Professional Documents
Culture Documents
Tasavvufî Düşüncede Dînî Çeşi̇tli̇li̇ği̇n
Tasavvufî Düşüncede Dînî Çeşi̇tli̇li̇ği̇n
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (TASAVVUF)
ANABİLİM DALI
Doktora Tezi
Ankara, 2021
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (TASAVVUF)
ANABİLİM DALI
Doktora Tezi
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Ahmet Cahid HAKSEVER
Ankara, 2021
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ (TASAVVUF)
ANABİLİM DALI
Doktora Tezi
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Ahmet Cahid HAKSEVER
Tarih: 12/02/2021
Nurhan Ramazanoğlu ÖZCAN
İÇİNDEKİLER
KISALTMALAR ........................................................................................... IV
ÖNSÖZ ........................................................................................................... V
GİRİŞ ............................................................................................................... 1
BİRİNCİ BÖLÜM
DÎNÎ ÇOĞULCULUK
İKİNCİ BÖLÜM
II
3.6. Tövbe .................................................................................................... 200
3.7. Şükür ..................................................................................................... 203
3.8. İnsan-ı Kâmil ......................................................................................... 206
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ATIFLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
III
KISALTMALAR
a.s. : Aleyhisselam
b. : Beyit
bknz. : Bakınız
c. : Cilt
çev. : Çeviren
ed. : Editör
Fak. : Fakültesi
haz. : Hazırlayan
hds. : Hadis
ö. : Ölümü
s. : Sayfa
S. : Sayı
Yay. : Yayınları
IV
ÖNSÖZ
İnsan bireysel bir varlık olduğu kadar topluluklarla yaşamaya yatkın sosyal bir
başlanması, Batı’ya göçün artışı sonucunda çok kültürlü, dinli toplumların bir araya
Dînî çoğulculuk, bilhassa globalleşme sürecinde öne çıkan din algısı olarak sıkça
karşılaşılan bir kavramdır. Bu kuramı savunanlar, tüm dinleri, özellikle halen aktif büyük
dinleri Tanrı’ya özdeş seviyede ulaştıran yollar kabul etmekte, hakikât değeri açısından
bilimsel çalışmalar din felsefesi alanının dışına çıkamamıştır. İslâm literatüründe ise
kavram ile alakalı net bir tavrın sergilendiğini söylemek zordur. Dînî çoğulculuğu İslâm
araştırmalar dışında konu ile ilgili detaylı bir araştırmanın bulunmaması böyle bir
dinlerde bulunduğunu iddia etmektedirler. İslâm dini özelinde dînî çoğulculuk kavramı
ile beraber anılan isimlerden biri Mevlânâ’dır. Onun sevgi ve hoşgörü eksenli tasavvuf
anlayışı, dini çoğulculuğun savunucularından John Hick’e göre İslâm dini için referans
V
görülmektedir. Muhteviyatının dışında değerlendirilen ve Mevlânâ’ya aidiyeti bile
bağlamda Mevlânâ’nın tasavvuf öğretisi ile dînî çoğulculuk teorileri hangi bakımdan
ayrışmaktadır veya uyuşmaktadır? Mevlânâ gerçekten dînî çoğulcu bir din anlayışına mı
sahiptir yoksa onun din tasavvuru dînî çoğulculuğu da aşan evrensel bir yapıda mıdır? Bu
sorular çalışma boyunca irdelenerek Mevlânâ’nın din anlayışı ve dînî çoğulculuğu nasıl
yardımcı olan danışman hocam Prof. Dr. Ahmet Cahid Haksever’e şükranlarımı sunarım.
noktaları görmemi sağlayan Tez İzleme Komitesi’nin değerli üyeleri Prof. Dr. Müfit
Selim Saruhan’a ve Prof. Dr. Vahit Göktaş’a ayrıca Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün’e
teşekkürlerimi bir borç bilirim. Uzun ve yorucu tez sürecinde her zaman yanımda olan ve
desteğini esirgemeyen değerli eşim ve oğlum ile özellikle babama ayrıca teşekkür ederim.
Singin ve Talat Olgun’a; tezin son okumasına katkı sağlayan Ar. Gör. Dr. Mesut
Akdoğan’a ve doktora eğitimim boyunca fakültedeki işlerimde yardımcı olan Ar. Gör.
VI
GİRİŞ
dünyasının din konusu ile alakalı problemlerinden biri de artan dinsizlik akımlarıdır.
kişilerin başında dînî çoğulculuk kavramını literatüre kazandıran John Hick gelmektedir.
Ona göre bütün dinler “Mutlak Gerçeklik” ve “Mutlak Kurtuluş” fikri etrafında ortak bir
Hick, dînî çoğulculuk kavramın diğer dinler gibi İslâm’da da var olduğunu iddia
etmektedir. Hatta daha da özele inerek Mevlânâ’nın bazı söylemlerini dînî çoğulculuğa
(s.a) tarafından tebliğ edilmiş, iman-amel-ahlâk bütünlüğü üzerine kurulu son hak din
şeklinde tanımlanmaktadır. Tasavvuf ise bu esaslar üzerine tesis edilmiş İslâmî bir ilim
dalıdır. Bu noktada tasavvufî öğretilerin Anadolu’da yayılmasında önemli bir rol oynayan
Mevlânâ’nın din söylemleri ile John Hick başta olmak üzere dînî çoğulculuk hipotezini
2. Araştırmanın Konusu
Dünya üzerindeki toplumların ve dinlerin etkileşimleri eski çağlara oranla iletişim
araçlarının ve küreselleşmenin de etkisi ile çok daha hızlı bir ivmeyle artmıştır. Dinlerin
birbirleri hakkında mâlumâtın çoğalmasının bir sonucu olarak dînî çoğulculuk kavramı
1
literatüre girmiştir. Dînî çoğulculuk, küreselleşme 1 neticesinde yakınlaşan insan
Kavram, dünya üzerindeki tüm dinleri, Tanrı’ya ulaşmada eşit vasıtalar kabul eden fikrin
adıdır.3 John Hick tarafından sistemleştirilen ve ortak bir teoloji projesini içeren dînî
(ö.1273), dünyanın birçok bölgesinde farklı dine mensup kişilerce çoğu zaman kendine
farklıdır ama ışık aynıdır.” söylemini dini çoğulculuğa referans kabul etmektedir.4
Onun söylemleri kurtuluş, hürleşme, doğruluk veya din sayesinde hedeflenen amacın bir
kadar diğer dinler aracılığıyla mümkünlüğünü beyân etse de asıl kurtuluşa ulaştıran yolun
1
Küreselleşme kısaca dünyanın tek bir mekân olarak tasavvur edilebilecek şekilde küçülmesi ve dünya
genelinde devletler ve toplumlar arasındaki etkileşimlerin derinleşmesi anlamına gelen bir süreçtir.
Rajen Harshe, “The Limits of Globalisation: Unveiling Resilience and the Primacy of the Nation State
in World Politics”, India Quarterly: A Journal of International Affairs, c.70, sy.1, 2014, s.47,
doi:10.1177/0974928413511765.
2
M. Kazım Arıcan, “Dînî Çoğulculuk Paradigması ve Eleştirisi (John Hick Eksenli Dînî Çoğulculuğun
Eleştirisi)”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 15, sy. 2, 2011, s.22.
3
Recep Kılıç, Dini Anlamak Üzerine, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2019, s.56.
4
John Hick, “Religious Pluralism and Islam”, http://www.johnhick.org.uk/jsite/index.php/articles-by-
john-hick/6-religious-pluralism-and-islam, (Erişim Tarihi: 01.06.2020).
5
Cafer Sadık Yaran (ed.), İslam ve Öteki: Dinlerin Doğruluk, Kurtarıcılık ve Birarada Yaşama
Sorunu, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2018, s.170.
6
Mehmet Şükrü Özkan, “Dini Çeşitlilik Karşısında Hıristiyan Düşünürlerin Cevapları ve Tipoloji
Problemi”, Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 7, sy. 14, 2016, s.89-90.
2
kurtuluş kavramını anlamlandırması hangi temeller üzerine inşâ edilmiştir? Mevlânâ’da
iman, ahlâk, amel bütünlüğü önemli midir? Araştırmada bu sorular konu olarak ele
3. Araştırmanın Amacı
Araştırmanın genel amacı Mevlânâ’nın eserlerinde ve özellikle Mesnevî’de dînî
Mevlânâ’nın din, ahlâk, ibadet, kurtuluş, necât, nübüvvet kavramları ile ilgili çok sayıda
bir zemine oturtulması ise bir diğer amaç kabul edilebilir. Gerek İslâm toplumunda gerek
dünyada Mevlânâ meşhur bir isimdir ancak bu şöhretin içeriği birbirinden çok farklı din
İslâm’a tâbi olan değil, ona alternatif kabul edilen Mevlânâ tasavvurları ile
karşılaşılabilmektedir. Bu durum yanlış bir Mevlânâ tasavvurunun kimi zaman yanlış bir
Batı’da İslâm hakkında olumsuz yargı taşıyan birçok kişi Mevlânâ’ya karşı pozitif bir
noktada Mevlânâ gibi önemli bir sûfinin ötekine yaklaşımını çok yönlü bir biçimde
okumak ve onun din anlayışını doğru kavrayarak fikirlerinin dînî çoğulculuk fikriyle
3
4. Araştırmanın Önemi
Dînî çoğulculuk kavramının anavatanı olan Batı’da, birçok düşünür ve din
erozyona uğrayan yönler söz konusudur. Dînî çoğulculuk, John Hick tarafından bir teoloji
şekildeki bir çoğulculuk anlayışına eleştiri getirmektedir. Heim, dînî çoğulculuğu farklı
bir formda tanımlayarak asıl dînî çoğulculuğun ancak farklı dinlerin varlığını ve kurtuluş
bir kavram kargaşasının doğru tahlili, İslâm düşünce dünyası için de önem arz etmektedir.
netleştirilememiş bir kavram olan dînî çoğulculuğun, belli bir ilmî süzgeçten
Mevlânâ ve Yunus Emre ile ilgili yapılan çalışmalarda onların dînî çoğulculuğu
Hacı Bektâş-ı Velî gibi büyük sufilerde görüldüğünü hatta Yunus Emre’nin, “Yetmiş iki
millete bir gözle bakmayı” öğütlemesinin ve “Sen sana ne sanırsan ayrığa da onu san,
dört kitabın mânâsı budur eğer var ise.” Sözüyle kavramı desteklediğini9 iddia eden
Ünver Günay ve Mevlânâ için dînî çoğulculuk bir gerçeklik sorunundan daha fazlasını
7
Birebir bu söylemle karşılaşılmamakla birlikte ayrıntılı bilgi için bknz. “Aşkın canına andolsun ki ben
ne helale and içerim ne harama…” Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Dîvân-ı Kebîr, çev. Abdülbaki
Gölpınarlı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1992, c.3, b.171, s.249.
8
İbrahim Agâh Çubukçu, “Mevlânâ ve Felsefesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.
26, 1983, s.109.
9
Günay Ünver, “Türklerin Dini Tarihinde ve Kültüründe Çoğulculuk ve Hoşgörü”, Erciyes Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 10, 1998, s. 64.
4
ifade etmektedir iddiasındaki Mehmet Aydın, onu dînî çoğulcu kabul eden isimlerden bir
kaçıdır. Hatta Mehmet Aydın’a göre Mevlânâ için dînî çoğulculuk “İlahi bir kuraldır.”
Müslümanlar tarihte olduğu gibi bugün de Tanrı hakkında bildikleri ve bilinebilecek her
şeye sahip, vahyin tamamının mâliki gibi davranmamalıdırlar. Müslümanların diğer bir
küreselleşmenin bir başka sonucu olarak ortaya çıkan yeni dînî hareketler, her dinden
Mevlânâ Yılı ilan edip bu çerçevede çeşitli etkinlikler düzenleyerek Mevlânâ’nın daha
iyi tanıtımını hedeflemesi akla, “Neden başka bir mutasavvıf değil de Mevlânâ?”
Sorusunu getirmektedir. Bu soruyu Rıfat Atay şöyle bir soruyla cevaplama yoluna
gitmiştir: “Yaklaşık on beş asırlık İslâm kültür birikimi içinden niçin Mevlânâ seçilip
bilincinde olmakla beraber, akla ilk gelen iyimser ihtimal Mevlânâ’daki insan sevgisi ve
10
Rıfat Atay, “Dinsel Çoğulculuk Açısından Farklı Mevlânâ Okumaları : Bir Çözümleme Denemesi”,
Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.16, 2006, s.96.
11
Güsameddin Erdoğan, Çokkültürlülük, Çoğulculuk ve Din Eğitimi: Fırsatları ve Sorunları,
İstanbul: Marmara Üniversitesi, 2012, s. 170.
12
Âdem Bölükbaşi, “Yeni Çağın Yeni Dînî Formları Karşısında İslâmcılık”, Bilgi Sosyal Bilimler
Dergisi, sy. 1, 2012, s. 43.
13
Atay, “Dinsel Çoğulculuk Açısından Farklı Mevlânâ Okumaları : Bir Çözümleme Denemesi” a.g.m.,
s.80-81.
5
Mevlânâ ve fikirleri hakkındaki tasavvurlar kişilerin din anlayışlarına göre
içeren kavramlar hakkında neler düşündüğünün bilimsel bir çerçevede tespit edilmesi,
girenlerin taraflı çalışmaları ve şahsî yorumları haricinde bu konu ile ilgili herhangi bir
veriye rastlanılmaması konunun araştırılmasını önemli kılan bir diğer etmendir. Mevlânâ
ve onun hoşgörüsü ile ilgili ulusal ve uluslararası platformlarda çok sayıda çalışma
yapılmıştır. Ancak onun dînî çoğulculuk, dînî dışlayıcılık ve dînî kapsayıcılık hakkındaki
5. Kuramsal Çerçeve
5.1. Kavramlar
Araştırmanın disiplinler arası niteliği kavram çeşitliliğini beraberinde
temizlik, namaz, tövbe, insan-ı kâmil…) bahsedilmiş, son bölümde ise sosyoloji,
psikoloji, kelâm, din felsefesiyle de irtibatlı kavramlardan (akıl, dînî özgürlük, din-şeriat
Batı’da felsefecilerin din kavramı ile ilgili cevaplanamayan sorulara felsefîk bakış
açısından tutarlı ve mâkul bir mekanizma içinde yanıt üretme faaliyetlerini “Dînî
6
Çoğulculuk” kavramıyla pratiğe geçirmeye çalıştıkları görülmektedir. 14 Dînî çoğulculuk,
dînî çeşitlilik kavramı kapsamında ortaya atılan çözüm tekliflerinden biridir. Dînî
dışlayıcılığa ve dînî kapsayıcılığa refleks olarak ortaya çıkan bu alternatif tutumda, tüm
Dînî dışlayıcılıkta, hakîkât ve kurtuluş tek bir dinde aranmaktadır. Bu görüşe göre
cennete hak kazananlar sadece Hristiyanlardır. Dînî kapsayıcılıkta ise her kişi potansiyel
Hristiyandır fikri ile hareket edilmiştir. Dînî çokluk görüşünde ise dinlerin doğrulukları
tartışılagelen soyut bir kavramı ifade etmektedir. Dînî çeşitlilik ve farklılıklar da tıpkı din
kavramında olduğu gibi insanın varoluş tarihi ile birlikte onun gündemine ilk giren
zaman diyaloğa açık ve barışçıl bir tavır sergilerken kimi zaman içe kapanmayı ya da
karşıdakini yok saymayı tercih etmişlerdir. Bu durum içinde bulunulan sosyal, ekonomik
Dînî çoğulculuk fikri, çağımızda diğer dinlere karşı sergilenen tavırlardan birini
temsil etmektedir. Kuramın atfedildiği Smith, din kavramı kritiğinden faydalanarak dînî
gerektiğini vurgulamıştır. Smith, yirminci yüzyıldan itibaren dinler açısından farklı bir
14
Adnan Aslan, “Batı Perspektifinde Dînî Çoğulculuk Meselesi”, İslâm Araştırmaları Dergisi, c. 2, sy.
1, 1998, s.143-144.
7
döneme girildiğini söylemektedir. Global dünyada, ekonomi, eğitim teknoloji ve siyasetin
dini ve kültürel gelişmelerin önüne geçtiğini ifade etmektedir. Bu nedenle dini çoğulcuk
teoremini savunmakta ve yeni bir dünya düzeni kurulması gerektiğini iddia etmektedir.
Dinler arası diyaloğun artırılarak dinlerin ortak hakikatte birleştirilmesi gerektiği teorisini
Dînî çoğulculuk kavramının ortaya çıkış amacı ortak ve tek bir din olgusu iken
tarihsel süreçteki seyri neticesinde günümüzde, “tolerans, aynı masa etrafında buluşup
çalışıldığını göstermektedir. Zira dînî çokluk, dinlerin mutlak doğru veya yanlış olarak
kabulünden ziyade, mevcut çokluklarını ve farklılıklarını olduğu gibi kabul edip mâkul
alternatif bakış açıları olarak görülseler de Batı’da son zamanlarda ortaya çıkan
geleneklerindeki mistisizm temelli dînî çoğulculuk anlayışlarına ya da her hangi bir dînî
8
gelenek içerisindeki çoğulcu yorumlara çok az değinilmesi de bu durumun diğer bir
nedeni görülmektedir.
aslında içerik itibariyle John Hick, Mehmet Aydın ya da Câfer Sâdık Yâran, İbrahim
Agâh Çubukçu’nun iddia ettikleri çoğulcu formdan çok daha farklı ve geniş bir anlama
çoğulculuktan daha geniş kapsamlı, bu kavramları aşan, insanı ontolojik yönünden ötürü
merkeze alarak kapsayan ve kuşatan bir fikrî yapıyı temsil ettiği görüşüdür. Bu durumu
Osman Nuri Küçük şu şekilde izah etmektedir: “Mevlânâ gibi kendi ben’leri üzerinden
‘Külli Ben’e yol bulup kapı aralayanların sözleri, kendi dindaşlarıyla, hemşehrileriyle,
dönemleriyle sınırlı olmuyor. İnsan gerçekliğine hitâp ediyor ve herkesi kuşatıcı oluyor.
15
Osman Nuri Küçük, Sufiliğin Zirvesi: Hz. Mevlânâ’yı Anlamak, İstanbul: Nefes, 2016, s.10.
9
6.Mevlânâ iman, amel, ahlâk bütünlüğü ve kurtuluş hakkında neler
düşünmektedir?
gözlemlenebilir mi?
11. Mevlânâ’da akıl, dînî özgürlük, fıtrî din hangi anlamlara gelmektedir?
alınmıştır. Birinci bölümde genel anlamda dînî çoğulculuk, dînî kapsayıcılık, dînî
alınmıştır.
İkinci bölümde Mevlânâ’nın din anlayışı holistik bir yaklaşımla ele alınmıştır.
“Mevlânâ’da Temel Dînî Kavramlar” başlığı altında iman-amel-ahlâk ile ilgili kavramlar,
İslâm ve öteki hakkındaki fikirleri hangi kavramlar ile özdeşleştirdiği, din ve kurtuluş ile
10
Üçüncü ve son bölüm ise “Dînî Çoğulculukla İlgili Mevlânâ’ya Yönelik Atıfların
fıtrî din, ontolojik çoğulculuk, kültür ve değişim, varlık-bilgi ahlâk problemleri, dînî
multidisipliner bir araştırmadır. Bu sebeple çalışmada, ilgili metinlerden konu ile ilişkili
tarihsel arka planının tespiti ve son olarak elde edilen veriler ışığında yorumlanması
ortaya koymak amacıyla yurt içi ve yurt dışındaki kütüphanelerden faydalanılarak bir
düşünürlerin içerisinde yaşadıkları zaman dilimi, sosyo-kültürel yapı, kabul ettikleri din
olmaları hasebiyle dînî çoğulculuk kavramı Hick ve Smith’in eserleri merkeze alınmak
sûretiyle irdelenmiştir.
noktaları belirlemek bir diğer zorluktur. Yeni ve güncel bir kavramı yüzyıllar önce
yaşamış bir kimsenin düşünce dünyasında aramak, bugüne ve farklı birer ilmî disiplin
olan tasavvuf ile din felsefesi alanlarını entegre etmeye çalışmak bir diğer zorluk alanıdır.
7. Kaynakların Değerlendirilmesi
“God Has Many Names”, “Religious Pluralism and Islam”, “An Interpretation of
Religion”, “The Meaning and End of Religion”, “The Faith of Other Men”, “Towards an
Teology: Faith and The Comparative History of Religion”, “Patterns of Faith Around The
Word” , God and The Universe of Faiths”, “Problems of Religious Pluralism ” adlı
eserleri ile halen aktif şekilde devam eden çoğulculuk projelerinden faydalanılmıştır.
Batılı diğer din felsefecilerinin dînî çoğulculukla ilgili eserleri de göz önünde
bulundurulmuştur. Türkiye’de konu ile ilgili çalışmaları bulunan Cafer Sadık Yaran,
Recep Kılıç, Mahmud Aydın, Rıfat Atay, Mehmet Şükrü Özkan, Adnan Arslan, Ruhaddin
anlayışı ile dini çoğulculuğu etraflıca kıyaslayarak irdeleyen holistik bir çalışmanın
Dînî çoğulculuk konusu ile ilgili Mahmud Aydın’ın çevirisini yaptığı John Hick’e
“Dînî Çoğulculuk” isimli kitaplar önemli başucu kaynakları olmuştur. Dînî çoğulculuğun
12
Paradigması ve Eleştirisi”, Rıfat Atay’ın “Dinsel Çoğulculuk Açısından Farklı Mevlânâ
gösterici niteliktedir. Kavramın tarihsel arka planı göz ardı edilmeksizin günümüzdeki bu
çalışmalar ekseninde kavramın içeriği ve Mevlânâ ile arasında kurulan bağlantı tespit
edilmeye çalışılmıştır.
Yayıncılık tarafından 2007 yılı baskılı tercümesi; Veled İzbudak’ın MEB tarafından
yayınlanan 1998 yılı baskılı tercümesi; Âmil Çelebioğlu’nun yine MEB tarafından
tarafından yayınlanan 2008 yılı baskılı tercümesi; Şefik Can’ın Ötüken Yayınlarından
nedeniyle Veled İzbudak’ın MEB tarafından yayınlanan 1998 yılı baskılı tercümesi;
Âmil Çelebioğlu’nun MEB tarafından yayınlanan 2000 yılı baskılı tercümesine daha
fazla müracaat edilmiştir. Bunların dışında Ahmed Avni Konuk’un tercümesiyle kaleme
Mevlânâ’nın diğer dinler hakkındaki fikirlerini en çok beyân ettiği eseri, didaktik
bir formda kaleme aldığı Mesnevî’sidir. Bu nedenle ağırlıklı inceleme, Mesnevî üzerinde
sosyoloji, din psikolojisi, tasavvuf ve din felsefesi alanları göz önünde bulundurularak
13
BİRİNCİ BÖLÜM
DÎNÎ ÇOĞULCULUK
küreselleşme neticesinde farklı din ve kültürlere sahip toplumlar, aralarında daha yakın
yoğun bir şekilde birbirleriyle fikir alışverişi fırsatı bulabilmekte aynı zamanda farklı
kavramları ortaya çıkmıştır. Bu tasnifi, 1983’te ilk kez yapan Alan Race,
16
Dane Andrew Collins, “The Christian Theology of Religions Reconsidered: Alan Race’s Theology of
Religions, Hans Frei’s Theological Typology and 20th Century Ecumenical Movements on Christian
Engagement with Other Faiths”, Doktora Tezi, 2017, doi:10.17863/CAM.26055.
17
Ruhattin Yazoğlu, “John Hick’in Dini Çoğulculuğunun Arka Planı”, Atatürk Üniversitesi Kazım
Karabekir Eğitim Fakültesi Dergisi, sy. 9, 2010, s.472. Batı düşünce tarihinde bu fikrin ilk önemli
temsilcisi Alman Liberal Protestan teologu Ernst Troeltsch’dir. O, 1923 yılında yayımladığı, “The Place
of Christianity Among the World Religion” isimli makalesinde, çoğulcu kuramı ortaya koymaya
çalışmış, Amerikalı filozof William Hocking de, 1932 yılında yayımladığı “Rethinking Missions” isimli
eserinde çoğulcu paradigmayı benimsediğini belirtmiştir. İki düşünür de dinlerin tarihi ve kültürel
rölativizminin farkındadırlar ve Hristiyanlığın diğer dinlere oranla hiçbir zaman özel bir statü iddia
edemeyeceğini savunmuşlardır. Onların ardından bu fikri geliştiren iki düşünür ise Wilfred Cantwell
Smith ve John Hick’tir. Ancak, dini çoğulculuğun, esas itibariyle John Hick tarafından küresel bir din
kuramı ve akım olarak geliştirilmeye çalışıldığı söylenilebilir. Hick’in geliştirdiği bu kuram, onun genel
din felsefesinin bir parçası olmuştur.
14
varılmıştır. Dînî çoğulculuk hakkında fikir beyan eden diğer felsefeci ve teologların
ortaya konulmuş felsefî bir düşünce yapısını ifade etmektedir.19 Dînî çoğulculuk, dünya
üzerindeki tüm dinleri bilhassa aktif olarak devam eden büyük dünya dinlerini Tanrı’ya
aynı seviyede ulaştıran araçlar kabul eden teorinin adıdır. Dinler arasında hakikat değeri
açısından herhangi bir ayrımı kabul etmeyen bu fikri yapı, bünyesinde birçok dînî ve
değerlendirilebilir.
• Çoğulculuk tek başına çeşitlilik değildir ama çeşitlilikle ilgili etkili ve enerjik bir
bağlılıktır. Çeşitlilik, aralarında çok az bir ilişki bulunan dinsel grupların oluşturulması
anlamına gelebilir. Gerçek bir bağlılık ve ilişki olmadan sadece çeşitlilik toplumlarımızda
• Çoğulculuk sadece hoşgörü değil, farklı çizgiler arasında aktif bir anlayış
Hindular, Yahudiler veya dine mesafeli duranların birbirleri hakkında bir şey bilmelerini
gerektirmez. Hoşgörü, dînî farklılıklar için önemli bir temeldir. Bireylerin birbirleri
18
Küreselleşme kısaca dünyanın tek bir mekân olarak tasavvur edilebilecek şekilde küçülmesi ve dünya
genelinde devletler ve toplumlar arasındaki etkileşimlerin derinleşmesi anlamına gelen bir süreçtir.
Harshe, a.g.m., s.47.
19
Arıcan, a.g.m., s. 22.
20
Recep Kılıç, Dini Anlamak Üzerine, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2019, s.55-56.
15
hakkındaki cehâletlerini ortadan kaldırmak için hiçbir şey yapmamaları ve klişeleri, yarı
elde etmek için inançların karşılaşmasıdır. Bu, en derin farklılıkları hatta dînî farklılıkları
alma, eleştiri ve özeleştiridir. Diyalog hem konuşma hem de dinleme anlamına gelir ve
bu süreç hem ortak anlayışları hem de gerçek farklılıkları ortaya çıkarır. Diyalog,
“masadaki” herkesin birbiriyle aynı fikirde olacağı anlamına gelmez. Çoğulculuk masada
21
“What is Pluralism?”, Harvard University the Pluralism Project, https://pluralism.org/about, (Erişim
Tarihi:13.05.2020).
22
Dînî çoğuculuğun ortaya çıkışı her ne kadar küreselleşme olgusuna bağlansa da daha önceki dönemlerde
de bu tarz fikir akımlarına rastlanmaktadır. 1556-1605 yılları arasında yaşayan Bâbür hükümdarı Ekber
Şah’ın İslâmiyet, Hristiyanlık, Zerdüştîlik, Hinduizm, Budizm gibi çeşitli din ve inanç sistemlerinin
prensiplerini birleştirerek Dîn-i İlâhî adıyla (Sinkretizm: Bütün dinlere aynı anda inanma) yeni bir din
kurma çalışması bu amaca yönelik bir örnektir. Nurhan Ramazanoğlu Özcan, “Tasavvuf
Perspektifinden Dînî Çoğulculuk”, Tematik Tasavvuf Toplantıları: Fikriyat, Kişiler, Kurumlar, ed.
Ahmet Cahid Haksever, 2019, s.57.
23
Karsten Lehmann, “Institutionen Christlicher Migranten in Deutschland: Eine Sekundäranalyse am
Beispiel von Frankfurt am Main”, Religiöser Pluralismus: Empirische Studien und Analytische
Perspektiven, ed. Martin Baumann, Samuel Martin Behloul, Bielefeld: Transcript Verlag, 2005, s. 95-
100. Bu fikrin ilk önemli temsilcisi Alman teolog ve fikir adamı Ernst Troeltsch kabul edilir. Onun
çoğulculuk kavramını ortaya atma nedeni ise güncel amacından çok daha dar kapsamlı sayılabilir. Zira
o, bu kavramı modernist Protestanlarla, geleneksel Protestanların birliğini sağlamak için oluşturmuştur.
16
penceresinden bakıldığında ise birbiriyle belli konularda rekabet halindeki farklı dînî
Büyük dünya dinleri, “tek ve bir olan Nihâi ve İlahi Hakikât’in” çeşitli
ortaya çıkarılması için gayret etmeyi; aynı zamanda farklı hakikat anlayışları karşısında
savunanlar, her bireyin eşit ölçüde kurtuluşa erebileceğini ve dinî inançlar arasındaki
felsefesinin bir konusu haline getiren kılavuz isimler Cantwell Smith ve John Hick’tir. 26
Her ne kadar dînî çoğulculuk kavramını felsefe başlığı altında temellendiren isimlerden
itikâdî ve ahlâkî çelişkilere çözüm bulma ihtiyacıdır. Hick, “kilise dışında kurtuluş
24
Hanifi Özcan, Mâtüridî’de Dînî Çoğulculuk, İstanbul: Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Vakfı,
2013, s.11-15. Nihai Hakikat kavramının kullanım nedeni fikri ortaya atan isimlerce, “doğru olan
yegâne hakikat bizim dinimizdir” diyememeleriyle ilgilidir. Fikri gündeme getirenlerin asıl talepleri,
uluhiyet kavramını vahiyle gelen gelmeyen bütün dinlerde aynı düzeyde tutma istekleridir. Dinleri
birbirinden ayıran Allah, Nirvana, Brahman gibi terimler ortadan kaldırılarak ortak nokta kabul edilen
“Nihâi Hakikât” fikri etrafında birleştirmek, beraberinde birçok problemin doğmasına neden olacaktır.
Zira böyle bir durumda vahiy kavramına yer verilemeyeceği için İlah nitelendirmeleri temelden
değişikliğe uğratılmak mecburiyetinde kalınacaktır.
25
Sait Reçber v.dğr., Din ve Ahlâk Felsefesi, Ankara: Ankara Üniv. Yayınları, 2006, s. 159.
26
Yazoğlu, a.g.m., s.472; Mehmet Şükrü Özkan, “W. C. Smith ve J. Hick’in Dini Çoğulculuk
Hipotezlerinin Değerlendirilmesi”, İlahiyat Tetkikleri Dergisi, sy. 46, 2016, s.270,
doi:10.29288/ilted.304786.
27
Özkan, a.g.m., s.271.
17
edilemez görmektedir. Hick’in çoğulcu hipotezinin odağında bir kişinin Gerçek’le
soteriolojik olarak uygun ilişki kurması durumunda dînî doğruluğa ulaşmış kabul
edilmesi gerektiği düşüncesi vardır. Bu durumda farklı dînî gelenek mensuplarının kendi
zenginlik olduğunu düşünmektedir. Ona göre ilahi Gerçeklik yani olumlu olumsuz bütün
tanımlamaları aşan bir İlah vardır ve hiçbir dînî gelenek bu Gerçeği doğrudan tecrübe
edemez, kavrayamaz. Her din, kendi usulleri ve gelenekleriyle Gerçek kavramına bir
anlam atfederler ve Gerçek’in ne olduğuna dair farklı cevaplar verirler. Bu noktada dînî
gelenek yapısını ve nihai kurtuluşu vadeder. Hick için din ancak sevgi ve merhametin
meyvesi ise doğrudur. Mevcut dinler incelenebilir ancak hangisinin sevgi ve merhamet
konusunda daha yetkin olduğu noktasında deneysel bir kanıt bulunamayacağı için bütün
dünya dinlerine eşit yaklaşımla “doğru” denilebilir. Aralarında herhangi bir üstünlük ya
Hick’e göre dînî çoğulculuğun Aydınlanma sonrası Batı liberalizminin bir ürünü
olduğu düşüncesi açık bir yanılgıdır, çünkü temel çoğulcu fikir, XVIII. yüzyıl Avrupa
çoğulculuğun temsilcileri kabul eder. Hatta M.Ö. II. yüzyılda Budist imparator
bile XVIII. yüzyıl Aydınlanmasın’dan çok daha önce dînî çoğulculuk ifadelerine
rastlanmaktadır. Örneğin XV. yüzyılda Cusalı Nicholas’ın ayin çeşitlerinde tek bir din
28
John Hick, God Has Many Names, Philadelphia: Westminster Press, 1982, s.3-7.
18
vardır. Dolayısıyla dînî çoğulculuğun modern bir Batılı buluş olduğunu düşünmek
yanlıştır.29
Hick’in, 1973’te kaleme aldığı God and Universe of Faiths’de Nihâi Gerçek’lik
arasında farklılıklar söz konusudur. İlk eserinde farklı dinleri Nihâi Gerçeklik’le
doğrudan ilişki kuran kültürel araçlar görürken, ikincisinde farklı dinlerin Gerçek’e cevap
veren kültürel araçlar kabul edilmesi gerektiğini iddia etmiştir. Bu fikrî değişimdeki en
çoğulculuğu epistemolojik bir temele oturtma kaygısıdır. Kant’ın numenal dünyayla yani
bireyin kendine ait iç dünyasıyla salt bir tecrübeye sahip olamayacağı ve numenal
dünyaya ait tecrübelerimizin bir dereceye kadar sınırlı kalacağı yönündeki teoremi,
Hick’in bireyin dînî tecrübelerinin de şahsî dolayısıyla her dinin hakîkat düşüncesinin de
o kişiye özel kabul edilmesi gerektiğini düşünmesine sebebiyet vermiştir.30 Hick’e göre
farklı dînî geleneklerin aralarında çatışmalara neden olan farklı Gerçek algılarının en
büyük sebebi, hiç kimsenin Gerçek’i birebir tecrübe edememesidir. Kimi dinler somut bir
tarihi kutsal kişiliğe yönelirken (Yahve, Göksel Baba), kimileri Kur’ân’a ve vahye
inanmıştır. Bu durum yani Gerçek’in tecrübesi tamamen dînî bir gelenek aracılığıyla ya
Hick dînî çoğulculuk fikrini ortaya koyarken kimi noktaları birbirinden çok farklı
dînî geleneklerin teorisini çürütemeyeceğini de iddia ederek savunur. Örneğin ona göre,
evrenin Tanrı tarafından yaratıldığına inananlar, dünyada Tanrı tarafından yaratılıp tek
bir hayat yaşayacak olanlar ve ahirete inananlar ile Doğu dinlerinde reenkarnasyona
inananlar çekişkiye neden olmaz çünkü bu inançlar Gerçeklik’e uygun sateriolojik cevabı
29
John Hick, “Religious Pluralism and Islam”, http://www.johnhick.org.uk/jsite/index.php/articles-by-
john-hick/6-religious-pluralism-and-islam, (Erişim Tarihi: 01.06.2020).
30
John Hick, An Interpretation of Religion: Human Responses to the Transcendent, New Haven,
Conn.: Yale Univ. Press, 2004, s. 20, 235-36.
31
Ruhattin Yazoğlu, Hüsnü Aydeniz (çev.), Dini Çoğulculuk: John Hick’in Düşünceleri Etrafında
Tartışmalar, İstanbul: İz Yayıncılık, 2006, s. 100-101.
19
çağrıştırmaya devam ederler ve Gerçek zaten mitolojik bir yöne de sahiptir. 32 İnsanların
ölçüde herhangi bir bilişsel içeriğe çok az önem veren kültürel-dilsel din modeline bağlı
kabul edilebilir.33
Hick’in yaklaşımı, birçok açıdan problemlidir. Zira teist bir kişinin dînî inançları
ile politeist bir kişinin inançları nasıl ortak noktada birleştirilecektir? Ya da bu ortak
Gerçek’e ibadet edilirken nasıl bir uzlaşı yolu takip edilecek hangi dinin ritüellerine göre
hareket edilmesi tercih edilecektir? Çatışan Hakikât iddiaları sorunu nasıl çözülecektir?
İslâm dini özelinde bakıldığında netleşmesi gereken bir diğer nokta ise şudur: İslâm
önerme merkezli vahiy anlayışını benimsemiş bir din olduğu için kişi merkezli vahyi
kabul eden dinler ile nasıl bir uzlaşı önerisi sunulacaktır? İslâm, Allah’ın vahyettiği
Hristiyanlarca benimsenen kişi merkezli vahiyde ise Tanrı’nın zâtını, beşere ifşâ etmesi
durumu mevcuttur. Onlara göre bu durum, Tanrı’nın zâtını İsa Mesih vesilesiyle tarih
sahnesinde ortaya çıkarış sürecinin tamamıdır. Vahiyden kasıt Tanrı’nın kutsal metinde
kendisinden bahsetmesinden daha çok, süjeden süjeye yani Tanrı’dan insana zâtını ifşâ
edişidir. Mevcut düşünce Hristiyanlar için kabul edilebilir görülürken bir Müslüman için
aynı şey söz konusu olamayacaktır. Zira Müslüman için kabul edilebilir vahiy formu
zaten Kur’ân kutsal bir vahiy metni kabul edilmektedir. Dolayısıyla hem metafiziksel
hem de öğretisel açıdan bu iki bakış açısı birbirinden çok farklı konumlardadır. Bir dinin
belirleyebilmektedir.34
32
Hick, An Interpretation of Religion, a.g.e., s. 16, 191,211.
33
Hick, An Interpretation of Religion, a.g.e., s. 176,246.
34
Kılıç, a.g.e., s. 74-75.
20
John Hick’in tanımladığı dînî çoğulcululuk onun din tasavvuruyla kendini ele
verir. Ona göre dinler, insani etkilerle ve zamana yayılarak meydana gelen ve evrilen
tarihi ve fenomolojik vakıalardan ibarettir. Hick’e göre, dinin evrensel bir tanımı
seçkin kişilerin rolü etkilidir. Bireyler kendi kapasiteleri oranında dîni yaşarlar ve bu
doğru orantılı şekilde en üst seviyede idrak edenler ise “peygamber” olarak
isimlendirilirler. Kısacası ona göre dînî tecrübe din kavramının vazgeçilmez kriteridir.
Dînî tecrübeyi etkisi altına alan ilk faktör ise kültürel alandır. Hick için kültürel alandaki
çeşitlilik ve değişkenlik çoğulculuğu kaçınılmaz kılmaktadır. Ona göre iman zaten kişisel
bir tecrübeden ibarettir ve kutsal kitaplarda yazanlar, âyinler, dualar insanların kişisel
Tanrı tecrübeleriyle sınırlıdır. Hick’e göre ibadetler, dualar teolojik yapıya bürünmüş
eleştirmektedir.35 Buradaki en problemli nokta ise dinin iman, ibâdet ve ahlâk gibi temel
unsurlarının göz ardı edilerek böyle bir tanımlamayla sınırlandırılmış olmasıdır. Hick,
dünya evrenin merkezi kabul edilirken, Kopernik’ten sonra sadece uzaydaki dokuz
Her ne kadar dînî çoğulculuğun fikrî alt yapısınının temellerini John Hick atmış
olsa da W.Cantwell Smith’in de konu ile alakalı çalışmaları ve kavrama katkıları oldukça
35
Özkan, “W. C. Smith ve J. Hick’in Dini Çoğulculuk Hipotezlerinin Değerlendirilmesi”, a.g.m. , s. 273-
76.
36
Mustafa Çakmak, Çağdaş Batı ve İslam Düşüncesinde Dinsel Kapsayıcılık, İstanbul: İz Yayıncılık,
2014, s. 95-96.
21
fazladır. Smith, öncelikle din yerine “dînî gelenek” ifadesinin dînî çoğulculuk bağlamında
etmiştir. Ona göre iman ve birikimsel gelenek dinin iki boyutudur ve bu iki boyutu
birbirine fert bağlamaktadır. İman tüm insanlar arasındaki ortak paydayı temsil ederken,
insanları uzakta ya da kenarda kalmış insanlar olmaktan çıkıp iç içe olunan bir pozisyona
gelenekler arasında herhangi bir fark gözetilmemelidir. Farklı dinsel gelenekler, öteki
Tüm dînî gelenekler, kurtuluş açısından aynı şartlara sahip kabul edilmelidir. Smith’in
İslâm ile benzer kabul edenler olmuştur. Böyle bir durumda örneğin Allah’a inanç ve
teslimiyetleri noktasında ve Hz. Muhammed ile Hz. İbrahim arasında fark yoktur. Ancak
aynı durum tüm dinler ve onların önder ya da peygamber kabul ettikleri şahıslar açısından
Budist evrensel ortak imanı Smith’e göre aynıdır. Peki din mensupları bu aynılık ya da
37
Mahmut Aydın, “Bir Hıristiyan Kurtuluş Teolojisinden Dinlerin Bir Kurtuluş Teolojisine Doğru”,
Dîvân: Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, sy. 9, s. 133-34, (13.05.2020),
https://www.divandergisi.com/tr/Dergi/Makale/9/78; Mahmut Aydın, “Küresel Bir Teolojiye Doğru:
Wilfred Cantwell Smith’de Dinsel Çoğulculuk”, İslam ve Öteki: Dinlerin Doğruluk/Kurtarıcılık ve
Birarada Yaşama Sorunu, ed. Cafer Sadık Yaran, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2018, ss. 86-87.
38
Mustafa Çakmak, Çağdaş Batı ve İslam Düşüncesinde Dinsel Kapsayıcılık, a.g.e., 2014, s. 104-5.
22
Smith, Orta Çağ Hristiyanlığı ya da İslâm’ın temel ilkeleri ile alakalı birçok
kabul etmeyen bir bakış açısına sahiptir. Ona göre Tanrı’nın vahyettiği şey, bizzat
vahyeder çünkü vahiy insanî bir kavramdır. Tanrı vahyini tamamen tamamlamamıştır.
önemli etken, dînî çoğulculuk kavramını temellendirme kaygısıdır. 39 Zira ona göre İslâm,
Smith’e göre din dinamik olmalıdır. Mevcut haliyle din, kavram olarak statik
desteklemektedir. Dinin bilimsel ya da rasyonel bir tanımını yapmaya çalışmak, daha işin
gelişen bir şey ise peygamber olarak adlandırılan şahsiyetlerin belirleyicilik oranları da
azaltılmalıdır. Bu onun için önemli bir noktadır zira Smith’e göre dînî gelenekler, hakikat
ve kurtuluş gibi kavramlar Aşkın Varlık eliyle değil, insanların tercihleri ve tarihsel
Smith, mevcut dînî yapıların hiç birisini tasdiklememektedir. Asıl dînî yaşamın
bireysel iman tecrübesinden ibaret kabul edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Ona göre
39
Celal Büyük, “Wilfred Cantwell Smith’in Vahiy Anlayışı”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, c. 9, sy. 18, 2010, s. 176-80.
40
John Hick, İnançların Gökkuşağı (Dinsel Çoğulculuk Üzerine Eleştirel Diyaloglar), çev. Mahmut
Aydın, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2002, s. 28-30.
41
Smith W. Cantwell, The Meaning and End of Religion, Minneapolis: Fortress Press, 1991, s.
5,10,125,130.
23
mevcut teolojik doğrular mutlak hakikati yansıtmada yetersizdir çünkü insanî etkiye
mâruz kalmışlardır.42
Hans Küng, genel olarak kapsayıcılığı savunuyor kabul edilse de dînî çoğulculuğa
uygun düşen fikirleriyle dikkat çeken bir diğer şahsiyettir. Dünya dinlerinin birbirlerine
benzemelerinin eşit derecede doğru olmalarına işaret edebileceğini düşünen Küng için
doğru, zaten tam olarak yanlıştan ayrıştırılamamış bir kavramdır. Özeleştiriye açık bir
fikrî yapıya sahip olan Küng, Hristiyanlığın barış ve sevgi vurgusu yaptığı halde diğer
göre doğru ve iyi, kişinin iyi olmak için yaptığı eylemler ile insanî değerlerin tamamıdır.
Küng’ün Hristiyanlığı, doğruluğu ve hakikati içeren yegâne din görmesi ancak diğer
dinlerde de doğruların var olabileceğini kabul etmesi kapsayıcı yaklaşıma yakındır. Diğer
yandan “Hiçbir din tüm gerçeği yanlızca kendi içinde barındıramaz. Tüm gerçeğe sadece
Tanrı kendisi sahiptir.” Şeklindeki görüşüyle çoğulculuğa uygun bir fikrî yapıyı yansıttığı
Ahlâk”tır. Dünyanın kurtuluşu bütün dinlerin katıldığı ve uyguladığı ortak evrensel bir
istemediğin şeyi başkasına yapma!” ya da “Erdemli bir birey olmaya çalış.” 43 şeklinde
Görüldüğü üzere dînî çoğulculuk kavramı, fikri inşâ eden filozoflar tarafından
dahi temel kriter kabul edilebilecek ortak bir tanıma 44 ya da düşünce yapısına
42
Özkan, “W. C. Smith ve J. Hick’in Dini Çoğulculuk Hipotezlerinin Değerlendirilmesi”, a.g.m., s. 275-
76.
43
Mustafa Çakmak, Çağdaş Batı ve İslam Düşüncesinde Dinsel Kapsayıcılık, a.g.e, s. 109-20.
44
Tanım denilen şey, aslında çoğunlukla bir kelimenin manasının farklı sözcüklerle ifade edilmesinden
ibarettir. Ancak bu durumun yeterliliği tartışmaya açıktır. İyi, etik ya da ahlâkî kavramları için de aynı
durum söz konusu kabul edilebilir. Metin Aydın, “İyi Kavramının Tanımı Yapılabilir mi? J. S. Mill’in
Kanıtlaması ve G. E. Moore’un Doğalcı Yanılgı Eleştirisi”, Cumhuriyet İlahiyat Dergisi, c. 21, sy. 2,
2017, s. 1147.
24
dînî düşünce alanında görüş çeşitliliği, ekonomik, politik, sosyal alanlardakinden çok
Dînî çoğulculuğu kabul eden bir kişi, sadece bir bakış açısının doğru olduğunu
doğru mudur?
Sadece bir dinin ya da Tanrı’nın ebedî varlığa giden bir kurtuluş yolu sunduğu
Bu tür sorular gün geçtikçe -sadece akademik alanda değil- kişisel ve kurumsal
1.2. Amacı
Dînî çeşitliliğe açık bir yanıt (İlâhi bir gerçeklik olmadığı için) kabul edilen dînî
tek bir gerçek bulunmadığını; birbiriyle çelişen belirli hakîkât iddialarından daha
fazlasının doğru olabileceğini ortaya koymaktır.46 Bir diğer amaç ise dînî çoğulculuk
45
David Basinger, “Religious Diversity (Pluralism)”, Stanford Encyclopedia of Philosophy,
https://plato.stanford.edu/entries/religious-pluralism/, (Erişim Tarihi: 13.05.2020).
46
Joseph Runzo, “God, Commitment, and Other Faiths: Pluralism vs. Relativism”, Faith and
Philosophy: Journal of the Society of Christian Philosophers, Vol.5, sy. 4, 1988, s. 351-57.
25
toplamaktadırlar. Bunlar; dînî dışlayıcılık (exclusivism), dînî kapsayıcılık (non-
anlaşılmasında cevapsız kalan sorulara bilimsel temellendirmeler eşliğinde orta bir yol
sunabilmektir. Sadece bir temel teistik sistemin dînî bakış açısına inanılması, (örneğin,
büyük dünya dinlerinden sadece biri) beraberinde dindar bir dışlayıcı bakış açısında
sadece biri (örneğin, İslâm içinde) dînî perspektiften doğruya ya da en azından gerçeğe
daha yakın olacaktır. Kapsayıcı bakış açısındaki bir kişi ise herhangi bir temel teistik
sistemin veya varyantının dînî perspektifinin bu konudaki diğer tüm dînî perspektiflerden
üstün olduğunu reddetmektedir. Son olarak çoğulcu bakış açısı ise belirli bir dînî
perspektifin üstün olmadığını, aynı zamanda konunun gerçekliği hakkında olumlu bir
yaklaşımda bulunduğunu iddia etmekte, Gerçek hakkında ikna edici cevapları bulmayı
Bu savın doğal niteliği, muallak olan sorunun türüne bağlıdır. Eğer incelemeye
alınan problem birden fazla doğru bakış açısının olabileceği bir konu ile alakalı ise -
örneğin, Tanrı’nın huzurunda sonsuzluğa ulaşmak için yeterli koşullar- çoğulcu olmak,
birden fazla temel teistik sistemin veya varyantının dînî perspektiflerinin eşit yaklaşımlar
şeklinde kabul edilebileceğini iddia etmektir. Eğer tek bir doğru gerçeğin olabileceği bir
konu ise -örneğin, Tanrı’nın varlığı- ama bu gerçeğin çoğulcu bakış açısıyla tam ne
olduğunu belirlemenin nesnel bir aracı yoksa birden fazla temel teist sistem veya
47
Peter Byrne, “A Philosophical Approach to Questions About Religious Diversity”, The Oxford
Handbook of Religious Diversity, ed. C. Meister, Oxford: Oxford University Press, 2011, s. 36-37,
doi:10.1093/oxfordhb/9780195340136.003.0003.
26
teklif ettiği alternatif yolların tespitini sağlamayı, bu öğretileri ve paradigmaların ortak
amaçlamaktadır.48
gerekli gören ve savunanların amacı ise tek başına farklı ve çeşitli görüşlere hoşgörü
verdiği mâli zarar azaltılmış olacaktır. 49 Başkalarının dînî inançlarına uygun hareket
etmesini engelleme olarak tanımlanan dînî hoşgörüsüzlük, eski bir kavramdır ve içinde
bulunduğumuz çağda bu tür olumsuz davranışların arttığı ve giderek daha şiddetli hale
farklı dînî bakış açılarına sahip bireylerin inançlarını sınırsız uygulayabildikleri ve dînî
Dînî çoğulculuk (religious diversity) ve dînî hoşgörü arasında olumlu bir ilişki
Philip Quinn, dînî çoğulculuğun yadsınamaz gerçekliği üzerinde ciddi bir düşünceye
geniş perspektiften ve ortak bir pencereden bakmasını sağlayacağını ve daha fazla dînî
48
Philip L. Quinn, Kevin Meeker (ed.), The Philosophical Challenge of Religious Diversity, New York:
Oxford University Press, 2000, s. 3-4.
49
“What is Pluralism?”, Harvard University the Pluralism Project, s.3, https://pluralism.org/about,
(Erişim Tarihi:13.05.2020).
27
hoşgörüye yöneleceğini (başkalarına karşı daha kabul edilebilir, daha az çatışmacı bir
duyan ve kendi bakış açıları hakkında daha etraflıca bir anlayışa sahip kimselerin, toplum
din kavramının modern toplumlardaki görevini yerine getirebilmesi için sadece bireylerin
mensup oldukları dinlerle sınırlı kalmaksızın bütün dinlere karşın tolerans taşımaları
edildiğini ifade etmektedirler. Bu özgürlüklerin hayata geçirilmesi ile alakalı somut bir
örneği 2009 yılında Berlin’deki bir lise öğrencisinin teneffüste dua etme özgürlüğü için
1.3. Kapsamı
Öncelikle dînî çoğulculuk, dînî çeşitlilik veya dînî çokluk değildir. Zira dînî çokluk53 ve
50
Philip L. Quinn, “Religious Diversity and Religious Toleration”, International Journal for
Philosophy of Religion, Vol. 50, No. 1/3, 2001, s. 57-80; Philip L. Quinn, “Epistemology in Philosophy
of Religion”, The Oxford Handbook on Epistemology, ed. P. Moser, Oxford University Press, 2002,
s. 533-37.
51
David Basinger, “How Religious Diversity Can and Does Foster Religious Tolerance”, Religious
Tolerance through Humility: Thinking With Philip Quinn, ed. J. Kraft and D. Basinger, Burlington:
Ashgate Publishing Company, 2008, s. 29-42.
52
Johannes Kandel, “Einführung in die Thematik”, http://library.fes.de/pdf-files//akademie/07572.pdf,
(Erişim Tarihi: 01.06.2020).
53
Dinî çokluk, dinlerin mutlak doğru veya yanlış olarak kabülünden ziyade, mevcut çokluklarını ve
farklılıklarını olduğu gibi kabul eden ve mâkul gören anlayışın adıdır. Dinî çoğulculukta ise dinlerin
28
dînî çeşitlilik54 dînî inançların mevcut farklılıklarını ifade ederken, dînî çoğulculuk söz
konusu ile alakalı bütün öğretiler ve kavramlar dînî çoğulculuğun kapsamının içine
girmektedir.
John Hick’in dînî çoğulculuk kuramına bakıldığında onun ilk etapta dinin kaynağı
göre dinin kaynağı beşeridir. Hz. Muhammed, Hz. İsa, Buda, Konfüçyüs gibi şahsiyetler
dünyasında dînî söylemlerin mutlak bağlayıcılığı yoktur. Dinlerin Tanrı, ahlâk, kâinât
Hick’e göre; dinler Hakk’ın tezâhürleri olduğu için eşit ölçüde doğruyu
yansıtırlar. Aralarındaki çatışan hakikât iddiaları, kendi tarihi ve kültürel alt yapıları
İslâm ya da Hinduizm gibi dinlerin birbirleriyle karşılaştırılması uygun değildir. Her biri
Hick dışlamacı bakış açısından çoğulculuğa geçişte tek başarılı yolun sekülarizm
olduğunu savunmaktadır. Çoğulcu kabul edilen Hüseyin Nasr’ın dînî çoğulculuk hipotezi
incelendiğinde ise Hick’e göre bazı noktalarda farklı düşündüğü görülecektir. Nasr,
farklılıklarına itiraz mevcuttur. Dinlerin aynı gerçekliğin bir boyutu olduğunu iddia edilir ve bütün
dinleri üst bir doğru etrafında toplama çabası söz konusudur. M. Kazım Arıcan, “Felsefî ve Teolojik Bir
Problem Olarak Dînî Çeşitlilik”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 15, sy. 1,
2011, s. 20.
54
Dinlerin çeşitliliği (religious diversity): Dünya dinleri değerlendirilmeye tâbi tutulduğunda dinlerin
çeşitliliği (religious diversity)bir realite olarak kabul edilmektedir. Bahsedilen çeşitliliğin yelpazesi teist
inançlardan politeist inançlara uzanan geniş bir alanı kapsamaktadır. Bu kadar çok çeşit dinin ve inancın
arasında büyük farklılıkların bulunması normaldir ancak bu dinlerin kendi aralarındaki ortak noktaları
bulmalarını zorlaştırmıştır. Zira dinlerin, empirik açıdan doğruluğu test edilemeyen olgulara sahip
olmaları, farklı ve birbiriyle çoğu zaman çelişen hakikat iddialarında bulunmaları, bu iddiaların yanı
sıra farklı din müntesiplerinin birbirleriyle etkileşimlerinin (çağın gereği olarak) artması dinlerin
çeşitliliği kavramının gündeme taşınmasını ve bunun dini çeşitlilik olarak tanımlanmasını sağlamıştır.
Arıcan, “Felsefî ve Teolojik Bir Problem Olarak Dînî Çeşitlilik”, a.g.m., s. 72.
29
ziyade dindar çoğulculuk modelinin daha yerinde olacağını ifade etmektedir. Nasr’a göre
dinin kaynağı vahiydir, vahyin olmadığı bir dinden bahsedilmesi mümkün değildir.
için mezatifik, fizik ve ahlâk alanlarında kesinlik ifade etmektedir. Semâvî dinlerin
Kişi İslâm sayesinde vadedilen necâta ahlâki olgunluğa ulaşmış olur.55 Bu düşüncesiyle
S. Mark Heim, Hick gibi çoğulcuların, kurtuluş için sadece kendi dininin yolunu
uygun yol kabul etmediklerini belirtir. Bu şekilde düşünmeleri sonucunda dînî çoğulculuk
kavramının kapsamı içine Mutlak Hakikât, kurtuluş, Gerçek kavramlarını dâhil ettiklerini
belirttikten sonra kendi çoğulculuk tanımını sunar ve daha dürüst bir çoğulculuk nasıl
olmalıdır sorusunun cevabını aradığını söyler. Daha dürüst çoğulcu bir bakış açısı, çeşitli
dînî gelenekler tarafından sunulan görünüşte farklı kurtuluş yollarının aynı temel yolun
sadece kültürel açıdan farklı tezahürleri olduğunu reddetmek yerine bu dinlerin kurtuluş
tüm kurtuluş yollarının bütün detaylarıyla gerçek ve doğru olduğu anlamına gelmez
çünkü ilgili iddiaların bazıları tutarsızdır. Buna uygun yanıt, kurtuluş için tek bir doğru
yol olduğunu iddia etmek de değildir. Birçok farklı yolun, ayrı kalmaya devam ederken
kurtuluşa yol açabileceği savı öne çıkar. Görüldüğü üzere hoşgörülü bir çoğulculuğu
savunan Heim56 için dînî çoğulculuk daha dar bir alanı ifade etmektedir. Heim, dînî
taşımamaktadır.
55
Recep Şentürk, “Religious Pluralism in Christian and Islamic Philosophy : The Thought of John Hick
and Seyyed Hossein Nasr”, İslam Araştırmaları Dergisi, sy. 2, 1998, s. 252-54.
56
S. Mark Heim, Salvations: Truth and Difference in Religion, Maryknoll, N.Y: Orbis Books, 1995.
30
Heim, çeşitli dînî perspektiflerin savunucularının deneyimleyeceği bir çeşit nihâi
eskatolojik kurtuluş durumunun var olup olmadığı sorusunu gözardı ediyor gibi
görülebilir. Ancak onun daha çok farklı dînî yolların insanları dünyada
nihâi realiteye erişmek için farklı yolların varlığını inkâr etmemektedir. Görüldüğü üzere
etmeye çalışmışlardır. Tarihi seyri dikkate alındığında kavramın ilk çıkış amacı ve
içeriğinden kavramsal bir döngüye uğradığı söylenebilir. John Hick, William Smith,
Hang Küngs için daha keskin ayrımlar (Gerçek, kurtuluş, Mutlak hakikât, evrensel ahlâk
) söz konusu iken, güncel araştırmacılar ve filozoflar (Quinn, Heim vb.) kavramın altını
tolerans, hoşgörü, ortak masa etrafında farklılıklarla buluşma, diyalog gibi anlamlarla
doldurmaya çalışmaktadırlar.
57
Michael L. Peterson (ed.), Reason and Religious Belief: an Introduction to the Philosophy of
Religion, 5. Baskı, New York: Oxford University Press, 2013, s. 333.
31
Köpükler, gece gündüz denizden meydana gelir, onları deniz harekete
getirir. Fakat sen ne şaşılacak şey, köpüğü görüyorsun da denizi göremiyorsun!”58
daha derin bir içeriğe sahiptir. Üstelik farklı teolojilerin varlığı, bu teolojilerin inanç ve
Mümkünlüğü
ve belirli bir sistemin ışığında organize etmenin en küçük ve temel araçlarıdır. Kavramlar
bu denli etkileyen kavramlar, dînî hayatın ve dinle ilgili her unsurun mihenk taşı
Dînî çoğulculuk kavramını60 global bir din kuramı biçiminde tasarlayan John Hick
ve Wilfred Cantwell Smith içinde bulunulan bu çağda çoğulculuk siyasal, içtimaî ve dînî
alanda barışı, karşılıklı kaynaşmayı ve diyalogu sağlayacak en önemli çıkış noktası kabul
edilmelidir. Wilfred Cantwell Smith, XX. yüzyıl itibarıyla insanların dinler tarihi
mevcut küresel ortamda ekonomi, eğitim, siyaset ve teknoloji gibi unsurların önüne
58
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, çev. Veled İzbudak ve Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul: MEB,
1991, c.3, b.1259-71, s.101-102.
59
Figen Kılıç, “Kavram Analizi Yönteminin Kültür Kavramının Öğrenilmesine Etkisi”, Education
Sciences, c. 4, sy. 4, 2009, s. 1382, doi:10.12739/10.12739.
60
Ayrıntılı bilgi için bknz. Ramazanoğlu Özcan, a.g.m., s. 56-68.
32
geçtiğini belirtmektedir.61 Ona göre bu ortamda bütün insanların aynı dînî topluluk haline
uygulanması şarttır. Sahip olduğu düşünce yapısına göre modern dünyanın tek bir dünya
çoğulculuğun temeli olan iman olgusuna dayanarak bütün insanlığı bir dînî toplum çatısı
altında toplamakla mümkün olabilir. Dînî çoğulcu anlayış sadece dinler arasında değil
ortaya konulan bu ortak dînî gelenek içerisinde de olmak zorundadır. Zira çoğulculuk
bütün insanlığı ilgilendiren beşerî bir problemdir. Çoğulcu anlayışla hareket edildiğinde
böylelikle toplumsal bölünme tehditlerine daha kolay karşı koyarak herkesi kapsayacak
bu nedenle farklı din ve kültürlerin bir arada huzur içerisinde yaşayacağı çoğulcu
dünyanın kolay bir şekilde inşa edilemeyeceğini ifade etmektedir. Teolojik açıdan bunu
başarmak için yeni dünyanın tesis edilmesinin gerekliliğini ileri süren Smith, tek bir
geçirilebilmesi için tüm semâvi dinler kendi kavramlarını karşılaştırmalı olarak revize
61
Wilfred Cantwell Smith, Patterns of Faith Around the World, Oxford: Oneworld, 1998, s. 22.
62
Wilfred Cantwell Smith, Towards a World Theology: Faith and the Comparative History of
Religion, Philadelphia: Westminster Press, 1981, s. 78.
63
Wilfred Cantwell Smith, The Faith of Other Men, The New American Library, 1965, s. 75-99.
33
Smith, dînî geleneklerin tüm boyutlarıyla araştırılması gerektiğini söylemektedir. Bunun
hayata geçirilebilmesi için yapılacak ilk hamle “diğerleri” hakkında geniş bilgi elde
etmek ve onlardaki dînî kavramları özümsemektir. Smith, diğerini daha iyi anlamak ve
katkıda bulunması gerektiğini ifade etmekte ve bunun için ilk yapılması gereken şeyin
kişilerin hem kendi dinlerini hem de diğerlerinin düşüncelerini çoğulcu yapının bir
unsuru imandır. Bu durum sonraki yüzyılın belirleyicisi olacaktır. Smith’e göre bütün
bulunduğunu bildiren Smith, yeni dönemde iman teolojisine ihtiyaç duyulduğunu, İslâm
ve Hristiyan iman teolojilerinin bu teolojinin bir parçası kabul edilmesi gerektiğini ifade
vazgeçerek mutaassıp teist tutumlarını tekrar gözden geçirmelerinde fayda vardır. Yeni
anlayış dînî bağnazlıktan uzak, dar çerçeveli olmayan ve dışlayıcılığı dışlayan bir
yapının temel şartıdır. Smith’in kurmaya uğraştığı yeni teolojik anlayış insanlığın bütün
teolojisinin herkes tarafından kabul edilebilirliğinin her dine bir şekilde hitap edebilen ve
64
Mehmet Şükrü Özkan, “Wilfred Cantwell Smith’in İman Teolojisi”, Şarkiyat, c. 8, sy. 2, 2016, s. 802-
811.
34
her dînî oluşumun kendinden bir şeyler bulduğu teolojik bir yapıyla mümkün kılınacağını
düşünmektedir. Bu yeni dînî yapı, her dînî motiften güzel olan şeyleri barındırmalı, kendi
dinlerini ifade etmek için kullandıkları merâsim, âyin gibi parçalar alınmalı ve bu parçalar
birer sembol kabul edilmelidir.65 Bu yeni anlayış, her dînî kimliğe eşit uzaklıktadır ve her
dînî gelenek kendisini onun içinde onu sahiplenecek şekilde kabul edecektir. Smith,
kurulmasını ön gördüğü bu yapının teorik şablonunu çizmekle birlikte, tespit ettiği temel
eksiklikleri de ifade etmektedir. Smith’e göre, bu yeni yapılanma içerisinde her dindar
olamayacaktır. 66
dışlayıcı görüşlerin ön plana çıktığını belirten Hick, modern dünyanın iletişim bütünlüğü
aşmanın gerekliliğine inandığını söylemektedir. Ona göre, insanın dînî bir varlık kabul
edildiği, antik çağlardan günümüze kadar gelen zaman dilimi içinde inkâr edilemez bir
gerçektir. M.Ö. 1000’den önce çeşitli şekillerde farklı dînî tecrübelerle farklı dînî
inanışlara sahip insanoğlu, bu tarihten sonra büyük dînî oluşumların varlığına şahittir.
Hick, dînî çeşitliliğin tarihin en erken döneminden beri var olduğunu ve gelecekte de var
kültürel ortamlarda ortaya çıkmıştır. Ona göre, farklı kültürel ve tarihsel bağlamlardan
65
Smith, Patterns of Faith Around the World, a.g.e., s. 29.
66
Mehmet Şükrü Özkan, Wilfred Cantwell Smith ve John Hick’de Dini Çoğulculuk, Basılmamış
Doktora Tezi, İstanbul: Marmara Üniversitesi, 2014, s. 89-108.
35
dışlayıcı dogmadan kurtulmanın ve kapsayıcılığı kabul edip kurtuluşu bir şekilde tek bir
Dînî çoğulculuk, teistik olan ve olmayan dinler arasında çarpıcı bir şekilde kendini
hissettirmektedir. Örneğin tek tanrılı dinlerden Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm tek bir
İlah olduğunu kabul ederken Hinduizm, tipik olarak birçok tanrı ve tanrıçaları tanır.
Dinler arasındaki bir diğer çarpıcı fark, insanların din olgusundan beklentileri ile
subjektif ölümsüzlüğe ulaşmak iken bazı Doğu düşüncesi formlarında, örneğin Theravada
Hristiyanlıkta farklı Tanrı algıları mevcuttur. Tanrı’yı her şeyi kontrol eden, kendini
sınırlayan, gerçekliğin herhangi bir yönünü tek taraflı olarak kontrol etmede yetersiz
kalan olarak görenler gibi Tanrı’nın yalnızca meydana gelen veya gelecek her şey
hakkında yanılmaz bilgiye sahip olduğuna inanlar da mevcuttur. Tanrı’nın orta bilgiye
sahip olduğuna inanan ve Tanrı’nın olası herhangi bir bağlamda gerçekleşecek her şeyi
bildiğini de bu inanca ekleyen Tanrı’nın doğru insan davranışı için öngördüğü ahlâki
belirlediğine, Tanrı’nın farklı ahlâki kurallara uygun hareket ettiğine inanan, bilinçli bir
67
John Hick, God And The Universe Of Faiths, Place of publication not identified: Palgrave Macmillan,
a division of Macmillan Publishers Limited, 1988, s. 103-140.
68
David Basinger, “Religious Diversity (Pluralism)”, Stanford Encyclopedia of Philosophy,
https://plato.stanford.edu/entries/religious-pluralism/, (Erişim Tarihi: 13.05.2020).
36
Dînî çoğulculuğu savunanlar diğer dinlerin öğretilerinde de bu tarz ayrımların
İslâmî değerlerin modern yaşama en iyi nasıl uygulanacağı ve kadınların statüsü gibi
mevcuttur. 70
çeşitliliğin de önemli olduğu konusunda artan bir farkındalık vardır. Belirli bir konu
üzerinde gerçekten farklı inter-theistic (tanrıcılıklar arası) bakış açılarının olup olmadığı
önemlidir? Ona göre kendisiyle savaş halinde olan dünya çapında bir insan topluluğunun
kesin sulhu dînî çoğulculuğa bağlıdır. Dünyanın birçok yerinde erkekler, kadınlar ve hatta
çatışmalarda öldürülüyorlar. Bu, her inancın tek ve gerçek inanç olmak için kendi
bireylerin kendi inançlarının eşsiz üstünlüğünde ısrarcı tutumları sorunun bir parçası
haline gelmelerine de neden olmaktadır. Rakip mutlaklar arasında nasıl istikrarlı bir barış
sağlanabilir? Katolik yönüyle bilinen Hans Küng bu konudaki fikrini, “Dünya dinleri
arasında barış olmadan bu dünya halkları arasında barış olmayacak.” ifadeleriyle dile
69
Imran Aıjaz, “Islamic Conceptions of Divinity”, The Routledge Handbook of Contemporary
Philosophy of Religion, ed. Graham Oppy, New York: Routledge, 2015, s. 117-120.
70
Arvind Sharma, “A Hindu Perspective”, The Oxford Handbook of Religious Diversity, ed. Chad V.
Meister, Oxford, New York: Oxford University Press, 2011, s. 309-320.
71
Dennis Potter, “Religious Disagreement: Internal and External”, International Journal for Philosophy
of Religion, c.74, sy. 1, 2013, s. 21-31, doi:10.1007/s11153-012-9393-y.
37
getirmektedir. Her biri kendi dinini diğer dinlerden benzersiz bir şekilde üstün gördüğü
sürece dünya dinleri arasında gerçek bir barış olmayacaktır. İnançlar arasındaki diyalog
giderek artan bir ölçekte devam etmelidir. Barış için tek istikrarlı ve kalıcı yol, dünya
dinlerinin nihâi gerçeklikle farklı ama aynı derecede geçerli ilişkiler kurarak ve karşılıklı
Özetle yenidünya düzenindeki pasifliği eleştiren Smith ve Hick’e göre, tek bir
son unsurdur. Bunun sebebi ise dinlerin birbirleriyle ilişkisinin sadece felsefî bir konu
hakîkat, Tanrı, kurtuluş, ahlâk öğretileri net bir içeriğe sahip olmadığı için bilimsel
genişletmek ve cevapsız kalan sorularına orta yolu sağladıklarına dair mantıklı kaynaklar
Dînî çoğulculuk ile ilgili tartışmalar bugüne kadar hakîkât iddiaları etrafında
72
John Hick, “Religious Pluralism and Islam”, http://www.johnhick.org.uk/jsite/index.php/articles-by-
john-hick/6-religious-pluralism-and-islam, (Erişim Tarihi: 01.06.2020).
