Hulki Cevizoğlu

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 6

Makinelerin isyanı - Hulki CEVİZOĞLU

Makinelerin yaratıcısı "insan" kıskançlığı tutunca, makinelerin arasına fitne tohumları eker.
Makineler, kibirli ve aptal oldukları için kendilerine hayrandırlar ve başkalarının da hayran olmasını
beklerler.
*
Bu nedenle makinelerin yaratıcısı diğerlerini kıskandırmak için bazılarına hayranlık gösterir. Onları en güzel
ve en güçlü oldukları için üstün otoriteyi hak ettiklerine ikna eder…
Makineler çok geçmeden birbirlerinin boğazına sarılırlar…
Kişneyerek, böğürerek, hoplayıp zıplayarak, tekmeleyerek ve ateş açarak birbirlerinin üzerine yürürler.
*
Deniz uçaklarına karşı hava uçakları, barış makinelerine, dev vinçlere, mekanik testerelere, delgilere karşı
savaşın makineleri ve tanklar birbirlerini ele geçirirler, kayalık yamaçlardan yuvarlanırlar, havada çarpışırlar.
Karınları deşilir, parçalanırlar, patlarlar ve denizin dibine batarlar.

OLAĞANÜSTÜ DÜŞLER

Yukarıdaki satırlar Minsoo Kang'ın, Avrupa imgeleminde otomatları işlediği "Yaşayan Makinelerin
Olağanüstü Düşleri" adlı eserinden alınmıştır (İthaki Yayınları, 2015).
*
Yazar Kang'a göre, makineler bilim ve teknoloji ürünleri olsalar da tanınabilir insani duygulara göre hareket
eden ve pek de akılcı olmayan yaratıklardır. Yaratıcıları onların arasına girip fitne fesat tohumları eker.
*
Eserde, insanlığın kendisini bilimsel barbarlığın ve makine uygarlığının yasalarından kurtarmak suretiyle en
yüksek seviyeye ulaştığı konusu işlenmektedir.
*
Acaba bizler de birer "mekanik bilince" mi sahibiz, yoksa birbirimizi yerken, özgür iradelerimizle
günahlarımızın sahibi miyiz?
İyi pazarlar.

Tür İçi Ayıklama Ve "Homo Politicus"

İnsanoğlu yerinde duramayan, tatminsiz ve çoğu zaman da kifayetsiz bir canlı.

Ama buna karşın, mutlaka birinci olmak arzusunda!

Yeteneklerine, kültürel sermayesine bakmadan hep en yukarıya çıkmak istiyor, kendisini oraya değer
buluyor!
*
Girerken ödünler vermekten, gerekirse birçok koşulu kabul etmekten çekinmeyen, bunlara boyun eğen
insan, daha sonra dernek, parti, özel ya da resmi kuruluşlarda hep en yükseğe çıkmak istiyor! (Anadolu
deyimini hatırlayalım: "Ayağıma yer edeyim, gör sana neler edeyim!")
*
Asla ikinci, üçüncü olmak istemiyor.

Kendisini sürekli olarak bir "sıralama" içine sokuyor ve o sıranın en üstüne çıkarak diğerlerini yok etmek
istiyor.

Bunun da içgüdüsel olduğunun bilincinde değil ve "demokratik davranış" olduğunu sanıyor.

***
Oysa bu davranış bir "tür içi ayıklama" ve "hemcinsini yok etme" davranışıdır!
Bunu bugünlerdeki siyasi gelişmelerde daha net biçimde görüyoruz.

Ortak çalışma, işbirliği içinde olma, yeteneği olana destek verme, kendi alanında yetenek ve bilgisini
geliştirme vb. zekâdan yoksun olan insanoğlu ya da "homo politicus" kendi türünü yok etmek için olmadık
dalavereler içine giriyor.
Oyun içinde oyun deniyor*
"Karşılaştırmalı davranışbilimi"nin kurucularından Konrad Lorenz, insan saldırganlığını ele aldığı "İşte İnsan"
kitabında kendi türümüzün "her şeyi yiyen bir pisboğaz" olduğunu söylüyor.

