Professional Documents
Culture Documents
Mukadderat Ve İcabat
Mukadderat Ve İcabat
BEDRİ RUHSELMAN
MUKADDERAT
VE İCABAT
’’Varolmak, varlığını anlamak, varlığının kıymetlerini
takdir etmek, varlığının kıymetlerinin ilahi irade kanunları
ahkamına göre temayun etmiş, hudutsuz ve nihayetsiz kainatlar
nizamının ahenkle uyması özleyişile daima ve daima cehit ve
gayret gösteren varlıkların en büyük kaderi ve saadetidir.,,
Sevgili dostum MUAMMER BAYURGİL’e ithaf
ÖN SÖZ
Kitaba esas olan büyük tebliğattan bir kısmı sırası ve yeri geldikçe
okuyucularımıza sayfalarımız arasında takdim edilmiştir. Bu tebliğatı veren ruh
dostlarımızın içinde <<Ruh ve Kainat>> kitabını okuyanlarca tanınmış olan kıymetli
dostumuz Üstatla beraber sonradan bizi kıymetli yardımlarile aydınlatan diğer büyük
ruh dostlarımız vardır. Bu zevat muhtelif medyom kardeşlerimizin vasıtalıklarını
kullanarak bu tebliğleri muhtelif yerlerde vermişlerdir. Musaadelerile bu dostları
takdim ediyorum:
1- KADRİ:
Üstattan sonra, kendisinden tebliğ aldığımız ilk ruh dostumuzdur. Dünyadan
ayrılmış olduğu tarih bizim hesap edemiyeceğimiz kadar çok eski ve belki de tarihten
evvelki devirlere kadar gider. Bu gün kendisinde hiç bir beşeri hüviyeti kalmamiştir..
Binaenaleyh Kadri ismide takma bir isimdir. Bu zattan elde ettiğimiz istifadeler
sonsuzdur. Halen de kendisinden nurlanmaktayiz. Kadriye medyomluk yapan sevgili
arkadaşımız R…..O….. dir. Kendisinden izin almadığım için ve tavazuu derecesi de
bence malum bulunduğu için bu kıymetli dostum hakkında fazla bilgi veremiyeceğim.
2- AKIN:
Gene beşeri hüviyetini çoktanberi kaybetmiş çok kıymetlı bir ruh dostumuzdur.
Kendisinden bilhassa, metapsişik ve ilmi bilgilerin kıymetli anahtarlarını aldık. Ve
çok faydalandık. Bu muhterem ruha vasıtalık yapan medyom, kıymetli
arkadaşlarımızdan Bn. Nezihe Bayurgildir. N Bayurgil Eczacıdır. Halen bir anne olan
bu kardeşimiz ismi gibi nezih ve asil bir ev kadınıdır. Eşi bu kitabın neşrini doğrudan
doğruya deruhte eden sevgili dostumuz Muammer Bayurgildir.
3- MUSTAFA MOLLA:
Binlerce sayfalık tebliğatina halen devam etmekte olan cok kıymetli ve çok itimat
ettiğimiz büyük bir ruh dostumuzdur. Bu muhterem zat da diğerleri gibi beşeri
hüviyetini çoktan, belki gene bizim hesap edemiyeceğimiz kadar eski zamanlardan
beri kaybetmiş bir varlıktır. Binaenaleyh onun ismi de diğerlerininki gibi sırf bizim
ihtiyaçlarımızı karşılamak maksadile tertiplenmiş uydurma isimdir. Bu muhterem
ruha vasıtalık yapan zat sevgili dostumuz Macit Aray’dır. Macit Aray öğretmendir ve
İzmirde bulunmaktadir. Kendisi varlığının muhim bir kısmını medyomluğunun
icaplarına bağlamış takdir ettiğimiz bir arkadaştır.
4- ŞİHAP:
Halen Türkiye Metapisişik Cemiyetinin manevi yardımcısı ve yol gostericisi
olan bu varlık çok muhterem ve sevgili ruh dostumuzdur. Kendisinden her sahada
istifade ederek ve gene ondan aldığımız ilmi ve ahlaki bilgilere dayanarak yolumuza
devam etmekteyiz. Bu zatın hüviyetinin de diğerleri gibi beşeri hiç bir vasfı
kalmamıştır. Bizden kendisinin ne kadar uzaklaşmış olduğunu bizzat kendi tebliğati
miyanında bulunan şu manzum kıtası çok açık olarak anlatır.
BEDRİ RUHSELMAN
B. R.
GİRİŞ
Şurası inkar edilemez ki hakikatler yeryüzünde, bir çok defa muhtelif yollardan ve
vasıtalardan istifade edilerek muhtelif kıymetli varlıklar tarafından söylenmiştir. Gene
şurası da inkar edilemez ki bu büyük hakikatlerden bahseden değerli kişiler, bu işi
kendilerine bir şeref basamağı yapmak veyahut çok kısa bir geçitten ibaret olan şu
köhne dünyanın yalancı maddi huzuzatını elde etmek için küçük ve adi maksatlar
peşinde koşmak gibi basit endişelere kapılarak koyulmuş değillerdi. Zira esasen
onların talimatı bu gibi sapıklıklara asla cevaz vermiyecek şekillerde ve yollarda
insanlara öğretilmiştir.
Şu halde, hakikatin yeryüzünde bir güneş gibi parlaması ve en karanlık yerleri bile
kudretli nurlarile aydınlatıp ısıtması için hakikat yolunda kullanılması zaruri olan
maddi vasıtaların birer istismar vesilesi ittihaz edilmemesi veya asıl vasıtalık rolleri
unutulup onların gaye ittihaz edilerek tapınılacak birer put haline sokulmaması şarttır.
Mesela, bir kuru ağacın zaman zaman yeşererek çiçeklenmesi, meyve vermesi,
tekrar ölüm haline girmesi ve tekrar canlanması hadisesi karşısında derin ve ilahi bir
hayranlık hissi duymaktan mütevellit bir ruh taşkınlığı içinde kendisini ilahi haşmet
ve kudrete, hiç olmazsa bir an için, teslim etmeğe vasıta kıldığı o ağacın karşısına sık
sık geçip ilahi bir vecit haline düşen bir babanın oğlu da babasını taklit etmeğe
kalkışabilir. Fakat eğer o, babasının taşıdığı ruh kudretinden mahrum bulunuyorsa ve
eğer babasının bu hareketinin hakiki manasını kavramadan ve duymadan sırf bir
ibadet vazifesini ifa etmek mecburiyeti altında kendisini hissederek bu işi yapıyorsa o
ağacın hergün karşısına geçip Allaha ibadet ediyorum diye ona bağlanmakla günün
birinde ona pekala Allah diye tapmağa başlıyabilir. Ve kutsi bir kıymet izafe ettiği o
kuru ağaca kimsenin dil uzatmasına tahammül edemez olur. Ve bundan da işte hakiki
putperestlik doğar. Böylece babadan oğula intikal eden putperestlik günün birinde
koca bir kavmin kökleşmiş, söz götürmez dalaletini meydana getirir. İşte bu hal,
insanları ancak hakikatlere ulaştırmağa yarıyan vasıtaların, vasıtalıktan çıkıp gaye
ittihaz edilerek, yolları nasıl karışık istikametlere çevirdiğini gösteren basit bir
misaldir. Bunun daha çok karışık ve muğlak çeşitleri de vardır.
Fakat zaman ve hale göre husule gelen insanlar arasındaki derin anlayış ve
duyuş farklarını düşününce bunun böyle olmasını da tabii ve zaruri görmek icap eder.
Esasen bu böyle olmasa idi ne dünyada hakikatlerin tekrar tekrar söylenmesine lüzum
ve ihtiyaç kalırdı, ne de bu hakikatleri böyle tekrarlıyabilmek için bir çok diğer insan
kendisini feda ederek çalışır, didinir ve yorulurdu. Ve insanlar karartmadan,
bulandırmadan büyük hakikatleri bütün tarih boyunca saklıyabilmek ve anlıyabilmek
kaabiliyetinde bulunsalardı bunlar dünyada her an bütün safiyetleri ile hüküm
sürerlerdi. Demek ki dünya nizam ve kanunları ve tekamül zaruretleri, bu hakikatlerin
insanlar arasında sık sık ele alınmasını ve onlara giden yolların, onlar için kullanılan
vasıtaların daima yeni şartlara ve ihtiyaçlara gore tekrar gözden geçirilmesini lüzumlu
kılacak icaplar arzetmektedir.
radaki talebesi hiçbir vakit ayni kudrette olamaz. Eğer böyle olsaydı esasen o mektebe
de lüzum kalmazdı. Ve eğer dünyada da her varlık ayni kudret ve derecede bulunmuş
olsaydı ruhların dünyaya inmelerine de lüzum kalmazdı. Zira dünya da muhtelif
seviyedeki varlıkların yetişmeleri için kurulmuş ilahi bir terbiye ve edep mektebidir.
Ve buraya ancak olgunlaşmak, yükseltmek ve tekamül etmek için gelinir. Bu
mektebin her sınıfı, orada ruhların geçireceği bir hayat safhasına tekabül eder.
Çalışkan talebeler her sene bir sınıf ve bazan da bir senede iki sınıf atlayarak bu
mektebi çabucak bitiriverecekleri gibi, tenbel ve uyuşuk olanlar da ancak bir kaç
senede bir sınıf atlamak suretile uzun zaman bu mektebin binbir türlü kahrını çekmek
zoruna katlanarak bu ilahi mektebi mihnetler, meşakkatler ve güçlükler içinde
bitirebilirler.
O halde dünyada yaşıyan muhtelif tekamül seviyesindeki insanların anlayış ve
duyuş kaabiliyetlerine göre ayarlanarak açılmış birer hakikat yolu kapısı vardır.
Binaenaleyh her kapıdan, her insan geçemez. İşte bu hali bir tabiat kanunu icabı
olarak kabul etmek lazımgelir. Dünyanın her devrinde, her sahadaki mürşitlerden, ilim
adamlarından, yol göstericilerden mahrum kalmaması zarureti de bu icabın doğurmuş
olduğu neticelerden birisidir diyebiliriz.
Bunun içindir ki dünyada, herhangi bir tekamül devresinde ve safhasında
yaşıyan bir insan, kendisinden mesela, beş bin sene evvelki insanlara hakikat diye
söylenmiş sözlerin hepsine noktası noktasına uyamaz. Zira o zamandan bu zamana
kadar araya karışan nesiller tarafından o sözlerin mühim bir kısmı unutulmuş, diğer
bir kısmı, değiştirilmiş, başka bir kısmı çeşitli tefsirler içinde anlaşılmaz ve karma
karışık bir hale sokulmuş ve bir kısmı da esasen başlangıcında yalnız o zamanın bilgi
ve anlayış seviyesi göz önünde tutularak ona göre basit ve bu günkü insanların kolay
kolay kabul edemiyecekleri birtakım iptidai mefhumlara sokularak söylenmiştir. O
halde yeni ihtiyaçlar doğmuştur. Ve bu yeni ihtiyaçlara cevap vermek lazımdır.
Hakikatler hiç bir vakit değişmez, ancak bu hakikatlerin yeni ihtiyaçlara göre açılması
lazımgelen yollarının kapıları açılır. Bunu da bize ve bütün dünyaya, bu gün yüksek
ve ilahi mıntakalardan verdikleri tebliğatla büyük ruh dostlarımız yapmaktadırlar.
Dünya bu tebliğler, ilhamlar ve irşatlar sayesinde tedricen, fakat büyük bir emniyetle
selamet yolunda yükselmekte ve ilerlemektedir.
İşte dünyamızın bu günkü mübrem ihtiyaçlarına göre ayarlı ve tertipli bir
şekilde bahşedilen bu ilahi hakikat nurları bu günkü insanlar için bir lütuf, bir
mazhariyettir. Onun içindir ki biz bu tebliğata ait neşriyatı temadi ettirmeğe çalışıyor
ve bu uğurda bütün imkanlarımızı kullanıyoruz.
Demek ki hakikatler aranırken yollar bulunur. Fakat aranılması icap eden şey
yollar değil, hakikattir. Yol ve o yolda kullanılan vasıtalar hakikatin kendisi degildir.
İnsan bir diyardan başka bir diyara gideceği zaman, kendisini oraya emniyetle
götüreceğini bildiği herhangi bir nakil
Giriş 13
vasıtasını kullanmak ister. Mesela bir arabaya biner. Bu araba ile bir hayli yol
katettikten sonra, onun tekerleklerinin eskimesinden veya atlarının yorulmasından
mütevellit bir duraklama tehlikesi ile karşılaşınca gene o insanın, ne pahasına olursa
olsun, diye o bozuk arabaya sımsıkı sarılarak olduğu yerde çakılıp kalması doğru
olmaz. Eğer o, hedefine, yani yani ulaşmak istediği diyara varmak gayesini
unutmamış ve o gayeden hiç bir vakit ayrılmamış ise artık bu işe yaramıyan arabayı
terkeder, bir otomobil bulursa ona atlar, tren bulursa onu tercih eder hele tayyareye
rasgelirse onu hiç kaçırmaz. Eğer korkak ve çaresiz değilse!... Fakat hiçbir vasıta
bulamasa bile yolundan kalmamak için yavaş yavaş da olsa, hedefine muhakkak
ulaşması lazımgeldiğini düşünerek topal ayağı ile yürüye yürüye yoluna devam eder.
Bu gaye uğrunda o, önüne çıkan bütün engelleri çiğner, maniaları devirir, ve bilhassa
o maniaların en kötüsü olan o işe yaramaz arabasına ne olursa olsun, diye dört elle
sarılmak gafletine kapılmaz. Ve esasen buna da imkan bulamaz.
Her insana, hedefine varmak için bindiği arabasının artık işe yaramadığını
ihtar eden birtakım ikazlar ve ihtarlar yapılır. Ve bu ikazlar ve ihtarlar da o insanın
bizzat kendi vicdanından kopup gelir. Mesela o bu yolda yaptığı işlerden sonra bir ruh
huzuru ve sevinci duyacağı yerde bilakis bir korku, sıkıntı, eksiklik hissi, üzüntü ve
hatta bazan da vicdan azabı duymağa başlar. Bundan da bilmelidir ki kendisini
hedefine ulaştıracağını beklediği arabasının tekerlekleri esnemeğe, beygirlerinin
ayakları kösteklenmeğe başlamıştır. Ve nerede ise duracak ve yarı yolda kalacaktır. O
zaman o insan, ya mümkünse arabasını süratle tamir edip onu tekrar yürür bir hale
koymak veyahut onun gösterişli cazibesinden kendisini bir an evvel kurtararak yoluna
ilerlemeğe devam etmesine imkan veren daha münasip başka bir nakil vasıtasına
aktarma yapmak mecburiyetinde olduğunu hissetmelidir. Eğer ilerde büyük bir hüsran
içine düşmek istemiyorsa!.. Fakat bu da bir cehtin, bir çalışmanın ve bir ilahi gayretin
mahsulüdür. Ve ilahi irade kanunları böyle bir cehitli iradeli çalışmağı insanlara zaruri
kılmakla onların yükselebilmelerine ve bulundukları merhalelerden öteye hamle
edebilmelerine imkanlar ve fırsatlar bahşetmiştir.
DETERMİNİZMA VE FATALİZMA AYRILIĞI HAKKINDA
BİR MÜLAHAZA
Eski büyükler boş yere konuşmuş veya kıymetsiz sözler söylemiş değillerdir.
Onlar bazı hakikatlere temas ettikleri zaman bazı şeyler duymuşlar ve duydukları
şeyleri de samimi olarak etrafındakilere anlatmak için birtakım vasıtalara müracaat
etmişlerdir. Fakat bir taraftan kullanılan vasıtaların kifayetsizliği, diğer taraftan da
insanların çeşitli tesfir ve telakki kaabiliyetleri yüzünden bu anlatılmak istenen
şeylerin manaları zamanla değişmiş ve tedricen esaslardan uzaklaşılarak bunlar
içlerinden çıkılmaz hale sokulmuşlardır. İşte mukadderata müteallik, zaman ve icaba
göre zaruri bir sadelik içinde vaktile söylenmiş sözler de zamanla bu kalıplardan
geçmiştir. Bu hal neticesinde, bu mevzua ait bu günkü idrak seviyesine uymıyan
birtakım formüller, mantık ve kelime oyunlarile süslü izahlar ve tefsirler tezatlara ve
mügalatalara yol açmış ve bazı kimseler de, hakikatin bir karışıklık içinde
bulunduğuna inanmak meylini uyandırmıştır. Halbuki bu hakikatler, vaktile insanlar
ifşa edilirken kastedilen mana bugünkü karışık ve kabul edilmek temayülünde
bulunan manalardan çok başka ve doğruya yakın bulunuyordu. Fakat o zamandan bu
zamana kadar geçen müddet zarfında yollar uzamış, yollar uzadıkça orada kullanılan
nakil vasıtaları eskimiş ve tamir görmiyen bu vasıtalar binicilerini artık taşıyamaz hale
gelmişler ve bunun neticesinde de büyük gayeye doğru olan seyyahların yürüyüşleri
yavaşlamıştır. İşte böyle, arabalarını ne pahasına olursa olsun bırakmamakta ısrar
edenlerin müdrikesinde, mukadderat bahsi karma karışık halde hiç bir neticeye
bağlanmadan boğulup kalmıştır. Bugün insanlar arasında sürüp giden fatalizma ve
determinizma mücadelesinin başlıca sebebi de budur. Yoksa, tekrar ediyoruz,
hakikatte determinizma mevzuunun karşısında bir düşman, bir muarız olarak
dikilecek bir fatalizma mevzuu bulunmasa gerektir.
Determinizma ve fatalizma hakkında 15
2- Veya insanların iradeleri diye, Allahın iradesinden gayri bir hal yoktur.
Hakikatte o, ilahi iradenin tezahüründen başka birşey değildir. Mesela ben şu kalemi
elime aldım..Bu kitabı yazıyorum. Bunu yazan zahiren ben’im amma hakikatte yazan
O’dur. Yani bu kitap içinde düşünülmüş, bulunmuş ve yazılmış şeylerin hiç birisi
Allahtan ayrı ve başka bir varlığa ait olamaz. Bu başkalık zahiri bir görünüşten
ibarettir…ilh.
Ve mesela ben böyle huzur verici, vicdani mevzular üzerinde bir kitap
yazmasaydım da nefsani arzu ve ihtirasları tenbih ve teşvik edici bir yazı yazsaydım
bud a gene benim değil, ( çünkü esasen ben yokum ) O’nun eseri olacaktı. Keza ben
bir insana bir fedakarlık eseri olarak bir iyilik yapmış olsaydım bunu da yapan
Allahtan ayrı bir varlık olmayacaktı. Tıpkı bunun gibi birisine kötülük yapmış,
nefsaniyetime uyarak bir kalb kırmış, bir adam öldürmüş olsaydım buda benim
irademin eseri değil O’nun eseri olacaktı.
Mahiyet itibarile bu iki düşünce tarzı birbirinden farklı görünüyorsada netice
bakımından bunlar birbirinin aynidir. Yani her ikisine de müstakil ve serbest bir insan
iradesinin faaliyeti kabul edilmemektedir. Ve insan dünyada bir kukla durumuna
sokulmuş bulunmaktadır.
Şimdi bunlardan evvela birinci mefhum üzerinde duralım:
İnsanların, hayvanların ve hatta nebatların bile ani ve tedrici hareketlerinde,
içinde yaşadıkları hayat şartlarının kendilerine vermiş olduğu sayısız imkanlardan bol
bol istifade edip durduklarını görüyoruz. Bizzat kendi hal ve hareketlerimiz esnasında
bizi o tarafa, bu tarafa, yani birbirine zıt istikametlere sevkeden veya sürükliyen
birtakım iç güdülerile karşı karşıya kalmakta ve bunlardan bazan birini, bazan diğerini
kendi arzu ve keyfimize göre serbestçe inhitab etmekteyiz. Bir ağaç, köklerini
salarken her kök kılının muhakkak toprakta daha evvelden çizilmiş işaretlenmiş bir
istikamette milimetrelerle hesaplı olarak uzaması lazım geldiği fikrini kabul etmeğe
bizi mecbur bırakan veya hiç olmazsa şüphemizi davete sebep olan hiç bir delile veya
zarurete rasgelmiyoruz. Bilakis o ağaç, etrafında kökünü salmağa müsait bulunan
toprağın her kısmına yayılıyor. Bundan başka, büyük tekamül kanunlarının icapları
bunun tamamile de böyle olmasını zaruri kılıyor. Bu sözü bir az daha açalım: Eğer bu
ağacın en ince kıllarının en küçük hareketlerine varıncaya kadar bütün hareketleri
dışardan gelen tesirlerle vaki olsaydı, veya evvelden noktası noktasına taayyün etmiş
bir otomatizmanın dışına çıkamamak zaruretinde bulunsaydi o zaman acaba o ağacın
dünyadaki varlığın sebep ve hikmeti hakkında ne düşünebilecektik ve neyi ileri
sürebilecektik? Eğer ağaç da, kuş da, insan da bir taş parçası gibi atıl ve pasif
kalsaydı o zaman böyle bir suali sormağa da lüzum kalmazdı. Fakat bu canlı
varlıkların aktif olduklarını bir gaye, bir maksat uğrunda - bilerek, bilmiyerek - bütün
ömürlerini tükettiklerini ve bu maksadın da tekamül olduğunu gör-
Determinizma ve fatalizma hakkında 17
F:2
18 Mukadderat ve İcabat
Allah var mıdır, yok mudur?... Elbette vardır. Ve bütün hareket noktamız,
bütün düşüncelerimizin başlangıcı Allahın mutlak varlığı hakkındaki kati imanımıza
dayanır. Diğer taraftan şuna da kati bir imanla inanırız ki Allah, bu gün yaptığını yarın
bozan, bu gün kötü, yarın daha iyi, öbür gün ne iyi, ne kötü işler yaptığını sanan veya
günün birinde şaşırıp hiç bir iş yapamaz hale giren, yaptığı işlerde noksanlık bulunan,
keyif ve heveslerine tabi, gidişata göre canı ne isterse onu yapan kaprisli bir varlık
sembolü asla ve asla değildir. Bunu böyle kabul eden kimse her şeyden evvel, Allahın
varlığına inanıp inanmadığını kendi kendinden sormak zorunda kalmalıdır.
Bundan başka, eğer ilahi iradenin böyle beceriksiz bir insan elinde bozar yazar
tahtasında olduğu gibi her an değişen, birbirini tutmıyan, birbirine taban tabana zıt
yollarda tahakkuk eden veya edemiyen tecelliyatını doğru bir fikir mahsulü imiş gibi
kabul edersek, bu kabul ediş her şeyden evvel cebriyunun anladığı manadaki
mukadderat mefhumuna aykırı bir hareket olur. Zira, hatırlatırız ki o tarifte: Allahın
bütün hadisatı ezelden, kabli bir hükümle tesbit etmiş olduğu ve bunun dışında hiç bir
hareketin, hiç bir varlık tarafından yapılamıyacağı, yani o ezeli hükmü kimsenin
değiştiremiyeceği mefhumu ön planda bulunmakta idi. Halbuki ele almış olduğumuz
misallerde görüldüğü gibi, ezel ve ebet şöyle dursun, en kısa bir müddet içinde bile
hadiseler varlıkların iradelerile istikametlerini mütemadiyen değiştirmektedirler. O
halde bu hadisat, hiç bir sıfat ve illet kabul etmiyen Allahın iradesinin değil, bir sürü
sıfat ve illetle malül bulunan ve Allahın mahluku olan kullarının eseri olmak lazım
gelir. Ve Allahın iradesinin, böyle zayıf bir insan anlayışı ile bile izafi, nisbi ve gelip
geçici kıymetlerle doğrudan doğruya münasebeti olabileceğini düşünmek dahi mühim
derecede bir bilgi eksikliğini ifade eder. İlahi irade kanunlarından, tabiat
kanunlarından görüp idrak edebildiklerinize bakınız: bunların hangisi insanların
iradeleri, mahsulü olarak ortaya koydukları kanun ve kaideler gibi sık sık manzarasını
değiştiren yazar bozar tahtasındakilere benzer!
Allah, mutlaktır. Bu kelimeyi herkes söyliyebilir. Fakat bu kelimenin delalet
ettiği mana üzerinde kaç kişi selametle düşünebilir ve kim bu manaya nüfuz
edebilecek kudreti gösterebilmiştir?.. Bir insan düşüncesi, bir insan duygusu bu büyük
mefhumu ne kavrıyabilir, ne manalandırabilir, ne de manalandırmak ve kavramak
iktidarını kazanabilir. Fakat bir insan eğer çok düşünür, senelerce bu mefhum
üzerinde bir şeyler duyabilmek azmile çırpınırsa belki günün birinde bu hususa dair
çok noksan, çok basit ve iptidai bir takım düşünce ve duyguların kendisinde belirmeğe
başladığını görebilir. İşte bu kadar kısır ve beşeri bir görüş ve duyuşla biz Mutlak
hakkında ancak şunu söyliyebiliyoruz: Allahın tasavvur ettiğinden, murat
eylediğinden, ve yaptığından daha mükemmel, daha iyi, daha üstün ve daha başka
türlü hiç
20 Mukadderat ve İcabat
bir tasavvurun, hiç bir muradın ve işin mevcudiyeti asla bahis mevzuu olamaz.
Binaenaleyh, Allahın Mutlak Yaratış Faaliyetinde ne batında, ne zahirde, ne bizim
anlıyabileceğimiz veya anlıyamayacağımız şekilde hiç bir bozukluk, hiç bir tamire
mühtaç, hiç bir bozulup baştan yapılmağa mahkum eser yoktur. Ve böyle eserler
ancak, izafiyet ve nisbilikle malul mahlukatın iradesine terkedilmiştir. Bu bir
hakikattir. Ve bu hakikat karşısında her şeye göz yumarak ve birtakım beşeri ve kabli
itikatlarımızı tatmin edeceğiz diye: ( Allah bir bardağı kırmak isterken yarı yolda vaz
geçti, onu bir rafa koydu. Veya hiç birisini beceremedi, kararsızlık içinde kaldı ) gibi
aklın ve selim hissin asla kabul edemiyeceği bir fikri zorla sürüklemiye biz şahsen
razı olamayız.
Bir işin yapılırken yarı yolda vaz geçilmesi, veya o işin yapıldıktan sonra daha
iyi ve başka türlü olarak da yapılabilmasi imkanının mevcut olarak kalması şu manaya
delalet eder: O iş öyle yapılmıyacaktı. Öyle yapılsaydı matluba muvafık olmazdı.
Veya herhangi bir mahsurla karşılaşabilirdi. Onun için o iş, başka türlü yapılmalı idi.
Fakat nedense ya bir hata, ya bir bilgisizlik veyahut da herhangi mücbir bir sebep o
işin böyle yapılmasını neticelendirdi. Lakin bu engeller ortadan kalkar kalkmaz o iş
değişecek ve yıkılarak yerine başka türlü ve matluba daha muvafık olanı ikame
edilecektir. Ve işte ben, Allah hakkında, Mutlak hakkında böyle tamamen beşeri
zaafın en iyi bir nümunesi olan illetli bir faaliyeti kabul etmek şöyle dursun
düşünmekten bile hazer ediyorum. Ve bu firkin kabulü için ileri sürülen mazeretlerin
hiç birisi beni tatmin edemiyor.
Allahın muradında, kararında, işinde pişmanlık, kararsızlık, tereddüt,
noksanlık, gelip geçicilik, keyif, heves, mecburiyet…gibi yalnız insanlar ve hatta
insanların da nisbeten zayıf ve aciz olanlarına mahsus hallerden tamamile münezzeh
olduğuna iman ederim. Ve bu imanımın da çok derin akli ve hissi sebepleri vardır.
İnsan iradesini inkar eden cebriyun faraziyesini incelerken takıldığımız üçüncü
nokta şudur: Mesela ben bir işe başlamak, bir memuriyete girmek istiyorum. Veya
ticaret hayatına atılmak için bir teşebbüse girişiyorum. Ve bu arzumun tahakkuku için
de iradi bir faaliyet sarfetmeğe başlıyorum. Fakat şu da var ki teşebbüs ettiğim işin
tahakkukunu bütün varlığımla özlemekteyim ve bunun için bütün cehit ve gayretimi
de sarfediyorum. Tam bu sırada, ya karşıma çıkan bir nadan kişi bu işimi bozuyor
veya üstüme yıkılan bir duvarın bende tevlit ettiği mühim bir maluliyet o işi
yapabilmekten beni menedecek kadar aciz bir duruma sokuyor ve bu suretle beni o
işten alakoyuyor. Şu halde burada, benim irademi yerle bir eden daha üstün ve hakim
bir irade ile karşı karşıya bulunuyorum. Ve benim irademle tamamile aksi istikamette
çalışan o iradenin çarpışmasından elde ettiğim netice beni o kadar sarsıyor ki ben
bazan bundan
Determinizma ve fatalizma hakkında 21
önümüze dikildiğini görüyoruz: Ben hiç bir kimseye fenalık yapmamak, başkalarının
zararını mucip olmamak ve insanlarla iyi surette geçinmek istek ve iradesile yaşayıp
dururken günün birinde herhangi bir dış tesir altında içtiğim zehirli tahrik ve tenbih
edici ve şuurumu, irademi gevşetici bir içkiden sonra karşımda bulunan bir adamı
ehemmiyetsiz bir mesele yüzünden yaralıyorum. Acaba bendeki Allahın iradesinin
zuhuru böyle birkaç damlacık bir mayinin tesirine zebun olarak derhal mutat
istikametini değiştirecek kadar aciz, gayri sabit ve oynak mıdır? Ve eğer böyle ise,
nasıl oluyorda ilahi irade, değişmez kanunlarile milyarlar ve milyarlar içinde milyarlar
ve milyarlar kere namütenahi tezahüratını kıl kadar şaşmadan ve akıllara hayret
verecek şekilde bütün kainatı ebedi ve ezeli nizam ve ahengi içinde yürütüp
gidebiliyor?...Eğer o irade bir serhoş adamın gelip geçici keyfi kadar oynak ve
kararsız olsaydı hatta kainat değil, tabiatın en küçük bir zerresi dahi bir an olsun
ayakta tutunamazdı. Ve kevni nizam içindeki sonsuz sayruretler ve münasebetler
temadi edemezdi.
İşte bu sualimizin cevabını alamadan, insan iradesini inkar edenlere karşı
beşinci bir itirazın da dikildiğini görüveriyoruz: görüyoruz ki aklıbaşında ve nisbeten
tekamül etmiş bulunan her varlığın inkişaf etmiş bir vicdanı ve bu vicdanının
kendisine hükmeyliyen emirleri vardır. Ve insan, vicdanının bu açık emirlerini
yapmamaktan mütevellit ağır bir takım mesuliyet duygularını da taşımaktadır. Ve
nihayet, bu mesuliyet hissinden kaçmak istiyen insan, gene vicdanının – bazan çok
şiddetli – azap ve ıstıraplar doğurucu ağır tevbih ve itaplarına maruz kalmaktadır.
Öyle ki bu azaplar bazan onu, hakiki bir cehennem hayatında yaşatacak kadar üzer
sıkar ve hırpalar. Şunu da bilir ve kabul ederiz ki vicdanın bu hırpalayıcı tazyiki, insan
iradesinin nefsaniyete uyup vicdan emirlerine aykırı işler yapmağa başladığı anda
kendisini gösterir.
Şimdi bir insan, eğer böyle vicdanının emir hilafına herhangi bir hareketi
ihtiyar ediyorsa bu hareket elbette onun öz iradesinin mahsulü olmak icabeder. Zira
iradesiz hiç bir hareket tahakkuk edemez. Halbuki insanın müstakil ve öz varlığına ait
iradesi bulunmadığını, yani daha doğrusu onda tecelli eden iradenin Allahın iradesi
olduğunu kabul edenlere göre, bu vicdan azabına sebep olan işin yapılmasında amil
iradenin de o insana değil Allaha ait olması lazımgelirdi. Böyle olunca, mesuliyetin de
o insana değil - haşa – gene Allaha raci olması fikri ortaya çıkardı. Zira mesuliyet
ancak fiilin davet ettiği bir neticedir. Ve fiil kime ait ise mesuliyet de ona aittir.
Ahmedin kabahatinden dolayı Mehmet mesul tutulamaz. Binaenaleyh Ahmedin
yaptığı kötü işten, Mehmedin, vicdan azabı çekmemesi icap eder. Bu bir hakikat iken,
bir insanın ; bir insanın şahsına münhasır iradi hiç bir rolü bulunmadan, veya ancak
Allahın iradesile ister istemez veyahut hatta kendisine, farkında olmadan zorla kabul
ettirilmiş bir is-
Determinizma ve fatalizma hakkında 23
teğin tesiri altında yaptığı bir işin neticesinde azap duymaması lazımgelir. Halbuki o,
bu yaptığı işin kötülüğü derecesile ölçülü bir şiddet dahilinde, bazan dayanılmaz
derecede azaplar içinde kıvranıp durmaktadır. Hiç bir aklın ve hissin kavrıyamıyacağı
bu tezat nedir?... İnsanın yalnız iradesini değil, bütün hüviyetini inkar etmeğe ve onu,
ilahi hüviyetin bir tecellisi olarak ele almağa kalkışanlar varsa bu kanaat sahiplerine
karşı şu sual sorulabilir: Allah kendi kendisine böyle bir azabı ve işkenceyi tattırmak
zaruretinde midir? Ve bu zaruretin hikmeti nedir?...Eğer Allah şu veya bu zaruret
veya sebeple bu işkenceyi kendisine münasip görmüş ise, o işkencenin şiddetli
sarsıntıları altında elaleme ve kendisine karşı ne diye feryat ve figan edip
durmaktadır?...Böyle birşey olmaz. Ve böyle fikirlerle, büyük ilahi yolda süratli
hamleler alarak ilerlemek çok güç olur kanaatindeyiz. Bir sual daha: bu kötü işin
yapılmasındaki irade insanın değil, Allahın iradesi olduğuna göre, insanda doğan
mesuliyet duygusunun ve endişesinin sebebi nedir ve bu endişe kimin hesabına
duyulmaktadir? Ve neden insan, ağır bir mesuliyet hissi ve korkusu altında o işi yapıp
yapmamakta tereddütlü bir haleti ruhiye geçirmekte ve bazan da karar
verememektedir? Zira ilahi iradenin tahakkuku hiç bir insanın keyif ve kararına tabi
olmamak icap eder.
Fakat bunlarda hakikat aramak doğru değildir. Allahın yanlış bir hareket
yapması, ve bunun neticesinde vicdan azabı çekmesi, mesuliyet hissi duyması veya
başkasına çektirmesi veya duyurması hiçbir vakit Allahın azameti ve adaleti ile telifi
mümkün olmıyan birer fikir halinde kalmaktan öteye geçemez.
Kulun iradesini inkar edenler, ilahi kanunlar ve mefhumlarla başka bir
bakımdan daha tezatlar içinde düşebilirler, şöyle ki: Tekamül güneş ışığı gibi aşikar
bir hakikattir. Bütün varlıklar tekamül halindedirler. Her varlık kemalin muhtelif
mertebelerine basamak basamak yükselerek çıkmaktadır. Demekki kemal,
kazanılmakta olan bir haktır. Kemalin kısaca manası, bir varlığın, erişmiş olduğu
olgunluk derecesinden bir merhale daha öteye gitmesini ifade eder. Gerek maddi,
gerek manevi manada düşünülsün, bir insanın, bulunduğu noktadan bir adım bile ileri
gitmesi maddi veya ruhi bir hareketle kaim ve mümkün olur. Yani hareketsiz yer
değiştirme olamaz. Ve yer değiştirme olmayınca da merhaleler katetmek
düşünülemez. Gerek maddi, gerek ruhi manada bir ilerleme ancak maddi veya ruhi bir
faaliyet, yani hareketle mümkün olur. Şu halde tekamül, ruhun bizzat kendi isteği ile
kımıldayişi, bir cehit ve gayret gösterişi ile kaabildir ki bu da ancak iradeye
mütevakkıf bir iştir.
Şimdi, tekamül bir merhale atlamak ise ve bu merhaleyi atlamak için de iradi
bir cehit ve gayret göstermek icap ediyorsa ve tekamül de kazanılmış bir hak ise
tekamülün, irade sahibine ait olması icap etmez mi? Bu fikri daha ziyade açıklamak
için maddi bir misal üzerinde konuşaca-
24 Mukadderat ve İcabat
ğım: yerde masanın bir ayağı dibinde bir kibrit kutusu durmaktadır. Bu kutunun
bulunduğu yeri bir merhale, ve masanın üstünü de ondan daha üstün bir merhale
olarak kabul edelim. Ve kutunun yerden kalkıp masanın üzerine konmasını da bir
tekamül devresi olarak düşünelim. Yani, eğer bu kutu yerden kalkıp masanın üzerine
konursa onun bir marhale atlıyarak tekamül ettiğini farzedelim. Bu kutu yerden kimin
iradesi ile kalkıp masanın üzerine konabilir? Burada iki ihtimalden birini düşünürüz:
A- Bu kutuyu ben elimle yerden kaldırıp masanın üzerine koyarım,
B- Veya kibrit kutusu canlanır kendi iradesini kullanarak veya kendi istiyerek
masanın üzerine çıkmak için tırmanmağa çalışır. Bu iki ihtimalde de netice birbirinin
aynidir. Yani kutu yerden kalkıp masanın üzerine konmuş ve ve bu suretle bir tekamül
merhalesi aşılmıştır. Fakat buradaki tekamül kime ait olacaktır? Birinci ihtimalde
kutunun yerden kalkıp masanın üzerine konması hadisesinde iradi cehit ve gayret
sarfeden kutu değil, ben oldum. Tekamül, kazanılmış bir keyfiyet olduğuna göre,
burada tekamül eden kutu olmıyacak, ben olacağım. Ancak ikinci ihtimale göredir ki
tekamül bizzat iradi cehit ve gayret sarfedeneve istiyene ve bu faaliyeti ile de bazı
şeyler kazanana ait olacaktır ki bu da kutudur. Demekki, birinci ihtimalde ben
tekamül yolunda iradi bir faaliyet gösterdiğim için haklı olarak tekamül ediyorum,
tamamile pasif ve atıl kalan kibrit kutusu ise benim bu tekamülüme ancak bir vasıta
olarak kalıyor. Gene mevzuumuza dönelim: Eğer cebriyunun kabul ettiği gibi, insan
iradesini inkar eder ve insanlar tarafından yapılan bütün işleri Allahın yapmakta ve
Allah tarafından yaptırılmakta olduğunu ve insanların buradaki iradelerinin sanki
insanlara ayitmiş gibi zevahirden ibaret bulunduğunu düşünürsek o zaman insanın
rolü tıpkı yukardaki kibrit kutusununkinin ayni olur. Ve insanla kibrit kutusu arasında
hiçbir fark kalmaz. Böyle olunca, yani insanın tekamülünde rol oynıyan iradeyi, cehit
ve gayreti – ki bunlar da iradenin mahsulüdür – insandan alıp Allaha ait gibi
düşününce, burada asıl tekamül eden ve tekamüle muhtaç olan varlığın insan
olmıyacağını ve – haşa – Allah olacağını ve insanında ancak ilahi tekamüle bir vasıta
olarak kalacağını düşünmek dalaletine düşeriz.
Hangi aklı başında olan bir insan, Allahın tekamüle ihtiyacı bulunduğunu ve
hele daha ileri giderek, bunun için insan gibi mahlukatın tavassutuna mühtaç
bulunduğunu velev bir an bile düşünmek gaflet ve cüretinde bulunabilir.
Hangi cepheden bakarsak bakalım, insan iradesini inkar edip onun yapmakta
olduğu bütün işlerin kendisine harfi harfine Allah tarafından yaptırıldığını hele, bunun
birde ezelden taayyün etmiş olduğunu düşünmekle birtakım karanlık, çıkmaz yollarda
ve tehlikeli labirentler içinde şaşkın bir halde kendimizi kaybetmiş oluruz.
***
Determinizma ve fatalizma hakkında 25
çası değildir. O halde nasıl olur da insan bir taş parçası gibi mütalaa edilebilir? Buna
sebep ve lüzum nedir?
İradesi, cehit ve gayrete müteallik bütün şahsi faaliyetleri kaldırılmış bir insan
şahsiyet ve hüviyet sahibi sayılamaz. Yani bu görüşe nazaran, onda zahir olan
hüviyet, insan halinde müstakil bir irade sahibi ve hareketlerinin mesuliyetini müdrik
bir varlık olmak şiarının ifadesi değil, kainatta herşey olan ve her şeyden başka bir şey
olmıyan bir Kül mefhumunun insan suretindeki veya mertebesindeki tecellisinden
ibaret kalır. Keza bir taş parçası da böyledir, bir kurumuş ağaç da böyledir, bir kedi
yavrusunun leşi de böyledir.
Fakat hakikatte iş böyle değildir. Allahın, bir insan isteyişi ile istediğini kabul
etmekten masunuz. Onun isteyişi ve iradesi yalnız insanın değil, kainattaki bütün
mahlukatın anlıyabileceği ve herhangi bir isteyiş ve irade ile kıyaslandırabileceği bir
istek ve irade değildir kanaatindeyiz. Eğer biz ve başkaları ona, istek ve irade diyorsak
bu, Onun istek ve iradesinin bizimkine benzediğini ifade maksadile söylenmiş bir söz
olamaz. Bu ancak, insanın, kendi duygu, düşünce ve idrakinin ilahi istek ve irade
mefhumunu kavrıyamamasının, duyamamasının ve asla kavrıyamıyacak ve
duyamıyacak olmasının, hülasa bu husustaki tam aczinin ifadesi halinde söylenmiş bir
kelam olabilir.
Allah mutlaktır. Hiçbir şey, hiçbir varlık, hiçbir hadise Onunla nisbet edilemez
ve kıyaslanamaz. Bunu bir hakikat olarak kabul edemiyen pek az kişi bulunur
kanaatindeyiz. Fakat bir taraftan bu hakikati böylece kabul ederken diğer taraftan da
Allahın iradesinin kendi aciz şahsında tecelli ettiğini ileri sürmek doğru olmasa
gerektir. Allahın sonsuz kudretlerine ait iman her an bizim içimizde, bizim en büyük
kudretimizi teşkil eden, özvarlığımızın melekesi halindedir. Bu ise Allahtan bir parça
almak demek değil, Onun hiçbir mahluk tarafından varılması mümkün olmıyan
kudretlerinin bu azameti ve mutlak füshati karşısında insanın kendi varlığını unutması
ve bir hiçten ibaret olduğunu anlaması demektir. Yoksa Allah ile hiçbir kul arasında
katedilecek bir mesafe mefhumu asla bahis mavzuu olamaz. Biz Onun huzurunda ne
kadar küçüklüğümüzü duyar ve bir sıfırdan ibaret olduğumuzu, yani Onunla kıyas ve
nisbet edilebilecek hiçbir tarafımızın bulunmadığını ne kadar iyi kavrıyabilirsek ona
manen o kadar yaklaşabildiğimizi hissederiz. Bilakis kendimizi onun iradesine bir
makar sanacak kadar yükseklik vehmine kapıldıkça, hakikatte Ondan manen o kadar
uzaklaşmakta olduğumuzu da bilmeliyiz. Hakiki bahtiyarlık bu hakikati anlayıp ona
göre hareketini insanın ayarlıyabilmesindedir.
Ben isterim ve yapmıya teşebbüs ederim. Fakat benim bu istek ve iradem her
zaman ve mekanda sayısız ve hesapsız illetlerle malamaldır
Determinizma ve fatalizma hakkında 27
ve sayısız, hesapsız engellerle karşı karşıyadır. O ister ve irade eyler. Fakat ne Onda
herhangi bir illetin mevcudiyeti, ne de Onun herhangi bir mania ile karşılaşması asla
bahis mevzuu olamaz. O ne istedi ise o ancak odur ve onun ondan başka türlü
olmasına ne mekanda, ne zamanda ve ne de mekan ve zaman dışında hiçbir imkan
tasavvur edilemiyeceğine inanıyoruz. Ama bu sözlerin manasını anlamak kolay mı?
Hayır. Çünkü esasen Mutlakı anlıyabilmenin değil, hatta Onun hakkında bir tek söz
söyliyebilmenin bile imkansızlığı karşısında Mutlaka müteallik şeylerin anlaşılması
elbette mümkün olmıyacaktır. Bütün bu sözler ancak birer duygudan ibarettir ve
ebediyen böyle kalacaktır.
Benim bütün isteyişlerim, bütün özleyişlerim ve tahayyüllerim benim gibi
daha diğer namütenahi varlığın namütenahi istek ve özleyişlerile dolu olan bu kesret
aleminin namütenahi zıt veya uygun tezahürlerine katılır. Bu, bir ahenktir. Ve bu
ahengi kuran nizam hiçbir şeye katılmıyan, hiçbir şeyle kıyaslanmıyan ve karşısında
bütün nisbetleri ve ölçüleri yok eden, ve her şeyi sevk ve idare eyliyen ilahi iradenin,
hiçbir varlık ve kul tarafından kavranabilmesi mümkün olmıyacak bir sonsuzluk,
ebediyet ve şümul içinde yayılmış kanunlarının icabatına tabidir. Bu sözlerin manası
bu kitabın müteakip sayfaları okunurken daha iyi anlaşılabilecektir zannederiz.
İşte ben böylece Allahın huzurunda ancak küçüklüğünü hiçliğini düşünerek ve
buna iman ederek kudret kazanan bir varlık olduğumu hissediyorum. Ve bu
kudretimle ilahi bahşayişlerden hisse alarak ilerliyor ve yükseliyorum. Fakat gene işte
ben, bu kudretimle, bu düşüncemle ve bu yükselişimle, bana ardsız arasız lütuflar
bahşeden Tanrıma karşı şükran borçlarını ödiyebilmekten aciz ve aczini her an duyan
biçare kulum. Ve bu biçareliğimle de bahtiyar oluyorum. Nihayet ben, bu bahtiyarlığa
ancak ilahi irade kanunlarının icabatına kendi irademi uydurabilmeği talim ede ede ve
bunun için bıkmadan ve yorulmadan cehitler sarfede ede ulaştım ve bahtiyarlığımın
daha ileri safhalarına da gene bu yoldan ulaşacağıma kani bulunuyorum. Bu da
Allahın bana bahşettiği büyük lütuflardan birisidir. Şükran ve hayranlık içinde Ona
hamdederim. Ve hamdederim ki ne onun erişilmez ve anlaşılmaz büyüklüğü
karşısında benim bu küçüklüğümü duyarak yükselişimin bir sona varması
mümkündür, ne de ben sonlarını bekliyen insanların hazin ve endişeli düşüncelerile
zebun muzmahilim! Bütün kıymetli okuyucularımın da şu anda içinde bulunduğum
derin haz ve huzuru duymaları fırsatına kavuşmalarını dilerim.
***
ifade edebilmekten uzak olarak buna, bir mektebin muayyen ve mazbut nizamı içinde
o nizama uymağa çalışan talebelerin çarpık çurpuk hareketlerinin o nizamla teşkil
etmiş olduğu ahenk belki bir misal olarak gösterilebilir. Demekki insanlık alemi,
kendi iradesini Allahın iradesi yerine koymakla değil, ona ilahi irade kanunlarının
icabatına uydurabilmesini öğrenmeğe çalışmakla hızlı tekamül yolunu bulmuş
olacaktır.
Hal böyle iken, insanlar ancak maddelere tapan nefislerinin hava ve hevesine
esir olmuş ifadelerine göre kıymetlendirdikleri bir takım uydurma kaidelerden hakiki
kurtuluşu ve saadeti beklemektedirler. Bütün bu halleri düşünmiyen ve göremiyen
insanlar bunlardan doğması çok tabii olan kötü neticeleri de – elbette takdir
edememek yüzünden – kendilerinin iradeleri ve sun’u taksirleri haricinde nazil olmuş
ilahi bir musibet veya bir kader olarak kabul ederler. İnsan neden kendi şahsi istek ve
iradesile yapmakta olduğu kötü işlerin sahibi olduğunu kabul etmiyor? Ve neden o
kötü işlerin ızdıraplı gelip kafasına çarpınca da bütün bunları Allahın zalimce bir eseri
imiş gibi bir şikayet mevzuu yapıyor?
***
İnsanra, neden görmek için göz, işitmek için kulak, düşünmek için beyin ve
yapmak için el ve ayak verilmiştir? Eğer insanların hayatlarında geçirecekleri
hadiseler sadece, kendilerinin dışında bir irade veya iradelerle takdir edilecekse ve
insanların, bunlara birer kukla gibi körü körüne tabi olmaktan başka yapacakları iş
kalmazsa o zaman ne bu göze, ne bu kulağa, ne bu beyne, ve ne de bu el, ayağa lüzum
ve zaruret kalırdı.
Bununla beraber insanlar, kendilerine namütenahi tekamül imkanları
hazırlıyan ve ancak ilahi yolda muvaffakiyetle inkişaf edebilmeleri için bahşedilmiş
bulunan bütün bu, iradelerini serbestçe kullanmak meleke ve kudretlerini acaba layıkı
veçhile istimal edebiliyorlar mı? Ne gezer!...
İnsanların bugün çoğuna hakim olan kuvvet, onların yalnız nefsaniyetlerinden
ve maddeye düşkünlüklerinden hızını alan ihtiraslarıdır. İşte böylece insanlar en güzel
kudretlerinden birini teşkil eden irade melekelerinin hürriyetini kaybetmişler ve
kendilerini madde ve nefsaniyet zencirinin kahredici esareti altına güle oynıya
sokmuşlardır. Ve asıl acısı, bazan bunun adına da Allahın takdiri demişlerdir.
Bu haller, diğerkamca hisleri galip insanların dünyada lüzumu derecesinde
çoğalacağı ana kadar devam edecektir. Fakat bu mesut an tahakkuk edinciye kadar
kıymetli bir ruh dostumuzun aşağıdaki tebliğinde söylediği gibi yeryüzünde sellerin
söndüremiyeceği yangınlar olacak, güneşlerin dindiremiyeceği tufanlar kopacak ve
birbirini boğarken saadetin peşinde koştuklarını sanacak kadar gözleri kör ve gaflet
içinde , büyü-
30 Mukadderat ve İcabat
yen insan oğulları yetişecektir. Acaba bütün bunlar muztarip beşeriyetin hak etmediği
adaletsizce birer akıbet midir? Öyle değilse insanlık bu akıbeti hangi hal ve durumu
ile kazanmış ve hak etmiştir? Söylediğim gibi: nefsaniyetine mağlup, maddeye
meclup istek ve iradesile!...Bir tek altına malik olmak için başkasının gözünü oymakta
tereddüt etmiyen insanın, ayni hal ve sebepten dolayi başkası tarafından her an kendi
gözünün de oyulabileceğini asla unutmaması lazım gelir. Ve acaba bunun adı da bir
saadet midir?
Acılarımızın küçümsenmesi imkansız olan bir zamandayız. Fakat bu acıları
eğer bizzat insanlık göremiyorsa onları gören, takdir eden ve bu yüzden inliyen
ağlıyan bu dünyada ve büyük varlıklar diyarlarında kıymetli insanlar ve büyük
varlıklar mevcuttur. Ve bu gün << nefsinin zulmüne boğulmuş olarak çırpınan
beşeriyet adına konuşurken kanayan dillerin >> ne halinden, ne de sayısından bu
beşeriyetin haberi yoktur.
Fakat bu karanlıklar içinde elbette bir şafak sökecektir. Ancak, bu şafağın
sökebilmesi için beklenen hareket dışardan değil, insanların henüz keşfetmek
kudretini gösteremedikleri bir kaynaktan, yani kalblerinden ve vicdanlarından
gelecektir. İşte o zaman bir dereceye kadar yükselen insanlık peri masallarında olduğu
gibi ruhani hazlar içinde yaşıyacaktır.
Bulutlar gökyüzünde az olduğu zaman henüz yağmur yoktur. Fakat bunlar
çoğalıp kesafetleri muayyen bir dereceye gelince tufan halinde yağmurlar boşanmağa
başlar. Bu bir buhrandır, bir oluş halinin dolup taşmasıdır. Her hareket böyle bir dalga
halinde oldukça taşar. Ve her buhranın arkasından bir boşalma, bir gevşeme, bir
sükunet devresi başlar. Tıpkı bunun gibi insanlığın göbeğinde toplanan ve biriken bir
sürü hatalar, sapıklıklar, dalaletler ve kötü hareketler gittikçe kabaran dalganın bir gün
infilak etmesini ve bir buhranın baş göstermesini mucip olabilir. Bunu tamamen
sebepsiz addetmek ve insanların sun’u taksiri dışında bir ilahi musibetmiş gibi
düşünmek büyük bir gaflet eseri, bir bilgisizlik mahsulü olur. Netekim azgın bir
hayatın tabi neticesi olan bu buhran geçtikten sonra havalar açar, bulutlar dağılır ve
parlak bir güneş semada kendisini gösterir. Ruhlar bir az daha temizlenir, berraklaşır
ve ilahi nurun kendilerinde doğmasına daha müsait birer zemin hazırlar. Fakat
unutulmasın ki bu da ancak, gene insanların, nefsaniyetlerini çiğniyen iradelerile
gösterecekleri cehit ve gayret nisbetinde tahakkuk eder. Bunu, maddi keyif ve
hevesatına mağlup muzmahil, perişan ve sermest bir halde sırt üstü yatarak büyük bir
gaflet uykusu içinde dışardan lütuflar bekliyen bir beşeriyet zümresine gökten bedava
inecek bir bahşiş gibi düşünmek ve kabul etmek çok yanlıştır. Bunu yapanlar
aldanacaklar ve yollarını uzatacaklardır.
Determinizma ve fatalizma hakkında 31
<< İnsan işkencenin adını koyan yegane amildir. İnsan ancak gene kendisi
için kıymettar olan işkenceyi kendisine, kendi iradesile yaratır. Ve ilahi muradın
tecellisi de buna mesağ vermek şiarile muttasıftır.
<< Adı konmak, kendinin varlığını tahayyül etmek, onun mevcudiyetini
bilmek istemek ve irade eylemek değilmidir? Bütün mezahimin en ulvileri
dururken bütün mezahimin en sufileri sizi ihata etmiştir. Ne için, diyeceksiniz.
Olduğunuzdan ileri varmanız gaye değilmidir? Bu gaye dahi tutulan yola göre
tahakkuk ediyor. Halbuki hangi haliniz musaffadır? Ve hangi tasavvur ve
tahayyülünüz bir başka ferde şamil olabilecek vüsattadır?
<< Ne yaparsanız birinci endişe şahsınız veya hudutlarınız içinde mahpus
kalıyor. Milletler arasında müşterek bir izan, bir tasavvur, bir akide ve bir
perişaniye, ıztıraba hail, yokluğa düşman felsefe mevcut değildir. Öyle ise evvela
kendinizden bekleneni kendiniz çiğnemekte berdevam iken nasıl olur da ruh
aleminden herhangi bir sual açarak malumat istersiniz? ( 1 ).
<< Amma biz şunu demek istemiyaoruz : biz nasıl olsa kurtulmuşuz, siz
dünyanızda çekiyorsanız ne yapalım, elimizden ne gelir? Bizi asla böyle koyu bir
egoyizim ile mahmul sanmayınız. Düşünüyorsunuz, fakat bulamıyorsunuz: Niçin
şu dünyanın tabii halleri bizim beşeri asarımızla hemahenk olamıyor?...Siz
toprağın isyanını gördünüz mü? Siz nehrin kıta değiştirdiğini, buzlu denizlerin
hattı üstüvada aktıklarını, dağların yer değiştirdiklerini velhasıl iklim ve kıta
teşevvüşlerini hiç temaşa ettiniz veya işittiniz mi? Demekki dünyada tersine ne
oluyorsa hep insanın elile ve insan isteği ile tezahür ediyor.
<< O halde tabiat kanunları, hükmünce cereyan ederken siz insani
kanunlar içinde bir yol, bir ufku felah bulamıyorsunuz. Bu ne demektir? Acaba
yaratılış böyle de ondan mı? Bu sualiniz ne gariptir ki siz kendinizi daima dıştan
en hakir görücü, en gaddar bir amili mutlak elinde esir olucu telakki
ediyorsunuz da her şeyi dışa atfetmeğe, kendinizi tebriyeye vesileler bulmağa
çalışıyorsunuz. Eğer böyle bir zaruret mevzuu bahis olsaydı gözlerinizin
görmesine de lüzum kalmazdı. Ve herşeyi yukarsı irade ve idare eder, olur
biterdi.
İLLİYET PRENSİBİ
O kaptan dışarı çıkınca arz cazibesinin tesiri altında akar gider. Sen bütün dünyaca
bilinen bu hakikati kabul etmek için hala gözünle görmeğe veya tecrübe etmeğe mi
yelteniyorsun?
İşte şimdi oldu!...Demekki burada size bu kabli hükmü verdiren amil, bu
nevideki hadisatın tabi oldukları tabiat kanunlarının icaplarına az çok vukufunuzdur.
Evet, filhakika su akıcıdır. Ve akıcı olan her şey ancak içinde bulunduğu kabın şeklini
alır. Ve o kaptan dışarı çıkarılıncada o şekli derhal kaybeder ve arz cazibesinin tesiri
altında akar gider.
Şu sizin yapmakta olduğunuz küçük mülahaza illiyet prensibi mevzuunun
eşiğine adımımızı atmamıza yol açmış oldu. Netekim bu misaldeki sudan akıcılık
vasfını kaldırmadıkça bu hadisenin daima bu tarzda tecelli edeceğine muhakkak
nazarı ile bakmakta haklı sayılırız. Çünkü bu bir icaptır. Ve icap, tabiat kaidelerinin
değişmez netaici demektir. Şu halde tabiat kaideleri ve onların zaruri neticeleri
hakkında bilgimiz ne kadar artarsa icabat mevzuuna ait vukufumuz da o kadar
genişler ve şümul kesbeder. Buna mukabil çok bilgisiz bir insanın icabat kadrosu da o
kadar daralır ve boşalır. Bununla beraber en iptidai bir insanda bile ne kadar basit
şekilde olursa olsun, gene icabata müteallik az çok tebellür etmiş bazı fikirler
mevcuttur. Zira insanlık alemine bir defa adımını atmış bir varlığın tecrübesi ne kadar
noksan, olursa olsun, hiç olmazsa sürahi kırılınca içindeki suyun dökülmesi << icap
edeceğini >> takdir edecek kadar, bu büyük mevzula ilgili olması icap eder. Ve ilahi
kanunlar ahkamınca insanlık alemine girmek ancak, diğer bazı hususiyetlerle birlikte
bu kadarcık bir kudreti de kazanmış olmağa mütevaffıktır. Diğer taraftan, bu
hayatında ve bilhassa bundan evvelki hayatlarında geçirmiş olduğu çeşitli tecrübelerle
görgüsü ve duygusu bu dünya şartlarının en yüksek imkanları nisbetinde artmış
bulunan başka bir insan için icabat, hayat mevzuunun en mühim ve şümullü bir
bahsini teşkil eder. Böyle bir insanın nazarında hiçbir hadise icabat zaruretinin dışında
kalamaz. Bununla beraber onun da bu hususa dair bilgisindeki emniyet bir çok
ahvalde, tıpkı başkalarının, sürahi kırılmazdan evvel, kırılacak sürahinin içindeki
akibetini emniyetle söylemeleri gibi kabli bir hükme dayanır. Zira, muazzam kainat
olaylarını bir tarafa bırakalım, hatta şu küçücük ve daracık dünyamızın bile bizlere
göre o kadar karışık, sayısız ve birbirine bağlı hadiseleri vardır ki insan ancak tabiat
kanunları hakkındaki bilgi ve sezgisini arttırdıkça bunlara tedricen ve çok defa
bilvasıta nüfuz edebilir. Ve her hadiseyi ayrı ayri tecrübe etmesine hem lüzum
kalmaz, hem de imkan bulunmaz. Ve insan böylece hadiselerin birbirile
kucaklaştıklarını ve birbirinin esrarını çözebilmeğe vasıta olduklarını göre göre bütün
kainat olaylarının sonsuz bir zincir halinde birbirine bağlı olarak bir şebeke teşkil edip
sonsuzluk içinde kaybolduklarına ilmen ve yakinen kanaat getirmeğe başlar.
36 Mukadderat ve İcabat
doğru yayılıp gider. Bu neticenin illet ve netice mefhumları halinde tebarüz eden
mütesalip noktaları birbirine nazaran o kadar karışık ve mudil bir vaziyet arzeder ki
bunu tam manasile, sadece bir insan kafasının değil, herhangi bir varlığın bile
kavrıyabilmesine kolay kolay imkan bulunamaz. İlliyet prensibinin kainatta yayılan
bu mudil şebeke halindeki icabatı ortasında herhangi bir hadisenin orada olup
bitivereceğine nasıl inanabiliriz?
O halde, bu yanık hadisesinin bir illeti olduğu gibi bir neticeside olmak icap
eder. Yani bu çocuğun elinin yanmasından bir takım yeni hadiselerin doğması lazım
gelir. Bunlar nelerdir acaba?...İlletler gibi, bu neticelerin de mütenevvi olması icap
eder. İşte evvelce yanık hadisesinin illetini araştırırken karşılaştığımız müşkilata
burada da rasgeliriz. Ve gene ancak görgü ve tecrübelerimizin yardımına dayanarak
bu neticelerden bazılarını keşfedebiliriz veya keşfedemeyiz. Fakat ister keşfedelim,
ister etmiyelim, muhakkak ki bilgisizliğimizin bir damgası olan bu neticeleri
bulamayişimiz, onların hakikaten mevcut olmamaları lazım geldiğini icap ettirmez.
Netekim zaman geçtikçe ve bizler de ciddiyetle araştırmalarımızda devam ettikçe
gene kendi görgü ve tecrübemiz nisbetinde, bu neticeleri görmeğe ve keşfetmeğe
başlarız. Mesela çocuğun eli tedavi edilirken bir sürü insan, bir sürü iş görecektir. Bu
sırada bazı fedakarlıklarda yapılacaktır. Bu yanık hadisesi çocuğun üzerinde bir takım
intibalar bırakacak ve bu sayede onun görgü ve tecrübesi artacaktır. Bu tedavi ve
ihtimam sırasında bilerek bilmiyerek üzerine vazife almış olan insanlar bu vazifelerini
iyi veya kötü tarzda yaptıklarına göre bazı neticeler elde edecekler bu neticelerde
onların mukadderatile ilgili bir takım hadiseleri meydana getirecek. Bu sırada
çocuğun eli belki iyi tedavi edilemiyecek, bakımsız kalacak, gangren olacak,
kesilecek ve onun bütün hayatı boyunca tek kollu kalmanın mahrumiyetleri ve
neticeleri hissedilecek ilh. Fakat şunu da unutmıyalım ki bu hadisenin neticesi, bu
sayısız kompozisyonlardan birisine takılıp orada duracak değildir. Bu
kompozisyonlardan herbiri kendilerini takip edecek olan yeni hadiselerin birer illeti
olmağa namzettirler. Ve bu hikaye böylece bizim bilgi hudutlarımızın dışına doğru
uzayıp gidecektir.
Kıymetli tebliğatile bizlere çok şey öğretmiş olan üstadımız, yüksek bir varlık
bir yerde: << Her muhitin, her zamanın ve her halin bir icabı vardır. >> diyor.
Filhakika yaratılmış ve büyük bir nizam üzere kurulmuş kainatta geçen her hadise
başından ve sonundan diğer hadiselerle zincirlenmiş bir şebeke halinde bir
sonsuzluktan diğer bir sonsuzluğa doğru yayılır. Sayın medyom dostumuz kimyager
Bn Nezihe Bayurgil vasıtasile tebliğ veren kıymetli ruh dostlarımızdan Akın’ın bu
hususa ait bir tebliğini naklediyorum:
38 Mukadderat ve İcabat
Her iş, her hareket, her düşünce ve istek – ister bilinsin, ister bilinmesin, ister
arzu edilsin, ister edilmesin – ergeç kendisine bağlı birtakım neticeleri doğurur. Bazan
da bu neticeler, bir insanın bütün hayatını doldurabilecek büyük hadiseleri meydana
getirir. Eğer bu iş, bu hareket ve düşünce kötü bir maksat ve niyetle yapılmış ise onun
büyük neticeleri de bir insanın hayatını cehenneme çeviren hadiseleri meydana getirir.
Şimdi bu mikapların her birinde 8 tane köşe var. Ve bu köşeler, birbirine mücavir
bulunan mikaplarda müşterektir. İşte bu köşelerin her birini, illiyet prensibi zincirinin,
daha doğrusu şebekesinin bir halkası olarak kabul ediyoruz. Ve mikapların dılilerini
de bu halkaları veya hadiseleri birbirine bağlıyan münasebetler gibi telakki ediyoruz.
Bu takdirde kainattaki bir tek hadisenin bütün diğer hadiselerle uzaktan veya yakından
olan münasebetleri hakkında – çok kaba bir fikir edinmek mümkün olabilir. İşte böyle
hudutsuz bir mikap içinde bulunan namütenahi mikapların, namütenahi köşelerinin
birbirile olan münasebetlerinin ne kadar mudil ve akıl almıyacak derecede karışık
kombinezonlar ve kompozisyonlar teşkil edeceğini takdir etmek güç bir iş olmaz.
Fakat ancak üç
buut realitesine göre tertiplenmiş olan bu şema, hakikatte illiyet prensibini tayin eden
ilahi kanunların sonsuzluğunun ve sonsuz münasebetlerinden husule gelecek
mudilliğin bir zerresini bile ifade edemez. Ne yapalım ki biz bu kadarla iktifa etmeğe
mecburuz. Netekim bu kadarını dahi aklımız kavrıyamamaktadır. Bu şema tamamile
maddi ve temsilidir.
Şu halde dünyamızda bir çocuğun küçücek parmağının ateşte yanmasından,
bir sineğin bir kanadının hareket etmesinden, bir tek yaprağın sallanışından ve
gözümüzden tamamile kaçacak kadar bizce ehemmiyetsiz görünen daha sayısız bir
sürü hadiselerden tutunuz da aklımızın almadığı muazzam dünyaların sarsıntılarile,
yıkıntılarile, yapılmalarile, hareket ve inkilaplarile ilgili bütün hadiselere varıncıya
kadar mevcut
40 Mukadderat ve İcabat
kevni hadisat, bizim görmediğimiz ince ve kalın bağlarla uzaktan veya yakından
birbirina bağlanmıştır. Bu bir nizamdir, bir ahenktir, bir tertiptir. Ve bu nizamın,
ahengin ve tertibin dışına hiçbir hadise, hiçbir nesne ve hiçbir varlık çıkamaz. İşte
illiyet prensibinin şümulu buradadır. Bu şümulun ehemmiyetini takdir edebilecek
duruma girmiş olan bir insan, en küçük ve ehemmiyetsiz bile görünse, kainatta hiçbir
şeyin boş, manasız, abes ve münasebetsiz olamıyacağına inanmak kudretine erişmiş
bir kişidir. İşte insan, bu hakikate vukuf peyda ettiği ve onun manasını kavrıyabildiği
nisbette, ilahi kudret ve azametin, özvarlığındaki titreyişlerinin şuuruna varabilir.
***
Kainatın nizamı, ilahi irade kanunlarının icaplarından doğan bir ahengin
muhassalasıdır. İnsan ne ekerse muhakkak onu biçer. Ve bu gün ne biçmekte ise onun
tohumunu tarlasına, yani kendi mukadderat listesine muhakkak surette vaktile gene
kendisi ekmiştir. Ve bu gün almakta olduğu neticeler, vaktile o ekmiş olduğu
tohumun ilahi irade kanunlarının ahkamı altında intaş eden mahsullerinden başka bir
şey değildir.
İllet ve netice prensibi, esasen kevni bütün hadisatın ruhunda mündemiç tabii
bir kanundur. Ve hadisatın vukua geliş icap ve zaruretlerinden bu kanunu ayırmağa
imkan yoktur. Yani bu kanunu inkar ettiğimiz anda hadisatın vukuuna da inkar etmek
mevkiine düşeriz. Bu hakikati daha iyi izah edebilmek için Milletlerarası
Spiritüalizma İttihadını 1951 Stockholm kongresinde matbu olarak takdim etmiş
olduğum rapordan, hadisenin izahına dair olan küçük bir parçayı burada naklen
arzediyorum: ( 1 )
<< Hadise ne demektir?
<< Hadise, herhangi bir vasatı teşkil eden maddelerden bazılarile alakalanarak
onları tahrik eden bir amilin o vasatta, muhtelif şekillerde husule getirdiği
tezahürlerdir. Şu halde bir hadisenin husule gelebilmesi için üç unsurun mevcudiyeti
şarttır.
<< A- Azçok süptil veya kesif maddi elemanlardan müteşekkil bir vasat,
<< B- Bu elemanlara tesir edebilecek derecede onlarla alakalı hareketler,
<< C- Bu hareketleri husule getirebilecek kabiliyette müessir bir amil.
<< Bu şartların mevcut bulunmadığı yerde bir hadisenin vuku bulacağından
bahsetmek ilmi realiteye mugayirdir. Mesela pencereye atılan bir taş camı kırdı. Bu
camın kırılışı bir hadisedir. Ve bu hadisenin vukua gelebilmesi için yukarda zikredilen
üç şartın bir araya toplanmış olması lazımdır. Yani :
(1) Dr. BEDRİ RUHSELMAN : Study and Exposition of the Mediumship and the Relation and
Communication Between the Incarnate and discarnate Beigns, According to the Idea of Neo-
Spiritualism.
İlliyet Prensibi 41
- Canım falanca kişi bu kadar kötülük yapıyor da gene onun talihi hep açık
gidiyor, işleri rasgeliyor. Ben ise iyilik peşinde koştuğum halde mütemadiyen sıkıntı
çekiyorum. Bu ne adaletsizliktir.
Halbuki bu, adaletsizlik değil, bilgisiz insanları yola getirici bir kanun icabıdır.
Ruh hayatı yalnız beş on senelik bir dünya ömründen ibaret olsaydı o zaman insanın
bu düşüncesine hak vermek mümkün olurdu. Ancak, geçmiş dünya hayatlarını ve o
hayatlarda yaptığı bir sürü iyi ve kötü işleri unutmuş olmasını bir tarafa bırakalım,
hatta bu hayatının bir kaç sene evvelki zamanlarında bile neler yaptığını hatırlamıyan
bir insanın bu tarzda konuşması, dediğimiz gibi büyük bir cehaletin mahsulüdür. İşte
bilinmiyen, tamamile unutulmuş olan bu geçmiş hayatlara ait bazı mühim sebeplerdir
ki bu hayatın acı hadiselerini doğurmuş ve neticelendirmiştir. Kadri dostumuzun
yukardaki tebliğinde bu noktaya ait imalar vardır.
Yaratılmış ve kurulmuş olan kainatta her hadise, her noktasından, başka bir
takım hadisata bağlıdır. Vural Demirel isminde orta mektep öğretmeni bir medyom
dostumuzla 8 ay müddetle yaptığımız tecrübeler de, onun vasıtasile temasta
bulunduğumuz – kendisini Hacı Ali diye tanıtan – bir varlıktan bu mavzua dair
kıymetli tebliğler aldık. Bunlardan bir tanesini naklediyorum:
Böyle ayrı ayrı medyomlar vasıtasile ayrı ayrı ruhlardan gelen sözlerin
birbirinin tamamile ayni olması üzerinde durmak icap eder. Burada bize gelen bu
nurların kaynakları birdir. Vasıtalar ayrılmaktadır. Ve bu kaynak da beşeriyete çeşitli
ve ayrı vasıtalarla ilahi nurları, yani hakikatleri tebliğ etmektedir. Bunu böyle kabul
edenler ve bu tebliğatı bu kıymet içinde mütalaa eyliyenler çok şey kazanırlar. Biz bu
sözleri bilerek ve duyarak konuşuyor ve söylüyoruz.
Ön planda birbirine zıt görünen namütenahi hadise çeşitlerine rağmen bütün
kainatın muayyen bir oluş nizam ve ahengi içinde nihayetsiz bir tekamül yolunda
ilerleyişi, oradaki sonsuz kanunların icaplarına uygun sıkı fakat kainatşümul bir
inzibatın neticesidir. Ve bu zabıt ve raptın müeyyidelerinden biri de illiyet prensibi
görülüyor. Papus ismile anılan Doktor Encasusse, konferanslarının birinde şöyle
diyordu : ( En ufak bir sinek kanadının hareketi bile bütün kainatı ihtizaz ettirir.) Biz
bir bakımdan haklı gördüğümüz bu sözü tadilen şöyle kabul ediyoruz: ( küçük
44 Mukadderat ve İcabat
Ruh ve kainat kitabının bir bahsinde kendi kendimize şöyle bir sual
sormuştuk: Acaba ben, şu gökyüzünde ve gözümün önünde apaçık duran aya neden
mesela, Beyazıda gittiğim gibi yürüyerek gidemiyorum? Bu işten beni meneden
kuvvet nedir? Polis mi? Jandarma mı? Hayır, beni oraya gitmekten alakoyan böyle bir
kuvvet yok! Bununla beraber ben bu işi yapmağa muvaffak olamıyorum. Keza, acaba
neden denizin üzerinde yürüye yürüye Beşiktaştan Üsküdara kadar gidemiyorum?
Beni bu işten alakoyan kimdir?...Ve ateş halinde kızarmış bir demir çubuğunu
avucumun içine alarak neden tutamıyorum? Ve nihayet acaba niçin bin sene dünyada
yaşamak iktidarına malik değilim?...ilh.
Böylece benim bazan çok istediğim işlere de engel olan binlerce imkansızlık
etrafımı sarmıştır. Ve ben irademe karşı gelen bu imkansızlıkların mevcudiyetini tabii
görmeğe o kadar alışmış bulunuyorum ki artık bunları hiç de yadırgamıyor ve aksini
düşünmeğe bile lüzum görmeden böyle olması lazımmış gibi kabul ediyorum. Çünkü
hatta düşünmeden bir iç duygusu bana hissettirmiş ve beni inandırmıştır ki kainatta
her şeyin bir nizamı, bir usulü ve bir icabı vardır. Bu nizam, usul ve icabın dışına
hiçbir kuvvet çıkamaz. Ve şuna da inanmışımdır ki bu nizam, usul ve icap
İlahi irade kanunları 45
Büyük dostumuz ve üstadımız olan bir ruh varlığı on beş sene evvel bize
şunları söylemişti : ( Tabiat kanunları, bütün avamilde tecelli eden iradei ilahiye
kanunlarıdır.) Şu halde, tabiat kanunları veya kaideleri insanların hadisat hakkındaki
anlayişlerine göre isimlendirilmiş bir kısım ilahi irade kanunlarıdır.
Dünyevi anlayişe göre, tabiat hadiselerinin tetkiki sırasında insanların dikkat
etmiş oldukları tabii nizam ve tertiplerden istihraç edilmiş
46 Mukadderat ve İcabat
birtakım kaideler vardır. Bunlara öteden beri tabiat kanunları veya kaideleri
denilegelmiştir. Fakat unutulmasın ki bunlar da, ilahi irade kanunlarının, bizim
alemimizdeki tabii dediğimiz hadiselere ait tecelliyatıdır. Kıymetli ruh dostlarımızdan
Akın: << Tabiat kanunları, ilahi irade kanunlarıdır, >> diyor.
Tabiat kaideleri, yalnız üç buutlu realite dahilinde düşünmek zorundaki insan
oğlunun maddi görüş, araştırma ve hatta düşünce imkanlarına göre müşahede
edebildiği hadisatı icaplandıran müeyyidelerdir ki bu nevi hadisat, onun tabiat alemini
teşkil eder.
Tabiat kanunlarının veya kaidelerinin şümulü sahasına mesela: fizik, şimi,
astronomi, biyoloji gibi ilimlerin mevzuatı girer. Bir cisim havada bırakılınca yere
düşmesi tabiat kanununun bir icabıdır, muayyen şartlar altındaki iki cismin birleşerek
muayyen bir cismi meydana getirmesi de gene tabiat kanunlarının icabıdır, tıpkı
bunun gibi, semavi ecramın muayyen mahrekler etrafında muntazaman hareketleri, bir
ceninin ana rahminde teşekkülü gibi hadiseler de birer tabiat kanununun icabıdır.
Tabiat kanunları ilahi irade kanunlarının bizim alemimizin birer tazahürü
olduğuna göre bunları da çerçeveliyen ve bütün kainatın bilmediğimiz sayısız,
namütenahi maddi ve manevi hadisatının sevk ve idaresi işindeki icapların tayininde
esas olan ilahi irade kanunlarının, bizim ne aklımızın erebileceği, ne de
duygularımızın kavrıyabileceği bir hudut ve çerçeve içine sokulamıyacağı
kanaatındayız. Bilhassa üç buutlu tabiatımıza ait realitelerin dışındaki maddi, manevi
yüksek kıymetlerin nizam ve tertiplerini, şümulu sonsuz olan ilahi irade kanunlarının
bilemediğimiz icaplarında aramak lazımgelir.
Şu halde, dar ve beşeri manada kullanılan ve anlaşılan tabiat kanunları ne
kadar mazbut, muntazam ve değişmez icaplar arzederse bütün buları da geniş nizam
ve tertibi içine alan ve sonsuz kainatın, yalnız insan müdrikesine değil, insanlardan
daha çok, pek çok yüksek varlıkların dahi bize göre muazzam kavrayici kudretleri
dahiline girmiyen ve sığmıyan ilahi irade kanunları icaplarının da bu tabiat
kaidelerinden daha çok ahenkli, geniş, şümullu ve sonsuz imkanlar arzedici, ve
insanların asla kavrıyamıyacağı ve tezat halinde görebileceği namütenahi tahavvülatı
vardır. Hülasa, tabiat kaideleri ilahi irade kanunlarının dışında ve onlardan ayrı ve
müstakil değil, onların nisbeten mahdut ve muayyen bir aleme (üç buutlu aleme )
münhasır bir kısmının, gene insan dili ile ifadesidir. İlahi irade kanunları şümulüne
dahil olan hadisata misal olarak illiyet prensibini, tekamül kanunlarını, alaka
kanunlarını, bir fikir vermek için zikredebiliriz. Bunlar sonsuz ilahi irade
kanunlarının, gene ancak bir insan anlayışı ve duyuşu içine şöyle böyle girebilen pek
cüzi hadisata ait kısımlarıdır. Ve bunların dışında daima tekrarladığımız gibi bir
bitmezlik, bir hudutsuzluk mefhumu içinde yapılan hadiseler ve o hadiselerin tabi
oldukları kanunlar vardır.
