Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 6

(9) Taner Timur - Bugün

Birgün'de çıkan yazımı fb


arkadaşlarımla da...
Bugün Birgün'de çıkan yazımı fb arkadaşlarımla da paylaşıyorum.
***************************************************************
NEW YORK'TA BİR UTANÇ DAVASI ve ZARRAB SENARYOLARI..

Daha iki yıl önce bir dizi kahramanı gibi izleniyordu; sonra hızla bir dram
kahramanına dönüştü. Daha dün bakanların elinden törenle ödüller
alıyordu; bugünlerde ise Amerika’da bir dolandırıcı olarak yargılanıyor.
Üstelik bu kadarla da kalmadı; kendisini aşan, sonuçlarının da yeterince
ayırdında olmadığı nedenlerle, kişisel dramına yaşadığı ülkeyi de ortak etti.
Bugün New York’ta onunla beraber Türkiye de yargılanıyor.
Cumhurbaşkanı, Hükümet Başkanı, Adalet Bakanı ve yandaş medya hep
birlikte haykırıyorlar: New York’ta yargılanan Reza Zarrab değil,
Türkiye’dir! Bizi köşeye sıkıştırmak istiyorlar! Birleşelim!
***
Aslında Zarrab, geçen yıl 19 Mart’ta Miami’de tutuklandığı zaman AKP
çevrelerinde hiç de aşırı bir heyecan uyandırmamıştı. O günlerde
Cumhurbaşkanı ve Hükümet sözcüleri “Bu bir İran sorunudur; bizi
ilgilendirmez!” diyorlardı. Gerçekten de hedefte İran vardı ve iddianamede
yer alan üç sanık da İran vatandaşı idiler. Bunlardan sadece Reza Zarrab
T.C. pasaportu da taşıyordu. Kısaca dava, bir “İran davası” olarak başladı.
Ne var ki olaylar ilerledikçe Beştepe ve bakanlar Zarrab’a sahip çıkıyor ve
AKP’nin söylemi de, eylemi de değişiyordu. Böylece bir noktadan itibaren
Zarrab Davası “Türkiye Davası”na dönüştü ve bununla amaçlanan şey de,
New York’tan gelen “kirli kokuları” yok etmek için kamuoyuna
pompalanacak senaryoları hazırlamaktı.
***
Savcı Bharara’nın hazırladığı iddianameye göre zanlı üç kişiden en
önemlisi Hossein Najafzadeh idi. Najafzadeh, İran’ın önde gelen devlet
bankalarından Bank Mellat’ın yüksek yöneticilerinden biriydi ve ABD’ye
gitmek gibi bir gaflete düşmediği için tutuklu değildi. Zarrab’la ilişkisini de
görünüşe göre Zarrab’ın en güvenilir elemanlarından Kamelia Jamshidy
(üçüncü sanık) kurmuştu. O da tutuklu değildi. İran’a uygulanan
ambargoyu “akıllıca nötralize etmek, hatta özel yöntemler kullanarak
fırsata çevirmek” için “İslam Devrimi’nin bilge liderinin ilan ettiği iktisadi
cihat yılına, bunu ahlaki ve milli görev kabul ederek katılacağını” ifade
eden Zarrab imzalı mektubu da herhalde birlikte yazmışlardı. Mektup, İran
Merkez Bankası Başkanı’na hitaben kaleme alınmıştı.
***
İddianamede, Reza Zarrab ve bir takım anonim “kumpasçı”lar, Zarrab’ın
Türkiye ile Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki şirketler ağını kullanarak
ambargoyu delmek, para aklamak, banka hileleri yapmak ve Amerika’yı
dolandırmakla suçlanıyorlardı. Bu “kumpas”ta, iddianamede adı “Turkish
Bank-1” diye geçen devlet bankaları da kullanılmıştı. Hepsi de İran
Devleti’nin hizmetinde ajanlar olarak sunuluyordu.