Bunun insanlığı tehdit eden en büyük tehlike olduğunu, kendi türdeşlerini öldürmeyi engelleyen evrimsel
mekanizmalarının gelişmediğini ve sözde uygarlaşmış insanın saldırganlık dürtülerini baskılayamadığını
vurguluyor.

İnsanın hayvanlardan farklı olarak "kendi türüne yönelttiği saldırganlık", Lorenz'in bilimsel ifadesiyle bir "iç
ayıklama", kendi cinsini (hemcinsini) yok etme davranışı.

Fiziksel yok etme (silahlar, bombalar) ve siyasal yok etme ("Mutlaka ben yöneteceğim!") bu anlamda iç
içedir.

Eksiklik nesnesi-tatminsizlik!
25 Şubat 2019'da burada, "eksiklik nesnesi" kavramından söz etmiştim.

Ürettiğim bu kavram; insanın kendisini eksik görmesi, tatminsiz olması, sevgi ve şefkatten yoksun
bulunması, korunma açlığı çekmesi ve bu eksikliklerini "tamamlama" ihtiyacında bulunmasını anlatmaktadır.
Bu bir "tamamlama fantezisidir."
*
Gündelik yaşamda bireyler ve toplumlar eksikliklerini bir fantezi/hayal ile tamamlama arzu-inanç ve çabası
içindedir.
*
"Homo politicuslar" ise hep genel başkan olma, parti kurma, dernek kurma, takım kurma ya da mevcut
yapılar içinde hep birinci olarak güç hastalığını sağaltma, "onaylanma açlıklarını giderme" ve toplum
tarafından "pişpişlenme" arzusu içindedirler.
*
Toplumlar (kitleler) tarih boyunca bu tuzağa hep düşmüştür ve düşmeye devam edecektir.

Sahiplenilme arzusu ve insanın onay arayışı

İnsanlar yaşam boyunca onaylanma ve sahiplenilme arzusu içindedirler.*Bu davranış bilinçli olabildiği gibi
bilinç dışı da gelişir.Bu kişiler, içinde bulundukları "yalnızlık" ve "önemsizlik" korkularından "benliklerini
başkasına sunarak" kurtulacakları yanılsamasını yaşarlar.

*Bir bilinçaltı korku biçimindeki yalnızlık, güçsüzlük ve önemsizlik duygularının "sahipsizlik" ve "koruyucu bir
güçten yoksunluk" ile de eş anlamlı olduğunu düşünüyorum. *Bu durumdaki insanlar fiziki ya da sosyal
varlığını yok ederken, sahiplenildiklerini ve kendisinden daha büyük bir güç tarafından "kabul edildiklerini",
"tanındıklarını" ve "onaylandıklarını" sanırlar. *Rumen deneme yazarı ve ahlakçısı Cioran, Çürümenin
Kitabı'nda, insanların, kendilerini telef edenlere karşı tutumlarını ayrıntılı biçimde incelemektedir.

Cioran, "Varlığının haklılığını kanıtlama" duygusunun, kitlelerde, şiddetli bir otoriteye uyma ihtiyacı
doğurduğunu söyler.Başkasının Benliği ve Kimliğiyle Varolmak!Hayatta, herhangi bir bilginin, kültürün,
eserin, teknolojinin üreticisi olamayan insanlar, başkalarının esiri olmaya mahkûmdur.Bu tür insanlar,
yukarıdaki psikolojiyle "tabi olmaya" can atarlar.*Çünkü, dilleriyle ifade etme bilincinde (ve cesaretinde)
olmasalar da, kendilerini gereksiz hissederler.Heidegger'in "dasein" (okunuşu: dazayn) sözcüğüyle
kavramsallaştırdığı "varoluş" çabasına girerler.Varolmak, dünyada haklı bir yer işgal etmek anlamına
gelmektedir.*"İnsanın onay arayışı", benliğini (ruhunu) satıp köleleşmekle de sonuçlanabiliyor. "Kendini
aldatan insanın" temel yanılgılarından biri köleliği özgürlük olarak algılamasıdır. Sonuçta, kendiliğinden
varolamayanlar, başkasının benliği ve kimliği altında, ona tabi olarak varolmaya çalışıyor.*Fromm'un
deyişiyle, "Korkmuş birey, kendisini bağlayacak bir kimse ya da bir şey arar; artık kendi bireysel beni
olmaya dayanamaz ve panik içinde ondan kurtulmaya, bu yükü, yani benliğini yok ederek yeniden güven
duymaya çabalar."*Her gün televizyon ekranlarında "kendisi olamayan" sözde bazı tartışmacıları görmüyor
muyuz?