İLAHİ İRADE KANUNLARINDAKİ KATİLİK
VE DEĞİŞMEZLİK
Binaenaleyh, çok kısa bir aciz insan görüşü ve düşüncesi ile ilahi irade
kanunları hakkında ancak ve bittabi çok noksan olarak şu kadar düşünebiliriz: Bizim
ancak zerre bezerre anlamağa ve öğrenmeğe efal ve harekatımızı ona göre ayarlamağa
çalıştığımız sonsuz ilahi irade kanunlarının icapları, bütün bu namütenahi tecelliyatına
rağmen, başlangıcı ve sonu bahis mevzuu olmıyan kainatların da nizam ve ahenginin
ve yaratılışlarının temininde hakim ilahi irade kudretinin bu sonsuz kainatlar içinde
bizim kainat dediğimiz gene bir sosuzluk mefhumunun ifade ettiği meçhul alemimizin
hissesine düşen belki en küçük bir zerresi halindeki tezahürüdür.
İlahi irade kanunlarında bir son, bir hudut, bir sayı mefhumunu kabul etmenin
ne kadar abes olduğunu şimdiye kadar yapılan mülahazalar esasen göstermektedir.
Hiçbir şekil ve surette, hiçbir şeyle nisbeti bahis mevzuu olmıyan Mutlak hakkında
tam bir bilgi aczi içinde bulunurken, Onun iradesinin mahdutiyetinden, ve o iradenin
mahdut tecelliyatından bahsetmeğe kalkışmak hakikaten düşüncesizce bir hareket
olur. Kainatın, ilahi gayeler yolunda nizam ve ahengini temin eden ilahi irade
kanunlarından dışarı en küçük bir harekette dahi bulunabileceğini düşünmek doğru
olmaz. Zira hudutsuzluk ve sosuzluk mefhumunu ifade eden bu ilahi müeyyidelerin
dışında kabul edilmiş herhangi bir hareket, o müeyyidelerin muayyen bir noktada son
bulmuş olduğunu anlatır ki böyle bir şeyin olmasına imkan düşünülemez.
Hal böyle olunca, en küçüğünden en alisine kadar bütün varlıkların, herhangi
bir kanunun tecelliyatından uzaklaşabilmeleri, ancak başka tertipteki veya başka
kombinezonlardaki diğer kanunların tecelliyatına dayanmak ve onların şümullü
sahasına girmek yolu ile kaabil olabilir. Zira var-
İlahi irade kanunları ve insan iradesi 49
Keza:
hal elbette evvelki hareketimin tamamile zıddına olan bir iştir. Fakat bu hareketim de
başka bir yönden gene tabiat kanunlarının şümulü dahiline girmiş bulunmaktadır. İşte
gerek kitabı yazmak için, yaptığım işlerde ve gerek kitabı yazmaktan sarfı nazar
ettiğim zaman vaki olan hareketlerimde, muhakkak surette tabiat kanunlarının
icaplarından yararlanmışımdır. Aksi halde ne kitabı yazmak için elimi
kullanabilirdim, ne de onu yazmaktan vazgeçtiğim zaman elimin hareketlerini
dudurabilirdim. Bu hal ister benim tarafımdan bilinerek yapılmış olsun, mutlaka tabiat
kanunlarından birisine veya diğerine uyabilmemle tahakkuk imkanına erebilmiştir.
Hülasa, hiç bir insanın, hiç bir varlığın yapabileceği, yapmak istediği hiç bir
şey yoktur ki ilahi irade kanunlarının şümulünden hariç kalsın. En yüksek varlıkların
dahi bu kanunların şümulünden kudretleri yettiği kadar namütenahi istifade
imkanlarına malik olmaları, onların yüksek tekamül derecelerinin neticesi olarak
kendilerine bahşedilmiş ilahi bir armağandır.
İlahi kanunlar, kainatın ayrı ayrı hadisatı hakkında cari birtakım kaideleri ve
icapları neticelendirir. Bunların bir kısmını geçen bir bahsimizde tabiat kaideleri diye
mütalaa etmiştik. Tabiat kaideleri maddi dünyamızın yeknesak hareketlerinin nazımı
olan ve daima bu yeknesaklık vasfını gösteren bir icap arzeder. Hakikaten tabiat
kanunları muayyen istikametlerde icaplar arzeden bir monotonluk vasfını haizdirler.
İlahi irade ile, insan iradesinin hiçbir şekil ve surette ve hiçbir yoldan
mukayase ve müşabehetinin bahis mevzuu olmadığı hakkındaki imanımız en büyük
hakikatlerden birinin ruhumuzdaki ifadesidir. İlahi irade kanunları karşısında, onlarla
boy ölçüşmek şöyle dursun, nisbet dahi edilebilecek hiçbir irade yoktur. Şu halde
insan iradesini inkar etmek mi lazımgelecek? Asla!...
İşte bunun içindir ki bir iradenin kendinden başka bir diğer irade altına
girmesini ve o irade ile makine gibi hareket etmesini biz, mükemmelleşmenin değil,
iptidaileşmenin bir alameti ve hatta illeti sayarız.
ten kurtulabilmem için halat atarlar ve bu atılan halatı tutmaklığım için yukarıdan
bağırışırlar. Eğer ben bu halatı tutmaz ve beni gelip kurtarsınlar diye kendimi suların
cereyanına hiçbir cehit sarfetmeden kapıp koyuverirsem ne halat atanların, ne halatı
tut diye bağırışanların ve ne de herhangi bir başka yardımcının imdadı bana yetişemez
ve ben belki birdaha ebediyet kadar uzun bir müddet bu seyahate devam edememek
üzere boğulup giderim. Veyahut da, boğulmadan evvel son ümitsizce haykırışlarımla
koşan hayırkar bir yardımcının sesi kulağıma çarpar. Fakat o anda bile bu ses beni
kaldırıp dalgaların arasından dışarı fırlatmaz, bana ancak şunları söyliyebilir:( ey gafil
adam! Sen kendini denize atmakla bir yanlış yola saptın. Ve yolculuğunun gayesini
unuttun. Sana ancak bir vasıta olacağını bildiğin bu vapuru ve denizi kendine bir gaye
edindin. Ve yolculuktan ayrılarak kendini denize attın. Bu deniz artık sana bir yol
değil, bir mezar olacaktır. Bu hakikati şimdi gözünle gördün ve anladın mı? ) Bu söze
karşı ben gene kulaklarımı tıkarsam esasen bir nefeslik kalmış hayatımı orada
tüketirim. Aksi halde, o sesin sahibine hatamı itiraf eder ve yoluma tekrar devam
etmek arzumu açıklarsam bana doğru ; kurtarıcı bir el uzanır. Fakat gene onu ben,
kendi isteğimle, kendi irademle ve kendi cehit ve gayretimle tutmağa mecburum, eğer
kendimi kurtarmak istiyorsam!... Fakat ondan sonra bu sapıkça hareketimin neticesi
olarak çekmiş olduğum korkunç sıkıntılar bana güzel bir ders olur. Ve bu ders, bu gibi
seyahatlerde lüzumlu olan görgü ve tecrübelerimi arttırır. Ve müteakip
hareketlerimde, irade serbestliğimi artık böyle kötü ve zararlı yollarda kullanmamağa
çalışmama sebep olur. Bilgi, görgü yolu ile ve bilhassa daha tecrübeli kişilerin iyi
niyetle ve kendi menfaatlerini feda ederek sırf beni desteklemek için yaptıkları
nasihatlere, irşatlara kulaklarımı açarım. Ve bütün bu kudretleri biraraya toplıyarak
onlardan aldığım hız ile seyahatimde bana en münasip olacak yolu ve vasıtayi
seçmeğe çalışırım.
Demekki bu yolda yürümekliğimi takdir eden icaplar, ayni zamanda benden
beklenen irade serbestliğimi, münasip ve doğru yollarda kullanabilmekliğim için beni
hazırlayıcı her imkanı ve yolu da önüme sermiş bulunmaktadır.
İşte ilahi irade kanunları karşısında varlıkların iradesi, çok kaba bir görüşle
yukarıda vermiş olduğumuz seyahat misalindekine benzetilebilir. İlahi irade
kanunlarının istihdaf ettiği tekamül safhaları, bütün varlıklar için ulaşılması zaruri
olan birer yolculuk merhalesidir. Ve o merhalelere varlıkların selametle
ulaşabilmelerini sağlayici vasıtalar ve yollar da gene ilahi irade kanunlarının
namütenahi icaplarıdır. Biz ancak, tecrübelerimizin ve tekamül seviyemizin ruhumuza
kazandırmış olduğu kudretlerden doğan isteklerimizin keyfiyet ve kemmiyetlerine
göre ve bunların yanında bilhassa yardımcı varlıkların irşatları ile bu kanunlardan
birinin
56 Mukadderat ve İcabat
veya diğerinin icabatına uymak, uyduktan sonra, bu uygunluk devam ettiği müddetçe
o icabatın çizmiş olduğu istikametlerin boyunca ister istemez yürümek zorunda ve
ihtiyacındayız. Bu bir hakikattir.
İnsanların yalnız dünyadaki hareketleri değil, spatyoma gittikten sonra ve daha
yukarlara bile çıkarken olan hareketleri dahi ancak kendi tekamülleri nisbetindeki
istek ve iradelerindeki sevkile ve muhayyilelerinin hitap ettiği varyeteler içinde vukua
gelmektedir. İşte aşağı mıntakalarda ve bilhassa dünyamızda bu yoldaki hareketlerin
inhitap şekil ve tarzlarında ekseriya vukua gelen isabetsizlikler, o insanın hayatında
karşılaşacağı müşkilatın ve çekeceği meşakkatlaerin belli başlı amillerinden birisini
teşkil eder. Bununla beraber dikkat edilirse bütün bu hareketlerin de ancak gene
birtakım kanunların ve icapların tesiri ve yardımı ile tahakkuk imkanına ulaştığı
görülür. Halbuki bu kanunlar ve onların icapları Allahın iradesinin kainattaki birer
tecellisidir. O halde, bu kanunların icaplarından, kudretile mütenasip bir serbestlik
içinde, istifade imkanı kendisine bahşedilmiş bir insan için; odaları, salonları tekmil
köşesi bucağı kurulu bir billur köşk gibi, bütün hadiseleri şuunatı ezelden tesbit
edilmiş ve hiç bir parçası bir kıl kadar dahi değişmiyecek şekilde ebede kadar
hazırlanmış ve donup kalmış bir hayat mukadderi asla mevcut değildir. Kader
muhakkak ki bir icaptır ve bu icapta ihtiyar olunan herhangi bir hareket tarzına göre
gerçekleşmiş bir zarurettir. İyilikleri icap ettiren hareketler nasıl insanın görgü ve
tecrübesile nemalenmiş bir isteğin mahsulü ise kötülükleri, daha doğrusu insana kötü
gelen halleri icap ettiren hareketler de öylece, o insanın görgü ve tecrübe kıtlığı
yüzünden ileri gelmiş bir sapıklığın neticesidir.
Allaha karşı küfredenler de vardır. Bu kadar dehşetli ve korkunç olan kötü bir
hareket de mi mukadderdir? Kulun, kendisine bu kötü hareketi yapmasını Allah mı
istemiştir? Bu ne kadar sakim ve cüretkarane bir düşünce olur? Halbuki o kul, takdir
etmeden ve neticelerini idrak etmeden ancak kendi ihtiyarile bu kötü hareketi yapmış
bir biçaredir. Bununla beraber böyle manasız ve nalayık bir hareketinden o biçareyi,
hiçbir ilahi kuvvet alakoymuyor. Hatta müreffeh bir hayat içinde, müsaadeli bir
şekilde yaşıyabilmesi, bu sakametinde ve sapıkça hareketlerinde bütün serbestliği ile
hareket edebilmesi imkanlarının da onun önüne serilmiş olduğunu göstermeğe kafi
gelmiyor mu?
<< Allah nasıl olur da sizi ancak kendi isteği dahilinde çevirip idare eder
ki o takdirde ne şahsiyetinizin, ne de hayatınızın manası kalır. Dikkat etmiyor
musunuz: sizin için Allahın hakim olan tarafı değil, fakat sadece kanunları
vardır. Bu kanunlar ne Allahtır ne de insan! Hadiselerin cereyanı ise ne Allahla
ne de böyle kabli bir hüküm ittihazile tesbit olunmuş herhangi bir şekil ve
suretle alakadar değildir. İnsan ilelebet hürdür.
<< İyiliklerin sizi ne kadar yüksek merhalelere yükseltmekte olduğunu,
ruhen ne kadar ve nasıl derinleşip adeta sonsuzluğu teneffüs eder, hale
geldiğinizi pekala anlıyorsunuz. O halde ne için tekrar fenalıklara, sukuta rıza
gösteriyorsunuz? Bu da mı Allahtan?
<< İyi haller Allaha doğru, fakat kötü halleriniz kime doğrudur? Ne için
düşünmezsiniz ki Allah bize nihayetsiz bir hürriyeti şahsiye ve iktidarı ruhiye
verdiği halde bütün amal ve seviyelerimizi ancak Onunla kaabili ifade
görüyoruz?
<< Bu dava ezeli bir cidal safhasıdır. Yaşıyacaksınız. Pek iyi, pek fena.
Fakat muhakkak gayeye uygun düşecek seviye ve idraki illa istihsal etmeniz
lazım ve mecburidir. İster bin kere dünyaya gelin, ister bir kere. Ne elde
ederseniz sizin içindir.
<<Allah, Allaha küfredenleri helak ediyor mu? Onların sizden daha
müreffeh olduklarına çok kere şahit olmuyor musunuz? Bu, ne mana ifade
eder?>>
Yalnız Allaha karşı değil, en küçük bir insana karşı da yapılması caiz olmıyan
hareketleri yapmakta insan tamamile serbest birakılmıştır. Eğer insanlar iradelerinde
böyle serbest bırakılmış olmasalardı bu kötü hareketlerini yapmağa değil, yapmak
niyetine bile teşebbüs edemezlerdi. Zira Muazzam kainatın içinde bir zerreden ibaret
kalan biçare insan oğlunun bu büyük ve muhteşem mekanizma içinde çiğnenip
giymesi, milyarlarca ton ağırlığı altında bir sivri sineğin ezilmesinden daha küçük bir
hadise olurdu. Fakat böyle olmuyor ve bir bedbaht kişinin, Tanrıya karşı küstahça
küfretmesi, bütün kainatın yüksek varlıklarını titretirken kendisinin bir tek kılını bile
oynatmıyor. Ve bu hareketsizlik, o varlığın bizzat kendi kudretleri ve nuru
parlayinciye kadar devam ediyor. İşte ancak kendisi için bu mesut anın gelişini
müteakiptir ki o adamın bu hareketsizliği birdenbire şiddetli bir kasırga tufanı halini
ve bütün kainatı kendisine zindan edercesine bir azabın eşiğinde canlanacaktır.
Demekki bu da kendisine gene, dışardan verilmiş bir azap değil, bizzat kendi ruh
uyuşukluğunun bilahara meydana çıkan şiddetli aksülamelleridir.
İnsanlar ve bütün varlıklar ruhlarının tekamül derecelerinin müsadesi
nisbetindeki hayat seviyesine uygun alemlerde ve muhitlerde yaşarlar. Ve içinde
yaşamağa mecbur bulundukları o muhitlerin ve alemlerin
58 Mukadderat ve İcabat
olamamak benim için elbette mukadder bir iştir. Zira bu şartlar altında ben hangi hak
ve salahiyetle mühendislik yapabilirim?...Demekki mühendis olabilmem için
muhakkak benim istemem, tahayyül etmem, çalışmam ve yapmam lazım. Bunsuz
olmaz. Yani, istemeden, çalışarak, hazırlanarak mühendislik kaderine kendisini layık
kılacak bir ehliyeti iktisap etmeğe cehit ve gayret sarfetmeden, ilahi irade kanunları
hiçbir kimseye bol keseden mühendislik yapabilmek kudretini bahşetmez. Fakat
mühendislik kudretini bahşetmiyeceği gibi böyle çalışmadan, istemeden, tahayyül
etmeden ve o yolda faaliyet göstermeden hiçbir varlığa daha yüksek ve mesut bir
hayata ulaşmak kaderini de nasip kılmaz. Yani Allahın lütufkar müsaadesine sığınarak
ve haddimiz olmadan bir az ileri gidip kunuşmağa cüret ederek diyebiliriz ki hadisatın
ifade ettiği manalara göre ilahi kanunlar müvacehesinde havadan mükafat almak
yoktur. Eğer, diğerlerine nazaran çok az çalışarak ve gayret sarfederek çok büyük
neticeler alanlar da varsa ( ki çok vardır ) muhakkak bilinmelidir ki bunlarında çok
eski hayatlarında, kendilerini bu işlere ve bu hayata liyakatli kılacak bir sürü
faaliyetleri geçmiş ve bu liyakatleri onları, birtakım muğlak ve bir tek hayatla izahı
mümkün olmıyan bu büyük işlere hazırlamıştır. Yani onlar bu işlerinde nail oldukları
kolaylığı bedava almış değillerdir. Fakat unutulmamalıdır ki bu da büyük hem de çok
büyük ilahi bir ihsandır. Ancak, ilahi ihsan, eski padişahların keyiflerine göre
etraflarına dağıttıkları ihsanlara benzetilemez. Bunun manası bambaşkadır. Ve keyfi
olmak illetinden tamamile münezzehtir. İlahi ihsan demek, ilahi irade kanunlarının
icaplarını istiyerek, ve gayret sarfederek uymuş olmanın neticelendirdiği bir mükafat
demektir ki tam manası ile bu, hak edilmiş ilahi teveccühün insan mukadderatında
tezahür eden bir büyük tecellisidir.
İnsanın, birbirini velyeden büyük mukadderlerine nail olabilmesi için
göstereceği cehde mukabil elde edeceği neticeler elbette bir ilahi ihsandır. Mesela
insan, bir üzümü dahi kütüğünden koparmak için cehit ve gayret sarfetmezse üzümün
kendisine vereceği iyiliklerden istifade edemez. Demekki o, bu nimetten
faydalanabilmek için üzümü mutlaka hiç olmazsa kütüğünden koparacak kadar ufak
bir gayret göstermek zorundadır. Bununla beraber, üzümü kütüğünde olgunlaştıran ve
hazırlıyan da onun isteği, veya cehit ve gayreti değildir. İşte bu misal, yukardan beri
serdettiğimiz mülahazaların güzel bir izahını daha arzetmektedir ve bu izah da
insanların ilahi irade kanunlarından çeşitli surette istifade etmeleri imkan ve
zaruretleri hakkında evvelce arzettiğimiz mülahazaların iyice kavranılmış olmasından
sonra kolayca anlaşılabilecektir. Üzümü yetiştirecek kütük tabiat kanunları
muktezasınca meyvesini hazırlamıştır. İnsana düşen vazife bu kanunların icabatına
uyarak o kütüğe yardım etmek ve üzüme malik olmak arzusunu taşımak ve bu yolda
çalışmaktır ki bütün bu işler ayrı ayrı, gene birer tabiat kanunundan istifade etmek
60 Mukadderat ve İcabat
kudretini insanın göstermesine bağlıdır. Şu halde, ilahi irade kanunları hiçbir kimseyi
cebren hiçbir harekete sürüklemez. Fakat liyakatini ve kazançlarını arttırmak ve
kendisini yükseltmek zaruretini hisseden insanın istifadesi önüne bu kanunlar bütün
kazanç imkanlarını serer. Ve yükselmek ihtiyacını duyduğu nisbette tekamül
vasıtalarının her türlü şeklinden faydalanabilmesini sağlayici kolaylıkları insanın
kudretlerinin erişebileceği yerlere kadar uzatır.
Aşağıdaki tebliğ bu fikirleri kudretle ifade etmektedir :
Şimdi burada mühim bir mevzua temas etmenin sırası gelmiştir. İlahi irade
kanunları, zaruri neticeler doğuran ilahi müeyyidelerdir. Fakat bu fikir üzerinde bir az
derinleşince, çok mühim bir meselenin karşımıza dikildiğini görmekte gecikmeyiz.
İlahi irade kanunlarının neleri kucakladığını ve şümulleri derecelerinin nelere
kadar yayıldığını soramayız. Esasen böyle bir sual de bahis mevzuu olamaz. Zira
bütün ilahi mefhumlar başlangıç ve son kayıtlarından azadedirler. Ve bizim bütün
bilgi ve duygu hudutlarımızın dışında kalırlar.
Yalnız şunu bilelim ki ilahi irade kanunları kainattaki her varlığa, her zerreye,
her hadiseye, her şeye hakimdir. Ve bütün bunlar namütenahi olan ilahi irade
kanunlarından muhakkak ya birisinin veya diğerinin icabatının tesir ve yardımile
ancak gerçekleşmek imkanına vasıl olabilirler. Kainatta bildiğimiz veya bilmediğimiz
hiçbir şey yoktur ki ilahi irade kanunlarının şümulü dışında kalsın. Böyle bir şeyi
düşünmek o şeyin yokluğunu kabul etmek demektir ki haddi zatında yokluk dahi gene
ilahi irade kanunlarının şümulüne dahil bir varlıktır. Çok kaba olmakla beraber bu
fikrimi bir misalle biraz izah etmek istiyorum. Gerçi böyle ilahi ve müteal mevzuları
bunun gibi maddi ve kaba misallerle kıyaslandırarak izaha kalkışmak bir nevi
küstahlıktır, ama ne yapalım, çok iptidai bir şekilde de olsa hakikate bir az olsun
yaklaşmak arzu ve iştiyakı ile ara sıra böyle kaba misallere müracaat etmek
mecburiyeti hasıl oluyor.
Sonsuz bir umman tasavvur edelim. Bu umman, kainatı da içine alacak kadar
hudutsuz olsun. Bu ummanın içinde yaşıyan namütenahi varlıklar var. Fakat bu
mahlukatın varlığı, ancak bu ummanın varlığına bağlıdır. Binaenaleyh, en küçük bir
zerreden en büyük ve kuvvetli varlıklara orada yaşıyan bütün canlı varlıklar kendi
cirimleri, ihtiyaçları ve imkanları nisbetinde bu sonsuz ummanın bir kısmından
istifade ederler. Ve bu varlıklar için hayat sahası ancak onların bu ummandan istifade
edebildikleri yerler olabilir. Mesela çok derinlerdeki varlıklar için ummanın üst
kısımları, yaşanacak ve barınabilecek yerler değildir. Varlıkların kaabiliyetlerine ve
duydukları ihtiyaçlara göre bu hayat sahaları pek dar bir mıntıkaya da inhisar edebilir.
Ve o zaman ummanın geriye kalan sonsuzluğundan onlar ne istifade edebilirler, ne de
bundan haberdar olabilirler. Onların bütün kainatının, bu içinde yaşamakta oldukları
ancak bir su damlacığı teşkil eder. Fakat ister bir su zerresi olsun, ister o sonsuz
ummanın bütününe nisbetle gene bir zerresi olan büyük bir okyanusu olsun, onu
kullanan ve o zerreden veya okyanustan faydalanan varlıklar o ummanı ne
tüketebilirler, ne de onun mahiyetini değiştirebilirler. O, bütün zerrelerile gene bir
umman olarak kalır.
İşte ilahi irade kanunları da böyle bir ummandır. O kainatın her zerresini
besler, her zerresini yaşatır, ve her zerrenin kendi ihtiyacına
62 Mukadderat ve İcabat
Nebatın ruhu, bunu nebat halinde iken bilmeden otomatikman yapar. Yani bu
kanunların icaplarından faydalanır. Eğer onun ruhu, bu kudreti göstermez ve bu
faaliyetten geri kalırsa dışardan hiçbir kuvvet o ot parçasının yeryüzündeki hayatını
temin için onun köklerine hazırlanmış gıdayı zorla şırınga etmek külfetine katlanamaz
ve bu imkanı da bulamaz. Hülasa, burada gayet mazbut birtakım tabiat kanunlarından
bu nebat, bilmeden fakat insiyakile bol bol istifade etmek hakkını kullanarak bu işi
yapmaktadır. Bir tabiat kaidesi olan ince elyafın şaariyet hassasından istifade etmek
üzere nebat, bedeninin toprak altında kalan kısımlarını inceltir ve sulak sahalarda
yayar. Bu suretle, nebat hayatı için lüzumlu olan topraktaki su ve bu suda erimiş olan
maddeler topraktan çekilerek nebatın bütün gövdesine tevzi olunur. Demekki, kökünü
toprak altına salabilmek kudretine ermiş ve bu kudretini tatbikat sahasında kullanmak
liyakatine ulaşmış nebat gibi her varlık, bu suyu ve bu gıdayi topraktan böylece almak
ve ondan istifade etmek hakkını kazanmıştır. İşte nebatın kök salması, tabiatın bazı
kaidelerinden faydalanarak kendisini beslemesi, gıdasını alabilmesi için insiyaki,
dediğimiz hareketler de henüz tam manasile irade denilemiyecek derecede basit bir
ruh kudretinin ve basit bir cehit ve gayretin mahsulüdür. Bu da gösteriyor ki tabiat
kanunları, ne kadar küçük olursa olsun kendi cirmi ve kudreti dahilinde ve kendi
sahasında faydalanmak istiyen her şeyden hiçbir varlığı mahrum bırakmamakta ve
geri çevirmemektedir. Yeter ki o varlık, bu kanunların, kendisinden beklemekte
olduğu, istifadesine yarayacak eserleri maydana çıkarmak kudret ve liyakatini
özvarlığının hareketlerile isbat etmiş olsun. Bunu yaparsa, yani köklerini salıverirse
ne ala, yaşar. Yoksa kurur, gider. Fakat bir nebatın ilahi irade kanunları karşısındaki
vazifesi bu kadarla kalmaz. O , beslendikçe gelişmek ihtiyacını gösterir ve bunun için
yeni yeni hareket kudretleri izhar etmeğe başlar. Büyür, semalara açılmış kollar gibi
dal ve budaklar koyuverir. Ve bu dallar yapraklanır. Bütün bu hareketler, onun
yaşıyabilmesi için başka bir tabiat kanununun icabatından faydalanmak hakkını o
nebatın kullanabilmesi serbestliğinin diğer bir tecellisidir. Bu yapraklar nebatın
ciğerleridir. Zira bu yapraklar; hava ve ziya ile onun hayati usaresinin temas sahasını
teşkil edecek ve bu sayede de gene birtakım fiziko şimik kaidelerin icabatı
gerçekleşecek ve nebat bundan kendisi için mühim faydalar temin edecektir.
Görülüyor ki nebat, hayatının idamesi için içinden gelen itilişlerile lüzumlu
olan uzuvlarını meydana getiriyor ve ancak ondan sonradır ki onun bu uzuvları
marifetile tabiat kuvvetlerinden istifade etmek hakkı ve imkanı kendisini gösteriyor.
Fakat gene iş bu kadarla kalmıyor. Nebat çiçekleniyor. Bu çiçeklenme hareketi tabiat
kanunları karşısında onun başka bir tertipteki faaliyetinin bir ifadesidir. Bu ifade de
nebatın neslinin temadisi bahis mevzuudur.
64 Mukadderat ve İcabat
<< Her ruh kendi kaabiliyeti nisbetinde ve ruhi seviyesine göre tabiat kanunlarının
tatbikatı sahasında yer alır >> diyor. Ve keza; 14.8.1948 tarihli başka bir tebliğinde
de: Şüphesiz, ruhlar tabiat kanunlarını tatbika memur değiller midir? >> sualini
soruyor. Ve keza 28.8.1948 de verdiği diğer bir tebliğde bu hususta çok sarih olarak
diyor ki : << Her ruhun kendisine göre bir vazifesi vardır. Ve ruhlar yükseldikçe
tabiat kanunlarından istifade şekli büsbütün başkalaşır. Kainat nizamının tatbikinde en
ufağından en büyüğüne kadar bütün ruhlar bilerek veya bilmiyerek kendi imkanları
dahilinde vazifelenmişlerdir.
bütün varlıkların elbette muayyen bir imkan derecesi ve hududu vardır. Ve bize göre
yukarda söylediğimiz ve bilhassa bir az evvelki umman misalinde arzettiğimiz gibi,
buradaki imkan sahasının hududu, varlıkların tekamül derecelerinin kendilerine
kazandırmış olduğu kudret ve liyakat nisbetinde genişler fakat hiçbir vakit o ummanı
kucaklıyamaz. Ve kucaklıyamıyacaktır. Zira varlıkların tekamülleri ve kudret iktisap
etme keyfiyetleri nasıl namütenahi ise o ummanın hudutsuzluğu ve sonsuzluğu öylece
namütenahidir. Binaenaleyh birincisinin ötekini yakalamasına, yani varlıkların
kudretlerinin günün birinde ilahi irade kanunlarının sahası hududunu aşarak o
ummana tamamile hakim duruma geçebilmesine imkan yoktur kanaatindeyiz. İşte
böylece bir insanın nasıl, bir ayı gök yüzünde yok etmesine imkan tasavvur
edilemezse bir karıncanın da bir kitap yazıp neşretmesine öylece imkan düşünülemez.
Fakat insan için bir kitabı yazabilmek umuru adiyedendir. İşte buradaki imkan
haddinin derecelenmesi, karınca ile insan arasındaki tekamül farkının bir icabıdır.
Keza bahçenin bir köşesinde biteb bir mantarın da karınca gibi bütün bahçeyi
dolaşarak beğendiği herhangi bir gıdayi yuvasına taşıyamaması da gene karınca ile o
mantarın tekamül farkından ileri gelme bir icaptır. Ve bu bakımdan mantar, karınca
kadar bile tabiat kanunlarından nisbeten bollukla faydalanamamaktadır. Yani
karıncanın ruhi kudreti; yürümek için bir bacağı, yakalamak için bir ağızı, keşfetmek
için birtakım anten nevinden organik teşekkülatı idare edebilecek bir kifayet
derecesine ulaşmıştır. Ve onun içindir ki karınca, bu teşekkülata malik olmakla, tabiat
kanunlarının daha üstün icaplarından istifade hakkını kullanabilmek liyakatine
erişmiştir. Halbuki mantarın ruhu henüz bu liyakati gösterememektedir. İşte nasıl
nebatlar ve hayvanlar arasında böyle tekamül farklarile birbirinden ayrı kudretler
gösteren ve bu kudretleri nisbetinde ilahi irade kanunlarından istifade imkanlarını
çoğaltan varlıklar mevcut ise elbette insanlar ve daha üstün varlıklar arasında da
öylece ilahi irade kanunlarını kullanmak ve onların icaplarından faydalanmak
hususunda birbirinden farklı kudretler gösteren ve bu kudretlerini tekamül derecelerile
ödiyen varlıklar ayrılmıştır. Mesela fiziko-şimik ilimler hakkında hiçbir bilgisi
olmıyan çok cahil bir insanın modern bir fizik veya kimya labaratuvarına girerek
orada atom enerjisinin nazariyat ve tatbikatından bazi ilmi neticeler çıkarıp ortaya
koyabilmesi imkanı düşünülemez. Bu sahada ilerlemiş bir fizik alimine birçok keşif
imkanları bahşeden tabiat kanunlarının bu labaratuvar işlerinde hakim olan icapları, o
cahil adama hiçbir sırrını ifşa etmez ve bir şey söylemez. Keza bir piyano üzerinde
senelerce çalışan bir virtiözün parmakları altında en yüksek ve ruh okşayici nağmeleri
çıkaran bir piyano aleti de ömründe bu aleti eline almamış ve hatta görmemiş elli
yaşındaki başka bir adamın karşısında hiçbir işe yaramıyan bir nesneden ibaret kalır.
İşte az çok tekamül ederek insanüstü kudretlere ermiş bir varlığın
İlahi irade kanunlarını zorlamak doğru değildir 67
lazımgelir. Bunu bile bile aksi yolda hareket etmeğe kalkışan bir insanın muvaffak
olabilmesi ihtimalinin bahis mevzuu olamıyacağı şöyle dursun hatta eldekilerini bile
kendisine kaybettirici birtakım zararlara da duçar olmak tehlikesile karşı karşıya
kalabilmesi imkanı daima mevcut olur. Mesela << Ben Ilgaz dağını yerinden
oynatarak yürüteceğim >> iddiasile ortaya atılan bir adamı soluk aldırmadan
tımarhaneye tıkarlar. Keza yüzmek bilmiyen ve bunu öğrenmeden kendisini kaldırıp
açıktan denize atan bir insan elbette boğulur. Bu vaziyet karşısında Allahın
adaletsizliğini ileri sürerek tefevvuhatta bulunmak bilgisizce bir iş olur.
Hayat hadiseler ve işlerle doludur. İnsanlar kudretlerinin dışına çıktıkları
zaman, daha doğrusu çıkmak istedikleri zaman ve herhangi bir cazibenin tesirine
kapılarak boylarından büyük ve akıllarının erdiremedikleri hadiselere burunlarını
soktukları zaman ümit etmedikleri ilahi irade kanunlarının birer granit gibi sert
huşunetle karşılarına dikilip yol vermiyen icaplarına kafalarını şiddetle vururlar ve bir
az daha bu hareketlerinde, herhangi bir ihtirasın itişile, ısrar ederse bu haşin ve
aşınmaz granitlere çarpan kafaları incinir ve kanar. Bilakis bütün bu icaplara iyi
niyetlerile, diğerkamlık yolundaki azim ve iradelerile kendilerini hazırlamış insanlar
bu sahalarda o kanunların büyük yardımlarından kolaylıkla faydalanarak çok büyük
işler yapabilirler ve muazzam eserler meydana getirerek ilerleme yolunda süratli
hamleler alırlar. Yani hazırlıksız olanları perişan edebilen ayni tabiat kanunları,
kendilerini az çok yetiştirmiş olanlara sevinç, neşat ve muvaffakiyetlerle dolu, saadet
verici hayatların kapılarını açarlar.
Demek ki ilahi irade kanunlarının daha geniş ve şümullü imkanlarından
istifade edebilmek için tutulacak yol, o kanunların hakim oldukları muhitlerin hayat
şartlarına ruh kudretlerini tedricen intibak ettirmeğe çalışmaktır, ki biz buna tekamül
diyoruz.
Bazan insanlar tabiat kanunlarının neticelerinin istikametlerini de
değiştirebilirler. Bu da başka bir hikayedir. Fakat bunun yukarda söylediğimiz başıboş
hareketlerle hiçbir münasebeti yoktur. Burada bilakis olgunlaşmış ve nisbeten tabiat
kanunlarının çeşitli icaplarından lüzumu derecesinde faydalanmak kaabiliyetini
kazanmış varlıklar, kendi tekamül ihtiyaçlarını karşılıyacak şekilde, gene o kanunların
icaplarından faydalanarak diğer kanunların icaplarını değiştirebilirler. Mesela elile
doğrudan doğruya ateşi tutan bir insanın eli yanar. Bu bir tabiat kanununun icabıdır.
Ancak, eğer o adam, ateşin tesirini ortadan kaldırıcı bir madde keşfeder ve onu eline
sürdükten sonra ateşi tutarsa bu defa elinin yanmasına mani olur. Kıymetli ruh
dostlarımızdan Kadri’nin aşağıdaki tebliği bu bahiste bize çok dikkate şayan bilgiler
vermektedir:
İlahi irade kanunlarını zorlamak doğru değildir 69
Ve nihayet bize ilk tebliğleri veren kıymetli üstadımızın aşağıdaki sözleri çok
kuvvetli mesnet olmaktadır.
70 Mukadderat ve İcabat
<< Hayatta maruz kalınan hadiseler, birer mecburiyetin eseridir. Her işte
muhakkak bir sebep aramak lazımdır. Bu sebebin aranması esasa tesir
etmemekle birlikte, siz ona lüzumlu kuvveti vermek mecburiyetinde olduğunuzu
hissedip, bir emek sarfederek bu işi yürütmeniz lazım.
<< İnsanlar başı boş, yalnız başına bir yerde bulundukları zaman
etraflarına bakınarak hiçbir şey düşünmeden bir istikamet takip ederler. Ve
yürümeğe başlarlar. O yolda saatlerce yürüdükten sonra karşılarına,
senelerdenberi görmedikleri bir arkadaşları çıkar. İşte bu yola sapmak ve
düşünmeden yürümüş olmak o
72 Mukadderat ve İcabat
arkadaş ile temas hazırlayici bir ön harekettir. Bu sebebi görüp düşünen insan
karşılaşacağı diğer vakaları daha tertipli takip edebilir.
Kadrinin buraya kadar olan sözleri spatyomdan bizi aydınlatıcı tebliğat veren
bütün diğer ruh dostlarımızın her an tekrarlayıp durdukları birer hakikattir. Yani bu
sözler, bilgileri noksan olanlar için sebepsiz ve maksatsız görünen hadiselerin
hakikatte böyle olmayıp bir kainat nizamı içinde planlı bir tertip üzere vukua geldiğini
göstermektedir. Tebliğin bundan aşağıki kısımları da bu hadiselerin sebeplerine temas
etmektedir:
öyle olmalıdır ) onun evvela bir büyük hakikat üzerinde durması ve dünya hayatının
da muhakkak ilahi bir maksat ve sebep altında var olduğunu ve bunun burada
kalmayıp ilerlere doğru uzayıp gideceğini takdir etmesi ve bu takdir kudretini
kazanabilmesi için de tabiat ve ruh hadiseleri ve bilhassa vicdanla ilgili mevzular
hakkındaki görgü ve tecrübesini durmadan artırmağa çalışması lazım gelir.
Bazan insanlar çok garip hallere düşerler: Her gün, hatta neticelerini de göre
göre bir çok işler yaparlar de gene yaptıkları işlerin hiçbirisinin neticesi ve illeti
üzerinde durmak gayretini göstermeği akıllarına bile getirmezler. Ve sırası gelince de,
sanki bu işlerde ciddi ve devamlı bir düşünce devresi geçirmiş ve ondan sonra bazı
hakikatlere varmış kişilere mahsus bir eda ile, illiyet prensibini bağıra çağıra
reddederek her şeyin kör bir tesadüfle veya tabiatın veya Allahın hiçbir maksada
dayanmıyan gelişi güzel bir emrile vukua gelmekte olduğunu iddia edip dururlar.
Böyle bir hareket tarzı, görgü ve tecrübeye kıymet vermemek olur. Gelin biz böyle
yapmıyalım da hayatımızın parça parça bazı safhalarının kısa bir bilançosunu
tertipliyerek bu işin mahiyetine doğru birer adım, birer adım ilerlemeğe çalışalım:
Ben evvela bir tek saatlik hayatımı ele alıyorum! Odamda oturmuş, şu yazıları
yazarken birdenbire ayağa kalkıyorum. Ve yanmakta olan sobaya bir kürek kömür
atıyorum. Burada bir iş yapmış oldum. Ve bu iş o sırada yapmakta olduğum diğer bir
işin, yani şu kitabı yazmak işimin yanında oldukça basit ve onunla hiçbir münasebeti
de olmıyan bir harekettir. O halde bunu ben ne için yaptım? Ve eğer sobaya kömür
atmasaydım olmaz mı idi? Attım ise hangi maksadı güderek, hangi neticeyi elde
etmeği düşünerek bu işi yaptım? Sobaya bu kömürü elbette sırf kömürü atmış olmak
için atmadım. Böyle bir hareket hakikaten budalaca bir iş olurdu. Şu halde burada,
kömürü atmak bir gaye değil, o sırada tahakkukunu özlediğim başka bir gayenin
gerçekleşmesine bir vasıtadır. Daha doğrusu bir neticenin illetidir. Ve işte ben, şu
anda düşündüğüm bir maksada ulaşmak için bu işi yaptım. Bu maksat bittabi odanın
suhunetinin muayyen dereceden aşağı düşmemesini temin etmektir. Demekki burada,
sobaya kömür atmak bir illettir, odanın suhunet derecesinin matlup seviyede tutulması
da neticedir. İşte ben odunun yanarak odayi ısıtacağını bilmeseydim odunu sobaya
atmıyacaktım. O zaman ne olacaktı? İşte burada illiyet prensibi zincirini bir halka
daha ileri uzatarak kendi kendimize şu suali sorarız: Neden odanın suhunet derecesini
muayyen bir seviyede tutmak lazımdır? Bunu düşündüğüm anda sobaya odun atmak
fiili derhal ikinci plana düşer, yani o andaki şuur ve idrak sahamdan uzaklaşmağa
başlar. Zira bir illet olan sobaya odun atmak hadisesi yerine, bu andan itibaren, başka
bir hadiseyi hazırlıyacak olan diğer bir hadise kaim olur. Bu da odanın suhunet
derecesini sabit ve muayyen bir seviyede tutmaktır. Şu halde şimdi burada odanın
suhunet derecesi bir
76 Mukadderat ve İcabat
illettir. Bunun da neticesi, yazı yazdığım sırada üşümemekliğimi temin etmektir. İşte
illiyet prensibi zincirinde bir halka daha ileri doğru mesafe katetmiş bulunuyoruz. Ben
bilgimi illiyet zincirinin bu halkasına kadar uzatabilirsem, yani sobaya odunu ne için
atmakta olduğumu idrak edersem bu gayeme, yani üşümemek hususundaki
maksadıma daha emin ve kati bir yolda yürüyerek varmış olurum. Aksi halde bir sürü
dış ve iç amillerin tesiri altında kalarak yanlış işler yapar ve o sırada bana lüzumlu
olan neticeyi alamam. Mesela sobaya kafi miktarda odun atmam, veya hiç odun
atmam, veyahut da bir taraftan odunu atarken diğer taraftan da bütün odanın kapı ve
pencerelerini ardına kadar açarak odanın ısınmasına mani olurum. Bu takdirde
alacağım netice evvelkinden çok farklı olur.
Fakat evvelce de arzettiğim gibi illiyet prensibi bahsinde böyle birbirini takip
eden ne için’lerin sonu asla gelmez. Binaenaleyh suallerimizi sormakta devam
edebiliriz: Niçin üşümemekliğim lazımdır? İşte gene bilgi zarureti karşısında
bulunuyoruz. Bilgisi az insanın bu suali kafi derecede bir vuzuhla izah edebilmesi
elbette mümkün olmaz. Bunun için gene birtakım görgü, tecrübe ve bilgilere ihtiyaç
vardır. Yani üşüyen bir adamın veya bizzat kendimizin bu yüzden hastalandığını
görmüş veya geçirmiş isek yukarıki suali kolaylıkla cevaplandırabiliriz. Ve
hastalanmamak için odayı ısıtmak lazım geldiğini idrak etmiş oluruz. Ama iş burada
gene bitmez. Ve gene sorularımıza devam edebiliriz. Niçin hastalanmamak lazımdır?
Fakat sualler ilerledikçe cevapları bulmak güçleşir, zira o nisbette görgü, tecrübe ve
bilginin artmış olması lazımgelir. Mesela yukardaki sorumuzun cevapları çok
muhtelif olabilir. Ve bunların içinden çıkabilmek de bir hayli düşünmeğe ihtiyaç
gösterir. Mesela, iyi çalışmak için üşüyüp hasta olmamamız lazımdır, deriz. Mesela,
hasta olup ölmemek için, deriz. Ve mesela iyi ve rahat bir ömür geçirmek için de
deriz…ilh.
Hele bu suali illiyet zicirinin bir halkacık daha ilerisine uzatıverirsek ve
mesela ne için sıhhat ve selametle çalışmak lazımdır? diye sorarsak işler büsbütün
sarpa sarar ve kolay kolay cevap veremez oluruz. Zira sualler tevali ettikçe hem
verilecek cevaplar güçleşir, hem de bu cevapların adedi her defasında onlarca ve
yüzlerce misli çoğalarak karşımıza çıkar. Bu da hadiselerin illetlerinin, gittikçe
yükseldiğini, karışık muğlak haller aldığını ve nihayet gözden nihan olduğunu
gösterir. Mesela bu son sualimize karşı: bir çok neticelerdenbahsedebiliriz; para
kazanmak, şöhret sahibi olmak, büyük bir mevkie geçmek, nefsimizi tatmin etmek,
mecburi bir vazifeyi yapmak, insanlığın saadetine, tesellisine, gözyaşlarının
dinmesine medar olmak, herkes için faydalı işler meydana getirmek…gibi
neticelerden birisi bizim buradaki maksadımızın karşılığı olabilir. Hülasa, burada
ruhumuzun görgü, tecrübe ve bilgi ile nemalanmış idraki nisbetinde verilebilecek
cevaplar vardır. Ve gene ruhumuzun bu kudretlerine göre birbiri arkasına
mütemadiyen sorulacak sualler ve bu
İlliyet prensibi karşısında görgü ve tecrübe 77
suallerin gittikçe çoğalan ve karışık haller alan cevapları bulunur. İşte bu sualleri
sorabilmek ve onların karışık cevaplarını bulup verebilmek ancak kuvvetini görgü ve
tecrübeden almış olan bir bilgi işidir. Kendisini bu bilgiden müsteğni gören bir kimse
bilsin ki, bilgisi arttıkça hatasını anlıyacak ve bilgisizliği yüzünden kaybettiklerinin
pişmanlığını duyacaktır. Buraya kadar olan mülahazalar ancak şu bir saatlik hayatımın
mukadderat bilançosunun küçük bir kısmına aittir. Şimdide bir günlük hayatımızı
düşünelim:
Sabahleyin yataktan kalktığım zaman o gün yapacağım işlerin bir kısmı
aklımdan süratle geçer. Mesela büroma, hastanedeki işime, şuraya, buraya gideceğim.
Oralarda şu veya bu işleri yapacağım. Bunun için de hemen yataktan kalkıp
hazırlanmam lazım. Demekki bu günkü hayatımı bu bir kısmını tasarladığım işleri
yapmak için geçireceğim. Şu halde bu günkü hayatım, büroda, hastanede,
mahkemede, tarlada, kışlada…ilh. Beni bekliyen işleri yapmaklığımın bir illeti ve bu
işler de bu günkü hayatımın birer neticesi olacaktır. Fakat benim bu kadarcık bile bir
program ile hareket edecek kadar bunları düşünebilmem için gene az çok bir idrake
sahip olmaklığım lazım gelir. Ben gene bugün yataktan kalkar ve günümü bunların
hiç birisini düşünmeden geçirebilirim. Ve bittabi o zaman hasıl olacak neticeler
hakkında benim kabli ve onları manalandırabilecek esaslı hiçbir idrakim mevcut
olamaz. Ve ben bu suratle hayatımı bir koyununkine yaklaştırmış olurum. Halbuki
hiçbir insan tam manasile böyle bir koyun gibi hareket edemez. Ne de olsa o insanda,
sabahleyin gözlerini açınca o günkü hayatının arzedeceği hadiseler hakkında az çok
bir endişe mevcuttur. Binaenaleyh bir saatlik hayatımda olduğu gibi burada da ben
kendi kendime birtakım sualler sormaktan kurtulamam. Acaba ben ne için bu günkü
işlerimi yapmak zorundayın? Yani, daha doğrusu bu işlerden beklediğim neticelerin
neler olması lazımgelir? Bunu şöyle de düşünebilirim: Hangi zaruret veya esaslı gaye
uğrunda ben, bu günkü hayatımı ve ruhi faaliyetlerimi vasıta olarak kullanmağa
mecburum? İşte bilhassa burada, insanların tekamül dereceleri, ihtiyaçları ve
yükselme zaruretleri karşısında verilebilecek cevapların tehalüfü ve o yolda verilecek
kararlardır ki ruhların görgü, tecrübelerinin oldukça ileri bir durumda olmasını icap
ettirmektedir. Ve herkes ancak bu görgü ve tecrübesi nisbetinde vereceği veya
tahakkukunu özliyeceği kararlarla, illiyet prensibinin halkalarından kendisine en
uygun olanını yakalıyabilecek ve doğru yolunu bulmuş olacaktır. Onun bu husustaki
görgü ve tecrübesi ne kadar az ve binnetice idraki ne derece dar ise kararları da o
kadar basit, maddi ve nefsani olacak ve bittabi bunlardan alacağı neticeler de o
nisbette kendisi için kısır kalacaktır. Mesela şimdi ben bu cevapların en basitlerinden
bir tanesini ele alacağım: Bu gün çalışmak zorundayım, çünkü ekmek parasını
kazaneceğım. Aksi halde beni işimden kovarlar, çoluğum, çocuğumla birlikte aç
kalırız… ilh. Bu basit görüş
78 Mukadderat ve İcabat
ve düşünüşe nazaran burada çalışmak illet, ekmek parasını kazanmak neticedir. Fakat:
ne için ekmek parası kazanmak istiyorsun ve neden yaşamak istiyorsun veyahut da
neden çoluğunun, çocuğunun hayatını niçin korumak istiyorsun, diye sordukları
zaman benim bilgim bu suallerin cevaplarını ekseriya bulup verebilmeme müsaade
etmez. Ve burada ben çok defa hissi konuşmağa başlarım. İşte nasıl bu suallerin
cevaplarını vermekte güçlük çekersem, öylece bu gün yapacağım işlerin illiyet
prensibine göre vaki olacak yüksek tecelliyatının sürprizleri de benim için o kadar
fazla ve hatta belki de tatsız olur. Mesela o gün çocuklarımın ekmek parasını
kazanacağım diye kendimce en haklı ve yegane bir sebep olarak taşıdığım
düşüncelerin emniyeti içinde o günkü işime başlamak üzere daireme gittiğim zaman
bana: sana ihtiyacımız kalmadı, işine nihayet verdik de diyebilirler. Ve o zaman
benim hesabımda ve sebep listemde mevcut olmıyan bu netice karşısında şaşırıp
ümitsizliğe ve bedbinliğe düşebilirim.
Çünkü bu neticeyi ben izah edemiyecek durumdayım ve onun manasını
anlayıp kabul edebilmek benim için o anda mümkün olmaz. Bu hal karşısında isyan
ederim, yese kapılırım, ona buna çatmağa kalkarım, talihsizlikten şikayet ederim,
Allaha karşı serzenişte bulunurum v.s İşte bütün bu hareketlerim, bu neticenin,
yerinde ve benim için en uygun olduğunu kendi kendime karşı o anda izaha medar
olacak görgü ve tecrübeden mahrum bulunmaklığımdan ileri gelmiştir. Ve ben bu
hareketlerimle o sırada çok kötü ve beni tekamülümde bir müddet duraklatabilici
kararlar da verebilirim ki bu kötü kararlarımın gelecek zaruri neticeleri de ondan
sonraki mukadderimin çizilmesine sebep olur. Burada gene görgü ve tecrübenin
tekamülde ne kadar ehemmiyetli bir rol oynadığını görüyoruz.
Fakat ne kadar yüksek olursa olsun hiçbir insanın görgü ve tecrübesi bütün
kainatın kanunlarına şamil olamaz. Her varlığın az çok ilerki merhalede o an için
görgü ve tecrübesinin çizilmiş bir haddi vardır. O haddin ötesine o varlığın görgü ve
tecrübesi, bilgisi ve idraki bir adım dahi gidemez. Ancak ruhun ebediyen ve durmadan
vaki olan tekamül yolundaki cehit ve gayretleridir ki bu hudut da hiçbir zaman öylece
olduğu yerde durmaz, mütemadiyen ve merhale merhale ileriye doğru genişliyerek
uzanıp gider. Fakat evvelce de söylediğimiz gibi, hiçbir vakit, esasen sonsuz olan
kainatın ve ilahi irade kanunlarının bu sosuzluğuna erişemez. Fakat ruhların
tekamülleri ilerledikçe onlar için, illiyet prensibi zincirinin halkaları binler ve
milyonlarca kombinezonlar arzederek çoğalır, mudilleşir ve bu kompleks içinde bu
hali hazmedebilecek duruma gelmiş olan varlık için şayanı hayret güzellikler arzeden
bir ihtişam, bir ahenk, ve aklımızın asla alamıyacağı bir başka tertip maydana çıkar.
Esasen o dereceye gelmiş, yükselmiş bir varlık da kendi muhiti içinde çok tabii
gördüğü bu halden her türlü istifadeyi temin etmek kudretini göstermekten geri
kalmaz. Artık düşüncesini buralara kadar uzatabilmiş varlık için de, bir saatlik ömrün
bilançosile, bir günlük ve bir bütün ha-
İlliyet prensibi karşısında görgü ve tecrübe 79
altında istifade etmek serbestliğine tam manasile maliktir. Keza, bir tabiat kanununun
gene muayyen şartlar altında kullanılması onun, muayyen netaicinden birile
karşılaştırılmasını zaruri bir akibet haline sokar. İşte kitabımızın başından beri izahına
çalıştığımız ve şimdide kısaca hatırlatmış bulunduğumuz bu, bir iki cümledeki
kelimelerin manası üzerinde durduğumuz takdirde, Neo-Spiritüalizmaya göre
mukadderat bahsinin aydınlık bir saha içinde mütalaasını sağlamış oluruz.
İlahi irade kanunlarından, hiçbir varlığın kendisini kurtaramaması fikri
mukadderat mevzuunun tetkikine doğru atılacak adımların ilkini teşkil eder. Şu halde
ilahi irade kanunlarının herhangi birisinin seyrine uymak iradesini göstremiş bir varlık
– ne olursa olsun – artık o kanunun icabatından olan neticelere boyun eğmek zorunda
kalacaktır. Bu hakikati şu şekilde de ifade edebiliriz: İlahi iradenin herhangi
tezahüratından birisinin seyrine uymak karar ve teşebbüsüne girişmiş olan her varlık
için, o tezahürün icabatından olan neticeler mukadder birer akibet olur. Ve bunu
kimse geriye çeviremez. Yani, o adamın iradesi, gene Allahın iradesi kanunlarından
birisine sığınmadan bu kaderin üstüne çıkarak onu ortadan kaldıramaz. Burada,
üzerinde durulması icap eden oldukça nazik bir nokta var: İlahi irade kanununun
tezahüratından nizam ve kaidelerin birisine veya diğerine uymak, varlıkların tamamile
kendi durum ve kaabiliyetlerine ait bir iştir. Hiçbir varlığı, dışardan hiçbir kuvvet
zorla bu nizam ve kaidelerden birisine uymak hususundaki serbest inhitap hakkını
onun elinden almaz. Ancak şu da var ki onun bu kainattaki varlığı, bu büyük nizam ve
ahenge uymak zaruretini intaç etmiştir. Zira esasen onun sadece var olmuş bulunuşu
bile başlı başına, kainatın bir nizamı ve ahenginin ifadesidir. Yalnız burada gözden
kaçırılmaması icap eden şey şudur: Bu nizam ve ahenk içinde onun kendisine
münasip, uygun ve liyakatile mütenasip bir mertebeye, dereceye ve tertibe dahil
olması meselesi ayrıca gözden geçirmeği istilzam etmektedir. Burada esas rolü,
varlıkların iradeleri, görgü ve tecrübeleri nisbetinde atrmış bulunan ruh kudretleri ve
tekamül derecelerinden almış oldukları hız oynıyacaktır. Yani, liyakatleri nisbetinde
varlıkların bizzat öz bünyelerinde doğan ve öz bünyelerinin malı olan bir isteğin, bir
özleyişin çizmiş olduğu istikametlere göre onlar, kainat nizam v eahengi içindeki
çeşitli mertebelerden, derecelerden ve tertiplerden birisini inhitap etmek hürriyetine
maliktirler. Bu istek ve özleyişin en zor tarafı onun, istikametini iyiden, güzelden, ve
mütealden ayırmamağa çalışmasıdır. Fakat iyilik, güzellik ve müteale hayranlık
ruhların öz varlıklarının adeta bir vasfıdır, denilebilir. Esasen varlık, iyiye, güzele,
yükseğe doğru devamlı surette bir itiliş halinin ifadesi de olabilir. Bu ifadeyi inkar
ettiğimiz anda, o varlığın manasını da yani bizzat kendi varlığını da ortadan kaldırmış
oluruz. İşte bu hal, tekamülün bir zaruret olduğunu başka bir yönden de göstermiş
olur.
82 Mukadderat ve İcabat
açıklamak istiyorum, zira ufak bir şüphe veya karanlık nokta bütün mevzuun
anlaşılmaz bir hale girmesine sebep olabilir.
Altı yol kavşağında bekliyen başı boş bir koyunu düşünelim. Bu yollardan
birisi ağıla gider, diğeri suyu ve otu bol bir meraya ulaşır. Üçüncü yol kayalık, kurak,
çorak, çıplak bir araziye varır. Başka bir yol altında sarp uçurumlar saklı kurulmuş bir
tuzakta nihayet bulur, diğer bir yol, sonunda bir ateş yığını ile çevrilmiştir ve nihayet
bir yol da bir çıkmazda nihayet bulur. Bu zavallı koyun bu yollardan birini inhitap
etmek durumundadır. Fakat onu, hiçbir kimse çıkıp da zorla bu yollardan birine veya
diğerine sürüklemez. Ancak bir çobanın tatlı kaval sesi onu mera tarafına doğru
çağırır. Davar sahibinin ıslık çalışı onu ağıla gidecek yolun istikametini gösterir.
Uzaktan gelen rüzgarın haşin uğultuları ona çorak araziden haberler getirir. Avcıların
müraice, önüne attıkları bir kaç taze ve cazip ot demeti onu mütemadiyen kurulmuş
tuzağa giden yola doğru çekmeğe çalışır. Yüzünü okşıyan ılık ve aldatıcı bir hava
güzel vaatlerle onu, yangınla biten yola sapmağa teşvik eder. Kafalarını duvarlara
çarpıp kırarak geri dönenlerin manzarası da ona çıkmaz yolun işaretini verir. İşte bu
karışık manzara karşısında o koyunun ancak kendi ruh kudretile vereceği karar
neticesinde bir yol tutması beklenir. Bir tarafta kendisine ciciler vadeden avcıların
açık ve sarih, fakat aldatıcı davetleri koyuna çok cazibeli gelir. Diğer taraftan uzaktan
gelen tatlı kaval sesleri ona müstakbel bir saadeti hatırlatır. Fakat o belki de sağırdır.
Bu kurtarıcı, hayırkar sesi duyamaz. Ve o sesin geldiği yolu cazibesiz ve faydasız
bularak beğenmez. Fakat sahibinin sesine alışkındır onu işitir ve ağıla gidip
dinlenmeği de tercih edebilir. Hele hava da bir az soğuk ise tatlı tatlı ve ılık esen bir
bahar rüzgarı sandığı, o yangından gelen havayi büyük bir nimet sanır. Bir az da
mankafa ise çıkmaz yoldan hüsran içinde dönen diğer biçare koyunların neden
kafalarının kırılmış ve yaralı dönmekte olduklarını öğrenip tahkik etmek kudretini de
gösteremeyince onların dönmekte oldukları yola sırf bir tecessüs saikile gitmek
hevesine de düşebilir. Bütün bu ruh hallerinin karışıklığı içinde onu her ses kendi
tarafına doğru çağırıp dururken o, irade serbestliğini kullanarak bunlardan birisinin
davetine güle oynıya icabet eder. Fakat o bir defa kararını verip bu yollardan birini
tutarak onun sonuna geldiği zaman yeniden harekete geçip girdiği yerden çıkar başka
bir yol buluncıya kadar ilk yolun neticelerinden kendisini kurtaramaz. Ağıla gider ve
orada çivilenip kalır, güzel, münbit, serin meraların nimetlerinden istifade edemez.
Uçurumlu yola sapar, tuzağın içinde parça parça olur. Ilık sokağa girer, birdenbire
etrafını yangınlarla çevrilmiş gördüğü zaman kavrulup kebap olmaktan başka
yapacağı iş kalmaz. Çobanın sesine koştuğu zaman birbirinden ala ve nefis cennet gibi
meraların bolluğundan istifade eder. Fakat eğer bu koyun bir gaflet eseri olarak yanlış
bir yola saptıktan sonra herhangi bir çobanın sesi kulağına gelir de onu ikaz edebilirse
ve o da bu
86 Mukadderat ve İcabat
sesden bir intibah duyarak yolunu değiştirmek isterse o tehlikeli yolun neticelerinden
kendisini kurtarabilir. Yalnız şu var ki yol değiştirmek bazan yeni bir yola
düzülmekten daha zordur.
İşte insan, böyle kendi mukadderini hayatında inhitap ettiği yollardan birisine
sapmak kararını vermekle çizmiş olur. Fakat bu mukadder kendisi için nahoş bir gene
kendisinin göstereceği şiddetli bir özleyişle bu nahoş akibetten kurtulabilmenin, ilahi
irade kanunlarının icaplarına göre çarelerini büyük bir cehit ve gayret sarfederek
araştırması lazımgelir ki bu da ekseriya ancak, bilhassa ruh aleminin yüksek
varlıklarının ( yani misaldeki çobanların ) yardımlarile mümkün olur.
Bir varlığın önüne ilahi irade tezahürlerinin açacağı imkanlar, ancak o varlığın
liyakati, tekamülü ve ruh kudretlerini yerinde ve yolu ile kullanabilme derecesi ile
mütenasip bir şümul dahilinde ortaya çıkar. Bir koyunun önüne açılacak altı kapı
varsa bir insanın heran önünde açık duran binlerce yolun kapısı vardır. Binaenaleyh
bir koyun için hayatta yürünecek yollar pek mahdut ve basit iken insanın
yürüyebileceği binlerce yol yani birinden birini intihap ederek yapabileceği binlerce iş
vardır. Gene bu sebepten dolayi bir koyun için hayat ne kadar basit ise bir insan için
de o kadar karışık ve mudildir. Ve nihayet bir koyundan beklenen tekamül ne kadar
basit ve iptidai derecede ise bir insandan beklenen tekamül o kadar büyük, parlak ve
süratlidir
Şu halde mukadderat bahsini iyi kavrıyabilmak ve iyi mukadderler temin
edebilmek için her şeyden evvel illiyet prensibini iyice anlamağa çalışmak ve duygu,
düşünce ve amellerini bu anlayişten aldığı yüksek idrake göre ayarlıyarak hareket
etmek lazımdır. Zira ancak böyle yapıldığı zamandır ki insan ilahi irade kanunlarının
akıllardan taşan büyük hikmetlerinin adım adım manalarını anlayabilecek bir idrak
seviyesine yaklaşır ve bu da ona Allah sevgisinin, ruhundaki temevvücatını daha
şümullü bir kudretle hissettirir ki insan tekamülünün en kuvvetli nişanelerinden birisi
budur.
İşte bu esasa dayanarak şu fikri bir düstur olarak kabul edebiliriz: Hayatın
mukadder görünen acı veya tatlı her hadisesi, muhakkak geçmiş bir zamanda insanın
iradesile yapmış olduğu bir hareketin, ilahi irade kanunları icabatına göre sırası gelmiş
ve tahakkuk sahasına çıkmış bir neticesidir. Bu öyle bir düsturdur ki ne kadar iyi
anlaşılır ve üzerinde ne kadar derin düşünülürse ondan o kadar istifadeli düşünce
mevzuları çıkarılabilir.
Tekrar ederiz ki bir defa var olmak şiarını kazandıktan sonra bütün varlıkların,
ilahi irade kanunlarının şümulü dahiline girmiş bulunmalarını biz bir zaruret olarak
kabul ediyoruz. Zira esasen varlık, ilahi irade
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 87
kanunlarının bir icabıdır. Ve bu kanunların dışında ne bir oluş, ne de bir olmayiş hali
düşünülemez. O halde kainatta var oluşumuz, mukadderata tabi oluşumuzun bir
ifadesidir. Fakat şunu da asla hatırdan çıkarmamalıdır ki ilahi irade kanunlarının
hudut, sayı, baş ve nihayet gibi mefhumlarla alakası yoktur. Binaenaleyh, ne kadar
serbestçe olursa olsun, hiç bir varlığın hiçbir hareketi ilahi kanunların şümulü haricine
çıkamaz, bunu da evvelce arzetmiştik. Demekki ilahi irade kanunlarının icabatından
herhangi birisine bilerek veya bilmiyerek istiyerek veya istemiyerek sürüklenmiş bir
varlığın o icaplara uyması zaruretini yukarıki fikirlerle birleştirirsek şöyle bir prensip
ile karşılaşırız: İnsan ne yaparsa yapsın, nasıl harekette bulunursa bulunsun, hangi
yolu tutarsa tutsun, ister günahkar, ister sevapkar olsun bütün varlığı ile mukadder bir
yolun yolcusu olmak durumundan kendisini kurtaramaz.
Bir az evvel yazılarımızın arasında bir söz geçti: İlahi kanunların icabatının
herhangi birisine << istemiyerek >> sürüklenmeden de bahsettik. Halbuki tabiat
kanunlarının herhangi birisini kullanmada ve onlardan istifade etmek hususunda
varlıkların tamamile hür oldukları mevzuunda israrla durmuştuk. Burada hemen bir
tezat var zihabına düşülebilir. Fakat bu tamamile zahiri ve beşeri bir hale göre vaki
olan bir ifadedir. Yani buradaki << istemiyerek >> tabiri hakikaten ruha ait değil, o
ruhun beşeri hüviyetine ait bir arazın ifadesidir. Bu noktanın da müphem kalmaması
için burada bir az durmaklığımız icap ediyor: Evvelce de söylediğimiz gibi tabiat
kaideleri birbirinden tamamen ayrı, mücerret ve birbirile irtibatı olmıyan müeyyideler
değildir. Bilakis bunlar, sayı kabul etmiyen namütenahi bağlarla birbirine
bağlanmışlardır. Kanaatimize göre, hiçbir kanun yoktur ki onun icabatından bazı
kısımlar, başka bir icabatın bazı kısımlarile uzaktan veya yakından ilgili olmasın. Bu
halin, esasen kainatın nizamını teşkil ettiğinden evvelce bahsetmiştik. O halde bir
varlık tasavvur edilebilir mi ki herhangi bir tabiat kanunundan bol bol istifade ederken
onun netaicinin uzaktan veya yakından alakalı bulunduğu diğer birtakım kanunların
icaplarından tamamen masun kalmış olsun?
Şu da var ki her varlığın daima hareket halinde bulunması ve daima,
bulunduğu yerden bir ileriye doğru hamle almak ihtiyaç ve arzusunu göstermesi onun
bünyesinde meknuz bir keyfiyet olduğuna göre ve bunun da bir kader olduğunu kabul
ettiğimize göre serbest iradesile herhangi bir yolu tutmuş olan varlığın, kendisini bu
yola sevk eden iç özleyişlerinin onu, o yolda mütemadiyen ileri merhalelere doğru
hamleler almağa da sevkedeceğini de tabii görmemiz lazımgelir. Bunun neticesi
olarak şunu da kabul etmemiz icap eder ki o varlığın, özleyişlerile böyle
merhalelerden merhalelere atlayişi, ayni zamanda merhaleler arasındaki tabii bağların
birer köprü vazifesini görmesi ile de bir zarurat haline girer ve bu şekilde, varlığın
arzusu ile ilahi kanunların icapları birbirine sarmaş dolaş ol-
88 Mukadderat ve İcabat
muş bir durum arzeder. Halbuki beşeri idrake bağlı hüviyeti ile o varlık bu halin
ekseriya farkında değildir. Ve o, dünyanın muvakkat ve gelip geçici olan ve öz
isteklerle ekseriya taban tabana zıt bir istikamet takip eden maddi ve nefsani arzuların
tesiri altında, hakikatte istediği ve istemesi lazım geldiği şeylerin aksine temayüller
gösterebilir. Fakat tahakkuk edecek olan bunlar değil, asıl özvarlığın istekleri
olacaktır. İşte bu hakikatin esasına vakıf olmıyanlar o zahiri ve nefsani temayüllerin –
bütün şiddetine rağmen – tahakkuk etmediğini gördükleri zaman bu sayfalarda
yazdığımız hakikatlere uygun neticeler almadıklarını sanırlarsa hatalı bir harekette
bulunmuş olurlar. Ve işte biz bu göze batabilecek olan zahiri ve beşeri temayülleri de
insanların birer istek gibi telakki etmesi imkanını düşünerek yukarıki ifadelerimizde
<< istemiyerek >> tabirini kulanmak zorunda kaldık. Binaenaleyh buradaki istek veya
isteksizlik mefhumu özvarlığa ait değil, beşeri hüviyetin nefsani bir ilcası olan ruh
halini ifade eder. Bu sözlerimin iyice anlaşılabilmesi için bir misal arzedeceğim:
Etrafındakilere kötülük yapmaktan ve başkalarının ızdıraplarını görmekten
zevk duyan basit bir insanı tasavvur ediniz. O bu kötü hareketi o kadar derinden ve
içten istemiştir ve tahayyül etmiştir ki bu isteğin tahakkukuna müsait bir tabiat
kanunundan onun istifade imkanını bularak faaliyete geçmesi daima mümkün olabilir.
Ve bu faaliyette o tamamile serbestte kalabilir. Mesela hakkından gelebileceği
nisbeten zayıf bir insanla karşılaşabilir. Bir bıçakla o adamın kalbini delebilir. Ve
onun ölümüne sebep olabilir. Demek ki bu bedbaht, o anda kötü bir yolu tutmak istedi
ve bu yolu gerçekleştirmek için de kendisine müsaade ve hatta yardım eden, yani daha
doğrusu onun, iradesini serbestçe kullanabilmesine imkan bahşeden tabiat
kanunlarından istifade etmek yolunu buldu. Mesela zayıf ve müdafasız bir adamla
karşılaştı, onun kalbini delebilecek bıçağı kullanabilecek fizyolojik imkanlardan
faydalandı ve onun kalbi de bu demir aletle delindi. Bütün bunlar ancak birer tabiat
kanununun müsadesile gerçekleştirilebilmesi mümkün olan şeylerdir. Yoksa bir kağıt
parçasile kalb delinemezdi, o kalb çelikten olsaydı o demir parçası da onu delemezdi,
hele o biçare çapkına, o sırada bütün uzuvlarını atıl kılacak bir felç hastalığı gelmiş
olsa ve normal fizyolojik hareket kaabiliyetini sıfıra indirmiş bulunsaydı, onun bir
kalbi delebilmek değil, canına kıydığı adamın bir kılına bile dokunmak iktidarı elinde
kalmazdı. Demek ki o yapmak istedi ve o isteğin serbestçe faaliyet gösterebilmesine
tabiat kanunları hem müsade etti, hemde hatta yardım etti. Varlıkların iradelerini
serbestçe kullanabilmelerine bu hadise bir delil teşkil etmezmi? Eder ve hem de bir
zaruretin ifadesi olur. Zira, o adam burada iradesini kullanmakta serbest olmasaydı
onun bu kötü niyeti daha ruhunda belirirken, ilahi irade kanunlarının en küçük bir
zerresinin zerresi bile
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 89
onun bu niyetinin bir anda tam bir hareketsizlik içinde akamete uğratılmasına bol bol
kafi gelirdi. Halbuki böyle olmadı çünkü o, böyle bir hareketin mesuliyetini bizzat
idrak eden bir ruh kudretine erişebilecek bir tekamül merhalesine varmıştır. Buna
rağmen, nail olduğu bu ruh seviyesinin manasını ve icaplarını o biçare insan, henüz
idrak edemiyorsa bu hal onun kendisinde mevcut bulunmaması lazım gelen kusurlu ve
eksik bir tarafı olarak kalmıştır. Ve ergeç bu kusurdan kurtulması ve bu eksik tarafını
tamamlaması, yani daha doğrusu nisbeten yükselmiş bulunduğu ruh mertebesinin
hakiki icaplarını idrak etmesi lazımdır ki kendisine mukadder olan daha ileri
mertebelere çıkabilmek imkanları gerçekleşebilsin. Fakat o bu halile bu kusurlarından
nasıl kurtulabilecek? Bunun için, onun evvela kusurunu idrak etmesi, eksiğini
anlaması icap eder. Halbuki o şimdi yaptığı işi – görgü ve tecrübesizliği yüzünden –
belki de çok iyi ve kahramanca bir iş zannediyor. Ve bu zanda devam ettiği müddetçe
elbette onun aksine bir işi istemiyecek ve özlemiyecektir. Böyle olunca da o
bulunduğu mertebeye sağlam bir kazıkla mıhlanmış gibi çakılı kalacak ve bir karış
bile ileri gidemiyecektir. Halbuki bu, Allahın iradesine ve ruhun özvarlığındaki ileri
hamle iştiyakine tamamile mugayir bir haldir.
Demekki onun yerinde durmaması ve bunun için de hatasını görebilmesi
lazımdır. Hatasını nasıl görebilecek? Basit…Yaptığı ve iyi sandığı işin fenalığını ve
acılığını bütün şiddetile ve müessir bir şekilde bizzat ruhunda duymak suretile.
Halbuki eğer ona, görgü ve tecrübesizliğinin tabii bir neticesi olan bu kötü niyetin
beslenmesine ve tezahür edebilmesine fırsat verilmiş olmasaydı o bu niyetini ruhunda
acı aksüsamellerini görmek fırsatını nasıl bulabilirdi? Onun ruhuna açıktan böyle bir
acı – bittabi haksız olarak – bilasebep saplanmış bile olsaydı o sebepsiz ve karşılıksız
acının, hangi yoldan ve hangi mihanikiyetle o ruha bu noksanlığını ve hatasını anlayıp
tashih edebilmesi hususunda yardımı olabilirdi? Bir kabahati işlemeden onun acısını
çeken bir adam bu çektiği acı ile o kabahatinin münasebetini – hele onu da bir kabahat
saymıyorsa – nasıl tayin edebilir? Bir çocuğun bile ateşi tutmadan elinin yanmasını
reva görmezler. Çünkü bu manasız, lüzumsuz ve tabiat kanunu dışında bir iş olur.
Hatta bir baba bile hiç bir vakit bardağı kırmadan çocuğunu dövemez. Çünkü bunda
bir faide melhuz değildir. İş bu kadar açıklığı ile tabiatta böyle cereyan edip dururken
nasıl olurda Mutlak Adaletin bir muazzam tecellisi olan ilahi irade kanunları, zavallı
bir varlığı kabahat – sırf, kabahat yapabilir diye – acılara ve ızdıraplara sevkeder?
Böyle bir düşüncede ne mantık, ne de ilahi adalet mefhumları düşünülemez. İşte
bunun içindir ki tabiat kanunları o adamı bu kötü niyetlerinin gerçekleşmesine ve
hatta ruhunda tezahür etmesine imkan verir ve o da bu imkanı kullanarak kabahatini
işler. Fakat o bu yola düşüp bu
88 Mukadderat ve İcabat
kabahati irtikap ettikten sonra serbestçe kullandığı tabiat kanunlarının zaruri olan
icaplarile muhakkak karşılaşacaktır. Ve yukarda da söylediğimiz gibi esasen onun bu
kanunları serbestçe kullanabilmesinin asıl sebebide o kanunlar mucibince birtakım
neticeler alarak yaptığı iş ve hareketin kötülüğünü idrak edebilecek bir ruh kudretini
iktisap edebilmesidir.
Bu icapların başında, yaptığı fenalığın şiddetli sarsıntılarını ve acı
aksülamellerini onun bizzat kendi ruhunda duyması gelir. Buna vasıta olan ruh
melekesi de vicdandır. Binaenaleyh bu kötü hareketinden dolayı onun vicdanı o anda
kendisini tazip etmese bile muhakkak surette zamanı gelince bütün şiddetile meydana
çıkarmak üzere o acıyı bünyesinde bütün teferrüatile saklamıştır. Ve asla işinden
vazgeçmiyecektir. Ve geçmemeside ilahi irade kanunlarının değişmez icaplarındandır,
yani mukadderdir.
İşte beşeri hüviyetle evvelce irtikap edilmiş kötü bir hareketin üzerinden
seneler geçip unutulmasından sonra ve hatta üzerinden bir hayat da geçtikten sonra
neticelerinin günün birinde o insanın başına zahiren sebepsizmiş gibi görünen bir
bela, bir felaket halinde çarpmasının mukadder olduğunu söylediğimiz zaman bu
manayı kasdetmiştik. Gerçi o musibetin sebebi o anda beşeri hüviyetle meçhul ve
unutulmuş gibi görünürse de hakikatte onu çeken ve onun azabını ruhunun ta
derinliğine kadar sindiren varlık o azabı neticelendiren hakiki sebepleri tayin etmekte
hiçbir güçlük çekmez. Ve böylece o azap da vazifesini ve işini görmüş icap eden
faydayı sağlamış olur ki esasen o azabın o ruhda doğuşunun sebep ve gayesi de budur.
Fakat bazan da onun ruhu o kadar durgun bir hal almış olabilir ki uzun bir
müddet için vicdanı harekete geçemez. Ve bu hareketsizlik devam ettikçe de onun bu
kusurdan kurtulabilmesi ve ileri merhalelere doğru mesafeler kaydetmesi gecikir.
Halbuki ilahi irade buna müsait değildir. O halde onun henüz durgun bir durumda
bulunan vicdanını da harekete geçirmek icap edecektir. İşte bu da ancak gene ilahi
irade kanunlarının icabatile ve yardımcı varlıkların o kanunlardan istifade ederek o
durgun vicdanlı kulu uyandırıcı yollarda faaliyetlere girişilmesile mümkün olur. İşte
burada o adamın iradesi dışında birtakım hadiseler cereyan etmeğe başlar. Bu
hadiseler onun hoşuna gitmiyecek ve hatta bazan da isyanını mucip olabilecek şekiller
arzedebilir. Mesela onun bu kabahatinden dolayi yüz bir seneye mahkum ederler,
zindana atarlar, kendisine, hiçbir insana yapılmıyacak işkenceleri, eziyetleri
yaparlar… Böylece seneler geçer. Azap üzerine azap biner. Bu azap şiddetini
arttırdıkça onun tahammülü kırılır, tahammülü kırıldıkça isyanı artar, fenalık hisleri
büsbütün dışarı vurur. Fakat artık o hiçbir fenalık yapamıyacak bir hale sokulmuştur.
Elinden birşey gelmez. Ancak, eğer kötü niyetlerinde devam ediyorsa artık bunları
gerçekleştirebilmesine imkan verilmemekle beraber,
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 91
sanki onları fiilen yapmış gibi azaplı neticeler birbirini takip ederek durmadan o
adamın başına birer ağır balyoz gibi iner. Onun bir hayatı böyle işkence ile dolu
dramatik bir sahne içinde geçer…İkinci hayatı başlar, fakat bu hayatı da bir sürü
imkansızlıklar, talihsizlikler, gayri müsait çalışma şartları, ve hatta haksızlıklar ile
malamaldir. Fakat bütün bunların sebepsiz ve haksız görünüşü tamamile zahiridir.