38
tedirgin olduğu ve dikkatlerden kaçan asıl nokta ise “çoğulculuk sorunu” şeklinde
ebedî kaderi, sonsuzluk ve kimin kurtuluşa hak kazanacağı soruları ile ilgilidir.
Bu konuda dînî dışlayıcılığı teoremi savunanlar, yanlızca bir dînî hakikat görüp
aralarındaki ilk keskin ayrım kurtuluş ve ebedî kader konularında görülmektedir. Dînî
dışlayıcılar insanın kurtuluşu elde edebilmesi için tek bir hakikatin peşinden gidilmelidir
benzer şekilde bir kişinin kurtuluşa erip erememesi, onun İslâm’a uygun yaşayıp
faktör perspektifinde ele almak tek mantıklı seçenektir. İlk ve en önemlisi, dönüşüm
paritesinin gerçekliğini savunmaktır. Etkili bir kurtarıcı süreç sadece diğer dünya
merkezli değildir - bireylere Tanrı ile ebedî varoluşu için bir “bilet” vermez ya da şans
başlamaktadır.75 Yani, etkili bir kurtuluş süreci, insanları kendi kişisel refahlarını daha
büyük, daha geniş bir gerçeklikte mükellef kullar (katılımcılar) olarak görmeye
73
Peterson, a.g.e., s. 322.
74
Imran Aijaz, “Traditional Islamic Exclusivism - A Critique”, European Journal for Philosophy of
Religion, c. 6, sy. 2, 2014, s. 194, doi:10.24204/ejpr.v6i2.186.
75
John Hick, “The Philosophy of World Religions”, Scottish Journal of Theology, c. 37, sy. 2, 1984, s.
229, doi:10.1017/S003693060001680X.
39
Kısacası, etkili bir kurtarıcı süreç katılımcılarını daha iyi insan kılmayı hedeflemektedir.
Hick’e göre, mevcut tüm kanıtlar, ortalama standartlar göz önüne alındığında, kurtuluş
Hick’in iddasının aksine, aynı temel kişisel dönüşümün çeşitli dinlerde ciddi
konusunda tartışmalar hâlen devam etmektedir. Çok az kişi böyle bir dönüşümsel pariteyi
inkâr etmek için güçlü bir deneysel temel olduğunu ya da böyle bir paritenin mevcut
etmektedir. Birçok temel teistik sistemin savucusu, dönüşümsel parite mevcut durum gibi
azından bu dönüşümün, muhtemelen bir birey için gerçek ve hatta kalıcı kabul edilse de,
bir gerçek içindeki o birey için gerçekleştirebileceği şey olmadığı iddia edilir. Teistik
iddiaları yapan dînî bir bakış açısının haklı görülemeyeceğini iddia etmektedirler.77
amaç, değer veya metafizik perspektife “laik” (din dışı) bağlılık oluşturmasıdır. Onlar da
kendilik dışında merkezleyen herhangi bir perspektife bağlı bireyler arasında bulunulan
genel dönüşümsel paritenin sadece bir alt kümesi değildir. Böylece, tüm dînî dönüşümlü
paritenin, dışsal ilâhi bir gerçeklikle bir tür bağlantının sonucundan ziyâde, bir tür iç
76
John Hick, An İnterpretation of Religion: Human Responses to The Transcendent, New Haven,
Conn.: Yale Univ. Press, 1989.
77
Kelly James Clark, “Perils of Pluralism”, Faith and Philosophy: Journal of the Society of Christian
Philosophers, c. 14, sy. 3, 1997, s. 307-310, doi:10.5840/faithphil199714330.
40
kavramsal çerçevenin yeniden düzenlenmesinin sonucu olduğunu varsaymak akla daha
yatkın değil midir? Eğer durum buysa, o zaman dönüşümcü parite en azından çoğulcu,
kapsayıcı veya dışlayıcı olan herhangi bir kurtuluş perspektifine uymak mecburiyetinde
kalmayacaktır. 78
inanmasının tek nedeni bu görüşleri dönüşümcü parite görmesi değildir. Ona göre
güvenilir bir bakış açısı bize, “Sıradan insanların (her zaman teologlar tarafından dikkate
alınmasa da) çoğunluğunun inancının -yüzde 98 ilâ 99- kişinin inancıyla doğduğu yerin
büyük bir çoğunluğunun doğduğu yere bağlı olduğu” göz önüne alındığında, “Dünyanın
belirli bir bölümünde dünyaya gelen kimselerin kendi dinleri haricindeki tüm dinleri
etmektedir.80
Hick’in bu fikrine de da itiraz edilmiştir. Hiç kimse, bir kişinin nerede ne zaman
doğduğu ve onayladığı dînî bakış açısı arasındaki etkileşimi ile yüksek ilişkinin olduğunu
savunanlar genel itibariyle çoğulcu bir açıklamanın tek mâkul seçenek olarak görülmesi
yoktur. Örneğin Hristiyan dışlayıcı, bu ilişkiyi, Mukaddes Kitap’ın yetkili bir hakikât
doğru bir gerçeklik görüşü içerdiğini öğrettiğine dair temel inancından ayrı olarak
düşünmesine gerek yoktur. Söz konusu korelasyonun ortaya çıkardığı karşıtlıktan daha
78
David Basinger, “Religious Diversity (Pluralism)”, Stanford Encyclopedia of Philosophy,
https://plato.stanford.edu/entries/religious-pluralism/, (Erişim Tarihi: 13.05.2020).
79
Hick, God Has Many Names, a.g.e., s. 44.
80
John Hick, “The Epistemological Challenge of Religious Pluralism”, Faith and Philosophy, sy. 14,
1997, s. 287.
41
ağır basan bir konuma ulaşmakta bu tür arka plan inançlarının dışlayıcılar açısından
felsefesi çalışmalarını neticesinde geri dönüşü olmayan bir şekilde gerekli olduğu
gerçeği”dir. İnsan deneyiminin yorumlanması için tek bir evrensel ve değişmez kalıp
değil, daha ziyâde “büyük kültürel akımlar içinde gelişen” önemli ölçüde farklı kalıplar
kaçınılmaz hale gelir”82 diyen Hick’e eleştiriler yöneltilmektedir. Zira hiç kimse kültürün
şekillendirici etkisine cevabının ortaya çıktığı temel arka plan inançlarının tamamının
kültürel / dînî yorumunun kaçınılmaz olarak daha üstün kabul edilmesi gerektiği fikrini
benimsemeleri beklenmeyebilir.
çoğulculuk (veya en azından salvific dışlayıcılığa karşı) için ahlâki bir dava açmaya
81
Alvin Plantinga, “Ad Hick”, Faith and Philosophy: Journal of the Society of Christian
Philosophers, c.14, sy. 3, 1997, s. 198.
82
Hick, “The Philosophy of World Religions”, a.g.m., s. 232.
42
gerektirdiğini iddia etmiştir. 83 Bu, hem Tanrı’nın mükemmelliğinden hem de
Hristiyan olmayan kimseler bu inançları taşıdıkları için genellikle ahlâki açıdan suçlu
değildirler. Sadece nesnel bir akıl yürütme çizgisinin, kurtuluş yolundaki Hristiyan (veya
başka herhangi bir dînî) yolun doğruluğunu göstermesi değil, dînî geleneklerin kendileri
de son derece esnektir. Yani, temel dînî inancın şekillenmesi, ana niteliği nedeniyle,
herhangi bir dinin dindar savunucuları, nasıl olursa olsun, kendi bakış açılarına dair her
türlü zorluğa kendi kendilerine tutarlı yanıtlar sunabilirler. Güçlü ya da zararlı bu zorluk
çalışmalar, kişinin temel dînî inançlarının, çoğu zaman önemli ölçüde “müminlerin
davranışlarını, evrensel ahlâki düşünce yapısı için belirleyici olan aynı temel adalet ve
onun sunduğu ilkeler tarafından yönlendirildiğine inanıyor olsa da bu herkes için kabul
edilebilir bir durum değildir. Tanrı, Kendi istediğini yapar ve bu yaptığı şeyler doğrudur
çünkü Tanrı, mutlak irâde sahibidir. Himma’nın görüşünü kabul eden Hristiyan
dışlayıcılar arasında bile -âdil bir Tanrı, Hristiyan olmayanları inançlarından dolayı
83
Kenneth Einar Himma, “Finding a High Road: The Moral Case for Salvific Pluralism”, International
Journal for Philosophy of Religion, c. 52, sy. 1, 2002, s. 1-33.
84
Himma, a.g.m., s. 18.
43
Çoğulcular, dışlayıcılar ve kapsayıcıların gerçek kurtuluşun temelinin sadece bir dinde
bulunabileceği iddiaları yanlış kabul edilse bile, ne tür çoğulcu hipotezlerin doğrulanması
gerektiği sorusu cevapsız kalır. Bu soruya Hick, dünyanın büyük dinlerine odaklanan
hiçbir zaman büyük dünya dinlerinin -Hristiyanlık, Hinduizm, Budizm, İslâm- çelişkili
ayrıntılı olarak tartışmaktadır. 85 Onun temel çoğulculuk iddiası, bu tür farklılıkların en iyi
şekilde, farklı kültürlerin tek bir nihâi İlâhi Gerçekliği tasarladığı ve deneyimlediği çeşitli
yollar olarak görülmesidir. Her önemli dînî perspektif “geçerli bir kurtuluş bağlamı
şudur: “Neden sadece dünyanın büyük dinlerinin kurtuluş yolu sunduğunu ve bu yolların
Güneş Tapınağı Düzeni” gibi bâtıl fırkaların aksine, dünyanın büyük dinlerinin bizi
nezaket, iyilik, sadâkat gibi” erdemli yollar sunması gerçekliğinde yatmaktadır.87 Hick’in
kadar, kurtuluş için sadece etik bir dayanağın yeterli olup olamayacağını tartışanlar da
mevcuttur.88 Örneğin, S. Mark Heim, Hick gibi çoğulcuların, kurtuluşa sadece bir yolu
noktasında- aslında kapsayıcı olduklarını iddia etmektedir. Ona göre bu sebeple dinler,
85
John Hick, Problems of Religious Pluralism, Houndmills: MacMillan, 1985, s. 487.
86
Hick, “The Philosophy of World Religions”, a.g.m., s. 229-31.
87
John Hick, “The Possibility of Religious Pluralism: A Reply to Gavin D’Costa”, Dialogues in the
Philosophy of Religion, ed. John Hick, London: Palgrave Macmillan UK, 2010, s. 164,
doi:10.1057/9780230283978_11.
88
Quinn, Meeker, a.g.e., s. 5.
44
iyi, daha dürüst bir kurtarıcı çoğulculuk, her dini diğer dinlere benzer veya onlardan farklı
halleriyle kabul edebilecek kendi kurtuluş yoluna sahip farzedecek bir anlayıştan
geçmektedir. Yani, daha dürüst çoğulcu bir bakış açısı, çeşitli dînî gelenekler tarafından
sunulan görünüşte farklı kurtuluş yollarının, aynı temel yolun sadece kültürel açıdan
farklı tezâhürleri olduğunu reddetmektir. Bunun yerine çeşitli dinlerin kurtuluş yollarının
yollarının bütün detaylarının gerçek ve doğru kabul edildiği anlamına gelmez çünkü ilgili
iddiaların bazıları tutarsızdır. Buna uygun yanıt, kurtuluş için tek bir doğru yol
bulunduğunu iddia etmek de olmamalıdır. Buna göre, birçok farklı yolun, ayrı kalmaya
çoğulculuğa ulaşılacaktır. 89
pratikte dinlerin hakikatini inkâr edişidir. Ona göre “Gerçek’e” uygun “doğal bir cevabı”
çağrıştıran mitolojik her inanç doğru kabul edilebilir. Yani dînî inançların öz değeri
pratikleriyledir. Fakat Hick’in bunun tam tersi yönünde beyânları da mevcuttur. “Önemli
olan, dînî kabullerin doğru ya da yanlışlığı değil, faydalı olup olmamalarıyla ilgili kaba
faraziyedir. Ben bunu eleştirmek istiyorum.” diyerek çoğulculuk teorisinin temelini atan
de ters düşmektedir. Zira x önermesi doğruysa onun karşıtı y önermesi yanlıştır. Aynı
anda hem x hem de y önermesinin doğru olması mümkün değildir. Bu basit mantık kuralı
dinlerin hakikati iddiasında da kendini gösterecektir. Seçilecek iki dinin birbiriyle çelişen
hakikat iddiaları nasıl ortak bir noktada birleştirilebilecektir? Örneğin İslâm’ın temel
öğretilerinin ilki, tek İlah’ın varlığına inanmak iken birçok tanrıya inanılan Hinduizm’le
89
S. Mark Heim, Salvations: Truth and Difference in Religion, Maryknoll, N.Y: Orbis Books, 1995.
45
ortak bir ilah tasavvuruna sahip olunması mümkün görünmemektedir.90 Dînî çoğulculuk
hipotezinin temelinde dinlerin aynı hakikati farklı yollarla ifade ettiği ve aynı gerçekliğe
farklı cevaplar olduğu fikri yatmaktadır. Buna göre hakikât noktasında uzlaşı mümkün
görünmediği gibi dinlerin tamamının kurtuluşa eşit şekilde vesile olacağı savı da
muhaldir.
Neticede dînî çoğulcu bir hipotez öne sürebilmek için öncelikle yapılması
gereken, çatışan hakikât problemine bir çözüm üretmek ve bunu sağlarken dinlerin aynı
incelenebilir:91
sağlanabilirliği,
verişinde bulunma” şeklinde tanımlanır. 92 Dînî çoğulculuk kavramı birden fazla dinin
değerlendirmeye tabi tutarken diyalog fikri böyle bir yargılamayı lüzumlu görmez. Dinler
90
Yazoğlu, Aydeniz, a.g.m., s. 67-70.
91
Latif Tokat, “Dini Çoğulculuk Hangi Açıdan Mümkündür?”, Milel ve Nihal, İnanç, Kültür ve Mitoloji
Araştırmaları Dergisi, c.4, sy. 2, 2007, s. 54.
92
Mahmut Aydın, “Dinler Arası Diyalog Üzerine”, Tezkire, Düşünce, Siyaset, Sosyal Bilim Dergisi, sy.
23, 2001, s. 128-129.
46
arası diyalog, dinlerin hakikat değeri taşıyıp taşımamalarına bakmaksızın kendilerini
özgürce ifade edebilmelerine imkân tanıyan bir yapıya ihtiyaç duymaktadır. Buna karşın
sekülerist bakış açısına göre diyalog ancak saf hakikat iddiasından vazgeçilmesi
savunmaktadır.94
Bununla birlikte sosyolojik olgular, çoğulculuk için yeterli veriye sahip değildir.
Her din kendi öğretisini geliştirdiği için rasyonellikle dinlerin derecelendirmesi mümkün
evrensel kabul edilmiş insânî ve ahlâki değerlerin toplamıdır. Birinden diğerine değişen
ahlâki değerlerden yola çıkarak “Dinler eşit ahlâki neticeleri doğurur ve fayda sağlar.”
93
Ian S. Markham, Plurality and Christian Ethics, Cambridge ; New York: Cambridge University Press,
1994, s. 11.
94
Aydın, “Küresel Bir Teolojiye Doğru: Wilfred Cantwell Smith’de Dinsel Çoğulculuk”, a.g.m., s. 93-
94. Smith “Eğer insanlığın dini yaşanacaksa, dini çoğulculuk bağlamında yaşanacaktır.
Konfüçyanistler, Budistler, Hindular ve Müslümanlar sadece Birleşmiş Milletler’de değil, cadde ve
sokaklarımızda da bizimle beraberdir. Giderek, sadece bizim medeniyetimizin kaderi onların
eylemlerinin etkisinde kalmıyor, aynı zamanda biz onlarla birlikte çay-kahve içiyoruz” sözleriyle
aslında sosyolojik bir duruma dikkat çekmektedir.
95
Mahmut Aydın, “Paradigmanın Yeni Adı: Dinsel Çoğulculuk”, Akademik Araştırmalar Dergisi, c. 4,
sy. 14, 2002, s. 128.
47
sistematik bir şekilde ele alan Hick, dinin ana arterinin, birey ve toplumdaki ahlâki
dönüşümden geçtiğini ifade ederek hiçbir dinin doğru ya da yanlış şeklinde kategorize
edilemeyeceğini iddia etmektedir. Ona göre dinin temelinde yatan düşünce kurtuluştur.96
Hick’e göre, kurtuluş fikri dünya dinlerinin tamamının ortak konusudur. Fakat kurtuluş,
bütün dinlerde aynı mânâya gelmemektedir. Örneğin kurtuluş, İslâm inancına göre üç ana
başlık altında incelenir. Bunlar iman etmek, hayatta doğru, yararlı işler yapmak
gerçekleşmektedir: Dünyada veya ahirette cennet âleminde tekrar doğuş, ruhun farklı
96
Kılıç, Dini Anlamak Üzerine, a.g.e., s. 59; Cafer Sadık Yaran, “John Hick’in Din Felsefesinde Dinsel
Çoğulculuk”, İslam ve Öteki: Dinlerin Doğruluk, Kurtarıcılık ve Birarada Yaşama Sorunu, ed.
Cafer Sadık Yaran, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2018, s. 164-166.
97
Mehmet Okuyan, Mustafa Öztürk, “Kur’ân Verilerine Göre Öteki’nin Konumu”, İslam ve Öteki, ed.
Cafer Sadık Yaran, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2018, s. 197.
98
Yahudiliğin başlangıcını oluşturan İsrâil kavmi, belli bir nesebin (Yakuboğulları/İsrâiloğulları)
Tanrı’nın seçimi ve kutsal topluluk halinde tesisiyle teşekkül etmiş bir etnik grubu ifade etmektedir.
Söz konusu dinî-etnik vurgu Yahudi geleneği içerisinde sıkça tekrarlanan, “Yahudilik, Tanrı’nın
Yahudiler için takdir ettiği dindir.” şeklindeki sözde de görülmektedir. Buna göre Yahudilik olgusu
tarih boyunca ortaya çıkan bütün etnik, coğrafî vb. ayrışmaların üstünde ahid yoluyla birbirine
bağlanmış tek bir topluluktan (ethnos) meydana gelme idealine ve tecrübesine dayanmaktadır. Kısacası
Yahudilik’te esas bir dini benimsemenin ötesinde bir topluluğun parçası olma bilinci ve aidiyetidir ve
kurtuluş sadece bu ırka mahsus kabul edilmiştir. “Sînâ Ahdi” diye isimlendirilen ahidlerinde, İsrâil
Tanrısı Yahve tarafından Hz. Mûsâ’ya İsrâiloğulları’nın uyması gereken kuralları içeren Tevrat
verilmiş, yalnızca İsrâil Tanrısı’na itaat edip Tevrat kurallarına göre yaşamaları karşılığında kendilerine
Tanrı’nın has kavmi (seçilmiş kavim) olma ve -ataları İbrâhim’e vaad edildiği üzere- Ken’an
topraklarını mülk edinme fırsatı bahşedilmiştir (Çıkış, 19-24; Tesniye, 26-29) denilmektedir. Ayrıntılı
bilgi için bknz. Salime Leyla Gürkan, “Yahudilik”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2013, c. 43, s.
201.
99
Hristiyanlıktaki kurtuluş fikrini ortaya atan Pavlus’tur. Onun, İsa’nın beklenen kurtarıcı olduğu,
insanlığı kurtuluşa erdireceği fikrini yaymaya başlamasıyla beraber kurtuluş Hristiyanlığın temel
ilkelerinden biri haline gelmiştir. Kurtuluş konusunun, Pavlus’un mektuplarında İncillerden çok daha
fazla yer alması iddiayı desteklemektedir. İlk insan Âdem, ilk günahı işlemekle doğaüstü bir hayata
sahiplik özelliğini kaybetmiş, Tanrı ile insan arasını açan bir düşüşe neden olmuştur. Âdem’in bu günahı
bütün insanlara sirâyet etmiştir. İnsanlık Âdem’den gelen bu ‘aslî günah’tan kurtulmak için ne kadar
çaba sarf etmişse de bu çabaları sonuçsuz kalmıştır. İsa, kendisini insanların günahlarına kefaret eden
bir kurban şeklinde sunarak, onları ‘aslî günah’tan kurtarmıştır. İsa’nın birinci gelişiyle başlayan
kurtuluş günü, şu an halen devam etmektedir. Kurtuluşun sonsuzluğu hakkında İsa şöyle demektedir:
“Ben onlara ebedi hayatı veririm, onlar da ebediyyen helak olmazlar.”(Yuhanna 3/15-36).
Kısaca, Hristiyanlar kendilerinin kurtuluş için en baştan seçildiklerine inanmaktadırlar. Onlara göre İsa,
bu amaçla gelerek onları aslî günahtan kurtarmış ve nihâi mânâda kurtuluş için yapılması gerekenleri
öğretmiştir. Öğretilerine uyulduğu takdirde dünya hayatının sonundaki uhrevî kurtuluşun da
gerçekleşeceğine inanmaktadırlar. Nadide Şahı̇ n, “Hıristiyanlıkta ve İslam’da Kurtuluş Anlayışı”, The
Journal of Social Sciences, c. 29, sy. 29, 2018, s. 481, doi:10.16990/SOBIDER.4505.
48
karmaşıklaştırmaktadır. İslâm’a göre kişi bir defa ölüp kendi yapıp ettikleri neticesinde
Kurtuluş problemine insanî bir çözümün bulunamayacağını, ancak İsa Mesih ve onun
çarmıha gerilip öldürülmesi vesilesiyle tüm insanların günahlarına ceza ödediği iddia
sadece farklı dinler arasında değil belli dinlerin kendi inanç sistemleri içerisindeki
“Bütün yollar aynı hedefe götürür.” savını da inanılamaz ve çelişik hale getirmektedir.
Ayrıca salt kurtuluş kavramının ortak bir amacı simgelediği görüşünün kabul edilmesi
eksikliği, hayat tarzı olarak dinlerin hangisinin tercih edilmesinin diğerlerine göre daha
hayatlarındaki tatbikât başarılarına göre değerlendirilmelidir. Hz. İsa, kötü huyları tavsiye
eden bir peygamber olsaydı, din açısından kabul göremezdi. Mercek altına yatırılması
gereken diğer bir nokta, din kurucularının sunduğu mesajların insanlar üzerinde etki oranı
100
“Korintlilere Birinci Mektup 15:12-20”, 25.05.2020, https://www.kutsal-
kitap.net/bible/tr/index.php?id=1126&mc=5&sc=1111. “Mesih’in ölüler arasından dirildiğine ilişkin
sözün yayılmasına karşın, aranızdan bazıları nasıl, “Ölüler dirilmez” diyebiliyor? Ölüler dirilmezse,
Mesih de dirilmemiştir. Mesih dirilmemişse sözü yaymamız boşunadır, imanınız da boştur. Üstelik
bizler de Tanrı'nın yalancı tanıkları durumuna düşüyoruz. Çünkü Mesih’i diriltti diye Tanrı’ya tanıklık
ettik. Ölülerin dirilmediğini varsayarsak Tanrı, O’nu diriltmemiştir. Çünkü ölüler dirilmiyorsa Mesih
de dirilmedi. Eğer Mesih dirilmediyse, imanınızın da değeri yoktur; siz de hâlâ günahlarınızın
içindesiniz. Bu durumda, Mesih'te ölmüş olanlar da yok oldular. Yalnızca şimdiki yaşamda Mesih'e
umut bağlamışsak, tüm insanlar içinde en çok acınılması gereken de bizleriz. Ama gerçekte Mesih ölüler
arasından dirilmiştir. O, ölenlerin ilk ürünüdür.” Yine birçok Yeni Ahit yazarınca İsa’nın Mesih
olduğuna inanmanın zorunlu bir kurtuluş şartı kabul edildiği görülmektedir. Hick’in aksine Luther gibi
protestan Hristiyanlar, İsa’nın ulûhiyetine imanın, ahlâktan önce geldiğini ve kurtuluş için en önemli
şart olduğunu belirtmektedirler. Yazoğlu, Aydeniz, a.g.m., s. 111.
49
ve bu mesajların toplumu daha iyi bir hayata yönlendirip yönlendirmediğinin tespitidir.
ettikleridir.101
“Bir din, mensuplarına fayda sağladığı oranda güzel, iyi ve doğrudur.” “Pek
çok farklı din mensubuna baktığımda Hristiyanları onlardan daha iyi dindar veya
daha güvenilir bir halde göremiyorum… Büyük dinlerin tarihlerine, kitaplarına
ilham aldıkları kaynaklara baktığımda birbirilerinden üstün bir yönlerini
bulamıyorum sadece iyi ve kötünün güçlü ve zayıfın karıştığı tarihi bir dokuyla
karşılaşıyorum.”102
aynı seviyededir. Her dinde iyi ve ahlâkî noktada mükemmel insanlar mevcut olabilir.103
Her iyinin veya her kötünün bir araya toplandığı birtek dinden bahsedilemez. Bu şekildeki
bir değerlendirme, ancak dinler sadece ahlâkî amaçları bakımından ortak bir noktada
Bu, teistik dinler açısından doğru kabul edilebilecek bir durum değildir. Çünkü din,
gerçekliklerden ibâret bir olgu değildir. 104 Bu şekilde iyi, kötü ve ahlâkînin içeriğinin ya
Metafizik boyut felsefe ile ilgili olduğu kadar imanla da ilgilidir. Dînî ahlâka
101
Mahmut Aydın, Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman Perspektifinden Dinsel Çoğulculuk ve Mutlaklık
İddiaları, Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 2005, s. 159-170.
102
Aydın, Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman Perspektifinden Dinsel Çoğulculuk ve Mutlaklık
İddiaları, a.g.e., s. 225.
103
Yaran, “John Hick’in Din Felsefesinde Dinsel Çoğulculuk”, a.g.e., s. 176.
104
Kılıç, Dini Anlamak Üzerine, a.g.e., s. 64.
50
girmektedir. Zira din, varlığın ve hayatın anlamını araştırırken yöneltilen sorulara verilen
bir örnek vermeyi tercih etmiştir. Hz. İsmail’in kurban edilmeye gidişini anlatarak Hz.
İbrahim’in o esnada aklını bir kenara bırakarak hareket ettiğini iddia etmiştir. “Eğer o,
ahlâk kurallarına göre davransaydı İsmail’i kurban etme eylemine teşebbüs edemezdi”
diyerek Hz. İbrahim’in, olay esnasında şüphe taşımayan imanıyla ve akla ters olacak
şekilde hareket ettiğini ifade etmektedir.105 O halde ahlâkî yönden doğru kabul
açıdan bakıldığında dînî çoğulculuğun ahlâkî yönden belli bir çerçeve içerisinde
elzem görülmektedir. Zira din felsefesi dinleri birer birer ele almak yerine onları bir bütün
olarak değerlendirir. Din felsefesi, çeşitli dinlerin tarihsel varoluş evrelerini incelemek ve
edilmektedir. Konu ile alakalı görüşler incelendiğinde birbirlerinden oldukça farklı bakış
sayılabilecek bölünemeyen bir iman vardır ve bu nedenle dinlerin özündeki iman birdir.
Dünya dinleri, temel kaynakları açısından kaynağı vahye dayanan dinler ve insânî
Kerîm vahiy yoluyla inen İlahi kitaplardır. Dînî çoğulculuğun mümkünlüğünün vahiy
105
Soren Kierkegaard, Korku ve Titreme, çev. N. Ekrem Düzen, İstanbul: Ara Yayınları, 1990, s. 16-20.
106
Aydın, “Küresel Bir Teolojiye Doğru: Wilfred Cantwell Smith’de Dinsel Çoğulculuk”, a.g.m., s. 95.
51
konusuyla birlikte nasıl işleneceğini belirleyecek birinci etken vahyin niteliğidir. Vahyin,
Tanrı müdahalesiyle bu güne ulaşan bir kavram kabul edilmesi durumunda çoğulculuk
bağlamında tartışılması mecburîdir. Burada vahiy formları ile alakalı iki tutumdan
İslam, önerme merkezli vahye örnek kabul edilirken Hristiyanlık’ta vahiy, Hz.
merkezlidir. Nesnel bir olaya bağlanması, Hristiyan vahyini İslâm vahyine oranla bilgi
vahiy bilgi kaynağı kabul edilirken kişi merkezli vahiy anlayışında Tanrı, kendisini
Tanrı’nın kendisini izhâr ettiği somut hâdiselerin tahlilinin var olduğu görülmektedir. 108
Bir diğer problemli konu, vahyin üç din için de ortak araç kabul edilmesi halinde
ortaya çıkacaktır. Böyle bir durumda “nihâi vahiy”, “sonuncu peygamber”, “sonuncu din”
açısından son gelen vahyin tarihi açısından en güncel belirleyici değere sahip olması
gerekecektir. Kur’ân haricindeki vahye dayalı kitapların tahribâta uğradığı göz önünde
olmasından dolayı Kur’ân merkezli bakılması beklenirken “son zâti vahyin Hz. İsa’da
dinler arasında sorun teşkil edecek, vahiy ve din dilinin bilişselliği noktasında
107
Recep Kılıç, Modern Batı Düşüncesinde Vahiy, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2004, s. 77-97.
108
Kılıç, Dini Anlamak Üzerine, a.g.e., s. 58.
109
Aydın Işık, Bir Felsefî Problem Olarak Vahiy ve Mucize, Ankara: Elis Yayınları, 2006, s. 70-72.
52
kilitlenmelere neden olacaktır. Çoğulcu düşünürlerin bu konuda kesin bir cevaplarının
olmadığı görülmektedir. Hick, Smith ve P. Knitter’ın dînî bilgiye, “pragmatik bir yol
Dîni din yapan asıl gerçeklik bilgiye dayalı olup olmamasına bakılmaksızın
imandır. İman olgusunda irâdî bir yönle beraber, akıl-üstü kabul edilebilecek bir hal
görülmektedir. Kabul etmek, iman etmek ya da etmemek kişinin kendi ihtiyârına kalmış
bir durum sayıldığına ve imandan önce ilim geldiğine göre, bilgiye rağmen tasdîk
edilmeyecek bir iman söz konusu olabilmektedir. Böyle bir durumda her iman etmiş
bireyin diğerini dışlaması veya onunla özdeş fikirleri paylaşmaması olağan görülecektir.
Bireyin bilgi gerçekliğine rağmen imanı tasdîk veya reddetmesi mümkündür. Somut
bilgiye rağmen tasdîk etmek veya reddetmek olası ise imanda afâkî sayılmayan bazı
vahiy”, “mutlak hakîkât” gibi iddialara yer vermemelerini112 teolojik bir tavırdan ziyâde,
“Benim dinimde eksik unsurlar var mıdır?” sorusunu beraberinde getirse de mümin
olduğunu iddia eden bir kimseden böyle bir felsefî tutum beklenmemektedir. Zira
bulunduğu anlamına gelmektedir. Bir dine tâbi bireyler için kendi dini en doğru ve üstün
110
Terrence Merrigan, “Religious Knowledge in the Pluralist Theology of Religions”, Theological
Studies, c. 58, sy. 4, 1997, s. 686-687, doi:10.1177/004056399705800405.
111
Hanifi Özcan, Epistemolojik Açıdan İman, İstanbul: İFAV, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Vakfı Yayınları, 1992, s. 84-94.
112
Aydın, “Dinler Arası Diyalog Üzerine”, a.g.m., s. 135-139.
113
Yaran, “John Hick’in Din Felsefesinde Dinsel Çoğulculuk”, a.g.e., ss. 164-65.
114
Mâide Sûresi 5/3; “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım.
Sizin için din olarak İslam’ı seçtim.”
53
geçmektedir. Budistler, Dharma’yla acılardan kurtarabileceklerini savunurken115
elçisi olduğuna iman ederler.116 Teolojiden yola çıkılarak dînî çoğulculuğun savunulması
Hatta bu nedenle Smith, kilisenin Hristiyan mesajını yayınlamak yerine, bizzat yaşayarak
ve örnek teşkil ederek diğer dînî gruplarla karşılaşılmasının en doğrusu olacağını iddia
etmektedir. Onun düşünce yapısına göre tebliğ, bir paylaşımdır.117 Teolojik açıdan
getirilere ve çeşitliliğe neden olmakta, öte yandan içeriği açısından problemli bir yapıya
sahip görülmesi hasebiyle kavram kargaşasına yol açmaktadır. Bu durum ise güvensizliği
Çünkü çoğulcu bakış açısı çok seçenekli fikirlere de kapı açmaktadır. Kısacası dînî
çoğulculuk bir yandan olumlu bir yandan olumsuz yönleri bulunan mümkünlüğü uzun
115
Philip L. Quinn, “Religious pluralism”, Routledge Encyclopedia of Philosophy, ed. Edward Craig,
London: Routledge, 1998, doi:10.4324/9780415249126-K086-1.
116
Markham, a.g.e., s. 1.
117
Aydın, “Küresel Bir Teolojiye Doğru: Wilfred Cantwell Smith’de Dinsel Çoğulculuk”, a.g.m., s. 112-
13.
118
Johannes Kandel, “Einführung in die Thematik”, http://library.fes.de/pdf-files//akademie/07572.pdf,
(Erişim Tarihi: 01.06.2020).
54
3.1. Dînî Dışlayıcılık
Dînî çeşitlilik kapsamında ele alınan bir diğer kavram ise dînî dışlayıcılıktır. Dînî
dışlayıcılık; kurtuluş, hakikat, sonsuzluk gibi din vesilesiyle amaçlanan hedef ne ise
bunun sadece bir dinle kazanılabileceğini, hakikatin tek bir dinde bulunduğunu iddia eden
teoridir. 119 Dışlayıcılık kurtuluşu tek bir dinsel gelenekte aramaktadır ve kurtuluşa
Böylelikle Hristiyanlığı öne çıkaran bir tavır sergilerken diğer dinleri dışlama yoluna
gitmiştir. Barth’a göre, din ile vahiy ayrı şeylerdir. Vahiy Tanrı’nın bütün insanlara
inâyeti iken din insanın Tanrı’ya ulaşmak için oluşturduğu bir araç sayılmalıdır. İsa-
Mesih’in şahsında tecelli eden vahiy haricindeki bütün vahiyler geçersizdir. Dünya’da
çok sayıda din bulunması bu gerçeği değiştirmez. Bu nedenden ötürü bütün dînî
edilmelidirler.121 Dînî dışlayıcı teoremi savunan Karl Barth, Hristiyanlığın diğer dinler
arasında herhangi bir din sayılmasının ve onun dünyadaki diğer dinlerle uygunluğunun
ölçülmesinin çok yanlış bir tavır olduğunu iddia eder. Ona göre İncil haricinde hiçbir
Hendrik Kraemer (ö.1965) ise dini dışlayıcılığı savunan diğer bir isimdir.
119
Yaran, “John Hick’in Din Felsefesinde Dinsel Çoğulculuk”, a.g.e., s. 167.
120
Hick, Problems of Religious Pluralism, a.g.e., s. 31.
121
Mahmut Aydın, İsa Tanrı mı? İnsan mı? Çağdaş Hristiyan Düşüncesinde İsa-Mesih’in Konumu
Sorunu, İstanbul: İz Yayıncılık, 2002, s. 20.
55
“Hristiyanlık, Tanrı’nın kendini Mesih yoluyla vahyettiği tek dindir. Din hakkındaki
hükmü, insanlar kendi norm ve kurallarıyla vermemeli bu hükmü bizzat Tanrı
vermelidir; bu nedenle insanlara düşen vahyin otoritesini kabul etmektir.”122
oluşumlardır. Bu nedenle diğer dinlere Hristiyanlığın hakikati öğretilmedir. Ona göre dini
çoğulculuk teoremi yanlıştır. Dinlerin benzer vasıflarından esinlenerek onları eşit saymak
isabetsiz bir değerlendirme olacaktır. Zira dinler teorik ve pratik uzantılarıyla, kültürel ve
mistik öğeleriyle birer bütündürler. Bu nedenlerden ötürü Kraemer birkaç benzer yönden
etmektedir.
Dini dışlayıcılığın önemli temsilcilerinden kabul edilen, başka bir isim ise
McGrath’tir. Kendisi ilk etapta dini dışlayıcı teoremin diyalog ve çatışan hakîkat
konularını ele almıştır. Ona göre diyalog uzlaşıdan çok saygı içermelidir. Dini
McGrath’a göre diyalog kurulduğunda “öteki din” daha iyi tanınacak, böylelikle farklı
olan dine mensub kimseler Hristiyanlığın mevcut inançlarından daha mükemmel ve üstün
ve Hristiyanlığın daha hızla bütün dünyaya yayılacağını iddia etmektedir. McGrath, dini
ölmediği konusunu bu duruma örnek vermektedir. Ona göre bu konu, Hristiyanlar ile
Müslümanlar arasında “tarihsel bir ihtilaf”tır. Ruh göçünün kabul edilip edilip
122
Aslan, a.g.m., s. 148.
56
çoğulcu anlayıştaki C. Smith’in “çatışan hakîkat iddialarını kabul etmemesine” gönderme
yapmıştır. Ona göre dinlerin birbirleri arasındaki ihtilaf ve çatışmaları inkâr etmek,
vererek Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi ve bu hadiseden sonra ölüp ölmediği konusunda
farklı ifadeler kullandığını ve aynı anda her iki kitabın da doğru kabul edilemeyeceğini
savunmaktadır. Ayrıca ona göre dinlerin kendi aralarında uzlaşmazlık taşımaları üzeri
boyunca bu, çoğu Hristiyan tarafından kabul edilmiştir ve Floransa Konseyi’nin (M.S.
dışında kalırsa sonsuz yaşama ulaşırlar; ancak hayatları boyunca kiliseye katılmadıkları
için hazırlanan sonsuz ateşe yani cehenneme giderler.” Şu halde Müslümanlar da kilise
arasında yer almışlardır. 19. yüzyılın Katolik Kilisesi bu beyânâtı kabul etmemeye
123
Özkan, “Dini Çeşitlilik Karşısında Hıristiyan Düşünürlerin Cevapları ve Tipoloji Problemi”, a.g.m.,
s.85-88.
57
dinlerde gerçekleşebileceğini resmen tanımış ancak bu tanıma, kapsayıcı nitelikteki bir
azınlığı tarafından hâlâ güçlü bir şekilde korunmaktadır. Dışlayıcılığı hâlen savunanlar
tarafından çok daha yaygın bir şekilde sürdürülmektedir. Hristiyan dışlayıcılığının önde
argümanı şudur: Nihâi Gerçeği bildiğine kesin iknâ olan herkesin dogmatik açıdan teyit
etme ve bunun dışındaki tüm inançların tutarsızlığını teyit etme hakkı vardır. Dışlayıcılığı
savunan bir kişinin diğer dinler hakkında, Hristiyanlık’tan farklı tarafları ve çeşitli
inançlara sahip olmalarının ötesinde bir şey bilmesi gerekli değildir, çünkü yanıldıklarını
hiçbir deneye dayanmadan sadece akıl yoluyla bilmektedir. Plantinga’ya göre bu şekilde
grubunuzun Nihâi Gerçeğ’i bildiğini iddia etmek epistemik açıdan Hristiyanlık dışındaki
dinlerde de mümkündür. Örneğin, Güney Koreli Evangelist Sun Yung Moon’un son
peygamber olduğu ve sadece takipçilerinin Nihâi Gerçeğ’i bildiği iddia edebilir. Aynı
edebilirler. Plantinga’nın bu teorisi, herhangi bir grubun, büyük veya küçük herhangi bir
yerde, mutlak gerçeğe sahip olduğu iddiasını eşit derecede haklı çıkarır. Plantiga’nın
dışlayıcılıkta göz ardı ettiği nokta ise gerçek yaşamın küresel özellikleri, karmaşıklıkları
dışlayıcı, kendi grubunun tek başına nihâi ve kurtarıcı gerçeği elde ettiğini nasıl bilebilir?
58
Ancak hem Hristiyan hem de Müslüman dışlayıcılara yönelttiği temel eleştirisi, dünyanın
ve tüm insanlığın tek yaratıcısı olan Tanrı’nın sevgisinin ve merhametinin tüm insanlığa
yayıldığını îmâ ederlerken dışlayıcılığı nasıl savunduklarıdır. Eğer Tanrı tüm insan
ırkının yaratıcısıysa, Tanrı’nın, insan ırkının çoğunluğunu teşkil eden yüz milyonlarca
erkek, kadın ve çocuğun kendi ölümsüz hatalarından yoksun oldukları bir sistem kurması
filozof olan William Lane Craig, Tanrı’nın bireylerin akıllarına gelebilecek her durumu
ve onların ne yapacağını bildiğini ifade eden “orta bilgi” fikrini ortaya atarak bu çelişkiyi
gereksizdir. Fakat bu açıkça yüz milyonlarca insanı hiçbir bilgiye dayanmaksızın kınayan
önsel bir dogmadır ve diğer birçok muhâfazakâr Hristiyan filozof bile bu fikri doğru
benzer şeyler söylediler…”125 Âyeti dînî dışlayıcı söyleme örnek verilebilir. İslâm dîni,
insanları Allah’a ve cennete ulaştıracak yegâne doğru yoldur. Bunun dayanağı kabul
edilebilecek pek çok Kur’ân-ı Kerîm âyeti mevcuttur. Kâfirun Sûresi’nin tamamı,
“Kuşkusuz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten
sonradır ki, aralarındaki hak tanımazlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini
124
John Hick, “Religious Pluralism and Islam”, http://www.johnhick.org.uk/jsite/index.php/articles-by-
john-hick/6-religious-pluralism-and-islam, (Erişim Tarihi: 01.06.2020).
125
Bakara Sûresi 2/113.
59
inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.”126 Âyeti, “Kim İslâm’dan
başka bir din arama çabası içine girerse bilsin ki bu kendisinden asla kabul edilmeyecek
ve o âhirette ziyân edenlerden olacaktır.” 127 Âyeti ve “De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben
göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın hepinize gönderdiği elçisiyim. O’ndan başka tanrı
yoktur. O hayat verir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmî peygamber olan resulüne -ki
o Allah’a ve O’nun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”128
etse de kurtuluşa ulaştıran asıl yolun Hristiyanlıkla elde edilebileceğini iddia eden teoriye
verilen addır. “Öteki” dinleri bir yandan kabul edip bir yandan da reddetmektir. Dînî
onaylamış görünürken bahsi geçen dinlerin tek başına kurtuluşu sağlamak açısından
yetersiz kalacağını iddia etmektedirler. Örneğin Hristiyan kapsayıcılığına göre diğer dînî
hakîkatler İsa Mesih’in hakîkati etrafında birleşirler kısacası İsa Mesih onları
kapsamaktadır. Bu düşünce yapısının asıl amacı, Hristiyan imanı ile öteki dinlerdeki dînî
düşüncelerin farklılıklarını izole etmektir. Gerekçeleri ise tanrısal ikrâmın her dinde az
düşüncesidir.129
126
Âl-i İmrân Sûresi 3/19.
127
Âl-i İmrân Sûresi 3/85.
128
A’râf Sûresi 7/158.
129
Özkan, “Dini Çeşitlilik Karşısında Hıristiyan Düşünürlerin Cevapları ve Tipoloji Problemi”, a.g.m.,
s.89-90.
60
bilinememesidir. Dinlerin geleceği için, dînî çoğulculuk teoremi, büyük bir tehlike arz
Hristiyanlık kesin hakîkate sahip tek dindir. Dînî dışlayıcılığı savunanlarda olduğu gibi
Rahner’in Hristiyanlık anlayışında da, Tanrı İsâ’nın bedeninde zuhur ettiği tek dindir. Bu
diğer dinlerin lüzumsuz ve zayıf görülmesi yerine, dinlerin doğru yönlerini yansıtan birer
yapı olduğu düşünülebilir der. Karl Rahner’in diğer bir teorisi “Anonim Hristiyanlık”
kavramı etrafında şekillenmektedir. Ona göre diğer dinlere mensup kişiler kendilerini
sayılamazlar.
Kapsayıcıların en fazla eleştiri aldığı iddia, nihâi kurtuluşun sadece İsâ aracılığıyla
içeriğinde dînî dışlayıcılığı barındırdığı görülecektir. Dînî kapsayıcılara göre resmî açıdan
130
Yazoğlu, Aydeniz, a.g.m., s. 10.
61
Hristiyanlığa bağlılığı bulunmayan öteki din mensupları kendileri idrak edemeselerde
Kapsayıcı (kimi görüşleriyle de çoğulcu sayılan) diğer bir felsefeci Hans Küng,
dînî çeşitliliğe değişik bir bakış açısı katmıştır. O, Rahner’in “Anonim Hristiyanlık”
teoremini kabul etmemektedir. Kendi iddiasında, öne çıkan iki kavram mevcuttur.
Bunların ilki “ordinary” diğeri ise “extraordinary”dir. İlk kavram alışılmışlığı temsil
kavram aslında onun “genel” ve “özel” vahiy ayrımına dayanmaktadır. Çünkü onun fikrî
yapısında Tanrı genel manada tüm insanlara kendisini bildirmekte iken, özelde İsa
vahyine muhatap olmuş yegâne dindir. Küng “doğru veya yanlış” din tartışmasını, “iyi
veya kötü” din nedir? tartışması eksenine kaydırmıştır. Ona göre dinin doğru veya
yanlışlığını belirleyecek ölçüt onun iyiye ve kötüye teşvikiyle birebir ilintilidir. O, dînî
doğruluğu ahlâkî pratiğin doğruluğuna indirgemektedir. Çünkü ona göre doğru ve dürüst
bir Budist ya da Hristiyan iyi, kötü ve yalancı bir Budist veya Hristiyan ise kötü eylemleri
yapar. Dînî gelenekler içerisinde de buna benzer eylemler var olagelmiştir. Bu düşünceler
ilk etapta dînî çoğulculuğu savunan birinin görüşleri gibi anlaşılabilir. Kendisinin dînî
çoğulculuğu içeren beyânları dînî çoğulculuk başlığı altında sunulmuştur. Küng’ün genel
Küng için en doğru din Hristiyanlık’tır. Diğer dinler Hristiyanlıkla çelişmediği ve onun
öğretilerine katkı sağladığı ölçüde doğru sayılabilir. Kısaca Küng, Hristiyanlığın en doğru
62
din olduğunu diğer dinlerin ise bazı yönlerden doğru olabileceklerini savunan bir
adına Karl Rahner’in ortaya koyduğu akımın adıdır. Rahner’e göre bireyler, bilgi sahibi
olmadan bile “Anonim Hristiyan” doğarlar. Bu ifade, pek çok Hristiyan olmayan kişi
Hristiyan teolog ve kilise liderleri anonim Hristiyan ifadesini kullanmadan bu fikrî akıma
göre hareket etmeyi tercih etmektedir. Kapsayıcılara göre Tanrı sevgiden ibarettir, İsa’nın
kefaretli ölümünün ve dirilişinin sonucu olarak herkesi kurtarmayı istediği için İsa'yı ve
ölümünü daha önce hiç duymamış veya onu hiç tanımamış olanları bile kurtuluşa
İsa’nın kurtarıcı eylemleri ile Tanrı’nın huzuruna girmişler ise diğer dinlerin
çalışmışlardır. Tanrı’yı merkezde güneş kabul etmiş ve dinleri merkezin etrafında dönen
131
Özkan, “Dini Çeşitlilik Karşısında Hıristiyan Düşünürlerin Cevapları ve Tipoloji Problemi”, a.g.m.,
s.94.
132
Çakmak, Çağdaş Batı ve İslam Düşüncesinde Dinsel Kapsayıcılık, a.g.e., s. 108-120.
133
Peterson, a.g.e., s. 334-335.
63
gezegenler olarak güneş sistemi içerisine dâhil etmişlerdir. Güneşin hayat veren
daha sonra diğer gezegenlere yani diğer dinlere daha az derecede yansıdığını
İlahî lütuf zenginliği, doğrudan kilisenin üzerine düşer ve sonra alt katmanlardaki diğer
Müslümanların maddî dünyayı aşan İlahî bir Gerçek’i teyit ettiklerini ifade etmektedir.
Hick’in bir Hristiyan olarak, Hristiyan inanç akidelerini eşsiz üstün kabul edilmesini
olabileceğini iddia eder. İslâmî bir kapsayıcığın mümkünlüğünü de tartışan Hick, bunun
sadece Kitap Ehli’yle sınırlı, Yahudi ve Hristiyanları kapsayan bir kapsayıcılık formunda
olabileceğini belirtirken, Budizm, Hinduizm, Sihizm, Taoizm gibi Doğu dinlerini, İslâm
134
John Hick, “Religious Pluralism and Islam”, http://www.johnhick.org.uk/jsite/index.php/articles-by-
john-hick/6-religious-pluralism-and-islam, (Erişim Tarihi: 01.06.2020).
64
yaklaşılması gerektiğini savunan anlayışa verilen addır. Dînî çoğulculuk ile dinlerin
çokluğu aynı değildir. Hatta dînî çoğulculuk (religious pluralism) ile dinî çokluk
oluşturmaksızın- nicel haliyle kabul etmektir. Dînî çokluk kavramı incelendiğinde onun
doğal bir olgu (fenomen) olduğu görülecektir. Kavram, dinlerin mevcut halleriyle yaşama
hoşgörülü bir yaklaşımı kapsadığı ve dinlerin doğruluğunu izafîleştiren bir kavram olan
Kavram, mevcut durumu yani dinlerin sayı olarak çok ve çeşitli olduğunu açıkladıktan
çalışmıştır. Düşünürün Bilge Nathan’da anlattığı ‘üç yüzük’ hikâyesi, onun savunduğu
dînî çokluk düşüncesini gözler önüne sermektedir. Öykü, üç semâvî din mensubu,
Kudüs’ünde geçmektedir. Öyküye göre Sultan, Yahudi bilgesi Nathan’a bir soru yöneltir
ve ona Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâm dinlerinden hangisi ‘en doğru din’ kabul
edilmelidir diye sorar. Nathan kendisinin Yahudi olduğunu dile getirince, Sultan
yalnız biri gerçek olabilir...’ diyerek ona mukâbele eder. Bunun üzerine Nathan ‘üç
yüzük’ öyküsünü anlatır: O “-eski vakitlerde zengin bir ailede babadan oğula geçen çok
kıymetli bir yüzüğün varlığından bahseder. Bu yüzüğün hangi oğula verileceğini ailenin
135
Arıcan, “Felsefî ve Teolojik Bir Problem Olarak Dînî Çeşitlilik”, a.g.m., s. 72-73.
65
en büyüğü olan babanın kararlaştırdığını ve yüzüğü ele geçirenin diğer kardeşlerden üstün
konuma geldiğini dile getirir. Yüzüğün oğuldan oğula geçerek sonunda, üç oğlu olan bir
yüzükten iki tane daha yaptırıp her birine birer yüzük bıraktığını anlatır. Gerçeğinden
birinin kendi yüzüğünün gerçek olduğuna inanması ve birbirlerine karşı üstünlük elde
gönderir. “Birbirinizle daima çıkarsız ilişkiler kurun, iyilikte bulunun ki Tanrı da sizi
Hikâyeden anlaşılacak mesaj, ‘insan olma’ temelinde kurulan ortak paydada barış
Dinler arasında Tanrı, ahiret, ahlâk ve vahiy gibi kavramların ilk etapta ortakmış
136
Ali Osman Kurt, “Lessing’in Bilge Nathan’ında ‘Üç Yüzük’ Metaforu Bağlamında ‘Dinî Çokluk’”,
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, c. 10, sy. 1, 2010, s. 126-130.
66
tasavvuru, Tevrat’taki kral konumunda bir kabileye kendisini adamış şahsi hüviyeti olan
ya da İncil’deki yarı insan yarı Tanrı kabul edilen, yeryüzünde gezip dolaşan bir ilah
farklı bakış açılarına sahip oldukları görülmektedir. İslâm düşüncesinde insanın yaşama
nefisler arasında uyumu ve düzeni sağlarken, onlardan yüz çevirmek fesat ve karmaşayı
uygun görmüştür.137
Ateistler, teistlerin önce ahlâkî bir boşluk oluşturup ardından onu doldurduklarını,
ederler. Buna mukâbil teist düşünürler, salt bir ahlâkın kişiyi olumsuz özelliklerden
kendi teoloji ve iman esaslarının ahlâktan âzâde olamayacağını ancak bu kural ve kâideler
etmektedirler. Hristiyan teolojisi ahlâklı bir Müslümanı, İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu ve
çarmıha gerildiği, ardından tekrar dirildiği düşüncesini kabul etmediği sürece sonsuza
değin yoklukla cezalandırılacak ve hatta dirilmeyi hak etmeyecek bir birey olarak
ahlâklı bir hayat sürerse sürsün inanç açısından Tevhid akidesine mutâbık saymaz.
Mevcut durumda bir Yahudi, Hristiyan veya Müslüman’ın ortak bir ahlâkını, imanını,
ibadetini konu edinmeden dinlerini nasıl ifade edebileceklerinin mümkünlüğü önemli bir
137
Müfit Selim Saruhan, “İbn Kemmüne ve Nefs Hakkındaki Görüşleri”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi, c. 6, sy. 15, 2005, s. 297.
67
ortak isim ve olayların haricinde Yahudilik ve Hristiyanlıktan çok farklı olduğu
terimiyle “yüksek bir otoriteye boyun eğme, o otoritenin emir ve yasaklarına uyma; bu
emir ve yasaklara riâyet ederek yaşaması durumunda mükâfat elde etme, uymaması
durumunda ise ceza göreceğine inanma ve bu çerçevede bir hayat sürme” 139
kastedilmiştir. Din sözcüğünün ıstılâhi mânâsı ise Allah’ın, yaratttığı kullarının Hakk’a
ulaşmaları için peygamberleri vasıtasıyla akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onların dünya
Allah’ın insanlar için koyduğu hükümlerin toplamıdır. Bu hükümlerin hem inanç hem de
amel boyutu mevcuttur.140 Dînî çoğulculuğun İslâm dînî açısından nasıl anlaşılması ve
tahlili belirleyecektir. Özetle din, “boyun eğme”, “itaat etme”, “inanma”, “teslim olma”,
gelmektedir. Şeriat, içinde büyüdüğü kültürün izlerini, nesilden nesile aktarımla oluşan
dinin pratik alanını ifade ederken din, fıtrî olanı işaret etmektedir. Bir bakıma “öz”
niteliğindeki din, tevhid inancını yani Allah’ın birliğini ve onun içsel olarak bilinmesini
yani “mârifeti” sembolize etmektedir. Akılla, herhangi bir zorluk olmadan elde edilen ve
138
Müfit Selim Saruhan, “Tanrı ve Ahlâk Kabuller ve Önyargılar”, Eskiyeni, sy. 31, 2015, s.1-13.
139
Günay Tümer, Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, Ankara: Ocak Yayınları, 2002, s. 1-3.
140
Günay Tümer, “Din”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c.9, İstanbul, 1994, s. 345.
68
değişmezliğini Allah’ın değişmezliğinden alır. Bütün peygamberleri ve semâvî dinleri
kapsayan fıtrî dinin herhangi bir alternatifi yoktur. Bu dinin karşıtı olan görüş ise
putperestliktir. Kur’ân-ı Kerîm, insanın Tevhid inancına doğuştan hazırlıklı, dînî tatbik
sürece doğumlarındaki sâfiyete geri dönme şansına da sahiptirler ancak “arzularını ilah
yerine koyan, Allah’ın -bilgisine rağmen (sapmayı tercih ettiği için)- kendini saptırdığı,
kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi bir tasavvur et!
Allah’tan sonra onu kim yola getirecek? Düşünmüyor musunuz?” 142 Âyetinde de
belirtildiği gibi kalpleri mühürlenme noktasına ulaşmış ise artık onlar için yapılacak pek
te birşey kalmamıştır ve onlar “İnkâr edenleri uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir,
tamamen mahrum kalmış ve uzaklaşmış kimselerdir. Temel kavramı tevhid olan İslâm
dînî, beşerin fıtratına ve akıl ilkelerine fıtrat dînî olması hasebiyle en çok kıymet veren
din konumundadır. Yine Kur’ân’da; “Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır” 144 ve “Kim
İslâm’dan başka din ararsa bu din kendisinden asla kabul edilmeyecektir ve o ahirette
ziyan edenlerden olacaktır”145 âyetleri ve “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne
babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar” hadisi146 fıtrat bağlamında
141
Rûm Sûresi 30/172; “O halde sen hanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere
yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte doğru din budur; fakat insanların çoğu
bilmezler.” Kim İslam’dan başka din ararsa, ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette kaybedenlerden
olacaktır."
142
Câsiye Sûresi 45/23.
143
Bakara Sûresi 2/6.
144
Âl-i İmrân Suresi 3/19.
145
Âl-i İmrân Suresi 3/85.
146
Ebu Abdullah Muhammed b. İsmail Buhârî, el-Câmiu’s-Sahîh, Cenâiz, İstanbul, 1315, s. 92.
147
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, çev. Tâhirü’l-Mevlevî, İstanbul: Şamil Yayınevi, 2007,
c.5, b.3119, s.1450. Bir diğer örnekte eski kavimlerin durumlarına işaret vardır.“Eski kurtların kemikleri
ve kılları, yani hala mevcut eserleri meydanda. Ey büyük adamlar, ey aklı başında kimseler! O eserlere
bakın da ibret alın. Kur’ân-ı Kerim’de: “Arz üzerinde gezin, dolaşın; peygamberlerini tekzip etmiş
69
İslâm, insanın kendini tanımasında, insanın Allah’la ilişkisini sağlıklı bir zemine
ortaya koyabilmiştir. Kısacası İslâm, fıtrat dinidir ve bu noktaya vurgu yaparak evrensel
Allah’ın boyası (sıbgatullah) olarak ifade ettiği görülmektedir. Taberî’nin ise kavramı,
insanın İslâm’ı kolaylıkla tasdik edebileceği bir yapıyla yaratılması olarak tanımladığı
Mâtürîdi fıtratı, insanın Rabbini tanıma yeteneği, sınava tabi tutulma kabiliyeti ve aklî
yorumlamaktadır.148 Gazzâlî ise, fıtrat mevzusunda mizaçta galip olan itidaldir görüşünü
savunarak farklı bir noktaya dikkat çekmektedir. Hava, su, yiyecekler ve bunların
yani İslâm üzere doğan bir çocuğun sonradan Yahudi, Hristiyan, Mecusi ya da herhangi
başka bir inanca yönelimini, fıtratındaki itidâlin bozulması ve bir noktada ruhen
Sûresi’nin 30. âyetinde de “O halde sen hanîf olarak bütün varlığınla dine, Allah insanları
hangi fıtrat üzere yaratmışsa ona yönel! Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. İşte doğru
din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.” 150 Gazzâlî tevhidin fıtrata en uygun inanç
olduğunu beyân etmektedir. Gazzâlî’nin kastettiği ruh beden bütünlüğü ve sağlığı ancak
tevhid kavramının çatısı altında hayat bulmaktadır. Zira tevhid birleştirmek ve tek güç
olanların sonunun ne olduğunu görün” (Âl-i İmrân Suresi 3/137) buyrulmuştur. Cenab-ı Pir de, şu âyet-
i kerimeye işaretle bu beyti irat ediyor. O kurtların kılları ve kemikleri demekten maksat Ad, Semud
kavmi ve Firavun gibi eski müşriklerin arz üzerinde kalmış eserlerinin bakiyeleri ve tarihte nakledilen
maceraları demektir.
148
Adil Bor, “Din ile İlişkisi Bağlamında Fıtratın Mâhiyeti”, Cumhuriyet İlahiyat Dergisi, c. 21, sy. 3
2017, s.1678, doi:10.18505/cuid.296749.
149
İmam Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul: Bedir Yayınları, 2002, c. 3,
s.168-170.
150
Rûm Sûresi 30/30.
70
etrafında toplanabilmek demektir. İslâm, fıtrî olarak varolan bu inançla beşerin mutlak
bozulmayacaktır.
anlaşılacaktır. Namaz, oruç, dua, zikir, zekât, hac, güçsüze merhamet, sadaka gibi
emir ve tavsiyelerini hayatında uygulayan bir birey ruhî açıdan madde-mânâ dengesini
elde ettiği gibi, aynı zamanda fıtratının ihtiyaçlarını karşılayacak ve ortaya çıkması
ilahidir. Allah bütün peygamberlerini Tevhid’i anlatmaları için farklı zamanlarda farklı
“İstisnasız her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açık açık anlatsın;
bundan sonra Allah dilediğini sapkınlık içerisinde bırakır, dilediğini de doğru yola iletir.
O, güçlüdür, hikmet sahibidir”. 151 İlâhi din, özünde tevhidi barındıran peygamber ve
kitaba sahip dinleri içermektedir.152 “Onlar, ‘Yahudi veya Hristiyan olanlar hariç, hiç
edenden başka kim İbrâhim’in inanç sistemini reddeder? Oysa biz, gerçekten onu
dünyada seçkin kıldık; şüphesiz ki o, âhirette de iyiler arasında yer alacaktır. Çünkü Rabbi
151
İbrahim Sûresi, 14/4.
152
Tümer, Küçük, a.g.e., s. 175.
153
Bakara Sûresi 2/111.
71
ona, “Bana teslim ol” buyurmuş; o da, “Âlemlerin Rabbi’ne teslim oldum”
demişti. İbrâhim de bu dîni oğullarına vasiyet etti, Ya’kub da. “Oğullarım! Allah sizin
için bu dîni seçti; öyleyse yalnız O’na teslim olmuş müminler olarak can verin!”
arasında bir ayrım yapmayız, biz Allah’a teslim olanlarız deyin”155 ve “yoksa siz İbrahim,
söylüyorsunuz? Deki: “siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?” 156 Âyetleri fıtrî din
ancak bu kapsama dâhil olanlar tahrif olmamış İlahi kitaplar ve itikâdi açıdan tahrife157
Şeriat ise din kavramı etrafında birleşen iman birliğinin ayrılan kısmını temsil
etmektedir. Zira şeriatlar her peygamber değişiminde değişen, dinin dışa ait olan ve
başkalaşabilen yönünü temsil etmektedirler.158 Bir bakıma din genel ise şeriat özeldir.
her şeriat mensubunun bu durumu idrak etmesi ve peygamberinin değişimine bağlı olarak
kabullenmede inatçı tavır sergilememesi gerekmektedir. Bu minvalde İslâm dîni son din,
daha doğrusu son şeriat olduğu için Yahudi ve Hristiyanlar kendi dînî geleneklerini
korumak adına İslâm şeriatına karşıt durmuşlar ve yeni bir peygamber (yeni bir şeriat)
154
Bakara Sûresi 2/130-132.
155
Âl-i İmrân Sûresi 3/84.
156
Bakara Sûresi 2/140.
157
Tahriften kastedilen, insanların kendi istek ve menfaatleri doğrultusunda vahyin orijinal formunu
değiştirmeleri ve bu değişim neticesinde vahyin orijinal anlam ve öğretilerinden uzaklaşmalarıdır.
Muhammet Tarakçı, “Tahrif”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2010, c. 39, s. 422.
158
Özcan, Mâtüridî’de Dînî Çoğulculuk, a.g.e., s. 20-29.
159
Özcan, Mâtüridî’de Dînî Çoğulculuk, a.g.e., s. 101-104.
72
Din-şeriat ayrımı epistemolojik açıdan değerlendirildiğinde itikadî bilgi; aklî ve
dînî bilgiyi; amelî bilgi ise şer’î bilgiyi yani şeriatı işaret etmektedir.160 Mâturidî’nin
belirtir ve ona göre “Ehl-i Kitap” da kendi içerisinde muhtelif fırkalara ayrılmıştır.
Önemli bir kısmı Hz. Muhammed’in getirdiği âyet ve delilleri kabul etmekteyken
diğerleri, bazı sosyal ve siyâsi nedenlerden aynı zamanda inat ve kibirlerinden dolayı
ve Kur’ân-ı Kerîm hak bir kitap oluşu, ahiret günü ve Allah’ın birliği gibi temel iman
adlandırmıştır. Ehl-i Kitab ile muhatap olunurken kibar, iyi davranılmasını, akla ve
yaradılışa uygun hareket ederek yumuşak bir üslupla İslâmiyet’in anlatılmasını tavsiye
İslâm’a meylin artacağını ve bu aşamadan sonra din birliğinin “hak-din” çatısı altında
Özetle, Kur’ân-ı Kerîm’in “Allah katında din İslâm’dır.”162 “Allah size din olarak
İslâm’ı seçti.” 163 Âyetleri ile kastedilenlerin, din kavramı içerisinde izah etmeye çalışılan
bireyleri ve Ehl-i Kitap’tan inad etmeyi terkedenleri kapsadığı ancak tüm insanların
fıtratlarında var olan imana yatkın olacakları için yumuşak bir dille onlara yaklaşılıp
160
Özcan, Mâtüridî’de Dînî Çoğulculuk, a.g.e., s. 77.
161
Özcan, Mâtüridî’de Dînî Çoğulculuk, a.g.e., s. 113-120.
162
Âl-i İmrân Sûresi 3/19.
163
Mâide Sûresi 5/3.
73
4.2. Tasavvuf Perspektifinden Dînî Çoğulculuk
disiplinlerinden birisi kabul edilmiştir. Bunun en önemli nedeni ilk dönem tasavvuf
kitaplarının ağırlıklı şekilde itikadî ve ahlâkî konulara değinmeleri ile ilgilidir. Bütün
İslâmî disiplinlerce ortak kabul edilen öncelikli düşünce, ilk aşamada itikadî konuları
düzenlemek ikinci aşamada ise amelleri tezyîn etmeye gayret olarak belirlenmiştir.164 Bu
farklılaştığı için kavram üzerinde mutâbık kalınan ve net olarak çerçevesi çizilebilen bir
köklerinden türetildiğine dair görüşler bildirilmekle beraber ağırlıklı olarak “sûf” 165 yani
biri olan Mâruf-i Kerhî’ye (ö.819) göre, tasavvuf hakikate sarılmak ve halkın elinden yüz
uzaklaşmasında terbiye edici yollardan biri görür.167 Ebû Muhammed el-Cerîrî (933)
tasavvufu, bütün üstün ve güzel ahlâk ile ahlâklanabilmek ve her türlü alçak ve kötü
ahlâktan uzak durmak şeklinde tarif etmiştir.168 Ebû Nasr Serrâc (ö.988), tasavvufu bütün
164
Tarık Tanrıbi̇lı̇ r, Nail Karagöz, “Kelam Konularına Tasavvufî Yaklaşım: Hâris El- Muhâsibî’nin ‘Er-
Riâye Li Hukûkillâh’ Eseri Örneği”, Kader, c. 15, sy. 3, 2017, s. 679, doi:10.18317/kaderdergi.340174.
165
Abdülkerîm b. Hevâzin Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, Beyrut: Dâru İhyâü’t-Türâsil’l-Arabi,
1998, s. 464.
166
Ahmet Cahid Haksever, Tasavvufu Anlama Kılavuzu, Ankara: Otto Yayınları, 2017, s. 17.
167
Ebû Abdillâh Hâris Muhâsibî, er-Riâye li-Hukukillâh, Beyrut: Dârü’l-Maârif, 1990, s. 52.
168
Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, a.g.e., s. 465.
74
güzel huylara adım atarken her türlü kötü huydan da kaçınmak olarak tanımlar. 169 Ayrıca
ihtiyaçlar haricinde dünyadan uzaklaşmak ve kalben her an Allah ile beraber olmak
şeklinde tarif ederek bunun dışındaki durumlarda kişinin gökte uçması, denizde yürümesi
veya herkes tarafından makbul bir şahıs olarak görülmesi hakikatte değersizliğini ifade
etmektedir.170 Kuşeyrî (ö.1074) ise tasavvufu İslâm topluluğu içerisinde hâl ve yollarıyla
nitelendirilen tasavvufun binden fazla tanımı yapılmıştır. Her sûfî içinde bulunduğu hâle
göre tasavvufu târif etmiştir. Tasavvuf kısaca, “Kur’ân-ı Kerîm’i Hz. Peygamber gibi
Sahâbe ve Tâbiûn döneminde tasavvuf adıyla ortaya çıkan bir ilim söz konusu
değildi. Aynı şekilde bu dönemde fıkıh, kelâm, tefsir vb. adlarıyla tasnif ve tedvin edilmiş
temel İslâm bilimleri de mevcut değildi. Bu sebeplerden ötürü bu ilimlerle irtibatlı amelî
ve itikâdî mezhepler ortaya çıkmamıştı. Gerek tasavvuf gerekse İslâmî ilimler o devirde
bir bütün halinde yaşanmaktaydı. Dolayısıyla tasavvuf, o dönemde adı konmamış ancak
bizâtihî tatbîkâtta var olan bir yaşayış tarzıydı. Tasavvuf salt kelime olarak Kur’ân-ı
Kerîm ve hadislerde geçmese de Kur’ân-ı Kerîm’in dünya ve ahireti ihyâ için özendirdiği
kendine kaynak edindiği referanslardır. 173 Tasavvuf için bütün İslâmî ilim dallarında
169
Ebû Nasr Abdullah b. Ali b. Muhammed es-Serrâc et-Tûsî, el-Lüma, Kahire: Dâru’l-Mukattam li’n-
Neşr ve’t-Tevzî, 2018, s. 35.
170
H. Kamil Yılmaz, Ebu Nasr Serrac Tusi el-Lüma’ İslam Tasavvufu: Tasavvufla İlgili Sorular-
Cevaplar, İstanbul: Erkam, 2016, s. 52.
171
Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, a.g.e., s. 464.
172
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, 6. Baskı, Ankara: Otto Yayınları, 2014,
s. 475-477.
173
Haksever, a.g.e., s. 21.
174
Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, Ankara: Türkiye
Diyanet Vakfı, 2000, s. 10-13.
