Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 20

TEVHİD

NEDİR

BİLİR MİSİN?
HUTBETÜ’L HÂCE

Hamd Allah’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ister ve O’ndan bağışlanma dileriz.
Nefislerimizin şerrinden, yaptıklarımızın kötülüklerinden O’na sığınırız. Allah kime hidayet ederse
onu saptıracak yoktur. Kimi de saptırırsa onu doğru yola sevk edecek biri bulunmaz. Allah’tan başka
hiçbir (hak) ilahın olmadığına, O’nun tek ve ortağı bulunmadığına şahitlikte bulunur, Muhammed
(sav)’in O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna tanıklık ederiz.

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sizler kesinlikle Müslüman olarak ölün.”

(Al-İmran Suresi,102)

“Ey insanlar! Sizi bir tek canlıdan yaratan, ondan eşini vücuda getiren ve o ikisinden birçok
erkekler ve kadınlar üreten Rabbinize karşı gelmekten sakının. Adını anarak birbirinizden dilekler
dilediğiniz Allah’tan korkun. Rahimlerin haklarına saygısızlıktan da sakının. Şu bir gerçek ki
Allah, Rakib’dir, sizin üzerinizde sürekli ve titiz bir gözetleyicidir.” (Nisa Sûresi,1)

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin ki, Allah amellerinizi düzeltsin ve
günahlarınızı affetsin. Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne itaat eden, gerçekten de büyük bir başarıyı
elde etmiştir.” (Ahzab Sûresi,70-71)

En doğru söz, Allah’ın kelamı ve en doğru yol, Muhammed (sav)’in rehberlik ettiği yoldur.
Yoldan saptıran en şerli şeyler, bidatlerdir(dine sonradan eklenen şeylerdir.)Dine sonradan eklenen
her şey bidattir. Her bidat sapıklıktır ve her sapkınlık da ateşe/cehenneme götürür.
Önsöz
Okuduğumuz tüm kitapların bir önsözü vardır ve genellikle kitabın niçin yazıldığını
hangi amaç için kaleme alındığını ortaya koyar. Bu nedenle oldukça önemlidir. Ben de bu yazıyı
yazmamda ki amacımı sana anlatmaya çalışayım.

Değerli kardeşim ;

Sana burada anlatacağım şeyler belki de çocukluğundan beri hep duyageldiğin, yankısı
kulaklarında çınlayan, sürekli söylediğin ve hiç yabancısı olmadığın bir kelimenin anlam ve
manalarını izah edecektir. Bu kelime gerçekten de sıklıkla söylediğimiz, her gün belki onlarca kez
telaffuz ettiğimiz; ama - maalesef ve maalesef - mana ve muhtevasını hiç de bilmediğimiz bir
kelimedir. Oysa bütün peygamberler canlarını tırnaklarına takarak insanlara onu anlatmaya, izah
etmeye ve hakikatini öğretmeye çalışmışlardır. Bu kelime aynı zamanda bizlerin de Müslüman
olmasını sağlayan bir kelimedir.

Peki, o hâlde nedir bu kadar önemli olan o kelime? Sanırım sen de tahmin etmişsindir:
LÂ İLÂHE İLLALLAH…

Değerli dostum! Bu kelime içerik ve muhtevasına iman gerektirdiği doğrultuda bir hayat
süren kişilere cennete girmeyi garantilerken, gereği gibi inanamayan veya inandığı hâlde o
istikamette hayat sürdürmeyenlere cehennemi zorunlu kılacaktır. Bu bakımdan önemi gerçekten de
fazladır, ihmale veya kusura gelmez! Bu kadar önemli olmasına rağmen günümüz insanı bunun ne
anlama geldiğini ve kendilerinden neler istediğini bilmemektedir. Bu gerçekten de çok üzücü ve
acınılacak bir durum değil midir? Kişi bu kelime sayesinde Müslüman olmakta ve Allah’ın dini ile
şereflenmektedir. İnsan, sayesinde şeref kazandığı ve Müslüman olduğu bir şeyin ne ifade ettiğini
bilmezse bu, onun için vahim bir şey olmaz mı?

Şimdi sana Allah için bir soru soracağım; ama lütfen bu soruyu iç âlemine dönerek,
kendinle yüzleşerek ve samimiyetle cevaplandır. Eğer bu soruya doğru cevap verir ve iç âleminde
gerçek cevabını bulursan bil ki bu, senin için hayrın başlangıcını oluşturacak ve seni Rabbine
yakınlaştıracaktır. Sorum şu:

Bu güne kadar hiç “ Bu kelime ne demektir, ne anlama gelir, benden ne istemektedir”


diye düşündün mü? Ve yine hiç düşündün mü “Peygamber Efendimiz söylediğinde bütün kâfirler
ona saldırdı, işkence etti, yurdundan çıkardı; peki, ben söylediğim zaman acaba neden hiçbir kâfirin
kılı kımıldamıyor, rahatsız olmuyor, beni tehdit etmiyor, bana karşı gelmiyor?” diye.

Gel, bu soruları beraberce düşünelim ve bu mübarek kelimenin bizden ne istediğini


sanki karşılıklı konuşuyormuşuz gibi cevaplandırmaya çalışalım.

Umarım bunun neticesinde sen de bu kelimenin ne anlama geldiğini, senden neler


istediğini, nasıl bir hayat sürdürmeni talep ettiğini inşaAllah anlayacak ve - şayet varsa
eksikliklerini gidermeye çalışacaksın. Rabbim beni ve seni bu kelimeyi güzelce anlayan ve anladığı
gerçeği hayatında en güzel biçimde yaşamaya çalışan muvahhid kullarından eylesin.

Allahumme âmin, Allahumme âmin, Allahumme âmin…


LÂ İLÂHE İLLALLAH’I BİLMEK FARZDIR!
Lâ ilâhe illallah kelimesi Müslüman olduğunu söyleyen bir toplumda yaşadığımızdan olsa
gerek, bizlerin çocukluktan bu yana hep duyageldiği ve hiç de yabancısı olmadığı bir kelimedir. Tabir
yerindeyse toplumun en inançsızı bile belki içinde hiçbir sıkıntı duymadan ara ara bu kelimeyi
söylemekte ve dile getirmektedir. Evet, işte böyle bir kelimedir lâ ilâhe illallah… Ama maalesef ki, ne
dindar olanları ne de dinden uzakta olanları bu kelimenin bir türlü mana ve muhtevasını öğrenme
noktasında gayret göstermemektedir.

Gerçekten de bugün insanlar dinlerinin temeli olan kavramlardan habersizdirler. Öyle hâle
gelmiştir ki, sayesinde dine girdikleri “ Lâ ilâhe illallah” kavramını dahi tanımamakta, bu kelimenin
kendilerinden ne istediğini, neleri kabul neleri reddetmeleri gerektiğini bilmemekle beraber; “ ilah”
denildiğinde sadece “yaratıcı” manasını anlamakta, ”Rab” kavramına “var eden zat” anlamını
yüklemekte ve “İslam’ı” da sadece abdest ve namazdan müteşekkil bir din olarak
değerlendirmektedirler. Oysa Allah Azze ve Celle her şeyden önce hatta namazdan, oruçtan bile önce
bizlere, bu kelimeyi öğrenmeyi, anlamlarını bilmeyi ve gereğince yaşamayı farz kılmıştır.

Şimdi gel, beraberce bu kelimenin ne anlama geldiği ve neden öğrenmemiz gerektiği


sorusunun cevabını bulmaya çalışalım. Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de, başta Peygamber Efendimiz olmak
üzere tüm insanlara Lâ ilâhe illallah’ı bilmeyi farz kılmıştır. Rabbimiz şöyle buyurur:

“(Ey Muhammed!) Lâ ilâhe illallah’ı (yani Allah’tan başka hiçbir hak ilahın olmadığını) bil!
Hem kendinin hem de iman etmiş erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile! Allah,
gezip dolaştığınız yeri de, içinde kalacağınız yeri de bilir.”( Muhammed Sûresi,19)

Rabbimiz burada Peygamber Efendimize emir buyurarak kendisinden Lâ ilâhe illallah’ı


bilmesini istiyor. “ Bil, Ey Muhammed!” ifadesi bunun farz ve mutlaka yapılması gereken bir emir
olduğunu ortaya koyuyor.