Hakikatte bunlar hep evvelki hayatta işlenmiş kötü bir hareketin karşısında bir türlü
uyanmasını bilmiyen vicdanı harekete getirebilmek için ilahi irade kanunlarının
icabatına göre zincirleme giden birtakım hayırlı neticelerdir. Ve bu neticeleri de o
adamın ruhunda her yeni neticeye karşı intibah yerine, uyanan yeni isyanlar
doğurmaktadır. Demekki o biçare bu isyanlarile kendi akibetini gene kendisi bilmeden
çizmekte ve mukadderini bizzat kendi kötü hareketile hazırlamaktadır. Netekim eğer o
adam o sırada isyanı bırakıp kabahatin kendisinde olduğunu düşünerek yaptığı işin
hatalı olduğunu kabul ve teslim etse bu neticeler derhal değişecek ve onun iradesini
zorlayici hadiselerin ardı arkası kesilecek, o tekrar iradesinin idrakine varacak,
hatalarını tahsis ve tamir etmek ve bu suretle ruhunda başlamış olan vicdanının
azabını teskin edici çareleri bizzat kendi isteklerinin nurlu idraki altında araştırıp
bulmak zevkine kavuşacaktır ki bu hali de bir iç huzurunun başlangıcı diye tavsif
edebiliriz.
Demekki varlığın bütün iradesi ve isteği dışındaki nahoş ve acı hadiselerin
cereyanı sırasında bile eğer o, kendisini toplayıp iyi tarafa doğru düşünce ve
isteklerini kaydırabilirse onun bu isteği de gene ilahi irade kanunları ahkamınca
tahakkuk yoluna girmek fırsatına kavuşur. Çünkü onun bu isteği tekamülünün süratli
hareket istikametine doğrudur. Ve ilahi irade kanunlarının istihdaf ettiği gaye de
varlıkların tekamülüdür. O halde onların madem ki istekleri ilahi irade kanunlarının
istikametlerine tevafuk etmiştir, o halde elbette tahakkuk edecek ve müteal neticelere
ve icaplara erecektir. İşte, zannedersem, ruhun istemeden de bazı hadiselerle
karşılaşabileceğinin manasını bu misal ile bir az daha açık olarak izah edebildim.
Fakat bu yolda ne kadar düşünülürse düşünülsün, ilahi irade kanunlarının
tezahürlerinin icapları o kadar muğlak, o kadar namütenahi ve birbirine girift haldedir
ki, evvelce de itibari bir şema ile namütenahi bir şebeke şeklinde kabaca izahına
çalıştığım bu icapların bu karışık durumu içinde bir iki icabın, yani illiyet prensibinin
birkaç halkasının ilerisini ve gerisini en mütekamil ve bilgili bir insanın bile ne
görmesi, ne de düşünebilmesi mümkün değildir. Bizim yukarıda vermiş olduğumuz
misaller ise bu muazzam teşkilat içinde ancak bir tek adımlık mesafe kıymatini bile
haiz değildir. Ve böyle adımlarım milyarlar kere yüz milyarlardan daha büyükleri, bir
ruh varlığının ebedi ve sonsuz hayat icaplarını birbirine çok sıkı münasebetlerle
bağlıyan hadiselerle doludur. Binaenaleyh mukad-
92 Mukadderat ve İcabat
derin hududunu çizmek değil, onun manasını bu yönden anlıyabilmek bile hiç
birimizin, hiçbir kulun kudreti dahilinde değildir. Ve biz de misallerimizi verirken
mukadderin hududunu çizmek için değil, mukadder hakkında çok iptidai ve elbette
noksan bir fikir yürütebilmek istiyen kıymetli dostlarımıza yardım etmek için
düşüncemizi kullandık.
Bu vadide çok konuştuğumuz anlıyorum. Bununla beraber okuyucularımdan,
özür diliyerek bir az sabretmelerini ve bu mevzuun gücümün yettiği kadar
aydınlatılmasında bana bu kıymetli sabırlarile yardım etmelerini dilerim. Zira bu bahis
ne kadar kolay anlaşılır görünürse görünse, üzerinde konuşuldukça gözden geçirilmesi
icap edecek daima yeni noktaların meydana çıkacağını her okuyucumun kolaylıkla
takdir edeceğinden emin bulunuyorum. Şimdi evvelce zikrettiğim bir yolculuk
misalini burada vermiş olduğum bir misalle karıştırarak mütalaamızı yürütürsek
mukadderat hakkında bir az daha vazıh fikirlere sahip olabilecek duruma girebiliriz.
Evvelce söylediğimiz gibi muayyen bir mahalle varmak için yola çıkan
seyyahın, o memlekete girmek üzere yola çıkması onun iradesine bağlı bir işti. Ve bu
irade de onun öz varlığında duyduğu bir ihtiyacın mahsulü olan isteğin neticesidi.
Binaenaleyh mademki o, bu işin tahakkukunu bir defa özlemiş ve o yolda tahayyül
melekesini işletmeğe başlamış, o halde o yola fiilen girmiş demektir. O istediği
mahalle varmak yolunu tuttuktan sonra kendisini o yolda destekliyecek şu veya bu
vasıtayı kullanmağa başlıyacaktır. Yani tabiat kanunlarından birisine dayanacaktır.
İşte o bu yolda yürümek iştiyakını muhafaza ettiği müddetçe ondan ayrılamıyacak ve
bu yol da kendisini er geç hedefe, yani o yolun müntehi olduğu yere ulaştıracaktır.
Ancak burada üç mühim noktayi tebarüz ettirmeği, mukadderat bahsinin bir az daha
aydınlatılması bakımından lüzumlu görüyoruz:
Bunlardan birincisi, muayyen bir merhaleye varmak istiyen seyyahın orada
barınabilecek bir durumda olması ve kendisini o merhaleye ulaştıracak olan vasıtaları
kullanabilecek liyakat ve kudrette bulunması lazımdır. Mesela yalnız ülemanın
yaşayabileceği bir şehirde yaşamak kudretinden mahrum cahil bir adam, hiç
kullanmasını bilmediği tayyareye binip o şehre gitmek hevesine düşer ve o yol çıkarsa
elbette – hem de kötü bir şekilde – yolda kalır. Tıpkı bunun gibi, o adam kendisine
nisbeten çok yüksek olan bir tekamül merhalesine çıkabilecek bir kudrette değilse ve
o, bu merhalede barınabilmek liyakatini diğer sahalardaki efal ve harekatile isbat
etmiş değilse esasen onun oralara varmak istemesi de içten gelen bir ihtiyacın neticesi
olmayıp basit bir hevesin tezahüründen ibaret kalır. Hiç bir gayeleri olmadığı halde
sırf bir arabaya binmek hevesini besliyen bayram çocuklarında olduğu gibi. Halbuki
bir gayeye ulaş-
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 93
mak ihtiyacından doğmuş derin ve içten gelen esaslı özleyişlere dayanmıyan hallerde
hiç bir varlık, devamlı ve sebatlı bir şekilde herhangi bir arzunun tahakkukunda ruh
kudretlerini kullanamaz. Ve lazım gelen cehit ve gayretleri kafi derecede gösteremez.
Binaenaleyh o adam, görünüşte o süratli vasıta ile, o yüksek merhaleye varmak
istiyormuş sanılsa bile hakikatte yerinde sayıp durmaktadır. Zira onun bu yoldaki
kudretsizliği, o gayenin tahakkuku için lüzumlu olan tabiat kanunlarını ne görüp
bulabilmesine, ne de onlardan faydalanabilmesine imkan bırakır. Fakat buna rağmen o
adam hala heveskarlığında inat ederek o vasıta ile o yolda yürümeğe yeltenirse günün
birinde elbette olduğu yere yıkılır ve bir tarafı da incinebilir. Tayyareden düşen
adamlarda olduğu gibi. İşte bundan duyacağı acının tesiri ile o, artık hakiki hedefini
ve o hedefe kendisini ulaştıran yolculuk vasıtasını ve o vasıtaya layık olmanın
yollarını araştırıp bulmak lüzumunu duyar ve bunu temin etmek için de kendisini bir
az sıkıntıya koymak zahmetine katlanmağa razı olur. İşte << Mukadderi zorlamak
doğru değildir >>sözünün bir misali de budur.
Tebarüz ettirilmesine ihtiyaç hissettiğimiz ikinci nokta şudur: Layık olunmuş,
kazanılmış bir merhalenin yolculuğa teşebbüs edip bir defa o merhalenin yolculuğuna
teşebbüs edip bir defa o merhalenin vasıtalarını kullanmağa başladıktan sonra ve bu
yolda sarfedilen tahayyül melekeleri de tabiat kanunlarına tevafuk edip tahakkuk
sahasına çıkmak yolunu tuttuktan sonra, yani daha doğrusu istenen şeyler
gerçekleşmeğe başladıktan sonra, o vasıtalarla, o merhalenin yolculuğunu yapmak
insan için mukadder olur. Bu vasıtaları kullanmağa karar vermezden ve bu işe
girmezden evvel bu yolculuk onun için mukadder olmıyabilirdi. Ve o adam bunun
yerine başka vasıtalarla kolay ve daha yakın hedeflerin yolculuğunu tercih edebilirdi.
Şu halde o, bu hedefi istemiş ve bu vasıtalarla bu hedefe ulaşmağa karar vermiş onun
bu kararı da yukarıdan münasip görülmüştür. Yani ilahi irade kanunlarına tevafuk
etmiş ve lüzumlu yardımcılar o hedefe o insanın ulaşabilmesi yardım etmek kararını
vermişlerdir. Bütün bunların hepsi ilahi bir tertip ve nizamın mahsulüdür. Böyle
olunca, artık onun bu hedeften geri dönmesi kolay kolay mümkün olmaz. Yalnız o
hedefe insanı götürecek olan vasıtalar, aşağıda izahına çalışacağımız bazı hareketlerle
değiştirilebilir. Mesela uçaktan, aheste giden bir arabaya aktarma edilebilir.
Nazarı dikkate arzedilmesini istediğimiz üçüncü nokta şudur: Bir insan yüksek
bir hedefe, o hedefin yüksekliği ile mütenasip süratli bir vasıta ile varmak üzere
yolculuğa çıktıktan ve bu da insana mukadder olduktan sonra hedefine ulaşmak için
muhtaç olduğu ilahi irade kanunlarının bir çoğunun yüksek icaplarından istifade
edebilmesi lütfu kendisine bahşolunmuştur. Yani mecazi manasile ifade edelim: o
insan ister ve kendisine güvenirse en süratli vasıtayi, bir tayyareyi veya şimşek
süratile seyreden herhangi bir nakil vasıtasını kullanabilmek hak ve salahiyetini
94 Mukadderat ve İcabat
alır. Fakat eğer o kadar cesareti yoksa daha yavaş giden bir vasıtaya mesela bir trene
biner. Veya çok uzun bir yolculuğu göze alacak kadar süratli vasıtalardan korkuyorsa
bir kağnıya da binebilir. Ve hatta yolculukta çok acemi ve henüz korkak ise pek uzun
seyahatleri ve çetin, meşakketli yolların yolculuğunu düşünmeden bütün vasıtaları da
terkedip seyahatini yaya olarak yapmağı tercih eder. Ve o zaman her adımında binbir
tehlike ve sürprizle dolu geceli gündüzlü, aylarca ve belkide senelerce sürecek bir
yolculuğun yolcusu olur. Fakat hangi vasıtayı kullanırsa kullansın bu husustaki
hareket serbestliğine mukabil o vasıtanın o yolda kendisine hazırladığı iyi veya kötü
halleri veya akibetleri de o yolcunun evvelden göze almış olması lazım gelir. Zira bu
akibet artık kendisi için mukadder olmuştur. Ve kaderin de dışına çıkılamaz. İşte
hayat yolculuğunda diğerlerine nazaran bozuk düzen ve düşe kalka giden ve her
adımında binbir muvaffakiyetsizlikle ve kötü akibetlerle karşılaşan bir insanı görüp,
onun mukadderi bu imiş dediğimiz zaman biz, böyle evvelden verilmiş ve bilahara
unutulmuş kararların ilahi irade kanunları gereğince zuhuru mukadder olan
neticelerinden bahsederiz.
Olabilir ki bir insan gayesi olan yüksek bir merhaleye gitmek için evvelce
intihap etmiş olduğu herhangi bir vasıtanın, kendi süratli yürüyüş isteklerini
karşılayamıyacağını anlar ve hedefine daha çabuk varmak için hızlı gitmek ister. O
takdirde onun, daha uyanık bulunması ve her an ayni yolda yanından geçip gitmekte
olan süratli vasıtaları görüp yakalamağa ve onu bırakmamağa çalışması lazım gelir.
Bunun için, ve bilhassa o, samimi olarak böyle bir istekte bulundukça onun önüne
daima böyle süratli vasıtalar çıkarılır. Ve hatta o vasıtalara aktarma yapabilmesi için
yüksek yardımcı varlıklar tarafından da her türlü kolaylıklar ve yardımlar kendisine
gösterilir ve yapılır. Yeter ki o, bunlardan istifade etmek fırsatını hiç bir vakit
kaçırmasın, korkmasın, imanını kaybetmesin ve büyük ilahi hedefine daima ve bütün
varlığı ve samimiyeti ile bağlı kalsın. Ve bilhassa evvelce kullandığı yavaş yürüyüşlü
vasıtadan ayrılmamak cesaretsizliğini ve taassubunu göstermesin. Böyle yapılmadıkça
aktarma edilmesi istenen yeni casıta ne kadar mükemmel ve iyi olursa olsun o insanın
bu vasıtaya henüz layık olmadığı hakikati meydana çıkar.
Fakat gene olabilir ki evvelce de bir az bahsettiğimiz gibi sırf bir heves
neticesi olarak önceden intihap edilmiş olan bir vasıta o insanın kullanmağa layık
bulunmadığı yüksek bir mahiyet arzeder. Bu takdirde onun böyle layık olmadığı bir
vasıtanın sürat ve mükemmeliyetine kısa bir zamanda tahammülünün kalmadığı
meydana çıkar. Ve yoluna devam edemiyecek bir hal alır. O zaman onun için
yapılacak en iyi hareket tarzı, eğer o vasıta kendi seviyesinden pek çok, yani
yatişemiyeceği kadar çok yüksek değilse aradaki mesafeyi kapatmak için oldukça
fazla çalış-
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 95
larda yürür gibi düşünmek hatadır. İlahi irade kanunları karşısında insan iradesinin
aykırı bir istikamet takip etmesi imkanı nasıl düşünülebilir ki bir az evvel de
arzettiğimiz gibi esasen insanın, bütün kudretile ve istek, iradesile yaratılışı
mukadderin ve ilahi muradın en kati bir ifadesidir. Binaenaleyh oluşu Allahın emrine
dayanan bir varlığın, iradesini Onun emir ve iradesi kanunlarına aykırı istikamette
kullanamaması zaruretini inkar etmek, bütün beşeri manaların üstündeki en müteal
mevzuları dahi ancak dünyanın günlük realiteleri çerçevesi içinde bulunan ve sathi bir
görüşle tezatlar ve mübayenetler arzeden dünyevi hadiselerle mukayese etmek
illetinden kendimizi kurtaramamaklığımızın bir neticesi olur.
Madem ki insanın da her varlık gibi oluşu mukadderin bir ifadesi ve icabıdır, o
halde ondan sadır olan her kudret, her faaliyet ve her hareket de mukadderin
çerçevesinden dışarda mütalaa edilemez. Hatta insanın en bariz hakkı olan iradesinin
tam ve katıksız hürriyeti bile bir mukadderin icabıdır. İnsan iradesi ne kadar hür, ne
kadar hudutsuz bir serbestlik hali arzederse etsin, onun ilahi irade ile çatışabilmesi
melhuz olan hiçbir nokta ne mevcuttur, ne de bahis mevzuu edilebilir. Zira ilahi irade,
Mutlak Kudretin hudut ve son mefhumu ile kıyaslandırılamıyan kanunlarile tezahür
eder. İlahi irade tezahürleri karşısında onlarla ölçülebilecek veya onların
kıymetlerinden bir şey eksiltecek, kıymetlerine bir şeyler ekliyecek hiçbir kulun
iradesi bahis mevzuu olamaz. Bütün varlıkların kudretleri ne kadar hudutsuz ve
namütanahi vasfile muttasıf bulunursa bulunsun, Allahın kudretine hiçbir noktada
mülaki olamaz ve hiçbir noktada ona hudut çizemez. Varlıkların iradeleri, Allahın
muradının tezahüratı olan kanunlarına ancak tevafuk etmekten başka bir kudret
gösteremez. Bize göre bunun aksine fikrin bahis mevzuu dahi edilmesi caiz değildir.
Bu bakımdan, ilahi irade kanunlarının bir tezahürü olan mukadderata hiçbir kimsenin
hiçbir hareketi ile aykırı tesirler yapabileceğini düşünemiyoruz. Gene bize göre bu
hususta gösterilecek bir tereddüt, Mutlak Kudret şiarına ne kadar aykırı bir hareket
olursa, varlıkların iradelerini – Allahın iradesile bir yerde çatışacağı korkusu ile –
inkar etmeğe kalkışmak da Mutlak Kudret şiarına o kadar aykırı bir hareket olur.
Çok iyi takdir ediyoruz ki bu hakikati kolayca anlıyacak kudrette değiliz. Her
müteal mevzu hakkında olduğu gibi burada da yalnız söyleneni dinlemek veya
yazılanı okumak değil, çok düşünmek ve hakikate bizzat kendi düşünce gayretimizle
nüfuz etmeğe çalışmak lazımdır. Mukadderat bahsinde yazdıklarımız üzerinde durulur
ve düşünülürse bazı hakikatleri sezmek imkanı belki hasıl olur ki bu da bizim en
büyük saadetimizi teşkil eder.
Esasen, mukadderin revşine karışmış olan iradenin rolü her zaman idrak
edilemez. Mukadder, hayat kervanının tekamül yolundaki yürü-
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 97
yüşüne veçhe ve mana veren bir zarurettir. İnsanlar takdirin manasını yanlış tefsir
ederler. Bu tefsirlere göre varlıkların iradesine zıt tecelliler mukadder olarak kabul
edilir. Halbuki takdirin manası bu değildir. İrade takdiri davet eder. Binaenaleyh irade
ile sevinçli bir kaderin şahikalarına ulaşılabileceği gibi, gene irade ile zahmetli ve
ızdıraplı kaderlerin de kapıları açılabilir. Şu halde irade, bahtlılığın veya bedbahtlığın
kapılarını açacak olan ve çok iyi, dikkatli kullanılması lazım gelen bir anahtardır.
Fırtınalı denizlerin ortasında bocalıyan bir geminin dümenini iradeye benzetebiliriz. O
dümeni iyi kullanmasını bilen bir kaptan gemisini selamet sahillerine ulaştırabileceği
gibi, kötü kullandığı takdirde de kayalara bindirip param parça edebilir. Fakat geminin
ne selamet sahiline ulaşabilmesi, ne de kayalara binip parçalanması onun, ilahi irade
kanunlarının icaplarından azade kalmış bulunduğunu ifade etmez. İşte o veya bu
neticenin adı mukadderdir. Ve bu kader de – burada – dümenin iyi veya kötü
kullanılmasile gerçekleşmiştir.
Şu halde karar, mukadderin öncüsüdür. Karar verebilmek ise ancak serbest
irade sahiplerinin hakkıdır. Ve insan ne kadar tekamül ederse o kadar irade serbestliği
kazanır, iradesi ne kadar serbestleşirse vereceği kararlar da o kadar kati ve şümullü
olur. Şu halde irade ve karar yüksek varlıkların elinde büyük bir kudret olur.
Hayvanlık ve nebatlığa doğru inildikçe ruhun irade ve karar kudretleri o nisbette
azalır. Karar iradenin, irade ise hürriyetin açtığı kapıdır. Bu kapılardan mukadderin
zengin ve münbit sahalarına girilir. Fakat madem ki irade ve karar hürriyeti bir
kudretin ifadesidir o halde bu kudretin artışı nisbetinde mesuliyetin de ona refakat
etmesi zaruri olur. Zira kainat bir nizam ve ahenk üzere mukadder olan seyrinde
devam etmektedir. Her kudret bu nizam ve ahenk içinde, ona uymakla mükellef aktif
bir unsur olmak şiarındadır. Ve bunun içindir ki onun bu kevni ahenk içinde husule
getireceği ahenksiz bir hareket, büyük bir orkestra içinde bozuk sesler çıkarmağa
başlıyan acemi bir müzisyenin hareketine benzer ve bunu o müzisyenin er geç
düzeltmesi ve bunun için de yaptığı işin manasını kendi varlığına karşı bir idrak
vuzuhu içinde vermesi lazım gelir ki bunun adı da mesuliyettir. Binaenaleyh kudret ne
kadar artarsa yapılacak işlerin mesuliyeti de o kadar büyür. Zira varlıklar kudretlerinin
artışı nisbetinde kainat orkestrasının azalıklarında yükselen ve gittikçe ehemmiyet
kesbeden payelere ulaşırlar ve onların yapacakları ve manalandırmağa mecbur
tutulacakları işler de o nisbette büyük ve ehemmiyetli olur.
O halde, insanın kendisine kötü ve cefalı görünen herhangi bir kader
karşısında ne Allahı, ne cemiyeti,ne de hayat planını ithama hakkı yoktur. Çünkü o
kadere ancak vaktile yapmış olduğu hareketlerin neticesinde bizzat kendi cehit ve
faaliyetlerile müstehak olmuştur. Demekki gerek dünyada, gerek öbür alemde
beklenen bir cehennem, bir azap var-
F:7
98 Mukadderat ve İcabat
sa bu, müntekim ve kindar bir üstün kudretin keyfile vaki bir emrin neticesi değil,
bütün hürriyetine sahip insan iradesinin bizzat hazırlamış olduğu hadisatın yarına
akseden tecelliyatıdır.
Allahın; iyilik yolunda çalışmadan, irade kararlarile kendisini nefsaniyetinin
esaretinden kurtarmağa cehit ve gayret sarfetmeden ve nihayet, vicdanını nefsaniyeti
üzerine hakim kılmadan hiçbir kimseye cenneti vadettiğini biz bilmiyor ve buna
inanmıyoruz. Fakat, hotkamlık ve nefsaniyat yolunda yürümekten çekinen, zulmü
istemiyen, ve azaba layık olmıyan hiçbir insana da cehennemi nasip etmemiş
olduğuna inanıyoruz. Cennetle cehennem, vicdanla nefsaniyetin birer nüfuz
mıntakasıdır. İradesini yalnız vicdanının emrettiği yola sevkeden insan nasıl bir sahili
selamet sembolü olan cennetin kapılarına ulaşırsa iradesini nefsaniyetinin emrine
bağışlıyan insan da öylece felaketin sembolü olan cehennemi boylar. Şu halde
insanlar mukadderi, iradelerile seçmiş oldukları yolların nihayet bulduğu noktalarda
aramalıdır. Bu sözün en mütevatir şekli: ne ekersen onu biçersin’dir.
Ölçüsüz bir lütufkarlık kaynağı olan ilahi murat, böyle çetin yollarda iyi veya
kötü kaderlerini hazırlıyarak yürümeğe çabalıyan insana, iç varlığının nurunu
göstermek ve o nurunu her yerde parlatarak yüksek ve mesut kaderleri kendisine
davet edebilmek kudretini kazandırıcı imkanları onun önüne sermek yolundaki her
türlü tecelliyatı bahşeder. İnsan ancak bu sayededir ki kendisine gelebilir ve layık
olduğu yüksek mukadderatının kapılarının daha büyük bir emniyetle açabilir.
***
Kader bir gayenin işaretçisidir. Ve bu gaye de varlığın tekamülüdür. Şu halde
mukadder olan her şey – tatlı da olsa, acı da olsa – mutlaka insanın tekamülüne
yarayici hedefe ulaşmasına hadim bir rol oynıyacaktır.
Biliyoruz ki tekamül, ancak ilahi irade kanunlarının icaplarına uymak yolu ile
elde edilir. demekki tekamül bir liyakat meselesidir. Ve bu liyakate insan, istek, cehit,
gayret ve faaliyeti derecesine göre ilahi irade kanunlarının icaplarına uyabildiği
nisbette erişir. Fakat burada yanılıpda varlıkların liyakatlerinin herhangi bir
mertebede, tabiat kanunlarını değiştirebilecek bir seviyeye çıkabileceğini düşünmeğe
kalkışmamalıdır. Zira ilahi irade kanunlarının icapları ve neticeleri hiçbir varlık
tarafından değiştirilemez. Burada varlıklar ancak kendi tekamül ihtiyaçlarına göre
ilahi irade kanunlarının icaplarından faydalanmak serbestliğine maliktirler.
Binaenaleyh insan görüşüne nazaran biribirine zıt neticeler veren bu kanunlardan
kudretleri nisbetinde varlıklar istifade etmek hürriyeti içinde yaşarlar. Fakat bu hiçbir
vakit demek değildir ki insanların iradeleri ilahi irade kanunlarını çiğneyip geçmek
kudretini haizdir. Asla!....
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 99
***
İnsanın öz varlığında doğan ve onun yüksek mukadderlerine yol açan iradesi,
muhtelif ilcaların tesiri altında harekete geçer. Bu ilcaların bir insan kudretile
anlıyabileceğimiz en başında, en büyük ve ideal olan Allaha yönelme özleyişinin
gayri kabili mukavemet ve saadetle dolu cezbeleri gelir. Fakat unutulmamalıdır ki
Allaha yönelmek kudret kazanmakla, kudret kazanmak içinin nurunu görebilmekle,
içinin nurunu görebilmek ise o nuru kendisine tanıtacak fazilet ve fedakarlık gibi
diğerkamca ruh melekelerini faaliyete geçirmek cehit ve gayretini göstermekle ve
bunun için de istek ve iradesini bu yolda kullanmakla mümkün olur. Yoksa Allaha
yönelmek sadece kuru bir laftan ibaret kalır. Ve bu laf da hiç faydadan hali
olmamakla beraber evvelkine nisbetle kıymeti çok düşük neticeler verir. Burada
insanın iç nurunu kendisine tanıtacak melekelerin başında dediğimiz gibi diğerkamlık,
sevgi, fedakarlık ve fazilet gelir. Şu halde yüksek kadere nail olmak demek, Allaha
yönelmek idealinin
100 Mukadderat ve İcabat
susuzluğu içinde gösterilen daimi ruh faaliyeti ile ruh kudretlerinin her gün yeni bir
inkişafını sağlayici hayat şartlarına ulaşabilmek demektir. Böyle bir kaderden mahrum
insan, iç nurunun ışıklarını sımsıkı örten kalın isli ve kirli camlarla etrafı çevrilmiş, ne
kendisini, ne de etrafındakileri aydınlatmak kudretinden mahrum karanlık bir fener
gibi sönük kalmıştır. Bu sözlerden muradımız şudur: Hiçbir ruhun; atıl, uyuşuk,
cedden kalma telakkilere kendinden hiçbir kudret ilave etmeden ve ilahi yollarda
inkişaf etmek uğrunda cehitler vegayretler göstermeden hareketsiz kalması
mukadderle kabili telif değildir. Çünkü ilahi irade kanunları ruhların daima parlıyan
ve etrafına gittikçe bollaşan ışıklarını saçan birer lema olarak vücut bulmalarını
emretmiştir. Şu halde, durgun görünen insanlar da ergeç içlerinden gelecek şiddetli
özleyişlerle sarsılacaklar ve her sarsılışlarında ruhlarını kalın isli camlar gibi örten
maddi kesafet perdelerinden, yani maddeye bağlı nefsaniyetlerinin azgın
savletlerinden bir kısmını ve sonra bir kısmını daha varlıklarından söküp ata ata
etraflarını aydınlatan birer nur halinde parlıyacaklardır. Çünkü mukadder olan budur.
***
İnsanın mukadderatı arzu ve iradesine göre tecelli ettiğine nazaran saadetinin
de buna bağlı olduğu meydana çıkar. Yani, sevinçli ve saadet verici bir mukadderini
zuhuru için, o mukaddere uygun bir arzu ve istek ile amel etmek kararını vermiş
olmak, bu kararın tahakkukuna azimle gayret sarfetmek ve duygu ve düşüncesini hep
o yolda yani yukarda yazmış olduğumuz ilahi yolda kullanmak lazımdır. Altın arıyan
altın bulur, çakıl taşları peşinde koşanların da hakkı çakıl taşından başka bir şey
değildir.
İnsanların dünyaya gelmelerinde esasen, çok yüksek ve kendilerinin de
anlıyabilmekten aciz bulundukları ilahi maksatlar vardır. Bunlardan biz ancak çok
cüzi, bir zerre dahi olmıyacak kadar küçük bir kısmını ( biliyor değil, ) belki ancak bir
az sezebiliyoruz. Dünya, varlıklar için bir sermaye işletme yeridir. Bu sermaye orada
ne kadar muvaffakiyetle işletilirse öte tarafa geçtikten sonra onun getireceği o kadar
bol nema ele geçer. Zira öbür taraf da nemaların toplanacağı yerdir. Fakat dünyada
ruhun melekeleri olan büyük sermayelerin işletilebilmesi pek kolay bir iş değildir.
Burada birtakım dünya şartlarına ve icaplarına uymak zarureti vardır. Sırtüstü uzanıp
yatmakla bir insan bu sermayesini işletemiyeceği gibi, hele kendi sermayesini kalın,
isli camların arkasına saklıyarak başkalarının sermayelerini kullanmakla şahsi
sermayesinin öbür tarafa ait hiçbir nemasını temin edemez. Şu halde dünyada
sermayelerini işletmek için bir gayret sarfetmiyenler tenbel olanlardır. Tenbeller ise
hangi işte hakkile muvaffak olabilmişlerdir ki bunda da iyi bir muvaf-
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 101
fakiyet kendilerine mukadder olsun!.. Demekki dünyada – öbür tarafa da şamil – bir
muvaffakiyete ulaşmak için hareketsiz, atıl bir hayat geçirerek değil, hodkamlığı teşci
eden, sevgi ve diğerkamlığın düşmanı olan nefsaniyet yılanının başını ezmek ve bütün
insanlığa şamil bir sevgi ve fedakarlık hissi ile hareket etmek itiyadını kazanmak
yolunda yorulmadan, bıkmadan daimi bir nefis mücadelesi uğrunda cehit ve gayret
sarfederek yaşamak lazımdır. Bu da – tekrar ediyoruz – güç bir iştir. Fakat her güç
olan işin neticesi de o nisbette büyük, hayırlı ve muvaffakiyetli olur. Ve o nisbette
insanı büyük huzur ve saadete kavuşturur.
***
Mukadderi kısace şu manada da anlıyabiliriz: İnsan ister, Allah verir. İsteyici
insan, verici Allahtır. Fakat bu, öyle bir isteyiştir ki kökünü ilahi lema olan ruhtan alır.
Bütün bu mülahazalardan anlaşılıyor ki bütün mahlukatın ve bu miyanda
insanların, istek ve iradelerile mukadderlerini tayin etmelerinin manası, asla ilahi
iradenin fevkinde veya onunla boy ölçüşebilecek bir seviyede bir kudret sahibi
oldukları demek değildir. Böyle bir şey hiçbir vakit bahis mevzuu olamaz. Burada
esas nokta şudur: İnsan iradesi, esasen kendisi için mukadder olan ilahi irade
kanunlarının icabatından ihtiyacı kadar ve kudreti dahilinde istifade etmek bahşayişini
yerinde ve iyi bir şekilde kullanmakla mükelleftir. Hem kendisinin bir vazifesi, hem
de hakkı olan bu hareketinde insan, gene ilahi irade kanunları mucibince her türlü
serbestliğe malik kılınmıştır. Böyle bir neticenin ise hiçbir zaman insan iradesinin
ilahi muratla boy ölçüşebileceği manasını ifade etmiş olacağı düşünülemez.
***
İlahi irade kanunlarının şümulü o kadar sonsuz ve hudutsuzdur ki en ideal bir
kemal ve kudret derecesine varmış bir varlığın bile gösterebileceği en yüksek
kudretinin, ilahi irade kanunlarının icaplarından bir zerrelik değişikliğe dahi sebep
olabileceğini düşünmek hatadır. Zira Mutlakla, izafi ve nisbi varlıkların hiçbir şekil ve
surette nisbet ve kıyası bahis mevzuu olamaz diye, evvelce uzun uzadıya
mülahazalarda bulunulmuştu. Binaenaleyh bir mahluk, iradesini ne kadar hudutsuz bir
serbestlik içinde kullanırsa kullansın gene ilahi irade kanunlarının icabatından dışarı
asla çıkamaz. Çünkü, ilahi murat ne zamanla, ne mekanla, ne de bila kaydü şart bütün
mahlukatın tabi oldukları kuyudatın hiçbirisi ile mukayyet değildir. Şu halde
mukadder, umumi kainat nizamı ile ilgili bir emri ilahidir. Ve bir varlığın, bir insanın
mukaddere boyun eğmesi demek, kainat nizam ve tertibine uygun bir faaliyet
göstererek yaşaması demektir. Yukarıdanberi geçen izahlara nazaran bu sözü daha
açık olarak şöyle de ifade edebiliriz: İnsan, öz varlığının duyduğu ihtiyaç ve zaruret
nizbetin-
102 Mukadderat ve İcabat
de kainat nizamı içinde faydalı ve uygun bir unsur olmak istek ve iradesile cehit ve
gayret sarfederek mukadderi yerine getirmek zorundadır. O bunu bilerek bilmiyerek
duyar ve arar.
***
Hülasa herşey Allahın emri ve muradı dahilinde cereyan eder. Fakat bu emir
ve murat, beşeri manada anlaşıldığı gibi nisbi ve izafi bir emir ve muratla asla benzeri
münasebeti olmıyan bir mefhumdur ki bizim bunu anlıyabilmemize de esasen imkan
yoktur. Yalnız şu kadarını sezebiliriz ki o emir ve muratta bizim kafamızın ihata
edebileceği bir hudut ve ölçü mefhumu yoktur. Gene bu sonsuzluk mefhumu içinde
düşünebiliriz ki kainatta hiçbir hareket Allahın bu ezel ve ebetleri yaratan ezel ve
ebetlere hükmeden emrinin bir zerrecik dahi dışına çıkamaz. Ve böyle bir şeyin
olabileceği de düşünülemez. O halde takdir, bütün kainatın nizam ve ahengini emniyet
altında tutan ve bütün kainatın sebebi hayatı olan ilahi bir cihazdır. İşte bunun içindir
ki kendi istek ve arzularile karşılaştıkları ve tabi oldukları halde insanlara mukadder
zoraki ve cebri bir saik gibi görünür. Zira hiçbir varlık kainatın nizam ve ahenginin
dışında kalamaz. Ruh dostlarımızdan Akın şunları söylüyor:
İnsan yetiştirilemez, yetişir. İnsan değil, hayvan değil, hatta bir nebattan bile
bahsedilirken yetiştirilir, denmez, yetişir denir. Burada yetiştirilme mefhumunu
uyandıran hadise herhangi bir varlığın yetişebilmesi için bilerek, bilmiyerek, istiyerek
istemiyerek başkaları tarafından ona yapılamakta olan yardım şekilleridir. Yoksa
hiçbir kimse, bir ağaç tohumunun içine girerek onu intaş ettiremez ve gene hiçbir
kimse filiz halindeki bir ağacın tepesinden yakalayıp çekiştire çekiştire onun dallarını
budaklarını uzatarak büyük bir ağaç haline onu sokamaz. Eğer o ağaçta kendi kendine
büyümek ve yetişmek kudreti olmasaydı onun da bir odun parçası gibi olduğu yerde
kalması icap ederdi. İşte nasılki bir nebat bile kendi içinden gelen gayretile büyümek,
inkişaf etmek zorunda ise ondan daha çok ilerde olan bir insanın da öylece kendi öz
varlığının kudretlerile inkişaf etmesi lazım geldiğini inkar etmek doğru olmaz. Bir
varlığın kendi kudretile inkişaf etmesi başka bir iştir, o kudretlerini hareket ve
faaliyete getirmesi için dışardan kendisine yapılacak telkinler ve teşvikler,
gösterilecek ihtimamlar gene başka bir iştir. Bunlardan birincisi tekamül, ikincisi ise
terbiye ile alakalı birer mevzudur. İnsanın yetişmesine dışardan yardım edecek olan
unsurlar, bütün hayatı boyunca başıdan geçecek olan hadiselerdir. İşte bu hadiseler
insanlar için bazan hoş olur, o zaman da insanlar talihsizlikten dem vurarak şikayet
etmeğe başlarlar. Hakikatte ise iş ne öyledir, ne de böyle. Bütün bu hoşluk ve
nahoşluk hikayeleri, insanların bilgi noksanlıklarından mütevellit telakkilerine göre
kabul edilmiş izafi kıymetlerdir. Burada esas olan mesele, insanların bu hoş veya
nahoş telakki ettikleri hadiselerle bağdaşıp ebediyen onların nimet veya külfetlerinden
hisseyap olmaları değil, tekamülleri için ancak birer vasıta olansayısız şuunat arasında
bunlarıda geçirmiş olmak ihtiyaç ve zaruretini gerçekleştirmiş bulunmalarıdır. O
halde insan, bu hadiseleri, dışardan da göreceği yardımlarla bizzat kendisi, kendi
ihtiyacına göre seçecek ve ihtiyacını temin ettikten sonra da onları terkedebilecektir.
Onlar ister hoş, ister nahoş olsun, bu böyledir ve böyle olacaktır. Binaenaleyh akıllı
insan ne kadar sevindirici olursa olsun karşılaştığı herhangi bir hadise ile yolunu
şaşırarak vicdanının emrettiği yolları çiğneyip geçerek ne oldum, delisine dönmez ve
bu içinde bulunduğu hoş halin, ancak tekamülü hazırlayici ve daha mesut, ileri bir
hayata kendisini ulaştırıcı fırsatları kendisine veren bir imkan kaynağı olduğunu, fakat
zamanı gelince bu halin de diğer gelip geçen milyonlarcası gibi değişeceğini hiçbir
zaman unutmaz ve ondan vicdanının emrettiği yollarda azami derecede istifadeye
koyulur. İşte hayatta hakiki muvaffakiyete ulaşmış insan budur. Keza gene akıllı adam
odur ki başına gelen felaket saydığı herhangi bir hadise karşısında kendisini
kaybederek büsbütün nefsaniyetinin kucağına atılmaz ve bu üzücü halinin de diğerleri
gibi belki de çok kısa bir zamanda muhakkak geçeceğini, fakat bu
104 Mukadderat ve İcabat
gün onun kendisi için – istifade edebildiği nisbette – hayırlı olduğunu ve kendisini
sevinçli günlere hazırladığını aklından bir an bile çıkarmaz ve o üzüntülü halden
şikayet edeceği yerde bilakis sevinçle ona mukavemet etmenin yolunu bulur. Denize
düşen yılana sarılır, derler. Hele o yılanın asla sokmıyacağını, bilakis insanı selamet
sahiline ulaştıracağını bilecek kadar tecrübesi ve görgüsü artmış ise denizde boğulmak
üzere kimsa ona sevinçle bir kurtarıcı, bir halaskar olarak sarılmakta asla tereddüt
etmez. İşte hayat da böyledir. Bunu böylece bilip anlıyana ne mutlu!...
Filhakika bir su, hiçbir vakit, kendi akıcılığına imkan veren yollardan gayri
yollarda akamaz. Mesela bir dağın eteğinden yukarıya doğru bir şellale dökülmez. O
arz cazibesi denilen tabiat kaidelerinden her istifade ettiği yerde kendisine bir yol
bularak akmak zorundadır. Fakat varlıkların hayatı bundan başka türlü bir seyre
maliktir. Hayat bir şellale ise o şellale yalnız kendisini arza çeken bir tabiat kanununa
körü körüne bir su gibi itaat etmez, kendisini yukarlara doğru itilaya sürükliyen ve
coşkunluğunu bu suretle arttıran ilahi irade kanunlarının icaplarını da arayıp bulmak
ve onlardan faydalanmak ister, özler ve bu özleyişinin tahakkukuna cehit ve gayret
sarfederek ona nail olur. Tebliğe devam edelim:
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 105
<< Bu günkü beşeri tekamül ancak ruh seviyesinin bir mucizesidir. Hiçbir
zaman mükemmel ve kainatşümul bir prensibe varması, insanın mukadderi
bakımından vasıl olacağı bir netice değilse de bu yolla aramanın ve yorulmanın,
tefekkür zaviyesinden ehemmiyeti pek büyüktür.
<< İnsanın mukadderi, onun bizzat kullanmağa başladığı, kaadir olduğu
bir iradenin meyveleridir. Fakat bunun dışına çıkan her türlü ehval ilahi
murada tabidir. >>
<< İnsan muhitinden çok şey alır. Fakat asla benliğindeki fezail veya
fenalıkları bir hamlede vermez. Veya cemiyet ianesile ihya veya ifna edemez.
İçimizdeki ifriti sol elimizle beslerken, sağ elimizle de semalara uçmak üzere
benliğimizi teşyi etmekte olan gene biziz. İnsan ancak kendi cürufunu kendi
iradesile temizliyebilir. >>
106 Mukadderat ve İcabat
Artık bu sözlerden sonra iradeyi inkar etmek için çok kuvvetli delillere malik
olmak lazımgelir. Eğer bir kimse iradesini rastgele ve nefsaniyetinin keyif ve havasına
göre kullanarak yaptığı işlerin kötü neticelerinden kendisini ( ben yapmıyorum, Allah
bana yaptırıyor, ) diye kurtarmağa çalışıyorsa sanırız ki bu, kendi kendini
aldatmaktan başka bir şeye yaramaz. Ve bu hareketin adına biz, ruh tenbelliği, deriz.
Esasen iradesiz hiçbir insan olmıyacağı için her insan bilsin, bilmesin iradesini
muhakkak şu veya bu yolda kullanıp durmaktadır. Herkes iradesini kullanır, fakat pek
az kimse onu kendisine çok cazip görünen maddeye ve toprağa bağlı nefsaniyetinin
esaretinden kurtarıp vicdanının müteal yollardaki nurlu, fakat ilk zamanlarda çetin
olan yürü! Emirlerine tabi kılmak cehit ve gayretini gösterebilir. İşte bu gayreti
gösteremiyecek kadar kendisini, yani nefsini sıkıntıya koymak istemiyen bir insanın
ruhuna biz, tenbelleşmiş, diyoruz. Bu tenbelliğinin doğuracağı mukadderatın –
yukarıda bir nebze bahsettiğimiz gibi – üzücü neticelerinin, günün birinde gelip
başına çatacağını, gene kendisi de farkında olmadan, vicdanının sinsi ilcaları ile
müphem bir şekilde içten içe sezen insan, kendisini kurtarmak için bu tenbelce
hareketinin mesuliyetini sırtından atarak üstün ve mukavemet edemiyeceği kudretlere
yüklemeğe kalkışabilir. Bu çok kolaydır. Fakat böyle yapmakla o, kendisi için hiç de
hoş bir netice vermiyecek olan büyük hatalara düşebilir.
<< Tekamül yolunun mevanii o kadar fazla ki… Hangi yerinden bahis
açılsa nihayet vaziyet birbirinin ayni gibidir. Mesela, tenbellik bir maniadır. Ve
bilirsiniz, manialar ya bizzat kendi uyuşukluğumuzdan veya muhitinize, agah
olamadığınız sebepler dolayisile, hakim bulunamayişinizden, yani aşağı yukarı
ruhi rükudetten doğan bazı sebeplerle izah edilebilir.
<< Kimi insanı dünyada bir oyun topu sanarak onu kör tesadüflerin esiri
bir zavallı hükmünde mütalaa etmeğe çalışır. Kimisi gökten inen yıldırımların,
hiçbir kusuru olmıyan insana çarpmarak öldürmesini ilahi takdir diye anar. Bir
başkası da takdir çok muğlaktır, içinden çıkılamaz, diyerek bir sürü hurafeye,
safsataya yol açacak meçhuller, düğümler yaratır. Herkes kendine göre bir
telakkiye sahip de olsa ortada dosdoğru bir hakikat şem’ası dururken sağa sola
koşarak bilinmezliğe gitmenin bir hikmeti elbette mevcut değildir.
<< Mukadder evvela kendi çapınızda ve kendi yönünüzde ele alınması
zaruri bir meseledir. >>
***
Neo-Spiritüalizma çalışmaları namı altında toplamış olduğunuz bilgilere ve
tebliğlere göre mukadderatın manasını muhtelif zaviyeden, fakat daima o realiteye
uygun ve münasip mefhumlarla okuyucularımıza bildirdik. Karışık olmaktan ziyade
derin ve düşündürücü olan bu mevzuunun inceliklerine nüfuz edebilmek için onu
böyle muhtelif yönden ayrı ayrı mütalaa etmek zarureti vardır. Binaenaleyh bu
mevzuun karanlık bir noktasının kalmaması için ne kadar izahat verilse o kadar
faydalı neticeler elde edilir.
İnsan, evvelce de arzettiğimiz gibi, varlığı ile süphesiz ilahi iradenin bir
eseridir. Yani, insan varlığı, mukadderatın çerçevesi içindedir. Fakat insan ne demek
tir? Daha doğrusu insanın öz varlığını teşkil eden ruh ne demektir. İlahi lema olan ruh,
kendisine has müessiriyet hüviyeti ile ceste ceste inkişaf ettirmek yolunda bulunduğu
namütenahi, meknuz kudretler veya melekeler kompleksinin bir ifadesidir.
Binaenaleyh ne ruh mefhu-
108 Mukadderat ve İcabat
tekamül, diyoruz. Demekki tekamül ruhlar için mukadder bir keyfiyettir. Ve ilahi
irade kanunları ahkamına tabi devamlı ve ebedi bir yaratılış halidir.
Mesela ruhun ilk zamanlarda gizli ve gayri faal bulunan istek ve özleyiş
melekesi eğer hiçbir faaaliyet gösteremiyerek atıl ve uyuşuk halde, ilk yaratıldığı
şekilde ebediyen kalacak olsaydı onun o melekesinin yaratılmasına da esasen lüzum
kalmazdı. Ve bir taş parçasında nasıl herhangi bir istek, özleyiş ve irade yoksa ruhda
da böyle bir şey mevcut bulunmazdı. Şu halde ruhun, başlangıçta kapalı duran istek
melekesinin inkişafı icap etmektedir. Halbuki ruhtaki bütün diğer melekeler gibi, istek
melekesinin de inkişafının sonu yoktur. Yani, mesela bir varlığın en iptidai insiyaklar
halinde tecelli eden istek melekesinin insanlardaki irade şekillerine gelinciye kadar
geçirdiği inkişaf safhaları, insanlık aleminde sona ermiş ve gayesini bulmuş değildir.
İsteğin irade şeklindeki hudutlarını da aşarak ruh hayatının ebedi tekamülünde daha
kim bilir nekadar bilmediğimiz yüksek ve aklımızın alamıyacağı değil, hatırımıza bile
getirmekten, aciz bulunduğumuz nice tekamül safhaları olacak ve bizler için henüz
meçhul bu tekamül safhalarına ulaşmış yüksek ruhların da tıpkı bizim gibi akıllarının
erdiremiyecekleri nice daha yüksek ruh melekeleri ve onların tekamül safhaları da
mevcut bulunacaktır. İşte böyle basit bir istek halinde bizce malum bu ruh
melekesinin sonsuz inkişafları da böylece sürüp gitmektedir. Ruhun bu bir tek irade
melekesinde olduğu gibi, diğer bütün namütenahi melekatında da durum aynen
böyledir.
***
Bütün bu sözlerden sonra ruh ve kader bahsinin esaslı bir düsturunu şu
cümlelerle formüle etmek mümkün olur: VARLIKLARIN MEKNUZ OLAN BÜTÜN
KUDRETLERİNİN GERİYE DÖNMEDEN, YANİ TEKRAR BASİT HALLERİNE
AVDET ETMEDEN DAİMA VE EBEDİYEN İNKİŞAF HALİNDE
BULUNMALARI İLAHİ KANUNLARIN İCABATINDANDIR. VE
MUKADDERDİR. VE BÜTÜN VARLIKLARIN TEKAMÜLÜ BÖYLECE
MUKADDER BİR ZARURETTİR.
yere varmak için, önüne çıkan muhtelif vasıtalardan birisini kullanmak zaruretinde
olduğunu tebarüz ettirmiştik. Yolcu, iç özleyişi ile serbest irade ve tahayyül
melekelerini kullanarak kendisini gideceği yere ulaştıracak vasıtalardan birini intihap
edip kullanmağa başladığı anda o vasıtaların kendisine sağlayacağı imkanlara artık
boyun eğmek zorunda kalır. Yani mesela kağnı arabasını seçti ve ona bindi ise o
yolcunun bir uçak süratile yoluna devam edemiyeceği bedihi olur. Tabiat
kanunlarından birisinin icaplarını kullanmağa başlıyan hayat yolcusu da böyledir.
Yani, bu kanunların hakim olduğu hayat şartlarına sokulmuş veya dahil olmuş bir
varlık artık o kanunların icaplarına ister istemez boyun eğmek zorunda kalır. Ve işte
bu, onun değişmez bir kaderi olur. Ancak, o insan bu kaderin nahoş bir netice
olduğunu hissederek kendisine daha yüksek kaderlerin nasip olmasını temin etmek
isterse bu isteği ile o kaderi hazırlayici sebepleri, yani diğer icapları araştırmağa ve
bulmağa çalışır ve muvaffak olarak daha iyi mukaddere ulaşır. İşte bu noktada
tekamüldeki cehtin manası daha iyi anlaşılır. Demekki birer ilahi hedef olan tekamül
merhalelerine varmak, ruhların gene mukadder olan isteklerile tahakkuk eder. Bu
hedefe kendilerini ulaştıracak tabiat kanunlarından bir kısmını serbest iradesile
kullandıktan sonra o kanunların zaruri olan icaplarına uymak ruhlar için mukadder
olur. Fakat, o icapların neticelerini kendilerinde duyup tecrübe ettikten sonra onlardan
ayrılarak hedeflerine ulaşmak için daha uygun gördükleri başka tabiat kanunlarından
birine veya diğerine yönelerek onlardan istifade etmeleri de gene ruhların istek ve
özleyişlerine bağlı serbest iradelerinin tabii bir hakkıdır. Şimdi burada ne oluyor?
Ruhlar, mukadder olan varlıklarının mukadder olan yükselme ihtiyaçlarına,
istek ve iradelerile tabidirler. Demekki mukadder olan yükselme ihtiyacı İİLET,
RUHLARIN YÜKSELME İHTİYACINI TATMİN HUSUSUNDAKİ İSTEKLERİ
DE NETİCEDİR.
Fakat ruhların bu istekleri, kendilerini hedeflerine ulaştıracak sayısız tabiat
kanunlarından herhangi bir kısmını intihap etmelerine onları sürükler ve bu kanunlar
ruhları tekamül merhalelerine ulaştırmağa birer vasıta olur. Halbuki bu kanunlar
evvelce arzettiğimiz gibi, ruhlar için birer kader olan icapları da hazırlar. Şu halde
RUHLARIN, İRADE SERBESTLİKLERİNİ KULLANARAK TABİAT
KANUNLARINDAN HERHANGİ BİRİNİ İNHİTAP ETMELERİ İLLET, O
KANUNLARIN İCABATINA UYMAK ZORUNDA KALMALARI DA
NETİCEDİR. YANİ, BURADA RUHLARIN İSTEK VE İRADELERİ İLLET,
İCABAT HALİNDE GÖRÜNEN KADER NETİCEDİR.
lanır. Şu halde karınca için tamamiyle meçhul olan ve onun görgü ve tecrübe sahası
dışında kalan realiteler onun hayatında bahis mevzuu olamaz. İşte onun içindir ki o
hayvancağız iradesini kendi realite çerçevesinin dışına uzatmak kudretinden
mahrumdur. Karınca ile bir insan arasında yapılan bu mukayese, ruhi kudretleri
birbirinden farklı iki insan arasında da yapılabilir. Yani, nisbeten öyle basit görüşlü ve
tecrübeleri kıt insanlar vardır ki onların alemleri diğer insanlarınkine nazaran oldukça
dardır. Mesela çok cahil, görgüsüz ve tecrübesiz, basit bir insan; ruhi kudretleri az çok
inkişaf etmiş diğer bir insana nazaran çok mahdut şeyler isteyip özliyebilir. Zira onun
alemi böyle bir darlık içinde mahbus kalmıştır ve o alemin dışında hiçbir kıymet onun
için mevzuu bahis olamaz.
O halde herkesin bütün ruh kudretlerinde olduğu gibi, istek ve iradesinin de bir
hududu vardır ve bu hudut da onun ulaşmış olduğu tekamül merhalesine dayanıp
kalır. Binaenaleyh o mahdut görüşlü adamın istek ve özleyişleri ve iradesi ancak
kendisinin bildiği, inandığı ve daha doğrusu içinde yaşamakta olduğu aleminin
hadiselerinden ibaret şeyler etrafında toplanır. Mesela klasik inkarci bir materyalist
görüşlü insanı ele alalım: Bu insan için kainat, ancak üç buutlu nizam ve tertip içinde
mahsur kalmış maddeler üzerinde tezahür eden tabiat kanunlarının icaplariyle
çevrilmiştir. Ve böyle bir insan için de bunların dışında ne bir alem, ne bir varlık, ne
de bir kainat düşünülemez. Binaenaleyh o, varlığını işte böyle dar bir kainat mefhumu
içinde hapsetmekten daha ileri bir görgü, tecrübe ve bilgi imkanlarından mahrum
kaldıkça, bu kendi üç buutlu aleminin dışında yalnız bilmediği, inanmadığı değil, akıl
ve hayaline dahi getiremiyeceği milyarlarca ve milyarlarca diğer realitelere ait bir şeyi
ne istiyebilir, ne özliyebilir ve ne de böyle bir istek ve özleyişin lüzum ve zaruretine
kail olabilir. Fakat dünyamızda yaşıyan ve en ileri derecede görgü ve tecrübeye sahip
telakki edilen kişilerin ruh kudretleri de nemütenahi kainatı ve kainatları
kucaklıyabilecek seviyede bulunmaktan çok uzaktır. Ve onlarında gene nihayet kendi
kudretleriyle çevrilmiş birer alemi olabilir. Bu alemlerin vüsati ve şümulü ne derecede
olursa olsun bu vüsat ve şümul ancak nisbi bir kıymetin ifadesi olmaktan ileri
gidemez. Ve kainata nisbetle bir zerreden daha küçük kalır.
Halbuki şimdiye kadar serdettiğimiz mülahazalarla da kısmen izah edilmiş
olacağına göre, ruhlar ancak iradelerini kullanabildikleri nisbette ilahi irade
kanunlarının icaplarından istifade imkanlarını bulabilirler. Bu da gene ilahi irade
kanunlarının bir icabıdır ve bunu kimse değiştiremez. Halbuki iradenin serbestçe
kullanılabildiği yerler ancak bilinen, inanılan, özden ve candan istenen mevzulardır. O
halde insanlar ve bütün varlıklar ancak kendi kudretleriyle tahdit edilmiş alemleri
dahilinde iradelerini istedikleri istikametlerde tecelli edecek olan tabiat kanunlarının
icaplarından faydalanmak ve bu su-
F:8
114 Mukadderat ve İcabat
retle tekamül hedeflerine ulaşmak imkanlarını kazanırlar. Şüpheli bilgi ile, müphem
arzularla, hele imandan mahrum, şüpheler ve tereddütler içinde gösterilen meyillerle
esasen hakiki bir istek zuhur etmez ve irade lüzumu derecesinde harekete geçemez.
Şimdiye kadar söylediklerimi bir misal ile izah etmeğe çalışacağım: A….
dünyada zengin olmak hususunda gayret sarfettiği halde bütün hayatı gene fakrü
zaruret içinde geçer. Onun zenginliği istemesine rağmen bu işte muvaffak olamaması
kendisinin iradesini takyit eden bir mukadderin eseri olarak görülmüyor mu? O halde
şimdiye kadar israrla üzerinde durduğumuz, insanın irade serbestliği nerede kaldı ya?
İşte bu sualin cevabı bize, geniş bir anlayişe göre mukadderatın manasını kabul ve
hazmetmiş olanlar için ne kadar derin bir duygu ve düşünce imkanı hazırladığını ve
mahdut ufukların arkasında görülen yeni ufuklara doğru daha ne kadar sayısız yolların
ve vasıtaların meydana çıktığı göstermeğe kafi gelecektir. Netekim bu sualin
cevabının, mahdut birtek dünya hayatını kabul edenler tarafından verilmesi bile
mümkün olamaz.
Ruhun kainattaki bütün maddi hayatını ancak birtek dünya hayatından ibaret
sananlar ve bundan evvel ve sonra, ruhun yalnız mana aleminde yaşadığına zahip
olanlar – birer sipirütialist olmalarına rağmen – yani, ruhun bekasını dahi kabul etmiş
münevverler arasında bulunmalarına rağmen kendilerini gene nisbeten mahdut bir
madde kainatı içinde görmekten kurtaramamış ve binnetice hayat sahalarını daraltmış
ve gayelerini çok kısa mesafelerdeki birer son menzil mefhumuna bağlamış kişilerdir.
Böyle olunca, onların düşünce ve görüşleriyle yukarıdaki sualin şimdiye kadar izah
etmiş olduğumuz açık yollardaki gibi cevabını vermek imkanı mevcut değildir. Ve
bunların cevabı verilemeyince de mukadderat bahsi düşüncenin daima karanlık
boşlukları içinde uyuşmağa mahkum kalacaktır.
Halbuki ruhun maddi alemlerdeki hayatının tekamül etmek için hikmeti
vücudu bulunduğunu ve bir tek dünya hayatının da tekamül etmeğe kafi
gelmiyeceğini, gerek bir dünyanın ve gerek namütenahi dünyaların çeşitli hayat
şartlarının ruhlar için ebedi tekamül yollarında birer vasıtadan ibaret bulunduğunu ve
bunların her birinin – hiçbir vakit sonu gelmiyecek – birbirinden daha üstün, daha
mükemmel tekamül merhalelerini hazırlayici birer konak olduğunu bilmek, takdir
etmek ve anlamak lazımdır. İşte bu idrake vasıl olmuş kimselerin, yukarıda vermiş
olduğumuz misaldeki A…nın durumunu büyük bir rahatlık ve kolaylık içinde izah
edebilmeleri kaabil olur. Ve denilebilir ki bütün gayretlerine rağmen bu insanın
zengin olamaması, fakir kalması; daha evvelki yolcu misalinde izah edildiği gibi onun
spatyoma intikalinden sonra karşılaşmış olduğu geçmiş hayatının akislerine ait
intibalarla, tekamül hedeflerine
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 115
ancak fakirlik yolundan varabileceğini takdir etmesi ve bu yüzden hakiki ruh özleyişi
ile böyle bir dünya hayatı yolunu tercih etmek istemesi ihtiyacından doğmuş bir
zarurettir. Bu suretle o, spatyomda iken tekamül hedefine fakirlik yolu ile gitmek
istemiş ve serbest iradesini kullanarak bu yolu seçmiştir. İşte tekamülü uğrunda ilahi
irade kanunları icabatiyle gerçekleşen onun bu serbest iradi cehti, kendisinin tekrar
dünyaya gelmesinde dahi – gene ilahi irade kanunlarının icabatına uygun düşerek –
bir amil olmuştur. Fakat dünyaya geldikten sonra onun bu serbest iradesiyle, intihap
etmiş olduğu fakirlik yolunda yürüyerek hedefine ulaşabilmek hususundaki isabetli
kararını dünyadaki bağlı idrakiyle takdir edememesi yüzünden, bu evvelki kararının
neticellerini almadan yarı yolda dönerek zenginliği, yani evvelki tuttuğu yolun aksine
bir yolu dünyadaki cılız ve maddeye bağlı isteğiyle tercih etmeğe kalkışması elbette
onun için tahakkuk etmemesi icabeden bir hareket olacaktır. Zira o, serbest iradesiyle
esasen fakirlik yolunu tercih ederek ve o yolda harekete geçerek onun icaplarının ve
neticelerinin kendisine mukadder birer akibet kılınması bizzat gene kendisi sebep
olmuştur. Ve mukadder olan bu icapların vakti ve zamanı gelmeden, yani istihdaf
edilen neticeler hasıl olmadan onları değiştirmeğe kimsenin kudreti yetmiyeceği gibi,
kendi maddi iradesi de buna asla kafi gelemez.
Çünkü o kendisini imana, bilgiye müstenit asıl varlığının özleyişlerinden
hızını almış liyakatli bir irade ile hazırlanan ve kazanılan bir neticedir. Bu neticeyi
bozmak teşebbüsleri ise, ancak dünyanın büyük gayelere vasıta olan hadiselerinin
gaye ittihaz edilmesi cazibesine tabi nefsaniyetten doğma birtakım gelip geçici
arzulara ve heveslere bağlı ihtiraslardan ileri gelmektedir.
Binaenaleyh kaide olarak o insan dünyada ne kadar çabalarsa çabalasın, ebedi
tekamülüne uygun olarak evvelce gene kendi iradesiyle seçmiş olduğu acı veya tatlı
fakirlik yolundan beklenen neticeleri almadan onu değiştiremez. Bununla beraber
belki, evvelkine zıt fakat devamlı bir irade ile göstereceği cehit ve gayret neticesinde
ve o neticeleri geciktirebilir, hatta değiştirebilir. Bu hale << mukadderin iyiye veya
kötüye kayması >> diyebiliriz. Eğer bu irade, bazı değişen şartlara göre ruhun
tekamülü yolunda daha ileri bir hamle almasına yararlı herhangi bir icaba uymak
ihtiyacından mütevellit bir isteğe dayanıyorsa, ruhun, dünyaya gelmezden evvel
gördüğü tekamül hedeflerine uygun olan bu hal ayni irade müessiriyetini ifade
edeceğinden elbette kolaylıkla dünyadaki bu değişikliği yapabilir ve elbette bundan
hayırlı neticeler de alabilir. Fakat o, ihtiraslara dayanan nefsani ve devamlı bir irade
ile de evvelki yürüyüş istikametini bozabilir, mesela günün birinde böylece zengin
olabilir. Bu takdirde onun durumu yukardakinden çok farklı olur. O, gayesinin
gerçekleşmesini geciktirmiş, belki de bu yanlış hareketinden dolayi kaybede-
116 Mukadderat ve İcabat
ceği şeyleri telafi için kendisine yeni baştan katedilecek yollar hazırlamış bulunur.
Fakat bu ikinci durum ekseriya vukua gelmez. Zira ruh, gerek kendi eski görgü ve
tecrübelerinden almış olduğu kuvvetli intibaların tesirile, gerek eksik olmıyan
yardımcı, hami varlıkların ilham ve irşatlarının yardımı ile; istek ve iradesini bu
derece nefsaniyetine zebun kılacak yüksek tekamül gayelerinden uzaklaşmağa kolay
kolay razı olmaz. Demekki insanın, ancak tuttuğu yolun icaplarını tattıktan ve onların
neticelerinden doğan intibaları ruhuna hazmettirdikten sonra elde edeceği yeni görgü
ve tecrübelere dayanarak lüzumlu ve faydalı başka bir hedefe doğru serbest iradesini
daha münasip yollarda kullanabilmesi kabil olur. Burada da yolunu seçerken o
varlığın birtakım üst kudretlerin öğütlerine ve yardımlarına ihtiyacı olduğunu da ve
bilhassa tek gayesinin Allah yoluna, tekamülü uğruna müteveccih bulunduğunu da
asla unutmamak lazımgelir.
<< Keyfe tabi cebriyeciliği artık kabul edemezsiniz. Kainatta hakim olan
ilahi irade kanunları var. Bir sürü hadiseler bu kanunların icabatı dahilinde
birinden diğerine intikal etmek suretile akıp gider. Bu akış, ruhların yüksek
melekelerini kullanmalarile emniyet altına alınmıştır. Tesadüf diye bir şey
yoktur. Hadiseler tabiat kanunları dahilinde, ruhların kudretlerile mütenasiben
yürütülür ve her ruh kendine ihtiyacı olana doğru gider. >>
Bu sözlerden çıkan netice şudur ki başladığı bir işte biraz kudret ve takatinin
hududu dışına çıkan insan kendisine derhal imkansızlıklar hazırlıyan büyük engellerle
karşılaşır. Bu onun, o işi yapmaktaki kudretsizliğinin bir neticesidir, talihsizliğinin
değil. Bundan başka birde şu vardır:
Varlıkların hayatında, tekamül esastır. Binaenaleyh bütün hareketler tekamüle
doğrudur. İşte bu yolda yürüyüp dururken – insanları dünyada adım adım takip
etmekte olan – nefsaniyetin herhangi bir ilcasına kapılarak hareketini aksatıcı bazı
engeller ihdas edici işlere, neticelerini düşünmeden insanın kalkışması da onu daima
hayali sukutuna uğratır. İşte kanaatkarlığın bir manasını da bu noktada aramalıdır. Ve
işte böyle hareket edildiği takdirde, insanın tekamülü için asıl yürüyüşü bir taraftan
duraklama devresine girerken, diğer taraftan da nefsaniyetin tesirile
İlahi irade kanunları ve Mukadderat 119
<< Cihanı saran büyük kudret her zaman ve herkesin gözü önünde ve
açık bir şekilde tezahür etmez. Büyük kudretler, kendi vüsatlerine uygun bir
şekilde çok evvelden hazırlanmış bir intizamla ağır ağır ve tam zamanında
müessir olacak bir surette hareket ederler. İşte bu betaattır ki insanların
gözünden bu büyük kudreti her an saklar ve onu görmiyen gözlere karşı kalın
bir perde ile örter. Bunların ani tesirlerinin dünyanızda hiçbir zaman, hiçbir
varlık tarafından müşahede edilmesine imkan yoktur. Her attığınız adımın sizi
büyük bir kudrete doğru sevk etmekte olduğuna, hayatınızın en büyük saadet ve
kederinin izlendirdiği bir yolda sizi hazırlayici bir noktaya doğru sürüklemekte
olduğuna inanınız.
Yukarıki sözlerden anlaşılacağı gibi, insan, tekamülü yolunda her işe teşebbüs
etmekle mükelleftir. Ve teşebbüs ettiği işi de – vicdanına uygun bulduğu müddetçe –
sonuna kadar götürmek mecburiyetindedir. Ancak bu teşebbüs edilen iş eğer o insanın
tekamülü bakımından yolsuz veya mevsimsiz ise ( ki bunu da onun vicdanı takdir
edecektir ) – gene evvelce bizzat kendisinin hazırlamış olduğu hayat planına
uymıyacağı için – tahakkuk etmiyecektir.
Burada birnokta daha var: Bazan yukarıki sebeplerin hiçbirisi olmadan da
insanın teşebbüsleri karşısında bazı engeller dikilebilir. Bu da o insanın teşebbüs ettiği
işin bazı neticelerinin, diğer bazı varlıkların hayatlarile ve bilhassa tekamüllerinde
cehit ve gayret sarfederek yapmak zorunda kaldıkları işlerle tezat halinde
bulunmasından ileri gelir. Burada
120 Mukadderat ve İcabat
iyi niyetle hareket edip bütün imkanları kullandıktan sonra o işin gene muvaffakiyetle
neticelenmediği görüldüğü takdirde bu muvaffakiyetsizliğin de yukarıda arzettiğimiz
manada mukadder olduğunu anlamak ve kabul etmek lazımdır ki o insan bütün bu
muvaffakiyetsizliğine rağmen – sırf o işteki iyi niyetlerinden dolayi – gene muvaffak
olmuşçasına ruhi kazançlar temin etmiş olacaktır. İşte burada da gene kaderle icabın
sımsıkı kucaklaştığını görüyoruz. Bakınız büyük ruh dostumuz Kadri ne diyor:
Keza bir ferdin olduğu gibi, bir cemiyetin fertlerinin de iradelerile uzun
zamandan beri hazırladıkları neticeleri ve icapları ( ki bunlar da o cemiyet için birer
kader olur ) o cemiyetin fertleri o anda ve birdenbire değiştirmeğe muktedir olamaz.
Büyük harplerin zuhurunu bunlara misal olarak gösterebiliriz. M Molla şunları
söylüyor: << Esbabı asırlarca hazırlanmış bir boşanma ihtiyacının önüne asla
duramayiz. >> Bu sayabildiklerimizden başka daha bilmediğimiz ve asla
bilemeyeceğimiz ilahi irade kanunlarının icaplarına bağlı öyle büyük sebepler vardır
ki insan iradesi bunlar karşısında takyit olunur.
Demekki esasında gene varlıkların kendi istek, irade, tahayyül, kudret ve
liyakatlerine göre karşılaştıkları göze görünen veya görünmiyen bir sürü icap ve
neticeler bugün beşeriyetin önüne dikilmiştir. Eğer bunların hakiki sebepleri
araştırılmadan hükümler verilmeğe kalkılırsa yanlış düşüncelere sapmak daima
mümkün olur. Ve bu vaziyete düşmüş olan insanlar yanlış olarak << İlahi cezalar
veya belalar >> dan bahsetmeğe başlarlar. İnsanları tazip eden ve kolay kolay önüne
geçilemiyen bir sürü iztirap verici hadiseleri de birer misal olarak burada
zikredebiliriz. Kadrinin aşağıdaki tebliğinde bu hususta çok kıymetli fikirler vardır:
İlahi irade kanunları ve Mukadderat 121
( 1) Buradaki << mukaddere uymak zarureti >> tabirini gene, hep izahına çalıştığımız gibi,
insanın o andaki iradesinin gerçekleşmesine engel olan geçmiş hayatlarına ait veya kainat ahengi ile
ilgili büyük ilahi irade kanunlarının icaplarına bağlı, insanlarca meçhul kalmış sebeplerin zaruretlerine
uymak manasına almak lazımgelir. Zira büyük dostumuz Kadrinin ve ilahi yolların bu günkü insanlığa
lüzumlu olan icaplarını dünyaya tebliğ eden vazifeli büyük ruh dostlarımızın sözlerindeki manalar hep
bu esasa dayanmaktadır.
122 Mukadderat ve İcabat
bir haldir. Büyük dostumuz Kadrinin aşağıdaki sözleri bu hususta çok sarih fikirler
vermektedir.
İlahi irade öyle bir kudret kaynağıdır ki oradan geçmek zaruretinde bulunan
her yolcu bu sonsuz kaynaktan hız almak nimetine kavuşur. Bu da bir kaderdir.
Yalnız, bu kaynaktan doya doya faydalanmak için yolcunun o nisbette istekli, iradeli
azimli, sebatlı ve iyi niyetli olması şarttır.
Kaderle icap ilahi irade kanunları karşısında birbirile o kadar iyi
kucaklaşmışlardır, hatta birbirine o kadar girift olmuşlardır ki bunları birbirinden
ayırmağa çalışmak asla doğru bir hareket olmıyacağı gibi, esasen buna da imkan
bulunamaz. Bunu şu cümle ile ifade edebiliriz: Bir adımı atmak icap ise onu müteakip
adım mukadder olur. Demek ki her adım bir bakıma göre icap, diğer bir bakıma göre
mukadderdir. Ve varlıklar bu nizam dahilinde yükselmektedirler.
Şu halde herşey, kainatın her hadisesi, varlıkların her hareketi muhakkak ve
muhakkak ilahi irade kanunlarının netayicine ve icaplarına bağlıdır. Fakat ilahi irade
kanunları ve icapları, ihtiyaçlara göre değişmek zaruretinden kendisini kurtaramıyan
insan anlayişine göre muteber bir << kanun >> mefhumundan başka bir şeydir. İlahi
irade kanunları bilhassa sonsuzluğu dahi kucaklıyan ve yaşatan şümulü ile,
değişmezliği dahi kucaklıyan ve yaşatan değişmezliği ile ve nihayet umumi ve kevni
nizam ve ahengi temin etmek üzere insan müdrikesinin kavrıyamıyacağı bir sonsuzluk
içinde uzanıp giden bir tek zincirin birbirine kuvvetle bağlı halkalarını teşkil eder.
Mukadderatı bu manada anlamak biraz güç olmakla beraber bunun üzerinde zihin
yormak insanların kendilerini biraz daha iyi tanıyabilmelerine yardım edeceği için
faydalıdır. Bundan başka insanların fiil ve hareketlerinin gayelerini görebilmelerine,
manalarını anlıyabilmelerine de yarar. Mesuliyet ve vazife duygularını daha iyi takdir
etmelerine ve binnetice saadet ve felaketlerini hazırlayici sebepleri gözden
kaçırmamağa çalışmalarına yardım eder. Bütün bunlar insanların, kud-
İlahi irade kanunları ve Mukadderat 123
retlerini daha açık bir idrak içinde kullanabilmelerini sağlar. Velhasıl insana, Allahın
emirlerine ve rızasına, vicdanının gösterdiği yollarda uyabilmek için mümkün olduğu
kadar ileride bir liyakat ve ehliyet göstermek kudretine erişmenin imkan yollarını
gösterir. Ve bütün bunlardan mütevellit manevi huzur ve saadetlere insanı kavuşturur.
Ve nihayet Allahın, hiçbir şekilde erişilmesi bahis mevzuu olmıyan kudretlerinin hiç
olmazsa en küçük tezahürlerinin bir tek zerresini anlamağa çalışarak Allahın
büyüklüğü hakkında kendi kısa görüşü ile mütenasip sağlam bir duygu, düşünce ve
iman sahibi olmasını temin eder. İşte insanlar, ancak bunları yapabildikleri nisbette
ebedi yükselişlerinin zevk ve lezzetlerine erişmiş olmanın saadetini duyarlar. Aksi
takdirde kendisini; beşeri manada dar bir zaman ve mekan mefhumu içine hapseden,
iradesini gene kendi iradesile yok etmeğe çalışan, kudretlerini inkar eden ve bütün
manasile bilmeden kendisini bir taş parçası atıllığı içinde gören bir insan – hatta
kendisinin Allahlık payesine çıkmış olduğunu dahi ilan etse – gene ruhunun,
vicdanının talep ettiği şeylere kavuşmuş olamamasının hüsranını bir gün çekeceği
günün geldiğini elbette idrak edecektir.
Bu mülahazalarımız yanlız şahsi bir düşüncenin mahsulü değildir. Dünyamız
avrasının çok üstünde çok yükseklere çıkmış büyük ruh dostlarımızın yalnız
tebliğatından almış olduğumuz ilhamların mahsulü de değildir. Ayni zamanda bunlar,
dünyamızın öbür aleme yeni göçmüş, nisbeten dünya realitelerine bağlı varlıkların
oradaki teşevvüş hali dediğimiz hazin durumlarına sebep olan ruh hallarinin
mütalaasından çıkardığımız neticelerin de mahsulüdür. Filhakika spatyomu yani ruh
aleminin bilhassa aşağı ve kesif mıntakalarından ayrılamamış ve yükselememiş,
maddeye bağlı basit ruhların bu maddi durumları, onların spatyomda kendilerini
mahdut ve dar bir mahbes hayatına girmiş olmalarını neticelendirmektedir. Zira
dünyadaki bazı itiyatlarına bağlı olarak, nefsaniyetlerile vicdanlarını boğmuş halde
öbür tarafa geçmiş bulunan varlıklar dünyada iken de zannettikleri gibi ruh
kudretlerini yok farzetmek suretile iç nurlarını karartmış bulunduklarından orada tam
bir boşluk, karanlık ve binnetice sıkıntı içinde kalırlar. Ve ruh kudretlerini bu suretle
kullanmak iktidarından mahrumiyetleri, kendilerinin orada hiçbir şey yapamamalarını,
hiçbir harekette bulunamamalarını intaç eder ve bu suretle onların orada bir müddet
karanlık bir kuyu içinde hareketsiz bir halde sı-
124 Mukadderat ve İcabat
kıntılı bir hayat içinde bunalıp kalmaları mukadder bir akibet olur. Biz senelerce süren
tecrübelerimiz sırasında böyle bedbaht varlıklara maalesef çok rastgeldik. Bütün bu
varlıklar bir taraftan bize de bir miktar iztirap hissesi ayırırken diğer taraftan
mukadderat hakkındaki görüşlerimizin temellerinden bazılarının kurulmasına da bu
acıklı durumlarile sebep oldular.
Burada, son zamanlarda kıymetli ruh rehberlerimiz tarafından 5-6 ay zarfında,
bize verilen çok öğretici mahiyetteki bir müşahedeyi okuyucularıma arzetmeden
geçemiyeceğim. Bu müşahedenin tetkiki ile yukarıki sözlerimizin hakikati daha canlı
bir duygu içinde anlaşılacaktır. Arzedeceğim müşahedenin mevzuu, dünyada iken
alim, mürşit, hoca adam kıyafeti ile tanınmış, hatta birçok talebe de yetiştirmiş ve
ihtiram görmüş bir insanın ruh alemindeki teşevvüş haline ve hayatına aittir. Bu varlık
dünyamızdan ayrıldığının 27 nci dakikasında Metapsişik Cemiyetinin rehberi bulunan
kıymetli ruh dostlarımızdan Şihabın delaleti ile celsemize sevkedilmiştir. Bundan
sonra aradan geçen kısa fasılalarla iki defa daha ayni hal bu varlıklarla tekerrür
etmiştir. Bu müşahedelerin muhtelif bakımdan okuyucularıma sağlıyacağı bilgiler
arasında bilhassa üzerinde durmakta olduğumuz bahsi aydınlatıcı kısımları çok
dikkate şayandır. Burada görülecektir ki bu varlık dünyada sadece herşeyin Allahtan
geldiğine inanmış, dinin sadece şekle ait ibadet kısmını yapmakla işinin bittiğini
sanmış ve buna mukabil de nefsaniyetinin ilcaları saiki ile maddi ihtiraslarının zebunu
olmak, insanlara karşı diğerkamca muamelelerde bulunmamak, zevk ve hevesatına
kapılmak gibi kötü hareketlerin hiç de mesuliyetli bir iş olabileceğini aklına
getirmemiş ve böylece öbür aleme göçüp – belki de Allahtan büyük mükafatlar
bekliyerek – gitmiştir. Fakat orada hakikatin çok acı çahresile karşılaşınca,
kanaatlerinin tamamile tersine çıkan bu acılıklar onu büsbütün şaşırtmış, bütün bu
musibetleri kendisine haksız yere Allahın vermiş olduğuna hükmetmek gibi, o eski
cebriyeci kanaatlerinin tabii bir neticesi olarak – çok kötü ve acıklı bir duruma
düşerek Allaha karşı isyan etmeğe başlamış ve dünyada yeniden ızdıraplı bir hayata
kavuşmak mukadderini – sebebini bilmeden ve anlamadan – kabul etmek zorunda
kaldığını itiraf etmiş, fakat ne yazık ki büyük ve kendisi için çok hayırlı sebeplere
dayanan ve geçmiş hayatının yanlış hareketlerinin tashihine matuf zaruri bir netice
olan bu tekrar bedenlenme halini de – kendine göre – adaletsizce ve Allah tarafından
işlenmiş bir hata gibi kabul etmek ve bu yüzden de Allaha gene isyan etmek gafletine
düşmüştür. Biz kıymetli okuyucularımızın bu hususta daha canlı ve esaslı tetkikte
bulunmalarına bir hizmet etmiş olabilmek gayesile ruh aleminden aldığımız bu üç
müşahedeyi tarihleri sırasile ve bilhassa, her müşahedenin sonunda Şihap dostumuzun
vermiş olduğu lüzumlu ve faydalı izahatile birlikte
İlahi irade kanunları ve Mukadderat 125
BİRİNCİ MÜŞAHEDE:
( MEDYOMUN MÜŞAHEDESİ ) :
Bir keçe küllah üstüne beyaz sarık sarmış bir adam görüyorum. Bir elini,
sanki etrafındakilere güneşi gösterir gibi kaldırmış şu şekilde duruyor. ( Medyom
sağ elile yukarda bir şeyi gösterir gibi uzatarak işaret ediyor. ) Etrafındakileri
göremiyorum, diğer elinde garip kısa bir sopaya takılmış bir süpürge var.