75
Tasavvuf ilminin, İslâm dini çatısı altındaki konumuna bakıldığında dinin ahlâkî ve
mânevî boyutuyla dolayısıyla psikolojik ve sosyolojik yönüyle ilişkili önemli bir misyona
insan-ı kâmile ulaştırmayı nihâi anlamda ise toplumun kemâlini hedefleyen bir
sistemdir. 175 Tasavvufun, teorik bilgiler içermesinin yanında pratiğe ait uygulamaları da
aracılığıyla kurumsal ve sosyolojik boyutuyla da göz ardı edilemeyecek çok yönlü bir
disiplin olduğu görülmektedir. Kısacası tasavvuf; insanın kalbindeki kötü ve iyi vasıfları
öğreten ilmin adıdır. Tasavvufun amacı ise mânevî mertebelerde ilerleyerek en üst
sırlarına erişmektir.176
kabul edilebilecek kadar kapsamlı bir ilim dalıdır. Birey, alacağı tasavvufî terbiyenin
açığa çıkarma yetisi kazanacaktır. Bir “gönül eğitimi” süreci olan tasavvufta, kişisel yani
dikey ve derûni boyutta, toplumsal yani yatay genişliği içeren boyutta sohbet, zikir,
olmasıdır.177
175
Belkıs Temren, Tasavvuf Düşüncesinde Demokrasi, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1995, s. 17.
176
Yıldırım, a.g.e., s. 412-413.
177
Vahit Göktaş, “Tasavvufî Terbiye’nin Günümüz Din Eğitim-Öğretimine Sunabileceği İmkânlar”,
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.52, sy.2, 2011, s.139,
doi:10.1501/Ilhfak_0000001083.
76
4.2.2. Dînî Çoğulculuğun Tasavvuf Özelinde Mümkünlüğü
hatta kendi fikir dünyalarında bile durumların ya da olayların seyri doğrultusunda farklı
önemli ve somut bir örnek teşkil etmektedir. Onun yaşadığı dönem İslâm’ın Doğu ve
Batı’da mevcut Hristiyan güçler tarafından saldırıya uğradığı bir zaman dilimidir ve
kendisine bir mektup gönderip, nasıl davranması gerektiği noktasında tavsiye isteyen
Yine başka bir yerde dînî çoğulculuktan uzak görülebilecek şöyle bir beyânâtı
mevcuttur.
Ancak onun dinlerle ilgili başka bir beyanında insanların Allah’ı kendi idrakleri ile
sınırlı şekilde bildiklerini belirttiği, bu durumdan dolayı farklı dindeki kişilerin birbirini
“Ruhbanlık bile kâidelerine uyanlar için onlardan kabul edilebilir” görüşünde olduğuna
gözardı ederek İbnü’l-Arabî için, “dînî dışlayıcı bir sûfidir” demek doğru bir yaklaşım
178
Ali Bolat, “Tasavvuf Geleneğinde ‘Öteki’ Algısı”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, sy. 37, 2015, s. 60-65, doi:10.17120/omuifd.35062.
179
Emrah Kaya, “İbnü’l-Arabî’nin Din ve İnançlara Yaklaşımının William Chittick ve Reza Shah-Kazemi
Perspektifiyle Evrenselci Yorumu”, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.18, sy. 33,
Haziran 2016, s.59.
77
göre Allah bütün sıfatların ötesindeki tek gerçek varlıktır. Bu şekilde düşünmesi
Burada asıl mesele, önde gelen bu şahsiyetlerin belli bir bilgi ve tecrübe birikiminin
neticesinde iyi niyetle “ötekiyle” en ideal insânî ilişkiyi kurmayı hedefledikleridir. Bunu
yaparlarken İslâm’ı temsil ve tebliğ etmek noktasında örnek alınan, fikrine danışılan
zorunda oldukları da gözardı edilmemelidir. Eldeki mevcut hâdise ne ise onu merkeze
kurtulacakları aşikârdır.
Tasavvuf, bireylerin dîni derûnî yaşama talepleri neticesinde tercih ettikleri bir
yaşam biçimi olması hasebiyle dine alternatif gösterilemez. Dînî çoğulculuk, dışlayıcılık
çalışılmaktadır. İslâm’daki hoşgörü, saygı, sevgi vb. insanî vasıflar bu “ılımlı İslâm”
şahsiyetleri bu konuya örnek olarak sunması tesadüfî bir seçim değildir. Mevlânâ’ya
atfedilen “Gel, gel, ne olursan ol yine gel…” şeklindeki meşhur davetin, dînî çoğulculuğa
referans olma noktasında etkin rol oynadığı ve Mevlânâ’nın eserlerinin batı dünyasında
78
en çok satan kitaplar listesinde yer almasıyla bu davete icâbetin gerçekleştiği iddia
iddia etmektedir. Buna göre dînî çoğulculukla elde edilmek istenen asıl hedef, her dinden
alınan öğretilerle oluşturulmuş ortak bir söylemdir. Hatta onun görüşüne göre mistisizm
maksadını aşan bir iddia olacaktır. Bir kişiyi tam manasıyla anlayabilmek elbette
mümkün değildir. Üstelik işlenecek konu hâl ile alakalı ve soyut kavramları kapsayan bir
mevzu ise anlama zorluğu daha da artacaktır.182 Zira söylenen sözle, söyleyenin bu sözü
ne maksad umarak söylediği arasında fark vardır. Bir başka ifadeyle, zâhir ve bâtın
arasındaki karşıtlık, birçok kültürde var olduğu gibi tasavvufta ve dolayısıyla tasavvufî
eserlerde çok sık ve belirgin bir formda görülmektedir. Söylemlerdeki zâhiri boyut,
neden olabilmektedir.183
yâr-i men. Vez derûn-i men necüst esrâr-i men. Herkes kendi anlayışına göre benim yârim
180
Hick, An Interpretation of Religion, a.g.e., s. 233; Haksever, a.g.e., s. 19.
181
Cafer Sadık Yaran, “İbn Arabî, Mevlânâ ve Yunus Emre’ye Göre Öteki’nin Durumu”, İslam ve Öteki,
ed. Cafer Sadık Yaran, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2018, s. 308.
182
Vahit Göktaş, “Mevlâna Şems Münasebetinde İnsan-ı Ma’şuk Felsefesi”, Tasavvuf İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi, c.6, sy.14, 2005, s. 550.
183
Ahmet Cahid Haksever, “Varoluşsal Kendinden Geçme ve Yansımaları: İmam-ı Rabbânî’nin Şathiyye
Anlayışı Örneği”, Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 3, sy. 5, 2004, s. 103.
184
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, a.g.e., c.5, b.1884-1885, s.155; Haksever, a.g.e., s. 18-19.
79
Sûfîler, aktarmak istedikleri konuları anlatırken zorlandıklarında günlük dilden
algı, kavrayış seviyesi ve bilgi birikimi yetersizliği de eklendiğinde adeta âmâya renkleri
görülmektedir. Grekçe bir kelime olan “metaphore”; “meta” yani öte ve “phrein” yani
taşımak sözcüklerinin birleşmesiyle meydana gelmiştir. Bir mekandan başka bir mekana
taşımak anlamındadır. Daha ziyade edebî bir sanat kabul edilen metaforik anlatımın farklı
alanlarda birbirinden değişik kişiler tarafından kullanılan bir ifade yöntemi olduğu
söylenebilir.186
namaz ibadetinin bedenen kişinin Allah’a yaklaşmasını sağladığı gibi, kulun Rabbi
vurgulamaktadırlar. Namazın mânâ âleminde bir pencere olduğunu ifade ederek âdeta
zekât, hac gibi temel prensiplerde de değindikleri asıl nokta, insan-ı kâmil olma yolunda
185
Haksever, a.g.m., s. 110.
186
Örneğin Freud’un, bilinç dışı kavramını metaforik anlatımla anlamlandırdığı görülmekterdir. Bilinç
dışıyla bilinç arasındaki ilişkisiyi, bilinç dışını bir bekleme odasına benzeterek; bilinci ise kabul odası
kabul ederek metaforik bir anlatımla açıklamaya çalışmıştır. Sigmund Freud, Psikanalize Giriş, çev.
Günsel Koptagel, İstanbul: Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Yayınları, 1982, s. 50.
187
Mustafa M. Çakmaklıoğlu, İbn Arâbî’ye Göre İbâdetlerin Manevî Yorumları, İstanbul: İnsan
Yayınları, 2015, s.188.
80
ilerlemenin iman-amel-ahlâk esaslarının birbirinden ayrılmadan hayata geçirilmesiyle
elde edilebileceğidir.188
tasavvufun önde gelen isimlerinin düşüncelerini çoğu kez sembolik ifadelerle dile
getirmeleridir. Bunu belli bir yere kadar yapıp ötesini kendilerine ve işin erbâbına
Mevlânâ, “Zaten sözün anlamı, kişinin anlayışı kadardır. Bu söylediğim söz de, senin
Dînî çoğulculuğa referans gösterilen diğer bir şahsiyet olan Yunus Emre’nin
yapısının onda da tezâhür ettiği görülmektedir. Yunus Emre, Hz. Muhammed’in bir deniz
vermiştir.191
damlaları, ilk indikleri anda safken, düştükleri zeminin şartlarına göre farklılık
göstermeye başlamışlardır. Kimi bölgelerde tatlı su halini alırken, kimi yerlerde zeminin
188
İman-amel-ahlâk bütünlüğünün gerekliliği için bknz. A’râf Sûresi 7/156; “Bize bu dünyada da âhirette
de iyilik yaz! Şüphesiz biz sana yöneldik.” Allah buyurdu ki: Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim
ise her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi Allah korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize
inananlara yazacağım.”
189
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî ve Şerhi, çev. Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul: MEB Yayınları,
1985, c.3, s.239.
190
Osman Güner, “Dünya Barışına Bir Katkı Olarak Mevlânâ’da ‘Öteki’ Olgusu”, Ondokuz Mayıs
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 24, sy. 24-25, 2007, s. 40, doi:10.17120/omuifd.42205.
191
Cafer S. Yaran, İslam ve Öteki, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2018, s. 404.
192
Yaran, İslam ve Öteki, a.g.e., s. 404-405. Emsal bir benzetmenin Yunus Emre tarafından da kullanıldığı
tespit edilmiştir. Yunus Emre, dinlerin kaynağını bir gördüğü, tek bir çeşmeden sızan bu suyun acı tatlı
diye birbirinden ayırmanın edep açısından uygun olmayacağını dile getirmiştir. Bu durum onun öteki
ile empati kurmayı başarabilmesi ile ilgilidir. Ona göre insanlar iki sınıfa ayrılır. Muhtelif dinlerin
içerisindeki câhiller ve ârifler.
81
yapısına göre acılaşmış, zehirli bir içeriğe dönümüş ya da berraklığını kaybetmişlerdir.
Yağmur damlaları bazen onu içen kimseye fayda, bazen de zarar vermiştir. Bu durum
olan su damlaları üzerine indiği zeminin durumuna göre halden hâle dönüşebilmektedir.
“Din” de tıpkı bu su damlaları gibi, Allah tarafından gönderilen tek ve aynı vahyi
çıkış amaçları aynı iken tâbi olan mensuplarının içerisinde bulundukları coğrafî ve
kültürel yapı, tarihsel birikim, yetiştirilme çeşitliliği gibi sebeplerle ayrışan yollar haline
farklı dünya dinleri arasında belli bir ortak zemine yerleştirilememesi, mümkünlüğünün
görünmemektedir.
193
Özcan, Mâtüridî’de Dînî Çoğulculuk, a.g.e., s. 99-100.
82
İKİNCİ BÖLÜM
ilimlerin kapsamında olmaktan çıkıp psikoloji, sosyoloji, felsefe hatta biyoloji gibi ilim
dallarının da ilgi alanına girmiştir. Bu üç kavram, insanın yaratılışı gereği onunla bir
bütünlük arz etmektedir. Kur’an’a göre iman, insanın tüm varlığını yakından ilgilendiren
belirleyecek en önemli unsurdur. Bu tanımıyla iman kişiye bir bakış açısı kazandırmakla
“hakikati” görme imkânı sunarken aynı zamanda ona bir takım sorumluluklar da
yüklemektedir. İmanın diğer bir fonksiyonu ise yaratıcı ile kul arasındaki bir antlaşma
iman etmiş kul, mühim bir sorumluluğun altına girmektedir. Ahirette, dünyada yaptığı
durumun, onun davranışlarını, dünyaya geliş amacı olan Allah’a kulluk gerçeği etrafında
194
Konu için bknz; Bakara Sûresi 2/256, A’râf Sûresi 7/172, Ahzâb Sûresi 33/7-8, 23-24, Fetih Sûresi
48/10, Mü’min Sûresi 40/17.
83
çeşitliliğin alt başlıklarından dînî çoğulculuk, kapsayıcılık ve dışlayıcılık teorilerinin
hangisine daha yakın söylemlere sahip olduğunun tespiti açısından da önem taşımaktadır.
ortaya çıkarılması Mevlânâ’nın din anlayışı ile ilgili kavramlardan birçoğunun hangi
Mevlânâ’daki “Allah’a iman, necât, tevhid, aşk, tevekkül, kadere ve kazâya iman…” ile
sağlanacaktır.
aşk, tevekkül, sabır gibi kavramlarının tercih edilme sebebi onun din anlayışının ve bu
kavramlara bakış açısının daha objektif bir şekilde gözler önüne serilmesi amacına
iman-amel ve ahlâk bütünlüğü olmuştur. Zira İslâm inancında amelsiz veya güzel ahlâkla
bezenmemiş bir iman, temelsiz bir binaya ya da meyvesiz bir ağaca benzetilmektedir.
84
tespiti onun dînî çoğulculuğa, kapsayıcılığa ve dışlayıcılığa bakışının doğru tespitinde de
ahlâk bütünlüğü aranmamakta sadece “ortak zeminde birleşim” ve “aynı masa etrafında
herhangi bir dinin iman esasının bağlayıcı nitelik taşımaması ve her dine eşit mesafeyle
yaklaşımın temel ölçüt sayılmasıdır. Mevlânâ’da ise İslam dininin iman esaslarının temel
Bu durum onun imânî konularda dışlayıcı bir düşünce yapısıyla hareket ettiği ihtimalini
kuvvetlendirmektedir.
Lügatta “tek ve bir olmak” anlamındaki “vahd (vahdet, vühûd)” kökünden türeyen
tevhîd “bir şeyin bir ve tek olduğuna hükmetmek ve kabul etmek” demektir.195 Hakîkat
ehlinin ıstılâhında ise İlâhi Zât’ı, zihinlerde tasavvur edilen her şeyden soyutlamaktır.
O’nun sıfatları hakkında benzetme yapmayı, fiillerinde ve yarattığı şeylerde bir ortağı
bulunması ihtimalini ortadan kaldırmaktır 196. Tevhid üç unsurdan oluşur; Allah’ın Rab
olduğunu bilmek, birliğini ikrâr, onun hiçbir eşi, dengi ve ortağı olmadığına
inanmaktır.197 Kâşâni (ö.1191) tevhidi, birlemek olarak açıklar ve üç kısıma ayırır. Bunlar
“avâmın tevhidi” yani Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık etmek; “tevhidu’l-hassa”
yani seçkinlerin tevhidi Hak ile birlikte başkasını görmemek ve “tevhidü hassati’l-hassa”,
195
Mevlüt Özler, “Tevhid ”, TDV İslam Ansiklopedisi, C.41, İstanbul, 2012, s.18.
196
Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, a.g.e., s. 492.
197
Seyyid Şerif Cürcânî, et-Taʿrîfât, Beyrut, 1990, s. 96.
85
O’nun birliğine, her şeyin O’nun kudret elinden çıktığına, Rablığında hiçbir açıdan şerîki
Birçok âyet-i kerime199 ile de sabit olan tevhid akidesi hadis ve tefsir ilimlerinde
geniş bir şekilde ele alınmıştır. Taberi Tefsiri’nde Allah’ın birliği izâh edilirken “Allah’ın
benzeri yoktur yani Allah, aynı cinsten olan şeylerin biri kabul edilemez ve O’nun için
cins söz konusu değildir. Allah herhangi bir bütünün bölünen parçalarından biri değildir
çünkü O, bölünen bir şey değildir. Allah’ın birliği, birbirine benzeyen iki şeyin aynı oluşu
anlamında bir birlik de değildir. Zira O’nun benzeri ve emsâli yoktur.” İfadeleri
kullanılmıştır. Bunun yanı sıra, Allah’ın bütün yarattıklardan ayrı oluşu, yarattıklardan
hiçbir şeyin onun içine giremeyeceği yani hulul edemeyeceği, O’nun tek ve yalnız olduğu
başka ibadet etmeye lâyık görebilecekleri hiçbir ilah da yoktur. Tüm varlıklar, O’nun
yarattığıdır. Bu itibarla bunların hepsinin Allah’a itaat etmeleri, emrine boyun eğmeleri,
O’nun dışındaki ilah, put ve tâğutlara ibadet etmeyi bırakmaları gerekmektedir. Allah’a
ortak koşulan şeyler, dünyada da ahirette de ne bir zarar verme gücüne sahiptirler ne de
fayda sağlayabilirler.200
olmadığına ve kendimin Rasulullah olduğuna şehadet eylerim. Eğer bir kul, bu iki şehâdet
girer.”201 Başka bir hadiste “Hiçbir kimse yoktur ki, Allah’tan başka ilah olmadığına ve
benim Rasulullah olduğuma şehâdet edip bunu, kalben de tasdik ederek ölsün de Allah,
198
Abdurezzak Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, İstanbul, 2004, s. 166.
199
Örneğin bknz; Muhammed Sûresi 47/19 “Şu halde bil, gerçekten Allahtan başka ilah yoktur.” Bakara
Sûresi 2/163 “Sizin İlahınız tek bir İlahtır O’ndan başka İlah yoktur. O, Rahman’dır, Rahimdir.”
200
Muhammed bin Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, çev. Hasan Karakaya, Kerim Aytekin, İstanbul, 1996,
c.1, s. 388.
201
Ebû Abdillâh Ahmed Hanbel, el-Müsned, Kahire: Matbaatu’l-Meymeniyye, 1313, c.1, hds.30/30, s.42-
44.
202
Ebu İsa Muhammed ibn İsa Tirmizî, Sünen, İman, 17/2775, Mısır: Mektebetü’l-Halebî, 1975.
86
Ebû Yezîd el-Bestâmî’ye (ö.878) göre tevhid yakîndir yani halkın hareket etmeleri
bilmeleridir. Kısacası tevhid, Allah’ın fiillerinde hiçbir ortağı bulunmayan tek varlık
Bağdâdî’ye (ö.909) göre ise tevhid, kadim olan yüce Allah’ın sonradan yaratılan her
şeyden ayrı ve tek olduğunu bilmektir. 204 Sûfilerin tevhidi yaşayarak ve tadarak
bilmelerine ise “tevhid-i hâl” denilmekte ve iki çeşit tevhidden bahsedilmektedir. Bunlar
“kusûdi tevhid” ve “şühûdi tevhid”dir. Kusûdi tevhid; sadece Allah’ı istemek ve Allah’ın
istediğini istemektir. Kulun iradesinin Hakk’ın iradesinde erimesidir. Şühûd-i tevhid ise
sâlikin vecd205 halinde mâsivâyı terk ederek yalnızca Hakk’ı görmesidir. 206
Birisi sözlerimden bundan başka bir söz naklederse, O nakleden de bezmişim ben, bu
sözden de bezmişim.”207 Bir başka eserinde “iki elinle ben’e, biz’e sımsıkı yapışmışsın.
203
Zafer Erginli, Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Trabzon: Kalem Yayınları, 2006, s. 1122.
204
Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, a.g.e., s. 24.
205
Ahmet Cahid Haksever, “The Introspective Criticism in Maktubat of Imam Rabbani Ahmad Faroq Al-
Sarhandi”, Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, c. 7, sy. 2, Aralık 2014, s.203.
206
Cebecioğlu, a.g.e., s.495; Özler, a.g.m., s. 22.
207
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Rubâîler, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Ankara, 1982, rb.112, s.152.
208
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.1, b.3008-3012, s.711.
209
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî: Tam Metin, çev. Adnan Karaismailoğlu, 5. Baskı, Ankara:
Akçağ, 2008, c.5, b.1234-1241, s.610.
87
Onun için doğru yol ancak tevhid ile bulunabilir. Tevhid ise en katıksız hali ile ‘Lâ
ilâhe illallah’ sözünde saklıdır. Bahsedilen tevhid, Allah’ı ve Hz. Muhammed’i tasdik ile
elde edilen samimi bir bağlılık hâlidir. Zaten bu düstur ile çelişkili tüm yaklaşımlar küfür
halini içermektedir.210
“Allah’ı ululamak yüce bilmek nasıl olur? Kendini hor bilmek toprak
saymakla… Allah’ı tevhid etmeyi (bir bilmeyi öğrenmek nedir? Kendini birin
önünde yakıp yandırmak gündüz gibi şûlelenip parlamayı istiyorsan, geceye
benzeyen varlığını yak! Bakırı kimyada eritir gibi varlığını, O’nun varlığında erit
gitsin. Mâdem ki ‘La’ oldun, artık ‘illa’nın yanı başında ev edin. Şaşılacak şey şu
ki sen hem esirsin, hem bey!”211
etmektedir. Onun metodunda daima zihne taarruz eden sorular ve hemen peşi sıra
Mevlânâ için Kelime-i Tevhid, “Vücud’da Allah’tan başka bir şey yoktur. La
kazandırmıştır.213
Mesnevî Şârihi olan Şefik Can’ın ise, konuyu şu şekilde ele almıştır:
“Allah’ın Zâtı’ndan başka her şey fânidir. Mâdem ki O’nun Zâtı’nda yok
olmamışsın, artık varlık arama. Kim bizim Zât’ımızda, hakikatimizde yok olursa
‘yok olmaktan kurtulur, beka bulur.’ Çünkü o ‘illa’dadır, ‘la’dan geçmiştir. Makamı
‘illa’da olanlar ise yok olup gitmez, yani Hakk’ta fani olamaz”.
“Tevhidi bildiren ‘La ilahe illallah’ cümlesinde kabul ve inkâr kelimeleri bir
arada geçer. “La ilahe” dediğimiz zaman, Allah’tan başka tanrı inkâr edilir.
“İllallah”da ise Allah’ın varlığını tasdik ve kabul vardır. İşte bu tevhid kelimelerini
söyleyenlerden bir kısmı Allah’tan başka tanrıyı inkâr eder de “yalnız Allah vardır”
demez. Böyle kişiler “la”dan geçmiştir. “İlla”da takılıp kalmıştır. Hâlbuki kurtuluş
yolunu bulan mü’min; Allah’tan başka tanrıyı değil, kendi de dâhil olmak üzere,
Allah’tan başka ne varsa her şeyi inkâr eder, onları yok bilir ve bu yüzdendir ki kim,
Hakk kapısında “ben” ve “biz” diyerek varlık iddia ederse o kapıdan kovulur, “La”
makamında dolaşır durur.”214
210
Ebû Hâmid Gazzâlî, İslâm’da Müsâmahâ : Faysalü’t-Tefrika Beyne’l-İslâm ve’z-Zendaka, çev.
Süleyman Uludağ, 2. Baskı, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2014, s. 27.
211
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.4, b.2948, s.525.
212
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.3923, s.161.
213
Çakmaklıoğlu, İbn Arâbî’ye Göre İbâdetlerin Manevî Yorumları, a.g.e., s. 39.
214
Erginli, a.g.e., s. 1118.
88
Mevlânâ için varlığın temeli “La İlahe İllallah” sözünde gizlidir. Bekânın sırrı
ancak bu hakikate imanla elde edilebilecektir. Allah’tan başka herşey yok hükmündedir
fânidir. Aslolan tek hakikat tevhidtir. Onun herkesi kuşatan sevgisinin ve müsâmâhâsının
Mevlânâ başka bir beyitte, “âkıbeti görmek saf bir kuvvet, (o kadar kolay)
olsaydı, dinler arasında bu ayrılık olmazdı’ der. Bir diğerinde ‘Üstad sensin, yani
onu tanıyan sensin.’ dedi. ‘İnsanların maskarası olma, dikkat et. Er kişi ol, sersem,
şaşkın olma.’ Birinde, ‘Her şey sensin bir bak. Arada gerçekten ikilik yoktur.’ der.
Ötekinde, ‘Bütün herşey birdir. Kim iki derse O, şaşıdır’. Bir diğerinde, ‘Yüz rakamı
nasıl bir gibi sayılabilir. Deli bile bu düşünceden elini çeker’ demekte. ‘Bunlar hep
birbirinin aksi boş laflar. Surette ve mânâda aynı tezat’. ‘Bir önceki söz, diğerinin
zıddı. Hiç zehirle şeker bir olur mu? Sen, zehirden ve şekerden vaz geç ki vahdet
bahçesinin rüzgârı essin.”215
çizgilerle ayrılmış bir kavramdır. Ona göre vahdete ulaşmanın yolu ancak bütün
varmış bir kişi olarak Mevlânâ, âlemdeki bütün yanılgıların ve ikiliklerin ancak vahdetle
Bütün inanç esaslarının özünün tek, ulu, mutlak iyi olan bir Allah inancı etrafında
Mesnevî’de geçen,
“Ey ruhumuzun ruhu, biz kim oluyoruz da sana karşı biziz diye ortaya
çıkalım. Biz yokuz, bizim varlıklarımız, gölgeleri var gibi gösteren gerçek varlık
Vucûd-u Mutlak olan Sen’den ibarettir. Biz fâni şekillerde görülen gölge varlıklarız.
Biz yok idik, bizim isteklerimiz de yoktu. Senin lütfun bizim söylemediklerimizi
işitti.”217
Beyitini cüz’i ve külli irâdeyle açıklayan Mevlânâ, bizlerin var gibi görünen
görüşündeki Mevlânâ için Hakikât, Hakk’ın varlığında yok olmaktır. Kim bâki olmaya
215
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf: Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahifi Tercümesi,
çev. Âmil Çelebioğlu, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2000, c.1, b.520, s.171.
216
Safi Arpaguş, Mevlânâ ve İslam, İstanbul: Vefa Yayınları, 2007, s. 252.
217
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.601, s.57.
218
Şefik Can, X.Milli Mevlânâ Kongresi, Tebliğler, Konya, 2002, c.1, s. 17.
89
lâyıksa ona, “Her şey helâk olur” cezası yoktur.219 Buna göre bekâ ancak Tevhid
akidesine iman ve onu yaşamakla gerçekleşecektir. Bu beyit aynı zamanda onun cennet
etmiş, O’nun varlığında fenâya ermiş bir kimse helâk olmaktan kurtulmayı hakedecek
Başka bir beyitte tevhid konusu bağlamında; Hz. Ömer ile Ebu Cehil’in
tutumlarından bahseden Mevlânâ, Hz. Ömer’in akıl bahsinden can bahsine geçince Ebu’l-
Hakem olduğunu, Ebu Cehil’in ise cahillerin babası olarak kaldığını belirterek tevhid
“Ey rahmet kapısı, ebediyyen açık kal! Ehad olan Tanrı dergâhına yakın delil ol.
Gerçi her arzu ve her zerre, Tanrı sırlarına bir penceredir. Lâkin tâlip için kapalı
kapıya yol yoktur.”221
Beyitinde olduğu gibi Mevlânâ, konu ile ilgili birçok yerde ev, pencere, bina
betimlemelerine yer vermiştir. Ona göre şer’i hükümlere uymadan sağlam bir bina inşa
edilemez. Bu sağlam temel elde edildikten sonra kişi bu binaya uygun pencereler açmaz
yani ruhunu beslemez ise bina aydınlık olamayacaktır. Buna işaret eden Mevlânâ, tam bir
tevhid anlayışının kişinin ruhen mânevî pencereler açma gayreti içerisinde olmasıyla
irtibatlandırmaktadır.222
219
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3160, s.743.
220
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.1565, s.397.
221
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3880, s.895.
222
Çakmaklıoğlu, İbn Arâbî’ye Göre İbâdetlerin Manevî Yorumları, a.g.e., s. 43.
223
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.310, s.24.
90
Mevlânâ’ya göre Hüve’l-Hak demek bile bir nevî ikiliktir. Onun bu sözünü
mutlak mânâ da anlamak daha doğrudur mukayyed anlaşılması hak ve hakikatin setrine
neden olur.224 Mevlânâ şaşılık örneğini eserlerinde çok sık kullanmaktadır. Bu tasvir
aslında dünya hayatına işaret maksadıyla verilmiştir. Şaşı kişi yanılgıyla görür ve
Bahsi geçen tevhid, bütün ikiliklerden uzak bir tevhiddir. Şirk, dinin aslî yönü olan
inancında görülmektedir.
temel imanı almış ve onu nur ile tasvir etmiştir. Bu nur yalancı bir ışıktan ibaret değildir
diyerek farklı inançlara göndermede bulunmuştur. Böylelikle her yalancı ışığın kişiyi
onun bakış açısındaki kurtuluş kavramının belirli kriterlere bağlı olduğu görülmektedir.
İnsan ile hayvan arasındaki ortak özellik dünyevi ihtiyaçların ancak tevhid akidesinin
“Nerede bir Halil ki mağaradan çıkıp Ay’ı görünce ‘Bu benim Rabbim’
dedikten sonra battığını görünce kendisine gelip nerede kâinatı yaratan Tanrı?”
Desin. “Ben, bu iki meclis sahibini görmedikçe iki âlemi de görmek istemem. Tanrı
sıfatlarını görmedikçe ekmek bile yesem boğazımda kalır. Onun yüzünü
224
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, çev. Ahmed Avni Konuk, 11. Baskı İstanbul: İz Yayıncılık,
2018, s. 18.
225
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.3479-3485, s.398.
91
görmedikçe, onun gülünü, gül bahçesini temaşa etmedikçe lokma nasıl siner?
Tanrı’yı ummadan bu suyu bir an bile kim içer? Ancak öküz ve eşek! Hayvan gibi
olanlar, hatta ondan da aşağı bir dereceye düşmüş bulunanlar, hileyle dolu olsa bile
yine pis, murdar, kokmuş kişilerdir. Böyle kişinin hilesi de başaşağı olmuştur,
kendisi de… Zamanı geçip gitmiş, günü bir türlü gelmez olmuştur. Düşüncesi
körleşmiş, aklı bozulmuş ömrü hiçe gitmiştir. Elif gibi hiçbirşeyi yoktur.” “Ben de
bu düşüncedeyim” dese bile bu da o nefsin hilesinden masalındandır.”226
Beyitlerine yer vermiştir.
İnsan fıtratına sıklıkla değinen Mevlânâ, insan ile hayvan arasındaki en büyük
ayrımın Hakk’ı akıl eşliğinde bilmekte gizli olduğunu dile getirmektedir. Tevhidden
habersiz bir insanın yiyip içtiğinin ve hatta ömrünün, hayvanın yeme içmesinden ve
yaşayıp yokolmasından bir farkının olamayacağını iddia eden Mevlânâ, insanın özündeki
en büyük cevheri iman kabul etmektedir. Ona göre her yenilen lokmada Allah’ın zât ve
O, Allah’a imanı kabul etmeyen kimseleri, âmâ, şaşı, talihsiz sıfatlarıyla anarak
onları akletmeye çağırmaktadır. Mevlânâ’nın irşad metodunda aşağılama, hor görme, sert
ancak açık bir dille herhangi bir inanca ya da fikre yönelik eleştiride bulunmamıştır.
226
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3077-3087, s.236-237.
227
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3664-3679, s.281-282.
92
Tevhid inancı hakkındaki görüşü İslâm’ın belirlediği çizgilerin dışına çıkmamıştır. Ona
göre ebedî kurtuluş için gerekli olan Tevhid, aynı zamanda akla ve fıtrata en uygun inanç
biçimidir. Dikkat çeken bir diğer nokta, bu fikrî yapısını muhataplarına naklederken
seçtiği uslüpta gizlidir. Mevlânâ muhataplarını her ne fikirde olurlarsa olsunlar dinlemiş
kullanabileceği bir sevgi dili oluşturmuştur. Bu durum itikâdî noktadaki net tavrının karşı
somut delilidir.
durmuştur. Bunu yaparken ötekileştirmeden uzak, akla kapı açan bir anlatım tarzını
çeşitlilik başlığı altında hangi teoreme yakın bir tavır sergilediğinin tespit edilebilmesi
için en belirleyici kavramlar iman, küfür, münâfıklık, nübüvvet, velâyet, felâh, necâttır.
1.1.1. Küfür
edilmemesi” şeklinde tanımlanır. Küfrü benimseyen kimseye ise kâfir denilir. Benzer
228
Mustafa Sinanoğlu, “Küfür”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara, 2002, c. 26, s. 533.
93
“İman zevki aklî ve beğenilmiş olsaydı, bu kadar mucizeye ihtiyaç olmazdı.
Makbul olan şeyi akıl kabul eder. Bunun için mucizeye hâcet yoktur. Bu geçilmemiş
yol mâkul değilse gör ki bahtlılar için makbüldür. Şeytan ve canavarların insandan
korkup sahra ve dağlarda hasedlerinden mahbuslukları gibi, Peygamber’in
mucizelerinin korkusu, münkirler için Hakk’ın kahredicisi şimşeği oldu. Böylece
İslâm perdesi altına girip hallerini gizlemek isterler. Kalpazanların, sahte parasının
şahın parasına benzediği gibi, onların dış görünüşü şeriata dayanır. İçleriyse bâtıl ile
beraberdir.”229
Küfür iman ayrımına dikkat çeken Mevlânâ, imanın herkes tarafından kolaylıkla
kabul edilebilen ussal bir olgu olmadığını, sadece bahtlı kimselere nasib olduğunu iddia
korkutucu ve Hakk’ın kahredici şimşeğine benzediğini ifade eden Mevlânâ, onların dış
“Ebu Cehil’in eline taş parçalarını alıp Rasulullah’ın yanına gelerek eğer
peygamber isen avucumdakini söyle sözüne karşılık ‘nasıl istersen ben mi
söyleyeyim yoksa ben gerçeksem onlar mı konuşsunlar?’ Demiş ve taşlar dile
gelerek ‘La ilâhe illallah Muhammedur- Rasulullah’ demişlerdir. Melun Ebu Cehil,
bu sözü duyunca taşları yere atmış ve Hz. Peygambere büyücüsün demiştir.”230
bir kör olarak nitelendirmektedir. Kâfir kavramını açık bir şekilde kullanan Mevlânâ,
olduklarından bahsetmektedir.231
Çok zulmeden bir zâlim bir idarecinin kıssasından bahseden beyitlerinde ise eşine
“Ey kadın, pişman oldum. Kâfir isem de Müslüman oldum. ‘Ben suçluyum.
Bana acı. Günahımdan dolayı çıkarıp atma’ Dedi. İhtiyar kâfir, halinden pişman olsa
özrünün doğruluğu onu Müslüman eyler. O kerem sahibi, en rahmet edicidir. Varlık
da yoklukta O’na âşıktır. Küfür de iman da o azâmet sahibinin hükmü altındadır.
Gümüşü isterse altın eyler.”232
229
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.2240, s.541.
230
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.2250, s.545.
231
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.2320, s.559.
232
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.2541-2545, s.611.
94
Mevlânâ Allah’ın mümin kullarına karşı da kâfir kullarına karşı da ihsanlarının
“Ben varlıksızım, bu varlık bana Hak’tandır. O’na karşı gelen kâfir oldu.”
söylemektedir.234
“Hz. Osman’dan önce Hakk’ın vahyini yazan bir kâtip vardı. Tanrı’nın
sevgilisi vahyi söyledikçe, o da onu kâğıda yazardı. Vahyin ışığı ona aksedince içi
hikmetle doldu. O hikmetin aynısını Peygamber de deyince o fodul sapıtıp dinden
çıktı.” “Hak’tan nurunu alan Peygamberin sözü, şimdi benim içimde de peydâ oldu”
dedi. “Bâtıl düşüncesi Resul’e aksetti. O dinden çıkmışsa Hakk’ın kahrı geldi. Hem
kâtiplik unvanı, hem dînî gitti. Hâşâ Resul’e kin tuttu. Hz. Peygamber ‘Ey inatçı
kâfir, görülen nurun ışığı kararmaz.’ ‘Kalbin Tanrı vahyinin kaynağı olsaydı suyun
böyle acı, bulanık ve kara olmazdı’ dedi. ‘Nice kâfirde din sevdası vardır ama
şöyleydi böyleydi zannı onlara mâni olur.”235
Kendisinde peygamberlik vasıflarının varlığını iddia eden bir kişinin dinden çıktığını ve
kâfir olduğunu söylemekte; birçok kâfirin de içinde din muhabbeti taşıyabileceğini ancak
“Kâfirlerin kanı vahşi hayvanlar gibi mubâhtır. Onlar ok, kılıç ve mızraklara
layıktır.”236 ile “pis şeyler pis olanlar içindir. Çirkin çirkinle sırdaş ve dost olur. İstediğin
ikisinden hangisiyse mizâcına meşrebine göre onu seç. Eğer nur istiyorsan nura istidatlı,
istediğin dünya ise nurdan uzak dur. Tanrı’dan gayrıyı düşünerek ıztırap çekme, Hakk’a
ayrımınına dikkat çekmektedir. İmanın nur kabul edildiğini o yüzden mizâcı temizlerin
imana yatkınlık gösterdiklerini söyleyen Mevlânâ, burada bireyin imanı tercih edip
233
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.2845, s.675.
234
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3253, s.756.
235
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3355, s.783.
236
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3430, s.801.
237
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3715, s.861.
238
Âl-i İmrân Sûresi 3/43.
95
“İman ehlini imansızdan ayır. Hakk ile beraber oturanla beraber ol.” 239
inkâr edildiğini yahut onların alaya alındığını işittiğiniz zaman, onlar başka bir söze
geçmedikçe kendileriyle beraber oturmayın, aksi takdirde şüphesiz siz de onlar gibi
ve teşrik-i mesâi yapılacak kimselerin vasıflarının başında Hakk’ı bilen kimseler olması
“Tanrı davetinden uzak kalan sultan bile olsa gözü açtır.”241 Allah’ı tanımayan bir
“…değerli ve değersiz Sen’den gayri herşey insanın ruhu için aynen ateş
gibidir. Her kim ateşe sığınır ve ona dayanırsa, o hem Mecusi, hem de Zerdüşt’tür.
Hak’tan gayri herşey bâtıl ve nâkıstır. Rahmet yağmurları Hakk’ın lütuf
bulutlarındandır.”242
“Kâfir de Tanrı der, mü’min de. Fakat ikisinin arasında adamakıllı fark var.
O yoksul ekmek için Tanrı der, haramdan çekinense candan, gönülden. Eğer yoksul,
söylediği sözü bilseydi gözünde ne az kalırdı ne çok! Ekmek, isteyen yıllardır Allah
der, fakat saman için Mushaf taşıyan eşeğe benzer.243 Dudağındaki gönlünden doğsa,
gönlünü aydınlatsaydı bedeni zerre zerre olurdu. Şeytanın adı büyü yapmaya yarar,
sen de Tanrı adıyla mangır elde edersin.” 244
dünyaları için ahiretlerini zarara uğratan cânı gönülden haramdan sakınmayan kimselerin
“Bu cihan Akl-ı Küll’ün bir düşüncesinden ibarettir. Akıl, padişaha benzer,
suretler de peygamberlere… İlk âlem, imtihan âlemidir. İkinci âlem şunun bunun
239
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3830, s.885.
240
Nisâ Sûresi, 4/140.
241
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, a.g.e., c.2, b.588, s.45.
242
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.4035, s.927.
243
Cumâ Sûresi 62/5; “Tevrat’la yükümlü tutulup da onun hakkını vermeyenlerin durumu, koca koca
kitaplar taşıyan merkebin durumuna benzer. Allah’ın âyetlerini yalan sayan kavmin misali ne kötü!
Allah zalimler topluluğunu doğru yola çıkarmaz.”
244
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, a.g.e., c.2, b.496, s.38.
96
yaptıklarının mükâfât ve mücâzâtını görme âlemidir. Padişahım, kulun hain olsa o
araz, yani hainliği, zincir ve zindan olmakta. Yerinde ve değerinde bir hizmette
bulunsa, savaşta bir yararlılık gösterse o araz da bir hil’at şeklinde temessül etmekte.
Bu arazla cevher kuşla yumurtadır; bu ondan olmakta, o bundan doğmakta.”
Padişah, köleye “tut ki dediklerin doğru, hepsini kabul ettim. Fakat
arazlardan bir cevher doğmadı ki” Dedi. Köle “bu iyi ve kötü dünyası, gayb âlemi
haline gelsin, iyilik ve fenalık apaçık bilinmesin diye akıl onları gizlemiştir. Çünkü
fikrin şekil ve suretleri meydana çıksaydı kâfir ve mümin, yalnız Tanrı’yı zikreder,
başka bir söz söyleyemezdi. Eğer iyilik ve kötülükten meydana gelen suretler gizli
olmayıp da meydanda bulunsaydı küfür ve iman, apaçık meydana çıkar, alında
yazılırdı. O takdirde nasıl olurdu da bu put kalır, puta tapan bulunurdu? Nasıl olur
da kimsenin kimseyle alay etmeye mecâli kalırdı? O vakit bu dünyamız kıymet
kesilirdi. Kıyamette kim suç işleyebilir?” Dedi. Padişah “Tanrı bütün mucizâtı
gizledi, gizledi ama âvâmdan gizledi, kendi haslarından değil.” 245
İman ile küfür arasındaki farkları açıklayan Mevlânâ eğer aradaki sırlar aşikâr
herkesçe bilinseydi, iman edenin imanının bir kıymeti kalmayacağına işaret etmektedir.
“Ateşe tapanlar, ateşgedeye kendi ayaklarıyla gelmiş olurlar.” 246 Ona göre kişi
“Küfründe bir haddi hudûdu var. Fakat şeyhe ve şeyhin nuruna bir kenar, bir
had yok! Haddi, hudûdu olmayanın yanında mahdut olan şey yok demektir.
Tanrı’dan başka her şey fânidir. Onun bulunduğu yerde ne küfür var ne iman. Çünkü
O içtir, küfürle imansa deri. Bu yokluklar yüze perdedir. O, leğen altında gizli ışığa
benzer. Hulâsâ, bu ten başı, o başa perdedir. O başın önünde bu ten başı kesilmiş
gibidir, bir şeye yaramaz. Kâfir kimdir? Şeyhin imanından gâfil olan. Ölü kimdir?
Şeyhin canından haberdâr olmayan! Can, tecrübelerle sabittir ki haberdâr olmaktan
ibarettir. Kim daha fazla haberdârsa daha ziyâde canlıdır.”247
Buna göre iman, haberdâr olmaktan ibarettir. Mevlânâ, kim Rabbini hakkıyla
“Üzümlerin suretleri kardeştir fakat sıktın mı tek bir üzüm suyu çıkar.
Korukla üzüm birbirine zıttır ama koruk, olgunlaşınca güzelleşir, tatlılaşır, iyi bir
dost olur. Koruk halinde kalan üzüme Tanrı ezelden kâfir demiştir. Değil kardeşim
değil… Artık o tek bir nefis olamaz. Azgınlıkta menhus bir mülhitten ibarettir.
Ondaki gizli şeyleri bir söylesem âlemde fikirler fitneye düşer, karmakarışık olur.
Kör gâvurun sırrının anılmaması daha iyi. Cehennem dumanının İrem Bağı’ndan
uzak oluşu daha hoş! Ne de olsa üzüm olmaya kabiliyetli korukların gönülleri, ehli
dilin nefesleriyle birdir. Hepsi üzüm olmaya koşarsa, sonunda ikilik kalkar, kin ve
savaş kalmaz. Hepsi de üzüm olup derilerini yırtarlar da birleşirler, vasıfları da birlik
olur. Dost, düşman ikiliktedir. Fakat hiç bir olan, kensidiyle savaşır mı?” 248
245
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.976-989, s.74-75.
246
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2302, s.177.
247
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3320-3326, s.255.
248
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3717-3726, s.286.
97
Üzüm metaforunu kullanarak kâfir mümin tanımlamasına giden Mevlânâ, kâfir
gibi küfür ya da şirk bir olsaydı, kötülük diye bir mefhumdan savaşlardan bahsedilmezdi.
“Dün bir soru sordu; çünkü o maceraya âşıktı. “Küfre rıza küfürdür”
nüktesini Peygamber söyledi, onun dediği mühürdür. Yine o buyurdu: “her kazaya
takdire, müslümanın rıza göstermesi gerekir.” Kâfirlik ve münafıklık Hakk’ın takdiri
değil mi? Buna râzı olursam, uygunsuzluk olur. Râzı olmazsam o da zarar olur; o
zaman ortada benim için ne çare var? O na dedim: “bu kâfirlik, takdirin eseridir, kaza
değildir; bu kâfirlik doğru kazânın eserlerindendir. Ey Efendi! O zaman kazâyı
kazânın eserinden ayrı bil, böylece güçlüğün hemen yok olur. Kazâ olduğu için
kâfirliğe razıyım; bizim karşı koyuşumuz ve kötülüğümüz olduğundan dolayı değil.
Kazâdan/ takdirden dolayı kâfirlik bizzat küfür değildir. Hakk’a kâfir deme, burada
durma. Kâfirlik, cahilliktir; kâfirliğin kazası/takdiri ilimdir, hilm/sabır ile…
Hilm/öfke sonuçta nasıl bir olur? Resmin çirkinliği, ressamın çirkinliği değildir,
bilakis onun çirkini gösterebilmesidir. Ressamın gücü, onun resmi hem çirkin hem
de güzel yapabilmesidir.”249
“Şeyh ona dedi; Ey Arkadaş! Acımam, sevgim ve şefkatli gönlüm yok diye
sanma. Hepsinin canı, nimeti inkâr etse de biz, bütün kâfirlere acırız. Niçin taşlarla
yaralanırlar diye köpeklere acırım ve bağışlarım. Isıran köpek için dua ederim, “Ey
Allah’ım! Onu bu huydan kurtar. Bu köpekleri de, halk tarafından taşlanmamaları
için bu düşüncede bulundur.” Bu taraftan öğüt için gayret gösterir, olmayınca “Ey
Allahım! Kapıyı kapatma” der. Halkın parça halinde acıması vardır. Onun parça
acıması, bütüne yakın olmuştur, deniz gibi rahmet olur, yolları gösterir. Parça
acıması! Bütüne birleş. Bütün rahmetli sen kılavuz gör ve git. O parça oldukça, deniz
yolunu bilmez. Her su birikintisini denize benzetir.”250
249
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1361-1372, s.330.
250
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1798-1809, s.344-345.
251
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2450-2452, s.365.
252
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2981, s.381.
98
miydi? Öyleyse bu deve gönüllülerle yoldaş olma; çünkü darlık ve zorluk zamanında
batıp gizlenirler. Lafta Bâbil büyücüsü olsalar da o zaman kaçarlar ve seni yalnız
bırakırlar. Dikkat et! Sen süslülerden savaş ümit etme; Tavuslardan avlama ve av
bekleme. Tabiat/nefis, tavustur ve seni vesveselendirir; seni makamından koparmak
için konuşur.”253
Mevlânâ, kâfirleri korkak ve şüpheci kimseler diye tarif eder. Yine metaforik bir
İslâm ıstılâhıyla örtüşür biçimdedir. Kavrama dâhil edilen zümrenin cennete ebediyyen
cehennem ateşine mâruz kalacaklarını dile getirerek itikâdî noktadaki fikrini beyân
etmektedir. Kâfir mümin tanımını keskin ifadelerle birbirinden ayrı tutması itikâdî
yönden dînî dışlayıcılık teorisine daha yakın bir bakış açısı taşıdığı göstermektedir.
tasavvuruna uzak bir çizgidedir. Zira ona göre Allah’ı tanımayan, bilmeyen ve karşı gelen
1.1.2. Münâfıklık
“inanmadığı halde kendisini inanmış gibi gösteren” kimse demektir. Kelimenin, “tarla
faresinin bir tehlike anında kaçmasını sağlamak üzere yuvası için hazırladığı birden fazla
hareketle münafık, “dinin bir kapısından girip diğerinden kaçan çifte şahsiyetli kimse”
olarak da betimlenmiştir.254
“Miski tene sürme, gönüle sür. Misk nedir? Ululuk sahibi Tanrı’nın adı. O
münâfık, miski tene sürer de ruhu, külhanın ta dibine sokar. Dilinde Tanrı adı,
253
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.4025-4033, s.415.
254
Hülya Alper, “Münâfık”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2006, c. 31, s. 565.
99
canındaysa imansız düşüncesi yüzünden pis kokular! Onun zikretmesi külhanda
biten yeşilliğe, abdest bozulan yerde yetişen gül ve süsene benzer.”255
“Çalışıp kazanmak define bulmağa mâni değil ya. Sen işten kalma da
nasibinde varsa define de arkandan gelsin. Böyle yap ki “ eğer” illetine uğramayasın,
“Eğer şunu yapsaydım yahut bunu yapsaydım” deyip tereddüte düşmeyesin. Çünkü
halkla hoş geçinen Peygamber “eğer” demeyi menetti, “Onu söylemek
münâfıklıktır” dedi. O münâfık da “eğer” derken, işi şarta bağlarken öldü, bu şarta
bağlayıştan öbür dünyaya ancak hasret götürebilirdi!” 256
söyleyen Mevlânâ, başka bir beyitinde ise “Şehitlik mümin için hayattır, münâfık için
olduğunu söylemiştir.
255
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.270, s.22.
256
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.735-738, s.56.
257
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1076, s.82.
100
gayreti, haykırdı: “gul sesini dinleme. Bu habisler hile ettiler. Söyledikleri sözlerin
hepsi aykırıdır. Maksatları kara yüzlülükten başka bir şey değildir. Hristiyanlarla
Yahudiler, en hayırlı dîni nasıl olur da ararlar? Cehennem köprüsü üstüne bir köprü
kurdular, Tanrı’ya tavlada hileye giriştiler. Maksatları Peygamberin sahabesinin
arasını bozmaktı. Şam’dan buraya bir Yahudi getirmek niyetindeydiler. Yahudiler,
o Şamlı Yahudinin vazından sarhoş olmuşlardı.” 258
Peygamberi iknâ için yalan yere yemin ettiklerinden bahsederek, Allah katında onların
açıklığıyla gözler önüne sermiş, okuyucuya ders vermek istediği için ayrıntılı bilgi verme
eşliğinde bahsetmesi, onların tehlike açısından ne kadar stratejik bir konuma sahip
olduklarını açıklar niteliktedir. Bir diğer neden ise onların kurtuluş şanslarını
kaybettiklerini vurgulamasıdır.
“Allah Peygamber’e söz arasında münâfıkların daha kolay bir işaretini buyurdu:
“Münafık cüsseli, güzel ve heybetli olsa da onu, sözünü hatalı söyleyişinden
tanırsın.” Ey Müşteri! Toprak testileri satın alırken denersin. O testiye el vurursun,
niçin? Tınlamasından, kırığını anlaman için. Kırık sesi değişik olur. Ses çavuştur,
önünde gider. Ses gelir, onu tarif eder; fiilin, mastarı çekimlediği gibi.” 259
sözlerinin hatalı olduğunu söylemektedir. Münâfıkların bir diğer özelliği ise Allah
ürkek oluşlarıdır. Ona göre, münâfıkların kalplerinde iman olmadığı için kurtuluşu ümid
258
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2826-2910, s.217-222.
259
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.790-794, s.312-313.
101
gönlü yara arar; sonra bir iğneyle tulumu söner. Cila zamanında eziyetten kaçan
berraklık arayana şaşarım.”260
“Saçma laf ve gururlarını dinleme; böyle kişilerle savaş safına girme. Çünkü
Hak, “Sizde fesâdı artırmaktan başka bir şey yapmazlar.”261 Buyurdu; Gevşek
arkadaşlardan uzaklaş. Zira onlar sizinle aynı safa yerleştirirler; sonra kaçarlar ve
safın merkezini yıkarlar. Bu, kişinin bulunmadığı az sayıdaki asker, münâfıklarla
çok olandan daha iyidir. İyice elenmiş az badem, acıyla karışmış çokluktan daha
iyidir. Acı ve tatlı badem ses çıkarışta aynıdır; noksanlık gönüllerinin aynı
olmamasındandır.”262
Bademin yenmediği sürece sadece çıkardığı sesle veya görüntüsüyle acı veya
tatlılığı ayırt edilemez. Münafığın misâli de tıpkı bunun gibidir, dış görüntüsünden
anlaşılamaz ve ayırt edilemez ancak onların mümin bir kulla gönülleri ve imanları bir
değildir.
sebep olacak faaliyetlerini dile getirmekte ve onları İslâm toplumundan ayrı bir
kategoride gördüğünü dile getirmektedir. Onun belirgin bir şekilde münafık grupların
260
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.4000-4006, s.414.
261
Tevbe Sûresi 9/47.
262
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.4018-4024, s.414-415.
102
1.2. Meleklere ve Kitaplara İman
bireylerin (tıpkı Tanrı inancında olduğu gibi) melek tasavvurlarına iman etmelerinin
yemekten başka bir faaliyetleri olmayan canlılardır. “Onlar ahırdan ottan başka bir şey
Hem hayvanî sıfatlara hem meleklerdeki sıfatlara sahip insan irâde sahibi yaratılmıştır ve
rahat ve huzur içindedirler. 266 Ancak bir imtihana tabi tutulan insan muhatap olduğu
kendi elindedir. Zira insan irâde ve aklıyla felâha erme yetisiyle yaratılmıştır. Mevlânâ'ya
göre yaratıcı kudret insanı, kendi sûretine uygun yaratmıştır. O, “Bizim vasfımız da
263
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b.1497, s.122.
264
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b.1501, s.123.
265
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b.1503, s.123.
266
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b.1504, s.123.
103
Allah’ın vasfından bir örnektir.” 267 Demiş ve bu beyitini başka bir yerde şöyle
açıklamıştır. “Yaratıcı Tanrı da, kendisine şükür ve hamd edilmesini ister. Bu yüzden
Mesnevî’de, Hz Âdem’in yaratılışı ve melekler ile alakalı süreç 269 ayrıntılı bir
çalışmıştır.
“Peygamber dedi ki: “Pazarlarda iki melek daima dua eder. Ey Tanrı, sen
verenlere, ihsan edenlere fazlasıyla ver, nekeslerin malını da telef et! Bilhassa canını
bağışlayan, kendisini Tanrı’ya kurban eden, İsmail gibi boynunu veren kişiye
fazlasıyla ver!” Hiç o boyna bıçak işler mi? Şehirlerde de bu yüzden diridirler, bu
yüzden zevk ve sefâ içindedirler. Sen kâfir gibi yalnız kalıba bakma!” 271
görülmektedir.
267
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b.1194, s.98.
268
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b.820, s.68.
269
Bakara Sûresi 2/30; Hani Rabb’in meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar,
“Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek
birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.
270
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.171, s.14.
271
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.380, s.30.
104
“Su sesi İsrafil’in sesine benziyor. Ölü bile bu sesten hayat bulmada!” 272 Beyitinde
tabiattaki seslerle İsrafil isimli kıyamet gününde sur’a üfleyecek meleğin sesi arasında
benzerlik kuran Mevlânâ, ölünün dahi bu sesle dirileceği mahşer gününe atıfta
gibi azgınlıktan ve şüpheden kurtulan kişide âlemde secde 273 eder.”274 Diyerek meleklerin
vasıflarını anlatmaya devam eden Mevlânâ, Allah’ın nuruna ulaşan yani iman ehli can
sahibinin, tıpkı melekler gibi şüphesiz bir kalple secde edeceğini belirtmektedir.
Mevlânâ, Hz. Âdem’e meleklerin secde etmesinin nedeninin Hz. Âdem’e ait üstün
Mevlânâ, kimi insanların meleklerden üstün derecede olacabileceğini belirtir. Ona göre
bu Hak abdalının gücünü, yine Hak’tan bil, yemekten ve tabaktan değil. Cisimleri de
“Dikkat et. Ağızlarınızı koklayan yaratıcıdır. Doğru olandan başka canını nasıl
kurtarır? Mezarda koklayıcısı Münker veya Nekir olan aldanmış kişiye vay! Ne o
272
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1200, s.92.
273
Bakara Sûresi 2/30; Meleklere, “Âdem’e secde edin.” Dediğimizde İblîs dışındakiler derhal secde
ettiler; o direndi, büyüklendi ve kâfirlerden oldu.
274
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1353-1354, s.103.
275
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3327-3332, s.255-256.
276
Eşyanın zâhiri yönünün açıklanmasına ilim; onun bâtıni yönünün açıklanmasına ise marifet denilir. Ebû
Bekr Muhammed b. İbrâhim el-Buhârî Kelâbâzî, et-Taarruf li-Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf, Beyrut:
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2011, s. 72.
277
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.6-8, s.289.
105
büyüklerden ağız kaçırmak mümkün ne de ağız ilacıyla ağzı hoş yapmak.”278 Münker ve
anlatmıştır. Dört büyük meleğe sıklıkla yer vermiş, meleklerinde kendi içerisinde derece
etkenin insan ve eylemleri olduğundan bahseden beyitleri önem arz etmektedir. Ona göre
meleklere imanmaksızın ahiret âleminin varlığı tam idrâk edilemez. Bu durum kişinin
âlem-insan” ile ilintili ve çeşitli görevleri bulunan, kendilerine ibadet edilmesi gerekilen
fikir dünyasında kitaplara iman ve bu kitaplar içinde Kur’ân-ı Kerîm’e verdiği yer, dînî
teoreminde herhangi bir kitabın diğerine üstünlüğü söz konusu değilken Mevlânâ’da
Kur’ân-ı Kerîm’e özel bir statü verildiği gözlemlenmektedir. Bu durum dini çoğulculuk
278
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.108-109, s.292.
279
Hamdi Gündoğar, “Thomas Aquinas’ta Meleklerin Mâhiyeti Problemi”, Şırnak Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, c. 7, sy. 15, 2016, s.8-9.
106
teoremiyle uyuşmamaktadır. Bu kısımda alt başlıklar halinde Tevrat, Zebur, İncil ve
incelenecektir.
1.2.1. Tevrat
gelmektedir. Hz. Mûsâ’ya verilen Tevrat, Ahd-i Atîk’in ilk beş kitabını ifade
etmektedir.280
“Mûsa bir hayal sarhoşuna dedi ki: “Ey kötülükten, sapıklıktan fena
düşüncelere saplanmış kişi. Benden bunca bürhan görmene ve benim bu derece güzel
huyuma rağmen peygamber olup olmadığıma dair yüzlerce şüphen vardı. Benden
yüz binlerce mucize gördüğün halde hayalin yüz kat artmakta, o derece şüpheye,
zanna düşmekteydin. Hayalden, vesveseden, daraldın, peygamberliğime ta’nedip
durmağa başladın. Seni Firavun’a uyanların şerrinden kurtarmak için denziden
apaçık toz kopardım. Gökten kırk yıl kâselerde yemek geldi, duam bereketiyle taştan
ırmak coştu. Bu ve buna benzer nice yüzlerce mucize, senin vehmini azaltmadı,
eksiltmedi. Fakat sihirli bir buzağı ses verdi. Tanrım sensin diye derhal secde ettin.
O vehimlerini Nil götürdü, o soğuk anlayışın uykuya daldı. Onun hakkında da neden
kötü bir zanna düşmedin? Niçin onun hilesinden şüphelenmedin, onun ahmakları
aldatan sihrinden niye işkillenmedin? Be aşağılık kişiler, Sâmiri kim oluyor ki
âlemde Tanrı düzüp koşsun. Onun bu hilesine nasıl oldu da kapıldın? Nasıl oldu da
280
Baki Adam, “Tevrat”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2012, c. 41, s. 40.
281
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.4080-4090, s.939.
107
bütün şüpheleri attın? Kurtuldun? Sence öküz bir lafla Tanrılığa layık oluyorda sonra
benim peygamberliğimde şüpheye düşüyorsun ha? Bir öküze eşeklikten secde ettin,
aklın Sâmiri’nin sihrine av oldu. Ululuk sahibi Tanrı’nın nurundan göz yumdun. İşte
sana adam akıllı bilgisizlik, işte sana sapıklığın ta kendisi! Yuh olsun sendeki akla,
irfâna. Senin gibi bilgisizlik madenini öldürmek gerek. Altından yapılan öküz ses
verdi de ne dedi ki, ahmaklar ona bu derece rağbet ettiler? Ben size şaşılacak, pek
çok şeyler gösterdim. Fakat aşağılık kişiler, nasıl olur da Hakk’ı kabul ederler?
Bâtılları ne cezbedebilir? Ancak bâtıl! Tembellere ne hoş gelir tembellik! Çünkü her
cins kendi cinsini çeker.”282
ve olağanüstü hallere rağmen doğru yolu şaşıranlardan söz edilmektedir. Bâtıl kavramı
üzerinde yoğunlaşan Mevlânâ, Allah hâricinde tapılacak şeylere yönelenlerin apaçık bir
vermektedir. Yerin Hz. Mûsa’ya ve Karun’a karşı sergilediği tavır farkının, içlerindeki
iman cevherinin varlığı ya da yokluğu ile doğru orantılı ilerlediğini iddia etmektedir.
“Mûsa bizden hem hoşnut, hem de değil… Gâh dostumuz gâh düşmanımız.
Hışımı, pılımızı pırtımızı ateşlemekte. Hilmi belaya siper olmakta. Nasıl olurda hem
hilimle muamele eder, hem hışımla. Fakat Ey Aziz Tanrı, bu Senin lütfundan bu
lütuf az görülmüş bir şey değil ki. Adamın karşısında bulunan kimseyi yüzüne karşı
medhetmesi hoş bir şey değil. Onun için Mûsa’nın adını mahsus anıyorum. Yoksa
282
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2036-2056, s.155-157.
283
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2156-2163, s.165-166.
284
Hûd Sûresi 11/44; (Sonra) “Ey toprak suyunu yut! Ey gök sen de tut!” denildi. Su çekildi; hüküm yerini
buldu; gemi Cûdî’nin üzerine oturdu; “Zalimlerin topunun canı cehenneme!” denildi.
285
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2367-2369, s.182.
108
değil Mûsa, kim olursa olsun. Senin karşında başka birinden bahsetmem yaraşır
mı?”286
“Kibriyâ güneşinin şuâından mahrum ve ışıksız olan gönül evi, Yahudilerin
canı gibi dar ve karanlıktır; muhabbet ihsan eden Tanrı’nın zevkinden mahrumdur.
Ne güneşin o gönüle ışığı parlar, ne o gönlün sahası genişler, ne kapısı açılır. Sana
böyle bir gönülden mezar yeğdir. Gönül mezarından çık artık!” 287
kasvetli bir ruh haline büründüklerini iddia ederek dışlayıcı bir tavır sergilemektedir.
“Hızır’a göre alelâde işler, Musâ’nın aklını şaşırttı. Musâ onları görünce
bulandı. O işler Musâ’ya aykırı göründü. Çünkü Musâ, o hale sahip değildi.
Musâ’nın aklı bile gayıp işlerine ermezse, ey ulu kişi, bir farenin aklı nedir ki bu
işlere ersin!”288 ile “kısa görüşlü, daima halden hale giren, renkten renge boyanan ve
temkini bulunmayan, kişiye fare dedim çünkü yeri yurdu topraktır. Farenin de geçim
yeri topraktan ibarettir. Yolları, izleri bilmez değil, bilir ama yer altındakileri bilir.
O, her yanda toprağı delmiş, delik deşik etmiştir. Fare gibi nefis, ancak lokma ufalar.
Tanrı fareye de miktarınca akıl vermiştir.”289
konularda yetersiz kalacaklarını anlatmak istemiştir. Ayrıca burada Hz. Hızır-Hz. Musâ
“Yoldaşına pek yüklenme, çok söz söyleme, onu pek övme çünkü bu nihayet
ayrılığa sebeb olur. Mûsa’nın sözü kendisince haddindeydi ama iyi dosta fazla geldi.
O fazlalık da Hızır’la arasının açılmasına sebeb oldu. Mûsa’ya ‘Haydi git… Sen çok
söylüyorsun. Gayri ayrılık geldi, çattı! Mûsa sen ne fazla konuşuyorsun, git, uzaklaş.
Yahut da benimle olunca kör, dilsiz kesil. Yok… Eğer gitmez, inadına oturursan
hakikatte de bence gitmiş benden ayrılmış sayılırsın’ dedi.”291
noktasındaki acziyetine dikkat çekmeye devam etmektedir. Peygamber dahi olsa kişinin
286
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2490-2494, s.191-192.
287
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3129-3133, s.240.
288
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3261-3264, s.250.
289
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3270-3274, s.251.
290
Kehf Sûresi, 18/60-82.
291
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3515-3519, s.270.
109
Mûsa’nın doğumu, annesi tarafından Nil Nehri’ne bırakılışı ve Firavun’la aralarında
geçen mücadelelerden bahseden beyitlerde işlenen ana tema, Firavun’daki mevcut kötü
hallerin (hırs, insanlara zulüm, nefse yenik düşme vs) insanlarda da rastlanılan şeyler
olmasıdır. “Firavun’da olan sende vardır; ama ejderhan kuyuda hapsedilmiştir. Yazık!
Bunların tamamı senin hallerinde var; sense o Firavun’a yüklemek istiyorsun. Senden söz
“Hz. Mûsa’ya vahyolundu: “Ona genişçe mühlet ver, ondan korkma. Çeşit
çeşit hileler düşünmesi için, bu kırk gün süreyi istekli olarak ona ver. Böylece
çalışsın; ben uyumuş değilim; hızlı gitsin, yolun önünü tuttum. Hilelerini bütünüyle
bozarım; arttırılanları, azaltırım. Su getirirler, ben ateş yaparım; tatlı ve hoş sanırlar,
ben nahoş yaparım. Sevgi oluştururlar, ben viran ederim, düşündüklerini yaparım.
Sen korkma ve uzun süre ver; ordu toplasın ve yüz hile kursun.” 294
Hz. Mûsa ile ilgili beyitlerde işlenilen ana tema küfür ehli Firavun ile ümmetini
iman üzere tutmaya gayret eden Hz. Mûsa’nın durumlarıdır. Beyitler, kişinin içsel
Örneğin yukarıda da zikredilen “Firavun’da olan sende vardır; ama ejderhan kuyuda
hapsedilmiştir. Yazık! Bunların tamamı senin hallerinde var; sense o Firavun’a yüklemek
istiyorsun. Senden söz edilse ürperirsin; başkasından söz edilse sana efsane görünür.”295
292
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.971-973, s.318.
293
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.835-840, s.239.
294
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1093-1098, s.322.
295
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.971-973, s.318.
110
kıvılcımları Hristiyanların ve Yahudilerin küfrüdür.” Beyti konu ile ilgili aydınlatıcı
1.2.2. Zebur
“Dâvud yine o bıçakla kısas edilmesini emretti. Hilesi onu Hakk’ın ilminden
nasıl kurtarır? Hakk’ın hilmi, bir müddet idare eder; fakat ölçüyü aşınca açığa
çıkarır…Onun, işinin sırrı ortaya çıkınca, Dâvud’un mucizesi göründü ve iki kat
oldu. Bütün halk başlarını açıp secde için yerlere koydu: “biz, hepimiz asıl körler
idik; biz, senden yüz tür şaşılacak şeyler gördük. Taş, “Tâlut’la savaşmak için beni
al” diye seninle açık olarak konuştu. Sen üç taş ve sapanla geldin, yüz binlerce adamı
birbirine kattın… Zırh yapımını öğrendiğinde demir senin elinde mum gibi oldu.
Dağlar seninle solukdaş olup şükretti, seninle okuyucu gibi Zebur okuyorlar. Senin
nefesinde yüz binlerce gönül gözü açıldı, gayba hazır hale geldi… Zalim öldürüldü,
bir dünya dirildi; her biri yeniden Allah’a kul oldu. Nefsini öldür, dünyayı dirilt;
efendisini öldürmüştür, onu köle yap. İnek iddiasında bulunan, senin nefsindir…
Sebep olmaksızın denizi yardılar; ekin ekmeden buğday yığını elde ettiler.
Çalışmalarıyla kumlar un oldu, keçinin yünü, çekile çekile ipek oldu.”
“Can ışıksız deri olsaydı, şimdi kâfirler için, Allah “Ölüler” hiç der miydi?
Haydi söyle! Konuşma gücü, bizden sonraki asra su ulaşması için ırmak açsın. Her
296
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.2, b.771, s.460-461.
111
asırda bir söyleyen olsa da, geçenlerin sözü yardımcıdır. Ey şükreden kişi! Tevrat,
İncil ve Zebur’da Kur’ân’ın doğruluğuna şahit olmadı mı?”297
devam ettirmekte ve onun mucizelerini zikretmektedir. Onun birkaç taşla koca bir orduyu
ve Tâlut’u yenmesi, sesinin güzelliği, zırh yapımındaki mahâreti, insanları toplu halde
irşâd edişi gibi mucizelerinden bahsedilmektedir. Bu beyitlerdeki diğer bir önemli nokta
ölüler diyerek nidâ ettiğini bildiren Mevlânâ aynı düşünceleri taşıdığını belirtmektedir.
Bedenler değerlidir çünkü içlerinde can vardır ancak canın değerini ancak cânân belirler
tavır sergilediği görülmektedir. Ancak insana biçilen kıymeti belirleyen asıl ölçütün iman
kuşlarının fil ordusunu yenmesi vb. mucizelerin sebepler dairesindeki akılla içinden
değerinin içinde bulunan altınlarla ölçüldüğü gibi can cevherinin değerinin de içinde
tanımayan kâfirlere bu nedenle can taşımalarına rağmen “ölüler” diye hitap ettiğini ifade
297
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2485-2538, s.366-67.
112
çalışmaktadır. Mevlânâ’nın peygambere iman ve peygamberler arasında ayrım
1.2.3. İncil
“İncil’de, Mustafa (sav) adı, yani o sâfâ denizi incisinin medhi vardı. Orada,
güzel şekli şemâili, cismâni ve ruhâni ahvâli anlatılmıştı. Hristiyanlar da O’nun
temiz adını görünce sevaba girmek için nâmını yüceltip hürmetle yüz sürüp orayı
öperlerdi. Bu anlatılan fitneden onların canı ve tenleri emniyetteydi. Tamamen
Ahmed (sav) adına sığındıklarından onlar, emirlerin ve vezirin şerrinden emindiler.
Onların nesli de çok olup Ahmed’in nuru onlara yâr idi. Hristiyanlardan O, incinin
değerini anlamayan bir güruh, fitnelerden, ilmi uğursuz o vezir yüzünden hor ve
hakir oldular. Din ve dünya işlerinde yanıldılar ve o tomarlar bela tuzağı oldu.