Burada “ Bunu bilmenin farz olduğunu nereden çıkarıyorsun? Kim söylemiş Lâ ilâhe illallah’ı
bilmenin farz olduğunu ?” şeklinde bir soru sorabilirsin ve bu soruyu sormak senin hakkındır. Ben bu
soruna başka bir soruyla cevap vereceğim ki, inşaAllah bunun cevabını bulduğunda konumuzla alâkalı
sorunun da cevabı kendiliğinden ortaya çıkmış olacaktır.

Sorum şu: “ Namaz farz mıdır ?”

Eğer cevabın ‘ Evet ‘ ise - ki böyle olmak zorundadır – o zaman bunun delili nedir?

Bu soruya senin yerine ben cevap vereyim: Evet, namaz farzdır ve bunun delili de Rabbimizin
“ Namazı kılın! “ şeklinde Kur’an-ı Kerîm’in farklı yerlerinde verdiği emirdir.

Dikkat edersen bu ayetlerde ‘ namaz farzdır ‘ denilmiyor; ama tüm ulema bu ayetlerden
hareketle namazın farz olduğunu söylüyor. Peki neden?

Nedeni şu: Çünkü Kur’an-ı Kerîm’de ve Peygamber Efendimizin hadislerinde bir şey ‘ Yap, Et ‘
şeklinde emir tarzında gelirse, bu hüküm ilk etapta ‘ Farziyet ‘ ifade eder. Zekât ve benzeri birçok
ibadet içinde aynı şey söz konusudur. İşte bunun gibi Lâ ilâhe illallah’ın ne anlama geldiğini ifade eden
ayette tıpkı “ Namazı kılın! “ ayetinde olduğu gibi emir kalıbında gelmiştir. Bu nedenle namaz nasıl
farz ise Lâ ilâhe illallah’ı bilmekte aynı şekilde farzdır.
Geldiğimiz bu noktada aklından şöyle bir şey geçmiş olabilir:

“ Bu ayette Allah bana değil, Peygamber Efendimize hitap ediyor ve onun bilmesini
emrediyor. Dolayısıyla bu emir beni kapsamaz, beni bağlamaz! “

Bu düşüncene de şu şekilde cevap vererek aklına gelen bu şüpheyi yok etmeye çalışayım
inşaAllah:

Kur’an-ı Kerîm’de Peygamber Efendimize yapılan emir ve tavsiyelerin tamamı, O’na özgü
olduğunu belirten bir delil olmadığı müddetçe tüm Müslümanları kapsar. Yani Allah Subhanehu ve
Teâlâ Kur’an’da Efendimize ne vermiş ise, bu asıl olarak beni de, seni de bağlar. Mesela bir örnek
vermek gerekirse; Kur’an-ı Kerîm’de Peygamber Efendimize anne-babaya hürmet etmeyle alâkalı
olarak şöyle buyrulmuştur:

“ Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa sakın onlara ‘öf ‘
bile deme; onları azarlama! Onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu
kanadını indir ve de ki: Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.”
(İsrâ Sûresi,23-24)

Bu ayette ki hitap kesinlikle Peygamber Efendimizedir. Ama dünya âlem bilmektedir ki,
Efendimizin anne-babası kendisine bu ayetler geldiğinde vefat etmiştir ve Efendimizin onlara böyle bir
şey söylemesi asla mümkün değildir. O zaman bu ayeti nasıl anlamamız gerekmektedir?

Biraz önce de ifade etmeye çalıştığım üzere Kur’an-ı Kerîm’de Peygamber Efendimize yapılan
emir ve tavsiyelerin tamamı, O’na özgü olduğunu belirten bir delil olmadığı sürece herkesi kapsar ve
içine alır.

Eğer Allah Azze ve Celle, Peygamber Efendimize “ Lâ ilâhe illallah’ı bil, Ey Muhammed! “
demişse bu aynı zamanda “ Ey Ahmet! Ey Mehmet! Sen de Lâ ilâhe illallah’ı bil! “ demektir.

İşte kardeşim, şimdi anladın mı bu kelimeyi bilmemizin neden gerekli olduğunu? Neden
bunu öğrenmemizin tıpkı namazı öğrenmek gibi Rabbimizin bir emri olduğunu ? Cevabının ‘ Evet ‘
olduğunu duyar gibiyim. Hadi gel o zaman bu mübarek kelime ne anlamlar ihtiva ediyor birlikte
bakalım…
LÂ İLÂHE İLLALLAH’IN ANLAMLARI

Bu mübarek kelimenin ihtiva ettiği anlamlarını açıklamaya geçmeden önce bu kelimenin yalın bir
şekilde ne demek olduğunu bilmemiz gerekmektedir. ‘ Lâ ilâhe illallah’ demek, “Allah’tan başka hak
bir ilah yoktur” demektir. Bu, sadece kelimenin bire bir tercümesidir. Fakat bu tercüme bizim bu
kelimeyi hakkıyla anlamamız için yeterli değildir. Bu nedenle bizim Kur’an ve Sünnete müracaat
ederek Allah ve Rasûlü’nün bu kelimeyi nasıl izah ettiklerine bakmamız gerekmektedir.

İslam âlimlerinin belirttiği üzere Lâ ilâhe illallah cümlesi aşağıda zikredeceğim anlamlara
gelmektedir. Yani bir insan ‘ Lâ ilâhe illallah ‘ dediğinde aslında şunları söylemiş olur:

1- ALLAH’TAN BAŞKA YARATICI YOKTUR

Tüm canlıları ve insanoğlunu yaratan Allah’tır. O’ndan başka hiçbir yaratıcı yoktur.
Rabbimiz bu konuda şöyle buyurur:

“ Allah’tan başka bir yaratıcı var mıdır? “ (Fâtır Sûresi,3)

“ O Allah ki yaratandır.” ( Haşr Sûresi,24)

“ O Allah her şeyin yaratıcısıdır.” ( En’am Sûresi,102)

Dolayısıyla bir insan ‘ Lâ ilâhe illallah ‘ dediğinde aynı zamanda “ Allah’tan başka hiçbir yaratıcı
yoktur “ demiş olur.

2- ALLAH’TAN BAŞKA KANUN KOYUCU YOKTUR

Allah nasıl ki tek yaratıcı ise, aynı şekilde tek kanun koyucudur da. Yaratmak nasıl ki sadece
O’nun hakkı ise, yarattıklarını yönetmek, onlara kanun ve nizamlar koymak da sadece ve sadece O’nun
hakkıdır. Rabbimiz bu konuda şöyle buyurur:

“ Egemenlik/hâkimiyet yalnızca Allah’ındır.” ( Yusuf Sûresi,40 )

“ Dikkat edin! Yaratmakta (yarattıklarına) emredip hükmetmekte sadece Allah’a


aittir.” ( A’raf Sûresi,54 )

“ O, egemenliğine/hükmüne hiçbir kimseyi ortak etmez!” ( Kehf Sûresi,26 )

“ Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinde kendilerine kanun yapan ortakları
mı var? “ ( Şûra Sûresi,21 )
Tüm bu ayetler hâkimiyetin, egemenliğin ve kanun koyma hakkının yalnız ve yalnız Allah’a ait
olduğunu ifade etmektedir ve hiçbir istisnası olmaksızın tüm İslam âlimleri, bu hakkın yalnızca Allah’a
ait olduğunda ittifak etmiştir. Dolayısıyla bir insan ‘ Lâ ilâhe illallah ‘ dediğinde aynı zamanda
“Allah’tan başka hiçbir kanun koyucu yoktur “ demiş olur.