Boş kesinlik!
"Bilmek" ve bilmeyi sağlayan öz (gerçek, olgu ve ilkeler bütünü) olan "bilgi" elbette çok önemlidir.Bu önem
nereden geliyor ve niçin bilgi sahibi olmaya çalışıyoruz?Sonuçta bilgi dediğimiz öz, soyut ve elle
tutulamayan zihinsel bir kavramdır.Bilgi ancak, gündelik yaşamda uygulamaya dönüşmesiyle nesnelleşir,
elle tutulur somutluk kazanır.

*Şimdi biz de bu söylediklerimizi daha somut hale getirelim.*En son "piyasada olan tartışma" Ayasofya'nın
Danıştay kararıyla camiye çevrilmiş olmasıdır.Oysa -dünkü yazımda da belirttiğim gibi- müze olarak bilinen
Ayasofya zaten cami statüsünde idi.*

(Hatırlatma: Atatürk'ün ölümünden 4 yıl önce, 24 Kasım 1934'te, bakanlar kurulunun (2/1589 sayılı) kararı
ile "müze" olarak kullanıma "tahsis" edilen Ayasofya, aslında 2 yıl, evet yalnızca iki yıl, müze olarak
kullanılmış. Pratikteki bu durum, belki bir devlet politikası, uluslararası ilişkiler açısından dile getirilmemiş
ama "devlet kayıtlarında" hep cami olarak kaydedilmiş! Ayasofya, 19 Kasım 1936'da, Atatürk'ün ölümünden
2 yıl önce (sağlığında), tapu kaydına "Kebir Camii Şerifi" olarak işlenmiş.) *Bu da gösteriyor ki, Ayasofya,
resmi olarak yalnızca 2 (iki) yıl müze olmuş.Zaten, bugüne kadar 4 (dört) köşesine minareler inşa edilmiş ve
çeşitli iktidarlar döneminde 5 vakit ezan okuna geliyordu.*Bu durumda, mevcut haliyle de zaten cami olan
bir ibadethanenin yeniden camiye çevrildiğini söylemek ve bununla ilgili karar almak ne anlama geliyor
sizce?Soyut ve "boş bilme"Başa dönelim.İnsanların niçin bilgi sahibi olmak istediklerini
sormuştum.İnsanların bilgi sahibi olmaya çalışmalarının nedeni, yaşadıkları dünyayı tanımak/kavramak, onu
denetlemek ve esas olarak da onu kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmektir.Egemenlik kurma
arzusudur. *Bilgi, aynı zamanda, yenisi gelene kadarki sürede "kesinliktir."Bu kesinlik karşısında soyut ve
"boş bilme" yer alır.Yani onun karşıtıdır.*Kitlelere önderlik yapmak isteyen muhalefet liderlerinin bu
gerçekleri bilmemesi, bilme arzusu ve hareketi içinde olmamaları, demagoji (laf ebeliği) ve ajitasyonlarla
(gerçek dışı yönlendirmelerle) günü doldurmaları çok ayıp ve siyasi etik dışıdır. "Boş kesinlik" peşinde
kitleleri uyutmak ayrıca günahtır da!

Tarih ve hafıza (Bellek)

İnsanların yaşamı bir "tarihtir." Bizler bir "tarih nehri içinde akar gideriz."
Ama bizden önce yaşayan yaklaşık 7 milyar insanın nasıl yaşadığını, hangi değerleri ürettiğini ya da
yok ettiğini, nasıl "tarih yaptığını" tam olarak bilmeyiz.
*
Her ülkenin yaşamında çok sayıda tarihi günler, aylar ve yıllar vardır.
Bunlar tören dediğimiz olgularla beyinlere yerleşir/yerleştirilir.
Bu, zorunlu ve gerekli bir durumdur.

