Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 351

Dr.

BEDRİ RUHSELMAN

MUKADDERAT

VE İCABAT
’’Varolmak, varlığını anlamak, varlığının kıymetlerini
takdir etmek, varlığının kıymetlerinin ilahi irade kanunları
ahkamına göre temayun etmiş, hudutsuz ve nihayetsiz kainatlar
nizamının ahenkle uyması özleyişile daima ve daima cehit ve
gayret gösteren varlıkların en büyük kaderi ve saadetidir.,,
Sevgili dostum MUAMMER BAYURGİL’e ithaf
ÖN SÖZ

Allah’ın izni ile çıkan bu kitap Neo-spiritualizma külliyatının beşincisidir.(1)


Ve diğerlerinde olduğu gibi burada da, yüksek ruh aleminden alınmış tebliğat
yazıların temeli olarak kabul edilmiştir.

Mukadderat çetin bir mevzudur. Böyle büyük ve çok şümullü mevzularin


nispeten tatmin edici izahlarını yapabilmek için kısa ve kestirme yollardan yürümek
pek faydalı olmaz. Bu tarzdaki bir hareketin, okuyucuları muayyen ve mahdut
formüllere bağlaması tehlikesi daima mevcuttur. Halbuki bunlar her insanın kendi
anlayış derecesine , muhakeme kudretine, duygu ve düşünce kabiliyetine göre bizzat
gene kendi ruhunda halledilip neticelendirilmesi icap eden mevzulardır. Ancak böyle
yapıldığı takdirde bu mutalaalardan beklenen faydalar elde edilebilir.

Şu halde biz mukadderat mevzuunu bu kitapta ele alırken daima


okuyucularımızın düşüncelerini tahrik etmek, onların bir takım dar formüller ve
mefhumlar içinde sıkışıp kalmalarına sebep olmaktan çekinmek ve kendilerini engin
bir fikir ve duygu ummanı içinde bütün irade serbestliği ile dolaşabilmelerine yardım
edebilmek maksadını güttük. Bunun içinde kitabımızın bir az mufassalca olmasında
müsamaha gösterdik.Fakat bu tafsilat tam yerindedir ve lüzumludur. Bundan başka,
gene yukardaki düşüncelerin tesiri altında hareket ederek ayni tema’yı muhtelif
cephelerden ele alarak muhtelif vesilelerle, muhtelif fikir ve duygu renkleri içinde
tekrar tekrar söyledik. Bu da fuzuli bir hareket değildir, tam yerindedir ve
lüzumludur.Bu suretle, ilk nazarda tamamile anlaşıldığı kanaati hasıl oldugu halde
gene karanlıkta kalan bir çok noktadan bazısının daha, aydınlığa çıkarılabilmesi
imkanlarını sağlamaya çalıştık.

Kitaba esas olan büyük tebliğattan bir kısmı sırası ve yeri geldikçe
okuyucularımıza sayfalarımız arasında takdim edilmiştir. Bu tebliğatı veren ruh
dostlarımızın içinde <<Ruh ve Kainat>> kitabını okuyanlarca tanınmış olan kıymetli
dostumuz Üstatla beraber sonradan bizi kıymetli yardımlarile aydınlatan diğer büyük
ruh dostlarımız vardır. Bu zevat muhtelif medyom kardeşlerimizin vasıtalıklarını
kullanarak bu tebliğleri muhtelif yerlerde vermişlerdir. Musaadelerile bu dostları
takdim ediyorum:

(1) RUH ve KAİNAT İstanbul 1946


RUHLAR ARASINDA İstanbul 1948
ALLAH İstanbul 1950
MEDYOMLUĞUN İLMİ İZAHI (ingilizce,Türkcesi neşredilmiştir.) İstanbul 1951
6 Mukadderat ve İcabat

1- KADRİ:
Üstattan sonra, kendisinden tebliğ aldığımız ilk ruh dostumuzdur. Dünyadan
ayrılmış olduğu tarih bizim hesap edemiyeceğimiz kadar çok eski ve belki de tarihten
evvelki devirlere kadar gider. Bu gün kendisinde hiç bir beşeri hüviyeti kalmamiştir..
Binaenaleyh Kadri ismide takma bir isimdir. Bu zattan elde ettiğimiz istifadeler
sonsuzdur. Halen de kendisinden nurlanmaktayiz. Kadriye medyomluk yapan sevgili
arkadaşımız R…..O….. dir. Kendisinden izin almadığım için ve tavazuu derecesi de
bence malum bulunduğu için bu kıymetli dostum hakkında fazla bilgi veremiyeceğim.
2- AKIN:
Gene beşeri hüviyetini çoktanberi kaybetmiş çok kıymetlı bir ruh dostumuzdur.
Kendisinden bilhassa, metapsişik ve ilmi bilgilerin kıymetli anahtarlarını aldık. Ve
çok faydalandık. Bu muhterem ruha vasıtalık yapan medyom, kıymetli
arkadaşlarımızdan Bn. Nezihe Bayurgildir. N Bayurgil Eczacıdır. Halen bir anne olan
bu kardeşimiz ismi gibi nezih ve asil bir ev kadınıdır. Eşi bu kitabın neşrini doğrudan
doğruya deruhte eden sevgili dostumuz Muammer Bayurgildir.
3- MUSTAFA MOLLA:
Binlerce sayfalık tebliğatina halen devam etmekte olan cok kıymetli ve çok itimat
ettiğimiz büyük bir ruh dostumuzdur. Bu muhterem zat da diğerleri gibi beşeri
hüviyetini çoktan, belki gene bizim hesap edemiyeceğimiz kadar eski zamanlardan
beri kaybetmiş bir varlıktır. Binaenaleyh onun ismi de diğerlerininki gibi sırf bizim
ihtiyaçlarımızı karşılamak maksadile tertiplenmiş uydurma isimdir. Bu muhterem
ruha vasıtalık yapan zat sevgili dostumuz Macit Aray’dır. Macit Aray öğretmendir ve
İzmirde bulunmaktadir. Kendisi varlığının muhim bir kısmını medyomluğunun
icaplarına bağlamış takdir ettiğimiz bir arkadaştır.
4- ŞİHAP:
Halen Türkiye Metapisişik Cemiyetinin manevi yardımcısı ve yol gostericisi
olan bu varlık çok muhterem ve sevgili ruh dostumuzdur. Kendisinden her sahada
istifade ederek ve gene ondan aldığımız ilmi ve ahlaki bilgilere dayanarak yolumuza
devam etmekteyiz. Bu zatın hüviyetinin de diğerleri gibi beşeri hiç bir vasfı
kalmamıştır. Bizden kendisinin ne kadar uzaklaşmış olduğunu bizzat kendi tebliğati
miyanında bulunan şu manzum kıtası çok açık olarak anlatır.

<<Ol dünya mektebin bitirdim çoktanberi,


<<Muhtelif seyyarattan bir çok ilamım var.
Ön Söz 7

<<Gezdim,dolaştım bir zaman şemsü kameri,


<< Nuru aşkı ilahiden,pak ilhamım var.

<<Ol ilhami sizlere sunmağa amadeyim.


<<Yeter ki nuşe ehlolun ben bir badeyim.>>
Bu kıtadaki mana, bu varlığın beşeri hüviyetinin çoktan kaybolmuş
bulunduğunu gösterir. Hatta araya bir sürü diğer alemlerin hüviyetlerininde girip
çıkmış olduğunu ifham eder. Esasen onun tebliğatının her kısmındaki derinlik ve
kudret bunu bize bilvasıta olarak da anlatmaktadır.
Şihap kelimesi de diğerleri gibi uydurma bir isimdir. Yani dünyada evvelce bu
isimde birisi yaşamış ve sonra ölmüş de bizimle gene ayni ismi kullanarak konuşmağa
başlamış gibi bir hal burada yoktur. Diğer ruh dostlarımızın da nasıl isimlendirilmiş
oldukları hakkında bir fikir verebilecek olan şihap dostumuzun, kendisini
isimlendirme haline dair olan kayıtları onun tebliğlerinden çıkararak arzediyorum:
<< B.R.- Kendinize bir isim takacaktınız?
<< Şihap – Onu bir deneyelim. Dostum, bir deneyelim. Biraz evvel de
söylediğim gibi medyomunuzun karışık zihni durumu bilmem ki iyi netice verecek
mi? Fakat denesek hiç bir şey zayi etmiş olmayız. Arzum, ismimi manzum olarak
medyomunuza söyletmek idi. Bunu biliyorsunuz. Geçen sefer medyomunuz kısmen
heyecanı, kısmen de zihni ve bedeni rahatsızlığı sebebile beceremedi bu sefer inşallah
muvaffak olur. Ne demiştik:

<<Gelin siz bana bir kervan deyin,


<<İlahi yolda hep revan deyin,
<<Ezelden başlamış yola sonu elbette,
<<Durmıyacak, durmadı hiç bir zaman deyin.
<<Dem oldu o kervan vardı bir göle,
<<Döndü, veda etti geçtiği çöle,
<<Öyle bir göl ki tek katrası bin ummanı nur,
<<Yayardı civarına hep haz ve huzur…

<<Bırakın da bunun sonunu nesren söyliyeyim. Çünkü yukardaki manada pek


kusur etmedi amma, nazmı ve vezni bozdu. Pek basit bir usul ve vezin kullanmama
rağmen! Eh, ne yapalım. Medyomunuzun bu gün kaabiliyeti yoktur. Ama gene bir
gün bunun sonunu medyomunuza tamamlatacağım. Fakat bu gün ismimin sonunu
nesren söyliyeceğim.
<<O bahsolunan kervan susuzluk ateşile, pek tabii nurlu, feyizli olan o göle
atılmakta hiç bir zaman tereddüt göstermedi. O atılış bin nurlu, feyizli su zerrecikleri
saçtı etrafa. Öyle su zerrecikleri ki demin de söylediğim gibi, her biri bin ummanı
nur….Bu zerreciklerden, Şihaplardan bir tanesi arzınıza düştü. Size nasip oldu.
8 Mukadderat ve İcabat

<<Şimdi desem ki benim ismim Şihaptır. Sanmayın. Beni, manzum olarak


söylediğim kısımda da ifade ettiğim gibi kervan farzederseniz o kervanın suya
atılışından sıçrayan bir zerresini, o gölün bir zerresini Şihap telakki ederseniz ve onun
bir zerresinin size nasip olduğunu Allaha şükrederek kabul ederseniz şihap isminin
pek de bana ait olmadığını anlarsınız.
<<Oğlum, istediğim, daha doğrusu bana bir namı müstear olarak takmak
istediğiniz ismi Şihap kabul ediyorum. Ne dersiniz?
<<B.R.- Muvafık.
<<Şihap – Eh…Peki. Şu halde ben, demin de söylediğim gibi Şihap oldum.
Allahın iznile vazifemi liyakatle başarır, yani size faydalı olur, biraz kolunuzdan tutup
yan yana yürüyebilirsem günün birinde bu Şihap ismine bihakkın layık olmak lütfu
bana verilir.>>
İşte bütün ruh dostlarımızın isimleri aşağı yukarı böyle sembolik kıymetlerin
birer ifadesidir. Yukardaki, kıymetli Şihap dostumuzun verdiği misal de bunu bize
çok güzel gösteriyor.
Bu kıymetli varlığa vasıta olan medyom sevgili dostlarımızdan Reşat Bayer
isminde banka şeflerinden bir zattır. Kendisini tanıyanlar ondaki samimiyet ve
dürüstlüğün derecesini takdir etmekten geri kalmazlar.
İşte Mukadderat ve İcabat kitabının içindeki naçiz şahsi düşünce ve
mülahazalarım böyle baha biçilmez büyük kıymetlerle beslenerek ve onlara
dayanılarak okuyucularına arzedilmiştir. Eğer bu yazılar, okuyucularının ruh
huzurlarını ve ilahi yolda kat edecekleri büyük hamlelerindeki aşk, şevk ve
cesaretlerini arttırarak etraftan kıymetli sevgi çiçeklerini toplıyabilirse bu kitabı
çıkaran ve çıkmasına maddeten ve manen yardım eden hakikat yolcularının bundan
duyacakları derin bahtiyarlık kendilerine yeter. Allah cümlemizin muini olsun.

BEDRİ RUHSELMAN

Bu kitabın neşrinde kıymetli yardımlarda bulunan dostum Muammer


Bayurgil’e derin sevgilerimi sunarım.

B. R.
GİRİŞ

Bu kitapta olduğu gibi, diğer neşriyatımızla da bazı hakikatler üzerinde dururken,


şimdiye kadar keşfedilmemiş, söylenmemiş ve hatta üzerinde uzun uzadıya
durulmamış bir kısım hakikatlerin ilk defa tarafımızdan ortaya atılmakta olduğunu
iddia etmiyoruz. Bizim yaptığımız iş, sevgili ruh dostlarımızdan aldığımız ilhamlara,
yüksek alemlerden modern medyanimik vasıtalarla verilen öğretici tebliğlere
dayanarak, esasen şimdiye kadar müteaddit zamanlarda, müteaddit defalar söylenmiş
fakat çok defa anlaşılamamış, eksik kalmış veya benimsenmemiş, veyahut unutulmuş
hakaiki, yeni duyuş ve görüş zaviyesinden ve bu günkü artmış ruh ihtiyaçlarına gore
yeniden gözden geçirmek istiyen yükselmeğe teşne, iyi niyetli dostlarımıza
hatırlatmak ve bu husustaki tebliğatı arzetmekten ibarettir.

Şurası inkar edilemez ki hakikatler yeryüzünde, bir çok defa muhtelif yollardan ve
vasıtalardan istifade edilerek muhtelif kıymetli varlıklar tarafından söylenmiştir. Gene
şurası da inkar edilemez ki bu büyük hakikatlerden bahseden değerli kişiler, bu işi
kendilerine bir şeref basamağı yapmak veyahut çok kısa bir geçitten ibaret olan şu
köhne dünyanın yalancı maddi huzuzatını elde etmek için küçük ve adi maksatlar
peşinde koşmak gibi basit endişelere kapılarak koyulmuş değillerdi. Zira esasen
onların talimatı bu gibi sapıklıklara asla cevaz vermiyecek şekillerde ve yollarda
insanlara öğretilmiştir.

Şu halde, hakikatin yeryüzünde bir güneş gibi parlaması ve en karanlık yerleri bile
kudretli nurlarile aydınlatıp ısıtması için hakikat yolunda kullanılması zaruri olan
maddi vasıtaların birer istismar vesilesi ittihaz edilmemesi veya asıl vasıtalık rolleri
unutulup onların gaye ittihaz edilerek tapınılacak birer put haline sokulmaması şarttır.

Şunu da unutmamak lazımdır ki hakikatler hazırlanmış bir şerbet gibi insanların


ağzına dökülemez. O öyle berrak ve hayat verici bir sudur ki onun kaynağına giden
yollar ve vasıtalar, insanlara ancak gösterilebilir. Her insan ancak kendi kudreti
nisbetinde bu yolları ve vasıtaları kullanarak o büyük ve nurlu hakikatlerin kaynağına
az veya çok süratle yaklaşabilir. Ve ona yaklaştıkça da eline geçireceği abı hayatın
berraklığı, temizliği ve safiyeti artar. Demek ki, dünyadan gelip geçmiş büyük
mürşitlerin ve ilahi vazifedarların yapmış oldukları şey, hakikati bir su testisi gibi
kulpundan tutarak herkesin önüne koymak değil, o hakikate insanları ulaştıracak
yolları ve vasıtaları onlara göstermek ve öğretmek olmuştur ki esasen yapılacak iş de
budur.
10 Mukadderat ve İcabat

Şu halde, her düşünen, duyan ve görebilen insan gibi bizim de kendimize


zevkli bir vazife edinerek yürüdüğümüz yol, bizden evvel yürünmüş olan yolun
bugünkü imkanlara ve yürüyüş tarzlarına göre ayarlanmış istikametinin bir
temadisidir. Ve bu yol bizden sonra milyarlarca sene daha birçok vazifeli varlıkların
zamana gore çizecekleri yeni istikametlerle sonsuz ve nihayetsiz bir tükenmezlik
içinde uzanıp gidecektir.

Hakikatlere ancak vasıtalarla ulaşılabilir. Fakat liyakatli insanların ellerinde


çok hayırlı ve alemşümul tekamüle yararlı işlerin tahakkukuna imkan hazılıyan bu
vasıtalar, henüz hazırlıksız ve ihtiyatsız kimselerin sapmalarına sebep olucu birer
engel halini alırlar. Bunun da başlıca sebebi şudur: Tecrübesizlikleri yüzünden bu gibi
varlıklar, yürümekte oldukları yolların bazı gelip geçici cazibelerinin tesirine
kapılırlar. Ve bu tesir de onların hakiki gayeye doğru uzanan bu yolların birer vasıta,
birer yol olduklarını unutmalarına sebep olur. Asıl gayeler tamamile unutulur.
Vasıtalar birer gaye ittihaz edilir. Ve bunun neticesinde de tekamül için elzem ve
zaruri olan ileriye doğru hamle almak istek ve arzusu söner. Ve insan olduğu yerde
kalmağı ve bir adım bile ileri gitmemeği adeta bir zaruret veya ilahi bir mecburiyet
telakki edecek kadar tekamül hamlelerini yavaşlatır. Buna biz nisbi bir duraklama
diyoruz. Zira hakikatte ilahi tekamül yolundan hiç bir kimse geri kalamıyacağı için
böyleleleride ister istemez yürümektedirler. Yalnız bu yürüyüş istekle, ileriye doğru
atılmak aşkile ve ateşile katedilecek mesafelerin büyüklüğü yanında pek yavaş ve
iptidai kalır. İşte bir şimşek süratile kaplumbağa yürüyüşü arasındaki mesafe katediş
farkını bile gölgede bırakan bu sürat farkından dolayı biz bu ikinci tarzdaki yavaş
yürüyüşe duraklama diyoruz. Bu duraklamanın ilk zamanlarında sadece mukaddes
birer sembol halini almağa başlıyan bu tekamül vasıtaları, zaman geçtikçe hakiki birer
but, birer mabut olarak insanların ruhlarında saltanat sürmeğe başlar. Ve o insanları
bunlardan kurtarabilmek de hayli güç ve zamana mütevakkıf bir iş olur. Zira o insan,
yürünüp geçilmesi ve büyük hakikat yollarında, yani Allah yolunda süratli bir tekamül
sağlıyabilmesi için verilmiş veya gösterilmiş olan o yolların bu kıymet ve
ehemmiyetlerini unutmuş, onları kendisine efendi ve kendisini de onlara köle
yapmıştır.Bu andan itibaren o zavallı insan artık kendi vicdanının, kendi özvarlığının
efendisi değil, boynunda takılı duran ve kendisini biran bile serbest bırakmıyan o koca
ve ağır zincirin esiridir. Artık bu hale girmiş olan bir varlık kendisinde ne serbestçe
düşünmek, ne serbestçe ve vicdan hürriyeti ile duymak ve ne de serbestçe bir iman
sahibi olmak hakkını görmez ve kabul edemez. Biçare varlık!.. Ve onun bütün hayatı,
bütün ömrünün en kıymetli ve verimli zamanları hep <<dedi ki ve dediler ki>>
kayıtlarının kendisi için asla anlaşılır ve vazıh olmıyan bir sürü ağır ve ezici baskısı
altında zebun olarak geçer. Zira, o dedi ki ‘lerin
Giriş 11

arasında ancak hakikat yollarının bulunabileceğini çoktan unutmuş ve onları bizzat


hakikatten ibaret sanmak gafleti içinde yuvarlanıp gitmiştir. Ve berrak, temiz ve saf
hayat suyunun ilahi kaynaklarını kaybetmiş, o kaynaklara giden yollarda ancak birer
iz, birer işaret olan sızıntıları abı hayat sanmıştır. Fakat vaktile bu yolları gösterenler,
böyle olmasını istemiyorlardı.

Mesela, bir kuru ağacın zaman zaman yeşererek çiçeklenmesi, meyve vermesi,
tekrar ölüm haline girmesi ve tekrar canlanması hadisesi karşısında derin ve ilahi bir
hayranlık hissi duymaktan mütevellit bir ruh taşkınlığı içinde kendisini ilahi haşmet
ve kudrete, hiç olmazsa bir an için, teslim etmeğe vasıta kıldığı o ağacın karşısına sık
sık geçip ilahi bir vecit haline düşen bir babanın oğlu da babasını taklit etmeğe
kalkışabilir. Fakat eğer o, babasının taşıdığı ruh kudretinden mahrum bulunuyorsa ve
eğer babasının bu hareketinin hakiki manasını kavramadan ve duymadan sırf bir
ibadet vazifesini ifa etmek mecburiyeti altında kendisini hissederek bu işi yapıyorsa o
ağacın hergün karşısına geçip Allaha ibadet ediyorum diye ona bağlanmakla günün
birinde ona pekala Allah diye tapmağa başlıyabilir. Ve kutsi bir kıymet izafe ettiği o
kuru ağaca kimsenin dil uzatmasına tahammül edemez olur. Ve bundan da işte hakiki
putperestlik doğar. Böylece babadan oğula intikal eden putperestlik günün birinde
koca bir kavmin kökleşmiş, söz götürmez dalaletini meydana getirir. İşte bu hal,
insanları ancak hakikatlere ulaştırmağa yarıyan vasıtaların, vasıtalıktan çıkıp gaye
ittihaz edilerek, yolları nasıl karışık istikametlere çevirdiğini gösteren basit bir
misaldir. Bunun daha çok karışık ve muğlak çeşitleri de vardır.

Fakat zaman ve hale göre husule gelen insanlar arasındaki derin anlayış ve
duyuş farklarını düşününce bunun böyle olmasını da tabii ve zaruri görmek icap eder.
Esasen bu böyle olmasa idi ne dünyada hakikatlerin tekrar tekrar söylenmesine lüzum
ve ihtiyaç kalırdı, ne de bu hakikatleri böyle tekrarlıyabilmek için bir çok diğer insan
kendisini feda ederek çalışır, didinir ve yorulurdu. Ve insanlar karartmadan,
bulandırmadan büyük hakikatleri bütün tarih boyunca saklıyabilmek ve anlıyabilmek
kaabiliyetinde bulunsalardı bunlar dünyada her an bütün safiyetleri ile hüküm
sürerlerdi. Demek ki dünya nizam ve kanunları ve tekamül zaruretleri, bu hakikatlerin
insanlar arasında sık sık ele alınmasını ve onlara giden yolların, onlar için kullanılan
vasıtaların daima yeni şartlara ve ihtiyaçlara gore tekrar gözden geçirilmesini lüzumlu
kılacak icaplar arzetmektedir.

Dünya mütemadiyen değişiyor. Ve dünyaya mütemadiyen yeni ruhlar,


gerilerden hicret edip gelmektedirler. Tecrübeleri henüz noksan bulunan bu varlıklar,
dünyadan gelip geçe geçe kafi derecede nasiplerini almış olgun varlıklardan elbette
daha çok az kaabiliyetli, daha çok az anlayışlı olacaklardır. Bu mektebin birinci
sınıfındaki talebesile sonuncu sı-
12 Mukadderat ve İcabat

radaki talebesi hiçbir vakit ayni kudrette olamaz. Eğer böyle olsaydı esasen o mektebe
de lüzum kalmazdı. Ve eğer dünyada da her varlık ayni kudret ve derecede bulunmuş
olsaydı ruhların dünyaya inmelerine de lüzum kalmazdı. Zira dünya da muhtelif
seviyedeki varlıkların yetişmeleri için kurulmuş ilahi bir terbiye ve edep mektebidir.
Ve buraya ancak olgunlaşmak, yükseltmek ve tekamül etmek için gelinir. Bu
mektebin her sınıfı, orada ruhların geçireceği bir hayat safhasına tekabül eder.
Çalışkan talebeler her sene bir sınıf ve bazan da bir senede iki sınıf atlayarak bu
mektebi çabucak bitiriverecekleri gibi, tenbel ve uyuşuk olanlar da ancak bir kaç
senede bir sınıf atlamak suretile uzun zaman bu mektebin binbir türlü kahrını çekmek
zoruna katlanarak bu ilahi mektebi mihnetler, meşakkatler ve güçlükler içinde
bitirebilirler.
O halde dünyada yaşıyan muhtelif tekamül seviyesindeki insanların anlayış ve
duyuş kaabiliyetlerine göre ayarlanarak açılmış birer hakikat yolu kapısı vardır.
Binaenaleyh her kapıdan, her insan geçemez. İşte bu hali bir tabiat kanunu icabı
olarak kabul etmek lazımgelir. Dünyanın her devrinde, her sahadaki mürşitlerden, ilim
adamlarından, yol göstericilerden mahrum kalmaması zarureti de bu icabın doğurmuş
olduğu neticelerden birisidir diyebiliriz.
Bunun içindir ki dünyada, herhangi bir tekamül devresinde ve safhasında
yaşıyan bir insan, kendisinden mesela, beş bin sene evvelki insanlara hakikat diye
söylenmiş sözlerin hepsine noktası noktasına uyamaz. Zira o zamandan bu zamana
kadar araya karışan nesiller tarafından o sözlerin mühim bir kısmı unutulmuş, diğer
bir kısmı, değiştirilmiş, başka bir kısmı çeşitli tefsirler içinde anlaşılmaz ve karma
karışık bir hale sokulmuş ve bir kısmı da esasen başlangıcında yalnız o zamanın bilgi
ve anlayış seviyesi göz önünde tutularak ona göre basit ve bu günkü insanların kolay
kolay kabul edemiyecekleri birtakım iptidai mefhumlara sokularak söylenmiştir. O
halde yeni ihtiyaçlar doğmuştur. Ve bu yeni ihtiyaçlara cevap vermek lazımdır.
Hakikatler hiç bir vakit değişmez, ancak bu hakikatlerin yeni ihtiyaçlara göre açılması
lazımgelen yollarının kapıları açılır. Bunu da bize ve bütün dünyaya, bu gün yüksek
ve ilahi mıntakalardan verdikleri tebliğatla büyük ruh dostlarımız yapmaktadırlar.
Dünya bu tebliğler, ilhamlar ve irşatlar sayesinde tedricen, fakat büyük bir emniyetle
selamet yolunda yükselmekte ve ilerlemektedir.
İşte dünyamızın bu günkü mübrem ihtiyaçlarına göre ayarlı ve tertipli bir
şekilde bahşedilen bu ilahi hakikat nurları bu günkü insanlar için bir lütuf, bir
mazhariyettir. Onun içindir ki biz bu tebliğata ait neşriyatı temadi ettirmeğe çalışıyor
ve bu uğurda bütün imkanlarımızı kullanıyoruz.
Demek ki hakikatler aranırken yollar bulunur. Fakat aranılması icap eden şey
yollar değil, hakikattir. Yol ve o yolda kullanılan vasıtalar hakikatin kendisi degildir.
İnsan bir diyardan başka bir diyara gideceği zaman, kendisini oraya emniyetle
götüreceğini bildiği herhangi bir nakil
Giriş 13

vasıtasını kullanmak ister. Mesela bir arabaya biner. Bu araba ile bir hayli yol
katettikten sonra, onun tekerleklerinin eskimesinden veya atlarının yorulmasından
mütevellit bir duraklama tehlikesi ile karşılaşınca gene o insanın, ne pahasına olursa
olsun, diye o bozuk arabaya sımsıkı sarılarak olduğu yerde çakılıp kalması doğru
olmaz. Eğer o, hedefine, yani yani ulaşmak istediği diyara varmak gayesini
unutmamış ve o gayeden hiç bir vakit ayrılmamış ise artık bu işe yaramıyan arabayı
terkeder, bir otomobil bulursa ona atlar, tren bulursa onu tercih eder hele tayyareye
rasgelirse onu hiç kaçırmaz. Eğer korkak ve çaresiz değilse!... Fakat hiçbir vasıta
bulamasa bile yolundan kalmamak için yavaş yavaş da olsa, hedefine muhakkak
ulaşması lazımgeldiğini düşünerek topal ayağı ile yürüye yürüye yoluna devam eder.
Bu gaye uğrunda o, önüne çıkan bütün engelleri çiğner, maniaları devirir, ve bilhassa
o maniaların en kötüsü olan o işe yaramaz arabasına ne olursa olsun, diye dört elle
sarılmak gafletine kapılmaz. Ve esasen buna da imkan bulamaz.

Her insana, hedefine varmak için bindiği arabasının artık işe yaramadığını
ihtar eden birtakım ikazlar ve ihtarlar yapılır. Ve bu ikazlar ve ihtarlar da o insanın
bizzat kendi vicdanından kopup gelir. Mesela o bu yolda yaptığı işlerden sonra bir ruh
huzuru ve sevinci duyacağı yerde bilakis bir korku, sıkıntı, eksiklik hissi, üzüntü ve
hatta bazan da vicdan azabı duymağa başlar. Bundan da bilmelidir ki kendisini
hedefine ulaştıracağını beklediği arabasının tekerlekleri esnemeğe, beygirlerinin
ayakları kösteklenmeğe başlamıştır. Ve nerede ise duracak ve yarı yolda kalacaktır. O
zaman o insan, ya mümkünse arabasını süratle tamir edip onu tekrar yürür bir hale
koymak veyahut onun gösterişli cazibesinden kendisini bir an evvel kurtararak yoluna
ilerlemeğe devam etmesine imkan veren daha münasip başka bir nakil vasıtasına
aktarma yapmak mecburiyetinde olduğunu hissetmelidir. Eğer ilerde büyük bir hüsran
içine düşmek istemiyorsa!.. Fakat bu da bir cehtin, bir çalışmanın ve bir ilahi gayretin
mahsulüdür. Ve ilahi irade kanunları böyle bir cehitli iradeli çalışmağı insanlara zaruri
kılmakla onların yükselebilmelerine ve bulundukları merhalelerden öteye hamle
edebilmelerine imkanlar ve fırsatlar bahşetmiştir.
DETERMİNİZMA VE FATALİZMA AYRILIĞI HAKKINDA
BİR MÜLAHAZA

Öyle görünüyor ki mukadderat mevzuunun insanlarca iyi anlaşılamamış


olması, icabiye ve cebriye de denilen determinizma ve fatalizma mesleklerinin
birbirine muarız ve aykırı istikametini meydana getirmiştir. Burada bilhassa
determinizma karşısında cephe almış bulunan fatalizma mefhumunun çok karışık ve
her adımda bir yere takılan mahiyeti üzerinde durur ve mefhumun bulanık noktalarını
ayıklıyabilirsek onun determinizmaya muarız bir istikamette değil, bilakis o istikameti
takviye edici bir yolda bazı hakikatleri ihtiva ettiğini görmekte gecikmeyiz.

Eski büyükler boş yere konuşmuş veya kıymetsiz sözler söylemiş değillerdir.
Onlar bazı hakikatlere temas ettikleri zaman bazı şeyler duymuşlar ve duydukları
şeyleri de samimi olarak etrafındakilere anlatmak için birtakım vasıtalara müracaat
etmişlerdir. Fakat bir taraftan kullanılan vasıtaların kifayetsizliği, diğer taraftan da
insanların çeşitli tesfir ve telakki kaabiliyetleri yüzünden bu anlatılmak istenen
şeylerin manaları zamanla değişmiş ve tedricen esaslardan uzaklaşılarak bunlar
içlerinden çıkılmaz hale sokulmuşlardır. İşte mukadderata müteallik, zaman ve icaba
göre zaruri bir sadelik içinde vaktile söylenmiş sözler de zamanla bu kalıplardan
geçmiştir. Bu hal neticesinde, bu mevzua ait bu günkü idrak seviyesine uymıyan
birtakım formüller, mantık ve kelime oyunlarile süslü izahlar ve tefsirler tezatlara ve
mügalatalara yol açmış ve bazı kimseler de, hakikatin bir karışıklık içinde
bulunduğuna inanmak meylini uyandırmıştır. Halbuki bu hakikatler, vaktile insanlar
ifşa edilirken kastedilen mana bugünkü karışık ve kabul edilmek temayülünde
bulunan manalardan çok başka ve doğruya yakın bulunuyordu. Fakat o zamandan bu
zamana kadar geçen müddet zarfında yollar uzamış, yollar uzadıkça orada kullanılan
nakil vasıtaları eskimiş ve tamir görmiyen bu vasıtalar binicilerini artık taşıyamaz hale
gelmişler ve bunun neticesinde de büyük gayeye doğru olan seyyahların yürüyüşleri
yavaşlamıştır. İşte böyle, arabalarını ne pahasına olursa olsun bırakmamakta ısrar
edenlerin müdrikesinde, mukadderat bahsi karma karışık halde hiç bir neticeye
bağlanmadan boğulup kalmıştır. Bugün insanlar arasında sürüp giden fatalizma ve
determinizma mücadelesinin başlıca sebebi de budur. Yoksa, tekrar ediyoruz,
hakikatte determinizma mevzuunun karşısında bir düşman, bir muarız olarak
dikilecek bir fatalizma mevzuu bulunmasa gerektir.
Determinizma ve fatalizma hakkında 15

FATALİSTLERE GÖRE MUKADDERAT

Mukadderatın cebriyecilere göre anladığımız manası şudur: Dünyada her şey,


her hadise ve her hareket kabli bir hükümle ezelde Allah tarafından tayin olunmuştur.
Bunların hiç bir surette, hiç bir kimse tarafından değiştirilebilmesine imkan yoktur.
Veyahut da: Allahın iradesinin dışında hiç bir irade bahis mevzuu edilemez.
Binaenaleyh birinci hale göre, bir insan ne kadar çalışırsa çalışsın, kendisinin o anda
yapması mukadder olan muayyen ve mahdut bir hareketin dışında hiç bir şey
yapamaz. Veyahut ikinci hale göre ne yaparsa yapsın yapılan işlerin hiç birisi onun
malı değildir. Zira ondaki irade Allahın iradesinin bir tecellisinden başka bir şey
olamaz.
Bunun yanında cebriyuna göre mukadderatı bir az daha yumuşatıcı tarifler de
bulunabilirse de bizi en ziyade meşgul edecek olan bu arzettiklemizdir. Anlaşılıyor ki
bu tarifin altında iki mefhum barınmaktadır. Birinciye göre, eğer herhangi bir varlık,
herhangi bir şeyi şöyle düşünmüş, böyle yapabilmiş ise bunu o, ancak öyle
düşünebilir ve öyle yapabilirdi. Başka türlü yapabilmesine imkan yoktu. Zira o
hareketin o anda, o tarzda yapılması ezelde, Allah tarafında öylece takdir edilmişti.
İkinciye göre de esasen insanda tecelli eden irade uluhiyete ait olduğu için onun
karşısında ayrıca bir varlığı ve onun iradesini kabul etmemek icap etmektedir.
Binaenaleyh varlıkların ezelden ebede kadar yaptıkları işler otomatik birer
faaliyetten ibarettir ve böyle olunca da bütün varlıklar birer otomattan başka birşey
değillerdir, yani birer kukladan ibarettirler.
Bu tarif üzerinde bir az durmak istiyoruz. Evvela Allahın her türlü kayıttan
münezzeh olduğuna kati olarak imanımız vardır. O halde onun iradesinin, hiç bir
varlığın iradesile en küçük ölçüde bile hiç bir surette tahdidinin bahis mevzuu
olabileceği asla varit değildir. Buna da inanıyoruz. Binaenaleyh tarifin bu düşünceye
dayanan kısımlarını bizde aynen kabul ediyoruz. Ve esasen bundan başka türlü birşey
de yapamayız. Fakat, cebriyun mesleğince kabul edilen mukadderat bahsinde
zihnimize takılan diğer mühim noktalar mukadderatı cebriyun görüşü ile izah ve kabul
edebilmemize mani oluyor.

CEBRİYUN MESLEĞİNDEN BİZİ UZAKLAŞTIRAN


DÜŞÜNCELER

Yukarıki tarifte ayrı ayrı iki mefhumun tebarüz ettiğini söylemiştik.


1- Ya, insanların iradeleri vardır, fakat bu irade tahdit edilmiştir, serbest
değildir, yani ezelde tesbit edilmiş olan muayyen bir halin ve hareket tarzının dışına
çıkamaz.
16 Mukadderat ve İcabat

2- Veya insanların iradeleri diye, Allahın iradesinden gayri bir hal yoktur.
Hakikatte o, ilahi iradenin tezahüründen başka birşey değildir. Mesela ben şu kalemi
elime aldım..Bu kitabı yazıyorum. Bunu yazan zahiren ben’im amma hakikatte yazan
O’dur. Yani bu kitap içinde düşünülmüş, bulunmuş ve yazılmış şeylerin hiç birisi
Allahtan ayrı ve başka bir varlığa ait olamaz. Bu başkalık zahiri bir görünüşten
ibarettir…ilh.
Ve mesela ben böyle huzur verici, vicdani mevzular üzerinde bir kitap
yazmasaydım da nefsani arzu ve ihtirasları tenbih ve teşvik edici bir yazı yazsaydım
bud a gene benim değil, ( çünkü esasen ben yokum ) O’nun eseri olacaktı. Keza ben
bir insana bir fedakarlık eseri olarak bir iyilik yapmış olsaydım bunu da yapan
Allahtan ayrı bir varlık olmayacaktı. Tıpkı bunun gibi birisine kötülük yapmış,
nefsaniyetime uyarak bir kalb kırmış, bir adam öldürmüş olsaydım buda benim
irademin eseri değil O’nun eseri olacaktı.
Mahiyet itibarile bu iki düşünce tarzı birbirinden farklı görünüyorsada netice
bakımından bunlar birbirinin aynidir. Yani her ikisine de müstakil ve serbest bir insan
iradesinin faaliyeti kabul edilmemektedir. Ve insan dünyada bir kukla durumuna
sokulmuş bulunmaktadır.
Şimdi bunlardan evvela birinci mefhum üzerinde duralım:
İnsanların, hayvanların ve hatta nebatların bile ani ve tedrici hareketlerinde,
içinde yaşadıkları hayat şartlarının kendilerine vermiş olduğu sayısız imkanlardan bol
bol istifade edip durduklarını görüyoruz. Bizzat kendi hal ve hareketlerimiz esnasında
bizi o tarafa, bu tarafa, yani birbirine zıt istikametlere sevkeden veya sürükliyen
birtakım iç güdülerile karşı karşıya kalmakta ve bunlardan bazan birini, bazan diğerini
kendi arzu ve keyfimize göre serbestçe inhitab etmekteyiz. Bir ağaç, köklerini
salarken her kök kılının muhakkak toprakta daha evvelden çizilmiş işaretlenmiş bir
istikamette milimetrelerle hesaplı olarak uzaması lazım geldiği fikrini kabul etmeğe
bizi mecbur bırakan veya hiç olmazsa şüphemizi davete sebep olan hiç bir delile veya
zarurete rasgelmiyoruz. Bilakis o ağaç, etrafında kökünü salmağa müsait bulunan
toprağın her kısmına yayılıyor. Bundan başka, büyük tekamül kanunlarının icapları
bunun tamamile de böyle olmasını zaruri kılıyor. Bu sözü bir az daha açalım: Eğer bu
ağacın en ince kıllarının en küçük hareketlerine varıncaya kadar bütün hareketleri
dışardan gelen tesirlerle vaki olsaydı, veya evvelden noktası noktasına taayyün etmiş
bir otomatizmanın dışına çıkamamak zaruretinde bulunsaydi o zaman acaba o ağacın
dünyadaki varlığın sebep ve hikmeti hakkında ne düşünebilecektik ve neyi ileri
sürebilecektik? Eğer ağaç da, kuş da, insan da bir taş parçası gibi atıl ve pasif
kalsaydı o zaman böyle bir suali sormağa da lüzum kalmazdı. Fakat bu canlı
varlıkların aktif olduklarını bir gaye, bir maksat uğrunda - bilerek, bilmiyerek - bütün
ömürlerini tükettiklerini ve bu maksadın da tekamül olduğunu gör-
Determinizma ve fatalizma hakkında 17

dükten sonra bu suali pekala kendimize sorabiliriz ve sormak mecburiyetindeyiz.


Bununla beraber cebriyun görüşü ile mukadderin tarifini yaptığımıza göre bu sualin
cevabını bulup bir türlü veremiyoruz.
Biz şuna inanıyoruz ki bütün varlıklar gibi ağaçların ruhlarıda tekamül etmek
için dünyaya gelmişlerdir. Görgü ve tecrübe ise bir varlığın kendi kudreti derecesinde
ve ayarında gösterdiği cehit ve gayretlere uygun olarak iradesini istediği şekilde ve
tarzda kullana kullana elde edebileceği bir kazancı olacaktır. Yani görgü ve tecrübe,
hiç bir varlığa – bizim anlıyabildiğimiz ve kabul ettiğimize göre - cabadan ve hediye
olarak dağıtılmış değildir. O, bir emek mahsulüdür. Ve gösterilmiş bir cehit ve
gayretine mukabil lütfedilmiş ilahi bir ihsandır. Bunun en kaba bir misali olarak şunu
gösterebiliriz: yürümesini henüz bilmiyen bir çocuğun bacaklarına, adımlarının
santimetresine varıncaya kadar tayin ve tahdit edecek olan bir makine taksalar ve o
çocuğu makinenin zoru ile ve ancak o makinenin işlemesine tabii olarak, yani
otomatik ve pasif olarak yürütmeğe başlasalar acaba makine çocuğun ayağından
çıkarılır çıkarılmaz çocuk hemen yürümeğe başlıyabilecek mi? Buna mukabil o
çocuk, belki makine yürüyüşünden çok beceriksizce, düşe kalka, çarpık çurpuk fakat
kendi iradesini kullanarak, kendi cehit ve gayretlerini istediği gibi ve istediği şekilde
sarfederek atacağı adımlarla yürümesini mükemmelen öğrenecektir. İşte buda bir
melekenin inkişaf yoludur. Tekamül ise ruhtaki melekelerin inkişafı ile kendini
gösterir. Demekki dünyadaki tekamülün bir zarureti de budur. Yani insanın veya
varlığın kendi cehit ve gayretini sarfederek serbestçe kullanacağı iradesile hareket
etmesi tekamülü için zaruridir. Bu zaruretin mekanizmasını da kısmen sezebiliyoruz,
şöyle ki: iradi bir cehit ve gayretle yapılan işlerde ruhun kudreti derecesile mütenasip
olarak muvaffakiyetler veya muvaffakiyetsizlikler zuhur edecektir ve bu yüzden de
başlangıçta bir sürü hatalar ve yanlış hareketler baş gösterecektir. Halbuki her yanlış
iş ve her hata ruhta tatsız, ve ekseriya ızdıraplı aksülamel yaratır. İşte bu aksülamelin
ruha vereceği sıkıntılardır ki ruhu o hatayı mucip olan hareketleri birdaha yapmamak
üzere intibaha davet eder. Ve ruh bu suretle kendi öz bünyesinde tesiri ve neticeleri
ebedi olan bir tecrübeye tabi tutulmuş olur ve bu tecrübe ile, onun görgüsü artmış
bulunur. Bütün bunlar – aklımızın erebildiği kadar, sezebileceğimiz – tekamül
vetirelerindendir. Halbuki cebriyunun yukarda arzettiğimiz manada anlaşılan
mukadderat mefhumunu böyle bir tekamül imkanı ile kabili telif göremiyoruz. Yani
varlıkların pasif olarak, birer kukla gibi ancak evvelden taayyün etmiş şeyleri
yapmaktan başka bir faaliyet gösterememelerinin, daha doğrusu kendi fiillerinin halikı
olamamalarının, onların tekamüllerine engel olacağına inanıyoruz.
Şu halde bir taraftan cebriyunun kabul ettiği mukadderi zaruri gösterecek
sebep ve delaili görememekliğimiz, diğer taraftan bunun aksini

F:2
18 Mukadderat ve İcabat

kabule bizi sevkeden mühim zaruretlerin karşımıza dikilmesi ve nihayet bütün


bunların fevkinde olarak da büyük ruh dostlarımızdan almış olduğumuz tebliğatın
müfadı yukarıki manada bir mukadderi değil, kitabımızın müteakip kısımlarında
kudretimiz nispetinde ve Allahın müsaadesi dahilinde izaha girişeceğimiz daha
tatminkar ve ilmi manadaki mukadderi kabule bizi icbar etmektedir.
Şimdi de cebriyunun ikinci manada kabul ettiği mukaddere gelelim:
Yukarıda vermiş olduğumuz misallerin manası nedir? Bu ve buna benzer diğer
misallerin manaları üzerinde biraz dikkatlice durduğumuz takdirde cebriyunun bu
ikinci manada telkin etmekte olduğu fikirleri kabul etmek cidden güçleşiyor. Benim
her hareketim, her amel ve eserim eğer Allahın iradesinin kendisi olursa, hiç bir
isteğim ve iradem benim şahsi hüviyetimin malı olamazsa, hülasa O’nun iradesi
benim iradem veya benim iraden O’nun iradesi olursa Uluhiyetin bende bulunması,
yani – haşa - benim de Allah olmaklığım icap eder. Bu bir!...
İkincisi, ben kendi imkanlarım dahilinde bulunan bütün işleri yapabiliyorum.
Mesela bir bardağı elime alıp kırılmaması için bir rafa koyabiliyorum. Veya bu işi
yaparken yarı yolda vazgeçerek onu yere atıp kırabiliyorum. Yani, benim iradem bir
sürü birbirine zıt istikametlerde keyfi tezahürler gösterebiliyor. O kadar ki bazan bu
hususta düşmüş bulunduğum tereddütler, irademi atıl ve işlemez bir hale bile koyuyor.
Ve bu sırada ne yapacağımı şaşırmış, aciz bir durumda kaldığımı da hissediyorum.
Demekki evvela, iradi olarak yaptığım hareketler neticesinde birbirine nisbetle az
veya çok iyi, az veya çok fena, az veya çok mükemmel eserler meydana
getirebiliyorum. Saniyen, bir işe başladığım zaman onu iyi olarak yaptığımı
zannederek, yarı yolda onun fena netice vereceğini ve aldanmış olduğumu anlıyorum
ve daha iyisini yapmak için bu defa o başladığım işten pişman olarak onun aksini
yapmağa başlıyorum. Salisen, bazan da bir işi hem şu, hem bu şekilde yapmak
kararsızlığı içinde iradi teşebbüslerim bir o tarafa bir bu tarafa kayarak duruyor ve hiç
bir iş yapamaz, irademi, bir aciz içinde kalarak kullanamaz hale geliyorum.
Şimdi cebriyun nazariyesinin ikinci mefhum altında neticelendirdiği fikirlere
göre – haşa – ben nasıl Allah olabilirim ki keyif ve hevesime tabi olarak veya
herhangi bir bilgisizliğimin veya yanlış görüşümün tesiri altında kalarak irademle
karar vermiş olduğum ve tahakkuk sahasına çıkarmak üzere bulunduğum bir işi
bilahara beğenmediğim için başka türlü yapmağa karar verebilirim?... Fakat onu da
bir kaç vakit sonra beğenmiyerek daha iyisini yapmak gayretile o kararımıda
değiştirmeğe kalkışırım?... Ve nihayet günün birinde büsbütün şaşırıp, yaptığım
birinci, ve ikinci işin münasebetsiz olduğuna hükmederek hiç bir şey yapamaz hale
gelirim?... Buna rağmen – haşa - benim Allahlık iddiamı, hiç bir mazeretle, hiç bir
akıl sahibi kabul edemez.
Determinizma ve fatalizma hakkında 19

Allah var mıdır, yok mudur?... Elbette vardır. Ve bütün hareket noktamız,
bütün düşüncelerimizin başlangıcı Allahın mutlak varlığı hakkındaki kati imanımıza
dayanır. Diğer taraftan şuna da kati bir imanla inanırız ki Allah, bu gün yaptığını yarın
bozan, bu gün kötü, yarın daha iyi, öbür gün ne iyi, ne kötü işler yaptığını sanan veya
günün birinde şaşırıp hiç bir iş yapamaz hale giren, yaptığı işlerde noksanlık bulunan,
keyif ve heveslerine tabi, gidişata göre canı ne isterse onu yapan kaprisli bir varlık
sembolü asla ve asla değildir. Bunu böyle kabul eden kimse her şeyden evvel, Allahın
varlığına inanıp inanmadığını kendi kendinden sormak zorunda kalmalıdır.
Bundan başka, eğer ilahi iradenin böyle beceriksiz bir insan elinde bozar yazar
tahtasında olduğu gibi her an değişen, birbirini tutmıyan, birbirine taban tabana zıt
yollarda tahakkuk eden veya edemiyen tecelliyatını doğru bir fikir mahsulü imiş gibi
kabul edersek, bu kabul ediş her şeyden evvel cebriyunun anladığı manadaki
mukadderat mefhumuna aykırı bir hareket olur. Zira, hatırlatırız ki o tarifte: Allahın
bütün hadisatı ezelden, kabli bir hükümle tesbit etmiş olduğu ve bunun dışında hiç bir
hareketin, hiç bir varlık tarafından yapılamıyacağı, yani o ezeli hükmü kimsenin
değiştiremiyeceği mefhumu ön planda bulunmakta idi. Halbuki ele almış olduğumuz
misallerde görüldüğü gibi, ezel ve ebet şöyle dursun, en kısa bir müddet içinde bile
hadiseler varlıkların iradelerile istikametlerini mütemadiyen değiştirmektedirler. O
halde bu hadisat, hiç bir sıfat ve illet kabul etmiyen Allahın iradesinin değil, bir sürü
sıfat ve illetle malül bulunan ve Allahın mahluku olan kullarının eseri olmak lazım
gelir. Ve Allahın iradesinin, böyle zayıf bir insan anlayışı ile bile izafi, nisbi ve gelip
geçici kıymetlerle doğrudan doğruya münasebeti olabileceğini düşünmek dahi mühim
derecede bir bilgi eksikliğini ifade eder. İlahi irade kanunlarından, tabiat
kanunlarından görüp idrak edebildiklerinize bakınız: bunların hangisi insanların
iradeleri, mahsulü olarak ortaya koydukları kanun ve kaideler gibi sık sık manzarasını
değiştiren yazar bozar tahtasındakilere benzer!
Allah, mutlaktır. Bu kelimeyi herkes söyliyebilir. Fakat bu kelimenin delalet
ettiği mana üzerinde kaç kişi selametle düşünebilir ve kim bu manaya nüfuz
edebilecek kudreti gösterebilmiştir?.. Bir insan düşüncesi, bir insan duygusu bu büyük
mefhumu ne kavrıyabilir, ne manalandırabilir, ne de manalandırmak ve kavramak
iktidarını kazanabilir. Fakat bir insan eğer çok düşünür, senelerce bu mefhum
üzerinde bir şeyler duyabilmek azmile çırpınırsa belki günün birinde bu hususa dair
çok noksan, çok basit ve iptidai bir takım düşünce ve duyguların kendisinde belirmeğe
başladığını görebilir. İşte bu kadar kısır ve beşeri bir görüş ve duyuşla biz Mutlak
hakkında ancak şunu söyliyebiliyoruz: Allahın tasavvur ettiğinden, murat
eylediğinden, ve yaptığından daha mükemmel, daha iyi, daha üstün ve daha başka
türlü hiç
20 Mukadderat ve İcabat

bir tasavvurun, hiç bir muradın ve işin mevcudiyeti asla bahis mevzuu olamaz.
Binaenaleyh, Allahın Mutlak Yaratış Faaliyetinde ne batında, ne zahirde, ne bizim
anlıyabileceğimiz veya anlıyamayacağımız şekilde hiç bir bozukluk, hiç bir tamire
mühtaç, hiç bir bozulup baştan yapılmağa mahkum eser yoktur. Ve böyle eserler
ancak, izafiyet ve nisbilikle malul mahlukatın iradesine terkedilmiştir. Bu bir
hakikattir. Ve bu hakikat karşısında her şeye göz yumarak ve birtakım beşeri ve kabli
itikatlarımızı tatmin edeceğiz diye: ( Allah bir bardağı kırmak isterken yarı yolda vaz
geçti, onu bir rafa koydu. Veya hiç birisini beceremedi, kararsızlık içinde kaldı ) gibi
aklın ve selim hissin asla kabul edemiyeceği bir fikri zorla sürüklemiye biz şahsen
razı olamayız.
Bir işin yapılırken yarı yolda vaz geçilmesi, veya o işin yapıldıktan sonra daha
iyi ve başka türlü olarak da yapılabilmasi imkanının mevcut olarak kalması şu manaya
delalet eder: O iş öyle yapılmıyacaktı. Öyle yapılsaydı matluba muvafık olmazdı.
Veya herhangi bir mahsurla karşılaşabilirdi. Onun için o iş, başka türlü yapılmalı idi.
Fakat nedense ya bir hata, ya bir bilgisizlik veyahut da herhangi mücbir bir sebep o
işin böyle yapılmasını neticelendirdi. Lakin bu engeller ortadan kalkar kalkmaz o iş
değişecek ve yıkılarak yerine başka türlü ve matluba daha muvafık olanı ikame
edilecektir. Ve işte ben, Allah hakkında, Mutlak hakkında böyle tamamen beşeri
zaafın en iyi bir nümunesi olan illetli bir faaliyeti kabul etmek şöyle dursun
düşünmekten bile hazer ediyorum. Ve bu firkin kabulü için ileri sürülen mazeretlerin
hiç birisi beni tatmin edemiyor.
Allahın muradında, kararında, işinde pişmanlık, kararsızlık, tereddüt,
noksanlık, gelip geçicilik, keyif, heves, mecburiyet…gibi yalnız insanlar ve hatta
insanların da nisbeten zayıf ve aciz olanlarına mahsus hallerden tamamile münezzeh
olduğuna iman ederim. Ve bu imanımın da çok derin akli ve hissi sebepleri vardır.
İnsan iradesini inkar eden cebriyun faraziyesini incelerken takıldığımız üçüncü
nokta şudur: Mesela ben bir işe başlamak, bir memuriyete girmek istiyorum. Veya
ticaret hayatına atılmak için bir teşebbüse girişiyorum. Ve bu arzumun tahakkuku için
de iradi bir faaliyet sarfetmeğe başlıyorum. Fakat şu da var ki teşebbüs ettiğim işin
tahakkukunu bütün varlığımla özlemekteyim ve bunun için bütün cehit ve gayretimi
de sarfediyorum. Tam bu sırada, ya karşıma çıkan bir nadan kişi bu işimi bozuyor
veya üstüme yıkılan bir duvarın bende tevlit ettiği mühim bir maluliyet o işi
yapabilmekten beni menedecek kadar aciz bir duruma sokuyor ve bu suretle beni o
işten alakoyuyor. Şu halde burada, benim irademi yerle bir eden daha üstün ve hakim
bir irade ile karşı karşıya bulunuyorum. Ve benim irademle tamamile aksi istikamette
çalışan o iradenin çarpışmasından elde ettiğim netice beni o kadar sarsıyor ki ben
bazan bundan
Determinizma ve fatalizma hakkında 21

dayanamıyacağım kadar azap da duymağa başlıyorum. Bu ne demektir?... Haniya


benim iradem Allahın iradesi idi ya?...Ve haniya Uluhiyet bende idi ya?...Bu sözler
nerede kaldı?...Acaba, ilahi irade şiarını taşıdığı iddia edilen benim bu irademin
dışında ve fevkinde benimkini perişan eden ve yere seren başka bir irade dahamı
var?...Eğer böyle ise birbirile çarpışan, birinin yapmak istediğini diğeri bozan ve
ekseriya birbirile cidal halinde bulunan ve birbirini yenmeğe çalışan ve yenen iki, on,
yüz, bin, milyar ve sayısız Allahlar ve onların iradeleri mi var?...Bu ne iştir?...Burada
bir can kurtaran simidi gibi ortaya atılacağını sandığım << vahdette kesret, kesrette
vahdet >> mefhumu da bu suallerin cevabını vermiş olmaktan çok uzak görünüyor.
Ve biz açık hakikatleri ve konuşmaları, böyle bir takım kapalı sözlerle, muğlak ve
izah edilememiş formüllerle fikir labirentleri içinde boğmaya çalışmanın hiç bir
kimseye faydası olmıyacağına kani bulunuyoruz. Ve böyle hareketlere, neticelerini
düşünmeden cesaret edenleri de sevgi ve saygı ile, vicdanlarının seslerini dinlemeğe
davet ederiz. Bu mulahazalarımız karşısında belki bize şu iki yoldan mukabelede
bulunanlar olabilir:

1- Bunlar herkesin anlayamıyacağı kadar derin meselelerdir,


2- Kesret halinde görünen tezatlar zahirdedir, orada vahdeti görmek esastır.

Birincilere karşı söyleyecek sözümüz yok. Bu hususta sadece, kendilerinden


gayri hiç bir kimsenin akıl erdiremiyeceği bu karışık fikirlerini anlıyabilecek kudrete
malik değilsek buna üzüldüğümüzü arzederiz. İkinci düşünce sahiplerine gelince:
Bunlara karşı biraz önce dediklerimizi tekrarlarız. Mutlak, kainatı yaratmış ve orada
büyük bir illiyet prensibini hakim kılmıştır. Allahın beşeri bir hüviyeti
ve ancak bu hüviyetle kaabili izah keyfi, maddi tecribi zaruretleri yoktur. O, kainatı
bizim idrak edebileceğimiz şu veya bu maksatla faydalanmak gibi beşeri endişelere
zebun olarak yaratmıştır da diyemeyiz. Ve bizzat kendisine karşı bir dram sahnesi
kurmak şiarından da Allahın münezzeh olduğuna kaniiz. Binaenaleyh vahdeti vücut
fikrinin, Mutlak hakkındaki mefhumu her noktasında hırpalıyan, inciten, baltalıyan ve
çok defa yerle bir eden tezatlarla dolu << kesret halindeki zuhuratını>>
manalandırabilmek, haklı göstermek ve bilhassa hür vicdan sahibi araştırıcıları tatmin
edici deliller ve fikirlerle izah etmek, bu davayı yürütmek istiyenlerin yapmakla
mükellef bulundukları bir vazife olsa gerektir. Yoksa anlaşılması güç olmaktan
ziyade imkansız görünen böyle bir davanın benimsenmesine, tatminkar bir müdafaası
yapılmadan, ne kadar yüksek olursa olsun birkaç otoritenin, çoğu yanlış tefsir edilmiş
veya belki de değiştirilerek kabul olunmuş şehadeti kafi gelmez.