3- ALLAH’TAN BAŞKA MALİK YOKTUR

Her şeyin sahibi Allah’tır. Mülk O’nundur. Yerde ve gökte var olan şeylerin hepsi O’nun
mülkündedir. Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“ İşte Allah; Rabbiniz O’dur. Mülk sadece O’nundur.” (Âl-i İmran Sûresi,189 )

“ Mülk elinde olan Allah ne yücedir.” ( Mülk Sûresi,1 )

Arap dilinde ‘ Mülk ‘ kelimesinin bir diğer bir anlamı da ‘ Hâkimiyet ‘tir. Bu bağlamda, ikinci
madde de ifade ettiğim gibi “ Allah’tan başka hükmedici yoktur “ demek olur.

4- ALLAH’TAN BAŞKA RIZIK VEREN YOKTUR

Allah Teâlâ yarattığı tüm varlıkları besleyen, doyuran ve onlara rızık verendir. Ondan başka
rızık veren, yarattıklarını doyuran yoktur. İnsanların bakımını üstlenen – günümüzde birçok kişinin
zannettiği gibi – patronlar, işverenler değildir. Onlar bu noktada sadece bir sebeptir. Rabbimiz şöyle
buyurur:

“ Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allah’a ait olmasın.” ( Hûd Sûresi,6 )

“ Allah’tan başka ibadet ettikleriniz var ya, onlar size bir rızık vermeye güç yetiremezler.
O hâlde rızkı Allah katında arayın.” ( Ankebût Sûresi,17)

5- ALLAH’TAN BAŞKA FAYDA VE ZARAR VEREN YOKTUR

Gerek insan olsun gerekse başka varlıklar, hiç kimsenin Allah’ın izni olmaksızın fayda ve
zarar vermesi söz konusu değildir. Faydayı ve zararı veren yalnız Allah’tır. Başa gelen musibetler veya
elde edilen güzellikler sadece Allah’ın dilemesi ve müsaadesi iledir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“ Eğer Allah sana bir sıkıntı dokundurursa O’ndan başka hiçbir kimse gideremez. Şayet
sana bir hayır dilerse O’nun lütfunu geri çevirecek hiç kimse yoktur. O bunu kullarından dilediğine
eriştirir. O, Ğafur’dur, Rahîm’dir.” ( Yunus Sûresi,107 )

6- ALLAH’TAN BAŞKA DİRİLTEN VE ÖLDÜREN YOKTUR

Canlılara hayat veren ve her verdiği hayatı sona erdirecek olan O’dur. O’nun dışındaki
varlıkların – diğer hususlarda olduğu gibi – bu noktada hiçbir söz hakkı yoktur. Yüce Allah şöyle
buyurur:
“ Dirilten ve öldüren O’dur.” ( Duhan Sûresi,8 )

“ Dirilten ve öldüren hiç şüphesiz biziz biz!” ( Hicr Sûresi,23 )

7- ALLAH’TAN BAŞKA DUALARA KARŞILIK VEREN YOKTUR

Yaratan, istediği şekilde hükmeden, dilediğine verip, dilediğinden alan Allah’tır. Bu böyle
olduğuna göre, istek ve taleplere icabet edecek olan da kaçınılmaz olarak O’dur. Rabbimiz şöyle
buyurur:

“ Bana dua edin, size karşılık vereyim.” ( Mü’min Sûresi,60 )

“ O’ndan başka dua ettikleri onlara hiçbir şeyle karşılık veremezler.” ( Ra’d Sûresi,14 )

Bu konu da günümüz insanının çokça hataya düştüğü konulardan bir tanesidir. İlerleyen
sayfalarda bu konuya değineceğim inşaAllah…

8- ALLAH’TAN BAŞKA TEVEKKÜL EDİLECEK YOKTUR

Tevekkül Arapçada dayanmak, güvenmek, işleri havale etmek demektir. İnsan faydalı bir
şeyi elde etme veya zararlı olan bir şeyi def etme hususunda mutlaka bir varlığa dayanıp güvenir. Bu
varlık bazen Allah olur, bazen de Allah’tan başkaları. Ama unutmamak gerekir ki mü’minler yalnız ve
yalnız Allah Azze ve Celle’ye tevekkül ederken, kâfirler O’ndan başkalarına tevekkül ederler. Rabbimiz
şöyle buyurur:

“ Eğer mü’min iseniz yalnız Allah’a tevekkül edin.” ( Maide Sûresi,23 )

“ Mü’minler yalnızca Allah’a tevekkül etsinler.” ( Mücadele Sûresi,10 )

9- ALLAH’TAN BAŞKA KORKULACAK YOKTUR

Korku, insanoğlunun fıtratında var olan bir duygudur. İnsan korkar, çekinir, ürperir… Bu
onun insan olmasından kaynaklanır. İslam, hakkıyla ve gerçek anlamda ancak Allah Teâlâ’dan
korkulmasını öğütlemiştir. Bu nedenle bir insan Allah Subhanehu ve Teâlâ’dan başka hiçbir varlığın
Allah (C.C ) dilemedikçe kendisine zarar veremeyeceğini bilmelidir. Bu anlamda yalnız Yüce Allah’tan
korkmalı, başka varlıklardan korkmamalıdır. Burada şöyle bir soru aklına gelmiş olabilir:

“ İnsan bazen düşmanından bazen de yırtıcı bir hayvandan korkabilir, bu şirk midir? “

Bu soruya cevap verebilmemiz için öncelikle korkunun kısımlarını bilmemiz gerekmektedir.


Korku, âlimlerimizin ifade ettikleri şekliyle üç kısımdır:

a) Doğal Korku: Düşmandan, hayvandan ve güçlü insanlardan korkmak gibi beraberinde


tâzim ve boyun eğmeyi barındırmayan korkudur. Bu tür bir korku insanı şirke düşürmez; bu her
insanda vardır.

b) Allah’ın Cezalarından Korku: Bu, iman mertebelerinin en yükseğidir. Böylesi bir korku
övülmüştür.

c) Gizli Korku: Beraberinde alçalma, tazim ve boyun eğmeyi gerektiren korkudur. Böyle
bir korku ibadettir. Bu şekilde yalnız Allah Azze ve Celle’den korkulur. Allah’ın dışındaki varlıklardan
böyle korkmak insanı şirke götürür. İşte biz “ Allah’tan Başka Korkulacak Yoktur “ derken bu anlamı
kastediyoruz.

Bazı insanlar bir türbeye gittiğinde veya bazı zatların yanlarında hazır bulunduklarında içten
içe onlardan korkarlar. Onların yanlarına vardıklarında onları içten tazim eder ve yanlış yaptıklarında
başlarına bir musibetin geleceğine ya da bir zarara uğrayacaklarına inanırlar. İslam’da yasak olan
korku böylesi bir korkudur. Rabbimiz şöyle buyurur:

“İnsanlardan korkmayın; (yalnız) benden korkun.” ( Maide Sûresi,44 )

“ Yalnız benden korkun.” ( Bakara Sûresi,40 )

“ İşte şeytan sizi dostlarıyla korkutuyor. Onlardan korkmayın, benden korkun.” ( Âl-i İmran
Sûresi,175 )

Değerli kardeşim, bu manalar ana hatlarıyla ‘ Lâ ilâhe illallah ‘ kelimesinin anlamlarındandır.


Günümüz ortamını düşündüğümüzde insanlarımızın geneli bu saydığımız manaları kısmen kabul edip
onaylamaktadır. Yani Allah’ın yaratan, rızık veren, öldürüp – dirilten.…. Olduğunu ana hatlarıyla kabul
ederler. Fakat bu sayılan maddeler içerisinde kabul etmedikleri veya ettiklerini söyleseler bile aksine
hareket ettikleri birkaç husus vardır. Bu hususları aydınlatmak, nasihat etmek ve hakkı ortaya koymak
adına ‘ Lâ ilâhe illallah’ın manasına dair insanların düşmüş olduğu hataları izah etmeye çalışacağım.
Gayret bizden, başarı Allah Subhanehu ve Teâlâ’dandır.

