefhum ve müesseselerine Jön
Türklerde olduğu gibi tüm dertlere toptan bir çare olarak değil, Make-
donya’daki dinî-etnik unsurların ayrılıkçı hareketlerine mani olmanın
bir yolu olarak itibar ve iltica etmişlerdir. Kısaca İttihadçılar hak-hu-
kuk-hürriyet gibi mefhumları dile getirseler de bunlarla silahlı etnik
ayrılıkçılığa mani olmayı kastediyor ve hedefliyorlardı.
Her İttihadçının az veya çok Jön Türklükten etkilendiği söylene-
bilir. Ancak Jön Türklüğün çare olamayacağı ya da hedeflenen gayeyi
tahakkukta yeterli gelemeyeceği anlaşıldıktan sonra başka bir yapılan-
maya gidilmiştir. İttihadçılıkla maruf Makedonya hareketi Selanik ve
Manastır’da doğup gelişmiştir; bu bakımdan İttihadçılık bölgeseldir,
somut tehlikeleri ve hadiseleri dikkate alarak kurulmuştur. İsmi, tesir
ve cisminden daha büyük olan Jön Türklük, çoğu mensubunun Paris
ve Cenevre kafelerinde vakit geçirdiği, gazete ve dergilerle ahkâm kes-
tiği, sabah-akşam Abdülhamid’e sövdüğü, lanet ettiği, başta İngiltere
büyük devletleri Osmanlı Devleti’ne müdahale için tahrike çalışarak
- 382 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

mümkünse yabancı bir devletin müdahalesiyle darbe gerçekleştirmek


hayali olan bir hareketti. Oysa İttihadçılar gece-gündüz komitacı pe-
şinde canlarını hiçe sayan askerî ve mülkî memurlardan müteşekkildi.
Sadece harbiye değil akademi birincileri de günlerce dağlarda komi-
tacı peşinde koşmaktaydı. Her hareketin gelişimi aslında biraz da do-
ğuşuyla yakından alakalıdır.
İttihadçılığın doğuşunda zannedilenin aksine en az etkili olan fak-
tör istibdat/baskıcı idare telakkisiydi. İstibdat mefhumu ve idaresi Jön
Türklüğün doğuşundaki esas amildir. İkisi birbirinin olmazsa olmazı-
dır. Çünkü Jön Türklük, hürriyet telakkisini ve bunu temin edecek bir
anayasalı-meşruti rejimi esas ittihaz eder. Ancak İttihadçılık bir Make-
donya hareketidir ve bu bölgenin devletten koparılmasını yakın tehdit
ve tehlike telakki eden insanların hareketidir. Jön Türklerde olduğu
gibi İttihadçılarda da yüksek mektep mezunları öne çıkar ancak on-
larda aydın olma hassasiyeti ve Avrupaî tarzda bir idare sistemine sa-
hip olma kaygısı değil, beka kaygısı barizdir. Onların ne istibdat ede-
biyatı yapacak ne de derinlemesine gazete ve kitap okumaya vakitleri
vardır. Dolayısıyla İttihadçılığın doğuşunda -bir retorik veya hakikat
olsun- istibdat değil, Makedonya’nın hassasiyetleri ve mevcut vaziyeti
amil olmuştur.
Sultan Abdülhamid ile İttihadçıların birlikte hareket edememesi
tarihimiz açısından talihsizlikti. Abdülhamid, şüphesiz ki Osmanlı
Devleti’nin en büyük padişahlarından birisidir, ancak onun büyüklüğü
biraz da konjonktürden kaynaklanıyordu. Şartlar da Abdülhamid’in
sahnede kimi zaman başrolde yer almasını temin ediyordu. Abdülha-
mid’in büyük devletler arasındaki rekabetten istifade ederek devletin
ömrünü uzattığı rivayet ve iddia edilir. Ancak bunun ne pahasına ol-
duğunu da unutmamak gerekir. Abdülhamid, büyük devletlere büyük
imtiyazlar veriyor ve onların bela olmasını tehir ediyordu. Almanya
hayrına Abdülhamid’i ve Osmanlı Devleti’ni desteklemiyordu. Dev-
letlerarası ilişkilerde menfaatler barizdir ama Osmanlı büyük imtiyaz-
lar veriyordu, çünkü gelişmemişti. Ancak şartlar bir dönem öylesine
değişmişti ki artık devletlerarası rekabetten istifade imkânı ya kalma-
mış ya da asgariye inmişti. Bilhassa İngiltere ve Rusya arasındaki re-
kabetin sonlanmasının mühim neticeleri olmuştur. Balkan Harbi’nde
- 383 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

şayet başta Abdülhamid olsa büyük devletler yine Balkan devletlerini


destekleyecekti. I.Dünya Harbi patlak verdiğinde tahtta Abdülhamid
olsa onun da yapacağı en iyi şey Almanya ile ittifak olurdu. Abdülha-
mid ile İttihadçılar birlikte çalışabilirlerdi. Buna mani olan şey 31 Mart
Vak’ası idi. O tarihe kadar Abdülhamid’e basın yoluyla hakaret eden-
ler birkaç istisna haricinde İttihadçılar değil Jön Türklerdi. Talihin bir
cilvesi Abdülhamid’in İttihadçılar tarafından hal’ edilmesine yol açan
31 Mart Vak’ası’nın teşvikçileri ve destekçileri de Jön Türklerdir, an-
cak bilahare İttihadçıların hışmına maruz kalanlar da Jön Türklerdi.
31 Mart Vak’ası olmasa padişah tahttan indirilmezdi. Çünkü Meşru-
tiyetin ilan edildiği 23 Temmuz 1908’ten 31 Mart Vak’asının vuku
bulduğu 13 Nisan 1909 tarihine kadar İttihadçıların ne padişahı hal’
etme niyeti vardı ne de Abdülhamid’in İttihadçılara muhalefet etme,
onlarla didişme niyeti vardı. İttihadçılar, padişahın hırsız ve hafiye ol-
duğuna inandıkları yakın bürokratlarını ve bakanlarını yargı kararı
bile olmaksızın işten uzaklaştırmış, tutuklamış, sürgüne göndermiş,
hatta mallarını müsadere etmişti. Padişah artık mabeyn başkâtibini
bile atayacak kuvvetten mahrum bırakılmıştı. İttihadçıların padişahı
hal’ için niyetleri olmadığı gibi buna lüzum da yoktu. O dönemki ile-
tişim kaynak ve imkânlarının özelliğinden 31 Mart Vak’ası’nda pa-
dişahın dahli olduğuna kanaat getirildi. Çünkü 31 Mart Vak’ası bir
travmaydı ve pek çok İttihadçı canını zor kurtarmıştı. İlginçtir, hal’
fetvasını yazmak, bu fetvayı Meclis-i Millî’de oybirliği gibi bir neti-
ceyle kabul etmekten ziyade herhangi bir memurun yapacağı basit bir
işlem olan hal’ kararını tebliğ ve buna vazifeli olanlar arasında gayri-
müslimlerin de bulunması öne çıkarılmıştır. Abdülhamid’in hal’i hak-
sız, hal’ fetvasında yazılanların da çoğu iftiraydı ama hal’ için en fazla
gayret gösterenler arasında maalesef padişahın en fazla sadrazamlık gö-
revine getirdiği Said Paşa, nimete boğduğu Gazi Ahmed Muhtar Paşa
ve okutup paşa yaptığı Mahmud Şevket Paşa da vardı. Gariptir, İslam-
cısından muhafazakârına, liberalinden Batıcısına, paşasından eşrafına,
müsliminden gayrimüslimine hemen herkes hal’den yanaydı. Galiba
“zamanın ruhu” padişahtan yana değildi.
Osmanlı’nın dağılması mukadderdi, başta kim olsa buna mani ola-
mayacaktı ama kanaatimizce milleti ve memleketi kurtaran en mühim
- 384 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

karar olan I.Dünya Harbi’ne iştirak kararı, başta Abdülhamid olsa da


onun da kararı olacaktı.
İTC’nin heterojen bir koalisyon olduğu [fraksiyon ortaklığı değil]
ve İslamcı, mütedeyyin ve muhafazakâr İttihadçıların hayli etkili ve
yetkili bir pozisyonda olduğu bir gerçektir.
İTC’nin çıkardığı ya da desteklediği Tanin gazetesinin gerçek ku-
rucusu olan Hüseyin Kazım Kadri entelektüel kalibresi en yüksek İs-
lamcılardan birisiydi. Kızgınlıkla 1913’te İTC’den ayrılmış, ancak eski
dostlarıyla temasını kesmemiştir. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda
da reis vekiliydi ve beyanına göre Misak-i Millî kendi kaleminden çık-
mıştı. Sırat-ı Müstakim zaten Meşrutiyet’i ve onun İslam’ın bir emri,
daha doğrusu gereği olduğunu müdafaa için çıkarılmıştı. Kurucuları
gibi yazarlarının da hemen hepsi İttihadçıydı. Ebülula Mardin, Eşref
Edib, Mehmed Akif, Manastırlı İsmail Hakkı, meşhur âlim İzmirli İs-
mail Hakkı, Fatin Hoca hepsi de İslamcı olan ilmî ve entelektüel ka-
liteleri müsellem isimlerdi. Hakeza İslam Mecmuası’nı çıkaran Halim
Sabit Şibay da tartışmasız bir İslamcı âlim ve münevverdi. Said Halim
Paşa ise tesiri bugün de hissedilen müthiş bir entelektüel idi. Evkaf Na-
zırı ve Şeyhülislam Hayri Efendi, Necmeddin Molla, Hacı Adil Bey,
Adliye Nazırı İbrahim Bey, Maarif Nazırı Babanzade İsmail Bey de
çok etkili siyasî isimlerdi. Bu gerçeğin yani İTC ve İttihadçılığın koa-
lisyon vasfının ısrarla görmezden gelinmesi maalesef anlaşılır gibi de-
ğildir ve kanaatimizce sırf cehalete değil biraz da kötüniyete müstenit-
tir. İslamcı ve mütedeyyinlerin İTC içindeki ağırlık ve tesirinin inkâr
edilmesi, yok farz edilmesi ya da tahfifi memleket ve milletin kurtu-
luşundaki katkılarının da bihakkın anlaşılmamasına yol açmaktadır.
İttihadçıların Masonluk, Sabetaycılık, Siyonizm uşaklığı sebebiyle
devlet ve millet aleyhinde hareket ettikleri iddiası da ancak ifrat ve if-
tira ile izah edilebilir. Siyonizm uşaklığı ve Filistin topraklarını Ya-
hudilere peşkeş çektikleri iddiaları tartışmasız iftiradır. Son dönemde
arşiv kayıtlarına dayalı yapılan çalışmalarda Abdülhamid devrinde Si-
yonistlere çok geniş topraklar satıldığı ve oraya çok sayıda Siyonistin
yerleştiği netleşmiştir. İTC önde gelenleri içinde birkaç Yahudi bulun-
maktaydı ancak onlar karar alma mekanizmasında etkili ve yetkili ki-
şiler değillerdi; Sabetaycı denilecek insan sayısı da en fazla ikidir. En
- 385 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

meşhur dönme ve kendi ifadesiyle “dinsiz” olan Cavid Bey de Trab-


lusgarb’ın işgali üzerine “biz Trablusgarb’ı İtalyanlara kolay kolay tes-
lim etmeyiz, boykotaj uygularız, komitacılık yaparız” diyecek kadar da
hamiyetli birisidir. Bugünkü İsrail faşizmine bakarak Osmanlı Yahu-
dilerinin Osmanlı Devleti aleyhine faaliyette bulunduğunu söyleye-
meyiz. Bugün Filistinli Müslümanların katlini alkışlarla tasvip eden
Türkiye kökenli İsrail Yahudilerine bakarak onların dedelerinin Os-
manlı’yı yıkmak için çabaladıklarına hükmetmek adil değildir. Bila-
kis Selanik’te yoğun olan Yahudiler, bekalarını Osmanlı Devleti’ne
bağlamışlardı. Çünkü otokton halk değillerdi. Nitekim korktukları
başlarına gelmiş, Yunanlılar Selanik’i aldıklarında çok sayıda Yahu-
di’yi de kesmişti.
İttihadçı Masonluğu ise bugün anladığımız bir vasıfta değildi. İtti-
hadçıların Selanik’te Mason localarına girişi, hafiye takibinden ve cezaî
tazyikten masun kalabilme gayesine müstenitti. Her İttihadçı Mason
olmadığı gibi, her Mason olan İttihadçı da aynı ya da benzer sebep ve
saiklerle Mason oluyor değildi. Talat Paşa’nın Türk Masonluğunun üs-
tadı oluşu ise millî endişelere dayalı idi. Talat Paşa, bu locaların büyük
devletlerin Truva atı olduğunu, millî meselelerde güçlü locaların kendi
devletlerinin sözcülüğünü yaptığını biliyordu. Talat Paşa’nın, tehcir es-
nasında çok etkili Mason Ermenilere şefaatte bulunmaması onun Ma-
sonluğunun mahiyetini anlamaya kâfidir. Enver Paşa’nınsa Mason loca-
larını kapattığı, onlara hayli mesafeli davrandığı ise izahtan varestedir.
İttihadçılık ve muhacirlik arasında sıkı bir bağ olduğu, hatta Türk
Milleti’nin ve Türkiye’nin bekasını İttihadçıların ve muhacirlerin te-
min ettiği de bir vakıadır. Bu, Anadolu Türklerine haksızlık yapmak
değildir. İttihad ve Terakki, toprak kayıplarının yaşandığı, zulme ma-
ruz kalan Müslümanların elde kalan topraklara hicret ve iskânının yo-
ğunlaştığı bir zaman diliminde sahneye çıkmış, 1908-1913 arasında
vuku bulan göçlerin de bizatihi içinde yer almış bir cemiyettir. Os-
manlı’da kabaca üç bölgeden dört tür muhacir grup mevcuttu. Birinci
grup Müslümanlığını Osmanlı’ya borçlu olmayan, Osmanlı Devleti’ne
tabi oldukları tarihte de Müslüman olan Kırım Tatarlarıdır. İkinci grup
esasen Osmanlı Devleti vasıtasıyla Müslüman olan Kafkasyalı gayri-
türk etnik unsurlardır. Üçüncü grup Osmanlının Rumeli’de fethettiği
- 386 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

yerlere Anadolu’dan getirtip iskân ettiği etnik Türklerdir. Dördüncü


grupsa yine Rumeli’de ama Osmanlı Devleti vasıtasıyla Müslüman ol-
muş ve Batılılar tarafından Türk diye tesmiye edilen otokton Arna-
vut, Boşnak gibi gayritürk etnik unsurlarla etnik menşeileri tartışmalı,
Slavca-Bulgarca konuşan ve yine Osmanlı vasıtasıyla Müslüman olan
Pomaklardır. Toprak kaybının yaşandığı yerlerdeki Müslümanlar top-
rak kaybı ve maruz kalınan zulüm yüzünden, elde kalan en yakın top-
rağa hicret ediyordu. Bu bakımdan Rumeli’nin mühim birer bölgesi
olarak Tuna ve Makedonya, hatırı sayılır bir Kırım ve Kafkas muha-
cirine de ev sahipliği yapmaktaydı. Çok fazla baskıya maruz kalma-
dıklarını bildiğimiz Boşnaklar bile bilhassa Avusturya ordusunda asker-
lik yapmamak için hicret ediyorlardı. Önce 1878 ve 1885’te ahalisinin
hemen yarısını etnik Türklerin teşkil ettiği Tuna’nın fiilen, sonra da
Balkan Harbi’nde Makedonya’nın ve daha da hazini Batı Trakya’nın
tamamen kaybını dikkate almadan ne İttihadçılık, ne muhacirlik ne
de Türk Milleti’nin ve Türkiye’nin bekası anlaşılabilir. Tuna bölgesi-
nin kaybı hazin neticenin işaretidir. Kırım ve Kafkas muhacirlerine
vatanlık yapan Tuna, ne hazindir 93 Harbi ile birlikte 5 asırlık sakin
ve sahiplerinin de katliamına ve tehcirine sahne olmuştur. İttihad ve
Terakki’nin en faal mensuplarının Kafkas ve Rumeli muhacirleri ara-
sından çıkması bir tesadüf olmamalıdır. İTC’nin en sekter lider ve
teşkilatçılarından Talat Paşa’nın, Bahaeddin Şakir’in, Celal Bayar’ın
Tuna/Bulgaristan muhaciri ailelerin çocukları olmaları hayli mühim-
dir. Kuşçubaşı Eşref, Yakup Cemil, Deli Halid Paşa, İsmail Canbu-
lat, Ömer Naci, Rauf Orbay, Tehcir’in Diyarbakır valisi Dr. Reşid’in
Kafkasya muhaciri ailelerin çocukları olması dikkat çekicidir. Resneli
Niyazi ve Eyüp Sabri’nin Arnavut olmaları, Tuna muhacirleri/Tunalı-
lar/Tuna doğumlular arasında Tunalı Hilmi, Medine Müdafii Fahred-
din Paşa, I. Dünya Harbi ve Mütareke Devri kumandanlarından Ni-
hat Paşa, Yahya Kâhya ve Topal Osman’ın katili basit bir tetikçi olan
Çankaya Muhafızı İsmail Hakkı Tekçe, İslamî hususiyetiyle temayüz
eden Tatar kökenli, Tuna-Lofça doğumlu bir İttihadçı lider olan Hacı
Adil Arda gibi isimlerin bulunması manidardır. Bu bakımdan Ana-
dolu’daki Rumların göçürülmesi ve Ermeni Tehciri’nde isimleri daha
ziyade öne çıkan Talat Paşa’nın Kırcalili, Dr.Bahaeddin Şakir’in Tu-
nalı, daha doğrusu bugünkü Bulgaristan topraklarından olmaları çok
- 387 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

ciddî tahlilleri hak etmektedir. Hatta Balkan Harbi’nden sonra kı-


lıç artığı olarak Anadolu’ya ulaşabilen ve esasen Ege’ye iskân edilen
Müslümanların tahammülfersa vaziyetlerinin tabii bir neticesi adde-
dilmesi lazım gelen Ege Rumlarının göçürülmesi hadisesinde İzmir’i
idare eden iki İttihadçıdan İzmir Valisi Rahmi Bey’in Makedonyalı,
İTC İzmir Katib-i Mes’ulü Celal Bayar’ın da Tunalı olması hayli an-
lamlıdır. Anadolu, Rumeli muhacirleriyle 93 Harbi ertesinde tanış-
mıştı, ancak Balkan Harbi ertesi vuku bulan Makedonya muhacirleri
bambaşka mesajlarla gelmişlerdi. Sıra Anadolu’ya gelecek, Tuna ve Ma-
kedonya’da, hatta Batı Trakya’da şahit olunan Müslümanlara yönelik
kıyım ve tehcir, elde kalan bir avuç toprakta da yaşanacaktı. Şayet Ru-
meli facialarının çoğunu ya ailesinin ya da bizatihi kendilerinin yaşa-
dığı mezkûr İttihadçılar olmasa Anadolu toprakları gibi bu topraklar
üzerinde yaşayan bir avuç kalmış Müslümanın da bekası kolay kolay
temin edilemezdi. Anadolu 13.asırda bir işgal ve katliama maruz kal-
mış, 1400’lerde Anadolu’ya gelen Timur’dan ise bir zulüm görmemişti.
Kafkasya’da ve Rumeli’de mezalimin her türlüsüne şahit olmuş, ma-
ruz kalmış ailelere mensup İttihadçıların Anadolu ahalisinden daha
hassas davrandığını, teyakkuzda bulunduğunu kabul etmemiz sadece
tarihî değil aynı zamanda ahlakî bir vecibedir. Bunu söylemekle ka-
tıksız, katışıksız bir etnik Türk, Türkmen olan bu satırların yazarının
devletin muvazzaf ve redif asker deposu olan, çoğu zaman haberi bile
gelmeyen, mezarı bilinmeyen biçareleri istihfaf ettiği ya da talî pozis-
yonda gördüğü neticesi çıkmaz. Anadolulu etnik Türkler hem Türk
Milleti’ne en büyük girdi sağlayan hem de bu vatan için en fazla can
veren bir unsurdur. Ancak vakıa doğru tespit edilmelidir.
Ermeni Tehciri bir ıztırar hali idi ve Kırım, Kafkasya, Mora, Tuna
ve Makedonya’da yaşanan katliam ve tehcirler Anadolu’da da yaşana-
cak korkusuyla vuku bulmuştur. Ermeniler de bu algıyı kuvvetlendir-
mek için ellerinden ne geliyorsa yapmışlardır. Mesela Balkan Harbi’nde
Bulgar Ordusu saflarında yer alan en vahşi, en hunhar birliklerden biri,
Ermenilerin kahraman kabul ettiği Antranik komutasındaki Makedon
Ermeni lejyonuydu. Onlar kısa sürede yaşadığımız hezimete bakıp “ar-
tık sıra Ermenistan’da” diye nara atıyorlardı. Ermeni Tehciri’nde meşru
müdafaa tezi kanaatimizce artık istinat ve müracaat etmekten şiddetle
- 388 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