Ahmed (sav)’in adında bu meziyet olunca onun şerefli nurunda bin feyz vardır. Tatlı
ve tuzlu su nasılsa, sur üfleninceye kadar halk da böyledir. İyileri o doğru iş, Evrensel
kitabının mirasına mazhar eyler. İrfan sahiblerinin gâyeleri, Peygamberin (sav)
nurunu kazanmaktır. Şule, cevherin kendinden ayrı değildir. Şule ve cevher daima
birbirine bağlıdır.”298
Ahmed’i yani Hz. Muhammed’i tanıyanlarla sapkınlık içerisinde olanları yani “o incinin
değerini anlamayan güruhu” aynı kategorinin altında toplamayı tercih etmemiştir. Ona
göre irfan sahibi olmak isteyen kişinin en önemli gâyesi Hz. Muhammed’in nurunu
O’na göre, Hz. İsa düşmanlarından kaçmak istemiş ve bu yüzden dördüncü gök onun
mekânı olmuştur.299
“İsa ile bir ahmak yoldaş oldu. Gözüne yol üstünde ölü kemikleri erişince. Yoldaş,
ölüleri diriltmek için okuduğun o yüce adı bana da mutlaka öğret de bir iyilikte
bulunayım, o adı okuyup kemiklere can vereyim, dedi. İsa dedi ki: Sus, bu senin işin
298
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.780, s.227.
299
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.2900, s.687.
113
değil. Senin nefeslerinin, senin sözünün harcı değil. Nefesin yağmurlardan daha arı, duru
300
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.140-145, s.12.
301
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1400-1407, s.107.
302
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3602-3614, s.276-277.
114
Mevlânâ, bu beyitlerinde Hristiyanların Hz. Meryem tasavvurlarının eksik ve
gerçekleşebileceğini savunmaktadır.
hayattan izler sunan bilgiler vardır. Çaresiz kişilerin ondan nasıl dua istedikleri, Hz
İsa’nın şahsî ibadetlerini ne zaman yaptığı ve çevresindekilere nasıl rehberlik ettiği gibi
ayrıntılar bunlardan bir kaçıdır. Beyitlerde asıl dikkat çekilmek istenen nokta ise;
peygamberlerini hoşnut kılmalarının arasında önemli bir ilişki vardır. “Eğer Kıtmir ile
aynı Rabb’e inanıyorsan bir köpek olan Kıtmir’den de aşağı olma.” Diyerek kulluk bilinci
hakkındaki hassasiyetini açıkça dile getirmektedir. Mevlânâ’ya göre Hz. İsa hak bir
Mevlânâ, Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu sayılması, çarmıha gerilen bir Tanrı algısının
303
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.299-314, s.298.
115
1.2.4. Kur’ân-ı Kerîm
bilgidir”305 Diyen Mevlânâ’ya göre Allah insanı, Kur’ân-ı Kerîm aracılığıyla en kutsal
bilgiyle buluşturmuştur. Bu bilgiyi yani vahyi “uçsuz, bucaksız ve kıyısız bir deniz” 306
metaforu ile dile getirmiştir. Mevlânâ’nın Mesnevîsindeki bir çok beyitte metaforik
Mevlânâ’ya göre Kur’ân, Allah sevgisiyle kalbi dolup taşan mümin kulların ebedî
hayatı kazanmalarına vâsıta kılınmış birincil kaynaktır. Onu efsane sanan ya da yeren
“Yazık o diriye ki, ölüyle arkadaş olmuş, ölmüş ve hayatı yok olmuştur.
Sen, Kur’ân ehli olursan, peygamberin ruhu sana arkadaş olur. Ululuk sahibi
Tanrı’nın temiz deryasının balıkları gibi olan peygamberlerin halleri Kur’ ân’a
göredir. Onu okumanın sende bir tesiri olmazsa nebî ve velîlere nazar kıl. Kur ân’ın
âyet ve kıssaları sana feyiz bahşederse can kuşuna kafes köşesi dar gelir. Kuş için
kafes zindan olur, kurtulmak istemezse o, cahildir. Bu kafesten kurtulmuş ruhlar,
rehberliğe layık peygamberlerdir. Onlar, kafesin dışında her taraftan derler ki, Sana
kurtuluş yolu budur bu! Biz bu kafesten öyle kurtulduk. Kurtuluşa bundan başka
rehber yok.”308
304
Alak Sûresi 96/5.
305
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.5, b.2585, s.212.
306
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.6, b.3881, s.307.
307
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.4280-4286, s.423.
308
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.1610, s.407.
116
Beyitlerinde peygamberlere iman, kitaplara iman, özellikle de Kur’ân ehli olabilme ve
ahirete iman başlıklarını iç içe alarak açıklamayı tercih etmiştir. Zira ona göre Allah ve
gitmekte, gizli, fakat gözünde nur olmayan cahile gizli.” 309 Beyitleriyle Mevlânâ kimi
yerlerde açık anlatımların yerini metaforların alacağını belirtmeye çalışmıştır. Tanrı bile
Buradaki hedef ise “hem anlayana bir tür örtülü mesaj vermiş olmak, hem de
“Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de gâfilleri tehdit eder: “Onların infâkı hasretten
ibarettir.”312 , “Kur’ân’ın nuru da en iyi şekilde Hakk ile bâtılı ayırır.” 313 Beyitleri bunun
delili niteliğindedir.
309
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b.5, s.31.
310
Bakara Sûresi 2/26.
311
Ethem Cebecioğlu, “Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i Tirmîzi’nin Bazı Tasavvufî Kavramlara Getirdiği
Metaforik Yaklaşımlar”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.38, 1998, s. 128.
312
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.2325, s.561.
313
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.2, b.861, s.195.
314
Zâriyât Sûresi 51/22.
117
Seni yücelere çeken her ses, yüce bir âlemden gelmektedir. Gönlünde hırs uyandıran
her sesi de insanları parçalayan kurtun sesi bil.”315
Ona göre Allah’ın vahyi ile bâtıl sözlerin arasındaki farkı ayırt etmek şu şekilde
gerçekleşir. Kişiyi iyiliğe çağıran, ona teslimiyet aşılayan sezgiler Rahmânî, kötülüğe
şekilde bahsedilen beyitler mevcuttur. “Ey Ahmed, burada malın faydası yok. Aşkla,
dertle, dumanla dolu gönül lazım.” 316 Denilerek asıl meselenin samimiyet ve iman dolu
peygamberler gibi Hz. Muhammed de aynı vazifeyle görevlidir. Onun vefâtı, dinin
koruyucusu olacağını, dîni yükselteceğini kıyamete kadar bunun böyle devam edeceğini
315
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.2, b.1974-1978, s.423.
316
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2068-2080, s.158-159.
317
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1196-1219, s.326.
118
Mevlânâ, Hz. Mûsa ile ilgili başka bir beyitinde, onun “neden halkı yarattın sonra
Hz. Âdem ile şeytan arasındaki ilişkiye Mesnevî’de sıklıkla yer veren Mevlânâ,
bu kıssayı anlatırken de sembolik ifadeler kullanmıştır. Ona göre Âdem, hakkı temsil
“Şeytan’ın bağırışları, kötü kişilere çobanlık eder. Padişahın sesiyse velîlerin bekçisidir.
Bu suretle birbirinden uzak olan bu iki ses birbirine karışmaz.”319 Diyen Mevlânâ, bu
seslerden birini “tatlı deniz”le, diğerini “acı deniz”le sembolize eder ve “tatlı denizden
bir katre bile acı denize taşmaz” 320 der. Ona göre, dünya yok olana dek bu diyalektik
“Bu hikâye sona ermeden kıskanç kişilerden duman ve koku geldi. Ben
bundan incinmem; ancak bu tekmeyle bir saf gönüllünün düşüncesi yıkılır. O
Gazneli bilge perde gerisinde olanlar için anlamlı bir örnek güzelce anlattı: “Sapmış
kişiler Kur’ân’dan, sözden başka bir şeyler görmezlerse buna şaşılmaz… “Bu söz
yani Mesnevî aşağıdır; peygamber kıssası ve dînî âdâbtır. Velîlerin o yönde at
koştukları yüksek bir konuyu ve sırları anlatmamaktadır. Dünyadan uzaklaşıp fâni
olunacak makamlardan ve adım adım Hakk’a ulaşmaktan bahis yoktur. –Onda- her
makam ve konağın açıklaması ve sınırı yok ki bir gönül sahibi onun kanadıyla
uçsun.” Allah’ın kitabı geldiğinde de o kâfirler onu böyle yerdi: “Efsanelerdir ve
tesirsiz destandır; derinlik ve yüksek gerçeklik yok. Küçük çocuklar onu anlar; yap
ve yapma emrinden başka bir şey değil. Yusuf’u kıvrımlı saçını anlatmakta;
Yakub’u, Zeliha’yı ve üzüntüsünü anlatmakta. Açıktır ve herkes anlıyor. Aklın
kendisinde kaybolacağı anlatış nerede? Hak buyurdu: “Bu sana kolay görünüyorsa,
böyle kolay bir sure söyle. Cinleriniz, insanlarınız ve iş bilenleriniz, bu kolaydan bir
âyet getirsin.” Bil ki Kur’ân kelâmının bir dış anlamı vardır; dış mânânın altında da
çok azâmetli bir iç mânâ vardır. O için altında üçüncü bir iç mânâ vardır. Onda bütün
akıllar kaybolur. Kur’ân’ın dördüncü iç manasıysa, benzersiz ve emsalsiz Allah’tan
başka kimse görmedi. Ey oğul! Sen Kur’ân’dan dış mânâyı görme; şeytan Âdem’i
topraktan başka bir şey görmez. Kur’ân’ın dışı bir insanın şahsı gibidir; şekilleri
görünür, ama ruh gizlidir. Bir adamın yüz yıllık amcası ve dayısı, onun durumunu
bir kıl ucu kadar görmez.”321
318
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b.3001, s.241.
319
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.3, b.4344, s.355.
320
Burada Mevlânâ, Rahman Sûresi 55/19-20. “(Birinin suyu tuzlu, diğerinin tatlı olan) iki denizi birbirine
kavuşmaları için salıvermiştir. Fakat aralarında bir engel vardır ki; birbirine karışıp suların özellikleri
bozulmaz” âyetini tefsir etmektedir.
321
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.4225-4246, s.421-422.
119
Bu beyitler Mesnevî’yi belli ölçüde Kur’ân’ın tefsiri konumuna da
Mevlânâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’in nurunu hak ile bâtılı ayıran “en iyi” rehber kabul
verdiği kıymetin anlaşılması açısından önem arzetmektedir. Onun Kur’ân-ı Kerîm’i özel
bir statüde görmesi ve ona inanmayanları kâfir olarak nitelendirmesi dînî dışlayıcı
teoreme yakın bir düşüncede olduğunu göstermektedir. Ayrıca dînî çoğulculuğu savunan
isimlerden Smith’e göre “Tanrı kendini İsa’da vahyetti.” Veya “Müslümanlar Kur’ân’la
son vahye muhatap olmuştur.” Söylemlerinin bir kenara bırakılması gerekmektedir. Zira
dînî çoğulculuk teoremine göre vahiy her an güncellenebilen bir unsurdur. Mevlânâ’nın
Konuyu ele alırken nübüvvet ve velayet kavramlarının arasındaki ayrıma dikkat ettiği
peygamberlerden ayrıntılı bir şekilde bahseden Mevlânâ, Hz. Muhammed ile alakalı
ehemmiyetine dikkat çekmektedir. Onun İslam dinine ve Hz. Peygamber’e özel bir statü
atfetmesi dînî çoğulculuk teoremiyle uyum sağlamamaktadır. Zira dînî çoğulculukta tek
bir peygamberin daha üstün kabul edilmesi ya da peygamberlere gelen vahiylerin önerme
merkezli kabul edilip (Hristiyan inancındaki) vahyin Hz. İsa’nın zâtına ifşâ edilişinin
120
1.3.1. Nübüvvet ve Velâyet
ilgilidir. Lügatte “haber vermek” anlamındaki nebe veya “konum ve değeri yüksek
olmak” anlamındaki nebve (nübû’) kökünden masdar ismi olarak türediği kabul
edilmektedir.322 Ragıp el-İsfehâni, “kendisiyle kesin ilim ve zann-ı galip hâsıl olan çok
faydalı haberi nebe” diye nitelendirir. Risâlet ve nübüvvet kavramlarının her ikisinde de
asıl unsur, Allah’ın vahiy aracılığıyla öğrettiği bilgileri ve O’nun emir ve yasaklarını
insanlığa ileten ilahi elçilik vazifesini yapmaktır. Türkçe’de nebî kavramı yerine daha
ziyade Farsça bir kelime olan peygamber kelimesi kullanılmaktadır. Risâlet kavramı,
nübüvvet kavramıyla anlamdaş sayılmakla beraber literatürde daha sık olarak “nübüvvet”
tercih edilmektedir.
Peygamberin aldığı vahiy, mukadder yani keşif ve ilhâma sahip insanların ilhâmın
çok üzerinde bir değere sahiptir. Çalışmayla elde edilemeyecek bu yüksek mertebe,
Allah’ın fazlı ile seçkin kullara bahşedilmiştir ve peygamberlik vehbîdir. 323 Konu ile ilgili
başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp
sahibidir.”324
isteyen, bazısına inanırız bazısına inanmayız diyen ve bu ikisi arasında bir yol tutturmak
322
Yusuf Şevki Yavuz, “Nübüvvet”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2007, c. 33, s. 286-90.
323
Abdurrahman Aydın, “Fahreddin Râzi İle Elmalılı Tefsirleri Bağlamında Nebî, Resûl ve Peygamber
Kavramlarına Genel Bir Bakış”, Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 3, sy. 1,
2015, s. 68-73.
324
İbrahim Sûresi 14/4.
121
isteyenler. İşte bunlar, gerçekten kâfir olanlardır. Kâfirlere, aşağılatıcı bir azab
hazırlamışızdır.”325
Başka bir âyette, “Hani Meryem oğlu İsa: ‘Ey İsrailoğulları, gerçekten ben, sizin
için Allah’tan gönderilmiş bir elçiyim. Benden önceki Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden
sonra ismi ‘Ahmed’ olan bir Rasulün de müjdeleyicisiyim’ demişti. Fakat O, apaçık
Konu ile ilgili bir hadiste; (Ebu Hureyre’nin (r.a) rivâyetiyle Rasullullah (s.a.v)
şöyle buyurmuştur):
Mevlânâ’nın bakış açısı ile konuya bakıldığında; “Allah açık olarak görünmediği
paha biçilmez hayatı vardır. O nağmeleri his kulağı duymaz; çünkü duygu kulağı
vurgulamaya çalışmıştır.
325
Nisâ Sûresi 4/150-151.
326
Saff Sûresi 61/6.
327
Buhârî, a.g.e., c. 4, Menâkıb, 18, s. 163.
328
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.673, s.59
329
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.1919-1920, s.98.
122
Bu şerefli adı öperler; lâtif vasfa yüz sürerlerdi.
Bu söylediğimiz fitne esnasında o tâife, fitneden, kargaşalıktan emindiler.
Onlar, o emîrlerin ve vezirin şerrinden emin olup Ahmed adının sığınağında
korunmuşlardı.
Onların nesli de çoğaldı. Ahmed’in nuru, bunlara yardım etti, yâr oldu.
Hristiyanlardan, Ahmed adını hor tutan diğer fırka,
Fitnelerden ve o tedbiri de şom, fitnesi de şom vezir yüzünden hor ve
kıymetsiz bir hale geldi.
Mânaları ters, sözleri aykırı tomarlara uymalarından dolayı dinleri de
müşevveş bir hale geldi, hükümleri de!”
“Ahmed, ümmetler “Ya Rabbi” desinler diye dünyada nice putlar kırdı.”
“Ahmed’in çalışıp çabalaması olmasaydı, sen de ataların gibi puta tapardın. Onun,
ümmetlerin üstündeki hakkını bilesin ki böylece şu başın, puta secde etmekten
kurtuldu. Bir şey diyeceksen bu kurtuluşa şükret de seni, içindeki puta tapmaktan da
kurtarsın o! O, nasıl başını putlara secde etmekten kurtardıysa, sen de o kuvvetle
gönlünü kurtar.”330
yapmıştır.
vermiştir. “Ben, zamanın tufanında gemi gibiyim. Biz ve ashabım, Nuh’un o gemisi
beyân etmektedir.
olurdu. Peygamberler Hakk’a ulaştırıcı oldular. Ona ulaşmış olana kavuşmak diye bir şey
330
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevi, a.g.e., c.2, b. 364-368, s.180.
331
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevi, a.g.e., c.4, b. 536-537, s.461.
332
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevi, a.g.e., c.1, b.700-705, s.209-211.
333
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.711-713, s.211.
123
gerekmez.”334 Diyen Mevlânâ, peygamberlik vasfının önemine ve görevine dikkat
çekmektedir.
“Ebubekir, Muhammed’den bir koku alınca ‘Bu yüz, yalancı yüzü değil’ dedi.
Fakat Ebu Cehil, dert sahiplerinden olmadığı için yüzlerce şakk-ı Kamer gördü yine de
inanmadı.”335 örneğini veren Mevlânâ, Hz. Ebubekir ile Ebu Cehil’in Hz. Peygamber’i
Mevlânâ, “sinek gibi olan biri Hazret-i Peygamber’in adıyla eylenirken ağzı çarpıldı. O,
Fahr-i âleme gelip yalvardı. Dedi ki: ‘Ey İlahi sırlar ilminde yücelmiş olan,’ ‘ben sana
bilgisizliğimden kızıyordum, şimdi şehrin maskarası ben oldum.’ ‘Tanrı, birisini zillete
lâyık kılarsa, önce ona temiz kişileri zemmettirir.’ ‘Bir kula rahmet murat ederse
kusurluların ayıbını ona göstermez.’ ‘Hak kimi mağfiretine lâyık görürse onu, huşu ve
“O büyükler büyüğü (Hz. Muhammed, bak bir sözünde ne der: Gönül huzuru
olmadıkça namaz tamam olmaz.”337
“Padişahların büyüklüğü nefis arzusundandır. Peygamberlerin yüceliği ise
Tanrı vergisidir.”
“Paradan şahların adı silinir. Lâkin Ahmed’in adı ebediyete kadar bâkidir.
Ahmed’in adında bütün Peygamberler mevcuttur. Yüz sayısında doksanın
bulunduğu gibi.”338 Buyurmuştur.
334
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.2920, s.693.
335
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2060, s.157.
336
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.855, s.243.
337
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.400, s.145.
338
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.1155, s.309.
124
söz etmektedir. Nuh ve Mûsa’ya denizin himâye edişinin Hak’tan bir yardım kabul
Mevlânâ;
“Yolda kılavuzsuz giden için iki günlük yol yüz yıllık olur. Kâbe’ye doğru
rehbersiz koşturan, bu şaşkınlıklar ile zelil olur. Ustasız bir meslek tutan kişi, şehirde
ve köyde alaya alınır. Doğuda ve batıda, bir insanın anne ve babasız doğması ancak
nâdirdir. Kazanan kişi mal elde eder, bir hazineye rastlamak nâdirdir. “Rahman
Kuran’ı öğretti” olması için bedeni, can olan Mustafa nerede? Bütün beden
sahiplerine “Kalemle öğretti”340 -kalemi- cömertlik dağıtmada aracı yaptı.”341
Mevlana’nın puta tapan kimselerin açık bir sapkınlık içinde olduklarını ifade ettiği
339
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.1910, s.471.
340
Alak Sûresi 96/4.
341
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.588-594, s.306.
342
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.366, s.29.
125
kadar dâimidir. Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur, kimin kalbi sırçadansa
sınmıştır.”343
Mevlânâ’nın düşünce yapısında iman, ibadet ve ahlâk bir bütündür. Onun fikir
üstün vasıflara haset ettikleri için onlara tâbi olmaktan kaçınırlar görüşündedir.
kabul etmekte ve bunu imanın bir gereği olarak görmektedir. Eserlerinde peygamberlerin
üstün vasıflarına yer verdiği gibi mucizelerine de ayrıntılı bir şekilde değindiği tespit
edilmiştir.
“Vücudun bütün cüzleri, zayıflar, yıpranır, sabır da azalır. İki çift söze bile
tahammül edemez, haykırır. Bir yudum suyu bile hazmedemez, kusuverir! Ancak
Tanrı sarhoşu olan ihtiyar müstesnâ. O tertemiz bir yaşayışa sahiptir. Zâhiren
ihtiyardır ama hakikatte çocuk. Zaten o velî ve nebî nedir ki? Eğer iyinin, kötünün
yanında zâhir olmasalar bu aşağılık kişilerin onlara hasedi neden? Onlar yakin ilmini
bilmiyorlarsa onlara karşı bu buğuz, bu hilekârlık, bu kin ne? Onlara düşman olanlar
ölümden sonra dirilmeyi ve kıyamet gününü bilselerdi kendilerini keskin kılıcın
üstüne nasıl atarlardı? O pir sana gülümser, fakat sen onu öyle görme; onun içinde
yüzlerce kıyamet var. Cennet, cehennem…Hepsi onun cüzleri. Ne düşünüyorsan o,
o düşünceden de üstün. Ne düşünüyorsan yokluk kabul eder, fakat düşünceye
sığmayan yok mu? İşte Tanrı o dur... Uluların gönülden başka mescidi yoktur.
Herkesin secdegâhı olan velîlerin gönül mescidlerinde Tanrı vardır. Tanrı erinin
gönlü derde düşmedikçe, Tanrı, hiçbir milleti rüsvay etmemiştir. Peygamberlerle
savaşa girişenler, onları cisim görüp kendileri gibi insan sanmıştır. Sende de o ilk
gelenlerin ahlâkı var. Nasıl oluyor da sen de onlar gibi helâk olmaktan
korkmuyorsun? Onlardaki nişânelerin hepsi sende de var. Mâdemki onlardansın,
nerde kurtulacaksın?”345
343
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.813-816, s.62.
344
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.909-920, s.69-70.
345
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3100-3115, s.238-239.
126
Peygamberlerin ve velîlerin gönüllerinin her zemin ve zamanda Allah ile beraber
Allah’a iman, peygamberlerine iman beraberinde ahlâkî açıdan haset gibi duygulardan
birincil etken kabul edilerek kelâmî yönden dışlayıcı bir tutum sergilenmektedir.
“Her ümmetin gönlünde Hak’tan bir tat vardır. Peygamberlerin yüzü ve sesi
de mucizedir. Peygamber, dışarıdan seslendi mi ümmetin canı, içerden secde eder.
Çünkü can kulağı âlemde hiç kimseden o sese benzer bir ses duymamıştır. O misilsiz
ruh, o misli olmayan sesten neşelenir, Tanrı’ya yaklaşır.346” ile “Peygamberler
dediler, -“Biz tabipleriz, Hakk’ın öğrencileriyiz; Kızıldeniz bizi gördü, yarıldı.
Nabız yoluyla gönle/kalbe bakan o tabiat hekimleri başkadır. Biz gönle vasıtasız,
güzelce bakarız; çünkü biz ferasetle yüksek görüşlüyüz. Onlar gıda ve meyve
tabibidir; hayvani can, onlarla sağlamdır. Biz davranışların ve sözlerin tabibiyiz; bize
ilham veren yüce Hakk’ın nur parıltısıdır.-“Deriz ki: Senin için böyle bir davranış
yararlıdır ve şöyle bir davranış, seni yoldan koparır. Şöylece bir söz seni ilerletir ve
öylece bir söz seni yaralar”347
özelliklerin başında sözlerle tabiblik, ruha hitap ve şifa, mucizelerle insanlara tebliğ
dikkat çekmektedir. Peygamberler insandır, insan unsuru için vardır ve onların ruhlarına
şifa dağıtarak daha iyi insan olmalarını sağlamak için görevlendirilmişlerdir. Odağa
ahlâklı insanı, saf ve temiz kalmış ruhu koyan Mevlânâ, peygamberlere iman
yinelemektedir.
346
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3597-3601, s.276.
347
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2698-2705, s.372-373.
348
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2714-2719, s.373.
127
Ona göre; hakîkî körlük güneş kadar parlak olan ve hayatın devamının odağında
“Dâvud’un sesi, taşa ve dağa ulaştı; o taş gönüllüler, onu işitmedi. Her
zaman akla ve insafa aferinler olsun; Allah, doğru yolu daha iyi bilendir. Ey
Sebalılar! Değerli peygamberleri tasdik edin; esir eden Hakk’ın esiri olan ruhu
doğrulayın. Tasdik edin; onlar doğan güneşlerdir, sizi kıyamet azaplarından
kurtarırlar. Kıyamet sahrasında sizi görmeden önce onları tasdik edin; yoldan
sapmayın ve başkasını azdırmayın. Dikkat edin! Padişahların şahitliğini dinleyin;
gökler inandı, inanın349.”
inandığına vurgu yapan Mevlânâ, kıyametteki çetin azâba da dikkat çekerek bunların
görür.”350 Ona göre, peygamberlerin ferâseti ve ilmi, beşerin fevkinde olduğu için
ulaşabilmektedirler.
Mevlânâ, burada ilgili hadis’e352 işaret ederek peygamberlerin tıpkı çobanlar gibi
349
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2831-2838, s.276-277 .
350
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2959, s.382.
351
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.4139-4148, s.418.
352
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz. Devlet reisi de bir çobandır ve
sürüsünden sorumludur. Erkek ailesinin çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Kadın kocasının evinin
çobanıdır ve sürüsünden sorumludur. Hizmetçi efendisinin malının çobanıdır ve onları muhafazadan
sorumludur. Dolayısıyla hepiniz çobansınız ve sürünüzden sorumlusunuz.” Buhârî, Cum’a 11 (nr.893);
Müslim, İmâre 5 (nr.20).
128
Görüleceği üzere Mevlânâ için Allah’a imanın önemi kadar peygamberlere iman
değildir.
Konu başlığının diğer bir yansıması olan velâyet kavramı ise sözlükte “idare
etmek, düzenlemek, yaklaşmak, işini üzerine almak, yardım etmek, sevmek, salâhiyet
gibi mânâlara gelmektedir. Velâyet, dînî bir kavram olarak “velîlik, ermişlik, Allah dostu
bilen, tâatlara devam eden, günahlardan kaçınan, lezzetlere ve şehvetlere dalıp mübtelâ
olmaktan yüz çeviren kimsedir.”354 Benzer bir tanımlamayla Taftâzânî’ye göre de velî,
“mârifet ve bilgi sahibi olan, ibadet ve taatlerine sürekli olarak riâyet eden günahlardan
Velîlik “genel (velâyet-i âmme)” ve “özel (velâyet-i hâssa)” olarak iki ayrı şekilde
incelenebilir. “Genel anlamda her mümin Allah’ın dostudur ve O’nun velî kuludur. Özel
anlamda ise velîlik makamı düzenli, devamlı, kararlı ve ihlâslı bir şekilde ibadet ve kulluk
eden, başta peygamberler olmak üzere takvâ sahibi bütün sâlih müminlere mahsustur.”356
Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerden yola çıkarak sûfiler velâyeti dört kısma ayırmışlardır. Bu
kısımlar kısaca; velâyet-i uzmâ yani Hz Muhammed’in velâyeti, “velâyet-i kübrâ yani
diğer peygamberlerin velâyeti, velâyeti vustâ yani evliyânın velâyeti ve velâyet-i suğrâ,
olmaları yani günah işleyebilen ancak günahta ısrarcı olmayan kimseler olmaları, son
353
İsmail Karagöz v.dğr. (ed.), Dinî Kavramlar Sözlüğü, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlıǧı, 2006, s. 690.
354
Cürcânî, a.g.e., s. 118.
355
Taftâzânî, Kelam İlmi ve İslam Akaidi-Şerhu’l-Akaid, çev. Süleyman Uludağ, İstanbul, 1991, s. 314.
356
Süleyman Uludağ, “Velî”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 43, Ankara, 2013, s. 25-28.
357
Haksever, a.g.e., s. 66.
129
kendilerinden kerâmetlerin zuhur etmesi ve hiçbir zaman peygamberlerin ulaştığı mânevî
kemâlâta eremeyecek olmalarıdır. 358 İbnü’l-Arabî, Hâkim Tirmizî gibi mutasavvıflar ise
nebilerin velâyetinin, onların nübüvvetinden üstün olduğunu iddia etmişlerdir. Zira onlara
göre velâyet peygamberlerin Hakk’a dönük olan yüzleri, nübüvvet ise halka dönük
yüzleridir. Ayrıca velî Allah’ın ismi, velâyet ise onun sıfatıdır. Oysaki peygamberlik
Kur’ân’da velâyet konusu ile alakalı; “onlar iman edenler ve Allah’tan korkup
sözleri için hiçbir değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.” 360 “Allah
gösterilebilir.
zaman Allah hatırlanır” hadisi363 velâyet makamındaki kimselere işaret etmektedir. Başka
mahmûm (pak) ve dili çok doğru olan mümin kişidir” buyurmuş, sahabeler “Dili çok
doğru olanı biliriz. Mahmûm kalp nedir?” diye sorduklarında “Mahmûm kalp Allah’tan
korkan tertemiz, içinde ne günah, ne zulüm ile yaratıklara kötülük etmek, ne kin, ne hased
ile bezendiği için onlarda hiçbir korku hâlinin bulunmadığı, aynı şekilde dünyalık bir ümit
358
Cebecioğlu, a.g.e., s. 524.
359
Taftâzânî, a.g.e., s. 564.
360
Yunus Sûresi 10/62-64.
361
Bakara Sûresi 2/227,257.
362
Âl-i İmrân Sûresi 3/68.
363
Sünen-i İbn-i Mace, a.g.e., b.4, hds.4119.
364
Sünen-i İbn-i Mace, a.g.e., b.24, hds. 4216.
365
Abdulkerim Kuşeyri, Kuşeyri Risâlesi, çev. Dilaver Selvi, 11. Baskı İstanbul: Semerkand Yayınları,
2014, s. 500.
130
Mevlânâ, velî kelimesinin çoğulu olan evliyâullah366 hakkında şunları
söyler;
“Uyanık ol, velîler zamanın İsrafil’idir. Onlarda ölüler için hayat ve zindelik
vardır.”367 “Hakk, halkta bulunan hasetler belirsin diye peygamberleri vasıta yaptı.
Çünkü hiç kimse, Allah’tan utanıp arlanmaz. Hakk’a hased eden kimse hiçbir yerde
yoktur. Fakat halk, peygamberi de kendisi gibi adam sanır, o yüzden ona hased eder.
Şu halde her devirde Peygamber yerine bir velî vardır. Kıyamete kadar bu böyle
devam eder gider. Kimin huyu iyi ve güzelse kurtulmuştur. Kimin gönlü sırçadansa
kırılmıştır, gitmiştir. İşte diri ve faal imam o velîdir. İster Ömer soyundan olsun, ister
Ali soyundan; Ey yol arayan, Mehdi de odur, Hâdi de o! Hem gizlidir, hem senin
karşında oturmakta. O, nur gibidir, akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağıda velî, onun
kandilidir.”368
“Bir velî, sana gayba ait yüzbinlerce şeyi, yüzbinlerce sırrı apaçık söylese
bile, sende o anlayış, o bilgi olmadıkça, yine gübreyi, ödağacından ayırt edemezsin.
Ey kör! Velî kendisini delilikle perdelerse onu nasıl tanıyacaksın? Eğer yakîn gözün
açıksa, bak da her taşın altında bir erin gizli olduğunu gör! Açık olan yol gösteren,
kılavuzluk eden göze karşı, bir kilime bürünmüş bir Kelim var. Velîyi tanıyan ve
meşhur edip tanıtan yine velîdir. O, kime dilerse himmet eder, nasib sunar. Fakat bir
de kendisini deliliğe vurdu mu, aklıyla hiç kimse onu bilemez, tanıyamaz!”369
ne derece derin olursa olsun karşısındaki kişinin onu ancak anlayışı, kapasitesi ve ilmî
birey bunu delilik perdesiyle örterse artık hiç kimsenin onun makamına erişemeyeceğini
“Velîlerde, Allah’tan öyle bir kudret vardır ki, yaydan fırlamış oku bile
yoldan çevirirler.”
“Sanat, sanatkârdan ayrı olmaz diye sen, Hakk’a yakın olduğunu sanıyorsun.
Evliya’nın yakın oluşunda, yüzlerce keramet ve haşmet bulunduğunu görmüyor
musun? Demir Davud’un elinde mum oluyor, senin elindeyse mum, demire dönüyor.
Yaratmak rızık vermek yakınlığı umûmidir. Herkes aynı tarzdadır, bunda herkes
eşittir. Fakat aşk vahyinin yakınlığına erenler, ancak yüce kişilerdir…yakınlığında
çeşitleri var. Güneş dağa vurur altına da! Güneşin altına bir yakınlığı var ki, söğüdün
bundan haberi bile yok. Güneş, kuru dala da yakındır, yaş dala da. Güneş, ikisinden
de utanır, gizlenir mi hiç? Fakat yaş, taze dalın yakınlığı nerede? O daldan olgun
meyveler devşirmede, olgun meyveler yemedesin. Kuru dalsa, güneşe yakınlık
yüzünden daha da kurutmaktan başka ne elde edilir?”370
366
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Ankara: Aydın Kitabevi, 2004, s. 242.
367
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.1930, s.98.
368
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.2, b.811-830, s.193.
369
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.2, b.2344-2350, s.239.
370
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.701-709, s.310.
131
Şeytan kimi kerem sahibi olanlardan ayırırsa, onu kimsiz-kimsesiz bırakır. O halde
de bulunca başını yer, mahvedip gider. Bunu duy, bunu işit…”371
Ona göre velîler, insanlardan üstün vasıflara sahiptirler hatta bu, o denli önemli
bir güçtür ki olağanın dışına çıkmalarını sağlayacak; oktan çıkan bir yayı durduracak
kadar kuvvetli bir kudrettir. Bu ölçüde üstün özelliklere sahip olan evliyaullah, kişinin
kurtuluşu için güzel ve eşsiz bir rehberdir. Mevlânâ’ya göre kişinin kurtuluşu nasıl onların
kadar “velâyeti” de kurtuluş ya da helâk noktasında belirleyici bir kurum olarak tasvir
“Her nebinin, her velînin bir yolu vardır. Hepsinin yolu birdir ve maksatları
yaratılışta) nice âlimleri var. Onlar beni o nurla anlar. Benden de o aydınlık bir delil olur”
dedi.373 Bir diğer dikkat çekici nokta ise belirlenen velî portresinin özelliklerinde
Bütün nebî ve rasuller hak din olan İslâm üzere kendi dönemlerindeki insanlara
371
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.2, b.2163-2166, s.233.
372
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3190, s.751.
373
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3575, s.831.
374
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3300, s.773.
375
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2223, s.154.
376
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3765, s.871.
132
“Ay ışıklarının doğusu olan gönül yok mu? O gönül, âriflere “Kapıları
açılmıştır.” Sırrıdır. Sana duvardır ama onlara kapı. Sana taştır ama azizlere inci!
Senin aynada açıkça gördüğünü pir, hem de daha önce, bir kerpiç parçasında görür.
Pir olanlar o kişilerdir ki bu âlem yokken onların canları, kerem denizinde vardı. Bu
tene düşmeden önce nice ömürler geçirdiler, ekmeden önce meyveler devşirdiler!
Nakıştan, suretten evvel canlandılar, deniz yarılmadan inciler deldiler!”377
“Tanrı ile oturup kalkmak isteyen kişi velîler huzurunda otursun. Velîlerin
huzurundan kesilirsen helâk oldun gitti. Çünkü sen küllî olmayan bir cüzsün. Şeytan
birisini kerem sahiplerinden ayırırsa onu kimsiz, kimsesiz bir hale kor, o halde de bulunca
başını yer, mahvedip gider. Topluluktan bir an bile ayrılmak bil ki şeytanın hilesinden
ibarettir.”378
velîlere yüklediği misyonu tespit etmek mümkündür. Ona göre velîler, mânevî birer
rehber, öğretmen niteliğindedir ve onların eğitim metodlarından uzak kalmak dahi kişinin
“Velîlerden dua ehli olanlar bizâtihî ayrıdır; bazen diker ve bazen yırtarlar.
Velîlerden başka bir topluluk tanırım, ağızları duaya kapalıdır. O büyükler için, râm
oldukları rıza nedeniyle kaderi geri döndürmeyi istemek haramdır. Kazada/ takdirde
özel bir zevk görürler; kurtulmayı istemek onlara küfür gelir. Onların gönlünde güzel
düşünce açılmıştır; üzüntü sebebiyle siyah elbise giymezler.”381
377
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.169-170, s.14.
378
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2162-2165, s.166.
379
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.3475, s.397.
380
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2214, s.170.
381
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1877-1882, s.347.
133
vardır; sözleri etkili buyruk gibi yürür. Hiçbir günahkâr, başkasının günahını üzerine
almaz; ben günahlı değilim; Allah beni yüceltti.”
“Ey genç! Günahsız olan şeyhtir; Hakkın kabülünde, eldeki yay gibidir.
Şeyh kimdir? Yaşlı, yani saçı beyaz. Ey eğri ümitli! Bu saçın manasını bil. O siyah
saç, varlığından bir saç, teli kalmayıncaya kadar onun varlığıdır. Siyah yahut kır saçlı
olsa da varlığı kalmazsa şeyhtir o. O siyah saç, insan vasfıdır. O saç, sakal ve baş
saçı değildir. İsa beşikte bağırır; Biz genç olmadan genciz ve piriz.”
“Ey oğul! Eğer bazı insanlar vasıflarından kurtulursa şeyh olmaz, orta yaşlı
olur. Bizim vasfımız olan siyah saç, üzerinde bulunmayınca kişi, şeyh ve Allah’ın
makbulüdür. Saçı beyaz olsa da beşer kişiliğindeyse o, ne şeyhtir ve ne de Allah’a
yakındır.”382
bildiren Mevlânâ, eğer okunan Kur’ân’ın kişiye bir tesiri olmazsa nebî ve velîlere nazar
382
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1780-1797, s.344.
383
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.4248-4255, s.422 .
134
uymanın gerçek anlamda diriliş; bunun dışındaki bağlılıklarınsa ölümle eş değer olduğu
erleri, boş söz söylemezler. Temiz kişilerin bedenleri de aynı can gibi saftır. Onların,
nefisleri, sûretleri ve sözleri de nişânı olmayan bir ruh olmuştur.” diyen Mevlânâ’nın
açıklamaktadır. Kavramı dışlayıcı yaklaşıma yakın bir tavırla ele aldığı görülmektedir.
Hz. Mevlânâ, eski ümmetlerin Allah tarafından karşılarına çıkan büyük azapların
“Ahmed’in aklı kimseden gizli değildir, herkes onun akıl ve kemâl sahibi
olduğunu bilirdi. Fakat vahiy ruhunu her can anlayamadı. Vahiy ruhuna münâsip
şeyler de var, fakat onları akıl anlayamaz. Çünkü o ruh pek yücedir. Akıl, o ruhun
işlerine gâh delilik diye bakar, gâh şaşkınlık diye. Çünkü onu anlamak, o olmağa
bağlıdır.”385
“Kâfirler, Ahmed’i beşer gördüler, Çünkü onun ayı böldüğünü görmemişlerdi.” 386
Ona göre kişinin Hz.Muhammed’i peygamber olarak görmemesi vahye muhâtap kabul
“Tanrı ‘Hiçbir ümmet bulunmaz ki içlerinde bir Tanrı halifesi, bir himmet
sahibi bulunmasın.’ Dedi.”
384
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3225, s.757.
385
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3259-3261, s.250.
386
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1606, s.123.
135
“O halife onların gönüllerini o kadar birleştirir ki saflıktan hiçbir gıllügışları
kalmaz. Hepsini ana gibi birbirini esirger bir hale getirir. Onun için Müslümanlara
‘Tek bir nefis’ denilmiştir. Onlar Tanrı Rasülü yüzünden tek bir nefis oldular yoksa
her biri, öbürüne tam bir düşmandı. Medinelilerin iki kabilesi vardı, birine Evs
öbürüne Hazreç denirdi. Adeta bir kabile öbürünün kanına susamıştı. Mustafa’nın
yüzünden o eski kinleri İslâm ve saflık nuruyla mahvoldu. Önce o düşmanlar bağdaki
üzümler gibi kardeş oldular.”
“Şüphe yok söz bundan ibarettir: “Müminler kardeştir” nasihatiyle de bu
nefesle de kardeşliği bıraktılar, tek bir ten oldular. Üzümlerin suretleri kardeştir fakat
sıktın mı tek bir üzüm suyu çıkar. Korukla üzüm birbirine zıttır ama koruk,
olgunlaşınca güzelleşir, tatlılaşır, iyi bir dost olur. Koruk halinde kalan üzüme Tanrı
ezelden kâfir demiştir. Değil kardeşim değil… Artık o tek bir nefis olamaz.
Azgınlıkta menhus bir mülhitten ibarettir. Ondaki gizli şeyleri bir söylesem âlemde
fikirler fitneye düşer, karmakarışık olur. Kör gâvurun sırrının anılmaması daha iyi.
Cehennem dumanının İrem Bağı’ndan uzak oluşu daha hoş! Ne de olsa üzüm olmaya
kabiliyetli korukların gönülleri, ehl-i dilin nefesleriyle birdir. Hepsi üzüm olmaya
koşarsa, sonunda ikilik kalkar, kin ve savaş kalmaz. Hepsi de üzüm olup derilerini
yırtarlar da birleşirler, vasıfları da birlik olur. Dost, düşman ikiliktedir. Fakat hiç bir
olan, kensidiyle savaşır mı?”387
çok benzediğini ancak tat olarak farklılık arzettiklerini tıpkı bu durum gibi müminlerin
sabırla tatlanan üzüm gibi güzel birer dost haline geleceklerini söylemektedir. Koruk yani
ekşi üzümlerinse ezelden kâfir ruhlar olduğunu iddia etmektedir. Mevlânâ bu beyitlerinde
önemli bir noktaya değinmektedir. İnsanların ancak iman vesilesiyle yaratılış gayelerine
durum onun itikâdî açıdan kâfir sıfatıyla nitelendirilen kimseleri özünde insan olmaları
sebebiyle aynı cevherlere sahip varlıklar kabul ettiğini ancak tıpkı üzümün sabırla
İnsanı ontolojik açıdan aynı kabul eden Mevlânâ, epistemolojik açıdan insanı destekleyici
387
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.2, b.3705-3725, s.784-789.
136
göstermektedir. Ondaki çoğulculuğun “ontolojik çoğulculuk” 388 kavramı ile
nitelendirilebileceğini göstermektedir.
“Can şehrini aydınlık görmek için baş kulağını hafifliğe ve yalana kapat.
Muhammed’in kulağı sözdeki sırrı çekip alır; zira Hak, Kuran’da onun için “ O
kulaktır” diyor. Bu peygamber baştanbaşa kulak ve gözdür; bize yenilik, ondandır,
o sütannedir; bizse çocuk.”389
yüksek tutma gayreti içerisinde olan Mevlânâ, burada Hz. Peygamber’i kulak, göz ve
idâmesi için önemi insanlarca mâlumdur. Hz. Mevlânâ burada Hz. Muhammed’in hayatî
ne denli önemliyse, Hz. Muhammed de insanlığın mânevî hayatının inşâsı için o derece
önemlidir.
Tebbet Sûresi’nin tefsirini yapan Mevlânâ, iman sahibi ve kâfir kimse ayrımını
baht kavramı ile açıklamaktadır. Ona göre iman eden kişi mutluluğa ulaşacaktır. İman
etmeyen kimse ise daima hüsran içerisinde kalmaya mahkûmdur. Kurtuluşun ancak iman
ile elde edilebileceğini dile getiren Mevlânâ, iman yoksunu Ebu Leheb’in karısının
388
Ontolojik çoğulculuk kavramı literatüre Şaban Ali Düzgün tarafından kazandırılmıştır.
389
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.101-103, s.292.
390
Tebbet Sûresi 111/1-5.
391
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1662-1669, s. 340-341.
137
bütünden kesilirse bir tarafa gider. Bu bütün eksilen bütün değildir. Ondan kesilmek
ve ona bağlanmak söze gelmez/sığmaz.”392
yaşasa bile bunun zayıf ve sönük bir hayat emaresinden öteye geçemeyeceğini ifade
göstermesi açısından da önem arz etmektedir. Hz. Muhammed’e tâbi olmanın bir
sunmaktadır. Ona göre parçadan kopmadan hareket etmeyi sağlamak ancak iman ile
mümkündür.
“…Bir şahıs, ona misafirliğe gitmişti. O anlattı: Yemekten sonra Enes sofra
bezini sarı renkli gördü. Kirli ve bulaşıktı; “Ey hizmetçi kadın! Onu bir anlık tandıra
at.” Dedi. O akıllı, sofra bezini o anda ateşle dolu tandıra attı. Bütün konuklar ona
hayret ettiler; sofra örtüsünün dumanını beklediler. Bir zaman sonra tandırdan
çıkardı; Temiz, beyaz ve o kirlerden arınmıştı. Topluluk dedi: “Ey değerli sahabe!
Nasıl yanmadı da temizlendi?” Enes dedi: “Çünkü Mustafa, bu sofra bezine elini ve
ağzını çok sürdü.” Ey ateşten ve azaptan korkan gönül! Öyle bir el ve dudakla
yakınlık kur. Cansızı böyle şereflendirdiğine göre, âşığın canına neler açacaktır.
Ondan sonra o hizmetçi kıza dediler: “Onun söylemesiyle hemen nasıl attın? Sayalım
ki o, sırlara vakıftır: Ey hanım! Böyle kıymetli bir sofra örtüsünü nasıl ateşe attın?”
Dedi: “ Kerem sahiblerine itimâdım var; onların ikramından ümitsiz değilim. Sofra
bezi nedir? O bana “ateşe gir” dese tereddütsüzce tam güvenle atlarım. Allah’ın
kullarından çok ümidim var. Sır bilen her kerem sahibine olan itimâdımdan bu sofra
bezini değil, başımı atarım.”393
muhatap aldığı kitlenin hâdiseler üzerinde zihin yorup ders çıkarmasını hedeflemiştir.
muhabbeti öğreten, içerisinde sabır, teslimiyet ve tevekkül derslerini barındıran bir hâdise
392
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1933-1936, s.349.
393
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.3109-3126, s.386.
138
bahsedilmektedir. Kurtuluş ve kurtuluş ümidi kavramları bu perspektiften ele alınarak
iman ehli olmayı tercih ettiğini nakletmektedir. Buradaki önemli nokta ise Mevlânâ’nın
iman eden köle için kullandığı sıfatlardır. Onun kutlu olduğunu, beyaza büründüğünü ve
gecesinin dolunayla aydın bir güne dönüştüğünü ifade ederek iman ehli olmanın farkına
394
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.3129-3172, s.387-388.
139
kıyaslama itikâdî farklılıkların insan üzerindeki etkileri hakkında nasıl bir bakış açısına
Bir mucizeyle Hz. Peygamber’e atıfta bulunmaya devam eden Mevlânâ, Allah
tarafından tanıtılan bir peygamberin canlı cansız bütün yatatılmışlar tarafından tasdîk
edileceğini, bunun kimi zaman konuşması mümkün olmayan kundaktaki bir bebek
sevgisi, hürmeti, ona imanın gerekliliği hakkındaki beyânâtına göre Hz. Muhammed’in
tasdik edilmediği bir iman, tamamlanmış kemâle ermiş bir iman olarak nitelendirilemez.
inancı, Mevlânâ için iman esaslarının temellerinden kabul edilmektedir. İnsanın kulluk
başlığı altında sıklıkla zikredildiği görülmektedir. O’na göre kul, eğer ahiret âleminin
varlığına inanmış ise o kuldan beklenen vazifelerin gündeme gelmesi mecbûridir. Yani
395
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.3219-3236, s.289-390.
140
“Dostun dosta eli boş gitmesi de değirmene buğdaysız gitmek gibidir.
Mahşer günü âlemlerin Rabbi insanlara, “Kıyamet günü için bir armağanınız var
mı?”
“Sizi nasıl yarattıysak öyle azıksız olarak eliniz boş mu bana geldiniz?”
“Bana sunmak için hediyeniz, kıyamet günü için bir armağanınız var mı?”
“Yoksa geri döneceğinizi gerçek sanmıyor, bugünün vâadine inanmıyor
muydunuz? Der. O’na döneceğini inkâr ediyorsan, senin gıdan toprak, küldür. İnkâr
etmiyorsan elin boş olarak şâhın kapısını nasıl ta’zim edeceksin? Uykuyu ve yemeği
azalt da O’nun kabul edeceği bir hediye elde et.”396
iman sahibi kişinin ise uykuyu ve yemeği azaltarak gayret içerisine girmesi gerektiğini
dile getirmiştir. Onun iman anlayışı durağanlığı ve pasif kabulü değil hareketliliği
aktiviteyi içermektedir.
Mevlânâ bir başka beyitte; “Dünya ana rahmi gibidir. Ondan çık, sefer et. Diğer
değerli ülke daha geniştir. O geniş yer diye tanındı. Bütün Peygamberler o arsaya gittiler.
O ferah meydan kalbi daraltmaz. Beden ağacı orada kuru dal gibi olmaz. Şimdi sen
duygularını taşımaktasın. Acizlik ve akla gelmedik sıkıntılar sendedir”397 ile “iman ile
amel şimdi olursa övülmeye lâyıktır. Ölümden sonra ise reddedilir.”398 Diyerek ahiret
âlemine, yaşam boyu sınanmanın devam ettiğine ve ahirete imanın ehemmiyetine işaret
“Bu cihan Akl-ı Küll’ün bir düşüncesinden ibarettir. Akıl, padişaha benzer,
suretler de peygamberlere… İlk âlem, imtihan âlemidir. İkincisi şunun bunun
yaptıklarının mükâfat ve mücâzâtını görme âlemidir. Padişahın, kulun hâin olsa o
araz, yani hâinliği, zincir ve zindan olmakta. Yerinde ve değerinde bir hizmette
bulunsa, savaşta bir yararlılık gösterse o araz da bir hil’at şeklinde temessül etmekte.
Bu arazla cevher kuşla yumurtadır; bu ondan olmakta, o bundan doğmakta.”
Padişah, köleye “tut ki dediklerin doğru, hepsini kabul ettim. Fakat
arazlardan bir cevher doğmadı ki” dedi.
Köle “bu iyi ve kötü dünyası, gayb âlemi haline gelsin, iyilik ve fenalık
apaçık bilinmesin diye akıl onları gizlemiştir. Çünkü fikrin şekil ve suretleri
meydana çıksaydı kâfir ve mümin, yalnız Tanrı’yı zikreder, başka bir söz
söyleyemezdi. Eğer iyilik ve kötülükten meydana gelen suretler gizli olmayıp da
396
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3276-3282, s.769.
397
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3290, s.771.
398
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3748, s.867.
141
meydanda bulunsaydı küfür ve iman, apaçık meydana çıkar, alında yazılırdı. O
takdirde nasıl olurdu da bu put kalır, puta tapan bulunurdu? Nasıl olur da kimsenin
kimseyle alay etmeye mecâli kalırdı? O vakit bu dünyamız kıymet kesilirdi. Padişah
“Tanrı bütün mucizâtı gizledi, gizledi ama âvâmdan gizledi, kendi haslarından
değil.”399
Ona göre dünya âlemi Allah’ın istemesiyle yaratılmış bir imtihan âlemidir, ahiret
dünya bir imtihan âlemi olduğu için iyilik ve kötülükler apaçık ortaya konulmamış,
kendi iradesiyle fikrederek seçmesini beklemiştir. Fikrin ve şeklin sırları havas olarak
nitelendirdiği kulları haricinde gizli tutulmuştur. Burada inanan ile inanmayan arasındaki
farkın ancak böyle ortaya çıkacağını ifade eden Mevlânâ, eğer bir gizlilik olmazsa
müminin de kâfirinde zaten her an Allah’ı zikreder halde olacağını, bunun da âlemin
irade ile doğrudan irtibatlı imtihan sırrıyla perdelenmiş iki kavramdır. İnanmayan
“Yusuf’u gören, ona canını feda eder; kurdu gören, doğru yoldan ayrılır. Ey
oğul! Herkesin ölümü kendi rengindedir; düşman önünde düşman, dosta dosttur.
Türk’ün önünde ayna güzel renklidir; Zencinin önünde ayna da zencidir. Ey can!
Kaçış halinde ölümden korkman, kendinden korkmandır; akıllı ol. Senin çirkin
yüzündür, ölümün yüzü değildir; senin canın ağaç gibidir; ölüm de yaprağı. İyi de
olsa, kötü de olsa senden yeşermiştir; hoş ya da nâhoş, gönlündeki kendindendir.”400
Diyen Mevlânâ, ölümün ve ahiretin insan-ı kâmil mertebesine ulaşanlar için çok
güzel bir hâdise iken, kâfir yani inanmayanlar için de korkunç bir olay kabul
yüzlü Türk’e hoş bir sûretle görünmekteyken siyah yüzlü zenciye ise kapkaranlık ve
korkunç bir biçimde yaklaşmaktadır. Mevlânâ ölümü bireyden bireye değişken kabul
ederek yüzyıllar öncesinde rölativist bir değerlendirmeyle konuyu ele almıştır. Ölümü
399
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.2, b.974-985, s.198.
400
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.3437-3442, s.396.
142
ayna teşbihiyle de açıklamaya çalışan Mevlânâ, burada da tasavvuftaki ayna metaforuna
benzer bir tavır sergilemiştir. Ruh bir ayna gibidir ve eğer kişi, tasavvuftaki riyâzet ve iyi
bireyin ruhunun kararmasına neden olacaktır. Ölüm anında istisnasız herkes, hayatında
yaptığı iyi ve kötü amellerin ruh aynasına yansımasıyla yüzleşerek ahiret âlemine geçiş
yapacaktır.401
kişilerin tıpkı ruhlarının aynaya karanlık ya da beyaz bir sûrette yansıması gibi
iddia etmektedir. Hasetçi insanların kurt suretinde, haram yiyenlerin domuz suretinde
401
Halim Gül, Mesnevî’de Kur’ânı Referanslar ve Kur’ân Ayetlerine Getirilen İşâri Yorumlar,
Doktora Tezi, Ankara, Ankara Üniversitesi, 2003, s.297.
402
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1412-1419, s.108.
403
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2595-2600, s.199.
143
Mevlânâ’ya göre iyi ve güzel huyları kendisinde toplayan bireyin bundan sonra
marifetullâhı öğrenmek için emek sarfetmektir. Bu beyitlerde de ifade ettiği üzere boş
tasdik kişinin ahiret âleminde belli bir kazanca sahip olabilmesi için yeterli değildir.
yolcuları ise süreklidir. Bu dünya ve âşıkları kesiktir, fânidir; o âlem halkı, kalıcı ve
biraradadır. Öyleyse cömert kişi, sonsuza dek kalmak için kendisine âb-ı hayat verendir.
Cömertler iyi olarak kalıcıdır. Onlar yüz âfet, tehlike ve korkudan kurtulmuştur.”404 Ona
göre bu dünya ne kadar geçici ise diğer âlem o denli kalıcıdır. İki âlem arasında kıyaslama
yapan Mevlânâ, kâr elde edenlerin ve her türlü tehlikeden korunanların diğer âlem için
Ancak ümitsiz ve uzak olanlar, kâfirler gibi kabirlerde gizlenmiştir. Her iki âlemden
metaforunda, kâfirlerin durumlarının ümitsizliğinden ve onların her iki âlem için kötü ve
Bir başka beyitinde ise “akıllılar önceden ağlar; cahiller sonunda başlarını vurur.
Din gününde pişman olmamak için işin başlangıcında sonu gör”406 öğüdünü vererek adeta
404
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.30-33, s.289.
405
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.825-827, s.314.
406
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1621-1622, s.339.
144
ayakta duran bir dünya için peygamber, ‘uyuyanın rüyası’ dedi. Sen taklit yoluyla
kabul ettin; Hak yolun yolcuları, elçi olmadan bunu açıkça görmüşlerdir. Gündüz
uykudasın; bu uyku değildir deme… Ey ilhamsız aptal Firavun! Bedenden ve
mizaçtan çıkıp soyutlanmaktan daha hoş şey yoktur.”407
Firavun’un asıl kavrayamadığı nokta ölümle tehdit edilen sihirbazların mutlak kurtuluş
O, bir önceki örnekte olduğu gibi rüya metaforunu ahiret ve dünya hayatı
sahipliğinin ahiretin varlığına önemli bir delil kabul edilebileceğini dile getiren Mevlânâ,
ölüm anındaki korkulardan kurtulmanın yolunun yeniden dirilişe şüphesiz bir imanla
“Âşıklar için her zaman ölüm var; âşıkların ölümü bir çeşit değildir.
Hidayet/kılavuzluk canından iki yüz canı vardır onun; o, iki yüz canı her an fed â
eder. Her bir canı on değerine alır; Kur’ân’dan, “onun on katı” âyetini409 oku. O dost
yüzlü benim kanımı dökerse, zevkle ayak vurarak canımı ona saçarım. Denedim,
ölümüm yaşamaktadır. Bu hayattan kurtulduğumda ebedilik vardır. Ey güvenilir
dostlar! Beni öldürün, beni öldürün. Şüphesiz öldürülmemde hayat içinde hayat
vardır.”410
Mevlânâ’ya göre Allah aşkı ile gönlü dolu olan kişiler için ölüm sadece bir boyut
407
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1720-1744, s.342-343.
408
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1761-1770, s.343-344.
409
En’âm Sûresi 6/160; “Her kim bir iyilik ile gelirse kendisi için onun on misli vardır.”
410
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.3833-3838, s.409.
145
“Beni, Mûsa’nın can vermiş ineği bil; parçamın parçası her bir özgürün
dirilmesidir. Mûsa’nın ineği kurban edilmişti; en küçük parçası, bir öldürülmüşün
hayatı oldu. “Onun bazı parçasını ona vurun” hitabı üzerine onun vurulmasıyla
öldürülmüş yerinden sıçradı. Ey ulu kişilerim! Ruhların dirilmesini görmek
istiyorsanız bu ineği kesin. Cansız varlıktan öldüm ve bitki olmaktan öldüm ve
hayvan şeklinde ortaya çıktım. Hayvanlıktan öldüm ve insan oldum; o zaman niçin
korkayım? Ölmekle ne zaman eksildim? Diğer bir hamlede insan olmaktan öleyim
de melekler arasından baş ve kanat çıkarayım. Meleği de aşıp geçmem gerekir,
“O’nun zâtından başka her şey helâk olucudur. Bir başka kez melek olmaktan kurban
olayım; hayale gelmeyen şey olayım. O zaman yokluk olurum; yokluk, bana erganun
gibi “şüphesiz biz Allah’a dönücüyüz” der. “Âb-ı hayat karanlıkta gizlidir”
şeklindeki ümmetin ittifâkını ölüm olarak bil. Nilüfer gibi ırmağın bu tarafında
yeşer; susuzluk hastası gibi hırslı ve ölüm arayıcı ol. Su onun ölümüdür; ama o, su
arıyor, içiyor. Allah doğruyu daha iyi bilendir.”411
Mevlânâ’nın eserlerinde vurguladığı insanın İlâhi bir mâhiyete hâiz olduğu iddiası
bu beyitlerde de göze çarpmaktadır. Ona göre ölüm ruhun aslına dönmesi ve Rabbi’ne
kavuşmasıdır.
“Sen çabayla dine yönelince şeytan içinde sana seslenir: “Ey sapık! O yana
gitme, düşün; zahmete ve yoksulluğa esir olursun. Azıksız kalırsın, dostlarından
koparsın; rezil olursun ve pişmanlık çekersin.” Sen, o lânetli şeytanın sesinin
korkusuyla kesin inanıştan sapıklığa kaçarsın. “Dersin ki: “Haydi! Yarınım, ertesi
günüm var, din yolunda yürürüm, önümüzde süre var.” Yine ölümün, sağdan soldan
komşuyu öldürdüğünü, sesler yükseldiğini görürsün. Tekrar can korkusuyla dine
yönelirsin; bir zaman kendini adam edersin. Sonra ilimden ve hikmetlerden silah
kuşanıp, “ben, korkuyla ayak çekmem” dersin. Tekrar hileyle sana yaklaşıp
“yoksulluk kılıcından kork ve geri dön” der. Yine aydınlık yoldan kaçarsın, o ilim
ve hüner silahını atarsın. Yıllarca bir sesle ona kul oldun, böylece karanlığa hırka
serdin. Şeytanların sesinin heybeti, halkı köle etmiştir ve boğazını tutmuştur.
Neticede onların canı, mezardaki kâfirlerin ruhunun ümitsizliği gibi nurdan ümitsiz
oldu.”412
Ona göre şeytanla insan arasındaki mücadele insanın hayatı sona erene kadar
devam edecektir. Kişi ölümü hatırlayarak Allah’ın rızasını kazanma amaçlı eylemlere
yönelse de en büyük zaaf noktalarını bilen hasmı tarafından kandırılma riski her an
yaratıcı gücü kabul eden bir kişinin ahiret âlemini yok sayması gibi bir durum söz konusu
değildir. Ahirete imanın tek başına yetersiz kalacağını belirtmekte, ahireti kazanmak için
411
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.3895-3907, s.411.
412
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.4325-4337, s.424-425.
146
gerekli olan azıkların yani ibadetlerin gerekliliğini beyitlerinde açık ifadelerle dile
getirmektedir. Bu durum onun inanç dünyasındaki kalpte tasdik, dilde ikrâr ve fiilde
konusunu ele alışı, dînî çoğulculuktaki “ortak iman” ve “mutlak kurtuluş” teorilerinden
uzak bir çizgidedir. Mevlânâ’nın mevcut fikrî yapısıyla dînî dışlayıcılık teoremindeki tek
Mevlânâ için “felâh ve necât” kavramları imâni noktada önemlidir. Hem dünya
hem ahiret mutluluğunu kazanmayı ifade eden necâtın dînî çoğulculuktaki karşılığı
inanan ya da ölümden sonra ikinci bir hayatın varlığını kabul etmeyen her kişi yine de
hakedişler sonucunda elde edileceği İslam terminolojisindeki kadar açık bir şekilde
Lügatta “arzu edilenleri elde etme, istenmeyenlerden kurtulma, hayır, nimet, refah ve
saadet içinde bulunma” gibi anlamlar taşıyan felâh, terim olarak, “kişinin dînî ve ahlâkî
mutlulukla âhirette ulaşacağı ebedî kurtuluş ve saadeti” ifade eder. Râgıb el-İsfahânî
felâhı, “dünyevî ve uhrevî” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Dünyadaki felâhın “uzun ömür,
zenginlik, şeref ve bunların kazandırdığı mutluluk, ahiretteki saadetin ise ölümsüz bir
413
Devellioğlu, a.g.e., s. 255.
147
ömür, hiçbir ihtiyaç unsuru taşımayan bir zenginlik, zillet şâibesinden arınmış bir şeref
Bir insanın kurtuluşa erebilmesi için en başta iman etmesi gerekir ve mümin
sıfatına sahiplik kurtuluşa ermenin ön şartıdır. Önemli bir kavram kabul edilen ve Kur’ân-
Felâhtan türetilen ve “felâha ulaşan yani ebedî saadete erişen” anlamına gelen
müflih kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de çoğul şekliyle (müflihûn; felaha erenler) sadece
yerine getirip hayırlı işler yapmaya gayret edenler,416 peygamberlere gönderilen kitaplara
ve âhiret gününe inananlar,417 namazlarını huşu ile ve devamlı şekilde kılanlar, boş
sözlerden kaçınıp faydalı işlerle meşgul olanlar, ırz ve namuslarını muhafaza edenler,
emanetleri koruyup ahde vefa gösterenler,418 Allah’ın emirlerine göre yaşayan ve işlediği
hayra çağıranlar, faizden uzak duranlar,420 içki, kumar, şirk, fal gibi kötü alışkanlıklardan
Felâh kavramının geçtiği âyetlerde vurgulanan ilk nokta, felâh yani kurtuluş için
sahih bir itikâdî anlayıştan sonra mutlaka salih amelin gerekli olduğudur. Kur’ân-ı
Kerîm’de kurtuluş için gerekli olanlar; Allah’a inanma, 422 O’ndan gelen hidayete
414
Adil Bebek, “Felâh”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1995, c.12, s.300.
415
Yusuf Şevki Yavuz, “Hidâyet”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1998, c.17, s.473.
416
Hac Sûresi 22/77.
417
Bakara Sûresi 2/2-5.
418
Mü’minûn Sûresi 23/1-10.
419
Nûr Sûresi 24/3.
420
Âl-i İmrân Sûresi 3/104-130.
421
Mâide Sûresi 5/90.
422
Bakara Sûresi 2/256.
148
uyma,423 tevbe edip salih amel işleme, 424sabredip salih amel yapma, 425 malı sadece Allah
rızasını umarak verme,426 Hakkı ve sabrı tavsiye etme,427 dünya hayatına aldanmama ,428
olduğudur. İslâmiyet samimi ve sahih bir imanın yanında güzel ve faydalı işlerin hayata
geçirilmesine de önem vermekte, dünya ve âhiret saadetinin iman ve iyi davranış (sâlih
amel) ile aynı zamanda güzel ahlâk sergilemeye bağlı gelişebileceğini kabul etmektedir.
Gerçek iman sahibi ve ibadetlerine devam eden bireyin ahlâki noktada da toplum için
bütünlüğün (iman-amel-ahlâk) gerekliliğini, ameli imanın bir cüzü sayacak kadar ileri
bir şekilde tutulmasını sağladığı için sahur yemeğine felâh denmiştir. Ezan ve kâmette
geçtiği üzere hayrın bekâsına ve ebedî kurtuluşa vesile olması dolayısıyla cemaatle
kılınan namaza da felâh denmiştir. Kelimenin sadece günlük başarıyı ve kişinin tedavi
bir kavramı ifade etmektedir. Bu iç savaşı kazanmak için önce kişinin kendisini tanıması,
nereden geldiğini, nereye gittiğini ve ne olduğunu idrak etmesi gerekmektedir. Ona göre
“önce can ayağından, ten bağını çıkarmamız gerekir ve başımızı göğe çevirmemiz
lâzımdır. Çünkü bizim yerimiz bu kirli toprak değildir. Biz, etimizle kemiğimizle hayvana
423
Bakara Sûresi 2/38.
424
Kasas Sûresi 28/67.
425
Hud Sûresi 11/11.
426
Leyl Sûresi 92/17-21.
427
Asr Sûresi 103/1-3.
428
Lokman Sûresi 31/33.
429
Hucurat Sûresi 49/15.
430
Bebek, a.g.m., s.301.
149
benziyoruz ama hayvan değiliz”der. Yani ona göre öncelikle insan kendisine biçilen
konumu iyi bilmelidir. İnsan etiyle kemiğiyle bir canlı türü olan hayvana benzese de
ondan farklıdır zira ruhu vardır. Ona göre “büyümeye meyli olan her ot büyüyüp durur.
Yaşar, günden güne gelişir, fakat başını yere eğdi mi günden güne küçülür, kurur
mahvolur. Ruhunun meyli yüceliklere ise yücelirsin, mânen yükselirsin, varacağın yere
varırsın. Aksine başını yere eğdin mi mahvolursun. Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz.
İbrahim'in ağzından (ben batanları sevmem) 431 diye buyurmuştur.”432 Kişiyi yüceltecek
gelmektedir. Bu ise ancak ruhun Allah’a yönelmesiyle mümkündür. Yine başka bir
beyitinde “ölüm zamanı imansız kalmayasın, imanlı ölesin. İmanını yoldaş edindin mi
kazanmasını son anındaki imânî tasdikine bağlayan Mevlânâ, öğüt amacıyla sunduğu bu
“Ey teni bulaşmış kişi, gönül havuzunun kenarına dön, dolaş, insan, havuzun
dışında iken nasıl temizlenir? Havuzdan uzak düşen kişi nasıl paklanır? O adam iç
temizliğinden bile uzak düşmüştür. Bu havuz gönül havuzudur ama bu havuzdan
hakikât denizine gizli bir yol vardır. Gönül ten havuzunda çamura bulandı. Fakat ten,
gönül havuzunda temizlendi.” “Peygamberler dünya işinde, kâfirler de ahiret işinde
cebr îdirler. Nebiler ahireti, câhiller dünyayı tercih ettiler. Her kuş kendi cinsine
meyleder. Hemcinsiyle uçup dolaşır. Kâfirler, siccin ehli olduklarından dünya
zindanına erişirler. Peygamberler de illiyyin cinsinden oldukları için illiyyin semtini
yâr edindiler.”434
Kâfirlerin siccin yani cehennem ehli olduğundan bahseden Mevlânâ, her kişinin
kendi ehline benzediğini ve onlarla beraber hareket ettiğini söyleyerek kâfirlere uyan
etmektedir. Peygamberlerin ve onlara tâbi olanların ise fıtraten illiyyin ehli yani yedi kat
431
En’am Sûresi 6/76.
432
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.2, b.1361, s.209.
433
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.3, b.3376-3377, s.275.
434
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.665, s.201.
150
gök ehli kabul edildikleri için dünya yerine ahirette mâmur olacaklarından
bahsetmektedir.
kurtulup itminân durumuna geçer ki, bu durum belirtildiği gibi gerçek kurtuluş ve
mutluluktur.
“İhlas sahibi bile varlığında tamamen halâs olup (fenâya ermedikçe), tuzağa
düşme tehlikesiyle yüz yüzedir. (Çünkü henüz) o daha yoldadır, yol kesiciler ise
sayısızdır. (Bu nedenle) ancak Hakk’ın emânında olan kurtulabilir. (Gönül) aynası
tamamen arınmayan, henüz ihlas sahibidir; henüz kuşu tutmamış, avla meşguldür.
Fakat ihlas sahibi ne zaman ki (Allah tarafından) muhlâs kılınırsa, artık kurtulur,
emniyet makâmına varır, elini tehlikeden çeker.” 435
İtminâna eren ise artık bir daha eski hâline dönmez. Mevlânâ bu hâli şu şekilde
izâh eder:
“Hiçbir ayna yoktur ki, ayna olduktan sonra tekrar demir haline gelsin.