Fakat henüz bu nokta üzerindeki müşkilatımızı da yenemeden cebriyunun


insan iradesini inkar eden durumuna karşı dördüncü bir engelin
22 Mukadderat ve İcabat

önümüze dikildiğini görüyoruz: Ben hiç bir kimseye fenalık yapmamak, başkalarının
zararını mucip olmamak ve insanlarla iyi surette geçinmek istek ve iradesile yaşayıp
dururken günün birinde herhangi bir dış tesir altında içtiğim zehirli tahrik ve tenbih
edici ve şuurumu, irademi gevşetici bir içkiden sonra karşımda bulunan bir adamı
ehemmiyetsiz bir mesele yüzünden yaralıyorum. Acaba bendeki Allahın iradesinin
zuhuru böyle birkaç damlacık bir mayinin tesirine zebun olarak derhal mutat
istikametini değiştirecek kadar aciz, gayri sabit ve oynak mıdır? Ve eğer böyle ise,
nasıl oluyorda ilahi irade, değişmez kanunlarile milyarlar ve milyarlar içinde milyarlar
ve milyarlar kere namütenahi tezahüratını kıl kadar şaşmadan ve akıllara hayret
verecek şekilde bütün kainatı ebedi ve ezeli nizam ve ahengi içinde yürütüp
gidebiliyor?...Eğer o irade bir serhoş adamın gelip geçici keyfi kadar oynak ve
kararsız olsaydı hatta kainat değil, tabiatın en küçük bir zerresi dahi bir an olsun
ayakta tutunamazdı. Ve kevni nizam içindeki sonsuz sayruretler ve münasebetler
temadi edemezdi.
İşte bu sualimizin cevabını alamadan, insan iradesini inkar edenlere karşı
beşinci bir itirazın da dikildiğini görüveriyoruz: görüyoruz ki aklıbaşında ve nisbeten
tekamül etmiş bulunan her varlığın inkişaf etmiş bir vicdanı ve bu vicdanının
kendisine hükmeyliyen emirleri vardır. Ve insan, vicdanının bu açık emirlerini
yapmamaktan mütevellit ağır bir takım mesuliyet duygularını da taşımaktadır. Ve
nihayet, bu mesuliyet hissinden kaçmak istiyen insan, gene vicdanının – bazan çok
şiddetli – azap ve ıstıraplar doğurucu ağır tevbih ve itaplarına maruz kalmaktadır.
Öyle ki bu azaplar bazan onu, hakiki bir cehennem hayatında yaşatacak kadar üzer
sıkar ve hırpalar. Şunu da bilir ve kabul ederiz ki vicdanın bu hırpalayıcı tazyiki, insan
iradesinin nefsaniyete uyup vicdan emirlerine aykırı işler yapmağa başladığı anda
kendisini gösterir.
Şimdi bir insan, eğer böyle vicdanının emir hilafına herhangi bir hareketi
ihtiyar ediyorsa bu hareket elbette onun öz iradesinin mahsulü olmak icabeder. Zira
iradesiz hiç bir hareket tahakkuk edemez. Halbuki insanın müstakil ve öz varlığına ait
iradesi bulunmadığını, yani daha doğrusu onda tecelli eden iradenin Allahın iradesi
olduğunu kabul edenlere göre, bu vicdan azabına sebep olan işin yapılmasında amil
iradenin de o insana değil Allaha ait olması lazımgelirdi. Böyle olunca, mesuliyetin de
o insana değil - haşa – gene Allaha raci olması fikri ortaya çıkardı. Zira mesuliyet
ancak fiilin davet ettiği bir neticedir. Ve fiil kime ait ise mesuliyet de ona aittir.
Ahmedin kabahatinden dolayı Mehmet mesul tutulamaz. Binaenaleyh Ahmedin
yaptığı kötü işten, Mehmedin, vicdan azabı çekmemesi icap eder. Bu bir hakikat iken,
bir insanın ; bir insanın şahsına münhasır iradi hiç bir rolü bulunmadan, veya ancak
Allahın iradesile ister istemez veyahut hatta kendisine, farkında olmadan zorla kabul
ettirilmiş bir is-
Determinizma ve fatalizma hakkında 23

teğin tesiri altında yaptığı bir işin neticesinde azap duymaması lazımgelir. Halbuki o,
bu yaptığı işin kötülüğü derecesile ölçülü bir şiddet dahilinde, bazan dayanılmaz
derecede azaplar içinde kıvranıp durmaktadır. Hiç bir aklın ve hissin kavrıyamıyacağı
bu tezat nedir?... İnsanın yalnız iradesini değil, bütün hüviyetini inkar etmeğe ve onu,
ilahi hüviyetin bir tecellisi olarak ele almağa kalkışanlar varsa bu kanaat sahiplerine
karşı şu sual sorulabilir: Allah kendi kendisine böyle bir azabı ve işkenceyi tattırmak
zaruretinde midir? Ve bu zaruretin hikmeti nedir?...Eğer Allah şu veya bu zaruret
veya sebeple bu işkenceyi kendisine münasip görmüş ise, o işkencenin şiddetli
sarsıntıları altında elaleme ve kendisine karşı ne diye feryat ve figan edip
durmaktadır?...Böyle birşey olmaz. Ve böyle fikirlerle, büyük ilahi yolda süratli
hamleler alarak ilerlemek çok güç olur kanaatindeyiz. Bir sual daha: bu kötü işin
yapılmasındaki irade insanın değil, Allahın iradesi olduğuna göre, insanda doğan
mesuliyet duygusunun ve endişesinin sebebi nedir ve bu endişe kimin hesabına
duyulmaktadir? Ve neden insan, ağır bir mesuliyet hissi ve korkusu altında o işi yapıp
yapmamakta tereddütlü bir haleti ruhiye geçirmekte ve bazan da karar
verememektedir? Zira ilahi iradenin tahakkuku hiç bir insanın keyif ve kararına tabi
olmamak icap eder.
Fakat bunlarda hakikat aramak doğru değildir. Allahın yanlış bir hareket
yapması, ve bunun neticesinde vicdan azabı çekmesi, mesuliyet hissi duyması veya
başkasına çektirmesi veya duyurması hiçbir vakit Allahın azameti ve adaleti ile telifi
mümkün olmıyan birer fikir halinde kalmaktan öteye geçemez.
Kulun iradesini inkar edenler, ilahi kanunlar ve mefhumlarla başka bir
bakımdan daha tezatlar içinde düşebilirler, şöyle ki: Tekamül güneş ışığı gibi aşikar
bir hakikattir. Bütün varlıklar tekamül halindedirler. Her varlık kemalin muhtelif
mertebelerine basamak basamak yükselerek çıkmaktadır. Demekki kemal,
kazanılmakta olan bir haktır. Kemalin kısaca manası, bir varlığın, erişmiş olduğu
olgunluk derecesinden bir merhale daha öteye gitmesini ifade eder. Gerek maddi,
gerek manevi manada düşünülsün, bir insanın, bulunduğu noktadan bir adım bile ileri
gitmesi maddi veya ruhi bir hareketle kaim ve mümkün olur. Yani hareketsiz yer
değiştirme olamaz. Ve yer değiştirme olmayınca da merhaleler katetmek
düşünülemez. Gerek maddi, gerek ruhi manada bir ilerleme ancak maddi veya ruhi bir
faaliyet, yani hareketle mümkün olur. Şu halde tekamül, ruhun bizzat kendi isteği ile
kımıldayişi, bir cehit ve gayret gösterişi ile kaabildir ki bu da ancak iradeye
mütevakkıf bir iştir.
Şimdi, tekamül bir merhale atlamak ise ve bu merhaleyi atlamak için de iradi
bir cehit ve gayret göstermek icap ediyorsa ve tekamül de kazanılmış bir hak ise
tekamülün, irade sahibine ait olması icap etmez mi? Bu fikri daha ziyade açıklamak
için maddi bir misal üzerinde konuşaca-
24 Mukadderat ve İcabat

ğım: yerde masanın bir ayağı dibinde bir kibrit kutusu durmaktadır. Bu kutunun
bulunduğu yeri bir merhale, ve masanın üstünü de ondan daha üstün bir merhale
olarak kabul edelim. Ve kutunun yerden kalkıp masanın üzerine konmasını da bir
tekamül devresi olarak düşünelim. Yani, eğer bu kutu yerden kalkıp masanın üzerine
konursa onun bir marhale atlıyarak tekamül ettiğini farzedelim. Bu kutu yerden kimin
iradesi ile kalkıp masanın üzerine konabilir? Burada iki ihtimalden birini düşünürüz:
A- Bu kutuyu ben elimle yerden kaldırıp masanın üzerine koyarım,
B- Veya kibrit kutusu canlanır kendi iradesini kullanarak veya kendi istiyerek
masanın üzerine çıkmak için tırmanmağa çalışır. Bu iki ihtimalde de netice birbirinin
aynidir. Yani kutu yerden kalkıp masanın üzerine konmuş ve ve bu suretle bir tekamül
merhalesi aşılmıştır. Fakat buradaki tekamül kime ait olacaktır? Birinci ihtimalde
kutunun yerden kalkıp masanın üzerine konması hadisesinde iradi cehit ve gayret
sarfeden kutu değil, ben oldum. Tekamül, kazanılmış bir keyfiyet olduğuna göre,
burada tekamül eden kutu olmıyacak, ben olacağım. Ancak ikinci ihtimale göredir ki
tekamül bizzat iradi cehit ve gayret sarfedeneve istiyene ve bu faaliyeti ile de bazı
şeyler kazanana ait olacaktır ki bu da kutudur. Demekki, birinci ihtimalde ben
tekamül yolunda iradi bir faaliyet gösterdiğim için haklı olarak tekamül ediyorum,
tamamile pasif ve atıl kalan kibrit kutusu ise benim bu tekamülüme ancak bir vasıta
olarak kalıyor. Gene mevzuumuza dönelim: Eğer cebriyunun kabul ettiği gibi, insan
iradesini inkar eder ve insanlar tarafından yapılan bütün işleri Allahın yapmakta ve
Allah tarafından yaptırılmakta olduğunu ve insanların buradaki iradelerinin sanki
insanlara ayitmiş gibi zevahirden ibaret bulunduğunu düşünürsek o zaman insanın
rolü tıpkı yukardaki kibrit kutusununkinin ayni olur. Ve insanla kibrit kutusu arasında
hiçbir fark kalmaz. Böyle olunca, yani insanın tekamülünde rol oynıyan iradeyi, cehit
ve gayreti – ki bunlar da iradenin mahsulüdür – insandan alıp Allaha ait gibi
düşününce, burada asıl tekamül eden ve tekamüle muhtaç olan varlığın insan
olmıyacağını ve – haşa – Allah olacağını ve insanında ancak ilahi tekamüle bir vasıta
olarak kalacağını düşünmek dalaletine düşeriz.
Hangi aklı başında olan bir insan, Allahın tekamüle ihtiyacı bulunduğunu ve
hele daha ileri giderek, bunun için insan gibi mahlukatın tavassutuna mühtaç
bulunduğunu velev bir an bile düşünmek gaflet ve cüretinde bulunabilir.
Hangi cepheden bakarsak bakalım, insan iradesini inkar edip onun yapmakta
olduğu bütün işlerin kendisine harfi harfine Allah tarafından yaptırıldığını hele, bunun
birde ezelden taayyün etmiş olduğunu düşünmekle birtakım karanlık, çıkmaz yollarda
ve tehlikeli labirentler içinde şaşkın bir halde kendimizi kaybetmiş oluruz.

***
Determinizma ve fatalizma hakkında 25

Fakat bu iş başka türlüdür. Kainatta şaşmadan, ezelden ebede kadar hakim ve


nazım olan ve bizim hiçbir şekilde kavrıyabilmemize müsait bulunmıyan ilahi irade
kanunları, böyle binbir beşeri zaaf içinde her an değişmeğe mahkum ve dış alemin her
hadisesi karşısında eğilmeğe zebun insan iradesi ile hiç bir şekilde, hiç bir zaman
ölçülemez. Yoksa eğer, kainatın nizam ve ahengini kuran ve ayakta tutan ilahi irade
kanunları böyle beşeri hallerde görünen evsaf ve noksanlıklar ile malül olsaydı ortada
ne nizam, ne ahenk, ne mükemmeliyet, ne de emniyet kalırdı. Ve koca kainat iptidai
bir insan kadar şaşkın ve onun kadar dağınık ve emniyetsiz bir hal içinde tezatların,
kargaşalıkların ve korkunç bir anarşinin sarsıntısı ile çoktan yıkılıp giderdi, hatta
kurulamazdı.
Ama biz görüyoruz ki kainat, bütün bu namütenahi, sonsuz ve mudil
hadiselerile dünyadaki en akıllı insanın bile bütün hayatı boyunca mütemadiyen
değişen ve ekseriya birbirini tutmıyan ve birbirini yıkan ve bozan eserleri gibi
intizamsız ve karmakarışık değildir. Ve eğer, kainatın tekamüle matuf ahengini ve
mazbut kanunlarının düzenleyici ve frenleyici tesirleri mevcut olmasaydı, o mağruru
insanın bu muazzam ve aklının asla erdiremiyeceği kadar karışık hayat seli ortasında
– bütün Allahlık iddiasına rağmen – bir kulaçlık ilerleme şöyle dursun, bir an bile
barınıp olduğu yerde dahi tutunabilmesine imkan kalmazdı.
Mukadderin insan iradesini külliyen inkar eden bir cebriyun görüşü ile izahı,
insanlığın selametini ve yükselişini değil, dar bir saha içinde bir nokta etrafında dönüp
dolaşan ve vicdan mesuliyetinden kaçmağa çalışan avare bir beşeriyetin maddi ve
manevi çöküntüsünü ve izmihlalini hazırlar. Zira o insan ki yaptığı bütün işlerin hiç
birisini kendi iradesi eseri olarak kabul etmez, onların Allah tarafından ve onun dileği
ile kendisine yaptırıldığına veyahut kendi iradesinin doğrudan doğruya Allahın iradesi
olduğuna kendisini inandırmağa uğraşır, o insanın kendi vicdanına karşı
kabulleneceği hiçbir kabahat hiçbir günah, hiçbir hata ve bilhassa hiçbir mesuliyet
duygusu bahis mevzuu olamaz. Bu hal ise ahlak ve ruh düşkünlüklerinde herhangi bir
salahın husulüne doğru kendisinde herhangi bir cehit ve gayretin doğmasına engel
olur. Ve hatta onu o kadar ileri derecede bir dalalete kadar da götürebilir ki bu dalalet
içinde o, kendinden sadir olan bütün kabahatleri Allahın, karşı gelinmemesi lazım
olan ve mukavemeti imkansız bulunan bir emri olarak kabul eder ve yürümekte
olduğu ıslaha mühtaç yolda bütün suç ve kusurlarını mazur görerek pervasızca ve
nisbi bir huzur içinde seyrine devam eder gider. ( 1 )
İnsiyak ve temayülleri, isteği, iradesi, iradi olan cehit ve gayretleri ve nihayet
gene irade ile kaim bulunan tahayyül melekesi elinden alınmış bir insanın bir taş
parçasından farkı kalmaz. Halbuki insan bir taş par-

( 1 ) Mürakabei Nesif bahsine müracaat


26 Mukadderat ve İcabat

çası değildir. O halde nasıl olur da insan bir taş parçası gibi mütalaa edilebilir? Buna
sebep ve lüzum nedir?
İradesi, cehit ve gayrete müteallik bütün şahsi faaliyetleri kaldırılmış bir insan
şahsiyet ve hüviyet sahibi sayılamaz. Yani bu görüşe nazaran, onda zahir olan
hüviyet, insan halinde müstakil bir irade sahibi ve hareketlerinin mesuliyetini müdrik
bir varlık olmak şiarının ifadesi değil, kainatta herşey olan ve her şeyden başka bir şey
olmıyan bir Kül mefhumunun insan suretindeki veya mertebesindeki tecellisinden
ibaret kalır. Keza bir taş parçası da böyledir, bir kurumuş ağaç da böyledir, bir kedi
yavrusunun leşi de böyledir.
Fakat hakikatte iş böyle değildir. Allahın, bir insan isteyişi ile istediğini kabul
etmekten masunuz. Onun isteyişi ve iradesi yalnız insanın değil, kainattaki bütün
mahlukatın anlıyabileceği ve herhangi bir isteyiş ve irade ile kıyaslandırabileceği bir
istek ve irade değildir kanaatindeyiz. Eğer biz ve başkaları ona, istek ve irade diyorsak
bu, Onun istek ve iradesinin bizimkine benzediğini ifade maksadile söylenmiş bir söz
olamaz. Bu ancak, insanın, kendi duygu, düşünce ve idrakinin ilahi istek ve irade
mefhumunu kavrıyamamasının, duyamamasının ve asla kavrıyamıyacak ve
duyamıyacak olmasının, hülasa bu husustaki tam aczinin ifadesi halinde söylenmiş bir
kelam olabilir.
Allah mutlaktır. Hiçbir şey, hiçbir varlık, hiçbir hadise Onunla nisbet edilemez
ve kıyaslanamaz. Bunu bir hakikat olarak kabul edemiyen pek az kişi bulunur
kanaatindeyiz. Fakat bir taraftan bu hakikati böylece kabul ederken diğer taraftan da
Allahın iradesinin kendi aciz şahsında tecelli ettiğini ileri sürmek doğru olmasa
gerektir. Allahın sonsuz kudretlerine ait iman her an bizim içimizde, bizim en büyük
kudretimizi teşkil eden, özvarlığımızın melekesi halindedir. Bu ise Allahtan bir parça
almak demek değil, Onun hiçbir mahluk tarafından varılması mümkün olmıyan
kudretlerinin bu azameti ve mutlak füshati karşısında insanın kendi varlığını unutması
ve bir hiçten ibaret olduğunu anlaması demektir. Yoksa Allah ile hiçbir kul arasında
katedilecek bir mesafe mefhumu asla bahis mavzuu olamaz. Biz Onun huzurunda ne
kadar küçüklüğümüzü duyar ve bir sıfırdan ibaret olduğumuzu, yani Onunla kıyas ve
nisbet edilebilecek hiçbir tarafımızın bulunmadığını ne kadar iyi kavrıyabilirsek ona
manen o kadar yaklaşabildiğimizi hissederiz. Bilakis kendimizi onun iradesine bir
makar sanacak kadar yükseklik vehmine kapıldıkça, hakikatte Ondan manen o kadar
uzaklaşmakta olduğumuzu da bilmeliyiz. Hakiki bahtiyarlık bu hakikati anlayıp ona
göre hareketini insanın ayarlıyabilmesindedir.
Ben isterim ve yapmıya teşebbüs ederim. Fakat benim bu istek ve iradem her
zaman ve mekanda sayısız ve hesapsız illetlerle malamaldır
Determinizma ve fatalizma hakkında 27

ve sayısız, hesapsız engellerle karşı karşıyadır. O ister ve irade eyler. Fakat ne Onda
herhangi bir illetin mevcudiyeti, ne de Onun herhangi bir mania ile karşılaşması asla
bahis mevzuu olamaz. O ne istedi ise o ancak odur ve onun ondan başka türlü
olmasına ne mekanda, ne zamanda ve ne de mekan ve zaman dışında hiçbir imkan
tasavvur edilemiyeceğine inanıyoruz. Ama bu sözlerin manasını anlamak kolay mı?
Hayır. Çünkü esasen Mutlakı anlıyabilmenin değil, hatta Onun hakkında bir tek söz
söyliyebilmenin bile imkansızlığı karşısında Mutlaka müteallik şeylerin anlaşılması
elbette mümkün olmıyacaktır. Bütün bu sözler ancak birer duygudan ibarettir ve
ebediyen böyle kalacaktır.
Benim bütün isteyişlerim, bütün özleyişlerim ve tahayyüllerim benim gibi
daha diğer namütenahi varlığın namütenahi istek ve özleyişlerile dolu olan bu kesret
aleminin namütenahi zıt veya uygun tezahürlerine katılır. Bu, bir ahenktir. Ve bu
ahengi kuran nizam hiçbir şeye katılmıyan, hiçbir şeyle kıyaslanmıyan ve karşısında
bütün nisbetleri ve ölçüleri yok eden, ve her şeyi sevk ve idare eyliyen ilahi iradenin,
hiçbir varlık ve kul tarafından kavranabilmesi mümkün olmıyacak bir sonsuzluk,
ebediyet ve şümul içinde yayılmış kanunlarının icabatına tabidir. Bu sözlerin manası
bu kitabın müteakip sayfaları okunurken daha iyi anlaşılabilecektir zannederiz.
İşte ben böylece Allahın huzurunda ancak küçüklüğünü hiçliğini düşünerek ve
buna iman ederek kudret kazanan bir varlık olduğumu hissediyorum. Ve bu
kudretimle ilahi bahşayişlerden hisse alarak ilerliyor ve yükseliyorum. Fakat gene işte
ben, bu kudretimle, bu düşüncemle ve bu yükselişimle, bana ardsız arasız lütuflar
bahşeden Tanrıma karşı şükran borçlarını ödiyebilmekten aciz ve aczini her an duyan
biçare kulum. Ve bu biçareliğimle de bahtiyar oluyorum. Nihayet ben, bu bahtiyarlığa
ancak ilahi irade kanunlarının icabatına kendi irademi uydurabilmeği talim ede ede ve
bunun için bıkmadan ve yorulmadan cehitler sarfede ede ulaştım ve bahtiyarlığımın
daha ileri safhalarına da gene bu yoldan ulaşacağıma kani bulunuyorum. Bu da
Allahın bana bahşettiği büyük lütuflardan birisidir. Şükran ve hayranlık içinde Ona
hamdederim. Ve hamdederim ki ne onun erişilmez ve anlaşılmaz büyüklüğü
karşısında benim bu küçüklüğümü duyarak yükselişimin bir sona varması
mümkündür, ne de ben sonlarını bekliyen insanların hazin ve endişeli düşüncelerile
zebun muzmahilim! Bütün kıymetli okuyucularımın da şu anda içinde bulunduğum
derin haz ve huzuru duymaları fırsatına kavuşmalarını dilerim.

***

İnsanları endişe içinde bırakan meselelerin en büyüğü, dünyanın nereye doğru


gittiği hakkındaki düşüncelerdir. Fakat haddi zatında insanlar işkencelerini bizzat
yaratırlar. İnsanlık bütün hayatı boyunca iradesini,
28 Mukadderat ve İcabat

kendisini yükseltmeğe hadim olacak işlerde kullanmıyor ve cehit ve gayretlerini


maaliyat yolunda sarfetmesini bilmiyor. Bugün insanların büyük ıstıraplarını ve hatta
işkence ile dolu hayatlarını hazırlıyan amillerin başında hodkamlık duygusu
gelmektedir. İnsanlar yalnız kendi nefislerini düşünmekle ve kendi saadetlerini
başkalarının gözyaşlarında aramak dalaletinde devam etmekle ızdıraplardan hiçbir
vakit kurtulamıyacaklardır. Bu hakikati çocuklarımıza daha çok küçük yaştan itibaren
telkin edip öğretmedikçe ve onları ilahi irade kanunlarının yüksek bir icabı olan
diğerkamlık hislerine alıştırmadıkça beşeriyetin göz yaşını dindirmek mümkün
olmıyacaktır.
İnsanlar kötülükleri tahayyül ve tasavvur ettikçe onları yaratmış oluyorlar.
Zira tahayyül, yaratıcı bir melekedir. Halbuki bakılırsa insanların irade ve tahayyül
melekelerinin bu günkü faaliyet yollarının, maaliyattan ve insanları mesut edici
diğerkamca hareketlerden ziyade müşterek bedbahtlıklara sebep olan aşağı ve
hodkamca hareketlere yönelmiş olduğu görülür. İnsanlar arasındaki telakkilerin çoğu
ve milletler arasında cari kaideler bile hep hodkamca esaslara dayanmaktadır. Halbuki
insanlık, yoldan çıkar, yalnız kendi menfaatine düşer ve faydalarını yalnız
başkalarının zararında ararsa, yani ilahi yolda kendi iradesile kendisine bir çeki düzen
vermek teşebbüsüne girişmezse yardım kaynaklarına erişemez olur. Yani kendisine
yaklaşmak istiyen yardımları göremez. İşte ilahi irade kanunlarının bir icabı da budur.
Tabiat kanun ve kaidelerinde görülen nizam ve ahenk ile insanların koydukları
kaideler arasında nizamsızlık ve ahenksizlik farkı vardır. Tabiat hadiselerine bakalım:
Bir nehir bir kıtadan kalkıp başka bir kıtaya gidemez, yağmurlar düştükleri yerlerde
yangın hasıl edemezler, ateş de yeri ıslatmaz ve dağlar ise memleket memleket
dolaşamazlar…Bütün bunlar sıkı bir nizam ve inzibat altında hareket ederek tabiatın
dünyada o kadar uygunsuzca yapılmakta olan işler de vardır ki bunlar, bu ahengin
güzelliği ihtişamı içinde sırıtan acemice eserler halinde görünürler. Bütün bunlar
insanların sakat düşünce, duygu ve isteklerinin birer tezahürüdür. Fakat Allahın
iradesinin kanunları, o kanunların icaplarına uydukça yükselen varlıkların birer
vazifesi halinde noktası noktasına tatbik edilerek bizim görebileceğimiz büyük tabiat
nizamını temin ederken, bu ilahi irade kanunlarına uzun yollarda çalışıp didinerek
iradesini uydurmağa gayret eden insanlık alemindeki teşevvüş halleri de o büyük
ahenk tarafından – tekamül dediğimiz vetire ile – öğütüle öğütüle tedricen ve
mütemadiyen matlup şekillere sokulur. Bu bakımdan, namütenahiliği ifade eden ilahi
ahenk içinde bir ahenk, bir kül teşkil eden haller arzeder. Çok kısa ve belki de
maksadı
Determinizma ve fatalizma hakkında 29

ifade edebilmekten uzak olarak buna, bir mektebin muayyen ve mazbut nizamı içinde
o nizama uymağa çalışan talebelerin çarpık çurpuk hareketlerinin o nizamla teşkil
etmiş olduğu ahenk belki bir misal olarak gösterilebilir. Demekki insanlık alemi,
kendi iradesini Allahın iradesi yerine koymakla değil, ona ilahi irade kanunlarının
icabatına uydurabilmesini öğrenmeğe çalışmakla hızlı tekamül yolunu bulmuş
olacaktır.
Hal böyle iken, insanlar ancak maddelere tapan nefislerinin hava ve hevesine
esir olmuş ifadelerine göre kıymetlendirdikleri bir takım uydurma kaidelerden hakiki
kurtuluşu ve saadeti beklemektedirler. Bütün bu halleri düşünmiyen ve göremiyen
insanlar bunlardan doğması çok tabii olan kötü neticeleri de – elbette takdir
edememek yüzünden – kendilerinin iradeleri ve sun’u taksirleri haricinde nazil olmuş
ilahi bir musibet veya bir kader olarak kabul ederler. İnsan neden kendi şahsi istek ve
iradesile yapmakta olduğu kötü işlerin sahibi olduğunu kabul etmiyor? Ve neden o
kötü işlerin ızdıraplı gelip kafasına çarpınca da bütün bunları Allahın zalimce bir eseri
imiş gibi bir şikayet mevzuu yapıyor?

***

İnsanra, neden görmek için göz, işitmek için kulak, düşünmek için beyin ve
yapmak için el ve ayak verilmiştir? Eğer insanların hayatlarında geçirecekleri
hadiseler sadece, kendilerinin dışında bir irade veya iradelerle takdir edilecekse ve
insanların, bunlara birer kukla gibi körü körüne tabi olmaktan başka yapacakları iş
kalmazsa o zaman ne bu göze, ne bu kulağa, ne bu beyne, ve ne de bu el, ayağa lüzum
ve zaruret kalırdı.
Bununla beraber insanlar, kendilerine namütenahi tekamül imkanları
hazırlıyan ve ancak ilahi yolda muvaffakiyetle inkişaf edebilmeleri için bahşedilmiş
bulunan bütün bu, iradelerini serbestçe kullanmak meleke ve kudretlerini acaba layıkı
veçhile istimal edebiliyorlar mı? Ne gezer!...
İnsanların bugün çoğuna hakim olan kuvvet, onların yalnız nefsaniyetlerinden
ve maddeye düşkünlüklerinden hızını alan ihtiraslarıdır. İşte böylece insanlar en güzel
kudretlerinden birini teşkil eden irade melekelerinin hürriyetini kaybetmişler ve
kendilerini madde ve nefsaniyet zencirinin kahredici esareti altına güle oynıya
sokmuşlardır. Ve asıl acısı, bazan bunun adına da Allahın takdiri demişlerdir.
Bu haller, diğerkamca hisleri galip insanların dünyada lüzumu derecesinde
çoğalacağı ana kadar devam edecektir. Fakat bu mesut an tahakkuk edinciye kadar
kıymetli bir ruh dostumuzun aşağıdaki tebliğinde söylediği gibi yeryüzünde sellerin
söndüremiyeceği yangınlar olacak, güneşlerin dindiremiyeceği tufanlar kopacak ve
birbirini boğarken saadetin peşinde koştuklarını sanacak kadar gözleri kör ve gaflet
içinde , büyü-
30 Mukadderat ve İcabat

yen insan oğulları yetişecektir. Acaba bütün bunlar muztarip beşeriyetin hak etmediği
adaletsizce birer akıbet midir? Öyle değilse insanlık bu akıbeti hangi hal ve durumu
ile kazanmış ve hak etmiştir? Söylediğim gibi: nefsaniyetine mağlup, maddeye
meclup istek ve iradesile!...Bir tek altına malik olmak için başkasının gözünü oymakta
tereddüt etmiyen insanın, ayni hal ve sebepten dolayi başkası tarafından her an kendi
gözünün de oyulabileceğini asla unutmaması lazım gelir. Ve acaba bunun adı da bir
saadet midir?
Acılarımızın küçümsenmesi imkansız olan bir zamandayız. Fakat bu acıları
eğer bizzat insanlık göremiyorsa onları gören, takdir eden ve bu yüzden inliyen
ağlıyan bu dünyada ve büyük varlıklar diyarlarında kıymetli insanlar ve büyük
varlıklar mevcuttur. Ve bu gün << nefsinin zulmüne boğulmuş olarak çırpınan
beşeriyet adına konuşurken kanayan dillerin >> ne halinden, ne de sayısından bu
beşeriyetin haberi yoktur.
Fakat bu karanlıklar içinde elbette bir şafak sökecektir. Ancak, bu şafağın
sökebilmesi için beklenen hareket dışardan değil, insanların henüz keşfetmek
kudretini gösteremedikleri bir kaynaktan, yani kalblerinden ve vicdanlarından
gelecektir. İşte o zaman bir dereceye kadar yükselen insanlık peri masallarında olduğu
gibi ruhani hazlar içinde yaşıyacaktır.
Bulutlar gökyüzünde az olduğu zaman henüz yağmur yoktur. Fakat bunlar
çoğalıp kesafetleri muayyen bir dereceye gelince tufan halinde yağmurlar boşanmağa
başlar. Bu bir buhrandır, bir oluş halinin dolup taşmasıdır. Her hareket böyle bir dalga
halinde oldukça taşar. Ve her buhranın arkasından bir boşalma, bir gevşeme, bir
sükunet devresi başlar. Tıpkı bunun gibi insanlığın göbeğinde toplanan ve biriken bir
sürü hatalar, sapıklıklar, dalaletler ve kötü hareketler gittikçe kabaran dalganın bir gün
infilak etmesini ve bir buhranın baş göstermesini mucip olabilir. Bunu tamamen
sebepsiz addetmek ve insanların sun’u taksiri dışında bir ilahi musibetmiş gibi
düşünmek büyük bir gaflet eseri, bir bilgisizlik mahsulü olur. Netekim azgın bir
hayatın tabi neticesi olan bu buhran geçtikten sonra havalar açar, bulutlar dağılır ve
parlak bir güneş semada kendisini gösterir. Ruhlar bir az daha temizlenir, berraklaşır
ve ilahi nurun kendilerinde doğmasına daha müsait birer zemin hazırlar. Fakat
unutulmasın ki bu da ancak, gene insanların, nefsaniyetlerini çiğniyen iradelerile
gösterecekleri cehit ve gayret nisbetinde tahakkuk eder. Bunu, maddi keyif ve
hevesatına mağlup muzmahil, perişan ve sermest bir halde sırt üstü yatarak büyük bir
gaflet uykusu içinde dışardan lütuflar bekliyen bir beşeriyet zümresine gökten bedava
inecek bir bahşiş gibi düşünmek ve kabul etmek çok yanlıştır. Bunu yapanlar
aldanacaklar ve yollarını uzatacaklardır.
Determinizma ve fatalizma hakkında 31

Bu fikirler, bize kıymetli dostumuz Mustafa Mollanın çok güzel ve herkesin


ibret gözü ile okuması lazımgelen aşağıdaki tebliğinden mülhem olmuştur:

MUSTAFA MOLLA : Mart 22,1948 Medyom : Macit Aray

<< İnsan işkencenin adını koyan yegane amildir. İnsan ancak gene kendisi
için kıymettar olan işkenceyi kendisine, kendi iradesile yaratır. Ve ilahi muradın
tecellisi de buna mesağ vermek şiarile muttasıftır.
<< Adı konmak, kendinin varlığını tahayyül etmek, onun mevcudiyetini
bilmek istemek ve irade eylemek değilmidir? Bütün mezahimin en ulvileri
dururken bütün mezahimin en sufileri sizi ihata etmiştir. Ne için, diyeceksiniz.
Olduğunuzdan ileri varmanız gaye değilmidir? Bu gaye dahi tutulan yola göre
tahakkuk ediyor. Halbuki hangi haliniz musaffadır? Ve hangi tasavvur ve
tahayyülünüz bir başka ferde şamil olabilecek vüsattadır?
<< Ne yaparsanız birinci endişe şahsınız veya hudutlarınız içinde mahpus
kalıyor. Milletler arasında müşterek bir izan, bir tasavvur, bir akide ve bir
perişaniye, ıztıraba hail, yokluğa düşman felsefe mevcut değildir. Öyle ise evvela
kendinizden bekleneni kendiniz çiğnemekte berdevam iken nasıl olur da ruh
aleminden herhangi bir sual açarak malumat istersiniz? ( 1 ).
<< Amma biz şunu demek istemiyaoruz : biz nasıl olsa kurtulmuşuz, siz
dünyanızda çekiyorsanız ne yapalım, elimizden ne gelir? Bizi asla böyle koyu bir
egoyizim ile mahmul sanmayınız. Düşünüyorsunuz, fakat bulamıyorsunuz: Niçin
şu dünyanın tabii halleri bizim beşeri asarımızla hemahenk olamıyor?...Siz
toprağın isyanını gördünüz mü? Siz nehrin kıta değiştirdiğini, buzlu denizlerin
hattı üstüvada aktıklarını, dağların yer değiştirdiklerini velhasıl iklim ve kıta
teşevvüşlerini hiç temaşa ettiniz veya işittiniz mi? Demekki dünyada tersine ne
oluyorsa hep insanın elile ve insan isteği ile tezahür ediyor.
<< O halde tabiat kanunları, hükmünce cereyan ederken siz insani
kanunlar içinde bir yol, bir ufku felah bulamıyorsunuz. Bu ne demektir? Acaba
yaratılış böyle de ondan mı? Bu sualiniz ne gariptir ki siz kendinizi daima dıştan
en hakir görücü, en gaddar bir amili mutlak elinde esir olucu telakki
ediyorsunuz da her şeyi dışa atfetmeğe, kendinizi tebriyeye vesileler bulmağa
çalışıyorsunuz. Eğer böyle bir zaruret mevzuu bahis olsaydı gözlerinizin
görmesine de lüzum kalmazdı. Ve herşeyi yukarsı irade ve idare eder, olur
biterdi.

( 1 ) Bu tebliğ dünyanın hali ne olacak suail karşısında verilmiştir.


32 Mukadderat ve İcabat

<< Halbuki siz kendi ayaklarınızın ipini kendiniz vurmuşsunuz.


Gözlerinizi bizzat kendiniz bağlamışsınız. Aklınız sadece kemik düşünen
canavarların rüyalarından daha kutsi bir merhaleye açılamamış. Bundan kimin
mesul olması lazım geldiği aşikardır. Öyle ise dünyanız dünyadır amma
insansızdır. O böylece umumi bir kıtalden süzülerek bir felaha müstahak
zümrenin hakim olmasını intaç edinciye kadar devam edecektir. Yangınlarınız
olacak ve bu yangınları selleriniz söndürmiyecek; tufanlarınız olacak, bu
tufanları güneşleriniz dindirmiyecek;evlatlarınız olacak, onlar yollarını
göremiyecekler, ellerile kendilerini boğarken saadeti aramakta olduklarını
sanacaklar. BÜTÜN BUNLAR HEP İSTEKLERİNİZİN PERİŞAN
MANZARASIDIR.
<< Öyle bir zamandasınız ki acılarınızın küçümsenmesi imkansızdır. Bu
ne talihtir ki bu acılarınız bu haliniz daha da çok ilerliyecek, daha genişliyerek
biaman bir hale gelecektir. Bu acılarınız beşeriyetin yetim arzularını istihsal için
uğraşan nameri hakimlerin ( yani vazifedar ruhların. B.R ) takdir mizanlarında
duracak ve onları inletecek, ağlatacak, fakat sizler bir başka taraftan hiç bir ses
ve ızdırap sayhası işitemiyecek derecede nefsinin zulmüne boğulmuş olarak
çırpınacaksınız.
<< Evet bu sözlerin yalnızca bir sohbettir. Siz bundan ürkmeyiniz.
İnsanlık adına konuşurken kanamıyan bir dilin yok olduğu bir devirde biz de
elbet bu kadar acı içinde sizinle duygulanıyoruz.
<< İktidarınız ne partilerden, ne hükumetlerden, ne malzemelerden gelir.
İktidarınız ancak sizin keşfetmek kudretinizi gösteremediğiniz bir menbadan
gelecektir : yani kalbinizden ve vicdanınızdan.
<< İnsanlık bir dereceye kadar yükselecek ve peri masallarında olduğu
gibi ruhani hazlar içinde yaşıyacaksınız. İnsanlara acı mayadan tatlı eksirler
sunacaksınız. Onlar bu akıl eksirlerini ellerinizden içecekler ve bir zaman olacak
ki tarihler, insanların ölüm ve dirimleri kadar zihniyetlerinin korkunçluğundan
muzdarip olarak heyecan ve dalalet içinde bunalıp kalmış bir asrın tablosunu
beşeriyetin vicdanından koğmağa çalışacaklardır. Şimdiki halde tükenmez bir
devrei nisyanda batan insanın rengi ve şekli, yarın yükseltici ellerin sayesinde
gene bir beşer tacı olacaktır.
<< Emin olmalısınız. Her şey ve hadise bir buhranın nihayetlenmesidir.
Dolmuş bulutlar bir gün boşanacaklardır. Bunda ne acınacak, ne tiksinecek bir
cihet yoktur. BUNLAR, YAPILAN İŞİN, NETİCELERİ ACI VE AGILI
MEYVELERİDİR BURADA DEVŞİRİLENİN MAHİYETİ DEĞİL,
DEVŞİRENİN ARZUSU HAKİMDİR. İnşallah hiç bir zaman meyus
olmıyacaksınız. Şart : hadisattan ibret almak. >>
Determinizma ve fatalizma hakkında 33

Beşeriyetin bu günkü hazin, endişe verici ve ızdıraplı durumunu hazırlıyan


hodkamca ve nefsaniyetine zebun istek ve iradesile, daha doğrusu korkunç
ihtiraslarile tutmuş olduğu çetin ve dolambaçlı yolların istikameti de gene elbette ilahi
irade kanunlarının müsadesi dahilinde çizilebilir. Zira insanların iradelerini serbest
kılan ilahi murat, onların, dolambaçlı yollara sapan iradelerinin tahakkukuna imkan
bahşederek düşe kalka da olsa gene yürüyebilmelerine yol açmıştır. Yalnız bu yollar
işte böyle bu günkü insanlığın yürümekte olduğu yollar gibi zahmet, meşakkat,
ızdırap ve gözyaşlarile dolar. Bu da ilahi irade kanununun tecellisidir.
Demekki insan, tekamülü yolunda iyiyi, güzeli, doğruyu isterse onları bulur.
Kötüyü, çirkini, yanlışı tercih ederse bunlar bulur. Fakat insan hangi yoldan
tekamülünü takip ederse etsin neticede mutlaka ilahi irade kanunlarının icabatından
olan tekamül merhalelerine ulaşacaktır.
Bir insan çeşmeden suyu alıp evine getirmek için çeşitli hareket tarzlarından
birisini intihap etmekte serbesttir. Fakat bu inhitap ettiği hareket tarzının kendisine
hoş veya nahoş gelen neticelerine de katlanmağı evvelemirde gözüne alması
lazımgelir. Mesela, suyu sağlam bir kovaya koyar, emniyetle getirir. Delik bir
tenekeye koyar döke saça getirir. Fakat bu defa emeğinin mühim bir kısmının zail
olduğunu görür. Fakat suyu bardak bardak taşıma yolunu da tutabilir. O zaman daha
çok emek sarfetmek ve çeşmeye bir gidiş gelişte görebileceği işini tamamlıyabilmek
için bir çok defa o yolu katetmek zorunda, yani işini güçleştirmek durumunda kalır.
Ve bundan dolayı da kimseyi kabahatli çıkarmağa onun herhangi bir hakkı kalmaz.
Demek ki bir gayeye varmak için kullanılan yolların ve vasıtaların hepsi birer işe
yarıyabilir, ancak o vasıtalara göre alınacak neticeler az veya çok zahmetli, az veya
çok süratle elde edilir.
İnsanlar bu hakikati ne kadar erken öğrenir, anlar ve duyabilirse ve iradelerile
efal ve hareketlerini bu hakikate göre ne kadar çabuk ayarlıyabilirse ızdıraplarından
ve sıkıntılarından kendilerini o kadar kolaylıkla kurtarıp mesut ve sevinçli hayatlara
kavuşmak imkanını elde etmiş olurlar. Şu halde ilahi irade kanunları, insanların, kendi
tekamüllerini bizzat kendi iradelerile sarfedecekleri cehit ve gayretin neticesinde
kazanmak yolunu ve imkanlarını onlara halk etmiştir. Kendi iradesini inkar eden bir
insan bilmelidir ki her şeyden evvel kendisine bahşolunan bu ilahi armağanın
kıymetini anlıyamamış ve ondan çok eksik bir surette faydalanabilmekten daha ileri
bir kabiliyet gösterememiştir.
M. Molla dostumuzun yukarda belirttiği gibi, bazı insanlar nefsani
insiyaklarının tesirleri altında zebun olarak bile bile birtakım kötü işleri yapmaktan
kendilerini alakoyamıyorlar. Ve bu kötü işlerin, bir sevki tabii ile, doğuracağını
sezmekte bulundukları fena akibetlerden yakala-
34 Mukadderat ve İcabat

rını kurtarmak endişesini de duyarlar. Ve bunun için bulunduklarını sandıkları tek


çare de, yaptıkları veya yapmakta oldukları kötü işlerin kendilerine ait olmadığını
kendilerini beyhude yere inandırmağa ve güya vicdanlarını aldatmağa ve avutmağa
çalışırlar. Fakat bütün bu gayretler boşunadır. Ve neticesiz kalmağa mahkumdur. Zira
bu yol yanlış bir yoldur. Yani daha doğrusu gayeyi uzaklaştırıcı uzun ve meşakkatli
bir yoldur. Ve bu yola sapanların – ne düşünürlerse düşünsünler – yapacakları her
kötü hareketten dolayı ızdıraplı akibetlerden kendilerini kurtarabilmeleri mümkün
olmıyacaktır. Zira bu, mukadderdir. Binaenaleyh insanlar iradelerini kullanarak
tekamül yolunda namütenahi imkanlar bahşeden ilahi irade kanunlarının yardımı ile
yükselmek zaruretindedirler. Ve burada onların şu veya bu hareketi ihtiyar
etmelerinde Tanrı insanları tamamile serbest bırakmıştır.

M. MOLLA : Şubat 2, 1949


<< İnsan o derece hür bir varlıktır ki isteklerine mümanaat edecek bir
irade şöyle dursun, onları terviç ve teshil eyliyecek her türlü avamil
halkolunmuştur. >>

İLLİYET PRENSİBİ

Size, cevabını katiyetle ve doğrulukla vermekte güçlük çekmiyeceğiniz bir


sual soracağım: Su ile dolu bir sürahiyi bir taşa vurup parça parça ettiğiniz zaman
içindeki su sürahide durduğu zamanki şeklini ve kalıbını muhafaza eder mi, etmez
mi?... Peki ama, bunun cevabını verirken size: ( canım parçalanmış bir sürahinin
içindeki su hiç o halde kalır mı, elbette dökülür, gider dedirtecek olan amil nedir?...)
Belki hayatınızda siz dolu bir sürahinin parça parça edildiğini ve içindeki
suların dağılıp gittiğini görmemişsinizdir bile. Ama burada o kadar görmüşçesine kati
ve emniyetli bir dille konuşuyorsunuz ki sizi işitenler, o zamana kadar böyle bir
sürahinin kırılıp içinden suların döküldüğünü adeta bir çok defa görmüşsünüz veya
tecrübe etmişsiniz de ona göre konuşuyormuşsunuz, sanırlar ve size tekrar şunu
sorarlar :
- Peki, bunun böyle olduğunu siz nerede gördünüz veya tecrübe ettiniz de bu
hususta bu kadar kati sözler söylüyorsunuz?
Bu sual sizi büsbütün sinirlendirebilir. Ve karşınızdakinin cehline veya
budalalığına hükmedersiniz ve ona ne cevap vereceğinizi de şaşırırsınız:

- Yahu, dersiniz. Bunun görülmesi, tecrübesi falan olur mu?...Sürahinin


içindeki su, sürahi parçalanınca elbette dökülür. Çünkü su akıcı bir maddedir.
Mayidir. Onun şekli ancak içinde bulunduğu kaba göredir.
İlliyet Prensibi 35

O kaptan dışarı çıkınca arz cazibesinin tesiri altında akar gider. Sen bütün dünyaca
bilinen bu hakikati kabul etmek için hala gözünle görmeğe veya tecrübe etmeğe mi
yelteniyorsun?
İşte şimdi oldu!...Demekki burada size bu kabli hükmü verdiren amil, bu
nevideki hadisatın tabi oldukları tabiat kanunlarının icaplarına az çok vukufunuzdur.
Evet, filhakika su akıcıdır. Ve akıcı olan her şey ancak içinde bulunduğu kabın şeklini
alır. Ve o kaptan dışarı çıkarılıncada o şekli derhal kaybeder ve arz cazibesinin tesiri
altında akar gider.
Şu sizin yapmakta olduğunuz küçük mülahaza illiyet prensibi mevzuunun
eşiğine adımımızı atmamıza yol açmış oldu. Netekim bu misaldeki sudan akıcılık
vasfını kaldırmadıkça bu hadisenin daima bu tarzda tecelli edeceğine muhakkak
nazarı ile bakmakta haklı sayılırız. Çünkü bu bir icaptır. Ve icap, tabiat kaidelerinin
değişmez netaici demektir. Şu halde tabiat kaideleri ve onların zaruri neticeleri
hakkında bilgimiz ne kadar artarsa icabat mevzuuna ait vukufumuz da o kadar
genişler ve şümul kesbeder. Buna mukabil çok bilgisiz bir insanın icabat kadrosu da o
kadar daralır ve boşalır. Bununla beraber en iptidai bir insanda bile ne kadar basit
şekilde olursa olsun, gene icabata müteallik az çok tebellür etmiş bazı fikirler
mevcuttur. Zira insanlık alemine bir defa adımını atmış bir varlığın tecrübesi ne kadar
noksan, olursa olsun, hiç olmazsa sürahi kırılınca içindeki suyun dökülmesi << icap
edeceğini >> takdir edecek kadar, bu büyük mevzula ilgili olması icap eder. Ve ilahi
kanunlar ahkamınca insanlık alemine girmek ancak, diğer bazı hususiyetlerle birlikte
bu kadarcık bir kudreti de kazanmış olmağa mütevaffıktır. Diğer taraftan, bu
hayatında ve bilhassa bundan evvelki hayatlarında geçirmiş olduğu çeşitli tecrübelerle
görgüsü ve duygusu bu dünya şartlarının en yüksek imkanları nisbetinde artmış
bulunan başka bir insan için icabat, hayat mevzuunun en mühim ve şümullü bir
bahsini teşkil eder. Böyle bir insanın nazarında hiçbir hadise icabat zaruretinin dışında
kalamaz. Bununla beraber onun da bu hususa dair bilgisindeki emniyet bir çok
ahvalde, tıpkı başkalarının, sürahi kırılmazdan evvel, kırılacak sürahinin içindeki
akibetini emniyetle söylemeleri gibi kabli bir hükme dayanır. Zira, muazzam kainat
olaylarını bir tarafa bırakalım, hatta şu küçücük ve daracık dünyamızın bile bizlere
göre o kadar karışık, sayısız ve birbirine bağlı hadiseleri vardır ki insan ancak tabiat
kanunları hakkındaki bilgi ve sezgisini arttırdıkça bunlara tedricen ve çok defa
bilvasıta nüfuz edebilir. Ve her hadiseyi ayrı ayri tecrübe etmesine hem lüzum
kalmaz, hem de imkan bulunmaz. Ve insan böylece hadiselerin birbirile
kucaklaştıklarını ve birbirinin esrarını çözebilmeğe vasıta olduklarını göre göre bütün
kainat olaylarının sonsuz bir zincir halinde birbirine bağlı olarak bir şebeke teşkil edip
sonsuzluk içinde kaybolduklarına ilmen ve yakinen kanaat getirmeğe başlar.
36 Mukadderat ve İcabat

Mahdut düşünceler sonsuzluk mefhumunu abes bir sözden ibaret sanırlar.


Netekim onların böyle sanışı da bir icaptır. Zira, sonsuzluk, yani hudutsuzluk
mefhumu, hudut kayıtlarile tesbit edilmiş bir kafanın içine nasıl girebilir?... Onun
içindir ki böyleleri sonsuzluk mefhumu karşısında ya korku ile gerilirler, ve eğer
kaçamazlarsa selameti, onu inkar etmekte ararlar. Ve tabii aldanırlar. Her hadiseyi
gördüklerinden ve duyabildiklerinden ibaret sanan bir insan sonsuzluk mefhumunu
kavrıyamaz. Sonsuzluk ve nihayetsizlik içinde yayılıp giden kevni hadisatın tabi
bulundukları icabat zaruretlerini bir varlık, ancak o hadisat içinde görgü ve tecrübesile
ulaşmış olduğu bir idrak seviyesi nisbetinde anlıyabilir. Ve bu anlayiş de onun bir
kaderidir. Böyle yüksek kaderler tekamül eseridir. Zira fehim, idrak ve duygu
kabiliyetlerinin hududu tekamül seviyesinin ilerieyişi nisbetinde genişler. Bu da bir
icaptır.
İcabat bahsini kısaca şöyle bir formül ile tesbit etmek mümkündür. Her hadise
muayyen şartlara göre diğer muayyen hadiselerin husulüne sebep olur. Ve her
hadiseyi doğuran muhakkak başka bir hadise mevcuttur. İşte burada, illet dediğimiz
hadiselerin doğurucusu ile, netice dediğimiz doğmuş hadiseler, tabiatın en güzel ve
hikmetle dolu kanunlarından birisi olan illiyet prensibinin şemasını ifade eder. Bu
prensibe göre bir çocuğun elinin yanması karşısında muhakkak şu tarzda düşünmek
zorundayız: Bu çocuğun elinin yanması bir hadisedir. O halde bunun, kabli bir takım
diğer hadiseler tarafından hazırlanmış olması icap eder. Bu diğer hadiseler neler
olabilir?.. Burada birçok ve sayısız imkanlar mevcuttur. Ve bunların içinde
bildiklerimiz var, bilmediklerimiz daha çok var. Veyahut asla bilemiyeceklerimiz
bunların hepsinden çok var.
Çocuğun yanmadan evvelki hayat şartlarını hiç bilmiyorsak kaba bir görüşle
bu yanık hadisesinin hakiki illetlerini tayin edemeyiz. Ama böyle bir illetin muhakkak
lazım geldiğini de kabul ederiz. Daha doğrusu bizim bu bilgisizliğimiz, hiç bir vakit
bu çocuğun elinin yanmasına sebep olan geçmiş bazı hadiselerin mevcut olmamasını
neticelendirmez. Ve biz, bu yanık hadisenin bir illetinin muhakkak mevcut olması
lazımgeldiğinden bahsederken ancak, tabiat kaidelerinin bu baptaki icapları hakkında
evvelden kazanılmış bizde mevcut olan bir bilgiye dayanırız.
Netekim biraz kendimizi yorup araştırınca, bilgimiz nisbetinde bu çocuğun
elinin yanmasına sebep olan bazı amillerin, illetlerin mevcut olduğunu bazı delaili ile
bulup ortaya çıkarmakta da güçlük çekmeyiz. Ve mesela anlarız ki evde kimse
yokken bu küçük çocuk öbür odanın, bir ihmal neticesi olarak, açık bırakılan
kapısından içeri girerek orada yanmakta olan bir sobaya, sonunun ne olacağını
bilmeden elini yapıştırmıştır. İşte burada karşımıza bu yanık hadisesini husule getiren
birtakım sebeplerin arka arkaya sıralandığını pekala görürüz. Kainatta hakim olan
illiyet prensibi bir şebeke teşkil etmek üzere namütenahi isteklere
İlliyet Prensibi 37

doğru yayılıp gider. Bu neticenin illet ve netice mefhumları halinde tebarüz eden
mütesalip noktaları birbirine nazaran o kadar karışık ve mudil bir vaziyet arzeder ki
bunu tam manasile, sadece bir insan kafasının değil, herhangi bir varlığın bile
kavrıyabilmesine kolay kolay imkan bulunamaz. İlliyet prensibinin kainatta yayılan
bu mudil şebeke halindeki icabatı ortasında herhangi bir hadisenin orada olup
bitivereceğine nasıl inanabiliriz?
O halde, bu yanık hadisesinin bir illeti olduğu gibi bir neticeside olmak icap
eder. Yani bu çocuğun elinin yanmasından bir takım yeni hadiselerin doğması lazım
gelir. Bunlar nelerdir acaba?...İlletler gibi, bu neticelerin de mütenevvi olması icap
eder. İşte evvelce yanık hadisesinin illetini araştırırken karşılaştığımız müşkilata
burada da rasgeliriz. Ve gene ancak görgü ve tecrübelerimizin yardımına dayanarak
bu neticelerden bazılarını keşfedebiliriz veya keşfedemeyiz. Fakat ister keşfedelim,
ister etmiyelim, muhakkak ki bilgisizliğimizin bir damgası olan bu neticeleri
bulamayişimiz, onların hakikaten mevcut olmamaları lazım geldiğini icap ettirmez.
Netekim zaman geçtikçe ve bizler de ciddiyetle araştırmalarımızda devam ettikçe
gene kendi görgü ve tecrübemiz nisbetinde, bu neticeleri görmeğe ve keşfetmeğe
başlarız. Mesela çocuğun eli tedavi edilirken bir sürü insan, bir sürü iş görecektir. Bu
sırada bazı fedakarlıklarda yapılacaktır. Bu yanık hadisesi çocuğun üzerinde bir takım
intibalar bırakacak ve bu sayede onun görgü ve tecrübesi artacaktır. Bu tedavi ve
ihtimam sırasında bilerek bilmiyerek üzerine vazife almış olan insanlar bu vazifelerini
iyi veya kötü tarzda yaptıklarına göre bazı neticeler elde edecekler bu neticelerde
onların mukadderatile ilgili bir takım hadiseleri meydana getirecek. Bu sırada
çocuğun eli belki iyi tedavi edilemiyecek, bakımsız kalacak, gangren olacak,
kesilecek ve onun bütün hayatı boyunca tek kollu kalmanın mahrumiyetleri ve
neticeleri hissedilecek ilh. Fakat şunu da unutmıyalım ki bu hadisenin neticesi, bu
sayısız kompozisyonlardan birisine takılıp orada duracak değildir. Bu
kompozisyonlardan herbiri kendilerini takip edecek olan yeni hadiselerin birer illeti
olmağa namzettirler. Ve bu hikaye böylece bizim bilgi hudutlarımızın dışına doğru
uzayıp gidecektir.
Kıymetli tebliğatile bizlere çok şey öğretmiş olan üstadımız, yüksek bir varlık
bir yerde: << Her muhitin, her zamanın ve her halin bir icabı vardır. >> diyor.
Filhakika yaratılmış ve büyük bir nizam üzere kurulmuş kainatta geçen her hadise
başından ve sonundan diğer hadiselerle zincirlenmiş bir şebeke halinde bir
sonsuzluktan diğer bir sonsuzluğa doğru yayılır. Sayın medyom dostumuz kimyager
Bn Nezihe Bayurgil vasıtasile tebliğ veren kıymetli ruh dostlarımızdan Akın’ın bu
hususa ait bir tebliğini naklediyorum:
38 Mukadderat ve İcabat

AKIN : Ağustos 14, 1948 Medyom: Nezihe Bayurgil


<< Söylediğim gibi, bütün kainatın büyük bir devri ve gidişi vardir. Her
şey şüphesiz birbirine bağlıdır. Ve bütün hareketler birbirinin hem menşeini,
hemde müntehasını teşkil eder. Hem illeti hem de neticesidir. Bu bakımdan her
şey, bütün hareketler, kainatın bütün gidişi, her tesadüf edeceğiniz hadise
planlanmış ve çizilmiştir. >>

Her iş, her hareket, her düşünce ve istek – ister bilinsin, ister bilinmesin, ister
arzu edilsin, ister edilmesin – ergeç kendisine bağlı birtakım neticeleri doğurur. Bazan
da bu neticeler, bir insanın bütün hayatını doldurabilecek büyük hadiseleri meydana
getirir. Eğer bu iş, bu hareket ve düşünce kötü bir maksat ve niyetle yapılmış ise onun
büyük neticeleri de bir insanın hayatını cehenneme çeviren hadiseleri meydana getirir.