kaçınmamız gereken zayıf bir tezdir. Çünkü eli silah tutmayan yaşlı-
lar, kadınlar ve çocukların bize silahlı bir isyanda bulunup savaşan or-
dumuzu arkadan vuracağı, ordunun ikmal yerlerini keseceği iddiasıyla
tehcirin vuku bulduğu tezi tehcirin vuku bulduğu her yer için geçerli
olmayan bir tezdir. Ancak Ermeni nüfusun, ilk imkân ve fırsatta bü-
yük devletlerin de desteğini alarak Hıristiyan unsurların Tuna’da, Ma-
kedonya’da yaptıklarının aynısını yapacaklarını yani bir bölgeyi dev-
letten ayırmak için önce elzem olan etnik homojenliği sağlamak için
etnik katliama ve tehcire müracaat edeceklerini “tahmin” için kâhin
olmak gerekmemektedir. Kaldı ki Batı Trakya örneğinde görüldüğü
üzere nüfusunun % 80’inden fazlası Türk ve Müslüman olan bir bölge
bile bize bırakılmamıştır. Artık Türklerin ve Müslümanların çoğun-
luğa sahip olmasının bir toprak parçasını elde tutmaya kâfi sebep ad-
dedilmediği, buna mukabil Müslüman bir devlette Müslüman unsur-
larla birlikte yaşayan gayrimüslim bir unsurun hangi oranda azınlık
olursa olsun o topraklarda bağımsızlığa hakkının olduğunun kabul
edildiği bir çağda yaşıyorduk. Bu sebeple Ege’de Rumların ve Do-
ğu’da da Ermenilerin bağımsızlığına çok az kalmıştı. Ermeni komita-
cıların Rusya safına geçmeleri bu tehdit ve tehlikenin tahakkuk saati-
nin yaklaştığını ihtar etmiştir.
I.Dünya Harbi’nde Osmanlı Hükümeti İtilaf devletlerinin birlik
halinde verdiği Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü garanti eden
söze inanıp Almanya ile ittifaktan vazgeçip harbe iştirak etmeseydi,
İtilaf devletleri ayrı ayrı devlet olarak toprak garantisi vermediğinden
Rusya en müsait zamanda topraklarımıza girecek ve onlardan güç olan
Ermeniler de tarihin eşine az tesadüf edeceği bir katliamla Doğu’dan
başlayarak İç Anadolu’ya kadar Müslüman ahaliyi kese kese ilerleye-
cek bağımsız bir Ermenistan devleti kurulacaktı. Kısaca Ermenilerin
meskûn oldukları mahallin nüfusun çoğunluğunu teşkil edip etme-
meleri bağımsızlığın mühim bir şartı olarak aranmayacaktı; o bölge-
lerde hangi mikyas ve miktarda olursa olsun bir Ermeni nüfusun bu-
lunması yeterli olacaktı. İttihadçılar, Ermenileri, tarihi süreç Osmanlı
Devleti’nin bir yerinde belli bir oranda gayrimüslim nüfus varsa en mü-
sait zamanda onların bağımsız olduğunu göstermiş olduğunu bildik-
lerinden tehcir ettiler. Defaatle bahsettiğimiz üzere gayrimüslimlerin
- 389 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

bağımsızlığında korkunç bir Müslüman katliamı ve tehciri vuku bul-


muştur. 93 Harbi’nde Bulgarlar acımasızca Müslümanları katletmiş,
tehcire tabi tutmuştur. Mora ayaklanmasında Yunanistan’da neredeyse
tek bir Müslüman kalmamıştır. Balkan Harbi’nde yaşanan vahşet ve
tehcirin acısı ise tazeliğini koruyordu. İttihadçılar geçmişte yaşananlar
bu defa tekrarlanmasın diye tehcire müracaat ettiler. Çünkü bu defa
Müslümanların hem Anadolu’dan başka gidecek yerleri kalmamış hem
de artık gide gide yok olma noktasına gelmişlerdi. Iztırar hali budur.
Anadolu’daki Müslümanların yok olmaması için bekaları için müra-
caat edilen yöntem, yani tehcir, bir ıztırar hali idi.
Tehcir İTC ve İttihadçıların işidir ancak tehcirin bir soykırımın ka-
muflajı olduğu iddiası ise açık, ağır ve aşağılık bir iftiradır. Bazı din-
dar vatandaşlarımızın sol-liberal çevrelerin “soykırım varsa da bunu
İttihadçılar yapmıştır, Müslümanları bağlamaz” şeklindeki tuzağına
düşmeleri hazindir. Sol-liberal çevre bir taraftan böyle derken, diğer
taraftan “Ermeni Soykırımı Abdülhamid’e kadar uzanır ve sebebi de
Müslümanlıktır” demektedir. Tek bir askere dahi inanılmaz bir ihtiya-
cın duyulduğu savaş esnasında milyonla ifade edilen sayıdaki bir kit-
leyi kim, ne şekilde, kaç günde katledebilirdi ki? Soykırım iddiası gibi
tehcir esnasında katledildiği söylenen Ermeni sayısı da mahza iftiradır.
İttihad ve Terakki Cemiyeti ve İttihadçılar Türk Milleti mefhumunu
önemsiyorlardı ancak etnik Türkçü değillerdi, hatta Kafkas ve Rumeli
ağırlığı barizdi ve çok sayıda Arnavut ve Çerkes kökenli öne çıkmıştı.
Türk Milleti tabiri kimi çevrelerde ne yazık ki mefhumun Cum-
huriyet devrindeki belli bir dönemde kazandığı ve yaygın olarak kul-
lanıldığı pejoratif anlamıyla mütalaa ve etnik, ırkçı, dışlayıcı bir Ma-
nayı haiz olduğu önyargısıyla hareket edilmektedir. Oysa Osmanlı’nın
son döneminde Türk Milleti tabiri kullanılmaya başlandığı gibi va-
kıayı tarif ve tavsif için şu veya bu kavramın kullanılmasının da esasa
müessir olmaması gerekir. İttihadçıların sahneye çıktığı dönemde Kaf-
kasya ve Rumeli göçleri yaşanmış, dış bölgelerdeki farklı etnik kökene
mensup Müslümanlar daha iç bölgelere göç etmişlerdir. Mesela Kafkas
göçüyle çok sayıda Çerkes Anadolu vilayetlerine ve Rumeli’de de Tuna
vilayetine iskân edilmişti. Ancak 93 Harbi ertesinde Bulgar Prensli-
ği’nin kurulduğu topraklardaki pek çok etnik Türk gibi Çerkesler de
- 390 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

göç edip daha iç bölgelere yerleşti. 93 Harbi ertesinde asgari 200 bin
civarındaki Gürcü Müslüman da Batum’dan içeri göçmüştür. Hakeza
Bosna-Hersek’in Avusturya işgaline bırakılmasıyla çok sayıda Boşnak
Müslüman Makedonya başta olmak üzere daha iç bölgelere göçmüştü.
Balkan Harbi’nden ve Türk-Yunan Mübadelesi’nden sonra da pek çok
Arnavut’un İstanbul ve İzmir’e yerleştiği de malum. Hatta Arnavutla-
rın Mübadele ertesi İstanbul ve İzmir’e yerleşmesi Dr.Rıza Nur tara-
fından etnik Türkçü bir perspektifle kınanmış, ona cevap veren Maliye
Vekili Abdülhalik Renda ise aslen Arnavut değil, Türk olduğunu, şim-
dilerde Türkçülük yapan Rıza Nur’un, Balkan Harbi öncesinde Arna-
vutları Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırırken kendisinin Rumlara
karşı silahıyla Türklük için mücadele ettiğini söylemiştir. İç bölgelere
ve bilhassa Anadolu’ya göçen gayritürk Müslümanlar, hemen hepsi et-
nik Türk olan Müslümanlarla kaynaşmış, kız alıp kız vermiştir. Elde
kalan topraklar üzerinde din, dil ve nikâhın belirleyici olduğu yeni bir
millî ve sosyolojik oluşum meydana gelmiştir. Bu sebeple gerek Ru-
meli kökenli Boşnak, Arnavut ve hatta Pomaklar, gerekse de Kafkas
kökenli Çerkes ve Gürcüler, din, dil ve nikâhın belirleyici olduğu yeni
oluşuma ve kimliğe yani Türklük ve Türk Milleti’ne bigâne değillerdi.
Devamlı toprak kaybeden, daha iç topraklarda daha homojen bir gö-
rünüm kazanan Müslümanlar, İslam ve Türkçe ile zaten Türk oluyor-
lardı. Buradaki Türklük, esasını etnik kökenin değil, dinin, İslam’ın
belirlediği bir Türklüktür. Kaldı ki o dönemki gayritürk İttihadçıla-
rın hemen hiçbirisi Türk, Türklük ve Türk Milleti tabirlerine itiraz et-
memiştir, çünkü vakıa ve mefhumun etnik bir kökene ve unsura irca
ve hasr edilemeyecek bir mahiyet ve genellik kazandığını biliyor, his-
sediyorlardı. Yani buradaki Türk ve Türklük Rumeli’de Osmanlı sa-
yesinde Müslüman olmuş gayritürk etnik unsurların İslam ve Müslü-
manlık yerine kullandığı Türk ve Türklükten biraz farklıydı. Çünkü
son dönemde Türklük, İslam’ın müradifi değil, esası olduğu bir va-
kıa ve mefhumu ifade ediyordu. Bu sebeple bir çırpıda isimlerini sa-
yacağımız asgari 10-15 civarındaki Çerkes, İttihad ve Terakki Cemi-
yeti içinde Yusuf Akçura gibi bir Tatar Türkünden daha muteber ve
müessir olabiliyordu. Sadece Enver, Cemal değil Talat da Eyüp Sabri
ve Resneli Niyazi ile Yusuf Akçura arasında bir tercihe zorlansa, tartış-
masız Yusuf Akçura’yı tercih etmezdi. Eyüp Sabri, Enver’e ve İTC’ye
- 391 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

olan bağlılığından dolayı Cumhuriyet’in başlarında kelleyi zor kur-


tarmış biridir. Bu ara göçlerden bahsederken ciddî bir Kırım Tatarı
muhacirine sahip olduğumuzu, Tatar göçünün ilk esaslı hicret oldu-
ğunu da söylemeliyiz.
Arnavutların durumu ise istisna teşkil eder gibi görünse de öyle de-
ğildi. İttihadçılar Meşrutiyet, Kanun-ı esasî, parlamento gibi kurumla-
rın kurtarıcılığını Müslümanları değil, gayrimüslimleri dikkate alarak
dile getiriyorlardı. Arnavutların esasında etnik ayrılıkçı bir unsur ola-
rak görülmediğini söylemeliyiz. Her ne kadar İTC’nin ve İttihadçıla-
rın Arnavutlarla çatışan dönemleri olmuşsa da bu çatışmalarda “etnik”
vurgu ve kaygı hiçbir zaman gayrimüslim etnik unsurlar kadar bariz
değildi. Arnavut kimi zaman çok basit sebeplerle de askere silah doğ-
rultabiliyordu ancak bunlar siyasî olsa bile etnik değildi. Bir gerçek-
tir ki İTC ve İttihadçılar, Arnavutları idarede Abdülhamid gibi esnek
davranmamıştı. Vergi vermemek, kafasının tası attığında askere kur-
şun sıkmak gibi serbestliklere nereye kadar tahammül edilirdi bilemi-
yoruz. Çatışma sebeplerinden biri de Arnavut alfabesi meselesiydi. Bil-
hassa Bektaşî ve Güneyli Arnavutlar Latin harflerini isterken İttihad
ve Terakki Osmanlı-Arabî harflerde ısrarcı olmuştu, ancak Kuzeyli ve
Sünnî Arnavutların çoğunun da Arabî alfabeyi istediği de bir gerçekti.
Arnavutların Balkan Harbi devam ederken bağımsızlık ilan etmeleriyse
ne kadar yaralayıcı da olsa bunun izahı mümkündür. Çünkü Balkan
Harbi ile Rumeli ve Trakya topraklarını kaybettiğimiz için Arnavut-
lukla sınırımız da kesilmişti; üstelik bir daha birleşme ümidi de kal-
mamıştı. Çünkü Arnavutluk bağımsızlığı ilan edildiğinde birkaç yer
hariç tüm Rumeli ve Trakya topraklarımız ya kaybedilmiş ya da işgal
altındaydı. Bundan dolayı Arnavutlar kınanamaz. Değil, Selanik’i, Ma-
nastır’ı İstanbul’dan evvelki başkenti Edirne’yi bile koruyamamış bir
devletin kendi hududundan 600-700 kilometre ötede kalmış bir böl-
geyi kurtaramayacağı aşikârdı ve zaten Arnavutlar da bu sebeple ba-
ğımsızlık ilan etmişti. Ancak Arnavutluk’a dâhil olmayan ama yüz-
binlerce Arnavut’un yaşadığı Manastır ve Kosova vilayetinde durum
farklı olmuş, zaten Türklüğü Müslümanlıkla müradif gören Koso-
valı Arnavutlarla etnik Türkten çok farkı olmayan çok sayıda Manas-
tır Arnavut’u etnik Türklerle birlikte elde kalan topraklara göçmeye
- 392 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

başlamıştı. Kaldı ki aynı şey 93 Harbi’nde de olmuş, yine Arnavut-


lukla sınırımız kesilmiş, ancak Makedonya’nın Berlin Anlaşması ile
tekrar bizde kalması neticesi Arnavutluk eski bağlılığını devam ettir-
mişti. Şayet biz Balkan Harbi’ni ya da Makedonya’yı kaybetmesek, Ar-
navutlukla sınırımız kesilmeseydi Arnavutluk bugün de bizim vilaye-
timiz olmaya devam ederdi.
İTC ve İttihadçılığın anlaşılmasını zorlaştıran faktörlerden biri de
komitacılık mevzuudur. Komitacılık İttihadçıların Makedonya’da gay-
rimüslim etnik ayrılıkçılarda gördüğü bir özellikti. Büyük devlet kon-
soloslarının gayrimüslim komitacılar lehindeki tavassut ve şefaatleriyle
bu komitacıların serbest kalması ve faaliyetlerine daha da germi verme-
leri sadece Osmanlı güvenlik kuvvetlerinin çaba ve gayretlerini işlevsiz
ve anlamsız kılmakla kalmıyor, Osmanlı yargısını da işlemez hale ge-
tiriyordu. Osmanlı mahkemeleri komitacıları yargılamada ve mahkû-
miyet kararı vermede hayli zorlanıyordu. Üstüne bir de çıkarılan aflar
yaraya tuz-biber ekiyordu. Abdülhamid’in bölgedeki sivil-asker memur-
lar tarafından tepkiyle karşılanan bu kararının sebebi elbette denge po-
litikasıydı. Abdülhamid, Makedonya’nın devlette kalması ve devletin
de varlığını idame ettirme çaresinin büyük devletler arasındaki reka-
betten istifade olduğuna inanıyor, haliyle de bölgede nüfuzu olan dev-
letlerin taleplerine mümkün mertebe mülayemetle yaklaşıyordu. Her
büyük devletin her talebinin kabul edildiğini ya da her komitacının,
katilin rica ve talep üzerine serbest bırakıldığını, beraat ettiğini iddia
ediyor değiliz. Elbette bu talepler gibi taleplerin kabulü de her zaman
haysiyet kırıcı şekilde vuku bulmuyordu. Ancak şu da bir gerçekti ki,
Abdülhamid değil bazı ıslahat taleplerini kabul etmemek, bazı yaban-
cıların alacağının ödenmesinde gecikildiğinde dahi büyük devletlerin
donanma gösterisi yapıp herhangi bir limanı ya da adayı işgal ettiğini
dikkate alıyordu. Kimi zaman korku, kimi zaman da denge politikası-
nın gereği olarak onur kırıcı kararlar alınabiliyordu. Abdülhamid ister
mazur görülsün, isterse de görülmesin bu kararlarıyla ya da müsama-
hasıyla bölgedeki memurları, bilhassa subayları yaralıyordu. Bir zabit,
müfrezesiyle çatışmaya girip neticede yakaladığı, silahını doğrultup
anında oracıkta infaz etmediği ve adalete sevk ve teslim ettiği komi-
tacının ya da çetenin yabancı müdahalesi ve Yıldız’ın müsamahası ile
- 393 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

serbest bıraktırılmasından ya da mahkûm ve mahpusken hangi sebebe


mebni olursa olsun affa mazhar olmasından sonra tekrar kendisine si-
lah doğrultmasına artık tahammül edemiyordu. İşte İttihadçı komita-
cılığı bu sakat ve haysiyet kırıcı duruma bir tepki olarak ortaya çıktı.
Bu defa zabitler, komitacı kıyafetiyle bu gayrimüslim komitacıları ta-
kip ve tenkil ettiler. Artık çoğu kez ne yakalama ne de adalete teslim
etme düşüncesi vardı. Sadece kendileri değil, emin oldukları bazı sivil
Müslümanları da komitacılığa teşvik ve sevk ettiler. Osmanlı subayları
genelde Bulgarlara karşı Rum, nadiren de Rumlara karşı Bulgar komi-
tacı kisvesi ve kıyafetiyle mücadele etti. Kaldı ki, subayların komita-
cılığı sadece Osmanlı subaylarına da münhasır değildi. Birçok Yunan
ve Bulgar zabiti hududu aşıp Osmanlı topraklarına giriyor, Rum veya
Bulgar çetelerinin liderliğini deruhte ediyordu. Osmanlı subayları Ma-
kedonya’da ne yapmışlarsa Sırp, Bulgar, Yunan veya Rum komşuların-
dan görüp yapmışlardır. Komitacılık, İttihadçıların mücadele ettikleri,
devamlı karşı karşıya kaldıkları bir belaydı. Osmanlı subayları, “subay
komitacılığı”nı da Bulgar ve Yunanlılardan görüp öğrenmişlerdi. Ami-
yane tabirle söylersek İttihadçı komitacılığı it-kopuk komitacılığı de-
ğil, her biri harbiye ve akademi mezunu, çoğu kurmay, zekâ seviyesi
yüksek, yaralı, bölgenin kurtuluşu için çare ve çözüm arayan dertli,
hamiyetli subayların çaresizliğin neticesi bir çözüm arayışı ya da şekli
olarak terviç ettikleri bir işti. Kaldı ki sadece subaylar değil mülkiye
mezunu nahiye müdürleri, kaymakamlar bile bellerinde tabanca ile ko-
mitacı avına çıkıyorlardı. Elbette ki komitacılık, sadece komitacı kıya-
fetiyle komitacı peşine düşmek değildi. Gizli bir örgüt kurmak, ihanet
edenleri ölümle cezalandırmayı, fedailiği düstur ittihaz etmek de ko-
mitacılıktı. Bu mânâda Rumeli’de Mustafa Kemal, Kazım Karabekir,
Ali Fethi Okyar dâhil komitacı olmayan hemen hiçbir subay yoktu.
Salt komitacılıktan yola çıkılıp İttihadçı/Makedonya Komitacılığının
“sokak serseriliği” ya da katilliği derekesine irca edilmesi bir bölgenin,
bir dönemin, bir tarihin ve daha da mühimi ondan alınacak dersle-
rin anlaşılmamasına, ıskalanmasına yol açar. Kabul etmek lazımdır ki,
Meşrutiyet’in ilanına doğru ve ilan gününde Osmanlı sivil-asker me-
murları da hedef alınmıştır. Ancak burada da çok dikkatli tespit ve
tahlillere ihtiyaç vardır. Meşrutiyet öncesi suikast kararı verilenlerin
hemen hepsinin müşterek hususiyeti hafiye oluşlarıdır. Hafiye, mesleği
- 394 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