Hiçbir ekmek yoktur ki, tekrar harmandaki buğday şekline dönsün. Olgunlaşmış
hiçbir üzüm tekrar dönüp koruk olmaz. Hiçbir olmuş meyve, tekrar turfanda haline
gelmez. (Sen de) piş, olgunlaş da bozulmadan kurtul. Yürü! Burhân- ı Muhakkik gibi
nûr ol!”436
435
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.2, b.1308-1309, s.208.
436
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.2, b.1312-1314, s.208.
151
bütün bir Müslüman’dı. Uhud Muharebesi’nde Allah ve peygamberi uğrunda
şehadet nimetine kavuştu. (Radiyallahü anh ve erdahü) İşte iki ölüden çıkmış iki
diri... Nuh Aleyhisselam’ın Ham, Sam, Yafes ve Kenan ismindeki oğullarından üçü
iman etmiş ve tufan zuhurunda sefineye girmişti. Kenan ise mümin olmadığı için
gemiye girmemiş, hatta babalık şefkatıyla Hazret-i Nuh’un çağırmasına karşı “dağa
çıkar, kurtulurum” demişti. Babası ona, “bugün Allah’tan başka kurtaracak yoktur”
derken, aralarına bir dalga girmiş ve Kenan’ı boğmuştu. İşte bu diriden çıkmış bir
ölü.”437
yaşatan en önemli unsurun iman, onu ebedî şekilde kaybolmaya sürükleyen etkenin küfür
dikkat çekerek Hz. Nuh ve oğlu Kenan arasında geçen hâdiseyi örnek göstermektedir.
Mevlânâ’ya göre insanın hakiki zâtı kabul edilen ruhu hem beden kafesinde, hem
de bedene hitâp eden bu âlemde hapistir. Bu sebeple insanın, belli bir mücahede ve
gerekmektedir: “Bu dünya zindandır, biz de zindandaki mahpuslarız. Zindanda çukur kaz
ve kendini kurtar.”438 Mevlânâ, “Ey Akıllı Fikirli Er! Sevgiliyi perdesiz görmek istiyor
isen ölümü seç, perdeyi yırt. Fakat mezara girdiğin ölüm değil; ışığa (Nûr’a) gireceğin
vurgulamaktadır. Her müminin Allah korkusundan “Ya Rabbi, Sen bize doğru yolu
hidayet eyle.”440 Diye dua ettiğini belirten Mevlânâ, mümin kulların kurtuluş için ettikleri
“Hayatı tatlı olanın ölümü acı olur. Tenine tapanın ruhu için necât yoktur.”441
Beyitleri de konu ile alakalıdır. Ona göre kalbin imanla doluluğunun kişiyi kurtuluşa
437
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.3397, s.1573.
438
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.983, s.69.
439
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.6, b.738-739, s.743.
440
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.2330, s.561.
441
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.2405, s.579.
152
Mesnevî’de Zeyd b. Hârise ile Hz. Muhammed arasındaki diyalogdan bir kesit
bulunmaktadır. Burada dikkat çeken en önemli nokta, Zeyd’in sekr hali üzereyken ahirete
Anlaşılacağı üzere Mevlânâ’ya göre, görünenin ötesine vâkıf olan iman sahibi
kimseler, “Ey dostlar! Sûreti aşarsanız, cennet vardır ve gül bahçesi içinde gül
kurtuluşla mükafâtlandırılmak için Allah’a ve Hz. Peygambere imanı birincil şart kabul
etmektedir. Görüleceği üzere tek bir hakikatin kabulü söz konusudur. Dolayısıyla
Mevlana’da dînî çoğulculuktan ziyade dînî dışlayıcılık teoremine yakın bir tavırla
karşılaşılmaktadır.
1.4.2. Cennet
Cennet “örtmek, gizlemek” anlamındaki “cenne” kökünden türeyen bir isimdir. 444
442
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3643, s.845.
443
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.578, s.306.
444
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyrut, 1994, c. 11, s. 94.
153
nefsimize hoş gelmeyen şeylerle kaplanmış, cehennem de hoşumuza giden şeylerle
dolmuştur”445 der. Yine Mesnevî’nin başka bir bölümünde, “çocuklar hacamâtta ağlarlar
çünkü işin hikmetini bilmezler. Hâlbuki adam hacamatcıya para verir, kan içen hançere
infâkta bulunur. Rahatın aslı zahmet olduğu gibi acılıklar nimetin ödülüdür. Zindan da
mihnetlere düşen adam bir lokmanın, zevkin yüzünden düşmüştür. Bir köşkte devlete
erişen de, bir savaşta savaşan da mihnet karşılığı o devleti bulmuştur.”446 Diyerek her
zorluğun bir mükâfâta gebe olduğunu dile getirmiştir. Muhâsibi bu durumu mümin
dünyada ise böyle bir mutlulukla karşılaşmalarının söz konusu olmadığı şeklinde
yapılan ameller ve fiilller neticesinde elde edileceğini ifade eden Mevlânâ, “Yaptığın işler
vefâdârdır, onlara sarıl ki, onlar mezarın içine kadar seninle gelirler.”450 Demektedir.
İnsan kendisinden hiç ayrılmayacak bir dosta yani iyiliklere ve güzel amellere
sarılmalıdır. Mal kişinin dostu olamaz çünkü en çok muhtaç olduğunda onu yardımsız
bırakır. Hiçbir kimse bütün malını hatta bütün mahlûkâtı verse yine bir saniye ömür satın
üç şey takip eder: Ailesi, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, biri bâki kalır: ailesi
ve malı geri döner, ameli kendisiyle bâki kalır.” Ailesi, eşi dostu ise onu, mezara kadar
takip ederler ancak onu orada ameliyle baş başa bırakırlar. Ameli ise, kişiyi hiçbir zaman
445
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1837, s.141.
446
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1833-1840, s.140-141.
447
Muhâsibî, a.g.e., s. 150-151.
448
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.5, b.164, s.17.
449
Buhârî, a.g.e., s. 186.
450
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.5, b.1050, s.87.
451
Hanbel, a.g.e., s. 2/372.
154
yalnız bırakmaz. İyi amel işlemiş ise bu ameller onun kurtuluşuna vesile olurken kötü
sâlih amelidir. Zekât bir hediye, bu hasedi bırakma da Allah’ın sırrına ermesidir.” Ona
göre, sevgisini amelleriyle Allah’a sunan kulun mükâfatını Rabbi cennet nimetiyle
verecektir. “İhsanda bulunmak, doyurmak, konuk davet etmek, ey ulular, biz sizinleyiz,
size doğru bir özle inandık demektir. Bu namaz, oruç ve savaş da inanışa tanıktır.”454
Diyen Mevlânâ, böylelikle cennet ve cehenneme giden yolların iman amel ahlâk ile
alakasını vurgulamaya çalışmıştır. 455 İbadetleri, zekâtta olduğu gibi hediye şeklinde
452
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.2624, s.121.
453
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.2625, s.121.
454
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.5, b.185, s.19.
455
Tâhirü’l-Mevlevî’deki başka bir örnek de şu şekildedir. “Ey mürailer! Tutuşturduğunuz ateşten
sakınınız. Siz günah hususunda hakikaten ileri gittiniz. Mâlumdur ki, cennet dâr-ün naim’dir, cehennem
de dar-ül ikap’tır. Lâkin herkesin cennetteki nimeti ve cehennemdeki azabı, dünyadaki harekâtına göre
hazırlanmaktadır. Dünyadaki hasenât, cennetteki nimet şeklinde, seyyiat da, cehennemde azap şeklinde
zuhur edecektir. Seyyiatı olmayan bir kimse cehenneme girmez, girse bile orada azaba müteallik bir şey
bulamayacaktır. Dünyada “fincancı katırlarını ürkütmeyenler ve fincanların kırılmasına sebep
olmayanlar, yani Allah’ın ve ibadullahın hukukuna tecavüz etmeyenler,” öbür tarafta ne azaba uğrarlar,
ne de ikaba. Gelelim beyitte işaret edilen âyet-i kerimeye: Sure-i Tahrim’de buyrulmuştur ki: “Ey iman
etmiş olanlar! Nefsinizi ve ailenizi ateşten koruyunuz. Kendiniz günaha girmemekle nefsinizi, dinin
ahkâmını öğretmekle ailenizi cehennemden vikâye ediniz.” Bir aile reisi, hem nefsinden, hemde dini
ahkâmı öğretmediği evlâdından ve aile efradından mesul olacaktır. Onun için kendisini, ailesini
cehennemden kurtarmak isteyenler, bu cihete dikkat etmelidirler. O cehennem ateşinden ki: (Tahrim
Suresi 66/6.) “Onu tutuşturacak olanlar, insanlar ve taşlardır.” Buradaki “hicara” için cehennem taşı
yahut müşriklerin taptıkları taştan putlar ve heykeller denilmiştir. Taş yanar mı diye tabii sorulmaz.
Kireç, taşın yanmışı değil midir?” Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.3384, s.113.
456
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.3, b.4466, s.365.
457
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.3, b.3389, s.276.
155
Mevlânâ, muhâtaplarına imansız bir şekilde ahiret yolculuğuna çıkan kişinin
Diyen Mevlânâ, ölümü Allah’a kavuşma ânı kabul etmektedir. Bu kavuşmayı ise
“Şeb-i Arûs” yani düğün gecesi metaforuyla anlatarak bedenin ölümünü bu ızdırap dolu
dünyadan kurtuluş vesilesidir şeklinde tasvir etmektedir. Zira ölüm âşık ile Mâşuk’un
kavuşma ânıdır ve eğer insan bu âlemde Rabb’iyle beraber olmayı başarabilmişse ölüm
Rabb’e kavuşmak ve dünya gamından kurtulmaktır. Mevlânâ için kurtuluş ve cenneti elde
edebilmek İslâm dinindeki ahlâkî güzellikleri taşımaya ve ibadetleri fiilen yapmaya bağlı
bahsedilmemektedir.
1.4.3. Cehennem
Kur’ân-ı Kerîm’in yetmiş yedi âyetinde yer alan cehennem kavramı, sözlük
anlamından ziyâde “kâfirlerin, münâfıkların, zalimlerin azap görecekleri yer olarak tasvir
edilmektedir.”460
madenidir. Yedi cehennem, onun kıvılcımından bir dumandır. Ey temiz adam, bu yüzden
cehennem, âşıkın ateşinden zayıflar, söner.”461 Diyen Mevlânâ, Allah’a duyulan aşk
458
Şuarâ Sûresi 26/50; “Nasıl olsa biz Rabbimize dönüyoruz.”
459
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.4446, s.931.
460
Bekir Topaloğlu, “Cehennem”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1993, c.7, s. 227.
461
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.6, b.4605, s.870.
156
varlığından haber vermektedir. Allah aşkıyla yanıp tutuşan bir kimsenin karşısında
cehennemin dile gelip onun aşk ateşine hayran kalacağını ve Allah’a duyulan bu aşkın
gücünün cehennemden bile daha kuvvetli olacağını iddia etmektedir. Cehennem der ki;
“Ey ulu er, çabuk geç. Yoksa ateşlerinden ateşim sönecek.” “Cennette ona, yel gibi geç,
yoksa neyim varsa mahvolup gidecek. Ondan cehennem de titrer, cennetler de... Ondan
“Bu ateşi ancak nur söndürebilir. Cehennem, mümine “Nurun ateşimizi söndürdü
der. Allah’a şükürler olsun.”463 Sadece cehennemin değil cennetin de İlahi aşktan
yollamıştır.”464
vardır ki, birbirlerine karışmazlar. Ateş ve nur ehli karışmış gibidirler, ama aralarında Kaf
Dağı vardır. Madenle toprak ve altın karışıktır. Ama hakikatte bir beraberlik yoktur.”465
Ona göre cennet ehli ile cehennem ehli ışık ile ateş gibidir. Görüntüde birbirlerine
benzeseler de toprakla altın gibidirler. Bunlar birbirlerine karışsa bile nasıl birbirinden
ayrı iki maden kabul ediliyorlarsa cehennem ehli ile cennet ehli de dünyada beraberce
“Kıyamet günü bütün sırların sırları, iyi ve kötü, hayır ve şer meydana çıkar. Sıcak
suyun içince sırların ortaya çıkması kahır ve korkuyla onları kendinden geçirdi.
Kâfirlerin azâbı ateşledir. Çünkü taşı ateşle denerler. Onlara yumuşaklıkla binlerce
öğüt versen de taş gönülleri bundan faydalanmaz.”466
Mevlânâ üslup olarak her zaman müsâmâhayı ön planda tutmuş bir mutasavvıftır.
Ancak burada değindiği gibi kimi insanlara teenni ile binlerce öğüt verilse de taşlaşmış
462
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.6, b.4609, s.367.
463
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.3, b.3481, s.284.
464
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.2670, s.637.
465
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.2675, s.639.
466
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3710, s.859.
157
gönülleri bu nasihatleri kabul etmez, kâfir kalırlar der. Kıyamet günü herşeyin aşikâr
“Zâhiri ateşi su söndürür. Fakat şehvet ateşi cehenneme kadar yol bulur.
Şehvet ateşi su ile sakinleşmez. O alçak, kötü işli cehennem yaratılışlıdır. Şehvet
ateşinin çaresi din nurudur. Çünkü nur, müşriklerin ateşini söndürür. Bil ki, bu ateşe
Hakk’ın nuru çaredir. Bunun için İbrahim’in ateşini düşün yeter. Şehvet ateşinin
artması daha çok alevlenmesine sebep olur. Hiç yüz yük odun olsa ateş söner mi?
Yakacak odun olmayınca ateş söner. Günahtan sakınmakla da şehvet gizlenir.”467
Ona göre kişiyi cehenneme götüren kötülüklerden biri de şehvettir. Tek çare,
Hakk’ın nuru olan din yani iman ve İslâm ahlâkı üzere yaşayıp günahlardan sakınmaktır.
Mevlânâ’ya göre cehennem ateşinin yegâne ilacı imandır zira onun cehennem
ateşiyle zıt gördüğü birincil kavram imandır. İman nurunun, ateşi söndürmeye muktedir
cehennem ateşini körükleyici bir tehlikeyi barındırdığı sonucunu içerecektir. Ona göre
mümkün görünmemektedir.
“His nurunu bezeyen, Tanrı nurudur. Bu suretle “nur üstüne nur” âyetinin469
mânâsı zuhur eder. His nuru adamı yere çeker, Hak nuru Kevser Irmağı’na götürür.
Çünkü duygularla idrâk edilen âlem, çok aşağılık bir âlemdir. Tanrı nuru denizdir,
duygu ise bir çiğ tanesi gibi.”470
467
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3810, s.881.
468
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1250-1255, s.96.
469
Nûr Sûresi 24/35; “Allah göklerin ve yerin nûrudur. Onun nûrunun misali, içinde kandil bulunan bir
kandilliktir. Kandil bir cam içindedir, cam inciyi andıran bir yıldızdır; (bu kandil) doğuya da batıya da
ait olmayan, yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık veren mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr
üstüne nûr. Allah nûruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller veriyor, Allah her şeyi
hakkıyla bilmektedir.”
470
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1294-1296, s.99.
158
Diyen Mevlânâ, Allah’a kalben imanla elde edilen dünya tecrübesinin kişiyi
Kevser Irmağı’na ulaştırırken, sadece duygularla idrâk edilen âlemin aşağılık bir âlem
olacağını söyler.
“Peygamberimizle bir hasta arasında geçen dialogda ona “acaba sen ne çeşit
bir dua ettin, bilmeyerek zehirli bir aş mı yedin?” Demiştir. Hasta daima günah
işlediğini, peygamberin de suçluları çok şiddetli bir azapla tehdit ettiğini bu yüzden
Allaha Hârut’la Mârut’un kurtulmak için Bâbil Kuyusu’nu istedikleri gibi ahiret
azâbını dünyadayken çekip bitmek talep ettiğini söylemiştir. Bu dua hâcet
kapılarının açık olduğu bir âna denk gelmiş hastalığa yakalanmıştır. Hz Peygamber
“ Sakın bir daha bu duada bulunma. Kendi kökünü kendin kazıp sökme.”471 Demiştir.
“Peygamber o hastaya dedi ki, sen şunu söyle; Tanrı sen bize güçlükleri
kolaylaştır. Dünya yurdunda da bize iyilik ver ahiret yurdunda da. Yolumuzu gül
bahçesi gibi latif bir hale getir, Ey yüce Tanrı konağımız zaten sensin.” Müminler
mahşerde derler ki: “Ey melekler, cehennem müşterek bir yol değil miydi? Mümin
de oraya uğrayacaktı kâfirde. Fakat biz bu yolda ne duman gördük, ne ateş. İşte
burası cennet, emniyet yurdu. Peki, o aşağılık uğrak nerede? Melekler derler ki:
“Hani geçerken filen yerde gördüğümüz o yemyeşil bahçe vardı ya. Cehennem, o
şiddetli azap yurdu, işte orasıydı. Fakat size bağlık bahçelik yeşillik bir yer oldu. Siz
bu cehennem huylu kötü suratlı ateş meşrepli nefsi, çalışıp çabalayıp tertemiz bir
hale getirdiniz; Tanrı için ateşi söndürdünüz. Şulelenip duran şehvet ateşini, takva
yeşilliği hidâyet nuru haline soktunuz. Hırs ateşiniz hilim, bilgisizlik karanlığınız
ilim oldu472.”473
Mevlânâ, Hz. Muhammed’in tavsiye ettiği dualardan kesitler sunarak didaktik bir
verilen cevabı anlatarak aslında mümin kulların ayrıcalıklarının neler olacağını ve nasıl
anlatılırken kâmil bir iman, uzun çalışmalar neticesinde terbiye edilmiş bir nefis, ilimle
471
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2450-2481, s.188-191.
472
“Cehennem nefse hoş gelen şeylerle kuşatılıp örtülmüştür. Cennet ise zorluklar ve nefsin istemediği
şeylerle çepeçevre sarılmıştır.” Buhârî, a.g.e., s. 186.
473
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2551-2560, s.196.
159
dedikodu anında sırrını inceden inceye ortaya koyar; Zulüm ve cefâ “Ey el ve ayak!
Beni açıkla” diyerek bekçi olduğunda, Sırra tanık dizgini aldığında, özellikle de
coşkunluk, öfke ve intikam anında. Sır sancağını ovaya dikmesi için bunu bekçi
yapan, mahşer gününde -sırrı- yaymak için başka bekçilerde yaratabilir. Ey on elle
zulme ve kine girişmiş kişi! Cevherin ortada, buna ihtiyaç yok. Zarar vermede ünlü
olmana lüzum yok; senin nefsin her an yüz kıvılcım çıkarıyor, diyor: “bana bakın,
ben cehennem ehlindenim. Ateşin parçasıyım bütünüme doğru gidiyorum. İlâhi
huzura giden nur değilim. Nitekim hak tanımayan bu zâlim, bir inek için bu kadar
hile yaptı. O ondan yüz inek, yüz deve götürdü. Ey baba! Nefis budur, ayrıl
ondan!”474
yenik düşmüş, daima ezâ ve cefâda bulunan bir kimsenin halinden behsederek ders
vermek istemiş, bu haldeki kimseleri ateşli bir azâbın beklediğini dile getirerek
tavsiyelerde bulunmuştur.
“Kötüler cefâ içinde temizlenir vefâ görünce cefâlı olurlar. Onların kulluk
mescidi, öyleyse cehennemdir. Yabancı kuşun ayak bağı, tuzaktır. Hırsızın ve kötü
kişinin ibadet yeri zindandır; orada onlar daima Hakk’ı anarlar. Beşerin
yaratılmasının amacı kulluk olduğu için kibirli olanın ibadet yeri cehennemdir.
İnsanın her işte eli vardır; fakat ondan maksat, bu hizmettir.”475
Ona göre insan mâhirdir ama bu mahâretini yaratılanlara hizmet için kullanmayı
bilmelidir aksi takdirde terbiye edileceği yegâne durak cehennem durağı olacaktır.
Kulluğu bilmeyen insan kibirlidir ve kibirli kişinin ibadet yeri de dünya değil
insanın, ahlâkî bir zaaf olan kibri neticesinde cehennem ehline karışacağı gerçeğine
Cennetin ve cehennemin hak edilişini belli şartlara bağlayarak yüzeysel bir inançla
474
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2454-2466, s.365.
475
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2981-2986, s.381.
160
kurtuluşun imkânsızlığına dikkat çekmekte ve dînî dışlayıcılık teoremine uygun bir portre
çizmektedir.
etmek üzere kader ve kazâ kelimeleri kullanılır. “Gücü yetmek; planlamak, bir şeyin
şeklini ve niteliğini belirlemek” gibi mânalara gelen kader, “Allah’ın bütün nesne ve
olayları ezelî ilmiyle bilip belirlemesi” diye tarif edilmektedir. Sözlükte “hükmetmek,
emretmek, yerine getirmek” anlamlarındaki kazâ ise “Allah’ın nesne ve olaylara ilişkin
kelamî görüşlerine değinmeden önce konuyla alakası çerçevesinde genel görüşüne yer
verilecektir.
“Her şeyin ismini tıpkı olduğu gibi bildi ve ondan halka yayıldı. Verdiği
adlar değişmedi. Çevik dediği tembel olmadı. Sonunda mümin ve kâfir olacağını
önceden bildi. Her şeyin ismini âlimden, alleme’l Esma’nın sırrını bilenden al.”
Halka eşyanın dış görünüşünün adı mâlumdur. Şüphesiz iç görünüş ve esrar Hakk’ın
mâlumudur. Mûsa’ya göre âsâsı ağaçtı. Hakk’ın ilminde ise o bir ejderhaydı. Ömer,
İslâm olarak meşhur olmadan önce o, mümin adıyla müzeyyendi… “Ey Rabbimiz,
biz nefsimize zulm eyledik.” Deyip feryât etti. Yani, “karanlık bastı yol gizlendi.”
Dedi. Bu kaza, güneşi örten bir bulut olur. Arslan ve ejderhalar bile ona karşı fare
gibidirler. “Ben, eğer hemen bir tuzağı görmezsem, kaza karşısında aciz olan yalnız
ben miyim? Zorlamayı bırakıp ağlayarak inleyerek Hakk’a ibadet eden için ne mutlu.
Kaza, gece gibi sana karalar giydirse de, sonunda elinden tutacak olan yine O’dur.
Kaza yüz kere senin canına kasdetse de derdine derman yine O’dur. Bu kaza, yüz
kere senin yolunu kesse de kadir, kıymet çadırını yine o yükseltir. Seni korkutmuş
olması bir lütuftur. Eminlik mülkünde zatını şereflendirmek ister.”477
Allah herşeyi bilendir. Kim kâfir, kim mümin olacak bunu bilir. İnsanlarsa sadece
eşyanın ve olayların dış boyutunu bilirler, iç yüzüne vâkıf değillerdir. İnsanlar, Allah
onlara ne kadarını bildirirse o kadarını bilebilirler. Kullar bazen hata edebilirler karanlığa,
Allah’tır.
476
Yusuf Şevki Yavuz, “Kader”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2001, c. 24, s. 58.
477
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.1315, s.343.
161
“İnatçı Firavun, varlığa yüz tuttu çünkü onun yerini görmüyordu. Hulâsâ
kaderi değiştirmek istiyor, kazayı savuşturmak arzusunda bulunuyordu. Kaza da o
hileciye bıyık altından kıs kıs gülmekteydi. O, Tanrı’nın hükmünü, takdirini bozmak
için yüz binlerce çocuk öldürttü. Bu suretle Mûsa Peygamber’in zuhuruna mâni
olmak istiyordu, boyuna binlerce zulüm aldı, binlerce kana girdi. O kadar kan döktü
ama Mûsa, yine doğdu ve onu kahretmek için hazırlandı. Eğer zevâli olmayan
Tanrı’nın sanat yurdunu görseydi eli ayağı kurur, hile yapamazdı. Mûsa, onun evinde
rahatça yaşadığı halde o, beyhude yere çocukları öldürüp durmaktaydı.”478
vazifesini yapmasına mâni olmak için önlemler aldığını ancak bunu başaramadığını dile
getirmektedir.
“Bu cihan, gayp rüzgârının elinde bir saman çöpüne benzer, tamamiyle
acizdir. Gayp âleminin dileği, Onu gâh yüceltir, gâh alçaltır… El gizlidir, yazı yazan
kalemi gör. At oynayıp seyirtmekte, binici meydanda değil. Fırlayıp giden oka bak,
yay gizli. Canlar meydan da canların canı görünmüyor. Oku kırma. O padişah
okudur. Yaydan çıkan ok değildir. Hak “Ma rameyte iz rameyte” 479
Dedi…Meydanda olan âcizdir, bağlanmıştır, zebundur. Görünmeyense pek kuvvetli
ve gâlip. Biz avlardan ibaretiz, kimin böyle bir tuzağı var? Çevganın önünde
toplardan başka bir şey değiliz, çevganı idare eden nerde? Yırtıyor, dikiyor nerede
bu terzi? Üflüyor, yakıyor nerede bu ateşi yakan? Bir an içinde sıddiki kâfir eder, bir
an içinde zındıkı zâhit. Onun içindir ki ihlas sahibi, varlığından tamamiyle halas
olmadıkça tuzağa düşmek tehlikesindedir. Çünkü yoldadır, yol kesiciler sayısız.
Ancak Tanrı amânında olan kurtulur.”480
Allah’ın kudretinin yüceliğine işaret ederek her kulun dünya hayatında bir imtihanda
“Mâ ramayte iz rameyte”481yi iyi bil. Canın nesi varsa canlar canındandır.
Elini tutan, yükünü yüklenen odur. Her an, her nefes o anı, o nefesi ondan um! Onun
478
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.766-770, s.58-59.
479
Enfâl Sûresi 8/17; “Savaşta onları siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü; (oku) attığında da sen
atmadın, Allah attı; bunu da müminlere kendinden güzel bir lutufta bulunmuş olmak için yaptı. Allah
her şeyi işitmekte, her şeyi bilmektedir.”
480
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1300-1313, s.100.
481
Enfâl Sûresi,75/17.
162
feyzine geç mazhar olduysan gam yeme. Bilirsin ki ihmâl etmez imhâl eder. Tanrı
rahmeti geç erişir ama adamakıllı erişir, seni bir an bile huzurundan ayırmaz, her an
seninledir.” Bu vuslatın, bu muhabbetin şerhini duymak istersen adamakıllı
düşünerek “Ve’d-duhâ” Sûresini okuyuver! Eğer sen kötülükler de ondandır dersen
öyledir ama bundan onun kemaline noksan mı gelir ki? Bu kötülük ihsanı da onun
kemalindendir.
“Dinle ulu kişi sana bir misal getireyim: Mesela ressam iki türlü resim yapar:
Güzellerin resimleriyle çirkin resimleri. Yusuf’un yaratılışı güzel hurinin resmini de
yapar, ifritlerin, çirkin iblislerin resminin de. İki türlü resim de onun üstadlığına
delildir. Çirkinliği gayet çirkin olarak yapar, o derece de ki bütün çirkinler, onun
etrafında döner, örülür. Bu suretle de bilgisindeki kemâl meydana gelir, üstatlığını
inkâr eden rüsvay olur. Eğer çirkinin resmini yapmayı bilmezse ressam, nâkıstır. İşte
bu yüzden Tanrı hem kâfirin yaratıcısıdır, hem müminin. Bu yüzden küfür de
Tanrılığına şahittir, imanda. İkisi de ona secde eder. Fakat bil ki müminin secdesi
dileyerektir. Çünkü mümin, Tanrı rızasını arar, maksadı onun rızasını almaktır.
Kâfir de istemeyerek Tanrı’ya tapar ama onun maksadı başkadır. Padişahın kalesini
yapar ama beylik davasındadır. Kale, onun malı olsun diye isyan eder, fakat nihâyet
kale, padişahın eline geçer. Müminse o kaleyi padişah için tamir eder, makam sahibi,
mevki sahibi olmak için değil.”482
imanın da aslında yaratıcının Rabliğine şehadet için böyle olduğunu dile getirmektedir.
Kulun acziyetine de değinen Mevlânâ, mümin kulun avantajının daima Allah’ın rızasını
belirtir. Kâfir kişinin en büyük hatasının ise Allah’ın malını kendi malı zannetmesinde
“Âlemin zerreleri hile kursa, gökteki takdir karşısında hiçtir hiç. Bu yeryüzü
gökyüzünden nasıl kaçar? O, kendisini ondan nasıl gizler? Gökten yere doğru her ne
gelse ne kaçacak yeri, ne çaresi, ne de pususu vardır.483”
O’na göre Allah’ın takdirinin dışındaki herşey boştur ve yaratıcı ne dilerse o olur.
“Ancak İlahi takdire kaçan kişinin kanını kötü bir talih dökemez. Takdire kaçma dışında
482
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2530-2547, s.195.
483
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.448-450, s.302.
484
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.472-474, s.303.
163
kaza değildir; bu kâfirlik doğruca kazanın eserlerindendir. Ey efendi! O zaman
kazâyı kazânın eserinden ayrı bil, böylece güçlüğün hemen yok olur. Kazâ olduğu
için kâfirliğe razıyım; bizim karşı koyuşumuz ve kötülüğümüz olduğundan dolayı
değil. Kazâdan/ takdirden dolayı kâfirlik bizzat küfür değildir. Hakk’a kâfir deme,
burada durma. Kâfirlik, cahilliktir; kâfirliğin kazası/takdiri ilimdir; hilm/sabır ile
hilm/öfke sonuçta nasıl bir olur? Resmin çirkinliği, ressamın çirkinliği değildir;
bilakis onun çirkini gösterebilmesidir. Ressamın gücü, onun hem çirkin hem de
güzel yapabilmesidir.”485
“Velîlerden dua ehli olanlar bizâtihi ayrıdır; bazen diker ve bazen yırtarlar.
Velîlerden başka bir topluluk tanırım, ağızları duaya kapalıdır. O büyükler için, râm
oldukları rıza nedeniyle kaderi geri döndürmeyi istemek haramdır. Kazada/ takdirde
özel bir zevk görürler; kurtulmayı istemek onlara küfür gelir. Onların gönlünde güzel
düşünce açılmıştır; üzüntü sebebiyle siyah elbise giymezler.”486
Mevlânâ, özel bir sınıftan bahsettiği bu beyitlerinde kaza ve kadere teslim olmuş
485
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1361-1372, s.330.
486
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1877-1882, s.347.
487
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1900-1921, s.348.
164
Mevlânâ kader konusunda zikrettiği seçkin kulların özelliklerine dikkat çeker.
Ona göre asıl kurtuluşa erecek olan kullar bu kimselerdir. Vasıflarını Allah için yaşarlar,
Allah için ölürler, Allah için küfrü terkederler diye açıkladığı bu kullar, ancak Hakk’ın
rızasını elde ettiklerinde gülerler ve bu kulların diğer önemli bir özellikleri ise kazânın
Diye seslenen Mevlânâ, her kulu koruyan asıl mercinin Allah Teâla olduğunu,
kişinin başına gelen kötülükleri kendi iradesiyle tercih ederek yaptığını vurgulamaktadır.
Kader konusunda Hz. Yusuf kıssası önemli bir misâl teşkil etmektedir. Mevlânâ
da eserlerinde Hz. Yusuf kıssasına yer vermiştir. Yusuf aleyhisselamın rüya tâbiri
kullardan onu örnek alanların ferâha ereceğini belirtir. Buradaki önemli noktanın başa
gelen musibetlerin acılık veren hüküm lokmaları kabul edilip onlardaki gül şerbeti tadının
alınmasında saklı olduğunu belirten Mevlânâ, küfür içerisindeki kulların bunu idrak
488
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2080-2081, s.353.
489
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2333, s.361.
165
uygun şekildedir. Hakk’ın yazdığı harfler birbirine münâsiptir. Ey Hüseyin! Göz ve
gönül, kâtibin elindeki kalem gibi iki parmak arasındadır. Gönül kalemi, lütüf ve
kahır parmakları arasındadır; bu parmaklarla darlık ve genişlik içinde olur. Ey
kalem! Ululuğa lâyıksan bak, kimin parmakları arasındasın? Bütün niyet ve hareket
bu parmaktandır. Senin başın, dört yol buluşma yerindedir. Hallerin harfleri, O’nun
yazmasındandır; azimli oluşun ve vazgeçişin de, O’nun azimli oluşu ve
vazgeçişindendir. Niyâzdan ve yakarmadan başka yol yoktur. Bu değişip
dönüşmekten, her kalemin haberi yoktur. Bu değişmeyi bilir, ama kendi değerince;
iyi ve kötüde kendi değerini ortaya çıkarır.”490
hitabına mazhar olan Hz. Âdem, hataya düşse de kendi irade ve gayretiyle tövbe etmiş ve
yine yüce makam olan peygamberlik makamına erişmiştir. İnsanlar da isterlerse iman
edip bal madenine tâlip olmuş bir şekilde bal arısı olabilirler, isterlerse kâfir olup yılan
gibi zehir üretebilirler. Zira ihtiyâr kulluğun tuzudur, insandan başka hiçbir canlı da böyle
somut örneklerle gösterme gayreti içerisindedir. Ona göre kader ve kazaya rıza göstermek
490
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2770-2782, s.375.
491
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.3286-3329, s.391-392.
166
imanla birinci dereceden ilgili olduğu kadar insanî özelliklerimizi etkilemesi yönünden
de önem arzetmektedir. Mevlânâ’ya göre Allah’ı bilen bir kul ahlâken arı gibi çalışkan
ve şifa dağıtan kabul edilirken, Allah’ın varlığından habersiz olan kul, zehirli bir yılana
kavramına dikkat çekerek insandan daima doğru ve güzele yani fıtri olana yönelmesinin
Dînî çoğulculuk teorisinde, kader konusu esnek bir çerçevede ele alınmıştır. John
Hick’e göre kader kavramı tarih üstü hakikât iddialarıyla ilgili bir konudur. Doğu dinleri
insanın kaderi gereği birden fazla hayatı yaşamalarının yani reenkarne olmalarına, Batı
dinleri tarafından ise her insanın ezeli bir kaderi belirleyen yargı tarafından tek bir hayatı
yaşayacaklarına inanmalarının arasında hiçbir çelişki yoktur. Her iki görüşte dînî
kader anlayışında kurtuluş ancak iman ile mümkündür ve bireyler öldükten sonra tekrar
ikinci bir dünya hayatı yaşayamayacaklardır. Kadere iman konusunu İslâmî terminolojiye
uygun bir şekilde yorumlayan Mevlânâ kaderi, imanın olmazsa olmazlarından sayarak
İbadet kelime anlamı olarak boyun eğmek, kul olmak, itaat etmek, itirazdan
zamanı, yapılış şekli belirlenmiş davranışlar için ibadet kavramı kullanılırken insanın
492
Yazoğlu, Aydeniz, a.g.m., s. 104-105.
493
Ebu’l-Fazl Muhammed b. Mükerrem İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyrut, 1414, c. 3, s. 271.
167
ettiğine rızâ göstermesini içermekte iken, ibadet ise kulun, Allah’ın razı olacağı hareket
oynamaktadır. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, dua, tefekkür ve
helal rızık kazanmak için çaba sarfetmek, bütün yaratılanlara karşı şefkatli olmak,
birçok erdem de ibadet hükmündedir ve ibadet hayatın merkezi olduğu gibi aynı zamanda
kendisidir. İnsan yaratıcısına iman ettikten sonra ona olan sevgisini aklıyla, kalbiyle,
Mevlânâ’nın kulluğu hayatın merkezine alan belirgin bir ibadet anlayışı vardır.
Onun için amelsiz bir Allah sevgisi ve iman eksiktir. Gerçek kulluk, hakiki anlamıyla
ibadetlerin mükâfatlarının mâhiyetidir.496 Ona göre, insan-ı kâmilin asıl hedefi, Allah’a
ibadetten ibarettir.
“İnsan, her işi yapabilir, fakat yaratılmasındaki maksat ibadettir. “Ben cinleri
ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”497 âyetiyle, yaratılış sebebinin
sadece kulluk olduğunu bil. Gerçi kitap, bilgi öğrenmek içindir, ama istersen sen onu
yastık yapabilirsin. Fakat ondan maksat, onun yastık yapılması değil; ilim ve irşattır.
Eğer kılıcı çivi yaparsan, mağlubiyeti zafere tercih ettin demektir.”498
494
Mustafa Sinanoğlu, “İbadet”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1999, c. 19, s. 233.
495
Muhammet Ali Asar, “İbadet Ahlâk İlişkisi: Hadisler Bağlamında Bir İnceleme”, İhya Uluslararası
İslam Araştırmaları Dergisi, c. 6, sy. 1, 2020, s. 299.
496
Emine Yeniterzi, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1997, s. 69.
497
Zariyat Sûresi 51/56.
498
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, a.g.e., s. 45.
168
duyulan sevginin en büyük şahitleri olacağını birçok beyitinde belirtmektedir. Ona göre,
ibadetin bir özü bir de sûreti vardır. Asıl ibadet bu özdür, sûret ise kalıptan ibarettir.
“Namaz bu sûretten yani yapılan beden hareketlerinden ibaret değildir. Bu sûret, namazın
kalıbıdır. Bu namazın başı vardır, sonu vardır. Başı ve sonu olan her şey kalıptan
ibarettir... İbadetlerin özü ise keyfiyete sığmaz, sonsuzdur, başı ve sonu yoktur.”499 Onun
için bu derece önemli olan ve belli şartlara bağlanan ibadet konusu, dînî çoğulculuk
da terki “mutlak kurtuluş” açısından önem arzetmemektedir. Ayrıca ibadet konusu imanî
bir mevzu olmadığı gibi ibadetlerin (yapılış aşamasında) herhangi bir standartı da yoktur.
vesilesiyle yaratıcısına ulaşacağına inanmaktadır. Ona göre insan, küçük bir âlem ise de
hakikatte büyük ve asıl olan âlemdir. 500 Bütün ibadetlerin gerçek fonksiyonları her
yönüyle Allah’ı anma ve zikretme araçları olarak kullanılmalarıdır. İbadetlerin özü, her
hitâbı, Hakk’ın ihsânı oldu. Ateşten bize nuru sığınak eyledi.”501 beyitleriyle açıklamıştır.
Mevlânâ, mümin kulların kendilerini diğer yaratılmışlardan üstün kılacak vasıflara ancak
“Kulluk, fikir ve mânâdan ibaret olsaydı bize oruç ve namaz lüzumlu olmazdı.
Bağlılık ve sevgiden bir eser olsun diye dostlar birbirlerine hediye verirler. O hediyeler,
kulluğu sevginin somut bir göstergesi kabul etmektedir. Allah’ın kullarından istediği
ibadetleri neden talep ettiğini şu beyitleriyle açıklamaktadır. “Kullara ibadet edin diye
499
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, a.g.e., s. 131.
500
Nurettin Topçu, İslâm ve İnsan (Mevlânâ ve Tasavvuf), İstanbul: Dergâh Yayınları, 1998, s. 151.
501
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.2, b.1732, s.373.
502
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.2730, s.651.
169
emrettimse bir kâr, bir fayda elde edeyim diye değil, kullara ihsanlarda bulunayım
diye.”503
Şuayb’la bir kişinin arasındaki diyaloğu konuya örnek veren Mevlânâ, Allah’ın namaz
“Onu cezalandırmamın bir nişânesi şu, oruç tutmakta, dua etmekte, namaz
kılmakta, zekât vermekte başka ibadetlerde bulunmakta… Fakat ruhu bir zerre bile
zevk duymuyor. Ne güzel ibadetler ediyor, ne hoş işlerde bulunuyor. Fakat bir
parçacık bile tat yok. İbadeti kışırdan ibâret, içi yok. Cevizler çok ama içleri boş!
İbadetlerin netice vermesi için zevk gerek... Tohumun ağaç olması için iç gerek!
İçsiz tohum fidan olur mu? Cansız suret de hayalden başka birşey değil.”504
Zâti ibadetler ve emrî ibadetler. Zâti ibadetler fıtrîdir ve zorunludur bunda mahlukâtın
herhangi bir iradesi söz konusu değildir. Örneğin Güneş’in doğması, Ay’ın batması,
gökyüzünün dönmesi gibi… Bu ibadetler onların varlığının bir gereği olarak tezâhür
cinlere teklif edilen muhatapların yapıp yapmamakta tercih hakkına sahip olmakla
âyetini506 oku; dünyadan amaç, kulluktan başka bir şey değildir.”507 Mevlânâ’ya göre
dünyaya geliş amacımız kulluktur. Kulluğun en önemli nişânesi ise ibadettir. İbadetler
503
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1756, s.134.
504
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3391-3397, s.260-261.
505
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.3286-3329, s.391-392.
506
Zâriyât Sûresi 51/56.
507
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2987, s.381.
170
2.1. Namaz
Mevlânâ’nın ibadet konusuna verdiği önemin daha iyi anlaşılabilmesi için İslam
terki durumunu nasıl yorumladığının incelenmesi onun dînî çeşitlilik konusu hakkındaki
Namaz kelime manası olarak, Arapça salât, ateş anlamına gelen “salye” kökünden
gelmektedir. Eğri bir odun, ateşte ısıtılarak düzeltildiği gibi nefis sahibi insan da bir takım
temel kaynaklarda olduğu gibi tasavvuf literatüründe de önemli bir yere sahiptir.
İbadetlerden bahseden her kaynak “namaz dinin direğidir” hadisiyle 509 başlamaktadır.
sıklıkla değinmiştir. Namazın fıkhî açıdan nasıl kılınacağından ziyâde mânevî açıdan
“Bir riyakâra Hz. Peygamber, “ namazını yeniden kıl, zira bu kıldığın kabul
olmaz” dedi. İşte bu korku ile ey medhedici, her namaz kılanın yalvarması “ Rabbim!
Bizi doğru yola hidayet ettir. Ya Rab, benim namazımı kabul et. O sapıtmış
riyakârlarınki gibi olmasın.”510 ,“Ebu Cehil’in oğlu açıkça mümin oldu. Nuh’un oğlu
da dünyadan kovuldu. Topraktan yaratılan ay gibi nurlu. Sen, ateşten oldun, kapkara
yüzünü gör.” Dedi. Bu kıyaslara ve araştırmalara cevaz verilmesi namaz kılana
bulutlu havada veya geceleyin kıbleyi bulmak içindir. Kâbe’nin kendisi veya güneş
görününce bu kıyas ve araştırmaların faydası yoktur.”511
Mevlânâ’ya göre namaz bir münâcâttır ve bu sebeple riyâdan arınmış bir şekilde
namaza yaklaşılması gerekmektedir. Ona göre her namaz kabul edilmeye lâyık değildir.
Hidâyet nasipledir ve Hz. Nuh’un oğlunda görüldüğü üzere herkes bu nimete erişemez.
Yine başka bir yerde “O büyükler büyüğü Hz. Muhammed, bak bir sözünde ne der:
508
Ebû Hafs Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî, Avârifü’l-Maârif, Kahire: Dâru’l-Maârif, 1119, s. 134.
509
Tirmizî, a.g.e., Îmân 8.
510
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3495, s.815.
511
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3515, s.819.
171
“Gönül huzuru olmadıkça namaz tamam olmaz.”512 Diyen Mevlânâ, namazın hangi
hallerde eksik kalacağına işaret etmeye devam etmektedir. O’na göre sadece şeklen
namaz kılan ve kalben Rabb’iyle bağ kuramayan bir kul, bundan mânevî bir haz da
“Şeytan “Namaz vakti geldi. Hemen mescide koşmak gerek.” Mustafa, mânâ
incisini delerek “acele edin, ibadetleri vakti geçmeden yapın buyurdu” dedi.”513
“Ahmed, bu konu için vaazlarında daima “Gözüm namazda ışıklanır.”
Buyurdu. Beş duyu da birbiriyle birleşmiştir. Çünkü beşi bir asıldan meydana
gelmedir. Bu beş duyudan biri kuvvetlense öbürleri de kuvvetlenir; biri her birine
saki olur. Gözün görüşü söz söyleme kabiliyetini arttırır, gözdeki aşk da doğruluğu.
Doğruluk, her duygunun uyanıklığıdır, bu suretle duygulara zevk, munis olur.”514
etmektedir. Namaz kılan bir kul, bütün uzuvlarıyla ve varlığıyla Rabbiyle buluşmaktadır.
Gözleri, ağzı, ruku ve secdede bütün organları Allah’a yönelmekte ve onun deyimiyle
“Mesela namazda yellensen ansızın birisi de sana git, yeniden abdest al dese,
gitmez orada kalakalır namaz kılmağa devam edersen istediğin kadar eğil, bükül, yat
kalk… Be şaşkın zaten namazın gitti!”515 Bu beyitler de de görüldüğü üzere şartları tam
olmadan (abdest korunmaksızın) kılınan bir namazın, sadece şeklen eğilmek kalkmaktan
ve yaklaş”516tan amaç, elde etmek için her anın karşılığını yerine koy”517 diyen Mevlânâ,
kulluğun nişânesi konumundaki namaza bir defa daha vurgu yapmaktadır ve Tanrı’yla
“Ey biricik! Haydi, iki rekâtlık namaz kıldır, zaman seninle süslensin. Ey
gözü aydın imam! İmamda aydın göz bulunması gerekir. Ey büyük kişi! Şeriatta kör
olanı imamlıkta öne çıkarmak mekruhtur. Hafız, çevik ve bilgin de olsa gözü aydın
kişi, ahmak da olsa daha iyidir.”518
512
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.400, s.145.
513
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2612-2614, s.200.
514
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3235-3240, s.248.
515
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3519-3520, s.270.
516
Alak Sûresi 96/19.
517
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.126-128, s.292.
518
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2085-2087, s.354.
172
Ona göre imamlık yapacak kişi zâhiri ve bâtini açıdan belli şartları taşımak
zorundadır. Körlükten kasıt hem madden hem de mânen anlaşılmalıdır. Mânevî körlük
taşıyan, kalben Allah’ın nuruna kapalı, tefekkürden uzak bir hayat yaşayan üstelik ilmiyle
amel etmeyen bir kişin imam tâyin edilmesinin yanlış olduğunu söylemektedir.
anlaşılmaktadır ki Ona göre kul namaza başlarken Allah’ın huzurunda nefsini kurban
etmeye niyet etmektedir. Namaz kılmaktaki asıl hedefi bütün hevâ ve heveslerini, kötü
519
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2139-2174, s.355-356.
173
Mevlânâ’ya göre adeta bir haşir provasıdır ve o şiddetli günde kurtuluşa erenler Allah’a
“Ey kul! Dinin aslı pencere yapmaktır. Her ormana balta vurma; pencere
açmak için balta vur. Dikkat et! Yoksa bilmiyor musun ki güneşin ışığı, perdenin
dışındaki güneşin yansımasıdır. Hayvanlarında ışığı gördüğünü bilirsin, o zaman
Âdem hakkında “yücelttik” nedir? Ben güneş gibiyim, nurun içinde gömülmüşüm.
Kendimi güneşten fark edemiyorum. Namaza gidişim ve o yalnız kalışım, halka yol
öğretmektir.”520
vasıtasıyla aracısız kulun kalbine ışık gibi dolar, namaz olmaksızın kul ile Rabbi irtibat
kuramaz.
“Nimet verene şükretmek, akılca vâciptir. Yoksa ebedi öfke kapısı açılır.
Dikkat edin! Keremi görün; böyle nimete karşılık bir şükürle yetinmeyi kim yapar?
Baş bağışlar, şükür olarak secde ister; ayak bağışlar, şükür olarak namaz oturuşu
ister.”521
Ona göre namazın bir diğer ismi şükürdür. Namaz en güzel şükür ifadesidir ve
nimetleri verene şükür de vâcip hükmündedir. Aksi halde ebedî kurtuluş ihtimali
tehlikeye girecektir. Mevlânâ’nın beyitlerindeki diğer bir mühim nokta ise namaza önem
verdiği kadar namaz içerisindeki secdeye dikkat çektiği beyitleridir. İnsan vücudundaki
gördüğü namaz ve diğer ibadetlerin dînî çoğulculukta yer almaması, Mevlânâ’nın din
520
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2400-2409, s.363.
521
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2670-2672, s.372.
522
Alak Sûresi 96/19 “Secdeye kapan ve Allah’a yakınlaş”.
523
Ahmet Cahid Haksever, Hakan Kızıltepe, “Günümüz Batı Toplumunda Faaliyet Gösteren Sufi
Teşekküller: Bawa Muhaiyaddeen Örneği ve Öğretisinin Temelleri”, Akademiar Dergisi, 2016/1,
ss.127-128.
174
tasavvuru ile dînî çoğulculuğun din anlayışı arasındaki farklılıklardandır. Onun İslâm
dininin en önem verdiği ibadetlerden birisi kabul ettiği namazın üzerinde durması ve
kurtuluş için fiilen yapılması gerektiğini belirtmesi ise namaz ibadeti hakkında dînî
2.2. Zekât
İslam dini açısından önemli bir ibadet sayılan zekât, dînî çeşitlilik teoreminin alt
başlıklarının hiç birisinde yer almamaktadır. Ancak zekâta en yakın içeriğe sahip kavram
“ötekiyle yardımlaşma”dır. Mevlânâ’nın zekât kavramını ele alışı ve ona verdiği önem,
karşılığıyla kullanmaktadır.
“Artma, arıtma, övgü ve bereket” anlamlarına gelen zekât, terim olarak Kur’ân-ı
Kerîm’de açıklanan belli sınıflara paylaştırılmak üzere dînen zengin kabul edilen
Müslümanların mal varlıklarından alınan belirli orandaki payı ifade etmektedir. Örfte bu
İslâm’ın zekât emrinde amacın, bencillik, cimrilik, haset gibi olumsuz duyguları
formu ve bireyin kendi iç âlemindeki dengeyi kurması ile alakalı beyitleri göz önünde
524
Mehmet Erkal, “Zekât”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2013, c. 44, s. 197.
525
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.1-22, s.39.
175
Mevlânâ insanı, Allah’a kulluk vazifesinden uzaklaştıran, onu dünyanın kendisine
ve içerisindeki dünyalık mallara altına, gümüşe tutsak eden her türlü bağdan kurtulmayı,
bütün duygularını iman süzgecinden geçirilip arınmayı başarma yolunda atılacak ilk adım
“Ey oğul! Bağı çöz, özgür ol. Ne zamana kadar altına gümüşe bağlı
kalacaksın! Denizi bir testiye döksen ne kadar alır? Bir günlük kısmet. İhtiraslıların
göz testisi dolmaz. Sedef kanaatkâr olmadıkça inciyle dolmaz.”526
diğer ibadetler ile arasındaki sıkı bağa değinmektedir. Mevlânâ için iman ve ibadetlerin
birinde gösterilen zâfiyet diğerlerinin de yok olmasına yetecek kadar kuvvetli bir gücü
ifade etmektedir.
Hz. Mevlânâ dünyâ hayatının anlamlı hâle gelebilmesi için Elest Bezmi’nde
ona göre yapılan bütün ibadetler, vakti geldiğinde o sözleşmenin şâhidi olarak karşımıza
çıkarılacaklardır.
“Bu namaz, oruç, hac ve Allah yolunda savaş, inanca tanıklık etmektedir.
Bu zekât, hediye ve kıskançlığı terk etmek de kendi sırrına tanıklık etmektir. Sofra
ve ziyâfet “ey büyükler biz size karşı dürüstüz” diye göstermek içindir. Hediyeler ve
armağanlar kime veriliyor ve sunuluyorsa ona, “ben de seninleyim, seni seviyorum.”
Diye şâhidlikten ibarettir. Bir kimse mal ile yahut başka türlü bir vasıta ile hayra
çalışırsa, o çalışma “içimde, gönlümde cömertlik ve iyilikseverlik cevheri vardır.”
526
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.19-21, s.39.
527
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.6, b.3570-3573, s.835.
176
Demektir. Benim içimde, takvâ ile cömertlikten ibâret bir cevherim vardır ki, zekât
ve orucun ikisi de ona şâhiddir. Oruç der ki: “Allah’ım, bu kişi helâl lokmayı bile
senin emrine uyarak yemedi. Susuzken su içmedi, nasıl olur da harama el atar?”
Zekât der ki, “bu kişi çok sevdiği malından ayrıldı ve onu yoksula verdi, bu adam
nasıl olur da hırsızlık yapar?”528
daha çok mânevî anlamda insana kazandırdıkları ahlâkî erdemlerdir. Verilen zekâtın
Ya da oruçlu iken ağzına helal lokmaları almaktan sakınan bir kimsenin oruç tutmadığı
iman ve neticesinde yapılan ibadetler ahlâkî yansımaları ile bir bütündür. Mevlânâ, bu
“Hâkimin dehlizinde neden durup kaldık? Biz şahitlik için gelmedik mi? Sen
buraya şâhidlikte bulunman, inâd etmemen ve inkâra düşmemen için çağrıldın.
Hâlbuki sen, inadından şu daracık yerde oturmuş, elini sadaka vermekten, yoksullara
yardımdan esirgiyor, dilini Allâh’ı zikretmekten alıkoyuyor, dudaklarını
yumuyorsun. Ey şâhid, senden beklenen şâhidliği yapmadıkça bu daracık yerden
nasıl kurtulursun? Yaşadığın zamanın kıymetini bil. İster yüzyılda, ister bir anda,
madem sonunda tamamını vereceksin, öyleyse sana farz kılınanı hemen şimdi ver ve
kurtul.”529
Diyen Mevlânâ, başka bir beyitinde de zekâtla alakalı farklı bir boyuta işaret
etmektedir.
528
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.5, b.182-190, s.574-575.
529
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.5, b.175-180, s.574.
530
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.482-487, s.303.
177
Bu beyitlerde zekâtın ve sadakanın sadece malla olmadığını, insanların zor
durumda kalmış bir kulun müşkilini dinlemelerinin bile sadaka hükmünde kabul
özel bir ibadet kabul ettiği ve hassasiyetle değindiği zekât konusuna dînî çoğulculuk
konusu zekât ibadetinin içeriğini karşılamayacak kadar yüzeyseldir. Mevlânâ’da ise zekât
sahiptir.
2.3. Oruç
Dînî çeşitlilik teorilerinde bahsi geçmeyen ancak Mevlânâ için imanî esaslardan
sayılan bir diğer ibadet oruçtur. Oruç ahlâkın güzelleştirilmesi amacıyla gerçekleştirilen
nefis mücadelesinde ve nefsin isteklerinin kontrol altında tutulmasında önemli role sahip
bir ibadettir.532 İnsanın dünya hayatında kurtuluşa erişinin ve mânevî tekâmülünün iman
bir sabah vakti Zeyd’e, “Ey temiz kişi, nasıl sabahladın? Diye sordu. Zeyd, “Mümin bir
kul olarak” Deyince, Hz. Resul, “bir delilin var mı? Dedi. Zeyd de “gündüz oruçla
531
Tevbe Sûresi 9/103; “Onların mallarından kendilerini temizleyen ve arındıran sadaka al.”
532
Ebû Tâlib Muhammed b. Alî Mekkî, Kûtü’l-Kulûb, Kahire: Dâru’t- Türâsi, 2001, s. 1245.
178
de öyle gündüzden ve geceden geçtim.”533 Diyen Mevlânâ, mümin bir kul olmanın
kabul edilseydi “bize oruç ve namaz gerekmezdi” demektedir. Bağlılık ve sevgiye bir
işaret etsin diye dostlar birbirine hediyeler sunarlar ve bu armağanlar bahsedilen sevginin
ısrarlı ol; her an Allah’ın rızkını bekle.”535 Oruç, Allah’ın rızık ve bereketine mazhar
oruç, güç ve ağır olsa da, bu durum imtihan edenin uzaklığından daha iyidir.”537 Buna
göre oruç ibadeti zor olsa da müminin, Allah’ın kurbiyeti, imansızlık hastalığından,
Allah’tan uzak kalmaktan çok daha iyidir. Nitekim ona göre “insanın namaz kılmayı arzu
edişi, oruç tutuşu, hep Hakk’ın kulunu kendine çekişindendir.”538 Mevlânâ, oruç
sayesinde dirilik elde edileceğini savunmakta ve ebedî hayatın anahtarı hükmündeki oruç
533
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.3610, s.839.
534
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.2625-2627, s.121.
535
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.5, b.1749, s.628.
536
Şefik Can, Divân-ı Kebîr’den Seçmeler, İstanbul: Ötüken, 2006, c.1, g.459, s.747.
537
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.6, b.1769, s.777.
538
Can, Divân-ı Kebîr’den Seçmeler, a.g.e., c.1, g.375, s.641.
179
“İslâm’ın binası beş direk üzerine kurulmuştur. Allah’a yemin ederim ki bu
direklerin en büyüğü oruçtur.” Diyen Mevlânâ’nın oruca bakış açısını Şefik Can tafsilâtlı
“Sen, orucu, şaşılacak acâip meziyetleri bulunan bir şey olarak bil! Oruç,
insana can bağışlar. Gönül lütfeder. Sen, şaşılacak bir şey görmek istersen, oruca
şaş! Sen, göklere çıkmak, Miraç etmek sevdasındaysan, şunu bil ki, oruç, senin
önüne getirilmiş bir Arap atıdır. Oruç, can gözünün açılması için bedenleri kör eder.
Senin gönül gözün kör de o yüzden kıldığın namazlar, yaptığın ibadetler sana o
aydınlığı vermiyor, hakîkati göstermiyor. Oruç, insan şeklindeki hayvanın
hayvanlığını giderir. Bu yüzdendir ki oruç, insanın insanlığını olgunlaştırmaya
mahsustur. Âşıkların hayatı, beden matbâhı yüzünden kararmıştı. İşte oruç, o
matbahları aydınlatmak için çıktı geldi. Dünyada şeytanın karnını deşen bir bıçağa
benzeyen oruçtan daha fazla şeytan öldürücü, nefsin kanını dökücü bir şey var mı?
Sen vahdet denizinden ayrı düşmüş bir damla gibisin. Sen aslına nasıl ulaşacaksın?
İşte oruç, sel gibi, yağmur gibi seni alır, denize ulaştırır. Nefsinle savaşa girişince;
“Ben orucu öyle ucuza satmam!” diye kendini yere at, ellerini çırp, ayaklarını vur,
diret! Sen, canının içinde Kur’ân nurunu istiyorsan, şunu bil ki, oruç bütün Kur’ân’ın
tertemiz nurunun sırrıdır. Gök sofralarının, ruha mahsus sofraların başına tertemiz
kişiler oturturlar. İşte oruç, sana, onlarla bir kaptan yemek yedirir. Oruç seni gün gibi
gönlü aydın, canı saf bir hale kor. Sonra da padişahla buluşma bayram gününde
varlığını kurban eder, seni varlıktan ve benlikten kurtarır. Oruç ayına girdiğin zaman,
o aya kavuştuğun için Hakk’a şükrederek, sevinerek, neşeli olarak gir! Çünkü
ramazanın gelişinden üzülenlere, gamlılara oruç haramdır. Onlar, oruca layık
değillerdir.”539
Mevlânâ için oruç, oruç tutan kul, iftar sofrası gibi kavramlar mukaddestir. Ona
göre, Allah’a yakınlaşmada, kişinin kurtuluşa erişinde çok önemli bir fonksiyona sahip
beyitlerinde İslâm’ın beş temel esas üzerine kurulduğundan bahseden Mevlânâ, orucun
ehemmiyetine ayrı bir yer vermiştir. İnsanın ahlâkî noktadaki gelişimde çok büyük bir
fonksiyona sahip olan orucun mahiyetini açıklayan Mevlânâ, orucu bedeni baştan aşağıya
temizleyen hamama benzeterek metaforik bir anlatım dilini tercih etmiştir. Oruç
kombinasyonuna örnek kabul ettiği oruç ibadetiyle, diğer ibadet başlıklarındaki gibi
539
Can, Divân-ı Kebîr’den Seçmeler, a.g.e., c.2, g.803, s.499.
180
denli önem arz eden ibadetler ve ahlâki ilkeler dînî çoğulculuk kavramının çıkış amacı,
toplumun düzen ve huzuru, oruç zekât gibi ibadetlerle birebir irtibatlı görülmekteyken ve
dînî dışlayıcı bir tavır sergilenmekte iken, dînî çoğulculukta bu ibadetlerin yerini
2.4. Hac
fıkıh terimi olarak imkân sahibi “her müslümanın belirlenmiş zaman dilimi içinde
Kâbe’yi, Arafat, Müzdelife ve Mina’yı ziyaret etmek ve belli bazı dinî görevleri yerine
Bu ziyaret her kula nasib olmaz.”541 Diyerek ayrıcalıklı bir ibadet sınıfında saymaktadır.
O, haccı daha çok mânevî boyutlarıyla ele almayı tercih etmiştir. Hac menâsikini
anlatmak yerine, muhatap olduğu kitlenin öncelikle haccın metafizik boyutunu idrâk
“Pir,“Ey Beyâzıd nereye gidiyorsun, gurbet pılı pırtısını nereye kadar çekip
sürüyeceksin?” dedi.
Beyâzıd, “hac mevsimi. Kâbe’ye gidiyorum.” Diye cevap verdi.
Pir dedi ki “yol masrafı olarak yanında ne var?”
Beyazıd, “iki yüz dirhem gümüşüm var. Ridâmın ucuna sımsıkı bağladım
işte” deyince,
Pir “etrafımda yedi kere tavaf et. Bu tavafı hac tavafından daha makbul bil. O
dirhemleri de, ey cömert kişi, bana ver. Bil ki hac ettin, muradın hâsıl oldu. Umre
ettin, ebedî ömre nâil oldun, saf bir hale geldin, Safâ’ya koştun, sa’y erkânını yerine
getirdin. Canının gördüğü Hak hakkı için ki o, beni kendi evinden daha üstün daha
makbul etmiştir. Kâbe her ne kadar onun lütuf ve ihsan evidir ama benim vücudumda
onun sır evi. Tanrı, Kâbe’yi kurdu ama kurdu kuralı ona gitmedi. Hâlbuki bu eve,
benim vücuduma o ebedi diri olan Tanrı’dan başka kimse gelmedi. Beni gördün ya,
bil ki Tanrı’yı gördün, doğruluk Kâbe’sinin, hakiki Kâbe’nin etrafında tavaf ettin.
Bana hizmet, Tanrı’ya itaat etmek, onu övmektir. Sakın Hakk’ı benden ayrı sanma.
Gözünü iyi aç da bana öyle bak ki beşerde Tanrı nurunu göresin dedi.”542
540
Ömer Faruk Harman, “Hac”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1996, c. 14, s. 382.
541
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.4, b.15, s.445.
542
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2239-2249, s.172-173.
181
Metaforik bir anlatım dilinin kullanıldığı bu örnekte Beyâzid-i Bestâmi ile yolda
rastladığı bir pir-i fâninin arasında geçen dialogtan yola çıkarak “Kâbe yerine benim
etrafımda tavaf et zira benim kalbimi kendi evinden daha üstün yaratmıştır.” Sözüne
Aynı şekilde hac ibadeti için yola çıkan bir kimsenin orada sadece bedenen
bulunmasındansa, ruhen, kalben ve mânâ âlemi açısından keşiflere açık hareket etmesinin
anlatan Mevlânâ, bazılarının zâhidin kerametini kabul ettiğini, bazılarının inkâr ettiğini
insanların farklı farklı fikir yapılarına sahip olduklarına işaret etmektedir. 543
Mevlânâ için hac, “duruluk ve saflık elde etme ve ebedî kurtuluşa kavuşmayı”
ifade etmektedir. Mânevî bir eğitim sürecini kapsayan bu ibadet, eğer hacceden kişi
benliğinden kurtulmadan yapılıyorsa tehlikeye girmektedir. Zira ona göre bu kişi, tavaf
esnasında sadece kendi etrafında dönmektedir ve Allah’ın evine geldiği halde, benlik
iddiasında bulunmaktadır yani Allah’a şirk koşmakta ve küfür ehli olmaktadır. Bu şekilde
yapılan bir hacca tövbe eden bir kimseye “Ey geçmiş hâlinden tövbe etmek isteyen, bu
tövbeden ne zaman tövbe edeceksin?” Diye sorarak hac ibadetinin ciddiyetine dikkat
543
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2788-3810, s.291-292.
544
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.2203-2206, s.107.
182
şirk koşarak küfre dahi düşebileceğini söyleyerek ibadet-iman ilişkisine değinmektedir.
Dînî çoğulculuktaki “ortak iman” söyleminde hac ibadeti hangi dinin gerekleri ve ibadet
açıdan bakıldığında Mevlânâ’nın kastettiği hac, Mekke’de, belirli bir vakitte yapılması
gerekli bir ibadettir ve İslâm terminolojisine ait hac menâsikindendir. Alternatif kabul
edilebilecek herhangi başka bir yer ya da ibadet biçimiyle haccın yapılabileceğine dâir
öğretiler daha çok soyut olmakla beraber insanlığın sağlıklı yapıya kavuşması açısından
bir mutasavvıf ve eğitmen olması nedeniyle eserlerinde aşk, kalp, hubb, tevekkül gibi
kavramları çok sık kullanmıştır. Mevlânâ için imânî öneme sahip bu kavramlar, dînî
çeşitliliğin alt başlıkları olan dînî çoğulculuk, dışlayıcılık ve kapsayıcılıkta çok yüzeysel
Mevlânâ için Allah’a imanın en önemli nişânesi O’na duyulan aşk iken kavramın dînî
savunduğu aşk kavramıyla aynı mıdır? Ya da “tevekkül, müsamaha, şükür, sabır” gibi
kavramların Mevlânâ için ifade ettiği anlam yoğunluğu dînî çoğulculuktaki “teşekkür,
sabır, tolerans” gibi kavramlarla hangi ölçüde birbiriyle örtüşebilir? Bu soruların cevabı
183
ve kavramların Mevlânâ’nın eserlerinde hangi içeriklerle ele alındığının gözlemlenmesi
onun dînî çeşitlilik teorilerine bakışının objektif bir şekilde tespit edilmesi açısından
3.1. Aşk
“ışk” olan “aşk” sözcüğü sözlükte “şiddetli ve aşırı sevgi; bir kimsenin kendisini tamamen
sevdiğine vermesi, sevgilisinden başka güzel görmeyecek kadar ona düşkün olması”
anlamlarını taşır. Aynı kökten “sarmaşık” anlamına gelen aşeka ile yakından ilgili
gösterilmektedir. Buna göre “sarmaşığın kuşattığı ağacın suyunu emmesi, onu soldurup
zayıflatması ve çoğu zaman kurutması gibi aşırı sevgi de sevenin sevdiğinden başkasıyla
ilgisini kestiği, onu sarartıp soldurduğu için bu duyguya aşk” denilmiştir. Yine hem tatlı
hem ekşi tada sahip olan bir çeşit meyveye de “uşuk” denilmektedir.545
gelir. Tasavvuf ehli aşkı, “aşk-ı mecâzi” yani geçici olan aşk ve “aşk-ı hakîki” yani
yaratıcıya duyulan gerçek aşk olarak ikiye ayırmıştır.546 Kur’ân-ı Kerîm ve sahîh
hadislerde aşk kelimesi ile karşılaşılmamakta, “sevgi” daha çok “hubb” ve “muhabbet”
insanın Allah’a yönelik sevgisi olarak kullanılmasına tepki göstermiştir.547 Gerçek aşka
ulaşmanın ilimle olamayacağını Fuzûli’nin “aşk imiş her ne var âlemde, ilim bir kîl u kâl
545
Süleyman Uludağ, “Aşk”, TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara, 1991, c. 4, s. 11.
546
Cürcânî, a.g.e., s. 65.
547
Joseph Norment Bell, İslam’da Aşk Tasavvuru, çev. Yücel Aşıkoğlu, İstanbul: İnsan Yayınları, 2010,
s. 258-259.
184
imiş ancak.” Dizeleri ifade etmektedir. Kimi sûfiler ise aşkı şiddetine göre sıralayarak
irâde, muhabbet, hevâ, sakâbe, tebeddül, alaka, vuluğ, kelef şeklinde kullanmışlardır.548
de aşk kelimesi sıklıkla kullanılmıştır. Mevlânâ için aşk ister nefsânî olsun ister ruhânî
olsun sonunda ötelere götürecek kılavuzdur, rehberdir. Aşkın dil ile anlatılması
daha parlaktır. Akıl, irade yön tâyin edecek araçlar ise aşk da hedefe ulaştıracak esas itici
güçtür.
“Akıl aşkın şerhinde, merkeb gibi çamura battı kaldı, Aşkın da âşıklığın da ne
olduğunu yine aşk açıkladı. Sen öyle büyük bir varlığın aşkını seç ki, bütün peygamberler,
O’nun aşkıyla kudret ve kuvvet buldular, şeref ve saadete erdiler.”549 Mevlânâ, aşk ve
gibi mecâzî anlatım yolunu tercih etmiştir. Mevlânâ’ya yöneltilen “aşk nedir?” Sorusuna
cevâben “benim gibi olursan bilirsin” demiş ve bu minvalde şöyle bir açıklamada
bulunmuştur. “Aşk sayıya gelmez, ölçüye sığmaz. Bundan ötürü aşk, hakikatte Hakk
sıfatıdır, kula nisbet edilmesi mecâzîdir.” (Mâide Sûresi 5/54 âyetine atfen) “Allah onları
sever” sözü kâfi. “Allah’ta onları sever” sözü nerede kaldı!”550 Mevlânâ eserlerinde kimi
zaman aşk kavramını duâ ederken kullanmıştır. Buradan elde edilecek diğer bir çıkarım
ise Mevlânâ’nın aşk kavramı ile güzelliği birbirinden ayırmamasıdır yaratıcıya hitâbında
bile kullandığı aşk kavramı onun için çok mühim bir yere sahiptir. Zira yaratılışın ve
548
Cebecioğlu, a.g.e., s. 55.
549
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.224-230, s.109-110.
550
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.2, s.15.
185
Mevlânâ’da aşk, İslâmî anlayış ve yaşayışın dışında kuru bir iddiadan, cezbe ve
kendinden geçişten ibâret bir tutum değildir. İslâm düşüncesinin merkezinden beslenen
tevhîdî bir aşktır. Bu hususu Mevlânâ şöyle belirtmektedir: “Tanrı’yı tevhid etmeyi
öğrenmek nedir? Kendini tek Tanrı önünde yakıp yok etmek. Gündüz gibi şûlelenip
parlamayı diliyorsan geceye benzeyen varlığını yak! Varlığın o varlığı meydana getirenin
varlığında bakırı kimya içinde eritir, yok eder gibi erit, yok et (de altın ol).”551 Mevlânâ,
bu beytinde dinin temelini teşkil eden tevhidin, ancak aşk neticesinde yanan bir kalp ve
yok olan bir nefis ile ortaya çıkacağını belirtmektedir. Kısacası tevhidin kendi
İnsan ruhunu olgunlaştıran en önemli unsur bilgi ve idealizm değil irfan ve aşktır.552
kabul edilebilecek ilâhî aşk galiptir.553 Mevlânâ’ya göre yolların en mükemmeli aşktır.