AKIN : Ağustos 24, 1948


<< Bütün dünya nizamı kurulmuştur, demiştim. Bu nizamın başlangıcını
ve sonunu bilmiyoruz. >>

AKIN : Temmuz 31, 1948


<< Bütün hadiseler birbirine bağlıdır. Bir evvelki, bir ondan sonrakini
hazırlar. Ve netice daima yükseğe doğrudur. >>

Şu halde tabiatta gördüğümüz, duyduğumuz, sezdiğimiz veya tahmin


edebildiğimiz hiçbir hadise yoktur ki ezelden ebede doğru uzanıp giden bu illiyet
prensibi şebekesi dahilinde birbirine bağlı büyük ve karışık zincirlerin bir tek halkası
olabilmek durumundan kendisini kurtarmış olsun. Bu fikri biraz daha açıklıyabilmek
için bir şema tertip ettik. Bu şemanın esasını bize ruh dostlarımızdan Akın vermiştir.
Bu şema bittabi tamamen takribi ve ancak beşeri bir görüşe nazaran tertiplenmiştir.
Yoksa kainatın kanunları böyle dar bir görüşle izaha müsait değildir.
Bu şemaya göre, illiyet prensibinin zincirleri, hudutsuz ve kainatı dolduran
namütenahi mikaplar teşkil eder. Bu mikapların hudutlarını tayin eden hatların telaki
noktaları, kendisine en yakınından başlıyarak, namütenahide bulunan diğer noktalarla
derece derece münasebet halinde bulunur. İşte bu küçük mikaplar heyeti umumiyesi
ile kainatı dolduran ve hudutları malum olmıyan büyük bir mikabı meydana getirirler.
Takdim ettiğimiz şemada, birbiri üzerine mevzu üç kat mevcut ( a-b-c ). Beher katta
birisi önde, diğeri arkada olmak üzere iki sıra üzerine dizilmiş mikaplar
bulunmaktadır. (d-e). Beher sırada dörder adet mikap vardır. ( F-G-H-İ ) ve ( f-g-h-i ).
Bütün bu teşekkülü hudutsuz ve nihayetsiz bir mekan içinde, her tarafından uzatırsak
namütenahi sayıda daha doğrusu sayısız mikaplar elde ederiz. Bunu kainatımız
farzedelim.
İlliyet Prensibi 39

Şimdi bu mikapların her birinde 8 tane köşe var. Ve bu köşeler, birbirine mücavir
bulunan mikaplarda müşterektir. İşte bu köşelerin her birini, illiyet prensibi zincirinin,
daha doğrusu şebekesinin bir halkası olarak kabul ediyoruz. Ve mikapların dılilerini
de bu halkaları veya hadiseleri birbirine bağlıyan münasebetler gibi telakki ediyoruz.
Bu takdirde kainattaki bir tek hadisenin bütün diğer hadiselerle uzaktan veya yakından
olan münasebetleri hakkında – çok kaba bir fikir edinmek mümkün olabilir. İşte böyle
hudutsuz bir mikap içinde bulunan namütenahi mikapların, namütenahi köşelerinin
birbirile olan münasebetlerinin ne kadar mudil ve akıl almıyacak derecede karışık
kombinezonlar ve kompozisyonlar teşkil edeceğini takdir etmek güç bir iş olmaz.
Fakat ancak üç

buut realitesine göre tertiplenmiş olan bu şema, hakikatte illiyet prensibini tayin eden
ilahi kanunların sonsuzluğunun ve sonsuz münasebetlerinden husule gelecek
mudilliğin bir zerresini bile ifade edemez. Ne yapalım ki biz bu kadarla iktifa etmeğe
mecburuz. Netekim bu kadarını dahi aklımız kavrıyamamaktadır. Bu şema tamamile
maddi ve temsilidir.
Şu halde dünyamızda bir çocuğun küçücek parmağının ateşte yanmasından,
bir sineğin bir kanadının hareket etmesinden, bir tek yaprağın sallanışından ve
gözümüzden tamamile kaçacak kadar bizce ehemmiyetsiz görünen daha sayısız bir
sürü hadiselerden tutunuz da aklımızın almadığı muazzam dünyaların sarsıntılarile,
yıkıntılarile, yapılmalarile, hareket ve inkilaplarile ilgili bütün hadiselere varıncıya
kadar mevcut
40 Mukadderat ve İcabat

kevni hadisat, bizim görmediğimiz ince ve kalın bağlarla uzaktan veya yakından
birbirina bağlanmıştır. Bu bir nizamdir, bir ahenktir, bir tertiptir. Ve bu nizamın,
ahengin ve tertibin dışına hiçbir hadise, hiçbir nesne ve hiçbir varlık çıkamaz. İşte
illiyet prensibinin şümulu buradadır. Bu şümulun ehemmiyetini takdir edebilecek
duruma girmiş olan bir insan, en küçük ve ehemmiyetsiz bile görünse, kainatta hiçbir
şeyin boş, manasız, abes ve münasebetsiz olamıyacağına inanmak kudretine erişmiş
bir kişidir. İşte insan, bu hakikate vukuf peyda ettiği ve onun manasını kavrıyabildiği
nisbette, ilahi kudret ve azametin, özvarlığındaki titreyişlerinin şuuruna varabilir.
***
Kainatın nizamı, ilahi irade kanunlarının icaplarından doğan bir ahengin
muhassalasıdır. İnsan ne ekerse muhakkak onu biçer. Ve bu gün ne biçmekte ise onun
tohumunu tarlasına, yani kendi mukadderat listesine muhakkak surette vaktile gene
kendisi ekmiştir. Ve bu gün almakta olduğu neticeler, vaktile o ekmiş olduğu
tohumun ilahi irade kanunlarının ahkamı altında intaş eden mahsullerinden başka bir
şey değildir.
İllet ve netice prensibi, esasen kevni bütün hadisatın ruhunda mündemiç tabii
bir kanundur. Ve hadisatın vukua geliş icap ve zaruretlerinden bu kanunu ayırmağa
imkan yoktur. Yani bu kanunu inkar ettiğimiz anda hadisatın vukuuna da inkar etmek
mevkiine düşeriz. Bu hakikati daha iyi izah edebilmek için Milletlerarası
Spiritüalizma İttihadını 1951 Stockholm kongresinde matbu olarak takdim etmiş
olduğum rapordan, hadisenin izahına dair olan küçük bir parçayı burada naklen
arzediyorum: ( 1 )
<< Hadise ne demektir?
<< Hadise, herhangi bir vasatı teşkil eden maddelerden bazılarile alakalanarak
onları tahrik eden bir amilin o vasatta, muhtelif şekillerde husule getirdiği
tezahürlerdir. Şu halde bir hadisenin husule gelebilmesi için üç unsurun mevcudiyeti
şarttır.
<< A- Azçok süptil veya kesif maddi elemanlardan müteşekkil bir vasat,
<< B- Bu elemanlara tesir edebilecek derecede onlarla alakalı hareketler,
<< C- Bu hareketleri husule getirebilecek kabiliyette müessir bir amil.
<< Bu şartların mevcut bulunmadığı yerde bir hadisenin vuku bulacağından
bahsetmek ilmi realiteye mugayirdir. Mesela pencereye atılan bir taş camı kırdı. Bu
camın kırılışı bir hadisedir. Ve bu hadisenin vukua gelebilmesi için yukarda zikredilen
üç şartın bir araya toplanmış olması lazımdır. Yani :

(1) Dr. BEDRİ RUHSELMAN : Study and Exposition of the Mediumship and the Relation and
Communication Between the Incarnate and discarnate Beigns, According to the Idea of Neo-
Spiritualism.
İlliyet Prensibi 41

<< Eğer burada cam olmasaydı, kırılacak bir nesne bulunmazdı.


<< Hareket eden bir taş olmasaydı cam kırılmazdı.
<< Taşa hareket unsurunu ekliyen, mesela insan kolu gibi müessir bir amil
olmasaydı, taş harekete geçip cama çarpmaz ve camı kırmazdı.
<< Hadiseler böylece birbirine illet ve netice halkaları ile bağlanarak bir zincir
halinde uzayıp gider. Burada netice halinde görünen camın kırılması hadisesi, bundan
tamamile ayrı bir hadisenin illeti olur. Mesela camın yanında bulunan bir insanın
yanında bulunan bir insanın gözüne çarpan kırık cam parçaları onu kör edebilir. Keza,
bu cam kırılma hadisesinde amil olan insan kolunun hareketi, bir insan iradesinin
neticesi olabilir.>>
Kainatta hiçbir hareketin kaybolmadığını ve yeni hadiselerin husulüne sebep
olacak şekilde hareketlerin birtakım inkilaplar geçirdiğini ilmi bir realite olarak kabul
ettiğimize göre hadisenin yukarıki tarifine nazaran, illet ve netice teselsülünün tabiatta
bir hareket zarureti olduğunu kabul etmek lazımgelir.
Kıymetli dostumuz Kadri, sevgili bir dostumuz olan medium R… ile ilk
temaslarında şu tebliğleri vermişti:

KADRİ : Nisan 27, 1947


<< Herkes ektiğini biçer. Yapılan iş ne kadar güç olursa onun getireceği
iyilik de o kadar büyük olur. >>

KADRİ : Mayıs 5, 1947


<< Herkes kendi ektiğini biçer, demiştim. Siz de şimdi ekiniz. Bunlar
tomurcuk açacak. Meyvelerini toplıyacaksınız. Burası yani spatium, o
tomurcukların canlandığı yerdir. Sizlerin meyvelerini bende görmekle şeref
duyacağım. Her yaptığınız işin izleri birer ok gibi burada aksediyor. >>

KADRİ : Ağustos 26, 1949


<< Dünyada her hareketin kendine mahsus bir hedefi mevcuttur. En ufak
bir işin tesirinin; senelerce sonra meydana gelecek bir hadisenin bir noktada
başlangıcı, bir inikası olması mümkündür. Fakat ne yapılan o işten insanda
kalmış bir hatıra mevcut bulunur, ne de bu yeni hadisenin zuhurunun eski işle
bir münasebeti aranabilir.
<< İnsanlar hayatlarında, en küçük hareketlerinin bile hiç bir zaman
neticesiz kalamıyacağına kani olurlarsa işlerindeki nizam, onları uzun zaman
felaketlere karşı korur. Ve yanlarındaki yüksek varlıkların yardımlarile de bir
takım badireleri kolaylıkla atlatabilirler.
<< Her şeyin sebebini aramak, insanların tecessüs hassaları
42 Mukadderat ve İcabat

icabından olmakla beraber, bu arayişlerle nadiren hakikati bulmak çok


az kimseye müyesser olmuştur. Her işin muhakkak bu dünyada, yapılan
bir hareketle alakasını bulmak imkansızdır. Çok büyük bir planın yalnız
bir noktasından başlamak ve yalnız bilinen mahdut kısımlarını mütalaa
ederek bir neticeye varmak çok defa insanı büyük müşküller içinde
bırakır.
Kadri çok itimat ettiğimiz ve saygı gösterdiğimiz kıymetli bir varlıktır. Onun
çok yükseklerden de ilham halinde alıp bize naklettiği kıymetli sözlerin çok derin ve
insanları delaletten kurtarıcı manaları ve delaletleri vardır. Bu sözlere nazaran: her
hayatın, evvelce gelip geçmiş bir takım fiil ve hareketlerin neticelerile dolu olması
icap eder ki hakikatte de hal böyledir. Bu hakikati anlayıp duyabilecek kudrete erişmiş
olan her insan, karşılaşacağı iyi veya kötü her hadisenin manasını idrak eder ve bu
hadisenin muhakkak evvelce kendisi tarafından yapılmış iyi kötü bir hareketin
neticesi olduğunu kabul eder. Bu anlayış onun için sırasına göre hem bir sürur, hem
de bir teselli kaynağı olur. Acı bir hadisenin, geçmiş hayatında yapmış olduğu kötü bir
hareketin neticesi olduğunu ve şimdi yapacağı iyi hareketlerle de gelecek hayatının
saadetini hazılıyabileceğini kuvvetli bir imanla kabul eden insan, hayattaki en acı
ümitsiz görünen günlerinde bile lüzumsuz şikayetlerle, talihsizliğinden dem vurmakla
vaktini kaybetmektense, bütün iradesini iyilik yolundaki işleri yapmak gayretine
hasrederek gelecek hayatının sevinçli günlerini hazırlamağı elbette tercih eder. Ve bu
da elbette o insanın hakiki bir kurtuluşu olur. Muhterem dostumuz Kadrinin aşağıdaki
sözleri çok kıymetli pasajları ihtiva eder.

KADRİ : Ekim 13, 1949


<< Hakka hürmet etmek, onun karşılığını beklememek, verileni almak,
aldığını kabul etmek, kendine layık olanı seçmek insanlık için büyük fazilettir.
Herkes dünyada kendisine verileni kabul etmesini bilseydi, bu günkü dünyanın
şekli başka türlü olurdu. Herkes kendi kıymetini daima yüksek takdir etmek,
eline geçeni münasip görmemek, çok üstünü istemek, layık olmadığı saltanata
erişmek sevdasiledir ki tuttuğu yolun dışına çıkmıştır.
<< Ne ekersen muhakkak onun karşılığını görmen zarurettir. Az çalışana
çok verilmesi bazı zaruri sebepler ilcasiledir. Herkes ne kadar çalışırsa onun
karşılığını beklemek ve beklediği kadar da almak zorundadır. Gelen senin
beklediğin bile olmasa sana en münasip düşen odur. Onu kabul et ki hiç olmazsa
daha yükseklere hak kazanmış olasın.

Bu yazılarda mühim hakikatler gizlidir. İnsan bazan hayatında karşılaştığı acı


hadiseleri o hayatında yapmakta olduğu iyi işlerle mütenasip görmiyebilir. Ve kendi
kendisine şöyle düşünür:
İlliyet Prensibi 43

- Canım falanca kişi bu kadar kötülük yapıyor da gene onun talihi hep açık
gidiyor, işleri rasgeliyor. Ben ise iyilik peşinde koştuğum halde mütemadiyen sıkıntı
çekiyorum. Bu ne adaletsizliktir.
Halbuki bu, adaletsizlik değil, bilgisiz insanları yola getirici bir kanun icabıdır.
Ruh hayatı yalnız beş on senelik bir dünya ömründen ibaret olsaydı o zaman insanın
bu düşüncesine hak vermek mümkün olurdu. Ancak, geçmiş dünya hayatlarını ve o
hayatlarda yaptığı bir sürü iyi ve kötü işleri unutmuş olmasını bir tarafa bırakalım,
hatta bu hayatının bir kaç sene evvelki zamanlarında bile neler yaptığını hatırlamıyan
bir insanın bu tarzda konuşması, dediğimiz gibi büyük bir cehaletin mahsulüdür. İşte
bilinmiyen, tamamile unutulmuş olan bu geçmiş hayatlara ait bazı mühim sebeplerdir
ki bu hayatın acı hadiselerini doğurmuş ve neticelendirmiştir. Kadri dostumuzun
yukardaki tebliğinde bu noktaya ait imalar vardır.
Yaratılmış ve kurulmuş olan kainatta her hadise, her noktasından, başka bir
takım hadisata bağlıdır. Vural Demirel isminde orta mektep öğretmeni bir medyom
dostumuzla 8 ay müddetle yaptığımız tecrübeler de, onun vasıtasile temasta
bulunduğumuz – kendisini Hacı Ali diye tanıtan – bir varlıktan bu mavzua dair
kıymetli tebliğler aldık. Bunlardan bir tanesini naklediyorum:

HACI ALİ : Ağustos 29, 1949


<< Size şu kadar bildireyim ki kainatınızda, yani gerek içinde
bulunduğunuz, gerek hazırlamak istediğiniz alemlerde bir hadiseyi ( neden, ne
için? ) diye sormak arzusunda bulunuyorsanız o hadiseyi ilk olarak ele aldığınız
zaman onun muhakkak diğer hadiselere bağlı olduğunu bilin ve ona göre
neticelere varın. >>

Böyle ayrı ayrı medyomlar vasıtasile ayrı ayrı ruhlardan gelen sözlerin
birbirinin tamamile ayni olması üzerinde durmak icap eder. Burada bize gelen bu
nurların kaynakları birdir. Vasıtalar ayrılmaktadır. Ve bu kaynak da beşeriyete çeşitli
ve ayrı vasıtalarla ilahi nurları, yani hakikatleri tebliğ etmektedir. Bunu böyle kabul
edenler ve bu tebliğatı bu kıymet içinde mütalaa eyliyenler çok şey kazanırlar. Biz bu
sözleri bilerek ve duyarak konuşuyor ve söylüyoruz.
Ön planda birbirine zıt görünen namütenahi hadise çeşitlerine rağmen bütün
kainatın muayyen bir oluş nizam ve ahengi içinde nihayetsiz bir tekamül yolunda
ilerleyişi, oradaki sonsuz kanunların icaplarına uygun sıkı fakat kainatşümul bir
inzibatın neticesidir. Ve bu zabıt ve raptın müeyyidelerinden biri de illiyet prensibi
görülüyor. Papus ismile anılan Doktor Encasusse, konferanslarının birinde şöyle
diyordu : ( En ufak bir sinek kanadının hareketi bile bütün kainatı ihtizaz ettirir.) Biz
bir bakımdan haklı gördüğümüz bu sözü tadilen şöyle kabul ediyoruz: ( küçük
44 Mukadderat ve İcabat

bir sineğin kanadının hareketinden mütevellit en ufak hadiselere varıncıya kadar


hiçbir hareket yoktur ki kainatın büyük ahenk ve nizamile alakalı,az veya çok
ehemmiyetli bir netice husule getirmiş olmasın.)
Ben şu yazıyı yazarken, elimin muhtelif hareketlerinin, beynimin ve sinir
sistemimin mudil ihtizazlarının ve nihayet ortaya çıkan yazının muhitteki tesirlerinin
ayrı ayrı ve muayyen istikametlerde tecelli eden birer neticesinin kainat nizamında az
veya çok ehemmiyetli bir yer tutmakta olduğuna inanıyorum.
Kainat, bütün mahdut ve dar zaviyeli beşeri görüşe rağmen, hiçbir falso ses
vermiyen muazzam ve akılların eremiyeceği kadar sayısız lahınlardan, renklerden,
seslerden, ritimlerden ve bunları çıkarmağa vasıta olan aletlerden ve bu aletleri
kullanan her kudretteki varlıklardan acemi ve müptedi talebelerden, yüksek icra
kabiliyetini haiz büyük sanatkarlardan, virtüozlardan müteşekkil muhteşem bir
orkestra heyeti halindedir. Bu orkestradan insan aklının alamıyacağı bir füshat içinde
muazzam bir kompozisyon, bir semfoni yükselir. Bu orkestranın ve semfoninin
Bestekarı, hiçbir mahlukun idrakine sığması bahis mevzuu olmıyan kudretile buradaki
ahengin selametini sağlayıcı her türlü nizamı, her türlü vasıta ile sağlamıştır. Onun
içindir ki bu ilahi semfoninin icrasında her sanatkarın bir nizama, bir kanuna tabi
olarak, önüne açılmış namütenahi imkanlar içinde kendi vazifesini serbestçe ifa
etmesi gene bu semfoninin ahengi icabatındadır. Ve bu icabatın dışına hiçbir hareket
çıkamıyacaktır.

İLAHİ İRADE KANUNLARI

Ruh ve kainat kitabının bir bahsinde kendi kendimize şöyle bir sual
sormuştuk: Acaba ben, şu gökyüzünde ve gözümün önünde apaçık duran aya neden
mesela, Beyazıda gittiğim gibi yürüyerek gidemiyorum? Bu işten beni meneden
kuvvet nedir? Polis mi? Jandarma mı? Hayır, beni oraya gitmekten alakoyan böyle bir
kuvvet yok! Bununla beraber ben bu işi yapmağa muvaffak olamıyorum. Keza, acaba
neden denizin üzerinde yürüye yürüye Beşiktaştan Üsküdara kadar gidemiyorum?
Beni bu işten alakoyan kimdir?...Ve ateş halinde kızarmış bir demir çubuğunu
avucumun içine alarak neden tutamıyorum? Ve nihayet acaba niçin bin sene dünyada
yaşamak iktidarına malik değilim?...ilh.
Böylece benim bazan çok istediğim işlere de engel olan binlerce imkansızlık
etrafımı sarmıştır. Ve ben irademe karşı gelen bu imkansızlıkların mevcudiyetini tabii
görmeğe o kadar alışmış bulunuyorum ki artık bunları hiç de yadırgamıyor ve aksini
düşünmeğe bile lüzum görmeden böyle olması lazımmış gibi kabul ediyorum. Çünkü
hatta düşünmeden bir iç duygusu bana hissettirmiş ve beni inandırmıştır ki kainatta
her şeyin bir nizamı, bir usulü ve bir icabı vardır. Bu nizam, usul ve icabın dışına
hiçbir kuvvet çıkamaz. Ve şuna da inanmışımdır ki bu nizam, usul ve icap
İlahi irade kanunları 45

birtakım kaidelerin, kanunların ahkamına tabi birer tezahürdür. Ve bu kaideler ve


kanunlar hiçbir kimsenin hatırı için, hiçbir vakit değişmez. İşte buna kısaca tabiat
kaideleri veya kanunları diyoruz.
Kainatın muhteşem ahengini, büyük nizamını bu kanunların icapları temin
etmektedir. Zira kanunsuz nizam, nizamsız ahenk olamaz. Bu kanunlar her şeyden
evvel, ilahi iradenin namütenahi tecelliyatının ifadesi olan ilahi müeyyidelerdir. Ve
ilahi irade kanunlarını hiçbir mahlukun bütün kemalile kavrıyabilmek kudretine malik
olmadığına inanıyoruz.
İlahi irade kanunları hiçbir tesir, hiçbir hareket, ve hiç bir kuvvet ile
istikametinden kıl kadar dahi şaşmaz. Ve ilahi irade kanunlarının şümulu, kainat
mefhumunu da her cihetten aşmak şıarile muttasıftır. Zira kainat ancak bu kanunların
icabatile ayakta durabilmektedir. Hülasa, evvelcede söylediğimiz gibi, kainat
orkestrası, ezel ve ebedi dahi yaratan Allahın iradesinin ezeli ve ebedi kanunlarile
yaratılmış ve kurulmuş öyle bir organizasyondur ki bu organizasyonun mahiyetine
nüfuz etmek hiç bir kula, hiç bir varlığa nasip olmıyacaktır.
İlahi irade kanunları, insanların kanunları gibi muayyen zamanların, muayyen
içtimai zaruretlerine bağlı telakkilerden doğma bir ruh halinin ifadesi değildir. Onlar,
kainatın ezelden ebede oluşunu ve bu oluş halinin namütenahi şartlarını ve bu şartların
birbirile olan münasebetlerini tayin ve tesbit eden hükümleri ihtiva eder. Kainatın oluş
şartlarının sımsıkı ve namütenahi mudileler halinde birbirine bağlı olarak akıp gidişi
bize, bu halin zaruretini icaplandıran ilahi irade kanunlarının, değişmez bir katilik
içinde devam edip gitmekte olduğunu gösteren kuvvetli bir bürhan olur. Zira bu
kanunların katiyet ifadesinden mahrumiyetini düşünmek, kainat varlığının büyük bir
nizamsızlık ve anarşi içinde darma dağınık olduğunu ve yerini yokluğa, boşluğa
terketmesi icap ettiğini kabul etmek demek olur. Halbuki her düşünen, duyan ve
görebilen ciddi bir müşahit kainatta mevcut hadisatın hiçbirisinin insana böyle abes ve
manasız bir fikri telkin edici mahiyette olmadığını, bilakis bunun tamamile zıddının
her hadisede en kör olanların bile gözüne batacak kadar tebarüz ettiğini söylemekte
bir an bile tereddüt etmez.
TABİAT KAİDELERİ

Büyük dostumuz ve üstadımız olan bir ruh varlığı on beş sene evvel bize
şunları söylemişti : ( Tabiat kanunları, bütün avamilde tecelli eden iradei ilahiye
kanunlarıdır.) Şu halde, tabiat kanunları veya kaideleri insanların hadisat hakkındaki
anlayişlerine göre isimlendirilmiş bir kısım ilahi irade kanunlarıdır.
Dünyevi anlayişe göre, tabiat hadiselerinin tetkiki sırasında insanların dikkat
etmiş oldukları tabii nizam ve tertiplerden istihraç edilmiş
46 Mukadderat ve İcabat

birtakım kaideler vardır. Bunlara öteden beri tabiat kanunları veya kaideleri
denilegelmiştir. Fakat unutulmasın ki bunlar da, ilahi irade kanunlarının, bizim
alemimizdeki tabii dediğimiz hadiselere ait tecelliyatıdır. Kıymetli ruh dostlarımızdan
Akın: << Tabiat kanunları, ilahi irade kanunlarıdır, >> diyor.
Tabiat kaideleri, yalnız üç buutlu realite dahilinde düşünmek zorundaki insan
oğlunun maddi görüş, araştırma ve hatta düşünce imkanlarına göre müşahede
edebildiği hadisatı icaplandıran müeyyidelerdir ki bu nevi hadisat, onun tabiat alemini
teşkil eder.
Tabiat kanunlarının veya kaidelerinin şümulü sahasına mesela: fizik, şimi,
astronomi, biyoloji gibi ilimlerin mevzuatı girer. Bir cisim havada bırakılınca yere
düşmesi tabiat kanununun bir icabıdır, muayyen şartlar altındaki iki cismin birleşerek
muayyen bir cismi meydana getirmesi de gene tabiat kanunlarının icabıdır, tıpkı
bunun gibi, semavi ecramın muayyen mahrekler etrafında muntazaman hareketleri, bir
ceninin ana rahminde teşekkülü gibi hadiseler de birer tabiat kanununun icabıdır.
Tabiat kanunları ilahi irade kanunlarının bizim alemimizin birer tazahürü
olduğuna göre bunları da çerçeveliyen ve bütün kainatın bilmediğimiz sayısız,
namütenahi maddi ve manevi hadisatının sevk ve idaresi işindeki icapların tayininde
esas olan ilahi irade kanunlarının, bizim ne aklımızın erebileceği, ne de
duygularımızın kavrıyabileceği bir hudut ve çerçeve içine sokulamıyacağı
kanaatındayız. Bilhassa üç buutlu tabiatımıza ait realitelerin dışındaki maddi, manevi
yüksek kıymetlerin nizam ve tertiplerini, şümulu sonsuz olan ilahi irade kanunlarının
bilemediğimiz icaplarında aramak lazımgelir.
Şu halde, dar ve beşeri manada kullanılan ve anlaşılan tabiat kanunları ne
kadar mazbut, muntazam ve değişmez icaplar arzederse bütün buları da geniş nizam
ve tertibi içine alan ve sonsuz kainatın, yalnız insan müdrikesine değil, insanlardan
daha çok, pek çok yüksek varlıkların dahi bize göre muazzam kavrayici kudretleri
dahiline girmiyen ve sığmıyan ilahi irade kanunları icaplarının da bu tabiat
kaidelerinden daha çok ahenkli, geniş, şümullu ve sonsuz imkanlar arzedici, ve
insanların asla kavrıyamıyacağı ve tezat halinde görebileceği namütenahi tahavvülatı
vardır. Hülasa, tabiat kaideleri ilahi irade kanunlarının dışında ve onlardan ayrı ve
müstakil değil, onların nisbeten mahdut ve muayyen bir aleme (üç buutlu aleme )
münhasır bir kısmının, gene insan dili ile ifadesidir. İlahi irade kanunları şümulüne
dahil olan hadisata misal olarak illiyet prensibini, tekamül kanunlarını, alaka
kanunlarını, bir fikir vermek için zikredebiliriz. Bunlar sonsuz ilahi irade
kanunlarının, gene ancak bir insan anlayışı ve duyuşu içine şöyle böyle girebilen pek
cüzi hadisata ait kısımlarıdır. Ve bunların dışında daima tekrarladığımız gibi bir
bitmezlik, bir hudutsuzluk mefhumu içinde yapılan hadiseler ve o hadiselerin tabi
oldukları kanunlar vardır.
İLAHİ İRADE KANUNLARINDAKİ KATİLİK
VE DEĞİŞMEZLİK

İlahi irade kanunları değişmez ve katidirler. Allahın iradesinin tezahürleri


hiçbir tesire tabi olarak istikametlerini değiştirmezler. Ve aksi istikamette hiçbir
iradenin ve hareketin onlar üzerinde müessir olabileceği de düşünülemez. Zira böyle
bir düşünce, her şeyden evvel Ondan daha üstün ve müessir bir kudretin mevcudiyeti
vehmine kapılmış bulunmanın bir ifadesi olur. Saniyen bu hal, Allahın mutlak ismi ile
telifi kaabil olmıyan bir durumu meydana getirir.

Mutlak ismile kendisine tapılan Kudretin ismindeki azametin en küçük ve


beşerin ancak anlamağa yaklaşabileceği bir zerresinin manası üzerinde durabilecek
kudreti gösterenler, ilahi kudretin tezahürü olan faaliyetlerin; alelade bir insanın, bir
varlığın ve herhangi bir mahlukun faaliyeti gibi zamanla, mekanla, hadisatla
mukayyet olmayacağını az çok takdir etmeğe çalışır. Ve bunda muvaffak olabildikçe
görür ki Allahın iradesile tecelli eden bir karar bugün, dün, yarın veya herhangi bir
ezelde veya ebette başlamış veya sona ermiş değildir ki bir değişme, bir başkalaşma,
bir yeniden olma gibi zamanla kaim nisbi ve izafi illetlerin zebunu olsun!...Ne ebede,
ne ezele ve ne de herhangi bir zaman mefhumuna girmiyen ve böyle kayıtların
üstünde bulunan ve hatta bu kayıtları da yaratan ilahi iradenin yaptığı bir işin
değişmesi, yani zaman mefhumuna tabi sayılması nasıl mümkün olur ve buna kim
cüret edebilir?

Binaenaleyh, çok kısa bir aciz insan görüşü ve düşüncesi ile ilahi irade
kanunları hakkında ancak ve bittabi çok noksan olarak şu kadar düşünebiliriz: Bizim
ancak zerre bezerre anlamağa ve öğrenmeğe efal ve harekatımızı ona göre ayarlamağa
çalıştığımız sonsuz ilahi irade kanunlarının icapları, bütün bu namütenahi tecelliyatına
rağmen, başlangıcı ve sonu bahis mevzuu olmıyan kainatların da nizam ve ahenginin
ve yaratılışlarının temininde hakim ilahi irade kudretinin bu sonsuz kainatlar içinde
bizim kainat dediğimiz gene bir sosuzluk mefhumunun ifade ettiği meçhul alemimizin
hissesine düşen belki en küçük bir zerresi halindeki tezahürüdür.

İlahi irade kanunlarının şaşmazlığı ve değişmezliği hakkında bizim bu


düşüncelerimizi bütün yüksek ruh alemi, bütün oradaki üstatlarımız çok kıymetli
tebliğlerile tasvip ve tahkim etmektedirler. Büyük dostumuz Kadrinin aşağıdaki
tebliğini okuyan sevgili dostlarımız bu fikrime hemen hak vereceklerdir:
48 Mukadderat ve İcabat

KADRİ : Ocak 15, 1947


<< Varlıkların takip ettikleri bir takım kanunlar ve nizamlar vardır.
Bunlar adeta bir ders programı şeklinde ve birbirini müteakip yapılması
hazırlanmış bir halde ve muntazam olarak cereyanı temin edilmiş bir
vaziyettedir. Ne olursa olsun, bu programda hiçbir şekilde fedakarlık icrasına
imkan ve ihtimal mevcut değildir. Bazıları buna tabiat kanunu derler. Fakat
muhakkak ve hakiki olan bir şey varsa bu, aksamadan cereyan eden bir
harekettir.
<< İşte bütün alemler bu nizama tabi olarak daima kolaydan güçe doğru
birtakım terakkiler göstererek akıp gitmektedirler. Bu şekilde muntazam bir
tarakki ve inkişaf, varlıkların yükselmelerini ve alemlerin nizamlarını meydana
getirir. >>
Neo-Spiritüalizma anlayişine göre mukadderat bahsini biraz daha izah
edebilmek için ilahi irade kanunlarının bilhassa bu değişmezliği üzerinde durmağı
faydalı gördük. Filhakika bu kanunların katiliği ve hiçbir sebep altında hiçbir inhiraf
kaydetmeyişi karşısında irademizin oynadığı ve oynıyabileceği rolleri de bir az sonra
araştırmakla mukadderat bahsine ait hakikatlere daha iyi nüfuz edebileceğimize
inanıyoruz.

İLAHİ İRADE KANUNLARI SONSUZDUR VE SAYI


İLE MUKAYYET DEĞİLDİR

İlahi irade kanunlarında bir son, bir hudut, bir sayı mefhumunu kabul etmenin
ne kadar abes olduğunu şimdiye kadar yapılan mülahazalar esasen göstermektedir.
Hiçbir şekil ve surette, hiçbir şeyle nisbeti bahis mevzuu olmıyan Mutlak hakkında
tam bir bilgi aczi içinde bulunurken, Onun iradesinin mahdutiyetinden, ve o iradenin
mahdut tecelliyatından bahsetmeğe kalkışmak hakikaten düşüncesizce bir hareket
olur. Kainatın, ilahi gayeler yolunda nizam ve ahengini temin eden ilahi irade
kanunlarından dışarı en küçük bir harekette dahi bulunabileceğini düşünmek doğru
olmaz. Zira hudutsuzluk ve sosuzluk mefhumunu ifade eden bu ilahi müeyyidelerin
dışında kabul edilmiş herhangi bir hareket, o müeyyidelerin muayyen bir noktada son
bulmuş olduğunu anlatır ki böyle bir şeyin olmasına imkan düşünülemez.
Hal böyle olunca, en küçüğünden en alisine kadar bütün varlıkların, herhangi
bir kanunun tecelliyatından uzaklaşabilmeleri, ancak başka tertipteki veya başka
kombinezonlardaki diğer kanunların tecelliyatına dayanmak ve onların şümullü
sahasına girmek yolu ile kaabil olabilir. Zira var-
İlahi irade kanunları ve insan iradesi 49

lıkların hareketlerinin ilahi irade kanunları dışında cereyan edebilmesi fikrini, bu


kanunların sonsuzluğu ve hudutsuzluğu hakikati tamamile ortadan kaldırmaktadır.
Demekki yalnız ilahi irade kanunları dahilinde varlığını isbat etmek ve hareket
kabiliyetini göstermek şiarile muttasıf olan her varlık, herhangi bir tabiat kanununun
çizmiş olduğu istikametten ayrı bir yolda faaliyet göstermek durumunda kaldığı
zaman ancak, başka bir kanunun icaplarından istifade ederek o faaliyetini
gösterebilmek imkanını bulur. Ve illa, hiçbir iş meydana getiremez. Bu fikirler
mukadderat bahsinin aydınlatılmasında büyük faydalar sağlıyacaktır. Şu halde insan
iradesi, bir ilahi irade kanununun icabatından, ancak başka bir ilahi irade kanununun
icabatına uymak suretile ayrı bir tahakkuk imkanına ulaşabilir. Bunun aksine hareket
eden insan iradesi ne kadar çırpınırsa çırpınsın herhangi bir tahakkuk imkanını elde
edemez. Burada büyük ruh dostumuz ve üstadımızın bir sözünü bildireceğim:

ÜSTAT : Temmuz 12, 1936


<< Evvelce söylediğim gibi kanunu tabiat dediğiniz kaideler o kadar çok,
o kadar mütenevvidir ki bunlardan birinin neticesi diğer birinin neticesine
uymıyabilir. Fakat bu iki netice de birbirine benzememekle beraber gene
kanunu tabiatın mevlududur. >>

Keza:

ÜSTAT : Temmuz 12, 1936


<< Evvela şunu söyliyeyim ki tabiat kanunları, sizin ihata edemiyeceğiniz
derecede çok şümullü ve muğlaktır. Binaenaleyh bir kısım tabiat kanunlarına
muhalif gibi görünen bir irade, diğer birtakım tabiat kanunlarının tesirile
kendini tahakkuk ettirir. >>

Bu geniş bilgiler bize ilahi irade kanunlarının sonsuzluğu ve hudutsuzluğu


hakkında çok düşündürücü fikirler vermektedir. Bu hususlarda bir az daha meseleyi
açabilmek için bir misal üzerinde konuşmak istiyorum: Ateşi doğrudan doğruya elile
tutan bir insanın elinin yanması bir tabiat kanununun icabıdır. Ancak, eğer o elin bir
ateşi tutmakla beraber yanmaması da matlup ise o zaman o elin sahibinin bu hususta
istifade edebileceği diğer tabiat kanunlarının icaplarına uymağa çalışması gerekir.
Mesala eline ateşin tesirine mani olacak bir madde sürer, bir eldiven giyer veya maşa
gibi herhangi bir nesneyi vasıta olarak kullanıp, ateşi tutar.
Keza, ben şu anda elimdeki kalemle şu kitabı yazıyorum. Elimin bu hareketi
mutlaka tabiat kanunlarının şümulü dahilindedir. Fakat biraz sonra kitabı yazmaktan
vazgeçiyorum. Ve kitabın yazılması duruyor. Bu
50 Mukadderat ve İcabat

hal elbette evvelki hareketimin tamamile zıddına olan bir iştir. Fakat bu hareketim de
başka bir yönden gene tabiat kanunlarının şümulü dahiline girmiş bulunmaktadır. İşte
gerek kitabı yazmak için, yaptığım işlerde ve gerek kitabı yazmaktan sarfı nazar
ettiğim zaman vaki olan hareketlerimde, muhakkak surette tabiat kanunlarının
icaplarından yararlanmışımdır. Aksi halde ne kitabı yazmak için elimi
kullanabilirdim, ne de onu yazmaktan vazgeçtiğim zaman elimin hareketlerini
dudurabilirdim. Bu hal ister benim tarafımdan bilinerek yapılmış olsun, mutlaka tabiat
kanunlarından birisine veya diğerine uyabilmemle tahakkuk imkanına erebilmiştir.

Hülasa, hiç bir insanın, hiç bir varlığın yapabileceği, yapmak istediği hiç bir
şey yoktur ki ilahi irade kanunlarının şümulünden hariç kalsın. En yüksek varlıkların
dahi bu kanunların şümulünden kudretleri yettiği kadar namütenahi istifade
imkanlarına malik olmaları, onların yüksek tekamül derecelerinin neticesi olarak
kendilerine bahşedilmiş ilahi bir armağandır.

İlahi kanunlar, kainatın ayrı ayrı hadisatı hakkında cari birtakım kaideleri ve
icapları neticelendirir. Bunların bir kısmını geçen bir bahsimizde tabiat kaideleri diye
mütalaa etmiştik. Tabiat kaideleri maddi dünyamızın yeknesak hareketlerinin nazımı
olan ve daima bu yeknesaklık vasfını gösteren bir icap arzeder. Hakikaten tabiat
kanunları muayyen istikametlerde icaplar arzeden bir monotonluk vasfını haizdirler.

İlahi irade kanunlarının maddeye ait kısmında gördüğümüz bu yeknesaklık bir


değişmezlik, şaşmazlık ve istikrardır ki bunda da çok derin hikmetler ve yüksek
gayeler mündemiçtir. Ruhların tekamülüne lüzumlu olan madde aleminin monoton ve
aynı tempodaki nizamı umumi kainat ahenginin bir icabıdır. Ayrı ayrı yeknesaklık
içinde görünen bu kaideler, ilahi irade kanunlarının sonsuzluğu, hudutsuzluğu ve
sayısızlığı içinde o kadar namütenahi hareket veriyetelerine yol açar ki bu
hareketlerinde sonsuzluğu, kainat nizamının, yeknesaklıkla hiçbir benzeri olmıyan
zenginliğini, nihayetsiz ve sayısız tahavvülatını meydana getirir. Bu nokta bizce çok
mühimdir. Zira, insan iradesinin ilahi irade kanunları karşısındaki durumundan
bahsedilirken bu mavzuu üzerinde ayrıca düşünmek icap edecektir. Ve ilerki
izahatımızla da tekrar tebarüz ettirileceği gibi, ilahi irade kanunlarının varlıklara
bahşettiği namütenahi imkanlardan, onların iradelerile serbestçe ve istedikleri şekilde
istifade edebilme kudretleridir ki kendilerinin mukadderatını tayin edecektir.
İLAHİ İRADE KANUNLARI KARŞISINDA
VARLIKLARIN İRADELERİ

İlahi irade ile, insan iradesinin hiçbir şekil ve surette ve hiçbir yoldan
mukayase ve müşabehetinin bahis mevzuu olmadığı hakkındaki imanımız en büyük
hakikatlerden birinin ruhumuzdaki ifadesidir. İlahi irade kanunları karşısında, onlarla
boy ölçüşmek şöyle dursun, nisbet dahi edilebilecek hiçbir irade yoktur. Şu halde
insan iradesini inkar etmek mi lazımgelecek? Asla!...

İşte yukarıda serdedilen sual ve cevabın manalarını izah etmekle, mukadderat


bahsinin en güç ve içinden çıkılmaz bir bahsini, beşeri kudret ve imkanlarımız
nisbetinde daha kolaylıkla anlaşılabilir bir hale sokmuş olacağımızı sanıyorum.

Burada evvela irade ve tahayyül bahisleri üzerinde uzun uzadıya konuşmak


icap ederdi. Fakat oldukça uzun olan bu mühim bahisleri bazı zaruretlerle başka bir
kitap halinde çıkarmağa karar vermiş bulunduğumuz için irade hakkında burada çok
kısa ve ancak mevzuumuza yeteri kadar konuşacağız.

Varlıkların kudretile mütenasip olarak iradelerini kullanmakta tamamen


serbest olduklarını tebarüz ettirmek, irade hakkında burada söyliyeceğimiz sözlerin
başında gelir. Bu serbestlik hem mümkündür, hem de onların tekamül derecelerine
uygun olarak Allahın iradesi kanunlarile lütfedilmiş, bir haktır. Bu fikir üzerinde bir
az durmaklığımız lazımgeliyor.

Bir varlık neyi düşünebilirse, daha doğrusu neyi istemek kudretini


gösterebilirse iradesini o yolda kullanmak hürriyetine her an maliktir. Ancak, bir şeyi
istemekle iradeyi o yolda seferber etmek arasında çok büyük farklar olduğu gibi, bir
şeyi istiyebilmenin de zannedildiği kadar kolay ve her zaman mümkün olmıyacağı
bilinmelidir. Herkes, bir çok şeyler istemekte olduğunu zannedebilir, fakat istemenin
hakiki manasını iyi anlamış bulunanlar, onların, istediklerini zannettikleri bu bir çok
şeylerin gene birçoklarının istemekten, daha doğrusu istiyebilmekten çok uzak
olduklarını pekala takdir ederler. İstek alalade bir arzu değildir. İsteğin içinde başta
inanmak olduğu halde, daha bir sürü ruh kudretlerinin faaliyeti mündemiçtir. Bunları
irade ve tahayyül hakkında yazacağımız müteakip eserde tafsilatile arzedeceğiz.

İşte bu şartlar altında ruhta doğmuş birer istekken istikametlerini alan


iradelerdir ki tam bir serbestlik hakkına malik bulunmaktadırlar. Filhakika bu şartlar
altında faaliyet gösteren herhangi bir iradeyi ilahi
52 Mukadderat ve İcabat

irade kanunlarının icabatından başka dışarıdan herhangi bir manianın durdurmasına


ilahi irade kanunları cevaz vermez. Eğer hadiseler bunun aksini gösteriyorsa, yani
böyle herhangi bir insanın iradesinin dış amiller tarafından kösteklendiği haller
görülüyorsa bunun sebebini dışarıda değil, gine bizzat o insanın bilerek veya
bilmiyerek vaki olan kendi istek ve tahayyüllerinin ilahi irade kanunlarına göre
neticelendirmiş olduğu hayat şartlarında aramak icap eder. Ve işte bu da Allahın
varlıklara bahşetmiş olduğu en güzel ve en ali imkanlardan ve bahşayişlerden biridir.

İlahi irade kanunları, varlıkları daima mükemmelleştirmeği, durmadan, bir son


merhale mefhumu tayin etmeden ebedi tekamüllerinde daima ileriye doğru yürütmeği
istihdaf etmektedir. Fakat bir varlığın, iradesini başka bir varlığa teslim ederek
kendisinin otomatik bir makine gibi çalışması ile tekamül edebilmesi mümkün
olamaz. İradenin esareti, tekamülü köstekler. İradesini bizzat kullanmıyan, onu başka
bir iradeye terketmiş bulunan bir varlık yürümüyor, itiliyor, demektir. Halbuki
tekamül için itilmek değil, yürümüş olmak lazımdır. Ve bu yürüyüş de: iyiye, güzele,
yükseğe ve sonu gelmiyecek olan müteal realitelere doğrudur. Ve bu mesafeler
yürüyerek katedilir, itilerek değil. Eğer tekamül itilerek de mümkün olsaydı, yerde
duran bir taş parçası da insan gibi tekamül ederdi. Ve bir ot parçası ile insan arasında
da tekamül farkı kalmazdı. Halbuki iş böyle değildir. Zira evvelce de söylemiş
olduğumuz gibi tekamül bir imtiyaz değil, bir kazançtır. Ve her kazanç ancak
muayyen yolda sarfedilecek emek ve cehit mukabilinde elde edilir. Şu halde her
noktasında yalnız ve ancak başka bir iradenin sürüklediği tek bir iz üzerinde hareket
etmek esaretine düşmüş bir insan bu esaretinin şiddeti derecesine göre tekamülünden
geri kalır.

İşte bunun içindir ki bir iradenin kendinden başka bir diğer irade altına
girmesini ve o irade ile makine gibi hareket etmesini biz, mükemmelleşmenin değil,
iptidaileşmenin bir alameti ve hatta illeti sayarız.

Bütün tebliğatın söylediği gibi varlıklar ezeli ve ebedi tekamül halindedirler.


Esasen varlıkların tekamül yürüyüşü uğrunda, önüne geçilemiyecek kadar şiddetli
ilcaları vardir. Demek ki var oluş, tekamüle doğru bir hız alıştır. Nasılki yokluk fikri
bir çöküntüyü, bir boşluğu ifade eder. Şu halde, varlığın her anı, bir evvelki anına
nazaran bir hatvelik tekamülün ifadesidir. Yaratılmakla bu tekamül zaruretine girmiş
bir varlık nasıl olur da tekamül için zaruri olan iradesinin serbestliğinden mahrum
bırakılır? Allah, Mutlak Kemaldir. Onun hiçbir eserinde, Mutlak Kemal ismile telifi
mümkün olmıyacak hiçbir nokta yoktur. Belki bizim her işimizde bir kusur, bir
noksanlık mevcuttur. Fakat bizim görüşümüzle Allahın görüşünü tayin etmeğe kimse
cüret etmez.
İlahi irade kanunları ve insan iradesi 53

Şu halde tekamüle, bizzarure teşne bulunan varlıları yaratmakla, Mutlak


Kemalinin yanılmaz bir büyük eserini ortaya koyan Allah, tekamülün aleyhindeki her
hareketi ilahi irade kanunlarile, tekamülün lehine kullanmağı varlıklara zaruri kılmış
ve bunun için de onların iradesini hür yaratmıştır. Eğer bu iradenin hürriyeti ortadan
kalkarsa varlıklar tekamül edemezler. Bu hale nazaran hiç bir varlığın, ilahi irade
kanunları icabatı dışına çıkabilmesi bahis mevzuu olamaz. Çünkü esasen hiçbir varlık
tekamülünün dışındaki bir harekete tevessül edemez. Bu, onun oluş halile kaim bir
zarurettir. Ve işte gene bu zaruretledir ki onun, ilahi irade kanunlarile taayyün etmiş
irade serbestliğini kullanması icap etmektedir.
Görülüyor ki varlıkların yükselmesine matuf ilahi irade kanunlarına uymaları
zarureti ile, gene onların yükselmesi için iradelerini serbestçe kullanabilmeleri
zarureti, ayni hedefe müteveccih yürüyüşün iki muhtelif cepheden görünüşüdür.
Bunlardan birisinin zaruretini inkar etmek, diğerinin varlığındaki manayı ortadan
kaldırır. Yani tekamülü, ilahi irade kanunları zaruri kıldığı gibi, varlıkların, iradelerini
serbestçe kullanabilmeleri keyfiyeti de tekamülün bir zaruretidir. Binaenaleyh bunlar
tamamen birbirine bağlı hareketlerdir. Bu fikri aşağıdaki misal ile daha iyi izah
edebileceğiz:
Ben bir yolculuğa çıkıyorum. Hedefim C… memleketine gitmektir. Oraya
teyyare ile, vapurla, trenle, otomobille, araba ile ve hatta yaya olarak da gidebilirim.
Veyahut yola çıktıktan sonra bunları değiştirebilirim de. Fakat ne olursa olsun oraya
gidebilmek için muhakkak o vasıtalardan birini kullanmağa mecburum. Bundan
başka, o memlekete gidebilmekliğim için bir takım yollardan da geçmekliğim icap
eder. Bu yollar da çok muhteliftir. Denizden giderim, karadan giderim, cenup, şark,
garp istikametlerinden gitmeği tercih ederim, havadan giderim…ilh. Fakat ne olursa
olsun oraya mutlaka gitmeğe mecburum. Ve gene ne olursa olsun oraya gitmek için
muhakkak ortada mevcut olan ancak bu vasıtalardan ve yollardan birini tercih etmek
zorundayım. Şu da var ki benim o memlekete gitmekteki gayem ve maksatlarım
ancak, oraya kadar olan seyyahatim esnasında göstereceğim şahsi gayret ve
sarfedeceğim emek nisbetinde tahakkuk edebilecektir. O halde, bu seyahatim
esnasında kullanmak zoruda kaldığım vasıtaları ve yolları tercih etmek ve o
vasıtalardan şu veya bu tarzda, az veya çok nisbette istifade etmek hakkı veya
mecburiyeti bana verilmiştir. Yani mesela hiçbir kuvvet emrederek veya benim, kendi
hüviyet ve şahsiyetime ait istek imkanını ortadan kaldırarak kendi arzu ve iradesine
göre bana: sen şu yoldan ve şu vasıta ile gideceksin diye beni kurulmuş bir makine
gibi sevketmiyecektir.
İşte benim, bu vasıtalardan herhangi birini, herhangi bir yolda kullanmak
imkanına malik oluşum, buradaki istek, irade ve tahayyül kudretlerimin en geniş
manadaki serbest kullanılış hallerini ifade eder. Ve
54 Mukadderat ve İcabat

ben muhakkak gitmek zorunda bulunduğum o memlekete, kullanacağım bu


vasıtalardan birinin nevine ve o vasıtayı kullanabilme kabiliyetimin derecesine ve
onun süratine veya yavaşlığına göre kısa veya uzun zamanda, az veya çok güçlük
çekerek gidebilirim.
Demekki burada, bu mütenevvi vasıtalardan birini kullanmanın, benim
tamamen ihtiyarıma bırakılmış bir iş olması nasıl bana verilmiş bir hak ise intihap
edeceğim o vasıtanın, seyahatimin neticesi üzerinde yapacağı müsait veya gayri
müsait tesirlerini tatmak da tamamen ve yalnız benim şahsıma ait bir keyfiyet
olacaktır. Mesela eğer ben, oraya gitmek için öküz arabasını intihap etmiş isem bu
vasıta ile havada uçar gibi süratle gitmeği bekliyemem. Keza vasıta olarak bir vapura
binip denizin ortasına açılmış isem o vapur hiç olmazsa bir karaya yanaşıncıya kadar
deniz yolculuğunun bütün icaplarına uymağa mecburum. İşte bu mecburiyet o inhitap
ettiğim tarz ve hareketin bir icabıdır. Ve ben, bu icaptan kendimi, içinde bulunduğum
şartları değiştirmenin yolunu bulmadıkça asla kurtaramam. Ta ki bu vapur bir sahile
yanaşır ve ben, gene ister ayni vapurla yolculuğuma devam ederim, istersem vapuru
orada terkederek seyahatimin müteakip kısımlarını daha münasip gördüğüm
vasıtalardan birisi ile tamamlarım.
İşte benim burada görgü ve tecrübesizliğim bazan bu inhitap işinde beni
yanıltabilir. Ve o zaman seçmiş olduğum yollarda güçlük çekmeğe başlarım. Bu hal
ekseriya yolumun daha uzamasını, yollarda arasıra takılıp kalmamı intaç eder. Hatta
inhitap etmişi olduğum vasıtalara intibaksızlığım daha ileri derecede olursa bazan
yolumu büsbütün şaşırır ve gideceğim memleketin istikametini kaybedebilirim. Ve o
zaman kendisinden yol soracak birisini aramağa başlarım. Ve o rehberi bulunca
hemen ondan, gitmek istediğim memlekete beni götürecek yolların istikametlerini ve
vasıtalarını sorup öğrenmeğe çalışırım. Ve gene onun bana gösterebileceği muhtelif
yollardan hangisi işime ve hesabıma uygun gelirse onu kabul eder ve o yolda
seyahatime devama başlarım. Zira o memlekete gitmekliğim zaruridir. Ve bunun için
de muhakkak bir yol ve bir vasıtaya ihtiyacım olacaktır. Ve bu vasıtayi de mutlaka
ihtiyarımla kabullenmem icabetmektedir.
Görülüyor ki beni bu seyahatimde kimse şu yada bu yola, şu veya bu vasıtaya
zorla sevketmemektedir. Ancak, ben bu yolculuktan ihtiyacım nisbetinde yardımcılar
arıyor ve irademi kullanıyorum. Burada irademi kullanmak serbestliğime o kadar
dikkat edilmiştir ki hatta en nazik ve tehlikeli zamanlarda bile iradem harekete
geçmedikçe beni o tehlikeli durumdan zorla kimse kurtaramıyor. Mesela vapurda
giderken ben sapıtıp yoluma devam etmekten vazgeçerek herhangi görgüsüzce bir
hareketle karaya çıkacağım diye kendimi denize de atabilirim. O zaman, yani
boğulmak üzere iken bile beni kimse kolumdan zorla tutup yukarı çıkaramaz ancak,
gene kendi isteğim, iradem ve cehtimle tutunup bu felaket-
İlahi irade kanunları ve insan iradesi 55

ten kurtulabilmem için halat atarlar ve bu atılan halatı tutmaklığım için yukarıdan
bağırışırlar. Eğer ben bu halatı tutmaz ve beni gelip kurtarsınlar diye kendimi suların
cereyanına hiçbir cehit sarfetmeden kapıp koyuverirsem ne halat atanların, ne halatı
tut diye bağırışanların ve ne de herhangi bir başka yardımcının imdadı bana yetişemez
ve ben belki birdaha ebediyet kadar uzun bir müddet bu seyahate devam edememek
üzere boğulup giderim. Veyahut da, boğulmadan evvel son ümitsizce haykırışlarımla
koşan hayırkar bir yardımcının sesi kulağıma çarpar. Fakat o anda bile bu ses beni
kaldırıp dalgaların arasından dışarı fırlatmaz, bana ancak şunları söyliyebilir:( ey gafil
adam! Sen kendini denize atmakla bir yanlış yola saptın. Ve yolculuğunun gayesini
unuttun. Sana ancak bir vasıta olacağını bildiğin bu vapuru ve denizi kendine bir gaye
edindin. Ve yolculuktan ayrılarak kendini denize attın. Bu deniz artık sana bir yol
değil, bir mezar olacaktır. Bu hakikati şimdi gözünle gördün ve anladın mı? ) Bu söze
karşı ben gene kulaklarımı tıkarsam esasen bir nefeslik kalmış hayatımı orada
tüketirim. Aksi halde, o sesin sahibine hatamı itiraf eder ve yoluma tekrar devam
etmek arzumu açıklarsam bana doğru ; kurtarıcı bir el uzanır. Fakat gene onu ben,
kendi isteğimle, kendi irademle ve kendi cehit ve gayretimle tutmağa mecburum, eğer
kendimi kurtarmak istiyorsam!... Fakat ondan sonra bu sapıkça hareketimin neticesi
olarak çekmiş olduğum korkunç sıkıntılar bana güzel bir ders olur. Ve bu ders, bu gibi
seyahatlerde lüzumlu olan görgü ve tecrübelerimi arttırır. Ve müteakip
hareketlerimde, irade serbestliğimi artık böyle kötü ve zararlı yollarda kullanmamağa
çalışmama sebep olur. Bilgi, görgü yolu ile ve bilhassa daha tecrübeli kişilerin iyi
niyetle ve kendi menfaatlerini feda ederek sırf beni desteklemek için yaptıkları
nasihatlere, irşatlara kulaklarımı açarım. Ve bütün bu kudretleri biraraya toplıyarak
onlardan aldığım hız ile seyahatimde bana en münasip olacak yolu ve vasıtayi
seçmeğe çalışırım.
Demekki bu yolda yürümekliğimi takdir eden icaplar, ayni zamanda benden
beklenen irade serbestliğimi, münasip ve doğru yollarda kullanabilmekliğim için beni
hazırlayıcı her imkanı ve yolu da önüme sermiş bulunmaktadır.
İşte ilahi irade kanunları karşısında varlıkların iradesi, çok kaba bir görüşle
yukarıda vermiş olduğumuz seyahat misalindekine benzetilebilir. İlahi irade
kanunlarının istihdaf ettiği tekamül safhaları, bütün varlıklar için ulaşılması zaruri
olan birer yolculuk merhalesidir. Ve o merhalelere varlıkların selametle
ulaşabilmelerini sağlayici vasıtalar ve yollar da gene ilahi irade kanunlarının
namütenahi icaplarıdır. Biz ancak, tecrübelerimizin ve tekamül seviyemizin ruhumuza
kazandırmış olduğu kudretlerden doğan isteklerimizin keyfiyet ve kemmiyetlerine
göre ve bunların yanında bilhassa yardımcı varlıkların irşatları ile bu kanunlardan
birinin
56 Mukadderat ve İcabat

veya diğerinin icabatına uymak, uyduktan sonra, bu uygunluk devam ettiği müddetçe
o icabatın çizmiş olduğu istikametlerin boyunca ister istemez yürümek zorunda ve
ihtiyacındayız. Bu bir hakikattir.
İnsanların yalnız dünyadaki hareketleri değil, spatyoma gittikten sonra ve daha
yukarlara bile çıkarken olan hareketleri dahi ancak kendi tekamülleri nisbetindeki
istek ve iradelerindeki sevkile ve muhayyilelerinin hitap ettiği varyeteler içinde vukua
gelmektedir. İşte aşağı mıntakalarda ve bilhassa dünyamızda bu yoldaki hareketlerin
inhitap şekil ve tarzlarında ekseriya vukua gelen isabetsizlikler, o insanın hayatında
karşılaşacağı müşkilatın ve çekeceği meşakkatlaerin belli başlı amillerinden birisini
teşkil eder. Bununla beraber dikkat edilirse bütün bu hareketlerin de ancak gene
birtakım kanunların ve icapların tesiri ve yardımı ile tahakkuk imkanına ulaştığı
görülür. Halbuki bu kanunlar ve onların icapları Allahın iradesinin kainattaki birer
tecellisidir. O halde, bu kanunların icaplarından, kudretile mütenasip bir serbestlik
içinde, istifade imkanı kendisine bahşedilmiş bir insan için; odaları, salonları tekmil
köşesi bucağı kurulu bir billur köşk gibi, bütün hadiseleri şuunatı ezelden tesbit
edilmiş ve hiç bir parçası bir kıl kadar dahi değişmiyecek şekilde ebede kadar
hazırlanmış ve donup kalmış bir hayat mukadderi asla mevcut değildir. Kader
muhakkak ki bir icaptır ve bu icapta ihtiyar olunan herhangi bir hareket tarzına göre
gerçekleşmiş bir zarurettir. İyilikleri icap ettiren hareketler nasıl insanın görgü ve
tecrübesile nemalenmiş bir isteğin mahsulü ise kötülükleri, daha doğrusu insana kötü
gelen halleri icap ettiren hareketler de öylece, o insanın görgü ve tecrübe kıtlığı
yüzünden ileri gelmiş bir sapıklığın neticesidir.
Allaha karşı küfredenler de vardır. Bu kadar dehşetli ve korkunç olan kötü bir
hareket de mi mukadderdir? Kulun, kendisine bu kötü hareketi yapmasını Allah mı
istemiştir? Bu ne kadar sakim ve cüretkarane bir düşünce olur? Halbuki o kul, takdir
etmeden ve neticelerini idrak etmeden ancak kendi ihtiyarile bu kötü hareketi yapmış
bir biçaredir. Bununla beraber böyle manasız ve nalayık bir hareketinden o biçareyi,
hiçbir ilahi kuvvet alakoymuyor. Hatta müreffeh bir hayat içinde, müsaadeli bir
şekilde yaşıyabilmesi, bu sakametinde ve sapıkça hareketlerinde bütün serbestliği ile
hareket edebilmesi imkanlarının da onun önüne serilmiş olduğunu göstermeğe kafi
gelmiyor mu?

MUSTAFA MOLLA : Şubat, 21 1948 Medyom: M Aray.