LÂ İLÂHE İLLALLAH
KELİMESİNDE İNSANLARIN DÜŞTÜKLERİ HATALAR

Yaşadığımız coğrafya insanı genel olarak Lâ ilâhe illalah’ı ve kapsadığı anlamları kabul
etmektedirler. Ama maalesef ki insanlarımızın bilgisizliği ve ilgisizliği nedeniyle hataya düştüğü birkaç
nokta vardır. Bunları şu şekilde özetleyebiliriz:

BİRİNCİ HATA: İnsanlarımızın düşmüş olduğu ilk hata Allah’ın “KANUN KOYUCU”
oluşunda ki hatadır. Konumuzun girişinde de vurguladığımız gibi Allah ( C.C ) nasıl ki tek yaratıcı ise,
aynı şekilde tek kanun koyucudur da. Yaratan O olduğu gibi yöneten de O’dur aynı zamanda. Kur’an-ı
Kerîm baştan sona Allah’ın tek hâkim, tek egemen ve tek kanun koyucu olduğundan bahsetmektedir.
Zikrettiğimiz ayetleri hatırlayacak olursak;

“ Dikkat edin! Yaratmakta (yarattıklarına) emretmek (hükmetmek) de Allah’a aittir.”


(A’raf Sûresi,54 )

“ Egemenlik/hâkimiyet yalnızca Allah’ındır.” ( Yusuf Sûresi,40 )

“ O, hâkimiyetine hiçbir kimseyi ortak etmez.” ( Kehf Sûresi,26 )

Kıymetli kardeşim, gördüğün gibi tüm bu ayetler hâkimiyetin, egemenliğin ve kanun


koyma hakkının yalnızca Allah Teâlâ’ya ait olduğunu ifade etmekte ve bu noktada çok net bir yol
çizmektedir.

Şunu hatırımızdan çıkarmamamız gerekmektedir ki, insanoğlu asla kendisi gibi bir insan
olan hemcinsleri için hayatlarını ona göre şekillendirecekleri kanunlar koyamaz. Bu kesinlikle Allah’ın
hakkıdır. Her kim Allah’ın bu hakkını bir başka mercie verirse kesinlikle Allah’a şirk koşmuş olur.

Şu an aklından şöyle bir soru geçmiş olabilir:

“ Sen böyle diyorsun ama Kur’an’ın indiği zamanda bizim yaşadığımız çağın problemi olan
bazı şeyler, mesela trafik problemi gibi şeyler yoktu. Şimdi insanoğlu trafikle alâkalı kurallar koysa,
bununla şirke mi düşmüş olur ?”

Bu soru çok mantıklı ve yerinde bir sorudur. Ama işin aslına bakacak olursak bizim
söylediğimiz şeyle farklıdır. Bu soruya cevap vermeden önce şunu ifade etmek isterim: Biz mutlak
anlamda kanun koyma hakkının Allah’a ait olduğundan bahsediyoruz. Yani anlatmak istediğimiz şey
şudur:

Hayata kim hükmedecek?

Kimin kanunları egemen olacak?

Kim tek otorite kabul edilecek?

İşte üzerinde ısrarla durduğumuz nokta burasıdır ve bu noktada Allah’ın birlenmesi


gerekmektedir. Aksi hâlde Allah’ın temel kurallarına riayet ederek ve İslam’ın asıllarına bağlı kalarak
Allah’ın sükût ettiği konularda içtihat etmek, kural koymak, düzenleme yapmak kesinlikle problem
değildir ve Allah Azze ve Celle bu noktada insana müsaade etmiştir. Fakat burada önemli olan
temelde Allah’a muhalefet etmemek, O’nun kuralları ile çelişmemektir. Burası anlaşılırsa, mesele
kesinlikle çözüme kavuşacak ve herkes konumunu bilecektir. Ben meselenin biraz daha iyi anlaşılması
için yakın dönem âlimlerinden biri olan Said Havva’nın konuya ilişkin bir değerlendirmesini aktarmak
istiyorum. O ‘ İslam ‘ adlı eserinde Lâ ilâhe illallah’ı bozan ve insanı şirke düşüren maddeleri
zikrederken şunları söylemiştir:
“ Demokrasi ismiyle anılan idare tarzı da buna (yani insanı şirke düşüren şeylere) girer.
Çünkü demokrasi, parlamento veya başka bir meclisle idarenin yürütülmesi ve sözün çoğunluğa ait
olmasıdır. Bu meclis, dilediği kanunu çıkartır. Bu hareketi, bazı ülkelerde olduğu gibi ancak anayasa
sınırlayabilir. Fakat anayasanın kendisi hazırlanırken yine hiçbir sınır tanımadan çoğunluğun görüş
ve düşüncelerine göre hazırlanmaktadır. Bu, kanun koyma, helal ve haramı tayin etme yetkisini
insana vermektir ve şirktir. İslam toplumunda bizi bu şirkten koruyan gerçek ifade, bizim şûra
meclisimizin olmasıdır. Bu meclisin seçimle gelmesinde bir sakınca yoktur. Ancak meclisin her
ferdinin ve bütününün Allah’ın emirlerine bağlı olmaları şarttır. Allah’ın kendilerine izin verdiği
konularda içtihat eder, kesin ve açık nass bulunan konularda olduğu gibi nassa uyarlar. Şayet nass
zannî ise onlar için bir seçme hakkı vardır. Yani Kur’an-ı Kerîm ve Rasûlullah (sav)’in Sünneti,
anayasal parlamenter düzenle idare edilen ülkelerde “ anayasa “ durumundadır. Seçilen meclis,
anayasaya aykırı kanun çıkaramadığı gibi şûra meclisi de Kur’an ve Sünnete aykırı düşen kanunları
çıkaramaz …” ( el- İslam, Sf. 104 )

Görüldüğü üzere üstat burada insanın hangi noktalarda kanun yapabileceğini ve bunun
sınırının ne olması gerektiğini anlatmaktadır. Üstadın işaret ettiği şeyler çok önemlidir ve tekrar
tekrar okumaya değerdir.

Bilmemiz gerekir ki, insanoğluna verilen yetki, sadece ve sadece Allah’ın sükût ettiği,
kural koymadığı ve hüküm belirtmediği meselelerde düzenleme yapmaktır. Bunun haricinde bize
verilen bir hak yoktur. Allah’ın kural koyduğu, hüküm belirttiği ve net olarak söz söylediği yerlerde
kanun yapmaya girişmek ise kesinlikle hâkimiyetinde O’nunla karşı karşıya gelmektir ki, bu da şirktir
ve insanı dinden çıkaran bir husustur.

Değerli kardeşim, işte mesele bu kadar tehlikeli ve dikkat edilmeye değerdir. Bu nedenle
üzerinde iyi düşünmek ve iki konu arasındaki ayırımı, yani Allah’ın hükmü olmayan bir meselede
Kur’an’la çelişmeyen kural koymak ile Allah’ın kesin kanunu olan bir meselede ona aykırı kural
koymanın arasındaki farkı iyi tespit etmek gerekir. Aksi hâlde her an dinimizi kaybederek şirke
düşmüş olabiliriz. İnsanlarımız – maalesef – Lâ ilâhe illallah’ın bu kısmında hata etmekte ve yanlışa
düşmektedir. Allah Teâlâ bir an önce kendilerine şuur versin ve onları içerisine düşmüş oldukları bu
yanlıştan kurtarsın.