Elindeki sopadaki süpürge bu haline hiç de uymuyor…Tezat teşkil
ediyor…Güneş mevzuu bahsolduğu muhakkak gibi bence… Ayni zamanda
karanlık bir saha üstünde nokta nokta parıltılar, ışıklar… Buna gece mi
desek?... Bunu görmekle beraber ayni zamanda elini havaya kaldırmış adamın
vaziyeti de gözümün önünde… Karanlık gece, pırıltılar, güneşi gösteren elinde
süpürge bir adam…
***
Karanlık gecede birçok beyaz martı, beyaz pırıltıların ve karanlık
sahanın önünden uçuyor, geçiyor…Şimdi ayni zamanda hepimizce malum
Galata köprüsü... Fakat üstündeki kalabalığı teşkileden halkın başında kırmızı
fesler var. Eski zamanın manzarası... Köprü başlarında para toplıyan memurlar.
Tramvaylar aynen gözümün önünden geçerek işliyor... Bu üç manzara içinde
mütemadiyen bocalıyorum: Gökyüzünü, güneşi gösteren sarıklı, ciddi çehreli,
elinde süpürge tutan ihtiyar; gece olmasını tahmin ettiğim karanlık saha,
parıltılar, önümden geçen martılar, köprü, o eski zamanda köprünün hali...
***
126 Mukadderat ve İcabat
Beyaz başörtülü, orta yaşlı bir kadın… Ayrı bir sahne olarak gözümün
önünde… Hiç de çirkin olmasa gerek… Korkunç, korkunç hali var… İki gözü
oyulmuş… Huni gibi oyulmuş iki gözle bakıyor… Bakıyor da bütün ızdırabını
anlatmak için ellerini uzatıp da yalvarıyor gibi… Seçebilerek gördüğüm baş bu
kadar… Başörtüsü ipekli… Cinsi işlemesi bilmemki… Kadınların ufak iğnelerle
işlediği iş dantelalı bilmemki… Kadının kılığı da bu zamana ait değil.
Başörtüsüde zaten bunu gösteriyor… Kadında oyuk iki göz bütün dikkati
çekiyor… Oyuk iki göz… Gözsüz bakış!
***
Havada bir kılıç… Kıvrık, ( Medyom elile işaret ederek tarif ediyor ) Kıvrık
mukavves bir kılıç… Kılıç kınında. Bir el tarafından kınından çıkarıldı… Ve
sanki bana kılıcın kınındaki kanlı hali gösterilmek isteniyor. O da kayboldu.
***
***
imajlarıdır. Size naklen verildi. Bu gün için belki bu imajlardan bir mana ve bir
netice çıkarmanız pek mümkün olmıyacaktır. Fakat bu varlığın teşevvüş halini
de bir az sonra bütün fikirlerile ıztırap ve imajlarile nakledeceğimizi vadederim.
O zaman bu mukayese size ilmi bir netice verecektir, zannederim.
İKİNCİ MÜŞAHEDE:
( 1 ) Ruh alemindeki zaman mefhumu dünyamızdakine benzemez dünyada geçen bir dakikalık
zaman, icabı hale göre orada bin senelik bir zaman geçişi intibaına tekabül edebilir. Dünyadaki
rüyalarımız bu hakikatin çok iptidai bir misalini verebilir.
128 Mukadderat ve İcabat
mak için yürümüştür. Bundan başkaları istifade etmiştir. Fakat kendisi asla…
Bu nümune üzerinde durulursa islahi nefis için size çok mühim başarılar
temin eder. Hissediyorum, çok şükür hiç biriniz bu durumda değilsiniz. Fakat en
basit kusurlarınızı bile bu nümuneden ibret alıp düzeltmeniz mümkündür. Pek
basittir, pek kolaydır.
***
ÜÇÜNCÜ MÜŞAHEDE:
( Bu müşahede, ayni varlığın ruh alemindeki ızdıraplarını bitirdikten sonra,
kendi arzu ve hevesatına göre geçirmiş olduğu evvelki dünya hayatının, ilahi irade
kanunlarına göre, kendi tekamülünün zaruri bir neticesi olarak tekrar dünyamızda
bedenlenmek zaruretinin yüksek varlıklar tarafından kendisine hissettirilmeğe
başladığını göstermektedir. Burada bilhassa bu varlığın hatalı görüşleri ve kanaatleri
yüzünden ne kadar isyankar bir hal aldığı çok açık olarak görülüyor. )
F:9
130 Mukadderat ve İcabat
den doğmuş, meydana çıkmış. Bu hale göre ben hep senin menettiğin
hareketlerden ictinap etmiş yalnız bir netice elde edecektim, o da sefalet, ıztırap
ve işkence. Bu vaziyet karşısında Senin adaletine itimatla bakmıyorsam kabahat
benim mi, Senin mi?
Burası görüyorum ve anlıyorum ki ve bana daima bunu telkin ediyorlar
ki benim yerim değil. Ben buarada yapamıyacağım. Evet, dünyada barınamadım
burada da barınamıyorum. Benim kabahatim mi? Filhakika burada bana yakın
alaka gösterenler, beni sevdiklerini sandıklarım bir çok varlıklar var. Bana
yardım edeceklerini vadediyorlar. Fakat bütün kudret Sende olduktan sonra ne
yapabilirler? Ve gene bütün kudret Sende olduktan sonra bu çizilen yoldan
benim inhiraf etmeme imkan kalır mı? ( 1 )
Dünyaya dönmem lazım, diyorlar. Kabul etsem de döneceğim, etmesem
de. Dönünce gene çocukluk, ana, baba, mektepte okumak veya okumamak,
sonra derdi maişet ve günün birinde kadınsam karşıma bir erkek, erkeksem bir
kadın çıkacak ve bana gene bela kesilecek. Buraya gelmemde bir fayda oldumu
ki dönmemde bir fayda olsun! Dünyaya geldim, buraya döndüm, gene dünyaya
döneceğim. Dedim ya bütün kudret Sende, ne desem boş. Dönmek lazım. Zaten
dönüyoruz da. Bu dönüşün kasveti, elemi şimdiden üstümde. Zaten dönünce
orada ondan başka birşey bulmıyacağım: Elem, kasvet.. keder. Fakat şuna emin
ol ki Sen bana daima borçlu kalacaksın.( Bu sırada B. Ruhselman bu varlığın
karanlık bir cehil içinde hakikatleri görememesi yüzünden ıztırabını bizzat kendi elile
hazırladığına şahit olarak, ona bu hakikatlerden bazılarını ifşa etmek için hitap etmek
istedi ve israrla onunla konuşmasının mümkün olup olamıyacağını sordu. Medyom
gözlerini açarak trans halinde B.R a şiddet ve ciddiyetle << hayır, hayır! >> dedi ve
müşahedeye yavaş yavaş ve gittikçe sönen bir sesle devam etti :) yolcu yolunda gerek.
***
( Yukarki varlık hakkında Cemiyetimizin manevi rehberi Şihap dostumuzun
izahı: )
( 1 ) Burada, cebriyeci bir << mukadderat >> anlayişinin acı tezahürü ne kadar açık olarak,
biçare varlığın bu sözlerinde görülüyor!
İlahi irade kanunları ve Mukadderat 131
salin kendisini teşkil eder. O gün buna muvaffak olunamamıştı. Ayni zamanda
bu mevzu, ayni celsemizde, dua ve ibadet bahsinde ileri sürülen fikirlere de bir
misal teşkil eder. Diğer taraftan bu misal başka bir çok noktalardan üzerinde
durmanızı icap ettirecektir. Bu noktalara siz temas ettikçe döneceğiz,
konuşacağız. Bir nokta daha üzerine, celsemizin sonunda konuşmamıza son
vermeden evvel tekrar avdet edeceğiz.
Şu noktayi hatırlatmak isterim ki ( burada B. R. nin arada vaki olan
müdahelesine işaret ediliyor. B. R. ) Bu misaller verilirken siz bu varlıklarla temas
etmek imkanını haiz değilsiniz. Esasen bu ihtiyaç olsaydi başka şekilde
arzolunurdu. Bunlar birer örnek şeklinde verilmektedir. Siz onları yalnız
müşahede ve not etmekle iktifa edeceksiniz sizin fikirleriniz hiç bir zaman onlara
ulaşmıyacaktır.
***
yük ve ebedi cereyana bütün varlığı ile ve uygunluğu ile yönelmek saadetini özliyerek
böylece koşan ve bu muazzam cereyan içinde küçük bir zerrecik olduğunu duymak
bahtiyarlığına ermiş bulunan kıymetli insanların, bu cereyanın sonsuz şahikalarındaki
sonsuz haz ve saadet kaynaklarından kam almalarına yardım etmelerini büyük ruh
dostlarımızdan diler ve Allaha yalvarırım.
MUKADDERAT VE TALİH
Bir insan, talihim yardım etmedi, derken acaba kimin kendisine yardım
etmesini beklemekte veya beklediği şeyi kendisine vermediği için kimi şikayet
etmektedir? Talih nedir? Mukadderat meselesini iyice anlamış olanlar için talih
hakkında uzun uzadıya izahlara lüzum ve ihtiyaç yoktur.
Çok basit bir misal vereceğim: Etrafı açık bir kulenin tepesinde gözlerini
sımsıkı yumarak alabildiğine koşan bir adam aşağı yuvarlandığı zaman
talihsizliğinden bahsederse onun akıllı bir insan olmadığına hükmedebilirsiniz.
Talih insanın kendi basiretli hareketlerinin, talihsizlik ise akılsızca yaptığı
işlerin neticesidir. Bir tebliğinde talih mevzuuna temas eden kadri şunları söylüyor.
<< Muvaffakiyet yalnız çalışma ile olmaz. Çalışma bir sebeptir. Bir çok
hareketlerin biraraya gelmesi, ve mukadderin çizdiği planın çerçevesine girmiş
bulunması iledir ki onların neticesi olarak insan muvaffakiyete kavuşur. Biri
eksik olursa ya çalışmandaki noksan, ya hüsnü niyetinin tam olmaması, yahut
kaderinin bu işe müsait bulunmamasının neticesidir. Bunların üçü de bir araya
gelirse gene senin muvaffak olman için lüzumlu bazı hususlara ihtiyaç vardır.
İşte bunlar da kendiliğinden muhtelif sebepler tahtı tesirinde olarak meydana
çıkar ki bunada bazıları talih, bazıları tesadüf der. Ne talih, ne tesadüftür.
Bunlar senin o yolda yürümeni hazırlayici sebebi meydana getirmek için senin
yapmış olduğun mesainin garnitürleridir. >>
Yukarki satırlar, talih hakkında güzel sözleri ihtiva etmektedir. Talihine küsen bir
adam kendi kendisine şu suali sorsa nasıl olur: Ben şu hareketleri yaptığım için böyle
bir kötü netice aldım. Ama onun aksine hareketler yapsa idim neler olacaktı? Fakat
insanın kendi kendisine böyle bir suali sorabilmesi için yaptığı işin mahiyeti ile onun
neticeleri arasın-
Mukadderat ve Talih 133
tile ölçülürse ve hakikat de böyle olduğuna göre ruhi vüsatinizin ebedi seyir ve
izan yolundaki karakteri tezahür eder, zannındayım. O halde talihiniz sizi gene
sizin iradi kudretinizle olan nisbetiniz ayarında karşılar. Bundan mütevellit
neticeler, Halikin size müteveccih arzularının en iyi şekli tahakkukuna doğru
yaklaşmanızı temine matuftur. >>
lihini gene kendisi hazırlar. Bu işde en mühim rolü oynıyan amilin de insanın, ruhi
kudreti derecesine göre ayarlanmış olan irade ve tahayyül melekesi ile hayatının
herhangi bir safhasında tayin ve icra etmiş olduğu hal ve hareketi olduğunu
görmüştük. Şu halde insan, kendi talihini ancak o sıralardaki ruh kudretinin
derecesine, yani kendisine o anda en layık olduğu şekilde bilerek veya bilmiyerek
seçmiş demektir. Halbuki insanın her türlü hareketi ancak tekamül içindir ve ancak
tekamülü yolundadır. Yani bir insanın hiç bir hareketi ve fiili yoktur ki – beşeri
görüşle ne kadar abes, ne kadar manasız ve yersiz ve hatta yanlış, hatalı görünürse
görünsün – o hareketin ve fiilin o insana getireceği akibetlerle hayırlı neticeler zuhur
etmiş olmasın. Buradaki hayrın manası ise o insanın ruhunun tekamülü
bakımındandır. Fakat o tekamülü böyle zahiren hayırsız, veya zahmetli görünen
hadiseler içinde vukua geliyorsa ne yapalım! Tayyare ile gideceği yere hareket etmek
şartlarından veya kudretinden mahrum bulunan bir insan ayni yere yürüyerek gitmek
üzere pekala yoluna devam edebilir. Bu yürüyüş elbette konforlu ve süratli bir nakil
vasıtasının rahatlık ve kolaylığını ona vermez ve onu pek zahmetli ve çetin bir
seyahate mecbur kılar ama gene ergeç kendisini varmak istediği yere ulaştırır. Ve bu
da bir talihtir. Fakat eğer o adam bu kudretsizliğine rağmen inat edip tayyareye
binmeğe kalkışmış olsaydı ve bu imkan da kendisine verilseydi o gene kudretsizliği
yüzünden havada bindiği vasıtayi idare edemiyerek yere yuvarlanıp parça parça
olsaydı; yaya yürümekle – geç de olsa – menzili maksuduna varmaktan daha mı iyi
bir hale düşmüş olurdu? Fakat ne yazık ki bunları düşünemiyen o insan, süratli nakil
vasıtalarile seyahat edenleri görerek kağnı arabasile seyahate katlanmak zorunda
kaldığı için talihsizliğinden dem vurup durur! Böyle yapacağı yerde o tayyareyide
kullanabilecek bir kudreti iktisab etmeğe çalışsa ne kadar akilane hareket etmiş olur!
Kötü talih diye bir şey yoktur. İnsan ne ile karşılaşmış bulunuyorsa bu, ancak
o anda kendisine en lüzumlu ve en layık olan durumdur. Ve tekamülüne en uygun
olanı da gene budur. Eğer o insan bu hali beğenmiyecek kadar ve bu durumdan azap
duyacak derecede etrafını görebilecek bir idrak seviyesine varmışsa bu halinden
dolayi beyhude yere talihinin kötülüğü ile sızlanıp durmaz, daha iyi talihleri elde
etmek için lüzumlu olan şartları ve yolları araştırır, bulur ve vakit kaybetmeden o
yollara – ne kadar güç görünürse görünsün – koyulmakta bir an bile tereddüt etmez.
Ve esasen bir talihin insana zahmetli görünmesinin sebeplerinden birisini de burada
aramalıdır. Zira insan ancak mahrumiyet duygusu içinde, bulunduğu halden ileriye
atlamak ihtiyacını duyar. Tekamül ise daima ileriye doğru hamle almak ve bir yüksek
menzilden diğer yüksek menzile atlıyarak mesafeler katetmektir. İşte insanlar da
evvela talihlerinin kötülüğünden bahsede ede çok defa bilmeden otoma-
136 Mukadderat ve İcabat
tik olarak, içinde bulundukları hallerden kurtulup ileriye doğru fırlamıya çalışmak
zorunda kalırlar. Burada gene meşhur ateşi tutma ve yanma hikayemize dönmüş
olduk. Eğer bir çocuk ateşi tutuyor ve eli yanıyorsa bu hal onun için hiç bir vakit kötü
bir talih değil, bilakis ateşi tutunca insanın elinin yanacağını öğretmiş olması ve bu
sayede ona bir sürü görgü ve tecrübe kazandırmış bulunması bakımından lazım ve
faydalı olan en iyi bir talihtir. Binaneleyh ne olursa iyi olur, yerinde olur ve layıkını
bulur. İşte onun içindir ki en çok arzu edilen şey insanların liyakatlerini
arttırmalarıdır. Yani ateşi tutmanın zahmetli neticeleri olacağını bile takdir
edemiyecek bir hal olan çocukluk devresinden bir an evvel kurtulmağa çalışmalarıdır.
Taki onların elleri artık yanma afetinden masun kalsın! Bundan çıkan netice gene şu
oluyor ki iyi telakki edilen talihlerin kazanılması da tekamül yolunda, vicdanın sesine
uyularak gösterilecek iradi cehit ve gayretlerin derecesine bağlıdır. Ve bu hakikatin
bilinmesinin bu bakımdan da insanlığa çok büyük faydası olacaktır kanaatindeyiz.
MUKADDERAT KARŞISINDA VARLIKLARIN CEHİT VE
GAYRETLERİNİN MANASI
KADRİ: 17 – 6 – 1949
<< Sarfedilen emeklerin mahsulü, ona verilen kuvvetle mütenasip bir
şekilde netice verir. Hiç bir emek neticesiz ve mahsulsüz kalmaz. Şayet bu netice
az olursa azlık yapılan himmetin eksik kalmasından, yahut bulunduğu muhite
uygun olarak seçilmemiş olmasından ileri gelir. Bu sebepler aranır ve bulunursa
ya kuvveti arttırmak, ya muhiti yapılan emeğe uygun düşecek bir yerde
hazırlamak daha iyi netice verebilir.
<< Dünyada hiç bir şeyin neticesiz kalmayacağına inanmış olan insanların
daima, yaptıkları işi iyi düşünerek boşuna bir emek haline inkilap etmemesi için
kuvvetlerini verimli bir sahaya hasretmeleri hem etraflarını, hem kendi
emeklerini şuurlu bir duruma sokmaları ellerinin boş kalmamasını intaç eder.
Bunun için insan, kendi muhitine en müsait olacak tarzda kendi hareketini
tanzim ile mükelleftir. Bundan aldığı neticeye göre de hareketinin ya şeklini, ya
istikametini tebdil ederek ve daima islaha doğru adımlar atarak hem atrafını
müstefit kılmağı, hem de istikbale giden yolu temizlemeği daha dünyada iken
başarır. >>
***
Mukadderat ve Cehit 139
KADRİ: 24 – 6 – 1949
O halde bu acı ve felaketli hayata o layık olmamak lazım gelirdi. Yani burada
sebepsiz, illetsiz bir netice mevcut. Hak edilmemiş kötü bir akibet var.
Hayır. İşte bir tek hayatı ele alırsak burada bu adamın halini izah edici hiç bir
hareketini tesbit edemeyince illiyet prensibi hakkında yanlış hükümler verebiliriz,
mukadderat ve icabat mevzuunu hatalı yollarda tefsir ve tariflere tabi tutmağa
kalkışırız. Fakat işi biraz derinleştirdikten sonra görürüz ki bu adamın bildiğimiz
hayatındaki bütün iyiliklerine rağmen, bilmediğimiz bir hayatında kendisine bu
akibeti hak ettiren veya bu akibete onu müntaç kılan halleri mevcuttur. Ve o adam o
geçmiş hayatının neticelerinin izlerini ruhundan silebilmek için bugün bu güç ve
tehlikeli durumu ile büyük bir fırsata kavuşmuştur. Eğer burada nefsinden fedakarlık
yapabilip, vicdanının emrini yerine getirerek hareket etmişse bu fırsatı kaçırmamış ve
yeniden bir hüsran içine düşmemiş, yani hayat imtihanında muvaffak olmuş sayılır.
Demekki o, böylece büyük bir hayat imtihanı ( epröv ) ile bugün karşı karşıya
bulunmaktadır. Ve bu imtihandaki muvaffakiyet derecesine göre gerek kendi
vicdanına ve gerek lazım gelen makamlara ruhunun kudret ve liyakatini isbat
edecektir.
Keza bazı adamlar vardır ki bunlar geçim yüzünden meslek edindikleri bazı
işlerin icabatına uyarak ister istemez adam öldürüp durmak zorunda kalırlar. Cellatlar
gibi. Bunların da bu vazifelerini hüsnü ifa etmeleri ilerde elbette kendilerinin yüzlerini
güldürecek neticeler doğurmıyacaktır. İşte bunlar da dünya hayatının kendilerine
bahşettiği imkanlar dahilinde ruh kudretlerinin kifayeti derecesini vicdanlarına karşı
isbat etmek fırsatı ile karşı karşıya bulunmaktadırlar. Eğer bu kudretleri henüz kafi
değilse bu vazifelerini seve seve ve belki de mukadder bir iş diye yapacaklar, boyuna
adam öldürecekler. Ta ki onlarında kötü akibetleri gelsin ve onun azaplarını çeke çeke
ruh kudretleri yükselsin. Ondan sonra gene böyle çetin bir hayat imtihanı ile
karşılaştıkları zaman vicdanlarını bu karışık vazifelerinin üstünde tutsunlar ve artık
kötü bir vazifeşinas olmaktansa hayırlı bir vazife kaçkını olmağı tercih edebilecek bir
görgü seviyesine varmış olduklarını iç varlıklarına karşı isbat etmiş olsunlar. İşte bu
da bir hayat imtihanının muvaffakiyetle bitmiş şeklidir.
Şu halde hayat imtihanları, bir bakımdan ruhun ebedi hayatının geçmiş
safhalarından bir parçasının icabı, neticesi olduğu gibi, diğer bir bakımdan da gelecek
hayat safhasının mukadder olacak akibetlerinin hazırlanmasının da birer vasıtası
olmaktadır. İşte insan dünyaya böyle imtihanlarla yani eprövlerle karşılaşmak için
gelir ve hayatın güçlüklerini de bu imtihanlar karşısında kaldıkça idrak eder. Kıymetli
dostumuz Kadri aşağıdaki tebliği ile bu hususta bize ne kadar güzel fikirler veriyor!
Mukadderat ve Cehit 143
KADRİ: 4 – 6 – 1947
KADRİ: 21 – 5 – 1947
<< Ben başta ne dedim? Hata, sizin her gün karşılaştığınız, başınızı her
gün vurduğunuz ve vuracağınız bir taş dedim. Hata bir yol göstericidir. Sizin
vicdanınızı ve ruhunuzu parlatıcıdır. Fakat dediğim şekilde hatadan istifade
ederek doğru yolu görmek ve
144 Mukadderat ve İcabat
<< B.R. – Bir insan iyi maksatla bir işe teşebbüs etse fakat o işte bir hata
yapmasının muhtemel olduğunu da düşünse ve o işi yaptıktan sonra da hata
tahakkuk etse o insan mesul müdür?
<< Kadri – Bilirse o işi yapmaması lazım. O işe neden girdi?
Mukadderat ve İmtihan 145
F: 10
146 Mukadderat ve İcabat
(*) Bu kelimenin aslı << REİNCARNASYONİSME >> dir. Biz dilimize bu şekilde takdim ediyoruz.
148 Mukadderat ve İcabat
daha üstün bir dünya hayatına geçmesi daima mümkündür. Zira burada gaye,
bedenlenme değil, ruhun tekamülüdür. Ve tekrar bedenlenme de bu tekamülün ancak
bir vasıtasıdır. Keza bir mektepte dördüncü sınıfa geçmiş bir talebe artık o sınıfın malı
olmuştur. Onun bir daha tekrar üçüncü sınıfta okumasına ne lüzum, ne de ihtiyaç
vardır. Tıpkı bunun gibi herhangi bir dünya hayatını muvaffakiyetle ikmal etmiş bir
insan da onu müteakip hayatında muhakkak daha yüksek bir hayat seviyesinde
gelecek ve hayatına, geçen hayatında bırakmış olduğu noktadan başlıyacaktır. Yani
tekrar bedenlenmede, buna benzerliği düşünülebilen tenasühde olduğu veya tasavvur
edildiği gibi bir hayatında insan, müteakip hayatında arı, ondan sonra bir ot parçası
olarak dünyaya gelmek gibi sakatlıklar yoktur. Ve bu bakımdan da tekrar bedenlenme
ile tenasüh arasında hiç bir münasebet yoktur. Tekamülde nasıl, ruh kazanmış olduğu
bir ileri merhaleden asla geri dönmezse, tekamülün bir vasıtası olan tekrar
bedenlenmenin de ilerlemiş hayatlardan geri hayatlara dönmesi öylece yersiz ve
manasız bir iş olur.
Varlıkların hayatı mütemadi bir yükselişin ifadesi olduğuna göre, ve bir tek
dünya hayatı da kainatta çok kısa ve mahdut bir tekamül safhasının bir parçasından
ibaret bulunduğuna göre, ebedi tekamül yolculuğunda insanın yalnız bir tek dünya
hayatında yaşaması icap ettiğinden bahsetmenin ilmi bir dayanağı ve makul bir sebebi
ve izahı mevcut olamaz. Hele bir sürü hayat hadisesinin de en makul ve tatmin edici
izahları ancak tekrar bedenlenme hakikatine dayanarak yapılıp dururken herhangi bir
sebeple yerleşmiş kabli hükümlerin tesirleri altında israrla tekrar bedenlenmeği
reddetmek doğru bir hareket olmaz, kanaatindeyiz.
Şimdi yeniden bedenlenmenin mukadderat bahsile olan ilgisine temas
edeceğiz. İlerlemiş ruhlardan almış olduğumuz bütün tebliğat, dünya hayatında geçen
hadiselerin geçmiş hayatlardaki fiillerin neticelerine göre taayyün etmekte olduğuna
dair bir çok açık izahatla doludur.
ŞEM’İ : 4 – 3 – 1948
<< Siz evveldenberi yapılması icap edenlerin derin bir lakaydi içinde
ihmalini kabullendiniz. Vardığınız netice de bu günkü ahvalinizdir. Öylemi? >>
kikatte bu hayatımız, geçmiş hayatımızın bir devamı olduğuna göre, eğer geçen
hayatımızı inkar edersek bu hayatımızın mühim bir çok hadiseler bizim için izahsız,
sebepsiz ve hatta manasız kalır. Bu da dünya hayatının esrarlı perdesini gözümüzün
önünde biraz daha kalınlaştırır, ve yetişkin bir insan şiarına uymıyan bazı hatalı
düşüncelere bir kısmımızı sürükler. Böylece bazısı insanın üstün bir kuvvetin tesiri
altında cansız bir makine gibi, yani şahsi hiç bir irade eseri göstermeden sürüklenip
gittiğini, bazısıda bu gibi bahislerin üzerinde hiç düşünmemenin daha iyi olacağını
sanıp oradan, buradan esen çeşitli cereyanlara kendisini tam bir ataletle ve bilgisizlik,
anlayişsizlik karanlığı içine gömerek takılır. Ve nihayet bazısı da her şeyi tabiat
hadiselerinin kör tesadüflerile izaha kalkışarak işin içinden bir türlü çıkamaz ve o
hadiseler karşısında mezbuhane bir şekilde çırpınıp durur. İşte bütün bu şaşırtıcı ve
tatmin etmekten uzak kanaatler, varlıkların yalnız bir tek dünya hayatında yaşadığını
kabul etmek hatasından doğmuş bulunmaktadır. Bu da yukarıda verdiğimiz hizmetçi
misalindeki gibi, sefaletin sebeplerinin bulunamamasında amil olan görgü ve
tecrübesizliğin bir neticesidir. Tekrar bedenlenmenin hakikati inkar edilirse insan
hayatına arız olan bir çok illetlerin sebepleri bulunamaz ve mukadderat mevzuununda
bir çok noktada anlaşılabilmesi imkansız hale gelir. Mesela geçmiş hayatını baştan
başa hasisiliğin en koyu şekilleri içinde itmam etmiş bir insanın tekrar dünyaya
gelmezden önce hasislikten mütevellit ruhi kusurlarını izale edici veya izale edilmiş
olduğunu isbat edici imtihanlarla dolu şimdiki hayat planını takdir ve kabul etmiyecek
kadar eğer geçmiş hayatını inkar edersek bu planın icabı olarak onun bu son hayatında
dünyada mütemadiyen karşılaşacağı mahrumiyetlerin, maddi hüsranların ve
sıkıntıların manasını, sebebini bir türlü anlıyamayiz, bulamayiz. Ve bunun neticesinde
de o adamın bu hayatını keyfe bağlı bir hükmün neticesi olarak ele alırız ve bundan da
bazılarımız Haşa, Allahın adaletsizliğinden, bazılarımızda sebebinden sual olunmıyan,
ezelde çizilmiş bir kaderin zalimane cilvelerinden bahseder. Halbuki iş ne öyledir, ne
de böyle.
Görülüyor ki tekrar bedenlenmenin mukadderatle çok sıkı ve onu bir çok
cihetten izaha yarayici münasebetleri vardır.
MUKADDERAT – İCABAT VE TEKAMÜL
yıtsızlık yüzünden yeni hazırlanmakta olan ıztırap ve azaplarına düçar olmaktan asla
alakoyamaz. Hele bu kayıtsızca hareketler, sinsiden sinsiye kötülüğü hissedilerek
yapılıyorsa!...
Her insanın dünyada yapmış olduğu işlerin daima iyi veya kötü bir neticesi
mevcuttur. Bu hakikat evvelce bahsettiğimiz illiyet prensibinin tekamül babındaki
zaruretlerini bize öğretir. Tekamül yolunda yürürken hiç bir hareketin ve isteğin
neticesiz kalmıyacağını spatyomdan kıymetli tebliğlerile bizleri aydınlatan bütün ruh
dostlarımız müttefikan beyan ve ilan etmektedirler. Bunun aksini hiç bir ruh şimdiye
kadar bir defa bile söylememiştir. Okuyucularımın çok iyi tanıdıkları muhterem Kadri
dostumuzun bir tebliğini naklediyorum:
KADRİ: 12 – 4 – 1948
<< En küçük bir hareket bile birkaç sene sonra muhakkak eserini
gösterecek mühim bir işin başlangıcını teşkil etmektedir. Hiç bir kuvvet dünyada
ne sebepsiz, ne de maksatsızdır. Bir tek adım atılırken dahi bunun bir gün
mutasavver bir kaderin tecellisi için sarfedilen bir emek olduğunu kabul etmek
lazımdır. Bu kadere ( yani ilahi irade kanunlarının icabatına B.R ) giden
yollardaki çiçekleri çiğniyerek atlamak, yahut yanından dolaşıp biraz zahmet
ihtiyar etmek sizin elinizdedir.
<< Ne olursa olsun, hüsnü nüyetin, insanların felahı ve necatı için en
kıymetli ve en kestirme bir yol olduğuna inanmak icap eder. Hüsnü niyet olunca
kin ve intikam ortadan kalkar, kötülük maksatları tamamen silinir. Yaptığınız
işin neticesi bazı icaplarla kötü de olsa o zaman siz bu işten her zaman kendinizi
tebrie etmek imkanını kazanmış olursunuz. Kıymetli varlıklar doğruların
yardımında bulunmaktadırlar. İnsanlar, hareketlerinin mükafatlarile
hemahenk, kötü işlerindeki cezaları ile de müşterektirler. >>
M. MOLLA:
<< Siz buraya ( yani spatyoma B.R ) her şeyinizle gelirsiniz. Yani iyinizde
kötünüz de beraberinizde… Bundan anlayiniz ki olması mümkün olduğu
kadarsınız. İsteğinizi hayatınızda iken tayin ve tesbit ediyorsunuz. Burada da
ona göresiniz. >>
derecede bir çok kısmı insanın şuur ve idrakine sığmıyan illetler, neticeler sımsıkı
bağlı oldukları halde birbirlerini kovalayıp dururlar. Ve hiç süphe yoktur ki bütün bu
illetleri ve neticeleri hazırlıyan gene insan oğludur. Ve işte ilahi adaletin de insan
kafasının alamıyacağı şümul ve vüsat içindeki sonsuz tezahürlerinin çok küçük bir
numunesi de budur.
Demekki, bir anlık, bir saatlik, bir günlük, bir haftalık, bir aylık, bir senelik ve
nihayet bir ömürlük hayatın sayısız hadiseleri vardır. Ve bu hadiseler gene çeşitli illet
ve neticelerin nizamı altında vukua gelir. Bu illet ve neticeler insan kafasının
almıyacağı şeylerdir. Bütün bu olaylar ilahi irade kanunlarının ahkamı altında
şaşmadan akıp gider. Bu bir hakikattir, ve kafasını iyice yorarak işletmiş, bu husustaki
tecrübelerini ilerletmiş varlıklar bu hakikat ne kadar bedihi ve aşikar ise henüz bu
işleri düşünebilmeğe vakit bulamamış insanlar için de anlaşılabilmesi o kadar güç ve
kafa yormağa değer bir mevzudur. Esasen şu da vardır ki hangi hakikatin peşinde
koşulursa koşulsun, müfekkireyi çelik düşünce mengenesinden o yolda geçirmedikten
sonra insanın aradığı hakikate varabilmesi de mümkün değildir. Bununla beraber
hakikat aşkı kuvvetli bir illet olarak insan ruhunda meknuz bulunmaktadır. Onu
söndürmeğe hiç bir varlık muktedir değildir. Çünkü o, ilahi bir illettir, yani
mukadderdir. Değiştirilemez. Şu halde bu gün şu veya bu sebepten bir illetin neticesi
tezahür etmiyebilir. Fakat ergeç bu netice, yani insanın hakikat araştırma yolundaki
faaliyeti kendisini gösterecektir ve o zaman insan ilahi yoldaki yürüyüşlerine, yani
tekamülüne evvelki ile ölçülemiyecek bir süratle atılmış olacaktır. Ve bu da bir
kaderdir. Çünkü illiyet prensibinin bir icabıdır.
Bu hakikate ermiş, tabiatın bu büyük ilahi kanununa boyun eğmesini öğrenmiş
her insanın yaptığı her işte elbette bir talih, bir saadet ve bir isabet olacaktır.
Büyük dostumuz Kadri bu hususta şunları söylüyor.
KADRİ: 17 – 6 – 1949
<< Sarf edilen emeklerin mahsulü, ona verilen kuvvetle mütenasip bir
şekilde neticelenir. Hiç bir emek mahsulsüz ve neticesiz kalmaz. Şayet bu netice
az olursa bu azlık, yapılan himmetin eksik kalmasından, yahut bulunduğu
muhite uygun olarak seçilmemiş bulunmasından ileri gelir. Bu sebepler aranır ve
bulunursa ya kuvveti arttırmak, ya muhiti yapılan emeğe uygun düşecek bir
yerde hazırlamak daha iyi netice verebilir.
<< Dünyada hiç bir şeyin neticesiz kalmıyacağına inanmış olan insanlar
daima yaptıkları işi düşünerek boşuna bir emek haline inkilap etmemesi için
kuvvetlerini verimli bir sahaya hasrederler
156 Mukadderat ve İcabat
ve hem etraflarını, hem kendi emeklerini şuurlu bir duruma sokmak suretile
ellerinin boş kalmamasını temin ederler. Bunun için insanlar kendi muhitlerine
en müsait olacak tarzda kendi hareketlerini tanzim ile mükelleftirler. Bundan
aldıkları neticelere göre ya şeklini, ya istikametini tebdil ederek ve daima islaha
doğru adımlar atarak hem etraflarını müstefit etmeği, hem de istikbale giden
yollarını temizlemeği dünyada iken başarmış olurlar. >>
ile kör eden beşeriyet ancak siz ve sizin gibiler sayesinde – belki kendilerini bir
kaç adım ötede bekliyen – uçurumdan kurtarabilecektir. Yeter ki size bu vazife,
bu yüksek ilahi vazife verildi sanmayiniz. Bu vazifeye siz LİYAKAT
KESBETTİKÇE, MÜSTAHAK OLACAĞINIZ NİSBETTE peyderpey hail
olacaksınız. Liyakat babında evvelki sözlerim kulaklarınızda kalmış olsa gerek.
Liyakat islahı nefisle kaabil olabilecek bir iştir. >>
Nail olmak istediğiniz nura kavuşmanız için bir taraftan da liyakat sahibi
olmanız lazım geldiğini mükerreren söylemedim mi? Cehit ve gayretinizdir ki
sizi garikı feyzi nur edecektir. Cehit ve gayretsiz hiç bir ilhama ulaşamazsınız.
Ne verilirse liyakatiniz nisbetinde verilir. Buradaki sözlerim emin olunuz ki
içinizden ancak 5-10 arkadaşın liyakat seviyesini aşmamaktadır. Bunları
fevkalade ve dünyada söylenmiş sözlerden farklı görmiyenler henüz maalesef O,
( 5- 10 ) arkadaş seviyesine de varamadıkları için bu iddiaya saplanmaktadırlar.
Esasen bu irşada layık olsalardı bundan istifade yolunu hemen bulacaklar ve bu
nasihatleri zihinlerine, benliklerine nakşedeceklerdi. Onlar burada kendi
liyakatleri üstünde irşat olunurlar da bunu anlamazlar. Zaten lazım olan ilahi
tecelli de buradadır.
<< Size ilk mülaki olduğunuz gün ne demiştik? ( 1 ) << Çün baktığın
miratta kendin görürsün, ancak layık olduğun yolda yürürsün. >> Dememiş mi
idik? İnsan baktığı aynada kendisini göremezse layık olduğu yolu nasıl bulacak?
Diğer bir celsede gene ayni mevzua temas etmiş ve medyomun manzum olarak
söylediği bir sözün sonunda demiştir ki: << Ol ilhamı sizlere sunmağa
amadeyim, yeter ki nuşa ehlonun ben bir badeyim. >>
<< Biz badeyi herkese uzatırız. Onu elimizden layık olanlar alır. Layık
olmıyanlar o badeye elini değdiremez, mahrum kalır.
<< Hiç bir gayeye bir hamlede varmak mümkün değildir. Ancak ehli
idrak olmıyanlar, ehliyetsiz olanlar gayeye bir hamlede varabileceklerini
sanırlar. Ve beyhude uğraşırlar dururlar. Her şeyde bir tedricin ve bu tedriçte
büyük sayü gayretin lazım olduğunu hatırdan çıkarmayiniz. >>
Meçhul bir varlığın bir celsede vermiş olduğu aşağıdaki tebliği gene ayni
mevzu üzerinde bizi derin derin düşündürüyor. Ve burada da gene insan
tekamülündeki süratlenme veya yavaşlama mevzuu üzerinde mukadderin hangi
yollardan tahakkuk ettiği hakkında açık fikirlerle karşılaşıyoruz.
<< Allah… Büyük Allah. Her zaman düşenlere elini uzatır. Bundan en
ufak bir şüpheniz olmasın. Amma bunlar herkesçe takdir ediliyormu ki?…
İnsan oluyor düşüyor da, bu düşmesine sebep olan boşluğunu, körlüğünü
görmüyor da, kendi gözünü kapatmış çanaklarını görmüyor da gene Allaha
isyan ediyor… Allah, diyor, bana yardım etmedi… Allah kimseden yardımı
eksik etmedi ki… Yalnız Allaha yalvarmasını, Ona yönelmesini bilmek lazım…
İnsan düşünce Allaha ne kadar candan yalvarırsa yalvarsın bu hiç bir netice
vermez… Yalvarmadan evvel bu sukutun sebeplerini, amillerini bilmek lazım…
Koşan yorulur… Bazan yavaş da gitmek lazım gelir… Yavaşlık bazan temkin
ihsan eder. >>
Cemiyette Şihap dostumuzun celseleri gene kendi tensibi ile bir müddet tatil
edilmişti. Bu tatilin hitamında tekrar kıymetli dostumuza Allahın iznile mülaki
olduğumuz zaman mühim bir kısmı buradaki mevzuumuzu da ilgilendiren bir tebliğ
almıştık. Bu kısımları naklediyorum:
<< Bilirsiniz ki bundan bir müddet evvel geldik ve size dedik ki sizleri bir
müddeti muvakkate için terkeylemek zaruretindeyiz. Evet bu müddet bu gün
burada sona erdi. Ve size saadet ve sevinçle avdet ettik.
<< Görüyor, anlıyor ve memnun oluyoruz ki bu münasebetin inkitaı ve
müddeti tahmin ettiğimiz gibi işinize yaradı. Ve muvaffakiyet temin etti.
Muvaffakiyet temin etti dedikse bunu da mübalağa ile ele almamak lazım gelir.
Haddi zatında pek cüzi, hatta hiç bir muvaffakiyet elde etmediniz. Elde edilen
muvaffakiyet bu sahada değildir. Bir az derlendiniz, belki de toparlandınız… Biz
buradaya avdet ettikse aldığınız bu küçük neticeden dolayi değil, bu yolda büyük
muvaffakiyet elde etmek arzusunu göstermeniz ve bunun için de cehit ve gayret
sarfetmeniz için kafi gelmiştir.
<< İnsan uğraşır, bir ömrü feda eder de gene bir arpa boyu yol gidemez.
Bu muvaffakiyetsizlik değildir. Biz avdet ettikse bu hiç bir zaman siz iyi bir
netice aldınız diye değildir. Buraya avdet ettikse ( ki bundan mesudüz,
müftehiriz ) gene içinizde gördüğümüz, sevdiğimiz bazı alevler, nurlar,
ateşlerdendir. Bu sözümüzüde gene lehinize istismar etmeyiniz. Alev tabiri bir az
fazla olacak. Buna kıvılcım diyelim. İçinizde, ne yazık ki içinizden bir kaç
arkadaş içinde bir az kıvılcım gözüküyor. Avdet ettikse bu kıvılcım için avdet
ettik. Bu kıvılcım, bir az evvel söylediğim gibi mübalağa ile ele alınmamalıdır.
Fakat küçümsenmemelidir de.
Mukadderat ve Tekamül 161
<< Herkes kendi ektiğini biçer. Bunu ben size söyledim. Ekiniz. Bunlar
tomurcuk açacak. Meyvelerini toplıyacaksınız. Burası ( Ruh alemi B. R. ) O
tomurcukların canlandığı yerdir. Sizlerin meyvelerini ben de görmekle şeref
duyacağım. Her yaptığınızın izleri birer ok gibi burayada aksediyor. Ben onların
iyi tesirlerini gördükçe seviniyorum. Size gelmemin sebebi de budur. >>
Sözümüze devam etmezden evvel yukarki tebliğde adı geçen bir noktanın
izahının yapılasına lüzum görüyorum. Muhterem dostumuz Şihabın söylediği gibi,
hakikaten bir insanın hayatından, istikbaline ait küçük bir parçayi evvelden herhangi
bir suret ve tarzda keşfetmiş olması onun bütün hayatının ezelden noktası noktasına
ve değişmez bir şekilde taayyün ve takdir edilmiş bulunduğunu asla göstermiş olmaz.
Burada cereyan eden hadisenin çok manalı ve şayanı dikkat sebepleri ve zaruretleri
vardır.
164 Mukadderat ve İcabat
Bazı anlarda bazı insanların ruh hayatı hakkındaki imanlarını biraz daha
takviye etmek lüzum ve zarureti hasıl olur. Mesela ruh kudretlerine, ve bilhassa fena
bulmıyan ve madde ötesinde de baki olan ve maddeye tasarruf eden bir ruh varlığı
hakkındaki duygu ve bilgileri insanlar arasında yaymak icap eder. Bu ilahi bir
vazifedir. Ve bu vazifeyi bilerek bilmiyerek bir çok varlıklar kabullenir.Ve ayni
maksat ve gaye ile müşterek ve muntazam bir plan dahilinde bu vazifede gene kendi
serbest ruh hallerindeki irade ve muvaffakiyetlerile rol almış bulunan bütün varlıklar
bir nizam ve tertip dahilinde faaliyete geçerler. Bu faaliyete iştirak eden her
derecedeki ruhlarla birlikte insanlar da bulunur ve her varlığın ancak kendi kudret ve
imkanları nisbetinde işler görülmeğe başlar. Bu vazifeler ilerlemiş ruhlar tarafından
tamamile bilinerek yapıldığı gibi, basit ruhlar ve insanların hemen hemen hepsi
tarafından bilinmeden – insan varlığı halindeki bağlı şuur ile idrak edilmeden – adeta
otomatik bir tarzda ifa olunur. Fakat buradaki otomotizma dünya görüşüne nazarandır.
Hakikatte bu insanların serbest ruh hallerindeki iradeleri ve çoğunun idraki bu işde
faal durumdadır.
İcap ve hale göre sayısız şekil ve tarzlarda görülen bu vazifelerden birisi de
istikbale ait mizansenler tertiplemek ve o mizansenler hakkında evvelden insanları
haberdar ederek müstakbel hayata onların inanmasını sağlamak gibi faaliyetlere
aittir.Yani yardımcı ve ilerlemiş ruhların da yardım ve iştiraklerile bazan insan ruhları,
insan varlığı halinde iken bilmeksizin serbest ruh halile ilahi irade kanunlarının
icaplarından istifade ederek bazı hadiseler tahayyül ederler. Onların tahayyül ettikleri
bu hadiseler ilahi irade kanunlarının vereceği imkanlar dahilinde tahakkuk edecektir.
Bunlar birer mizansendir. Bu mizansenler hazırlandıktan sonra asıl maksada geçilir.
Yani bu hazırlanmış parçalardan bir kısmını icabı hale göre ve muhtelif vasıtalarla
insanlara duyurmağa, bildirmeğe sıra gelir. Bu da ya bir telepati yolu ile, ya bir
falcının sansitif’lik kaabiliyetinden istifade edilerek veyahut da alelade bir rüya
içinde, istifadesi bahis mavzuu olan insanlara yarı müphem, yarı vazıh veyahut çok
net ve açık bir surette gösterilir. İşte bunu gören insanların bu imajlarda veya
mizansenlerde yaşaması ile bir insanın hayatının herhangi geçmiş bir safhasında
yaşıyarak onu görmesi arasında hiç bir fark yoktur. Zira bunlardan ikincisi evvelden
içinde yaşanmış bir vakadır. Tıpkı bunun gibi birincisi de gene ruhlar tarafından şu
veya bu maksatla tertipedilmiş olduğundan onun da içinde evvelden yaşanmış
demektir. Netekim burada güdülen maksat hasıl olduktan sonra bu mizansenler de
tarihe karışıp mazinin bütün diğer hadiseleri gibi unutulup gidecektir. Fakat bütün bu
işlerin neticesinde maksat hasıl olacak ve bir sürü ve belki de milyonlarca insan bir
çok şeyler öğrenecek, bir çok şeyler duymağa başlıyacak, hülasa tekamülleri yolunda
biraz daha süratle ilerleme fırsat ve imkanlarını kazanacaktır. Müdekkik olan ve ruh
mevzuları üzerinde araştırmalar yapmak
Mukadderat ve Tekamül 165
külfetinden çekinmiyen insanlar bu nevi tertipler dahilinde bir çok insanın yetişmekte
olduğunu görmekten hiç bir vakit hali kalmamıştır. Bu fikri biraz daha açmış olmak
için bir misal vereceğim:
Birisi rüyasında kuyuya düştüğünü görüyor… Ertesi günü bunu heyecanla
etrafındaki bir kaç kişiye söylüyor. Kendisini sevenler bir kaç gün ihtiyatlı
davranmasını tavsiye ediyorlar. Fakat o gün rüyayı gören adam sokağa çıkıyor
duraktan henüz kalkan tramvaya atlamak isterken eli boşanıyor, yere düşüyor ve
arkadan gelen bir otomobilin çarpmasına maruz kalıyor, hastaneye kaldırılıyor. İşte
bir vakia ki bunun vukua geleceği bir gece evvel rüyasında sembolik bir imajla
kendisine bildirilmişti. Burada gizli olarak geçen hadise şudur. Bu zatın etrafında
ruhları; ruh hayatına ait imanla biraz sarsılması matlup olan kimseler vardır. Onlara
bu hakikati göstermek için muhakkak bazı hami ve yardımcı ruhların muavenet ve
iştirakleri ile bu zatın serbest ruh hali böyle bir mizansen tertip ettiler. Yani yakın bir
zamandan bu zat herhangi bir şekilde ( bunun hiç bir kıymeti yok ) bir ufak kaza
geçirecektir.
Bu kazayi geçirmeği o rüyayi gören insanın serbest haldeki ruhu kabul ve
maksada vüsul için belki de bizzat kendisi arzu etmiştir. Fakat bu kazanın ne günü, ne
şekli evvelden gene o imaj sahipleri tarafından tayin edilmiş olmıyabilir ve ekseriya
da hal böyledir. Fakat bu tertip sırası gelince esas maksada en uygun tarzda cereyan
edecektir. Bu işler olup bittikten sonra, tertibe dahil olan insan ya kendisi veya gene o
tertibe dahil insanlardan başka birisi namına bir rüya görür ve bu rüya bittabi
sembolik olur. Zira esasen tertibin şu veya bu şekilde tahakkuku taayyün etmiş
değildir ki… Fakat burada kararlaştırılan nokta yalnız bir hafif kazanın geçirilmesidir
ve bu kazayi geçirmek vazifesini de rüyayi gören insanın bizzat kendisi kabullenmiştir
( bu kabulleniş de onun tekamülü ile ilgili bir sürü kazançlarına müteveccih icapla
kıymetlenir. ) Rüya etraftakilere anlatıldıktan sonra veya maksat asıl rüyayi gören ise,
rüyayi görenin insan varlığı halindeki şuur ve idrakine intikal ettikten sonra sıra bu
tertibin tahakkuku keyfiyetine gelir. O zat bu tahakkuk işini temin için adeta otomatik
olarak, yani kendisini de bilmeden ( serbest ruh halile bilir ) geçirmesi lazım gelen bir
kazayi araştırmağa başlar. Ve istemediği halde ayakları kazanın olabileceği yerlere
kendisini sürükler. Mesela hızla giden bir tramvaya atlamağa kalkar. Ve her vakit
kuvvetine güvendiği bileğinin de inadına o gün ve o anda gevşekleşiverdiğini görür.
Ve bütün bunların sebeplerini izah edemez, manasız bulur. Bulur amma bunların hiç
birisi manasız ve yersiz değildir. Hepsinin bir maksada müteveccih olduğunu o insan
o zaman idrak edemez. Ve düşer, malum şekilde kaza vaki olur.
Fakat bu kaza böyle olmazdı da başka türlü de olabilirdi: Mesela o zat
tramvaya atlıyacağı yerde o sırada civarda devrilmek üzere bulu-
166 Mukadderat ve İcabat
nan bir duvara doğru koşardı, yıkılacak bir balkon olsaydi o balkonun altına girerdi,
etrafına rasgele palasını savuran bir sarhoşa rasgelseydi onun yanından geçerdi…
Daha çok. Fakat sokağa gizli maksadını yerine getirmek için çıktığı zaman en
münasip olarak karşısına bir tramvay çıktı ve ona atlamak istedi…
Şimdi zahiren cebri görünen bütün bu işler, hakikatte bir maksat uğrunda ve
pek kati lüzum ve zaruretler karşısında tertiplenmiş ve kararlaştırılmış bir tasavvurun
gerçekleştirilmesi hadisesinden başka bir şey değildir. Bu da pek nadir hallerde vaki
olur, yani her vakit herkesin böyle evvelden tertiplenmiş mizansenler içinde yaşaması
zarureti de asla yoktur. Bunlar ancak arzettiğim gibi, bir insanın veya milyonlarca
insanın tekamülü mevzuunda zaruret hasıl oldukça baş vurulacak ve bazı fedakarlıklar
pahasına karar verilecek işlerdendir. Yani ruhun ebedi hayatının mutat zaruretlerinden
değildir.
Keza gene bu tertipten olarak bazan da ölümü haber veren rüyalar veya
kehanetler vardır. Bunların da bir kısmı yukarda söylediğim sebeplere bağlı olduğu
gibi bir kısmı da bambaşka sebepler ve icaplar altında vukua gelir. Bu hususta da,
yani yukarki maksatla ölüm hadisesinin önceden bildirilmesi mevzuundada bundan
sonraki bahiste tamamlayici bilgileri takdim etmeğe çalışacağız.
Fakat, dediğimiz gibi bir insan tarafından vaki olan istikbale ait keşiflerin
bütün izahını yukardaki tek misalin içinde bulmağa çalışmak elbette doğru olmaz.
Bunun yanında daha çoğunu bilemediğimiz bir sürü diğer hallerde vardır ki bunlar,
yukardaki misalde gösterilen şekilden bambaşka manzaralar arzeder. Bilhassa
hadiselerde hakim olan determinizma prensibi göz önünde tutulursa bir çok
hadiselerin evvelden aşağı yukarı taayyün etmiş olabileceği de kolaylıkla anlaşılır.
Mesela çürük olduğu bilinen bir ipe sarılarak bir kulenin tepesinden aşağı sarkmağa
hazırlanan bir adamın aşağı düşüp parçalanacağından bahseden bir insanın bu keşfine
hiç de hayret edilmez. Demekki hadiselerin birbirine zincirlenmiş neticelerine
vukufun artışı nisbetinde, gelecek hadisat hakkında isabetle keşiflerde bulunmak
pekala mümkün olabilir.
Diğer taraftan serbest ruh halindeki bir varlığın vukuf derecesinin bağlı bir
şuur halinde bulunan insan ruhundakine nazaran çok ilerde olduğu da malumumuzdur.
Şu halde bir insan bazı şartlar altında ruhunun serbest kaldığı zamanlarda böylece
zincirlenmiş ve bu yüzden tahakkuk yoluna girmiş bazı hadiseleri söyler ve bunlar da
zamanı gelince doğru çıkarsa Şihap dostumuzun yukarda dediği gibi bu halin hiç bir
zaman ezelden takdir olunmuş bir mukaddere delil sayılması doğru olamaz. Esasen şu
da var ki her kehanetin mutlaka doğru çıkması da mümkün görünmüyor. Keşfolunan
şeyler gene determinizma prensibine göre aşağı yukarı tahakkuk yoluna girmiş
bulunanlardır.
Mukadderat ve Tekamül 167
***
Şu halde insan, hayatının topyekün seyrinde değil, adım adım her safhasında
değişmez tabiat kanunalarının her türlü icabatından muhtelif yollarda istifade etmek
zaruretindedir. Bu kanunlardan istifade etmek demek o andaki tekamül ihtiyaçlarını
karşılamıyan herhangi bir kanunun icaplarını tekamülüne daha elverişli başka bir
kanunun icapları ile tebdil veya tadil etmek cehit ve ve faaliyetini göstermek
demektir. Mesela bir insan yolda koşarken önüne bir uçurum çıksa elbette yolunun
istikametini değiştirmek istiyecektir. Zira bunu yapamadığı anda onun uçuruma
yuvarlanıp parça parça olması işten bile değildir. Fakat o adamın bu yola çıkması
önüne çıkan bir uçurumun içine yuvarlanıp parçalanması için değil, muayyen bir
hedefe ulaşması içindir. Gaye bu olunca onun bu uçuruma dosdoğru koşarak yoluna
devam etmemesi, ve o uçurumun kenarından dolaşmak üzere yolunun istikametini ona
göre ona göre tayin etmesi lazım gelir. Ve bütün bu işler ancak, onun gayesine
ulaşmak arzu ve iştiyakı ile kendi isteğine göre tayin ve intihap edeceği hareket
tarzlarının birer neticesidir. Yani eğer o insan orada o anda hedefini unutur veya
herhangi bir cazibenin veya düşüncenin tesiri altında yolunu değiştirmek istemezse
uçuruma doğru da koşarak düşebilir. Ve gene eğer ne pahasına olursa olsun o insan
hedefine ve gayesine ulaşmak isterse ve bunun için de uçurumdan uzaklaşması lazım
geldiğini takdir ediyorsa her türlü güçlüğü göze alarak bütün maniaları aşmak
gayretile yolunun istikametini kendisine en uygun şekilde seçebilir. Ve hatta bunun
için de kendisine yukarlardan layık olduğu her türlü yardım yapılır. Dikkat edilirse o
168 Mukadderat ve İcabat
adamın burada yapabileceği işlerin her ikisi de adım adım ancak, muhakkak surette
ilahi irade kanunlarının icabatına tevafuk etmek suretile tahakkuk edebilir. Burada
görülüyor ki o ne yaparsa yapsın, yaptığı hiç bir iş ilahi iradenin dışında değildir ve
olamaz. Yalnız, ilahi irade yapacağı, bütün işlerde ona sonsuz bir faaliyet serbestliği
bahşetmiştir.
Kainatta tahakkuk eden ilahi irade kanunları, ruhların tekamülleri için
hazırlanmış ilahi yolların istikametlerini çizer. Bu kanunların icaplarından ne kadar iyi
ve yolu ile istifade edilirse varlıkların tekamül yolundaki yürüyüşlerinin hızları o
kadar artar. Bir kanunun icabını hiç bir varlık doğrudan doğruya değiştirmeğe
muktedir değildir. Ancak her kanunun icabı başka kanunların icaplarından
faydalanılarak tadil veya tebdil edilebilir. İşte insanların iradelerinin serbest olarak
kullanılması ifadesinin manası bu noktaya matuftur.
***
İnsanlar tabiat kanunlarının icaplarından istifade ederek etraflarında birtakım
tabiat hadiselerini vücuda getirirken taşıdıkları niyetin iyiliği veya kötülüğü onların
mesuliyetlerini tayine medar olan birer faktör haline girer. İyi niyet ve halisane
maksatlarla yapılan işler ( ki bunların her biri ancak tabiat kanunlarından birinin veya
diğerinin icabatına uyularak yapılabilir ) İnsanın, tekamül yolunda erişeceği muhtelif
merhaleler arasındaki mesafeleri kısaltır. Buna mukabil kötü niyet ve maksatlarla
yapılan işler de insanın önüne bir sürü uçurumlar ve engeller çıkarır. Bununla beraber
insan o suretle de hareketinde tamamile serbesttir. Ve ilahi yoldadır.
Binaenaleyh akıllı insan o kimsedir ki bilmediği sonsuz tabiat kanunlarını
tedrici ve müterakki şekilde kısım kısım ve iyi niyetlerle kendi istifade sahasına
koymak için mütemadiyen cehit ve gayret sarfeder. Onlar hakkındaki bilgi, görgü ve
tecrübesini arttırmak gayesile her an çalışır. Yukarlardan alacağı yüksek ilhamları,
irşatları bir nimet telakki eder ve hemcinsleri için fedakarlık yapmaktan bir an bile
çekilmez. İnsan bu faaliyetinde tam bir iyi niyetle, temiz bir kalb ve düşünce ile cehit
ve gayret gösterdikçe mesut mukadderatını bizzat kendisi hazırlamış ve yüksek
tekamül gayelerine ulaşmanın, yani tam manasile Allaha yönelmenin imkanlarına
daha kısa yollardan varmış olur. İşte görgü ve tecrübenin lüzum ve faydalarından
birisi de bu suretle izah edilmiş olur.
***
Her dünyanın, her alemin kendine mahsus kanun ve icapları vardır. İşte o
dünyanın ve alemin şartlarile hayatını birleştirmiş bir varlık o
Mukadderat ve Tekamül 169
şartları tayin eden kanun ve icaplara uymak suretile oranın nizam ve ahengi içinde
yaşamağa mecbur ki bu mecburiyet de mukadderin başka bir cepheden tezahürünü
meydana koyar. Mesela dünyamızın kesif maddelerine bağlanmış bir insan
yeryüzünde hiç bir zaman ziya süratile mesafe katedemez, ölümden kendisini
kurtaramaz… İlh. Fakat böyle zaruri haller ve mecburiyetler de o varlığın tekamülü
için lazımdır. Ve esasen o lüzum üzerinedir ki o varlık bu dünya şartlarile hayatını
birleştirmek istek ve ihtiyacını duymuştur. İnsan böylece muhtelif alemlerin, muhtelif
kanun ve icapları içinde yaşıya yaşıya büyük kainatın nizamını ayakta tutan ilahi irade
kanunlarına tedricen uymanın yolunu bulacak ve bunda muvaffak olduğu nisbette de
kudretlerini arttıracak ve Allah sevgi ve duygusunun ruhundaki inkişafından doğan
büyük neticeleri idrak etmek bahtiyarlığına erişecektir.
Burada gene mektep misalini ele alıyorum: Bir mektebin muhtelif sınıflarında
muhtelif derslerin ayrı ayrı şartlar dahilinde gösterilen tatbikatı yapılır. Talebeler de
bu birbirinden ayrı tatbik sahalarında rüsuh ve meleke sahibi olmak için ayrı ayrı
sınıflara ve ayrı ayrı ve birbirinden yüksek mekteplere devam ederler. Her yeni
tatbikat devresi geçirilmiş safhadan gelecek daha yüksek ve ileri bir safhaya hamle
alınmış olmasını ifade eder. Ve bu suretle her yeni safha onların tatbikat sahasındaki
kudretlerini arttırır. Bu kudretlerin artışı da onların bilgisizlik, acemilik hallerinden
kurtararak müstakbel hayatlarının emniyetini sağlar. Ve varmak istedikleri gayeye
onları yaklaştırır. İşte dünyaların muhtelif hayat safhalarının mecburiyet ve
zaruretlerini bir mektebin muhtelif sınıflarında tatbik edilmesi zaruri olan derslere
benzetebiliriz. Bu derslere devam etmek kararını vermiş olan bir talebe ister çalışır
ister çalışmaz, ister derslere devam eder, ister etmez fakat mektebini terketmedikçe o
derslere devam veya ademi devamın o mektep nizam ve kanunlarının icap ettireceği
neticelerinden kendisini hiç bir zaman kurtaramaz.
İşte büyük mukadder bahsinin anlaşılması yolunda bizi bir adımlık mesafe
daha ilerleten küçük bir misal. Tıpkı bunun gibi, bir insan da dünya mektebinde
gecesini gündüzüne katarak o mektebin muhtelif sınıflarında, yani hayat safhalarında
geçirmesi zaruri olan dersleri, yani hayat hadiselerini geçirmek ve o hadiselerin içinde
yaşamak zorundadır. Fakat o, bu hadisatın içinde yaşarken ister bir çalışkan talebe
gibi hareket eder ve vicdan yolundaki niyet ve maksatlarına sadık kalarak kendisini bu
maksatlara ulaştırıcı hadiselerden lüzumu derecesinde azami istifadeyi temin etmek
için gece gündüz çalışır ve muvaffakiyetle dünya mektebinin bütün sınıflarını ikmal
ederek oradan diplomasını alır, isterse orada haylaz ve oyunu seven bir talebe gibi
tenbellik yaparak gayelerini unutur ve kendisini eğlenceye verip hayat tecrübe ve
tatbikatında muvaffakiyetsizlikten muvaffakiyetsizliğe düşe düşe senelerce oralarda
170 Mukadderat ve İcabat
sürünür durur. O bunlardan hangisini ister ve hangi yolda çalışırsa akibetini ona layık
bir duruma sokmuş ve o akibeti kazanmış olur. İşte bu kazanılan akibet de onun için
mukadderdir. Demekki iyi veya fena yani vicdani veya nefsani niyet ve amellere göre
mukadderat insanın lehinde de, aleyhinde de her türlü tecelliyat gösterebilir.
Muhterem dostumuz Kadrinin naklettiğim aşağıdaki tebliğinde bu hususa dair çok
kıymetli bilgiler vardır:
<< Bakınız, o büyük alemde, o koca kainat içinde bir zerre tozun
kaybolması kimi alakadar eder? Şayet o bir cevher ise herkes üzülür. Alakadar
olanları çoğalır. Fakat hakikaten toz zerresi ise kime ne?... O zaman o
bocalıyacak, çabalıyacak, nihayet günün birinde bir yere yapışacak ve onun
yardımı ile biraz yol katettikten sonra tekrar boşluğa fırlıyacak, yeniden kendi
kudretinin gösterdiği hedefe doğru hamle edecek, tırmanacak. Bakalım bu sefer
ne olacak? Ulaşacak mı, yoksa kalacak mı? Veya biraz daha ileri fırlıyacak mı?
Kader, nasip… İşte o nasip ki herkese mukadder olduğu kadar müyesser olacak,
içlerinden gelen nurlu cevheri dinliyenlere yolu gösterecek… Eğer o bunu gene
anlamazsa tekrar ayni deveran içinde o alemin kanunlarına uya-
Mukadderat ve Tekamül 171
rak yüksek bir yerden havaya fırlatılmış bir kağıt parçası gibi ağır ağır
sallanarak, senelerce boşlukta boş ve hedefsiz kalacak.
<<Ne öyle, ne de böyle bir kaderin nasip olmasını insanlar için hiç bir
varlık arzu etmez. Fakat bazıları vardır ki bu nasibe kendileri el açar, kucak
açar, koşar, arar ve kendi ayağile kuyusunu kazar. Kolundan çekmek istiyenleri,
kendisine yol göstermek istiyenleri dirsekler, döğer, beni yolumdan alakoymayın
diye… Kim olursa olsun yoluna çıkanları ezer, önüne yatanları çiğner.
<< Hiç bir yüksek varlık en sefil bir varlığın bile bu felakete ulaşmasını
istemez. Bizim alemlerimizde çekilen azapların en büyüğü işte budur. Onları
yollarından çevirmek için çekilen işkenceler, azapların en büyüğüdür. Önüne
yatarız, arkasından koşarız. Fakat ne yapalım? O, dinlemez. Gider, kendisini
zorla kuyuya atar. Arkasından atlarız, elini vermez. İp atarız, tutmaz. Ağlarız,
dövünürüz. Bizi dinlemez. Ne yapalım işte nasip’…>>
Zavallı beşeriyet için, azap içinde bulunan basit varlıklar için bu kıymetli
varlığın çektiği ızdırabın manasını düşündükçe ve o manayı duyabilmek imkanını
kazandıkça çok şeyler öğrenir ve elde ederiz. Bunları birer masal birer ebedi parça
diye dinliyenlerin ve bu sözlerin hiç birine ruhunda en küçük bile olsa bir yer
vermiyenlerin hayatta tepmeleri icap eden daha çok uzun yolları vardır.
Fakat biz bu kıymetli tebliği, inandığımız büyük bir varlık tarafından,
mukadderin candan ve gönülden manasını okuyucularımıza tanıtmak için yazdık. Bu
tebliğ bize, insanın en kötü akibetlerine bile gene kendisinin amil olduğunu ne kadar
açık bir dille göstermektedir!...
Ateş insanın elini yakar, muayyen şartlar altında ateşi tuttuktan sonra ateşin eli
yakmamasına imkan yoktur. İşte bu elin burada yanışı bir mukadderin tezahürüdür.
Zira bu şartlar altında elin yanmaması insanın kudreti dahilinde değildir. Fakat burada
insanın pekala kudreti dahilinde olan bir iş vardır ki o da bu el yanma hadisesine
tekaddüm eder. Bu da elin ateşe temas edip etmemesi işidir. İnsan isterse bu ateşi elile
tutmaz. Fakat tuttuktan sonra da eli yanmaz diyemeyiz. Şunu da unutmıyalım ki
kainatın icapları namütenahidir ve bunların çoğu bizim bilgi ve idrakimizin dışında
kalır. İşte eğer herhangi bir geçmiş hareketimizin bir neticesi olarak bu ateşi de
elimizle zorla tutup elimizi yakma akibetini iyi veya kötü niyetlerimizle kendimize
layık ve nasip kılmış isek bu da olacaktır. Yani ister istemez, hatta farkında bile
olmadan elimizle ateşi tutmamız da zaruri olacaktır. Bu da ayrı bir iştir.
***
172 Mukadderat ve İcabat
***
Yukarki sözlerden de anlaşılacağı gibi tekamül ancak, iradenin serbestçe
kullanılabilmesile ve o nisbette süratlenerek vukua gelir. Bu,
Mukadderat ve Tekamül 175
ilahi irade kanununun çok mühim bir icabıdır. Ve bu itibarla da bunun önüne
kimsenin geçemiyeceğine inanmaktayiz. Her insanın iradesine öncülük yapan bir
tarafı vardır. Bu öncü bazı insanların vicdanlarıdır, bazı insanların da
nefsaniyetleridir. Vicdanlarının, iradelerine öncülüğünü temin edebilecek kudrete
erişmiş olanlar için hayat yolculuğu çok kolaylaşmıştır. Bunların mukadderleri daima
iyidir,parlaktır ve saadet vericidir. İradelerine öncülüğü, nefsaniyetlerine bırakmış
kişilere gelince bunların da bu kötü öncülerinin refakatindan kurtuluncıya kadar kötü
mukadderlerle, acı akibetlerle karşılaşmaları ayrıca bir kader ve nasip olacaktır.
Birinci, yani vicdani yollarda hareket edenler, her adımlarını attıkça önlerinde perde
perde açılan nurlu kemal ufukları karşısında Allaha doğru yükselmenin namütenahi
saadetlerini tadarken kendi kudretlerinin de namütenahi inkişaflarına şahit olacaktır.
Ve bu hal ebediyen inkişaf ederek devam edip gidecek. Acaba bundan daha iyi, daha
saadetli bir kader tasavvur edilebilir mi?... Bu münasebetle kıymetli dostlarımızdan
Mustafa Mollanın bir tebliğini naklediyorum.
***
Mukadderin manası hiç bir vakit kanunsuzluk, nizamsızlık ve gayesizlik
içinde sürüp giden keyfi bir hevesi ifade etmez. Burada hiç bir insan, hiç bir varlığın
akıl erdiremiyeceği şümullü bir ahenk ve nizamın tecellisini görebilmek değil, bir
azıcık sezebilmek için çok yükseklere çıkılmalıdır. Bu yükselişte ne kadar yol
katedersek ilahi irade nizamına vukufumuz o kadar artar. Ve o nisbette ilahi nizam
ahengine intibak etmek kolaylığına mazhar oluruz. Ve nihayet mukadderin ma-
176 Mukadderat ve İcabat
nasına da derece sıhhatle nüfuz etmek imkanını buluruz. İşte bunun içindir ki
varlıkların dünyalara müteaddit geliş ve gidişlerini kabul edebilecek duruma
gelmemiş olanların mukadder hakkındaki hükümleri bu hakikate vasıl olmuş
bulunanlarınkine nazaran çok değişik olabilir. Zira tekamül ve binnetice onun
yeryüzündeki vasıtalarından biri olan bedenlenme ( 1 ) mevzuları, mukadder
mevzuunun cephelerinden bir kısmını izaha yetecek unsurları ihtiva eder. Geçmiş
hayatların yeryüzündeki mevcudiyetini kabul etmekle bu hayatın bir çok iyi kötü
hadiselerinin manalarını daha iyi kavramak mümkün olur ki bu da mukadderin bir
yönden izahını kolaylaştırır. Bundan başka mukadderat gibi kainatşümul bir mevzu
üzerinde konuşmak için ruhlara ve ruhi bahislere ait bilgileri de az çok bir vukufla
gözden geçirmiş olmak lazımgelir. Bedenlenme ( 1 ) ile mukadderat mevzuuna temas
eden dostumuz Mustafa Mollanın bir tebliğini burada zikretmek ihtiyacını
duyuyorum.
MUSTAFA MOLLA:
<< Siz buraya ( 2 ) her şeyinizle gelirsiniz. İyiniz de, kötünüz de
beraberinizde olarak… ( 3 ) Mesağlar bu yolda ( 4 )… Yani anlayin ki olması
mümkün olduğu kadarsınız. ( 5 ) Fakat bir gün gelir de katolunmuş mesafeyi
tekrar dönmek zorunda kalırsınız. ( 6 ) Şöyleki acı ve tatlı her suretle ikinci bir
yolculuk başlar. Ne diyeyim? Acıların acısı budur işte!... Dönmemek elinizde
olsaydi ne ala. ( 7 ) Siz istediğinize tabisiniz. Ve öyle geldiniz ve öyle
dönüyorsunuz ( 8 ) Burada sanki mutlak bir saik vardır ki o sizden öteye
geçmemeğe kadar vermiştir. ( 9 ) İsteklerinizi hayatta tayin ve tesbit
ediyorsunuz. Burada da ona göresiniz. >>
( 1 ) Bedenlenme, reenkarnasyon tabirinin daha doğru bir şeklidir. Ruhların herhangi bir
madde alemine inerek o alemin maddelerinden kendisine bir beden ayırması demektir.
( 2 ) Ruh alemine.
( 3 ) Dünyada iken düşünce amellerinizle kazanmış olduğunuz faziletleriniz ve nemalandırmış
olduğunuz kusurlarınız.
( 4 ) İlahi murat böyledir, mukadder budur.
( 5 ) Siz kendinizi çalışmalarınız, cehit ve gayretlerinizle hangi mertebeye kadar yükselmiş
iseniz onun üstüne çıkamazsınız.
( 6 ) Bir dünya hayatında muayyen bir tekamül devreniz için lüzumlu muvaffakiyeti
gösterememiş iseniz o muvaffakiyeti elde etmek ve zararınızı telafi eylemek için tekrar dünyaya
geleceksiniz.
( 7 ) Siz bir defa ilahi irade kanunlarının muayyen icabatına uymak yoluna düştükten sonra o
icabatın dışına çıkamazsınız. Bu mukadder bir keyfiyet olur.
( 8 ) Siz dünyada kendi isteklerinizi tam bir hürriyet içinde kullandınız ve bu hareketinizin
buradaki neticelerini de orada hazırlıyarak buraya geldiniz. Buradan da öylece buradaki hayatınızın
icabatını hamilen dünyaya döneceksiniz.
( 9 ) Sizin kendi kabli hayatınızın neticeleri muhakkak surette karşınıza çıkacaktır. Bunu
kimse değiştiremez.
Mukadderat ve Tekamül 177
<< Daha samimi ve gayretli olmak şartile her ferdin yürüdüğü yolda –
hatta arzularının fevkinde – büyük rehakar kudretlere vasıl olması neden gayri
kaabil olsun? Bunun, şu neticeyi size ilham etmesini arzularım.
<< İnsanın her zaman büyük bir ruh perişanlığı içinde dolaşması
yüzünden kendini bir bütün kudreti, ve bir bütün azameti içinde hissetmesine
bir türlü akıl erdirememesi, kendisinin egoist ve gayri kaabili telafi, geriletici
duygulara ve fikri sabitlere mahkumiyetini intaç etmekte buluyor. >>
F:12
178 Mukadderat ve İcabat
<< İşte bu öyle bir arzu ki ne ileri, ne geri, fakat daima kendi etrafında
dönüp dolaşan ve hatta varlığından bir çok şeyleri aşındırarak tüketmek üzere
bulunan bir kudretler kompleksinin ufulüne doğru gidiş!
<< İnsanın, yollarını vuzuhla görmesi bu yönden zaruri görülüyor. Her
adımın hesabına muttali olmak vardır. Her yolun gayesine doğru bir içten
emniyet ve huzur duymak vardır. Her anın dolgunluğuna yaslanmış bir varlık
planı dairesinde pür cuşiş bir mevcudiyet saadeti vardır. Amma bütün bunların
ne kadar cılız ve gelip geçici birtakım ihtiraslara feda edilmekte olduğu hakikati,
bunların çok daha fevkinde duran bir keyfiyeti inkara vesile olamaz.
<< Adınızı düşünün. Bir derin ummanın, ihata edilemez bir ufku itilanın
üzerinde uçuş mahluku olan insan, bu, seni bedbaht etmemek için kafi olan
değerindir. Ondaki büyüklüğü, ondaki haz ve ulviyeti sana ancak, senin
kainatının küşade ve intizar halindeki reha ufuklarını getirebilecektir. Onun
için:
<< 1 – Elden verilen hiç bir kıymet yoktur. ( 1) Ve hudutsuzluktan
gelmiyenin sizi hudutsuz bir yolda bir adım bile yürütmesine mecali yoktur. ( 2 )
Bir anın namütenahi parçalarından birine yapışıp kalmak ( 3 ) isteğile sizi, size
rağmen esir eden kör ihtirasa ne diyebilirsiniz? Demekki bir az daha kollarınızın
sıcak zincirlerinden sıyrılarak nur toplıyabilme irade ve kudretine doğru
açılmanız lazım geliyor. İnsan şununla acaiptir:Daima iktifa!...
<< 2 – Alem bir istiğna, bir hudut, bir durak alemi değildir. Eğer alem bir
karar alemi olsaydi asırların getirdiği ve götürdüğü bu dünya safahatinin
gayesini nasıl izaha kaadir olacaktık?
( 1 ) Yani hiç bir cehit göstermeden, istemeden ve çalışmadan hediye edilmiş bir kıymet
yoktur.
( 2 ) Yani, ebediyete, sonsuzluğa inanmamış bir insanın bu imansızlığı devam ettikçe büyük
saadetlere kavuşması mümkün olmaz.
( 3 ) Yani, bir dünya hayatını hayatın gayesi saymak veya dünya ötesi hayatını yalnız dünya
realitesi çenberi içinde mütalaa etmek ve onun üstündeki, beşer idrakinin kavrıyamıyacağı yüksek
realiteleri inkara kalkışmak…
Mukadderat ve Tekamül 179
<< 3 – Fakat bu hazzı bütün vüsati ile idrak etmeniz de hoş bir şey
olmıyacaktır. ( 4 ) Sizi aczinizin kalın yorganları örtecek süratin haz ve
meltemlerinden korumazsa haliniz neye varırdı. Bununla beraber gafletinize
ısınarak, sarılarak kendinizi ne kadar bahtiyar hissediyorsanız nefsinizin bu
bahtiyarlığından öteye bir şeylerin, acaba başka kudretlerin haz ve saadeti yok
mudur, diye de bir an için düşünmeniz icap etmez mi?
<< 4 – İçinizden birile, yeni doğan güneşin ışığı altında ( 5 ) karşılaşarak
konuşmak isterdim. ( Dostum, sıhhatine ve neşene hayranım. Allaha birlikte
şükredelim. Fakat neden bu sabahın temiz ruhaniyetinde böyle derin bir vecde
dalmış gibi dalgın yürüyorsun? Dünkü hesaplarını hala bitiremedin mi? Kasan
dolup boşalıyor. Fakat ne çare ki onun, kendi içinden ve dışından hiç bir haberi
yok. Ve bundan dolayi de sana hakiki değerde bir şey veremiyor. ( 6 ) O halde
sen kasandan ne bekliyorsun? Neyi, hangi bitmezi bu kadar telaşlı bu kadar
yorgunluklara mal olan cehitlerle hesaplamağa koyulmuşsun?