<< Size önceleri de tekrarladığım gibi insan buraya da ( spatyoma, B.R )


gene kendi irade ve istekleri dahilinde ve isabetli ve isabetsiz karar ve isteklerile
geliyor. Hatta buradan yukarıya gitmeniz veya tekrar dünyanıza dönmeniz gene
sizin kendi isteklerinize bağlı hadisattandır.
İlahi irade kanunları ve insan iradesi 57

<< Allah nasıl olur da sizi ancak kendi isteği dahilinde çevirip idare eder
ki o takdirde ne şahsiyetinizin, ne de hayatınızın manası kalır. Dikkat etmiyor
musunuz: sizin için Allahın hakim olan tarafı değil, fakat sadece kanunları
vardır. Bu kanunlar ne Allahtır ne de insan! Hadiselerin cereyanı ise ne Allahla
ne de böyle kabli bir hüküm ittihazile tesbit olunmuş herhangi bir şekil ve
suretle alakadar değildir. İnsan ilelebet hürdür.
<< İyiliklerin sizi ne kadar yüksek merhalelere yükseltmekte olduğunu,
ruhen ne kadar ve nasıl derinleşip adeta sonsuzluğu teneffüs eder, hale
geldiğinizi pekala anlıyorsunuz. O halde ne için tekrar fenalıklara, sukuta rıza
gösteriyorsunuz? Bu da mı Allahtan?
<< İyi haller Allaha doğru, fakat kötü halleriniz kime doğrudur? Ne için
düşünmezsiniz ki Allah bize nihayetsiz bir hürriyeti şahsiye ve iktidarı ruhiye
verdiği halde bütün amal ve seviyelerimizi ancak Onunla kaabili ifade
görüyoruz?
<< Bu dava ezeli bir cidal safhasıdır. Yaşıyacaksınız. Pek iyi, pek fena.
Fakat muhakkak gayeye uygun düşecek seviye ve idraki illa istihsal etmeniz
lazım ve mecburidir. İster bin kere dünyaya gelin, ister bir kere. Ne elde
ederseniz sizin içindir.
<<Allah, Allaha küfredenleri helak ediyor mu? Onların sizden daha
müreffeh olduklarına çok kere şahit olmuyor musunuz? Bu, ne mana ifade
eder?>>

Yalnız Allaha karşı değil, en küçük bir insana karşı da yapılması caiz olmıyan
hareketleri yapmakta insan tamamile serbest birakılmıştır. Eğer insanlar iradelerinde
böyle serbest bırakılmış olmasalardı bu kötü hareketlerini yapmağa değil, yapmak
niyetine bile teşebbüs edemezlerdi. Zira Muazzam kainatın içinde bir zerreden ibaret
kalan biçare insan oğlunun bu büyük ve muhteşem mekanizma içinde çiğnenip
giymesi, milyarlarca ton ağırlığı altında bir sivri sineğin ezilmesinden daha küçük bir
hadise olurdu. Fakat böyle olmuyor ve bir bedbaht kişinin, Tanrıya karşı küstahça
küfretmesi, bütün kainatın yüksek varlıklarını titretirken kendisinin bir tek kılını bile
oynatmıyor. Ve bu hareketsizlik, o varlığın bizzat kendi kudretleri ve nuru
parlayinciye kadar devam ediyor. İşte ancak kendisi için bu mesut anın gelişini
müteakiptir ki o adamın bu hareketsizliği birdenbire şiddetli bir kasırga tufanı halini
ve bütün kainatı kendisine zindan edercesine bir azabın eşiğinde canlanacaktır.
Demekki bu da kendisine gene, dışardan verilmiş bir azap değil, bizzat kendi ruh
uyuşukluğunun bilahara meydana çıkan şiddetli aksülamelleridir.
İnsanlar ve bütün varlıklar ruhlarının tekamül derecelerinin müsadesi
nisbetindeki hayat seviyesine uygun alemlerde ve muhitlerde yaşarlar. Ve içinde
yaşamağa mecbur bulundukları o muhitlerin ve alemlerin
58 Mukadderat ve İcabat

tabi oldukları tabiat kanunlarının icaplarına uymak zaruretinden de kendilerini hiçbir


suretle kurtaramazlar. Başka bir yerde, hiçbir insanın elini kolunu sallıyarak yürüye
yürüye aya kadar gidip gelemiyeceğinden bahsetmiştim. Çünkü dünyanın kanunları
buna müsait değildir. Ve insan bu dünyada yaşamak zorunda kaldıkça bu kanunların
icabatının şümulü dışına çıkamaz. Fakat bir insan ruhu tekamül ederek daha yüksek
bir madde aleminin teşkil ettiği bir muhitte yaşamak ehliyetine vardıktan sonra o
muhitin daha müsait kanunlarından istifade ederek dünyamızda yapamadığı işleri tabi
bir kolaylıkla oralarda yapmak imkanını pekala bulabilir. Netekim dünyamızda bile,
mesela bir karınca alemine, bir tayyare yapıp Avrupadan Amerikaya beş on saatte
uçup gitmesine imkan verilmemiştir. Ve bu da karınca alemini, insanlık aleminden
ayıran bir sürü tabiat kanunlarının kati icaplarından ileri gelmektedir. Şu halde bir
varlığın, içinde bulunduğu alemin tabii kanunlarının üstüne çıkabilmesi imkanı ona
verilmiştir, ancak bu imkan onun tekamülü ile elde edeceği yüksek kudretler
nisbetinde mümkün olacaktır. İşte bunun içindir ki emeksiz yükselme ve
yükselmeksizin kudret iktisabı yoktur. Bu hakikat anlaşıldıktan sonra haklı olarak
denilebilir ki: insan daima yüksek nasibini ve kaderini gene kendi cehit ve iradesinin
mahsulü olan tekamülü derecesine göre kazanmış olduğu liyakat ve kudret nisbetinde
elde eder. Daha doğrusu, insanların yaşadıkları muhitte hakim olan tabiat kanunlarının
üstüne çıkmaları demek, yüksek mukadderlerinin, kendilerini layık kıldığı bir hayat
seviyesine ulaştırıcı nasiplerini gene bizzat kendi cehit ve gayretlerile hazırlamaları
demektir.
İnsan evvelce kendisi için çok yüksek ve hatta ulaşılamaz sanılan ve ekseriya
muhal görünen daha yüksek alemlerin kanunlarına ve icaplarına istek, cehit, gayret,
irade ve bunların hepsini cami – bilhassa – tahayyül melekelerini tekamül için zaruri
olan ilahi yollarda kullanıp yükselerek intibak edebilir ve o zaman bu kanunların
hakim olduğu muhitlerde yaşamak ve oranın icaplarından faydalanmak onun için
hatta bir zaruret halini alır. Bunu daha açık olarak şöylece ifade edebiliriz:İnsana
evvela mukadder ve nasip görünmiyen yüksek bir hayat safhası, o insanın ilahi irade
kanunlarına intibak yolunda devamlı surette göstereceği istek, irade, cehit ve gayret
sayesinde kazanacağı muayyen bir liyakat derecesinden sonra ona mukadder bir nasip
halini alabilir. Bu fikrin hakikatini biraz daha tebarüz ettirebilmek için bir misal
üzerinde konuşacağız: Eğer ben bir mühendis olmağı istemez, özlemez ve hatta
aklıma bile getirmezsem bu meslekteki muvaffakiyet şartlarından hiçbirini hazırlamak
kudretini gösteremem. Ve böyle olunca da hiçbir vakit mühendislik yapabilecek
liyakat ve kudreti kazanamam. Mesela mühendis mektebine gidip okumam. Oradaki
bilgileri öğrenemem. Hiçbir mühendisin yanında çalışıp mühendisliğe dair ondan bir
şeyler öğrenmek teşebbüsüne girişmem. Ve mühendislik hakkında hiçbir tatbikatta
bulunmam. Bu takdirde mühendis
İlahi irade kanunları ve insan iradesi 59

olamamak benim için elbette mukadder bir iştir. Zira bu şartlar altında ben hangi hak
ve salahiyetle mühendislik yapabilirim?...Demekki mühendis olabilmem için
muhakkak benim istemem, tahayyül etmem, çalışmam ve yapmam lazım. Bunsuz
olmaz. Yani, istemeden, çalışarak, hazırlanarak mühendislik kaderine kendisini layık
kılacak bir ehliyeti iktisap etmeğe cehit ve gayret sarfetmeden, ilahi irade kanunları
hiçbir kimseye bol keseden mühendislik yapabilmek kudretini bahşetmez. Fakat
mühendislik kudretini bahşetmiyeceği gibi böyle çalışmadan, istemeden, tahayyül
etmeden ve o yolda faaliyet göstermeden hiçbir varlığa daha yüksek ve mesut bir
hayata ulaşmak kaderini de nasip kılmaz. Yani Allahın lütufkar müsaadesine sığınarak
ve haddimiz olmadan bir az ileri gidip kunuşmağa cüret ederek diyebiliriz ki hadisatın
ifade ettiği manalara göre ilahi kanunlar müvacehesinde havadan mükafat almak
yoktur. Eğer, diğerlerine nazaran çok az çalışarak ve gayret sarfederek çok büyük
neticeler alanlar da varsa ( ki çok vardır ) muhakkak bilinmelidir ki bunlarında çok
eski hayatlarında, kendilerini bu işlere ve bu hayata liyakatli kılacak bir sürü
faaliyetleri geçmiş ve bu liyakatleri onları, birtakım muğlak ve bir tek hayatla izahı
mümkün olmıyan bu büyük işlere hazırlamıştır. Yani onlar bu işlerinde nail oldukları
kolaylığı bedava almış değillerdir. Fakat unutulmamalıdır ki bu da büyük hem de çok
büyük ilahi bir ihsandır. Ancak, ilahi ihsan, eski padişahların keyiflerine göre
etraflarına dağıttıkları ihsanlara benzetilemez. Bunun manası bambaşkadır. Ve keyfi
olmak illetinden tamamile münezzehtir. İlahi ihsan demek, ilahi irade kanunlarının
icaplarını istiyerek, ve gayret sarfederek uymuş olmanın neticelendirdiği bir mükafat
demektir ki tam manası ile bu, hak edilmiş ilahi teveccühün insan mukadderatında
tezahür eden bir büyük tecellisidir.
İnsanın, birbirini velyeden büyük mukadderlerine nail olabilmesi için
göstereceği cehde mukabil elde edeceği neticeler elbette bir ilahi ihsandır. Mesela
insan, bir üzümü dahi kütüğünden koparmak için cehit ve gayret sarfetmezse üzümün
kendisine vereceği iyiliklerden istifade edemez. Demekki o, bu nimetten
faydalanabilmek için üzümü mutlaka hiç olmazsa kütüğünden koparacak kadar ufak
bir gayret göstermek zorundadır. Bununla beraber, üzümü kütüğünde olgunlaştıran ve
hazırlıyan da onun isteği, veya cehit ve gayreti değildir. İşte bu misal, yukardan beri
serdettiğimiz mülahazaların güzel bir izahını daha arzetmektedir ve bu izah da
insanların ilahi irade kanunlarından çeşitli surette istifade etmeleri imkan ve
zaruretleri hakkında evvelce arzettiğimiz mülahazaların iyice kavranılmış olmasından
sonra kolayca anlaşılabilecektir. Üzümü yetiştirecek kütük tabiat kanunları
muktezasınca meyvesini hazırlamıştır. İnsana düşen vazife bu kanunların icabatına
uyarak o kütüğe yardım etmek ve üzüme malik olmak arzusunu taşımak ve bu yolda
çalışmaktır ki bütün bu işler ayrı ayrı, gene birer tabiat kanunundan istifade etmek
60 Mukadderat ve İcabat

kudretini insanın göstermesine bağlıdır. Şu halde, ilahi irade kanunları hiçbir kimseyi
cebren hiçbir harekete sürüklemez. Fakat liyakatini ve kazançlarını arttırmak ve
kendisini yükseltmek zaruretini hisseden insanın istifadesi önüne bu kanunlar bütün
kazanç imkanlarını serer. Ve yükselmek ihtiyacını duyduğu nisbette tekamül
vasıtalarının her türlü şeklinden faydalanabilmesini sağlayici kolaylıkları insanın
kudretlerinin erişebileceği yerlere kadar uzatır.
Aşağıdaki tebliğ bu fikirleri kudretle ifade etmektedir :

MUSTAFA MOLLA : Nisan 1, 1948 Medyom : Macit Aray


<< İlahi ihsan nedir? Bu sual bizden size doğru sorulursa ne gibi bir
cevapla karşılaşırız, diye merak ve endişe duymaktayız. İhsanın insandan öteye
varma tahammül ve tecellisi olduğunu unutmamalısınız. Öyle bir idraki pürfeyze
nail olacaksınız ki buna ihsan diyebilirsiniz. Öylece her türlü hakikat
perdelerinin birbir kaldırılması nasip oluyor. Ve bu uzun yolda ( tekamül
yolunda B.R ) size şek ve şüphenin zararlarının artık devamına müsaade
edilmiyor.
<< İhsan bir kere, yüreğinizde açılmış, bir ilahi cihete doğrulmuş
temennilerin dua ve yalvarmalarla birlikte vüsunuz dahilinde çalışmanızın bir
armağanı demektir. Böyle bir şeye mazhar olmanın imkanları ne türlüdür ve ne
derece olabilmelidir? Asıl size burada izah eylemekten bir türlü kendimi
alamıyacağım en mühim mesele budur.
<< İhsanı ilahinin tabiatta varlıklara, her şeye şamil olduğunu izaha da
lüzum yoktur, zannındayım. Evvelemirde bu, insanın şahsen her türlü dünya
endişelerine rağmen en az bir sayi zihni ile anlıyabileceği bir hakikattir.
<< Biz, bizden evvelini ve sonrasını tayinden acizken ne ile iddia edebiliriz
ki umuru dünyeviye ve uhreviye meselelerinde ilahi mesağın, birinci ahengi
teşkil etmediğine inanalım. Elbette hak bir türlü tasavvurdur. Ve o da bizden
üstün, bizden sonradır. O halde kati hakayıkın zuhuru gene onun iradesine
vabestedir. Böylece düşünün: hangi imkan vardır ki Allah katında bir sır olsun?
Bunun hiçbir sebebi mevcut olamaz. En ufak bir cehitle en yüksek bir irade
arasında netice itibarile büyük farkların zuhurunu görmenizden tabii bir şey
olamaz. Bir daldaki meyvenin alınması bile bir cehte mütevakkıftır. Bu cehit işte
size elmayi getirmiştir. Fakat bu elmayi dala getiren kimdir? Siz sadece
almaktasınız. Amma düşünmelisiniz ki biz de kendimize göre bir şey ihzar
edebiliriz. Tabiat karşınızda bütün gizli çalışmalarile neler veriyorsa siz de
ruhen öylece yükselme emelile dolmalısınız. Ve istiyeceklerinize bu tarikle
vüsulünüz tahakkuk edecektir. >>
İlahi irade kanunları ve insan iradesi 61

Şimdi burada mühim bir mevzua temas etmenin sırası gelmiştir. İlahi irade
kanunları, zaruri neticeler doğuran ilahi müeyyidelerdir. Fakat bu fikir üzerinde bir az
derinleşince, çok mühim bir meselenin karşımıza dikildiğini görmekte gecikmeyiz.
İlahi irade kanunlarının neleri kucakladığını ve şümulleri derecelerinin nelere
kadar yayıldığını soramayız. Esasen böyle bir sual de bahis mevzuu olamaz. Zira
bütün ilahi mefhumlar başlangıç ve son kayıtlarından azadedirler. Ve bizim bütün
bilgi ve duygu hudutlarımızın dışında kalırlar.
Yalnız şunu bilelim ki ilahi irade kanunları kainattaki her varlığa, her zerreye,
her hadiseye, her şeye hakimdir. Ve bütün bunlar namütenahi olan ilahi irade
kanunlarından muhakkak ya birisinin veya diğerinin icabatının tesir ve yardımile
ancak gerçekleşmek imkanına vasıl olabilirler. Kainatta bildiğimiz veya bilmediğimiz
hiçbir şey yoktur ki ilahi irade kanunlarının şümulü dışında kalsın. Böyle bir şeyi
düşünmek o şeyin yokluğunu kabul etmek demektir ki haddi zatında yokluk dahi gene
ilahi irade kanunlarının şümulüne dahil bir varlıktır. Çok kaba olmakla beraber bu
fikrimi bir misalle biraz izah etmek istiyorum. Gerçi böyle ilahi ve müteal mevzuları
bunun gibi maddi ve kaba misallerle kıyaslandırarak izaha kalkışmak bir nevi
küstahlıktır, ama ne yapalım, çok iptidai bir şekilde de olsa hakikate bir az olsun
yaklaşmak arzu ve iştiyakı ile ara sıra böyle kaba misallere müracaat etmek
mecburiyeti hasıl oluyor.
Sonsuz bir umman tasavvur edelim. Bu umman, kainatı da içine alacak kadar
hudutsuz olsun. Bu ummanın içinde yaşıyan namütenahi varlıklar var. Fakat bu
mahlukatın varlığı, ancak bu ummanın varlığına bağlıdır. Binaenaleyh, en küçük bir
zerreden en büyük ve kuvvetli varlıklara orada yaşıyan bütün canlı varlıklar kendi
cirimleri, ihtiyaçları ve imkanları nisbetinde bu sonsuz ummanın bir kısmından
istifade ederler. Ve bu varlıklar için hayat sahası ancak onların bu ummandan istifade
edebildikleri yerler olabilir. Mesela çok derinlerdeki varlıklar için ummanın üst
kısımları, yaşanacak ve barınabilecek yerler değildir. Varlıkların kaabiliyetlerine ve
duydukları ihtiyaçlara göre bu hayat sahaları pek dar bir mıntıkaya da inhisar edebilir.
Ve o zaman ummanın geriye kalan sonsuzluğundan onlar ne istifade edebilirler, ne de
bundan haberdar olabilirler. Onların bütün kainatının, bu içinde yaşamakta oldukları
ancak bir su damlacığı teşkil eder. Fakat ister bir su zerresi olsun, ister o sonsuz
ummanın bütününe nisbetle gene bir zerresi olan büyük bir okyanusu olsun, onu
kullanan ve o zerreden veya okyanustan faydalanan varlıklar o ummanı ne
tüketebilirler, ne de onun mahiyetini değiştirebilirler. O, bütün zerrelerile gene bir
umman olarak kalır.
İşte ilahi irade kanunları da böyle bir ummandır. O kainatın her zerresini
besler, her zerresini yaşatır, ve her zerrenin kendi ihtiyacına
62 Mukadderat ve İcabat

ve hayat şartlarına uygun zaruretlerinin tahakkukunu temin eder. Şu halde bu kainatı


teşkil eden varlıklar içindeki irade sahipleri, kendi ihtiyaçlarının bütün karşılığını
istedikçe, özledikçe muhitlerinde muhakkak surette bol bol bulunabilir. Ve bu istekler
uğrunda cehit ve gayret sarfettikçe de o kanunların tahakkuku yolundaki icaplardan
istifade emellerine nail olurlar. Bu bir hakikattir ve biz bu hakikatin her türlü
tecelliyatını kendi muhitimizde de her an görmekte ve tatmaktayız. Bunun en basit ve
iptidai misalini bir ot parçasının, fizik kanunlarından istifade ederek yerden gıdasını
bütün bedenine mayi halinde çekmesi ve bu suretle hayatını idame etmeğe çalışması
teşkil eder. Demekki adi bir ot parçası dahi en mübrem olan hayati vasıtasını, yani
gıdasını topraktan gene ancak kendi cehtile, fakat tabiat kanunlarından istifade etmek
suretile alabilmektedir. Mahlukatın bütün bu kullanış ve faydalanış imkanlarının
bolluğuna rağmen, tıpkı yukarki umman hikayesinde olduğu gibi, burada da ilahi
irade kanunlarından ne bir şey eksilir, ne de bir şey değişir.
Anlaşılıyor ki ilahi irade kanunlarının, bizim sezebildiğimiz mahlukatın
doldurduğu sonsuz kainat hissesine isabet eden kısımlarının tatbik sahaları o kainatın
içinde gene bir kainattır. Ve orada yaşıyan bütün varlıklar da bu tatbikat sahasında
kendi ihtiyaçlarına göre, kendi kudretleri nisbetinde insiyak, istek irade, tahayyül ve
daha bilmediğimiz namütenahi canlılık melekelerini kullanmak suretile bilerek veya
bilmiyerek faal birer rol oynamaktadırlar. Varlıkların tekamül seviyeleri yükseldikçe
evvela yalnız basit ve iptidai maddi bir hayat zaruretine dayanan bu istek ve
ihtiyaçların hududu genişler ve hemcinslerine, hemcinslerinin gayrına doğru peyda
olan hayırlı ve yükseltici endişelerle ferdi hotkamlığın hududu kırılır ve o zaman
onlar, büyük ilahi vazifelerin ve misyonların hizmetçisi halini alan nurlu birer varlık
olurlar. Demekki bu vazifeler, bazan bir ot parçasında olduğu gibi tamamen şuursuzca
veya daha doğrusu, idraksizce bir insiyak halindeki en iptidai irade tecellisi ile yapılır.
Ve bu nebat böylece, ancak kendi hayatile, cinsinin bekası ve bazı noktalarda da gene
bilmeden diğerlerinin faydalanması hususunda tabiat kanunlarının ancak küçük bir
kısmını kendi kudreti dahilinde kullanır. Mesela köklerini mütemadiyen toprağın
altına salar. Ruhunda henüz irade halini almamış insiyak halindeki kudretile nebat,
idrak etmeden bu hareketi bizzat kendisi yapar. Onun köklerinin toprak altında
uzamasını elbette dışardan başka birisi yapıyor, değildir. Bu, onun hayati kudretinin
bir neticesidir, yani kendisinin öz malıdır. Bununla beraber o, bu inkişafını muayyen
bir hadde kadar yapar. Neden? Çünkü, onun bu dünyada geçirmesi icap eden hayat
tecrübelerini karşılayici vasıtalar tabiat kanunlarının icabatı dahilinde o basit ruhun
basit insiyaklarile gerçekleştirilmiştir.
İlahi irade kanunları ve insan iradesi 63

Nebatın ruhu, bunu nebat halinde iken bilmeden otomatikman yapar. Yani bu
kanunların icaplarından faydalanır. Eğer onun ruhu, bu kudreti göstermez ve bu
faaliyetten geri kalırsa dışardan hiçbir kuvvet o ot parçasının yeryüzündeki hayatını
temin için onun köklerine hazırlanmış gıdayı zorla şırınga etmek külfetine katlanamaz
ve bu imkanı da bulamaz. Hülasa, burada gayet mazbut birtakım tabiat kanunlarından
bu nebat, bilmeden fakat insiyakile bol bol istifade etmek hakkını kullanarak bu işi
yapmaktadır. Bir tabiat kaidesi olan ince elyafın şaariyet hassasından istifade etmek
üzere nebat, bedeninin toprak altında kalan kısımlarını inceltir ve sulak sahalarda
yayar. Bu suretle, nebat hayatı için lüzumlu olan topraktaki su ve bu suda erimiş olan
maddeler topraktan çekilerek nebatın bütün gövdesine tevzi olunur. Demekki, kökünü
toprak altına salabilmek kudretine ermiş ve bu kudretini tatbikat sahasında kullanmak
liyakatine ulaşmış nebat gibi her varlık, bu suyu ve bu gıdayi topraktan böylece almak
ve ondan istifade etmek hakkını kazanmıştır. İşte nebatın kök salması, tabiatın bazı
kaidelerinden faydalanarak kendisini beslemesi, gıdasını alabilmesi için insiyaki,
dediğimiz hareketler de henüz tam manasile irade denilemiyecek derecede basit bir
ruh kudretinin ve basit bir cehit ve gayretin mahsulüdür. Bu da gösteriyor ki tabiat
kanunları, ne kadar küçük olursa olsun kendi cirmi ve kudreti dahilinde ve kendi
sahasında faydalanmak istiyen her şeyden hiçbir varlığı mahrum bırakmamakta ve
geri çevirmemektedir. Yeter ki o varlık, bu kanunların, kendisinden beklemekte
olduğu, istifadesine yarayacak eserleri maydana çıkarmak kudret ve liyakatini
özvarlığının hareketlerile isbat etmiş olsun. Bunu yaparsa, yani köklerini salıverirse
ne ala, yaşar. Yoksa kurur, gider. Fakat bir nebatın ilahi irade kanunları karşısındaki
vazifesi bu kadarla kalmaz. O , beslendikçe gelişmek ihtiyacını gösterir ve bunun için
yeni yeni hareket kudretleri izhar etmeğe başlar. Büyür, semalara açılmış kollar gibi
dal ve budaklar koyuverir. Ve bu dallar yapraklanır. Bütün bu hareketler, onun
yaşıyabilmesi için başka bir tabiat kanununun icabatından faydalanmak hakkını o
nebatın kullanabilmesi serbestliğinin diğer bir tecellisidir. Bu yapraklar nebatın
ciğerleridir. Zira bu yapraklar; hava ve ziya ile onun hayati usaresinin temas sahasını
teşkil edecek ve bu sayede de gene birtakım fiziko şimik kaidelerin icabatı
gerçekleşecek ve nebat bundan kendisi için mühim faydalar temin edecektir.
Görülüyor ki nebat, hayatının idamesi için içinden gelen itilişlerile lüzumlu
olan uzuvlarını meydana getiriyor ve ancak ondan sonradır ki onun bu uzuvları
marifetile tabiat kuvvetlerinden istifade etmek hakkı ve imkanı kendisini gösteriyor.
Fakat gene iş bu kadarla kalmıyor. Nebat çiçekleniyor. Bu çiçeklenme hareketi tabiat
kanunları karşısında onun başka bir tertipteki faaliyetinin bir ifadesidir. Bu ifade de
nebatın neslinin temadisi bahis mevzuudur.
64 Mukadderat ve İcabat

Bütün bu hareketleri maddi hareket kompozisyonlarının kör birer tesadüfü


neticesi olarak düşünmeğe çalışan inkarcı bir materyalist görüşü ile mütalaa
edemiyeceğimiz gibi, varlıkların iradelerini inkar ederek, veyahut sembolik birer irade
izafe eyliyerek onları dış ve üst kuvvetlere körü körüne boyun eğen birer kukla yerine
koyup şahsiyetlerini inkar eden bir cebriyeci düşüncesile de mütalaa edemeyiz. Bu ne
odur, ne de öteki…Bu hal ancak, ilahi irade kanunlarının namütenahi tecelliyatından
istifade ederek tekamüllerinin teminine matuf imkanları tahakkuk sahasına
çıkarabilmeleri için varlıkların göstermeleri mukadder olan iradelerinin tezahürleridir.
Ve bu tezahürleri göstermek her varlık için hem bir ihtiyaçtır, hemde bir vazifedir.
Burada tekamülün ilerleyişi nisbetinde diğerkamca faaliyetlerin tebarüz etmesile
ihtiyaçla vazife ve misyon mevzuları birleşir ve gayeler böylece yükseldikçe ruh
kudretlerinin de o nisbette tesirlerinin şümul sahası artacağı için ruhların daha mudil
tabiat kanunlarından istifade etmek imkanları çoğalır. Netekim bir tek basit ağacın
bile ilk yetişme anlarında yalnız kendisini olgunlaştırma kaygısı ve bu kaygı etrafında
toplanmış hareketleri görülürken olgun bir ağaçta hemcinsinin yetişmesile ilgili
faaliyetler meydana çokar. Ve buraya gelince o ağaç daha geniş mikyasta tabiat
kanunlarının icaplarından istifade etmeğe başlar. Mesela çiçekleri açılınca etraftan
kendisine yaklaşanlar ve kendisile alakadar olanlar çoğalır. O artık yalnız topraktan ve
sudan değil hava, böcek, vs gibi diğer unsurlardan da istifade ederek tohumlarını
başka yerlere kadar gönderir. Ve bütün bu unsurların çoğu ona, bilmeden bu hususta
hizmet ederler. Yani tatlı bir meltem, güzel kanatlı bir kelebek, işgüzar bir arı hatta bir
insan eli ona bu hizmeti ancak o nebatın bu çiçeklerini ve tohumlarını hazırladıktan
sonra yapabildiklerini kimse inkar edemez. Fakat o nebat da bu iyiliğin karşılığını boş
bırakmaz ve bazan güzel kokularile, bazan lezzetli meyvelerile, bazan şifa verici
tesirlerile, velhasıl şusu ile, busu ile etrafındakilere ayrı ayrı fedakarlıklarda bulunarak
borcunu ödemeğe çalışır. İşte bu da onun diğerkamca faaliyetlerinden bir numunedir.
Ve bir nebatın basit bir insiyakından doğan hareketler ve bu hareketlerin ortaya
koyduğu eserler, tabiatta kendi varlığına nisbeten çok mühim kudretlerle, yani ilahi
irade kanunlarının birer tecellisi olan diğer mühim hadiselerle onun karşı karşıya
gelmesine ve böylece az çok bir ehemmiyet kazanmasına sebep olur. Ve böylece de o,
gittikçe tabiat kanunlarının icaplarından daha geniş ölçüde faydalanmak çarelerini
bulur. Kök olmayınca gövde sulanmaz, çiçek açmayınca kelebek gelmez. Hülasa,
şahsi cehit ve gayretlerin semeresi görünmeyince tabiat kanunları, kendisinden
istifade imkanlarını bahşetmez.
Her varlık, tabiat kanunlarının, bilerek bilmiyerek tatbikatında faal olan bir
amil, bir unsurdur. Ve işte onun ilahi irade kanunları müvacehesindeki serbestliğini
manalandıran zaruret de bundan doğmaktadır. Ruh dostlarımızdan Akın; 31.7.1948
tarihinde vermiş olduğu bir tebliğinde
İlahi irade kanunları ve insan iradesi 65

<< Her ruh kendi kaabiliyeti nisbetinde ve ruhi seviyesine göre tabiat kanunlarının
tatbikatı sahasında yer alır >> diyor. Ve keza; 14.8.1948 tarihli başka bir tebliğinde
de: Şüphesiz, ruhlar tabiat kanunlarını tatbika memur değiller midir? >> sualini
soruyor. Ve keza 28.8.1948 de verdiği diğer bir tebliğde bu hususta çok sarih olarak
diyor ki : << Her ruhun kendisine göre bir vazifesi vardır. Ve ruhlar yükseldikçe
tabiat kanunlarından istifade şekli büsbütün başkalaşır. Kainat nizamının tatbikinde en
ufağından en büyüğüne kadar bütün ruhlar bilerek veya bilmiyerek kendi imkanları
dahilinde vazifelenmişlerdir.

MUSTAFA MOLLA :Ekim 11, 1949 Medyom: M. Aray


<< B.R – Yüksek varlıkların, ilahi irade kanunlarının tatbikatında birer
amil, birer vazifedar olduklarını sanıyoruz. Buna ne dersiniz?
<< M. Molla – Eğer bunu siz anlıyabiliyor ve gerçekten samimiyetle
hakikatin manasına varabiliyorsanız hemen ve kati olarak söyliyeyim ki evet.
Fakat bir şey anlamadan bir türlü bunun garabetinden kurtulmağa muvaffak
olmadan sınırlı düşünenler için burada, hayır, manası vardır. >>

Yalnız buradaki vazifenin veya vazifelenmiş olmanın manasını iyi anlamak


lazımdır. Bu vazifelenme keyfiyeti, bir insanın dünyada alelade bir memuriyete tayin
edilmesi gibi basit ve itibari bir hadise değildir. Keza ruhların kainat nizamında birer
vazife sahibi olmaları, ilahi irade kanunlarını kendi keyif ve heveslerine göre
istedikleri gibi tasarruf edebilmeleri de değildir. Binaenaleyh, varlıkların, ilahi irade
kanunlarından faydalanabilmek serbestliğini düşünürken yukardan beri israrla
üzerinde durduğumuz noktaları ve daha bilmediğimiz milyonlarca şartları gözönünde
tutmak lazımgelir. Ve illa, varlıkların, ilahi irade kanunları karşısındaki serbest ve faal
hareketlerini sathi ve yarım yamalak bir düşünceye dayanarak kabul etmek, bunu hiç
kabul etmemekten daha az zararlı neticeler doğurmuş olmaz. İşte söz buraya gelince
karşımıza, mütaalası icap eden başka bir bahsin dikiliverdiğini görüyoruz. O halde bir
az da bu bahis üzerinde konuşalım.

İLAHİ İRADE KANUNLARINI ZORLAMAK


DOĞRU DEĞİLDİR
Bir varlık, esbabı, icapları, imkanları ve zaruretleri hazırlanmadan kocaman
bir dağı devirebilir mi? Ayı gök yüzünden kaldırabilir mi? Veyahut dünya üzerinde on
bin sene yaşıyabilir mi?...
Bu suallerin ruhlarımızda uyandıracağı tepkiler karşısında şöyle düşünmeğe
başlarız: İlahi irade kanunlarının tatbikatında, insan oğlunun ve
66 Mukadderat ve İcabat

bütün varlıkların elbette muayyen bir imkan derecesi ve hududu vardır. Ve bize göre
yukarda söylediğimiz ve bilhassa bir az evvelki umman misalinde arzettiğimiz gibi,
buradaki imkan sahasının hududu, varlıkların tekamül derecelerinin kendilerine
kazandırmış olduğu kudret ve liyakat nisbetinde genişler fakat hiçbir vakit o ummanı
kucaklıyamaz. Ve kucaklıyamıyacaktır. Zira varlıkların tekamülleri ve kudret iktisap
etme keyfiyetleri nasıl namütenahi ise o ummanın hudutsuzluğu ve sonsuzluğu öylece
namütenahidir. Binaenaleyh birincisinin ötekini yakalamasına, yani varlıkların
kudretlerinin günün birinde ilahi irade kanunlarının sahası hududunu aşarak o
ummana tamamile hakim duruma geçebilmesine imkan yoktur kanaatindeyiz. İşte
böylece bir insanın nasıl, bir ayı gök yüzünde yok etmesine imkan tasavvur
edilemezse bir karıncanın da bir kitap yazıp neşretmesine öylece imkan düşünülemez.
Fakat insan için bir kitabı yazabilmek umuru adiyedendir. İşte buradaki imkan
haddinin derecelenmesi, karınca ile insan arasındaki tekamül farkının bir icabıdır.
Keza bahçenin bir köşesinde biteb bir mantarın da karınca gibi bütün bahçeyi
dolaşarak beğendiği herhangi bir gıdayi yuvasına taşıyamaması da gene karınca ile o
mantarın tekamül farkından ileri gelme bir icaptır. Ve bu bakımdan mantar, karınca
kadar bile tabiat kanunlarından nisbeten bollukla faydalanamamaktadır. Yani
karıncanın ruhi kudreti; yürümek için bir bacağı, yakalamak için bir ağızı, keşfetmek
için birtakım anten nevinden organik teşekkülatı idare edebilecek bir kifayet
derecesine ulaşmıştır. Ve onun içindir ki karınca, bu teşekkülata malik olmakla, tabiat
kanunlarının daha üstün icaplarından istifade hakkını kullanabilmek liyakatine
erişmiştir. Halbuki mantarın ruhu henüz bu liyakati gösterememektedir. İşte nasıl
nebatlar ve hayvanlar arasında böyle tekamül farklarile birbirinden ayrı kudretler
gösteren ve bu kudretleri nisbetinde ilahi irade kanunlarından istifade imkanlarını
çoğaltan varlıklar mevcut ise elbette insanlar ve daha üstün varlıklar arasında da
öylece ilahi irade kanunlarını kullanmak ve onların icaplarından faydalanmak
hususunda birbirinden farklı kudretler gösteren ve bu kudretlerini tekamül derecelerile
ödiyen varlıklar ayrılmıştır. Mesela fiziko-şimik ilimler hakkında hiçbir bilgisi
olmıyan çok cahil bir insanın modern bir fizik veya kimya labaratuvarına girerek
orada atom enerjisinin nazariyat ve tatbikatından bazi ilmi neticeler çıkarıp ortaya
koyabilmesi imkanı düşünülemez. Bu sahada ilerlemiş bir fizik alimine birçok keşif
imkanları bahşeden tabiat kanunlarının bu labaratuvar işlerinde hakim olan icapları, o
cahil adama hiçbir sırrını ifşa etmez ve bir şey söylemez. Keza bir piyano üzerinde
senelerce çalışan bir virtiözün parmakları altında en yüksek ve ruh okşayici nağmeleri
çıkaran bir piyano aleti de ömründe bu aleti eline almamış ve hatta görmemiş elli
yaşındaki başka bir adamın karşısında hiçbir işe yaramıyan bir nesneden ibaret kalır.
İşte az çok tekamül ederek insanüstü kudretlere ermiş bir varlığın
İlahi irade kanunlarını zorlamak doğru değildir 67

karşısında da dünya şartları içinde en kaabiliyetli gördüğümüz bir adem oğlunun


durumu böyledir. O insanüstü varlığın bir insana nazaran tabiatta yapabileceği o kadar
muazzam işler vardır ki insanın bunları başarabilme imkanının mevcut olmayişi şöyle
dursun, hatta bu yüksek işlerin mahiyetlerini bile idrak etmeğe kudreti yetmez. Onun
içindir ki ruhlar diyarında ilerlemiş ruhların ne gibi işler yaptıklarını insanlara
anlatabilmek imkansız bir hal almıştır.
Bütün bu sözlerden çıkan netice şudur: İnsanların ilahi irade karşısındaki
serbestlikleri tamdır. Fakat bu tamlığında gene bir hududu vardır. Ve bu hudud, o
varlığın, ulaşmış olduğu tekamül derecesile inkişaf eden ruh kudretlerinin
tecelliyatına göre taayyün eder ki bu kudretlerin başında onun görgü ve tecrübesi
isteği, iradesi, tahayyülü ve daha ileri derece ve mertebelerde bilemediğimiz kimbilir
yüksek hangi melekeleri gelir. Bu melekeler sayesinde ilahi irade kanunlarının
kendilerine bahşetmiş olduğu imkanlardan istifade ederek varlıklar, tabiattaki
müessiriyet sahalarını genişletirler. Ve o nisbette de aktif durumlara girerler. Yani o
nisbette de tahayyüllerini, cehit ve gayretlerini görgü ve tecrübelerinden almış
oldukları hız ve yüksek varlıkların gönderdikleri ilham yardımile geniş ölçüde
kullanmak iktidarına ererler. Fakat bu sözlerden de açıkça anlaşılabileceği gibi bu
kullanış babında gene daima bir hudut vardır ve bu hudut da varlıkların tekamül
derecelerile tahdit edilmiştir. Varlıklar bu hudut dahilinde, öz varlıklarının
ihtiyaçlarını, özleyişlerini ve daha ileri hamle almak zaruretlerini temin maksadile her
şeyi yapmak, ve müstakbel hayatlarının yollarını çizmek için kudretlerinin
erişebileceği saha dahilinde kendilerine yararlı bütün tabiat kanunlarından istedikleri
ve diledikleri gibi istifade edebilirler. Ve böylece yükselirler, yükseldikçe de demin
söylediğimiz gibi daha yüksek kanunların icaplarını kullanabilmek liyakatini
kazanırlar. Ve bu hal, böylece ebediyet içinde uzanıp gider. İşte tekamül dediğimiz,
varlıkların bu hali kainat içinde nerede başladığı ve nerede biteceği bahis mevzuu
olmıyan fakat daima güzelleşen daima gerçekleşen, daima ulvileşen bir hikayedir, bir
ahenktir, bir nizamdır ve ilahi irade kanunlarının bir tecellisidir, binaenaleyh bir
mukadderdir.
Şu halde: << Ben hürüm, tekamülüme elverişli olan ve kudretim içinde
bulunan her istediğim şeyi yapabilirim >> demek ne kadar doğru bir söz olursa
<< ben tabiatta ne nizam, ne kanun, ne ahenk ve icap tanımam, ben bütün bunların
haricinde ve üstünde bir iradeye malikim >> demek de o kadar saçma, o kadar
manasız ve cahilane bir iddia olur. Her varlığın ancak kendi kudreti dahilinde ve
tekamül derecesi nisbetinde bir irade serbestliğini ve hürriyetini kabul ettiğimize göre
varlıkların; akılları ermediği, hız ve idraklerinin kavrıyamadığı ve ruh kudretlerinin
yetmediği tabiat işlerine burunlarını sokmağa salahiyetli olmadıklarını da takdir
etmemiz
68 Mukadderat ve İcabat

lazımgelir. Bunu bile bile aksi yolda hareket etmeğe kalkışan bir insanın muvaffak
olabilmesi ihtimalinin bahis mevzuu olamıyacağı şöyle dursun hatta eldekilerini bile
kendisine kaybettirici birtakım zararlara da duçar olmak tehlikesile karşı karşıya
kalabilmesi imkanı daima mevcut olur. Mesela << Ben Ilgaz dağını yerinden
oynatarak yürüteceğim >> iddiasile ortaya atılan bir adamı soluk aldırmadan
tımarhaneye tıkarlar. Keza yüzmek bilmiyen ve bunu öğrenmeden kendisini kaldırıp
açıktan denize atan bir insan elbette boğulur. Bu vaziyet karşısında Allahın
adaletsizliğini ileri sürerek tefevvuhatta bulunmak bilgisizce bir iş olur.
Hayat hadiseler ve işlerle doludur. İnsanlar kudretlerinin dışına çıktıkları
zaman, daha doğrusu çıkmak istedikleri zaman ve herhangi bir cazibenin tesirine
kapılarak boylarından büyük ve akıllarının erdiremedikleri hadiselere burunlarını
soktukları zaman ümit etmedikleri ilahi irade kanunlarının birer granit gibi sert
huşunetle karşılarına dikilip yol vermiyen icaplarına kafalarını şiddetle vururlar ve bir
az daha bu hareketlerinde, herhangi bir ihtirasın itişile, ısrar ederse bu haşin ve
aşınmaz granitlere çarpan kafaları incinir ve kanar. Bilakis bütün bu icaplara iyi
niyetlerile, diğerkamlık yolundaki azim ve iradelerile kendilerini hazırlamış insanlar
bu sahalarda o kanunların büyük yardımlarından kolaylıkla faydalanarak çok büyük
işler yapabilirler ve muazzam eserler meydana getirerek ilerleme yolunda süratli
hamleler alırlar. Yani hazırlıksız olanları perişan edebilen ayni tabiat kanunları,
kendilerini az çok yetiştirmiş olanlara sevinç, neşat ve muvaffakiyetlerle dolu, saadet
verici hayatların kapılarını açarlar.
Demek ki ilahi irade kanunlarının daha geniş ve şümullü imkanlarından
istifade edebilmek için tutulacak yol, o kanunların hakim oldukları muhitlerin hayat
şartlarına ruh kudretlerini tedricen intibak ettirmeğe çalışmaktır, ki biz buna tekamül
diyoruz.
Bazan insanlar tabiat kanunlarının neticelerinin istikametlerini de
değiştirebilirler. Bu da başka bir hikayedir. Fakat bunun yukarda söylediğimiz başıboş
hareketlerle hiçbir münasebeti yoktur. Burada bilakis olgunlaşmış ve nisbeten tabiat
kanunlarının çeşitli icaplarından lüzumu derecesinde faydalanmak kaabiliyetini
kazanmış varlıklar, kendi tekamül ihtiyaçlarını karşılıyacak şekilde, gene o kanunların
icaplarından faydalanarak diğer kanunların icaplarını değiştirebilirler. Mesela elile
doğrudan doğruya ateşi tutan bir insanın eli yanar. Bu bir tabiat kanununun icabıdır.
Ancak, eğer o adam, ateşin tesirini ortadan kaldırıcı bir madde keşfeder ve onu eline
sürdükten sonra ateşi tutarsa bu defa elinin yanmasına mani olur. Kıymetli ruh
dostlarımızdan Kadri’nin aşağıdaki tebliği bu bahiste bize çok dikkate şayan bilgiler
vermektedir:
İlahi irade kanunlarını zorlamak doğru değildir 69

KADRİ : Temmuz 5, 1948

<< Tabiat kanunları o kadar kuvvetlidir ki insanlar bunlarla mücadele


edecek vaziyette değildir. Yalnız, o kuvvetleri, kendi lehlerinde ve istifadelerine
yarıyacak şekilde kullanmak akıllılığını göstermiş olanlar, hayatta çok muvaffak
olurlar.
<< Bu kudretleri, gittikleri istikametten geri çevirmek için mücadelede
bulunmak boş yere hareket etmek demektir. Bunların gidiş yollarını değiştirmek
suretile omlardan büyük istifadeler temin edilir. Mesela kuvvetli akan bir sudan
asrınızın tekemmülü nisbetinde istifade etmek kolay ve herkes için yapılması
mümkün bir iştir. Fakat bu suyu büsbütün durdurmağa çalışmak doğru
değildir.
<< Günlük bütün hadiselerde size müessir olan kuvvetleri kendi
tarafınıza çekmeği bilirseniz ondan fayda görürsünüz. Bir günlük hayatınızda
sabahtan akşama kadar tabiatta ki kuvvetlerin üzerinize ne şekilde müessir
olmakta bulunduğunu bir kere düşününüz. Evvela güneş, açık havadaki
cereyanlar, akan sular, içtiğiniz sular, rüzgarların istikametine nazaran kendi
mevkiiniz, bulunduğunuz yerde, yattığınız yerlerde, yıldızlara ve aya karşı olan
vaziyetiniz üzerinde durur ve bunları kontrol edebilir ve sizin için en istifadeli
cepheyi kendinize verebilirsiniz. Bu kudretler muzur değil, çok büyük faydalar
vererek üzerinize, kendi kudretlerinden birer parça eklerler. Bunların tersini
yaparsanız o kuvvetler sizi yere serer. Bunun için dikkatli olunuz. >>

Tabiat kanunlarından en iyi istifade yolu görgü ve tecrübe ile bulunur. Ve bu


da gene insanın tekamülü ile alakalı bir mevzudur. Görgü, tecrübe ve bilgi noksanlığı
yüzünden illiyet prensibine vakıf olmıyan ve her hadisede bir tesadüf, bir rasgele
mefhumuna inanan insanların tabiat kanunlarından istifade sahaları daralır. Ve onlar
hakikaten kendi telakkilerine göre gelişi güzel yaşamağa başlarlar. Dostumuz Kadri
bu tebliğinde şunları söylüyor:

KADRİ : Eylül 3, 1947


<< Hiçbir kudret ezeli kanunun dışına çıkamaz. Her şeyde bir tedriç
kaidesi vardır. Hayatta, varlıklar her istediklerine birden nail olmak imkan ve
fırsatını bulsalardı bütün alemlerin hiçbirisine lüzum kalmazdı. Bunlar (
arzunun dışında vaki olan hadiseler ) geçilmesi zaruri olan sarp, dik ve bazan
kayalık, bazan da güneşli yollardır. >>

Ve nihayet bize ilk tebliğleri veren kıymetli üstadımızın aşağıdaki sözleri çok
kuvvetli mesnet olmaktadır.
70 Mukadderat ve İcabat

ÜSTAT : Mayıs, 5 1936


<< İnsan iradesinin tabiat kanunları karşısında mevkii, o kanunlara
tevafuk ettikçe tesirini göstermesi, muhalefet ettikçe göstermemesi, şeklindedir.
<< Evvela şunu söyliyeyim ki tabiat kanunları sizin ihata edemiyeceğiniz
derecede çok şümullü ve muğlaktır. Binaenaleyh, bir kısım tabiat kanunlarına
mualif gibi görünen bir irade diğer birtakım tabiat kanunlarının tesirile
kendisini tahakkuk ettirir. Her iki takdirde de, eğer maksadı hayır ise ona göre,
şerre matuf ise gene ona göre akibete vasıl olur. >>

Bu sözler çok sarihtir. Ve üzerinde durup düşündükçe insan, hayatında


muvaffakiyetle tekamül imkanları ve yolları hakkında daha vazıh düşünce ve fikirlere
sahip olabilir.
Hülasa, insanlar tabiat kanunlarına bilerek veya bilmiyerek karşı durmakla
değil, bilakis onlara uyarak hayatta galip ve muzaffer durumlara girebilirler. Ve gene
ancak tabiat kanunlarının muhtelif icaplarından istifade ederek daha yüksek
kanunların ve bu kanunların icaplarından doğan realitelerin cari olduğu alemlere
yükselirler. Tedrici, fakat durmadan ileriye doğru hamle almak azmile yapılan
tahayyül ve bu tahayyül peşinde ve tabii büyük bir hüsnü niyetle, yani yalnız
diğerkamca düşüncelerle gösterilecek cehit ve gayret, bu işteki muvaffakiyeti, yani
ilahi irade kanunlarından mütemadiyen faydalanabilmek liyakatini ve binnetice ruhun
tekamülünü hazırlayıcı vasıtaların başında gelen birer ruh kudretidir.

İLLİYET PRENSİBİ KARŞISINDA GÖRGÜ


VE TECRÜBENİN ROLÜ

Geçen bahiste, tecrübe, görgü ve bilginin lüzum ve ehemmiyetlerine temas


etmiştik. Bu bahsi biraz daha tafsilatlıca gözden geçirmeği faydalı görüyoruz.
Biz herşeyin sebebini bilmiyoruz. Bu da şüphesiz, tabiat kanunları hakkındaki
görgü ve tecrübesizliğimizin bir neticesidir. İşte tekamül ilerledikçe varlıkların
yükselme yolunda yürüyüşlerindeki temponun da o nisbette hızlanacağı, sözünün
manasını bu nokta üzerinde durarak aramak icap eder. İnsanlar tekamül ettikçe onların
görgü ve tecrübeleri artar. Ve bu artış ruhta birtakım intibaların derinleşmesini mucip
olur. Bu intibalar da ruhun bilgi dağarcığına eklenmiş birer hamuledir. İşte bu hamule,
yani bilgi hamulesi arttıkça idrak genişler, idrak genişledikçe insanların illiyet
prensibine daha ziyade nüfuz etmeleri ve yürüdükleri tekamül yollarını daha aydın ve
daha vazıh görmeleri mümkün olur. Ve
İlliyet prensibi karşısında görgü ve tecrübe 71

bilhassa ilahi irade kanunlarından ne kadar bollukla faydalandıklarını idrak etmeleri


kolaylaşır. İşte birbirine bağlı olan bu hallerin neticesi olarak da onların tekamül
yolundaki yürüyüş tempoları hızlanır.
Yürüdüğü yolu görerek giden bir insan, gözü kapalı, hiçbirşey görmeden
yürüyen diğer bir insandan elbette daha süratli ilerler. Ve hedefine daha büyük bir
emniyetle varır. Demek ki tekamülle artan bilgi, ayni zamanda tekamülün güzel bir
vasıtası olur.
İlliyet prensibini unutup, hayatta geçen her hadiseyi, şuursuz ve maksatsızca
hareketlerin tesadüfi çarpışmalarından mütevellit neticeler halinde izaha yeltenen
insan zavallı bir bilgisiz kişidir. Ve o, bu işteki vukufunu arttırıncıya kadar oldukça
uzun ve nihayeti meçhul, istikameti belirsiz, yorucu ve üzücü yolların, gözü kapalı,
şaşkın bir yolculuğunu yapacaktır. O bu yolculuğu sırasında etrafında cereyan eden
şeylerin nereden çıkıp nerelerde battığını göremez ki kendisine bu yolculuğu
esnasında sürat kazandıracak olan vasıtaları, yani illiyet prensibini neticelendiren
tabiat kanunlarını yakalayıp onlardan istifade çarelerini bulabilsin. O varlık; bütün
hayatı boyunca, nereden gelip nereye gideceğini idrakten aciz bir koyununkine yakın
duygu ve idrak safiyeti ve boşluğu içinde, kendisini çeşitli çıkmazlara ve hatta
tehlikeli uçurumlara iten dış kuvvetlerin cazibeli veya tehditkar tesirlerine tamamile
pasif olarak terketmiş bir avaredir. Böyle bir yürüyüş zahiren ne kadar emniyetli ve
sakin görünürse görünsün hem çok yavaştır, hem de hedefe gidecek yolu çok
uzatacaktır.
O halde akıllı her insanın böyle çetin ve uzun hayat yollarına düşmekten
korunmasını sğlayici imkanları kaçırmak istemiyeceğini düşünürsek bu imkanların
başında bulunan illiyet prensibi hakkındaki derin görüşlerini artırmak ve bilgisini
ziyadeleştirmek gayretinden onun biran bile geri kalmamağa çalışacağına inanmamız
lazımgelir. Bu bahse dair büyük dostum Kadrinin, insanlara adeta bir hayat düstüru
olabilecek kıymetteki öğretici ve ibret verici bir tebliğini yazıyorum.

KADRİ : Mart, 8 1949

<< Hayatta maruz kalınan hadiseler, birer mecburiyetin eseridir. Her işte
muhakkak bir sebep aramak lazımdır. Bu sebebin aranması esasa tesir
etmemekle birlikte, siz ona lüzumlu kuvveti vermek mecburiyetinde olduğunuzu
hissedip, bir emek sarfederek bu işi yürütmeniz lazım.

<< İnsanlar başı boş, yalnız başına bir yerde bulundukları zaman
etraflarına bakınarak hiçbir şey düşünmeden bir istikamet takip ederler. Ve
yürümeğe başlarlar. O yolda saatlerce yürüdükten sonra karşılarına,
senelerdenberi görmedikleri bir arkadaşları çıkar. İşte bu yola sapmak ve
düşünmeden yürümüş olmak o
72 Mukadderat ve İcabat

arkadaş ile temas hazırlayici bir ön harekettir. Bu sebebi görüp düşünen insan
karşılaşacağı diğer vakaları daha tertipli takip edebilir.