subaylık olan insanlar için affedilemez bir suçtu. Çünkü hafiyelik ka-
dar can yakıcı, yuva yıkıcı bir alçaklık yoktu. Bir subay her an bir if-
tiraya maruz kalabilir, Fizan’a sürülebilirdi. Eşi, çocuğu, yaşlı ve kim-
sesiz anası yapayalnız, orta yerde kalabilirdi. Allah’tan başka hiç kimse
yardımcı olamazdı. En samimî dostlar bile fişlenmemek için kapının
önünden geçemez, eşinin, çocuğunun hasta ya da aç olup olmadığını
sormaya cesaret edemezdi. Kanaatimiz odur ki bu siyakta bir istisna
teşkil eden Şemsi Paşa, kaderin hükmü neticesi hayatını kaybetmiş-
tir. Şemsi Paşa doğrudan öldürülmek istenilmişse bile bu, onun va-
tanperverliğinden kuşku duyulduğu için değil, bir hareketi bitirmese
bile sendeletecek derecede kararlı ve gözünü budaktan sakınmaz bir
paşa oluşundandı. Şemsi Paşa için Niyazi Bey ve dağa çıkanlar padi-
şaha ihanet eden hain-i din ü devlet olan çapkınlardı. Bir çatışma es-
nasında Şemsi Paşa karşısındakine hayat hakkı tanımayacak kadar pa-
dişaha merbut ve muti biriydi. Meşrutiyet’in ilanında kolları arkadan
bağlanarak kafalarına kurşun sıkılan şahısların çoğu subaydı ve hafiye
oldukları gerekçesiyle idamlarına karar verilmişti; ancak bu subayla-
rın hepsinin ailelerine mağdur olmamaları için maaş bağlanmıştır. İs-
tanbul cinayetlerinde ise bir ilginçlik vardır. Mesela hafiye olduğu ge-
rekçesiyle ve namertçe katledilen İsmail Mahir Paşa suikastine hemen
hiç kimse itiraz etmemişti. Çünkü İsmail Mahir Paşa padişahın adamı
bir Arnavut’tu. Yani Jön Türkler, paşa da olsa hafiye olarak tavsif ve
tesmiye edilen biri öldürüldüğünde sükûtu tercih edebiliyorlardı. An-
cak yine bir Arnavut olan Hasan Fehmi katledildiğinde onun meş-
hur ve müessir bir Jön Türk oluşu büyük bir fırtınanın kopmasına yol
açmıştı. Kanaatimiz odur ki her üçü de meşhur birer Jön Türk olan
Hasan Fehmi, Ahmed Samim ve Zeki Bey’in katledilmeleri İttihadçı
Komitacılığının yanlış anlaşılmasına yol açmıştır. Bunda elbette en bü-
yük günah bu cinayeti işleyen ve işletenlerdedir. Ancak unutulmama-
lıdır ki Hasan Fehmi ve Ahmed Samim cinayetlerinde muhalefetten
ziyade ihanet telakkisi baskındı. Zeki Bey’in katlinde ise bir gariplik
mevcuttu. Zaten bu cinayetin merkezî bir karara müstenid olmadığı,
birkaç işgüzarın işi olduğu söylenmiştir. Bu görüş makul, hatta doğru
gibi görünmektedir. Çünkü İsmail Mahir Paşa, Hasan Fehmi ve Ah-
med Samim cinayetleri her ne kadar İttihadçı işiyse de fail-i meç-
hul kalmış ama Zeki Bey’in failleri tespit, tevkif ve tecziye edilmişti.
- 395 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

İttihadçı Komitacılığı, esasen Meşrutiyet’in ilanından sonra ve İstan-


bul’da vuku bulan üç gazeteci suikastiyle anılıp takbih edilmektedir,
ancak ne hikmetse Sadrazam Mahmud Şevket Paşa’nın yaverleriyle bir-
likte katledilmesi aynı kuvvette bir komitacılık faaliyeti olarak görü-
lüp takbih ve tel’in edilmiyor, hâlbuki bir sadrazamın katli, mezkûr
gazetecilerin katlinden daha ağır ya da asgari eşit telakki edilmelidir.
Kemalist Komitacılıkta silahtan ziyade kalemle komitacılık yapılı-
yordu. Her biri gözünü budaktan sakınmaz eski silahlı komitacı olan
ve geleceğini yeni rejime bağlamış ikinci, üçüncü derecedeki İttihad-
çılar, çok rahatlıkla silahla yapabilecekleri şeyleri kalemle, mahkeme
hükmü ile yaptılar. Yine de Çankaya Muhafız Komutanı İsmail Hakkı
Tekçe’nin silahlı komitacılığı silahın da hepten devre dışı bırakılma-
dığına işaret etmektedir.
Gerçek Milli Mücadele 1913-1918 arasında cereyan etmiştir, 1919-
1922 arasındaki Millî Mücadele, gerçek mücadelenin bir devamı ya
da tamamlayıcısı hükmündedir.
Bugün artık resmî tarihin Millî Mücadele tezi geçerliliğini bü-
yük oranda yitirmiştir. Millî Mücadele’nin İttihadçı bir kadronun,
İttihadçı bir organizasyonu olduğu artık muhkem-i kaziye hükmün-
dedir. Bunu kabul etmeyenlerin ciddiye alındığını, alınacağını da zan-
netmiyoruz. Talat ve Enver Paşalar başta olmak üzere İttihadçı liderle-
rin harbin neticesinin belli olmasıyla yeni bir mücadelenin hazırlığına
giriştiği, pek çok yerde silah depoladığı, Doğu’daki orduyu yeni mü-
cadele için dizayn ettiği, mahallî İttihadçı liderlerin zaten tetikte bek-
lediği, Karakol başta İstanbul ve Anadolu merkezli tüm kuruluşların
İttihadçı karakterinin baskın olduğu zannımızca yeteri kadar çalışıldı.
Ancak Millî Mücadele’nin İttihadçı kadronun İttihadçı organizasyonu
olduğu şeklindeki tespit resmin bütününü vermekten uzaktır. Millî
Mücadele, her şeyden evvel milletin ve memleketin bekası mefkûre-
sidir ve bunu temin eden de Balkan Harbi olmuştur. Balkan Harbi
kadar İttihadçıların kanını donduran başka bir hadise zikredilemez.
Çünkü hemen hepsinin doğup büyüdüğü ya da vazife yaptığı, Os-
manlı Devleti’nin Anadolu’daki birçok yerden önce vatan yaptığı, nü-
fusunun mühim bir kısmını salt Müslümanların değil etnik Türklerin
teşkil ettiği topraklar çok kısa sürede kaybedildi. Osmanlı Devleti’ne
- 396 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

rengini, şeklini veren, onu Rumeli-Balkan Devleti olarak gösteren bu


toprakların kaybı bir faciaydı, ancak oradaki nüfusun maruz kaldığı
katliam ve tehcir, harp mağlubiyetinin artık sadece toprak kaybına
yol açmadığını, aynı zamanda nüfusun da mahvına, helakine yol aç-
tığını gösterdi. İttihadçılar, daha evvel hikâye şeklinde dinledikleri bu
katliam ve tehcir hakikatini bizzat yaşayarak tecrübe ettiler. Artık ge-
ride, çoğunun II. Meşrutiyet’in İlanı’na kadar görmeği Anadolu top-
rakları kalmıştı. Anadolu son ilticagâh, son istinadgâhtı. Şayet burası
da kaybedilirse artık yalnız toprak kaybedilmeyecek, savaşlarla kırıla
kırıla zaten çok az kalmış ve Anadolu’da toplanmış bir avuç Müslü-
man da yok edilecekti.
Kafkas muhacirlerinin büyük çoğunluğu Anadolu ve Rumeli’ye is-
kân edilmişti. 93 Harbi ile Tuna ve Balkan Harbi ile de Makedonya
kaybedilince oraya kısa bir süre önce iskan edilmiş muhacirler de dâ-
hil Müslümanların hemen tamamı Anadolu topraklarına göçtü. Ar-
tık Osmanlı Müslümanlarının Anadolu’dan başka gidecek yerleri kal-
mamıştı. Dikkat edilirse Rumeli’de bizim kaybettiğimiz toprakların
tamamı Bosna sayılmazsa daha evvel bize tabi olan gayrimüslim un-
surların eline geçmişti. Yani biz büyük bir devletle harp edip mağlup
olsak bile o devlete değil, bize tabi olan bir unsura karşı toprak kay-
bediyoruz. Bir büyük devlet –ki genelde Rusya’dır-bizi hırpalıyor, bu-
nun sonucu olarak bize tabi bir unsur bağımsızlık ya da özerklik ka-
zanıyor, diğer batılı devletler de bu durumu normal karşılıyor. Şayet
Ege’de Rum Göçü, Doğu’da da Ermeni Tehciri olmasaydı ancak Konya
Ovası’nda–o da büyük devletlerce lütfedilmek kaydıyla- barınabilirdik.
Tabii kaç kişi kalırdı, Erzurum’da pek kurtulan olur muydu, Sivas’ta
kaç kişi katliam ve tecavüzden kurtulup da Konya’ya sığınırdı bileme-
yiz. Biz şayet 1919-1922 arasındaki Milli Mücadele’de İngiltere, Fransa
ve İtalya ile savaşmaya devam edip mağlup olsaydık dahi bu devletlere
değil, içimizdeki iki Hıristiyan unsur olan Rum ve Ermenilere karşı
toprak kaybedecektik. 1919-1922 arası mücadelenin hangi zorluklarla
yapıldığını bilmekle ve bunun da beka mücadelesinin bir parçası oldu-
ğunu kabul etmekle birlikte I. Dünya Harbi’ndeki gibi İngiliz, Fransız
ve İtalyan ordularıyla savaşmışız gibi bir yaklaşımın da mübalağadan
da öte bir şey olduğunu da söylemeliyiz. Balkan Harbi’nde bir Balkan
- 397 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

İttifakı’na, I.Dünya Harbi’nde de bir İtilaf Ordusu’na savaştığımız or-


tadayken, hepsi de bekamız için elzem, şerefli ve ehemmiyetli olmakla
birlikte Maraş, Antep, Urfa ve Adana’daki cihadımızda İngiliz ve Fran-
sızların asker sayısı kıyas kaidelerinin kabul etmeyeceği bir azlıktaydı.
1919-1922 arasında mücadele bir Türk-Yunan Harbi’dir. İtilaf devlet-
lerinin hepsinin bu 3 senelik devrede hep Yunanlıları desteklemediği
de artık net olarak bilinmektedir. Kaldı ki bu mücadeleyi başlatan ve
sürdürenlerin de İttihadçı kadrolar olduğu artık bugün için tartışma-
sız kabul edilen bir gerçektir.
Yani nasıl ki Rumeli’deki gayrimüslimler Osmanlı’dan ayrılmak
için himaye ve nüfuzunda oldukları devletlerin de desteğiyle Müslü-
manları katlederek ya da tehcir ederek etnik homojenliği hedeflemişse,
Anadolu’da da Rum ve Ermenilerin benzer şeyi yapacağı korkusuyla
Talat Paşa’nın ve İttihadçıların tedbirli davrandığını, Balkan Harbi’n-
den sonra muhacirlerin de etken olduğu bazı hadiselerle bazı Rumları
kaçırttığını, Osmanlı Devleti’nin Balkan Harbi’nde çok kolay mağlup
olmasını ve kalbini kaybetmesini dikkate alıp İttihadçıların rica ve
yalvarmalarına rağmen büyük devletleri harekete geçirtip Ermeni ba-
ğımsızlığının yolunu açan 8 Şubat 1914 tarihli Yeniköy Anlaşması’nı
imzalattığı ve I. Dünya Harbi başlarında da Ruslarla birlikte hareket
ettiği için de Ermenileri tehcir ettiğini, Anadolu’daki Müslüman ho-
mojenliğini sağladığını, dolayısıyla Anadolu’da gayrimüslim bir etnik
çoğunluk kalmadığı için bir savaş neticesinde kendi tebaamıza toprak
kaybetme tehlikesinin de kalmadığını, bunun Milli Mücadele oldu-
ğunu, böyle olmasaydı, Milli Mücadele denilen Türk-Yunan savaşının
bile kolay kazanılamayacağını iddia ediyoruz. I. Dünya Savaşı’nın ne-
ticesi de tezimizi desteklemektedir; çünkü mağlubiyete rağmen Rusya,
İngiltere ve Fransa’ya karşı toprak kaybetmedik. Rusya tehlikesini ise
Almanya ile ittifak yaparak bertaraf ettik.
Ancak resmî tarih başka yazılmıştır. Mustafa Kemal’in tekliğini
esas alan, onun vatanın ve milletin kurtarıcısı olduğu şeklindeki bir
mitin olabildiğince yaygınlaştırılması gerekiyordu. Dikkat edilirse ya-
kın bir zamana kadar her şey Mustafa Kemal ile izah ediliyordu. Mus-
tafa Kemal’in merkeze alındığı değil, tekliğinin esas alındığı bir tarih
anlatısı hâkimdi. Cumhuriyet’le birlikte öyle bir algı yaratıldı ki son
- 398 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

dönem tarihimizde ne yaşanmışsa hemen hepsi de Mustafa Kemal’in


himmet ve hizmeti eseridir. Meşrutiyet’in ilanı onun eseridir; Meş-
rutiyet’e karşı bir hareket olan 31 Mart Hadisesi’ni bastıran Hareket
Ordusu onun fikrinden neşet etmiştir; Mustafa Kemal dinlenseydi ya
da o işbaşında olsaydı Balkan Harbi kaybedilmezdi; Balkan Harbi’nde
kaybettiğimiz Edirne’nin istirdadı [geri alınması] Mustafa Kemal’e ku-
lak verilseydi daha evvel vuku bulacaktı, Çanakkale onun sayesinde
geçilmedi; onun uyarıları dikkate alınsa I. Dünya Harbi’ne hiç giril-
mez ya da harbe devam edilmezdi. Millî Mücadele denilen şey, onun
parlak zekâ, deha ve şehametinin neticesidir. İttihadçıların memleketi
batırdığı, Mustafa Kemal’inse kurtardığı da adeta mutlak bir haki-
kattir. İnanılmaz bir propaganda faaliyetinin eşlik ettiği bu algı, katı
bir idarî mekanizmayla gerçek gibi yerleşmiş, hükmünü icra etmiştir.
Hâlbuki Millî Mücadele de İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin bir
organizasyonudur ve Mustafa Kemal de biraz da konjonktürün ta-
yin ettiği bir liderdi. Harbin yeni bir safhada cereyan edeceğini gören
başta Talat ve Enver Paşalar olmak üzere pek çok İttihadçı lider, bu-
nun için gerekli hazırlığı yapmış, kendilerinin konjonktür gereği ülke
içinde bulunamayacak olmaları sebebiyle hareketi idare edeceklerine
inandıkları şahısları vekil tayin etmiş, onlar da her türlü hazırlığa baş-
lamışlardı. 1913-1918 Beka Mücadelesinin devamı niteliğindeki mü-
cadelenin insan kadrosu İttihadçı olduğu gibi silah ve mühimmatı te-
darik ve temin edenler de İttihadçı şahıs ve kuruluşlardı. Mesela Kara
Kemal ve Kara Vasıf’ın liderliğinde kurulan Karakol Cemiyeti, Ana-
dolu’ya hem silah, cephane ve mühimmat hem de sivil-asker kadroları
taşımıştır. Anadolu’daki İttihadçı yerel liderler ise çoktandır faaliyete
başlamışlardı. Hatta Damad Ferid Paşa hariç, tüm İstanbul Hükümet-
leri ve sadrazamları da Millî Mücadele için mümkün mertebe yardım-
dan geri durmuyordu.
Mondros Mütarekesi’nden sonra İttihadçı liderlerin bir kısmı yurt-
dışına çıkmış, bir kısmı da Mütareke şartları gereği liderlik yapabilecek
pozisyondan uzaklaşmıştı, daha doğrusu İttihadçı liderliğiyle temayüz
etmiş birinin yeni hareketin başına geçmesi maslahata, daha başka bir
tabirle reelpolitiğe muvafık değildi. Mustafa Kemal o esnada üzerinde
ittifak edilen en kuvvetli adaydı. Hafif muhalif de olsa tahlifli biri yani
- 399 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

İttihadçıydı. Kenarda kalması, cemiyet ve fırka içinde hiç etkin bir po-
zisyonda bulunmaması gariptir 1919-1922 arası Milli Mücadele’deki
en büyük avantajı olmuştur. İttihadçıların Mustafa Kemal’in üzerinde
ittifak ettiği husus askerî liderlikti. Ancak Mustafa Kemal, İttihadçıla-
rın tahminlerinden de zekî idi ve o bu işe girişirken siyasî liderliği de
yabana atmıyordu. Kısa sürede şartlar kendisinin siyasî liderliğinin de
önünü açtı. Daha evvel ikinci, üçüncü sınıf İttihadçı olarak kenarda
kalmış olanlar, konjonktürün artık İTC’nin devamına, daha doğrusu
canlanmasına imkân tanımadığını sezdiklerinden-ki İTC zaten ken-
disini feshetmişti-biraz da yükselmek için Mustafa Kemal’in askerî ve
siyasî liderliğini kabul ederek onun yakın çevresine girdiler. Siyasî li-
derlik haliyle siyasî iddia ve retoriği icap ettirir. Neticede milletin ve
memleketin kurtuluşu bir siyasî söylem konusu oldu. Artık İttihadçı-
lar memleketi felakete, milleti de helake sürükleyen, Mustafa Kemal
ise onları kurtaran biri olarak lanse edilmeye başlandı. Mustafa Ke-
mal’in siyasî liderliğini tahkim etme yolunda attığı her adım, kendisi
haricindeki tüm kahramanların ve unsurların devre dışı kalmasına ya
da ehemmiyet ve katkı paylarının tahfif ya da inkârına yol açıyordu.
Sadece İttihadçı liderler değil, 1919-1922 arası Millî Mücadele lider-
leri bile katkılarının tahfif ya da inkâr olunduğuna üstelik idam seh-
pası tehditleriyle şahit oldular. Kazım Karabekir’in Mustafa Kemal’e
tüm yaranma gayret ve niyetine rağmen inanılmaz bir baskıya ma-
ruz kalması akıl alır gibi değildir. Mustafa Kemal’in tek adamlığının
yani siyasî liderliğinin tahkimi için herkesin geri plana itilmesi gere-
kiyordu.. Herkes, sunduğu katkı oranında bir kıymet ve takdire maz-
har olamadı; bilakis ağırlığı olan insanlar çok sert bir şekilde tasfiyeye
maruz kaldı. Karakol Cemiyeti’nin kurucularından Kara Vasıf gibi bi-
rinin neticede beraat etse de İzmir Suikastı sebebiyle sanık sandalye-
sine oturtulması bile başlıbaşına bir garabetti. İzmir Suikastı sebebiyle
soruşturmalara başlandığında Mustafa Kemal’in İsmet İnönü’ye çek-
tiği bir telgrafta bu hadise sebebiyle tutuklanan ve yine Karakol Ce-
miyeti’nin en etkili liderlerinden olan Galatalı Şevket’ten bu cemiye-
tin ne vakit ve ne maksatla kurulduğu, nizamnamesi ve mensupları
hakkında izahat alınması, bundan sonra müteakip safhalara geçilmesi
emredilmekteydi.
- 400 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Belli bir çevrede İstanbul hükümetlerinin hemen hepsinin hain ve