<< Ben sana zamanın üstünde bir değer keşfettim. Onun adı ölçülerin
dışında bir kıymettir ki senden sana doğru her an taşmakta fakat sen onu, yani
kendini bir an istememektesin. Bu kadar yorularak bütün varlığını uğrunda
helak ettiğin, zaman ve mekan içinde mahve mahkum kasanla kıyas kabul
etmiyecek kadar zaman ve mekanın üstünde yok olmıyan ve ebediyen senin olan
asıl kıymetini, yani öz varlığını takdir etmiyor ve istemiyorsun.
<< Çiçekler mülevven nazarlarla yollarının üzerinde sana bakıyorlar.
Kuşlar ve güneş keza… Fakat sen bizzat kendinin sudaki aksinden bile birşey
anlamak fırsatına malik değilsin. Bütün fani realitelere ruhunun sıcak
hakikatlerini feda ederek kollarını açmışsın. Niye acelecisin, niye yorgunsun, ve
neden bunlardan büyük bir alaka ve tatmin duymaktasın?... Sana, seninle
beraber ber şeyin bir gün yok oluvereceğini söylemediler mi? Bir anda ölüveren
insanların dünyaya ait herşeylerini gene bir anda burada bırakıverdiklerini
görmedin mi? ( 7 )
<< Fakat o insan bana ne cevap verecek? Sustuğumu görünce: Bu acaip
suallerinle benden bir karşılık bekliyorsan bil ki sen bir
delisin. Zira üstün olan, beşer fevkinde olan her şey bizim için meçhuldür. Eğer
yolumuza ışık tutan şu adi feneri neden dolayi diye tetkik edersek zannımca
bunda ben daha büyük rol ve ehemmiyet kazanırım, ( 8 ) diyecek.
<< İşte hamdolsun ki böyle bir cevaba hedef olmamak, muhatap
olmamak için hiç birinize rastlamıyorum. Fakat sizden artacak hüsranı
kucaklıyan bizleriz. ( 9 ) Siz günlerinizin ölçüleri ve hayatınızın hesaplarile
müştegil, yorgun ve manalı yaşıyorken bir ölçüsüzlük içinde sizin için ne kadar
yorgun ve bedbahtız. ( 10 )
<< Rabbe yalvarıyoruz. O size arzın solmaz baharını verseydi, ( 11 )
Semanın tükenmez ferahlığını bahşetseydi, ( 12 ) gene ayağınızın altındakileri
kucaklamakta devam etmenizi biz de birlikte kolaylaştırırdık ve siz
mabudunuzun kör ibadetçileri olmazdınız. Ve bu günkü gibi ruhlarınız boş ve
vatanından mahrum kalmazdı. >>
***
Şimdiye kadar söylediklerimizden çıkan manaya göre, her şey ilahi irade
kanunlarının icabatı dahilinde cereyan eder. Dünyada sezebildiğimiz ve,
sezemediğimiz bütün hareketler muhakkak ilahi bir kanunun icabına sığınarak
tahakkuk edebilmiştir. Ve illa hiç bir hareketin tahakkuku değil, düşünülebilmesi dahi
muhaldir. Binaenaleyh yavaş ve hızlı bir revişle Allahın yolunda yürümektedir. Her
şey tekamül yolundadır. Bu yolda biribirinden farklı mesafelerle ayrılmış merhaleler
vardır. Fakat bütün bu merhaleler de gene ayni yol üzerinde ve ayni gayeye yani
Allaha müteveccihtir. Bu bir hakikattir. Kemal ruha ait bir mevzudur. İlahi birer lema
olan ruhlar nasıl olur da yüksele katettikleri merhalelerde Ondan yüzlerini
çevirebilirler?
( 8 ) Yani, güneşin ziyasının, senin söylediğin saçma ve hayali şeylere değil, benim tayin
ettiğim reel mefhumlara hadim olduğu muhakkaktır.
( 9 ) Yani, sizin bu halinizle yarın için kendinize davet etmekte olduğunuz azaplı bir hayatın
acılarını biz daha şimdiden sizin hesabınıza duyuyoruz.
( 10 ) Siz maddelerin, el ile tutulur, ölçülere girer salabetli hallerine dayanarak bunları bir
hayat emniyet sigortası telakki ediyor ve bu yolda didinip duruyor ve bu suretle de hakiki bir hayatta
yaşadığınızı sanıyorken, bu mahdut ölçülerin manasını bilen ve bir ölçüsüzlük diyarının büyük
kıymetleri ve imkanları içerisinde yaşıyan bizler sizin bu gafletinizi görmekle ne kadar üzülüyor ve
bedbaht oluyoruz.
( 11 ) Yani, eğer dünyanız hakikaten idealin bir son merhalesi olsaydi, sizler de orada hakiki
saadetin hakiki sahipleri, ebedi varlıklar olarak kalsaydiniz o zaman biz de sizin oraya bağlanmanıza
çalışırdık ve o zaman siz bu günkü gibi ne yapacağınız belli olmıyan şaşkın ve mütereddit
vaziyetlerden kurtulurdunuz.
( 12 ) Yani, dünyada hiç bedbahtlığı tanımasaydiniz ve hep mesut yaşasaydiniz.
Mukadderat ve Tekamül 181
Buna imkan nasıl düşünülebilir?... Böyle bir düşüncenin bahis mevzuu edilmesi bile
abestir. Maddi manada hiç bir istikamet kabul etmiyen ilahi teveccüh, her yere doğru
ve her istikamettedir. Ve daha doğrusu hiç bir istikamette değildir. Bütün bu istikamet
dışında bir teveccühtür bu!... İnsan ne yaparsa yapsın, ne dilerse dilesin – bilerek veya
bilmiyerek – gene Allaha doğrudur. Cevherini – bilerek veya bilmiyerek – karartsada
parlatsa da gene Allaha doğrudur. Çünkü başka bir yön bahis mevzuu olamaz. İşte
mukadderat mefhumu karşısında tekamül mevzuunun bir manası da budur. Türkiye
Metapsişik Cemiyetinin manevi rehberi olan kıymetli dostumuz Şihap vermiş olduğu
bir tebliğinde çok açık ve her türlü tefsirden müsteğni olarak bu hususta şu hakikatleri
beyan etmiştir:
Yani insanın niyet ve amellerinin neticesinde karşılaşması zaruri olan akibetler, daha
doğrusu bu neticelerin akibeti olan vicdanın aksülamelleri, onun ruhunda her türlü
karanlık hadiseleri, husule getirir. Bu hadiseler onun ruhunda bir kuyu olur, uçurum
olur, azap olur, cehennem olur ve her türlü işkence mevzuu olur. Fakat ne olursa olsun
hakikatte yani ilahi irade kanunları muvacehesinde o gene Allahın yolundadır ve
durmadan tekamülüne devam etmektedir. Yalnız eğer o ıztırap çekiyorsa,
uçurumlardan kuyulardan, işkencelerden geçiyorsa tekamülün bu yolunu seçmiş ve
seçtiği yola düşmüştür. Bu sözün daha ilmi ifadesi şudur: O kendisine layık olan yolu
bulmuştur, fakat bu bulduğu yol da gene tekamül yoludur, ilahi yoldur.
Şimdi kıymetli dostumuz Şihabın tebliğine devam ediyoruz:
İnsan başkalarına fiilen yardım edemiyecek kudrette bile olsa, gene kimbilir
hangi hayatın hangi kötü akibetini çekmek kaderine uğramış bir bedbahtın gözyaşları
karşısında ağlıyabilecek bir kudret gösterirse ne mutlu ona!... Başkalarının
ızdıraplarına – onlar bilsin, bilmesin – iştirak edebilen bir insan kudretli bir varlıktır.
Çünkü o her şeyden evvel diğerkam bir insandır. Bu suretle hareket etmekle o, bu
muzdarip biçareye bilmeden bir çok ruhi yardımlar yapmış olur. Ve bu da ayni
zamanda kendi görgü ve tecrübesini, daha doğrusu ruh kudretlerini arttırıcı avamili
hazırlar. Zira kainatta hiç bir hareket, hiç bir düşünce ( ki o da bir harekettir.) İyi
olsun, kötü olsun neticesiz kalmaz.
Acaba başkalarının ıztıraplarının insanı yükseltici, ruh kudretlerini arttıran
tesiri neden ileri geliyor? Bunun muhtelif yolları vardır ve bunlardan biri de şudur:
Başkalarının ıztıraplarına iştirak eden bir insan bizzat o ıstırabı az çok duymağa
başlar. Halbuki her çekilen ıztırabın ve hele diğerkamlık yolunda çakilen bütün
ıztırapların ruhu hafifletici, yükseltici, temizleyici çok hayırlı neticeleri vardır. Dikkat
ediniz, acı duyan, ağlıyan bir insanın acısına samimiyetle iştirak ettikten sonra ona
verdiğiniz ufak bir tesellinin sizin ruhunuzda yapacağı tesirleri tetkik ediniz.
Muhakkak burada bir hafiflik, bir huzur duyduğunuzu farkedeceksiniz. İşte bu,
yükselmenizin güzel bir işaretidir. Hülasa başkalarına yardım için dökülen bir damla
ter, akan bir damla gözyaşı, yalnız kendi canı azizi için bütün ömrünce didinmekten
mütevellit kusulan kanlardan milyonlarca defa hayırlıdır. Bu bir hakikattir. İşte hayırlı
ve mesut mukadderler bunları bilmek ve tatbik edebilmekle kazanılır. Yoksa
nefsaniyeti uğrunda yan gelip yatarak sadece Allahtan iyi mukadderler bekliyenlerin
vay başına geleceklere!... Fakat ne yapalım? O başa gelecekler de mühimdir ve
lüzumludur. Hiç olmazsa günün birinde bu hakikatleri öğrenmelerine imkan verir.
Çok kıymetli dostumuz Kadrinin aşağıdaki tebliği açık ve herkesin anlıyabileceği bir
sadelik içinde bu büyük hakikati izah etmektedir:
<< Başkası üzerinde görülen bir ızdırap sana ne kadar müessir olursa işte
o devre içinde bu da senin için bir tecrübe olur, bir kıymet ifade eder. Neden eski
insanların hayatlarından ibretle bahsederler. Onların yaşadıkları devrelerde
geçirdikleri büyük müşkülleri bir kıymet olarak mütalaa ederler? Çünkü
bunların hepsi bir hayat boyunca bir insan tarafından tatbik edilemez. Yalnız
iyiyi görüp ondan nasibini almak ve büyük tecrübe içinde kendini bulundurmak
gibi bir insanlık yoktur. Ve bu hakikati dünyada bilen pek azdır.
<< Her muztaripten bir saadet sızar. O saadet sizin ondan aldığınız
teessür kadar büyük, ve kazandığınız tecrübe derecesinde
186 Mukadderat ve İcabat
kıymetlidir. Her neşeli ve mesut insandan gene size bir kıymet ve saadet akar.
Onlardan aldığınız ibret sizi ne derece intibaha davet etmiş ise sizin saadetiniz de
o kadar olur. Çünkü o neşenin altındaki ıztırabı da görür ve vaktinde tedbirler
alırsınız. >>
Kadri dostumuzun söylediği gibi hayatta yalnız mesut insanlarla ülfet ederek
ve onların saadetlerine katılarak bundan kendi hesabına bir tecrübe sahibi olmak
mümkün değildir. Zira bu hal insanın ruhunda hiç bir derin intiba’ husule getirmez ve
hiç bir esaslı intibah ta uyandırmaz. Eğer başkalarının saadetlerine katılırken onların o
saadete kavuşmak için evvelce yapmış oldukları fedakarlıkları ve bu fedakarlık
sırasında çekmiş oldukları ızdırapları düşünür ve duyarsanız bunlar, sizin tecrübeniz
olacak ve müstakbel saadetinizi teşkil edecektir. Fakat eğer esasen muztarip bir
insanın ıztırabına iştirak ediyorsanız o ızdırap çeken insan kadar siz de o ıztıraba
sebep olan tecrübeleri geçirmişçesine kısa yollardan tecrübe sahibi olursunuz. Hatta
gene tebliğden anladığımıza göre, yalnız etrafımızda yaşayanların değil, tarihte büyük
idealler uğrunda, büyük fedakarlıklar göstermiş ve bu yüzden de büyük ıztıraplar
geçirmiş insanların hayatlarını tetkik ederken onların bu ıztıraplarına katılmak ve
onların büyük gayeleri uğrunda yenmiş oldukları güçlükleri hayranlıklar takdir etmek
de bu hususta gösterilen samimi duyguların derinliği derecesinde insanı yükseltir ve
tecrübe sahibi kılar. Tebliğe devam ediyoruz:
tinden örnek alıp onların bu saadete nasıl ulaştıklarını anlamağa gayret ettikçe
sen bir adamsın.
<< İşte insanlığın büyük kıymetleri böyle başlar, yoksa bir insanla bir
hayvanın arasında hiç bir fark kalmaz. Bir defa düşünün. Bir hayvan yalnız
kendi nefsi ve hayatiyeti için çalışır. Yalnız kendini doyurmak, başkalarının
menfaatini değil, yalnız şahsını düşünmek, diğerlerinin ıztırabından değil, kendi
ıztırabından üzülmek hassasına maliktir. Demek insan bundan çok başka türlü
olacak ki hayvanın yaptığının aksini yapacak ki aradaki büyük fark tebarüz
edebilsin.
<< Hayatınız bu gibi işlerle mahmul geçerse, siz gününüzü bir kayıp gibi
değil, bir kazanç gibi telakki etmenin yollarını bulursanız o vakit yaşadığınızı
anlayiniz. Yoksa sebepsiz hareketler, başkasına zarar verici hadiseler, hatta hiç
zarar vermeden dahi başkası için faydasız geçirilen ömür ne kadar yazıktır.
<< Hareketinizi daima kontrol edip insan olmağa gayret etmek, yalnız
gayret de değil,bunu bilfiil tatbik etmek gibi hareketlerinizi çalışma sahasına
intikal ettirmekle mükellefsiniz. Daima güçlükleri görünüz. Büyük azap
çekenlerin vaziyeti size örnek olsun. İnsan şu anda dünyanızda ne büyük
işkenceler altında inliyen ne kadar çok adette varlıkların mevcut olduğunu bir
defa düşünse bile, içinde bulunduğu vaziyetin ne büyük bir kıymet olduğunu
tekdir etmekten kendini alamaz.
<< Milyonlarcası ıztırap çekerken diğerlerinin onlara nazaran mesut
olduklarını düşünmek gayet tabiidir. Hayatınızı, istikbalinizi yalnız siz
hazırlıyorsunuz. Hareketleriniz bunlara rehber oluyor. Siz, çizilen yolda
giderken etrafınızı yıkmak değil, yapmak ve oralara kıymetler aşılamak size ne
kadar yardım yapılıyorsa daha çoğunu başkalarına yapmakla mükellefsiniz.
<< İnsanlığın daima ilerlemesi yolunda fedakarlıktan çekinmemeli. Ve
hayatı insan kendisine bir işkence kaynağı değil, bir saadet vasıtası yapmalıdır.
Bu hareketleri, elinizde imkan ve vasıta mevcut iken yapınız. Ve hayırlı, uğurlu
yerlerde emek sarfediniz. Allah da size yardım eder. >>
***
Burada bazan mukadderat bahsinde insanları şaşırtıcı bir nokta üzerinde
duracağım: Hakikaten insanların önlerinde bazı öyle mecburi hadiseler çıkar ki
bunların önüne geçmeğe imkan yoktur. Bunlar kısmen evvelce de bir az bahsettiğim
gibi insanların geçmiş hayatlarında yap-
188 Mukadderat ve İcabat
<< Azapsız dünya lezzetsiz meyvedir. Siz ızdırabın esasını, saadetin bir
azını orada tadıp öğreneceksiniz. Hepsinden bir parça, yalnız öğrenmenize
yetecek kadar, sizi yetiştirecek ve yol gösterecek kadar. Fakat bazıları çok zor ve
güç anladıkları için onların azap ve ızdırapları fazla oluyor. Bu da kaderin bir
cilvesi, onun eski defterlerinin hesap bakiyesidir. Biz de, siz de üzülecek, ve bu
üzülmede sizin yükselmenize vesile olacak. Bu suretle siz de onlarla bir parça
azap duyacak ve çekeceksiniz. Başkalarının azabı size bir örnek olursa siz o
tecrübeyi kendi nefsinizde yapmışsınız gibi büyük bir kudret kazanırsınız. Siz o
tecrübeyi anlamış ve bir mesafe katetmiş gibi hafiflersiniz. Ne mutlu ol varlığa ki
kendi kalbinde başkalarının ıztırabını taşıyabilir. ACIYİNİZ, MÜŞFİK VE
RAHİM OLUNUZ. ÇOK İSTİFADE EDERSİNİZ. BÖYLE BİR KUDRET
KAZANIRSANIZ SİZİN KENDİ ÜZERİNİZDE BİR TECRÜBE İLE AZAP,
IZTIRAP ÇEKMENİZE BİLE AYRICA LÜZUM KALMAZ. >>
***
<< Tabiatta her şey maksatlı, her şey bir gaye içindir. Bu gaye daima
tekamüle doğru giden bir yoldur. Bu yoldaki pürüz-
190 Mukadderat ve İcabat
ler ve duraklamalar daima bir sarsıntı ile mukabele görür. Buna mukabil, bu
yolda icap eden bütün hadiselerin vukuu tekamül gayesine doğru atılmış adım
olur. >>
Gene burada ruh dostumuz Kadrinin bir tebliğini naklediyoruz.
<< Çetin yollardan uzun uzun gittikten sonra bir meydana çıkılır. Oradan
bir takım istikametlere giden muhtelif yollar başlamıştır. Geçilen o çetin yolun
yorgunluğu burada bir az avunmakla unutulur. Yeni bir yola buradan tekrar
başlanır. Bu yollar da bazan düz, daha ferah, bazan daha karışık ve çalılık,
bazan da evvelce tepilmiş olan yolun çok benzeri, belki de daha kötüsüdür.
<< Her insan bir yola çıkarken muhakkak bunun iyi olmasını özler.
Kendisini üzmiyecek bir istikameti takip etmesini ister. Fakat bir çok yolların
hepsinin de çok iyi ve güzel olmasına imkan olmadığı gibi, herkesin de iyi
yerden geçmesine bazan lüzum ve imkan bulunamaz. Bunun için bazan kötü,
bazan da iyi yolu tepmek zarureti hasıl olur. Ne yapalım, bu da çekilecek bir
zaruret, bir mecburiyettir.
<< Bu yeni istikametin tayinine esas, insanın o ilk geçtiği çetin yolda
gösterdiği azim, irade ve tavru harekettir. Burada yorulanın, ter dökenin
dinlendikten sonra geçeceği yol muhakkak daha düzgün ve maksada daha
elverişlidir. >>
ÖLÜM VE MUKADDERAT
<< - Bu, vazifenizdir. Siz her hastayi iyi etmekle mükellefsiniz. Hangisinin
mukadder, hangisinin gayri mukadder olduğu sizce malum mu? Sözüm yanlış
anlaşılmış. Doktorlar ölümü geciktiremez. Geriye hiç çeviremez. O, yalnız
ıztırabı tahfif eder. Hangi şekilde olursa olsun, böyle ıztırapları yalnız doktor
değil, insaniyet sahibi herkesin – elinde ise – durdurması bir vazifedir. Siz o
hastanın mukadderatile değil, günlük acısını azaltmak işile uğraşacaksınız.
Öbürkine esasen eliniz ermez, gücünüz yetmez. Siz hemen işe başlar, kim olursa
olsun, hastalık sebeplerini aramağa çalışırsınız.
<< Yalnız, bazı hastalıklar vardır ki bir çok hekimler bir araya geldikleri
halde bir türlü içinden çıkamazlar. Iztırabı tahfif etmek değil, hareketlerile onun
azabını arttırırlar. Demek kimsenin elinde olmıyan bir iştir bu. Yani sizin
hududunuzun dışında bir hastalık. Ona da bir şey yapamazsınız.>> ( 16–7-1947 )
<< - Tedavisi mümkünsüz bir vaka karşısında, yani ölümü mukadder bir
hasta karşısında doktor ne kadar hazik ve iyi niyetli olursa olsun, hasta öldükten
sonra o doktor muvaffak olamadı diye etrafta hasıl olan kanaat onun izzeti
nefsini rencide etmez mi? >> Bu soruya da şu cevabı aldık:
<< - Şayet o doktor imanlı bir insansa ve o hastanın ne durumda
olduğunu aşağı yukarı bir ihtimalle anlamışsa onun yapacağı iş, yalnız, Allaha ve
bir de büyük varlıklara yalvarmak, o hastanın hiç olmazsa ıztırabının bir az
tahfifi için mesleği dahilinde elinden geleni yapmaktır. Şayet böyle değil de o
doktor tamamen maddi bir insansa böyle bir doktor zaten böyle yollara hiç
sapmaz. O, anlamadığı şeyi daha çok karıştırmamak vazifesile mükelleftir. Öyle
karışık bir hale sokar ki ne başkaları, ne hasta, ne de yanındakiler işin ne yola
çıktığını anlıyabilir. Hastanın azabının hafiflemesi gene mukadder ise ona
yukarda söylediğim şekilde imanlı bir doktor tesadüf eder. Sonra, şayet
memlekette bir doktor varsa onun sözüne herkes inanır, aksini iddia edecek
kimse bulunmaz. Hasta kurtulamazsa bile doktorun izzeti nefsi kırılmaz. Şayet
bir çok doktorlar varsa böyle uzun bir hastalıkta hemen bunların hepsi onu
görmüş olur ve hiç biride muvaffakiyet gösteremez. Şu halde gene hiçbirinin
izzeti nefsi kırılmaz.
<< Yalnız, bir vazifenin ifası bakımından düşünülürse burada izzeti
nefsin pek göze görünmemesi lazımdır. zaten zorluk buradan başlıyor. Ne zaman
bu silahı ( yani izzeti nefis davasını B. R ) kullanmak lazımsa onu tam
zamanında ve yerinde ele almak icap eder. Yani bazan izzeti nefsin kırılması
pahasına bile olsa bir
192 Mukadderat ve İcabat
hastayi tamamen teşhiş ettiğine kani olduktan ve onu iyi etmeğe azim ve sebat
edip iyi bir netice almağı ihtimal içinde gördükten sonra ufak tefek şeylerle
yılmamak ve vazifeye devam etmek – izzeti nefis pahasına da olsa – bir insanın
ıztırabını tahfif etmek ve hayatını kurtarmağa çalışmak lazımdır. >>
<< Söyledim ya, azabı, ıztırabı dindirmek onun vazifesidir. Ecele çare
olur mu? Hasta yaşıyacaksa doktor öyle bir teşhiş kor ki o teşhis yanlış bile olsa
vereceği ilaçlar derhal tesirini gösterir. Bilmezmisiniz, doktorun verdiği ilaçtan
ziyade hastanın yaşama kudretini ölçmek, yani onun ölmemek hususundaki
azminin derecesine bakmak lazımdır. Bu da çok kıymetlidir.
<< Doktorlar, ilaçlar, hocalar hep birer vasıtadır. Bunlar icap edenin
ayağına gelir. Bazısı hekim bulamaz, kendi kendinede iyi olur, amma onun
hekim bulamadığı için günlerce acı çekmesi mukaddermiş. Hep birer vasıtasınız.
Hem cinsinize ne şekilde olursa olsun yardımla mükellefsiniz. Bunu siz
yapacaksınız. Netice size ait değil. Yukarda söyledim. Siz o hastayi yaşatmak ve
ıztırabını dindirmek için uğraşırsınız. Muvaffakiyet sizden çıkmıştır. O iyi olursa
netice iyi biter. Olmazsa siz hüsnü niyetinizle vazifenizi başarmanızdan
mütevellit gene bir haz duyarsınız. >>
( 23- 7- 1947 )
Dostumuza tekrar şu suali sorduk:
<< - O halde hekimler bir hastalığın illetini araştırıp duracağı yerde onun
doğrudan doğruya ıztıraplarını dindirici palyatif bir tedavi şeklini takip
etmelidir, demek oluyor. Öyle mi? >>
Cevabı:
<< Kimse ölecek bir adamı kurtaramaz. Ama çalışmak gene lazım. Bir
hastanın hastalığının illetini bulmak için onu senelerce ıztırap içinde bırakmak
doğru olur mu? Sonra ( asıl illeti bulup hastayi ölümden kurtaracağım diye,
onun ıztıraplarını gidermek vazifesini ihmal ederek, B. R. ) bu illeti aradı, aradı
bulamadı ne olacak? Yalnız burada sebebi, yani zahiri sebebi çabuk bulmak, o
hastalığın daha az ıztıraplı olmasını temin eder. Yani hastalık keşfedilince o
hastalığın ilaçları da mücerrep olduğundan çabuk tesir eder. İlleti aramadan
gelişi güzel acı dindirici ilaçlarla ıztırabı dindirmek muvakkat bir iştir. Her başı
ağrıyana bir hap vermek o hapın tesirinin devamı müddetince ıztırabı durdurur.
Fakat ağrı bilahara gene devam edecektir. O ıztırabı kökünden kesmek için o
hastalığın menşeini bulup tedavi etmek daha kolaydır. Ve daha emin olarak
neticeye varılır. Yani o hastalık tamamen tedavi edilir. Iztırap derhal geçer,
fakat mukadderse gene o adam ölür, o da başka. >> ( 23- 7- 1947 )
ile beni karşılaştırmasını rica ettim. Ricamı Allahın izni ile yerine getirdi. Aramızda
geçen muhavereyi evvelce neşrettiğim bir kitapta açıklamış olduğum için burada onu
tekrar etmiyeceğim ( 1 ) Fakat burada ben, asıl mevzuumuzu ilgilendiren Kadri
dostumun, o kadınla geçen muvasalamızı müteakip söylemiş olduğu aşağıdaki sözleri
nakletmek istiyorum:
<< - Siz müdahele etmemiş olsaydiniz o kadın gene ölecekti. Evvela bunu
kabul etmeniz lazım. Bu kadın oraya giderken öleceğini de biliyordu ( 2 ) . Şu
halde siz mecburen bir vazifenin ifasına hizmet ettiniz. Hem kendi mesleğiniz
bakımından, hem de hüsnü niyetle bir insanın kurtarılması için elinizden geleni
yaptınız. Netice alamadınızsa bu sizin kendi kudretinizin dışındadır. Ne sizin, ne
de başkalarının bundan, iyi bir netice almaları da imkansızdı.
<< Sizin ıztırap çekmenizde lazımdır. Ve bunu da yaptınız. Hiç bir sun’u
taksiriniz olmadığı halde sizin bu duyduğunuz derin içi sızısı size büyük
kuvvetler eklemiştir. Onun çekeceği azapların bir kısım ağırlığını siz üzerinize
aldınız. Onu andıkça onun üzerinden kalkan bir kısım yük sizin ruhunuza
yüklenmiştir. Bu da onun burada bir az daha hafiflemesini temin etmiştir. Açık
olanını siz dün gece kendiniz gördünüz. ( 3 ) Ve anladınız. Sizin o gece
duyduğunuz sıkıntı, onun azabını tahfif edici ve bu yükün kendi üzerinize
alınmasından ileri gelen bir azaptan başka bir şey değildi. Bu da lüzumlu idi ve
ben buna vasıta oldum. >> ( 3-9-1947 )
Bu sözler çok mühimdir. Hele bence çok manalıdır. Ve çok istifadeli olmuştur.
Ölüm hadisesinin hiç bir kimse tarafından geriye bırakılabilmesinin mümkün
olamıyacağını söyliyen varlık yalnız Kadri dostumuz değildir. Bütün ruh aleminden
aldığımız tebliğat ayni nokta üzerinde israr
etmekte ve ehemmiyetle durmaktadır. Şimdi de bize iki sene müddetle çok kıymetli
bilgiler veren muhterem başka bir ruh dostum Akın’ın bu husustaki tebliğatına
geçiyorum.
***
insanın dünyada hayatının şu saat ve dakikasında öleceğine dair ezelden tesbit edilmiş
bir karar yoktur. Hatta dünyaya gelmeden önce dahi böyle kati bir karar verilmiş
değildir. İşte burada bahsimizin en mühim ve en karışık görünen safhasına geçmiş
bulunuyoruz. Ve bunun üzerinde de lüzumu kadar durmak istiyoruz taki hakikati
samimi bir tekamül aşkile araştırmak istiyen sevgili okuyucularıma çok küçük
kudretim dahilinde bir hizmet yapmış olabileyim.
O halde tekrar soruyoruz: Ölüm bahsinde mukadderin doğru olarak kabul
edebileceğimiz manası nedir? Bu sual karşısında izahı arzu edilen iki nokta vardır:
1- Ölüm anı hiç bir suret ve icapla değişmez olarak ezelden saniyesi
saniyesine tesbit edilmiş midir, yoksa burada başka bir tertip ve nizam var mıdır?
2- Her insanın ölüm şekli gene ezelden değişmez bir halde tesbit edilmiş
midir, yoksa bu da bazı icapların tesirine tabi olarak tebeddülat kabul eder mi?
Burada daha mühim ve ilk safta üzerinde durulması lazım gelen birinci
noktayi ele alalım. Yani ölüm anı üzerinde duralım. Evvelce söylemiş olduğumuz gibi
burada da ilk önce en büyük mesnedimiz olan tebliğatı gözden geçirmekle işe
başlıyacağız. Evvela, mukadderatın ölümle olan alakası üzerinde bizi çok ilgilendiren
ve tenvir eden Mehmet ismindeki bir ruh dostumuzun bu husustaki mühim sözlerini
arzediyorum:
Yukarki sözler çok sarihtir. Biz ölümün mukadderatı mevzuuna ait her şeyi, -
diğer bütün ilahi mevzularda da olduğu gibi – sonuna kadar izah edebilmek
kudretinden mahrumuz. Ve böyle kalmağa da mahkumuz. Ancak bilhassa tebliğatın
açmış olduğu nurlu yollar başta olmak üzere bazı müşahedelere dayanarak kısa
düşüncemiz ve aklımızla yürütebildiğimiz mülahaza ve mütalaalara nazaran ölüm ve
mukadder mevzuu üzerinde Tanrının iznile kendi anlıyabileceğimiz kadar bazı
neticelere varmak istiyoruz. Bu da bittabi ancak dünya şartlarile tahdit edilmiş olan
kudretlerimize ve anlayiş kaabiliyetlerimize göre takdir olunmuş ve müsaade edilmiş
imkanlar nisbetinde tahakkuk edebilecektir. Yani mukadder olabildiği kadar. Bütün
arzettiğim kaynaklardan aldığımız ilhamlarla bu hususta biz de tebellür eden şahsi
kanaati okuyucularımıza arzetmeden önce diğer çok kıymetli ruh dostlarımızın da bu
husustaki öğretici tebliğatını nakletmek istiyorum.
Mustafa Molla dostumuzun aşağıdaki kısa tebliği bu baptaki düşüncelerimizin
kıymetli materyallerinden birisini teşkil eder.
melekleri mefhumu bu hususta insanlara ilk fikri vermiş bulunuyorlar. Yani ölüm,
bizim şimdiki anladığımız manaya göre ruhun bilgisi dışında, fakat gene mukadder bir
çerçeve içinde ve yüksek varlıkların, ilahi irade kanunlarının icabatı dahilindeki
mürakabeleri altında vaki olduğuna göre ecel ve azrail mefhumları bu hakikatin eski
zaman dilile ileri sürülmüş en iyi ifadesi olur. Gene ayni dostumuz, ayni celsesinde bu
mevzuun mübahasesi sırasında bize çok esaslı bilgiler vermektedir.
<< M. Molla – Bir çocuğun daha ileri yaşdaki bir insandan zekaca üstün
olması, onu yetiştirmek üzere sarfettiği zaman ve emeklere malikiyetini şimdiden
ifade etmezmi? Nasıl olurda bir adam bu çocuktan geri kalabilir? Mümkün.
Karakterlerin çokluğu ortasındaki hüviyeti muhakkak ki iradenin vasfını ve
faaliyet derecesini isbat etmektedir. Sizi bu cihetten etüt yapmağa sevkediyoruz.
<< Tekamül böyle bir ilerilik kaydedince bir çocuğun bir gün adam
çağına vasıl oluncıya kadar kazancı zamanın çok üstüne çıkmış demektir. Acaba
bu nasıl tahakkuk etmektedir? Şimdi haklı ve insaflı düşünelim: Dünyadaki
nüfusun yekunu göz önüne alınsın. Herkes için ve her an için kıymetler
hesaplansın, fert befert kazançlar kıyaslansın. Göreceksiniz ki ortalama
muvaffakiyet bir çok defa sıfırın altına dahi düşecektir. Siz kendi malik
olduğunuz kudretlerinizi sadece rasyonel bir plan dahilinde kullanma cehtini
gösterebilseydiniz zannımızca her birinizin bir dahi olmamanız için hiç bir sebep
bulunamazdı. Öyle değil midir?
<< Ancak, ekmeği elde etmek için mutlaka buğday da ekip biçmeğe
mecbur değilsiniz. Birbirlerinizin işini bölüşmüş olmanız size zaman
kazandırıyorsa, yani birer Robenson olmaktan kurtuluyorsanız ömrünüzün
yıllarla ifadesi nasıl kati bir ölçü ifade eder? Zira hiç kimsenin kazancı birbirinin
ayni değildir. Ayni şartlar ve imkanlar dahilinde iki şahsın tutacağı istikamet
başka neticeler getirir. Halbuki zaman müşterek ve aynidir.
<< Şimdi, bir saatlik işi 10 saatte yapan bir adama göre ömür daha uzun
olmalıdır. Belki taş devri adamı bu cihetten çok fazla çalışmağa ve çok çabuk
muvaffak olmağa mecburdu. Bu cihetten ömrü kısa ve hatta kaza ve cinayetlere
sahne de olup inkitaa uğrar, dünyada çok az bulunabilirdi. Amma demir devrini
idrak etmiş bir insan için hayatın uzun geçmesi mümkündür. Bunu ihmal eden
sizlersiniz. Bu, takdir işi de olmakla beraber iradenin müdahelesile insan, içinde
bulunduğu vasatı kendi arzularına göre de ayarlar ve bu suretle zamanı
kısabilir, yahut uzatır.
<< Kaabiliyetler derecesinde zamanın ifade kıymeti tehalüf eder. Bu
suretle ömür kati bir ölçü değil, bilakis yaşanmış veya yaşanmakta olan
mukadder bir kadronun ikmalidir. Buna göre her ölçünün ne kadar izafi bir
hükmü ifade edeceğini bulabilirsiniz. >>
Dinlerde tekmili enfas, yani nefesleri ikmal etmek sözü vardır. İşte bu da
bizim burada ifade etmek istediğimiz mananın sembolik bir izah şeklidir. Filhakika
bir adamın eceli, dünyada muayyen sayıda nefes alıp vermesi ile taayyün etmez.
Binaenaleyh yukardaki sözün manası başka
204 Mukadderat ve İcabat
olmak icap eder. İşte bu mana dünyada muayyen bir vazifenin ifasını tazammun
etmektedir ki bizim de uzun uzadıya açıklamağa çalıştığımız nokta budur. Hülasa,
insan işini bitirmedikçe dünyadan ayrılamaz. Halbuki işinin bitip bitmediğine hüküm
verecek makamlar çok yüksektedir. Ve bu neticeyi ancak onlar takdir edebilirler.
***
Şimdi ölüm sebeplerinin şekilleri mevzuuna geldik. Acaba ölüm şekli dünyaya
gelmezden evvel taayyün etmiş midir? Mesela bir insanın, mutlakaa bir kalb
sektesinden veya mutlakaa bir duvar altıda kalarak veyahut da bir intihara veya
cinayete kurban giderek ölmesi evvelden, dünyaya gelmezden önce tesbit edilmiş
midir?
Bazı hastalıkların bir epröv ve bir tecrübe için bir plan mevzuu olduğu, yani
evvelden tasarlanmış bulunduğu söylenebilir. Fakat ölümün dünyaya gelmezden önce
hangi şekilde vukua geleceğinin tesbit edilmiş olmadığını gene tebliğat bizlere ifşa
etmektedir.
Ölüm şekillerinin vukuu da tesadüfe bağlı değildir. Burada da bir sürü icab ve
zaruretlerin araya karışmasile ölüm şekilleri tehalüf edebilir. Kıymetli dostumuz
Kadrinin aşağıdaki tebliği bu hususta bize derin bilgiler verir.
Yukardaki şu bir kaç satırlık tebliğ önümüzde ne kadar derin ve engin bir ufuk
açıyor! Bütün bu kıymetli tebliğat bize şunu öğretiyor:
Ölüm mukadder bir mevzudur. Fakat bu kader, tecrübe devresinde, yani
insanın dünyadaki hayatında yapması lazım gelen, bitirmesi icap eden işlerin ikmaline
bağlıdır. Onun bu işinin bitip bitmediğini tayin edecek olan varlıklar da yüksek ilahi
irade kanunlarına göre, o insanın tekamül planını kontrol eden, ihtiyaç ve kudretlerini
takdir eyliyen ve ona göre – gene ilahi irade kanunları icabatı dairesinde hükümler
vere-
Ölüm ve Mukadderat 205
denbire imtihanının en güç dersine henüz hazırlıksız olarak girer. Mesela, kendi
ruhunun kudretine nisbetle dayanamıyacağı şiddette acı, yıkıcı bir hadise ile karşılaşır
, veyahut başka mühim sebepler altında böyle bir hadise onun karşısına çıkabilir. Bu
takdirde onun, henüz kalkınmak üzere emekleme devresinde kendisine çarpan bu
şiddetli sadme karşısında dayanamaması ve tekrar intihara teşebbüs etmek zafının
galip gelmesi mümkündür. İşte bu da işin esbabı muhaffifesidir. Eğer çok
yukardakiler onu böyle şiddetli bir şok karşısındaki bu zaafından dolayi imtihanda
muvaffak olamamış bir insan muamelesine tabi tutmağa müstehak görmezler ve tekrar
yeni bir denemeğe tabi tutulmasına cevaz verirler ve lüzum görürlerse o zaman o bu
intihar teşebbüsünü ne kadar şiddetli vasıtalar kullanarak kendisini öldürmeğe
uğraşırsa uğraşsın, asla bu teşebbüste muvaffak olamaz. Yani kendisini öldüremez.
Çünkü yukardan bu tensip edilmemiştir.
Bu hal bundan başka sebeplerle de, mesela onun daha başka diğer tecrübelere
tabi tutulması zaruretile de vukua gelebilir ki işte bütün bunlar, o varlığın selametine
ve binaenaleyh serbest ruh halindeki istek ve iştiyaklarına tamamile uygun ve onları
tatmin edici, Ulu Tanrının sonsuz büyük kanunlarının icabatı ve hükümleri dahilinde
bahşedilmiş ilahi birer lütuftur. Şu halde bu adam bu kötü teşebbüsünde davayi
kaybetmiş olmakla beraber kendisine adeta ikmale kalmış bir talebe muamelesi
yapılır. Ve tekrar kısa bir zamanda hazırlanıp yeniden imtihana girmesine müsaade
edilir. İşte Allahın büyük lütfu! Fakat bu tecrübelerin ne kadar tekerrür edeceğini,
daha hangi şekiller altında nazarı müsamaha ile karşılaşacağını ve nihayet hangi icap
ve zaruretlerle daha ne gibi muamelelere tabi tutulacağını bu kısa akıl idrak edemez.
Onu biz bilemeyiz. Biz burada işin bize görünebilen taraflarını, çok kaba misailerle ve
ancak anlıyabildiğimiz kadar ve Ulu Tanrının lütufkar iznile izah etmeğe çalıştık. Ve
bugün yapabileceğimiz şey bu kadardır.
Hayata gelen her insanın bir sürü ve her tertipten bir takım ihtiyaçlar ve
zaruretler karşısında böyle tecrübeler yapması ve imtihanlardan geçmesi bir zarurettir.
Ve esasen dünyaya bunun için gelirler. Bütün ruh kudretlerinin inkişafı ve bunun
neticesinde de ruhun tekamülü ve yüksek planlara çıkışı bu zarureti neticelendiren
birer amildir. Bu zaruret tahakkuk edince ecel gelir ve ecel gelince de onu dünyada
kimse tutamaz.
Fakat ecelin bundan başka acaba diğer sebepleri ve zaruretleri de var mıdır ve
bunlar nelerdir? Elbette vardır. Bunların neler olduğu sualinin cevabına gelince bu,
bizim bilgi ve idrak kadromuzun dışında kalır. Ve dünyada hiç bir varlığın da böyle
muazzam bir sualin karşısında ağız açmağa kalkabileceğini tahmin etmeyiz. Bir
sıfırdan ibaret olan insan bilgisi ilahi kudretlerin hiç birisine nüfuz etmek iktidarına
malik değildir ve bu, böyle kalacaktır. Biz bu kadar küçük bir bilgi izharına dahi
utanarak ve Allahın lütufkar affına sığınarak cüret edebiliyoruz.
MUKADDERAT KARŞISINDA VİCDAN VE
MESULİYET DUYGUSU
Süleyman Çelebi’nin bu tebliğinden biz: << Allahın insan kalbinde tecelli edip
konuştuğunu >> manasını asla çıkarmıyor ve kabul etmiyoruz. Bununla beraber bu
sözlerin, çok güzel ve buradaki mevzuumuzu destekleyici kıymeti vardır.
Duyabilenler için insan kalbinde ilahi ses çınlar. Bu ses, Tanrı iradesi kanunlarının
ruhta inkişaf eden in’ikaslarının birer parçasıdır. Ve biz ona bütün diğer kıymetli ruh
dostlarımızla bera-
F: 14
210 Mukadderat ve İcabat
birer amili olacaktır. Daha açık söyliyelim: İnsan iyi veya kötü maksat ve niyetle
yaptığı işlerden, beslediği düşünce ve duygulardan ötürü vicdanı tarafından muhakkak
ya takdir veya tevbih edilir. Bu takdir ve tevbih işi o varlığın müteakip hayatına ait
birtakım karşılaşması lazım gelen hadiselerin – ilahi irade kanunları ahkamına göre –
hazırlanmasındaki amillerin bir kısmının manasını izah eder, bu ise ruhun bu
bakımdan da görgü ve tecrübesinin artmasını ve binnetice vicdanının bir az daha
inkişafını mucip olur. Bu hazırlanan hadiseler ise onun akibetini teşkil eder. Ve bu
akibet de onun için mukadder olur. İşte bütün bu haller ilahi irade kanunlarının
değişmez icabatındandır. Bu icapları insanın keyfi hiç bir hareketle değiştirebilmesine
imkan yoktur.
Şu halde cennet ve cehennem, insanın düşünce ve fiillerinde esas olan maksat
ve niyetlerin iyiliğine veya kötülüğüne, yani vicdanın veya nefsaniyetin emirlerine
uymasına göre bizzat kendi içinde kurulur. Ve bu içinde kurulmuş olan cennet ve
cehennemin dışarda bizzarure hasıl olacak akisleri onun iyi veya kötü akibetinin
objektif birer kıymeti olur. Bu neticelerin önüne de kimse geçemez. İşte bu,
mukadderdir.
Evvelce söylendiği gibi, bir insanın doğması, ölmesi, yaşaması, var olması ve
tekamül etmesi nasıl mukadder birer keyfiyet ise, yani ilahi irade kanunlarının dışına
kıl kadar bile taşamıyan birer tecelliyat ise o insanın kainattaki sonsuz ilahi mesağ ve
bahşedilmiş imkan sahaları içinde tam bir hürriyetle iradesini kullanarak yaptığı
işlerden dolayi murakabei nefis mahkemesinde vicdan hakimin vereceği hükümlerin
neticelerine tabi tutulması da öylece mukadder birer keyfiyettir.
***
şeder. Mesela farzedelim ki bir adamın hayatında geçirmiş olduğu görgü ve tecrübeler
kendisine, parasız kalmış, fakat çalışmak kudretinde bulunan bir çocuğa para
vermenin onu tenbelliğe alıştırdığını öğretmiş olsun. Böyle bir kabli müşahedeye,
daha doğrusu görgü ve tecrübeye dayanan bu adamın düşüncesi tamamile haklıdır.
Binaenaleyh o böyle bir düşünce ve kanaatle eğer o çocuğa para vermezse, kendine
göre iyi bir iş yapmış olur. Ve vicdanını da tatmin edebilir. Çünkü onun vicdanı
ruhunun bu seviyesinin neticelendirdiği realitelere ve kanaatlere bağlıdır.
Fakat tekamül hiç bir vakit yerinde durmaz. Mütemadiyen artar. İşte bu artışla
birlikte onun vicdan melekesi de tabiatile inkişaf eder. Bu inkişaf ayni zamanda ruhun
kazanmış olduğu yeni yeni görgü ve tecrübelerle müterafık bulunur. Hülasa bu suretle
onun bütün ruh kudretleri artar ve daha şümullü, daha mudil tabiat kanunlarından
faydalanabilecek durumlara girer ve binnetice o varlık kainatta evvelki haline nisbeten
daha geniş ve şümmullü faaliyetlere ve vazifelere istihkak kesbetmiş olur. Bu hal ayni
zamanda onun kainattaki illiyet prensibine daha ziyade nüfuz edebilmesini ve bu
yüzden de evvelce göremediği bazı diğer illet ve neticeleri şimdi daha açık olarak
görmesini temin eder. İşte bu nüfuzu nazar ve görgü ve tecrübenin bu gelişmesi, onun
vicdan berraklığını büsbütün attırır. Bu defa da o, bu vicdan berraklığının direktifi
altında ilahi irade kanunlarını evvelce uyabilmek kudretini gösteremediği namütenahi
icabatından bir kısmını daha hazmedebilme ve böylece tekamülünde yeni bir sürat
kazanma imkanlarına erişir. Ve işte o zaman bu adam gene sokakta bir dilenci çocuğa
rasgeldiği vakit evvelki gibi değil başka türlü düşünmek ihtiyacını duyar. Ve tereddüt
etmeden ona her türlü yardım elini uzatmaktan çekinmez.
İşte ayni adamın evvelki vicdan hükmü ile şimdiki vicdan hükmü arasında
tebarüz eden bu açık fark, onun şimdiki durumunun, geçirmiş olduğu görgü ve
tecrübelerle, ilahi irade kanunlarının tatbikatı sahasında biraz daha ilerlemiş
olmasından ileri gelmektedir. Zira onun vicdanının evvelki hükümlerile şimdiki
hükümleri arasındaki fark, ilahi irade kanunlarının icabatı sahasında evvelki mahdut
anlayiş ve duyuşu ile şimdiki geniş ve şümullü anlayiş ve duyuşu arasındaki fark
kadar büyüktür. Mesela o, şimdi de pekala şöyle düşünebilir: ( Bu dilenci çocuğa para
vermek lazımdır. Onun bu parayi nasıl sarfedeceği veya bu parayi aldıktan sonra onu
iyi veya kötü yollarda kullanacağı meselesi beni alakadar etmez. Zira o da iradesinde
tamamile serbesttir ve yapacağı işlere göre neticeler alacak ve bu neticelerin tesirine
göre ruhunda husule gelecek olan intibahlarla tekamül edecektir. Kaldı ki bu gün o
açtır ve yardıma mühtaçtır. Ve ben ona yardım etmekten, onu bu günkü sıkıntılardan
kurtarıp daha kötü durumlara düşmesi imkanlarından uzaklaştırmaktan zevk ve huzur
duyarım. Aksi halde de ıztırap çekerim. Ona bu gün yardım elimi uzatmak
ihtiyacındayim. )
Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 213
İşte iki insanın birbirinden farklı iki vicdan muhakemesi ve neticeleri. Bu açık
misal bize çok iyi gösteriyor ki burada bunların hangisi doğru, hangisi yanlış, hangisi
tekamülün vasıtası, hangisi tekamülün vasıtası değil gibi sualleri sormak yerinde
olmıyacaktır. Zira birinci varlığın vicdanı ancak o kadar inkişaf edebilmiştir,
binaenaleyh tekamülüne o noktadan itibaren devam edecektir. Buna mukabil ikinci
varlığın vicdanı bir az daha fazla inkişaf etmiştir, o da bulunduğu noktadan daha
ileriye doğru atılacaktır. Şu halde tekamül asla durmaz ve her tekamül seviyesine
uygun telakkiler, düşünceler, duygular ve vasıtalar mevcuttur. Ve bütün bunların
birbirine uygunluğu bir zarurettir, ve mukadderdir. Şu halde birinci varlık
mukadderine uymak suretile ikinci varlık seviyesine yükselecek ve o seviyenin
yüksek mukadderatına layık bir duruma girecektir. Bu hal de böylece ebediyen
tekamül mevzuu dahilinde sürüp gidecektir.
***
ceği vazifeleri yapabilmeğe ahlak her zaman kifayet edemez. Herkesin başkasından
farklı olan ruh kudretlerine göre takip edeceği bir tekamül yolu vardır. Ve bunun
ölçüsünüde tayin edecek unsur vicdan olduğuna göre bu yolda hiç bir vasıta onun
kadar iş göremez. Binaenaleyh dışardan zorla, tehditle, formalitelerle, ve inanılmamış,
benimsenmemiş zaruretlerle ve zoraki telkinlerle insanları doğru yola sürükliyen
müeyyideler – ne kadar sahih dahi olsalar – eğer ferdin hiç olmazsa aşağı yukarı
vicdanının temposuna uygun değillerse, hiç de matlup olan neticeleri vermiş olmazlar.
Bu düşünceye göre yapılacak en iyi iş, her insanın kendi vicdanının direktiflerine son
derece saygı göstererek o insanın hayatında o yoldaki inkişafları sağlamağa
çalışmaktır. Müşterek talimat diğer bir görüş zaviyesinden faydalıdır ve insanlara
tekamül yolunda faaliyet göstermenin lüzumunu telkin etmesi bakımından mühim
faydalar da sağlıyabilir, fakat tek başına bununla iş bitmez. Ve yalnız ahlak
kaidelerine sarılarak vicdanını çiğneyip geçmekten çekinmiyen ve hatta bunu mecburi
sanan bir insanın tekamülü bakımından karlı bir harekette bulunmuş olmaz.
Mesela, medeni hayat seviyesine yükselmiş ve ruhu oldukça incelmiş bir insan
tasavvur edelim. Bu insan bazı icaplarla Allah yolunda insanların kurban edildiği bir
muhitte yaşamak zorunda kalmış olsun. Bittabi o muhitin gelenekleri muayyen
kanaatlerin tesiri altında şu veya bu sebeplerle insanların kurban edilmelerini mecburi
bir ahlak kaidesi haline sokmuştur. Ve bu böylece devam edip gitmektedir, bunun
dışına çıkmak da o muhitin insanlarınca büyük bir kabahat, günah ve ahlaksızlıktır.
Şimdi, eğer burada yaşamak zorunda kalan dostumuzun vicdanı da bunu kabul etmiş
ve ancak böyle hareketlerle tatmin edilecek bir durumdan kendisini henüz
kurtaramamış ise mesele yok. Onun da yapacağı ve yapması lazım gelen iş bu
harekete uymaktır. Zira burada ahlak kaidesile onun vicdanı el ele vermiş bir haldedir.
O, bu ahlak kaidesine uymakla esasen vicdanının hükmünü yerine getirmiş olacaktır.
Fakat bunun aksi de pekala mümkündür. Yani, o adamın vicdanı böyle herhangi bir
sebeple bir insanın kurbanlık diye öldürülmesini asla kabul etmemektedir. İşte bu hal
karşısında onun vicdanı muhitinin ahlak telakkisinden tamamile ayrılmış
bulunmaktadır. Eğer buna rağmen o adam vicdanının dosdoğru sesine karşı
kulaklarını – şu veya bu sebeple, şu veya bu mazeretleri öne sürüp – tıkar ve
muhitime uyacağım diye insanları kurban etmeğe kalkışırsa veya bunu makbul
görmeğe yeltenirse işte o zaman kıyamet kopar. Ve o adam vicdanının sert hükümleri
ile mahkumiyetini idrak edeceği gün gelip çattığı zaman büyük sıkıntılara düşer ve
derdini kimseye anlatamaz. Zira vaktile kendisininkinden geri bir realiteye
uymamasını ihtar eden vicdanına karşı serdetmiş olduğu mazeretlerin hiçbirisi burada
bir kıymet ifade etmez. Ve şimdi
Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 215
***
Burada bir noktaya daha temas etmenin sırası geldi. Acaba insanın mesul
olması için yaptığı işin mutlaka tahakkuk etmesi mi lazım mıdır? Bu sualimizi bir
misal arzederek bir az açıklayalım: Mesela, bir adam başka birinin elinden ekmeğini
alıp onu aç bırakmak istese bu elbette çok kötü bir hareket olur. Her kötü hareketin
ıztıraplı neticeleri olacağından o adamın vicdanı bu vazifeyi üzerine alarak onu bu
hareketinden dolayi tazip edecektir. Bu böyledir. Fakat farzedelim ki bu adam
başkasının elinden ekmeğini alıp onu aç bırakmak istediği halde bunu yapmağa bir
türlü fırsat bulamadı. Ve tasarladığı kötülüğü yapmağa muvaffak olamadı. Madem ki
bu adam ötekine kötülük yapamadı ve öteki bu yüzden hiç bir fenalık görmedi. Yani
beşeri dille, cürüm tahakkuk etmedi. O halde bu fenalığı tasarlıyan ve yapmak istiyen
adamın mesul olmaması lazım gelir, değil mi?
Keza, gene olabilir ki teşebbüs edilen iş mukaddere uygun gelmez. Mesela bir
adamı öldürmek niyet ve kasti ile onun üzerine saldıran bir insan herhangi, önüne
çıkan, bir engel yüzünden bu kötü hareketini muvaffakiyetle bitiremez. Çünkü o
adamın eceli henüz gelmemiştir ve o ölmiyecektir. Şimdi bu katil fiiline teşebbüs eden
adam, yani vicdanının emrinden dışarı – istediği halde – bilmecburiye çıkamıyan ve
öldürmek fiilini tahakkuk ettirmiyen adam bu işi yapmadı diye mesuliyetten kurtulur
mu? İşte mevzuumuz bu.
Demiştik ki insanı cezalandıran, efal ve harekatından dolayi mesul tutan amil,
onun dışında değil, bizzat kendi içinde bulunan ve öz varlığının unsuru olan
vicdanıdır. O halde bu kudretin harekete geçmesi, öz varlığın dışındaki hadiselerden
ziyade içinde cereyan eden hadiselerle alakalı bir iştir. Binaenaleyh insanı efal ve
harekatından dolayi mesul ve mahkum kılan vicdan hakiminin, cübbesini giymesi
için, ruhta cereyan eden bu hareketlerin dışarda husule getireceği neticelerinin
tahakkukunu beklemeğe ne ihtiyacı vardır, ne de sabrı... Madem ki o insan bir defa
kötülüğü düşünmüş, tasarlamış, istemiş ve yapmıya niyet etmiş, o halde bu katil
fiiline ait ruhi faaliyet, lüzumlu bütün safahatını geçirmiş ve fiil ruhta tahakkuk
etmiştir. Buna binaen, o fiilin ayrıca dışarda da tahakkuk edip etmemesinin – o
adamın mesul olması için – hiç bir kıymeti kalmamıştır. Zira – o niyet dışarda ister
gerçekleşsin, ister gerçekleşmesin – hakim cübbesini giymiş, mahkemeyi açmış ve
hükmünü vermiştir. Bu hüküm de dışardaki işlere göre değil, ruhta geçen hareketlere
göre verilir. Zira vicdan mahkemesi o adamın yaşamakta oldu-
216 Mukadderat ve İcabat
ğu şehrin pazar yerinde değil, onun ruhunun göbeğinde kurulur. Demek ki bir insanın
ruhunda peyda olacak en küçük bir hareket, en belirsiz bir sarsıntı, orada her an
kapıları ardına kadar açık duran vicdan mahkemesi salonuna intikal eder. Ve vicdan
hakiminin huzuruna çıkar. Bunu insan ister istesin ister istemesin. Hülasa her niyet bir
harekettir. Ve bu hareketin ruhtaki iyi veya kötü istikametlerine göre neticelerini
hükümlendirecek olan unsur da vicdandır. Şu halde mesuliyet, o mesuliyeti davet
eden hareketin neticesine bağlı değildir. Bu mesuliyetin şekli ruhta husule gelen
niyetin iyilik veya kötülüğüne göredir. Madem ki bir insan başkasına fenalık yapmağı
istemiş ve tasarlamış ve bunu kuvveden fiile çıkarmağı düşünmüş, o halde netice ister
onun dilediği gibi çıksın ister çıkmasın, o gene bir kötü iş yapmış ve ruhunda bir
hareket uyandırmıştır. Ruhtaki her hareketin, yani her işin, vicdana karşı verilecek iyi
veya kötü hesapları vardır. Burada muhterem dostum Kadrinin kıymetli bir tebliğini
naklediyorum:
<< Siz neticeye değil, teşebbüse bakacaksınız. Şimdi bir adam bütün bir
kainatı zehirlemek, insanları öldürmek düşünce ve gayesile senelerce çalışsa ve
bir mikrop, bir hap keşfine uğraşsa ve böyle bir şey de bulsa tecrübe için bir
hayvana veya bir insana yuttursa ve bu hayvanın, öleceği yerde bir çok
hastalıkların geçtiği de görülse ve onun bu suretle beşeriyete bir çok yardımı
dokunmuş olsun. ( şimdi bunu bir tarafa alalım ) Diğer bir adam da bütün
beşeriyetin büyük azaplarını dindirmek için uğraşsa ve bir ilaç bulsa ve bunu bir
hastanın tedavisi için verse ve böyle bir kaç adam da ölse acaba bu iki alimden
hangisi kabahatlidir? Birincisi.
<< Şu halde neticelere değil, daima hareket noktasına bakacaksınız.
Daima hareket noktası, teşebbüs gayesi, ve niyet dürüstlüğü esas. Netice sonra
gelir. Siz iyi niyetle iyi iş görünüz de verdiğiniz ilaç adam öldürürse o, sizin
elinizde olmıyan sebeplere bağlıdır. >> ve mukadderdir.
Başkasına sırf fenalık yapmağı istiyenlerin veya sadece kendi iyiliği için
başkalarının ıztırabını bile bile ve istiye istiye mucip olanların ruhlarında bu iş olup
bitmiş ve o insanın fenalığa olan meyli sabit olmuştur. İşte o insanın mesuliyetine
sebep de budur. Yoksa o istenen fenalığın dışarda tahakkuk edip etmemesi meselesi
tamamile ayrı bir iştir. Yani eğer o iş dışarda tahakkuk edebilmiş ise fenalığı istenen
adam zaten ona müstehak olmuştur. O bu fenalığı bundan görmese başka bir yerden
görecek ve onun azabını çekecektir.
Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 217
***
tekrar ediyoruz – akılları erebildiği kadar illiyet prensibine göre takdir edebilecek bir
anlayiş seviyesine gelmiş olmasını icap ettirir. Demekki vicdan mesuliyetinin
mukadder olabilmesinin diğer bir şartı da o varlığın muayyen bir anlayiş, fehim
kudretine varmış bulunmasıdır. İşte bu kudretten – bazı sebeplerle mahrum bulunan
çocuklarla hayvanların ve delilerin ademi mesuliyetleri bu suretle kısmen izah edilmiş
oluyor zannındayız. Binaenaleyh çocukların, delilerin hayvanların, nebatların ve
iradeleri zorlanarak bu işe zorbalıkla kaçınılması asla ve ne pahasına olursa olsun
mümkün olmıyacak şekilde sevkedilmiş insanların fehimlerinin azlığı, veya
iradelerindeki serbestliğin takayyüdü ve o işe niyetlerinin lahik olmamaları nisbetinde
mesuliyetleri azalır. Zira mesuliyetin terettüp etmesinde esas olan niyet bu gibi
ehvalde tezahür zemini bulamaz. Bu gibi ehvalde bu işleri yapanlar değil, bu işlerin
yapılmasında niyet sahibi olarak amil bulunanlar mesuldür. Mesela aklı ermiyen bir
çocuğu öldürmek istiyen bir hain, korkutarak veya kuvvetli ve müessir telkinlere tabi
tutarak çocuğun pencereden aşağı atlamasını sağlıyabilir. Bu takdirde çocuk intihar
etmiş değildir. Keza ipnoz halinde bulunan bir sujeyi bir ipnotizör telkinle oldukça
mühim bir fedakarlığa sevkedebilir. Bu takdirde de o adam yani suje tekamülü
bakımından muvaffakiyetli bir iş görmüş olmaz. Binaenaleyh bu gibi varlıklar için, bu
şartlar altında yapmış oldukları işlerden dolayi hiç bir mesuliyet takdiri düşünülemez.
Zira burada onların vicdanlarının harekete geçmesini mucip bir mevzu yoktur. Burada
kıymetli dostumuz M. Mollanın tebliğlerinden bir iki parçayi nakletmek istiyorum:
celer bakımından daha müşkil şartlarla karşı karşıya kalmak zorunu idrak
etmiştir...
Bu suretle insan tabiatın mutlak esiri değil, bilakis ondan hız ve ilham
alarak hedefler tayin eden bir şuur ve binnetice bir irade sahibidir. >>
Burada kullanılan şuur kelimesinin manasını biz, bir anlayiş, yapılan işlerin
illet ve netice bakımından sonuçlarının kıymetlerini az çok takdir ediş şeklinde
anlıyoruz. Netekim ayni dostumuz ayni tebliğinin devamı sırasında şunları söylüyor:
***
İşte burada da ayni mühim noktaya temas edilmiş oluyor: Demek ki anlayiş
noksanlığından mütevellit birtakım zaruretlerle yapılan işlerde de mesuliyetin hududu
daralmaktadır. Bu da mühim ve hayatta bir çok mesailin hallinde işimize yarıyan bir
hakikattir. Hele yukarki tebliğ açıkça gösteriyor ki esasen mesuliyeti tayin ve takdir
eden meleke, insanın vicdanıdır. Halbuki vicdanın uyanması anlayiş nisbetinde
mümkün olur. Anlayişten mahrum bulunan bir arslan parçaladığı geyiğin azabını
kendisine ihtar edecek vicdan uyanıklığı derecesine henüz ermemiştir. Ve bu
bakımdan da onu mesul edecek ruhi unsur kendisinde yoktur.
220 Mukadderat ve İcabat
Burada mühim bir noktaya daha temas etmek zaruretinde kalıyoruz. Acaba,
anlayişten mahrum bulunan bir varlığın yaptığı işler nazarı af ve müsamaha ile
karşılaşır da bunların hiç bir neticesi olmaz mı?
Esasen mükafat ve mücazat mefhumlarını kabul etmediğimize göre ortada af
ve müsamaha ile karşılanacak bir mevzu da kalmaz. Ve her şey mazbut birbirine bağlı
ilahi irade kanunlarının icaplarına göre muntazam bir seyir takip eder. Yani hiç bir şey
illetsiz olmaz, ve her hadisenin bir neticesi vardır. Şu halde yaptığı işin mahiyetini
anlasın veya anlamasın, bir varlığın yapmış olduğu her işin, ilahi irade kanunlarınca
mucip kılınmış bir takım neticeleri muhakkak kendisini gösterecektir. Fakat bu,
mesuliyet mefhumundan tamamile ayrı bir mevzu teşkil eder. Neticeler tahakkuk
eder, ama bu neticeler, bir varlığa terettüp etmiş herhangi bir mesuliyetin ifadesi de
olmıyabilir. Bu fikri bir misal ile izah etmeğe çalışalım: Bir arslan bir geyiği
parçaladığı için yukarda arzettiğimiz sebeplerden dolayi mesul değildir. Çünkü o, bu
hareketinin manasını anlıyacak bir duruma girmemiştir. Fakat, onun mesul olması
yaptığı hareketlerinin hiç bir neticesi olmıyacağını ifade etmez. Netekim o, böyle
oldukça geri tekamül safhalarında bulunan hayvanlığının icabatından olarak kendisine
gene meşakkatli hayatlar hazırlıyan neticelerine maruz kalmaktan bir zamana kadar,
yani muayyen ruh melekelerinden bazılarının kafi derecede inkişafına kadar
kurtulamıyacaktır. Yalnız bunların hiç birisi herhangi bir mesuliyetin karşılığı olan bir
ruh azabı değil, muayyen ruh melekelerinin otomatik bir seyirle inkişafı için
geçirilmesi zaruri olan hayat şartlarının icabıdır. Şurası aşikardır ki hayvanlığın
anlayişten mahrum iradi hareketleri mukabilinde yukarki zaruretlerle meydana çıkan
gene anlayişten mahrum zahmetleri ve meşakkatleri vardır. Yalnız hayvan bu
meşakkatlerin ve zahmetlerin manasını anlamadan duyar ve geçer. Bu sadece bir acı
hissinden ibarettir.
Bununla beraber, manası anlaşılmadan duyulan bu acı hissinin de hayvan
ruhunun tekamülünde çok mühim ve esaslı rolleri vardır. Ve bu tekamül otomatik bir
seyir takip eder. Yani muayyen dış tesirlerin karşısında ruhun ilahi irade kanunlarına
göre yapacağı aksülameller sayesinde vaki olur. Binaenaleyh insanın tekamülünden,
bu tarzı tekamülün – sürat itibarile – çok farklı olması icap eder. Demek ki hayvanın
da anlayişsizlikle çektiği acılar, bir ceza mahiyetinde değildir. Bir tekamül zaruretidir.
Bu acıların tekamüldeki mihanikiyeti hep birbirine benzer: Iztırap, ruhun uyuşuk
duran ve ancak bir az şiddetlice saiklerle uyanması mümkün olabilen bazı
melekelerini harekete geçirerek inkişafını sağlıyan birer kırbaç darbesidir. İşte
nisbeten iptidai olan bir hayvanın ruhunun bu anlayişsiz durumu – gene anlamadan
mütemadiyen yediği kırbaç darbelerinin duygusu altında – otomatik olarak inkişaf
eder ve onun ruhu, hayvanlık aleminde inkişafı icap eden melekelerini harekete getire
ge-
Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 221
tire idrakini genişletir ve anlayişini arttırır. Diğer taraftan onun anlayişi attıkça çektiği
ıztırabın manasını da anlamağa başlar. Ve bu suretle hayvanlık alemini aşarak insanlık
mertebesine yükselmiş olan o varlık daha hızlı bir tempo ile bu anlayişinde inkişaflar
kaydederek, tekamülünü hızlandırarak ve bu sayede de bir çok yeni melekelerinin
yüksek tezahürlerile karşılaşarak insanlığın da muhtelif tekamül merhalelerini aşar ve
daha yüksek alemlerin varlıkları arasına karışmak yolunda ilerler durur. İşte birbirini
takip eden bütün bu hadiseler, bildiğimiz veya sezebildiğimiz veyahut da nihayet
tahmin edebildiğimiz alemlerde illiyet prebsibinin icabatı ile temin edilmektedir. Ve
bu çok geniş ve şümullü mevzuda daha çok tafsilata girişmeğe – iktidarsızlığımızı göz
önünde tutarak – kendimizde salahiyet görmüyoruz. Zira tekamül yolunun, çoğunu
aklımızın alamıyacağı karışık hesaplı ve değişik varyeteleri vardır.
Demekki bazı insanlar arasındaki durum da böyledir. Hayvanlık aleminden
yeni kurtulmuş ve insanlık alemine adımını ilk atmış bazı insanlar arasında da öyleleri
vardır ki bunlar yaptıkları azgınca işlerin manalarını, yani ne iyiliğini, ne kötülüğünü
anlamaksızın bu işleri yaparlar. Bunlar da bu yaptıkları işlerin neticelerile
karşılaştıkları zaman, mesuliyetlerini anlıyacak duruma henüz girmemiş
olduklarından sadece manasını bilmeden çektikleri sıkıntılı hayatın ruhlarındaki
izlerinden istifade ederek tabii ve bati olan tekamüllerine devam ederler. Bunlarda da
tarif edilen manada vicdan azabı ve mesuliyeti yoktur. İşte zamanla o insanın artacak
olan görgü ve tecrübelerinin artışında onların ruhlarında çizilmekte olan bu izlerin
derinliklerinin çok ehemmiyetli rolleri vardır. Bu izler derinleştikçe onların, çekmekte
oldukları sıkıntılarının sebepleri üzerinde durmak ihtiyacını duyabilecek kadar
anlayişleri artar. Ve yavaş yavaş iyilik ve fenalık mefhumlarının – kendi ruh
kudretleri çerçevesi dahilinde – hudutlarını çizebilmek tecrübelerine girişebilecek bir
anlayış planında yükselmeğe başlarlar. Bu planda yükselmek demek vicdanlarının
gittikçe inkişafı demektir. Vicdanın inkişafı ise mesuliyet duygusunun artmasile at
başı beraber gider. Mesuliyet duygusunun artışı ise mukadder akibetlerin yollarını
gittikçe aydınlatır. Şu halde insan, vicdan ve mesuliyet mefhumlarındaki inkişaflara
mazhar olduğu nisbette mukadderin derin manalarına daha ziyade nüfuz etmek imkan
ve hatta zaruretlerine ermiş bulunur.
Demek ki insan ne kadar yükselirse o kadar büyük bir kudretle mesuliyetlerini
takdir eder. Ve mesuliyetlerini ne kadar iyi takdir edebilirse mukadderini de o kadar
kendi lehinde hazırlıyabilmenin yolunu ve imkanlarını bulmuş olur. Böyle kendi
kendisini mesul ederek mukadderine yol çizen varlığın mesuliyetlerile alakalı bütün
hareketlerinde serbest olması icap etmez mi? Bunun aksini düşündüğümüz anda bir
sü-
222 Mukadderat ve İcabat
rü tezatlar içinde bunalıp kalmaktan ve hiç bir şeyi izah edememekten kendimizi
kurtaramayiz.
Hülasa, her insan niyetinin iyiliğine ve kötülüğüne bağlı olarak teşebbüs ettiği
işlerile vayahut da – iyi veya kötü herhangi bir kasta yönelmek kudretine henüz
erişmemiş varlıklarda olduğu gibi – anlayışsızca yapmış olduğu hareketlerile ilahi
irade kanunlarının icaplarına göre kendi mukadderinin kapısını açar. Ve gerek birinci,
gerek ikinci halde elde edilecek tekamül neticeleri birbirine nisbetle ya süratli veya
bati bir seyre tabi tutulur.
Bu hakikate – yüksek tebliğattan aldığımız ilhamlarla – inanmakta olan bizler
kendi kendimize şu suali soruyoruz: Acaba hayatlarında bir musibetten diğerine
koşan, bir felaketten diğerine sürüklenen, bir azap kuyusundan kurtulup diğer bir azap
kuyusuna yuvarlanan ve gözyaşları bir türlü dinmek bilmiyen bazı bedbahtlar bu
talihsizliklerinin yegane müsebbiplerinin gene kendileri olduklarını niçin anlamak ve
kabul etmek istemezler? Ve niçin sanki yaptıkları bütün hataların, kabahatlerin üstün
kuvvetler tarafından takdir edilen ve kendileri için içtinabı mümkün olmıyan birer
zaruret olduğuna kendilerini inandırmağa çalışarak ayni hataları ve kabahatleri
tekrarlamamak hususunda bir cehit ve gayret sarfetmek kudretlerini felce ve atalete
uğratmağa sebep olurlar? Veyahut da bundan daha kötüsü, büsbütün ümitsizliğe
düşerek hiç bir sun’u taksirleri olmadan haksız yere Allah tarafından kendileri için
takdir edilmiş gibi vehmettikleri bu sıkıntılı hayat şartlarına düştükleri zaman Allahla
kavga etmek cüretine kapılırlar? Ve işte bilgisizliğin kötü neticelerinden, daha
doğrusu hazırlamış olduğu mukadder akibetlerden birisi de budur! Bu bahse müeallik,
çok kıymetli dostumuz Mustafa Mollanın küçük bir topluluk içinde vermiş olduğu
büyük bir tebliği bütün insanlığa arzediyorum. Bu tebliğ üzerinde derinleşmek
kudretini gösterdikçe içlerinde bir ürpertinin kabararak bütün varlıklarını sarstığını
hissedebilen dostlarım bence ne kadar bahtiyardırlar!
<< Takdir edersiniz ki bu kadar acele ile geçilmesi icap eden büyük hayat
yolundan ötede sizi hasretle bekliyenlerin arzuları mevzu bahistir. Bu tıpkı
sevdiklerinizin en iyi mertebelerde bulunmasını arzu edişiniz gibi bir harekettir.
Hayat dikkatle takip edilince mütemadi bir öğreniş ve her öğrenilenin
arkasındaki meçhule doğru bir mükerrer cehitler safhası, bir nihayetsiz
mücadele yürüyüşüdür. Onu öyle mükemmel, öyle acele ikmale çalışmalısınız ki
gerçekten insan olarak var bulunmanızın bütün manası tahakkuk eylesin.
<< Dikkat ediniz: Ne kadar bol ve çeşitli ve ne kadar kudretli melekelerle
mücehhez bulunuyorsunuz. Bütün bunlara rağmen
Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 223
ne kadar bitip tükenmek bilmez bir aciz iştikası ve gene deruni hamlelerinize
bizatihi iradenizi bigane kılan isteksizlik, vuzuhsuzluk ve bilgiden kaçan bir
şaşkınlığınız hüküm sürmektedir. Bu asırda veya geçmiş asırlarda, yahut gelecek
herhangi bir zamanda bu şartları haiz bir fert veya cemiyette bu böyle olmak
mukadderile muttasıftır.
<< İmkansız olan ne vardır? İmkansız olan yok olan şeydir. O halde
varlık tamamen imkanlar safhasıdır. Böyle olunca da her imkanın bir vasıtası ve
bir melekesi mevzuu bahistir.
<< Siz neyin üzerinde işkence duymuşsanız mutlaka o melekeye çok ağır
bir yük tahmil etmektesiniz. Şu halde zorun kapıları önünde ricat etmeden
tahammülümüzü toplıyabilirseniz arz sizin tahayyülünüze sığmıyan bir cennet,
cennet ise arza sığmıyan bir tahayyül olur. Ne yazık ki devirler kendilerine
işkence yapmak için daima huzur ve sükun cephesinden ricatı tercih
eylemişlerdir. Ve eyliyeceklerdir. Esasen hususi mülakatlarımız da bunu size
mükerreren isbat edecek tecrübeler ve delillerle doludur.
<< Dimağınızı yormamak için daima eğlenceyi, midenizi yormamak için
yememeyi, yıktığınız nisbette yapmağı, arzu nisbetinde mükemmeliyet yolunu
tutmağı... Velhasıl bir sürü tezatlarla dolu hallerinizi gördükçe elbette sizin
huzur içinde yaşıyamamanızın sebeplerini elle tutarcasına görmekteyiz. Bir
kere:
<< 1 – Bu hayat canlı bir uyku haline ifrağ edilmeğe çalışıldığı içindir ki
bizzat siz, arzın ve göklerin makarrında binlerce hileli yollar bularak gene
kendinizi uyanmağa icbar ediyorsunuz. Bu niçin olmalıydı? Hem sebep siz, hem
pişmanlık uğrunda savaşan siz. Hem düşman, hem dost, hem iyi, hem fenasınız.
Kendi bağırınızdan fışkıranı kendi aleminizin kanunu olarak benimsemişsiniz.
Tanrıya gelince, sizce bütün huzursuzluklarınızın mesulü O sayılmaktadır. Bu
ise gafletin en kesif zamanlarına mahsus tipik bir tezahürdür. Hayatı işkence
olmaktan kurtararak büyük bir huzur melcei, bir ruhaniyet makarrı yapacak siz
olduğunuz kadar, onu cehenneme çevirecek de gene sizlersiniz. Ellerinizdeki
vasıtaların ayarlanmasına göre neticeleriniz gene sizi karşılarken, bir nevi çocuk
şaşkınlığı ile kendi hatalarınızın önünde ricata mecbur kalıyorsunuz.
<< 2 – Küçük hesapların merkezi halli olmuş bir vasat, icabatı hayatiyeye
göre düzenlerden, tuzaklardan ibaret bir korkunç kurnazlık kompleksi sizi
vicdanınızdan uzak bir merhalede tutmakta ise, mesul olan gene sizsiniz.
Adaletiniz size hasmol-
224 Mukadderat ve İcabat
muş şuurunuz size cinnet getirmiş, vicdanınız size cezalar fışkıran bir menbaı
mefsedet olmuş ve tabiatile Tanrı da en büyük zulmün kahhar bir sembolü
mevkiinde kalmıştır. Böyle bir hayat için en güzel kurtuluş elbette mutlak
ademde aranır.
<< İnsan oğlu! Tatlı rüyalarını zehreden sensin! Fecirleri kapıyan
dumanlı gözlerindeki karanlığı hiç bir ışık kovamıyor. Ona kendi iç aleminin
sönmez şafaklarından menfezler açmadıkça zındanının bekçisi olmaktan
kurtulamıyacaksın.
<< Sana ne güzel bir armağan verildi değil mi? Onu ne yaptın, ne
yapıyorsun? Halbuki ne yapamazdın! Rabbin verdiğini, şeytanın yolu
istikametinde harcarken, dostun ve mürşidin vereceğinden ne hayır
bekliyebilirsin? Şuurun sana yar değilse gayrin öğütlerinden ne umabilirsin?
Sadakatin nisbetinde hayatının hikmetini arıyabilseydin bir gün bu kısa
yolculuğun sonunu esefle görecek, kendi varlığının manasını başka zaviyeden
bulmağa çalışacaktın.
<< Senden alınmış hiç bir şey yokken, bütün melekatı mefluç bir iskelet
halinde ne korkunçsun! Senden daha boğucu zulmet, senden daha çok ürküten
heyula, senden daha zalim müntehir var mıdır? Dünya sayfalarına neler yazdın
bilir misin? Fakat ne garip... Yazdıklarını okuyup anlamıyan gene sen değil
misin?
<< Oh kardeşim, bir küreyi, ruhumun takatında bir zerreden hafif
taşıyabilirim, fakat senin cürufuna yeter bir vüsata malik değilim. Onun için
ellerini göğe açacağın zaman birlikte yalvaralım. Ve semayi baştan başa
sarsalım. Mukadder yemişlerinin en güzelleri ayaklarının altına dökülsünler.
Kollarındaki kudrete duacıyim. Allah senin atine büyük bir reha güneşi, gönlüne
ölmez ve tükenmez hamleler aşkı versin!...