İlahî aşk, tüm varlıklara hareket veren unsurdur. Bütün varlıklar Allah’a doğru bir vuslat
özlemi içindedirler. O’na göre kâinattaki sevginin ve merhametin gerçek kaynağı Allah’a
duyulan aşktır. Bu sevgi ise bütün insanlara, hatta bütün varlıklara Allah’tan taşarak
tecelli etmektedir.554
“Aşk, denizi bir çömlek gibi kaynatır. Aşk, dağı kum gibi ezer, eritir. Aşk,
gökyüzünü çatlatır, yüzlerce yarık açar. Aşk, sebepsiz yeryüzünü titretir.555
Aşk olmasaydı nerden cansız bir şey, nebâta girer, onda mahvolurdu?
Büyüyüp yetişen nebatlar, nerden kendilerini canlılara feda ederlerdi?”556
“Allah’a ait olan ilâhi aşk, olgunluk güneşidir. Emr âlemi onun nurudur,
mahlûkat da gölge gibidir.”557
önemli bir yer tutmuştur. Ustalığın temelinin çıraklıkta atılması gibi Mevlânâ da seyr ü
551
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.3009-3011, s.133.
552
Metin Yasa, Rubâileri Işığında Mevlânâ’da Aşk ve İşlevi, Ankara: Elis Yayınları, 2010, s. 38.
553
Selahaddin Hidayetoğlu, Hazret-i Mevlânâ Muhammed Celâleddin-i Rumi [Hayatı ve şahsiyeti],
Konya, 2006, s. 45.
554
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.26-27, s.67.
555
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.5, b.2735, s.622.
556
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.5, b.3855, s.700.
557
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.6, b.983, s.751.
186
sülüğünü Kübreviyye Tarikatı’nda çıkarmıştır. Dokuz yıllık mânevî eğitiminde
kemâlâtının temellerini atmış oldu. Bir sûfinin eserlerinde aktardığı irfânının doğru
irdelenmesine bağlıdır. Arifin, zâhidden farkı, zâhidin riyâzât ve mücâhede ile vakit
geçirdiği zamanları, ârifin Allah’a duyduğu şiddetli aşkın tesiriyle mest olmuş vaziyette
cezbede geçirmesidir. Belli bir tekâmül sürecinden geçmiş kabul edilen Mevlânâ’nın
eserlerinde karşılaşılan farklı tezahürlerin birbirini nefyeden değil de bir bütün şeklinde
“Hakk aşkıyla gıdalanan âşıka yüzlerce beden, bir dut yaprağı değerinde bile
değildir.”559
“Âşıkın gıdası ekmeksiz ekmeğe âşık olmaktır. Aşkında doğru olan kişi
varlığa bağlanmaz. Âşıkların varlıkla işi yoktur. Âşıklar, sermayesiz kâr elde ederler.
Kanatları yoktur, dünyanın etrafında uçar dururlar. Elleri yoktur, meydandan topu
kaparlar. Âşıklar yoklukta çadır kurmuşlardır. Yokluk gibi bir renge boyanmışlardır,
bir olmuşlardır.”560
Yunus Emre’nin “Yaratılanı hoş gör Yaratan’dan ötürü” sözleriyle formüle ettiği
bu sevgi ve aşk anlayışı Mevlânâ da, “biz pergel gibiyiz. Bir ayağımız din üzerinde
sağlamca durur, öteki ayağımız yetmiş iki milleti dolaşır” sözleriyle dile getirir. Zira ilk
etapta yaratıcısını seven insan, bu tükenmeyen sevgi kaynağından aldığı enerji vesilesiyle
Mevlânâ’ya göre, mâdem ki varlığın özü aşktır, aşkın en ileri noktası olan Allah
aşkı ve sevgisi her şeyin üzerinde bir değere sahip olmalıdır. Onun binlerce beyitte ilâhî
aşktan bahsediş nedeni budur. Bu beyitlerin tamamında aşk yönü kendisine hâkim olan
558
Ethem Cebecioğlu, “Psiko-Tarih Açısından Farklı Rûhî Tekâmül Mertebelerinin Mevlânâ’nın
Anlaşılmasındaki Rolü -Metodolojik Bir Yaklaşım”, Tasavvuf: İlmi Akademik ve Araştırma Dergisi
(Mevlânâ Özel Sayısı), c. 6, sy. 14, 2005, s. 40-41.
559
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c 5, b.2716, s.662.
560
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.3020-3024, s.383.
561
Emine Yeniterzi, “Mevlânâ’nın Tefekkür Dünyası ve İnsan”, https://semazen.net/mevlananin-tefekkur-
dunyasi-ve-insan-emine-yeniterzi/, (Erişim Tarihi: 08.05.2020).
187
Ona göre, Allah’ın insanı sevmesi, insanın Allah’ı sevmesiyledir. Eğer insan,
çabalarsa Allah onu sever. Mevlânâ, bunun üzerinden de bilgi, ahlâk ve hakîkatle bağlantı
“Sûrete olan aşklar mutlaka surette ve güzel kadına değildir. İster bu cihanın
aşkı olsun, ister o cihanın aşkı… Hakîkî mâşukta suret yoktur. Hakikaten surete
âşıksan sevgili ölünce onu niye terkediyorsun? Sureti yine yerinde, bu terkediş
neden? Âşık, iyice ara, mâşukun kim? Sevgili, hisle idrak edilseydi her hisle idrâk
edilene âşık olurdum. Vefâ, aşkı artırıyorsa, suret nasıl olur da vefâyı değiştirir?
Güneşin ziyâsı duvara vurdu, duvar kendinden olmayan bir parlaklık, bir ziyâ elde
etti. Ey temiz ve saf kişi, neden bir kerpiçe gönül veriyorsun? Ebedî olan bir aslı
iste.”563
Mevlânâ, mecâzî aşkın geçiciliğine İlâhi aşkın ise ebediliğine işaret ettiği bu
görülmektedir. Ona göre noksan bilgi ve sevgi İlâhi aşkı tanımaya mânidir, noksan akıl
ise kişiyi küfre götürür. Eğer bahsedilen noksanlık beden de doğuştan gelen (körlük gibi)
562
Tuncay İmamoğlu, Modern Batı Düşüncesinin Felsefî Temelleri, İz Yayınları İstanbul, 2013, s. 66.
563
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.2, b.700-705, s.54.
564
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1529-1541, s.117-118.
188
istediği, Firavun gibi küfür ehli kimselerin akıl tutulması neticesinde imana
erişememeleridir.
Ona göre İlâhi aşkın sırlarına ermiş bir kimsenin kalbinde kötü duyguların yeri
yoktur. Muhabbetullahla dolmuş bir kalpte tamah, hırs, dünya sevgisine yer kalmamıştır.
“Ekmeksiz ekmeğin aşkı, aşığın gıdasıdır; sâdık olan, varlığa rehin değildir.
Âşıkların varlıkla işi yoktur; âşıkların sermayesiz kârı vardır. Kanatları yok, ama
dünyanın çevresinde uçarlar; elleri yok, ama meydandan topu alıp götürürler.
Mânâdan koku alan yoksul, eli kesik halde zembil dokur. Âşıklar yokluktan çadır
kurar; yokluk gibi bir renk ve bir kişidirler.”566
Yakup (a.s)’ın oğlu Yusuf’a beslediği sevgisini anlatan Mevlânâ, aşkın âdet kabul
bahsederek kişinin zikren ve fikren ne ile meşgul ise onunla beraber olacağına işaret
etmektedir.
Mevlânâ, aşk kavramına hem mistik hem mânevî anlamlar yükleyerek orijinal bir
bilgiye bizzat Allah aşkıdır demiştir. Küfrün nedenini bilgisizlik ve aşksızlık ile
565
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1948-1955, s.349.
566
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.3019-3023, s.383.
567
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.3033-3036, s.383.
189
açıklayarak varoluş gâyemizin bilinmemesini dünyada karşılaşılabilecek en büyük
Mevlânâ’ya göre insan ile yaratıcısı arasındaki mesafeyi kapatabilecek tek güç
aşktır. Bu sevgi sayesinde kul Allah’a ulaşabilir ve onu görebilir ancak burada bir uyarıda
bahsetmekte yani çalışma ve gayrete de atıf yapmaktadır. Ona göre toplumda sevgi
kurtuluş konularında sıkıntı yaşayacaklarını iddia ettiği görülmektedir. Ona göre Allah’ı
bilmeyen, sevmeyen dolayısıyla İlahî aşka erişemeyen bir insan noksan ve câhildir. Bu
Mevlânâ’nın aşk kavramını İslâm dîni penceresinden ele alması ve iman kavramı ile
irtibatlandırması itikadî açıdan dînî dışlayıcılık teoremine daha yakın bir fikrî yapıya
568
Aliye Çınar, “Mevlânâ ve Tillich’de Varlık-Değer Birliği”, Türk-İslam Medeniyeti Akademik
Araştırmalar Dergisi, c. 3, 2007, s. 148-49.
190
3.2. Hubb
irâdi bir sevgiden yani tanıyarak, bilerek hâsıl olan muhabbetten bahsetmektedir.569
Mârifetin en büyük alameti hubbdur (sevgidir). O'nu tanıyan ve bilen O'nu sever.
Mehabbetin alameti sevilebilecek şeylerden hiçbirini Yaratıcı’dan daha üstün bir konuma
koymamaktan geçmektedir. Sevilebilecek şeylerden birini O’na tercih edenin kalbi, sufi
düşüncede bir bakıma hasta kabul edilmektedir. Tıpkı çamuru ekmeğe tercih eden mide
gibi… Böyle bir midenin, hastalıktan dolayı kendisi için asıl fayda verecek gıda olan
ekmeği yeme arzusu yok olur. 571 Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde de hubb, mehabbet
kelimelerine yer almaktadır.572 Birçok sufi için kilit kavram niteliğindeki hubb kavramı,
Kelâbâzî’de akla alternatif kabul edilmiş, İbn Arâbî’de aşk kavramından daha çok tercih
“Sevgiyle acılar tatlılaşır, sevgiyle bakırlar altın olur. Sevgiyle tortular berraklaşır;
sevgiyle dertler şifa verici olur. Sevgiyle ölü dirilir; sevgiyle padişah köle yapılır. Bu
sevgi de bilgiyle bilgi sonucudur. Böyle bir tahta yersizce kim oturabilir? Eksik bilgi, bu
aşkı nasıl doğurur? Eksik bilgi aşk doğurur ama cansızlara.”574 Diyen Mevlânâ, içinde
Marifetullah olmayan bir sevginin meyve veremeyeceğini ifade ederken, Allah sevgisiyle
dolmuş mümin bir kalbin dünyadaki her acıyı tatlı, her derdi devâ, her bulanığı berrak
569
Karagöz v.dğr., a.g.e., s. 263.
570
Cebecioğlu, a.g.e., s. 221.
571
Erginli, a.g.e., s. 385.
572
Allah’ı (Bakara Sûresi 2/165), ahiret nimetlerini ( Âl-i İmrân Sûresi, 3/92), bağışlamayı (Nur Sûresi,
24/22) sevmek övülmüştür.
573
Gül, a.g.e., s.177.
574
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.2, b.1521-1525, s.214.
191
Hakîkî hubb mertebesine ulaşan kimseden beklenenleri sıraladığı beyitlerinde;
“Hatta o adam, düşman bile olsa yine ihsan iyidir. Çünkü ihsan yüzünden
düşman bile adama dost olur. Dost olmasa bile hiç olmazsa kini azalır. Çünkü
ihsanda bulunmak, kine adeta merhemdir. Bundan başka daha nice faydaları var ama
ey iyi adam, sözü uzatmadan korkuyorum. Sözün hulasası şu; Topluluğa dost ol.
Hatta bir dost bulamazsan put yapan Amad gibi taştan bir dost yont, onu sev! Zira
kalabalık ve kervan halkının çokluğu yol vurucuların belini kırar, onları kahreder.”575
faydasının onların sevgisini kazanmak olacağını en azından eğer arada kin duygusu var
ise bunun azalacağını belirterek sosyolojik açıdan kapsayıcı bir tavrı benimsediğini
ve muhabbet ile ilgili bir teorinin öne sürülmediği görülecektir. Bu durum Mevlânâ’nın
aşk terminolojisi ile çelişiktir zira o, kâinatın yaratılışını dahi muhabbet ve sevgiye
bağlamaktadır.
3.3. Kalp
Kalp bütün duyguların beslendiği organdır. Arapça bir kelime olan kalp, bir şeyin
altını üstüne getirme, döndürmek anlamına geldiği gibi fuad, akıl, öz, hakikât manalarının
ifade etmiştir. “Peygamber, “Tanrı, beni yer ve gök ihâta edemez.” “Bu yer, bu gök, bu
arş hem… Nurumdan nasılsız ve nedensiz bitâptır.” “Ancak müminin kalbinde o tâkat
575
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2103-2155, s.160-165.
576
Cebecioğlu, a.g.e., s. 264.
192
vardır. Ve o nurdan feyz alır.” Buyurdu dedi. Cenâb-ı Hak buyurdu ki: “Ey günahtan
“Kalp doğruluğu hâlin doğruluğu ile olur. Sadâkât nuru onu dedikodusuz ispat
eder”578 Diyen Mevlânâ, kalbi kuşatan duyguların davranışlara nasıl sirâyet edeceğinden
bahsetmektedir ve onun düşünce dünyasında sadece aşkla ölen kalpler diri kalacaktır.
“Öyleyse demir gibi kara vücutluysan da parlat onu, parlat, parlat. Böylece
gönlün suretler dolu ayna olur; onda her yönde gümüş göğüslü bir güzel görürsün.
Demir kara ve ışıksız olsa da, cilâlanma o karalığı ondan giderir. Toprak beden,
yoğun ve kara olsa da, onu cilâla; çünkü cila kabul edicidir. Böylece onda gayb
suretleri ortaya çıkar; huri ve melek aksi ona sıçrar. Allah, onunla gönül yaprağı
aydınlansın diye sana akıl cilası verdi. Ey namazsız! Cilayı kapattın, hevesin iki elini
açtın. Heves bağlanırsa cihânın eli çözülmüş olur. Gayb aynası olan demire, bütün
suretler gönderilir. Tabiatını kararttın, paslandırdın. “Yeryüzünde bozgunculuğa
çalışanlar.” budur.”579
yüzü derecesinde berrak olan kalp insan tarafından işlenen günahlar neticesinde
duruluğunu ve aslını yitirmesine neden olmaktadır. İnsan eğer akıl cilasıyla, zikrullahla
ve namaz gibi ibadetlerle kalbini cilalama uğraşına girerse yeniden gayb âlemlerinin
kapılarının ona açılacağını ifade eden Mevlânâ, bu beyitleriyle kalbin maddî ve mânevî
ırmak suyu gibi olduğunu, bulanırsa dibinin görülemeyeceğini söylemektedir. Arınan bir
kalbin ise ırmağın dibindeki inci ve mücevherleri görebileceğini yani herkesin kalbinin
cilâsını korumak için çalıştığı oranda gayba vâkıf olabileceğini580 ifade etmektedir.
Mümin kullar ile kâfir kulların kalpleri arasında farkların mevcudiyetini iddia
577
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.2760, s.657.
578
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.667, s.201.
579
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.4, b.2468-2479, s.523.
580
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.4, b.2480-2485, s.523.
193
“Sen, “işte bende gönül var” dersen; sana der ki: “burada böyle gönüller çok!” O,
öyle bir gönül ister ki cihânın kutbu ve âdemin canının canına canın canı olsun! Bil ki o
gönüller sultanı, böyle nur dolu ve güzel gönüller bekler.”581 Mevlânâ’nın nur dolu ve
güzel gönüller diye tarif ettiği selim kalplerin, mümin kulların kalpleri olduğu, bu gönle
sahip kimselerden sayıldığı ifade edilmektedir. Mevlânâ için kalbin önemi aşkı içinde
yegâne aracıdır. Hakikatin kapısını aralamanın en kolay yolu aşka teslim olmaktan ve
biçmez. Ona kalb, ahlâkî vasıfları ve ruhundaki güzellikler nispetinde iltifat eder. Bu
ibadetlerle, ilimle, Allah aşkını kazanmak için gayret etmekle sağlanabilir. Bu durumu
kalbin cilalanması şeklinde tasvir eden Mevlânâ iman cevherine sahip bir kulun kalbinin
duyulan aşkı aradığını vurgulayan Mevlânâ dînî dışlayıcı bir tavır sergilemektedir.
Mevlânâ kalbi, Allah’a ulaştıran ve hakikate açılan bir kapı şeklinde tarif etmekte iken
3.4. Tevekkül
babından bir mastar olup Allah’a itimât ve inkıyâd etmek anlamlarına gelmektedir.583
581
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.5, b.886-889, s.598.
582
Mustafa Özçelik, Anadolu’nun Sönmeyen İki Işığı Mevlânâ ve Yunus Emre, İstanbul: Kardelen
Yayınları, 2018, s. 52-53.
583
Fîrûzâbâdî, Kâmûsü’l-Muhît, çev. Âsım Efendi, İstanbul, 1305, c. 3, s. 377.
194
Tevekkül, kulun Allah’ın katından gelene rızâ gösterip, Rabbi’nin rızkına ve işine kefil
alakalı Kur’ân-ı Kerîm’de birçok âyet mevcuttur.585 Kuşeyri’ye göre tevekkülün yeri
kalptir ve kişi bütün takdirin yaratıcı tarafından yapıldığına şüphesiz bir şekilde iman
ettikten sonra rızık ve geçim noktasındaki yaptığı çalışmaları tevekküle ters düşmez.586
Mevlânâ tevekkül kavramını kimi beyitlerinde tek başına, kimilerinde ise iman-
ilk etapta tevhid makâmını tam mânâsıyla idrâk etmiş ve Allah’a inanmış bir kimse gerçek
manada tevekkül edebilir. Ancak iman eden kişi yaratıcısına güvenebilir, dayanabilir
O’na muhtaç olduğunu bilir. Bunu “Hiçbir mahlûk yoktur ki onunla alakası olmasın…”588
Beyitleri ile dile getiren Mevlânâ, insan haricindeki tüm mahlukâtın bu muhtaciyet
durumunun farkında olduğunu ve sabah akşam Allah’a tesbih ve dua ettiğini dile
getirmektedir. “Hatta toprak, su, yel ve her bir kıvılcım bile kışın da dileğini ondan elde
eder, baharda da! Bu gökyüzü her an, Ya Rabbi, beni bir zaman bile aşağılatma diye ona
yalvarır. Benim direğim senin korumandır… Bütün gökler, sağ elinde dürülmüş,
yayılmıştır der…”589
584
Hâfız Ebî Bekr Bin Ebi’d-Dünya, Rızık Anahtarları ve Tevekkül, çev. Mustafa Utku, Uludağ
Yayınları, İstanbul, 2005, ss. 31-39.
585
Ayrıntılı bilgi için bknz; Nisâ Sûresi 4/81, Âl-i İmrân Sûresi 3/1-59, Yunus Sûresi 10/84, Enfâl Sûresi
8/16, Hûd Sûresi /123, Ahzâb Sûresi 33/48, Şûrâ Sûresi 42/10.
586
Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, a.g.e., s. 295.
587
Ethem Cebecioğlu, “Hz. Mevlânâ Üzerine Bir Değerlendirme”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi, c. 8, sy. 20, 2007, s. 7.
588
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b.3695, s.295.
589
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b.1176-1178, s.97.
195
Bu beyitlerde tüm mahlûkâtın dua ile muhtaciyetlerini Allah’a sunduklarını,
anne karnındaki çocuk gibi âciz olduğunu anlattığı beyitlerinin asıl amacı, Allah’ın kulları
sonraki aşama ise duâ ve tevekküldür. Mevlânâ’nın tevekkül anlayışında sadece dua ile
temellendirilmiş bir tevekkülden ziyâde, elden gelen yapıldıktan ve fiilî olarak aktif
etmekte, eşref-i mahlûkat olarak yarattığı insanların iman, duâ ve şükürle destekledikleri
tevekküllerini, Allah’ın boşa çıkarmayacağını dile getirmektedir. Bir diğer dikkat çektiği
nokta ise kişinin dünya için dünyalıkları gönderen Rabb’inden uzaklaşmaya ne denli
590
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.610-614, s.57.
591
Tuğba Sağıroğlu, Mevlânâ’nın Mesnevî Adlı Eserinde Tevekkül Anlayışı, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2009, s. 48-58.
592
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.4, b.1180, s.482. Ayrıca âyet için bknz. Bakara
Sûresi 2/45.
593
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.945, s.263.
594
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.955, s.265.
595
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.430-431, s.302.
196
yatkın bir yaratılışta olduğudur. Sebeblere dikkat çekerek sebeblerin asıl sahibininin
kavramını idrak için gerekli gördüğü ilkeler çalışmanın konusu ile alakalıdır. Ona göre
tevekkül için tevhid inancı ve dua mecburidir. Bir insanın tevekkül etmesi için Allah
inancı olması birincil şart, inandığı bu yaratıcıya hiçbir şüphe taşımaksızın tam bir
teslimiyetle dua etmesi ise ikinci şartı oluşturmaktadır. Bu açıdan bakıldığında kavramın
onun gözünde sadece müminlere has bir vasıf kabul edilebileceği görülecektir zira
tevekkül bir inanç konusudur. Dolayısıyla Mevlana tevekkül kavramını açıklarken dînî
dışlayıcı bir tavır sergilemiştir. Aynı zamanda dînî çoğulculukta İslâm inancının ve
sunulmamıştır.
3.5. Sabır
manalarına gelmektedir.596 Sabrı zor zamanda kendini tutabilme ve başarı için sıkıntılı
anlarda metânet gösterebilme şeklinde tanımlayanlar olduğu gibi günahlara karşı direnç
sabır olmayan insana iman da nasib etmez diyerek iman sabır ilişkisinin önemine işaret
bildiren Mevlânâ, onu besleyen etkenlerin başında ümitvar olmak ve hayal kurmanın ve
ibadet etmenin (Allah’ı tespih etmenin) geldiğini ifade etmektedir. İman zayıflığının
596
Karagöz v.dğr., a.g.e., s. 566.
597
Mustafa Çağrıcı, “Sabır”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2008, c. 35, s. 337.
598
Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, a.g.e., s. 325.
197
nedenlerini ümitsizliğe bağlayan Mevlânâ, bir bakıma sabrın tevekkülle çatışan
Ona göre sabır, güzel hayaller kurarak gelişir. Bir bakıma psikolojik bir dersi de içinde
göstermektedir.
“Yunus Tanrı’ya teşbih ettiği için balıktan kurtuldu, yoksa hazmolur, yok olup
giderdi. Bu deniz, can balıklarıyla dopdoludur. Sen görmüyorsun ama etrafında
uçuşup duruyorlar. O balıklar, sana kendilerini çarpmaktalar. Gözünü aç ta apaçık
gör. Balıkları görmüyorsan bile bari kulağın, teşbihleri duysun. Sabretmek, canının
tespihidir. Sabret asıl doğru tespih odur. O derece hiçbir tespih yokur. Sabret, “Sabır,
sıkıntının darlığın anahtarıdır.”
“Sabır, sırat köprüsüne benzer, cennette öbür tarafta. Her güzelin bir çirkin
lalası vardır. Laladan çekinirsen vuslata imkân yok. Çünkü lala, gözlerden ayrılmaz.
Ey azıcık bir şeyden kırılan sırça gönüllü, sen sabrın zevkini ne bilirsin? Hele o Çikil
güzeline ulaşmak için çekilen sabrın lezzetini!”600
Yunus’un sabrını örnek vererek onun balığın karnında ümitle, tespihle ve zikirle mevcut
599
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.600, s.46.
600
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3141-3149, s.241.
601
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.405-410, s.301.
602
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.1845-1853, s.346.
198
Ona göre, sabır Allah katından insanlara bahşedilmiş en üstün hasletlerden
“Ramazan ayında gereği gibi oruç tutarsan, senin vücut toprağını altın
ederler. Senin fani varlığını taş gibi ezerler de göğe sürme yaparlar. İftar vaktinde
yediğin yemek lokmasının her biri, birer mânâ incisi olur. Ramazan’da yemekte,
içmekte, kötü söz söylemekte, kötü iş işlemekte sabırlı olduğun için, bu sabır, senin
manevî görüşünü artırır, gönlünün gözünü açar.”603
ifade eden Mevlânâ, oruç-sabır ilişkisini bu duruma örnek göstermektedir. Ona göre
orucun sabrı beslemesi neticesinde elde edileceklerin başında mânevî mertebeler ve gönül
gözünün görüş alanının artışı gelmektedir. Sabır, iman ve ümit kavramları arasında ilişki
kuran Mevlânâ ancak iman eden kişinin ümit besleyebileceğinden, ümidin de sabırla
çıkmaktadır. Dînî çoğulculukta yüzeysel bir şekilde ahlâkî erdemler arasında sayılan,
hoşgörü ile özdeşleştirilen ve farklı olana toleranslı davranmayı ifade eden sabır kavramı,
kişilerin birbirlerine katlanmalarını ve sınırlı bir hoşgörüyü içeren tolerans kavramı, sabır
kavramının bir alt başlığı kabul edilemeyecek kadar sınırlı ve dar bir muhtevâya sahiptir.
da esas itibarıyla olumsuz bir tahammül durumu vardır. 605 Görüleceği üzere Mevlânâ,
603
Can, Divân-ı Kebîr’den Seçmeler, a.g.e., c.4, r.368.
604
Semra Kızılarslan, “İslam Felsefesi ve Batı Felsefesi Açısından Müsamaha ve Tolerans”, Akademik
İslam Araştırmaları Dergisi, sy. 9, 2020, s. 40, doi:10.46231/akademiar.672739.
605
Ahmet Cahid Haksever, “Mevlana’nın Düşünceleri ve Avrupa’da Birlikte Yaşama Kültürü”,
International Symposium on Relations of Turkey-Belgium and Co-Exhibition of Turkish Arts,
Burssels Belgium 03.07.June 2012, Ankara 2013, s.2.
199
temelleri Hz. Peygamber tarafından atılan ve İslâm’ın ahlâkî öğretileri arasında ilk
sıralarda yer alan sabır kavramını, dînî dışlayıcı bir bakış açısıyla değerlendirmiştir.
3.6. Tövbe
nedeniyle önemli bir yere sahiptir. Tövbe; terim anlamı olarak “rücu’ etmek, geri dönmek,
işlediği günahı terk ederek Allah’a yöneliş”606 anlamlarına gelirken ıstılâhî manada insan
hayatında dinin kötülediği her şeyi terk ederek, onun övdüğü ve önerdiği şeylere
yönelmek anlamlarına gelmektedir.607 Tövbe, Hak tâliplerinin ilk makamı olup; tövbenin
sahih olması, işlediği günaha nedâmet duymak, günahı tamamen terketmek ve bir daha
aynı günaha dönmemeye kesin karar vermek gibi şartlara bağlanmıştır. 608
Seyyid Şerif Cürcânî’ye göre tövbe, kalpteki ısrar ve inat düğümünü çözüp
metaforik bir anlatımla beyaz bir kişinin sürekli olarak yüzünü is ve kara dumana mâruz
bırakmasının bir süre sonra onun kararmasına neden olacağı gibi, günahlarında tövbe
edilmemesi durumunda kişiyi bu duruma düşüreceğini dile getirmektedir. Yine başka bir
beyitinde beyaz kâğıdın üzerine yazı yazıldığında net okunacağını ancak üzerinde sürekli
karalama ve silme işlemi yapılan bir kâğıdın yazı yazmaya artık elverişli olamayacağını
Âdem’in tövbesine geniş yer ayırmıştır. Konu ile alâkalı beyitlerinde Allah’ın engin
606
Selim Özarslan, “Kur’ân’da Tevbe Kavramına Kelâm Açısından Bir Yaklaşım”, Fırat Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, c. 12, sy. 1, 2002, s. 354.
607
Dilaver Selvi, Kaynaklarıyla Tasavvuf, 17. bs., İstanbul: Semerkand Yayınları, 2014, s. 479.
608
Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, a.g.e., s. 178-179.
609
Cürcânî, a.g.e., s. 70.
200
rahmetinden ümit kesilmemesi gerektiğini hatta tövbenin nasıl yapılacağını bile bizlere
Ona göre tövbe edebilmek nasipledir, her kişiye namaz kılmak nasip olmadığı
gibi aynı durum tövbe için de geçerli olabilir. Bu sebeple nasıl olsa ileride tövbe ederim
düşüncesiyle günahlara girmek çok riskli bir harekettir. Yapılan işlerin çirkinliği ve
küfrün boyutu ile doğru orantılı olacak şekilde tövbenin nasip olmama ihtimali mevcuttur.
Nefsi köpek şeklinde tasvir ettiği Rubâi adlı eserinde, nefsinin boynuna tövbe
610
Mülk Sûresi 67/30.
611
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1633-1656, s.125-126.
612
Şefik Can, Mevlânâ Hayatı Eserleri ve Fikirleri, İstanbul: Ötüken, 1995, s. 157.
613
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2505-2510, s.192-193.
201
Hz. Âdem’e tövbeyi Allah’ın öğrettiğini hatırlatan Mevlânâ, duayı, tövbeyi, kul
olmayı, şeytanın insanla bitmeyen hesabını hatırlatarak tövbe başlığı altında insanın
“…Bu is ve kurum bir derecede ki nihayet gönlün, bütün sırlara karşı kör
olmuş. Eğer o is, kurum, yeni bir kazana ursa bir arpa tanesi kadar küçük bile olsa
eseri görünür. Çünkü herşey, zıddıyla meydana çıkar. Bembeyaz kazanın beyazlığı
üstünde o kara is berbat bir şekilde kendini gösterir. Fakat dumanın tesiriyle kazan
karardı mı artık onun üstünde isi, kurumu kim görür a inatçı? Demirci zenci olursa
yüzü dumanla isle aynı renktedir. Fakat beyaz adam demirciliğe kalkışırsa yüzü yer
yer kararır, kızarır. Bu takdirde de günahın tesirini derhal anlar da ağlayıp sızlamaya
başlar ve “Aman Ya Rabbi” demeye koyulur. Fakat bir adam, günahta ısrar eder,
kötülüğü kendine sanat edinir, düşünce gözüne toprak saçar.”
“Artık tövbe bile etmeyi aklına getirmez; o suç gönlüne tatlı gelir, böyle
böyle nihayet dinsiz olur gider. O pişman oluş o “ Ya Rabbi” deyiş ondan zâil olur,
gönül aynasının yüzünü beş kat pas örter. Paslar demirini yemeğe, gevherini yok
etmeğe başlar. Beyaz bir kâğıda yazı yazarsan o yazı kâğıda bakar bakmaz okunur.
Yazılı kâğıda bir yazı yazarsan okunur ama iyi anlaşılmaz, insan yanılabilir. Çünkü
o karalanmış kâğıt üstüne kara yazı yazıldı mı her iki yazı da körleşir, hiçbir manası
kalmaz. O kâğıda üçüncü defa bir şey yazarsan kâfirlerin canı gibi tamamen kapkara
olur. Şu halde her şeye çare bulan Tanrı’ya sığınmaktan başka ne çare var? Bakırın
ümitsizliğine iksir, ancak onun nazarıdır. Ümitsizliklerinizi ona arzedin devasız
derdinizden kurtuluverin!”614
Mevlânâ tövbe-iman ilişkisine dikkat çekerek tövbe için ilk şartın iman ehli
olmakta saklı olduğuna dikkat çekmiştir. Pişmanlık duyulan bir eylemde Allah’a
geçirilen fiillerin insânî, vicdânî ya da ahlâkî açıdan doğru veya yanlış olduğunu
belirleyecek bir otoriteye yani yaratıcıya iman etmek gerekmektedir ki zâfiyet oluşması
ve önemine işaret etmektedir. Her ne kadar Mevlânâ’ya atfedilen ama aslında Ebu Said
Ebu’l Hayr’a ait “Gel, gel, ne olursan ol yine gel…” şeklindeki ifadesi 615, dînî
çoğulculuğa referans gösterilse de; Farsça kökeni ve maksudu itibariyle bu kadar basite
614
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.3370-3387, s.259-260.
615
Mevlânâ’nın eserlerinde bu ifadeyle karşılaşılmamaktadır. İfadenin Mevlânâ’dan yaklaşık iki asır önce
yaşayan Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın düşünce yapısına ve üslûbuna daha uygun düştüğü belirtilmektedir.
Yakup Şafak, “Mevlânâ’ya Atfedilen “Yine Gel…” Rubâîsine Dair”, Tasavvuf İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi, sy.24, 2009/2, s.80.
202
indirgenmemelidir. Bahse konu davet, “Bâz â, bâz â...” sözünün yanlış tercüme edilmesi
fiilinin emir şekli olup “geri gel” manasına gelmektedir. O devir Farsçası’nda “bâz
âmeden” kelimesinin diğer bir anlamı “tövbe etmek”tir. Bu bağlamda zikredilen söz;
“Her ne isen, kâfirsen, ateşe veya puta tapıyorsan, kötülük yapmış yüz kere, bin kere
tövbe etmiş ancak tövbeni bozmuşsan dahi, yaptıklarından pişman olarak geri gel,
çoğulculuğu savunanların iddia ettiği şekilde “Kâfir isen, putperest isen mevcut hâlinle
kâfir olarak, puta taparak, tövbeni bozmuş ve tekrâren tövbe etmemiş bir halde gel, yine
de seni buraya kabul ederiz” anlamında değildir. 616 Bu durum Mevlânâ’nın tövbe
kavramına dînî dışlayıcı düşünce yapısına yakın bir şekilde yaklaştığını göstermektedir.
huzurunda itiraf edilmesi şeklinde yapılan günah çıkarma eylemi617 ile İslâm dinindeki
bir şekilde ele aldığı tövbe kavramının, dînî çoğulculukta karşılığı bulunmamaktadır.
3.7. Şükür
minnettârlığını ifade etme, nimete söz ve fiille mukâbelede bulunma, Allah’a itaat edip
616
Atabey Kılıç, Ahmet Tanyıldız, “Abdülbâkî Gölpınarlı’nın Mesnevî Şerhi ve Şârihliğine Dâir”,
Abdülbâkî Gölpınarlı Kitabı, Anma ve Armağan Kitaplar Dizisi, Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı, 2013, s. 216-218.
617
Kürşad Haldun Akalın, “Hıristiyanlığa Aktarılmış Ritüeller Olarak İsis Kültündeki Vaftiz ve Günah
Çıkartma Ayinleri”, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 42, 2014, s. 42.
618
Karagöz v.dğr., a.g.e., s. 622.
203
onun buyruklarının hilâfına hareket etmekten uzak durma” şeklinde tanımlanmaktadır.619
Kuşeyrî’nin “derin bir saygıyla nimet sahibine boyun eğerek O’na ait nimetini itiraf
etmek”620 diye târif ettiği şükür kavramı, Türkçe’de “Allah’a karşı minnettarlık için
şükür, insanlara karşı minnettarlık için teşekkür” kelimeleri ile ifade edilmektedir. Şükrün
karşıtı ise nimeti inkâr etme yani nankörlüktür. Nimeti unutmamak kalbin şükrüdür,
nimeti vereni diliyle övmek dilin şükrü, nimet sahibine hakettiği şekilde karşılık vermek
ise organların şükrüdür. Kur’ân-ı Kerîm’de şükür kelimesi ve türevleri yetmiş beş yerde
Süleyman’ın dilinden, “şükreden ancak kendi iyiliği için şükretmiş olur; nankörlük eden
buyurulmaktadır. Âyetten anlaşılacağı üzere şükrün yararı Allah’a değil, kulun kendisine
yöneliktir. Şükrün diğer bir faydası ise nimeti ziyâdeleştirmesidir. Allah, şükreden
şeklindedir. Bunlardan bir kaçı şu şekildedir. İnsanları çok ve çeşitli kusurlarına rağmen
bağışlaması, 623
sıkıntılı anlarında onlara yardım etmesi, 624 insanlara kurtarıcı ve yol
ifadesi kulların şükür konusunda iradelerinin serbest bırakıldığı bir noktada imtihana tâbi
karşılaştığı belirtilmiştir.628
619
Mustafa Çağrıcı, “Şükür”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2010, c. 39, s. 259.
620
Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, a.g.e., s. 311.
621
Neml Sûresi 27/40
622
İbrâhîm Sûresi 14/7.
623
Bakara Sûresi 2/52.
624
Enfâl Sûresi 8/26.
625
Mâide Sûresi 5/89.
626
Nahl Sûresi 16/78; Mü’minûn Sûresi 23/78; Secde Sûresi 32/9.
627
Neml Sûresi 27/40,Mülk Sûresi 67/23.
628
Çağrıcı, “Şükür”, a.g.m., s. 259.
204
Mevlânâ için şükür çok kıymetlidir. Hatta nimetin canı, özüdür. Nimetten daha
şükürden uzaklaşmanın kişinin felaketi olacağını bildirmektedir. Allah ile bağ kurmada
ve onun varlığını mülk sahibliğini ikrâr etmede şükrün önemli bir fonksiyon taşıdığını
bildiren Mevlânâ, küfrün zıttı kabul ettiği şükrü kurtuluş için gerekli şartlardan biri kabul
etmektedir.
“Nimete şükretmek, nimetten daha güzeldir; şükre âşık olanı nimete doğru
nasıl gider? Şükretmek nimetin canıdır, nimet de deri gibidir. Çünkü şükür, seni
dostun mahallesine kadar getirir. Nimet gaflet getirir, şükürse uyanıklık; padişaha
şükretme tuzağıyla nimet avla. Şükür nimeti gözünü doldurur, seni bey yapar;
böylece fakire yüz nimet dağıtırsın. Hakk’ın yemeğiyle ve yiyeceğiyle doyarsın;
böylece oburluğun ve dilenciliğin gider senden.”629
Mevlânâ şükür için imanı birincil şart saymaktadır. Şükür, anlamını iman ile
bulur. Nimetleri kendisine ulaştıran bir Allah tasavvuru kabul edilmeden hangi mercie
teşekkür edilecektir? Şükrün yararı Allah’a değil kuladır. Kul şükrettikçe nimetin özüne
ve sırrına ulaşır. Aynı zamanda şükür bir ibadettir. Kur’ân-ı Kerîm’de bütün
yer verdiği ve imanın birincil şartlarından saydığı şükür kavramına dînî dışlayıcı bir bakış
açısıyla yaklaştığı görülmektedir. Dînî çoğulculukta ise Mevlânâ’nın iman ile bu derece
irtibatlı kabul ettiği şükrü açıklayabilecek herhangi bir kavram ile karşılaşılmamaktadır.
Küreselleşmenin sonucunda ortaya çıkan inanç problemlerine New Age dini hareketler
tevekkül, sadâkat gibi ahlâki erdemlerin durumunun ne olacağı gelmektedir. Zira yapılan
629
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2895-2897, s.378.
630
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.3010-3012, s.383.
205
yerini “ileriye dönük plan” kavramı alırken, “otoriter ahlâkın” yerini ise “bireysel ahlâk”
kavramı almaktadır. 631 Dolayısıyla şükür kavramının içeriğini, “ileriye dönük planla” eş
değer görmek doğru bir değerlendirme olmayacağı gibi Mevlânâ’nın yaşadığı dönem
aynası kabul edilen insan aynı zamanda mânevî emânetin taşıyıcısıdır. Bu şekilde
düşünmesi onu yaşadığı süreç boyunca din ayrımı yapmaksızın bütün insanlara saygı
göstermesi, bütün dinleri İslâmiyet ile bir gördüğü şeklinde anlaşılmamalıdır. O, farklı
dinlerin varlığını kabul etmekle birlikte, onlara inananları da insan olmaları hasebiyle
sevip saymış, dinlerin hakikati bir olsa dahi ibadet şekillerinde ve geleneklerinde
İnsanları insan olma vasıflarına sahip oldukları için kabul etmekte, sevmekte ve
Bunu Allah’ı görüyormuş gibi davranış sergileyen insan-ı kâmilin en güzel şekilde
yapabileceğini dile getirmiştir.632 Mevlânâ için din ile tasavvuf kıl kadar dahi birbirinden
631
Ramazan Biçer, “Küreselleşme: İslam Teolojisi Bağlamında Bir Yaklaşım”, İstanbul Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 18, 2008, s. 83-85.
632
Mehmet Necmettin Bardakçi, “Mevlânâ’ya Göre İnsanın Mâhiyeti ve Kâmil İnsan Olma”, Erdem, sy.
50, 2008, s. 5.
206
dünyasında mahlûktan şikâyet etmek onu yaratandan şikâyet etmeye eş değerdedir. Her
insan içerisinde kemâle erme potansiyelini taşıdığı için kıymetlidir yücedir. 633
İnsan-ı kâmil kavramı, tasavvuf tarihinin en önemli konularından biri olarak kabul
edilmiştir. Bilgi ve varlık problemleriyle alakası yanında dinî, ahlâkî ve sosyal boyutları
da bulunan derin fikrî çaba ve ruhî tecrübelerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır ve kavramı
tasavvuf literatürüne kazandıran isim Muhyiddin İbnü’l-Arâbî olarak kabul edilmiştir. 634
alındığında daha iyi anlaşılacaktır. İbnü’l-Arâbî’ye göre “mutlak vücûd, ilk mertebede
isimlerden biri de insân-ı kâmildir. Allah insân-ı kâmili yarattığı zaman ona akl-ı evvel
633
Ahmet Kabaklı, Mevlânâ, İstanbul: Türk Edebiyat Vakfı Yayınları, 2017, s. 89-91.
634
Mehmet S. Aydın, “İnsan-ı Kâmil”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2000, c. 22, s. 330.
635
Kur’ân-ı Kerim’deki konu ile ilgili âyetlerden bazıları şöyledir: Âdem’in “halifelik” makamından
bahsedilmesi (Bakara Sûresi 2/30),insanın “ahsen-i takvîm” üzere yaratılması (Tîn Sûresi 95/4) ayeti,
göklerde ve yerdeki her şeyin insanın emrine verildiğinden bahsedilmesi (Câsiye Sûresi 45/13) ayeti,
insana isimlerin tek tek öğretildiğinden (Bakara Sûresi 2/31) ve onun emaneti yüklenmesi(Ahzâb Sûresi
33/72) ilk insana ilâhî ruhtan nefhedilmesi, bu mevkiin kıymetini bilenleri Allah’ın kendisine dost
kılması, bazılarına Allah tarafından ilim verilmesi (Kehf Sûresi 18/65), Hz. Muhammed’in âlemlere
rahmet (Enbiyâ Sûresi 21/107) en güzel örnek (Ahzâb Sûresi 33/21) olduğunu bildiren âyetler
tasavvufun insân-ı kâmil konusundaki dayanağının Kur’ân-ı Kerim kabul edilebileceğine delil
gösterilmektedir.
636
İslâm felsefesinde mikrokozm-makrokozm teorisi tartışılmıştır ve bu fikrin insân-ı kâmil düşüncesine
tesir ettiği kabul edilmektedir. Örneğin Fârâbî’ye göre âlem tek bir şahıs olarak düşünülebilir. Aydın,
“İnsan-ı Kâmil”, a.g.m., s. 330-332.
637
Sûfîler, insan tabiatında ilk etapta zıt olarak nitelendirebilecek iki ana unsur bulunduğunu, bunların
eğitilerek insan-ı kâmil diye adlandırılan mânevî açıdan kendini gerçekleştirmiş insanın ortaya
çıkarılabileceğini ifade ederler. Dikkat çekilen bu iki temel unsur nefs ve ruh olarak kabul edilmektedir;
nefs dünyevî arzu ve istekleri temsil eder ve insan tutum ve davranışlarının gelişim yeri olan kalbi bu
yönde etki altına almaya çalışır. Tasavvufta ‘insan-ı kâmil’ konusunda ayrıntılı bilgi almak için örnek
olarak bkz. Cafer Karataş, “Muhyiddin İbn Arabî’ye Göre İnsan-ı Kâmil”, Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 7, sy. 7, 1998, s. 453-465.
207
meleklere târif etmiş ve onlara insanın âlemde kendisinin halifesi olduğunu bildirmiş,
göklerde ve yerde bulunanların hepsini onun emrine âmâde kılmış, böylece Allah’ın
Allah’ı ancak insân-ı kâmil bilebilir. Çünkü o, Allah isminin mazharıdır. Bu mertebede
insân-ı kâmil, bir kavramın izâfî anlamda var olan bir şeyin değil hakiki mânada var olan
bir insanın adı ve sıfatıdır. Bu anlamda gerçek insân-ı kâmil, Hz. Muhammed’dir. Bu
makama erişen evliyaullah ise birinci derecede onun vârisidir. Âlemde her şeyin dinamik
olduğunu iddia eden Molla Sadra’ya göre âlemin korunmasını insân-ı kâmilin varlığı
muhafaza etmektedir. İnsân-ı kâmil cismanî ve ruhanî, süflî ve kutsî, maddî ve mânevî
âlemlerin tamamında var olan her şeyi yaratıcının her mertebedeki tecellilerini taşır. Bu
sebeple bahsedilen haller, sınırsız sayıda isimle nitelendirilmeye müsaittir. Örneğin Hz.
denildiği gibi üstün vasıflara hâiz olması vesilesiyle “Vâris-i Muhammedî” diye
isimlendirilebilir. İnsân-ı kâmil Hak ile halk arasında köprü vazifesi görür. Gerçek insân-
ı kâmil Hz. Peygamber ile onun vârisi insân-ı kâmilin bir özelliği de Allah’ın ahlâkıyla
ahlâklanma bakımından ahlâkî kemale ermesidir. İnsân-ı kâmil, şeriat, tarikat, hakikat ve
mârifet açısından tekâmül etmiştir. Kâmil insan sözlerinde doğruluğu şiâr edinen,
kendisine verilen işi en iyi şekilde yapmaya gayret eden, ahlâkî açıdan olumlu yönde
gelişmeyi hedefleyen, eşyayı, ondaki hikmetleri ve sırları bilmek için emek sarfeden
kişidir. İnsân-ı kâmilin önemli bir işlevi de Allah’ın varlığı için en büyük şâhit ve kanıt
kabul edilmesidir. Bunun sebebi ise İlâhî isim ve sıfatların hiçbir yaratılmışta insân-ı
Mevlâna Mesnevî’nin ilk beyitlerinde, içi temizlenmiş ney ile mâsivâdan arınan
insan-ı kâmili anlatır. Ruhlar âleminden alınıp dünyaya halife gönderilen insan, tıpkı
638
Aydın, “İnsan-ı Kâmil”, a.g.m., s. 330-331.
208
kamışlıktan kesilerek asıl yurdundan ayrılan ve ney haline çevrilen kamış misali hep
“Dinle neyden duy neler söyler sana, derdi vardır ayrılıklardan yana, kestiler
sazlık içinden der beni; dinler, ağlar. Hem kadın hem er beni… Göğsü göz göz
ayrılık delsin de bir, sen o gün benden işit özlem nedir? Her kim aslın dan uzak
düşsün, asla dönmek için bir uygun gün arar.”640
kurar. Dağlanmış ney gibi insan da maddî bileşenlerini teşkil eden toprağı ve suyu terk
etmesi sonucunda ilahi ruhu görüp nûra gark olarak aşk ateşiyle yanıp olgunlaşır.
Kamışlıktan kesilen bir kamışın ney haline gelmesi için üzerinde uzun süre emek
harcamak gerekmektedir. Her kamıştan ney yapılmadığı gibi, her ney de üflenmeye
elverişli değildir. Seçilen kamış ney yapımına uygun ve onu yapan usta ise mâhir
olmalıdır. Ney yapımı için seçilen kamışın nefesi kabul edecek hâle gelebilmesinde ilk
işlem içinin boşaltılıp temizlenmesidir. Neyle uyumlu bir yol izleyen insan da, doğuştan
yetenekli olmalıdır. Bir mürşid-i kâmilin önderliğinde zorlu bir tasavvufî eğitim
sürecinden geçerek olgunlaşmalıdır. Kamış iyi bir usta elinde mükemmel bir ney haline
gelirken, insan da bu süreçten geçerek kâmil bir sıfat kazanabilir ancak kendi irâdesi,
azmi ve sabrıyla seyr-ü sülûku tatbik etmeden yalnızca bir mürşide bağlanması yeterli
değildir.641
sığdırılmış bir güneşe benzettiği insan-ı kâmili,642 büyük âlemin yansıması görür.
Mâhiyeti açısından bu kadar büyük bir makama layık kabul edilen insan, eğer kendi
639
Mustafa Kara, “Mevlânâ, Mesnevî ve Ney” (Ney’e Dair: Hz. Mevlânâ’nın 731. Vuslat Yıldönümü’nde
10 - 17 Aralık 2004 Tarihleri Arasında Düzenlenen Ney Sempozyumu’nda Sunulan Tebliğler, Konya,
2006), 15.
640
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.1-4, s.39.
641
Mehmet Necmettin Bardakçı, “Mevlânâ’ya Göre İnsanın Mahiyeti ve Kâmil İnsan Olma”, Erdem, sy
50, Nisan 2008, s.7.
642
Hz. Muhammed’de risalet, vilâyet ve kutbiyet hepsi birleşmiştir. Vedat Kader, Mehmet Feyzi Efendi
Hazretleri’nden Bilgiler ve Belgeler: Notlar, Hatıralar, İstanbul: Vefa Yayınları, 2018, s. 230.
209
varlığının ve özünün farkına varmaz ise yazık olup gitmeye mahkûmdur. 643 Mevlâna bu
“Sen baştan başa denizsin, ıslaklığı ne istersin ki? Sen, tamamiyle varlıksın,
yokluğu ne ararsın ki?
Ey parlak ay, tozu ne yapacaksın? Ay bile, senin yüzüne bakar da sararır.
Sen hoşsun, güzelsin, her türlü hoşluğun madenisin. Neden şaraba minnet
edersin ki?
Başında “Biz insanoğullarını ululadık” tacı, boynunda “Biz sana Kevser
ırmağını verdik” gerdanlığı var.”644
İnsan-ı kâmilin kalbi, gönül kâbesi olarak nitelendirilmiş ve Allah’a ulaşmak için
vasıta kabul edilmiştir. Nitekim Mevlânâ bu konuda, “Siz ey hacca giden kavim!
Nerdesiniz, nerede? Mâşukunuz burada. Geliniz, hep bu yana geliniz!” 645 Ferdin ıslâhını
sağlayarak, cemiyetin ihyâsına vesile olmakla görevli sayılan insan-ı kâmilin gönlü,
“İnsan cevherdir, gök ona arazdır. Her şey ferdir, her şeyden maksat O’dur.
Ey akıllar, tedbirler, fikirler kulu kölesi olan bey, mademki böylesin, kendini neden
Mevlânâ eserlerinde insan-ı kâmil konusunu ele alırken yaratılana verilen değere
dikkat çekerek konuyu ele almaktadır. Özü itibariyle bu derece kıymetli bir varlık kabul
tüm yarattığı kullarını merhametiyle kuşattığını dile getirerek insana biçilen değere dikkat
Yahudi, Hristiyan ve Allah’ı inkâr eden kâfirlere dahi hakaret etmemeyi öğütlemiştir.
Çünkü şu anda kâfir olan bir kişinin yarın ne olacağı bilinemeyeceğini belirtmekte, belki
de bir süre sonra müslüman olabileceğine dikkat çekmektedir. “Hiçbir kâfire hakaretle
643
İsmail Yakıt, Batı Düşüncesi ve Mevlânâ, İstanbul: Ötüken, 1993, s. 36.
644
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.5, b.3571-3574, s.691. Ayrıntılı bilgi için bknz.
Kevser Sûresi 108/1.
645
Can, Divân-ı Kebîr’den Seçmeler, a.g.e., c.7, s.608-609.
646
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.5, b.3575-3576, s.691.
210
bakmayın; müslüman olarak ölme ümidi vardır”647 diyen Mevlânâ, insanın ömrünün ne
sözleriyle itikadî açıdan dînî dışlayıcı bir tavır sergilemekle beraber, sosyolojik ve insanî
yönden ontolojik çoğulcu bir tavrı sunmaktadır. Bu üslup, günümüz insanî ilişkilerinin
“Müminin kalbi adalet ve ziynet için Hakk’ın avucunda, iki parmağı arasındadır.
Dış görünüşü bir sopa, fakat boğazını açtığında kâinat, önünde bir lokmadır”648 diyen
adâlet ve güzel ahlâk gelmektedir. Ona göre insan, mevcut haliyle Allah’ın eseri olduğu
için zaten kıymetlidir; bir de kalbi iman cevherini taşıyor ise o kalp, insan-ı kâmil
sahiptir.
gibi üstün şahsiyetlerin bu kavramları ontolojik boyutları ile kavrayarak çok daha derin
edilmemelidir.
Mevlânâ’nın din anlayışında bir kulun insan-ı kâmil sayılabilmesi için sadece
iman etmesi, ibadetlerini eksiksiz yapması ya da ahlâkî erdemlere sahip olması tek başına
647
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.4, b.2450-2452, s.799.
648
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.4257-4259, s.422.
211
bir anlam ifade etmemektedir. İnsan, ancak bu üç temel esası bir arada hayatına entegre
edebilmiş ise kurtuluşa hak kazanacaktır. Bu yaklaşım dînî dışlayıcılık teoremine daha
ve belirli bir amaca yönelik değildir. Dînî çoğulculuk teoreminde evrensel ahlâkla
ayrıntı verilmeksizin sadece “erdemli bir birey olmaya çalışma” şeklinde tanımlanmakla
212
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ATIFLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Mevlânâ’nın fikrî yapısının çok yönlü bir yapıya sahip olduğu tümel kanıyla kabul
belli başlıklar altında kategorize etme ihtiyacı hissetmişlerdir. Mevcut fikrî akımları
-incelenen kavramlarda (tevhid, felâh, necât, hubb, şükür, tevekkül ve diğerleri)- tam
Ayrıca, böyle bir iddianın sağlıklı bir zemine oturtulabilmesi için konuya ilişkin referans
bahsedilmektedir. İslâm inancındaki genel kanı ise, Yahudi ve Hristiyanların yani Ehl-i
649
Mehmet Paçacı, “Kur’ân’da Ehl-i Kitap Anlayışı”, Müslümanlar ve Diğer Din Mensupları:
Müslümanların Diğer Din Mensuplarıyla İlişkilerinde Temel Yaklaşımlar, Ankara: Türkiye Dinler
Tarihi Derneği Yayınları, 2004, s. 63-64.
213
onların Hz. Muhammed’i ve ona indirilen son hak kitap olan Kur’ân-ı Kerîm’i tasdik için
teşvik edilmeleri gerektiğidir. Dînî açıdan ortak kabul edilebilecek noktaların kendilerine
Kerîm’de neyin daha çok ön plana çıkarılmak istendiğiyle ilgili olduğunu öne
anki Müslümanların dışlayıcı tavrından farklı olarak ötekine dînî çoğulcu ve iman birliği
ekseninde ele alarak “kapsayıcı” ve “kısmî çoğulcu” yaklaşımla hareket ettiklerini, Ehl-i
çıkarak) ispat edilebileceğini iddia etmektedir. 652 Yine Ünver Günay, tasavvuf kültürünün
yaklaşımların içerisinde İslâm toplumu ötekine karşı nasıl bir tutum sergilemelidir? Bu
650
Ayrıntılı bilgi için bknz. Âl-i İmrân Sûresi 3/19-90.
651
Ebu Hamid Muhammed Gazzâlî, Faysalü’t-Tefrika beyne’l-İslâm ve’z-Zendeka, Menşurâtü’l-
Dârü’l-Hikme, Beyrut, 1986, ss. 105-6. Gazzâlî, İslamın çağrısına erişemeyen kimselerin
kurtulabileceğini ve bu kimselerin üç farklı kategoride değerlendirilebileceğini savunmaktadır. Eğer
kişi Hz. Muhammed’in adını hiç duymamış ise mâzurdur, adını duymuş ancak doğru tanıma imkânı
elde edememişse yine mazurdur, affedilebilir fakat İslam toplumu içinde yaşıyor Müslümanlar’dan
gerekli mâlumâtı alabiliyor ve iradesiyle İslam’ı kabul etmiyorsa inkâr ehlidir ve bu grup kurtuluşa hak
kazanamaz görüşündedir.
652
Mustafa Çakmak, Çağdaş Batı ve İslam Düşüncesinde Dinsel Kapsayıcılık, Doktora Tezi, İstanbul:
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2011, ss. 180-200.
653
Ünver, a.g.m., s. 64.
214
bölümde bu sorunun cevabı Mevlânâ’nın din anlayışının tahlili eşliğinde bilimsel bir
1. Dînî Çoğulculuk
dindarlarla eğlenen biri olarak görebilmiştir. 654 Hatta onun insanların ve özellikle de
eroin kullanımını teşvik ettiğini dahi iddia etmişlerdir.655 Mevlânâ hakkında çalışmaları
bulunan Nureddin Topçu, birbirine taban tabana zıt bu tasavvurların temelinde yatan
nedenlere değinmiştir. Ona göre söz konusu yaklaşımların en önemli sebebi, Mevlânâ’yı
müesseselerle mücadele eden ve onlara karşı çıkan din aleyhtarı bir kişi olarak gören
yaklaşım tarzıdır. Topçu, Mevlânâ ile ilgili böyle bir değerlendirmenin isâbetli
İslâm dininin dışında bir bakış açısına sahip kimselerdir. Bunlar Mevlânâ’nın Allah dostu
bir sufi olduğunu kasıtlı bir şekilde gözardı ederek onu Şaman rahibi gibi rakseden ya da
sihirle insanları büyüleyerek akıl dışı işlerle uğraşan sihirbaz bir insan gibi göstermek
hoşlanmayan ve âyini esas kabul eden tarikatleri eleştiren Mevlânâ’nın ve onun semâ’ının
bu oluşumlarla hiçbir benzerliği yoktur. Başka bir Mevlânâ tasavvurunda ise onu bütün
kapsayıcı olduğu iddia edilmektedir. Bu yaklaşıma göre, Mevlânâ’nın tek bir dine
654
Hüseyin Karaman, “Nurettin Topçu’nun Düşünce Dünyasında Mevlânâ”, Hitit Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, c. 8, sy. 15, 2009, s. 10.
655
Aysel Tan, Mevlânâ’da Dînî Tecrübe, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2017, s. 124.
215
mensubiyeti veya âidiyeti kabul edilemez. Zira o, bütün din ve fikirlerin ortak paydada
edenler, din, tasavvuf ve İslâm hakkında olumsuz ve taraflı fikre sahip hatta dîni, ruhun
etmektedir. Bunun tam tersi yönünde düşünen diğer bir grup ise Mevlânâ’yı metaforik
olmadığını iddia etmektedir.656 Aslında gözden kaçırılan asıl nokta belki de onun bütün
dinlere saygı duymasının bütün dinleri eşit görmesinden kaynaklandığını söylemenin çok
kesin bir hüküm olmasından kaynaklanmaktadır. O bütün dinleri bir görmemiştir ancak
bütün dinlerin hakikatinin bir kabul edilebileceğini iddia etmiştir.657 Hakikat birdir ancak
mevcut dinlerin doğruları bir değildir ve gerçek algıları farklı farklıdır. Herkes hakikate
ticâri bir rant elde edildiği görülmektedir. Hümanizm, hoşgörü gibi üst başlıklar altında
tarzında bahsedilmesi ya da Batı’da Hz. Muhammed’den daha tanınır bir şahsiyet olarak
lanse edilmesinin alt nedenleri bilimsel bir çerçevede incelendiğinde popüler ve akademik
akademik açıdan ele alınan eserler, son çeyrek asırda Mevlânâ’nın eserlerinin
656
Karaman, a.g.m., s. 6-11.
657
Can, Mevlânâ Hayatı Eserleri ve Fikirleri, a.g.e., s. 145.
216
çevirilerinde orijinal metinden uzaklaşma ve metinlere sübjektif yorumlar ekleme
Burada dikkat çekici nokta ise şudur: Mevlânâ’nın tüm söylemleri Kur’ân ve
sünnetten bağımsız mıdır? Kendisi, engin bir hoşgörüyü temsil ederken İslâm dînî de
dâhil bütün dinlerden farklı bir öğretiyi mi savunmuştur? Onun dine ve dinin temellerine
yaklaşımı gerçekten bugün toplumlara yansıtıldığı kadar sığ mıdır? Onu dînî çoğulcu,
dolayı çoğulcu ve engin hoşgörü sahibi kabul edip “ Mevlânâ dinlerin amacının birliğini
vurgulamaktadır” demesi 659 ya da Câfer Sadık Yâran’ın Mevlânâ’ya ait “Mûsa kıyamete
dek vardır; ışığı hep o ışıktır; başka ışık değildir; değişen kandildir ancak… Bu kandille
fitil başkadır ama ışığı başka ışık değildir, hep o yandadır.” Söylemini dinlerin gâyelerinin
birliğini savunduğuna delil kabul edip Mevlânâ’yı radikal bir çoğulcu olmasa da
“çoğulcudur”660 şeklinde nitelendirmesi ne kadar objektif bir bakış açısı kabul edilebilir?
658
Batı’da Mevlânâ ile ilgili yapılan çalışmaların temeli “Bibliotheque Orientale” isimli ansiklopediye
“Mesnevî” adlı maddenin eklenmesi ile başlamıştır. 1636 yılında Oxford Üniversitesi’nde Farsça
kürsüsü kurulmuş ve ilerleyen yıllarda Sir William Jones’in “Mesnevî” ile ilgili araştırmaları
başlamıştır. Mesnevî’den “bir insan eseri olamaz” diyerek övgüyle bahseden Sir Jones Mevlânâ’yı
yazarlıkta Shakespare ve Chaucer ile mukayese edecek seviyede iyi bir yazar şeklinde tanıtmıştır. 19.
Yüzyılda Cambridge Üniversitesi’nde Sankristçe Profesörü Cowell tarafından sınavlarda Mesnevî’den
kesitlerin öğrencilere sorulduğu görülmektedir. Mesnevî ile ilgili en nitelikli çalışmaları yapan Batı’lı
ise Oxford Üniversitesi’nde çalışmış Profesör Nicholson’dur. Kendisi “Selected Poems from the Divan-
ı Shams-i Tabriz” adlı makalesiyle çalışmalarına başlamış, “Fi hi Ma Fih’in” Batı’da tanınmasını
sağlamıştır. Mesnevî ile ilgili yaptığı tercüme, edisyon kritik çalışmaları ve numaralandırma sistemi
günümüzde bile dünya çapında kullanılan ve kabul gören bir sistemdir. Nicholson’un ölümünden sonra
öğrencisi Arthur John Arberry hocasının yolunda ilerleyerek Mesnevî tercümelerine devam etmiş ve iki
ciltlik “Tales from the Masnavi” ve “More Tales from the Masnavi” adlı eseri kaleme almıştır. Bu
çalışmaların günümüzde yapılan çalışmalardan ayıran en önemli özellikleri orijinal metne sâdık
kalınarak yapılmış olmalarıdır. Ancak günümüzde yapılan popüler tercümelerde aynı hassasiyetin
korunmadığı görülmektedir. 1981 yılında Coleman Barks tarafından kaleme alınan Nicholson’un
çevirisinden alınan ve orijinal metne sâdık kalınmaksızın Mesnevî’den alıntı pasajlar ve hikâyelerle
derlenen “Delicious Laughter; Feeling the Shoulder of the Lion; One-Handed Basket Weaving; Open
Secret: Versions of Rûmî; We Are Three; This Longing” ve “The Essential Rûmî” adlı eserleri tamamen
kendi yorumuyla uyarladığı eserler olmaları nedeniyle bilimsel nitelik taşımamaktadır. Sâfi Arpaguş,
“Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Eserleri Üzerine Yapılan İngilizce Çalışmalar”, Tasavvuf İlmî ve
Akademik Araştırma Dergisi, c. 6, sy. 14, 2005, s. 776-780.
659
İbrahim Agâh Çubukçu, “Mevlânâ ve Felsefesi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.
26, sy. 1, 1984, s. 109, doi:10.1501/Ilhfak_0000000249.
660
Yaran, “İbn Arabî, Mevlânâ ve Yunus Emre’ye Göre Öteki’nin Durumu”, a.g.m., s. 390-398.
217
Ön yargısız ve tarafsız bir bakışla bakıldığında çok yönlü bir şahsiyet olan
görülecektir. Bunun doğru tespiti için iman, ibadetler ve ahlâka bakışı kadar varlığa,
bilgiye, akla, din ve şeriata, fıtrata, kültüre de bakışı önem arzetmektedir. Eğer onun bu
kavramlara yüklediği anlamlar doğru tespit edilebilirse, diğer dinlere bakışı da daha net
Mevlânâ, insana sırf insan olduğu için değer veren, onu tüm kusurları ve
eksiklikleri ile hoşgörebilen, insanın sırrını kendince çözmüş bir sûfîdir. Bu bağlamda
ontolojik serüvenini tahlil eden Mevlânâ, fıtrat kavramına dikkat çekmektedir. Genel
anlamda fıtrat kelimesi “yararak ikiye ayırmak; icat etmek, yaratmak” anlamlarına gelen
“fatr” kökünden türemiş bir isim olup “hilkat, huy, hal, tabiat, belli yetenek ve yatkınlığa
Kendisinden önce gelen tüm dinleri tashih eden İslâm, kendisinden sonra ortaya
çıkması muhtemel bütün yeni din iddialarının da geçersiz olacağını bildirmiştir. Allah-
birey-toplum ilişkisinin sağlıklı bir şekilde devam etmesini hedefleyen bir din olan İslâm,
insanın kendini tanımasını vâzeder. Fıtrat kavramı bu noktada açıklayıcı fonksiyona sahip
önemli bir unsur kabul edilebilir. Zira fıtratla beraber birey, ontolojik düzlemin sınırlarını
bakış açısına münâsip bir şekilde hareket etmeye başlayabilir. Bu durumun özeti ise
661
Hayati Hökelekli, “Fıtrat”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1996, c. 13, s. 47.
218
yaratılmışın insan, yaratanın da Allah olarak tanınması ve o yönde tavır
mecburiyetinde kalmıştır. Bir başka ifadeyle, artık bu tarz fikrî problemlerin çözümünde
fıtrat kabul edilmiştir. Fıtrat ilk etapta ailenin etkisiyle ardından onların inanç
temiz olan fıtrat, zamanla benimsenen hayat tarzı doğrultusunda ilk hâlinden
davranışlarda bulunanlar fıtratlarındaki takva boyutunu aktif olarak tercih edenler yani
mü’min kimselerdir. Allah’a isyan ve itaatsizliği öne çıkaran ve kötülüğü aktif olarak
tercih eden şirk koşan kimseler ise mü’min olmayan bireylerdir. 664
662
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.8, b.7634, s.94. Konu ile alakalı Mesnevî’de bknz.
“Cenâb-ı Hakk: “Hiçbir ümmet, Hakkın halîfesi ve himmet sâhibi bir peygamberden hâlî kalmamıştır.”
Buyurmaktadır.”
663
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.13, b.14926, s.74. “Bireyin çevresindeki insanların
inançları ve huylarına etkileri mevcuttur. Konu için Mesnevî’de “Dünyada herşey kendi cinsi olan şey’i,
meselâ sıcak sıcaklığı, soğuk soğukluğu celbeder. Bâtıl güruh bâtılları çeker. Bâkiler, yani Hakk üzre
olanlar da yine bâkîlerden hoşlanırlar. Ehl-i nâr olanlar cehennemlikleri cezbederler. Ehl-i nûr olanlar
da cennetliklere tâlibdirler. Nitekim habisler habisleri, tayyibler tayyibleri çekerler.”
664
Musa Bı̇ lgı̇ z, “Kişiliğin Oluşumunda Fıtrât ve Sosyal Çevrenin Etkisi (İsra, 17/84. Ayeti Ekseninde)”,
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy. 25, 2006, s. 137-138.
219
Esasta bireyin nefsi, iyilik ve kötülüklere eşit yakınlıkta iken ahlâkî erdem ya da
gibi, ona uygun davranarak kendilerini daha ileri seviyelere ulaştıranlar da mevcuttur.
Mevlânâ fıtrat konusunu, öncelikle insanın mâhiyetinden yola çıkarak ele almıştır.
İnsanın maddî yönünün yanında mânevî yönünün de vurgulandığı bu şablonda sûret mânâ
ilişkisi dikkat çekmektedir. İnsanın görünen sûretinin arkasındaki mânâ boyutu yok
İnsânî ilişkilerde her kişinin fıtratına yakın kimseleri kendisine dost ve yoldaş
edineceğini belirten Mevlânâ,666 bir bedevînin konuşmasına yer verdiği beyitlerinde fıtrat
yönelim hâli kabul edilebileceğini; ayrıca varlık ve yokluğun külliyen Allah’a âşık
olduğunu anlatmaktadır. Yine başka bir yerde kötü kişilerle arkadaşlık edildiğinde
onların mayasız olmaları yani fıtratlarının bozukluğu sebebiyle iyi huylu kişinin de
rehberlik görevi yapacağını ifade etmiştir.667 Ona göre fıtrat, mahlûkâtın orijinal halini
kalabilmesinden ibarettir. Her canlının fıtratına en uygun ortamda en güzel halini teşhir
665
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, a.g.e., s. 15.
666
Fıtrata işaret eden bir başka Mesnevî beyiti de şu şekildedir. “Güzel güzeli cezbeder. Bunu bil de
doğruluğunu isbât için Nur Sûresi 26. âyeti oku! “Kötü şeyler kötü kimseler için, iyi şeyler de iyi
kimseler içindir” Diye hülâsa olunabilir. Bazı müfessirler: “kötü kadınlar, kötü erkeklere, iyi kadınlar
da iyi erkeklere mütemayildir.” Manâsını vermişlerdir. Bazıları da kötü ve iyi söz ile ya da kötü ve iyi
adamlar diye tefsîr etmişler ve “kötü kimseler kötü söz söylerler, iyi adamlar da iyi söz söylerler”
demişlerdir. Bu manâlar doğru olmakla beraber, bunları söze ve şahsa hasretmekten ziyade “kötülük
kötülere, iyilik iyilere mahsustur” diye ta’mim eylemek daha doğru olur sanırım.” Mevlânâ Celâleddin
Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.6, b.4067, s.16-17.