***
Zarrab tutuklanmış, ABD’nin en ünlü avukatlarını tutmuş ve onlar da
iddianamedeki suçlamaları dikkatle incelemeye başlamışlardı. Oysa
savcılık da soruşturmayı derinleştiriyordu. Zarrab’ın tutuklanmasından bir
yıl kadar sonra –hangi akla hizmeten Amerika’ya gittiği pek
anlaşılamayan- Halk Bankası genel müdür yardımcısı Mehmet Hakan
Atilla da tutuklandı. 6 Eylül 2017’de ise yeni bir iddianame ile eski İktisat
Bakanı Zafer Çağlayan ve Halk Bankası genel müdürü Süleyman Aslan
suçlanıyor ve davaya ekleniyordu. İddianamede onlara yöneltilen
suçlamalar aynen şöyleydi: “ABD’nin koyduğu yasakları çiğneyerek İran
Hükümeti ve İran kurumları hesabına yüzlerce milyon dolar tutarında
işlemlerle ABD finans sistemine kumpas kurmak; bu işlemler hakkında
ABD makamlarına yalan söylemek; kumpası kolaylaştırmak için Çağlayan,
Aslan ve diğerlerine rüşvet olarak ödenen yüzlerce milyon dolar da dâhil,
para aklamak ve bu işlemlerin gerçek niteliğini gizleyerek birçok finans
kuruluşuna karşı hile yapmak”! İddialar bunlardı; duruşmalarda bunlar
kanıtlanmaya çalışılacaktı.
***
Görüldüğü gibi iddianamede bir T.C. eski bakanı ve banka müdürü rüşvet
karşılığı İran hesabına çalışan ajanlar olarak sunulmakta ve dava da bu
noktadan itibaren siyasileşmekteydi. Artık Türkiye’de kimse “bu dava bizi
ilgilendirmez!” diyemezdi ve bu andan itibaren AKP iktidarı dava dosyasını
bir tarafa bırakarak doğrudan Amerikan yönetimini suçlamaya başladı. Ve
suçlamalar da giderek bir meydan okuma havasına büründü. 6 Eylül
2017’de, Zafer Çağlayan’ın davaya eklenmesinden hemen sonra, Erdoğan,
gazetecilere şunları söylüyordu: “Neymiş? İran’la ilgili yaptırımları delmiş.
İran’a biz bir defa herhangi bir yaptırım uygulama kararı, Türkiye olarak,
almadık ki! Bizim İran ile ikili ilişkilerimiz var; hassas ilişkilerimiz var (...)
Bu ekonomik ilişkileri yürüten bakanımız kim? Ekonomi Bakanı. Ekonomi
Bakanı hükümetin attığı adıma ne yapacaktır? Uygulayanlardan bir tanesi
olacaktır. Atılan bu adımlar siyasidir…” (Milliyet, 9 Eylül 2017). Kısaca
Erdoğan, “Ekonomi Bakanı Çağlayan ne yaptıysa hükümet politikası olarak
yaptı” diyordu ve bu sözler, tam da Amerika mahkemesinin Zarrab’ın
ağzından duymak istediği (ve bugünlerde de duyduğu) sözlerdi. Bunun
karşılığı olarak da Zarrab, Çağlayan’a 50 milyon avro civarında rüşvet
ödemişti.
***
Elbette ki AKP iktidarı New York’taki davayı kendi açısından tamamen
siyasi bir dava olarak göstermek isteyebilir. Bunu siyasal çıkarları
açısından yararlı bulabilir. Ne var ki dava ABD’de yürürlükteki kanunlara
göre açılmış ve Zarrab da Amerika’nın en ünlü avukatlarını tutmuştu.