Mukadderi cebriyecilik yolu ile tefsire gayret etmek ve buna göre bir hayat
tarzını tercih eylemek ve hele bunun neticesi olarak bütün işkencelerin müsebbibinin
Allah olduğunu gururla ilan ederek vicdani mesuliyeti sırtından atmağa çalışmak
insanın fehim ve idrak melekelerinin genişlemesine ve binnetice vicdanının inkişafına
ve bu yüzden de tekamülüne bir mani teşkil eder. Tekamül yolunda vaki olacak bütün
yavaşlamalar ise huzursuzluğun, sıkıntıların başlıca kaynağı olur.
İnsanın cehit ve gayreti ile gelecek hayatının huzur ve saadetini
hazırlıyabileceğine inanmıyan ve onu tabiatta bir kukla gibi dış ve üst irade ile
müteharrik bir taş parçası olduğu kanaatini zihinlere sokan bir düşünce tarzına göre
yaşamak lazım gelirse insanın ne mesuliyet kaygısı, ne de nefsani islah yolunda
herhangi bir murakabeye ve bir cehit sarfetmeğe ihtiyacı kalır. Bu yolda insanın
düştüğü ataletin en zararlı
Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 225
MÜRAKABEİ NEFİS
İnsanın en ziyade korktuğu şey, kendi duygularının ölçüsü ile kötü telakki
ettiği bazı hayat şartlarının içine günün birinde düşmesi tehlikesidir. Mesela
neticelerinin çok kötü çıkması muhakkak görünen bu günkü vazifelerdeki ihmali, bir
insanı yarının tecelliyatından elbette korkutur. Çok sert ve haşin bir hocanın dersini
hazırlıyamamış olan bir talebe eğer o dersten kaçamıyacak durumda ise yalnız o
hocadan, yalnız o dersten değil, mektebe gitmekten bile korkar. İşte ölüm korkusunu
hazırlıyan sebeplerden bir tanesi de budur.
Hiç bir talebe tasavvur edilebilir mi ki dersini en mükemmel ve hocasını
fevkalade memnun edebilecek şekilde hazırlamış olsun da o hocasının dersine
girmekten korksun veya ondan nefret etsin! Bilakis o, dersini büyük bir heyecanla
bekler. Adeta hocasının karşısında o dersin imtihanını vermeğe can atar. Zira bundan
kazanacağı muvaffakiyet derecesi daha şimdiden onun ruhunu sevinç ve huzurla
doldurur. Ve bu muvaffakiyetin temin edeceği ilerki hamlelerin saadetli duyguları onu
müphem heyecanlara garkeder. İşte bu da dünyada duyulan iç huzurun bir misalidir.
Nasıl ancak tenbel ve haylaz bir talebe dersinden nefret eder ve imtihandan
korkarsa tıpkı onun gibi, hayattaki vazifelerini ihmal etmiş, ruhunu; müstakbel ve
ebedi hayatının icaplarına göre hazılıyabilmesi için
228 Mukadderat ve İcabat
kendisine verilen imkan ve fırsatlardan istifade etmeği aklına bile getirmemiş bütün
hayatını maddi zevk ve ihtirasların esaretine kaptırarak ve nefsani cazibeler peşinde
koşarak geçirmiş bir insan da öylece ruhani hayattan ve ölümden korkar, nefret eder.
Zira ruhani hayat onu, ifasile dünyada mükellef tutulduğu birtakım vazifelere davet
eder. Ölüm ise bu vazifelerin ifasındaki muvaffakiyet derecelerinin tesbit edileceği bir
imtihan kapısıdır.
Bazıları dünyada yalnız para kazanmak, resmi vazifelerini – amirlerine hoş
görünmek hırsile – en ileri derecede yapabilmek için gecelerini gündüzlerine katarak,
uykularını feda ederek çalışırlar ve bu kadar yorgunluğa bedel olan faaliyetlerine
bakarak da dünyadaki bütün vazifelerini hakkiyle yapmış olduklarına bunların bir
kısmı samimi olarak inanır, diğer bir kısmı da kendisini inandırmağa çalışır. Bunun
için de kendi kendisine bir sürü mazeretler uydurmağa kalkışır.
Bazıları da kendilerini hiç bir şekilde çalışma kaydına tabi tutmak
lüzumunu görmez ve bomboş, avare bir hayat içinde sayılı olarak geçen bir kaç
eğlenceli ve zevkli gününü hakiki kazanç sayarak bunlarla dünyadaki varlığının
icaplarını yerine getirmiş olduğunu sanır. Burada da bunların bir kısmı buna samimi
olarak inanır, diğer bir kısmı da işin böyle olamıyacağını içten içe hissettiği halde
buna zorla kendisini inandırmağa çalışır.
Gerek evvelkinde, gerek ikincisinde samimi olarak inananlara hiç bir
denecek söz yok. Onlar gözleri açılıncaya kadar mukadderlerinde yürüyeceklerdir.
İşin kötülüğünü hissederek kendisini aldatmağa çalışanlara gelince elbette bunların
ölümden korkuları o nisbette şiddetli olacaktır. Güçleri, kuvvetleri yerinde olduğu
müddetçe böyle ruhani hayattan kaçmak istiyen insanların bu hareket tarzlarını tekzip
edici herhangi bir kötü hadise ile karşılaşmamaları onların bu vadideki cesaretlerini
arttırabilir. Hele araya karışan gelip geçici tatmin edilmiş iştihaların verdiği
uyuşturucu zevkler onların bu hareketlerini bilakis teşvik bile edebilir. Ve bu suretle
onlar tutmuş oldukları nefsani yolun doğru doğruluğuna bu aldatıcı neticeleri birer
bürhan olarak ileri sürmekle ruhani vazifelerinin ihmalinden mütevellit sıkıntılarını
örtbas etmeğe çalışırlar. Fakat bu hal ancak maddi güç ve takatin zafa yüz tutmağa
başladığı ana kadar sürebilir. Ölümün beşaretçisi olan bu za’f hali görünmeğe
başladığı andan itibaren nefsaniyet sönmeğe yüz tutar, vicdan da sesini gittikçe
yükseltir. İşte ne olursa olsun, insan ne kadar kendisini avutmağa çalışırsa çalışsın bu
hakikati derinden derine ruhunda duyar ve neticelerin tecelli edeceği günleri endişe ile
karşılar. Burada onunla vicdanı arasına kimse giremez. Bütün bu işler yalnız ve yalnız
ikisinin arasında kalan, hiç bir dış kuvvetin müdahele edemiyeceği dahili bir mesele
olur.
Ölüm korkusu 229
İşte bu hale ruhun intibahı olarak bakabiliriz. Acaba ruhta bu uyanış nasıl olur?
Batan gemisinin bütün emniyet ve konforunu kaybetmiş ve bir tek tahta
parçasına sarılarak okyanusun korkunç dalgaları ortasında tek başına kalmış bir
insanın akibeti bize bu uyanışın dehşeti hakkında küçük bir fikir verebilir. O, böyle bir
durumda kaldığı zaman o durumun icabatına uygun tedbirleri vaktile almamış ve hatta
bunu düşünmemişti bile!... O halde şimdi ne yapacak? Hiç!... Zira bu tedbirleri
alabilmesi için kandisine maddi hayatında verilmiş olan imkanların hepsini şimdi o,
kaybetmiş bulunuyor. O imkanlar ancak maddi imkanlardır. Ve onları dünyada boşu
boşuna sarfetmesi için değil, bu güne hazırlanması için kendisine vermişlerdi. Ve
esasen dünyaya da bunun için gelmemişmiydi?
O halde şimdi onun yapacağı iş sadece, başkalarından yardım beklemekten
ve içinde yuvarlandığı korkunç dalgaların hangi tarafından çıkıp geleceği belli
olmıyan binlerce tehlikeyi sabır ve tahammülle karşılamaktan ve Allaha yalvarmaktan
ibaret kalacaktır. Taki kendisine tekrar ve yeniden hazırlanabilmesi için maddi
imkanlar verilsin, yani geçirmiş olduğu hayat yolunu ters yüzüne dönerek bütün
acılıklarile birlikte yeniden tepmeğe başlasın. Fakat bu müsaade kendisine acaba ne
vakit müyesser olacak? Onu ancak Allah bilir. İşte mukadder... Fakat bir de bunun
yanında, dünyada iken ilersini görerek ve ağustos böcekliği yapmıyarak çok iyi
hazırlanmış bir arkadaşı daha vardı ki o hemen kendisi bırakmış ve kuş gibi uçarak
mesut şahikaların sonsuz saadetleri içinde pervaz etmeğe başlamıştır. Artık o, tekrar
sefil dünyaya inmiyecek, bu iptidai sınıflardan kendisini ebediyen kurtaracak ve çok
yüksek yerlerde büyük vazifeler görecektir. Bu da ona Allahın bahşetmiş olduğu bir
lütuftur. İşte mukadder...
İşte bu ikinci insanın dünyada ölümü huzurla beklemesine mukabil, birinci
insanın, yani maddesi için bütün hayatı boyunca yalnız maddesi için çalışmakla iktifa
eden ve onunla dünyadaki vazifelerini ikmal etmiş sanan insanın, ölümü endişe ile
karşılamasını bu bakımdan haklı görmek icap eder. Amma ne kendisinin, ne de bizim
bu hali sadece haklı görmemiz onun böyle kötü akibetini ortadan kaldırmağa kafi
gelmez. Binaenaleyh yapmakla mükellef bulunduğu işleri ihmal ederek sadece
ölümden korkmakla da o insan ölümün arkasından gelecek olan kötü akibetlerden
kendisini kurtarmış olmaz. Bunun için bu hakikati görmemekteki inadı bir tarafa
bırakıp silkinmek, tenbelliği bırakmak ve hemen dünya işlerinde olduğu kadar ruh
işlerinde de kendisinden beklenen vazifelere dört elle sarılmak lazımdır. Başka
kurtuluş yolu yok.
Bir sene zarfında derslerini ihmal etmiş bir talebe, imtihan kapısının önüne
geldiği zaman onun korkudan tir tir titremesi hiç bir fayda vermez. Ve onu, intihandan
zavallı çocuk pek korkuyor diye de kimse bu
230 Mukadderat ve İcabat
müşkül durumdan kurtaramaz. O, bu tam bir sene süren tenbelliği ile, bir dakika sonra
imtihan odasında karşılaşacağı akibeti haketmiştir. Bu akibet onun mukadder bir
nasibi olmuştur. İşte çalışma zamanı olan hayat seneleri ve imtihan kapısı olan ölüm
döşeği de böyle! Gerçi mektep imtihanlarında tenbel çocukların hallerine acıyan
bulunur ve bazan onlara iltimas yapmak istiyenler çıkar ve iltimas yapar. Fakat öbür
tarafta böyle laübalilikler yoktur. İlahi irade kanunlarının önüne kimse duramaz. İşte
mukadder...
Bu sözlerim birer faraziyeden ibaret değildir. Spatyoma yeni geçmiş
varlıklar üzerinde – Allahın iznile ve yüksek ruh dostlarımızın kıymetli yardımlarile –
yapmış olduğumuz tetkikler bu izahatimizin canlı misallerini vermektedir. Ben de
okuyucularımın istifadeleri için bunlardan bir kaç tanesini burada arzetmek istiyorum.
İstanbulda Metapsişik Cemiyetindeki faaliyetlerimiz sırasında ve
sonzamanlarda bize, öbür aleme yeni intikal etmiş varlıkların hayatları ve müteakip
spatyom safhalarında karşılaştıkları daha yüksek hayat şekilleri gösterilmiş ve bu
hususta ilmi bir etüd yapabilmemize ve ibretle dolu olan bu etüdlerden büyük dersler
alabilmemize yardımlar yapılmıştır ve halen de bu yardımlar Allahın lütfu ile devam
etmektedir. Her müşahedeyi müteakip cemiyetimizin manevi rehberi olan Şihap
dostumuz, bu varlıkların ilk ve müteakip hayatları hakkında izahlar vermekte ve bu
suretle istifademizin daha açık olmasını temin etmektedir. Biz de takdim ettiğimiz bu
müşahedeleri müteakip Şihap dostumuzun izahlarını da kaydedeceğiz. Evvela,
hayatını vaktile müraice geçirmiş ve bir din adamı kisvesi altında nefsaniyetine
mağlup bir hayat sürmüş bir zatın spatyomdaki hayatını gösteren tabloyu
arzediyorum. Buradaki ifadeler medyom tarafından fransızca olarak verilmiştir. Biz
türkçesini takdim etmekle beraber orijinal tebliği de ayrıca yazıyoruz: ( 1 )
( 1) << Est – ce reve... Est – ce realite?... İl me semble que je suis tout trempe. Alors qu’un
nuage de poussiere infernal m’empeche de tout voir...
<< Je ne vois plus mon soleil, ni ma lunne, ni la Terre... ni ma propre personnalite!..
<< İl etait une fois, tout au fond des temps, on m’appelait Reverend pere... Je sais et
j’avoue que je n’etais jamais digne de cette reverence... Je netais qu’un ignoble monstre!...
<< Ohhh!... Cette poussiere... Ce nuage de poussiere qui m’envahisse. Je sens chaque
particul en une brulure, en une plaie douloureuse ingerissable... İl me suit comme une mere suit son
enfant quand il fait ses piremiers pas...
<< O Ciel, O mon Dieu!... Serais – Tu si cruel et indifferent a mes gemissements?...
Restraj – je en cet enfer pour roujours et pouguoi?... Tu m’a cree et laisse au monde et puis Tu a repris
mon corps... Pourqoi laissera – Tu mon ame. As – Tu le droit de me faire seouffrir? C’est enigme!...
<< O mon Dieu!... Grace, grace a ce moribond qui ne meurt jamais! >>
Ölüm korkusu 231
MÜŞAHEDE: 1
<< Acaba bu rüya mı... Yoksa hakikat mi?... Hiç bir şey göremiyorum.
Cehennemi bir toz bulutu ile sarılmış bulunuyorum... Artık ne güneşi, ne ayımı,
ne dünyayi... Ne bizzat kendimi görebiliyorum!...
<< Çok eski zamanda bana << Muhterem peder >> derlerdi. Biliyor ve
itiraf ediyorum ki ben bu ihtirama asla layık değildim. Ben menfur canavardan
başka birşey değildim. Ah!... Bu toz... Beni saran bu toz bulutu... Her zerreyi bir
yanık, şifası mümkün olmıyan acı bir yara halinde duyuyorum. Bu, beni, ilk
adımlarını atarken çocuklarını takip eden bir anne gibi takip ediyor.
<< Ey Sema... Ey Allahım!... Benim bu iniltilerime karşı bu kadar
zalim ve bigane mi olacaktın? Bu cehennemde ebediyen mi kalacağım?... Niçin?
Sen beni yarattın, ve dünyaya gönderdin... Sonra da bedenimi geri aldın. Niçin
ruhumu terkettin? Beni böyle çektirmeğe hakkın var mı? ( 1 ) Bu bir
muammadır... Ey Allahım, asla ölmiyen bu can çekişmekteki varlığa rahmet...
rahmet!... >>
<< Size bir az evvel işittirilen sözler, aranızdan buraya intikal etmiş
muztarip bir varlığın teessüründen başka bir şey değildir. İşte böyle dünyadaki
efaliniz buraya münakistir. Ve insan layık olduğu şekilde buraya intikal eder.
Bu, tabii ve ilahi bir neticedir.
<< Bu akşam verilen nümune ilahi bir kanunun spatyoma münakis
tecellisidir, dedik. Bu sözlerimi yanlış tefsir ve telakki etmemenizi diler ve
isterim. Sanmayiniz ki bu ıztırap bu varlığa bir ceza şeklinde verilmiştir. Hayır.
Bu ıztırabı, bu varlık muhakkak ki kendi ellerile hazırladı ve burada neticesini
alıyor.
<< Bu akşamki varlık teşevvüşten kendini kurtarmak üzere bulunan
bir ruh oduğunu muazzam ıztırap içinde kıvranmasile göstermektedir. Iztırap,
sanmayiniz ki kötü bir şeydir. Iztırap çekmeseydik bu günkü varlığımız
mertebelere hiç bir zaman
MÜŞAHEDE: 2
Ahhh, lütfen ağaçlar, çalılar, dallar kuş dolu... Ne güzel renkleri var... Ne güzel
ötüşleri var... Ama, hepsinin, hepsinin... Yolumdaki otlar, çemenler ne yeşil... Bir
tutam sarı ot bulmak muhal... Ayaklaya basmağa kıyamıyorum da papuçlarımı
çıkarıp fırlatıyorum. Yalın ayak yürümek çok daha rahat... Daha insana kalb
istirahatı veriyor... Geçtiğim, ezdiğim otlar arkamdan hemen doğruluyor,
düzeliyor...
<< Burada, bu diyarda insan olarak yalnız ben varım... Ama hiç de
yalnız değilim... İşte ağaçlar, kuşlar, otlar ve bir çok hayvanlar var... Bir çoğunu
tanıyorum... Aslanlar, kaplanlar, yılanlar... Hepsi, hepsi burada yanyana birer
kardeş gibi huzurla yürüyorlar... Ne garip!... Hiç birinin diğerinden korkusu
görülmüyor... Asıl garibi o değil de benim mevcudiyetim onlara hiç bir korku,
hiç bir endişe vermiyor.
<< Ey hayvanlar.. Siz insan oğlunu tanımıyorsunuz galiba... Ben
onlardan ne de olsa bir mümessil olarak bulunuyorum... Ben onları çok iyi
tanırım... Çok iyi tanırım. Ehhh... Onun için zaten onlara kızgınım... Küskünüm.
Ahh, onlar burada olsalardı bir kısmınızı muzır diye itlaf eder, bir kısmınızı da
faydalı veya ehli diye gene imha eder veya istismar ederdi. Siz onların bu
gaddarlığını tefrik etmek için çok safsınız. Hayvanlar, hayvanlar da insanlar gibi
böyle bir tasnifi yapabilselerdi muhakkak ki en muzır ve gaddar mahlukatın
başına insanları yazmakta hiç tereddüt etmezlerdi. Ne yazık!... Onlar
gaddarlıkta o kadar ileri giderler ki hatta Allahın, sizleri, siz hayvanları
kendileri için yarattığını bile sanırlar. Ve utanmadan hatta söylerler...
<< Ehhh... Yürüyorum... Yürüyorum... Ey hayvanlar ne olur beni de
kendinizden sayınız. Beni de sizden farzediniz... Şu karşıdaki kuş ne güzel...
Yanındaki ceylanla adeta şakalaşıyor... Sırtına konuyor, kulağını gıdıklıyor...
Ceylanda adeta mukabele ediyor... Benim düşüncemi duydumu ki uçtu... Uçupta
omzuma kondu. Avucumun içine oturdu... Yerleşmeğe çalışıyor... Ne mesut
hayvan... Bir kanadını ileriye... Bir kanadını geriye uzattı... Yerleşiyor.
Avucumun içinde depreniyor... Gagasını arkaya çevirdi... Tüylerinin içine
saklıyor... Ahhh... Uyandırmasam.
<< Akşam da nerede ise olacak... Gel kuşum, gel kuşum... Seninle şu
ağacın altında uzanalım... Şu ağacın altında uzanalım. Seninle... Seni yavaşcacık
göğsümün üstüne oturtayim. Böyle bir ormanda uykuya dalmak için insana deli
derlerdi... Ben ağaçları, hayvanları, kuşları severim, diye bana deli dediler, veli
dediler...
Ölüm korkusu 235
MÜŞAHEDE: 3
Nisan 3, 1952
te beni de bu üzüyor. Çünkü bunu düşünmekle kendi menfaati için çalışmış bir
hotkamdan farklı olmuyorum.
<< Ulu Tanrı bilir ki ben böyle menfur bir gayeyi gütmedim,
aramadım. Kardeşlerim, ben buraya aranızdan ne de olsa yeni ayrılmış bir şahıs
olarak gelmiş bulunuyorum. Beni sizlere, hissiyatımı söylemek üzere vazife ile
gönderdiler. Sizlere bu bir kaç sözüm içinde bir şeyler verebildisem memnunum
ve mesudum. Allaha çok şükür. Beni buraya gönderen, şimdi medyomunuzdan
aldığım intibalara göre, ikinci defa gönderen varlığa ve sizlerin hepinize derin
sevgilerimi sunarım. Yolunuz açık olsun. Allahtan hepinize huzur dilerim.
Allaha ısmarladık. >>
<< Bilmem ki fazla izahat vermeğe hacet kaldı mı? Size bir az evvel
tebliğ veren varlık, hiç de yabancınız değildir. Kendisi medyomunuzla o kadar
sıkı irtibata geçti ki bundan sizler de ben de memnun olmalıyız. Öyle
zannediyorum ki kendisinden icabında istifade edeceğiz. Bize düşen vazife bu
varlığın teşevvüş haline müteallik sahne ile bu günkü tebliğin mukayesesini
yapmaktır. Bu mukayese sizler için faydalı olacaktır. Bu fayda da aranızdan yeni
ayrılan bu varlığın ulaştığı merhaleye varmak için efalinizin eksik taraflarını,
kusurlarınızı görmektir. Siz de oraya varmağa namzetsiniz. Bu varlığın gerek
teşevvüş halini, gerek bu günkü tebliği mukayese ederken kendi noksanınızı
görürseniz kazancınız büyük olur. >>
MÜŞAHEDE: 4
<< Diyorlar ki Allahın oğlu olmaz. Sana biz yardım etmek istiyoruz.
Sen gene bizi dinlemiyorsun da Allahın oğlundan hahsediyorsun. Sana İsa da
yardım etmek ister, herkes de... Yeter ki sen takılmış olduğun fikirleri terket.
Sen dünyaya gideceksin. Ve borçlarını ödiyecek ve tekrar buraya geleceksin...
Oh, kaabil olsa da dünyaya gitsem ve bu sözlere inansam!... >
( 1 ) Bu kıymetli dostumuzdan böyle fiili tecrübeler kanalile muhtelif ruhi ve metapsişik müşahedeler
almağa devam ediyoruz. Bunları imkan buldukça Ruh ve Kinat mecmuasında okuyucularımıza
muntazaman takdim edeceğiz.
Ölüm korkusu 241
MÜŞAHEDE: 5
MEDYOM : Bilbas
HAZİRUN : Dr. Muammer Bilge, Muammer Bayurgil, 8/12/952
Ayhan Uluarda, Hüsrev Nurlu, Orhan Köse- Saat 19
raif, Dr. Bedri Ruhselman.
BİRİNCİ CELSE
***
<< Merak ettiğiniz bir mevzu var: Spatyom nerededir diye sorarsanız
kendi kendinize... Bir misal verirsem anlarsınız: hasselerinize çarpmıyacak
kadar küçük zerrecikler vardır. Bunları güneşli havada isimlendirir, toz
dersiniz. Nasıl tozlar sizi muhit ise ruh alemleri de öylece muhittir. Ara yerde
sempati, ahenk olmazsa birbirinizden habersiz kalırsınız. Ölümün başladığı bir
insan hayatının sonu spatyomdur. Ben bu kelimelerden hoşlanmam. Bunlar sizin
bulduğunuz kelimelerdir. Ben bütün insanlığın anlıyacağı, kavrıyacağı kelimeler
istiyorum. Tebliğleriniz, tebliğlerimiz herkese hitap eder mahiyette olmalıdır.
<< Bir az sonra şu ölüm münasebetini hazırlamağa çalışacağım.
Dışardan hiç bir müdahele olmamalıdır. İsminizle hitap etmedikçe medyoma
yardım edemezsiniz. Belki çağırır bir şey is-
F: 16
242 Mukadderat ve İcabat
( Birinci celseye muvakkaten nihayet verildi. Bu fasıladan istifade ederek tecrübeyi daha
iyi tesbit etmek maksadile tecrübe odasına, medyomu rahatsız etmiyecek şekilde ses alıcı bir aletin
yerleştirilmesi için hazırlık yapılmağa karar verildi. Fakat bu iş evvelden hazırlanmamış olduğu için bir
türlü kolay yapılamıyordu. Ve vakit geçiyordu. Bu suretle 45 dakikalık bir fasıla – medyomun bariz
sabırsızlanmalarına rağmen – araya girdi. Ve nihayet bu işte muvaffakiyet temin edilemiyeceğine karar
verilerek ses alma tertibatı hazırlığına devam edilmedi ve tecrübeye başlandı. İkinci celse, yani tecrübe
saat 20,50 de başladı. )
İKİNCİ CELSE – 6
( İki dakikalık intizar... Medyom yavaş yavaş ve hasta, bitkin bir hal içinde
ayağa kalktı ve inliyerek kanapenin üstüne uzandı. Konuşuyor: )
( Yukarki celseyi hemen müteakip medyom tekrar trans haline girmek ihtiyacını gösterdi
ve adeta gayri ihtiyari olarak kendinden geçti ve bu suretle saat 21,10 da üçüncü celse açılmıç oldu. )
Ölüm korkusu 245
ÜÇÜNCÜ CELSE
olan bir hazinedir, bu şuur melekesi... Kainat boyunca kendisine lazım olan
kaabiliyetler bunda meknuzdur. Şimdi onları, bir nebatı yetiştirir gibi inkişaf
ettirecektir. Onun her cephesi bir alemde ziynetlenecek, ve benliğinde saklı olan,
meknuz bulunan bu cevherleri o, alemlerin, kainatın seyrine ayarlıyacaktır.
Bunun içindir ki insan basit bir mahluk değildir. Onun arkasında kainatları
kucaklıyabilen, yani kainatlar boyunca inkişafa hazır olan bir cevher saklıdır.
<< B. R. – Bu akşamki müşahededen çok müstefit olduk ve
aydınlandık...
<< K. Y. – Aydınlattığımı pek zannetmiyorum. Kısa ve katı oldu. Belki
sadece sizi düşündürür, o kadar.
<< B. R. – Ölürken hasta ıztırap çeker mi?
<< K. Y. – Iztırap bedenin terkedildiği son hadde kadar devam eder.
Ruhun bedenle ilişiği olduğu müddetçe vardır. Fakat dediğim gibi medyomumuz
bu akşamki tecrübesinde buna ait vibrasyonları alamadı ve size aksettiremedi.
Sorunuz.
<< B. R. – Bu tecrübede teşevvüş halinin çok kısa sürdüğünü gördük.
Bu kadar kısa süren teşevvüş hali olur mu?
<< K. Y. – Teşevvüş hali safha safhadır. Teşevvüşü siz şu manada
anlıyorsunuz: Sizce teşevvüş ne yaptığını bilmez bir halin ifadesidir. Fakat
teşevvüş bazan ne yaptığını bildiği halde, içinde yaşadığı bir durum da olabilir.
Burada öyle varlıklar mevcuttur ki kendilerine göre mükemmel addedilirler.
Fakat onlar, hakiki nizama intibak edemedikleri için teşevvüş halinde sayılırlar.
Teşevvüş derece derece, kademe kademedir.
<< Öyle varlıklar mevcuttur ki teşevvüş devrelerinde iken plan tanzim
ederek yeniden bedenlenmek isterler. Ve şayet bedenlenmelerine bir engel yoksa
bu müsaade kendilerine verilir. Bu suretle onlar hayata inerler. Tecrübeler
yaparlar. Onların tanzim etmiş oldukları dünya planları başkaları için zararsız,
kendileri için faydasızdır. İşte bu hal onların bu duraklama devresinde
olduklarını ve teşevvüşten kurtulamadıklarını izah eder. Başka bir şey daha
söylemek istiyorum: Bundan evvelki celselerde mesela bir zelzele neticesinde
hayatlarını topyekün kaybeden insanlardan bahsetmiştik. Bunlar, planları iyi
hazırlanmamış varlıklar olabilirler. Bir...
<< İki, teşevvüş devrine has planlar olabilir.
<< Üç, başkalarının tekamülüne yardım etmek için dünyaya gelmiş
olabilirler. Gözlerinizin önünde yanarak ölen bir çocuğun halini düşününüz.
Buna acırsınız. Fakat o size hiç bir zaman unutmıyacağınız ıztırabı tattırır.
Bununla hem kendi planını tamamlamış, hem de size yardım etmiş olur. Fakat
unutmayiniz
Ölüm korkusu 247
ki bu varlık dünyaya yalnız böyle bir adama ıztırap tattırmak için gelmiş
değildir. Onun kendine mahsus bir tekamül planı vardır, hatta onun bu planı
diğer bir çoklarının planlarile münasebettardır.
<< B. R. – Yanlış planla dünyaya inen varlıklardan bahsettiniz. Ve
neticede bu planın geriye çevrileceğini, söylediniz. Halbuki biz şuna da kaniiz:
hayatta ve kainatta boş, manasız ve faydasız hiç bir hareket yoktur.
<< K. Y. – Bunu yanlış anladınız. Boş ve manasız hiç bir şey yoktur.
Netekim böyle teşevvüş halile yerinde ve uygun olmıyan planlar tanzim ederek
dünyaya inen ve bu suretle de görgü ve tecrübesini arttırmış olur ki bu da hayata
bir defa inmeğe değer.
<< Bir planı hazırlıyabilmek için varlığın evvela hüviyetine sahip
olması lazımdır. Yani kendisini bir şey sanması lazımdır. Teşevvüş hali de gene
kendisini bir şey sanmaktır. Şimdi teşevvüştekileri bırakalım da normal bir plan
tanzimi üzerinde duralım. Bunun için başvurulacak çareler şunlardır:
<< Evvela farzediniz ki o, dünyada bir etüt yapacaktır. Bu arzusunu
evvela kendi hami varlığına bildirir. Hami varlık da, dünyayı himaye eden
varlığa böyle bir arzunun hasıl olduğunu bildirir. Ve bunun tatbikinin müsait
olup olmadığını ondan sorar. Şayet hayata inmesinde bir mahsur yoksa planını
tanzim etmesi o varlığa hamisi tarafından söylenir. Diyelim ki bu varlık dünyada
Ahmet olmak istiyor. Kendisini hayata nakledecek iki varlığa ihtiyacı daha onun
ihtiyacı vardır. Anne, baba. Böyle iki varlık arıyacaktır. Bunların da ruh
aleminde, kendisini hayata indirmeği kabul etmiş olduklarını farzedelim. Fakat
Ahmet hüviyetini daha önceden, bu anne ve babadan başka birisi tasarlamışsa
plan reddedilir. Bu sefer o, ayni gayeye matuf başka bir zemin arar. Bu dafa da
bulduğunu kabul edelim. Yani anne ve babalığa diğer iki ruh razı olsunlar. İş
bununla da bitmez. Bir muhit lazımdır. O muhitte de birinci, ikinci, onuncu...
ilh. Derecede alakalanacağı kimseler mevcut olacaktır. Bunların da daha ruh
aleminde reylerini almak icap eder. Mesela Ahmet evlenecektir. Bir kızı dünyaya
gelecektir. Eğer kızının ruhunu ruh aleminde ikna edebilmiş ise ona baba
olabilir. Aksi takdirde plan gene bozuktur.
<< Dünyaya inmek kolay değildir. Çok geniş bir mülahazaya ve pek
hassas bir sansüre ihtiyaç vardır. Önüne gelen her varlık her alemde tecrübe
yapamaz. Kainatta bir nizam vardır. Siz bu nizamın içinde olduğunuz için onu
göremiyorsunuz. Yüksekten baktığınız zaman, öyle ahenk, öyle akış bulursunuz
ki ancak
248 Mukadderat ve İcabat
maddi imajlardan memnundu, sevdiği ağaçlar, kuşlar, tabiat, hep onun dünyada
hoşuna giden şeylerdi. Ve şimdi de onlardan ayni haz ve zevki duymaktadır. Bununla
beraber onun gene bunları orada en kısa bir zamanda terketmesi lazım geliyordu ve
terketti. Zira bunlar oraların değil, dünyanın kıymetleridir.
Hele son misal bize ölürken insanların ruhunda geçen ameliyelerin ana
hatlarını o kadar bariz olarak gösteriyor ki bunun karşısında artık izaha mühtaç. Bir
nokta kalmıyor. Bu ameliyelerden birisi bilhassa bir << adam sende! >> ciliğin, <<
bana ne >> ciliğin ruhta belirmesidir. Bu suretle varlık, yavaş yavaş ve tabii bir revişle
dünya kıymetlerini ayaklarının altına almağa çalışıyor. Sonra gene ölürken ruhun
yavaş yavaş evvela maddi bedenini kaybetmeğe başladığını görüyoruz. Bu da ayni,
gayeye matuf bir harekettir. Fakat bunların hepsinden mühim olarak; nihayet ruhun
bütün inançlarile, itikatlarile, bağlarile, realiteleri ile bizzat kendi hüviyetini de
kaybetmeğe başladığına ve kaybettiğine şahit oluyoruz. Çünkü bunların hepsi onun
insanlık hayatının lüzum ve icaplarına ait şeylerdir ve onun insanlık hali, yani ruhun
bir insan kıyafetindeki bedene bağlı durumu ortadan kalkınca bütün bu kıymetlere
dayanan manevi hüviyetin de ortadan kalkması lazımdır. O, bu hüviyetini o kadar
kaybediyor, o kadar kıymetsizleştiriyor ki artık kendisinin bir taş parçası, bir ağaç
olması, nihayet bir hiç olması ihtimalini ve imkanını dahi duymak zorunda kalıyor.
Bununla beraber dikkat edilirse çok ehemmiyetli olan bir nokta gözden kaçmaz: Ruh
beşeri ve dünyaya bağlı hüviyetini böyle tamamile kaybettiği bir sırada bile asla kendi
öz varlığını bir an bile kaybetmiyor, yani bir adem, ve yokluk haline girmiyor. Ve
mütemadiyen anlıyamadığı, takdir edemediği hülasa hüviyetlendirmek kudretini
gösteremediği << var olan >> bir tarafından bahsedip duruyor ve bunu teşhis
edemediği için de derin ıztırap ve huzursuzluk duyuyor.
İşte onun bu sırada duyup da anlıyamadığı var olan tarafı bizzat kendi öz
benliği, hakiki varlığı ve dünyada milyonlarca insanın ihmal ve inkar ettiği ruhudur.
Ve şimdi o, içine girmiş olduğu bu muhteşem hakiki hayat aleminin öz malı olan ruhu
ile şu anda tekü tenha olarak baş başa bırakılmıştır. Bu da bir çok diğer mühim icap ve
lazimelerle beraber ayni zamanda hem kendisine, hem de diğer ihtiyacı olanlara bir
ders vermeğe yarar.
İşte dünyaya ait bütün bu kıymetlerin öbür tarafta kolay kolay terk
edilmiyecek olanları, bilhassa insanın yalnız kendi bedenine ve şahsına ait iyilikleri
kendisine dünyada gaye ihttihaz etmiş bulunduğu şeylerdir ki bu halin adı da
hotkamlıktır.
Şimdi bu hotkamlık uğrunda ve lehinde gösterilen bütün hareketler
nefsaniyetin ifadesi olur. Demek ki dünyanın realiteleri öbür tarafa ge-
250 Mukadderat ve İcabat
hayatımızla kaimdir ve bedenin bırakıldığı yer, yani mezar yalnız bedenle kaim bütün
mesele ve realitelerin ve kıymetlerin de gömüldüğü yer olacaktır. Buna mukabil
ruhumuzun malı olan faaliyetlere gelince, bunlar asla ruhtan ayrılmıyan, daha doğrusu
ruhla beraber alemlerden alemlere intikal eden büyük kıymetleri ve meseleleri
neticelendirirler. O halde ruhi faaliyetlerimiz, hakiki kazançlarımızı temin eder. Ve
hakiki kazançlarımıza ancak bir vasıta olan dünya hayatımızla kaim maddi
faaliyetlerimizin de bu ruhi faaliyetlere vasıtalık yapması icap eder. İş bu raddeye
gelince karşımıza mühim olan şu sual dikilir:
Acaba bize bu iki türlü kazancı temin eden maddi ve ruhi faaliyetlerimizi
nasıl ve ne şekilde ayarlıyabiliriz?
a- Acaba maddi faaliyeti büsbütün inkar edip yalnız ruhi faaliyet üzerinde
mi durulmalı? Böyle bir düşünceyi asla doğru bulmayiz. Esasen böyle bir düşünce,
insanın dünyaya gelmesindeki sebep ve hikmeti inkar etmek olur. Maddi faaliyet
dünya hayatımızın önüne geçilemez bir zaruretidir. Buğdayi ekip yetiştirmezsek aç
kalır, yaşıyamayiz. Suyu içmek için çeşmeye kadar gitmezsek susuz kalır ölürüz.
Fakat maddi faaliyetin bundan daha ileri derecede de lüzum ve vazifesi
vardır. Manevi ve vicdani faaliyetlerin mümkün olduğu kadar geniş imkanlar
dahilinde yapılabilmesi için maddi faaliyetlere ihtiyacımız vardır. Mesela, bir insan
hemcinslerine karşı fedakarlık yapabilmek için manen olduğu kadar maddeten de
vicdanını tatmin edecek kadar etrafında ihtiyacı olanlara bir şeyler vermelidir. Bunun
için de evvela o adamın verilecek bir şeyi olmalıdır ki başkasına da verebilsin. Bunun
temini ise ancak maddi faaliyetlerle olur. İşte burada maddi faaliyet derecesinin
hududunu kabaca çizmiş bulunuyoruz. Maddi faaliyet insanın, evvela dünyada
yaşaması için zaruri olan maddi ihtiyaçlarını temin etmesi bakımından lazımdır.
Saniyen, manevi faaliyetini alakadar eden işlerde muvaffakiyetini arttırmak için
maddi bazı imkanlara malik olması lüzumu vardır. Sıhhatli bir bünyeye malik
olmıyan, ömrünü hareketsiz olarak hasta ve yatakta geçiren bir insan ruhi ve vicdani
sahalarda kafi derecede faaliyet gösteremez. Sefalet içinde kıvranan bir insan diğer
sefil olan hemcinslerine yardım yapamaz. Bilgi ve görgü kudreti noksan olan bir insan
başkalarının ruh tekamülünde yardımcı yolları bulup ortaya koyamaz. Yani ancak
birtakım maddi faaliyetlerle elde edilebilecek bilgilerden, imkanlardan, içtimai
durumlardan mahrum bulunan bir adam, insanlığın manevi kalkınması için lüzumlu
olan ruh kudretlerini müessir bir şekilde kullanabilmenin çarelerinden mahrum
kalabilir.
Hülasa, kafi derecede maddi faaliyet göstermemiş bulunan bir insan, bu
kifayetsizliği nisbetinde dünyada, gerek nefsine karşı, gerek hemcinslerine karşı
vicdani müvacehesinde yapmakla mükellef olduğu işlerin bir çoğunu yapamaz hale
gelir. Fakat eğer dünya hayatı maddi va-
252 Mukadderat ve İcabat
zifeleri ihmal etmeğe müsait bulunsaydi, vicdanlar da buna razı olsaydı insanların
dünyaya gelmelerine de hiç lüzum kalmazdı ve herkes, dünyamızdaki gibi bir maddi
faaliyete lüzum hissettirmiyen ruhlar aleminde pekala, ruhi faaliyetlerini daha çok
serbestlik ve rahatlık içinde ifa eyliyerek süratle tekamül edivermenin yolunu bulurdu.
Halbuki işler hiç de böyle olmuyor. Ve muhakkak surette maddi bir hayatta yaşamak,
maddi hayatın ağır tecrübelerine, meşakkatli hadiselerine karşı gene maddi faaliyet
kalkanını kullanarak göğüs germek ve işte bu şartlar altında da ruhi faaliyetten asla
geri kalmamak esası takip ediliyor.
b- Acaba yalnız maddi faaliyete kıymet vererek, dünyada manevi faaliyeti
inkar ve red mi etmeli?
Eğer varlığın bütün hayatı yalnız bir tek kısa dünya hayatından ibaret
olsaydi bu suale karşı tereddütsüzce belki evet, denebilirdi. Fakat, ruhun ebedi
hayatındaki gelecek mukadderlere yol açan dünya hayatı ruhun bir tekamül vasıtası
olarak kaldıkça dünyada, bu mukadderin lehte hazırlanmasını intaç eden ruh
faaliyetinin de yalnız ihmal edilmesi değil, hatta ön plana alınması icap eder. Bu
noktayi gözden uzak tutup dünya hayatını yalnız maddi faaliyete vakfetmek istiyen
insan (esasen bunda muvaffak olamaz ya! ) eli bomboş olarak zamanı gelince dünyayı
terketmeğe namzet hazin bir duruma girmiş olur.
O halde şunu unutmamalıdır: Maddi faaliyet ancak ruhi faaliyetin bir
vasıtasıdır. Ve maddi faaliyetin kıymet ve zarureti ancak ruhi faaliyetin emniyet ve
selameti için kabul edilebilir. Ve illa, eğer maddi faaliyet, ruhi faaliyete hiçbir şekilde
vasıtalık yapmaz ve maddi faaliyet gaye ittihaz edilirse işler tamamile aksine neticeler
verir. Yani insanın – tıpkı evveldeki olduğu gibi – dünyaya gelmesinin sebep ve
hikmeti ortadan kalkar ve dünyada yapılması mecburi olan vicdani vazifelerin
ihmalinden mütevellit noksanlar ruhu öbür alemde müşkül durumlara sokar. Ve
evvelce geçirilmiş, boşuna geçirilmiş ıztıraplı yolları tekrar tepmek üzere ruhun
gerisin geriye dönmesini intaç eder, hem de bir çok fuzuli sıkıntıları çektikten sonra.
Mesela bir mağaraya, bir çilehaneye, bir mezara kapanıp bütün ömrünü iç hayatını
temaşa etmek için bütün insanlardan tecerrüt etmiş bir halde geçiren bir insan nasıl
muvaffakiyetli bir hayat geçirmiş sayılamazsa, bütün ömrünü yalnız altınla kasasını
doldurmak için geçirmiş ve altınlardan bir tanesini bile ruhi faaliyeti yolunda
sarfetmemiş bir adam da muvaffakiyetli bir hayat geçirmiştir denemez. Bunların ikisi
de mektepte vazifelerini tam yapmamış tenbel talebelere benzer. Zira esasen birincisi
de tam manasile bir ruh faaliyeti değildir.
Şimdi bu nokta üzerinde durarak, insanın maddi ve ruhi faaliyetleri
hakkında kıymetli tebliğat veren ruh dostlarımızın sözlerini nakletmek istiyoruz.
Evvela Kadri dostumuzun bir tebliğini takdim ediyorum:
Dünyadaki vazifeler 253
<< Siz iki vazife ile mükellefsiniz. Bunun biri, halen hayatınızın
idamesi için size verilmiş ve şimdiye kadar ne kadar muvaffak olabildinizse onu
tatbik ettiğiniz, hayatta yani dünyada yaşamınızla ilgili ve yapmağa mecbur
bulunduğunuz bir vazife. Diğeri sizin edebi hayatınızı hazırlayici birtakım
yüksek faziletler ve fedakarlıkların iktihamına sizi mecbur bırakan bir vazife.
<< Bu aleme ( ruh alemine. B. R. ) geldiğiniz zaman gene ayni iki vazife
sizi bekliyecektir. Biri, buradaki işiniz. Diğeri gene yükselmek hususunda
mecburen yapacağınız bir iştir. Şayet siz bunu dünyada böyle alışırsanız bu iki
vazifeyi muvaffakiyetle başarmağa muktedir olursunuz.
Gene dostumuz Kadrinin aşağıdaki tebliği, dünyadaki iki vazifenin bir birine
müvazi olarak yürütülmesi lazım geldiği hakkındaki tebliği çok mühimdir:
<< Bir insan hayatta iken kendisini yalnız manevi hususlar için
yetiştirmeğe hasretse ve buna maddi imkanlar da bulsa, bu adam bu işinde de
çok muvaffak olsa muhakkak bu varlığın te-
Dünyadaki vazifeler 255
bir gün evvelkine benzemiş gibi görünse de aralarında çok büyük farklar vardır.
<< Bir gün daha erken, bir gün geç kalırsınız. Yolda ayni insanlara
raslamazsınız. İlk karşılaştığınız varlıktan aldığınız ilk şualar sizin o günkü
hayatınız üzerinde akşama kadar büyük tesirler bırakır. Sizin ruhunuzun
akislerine, dolayisile işinize de müessir olur. O gün yolda, sevmediğiniz
insanların size duyurmak istedikleri sözleri duyarak üzülürsünüz. Ve bu da o
gün sizinle karşılaşacak insanlara karşı yapmağı itiyad edindiğiniz hareketler
üzerinde müessir olur, sizi tahrik eder ve sizde neticeler bırakır. İşte o gün sizin
yükselme dereceniz bütün aldığınız bu intibalar ve kısmen sizin tahammülünüz
ve gösterdiğiniz azim ve irade ile kudretinizin sarsılması neticesine dayanır. Siz
bunlara rağmen o gün işlerinize şimdiye kadar yazdırdığım şekilde
başarabildinizse ne mutlu size. Fakar bu o kadar müşküldür ki öyle az bir azim
ve irade kudretile elde edilmesi mümkün değildir. İşte bütün bu muvaffakiyetler
sizin aldığınız vazifeyi hiç ihmal etmeden, yılmadan, ne şekilde olursa olsun size
vaki olan müdahaleleri hiçe sayarak sonuna kadar aksaksız götürmenize
bağlıdır. Müşkül olduğu nispette kıymetli neticeler verir. Kim olursanız olunuz,
hangi meslekten bulunursanız bulununuz karşılaştığınız vaziyetlerde hiçbir
değişiklik olamaz.
<< Bazan insanlar, işler ters gittiği zaman << bu gün galiba ters
tarafımdan kalktım >> derler. Yani kendi tersliklerini o gün kendileri de
tamamen idrak etmişler demektir. Bunu bilmek değil yapmamak esastır. Her
varlığın, ne tarafından kalkarsa kalksın kendi ruh kudretini parlak akislerini hiç
bir şekilde paslandıramıyacak şekilde harekete hazır bulundurması ve kendine
gelen kötü şualardan müteessir olmak suretile o şuaları kabul etmesi değil,
bilakis onları hiçe sayarak o şuaları aynen aksettirip kendi parlak cevherini
göstermesi ve işini bildiği gibi yapmağa gayret etmesi esastır. Netice vazifedir.
Vazifenin ifası, tecrübenin muvaffakiyetle neticelenmiş olması demektir. Herkes
kendi vazifesini ifa edip etmediğini, yani tecrübedeki muvaffakiyet derecesini
hergün ufak bir cehitle aşağı yukarı doğruya yakın bir ihtimalle tayin edebilir.
Bazan yanıldığı olur amma, bu lehte olarak kaydetmek lazımdır. Mesela çok
küçük gördüğü ve hatta hiç ehemmiyet vermediği, bazan aklından bile çıkmış
olduğu öyle hareketler olur ki onun akisleri ve yüksek kıymetleri yüzlercesini
bilerek ve azmederek uğraşmakla elde edilemez. Esasen bunlar çok kıymetlidir.
Karşınıza o gün çıkıveren ve sizi ehemmiyetsiz gibi görünen ve sizden bir iş
istiyen ve siz de onu hüsnü kabul ederek derhal yapmak imkanını bulup
yaptığınız bir iş sizin tamamen
Dünyadaki vazifeler 257
<< Mesela, vazifeye giderken yolda rasgeldiğiniz bir insana ufak bir
yardımdan bahsetmiştim. Siz vazifeye, yani dünyadaki işinize giderken
rasgeldiğiniz adamın buradaki alemle bir alakası yoktur. Fakat yaptığınız
hareketin de öyle büyük bir tesiri meydana geliyor ki; sizi günlerce, senelerce
camide, kilisede hakka niyaz edenlerin elde edemiyeceği bir neticeye
kavuşturuyor. Bunların birbirile alakalarını ayrı ayrı görmeğe ve her birini
başka bir safha gibi telakki etmeğe imkan ve tarifi de mümkün olmıyan bir
şeydir. Fakat sizin anlamanız için ve daha evvel de bundan bahsetmiş olduğum
için iki ayrı iş gibi gösterdim. Esasen tam manevi vazifenizin ifası sırasında da
bunun tamamen manevi olmasına da imkan yoktur. O da hayatınızın bir çok saf-
258 Mukadderat ve İcabat
<< Size bir çok şeyler söyledim. Bir çok dersler vermeğe çalıştım.
Günde size bir çok fırsat zuhur ediyor, edecek dedim. Bunları kaçırmayınız.
Hemen önüne geçiniz ve istifade ediniz dedim. Her akşam yatakta bir defa
düşününüz. Kaç kişi ile kaç maksatla görüştünüz. Ve fedakarlık muhasebesi ne
kadar oldu? Bu gün ne yaptınız, kaç kişiye iyi muamele ettiniz? İçinizden
üzülerek, ne gibi faydalı işlerin temini mümkün iken yapamadım dediniz. Ne gibi
işlerde muvaffak oldunuz? İşte gül fidanınıza usare akmağa başladı. Ve bunu
yapmadınızsa su verdiniz amma verdiğiniz su yukarı çıkamadı. İşte bu tenbellik.
<< Kaç fakiri ve yardıma mühtaç insanı teselli ettiniz? Bu gün hiç
karşınıza çıkmadı mı? Para ile değil, kaç kişinin göynünü kendi tarafından
çektiniz? Acaba şimdi şu saatte sizin için kaç kişi lehinizde konuşuyor? İşte
bunların hesabı, ( yani yapmamaktan mütevellit hesabı B.R ) sizin tenbelliğinizin
neticesidir. Ben biliyorum bunları çok az yapıyorsunuz. Yahut yaparken
cayıyorsunuz. Bir çok işler araya giriyor onlara koşuyor, ve asıl işinizi, yani asıl
olan bu işinizi ihmal ediyorsunuz. Halbuki bunlar büyük işlerdir. Diğer
yapacağınız bir az bekler. Fakat bir fakir sizin yardım edeceğinizi, kendisine
teselli vereceğinizi nereden bilsin? Ve sizi ne kadar beklesin? Göynü kırılır,
gözleri yaşlı, süngüsü düşük, kafası önde gider. Gider ve sizin gül fidanınız (1)
onun gözüne çarpmaz. Halbuki o fakirin gözünden sevinç ile çıkacak yaş sizin
fidanınıza ulaşacak ki o gül güzel renkli olabilsin. Siz ne zannettiniz, o gülü
sulamak için kova ile çeşme suyu mu dökeceksiniz? İşte o yaptığınız işlerin
sevinç göz yaşları bu çiçeklerinizi
(1) Buradaki gül fidanından maksat insanın ilerdeki mesut ve yüksek mukadderatını
hazırlıyacak olan, dünyada iken yapmış olduğu iyi ve hayırlı işler, düşünceler ve eserlerdir.
Dünyadaki vazifeler 259
Bazı meslekler vardır ki bunlar maddi olmaktan ziyade ruhi birer faaliyet
halinde görünürler. Mesela bir musikişinası ele alalım. Bu zat eğer bütün hayatını hiç
bir maddi menfaate dayanmadan sadece musikisinin saf havası içinde geçiriyorsa
acaba yalnız bununla dünyadaki maddi ve ruhi faaliyetlerini matluba muvafık bir
şekilde yapmış olur mu? Ve vicdanının kendisinden beklemekte olduğu vazifelerini
ifa eylemiş sayılır mı? Bu sualin cevabını da muhterem dostumuz Kadri aşağıda
vermektedir.
<< B.R. – Bir adam hayatının mühim bir kısmını yalnız musiki
dinlemekle geçirse ve yalnız musiki ile mesgul olsa bu adam da dünyadaki
vazifelerini tam olarak yapmış insanlar gibi süratli bir tekamüle mazhar
olabilirler mi?
<< Kadri – Canım siz bunları biliyorsunuz fakat gene soruyorsunuz.
Hayatta muvaffak olmak, yani her iki vazifeyi de muvaffakiyetle başarmak için
yapılması zaruri bir çok işler vardır. Bu işleri yapmadan bir adım dahi ileri
atmanın imkan ve ihtimali yoktur. Bunlardan biri, dünyadaki vazifelerinizdir ki
insanı her zaman bir çıkmazla karşı karşıya bırakıp bir çok deruni
mücadelelerin vukuuna sebep olan ve hayat mücadelesi denilen yaşama tarzı için
gösterilecek gayretlerdir. Diğeri de, ruhi kudretleri yükseltici, fazilet, fedakarlık,
sevgi ve sair duyguların muhtelif şekillerde tebarüz ettirile ettirile bunları artık
bir itiyat haline sokmak suretile tekamülün hazırlanması faaliyetidir. Musiki bu
ruhi hareketlerin meydana çıkarılmasının yalnız bir kısmında insana çok
kolaylık gösterici bir yol olur. Yalnız bu kısmın üzerinde mümkün olduğu kadar
azami bir kudret sarfederek bunu çalıştırmakla bütün diğer vazifelerin ifasına
imkan hasıl olur mu?
<< Maddi hayattan bir misal daha söyliyeyim: Mademki hayatta
mücadele mecburiyeti vardır, bunları başarmak da icap
260 Mukadderat ve İcabat
eder. Şu halde bir adam bir yere kapanıp kendi kendine yalnız bir tahta
parçasını yontsa ve bunda kadar büyük bir meleke sahibi olsa ki o tahtayi hiç
kimse onun kadar yontamasa. Acaba bu adam, bütün hayatında kendisi için
yapmağa mecbur olduğu bir çok vazifelerini ifa etmiş midir?
<< Vazife, iki türlüdür: Biri dünyada kendisine tahmil edilmiş olan
yükleri taşımak mecburiyeti, diğeri de bunları yapabilmek için kendi iradesile
kendine yüklemiş olduğu diğer bir vazife. Bir insanın ölmemek için çalışması bir
vazifedir. Fakat bir insan hem kendini yaşatması, hem de ölmek üzere bulunan
bir başkası için de çalışarak, yorularak onun hayatını idameye gayret etmesi
ikinci bir vazifedir. Birincisini yapar ve işinde muvaffak olmuş bir insan gibi
çıkar. İkincisini yapar, bir çoklarının yapamadıkları ve görmek imkanını
bulamadıkları büyük bir kıymetin bir parçasını elde etmek imkanına sahip bir
varlık olduğunu isbat edebilir.
Bütün bu tebliğler bize her şeyden evvel şunu öğretmiş bulunuyor: İnsanın
dünyaya gelmekle vazifedar kılındığı iki gurup faaliyeti vardır: Bunlardan biri maddi
faaliyettir. Bu, bedenin dünyada bir müddet ikinci vazifeyi ifaya müsait bir durumda
yaşıyabilmesi için yapılması icap eden ve zaruri olan ve vasıta olarak kullanılması
icap eden işlerdir. Yemek, içmek, zaralı dış tesirlere karşı korunmanın çarelerini
araştırmak, nesli idame ettirmeğe uğraşmak, ve bütün bu işler için lüzumlu olacak
kadar parayi, bilgiyi, içtimai mevkileri kazanmak... ilh. Maddi faaliyetlerin birer
misalini teşkil eder.
Fakat geçen bentte de izah edildiği gibi, insanların dünyaya gelmesindeki
gaye bu değildir. Yani yalnız dünyada yaşamak için dünyaya gelinmez. Öyle olsaydi
dünyaya bir defa gelenler, hiç olmazsa dünyayi gaye ittihaz etmek istiyenler ve bunun
için de bütün varlığı ile çalışanlar bir daha dünyayi terk edip gerisin geriye dönerek
gitmezlerdi.
İnsan maddi faaliyetler gösterip büyük bir hayat mücadelesi içinde
yoğurularak hırpalanarak, ezilerek ve meşakkatler çekerek görgü ve tecrübesini
arttırmak ve bu suretle bir tek dünya hayatının kendisine sağlıyabileceği tekamül
merhalesini atlatabilmek için dünyaya gelir. O halde, esas gaye bu olunca insanı bu
gayeye doğrudan doğruya götüren dünyada başka bir faaliyet daha olmalıdır işte bu
faaliyet de ruhi faaliyettir.
Ruhi faaliyet gurubunda bilhassa, bilaistisna bütün canlı varlıklara karşı
yakınlık göstermek, sevgi ile bağlanmak, ve kendisi için olduğu kadar bütün bu
varlıklar için de, onlardan hiç bir karşılık beklemeden yalnız onların faydalanmaları
ve iyilikleri için – tıpkı bir babanın evladına yaptığı gibi – şefkatle, merhametle ve
fedakarlıkla emek sarfetmek, çalışmak ve bu vazifesini yapamadığı zaman da onun
üzüntüsünü duymak ve bu suretle ruhunun daha yüksek vazifelere layık kuvvetlerini
inkişaf ettirmeğe çalışmak... gibi ilahi hareketler vardır. Bunu eskiler kardeşlik diye
ifade etmişlerdi . Fakat bu söz kafi değildir. Yukarda arzettiklerim yapılmadıkça
kardeşlikten bahsetmek insanın kendi kendisini bu yolda aldatmasından başka bir şeye
yaramaz. Ve bu yolda da insanın kendi kendisini aldatmasının hiç bir manası ve
lüzumu kalmaz. Çünkü hiç bir kimse başka birisinin hareketinden mesul olmıyacağı
gibi, hiç bir kimse de diğer birisinden hesap sormağa hak sahibi değildir. Binaenaleyh
kimsenin başkasına karşı ruhi faaliyet sahasında, olduğundan başka türlü görünmesine
lüzum yoktur. Bilakis insanların hem kendilerine, hem de başkalarına karşı samimi
olmaları lazımdır.
Gene tebliğlerden öğrendiğimize göre, maddi ve ruhi faaliyetler diye
dünyada birbirinden bıçakla kesilerek ayrılmış gibi iki türlü faaliyet
262 Mukadderat ve İcabat
tarzı yoktur. Mesela ibadet ve düa ruhi faaliyet olmakla beraber dünyadaki bir insanın
bütün ruhi vazifesinin hududunu çizmiş olmaktan uzaktır. Yani bir insan bütün
ömrünü bir camide veya kilisede veya herhangi bir ibadethanede gece gündüz ibadet
etmekle geçirse hiç şüphesiz o insan tekamülü için iyi bir iş yapmış olmakla beraber
dünyada Allahın kendisinden beklediği ruhi vazifelerini tamamile yapmış olmaktan
çok uzak kalır. Mesela bütün hayatı boyunca böyle gece gündüz sadece bir mabette
ibadet edip hayattan ve insanlarla münasebetten uzak kalmış bir adamın yanında,
Allahı her an düşünmek, ona her kalbinin atışı ile birlikte şükran duygularını
göndermekle beraber insanların, hayvanların ve nebatların bile zavallı gördüğü
hallerine acıyan, elinden gelen iyiliği onlara yapmağa çalışan ve yapamadığı anlarda
da bunun ıztırabını çeken bir insan tekamül yolunda süratle fırlayıp evvelkini yarı
yolda bırakarak geçer gider. Halbuki bu ikinci insanın bu işleri yaparken ayni
zamanda maddi birtakım faaliyetleri yapması da gerekir. Çünkü dünyada, evvelkiler
bunlara bağlıdır. O halde maddi faaliyetlerle ruhi faaliyetler birbirini kucaklamış
vaziyettedir. Bunun gibi, karnını doyurmak için lokmasını ağzına atan bir insan
elbette maddi bir faaliyeti ifa etmektedir, fakat eğer o sırada bu insan yanında aç kalan
komşusunun o günkü açlığı karşısında bir şey, bir yardım yapamadığını da düşünüyor
ve o ağzına attığı lokmayi çiğnerken bunun azabını da çekiyorsa işte ayni zamanda
ruhi faaliyetin de en güzel numunelerinden birini göstermiş olur. Her işte durum
böyledir.
Yani bir insan rahatça yemek yiyebiliyorsa bu rahatlığı içinde aç kalan
komşusunu da düşünmekle mükelleftir. Bir insan para kazanıyorsa sefil olan insanlara
yardım etmekle mükelleftir. Akıl, fikir, bilgi sahibi ise aklı ermiyenlere, bilgiye
ihtiyacı bulunanlara hiçbir menfaat gözetmeden – yani ne maddi, ne manevi hiç bir
taraftan, hiç bir karşılık beklemeden – bildiklerini öğretmekle mükelleftir. Hekim
olmuşsa lüzum ve ihtiyacından gayri bir şey beklemeden hastalarının şifasını,
istirahatini, ıztıraplarının durdurulmasını düşünmekle ve bunun için de emek
sarfetmekle mükelleftir. Avukatlık yapıyorsa yardıma mühtaç ve mağdur
gördüklerini, onları istismar etmeden himaye etmekle mükelleftir... ilh. Bütün bu işler
böylece cereyan ettiği takdirde hem maddi, hem de ruhi faaliyetler büyük bir başarı ile
müştereken ifa edilmiş olur. Fakat bunlar kolay değildir. Yalnız şu da muhakkaktır ki
büyük neticeler hiç bir vakit kolay yollardan elde edilemez. Büyük işlerin başına
geçenlerin de elde edecekleri büyük neticelere mukabil göstermeleri kendilerinden
beklenen cehit ve gayret elbette o nisbette fazla olacaktır.
Hülasa dünyada hiç bir insan bu biri maddi, diğeri ruhi olan iki türlü
faaliyetten affedilmiş değildir. Ve her insanın kendi çapında ve kendi
Nefsaniyet ve hotkamlık 263
C – NEFSANİYET VE HOTKAMLIK
Nefis murakebesi mevzuunun daha açık olarak izah edebilmek için bir az daha
nefsaniyetle vicdanın birbiri karşısındaki durumu üzerinde durmamız lazım geliyor.
Şimdiye kadar gerek tebliğlerden ve gerek tebliğlere istinaden geçen mülahazalardan
çıkardığımız manaya göre hayatın ruhi ve maddi faaliyet cephelerinin hudutlarını
tayin edecek olan kudret gene bizdedir. Ve bu kudret de vicdanımızdır. Esasen
vicdanın karşısında insanı yıkmağa uğraşan unsur nefsaniyet olduğuna göre ve
vicdanın da taarruz noktası nefsaniyet bulunduğuna göre doğrudan doğruya
vicdanının sesine uyan bir insanın nefis murakebesinde büyük muvaffakiyetler
kaydetmemesine imkan yoktur. O halde nefsaniyet nedir?
Nefsaniyet, ruhun maddeye bağlanmasile ruhta maddeye karşı husule gelen bir
incizabın tatmini hırsıdır. Görülüyor ki nefsaniyet tamamile maddi bir arızadır ve
ruhun maddeye, daha doğrusu bedene olan bağı ile kaimdir. Ruhun madde ile olan
irtibatı bir tekamül zaruretinden ileri geldiğine göre, nefsaniyet de ruh için bir
mücadele mevzuu haline girer ve ruh tarafından mağlup edilmek suretile ruhi
kuvvetlerin dünya hayatı yolu ile inkişaf etmesi lazım gelen kısımlarının gelişmesine
hail olma kudretini kaybeder.
Nefsaniyet; hayatta insana yükletilmiş olan birinci vazifenin, yani maddi
faaliyetin vasıtalık rolü unutularak gaye ittihaz edilmesi ve bu yüzden de asıl olan
ikinci vazifenin, yani ruhi faaliyetlerin felce uğratılması halini neticelendirmeğe doğru
ruha istikamet veren ihtiraslar mudilesidir. Nefsaniyete göre gaye, ruhun tekamülü
değil maddenin, yani bedenin ne pahasına olursa olsun azami konfor ve istirahatini
temin etmektir. Daha doğrusu, ruhun inkişafı için gösterilmesi lüzumlu olan cehit ve
gayretlerden, bedenin rahatlığı hesabına kaçınmaktır. İşte onun içindir ki biz dünyada
ikinci vazifesini ihmal etmiş bir insana – maddi
264 Mukadderat ve İcabat
vazifesinde ne kadar çalışkan olursa olsun – tenbel diyoruz. Çünkü o, asıl vazifesini
yapmaktan – bedeni sıkıntıya sokmamak için – kaçınmaktadır. Mesela para kazanmak
ancak başkalarına bu yoldan vasıtalı veya vasıtasız olarak, yani ya maddeten
başkalarına doğrudan doğruya yardım etmek veya yerinde kullanılacak hayırlı ve
tekamüle hadim işlere sarfetmek suretile hizmet etmek gayesine matuf olmak lazım
gelirken bilakis para kazanmak için başkalarının elindeki ve avucundaki şeyleride
gasbetmeğe kalkışmak nefsaniyetin en koyu tecellisidir. Keza kendi izzeti nefsi
kırılacak ve cemiyetteki mevkii sarsılacak, menfaatleri haleldar olacak diye
başkalarını kırıp geçirmek de nefsaniyetin koyu misallerinden bir diğeri olur. Bunun
gibi kendisine mühtaç olmuş bir insana iyilik yapabilecek durumda olduğu halde bunu
bir fırsat sayarak o biçareyi istismar etmeğe kalkışmak da nefsaniyetin en kötü
misallerinden birini teşkil eder.
Ve keza başkalarından üstün olmak hevesine düşmek insanlar arasında
tefevvuk hissile iftihar etmek, diğerlerini kendinden küçük görmek gene tamamile
nefsani bir harekettir. Bu hususta sözü doğrudan doğruya çok kıymetli dostumuz
Şihaba bırakıyorum. Orada lazım gelen bütün faydalı bilgiler mevcuttur.
<< Şimdiye kadar her nokta üzerinde durduk, fakat bu günkü dünya
hayatınıza uygun mesai üzerinde fazla zaman sarfetmedik. Bu cihet de ihmal
edilmiyecek kadar büyüktür, muazzamdır. Üzerinde durmamız lazım gelir.
Büyük bir yolun başındayız. Ve bu yolun da sonsuz olduğuna inanıyoruz. Bu
yolda yürüyeceğiz. Azmetmişiz. Esasen azmetsek de yürüyeceğiz, etmesekte
yürüyeceğiz. Fakat iman ile yürünen yol başka, imansız olarak yürünen yol
başka katedilir. Aralarındaki farkı burda uzun uzadıya izah edecek değiliz.
Tekamül yolu budur. Bu yoldan dünyada sizi alakoyan noktalar nelerdir?
<< Bunları muhtelif vesilelerle söyledik. Ve hülasa edebilirsek şöyle
demek lazım gelecektir: Hotkamlık ve nefsaniyete zebun olmak, tekamül
yolunda adeta sürati sıfıra indirmek demek olur. Şimdi biz bu tekamülümüzü
engelliyen, köstekliyen noktaları kısaca şu iki kelime ile hülasa eyleyip geçersek
matlup neticeyi elde etmiş sayılmayiz:
<< Hotkamlık ve nefsanitete zebun olmak!... Filhakika bu iki kelimede bir
çok hakikatler mündemiçtir. Fakat ne yazık ki bu hilasa sözler insanları tahrik
edemez. Ve istenilen neticeyi veremez. Sizden beklenilen, bütün bu gerilikleri,
hotkamlığı ve nefsaniyete zebun oluşu tevlit eden hallerin teker teker bulunması-
Nefsaniyet ve hotkamlık 265
mekten maksat hemcinsine karşı tefavvuk olmasa gerek. Bunu sizlere bilmem,
uzun uzadıya izaha ihtiyaç var mı. Hemcinslerine tefavvuk değil, onlara hadim
olmak, faydalı olmak ve bunun içinde kendi nefsinizi ve menfaatlerinizi feda
etmek... İşte hemcinsinize tefavvuku bu yolda arayıp görmezseniz matlup olan
neticeyi alamazsınız ve bu da nefsaniyete zebun oluşun bir tecellisi olur. >>
<< Hayat çok çapraşık yoldur. O yolda yol göstericiler az olduğu nisbette
o yol göstericilere uyan insanlar da pek azdır. Daima bir şarlatanlık ve her şeyi
üzerine çekmek arzusu insanlardaki şöhret hırsı, bu varlıkları daha karanlık bir
izbeye sürüklemektedir.
<< Ne çıkar, ne kadar büyük olursa olsun, ne kadar şöhret kazanmış
bulunursa bulunsun en büyük bir ressamı, en güzel bir sanatkarı bile 39-40 sene
sonra herkes unutur. Bu mu lazım? Yoksa hiç kimse tanımasın, fakat binlerce ve
binlerce sene o herkesi tanısın ve huzur içinde kalsın. İşte iki yol. Yalnız biri
peşin, öteki veresiye. Fakat bu öyle veresiye ki bilenler için peşinden daha
kıymetli, bilmiyenler için de ödenmesi imkan olmıyan bir bonodur. Sizin de
hayatta bu yolu takip etmeniz daha iyidir.
<< Çok tanınan bir insan çok nazar altındadır. Gözden kaçınız. Çünkü o
nazarların içinde iyileri ne kadar çoksa kötüleri ondan daha çoktur. Mevki
yükseldikçe etrafındakilerin hırsları ve hinayet arzuları artar. Bundan kaçınmak
herkes için imkansız bir harekettir. Elde bir şey olmayince, sebebi ve yolu
bilinmeyince bunlara karşı koymağa imkan bulunmaz. Mahvolur insan. Huzur
içinde görünse bile kalb büyük bir tazyik altında bunalır. >>
***
Bazı insanlar büyük bir hırsla dünyaya sarılırlar. Büyük işlerin başına geçmek
isterler. Bunların belki bir kısmı hakikaten nefsaniyetlerini yenmiş, hotkamlıktan
kurtulmuş ve vicdanlarını daima kendisine rehber edinmiş kimselerdir. Bunlar
hakikaten büyük insanlardır. Zira bütün hayatları kendileri için değil başkalarının
saadetini temin maksat ve gayesi uğrunda geçmiştir. Fakat bunların yanında öyleleride
vardır ki yüksek mevkileri ancak kendi nefsani ihtiraslarını tatmin etmek için isterler
ve bu uğurda bütün varlıklarile çalışırlar. Onların bu maddi ve nefsani endişeleri ruhi
vazife ve faaliyetlerini kendilerine tamamile unutturmuştur. Onlar için hayat
ebediyen, içinde bulundukları ve kendilerine saadet verdiği zannettikleri şekilde
devam edecekmiş gibi gelir. İşte onların felaketli mukadderleri de böylece çizilmeğe
ve taayyün etmeğe başlamış olur. Ve bu mukadderin tahakkuk çanı çaldığı anda da
onu bundan hiç kimse kurtaramaz. Böyle zamanlarda onun yapabileceği – kendisi için
en hayırlı ve gelecekteki iyi mukadderini hazırlıyabilmesine – yararlı iş bu kötü
akibetinin yegane amilinin gene kendisi olduğunu şüphe etmeden kabullenmek ve
ondan sonra da bunun kendi tarafından vaki olan sebeplerini araştırmağı kendisine en
lüzumlu bir iş edinmektir. Yani nefsaniyetinin zulmünü bizzat kendi varlığında
duymağa ve tak-
268 Mukadderat ve İcabat
<< İnsaniyet büyük bir çığla birlikte yuvarlanıyor. Bu, gittikçe büyüyor.
Fakat bir yere saplanacaktır. Bunun istikametinde bulunanlar da o çığla birlikte
yuvarlanmağa mahkumdur. Bundan masun kalmak için iki çare vardır. Ya o
gelen çığın istikametinden uzaklaşmak, yani dünyadan uzağa kaçmak, yahut
sağlam bir yere yapışıp çığın gelip geçmesini beklemek. Ve o tuttuğun yerin
kudretine güvenip orada kalabilmek. Bu hareketler sizi ve insaniyeti ancak
kurtarır. Diğerleri de çığla birlikte sürüklenmeğe mahkumdur.
<< Siz ki bu kadar zamandır bu işlerle meşgul oluyorsunuz, ahlakın
kudreti hakkında bile şüpheniz vardır. Artık diğerlerinin düştükleri uçurumlara
gülmek mi, yoksa ağlamak mı lazımdır. İnsanlar o kadar cahil ve etraflarından o
kadar bihaberdir ki gözlerinin önünde çakan ışığı bir kandil şeklinde görmekte
israr ve ters yollarda, uzun mesafeler katetmekle demgüzardırlar. Yazık
insanlara!... Yazık onların felahına yardım etmek emelini taşımıyan, büyük
namını taşıyanlara.
<< Bir insan bir tramvay altında çiğnenmek tehlikesine maruz bir çocuğu
görür de kurtarmaz mı? Dünyada büyüklüklerile öğünen insanlar yalnız
beşeriyete hizmet etmiş ve onların yaşamasına, tecrübe devrelerinin uzun
sürmemesine hadim olmuş insanlardır. Hırs, yükselmek kaygısı, kısa bir zaman
için de olsa hükümdar olmak hevesi nedense varlıkların gözlerini öyle boyuyor
ki yaşanacak zamanın kısalığı bile bu renklerin kuvvetini değiştiremiyor.
<< Yarının ne olacağını bilmediği halde hemcinsine yardım için
fedakarlıktan çekinmiyen, iyi hareketlerile başkasının felaketini değil, saadetini
hazırlıyan kimse hakiki bir insandır. Bunun dışındaki kötü şeyler, menfaat
duyguları bu mahdut zaman karartır.
<< Hayat kısa, hakiki hayatın bir rüyası kadar kısadır. ( rüyada ele geçen
servet ve kıymetlerin uyandıktan sonra insana ne faydası vardır! B. R. ) Bir
varlığın geçireceği uzun, namütenahi hayata nisbetle, dünyada yaşanılan bir
ömür o hayatın bir sa-
Nefsaniyet ve hotkamlık 269
niyesi bile değildir. Böyle kısa bir zamanda yapılan büyük işlerdir ki insanlara
fazilete giden yolların kapılarını açar, onları saadete sürükler.
<< Bahar insana neşe verir. Ve bir çok hatıraları canlandırır. Yaşillikler,
kuşların ötüşü soğuk ve karanlık günlerin sona erdiğinin bir müjdesidir.
Bununla beraber, insalar bir manzaraya bakarak bazan acı şeyler de
düşünürler. Başka bir baharı daha acaba görebilecek miyim, bu güzel dünya
manzaralarını nasıl bırakacağım diye endişeye de düşerler. Bunları hiç
hatırlamıyanlarda vardır. Onlar yalnız bu dünya işlerile meşgul olduklarından
bu gibi işlerle uğraşmazlar. Fakat ilk hastalandıkları anda, bütün bahar, ayrı
ayrı hatırlanan bu acıların hepsi birden onun üstüne yüklenir. Hayatı simsiyah
bir zindana döner. Halbuki bunlara karşı evveldenberi her zaman ilgi
duyanların mümaresesi artacağından bu gibi baskılardan kendilerini korurlar.
Onlar bilirler ki bu dünyanın baharı hakiki hayattaki kışlardan bile daha iyi
değildir. Onlar bilirler ki ahlaklı ve faziletli insanların gidecekleri yerler
dünyadaki bu güzel baharlarla ölçülemiyecek kadar mükemmel ve çok can
alıcıdır.
<< Mahluklar, daima Halıklarına yaklaşmak için ellerinde Ona doğru
çırpınan bir kudret taşırlar. O kudret Halıka yaklaştıkça onu geri çevirip
mahzun etmezler. Yeter ki Ona yaklaşmak yollarını aramış, bulmuş, hiç olmazsa
kalbinden geçirmiş olsun.
<< Allah o kadar büyüktür ki ben bir celsede bunun tarifine imkan
olmıyacağını söylemiştim. O kadar rahimdir ki hiç bir kelime ile izah edilemez.
Bunu bilen ve inanan ve Onu bir kere candan anan bile korkmasın. Yalnız
özlemesini bilsin. Daima kendinden küçüklere yardım elini uzatmasını bilmiş bir
varlık olsun, bu bile yeter. Ama bu kadarı size yetmez. Bu ancak kendini
bilmiyenlere, aciz ve zavallılara yeter. Siz bu kadar küçük işlerle yetinmeyiniz.
Çünkü onların mükafatı ile siz iktifa etmezsiniz. Siz de kendi bilginizi, derece ve
kaabiliyetiniz kadar isteyiniz. Ve almağa gayret ediniz. Size ne mutlu ki kendi
kudretinizle kendinize yeni bir veçhe verecek bir irade sahibi, karşılığını
gözetmeden başkasına mal vermekten çekinmiyen müflis bir tüccarsınız.
Dünyada sizinle de alay eden çoktur: Elinize birşey geçmeden kıymetli
vakitleriniz ziyaa uğrar, derler. Ne yapalım, dünyada böyle cahillere, aptallara
ihtiyaç olacak ki akıllı geçinenlere yol göstersinler. Azim ve kudretinizle her
zaman yeni bir kapıyı açacak bir cesaret gösteriniz. Noksan bilginiz size rehber
olmuyorsa beklersiniz. Zamanı gelince daha büyük şeylere de ulaşmak imkanını
bulursunuz. Temiz kalınız, kendi benliğinizi tanı-
270 Mukadderat ve İcabat
yınız. İçinizden geçenleri, bir adam gelip de sizin yüzünüze karşı söylemek
kudretini gösterse, bu sözlerden yüzünüz kızarmıyacak ise o zaman sevininiz. >>
***
<< Sual – Akıl, zeka ve kurnazlık arasındaki farkı bize izah buyurur
musunuz?
<< Kadri – Bunlar insanlar tarafından kendi kudretlerini ölçmek için
bulunmuş kelimelerdir. Akıllı insan, doğru yolu bulan insandır. Kurnaz bir
insan, cahil bile olsa kendisi için en karlı istikameti seçmesini bilen bir insan
demektir. Yalnız akıl, iyi bir yol göstericidir. Fakat yalnız kurnazlık, insanı bir
yere kadar ulaştırıp orada eli boş bırakan ve pek sözüne inanılması icap etmiyen
bir arkadaştır. Zeka ile akıl birbirine pek karışır. Zeka hem aklı hem de
kurnazlığı ihtiva eder. Zeki bir insanda ikisi de içtima halindedir.
<< Akıllı bir insan, zeki ve kurnaz bir insan odur ki kendi gittiği yolu iyi
seçip hem dünyada, hem burada istiyeceğini iyi bilen ve bunun için hazırlık
yapmış ve yapacak olan insan demektir. Dünyada çok para kazanan, insanları
dolandırarak kaşaneler kuran insana da zeki derler. Ama, bunlar çok budaladır.
O kadar hazırlığı, yarını bile şüpheli bir hayat için yapıyorlar. Asıl zeka,
kendisinin ebedi hayatını hazırlamak çarelerini arayıp bulan adamdır. Sizin bile
şimdiki hareketiniz bir az akıllıcadır. Hele zeka derecesine ulaşırsanız o zaman
hakiki vaziyeti de anlarsınız. Benim söyliyeceğim bunlardır. Diğerleri dünya
işleri ve sizin hareket tarzınıza bağlıdır. Onlar da sizi alakadar eder. >>
***
Nefsaniyet ve hotkamlık 271
bir ifadesi olan hasislik, nefsaniyet mücadelesinin başında gelmesi icab eden bir
ameliyedir. Mustafa Molla dostumuzun aşağıdaki tebliği bu noktaya temas
etmektedir.
