Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 2

BİR ŞEHİT MEZADI1

Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU

Oturduğumuz evin karşısında bir küçük kahve vardı: Zabitlerimiz burayı kendilerine mahsus bir
kıraathȃne haline koydular; bütün boş vakitlerini, burada İstanbul gazetelerini, Ankara’dan gelen ajans
haberlerini, kim bilir hangi tarihten kalmış bazı eski risaleleri okumakla geçiriyorlardı. İki muharebe
arasındaki fasıla bu ateşli gençler için pek can sıkıcı bir intizar devresidir. Bütün malihülyalar insanı hep
bu devrede yakalar; eski hatıralar hep bu devrede uyanır ve daüssıla denilen bu yumuşak pençeli canavar
kalbin içine tam bu devrede yerleşir. O zaman harbin en çetin, en korkunç, en kanlı safhaları bile iştiyak
ile özlenir.
Karşımızdaki bu zabitler kıraathanesine ara sıra ben de uğrardım; en yenisi on günlük gazeteler
üzerine eğilmiş başlar, pencereden dışarıda yağan yağmura dalmış gözler mütemadiyen çay içen ve
mütemadiyen sigara dumanları ile dolup boşalan ağızlar… her gidişimde gördüğüm manzara bundan
ibaretti.
Lȃkin, bu sakin ve bunalmış yerde bazen pek heyecanlı saatler olurdu. Birdenbire kahveci bir
hasır iskemlenin üstüne çıkar ve etrafa “Başlıyor!” diye bağırırdı; o zaman bütün oturanlar yerlerinden
kalkarlar ve kahvecinin etrafında uğultulu bir halka teşkil ederlerdi. Ben de bunların arasına sokulurdum
ve iskemleye tünemiş adamın yanında bir masanın üstünde ya açılmış bir bavul, ya kapağı devrilmiş bir
sandık görürdüm. Bunların içi daima karmakarışık bir eşya yığınıyla doludur. Son muharebede şehit
düşen zabitlerden birinin eşyası…
Cephede adet olduğu üzere sağ kalan arkadaşlarından biri onun nesi varsa nesi yoksa toplar,
buraya getirir, mezada koyardı. 1
İlk gördüğüm bu mezatların birinde sormuştum:
“—Bu eşya niçin olduğu gibi şehidin ailesine gönderilmiyor?”
Dediler ki:
“—Bu şehitlerin çoğunun ailesi İstanbul’dadır; bir bavulun, bir sandığın veya bir yatak bağının
buradan oraya gitmesi için herhalde içindeki eşya bedelinden fazla bir masrafa ihtiyaç vardır. Bu masrafı
kim verecek? Bunun nakli ile kim uğraşacak? En iyisi eşyayı burada satıp parasını sahibine
gönderivermektir.
Bunun üzerine burada bütün mezatlara iştirake ve her eşya parçasına bir şey sürmeğe başladım.
Ȃh, bu ne hazin bir meşgale idi! Sanki ölen genç, açılan sandığın içinden parça parça önümüze
çıkıyor ve her parçası bize gamlı sergüzeştinin hikȃyesini naklediyor gibiydi. İskemlenin üzerindeki
adam ikide bir elinde bir şey sallayarak bağırıyordu:
“—Kalpak, iki yüz, iki yüz ona, iki yüz elliye, kalpak…
İçimizden biri soruyordu:
“—Kurşun deliği var mı?”
Kahveci, kalpağı eviriyor, çeviriyor, sonra tekrar bağırıyordu:
“—Var, var ama küçük bir delik. Dışından hiç görünmüyor; yamanır; bir şey değil yepyeni
kalpak! İki yüz elliye, iki yüz elli beşe… Haraç, haraç…
Sonra elinde bir marta sallamaya başlıyordu; daha sonra ya bir kayış, ya bir dolak, ya mendil
destesi uzatıyordu:
“—Ȃla keten mendil, beş tanesi yüz elliye, yüz elliye, yüz elliye…”
“—İki yüz olsun!”
“—İki yüz, iki yüz…”