İKİNCİ HATA: İnsanların Lâ ilâhe illallah konusunda düştükleri diğer hata “ ALLAH’TAN
BAŞKASINA DUA ETME, DİLEK VE İSTEKLERİNİ ALLAH’TAN BAŞKASINA ARZ ETME NOKTASINDAKİ
HATADIR. Oysa ki Lâ ilâhe illallah demek, aynı zamanda “ Allah’tan Başka Dualara Karşılık Veren
Yoktur “ demektir. Bir insan bu mübarek kelimeyi söylediğinde, “ Ya Rabbi! Ben Senden başkasına dua
etmem, Senden başkasından istemem, Senden başkasından talepte bulunmam. Benim isteklerime
cevap verecek olan sadece Sensin. Dua ve dileklerime karşılık verecek olan Sensin “ demiş olur.
Rabbimiz şöyle buyurur:

“ Bana dua edin, size karşılık vereyim.” ( Mü’min Sûresi,60 )

“ O’ndan başka dua ettikleri onlara hiçbir şeyle karşılık veremezler.” ( Ra’d Sûresi,14 )
İnsanlarımızın çoğu – ki bu bazı tasavvuf camialarında daha yaygındır – din noktasındaki
bilgisizlikleri veya ilgisizlikleri nedeniyle kimi zaman kabir ve türbelere giderek oralarda yatan
zatlardan çocuk istemekte, zengin olmayı dilemekte, medet beklemekte, dilekte bulunmakta,
sıkıntılarının def edilmesini talep etmekte ve buna benzer bir takım şeylerle onlara yönelmektedir.

Aslına bakarsan kardeşim, yardım ve medet ancak Allah Azze ve Celle’den istenir. Bir insan
her ne zaman bu kuralı ihlal ederse, Kelime-i Tevhid’i bozmuş ve aslen bu kelimeyi hiç dememiş olur.
Bizler kesin olarak biliyor ve inanıyoruz ki, sadece ve sadece Allah’ın güç yetirebileceği bir konuda
mahlûktan yardım ve medet istemek, Lâ ilâhe illallah ilkesi ile çelişen bir durumdur ve kişiyi dinden
çıkaran şirk amellerindendir. Şunu hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekir ki, kişinin yardım dilemesi ve
medet beklemesi ibadet niteliği taşıyan bir eylemdir; ibadet niteliği taşıyan bir eylemi de Allah’tan
başkasına sarf etmek küfürdür. Rasûlullah (sav) şöyle buyurur:

“ Dua, ibadetin ta kendisidir.” ( Kenzu’l - Ummal,3113 )

Bir insan Allah’tan başkasına secde etse, onun için namaz kılıp oruç tutsa ne olur? Dinden
çıkmış olur öyle değil mi? Peki, bir adam Allah’tan başkasına namaz kılıp secde edince dinden çıkmış
oluyorsa, aynı bunlar gibi ibadet olan duayı Allah’tan başkasına yapınca neden dinden çıkmış
olmasın? Allah için bu noktayı bir düşün.

Maalesef ki, kişilerin Allah’a daha yakın olma maksadıyla Allah’tan başkalarına
yönelmeleri, onlara dua etmeleri, kendileri ile Allah arasında vasıta tayin etmeleri, dilek ve isteklerini
Allah’a değil de bu vasıtalara yöneltmeleri bugün karşılaştığımız şirk çeşitlerindendir. Bugün kimi
insanlar dua ve dileklerini kabir ve türbelerden talep ederken, kimi insanlar da zorda kaldığında ‘ Yetiş
Ya Rab!’ diyecekleri yerde: ‘ Yetiş ya şeyh! Yetiş ya gavs! ‘ demekte, sıkıntı ve maruzatlarını onlara arz
etmektedirler. Bizler, Sünnet namazlarını da hesaba katarak günde tam kırk kez “ İYYÂKE NA’BUDU VE
İYYAKENESTE’ÎN “ demekteyiz. Yani,” Allah’ım! İbadetlerimin tümü Sana’dır. Namazım, orucum,
secdem, kıyamım, dua ve isteklerim hepsi Senin içindir. Senden başkası bunları hak edemez. Yardımı
ancak Senden dileriz. Zaten Senden başkası da buna güç yetiremez “ demekteyiz. İşte kardeşim,
Fatiha Sûresi’ni okurken tam ‘ kırk defa ‘ Allah’a böyle yakarıyoruz. Günde kırk kez böyle deyip sonra
da O’ndan başkasından yardım ve medet bekleyenler acaba yalan söylemiş olmazlar mı ?

Bu bağlamda büyük İslam âlimi İbn Kayyım Rahimehullah’ın şu çok önemli sözlerini de
nakletmek isterim:

“ Şirk çeşitlerinden biri de, ölüden bir şeyler istemek, ona sığınmak ve ona
yönelmektir. Ölmüş kimsenin ameli kesilmiştir. O, kendine zarar veya fayda veremediği gibi
kendisine sığınan ya da kendisinden Allah katında şefaat isteyen kimseye de yardım edemez.” (
Kelime-i Tevhid’in Anlam ve Şartları, Sf. 198 )

Bir de şu hususa dikkat etmek gerekir: Ölmüş insanların bizlerin dualarına karşılık verme
ve kâinatta tasarruf sahibi olma gibi özellikleri yoktur. Kur’an, bu tür yanlışları yok etmek ve insanların
düşüncelerini düzeltmek için öylesine net ifadeler kullanmıştır ki, okuyanın hayret etmemesi
mümkün değildir. Şimdi sana bir ayet meali vereyim, bunun üzerinde bir düşün.
“ Allah’ı bırakıp da, kıyamet gününe kadar kendilerine cevap veremeyecek kimselere
dua edenden daha sapık kim vardır? Oysa dua ettikleri o varlıklar onların dualarından
habersizdirler. Kıyamet günü insanlar toplandığında, onlar, onlara düşman olacak ve ( kendilerine
yaptıkları ) ibadetleri inkâr edeceklerdir.” ( Ahkâf Sûresi,5-6 )

Ayet-i Kerîme’yi dikkatlice düşündüğümüzde dehşet verici bir tabloyla karşılaşırız. Allah
Teâlâ, kıyamet gününe kadar kendilerine cevap veremeyecek kimselere dua edenleri, yeryüzünün en
sapık ve en azgın kişileri olarak takdim etmektedir. Şimdi soruyorum: Kabirlerde yatan zatlar – ne
kadar büyük ve muhterem olurlarsa olsunlar – kıyamet gününe kadar kendilerine dua eden,
kendilerinden çocuk, iş, aş ve benzeri ihtiyaçları isteyen kimselere karşılık verebilmekte midirler?

Bu sorunun cevabını sana bırakıyorum.

Ayette vurgulanan bir diğer önemli husus ise şudur: Kendilerinden bir takım ihtiyaçların
talep edildiği o muhterem zatlar, yarın kıyamet kopup insanlar diriltildiğinde kendilerine dua eden
insanların yapmış olduğu bu şeyi inkâr edeceklerdir. Yani şöyle diyecekler: “ Rabbimiz! Bu insanlar
Seni bırakıp bize yöneldiler. Dualarını bize yaptılar. İsteklerini bize arz ettiler. Oysa biz buna lâyık
değildik. Sen bize böyle bir yetki vermemiştin. Biz bunların yaptıklarından beriyiz, uzağız. Sen bunlara,
Senden başkalarına ibadet ettikleri için kat kat azap ver; cezalandır. Bunlar Seni tanıyamamışlar ya
Rab!

Bu ne dehşetli bir şey, değil mi? Sen bir insanı Allah’a yakındır diye yüceltecek, onu farklı
bir makama oturtacak ve bir takım isteklerini kendisine sunacaksın, o ise seni Allah’a şikâyet ederek
senin bu yüceltmeni inkâr edecek!

Allahu Ekber! Sana sığınır, Senden bağışlanma dileriz ey Rabbim! Bizleri bu zümreden
eyleme!