667
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.5, b.2644-2646, s.517. Tâhirü’l-Mevlevî’de fıtrat
konusu zıtlıkların uyumuyla açıklanır. “Kahr ve gazab, tatlıyı acıya götürür. Acı tatlı ile nasıl uyuşabilir?
Hz. Mevlânâ, hidâyet ve dalâlet erbâbını tatlı ve acı birer denize benzetmişti. Bu iki deniz, daima telâtum
ve tehâcüm halindedir. Tatlı deniz, yani iyi adamlar, acı denizi, yani kötü şahısları iyileştirmek isterler.
Acı deniz, yani kötüler de iyileri kötüleştirmeye çalışırlar. Bu çarpışma ve uğraşma, rûhların ve
kabiliyetlerinin ihtilâfından ileri gelir. Çünkü tatlı deniz, cemâl sıfatının; acı deniz ise celâl sıfatının
mazharıdır. Her mazhar, kendisindeki zâhirin zuhûruna tabi’dir. Şeyh Sâdi Gülistan’ında, akrebin
sokması, soktuğu adama kininden değildir. O tabiatı icabı sokar der.”
220
edeceğini savunan Mevlânâ, kum üstünde çırpınan bir balığın, ormanda zincire vurulmuş
Mevlânâ’da tevhid ve fıtrî din birbiriyle iç içe geçmiş bir şekilde işlenmektedir.
Fıtrattaki zıtlıklatın kimi zaman dengenin sağlanmasında etkin rol oynadığını gece
gündüz metaforuyla açıklayan Mevlânâ, cihânı bir tuzlaya benzeterek ölümle toprağın
altına giren insanların artık tek renk ve bir olduklarından yani fıtratlarının özüne
hayatında bütün karanlıkları ışığa çevirecek güçtedir ve yine dünyadaki kısa ve uzun
gölgelerin tamamı, onun sır güneşinin altında bir görünmektedir. Müşrikler, Hristiyanlar,
Yahudiler ve Mecusiler o nurun tesiriyle tek bir renge boyanmaktadırlar. Ancak mânâ ve
öküzlerin kurban edilmek üzere ayırt edildiği mahşer gününde, mümin kullar bayram
doğan kuşlarına, kâfirleri ise kötü sesli kargalara benzeten Mevlânâ, metaforik dil
kullanımına devam ederek, doğan kuşlarının padişaha yani Allah’a ulaşacaklarını, kötü
sesli kargaların ise mezarlarına döneceklerini ifade etmektedir. Fıtratı bozuk olana,
yakmanın ve misk sürmenin ona lâyık bir hareket olmadığını dile getirmektedir.669
668
Ergin Ergül, Hukukçu ve Yöneticiler İçin Mevlânâ Bilgeliği, 3.baskı Ankara: Adalet Yayınevi, 2017,
s. 102.
669
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.6, b.1875-1906, s.363-367.
221
Asr-ı Saadet’teki Hristiyanlar bununla övünmüşler, bizi sıbğamız var, sizin
yok demişlerdi. Sıbğa: Boya demektir. Zinet ve fıtrat manasına da gelir.
Yani: “Ey mü’minler! Siz de onlara deyiniz ki: Biz Sıbğatullah’a tâlibiz.
Dîn-î fıtrat üzereyiz yahut da sünnet olmaktayız. Dînî telkin etmek ve Müslümanları
temizlemek hususunda Allah’tan daha güzel kim vardır? Biz sıbğa emrine inkiyad
ederek Allaha ibadet edicileriz.(Bakara Sûresi 2/138.)”
Erbâb-ı hakikte göre Sıbgatullah, Bîrenglikten ibarettir. Bir kimse muhtelif
renk ve tavırda bulunmaktan kurtulmayınca sıbğatullaha boyanmaz. Tıpkı el suyu
gibidir. Durulup kesafeti gitmeyince çamur rengindedir. Fakat durulup bulanıklığı
gidince saf, berrak ve renksiz bir su olur. İşte iyi huy, o renksizlik membaından sızar
ki, onun adı sıbğatullahdır. Kötü huy ise o çamurlu su gibidir ki membâı kirlidir,
lânet-i İlâhiyye de onun adıdır.”670
Mevlânâ’ya göre salt işlenmemiş haliyle fıtrat bireyseldir ve özü itibariyle her kul
aynı saflık ve temizlikle dünya hayatındaki yerini almaktadır. Ancak bu temiz fıtrî hal,
aklın nimetleri, güzel huylar ve imânî esaslar ile bezenip doğru kaynaklardan
Mevlânâ’nın bu bakış açısı felsefî açıdan değerlendirildiğinde onun yaratılmış her kula
değer verişi, bireyleri özü itibariyle temiz ve hoş görüşü, dünya hayatında yaşam hakkına
sahip her kulu eşit özelliklerde kabul edişi ontolojik açıdan çoğulcu bakışa sahip olduğu
savını desteklemektedir.
Örneğin ruhî açıdan sağlıklı her birey, İlahî kurallara uyduğunda mutluluğu elde eder zira
hareketlerdir. Kişi yalan yerine doğruyu söylediğinde, kirlilik yerine temizliği seçtiğinde
olumlu özellikleri barındırdığı için ruh halini de iyi yönde etkiler. Zaten İslâm’ın fıtrat
ele alırken Mü’min, Kâfir, Mecusî gibi ayrımlara ve onların kurtuluş noktasındaki
670
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.1, b.760-769, s.62-63.
222
farklılıklarına çok sık başvurduğu görülmektedir. Bu nedenle onun, fıtrat kavramını
savunanlarca zımnen de olsa herkes doğduğu yerde ki dîni, mecburen benimsemek ve ona
kullanılarak, hakkı bulmak için küllî akla ulaşmaya çalışılmasının daha doğru bir tavır
ayırımında mümin kimseyi “aklını kullanarak musibetten uzak kalabilen kişi” şeklinde
tanımlamıştır.673
Bu ve benzeri ifadeleriyle mümin-kâfir ayırımı açık bir şekilde gözler önüne seren
Mevlânâ, niçin özellikle Batı’lı kaynaklarda dînî çoğulculuğa ve dinler arası diyaloğa
ibaret bir kişiymiş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır? Örneğin Mehmet Aydın’a göre
Mevlânâ için dînî çoğulculuk bir gerçeklik sorunundan daha fazlasını ifade etmektedir.
Kendisi, bu konunun Mevlânâ için “ilahi bir kural” olduğu görüşündedir. Yine ona göre
Müslümanlar tarihte olduğu gibi bugünde Tanrı hakkında bildikleri ve bilinebilecek her
şeye sahip ve vahyin tamamının mâliki gibi davranmamalıdırlar. Müslümanların diğer bir
671
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.2, b.760, s.454-455.
672
Yaran, İslam ve Öteki, a.g.e., s. 398.
673
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, a.g.e., s. 195.
223
etmemeleridir. 674 Bu şekildeki iddialar dikkatle incelendiğinde Mevlânâ’nın çok yönlü
fikrî bir yapıya ve belirli bir kalıba sokulamayacak kadar geniş bir perspektife sahip
vurguladığı kendisini Kur’ân’ın kölesi, Hz. Muhammed’in ayağının tozu gibi kabul ettiği
görüşünden ya da “bir ayağının pergel gibi İslâm’da sabit olup diğer ayağıyla yetmişiki
dahi bu tavır belirgin bir şekilde kendisini hissettirmektedir. 675 Holistik bir yaklaşımla
bakıldığında John Hick’in Mevlânâ’nın lambalar farklı ancak ışık hep aynı sözünün onun
öteki dinlere bakış açısını yansıtmaktan daha çok, özü itibariyle herşeyin Allah’tan
beraberinde getireceği sonucunu çıkarmak mümkündür. 677 Aklı bile derecelere ayıran
674
Atay, “Dinsel Çoğulculuk Açısından Farklı Mevlânâ Okumaları : Bir Çözümleme Denemesi”,a.g.m.,
s.96.
675
Rıfat Atay, “Peygamber Vârisi Mevlânâ: İnsan Sevgisi Merkezli Çoğulcu Bir Okuma Denemesi”,
Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 17, sy. 17, 2007, s. 308-309,
https://dergipark.org.tr/tr/pub/harranilahiyatdergisi/276373.
676
Yaran, İslam ve Öteki, a.g.e., s. 392-394.
677
Konu ile ilgili diğer bir örnek ise şu şekildedir. “Arap da biziz, testi de biziz, melik de biziz. Ezelde
mahrum olanların hepsi, bu mânâyı anlamaktan mahrumdur. Cenâb-ı Pir, iki beyit evvel “şu
naklettiklerim hikâye değil, hâlimizin tasviridir.” Demişti. Burada Arap, testi ve melik biziz
buyurduktan sonra, bu hakikâti herkesin anlayamayacağını, bu anlayışsızlığın ise kabiliyetsizlik ve ezelî
mahrumiyet icâbı olduğunu söylüyor ve şu âyetlere telmih ediyor: (Zâriyât Sûresi 51/7) “Yolları
bulunan sema hakkı için” “hubük” kelimesi yol demek olan “hibak” lafzının çoğulu olduğu için “Zâtü’l
Hubük” yani “yolları bulunan” mânâsına gelir. Semânın yol sahibi olması mahsus ve mâkul yolları
bulunmakla tefsir edilmiştir. Gökyüzündeki mahsus yollar, seyyârelerin ve meleklerin güzergâhlarıdır.
(Zâriyât Sûresi 51/8’de) “Ey müşrikler siz, peygamber ve Kur’ân hakkında ayrı ayrı ve birbirimize
aykırı söz söylemektesiniz.” Aleyhisselatü Vesselam hakkında müşriklerin kimi şâir, kimi kâhin
dedikleri gibi; Kur’ân-ı Kerim için de, “Esâtirü’l-Evvelîn”, yani eksiklerin uydurdukları masallardır,
demişlerdi. Çünkü: (Zâriyât Sûresi 51/9) “Kur’ân’ın hakkâniyetini ve Hazreti Peygamber’in sıdk-ı
nübüvvetini anlamaktan döndürülmüş ve mahrum bırakılmışlardır.” İlm-i İlahî’de ezelden şâki olanlar,
din ve mânevi hakikatleri idrâk edemezler. Onların şuuru, o saadeti kavramaktan mahrum bırakılmıştır.
Hazreti Mevlâna demek istiyor ki: “Asr-ı Saadet’teki müşrikler, nasıl hakikâtin idrâkinden mahrum
kalmış, gözlerinin önünde güneş gibi parlayan Kur’ân’ın ve âhir zaman Nebî’sinin ziyâsından gözleri
kamaşmış ise, benim zamanımda bulunan ve sonradan gelecek olan gâfiller de, benim sözlerimi öylece
anlamayacaklardır.” Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.2903, s.1363-1364.
224
Mevlânâ, akıl sahibi insanları da sıfatlarıyla ayırt etmiş ve sınıflandırmıştır. Ancak bu
itikadî farklılıkları insânî ilişkiler boyutuna taşımamıştır çünkü o, aynı zamanda bir
yönelmediklerini bu yüzden tebliği, şiir ve semayla onların fıtratlarına uygun, câzip bir
hâle soktuğunu ve bozuk mizaçlarını tıpkı bir doktor gibi tedavi ettiğini bildirdiği
çeşit çeşit fikir beyân edebileceğini bildiren Mevlânâ, bunların hepsinin aynı anda doğru
hepsi ahmaklaşırdı, böyle bir durumda kumaşı tanımak kolaylaşır ancak ehil ile ehil
olmayan arasındaki fark yok olup giderdi” diyen Mevlânâ, “Herşey hak diyen kişi,
Neticede Mevlânâ’daki çoğulcu bakış, dînî çoğulculuk kavramını aşan hatta onu
kapsayan daha geniş perspektifli ve özünü İlahi aşktan alan ontolojik bir çoğulculuktur.
“Biz dile, söze bakmayız, cana, hâle bakarız” beyânı, ontolojik çoğulculuğunun bir delili
kabul edilebilir. Ondaki varlık bilimini içeren ontolojik bakış, aslında vahdet-i vücud
anlayışıyla alakalıdır. Tartışmalı bir konu olan Vahdet-i vücud, en basit tanımıyla varlığın
yalnız bir Zât’tan yani Allah’tan ibârettir. Yaratılmış olan kâinat ve içindeki herşey gerçek
678
Atay, “Peygamber Vârisi Mevlânâ: İnsan Sevgisi Merkezli Çoğulcu Bir Okuma Denemesi”, a.g.m.,
s.308-312.
679
Yaran, İslam ve Öteki, a.g.e., s. 397-398.
225
varlıklar değildirler sadece vehim ve hayalden ibarettirler. Çeşitli mertebelerde Allah’ın
tanımlamadır çünkü varlıklar Allah’ın ezeli ilminde sabit mâhiyetler kısacası, “âyân-ı
şekillenmiştir. Kullanım üslubu terimsel bir anlatımdan daha çok didaktik hikâyeler ve
şiirlerle desteklenmiştir. Mevlânâ’nın varlığa dair görüşü, daha çok İmam Rabbâni’nin
benzemektedir.
Mevlânâ’nın varlıkla ilgili verdiği başka bir örnek ise “bulutun parlaklığı gerçekte
aydandır, kim buluta ay der ise o sapıktır” sözüdür. Bu ifadeleriyle o, vahdet-i vücud
yüceleceğini bildiren Mevlânâ, nefsin tamamen yok olmasının ardından varlığın birliğe
ulaşacağını belirtmektedir. Varlıkla ilgili bir diğer vurguladığı nokta ise onun
sınırlılığıdır. Mevlânâ, sınırsıza karşı sınırlı olan yok hükmündedir ve Allah’ın zatından
başka herşey yok olmaya mahkûmdur görüşündedir. 680 Mesnevî’yi “Vahdet Dükkânı”
Mevlânâ’ya göre, vahdet-i vücûd bir makam ve hâldir. Bu vahdet âleminde bireyselliğini
yok sayan Mevlânâ, kendisini karşısındaki insanın aynasında görür. Ona göre çokluk,
ettiği söylenilebilir. Ondaki hoşgörü, dînî çoğulculuk kıstaslarının çok daha üzerindedir.
680
Hüseyin Tunçbilek, “Mevlânâ’da Vahdet-i Vücud Telakkisi”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, c.18, sy. 18, 2007, s. 55-58.
681
Kadir Özköse, “Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin Düşünce Dünyası”, İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi, sy. 20, 2007, s. 84.
226
Varlık olarak insanı ele alan, anlamaya çalışan ve değer veren Mevlânâ, aslında ontolojik
yaklaşıldığında dînî çoğulculuğun Mevlânâ’da iddia edildiği gibi bir karşılık bulmadığı
kültürdür. Kültür, varlığın yapısını belirleyen bir kavram kabul edilmekteyken, aynı
unsurlarının bütününe kısacası gelenekler birliğine verilen addır. İslâm kültürü ise
gömülmüş, artık mîadını doldurmuş bir kültür ve medeniyet değildir. Aksine her geçen
gün bünyesine yenilikler katmaya devam eden, gelişen ve dinamik bir kültürdür. 682 İslâm
dogmatiklikten ziyâde rasyonel bakışla karar vermesine borçludur. 683 İslâm’ın kültürel
yapısının temelleri Asr-ı Saadet’te atılmıştır. Hz. Peygamber, yirmi üç yıllık nübüvveti
benimsenmesini sağlamak için gayret sarfetmiştir. Bu süreçte karşı karşıya kaldığı sosyal
682
Vecdi Akyüz, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saâdet’te İslâm, İstanbul: Ensar Neşriyat, 2007, c. 4, s. 85.
683
İsmail Raci Fâruki, İslam ve Diğer İnançlar, çev. Okumuş, Ejder, İstanbul: İnsan Yayınları, 2011, s.
106-108.
227
dokunun farkında olan Hz. Muhammed, temkinli, tedrici ve müsâmâhalı bir metod
eşliğinde hareket etmiştir. Bâtıl ve akla uymayan inançları ilga ederken (örneğin fal
görülmektedir. Kısacası İslâm’ın hızla yayılışı ile İslâm kültürünün gelişerek yayılışı
atbaşı yürüyememiştir. Zira kültür daha geniş zamanda gerçekleşecek bir özümseme ve
sindirme sürecine muhtaçtır.684 Bir diğer nokta ise şudur; İnsanlar inandıkları dinde
emniyet içerisinde kalmayı İlahi kabul ettikleri sabit bir noktanın bulunmasını arzu
etmektedirler. Tarihî çalışmalar ise dinin hem teorik hem de uygulama aşamasında bazı
gerekmektedir.686
olduğu dönem ve bulunduğu bölgenin sosyal yapısı incelendiğinde, ilk göze çarpan nokta,
etrafındaki kitlenin heterojen bir yapıya sahip oluşudur. Belki de onun yaşadığı zaman
diliminde böyle çok çeşitli bir kitleye hitabı başarıyla gerçekleştirebilmesi, yüzyıllar
684
Akyüz, a.g.e., s. 83-84.
685
Mesnevî’de konu ile ilgili diğer örnek için bknz. “Cenâb-ı Hakk, buyurdu ki: “Hayır... Fer asla kıyas
edilmez. Belki neseplerin ahirette faydası yoktur. Ancak zühd-ü takva faziletin mihrâbı olacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’de (Mü’minûn Sûresi 23/101) “Sura üflenince (yahut İbn-i Abbas ve Hasan Basri
kıraatine göre, fissuri, yani cesetlere ruhlar nefh edilince ve ölmüş olanlar dirilip kalkınca) aralarında
nesep ve akrabalık kalmayacaktır.” Çünkü o günün dehşetinden insanlar; babasından, anasından,
kardeşinden, karısından ve çocuklarından kaçacak, filanın kardeşi olmak fayda vermeyecektir. Belki:
(Hucurât Sûresi 49/13) “Allah indinde en keriminiz, en ziyade mütteki olanınızdır” Âyet-i kerimesi
mucibince,…Babadan kalmakla değil, insan, tevfik-i Rabbânî ve mürşid-i hakkâni sayesinde ancak ona
müyesser olur. Nuh Aleyhisselam’ın zevcesi ile Kenan ismindeki oğlu, peygamber haremi ve
peygamber evladı iken küfür üzerine helak oldular. Ebu Lehep’e, Aleyhissalat Efendimizin amcası
olması fayda vermedi, müşrik olarak gitti. Hatta “Tebbet Sûresi” onun ve karısı Ümmü Cemil’in zemmi
hakkında nüzul etti. Hazret-i Bilal Radiyallahü anh âzâtlı bir abd-i Habeşi iken Ömerü’l Faruk
Radiyallahü anh gibi seyyid-i Kureyşî, onun için: “Ebu Bekir seyyidimizdir, Bilal Efendimizi âzât
etmiştir” demişti.” Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.3394-3395, s.1571-1572.
686
Kılıç, Dini Anlamak Üzerine, a.g.e., s. 105-7.
228
Mevlânâ’nın akıl ve vahdet-i vücûd hakkındaki düşüncelerini belli bir sistematiğe
gerçekleştirmiştir. Bunu yaparken vahyin ilahi kaynaklı ve evrensel bir mesaj olduğunun
hareket etmektedir. Onun üzerinde durduğu nokta daha çok evrensel olan vahyi, insan
hayatında fonksiyonel hale getirmek anlamına gelen islâm kültürünü, içerisinde yaşadığı
büyüğe her ferdin kendisinde birşeyler bulabileceği bir kaynak eser görevini üstlenmiştir.
geleneksel öğelerden sıklıkla bahsederek döneminin yaşam şartları, toplumun ahlâkî- dînî
ve ekonomik durumu gibi konular hakkında somut delil teşkil edecek bilgilerin bugüne
manevî noktada birlik olmalarını telkin ettiği ve ümit aşıladığı görülmektedir. 688
687
Kılıç, Dini Anlamak Üzerine, a.g.e., s. 108-9.
688
Celalettin Çelı̇ k, “Mevlana’nın Fikirlerinin Türklerin Dinî Hayatına Etkileri”, Erciyes Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, c. 1, sy. 12, 2002, s. 23-35.
229
Genel anlamda Mevlânâ’nın kültüre bakışı insana bakışıyla aynı düzlemde
ilerlemektedir.689 İnsana insan olması sebebiyle değer veren, onu dinleyen, fikirlerine
geniş fikrî yelpazesi ve vefatından sonra ismi ve düşünceleri etrafında kurulan ve dünya
çapında hâlen kabul gören tasavvufî disiplinidir. Yaşadığı dönemde birçok papaz ya da
hahamla diyaloğa girmiş, ilmî sohbetlerde bulunmuş hatta arkadaş olmuştur. Onun cenaze
merâsimine, her din ve milletten kişi ve din adamı iştirak etmiş ve ardından gözyaşı
dökmüştür. Bir diğer dikkat çekici nokta onların beyanlarında kendisini göstermektedir.
“Biz Mûsa ve İsa’nın sırrını onda gördük, onda bulduk. Güneşti o güneş, bir yeri değil
bütün dünyayı aydınlatan Mevlânâ ekmeğe benzer, ekmekten kaçan aç var mıdır?” 690
Diyerek Mevlânâ’nın toplumdaki intibâı ile insanın yaşamını idâmede zorunlu sayılan
ekmek ve su arasında bir benzerlik kurarak onlar için ne denli önemli bir yerde olduğunu
dile getirmişlerdir.
hitâp edişinin, biraz İslâm kültüründen, biraz Hristiyanlık kültüründen biraz Budizm ve
689
Mesnevî’de yer alan konu ile ilgili diğer bir örnek için bknz. “Din şükründe bulunmaktan, seni
müslüman yarattığı için Allâh’a hamd ü senâ etmekten yüz çeviriyorsun. Çünkü dini babadan miras
olarak bedâva bulmuşsun. Dinin ve onun ayn-ı hikmet ve hidâyet olan ahkâmının, senin nazarında
kıymeti yok. Çünkü onu kazanmak için emek safretmemişsin. Baban müslüman olduğu için adın
Ahmed, Mehmed konulmuş. Eğer bir insana bir din lazım olduğunu ve semâvi dinler arasında
müslümanlığın en yüksek bir akîde bulunduğunu araştırmak sûretiyle bulmuş olsaydın, o vakit seni
İslâm’a hidâyet eylediğinden dolayı Cenâb-ı Hakk’ın bu büyük lûtfuna şükür ve hamdetmekten geri
durmazdın” Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.6, b.4352, s.61.
690
Özköse, “Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’nin Düşünce Dünyası”, a.g.m., s. 79-89.
230
uzaklaşılır ve bu durumun neticesinde her türlü yola başvurarak kendi hakikât algılarını
zorla başkalarına kabul ettirmeye çalışan bağnaz bir fikrî yapı ortaya çıkar savını
metaforuyla anlatmasına benzer bir örneği çember ve merkezine bağlılık ile somutlaştıran
ettiğini, dolayısıyla tipik bir dînî çoğulcu gibi bütün kültürlerden karma bir kültür
çoğulcu bakış açısından çok ontolojik çoğulcu bir kültür anlayışını içermektedir.
2. Dînî Dışlayıcılık
Onun akıl-din ilişkisini nasıl algıladığı ve kurtuluş kavramının içerisine kimleri dâhil
aydınlatılmasında önemli bir rol oynayacaktır. Mevlânâ’nın din-şeriat ayrımı ile ilgili
691
Eva de Vitray-Meyerovitch, İslam’ın Güleryüzü, 19.baskı, İstanbul: Sufi, 2020, s. 84.
231
2.1. Tevhid Anlayışı
Tevhid, mutlak kudret sahibi olan bir varlığa teslimiyeti; onun rahmet ve
Tevhid, Tanrı’dan başka ter türlü yönlendirmeden yani şirkten kaçınmayı ve ilkel insan
evrendeki dengenin iki tane Tanrı ile mümkün olamayacak kadar hassas ölçülerle
hükmündedir. 692
Zira Kur’ân-ı Kerîm’in indiği coğrafyada dahi birbirinden farklı tanrı
tasavvurları görülmüştür. Örneğin Hanif dinine tabi olanlar tevhidi esas alıp putperestliği
reddederken Mecûsilerin tanrı anlayışında iki ilah mevcuttur. Hristiyanların ise Hz. İsa’yı
doğru tahlil edilebilmesi, diğer dinlere itikâdî yönden nasıl baktığının objektif bir şekilde
Diyen Mevlânâ, tevhid akidesine bağlılığını ve eserinin dayandığı temel doktrin ve hâlin
onun kelamî açıdan dışlayıcı bir tavır sergilemiş olacağını gösterebilir. Ancak bu durum
692
Şaban Ali Düzgün, Varlık ve Bilgi Aydınlanmanın Keşif Anahtarları, Ankara: Beyaz Kule, 2008,
s.83-84.
693
Recep Kılıç, “Kur’ân’da Ulûhiyet Anlayışı Üzerine”, Varlık, Bilgi, İnsan: Kur’ân’ı Anlamanın Fikri
Arkaplanı, ed. Yusuf Şevki Yavuz, İstanbul: 29 Mayıs Üniversitesi Kuramer Yayını, 2017, s. 210-214.
694
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.6, b.1528, s.123.
695
Küçük, a.g.e., s. 74.
232
incelenip iman ile küfür kavramları hakkındaki tahlillerine bakıldığında Mevlânâ’nın
göstermesi onun bütün dinleri bir, bütün dinleri eşit gördüğü anlamına gelmemelidir.
Burada İslâmiyet de dahil bütün dinleri bir görmek değil, bütün dinlerin hakikâtini bir
görmek bahis konusudur” diyen Can, Mevlânâ’nın hangi din ya da mezhebe tâbi olursa
kabul etmesinin itikâdî açıdan mümkün olamayacağını ifade eder. Can, karşılaşılan bu
kendi mizaçlarına yakın hissettiklerini doğru görüp seçerler ancak bu şahsȋ kanaatler,
seçilen yolların mutlak doğru yani hakikât olduğunu kanıtlamaz görüşündedir. Ona göre,
birbirine zıt görünen inanışlar insan akıllarının eremeyeceği bir hikmete dayalıdır. Her
din Allah’ın çizdiği kaderi yansıttığı gibi İslâm’ın dışında olmaları nedeniyle Hak din
nedenle onlara saygı duyulmalıdır. Dinlerin tercihi meselesini ise cüz’i-külli irade
akledebileceğini iddia etmektedir. Hz. Muhammed son din olan İslâm’ın peygamberidir
önyargılarından arınıp en doğru olanı bulmak için kişisel olarak gayret göstermelidirler.
Şefik Can, Batı’da İslâmiyeti araştırıp kabul eden bilim adamlarını bu duruma örnek ve
696
Şefik Can, “Mevlânâ’ya Göre; Din, İman ve Küfür”, 5. Milli Mevlana Kongresi, Tebliğler, Konya:
Selçuk Üniversitesi Yayınları, 1992, s.19-27. Atay, “Dinsel Çoğulculuk Açısından Farklı Mevlânâ
Okumaları : Bir Çözümleme Denemesi”, a.g.m., s.81-85.
233
yoluyla anlatmak için bir hikâye söylüyor. Yahudiler arasında müteassıb ve
Hristiyan düşmanı bir hükümdar tasvir ediyor. Hazreti Mûsa ile Hazreti İsa arasında
“Allah’ın peygamberlerinden hiçbirini diğerinden ayırd etmeyiz nazm-ı Celili
mucibince ayrılık gayrılık olmadığını bildiriyor. Vakıa “O peygamberler yok mu?
Biz onların kimine kiminden üstün meziyetler verdik. Allah onlardan biriyle
söyleşmiş birini de birçok derecelerde yükselmiştir. Meryem’in oğlu İsa’ya o
beyyineleri biz verdik ve onu Ruhu’l Kudüs ile destekledik” Ayet-i kerimesinden
sureta muhalefet var gibi görünüyor. Çünkü birinde peygamberler birbirinden ayırt
edilmiyor diğerlerinde aralarında mertebe itibariyle fark bulunduğu haber veriliyor.
Fark yoktur zira Hazret-i Âdem’den son peygamber olan bizim peygamberimiz
Hazret-i Muhammet Mustafa’ya kadar bütün peygamberlerin din-i tevhidi tebliğ
etmeleri dolayısıyla aralarında fark bulunmamaktadır. Hazreti pirin “Han-ı Mûsa, o
vü Mûsa hani o” demesi bu cihettendir. Yoksa peygamberlerin mürselin ulü’l-azm
gibi dereceleri vardır. O şaşı hükümdar Allah yolunda iki demsâz ve hemdem olan
Mûsa’yla İsa’yı birbirinden ayrı gördü” yani “Allah indinde din İslâm’dan ibarettir”
nazm-ı celili mucibince Mûsa da esas itibariyle tevhidi ve İslâm’ı tebliğ ediyordu İsa
da! Mûsa’nın dînî tevhid mi idi? Teslis mi? “Tevhiddi yalnız Yahya’ya iman
edilirdi” Peki, İsa’nın değiştirmediğini siz niçin değiştirdiniz de tevhidi teslis
yaptınız? Deyişime karşı sukuta mecbur oldu. Evet, Mûsa ve İsa’nın tebliğleri
arasında fark yoktu. İkisi de Allah birdir diyordu fakat Yahudi hükümdar mânen şaşı
olduğu için Mûsa ve İsa’yı ayrı görüyor, görüşünde ki hata dolayısıyla İsevilere
eziyet ediyordu. Şu cüreti biri iki görmesinden ileri geliyordu.“Ben Mûsa dininin
hâmi ve yardımcısıyım” diye yüz binlerce mazlum mümini öldürdü.“Ehl-i iman,
Hristiyan” tabiri belki garip görülür fakat görülmesin. Çünkü din-i İsa’da, din-i Mûsa
ve din-i Muhammed gibi tevhid üzere müessesti. İlk Hristiyanlar şüphesiz muvahhid
idiler. Vakta ki Hristiyanlık, Roma ve Yunanistan gibi putperest memleketlere girdi,
oralarda yüzlerce puta tapanlar, bir Allah’a ibadet etmeyi akıllarına sığdıramadılar.
Binaenaleyh baba oğul kutsal ruhtan daha açığı, Allah ve oğlu İsa ile Cebrail'den
ibaret olmak üzere üçüzlü bir tevhid meydana çıkarıldı. “Bir üçtür, üç birdir” inancı
etrafa yayıldı. Tabi, Hazret-i Mevlânâ’nın “Sad hezârân mümin-i mazlum keşt”
demesi sonraki müslümanlara ait değildir.”697
epistemolojinin sınırlarını aşan statik bir yapıya sahiptir. Kişinin aklederek doğru yolu
erebileceğini gösterir. Mevlânâ’ya göre tevhidin tam mânâsıyla idrâki için Allah’ın
birliğine itikât etme yeterli değildir. Tecrübî olarak kulun izâfi varlığının tıpkı bakırın
kimyada eridiği gibi Mutlak Vücud’un varlığında yoğurmadan yani tecrübe ve keşf
ederek yokluğa erişmeden aynı zamanda bütün ikilikleri tek bir potada eritmeden
697
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.1, b.322-334, s.238-243.
234
varlığından sıyrılmayı başararak “ben artık fâni oldum, geriye Hak kaldı” mânâsındaki
Mesnevȋ’de “koşa koşa sapıklık yoluna düştüm. Her an dilediğimden biraz daha
getirdi, beni doğru yola götürmeye vesile etti. Sapıklığı iman yolu yapar, eğri gidişi ihsan
kitapları ve peygamberleri kabul ettiği, kendisinden önceki İlahi mesajları tasdîk ettiği
onların Allah’a oğul isnâdı ve teslis gibi tevhid inancının özüyle bağdaşmayan inançlarını
kesin bir dille reddetmektedir. Bütün peygamberleri “anaları ayrı babaları bir kardeşler
şeklinde tanımlamaktadır.700 Aynı durum Kur’ân-ı Kerîm’de kendi kitaplarını dahi tahrif
olmuştur.701
698
Mustafa M. Çakmaklıoğlu, “Mevlânâ’ya Göre İnanç ve İbadet Boyutlarıyla Dindarlıkta Suretten
Manaya Yöneliş”, Marife, sy 3, 2007, s.8-28.
699
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.6, b.4340-4342, s.345.
700
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.2, b.532, s.7. Tâhirü’l-Mevlevî’de bu durum şu
şekilde açıklanır; Bakara Sûresi 2/102’nin tefsirinde “Yahudiler ellerindeki Kitabullahı, yani tahrip
edilmemiş Tevratı bir tarafa bıraktılar. Şeytan gibi şerir bir takım kimselerin Hz. Süleyman’a isnad
ettikleri sözlere tabi oldular. O şeytan adamlar, Süleyman, mülkünü ancak sihir, buhur ve kehanetle
idare ediyordu, demişlerdir.”
701
Yaran, İslam ve Öteki, a.g.e., s. 262-282. Konu ile alakalı ayetler için bknz. Bakara Sûresi 2/62-
101,113,120,135, 286; Mâide Sûresi 5/3,66-68; Nisâ Sûresi,4/46; Enbiyâ Sûresi 21/286.
235
İtikâdî açıdan çerçeve bu şekilde belirlenmiş ve ayrımlar bu kadar belirgin şekilde
tabii hakkı olan inanç özgürlüğünü tanımış ve hiç kimseyi zorla ve baskıyla İslâm dinine
girmeye mecbur etmemiştir. Hz. Peygamber‘in izlediği metod, bireylerin aklına, fikrine
ve gönlüne hitap ederek İslâm’a davettir. Hz. Peygamber döneminde dolaylı veya
doğrudan hiç kimsenin İslâm’a zorla girmesi ile alakalı bir hâdiseyle karşılaşılmamıştır.
yalvardıklarına sövmeyin ki, onlar da bilmeyerek sınırı aşıp Allah’a sövmesinler!” Deki:
“Hak (Bu Kur’ân) Rabb’inizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkar etsin.”703
müsâade ettiği görülmektedir.704 Yine Hz. Peygamber, öteki dinlere tabi olanların İslâm
702
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.3956-3968, s.1813-1817. Mesnevî’de Yahudi
ve Hristiyanlarla Hz. Peygamberin dialog örnekleri için bknz; “Kur’ân’da Cenâb-ı Hakk buyurdu ki:
“Ey Yahudi kavmi! Sâdıklar için ölüm, bir hazine ve menfaattir.”Mademki, insan tabiatında menfaat
arzusu ve ölümde menfaat vardır; ölümü temenni etmek, o cihetten iyidir. Ey Yahudiler! Halk arasında
namus ve haysiyetinizi muhafaza için, yani “biz Allah’ın dostlarıyız,” şeklindeki iddianızı ispat
eylemek için lisanen ölüm temennisinde bulununuz. Muhammed Aleyhisselam, bu sancağı kaldırınca,
yani kendilerine ölüm temennisi teklifinde bulununca hiçbir Yahudi, o temennide bulunmaya cesaret
edemedi. Resul-u Ekrem Sallallahü Aleyhi Vesellem buyurdu ki: “Eğer lisanen böyle bir temennide
bulunmuş olsalardı, dünyada tek Yahudi kalmazdı.”Yahudiler, mal ve haraç getirdiler de: “Ey sirac-ı
âlem, yani ey kandil gibi etrafı aydınlatan zat! Bizi rüsva etme” dediler. Bu sözün sonu yoktur.
Mademki, gözün dostu gördü. Elini bana ver, yani mümin-i muhlis ol. Bu hitap, Hazreti Ali lisanından
o mağlup ve mütehayyir olan pehlivanadır. Gâvur muhasım, yani müşrik bunu işitince, kalbinde hidayet
nuru parladı da zünnarını kesti. İmana geldi. Zünnar: Hristiyanlık alametlerinden biri kuşaktır ki,
Katolik papazlarının bellerinde görülürdü.”
703
En’am Sûresi 6/108.
704
Yaran, İslam ve Öteki, a.g.e., s. 293-322.
236
insan olmalarından kaynaklanan ve doğuştan elde ettikleri hak ve hürriyetlerine 705 ve dînî
inançlarına müdâhale etmemiştir. Onları İslâm dinine girmeye hiç bir zaman zorlamamış
Mevlânâ’nın tevhidi, birçok farklı boyuttan ele aldığı görülmektedir. 707 Örneğin
ona göre Kur’ân’da “Ey iman edenler” şeklinde genel mânâda tefsir edilen yerler, Hz.
Öte yandan başka bir yerde de imanın namazdan eftâl olduğunu belirtmiş, namaz beş
vakitte farzdır ancak iman her vakit farzdır ve namazda ya da diğer ibadetlerde olduğu
gibi hiçbir özürle sâkıt olmaz görüşünü ifade etmiştir. Namazsız iman kişiye fayda verir
ancak münâfıkların namazı gibi bir namaz imandan noksan olduğu için faydasızdır
alakalı vermiş olduğu örnek ise oldukça dikkat çekicidir. O’na göre tıpkı onbeş onaltı
konusudur. Kimi ruhlar Hakk’ın huzuruna çocuk olarak getirildiklerinden “-Ben sizin
705
İnsan hakları konusunda ayrıntılı bilgi için bknz; Kemal Gözler, İnsan Hakları Hukuku, 2. Baskı,
Bursa: Ekin Yayınları, 2018, s. 83-88.
706
Yılmaz Çelı̇ k, “Asr-ı Saâdet’te Kimsesiz Çocuklara Yönelik Sosyal Hizmetler”, İSTEM, sy. 28, 2016,
s. 370.
707
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.3118, s.1449-1450. Tevhidi anlatan bir başka
örnek ise şu beyitlerde geçmektedir “Allah’ın tevhidini öğrenmek nedir? Kendini Vahid’in huzurunda
yakmak ve ifna etmektir. Allah’ı tazim ve tekbir etmek, kullar için farz olan bir borçtur. Hakk’ın resulü
ve sözünde sadık olan Peygamber-i Ekber Efendimiz, bundan dolayı bizim için “ümmet-i merhume”,
yani “Allah’ın rahmetine mazhar olmuş ümmet” buyurmuştur. Bir hadis-i şerifte: “Biz zaman itibarıyla
sonrakileriz, fakat Hakk’ın kerem ve lütfuna mazhar olduğumuz için bütün ümmetlerinin ilerisindeyiz,
yani sonra gelmişiz, lakin hepsini geçmişiz” denilmiştir. Yaratılış, dünyaya getiriliş bakımından sonraya
kalışımız da Allah’ın hakkımızdaki lütf-u keremleri cümlesindendir. Çünkü bizden evvel gelip de
peygamberlerine inanmayan, Allah’ın varlığına ve birliğine iman etmeyenlerin nasıl azap ve ikaba
uğramış olduklarını, gerek işitmek, gerek okumak suretiyle öğrendik. Onların başlarına gelen belalardan
ibret aldık. Çok şükür; Allah’a da, peygambere de, sair inanılacak şeylere de iman ettik. Allah’ın tevfiki
olan imanımız sayesinde, aynı belalara uğramaktan kurtulduk. Ya biz de onlar gibi evvel dünyaya
gelmiş ve onlar gibi küfür ve şirkte ısrar eylemiş olsaydık, Allah’ın kahrından nasıl kurtulabilirdik?”
708
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, a.g.e., s.220.
709
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, a.g.e., s. 31-32.
710
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, a.g.e., s. 66.
237
Rabbiniz değil miyim? -Evet, sen bizim Rabbimizsin.” kelâmını duyduklarında, bu söz
kimselerdir. Kimilerine ise bu kelam bir parça akıllarına geldiği için huşu ve hevesleri
Mevlânâ’nın tevhid anlayışındaki bir diğer dikkat çekici nokta ise tevhiddeki üstün
temyiz gücüne vurgu yapmasıdır. Mevlânâ’ya göre temyiz imanın ta kendisidir, küfür ise
olduğunu, sihirbazların iplerinini ise geçici bir renkle boyandığını ayırt etme gücü ya da
Dolayısıyla ona göre mümin kimse zeki, temyiz sahibi ve fatin olmalıdır. 712 Mevlânâ
arasındaki farklılıklara işaret etmiştir. Ona göre kâfir de mümin de tesbih ederler ancak
tesbihlerinin içeriği farklıdır. Zira o iki zümre adeta iki farklı denizdir, “yani hidâyet ve
dalâlet erbâbı, deniz suyu gibi sürekli dalgalanır ve birbiriyle çarpışır durur.” 714
Allah, kullarını kim doğru yola ve doğruluğa gidecek, şeriatı ve tarik-i enbiyâyı
imtihâna tabi tutmak için yaratmıştır. Allah Teâlâ vâdettiği şeyleri yani hoşluklar ve
711
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, a.g.e., s. 133.
712
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, a.g.e., s. 108.
713
Bakara Sûresi 2/258.
714
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.3285, s.92. Küfür ve iman tanımlarının geçtiği
bir başka örnek için bknz. “Her kimde o imandan bir nasip bulunursa, onun zevali korkusundan kavak
yaprağı gibi titrer. Lisân-ı şeriatta “Su-i hatime” denilen bir musibet vardır ki, mazallah imansız gitmek
demektir. Bundan korkmak ve Allah’a sığınmak için Kur’ân’da, hadiste dualar ve Allah’ın
merhametine iltica etmek çaresi gösterilmiştir. Mesela Âl-i İmrân Sûresi 3/8’de “Ey bizim Rabbimiz!
Kalplerimizi kaydırma, iman yolundan saptırma, bizi hidayet ettikten ve İslam dinine girdikten sonra
bize ind-i ilahîyeden rahmet ve mağfiret ihsan buyur. Hakikaten sen çok ihsan edici ve Kerim-i Ale’l-
Itlak’sın” Hadiste de, “Ey Allahım! Sarıldıktan sonra çözülüp bozulmaktan sana sığınırım”
buyrulmuştur. “Kevr” sarığın dolanması, “havr” ise, çözülüp bozulması ve darmadağın olması
demektir. Aleyhisselat Efendimiz, İslam’ı sarığın muntazam haline, küfür ve dalali onun perişan
olmasına benzetmiş ve “Ya Rabbi! İslam’dan sonra küfre düşmekten ve ahirete imansız gitmekten
sana sığınırım” demek istemiştir. Tabii Hazreti Peygamber’in bu ve emsâli duaları ümmete tâlim içindir.
Yoksa Nebiyy-i Mâsum için böyle bir ihtimal mutasavver değildir.”
238
ruşenlikleri mümin kullarına, karanlıkları ve zulmetleri de kâfir kullarına eriştirecektir.715
çocuk metaforuyla durumu açıklayan Mevlânâ, akıllı çocuk bir defa falakaya yatırılsa bu
ona kâfi gelir ancak ahmak çocuk unutur. Ona daima falaka lazımdır diyerek mümin-kâfir
kabul edilmez” şeklinde fetvâ verdiği bilinen Mevlânâ’nın Mesnevî’si 717 aynı zamanda
Mevlânâ’nın bir diğer iddiası ise kâfirin küfrünün ona iman hiç ulaşmadığı için
münafığa nazaran daha zayıf olduğu yönündedir. Hatta bu nedenle kâfirin cehennemde
Hak’tan haberdar olması vesilesiyle dünyadaki halinden daha bahtiyâr olacağını bildirir.
Ancak münâfık için durum farklıdır. O, derek-i esfele atılacaktır. Kâfir ve münâfığın
azaba uğrayacakları kesindir ancak münafığın durumu daha zordur. Bu durumu, kilim-
ipekli peştamal metaforuyla açıklayan Mevlânâ, kâfirin durumu peştamal gibidir tek kişi
silkeleyebilir üzerindeki toz kolay temizlenir ancak kilimi silkelemeye en az dört kişi
lazımdır diyerek münâfığın durumunun daha çetin olduğunu söyler.718 Buradaki dikkat
715
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, a.g.e., s. 186.
716
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, a.g.e., s. 195.
717
Bediüzzaman Furuzanfer, Mevlânâ Celâleddîn, çev. Feridun Uzluk, Konya: Konya Valiliği İl Kültür
ve Turizm Müdürlüğü, 2005, s. 91.
718
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, a.g.e., s. 208-209.
239
zinciri sayesinde imtihan edilmektedir ve iyi ile kötünün ayrımına varmaktadırlar.
zira onun ikiliği âşikardır. Nur’a bakarsan kurtulursun, çünkü onda ikilik yoktur, sayılar
radikal bir pluralist olması ihtimalini ortadan kaldıran en önemli argümandır. Mevlânâ’ya
göre aklın kullanılması ve Hak olanı bulmaya çalışmak insan olmanın bir gereğidir.
Hayvanlar dahi aklı ile babasından annesinden vâris olduğu şeylerden daha güzelini
bulduğu vakit iyiye yönelirken, insanın aklıyla ve temyiz kabiliyetiyle Hak olanı bulmaya
uğraşmaması korkunç bir durumdur. Dînî çoğulculukta ise kişi doğduğu yerde edindiği
dîni benimser ve mevcut hâliyle değişime ihtiyaç duymaksızın ona inanmayı devam
ettirir. 720 Görüldüğü üzere Mevlânâ’da akıl, tevhidi elde etmek için aktif bir vasıta kabul
edilmekte iken dînî çoğulculuk teorisinde akıl, dînî konularda fikir yürütme noktasında
dahi pasif bırakılmıştır. Mevlânâ’nın kesin bir tevhid inancını savunması, mümin, kâfir
belirtmesi dînî dışlayıcılık teoremine daha yakın söylemler kabul edilebilir. Onun tevhid
Akıl, köken olarak Arapça bir kelime olup “bağ, idrâk, alıkoyma” mânâlarına
gelmektedir.721 İnsanın iyi ile kötüyü çirkin ile güzeli ayırt edebilme melekesine “us”
denmiş ve akla “hayırlıyı şerliden ayırt etmek”, “anlamak” anlamları verilmiştir. 722 İslâm
719
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.3, b.1261-1263, s.247.
720
Yaran, İslam ve Öteki, a.g.e., s. 394-398.
721
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, 1994, c.11, s. 457-460.
722
Kâşgarlı Mahmud, Dîvânu Lugâti’t-Türk, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 1972, s. 135.
240
açısından bakıldığında din bizâtihi amaç kabul edilmemelidir. Dinin varlık sebebi, insanın
yaşam alanını daraltmak ya da onu sadece dinin kuralları ile çevrelemek ve onu
akletmekten alıkoymak değildir. Dinin asıl gayesi, insan aklı ile yaratıcısı arasındaki
vahyini tabiat aracılığıyla insana sunmuştur. Allah, varlık âlemindeki bütün unsurları
kendisine ulaşılması için birer işâret ve âyet kabul edip şâhit tutmuştur. Akıl nimetini de
Mevlânâ için akıl kollektif anlamlar içermektedir. Akıl insan için kıymetli kabul
edilse de kimi zaman onun işine pek te yaramayan bir melekesi hâline gelebilmektedir.
Onun elde ettiği aşk makamları ve aklın bağlayıcı, kapatıcı ve perde olan yönünü göz
önünde bulundurması aklı yetersiz görmesine neden olurken, kimi beyitlerinde de aklı
yoğrulan kalbin karşısında talebeliğe geri döner. Bu durumu, Cebrail’in Hz. Peygamber’e
ilk etapta bilgi sunarken ve vahye alışmasını sağlarken Miraç hadisesinde “bir adım daha
gitsem kolum kanadım yanar! Sen bana bakma yürü geç benim daha ileri de yerim yok”
Mevlânâ konu ile ilgili beyitlerinde akıllı kişinin ihtiyât sahibi olması gerektiğini
vurgulamıştır. İhtiyât için gerekli şeyler ise fıtrata uygun hareket etmede, iyiyi ve kötüyü
ayırt etmek için tahlil yapma yetisinde, sabırda, öfkeden uzak durmada gizlenmiştir.
Mevlânâ’nın düşünce yapısında aklın cevher, ibadetlerin ise araz kabul edildiği
söylenilebilir. Zira eğer kişi akıl sahibi değilse, ibadetlerden ve birçok sorumluluktan da
723
Şaban Ali Düzgün, Sosyal Teoloji İnsanın Yeryüzü Serüveni, İstanbul: Otto Yayınları, 2017, s. 66-
67.
724
Şaban Ali Düzgün, Allah, Tabiat ve Tarih, Ankara: Lotus, 2005, s. 165.
725
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.1, b.1112-1114, s.301-302.
241
üzerindeki cilanın güzelliği ve bu cilalama işleminin idrâki için dahi, aynanın bozuk
“dereceler yerden göğe kadar farklılık arzetmektedir” demektedir.726 Ona göre kimi
akıllar güneş gibi parlaktır, kimileri ise yıldızlara benzemektedir. Bir diğer akıl çeşidine
tâbi olanların aklı ise mum gibidir. En yüce akıl kabul ettiği peygamber aklı misk gibidir
akledebilmek dünyanın en büyük nimetlerindendir. Aklı olmayan kişi tek kanatlı bir
kuştan farksızdır. Tek kanatlı kuş uçamadığı gibi akılsız kişi de kendisinden beklenen
sağlıklı tavırları sergileyemez. Akılsız kişinin mecburen başka bir kişinin aklına tâbi
olmak zorunda kalacağını bildiren Mevlânâ, aklı anahtar metaforuyla özdeşleştirerek akıl
Akılla fıtratın birbirini etkilediğini iddia eden Mevlânâ, mayasız, fıtratı bozuk
kişinin aklının önüne bir perde indirileceğini ve o kötü arkadaşın, sarhoş ejderha
“Öküz kim oluyor ki ona tâbi oluyorsun? Toprak ne oluyor ki onun otu
oluyorsun?” Denilmiştir ki “akl-ı selim olan Hz. Mustafa’ya iktidâ eder.” Evet, aklın
vazifesi, derece-i selâmetine göre insana hakikati göstermekdir. İşte o akl-ı selim
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz söz, iş ve hallerini araştırarak O Nebiyy-i Ekrem’e
bağlanmanın lüzumunu sahibine de anlatır. Bunları görebilecek kadar gerçek görüşlü
olmayan bir akılda selâmet olmadığı gibi; sahibinde de iyiyi, doğruyu idrak
kabiliyeti yok demektir. Aklının erebildiği, tabii ihtiyaçlarıdır ki, bu hususta eşekler
de öküzler de onun kadar müdriktirler.”729
726
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.5, b.456-461, s.105-107.
727
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.6, b.4108-4113, s.763.
728
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.5, b.2646-2649, s.517.
729
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.2, b.532, s.339.
242
Mevlânâ aklı, cüz’î-küllî şeklinde kategorize etmiştir. Cüz’î akıl sonradan
Mevlânâ, cüz’î aklın, sâlim ve mantık çerçevesi içerisinde çalışmasına mâni olan
sebeplere değinirken en başta nefse göndermelerde bulunur. Nefsin akla hâkim olması
belirtmektedir. Ona göre, bireyin aklını hakikâte ve kalbini de Hakk’a açmasına mâni
olan en büyük engel nefistir. İnsanlığın varoloşundan bugüne değin kulların gerek kendi
hep akıllarının ve kalplerinin süzgecinden geçmemiş nefisleridir. Kısacası ona göre akıl
devreden çıkarıldığında dizginleri ele geçiren nefis olur ve o da kişiyi sürekli olarak
kötülüklere teşvik eder.730 Beyitlerinde nefsi soğuk nefesli kötü nefis 731 yırtıcı kurt,
edepsiz ve ahlâksız gibi olumsuz sıfatlarla anan Mevlânâ 732 aklı keskin kişinin nefsin
Cüz’î akıl Mevlânâ için bir bireyin hayatını idâmesinde ve mükellef oluşundaki
belirleyicik ilk basamaktır. Cüz’î akıldan daha üstün olan, mânevî mertebelerin elde
edilmesinde rol alan ise küllî akıldır ve küllî akıl, yüzlercedir.734 İlahi aşkla elde edilecek
730
Bilal Kuşpınar, “Mevlânâ’da Akıl ve Aşk”, Necmettin Erbakan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, sy 23, Aralık 2007, s. 3-11.
731
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.6, b.4822, s.889.
732
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.6, b.4890, s.903.
733
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.6, b.4933, s.909.
734
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.5, b.3245, s.631.
735
Mevlânâ akıl-din ilişkisinde ferâset kavramına vurgu yapar. Ayrıntılı bilgi için bknz. “Bahçıvan o
dikeni, hazan mevsiminde de bilir. O bir bahçıvanın görüp bilmesi, bütün cihanın görüp bilmesinden
iyidir ve doğrudur. Diken tabiatlı olanlar, mâhiyetlerinin anlaşılmaması için baharın geldiğini
istemezler. Hazanın ve kışın sürüp gitmemesini isterler. Ağaçları ve çiçekleri tanıyan bir bahçıvan ise,
o dikenin ne olduğunu hazan mevsiminde de bilir. Evet, “Müminin firasetinden, halden anlayışından
sakının. Bir takım firâsetli müminler vardır ki, bir bakışta karşısındakinin gül mü, diken mi, mümin mi,
kâfir mi, mutekit mi, mülhit mi olduğunu anlayıverir. Fakat asıl bağbanlar bağbanı olan bir velî-yi ekmel
vardır ki, o kişinin görüşü ve anlayışı hepsinden üstündür. Şüphesiz ki, o da asrının kutbu olan zât-ı
âlidir.” Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.2924, s.1374.
243
Cüz’î akıl her zaman küllî akıl tarafından eğitilmeye muhtaçtır. Küllî aklı en güzel
temsil edenler peygamberlerdir. Cüz’î ve küllî aklın birleştiği seçkin şahsiyetler olmaları
Mevlânâ bireyin cüz’î aklı kendisine tek başına vezir tayin etmek yerine akl-ı
küllü tercih etmesini; bunun nedeninin ise beşerin yaratılışının sadece maddi âlemden
ibaret olmamasından kaynaklandığını belirtmektedir. Ona göre en ideal tavır, her iki
akılla hareket edip cüz’î aklı küllî aklın hizmetinde kullanan kişinin tavrıdır. “Aklın varsa
başka bir akılla dost ol, görüş danış! İki akılla birçok belâlardan kurtulur, ayağını göklerin
tâ yücesine korsun.”737 Kısacası ona göre en üstün akıl vahyin ışığında aydınlanmış ve
İlahi aşkla yoğrulmuş külli akıldır. Mevlȃnȃ’ya göre aklın vahyin terbiyesine ihtiyacı
vardır çünkü Allah, akıldan bir an bile olsa koruma ve himayesini kesse, zekâ sahibi
Ona göre akıl ve sadece onun aracılığıyla elde edilen tüm veriler, mutlak bilgiye
ulaşmak için yeterli değildir. Maddî varlık ve aklı, boş kâse metaforuyla açıklayan
Mevlânâ, insanların sûretlerinin suyun üzerinde savrulan boş kâselerden ibaret olduğunu,
ancak bu kâselerin iman ve aşkla dolarak o engin denize yani akıl denizine karışıp
olduğunu iddia eden Mevlânâ, akıl terbiye edildikten sonra rûhun kontrölü altına girer
ancak terbiye edilmezse ruhu esir alarak her istediğini yaptırabilir demektedir. 739
Dinȋ ve gaybȋ konuları cüz’i akılla anlamaya çalışanları taklit ehli şeklinde
736
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.2485-2538, s.366-367; Mevlânâ Celâleddin
Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.3, b.299-314, s.298
737
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b.1260-1264, s.261-263.
738
Diğer bir örnek için bknz. “Hz. Ahmet Aleyhisselâtü Vesselâm Efendimizin kemâl-i aklîsi kimseden
gizli kalmadı. Lâkin onun rûh-i vahyi ve ilm-i İlâhîsini her can anlayamadı. Mevlânâ Celâleddin Rûmî,
Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.8, b.7193, s.966.
739
Kadir Özköse, “Mevlânâ’nın Akıl Eleştirisi ve Aklın İşlevselliğine Yönelik Yaklaşımları”, Bozok
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 11, sy. 11, 2017, s. 14-21.
244
“Yüz binlerce taklit ehlini, delile dayananları, cüz’î bir vehim, zanlara,
şüphelere düşürür. Çünkü onların taklitleri de delil ile bir hükme varışları da hep zan
üzerinedir. Onları imkânsızlıktan kurtaracak kolları, kanatları yani akıl ve fikirleri
de hep zanna dayanır. O alçak şeytan, onların içlerine bir şüphe sokar, böylece bu
körlerin hepsi de baş aşağı düşüverirler. Delil ile hükme varanların ayakları
tahtadandır. Tahta ayak ise zayıftır, kararsızdır.”740
Genel anlamda aklı sınırlı gören Mevlânâ, ona vahiyle bağlantılı olduğu oranda
değer biçmektedir. Akıl sahibi insanı hayvandan daha üstün kabul etse ve Allah tarafından
altını çizmektedir. Yani onun düşünce dünyasında ontolojik açıdan kabul gören akıl ve
aydınlanmış olup olmaması önem arzetmemektedir. Zira kavram, vahyin kabul edilip
edilmemesinden daha çok dinlerdeki çelişkileri ortadan kaldırmak için vardır. Bu dȋnȋ
alınmadığı bir inanç sistemi, içerisinde doğru ve yanlışlıkların birbirine karıştığı kısmen
mitolojik bir hale bürünecek, akla ve dine uygunluktan uzaklaşacaktır. 741 Görüleceği
üzere Mevlânâ akla, vahyin ışığında aydınlandığı ölçüde değer vermektedir. En üstün akıl
olarak Hz. Muhammed’i kabul ettiğini dile getirmektedir. O, akla dȋnȋ çoğulculukta bahsi
dahi geçmeyen ferâset gibi özel nitelikler atfetmektedir. Dolayısıyla Mevlânâ’nın akla
740
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, a.g.e., c.1, b.2125-2128, s.170.
741
Fatih Topaloğlu, “John Hick’in Dinî Tecrübe Anlayışı”, Karadeniz Teknik Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, c.1, sy.1, 2014, s. 165.
245
Dȋnȋ dışlayıcılık fikrini savunanlar, her dinin kendine özel bir şeriatı olduğundan
Ancak “herkes hakikâtte aslında aynı şeyi söylüyor” şeklindeki bir diyaloğu doğru
bulmamakta ve diğer dinlere saygı duymanın onlarla her konuda anlaşmak anlamına
noktalar bulma gayretlerinin sebebi siyâsi bir amaca yöneliktir. McGrath, bütün dinlerin
eşit şekilde kurtuluşa ulaşmasının vahiy, Tanrı ve hakediş konuları nedeniyle evrensel bir
etmektedir.742 Bu bakış açısı itikâdȋ açıdan Mevlânâ’nın din söylemiyle çoğu noktada
ele alır ve şeriata bağlı kalınmaksızın kurtuluşun mümkün olamayacağını dile getirir.
Mevlânâ konuya, İslâm dininin ana arterleri sayılan tevhid, Allah’ın sıfatları, vahiy, kaza-
kader, ahiret inancı gibi konuları zâhirȋ ve bâtınȋ bütün boyutlarıyla kabul ederek başlar.
görülmektedir.
özelliklerinden kişiyi koruyan en üstün mercinin din olduğuna dikkat çekmekte ve şeriatı
bu noktada teraziye benzetmektedir.744 Zira din, insanı dizginleyen, terbiye eden, toplumu
742
Yaran, İslam ve Öteki, a.g.e., s. 35-45.
743
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.5, b.1223-1225, s.101.
744
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.5, b.1210-1216, s.100.
246
düzene sokan, emir ve yasaklarıyla sosyal hayatı dengede tutan yegâne kurumdur. Şeriat
metaforuyla açıkladığı gibi iyi ile kötü, mümin ile kâfir, kin ile sevgi gibi birbirine taban
tabana zıt kavramlardır745 ve bunlar ancak din terazisi eşliğinde dengede tutulabilir.
Şeytanın kulları saptırmak için en çok yardım istediği kimseler de şeriat çizgisinden
çıkmış adeta şeytana dost olmuş şeytanlaşmış kimselerdir diyen Mevlânâ, haset duygusu
ve onların batinȋ boyutuna yoğun bir şekilde dikkat çekmektedir. Dinin insanın ruhunu
besleme sanatı olduğunu belirten Mevlânâ, din kavramını binlerce kılıfa sarılmış bir sır,
dışa ve ruha bakan yönleriyle var olan öz biçiminde tanımlamaktadır. Onun din
anlayışında sadece bâtıni boyut da yoktur. Bunu namaz ibadetini anlatırken açıkça ifade
bir yere sahip olduğunu belirtmektedir. Ona göre ibadetler, ancak kalben ve bedenen
yapıldıklarında makbuldür. Mânâ ve sûret bir arada olmaz ise fayda da elde edilemez.
vermediği gibi kabuksuz bir çekirdek de dışarıdan gelen tehlikelere karşı korumasız
745
Zıtlıklarla ilgili Mesnevî’deki bir başka örnek şu şekildedir;
“Kezâ inci ile boncuktan müteşekkil bir gerdanlıkta bu iki cevherin bulunması, bir handa bir gece
kalacak iki misafirin ihtilâtı gibidir. Hz. Mevlânâ buyuruyor ki: “Kıymetli inci ile değersiz boncuktan
yapılmış bir gerdanlık var. Mâhiyeti ayrı olan bu iki maddenin bir dizi de bulunması, değerlerinin aynı
olmasını icap etmez. Bir handa bir gece kalacak yolcuların o kadar müddet bulunmalarına benzer.
Gerdanlığın kopup da dizisi dağıldığı gibi inci ve boncuk birbirinden ayrılır. Daha garibi bir aile içinde
böylece adem-i ünsiyyet görünür. Dünyada mecbûren ve sûreta bir arada bulunan cinsiyyet muhalifleri
ahirette Yâsîn Sûresi 36/59’da “Ey mücrimler; bu gün ayırt olunuz.” hitabına uğrayacaklar, ehl-i nâr,
ehl-i nûr olanlardan ayrılacaklardır. O denizin yarısı şeker gibi tatlı, rengi de ay gibi parlaktır. Diğer
yarısı yılan zehri gibi acıdır. Lezzeti acı olmakla beraber rengi de zift ve katran misilli karadır. Cenâb-
ı Pîr, hidâyet ve dalâlet erbâbını birbirine karışmayan iki denize benzetmişti. Şu iki beytte o denizlerden
yarısının tatlı ve berrâk; öbür yarısının acı ve bulanık olduğunu, yani ehl-i imânın kalbini nûr-i tevhid
ile münevver, küfr ve ilhâd eshâbının kalbinin de küfrün kasvet ve zulmetiyle kapkara bulunduğunu
söylüyor.” Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.4, b.2579-2582, s.1226-1227.
746
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.5, b.1219-1220, s.101.
747
Çakmaklıoğlu, a.g.m., s.17-18. Örneğin bknz. Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.2,
b.1205-1229, s.267-269.
247
Mevlânâ din-şeriat kavramlarını anlatırken bütüncül bir yaklaşım sergilemektedir.
Ona göre kulun ilk aşması gereken evre tevhidi, şuhudȋ boyutta elde edilebilecek imânȋ
tecrübeye erişebilmesidir. Tevhidi kalben tasdik eden kul, artık ibadetlerini ve şer’ȋ
yakınlaşmayı umarak ibadet etmeye gayret eder. Kulun yaptığı ibadetlerin mânâ ve ruhu
hayâsızlıktan uzaklaşarak ideal bir insan olmayı başaracağı gibi dînî tekâmülünü de
tamamlayacağını iddia eder.748 “İster namaz ve oruç, ister hac ve cihad olsun hepsi itikad
için birer şahittirler.” 749 Beyitleri onun konu hakkındaki görüşünü özetler niteliktedir.
sahip otorite dindir. Bireyler ancak dinin emirlerine uymak ve Allah’ın rızasını kazanmak
Mevlânâ;
“İhlas sahibi bile varlığında tamamen halâs olup (fenâya ermedikçe), tuzağa
düşme tehlikesiyle yüz yüzedir. (Çünkü henüz) o daha yoldadır, yol kesiciler ise
sayısızdır. (Bu nedenle) ancak Hakk’ın emânında olan kurtulabilir. (Gönül) aynası
tamamen arınmayan, henüz ihlas sahibidir; henüz kuşu tutmamış, avla meşguldür.
Fakat ihlas sahibi ne zaman ki (Allah tarafından) muhlas kılınırsa, artık kurtulur,
emniyet makamına varır, elini tehlikeden çeker”751
748
Çakmaklıoğlu, a.g.m., s.25.
749
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî-i Şerîf, a.g.e., c.5, b.184, s.55.
750
Kurtuluş konusu için farklı bir örnek şu şekildedir: “Çirkin bir Hindli gibi, manen yüzü kara olanlar
için, arz günü rüsva olacakları bir gündür. Kıyamet günü: (Târık Sûresi 86/ 9) “Sırların meydana
çıkacağı bir gündür. O gün herkesin kalbindeki nur yahut zulmet, yüzüne aksedecek; şahsiyet-i
maneviyesi çehresinde görünecektir. Sure-i Âl-i İmrân da, buyruluyor ki: (Âl-i İmrân Sûresi 3/106)
“Kıyamet gününde bazı yüzler beyaz ve münevver olacak, bazı yüzler de kapkara kesilecektir. Yüzleri
kararmış olanlara -ki bunlar kendi peygamberlerine inandıkları halde Nebiyy-i Âhirzaman’ı tasdik
etmeyen kâfirler yahut lisanen tevhide kâil görünürken, kalben münkir bulunan münâfıklar yahut
müslüman olmuşlarken dininden dönen mürtetlerdir. En doğrusu ise, sayılanların hepsidir- denilecektir
ki: İman ettikten sonra kâfir mi oldunuz? O halde kâfir olmanızın cezası olarak azabı tadınız. Yine o
gün yüzleri beyazlanmış ve nurlanmış olanlar Allah’ın rahmetinde ve rahmetin mahalli olan cennette
bulunacaklar, onlar cennete ebedi kalacaklardır.” İşte arz gününde rezil ve rüsva olacaklarını Hazreti
Pir’in beyan ettiği yukarıdaki nazm-ı kerimde bildirilen günahkârlardır. Onların Allah huzuruna çıkacak
yüzleri olmadığı için arz olunmaktan çekinmeleri pek tabiidir. Sırların meydana çıkması, bazen
kıyamete ve mahşere de kalmıyor, dünyada vukua gelip mütecasirlerinin yüzlerini burada kızartıyor,
tabii öbür tarafta da karartacak.” Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.2917, s.26-
27.
751
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 2008, a.g.e., c.2, b.1308-1309, s.208.
248
Diyerek tevhidden sonra samimi bir kalple yapılan ibadetlerin ve arınmış bir gönlün
nefse uymanın sonucunda tahrife uğramıştır. 752 Pis kokulu dumanın tezekten çıktığını;
ödağacının dumanının ise temiz ve güzel kokulu olacağını metaforik bir dille anlatarak
Hz. İsa’ya işaret etmektedir. Hz. İsa’nın Hak peygamber olduğunu ancak etrafındakilerce
Hz. Mevlânâ gerçek dinin bulunup elde edilmesinin bir çaba ve gayret neticesinde
Muhammed’in yeri çok farklıdır zira o, bir mânâ denizidir. Ona benzer ne gelmiştir ne de
gelecektir. Kurtuluşun Ahad ve Ahmed’e yapışmaktan geçtiğini açıkça ifade ederek dinin
vurgulaması ve O’nu üstün görmesi, Mevlana’nın itikâdȋ açıdan dȋnȋ dışlayıcı bir tavır
752
Başka bir örnek için bknz. “Ölüm muhabbeti, sâdıkların gerdanlığı olmuş; Yahudiler için de, muhabbet
davasına bir imtihan teşkil etmiştir. Cuma Sûresinde işaret ediliyor. Medine yahudileri, kendi dinlerinin
hak olduğunu iddia ediyorlardı ve (Mâide Sûresi 5/18) “Biz Allah’ın çocukları ve onun dostlarıyız”
diyorlar (Bakara: 111) “Yahudilerden başkası asla cennete girmeyecektir” hezeyanını savuruyorlardı.
Bunlara karşı bir ayet-i kerime nazil oldu ki: (Cuma Sûresi 62/6–7)“Habibim! De ki: Ey Yahudiler!
Eğer sair nastan ziyade kendinizin Allah dostu olduğunu sanıyorsanız ve iddianızda sadık iseniz, ölüm
temennisinde bulununuz. Ölümü kat’a istemezler. Tevrat’ın tahrifi ve Muhammed Aleyhisselamın
Tevrat’taki evsafının tebdili gibi evvelce ellerinin yapmış olduğu hareketlerden dolayı azap
göreceklerinden korktukları için ölümü arzu etmezler. Cenâb-ı Hakk zalimleri bilir.” Mevlânâ
Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.3955, s.1812-1813.
753
Ayrıntılı bilgi için bknz. “Bazı yüzlerin ağarıp, bazılarının kararacağı kıyamet günü, bunlar hakkında
şimdiden peyda olmuştur. Âl-i İmrân Sûresi’ndeki iki ayetle işaret buyruluyor ki: (Âl-i İmrân Sûresi
3/106) “Kıyamet gününde müminlerin yüzleri beyazlanacak (yani nurlu olacak) facir, kâfir ve
münafıkların yüzleri de kararıp simsiyah kesilecek. O yüzleri kararmış olanlara denilecektir ki:
İmanınızdan sonra kâfir ve münkir mi oldunuz?” Denilmiştir ki, bu sualin muhatapları Yahudiler ile
Hristiyanlardır. Çünkü kendi peygamberlerine doğru yanlış inandıkları halde, Eftalü’l-Mürselin ve
Hatemü’n-Nebiyyin Efendimiz’in risaletini inkâr etmişlerdi. Yahut bu hitâba uğrayacaklar
münâfıklardır ki, sureta Müslüman olmuş görünmüşler, fakat eski küfürlerinde devam etmişlerdi.
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.3397, s.1573.
754
Naim Şahin, “Mevlânâ Celaleddin Rûmi ve G. W. F. Hegel’de Bazı Metafizik· Kavramların
Karşılaştırılması”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, sy 5, 2001, s. 85-91.
249
kurtuluşun tek bir dinle mümkün olabileceği ve bu dinin en üstün kabul edilmesi
gerektiğidir.
alınmıştır.
“Hazret-i Ahmet (sav.) Efendimiz irşat esnasında cümle âleme kulum dedi.