Millî Mücadele muhalifi olduğuna da inanılır. Ancak bu da doğru de-
ğildir. Öyle hükümetler ve nazırlar vardı ki, Millî Mücadele hükümeti
ve nazırı gibi hareket ediyor, Mütareke şartları çerçevesinde yapılabi-
lecek şeyin en iyisini yapmaya gayret sarf ediyorlardı.
Çok geniş bir çevrede bilhassa muhafazakâr-mütedeyyin cami-
ada Kemalizm ve İttihadçılık arasında yanlış bir bağ kurulmakta ve
CHP’nin İTC’nin devamı olduğuna inanılmaktadır.
Mustafa Kemal, İttihadçıları ne kadar kullanmış olursa olsun, bazı
İttihadçılar da Mustafa Kemal’a kendilerini -hem de akıl almaz şekilde-
ne kadar kullandırtmış olurlarsa olsun Kemalizmle birlikte anılmak
kadar İttihadçılığa yapılmış bir hakaret olmadığı kanaatindeyiz. İtti-
hadçılık lider açısından plüralist [çoğulcu], taban ve fikir bakımından
da heterojendi. Mustafa Kemal, tartışmasız tek-adamdı. İradesi her şe-
yin üstündeydi ve bu iradeyi dizginleyen tek şey de yine kendi irade-
siydi. Mustafa Kemal’in telkin, tavsiye ve tekliflere açık olması, onları
kabul ve terviç etmesiyle çatışan görüşlerde kendisinin mutlak belir-
leyiciliği telif edilemez şeyler değildir. Mustafa Kemal ile nispeten sı-
nırlı serbestliğe ve iradeye sahip olan Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü
arasında uçurumlar vardır. Tek-adamlık, aslında mutlak belirleyici-
likle temayüz eder. Mesela Talat Paşa, şeksiz-şüphesiz İTC’nin lideriydi
ama tek-adam değildi. Onun hiçbir zaman mutlak belirleyiciliği olma-
mıştı. Talat liderdi ama Enver ve Cemal Paşalar yanında Ziya Gökalp,
Kara Kemal, Hüseyin Cahit Yalçın, Cavid Bey, Dr.Nazım, Dr.Baha-
eddin Şakir, Ali Fethi Okyar, Mithat Şükrü Bleda, İsmail Canbulat,
Hacı Adil Arda gibi isimlerin de liderin etrafında değişen oranlarda
kuvvet ve yetkileri vardı. Bu isimler arasındaki makas hiçbir zaman
uçurum boyutunda değildi. Talat Paşa’nın veya Enver Paşa’nın sof-
rada hele de yaşları kendilerinden büyük misafirlere el öptürmesi gö-
rülecek şey değildi. Talat Paşa’nın sofrasında hiç kimse Talat’ın kana-
atini duyduktan sonra Talat aksini düşünüyor diye ikinci turda kendi
görüşünün yanlış olduğunu söyleme mecburiyeti duymuyordu. Hüse-
yin Cahit Yalçın, munfasıl harfler meselesinde Enver Paşa’yı adeta fır-
çalıyor, buna mukabil Enver Paşa, Hüseyin Cahit’e “sen kim oluyor-
sun da bana böyle küstahça konuşabiliyorsun?” demiyordu. Enver Paşa
- 401 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

kudretinin zirvesindeyken Cemal Paşa’ya yazdığı bir mektupta kardeş-


liğin kuvvet ve kudretten daha belirleyici olduğunu ihsas eden ifade-
ler kullanıyor “ellerinizden öperim” diyordu. Oysa Başkumandan Ve-
kili ve Harbiye Nazırı, Bahriye Nazırı ve 4.Ordu Kumandanı’ndan
daha öndedir. İttihad ve Terakki Cemiyeti’ndeki klikler arası çatışma
ve fikir ayrılıkları kimi hatırat ve eserlerde hayli mübalağa edilmiştir.
Gruplar birbirlerini tartmış olmakla birlikte hiçbir zaman tasfiyeyi dü-
şünmemiştir. Bunun bir sebebi yeminli kardeşlikse diğeri de her kli-
ğin eşit güçlere sahip olmasıydı. Oysa Mustafa Kemal, kendisine eşit
ya da yakın kudret ve kuvvete sahip olan tüm Millî Mücadele liderle-
rini hem de terzil ederek, hatta ecel terleri döktürerek tasfiye etmiştir.
Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele sadece
tasfiyeye maruz kalmamış, Orbay hariç tamamı sehpayı ayaklarının
altında, idam ipini de boyunlarında hissetmişlerdir. Talat, kendisinin
de içinde olduğu ekibe suikast düşünenleri İstanbul Muhafızı Cemal
Bey(Paşa)’in şerrinden korumak için haber gönderip kaçmalarını sağ-
lamış, ancak İstiklal Mahkemeleri masum oldukları halde Dr. Nazım
gibi ne yaparsa yapsın, ne söylerse söylesin, ne planlarsa planlasın asla
ve kat’a kıyılamayacak biri ile Cavid Bey gibi yalvarırcasına “toplu iğne
ucu kadar günahım varsa idama hazırım” misillü müdafaa yapan ve
aksi ispatlanamayan birini, devlet adamlığı tecrübesiyle komitacılığı
terk etmiş, hatta Mustafa Kemal’in bile komitacılık teklifini reddet-
miş İsmail Canbulat’ı, Ermenilerin bir kaşık suda boğmak için çırpın-
dıkları Halis Turgut’u ve tartışmasız bir kahraman olan Dadaş Rüşdü
Paşa’yı darağacına göndermekten kaçınmamıştır. Millî Mücadele de-
nilince akla ilk gelen cemiyet olan Karakol’un iki kurucusundan biri
olan Kara Vasıf, herhalde bu kadarı da artık ayıp olur, denilerek affe-
dilmiştir. Ankara Valisi olarak meşhur olan Abdülkadir’in önce İstan-
bul’da Topçu İhsan’ın reisliğindeki İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp
beraat etmesi, bilahare İzmir Suikastı sebebiyle Ankara İstiklal Mah-
kemesi’nde idam cezasına çarptırılması onun Ali Şükrü Bey cinaye-
tini tahkikte ileri gitmesinden müstakil düşünülebilir mi emin değiliz.
Mustafa Kemal kadar adam kullanmada mahir çok az lider dünyaya
gelmiştir. İstiklal Mahkemelerinde İzmir Suikastı iddiasıyla idam ce-
zasına mahkûm edilen Maarif nazırlarından Ahmet Şükrü Bey, mah-
keme esnasında İttihadçı Komitacılığının, İttihadçı Fedaîliğinin piri
- 402 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

olmakla, Serez’deki pek çok suikastin emir vericisi olmakla da itham


edilmiştir. Oysa bu iddia doğruysa Şükrü Bey’in bu özelliğini ve geç-
mişini en iyi bilebilecek insanlardan biri de Mustafa Kemal’di. Mus-
tafa Kemal, kimi, nerede, ne zaman, niçin kullanmışsa buna mutlaka
derin bir tefekkür ve hesap neticesi karar vermişti. Hatta Mustafa Ke-
mal’i hayli uğraştırmış ve korkutmuş olan Trabzon Meselesi’nin bir
parçası ve devamı olan Ali Şükrü Bey suikastından sonra İttihadçılık-
ları ve Teşkilat-ı Mahsusacılıkları malum Trabzon Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti’nin Ankara’yı tanımaması üzerine onları yola getirmek için
Trabzon’a vekâleten vali olarak gönderilen de Şükrü Bey idi.
İdamı hazin olan Dr.Nazım’ın Mustafa Kemal’e yönelik bir suikast
ya da onu devirme hazırlığı içinde olduğu için astırılmadığı o gün için
de bir gerçekti. Dr.Nazım, Ermeni Tehciri sebebiyle Talat’ın ve ken-
disinin katledileceğini çok iyi bilmekte ve yurda giriş için Talat gibi
kendisi de izin talep etmekteydi. Ancak bu izin şartların müsait ol-
madığı gerekçesiyle verilmemiştir. Kısa bir süre sonra da Talat bir su-
ikaste kurban gitmiştir. Dr.Nazım, Talat’ın katlinden dolayı Mustafa
Kemal’i itham etmiş, hatta kendisinin inkâr ettiği bir rivayete göre sağ-
da-solda onun hakkında “Gazoz Paşa” şeklinde alaycı ifadeler de kul-
lanmıştır. Dr. Nazım, Ermeni Tehciri sebebiyle en üst seviyede suçla-
nan ama Ermeniler yerine Kemalistlerin öldürdüğü bir vatanperverdir.
Dr.Nazım idama hükmedilirken kendisine adeta “sen niye diğerleri
gibi Ermeni kurşunuyla ölmedin de başımıza bela oldun” denilmiştir.
Kanaatimizce Talat Paşa’nın yurda girişine izin verilmemesi konjonk-
türün uygun olmaması, bir anlaşma imzalanırken bunun aleyhimize
netice verecek olması filan değil, Talat Paşa’nın yurda girmesi halinde
Mustafa Kemal’in siyasî liderliğinin son bulacak, sadece askerî lider-
liğinin devam edecek olmasıydı. İstiklal Mahkemeleri bu vatanı bize
armağan etmiş, Türk Milleti’ni yok oluştan kurtarmış İTC’nin idam
fermanını imzalamıştır. Bu durumda nasıl oluyor da Kemalizm ve İt-
tihadçılık ile İTC ve CHP arasında bir devamlılık aranıyor, anlamak
mümkün değildir.
Son dönemde Enver Paşa’ya dair doğru tespitlerin yapılması sevindi-
ricidir. Yakın bir zamana kadar Enver Paşa Alman hayranı, tecrübesiz,
hayalperest, darbeci ve silah tehdidiyle Harbiye Nazırı olan biri olarak
- 403 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

anlatılırdı. Oysa Enver Paşa Millî Mücadele’nin mimarlarından birisi-


dir. Artık bir gerçektir ki, sadece üzerinde yaşadığımız toprakları de-
ğil, milleti de kurtaranların başında gelenlerden biri de Enver Paşadır.
Enver Paşa, 2-3 haftalık bir süre içinde tarihinin en haysiyetsiz mağ-
lubiyetini, hezimetini alan, bu haysiyetsizliğiyle sadece 5 asırlık vatan
topraklarını kaybetmekle kalmayan, erkeksiz kalan köylerdeki kadın,
çocuk, ihtiyar Müslüman ahalinin de katliam ve tehcire maruz kalma-
sına yol açan bir orduyu, çok fazla bir kadro değişikliği de olmadan
yaklaşık bir, bir buçuk senede 8-9 cephede aynı kahramanlıkla mü-
cadele eder hale getirmiştir. İşte bu 33 yaşındaki bir komutanın ese-
riydi. Hâlbuki Balkan Harbi hezimetinde sadrazam olan Gazi Ahmed
Muhtar Paşa, 93 Harbi kahramanıydı; Harbiye Nazırı, Erkan-ı Har-
biye Reisi yaşını-başını almış insanlardı ama ne oldu? Netice malum:
5 asırlık vatan toprakları kaybedildiği gibi bir milletin varlığı da teh-
likeye girmişti. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Harbi’ne girişi, devletin
tarihinde aldığı en mühim birkaç karardan biriydi. İngiltere, Fransa
gibi devletler değil, Almanya bile Osmanlı Devleti’yle bir ittifak yap-
mayı yük olarak görüyordu. İttifak tesis edildikten, Osmanlı Devleti
Almanya safında harbe girdikten sonra bile bazı Alman milletvekilleri
Osmanlı Devleti’nin Almanya’yı sömürdüğünü iddia etmiştir. Hatta
Alman Hükümeti, Berlin’e gelen ve içinde Mehmed Akif’in de bulun-
duğu heyete, Katolik milletvekillerinin Almanya gibi gelişmiş bir dev-
letin nasıl olup da Osmanlı gibi vahşilerle ittifak ettiğini itiraz olarak
ileri sürdüklerini, bu sebeple Almancaya tercüme edilmek üzere Türk-
lerin, Müslümanların vahşi olmadığına dair yazılar yazmaları ricasında
bulunmuştur. Almanya, Trablusgarb’ı işgal eden İtalya’nın müttefiki,
5 asırlık vatan topraklarını ele geçiren Balkan İttifakı’nın da destekçi-
siydi. Hal böyleyken Fransa, İngiltere ve Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne
nasıl yaklaştığı tahmine bile gerek yoktur. Şayet Osmanlı Devleti, Al-
manya ile ittifak yapmasa ve Goben gibi bir dretnot da Karadeniz’de
kale gibi durmasa Rusya harp başlar başlamaz çok kolay şekilde İstan-
bul’u işgale yeltenebilirdi. I.Dünya Harbi’nde nüfuz paylaşımı yapıla-
caksa elbette Osmanlı topraklarında yapılacaktı. Yoksa Almanya’nın
İngiliz ve Fransız, onların da Alman topraklarında gözü yoktu. Bu harp
büyük devletler için esasen paylaşım ve iktisadî güç savaşıydı ve zaten
Sykes-Picot Anlaşması’nda paylaşıma tabi tutulan yerler de Osmanlı
- 404 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

topraklarıydı. Enver Paşa ve I.Cihan Harbi Sarıkamış Felaketi’ne kur-


ban edilmemelidir. Bir harpta hatalar, hatta vahim hatalar bile yapıla-
bilir. Kaybettiğimiz asker sayısı ve toprak yüzölçümü baz alınarak ya-
pılacak bir değerlendirmenin aradan geçen bir asırlık zaman dikkate
alındığında bugün için daha ölçülü ve hakşinas olması gerekmekte-
dir. Çünkü resmin bütününe bakıldığında daha farklı bir manzara ile
karşılaşılacaktır. Biz bu harbe girmeseydik, muhtemelen işgale maruz
kalacak ve şu an üzerinde yaşadığımız toprakların hemen tamamını
kaybetmiş olacaktık. Biz bu harbe girmekle girmediğimiz takdirde
elimizden alınması mukadder anavatan topraklarını kurtarmış olduk.
Enver Paşa, yüksek zekâsı, imanı ve mü’mince bir hayat yaşayışı
yanında inanılmaz bir cüret, enerji ve heyecana da sahipti. Trablus-
garb’daki İtalyan işgaline karşı mukavemette, Edirne’nin istirdadında
ve hatta Çanakkale Zaferi’nde Enver’in enerjisinin mühim bir tesiri
vardır. Zannımızca Mustafa Kemal’in 1919-1922 arasında sergilediği
görece yüksek performans ve enerjinin kaynağı da Enver’in cüret ve
enerjisinin tevlit ettiği korku idi. Mustafa Kemal, biliyordu ki Enver,
şartlar gereği yurtdışına çıkmıştır ve bir başarısızlık halinde ülkeye dö-
necektir; zaten rol yaparak ya da sükûtu tercih ederek kendisine bağlı
gibi görünen pek çok kişinin hakikatte Enver’e bağlı adamlar olduğu-
nun da farkındaydı. Mustafa Kemal’in bilhassa meclisin açılışından
sonra askerî liderlik yerine siyasî liderlikle iştigal etmesi, hatta Eskişe-
hir-Kütahya hezimetinin bu duruma bağlanması ister-istemez Enver
Paşa’nın isminin tekrar mütedavil olmasına sebep olmuş, bu tedirgin-
lik de Mustafa Kemal’in başkomutanlığı deruhte etmesine yol açmış-
tır. Bu hususun 1919-1922 arası Millî Mücadele tarihinde teğet ge-
çildiği söylenebilir. Ancak Enver’in heyecan ve enerjisinin kontrol ve
doğru yere kanalize edilmesi lazımdı. Onu sağlayan da Talat Paşa idi.
Millî Mücadele’nin 1919-1922 ayağının sonlarına doğru Enver Paşa
ve çevresine çeşitli sebeplerle çok sert davranılmış, cinayetler ika edil-
miştir. Trabzon Meselesi bağlamında Kâhya Yahya ve bu meseleyle de
alakalı olan Ali Şükrü Bey’in katli dikkat çekicidir. Trabzon’da En-
ver Paşa taraftarlarının fiilî lideri pozisyonundaki Kâhya Yahya’yı bir
suikastla katleden TBMM ve Çankaya Muhafız komutanlarından İs-
mail Hakkı Tekçe idi. Ölümüne doğru bu adî cinayetini itiraf ve kabul
- 405 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

eden Tekçe, Ali Şükrü Bey’i katlettiren Topal Osman’ı da mahiyeti


hâlâ tartışılan bir çatışmadan sonra öldürmüş, hatta kafasını dahi kes-
miştir. Enver Paşa’nın Batum üzerinden yurda girme teşebbüsü Millî
Mücadele’nin seyrine göre şekil alıyordu. Enver’in gayesi pişmiş aşa
su katmak değildi. O, Türk-Yunan muharebesindeki başarısızlık üze-
rine, harbin iyi idare edilemediğini ve memleketi tehlikede gördüğü
için Anadolu topraklarına giriş yapmak istiyordu. Ona bu konuda fi-
ilî olarak en fazla yardımı dokunacak kişi Kayıkçılar Kâhyası Yahya
Bey idi. Kâhya Yahya’nın katliyle Enver’in bir daha yurda imkânının
zail olacağı düşünülüyordu. Netice de bunu göstermiştir.
İttihad ve Terakki’nin doğru anlaşılmasının tarihî, ahlakî ve aktüel
neticeleri olacaktır. Herşeyden önce tarihimizi doğru öğrenmiş olaca-
ğız. Tarihini doğru bilmeyenler, öğrenmeyenler, anlatmayanlar, aktar-
mayanlar hem bugünün anlaşılmasını zorlaştırır hem de yarına pro-
jeksiyon tutamaz. Mesela Meşrutiyet’in ilanının salt askerî bir hareket
ve 3.Ordu’ya mensup subayların işi olarak görülmesi temel yanlışlar-
dan birisidir, çünkü Osmanlı Devleti’nin başka orduları da vardı. Mi-
sal olarak Edirne’deki 2.Ordu da çok güçlü bir orduydu. Erzincan’daki
ordu da zayıf sayılmazdı. Ancak Meşrutiyet, 3. Ordu’nun bulunduğu
Selanik-Manastır’da ilan edildi. Sebebi bölgenin özelliğiydi. Bu bölge
Osmanlı Devleti’nin kalbiydi ve birçok farklı dinî-etnik unsurun mev-
cut olduğu, gayrimüslim unsurların özerklik, bağımsızlık ya da kendi-
lerini ait hissettikleri devlete iltihak için mücadele ettikleri bir yerdi.
Çatışmanın olmadığı hemen hiçbir gün yoktu. Gayrimüslim unsurla-
rın niyeti, isyan ve çatışmalarla bölgenin idare edilemez bir görünüm
kazanmasını ve neticede de büyük devletlerin müdahalesini temin et-
mekti. Böylelikle idarî reformlar uygulanacak ve süreç içinde emellerine
kavuşacaklardı. İttihadçılar, bu problemin kaynağının anayasal bir re-
jim ve hukuk olduğunu zannediyorlardı. Şayet Meşrutiyet ilan edilirse
bölgeyi yangın yerine çeviren çatışmalar son bulacaktı. O dönem için
bu çatışmaları engelleyecek başkaca bir çare de görünmüyordu. Meş-
rutiyet, bu gaye ile ilan ettirildi. Ancak İttihadçılar, kısa sürede uğruna
pek çok fedakârlığa katlandıkları Meşrutiyet’in etnik ayrılıkçılık ta-
lep ve davasına çözüm olamadığını gördüler. Bu defa daha farklı yön-
temlere müracaat ettiler. Çünkü onların anayasal rejim ve hukuktan
- 406 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

anladıkları esasen netameli bölgelerin devletten ayrılmasını engelleme,


yani devletin bekasıydı. Bu gibi gerçekler bilinmeden Osmanlı’daki çok
partili siyasî hayatı mübalağa dozu hayli yüksek bir demokrasi tecrü-
besi şeklinde anlatılır. Ancak garip bir tezattır ki, İTC içindeki parti
içi demokrasi ve koalisyon kültürü de muazzam bir tecrübeydi. Dev-
letin ve milletin bekası için dışarıya, etnik ayrılıkçı gruplara ve hatta
muhalefete kimi zaman hayli şedit davranabilen İTC, kendi içinde ina-
nılmaz bir farklılığa, çeşitliliğe ve zenginliğe sahipti. Birbirine zıt inanç
ve fikirlere sahip şahıs ve grupların salt vatanperverlik ekseninde bir
araya gelmeleri, birbirlerine tevcih ettikleri hayli sert tenkidlere inanıl-
maz bir müsamaha sergilemeleri hazine kıymetinde bir emsal tecrübe-
dir. İttihad ve Terakki kendi bünyesinde mütemadî, uzun soluklu bir
koalisyonu gerçekleştirmiş gibiydi. Koalisyonu teşkil eden belli başlı
klikler birbirine denk bir kuvvete sahip olduğu için hiçbir klik diğe-
rini tasfiye etmeyi düşünmediği gibi, kendi kararlarını baskıyla kabul
ve tatbik imkanı da zor olduğundan İTC’de mecburî ama mütemadî
bir konsensüs vaziyeti hakim oluyordu. Kanaatimizce hakkında çok
şey yazıldığı zannedilen, hatta vehmedilen İTC, gün geçtikçe günde-
mimizde daha çok yer alacak ve belirleyici olacak. Aktüel bir netice
ya da benzerlik olarak etnik ayrılıkçı Kürt hareketini misal olarak ve-
rebiliriz. 1900’lerde Makedonya’da yaşananların çok az bir farkla ay-
nısı maalesef ülkemizin bir kısmında yaşanmaktadır. Ancak geçmiş
tecrübenin de dikkate alınmasıyla bu hareketin neticesiz bırakılması
daha kolay olacaktır kanaatindeyiz.