Kardeşim, sen Rabbinin ayetlerine teslim ol, tüm ihtiyaçlarını O’ndan iste, bir şeyler
dilenecek ve talep edeceksen O’nun kapısına git. Zira O, duaları işiten, kabul eden ve kapısına
gelenleri boş çevirmeyendir. Rabbimizin şu ayetlerine bir bak:

“ ( Ey Muhammed! ) Kullarım sana Beni sorarlarsa ( bilsinler ki ) Ben, şüphesiz onlara


yakınım. Bana dua edenin, duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana iman
etsinler ki; doğru yolu bulalar!" ( Bakara Sûresi,186 )

“ Rabbiniz şöyle buyurmuştur: Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim. Bana kulluk
etmeyi büyüklüklerine yediremeyenler, alçaltılmış olarak cehenneme gireceklerdir.” ( Mü’min
Sûresi,60 )

ÜÇÜNCÜ HATA: Kelime-i Tevhid konusunda günümüz insanının düşmüş olduğu bir diğer
hata da ALLAH’TAN BAŞKALARINDAN VEYA ALLAH’TAN BAŞKA NESNELERDEN FAYDA VE ZARAR
BEKLEMEKTİR. Oysa Kur’an’ın birçok yerinde fayda ve zararın yalnız Allah’tan geldiği, Allah’tan başka
hiçbir kimsenin bu noktada yetkili olmadığı defaatle ve ısrarla vurgulanır. Mesela Rabbimiz şöyle
buyurur:
“ Eğer Allah sana bir sıkıntı dokundurursa, onu O’ndan başka hiçbir kimse gideremez.
Şayet sana bir hayır dilerse O’nun lütfunu geri çevirecek hiç kimse yoktur. O bunu kullarından
dilediğine eriştirir. O Ğafur’dur, Rahîm’dir.” ( Yunus Sûresi,107 )

“ ( Onlar mı hayırlı ) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve
(başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hâkimleri kılan mı? Allah’tan başka bir ilah mı var! Ne
kadar da kıt düşünüyorsunuz ?” ( Neml Sûresi,62 )

“ De ki: Onu (Allah’ı) bırakıp da O’na yakın olduğunu zannettiğiniz kimselere dua edin
bakalım (ne yapacaklar? Oysa) onlar, ne başınızdaki sıkıntıyı kaldırmaya ne de değiştirmeye güç
yetirebilirler.” ( İsrâ Sûresi,56 )

Fayda ve zararın yalnız Allah Azze ve Celle’den geldiğini ortaya koyan ayetler saymakla
bitmeyecek kadar çoktur; zira bu, imanın ve tevhidin en temel meselelerindendir. Yüce Allah bu kadar
ayetinde bu hakikati vurgulamış olmasına rağmen üzülerek söylemek gerekir ki insanlar hâlâ Allah’tan
başkalarından fayda ve zarar beklemekte, onların kendilerine bir iyilik veya kötülük dokunduracağına
itikat etmektedirler. Bazıları kabirdeki yatırlardan, bazıları bağlı oldukları şeyhlerden, bazıları nazar
boncuğu, tılsım ve muska gibi eşyadan, bazıları da kâinattaki kimi varlıklardan fayda ve zarar bekler;
bunların kendilerine başlı başına iyilik veya kötülük dokunduracağına inanırlar.

Kimi zaman evlerin giriş kapılarında asılı duran at nalları veya hayvan kalıntıları hep bu
bâtıl inancın yansımalarındandır. Bazılarının kesilen hayvan kanlarını alın bölgesine sürerek bunun
kendilerini koruduğunu iddia etmeleri de bu sapkın inancın diğer bir yansımasıdır.

Hatta bu hususta öylesine aşırıya kaçanlar vardır ki, karganın veya baykuşun ötmesinden
şer umarlar, bir kötülüğe sebep olacağını düşünürler. Yine öyleleri vardır ki, şeyhlerinin
fotoğraflarının kendilerini koruduğunu, başlarından belaları def ettiğini söylerler. Eğer o fotoğrafları
yanlarından uzaklaştırır veya evinde asılı olduğu yerden indirirlerse başlarına bela geleceğini
zannederler!

Kıymetli kardeşim; sakın şaşırma ve garipseme, “ Böyleleri de var mıymış ?” deme. Sen
de insanlarla birazcık iç içe olduğunda bunları ve daha fazlasını rahatlıkla görürsün.

İşin aslına bakarsak İslam’ın ilk yıllarında Mekke’deki kimseler de böyle inanıyordu.
Onlar da putlarının kendilerine fayda ve zarar vereceğini, başlarından belaları kaldıracağını
söylüyorlardı. Ama Allah (C.C) onların bu bâtıl ve asılsız inançlarını yok etmek için sürekli ayetler
gönderdi ve fayda ve zararı yalnız kendisinin vereceğini ifade etti.

Onlardan bazıları da, tıpkı günümüzdeki kimi insanlar gibi kabirlerden fayda ve zarar
beklerdi. “ Biz onları râzı edersek, onlar bizden sıkıntıyı def eder “ düşüncesi ile kimi zaman onlara
adakta bulunur, kimi zaman da ibadet ederlerdi. Peygamber Efendimiz (sav) daha ilk yıllarda onların
bu yanlış anlayışını yok etmek ve tevhidi muhafaza etmek için kabirlere gitmeyi yasaklamıştır. Daha
sonraları Ashab-ı Kirâm fayda ve zararın yalnızca Allah’tan geldiğini içlerinde hakkıyla
pekiştirdiklerinde bu yasağı kaldırmıştır ve kabir ziyaretine müsaade etmiştir. Rasûlullah (sav) bu
konuyla ilgili olarak bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

“ Şüphesiz ki ben, kabirleri ziyaret etmenizi yasaklamıştım. Ama artık ziyaret


edebilirsiniz.” ( Müslim, Cenâiz, 106 )

“ Kabirleri ziyaret etmek isteyen ziyaret etsin. Çünkü kabir ziyareti bize âhireti
hatırlatır.” ( Tirmizî, Cenâiz, 60 )

İşte kardeşim, tevhid konusunda Allah Rasûlü’nün hassasiyeti bu! Acaba biz de aynı
hassasiyeti gösterebiliyor muyuz? Bak, şimdi sana Efendimizin fayda ve zararın yalnız Allah’tan
geldiğini insanlara öğretme noktasında nasıl bir hassasiyete sahip olduğunu ortaya koyan bir başka
örnek vereceğim. Efendimizin amcaoğlu İbn-i Abbas (ra) anlatır:

Bir gün Rasûlullah (sav)’in terkisinde idim. Bana dedi ki:

“ Ey genç! Sana birtakım (çok önemli) sözler öğreteceğim (bu nedenle iyi dinle).
Allah’ın sınırlarını koru ki, Allah’ta seni korusun. Allah’ın emirlerini muhafaza et ki, O’nun yardımını
karşında bulasın. Bir şey istediğin zaman sadece Allah’tan iste. Yardımı da ancak Allah’tan bekle.
Bilesin ki bütün insanlık sana fayda vermek için bir araya gelse, Allah’ın sana takdir ettiği şeyden
başka fayda veremez. Eğer sana zarar vermek için toplansalar, ancak Allah’ın dilediği kadar sana
zarar verebilirler. Kalemler kaldırılmış, sahifelerin mürekkebi kurumuştur.” (Tirmizî rivayet etmiştir,
hadis “ sahih “ tir.)

Unutma ki kardeşim, kendisine bu sözlerin söylendiği çocuk, yani İbn-i Abbas (ra)
Rasûlullah (sav) vefat ettiğinde 10 yaşları civarında idi. Haliyle bu nasihat kendisine edildiğinde yaşı
daha ufaktı. Daha küçücük bir çocuğa bile Peygamber Efendimiz fayda ve zararın yalnız Allah’tan
geldiğini öğretiyorsa, bu onun tevhid konusunda ne kadar hassas olduğunu gösterir. İşte Efendimiz bu
şekilde Lâ ilâhe illallah akîdesini ashabının gönlüne nakşediyordu.