Bu nükteyi anlamak için (Zümer Sûresi 39/53: Kul ya ibadi) ayetini oku”
Cenâb-ı Mevlânâ bu beyit ile Sûre-i Zümer’de bir âyet-i kerimeye işaret
ediyor. Hüseyn Vaiz onu şu sûrette tefsir ediyor. Şirk, katl, zina gibi kebairi irtikâp
etmiş olan müşriklerden bazıları huzur-ı Nebevi’ye geldiler.
“Bizi davet ettiğin din iyi bir şey. Fakat bu dine girecek olursak evvelki
günahlarımız affolunur mu?” Diye sordular. O sual üzerine âyet-i celile nâzil oldu.
“Habibim söyle: Ey birçok günah irtikâbı ile nefislerine israf etmiş kullarım!
Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Hakikaten Hak Teâlâ şirkten başka bütün
günahları yarlıgar. Şüphesiz o Gafûr ve Rahim’dir. Bu âyet-i kerime Kur’ân-ı
Azimüşşan’daki rahmet ayetlerinin en ziyade ümit vericisidir. Resûl-i Ekrem
Efendimiz’in “bu âyete mukâbil dünya ve dünyada bulunan bütün şeylerin benim
olmasını istemem” buyurduğu rivâyet edilmektedir. İbn-i Mesud Rasulullah’dan
naklediyor ki Rasullah’ın amcası Abbas bin Abdulmuttalip bir gün mescide girince
orada birinin cehennem ateşini zikrederek dinleyenleri korkuttuğunu işitmiş; Yahu
niçin halkı ye’se düşürüyorsun! (Kul ya ibadi) âyetini756 unuttun mu demiş.” Bir
başka örnekte “Sende de o evvelki müşriklerin ahlâkı vardır. Onlar gibi olmaktan
niçin korkmuyorsun? Mâdem ki onların nişanları ve alâmetleri sende de vardır.
Mademki onlardansın. Böyle olunca azâb-ı İlâhî’den nasıl kurtulabilirsin?” 757
Demektedir.
çoğulcu bir yaklaşımdan çok dȋnȋ dışlayıcı bir yaklaşıma yakın olduğu söylenilebilir. Zira
755
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.2, b.1104, s.128.
756
Zümer Sûresi 39/53.
757
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.4, b.2501, s.102.
250
gelen bir kurgudan ibaret olduğu savunulmaktadır. Dolayısıyla kurtuluş kavramı
hakkındaki temel görüşler bu şekildeki bir din algısının üzerine kurulmuştur. Dȋnȋ
çoğulculukta kurtuluşu tek bir dȋnȋ geleneğe mâletmek yanlıştır. Bütün dinler kurtuluş
hakikatte var olup olmadığı, insanın kendisi dışındaki şeyler hakkında hangi ölçüde bilgi
sahibi olabileceği, doğru bilginin kaynağı, ahlâklı hareketlerin nitelikleri konuları aynı
bir mütefekkirdir. Ona göre aslolan varlık Allah’tır. İnsanların varlık durumunu ise
geçiciliği temsil eden rüya metaforuyla izah ederek rüyada görülen şeylerin mutlak doğru
kabul edilemeyeceğini, rüyada vücuttan bir organ eksilse dahi bunun korkuya sebep kabul
758
Özkan, “W. C. Smith ve J. Hick’in Dini Çoğulculuk Hipotezlerinin Değerlendirilmesi”, a.g.m., s. 274.
251
gösterir.759 Mevlânâ için Allah, Mutlak Varlık’tır. Kullar ise geçicidir. 760 Hudûdu
Yanıtını veren Mevlânâ, “kim daha çok haberdârsa daha ziyâde canlıdır”
haline bağlar. 762 Mevlânâ’nın varlık teorisindeki bir diğer iddia ise varlık ile yokluğun iç-
içe oluşudur. “Yoklukta güneşler vardır. Kardeş, yoklukta varlık nasıl olur? Zıt, zıddın
içine nasıl girer, sığışır? ‘Ölüden diri çıkarır’ hükmünü bil. Yokluk ibadet edenlerin
ümididir.”763 Beyitlerinden de anlaşılacağı üzere ona göre yokluk, Allah’ın varlığının bir
aynası hükmündedir ve ancak Allah’ın hükümleri ile amel edenler ölümden sonraki
hayatta dirilmeyi, cenneti hakedeceklerdir. Kısacası insanın gerçek mânâda varlığı elde
Mevlânâ’ya göre Mutlak Varlığ’a ulaşmak çok kolaydır zira doğa, sayısız delillerle
doludur. Rüzgârın estiğini gören kişinin bir estireni olduğunu bilmesi gerektiği gibi…764
“Güneş gibi apaydın olan ve adına Ümmü’l Kitap denen yüz dilli Kur’ân’a bak!
Kimsenin ondan bir harfi çalmaya yâhut sözüne bir söz katmaya ne haddi var, ne kudreti!”
koruyacağını ifade eden Mevlânâ, kitaplara iman noktasındaki itikadȋ görüşünü gözler
759
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, a.g.m., c.3, b.1730-1735, s.141.
760
“Firavunların ve Ad Kavmi’nin sonlarını işiten akıllı bir kimse, vehimden ibaret varlığını ve mahz-ı
dalâl olan hevâ ve hevesini terk eder.” Diyen Mevlânâ, varlığın vehimden ibaret olduğunu ve bireyin
kurtuluş ya da helâkının bu durumu algılayış seviyesiyle doğru orantılı şekilde gelişeceğini
vurgulamaktadır. Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.3120, s.1451.
761
Kâfir tanımı Tahirü’l-Mevlevȋ’de şu şekilde açıklanmıştır. “Sende kâfirlerden bir kaf, yani küfrâmiz bir
itikâd bulundukça kâfirler gibi kokmuş bir şehvet mevzuusun.” “inneme’l müşrikune neces” (Tövbe
Sûresi 113/28) âyet-i kerimesi muktezâsınca müşriklerde hubs-ı mâneviye uğramak demektir.” Mevlânâ
Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.3, b.1229, s.11.
762
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b. 3320-3328, s.255.
763
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.5, b. 1017-1019, s.84-85.
764
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b. 125, s.11.
765
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b.2875-2876, s.231.
252
İnkâr eden kişinin buna delilinin sadece görünenden ötesini görmemesi olduğunu
söyleyen Mevlânâ; bunun çok yanlış bir bakış açısı şeklinde değerlendirmektedir. Faydalı
çalışmaktadır. İlacın faydası da görünen bir şey değildir ancak mevcuttur. Başka bir yerde
farklı teferruâta da girmiştir. Hiçbir ressam resmini sadece resim yapmak için yapmaz.766
hiçbir testici sadece testi olsun diye testi yapmaz mutlaka onun kullanılması ve fayda
vermesi için yapar diyerek kâinatın yaratılışının da bir gayesi olduğuna ve deizmde iddia
edilen dünyayı yaratıp gerisine karışmayan bir Tanrı tasavvuruna inanmadığını da işaret
etmektedir.767
ve iki peygamber hanımı örnek verilerek mânidâr bir şekilde kurtuluşun peyamberlerle
kurulan maddȋ veya ailevȋ bağlardan ziyâde mânevȋ bağlar ve getirdikleri öğretileri
“Nâr ve nûr ehli olanlar, sûretâ karışmışlardır. Lâkin aralarında Kâf Dağı
kadar bir mani’ vardır. Mesela; Sûre-i Tahrîm’deki şu âyet-i kerimeyi okuyalım:
“Küfürde sebât göstermiş ve imân etmemiş olanlar için, Allâh (c.c.) bir mesel irâd
eyledi, yani bir misâl gösterdi. Nûh ve Lût peygamberlerin haremlerini ki
kullarımızdan iki abd-i sâlihin taht-ı nikâhında idiler. O kadınlar, zevcelerine hıyanet
ettiler. Bu iki peygamber, azab-ı ilâhîyi o kadınlardan def’ edemedi. (Peygamber
haremi olmaları, küfürleri dolayısıyla o kadınları azab-ı İlâhiden kurtaramadı.
Nûh’un karısı Tûfanda boğuldu. Lût’un karısı başına taş düşerek öldü.) Âhirette ise
onlara: cehenneme girenlerle siz de girin denilecektir.” İşte şu mesel-i İlâhi
yukarıdaki beyti pek güzel îzâh eder. Bu kadınlar, iki Nebiyy-i Muhterem ile bir evde
bulunacak kadar ihtilât etmişlerdi. Fakat aralarında Kaf Dağı kadar bir mâni’ vardı
ki bu zevc-i mükerremlerinin imânı, kendilerinin küfrü idi. (Kaf Dağı;
büyüklüğünden kinâye olarak kullanılan bir tâ’birdir.”768
766
Bu durum ile alakalı somut bir örnek verilebilir. Ressam Kaluyan ve Aynüddevle, dönemlerinin en
iyilerinden kabul edilen Rum kökenli iki ressamdır. Kaluyan, İstanbul'da Hz. İsa ve Hz. Meryem’in bir
tasvirini görür ve hayran olur. Aynüddevle de bu resmi görme niyetiyle İstanbul'a gider, resmin
bulunduğu manastırda bir yıl kalır, hizmette bulunur en sonunda bir gün tabloyu çalarak Konya’ya kaçar
ve resmin hikâyesini Hz. Mevlânâ'ya anlatır. Mevlânâ tabloyu görmek ister. Bir süre tabloya bakar ve;
“bu iki güzel resim, ‘Aynüddevle'nin bize olan sevgisi samimi değildir, o yalancı bir âşıktır’, diyorlar”
deyince, Aynüddevle “onların dilleri ve konuşmalan yoktur. Onlar cansız resimlerdir” der. Mevlânâ;
“bu kadar sanatlı ve canlı bir resim olan sen, dünya, insan, yerdeki ve gökteki her şey kendi mahsulü
olan bir Büyük Ressam’ın eserisin. Senin, yaratıcını bırakıp cansız ve manasız bir resme âşık olman
doğru mudur? O habersiz şekillerden ne elde edilir?” Buyurur. Aynüddevle bu sözün üzerine orada
tövbe edip müslüman olmaya karar verir. Güner, a.g.m., s. 48.
767
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b.2877-2885, s.231.
768
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.4, b.2577, s.1255-1256.
253
Mevlânâ’da varlığın sebebi de dayanağı da Mutlak Varlık olan Allah’tır. Kulların
başına gelen her hâdise O’nun bilgisi dâhilindedir. Çirkinlik te onun eseridir, güzellikler
de... Kâfiri de yaratan O’dur, mü’mini de... Bu iki türlü resim Allah’ın üstadlığının
şahittir. İkisi de Allah’a secde eder ama aralarındaki fark mümin kulun isteyerek kâfirin
ise istemeden secde etmesidir 769 görüşündeki Mevlânâ, ontolojik (varlık) açıdan ele
sergilemiştir denilebilir. İnsan faktörünü en çirkin hali kabul edilebilecek küfür halini
dahi, Allah’ın varlığına bir ispat ve delil kabul eden Mevlânâ, yaratılanı yaratandan ötürü
üzerine inşâ edilmiş şekildedir. Aralarındaki fark ise bilgi, iman, ibadet, ahlâk
kavramlarına yaklaşımının daha epistemolojik olmasıdır. Zira bilgi kavramını ele alırken
ilk etapta bilginin kaynağı ne olmalıdır? Nasıl elde edilmelidir? Bilginin mâhiyeti nedir?
Eksik bilginin tam bilgiden farkı nedir? Sorularına cevap niteliğinde beyitleri bulunduğu
kanatlı tam bir kuşa benzetirken, şüpheyi tek kanatlı nâkıs kuşa benzetir. Bu tek kanatlı
görüldüğü gibi) vahyin ışığında hem ivmeye hem de rahata ereceğini bildirir. 770 Nâkıs
bilginin kişiyi yanıltacağını ve bu bilginin duyularla elde edilen bilgiden ibaret olduğunu
belirten Mevlânâ, Hz. Ömer zamanında duyulara dayalı bilgi neticesinde kimilerince
hilalin görülmesi, kimilerince görülmemesi olayını örnek gösterir. 771 Mevlânâ bu noktada
769
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.4, b. 2537-2544, s.195.
770
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.3, b.1510-1514, s.122-123.
771
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.112-119, s.9.
254
duyu organlarıyla elde edilen bilgi kadar duyguların da önemini vurgular ancak mutedil
bir çizgi de kalarak her ikisinin de gerekli olduğununun da altını çizer. Aynı şekilde aklî
bilgiye de naklî bilgiye de değer verir. Onun için akıl önemlidir ve vahiy de bağlayıcıdır.
“Turamızın kıvrımı, ‘Tanrı insana bilgi öğretti’ 772 âyetidir. Maksatlarımız, Tanrı
ağrısının çocuğun doğumuna neden olması gibi insan gönlünün de emanete gebe
olduğunu anlatan Mevlânâ, kendisinin verdiği nasihatleri de doğuma yardımcı olan ebeye
Mevlânâ’da bilgi, sahibini kibre itmediği sürece kıymetlidir. Yine ona göre bilgi
insanı hayvandan ayıran en önemli özelliktir. İnsanın canının hayvana nispetle daha
gönül kavramıyla birleştirmiş ve onu vahyin izinde kaldığı nispette değerli görmüştür.
kurban olmuş, ruhu Kur’ân kesilmiş kişiden sor” diyerek, salt epistemolojik bilginin
gönül olmaksızın yetersiz kalacağına dikkat çekmiştir. 776 Görüleceği üzere insana
ontolojik açıdan çoğulcu bir yaklaşımla bakan Mevlânâ, bilgi kuramında daha farklı bir
tavır sergilemektedir. Onun için bilgi, vahiyle bağlantılı olması nispetinde değerlidir.
Epistemolojik açıdan değerlendirildiğinde vahiy, İslâm dîni ile irtibatlı olduğu ölçüde
kıymetlidir. Bu durum itikâdî bağlamda dînî dışlayıcılığa daha yakın bir fikrî alt yapıyı
barındırmaktadır.
772
Bakara Sûresi 2/31-33.
773
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.5, b.2587, s.212.
774
Sena Coşgun, “Bir Yurttaş Yetiştirme Denemesi: Sokrates ve İdeal İnsanı”, Sakarya Üniversitesi
Eğitim Fakültesi Dergisi, c. 29, 2015, s. 73.
775
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.2518, s.193.
776
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.5, b.3128-3129, s.256.
255
Felsefe disiplinlerinin iyi-kötü ve güzel çirkin olarak ayırdığı ahlâk ve estetik
kavramları, Mevlânâ’da holistik bir yaklaşımla ele alınır. Ona göre en güzel ve en ahlâklı
olan kişi insan-ı kâmildir. Bireyin bu üstün vasfa ulaşmasını engelleyen unsurlar aynı
zamanda onu Allah’tan uzaklaştıran kötü huylardan (hırs, kin, haset, riyâ) oluştuğunu
ifade eder.777 İnsanı kökü itibariyle iyi kabul eden Mevlânâ, çevresel faktörlerden dolayı
bu iyilik özelliğini kaybeden kişinin tekrar özüne dönebileceğini iddia eder. Tövbeyi bu
noktada çare kabul eder, kötü huyları kategorize ederek kuş metaforuyla muhataplarına
anlatmıştır. “Kaz, hırstır; horoz şehvet; kibir tavusa benzer, kuzgun dileğe. Kuzgunun
dileği, ebed olmak, yahut uzun bir ömre kavuşmaktır, bunu umar durur.” 778 Ona göre bu
Mevlânâ’ya göre güzel, aynı zamanda iyi ve ahlâkî olandır ve tüm güzelliklerin
kaynağı Allah’tır. O’na yaklaştıran herşey güzel ve iyi, ondan uzaklaştıranlar ise
kötüdür.780 Onun güzel ve iyiye yüklediği anlamlar Kuran’la birebir örtüşmektedir. Zira
İslâm estetiğinin kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’e göre insandaki güzellik duygusu fıtridir; “Biz
insanı en güzel biçimde yarattık” 781 âyetinde vurgulanan güzellik, insanın iyi ve güzel
insan-ı kâmil, sabır, tevekkül, şükür, tövbeyi kullanmakla yetinmeyip günlük hayat
içerisinde herhangi bir din ya da inanç ayrımı yapmaksızın bütün insanlarca evrensel
kabul edilebilecek dürüstlük, cömertlik, haset, yalancılık, kibir v.b. haslet ya da zaaflara
777
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.2, b.1540-1549, s.118.
778
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.5, b.42-45, s.8.
779
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Mesnevî, 1991, a.g.e., c.5, b.42, s.8.
780
Hasan Çiçek, “Kadim Üç Felsefe Problemi Bağlamında Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde Metaforik
Anlatım”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XLIV, sy. 1, 2003, s. 298-309.
781
Tîn Sûresi 95/4.
782
Osman Mutluel, “İslam Estetiğine Genel Bir Yaklaşım”, Akademik Araştırmalar Dergisi, sy. 52,
2012, s. 40.
256
da değinerek topluluklarının tamamını kapsayan bir formda eğitme kaygısı güttüğü
görülmektedir. 783
Eflatun özellikle de ahlâk felsefesinin kurucusu kabul edilen Aristoteles’ten beri, ahlâk
felsefesinin tabiriyle bir “erdem etiği” kabul edilebilir. Bu etik anlayışındaki en önemli
nokta, bir ahlâki eylemi, evrensel kabul edilen ahlâk yasalarına uygun olduğu ve ödev
uyarıları ve tavsiyeleri ahlâki erdemlere ulaşma noktasında rehber olma özelliği taşıması
insanların sahiplendiği bir erdem kabul edilmektedir. Aynı durum, bütün erdemlerin ve
ahlâki değerlerin göreceli, kimi zaman tarihsel ve hatta kişisel olduğunun savunulduğu
ve “altının oyulup içinin boşaltıldığı bu günde” daha fazla öneme hâiz sayılmalarına
783
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.3397, s.1573. Tâhirü’l-Mevlevî’nin Mesnevî
şerhinde ahlâkın bireyselliği konusu somut bir örnekle şu şekilde anlatılmıştır; “Ebu Cehil’in oğlu
âşikâre Müslüman, Nuh Peygamber’in oğlu ise sapıklardan oldu. Ebu Cehil’in İslam dini ve Hazret-i
Râsul Aleyhisselam’a olan şiddeti adâvetini bilmeyen bir Müslüman yok gibidir. Kibir, haset, inat gibi
ahlâk-ı rezile ile muttasıf bulunan o herif, Gazve-i Bedir’de belasını buldu. Abdullah bin Mesud
tarafından kafası kesildi, canı cehennemi boyladı. Lakin oğlu İkrime Radiyallahü anh feth-i Mekke’den
sonra müslüman oldu. Ondan sonra neşr-i İslam için yapılan muhârebelerde bulundu. Bir misal daha…
Ashâbın fedakârlarından biri Hanzale bin Ebi Amir vardı ki,“Ebu Amir” namında bir mürtedin oğlu ve
münafıkların reisi İbn-i Selul’ün damadı iken dini bütün bir müslümandı. Uhud Muharebesi’nde Allah
ve peygamberi uğrunda şehadet nimetine kavuştu. İşte iki ölüden çıkmış iki diri. Hazret-i Nuh’un oğlu
Kenan ise, mümin olmadığı için gemiye girmemiş, hatta babalık şefkatıyla Hazret-i Nuh’un çağırmasına
karşı “dağa çıkar, kurtulurum” demişti. Babası ona, “bugün Allah’tan başka kurtaracak yoktur” derken,
aralarına bir dalga girmiş ve Kenan’ı boğmuştu. İşte bu diriden çıkmış bir ölü.”
257
başarılabilecektir. Çağın modern/postmodern kabul edilen tüketim toplumunda en yüksek
değerler kabul edilen unsurların arasında erdemlilik, ahlâkîlik ve benzeri değerlerin adı
kadar geniştir. Çeşitli dinler ya da düşünürlerce bazı erdemlerin daha sık vurgulandığı
bilinen bir gerçektir. Örneğin, Aristo’nun bahsettiği onüç büyük erdemin yanı sıra
gibi çeşitlilik göstermektedir. Hristiyanlık’ta kabul gören yedi erdem, Budizm’de sekiz
ilahiyatçılar topluluğunun dört maddelik bir erdemler sınıfı mevcuttur. Kısacası dinlerin
eşliğinde- mevcuttur. İslâm dininin Kur’ân-ı Kerîm rehberliğinde en çok vurgulanan dört
âyetler bağlamında temel kabul edilecek ahlâkî erdemler hakkaniyet, muâvenet, edep ve
bir tasnif yapmış olması göze çarpmaktadır. Onun konuyu ele alırken kozmik
unsur kullandığı kozmik dilidir denilebilir. Zira güneş, hava, toprak, su gibi tabiata ait
unsurlar âdemoğlunu birinci derecede ilgilendiren ve her biri için eşit derecede hayâtî
Kısacası varlık bilgi ve ahlâkî prensipler açısından Mevlânâ’nın bakış açısı dînî
dışlayıcılık teorisine daha yakındır. Zira Mustafa Köylü, dînî dışlayıcılığı kapsayıcılık ve
784
Cafer Sadık Yaran, “‘Mevlânâ’nın Yedi Öğüdü’: Evrensel Erdemler, Kozmik Temellendirmeler ve
Aidiyet Meselesi”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sy 16, 2007, s. 25-30.
258
çoğulculuğa göre “en samimi ve tutarlı teoridir” görüşünü savunurken bu noktalara da
gibi dînî konuları insanların elinden alıp Tanrı’ya bırakmayı hedeflemektedir. Bir kişinin
ahlâkî saygı sınırlarını aşmaksızın tek bir dini benimseyip onu en mükemmel, en biricik
kabul etmesi kadar doğal bir hakkı yoktur. Ayrıca çoğulcu bir yaklaşımla bütün dinlerin
eşitliği nedeniyle hidayete ulaştıracağını savunmak diğer din mensuplarının Allah’ın dini
olan İslâm’dan haberdâr olmalarını önlemek kabul edileceği için büyük bir mesuliyettir
görüşündedir.785 Mevlânâ’nın eserlerinde itikad ve ahlâk ile ilgili konuları işleyişi göz
görülmektedir.
3. Dînî Kapsayıcılık
beyân etse de asıl kurtuluşa ulaştıran yolun Hristiyanlık’tan ibaret sayılması gerektiğini
iddia eden anlayışının adıdır. Mevlânâ’nın bir İslâm mütefekkiri olduğu düşünüldüğünde
böyle bir fikri savunma ihtimalinin zayıf olduğu görülecektir ancak onun kendi kavram
terminolojisi göz önünde bulundurulduğunda tüm insanlığı içine alan, saran ve kavrayan
varolduğunu iddia eden Mustafa Çakmak bunun sebebini Kur’ân’ın ‘öteki’ne yönelik
tavrın genel ve tek bir bakış açısını yansıtmamasına bağlamaktadır. Ayrıca Mevlânâ’yı
kapsayıcı ve çoğulcu fikirlere sahip kabul etmektedir. Mevlânâ’nın akıl ve ilim açısından
kapsayıcı, gönül ve irfan açısından çoğulcu kabul edilebileceğini çünkü onda mistik
785
Yaran, İslam ve Öteki, a.g.e., s. 75-76.
259
tecrübe ve varlığın birliği inancının mevcut olduğunu iddia etmektedir. 786 Ancak
yaklaşım haricinde Mevlânâ’nın din anlayışı ve tebliğ metodu ile örtüşen noktaları
bulunmamaktadır.
mensup olan kişiler Allah’ın merhametine ancak İsa Mesih’e ulaştıklarında hak
bakırları altına çeviren aşktır ancak bu aşk, kuru bir hevesten hâsıl olan bir aşk değildir.
786
Çakmak, Çağdaş Batı ve İslam Düşüncesinde Dinsel Kapsayıcılık, a.g.t., ss. 201-4.
787
Clark H. Pinnock, “An Inclusivist View”, More Than One Way? Four Views on Salvation in
Pluralistic World, ed. Dennis L. Okholm, Timothy R. Phillips, Grand Rapids: Zondervan Publishing
House, 1995, s. 117-18.
788
Konu ile ilgili âyette, “De ki: ‘Ey insanlar! Gerçekten ben göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın hepinize
gönderdiği elçisiyim. O’ndan başka tanrı yoktur. O hayat verir ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve ümmî
Peygamber olan Rasulüne -ki o Allah’a ve O’nun sözlerine inanır- iman edin ve ona uyun ki doğru yolu
bulasınız.” A’râf Sûresi 7/158.
789
Konu ile ilgili farklı bir örnek için bknz: “Her kim, yalnızca bu yolu nâdir olarak kendi kendine
geçmişse, o da yine pirlerin himmeti yardımıyla menzil-i maksuda ermiştir. Resul-i Ekrem Sallallahü
Aleyhi Vesellem Efendimiz, bütün âlemlere rahmet olduğu gibi, verese-i kâmilesi olan evliyaullah da
rahmettir. Hazreti Peygamber Aleyhisselâtü Vessellem, Mekke’de bulundu. Enfâl Sûresi 33. âyette
“Habibim! Sen aralarında bulundukça Allah onlara azap etmeyecektir” nazm-ı kerimiyle, taraf-ı
ilahîden taahhüt buyurulmuştu. Mekke müşrikleri; saye-i Muhammedî’de mükemmel bir ferah içinde
yaşarlar, ticaret kervanlarını emin olarak her tarafa gönderirlerdi. Fakat hicret vuku bulunca iş değişti.
Bunun gibi aklını ve ilmini rehber ittihaz ederek yola çıkanlardan, yani kılavuza uymaksızın ve kervana
katılmaksızın nâdiren menzile varanlar olsa bile, onlar da yine asırlarındaki verese-i Muhammedîyenin
yüzü suyu hürmetine hidayete ermişlerdir. Nitekim Hadis-i Şerif’te: “Allah’ın öyle kulları vardır ki,
dünya halkı o kullar sayesinde yağmur ve rızk bulur” buyurulmuştur. Tâifliler Resulullah’ı taşa
tutmuşlar ve mübarek ayaklarını kanatmışlarken, o Peygamber-i Erham “Ya Rabbi! Kavmime hidâyet
ihsan et. Çünkü onlar bilmiyorlar” diye dua etmiş, o dua bereketiyle Taif beldesi halkı, sonra kendileri
müracaat ederek İslam’a gelmiştir.” Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.2973,
s.1395-1396.
260
Bu aşk; Allah’ın bilgisiyle elde edilen ve ölümü bile öldürebilen “İlahî bir aşk” ve
“muhabbettir” görüşündedir. Ona göre kaynağını böyle bir sevgiden alan ve bunu, bütün
zerreleriyle idrak edebilecek potansiyeli taşıyan duygularla donatılmış tek canlı insandır.
Mevlânâ, bu farkındalığı ve üstün özelliği nedeniyle insana kıymet vermektedir. Ona göre
bütün mânevî hastalıkların (hırs, kibir, kıskançlık) şifası, bu sevgi potansiyelinin açığa
çıkarılabilmesiyle son bulacaktır. Yine bu sevgiden dolayı onun insanlara olan merhameti
din, dil, ırk ayrımı içermeksizin evrensel boyuttadır. Mevlânâ etrafındaki çocuklara,
yaşlılara, hastalara ve yoksullara onları herhangi bir din ayrımına tabi tutmaksızın ve
duygusunun içeriği, Allah’a muhabbeti ve Allah’ın yaratma sıfatına ayna oluşu nedeniyle
diğer bir delili ise öğrencileri arasında Müslüman, Yahudi, Hristiyan, Rum, Arap, Ermeni
ve Türk birçok farklı din ve meşrebin oluşudur. Ona göre beşer olarak yaratılan her canlı,
Allah'ın bir akisi kabul edilmelidir ve beşeri ilişkilerde insanlar arasında ayırım yapmak,
şahsında öteki din mensupları da İslâm’ı sevmiş ve seçmiştir. Onun tebliğ metodu
790
Fahri Kayadibi, “Mevlânâ’da Sevgi, Birlik ve Barış”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, sy. 16, 2007, s. 11-20.
261
veya olumsuz kanâate yönlendirmektedir dolayısıyla güzel ahlâklı kişiler etrafındakileri
erişmiş insânî nefstir. Mevlânâ, bu makâma erişme yolunda çabayı en büyük erdem kabul
meyletme gibi huyların mânevî birer hastalık kabul edilebileceğini ifade etmektedir.
hataları ve kusurları bir noktada bozuklukları, mânevî hastalık kabul etmekte ve onlara
şefkatle yaklaşmaktadır. Bu da onun engin merhametinin bir sonucudur.792 Ona göre “sulh
dalgaları çarpışır ve göğüslerden kinleri koparır. Ceng dalgaları ise diğer bir şekilde
çarpar, muhabbet ve şefkatleri alt üst eder. Şefkat ve muhabbet, acıları tatlıya doğru
çeker. Çünkü şefkatlerin aslı rüşd ü sedâdır.”793 Bir başka beyitinde ise;
“O kapı; mecûsi için de, mü’min için de güzel ve çirkin için de açıktı; güneş
ve yağmur gibi umûmi idi. Cennet gibi yalnız mü’minlere mahsus değildi. Cenâb-ı
Hakk’ın Rahmân ve Rahîm sıfatları vardır. Bunlardan ikisinin de hükmü rahmet
olduğu halde Rahmân’ın umumî, Rahîm’inki hususi bir merhamettir. Tabir-i diğerle
Rahmân’ın feyzi dünyaya, Rahîm’in feyzi âhirete aittir. Binâenaleyh dünyada
müminlerin de, kâfirlerin de merzuk olması, Rahmân sıfatının tecellisi, âhirette ve
cennette ehl-i imanın mütenâim olması da Rahim sıfatının tecellisidir. Nasıl güneş
791
Ramazan Altıntaş, “Bazı Dindarlık Tipolojilerine Eleştirel Bir Yaklaşım: Mevlânâ Örneği”,
Uluslararası Mevlânâ ve Mevlevilik Sempozyumu Bildiriler 2, Şanlıurfa, 2007, s. 27.
792
Mehmet Necmettin Bardakçı, “Mevlânâ’nın Evrensel Sevgi ve Hoşgörü Anlayışı”, Mârife, sy. 3, 2007,
s. 25-33.
793
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.4, b.2584-2586, s.1228-1229.
262
her yeri aydınlatır, nasıl ki yağmur ıslatmak için yerin dağını ovasını, münbit ve
çorak yerini seçmez ise Allâh (c.c.) da rızıklarını vermek için dünyada kullarının
mü’minlerini, kâfirlerini, sâlihlerini, fâcirlerini ayırt etmez. Fakat ahiret böyle
değildir. Orası Rahîm sıfatının tecelligâhı olduğu için o merhamet-i hassadan yalnız
mü’minler müstefîd olur.”794
aydınlatmaya çalışmıştır.
kapsayılıcığın sınırlarını aşan, mayasını İlahî aşktan alan sevgi ve merhametle yoğrulan
bir haldir. Ona göre, insanlar her an yanlış yapabilme potansiyeline sahiptir. Ancak insanı
yaratılış gayesinden uzaklaştıran her türlü ahlâkî zaaf ve dünyevileşmeye mâruz kalmış
bireye, yardımcı olmak ve ona yol göstermek en önemli erdemlerdendir. 795 Onun
kitaplardan daha çok erdem sahibi insanlardan görerek öğrenirler. Merhamet ve hoşgörü
çerçevede yaşayan Mevlânâ, insan olmak isteyeni, Hakk’a kul olmaya davet etmektedir.
Mevlânâ’nın itikâdî açıdan dışlayıcılığa daha yakın bir tavır sergilediği ancak
aslında onun eserlerinin her türden ve zamandan insana uyum sağlaması ve insanî ruhu
anlatması ve ona hitap edebilmesi ile ilgilidir. Her kesimden, dinden, karakterden,
794
Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.4, b.2740-2748, s.1299-1300.
795
Bardakçı, “Mevlânâ’nın Evrensel Sevgi ve Hoşgörü Anlayışı”, a.g.m., s.37.
796
Ayrıntılı örnek için bknz: “Süt içinde kılın göründüğü gibi münâfıkların mekr ve hilesi de peygamberin
nazarında görünüyordu. Münâfıkların müracatında yüz binlerce hile ve hud’a kılını görüyorken onların
hepsine karşı göz yumdu. Lutuf ve kerem denizi olan o Peygamber-i Ekber; “ben size sizden daha
şefkatliyim” buyurmuş ve pek doğru söylemişti. Ben nâhoş alevleri bulunan bir ateş kenârında
oturmuşum. Siz, pervâne gibi o tarafa koşuyor ve ateşe atılmak istiyorsunuz. Benim elim ise sineklik
gibi pervâne kovmaktadır.”Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.8, b.6793-6816, s.859-
860.
263
ruha hitapla yakından ilgilidir.797 Mevlânâ’nın tipik bir dînî kapsayıcı kabul
göre Allah’ın rahmetine mazhar olacak zümrenin mümin olması gerekmektedir. Dînî
kapsayıcılıkta ise merhamete sadece üstün bir ırk kabul edilen Hristiyanlar ve nihayetinde
İsa Mesih’i kabul edecek “Anonim Hristiyanlar” erişebilecektir. Mevlânâ’nın insanı insan
olması sebebiyle Allah’ın rahmetine layık görmesi ve insanın kurtuluşu için erdemlere
kapsayıcı bir bakış açısını savunduğunu iddia etmek itikâdi ve ahlâki fikirleri nedeniyle
kabülle sınırlıdır.
bahsedilmekteyken İslâm düşünce yapısında inanç özgürlüğü, en üst norm olan Kur’ân
tarafından koruma altına alınmış ve başka fikirlere sahip kimselere karışmamak ve onları
açıklama hakkı verilmiştir. Din zaten kendisi başlı başına özgür iradeyle tercih edilen bir
kabul ettikleri kendi isteklerine bağlı olan tüm davranış ve fiillerinin tamamıdır. Dinin
esasları da özgür bir alanı temsil eden gönüllülük esası etrafında toplanmıştır. İslâm’da
cebren yaptırılan ibadetlerin makbul sayılması söz konusu dahi edilmemektedir. Aynı
şekilde zorla iman eden kimse de mümin değil münafık olarak adlandırılmaktadır. Dinde
zorlama olmayacağı ayette kesin bir şekilde emredildiği için798 hiç kimse İslâm’ı seçmeye
797
Mehmet Ak, Elif Eşen, Faik Özdengül, “Mevlânâ Penceresinden Bilişsel Terapiler”, Bilişsel
Davranışçı Psikoterapi ve Araştırmalar Dergisi, sy. 3, 2014, s. 139.
798
Bakara Sûresi 2/256.
264
zorlanamaz. Din ile alakalı öğretiler muhataba anlatıldıktan sonraki tercih kısmı, artık
muhatabın özgür irade ile tercih alanına girmektedir. Tercihlerin farklı dinlerden
Hristiyan ya da herhangi başka bir din ile alakalı talep ettiği bütün ibadet ve esasları
bu yolla uygulanagelmiştir. Vahyin özü adalet, insan hak ve özgürlükleri ve tercih hakkı
üzerine kurulmuştur. Kuran’ın asırlar önce yeryüzüne armağan ettiği bu evrensel ilke, en
büyük eğitici model ve son peygamber Hz. Muhammed tarafından bütün detaylarıyla
sunulmuş ve pratiğe geçirilmiştir. Hz. Peygamber konu ile ilgili bir uygulamasında
kendisinden iman edip etmeyeceği noktasında düşünmek için iki ay mühlet isteyen
Safvan b. Ümeyye isimli bir müşriğe, “dört ay muhayyersin” diyerek zorlamadan uzak
Yahudi şehri olan Eyke halkı ve hükümdarları Yuhanna’yı İslâm’a davet ettiği ancak
Dînî kapsayıcılık teoremini savunanlar ılımlı orta yolda bir yaklaşımla insanlara
inandıkları için açık olduklarını iddia etmektedirler. Dînî çoğulculukta ise bu durum “bazı
yollar doğru kabul edilirken bazıları yanlıştır” şeklinde nitelendirilmektedir. Câfer Sadık
tavrını yansıtan bir karakteri yansıtması kapsayıcı kabul edilmesi için yeterli midir? O,
799
Faruk Ermemiş, “Kur’ân-ı Kerîm’in Düşünce ve İnanç Özgürlüğüne Yönelik Emirleri ve Hz.
Muhammed’in Uygulamaları”, Düzce Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 2, sy. 1, 2018, s. 2-
10.
800
Muhammed Hamîdullah, El-Vesâiku’s-Siyâsiyye, Beyrut: Dâru’n-Nefâis, 1985, s. 100-113.
801
Atay, “Dinsel Çoğulculuk Açısından Farklı Mevlânâ Okumaları : Bir Çözümleme Denemesi”, a.g.m.,
s.91.
265
çok yönlü bir üslupla insanlara hitap edebilmeyi başarmıştır. Bu durumu cenaze
kanıtlamaktadır. Onu, din filozofu olarak kabul edenler olduğu gibi mutasavvıf, üstün bir
çoktur. Bu denli çok sıfatla anılması bile onun fikrî yapısındaki ufka işaret etmektedir.
Ona göre gerçek özgürlük beden kalıbından sıyrılıp ruha erişmekle; bu ise gerçek bir
imanla mümkündür. İmanın özüne ulaşmak; kalple ve özgür iradeyle irtibatlıdır. Mevlânâ
için özgürlüğün ve seçim hakkının en iyi ifade edildiği inanç tasavvuru İslâmiyet’tedir.
Çünkü İslâm yaşatmak için var olan ve yaşayan bir dindir. Allah-âlem, Allah-insan
ilişkisinin en sağlıklı kurulduğu din İslâm’dır. Mevlânâ’da dinde gayba iman etmek dinin
esasıdır. Aksi halde gayb bilinse insanın tek alternatifi iman etmek olacak ve insanın
isimlendirir. 803 Mevlânâ’ya göre asıl irâde ve özgürlük bütün kalıplardan sıyrılarak Hakk
yolu bulabilmekte saklıdır. Hakk yolu bulabilmek için tasavvurlarda bulunmak sonuna
kadar serbesttir zira insan düşüncelerinden -olumsuz içerikli bile olsa- fiiliyâta geçmediği
sürece sual olunmayacaktır. Üstelik insan kendi iradesini kabul ederek şeytandan üstün
bir pozisyona ulaşmıştır. Zira Hz. Âdem kendi hür iradesiyle yaptığı hatayı kabul edip
Allah’tan af dileme erdemini gösterdiği halde, şeytan kendi iradesini reddederek 804 tövbe
802
Şahin, a.g.m., s.90-95.
803
Ayrıntılı örnek için bknz: “Cenâb-ı Hakk, buyurmuştur ki. “o boyunduruklar hariçten değildir.” (Yâsîn
Sûresi 36/8)’de işaret ediliyor “Biz, o münkir ve kâfirlerin boyunlarında halkalar, boyunduruklar kıldık
ki, o boyunduruklar çenelere kadar dayanır. O münkir ve kâfirler başları havada olarak
haşrolunacaklardır.”Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.5, b.3237, s.1497-1498.
804
Konu ile ilgili bir başka örnek için bknz. “Putperestler, putun etrâfında toplanınca, puthâne yoluna mâni
olmak isteyenlere düşman olurlar. İblis evvelce melekler arasında büyük tanınmış ve o serverliğe
alışmış olduğu için, eşeklik etti de Âdem Aleyhisselâm’ı hakîr gördü.”Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-
i Mesnevî, a.g.e., c.8, b.7395-7396, s.1020.
805
Ekrem Özdemir, “Mevlânâ Varsa Arabesk Yoktur”, Diyanet Aylık Dergi, Aralık 2017.
266
Bireyin hak ve özgürlüklerine ve dînî tercihlerine kıymet veren ve yargılamaktan
kaçınan Mevlânâ, bu tavrıyla aslında bütün dinleri kapsayan ve dinlerin geliş amacını da
ortaya koyan bir duruş sergilemektedir. İslâm kapsayıcıdır zira kendisinden önce gelen
temellerini Hristiyanlık’tan alan dînî kapsayıcılıktaki gibi cebrî bir tavır sergilemekten de
olduğu gibi bu sınırlı ve ontolojik kapsayıcılık, 806 kelâmî boyutta yerini dışlayıcı ve iman
konusunda olmazsa olmazları belirgin bir duruşa bırakmaktadır. Zira Mevlânâ ne dînî
kavramlara yaklaşımı ve tutarlı duruşu, objektif bir şekilde yansıtılamadığı için bugün
806
Konu ile ilgili başka bir örnekte; “lâkin bilmiş ol ki, müminin huzûr-i İlâhî’de secde etmesi tav’andır,
Emr-i İlâhî’ye itâat etmiş olmak içindir. Çünkü mü’min, Allâh’ın rızâsını aramakta ve secdesiyle o
rızâyı kasdetmektedir. Mecûsî de Yezdân dediği mâbûda secde eder. Fakat onun secdesi kerhendir,
istemeyerektir, çünkü maksadı ve murâdı başkadır. Mecûsî ve kâfir, sultanın kalesini tâmir eder, bunu
yapmakla berâber o kalede beylik dâvâsında bulunur. Beden kalesi kendi mülkü olsun diye asıl sâhibine
karşı bâğî ve âsî olur. Fakat nihâyet ecel gelir, o kale, onun elinden cebren ve kerhen alınır ve asıl
sâhibine âid olur.” tanımlaması yapılmıştır. Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Şerh-i Mesnevî, a.g.e., c.8,
b.6497-6501, s.783-784.
267
SONUÇ
yakından tanıma fırsatı bulamazken ve mutlak hakikatin sadece kendi dinlerine ait
uygulamalardaki farklılıkları daha bilinir hale getirmiştir. Mevcut durum dinsel çeşitlilik
kavramı altında bilimsel bir zemine oturtulmaya çalışılmıştır. Batılı din felsefecilerinin
tasnifi ilk yapanın Alan Race olduğu kabul edilmektedir. Sınıflandırmayı Hristiyanlığı
merkez alan bir bakış açısıyla hazırlamıştır. Alan Race ile başlayan çalışmaları
sistemleştiren ve din felsefesinin konusu haline getiren isimler ise Wilfred Cantwell
savunmaktadırlar.
Tasavvuf, İslâm dininin temel unsurları olan Kur’ân ve sünnete sarılmak için
nefisle mücadelede yapılması gereken ahlâkî ve dînî yükümlülükleri sistemli bir şekilde
öğretmeyi hedefleyen bir ilimdir. John Hick, tasavvuf ilminin bu özelliğini göz önünde
tasavvufî şahsiyetlerden ve onların eserlerinden seçerek bu iki kavramı ortak bir zeminde
olduğu görülmektedir. Dînî çoğulculuğun bütün dinleri “Yenidünya Dîni” çatısı altında
268
toplamak ve ortak bir hakikat anlayışını bütün insanlığa kabul ettirmek gibi bir hedefi söz
konusu iken, İslâm’ın ve onun bir müessesesi olan tasavvufun böyle bir yaptırım
tasavvuf, dîni daha derunî yaşama kaygısı gözeten, temellerini İslâm’dan alan ve her
hamlesinde ondan beslenen bir yapıya sahipken, din felsefesine ait bir konu olan dînî
çoğulculuk, bir nevi bütün dünya dinlerine alternatif ve herkesçe kabul görecek ortak bir
yöntem ve sonuçları açısından tutarlı olmayacağı gibi içeriğinde sağlıklı bir fikrî yapıyı
da barındırmayacaktır.
Hick’in dînî çoğulculuk teoremi, birçok açıdan problemlidir. Zira teist bir kişinin
dînî inançları ile politeist birinin inançları nasıl ortak noktada birleştirilecektir? Ya da bu
ortak Hakikat’e ibadet edilirken nasıl bir uzlaşı yolu takip edilecek hangi dinin ritüellerine
göre hareket tercih edilecektir? “Çatışan Hakikat” iddiaları sorunu hangi yöntemle
çözülecektir? İslâm dîni özelinde bakıldığında netleşmesi gereken bir diğer nokta ise
şudur: İslâm, önerme merkezli vahiy anlayışını benimsemiş bir din olduğu için kişi
merkezli vahyi kabul eden dinler ile hangi uzlaşı önerisi sunulacaktır? İslâm, Allah’ın
insana ifşâ etmesi söz konusudur. Onlara göre bu ifşâ ediş, Tanrı’nın İsa Mesih aracılığı
ile kendini tarih sahnesinde ortaya koyuş sürecinin tamamıdır. Vahiyden maksat;
yani insana kendini ifşâ edişidir. Bu düşünce bir Hristiyan için kabul edilebilir görülürken
bir Müslüman için aynı şey söz konusu olamayacaktır. Zira Müslüman için kabul
269
şeklinde gerçekleşebilir. Zaten Kur’ân-ı Kerîm, kutsal bir vahiy metni kabul edilmektedir.
Dolayısıyla hem metafiziksel hem de öğretisel açıdan bu iki bakış açısı birbirinden çok
farklı konumlardadır.
Her ne kadar dînî çoğulculuğun fikrî alt yapısınının temellerini John Hick atmış
kabul edilse de, W.Cantwell Smith’in de konu ile alakalı çalışmaları ve kavrama katkıları
oldukça fazladır. Smith, ilk etapta din kavramının yerine dînî gelenek kavramının
çerçevesini bu minvalde çizmeyi tercih etmiştir. Ona göre iman ve birikimsel gelenek
dinin iki boyutudur. Bu iki boyutu birbirine ferd bağlamaktadır. İman, tüm insanlar
arasındaki ortak paydayı temsil ederken, birikimsel gelenek toplumun biriken kültürlerini
yaşanmalıdır. Smith’in dînî çoğulculuk teoremine göre, dünya üzerindeki bütün dinsel
gelenekler arasında herhangi bir fark gözetilmemelidir. Farklı dinsel gelenekler, öteki
Kur’ân-ı Kerîm’deki din ve İslâm terimlerine benzer kabul edenler olmuştur. Böyle bir
Muhammed’in aralarında bir fark yoktur. Ancak aynı durum tüm dinler ve onların önder
Müslüman ya da Hindû evrensel ortak imanıyla, Budist evrensel ortak imanı Smith’e göre
çökertmeye çalışmakla itham edilmiştir. Smith, mevcut dînî yapıların hiç birisini
tasdiklememektedir. Gerçek dînî hayatın kişisel iman tecrübesinden ibaret olduğunu ileri
270
sürmektedir. Ona göre mevcut teolojik doğrular mutlak hakikati yansıtmada yetersizdir.
Kısacası dînî çoğulculuk kavramı, fikri inşâ eden filozoflar tarafından dahi temel
hakkında cevabı aranan sorular güncel hâliyle sosyal platformlarda ve bilimsel çevrelerde
herhangi bir pratik alan ya da somut bir örneğe de rastlanmamıştır. Zira içinde bulunulan
çağda, dînî düşünce alanında görüş çeşitliliği, ekonomik, politik, sosyal alanlarındaki
Dînî çoğulculuk teoreminin kurucusu olan Joh Hick, Mevlânâ’nın dînî çoğulcu
olduğunu iddia ederek Mevlânâ’ya ait, “Lambalar farklıdır ama ışık aynıdır.” Söylemini
Mevlânâ’yı çoğulcu teoremin içine dâhil edenler vardır. Ancak Mevlânâ’nın insana bakışı
Dinin içeriğinde değişim ve reform iddiası yoktur. Mevlânâ için, insanı insan olarak
Çalışma ile ilgili bir diğer öğe, dînî dışlayıcılıktır. Dînî dışlayıcılık; kurtuluş,
hürleşme, doğruluk veya din sayesinde hedeflenen amaç ne ise onun tek bir din sayesinde
elde edilebileceğini ve sadece tek bir dinde bulunduğunu savunan yaklaşımdır. Fikri öne
dindir. Din hakkındaki hükmü insanlar kendi norm ve kurallarıyla değil bizzat Tanrı
vermelidir. Bu nedenle insanlara düşen vahyin otoritesini kabul etmektir. Ona göre,
271
değerlendirmeleri yanlıştır. Zira dinler pratik ve teorik boyutlarıyla, kültürel ve mistik
kurulmuş çoğulcu görüşlerin geçersizliğini iddia etmektedir. Her dînî gelenekte dışlayıcı
mevcuttur.
Mevlânâ’yı dînî çoğulcu ya da kapsayıcı kabul edenler olduğu gibi onu dînî
din ya da mezhebe tâbi olursa olsun insanları sevdiğini, onların dinlerine saygı
Mevlânâ’nın bütün dinleri mevcut halleriyle kabul etmesinin itikâdî açıdan mümkün
doğru görüp seçerler ancak bu şahsî kanaatler, seçilen yolların mutlak doğru yani hakikât
olduğunu kanıtlamaz görüşündedirler. Her din Allah’ın çizdiği kaderi yansıttığı gibi
İslâm’ın dışında olmaları nedeniyle hak din sayılamasalar da Allah’ın irade ve takdir
Mevlânâ’nın tevhid anlayışı, vahyin ışığında aydınlanmış aklı üstün kabul etmesi bu
noktada Hz. Muhammed’e övgülerde bulunup en üstün akıl sayması, kurtuluş için belirli
Mevlânâ’ya atfedilen bir diğer düşünce olan dînî kapsayıcılık ise, kurtuluşun her
ne kadar diğer dinler aracılığıyla da mümkünlüğünü beyan etse de asıl kurtuluşa ulaştıran
yolun Hristiyanlıktan geçtiğini iddia eden bir anlayıştır. Bu açıdan bakıldığında, diğer
dinleri bir yandan kabul edip bir yandan da reddetmektir. Bu durum, “öteki” dinlerin
272
kapsayıcılığında diğer dînî hakikatlerin İsa Mesih’in hakikati tarafından kapsandığı
düşünce arasındaki çizgileri yani bu dinlerin Hristiyanlığa daha doğrusu kurtuluş planına
her dinde belli bir işleve sahip olduğu fakat yegâne kurtuluşun İsa’da gerçekleştiği
açısından kapsayıcı, gönül ve irfan açısından çoğulcu kabul edilebileceğini çünkü onda
mistik tecrübe ve varlığın birliği inancının mevcut olduğunu iddia etmektedirler. Dînî
olduğunu kabul etmektedirler. Ancak Mevlânâ’nın İslâm’ın dînî özgürlüklere açık tavrını
yansıtan bir karakterde olması kapsayıcı kabul edilmesi için yeterli midir? Ayrıca dînî
düşünce yapısında inanç özgürlüğü, en üst norm olan Kur’ân tarafından koruma altına
şartıyla her insana inancını yaşama; düşüncelerini özgürce açıklama hakkı verilmiştir.
sınırlarını aşan, mayasını İlahî aşktan alan sevgi ve merhametle yoğrulan bir haldir. Ona
göre, insanlar her an yanlış yapabilme potansiyeline sahiptir. Ancak insanı yaratılış
gâyesinden uzaklaştıran her türlü ahlâkî zaaf ve dünyevileşmeye mâruz kalmış bireye,
anlayışı nebevî tavır eksenindedir. Bu açıdan bakıldığında dînî kapsayıcı kabul edilmesi
273
kavramların atfedilmesi konunun incelenmesi gerektirmektedir. İslâm’ın diğer dinlere
bakışının doğru tespiti ve Mevlânâ gibi mutasavvıfların konuyu ele alışının tarafsız bir
şekilde ele alınması, mevcut bilgi kirliliğininin izolasyonunda önem arz etmektedir. Bu
noktadan hareketle Mevlânâ’nın tüm eserleri ele alındığında ve özellikle inanç, ibadet ve
ahlâkla alakalı kavramları işleyişi incelendiğinde ilk tespit edilen öğreti, onun İslâm’ı
merkeze alarak hareket eden bir çerçeve çizdiği olmuştur. İtikâdî noktada Ehl-i Sünnet
bütün insanları kapsayan ve kucaklayan bir öğretiyi benimsemiştir. İnsanı birey formuyla
kabul etmesi, insanın ruhunun ve duygularının çeşitliliğini doğru tespit etmesi onu farklı
kılan özelliklerindendir. Yine insanın her an hakikate yönelme potansiyelini taşıyor olma
özelliği Mevlânâ için çok önemlidir. Zaten eserlerinde sıklıkla bu noktalara vurgu
yapması şahsının günümüzde önemli bir hümanist olarak kabul edilmesine ve bir noktada
Kerîm’den ve sünnetten başka bir mecrâda aramak doğru olmayacaktır. Zira Mevlânâ
hayatı boyunca Hz. Muhammed’in mesajını hayata geçirme gayreti içerisinde bir hayat
Yaşadığı dönemde dini konularda “değildir, kabul edilmez” şeklinde fetvâ verdiği bilinen
Mevlânâ, insanı insan olarak sevip kıymet verirken onun kendini heder
etmesinden korkmuştur. İnsan gibi değerli bir varlığın esfel-i sâfiline düşmesinden ve
274
kurtuluşa erme şansını kaybetmesinden endişe ettiği için de daima yumuşaklıkla
içindeki İlahî aşk potansiyelinin farkına varabilmesini ve sonuç olarak insan-ı kâmil
zamanda insanı ontolojik bağlamından koparmadan sırf Allah tarafından yaratıldığı için
konusuna önem verdiği kadar Hz. Muhammed’e ve diğer bütün peygambere, kitaplara,
meleklere, kâzâ kadere imana ya da ahiret âleminin önemine de sık sık değinir. İman
esasları kadar ibadetlerin de üzerinde titizlikle durur. Şeklen ve kalben yapılmayan bir
ibadetin eksik kalacağını namaz, oruç, hac gibi ibadetlerden örnekler vererek açıklamıştır.
Ahlâkî erdemler ise onun ideal insan ve toplum hayalinde ilk sırayı alır. Örneğin
Mevlânâ’nın kavram terminolojisinde imandan bir cüz kabul ettiği sabır, dînî
Mevlânâ’nın müminlere has bir vasıf olarak nitelendirdiği tevekkül, ona göre
iman ve dua ile bir bütün teşkil etmekte iken dînî çoğulculuk teoreminde bu içeriğin yerini
275
iman-ibadet ve ahlâk ile ilgili bu ve benzeri boşlukların ortadan kaldırması
gerekmektedir.
Mevlânâ, insanı çok iyi tanıyan onun özünü bilen bir mutasavvıf olarak
eserlerinde ahlâkî erdemler ve rezîletlere geniş yer ayırır. Kötü huylardan kurtulmanın
tutarlılık vardır. Bu noktada onu parçalara ayırarak okumak ve bir bütün olarak ele
kapsayıcılıktan ibaret değildir. Aksine çok daha derin açılımları olan ontolojik bir
Mevlânâ’nın on üçüncü yüzyılda ele aldığı din anlayışında toplumu bir arada tutarak
gibi insan eliyle kurgulanmış yeni bir din otoritesi oluşturma kaygısı söz konusu değildir.
O, varlık, bilgi ve değer birliğine sahip bir hakîkat anlayışının toplumu bir arada
göre insan ile yaratıcısı arasındaki mesafeyi kapatabilecek tek güç aşktır. Bu sevgi
sayesinde kul Allah’a ulaşabilir ve onu görebilir ancak burada bir uyarıda bulunarak bu
yani çalışma ve gayrete de atıf yapmaktadır. Ona göre toplumda sevgi yerleştikten sonra
Eserlerinde mü’min, kâfir, münafık ayrımına girmekten çekinmediği gibi hangi grubun
bütünlüğünü elde etmiş mümin kimselerin cennete gireceği düşüncesini taşıdığını kanıtlar
276
niteliktedir. Ancak onun dışlayıcılığı, felsefedeki dînî dışlayıcılık kavramından çok daha
sunulan çözüm önerilerinin çok daha nitelikli olduğu söylenebilir. Teorilerde dayanak
içeriklerinde insanların din olgularında değişim ya da tek düzelik elde etme amacı
bir hedefinin varlığı tespit edilememiştir. Aksine itikâdî noktada İslâm inancını yansıtan
ve onun dışına çıkmayan bir tavır hâkimdir. Bu noktada sosyolojik bağlamda “kısmen”
kabul edilebilecek bu teorilerin itikâdî açıdan çok fazla ihtilaf ve soru işareti taşıdığı
Mevlânâ, her kulu Allah tarafından yaratıldığı için değerli görmekte; her an
O, çok yönlülüğü ve derin ilmî birikimiyle kıyamete kadar insanlara İslâm’ın gerçek
277
ÖZET
Bu çalışmada, dînî çoğulculuğun tanımı, konu ile ilgili diğer kavramlar olan dînî
dışlayıcılık, dînî kapsayıcılık, dînî çokluk ele alınmaya çalışılmıştır. Dînî çoğulculuğun
bir yaklaşım olmakla birlikte, daha önceki yüzyıllarda ve farklı coğrafyalarda da benzer
dinleri Tanrı’ya eşit seviyede ulaştıran yollar olarak kabul eden görüşün adıdır. Dînî
çoğulculuk düşüncesinin kimi önde gelen sufîler ve özellikle Mevlânâ tarafından dile
gibi kavramların dînî çoğulculukla hangi ölçüde uyum sağladığı ya da ters düştüğü
tartışmalı bir mevzudur. Çalışmada Mevlânâ’nın dînî çoğulcu olarak kabul edilip
çoğulculuğun veya dînî dışlayıcılığın mâhiyetine benzer bir bulgunun var olup olmadığı
incelenmeye çalışılmıştır.
Anahtar Sözcükler: İslâm, Tasavvuf, Din Felsefesi, Dînî Çoğulculuk, Dînî Dışlayıcılık,
Mevlânâ.
278
ABSTRACT
inclusiveness, and religious plurality, which are other related concepts. The possibility of
religious pluralism in Sufism and Mevlana's world of ideas was examined. Although the
Religious pluralism is the name of the view that accepts all religions in the world,
especially the great living religions, as ways to reach God at an equal level. There are
claims that the idea of religious pluralism was voiced and put into practice by some
and najat, which are frequently used in Islamic Sufism literature, are compatible with or
In the study, it has been tried to examine whether Mevlana can be accepted as a
religious pluralist or whether there is a finding similar to the nature of religious pluralism
279
KAYNAKÇA
Routledge, 2015.
2014.
AKYÜZ Vecdi, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saâdet’te İslâm, İstanbul: Ensar Neşriyat,
2007.
Şanlıurfa, 2007.
ARICAN M. Kazım, “Dînî Çoğulculuk Paradigması ve Eleştirisi (John Hick Eksenli Dînî
280
ARPAGUŞ Sâfi, “Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin Eserleri Üzerine Yapılan İngilizce
ASAR Muhammet Ali, “İbadet Ahlâk İlişkisi: Hadisler Bağlamında Bir İnceleme”, İhya
ATAY Rıfat, “Dinsel Çoğulculuk Açısından Farklı Mevlânâ Okumaları : Bir Çözümleme
———, “Peygamber Vârisi Mevlânâ: İnsan Sevgisi Merkezli Çoğulcu Bir Okuma
Denemesi”, Harran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 17, sy. 17, 2007,
https://dergipark.org.tr/tr/pub/harranilahiyatdergisi/276373.
AYDIN Abdurrahman, “Fahreddin Râzi İle Elmalılı Tefsirleri Bağlamında Nebî, Resûl
AYDIN Mahmut, “Dinler Arası Diyalog Üzerine”, Tezkire, Düşünce, Siyaset, Sosyal
———, İsa Tanrı mı? İnsan mı? Çağdaş Hristiyan Düşüncesinde İsa-Mesih’in
———, “Küresel Bir Teolojiye Doğru: Wilfred Cantwell Smith’de Dinsel Çoğulculuk”,
281
AYDIN Mehmet S., “İnsan-ı Kâmil”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, c. 22, 2000.
2, 2017.
(13.05.2020), https://www.divandergisi.com/tr/Dergi/Makale/9/78.
BASİNGER David, “How Religious Diversity Can and Does Foster Religious
2008.
(13.05.2020), https://plato.stanford.edu/entries/religious-pluralism/.
BELL Joseph Norment, İslam’da Aşk Tasavvuru, çev. Yücel Aşıkoğlu, İstanbul: İnsan
Yayınları, 2010.
Bİ̇LGİ̇Z Musa, “Kişiliğin Oluşumunda Fıtrât ve Sosyal Çevrenin Etkisi (İsra, 17/84.
2006.
282
BOLAT Ali, “Tasavvuf Geleneğinde ‘Öteki’ Algısı”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi
BOR Adil, “Din ile İlişkisi Bağlamında Fıtratın Mâhiyeti”, Cumhuriyet İlahiyat
BÖLÜKBAŞI Âdem, “Yeni Çağın Yeni Dînî Formları Karşısında İslâmcılık”, Bilgi
BÜYÜK Celal, “Wilfred Cantwell Smith’in Vahiy Anlayışı”, Hitit Üniversitesi İlahiyat
2014.
283
CLARK Kelly James, “Perils of Pluralism”, Faith and Philosophy: Journal of the
doi:10.5840/faithphil199714330.
2017, doi:10.17863/CAM.26055.
COŞGUN Sena, “Bir Yurttaş Yetiştirme Denemesi: Sokrates ve İdeal İnsanı”, Sakarya
Yayıncılık, 2014.
284
ÇİÇEK Hasan, “Kadim Üç Felsefe Problemi Bağlamında Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde
Kitabevi, 2004.
———, Sosyal Teoloji İnsanın Yeryüzü Serüveni, İstanbul: Otto Yayınları, 2017.
———, Varlık ve Bilgi Aydınlanmanın Keşif Anahtarları, Ankara: Beyaz Kule, 2008.
EBİ’D-DÜNYA Hâfız Ebî Bekr Bin, Rızık Anahtarları ve Tevekkül, çev. Mustafa
2006.
FÂRUKİ İsmail Raci, İslam ve Diğer İnançlar, çev. Okumuş, Ejder, İstanbul: İnsan
Yayınları, 2011.
285
FÎRÛZÂBÂDÎ, Kâmûsü’l-Muhît, çev. Âsım Efendi, İstanbul, c. 3, 1305.
doi:10.1501/Ilhfak_0000001083.
GÖZLER Kemal, İnsan Hakları Hukuku, 2. baskı, Bursa: Ekin Yayınları, 2018.
GÜNER Osman, “Dünya Barışına Bir Katkı Olarak Mevlânâ’da ‘Öteki’ Olgusu”,
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 24, sy. 24-25, 2007,
doi:10.17120/omuifd.42205.
GÜRKAN Salime Leyla, “Yahudilik”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, c. 43, 2013.
2017.
286
———, “Varoluşsal Kendinden Geçme ve Yansımaları: İmam-ı Rabbânî’nin Şathiyye
———, “The Introspective Criticism in Maktubat of Imam Rabbani Ahmad Faroq Al-
Aralık 2014.
Dergisi, 2016/1.
HARMAN Ömer Faruk, “Hac”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, c. 14, 1996.
HARSHE Rajen, “The Limits of Globalisation: Unveiling Resilience and the Primacy of
HEİM S. Mark, Salvations: Truth and Difference in Religion, Maryknoll, N.Y: Orbis
Books, 1995.
———, God And The Universe Of Faiths, Place of publication not identified: Palgrave
———, God Has Many Names, 1st ed., Philadelphia: Westminster Press, 1982.
287
———, İnançların Gökkuşağı (Dinsel Çoğulculuk Üzerine Eleştirel Diyaloglar), çev.
http://www.johnhick.org.uk/jsite/index.php/articles-by-john-hick/6-religious-
———, “The Philosophy of World Religions”, Scottish Journal of Theology, c. 37, sy.
2, 1984, doi:10.1017/S003693060001680X.
in the Philosophy of Religion, ed. John Hick, London: Palgrave Macmillan UK,
HİMMA Kenneth Einar, “Finding a High Road: The Moral Case for Salvific Pluralism”,
IŞIK Aydın, Bir Felsefî Problem Olarak Vahiy ve Mucize, Ankara: Elis Yayınları,
2006.
Yayınları, 2002.
Yayınları, 2013.
288
KADER Vedat, Mehmet Feyzi Efendi Hazretleri’nden Bilgiler ve Belgeler: Notlar,
KARA Mustafa, “Mevlânâ, Mesnevî ve Ney”, Ney’e Dair: Hz. Mevlana’nın 731. Vuslat
KARAGÖZ İsmail v.dğr., (ed.), Dinî Kavramlar Sözlüğü, Ankara: Diyanet İşleri
Başkanlıǧı, 2006.
KARATAŞ Cafer, “Muhyiddin İbn Arabî’ye Göre İnsan-ı Kâmil”, Uludağ Üniversitesi
1972.
289
KILIÇ Figen, “Kavram Analizi Yönteminin Kültür Kavramının Öğrenilmesine Etkisi”,
———, “Dinî Çoğulculuk mu, Dinde Çoğulculuk mu?”, Dini Araştırmalar, c. 7, sy. 19,
2004.
doi:10.46231/akademiar.672739.
Yayınları, 1990.
kitap.net/bible/tr/index.php?id=1126&mc=5&sc=1111.
KURT Ali Osman, “Lessing’in Bilge Nathan’ında ‘Üç Yüzük’ Metaforu Bağlamında
KUŞEYRİ Abdulkerim, Kuşeyri Risâlesi, çev. Dilaver Selvi, 11. baskı, İstanbul:
Türâsil’l-Arabi, 1998.
KÜÇÜK Osman Nuri, Sufiliğin Zirvesi: Hz. Mevlânâ’yı Anlamak, İstanbul: Nefes,
2016.
290
LEHMANN Karsten, “Institutionen Christlicher Migranten in Deutschland: Eine
MARKHAM Ian S., Plurality and Christian Ethics, Cambridge ; New York:
MEKKÎ Ebû Tâlib Muhammed b. Alî, Kûtü’l-Kulûb, Kahire: Dâru’t- Türâsi, 2001.
MEVLÂNÂ CELÂLEDDIN RÛMÎ, Fîhi Mâ Fîh, çev. Ahmed Avni Konuk, 11. Baskı.,
———, Mesnevî, çev. Veled İzbudak, Abdülbâki Gölpınarlı, İstanbul: MEB, 1991.
———, Mesnevî: Tam Metin, çev. Adnan Karaismailoğlu, 5. baskı., Ankara: Akçağ,
2008.
———, Dîvân-ı Kebîr, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları,
1992.
MUHAMMED BİN CERİR ET-TABERİ, Taberi Tefsiri, çev. Hasan Karakaya, Kerim
291
MUTLUEL Osman, “İslam Estetiğine Genel Bir Yaklaşım”, Akademik Araştırmalar
İslam ve Öteki, ed. Cafer Sadık Yaran, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2018.
ÖZDEMİR Ekrem, “Mevlânâ Varsa Arabesk Yoktur”, Diyanet Aylık Dergi, Aralık,
2017.
14, 2016.
292
ÖZLER Mevlüt, “Tevhid”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.41, İstanbul, 2012.
PETERSON Michael L., (ed.), Reason and Religious Belief: an Introduction to the
Philosophy of Religion, 5th ed., New York: Oxford University Press, 2013.
PİNNOCK Clark H., “An Inclusivist View”, More Than One Way? Four Views on
PLANTİNGA Alvin, “Ad Hick”, Faith and Philosophy: Journal of the Society of
9393-y.
QUİNN Philip L., Kevin MEEKER, (ed.), The Philosophical Challenge of Religious
Haksever, 2019.
REÇBER Sait v.dğr., Din ve Ahlak Felsefesi, Ankara: Ankara Üniv. Yayınları, 2006.
293
RUNZO Joseph, “God, Commitment, and Other Faiths: Pluralism vs. Relativism”, Faith
4, 1988.
Enstitüsü, 2009.
SELVİ Dilaver, Kaynaklarıyla Tasavvuf, 17. bs., İstanbul: Semerkand Yayınları, 2014.
Diversity, ed. Chad V. Meister, Oxford; New York: Oxford University Press,
2011.
SİGMUND FREUD, Psikanalize Giriş, çev. Günsel Koptagel, İstanbul: Cerrahpaşa Tıp
SMİTH Wilfred Cantwell, Patterns of Faith Around the World, Oxford: Oneworld,
1998.
———, The Faith of Other Men, The New American Library, 1965.
———, Towards a World Theology: Faith and the Comparative History of Religion,
1119.
ŞAFAK Yakup, “Mevlânâ’ya Atfedilen “Yine Gel…” Rubâîsine Dair”, Tasavvuf İlmî
294
ŞAHİN Nadide, “Hıristiyanlıkta ve İslam’da Kurtuluş Anlayışı”, The Journal of Social
Thought of John Hick and Seyyed Hossein Nasr”, İslam Araştırmaları Dergisi,
sy. 2, 1998.
İstanbul, 1991.
TAN Aysel, Mevlânâ’da Dînî Tecrübe, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara:
2017, doi:10.18317/kaderdergi.340174.
Yayınları, 1995.
TİRMİZÎ Ebu İsa Muhammed ibn İsa, Sünen, Mısır: Mektebetü’l-Halebî, 1975.
TOKAT Latif, “Dini Çoğulculuk Hangi Açıdan Mümkündür?”, Milel ve Nihal, İnanç,
295
TOPÇU Nurettin, İslâm ve İnsan (Mevlânâ ve Tasavvuf), İstanbul: Dergâh Yayınları,
1998.
TÛSÎ Ebû Nasr Abdullah b. Ali b. Muhammed es-Serrâc, el-Lüma, Kahire: Dâru’l-
TÜMER Günay, Abdurrahman KÜÇÜK, Dinler Tarihi, Ankara: Ocak Yayınları, 2002.
Press, 1991.
https://pluralism.org/about.
YARAN Cafer Sadık, “İbn Arabî, Mevlânâ ve Yunus Emre’ye Göre Öteki’nin Durumu”,
İslam ve Öteki, ed. Cafer Sadık Yaran, İstanbul: Rağbet Yayınları, 2018.
———, “John Hick’in Din Felsefesinde Dinsel Çoğulculuk”, İslam ve Öteki: Dinlerin
296
———, “Mevlânâ’nın Yedi Öğüdü: Evrensel Erdemler, Kozmik Temellendirmeler ve
2007.
YASA Metin, Rubâileri Işığında Mevlânâ’da Aşk ve İşlevi, Ankara: Elis Yayınları,
2010.
YAVUZ Yusuf Şevki, “Hidâyet”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 17, İstanbul, 1998.
Yayınları, 1997.
https://semazen.net/mevlananin-tefekkur-dunyasi-ve-insan-emine-yeniterzi/.
YILMAZ H. Kamil, Ebu Nasr Serrac Tusi el-Lüma’ İslam Tasavvufu: Tasavvufla
297