- 407 -
Kaynakça

Acaroğlu, M. Türker, Bulgaristan Türkleri Üzerine Araştırmalar, Ankara: Kül-


tür Bakanlığı Yayınları, 1999.
Adanır, Fikret, “Makedonya Sorunu ve Dimitar Vlahof’un Anılarında II.
Meşrutiyet”, Birikim, Sayı: 9, Kasım 1975.
Adanır, Fikret, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ulusal Sorun ile Sosyalizmin
Oluşması ve Gelişmesi: Makedonya Örneği”, Osmanlı İmparatorluğu’nda
Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923), Der. Mete Tunçay-Erik Jan Zürc-
her, İstanbul: İletişim Yayınları, 1995.
(Adıvar), Halide Edib, Memoirs of Halide Edib, London: John Murray,1926.
Adıvar, Halide Edib, Mor Salkımlı Ev, İstanbul: Can Yayınları, 2011.
Adil Hikmet Bey, Asyada Beş Türk, Haz. Yusuf Gedikli, İstanbul: Ötüken
Neşriyat, 1998.
Ağaoğlu, Samet, Aşina Yüzler, İstanbul: Ağaoğlu Yayınevi, 1965.
Ağaoğlu, Samet, Babamın Arkadaşları, İstanbul: İletişim Yayınları, 1998.
Ağaoğlu, Samet, Siyasî Günlük-Demokrat Parti’nin Kuruluşu, Haz. Cemil
Koçak, İstanbul: İletişim Yayınları,1993.
Ahmad, Feroz, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, Çev. Sedat Cem Karadeli, İstan-
bul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006.
Ahmad, Feroz, İttihatçılıktan Kemalizme, Çev. Fatmagül Berktay, İstanbul:
Kaynak Yayınları, 1999.
Ahmed Refik, İnkılâb-ı Azîm, Dersaadet, Asır Matbaası, 1324.
Ahmet Emin[Yalman], “Büyük Millet Meclisi Reisi Müşir Gazi Mustafa Ke-
mal Paşa Hazretlerinin Tarihçe-i Hayatı”, Devrin Yazarlarının Kalemiyle
Millî Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal II, Haz. Mehmet Kaplan, İnci
Enginün, Birol Emil, Necati Birinci, Abdullah Uçman, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları, 1981.
- 409 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Akal, Emel, Milli Mücadelenin Başlangıcında Mustafa Kemal, İttihat Terakki


ve Bolşevizm, İstanbul: TÜSTAV Yayınları, 2002.
Akansel, İsmail Hakkı, Atatürk ve Yaverleri, İstanbul: Harp Akademileri Ba-
sımevi, 2006.
Akbal, İsmail, “Ali Şükrü’nün Ölüm Emrini Mustafa Kemal Paşa mı Ver-
mişti?”, Derin Tarih, Eylül-2014.
Akbal, İsmail, Milli Mücadele Döneminde Trabzon’ da Muhalefet, Trabzon:
Serander Yayınları, 2008.
Akçam, Taner–Kurt, Ümit, Kanunların Ruhu Emval-i Metruke Kanunlarında
Soykırımın İzini Sürmek, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012.
Akkan, Ahmet, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Büyük Üstad-
lar, İstanbul: Yenilik Basımevi, 1997.
Aksakal, Mustafa, Harb-i Umumi Eşiğinde Osmanlı Devleti Son Savaşına Na-
sıl Girdi, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010.
Akşin, Sina, 31 Mart Olayı, İstanbul: Sinan Yayınevi, 1972.
Akyol, Taha, Ama Hangi Atatürk, İstanbul: Doğan Kitap, 2008.
Alp, Cevdet, Bir Ömür Bir Şehir Trabzonlu Gazeteci Cevdet Alp’ın Anıları, Haz.
Hikmet Aksoy, Trabzon: Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Yayınları, 2008.
Apak, Kemalettin, Ana Çizgileriyle Türkiye’ de Masonluk Tarihi, İstanbul:
y.y., 1958.
Arar, İsmail, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı, İstanbul: Burçak Yayınevi, 1969.
Arıkoğlu, Damar, Hatıralarım, İstanbul: Tan Gazetesi ve Matbaası, 1961.
Arif Cemil, I. Dünya Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa, İstanbul: Arba Yayın-
ları, 1997.
Arif Cemil, Bahaeddin Şakir Bey’in Bıraktığı Vesikalara Göre İttihat ve Terakki,
Haz. Erdal Aydoğan-İsmail Eyüpoğlu, Ankara: Alternatif Yayınları, 2004.
Arif Cemil, İttihatçı Şeflerin Gurbet Maceraları, Haz. Yücel Demirel, İstan-
bul: Arma Yayınları, 1992.
Artuç, Nevzat, Cemal Paşa, Ankara: TTK Yayınları, 2008.
Aşkun, Cem Vehbi, Sivas Kongresi, İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevleri, 1963.
Atabek, Reşat, “İttihad ve Terakki’nin Kuruluşu ve Masonluk,” Mimar Si-
nan Dergisi, Sayı: 60.
Atay, Falih Rıfkı, Batış Yılları, İstanbul: Dünya Yayınları, 1963.
Atay, Falih Rıfkı, Çankaya, I. Cilt, İstanbul: Dünya Yayınları, 1958.
Atay, Falih Rıfkı, Çankaya, İstanbul: Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayi A.Ş.
Basımevi, 1969.
- 410 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

“Atatürk’ün 1920’den Ölümüne Kadar Yanından Ayırmadığı Özel Muha-


fızı İsmail Hakkı Tekçe’nin Anıları”, Günaydın Gazetesi, 4 Aralık 1977.
Atatürk’ ün Bütün Eserleri, Cilt: 1, İstanbul: Kaynak Yayınları, 2003.
Atatürk’ ün Bütün Eserleri, Cilt:18 (1925-1927), İstanbul: Kaynak Yayınları,
2006.
Ateş, Nevin Yurdsever, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu ve Terakkiperver
Cumhuriyet Fırkası, İstanbul: Der Yayınları, 1998.
Ateş, Sabri, Tunalı Hilmi Bey Osmanlı’ dan Cumhuriyet’e Bir Aydın, İstanbul:
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2009.
Atilhan, Cevat Rıfat, 31 Mart Faciası, İstanbul: Sinan Yayınları, 2000.
Atilhan, Cevat Rifat, Farmasonluk-İnsanlığın Kanseri, İstanbul: Aykut Neş-
riyat, 1960.
Atilhan, Cevat Rıfat, Türk Oğlu Düşmanını Tanı!, İstanbul:Aykurt Neşri-
yat, 1962.
Avcıoğlu, Doğan, 31 Mart’ta Yabancı Parmağı, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1969.
Avlonyalı Ekrem Bey, Osmanlı Arnavutluk’undan Anılar (1885–1912), İstan-
bul: İletişim Yayınları, 2006.
Avlonyalı Süreyya Bey, Osmanlı Sonrası Arnavutluk (1912–1920), Haz. Ab-
dülhamit Kırmızı, İstanbul: Klasik Yayınları, 2009.
Aydemir, Şevket Süreyya, Makedonya’ dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt II, İs-
tanbul: Remzi Kitabevi, 2003.
Aydın, Salim, Balkanların Acı Yüzü Basın Tarihinde Balkan Savaşları, İstan-
bul: Yeditepe Yayınevi, 2013.
Aydın, Suavi, “İki İttihat-Terakki: İki Ayrı Zihniyet, İki Ayrı Siyaset”, Mo-
dern Türkiye’ de Siyasî Düşünce (Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi), Cilt
1, Mehmet Ö. Alkan (ed), İstanbul: İletişim Yayınları, 2001.
[ Aykut], Mehmet Şeref, , Birinci Millet Meclisi, Haz. Taner Lüleci, İstanbul:
Yeditepe Yayınları, 2011.
Bademci, Ali, Türkistan Millî İstiklal Hareketi Korbaşılar ve Enver Paşa, İs-
tanbul: Ötüken Neşriyat, 2008.
Bademci, Ali, Türkistan’ da Enver Paşa’nın Umumî Muhaberat Müdürü Molla
Nâfiz’in Hâtıraları, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2010.
Balcoğlu, Mustafa – Balcı, Sezai, Rothschilder ve Osmanlı İmparatorluğu, An-
kara: Erguvanî Yayınevi, 2017.
Balıkesir ve Alaşehir Kongreleri ve Hacim Muhittin Çarıklı’nın Kuvâ-yı Mil-
liye Hatıraları (1919-1920), Ankara: Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp
tarihi Enstitüsü Yayınları, 2014.
- 411 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Barutçu, Faik Ahmet, Siyasi Hatıralar Millî Mücadeleden Demokrasiye, 2.


Cilt, Ankara: 21. Yüzyıl Yayınları, 2001.
Başar, Ahmet Hamdi, Ahmet Hamdi Başar’ın Hatıraları, Haz. Murat Koral-
türk, Cilt.1, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007.
Başara, Rasim, “27 Haziran 1335’ten 29 1nciteşrin1923’e”, Tasviri-i Efkâr,
29 Birinciteşrin 1943.
Bayar, Celal, Ben de Yazdım, c.5, İstanbul: Baha Matbaası, 1966
Bayar, Celal Ben de Yazdım, C.2, İstanbul: Baha Matbaası, 1966.
Bayur, Yusuf Hikmet, “1918 Bırakışmasından Az Önce Mustafa Kemal Pa-
şa’nın Başyaver Naci Bey Yolu ile Padişaha Bir Başvurması”, Belleten,1957,
Cilt: XXI, S:84.
Bayur, Yusuf Hikmet, Atatürk, Hayatı ve Eseri I, Ankara: Güven Basımevi, 1963.
Bayur, Yusuf Hikmet, “İkinci Meşrutiyet Devri Üzerine Bazı Mülahazalar”,
Belleten,1959, Cilt: XXIII, S:90.
Bayur, Yusuf Hikmet, Türk İnkılâbı Tarihi, Cilt: III/II, Ankara: TTK, 1991.
Yusuf Himet Bayur, “Yeni Bulunan Bir Belge Dolayısiyle”, Belleten, 1966,
Cilt: XXX, S:117.
Berkes, Niyazi, Türkiye’ de Çağdaşlaşma, Haz. Ahmet Kuyaş, İstanbul: YKY,
2002.
Bıyıklıoğlu, Tevfik, Atatürk Anadolu’ da (1919-1921) I, İş Bankası Yayını, An-
kara: TTK Basımevi, 1959.
Bıyıklıoğlu, Tevfik, Trakya’ da Millî Mücadele, Cilt: II, Ankara: TTK, 1987.
Bıyıklıoğlu, Tevfik, Türk İstiklal Harbi I Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı,
Ankara: Gnkur. Basımevi, 1962.
Bir Asır Sonra Balkan Savaşları (Utanç Verici Bir Hezimetin Muhasebesi), Haz.
Mustafa Çalık, Ankara: Cedit Neşriyat, 2014.
Birgen, Muhittin, İttihat ve Terakki’ de On Sene- İttihat ve Terakki Neydi? Cilt
I, Haz. Zeki Arıkan, İstanbul: KitapYayınevi, 2006.
Birinci, Ali, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, İstanbul: Dergâh Yayınları,1990.
Birinci, Ali, Tarihin Gölgesinde Meşahir-i Meçhuleden Birkaç Zat, İstanbul:
Dergâh Yayınları, 2001.
Bleda, Mithat Şükrü, İmparatorluğun Çöküşü, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1979.
Borak, Sadi, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, İstanbul: Bahar Matbaası, 1966.
Bozdağ, İsmet, Atatürk’ ün Sofrası, İstanbul: Emre Yayınları, 1995.
Bozok, Salih- Bozok Cemil S., Hep Atatürk’ ün Yanında, İstanbul: Çağdaş
Yayınları, 1985.
- 412 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Budak, Mustafa, İdealden Gerçeğe Misâk-ı Millî’ den Lozan’a Dış Politika, İs-
tanbul: Küre Yayınları, 2002.
Criss, Bilge, İşgal Altında İstanbul 1918-1923, İstanbul: İletişim Yayınları, 1993.
Çandar, Cengiz, “Sharon’cu vicdansızlar-Filistin yalanları...”, Yeni Şafak Ga-
zetesi, 5 Nisan, 2002.
Çapa, Mesut, Milli Mücadele Döneminde Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemi-
yeti, Trabzon Belediyesi Kültür Yayınları, 1998.
Çarıklı, Turgut, Babam Hacim Muhittin Çarıklı Bir Kuva-yı Milliyecinin Ya-
şam Öyküsü, Haz. Y. Hakan Erdem, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi ya-
yınları, 2005.
Cavid Bey, Meşrutiyet Ruznamesi, Cilt 1, Haz. Hasan Babacan-Servet Avşar,
Ankara: TTK, 2014.
Cavid Bey, Şiar’ın Defteri, Haz. Şiar Yalçın, İstanbul: İletişim Yayınları, 1995.
Cebesoy, Ali Fuat, Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul: Temel Yayınları, 2000.
Cebesoy, Ali Fuat, Siyasî Hatıralar Büyük Zafer’ den Lozan’a Lozan’ dan Cum-
huriyet’e, Cilt: I-II, İstanbul: Temel Yayınları, 2007.
Cengizer, Altay, Adil Hafızanın Işığında-Birinci Dünya Savaşı’na Giden Yol ve
Osmanlı İmparatorluğu’nun Sonu, İstanbul: Doğan Kitap, 2014.
Cumalı, Necati, Makedonya 1900, İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi, 1976.
Çelik, Hüseyin, Görenlerin Gözü ile Van’ da Ermeni Mezâlimi, Ankara: Ce-
dit Neşriyat, 2008.
Çerkes Ethem’in Ele Geçen Hatıraları, İstanbul: Güniz Basımevi, 1962.
Çerkeşşeyizade Halil Halid, Türk ve Arap, Haz. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul:
Kapı Yayınları, 2016.
Çetinkaya, Y. Doğan, Osmanlı’yı Müslümanlaştırmak- Kitle Siyaseti, Toplum-
sal Sınıflar, Boykotlar ve Milli İktisat (1909-1914), Çev. Özgür Bircan, İs-
tanbul: İletişim Yayınları, 2015.
Çetinkaya, Y. Doğan, 1908 Osmanlı Boykotu Bir Toplumsal Hareketin Ana-
lizi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.
Çolak, Mustafa, Alman İmparatorluğu’nun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kaf-
kasya Politikası (1914-1918), Ankara: TTK Yayınları, 2006.
Danişmend, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt: 4, İstan-
bul: Türkiye Yayınevi, 1972.
Danişmend, İsmail Hami, Sadr-ı-a’zam Tevfik Paşa’nın Dosyasındaki Resmî
ve Hususî Vesikalara Göre: 31 Mart Vak’ası, İstanbul: İstanbul Kitabevi/
Yeni Matbaa, 1961.
- 413 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Davison, Roderic H., Osmanlı-Türk Tarihi (1774-1923), İstanbul: Alkım Ya-


yınevi, 2003.
Debre Mebusu Basri, Arnavutluk ve Buhran-ı Osmanî, Haz.M.Suat Mertoğlu,
İstanbul: Klasik Yayınları, 2015.
Demirel, Ahmet, Birinci Meclis’te Muhalefet İkinci Grup, İstanbul: İletişim
Yayınları, 1994.
Demirel, Ahmet, İkinci Grup’un Kurucularından Salâhattin Köseoğlu’nun
Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017.
Dumont, Paul, Osmanlıcılık, Ulusçu Akımlar ve Masonlar, Çev. Ali Berktay,
İstanbul: YKY, 2008.
Dursunoğlu, Cevat, Millî Mücadele’ de Erzurum, İstanbul: Erzurum Kitap-
lığı, 1998.
Duru, Kazım Nami, İttihat ve Terakki Hatıralarım, İstanbul: Sucuoğlu Mat-
baası, 1957.
Dündar, Fuat, İttihat ve Terakki’nin Müslümanları İskân Politikası, İstanbul:
İletişim Yayınları, 2001.
Dündar, Fuat, Modern Türkiye’nin Şifresi- İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mü-
hendisliği 1913–1918, İstanbul: İletişim Yayınları, 2008.
Efiloğlu, Ahmet, Osmanlı Rumları Göç ve Tehcir 1912-1918, İstanbul: Bay-
rak Yayıncılık, 2011.
Ege, Nezahet Nurettin, Prens Sabahaddin (Hayatı ve İlmî Müdafaaları), İs-
tanbul: Fakülteler Matbaası, 1977.
Eken, Halit, Bir Millî Mücadele Valisi ve Anıları: Kapancızâde Hamit Bey, İs-
tanbul: Yeditepe Yayınevi, 2008.
Eldem, Edhem, “26 Ağustos 1896 ‘Banka Vakası’ ve 1896 ‘Ermeni Olayları’”,
Tarih ve Toplum-Yeni Yaklaşımlar, Sayı: 5.
Eldem, Vedat, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğu’nun Eko-
nomisi, Ankara: TTK Yayınları, 1994.
Enver Paşa, Enver Paşa’nın Anıları 1881–1908, Haz. Halil Erdoğan Cengiz,
İstanbul: İletişim Yayınları, 1991.
Erden, Ali Fuat, Atatürk, Burhanettin Erenler Matbaası, 1952.
Erden, Ali Fuat, Birinci Dünya Harbinde Suriye Hatıraları, İstanbul: y.y.,1954
Erden, Ali Fuad, İsmet İnönü, İstanbul: Burhanettin Erenler Matbaası, 1952.
Erişirgil, Mehmet Emin, Bir Fikir Adamının Romanı Ziya Gökalp, İstanbul:
Remzi Kitabevi, 1984.
- 414 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Erişirgil, Mehmet Emin, İslamcı Bir Şairin Romanı Mehmet Akif, İstanbul:
İş Bankası Kültür Yayınları, 1986.
Erkul, Emin, Op. Dr. Emin Erkul’un Milli Mücadele Hatıraları, Haz. Melih
Tural, İzmir: Zeus Kitabevi, 2011.
Ergin, Osman Nuri, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun Hayatı ve Şahsiyeti,
İstanbul: Kenan Basımevi, 1942.
Erkin, Behiç, Hatırat 1876-1958, Ankara: TTK Yayınları, 2010.
Ersoy, Mehmed Akif, Tefsir Yazıları ve Vaazları, Haz. Ertuğrul Düzdağ, An-
kara: DİB yayınları, 2016, s.281.
Ertürk, Hüsamettin (Anlatan), İki Devrin Perde Arkası, Samih Nafiz Tan-
su(Yazan), İstanbul, Pınar Yayınevi, 1964.
Evans, Laurence, Türkiye’nin Paylaşılması, (1914-1924), çev. Tevfik Alanay,
İstanbul: Milliyet Yayınları, 1972.
Eyicil, Ahmet, İttihad ve Terakki Liderlerinden Doktor Nazım Bey, Ankara:
Gün Yayıncılık, 2004.
Felek, Burhan, Yaşadığımız Günler, İstanbul: Milliyet Yayınları, 1974.
Filibeli Ahmed Hilmi, Muhalefetin İflası, Kostantiniye: Hikmet Matbaa-i İs-
lamiyesi, 1331.
Fishman, Louis, “1911’de Meclis-i Mebusan’da Yapılan Siyonizm Tartışmasını
‘Yahudi Sorunu’nun Ortaya Çıkışı Işığında Anlamak”, Jön Türklerin Fi-
listin’i, Yuval Ben-Bassat, Eyal Ginio (Derleyenler), İstanbul: KÜY, 2016.
Georgeon, Fronçais, “Kemalizm ve İslam Dünyası (1919-1938): Bazı İşaret
Taşları”, İskender Gökalp-Fronçais Georgeon, Kemalizm ve İslam Dün-
yası, İstanbul: Arba Yayınları, Çev. Cüneyt Akalın, 1990.
Gerede, Hüsrev, Hüsrev Gerede’nin Anıları, Haz. Sami Önal, İstanbul: Lite-
ratür Yayınları, 2002.
Goloğlu, Mahmut, Cumhuriyete Doğru, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2010.
Goloğlu, Mahmut, Devrimler ve Tepkileri, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2007.
Göğem, Ziya, Dadaylı Halit Akmansü, Cilt 2, İstanbul: Halk Basımevi, 1956.
Güneri, Süleyman Necati, Hatıra Defteri, Haz. Ali Birinci, İstanbul: Erzu-
rum Kitaplığı, 1999.
Güneş, İhsan, Türk Parlamento Tarihi Meşrutiyete Geçiş Süreci: I.ve II. Meş-
rutiyet, Ankara: TBMM Vakfı Yayınları, 1997.
Hacısalihoğlu, Mehmet, Jön Türkler ve Makedonya Sorunu 1890–1918, İs-
tanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2008.
- 415 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Halil (Kut) Paşa, Halil Paşa İttihat ve Terakki’ den Cumhuriyet’e: Bitmeyen Sa-
vaş –Kütûlamare Kahramanı Halil Paşa’nın Anıları, Haz. M.Taylan Sor-
gun, İstanbul: 7 Gün Yayınları, 1972.
Hanioğlu, M.Şükrü, Atatürk-An Intellectual Biography, Princeton Univer-
sity Press, 2011.
Hanioğlu, M.Şükrü, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve
Dönemi, İstanbul: Üçdal Yayınları, 1981.
Hanioğlu, M.Şükrü, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Ce-
miyeti ve Jön Türklük (1889–1902), İstanbul: İletişim Yayınları, 1986.
Hanioğlu, M.Şükrü, Kendi Mektuplarında Enver Paşa, İstanbul: Der Yayın-
ları, 1989.
Hanioğlu, M.Şükrü, Osmanlıdan Cumhuriyet’e Zihniyet, Siyaset ve Tarih, İs-
tanbul: Bağlam Yayınları, 2006.
Hanioğlu, M.Şükrü, Preparation For A Revolution The Young Turks, 1902-
1908, Newyork: Oxford University Press, 2001.
Hasan Amca, Doğmayan Hürriyet, İstanbul: M. Sıralar Matbaası, 1958.
Hatemî, Nilüfer, Mareşal Fevzi Çakmak ve Günlükleri, 1-2. Cilt, İstanbul:
YKY, 2002.
Herbert, Aubrey, Ben Kendim-Osmanlı Ülkesine Son Seyahatler, Tercüme: Yıl-
maz Tezkan, Ankara: 21.Yüzyıl Yayınları, 1999.
Himmetoğlu, Hüsnü, Kurtuluş Savaşında İstanbul ve Yardımları, Cilt.1, İs-
tanbul: Ülkü Matbaası, 1971.
Hüseyin Kazım Kadri, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım, Haz. İsmail
Kara, İstanbul: İletişim Yayınları, 1991.
Iacovella, Angelo, Gönye ve Hilal (İttihad-Terakki ve Masonluk), Çev. Tülin
Altınova, 2.Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999.
Ilgaz, Hasene, Millî Mücadelede Varlığı Gizli Kalan Bir Cemiyet: Karakol
Cemiyeti, Tarih ve Edebiyat Mecmuası, Ocak 1981.
Ilgaz, Hasene, “Teşkilat-ı Mahsusa Günleri Ebülhindili Cafer Bey: Teşkilat-ı
Mahsusa Erzurum Müfreze Kumandanı”, Haz. Ali Birinci, Türk Yurdu,
Sayı:166, Haziran 2001.
Ilıkan, Selma – Ilıkan, Faruk, Ankara İstiklal Mahkemesi (Ankara İstiklal
Mahkemesi’nde Cereyan Eden Su-ikasd ve Taklib-i Hükümet Davası’na
Ait) Resmî Zabıtlar, İstanbul: Simurg, 2005.
İbrahim Temo, İbrahim Temo’nun İttihad ve Terakki Anıları, 2. Baskı, İstan-
bul: Arba Yayınları, 2000.
İkbal Hakkında Konferanslar, İstanbul: Anıl Matbaası, 1952.
- 416 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