Üstelik davayla ilgili tüm bilgiler (iddianameler, basın açıklamaları, özel
konuşma ve yazışma kayıtları vb) ABD Adalet Bakanlığı Kamusal İşler
Ofisi sitesine konularak herkesin bilgisine sunulmuştu. Oysa bu arada,
iktidarın yoğun bir kamuoyu oluşturma kampanyası (ya da “algı
operasyonu”) altında, “Zarrab tartışmaları” da tamamen “dava
dosyası”ndan bağımsız bir şekilde yapılmaya başlıyordu. Belli ki amaç bir
“İslamcı-milliyetçi cephe” kurmak ve tüm muhafazakârları ABD’ye karşı
seferber etmekti. Hatta “milli duruş” ve “anti-emperyalizm” aldatmacaları
altında bir kısım “kullanışlı aptallar” da cepheye ithal edilebilirdi. Zarrab’ın
suçunu kabul edip “itirafçı” olacağı anlaşılınca bu kampanya daha da
canlandı.
***
Gerçekten de New York’taki dava, hukuktan tamamen kopmuş muydu?
Aslında işin doğrusu şudur: Amerika, kendi vatandaşı olsun olmasın,
ülkesinde yürürlükte olan yasaları çiğneyenleri suçlu sayıyor ve yargılıyor.
Vatandaşı olmayan ve ABD’de bulunmayan kimseleri fiilen
yargılayamadığı için, bunları da iddianameye sokarak teşhir ediyor ve
kendine özgü araçlarla (muhbirler, gizli dinlemeler, satın alma vb) izliyor.
Bunu zaten kendi kanunları çiğnenen her ülke (ve bu arada Türkiye) de
yapıyor. Aradaki fark ise güç ve hukuk anlayışı farklarından doğuyor.
Amerika’nın Zarrab Davası’ndaki hukuki dayanağını, onu bir çeşit “dünya
jandarması” haline getiren “Uluslararası Olağanüstü Hal İktisadi Güç
Kanunu” (International Emergency Economic Powers Act – IEEPA) teşkil
ediyor. 1977’de Jimmy Carter döneminde kabul edilen bu kanun, “ulusal
güvenliğe, dış ticarete ve ülke ekonomisine olağanüstü tehditler”
durumunda Başkana büyük yetkiler veriyor. Ambargo kararları da bu
yetkiler çerçevesinde düzenleniyor. 1979’da İran’da devrim olup, ABD
Elçiliği rehin alınınca, Carter İran’a bu kanuna dayanarak ambargo
başlatmıştı. Daha sonra da bu uygulama, çeşitli tarihlerde -özellikle de
İran’ın nükleer silah yapma girişimi vesilesiyle- genişletildi. Zarrab
tutuklandıktan iki gün sonra ABD Adalet Bakanlığı sitesine konulan
açıklamaya göre, Türkiye’de iktidara yakın bazı “zanlı”lar daha 2010
yılından itibaren izlenmeye başlamıştı. Bugünlerde Zarrab’ın mahkemede
yaptığı itiraflara göre, kendisi daha o tarihlerde İran Merkez Bankası
Başkanı Mahmud Bahmani ile iki kez görüşmüştü. Ayrıca 2010 yılı,
Türkiye’nin Haziran ayında Brezilya ile beraber BM’de İran’a ambargo
konulmasına karşı çıktığı yıldı. 21 Mart 2016 tarihli basın açıklamasında,
FBI Başkan Yardımcısı Diego Rodriguez -Zarrab’ın tutuklanmasındaki
rolünden ötürü- FBI Miami Ofisi’ni, övüyor ve “bugün açıklanan
suçlamalar, gerçek iş ortaklarını gizlemeye çalışanlara bir mesaj olmalıdır”
diyordu.
***
Gerçekten de dava dosyasına girmiş olan bilgiler (e-mail yazışmaları, para
transferi kayıtları, telefon dinlemeleri, rüşvet alışverişleri vb) Amerikan
servislerinin Türkiye’de olup bitenleri bu ülkeyi yönetenlerden de daha iyi
bildiklerini ortaya koymaktadır. Kuşkusuz en korkuncu da budur.