Sözümüz tam da buraya geldiğinde “ Acaba bizim insanımız Peygamber Efendimizin


zamanında küçücük çocuklara yapılan bu nasihatin neresinde? Bu çocuk kadar fayda ve zararın yalnız
Yüce Allah’tan geldiğini biliyor mu ?” diye sormamak mümkün değil. Herhalde sen de takdir edersin
ki, insanlarımızın bu seviyeye gelmesi için daha çoook yol kat etmesi gerek. Allah Subhanehu ve Teâlâ
bizlere ve onlara şuur versin.

Kıymetli kardeşim buraya kadar anlattığım şeyler, ana hatlarıyla yaşadığımız coğrafya
insanlarının Lâ ilâhe illallah konusunda düşmüş olduğu hatalardan bazıları. Bu hatalar sadece bunlarla
sınırlı değil elbette. Zira bizim insanımızın kimisi rızık konusunda, kimisi tevekkül noktasında, kimisi de
gaybı bilme meselesinde hataya düşerek Lâ ilâhe illallah şehadetini bozmaktadır. Fakat zikretmiş
olduğum üç hata, insanımızın birçoğunun içerisine düşmüş olduğu en bariz hatalardır. Bu nedenle
onları özellikle ifade etmek istedim. Eğer sen de bu hatalardan birisine düşmüş isen hiç
geciktirmeden hemen Rabbine yönel, O’ndan af dile ve yeniden Lâ ilâhe illallah diyerek tevhid inancını
düzelt. Aksi hâlde ölüm seni bu vaziyette ansızın yakalarsa, ebedî hayatını perişan etmiş ve cennetini
kaybetmiş olursun. Bu kötü akıbetten Yüce Rabbimiz beni, seni ve tüm inananları muhafaza buyursun.
Allahumme Âmin

Buraya kadar anlatmaya çalıştığım şeyler tevhidin ne anlama geldiğini, Allah’ı nasıl
birlememiz gerektiğini ve buna benzer bazı meseleleri ortaya koymaktadır. Eğer sen de tevhid ehli
olmak ve Rabbini birlemek istiyorsan, bu sayılanlara dikkat etmeli ve asla bu noktada şirke
düşmemelisin. Şimdi aklından şöyle bir soru geçmesi elzemdir:” Cümlelerinde ara ara kullandığın şirk
kelimesi tam olarak nedir?” Kıymetli kardeşim, bu çok yerinde olan soruna cevap vererek aklındaki
soru işaretlerini kaldırmaya çalışayım biiznillâh…

“ŞİRK” sözlükte ‘ortak olma, denk tutma, eşit kabul etme’ anlamındadır. Istılahta
ise, ‘ Allah’a ait olan özelliklerden herhangi birisini bir başkasına vermek’ demektir.

Bu tanımı iyi ezberlemeni ve hiç aklından çıkarmamanı tavsiye ederim; zira bu,
hayatının her alanında seni karşılaştığın şirklere karşı uyaracak ve şirk olan bir şeyi anımsamanda
sana yardımcı olacaktır.

Bu tanımı yaparken “Allah’a ait olan özellikler” dediğimizde bir soru hemen kendini
ortaya atıyor: “Nedir Allah’ın özellikleri?”

Bu soruya cevap vermeye gerek duymuyorum; çünkü sen zaten bu sorunun cevabını
biliyorsun. Fazla değil, hemen birkaç konu geriye, yazımızın ilk sayfalarına git ve orada sana “Lâ ilâhe
illallah”ın anlamlarına dair anlatmış olduğum şeyleri düşün. Hatırladın değil mi? Hani demiştim ya
”Lâ ilâhe illallah” demek, aynı zamanda Allah’tan başka yaratıcı yoktur, Allah’tan başka kanun koyucu
yoktur ,Allah’tan başka dualara karşılık veren yoktur….diye, işte onların her biri, Allah’ın birer özelliği
ve “ Hasâisi “ dediğimiz bazı nitelikleridir. İşte bunlardan herhangi birisini bir varlığa vermek, insanı
şirk çukuruna düşüren amellerdendir.

Şirk tüm amelleri boşa çıkarır, bunu biliyor muydun? Yani şirkin, insanın yaptığı tüm
güzel ve salih ameli yok edip boşa çıkardığını? Evet, şirk kesinlikle insanoğlunun yapmış olduğu tüm
güzel ve kıymetli amelleri silip süpüren bir şeydir. Bir bardağın içerisinde hem su hem de içki nasıl ki
birbirine zarar vermeksizin duramazsa, aynı şekilde iman ve şirk de bir arada birbirine zarar vermeden
asla duramaz. Birinin varlığı halinde diğerinin yokluğu kesindir. Aksinin iddia edilmesi akıllı birisinin
yapacağı bir şey değildir. Rabbimiz bu konuda şöyle buyurur:

“Eğer onlar (peygamberler) dahi şirk koşsalardı, yaptıkları her amel boşa giderdi.”
(En’am Sûresi,88)

“Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu ki: Eğer sen bile şirk koşarsan,
yemin olsun ki amelin boşa çıkar ve muhakkak zarar edenlerden olursun.” (Zümer Sûresi,65)

Allah’ın peygamberleri ve Efendimiz Muhammed (sav) dahi şirk koştuğunda – ki bu


mümkün değildir – amelleri boşa çıkacaksa, peki ya bizim gibi günahkâr ve değersiz kulların hâli nasıl
olur?
Hiç Allah’ın peygamberleri şirk koşar mı? Bu mümkün mü? Ama Allah Teâlâ
meselenin ciddiyetini bize kavratmak için böylesi dehşet verici ve etkileyici bir örnek vermiştir. İşte bu
nedenle sen, eğer amellerinin boşa gitmesini istemiyorsan, o zaman şirkin her türlüsünden sakınmalı
ve hayatını şirkten uzak tutmalısın kardeşim…

Allah Azze ve Celle beni ve seni yaşadığımız sürece kendisini birleyen, tevhid eden
ve asla kendisine şirk koşmayan kullarından eylesin. Allahumme Âmin…

Tevhid başlığı altında bilmen gereken bir kavram da ümmetin meçhulü olan
‘TAĞUT’ kavramıdır. Bu kelime öylesine önemli bir kelimedir ki, Kur’an üzerinde araştırma yapan ve
İslam’ı öğrenmek isteyen bir şahsın mutlaka öğrenmesi ve manaları üzerinde uzun uzun düşünmesi
gerekir; zira bir insanın Müslüman olabilmesi ve cenneti hak edebilmesi ancak ve ancak bu kelimenin
kapsamına giren nesneleri, şahısları ve kurumları inkâr etmesine bağlıdır. Bir insan bu kavramın
kapsamına giren varlıkları reddetmeden İslam ile şereflenemez, Müslüman olamaz! İşte bu nedenle
çok önemlidir.

Cennet veya cehennemine sebep olacak bir şeyi öğrenmeyi terk etmek veya ihmal
etmek kadar yanlış bir iş var mıdır şu dünyada? Kıymetsiz, değersiz ve çok da gerekli olmayan şeyleri
bile elde etme adına günlerini feda eden insanlar, acaba neden cennet veya cehennemi olacak bir şeyi
öğrenmekten geri dururlar anlamak mümkün değil…

Oysa kardeşim, tüm peygamberler insanları tağuttan ve tağut kapsamına giren


nesne ve şahıslardan sakındırmışlardı. Yani bu o kadar önemli bir kelimeydi ki, gelmiş geçmiş tüm
rasûllerin ortak daveti ve müşterek çağrısı olmuştu. Rabbimiz Nahl Sûresi, 36. Ayette mealen şöyle
buyurur:

“Biz her ümmete, Allah’a ibadet edin ve tağuttan sakının diye (tebliğ yapan) bir
peygamber gönderdik.”