<< Büyük ormanlarda, karanlık gecelerde yolunu şaşırmış olan kimse ne


bir yıldız, ne bir iz bulamayıp burada vahşi hayvanlar tarafından parçalanmak
ve ölmek tehlikesile karşılaşır. Bunlar, hiçbir ümidin kalmadığı zamanda
manasız gibi yaptıkları bir yürüyüşle necat yolunu bulmuş ve hayatlarını
kurtarmışlardır. Onların o yolu buluşları ne bir talihtir ne de tesadüf. >>

Kadrinin buraya kadar olan sözleri spatyomdan bizi aydınlatıcı tebliğat veren
bütün diğer ruh dostlarımızın her an tekrarlayıp durdukları birer hakikattir. Yani bu
sözler, bilgileri noksan olanlar için sebepsiz ve maksatsız görünen hadiselerin
hakikatte böyle olmayıp bir kainat nizamı içinde planlı bir tertip üzere vukua geldiğini
göstermektedir. Tebliğin bundan aşağıki kısımları da bu hadiselerin sebeplerine temas
etmektedir:

<< Burada onun ( ormanda yolunu kaybedenin ) erişmeğe mecbur kaldığı


bir çok hedeflerin mevcudiyeti ve kendini kurtarmak için cehdetmiş bulunması
esası bahis mavzuudur. Arzu ile azim birleşir ve tayin edilen yol üzerinde de
bulunulmuş olursa muvaffak olmamak için hiçbir sebep ortada kalmaz. >>

Bilhassa bu son cümleler üzerinde okuyucularımın dikkat nazarlarını çekmek


isterim. Geçen bahiste üzerinde durduğumuz bir mevzua burada Kadri de temas
ediyor. Yani şunu tebarüz ettiriyor ki bir çıkmazdan kurtulmak, bir halas ve tekamül
yolunda ilerlemek için evvela cehit ve irade göstermek lazımdır, saniyen o yolda
insanı yürütecek ve selamete kavuşturacak tabiat kanunlarından istifade edebilecek
kabiliyeti insanın haiz olması, yani yukarıda Kadrinin dediği gibi tayin edilen yol
üzerinde bulunulması şarttır. Fakat bunun içinde bütün bu hareketlerin birer
sebeplerinin bulunması lazım geleceğini bilmek ve o sebepleri tayin etmek elbette
görgü ve tecrübe ile kolaylaşır.
İnsanın başına gelip çatan hadiselerin ekseri illetlerini, gene o insanın vaktile
bilerek veya bilmiyerek kendisinde beslemiş olduğu bazı şiddetli ve candan istekler
teşkil eder. Fakat bazan da iş bundan daha gerilere giderek geçmiş hayatlara dayanır
ve bize bugün nahoş görünen hadiselerin illetlerini evvelki hayatlarda gene kendi
irademizle geçirmiş olduğumuz iyi veya kötü hadiseler teşkil edebilir. Mesela bir
insan bir an için bir parmağının eksilmesini arzu edebilir ve hatta bilmeden bunu
istiyebilir. Bu hal onun bugünkü kaprisli arzusu veya manasızca bir düşüncesi
değildir. Geçmiş bir hayatın, geçmiş herhangi bir hadisesi, birtakım ilahi irade
kanunlarının icabatile, bugün belki münasebetsiz ve yersiz görünen bu isteyişi pekala
zaruri kılmış olabilir. İşte bu isteyiş,
İlliyet prensibi karşısında görgü ve tecrübe 73

kendisinin tevafuk ettiği tabiat kanunlarından bazılarının icabatına dayanarak günün


birinde tahakkuk imkanına ulaşır. Ve o zaman o adamın parmağı zahiren hiçbir
maksada dayanır görünmiyen, ehemmiyetsiz bir sebebin tesiri altında ya kesilir, ya
kopar veya hastalanıp ölür. Burada yakın bir dostumun müsaadesini alarak kendisinin
başından geçmiş bulunan böyle bir vakayı arzedeceğim:
Dostum M… henüz 16 yaşında genç bir çocuk iken arasıra acayip bir fikri
sabitin tesirine kapıldığını hissediyordu. Bu tesir altında, sapa sağlam olan sol kolunu
sanki hastalanmış veya kırılmış gibi sargılarla sarıp boynuna asar ve öyle gezerdi.
Görenler, kendisinin böyle bir şeye heves ettiğini ve özlediğini sanırlardı.hakikatte de
o bu kolunun kendisine adeta yabancı olduğu intibaını taşır ve arasıra iki elini
karşılaştırarak sol elinin sağ eline uymadığını ve daha biçimli ve güzel olduğunu
müşahede ederdi. Bir gün yolda giderken arkadaşlarının büyük bir incir ağacına
çokarak incir toplamakta olduklarını gördü ve kendisi de ayni ağaca tırmandı. Ağacın
yüksek dallarından birindeki meyveleri koparırken o dal kırıldı ve o da dalla beraber
büyük bir irtifadan aşağı yuvarlandı. Sol eli parçalanmıştı, fakat iş bununla da
kalmıyarak hastanede yapılan bütün tedaviye rağmen o gün aynı yerde bir gangren
başladı ve bir gecede bütün kolu saran bu hastalık yüzünden sol kolunu kestiler.
Bunu alelade bir telkin nazariyesi ile izaha mümkün yoktur. Burada çok
evvelden geçmiş sebeplere dayanan birtakım hadiseler birbiri arasına sıralanmış ve
günün birinde bu neticeyi doğurmuştur. Bunu ne bir günlük hayatla, ne bütün bir
hayatın hadisatile izah etmek de mümkün değildir. Esasen ezelden ebede doğru akıp
giden hayat selinin böyle küçücük bir parçasını ele alarak onunla illiyet prensibi gibi
koca bir davayı izah etmeğe yeltenmek de doğru olmaz.
İlliyet prensibi hakkındaki görüş ve idrakimizi genişletmek için hayatın her
safhasına ait hadisatı ayrı ayrı tetkik etmek ve onların aralarındaki münasebetleri
araştırmak ve gelecekte o hadiselerin muhtemel neticelerini düşünmek ve takip etmek
çok faydalı bir araştırma usulü olur. Ve bu sayede hadiselerin illet ve neticeleri
hakkında esaslı bir idrake sahip olmak imkanı hasıl olur. Gözüne batacak kadar
kendisine yaklaşan bir hadiseyi, adam sende işin mi yok, nene lazım, deyip geçmek
itiyadında bulunan insanların illiyet prensibi hakkında ve onu kendi hayatlarındaki
tatbikatında hiçbir bilgiye ve hakikate vasıl olamıyacakları ve her şeyi tesadüfle,
talihle izaha kalkışarak dövünüp duracakları gayet tabii bir bilgisizlik neticesi olur.
Akıllı bir adam, kainatta birbirini velyedip giden hadiseler karşısında hiçbir zaman
adam sende’cilikle bağdaşamaz. Ve böyle hareket edenler de tesadüf ve talihsizlik
hikayelerini dillerine dolayarak ve boş vakit geçirerek yeniden gelecek talihsizliklerini
kendi ihmalcilikleri ve ataletleri yüzünden hazırlamaktansa bir an evvel işe ko-
74 Mukadderat ve İcabat

yulup başlarına gelen felaketlerin giderilmesi çarelerini araştırmağı elbette


faaliyetlerinin ön planına alırlar. İşte bu da onların ilerlemelerini hızlandırıcı bir
hareket olur. Görülüyor ki iş gene görgü ve tecrübeden elde edimiş bir idrake
dayanmaktadır. İdrak, görgü ve tecrübe nisbetinde genişler; düşünce, amel ve hüsnü
niyet ise idrak nisbetinde doğru yollarda gerçekleşir; tekamül de, hüsnü niyete
dayanan amel ve düşünce ile hızlanır. Bu bir hakikattir. Spatyomdan büyük dostum
Kadrinin burada çok kıymetli bir tebliğini zevkle naklediyorum:

KADRİ : Temmuz 30, 1947

<< Ne zaman bir çıkmaza tesadüf eder de bunun mana ve sebebini


bulamazsanız bunun ismine siz mukadderat, dersiniz. Onun belki izah edilecek
sebepleri vardır. Ve belki mukadderat, yahut sizin el emeğinizin mahsulüdür. Bu
bir yoldur ki bazılarına karanlık, bazılarına alaca karanlık, bazılarına günlük
güneşliktir.
<< Geri dönülmez bir istikametin içinde yuvarlanan bir varlığın her an
karşılaşmağa mecbur olduğu engellerin ismi mukadderattır. Bunların çizilmiş
bir çerçevesi olduğunu, her hareketin muhakkak bir aksinin burada mevcut
bulunduğunu bilmek ve anlamak da bazıları için mukadderdir. >>

Buradaki derin manaları şu şekilde anlamak mümkündür: Mukadderat büyük


bir illiyet prensibi şümulü içinde cereyan eder. İnsanlarda idraklerini bu şümul
dahilinde inkişaf ettirdikleri nisbette mukadderatın derin manasını ve mukadder
telakki ettikleri hadisatın büyük illetlerini yavaş yavaş anlamağa veya duymağa
başlarlar. Bununla beraber illiyet prensibinin büyük halkalarını kimse çözememiştir
ve çözemiyecektir. Bu, ilahi bir mevzudur.
Her hadisenin bir hazırlayıcısı ve devam eden bir neticesi vardır. Yani her
hadiseye tekaddüm eden ve onu hazırlıyan bir başka hadise olduğu gibi, her hadisenin
de hazırladığı müteakip başka bir hadise mevcuttur. Ve bütün bu mukaddem ve
muahhar hadiseler birbirine kenetlenmiştir. Fakat Kadrinin yukarıda dediği gibi bu
kenedi görebilen insanların, onu görebilmek için idraklerini ve bilgilerini az çok
genişletmiş olmaları lazım gelir.
Esasen eğer yapılan işlerin birer neticesi bahis mevzuu olmasaydı ve bunlar
yalnız yapılmış olmak için yapılsaydı kainatı bugün başka bir manzara içinde
görürdük. Allah hiçbir şeyi sebepsiz ve maksatsız yaratmamıştır. Her şeyin
yaratılışında bizim akıllarımızın alamıyacağı büyük hikmetler, maksatlar ve illetler
vardır. Bu büyük bir hakikattir.
Binaenaleyh dünyaya gelen her insan eğer dünyanın diğer mahlukatı arasında
en önde yürümek şiarını taşıyorsa ( ki öyledir.) ve eğer o insan ilahi yolda yürüdüğünü
idrak edebilecek bir kudrete erişmişse ( ki
İlliyet prensibi karşısında görgü ve tecrübe 75

öyle olmalıdır ) onun evvela bir büyük hakikat üzerinde durması ve dünya hayatının
da muhakkak ilahi bir maksat ve sebep altında var olduğunu ve bunun burada
kalmayıp ilerlere doğru uzayıp gideceğini takdir etmesi ve bu takdir kudretini
kazanabilmesi için de tabiat ve ruh hadiseleri ve bilhassa vicdanla ilgili mevzular
hakkındaki görgü ve tecrübesini durmadan artırmağa çalışması lazım gelir.
Bazan insanlar çok garip hallere düşerler: Her gün, hatta neticelerini de göre
göre bir çok işler yaparlar de gene yaptıkları işlerin hiçbirisinin neticesi ve illeti
üzerinde durmak gayretini göstermeği akıllarına bile getirmezler. Ve sırası gelince de,
sanki bu işlerde ciddi ve devamlı bir düşünce devresi geçirmiş ve ondan sonra bazı
hakikatlere varmış kişilere mahsus bir eda ile, illiyet prensibini bağıra çağıra
reddederek her şeyin kör bir tesadüfle veya tabiatın veya Allahın hiçbir maksada
dayanmıyan gelişi güzel bir emrile vukua gelmekte olduğunu iddia edip dururlar.
Böyle bir hareket tarzı, görgü ve tecrübeye kıymet vermemek olur. Gelin biz böyle
yapmıyalım da hayatımızın parça parça bazı safhalarının kısa bir bilançosunu
tertipliyerek bu işin mahiyetine doğru birer adım, birer adım ilerlemeğe çalışalım:
Ben evvela bir tek saatlik hayatımı ele alıyorum! Odamda oturmuş, şu yazıları
yazarken birdenbire ayağa kalkıyorum. Ve yanmakta olan sobaya bir kürek kömür
atıyorum. Burada bir iş yapmış oldum. Ve bu iş o sırada yapmakta olduğum diğer bir
işin, yani şu kitabı yazmak işimin yanında oldukça basit ve onunla hiçbir münasebeti
de olmıyan bir harekettir. O halde bunu ben ne için yaptım? Ve eğer sobaya kömür
atmasaydım olmaz mı idi? Attım ise hangi maksadı güderek, hangi neticeyi elde
etmeği düşünerek bu işi yaptım? Sobaya bu kömürü elbette sırf kömürü atmış olmak
için atmadım. Böyle bir hareket hakikaten budalaca bir iş olurdu. Şu halde burada,
kömürü atmak bir gaye değil, o sırada tahakkukunu özlediğim başka bir gayenin
gerçekleşmesine bir vasıtadır. Daha doğrusu bir neticenin illetidir. Ve işte ben, şu
anda düşündüğüm bir maksada ulaşmak için bu işi yaptım. Bu maksat bittabi odanın
suhunetinin muayyen dereceden aşağı düşmemesini temin etmektir. Demekki burada,
sobaya kömür atmak bir illettir, odanın suhunet derecesinin matlup seviyede tutulması
da neticedir. İşte ben odunun yanarak odayi ısıtacağını bilmeseydim odunu sobaya
atmıyacaktım. O zaman ne olacaktı? İşte burada illiyet prensibi zincirini bir halka
daha ileri uzatarak kendi kendimize şu suali sorarız: Neden odanın suhunet derecesini
muayyen bir seviyede tutmak lazımdır? Bunu düşündüğüm anda sobaya odun atmak
fiili derhal ikinci plana düşer, yani o andaki şuur ve idrak sahamdan uzaklaşmağa
başlar. Zira bir illet olan sobaya odun atmak hadisesi yerine, bu andan itibaren, başka
bir hadiseyi hazırlıyacak olan diğer bir hadise kaim olur. Bu da odanın suhunet
derecesini sabit ve muayyen bir seviyede tutmaktır. Şu halde şimdi burada odanın
suhunet derecesi bir
76 Mukadderat ve İcabat

illettir. Bunun da neticesi, yazı yazdığım sırada üşümemekliğimi temin etmektir. İşte
illiyet prensibi zincirinde bir halka daha ileri doğru mesafe katetmiş bulunuyoruz. Ben
bilgimi illiyet zincirinin bu halkasına kadar uzatabilirsem, yani sobaya odunu ne için
atmakta olduğumu idrak edersem bu gayeme, yani üşümemek hususundaki
maksadıma daha emin ve kati bir yolda yürüyerek varmış olurum. Aksi halde bir sürü
dış ve iç amillerin tesiri altında kalarak yanlış işler yapar ve o sırada bana lüzumlu
olan neticeyi alamam. Mesela sobaya kafi miktarda odun atmam, veya hiç odun
atmam, veyahut da bir taraftan odunu atarken diğer taraftan da bütün odanın kapı ve
pencerelerini ardına kadar açarak odanın ısınmasına mani olurum. Bu takdirde
alacağım netice evvelkinden çok farklı olur.
Fakat evvelce de arzettiğim gibi illiyet prensibi bahsinde böyle birbirini takip
eden ne için’lerin sonu asla gelmez. Binaenaleyh suallerimizi sormakta devam
edebiliriz: Niçin üşümemekliğim lazımdır? İşte gene bilgi zarureti karşısında
bulunuyoruz. Bilgisi az insanın bu suali kafi derecede bir vuzuhla izah edebilmesi
elbette mümkün olmaz. Bunun için gene birtakım görgü, tecrübe ve bilgilere ihtiyaç
vardır. Yani üşüyen bir adamın veya bizzat kendimizin bu yüzden hastalandığını
görmüş veya geçirmiş isek yukarıki suali kolaylıkla cevaplandırabiliriz. Ve
hastalanmamak için odayı ısıtmak lazım geldiğini idrak etmiş oluruz. Ama iş burada
gene bitmez. Ve gene sorularımıza devam edebiliriz. Niçin hastalanmamak lazımdır?
Fakat sualler ilerledikçe cevapları bulmak güçleşir, zira o nisbette görgü, tecrübe ve
bilginin artmış olması lazımgelir. Mesela yukardaki sorumuzun cevapları çok
muhtelif olabilir. Ve bunların içinden çıkabilmek de bir hayli düşünmeğe ihtiyaç
gösterir. Mesela, iyi çalışmak için üşüyüp hasta olmamamız lazımdır, deriz. Mesela,
hasta olup ölmemek için, deriz. Ve mesela iyi ve rahat bir ömür geçirmek için de
deriz…ilh.
Hele bu suali illiyet zicirinin bir halkacık daha ilerisine uzatıverirsek ve
mesela ne için sıhhat ve selametle çalışmak lazımdır? diye sorarsak işler büsbütün
sarpa sarar ve kolay kolay cevap veremez oluruz. Zira sualler tevali ettikçe hem
verilecek cevaplar güçleşir, hem de bu cevapların adedi her defasında onlarca ve
yüzlerce misli çoğalarak karşımıza çıkar. Bu da hadiselerin illetlerinin, gittikçe
yükseldiğini, karışık muğlak haller aldığını ve nihayet gözden nihan olduğunu
gösterir. Mesela bu son sualimize karşı: bir çok neticelerdenbahsedebiliriz; para
kazanmak, şöhret sahibi olmak, büyük bir mevkie geçmek, nefsimizi tatmin etmek,
mecburi bir vazifeyi yapmak, insanlığın saadetine, tesellisine, gözyaşlarının
dinmesine medar olmak, herkes için faydalı işler meydana getirmek…gibi
neticelerden birisi bizim buradaki maksadımızın karşılığı olabilir. Hülasa, burada
ruhumuzun görgü, tecrübe ve bilgi ile nemalanmış idraki nisbetinde verilebilecek
cevaplar vardır. Ve gene ruhumuzun bu kudretlerine göre birbiri arkasına
mütemadiyen sorulacak sualler ve bu
İlliyet prensibi karşısında görgü ve tecrübe 77

suallerin gittikçe çoğalan ve karışık haller alan cevapları bulunur. İşte bu sualleri
sorabilmek ve onların karışık cevaplarını bulup verebilmek ancak kuvvetini görgü ve
tecrübeden almış olan bir bilgi işidir. Kendisini bu bilgiden müsteğni gören bir kimse
bilsin ki, bilgisi arttıkça hatasını anlıyacak ve bilgisizliği yüzünden kaybettiklerinin
pişmanlığını duyacaktır. Buraya kadar olan mülahazalar ancak şu bir saatlik hayatımın
mukadderat bilançosunun küçük bir kısmına aittir. Şimdide bir günlük hayatımızı
düşünelim:
Sabahleyin yataktan kalktığım zaman o gün yapacağım işlerin bir kısmı
aklımdan süratle geçer. Mesela büroma, hastanedeki işime, şuraya, buraya gideceğim.
Oralarda şu veya bu işleri yapacağım. Bunun için de hemen yataktan kalkıp
hazırlanmam lazım. Demekki bu günkü hayatımı bu bir kısmını tasarladığım işleri
yapmak için geçireceğim. Şu halde bu günkü hayatım, büroda, hastanede,
mahkemede, tarlada, kışlada…ilh. Beni bekliyen işleri yapmaklığımın bir illeti ve bu
işler de bu günkü hayatımın birer neticesi olacaktır. Fakat benim bu kadarcık bile bir
program ile hareket edecek kadar bunları düşünebilmem için gene az çok bir idrake
sahip olmaklığım lazım gelir. Ben gene bugün yataktan kalkar ve günümü bunların
hiç birisini düşünmeden geçirebilirim. Ve bittabi o zaman hasıl olacak neticeler
hakkında benim kabli ve onları manalandırabilecek esaslı hiçbir idrakim mevcut
olamaz. Ve ben bu suratle hayatımı bir koyununkine yaklaştırmış olurum. Halbuki
hiçbir insan tam manasile böyle bir koyun gibi hareket edemez. Ne de olsa o insanda,
sabahleyin gözlerini açınca o günkü hayatının arzedeceği hadiseler hakkında az çok
bir endişe mevcuttur. Binaenaleyh bir saatlik hayatımda olduğu gibi burada da ben
kendi kendime birtakım sualler sormaktan kurtulamam. Acaba ben ne için bu günkü
işlerimi yapmak zorundayın? Yani, daha doğrusu bu işlerden beklediğim neticelerin
neler olması lazımgelir? Bunu şöyle de düşünebilirim: Hangi zaruret veya esaslı gaye
uğrunda ben, bu günkü hayatımı ve ruhi faaliyetlerimi vasıta olarak kullanmağa
mecburum? İşte bilhassa burada, insanların tekamül dereceleri, ihtiyaçları ve
yükselme zaruretleri karşısında verilebilecek cevapların tehalüfü ve o yolda verilecek
kararlardır ki ruhların görgü, tecrübelerinin oldukça ileri bir durumda olmasını icap
ettirmektedir. Ve herkes ancak bu görgü ve tecrübesi nisbetinde vereceği veya
tahakkukunu özliyeceği kararlarla, illiyet prensibinin halkalarından kendisine en
uygun olanını yakalıyabilecek ve doğru yolunu bulmuş olacaktır. Onun bu husustaki
görgü ve tecrübesi ne kadar az ve binnetice idraki ne derece dar ise kararları da o
kadar basit, maddi ve nefsani olacak ve bittabi bunlardan alacağı neticeler de o
nisbette kendisi için kısır kalacaktır. Mesela şimdi ben bu cevapların en basitlerinden
bir tanesini ele alacağım: Bu gün çalışmak zorundayım, çünkü ekmek parasını
kazaneceğım. Aksi halde beni işimden kovarlar, çoluğum, çocuğumla birlikte aç
kalırız… ilh. Bu basit görüş
78 Mukadderat ve İcabat

ve düşünüşe nazaran burada çalışmak illet, ekmek parasını kazanmak neticedir. Fakat:
ne için ekmek parası kazanmak istiyorsun ve neden yaşamak istiyorsun veyahut da
neden çoluğunun, çocuğunun hayatını niçin korumak istiyorsun, diye sordukları
zaman benim bilgim bu suallerin cevaplarını ekseriya bulup verebilmeme müsaade
etmez. Ve burada ben çok defa hissi konuşmağa başlarım. İşte nasıl bu suallerin
cevaplarını vermekte güçlük çekersem, öylece bu gün yapacağım işlerin illiyet
prensibine göre vaki olacak yüksek tecelliyatının sürprizleri de benim için o kadar
fazla ve hatta belki de tatsız olur. Mesela o gün çocuklarımın ekmek parasını
kazanacağım diye kendimce en haklı ve yegane bir sebep olarak taşıdığım
düşüncelerin emniyeti içinde o günkü işime başlamak üzere daireme gittiğim zaman
bana: sana ihtiyacımız kalmadı, işine nihayet verdik de diyebilirler. Ve o zaman
benim hesabımda ve sebep listemde mevcut olmıyan bu netice karşısında şaşırıp
ümitsizliğe ve bedbinliğe düşebilirim.
Çünkü bu neticeyi ben izah edemiyecek durumdayım ve onun manasını
anlayıp kabul edebilmek benim için o anda mümkün olmaz. Bu hal karşısında isyan
ederim, yese kapılırım, ona buna çatmağa kalkarım, talihsizlikten şikayet ederim,
Allaha karşı serzenişte bulunurum v.s İşte bütün bu hareketlerim, bu neticenin,
yerinde ve benim için en uygun olduğunu kendi kendime karşı o anda izaha medar
olacak görgü ve tecrübeden mahrum bulunmaklığımdan ileri gelmiştir. Ve ben bu
hareketlerimle o sırada çok kötü ve beni tekamülümde bir müddet duraklatabilici
kararlar da verebilirim ki bu kötü kararlarımın gelecek zaruri neticeleri de ondan
sonraki mukadderimin çizilmesine sebep olur. Burada gene görgü ve tecrübenin
tekamülde ne kadar ehemmiyetli bir rol oynadığını görüyoruz.
Fakat ne kadar yüksek olursa olsun hiçbir insanın görgü ve tecrübesi bütün
kainatın kanunlarına şamil olamaz. Her varlığın az çok ilerki merhalede o an için
görgü ve tecrübesinin çizilmiş bir haddi vardır. O haddin ötesine o varlığın görgü ve
tecrübesi, bilgisi ve idraki bir adım dahi gidemez. Ancak ruhun ebediyen ve durmadan
vaki olan tekamül yolundaki cehit ve gayretleridir ki bu hudut da hiçbir zaman öylece
olduğu yerde durmaz, mütemadiyen ve merhale merhale ileriye doğru genişliyerek
uzanıp gider. Fakat evvelce de söylediğimiz gibi, hiçbir vakit, esasen sonsuz olan
kainatın ve ilahi irade kanunlarının bu sosuzluğuna erişemez. Fakat ruhların
tekamülleri ilerledikçe onlar için, illiyet prensibi zincirinin halkaları binler ve
milyonlarca kombinezonlar arzederek çoğalır, mudilleşir ve bu kompleks içinde bu
hali hazmedebilecek duruma gelmiş olan varlık için şayanı hayret güzellikler arzeden
bir ihtişam, bir ahenk, ve aklımızın asla alamıyacağı bir başka tertip maydana çıkar.
Esasen o dereceye gelmiş, yükselmiş bir varlık da kendi muhiti içinde çok tabii
gördüğü bu halden her türlü istifadeyi temin etmek kudretini göstermekten geri
kalmaz. Artık düşüncesini buralara kadar uzatabilmiş varlık için de, bir saatlik ömrün
bilançosile, bir günlük ve bir bütün ha-
İlliyet prensibi karşısında görgü ve tecrübe 79

yatlık hadisatın bilançosu birbirine karışır, birbirini destekler, tamamlar ve birbirine


yardım eder. Yani zincirin halkaları bütün netliği ile tebarüz eder. Bütün bu ahenk
içinde mudilleşen hadiseler, ve hareketler hep ayni gayeye doğrudur. Bu gaye müteali,
ilahi iradenin istihdaf ettiği ruhların ebedi tekamülünü ifade eder. Gerçi bu gaye
yolundaki süratin derecesi, ruhların cehit ve gayretleri, iyi veya kötü niyetleri, nefsani
veya vicdani duygu ve düşünceleri ile çok mütenevvi olur. Ve bu ayrılık tutulan yolda
uzun, kısa, düz, çarpık, rahat, çetin, zevkli, ıztıraplı…seyahatlere sebep de olabilir.
Fakat ne olursa olsun, ne kadar uzun ve çapraşık, çetin haller alırsa alsın bütün bu
yürüyüşler günün birinde muhakkak surette o büyük ve herkes için mukadder olan
ilahi saadet ve kurtuluş sahalarına ulaşacaktır. Görgü ve tecrübesizliği yüzünden ebedi
seyahatinin belki çok küçük bir kısmını ne kadar sapıkça geçirmiş olursa olsun, her
kul muhakkak ilahi nimetlerin büyük saadetlerini doya doya hissedecek ve Allahın
büyüklüğünü öz varlığında gittikçe artan bir zevk içinde yudum yudum tatmak
bahtiyarlığını idrak edecektir. Ve işte insan bunun için mesuttur, bunun için tebrike
şayandır. Ne mutlu insana !...
Demekki görgü ve tecrübe ne kadar artarsa idrakin hududu o kadar genişler ve
idrakin hududu ne kadar genişlerse illiyet prensibi mefhumunun manası ve zaruretleri
o kadar mükemmel anlaşılır. Ve illiyet prensibi mefhumu anlaşıldıkça da insanın
duyguları, düşünceleri ve amelleri o nisbette berraklığa, vezahate kavuşur ve o
nisbette verimli neticeler doğurur ki bunun bir adı da tekamüldür.
NEO – SPİRİTÜALİZMA GÖRÜŞÜ İLE MUKADDERATIN
MÜMKÜN OLABİLEN İZAHI

O halde Neo-Spiritüalizmaya göre mukaddera nedir? Şimdiye kadar geçen


mülahazalardan sonra bu bahisde bizim için söyliyecek çok az söz kalır. Zira bu
mülahazalar sırasında, Neo-Sipirütializma görüşü ile mukadderata ait mevzuların
esasları hemen hemen söylenmiş gibidir. Bununla beraber bazı hususların daha açık
ifadesi ve ikmali için bu bahsi açmanın faydalı ve hatta lüzumlu olduğunu düşündük.
Herşeyden evvel şunu arzetmek isterim ki Neo-Sipirütializmaya göre
mukadderat, ancak, ilahi irade kanunlarına ittılaımız nisbetinde varlıklar için kaabili
mütalaa olacak bir mevzudur. Yoksa mevzuunun Mutlaka müteallik cepheden
mütaalasının, yalnız bizim değil, en mütekamil tasavvur ettiğimiz veya asla kemal
derecelerini bile takdir edemiyeceğimiz kulların hiçbirisinin kudreti ve salahiyeti
dahiline hiçbir vakit giremiyeceğine bütün varlığımızla inanıyoruz. Şu halde
mukadderat hakkında söyliyebileceğimiz her söz, diğer bütün sözler gibi beşeridir. Ve
her kim ki bu hususta Allah cephesinden konuştuğunu sanır ve söyler, onun bu
husustaki bütün sözleri galat, boş ve bir vahimeden ibaret kalır ve insanı çok tehlikeli
yollara sürükliyebilir.
Bize göre mukadderat ve icabat bahisleri birbirinden ayrı iki mevzu değil, bir
tek mevzuun ayru ayru cephelerden görünüşüdür. İlahi irade kanunlarının icaplarına
uygunluk göstermek her varlık ve bütün kainat için bir zaruret olduğu kadar, ayni
zamanda bir kaderdir. Bu hakikatin başka bir dille ifadesi de şudur: kainatta her olmuş
bulunan şey, muhakkak kendisinden evvel mevcut olan başka bir hareketin zaruri olan
neticelerinden birisidir. Zira hiçbir şey , hiçbir hareket ilahi irade kanunlarının
icabatından kendisini kurtaramaz. Ve bütün tahakkuk imkanları ancak bu icabat
dahilinde cereyan eder. İşte bu iki fikrin üzerinde iyice durup düşünen ve bu fikirlerin
manasını kendi kendisine karşı izah etmiş bulunan her düşünce sahibi insan,
mukadderatla icabat mefhumlarının birbirile nasıl kucaklaşmış olduklarını ve
bunların, birbirinden ayrı iki mevzu gibi mütalaasının nasıl caiz olmıyacağını takdir
etmekte gecikmez. Şimdi bu fikirlerin üzerinde bir az durarak onları daha anlaşılabilir
bir şekle koymağa çalışacağız.
Evvelce uzun uzadıya arzettiğimiz gibi, ilahi irade kanunları; icapları hiçbir
vakit değişmiyen, hiçbir tesirin altında şaşmıyan ve bu sayede kainatın nizam ve
ahengini temin eden ilahi müeyyidelerdir. Varlıkların iradeleri ise bu kanunların
herhangi birinden muayyen şartlar
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 81

altında istifade etmek serbestliğine tam manasile maliktir. Keza, bir tabiat kanununun
gene muayyen şartlar altında kullanılması onun, muayyen netaicinden birile
karşılaştırılmasını zaruri bir akibet haline sokar. İşte kitabımızın başından beri izahına
çalıştığımız ve şimdide kısaca hatırlatmış bulunduğumuz bu, bir iki cümledeki
kelimelerin manası üzerinde durduğumuz takdirde, Neo-Spiritüalizmaya göre
mukadderat bahsinin aydınlık bir saha içinde mütalaasını sağlamış oluruz.
İlahi irade kanunlarından, hiçbir varlığın kendisini kurtaramaması fikri
mukadderat mevzuunun tetkikine doğru atılacak adımların ilkini teşkil eder. Şu halde
ilahi irade kanunlarının herhangi birisinin seyrine uymak iradesini göstremiş bir varlık
– ne olursa olsun – artık o kanunun icabatından olan neticelere boyun eğmek zorunda
kalacaktır. Bu hakikati şu şekilde de ifade edebiliriz: İlahi iradenin herhangi
tezahüratından birisinin seyrine uymak karar ve teşebbüsüne girişmiş olan her varlık
için, o tezahürün icabatından olan neticeler mukadder birer akibet olur. Ve bunu
kimse geriye çeviremez. Yani, o adamın iradesi, gene Allahın iradesi kanunlarından
birisine sığınmadan bu kaderin üstüne çıkarak onu ortadan kaldıramaz. Burada,
üzerinde durulması icap eden oldukça nazik bir nokta var: İlahi irade kanununun
tezahüratından nizam ve kaidelerin birisine veya diğerine uymak, varlıkların tamamile
kendi durum ve kaabiliyetlerine ait bir iştir. Hiçbir varlığı, dışardan hiçbir kuvvet
zorla bu nizam ve kaidelerden birisine uymak hususundaki serbest inhitap hakkını
onun elinden almaz. Ancak şu da var ki onun bu kainattaki varlığı, bu büyük nizam ve
ahenge uymak zaruretini intaç etmiştir. Zira esasen onun sadece var olmuş bulunuşu
bile başlı başına, kainatın bir nizamı ve ahenginin ifadesidir. Yalnız burada gözden
kaçırılmaması icap eden şey şudur: Bu nizam ve ahenk içinde onun kendisine
münasip, uygun ve liyakatile mütenasip bir mertebeye, dereceye ve tertibe dahil
olması meselesi ayrıca gözden geçirmeği istilzam etmektedir. Burada esas rolü,
varlıkların iradeleri, görgü ve tecrübeleri nisbetinde atrmış bulunan ruh kudretleri ve
tekamül derecelerinden almış oldukları hız oynıyacaktır. Yani, liyakatleri nisbetinde
varlıkların bizzat öz bünyelerinde doğan ve öz bünyelerinin malı olan bir isteğin, bir
özleyişin çizmiş olduğu istikametlere göre onlar, kainat nizam v eahengi içindeki
çeşitli mertebelerden, derecelerden ve tertiplerden birisini inhitap etmek hürriyetine
maliktirler. Bu istek ve özleyişin en zor tarafı onun, istikametini iyiden, güzelden, ve
mütealden ayırmamağa çalışmasıdır. Fakat iyilik, güzellik ve müteale hayranlık
ruhların öz varlıklarının adeta bir vasfıdır, denilebilir. Esasen varlık, iyiye, güzele,
yükseğe doğru devamlı surette bir itiliş halinin ifadesi de olabilir. Bu ifadeyi inkar
ettiğimiz anda, o varlığın manasını da yani bizzat kendi varlığını da ortadan kaldırmış
oluruz. İşte bu hal, tekamülün bir zaruret olduğunu başka bir yönden de göstermiş
olur.
82 Mukadderat ve İcabat

Demek ki hiçbir varlık tasavvur edilemez ki ta öz benliğinden kopupda gelen


derin ve hakiki bir özleyişle ilahi irade kanunlarının namütenahi icaplarından
faydalanarak gittikçe yükselmek, gittikçe daha iyi, daha güzel, daha kudretli ve
şümullü, hülasa daha olgun ve mütekamil bir duruma girmek isteğinden adeta azade
kalabilsin. Bu düşüncemizin aksini gösteren hiçbir hadiseyi dünyamızda bulup ortaya
koymak bizim için mümkün olmadı. En iptidai bir varlık olan ot parçasını ele alalım.
Bu basit varlığın bütün hayatı boyunca seyreden hareketlerini tetkik ettiğimiz anda
onun da daima basitten mürekkebe, kapanıklıktan açıklığa, hamlıktan olgunluğa doğru
hamle almakta olduğunu kimse inkar edemez. Nebat kuru bir tohum halinde iken; en
ham, en kapalı, en verimsiz ve gayri faal devresinde yaşamakta iken bütün ileri hamle
kudretleri onun kuru bünyesinde meknuz ve uyuşuk bir halde uyuklamaktadır. O
böyle binlerce sene bu şartlar altında kalsa bir adım ilerleme hareketi göstermez ve
günün birinde çürüyüp gider. Halbuki, müsait şartları bulunca derhal uyanır, dışardan
hiçbir itilişin ve zorun tesiri vaki olmaksızın o tohum, kendi bünyesindeki bu mekni
enerjisi sayesinde intaş eder. İşte bu intaş keyfiyeti, onun ileriye doğru göstermiş
olduğu ilk hamledir. Fakat evvela böyle ince ve nazik bir filiz halinda tecelli eden
onun ilk cehdinin neticesi burada kalmaz. Zira hiçbir varlığın ileri hamle
hareketlerinde hiçbir hudut ve iktifa noktası mevcut değildir. Onun öz varlığı
birbirinden üstün şahikalara doğru ebediyyen pervaz etmeğe teşne bir haldedir.
Binaenaleyh o varlık, bu dünya hayatının kendisine müsade edebileceği hadler
dahilindeki inkişafını sonuna kadar tamamlamak için evvela bu nazik ve süt yeşili
halindeki ilk hayat tezahürlerini daha ileri götürüp körpe bir fidan, kalın bir göğde,
dallı budaklı bir ağaç, yaprak, çiçek, meyve hallerine sokarak olgunlaştığını isbat
eder. Fakat bundan ötesine onun bu dünya hayatındaki maddi şartları müsaade
etmediği için bir gün gelince o bu ağaç bedenini terketmek zorunda kalır. Zira o, tabi
bulunduğu tabiat kanunlarının icaplarına uymak zorundadır. Bununla beraber, onun
sonsuz tekamül ihtiyacı ve istekleri, dünyadaki maddi teşekkülatının mahdut
imkanlarile hiçbir vakit tahdit edilemez. Ve o zaman o nebat müteakip ileri hamle
ihtiyaçlarını başka ve daha çok müsait maddi bedenler vasıtasile ile temin etmek için
o ağaç bedeninden ve daha müsaadeli bedende tekrar dünyaya gelir. Bütün bunlar,
ilahi irade kanunu ile teyit edilmiş, varlıkların tekamülleri icabatından olan birer kader
işidir. İşte ölüm de bu manada hesaplanmış bir mukadderin eseridir. Yani o canlı
varlığın, dünyaya gelmekteki maksadını temin ve ikmal eden herhangi bir beden
vasıtasının yardımile işini bitirdikten sonra artık o vasıtaya ihtiyaç merbut kalarak
dünyada ayni şartlar altında yaşamasının ne manası, ne de lüzumu kalır. Ve böyle
olunca ölüm dediğimiz hadise ile onun bugünkü hayat şartlarından, daha üstün hayat
şartlarına geçmesi mukadder olur. Ve böylece o varlık bedenlerden bedenlere atlamak
suretile gittikçe yüksele
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 83

yüksele nebat, hayvan, insan cinslerinden geçerek nihayet bu dünyadaki işini de


bitirir. Yani o, o kadar görgü ve tecrübe kazanır ki artık dünyada ki hiçbir maddi
vasatta geçireceği hayat onun bu görgüsüne ve tecrübesine yeni bir şey ilave
edebilmesine kafi gelmez. İşte bu hale, bu yükseliş seviyesine ermiş olan o varlık,
kendisine daha ileri hamleler verdirebilecek kabiliyetteki maddelerin ve maddi
organizmaların bulunduğu daha yüksek tabiat şartlarını haiz dünyalara göç eder. Bu
da mukadderdir. Çünkü onun milyonlarca sene süren ilerleme yolundaki devamlı ve
sebatlı cehit ve gayretleri, ialhi irade kanunları mucibince kendisini bu yüksek
dünyalarda cari olan daha çok mudil ve şümullü tabiat kanunlarından
faydalanabilecek liyakate ulaştırmıştır.
Görülüyor ki dünyamızdaki en basit bir ot parçasının bile öz benliğinin daha
iyiye, daha ileriye, daha mudilliğe ve daha olgun, mütekamil durumlara girebilmesi
için kendisinde mevcut ve meknuz olan özleyişleri, kainat nizamında birer tahakkuk
imkanı aramaktadır. Ve ilahi irade kanunları da bu imkanlara bol bol müsaade
etmektedir. İşte o, bu müsaade sayesinde, günün birinde bir ot parçası bedeninden
çıkıp muazzam bir seyahatten sonra bir melek kudretinide alacaktır. İşte ilahi kudretin
azametine bir küçük misal daha!...
Şimdi, eğer o kuru tohum parçasında gizli haldeki bu ileri hamle hareketleri
bulunmasaydı o tohum gene hayat şartlarına müsait bir toprağa düşmüş olsaydı bile
orada bir taş parçası gibi atıl halde kalır ve hiçbir kuvvetin yardımile dahi bir meyve
ağacı haline gelemezdi. İşte böylece, bir taş parçasının, bir nebat karşısında tabiat
kanunlarının daha imtiyazlı icaplarından istifade bakımından çok geri kalmasını da bu
yönden araştırmak lazımgelir. Eğer o taş parçasında da farzı muhal olarak tıpkı bir
nebat tohumunda olduğu gibi ileri hamle iştiyak ve insiyaki mevcut bulunmuş olsaydi
o da derhal bu günkü pasif durumundan ayrılır ve kudretine göre tabiat kanunlarından
o da bir nebat tohumu gibi istifadeye koyulur ve ileri hamleler gösterirdi. İşte en basit
bir nebatın hayatını ele alarak mukadderin kısaca bir şemasını çizmiş olduk. Bundan
sonra hayvanlarda, hele insanlarda şüphesiz daha çok mütehavvil, zengin ve mudil
istikametler alan istekler, özleyişler, zaruretler, ihtiyaçlar ve hareketler neticesinde –
gene ilahi irade kanunlarile taayyün etmiş – namütenahi hadiselerin, bu varlıkların
hayat tarzları üzerinde oynadığı rollerin derecelerini ve birbirile olan münasebetlerini
mütalaa etmek hiçbir insan ömrünün kifayet edemiyeceği ve kudretinin
yetişemiyeceği muazzam bir iş olur. Bu da mukadder mevzuunun ne kadar karışık ve
derin bir bahis teşkil ettiğini izaha kafi gelir.
Mukadderat, ilahi irade kanunlarının değişmiyen icaplarıdır. İlahi irade
kanunlarının hudutsuz ve sonsuz tezahürlerinin herhangi birisinden faydalanabilmek
varlıkların ruh kudretlerine, liyakatlerine, tekamül de-
84 Mukadderat ve İcabat

recelerine ve birbirlerile olan münasebetlerine göre taayyün eden bir keyfiyettir. Ve


bu namütenahi tezahürlerden ruhlar liyakat derecelerine ve imkanlarına göre istifade
etmekte tamamen serbesttirler. Ancak bir varlık iradesile hareketlerini hangi kanuna
uydurmuş ise onun bütün icaplarına boyun eğmeğe mecburdur. Ve burada artık onun
iradesi bahis mevzuu olamaz. İşte üstadın tebliğinde de bahsedildiği gibi, varlıkların
iradelerinin, ancak tabiat kanunlarına uygun hareket etmekle tahakkuk edebileceğinin
manasını burada daha iyi anlıyoruz. Bu bir taraftan gene izah etmiş olduğumuz gibi,
bir varlığın, kendi liyakati dışındaki tabiat kanunlarından istediği gibi
faydalanamıyacağını ifade ederken ayni zamanda, evvelce uyulmuş herhangi bir ilahi
iradenin icabatı haricinde herhangi bir harekette hiçbir varlığın bulunamıyacağını da
anlatır. Mesela, karşımda ateş halinde kızgın bir demir çubuk var. bu demiri ben tutup
tutmamakta tamamile serbestim. İstersem ona sadece elimi yaklaştırırım, istersem o
çubuğu avucumla tutarım. Her iki hareketten alacağım netice başka olur. Elimi ona
yaklaştırdığım zaman cildimde azçok tatlı bir hararet hissi duyarım. Fakat demir
çubuğu tuttuğum zaman, elimin yandığını duyar ve hasta olurum. Zira burada birinci
hareketimin tabi olduğu tabiat kanunu ikinci hareketimin tabi olduğu hareket
kanunundan farklı icapları neticelendirir. Şimdi ben bir defa hareket serbestliğimi
kullanarak demir çubuğunu elimle yakaladıktan sonra artık o işten vazgeçsem bile,
yani ateşi elimden bırakmış olsam bile elim gene yanacak ve bir yanığın bütün
avakibine maruz kalacaktır. Ancak evvelce de söylendiği gibi bir tabiat kanununun
icabını değiştirebilecek başka tabiat kanunlar da vardır. İşte eğer bir ruh, kudretlerini
genişletmiş ve tabiat kanunlarından geniş mikyasta faydalanabilecek iktidara
erişmişse – başka ve münasip bir tabiat kanunundan istifade ederek – demiri tuttuğu
halde bu yanma hadisesinin önüne geçebilir. İşte mukadderin değişmesi, bir yandan
diğer bir yana kayması gibi, bazı kıymetli ruh dostlarımızın ifadelerinin de manası
budur. Mesela yukarıki misalde olduğu gibi, ben elime yanmıyacak bir madde sürerek
ateşi tutabilirim, veya onu maşa ile de tutarım. Elim yanmaz. Veya öyle müessir bir
ilaç keşfederim ki ateşi tutup elimin yanması başlamasına rağmen o ilacı elime sürer
ve yanık hadisesinin önüne geçebilirim. v.s.
Buraya kadar olan mülahazalardan sonra, hayatı yalnız bir tek dünya
safhasından ibaret değil, ona tekaddüm eden ve ondan sonra da devam edecek olan bir
sayruret halinde kabul etmek şartile kısaca diyebiliriz ki: mukadder olan herşey,
varlıkların bilerek veya bilmiyerek kendi kabli istek ve iradelerile tutmuş oldukları bir
yolun neticesidir. Bu neticeler, ancak sonsuz tecelliyat arzeden ilahi kanunların
icabatından başka birşey değildir. Ne bu icabatın dışına kimse çıkabilir, ne de böyle
birşey bahis mevzuu edilebilir. Burada çok açık bir misalle bu bahsi bir az daha
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 85

açıklamak istiyorum, zira ufak bir şüphe veya karanlık nokta bütün mevzuun
anlaşılmaz bir hale girmesine sebep olabilir.
Altı yol kavşağında bekliyen başı boş bir koyunu düşünelim. Bu yollardan
birisi ağıla gider, diğeri suyu ve otu bol bir meraya ulaşır. Üçüncü yol kayalık, kurak,
çorak, çıplak bir araziye varır. Başka bir yol altında sarp uçurumlar saklı kurulmuş bir
tuzakta nihayet bulur, diğer bir yol, sonunda bir ateş yığını ile çevrilmiştir ve nihayet
bir yol da bir çıkmazda nihayet bulur. Bu zavallı koyun bu yollardan birini inhitap
etmek durumundadır. Fakat onu, hiçbir kimse çıkıp da zorla bu yollardan birine veya
diğerine sürüklemez. Ancak bir çobanın tatlı kaval sesi onu mera tarafına doğru
çağırır. Davar sahibinin ıslık çalışı onu ağıla gidecek yolun istikametini gösterir.
Uzaktan gelen rüzgarın haşin uğultuları ona çorak araziden haberler getirir. Avcıların
müraice, önüne attıkları bir kaç taze ve cazip ot demeti onu mütemadiyen kurulmuş
tuzağa giden yola doğru çekmeğe çalışır. Yüzünü okşıyan ılık ve aldatıcı bir hava
güzel vaatlerle onu, yangınla biten yola sapmağa teşvik eder. Kafalarını duvarlara
çarpıp kırarak geri dönenlerin manzarası da ona çıkmaz yolun işaretini verir. İşte bu
karışık manzara karşısında o koyunun ancak kendi ruh kudretile vereceği karar
neticesinde bir yol tutması beklenir. Bir tarafta kendisine ciciler vadeden avcıların
açık ve sarih, fakat aldatıcı davetleri koyuna çok cazibeli gelir. Diğer taraftan uzaktan
gelen tatlı kaval sesleri ona müstakbel bir saadeti hatırlatır. Fakat o belki de sağırdır.
Bu kurtarıcı, hayırkar sesi duyamaz. Ve o sesin geldiği yolu cazibesiz ve faydasız
bularak beğenmez. Fakat sahibinin sesine alışkındır onu işitir ve ağıla gidip
dinlenmeği de tercih edebilir. Hele hava da bir az soğuk ise tatlı tatlı ve ılık esen bir
bahar rüzgarı sandığı, o yangından gelen havayi büyük bir nimet sanır. Bir az da
mankafa ise çıkmaz yoldan hüsran içinde dönen diğer biçare koyunların neden
kafalarının kırılmış ve yaralı dönmekte olduklarını öğrenip tahkik etmek kudretini de
gösteremeyince onların dönmekte oldukları yola sırf bir tecessüs saikile gitmek
hevesine de düşebilir. Bütün bu ruh hallerinin karışıklığı içinde onu her ses kendi
tarafına doğru çağırıp dururken o, irade serbestliğini kullanarak bunlardan birisinin
davetine güle oynıya icabet eder. Fakat o bir defa kararını verip bu yollardan birini
tutarak onun sonuna geldiği zaman yeniden harekete geçip girdiği yerden çıkar başka
bir yol buluncıya kadar ilk yolun neticelerinden kendisini kurtaramaz. Ağıla gider ve
orada çivilenip kalır, güzel, münbit, serin meraların nimetlerinden istifade edemez.
Uçurumlu yola sapar, tuzağın içinde parça parça olur. Ilık sokağa girer, birdenbire
etrafını yangınlarla çevrilmiş gördüğü zaman kavrulup kebap olmaktan başka
yapacağı iş kalmaz. Çobanın sesine koştuğu zaman birbirinden ala ve nefis cennet gibi
meraların bolluğundan istifade eder. Fakat eğer bu koyun bir gaflet eseri olarak yanlış
bir yola saptıktan sonra herhangi bir çobanın sesi kulağına gelir de onu ikaz edebilirse
ve o da bu
86 Mukadderat ve İcabat

sesden bir intibah duyarak yolunu değiştirmek isterse o tehlikeli yolun neticelerinden
kendisini kurtarabilir. Yalnız şu var ki yol değiştirmek bazan yeni bir yola
düzülmekten daha zordur.
İşte insan, böyle kendi mukadderini hayatında inhitap ettiği yollardan birisine
sapmak kararını vermekle çizmiş olur. Fakat bu mukadder kendisi için nahoş bir gene
kendisinin göstereceği şiddetli bir özleyişle bu nahoş akibetten kurtulabilmenin, ilahi
irade kanunlarının icaplarına göre çarelerini büyük bir cehit ve gayret sarfederek
araştırması lazımgelir ki bu da ekseriya ancak, bilhassa ruh aleminin yüksek
varlıklarının ( yani misaldeki çobanların ) yardımlarile mümkün olur.
Bir varlığın önüne ilahi irade tezahürlerinin açacağı imkanlar, ancak o varlığın
liyakati, tekamülü ve ruh kudretlerini yerinde ve yolu ile kullanabilme derecesi ile
mütenasip bir şümul dahilinde ortaya çıkar. Bir koyunun önüne açılacak altı kapı
varsa bir insanın heran önünde açık duran binlerce yolun kapısı vardır. Binaenaleyh
bir koyun için hayatta yürünecek yollar pek mahdut ve basit iken insanın
yürüyebileceği binlerce yol yani birinden birini intihap ederek yapabileceği binlerce iş
vardır. Gene bu sebepten dolayi bir koyun için hayat ne kadar basit ise bir insan için
de o kadar karışık ve mudildir. Ve nihayet bir koyundan beklenen tekamül ne kadar
basit ve iptidai derecede ise bir insandan beklenen tekamül o kadar büyük, parlak ve
süratlidir
Şu halde mukadderat bahsini iyi kavrıyabilmak ve iyi mukadderler temin
edebilmek için her şeyden evvel illiyet prensibini iyice anlamağa çalışmak ve duygu,
düşünce ve amellerini bu anlayişten aldığı yüksek idrake göre ayarlıyarak hareket
etmek lazımdır. Zira ancak böyle yapıldığı zamandır ki insan ilahi irade kanunlarının
akıllardan taşan büyük hikmetlerinin adım adım manalarını anlayabilecek bir idrak
seviyesine yaklaşır ve bu da ona Allah sevgisinin, ruhundaki temevvücatını daha
şümullü bir kudretle hissettirir ki insan tekamülünün en kuvvetli nişanelerinden birisi
budur.
İşte bu esasa dayanarak şu fikri bir düstur olarak kabul edebiliriz: Hayatın
mukadder görünen acı veya tatlı her hadisesi, muhakkak geçmiş bir zamanda insanın
iradesile yapmış olduğu bir hareketin, ilahi irade kanunları icabatına göre sırası gelmiş
ve tahakkuk sahasına çıkmış bir neticesidir. Bu öyle bir düsturdur ki ne kadar iyi
anlaşılır ve üzerinde ne kadar derin düşünülürse ondan o kadar istifadeli düşünce
mevzuları çıkarılabilir.
Tekrar ederiz ki bir defa var olmak şiarını kazandıktan sonra bütün varlıkların,
ilahi irade kanunlarının şümulü dahiline girmiş bulunmalarını biz bir zaruret olarak
kabul ediyoruz. Zira esasen varlık, ilahi irade
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 87

kanunlarının bir icabıdır. Ve bu kanunların dışında ne bir oluş, ne de bir olmayiş hali
düşünülemez. O halde kainatta var oluşumuz, mukadderata tabi oluşumuzun bir
ifadesidir. Fakat şunu da asla hatırdan çıkarmamalıdır ki ilahi irade kanunlarının
hudut, sayı, baş ve nihayet gibi mefhumlarla alakası yoktur. Binaenaleyh, ne kadar
serbestçe olursa olsun, hiç bir varlığın hiçbir hareketi ilahi kanunların şümulü haricine
çıkamaz, bunu da evvelce arzetmiştik. Demekki ilahi irade kanunlarının icabatından
herhangi birisine bilerek veya bilmiyerek istiyerek veya istemiyerek sürüklenmiş bir
varlığın o icaplara uyması zaruretini yukarıki fikirlerle birleştirirsek şöyle bir prensip
ile karşılaşırız: İnsan ne yaparsa yapsın, nasıl harekette bulunursa bulunsun, hangi
yolu tutarsa tutsun, ister günahkar, ister sevapkar olsun bütün varlığı ile mukadder bir
yolun yolcusu olmak durumundan kendisini kurtaramaz.
Bir az evvel yazılarımızın arasında bir söz geçti: İlahi kanunların icabatının
herhangi birisine << istemiyerek >> sürüklenmeden de bahsettik. Halbuki tabiat
kanunlarının herhangi birisini kullanmada ve onlardan istifade etmek hususunda
varlıkların tamamile hür oldukları mevzuunda israrla durmuştuk. Burada hemen bir
tezat var zihabına düşülebilir. Fakat bu tamamile zahiri ve beşeri bir hale göre vaki
olan bir ifadedir. Yani buradaki << istemiyerek >> tabiri hakikaten ruha ait değil, o
ruhun beşeri hüviyetine ait bir arazın ifadesidir. Bu noktanın da müphem kalmaması
için burada bir az durmaklığımız icap ediyor: Evvelce de söylediğimiz gibi tabiat
kaideleri birbirinden tamamen ayrı, mücerret ve birbirile irtibatı olmıyan müeyyideler
değildir. Bilakis bunlar, sayı kabul etmiyen namütenahi bağlarla birbirine
bağlanmışlardır. Kanaatimize göre, hiçbir kanun yoktur ki onun icabatından bazı
kısımlar, başka bir icabatın bazı kısımlarile uzaktan veya yakından ilgili olmasın. Bu
halin, esasen kainatın nizamını teşkil ettiğinden evvelce bahsetmiştik. O halde bir
varlık tasavvur edilebilir mi ki herhangi bir tabiat kanunundan bol bol istifade ederken
onun netaicinin uzaktan veya yakından alakalı bulunduğu diğer birtakım kanunların
icaplarından tamamen masun kalmış olsun?
Şu da var ki her varlığın daima hareket halinde bulunması ve daima,
bulunduğu yerden bir ileriye doğru hamle almak ihtiyaç ve arzusunu göstermesi onun
bünyesinde meknuz bir keyfiyet olduğuna göre ve bunun da bir kader olduğunu kabul
ettiğimize göre serbest iradesile herhangi bir yolu tutmuş olan varlığın, kendisini bu
yola sevk eden iç özleyişlerinin onu, o yolda mütemadiyen ileri merhalelere doğru
hamleler almağa da sevkedeceğini de tabii görmemiz lazımgelir. Bunun neticesi
olarak şunu da kabul etmemiz icap eder ki o varlığın, özleyişlerile böyle
merhalelerden merhalelere atlayişi, ayni zamanda merhaleler arasındaki tabii bağların
birer köprü vazifesini görmesi ile de bir zarurat haline girer ve bu şekilde, varlığın
arzusu ile ilahi kanunların icapları birbirine sarmaş dolaş ol-
88 Mukadderat ve İcabat

muş bir durum arzeder. Halbuki beşeri idrake bağlı hüviyeti ile o varlık bu halin
ekseriya farkında değildir. Ve o, dünyanın muvakkat ve gelip geçici olan ve öz
isteklerle ekseriya taban tabana zıt bir istikamet takip eden maddi ve nefsani arzuların
tesiri altında, hakikatte istediği ve istemesi lazım geldiği şeylerin aksine temayüller
gösterebilir. Fakat tahakkuk edecek olan bunlar değil, asıl özvarlığın istekleri
olacaktır. İşte bu hakikatin esasına vakıf olmıyanlar o zahiri ve nefsani temayüllerin –
bütün şiddetine rağmen – tahakkuk etmediğini gördükleri zaman bu sayfalarda
yazdığımız hakikatlere uygun neticeler almadıklarını sanırlarsa hatalı bir harekette
bulunmuş olurlar. Ve işte biz bu göze batabilecek olan zahiri ve beşeri temayülleri de
insanların birer istek gibi telakki etmesi imkanını düşünerek yukarıki ifadelerimizde
<< istemiyerek >> tabirini kulanmak zorunda kaldık. Binaenaleyh buradaki istek veya
isteksizlik mefhumu özvarlığa ait değil, beşeri hüviyetin nefsani bir ilcası olan ruh
halini ifade eder. Bu sözlerimin iyice anlaşılabilmesi için bir misal arzedeceğim:
Etrafındakilere kötülük yapmaktan ve başkalarının ızdıraplarını görmekten
zevk duyan basit bir insanı tasavvur ediniz. O bu kötü hareketi o kadar derinden ve
içten istemiştir ve tahayyül etmiştir ki bu isteğin tahakkukuna müsait bir tabiat
kanunundan onun istifade imkanını bularak faaliyete geçmesi daima mümkün olabilir.
Ve bu faaliyette o tamamile serbestte kalabilir. Mesela hakkından gelebileceği
nisbeten zayıf bir insanla karşılaşabilir. Bir bıçakla o adamın kalbini delebilir. Ve
onun ölümüne sebep olabilir. Demek ki bu bedbaht, o anda kötü bir yolu tutmak istedi
ve bu yolu gerçekleştirmek için de kendisine müsaade ve hatta yardım eden, yani daha
doğrusu onun, iradesini serbestçe kullanabilmesine imkan bahşeden tabiat
kanunlarından istifade etmek yolunu buldu. Mesela zayıf ve müdafasız bir adamla
karşılaştı, onun kalbini delebilecek bıçağı kullanabilecek fizyolojik imkanlardan
faydalandı ve onun kalbi de bu demir aletle delindi. Bütün bunlar ancak birer tabiat
kanununun müsadesile gerçekleştirilebilmesi mümkün olan şeylerdir. Yoksa bir kağıt
parçasile kalb delinemezdi, o kalb çelikten olsaydı o demir parçası da onu delemezdi,
hele o biçare çapkına, o sırada bütün uzuvlarını atıl kılacak bir felç hastalığı gelmiş
olsa ve normal fizyolojik hareket kaabiliyetini sıfıra indirmiş bulunsaydı, onun bir
kalbi delebilmek değil, canına kıydığı adamın bir kılına bile dokunmak iktidarı elinde
kalmazdı. Demek ki o yapmak istedi ve o isteğin serbestçe faaliyet gösterebilmesine
tabiat kanunları hem müsade etti, hemde hatta yardım etti. Varlıkların iradelerini
serbestçe kullanabilmelerine bu hadise bir delil teşkil etmezmi? Eder ve hem de bir
zaruretin ifadesi olur. Zira, o adam burada iradesini kullanmakta serbest olmasaydı
onun bu kötü niyeti daha ruhunda belirirken, ilahi irade kanunlarının en küçük bir
zerresinin zerresi bile
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 89

onun bu niyetinin bir anda tam bir hareketsizlik içinde akamete uğratılmasına bol bol
kafi gelirdi. Halbuki böyle olmadı çünkü o, böyle bir hareketin mesuliyetini bizzat
idrak eden bir ruh kudretine erişebilecek bir tekamül merhalesine varmıştır. Buna
rağmen, nail olduğu bu ruh seviyesinin manasını ve icaplarını o biçare insan, henüz
idrak edemiyorsa bu hal onun kendisinde mevcut bulunmaması lazım gelen kusurlu ve
eksik bir tarafı olarak kalmıştır. Ve ergeç bu kusurdan kurtulması ve bu eksik tarafını
tamamlaması, yani daha doğrusu nisbeten yükselmiş bulunduğu ruh mertebesinin
hakiki icaplarını idrak etmesi lazımdır ki kendisine mukadder olan daha ileri
mertebelere çıkabilmek imkanları gerçekleşebilsin. Fakat o bu halile bu kusurlarından
nasıl kurtulabilecek? Bunun için, onun evvela kusurunu idrak etmesi, eksiğini
anlaması icap eder. Halbuki o şimdi yaptığı işi – görgü ve tecrübesizliği yüzünden –
belki de çok iyi ve kahramanca bir iş zannediyor. Ve bu zanda devam ettiği müddetçe
elbette onun aksine bir işi istemiyecek ve özlemiyecektir. Böyle olunca da o
bulunduğu mertebeye sağlam bir kazıkla mıhlanmış gibi çakılı kalacak ve bir karış
bile ileri gidemiyecektir. Halbuki bu, Allahın iradesine ve ruhun özvarlığındaki ileri
hamle iştiyakine tamamile mugayir bir haldir.
Demekki onun yerinde durmaması ve bunun için de hatasını görebilmesi
lazımdır. Hatasını nasıl görebilecek? Basit…Yaptığı ve iyi sandığı işin fenalığını ve
acılığını bütün şiddetile ve müessir bir şekilde bizzat ruhunda duymak suretile.
Halbuki eğer ona, görgü ve tecrübesizliğinin tabii bir neticesi olan bu kötü niyetin
beslenmesine ve tezahür edebilmesine fırsat verilmiş olmasaydı o bu niyetini ruhunda
acı aksüsamellerini görmek fırsatını nasıl bulabilirdi? Onun ruhuna açıktan böyle bir
acı – bittabi haksız olarak – bilasebep saplanmış bile olsaydı o sebepsiz ve karşılıksız
acının, hangi yoldan ve hangi mihanikiyetle o ruha bu noksanlığını ve hatasını anlayıp
tashih edebilmesi hususunda yardımı olabilirdi? Bir kabahati işlemeden onun acısını
çeken bir adam bu çektiği acı ile o kabahatinin münasebetini – hele onu da bir kabahat
saymıyorsa – nasıl tayin edebilir? Bir çocuğun bile ateşi tutmadan elinin yanmasını
reva görmezler. Çünkü bu manasız, lüzumsuz ve tabiat kanunu dışında bir iş olur.
Hatta bir baba bile hiç bir vakit bardağı kırmadan çocuğunu dövemez. Çünkü bunda
bir faide melhuz değildir. İş bu kadar açıklığı ile tabiatta böyle cereyan edip dururken
nasıl olurda Mutlak Adaletin bir muazzam tecellisi olan ilahi irade kanunları, zavallı
bir varlığı kabahat – sırf, kabahat yapabilir diye – acılara ve ızdıraplara sevkeder?
Böyle bir düşüncede ne mantık, ne de ilahi adalet mefhumları düşünülemez. İşte
bunun içindir ki tabiat kanunları o adamı bu kötü niyetlerinin gerçekleşmesine ve
hatta ruhunda tezahür etmesine imkan verir ve o da bu imkanı kullanarak kabahatini
işler. Fakat o bu yola düşüp bu
88 Mukadderat ve İcabat

kabahati irtikap ettikten sonra serbestçe kullandığı tabiat kanunlarının zaruri olan
icaplarile muhakkak karşılaşacaktır. Ve yukarda da söylediğimiz gibi esasen onun bu
kanunları serbestçe kullanabilmesinin asıl sebebide o kanunlar mucibince birtakım
neticeler alarak yaptığı iş ve hareketin kötülüğünü idrak edebilecek bir ruh kudretini
iktisap edebilmesidir.
Bu icapların başında, yaptığı fenalığın şiddetli sarsıntılarını ve acı
aksülamellerini onun bizzat kendi ruhunda duyması gelir. Buna vasıta olan ruh
melekesi de vicdandır. Binaenaleyh bu kötü hareketinden dolayı onun vicdanı o anda
kendisini tazip etmese bile muhakkak surette zamanı gelince bütün şiddetile meydana
çıkarmak üzere o acıyı bünyesinde bütün teferrüatile saklamıştır. Ve asla işinden
vazgeçmiyecektir. Ve geçmemeside ilahi irade kanunlarının değişmez icaplarındandır,
yani mukadderdir.
İşte beşeri hüviyetle evvelce irtikap edilmiş kötü bir hareketin üzerinden
seneler geçip unutulmasından sonra ve hatta üzerinden bir hayat da geçtikten sonra
neticelerinin günün birinde o insanın başına zahiren sebepsizmiş gibi görünen bir
bela, bir felaket halinde çarpmasının mukadder olduğunu söylediğimiz zaman bu
manayı kasdetmiştik. Gerçi o musibetin sebebi o anda beşeri hüviyetle meçhul ve
unutulmuş gibi görünürse de hakikatte onu çeken ve onun azabını ruhunun ta
derinliğine kadar sindiren varlık o azabı neticelendiren hakiki sebepleri tayin etmekte
hiçbir güçlük çekmez. Ve böylece o azap da vazifesini ve işini görmüş icap eden
faydayı sağlamış olur ki esasen o azabın o ruhda doğuşunun sebep ve gayesi de budur.
Fakat bazan da onun ruhu o kadar durgun bir hal almış olabilir ki uzun bir
müddet için vicdanı harekete geçemez. Ve bu hareketsizlik devam ettikçe de onun bu
kusurdan kurtulabilmesi ve ileri merhalelere doğru mesafeler kaydetmesi gecikir.
Halbuki ilahi irade buna müsait değildir. O halde onun henüz durgun bir durumda
bulunan vicdanını da harekete geçirmek icap edecektir. İşte bu da ancak gene ilahi
irade kanunlarının icabatile ve yardımcı varlıkların o kanunlardan istifade ederek o
durgun vicdanlı kulu uyandırıcı yollarda faaliyetlere girişilmesile mümkün olur. İşte
burada o adamın iradesi dışında birtakım hadiseler cereyan etmeğe başlar. Bu
hadiseler onun hoşuna gitmiyecek ve hatta bazan da isyanını mucip olabilecek şekiller
arzedebilir. Mesela onun bu kabahatinden dolayi yüz bir seneye mahkum ederler,
zindana atarlar, kendisine, hiçbir insana yapılmıyacak işkenceleri, eziyetleri
yaparlar… Böylece seneler geçer. Azap üzerine azap biner. Bu azap şiddetini
arttırdıkça onun tahammülü kırılır, tahammülü kırıldıkça isyanı artar, fenalık hisleri
büsbütün dışarı vurur. Fakat artık o hiçbir fenalık yapamıyacak bir hale sokulmuştur.
Elinden birşey gelmez. Ancak, eğer kötü niyetlerinde devam ediyorsa artık bunları
gerçekleştirebilmesine imkan verilmemekle beraber,
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 91