Tarih tümüyle bir hafızadır!


Gündelik yaşamdaki pek çok tartışma, geçmiş tarihin yorumlanmasından doğar.
Çünkü tarih -yazıya dökülmüş olsa da- yanılgı ve tarafgirliklerle doludur.
*
Tarih aslında tümüyle - bireysel ya da kolektif; yazılı ve/veya sözlü- bir hafızadır. Bu yüzden
tarihin hafızadan kopması mümkün değildir, aksi durum, kendisini inkâr/yok etmek anlamına
gelir!"
*
Tarih yazılırken, siyasal aktörlerin güç vakumundan (çekiminden) kendisini kurtaramaz. Ya da, daha
sonraki yıllarda cari (geçerli) olan gücün etkisiyle dönüştürülür.
Bilim insanları ve tarihçiler de kendisini bu girdabın çekiminden tam olarak kurtaramaz.
Bu durumda ortaya şu soru çıkmaktadır:
Tarihi kim inşa etmektedir?

Hafıza suistimalleri ve "üretilen hafıza"


Hafızaya/belleğe dayalı bir olgu aynı zamanda yanılgılarla da doludur.
Derin felsefi açıklamaları bizim dilimizdeki "Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür" sözü çok kısa ve net
olarak anlatmaktadır.
Bu durumda, tarihin inşasında ve hatta tarihin yapımında tam bir doğruluk ve gerçeklikle
karşılaşmamız mümkün değildir.
Atatürk'ün "tarih yazanlar, tarih yapanlara sadık kalmalıdır" sözü burada karşımıza çıkar ve Atatürk'e
bir kez daha hayran kalırız.
Çünkü bu söz, siyasal bir retorik ya da toplumsal coşku sloganı olmanın çok ötesine gider, onları
fersah fersah aşar ve felsefi bir zemine altın harflerle kazınır!
*
Baştan itibaren anlatmaya çalıştığım olgular, çağımızın en büyük felsefeci ve toplumbilimcilerinin
üzerinde durduğu derin konulardır.
(Atatürk'ü de bu gözle bir kez daha dikkatlerinize sunuyorum.)

Tarih yeniden kurulur


Hafızalar suistimallere çok açıktır.
Engellenebilir, yaralı, travmatik yani patolojik bir yapıya sahip olabilir, manipüle edilebilir, yeniden
üretilebilir, araşsallaştırılabilir ve başka kimliklere dönüştürülebilir.
Sonuçta, tarih "yeniden kurulur."
(Freud ve Ricoeur okuyanlar Atatürk'ü de çok daha iyi anlayabilir.)
*
Bu ve pek çok nedenlerle "bütünsel bir tarih yazılamaz."
Rakip anlatılar, anlatım zemini (medya ve mekân), anlama kapasitemiz, ya da kimi zaman G.
Steiner'in söylediği gibi "akıl dışında kalanın söylem dışında da kalması" gibi faktörler ile "övgünün
kime yapılacağı" (izin ve rıza) ve iktidarlar etkileri tam bir tarih yazımına tarih boyunca izin
vermemiştir.

Boş kesinlik!