Türkiye’de oligarşik bir çıkar grubu, hiçbir önlem almadan ve sonucunu
düşünmeden, şarklı kurnazlığı ile vurgunculuğa kalkmış ve yakayı ele
vermiştir. Ne var ki bunun bedelini, sorunu kendi içinde çözemediği için
tüm Türkiye ödeyecektir. Oysa bu koşullarda bile, bu ülkede hala bir Adalet
Bakanı çıkıp, davayı asıl kendilerinin siyasileştirdiğini gizleyerek, “Bu dava
siyasidir, hukuki dayanaktan yoksundur. Bu Türkiye'ye dönük bir
kumpastır. ABD mahkemeleri Zarrab'ı Türkiye'ye karşı iftiraya zorluyorlar”
diyebilmektedir.
Aslında Amerikan’ın en ünlü avukatları bir buçuk yıl boyunca Zarrab’ı
kurtarmaya çalışmışlar, bunu başaramayınca da ona “başka yolu yok; sen
git mahkemeye her şeyi olduğu gibi anlat; ancak bu koşullarda
mahkemeden hakkında en hoşgörülü karar çıkabilir!” demişlerdir. Zarrab
da ne Erdoğan’ın, ne Rusya şantajının, ne de ünlü avukatlarının kendisini
kurtaramadığını görünce, “İş başa düştü!” diyerek hâkim karşısına çıkmış
ve bütün yaptıklarını anlatmaya başlamıştır. Mahkemenin hükmünü ve
davanın sonuçlarını önümüzdeki dönemde hep birlikte göreceğiz ve
yaşayacağız.
***
Gerçek şu ki bu ülkede bir süreden beri “rüşvet” ve “yolsuzluk” kavramları
tüm anlamını yitirmiş görünüyorlar. Siz istediğiniz kadar en doğru şeyleri
söyleyin, en güçlü delilleri ileri sürün, “sahte!” ve “iftira!” nidaları
milyonlar için her türlü delilin yerini tutuyor. Daha beş gün önce,
Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın yakınlarına ait bir takım şaibeli banka hesaplarını
açıklarken, AKP korosu daha bunları görmeden “sahte!”, “iftira!” çığlıkları
atıyordu. Ertesi gün de AKP’li bir yazar, yazısına -Kılıçdaroğlu’na hitaben-
“Her tarafın belge olsa ne yazar!” diye bir başlık koyarak durumu çok güzel
özetledi. “17-25 Aralık darbesi” de bu mantıkla hasıraltı edilmişti. Oysa
aynı oyun –PR’cıları bu kez dünyanın ünlü yayın organları olmak üzere-
şimdi New York’ta sahneye konulmuş bulunuyor. Üstelik Türkiye’deki bir
partizan grup dışında hiç kimsenin de bu yeni oyuna “sahte!”, “iftira!”
demesi beklenmiyor. Bu koşullar altında, iki yıl önce Türkiye’de bakanlar
elinden ödül alan, şimdi ise yaşam korkusuyla Amerikalılara teslim olduğu
söylenen bu dolandırıcı, herhalde bundan böyle Amerikalı ya da İranlı
komploculardan çok Türk komploculardan korkacaktır. Zaten bilmiş
yazarlar bu kez de bu sahtekârın estetik ameliyatı yapıp yapmayacağı
konusunda senaryolar düzenlemeye başladılar. Onun kaderini kendisine
bırakarak Türkiye’ye dönersek, yıllardır bu ülkede okuyan, düşünen,
tartışan herkesi kendi seviyesine indirmeye çalışan bir siyasal hareketin,
bugün bir soygun politikasını “antiemperyalizm” diye pazarlayarak bir
“cephe” oluşturma çabaları karşısında “Zavallı Türkiye! Sen bu kadarını da
hak etmiyordun!” diyebiliriz. Oysa tarih bitmedi; kavga devam ediyor. Bir
atasözümüz “bir musibet bin nasihatten evladır” der. Ve tarihi de,
musibetleri yaratanlar değil, onları en iyi yorumlayarak halka umut
saçacak kuramları geliştirenler yazar.

You might also like