sanki onları fiilen yapmış gibi azaplı neticeler birbirini takip ederek durmadan o
adamın başına birer ağır balyoz gibi iner. Onun bir hayatı böyle işkence ile dolu
dramatik bir sahne içinde geçer…İkinci hayatı başlar, fakat bu hayatı da bir sürü
imkansızlıklar, talihsizlikler, gayri müsait çalışma şartları, ve hatta haksızlıklar ile
malamaldir. Fakat bütün bunların sebepsiz ve haksız görünüşü tamamile zahiridir.
Hakikatte bunlar hep evvelki hayatta işlenmiş kötü bir hareketin karşısında bir türlü
uyanmasını bilmiyen vicdanı harekete getirebilmek için ilahi irade kanunlarının
icabatına göre zincirleme giden birtakım hayırlı neticelerdir. Ve bu neticeleri de o
adamın ruhunda her yeni neticeye karşı intibah yerine, uyanan yeni isyanlar
doğurmaktadır. Demekki o biçare bu isyanlarile kendi akibetini gene kendisi bilmeden
çizmekte ve mukadderini bizzat kendi kötü hareketile hazırlamaktadır. Netekim eğer o
adam o sırada isyanı bırakıp kabahatin kendisinde olduğunu düşünerek yaptığı işin
hatalı olduğunu kabul ve teslim etse bu neticeler derhal değişecek ve onun iradesini
zorlayici hadiselerin ardı arkası kesilecek, o tekrar iradesinin idrakine varacak,
hatalarını tahsis ve tamir etmek ve bu suretle ruhunda başlamış olan vicdanının
azabını teskin edici çareleri bizzat kendi isteklerinin nurlu idraki altında araştırıp
bulmak zevkine kavuşacaktır ki bu hali de bir iç huzurunun başlangıcı diye tavsif
edebiliriz.
Demekki varlığın bütün iradesi ve isteği dışındaki nahoş ve acı hadiselerin
cereyanı sırasında bile eğer o, kendisini toplayıp iyi tarafa doğru düşünce ve
isteklerini kaydırabilirse onun bu isteği de gene ilahi irade kanunları ahkamınca
tahakkuk yoluna girmek fırsatına kavuşur. Çünkü onun bu isteği tekamülünün süratli
hareket istikametine doğrudur. Ve ilahi irade kanunlarının istihdaf ettiği gaye de
varlıkların tekamülüdür. O halde onların madem ki istekleri ilahi irade kanunlarının
istikametlerine tevafuk etmiştir, o halde elbette tahakkuk edecek ve müteal neticelere
ve icaplara erecektir. İşte, zannedersem, ruhun istemeden de bazı hadiselerle
karşılaşabileceğinin manasını bu misal ile bir az daha açık olarak izah edebildim.
Fakat bu yolda ne kadar düşünülürse düşünülsün, ilahi irade kanunlarının
tezahürlerinin icapları o kadar muğlak, o kadar namütenahi ve birbirine girift haldedir
ki, evvelce de itibari bir şema ile namütenahi bir şebeke şeklinde kabaca izahına
çalıştığım bu icapların bu karışık durumu içinde bir iki icabın, yani illiyet prensibinin
birkaç halkasının ilerisini ve gerisini en mütekamil ve bilgili bir insanın bile ne
görmesi, ne de düşünebilmesi mümkün değildir. Bizim yukarıda vermiş olduğumuz
misaller ise bu muazzam teşkilat içinde ancak bir tek adımlık mesafe kıymatini bile
haiz değildir. Ve böyle adımlarım milyarlar kere yüz milyarlardan daha büyükleri, bir
ruh varlığının ebedi ve sonsuz hayat icaplarını birbirine çok sıkı münasebetlerle
bağlıyan hadiselerle doludur. Binaenaleyh mukad-
92 Mukadderat ve İcabat

derin hududunu çizmek değil, onun manasını bu yönden anlıyabilmek bile hiç
birimizin, hiçbir kulun kudreti dahilinde değildir. Ve biz de misallerimizi verirken
mukadderin hududunu çizmek için değil, mukadder hakkında çok iptidai ve elbette
noksan bir fikir yürütebilmek istiyen kıymetli dostlarımıza yardım etmek için
düşüncemizi kullandık.
Bu vadide çok konuştuğumuz anlıyorum. Bununla beraber okuyucularımdan,
özür diliyerek bir az sabretmelerini ve bu mevzuun gücümün yettiği kadar
aydınlatılmasında bana bu kıymetli sabırlarile yardım etmelerini dilerim. Zira bu bahis
ne kadar kolay anlaşılır görünürse görünse, üzerinde konuşuldukça gözden geçirilmesi
icap edecek daima yeni noktaların meydana çıkacağını her okuyucumun kolaylıkla
takdir edeceğinden emin bulunuyorum. Şimdi evvelce zikrettiğim bir yolculuk
misalini burada vermiş olduğum bir misalle karıştırarak mütalaamızı yürütürsek
mukadderat hakkında bir az daha vazıh fikirlere sahip olabilecek duruma girebiliriz.
Evvelce söylediğimiz gibi muayyen bir mahalle varmak için yola çıkan
seyyahın, o memlekete girmek üzere yola çıkması onun iradesine bağlı bir işti. Ve bu
irade de onun öz varlığında duyduğu bir ihtiyacın mahsulü olan isteğin neticesidi.
Binaenaleyh mademki o, bu işin tahakkukunu bir defa özlemiş ve o yolda tahayyül
melekesini işletmeğe başlamış, o halde o yola fiilen girmiş demektir. O istediği
mahalle varmak yolunu tuttuktan sonra kendisini o yolda destekliyecek şu veya bu
vasıtayı kullanmağa başlıyacaktır. Yani tabiat kanunlarından birisine dayanacaktır.
İşte o bu yolda yürümek iştiyakını muhafaza ettiği müddetçe ondan ayrılamıyacak ve
bu yol da kendisini er geç hedefe, yani o yolun müntehi olduğu yere ulaştıracaktır.
Ancak burada üç mühim noktayi tebarüz ettirmeği, mukadderat bahsinin bir az daha
aydınlatılması bakımından lüzumlu görüyoruz:
Bunlardan birincisi, muayyen bir merhaleye varmak istiyen seyyahın orada
barınabilecek bir durumda olması ve kendisini o merhaleye ulaştıracak olan vasıtaları
kullanabilecek liyakat ve kudrette bulunması lazımdır. Mesela yalnız ülemanın
yaşayabileceği bir şehirde yaşamak kudretinden mahrum cahil bir adam, hiç
kullanmasını bilmediği tayyareye binip o şehre gitmek hevesine düşer ve o yol çıkarsa
elbette – hem de kötü bir şekilde – yolda kalır. Tıpkı bunun gibi, o adam kendisine
nisbeten çok yüksek olan bir tekamül merhalesine çıkabilecek bir kudrette değilse ve
o, bu merhalede barınabilmek liyakatini diğer sahalardaki efal ve harekatile isbat
etmiş değilse esasen onun oralara varmak istemesi de içten gelen bir ihtiyacın neticesi
olmayıp basit bir hevesin tezahüründen ibaret kalır. Hiç bir gayeleri olmadığı halde
sırf bir arabaya binmek hevesini besliyen bayram çocuklarında olduğu gibi. Halbuki
bir gayeye ulaş-
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 93

mak ihtiyacından doğmuş derin ve içten gelen esaslı özleyişlere dayanmıyan hallerde
hiç bir varlık, devamlı ve sebatlı bir şekilde herhangi bir arzunun tahakkukunda ruh
kudretlerini kullanamaz. Ve lazım gelen cehit ve gayretleri kafi derecede gösteremez.
Binaenaleyh o adam, görünüşte o süratli vasıta ile, o yüksek merhaleye varmak
istiyormuş sanılsa bile hakikatte yerinde sayıp durmaktadır. Zira onun bu yoldaki
kudretsizliği, o gayenin tahakkuku için lüzumlu olan tabiat kanunlarını ne görüp
bulabilmesine, ne de onlardan faydalanabilmesine imkan bırakır. Fakat buna rağmen o
adam hala heveskarlığında inat ederek o vasıta ile o yolda yürümeğe yeltenirse günün
birinde elbette olduğu yere yıkılır ve bir tarafı da incinebilir. Tayyareden düşen
adamlarda olduğu gibi. İşte bundan duyacağı acının tesiri ile o, artık hakiki hedefini
ve o hedefe kendisini ulaştıran yolculuk vasıtasını ve o vasıtaya layık olmanın
yollarını araştırıp bulmak lüzumunu duyar ve bunu temin etmek için de kendisini bir
az sıkıntıya koymak zahmetine katlanmağa razı olur. İşte << Mukadderi zorlamak
doğru değildir >>sözünün bir misali de budur.
Tebarüz ettirilmesine ihtiyaç hissettiğimiz ikinci nokta şudur: Layık olunmuş,
kazanılmış bir merhalenin yolculuğa teşebbüs edip bir defa o merhalenin yolculuğuna
teşebbüs edip bir defa o merhalenin vasıtalarını kullanmağa başladıktan sonra ve bu
yolda sarfedilen tahayyül melekeleri de tabiat kanunlarına tevafuk edip tahakkuk
sahasına çıkmak yolunu tuttuktan sonra, yani daha doğrusu istenen şeyler
gerçekleşmeğe başladıktan sonra, o vasıtalarla, o merhalenin yolculuğunu yapmak
insan için mukadder olur. Bu vasıtaları kullanmağa karar vermezden ve bu işe
girmezden evvel bu yolculuk onun için mukadder olmıyabilirdi. Ve o adam bunun
yerine başka vasıtalarla kolay ve daha yakın hedeflerin yolculuğunu tercih edebilirdi.
Şu halde o, bu hedefi istemiş ve bu vasıtalarla bu hedefe ulaşmağa karar vermiş onun
bu kararı da yukarıdan münasip görülmüştür. Yani ilahi irade kanunlarına tevafuk
etmiş ve lüzumlu yardımcılar o hedefe o insanın ulaşabilmesi yardım etmek kararını
vermişlerdir. Bütün bunların hepsi ilahi bir tertip ve nizamın mahsulüdür. Böyle
olunca, artık onun bu hedeften geri dönmesi kolay kolay mümkün olmaz. Yalnız o
hedefe insanı götürecek olan vasıtalar, aşağıda izahına çalışacağımız bazı hareketlerle
değiştirilebilir. Mesela uçaktan, aheste giden bir arabaya aktarma edilebilir.
Nazarı dikkate arzedilmesini istediğimiz üçüncü nokta şudur: Bir insan yüksek
bir hedefe, o hedefin yüksekliği ile mütenasip süratli bir vasıta ile varmak üzere
yolculuğa çıktıktan ve bu da insana mukadder olduktan sonra hedefine ulaşmak için
muhtaç olduğu ilahi irade kanunlarının bir çoğunun yüksek icaplarından istifade
edebilmesi lütfu kendisine bahşolunmuştur. Yani mecazi manasile ifade edelim: o
insan ister ve kendisine güvenirse en süratli vasıtayi, bir tayyareyi veya şimşek
süratile seyreden herhangi bir nakil vasıtasını kullanabilmek hak ve salahiyetini
94 Mukadderat ve İcabat

alır. Fakat eğer o kadar cesareti yoksa daha yavaş giden bir vasıtaya mesela bir trene
biner. Veya çok uzun bir yolculuğu göze alacak kadar süratli vasıtalardan korkuyorsa
bir kağnıya da binebilir. Ve hatta yolculukta çok acemi ve henüz korkak ise pek uzun
seyahatleri ve çetin, meşakketli yolların yolculuğunu düşünmeden bütün vasıtaları da
terkedip seyahatini yaya olarak yapmağı tercih eder. Ve o zaman her adımında binbir
tehlike ve sürprizle dolu geceli gündüzlü, aylarca ve belkide senelerce sürecek bir
yolculuğun yolcusu olur. Fakat hangi vasıtayı kullanırsa kullansın bu husustaki
hareket serbestliğine mukabil o vasıtanın o yolda kendisine hazırladığı iyi veya kötü
halleri veya akibetleri de o yolcunun evvelden göze almış olması lazım gelir. Zira bu
akibet artık kendisi için mukadder olmuştur. Ve kaderin de dışına çıkılamaz. İşte
hayat yolculuğunda diğerlerine nazaran bozuk düzen ve düşe kalka giden ve her
adımında binbir muvaffakiyetsizlikle ve kötü akibetlerle karşılaşan bir insanı görüp,
onun mukadderi bu imiş dediğimiz zaman biz, böyle evvelden verilmiş ve bilahara
unutulmuş kararların ilahi irade kanunları gereğince zuhuru mukadder olan
neticelerinden bahsederiz.
Olabilir ki bir insan gayesi olan yüksek bir merhaleye gitmek için evvelce
intihap etmiş olduğu herhangi bir vasıtanın, kendi süratli yürüyüş isteklerini
karşılayamıyacağını anlar ve hedefine daha çabuk varmak için hızlı gitmek ister. O
takdirde onun, daha uyanık bulunması ve her an ayni yolda yanından geçip gitmekte
olan süratli vasıtaları görüp yakalamağa ve onu bırakmamağa çalışması lazım gelir.
Bunun için, ve bilhassa o, samimi olarak böyle bir istekte bulundukça onun önüne
daima böyle süratli vasıtalar çıkarılır. Ve hatta o vasıtalara aktarma yapabilmesi için
yüksek yardımcı varlıklar tarafından da her türlü kolaylıklar ve yardımlar kendisine
gösterilir ve yapılır. Yeter ki o, bunlardan istifade etmek fırsatını hiç bir vakit
kaçırmasın, korkmasın, imanını kaybetmesin ve büyük ilahi hedefine daima ve bütün
varlığı ve samimiyeti ile bağlı kalsın. Ve bilhassa evvelce kullandığı yavaş yürüyüşlü
vasıtadan ayrılmamak cesaretsizliğini ve taassubunu göstermesin. Böyle yapılmadıkça
aktarma edilmesi istenen yeni casıta ne kadar mükemmel ve iyi olursa olsun o insanın
bu vasıtaya henüz layık olmadığı hakikati meydana çıkar.
Fakat gene olabilir ki evvelce de bir az bahsettiğimiz gibi sırf bir heves
neticesi olarak önceden intihap edilmiş olan bir vasıta o insanın kullanmağa layık
bulunmadığı yüksek bir mahiyet arzeder. Bu takdirde onun böyle layık olmadığı bir
vasıtanın sürat ve mükemmeliyetine kısa bir zamanda tahammülünün kalmadığı
meydana çıkar. Ve yoluna devam edemiyecek bir hal alır. O zaman onun için
yapılacak en iyi hareket tarzı, eğer o vasıta kendi seviyesinden pek çok, yani
yatişemiyeceği kadar çok yüksek değilse aradaki mesafeyi kapatmak için oldukça
fazla çalış-
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 95

mak ve boşluğu dolduracak çareleri araştırmak ve bunun için de evvelce düşünmediği


birtakım fedakarlıkları göze almak ve yardımcılarını çoğaltmaktır. Bu elbette zor bir
iştir, fakat yanlışlıkla bir mektebin beşinci sınıfına girmiş dördüncü veya üçüncü sınıf
talebesinin – kendisini beşinci sınıfa layık bir talebe haline koyacak şekilde
hazırlamağa çalışması da çok zor bir iştir. Ama sonundaki kazanç çok büyük. Yeter ki
kendisine bu hazırlık müsaadesi verilmiş olsun ve bu hazırlığa yukardan kendisi layık
görülsün. Bununla beraber eğer o kendisinden beklenenn fazla mesaiye yanaşmaz,
tembellik yapar ve, ne yapalım benim nasibim bu imiş diyerek o müşevveş hali içinde
yuvarlanmağa razı olursa o zaman iş çok kötüleşir. Yani beşinci sınıfa geçmek
hazırlığı liyakatini de kaybeden o insan paldır küldür layık olduğu aşağı sınıflara
atılır. İşte bu da mukadder dir. Ve burada onun doğrudan doğruyairadesi dışında
cereyan eden bu halin, gene dikkat edilirse kendi iradesini, kendisinden beklenen
yollarda kullanamamasının ve haylazlık peşinde koşmak suretile israf atmesinin tabii
fakat oldukça acı bir neticesi olduğu görülür. Bu çok yazık olmakla beraber, çok haklı
ve yüksek ilahi sebeplere bağlı bir neticedir, bir kaderdir.
Bu açık misal gösteriyor ki istek ve irade ile mukadderat, mukadderatla
mecburi ve zolayici yürüyüşler kucak kucağa gitmektedirler. Bunlar birbirinden
ayrılamaz. Ve akıllı insanlar bunlardan birisinin bulunduğu bir yerde – o anda nevcut
olmasa bile – muhakkak surette diğerini uzun veya yakın bir mazide, uzun veya yakın
bir istikbalde arıyacak ve bu faaliyetinin kendisine kazandırmış olduğu büyük görgü
ve tecrübelerle tekamül yolunda yıldırım süratile hamleler aşacaktır. Bu da ilahi
iradenin bir tecellisidir, ve bütün varlıkların istekleri önüne serilmiş büyük, ve çok
lütufkar bir ihsanıdır.
Varlıklar, mukadderin ilahi mahiyetini kendi varlıklarile isbat etmektedirler.
Zira var olurken onların bizzat kendi reyleri alınmış değildi. Binaenaleyh var oluşu,
mukaddere boyun eğmenin bir ifadesi olan insanın müteakip tekamül safhalarını
hazırlaması, yani ilahi irade kanunları icapları gereğince varlığını olgunlaştırarak
ebedi hayatında temadi edip gitmesi, bu varlığının icap ve zaruretlerine bağlı bir
keyfiyettir. Şu halde tekamül ve varlığına ait hususatta insana, kendi iradesile kendi
mukadderini kullanmak hürriyet ve salahiyeti, ilahi irade kanunlarının icabatı
gereğince ilahi bir emir, bir vazife olarak verilmiş bir zarurettir. Ve gene biz bu
imanla diyebiliriz ki bunun aksine olarak insanın, iradesini serbestçe kullanmak
kudretini inkar etmeğe kalkışmak her şeyden evvel varlığın oluş ve tekamül hallerinin
ilahi emir icabatından bulunduğunu kabul etmemek olur.
İnsan iradesi ile mukadderi – ilahi irade kanunları ve irade bahsinde kısmen
izah ettiğimiz gibi – biribirini nakzeder veya biribirine aykırı yol-
96 Mukadderat ve İcabat

larda yürür gibi düşünmek hatadır. İlahi irade kanunları karşısında insan iradesinin
aykırı bir istikamet takip etmesi imkanı nasıl düşünülebilir ki bir az evvel de
arzettiğimiz gibi esasen insanın, bütün kudretile ve istek, iradesile yaratılışı
mukadderin ve ilahi muradın en kati bir ifadesidir. Binaenaleyh oluşu Allahın emrine
dayanan bir varlığın, iradesini Onun emir ve iradesi kanunlarına aykırı istikamette
kullanamaması zaruretini inkar etmek, bütün beşeri manaların üstündeki en müteal
mevzuları dahi ancak dünyanın günlük realiteleri çerçevesi içinde bulunan ve sathi bir
görüşle tezatlar ve mübayenetler arzeden dünyevi hadiselerle mukayese etmek
illetinden kendimizi kurtaramamaklığımızın bir neticesi olur.
Madem ki insanın da her varlık gibi oluşu mukadderin bir ifadesi ve icabıdır, o
halde ondan sadır olan her kudret, her faaliyet ve her hareket de mukadderin
çerçevesinden dışarda mütalaa edilemez. Hatta insanın en bariz hakkı olan iradesinin
tam ve katıksız hürriyeti bile bir mukadderin icabıdır. İnsan iradesi ne kadar hür, ne
kadar hudutsuz bir serbestlik hali arzederse etsin, onun ilahi irade ile çatışabilmesi
melhuz olan hiçbir nokta ne mevcuttur, ne de bahis mevzuu edilebilir. Zira ilahi irade,
Mutlak Kudretin hudut ve son mefhumu ile kıyaslandırılamıyan kanunlarile tezahür
eder. İlahi irade tezahürleri karşısında onlarla ölçülebilecek veya onların
kıymetlerinden bir şey eksiltecek, kıymetlerine bir şeyler ekliyecek hiçbir kulun
iradesi bahis mevzuu olamaz. Bütün varlıkların kudretleri ne kadar hudutsuz ve
namütanahi vasfile muttasıf bulunursa bulunsun, Allahın kudretine hiçbir noktada
mülaki olamaz ve hiçbir noktada ona hudut çizemez. Varlıkların iradeleri, Allahın
muradının tezahüratı olan kanunlarına ancak tevafuk etmekten başka bir kudret
gösteremez. Bize göre bunun aksine fikrin bahis mevzuu dahi edilmesi caiz değildir.
Bu bakımdan, ilahi irade kanunlarının bir tezahürü olan mukadderata hiçbir kimsenin
hiçbir hareketi ile aykırı tesirler yapabileceğini düşünemiyoruz. Gene bize göre bu
hususta gösterilecek bir tereddüt, Mutlak Kudret şiarına ne kadar aykırı bir hareket
olursa, varlıkların iradelerini – Allahın iradesile bir yerde çatışacağı korkusu ile –
inkar etmeğe kalkışmak da Mutlak Kudret şiarına o kadar aykırı bir hareket olur.
Çok iyi takdir ediyoruz ki bu hakikati kolayca anlıyacak kudrette değiliz. Her
müteal mevzu hakkında olduğu gibi burada da yalnız söyleneni dinlemek veya
yazılanı okumak değil, çok düşünmek ve hakikate bizzat kendi düşünce gayretimizle
nüfuz etmeğe çalışmak lazımdır. Mukadderat bahsinde yazdıklarımız üzerinde durulur
ve düşünülürse bazı hakikatleri sezmek imkanı belki hasıl olur ki bu da bizim en
büyük saadetimizi teşkil eder.
Esasen, mukadderin revşine karışmış olan iradenin rolü her zaman idrak
edilemez. Mukadder, hayat kervanının tekamül yolundaki yürü-
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 97

yüşüne veçhe ve mana veren bir zarurettir. İnsanlar takdirin manasını yanlış tefsir
ederler. Bu tefsirlere göre varlıkların iradesine zıt tecelliler mukadder olarak kabul
edilir. Halbuki takdirin manası bu değildir. İrade takdiri davet eder. Binaenaleyh irade
ile sevinçli bir kaderin şahikalarına ulaşılabileceği gibi, gene irade ile zahmetli ve
ızdıraplı kaderlerin de kapıları açılabilir. Şu halde irade, bahtlılığın veya bedbahtlığın
kapılarını açacak olan ve çok iyi, dikkatli kullanılması lazım gelen bir anahtardır.
Fırtınalı denizlerin ortasında bocalıyan bir geminin dümenini iradeye benzetebiliriz. O
dümeni iyi kullanmasını bilen bir kaptan gemisini selamet sahillerine ulaştırabileceği
gibi, kötü kullandığı takdirde de kayalara bindirip param parça edebilir. Fakat geminin
ne selamet sahiline ulaşabilmesi, ne de kayalara binip parçalanması onun, ilahi irade
kanunlarının icaplarından azade kalmış bulunduğunu ifade etmez. İşte o veya bu
neticenin adı mukadderdir. Ve bu kader de – burada – dümenin iyi veya kötü
kullanılmasile gerçekleşmiştir.
Şu halde karar, mukadderin öncüsüdür. Karar verebilmek ise ancak serbest
irade sahiplerinin hakkıdır. Ve insan ne kadar tekamül ederse o kadar irade serbestliği
kazanır, iradesi ne kadar serbestleşirse vereceği kararlar da o kadar kati ve şümullü
olur. Şu halde irade ve karar yüksek varlıkların elinde büyük bir kudret olur.
Hayvanlık ve nebatlığa doğru inildikçe ruhun irade ve karar kudretleri o nisbette
azalır. Karar iradenin, irade ise hürriyetin açtığı kapıdır. Bu kapılardan mukadderin
zengin ve münbit sahalarına girilir. Fakat madem ki irade ve karar hürriyeti bir
kudretin ifadesidir o halde bu kudretin artışı nisbetinde mesuliyetin de ona refakat
etmesi zaruri olur. Zira kainat bir nizam ve ahenk üzere mukadder olan seyrinde
devam etmektedir. Her kudret bu nizam ve ahenk içinde, ona uymakla mükellef aktif
bir unsur olmak şiarındadır. Ve bunun içindir ki onun bu kevni ahenk içinde husule
getireceği ahenksiz bir hareket, büyük bir orkestra içinde bozuk sesler çıkarmağa
başlıyan acemi bir müzisyenin hareketine benzer ve bunu o müzisyenin er geç
düzeltmesi ve bunun için de yaptığı işin manasını kendi varlığına karşı bir idrak
vuzuhu içinde vermesi lazım gelir ki bunun adı da mesuliyettir. Binaenaleyh kudret ne
kadar artarsa yapılacak işlerin mesuliyeti de o kadar büyür. Zira varlıklar kudretlerinin
artışı nisbetinde kainat orkestrasının azalıklarında yükselen ve gittikçe ehemmiyet
kesbeden payelere ulaşırlar ve onların yapacakları ve manalandırmağa mecbur
tutulacakları işler de o nisbette büyük ve ehemmiyetli olur.
O halde, insanın kendisine kötü ve cefalı görünen herhangi bir kader
karşısında ne Allahı, ne cemiyeti,ne de hayat planını ithama hakkı yoktur. Çünkü o
kadere ancak vaktile yapmış olduğu hareketlerin neticesinde bizzat kendi cehit ve
faaliyetlerile müstehak olmuştur. Demekki gerek dünyada, gerek öbür alemde
beklenen bir cehennem, bir azap var-
F:7
98 Mukadderat ve İcabat

sa bu, müntekim ve kindar bir üstün kudretin keyfile vaki bir emrin neticesi değil,
bütün hürriyetine sahip insan iradesinin bizzat hazırlamış olduğu hadisatın yarına
akseden tecelliyatıdır.
Allahın; iyilik yolunda çalışmadan, irade kararlarile kendisini nefsaniyetinin
esaretinden kurtarmağa cehit ve gayret sarfetmeden ve nihayet, vicdanını nefsaniyeti
üzerine hakim kılmadan hiçbir kimseye cenneti vadettiğini biz bilmiyor ve buna
inanmıyoruz. Fakat, hotkamlık ve nefsaniyat yolunda yürümekten çekinen, zulmü
istemiyen, ve azaba layık olmıyan hiçbir insana da cehennemi nasip etmemiş
olduğuna inanıyoruz. Cennetle cehennem, vicdanla nefsaniyetin birer nüfuz
mıntakasıdır. İradesini yalnız vicdanının emrettiği yola sevkeden insan nasıl bir sahili
selamet sembolü olan cennetin kapılarına ulaşırsa iradesini nefsaniyetinin emrine
bağışlıyan insan da öylece felaketin sembolü olan cehennemi boylar. Şu halde
insanlar mukadderi, iradelerile seçmiş oldukları yolların nihayet bulduğu noktalarda
aramalıdır. Bu sözün en mütevatir şekli: ne ekersen onu biçersin’dir.
Ölçüsüz bir lütufkarlık kaynağı olan ilahi murat, böyle çetin yollarda iyi veya
kötü kaderlerini hazırlıyarak yürümeğe çabalıyan insana, iç varlığının nurunu
göstermek ve o nurunu her yerde parlatarak yüksek ve mesut kaderleri kendisine
davet edebilmek kudretini kazandırıcı imkanları onun önüne sermek yolundaki her
türlü tecelliyatı bahşeder. İnsan ancak bu sayededir ki kendisine gelebilir ve layık
olduğu yüksek mukadderatının kapılarının daha büyük bir emniyetle açabilir.

***
Kader bir gayenin işaretçisidir. Ve bu gaye de varlığın tekamülüdür. Şu halde
mukadder olan her şey – tatlı da olsa, acı da olsa – mutlaka insanın tekamülüne
yarayici hedefe ulaşmasına hadim bir rol oynıyacaktır.
Biliyoruz ki tekamül, ancak ilahi irade kanunlarının icaplarına uymak yolu ile
elde edilir. demekki tekamül bir liyakat meselesidir. Ve bu liyakate insan, istek, cehit,
gayret ve faaliyeti derecesine göre ilahi irade kanunlarının icaplarına uyabildiği
nisbette erişir. Fakat burada yanılıpda varlıkların liyakatlerinin herhangi bir
mertebede, tabiat kanunlarını değiştirebilecek bir seviyeye çıkabileceğini düşünmeğe
kalkışmamalıdır. Zira ilahi irade kanunlarının icapları ve neticeleri hiçbir varlık
tarafından değiştirilemez. Burada varlıklar ancak kendi tekamül ihtiyaçlarına göre
ilahi irade kanunlarının icaplarından faydalanmak serbestliğine maliktirler.
Binaenaleyh insan görüşüne nazaran biribirine zıt neticeler veren bu kanunlardan
kudretleri nisbetinde varlıklar istifade etmek hürriyeti içinde yaşarlar. Fakat bu hiçbir
vakit demek değildir ki insanların iradeleri ilahi irade kanunlarını çiğneyip geçmek
kudretini haizdir. Asla!....
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 99

İnsan, Allahın iradesinin mahiyetine hiçbir zaman nüfuz edemiyecektir.


Ancak, insanda mevcut şiddetli bir özleyiş onu mütemadiyenilahi irade kanunlarının
icabına uygun yollara sürükliyecektir ve esasen bundan başka türlü olması da bahis
mevzuu olamaz. Fakat dikkat etmeli…Buradaki sürükleniş üstün bir kudretten gelen
bir cebirle değil, insanın özvarlığının duymakta olduğu bir ihtiyaçla vukua
gelmektedir. Bu ihtiyaç da güzele, iyiye, yükseğe, hayra ve müteale doğru hamleler
almak ve merhaleler katetmek istek ve özleyişleri ile kendisini gösterir. İnsanın
özvarlığı iyiye, güzele ve yükseğe yönelmiştir. Zira o bir lemai ilahidir. İşte onun
içindir ki iradesini madde hırslarile alakalı nefsaniyetinin esaretinden kurtarıp öz
varlığının bir cevheri olan vicdanına bağlıyabilen insanın mukadderi o nisbette büyük
bir hızla iyiye, güzele ve Allaha doğru seferber hale girer.
Ruh başlangıçta ne mükemmeldir, ne de gayri mükemmeldir. Tekamül ancak
ruhun ebedi varlığında ilahi irade kanunlarının icabatına göre cereyan eden bir
faaliyetin neticesinde meydana gelir. Yani, yaratılışında, ruhun namütenahi kudretleri
veya melekeleri mekni halde kendisinde mevcuttur. Bunlar tekamül dediğimiz yolu
takip ederek tedricen ve müterakki bir tarzda inkişaf ederler. Bu inkişafın ise durduğu
veya nihayet bulduğu bir son merhale yoktur. Bu yürüyüş ebedidir. Bu hal de ilahi
irade kanunlarının gereğince ruh varlığının bir zaruretidir. Şu halde ruh varlığı, bütün
melekelerile ve kudretlerile birlikte ilahi bahşayişin bir ifadesidir de diyebiliriz. İşte
bu bahşayiş ve mazhariyettir ki kendisinde mekni halde bulunan namütenahi
kudretlerin ceste ceste ve müterakki bir şekilde inkişaflarını sağlayici imkanları ve
kudretleri ruha kazandırmıştır.

***
İnsanın öz varlığında doğan ve onun yüksek mukadderlerine yol açan iradesi,
muhtelif ilcaların tesiri altında harekete geçer. Bu ilcaların bir insan kudretile
anlıyabileceğimiz en başında, en büyük ve ideal olan Allaha yönelme özleyişinin
gayri kabili mukavemet ve saadetle dolu cezbeleri gelir. Fakat unutulmamalıdır ki
Allaha yönelmek kudret kazanmakla, kudret kazanmak içinin nurunu görebilmekle,
içinin nurunu görebilmek ise o nuru kendisine tanıtacak fazilet ve fedakarlık gibi
diğerkamca ruh melekelerini faaliyete geçirmek cehit ve gayretini göstermekle ve
bunun için de istek ve iradesini bu yolda kullanmakla mümkün olur. Yoksa Allaha
yönelmek sadece kuru bir laftan ibaret kalır. Ve bu laf da hiç faydadan hali
olmamakla beraber evvelkine nisbetle kıymeti çok düşük neticeler verir. Burada
insanın iç nurunu kendisine tanıtacak melekelerin başında dediğimiz gibi diğerkamlık,
sevgi, fedakarlık ve fazilet gelir. Şu halde yüksek kadere nail olmak demek, Allaha
yönelmek idealinin
100 Mukadderat ve İcabat

susuzluğu içinde gösterilen daimi ruh faaliyeti ile ruh kudretlerinin her gün yeni bir
inkişafını sağlayici hayat şartlarına ulaşabilmek demektir. Böyle bir kaderden mahrum
insan, iç nurunun ışıklarını sımsıkı örten kalın isli ve kirli camlarla etrafı çevrilmiş, ne
kendisini, ne de etrafındakileri aydınlatmak kudretinden mahrum karanlık bir fener
gibi sönük kalmıştır. Bu sözlerden muradımız şudur: Hiçbir ruhun; atıl, uyuşuk,
cedden kalma telakkilere kendinden hiçbir kudret ilave etmeden ve ilahi yollarda
inkişaf etmek uğrunda cehitler vegayretler göstermeden hareketsiz kalması
mukadderle kabili telif değildir. Çünkü ilahi irade kanunları ruhların daima parlıyan
ve etrafına gittikçe bollaşan ışıklarını saçan birer lema olarak vücut bulmalarını
emretmiştir. Şu halde, durgun görünen insanlar da ergeç içlerinden gelecek şiddetli
özleyişlerle sarsılacaklar ve her sarsılışlarında ruhlarını kalın isli camlar gibi örten
maddi kesafet perdelerinden, yani maddeye bağlı nefsaniyetlerinin azgın
savletlerinden bir kısmını ve sonra bir kısmını daha varlıklarından söküp ata ata
etraflarını aydınlatan birer nur halinde parlıyacaklardır. Çünkü mukadder olan budur.

***
İnsanın mukadderatı arzu ve iradesine göre tecelli ettiğine nazaran saadetinin
de buna bağlı olduğu meydana çıkar. Yani, sevinçli ve saadet verici bir mukadderini
zuhuru için, o mukaddere uygun bir arzu ve istek ile amel etmek kararını vermiş
olmak, bu kararın tahakkukuna azimle gayret sarfetmek ve duygu ve düşüncesini hep
o yolda yani yukarda yazmış olduğumuz ilahi yolda kullanmak lazımdır. Altın arıyan
altın bulur, çakıl taşları peşinde koşanların da hakkı çakıl taşından başka bir şey
değildir.
İnsanların dünyaya gelmelerinde esasen, çok yüksek ve kendilerinin de
anlıyabilmekten aciz bulundukları ilahi maksatlar vardır. Bunlardan biz ancak çok
cüzi, bir zerre dahi olmıyacak kadar küçük bir kısmını ( biliyor değil, ) belki ancak bir
az sezebiliyoruz. Dünya, varlıklar için bir sermaye işletme yeridir. Bu sermaye orada
ne kadar muvaffakiyetle işletilirse öte tarafa geçtikten sonra onun getireceği o kadar
bol nema ele geçer. Zira öbür taraf da nemaların toplanacağı yerdir. Fakat dünyada
ruhun melekeleri olan büyük sermayelerin işletilebilmesi pek kolay bir iş değildir.
Burada birtakım dünya şartlarına ve icaplarına uymak zarureti vardır. Sırtüstü uzanıp
yatmakla bir insan bu sermayesini işletemiyeceği gibi, hele kendi sermayesini kalın,
isli camların arkasına saklıyarak başkalarının sermayelerini kullanmakla şahsi
sermayesinin öbür tarafa ait hiçbir nemasını temin edemez. Şu halde dünyada
sermayelerini işletmek için bir gayret sarfetmiyenler tenbel olanlardır. Tenbeller ise
hangi işte hakkile muvaffak olabilmişlerdir ki bunda da iyi bir muvaf-
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 101

fakiyet kendilerine mukadder olsun!.. Demekki dünyada – öbür tarafa da şamil – bir
muvaffakiyete ulaşmak için hareketsiz, atıl bir hayat geçirerek değil, hodkamlığı teşci
eden, sevgi ve diğerkamlığın düşmanı olan nefsaniyet yılanının başını ezmek ve bütün
insanlığa şamil bir sevgi ve fedakarlık hissi ile hareket etmek itiyadını kazanmak
yolunda yorulmadan, bıkmadan daimi bir nefis mücadelesi uğrunda cehit ve gayret
sarfederek yaşamak lazımdır. Bu da – tekrar ediyoruz – güç bir iştir. Fakat her güç
olan işin neticesi de o nisbette büyük, hayırlı ve muvaffakiyetli olur. Ve o nisbette
insanı büyük huzur ve saadete kavuşturur.

***
Mukadderi kısace şu manada da anlıyabiliriz: İnsan ister, Allah verir. İsteyici
insan, verici Allahtır. Fakat bu, öyle bir isteyiştir ki kökünü ilahi lema olan ruhtan alır.
Bütün bu mülahazalardan anlaşılıyor ki bütün mahlukatın ve bu miyanda
insanların, istek ve iradelerile mukadderlerini tayin etmelerinin manası, asla ilahi
iradenin fevkinde veya onunla boy ölçüşebilecek bir seviyede bir kudret sahibi
oldukları demek değildir. Böyle bir şey hiçbir vakit bahis mevzuu olamaz. Burada
esas nokta şudur: İnsan iradesi, esasen kendisi için mukadder olan ilahi irade
kanunlarının icabatından ihtiyacı kadar ve kudreti dahilinde istifade etmek bahşayişini
yerinde ve iyi bir şekilde kullanmakla mükelleftir. Hem kendisinin bir vazifesi, hem
de hakkı olan bu hareketinde insan, gene ilahi irade kanunları mucibince her türlü
serbestliğe malik kılınmıştır. Böyle bir neticenin ise hiçbir zaman insan iradesinin
ilahi muratla boy ölçüşebileceği manasını ifade etmiş olacağı düşünülemez.

***
İlahi irade kanunlarının şümulü o kadar sonsuz ve hudutsuzdur ki en ideal bir
kemal ve kudret derecesine varmış bir varlığın bile gösterebileceği en yüksek
kudretinin, ilahi irade kanunlarının icaplarından bir zerrelik değişikliğe dahi sebep
olabileceğini düşünmek hatadır. Zira Mutlakla, izafi ve nisbi varlıkların hiçbir şekil ve
surette nisbet ve kıyası bahis mevzuu olamaz diye, evvelce uzun uzadıya
mülahazalarda bulunulmuştu. Binaenaleyh bir mahluk, iradesini ne kadar hudutsuz bir
serbestlik içinde kullanırsa kullansın gene ilahi irade kanunlarının icabatından dışarı
asla çıkamaz. Çünkü, ilahi murat ne zamanla, ne mekanla, ne de bila kaydü şart bütün
mahlukatın tabi oldukları kuyudatın hiçbirisi ile mukayyet değildir. Şu halde
mukadder, umumi kainat nizamı ile ilgili bir emri ilahidir. Ve bir varlığın, bir insanın
mukaddere boyun eğmesi demek, kainat nizam ve tertibine uygun bir faaliyet
göstererek yaşaması demektir. Yukarıdanberi geçen izahlara nazaran bu sözü daha
açık olarak şöyle de ifade edebiliriz: İnsan, öz varlığının duyduğu ihtiyaç ve zaruret
nizbetin-
102 Mukadderat ve İcabat

de kainat nizamı içinde faydalı ve uygun bir unsur olmak istek ve iradesile cehit ve
gayret sarfederek mukadderi yerine getirmek zorundadır. O bunu bilerek bilmiyerek
duyar ve arar.

***
Hülasa herşey Allahın emri ve muradı dahilinde cereyan eder. Fakat bu emir
ve murat, beşeri manada anlaşıldığı gibi nisbi ve izafi bir emir ve muratla asla benzeri
münasebeti olmıyan bir mefhumdur ki bizim bunu anlıyabilmemize de esasen imkan
yoktur. Yalnız şu kadarını sezebiliriz ki o emir ve muratta bizim kafamızın ihata
edebileceği bir hudut ve ölçü mefhumu yoktur. Gene bu sonsuzluk mefhumu içinde
düşünebiliriz ki kainatta hiçbir hareket Allahın bu ezel ve ebetleri yaratan ezel ve
ebetlere hükmeden emrinin bir zerrecik dahi dışına çıkamaz. Ve böyle bir şeyin
olabileceği de düşünülemez. O halde takdir, bütün kainatın nizam ve ahengini emniyet
altında tutan ve bütün kainatın sebebi hayatı olan ilahi bir cihazdır. İşte bunun içindir
ki kendi istek ve arzularile karşılaştıkları ve tabi oldukları halde insanlara mukadder
zoraki ve cebri bir saik gibi görünür. Zira hiçbir varlık kainatın nizam ve ahenginin
dışında kalamaz. Ruh dostlarımızdan Akın şunları söylüyor:

AKIN : Temmuz 31, 1948 Medyom : Bn Nezihe Bayurgil

<< Bütün kainat, zincirleme olarak yayılan ilahi irade kanunlarının


icaplarının tecelliyatından başka bir şey değildir. >>

Spatyomdan bizi nurlandıran bütüb büyük ruh dostlarımızın kader hakkındaki


sözleri birbirine tamamile uygun olarak arzettiğimiz noktaları ifade etmektedir. İşte
gene kıymetli ruh dostumuz olarak arzettiğimiz noktaları ifade etmektedir. İşte gene
kıymetli ruh dostumuz olan Hacı Ali’nin tebliğinden bir paçayi aşağıya yazıyoruz: <<
İmkanlar elinizdedir. Bu imkanları kullanmakla ilerde neler bulacaksınız! >>
İnsanlar arasında bazı düşünceler vardır ki bunlar sahipleri için bir hayli
tehlikelidir. Mesela bir insan herhangi bir kötülüğü alabildiğine yapar. Fakat günün
birinde vicdanile muhasebeye giriştiği zaman şaşırır. Kendinin kabahatli çıkacağını
hisseder. O zaman sapacak yan sokaklar aramağa başlar. Burada cebriyecilik onun
imdadına yetişir veya o böyle zanneder. ( Ne yapayim, der. bunu yapan veya yaptıran
ben değilim O’dur. ) Bu mütalaanın altında saklı olan mana şudur: ( Benim bu işte
hiçbir sunu taksirim olmamalıdır!...) Belki bu tarzı hareketin bir müddet için
vicdanının sert hükümlerine karşı nefsaniyeti destekleyici tesiri olabilir. Fakat neye
yarar? O böyle yapmakla evvelden sezmiş olduğu mesuliyetin önüne hiçbir vakit
geçmiş olamaz. Buna mukabil acı da olsa hakikati görmekten korkmamakve hakikatin
acı çehresinden ibret alarak nefsini islah cihetine gitmek lazımdır. Ve kurtuluş ancak
böyle olur.
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 103

İnsan yetiştirilemez, yetişir. İnsan değil, hayvan değil, hatta bir nebattan bile
bahsedilirken yetiştirilir, denmez, yetişir denir. Burada yetiştirilme mefhumunu
uyandıran hadise herhangi bir varlığın yetişebilmesi için bilerek, bilmiyerek, istiyerek
istemiyerek başkaları tarafından ona yapılamakta olan yardım şekilleridir. Yoksa
hiçbir kimse, bir ağaç tohumunun içine girerek onu intaş ettiremez ve gene hiçbir
kimse filiz halindeki bir ağacın tepesinden yakalayıp çekiştire çekiştire onun dallarını
budaklarını uzatarak büyük bir ağaç haline onu sokamaz. Eğer o ağaçta kendi kendine
büyümek ve yetişmek kudreti olmasaydı onun da bir odun parçası gibi olduğu yerde
kalması icap ederdi. İşte nasılki bir nebat bile kendi içinden gelen gayretile büyümek,
inkişaf etmek zorunda ise ondan daha çok ilerde olan bir insanın da öylece kendi öz
varlığının kudretlerile inkişaf etmesi lazım geldiğini inkar etmek doğru olmaz. Bir
varlığın kendi kudretile inkişaf etmesi başka bir iştir, o kudretlerini hareket ve
faaliyete getirmesi için dışardan kendisine yapılacak telkinler ve teşvikler,
gösterilecek ihtimamlar gene başka bir iştir. Bunlardan birincisi tekamül, ikincisi ise
terbiye ile alakalı birer mevzudur. İnsanın yetişmesine dışardan yardım edecek olan
unsurlar, bütün hayatı boyunca başıdan geçecek olan hadiselerdir. İşte bu hadiseler
insanlar için bazan hoş olur, o zaman da insanlar talihsizlikten dem vurarak şikayet
etmeğe başlarlar. Hakikatte ise iş ne öyledir, ne de böyle. Bütün bu hoşluk ve
nahoşluk hikayeleri, insanların bilgi noksanlıklarından mütevellit telakkilerine göre
kabul edilmiş izafi kıymetlerdir. Burada esas olan mesele, insanların bu hoş veya
nahoş telakki ettikleri hadiselerle bağdaşıp ebediyen onların nimet veya külfetlerinden
hisseyap olmaları değil, tekamülleri için ancak birer vasıta olansayısız şuunat arasında
bunlarıda geçirmiş olmak ihtiyaç ve zaruretini gerçekleştirmiş bulunmalarıdır. O
halde insan, bu hadiseleri, dışardan da göreceği yardımlarla bizzat kendisi, kendi
ihtiyacına göre seçecek ve ihtiyacını temin ettikten sonra da onları terkedebilecektir.
Onlar ister hoş, ister nahoş olsun, bu böyledir ve böyle olacaktır. Binaenaleyh akıllı
insan ne kadar sevindirici olursa olsun karşılaştığı herhangi bir hadise ile yolunu
şaşırarak vicdanının emrettiği yolları çiğneyip geçerek ne oldum, delisine dönmez ve
bu içinde bulunduğu hoş halin, ancak tekamülü hazırlayici ve daha mesut, ileri bir
hayata kendisini ulaştırıcı fırsatları kendisine veren bir imkan kaynağı olduğunu, fakat
zamanı gelince bu halin de diğer gelip geçen milyonlarcası gibi değişeceğini hiçbir
zaman unutmaz ve ondan vicdanının emrettiği yollarda azami derecede istifadeye
koyulur. İşte hayatta hakiki muvaffakiyete ulaşmış insan budur. Keza gene akıllı adam
odur ki başına gelen felaket saydığı herhangi bir hadise karşısında kendisini
kaybederek büsbütün nefsaniyetinin kucağına atılmaz ve bu üzücü halinin de diğerleri
gibi belki de çok kısa bir zamanda muhakkak geçeceğini, fakat bu
104 Mukadderat ve İcabat

gün onun kendisi için – istifade edebildiği nisbette – hayırlı olduğunu ve kendisini
sevinçli günlere hazırladığını aklından bir an bile çıkarmaz ve o üzüntülü halden
şikayet edeceği yerde bilakis sevinçle ona mukavemet etmenin yolunu bulur. Denize
düşen yılana sarılır, derler. Hele o yılanın asla sokmıyacağını, bilakis insanı selamet
sahiline ulaştıracağını bilecek kadar tecrübesi ve görgüsü artmış ise denizde boğulmak
üzere kimsa ona sevinçle bir kurtarıcı, bir halaskar olarak sarılmakta asla tereddüt
etmez. İşte hayat da böyledir. Bunu böylece bilip anlıyana ne mutlu!...

KADRİ : Haziran 28, 1948 Medyom : Ö…


<< İnsanlar, yapacakları iş hakkında kendilerine bir nizqm vermeli, bir
yol çizmelidirler. Oğlum sen ne olmak istiyorsun, diye çocuğa sorarlar. O da
kendi sevdiği mesleği söyler. Onun kabiliyetini ana ve babası düşünür.
Muvafıksa teşvik eder, değise yerine başkasının geçmesine gayret eder.
<< Sen ne yapmak istiyorsun? Evvela bunu tayin etmelisin ki ondan sonra
yapacağın işler bu tuttuğun yolda seni yetiştirici bir hal iktisap edebilsin. Aksi
halde nasıl yetişebilirsin? >>

Buradaki sözler, yukarda arzettiğimiz gibi, insanı yetiştiricilerin de ancak


yetişmek istiyenlerin ruh kudretlerine uyarak bu işi yapabileceklerini açıklamaktadır.
Hayat baştan başa bir kaderdir. Bu kader ilahi irade kanunlarının namütenahi
icabatından, insanların kudret ve liyakatleri derecesine göre ayrılmış imkanlardır.

MUSTAFA MOLLA : Şubat 23, 1951 Medyom : Macit Aray

<< Hayatınız doğrudan doğruya bir şuuri çevresindeki faaliyetlerinizin


kadrosunu teşkil eden bir cehitler kompleksinden başka birşey değildir. O hayat,
yolun mahiyetine intibak eden bir su değil, bilakis onun istikameti dahilinde,
fakat ona galip bir tarz ve sa’y mahluku olan insanın kendi mucizesi halinde
demektir. >>

Filhakika bir su, hiçbir vakit, kendi akıcılığına imkan veren yollardan gayri
yollarda akamaz. Mesela bir dağın eteğinden yukarıya doğru bir şellale dökülmez. O
arz cazibesi denilen tabiat kaidelerinden her istifade ettiği yerde kendisine bir yol
bularak akmak zorundadır. Fakat varlıkların hayatı bundan başka türlü bir seyre
maliktir. Hayat bir şellale ise o şellale yalnız kendisini arza çeken bir tabiat kanununa
körü körüne bir su gibi itaat etmez, kendisini yukarlara doğru itilaya sürükliyen ve
coşkunluğunu bu suretle arttıran ilahi irade kanunlarının icaplarını da arayıp bulmak
ve onlardan faydalanmak ister, özler ve bu özleyişinin tahakkukuna cehit ve gayret
sarfederek ona nail olur. Tebliğe devam edelim:
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 105

<< Bu günkü beşeri tekamül ancak ruh seviyesinin bir mucizesidir. Hiçbir
zaman mükemmel ve kainatşümul bir prensibe varması, insanın mukadderi
bakımından vasıl olacağı bir netice değilse de bu yolla aramanın ve yorulmanın,
tefekkür zaviyesinden ehemmiyeti pek büyüktür.
<< İnsanın mukadderi, onun bizzat kullanmağa başladığı, kaadir olduğu
bir iradenin meyveleridir. Fakat bunun dışına çıkan her türlü ehval ilahi
murada tabidir. >>

İnsan her istediğini ancak kendi liyakati ve kudreti derecesinde alır ve


mukadderini bu şartlar altında kendisi hazırlar. Fakat iradesini kullandığı halde elde
edebilmesi mümkün olmıyan neticeler de namütenahidir. Burada gene Allahın emri
her şeyin üstünde olarak icrai hükmeder. Böyle insanın kendi mukadderine ait iradesi
dışında kalması icap eden eden hadiseler bir taraftan, insanın henüz bunları elde
etmek liyakatinin kifayet derecesine gelmemiş olmasından, diğer taraftan da
kainatşümul münasebetlerin icaplarına uymak zaruretinden ileri gelmektedir. Yani,
çok yükseklerde parlıyan bir yıldızı elde etmeğe bütün gayretini sarfetse dahi insan
buna muvaffak olmaz. Çünkü kendisini o yıldızdan faydalanabilecek duruma henüz
hazırlamış ve ona layık bir hale sokmuş değildir. Keza, hayatının kainat şümul
hadisatla çatışan taraflarına onun iradesi taalluk etmez. Zira başkalarının
mukadderatile alakalı işlere istediği gibi müdahele etmek hakkı hiçbir insana verilmiş
değildir. İşte bütün bunlar da mukadderdir ve takamülün zaruretini de bu yönden
araştırmak lazımgelir. Nasıl ki bir mektep talebesi sınıf geçeceğim diye başkasının
sınıfta kalmasını istemek hakkına malik değildir. Keza, iptidai bir mektebin birinci
sınıfındaki bir talebenin, mühendis mektebi son sınıf talebesile birlikte imtihana girip
kazanarak diploma almak istemesi ve mühendis olup hayata atılmağa yeltenmesi
mevsimsiz ve yerinde olmıyan bir harekettir. Fakat o da zamanla çalışır, bu yolda
lüzumlu olan tekamül vasıtalarını yerinde ve yolu ile kullanılır, bu işte sabır ve sebatla
cehit ve gayret sarfederse, vakit gelince – eğer diğer şartlar da müsait ise – onun
büyük bir mühendis olmaması için ortada bir sebep kalmaz. Kıymetli ruh
dostlarımızdan kendisini Mevlana Celalettin diye tanıtan ilerde bir varlık şunları
söylüyor:

MEVLANA CELALETTİN : Şubat 23, 1951 Medyom : M. Aray

<< İnsan muhitinden çok şey alır. Fakat asla benliğindeki fezail veya
fenalıkları bir hamlede vermez. Veya cemiyet ianesile ihya veya ifna edemez.
İçimizdeki ifriti sol elimizle beslerken, sağ elimizle de semalara uçmak üzere
benliğimizi teşyi etmekte olan gene biziz. İnsan ancak kendi cürufunu kendi
iradesile temizliyebilir. >>
106 Mukadderat ve İcabat

Artık bu sözlerden sonra iradeyi inkar etmek için çok kuvvetli delillere malik
olmak lazımgelir. Eğer bir kimse iradesini rastgele ve nefsaniyetinin keyif ve havasına
göre kullanarak yaptığı işlerin kötü neticelerinden kendisini ( ben yapmıyorum, Allah
bana yaptırıyor, ) diye kurtarmağa çalışıyorsa sanırız ki bu, kendi kendini
aldatmaktan başka bir şeye yaramaz. Ve bu hareketin adına biz, ruh tenbelliği, deriz.
Esasen iradesiz hiçbir insan olmıyacağı için her insan bilsin, bilmesin iradesini
muhakkak şu veya bu yolda kullanıp durmaktadır. Herkes iradesini kullanır, fakat pek
az kimse onu kendisine çok cazip görünen maddeye ve toprağa bağlı nefsaniyetinin
esaretinden kurtarıp vicdanının müteal yollardaki nurlu, fakat ilk zamanlarda çetin
olan yürü! Emirlerine tabi kılmak cehit ve gayretini gösterebilir. İşte bu gayreti
gösteremiyecek kadar kendisini, yani nefsini sıkıntıya koymak istemiyen bir insanın
ruhuna biz, tenbelleşmiş, diyoruz. Bu tenbelliğinin doğuracağı mukadderatın –
yukarıda bir nebze bahsettiğimiz gibi – üzücü neticelerinin, günün birinde gelip
başına çatacağını, gene kendisi de farkında olmadan, vicdanının sinsi ilcaları ile
müphem bir şekilde içten içe sezen insan, kendisini kurtarmak için bu tenbelce
hareketinin mesuliyetini sırtından atarak üstün ve mukavemet edemiyeceği kudretlere
yüklemeğe kalkışabilir. Bu çok kolaydır. Fakat böyle yapmakla o, kendisi için hiç de
hoş bir netice vermiyecek olan büyük hatalara düşebilir.

MUSTAFA MOLLA : Mart 16, 1951 Medyom : M. Aray

<< Tekamül yolunun mevanii o kadar fazla ki… Hangi yerinden bahis
açılsa nihayet vaziyet birbirinin ayni gibidir. Mesela, tenbellik bir maniadır. Ve
bilirsiniz, manialar ya bizzat kendi uyuşukluğumuzdan veya muhitinize, agah
olamadığınız sebepler dolayisile, hakim bulunamayişinizden, yani aşağı yukarı
ruhi rükudetten doğan bazı sebeplerle izah edilebilir.

<< Bu manialar, gene bilirsiniz ki hayatınızı baştan sona kadar vasatınız


mesafelerince ağları içine almış bulunmaktadır. İradenizin ve hür yaratılmış
olmanızın büyük sebeplerinden biri de budur. Zira insanı, yürüyeceği yolda gene
kendi vasıta ve melekeleri takip eylemekte ve bu yollar bütün karakterlerile
insanların iç ve dış yapılarında herhangi bir cepheye hitap etmektedirler. Bu
arada engellerinizin, yani iradi cepheye müteallik olan maniaların çeşitli
tezahürleri ve isimlendirilmeleri bulunabilir. Bu, gene tekrar edelim, tenbellik
uyuşukluk, yani bilmeden atalet bir başka tabirile: İsteklerin harekete geçmeyiş
halidir. Bu hal, tecessüsleri lüzumsuz kılan ve binaenaleyh adeta nebati bir
planda yaşanırmış gibi bir nevi ruhi humma sayılabilir nevidendir. >>
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 107

Burada da gene, insanın mukadderile omuz omuza yürüyen ve mukadderine


zemin hazırlıyan tekamülün insan iradesi ve cehti ile olan sıkı münasebetlerinin çok
hakimane bir izahile karşılaşıyoruz.
Hülasa bazı ters düşüncelere rağmen biz şuna inanıyoruz ki insanlar hiçbir
vakit kendi istekleri ve liyakatleri dışında ve kendi tekamüllerine, aykırı, keyfe göre
kurulmuş bir kaderin oyuncağı değildirler. İnsanlar ne başkalarının iradelerile bir
tarafa sürüklenmek, ne kör birtakım tesadüflerin tesirile meçhul ve gayesiz yollarda
oradan oraya itilip kakılmak ne de bütün iradelerini ve ruh kudretlerini kaybetmiş
birer kukla gibi, kurulu bir makinenin çarkları tarafından tahrik edilmektedirler.

MUSTAFA MOLLA : Mart 16, 1951 Medyom : M. Aray

<< Kimi insanı dünyada bir oyun topu sanarak onu kör tesadüflerin esiri
bir zavallı hükmünde mütalaa etmeğe çalışır. Kimisi gökten inen yıldırımların,
hiçbir kusuru olmıyan insana çarpmarak öldürmesini ilahi takdir diye anar. Bir
başkası da takdir çok muğlaktır, içinden çıkılamaz, diyerek bir sürü hurafeye,
safsataya yol açacak meçhuller, düğümler yaratır. Herkes kendine göre bir
telakkiye sahip de olsa ortada dosdoğru bir hakikat şem’ası dururken sağa sola
koşarak bilinmezliğe gitmenin bir hikmeti elbette mevcut değildir.
<< Mukadder evvela kendi çapınızda ve kendi yönünüzde ele alınması
zaruri bir meseledir. >>

Bu sözler sarihtir. Ve her düşünen insanın ruhunda yeni birtakım intibaların


tezahürlerini meydana getirir.