"Bilmek" ve bilmeyi sağlayan öz (gerçek, olgu ve ilkeler bütünü) olan "bilgi" elbette çok önemlidir.
Bu önem nereden geliyor ve niçin bilgi sahibi olmaya çalışıyoruz?
Sonuçta bilgi dediğimiz öz, soyut ve elle tutulamayan zihinsel bir kavramdır.
Bilgi ancak, gündelik yaşamda uygulamaya dönüşmesiyle nesnelleşir, elle tutulur somutluk kazanır.
*
Şimdi biz de bu söylediklerimizi daha somut hale getirelim.
*
En son "piyasada olan tartışma" Ayasofya'nın Danıştay kararıyla camiye çevrilmiş olmasıdır.
Oysa -dünkü yazımda da belirttiğim gibi- müze olarak bilinen Ayasofya zaten cami statüsünde idi.
*
(Hatırlatma: Atatürk'ün ölümünden 4 yıl önce, 24 Kasım 1934'te, bakanlar kurulunun (2/1589 sayılı)
kararı ile "müze" olarak kullanıma "tahsis" edilen Ayasofya, aslında 2 yıl, evet yalnızca iki yıl, müze
olarak kullanılmış. Pratikteki bu durum, belki bir devlet politikası, uluslararası ilişkiler açısından dile
getirilmemiş ama "devlet kayıtlarında" hep cami olarak kaydedilmiş! Ayasofya, 19 Kasım 1936'da,
Atatürk'ün ölümünden 2 yıl önce (sağlığında), tapu kaydına "Kebir Camii Şerifi" olarak işlenmiş.)
*
Bu da gösteriyor ki, Ayasofya, resmi olarak yalnızca 2 (iki) yıl müze olmuş.
Zaten, bugüne kadar 4 (dört) köşesine minareler inşa edilmiş ve çeşitli iktidarlar döneminde 5 vakit
ezan okuna geliyordu.
*
Bu durumda, mevcut haliyle de zaten cami olan bir ibadethanenin yeniden camiye çevrildiğini
söylemek ve bununla ilgili karar almak ne anlama geliyor sizce?
Soyut ve "boş bilme"
Başa dönelim.
İnsanların niçin bilgi sahibi olmak istediklerini sormuştum.
İnsanların bilgi sahibi olmaya çalışmalarının nedeni, yaşadıkları dünyayı tanımak/kavramak, onu
denetlemek ve esas olarak da onu kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmektir.
Egemenlik kurma arzusudur.
*
Bilgi, aynı zamanda, yenisi gelene kadarki sürede "kesinliktir."
Bu kesinlik karşısında soyut ve "boş bilme" yer alır.
Yani onun karşıtıdır.
*
Kitlelere önderlik yapmak isteyen muhalefet liderlerinin bu gerçekleri bilmemesi, bilme arzusu ve
hareketi içinde olmamaları, demagoji (laf ebeliği) ve ajitasyonlarla (gerçek dışı yönlendirmelerle) günü
doldurmaları çok ayıp ve siyasi etik dışıdır.
"Boş kesinlik" peşinde kitleleri uyutmak ayrıca günahtır da!

Özne ile nesneyi ayırt edememek!

İnsan, 21. Yüzyıl Türkiye'sinde anlamlandıramadığı kimi gerçeklerle yüzleşince, geçmişi


anlamlandırıyor ve pek bir şey değişmediğini görüyoruz.
Neredeyse, insanın İslâmiyet'in ilk yıllarındaki resim ve heykel yasağını savunası geliyor!!
*
O uygulamanın gerekçesi olarak "İslâmiyet put kırıcı bir dindir. Putları kırmıştır. Resim ve heykeller bir
ilah gibi görülür ve Allah'a şirk olur" düşüncesi ileri sürülüyordu.
1.400 yıl sonra geldiğimiz noktada da Bruno Latour'un "Biz Hiç Modern Olmadık" sözünü haklı
çıkaracak durumdayız.
*
Çünkü hâlen özne ile nesneyi ayırt edemiyoruz!
Bunun birkaç nedeni var, en önde geleni siyasal tarafgirliğin, siyasal kalıp yargıların gözümüzü
körleştirmesi.
Geçen hafta İBB'nin 6,5 milyon TL'ye satın aldığı, ressamı ve tarihi açısından "faili meçhul Fatih
tablosu" üzerindeki tartışmaları örnek verebiliriz.
Bu tartışmalara katılan "okumuş" bazı kişiler bile nesne (tablo) ile özne (Fatih Sultan Mehmet)
ayrımını yapamadılar.
*
Ben tabloyu (nesneyi) eleştirirken, verilen yanıtlar özne (Fatih) üzerinden oldu!
Belki de bir "eristik diyalektiğin kurbanı" oldular! Yani, "her durumda haklı çıkma" kaygısının.
*
Fatih Sultan Mehmed'le ilgili bir tartışma yokken, Fatih'in ne büyük bir padişah olduğunu yazdılar.
Oysa, "konu/öz", önce tablonun failini bulmaktı.
Ne failini bulabildik, ne kaç yılında yapıldığını.
İBB'nin müzayede belgelerini açıklamasını bekliyorum. (Umarım, tarihte sıkça karşılaşılan
bir müzayede sahtekârlığına kurban gidilmemiştir.)
*
Bu "vaka" da bir "örnek olay" olarak bize -bir kez daha- göstermiştir ki, siyasetin her iki tarafında da,
gerçeklerin peşinde olmayan, hoşuna gideni duymakla mutlu olacak ve bu dünyadan göçüp gidene
kadar yaşamını böyle sürdürmek isteyen büyük "gözü kara kitleler" vardır!
Asla hakikatleri duymak istemeyen kitleler, gerçeklere ulaşmak değil cehaletlerini çoğaltmak
peşindedirler.
*
Ellerinde "cehalet aygıtı" ise, okudukları gazeteler, yazarlar, izledikleri televizyonlar, siyasal ya da
kültürel kanaat önderleridir. Bu cehalet aygıtlarının kendilerinin hoşuna gideni söylemesini beklemekte,
bunu duydukça onlara destek vermekte ve böylece karşılıklı olarak birbirlerini -yeniden-
üretmekte ve çoğaltmaktadırlar!
Peki, yapılacak bir şey var mıdır?
Ne acı ki, yanıt, umut verici değildir. Milyonlarca yıllık uygarlık/insanlık tarihi bize geleceğimizi
göstermekte, "insanı" anlatmaktadır.
*
Bu cehaletle (her açıdan zıt düşünsel kutuplara bulaşmış bu cehaletle), hiçbir şeyin değişmeyeceği,
her şeyin kendisini kopyalayarak süre gideceğini görüyoruz.