<< Kendini yalnız bilen insan iki nevi ıztıraptan birine müptela görünür.
Biri yalnız nefsinin maphesinde kalmış, ikincisi, kendini aşarak başkalarının
acılarına deva taşıyabilmek iktidarına vasıl olmuş insan.
<< Hiç düşünebilir misiniz ki insan olsun da insanlık meşalesinden
nasibedar olmasın? Böyle bir yolda yürürken elbette sizden daha aciz, daha
düşkünlere gerek maddi, gerek manevi halaskar eliniz yetişebilmeli . Ve siz
kendi öz benliğinizden başkalarına armağan edebilmelisiniz.
<< HİSSET BİR KAPANIŞTIR. Eğer ruh bir menbaı muzi ise onun üstü
ağır bir kapakla kapatılmış ve bir zulmet kuyusu haline sokulmuştur. Buna,
insanın kendi maneviyatının intiharı demek daha münasip olacak.
Eğer sizden taşma kudretiniz mevcutsa işte o zaman başkalarına
verebilecek nurlarınız var demektir. Her şey isteğin mahsulüdür. Neyi ve hangi
hedefi arzu etmişseniz sizin vasıl olacağınız odur. İnsan hayvandan itibaren
teselsül ettirilirse görülür ki hayvan kendinden ötesini düşünmediği halde insan
daha ma’şeri ve daha feragatkar ve fedakardır. Bu, insanlığın tahakkuku ve
teşhisi adına en büyük bir ölçü olarak ele alınabilir.
<< Bir az dikkat ederseniz hasis insanın şuurunun dahi fevkalade
hudutlanmış olduğunu seçebilirsiniz. Onların dünyasında ideal budur. Ve
bundan bahsedilmedikçe her şey kıymetten uzaktır. Halbuki hisset bir gayri
tabiilik ifadesidir. İnsan muazzam bir kainat içindedir. Ve görebilse anlar ki her
şey, her zerre bu dünyada bir şey vermekle mahzuzdur. Güneşin en parlak oluşu
en çok verici ve tükenmez bir menba bulunuşu gözlerinizin önünde durur.
Böylece mütalaa olunursa hayatınızın çerçevesinde, insanların neden hasta
olduklarını anlarsınız. >>
***
<< İnsanlar almaktan, ihtiyaçlarından fazla da olsa verilen her şeyi kabul
etmekten uzak kalmamışlardır. Çünkü bu da insan-
F : 18
274 Mukadderat ve İcabat
<< Bilgi, insaniyete hizmet ettiği zaman büyük bir kıymet arzeder. Bir
çok malumat sahibi olan bir insan bunu güzel bir şekilde kullanmasını bilmez,
kendisinden başkalarının istifadesini temin edemezse o bilginin kıymeti yoktur.
İnsanlar yalnız başına kendi ruh ve bedenlerile bir bilgidirler. Çünkü daima
tetkik mevzuu olabilirler. Başkalarını da ayni nisbette tetkik edebilirler. İlmi
etrafa şümullü bir şekilde gösterebilmek ve bu kudreti izhar edebilmek esastır.
İnsanlar, başkalarının nam ve hesabına yapmış oldukları işlerle öğünürler. Hiç
bir kıymet mevcut mudur ki insan onu yalnız kendisine hasretmiş olsun da
bundan vicdanen bir huzur duyabilsin ve kendisine bir şeref hissesi ayırabilsin.
Bir kere düşünün: daima başkasına yapmış olduğunuz ufak bir hizmet bile sizde
bir mahzuniyet tevlit eder. Fakat kendi nef-
Nefsaniyet ve hotkamlık 275
sinize inhisar ettirdiğiniz o kadar büyük işler vardır ki bundan ne siz bir sürur
duyarsınız, ne de başkalarına anlatırken gururunuz yükselir. Şu halde
yaptıklarınızı şahsınızın değil, başkalarının ondan edecekleri istifadeyi
düşünerek tanzim etmeniz kendi lehinize bir hareket olur.
<< İnsanlar yalnız başlarına kaldıkları zaman kendilerinin mesut
olmalarına imkan yoktur. Çok evvelki tebliğlerin birinde bahsetmiştim. Bir
şehirde tek başına kalmış, bütün servetlere malik olmuş bir insan bunlardan ne
bir fayda görür, ne de mesut olur. Onu başkalarınada tattıracak bir zemin ve
zaman bulabilir, yaptığı işler etraftan görülürse o zaman mesrur olur. Sporcular
da böyle değil mi? Kendi kendine çok hızlı koşan yahut atlıyan bir insan bunu
tek başına yaparsa hiç bir zevk duymaz, etraf seyrederse hem kendi, hem civarı
memnun ve müteheyyiç kalır. İnsan kendi kudretini etrafa teşmil ederse bu en
iyi bir hareket olur. Kapalı cevherler, ışıkları söndürülmüş bir lambadan
farksızdır. >>
<< Eğer bu hususatın iyi mütalaa edilmesi lazım gelirse ıztıraplarınızı iki
neve ayırarak mütalaa eylemeniz belki vazıh ittilaınız için hayırlıdır.
<< Bir nevi ıztırap egoist heyecanların tatmin olunmamasından doğar.
İkinci şıkkı teşkil eden ıztıraplar nefsaniyetin fevkine yükselmiş, yani << ben >>
den ziyade herkese yönelmiş asilane duyguların, istenen neticelere varamamış
olmasından mütevellittir, denebilir. Peygamberane ıztıraplar diye de
adlandırılabilen bu nevi azapların yüksek insan karakterlerini ifade ettiğinde
şüphe yoktur. Kalbiniz ruhani bir alemin nazımı olamazsa da hiç değilse zulmet
içinde bir kandil iktidarına vasıl olmağı özliyebilecek bir yüksek isteyişin aşiyanı
olabilmelidir.
<< En büyük duygular, en yüksek ıztıraplarla ölçülür. Zira insan ne
gülmenin, ne ağlamanın, fakat sadece ruhi ıztırap ve hazlarının susan deryasının
amakı ruhaniyetinde meşgul sayılmalıdır. Yoksa harcı alaim bir çok heyecan
ifadesi de olsa dökülemiyen acıların ruhlarınız üzerindeki ağırlığı ifade eder ki
derin ve kesif yükleri taşıyabilme iktidarına sahipsiniz.
<< Böylece mütalaa ettikten sonra mevzuun daha derinliğine doğru
gidebiliriz. Niçin seviniyorsunuz? Niçin meyus oluyorsunuz? Bunların tetkik ve
teşhisleri sizin asilane ve gayri asilane telakkiyat ve heyecanlarınızın birer
ifadesi, birer ölçüsü makamındadır. Herkes ayni ruhi iktidarın sahibi olamaz.
Bu bir iktidarı ruhani demektir ki emeklerinizin, ruhunuzun manevi
gölgelerinde biriktirdiği, ışıktan mevcelere bağlıdır. İnsan vardır ki kendi
manevi durgunluğunu dahi keşfe kaadir olamaz. İnsan vardır ki tamamen
zıddına, nefsinin dışına çıkabilmiş ve kendini unutarak nevi beşerin acılarına
müstağrak olmuştur.
<< Bir gölgeyi taşımanın, bir vehme kurban yaşamanın, bir nefse
hizmetkar ve zebun olmanın itiyadı sınırlarından öteye koşmanız, elverirse daha
da ilerlere varabilme imkanlarını araştırmanız sizin yaratılışınız icabındadır.
<< İnsan o yüzden büyüktür ki kendini ancak bir kişi olmaktan
kurtarmak yolunda savaşır ve nefsinin iyi bakımdan meleği, fena bakımdan
mücahidi manzarasında görülür. Bu yolların her ikisi de nihayet sizi hayra
çekecek olan rehakar isteyişlerin ve intizarların birer başka tezahürleridir. Asil
insan karakteri, bir başkasının saadetinden haz duyabilme karakteridir. Sonra
da kendi nefsinin vüsatında başkalarına verebilecek ruhani serveti
olabilenlerdir. Sizi düşündüren sadece şahsi alailikten ibaretse bundan öteye
geçebilmenize hangi tarikle imkan görebilirsiniz?
<< Dünyanız bir cesedin, bir sonu gene ayni hudutlar içerisinde, ayni
şeylere inkilap etmeğe mahkum bir maddi bedenin ga-
Nefsaniyet ve hotkamlık 277
yesi olan bir dünya değildir. Ruhunuz, işte üzerinde insan damgasının
taşınmamasına sebep olan en asil ve en ön cepheniz. Onun üzerinde kuracağınız
bina ebediyen sarsılmıyacak olan binadır ki gene onun üzerinden daha
yukarlara erişebilmek için halaskar haberleri vadeden irtifaları görürsünüz.
<< İllaki << ben >> im ve bütün bu dünya benim şuurumdur, ondan
mada hiç bir şey reel olamaz, diyen insan önce düşünmelidir ki bu alemin
nizamları arasında kendi şuuru da o nizamların kurucusu tarafından
bahşolunmuştur. Yoksa kendi dediğiniz müstakil bir hüviyet mevcut olduğu
halde amili mutlak olsaydi kainatın mimarisinde elbette bir taşı bulunmak iktiza
ederdi. Bu nasıl oluyor ki bir babanın emeğile büyüdüğü ve gene o babanın
yüksek veya yüksek olmıyan huylarını iktisap eylediği için ona hürmetle baş eğer
de susan bir namütenahi kudretin icazkar sükunetinde bir sır sezmez. Öyleyse
onların düşünceleri kendilerinden öteye ve yukarıya hiç bir ifade sahibi
olabilmek iradesini aramamaktadır.
<< Böylece en büyük ıztırap sizin şahidi bulunduğunuz bir çok
bedbahtlıkların sahibi kimseler tarafından temsil edilmektedir. Ve bunlar bu acı
hakikatin bir an dahi farkında değillerdir. Ruhun ebediyete giden cihetlerine
pencerelerini açamamış kimseler bu kadar büyük bir ruhani alem içinde hudut
ifadesinden kurtulamamakla elbette acınması lazım gelen bir seviyede
kalmışlardır ki işte bu anların amakı vicdanında toplanan zehirler gibidir.
<< Sizin için bir ders olsun diye söylenmiş bir çok ata sözleri vardır. fakat
bilir misiniz, bunlar en ziyade işinize yarıyarak size maddi imkanlar vadeden
işlerde birer destek olmaktan ileri turulmamakta ve en manevi cephelerile dahi
maddi iğtişaşlara birer örnek olsun diye kullanılmaktadır. Samimi olmak için bu
gün hiç bir sebep tasavvur edilemez. Demek istediğim şudur:
<< Manen yükselme veya alçalma ne demektir? Bunun üzerinde durmak
ve düşünmek adeta müsbet bir zihniyetten uzaklaşmak telakki ediliyor. Bütün
böyle gayri edebi ve gayri insani emeller peşinde koşmanın bilinmeden ruhta
bırakacağı neticeler elbette ki bir gün vicdanın zehirlerini çoğaltıp insanı başka
bir zebun çağa sürükliyecektir. Uykularında rahat edemiyenler, akibetlerini
sadece gelip geçici meseleler uğrunda telef edenler... İşte ıztırapların en acı
olanlarından bir kaçı. Harici ve içtimai avamilin ruhlarınızda bıraktığı tesirler
elbette gözlerinizin önündedir. Onlardan bir intibah dersi almazsanız
yaşamanızın hep ayni tempoda devamı demek olan göz yummalarınız size bu
dünyada olduğunuzdan ileri bir merhale vadedemez. Sükut mukar-
278 Mukadderat ve İcabat
rerdir. Yani insan, öyle bir zaman gelecek ki elbette dünya dilile konuşamıyacak
ve dünyadaki kötü gidişlere bir düzen vermek iktidarını kendinde bulsa dahi
imkanlarını elde edemiyecektir. Bu ise işte daimi azaplarınızdan birinin
örneğidir.
<< Dünyada bırakılan en iyi örnek, sizin istikbalinizdeki haleti
ruhiyenizin bir ifadesi olmaktadır. Azaplarınız, nefsaniyetinizden daha öteler
varabilmeli. Ve siz, başkalarını ihata ve tenvir eyliyen bir güneşin feyzine
mazhar olmuşçasına hakim olabilmelisiniz. Keşke nefsimden ziyade başkaları
için rehakar olabilsem diyen insan azmi takdise layıktır. >>
fayet eder. Başkaları namına çalışıp ondan zevk duymağı bir saadet telakki
ettiğiniz müddetçe başkalarının ıztırabına ortak olup kendinizi felaketlerden
kurtardıkça, başkalarının saadetinden örnek alıp onların bu saadete nasıl
ulaştıklarını anlamağa gayret ettikçe sen bir adamsın. İşte insanlığın büyük
kıymetleri böyle başlar. Yoksa bir insanla bir hayvan arasında hiç bir fark
kalmaz.
<< Bir defa düşünün. Bir hayvan yalnız kendi nefsi ve hayatiyeti için
çalışır. Yalnız kendini doyurmak, başkalarının menfaatini değil, yalnız şahsını
düşünmek, diğerinin ıztıraplarından değil, kendi ıztırabından üzülmek hassasına
maliktir. Demek insan bundan çok başka türlü olacak ki hayvanın yaptığının
aksini yapacak ki aradaki büyük fark tezahür edebilsin. Hayatınız böyle geçerse
ve böyle geçen gününüzü bir kayıp değil, bir kazanç gibi telakki ederseniz o vakit
yaşadığınızı anlarsınız. Yoksa sebepsiz hareketlere, başkasına zarar verici
hadiselere, hatta hiç zarar vermeden dahi başkaları için faydasız geçirilen
günlere ne yazık.
<< Hareketinizi daima kontrol edip insan olmağa gayret etmek, yalnız
gayretle değil, bunu bilfiil tatbik etmek gibi hareketlerinizi çalışma sahanıza
intikal ettirmekle mükellefsiziniz.
<< İnsanlığın daima ilerlemesi yolunda fedakarlıklardan çekinmemeli. Ve
insan, hayatını kendisine bir işkence kaynağı değil, bir saadet vasıtası
yapmalıdır. Bu hareketleri, elinizde imkan ve vasıta mevcut iken yapınız. Ve
hayırlı, uğurlu yerlere emek sarfediniz. Allah da size yardım eder.
Nefsaniyete mağlup olmuş bir insanın görüş zaviyesi daralır. Onun nefsaniyeti
ile mücadele etmesi şöyle dursun, hatta binbir dereden su getirerek, bir sürü makul (!)
mazeretler de bularak vicdanına karşı nefsaniyetini de müdafaa etmekten geri kalmaz.
Zira nefsaniyetini tahrik eden dünya cazibeleri o kadar çoktur ki ve vicdanının
emrettiği hakiki vazifeleri o kadar güç gelir ve onun rahatını bozar ki bu hal
karşısında o, bundan başka türlü bir şey de yapamaz. Burada sözü gene kıymetli
dostumuz M. Mollaya bırakıyoruz:
<< Ferdin arzusu, kensi siasını mümkün mertebe iradi bir seyyale ile
setrederek üstün olan her türlü nüfuz ve feyz hareketlerini meneder. Bir kere
dünyanın bütün boğucu, çekici hal-
280 Mukadderat ve İcabat
lerile hembezm olmağa alışmış bir insan, onun fevkindeki manevi ufuklar ve
cihanların temevvücatını asla ahiz ve zepteylemeğe kaadir olamaz.
<< Dünyanın şartlarını göz önüne getiriniz. Sizi ağlarına düşürecek nice
tertipli ve suni intizarlarla karşılaşırsınız. Herkes bir ihtirasın pençesinde zebun
olmağa müsaittir. Çünkü dünyada bu gibi itici, haydi oraya veya haydi bu tarafa
diye kuvvetle cebredici nice gizli kumandalar mevcuttur. Mesela, para ihtirası
uğrunda her nevi delaleti kabul ederek sadece maddi kazanç yol ve vasıtalarının
yardımını ideal tanıyanlar mevcuttur. Mesela, hırsızlıkla kolay geçinme yolunu
arıyanlar vardır. bir başkasını öldürebildiklerine bakılırsa bu delalet gayri kabili
mukavemet haller de iktisap ediyor demektir. O halde dünyanızda avlayici, daha
doğrusu, sizi, üstün olmağa sevketmek istiyen iradeye rağmen yolunuzdan
çevirici nice cazibeler mevcuttur. Bunlarla bağdaşınca elbette bunların fevkinde
idealleri kaybedersiniz. Onun için, size daima ruhunuzun üstüne çökmekte olan
ve an be an yanmakta bulunan bir kainatı maddiye örtüsünün küllerini
biriktiren vasatınızın gafil avlayici, ısıtıcı yorganlarını atınız diyeceğiz. Zira
bunlar ancak oralara manevi bakışlar çevrilince görülebilir. Böyle olduğu için de
ancak ruhi bir vuzuh başlar. Faraza dünyevi ihtirasların cürufu ve gafleti içinde
hemahenk bularak nefsini alkışlamakta olan bir adama yaklaşıp, diğer iyi bir
adamın daha hayırlı yollar göstermeğe çalışması onda müthiş reaksiyonlar
uyandırabilir. Peygamberler bile büyük mukavemetler gördüler. İsa niçin
çarmıha gerildi? O halde ruh planlarınca veya ilahi evamirin ölçülerini, yani
tatbik mesuliyetini taşıyan muvazzah varlıklarca yapılacak her nevi iç tenvirine
gözleri hemen kan tutmuş bir insanın vukufu nasıl kaabili tasavvurdur? >>
<< Hayat bir otorite değildir. Yani ellrinizi kollarınızı bağlıyan bir sılta
değildir. Önünüzde namütenahi imkan ve vasıtalar mevcuttur. Cemiyetten
tabiata, tabiattan cemiyete ardı arası kesilmiyen müemadi akışlar devam
etmektedir. Kendinizi tabiat ve cemiyet aynasında görünüz. Daha önce anlattığın
gibi, eğer bir nizamı umumide, bu küllü ahenktarda bir ruh ve mana sahibi
iseniz biliniz ki hiç bir cehit dahi sarfetmesiniz size bilinmiyen yollardan ve
bilinmiyen alemlerden namütenahi bildirmeler akın etmektedir.
doğru çevirmeğe çalışınız. İnsan bir gün belki arzın mihverini değiştirmeğe
muvaffak olabilir, fakat asla insiyak ve ihtiraslarının kırbaçlayici ve zebun edici
kör iptilalarından tamamen kurtulamaz. Cehitler ve bütün bu faaliyetlerin
nansibi, en az kendimizden bir karanlık parçayi söküp atabilmek ve onun
daracık menfezlerinden ilahi nur ve feyzin inşiaatını temin eylemektedir. >>
Maddi ve nefsani ihtiraslar insanı, olduğu yere mıhlar, atıl ve tekamül babında
hamle hareketlerini tahdit edici hallerin zebunu kılar. İstikbalini kurtarmak ve
kendisine iyi mukadderler hazırlamak istiyenlerin buna çok dikkat etmesi lazımdır.
İnsana saadet buralardan gelecektir. Allahın büyük lütuflarının kapısı budur. Dışarda
başka ellerde değil.
***
ta ferdi olmakla beraber bir o kadar da ma’şeridir. Mürai insan kendisine olduğu kadar
münasebet halinde bulunduğu insanlar üzerinde de bazı nahoş tesirlerin vukua
gelmesine sebebiyet verebilir.
Mürailik ya bizzat kendi nefsine karşı yapılır veya başkalarını aldatmak için
yapılır. Kendi nefsine karşı yapılan mürailik, nefsaniyetinin sarbestliği lehine olarak
kendi kendisini aldatmanın açık bir ifadesi olur. Bunun doğuracağı neticeler ise
şimdiye kadar öne sürülmüş mülahazalardan kolayca anlaşılır. Vicdan ilahi irade
kanunlarının ruhta perde perde açılan bir makesidir dersek, nefsaniyeti de insanın kötü
ve ıztıraplı, meşakkatli akibetlerine yol açan bir şeytana benzetirsek nefis mürakebesi
mahkemesinde nefsaniyeti vicdan hakimine karşı maskelemiye uğraşarak mazur
göstermeğe çalışan mürailiğin zararlarını birer birer bulup ortaya koyabiliriz.
Mürailik başkalarına karşı da yapılır dedik. Bu takdirde insan;
karşısındakinden bazı şeyler koparmak ve buna mukabil o anda kendi kıymetini inkar
etmek, hakiki hüviyetini saklamak ve bunu da ancak gene nefsaniyeti uğrunda
yapmak durumuna düşmüştür.
Samimiyetsizliğin en zararlı bir nefsaniyet unsuru olduğunu söylemiştik. Bu
sözümüz belki bir az kapalı kalmıştır. Üzerinde durduğumuz takdirde bu sözün
doğruluğunu tasdik etmek hiç de güç olmaz. Nefis murakabesi mahkemesinde
vicdanın sert hükümleri karşısında hiç bir şey gizli tutulamaz. Bununla beraber insan
nefsini vicdanının hükümlerine iradesile tamamen terk ve teslim etmek istemez ve
nefsaniyetinden hiç bir fedakarlığa katlanmazsa o zaman kendi nefsine karşı, daha
doğrusu vicdanına karşı samimiyetsizlik silahını kullanmaktan çekinmez. Ve güya bu
kötü silahla vicdanının temiz ve hiç bir mania karşısında gerilemiyen hükümlerini
iptal edebileceğini sanır. Filhakika bu sayede vicdan sesi yavaş yavaş işitilmez olur.
Ama bu, vicdanın hükümlerinin iptal edilmiş olması demek değildir. Ancak bu
hükümler imhal edilmiş bulunur. Ve zamanı gelince eskisinden daha çok şiddetli
olarak meydana çıkar. Bununla beraber o, meydana çıkıncıya kadar, kendi nefsine
karşı yapmış olduğu mürailiği ile insan, kendi kendini böylece aldatarak evvelki
nefsani hareketlerine daha diğer bir çoklarını da ekler ve nefsaniyetinin azgınlığını
arttırdıkça arttırır. Ancak kötülük namı altında ne varsa o, gene kendi nefsine karşı
olan samimiyetsizliği ile, binbir mazeret bularak, bin bir dereden su getirerek hepsini
mazur görür ve nisbi bir huzur, daha doğrusu vicdanının süzgeciden geçmemiş,
nefsaniyetinin serbestliğini hissetmekten mütevellit bir avunma hali içinde uyuştukça
uyuşur. Nihayet buna günün birinde kendisi de o kadar inanmağa başlar ki yalnız
kendisinin yaptığı yetmiyormuş gibi, itiyat edindiği kötülükleri çeşitli fazilet
vehimleri ile maskeliyerek başkalarına da aşılamağa başlar. Bu suretle bazan o, saf,
muhakemesi kıt, tecrübe ve
284 Mukadderat ve İcabat
görgüsü eksik kimselerin dalaletini de mucip olabilir. Bu hallerin her biri onun
ruhunda bir yara açmağa kafidir. İşte bu yaraları derinleştiren unsur insanın nefsine ve
muhitindekilere karşı göstermiş olduğu samimiyetsizlik, daha doğrusu mürailiktir.
Samimiyetsizlik insanlar arasındaki dostluğa, sevgiye ve mütekabil itimada
engel olan bir kusurdur. Zira mürailikte gizli duran gaye nefsaniyet olduğuna göre,
nefsaniyet de diğerkamlıkla bağdaşamıyacağı için, diğerkamlığın mühim bir tezahürü
olan fedakarlık; samimiyetsizlikle, mürailikle birarada bulunamaz. Halbuki sevgi her
şeyden evvel fedakarlık, yani hiç bir karşılığı beklenmeden başkasına karşı kendinden
bir şeyler vermek esasına dayanır. Kıymetli dostum Kadri, samimiyetsizliği bu
cepheden ele alarak şunları söylemektedir.
<< Samimi olmıyan bir insanla dost olmanıza imkan yoktur. Zira dostluk
için şart, fedakarlık yapmaktadır. Gayri samimi bir insan ise fedakarlık
yapamaz. Fedakarlık yapamayince dost da olamaz. Şu halde tekamül etmek için
kademe olan fedakarlığı, dostu için bile yapmaktan çekinen bir insan bir adım
geri, onu yukarı çıkaran basamağın altındadır. >>
***
Nefse hakimiyet insan için çok lüzumlu bir haldir. Zira nefse hakimiyet
olmadan vicdanın zalimane hükümlerinden bir insan kendisini kurtaramaz. Ve bu
sözün de – herkesin anlıyabileceği şekilde – kısası şudur: Azap ve işkence çekmekten
yakasını sıyıramaz. Bu da mukadderdir. Peki diyelim ki böyle oluversin, bütün
hayatımız boyunca azap ve ıztırap çekip duralım ne çıkar! Hayır bu hal de böyle,
azabı bizim sineye çekivermemizle ebediyen uzayıp gidemez. Yani azaba katlanmakla
nefsimizin islahı cihetine gitmek cehtini göstermekten kendimizi ebediyen muaf
tutamayiz. Zira nefsini islah tekamül için zaruridir. Ve bu zaruretin icabatı nefse
hakim olup vicdanı tatmin etmedikçe tahakkuk edemez. Kadri dostumuzun aşağıki
tebliğinde bu bapta kıymetli sözler vardır:
devrelerden terekküp eder. Bir varlığın dünyada geçirmiş olduğu bir veya bir
kaç hayat şekil itibarile bir devreye ayrılır. Diğer alemlerde geçen müddetler de
böyle devrelerle ölçülür. Her devre bir asırdan çok bir zaman sürer. Ruhların
kudret derecelerine göre bu devreler bazan kısalır, bazan uzar.
<< Ruh aleminde yaşanılan zamanla da böyle devrelere taksim edilmiştir.
Her devre ayni mıntakada, derece itibarile birbirinden daha yüksekte bulunur.
Bunların hitamında diğer yeni bir devrenin faaliyeti baş gösterir. Bu devrelerin
birbirine olan münasebeti, iki hayat arasındaki değişik şekiller gibi bir yakınlık
göstermez. Yani dünyada bulunan bir insan yeni bir devreye geçerken aşması
mecburiyetinde bulunduğu büyük bir mesafe vardır. Fakat bir varlık ayni bir
devre içinde ikinci bir hayata hazırlanıyorsa bunun yapmak mecburiyetinde
bulunduğu hareket, bir devre atlamasına nazaran büyük bir fark arzeder. O
bakımdan, devreler arasındaki bu ayrılıktır ki insanın o yeni devre için iyice
yuğurulmasını ve orası için lüzumlu kudreti iktisap etmesini icap ettirir. Ancak
bu sayededir ki o yeni devrenin gayri kabili tahammül gibi görünen büyük
tesirlerine mukavemet edebilir. İşte bu akşam yeni bir mevzua temas etmiş
oluyorsunuz. Daima hayatta bulunanların kendisini bir yukarı devreye
atlatabilmek için hazırlıklı bulunmaları ve buna uygun şerait içinde yetişmeleri
lazımdır. BUNLARIN BAŞINDA NEFSE HAKİMİYET GELİR.
<< Arzu daima insanı içinden vuran gizli bir düşmandır. Onun
hareketlerine boyun eğmek elindeki silahi teslim etmek demektir. İlk mukavemet
böyle başlar. Bundaki yükseliş diğer devreye hazırlık için lüzumlu bir kudret
olarak ruhta toplanır.
<< Şu halde sizin de ilk iş olarak arzularınıza hakim olmak metanetini
elinizde bulundurmanız lazımdır. Evvela küçük işlerden başlıyarak bu kudreti
gittikçe yükseltmek ve bir mümarese şeklinde, büyük bir müşkilata uğramadan
temin etmek mümkündür. Bu şekilde, insanlar diğerleri üzerinde de farklı bir
tekamül hamlesi kaydetmiş olurlar.
<< Nefsine hakim bir insan, daima diğerlerinin yanında üstün kalır. Bu
da pekala yapabileceğimiz bir iştir. Her yeni devre için lüzumlu bir takım
kıymetlere ihtiyaç vardır ki bunlar yavaş yavaş elde edilecektir. İşte ruh
kudretlerinin derecesine göre bazıları bunu bir kaç gelişte, bazıları daha az bir
zamanda ikmal eder. Hazır bir duruma geldikten sonra diğer devreye
atlıyabilir.>>
Mürakabei nefis 287
<< Vicdan, arzu, nefis gibi hassalar ruhun önüne dikilmiş birer engeldir.
Arzuyu ve nefsi vicdan köstekler. Bunların hangisi daha kuvvetli gelirse o,
öbürküsünü atlatır. Ve fırlar gider. Diğeri arkada bakakalır. Bunlar ruha
verilmiş birer hassadır. Ve ruh bu hassalara uymakla da mükelleftir.
<< Ruhta bir çok feveranlar, isyanlar meydana gelir. İşte bu isyanı
bastıran taraf ruhta ya bir muvaffakiyet, ya bir çöküntü bırakacak olan taraftır.
İşte bu da menfi veya müsbet tecrübelerin birer ana hattı olur. >>
D - MURAKABEİ NEFİS
F: 19
290 Mukadderat ve İcabat
diğerkamca olmaktan uzaktır. Buna mukabil gene X... hiç de tanımadığı fakat yardım
ve himayeye mühtaç gördüğü Y...e, cebinde olan beş on kuruşluk ekmek parasından
bir kısmını ayırarak verdi. Bu da hiç şüphesiz onun vicdan emrinin ifadesidir. Zira bu
adam burada tamamile diğerkamca bir iş yapmıştır. Ve onun bu yaptığı işde hiç bir
hotkamlık eseri yoktur.
Yalnız işler her vakit böyle kolay gitmez. Bazı hareketler de vardır ki bunların
içinde nefsaniyet şemmesinin bulunup bulunmadığını takdir etmek hakikaten oldukça
ileri bir görüş ve tecrübe kudretine vabeste bulunur. O zaman da insanın kendisini bu
müşkülattan kurtarıcı en mükemmel silahını, niyetinin temizliği, iyiliği, yani tamamile
diğerkamca bir yola müteveccih bulunmuş olması teşkil eder. Yani o insan böyle
karar veremediği anlarda kendisinin değil, yalnız karşısındakinin iyiliğini ve huzurunu
düşünerek vereceği kararı vicdanının bir emri olarak emniyetle yapabilir. O zaman
onun yaptığı işin neticesi de ne olursa olsun o, ruhi vazifesini yapmış ve muvaffak
olmuş sayılır. Burada misal olarak evvelce verilmiş olan bir mevzuu tekrar ele
alacağız.
Bir dilenci çocuğa, birisi para ile yardım etmek istiyor ve bunu vicdanen
mecburi görüyor, diğeri ise bilakis gene vicdanına göre ona para ile yardım etmenin
doğru olmadığına kani bulunuyor. Eğer bu iki insanın bu hükümlerinde kendilerinin
de hissedebilecekleri hotkamca bir arzu yoksa ve ikisi de tamamile diğerkamca
duygularla hareket ediyorlarsa elbette ikisi de yalnız vicdanlarile hareket ediyor
demek olur. Ve bu takdirde ikisi de ayni süratle bulundukları yerden ileri doğru
fırlayıp üst merhalelere erişebilirler. Fakat bunlardan biri zahiren tamamile vicdani
görünen bu hükmünde az çok bir hotkamlık şemmesini bizzat kendisi de duyuyorsa ve
bu hotkamca insiyakının tesirinden kendisini kurtaramadığı için böyle güya vicdani,
yani diğerkamca bir endişe ile hareket ettiğine kendisini inandırmağa çlaışıyorsa onun
vicdanı başka türlü düşünüyor, yani verdiği hükmün tamamile aksini emrediyor
demek olur. Yukarki misalde olduğu gibi bu adam, çocuğa para vermemeği onun
iyiliği için değil de sırf cebinden beş on kuruşu ona vermeğe kıyamadığı için vicdani
mülahazalardan bahsediyorsa ve bu serdettiği özrün de sudan olduğunu
hissedebiliyorsa o, kendi varlığına karşı müraice hareket eden nefsaniyetine mağlup,
hotkam bir insan da başka bir şey değildir. Böyle bir adamın, yani sırf o fakir çocuğu
dilenciliğe alışmasın diye yardımından mahrum bırakan adamın karşısına bir zorba
çıksa ve: eğer sen bu çocuğa bu parayi vermezsen ben senin elinden onun biraz
fazlasını zorla alacağım ve kendim sarfedeceğim, dese ve o adam da bu zorbanın
hakkından gelemiyecek bir durumda olsa acaba ne yapacak? Eğer gene yukarki
mülahazalarına sadık kalıp parayi çocuğa vermemek için o zorbaya biraz da fazlasile
teslim ederse o zaman o insan bu çocuğa para
Mürakabei nefis 291
yapmakla vicdanen borçlu bulunduğu bir hareket olduğunu bir az zor dahi olsa
tereddütsüzce kabul etmelidir. İnsanlar için bu, en kestirme bir felah yoludur. Burada
Şihap dostumuzun çok kısa, fakat çok mühim olan sözlerini bir hakikat olarak
arzediyorum:
<< Vicdan sesi herkesin içinde başka türlü ihtizaz eder. Ve iki şahıs misal
olarak ele alınırsa birinin evet dediğine diğeri hayır, der. Hiç şüphe etmeyin ki
ikisi de tekamül ediyor. Yeter ki gayeleri diğerkamlık, feragat ve başkalarına
yardım etmek olsun. Hotkamlık bahis mevzuu ise bu şekildeki hareketlerde hiç
bir tekamül aramak beyhudedir. Bu kısa cevapla verilen mevzuun ehemmiyetini
olabilir ki bazı yeni arkadaşlarınız takdir etmiyebilirler. Onun için bu mevzuu
burada terketmemelerini ve üzerinde uzun müddet düşünmelerini tavsiye
ederim. >>
***
<< Hakim olan vicdanınız hiç bir zaman müsamaha, mülayemet, af nedir
bilmemelidir. Biliniz ki kainatta yegane mülayemet, af ve müsamahanın yer
alamıyacağı mevki, mahkemei nefis salonudur. Bir insan ki kendi nefsini
mürakabe esnasında nefsini mazur görür, onun suçlarını mülayemetle, afla
karşılar o, başkalarına karşı gaddar ve hotkamdır. Nefse karşı hiç bir zaman
mülayemet etmemelidir ki diğerkam olunsun.
<< Biliniz ki, hepinizin başından geçmiştir ki insan, vicdanın sesini bazan
tamam duyar. Tamam duyduğu anlar olduğu halde adeta kendi kendini
aldatırcasına yaptığı suç ve kabahatleri mazur gösterecek bahaneleri de icat
etmekten geri kalmaz. Ve bu işde o kadar çok hüner gösterir ki bu, şayanı hayret
derecededir.
<< İnsan, nefsini mürakabede demin de söylediğim gibi adeta zalim bir
hakimlik rolünü vicdanına vermelidir. Eğer sizler bu mürakabei nefis hususunda
şahsen bu şekilde hareket etmediyseniz yeniden düşününüz. Bu şekilde kendinizi
hazırlıyabilirseniz ne mutlu size. Bunun, emin olunuz ki zannettiğiniz kadar
kolay bir iş olmıyacağını idrak ederim. Amma ne dedimdi: beşeriyeti bir kaç
adım ötede bekliyen karanlık uçurumdan kurtarmağa namzet olanların bu
darlığı yırtmaları lazım gelmez mi? >>
Binaenaleyh bir insan, daha doğrusu nefsaniyeti galip bir insan; vicdanını
boğduğu yerlerde hatta bir az da rahatlık hissedebilir. Maddi ihtiraslarına kavuşmanın
vermiş olduğu sevinçle nefsaniyeti onun bu hareketini alkışlar. Amma bu iş hep böyle
devam etse iyi. Etmez ki... etmiyecek ki... Günün birinde insanın bedeni bütün nefsani
ihtiras ve arzularile birlikte kendisini terkettiği zaman vaktile nefsaniyetine uyup
yaptığı işlerden dolayi o insanı kim alkışlıyacak? Ve bütün haşmetile karşısında,
hesap sormağa dikilen zalim vicdanına karşı onu kim müdafaa edecek? Gene
nefsaniyet mi? Asla! Buradaki asla kelimesinin manasını, ömürlerinde hiç olmazsa bir
defacık olsun şöyle böyle küçük ve kaçamak tarzında vicdan azabı çekmiş olanlar
pekala takdir edebilirler. Bu takdirde vicdan bütün gürlüğü ile kudretli sesini yükseltip
ilahi irade kanunlarının değişmez icabatına uyarak o varlık hakkındaki en ağır
hükümlerini verirken o, bu ağır hükümlerin çok acı neticelerine maruz kaldığı zaman
bunun, kendisi için hiç bir sun’u taksiri olmadan Allah tarafından veya başka biri
tarafından takdir kılınmış bir akibet olduğunu söylemek cesaretini kendisinide
bulabilecek midir? Ateşi elile tutan çocuk bile, - eğer aklı bir az eriyorsa – eli yandığı
zaman bütün hırsını sadece ağlamakla geçirir ve kimseye bunun için çatamaz. Yani
kabahatin kendisinde olduğunu bilir. Demekki mürakabei nefis, ilerde ıztıraplı bir
hayattan insanı koruyucu tedbirler alabilmenin yolunu göstermiş veya hiç olmazsa
yaptığı kötü işlerin fenalığını daha şimdiden insana duyurmuş olması bakımından da
ayrıca büyük bir kıymet halini alır. O şartla ki bu ameliye tam ve yukarda Şihap
dostumuzun işaret ettiği noktalara uygun olarak yapılmış olsun.
Bazıları da vardır ki mürakabei nefis mevzuundan adeta ürkerler, nefret
ederler. Bu bize göre çok sakat bir harekettir. Bazı kuşlar vardır ki avcı gelirken
kafalarını kuma gömerler ve bu suretle güya avcının gözünden kaçabileceklerini
sanırlar amma haddi zatında onlar avcının gözlerini değil, kendi gözlerini
bağlamışlardır, yani avcı onları gene görür fakat onlar avcıyı göremez olurlar. Eğer
bir insan mürakabei nefisten kaçmak veya nefret etmekle, daha doğrusu nefsaniyetinin
arzu ve ihtirasları peşinde kontrolsuzca koşmağı tercih ederek hakikaten vicdanlarının
kontrolundan kendilerini kurtarmış olabilselerdi o zaman bu tarzı hareketi çok makul
görenler bulunabilirdi. Şuna kaniiz ki nefis mürakabesinden korkmamak, kaçmamak,
ve bilakis onu sevmek ve ona koşmak lazımdır.
Nefis mahkemesinde o insan oldukça ağır hükümler giymiş olsa bile bu
hükümleri onun gene sabır ve tahammülle karşılaması, ilerde gelecek akibetlerin
hafifletilmesi hususunda çok faydalı olacaktır. Gene Şihap dostumuz bir tebliğinde,
nefis mürakabesi yaparak hatalarımızı görmek ve onların, dünyada iken azabını
duyabilmek suretile öbür tarafa götüreceğimiz yüklerini hafifleteceğimizi açıkça
söylüyor.
296 Mukadderat ve İcabat
***
***
muş bir insandır, mağlubiyetini kabul ve teslim etmiş bir esirdir. Bu sözlerden bir
netice çıkıyor: şu halde, insan büyük nefis mahkemesinin huzuruna çıkabilmeğe de –
eğer henüz hazır değilse – kendisini hazırlamak ihtiyacındadır. Yani bu ali
mahkemeye çıkmazdan evvel oraya çıkabilecek cesareti ve kudreti iktisap eylemenin
yolunu aramak zorundadır. Bu nasıl olur? Burada kıymetli dostumuz Kadrinin tebliği
bize ihtiyacımız olan bilgileri vermektedir.
yetlere temas eden çok kıymetli bir tebliği daha arzediyorum. Bu tebliği iyice
hazmederek okuyan dostlarım, nefis mahkemesi salonuna – oradan muzaffer olarak
çıkmak azim ve cesaretile – göğüslerini gere gere girebilirler.
<< Bir ağaç sahibi; bir gül yetiştirmek için ne büyük zahmetlere katlanır.
Neticede yalnız güzel bir gül elde eder. Ve her gün sarfetmiş olduğu emeklerin
mükafatı olarak da bunu kabul eder. Belki bu, verilen emeklere, sarfedilen
fedakarlıklara karşılık olmıyabilir. Çünkü o ufak çiçek için bazan aylarca
uğraşmak lüzumu hasıl olmuştur. Fakat geçenler unutulduğu için o güzel
koncanın manzarası ve yeni bir doğuşun insan üzerindeki neşeli tesiri o
fedakarlıkların üzerini ince bir perde ile örter ve sevince sebep olur. Her verilen
emek böyle bir kaç ayda karşılığını verebilseydi insan ondan çabuk bıkmazdı.
Bir kaç sene boşu boşuna çalışmak, sonra da ufacık bir çiçek elde etmek... Fakat
arzun çok büyük, ve nasibin de arzun gibi ise onun büyüklüğü nisbetinde
karşılıksız çalışmak mecburiyetindesin. Taki mevsimi hulul edinciye kadar.
<< Bir zaman söylemiştim: Bir ağacı diker ve beklersiniz. Sonra onu
kurudu diye söker, köklerini çıkarır, fakat daha yaş olduğunu görür ve teessüre
düşersiniz demiştim. Sebepsiz ve vakitsiz üzüntülerle vakit geçirmemek, manasız
hareketlere kalkmamak, beklemek ve zamanını anlıyabilmek marifettir. Bazan
bir çok seneler hiç bir karşılık görmeden beklemek lüzumu hasıl olur. Bu kadar
manasız bir bekleyişin üzerinde sebat edebilmek sağlam bir karakter ve yüksek
bir cesarete bağlıdır. Öyle meyve veren ağaçlar vardır ki onların neşvü neması
bir çok seneler bazan da bir ömre bedeldir. Fakat gene bunu dikerler. Kendileri
o ağaca verdikleri emeklerin neticesini görmeseler bile kendilerinden sonra
gelenlere bir yardımı olur düşüncesi, onları böyle karşılıksız fedakarlığa
sevketmiştir.
<< Her şeyde muhakkak karşılık beklenmez. Siz kendi ruhi kudretinizi,
kendi kabiliyetinizi evvela kendinize isbat ediniz de onun mükafatı er yada geç
sizi bulur. Size yetişmese bile arkanızdan gelerek sizi gene bir gün bulur. Siz
kendi vazifenizi yapınız bu kadarı da kafidir.
<< İnsanlar daima bir iş mukabilinde bir yorgunluğa katlanmağa
alışmışlardır. Hiç karşılık beklemeden yorulmak ahmaklık gibi gelir. Fakat en
ufak bir hareketin bile manasız ve maksatsız kalmıyacağını aleminizde onun bir
aksinin muhakkak
Mürakabei nefis 301
( 1 ) Bu tebliğ elime yeni geçtiği sırada oradaki tavsiyelerin tatbikatı sayesinde oldukça hatırı
sayılır bir kötülükten kurtulmuştum. Tramvayda otururken münasebetsiz adamın birisi yanıma
dikilerek elini omuzuma koyup dayanmağa başladı. Evvela bunun farkında olmıyarak yapılmış bir
hareket olduğuna zahip olarak kendisine bir şey söylemeden vücudümü biraz geriye çektim. Adam
bundan mütenebbih olacağı yerde büsbütün elile omuzuma bastırmağa başladı. Öyleki bir az ileri
gitsem ötekinin büsbütün azacağını farkedince hemen aklıma bir gün evvel okuduğum Kadri dostumun
tebliğindeki sözler geldi ve kendimi topladım. Buna karşı onun bu hareketini tadil edici bir çare olmak
üzere: hemen yerimden kalkarak adama nezaketle ( kardeşim, dedim. Ben epice oturdum. Yorgun
değilim, siz buyurun oturun ) Adam, teşekkür bile etmeden oraya oturdu ben de yanından uzaklaştım.
Fakat ayni adam iki istasyon ilerde yanındaki başka bir adamla ehemmiyetsiz bir sebepten dolayi döğüş
etmeğe başladı.
Mürakabei nefis 305
tutmak istediğiniz yola bir esas olmak için bunları yazdırıyorum. Siz bunlardan
kendi kudretiniz ve istifadeniz derecesinde müstefit olabilirsiniz. Fazlasını
söylemek imkansızdır. Siz de bunu takdir edersiniz. Bir yolu tamamen açık
olarak göstermek tamamen menedilmiş bir kanun gibidir. Bu kadarını bile ne
büyük fedakarlıklarla söylediğimi takdir ediniz. Yalnız ne demek istediğimi
anlayiniz bu kadarı kafi.
<< İnsan dünyaya geldiği andan itibaren devamlı bir mücadele içinde
yuvarlanmağa mahkumdur. Bu, işte hayattır.
<< Her safhası ayrı bir şekil gösteren, insana bazan çok acı, bazan tatlı
anlar yaşatan, fakat sebebi ve manası ve maksadı ne olduğu anlaşılamıyan ve
uzun gibi görünüp geçen bir faaliyettir. İşte bunun adı hayattır.
<< Hayat ebedi varlıkların tekamülü için kurulmuş bir yolun başından
geçmeğe hazırlanan bir varlığın ilk adımını attığı bir merdivendir. Bunların
kademeleri gittikçe yükselir, yükselir. Fakat bu yükselişin muhtelif dereceleri
olmakla beraber iktisap edilen irtifa çok azdır. İşte bunun adı hayattır.
<< Bu başlangıç çok uzun ve girift yollardan istikametini çizen ilk hareket
noktasıdır ki insanlar durmadan aldıkları hız ile ileri doğru fırlarlar. Ve bazıları
bu hızla o kadar yükseklere ve yukarlara çıkarlar ki oradan katetmiş oldukları
mesafeye baktıkları zaman gözleri kararır. ( sizin de bunların arasında
bulunmanızı ne kadar candan isterim. ) İşte bunun adı hayattır.
<< Mücadele, devamlı bir kavga ve her mücadelede olduğu gibi dayak
yeme, göz yaşı dökme, azap çekme safhaları bu geçen günlerin birer icabıdır. Ve
böyle olması, sizin de bunların içinde bulunmanız lazımdır ki bunun adı
hayattır.
<< Başka yolun, başka istikametlerin her birinin geçit yerleri, köprüleri
hepsi burada başlar. Atladığınız nisbette, kendi hızınızın aldığı kudret
nisbetinden bu bir kaç yolu birden aşarak, bir çok yeni istikametlerin eşiğine
varmak kudretini bu geçirdiğiniz anlarda kazanmış olursunuz ki bunun adı
hayattır.
<<Bu devamlı mücadele içinde benliğini tanıyarak, kendi gittiği yolu
seçerek, bilerek istediği istikameti kendi ruhunda tayin etmek kudretini
kazanmış olanlar pek çoktur.
<< Fakat yalnız kavga ve hayat düşüncesi ile bir günün ertesi sabahı
olmıyacağını sanarak sadece kendilerini bu toprağa bağlamış bulunanlar da
vardır ki işte bunun adı hayattır.
F : 20
306 Mukadderat ve İcabat
ve bunu evvelden önlemeğe uğraşmaktır. Bu suretle hem o, hem biz kazanmış oluruz.
Gene Kadri dostumuzun aşağıdaki tebliği nefsin islahında çok mühim rolu
olan fedakarlık ve diğerkamlığın nefsaniyet ve vicdan karşısındaki durumu hakkında
bizi aydınlatmaktadır. Bunları okudukça insanın yolu açılır. Ve önündeki güçlükleri
yıkabilmeğe kafi gelecek kudretleri süratle inkişaf eder.
<< Solgun ufukların arkasından doğan bir ay, bir dünyayi aydınlatırken
bunun aksi tarafında bulunan bir alemi de koyu bir zulmet istila eder. Her
tarafın nur içinde bulunması her zaman imkan dahilinde değildir.
<< Bir zulmetten sonra kavuşulan büyük bir aydınlık insana hakiki
sevinci hissetmesine en büyük bir medar olur. Gök yüzünde devamlı olarak her
gece bir ay mevcut olsaydi onun muayyen fasılalarla görülmesini iştiyakla
bekliyenlerin mevcudu muhakkak daha az olurdu.
<< Elden kaçan ve az olan nimetler insanı daha çok cezbedici sebeplerdir.
Bir şeyin azlığı onun kıymetini gösterir. Çokluk değil, öz ve hakiki olanlara
kıymet atfedilmenin ehemmiyeti bundan ileri gelir.
<< İnsanlar ıztırap ve zulmeti tatmadıkça hakiki bir nura kavuşmanın
saadetini hissedemezler. Hayatta geçen günler daima birbirinin ayni olsaydi
yaşamanın zevki daha az, dünya da büyük bir tecrübe sahası olmağa layik
olmıyacak kadar bıktırıcı ve usandırıcı olurdu. Bazan gülerek, bazan ağlıyarak
insanı, gittiği yolda oyalayici birer unsur haline gelmiş olan bu hareketlerdir. Bu
muhtelif hayat içinde kendi ruh kudretini göstermek gibi bir kabiliyete mazhar
olmakla yapılacak vazifeyi kolaylaştırmak imkanı elde edilmiş olur. Karun
kadar zengin olarak devamlı şekilde dünyada yaşamaktan hiç bir zevk almağa
imkan yoktur. Yalnız bu kudretle de, vazife ifasını kolaylaştırıcı sebepleri elde
etmek mümkün olamaz. Bütün hayatı fakru zaruret içinde geçmiş bir insanda
bir çok işlerinin aksamasına karşılık elde ettiği tecrübelerle, o karuna
yaklaşması ve onu geçmesi de mümkündür. Fakat o Karun da o fakirin
kudretine yaklaşacak bir dirayet gösterirse onun da tasavvur edemiyeceği kadar
büyük bir mertebeye varması imkanı daima mevcuttur.
<< İnsanlar ağlıyarak, bağırarak, birbirini çiğniyerek bir kütle halinde
bir yere doğru akıp gidiyorlar. Bu akında önlerine çıkan engelleri de beraber
sürükliyerek daha binlerce mihnetzedeyi kendilerine ekliyerek daima
mevcudunu arttırmakta fakat
308 Mukadderat ve İcabat
<< Çile çekmek, ıztırap duymak, teessür ve azap içinde bulunmak hiç bir
şey ifade etmez. Bunlar senin bir ufkunda ay doğarken diğer bir ufuktan bu ayın
batışını gösteren delillerdir. Senin teessürün belki başkasının saadeti için bir
hazırlık, senin sürurun diğerinin ufkundaki bir hilalin batmıya başlamasıdır.
Senin hayatın da böyle birtakım cevherlerden dolanmakta, bir ufuktan batarken
diğerinde kendini göstermekte, ruhun yeni bir tecrübe devresine başlamaktadır.
<< Hayata olduğu gibi intibak edebilmek onun tesirinden çok azaba
kapılmamak, geçici sevinçlere kendini bırakmamak, büyük kütle karşısında tek
bir varlık, fakat hakikate erişmek azmini güden kudretli bir varlık olarak
dikilmek azmini bırakmamak lazımdır. >>
***
durumunda bulunan insanlar arasında bu manadaki hürriyet bir vehimden ibaret kalır.
Ve öyle kalması da lüzumludur, zaruridir, çünkü aksi takdirde cemiyet hayatının
selameti ve ehemmiyeti ortadan kalkar ve o cemiyet devam edemez. İşte bunun içindir
ki dünyada hürriyet yoktur. Ve gene hürriyet olmadığı içindir ki hürriyete teşne olan
ve hürriyet içinde yaşamak şiarile muttasıf bulunan insan ruhu bizzarure hürriyetten
mahrum olduğu müddetçe o mahrumiyetinin ıztırabı içinde kıvranmaktadır ve onun
hürriyet hakkındaki bu sakat anlayişi devam ettikçe de daima kıvranacaktır. İşte
bence, dünyanın sıkıntılarının, üzüntülerinin, hatta azap ve işkencelerinin çoğu da
bundan, yani ruhun mühtaç olduğu hürriyete kavuşamamış olmasından ileri
gelmektedir.
Fakat ruhun ihtiyacı olan asıl hürriyet, insanların umumiyetle anladıkları ve
elde etmek istedikleri hürriyet değildir. Yani insanın arzu ve temayüllerini yerine
getirmek manasına gelen bir hürriyet ruhun istediği, beklediği ve özlediği hakiki
hürriyet ve serbestlik değildir. Bu bilakis esarete doğru bir akıştır. Ruhun ihtiyacı olan
hürriyet eğer insanlar tarafından anlaşılır ve kabul edilirse o zaman dünyada hiç bir
surette, hürriyet hiç bir kayda ve tahdide tabi tutulmadan bütün icabatı ve
hudutlanmıyan şümulü ile gerçekleşir ve cemiyet, insan toplulukları tarafından tahdit
edilmek şöyle dursun, hatta genişlemesi şümullenmesi teşvik edilir ve kolaylaştırılır.
Zira ruhların özleyişlerine uygun olan böyle bir hürriyet ayni zamanda cemiyet
hayatının çok mübrem olan ihtiyaçlarını tam manasile karşılayıcı imkanları da
beraberinde taşır.
Şu halde hürriyet nedir, sualini sorarken böyle bir hürriyeti kasdetmiş olmamız
icap eder.
Doğrudan doğruya yapılan tarifler yavan ve akamete mahkumdur. Zira insan
müfekkiresi bunlara ekseriya ma’kes olamaz. Onun için bahsimizle ilgili olan bu çok
mühim mevzuu, yani hakiki hürriyetin tarifini veya izahını gene usulümüz üzere
misaller çeşitli mülahazalar içinde sevgili okuyucularımızla birlikte yapmağa
çalışacağız. İşte en kaba bir misalle başlıyalım.
Kapalı bir odada iki kişi yaşamaktadır. Bunun birine A..., diğerine de B...
ismini veriyoruz. Şimdi durup dururken A... kalkıyor ve sürahiyi alarak B...nin
kafasına geçiriyor. Ve onun kafasını yarıyor. A... bu işi elbette bir maksat tahtında
yaptı. Veya canı öyle istediği için yaptı. Bununla beraber o, hareket serbestliğini, yani
hürriyetini kullandı. Fakat buna mukabil B... de duracak değil ya. O da A...ya
mukabelede bulundu ve onun bu kötülüğünü akim bırakıcı veya onu cezalandırıcı
hareket
312 Mukadderat ve İcabat
teşebbüslerine girişti. Oda bunu yapmakta kendini haklı saydı. Zira A... kendi
hürriyetini kullanmakla beraber. B... nin de o odada selamet ve emniyetle yaşamak
hürriyetini ihlal eyledi. İşte bu yüzden B... A...nın müteakip hareketlerini önleyici
mukabil hareketlerde bulundu, yani o da A...nın hürriyetini ihlal etti. Şimdi demekki
bu iki insan birbirinden ya zarar göreceğini düşünerek veya birbirine fenalık yapmak
istiyerek mütekabilen hürriyetlerini ihlal ettiler. Fakat acaba bu iki insanın bu suretle
birbirine zarar verici hareketlerde bulunmasının amili ne olsa gerektir? İşte bu sualin
cevabını vermeğe başladığımız anda mevzuumuzun tam göbeğine parmağımızı
basmış oluruz.
A...nın durup dururken kalkıp B...nin kafasına sürahiyi indirmesinin sebebi
nedir, yani bu adam bu kötü harekete kendisini sevkeden ruh hallerine hangi amilin
tesiri altında kalarak düştü?... Bu kitabımızı okuyan bütün sevgili okuyucularımız bu
sualin cevabını, gözlerini kırpmadan verirler ve bu amilin nefsaniyet olduğunu derhal
söylerler. Bu neden nefsaniyet olsun?... Çünkü A...nın bu hareketi yapması
hususundaki mümkün ve muhtemel olan bütün sebepleri ele aldığımızda, bunların
içinde bir tanesini bile bulamayiz ki hotkamca değil de diğerkamca bir gayeye matuf
olarak yapılmış olsun. Mesela A... intikam duygusu ile hareket ederek B...ye böyle bir
kötülüğü yapmak fiilini irtikap etti. İşte hotkamlık ve nefsaniyet!... Mesela, A...
kendisine rakip gördüğü B...nin vücudünü ortadan kaldırmak için bu işi yaptı. İşte
hotkamlık ve nefsaniyetin en kötü nümunelerinden birisi!... Mesela, kendisinin
B...den daha kuvvetli, üstün ve kabadayı olduğunu ona göstermek için sürahiyi onun
kafasına geçirdi. Gene hotkamlık ve nefsaniyetin budalaca ve ahmakça
tezahürlerinden birisi!... Mesela, sırf B... nin kafasını yararak onun ıztırap çektiğini
görmek ve bundan bir zevk duymak istedi. Ve bu suretle de canavarca bir nefsaniyet
duygusunun esareti altında zebun olduğunu gösterdi. Ve mesela bunların hiç birini
düşünmedi de sırf canı böyle istediği için yaptı. İşte nefsaniyet düşkünlüğünün ta
kendisi!... B...ye gelince: o da ayni düşüncelere benziyen hotkamca ve nefsaniyete
zebun bir haleti ruhiye içinde A.... ya mukabele etti ve ona mukabil kötülüğü yaptı.
Birde aynı misali ters tarafından ele alalım. A... parasız ve sefil kalan B... ye
kendi yiyeceğinden bir kısmını ayırarak verdi ve bunu da ondan hiç bir karşılık
beklemeden yaptı. Şimdi acaba A... nın bütün bu hareketinden dolayi B... tarafından
kendi hareketlerini tahdit edici herhangi bir müdahele vaki olabilir mi? Elbette
olamaz. Çünkü A...nın yaptığı bu işin kendisi için hayırlı olduğuna B... tamamile kani
olmuş ve ona güvenmiştir. Binaenaleyh o, A...nın bu hareketine mani olmak şöyle
dursun hatta ondan bekler ki bu hareketin o, daha çoğunu yapsın. Onu bu gibi
hareketlerinde teşvik eder, alkışlar ve daha serbestçe hareketini te-
Mürakabei nefis 313
min etmek için elinden gelen yardımı ona yapar. Yani iş evvelkinin tamamile aksine
cereyan eder. A...nın B...ye bütün hareketlerinde böyle diğerkamca bir gayeyi
güttüğünü ve ona karşı hotkamca hiç bir hareketi yapmağı aklına getirmediğini
düşünelim. İşte o böyle yapmakta devam ettiği müddetçe, oda arkadaşı tarafından
hürriyetinin hiç bir vakit, hiç bir surette ihlal edilmesi bahis mevzuu bile olmıyacak ve
A... ona karşı yapacağı bütün hareketlerinde tam manasile hür olacaktır. Zira onun bu
hareketinden B... hiç bir vakit mutazarrır olmıyacağı gibi, bilakis faydalanacaktır. Ve
bu bakımdan da onun hareketlerini tadil etmek ve hürriyetine karışmak lüzumunu ve
ihtiyacını duymıyacaktır. Demek ki bir odada yaşıyan iki arkadaşın birbirine karşı
yalnız vicdanlarının emrile yapacakları işler hiç bir zaman tahdide tabi tutulmıyacak
ve onlar bu hareketlerinde serbestliklerini ve hürriyetlerini istedikleri gibi ve kolayca
kullanabileceklerdir. Daha doğrusu birisinin hürriyetini tahdit edecek diğerinin
hürriyeti bahis mevzuu olmıyacaktır, yani böyle hürriyetler asla çarpışmıyacak ve
karşılaşmıyacaklardır.
Şimdi büyük bir insan topluluğunu, bir cemiyeti ele alalım: Eğer bu cemiyetin
bütün fertleri böyle diğerkamca, yani nefsaniyetlerini tamamile veya mümkün
mertebe kırarak az çok vicdanlarının emrile hareket ediyorlarsa bu fertlerin
hürriyetleri nasıl tahdit edilebilir ve niçin tahdit edilsin?... O cemiyette bulunan her
fert bilir ve takdir eder ki karşılaşacağı her insanın bütün hareketleri ancak kendisinin
ve cemiyetin faydalanması ve iyiliği içindir. Buna inandığı anda o, karşısındaki
adamın hareketlerini tenkit veya tahdit değil, bilakis tebcil ve takdir eder. İşte ruhun
özlediği, cemiyetin mühtaç olduğu hakiki hürriyet budur.
O halde hakiki hürriyeti ancak diğerkamca gayelerle yapacağımız işler ve
hareketlerde aramalıyız. Diğerkamca, yani vicdanının emrine uyarak yaptığı işlerden
dolayi hiç bir insanı takyit etmek mümkün değildir. Böyle bir hareket gayri tabii ve
tesirsiz olur. Büyük bir coşkunlukla akan bir seli nasıl hiç kimse tersine çeviremezse
insanın sırf ve arkasında hiç bir nefsani gayenin barınamadığı diğerkamca
hareketlerini de hiç bir insan, hiç bir kuvvet durduramaz ve tahdit edemez. Bunların
ikisi de ilahi irade kanunlarının birer icabıdır. O halde insanlar tam ve hudutsuz bir
hürriyete malik olabilirler, yeter ki başkalarile olan münasebetlerinde kendi şahısları
namına hiç bir fayda, hiç bir menfaat gütmesinler, düşünmesinler, ve beklemesinler.
Demekki hakiki ve ruhun özlediği hürriyete insan ancak, nefsaniyetini hapse
mahkum edebildiği nisbette kavuşur. Burada kıymetli ruh dostumuz M. Mollanın bir
tebliğinden çıkardığım şu parçayi naklediyorum: << İNSAN, HÜRRİYETİNİ,
NEFSANİYETİNİ HAPSE KAADİR OLDUĞU NİSBETTE KAZANIR. >> Ve bu
yolda kazanmış olduğu hürriyeti de onun elinden hiç bir kimse geri alamaz ve tahdit
etmek kudretini de
314 Mukadderat ve İcabat
***
Yukarki mülahazalardan sonra, gene bir bakıma göre haklı bir itiraz akla
gelebilir ve denebilir ki ne de olsa biz dünyada yaşıyoruz. Hayatımızı idame ettirmek
için de kendi nefsimize ait bir sürü ihtiyaçlarımızı gidermek zorundayiz. Eğer yukarda
söylendiği gibi hakiki hürriyete kavuşmak için kendi nefsimizi tamamile unutup hep
başkalarını düşünürsek ve kendimizi tamamile ihmal edersek o zaman dünyada
yaşıyabilmenin imkanı kalmaz. Binaenaleyh bu manada alınan hürriyetin ideal bir
kıymeti kabul edilse bile onu tatbik etmeğe dünyamızın hayat şartları müsait değildir.
Bu düşünce tamamile yerindedir. Fakat yukardaki gibi ruhun hakiki
hürriyetinden bahsederken ne biz, ne de kıymetli tebliğatile bizleri aydınlatan büyük
ruh dostlarımız hiç bir vakit, dünyadaki hayati ihtiyaç ve zaruretlerin ihmaline dair
herhangi bir fikirde bulunmuş değiliz. Kıymetli okuyucularımıza bu noktanın yanlış
arzedilmiş olmasını önlemek arzusu ile burada bazı mülahazalara daha lüzum görüldü.
Eğer kitabımızın geçmiş sayfalarındaki fikirler unutulmamış ise büyük ruh
dostumuz Kadrinin, İnsanların dünyada birbirinden ayrı iki türlü vazifesinin
bulunduğu ve bunların ayni derecede dikkat ve ehemmiyetle takip edilmesi lazım
geldiği hakkındaki sözlerini sevgili okuyucularım çok iyi hatırlıyabilirler. İnsan,
ruhunun hakiki hürriyetini kazanmak için nefsaniyetini vicdanı lehine feda etmekten
bir an bile fariğ olmamalıdır, derken dünyada yaşamamız ve tekamül yolunda
muvaffak olabilmemiz için mühtaç olduğumuz maddi vasıtaları temin etmekle ve
bunun için de maddi faaliyetlerde bulunmakla mükellef bulunduğumuzu asla unutmuş
ve inkar etmiş değiliz. Netekim intiharı da merdut ve menfur bir hareket, bir korkaklık
ve dünyada vazife kaçağı olarak kabul ediyor ve vasıflandırıyoruz. Bunu böyle
düşünüp duruken nasıl olur da gene dünyamızdaki vazifelerimizi layıkı ile
yapabilmek için lüzumlu olan maddi faaliyetlerin kıymet ve ehemmiyetlerini red ve
inkar edebiliriz!
Biz nefsani arzulardan bahsederken hayatın beka ve davamını, yani dünyadaki
diğerkamca ve vicdani vazifelerimizi, en son imkanlarımızı da kullanarak en iyi
derecede yapabilmemiz için lüzumlu olan maddi vasıtaları temin etmek ihtiyacını
kıymetten düşürmek istemiyoruz. Ve esasen vaziyet de böyle değildir. İnsanlar,
elbette dünyada yaşarken gerek bedenlerinin ve mesuliyetlerini üzerlerine almış
bulundukleri yakınlarının hayatlarını, gerek cemiyet hayatında, tekamülleri yolundaki
muvaf-
316 Mukadderat ve İcabat
mek için yukarda bahsetmiş olduğumuz iki oda arkadaşı misaline bir daha dönmek
istiyoruz. Kendisine bol bol kafi gelecek derecede yiyeceği ve parası olan A...,
günlerdenberi sefil ve aç bir halde bulunan B...ye yemeğinin ve parasının bir kısmını
verirse diğerkamca bir iş yapmış olur. Ve yemeğinin, parasının bir kısmını da kendisi
için ayırması hiç bir vakit hotkamca bir iş yapmış olduğunu ifade etmez. Fakat B...
karşısında açlıktan kıvranıp dururken, kendisinden birşey eksilecek diye ona bir şey
vermiyen ve üstelik de bu hareketinde kendisini haklı görmeğe çalışan A... bu
hareketile hotkamca bir iş yapmış olur. Ve hele herhangi bir nefsani ve şahsi endişe
ile ya kuvvetine güvenerek veya kurnazlık yaparak, B... nin el ve avucundakileri de
alıp onu sefil ve perişan bir halde bırakmağa kalkıştığı anda dostumuz A...
hotkamlığın şaheserini yaratmış olur.
Fakat bunların hiç birini yapmaz da aç ve sefil kalmış olan dostunun bütün
ızdıraplarını kendi çekiyormuş gibi duyar ve bu acının tesirile ancak kendisine kadar
yetecek olan gıdasını da tamamen B...ye verir ve bu yüzden kendisi aç kalır ve
açlığını da duymıyacak kadar bu işi yaptığından dolayi bir sevinç hissederse işte o
zaman A... büyük bir kahraman ve fedakar ruhun dünyadaki misallerinden birisini
vermiş ve belki de dünya mektebini artık bitirme yolunda bulunduğunu göstermiş
olur.
Bununla beraber gene hatıra gelebilir ki insanların mübrem hayati ihtiyaçları
devamlı bir hikayedir. Bundan başka biz, yalnız bu günkü ihtiyaçlarımızın değil,
müstakbel hayatımızı da emniyet altına almak zorunda değil miyiz? Halbuki yarın
hayat yolundaki mücadelemizdeki muvaffakiyetin ne şekilde tecelli edeceğini bu gün
kestiremediğimiz için daima yarını da düşünerek elimizde bu günden artanı yarına
saklamak, öbür yarına saklamak... daha öbür yarına...ilh. Bu yarınların hiç bir vakit
sonu gelmez. Ve bu düşünce ile diğerkamlıktan kaçmak istiyen bir insandan her
şeyden evvel şunu teemmül etmesi beklenir ki kendi canının, sonu gelmiyen
yarınlarını emniyet altına almak gayesile kardeşinin, bir dostunun bu günkü hayati
ihtiyaçları karşısında omuz silkip geçmekte kendisini yerden göke kadar haklı
görürken temin ettiğini veya edeceğini sandığı hayatının yarınki selametinin garantisi
acaba ne olsa gerektir?... Hiç!... Kim onu temin edebilir ki şu kapıdan dışarı çıkarken
bir saat sonra kalb sektesinden ölüp gitmiyecektir? Kim onu temin edebilir ki bir kaç
gün sonra evi yanmıyacaktır, ocağı sönmiyecek ve senelerce ona buna mühtaç bir
durumda bırakmıyacaktır?... ilh.
Böyle garantisi olmıyan, kendi kudreti dışında, hayatının en nazik hallerini her
an tehdit altında bulundurucu hadiseleri daima karşısına çıkarmağa hazır bulunan bir
dünya hayatında, bütün bunları düşünmüyor da başkasına karşı yapmakla mükellef
bulunduğu bir yardımı yap-
318 Mukadderat ve İcabat
ması lazım gelen yerde, bu yardımı yapmamak için bir kaç vakit sonra hayatının
konforundan kaybedeceği şeylerden mi endişe duymak aklına geliyor? Bu, hayati bir
tedbirin alınması için yapılmış bir hareket değil, nefsaniyet kaygısından öteye
geçemiyen sakat bir nefis itişinin tezahürüdür. İnsanlar dünyaya gelmekle onların
mübrem ve hayati olan bütün ihtiyaçlarını karşılayici kudretler de kendilerine verilmiş
bulunmaktadır. Kalbimiz muntazaman atıyor. Bu nazik ve iki dakikalık tevakkufu ile
bizi yere sermeğe kafi gelen hayati uzvumuzun böyle aksamadan bütün hayat boyunca
vazifesinde devam etmesi acaba bizim dahiyane aklımızla inceden inceye düşünüp
taşınarak almış olduğumuz tedbirlerin tatbikatı sayesinde mi mümkün oluyor? Eğer iş
bizim bu kısa ve aciz akıl dirayetimize kalırsa bütün dünyada hiç olmazsa bir saat
atmakta devam edebilecek bir kalb kalır mı dersiniz? Bununla beraber o gene bizim
kudretimizle vaki olan bir iştir. Ve kalbimiz atmakta, hayatımızın sonuna kadar
devam edecektir, çünkü dünyadaki tekamülümüz için bu lazımdır. Peki ama kalb,
ciğer, böbrek, beyin gibi hayatımızın emniyeti ile ilgili bütün maddi ve en nazik, en
mühim, en kıymetli varlıklarımız bile kendilerine lazım olan vasıtaları bizim
haberimiz olmadan temin ediyorlar, vazifelerini aksatmadan yapıyorlar ve bu suretle
tekamülümüz için ihtiyacımız olan hayat imkanlarını temin ediyorlar da biz bu
faaliyetlerin istihdaf ettiği yüksek gayeyi unutarak gelecek günlerimizin emniyetini
sağlamak veya bu günümüzü en rahat ve konforlu şartlar altında geçirmek gibi sonu
gelmez arzuların tatmin edilememesi korku ve endişesi ile, gene tekamülümüz için
mükellef ve muvazzaf bulunduğumuz en küçük işleri bile yapmaktan nasıl
çekinebiliriz? Bizi iyi niyetten, diğerkamca hareketlerden, vicdanın emrine göre
hareket etmekten ayrılmazsak hiç bir vakit aç kalmayiz, sefil olmayiz, perişan duruma
girmeyiz. Ve hayatta hiç bir muvaffakiyetsizlikle de karşılaşmayiz. Eğer buna rağmen
arzu etmediğimiz hadiselerle karşılaşıyorsak bu da gene kendi efal ve harekatımıza ait
veya tekamülümüzün selameti için lüzumlu olan bilmediğimiz birtakım sebeplerin
tesirleri altında bizim için faydalı, lazım ve mukadder bir zaruret olur ki biz ne
yaparsak yapalım, ne şekilde hareket edersek edelim, ne kadar müessir tedbirler
alırsak alalım onların önüne geçemeyiz.
Demekki esasen gene vicdanımızın da muvafakati ile dünyamızdaki
varlığımızı koruyucu vasıtaları temin hususunda elimizden geldiği kadar çalışmaktan
bir an bile fariğ olmamakla beraber bu faaliyetimizinde nihayet, ruhumuzun ebedi
tekamülü için dünyada hemcinslerimize ve bütün varlıklara karşı göstermekle
mükellef bulunduğumuz fedakarlığı, yardımı, sevgiyi ve hülasa diğerkamlığı
yapabilmemize ancak bir vasıta olduğunu asla unutmadan bu büyük ve lüzumlu olan
ikinci faaliyetimizi de her an yapmaktan ve birinci, yani maddi ve hayati faaliyeti-
Mürakabei nefis 319
mizin bu ikinci, yani ruhi faaliyetimize herhangi bir bahane ile engel olmamasını
sağlamaktan hiç bir vakit geri kalmamalıyız.
***
rahatını kaçıracak veya canına, malına kıymetlendirmiş olduğu maddi herhangi bir
varlığa kıyacak karşısına çıkmağa her an hazır bir ifritin çehresini görmekte
gecikmez.
İnsan korktukça, korkunç amillerin etrafını sardığını görür. Zira korkuya
zebun olmak, nefsaniyete yol vermiş bulunmanın açık bir ifadesidir. Halbuki bu korku
ile o, hayatının selametini emniyet altına almak endişesi içinde hotkamlığı gaye edinip
ona sımsıkı sarıldıkça hayatın emniyetini kaybeder, ve emniyetini kaybettikçe de
korkusu artar. Bu suretle onun bu hali denize düşmüş bir adamın yılana sarılmasına
benzer. Maddi ve nefsani ihtiraslarının tatmini peşinde vicdanını çiğneyip geçmekte
devam ettikçe, bu ihtiraslarını hiç bir vakit tatmin edemiyeceğini ve elinde bulunan
şeylerin hepsini her an gelmesi melhuz bir fırtına ile, günün birinde kaybetmek
durumunda kalacağını içten içe, insana hissettiren nefsaniyet canavarının sinsi
savletleri artar. Ve hayat bir perişanlık içinde sallanır durur. Bu ise ne bir saadettir, ne
de hürriyet!...
Şu halde bütün bu korkulardan kurtulmak ve huzura kavuşmak için yapılacak
tek iş bir az daha diğerkam olmağa çalışmaktır. Maddeler, maddi kazançlar muhakkak
fanidirler. Ergeç bunların hepsi günün birinde bırakılacaktır. O halde ruhi tekamülü
için, vazifesi icabı yapmakla mükellef olduğu fedakarlık mukabilinde insan, bizzat
kendi arzu ve iradesile bu maddi varlıklardan hemcinslerine yardım kılıklı
fedakarlıkta bulunursa bu – belki de onun evvelden tatmin edemediği – büyük ruhi
hazlara kendisini kavuşturur. Bundan asla şüphe edilemez. Buna mukabil başkalarına
yardım ve fedakarlık babında maddi varlığından kendi iradesile sökülemiyen bir insan
günün birinde mukadder olan herhangi zorlayici bir kuvvet karşısında onların
hepsinden bir anda ayrılmak zorunda kaldığı zaman evvelki gibi bir ruh hazzı ve
saadeti duymak şöyle dursun, büyük bir hüsranın kolaylıkla sönmiyecek şiddette
ateşleri içinde kıvranmağa başlar. Halbuki elinde fırsat varken o bu işi, kendi iradesile
yavaş yavaş ve kendisini yormadan, sıkmadan yapmağa alıştırırken bile duyacağı
derin hazların bahtiyarlığına erişebilir.
Şimdi bütün bu mülahazalardan çıkan netice çok açık olarak kendisini
göstermektedir. İnsan dünyadaki maddi hayatını – tekamülüne uygun şartlar ve icaplar
dahilinde – korumağa mecbur olmakla beraber meşru olan bu hareketi, bu maksatla
ilgili olmıyan nefsaniyetin kullandığı kötü bir korku silahile soysuzlaştırmamalıdır.
Yani, başkalarına karşı yapılacak muamelelerde diğerkamca harekette bulunduğu
zaman kendisinin bundan hiç bir zaman, hiç bir şey kaybetmiyeceğini, bilakis pek
çok, aklının alamıyacağı kadar çok şeyler kazanacağını tereddütsüzce kabul etmelidir.
Burada hiç bir şey kaybetmiyecek sözünü söylerken bittabi hep ruhi kazançları göz
önünde tutarak konuşuyoruz. Yoksa di-
Mürakabei nefis 321
ğerkamca hareket eden bir insan çok defa maddi varlığından bir çok şeyler
kaybedebilir. Fakat bunların hiç birisi hakiki bir kayıp değildir. Zira esasen onlara
malikiyet de hakiki bir kazanç olmaktan uzaktır.
Bize eğer herhangi gafil bir insan nefsaniyetine uyarak bir kötülük yapıyorsa
asıl acınacak biz olmayiz, o olur. Çünkü biz ona gene diğerkamca hareketle mukabele
ettiğimiz için gerçi maddemizden veya maddi kıymetlerimizden bir şeyler kaybetmiş
olabiliriz, ama zaten ergeç mukadder olan bu kaybımıza mukabil ruhumuzun ebedi
kazançlarını ve hakiki hürriyetini temin etmiş olmanın saadetine ulaşmış bulunuruz.
Bize nefsani hareketlerile kötülük yaptığını sanan insan ise gene kısa bir zamanda
kaybetmek zorunda kalacağı bir kaç maddi oyuncağa mukabil ruhunun parlaklığını
hürriyetini kaybetmiş olmanın uzun müddet sürecek olan azabına kendisini namzet
kılmıştır. Ne yazık!...
Demekki ruhun hakiki hürriyetine kavuşabilmesi için, önüne engel olarak
çıkan ve çiğneyip geçilmesi icap eden manilerden birisi de korkudur. Ve nefis
mürakabesini yaparken nefsaniyetin, bu silahi vicdan hakimine karşı daima
kullanacağını hiç bir vakit unutmamak ve ona göre nefsaniyet tuzağına düşmemeğe
çalışmak lazım gelir. Ve yalnız iyilik, iyi niyet ve diğerkamlık duygu ve düşüncesile
hareket eden insanların böyle tuzaklara düşmemesi kadar da kolay bir iş yoktur, zira
bu vasıfları haiz olan insan korku illetinden kurtulmuş bulunur.
***
F : 21
322 Mukadderat ve İcabat
taları tekrar etmek zorundan veya zaruretinden adeta otomatik olarak kurtulmasına
yardım eder. Ve böylece devam eden mürakabei nefis ameliyelerinden sonra bir gün
gelir ki o insan evvelce kendisine vazgeçilmez gibi, salah bulması kaabil değilmiş gibi
görünen o büyük hataların, kabahatlerin adeta kendiliğinden za’fa yüz tuttuklarını ve
hatta tamamile silinmeğe de başladıkların hayretle görür.