İlmen, Süreyya, Zavallı Serbest Fırka, İstanbul: Muallim Fuad Gücüyener


Yayınevi, 1951.
İnalcık, Halil, Tanzimat ve Bulgar Meselesi, İstanbul: Eren Yayınları,1992.
İnan, Afet, “Mukaddes Tabanca”, Belleten, Temmuz-İlkteşrin,1937, Cilt:1,
Sayı:3-4.
İnan, Afet, “Vatan ve Hürriyet”, Belleten,1937, Cilt:1, Sayı:2.
İnan, Arı, Tarihe Tanıklık Edenler, İstanbul: Çağdaş Yayınları,1997.
İnönü, İsmet, Hatıralar 2. Kitap, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1987.
İrtem, Süleyman Kani, Meşrutiyet Doğarken- 1908 Jön Türk İhtilâli, Haz. Os-
man Selim Kocahanoğlu, İstanbul, Temel Yayınları, 1999.
İsmail Kemal, İsmail Kemal Bey’in Hatıratı, Editör: Sommervılle Story, Çev.
Adnan İslamoğulları-Rubin Hoxha, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayın-
ları, 2009.
İz, Mahir, Yılların İzi, İstanbul: Kitabevi Yayınları, 2000.
Jaeschke, Gotthard, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Çev. Cemal
Köprülü, Ankara: TTK Yayınları, 1971.
Jaeschke, Gotthard–Westfalen, Münster, “1919-1939 Yılları Arasındaki Türk-
Rus Yakınlaşması Hakkında Bir İnceleme (Atatürk Dönemi Sovyet Po-
litikası Hakkında)”, Çev. Hüseyin Zamantılı, 1981 Yılı Sosyoloji Konfe-
ransları, İstanbul: İÜİF Yayınları, 1981.
Kadirbeyoğlu, Zeki, Kadirbeyoğlu Zeki Bey’in Hatıraları, İstanbul: Sebil Ya-
yınevi, 2007.
Kahraman-ı Hürriyet ü Fazilet Niyazi Beyefendi Tarafından Risalemize
İhda Buyurulmuşdur, Sırat-ı Müstakim, Cilt:1, Sayı:6, 18 Eylül 1324/01
Ekim 1908.
Kalkavanoğlu, İlyas Sami, Millî Mücadele Hatıralarım, İstanbul: Kaknüs Ya-
yınları, 2011.
Kandemir, Feridun, Atatürk’e İzmir Suikastından Ayrı 11 Suikast, İstanbul:
Ekicigil Matbaası, 1955.
Kandemir, Feridun, Cumhuriyet Devrinde Siyasî Cinayetler, İstanbul: Ekici-
gil Matbaası, 1955.
Kandemir, Feridun, Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası, İstanbul: Yağ-
mur Yayınları, 2007.
Kandemir, Feridun, Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, İstanbul:
Sinan Matbaası, 1965.
Kandemir, Feridun, İzmir Suikastinin İçyüzü, Cilt:1-2, İstanbul: Ekicigil
Matbaası, 1955.
- 417 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Kandemir, Feridun, Kazım Karabekir’in Yakılan Hatıraları Meselesinin İçyüzü,


İstanbul: Ercan Matbaası/ Yakın Tarihimiz Yayınları, 1964.
Kara, İsmail (Haz.), Hilafet Risaleleri, 5. Cilt, İstanbul: Klasik Yayınları, 2005.
Kara, İsmail (Haz.), Hilafet Risaleleri, 6. Cilt, İstanbul: Klasik Yayınları, 2014
[Kara] Kemal, İttihad ve Terakki Umumî Kongresinde İstanbul’un Bir Sene Üç
Aylık İaşesi Hakkında Takdim Kılınan İzahnamedir, t.y.
Karabekir, Kazım, Günlükler (1906-1948), 1-2. Cilt, İstanbul: YKY, 2009.
Karabekir, Kazım, Hayatım, İstanbul: YKY, 2008.
Karabekir, Kazım, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki Erkânı,
İstanbul: Tekin Yayınevi, 1990.
Karabekir, Kazım, İttihat ve Terakki Cemiyeti 1896–1909, Haz. Faruk Öze-
rergin, 5. baskı, İstanbul: Emre Yayınları, 2000.
Karabekir, Kazım, Paşaların Kavgası, Emre Yayınları, 2005.
Karaman, Sami Sabit, İstiklal Mücadelesi ve Enver Paşa, İzmit: Selüloz Ba-
sımevi, 1949.
Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Hüküm Gecesi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010.
Karay, Refik Halid, Bir Ömür Boyunca, Haz. Yusuf Turan Günaydın, An-
kara: TTK, 2000.
Karpat, Kemal H., Osmanlı Nüfusu (1830–1914) Demografik ve Sosyal Özel-
likleri, Çev. Bahar Tırnakçı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003.
Kayalı, Hasan, Jön Türkler ve Araplar, Çev. Türkan Yöney, İstanbul: Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, 2003.
Kaygusuz, Bezmi Nusret, Bir Roman Gibi, İzmir: İzmir Büyükşehir Beledi-
yesi Kültür Yayını, 2002.
Keleşyılmaz, Vahdet, “I.Dünya Savaşı’nda Esir Askerler Üzerinde Pansila-
mizm Propagandası”, Kebikeç, Sayı:10, 2000.
Keskin, Mustafa, Hindistan Müslümanlarının Millî Mücadele’ de Türkiye’ye
Yardımları (1919-1923), Kayseri: Erciyes Üniversitesi Basımevi, 1991.
Keskinbora, K. Kadircan, Esat Işık-Bilimde, Siyasette, Millî Mücadelede Bir
Işık, İstanbul: Som Kitap, 2010.
Kıcıman, Nâci Kâşif, Medine Müdafaası, İstanbul: Sebil Yayınevi, 1994.
Kılıç Ali, Atatürk’ ün Hususiyetleri, İstanbul: Sel Yayınları, 1955.
Kırımer, Cafer Seydahmet, Bazı Hatıralar, İstanbul: Emel Türk Kültürünü
Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayını, (Basıldığı Matbaa: Eskişehir Etam
A.Ş. Matbaa Tesisleri), 1993.
- 418 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Kırkıl, Emin, “Denizli Mebusu Gani Bey’in Meclis-i Mebusan’daki Faali-


yetleri”, Uluslar arası Denizli ve Çevresi Tarih ve Kültür Sempozyumu Bil-
dirileri, C.I, 551-555, Denizli: Pamukkale Üniversitesi Yayınları, 2007.
Kısakürek, Necip Fazıl, Namık Kemal Şahsı-Eseri-Tesiri, Ankara: Recep Ulu-
soğlu Basımevi, 1940.
Kısakürek, Necip Fazıl, Ulu Hakan II. Abdülhamid Han, İstanbul: Büyük
Doğu Yayınları, 1981.
Kısakürek, Necip Fazıl, Vatan Dostu Sultan Vahidüddin, İstanbul: Büyük
Doğu Yayınları, 2013.
Kızıldoğan, Hüsrev Sami, “Vatan ve Hürriyet=İttihat ve Terakki”, Belleten,
Temmuz-İlkteşrin, 1937, Cilt:1, Sayı:3-4.
Kinross, Lord, Atatürk Bir Milletin Doğuşu, Çev. Ayhan Tezel, İstanbul: San-
der Kitabevi, 1970.
Kinross, Lord, Atatürk The Rebirth of a Nation, London, 1966.
Uygur Kocabaşoğlu, Türkiye İş Bankası Tarihi, İstanbul: İş Bankası Yayın-
ları, 2001, s.4-5.
Kocahanoğlu, Osman Selim, Atatürk’e Kurulan Pusu-İzmir Suikasti’nin Perde
Arkası, İstanbul: Temel Yayınları, 2003.
Kocahanoğlu, Osman Selim, Sevgili Aliye’m- Maliye Nazırı Cavid Bey’in Ha-
pishane Mektupları ve Savunmaları, İstanbul: Temel Yayınları, 2006.
Koloğlu, Orhan, Cumhuriyet Döneminde Masonlar, İstanbul: Eylül Yayın-
ları, 2003.
Koloğlu, Orhan, İttihadçılar ve Masonlar, İstanbul: Eylül Yayınları, 2002.
Koptaş, Rober, “Zohrab, Papazyan ve Pastırmacıyan’ın Kalemlerinden, 1914
Ermeni Reformu ile İttihadçı-Taşnak Müzakereleri”, İmparatorluğun Çö-
küş Döneminde Osmanlı Ermenileri, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayın-
ları, 2011.
Kuran, Ahmed Bedevi, İnkılâp Tarihimiz ve Jön Türkler, İstanbul: Tan Mat-
baası, 1945.
Kuran, Ahmed Bedevi, Osmanlı İmparatorluğunda İnkılâp Hareketleri ve Milli
Mücadele, İstanbul: Çeltüt Matbaası, 1959.
Kurt, Ümit, “Türk’ün Büyük, Biçare Irkı” Türk Yurdu’nda Milliyetçiliğin Esas-
ları (1911-1916, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012.
Kutay, Cemal, Üç Devirde Mehmed Şeref Aykut, İstanbul:Teknografik Mat-
baacılık ve Tic. A.Ş., 1985.
Küçükkılınç, İsmail, II. Meşrutiyet’in İlanında Halk Unsuru, Ankara: Ce-
dit Neşriyat, 2011.
- 419 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Külçe, Süleyman, Firzovik Toplantısı ve Meşrutiyet, İzmir: 1944.


Külçe, Süleyman, Osmanlı Tarihinde Arnavutluk, İzmir: y.y., 1944.
Kürkçüoğlu, Ömer, Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi (1909-
1918), Ankara: A.Ü.S.B.F. Basın ve Yayın Yüksek Okulu Basımevi, 1982.
Kürkçüoğlu, Ömer, Türk-İngiliz İlişkileri (1919-1926), Ankara: Ankara Üni-
versitesi Basımevi, 1978.
Layiktez, Celil, Türkiye’ de Masonluk Tarihi, Cilt: 1 -Başlangıç 1721-1956, İs-
tanbul: Yenilik Basımevi, 1999.
Leskovikli Mehmet Rauf, İttihat ve Terakki Ne İdi, Haz. Bülent Demirbaş,
İstanbul: Arba, 1991.
Maman, Kamil, Kara Defter-Atatürk’ ün Silah Arkadaşı İhsan Eryavuz Anla-
tıyor, İstanbul: Timaş Yayınları, 2014.
Mardin, Şerif, Jön Türklerin Siyasî Fikirleri–1895–1908, 4. Baskı, İstanbul:
İletişim Yayınları, 1992.
McCullagh, Francis, The Fall of Abdul-Hamid, London: Methuen, 1910.
McMeekin, Sean, I. Dünya Savaşı’nda Rusya’nın Rolü, İstanbul: YKY, 2013.
Mehmed Asaf, 1909 Adana Ermeni Olayları ve Anılarım, Haz. İsmet Par-
maksızoğlu, Ankara: TTK Basımevi, 2002.
Mehmet Selahahattin, Bildiklerim- İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Maksad-ı
Teessüs ve Suret-i Teşekkülü ve Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin Sebeb-i Fe-
laket ve İnkısamı, Haz. Ali Birinci-Cüneyd Okay, Ankara: Vadi Yayın-
ları, 2006.
Menteşe, Halil, Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin Anıları, İs-
tanbul, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1986.
Meray, Seha L., Lozan’ın Bir Öncüsü Prof. Ahmet Selâhattin Bey 1878-1920,
Ankara: TTK Yayınları, 1976.
Mevlanzade Rıfat, 31 Mart-Bir İhtilalin Hikâyesi, İstanbul: Pınar Yayın-
ları, 1996.
Mevlanzade Rıfat Bey, Siyonistler Osmanlı’yı Nasıl Yıktı?, Derin Tarih Der-
gisi 15.Sayı Eki Haziran 2013.
Mevlanzade Rıfat, Türkiye İnkılâbı’nın İçyüzü, İstanbul: Pınar Yayınları, 1993.
Mısıroğlu, Kadir, Trabzon Meb’usu Şehid-i Muazzez Ali Şükrü Bey, İstanbul:
Sebil Yayınevi, 1996.
Millî Mücadele’ de Mehmet Akif Kastamonu’ da, Haz. Mustafa Eski, Ankara:
Ayyıldız Matbaası, 1983.
Mithat Cemal, Mehmet Akif, İstanbul: Semih Lütfi Kitabevi, 1939.
- 420 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Muhsin-i Fani [Hüseyin Kazım Kadri], On Temmuz İnkılâbı ve Netayici, İs-


tanbul: Matbaa-i Orhaniye, 1336.
Mücellidoğlu Ali Çankaya, Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler, 3.Cilt, An-
kara: Mars Matbaası, 1968-1969.
Müftüoğlu, Mustafa, Yalan Söyleyen Tarih Utansın, 2-4 Cilt, İstanbul: Çile
Yayınları, 1992.
Müftüoğlu, Mustafa, Yüz Küçük Adam, İstanbul: Adak Yayınları, 1976.
Mizancı Murad, Tatlı Emeller Acı Hakikatler, İstanbul: Matbaa-i Amedî, 1330.
Nesimi, Abidin, Yılların İçinden, İstanbul: Gözlem Yayınları, 1977.
Nizamoğlu, Yüksel, Vehip Paşa Kahramanlıktan Sürgüne, İstanbul: Yitik Ha-
zine Yayınları, 2013.
Okar, Mehmet Ali, Osmanlı Balkanları’nın Son On Yılı (1902-1912), Haz.
Ahmet Mesut Okar, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2013.
Okyar, Fethi, Fethi Okyar’ın Anıları-Atatürk, Okyar ve Çok Partili Türkiye,
Haz. Osman Okyar-Mehmet Seyitdanlıoğlu, İstanbul: İş Bankası Ya-
yınları, 1999.
Okyar, Ali Fethi, Serbest Cumhuriyet Fırkası Nasıl Doğdu, Nasıl Fesh Edildi?,
İstanbul: İsis Yayınları (Kitap kapağı ve sayfalarında yayınevinin ismi
yer almamaktadır), 1987.
Okyar, Fethi, Üç Devirde Bir Adam (Hatıralar), Haz. Cemal Kutay, İstan-
bul: Tercüman Yayınları, 1981.
Oral, Atilla, Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu, İstanbul: Demkar Yayınları, 2011.
Orbay, Rauf, Cehennem Değirmeni, Cilt:1-2, İstanbul: Emre Yayınları, 2000.
Orbay, Rauf, Siyasî Hatıralar, İstanbul: Örgün Yayınevi, 2003.
Ortaç, Yusuf Ziya, Bizim Yokuş, İstanbul: Akbaba Yayınları, 1966.
Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti Paris Merkezi Yazışmaları Kopya Defter-
leri (1906-1908), Sunuş ve Çevrimyazı: Çiğdem Önal Emiroğlu-Kudret
Emiroğlu, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2017.
Öge, Ali Rıza, İstihbaratçı Bir Bektaşinin Hatıraları / Zabıta Hayatımda Ne-
lerGördüm Neler Geçirdim? Haz. Ali Birinci-Yücel Yiğit, Ankara: Polis
Akademisi Yayınları, 2018.
Öge, Ali Rıza, Meşrutiyetten Cumhuriyete Bir Polis Şefinin Gerçek Anıları,
Bursa: Günlük Ticaret Gazetesi Tesisileri, 1957/1982.
Öğün, Tuncay, Unutulmuş Bir Göç Trajedisi Vilayât-ı Şarkiye Mültecileri (1915-
1923), Ankara: Babil Yayın-Dağıtım, 2004.
- 421 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Öke, Mim Kemal, Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar, İstanbul: Çağ