Atatürk'ü kimse umursamadı

"Atatürkçülerin Atatürk'ü umursamaları için" karşı cepheden/mahalleden bir saldırı gelmesi


gerektiğini anladım.
Yoksa, dünyanın en değerli bilgisini ortaya çıkarsanız da halkın, kitlelerin, elitlerin, yöneticilerin,
kamuoyu oluşturucuların umurunda olmuyor demek ki.
"Elekçiler" yani "kapı tutucular" zihinlerimizin kapısından geçmesine izin vermiyor!
*
Geçen hafta bugün "Atatürk Yanlış Yere Defnedildi!" başlıklı yazımda, Yakup Kadri
Karaosmanoğlu'nun kitabındaki iddiayı yazmıştım. Yakup Kadri, Atatürk'ün Çankaya'da gömülme
vasiyetinin yerine getirilmediğini iddia ediyordu. Öyle ağır sözleri vardı ki: "Atatürk yıllar ve
yıllarca Etnografya Müzesi'nin eşyaları arasında bırakıldı (…) şanına lâyık bir Anıtkabir inşası işi,
her baştan savma işler gibi, bir komisyona havale edilip uyutultu!"
*
Ama bu "gerçek" (hakikat), avukatların meslek birliği olan baroların bölünmesi ("Çoklu Baro") yasası
kadar ilgi görmedi.
Hatta, "haber değeri" olarak yanına bile yaklaşamadı.
*
Ben kitlelerin bu duyarsızlıklarına alışkınım. Kuramsal olarak bildiğim "insan doğasının yapısını"
günlük pratiklerde de görüyor ve koca bir ülkenin "araştırma alanı" (sosyal bilimlerdeki "alan
araştırması") olduğunu görüyorum.
Hegel ile Freud "Kültür, arzunun hareketinden doğar" görüşünde birleşiyordu. Atatürk de, kurduğu
cumhuriyeti tanımlarken, "Cumhuriyetin temeli kültürdür" demişti. Ancak, kendisini cumhuriyetçi
sanan kitlelerin, bugün, gerçekleri konuşmak, tartışmak ve onlara ulaşmak gibi bir "hareket arzusu"
içinde olmadığı ortadadır. Mustafa Kemal'in "hakikatleri konuşmaktan korkmayınız" sözü de ortada
durmasına rağmen.
*
Tarihimize, tarihi gerçeklere Atatürk'ün de vasiyeti üzerine sahip çıkalım.
Tabii, Atatürk'e, eserleri ve ilkelerine sahip çıkmayı unutmadan.

You might also like