Bir hatayi tekrar etmiyeceğim diye acele ile bir hamlede ortadan kaldırıp
atmağa kalkışmak hem tedriç kaidesine uygun değildir, yani gayri tabii bir harekettir,
hem muvaffakiyetli netice vermez, hem de insanın bir iki cehitten sonra ümit ve
cesaretini kırarak mübareze meydanından mağlup bir halde çekilmesini ve o hatanın
kucağına pasif bir halde büsbütün teslim olarak kendisini uzun bir müddet daha
koyuvermesini mucip olmak tehlikesini doğurur. Burada bir noktayi daha aydınlatmak
lüzumunu hissediyorum. Öteden beri tekrar edip durduğumuz bir söz vardır: Hata
dünya kanunları icabatındandır ve kim olursa olsun dünyada yaşıyan insanlar
kendilerine göre az çok hatadan masun değildirler. Peygamberler bile dünyanın bütün
varlıklarına şamil olan bu kaidenin dışına çıkamamışlardır. Şu halde dünya durdukça
onun sakinleri bütün iyi niyet ve iyi düşüncelerine rağmen kendilerini hatalardan
kolay kolay kurtaramıyacaklardır. Hata, dünya hayatının icaplarından biridir. Bu
sözlerin bazıları tarafından yanlış anlaşıldığını veya yanlış anlatıldığını gördük: ( Ne
acayip şey! Hiç hata bir kaide olabilir mi!) denildi.
İşte böyle gene hatalı olan bir itirazı tashih etmenin yeri şimdi geldi. Hata
dünya kanunlarının bir icabıdır. Fakat bu demek değildir ki hata iyi bir şeydir ve
herkesin hata yapması bir gayedir, dünyada hatalar yapmak bir vazifedir, bir
meziyettir v. s... Hata elbette öğünülecek iyi bir şey değildir. Ve hata elbette
varlıkların o hatayi işledikleri sahalardaki görgü ve tecrübe noksanlıklarının bir
ifadesidir. Görgü ve tecrübe ne kadar artarsa yapılması melhuz bulunan hataların
miktarı da o kadar azalır. Bu bir tabiat kanunu icabıdır ve bir zarurettir.
Mesela henüz yürümeğe yeni başlamış bir çocuk yürümek ve bazan da koşmak
teşebbüsüne giriştiği zaman sık sık düşmekle haretketlerinde mütemadiyen hatalar
yaptığını isbat etmektedir. Fakat o ancak bu hataları yapacak ki doğru dürüst yürümek
ve koşmak hususundaki görgü ve tecrübesini arttırabilsin. Yani o çocuk böyle düşüp
kalkmadıkça yürümesini öğrenemiyecektir. Ama, mademki o, dünyada yaşamak için
yürümek mecburiyetindedir, o halde yürümesini öğrenmek için teşebbüslere girişecek
bu teşebbüslerinde bilmeden veya elinde olmadan hatalar yapacak, düşecek ve bir
daha düşmemek için hata yap-
324 Mukadderat ve İcabat
çok zordur. Tekamülden bizi alakoymak için önümüze bir sürü engeller, oyalayici,
cicili bicili, cazibeli oyuncaklar çıkar, gene tekamülümüzden alakoymak için
karşımıza bizi korkutucu fakat kof ve hiç de göründüğü gibi olmıyan birtakım kukla
umacılar dikilir. Fakat bütün bunlara rağmen bu dünyamızda tekamül etmek çok
kolaydır. Yeter ki bütün bu cicilerin ancak birer oyuncak, bütün bu korkunç görünen
mefhumların birer umacı kukladan başka şeyler olmadığını insan anlıyabilecek ve
takdir edecek duruma girmiş bulunsun. Bu duruma girmek de o kadar zor bir iş
değildir. İstensin, karar verilsin ve işe samimiyetle girişilsin yeter.
***
- PRENSİPLER -
1- Bu ihzarı mahkeme de, her mahkemede olduğu gibi, bir hakim, bir davacı,
bir sorumlu, bir de dava mevzuu vardır.
2 – Keza, her mahkemede olduğu gibi burada da haklı taraf, bir de haksız taraf
vardır. Daha doğrusu hükümlendirilmesi icap eden bir hak, bir de suç vardır.
3 – İhrazi mahkeme salonunda hak daima vicdan, suç daima nefsaniyettir.
4 – Gene ihrazi mahkemede hakim bilakaydüşart hakkı müdafaa etmekle
mükelleftir.
5 – Bu mahkemede hakim, şuur ve idraktir. Davacı ya bizzat insanın kendisi
olur veya başka birisi olur. Sorumlu da gene ya insanın bizzat kendisi veya başkaları
olur.
6 – Davacı bir veya birden fazla olur. Sorumlu bir veya birden fazla olur.
7 – Davacı kim ve kaç kişi olursa olsun, sorumlu kim ve kaç kişi olursa olsun
hakim; hakkın veya suçun, yani vicdanın veya nefsaniyetin hangi tarafta olduğunu kılı
kırk yararak incelemek ve daima hakkın lehine gözünü kırpmadan hüküm vermek
mecburiyetindedir. İşte bunu yapabildiğine kani bulunuyorsa o, ayni zamanda
mürakabei nefse lüzum bırakmıyacak şekilde vicdani vazifesini de hakkile ifa ediyor
demektir.
8 – Şu halde, her şeyden evvel hakimin vazifesi, hakkı suçtan ayırmak, yani
suçu kati delillerile ve tereddütsüz olarak tesbit etmektir.
9 – Hakimin bu vazifesini görebilmesi için şu üç halin mevcut olması şarttır:
ayni, müşterek bir mevzu üzerinde ikiye ayrılmış bir çok şahıs karşı karşıya gelebilir.
Bunlar esasen müselsel değil, gene iki kişi demektir ve mürekkep hal arzetmez. )
11 – Hakim mahkemeyi açınca, yukarda A, B, C bentlerinde zikredilen
vacibeleri yerine getirmek için kaide olarak daima kendisini sıra ile evvela davacının
yerine koyacak, yani onun ruhi ve içtimai zaruret ve ihtiyaçlarını tamamile ve aynen
duymağa çalışacak ve bu durumda iken gene yukardaki üç vacibeyi aynen kendi hal
ve durumu üzerine tatbik ederek davacının durumu hakkında lehte ve aleyhindeki
kararını yukarda arzedilen şartlar dahilinde verecek. Bunu yaptıktan sonra, gene ayni
tarzda kendisini sorumlunun yerine koyacak ve gene yukardaki gibi, davanın üç
vacibesini sorumlunun zaruretleri ve ihtiyaçları içinde olduğu halde fakat daima kendi
diğerkamca hislerini esas tutarak tatbik edecektir. Buna müteakip eğer sorumlunun
durumunda iken verilen karar orada kalıyor ve tekrar davacıya talluk etmiyorsa, yani
bu karar davacıyı sorumlu ve sorumluyu da davacı mevkiine sokmuyorsa mahkeme
burada biter ve hakimin sorumlu halini iktisap etmiş bulunurken verdiği karar
tamamile haklı bir karar olur, yani mürakabei nefis mahkemesinde vicdanın sesine
uyularak verilmiş bir karar olur. Bunun aksine verilmiş olan karar ise vicdani değildir,
ve onda az çok belki de kendisini nazarlardan tamamile gizlemiş bulunan nefsani bir
karardır. İşte biz bu basit şekilde, yani ancak davacının sorumluyu suçlu çıkarmasile
biten mürakabei nefis ameliyesine ( basit yer değiştirme usulü ) diyoruz. Fakat olabilir
ki bu iş bu kadarla kalmaz. Ve hakim sorumlu durumunda iken vermiş olduğu kararla
bu defa sorumluyu davacı ve davacıyı da sorumlu bir mevkie koymuş olabilir. İşte o
zaman iş basitlikten çıkar ve mürekkep bir hal almış olur ki bundan sonraki bentte
mütalaa edeceğiz.
12 – Yukarda söylediğimiz gibi, bazan davacılar ve sorumlular birbirini
takiben tevali edebilirler veya davacılar gene birbirini takiben sorumlu ve sorumlular
da davacı mevkilerine geçebilirler. Bu takdirde yer değiştirme ameliyesi de buna göre
aynen yukardaki tarzda müteselsilen devam eder gider. Ve bu hal, davaya dahil olan
kimselerden hiç birisini tekrar sorumlu duruma sokmayici bir karara varılınca sona
erer. İşte buna da ( zincirleme yer değiştirme usulü ) diyoruz.
***
nıyoruz: Bu ameliyeyi yaparken olabilir ki insan ameliye için lüzumlu olan şartlardan
birini veya diğerini ihmal etmiş bulunur. Bu takdirde elbette neticenin yanlış çıkacağı
tabiidir. Binaenaleyh yukarda yazılı şartlara ne kadar dikkat edilirse verilen kararın
nefsaniyetten uzak, vicdana yakın olduğuna o kadar büyük bir emniyetle kanaat
getirilebilir. Ve bu da her şeyden evvel bir tecrübe ve görgü işidir.
Burada çok mühim olarak bir noktayi tebarüz ettirmek istiyorum: Bu yer
değiştirme ameliyesinden sonra verilen kararların herkeste ayni olması icap etmez ve
bunlar birbirini tutmaz. Hatta birbirini tutmaması da bazan tabii ve zaruridir. Zira her
insanın – evvelcede bahsedildiği gibi – ancak kendisine mahsus bir vicdan terazisi ve
ölçüsü vardır. İnsanların ayni bir mevzu karşısında verebilecekleri vicdani kararları
birbirinin tamamile aksine olabilir. Mesela bu satırları yazdığım karşılaşmış olduğum
çok yeni bir vakayi küçük bir misal olarak sevgili okuyucularıma bildirmek istiyorum:
Kitapçı bir dostumun dükkanında bulunduğum sırada oraya bir müşteri geldi. Kitapçı
ile konuşurken söz hapse mahkum edilmiş birisine intikal etti. Adam onun hakkında
şunları söyledi: ( 20 seneye mahkum edilmiş olduğuna göre, o ahlaksız bir adam
değildir. ) Ben birdenbire merak ettim ve şu suali sormakla seyircilik durumumu ihlal
etmiş oldum:
<< - 20 seneye mahkum olmuş bir insanın yapmış olduğu suç nasıl ahlaksızlık
olamaz? >>
<< - Tabii; eğer hırsız, dolandırıcı... falan olsaydi bu kadar yatmazdı. Demekki
elinden bir kaza çıkmış, adam falan öldürmüş olmalı. Her halde öyle düşkün birisi
değil. >>
Görüyor musunuz? Bu tanımadığım genç kendi vicdanına göre tanımadığı bir
katili düşkün ve ahlaksız görmüyor da ancak ahlaksızlığı hırsızlık ve dolandırıcılık
gibi hareketlerde arıyor. İşte yukarki sözüme en yakın ve en canlı misal!...
Fakat yukarda vermiş olduğumuz prensiplerle iktifa etmeğe kalkışırsak
kıymetli ve sevgili okuyucularımıza lüzumu derecesinde hizmet etmiş ve faydalı
olmuş bulunmadığımızdan endişeye düşeriz. Bu arzettiğimiz prensipler ne kadar açık
yazılmış olursa olsun – lüzumu kadar açık ve çeşitli misallerle izah edilmedikçe –
tatbikata yetecek kadar kolaylıkla anlaşılamazlar. Binaenaleyh şimdi birer model
olarak bazıları tertiplenmiş, bazıları da başımızdan geçmiş vakıalardan bir kaç misal
arzedecek ve bunları yukardaki prensipler dahilinde neticelenmeğe çalışacağız.
Mürakabei nefis 329
MİSALLER
BİRİNCİ MİSAL:
Doktor böyle bir neticeye vardıktan sonra eğer gene vicdanının lehinde olarak
kürtaj yapmağa karar verirse bilsin ki vicdanının hilafına hareket etmiş ve
nefsaniyetine uymuştur. Binaenaleyh gelecek yakın veya uzakça bir zamanda bu
yüzden çekeceği vicdan azabını çok haklı olarak bekliyebilir.
İKİNCİ MİSAL:
Bu misal de gene nisbeten basit ve basit yer değiştirme ameliyesi ile kaabili
hal olmakla beraber yukardakinden bir az daha bu ameliyeyi uzatmağa lüzum
hissettirecek kadar derincedir.
Bir hanım, bir de onun hizmetçisi var. Hizmetçi, hanımın çocuğunun o günlük
gıdası olan sütünü, kendisinin de çok üzüldüğü bir beceriksizlik neticesinde elinde
olmadan döktü ve bu yüzden de çocuk o gün aç kaldı. Bu halden çok öfkelenen hanım
birdenbire hizmetçisini koğmak kararını verdi ve koğdu. Ve hizmetçide eline bakan
ihtiyar bir annesile – parasızlık yüzünden – sefil ve perişan bir halde kaldı. Şimdi
hanım bu meseleyi mürakabei nefis mahkemesine sevkedecek ise, bundan evvel
vermiş olduğu kararın doğru veya yanlış olduğunu, yani vicdani veya nefsani
olduğunu tesbit etmiş olması lazım gelecektir. Bu da gene yukarki gibi uzun uzadıya
muhakeme ve ölçülere vurulmaksızın bir çok kıymetli okuyucumun karar verebileceği
kadar açık bir mevzu olmakla beraber, gene yukardaki mülahazalar mucibince yer
değiştirme prensiplerimiz dahilinde bir tetkika tabi tutulacaktır.
Hakim, hanımın şuuru ve idraki.
Davacı, hanım.
Sorumlu, hizmetçi.
Mevzu, O gün aç kalan çocuğunun südünü devirdiği için ihtiyar annesine
bakan bir hizmetçi kızın koğulması.
Evvela, usulümüz üzere – hakim olan kadının şuur ve idraki kendisini davacı,
yani bizzat gene kendisinin yerine koyacak ve tamamile samimi olarak hiç bir
hakikati kendisinden saklamaksızın olduğu gibi neyi ne için istemekte olduğunu bütün
açıklığı ile bir dava halinde ortaya, yani şuur ve idrakinin önüne serecek. Ne istiyor?
<< Bu kadın, diyor. Sabahleyin çocuğumun o günlük yegane gıdası olan südünü
döktü. Ve bu yüzden de çocuğum akşama kadar aç kaldı. Mademki o, çocuğuma bu
köülüğü yaptı bundan sonra ben para verip onu besliyemem. Hınzır kız, bir az
sürünsün de aklı başına gelsin. >>
Burada davacı esasen kendisi olduğundan, onun bu hükmünde kendisini
ihtimalki hala haklı görecek ve çocuğunu araya karıştırarak hizmetçisini sokağa
attığından dolayi vicdani bir harekette bulunmuş olduğuna kendisini inandırmağa
çalışacak kadar görgü ve tecrübesi noksan olabilir. Yani zalim vicdan hakiminin
cübbesini sırtına geçirip işe girişeceği zaman henüz onun için gelmiş olmıyabilir.
Binaenaleyh hanım
Mürakabei nefis 331
bu halinde iken kendisini pekala haklı görür ve tamamile doğru bir iş yapmış
olduğuna – bütün tereddütlerine rağmen – kendisini inandırmağa uğraşır. Eğer böyle
yapmasaydi ve o gün yapmış olduğu hareketin vicdani değil, tamamile nefsani bir
hareket olduğunu kati olarak kestirebilmiş olsaydi zaten – birinci misalde olduğu gibi
– davanın hemen burada bitmiş olması ve hanımın kendi kendisini mahkum etmesi
icap eder ve bu yüzden de vicdan hakiminin çok sert ve kesin hükümlerinden evvel
bir az daha hafif, fakat elbette daha çok verimli ve istifadeli bir ıztıraba kendi basireti
ile katlanması, yani hatasını açıkça görerek onun azabını çekmesi lazım gelirdi. Belki
böyle de olabilir o zaman dava bu bir tek ameliye ile nihayet bulur. Fakat olabilir ki
hanımın nefsaniyeti bu davayi böyle bir celsede veya ameliyede bitiriverecek kadar
kolay halletmeğe müsait değildir. O zaman dava burada bitmiş olmıyacak ve devam
edecektir. Zira hakim burada kendisini haklı, yani hareketini vicdani görmektedir. O
halde nefsaniyet şeytanının kimin kucağında gizlenmiş olduğunu bulup çıkarmak
lazım gelmektedir. Şu halde devam edeceğiz.
Şimdi hakim buraya kadar geçen dava safhasında kararını hizmetçi aleyhinde
vermiş bulunuyor. Ve bunda kendisini haklı görüyor, böyle olunca hizmetçi
kovulacaktır. Ama o da kovulmasını elbette istemiyordu. Bu takdirde mademki
koğulmuştur, şimdi o da hanımını – kendisini koğduğu için – dava etmektedir. Yani
evvelki safhada sorumlu sandalyasında oturmuştur. İş bu şekil alınca hakim – gene
usulümüz üzere daima davacı ile yerini değiştireceğinden – şimdi kendisini
hizmetçinin yerine koyacaktır. Davacı olan hizmetçi halindeki hakim ne demek
istemektedir? O diyor ki: << Ben bu südün dökülmesini asla istemedim. Ve hatta
onun dökülmesi yüzünden çocuğun aç kalmasına sebep olduğum için de çok üzüldüm.
Ama ne yapayım elimde olmadan işlemiş olduğum bir hatadır bu. Gerçi ben bir
çocuğun, istemeden ve elimde olmadan bir gün aç kalmasına sebep olduysam da
şimdi ihtiyar olan annemin belki de haftalarca veya aylarca açlığa mahkum kalması
ile karşı karşıya bulunuyorum. Zira sokağa atıldığım anda annemle birlikte, parasızlık
yüzünden sefil ve perişan bir halde kalmaklığımız muhakaktır. Bu revayi hak
mıdır?>>
İşte böyle düşünebildiği anda, hizmetçi yerinde bulunan hanımın evvelki
davasından derhal vazgeçmiş olması neticesi meydana çıkar. Zira mademki o hizmetçi
hesabına bu koğma kararının aleyhinde hüküm vermek kudretini gösterebilmiştir, o
halde onun vicdanı kendisine bunu emretmektedir. Böyle olunca hakim, kovulmanın
hemen aleyhinde hükmünü verecektir. Eğer buna rağmen hanım gene eski kararının
yerinde ve doğru olduğunda kendi varlığına karşı ısrar ve iddia etmekte devam
eylerse; muhakkan surette ilerde hizmetçisi cephesinden kendisini mu-
332 Mukadderat ve İcabat
vahaza edip oldukça şiddetli azaplara mahkum edecek olan akıl ve mantıktan
anlamaz, laf dinlemez vicdan hakiminin sert ve haşin çehresile uzak veya yakın günün
birinde karşılaşacağını unutmuşa benzer bir kılığa girmiş olur. Burada başka bir ciheti
de izah etmek lazımdır: Şimde bir de çocuğun o gün aç kalmış olması, binaenaleyh
çocuğun hakkının zayi olmuş bulunması düşünülebilirse de burada kimsenin sunu
taksiri olmadığı nazarı itibare alınır ve bilhassa hakimin vermiş olduğu kararın
mecburi bir vicdan borcu olarak verilmiş olup başka türlü hareket edilememiş olması
gözönüne getirilirse annenin vicdanını tazip edici bir mevzuun ortada kalmadığı
görülür. Zira vicdan azabı ancak istiye istiye, bile bile tamamile aksini de yapmak
kudretin de olduğu halde başka birisinin zararına veya ıztırabına sebep olacak
herhangi bir harekette bulunmak veya bu ıztırabı ortadan kaldırabilecek iktidara malik
iken bu harekete tevessül etmemiş bulunmak gibi gayri vicdani veya nefsani hallerden
ileri gelen bir iç tepkisidir. Burada ise böyle bir şey yoktur. Bununla beraber bir anne
çocuğunun o gün kendi ihtiyarında olmadan aç kaldığını görmekten üzüntü ve belki
de şiddetli bir ıztırap duyabilir. İşte bunu vicdan azabile karıştırmamak ve sadece
başkaları hesabına büyük ve kudretli varlıkların duyabileceği yükseltici hayırhane
ıztıraplar gurubuna sokmak icap eder. Bu nevi ıztıraplar çekilecek ve insanlar böylece
tekamül yolunda büyük hamleler kaydedecektir. Esasen dünyaya da bir bakımdan
bunun için gelinmektedir. Bu tamamile ayrı bir iştir. Esasen nefis mürakabesi vicdan
azabına düşmek korkusu ile ve vicdan azabından kaçmak için değil, vicdan azabının
ilerde her türlü işkence hallerinde insana ihtar etmek zaruretini arzettiği, insanın
başkaları aleyhinde hotkamca yapacağı hareketlerden kendisini koruması ve ilahi
irade kanunlarının açık yolu olan diğerkamlığa alışması içindir. Vicdan azabile
başkaları için duyulan ıztırabın, bu ıztırap lehinde olan büyük fark da buradan neşet
eder. Çünkü; vicdan azabında hotkamca kötü bir hareketin acı bir ihtarı mevcuttur,
halbuki başkasının ıztırabına, elde olmadığı için yardım edememekten mütevellit
duyulan ıztırapta ise diğerkamca bir hareketin peşinde koşmak ve ona erişmek
gayretinin ifadesi mündemiçtir. Bu ikincisi tekamül yolunda bir kahramanlıktır.
ÜÇÜNCÜ MİSAL: ( 1 )
Buradaki misal bir az daha karışıktır. Yani araya bir değil birden fazla
kimsenin birbirine karşı davası ve sorumluluğu karışmaktadır. İşte bu gibi vakalarda
kullanacağımız usul zicirleme yer değiştirme ameliyesi olacaktır. Zincirleme yer
değiştirme usulünün gayesi karışık vaka-
ları hep basit yer değiştirme ameliyesi ile izahı kaabil olabilecek bir şekle irca
etmektedir.
Kudretli ve istediğini derhal yaptırabilen bir şefin karşısına bir adam gelip
şunları söylüyor. << Ben bir işçiyim. Arkadaşım olan bir memur bir müddet evvel çok
sıkıntılı bir hale düşmüştü. Talebi üzerine sıkıntısını gidermek için – bir kaç ay vade
ile – kendisine 200 lira borç para vermiştim. Bu, benim senelerce dişimden
tırnağımdan arttırıp kara bir günüm için saklamış olduğum bir para idi. Halbuki bu
memur, benden parayi aldıktan sonra işinden çıkarıldı ve parasız kaldı. Bende onun
bu halini görerek acıdım ve parası olmadığı için seneler geçtiği halde paramı
istemedim. Halbuki bu adam bundan iki gün evvel başka birisinden 300 lira almıştır.
Şimdi bana borcunu ferah ferah ödiyebilecek durumdadır. Onun tahsil edilerek bana
verilmesini istiyorum. >> Bunun karşısında borçlu olan memur da şunları söylüyor:
<< Evet, filhakika benim bu adama 200 lira vereceğim senelerden beri durmaktadır ve
bu günde cebimde 300 liram vardır. Ama küçük çocuğum ağır hastadır. Kendisine,
parasızlığım yüzünden uzun zamandanberi baktıramadım. Hastalığı arttı ve
doktorların ifadesine göre eğer en kısa bir zamanda ameliyet olursa belki kurtulacak
aksi halde ölecektir. Halbuki bu ameliyat için tam 300 lira sarfetmem lazım geliyor.
Bu parayı da bana acıyan birisi çocuğumun ameliyatı için vermişti. Şimdi bunun hatta
bir kısmını bile alacaklıya versem çocuğum ameliyatsız kalacak ve ölecek. >> Şimdi
şef ne yapacak, yani ödeme lehinde mi, yoksa aleyhinde mi kararını verecek? Burada
onun tutacağı iki yol olabilir:
1 – Ortada cemiyetin koymuş olduğu birtakım kaideler, örf ve adetler var.
Binaenaleyh kendi manevi kudretinden hiç bir şey araya karıştırmadan tamamile bu
mevzuata uyar ve otomatik olarak lehte veya aleyhte bir hüküm verebilir. Bu tarzda
onun yapacağı hareket bizim buradaki mevzuumuza girmez. Zira bu takdirde ortada
biri nsanın kendi iradesile, mürakabei nefis mahkemesine sevketmek ihtiyacını
duyabileceği bir mesele yoktur.
2 – Bu işi mürakabei nefis mahkemesinden halletmek zaruretini bu şefin
duymakta olduğunu kabul edelim. Bu takdirde tam vicdanının sesine uyarak işin
içinden çıkabilmek için yer değiştirme ameliyesine baş vuracaktır. Şöyle ki birinci
planda:
Hakim, şefin şuur ve idrakidir. ( Bunun daima diğerkamca hükümler vermesi
esastır. )
Davacı, işçidir.
Sorumlu, memurdur.
Mevzu da işçiye borçlu olan memurun elindeki 300 lirasının 200 lirasını alıp
alacaklı işçiye iade etmektir.
Gene burada ilk olarak – hakim durumunda bulunan – şefin şuur ve idraki
kendisini davacının, yani işçinin yerine koyacaktır. Ve tam bir
334 Mukadderat ve İcabat
bitaraflıkla davadan almış olduğu sarih intibaa göre işçinin hakkını, daha doğrusu
işçinin talebini bütün ruh açıklığı ile duymağa çalışacak ve onun bu talebinde hakim
olan ruh saiklerini gene davanın kendi üzerinde bırakmış olduğu sarih intibalara göre
kendi ruhunda yaratmağa çalışacaktır. İşçi böyle diyor: Ben bu adamdan alacağımı
istiyorum. Gerçi benim şimdi bu paraya ihtiyacım yok ama, mademki onun cebinde şu
anda parası vardır, borcunu ödesin. Belki ilerde hiç alamam. Onun çocuğunun
ölümden kurtulması beni alakadar etmez. >> Zannedersem bu noktada mahkemenin
gene bitmiş olduğunu sevgili okuyucularım derhal takdir buyurmuşlardır. Zira
hakimin hotkamca olduğuna kanaat getirmiş olduğu bir davayi düşünmeden, derhal
reddetmesi icap ettiğini esas olarak kabul etmekteyiz. Eğer buna rağmen o şef şu veya
bu mülahazalara kapılarak davayi uzatmağa kalkışır veya yukarda ödeme aleyhinde
vermiş olduğu kararın aksine harekette bulunursa vicdanın tamamile tersine bir iş
yapmış olur. Zira yer değiştirme ameliyesinde ödeme aleyhindeki kararın nefsani bir
karar olacağını düşünüp bizzat kendi şuur ve idrakile duyduktan sonra onu mürakabei
nefis salonunda gene müdafaa etmeğe kalkışması, zalim bir hakim olarak kabul
etmesi lazım gelen vicdanını hiçe sayarak nefsaniyetini – belki de bilmeden – ön
plana geçirmiş olması manasını ifade eder ki bugün bu manayi henüz duyabilecek
kadar uyanık olamasa bile yarın bir az daha uyandığı zaman onun bütün acı
meyvelerini tatmakta gecikmiyecektir. Bununlar beraber, yani ödeme aleyhinde
hüküm vermesine rağmen alacaklının arzusunu da yerine getirememiş olmasının da
belki acısını duyabilir. Bu da çaresizlikten mütevellit mecburi olarak çekilen ve
vicdan azabından bambaşka olan bir ıztıraptır.
Fakat bu dava bu şekilde görüldüğü gibi çok basittir. Ancak, biz bunu bu
şekilde bırakmak istemiyor ve karışık halile okuyucularımıza sunmağı arzu ediyoruz.
Burada davacının durumu evvelkinden bir az değişik olacaktır. Davacı olan
işçi diyor ki: << Ben son zamanlarda gözlerimi kaybetmek üzereyim. Bunun için
doktorlar hemen ameliyat olmaklığımı söylüyorlar. Halbuki bana şu anda 200 lira
lazım. Bunu bulamazsam gözlerim kör olacak. >> Şimdi mürakabei nefis
mahkemesinde meseleyi vicdan huzuruna çıkarmadan önce vicdan ve nefsaniyet
taraflarını ayırmak için usulümüz üzere yapacağımız yer değiştirme ameliyesinde bu
ikinci şekle göre bir başkalık olacaktır. Gene hakim olan şef kendisini evvela
davacının, yani işçinin yerine koyarak davanın ruhunu teşrih edecek ve samimi,
bitarafane bir muhakeme ile talebini ve durumunu şu tarzda tebarüz ettirecek: <<
Param yok, gözlerimin ameliyatı için 200 liraya ihtiyacım var. Bu parayi hiç bir
taraftan temin edemiyorum. Eğer bu böyle devam ederse bir kaç gün sonra kör
olacağım. Halbuki memur arkadaşıma evvelce biriktirmiş olduğum parayi
vermeseydim
Mürakabei nefis 335
şimdi onu sarfeder gözlerimi kurtarırdım. Ama bu para halen onda mevcut bulunuyor.
Ancak onu alabilirsem gözlerimi kurtarabilirim. Gerçi o adamın da sıkıntısı var,
çocuğu ameliyat olacak, buna da çok üzülüyorum, ama ne yapayim, gözlerimin
hastalığı yüzünden işsiz kaldım, kimse bana bakmıyor. Gözlerimi kaybedersen
mahvolacağım. >> Gerçi burada da bütün istekler davacının nefsine ait gibi
görünüyor. O halde buna da evvelki gibi nefsani veya hotkamca bir istek diyebilir
miyiz? Hayır. Zira nefsaniyet ve hotkamlık bahsini kitabımızda mütalaa ederken
bunların, insanın hayati ve zaruri ihtiyaçlarının dışında kalan ve tekamül yolundaki
cehit ve gayretlerini atalete ve felce uğratıcı engelleri bertaraf etmek gayesine matuf
olmıyan nefse ait isteklerin tahakkukunu gaye edinmek manasına geldiğini müteaddit
yerlerde söylemiştik.
Burada da vaziyet böyledir. Yani alacaklı olan zat, buarada dünyadaki
hayatının mutat faaliyetinin sekteye uğramamasını temin etmek ve hayatı için çok
lüzumlu olan bir uzvunu kurtarmak için çırpınmaktadır. Binaenaleyh yukarlarda ele
alınan hotkamlık ve nefsaniyet mefhumları dahiline bunu sokamayiz. Şu halde
davacının bu durumu hotkamca ve nefsani bir maksat tahtında husul bulmuş
olmayınca onun davasını yürütmek mecburiyetindeyiz. Çünkü onu haklı çıkararak
hakim olan şef ödeme lehinde ve işçi zaviyesinden hükmünü verdiği anda memur,
mahkum edilmiş demek olur. Halbuki iş bu noktaya gelince bu defa memur davacı
mevkiine geçecektir. Zira işçi kendisini şu anda büyük bir zarara sokmaktadır. İşte
burada şef kararını nihai olarak vermezden önce ikinci davacıyı da dinlemek
mecburiyetinde bulunmaktadır.
Gene aynı usule devam ederek şef bu defa da kendisini davacı olan memur
yerine koyacak ve onun bütün ruhi ve içtimai durumunu işçi hakkında yaptığı gibi
ince ve samimi bir tahlil ve tetkikten geçirecektir. Memur ne diyordu? << Bu parayi
bana birisi ölmesi muhtemel bulunan çocuğumun ameliyatı için vermişti, bununla
çocuğumun kurtarılması için lüzumlu olan ameliyatı yaptıracağım. Yalnız alacaklının
da hakkı var, çünkü eğer vaktile çok sıkıldığım zaman o adam bana senelerce dişinden
tırnağından arttırıp biriktirmiş olduğu parasını vermemiş olsaydı onu bittabi
saklıyacak ve şimdi ameliyatını yaptırarak gözlerini kurtarmış olacaktır. Demekki bu
parayi vermeyip çocuğumu kurtarmağa sarfedersem onun, bana karşı vaktile yapmış
olduğu büyük bir iyiliğe mukabil şimdi gözlerinin kör olmasına sebebiyet vermiş
olacağım. >>
İşte bu ses borçlu kılığına girerek meseleyi incelemeğe başlamış olan şefin
vicdanına uygun bir hükmün ifadesidir. Binaenaleyh davayı mürakabei nefis
mahkemesine sürmezden evvel yapmış olduğu bu ameliye neticesinde kati olarak
ayırmış bulunduğu bu diğerkamca kararın vicdani bir karar olduğunu kabul etmez ve
mürakabei nefis mahkemesi salonunda bu tezin aksine olan yolu tutarsa vicdanının
sesini çiğnemiş olur. Şu halde şef, burada bu muhakeme ve neticeye göre ödeme
lehinde ka-
336 Mukadderat ve İcabat
rarını vermiş olacaktır. Bununla beraber gene yukarda arzedilen diğerkamca ıztırabı,
yani çocuğun ameliyatı yapılamamış olmasından mütevellit – belki de bir ölüm –
hadisesinden ileri gelen ıztırabı acı acı duyacaktır. Fakat eğer yukardaki amelitatta,
yer değiştirme ameliyesi prensibine uygun şartlara tamamile tabi olarak ve hiç bir
mürailiğe veya gizli düşünceye kapılmadan büyük bir samimiyetle inanarak hareket
etmişse bu duyacağı ıztırap onun için ancak diğerkamca ve elinden başka türlüsü
gelmediği, vicdanı müsaade etmediği için kendisinin istemeden ve üzülerek tercih
etmek mecburiyeti katiyesinde bulunduğu bir hareketinden doğan ve gene elinde
olmıyan bir netice olduğunu hissetmekten mütevellit bir azap olacaktır. Fakat ödeme
aleyhinde karar verdiği zamanki duymuş olacağı vicdan azabı değil.
Ama şu olabilir ki şef, bu yer değiştirme ameliyelerini yaparken bizim burada
duyduğumuz gibi duymıyabilir ve bittabi bizimkinin tamamile aksine bir karar ve
neticeye varabilir. Mesela, kendisini en son davacı olan memurun yerine koyduğu
zaman muhakemesini gene ayni samimi kanaatle inanarak şu tarzda yürütebilir:
<<Evet benim bu adama borcum var ama, ne yapayim? Eğer bu parayi ona, onun
gözlerine sarfedecek diye verirsem çocuğum ölecek. Orada biz göz kör oluyorsa
burada bir insanın hayatı mevzuu oluyor. Elbette gözü hayata feda etmek daha hafif
olacak. Gerçi onunda gözlerinin kaybolmasını asla istemiyorum. Fakat ne yapayim ya
onu veya bunu tercih etmekten başka elimde bir çare yok. >> Eğer bu duyuş ve
düşünüş şeklinde hiç bir riya yoksa ve aynen söylenmiş ve ifade edilmiş olduğu gibi
duyuluyorsa burada da hiç bir hotkamlık ve nefsaniyet yoktur. Binaenaleyh bu da
gene tamamile vicdana uygun bir düşüncedir. Şu halde eğer hakim, yani şef borçlu
aleyhinde ve alacaklı lehinde böyle bir karara varmış bulunuyorsa bu karar kendi şuur
ve idrakile ve bütün hislerine tercüman olarak verilmiş bir karar olacağına göre onun
vicdan sesinin bir ifadesi olacaktır. Buna göre de ödeme aleyhinde hüküm vermelidir.
İşte görülüyor ki ayni mevzu karşısında birbirine tamamile aykırı iki hükümle
karşılaşıyor ve ikisine de vicdanın hükmüdür diyoruz. Bunun da böyle olacağını, zira
vicdan sesinin şahsa göre istikametini değiştirebileceğini ve ancak herkesin kendi
vicdan sesine uymakla mükellef bulunduğunu evvelce uzun uzadıya mühim bir bahis
konusu olarak ele almıştık. Yeter ki hükümleri vermezden önce geçirilmesi icap eden
ameliyelerde tamamen samimi olunsun ve insan şu veya bu maksatla hakiki ve
duymakta olduğu hislerini ne kadar cılız olursa olsunlar saklamamağa azami gayret
göstermiş ve bunu yapabildiğine tamamile kanaat getirmiş bulunsun. Aksi halde bütün
bu işler onun, kendi kendisini aldatması için gene bizzat kendisi tarafından kendisine
karşı kurmuş olduğu muhteşem bir tuzak haline geçer. İşte evvelce de bahsetmiş
olduğumuz
Mürakabei nefis 337
samimiyetin, mürakabei nefis işlerinde ne kadar mühim ve büyük bir rol oynadığını
da burada bir defa daha bu suretle tebarüz ettirmiş bulunuyoruz.
DÖRDÜNCÜ MİSAL: ( 1 )
Bu son vereceğimiz misal evvelkinden de biraz daha karışıkça görünür. Fakat
bu karışıklık henüz bu yolda bir faaliyet göstermeğe alışık olmıyanlar içindir. Yoksa
yukarda arzettiğimiz prensiplere sağdık kalarak yer değiştirme ameliyesini tatbik
etmekte az çok rüsuh peyda etmiş olanlar için böyle misaller, ne kadar uzun ve karışık
görünürse görünsün daima ayni teknik yol ile basite irca edebileceğinden – ameliye
bir az daha uzamış olmakla beraber – hiç bir karışıklık ve güçlük arzetmezler, ayni
kolaylık içinde halledilebilirler.
50 kişilik bir kimsesiz çocuklar yurdunda bir münasebetsiz çocuk meydana
çıkıyor. Bu mesela, hem hırsız, hem esrarkeş, hem de şu veya bu münasebetsizliği
yapmaktadır. Bu çocuk nasılsa buraya yeni gelmiş bulunmaktadır. Kendisinin islahı
için müessesenin müdürü tam olmamakla beraber şöyle böyle bazı gayretler
göstermiş, nasihatlerde bulunmuş, velhasıl bir dereceye kadar elinden geleni
yapmıştır. Fakat onun ıslahı için bütün imkanlar kullanılmamıştır. Bu çocuk kimsesiz,
ve dışarda bakımsız bir avaredir. İşte bu tarzda gösterilen gayretlere rağmen çocuk
nefsini islah edememiş ve kötü itiyatlarında devam etmiştir. Bu çocuğun tesirile diğer
arkadaşlarından birisi de onun gibi kötü itiyatlara alışmıştır. Böylece bir müddet
geçtikten sonra arkadaşlarından bir ikisi gelip de müdüre diyor ki: << Bu çocuğu biz
istemiyoruz. Hem hırsız, ötemizi berimizi çalıyor, hem de bir arkadaşımıza kötü bir
itiyada müptela kıldı. Bizi de bozabilir. Bunu içimizden kovunuz. >>
Bu davanın muhtelif şartlara göre çok değişik hükümlere tabi tutulması icap
eden cihetleri vardır. biz bunlardan sadece bir iki tanesini ele alacak ve onun üzerinde
doğru bir karara varmağa çalışacağız. Şartları değiştirerek bizim burada varacağımız
hükümlerin aksini de elde etmek suretile okuyucularımız bu meselayi ayrıca bir etüt
mevzuu yapabilirler. Burada:
Hakim, müdürün şuur ve idraki.
Davacı, iki yurtlu.
Sorumlu, yeni yurtlu.
Mevzu, yurt içinde tehlikeli ve muzır görünen altı aylık yeni bir yurtlunun
yurttan koğulması.
Şimdi burada müdür bu çocukların isteklerini kabul edecek mi yoksa red mi
edecek, yani o çocuğu yurttan çıkaracak mı, yoksa gene yurt-
F : 22
338 Mukadderat ve İcabat
ta bırakacak mı? Bittabi bir taraftan çıkarması, diğer taraftan da çıkarmaması lazım
geldiğini telkin eden birbirine zıt iki fikir onun ruhuna birbirini müteakip
saplanmaktadır. Mürakabei nefis mahkemesini açabilmesi için onun evvela bu
seslerden hangisinin vicdana, hangisinin nefsaniyete ait olduğunu sarih bir şekilde
tayin etmiş olması icap etmektedir. İşte bunun için o, mürakabei nefis mahkemesinde
vicdan hakiminin karşısına çıkmazdan önce yer değiştirme ameliyesini tatbik ederek,
derin bir ruhi tahlil ve tetkika girişerek vicdanının sesini aramağa çalışmak ihtiyacında
bulunuyor. Bunu da gene evvelce arzettiğimiz gibi hareket ederek bulmağa
çalışacaktır.
Evvela kendisini davacı olan iki veya üç çocuğun yerine koyacak ve arzularını
tevhit edip bir kişi haline koyarak onun yerine kendisi geçecektir. Bunu yaptıktan
sonra bu dava karşısındaki ruhi durumunu tahlile başlıyacaktır. << Ben yeni yurtlunun
yurttan çıkarılmasını istiyorum. Çünkü evvela benim eşyalarımı çalıyor, saniyen bir
başka arkadaşımı kötü adetlere alıştırdı, belki hepimizi de alıştıracak. >> Buradaki
davayi bu şekilde ele aldığımıza göre, müphem kalan ve halledilmesi icap eden
mühim bir nokta ortaya çıkıyor: Bu da, yukardaki düşüncede geçtiği gibi eşyaların
çalınması muhakkak olmakla beraber o çocuğun diğer bütün yurtlu arkadaşlarını
muhakkak surette o kötü adetlere alıştırıp alıştırmıyacağı meselesidir. Gerçi bir kişi
yakalanmış ise de bunun muhakkak surette hepsinin ayni yola gitmek zorunda
kalacağını isbat edici bir delil olması icap etmez. Belki vaka münferit kalır ve sirayet
etmez. Fakat işin kötü tarafını ele alarak bu umumi sirayetin de muhakkak vaki
olacağını düşünelim. Böyle olunca davacı bir veya iki çocuk değil bütün yurt talebesi
olmak lazım gelir. Ve kendisini davacı yerine koyan müdürün de ruh tahlilini şöyle
yapması gerekir: << Biz buraya iyi yetişmek, adam olmak ve terbiye görmek için
geldik. Tecrübelerimiz henüz noksan. Herhangi kötü bir insan bizi kolaylıkla yoldan
çıkarabilir ve fena yollara sürükliyebilir. İşte bu içimize yeni gelen arkadaş aramızda
kalırsa muhakkak surette hepimizi bozacak. Ve kötü kimseler olacağız. Onun için
bunun içimizden çıkarılmasını istiyoruz. >> Bu kanaatte, elde olmadan, itiraf edilen
bir kudretsizlik yüzünden kötü ve gayri ahlaki bir duruma sürüklenme endişesi
belirmektedir. Ve kendilerinin yetiştirilmesi hak ve salahiyetini üzerine almış bulunan
bir müdür, her şeyden evvel bu endişenin yerinde olup olmadığını tayin etmekle
mükelleftir.
Burada ya müdürün bilgisi, görgü ve tecrübesi veya elinde bulunan kuvvetli
delillerin ifadesi müdüre bu endişenin yerinde olduğu veya olmadığı hakkında kati bir
hüküm verdirmeğe kafi gelir veyahut da o, bu hususta kati bir kanaate varamaz.
Mütereddit kalır. Bütün bu şıklara göre çıkacak neticeler birbirinden farklı olur. Şimdi
farzedelim ki müdür burada mütereddit kalmış ve böyle bir umumi kötülüğün vukua
gelip gelmiyeceği hakkında kati bir fikre sahip bulunmamış olsun. Bu tak-
Mürakabei nefis 339
dirde onun karar verebilmesine imkan olmıyacaktır. Yani davacı olan yurtluların
arzularını ne red edebilecek ne de kabul eyliyebilecektir. Zira onun bu halde iken
karar vermeğe kalkışması demek, ama bir adamın evime gidiyorum diye önüne çıkan
yollardan birine veya diğerine düşünmeden saparak yürümesi demektir. O halde
burada müdürün yapacağı şey, kararını vermezden önce bu endişenin yerinde olup
olmadığını kendince kati bir kanaat halinde duyuncaya kadar araştırmak ve bu kanaati
bir an evvel elde etmeğe çalışmaktır. Şimdi bunu da yaptığını kabul edelim ve bu
endişenin yerinde olduğunu tamamile kabul etmiş bulunduğunu farzedelim. Böyle
olduğuna göre, yani yurtluların hepsinin bu çocuğun yüzünden bozulacağına kati
olarak kanaat getirdiğine göre, yukarda kendisini bir yurtlu yerine koyduğu zaman
duymuş olduğu endişenin haklı olduğunu kabul etmesi lazım gelecek ve bu zaviyeden
hükmünü verecektir: Ahlaksız çocuk yurttan atılacaktır. Fakat iş bununla bitmiyor.
Zira ahlaksız çocuğun yurttan atılması onun elbette aleyhinedir. Binaenaleyh o da
derhal davacı mevkiine geçecektir. Bu takdirde davacı ahlaksızlığı yüzünden atılacak
olan çocuk, sorumlu da bakalım kim olacak?
Gene zincirli yer değiştirme usulü üzere ameliyemize devam edelim. Mademki
davacı şimdi ahlaksız denen çocuk olmuştur, o halde hakim, yani müdür kendisini o
çocuğun yerine koyacaktır. O hüviyete girip davanın durumunu o zaviyeden tahlil
ettiği zaman çeşitli neticelerden birile karşılaşabilecektir. Bunlardan iki tanesini
zikredelim.
1 - << Ben bu kötü duruma alıştım. Bundan da memnunum. Bu huyumdan
vazgeçmeğe de asla niyetim yok. Buna rağmen yurtta kalacağım ve diğer
arkadaşlarımı da kendime benzetmeğe çalışacağım, taki keyfim tamam olsun. >> Eğer
hakim davacı mevkiine geçen ahlaksız çocuğun halini bu yolda duymak vaziyetine
düşmüş bulunursa verilecek nihai hüküm meydana çıkmış olur. Zira evvelce,
prensiplerden bahsederken nefsaniyet iddiası hangi davacının davasında tebarüz ve
tahakkuk ederse orada o davacı aleyhinde hüküm derhal verilir ve ameliye biter
denilmişti. İşte burada da ahlaksız çocuğun bu ruh hali müdürce tahakkuk ettikten
sonra kararın o çocuk aleyhinde verilmesi diğerlerine karşı yapılması icap eden
vicdani bir hareket olur.
2 – Olabilir ki ahlaksız çocuk hüviyetinde iken müdür şöyle bir ruh hali içinde
kendisini hissetmeğe başlar: Ben yazık ki çok fena itiyatların zebunuyum. Kendimi
bir türlü bunlardan kurtaramıyorum. Buraya da bunun için gelmiştim. Ama muvaffak
olamıyorum. Ne yapayım ve nasıl hareket edeyim ki bu fena durumdan
kurtulabileyim ve arkadaşlarımın arasına karışayım. Fakat, bu derdimi etrafımdakiler
anlamıyorlar, bilakis beni silkip atmak istiyorlar. Halbuki beni islah etmek onların
vazifeleridir. Vazifelerini yapmıyorlar. >> İşte bu ikinci şık karşısında sorumlu
mevkiine geçen zat derhal o müessesenin müdürü olur.
340 Mukadderat ve İcabat
celer kılı kırk yararcasına inceden inceye takip edilecektir. Esasen yukarda
arzettiğimiz misallerde kullanılan teknik, bunu açık bir surette izah etmektedir.
Hülasa gösterilen prensipler dahilinde yer değiştirme ameliyesinin tatbiki
neticesinde yapılacak olan bir hareketin vicdani veya nefsani karakteri kati olarak
teşhis edilip anlaşıldıktan sonra sıra mürakabei nefis mehkemesinin açılmasına gelir.
Şimdiye kadar geçen mütalaalardan da anlaşılıyor ki mürakabei nefis daha
ziyade yapılmış ve geçmiş olan vakaların muhasebesini yapmak gayesine matuftur,
halbuki yukarda arzettiğimiz yer değiştirme ameliyesine gelince o, bilakis bir işin
henüz yapılmazdan önce vicdani mi, yoksa nefsani mi olduğunu tayin ederek ona göre
hareket etmek ve bir de mürakabei nefis mahkemesinde vicdan tarafını iltizam etmek
lüzumunun sıhhatli bir şekilde gerçekleştirilebilmesi için o mahkemede verilen
hükümlerin hangisinin vicdani, hengisinin nefsani olduğunu ayırt edebilmeği
kolaylaştırmak maksadını gütmektedir.
Bütün bu misallerden sonra gene insanın aklına cesaret kırıcı bir güçlük ve
külfet mefhumu takılabilir. Bunun için evvela şunu arzedelim ki bu usul bizim
uydurmuş olduğumuz bir kaideden ibaret değildir. Bu, her insanın vicdanının sırası
gelince, yani zamanı gelince derhal ve asla ihmal etmeden tatbik edeceği ve
hükümlerini bu tatbikat neticesinde vereceği bir hareketin bütün insan dostlarımız
tarafından anlaşılacak bir hale sokularak arzedilmiş şeklidir. Bundan iradesile her
insan dünya hayatında her zaman kaçmak ve uzaklaşmak kudret ve serbestliğine
malik olabilir. Ve esasen dünya imtihanının muvaffakiyet sırlarına ait anahtarlar da bu
yolda bir insanın tutacağı müsbet veya menfi hareket tarzlarına meknuz
bulunmaktadır.
Saniyen şunu da derhal kıymetli dostlarımıza arzetmeği bir vazife telakki
ederim ki yukarda zikrolunan misaller nihayet birer ideal insanlık numunesi olarak
verilmiştir. Bunları bütün söylenen ince noktalarile aynen tatbik edebilecek insan
yeryüzünde hemen hemen yok denecek derecede az bulunabilir. Esasen bizlerden
şimdilik bu kadarının da beklenmediğini kitabımızda nakletmiş olduğumuz tebligat
göstermektedir. Ve gene tebliğatın da açıklamış olduğuna göre esasen dünyanın bu
günkü şartları, vicdanın her mesele üzerinde kılı kırk yararcasına bu kadar ince bir
ameliyeye girişmesine tam manasile ayak uydurabilmeğe de hiç bir zaman müsait
değildir. Binaenaleyh bizden, bu günün insanlarından insanlığın beklediği hareket de
bu kadar sert değildir.
Bununla beraber biz bir hakikati bütün açıklığı ile duyduğumuz ve bildiğimiz
gibi söylemek mecburiyetini kendimizce bir vazife telakki etmiş olduğumuz için bu
günkü, yarın ki ve belki de çok uzakta gelecek
342 Mukadderat ve İcabat
***
Hülasa, insan yukarda gösterilen esaslar dahilinde nefis mürakabesi için kendi
kolayına gelecek, devamlı ve metotlu bir çalışma tarzı bulup muntazaman ve
kendisini yormadan yavaş yavaş nefsinin islahına çalışırsa ruhu, kendi dahi
farketmeden öyle kuvvetlenir ve öyle temiz bir hal alır ki günün birinde nefis
mahkemesi salonunun kapıları kapanır, orada görülecek dava kalmaz, hatta hakim bile
elbisesini terkederek vazifesini değiştirmek zorunda kalır ve insan böylece sevine
sevine ölüm
Mukadderat ve nizamı kainat 343
kapısının eşiğinden öbür tarafa, muvaffakiyetinden emin olarak atlar geçer. Böyle bir
akibet hangi insan için şayanı arzu değildir? Ve ne yazık ki o kimseye ki dünyada iken
ali mahkemenin kararlarından korktuğu için onun semtine uğramak istemezken günün
birinde kolundan tutularak o mahkemenin daha çok huşunet kesbetmiş, merhametsiz
ve zalim hakiminin huzuruna, yani vicdanı karşısına eli kolu bomboş ve müdafaasız
bir halde fırlatılıp atılmanın zahmetli ve üzüntülü sahnelerile karşılaşır! İşte biz
bilhassa bu dostlarımızı ikaz için bu sayfaları yazmış bulunuyoruz. Allah hepimizin
ve herkesin muini olsun.
Beşeri bir hüviyet içinde, çok eksik olan görüşlerimize nazaran bile ilahi irade
kanunlarının değişmez hükümlerile icaplanmış kainatın nizamı ne kadar haşmetli ve
ahenklidir!
Tabiatta daima güzelliğe, iyiliğe ve tekamüle müteveccih planlı, tertipli bir
akışın tezahürlerini gördüğümüzü söylemekle beraber ruh dostlarımızın vermiş
olduğu kıymetli tebliğatın da bu bahsin bazı noktalarında bizleri aydınlatmış olduğunu
ayrıca ifade etmek isteriz.
<< Tabiatta bir akış, bir gidiş, daima tekamüle, iyiliğe doru yükseliş ve
bir deveran vardır. Bu deveran bildiğiniz gibi, maksatlı ve planlıdır. İşte her
hareket, her şey buna uygun olarak cereyan eder. Bu maksat ve plana taş,
toprak, her şey, bütün kainatlar dahildir. Onların hareketleri, onların nizamları,
onların gidişleri her şey tabiat kanunlarının, büyük ilahi irade kanunlarının
seyri dahilinde vukua gelir. >>
Keza
MUSTAFA MOLLA : Mart 13, 1949
<< Aleminiz de büyük nizam yolu üzerinde bir geçittir. Ve orada her şey
hesaplı ve her şey gayeye en vazıh, en kısa, ve müessir yoldan hesaplı bir
dereceye kadar muvazzaftır. >>
Keza
M. MOLLA : Nisan 26, 1949
<< Kainat bir bütünlük manzumesidir. O kadar ki sizin ruhunuzdaki
büyük tesanüt ahenginden – ki bunu kurmağa çalışıyo-
344 Mukadderat ve İcabat
ruz – en küçük bir atoma kadar büyük ve ilahi bir kanunu küllinin cari
olduğunu müşahede her fırsatta ve her vesile ile mümkündür. >>
Keza
M. MOLLA : Nisan 15, 1949
<< Kainatta her şey öyle bir titiz ölçü üzerine kurulmuş ve öylece en
azdan, en çoğa doğru ahenkleştirilmiştir ki bunlardan en ufak bir hareket
solaklığı belki bütünün herci mercini intaç eyler. >>
ru yolu kendisinin bulmuş olduğuna herkesi inandırmağa, hatta zorla yola getirmeğe
çalışır. Ve diğerlerinin fikir ve kanaatlerine küçümsiyerek, abes şeylermiş gibi istihfaf
gözü ile bakar. Ve gene bunun içindir ki insanların çoğu dünyada ne ilahi adaletin, ne
ilahi nizamın, ne de ilahi ihtişamın mevcudiyetine inanabilir. Bütün bu insanlar kendi
görüş zaviyeleri dahilinde haklıdırlar. Takdir edebilmek için görmek, görebilmek için
anlamak, anlıyabilmek için bilmek, bilmek için de duyabilmek lazımdır.
Kainatta ilahi muradın şümulü dışında hiç bir hareket olmadığı gibi,
nizamsızlığı ve yolsuzluğu ifade eden hiç bir hadise, hiç bir hal de yoktur. Ve olamaz.
Allahın emrinin, muradının, kudretinin bizim duyabildiğimiz en küçük bir parçasının
bile tahakkuku hiç bir adem oğlunun kavrıyamıyacağı bir füshat içinde yayılan nizam
ve ahengi zaruri kılar. Tabiatta gördüğümüz birbirine zıt tezahürler, ilahi ahengin
bizim anlamaktan aciz bulunuşumuzun bir ifadesidir. Orada görünen aykırı hareketler,
aykırı düşünceler, aykırı kanaatler ancak ilahi yolun çeşitli merhalelerinin pek cüzi
kısımlarıdır. Oradaki her kanun, her icap, her tertip, her suret ve hal hilkatin mana ile
dolu tezahürleridir.
Bütün varlıklar – bütün hareketlerile - Allaha doğrudur. Bütün madde halleri,
bütün tekamül vasıtaları her türlü görünüşü ile Allaha doru olan varlıkların
yükselmelerine yarıyan birer basamaktır. Tekamül namütenahidir, basamaklar
namütenahidirler. Allahı duyuş, Allaha bağlanış, Ona inanış layetenahi bir kudrettir.
Ve tekamülün manası bu kudreti iktisaba devam halinde bulunmaktadır.
Bütün kainat mukadder bir oluş halidir. Bütün oluş halleri, bütün kainatlar
ilahi iradenin zaruri kıldığı birer tezahürdür. Ne ezeli, ne ebedi sorulamıyan bu
muhteşem zaruretin en küçük bir tezahürüne dahi insan ruhu, ancak sonsuz minnet,
sevgi, hayranlık ve şükranlıkla meşbu bir kendini veriş, bir teslimiyet halinde makes
olabilir.
***
Madem ki kainat bütün hadisatile muntazaman akıp giden büyük ve ilahi bir
nizamın ahenkli tezahüratına bir zemin teşkil etmektedir, o halde bu ahengin dışında
kalmaları mümkün ve muhtemel olmıyan bütün ruhların, varlıkların yapmış olduğu
işler ve hareketler ve bütün faaliyetler de ayni nizama dahil olmak icap eder. Bu
bakımdan mukadderat ile kainatın nizam ve ahengi de birbirile kucaklaşmış
bulunmaktadırlar.
İlahi muradın, gözleri miyop, hatta kör olan biz faniler karşısında mütecelli
muazzam tezahürlerinin küçücük bir zerresi bile – bu körlüğümüze rağmen – bize,
kainatta büyük bir nizam ve tertip dahilinde her
346 Mukadderat ve İcabat
için ne kadar aksak, yani dolambaçlı neticeler doğurabileceği hakikati ile karşı karşıya
kalıyoruz ki bu da bu günkü dünyamızın hazin durumu ile kolayca kaabili isbat ve
takdir bir keyfiyet oluyor.
O halde bize bahşettiği hürriyet nimetlerini hiç bir vakit unutmıyarak Allaha
bütün varlığımızla şükredip birbirimizi sever ve ona göre hareket ederek dünyamızın
ve dünya dışı hayatımızın müstakbel mesut akibetlerini hazırlamış oluruz. Her şeyi
unutur, birbirimize düşman olur ve ona göre hareket edersek dünyamızın ve dünya
dışı hayatımızın acı akibetlerini davet etmiş bulunuruz. İşte insanlığın dünyadaki ve
dünya ötesindeki akibetinden iki nümune! Bunlardan hangisini isterse insan onu elde
eder, kendisine neyin layık kılınması yolunda cehit ve gayret sarfederse onu bulur.
Bunun da adı mukadderat ve icabattır.
SON
İÇİNDEKİLER
Sayfa
Ö N S Ö Z…………………………………………………………………….…………………..…5
Kadri, 6 – Akın, 6 – Mustafa Molla, 6 – Şihap, 6.
G İ R İ Ş………………………………………………………………………….………………...9
Hakikat, 9 – Vasıtalarun gayeleştirilmesi, 10 – İnsanların anlayiş
farklarına göre hakikat, 11 – Yollar ve vasıtalar, 12.
DETERMİNİZMA VE FATALİZMA AYRILIĞI HAKKINDA
BİR MÜLAHAZA……………………………………………………………………………..14
Determinizma ve fatalizma ayrılığı ve yakınlığı, 14.
FATALİZMAYA GÖRE MUKADDERAT……………………………………………..….15
CEBRİYUN MESLEĞİNDEN BİZİ UZAKLAŞTIRAN DÜŞÜN-
CELER……………………………………………………………………………………….15
Fatalizma hakkındaki iki görüş, 15 – Birinci görüşün tenkidi, 16-
İkinci görüşün tenkidi, 18- Birinci itiraz: Allah nisbetten münez-
zehtir, 18 – İkinci itiraz: Mütereddit iradeler, 18- üçüncü itiraz:
İradeyi zorlayici amiller, 20 – Dördüncü itiraz: Sarhoşluğun tesir-
leri, 22 – Beşinci itiraz: Vicdan ve mesuliyet duygusu, 22 – Altın-
cı itiraz: Takamül ve irade mevzuu, 23 – Cebriyun mesleğinin za-
rarlı neticeleri, 25 – Allah mutlaktır! 26 – İnsanlar arasındaki hot –
kamlığın neticeleri, 27 – Tabiat kanunları ve insan faaliyeti, 28 –
İradenin nefsaniyete tabiiyeti, 29 – M. Molla: <<Sapıklık>>tebliği, 31.
İLLİYET PRENSİBİ………………………………………………………………………34
M. Molla: <<Hürriyet>> tebliği, 34 – Dolu sürahinin kırılması misa-
li, 34 – Sonsuzluk mefhumundan korkanlar, 36 – Bir çocuğun eli-
nin yanması misali üzerinde illiyet prensibinin mütalaası, 36 – Akın:
<<İlliyet prensibi>> tebliği, 38 – İlliyet prensibi şeması, 38 – Hadi-
senin izahı, 40 – Kadri: << İlliyet prensibi>> tebliğleri, 41 – Kadri:
<<hak>> tebliği, 42 – Hacı Ali: <<niçin>> tebliği, 43 – Kainat orkestrası, 44.
İLAHİ İRADE KANUNLARI……………………………….…………………………..44
Aya doğru yürünemez misali, 44 – Kainatın ahengi, 45.
TABİAT KAİDELERİ……………………………………………………………………45
Tabiat kanunları ilahi irade kanununun bir kısmıdır, 46
İLAHİ İRADE KANUNLARINDAKİ KATİLİK VE DEĞİŞ-
MEZLİK…………………………………………………………………………………..47
Kadri: << Nizam ve program >> tebliği, 48
II Sayfa
İLAHİ İRADE KANUNLARI SONSUZDUR VE SAYI İLE
KAYITLI DEĞİLDİR…………………………………………………...………………………….48
Üstat: << Tabiat kanunlarının sonsuzluğu >> tebliği, 49 – Bir tabiat ka-
nunu ancak başka bir tabiat kanunu yardımile değişebilir, 49.
İLAHİ İRADE KANUNLARI KARŞISINDA VARLIKLARIN
İRADELERİ………………………………………………………………………………………...51
İnsan iradesi hürdür, 51 – İstek nedir, 51 – Tekamül için hürriyet
zaruridir, 52 – Bir seyahat vasıtalarının intihap serbestliği, 53 –
M. Molla:<<Hürriyet>> tebliği, 56 – Varlıklar kudretlerile mütenasip
olan muhitlerde yaşarlar, 57 – İlahi ihsanın manası, 59 – M. Molla:
<< İlahi ihsan >> tebliği, 60 – İlahi irade kanunlarının şümulü, 61 -
Ummanda yaşıyan varlıklar misali, 61 – Kainat kanunlarının tat-
bikat sahaları, 62 – Tabiat kanunlarının tatbikatı, 64.
İLAHİ İRADE KANUNLARINI ZORLAMAK DOĞRU DEĞİLDİR………………………..65
Tabiat kanunlarından istifade, liyakat nisbetindedir, 66 – Kadri:
<< Tabiat kanunlarından istifade şekli>> tebliği, 69 – Üstat: << Tabiat
kanunundan istifade yolu>> tebliği, 70.
İLLİYET PRENSİBİ KARŞISINDA GÖRGÜ VE TECRÜBENİN
ROLÜ…………………………………………………………………..…………………………70
Görgü ve tecrübe tekamülü hızlandırır, 70 – Tesadüfe inanmak mu –
vaffakiyeti azaltır, 71 – Kadri: << Tesadüf >> tebliği, 71 – Bir dostun
kolu misali, 73 – İlliyet prensibi, 73 – Kadri:<< Mukadderat telak-
kileri >> tebliği, 74 – Bir saatlik hayatın illi bilançosu, 75 – Bir gün-
lük hayatın illi bilançosu, 77 – Görgü ve tecrübenin tekamüldeki rolü, 78
NEO – SPİRİTÜALİZMA GÖRÜŞÜ İLE MUKADDERATIN
MÜMKÜN OLABİLEN İZAHI…………………………………………………………………..80
Mukadderat ile icabat birbirile kucaklaşmıştır, 80 – Liyakatin mu-
kadderat bahsindeki ehemmiyeti, 81 – İleri hamle iştiyakı ilebir to-
humun intaşı, 82 – Ölümün manası, 82 – Tekamül ve mükerrer be-
denlenmeler, 63 – Taş parçasile nebatın farkı, 83 – Tabiat kanun-
larının icaplarına uymak zaruridir, 84 – Altıyol kavşağındaki bir
koyunun karar verme misali, 85 – Allah sevgisi, 86 – Varlıkların
ilahi irade kanunları şümulüne girmesi zarureti, 86 – Basit bir in-
sanın kötülük yapabilme imkanları ve neticeleri, 88 – Vicdanın fa-
aliyeti, 90 – Talihsizliğin manası, 91 – Kaderin hududu meçhul-
dür, 92 – Var oluş mukaddere boyun eğiştir, 95 – Varlıkların ira
desi Allahın iradesine eremez, 96 – İrade ve kader, 97 – İrade ve
karar, 97 – Mesuliyet, 97 – Cennet ve cehennem mefhumları, 98 –
Kader tekamül yoludur, 98 – Ruhun tekamülü, 99 – Allaha yö-
nelmek mefhumu, 99 – Tenbellik mukaddere uygun değildir. 100 -
Dünya bir semaye ve işletme yeridir, 100 – Mukadderin en kısa iza-
hı, 101 – Mukaddere uymak, kainat nizamına uymak demektir, 101 –
III
Sayfa
Her şey Alahın emri dahilinde cereyan eder, 102 – Akın:<< İcabat >>
tebliği, 102 – Nefsaniyetin silahlarından biri, 102 – Varlıklar yetiş-
tirilmez, yetişir. 103 – Hoş ve nahoş hadiseler geçicidir, 103 – Kadri:
<< program tebliği >> 104 – M. Molla:<< Cehit >>tebliği, 104 – Mukadderat
liyakatle beraber yürür, 105 – Mevlana: << İslahı nefis >> tebliği, 105 –
İradenin nefsani ve vicdani faaliyetleri, 106 – M. Molla: << tenbellik >>
tebliği, 106 - M. Molla: << Cebriyecilik >> tebliği, 107 – Ruh nedir?,
107 – Bir ağaç tohumundaki gizli kudretler, 108 – Ruh melekele-
rinin inkişafları zaruridir, 108 – Ruh melekelerini inkişaf ettiren
kudret, 109 – Mukadderle insan iradesi birbirine karışmıştır, 110 –
Gene yolcu misali, 110 – Kader – irade münasebeti, 111 – İradenin
harekete geçme şart ve imkanları, 112 – Maddecinin istek hududu,
113 – Tekamül yolunda verilmiş serbest irade kararlarının bağlı
irade ile bozulmaması lazımdır, 114
İLAHİ İRADE KANUNLARININ TECELLİYATI VE
MUKADDERAT………………………………………………………………….……………....116
Mukadderat ve icabat ayni mevzuun muhtelif yönden görünüşüdür,
116 – Akın: << Cebriyecilik >> tebliği, 117 – Muvaffakiyetsizliklerin
sebebi, 117 – M. Molla: << İkaz >> tebliği, 118 – Nefsani teşebbüsler
engelleri hazırlar, 118 – Kadri: << Mukadder >> tebliği, 119 – Teşebbüs-
leri akim bırakan bir sebep daha, 119 – Kadri: << Düşünce ve hare-
ket >> tebliği, 120 – Kadri: << Kader ve icap tebliği >> 122, İlahi irade
kanunları kaabili ihata değildir, 122 – 27 dakika evvel bedenini bı-
rakmış bir muallime ait üç müşahede, 124.
MUKADDERAT VE TALİH………………………………………………………………..…132
Kadri: << Talih >> tebliği, 132 – Şem’i: << Talih >> tebliği, 133 – M. Molla
<< Talih >> tebliği, 133 – 134 – Talihsizlik sebepleri, 135 – Kötü talih
yoktur, 135 – Her şey layığını bulur, 136.
MUKADDERAT KARŞISINDA VARLIKLARIN CEHİT VE
GAYRETLERİNİN MANASI……………………………………………………………...….137
Amel nedir, 137- cehitsiz hayat olmaz, 137 – Kadri: << Emek >> teb –
liği, 138 – Diğerkamca çalışmak öbür aleme hazırlıktır, 139 – Kad-
ri: << Diğerkamlık >> tebliği, 139 - M. Molla: << Cehit >> tebliği, 140.
MUKADDERAT VE HAYAT İMTİHANI…………………………….………………….…141
Mecburi bir vazife uğrunda adam öldürenler, 141 – Cellatlar, 143 –
Kadri: << Katiller >> tebliği, 143 – Kadri: << Hata >> tebliği, 143 – Tec-
rübelerin tekamüldeki rolü, 145 – Mağlubiyeti icap eden düşman:
Nefsaniyet, 146
MUKADDERAT VE MÜKERRER BEDENLENMELER…………………………….….147
Dünya mektebi ve sınıfları, 147 – Ancak mükerrer bedenlenme
mefhumu ile izahı mümkün hadiseler, 148 –
IV Sayfa
MUKADDERAT – İCABAT VE TEKAMÜL…………………………………………………..150
Kainatta başıboşluk olamaz, 150- Dünyadaki vazifeler gayeleştiril-
miştir, 150 – Kadri:<<İlliyet>>tebliği, 151 – M. Molla:<<İlliyet>>tebliği,
151 – 152 – İnsan hayatının illi bilançosuna devam, 152 – Aile ter-
biyesinin ehemmiyeti, 152 – Kadri: <<Emek>> tebliği, 155 – M. Molla:
<<Kader ve irade>> tebliği, 157 – Şihap: <<Liyakat>> tebliği, 160 – Kadri:
<<İlliyet>> tebliği, 161 – Şihap: << Takdiri İlahi >> tebliği, 162 – İstikbalin
keşfi ve mukadder, 164 - Ölümü haber veren rüyalar, 166 – İlahi
ilim insanlarca bilinemez, 167 – Uçuruma düşmemek insanın elin-
dedir, 167 – İrade serbestliği, 168 – İyi ve kötü niyetin neticeleri,
168 – Mektep ve dünya mukayesesi, 169 – Kadri: <<Dünya nizam-
ları >> tebliği, 170 – Kimse kimseyi zorla sevkedemez, 172 – İpnotiz –
ma tasallut hallerindeki iradesizlik zahiridir, 172 – Hami ruhla-
ların himayelerinin müessiriyet şartları, 174 – Vicdan ve nefsaniyetin,
İradeye öncülükleri, 175 – M. Molla: << İstek >> tebliği, 175 Mukad-
derat mevzuu tekamülle aydınlanır, 176 – M. Molla: << Dünya ve ölüm
ötesi hayatlarının münasebeti >> tebliği, 176 – Dünya hayatı oyuncak
vazifesini görür, 177 – M. Molla: << Ruh perişanlığı >> tebliği, 177 –
Herkes Allaha doğrudur, 180 – Hayat şartları diğerkamlık esasına
mütemayildir, 184 – Diğerkamca ıztıraplar, 185 – Kadri: << Azap >> teb-
liği, 188 – Mani krizi gelirken bağlanmasını istiyen bir deli, 189 –
Akın: << Maksat >> tebliği, 189 – Kadri: << İstihkak >> tebliği, 190.
ÖLÜM VE MUKADDERAT………………………………..……………………………………190
Kadri: << Hastalık ve ölüm >> tebliğleri, 191- 196 – Ölüm mukadderdir, 192 – Bir kürtaj
endikasyonunun mesuliyet meselesi, 194 – Ölüm zamanı ezelden çizilmiş bir kader değildir,
196 – Ölüm anı değiştirilemez, 197 – Mehmet: << Ölüm tebliği >> 197 – M. Molla: << Ölüm
mukadderdir >> tebliği, 199 – Akın: << Ömür >> tebliği, 199 – 200 – Ecelde
iradenin vasıtalı rolü, 201 – Ölüm anının tekarrürü, 202 - M. Molla:<< Ömür >> tebliği ,
202 – Tekmili enfas sözü, 204 – Ölüm şekli ezelden tesbit edilmiş değildir,
204 – Kadri: << Ölüm şekilleri >> tebliği, 204 – Ölüm an ve şekillerine
tesir eden bazı amiller, 205.
MUKADDERAT KARŞISINDA VİCDAN MESULİYET DUYGUSU…………………….…208
Mücazat ve mükafat yoktur, 208 – Süleyman Çelebinin bir mısraının N. S. ya göre izahı,
208 – Vicdan nedir?, 209 – Cennet ve Cehennem mefhumu,
210- İyilik ve kötülük mefhumları, 210 - Şarlot: << Dilenci çocuğa sadaka vermek >>
tebliği, 211 – Birbirini tutmıyan vicdan hükümleri, 212 – Ruhlar her noktasında
birbirinin ayni değildir, 213 – Vicdan ve ahlak hükümleri, birbirine aykırı olabilir,
213 – Mesuliyet niyete mi, neticeye mi bağlı, 215 – Kadri: << Mesu-
liyet >> tebliği, 216 – Mesuliyetin terettüp edebilmesi için irade ser –
bestliği lazımdır, 217 – Niyet nedir, 217 – Mesuliyet için fehim lazım, 218- M. Molla:
<< Mesuliyet şartları >> tebliği, 218 – Anlayışsızca yapılan işlerin neticeleri, 220 –
Tekamülle mesuliyet duygusu artar.
V Sayfa
221 – M. Molla: << İnsanlığın gafleti >> tebliği, 222- Mesuliyet duygusu hataların tashihi
gayretine yol açar, 224 – M. Molla: << Şaşkınlık >> tebliği, 225 .
MÜRAKABEİ NEFİS…………………………………………………………………………….227
ÖLÜM KORKUSU VE HESAPLAŞMA ENDİŞESİ…………………………………………..227
Tenbel ve çalışkan talebelerin imtihan karşısındaki durumları, 227 – Hazırlıksız ölenlerin
akibetleri, 229 – Rahip vak’ası, 230 – 238 – Nebatlara varıncıya kadar sevgisini teşmil etmiş
bir insanın ölüm ötesindeki hayatta durumu, 233 – Bir ölüm sahnesi, 241 – Dünya realiteleri
öbür tarafa taşınamaz, 248.
İNSANLARIN DÜNYADA YAPMAKLA MÜKELLEF BULUNDUKLARI VAZİFELER…250
Dünyadaki maddi ve ruhi faaliyetler, 250 – Maddi faaliyetleri reddedebilir miyiz? , 252 –
Kadri: << İki vazife >> tebliği, 253 – İki vazife bıçakla kesilmiş gibi birbirinden ayrılamaz,
254 – Kadri: <<İki vazifenin ahengi >> tebliği, 254 – 257 – 260 – Kadri:<<Vazife fırsatları>>
tebliği, 255 – 258 – İdaresiz şuurun zararları, 257 – Kadri: << Musiki >> tebliği, 259 –
Maddi ve ruhi vazifelerin izahı, 261.
NEFSANİYET VE HOTKAMLIK………………………………………………………………263
Nefsaniyetin tarifi, 263 – Şihap: << Hotkamlık ve tefavvuk hırsı >> tebliği, 267 –
Kadri: << Yardım >> tebliği, 268 – Mevki hırsı, 269 – Başkalarını aldatmak, 270 –
Kadri: << Kurnazlık ve zeka tebliği >> 270 – Hasislik, 271 – Kadri: << Hasislik >> tebliği,
271 – M. Molla: << Hisset >> tebliği, 272 – Hotkamlık, 272 – Kadri: << Hotkamlık ve
diğerkamlık >> tebliği, 273 – 274 – 276 – M. Molla: << Azap nevileri >> tebliği, 275 –
M. Molla: << Hotkamlık >> 278 – M. Molla: << Cazibeler >> tebliği, 279 - İhtiraslardan
kurtulmak için tedriç lazımdır, 280 – M. Molla: << Tedriç >> tebliği, 281 – M. Molla:
<< İhtiras zinciri >> tebliği, 282 – Mürailik, 282 – Kadri: << Samimiyetsizlik >> tebliği, 284 -
M. Molla: << Samimiyetsizlik >> tebliği, 284 – Şarlot: << Samimiyetsizlik >> tebliği, 285 –
Nefse hakimiyet lüzumludur, 285 – Kadri: << Hayat devreleri >> tebliği, 285 – Kadri:
<< vicdan,arzu, nefis >> tebliği, 287.
MÜRAKABEİ NEFİS………………………………………………………………………………287
Nefsaniyetin kafası ezilmelidir, 287 – Nefsaniyeti mağlup etmenin yolları, 289 –
Yapılan hareketlerde nefsaniyetin ilcaları her zaman tebarüz etmiyebilir, 290 –
Nefsani ve vicdani hareketleri tefrik etmeğe yardım eden aldatmayici bir usul, 291 –
Şihap: << Vicdan sesi >> tebliği, 292 – Şihap: << Nefis mürakabesi >> tebliği, 292 – 294
Nefis mürakabesinde hataları pürüzsüz olarak görmek lazımdır, 293 –
Nefsaniyetin müdafaası, 294 – Mürakabei nefis korkusu, 295 – Mürakabei nefis ameliyesi,
296 – Nefsaniyete zebun olmak, insanı nefis mürakabesinden uzaklaştırır.
297 – Kadri: << Nefse hakimiyet çalışmaları >> tebliği,
F: 23
VI Sayfa
298 – Nefse galip gelmenin başlıca yolu tedriçtir, 299 – Kadri: << Tedriç >> tebliği, 300 –
Zamanımızda nefsaniyet mücadalesi güçtür, 302 – Kadri: << Mukavemet veya ta’dil >>
tebliği, 303 – Kadri: << Fedakarlık >> tebliği, 307 – Hürriyet ve Hürriyetle mürakabei
nefis mevzularının telifi, 309 – İnsanlar arasındaki müteammim manasile hürriyet bir
vahimeden ibaret kalmağa mahkumdur, 310 – Ruhun mühtaç olduğu hakiki hürriyet, 311 –
Hakiki hürriyet ruhun ihtiyacıdır, 314 – Hakiki hürriyet nefsaniyetin değil, vicdanın malıdır,
314 – Dünya hayatının zaruretleri karşısında hakiki hürriyetin tatbik kabiliyeti, 315 – Dünya
hayatı ve tekamül için zaruri faaliyetler hakiki hürriyete engel değildir, 315 – Hotkamlığın
tarifi, diğerkamlık ve hotkamlığın hududu, 316 – İstikbalinin emniyetini düşünme meselesi,
317 – Korku hissi, 319 – Korkudan kurtulmanın yolu: diğerkamlık, 320 – Kötülükten
mutazarrır olanlar bizzat o kötülüğü yapanlardır, 321 – İlk mürakabei nefisten büyük
muvaffakiyetler beklenemez, 321 – Hata, 322- Hatayı mazur görmek lazımdır, 323 – Hatanın
tekamüldeki fonksiyonu, 323 – Hatalar hareket teşebbüsşerinden doğar, 324 – Herhangi bir
hareketin nefsani veya vicdani karakterini ayırmak meselesi, 325 – Prensipler, 326 – Kürtaj
misali, 329 – Hanım, hizmetçi misali, 330 – Alacaklı, borçlu meselesi, 333 – Yurttan bir
çocuğun kovulması meselesi, 337 – Bu günlük, insanlardan beklenen kudret, 341.
MUKADDERAT VE NİZAMI KAİNAT………………………………………………………..343
Kainatta nizam ve ahenk, 343 – Tekamül ve kainatın ahengine ait idrakin inkişafı, 344 –
Dünyamızdaki zahiri nizamssızlık, 344 – Muradı ilahi nizamı zaruri kılıyor, 345 – Bütün
varlıklar ilahi ahengin şümulüne dahildir, 345 – Güzellik mefhumu hakkında, 346 – Sevgi,
346.