Yayınları, 1990.
Özcan, Halil, “Emekli Erkânıharp Miralay Selahattin Bey’in II. Meşruti-
yet’in İlânına Katkısı, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Atatürk Yolu Dergisi, S.45, Bahar 2010.
Özel, Sabahattin, Milli Mücadelede Trabzon, İstanbul: İş Bankası Yayın-
ları, 2012.
Özkan, İbrahim, Deli Halid Paşa, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2015.
Özoğlu, Hakan, Cumhuriyetin Kuruluşunda İktidar Kavgası 150’ likler, Tak-
rir-i Sükûn ve İzmir Suikastı, Çev. Zuhal Bilgin, İstanbul: Kitap Yayı-
nevi, 2011.
Özgür, M.Necati, Bir İttihatçının Biyografisi Maslup Abdülkadir Bey, An-
kara: Liber Kitap, 2016.
Pekmen, Mahir Said, 31 Mart Hatıraları, Haz. Hasan Babacan-Servet Av-
şar, Ankara: TTK, 2013.
Perinçek, Doğu, Kemalist Devrim-2 Din ve Allah, İstanbul: Kaynak Yayın-
ları, 2014.
Petrosyan, Yuriy Aşatoviç, Sovyet Gözüyle Jöntürkler, Çev. Mazlum Beyhan,
Ayşe Hacıhasanoğlu, İstanbul, Bilgi Yayınevi, 1974.
Polat, Nâzım H., Müdâfaa-i Milliye Cemiyeti, Ankara: Kültür Bakanlığı Ya-
yınları, 1991.
Ramsaur, E. E., Jön Türkler ve 1908 İhtilali, çev. Nuran Ülken, İstanbul:
Sander Yayınları, 1972.
Saygılı, Hasip, 1905 Rus Devrimi ve Sultan Abdülhamid, İstanbul: Ötüken
Neşriyat, 2015.
Saygılı, Hasip, “1903 Makedonyası’nda Reforma Tepkiler: Manastır Rus Kon-
solosu Aleksandr Rostkovski’nin Katli”, Karadeniz Araştırmaları Dergisi,
Sayı: 39, Güz 2013.
Saygılı, Hasip, “Birinci Dünya Harbi’nde Rumeli’nden Osmanlı Ordusuna
Müslüman Gönüllü Katılımları”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştır-
maları, Sayı: 18, Bahar 2013.
Saygılı, Hasip, “Sultan II. Abdülhamid’in Meşrutiyet Krizi: 1903’te Mitro-
viçe’de İlk Rus Konsolosu Grigori Şerbina’nın Öldürülmesi”, Hacettepe
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları, Sayı: 20, Bahar 2014.
Sciaky, Leon, Elveda Selanik, İstanbul: Varlık Yayınları, 2006.
Sertel, Zekeriya, Hatırladıklarım, İstanbul: Gözlem Yayınları, 1997.
Sevük, İsmail Habib, Atatürk İçin, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1981.
- 422 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Seyyid Bey, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 3 Mart 1340 Tarihinde Mün’a-
kid İkinci İçtimaında Hilafetin Mahiyet-i Şer’iyyesi Hakkında Adliye Ve-
kili Seyyid Bey Tarafından Îrad Olunan Nutuk, Ankara: Türkiye Büyük
Millet Meclisi Matbaası, t.y. [1924].
Sırma, İhsan Süreyya, II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti, İstanbul: Be-
yan Yayınları, 1990.
Sırma, İhsan Süreyya, Bir Garip Tarih, İstanbul: Beyan Yayınları, 2011.
Son Vak’anüvis Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi-II. Meşrutiyet Olayları (1908-
1909), Haz. Bayram Kodaman/Mehmet Ali Ünal, Ankara: TTK Bası-
mevi, 1996.
Soyak, Hasan Rıza, Atatürk’ten Hatıralar, İstanbul: YKY, 2004.
Stoddard, Philip H., Teşkilat-ı Mahsusa, çev. Tansel Demirel, İstanbul: Arba
Yayınları, 1994.
Şapolyo, Enver Behnan, Kemal Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, İstanbul:
Rafet Zaimler Yayınevi, 1958.
Şapolyo, Enver Behnan, Türk Gazeteciliği Tarihi Her Yönüyle Basın, Ankara:
Güven Matbaası, 1976.
Şehsuvaroğlu, Bedi N., “İkinci Meşrutiyet ve Atıf Bey”, Belleten, Cilt XXIII,
Sayı 90’dan ayrıbasım, Ankara: TTK Basımevi, 1959.
Şimşir, Bilal N., Ege Sorunu Belgeler, Cilt-I, Ankara: TTK Yayınları, 1989.
Şimşir, Bilal N., Rumeli’ den Türk Göçleri, Cilt:2, Ankara: Ayyıldız Matba-
ası, 1970.
Taçalan, Nurdoğan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, İstanbul: Hüryayın, 1981.
Tahir, Kemal, Kurt Kanunu, İstanbul: Tekin Yayınevi, 1991.
Talat Paşa, Talat Paşa’nın Hatıraları, İstanbul: Güven Yayınevi,1946.
T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, İ.2. 24.4.1336, C.2.
Tarakçıoğlu, M.Reşit Trabzon’un Yakın Tarihi, Trabzon: Karadeniz Üniver-
sitesi Basımevi, 1986.
Taner, Haldun, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, İstanbul: Cem Yayın-
ları, 1983.
Tarih IV Türkiye Cümhuriyeti, İstanbul: Devlet Matbaası, 1934.
Taş, Necati Fahri, Nurettin Paşa, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Ya-
yınları, 2014.
Tekeli İlhan-İlkin Selim, Ege’ deki Sivil Direnişten Kurtuluş Savaşı’na Geçer-
ken Uşak Heyet-i Merkeziyesi ve İbrahim (Tahtakılıç) Bey, Ankara: TTK
Yayınlarıi 1989.
- 423 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Tellioğlu, Ömer, Filistin’e Musevi Göçü ve Siyonizm (1880-1914), İstanbul:


Kitabevi Yayınları, 2016.
Tengirşenk, Yusuf Kemal, Vatan Hizmetinde, Ankara: Kültür Bakanlığı Ya-
yınları, 2001.
Tepeyran, Ebubekir Hazım, Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları, İstanbul: Çağ-
daş Yayınları, 1982.
Tetik, Ahmet, Teşkilat-ı Mahsusa (Umûr-ı Şarkıyye Dairesi) Tarihi Cilt I:
1914-1916, İstanbul: İş Bankası Yayınları, 2014.
Tevetoğlu, Fethi, Millî Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar, Ankara: TTK Ya-
yınları, 1985.
Tevetoğlu, Fethi, Ömer Naci, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1987.
Toprak, Zafer, Türkiye’ de “Milli İktisat” (1908–1918), Ankara: Yurt Yayın-
ları, 1982.
Toprak, Zafer, İttihad-Terakki ve Cihan Harbi- Savaş Ekonomisi ve Türkiye’ de
Devletçilik 1914-1918, İstanbul: Homer Kitabevi, 2003.
Toros, Taha, Ali Münif Bey’in Hatıraları, İstanbul: İsis, 1996.
Tanör, Bülent, Türkiye’ de Kongre İktidarları (1918-1920), İstanbul: YKY, 2002.
Tunçay, Mete, T.C.’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), İstan-
bul: Cem Yayınevi, 1992.
Tufan, M. Naim, Jön Türklerin Yükselişi, çev. Mehmet Moralı, İstanbul: Al-
kım Yayınları, 2005.
Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye’ de Siyasal Partiler, Cilt 3, İstanbul: İletişim Ya-
yınları, 2005.
Turan, Mustafa, Elli Beş Yıldır Esrarı Milletten Gizli Kalmış Bir Fâcia-Taş-
kışla’ da 31 Mart Fâciası, İstanbul: Üçdal Neşriyat, 1966.
Türkgeldi, Ali Fuad, Görüp İşittiklerim, Ankara: TTK, 1987.
Türkdoğan, Orhan, “1906-1907 Erzurum Hürriyet Ayaklanması ile İlgili Yeni
Belgeler”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı: 47, Nisan 87.
Uçarol, Rifat, Gazi Ahmet Muhtar Paşa, İstanbul: Derin Yayınları, 2015.
Unat, Faik Reşit, “Atatürk’ün II. Meşrutiyet İnkılâbının Hazırlanmasın-
daki Rolüne Ait Bir Belge”, Belleten, Nisan 1962, Cilt: XXVI, Sayı:102.
Unat, Faik Reşit (Haz.), İkinci Meşrutiyetin İlanı ve Otuzbir Mart Hadisesi
(Ali Cevat Bey’in Fezkelesi), Ankara, TTK Basımevi, 1991.
Uras, Esat, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Yeni Matbaa, Ankara: 1950.
Us, Asım, Gördüklerim Duyduklarım Duygularım, İstanbul: Vakit Matba-
ası, 1964.
- 424 -
İSMAİL KÜÇÜKKILINÇ

Us, Asım, Hatıra Notları, Haz. İsmail Dervişoğlu, İstanbul: Kitabevi, 2012.
Usta, Veysel, “Ali Şükrü Bir İttihatçıydı”, Virgül, Sayı:51, Mayıs 2002.
Uşaklıgil, Halid Ziya, Saray ve Ötesi, İstanbul: İnkılâp ve Aka Kitabevleri, 1965.
Üçüncü, Uğur, “Ali Şükrü Bey’in İttihadçılığı ve İttihadçılarla İlişkisi”, Ali
Şükrü Bey Hürriyet Uğruna 39 Yıl, Haz. Necmettin Alkan/Uğur Üçüncü,
İstanbul: Melisa Matbaacılık, 2015.
Üçüncü, Uğur, Millî Mücadele Yıllarında Trabzon’ da İttihatçı Bir Sima Kâhya
Yahya, Trabzon: Serander Yayınevi, 2015.
Vardar, Galip, İttihad ve Terakki İçinde Dönenler, (Yazan) Samih Nafiz Tansu,
İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1960.
Velid Ebuzziya, Tevhid-i Efkâr, 31 Mart 1923, 3679-651.
Velidedeoğlu, Hıfzı Veldet, İlk Meclis, İstanbul: Çağdaş Yayınları, 1990.
Volkan, Vamık D.- Itzkowitz, Norman, Ölümsüz Atatürk, İstanbul: Bağlam
Yayınları, 2008.
Yahya Kemal, Çocukluğum Gençliğim Siyasî ve Edebî Hatıralarım, İstanbul:
İstanbul Fetih Cemiyeti, 1999.
Yahya Kemal, Siyasî ve Edebî Portreler, Baha Matbaası, 1968.
Yalman, Ahmed Emin, Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim, 4 Cilt,
İstanbul: Rey Yayınları, 1971.
Yalçın, Hüseyin Cahit, İttihadçı Liderlerin Gizli Mektupları, Haz. Osman
Selim Kocahanoğlu, İstanbul: Temel Yayınları, 2002.
Yalçın, Hüseyin Cahit, Tanıdıklarım, İstanbul: YKY, 2002.
Yalçın, Hüseyin Cahit, Talat Paşa, İstanbul: Yedigün Neşriyatı, 1943.
Yamauchi, Masayuki, Hoşnut Olamamış Adam-Enver Paşa Türkiye’ den Tür-
kistan’a, İstanbul: Bağlam Yayınları, 1995.
Yakın Tarihimiz-Birinci Meşrutiyetten Zamanımıza Kadar, Cilt: 2.
Yazıcı, Nesimi, Kamil Miras Hayatı ve Eserleri, Ankara: DİB Yayınları, 2012.
Yeni Tarih, İstanbul: Vakıt Matbaası, 1932.
Yenibahçeli Şükrü Bey’in Hatıraları, Haz. Yaşar Semiz-Ömer Akdağ, Konya:
Çizgi Yayınları, 2001.
Yerasimos, Stefanos, Milliyetler ve Sınırlar Balkanlar, Kafkasya ve Orta-Doğu,
Çev. Şirin Tekeli, İstanbul: İletişim Yayınları, 1994.
Yüksel, Murat, Faik Ahmet Barutçu’nun İstikbal Belgelerine Göre Ali Şükrü
Bey ve Topal Osman Ağa, Trabzon: Yunus Dergisi Yayınları, 1993.
Zafer, Zeynep, “Balkan Savaşları Pomaklar”, 100. Yılında Balkan Savaşları
(1912-1913) İhtilaflı Duruşlar, 1. Cilt, Ankara: TTK Yayınları, 2014.
- 425 -
Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık

Zakir Kadirî, “Dinî ve Gayridinî Rivayetler”, Darü’ l-Fünûn İlâhiyat Fakül-


tesi Mecmuası, Sayı: 4, Teşrin-isanî 1926.
Ziya Şakir, İttihat ve Terakki-I-II-III, İstanbul: Akıl Fikir Yayınları, 2014.
Zürcher, Erik Jan, Milli Mücadelede İttihatçılık, çev. Nüzhet Salihoğlu, İs-
tanbul: Bağlam Yayıncılık, 1995.
Zürcher, Erik Jan, Savaş, Devrim ve Uluslaşma-Türkiye Tarihinde Geçiş Dö-
nemi (1908–1928), çev. Ergun Aydınoğlu, İstanbul: Bilgi Üniversitesi
Yayınları, 2009.
Zürcher, Erik Jan, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, çev. Gül Çağalı Güven,
İstanbul: Bağlam Yayınları, 1992.
Zürcher, Erik Jan, The Young Turk Legacy and Nation Building From the Ot-
toman Empire to Atatürk’s Turkey, New York: I.B.Tauris, 2010.

- 426 -
Dizin
3. Ordu 34, 51, 72, 406 281, 284, 285, 286, 288, 295, 298,
31 Mart Vak’âsı 7, 10, 59, 60, 61, 63, 64, 66, 308, 313, 317, 320, 324, 326, 329,
68, 69, 70, 71, 72, 73, 74, 75, 76, 77, 330, 336, 338, 339, 341, 346, 347,
82, 91, 97, 126, 129, 162, 209, 239 351, 352, 353, 358, 361, 366, 367,
379, 402
A Ankara İstiklal Mahkemesi 23, 50, 82, 95,
Adülaziz Mecdi Tolun 110, 111, 112, 113, 179, 222, 223, 225, 236, 308, 324,
415 326, 339, 340, 363, 402
Abdullah Cevdet 19, 21, 22, 28, 416 Arap 23, 81, 88, 116, 118, 121, 122, 157,
Abdülhamid 9, 10, 11, 16, 19, 21, 22, 23, 172, 181, 182, 183, 187, 188, 190,
28, 29, 31, 35, 37, 41, 42, 47, 59, 60, 191, 288, 316, 335, 344, 348, 366,
61, 62, 63, 64, 65, 68, 70, 71, 75, 76, 377, 413, 420
85, 102, 106, 109, 114, 115, 116, Araplar 121, 122, 123, 187, 191, 211, 348,
117, 118, 119, 120, 127, 128, 129, 418
130, 135, 156, 157, 187, 189, 201, Arnavutlar 31, 45, 83, 125, 143, 207, 392
202, 203, 213, 226, 236, 237, 242, Arnavutluk 31, 32, 45, 46, 83, 84, 138,
267, 302, 317, 382, 383, 384, 385, 139, 148, 152, 159, 162, 182, 392,
390, 392, 393, 419, 422, 423 393, 411, 414, 420
Abdülkadir 45, 128, 129, 299, 308, 329,
Ayastefanos Anlaşması 31
366, 402, 422
Azmi Bey 235
Adana Olayları 209, 210
Ahmet Ağaoğlu 93, 349
B
Ahmet Bayhum 121
Bab-ı âli Baskını 52, 223
Ahmet Rıza Bey 61, 89
Bahaeddin Şakir 18, 20, 21, 22, 23, 24,
Ahmet Samim 47, 95, 113, 276
25, 26, 27, 28, 65, 69, 131, 373, 387,
Aka Gündüz 91, 92
401, 410
Ali Emirî 112
Ali Fuad Türkgeldi 60, 62 Balfour Deklarasyonu 121
Ali Fuat Cebesoy 285, 286, 291, 294, 297, Balkan Harbi 7, 10, 12, 17, 30, 52, 79, 80,
317, 322, 330, 351, 360, 361, 363, 91, 99, 120, 135, 136, 137, 140, 141,
367, 368, 402 142, 143, 144, 145, 146, 148, 149,
Ali Galib 8, 252, 253, 254 150, 153, 154, 155, 164, 169, 170,
Ali Kabuli Bey 70, 71 171, 177, 178, 187, 193, 194, 197,
Ali Şükrü Bey 8, 129, 137, 265, 266, 268, 198, 202, 204, 205, 216, 217, 226,
271, 274, 275, 276, 277, 278, 279, 231, 267, 301, 302, 303, 319, 325,
280, 281, 282, 283, 284, 287, 318, 327, 363, 377, 383, 387, 388, 390,
402, 403, 405, 406, 410, 420, 425 391, 392, 393, 396, 397, 398, 399,
Almanlar 126, 127, 132, 176, 184, 185 404
Almanya 10, 16, 66, 86, 87, 88, 93, 123, Balkan İttifakı 136, 138, 143, 144, 145,
129, 130, 131, 132, 146, 148, 152, 147, 149, 155, 169, 218, 397, 404
175, 177, 178, 181, 182, 185, 189, Baron Maurice Hirch 117
199, 224, 225, 233, 246, 248, 271, Batı Trakya 51, 52, 144, 157, 169, 170, 171,
272, 333, 383, 384, 389, 398, 404 182, 218, 301, 302, 387, 388, 389
Amerika 229, 337, 369 Berlin Anlaşması 31, 393
Ankara 84, 94, 128, 222, 235, 245, 255, Bolşevik/ Bolşevizm 175, 271, 289, 303,
258, 259, 260, 269, 270, 272, 279, 324, 326, 347

- 427 -
Bulgarlar 31, 32, 45, 56, 85, 140, 155, 169, E
171, 205, 206, 208, 218, 390 Edirne 17, 34, 51, 52, 53, 71, 73, 74, 77, 89,
Bülent Tanör 323 107, 120, 128, 137, 147, 151, 153,
154, 155, 164, 168, 169, 171, 178,
C,Ç 181, 301, 302, 304, 318, 321, 322,
Cafer Tayyar 83, 107, 288, 290, 291, 309 392, 399, 405, 406
Cavid Bey 50, 51, 70, 79, 88, 109, 110, 111, Edirne İsyanı 73
119, 131, 236, 240, 300, 324, 325, Edmond Rothschild 117
329, 339, 373, 375, 386, 401, 402, Elmalılı Hamdi Yazır 203
413, 419 Enver Benhan Şapolyo 245, 278, 279, 280,
Ceditçi/Ceditçilik 183 281, 305, 306, 309, 347, 348
Enver Paşa 17, 18, 24, 44, 48, 50, 67, 80,
Celal Bayar 10, 89, 109, 235, 292, 375, 387,
86, 87, 88, 89, 90, 106, 126, 128,
388
169, 172, 173, 174, 175, 177, 178,
Cemal Paşa 48, 67, 77, 88, 89, 103, 114,
182, 183, 235, 236, 237, 240, 241,
122, 123, 128, 130, 137, 178, 180, 245, 248, 249, 250, 268, 269, 270,
181, 190, 244, 250, 308, 309, 311, 271, 272, 273, 274, 276, 278, 304,
326, 327, 402, 410 317, 319, 320, 332, 340, 341, 351,
Cenevre 19, 381, 382 362, 363, 366, 370, 376, 377, 386,
Cevat Bey 59, 88, 424 401, 403, 404, 405, 406, 411, 414,
Cevat Rıfat Atilhan 18, 66, 67 416, 418, 425
CHP 10, 168, 239, 276, 289, 340, 345, 367, Ermeniler 30, 49, 73, 85, 119, 149, 193,
368, 369, 374, 376, 380, 401, 403 194, 197, 198, 201, 205, 208, 210,
Cihad (Fetvası ilanı) 181, 183, 184 213, 214, 216, 217, 222, 292, 339,
Çanakkale 87, 138, 146, 174, 180, 184, 388, 389, 403, 424
189, 200, 249, 250, 308, 332, 370, Ermeni Tehciri 7, 16, 48, 70, 106, 149,
399, 405 150, 193, 194, 197, 199, 200, 208,
Çerkez 8, 48, 81, 174, 205, 206, 207, 284 210, 254, 331, 337, 339, 387, 388,
Çerkes Ethem 8, 284, 285, 286, 413 397, 403
Erzurum 30, 36, 37, 38, 39, 95, 161, 208,
D 218, 247, 252, 253, 254, 255, 256,
Damad Ferid Paşa 18, 47, 93, 200, 223, 257, 258, 260, 261, 263, 267, 279,
229, 329, 399 307, 316, 318, 322, 331, 333, 334,
Deli Halid 8, 95, 247, 254, 255, 257, 259, 335, 336, 349, 353, 357, 363, 397,
260, 264, 265, 266, 275, 295, 346, 414, 415, 416, 424
364, 387, 422 Erzurum İsyanı 36, 37, 39
Eşref Kuşçubaşı 53
Deli Hamid 33, 42, 44, 73, 168, 187, 283,
Ethem Bey 138, 285, 286, 287
284, 332
Eyüp Sabri 83, 130, 367, 387, 391
Derviş Vahdetî 75, 76
Divan-ı Harb-i Örfî 60, 61, 68, 72, 379 F
Divanu Lügat’it-Türk 112 Falih Rıfkı Atay 47, 90, 122, 180, 225, 285,
Doğan Avcıoğlu 129 288, 292, 298, 328, 339, 340, 369,
Doktor Nazım 18, 92, 107, 108, 240, 241, 371, 378
339, 415 Fatin Hoca 10, 63, 64, 385
Drama 74, 143, 301 Feroz Ahmad 132, 165, 304
Dr. Hikmet Süreyya 21 Fethi Okyar 329, 368, 375, 394, 401, 421
Dr. Jacobson 119, 120 Fethi Tevetoğlu 246, 318
Dr. Rusuhi 324 Fikret Adanır 57, 58
Dünya Siyonist Teşkilatı 117 Filistin 11, 16, 101, 106, 108, 109, 114,
115, 116, 117, 118, 119, 120, 121,