Bu ayet-i kerîme net olarak ortaya koymaktadır ki, her peygamber kendi kavmini
tağuttan sakındırmış ve onları tağutla içli dışlı olmaktan uzak tutma adına kendilerini uyarmıştır.
Mesele bu kadar önemli ve mühim olmasına rağmen halkımız –biraz önce de değindiğim gibi – bu
kelimeyi bilmek, tanımak şöyle dursun, daha duymamıştır bile.

Kardeşim, şimdi nefsine dön ve Allah için kendine bir sor:

“Tüm peygamberler kavimlerine bu kelimenin manasını anlattığı hâlde, ben bu


kelimeyi ne kadar biliyor ve ne kadar tanıyorum?”

“Bu kelimenin kapsamına giren insanlarla ilişkim ne düzeyde?”

“Onlara nasıl bir tavır alıyor, onlarla mücadele için neler yapıyorum?” diye…

Bu soruları iç âleminde güzelce cevaplandırdığın zaman inanıyorum ki, hakkın


kapısı sana da açılacak ve sen de inşaAllah tüm peygamberlerin sakındırdığı bu tağuttan uzak
durmaya başlayacaksın. Biliyorum, bu satırları okurken sen de belki ‘ Neymiş bu tağut?’ diye içinden
mırıldanıyor ve onun ne anlama geldiğini öğrenmek istiyorsun. Sözü daha fazla uzatmadan seni bu
kelimeyle tanıştırayım ki, sen de hakkıyla ondan ve onun kapsamına giren şeylerden kendini uzak
tutabilesin.

TAĞUT kelimesi sözlükte ‘haddi aşmak, azmak, belirlenmiş sınırı geçmek’ gibi
anlamlara gelir. Ama bizim için önemli olan bu kelimenin sözlükte nasıl kullanıldığı değil, İslam’ın bu
kelimeye ne anlam yüklediğidir. Kur’an bu kelimeyi ‘Allah’ın dışında ya da Allah ile beraber kendisine
ibadet ve itaat edilen, O’nun hükümlerini tanımayan ve insanları Allah’ın dininden uzaklaştıran
tüm varlıklar’ şeklinde tanıtıyor.

Bir insan, konumu ve durumu ne olursa olsun asla Allah’ın haklarına müdahale
edemez; çünkü o bir insandır, yani yaratılmış bir varlıktır. Tüm yaratılmışlar için Allah tarafından
belirlenen bir sınır, bir had vardır. İşte yaratılan varlık her ne zaman bu sınırı aşmaya kalkar ve Allah’a
ait olan alana müdahale etmeye girişirse haddini aşmış ve sınırı geçmiş olur. Yani Kur’an’ın tabiriyle
“tağut” olur.

Tağutların sayıları ve çeşitleri çoktur. Ama bununla birlikte İslam âlimleri tağutu
beş ana başlık altında incelemişlerdir.

1) ŞEYTAN: Tağutların en büyüğü hiç şüphesiz ki şeytandır.O, yeryüzünde


işlenen
tüm şirkin, küfrün ve tuğyanın asıl sorumlusudur. İnsanları Allah’a ibadetten alıkoyduğu ve onları
saptırdığı için tüm tağutların elebaşı konumundadır.

2) PUTLAR: Allah’ın dışında ibadet edilen varlık olduğu için tağut kavramı içinde
değerlendirilmiştir.

3) SİHİRBAZLAR: Sihir, hakkı gizleyerek bâtılı insanlara süslü göstermek,


şeytanlardan yardım alarak bazı sözlerle ve çeşitli vesilelerle insanları etkilemek gibi anlamlara gelir.
Bu nedenle sihirbazlar, kendilerine gelen insanlara içerisinde birçok şirk sözü bulunan muska tarzı
şeyler yaparak insanları küfre sokmaya, dinden çıkarmaya çalışırlar. Bundan dolayıdır ki, İslam âlimleri
onlar için tağut ismini kullanmışlardır.

4) KÂHİNLER: Kâhin, kehânet yapan kimse demektir. Gaybı ve insanların idrakinin


dışındaki bir takım işleri bildiğini iddia eder ve bu şekilde insanları kandırırlar. Bunlar kimi zaman
gelecekten haber verirler kimi zaman da kaybolmuş eşyanın yerini söylerler. İnsanları buna inanmaya
zorladıkları ya da teşvik ettikleri için tağut kavramı içinde yer alırlar.

5) ALLAH’IN ŞERİATINA AYKIRI KANUN KOYANLAR: Bunlar da tağut kapsamında


değerlendirilir. Allah’ın şeriatına aykırı kanun koyan ve Allah’ın kitabını terk ederek başka hükümlerle
insanları sevk ve idare eden kimselerin tağut olarak adlandırıldığını söyleyen birçok İslam âlimi vardır.
Bunlardan birisi İbn Kayyım el-Cevziyye’dir. O, tağutu tanımlarken bu noktaya şu şekilde değinmiştir:
“Her kavmin tağutu, Allah ve Rasûlü dışında kendi hükmüne başvurdukları,
Allah’ı bırakıp ibadet ettikleri, basiretsizce Allah’ın dışında tabi oldukları veyahut ta Allah’tan
başka itaat ettikleri kimselerdir. Kim, Rasûlullah (sav)’in getirdiğinin dışında bir şeyin hükmüne
başvurur veya o şeyle hüküm verirse tağut ile hükmetmiş ya da tağuta muhakeme olmuş
demektir.” (İ’lamu’l Muvakkıîn,1/50)

Değerli kardeşim, Rabbimin izni ve inayetiyle sana dilimin döndüğünce ve


yüreğimin yettiğince tevhidi anlatmaya, varsa hatalarını görüp düzeltmene vesile olmaya ve seni dini
yalnız ve yalnız Allah’a has kılan muvahhid kullarından olmaya davet etmeye çalıştım. Gayret bizden,
başarı Allah Subhanehu ve Teâlâ’dandır.

Sen, etrafında tevhidi bu bilinçle yaşayan insanların azlığından sakın yakınma!


Onlara bakıp ümitsizliğe kapılma! Bil ki her daim Hakkın gerçek talipleri az olmuş, İslam’ı gerçek
anlamda yaşayanlar yok denecek kadar az bulunmuştur. Senden Allah için tek isteğim, cahiliyendeki
bütün inanç, görüş, düşünce ve ahlâktan İslam kapısının eşiğine geldiğinde soyutlanman ve bu
akideye berrak ve pak bir şekilde girmendir kardeşim…

Aklı olan bir insan her zaman Hakkı bulmaya çalışan ve hep doğrunun peşinde
olan insandır. Sürekli kendisini sorgular; yaptıklarını, söylediklerini, düşündüklerini gözden geçirir ve
bunların doğru olmasına son derece özen gösterir. Hakkın tâlibi ve arayıcısı olur.

Sözlerimin sonunda seni Rabbimizin şu mübarek ve müjdeleyici ayetiyle baş


başa bırakıyorum:

“Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve: ‘BEN MÜSLİMLERDENİM/ŞİRKİ


TERK EDEREK TEVHİDLE ALLAH’A YÖNELEN KULLARDANIM” diyenden daha güzel sözlü kim
olabilir?” (Fussilet Sûresi,33)

Allah Azze ve Celle beni, seni ve bu yazıyı okuyacak herkesi ömrümüz yettiğince
kendisini birleyerek tevhid eden ve asla kendisine şirk koşmayan kullarından eylesin.
Allahumme Âmin…..

Sözümüzün başında ve sonunda HAMD ÂLEMLERİN RABBİ OLAN ALLAH’ADIR.

You might also like