1
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Bir Şehit Mezadı”, Millȋ Savaş Hikȃyeleri, 1.bs., Varlık Yayınları, İstanbul, 1947,
ss.
Bunlar da satılıyor, sıra bir gömleğe, bir dona, bir diş fırçasına, bir tarağa, bir tıraş takımına, bir
bilek saatine, bir küçük cep aynasına geliyordu. Bütün bu hususi eşyanın şekline, nevine, rengine göre
ölenin hüviyeti gözümün önünde teressüm ediyordu. Kȃh “tuvalete düşkün bir genç!” diyordum. Kȃh
“mütevazı, fakir bir küçük zabit!” olduğuna hükmediyordum.
Bir gün Mülazım Sani Cevdet Efendi isminde bir şehidin mezadı oldu. Bunun eşyasının büyük
bir kısmını Fransızca, Türkçe bir sürü edebȋ kitaplar ve resimli risaleler teşkil ediyordu. Marcel
Prévost’nun “Kadın Mektupları”ndan tutun da, Bourget’nin Hervieu’nün eserlerine kadar bir roman
koleksiyonu. Bunların arasında, Tevfikret’in “Rübab-ı Şikeste”si; çok okunmadan parça parça olmuş
bir “Zavallı Necdet”, bir “Eylül” şehit Cevdet Efendi’nin İstanbul’dan ta Sakarya kıyılarına kadar
taşıdığı kütüphanenin, şimdi hatırlayabildiğim, en şayan-ı dikkat parçalarını teşkil ediyordu. Bunlar
meyanında kendi eliyle doldurulmuş birkaç defter ve bir solmuş kurdela ile sıkı sıkıya bağlanmış bir
tomar mektup da vardı. Sıra bunlara gelince, mezada nezaret eden arkadaşı yüzü kızararak kahveciye
yaklaştı:
“—Bunları geç; bunlar olmaz!” dedi ve defterle tomarı alıp yavaşça paltosunun ceplerine
yerleştirdi.
Ben; kitapları, mahiyetini tayin edemediğim bir heyecan ile ellerim arasında çeviriyordum ve
gözlerimin tevakkuf ettiği her sahifede solgun benizli, mahzun bakışlı bir İstanbul çocuğunun ince ve
narin çehresini görüyordum. Onun ile konuşuyordum. İşitilmeyen bir dille ona diyordum ki: “Gördün
mü? Bütün bu okuduğun şeyler, bütün bu tadına doyamadığın sözler, bütün bu tiryakisi olduğun edebiyat
hep yalanmış! Sen kendini daima bunların içinde zannetmişsin; ruha sun’i bir hassasiyet veren ve hayatı
hep şiir ve sevişmeden ibaret gibi gösteren bu sahte havada düşünmüşsün, tahayyül etmişsin; takdirin
sana neler söylediğini hiç işitmemişsin! Lȃkin günün birinde o mithiş ateş yağmuruna tutulur tutulmaz
bütün arkanda kalan yolu unutmuşsun! O yolda seni muhayyel maşuka bekliyordu; yazın tüllere, kışın
kürklere bürülü o muhayyel maşuka ki, tebessümleri kadar bakışları da tatlı idi. Sana, “gel, diyordu;
kurşunlar niçin, toplar ve süngüler niçin?” Biz vatandan daha güzel ve harpten daha ateşli değil miyiz?
Sen bu sesleri işiterek günlerce, gecelerce sendeliyordun. Lȃkin, günün birinde seni bekleyen her türlü
visalden daha tatlı şehadeti asla hatırına getirmiyordun!” 2
Ben kitapların sahifelerinde bu çehre ile böyle hasbihal ederken yanıma arkadaşı geldi:
“—Merhum hep bunları okurdu ve beynini mütemadiyen hayal ile doldururdu. Fakat, son
zamanlarda çok değişmişti; hakiki bir asker olmuştu!..
Dövüşürken ve ölürken yanında idim, tıpkı bir Anadolulu nefer gibi “Allah, Allah!” diyerek
düğüştü ve tıpkı bir Anadolulu nefer gibi “anacığım!” diyerek can verdi. Onu kollarım arasına aldığım
zaman, yüzünde bütün okuduklarını unutmuş ve yeni yeni sırlara ȃgȃh olmuş gibi bir hal vardı.”

You might also like