- 428 -
122, 123, 182, 190, 191, 344, 385, İngiltere 16, 21, 30, 31, 32, 75, 90, 93, 102,
413, 415, 424 129, 130, 131, 132, 133, 148, 152,
Fransa 32, 85, 86, 93, 103, 131, 132, 133, 165, 172, 176, 180, 187, 188, 189,
148, 176, 189, 199, 250, 326, 330, 194, 326, 330, 335, 336, 358, 359,
397, 398, 404 382, 383, 397, 398, 404
Fransızlar 184 İran 31, 35, 38, 39, 195, 209
İslamcı 8, 9, 78, 79, 86, 89, 90, 106, 174,
G 183, 203, 237, 292, 295, 312, 323,
Gani Bey 83, 84, 419 340, 341, 370, 374, 375, 379, 385,
Gazi Ahmet Muhtar Paşa 62, 140, 160, 415
161, 162, 164, 323, 424 İslamcılık 89, 169, 187
Girit 30, 34, 131, 145, 216, 267 İsmail Canbulat 95, 240, 252, 363, 365,
Goltz Paşa 133 387, 401, 402
İsmail Hakkı 8, 45, 83, 84, 109, 248, 258,
H 259, 261, 265, 266, 268, 274, 275,
Hafız Hakkı 63, 130 288, 319, 373, 374, 385, 387, 396,
Halaskar Zabitan 7, 131, 140, 155, 159, 405, 410, 411
160, 161, 162, 164, 165, 166, 167, İsmail Hakkı Tekçe 8, 259, 265, 266, 268,
171 274, 275, 387, 396, 405, 411
Halil İnalcık 33, 207 İsmail Hami Danişmend 61, 153, 154
Halit Akmansü 290, 291, 415 İsmet İnönü 74, 128, 287, 290, 291, 343,
Hareket Ordusu 60, 61, 67, 68, 72, 73, 76, 361, 370, 373, 375, 400, 401, 414
77, 97, 156, 239, 245, 399 İstanbul Boğazı 179
İtilaf Devletleri 304, 309, 311
Hasan Amca 60, 64, 162, 163, 178, 179,
İttihadçı Komitacılığı 50, 52, 53, 396
267, 416
İttihad-ı Osmanî Cemiyeti 19, 23, 25
Hasan Fehmi 47, 61, 64, 68, 76, 95, 113,
İttihad ve Terakki 9, 18, 19, 20, 25, 27,
114, 264, 276, 280, 297, 395
47, 48, 80, 85, 87, 91, 102, 114, 126,
Hint Hilafet Komitesi 377, 379
150, 151, 152, 153, 159, 160, 161,
Hint Müslümanları 188, 379, 380
162, 164, 165, 166, 169, 173, 217,
Hizb-i Cedit 110, 111 223, 224, 228, 231, 232, 239, 240,
Hürriyet ve İtilaf Fırkası 92, 160, 161, 162, 242, 243, 246, 253, 266, 279, 281,
166, 184, 281, 375, 412 303, 304, 309, 318, 321, 331, 362,
Hüseyin Cahit Yalçın 48, 50, 70, 70, 88, 375, 379, 386, 387, 390, 391, 392,
140, 240, 373, 376, 401, 425 399, 402, 406, 407, 410, 415, 416,
Hüseyin Hilmi Paşa 41, 44, 61, 118, 127 418, 425
Hüseyin Kazım Kadri 10, 63, 98, 99, 106, İzmir Suikastı 15, 94, 240, 284, 296, 299,
137, 142, 338, 385, 416, 421 308, 324, 326, 359, 362, 363, 400,
Hüseyinzade Ali Turan 81, 82, 349 402, 422

I,İ K
I. Dünya Harbi 10, 11, 86, 87, 121, 122, Kafkasya 176, 181, 182, 185, 205, 364,
133, 144, 149, 171, 173, 178, 180, 387, 388, 390, 413, 425
182, 183, 185, 187, 188, 191, 193, Kâhya Yahya 8, 259, 265, 266, 268, 274,
195, 197, 200, 202, 216, 217, 307, 282, 405, 406, 425
314, 326, 330, 332, 337, 370, 387, Kamil Paşa 52, 68, 76, 99, 116, 120, 140,
397, 398, 399, 404 150, 151, 152, 153, 164, 165, 167,
Iztırar Hali 7, 193, 196, 197, 199, 388, 390 235, 239, 240, 345
İhsan Süreyya Sırma 85, 86 Kanun-i Esasî 55, 56, 63, 161
İngilizler 93, 174, 176, 183, 184, 186, 187, Kara Kemal 8, 64, 78, 82, 92, 108, 127,
189, 226, 235, 273, 313, 315, 321, 128, 167, 221, 222, 223, 224, 225,
332, 334, 335, 337 226, 228, 229, 230, 231, 232, 233,

- 429 -
234, 235, 236, 237, 238, 248, 251, Mehmed Akif 10, 22, 63, 78, 89, 157, 174,
252, 267, 279, 299, 300, 317, 319, 183, 185, 186, 237, 303, 373, 374,
320, 339, 340, 357, 366, 367, 373, 375, 385, 404, 415
399, 401 Mehmet Ali Okar 43, 44, 45, 47, 55, 136,
Karakol Cemiyeti 222, 281, 317, 318, 319, 137, 139
320, 321, 339, 362, 399, 400, 416 Mehmet Emin Erişirgil 78, 80, 174, 188,
Kara Vasıf 234, 264, 307, 317, 319, 320, 237
362, 399, 400, 402 Meşrutiyet 7, 11, 16, 20, 24, 26, 34, 36, 37,
Kazım Karabekir 8, 10, 23, 31, 32, 33, 42, 38, 39, 41, 45, 46, 47, 48, 51, 55, 56,
43, 45, 72, 76, 77, 131, 169, 184, 57, 58, 61, 63, 64, 68, 70, 73, 74, 75,
244, 253, 254, 263, 268, 269, 281, 80, 83, 84, 91, 92, 97, 98, 99, 101,
102, 103, 105, 110, 111, 114, 115,
282, 287, 290, 291, 305, 325, 335,
118, 119, 125, 126, 129, 130, 131,
351, 356, 357, 361, 365, 366, 375,
132, 133, 135, 140, 148, 150, 156,
394, 400, 402, 418
160, 162, 164, 165, 166, 167, 168,
Kazım Özalp 296, 364
203, 207, 208, 209, 210, 213, 215,
Kel Ali 45, 82, 95, 222, 234, 235, 247, 251, 217, 223, 237, 239, 240, 243, 244,
264, 265, 289, 290, 297, 299, 300, 245, 246, 250, 266, 267, 293, 295,
308, 317, 328, 329, 363, 364 309, 385, 392, 394, 395, 396, 397,
Kemalizm 2, 3, 8, 15, 16, 28, 191, 239, 304, 399, 406, 409, 411, 412, 413, 415,
330, 339, 340, 344, 355, 373, 374, 416, 417, 419, 420, 422, 423, 424
377, 401, 403, 415 Meşrutiyet’in ilanı 56, 57, 63, 131, 132,
Kemal Tahir 127, 128, 236 156, 239, 245, 266, 399
Kıbrıs 31, 212 Meşrutiyet Ruznamesi 51, 70, 110, 111,
Kılıç Ali 95, 235, 247, 264, 287, 289, 290, 413
297, 299, 340, 361, 363, 364, 369, Mevlanzade Rıfat 70, 71, 114, 130, 420
418 Millî Mücadele 8, 15, 33, 53, 84, 96, 107,
Kurt Kanunu 127, 128, 236, 423 142, 171, 186, 241, 245, 247, 268,
Kürtler 209, 210, 214, 219 273, 275, 276, 277, 279, 286, 287,
288, 290, 292, 294, 295, 298, 303,
M 304, 309, 310, 315, 316, 317, 318,
Macedonia Risorta Locası 101 321, 322, 325, 330, 331, 332, 333,
Mahmud Şevket Paşa 48, 61, 62, 73, 76, 334, 336, 337, 338, 339, 340, 345,
77, 107, 127, 163, 165, 166, 167, 349, 350, 353, 355, 356, 357, 360,
384, 396 362, 366, 367, 377, 380, 396, 399,
Manastır 10, 26, 29, 31, 33, 34, 41, 42, 43, 400, 401, 402, 404, 405, 406, 409,
44, 45, 50, 55, 63, 84, 85, 92, 108, 412, 413, 414, 417, 418, 420, 423,
424, 425
125, 126, 127, 129, 130, 131, 140,
Miralay Sadık 17, 92, 107, 110, 125, 126,
152, 159, 168, 244, 356, 381, 382,
127, 131
392
Mithat Şükrü Bleda 23, 24, 60, 88, 242,
Makedonya 7, 11, 24, 25, 26, 27, 29, 30, 401
31, 32, 34, 41, 43, 50, 52, 56, 57, 58, Mizancı Murad 20, 26, 61, 68, 69, 82, 421
70, 84, 102, 115, 125, 127, 129, 130, Mondros Mütarekesi 154, 172, 174, 222,
133, 135, 136, 145, 147, 156, 168, 234, 278, 306, 310, 311, 312, 315,
169, 182, 194, 195, 198, 205, 208, 316, 318, 328, 329, 330, 334, 370,
218, 236, 241, 243, 244, 250, 301, 379, 399, 412
382, 383, 387, 388, 389, 391, 393, Muhittin Birgen 79, 89, 90, 232
394, 397, 407, 409, 411, 413, 415 Mustafa Kemal 8, 16, 28, 48, 51, 73, 74,
Masonluk 7, 18, 66, 101, 102, 103, 104, 76, 77, 84, 95, 107, 128, 129, 173,
105, 106, 107, 109, 110, 111, 113, 175, 181, 187, 188, 234, 235, 236,
120, 150, 189, 385, 410, 416, 420 239, 240, 241, 242, 243, 244, 245,

- 430 -
246, 247, 248, 249, 250, 251, 252, P
253, 254, 256, 257, 258, 259, 260, Paris 19, 20, 21, 24, 25, 26, 27, 85, 92, 93,
261, 263, 264, 265, 269, 270, 271, 121, 123, 131, 132, 144, 176, 200,
272, 273, 275, 276, 277, 278, 281, 208, 241, 242, 243, 244, 293, 299,
282, 283, 284, 285, 287, 288, 290, 327, 331, 381, 382, 421
291, 292, 293, 294, 295, 296, 297, Pomaklar 170, 207, 391, 425
298, 300, 301, 303, 305, 306, 307,
308, 309, 310, 311, 312, 313, 317, R
319, 320, 321, 322, 323, 324, 325, Ramsaur 20, 27, 132, 133, 422
326, 327, 328, 329, 330, 331, 332, Rauf Orbay 10, 72, 175, 176, 251, 252,
333, 334, 335, 336, 337, 338, 339, 264, 265, 296, 297, 317, 319, 328,
340, 341, 342, 343, 344, 345, 346, 329, 344, 362, 363, 364, 365, 375,
347, 348, 349, 350, 351, 352, 353, 387, 402, 417
355, 356, 357, 358, 359, 360, 361, Recep Peker 260, 346, 347
362, 363, 365, 366, 367, 368, 369, Recep Zühtü 247, 287, 289, 290
370, 371, 373, 375, 376, 377, 378, Resneli Niyazi 17, 55, 83, 130, 387, 391
379, 380, 394, 398, 399, 400, 401, Reşit Galip 340, 347
402, 403, 405, 409, 410, 412 Reval Toplantısı/ Mülakatı 34, 55, 133
Mustafa Müftüoğlu 17, 126 Rıza Tevfik 66, 67, 104, 105, 106, 133
Mülazım Atıf Bey (Kamçıl) 46, 92 Rumeli 11, 29, 30, 33, 55, 58, 73, 98, 101,
Münip Yıldırgan 37 102, 115, 119, 121, 135, 138, 142,
143, 144, 145, 146, 147, 149, 151,
N 154, 155, 156, 157, 164, 168, 178,
Nazım Paşa 37, 67, 152, 163, 165 182, 194, 195, 198, 203, 205, 206,
Necati Cumalı 56 207, 216, 218, 241, 249, 256, 302,
Necip Fazıl 28, 42, 64, 156, 157, 203, 236, 303, 331, 386, 387, 388, 390, 391,
302, 316, 419 392, 394, 397, 398, 422, 423
Nemrut Mustafa 367 Rumlar 30, 31, 32, 58, 141, 142, 145, 155,
Nureddin Paşa 8, 292, 293, 294, 295 193, 222
Nutuk 99, 245, 284, 288, 292, 294, 295, Rus Devrimi 34, 37, 38, 422
306, 310, 311, 322, 325, 332, 338, Rusya 11, 30, 32, 38, 49, 53, 70, 90, 115,
376, 423 118, 120, 130, 133, 146, 152, 175,
176, 178, 179, 180, 182, 189, 190,
O,Ö 191, 194, 195, 197, 199, 214, 303,
Osmanlı Devleti 9, 30, 31, 32, 34, 51, 52, 324, 326, 383, 389, 397, 398, 404,
53, 58, 86, 91, 99, 101, 115, 117, 420
119, 122, 123, 132, 135, 138, 146,
147, 148, 149, 164, 168, 171, 172, S,Ş
173, 175, 176, 177, 178, 179, 180, Said Paşa 62, 63, 159, 160, 164, 166, 384
181, 183, 187, 193, 194, 196, 198, Said Halim Paşa 165
199, 200, 202, 203, 204, 207, 208, Samet Ağaoğlu 79, 82, 96, 340, 376, 377
213, 214, 215, 217, 234, 302, 314, Sapancalı Hakkı 50, 307, 308, 367
324, 382, 383, 386, 387, 389, 391, SCF 10, 329, 347, 357, 367, 368, 369, 374,
396, 398, 404, 406, 410, 420 375, 376
Osmanlı Hürriyet Cemiyeti 7, 18, 23, 24, Selanik 17, 18, 24, 25, 26, 27, 29, 30, 34,
25, 26, 27, 29, 240, 242, 243, 244, 41, 46, 47, 51, 52, 63, 68, 71, 76, 99,
245 101, 102, 104, 109, 125, 126, 127,
Osmanlı ordusu 140, 142, 143, 169, 182 128, 129, 130, 131, 136, 138, 141,
Osman Nuri Ergin 111, 113 143, 146, 147, 151, 156, 168, 208,
Ömer Naci 65, 66, 107, 240, 241, 246, 387, 239, 240, 241, 242, 243, 244, 245,
424 267, 307, 369, 381, 382, 386, 392,
406, 422

- 431 -
Serez 46, 48, 74, 95, 98, 141, 143, 284, 301, 312, 316, 331, 346, 403, 405, 410, 413,
403 420, 422, 423, 425
Sina Akşin 59, 60, 74, 75, 76 Türkçü 16, 79, 89, 188, 254, 390, 391
Sinop 35, 61, 289, 367 Türkçülük 89, 292, 391
Sivas 29, 30, 95, 197, 208, 218, 254, 255, 256, Türk Milleti 7, 9, 84, 91, 106, 150, 180, 200,
257, 258, 274, 275, 306, 307, 312, 320, 203, 204, 211, 318, 325, 330, 334, 343,
326, 331, 333, 336, 347, 363, 397, 410 386, 387, 388, 390, 391, 403
Siyonizm 7, 18, 64, 66, 67, 101, 109, 110, Türk Ocağı 81, 188, 189
111, 113, 114, 115, 116, 119, 120, 122, Türk Yurdu 81, 83, 188, 349
385, 415, 424
Struma Nehri 182 V
Sultan Reşad 63, 67, 71, 373 Vartkes 48, 161, 201
Şerif Hüseyin 22, 121, 122, 152, 188, 189, Venizelos 93, 144, 293
190, 370 Vilayat-ı Sitte 30, 195, 196, 197, 208, 218
Şevket Süreyya Aydemir 181, 182, 249, 250 Vilayet-ı Selase 30, 41, 208
Süleyman Askerî Bey 169, 171
Şükrü Hanioğlu 19, 20, 21, 35, 36, 37, 43, Y
44, 88, 244 Yahudiler 16, 18, 66, 85, 114, 115, 118, 119,
Şükrü Kaya 94, 287, 289, 290, 340, 347 191, 202, 386
Şükrü Paşa 153, 154 Yahya Kemal 24, 80, 81, 88, 91, 295, 425
Yakup Cemil 45, 50, 387
T Yanya 52, 136, 138, 151, 152
Talat Paşa 8, 18, 48, 49, 50, 51, 60, 62, 83, Yeni Tarih 90, 242, 425
86, 88, 89, 93, 99, 103, 105, 106, 109, Yunanistan 30, 31, 33, 42, 64, 84, 93, 131,
111, 112, 113, 121, 126, 129, 130, 140, 141, 144, 145, 146, 147, 155, 178, 180,
146, 154, 155, 163, 165, 167, 171, 172, 194, 195, 241, 267, 390
201, 218, 219, 222, 223, 233, 234, 235, Yunan ordusu 139, 141, 142
236, 240, 245, 247, 248, 271, 272, 279, Yunus Nadi 82, 119
300, 304, 305, 320, 324, 325, 327, 337, Yuriy Aşatoviç Petrosyan 38
339, 365, 386, 387, 398, 401, 403, 405, Yusuf Akçura 81, 82, 391
423, 425 Yusuf Hikmet Bayur 51, 52, 123, 160, 240,
Taner Akçam 201, 202 242, 328, 345, 371
Tanin 78, 86, 89, 90, 145, 228, 300, 376, 385
Taşnaksütyun 35, 36 Z
TBMM/BMM 84, 95, 136, 258, 275, 277, Ziya Gökalp 80, 81, 88, 89, 90, 91, 188, 237,
278, 283, 290, 293, 295, 323, 329, 332, 370, 373, 401, 414
341,342, 364, 405 Ziya Şakir 46, 47, 48, 49, 51, 78, 83, 84, 108,
Teselya Harbi 135 111, 112, 113, 223, 426
Teşkilat-ı Mahsusa 7, 52, 53, 83, 87, 141, Zole Kaptan 56
168, 169, 171, 172, 173, 174, 200, 208, Zürcher (Erik Jan Zürcher) 57, 81, 304, 317,
222, 247, 253, 270, 303, 304, 410, 416, 320, 321, 325, 328, 330, 331, 337, 338,
423, 424 359, 409, 426
Tevfik Paşa 8, 61, 62, 247, 251, 252, 310,
313, 327, 328, 413
Topal Osman 8, 129, 137, 259, 265, 266,
268, 270, 275, 280, 318, 387, 406, 425
Trablusgarb 11, 51, 52, 104, 148, 152, 155,
168, 169, 183, 254, 377, 386, 404, 405
Trabzon 8, 29, 87, 99, 137, 141, 216, 218,
222, 247, 255, 256, 257, 260, 266, 267,
268, 269, 270, 271, 273, 274, 275, 276,
277, 278, 279, 280, 282, 283, 284, 304,

- 432 -

You might also like