***
Neo-Spiritüalizma çalışmaları namı altında toplamış olduğunuz bilgilere ve
tebliğlere göre mukadderatın manasını muhtelif zaviyeden, fakat daima o realiteye
uygun ve münasip mefhumlarla okuyucularımıza bildirdik. Karışık olmaktan ziyade
derin ve düşündürücü olan bu mevzuunun inceliklerine nüfuz edebilmek için onu
böyle muhtelif yönden ayrı ayrı mütalaa etmek zarureti vardır. Binaenaleyh bu
mevzuun karanlık bir noktasının kalmaması için ne kadar izahat verilse o kadar
faydalı neticeler elde edilir.
İnsan, evvelce de arzettiğimiz gibi, varlığı ile süphesiz ilahi iradenin bir
eseridir. Yani, insan varlığı, mukadderatın çerçevesi içindedir. Fakat insan ne demek
tir? Daha doğrusu insanın öz varlığını teşkil eden ruh ne demektir. İlahi lema olan ruh,
kendisine has müessiriyet hüviyeti ile ceste ceste inkişaf ettirmek yolunda bulunduğu
namütenahi, meknuz kudretler veya melekeler kompleksinin bir ifadesidir.
Binaenaleyh ne ruh mefhu-
108 Mukadderat ve İcabat

munu bu kudretlerden, ne de bu kudretleri ruh mefhumundan ayıramayiz. İşte bu


bakımdan Allahın ruhu yaratmasının bir takdir işi olduğu hakikati; ruhun, kudretlerini
kullanmak zaruretinin de mukadder bir keyfiyet olduğunu bize kolaylıkla anlatır.
Hiçbir ilahi irade kanununun sebepsiz, icapsız ve neticesiz olduğunu kimse iddia
edemez. O halde ruh kudretlerinin, yaratılışlarında meknuz bir halde kalmalarının da
muhakkak ilahi bir icabı vardır. Buradaki ilahi kasda hiçbir kulun nufus edemiyeceği
de elbette takdir ederiz. Ancak belki de henüz Büyük Hakikatten çok uzak bir seziş
halinde şöyle düşünebiliriz. Bir defa varlığına kavuşmuş, yani yaratılmış bu ruh
mudilesini teşkil eden meknuz kudretlerin inkişafı zarureti, ilahi kastın dışında
kalamaz. Bu sözdeki maksadımızı bir az daha açıklamak için evvelce arzetmiş
olduğumuz bir misale dönmek istiyoruz:
bir nebatın tohum halde bulunan çekirdeğini ele alalım. Bu, görünüşte kupkuru
bir odun parçasından ibarettir. Eğer onu o halde bırakırsak o, hep öyle bir tahta
parçası halinde bir madde olarak kalacaktır. Ve hiçbir hayat eseri göstermiyecektir.
Halbuki o, haddi zatında böyle değildir. Onun içinde öyle kudretler gizlenmiştir ki bu
kudretler faaliyete geçince ondan, o kuru tahta parçası gibi görünüşü ile hiçbir
münasebeti bulunmıyan büyük ve güzel bir ağaç meydana gelecek. Bu ağacın dalları,
budakları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri olacak. Ve onbinlerce senelik bir neslin
idamesinde bu küçücük çekirdeğin büyük bir hissesi bulunacak. Demekki dünyamızda
en basit bir varlıkta meknuz bulunan bu namütenahi kudretlerin daima inkişafa teşne
bir halde bulunduğunu bu ağaç tohumunun hali bile bize göstermektedir. Şimdi, eğer
bu inkişaf ameliyesinde, inkişaf edecek ruhun müdahelesi, ilahi irade kanunlarının
icaplarına uygun olmasaydı o zaman bu ruhu vareden Halikın ondaki kudretleri böyle
mekni bir halde yaratmasına beşeri bir düşünceye göre sebep ve lüzum kalmazdı.
Yani, Halik, ruhu yarattığı gibi onun anasırı esasiyesi olan kudretlerini de, daha
doğrusu melekelerini de pekala münkeşif halde, yani bütün ruhları mütekamil olarak
yaratırdı. Gene elbette ancak mahdut bilgi ve görüşlü bir kul sıfatı ile düşündüğümüz
zaman, ruhların başlangıçta basit ve kapalı halde yaratılmış olmalarının ilahi nizam ve
icabatının insanlar için çok derin olan diğer bir manasını da anlamış olmalıyız:
Mademki bütün mekni kudretlerile ruhun varlığı mukadder olmuştur, o halde bu
kudretlerin inkişaflarında devam üzere olmalarının da bir kader icabı olması zarureti
meydana çıkar. Zira, ilahi irade tezahürlerinde boş, manasız ve sebepsiz, abes hiçbir
şeyin mevcudiyeti düşünülemiyeceğinden, mekni olan ruh kudretlerinin de ilelebet
böyle gayri faal, işlenmemiş, gayri müessir ve hiçbir işe yaramaz halde kalacakları
düşünülemez. Şu halde bu kudretlerden beklenen istikametlerde birtakım hareketlerin,
inkişafların vukua gelmesi ilahi irade kanunlarınca taayyün etmiş bir kaderin
tecellisidir. Ve işte biz bu hareketin adına
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 109

tekamül, diyoruz. Demekki tekamül ruhlar için mukadder bir keyfiyettir. Ve ilahi
irade kanunları ahkamına tabi devamlı ve ebedi bir yaratılış halidir.
Mesela ruhun ilk zamanlarda gizli ve gayri faal bulunan istek ve özleyiş
melekesi eğer hiçbir faaaliyet gösteremiyerek atıl ve uyuşuk halde, ilk yaratıldığı
şekilde ebediyen kalacak olsaydı onun o melekesinin yaratılmasına da esasen lüzum
kalmazdı. Ve bir taş parçasında nasıl herhangi bir istek, özleyiş ve irade yoksa ruhda
da böyle bir şey mevcut bulunmazdı. Şu halde ruhun, başlangıçta kapalı duran istek
melekesinin inkişafı icap etmektedir. Halbuki ruhtaki bütün diğer melekeler gibi, istek
melekesinin de inkişafının sonu yoktur. Yani, mesela bir varlığın en iptidai insiyaklar
halinde tecelli eden istek melekesinin insanlardaki irade şekillerine gelinciye kadar
geçirdiği inkişaf safhaları, insanlık aleminde sona ermiş ve gayesini bulmuş değildir.
İsteğin irade şeklindeki hudutlarını da aşarak ruh hayatının ebedi tekamülünde daha
kim bilir nekadar bilmediğimiz yüksek ve aklımızın alamıyacağı değil, hatırımıza bile
getirmekten, aciz bulunduğumuz nice tekamül safhaları olacak ve bizler için henüz
meçhul bu tekamül safhalarına ulaşmış yüksek ruhların da tıpkı bizim gibi akıllarının
erdiremiyecekleri nice daha yüksek ruh melekeleri ve onların tekamül safhaları da
mevcut bulunacaktır. İşte böyle basit bir istek halinde bizce malum bu ruh
melekesinin sonsuz inkişafları da böylece sürüp gitmektedir. Ruhun bu bir tek irade
melekesinde olduğu gibi, diğer bütün namütenahi melekatında da durum aynen
böyledir.

***
Bütün bu sözlerden sonra ruh ve kader bahsinin esaslı bir düsturunu şu
cümlelerle formüle etmek mümkün olur: VARLIKLARIN MEKNUZ OLAN BÜTÜN
KUDRETLERİNİN GERİYE DÖNMEDEN, YANİ TEKRAR BASİT HALLERİNE
AVDET ETMEDEN DAİMA VE EBEDİYEN İNKİŞAF HALİNDE
BULUNMALARI İLAHİ KANUNLARIN İCABATINDANDIR. VE
MUKADDERDİR. VE BÜTÜN VARLIKLARIN TEKAMÜLÜ BÖYLECE
MUKADDER BİR ZARURETTİR.

Fakat acaba ruhlarda meknuz olan bu kudretlerin inkişaflarını ilahi irade


kanunlarının icaplarına göre temin edecek faaliyet nereden gelir? Yani bu inkişafın
vukua gelebilmesi için beklenen faaliyet ruhun bizzat kendisinden mi yoksa onun
dışındaki ve üstündeki kudretlerden mi gelir? Bu faaliyeti ruhun dışında aramak,
bizzat ruhun varlığını ve ondaki kudretleri inkar etmek ve ilahi muradı hissedememiş
bulunmak olur. Şöyle ki: Evvela, eğer ilahi irade kanunlarının buradaki tecellisi, ruhi
kudretlerin ve melekelerin inkişafları ameliyesini ruhların bizzat kendilerine
bırakmamak yolunda tezahür etmiş olsaydı o zaman ruh kompleksinin ayrılmaz
unsurları olan bütün melekatının ve kudretlerinin niçin
110 Mukadderat ve İcabat

defaten en mütekamil ve inkişaf etmiş olarak yaratılmış olmadıklarını makul ve ilahi


şiarla telif edebileceğimiz bir tarzda izaha imkan bulamazdık. Zira ilahi muradın,
ancak zamanla, tedricen, çok çetin ve karışık yollardan geçerek kudretlerini inkişaf
ettirebilen ruhlar gibi tekamül vetirelerine katlanmağa ihtiyacı asla bahis mevzuu
olamaz. Yani ilahi kudretin, varlıkların hayatında gördüğümüz gibi adım adım ve
sayısız güçlükler ve muvaffakiyetsizlikler içinde düşe kalka ilerlemeğe çalışarak sonu
gelmiyen, ebediyet içindeki tekamül merhalelerini kovalamak zarureti ile maluliyeti
düşünülemez. Eğer Allah, kullarının iradesini kendi eline alsaydı da onları birer
makina gibi işletseydi bütün kainatları yaptığı gibi ruhları da bir anda – ve en küçük
bir iradesile – en son nasıl olmaları lazım geliyorsa onun gibi yapar ve onların böyle
ebediyet içinde süren tekamülleri keyfiyetini halketmezdi. Bu hakikati görebilenler
şöyle düşünmek zorunda kalacaklardır: İlahi irade kanunları icabatının tecelliyatı,
ruhların kendilerinde meknuz namütenahi kudretlerinin inkişları yolundaki
faaliyetlerini tamamile kendilerine bırakmış olduğu fikrini vermektedir. Yani ruhlar,
ilahi irade kanunlarının bahşettiği sonsuz imkan ve müsaadelere dayanarak cehit ve
gayretlerile kendi kudretlerini bizzat gene kendileri kullanmakla mükelleftir. Bu cehit
ve gayretin harekete geçebilmesi ise ancak istek ve iradelerini ruhların, serbestçe
kullanmaları ile mümkün olur. Ve bu irade serbestliği de, onların tekamül
zaruretlerinden mütevellit ihtiyaçlara göre istikametini almış bulunur. Şu halde
ruhlarda meknuz bulunan kudretlerin mukadder olan ebedi inkişaflarını, yani
tekamüllerini bizzat kendi serbest iradelerile gerçekleştirmeleri ilahi bir zarurettir.
Demekki ruhlarda görebildiğimiz en iptidai insiyaklardan başlayıp
dünyamızdaki yüksek irade tezahürlerine kadar çeşitli haller içinde görünen istek ve
özleyiş melekesinin tedrici inkişaflarındaki derin manaları işte ancak ruhların böyle
kendi melekelerini gene bizzat kendilerinin inkişaf ettirerek tekamül etmesi hakikatini
kabul ettikten sonra anlamağa başlarız. Ve illa, bütün ruhlarda ve varlıklarda herkesin
gözüne batacak kadar mevcudiyetini haykırıp duran irade melekesi, ve onun devamlı
tekamül halleri lüzumsuz ve hatta ilahi irade karşısında bir müdahele sayılarak inkar
edilmek yoluna sapılabilir. Maalesef, bu yüzden, çok defa büyük bir hüsnü niyetle bu
yola saparak kendilerini tatmin edemiyecek durumlara düşmenin üzüntüsünü çeken
iyi insanların mevcut bulunduğuna da şahit oluyoruz.
Sözü buraya kadar getirdikten sonra şimdi, mukadder görünen bazı hadiselerle
insan iradesinin birbirine nasıl girift olarak yanyana yürüdüğünü ve ne bakımdan biri
diğerinin neticesi olabileceğini izah etmeğe çalışacağız. Bunun için de evvelce
zikretmiş olduğumuz bir misale tekrar döneceğiz. Bu misal bir yolcu hikayesina aitti.
Orada yolcunun, gideceği
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 111

yere varmak için, önüne çıkan muhtelif vasıtalardan birisini kullanmak zaruretinde
olduğunu tebarüz ettirmiştik. Yolcu, iç özleyişi ile serbest irade ve tahayyül
melekelerini kullanarak kendisini gideceği yere ulaştıracak vasıtalardan birini intihap
edip kullanmağa başladığı anda o vasıtaların kendisine sağlayacağı imkanlara artık
boyun eğmek zorunda kalır. Yani mesela kağnı arabasını seçti ve ona bindi ise o
yolcunun bir uçak süratile yoluna devam edemiyeceği bedihi olur. Tabiat
kanunlarından birisinin icaplarını kullanmağa başlıyan hayat yolcusu da böyledir.
Yani, bu kanunların hakim olduğu hayat şartlarına sokulmuş veya dahil olmuş bir
varlık artık o kanunların icaplarına ister istemez boyun eğmek zorunda kalır. Ve işte
bu, onun değişmez bir kaderi olur. Ancak, o insan bu kaderin nahoş bir netice
olduğunu hissederek kendisine daha yüksek kaderlerin nasip olmasını temin etmek
isterse bu isteği ile o kaderi hazırlayici sebepleri, yani diğer icapları araştırmağa ve
bulmağa çalışır ve muvaffak olarak daha iyi mukaddere ulaşır. İşte bu noktada
tekamüldeki cehtin manası daha iyi anlaşılır. Demekki birer ilahi hedef olan tekamül
merhalelerine varmak, ruhların gene mukadder olan isteklerile tahakkuk eder. Bu
hedefe kendilerini ulaştıracak tabiat kanunlarından bir kısmını serbest iradesile
kullandıktan sonra o kanunların zaruri olan icaplarına uymak ruhlar için mukadder
olur. Fakat, o icapların neticelerini kendilerinde duyup tecrübe ettikten sonra onlardan
ayrılarak hedeflerine ulaşmak için daha uygun gördükleri başka tabiat kanunlarından
birine veya diğerine yönelerek onlardan istifade etmeleri de gene ruhların istek ve
özleyişlerine bağlı serbest iradelerinin tabii bir hakkıdır. Şimdi burada ne oluyor?
Ruhlar, mukadder olan varlıklarının mukadder olan yükselme ihtiyaçlarına,
istek ve iradelerile tabidirler. Demekki mukadder olan yükselme ihtiyacı İİLET,
RUHLARIN YÜKSELME İHTİYACINI TATMİN HUSUSUNDAKİ İSTEKLERİ
DE NETİCEDİR.
Fakat ruhların bu istekleri, kendilerini hedeflerine ulaştıracak sayısız tabiat
kanunlarından herhangi bir kısmını intihap etmelerine onları sürükler ve bu kanunlar
ruhları tekamül merhalelerine ulaştırmağa birer vasıta olur. Halbuki bu kanunlar
evvelce arzettiğimiz gibi, ruhlar için birer kader olan icapları da hazırlar. Şu halde
RUHLARIN, İRADE SERBESTLİKLERİNİ KULLANARAK TABİAT
KANUNLARINDAN HERHANGİ BİRİNİ İNHİTAP ETMELERİ İLLET, O
KANUNLARIN İCABATINA UYMAK ZORUNDA KALMALARI DA
NETİCEDİR. YANİ, BURADA RUHLARIN İSTEK VE İRADELERİ İLLET,
İCABAT HALİNDE GÖRÜNEN KADER NETİCEDİR.

Fakat, bu mukadder icaplara tabi olmakla ruhların kudretleri tekamül yolunda


yeni hamleler almak üzere faaliyetini arttırır. Ve nu miyan-
112 Mukadderat ve İcabat

da onların istek ve iradeleri yeni birtakım kanunların icaplarından faydalanmak


cihetine yönelir. İş bu noktaya gelince: KADER, İLLET ; İSTEKLERİN HAREKETE
GEÇİŞİ YANİ İRADE, NETİCE OLUR.
Bu hal iyice tetkik edilip anlaşılınca kolaylıkla takdir edilebilirki mukadderle
varlıkların irade serbestlikleri birbirile kucak kucağa gelmiş bulunmaktadır. Ve gene
düşünülürse görülür ki mukadderat, insanın tamamile serbest olan iradesini adım adım
takip etmekte ve onun yakasını bir an bile bırakmamaktadır. Zira mukadderin yokluğu
demek yolcunun, bütün hareket vasıta ve imkanlarını kaybetmiş olması demektir.
Diğer taraftan yolcunun irade serbestliğini kaybetmesi demek de hareket
vasıtalarından hiçbirisini intihap edip kullanabilecek kudreti gösterememesi demektir.
Binaenaleyh bu da gene yolcunun hareket vasıta ve imkanlarından mahrum kalmış
olması ile müsavi bir netice olur. Ve her iki halde de yolcunun yolundan geri kalması
mevzuu ortaya çıkar. Halbuki ruhların tekamülden geri kalmamaları yaratılışlarında
meknuz bir kaderin icabıdır. Onu hiçbir kimse ne bozabilir, ne de değiştirebilir. İşte
hakikat budur. Ve mukadderatla insan iradesinin serbestliği böylece ve ilahi murat
gereğince bir ahenk üzere birleşik halde yürüyüp gider.
Şimdi akla şu sual gelebilir: İnsanın ve varlıkların serbestliklerinin hiçbir
hududu yok mudur? Ve her insan, her istediğini bilakayıt ve şart yapabilir mi? bu sual
dikkate şayandır ve hakikaten mühimdir. Bir insanın iradesini harekete getirebilmesi,
ancak bildiği, istemek ve özlemek kudretini gösterdiği nisbette mümkün olur. İnsan
bilmediği, inanmadığı veya sezemediği şeyleri elbette hakkile istemek kudretinden
mahrumdur.
Kainat namütenahidir. Ve kainatın hadiselerinin sayısı ve sonu da yoktur.
Halbuki insan kudretlerinin bu hadiseler ortasında tekamül derecelerine göre muayyen
ve mahdut faaliyet sahaları vardır. Mesela, en iptidai bir varlığın, bir karıncanın
isteyiş ve özleyiş sahası bir insanınkine nazaran çok mahdut ve dardır. Zira onun
ancak basit ve iptidai bir duyuştan ibaret olan idraki bir insanınkine nazaran çok
küçük mevzular etrafında toplanır ve o mevzuların dışına asla çıkamaz. Bu mevzular
da o karıncanın hayatının temin ve idamesi için zaruri olan gıdalanması, cinsi
münasebeti gibi bazı hayati hadiselerden ibarettir. Onun, bu mahdut zaruri
ihtiyaçlardan ve bu ihtiyaçlarını karşılayici hadiselerdeb başka isteyip özliyebileceği
herhangi bir şey olamaz. Zira bunların dışındaki icaplar ve zaruretler ve onları
neticelendiren tabiat kanunları hakkında o hayvanın hiçbir duygusu, görgüsü ve
tecrübesi yoktur. Mesela onun bir hükümet reisi, bir profesör, bir milyoner, bir alim
olmağı istemesi ve böyle bir harekete teşebbüs etmesi gibi şeyler düşünülemez.
Çünkü onun aleminde bu realitelerin hiç birisi yoktur. Buna mukabil karıncanın
insiyaklar ve ilcalar halinde beliren ruh temayülleri nihayet bir kaç kırıntı gıda
maddesile bir toprağın içinde oyacağı küçücük bir çukur etrafında top-
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 113

lanır. Şu halde karınca için tamamiyle meçhul olan ve onun görgü ve tecrübe sahası
dışında kalan realiteler onun hayatında bahis mevzuu olamaz. İşte onun içindir ki o
hayvancağız iradesini kendi realite çerçevesinin dışına uzatmak kudretinden
mahrumdur. Karınca ile bir insan arasında yapılan bu mukayese, ruhi kudretleri
birbirinden farklı iki insan arasında da yapılabilir. Yani, nisbeten öyle basit görüşlü ve
tecrübeleri kıt insanlar vardır ki onların alemleri diğer insanlarınkine nazaran oldukça
dardır. Mesela çok cahil, görgüsüz ve tecrübesiz, basit bir insan; ruhi kudretleri az çok
inkişaf etmiş diğer bir insana nazaran çok mahdut şeyler isteyip özliyebilir. Zira onun
alemi böyle bir darlık içinde mahbus kalmıştır ve o alemin dışında hiçbir kıymet onun
için mevzuu bahis olamaz.
O halde herkesin bütün ruh kudretlerinde olduğu gibi, istek ve iradesinin de bir
hududu vardır ve bu hudut da onun ulaşmış olduğu tekamül merhalesine dayanıp
kalır. Binaenaleyh o mahdut görüşlü adamın istek ve özleyişleri ve iradesi ancak
kendisinin bildiği, inandığı ve daha doğrusu içinde yaşamakta olduğu aleminin
hadiselerinden ibaret şeyler etrafında toplanır. Mesela klasik inkarci bir materyalist
görüşlü insanı ele alalım: Bu insan için kainat, ancak üç buutlu nizam ve tertip içinde
mahsur kalmış maddeler üzerinde tezahür eden tabiat kanunlarının icaplariyle
çevrilmiştir. Ve böyle bir insan için de bunların dışında ne bir alem, ne bir varlık, ne
de bir kainat düşünülemez. Binaenaleyh o, varlığını işte böyle dar bir kainat mefhumu
içinde hapsetmekten daha ileri bir görgü, tecrübe ve bilgi imkanlarından mahrum
kaldıkça, bu kendi üç buutlu aleminin dışında yalnız bilmediği, inanmadığı değil, akıl
ve hayaline dahi getiremiyeceği milyarlarca ve milyarlarca diğer realitelere ait bir şeyi
ne istiyebilir, ne özliyebilir ve ne de böyle bir istek ve özleyişin lüzum ve zaruretine
kail olabilir. Fakat dünyamızda yaşıyan ve en ileri derecede görgü ve tecrübeye sahip
telakki edilen kişilerin ruh kudretleri de nemütenahi kainatı ve kainatları
kucaklıyabilecek seviyede bulunmaktan çok uzaktır. Ve onlarında gene nihayet kendi
kudretleriyle çevrilmiş birer alemi olabilir. Bu alemlerin vüsati ve şümulü ne derecede
olursa olsun bu vüsat ve şümul ancak nisbi bir kıymetin ifadesi olmaktan ileri
gidemez. Ve kainata nisbetle bir zerreden daha küçük kalır.
Halbuki şimdiye kadar serdettiğimiz mülahazalarla da kısmen izah edilmiş
olacağına göre, ruhlar ancak iradelerini kullanabildikleri nisbette ilahi irade
kanunlarının icaplarından istifade imkanlarını bulabilirler. Bu da gene ilahi irade
kanunlarının bir icabıdır ve bunu kimse değiştiremez. Halbuki iradenin serbestçe
kullanılabildiği yerler ancak bilinen, inanılan, özden ve candan istenen mevzulardır. O
halde insanlar ve bütün varlıklar ancak kendi kudretleriyle tahdit edilmiş alemleri
dahilinde iradelerini istedikleri istikametlerde tecelli edecek olan tabiat kanunlarının
icaplarından faydalanmak ve bu su-

F:8
114 Mukadderat ve İcabat

retle tekamül hedeflerine ulaşmak imkanlarını kazanırlar. Şüpheli bilgi ile, müphem
arzularla, hele imandan mahrum, şüpheler ve tereddütler içinde gösterilen meyillerle
esasen hakiki bir istek zuhur etmez ve irade lüzumu derecesinde harekete geçemez.
Şimdiye kadar söylediklerimi bir misal ile izah etmeğe çalışacağım: A….
dünyada zengin olmak hususunda gayret sarfettiği halde bütün hayatı gene fakrü
zaruret içinde geçer. Onun zenginliği istemesine rağmen bu işte muvaffak olamaması
kendisinin iradesini takyit eden bir mukadderin eseri olarak görülmüyor mu? O halde
şimdiye kadar israrla üzerinde durduğumuz, insanın irade serbestliği nerede kaldı ya?
İşte bu sualin cevabı bize, geniş bir anlayişe göre mukadderatın manasını kabul ve
hazmetmiş olanlar için ne kadar derin bir duygu ve düşünce imkanı hazırladığını ve
mahdut ufukların arkasında görülen yeni ufuklara doğru daha ne kadar sayısız yolların
ve vasıtaların meydana çıktığı göstermeğe kafi gelecektir. Netekim bu sualin
cevabının, mahdut birtek dünya hayatını kabul edenler tarafından verilmesi bile
mümkün olamaz.
Ruhun kainattaki bütün maddi hayatını ancak birtek dünya hayatından ibaret
sananlar ve bundan evvel ve sonra, ruhun yalnız mana aleminde yaşadığına zahip
olanlar – birer sipirütialist olmalarına rağmen – yani, ruhun bekasını dahi kabul etmiş
münevverler arasında bulunmalarına rağmen kendilerini gene nisbeten mahdut bir
madde kainatı içinde görmekten kurtaramamış ve binnetice hayat sahalarını daraltmış
ve gayelerini çok kısa mesafelerdeki birer son menzil mefhumuna bağlamış kişilerdir.
Böyle olunca, onların düşünce ve görüşleriyle yukarıdaki sualin şimdiye kadar izah
etmiş olduğumuz açık yollardaki gibi cevabını vermek imkanı mevcut değildir. Ve
bunların cevabı verilemeyince de mukadderat bahsi düşüncenin daima karanlık
boşlukları içinde uyuşmağa mahkum kalacaktır.
Halbuki ruhun maddi alemlerdeki hayatının tekamül etmek için hikmeti
vücudu bulunduğunu ve bir tek dünya hayatının da tekamül etmeğe kafi
gelmiyeceğini, gerek bir dünyanın ve gerek namütenahi dünyaların çeşitli hayat
şartlarının ruhlar için ebedi tekamül yollarında birer vasıtadan ibaret bulunduğunu ve
bunların her birinin – hiçbir vakit sonu gelmiyecek – birbirinden daha üstün, daha
mükemmel tekamül merhalelerini hazırlayici birer konak olduğunu bilmek, takdir
etmek ve anlamak lazımdır. İşte bu idrake vasıl olmuş kimselerin, yukarıda vermiş
olduğumuz misaldeki A…nın durumunu büyük bir rahatlık ve kolaylık içinde izah
edebilmeleri kaabil olur. Ve denilebilir ki bütün gayretlerine rağmen bu insanın
zengin olamaması, fakir kalması; daha evvelki yolcu misalinde izah edildiği gibi onun
spatyoma intikalinden sonra karşılaşmış olduğu geçmiş hayatının akislerine ait
intibalarla, tekamül hedeflerine
Neo-Spiritüalizma görüşü ileMukadderat 115

ancak fakirlik yolundan varabileceğini takdir etmesi ve bu yüzden hakiki ruh özleyişi
ile böyle bir dünya hayatı yolunu tercih etmek istemesi ihtiyacından doğmuş bir
zarurettir. Bu suretle o, spatyomda iken tekamül hedefine fakirlik yolu ile gitmek
istemiş ve serbest iradesini kullanarak bu yolu seçmiştir. İşte tekamülü uğrunda ilahi
irade kanunları icabatiyle gerçekleşen onun bu serbest iradi cehti, kendisinin tekrar
dünyaya gelmesinde dahi – gene ilahi irade kanunlarının icabatına uygun düşerek –
bir amil olmuştur. Fakat dünyaya geldikten sonra onun bu serbest iradesiyle, intihap
etmiş olduğu fakirlik yolunda yürüyerek hedefine ulaşabilmek hususundaki isabetli
kararını dünyadaki bağlı idrakiyle takdir edememesi yüzünden, bu evvelki kararının
neticellerini almadan yarı yolda dönerek zenginliği, yani evvelki tuttuğu yolun aksine
bir yolu dünyadaki cılız ve maddeye bağlı isteğiyle tercih etmeğe kalkışması elbette
onun için tahakkuk etmemesi icabeden bir hareket olacaktır. Zira o, serbest iradesiyle
esasen fakirlik yolunu tercih ederek ve o yolda harekete geçerek onun icaplarının ve
neticelerinin kendisine mukadder birer akibet kılınması bizzat gene kendisi sebep
olmuştur. Ve mukadder olan bu icapların vakti ve zamanı gelmeden, yani istihdaf
edilen neticeler hasıl olmadan onları değiştirmeğe kimsenin kudreti yetmiyeceği gibi,
kendi maddi iradesi de buna asla kafi gelemez.
Çünkü o kendisini imana, bilgiye müstenit asıl varlığının özleyişlerinden
hızını almış liyakatli bir irade ile hazırlanan ve kazanılan bir neticedir. Bu neticeyi
bozmak teşebbüsleri ise, ancak dünyanın büyük gayelere vasıta olan hadiselerinin
gaye ittihaz edilmesi cazibesine tabi nefsaniyetten doğma birtakım gelip geçici
arzulara ve heveslere bağlı ihtiraslardan ileri gelmektedir.
Binaenaleyh kaide olarak o insan dünyada ne kadar çabalarsa çabalasın, ebedi
tekamülüne uygun olarak evvelce gene kendi iradesiyle seçmiş olduğu acı veya tatlı
fakirlik yolundan beklenen neticeleri almadan onu değiştiremez. Bununla beraber
belki, evvelkine zıt fakat devamlı bir irade ile göstereceği cehit ve gayret neticesinde
ve o neticeleri geciktirebilir, hatta değiştirebilir. Bu hale << mukadderin iyiye veya
kötüye kayması >> diyebiliriz. Eğer bu irade, bazı değişen şartlara göre ruhun
tekamülü yolunda daha ileri bir hamle almasına yararlı herhangi bir icaba uymak
ihtiyacından mütevellit bir isteğe dayanıyorsa, ruhun, dünyaya gelmezden evvel
gördüğü tekamül hedeflerine uygun olan bu hal ayni irade müessiriyetini ifade
edeceğinden elbette kolaylıkla dünyadaki bu değişikliği yapabilir ve elbette bundan
hayırlı neticeler de alabilir. Fakat o, ihtiraslara dayanan nefsani ve devamlı bir irade
ile de evvelki yürüyüş istikametini bozabilir, mesela günün birinde böylece zengin
olabilir. Bu takdirde onun durumu yukardakinden çok farklı olur. O, gayesinin
gerçekleşmesini geciktirmiş, belki de bu yanlış hareketinden dolayi kaybede-
116 Mukadderat ve İcabat

ceği şeyleri telafi için kendisine yeni baştan katedilecek yollar hazırlamış bulunur.
Fakat bu ikinci durum ekseriya vukua gelmez. Zira ruh, gerek kendi eski görgü ve
tecrübelerinden almış olduğu kuvvetli intibaların tesirile, gerek eksik olmıyan
yardımcı, hami varlıkların ilham ve irşatlarının yardımı ile; istek ve iradesini bu
derece nefsaniyetine zebun kılacak yüksek tekamül gayelerinden uzaklaşmağa kolay
kolay razı olmaz. Demekki insanın, ancak tuttuğu yolun icaplarını tattıktan ve onların
neticelerinden doğan intibaları ruhuna hazmettirdikten sonra elde edeceği yeni görgü
ve tecrübelere dayanarak lüzumlu ve faydalı başka bir hedefe doğru serbest iradesini
daha münasip yollarda kullanabilmesi kabil olur. Burada da yolunu seçerken o
varlığın birtakım üst kudretlerin öğütlerine ve yardımlarına ihtiyacı olduğunu da ve
bilhassa tek gayesinin Allah yoluna, tekamülü uğruna müteveccih bulunduğunu da
asla unutmamak lazımgelir.

İLAHİ İRADE KANUNLARININ TECELLİYATI


VE MUKADDERAT

O halde ilahi irade kanunlarının tecelliyatı, yani icabatı yolile mukadderat


gerçekleşir. İşte kitabımızdaki mülahazalarla da varmış olduğumuz bu netice başta
söylediğimiz gibi, mukadderat ve icabat mevzularının birbirini destekleyici, birbirini
tamamlayici iki unsurdan mürekkep bir tek bahis olarak mütalasına bizi
sevketmektedir. İcabatı, ilahi irade kanunlarının neticeleri; Mukadderatı ise
varlıkların, kendi iradelerile tayin edecekleri bu neticelerden birisine veya diğerine
tabi olmaları zarureti olarak kabul ettiğimize göre mukadderat ve icabat mefhumlarını
bir tek bahsin iki ayrı cepheden görünüşü halinde mütalaa etmekle doğru neticelere
varabiliriz. Bunları teker teker ele alarak, birbirinden ayrı realiteler gibi düşünmeğe
kalkışırsak ne mukadderatın, ne de icabatın izahını yapamayız. Binaenaleyh Neo-
Spirütializmadaki anlayişe göre icabattan bahsederken mukadderatın başka bir
görünüşünü ifade etmiş oluruz. Ve onun içindir ki biz bu iki mefhumu bir araya
getirmeğe ve bir tek mevzu halinde ele almağa taraftarız. Şimdiye kadar geçen
mülahazalarımız hep bu yolda cereyan etmiştir. Öyle hareket edilmeyince insan, ya
varlıkların iradesini inkar eden cebriyeciliğin kör kuyusuna veyahut Allahı inkar eden
köksüz ve temelsiz bir icabiyeciliğin başı boş ve avare cereyanlarına yuvarlanarak
boğulur gider. Binaenaleyh bu iki mefhumun birbirinden ayrı mevzulara ait olmayıp,
birbirini tamamlıyan aynı mevzuun iki ayrı cepheden görünüşü olduğu fikri üzerinde
biraz durmağı faydalı buluyoruz.
İlahi irade kanunları ve Mukadderat 117

Bütün kainat hadiselerini sonsuz bir mukadderat mefhumu içinde mütalaa


edenlerin davalarında tamamile haklı bulunduklarına inanıyoruz. Fakat bütün kainat
hadiselerinin değişmez ilahi irade veya tabiat kanunlarının icapları dahilinde cereyan
ettiklerini kabul edenlerin kanaatlerinde tamamile haklı olduklarına da inanıyoruz.
Keyfe göre rastgele, gayesiz, maksatsız tecelliyattan münezzeh olan ilahi irade,
kainatın sonsuz hadiselerini sonsuz kanunlarla teyit ve tesbit etmiştir. Fakat insan
zekasının ve duygusunun asla kavrıyamıyacağı bir realite olan bu sonsuzluğu
hudutlanmış beşeri realiteler içine sokmağa çalışarak mukadderatı o yönden
mütalaaya çalışmak da doğru neticeler vermez. Bu hakikati kavramadıkça ne
mukadderatın, ne de icabatın manasını açıkça anlıyabilmek mümkün olmaz. Hakikat
bu merkezde iken dar görüşlü beşeri hükümlerden çıkarılan neticelere dayanarak ilahi
iradeyi bir insan iradesi gibi vasıflandırmak ve mahdut hadiseler içinde hapsetmek
nasıl mümkün olabilir?

AKIN : Temmuz, 1948 Medyom : Nezihe Bayurgil

<< Keyfe tabi cebriyeciliği artık kabul edemezsiniz. Kainatta hakim olan
ilahi irade kanunları var. Bir sürü hadiseler bu kanunların icabatı dahilinde
birinden diğerine intikal etmek suretile akıp gider. Bu akış, ruhların yüksek
melekelerini kullanmalarile emniyet altına alınmıştır. Tesadüf diye bir şey
yoktur. Hadiseler tabiat kanunları dahilinde, ruhların kudretlerile mütenasiben
yürütülür ve her ruh kendine ihtiyacı olana doğru gider. >>

Varlıklar iradelerile tabiat kanunlarından istifade ederken intihaplarında vukua


gelmesi daima melhuz bulunan hatalar yüzünden birtakım engellerle karşılaşabilirler
bu noktayı takdir etmiyenler ve bilhassa lüzumu derecesinde cehit ve gayret
göstermek kudretinden mahrum bulunanlar böyle engellerle karşılaşınca, hemen
talihin kendilerine yar olmadığından veya mukadderin müsaade etmediğinden dem
vurarak şikayete koyulurlar, cesaretlerini kaybederler ve başlamış oldukları işi yarı
yolda bırakmak isterler. Halbuki burada başarılmak istenilen işin mukadder
görünmemesi ekseriya, onu yapmak için kullanılan vasıtaların, tutulan yolların, iyi ve
isabetli olarak seçilmemesinden veya bunları seçip kullanabilecek kudrete erişilmemiş
olmasından ileri gelmiştir. Binaenaleyh burada yapılacak şey, mukadder değildir, diye
o işi bırakmak değil, ondaki muvaffakiyeti sağlayici daha münasip ve isabetli yolları
bulup onlardan istifade etmek kudretini kazanmağa çalışmaktır ki bu da ruh
kudretlerinin inkişafı, yani tekamül nisbetinde mümkün olabilecek bir iştir. Fakat bir
varlığın, mesela bir insanın – evvelce de söylediğimiz gibi – bazan kudretlerinin
henüz çok üstünde bir işe girişmiş olması da kendisinin kullanmak ve istifade etmek
iktidarından mahrum bulunduğu bazı vasıtalarla
118 Mukadderat ve İcabat

karşılaşmasını zaruri kılabilir. İşte o zaman o, işin içinden çıkamaz ve muvaffak


olamayınca da gene ters istikamette bir mukadderle karşılaşmış olduğunu görür. Bu
hal mesela, gene evvelce söylediğimiz gibi iptidai mektebin birinci sınıfındaki bir
çocuğun o sene doktorluk diploması almak için tıbbiyenin son sınıf talebelerile
birlikte imtihana girmeğe kalkışmasına benzer. Bu takdirde bu çocuk ne kadar çalışsa
tedricen varılması lazım gelen merhalelerden geçmedikçe muvaffak olamaz. Burada
da insana dışardan bir kuvvet tarafından zorla yaptırılması veya yaptırılmaması
istenmiş bir şey yoktur. İnsanın henüz yapamıyacağı bir işi yapmağa kalkışması onun
elbette muvaffakiyetsizliğini hazırlıyacaktır. Daha doğrusu, onun bu
muvaffakiyetsizliğindeki mukadder ezelden ve üstün bir kuvvet tarafından takdir
edilmiş olamayıp bizzat kendi kudretlerinin, lüzumlu vasıtaları kullanmağa yarıyacak
kadar kifayet derecesine henüz varamamış olmasının bir neticesidir. Yani ilahi irade
kanunlarının birbirile sımsıkı kucaklaşmış olduklarının çok açık bir misalini vermiş
bulunuyoruz. Bu hususta M. Mollanın aşağıdaki tebliği bizi aydınlatmaktadır.

M. MOLLA: Ocak 18, 1950


<< Siz bir yokuştan aşağı inerken koşmanız nasıl tehlikeli ise, yokuş
yukarı da aynı süratle çıkmanız zorsa hadiseler ve vasatlar birbirile öyle
ayarlanmış bulunmaktadırlar ki herhangi bir canlının şuuri veya insiyaki
intibakları, mümkün olabilecek bir seyir takip etmekte gecikmez. Yokuştan
aşağı süratle iniş bir yuvarlanmayı, yokuş yukarı koşma bir takat tükenmesini
icap ettiriyor. O halde:
<< Mukadder hadiseler muhitlerle de size karşı, ikaz edici mahiyette
mekanik vazife ve ihtarlarını muhafaza ederler. >>

Bu sözlerden çıkan netice şudur ki başladığı bir işte biraz kudret ve takatinin
hududu dışına çıkan insan kendisine derhal imkansızlıklar hazırlıyan büyük engellerle
karşılaşır. Bu onun, o işi yapmaktaki kudretsizliğinin bir neticesidir, talihsizliğinin
değil. Bundan başka birde şu vardır:
Varlıkların hayatında, tekamül esastır. Binaenaleyh bütün hareketler tekamüle
doğrudur. İşte bu yolda yürüyüp dururken – insanları dünyada adım adım takip
etmekte olan – nefsaniyetin herhangi bir ilcasına kapılarak hareketini aksatıcı bazı
engeller ihdas edici işlere, neticelerini düşünmeden insanın kalkışması da onu daima
hayali sukutuna uğratır. İşte kanaatkarlığın bir manasını da bu noktada aramalıdır. Ve
işte böyle hareket edildiği takdirde, insanın tekamülü için asıl yürüyüşü bir taraftan
duraklama devresine girerken, diğer taraftan da nefsaniyetin tesirile
İlahi irade kanunları ve Mukadderat 119

girişmek istediği işler muvaffakiyetsizlikle neticelenmiş olur. Büyük dostumuz


Kadrinin aşağıdaki tebliği bize bu hususta çok öğretici bilgiler vermektedir.

KADRİ: Ocak 22, 1951 Medyom: Ö…..

<< Cihanı saran büyük kudret her zaman ve herkesin gözü önünde ve
açık bir şekilde tezahür etmez. Büyük kudretler, kendi vüsatlerine uygun bir
şekilde çok evvelden hazırlanmış bir intizamla ağır ağır ve tam zamanında
müessir olacak bir surette hareket ederler. İşte bu betaattır ki insanların
gözünden bu büyük kudreti her an saklar ve onu görmiyen gözlere karşı kalın
bir perde ile örter. Bunların ani tesirlerinin dünyanızda hiçbir zaman, hiçbir
varlık tarafından müşahede edilmesine imkan yoktur. Her attığınız adımın sizi
büyük bir kudrete doğru sevk etmekte olduğuna, hayatınızın en büyük saadet ve
kederinin izlendirdiği bir yolda sizi hazırlayici bir noktaya doğru sürüklemekte
olduğuna inanınız.

<< İşte tekamüle doğru giden varlıklarda görünen düşünce ve olgunluk


eserleri, bu büyük kudretlerin hareket tarzlarına yaklaşmakta olduğunu
gösterir. İnsanlar, kendi hareketlerinin her safhasında ileride karşılaşacakları
vakalar için, kendi mukadderlerine birer çizgi çekmektedirler. Bunun için,
bütün varlıklar, işlerini, Allaha sığınarak, en doğruyu düşünerek, en güzeli
seçerek ifa etmekle mükelleftirler. Bunun dışında neticedeki vukuatın, artık
onların elinde değil, kendi planları icabında aranması lüzumu meydana çıkar.
Siz de işlerinizi geri bırakmamak, aceleden sakınmak, sonunda da evvellere
istinad eden noktaları aramak, onu bulmağa imkan olmasa bile mukadderin
tecellisini kabul etmek durumundasınız. >>

Yukarıki sözlerden anlaşılacağı gibi, insan, tekamülü yolunda her işe teşebbüs
etmekle mükelleftir. Ve teşebbüs ettiği işi de – vicdanına uygun bulduğu müddetçe –
sonuna kadar götürmek mecburiyetindedir. Ancak bu teşebbüs edilen iş eğer o insanın
tekamülü bakımından yolsuz veya mevsimsiz ise ( ki bunu da onun vicdanı takdir
edecektir ) – gene evvelce bizzat kendisinin hazırlamış olduğu hayat planına
uymıyacağı için – tahakkuk etmiyecektir.
Burada birnokta daha var: Bazan yukarıki sebeplerin hiçbirisi olmadan da
insanın teşebbüsleri karşısında bazı engeller dikilebilir. Bu da o insanın teşebbüs ettiği
işin bazı neticelerinin, diğer bazı varlıkların hayatlarile ve bilhassa tekamüllerinde
cehit ve gayret sarfederek yapmak zorunda kaldıkları işlerle tezat halinde
bulunmasından ileri gelir. Burada
120 Mukadderat ve İcabat

iyi niyetle hareket edip bütün imkanları kullandıktan sonra o işin gene muvaffakiyetle
neticelenmediği görüldüğü takdirde bu muvaffakiyetsizliğin de yukarıda arzettiğimiz
manada mukadder olduğunu anlamak ve kabul etmek lazımdır ki o insan bütün bu
muvaffakiyetsizliğine rağmen – sırf o işteki iyi niyetlerinden dolayi – gene muvaffak
olmuşçasına ruhi kazançlar temin etmiş olacaktır. İşte burada da gene kaderle icabın
sımsıkı kucaklaştığını görüyoruz. Bakınız büyük ruh dostumuz Kadri ne diyor:

KADRİ: Nisan 26, 1948 Medyom: Ö…….

<< İnsanlar, muhtelif kudretler altında bu dünyaya gelmişler ve daima


birbirine zıt olan tesirlerle mücadele etmek mecburiyetinde kalmışlardır.
İnsanlar, her zaman, birbirinin aksi olan işlerle karşı karşıya gelerek kendi
kudretlerini göstereceklerdir. Hüsnü niyet; yalnız bir arzu, içten gelen bir dilek
ve manevi kudretlerle tahakkuk edecek bir kuvvettir. Bu, ayni zamanda hareket
haline de inkilap ettirilirse iyi bir iş olur. Yalnız düşünce ve fikir halinde kalırsa
iyi bir çiçek gibi saklanması pek uzun zaman sürmiyecek ve kalbin bir köşesinde
sararıp kalacaktır. Kuru bir hüsnü niyet neticesiz bir işten başka birşey olamaz.
Onu kıymetlendirecek, hareketlerdir. Bunun da sonu şayet o istek gibi güzel
çıkmazsa bu mukadderdir. Fakat sen gene bu hareketlerinle onu istediğinin
yoluna çevirmeğe azmetmekle vazifeni yapmış bir amele, çalışkan bir talebe
olursun. >>

Keza bir ferdin olduğu gibi, bir cemiyetin fertlerinin de iradelerile uzun
zamandan beri hazırladıkları neticeleri ve icapları ( ki bunlar da o cemiyet için birer
kader olur ) o cemiyetin fertleri o anda ve birdenbire değiştirmeğe muktedir olamaz.
Büyük harplerin zuhurunu bunlara misal olarak gösterebiliriz. M Molla şunları
söylüyor: << Esbabı asırlarca hazırlanmış bir boşanma ihtiyacının önüne asla
duramayiz. >> Bu sayabildiklerimizden başka daha bilmediğimiz ve asla
bilemeyeceğimiz ilahi irade kanunlarının icaplarına bağlı öyle büyük sebepler vardır
ki insan iradesi bunlar karşısında takyit olunur.
Demekki esasında gene varlıkların kendi istek, irade, tahayyül, kudret ve
liyakatlerine göre karşılaştıkları göze görünen veya görünmiyen bir sürü icap ve
neticeler bugün beşeriyetin önüne dikilmiştir. Eğer bunların hakiki sebepleri
araştırılmadan hükümler verilmeğe kalkılırsa yanlış düşüncelere sapmak daima
mümkün olur. Ve bu vaziyete düşmüş olan insanlar yanlış olarak << İlahi cezalar
veya belalar >> dan bahsetmeğe başlarlar. İnsanları tazip eden ve kolay kolay önüne
geçilemiyen bir sürü iztirap verici hadiseleri de birer misal olarak burada
zikredebiliriz. Kadrinin aşağıdaki tebliğinde bu hususta çok kıymetli fikirler vardır:
İlahi irade kanunları ve Mukadderat 121

<< İztirapların bir kısmı, kendi el emekleri mahsulü, bir kısmı


mukadderin çizdiği yola uymak zarureti, (1) bir kısmı da her ikisine de ahenkli
düşecek bazı vaziyetlerin kendiliğinden maydana gelmesidir. >>

Şimdiye kadar gözden geçirilmiş bilgilerle incelenirse içinden çıkılmaz birer


manzara arzeden bütün bu hadiselerin bir insan anlayişi karşısında bir cepheden kader
diğer cepheden icap halinde tecelli eden birer ilahi hikmet olduğu görülür.
Mukadderin iyi ve kötü tarafa kayması bizim selametimize göre ve
ehliyetimiz, liyakatimiz derecesinde çizilmiş bir planın icabı ve zaruretidir. Ve biz iyi
veya kötü bir kaderin, bir nasibin dışına asla çıkamayız. Oluşumuz, varlığımız ve
hayatımız baştan başa bir kader, bir nasip ve bir talihtir. Tıpkı kocaman bir kainatı
dolduran hadiselerin de serapa bir kader, bir nasip oluşu gibi. Fakat hem bizimki, hem
kainatınki öyle bir nasip ve kaderdir ki onda en küçük bir nizamsızlığın, en
ehemmiyetsiz görülebilecek bir ihmalin, en küçük keyif ve heves tezahürünün yeri
yoktur. Bilakis o, bütün akılların dışında kalan, bütün duygulardan taşan bir idealin,
bir gayenin tahakkuku yolunda ebediyyen sürüp gidecek sonsuz merhaleler boyunca
ve ilahi irade kanununun bir tecellisi olan illet – netice prensibi ahkamı dahilinde
planlaşmış, sonsuz imkanlarla nizamlı, tertipli bir sayruretin ifadesidir. Bundan daha
mükemmel bir eserin mevcut olabileceğini ve bu ikinci eserin de müessiri
bulunabileceğini, yani Allaha nisbet edebilecek herhangi bir varlığın mevcudiyetini
bahis mevzu etmek asla mümkün ve kaabil ve caiz değildir.
Fakat Halikin iradesi, izafilik ummanı içinde bocalıyan biz biçare varlıklar için
sayısız tezahürler ve bu tezahürlerle ilgili sayısız tekamül merhaleleri ve o
merhalelerde varlıklar için sayısız nasipler hazırlamak şiarını taşır. İşte bütün bu
nimetlerin herhangi birisinden bizim faydalanmamız ancak gene ilahi muradın tayin
etmiş olduğu kati ve asla değişmiyen, fakat daima ebetten ezele doğru ayni ideale
yönelmiş bulunan ve insan kafasına asla sığmayacak kadar şümullü olan bir ölçü ve
miyar dahilinde bizlerin birer hak ve liyakat sahibi olabilecek durumlara girmiş
bulunmamıza vabestedir. Bu ise ancak daima iyi niyetle, vicdanımızın göstereceği
yollarda sarfedeceğimiz cehit ve göstereceğimiz istek, irade ve tahayyül kudretleri
nisbetinde gene bizim tarafımızdan temin edilecek

( 1) Buradaki << mukaddere uymak zarureti >> tabirini gene, hep izahına çalıştığımız gibi,
insanın o andaki iradesinin gerçekleşmesine engel olan geçmiş hayatlarına ait veya kainat ahengi ile
ilgili büyük ilahi irade kanunlarının icaplarına bağlı, insanlarca meçhul kalmış sebeplerin zaruretlerine
uymak manasına almak lazımgelir. Zira büyük dostumuz Kadrinin ve ilahi yolların bu günkü insanlığa
lüzumlu olan icaplarını dünyaya tebliğ eden vazifeli büyük ruh dostlarımızın sözlerindeki manalar hep
bu esasa dayanmaktadır.
122 Mukadderat ve İcabat

bir haldir. Büyük dostumuz Kadrinin aşağıdaki sözleri bu hususta çok sarih fikirler
vermektedir.

KADRİ: Nisan 12, 1948 Medyom: Ö………….

<< Halik her ne ki muradetmiş ve nelerin tanzimini irade eylemişse


bunların içinde fevkalade mühim ve gayet derin manaların mevcut bulunduğuna
en ufak bir şüpheniz bile bulunmasın. En küçük bir hareket bile bir kaç sene
sonra muhakkak eserini gösterecek mühim bir işin başlangıcını teşkil
etmektedir. Hiçbir kuvvet dünyada ne sebepsiz nede maksatsızdır. Bir adımın
atılırken dahi bunun bir gün tecelli edecek olan mutasavver bir kader için
sarfedilmiş bir emek olduğunu kabul etmek lazımdır. yalnız bu kadere giden
yollardaki çiçekleri çiğniyerek atlamak, yahut yanından dolaşıp biraz zahmet
ihtiyar etmek sizin elinizdedir. >>

İlahi irade öyle bir kudret kaynağıdır ki oradan geçmek zaruretinde bulunan
her yolcu bu sonsuz kaynaktan hız almak nimetine kavuşur. Bu da bir kaderdir.
Yalnız, bu kaynaktan doya doya faydalanmak için yolcunun o nisbette istekli, iradeli
azimli, sebatlı ve iyi niyetli olması şarttır.
Kaderle icap ilahi irade kanunları karşısında birbirile o kadar iyi
kucaklaşmışlardır, hatta birbirine o kadar girift olmuşlardır ki bunları birbirinden
ayırmağa çalışmak asla doğru bir hareket olmıyacağı gibi, esasen buna da imkan
bulunamaz. Bunu şu cümle ile ifade edebiliriz: Bir adımı atmak icap ise onu müteakip
adım mukadder olur. Demek ki her adım bir bakıma göre icap, diğer bir bakıma göre
mukadderdir. Ve varlıklar bu nizam dahilinde yükselmektedirler.
Şu halde herşey, kainatın her hadisesi, varlıkların her hareketi muhakkak ve
muhakkak ilahi irade kanunlarının netayicine ve icaplarına bağlıdır. Fakat ilahi irade
kanunları ve icapları, ihtiyaçlara göre değişmek zaruretinden kendisini kurtaramıyan
insan anlayişine göre muteber bir << kanun >> mefhumundan başka bir şeydir. İlahi
irade kanunları bilhassa sonsuzluğu dahi kucaklıyan ve yaşatan şümulü ile,
değişmezliği dahi kucaklıyan ve yaşatan değişmezliği ile ve nihayet umumi ve kevni
nizam ve ahengi temin etmek üzere insan müdrikesinin kavrıyamıyacağı bir sonsuzluk
içinde uzanıp giden bir tek zincirin birbirine kuvvetle bağlı halkalarını teşkil eder.
Mukadderatı bu manada anlamak biraz güç olmakla beraber bunun üzerinde zihin
yormak insanların kendilerini biraz daha iyi tanıyabilmelerine yardım edeceği için
faydalıdır. Bundan başka insanların fiil ve hareketlerinin gayelerini görebilmelerine,
manalarını anlıyabilmelerine de yarar. Mesuliyet ve vazife duygularını daha iyi takdir
etmelerine ve binnetice saadet ve felaketlerini hazırlayici sebepleri gözden
kaçırmamağa çalışmalarına yardım eder. Bütün bunlar insanların, kud-
İlahi irade kanunları ve Mukadderat 123

retlerini daha açık bir idrak içinde kullanabilmelerini sağlar. Velhasıl insana, Allahın
emirlerine ve rızasına, vicdanının gösterdiği yollarda uyabilmek için mümkün olduğu
kadar ileride bir liyakat ve ehliyet göstermek kudretine erişmenin imkan yollarını
gösterir. Ve bütün bunlardan mütevellit manevi huzur ve saadetlere insanı kavuşturur.
Ve nihayet Allahın, hiçbir şekilde erişilmesi bahis mevzuu olmıyan kudretlerinin hiç
olmazsa en küçük tezahürlerinin bir tek zerresini anlamağa çalışarak Allahın
büyüklüğü hakkında kendi kısa görüşü ile mütenasip sağlam bir duygu, düşünce ve
iman sahibi olmasını temin eder. İşte insanlar, ancak bunları yapabildikleri nisbette
ebedi yükselişlerinin zevk ve lezzetlerine erişmiş olmanın saadetini duyarlar. Aksi
takdirde kendisini; beşeri manada dar bir zaman ve mekan mefhumu içine hapseden,
iradesini gene kendi iradesile yok etmeğe çalışan, kudretlerini inkar eden ve bütün
manasile bilmeden kendisini bir taş parçası atıllığı içinde gören bir insan – hatta
kendisinin Allahlık payesine çıkmış olduğunu dahi ilan etse – gene ruhunun,
vicdanının talep ettiği şeylere kavuşmuş olamamasının hüsranını bir gün çekeceği
günün geldiğini elbette idrak edecektir.
Bu mülahazalarımız yanlız şahsi bir düşüncenin mahsulü değildir. Dünyamız
avrasının çok üstünde çok yükseklere çıkmış büyük ruh dostlarımızın yalnız
tebliğatından almış olduğumuz ilhamların mahsulü de değildir. Ayni zamanda bunlar,
dünyamızın öbür aleme yeni göçmüş, nisbeten dünya realitelerine bağlı varlıkların
oradaki teşevvüş hali dediğimiz hazin durumlarına sebep olan ruh hallarinin
mütalaasından çıkardığımız neticelerin de mahsulüdür. Filhakika spatyomu yani ruh
aleminin bilhassa aşağı ve kesif mıntakalarından ayrılamamış ve yükselememiş,
maddeye bağlı basit ruhların bu maddi durumları, onların spatyomda kendilerini
mahdut ve dar bir mahbes hayatına girmiş olmalarını neticelendirmektedir. Zira
dünyadaki bazı itiyatlarına bağlı olarak, nefsaniyetlerile vicdanlarını boğmuş halde
öbür tarafa geçmiş bulunan varlıklar dünyada iken de zannettikleri gibi ruh
kudretlerini yok farzetmek suretile iç nurlarını karartmış bulunduklarından orada tam
bir boşluk, karanlık ve binnetice sıkıntı içinde kalırlar. Ve ruh kudretlerini bu suretle
kullanmak iktidarından mahrumiyetleri, kendilerinin orada hiçbir şey yapamamalarını,
hiçbir harekette bulunamamalarını intaç eder ve bu suretle onların orada bir müddet
karanlık bir kuyu içinde hareketsiz bir halde sı-
124 Mukadderat ve İcabat

kıntılı bir hayat içinde bunalıp kalmaları mukadder bir akibet olur. Biz senelerce süren
tecrübelerimiz sırasında böyle bedbaht varlıklara maalesef çok rastgeldik. Bütün bu
varlıklar bir taraftan bize de bir miktar iztirap hissesi ayırırken diğer taraftan
mukadderat hakkındaki görüşlerimizin temellerinden bazılarının kurulmasına da bu
acıklı durumlarile sebep oldular.
Burada, son zamanlarda kıymetli ruh rehberlerimiz tarafından 5-6 ay zarfında,
bize verilen çok öğretici mahiyetteki bir müşahedeyi okuyucularıma arzetmeden
geçemiyeceğim. Bu müşahedenin tetkiki ile yukarıki sözlerimizin hakikati daha canlı
bir duygu içinde anlaşılacaktır. Arzedeceğim müşahedenin mevzuu, dünyada iken
alim, mürşit, hoca adam kıyafeti ile tanınmış, hatta birçok talebe de yetiştirmiş ve
ihtiram görmüş bir insanın ruh alemindeki teşevvüş haline ve hayatına aittir. Bu varlık
dünyamızdan ayrıldığının 27 nci dakikasında Metapsişik Cemiyetinin rehberi bulunan
kıymetli ruh dostlarımızdan Şihabın delaleti ile celsemize sevkedilmiştir. Bundan
sonra aradan geçen kısa fasılalarla iki defa daha ayni hal bu varlıklarla tekerrür
etmiştir. Bu müşahedelerin muhtelif bakımdan okuyucularıma sağlıyacağı bilgiler
arasında bilhassa üzerinde durmakta olduğumuz bahsi aydınlatıcı kısımları çok
dikkate şayandır. Burada görülecektir ki bu varlık dünyada sadece herşeyin Allahtan
geldiğine inanmış, dinin sadece şekle ait ibadet kısmını yapmakla işinin bittiğini
sanmış ve buna mukabil de nefsaniyetinin ilcaları saiki ile maddi ihtiraslarının zebunu
olmak, insanlara karşı diğerkamca muamelelerde bulunmamak, zevk ve hevesatına
kapılmak gibi kötü hareketlerin hiç de mesuliyetli bir iş olabileceğini aklına
getirmemiş ve böylece öbür aleme göçüp – belki de Allahtan büyük mükafatlar
bekliyerek – gitmiştir. Fakat orada hakikatin çok acı çahresile karşılaşınca,
kanaatlerinin tamamile tersine çıkan bu acılıklar onu büsbütün şaşırtmış, bütün bu
musibetleri kendisine haksız yere Allahın vermiş olduğuna hükmetmek gibi, o eski
cebriyeci kanaatlerinin tabii bir neticesi olarak – çok kötü ve acıklı bir duruma
düşerek Allaha karşı isyan etmeğe başlamış ve dünyada yeniden ızdıraplı bir hayata
kavuşmak mukadderini – sebebini bilmeden ve anlamadan – kabul etmek zorunda
kaldığını itiraf etmiş, fakat ne yazık ki büyük ve kendisi için çok hayırlı sebeplere
dayanan ve geçmiş hayatının yanlış hareketlerinin tashihine matuf zaruri bir netice
olan bu tekrar bedenlenme halini de – kendine göre – adaletsizce ve Allah tarafından
işlenmiş bir hata gibi kabul etmek ve bu yüzden de Allaha gene isyan etmek gafletine
düşmüştür. Biz kıymetli okuyucularımızın bu hususta daha canlı ve esaslı tetkikte
bulunmalarına bir hizmet etmiş olabilmek gayesile ruh aleminden aldığımız bu üç
müşahedeyi tarihleri sırasile ve bilhassa, her müşahedenin sonunda Şihap dostumuzun
vermiş olduğu lüzumlu ve faydalı izahatile birlikte
İlahi irade kanunları ve Mukadderat 125

takdim ediyoruz. Bu müşahedelerden alınabilecek büyük ibretler ve dersler vardır.

BİRİNCİ MÜŞAHEDE:

( Bu müşahede bu varlığın dünyadan ayrılışının 27 nci dakikasında alınmıştır.


Bu zaman kısalığı yüzünden, bu varlığın ruh alemindeki büyük ıztıraplarına sebep
olan teşevvüş hali henüz başlamamıştır. Burada sadece geçmiş hayat hadiselerine ait
mühim intibaların imajları şuursuzca bu varlık tarafından idrak olunmaktadır. )

MEDYOM: R. Bayer. 27-Mart- 1952


HAZİRUN: Dr. Ertuğrul Saltuk, E. Kahya, Sadun, Haluk, Saat 19, 5
İhsan, M. Caymaz, R. Güler, Ş. Ruhselman, F.
Perşembe, H. İ. Çakmak, M. Bahar, Adnan, A.
Yılmaztürk, H. Hoşver, R. Keskiner, Dr. M.
Bilge, S. Gürkan, Hüsrev Nuri, Dr. B. Ruhselman.

( MEDYOMUN MÜŞAHEDESİ ) :
Bir keçe küllah üstüne beyaz sarık sarmış bir adam görüyorum. Bir elini,
sanki etrafındakilere güneşi gösterir gibi kaldırmış şu şekilde duruyor. ( Medyom
sağ elile yukarda bir şeyi gösterir gibi uzatarak işaret ediyor. ) Etrafındakileri
göremiyorum, diğer elinde garip kısa bir sopaya takılmış bir süpürge var.
Elindeki sopadaki süpürge bu haline hiç de uymuyor…Tezat teşkil
ediyor…Güneş mevzuu bahsolduğu muhakkak gibi bence… Ayni zamanda
karanlık bir saha üstünde nokta nokta parıltılar, ışıklar… Buna gece mi
desek?... Bunu görmekle beraber ayni zamanda elini havaya kaldırmış adamın
vaziyeti de gözümün önünde… Karanlık gece, pırıltılar, güneşi gösteren elinde
süpürge bir adam…

***
Karanlık gecede birçok beyaz martı, beyaz pırıltıların ve karanlık
sahanın önünden uçuyor, geçiyor…Şimdi ayni zamanda hepimizce malum
Galata köprüsü... Fakat üstündeki kalabalığı teşkileden halkın başında kırmızı
fesler var. Eski zamanın manzarası... Köprü başlarında para toplıyan memurlar.
Tramvaylar aynen gözümün önünden geçerek işliyor... Bu üç manzara içinde
mütemadiyen bocalıyorum: Gökyüzünü, güneşi gösteren sarıklı, ciddi çehreli,
elinde süpürge tutan ihtiyar; gece olmasını tahmin ettiğim karanlık saha,
parıltılar, önümden geçen martılar, köprü, o eski zamanda köprünün hali...

***
126 Mukadderat ve İcabat

Beyaz başörtülü, orta yaşlı bir kadın… Ayrı bir sahne olarak gözümün
önünde… Hiç de çirkin olmasa gerek… Korkunç, korkunç hali var… İki gözü
oyulmuş… Huni gibi oyulmuş iki gözle bakıyor… Bakıyor da bütün ızdırabını
anlatmak için ellerini uzatıp da yalvarıyor gibi… Seçebilerek gördüğüm baş bu
kadar… Başörtüsü ipekli… Cinsi işlemesi bilmemki… Kadınların ufak iğnelerle
işlediği iş dantelalı bilmemki… Kadının kılığı da bu zamana ait değil.
Başörtüsüde zaten bunu gösteriyor… Kadında oyuk iki göz bütün dikkati
çekiyor… Oyuk iki göz… Gözsüz bakış!

***

Havada bir kılıç… Kıvrık, ( Medyom elile işaret ederek tarif ediyor ) Kıvrık
mukavves bir kılıç… Kılıç kınında. Bir el tarafından kınından çıkarıldı… Ve
sanki bana kılıcın kınındaki kanlı hali gösterilmek isteniyor. O da kayboldu.

***

Girift, karışık saçlar…Daha doğrusu arapların saçı… Çehreyi


göremiyorum. Yalnız bu saç gözüküyor. Bu saç üstünde işlemeli, yani taşlı
diyelim, bir tarak sokulu… Bunlardan hiç bir mana çıkaramadım. Hiç bir fikir
gelmiyor.

***

Toprakta, nasıl tarif edeyim? Toprakta yanyana açılmış delikler…


Zemine doğru değil de sanki bir duvar, topraktan… Bu duvarda ufki, toprağın
içine doğru tunel gibi açılmış yanyana küçüklü, büyüklü delikler var. bunlar
muhakkak ki uzanıp derinliğe giriyor kanaati var bende… Bu delikler de
bilmem ki… ( Medyomda derin şehikler ve ıztıraplı hal…Ses kesildi. )
( Yukarıki müşahedeyi müteakip Cemiyetimizin rehberi Şihabın tebliğ
halindeki notu: )
Merhaba ey hazirun, benim aziz kardeşlerim. Hepinizi muhabbetle
selamlarım. Bu akşam size diğer bir sahne gösterildi. Bu, muhakkak ki, emin
olunuz ki bir varlığın evvelki nümunelerde olduğu gibi imajinasyonlarından
ibarettir. Bu varlık aranızdan, dünyanızdan ve hatta muhitinizden pek yeni, çok
yeni sizin zamanınızla bundan tam 27 dakika evvel ( Saat 19,10 dan 27 dakika evvel
B. R ) ölüm denilen hadise ile ayrılmış bir varlığın imajinasyonlarını teşkil eder.
Imajinasyon demek de yerinde olmuyor. Bu varlık henüz teşevvüş haline
başlamamış bir vaziyette bulunuyor. Medyomunuzun gördüğü bu imajlar,
tamamile bu varlığın
İlahi irade kanunları ve Mukadderat 127

imajlarıdır. Size naklen verildi. Bu gün için belki bu imajlardan bir mana ve bir
netice çıkarmanız pek mümkün olmıyacaktır. Fakat bu varlığın teşevvüş halini
de bir az sonra bütün fikirlerile ıztırap ve imajlarile nakledeceğimizi vadederim.
O zaman bu mukayese size ilmi bir netice verecektir, zannederim.

İKİNCİ MÜŞAHEDE:

( Bu müşahede evvelkinden tam üç ay sonra alınmıştır ve ayni varlığın ruh


aleminde ilkini müteakip hayatını göstermektedir. )

MEDYOM: R. Bayer. . 3 -Temmuz - 952


HAZİRUN: M. Bayurgil, Dr. M Bilge, Dr. E Saltuk, Hüs- Saat 20, 8
rev Nuri, E. Kahya, Gürsoy, İdris Kapsiz,
Lütfi Çelebi, S. Gürkan, Orhan Köseraif, N.
Selen, a. Uluarda, K. Saltuk. Dr. B. Ruhselman.

( Ayni varlığın, ölümünden üç ay sonraki haline ait intibaları )


Bıktım yarabbi, bıktım. Bu karanlık dehliz ve ucundaki muzlim
mahzen… Mahzen değil daha doğrusu bir mezar. İşte benim hayatım asırlardan
beri bu!... ( 1 ) Allahım beni ne zaman buradan kurtaracaksın?... Ne tarafa
baksam bir toprak duvar, önümde tecessüm ediyor… Benim bildiğim,
mahzenlerin, odaların dört duvarı olurudu. Burası hep duvar… Bir duvarı
yandan görmeğe imkan yok… Ne tarafa dönsem o menhus duvar tam cephesile
önüme dikiliyor. Öyle bir duvar ki nasıl tarif edeyim. Asırların işkencesi, bütün
elemlerim ve ıztıraplarım bu duvarda yazılı olsa gerek… Toprak… Kapkara bir
toprak… Bir karanlık mahzenin karanlık toprağı… Yerin dibi bu kadar derin
olamaz ki…Bu, dünyanın dibi değil…Dünya bu kadar derinliğe sahip değil ki…
Dünya bu kadar derin olmaz. Bir tarafından buraya sokulsam öbür tarafından
çıkmam lazım gelirdi. Karanlık toprak üstünde salyalarını akıtmış böceklerin
fosforlu izleri… Hareketli fosforlu böcekler oradan buradan pırıldayıp bana
bakıyorlar. Hoş asırlardanberi bana dokunmadılar amma, bu ne işkence
yarabbi…Ahhhh, oooofff…
Bu duvarı başka biri görse, rahat koltuğunda otururken bu duvar ona
gösterilse belki de hiç çirkin bir manzara demez. Hatta beğenir bile. Ama bana
sorun onu!... Karanlık bir satıh üstünde pırıl pırıl ışıldıyan noktalar, rahat
evinde oturmuş bir insanın

( 1 ) Ruh alemindeki zaman mefhumu dünyamızdakine benzemez dünyada geçen bir dakikalık
zaman, icabı hale göre orada bin senelik bir zaman geçişi intibaına tekabül edebilir. Dünyadaki
rüyalarımız bu hakikatin çok iptidai bir misalini verebilir.
128 Mukadderat ve İcabat

balkondan yıldızları seyretmesine benzetilir. Ama onu bana sorun!...


ALLAHIM beni buradan ne zaman kurtaracaksın? Şu delikler olmasa!...
Boy boy delikler duvarın dibinde işte… Sanırım ki oradan, işkenceli hayatımı
idame ettiren bütün unsurlar bana geliyor. Belki hava, belki gıda, belki kan
geliyor…
Burada asırlardanberi duruyorum da sıhhatimi hiç kaybetmedim.
Mahzenden dehlize, dehlizden mahzene… Of yarabbi… bir insanın çıldırması
için bunlar kafi değil mi? Ben niye çıldırıp kendimi kaybetmedim?.. Ben
bunların hepsine şükredeceğim. Offf Nuriye gene karşıma çıkma!... Oyuk
gözlerinle bana öyle bakma. Bu oyuk gözlü kadın kellesinden beni kurtar
yarabbi… Nuriye çekil!... Offf hiç bir çift canlı göz bana bu oyuk gözlü çehrenin
gözleri kadar bana acı ve mühtehzi bakamaz. Allahım, Allahım…( Ses kesildi.)
( Şihap dostumuzun hemen yukarki celsenin arkasından bildirdiği tebliğ
halindeki mütalaası: )
Size, birmüddettenberi başladığımız, tahminimize göre sizlerin
istifadenizi sağlıyan tecrübelerimize bu gün de bir nümune vermek suretile
devam ettik. Bu zavallı varlık bundan bir iki ay mukaddem, size gene burada
tanıtılmıştı. O varlık o zaman henüz teşevvüş haline bile girememişti. O gün bu
noktayi bildirmiştik. Bu gün şu anda teşevvüşün ta derinliklerinde
kıvranmaktadır. Kendisine dua etmek sizler için bir vazife olmalıdır. Bu zavallı
varlık dünyanızda hiç de basit diye tanınmıyan, hatta alim, fazıl denebilen ve
arkasından bir çok talebeleri koşan bir varlığın ta kendisidir. Yolundan kendisi
istifade edememiş bulunmakla beraber, bir çok insanları hakikaten tekamül
yolunda teşvik edici rolleri olmuş ve bu varlık sayesinde bir çok insanlar
muvaffakiyetten muvaffakiyete atılmıştır. Fakat kendisi de yazık ki yola
koyduğu insanlara uyup muvaffakiyet gösterememiş, netice elde edememiştir.
Bir çok derununu kemiren noksanları, hataları işte görüyorsunuz ki bu günkü
neticeyi tecelli ettirmiştir.
Biz de, biliyorsunuz ki, her gelişimizde bu noktayi tebarüz ettirdik. Her
şeyden evvel iç varlığını dinlemek, islahi nefis lazımdır, dedik. İslahi nefis
etmedikten sonra sizlerden bir çok insanlar istifade etse bile, edecek olsalar bile
siz gördüğünüz varlığın vaziyetinde iseniz alacağınız netice bundan ibarettir. Bu
varlık da bir çok insanları irşat etti amma bunu bu gaye ile yapmadı. Eğer gayesi
sırf onların menfaati için olsaydı bu günkü vaziyete hiç bir surette düşmezdi. O,
bu yolda ancak bir şöhret ve menfaat kazan-
İlahi irade kanunları ve Mukadderat 129

mak için yürümüştür. Bundan başkaları istifade etmiştir. Fakat kendisi asla…
Bu nümune üzerinde durulursa islahi nefis için size çok mühim başarılar
temin eder. Hissediyorum, çok şükür hiç biriniz bu durumda değilsiniz. Fakat en
basit kusurlarınızı bile bu nümuneden ibret alıp düzeltmeniz mümkündür. Pek
basittir, pek kolaydır.

***
ÜÇÜNCÜ MÜŞAHEDE:
( Bu müşahede, ayni varlığın ruh alemindeki ızdıraplarını bitirdikten sonra,
kendi arzu ve hevesatına göre geçirmiş olduğu evvelki dünya hayatının, ilahi irade
kanunlarına göre, kendi tekamülünün zaruri bir neticesi olarak tekrar dünyamızda
bedenlenmek zaruretinin yüksek varlıklar tarafından kendisine hissettirilmeğe
başladığını göstermektedir. Burada bilhassa bu varlığın hatalı görüşleri ve kanaatleri
yüzünden ne kadar isyankar bir hal aldığı çok açık olarak görülüyor. )

MEDYOM: R. Bayer. . 20 -11 - 952


HAZİRUN: Kemal Karamete, Nezihe Yalınca, Niyazi Piş- Saat : 19, 5
kindemir, Ayhan Uluarda, H Nurlu, M.Bil-
ge, N.Selen, M.Bayurgil, B. Ruhselman, E.
Saltuk.
Ey beni bana danışmadan yaratan Allahım, Sen bu fiilin faili kaldıkça ne
kadar kudretli olursan ol, ben de o aciz ve hiçlik içinde ne kadar uyuşup kalırsan
kalayim gene Senin tarafından tayin ve tesbit edilecek olan yevmi mahşerde
daima borçlu kalacaksın bana karşı… Fakat benim o gün beraat edebilmem için
hiç olmazsa senin – bana burada durmadan bahsettikleri, telkin ettikleri – ilahi
adalete bir az olsun sahip olman lazım gelmez mi? Ama hem davacı, hem hakim
Sen oldukça bu neticenin vukuuna imkan kalır mı? Ben, münhasıran Senin beni
yaratman, böyle yaratman dolayisile işlediğim efalimin ( 1 ) , gene münhasıran
Senin tarafından vazolunan kanunlar gereğince suç sayılan, günah sayılan
efalimin içinden nasıl olur da salimen kurtulabilirim? Senin adaletinin tecellisine
ne kadar çalıştım, dua ettim, yalvardım. Ümide de kapıldım bu neticeyi
almağa… Fakat buraya gelince heyhat!... Bütün ümitlerim bir sukutu hayale
inkilap etti. Edindiğim hiffet, idrakimden vuzuh bana, mazinin derinliklerine
inme imkanını verdi, bahşeyledi ve orada gördüm ki sefalet, ıztırap, kan… Diğer
bir taraftan da gördüm ki neşe,refah, saadet… Fakat gene müşahede ettim ki
saadetim hep senin suç saydığın, günah saydığın efalim-

F:9
130 Mukadderat ve İcabat

den doğmuş, meydana çıkmış. Bu hale göre ben hep senin menettiğin
hareketlerden ictinap etmiş yalnız bir netice elde edecektim, o da sefalet, ıztırap
ve işkence. Bu vaziyet karşısında Senin adaletine itimatla bakmıyorsam kabahat
benim mi, Senin mi?
Burası görüyorum ve anlıyorum ki ve bana daima bunu telkin ediyorlar
ki benim yerim değil. Ben buarada yapamıyacağım. Evet, dünyada barınamadım
burada da barınamıyorum. Benim kabahatim mi? Filhakika burada bana yakın
alaka gösterenler, beni sevdiklerini sandıklarım bir çok varlıklar var. Bana
yardım edeceklerini vadediyorlar. Fakat bütün kudret Sende olduktan sonra ne
yapabilirler? Ve gene bütün kudret Sende olduktan sonra bu çizilen yoldan
benim inhiraf etmeme imkan kalır mı? ( 1 )
Dünyaya dönmem lazım, diyorlar. Kabul etsem de döneceğim, etmesem
de. Dönünce gene çocukluk, ana, baba, mektepte okumak veya okumamak,
sonra derdi maişet ve günün birinde kadınsam karşıma bir erkek, erkeksem bir
kadın çıkacak ve bana gene bela kesilecek. Buraya gelmemde bir fayda oldumu
ki dönmemde bir fayda olsun! Dünyaya geldim, buraya döndüm, gene dünyaya
döneceğim. Dedim ya bütün kudret Sende, ne desem boş. Dönmek lazım. Zaten
dönüyoruz da. Bu dönüşün kasveti, elemi şimdiden üstümde. Zaten dönünce
orada ondan başka birşey bulmıyacağım: Elem, kasvet.. keder. Fakat şuna emin
ol ki Sen bana daima borçlu kalacaksın.( Bu sırada B. Ruhselman bu varlığın
karanlık bir cehil içinde hakikatleri görememesi yüzünden ıztırabını bizzat kendi elile
hazırladığına şahit olarak, ona bu hakikatlerden bazılarını ifşa etmek için hitap etmek
istedi ve israrla onunla konuşmasının mümkün olup olamıyacağını sordu. Medyom
gözlerini açarak trans halinde B.R a şiddet ve ciddiyetle << hayır, hayır! >> dedi ve
müşahedeye yavaş yavaş ve gittikçe sönen bir sesle devam etti :) yolcu yolunda gerek.

***
( Yukarki varlık hakkında Cemiyetimizin manevi rehberi Şihap dostumuzun
izahı: )

Merhaba ey hazirun, benim aziz kardeşlerim, hepinizi muhabbetle


kucaklarım, selamlarım. Bu akşam size, sizlere sunulan tecrübe ve bunun faili
varlık huzurunuzda birinci defa değil, üçüncü defa çıkarılıyor. Kendisi
dünyanızdan pek kısa bir müddet evvel ayrılmış ve çok daha kısa bir müddet
sonra gene oraya dönecektir. Bu misal geçen celsemizin başında size verilmek
istenen mi-

( 1 ) Burada, cebriyeci bir << mukadderat >> anlayişinin acı tezahürü ne kadar açık olarak,
biçare varlığın bu sözlerinde görülüyor!
İlahi irade kanunları ve Mukadderat 131

salin kendisini teşkil eder. O gün buna muvaffak olunamamıştı. Ayni zamanda
bu mevzu, ayni celsemizde, dua ve ibadet bahsinde ileri sürülen fikirlere de bir
misal teşkil eder. Diğer taraftan bu misal başka bir çok noktalardan üzerinde
durmanızı icap ettirecektir. Bu noktalara siz temas ettikçe döneceğiz,
konuşacağız. Bir nokta daha üzerine, celsemizin sonunda konuşmamıza son
vermeden evvel tekrar avdet edeceğiz.
Şu noktayi hatırlatmak isterim ki ( burada B. R. nin arada vaki olan
müdahelesine işaret ediliyor. B. R. ) Bu misaller verilirken siz bu varlıklarla temas
etmek imkanını haiz değilsiniz. Esasen bu ihtiyaç olsaydi başka şekilde
arzolunurdu. Bunlar birer örnek şeklinde verilmektedir. Siz onları yalnız
müşahede ve not etmekle iktifa edeceksiniz sizin fikirleriniz hiç bir zaman onlara
ulaşmıyacaktır.
***

Hülasa mukadder hakkındaki mülahazalarımız, bir kaç basit tezahür karşısında


ayak üstü yapılmış bir düşüncenin mahsulü değildir. Burada geçmiş dünyalardan ve
alemlerden bu dünyalara ve alemlere, bu dünyalardan ve alemlerden de gelecek
dünyalara ve alemlere doğru kurulmuş ve başlangıcı, nihayeti bir meçhulden çıkıp
diğer meçhule dalmış ebedi hayat köprüsünün naçiz bir yolcusu olarak biz de
hissemize düşen vazifeleri küçük adımlarımızla takip etmeğe ve kainatın muazzam
ahengine uymağa koyulmuşuk ve bu kayuluşun derin hazları içinde bu satırları
yazıyoruz. Bu kısır ifadelerimizden anlaşılması kolay olan şey şudur ki biz de tekamül
yolunda her an adımlarını sıklaştırmağa çalışan, hedeflerini her adımda daha açık
olarak görmekte devam eden, hem dünyadaki, hem de ruh alemindeki diğer yolcu
dostlarla birlikte elele vermiş yürüyen yolcu kişilerdeniz. Bütün mesaimiz her iki
cihanda, görünen ve görünmiyen sevgili, kıymetli ve yardımcı dostlarımızla
müştereken yapılmaktadır. Dostlarımızın her türlü yardımı ile kaynaşmış halde
yüksek, nurlu, apaçık, fakat sonsuzluk ifadesini taşıyan ilahi ülkelere doğru akıp
gitmekteyiz. Biz asla yalnız değiliz. Binaenaleyh hemcinslerimize karşı herhangi bir
enaiyet ve nefsaniyet kaygısının, en küçük bir tefahür hastalığına kapılmak
bedbahtlığına düşmekten Allaha şükür ederiz ki müberrayız. Vicdan hürriyetimize,
mukadderat karşısında mukaddes tanıdığımız insani ve diğerkamca vazifelerimizin
ifasına yararlı istek, irade, tahayyül, cehit ve gayret serbestliğimize ve bu serbestliği
bütün varlıklarına olduğu gibi bizlerede bahşetmiş bulunan Ulu Tanrıya ve Onun
sonsuz lütufkarlığına iman ederiz. Fakat bizim varlığımız, bütün kainatları dolduran
ilahi nizam, ahenk, kanun ve icaplar tufanının muazzam seller halindeki akışının baş
döndürücü sürati içinde o muazzam cereyana layık bir duruma girmek için çırpınan
bir zerrecikten ibarettir. Bu bü-
132 Mukadderat ve İcabat

yük ve ebedi cereyana bütün varlığı ile ve uygunluğu ile yönelmek saadetini özliyerek
böylece koşan ve bu muazzam cereyan içinde küçük bir zerrecik olduğunu duymak
bahtiyarlığına ermiş bulunan kıymetli insanların, bu cereyanın sonsuz şahikalarındaki
sonsuz haz ve saadet kaynaklarından kam almalarına yardım etmelerini büyük ruh
dostlarımızdan diler ve Allaha yalvarırım.

MUKADDERAT VE TALİH
Bir insan, talihim yardım etmedi, derken acaba kimin kendisine yardım
etmesini beklemekte veya beklediği şeyi kendisine vermediği için kimi şikayet
etmektedir? Talih nedir? Mukadderat meselesini iyice anlamış olanlar için talih
hakkında uzun uzadıya izahlara lüzum ve ihtiyaç yoktur.
Çok basit bir misal vereceğim: Etrafı açık bir kulenin tepesinde gözlerini
sımsıkı yumarak alabildiğine koşan bir adam aşağı yuvarlandığı zaman
talihsizliğinden bahsederse onun akıllı bir insan olmadığına hükmedebilirsiniz.
Talih insanın kendi basiretli hareketlerinin, talihsizlik ise akılsızca yaptığı
işlerin neticesidir. Bir tebliğinde talih mevzuuna temas eden kadri şunları söylüyor.

KADRİ: Mayıs 24, 1948 Medyom: Ö…

<< Muvaffakiyet yalnız çalışma ile olmaz. Çalışma bir sebeptir. Bir çok
hareketlerin biraraya gelmesi, ve mukadderin çizdiği planın çerçevesine girmiş
bulunması iledir ki onların neticesi olarak insan muvaffakiyete kavuşur. Biri
eksik olursa ya çalışmandaki noksan, ya hüsnü niyetinin tam olmaması, yahut
kaderinin bu işe müsait bulunmamasının neticesidir. Bunların üçü de bir araya
gelirse gene senin muvaffak olman için lüzumlu bazı hususlara ihtiyaç vardır.
İşte bunlar da kendiliğinden muhtelif sebepler tahtı tesirinde olarak meydana
çıkar ki bunada bazıları talih, bazıları tesadüf der. Ne talih, ne tesadüftür.
Bunlar senin o yolda yürümeni hazırlayici sebebi meydana getirmek için senin
yapmış olduğun mesainin garnitürleridir. >>

Yukarki satırlar, talih hakkında güzel sözleri ihtiva etmektedir. Talihine küsen bir
adam kendi kendisine şu suali sorsa nasıl olur: Ben şu hareketleri yaptığım için böyle
bir kötü netice aldım. Ama onun aksine hareketler yapsa idim neler olacaktı? Fakat
insanın kendi kendisine böyle bir suali sorabilmesi için yaptığı işin mahiyeti ile onun
neticeleri arasın-
Mukadderat ve Talih 133

da münasebetleri az çok görebilecek bir durumda olması lazımdır. M. Mollanın, bir


tebliğinde haklı olarak şunları söylediğini görüyoruz: << Siz kendi talihinizi daima
mesul tutarken ihtiyatlarınızın, ruhani kaabiliyetlerinizi ne dereceye kadar
bel’eylediğini hesaba katmıyorsunuz, ve demiyorsunuz ki biz işte şu yolda gittiğimiz
için şu netice ile karşılaşmaktayız. Eğer aksine gitmiş olsaydık ne olacaktı? >>
İnsanlar talihlerini kendi arzularile meydana getirirler. İstek büyük ve yapıcı
bir kuvvettir. Yolile, devam, sebat üzere istenen şey tahakkuk eder. Yalnız bir şeyin
tahakkukunu isterken daha evvelden onun tersine olarak istenmiş şeylerin
gerçekleşmesi icap edeceğini de unutmamak lazımgelir. İşte ikinci isteğin
tahakkukuna birincinin mani olması bu yüzdendir. Bundan mütevellit bir
muvaffakiyetsizlik karşısında kalıncada talihsizlikten şikayete kalkışmak doğru bir iş
olmaz. Mesela bu sene yağmur yağmamasını istemiştim. Bu isteği o kadar candan ve
yolu ile istemiştim ki eğer bu isteğim tabiat kanunları muvacehesinde daha liyakatli
aksi isteklerle çarpışmıyor idiyse muhakkak gerçekleşecekti. Fakat bahar gelince bunu
unuttum. Ve bir an geldiki tarlalarımı sulamak için yağmura ihtiyacım oldu. Ve bu
defa da yağmuru istedim. Eğer bu yağmur isteyişim evvelce yağmur aleyhindeki
isteğimden daha yolsuz ve zayıf ise veyahut evvelki isteyişimin tahakkuk şartları
meydana çıkmış bulunuyorsa şimdiki arzumun yerine gelmiyeceği tabii bir hal olur.
Ve bu yağmur isteğime rağmen yağmurun yağmaması benim için hiç bir zaman bir
talihsizlik eseri sayılmaz.
Arzu ve isteğin talih mevzuundaki rolü hakkında Şemi isminde bir ruh
dostumuz bize şunları söylüyor:

ŞEMİ: Medyom: M. Aray


<< İyi dediğiniz sizin arzularınız, kötü dediğinizde sizin arzularınız
çerçevesinde kalıplanmış, şekillenmiştir. Onlara, talihin bir sevki diye de
bakabilirsiniz. Fakat bu talih de ancak sizin arzunuzun kisvesini ifade eden
başka bir tecellidir. >>
Yeryüzünden, insanlar bütün varlıkların en ileride olanıdır. Ve talihtende sık
sık o bahsettiğine göre, talihini bizzat kendisinin meydana getirdiğini bilmemesine
hayret edilebilir. Fakat talihinden şikayet eden bir adam, bizzat kendi efal ve
harekatının neticelerini ve hatta hakiki isteklerinin neler olduğunu düşünemiyor
demektir. Bu takdirde onun, kendisine iyi talihler hazırlıyamamasını da tabii görmek
lazımgelir.

MUSTAFA MOLLA: Şubat 9, 1951 Medyom: M.Aray


<< İnsan demek, kudretleri, arz planındaki diğer canlılara nazaran en
üstün olan mahluk demektir. Şu halde onlara tefavvukunuz maddi kütlenizin
azametile değil, bilakis manevi kudretinizin vüsa-
134 Mukadderat ve İcabat

tile ölçülürse ve hakikat de böyle olduğuna göre ruhi vüsatinizin ebedi seyir ve
izan yolundaki karakteri tezahür eder, zannındayım. O halde talihiniz sizi gene
sizin iradi kudretinizle olan nisbetiniz ayarında karşılar. Bundan mütevellit
neticeler, Halikin size müteveccih arzularının en iyi şekli tahakkukuna doğru
yaklaşmanızı temine matuftur. >>

İnsanlar maddi ve günlük hayatlarının içine o kadar fazla gömülmüşlerdir ki


onların bu maddi meşguliyetleri, mucizeler göstermeye muktedir olan kendi ruh
kudretlerini kullanabilmelerine imkan vermek şöyle dursun,
hatta onların mevcudiyetlerini düşünüp takdir etmek fırsatından bile insanları mahrum
eylemektedir. Ve böyle acayip hallerile bu günün adem oğulları ve kızları şöyle şaşkın
seyyahlara dönmüşlerdir ki onlar bir yolun yolcusu olduklarını tamamile unutmuşlar,
fakat gene kendi beceriksizlikleri yüzünden içine dalmış oldukları karanlık bir geçidin
ortasında da umdukları gibi barınacak yerleri bulamayınca ne yapacaklarını şaşırıp
kalmışlardır. Böyle olunca onlar elbette talihsizliklerden, şanssızlıklardan sık sık
bahsetmek fırsatını karşılarında bulacaklardır. Fakat bunlar böyle adaletsizlikten,
alınlarının kara yazılarından, kötü kaderlerden yana yakıla bahsedip dururlarken kendi
nefsaniyetlerine bir az çeki düzen vermeği akıllarına getirebilseler ne iyi olur? Zira
onlar, yollarının istikametlerini, yolculuklarının mahiyet ve icaplarını öğrenip
hareketlerini ona göre ayarlamağa çalışmadıkça ne bu şikayet ve isyanlarından vaz
geçebilirler, ne de mesuliyetlerinden, binaenaleyh – gene kendilerince – kötü
talihlerden kurtarabilirler. Yüksek bir kudret tarafından, hiçbir kimsenin alnına zorla
vurulmuş bir kara talih damgası yoktur. Bu hakikati iyice anlayıp kabul etmiyen
insanın selametli bir hayat geçirebileceğine inanmak pek güç olur.

MUSTAFA MOLLA: Nisan 1, 1948 Medyom: Macit Aray

<< İmkanlar zuhur ediyor, farkındasınız. Fakat bunlardan hanginiz ne


anladınız? Öyle perişansınız ki bu tarafa doğru olmanıza asla mahal
bırakmıyorsunuz. Size tecelliyi bu halinizle mi vereceğiz?
<< Siz ufku ruyetinizi perdelemeyiniz. Anlamasını bildikçe en küçük
hadiseler dahi manidardır. Bu bir keyfiyet ifade etmez mi? Daha ileri
tezahüratla, yani ihsanı Rabbani ile buluşamıyorsanız onu göremiyorsanız
bundan bize ne? bu ihsanlar tevali edip gidiyor ve etmekte ve edecek. >>

Talih bahsini kapatmazdan evvel bu mevzu üzerinde söylenmesi çok lüzumlu


olan bir sözü daha buraya ilave etmek isteriz. Esasen şimdiye kadar söylenmiş
sözlerden de çok iyi çıkarılabileceği gibi, insan kendi ta-
Mukadderat ve Talih 135

lihini gene kendisi hazırlar. Bu işde en mühim rolü oynıyan amilin de insanın, ruhi
kudreti derecesine göre ayarlanmış olan irade ve tahayyül melekesi ile hayatının
herhangi bir safhasında tayin ve icra etmiş olduğu hal ve hareketi olduğunu
görmüştük. Şu halde insan, kendi talihini ancak o sıralardaki ruh kudretinin
derecesine, yani kendisine o anda en layık olduğu şekilde bilerek veya bilmiyerek
seçmiş demektir. Halbuki insanın her türlü hareketi ancak tekamül içindir ve ancak
tekamülü yolundadır. Yani bir insanın hiç bir hareketi ve fiili yoktur ki – beşeri
görüşle ne kadar abes, ne kadar manasız ve yersiz ve hatta yanlış, hatalı görünürse
görünsün – o hareketin ve fiilin o insana getireceği akibetlerle hayırlı neticeler zuhur
etmiş olmasın. Buradaki hayrın manası ise o insanın ruhunun tekamülü
bakımındandır. Fakat o tekamülü böyle zahiren hayırsız, veya zahmetli görünen
hadiseler içinde vukua geliyorsa ne yapalım! Tayyare ile gideceği yere hareket etmek
şartlarından veya kudretinden mahrum bulunan bir insan ayni yere yürüyerek gitmek
üzere pekala yoluna devam edebilir. Bu yürüyüş elbette konforlu ve süratli bir nakil
vasıtasının rahatlık ve kolaylığını ona vermez ve onu pek zahmetli ve çetin bir
seyahate mecbur kılar ama gene ergeç kendisini varmak istediği yere ulaştırır. Ve bu
da bir talihtir. Fakat eğer o adam bu kudretsizliğine rağmen inat edip tayyareye
binmeğe kalkışmış olsaydı ve bu imkan da kendisine verilseydi o gene kudretsizliği
yüzünden havada bindiği vasıtayi idare edemiyerek yere yuvarlanıp parça parça
olsaydı; yaya yürümekle – geç de olsa – menzili maksuduna varmaktan daha mı iyi
bir hale düşmüş olurdu? Fakat ne yazık ki bunları düşünemiyen o insan, süratli nakil
vasıtalarile seyahat edenleri görerek kağnı arabasile seyahate katlanmak zorunda
kaldığı için talihsizliğinden dem vurup durur! Böyle yapacağı yerde o tayyareyide
kullanabilecek bir kudreti iktisab etmeğe çalışsa ne kadar akilane hareket etmiş olur!
Kötü talih diye bir şey yoktur. İnsan ne ile karşılaşmış bulunuyorsa bu, ancak
o anda kendisine en lüzumlu ve en layık olan durumdur. Ve tekamülüne en uygun
olanı da gene budur. Eğer o insan bu hali beğenmiyecek kadar ve bu durumdan azap
duyacak derecede etrafını görebilecek bir idrak seviyesine varmışsa bu halinden
dolayi beyhude yere talihinin kötülüğü ile sızlanıp durmaz, daha iyi talihleri elde
etmek için lüzumlu olan şartları ve yolları araştırır, bulur ve vakit kaybetmeden o
yollara – ne kadar güç görünürse görünsün – koyulmakta bir an bile tereddüt etmez.
Ve esasen bir talihin insana zahmetli görünmesinin sebeplerinden birisini de burada
aramalıdır. Zira insan ancak mahrumiyet duygusu içinde, bulunduğu halden ileriye
atlamak ihtiyacını duyar. Tekamül ise daima ileriye doğru hamle almak ve bir yüksek
menzilden diğer yüksek menzile atlıyarak mesafeler katetmektir. İşte insanlar da
evvela talihlerinin kötülüğünden bahsede ede çok defa bilmeden otoma-
136 Mukadderat ve İcabat

tik olarak, içinde bulundukları hallerden kurtulup ileriye doğru fırlamıya çalışmak
zorunda kalırlar. Burada gene meşhur ateşi tutma ve yanma hikayemize dönmüş
olduk. Eğer bir çocuk ateşi tutuyor ve eli yanıyorsa bu hal onun için hiç bir vakit kötü
bir talih değil, bilakis ateşi tutunca insanın elinin yanacağını öğretmiş olması ve bu
sayede ona bir sürü görgü ve tecrübe kazandırmış bulunması bakımından lazım ve
faydalı olan en iyi bir talihtir. Binaneleyh ne olursa iyi olur, yerinde olur ve layıkını
bulur. İşte onun içindir ki en çok arzu edilen şey insanların liyakatlerini
arttırmalarıdır. Yani ateşi tutmanın zahmetli neticeleri olacağını bile takdir
edemiyecek bir hal olan çocukluk devresinden bir an evvel kurtulmağa çalışmalarıdır.
Taki onların elleri artık yanma afetinden masun kalsın! Bundan çıkan netice gene şu
oluyor ki iyi telakki edilen talihlerin kazanılması da tekamül yolunda, vicdanın sesine
uyularak gösterilecek iradi cehit ve gayretlerin derecesine bağlıdır. Ve bu hakikatin
bilinmesinin bu bakımdan da insanlığa çok büyük faydası olacaktır kanaatindeyiz.
MUKADDERAT KARŞISINDA VARLIKLARIN CEHİT VE
GAYRETLERİNİN MANASI

Bu bahsimiz ilahi irade kanunları icabatı karşısında varlıkların iradeleri


bahsinin bir temadisidir. Binaenaleyh o bahiste geçmiş olan sözlerin manaları bu
bahiste geçecek sözlerin manalarile tamamlanmış olacaktır.
Hayatta hiç bir insanın az çok bir emek sarfetmeden yaşayabildiğini gördünüz
mü veya gösterebilir misiniz. Hayatta hakiki her kazanç muhtelif şekilde az çok icra
edilmiş bir amelin neticesinde elde edilir. Basit bir lokma bile çiğnenmeden yutulursa
fayda yerine zarar getirebilir. Amel, insanın bilerek veya bilmiyerek az çok bir irade
sarfile ve az çok bir cehit ve gayret gözeterek yapmış olduğu hareketlerin bir
neticesidir. Mesela yeni doğan bir çocuğun gıdasını ne tarzda aldığını düşünelim. Eğer
bu varlık dünyaya gelir gelmez bir taş parçası gibi isteksiz ve hareketsiz kalsaydi
annesinin memesini nasıl alabilirdi ve nasıl beslenebilirdi? Halbu ki çocuk baştan başa
bir isteğe dayanan cehit ve gayretle annesinin memesini alır. Eğer herhangi bir arıza
yüzünden o çocuk memeden mahrum kalsa da etrafındakiler ona südü ağzına akıtarak
hazırdan verseler bile o, bu gıda maddesinden istifade edebilmek için hiç olmazsa onu
yutarak midesine göndermek ve sonra da hazmetmek için lüzumlu işleri yapmak
zorunda kalacaktır. Çocuğun bağlı iradesi dışında cereyan eden bu yutma ve hazım
işleri de gizli kalmakla beraber gene onun memesini emmesinde göstermiş olduğu
istek, cehit ve gayrete bağlı şeylerdir. Demekki dünyaya gözünü açtığı ilk günden
itibaren ve hatta ana rahmine düştüğü andan itibaren insan şuursuzca bir irade ile cehit
ve gayret sarfederek hayatını adım adım kazanmakla mükellef bulunmaktadır. İşte
insan büyüdükçe artan bağlı şuurile isteklerini daha iyi idrak ederek, cehit ve
gayretlerindeki isteğinin manasını anlıyacak ve bu husustaki anlayişi arttıkça da
kazanmış olduğu şeylerin zevkine daha ziyade varacaktır.
Böylece, doğduğu en aciz halinde iken bile biyolojik inkişafını ancak
göstereceği cehit ve gayretine borçlu olan bir insan, ruh kudretlerinin kullanma
imkanlarının arttığı ileri ve tecrübeli yaşlarında nasıl olurda ilk çocukluk anındaki
kadar dahi istekli bir cehit ve gayret göstermeden hakiki hayatının kazançlarını elde
edebilir? Yani cehitsiz, gayretsiz ve isteksiz bir halin ataleti içinde nasıl tekamül
edebilir? Ve nihayet tekamül edemeyince o insan nasıl, ilahi irade kanunlarının
yüksek icaplarına uygun, kainatta büyük eserler meydana getirici değerli ve liyakatli
bir varlık olmak kudretini elde etmek yolunu tutabilir?
138 Mukadderat ve İcabat

Halbuki şimdiye kadar tekrarlayip durduğumuz gibi bütün bu güzel nasipler,


birer ilahi ihsan olarak bütün varlıklar miyanında insanlara da, yaratılışlarının gayesi
ve binaenaleyh mukadderi olarak bahşedilmiş çok yüksek kıymetlerdir. Diğer taraftan,
her mukadder olan şeyin tahakkuku bir zaruret olduğuna göre, mukadder olan insanın
sonsuz şahikalara doğru ebedi yolculuğunda durmadan yükselmesinin de muhakkak
gerçekleşmesi ve bunun için de her varlığın bu yolda bilerek veya bilmiyerek birtakım
cehit ve gayretler sarfetmesi zarureti aşikar bir hakikat olarak meydana çıkar. İşte bu
noktada da gene takdir ve icap mefhumlarının birbirile sımsıkı kucaklaşmış
olduklarını görüyoruz.
Varlıklar bu suretle ilahi irade kanunlarının icapları olan namütenahi
tahhakkuk imkanlarını tam bir serbestlik içinde cehit ve gayret gösterip kullanarak
yükselmekle ve böylece de ilahi murada, yani mukaddere uymakla mükelleftirler.
İsteksiz ve iradesiz herhangi bir hareketin gösterilmesi nasıl mümkün değilse
öylece istek ve irade ile tev’em olan cehit ve gayretten mahrum hareketler de matlup
neticelerin elde edilmesine kifayet etmez. Esasen cehit ve gayret, herhangi bir
hareketin istihdaf ettiği neticenin elde edilmesi için gösterilen ruhi bir faaliyetin
ifadesidir. Bu mevzua temas eden muhterem ruh dostumuz Kadrinin aşağıdaki
tebliğini sevgili okuyucularıma büyük bir zevkle takdim ediyorum.

KADRİ: 17 – 6 – 1949
<< Sarfedilen emeklerin mahsulü, ona verilen kuvvetle mütenasip bir
şekilde netice verir. Hiç bir emek neticesiz ve mahsulsüz kalmaz. Şayet bu netice
az olursa azlık yapılan himmetin eksik kalmasından, yahut bulunduğu muhite
uygun olarak seçilmemiş olmasından ileri gelir. Bu sebepler aranır ve bulunursa
ya kuvveti arttırmak, ya muhiti yapılan emeğe uygun düşecek bir yerde
hazırlamak daha iyi netice verebilir.

<< Dünyada hiç bir şeyin neticesiz kalmayacağına inanmış olan insanların
daima, yaptıkları işi iyi düşünerek boşuna bir emek haline inkilap etmemesi için
kuvvetlerini verimli bir sahaya hasretmeleri hem etraflarını, hem kendi
emeklerini şuurlu bir duruma sokmaları ellerinin boş kalmamasını intaç eder.
Bunun için insan, kendi muhitine en müsait olacak tarzda kendi hareketini
tanzim ile mükelleftir. Bundan aldığı neticeye göre de hareketinin ya şeklini, ya
istikametini tebdil ederek ve daima islaha doğru adımlar atarak hem atrafını
müstefit kılmağı, hem de istikbale giden yolu temizlemeği daha dünyada iken
başarır. >>

***
Mukadderat ve Cehit 139

İnsanın dünyada iken tekamül yolunda göstereceği cehit ve gayretin manasını


iyi anlaması lazımdır. Bu anlayiş insanlığın başlıca mümeyyiz vasıflarından birini
teşkil eder. Hiç bir cehit ve gayret hotkamca maksatları takip etmiyecektir. Esasen
hotkamlığın cehit ve gayrete rehberlik ettiği yerler, ancak dünyanın şahsi menfaatlere
dayanan maddi faaliyet sahalarıdır. Yoksa müteal ruh hayatındaki ve yüksek
alemlerdeki faaliyetlerin istikametlerini diğerkamca duygu ve düşünceler çizer. Ve
bunun da bir çok amilleri vardır ki bu amiller miyanında bulunan sevgi, fedakarlık,
merhamet ve şefkat gibi ruh halleri, hayat ve icapları mevzuunda ayrıca büyük birer
bahis teşkil eder. Şu halde dünya işlerindeki maddi faaliyetin, ruh hayatile daha çok
yakından ilgisi bulunan dünya dışı faaliyetlere bir hazırlık olabilmesi için insanın
şefkat, merhamet, sevgi ve fedakarlık üzerine müesses bir diğerkamlıkla çalışması
lazımdır. Ve ebedi hayat yolculuğundaki büyük muvaffakiyetlerin kapıları ancak bu
anahtarlarla açılır. Kadrinin yukarıki tebliğinde bu noktaya temas aden bazı imalar
olduğu gibi aşağıda naklettiğim diğer bir tebliği de bu bakımdan bize gene bir çok
şeyler öğretmektedir:

KADRİ: 24 – 6 – 1949

<< İnsanlar hayatla mücadeleden kaçınmamalıdır. Hayat onlara tecrübe


sahası hazırladığı için bundan kaçmak korkaklıktır. Ona katılmak, fakat bu
atılışın da manasını bilmek esastır. Neden atılıyorsun? Ve neyi ümit ediyorsun?
Ne elde etmek istiyorsun? Bunları tayin ederek işe başlarsan muvaffakiyet
elindedir.

<< Hayatla mücadele edenler hiç bir zaman ne yapmak istediklerini


doğru olarak tesbit etmemişlerdir. Edenler çok azdır. Bir tanıdığınıza ve
güvendiğinize sorunuz: Neden bu kadar çalışıyor ve ne maksatla kazanıyorsun?
Deyiniz. Zengin olmak için, refaha kavuşmak, istikbali temin etmek için diye
cevap verirler. Yani hep dünya işlerinden bahsederler. Ben bu kazancı bir silah
olarak kullanmak, önüme dikilen engelleri yıkmak için kullanacağım, onunla
doğru yolu bulmanın çarelerini arıyarak, yollarda saplanmış olanları
kurtararak, başkalarının, diğerlerinin selametini, beşeriyetin menfaatini
düşünerek hayat mücadelesine girdim. Kazanırsam bu muvaffakiyet benim
değil, beni buraya gönderenlerin ve arkada bırakacaklarımın olacak,diye cevap
vermezler. Eğer böyle cevap verirlerse o zaman hayat imtihanında kazanmış bir
talebe ve hakiki bir insan olurlar. >>

Gene muhterem ruh dostlarımızdan Mustafa Mollanın bir tebliğinde ayni


hakikatin ifade edilmekte olduğunu görüyoruz:
140 Mukadderat ve İcabat

MUSTAFA MOLLA: 2 – 2 – 1948

Verilebilecek, yahut daha doğrusu kazanılacak alem önceden istenmiş,


tayin olunmuş bir merhaledir. Öyle ise her isteğin ardından bir ufuk, her ufkun
ardından bir yeni feza belirtmektedir. İdrak iktidara göredir. KUDRETİNİZİN
KENDİNİZE MEVUT MERHALEYE SİZİ GÖTÜRMESİ İÇİN CEHTİNİZİN
TAHRİKİ GEREKTİR. Demek istiyorum ki insan böylece mukaddere tabi,
fakat körü körüne değil, bilakis istek ve izanla. >>
MUKADDERAT VE HAYAT İMTİHANI
( Epröv )

Mukadderat ve icabat bahsindeki mülahazalarda derinleştikçe ve ebedi ruh


hayatı mevzuu üzerinde bu mülahazalara dayanarak durdukça, tecrübesiz gözlere
mudil görünen illiyet prensibinin dünya hayatı ile ilgili bir sürü zincirlerinin bağları
insan müfekkiresinde birer birer çözülmeğe başlar. Ve bu zincirlerin ifade ettiği
meseleler rahatça halledilebilir. İşte bu bahiste okuyucularımla birlikte bu
meselelerden bir iki tanesini Neo – Spiritüalizma ışığı altında mütalaa etmeği faydalı
görüyorum.
Dünya hayatında bazı öyle hadiselerle karşılaşırız ki bunlar bize, sanki irade
ve arzumuzun,cehit ve gayretlerimizin dışında zorla yaptırtılıyormuş gibi görünürler.
Ve bunlar o kadar mütenevvi çehreler arzeder ki bu hususlarda henüz kafi derecede
tecrübe ve görgü silahı ile hazırlanmamış bir kimse hemen illiyet prensibinin
hakikatini bu gibi hadiseler karşısında inkar etmek meylini gösterir. Yani insanların,
içinde yaşamakta oldukları hadiselerle, yapmış oldukları ameller arasında hiç bir
münasebetin bulunmadığına kanaat getirir. Ve böyle hatalı bir görüş de insanı tabiatile
cebri bir kaderiyecilik mesleğine doğru sürükler. Daha ziyade kalabilmek için çok
eski zamanlardaki muharebelerde geçen hadiselerden bir tanesini misal diye ele
alalım: Eski zamanlarda arasıra görüldüğü gibi bazı hükümdarlar bazan çok
ehemmiyetsiz, hatta keyfi sebepler yüzünden muharebeler çıkartırlar ve yüzlerce
adamın ölümüne sebebiyet verirlerdi. Acaba o zaman körü körüne birbirini boğazlıyan
insanlar arasında böyle ancak hayvanlara yakışır bir hareketle birbirini boğazlamadan
nefret eden insanlar da yok mu idi? Elbette vardı. Bununla beraber bunlarda böyle
zalim ve keyfine meclup bir hükümdarın ihtiraslarına boyun eğerek düşman safındaki
oğlunu bile öldürmeğe sevkedebilirdi. Şimdi böyle bir insan tasavvur edelim. Yani bir
zorbanın emrile babasını veya oğlunu öldürmeğe memur kılınan bu zavallı adamı
düşünelim. Bu adam ne yapacak? O emri yerine getirse çok sevdiği oğlunu yok
edecek, getirmese hem kendi kafası uçacak, hem de vazife kaçağı telakki edilerek,
muhitinde lekelenecek. Bu, korkunç bir durumdur. Bu baba evladını öldürecek mi,
öldüremiyecek mi? Fakat bir insan kendi sevgili öz çocuğunu nasıl elile öldürebilir.
Fakat bu işi yapmasa kendisi ölecek, şerefsizlik ve vazife kaçaklığı ile itham edilecek.
Bu halin her ikisi de onun için kötü. Ve güç bir durumun ifadesi. Şimdi acaba bu
adam neden bu kadar müşkül ve tehlikeli, hatta zararlı bir akibetle karşılaştı. Adamın
o zamana kadar geçen hayatında hiçbir kötülüğü yok. Temiz, namuslu, faziletli ve
daima iyilikten ayrılmıyan bir hayat geçirmiş.
142 Mukadderat ve İcabat

O halde bu acı ve felaketli hayata o layık olmamak lazım gelirdi. Yani burada
sebepsiz, illetsiz bir netice mevcut. Hak edilmemiş kötü bir akibet var.
Hayır. İşte bir tek hayatı ele alırsak burada bu adamın halini izah edici hiç bir
hareketini tesbit edemeyince illiyet prensibi hakkında yanlış hükümler verebiliriz,
mukadderat ve icabat mevzuunu hatalı yollarda tefsir ve tariflere tabi tutmağa
kalkışırız. Fakat işi biraz derinleştirdikten sonra görürüz ki bu adamın bildiğimiz
hayatındaki bütün iyiliklerine rağmen, bilmediğimiz bir hayatında kendisine bu
akibeti hak ettiren veya bu akibete onu müntaç kılan halleri mevcuttur. Ve o adam o
geçmiş hayatının neticelerinin izlerini ruhundan silebilmek için bugün bu güç ve
tehlikeli durumu ile büyük bir fırsata kavuşmuştur. Eğer burada nefsinden fedakarlık
yapabilip, vicdanının emrini yerine getirerek hareket etmişse bu fırsatı kaçırmamış ve
yeniden bir hüsran içine düşmemiş, yani hayat imtihanında muvaffak olmuş sayılır.
Demekki o, böylece büyük bir hayat imtihanı ( epröv ) ile bugün karşı karşıya
bulunmaktadır. Ve bu imtihandaki muvaffakiyet derecesine göre gerek kendi
vicdanına ve gerek lazım gelen makamlara ruhunun kudret ve liyakatini isbat
edecektir.
Keza bazı adamlar vardır ki bunlar geçim yüzünden meslek edindikleri bazı
işlerin icabatına uyarak ister istemez adam öldürüp durmak zorunda kalırlar. Cellatlar
gibi. Bunların da bu vazifelerini hüsnü ifa etmeleri ilerde elbette kendilerinin yüzlerini
güldürecek neticeler doğurmıyacaktır. İşte bunlar da dünya hayatının kendilerine
bahşettiği imkanlar dahilinde ruh kudretlerinin kifayeti derecesini vicdanlarına karşı
isbat etmek fırsatı ile karşı karşıya bulunmaktadırlar. Eğer bu kudretleri henüz kafi
değilse bu vazifelerini seve seve ve belki de mukadder bir iş diye yapacaklar, boyuna
adam öldürecekler. Ta ki onlarında kötü akibetleri gelsin ve onun azaplarını çeke çeke
ruh kudretleri yükselsin. Ondan sonra gene böyle çetin bir hayat imtihanı ile
karşılaştıkları zaman vicdanlarını bu karışık vazifelerinin üstünde tutsunlar ve artık
kötü bir vazifeşinas olmaktansa hayırlı bir vazife kaçkını olmağı tercih edebilecek bir
görgü seviyesine varmış olduklarını iç varlıklarına karşı isbat etmiş olsunlar. İşte bu
da bir hayat imtihanının muvaffakiyetle bitmiş şeklidir.
Şu halde hayat imtihanları, bir bakımdan ruhun ebedi hayatının geçmiş
safhalarından bir parçasının icabı, neticesi olduğu gibi, diğer bir bakımdan da gelecek
hayat safhasının mukadder olacak akibetlerinin hazırlanmasının da birer vasıtası
olmaktadır. İşte insan dünyaya böyle imtihanlarla yani eprövlerle karşılaşmak için
gelir ve hayatın güçlüklerini de bu imtihanlar karşısında kaldıkça idrak eder. Kıymetli
dostumuz Kadri aşağıdaki tebliği ile bu hususta bize ne kadar güzel fikirler veriyor!
Mukadderat ve Cehit 143

KADRİ: 4 – 6 – 1947

<< Kaatillerin de bu dünyada birer vazifeleri vardır. Fakat bu vazifenin


veriliş tarzının esasları çok evvellere dayanır. Hiç bir ruh kendi isteği ile bir
varlığın hayatının söndürmek istemez. Bunlar acı olmakla beraber yapılması
bazıları için zaruri olan mecburiyetlerdir. Ve planın bu şekilde devamına da
lüzum ve ihtiyaç bazan vardır. Bunun, bazı ruhlar için ne kadar büyük bir
işkence teşkil ettiğini ta o zaman burada, yani dünyaya gelmeğe hazırlandıkları
bir zamanda anlarlar. Bazan böyle bir vazifeyi üzerlerine almamak için burada
çok direnenler vardır. Onlar büyük bir azabın henüz acı izlerini üzerlerinde
taşıdıkları bir zamanda yeniden böyle bir mecburiyetle karşılaşmağı hiç arzu
etmezler. Ama bunu kabul etmek, bir vazifenin ifası bakımından bir kıymet arz
eder. Ve ister istemez bu yola sürüklenirler.
<< Fakat böyle bir vazifeyi alıp muvaffakiyetle başarabilen ruhlar da
vardır. İşte onlar bu çok elim imtihandan muvaffakiyet kazanarak çıkacak
varlıklardır. Bütün hareket, onların bu katli irtikap edici bir şekilde hazırlanmış
olmasına rağmen, ruhun sönmez kaynaklarından fışkıran yüksek kudretlerinin
ani feveranları onların bu muvaffakiyetli hareketi göstermelerinde müessir
olmuş ve bu vazifeyi yapmamalarından mütevellit bir azapla karşılaşmaları
ihtimali yerine bir mükafata nail olmuşlardır. >>

Netekim bir insanın bir hatadan mütenebbih olmıyarak kötü hareketlerinde


devam etmesi neticesinde fenalığın açık bir misaline şahit olabilmesi ve onun
akibetlerini idrak edebilmesi için de bir imtihan devresi geçirmesi ilahi irade
kanunlarının icabatındandır. Ve bir bakımdan da bu hal, mukadder bir tecelli olur.
İnsan hataları bile bile yapmak gafletinden kendisini kurtarmak suretile böyle bir
icapla karşılaşmaktan kendisini pekala koruyabilir. Ve kendisi için iztıraplı bir
mukadderin sıkıntılarından kurtulmanın imkanını böylece bulabilir. Buna mukabil de
kulağını vicdanının sesinden uzaklaştırıp nefsaniyetinin aldattığı çağırışlarına koşarak
hareket ettiği takdirde de böyle ağır ve kolay kolay muvaffakiyetle ikmali mümkün
olmıyan imtihan ve tecrübelere tabi tutulmak kaderini de bizzat kendisi davet etmiş
olur. Gene Kadri dostumuzun bu noktalara temas ederek vermiş olduğu bir tebliğini
naklediyorum.

KADRİ: 21 – 5 – 1947

<< Ben başta ne dedim? Hata, sizin her gün karşılaştığınız, başınızı her
gün vurduğunuz ve vuracağınız bir taş dedim. Hata bir yol göstericidir. Sizin
vicdanınızı ve ruhunuzu parlatıcıdır. Fakat dediğim şekilde hatadan istifade
ederek doğru yolu görmek ve
144 Mukadderat ve İcabat

hatayı düzeltmek şartile… Bu suretle hatadan edilecek istifadeleri ilerleterek


yükselmek ve yükseltmek lazımdır. Hatayı olduğu gibi bırakmak doğru değildir.
Hata olmasaydi tekemmül olmazdı. Cehennem hüsnü niyetliler için yapılmıştır
diye bir darbı mesel vardır bilir misiniz? >>

Kadri dostumuzun bu son cümlesinin yanlış tefsirlere tutulmasını önlemek için


bu noktada biraz duracağım. Cehennem kelimesi Neo – Spirütializmaya göre azap ve
ıztırabın sembolüdür. Eğer hatayı yapmış bir insan yaptığını işin bir hata olduğunu
bilerek, istiyerek tekrarlar durursa elbette netice de o an için ne bir ıztırap, ne de bir
vicdan azabı ve huzursuzluğu duymaz. Ve böyle olunca da eski hatalarına yenilerini
de eklemekten kendilerini kurtaramaz. Böyleleri tekamül ve yükselmek yolunda hiç
bir cehit sarfetmek istemiyen ve bir dereceye kadar vicdanlarının seslerini kendi
içlerinde boğabilmeye muvaffak olan kimselerdir. Buna mukabil öyleleride vardır ki
herhangi bir zaafları neticesinde yapmış oldukları en küçük bir hata yüzünden
günlerce ıztırap çekerler. Ve onu bir daha tekrarlamamak için kendilerini eza ve cefa
verecek kadar tazyik altında bulundururlar. İşte bunlar tekamülde hızla ilerlemeğe
namzet, hüsnü niyet sahibi kişilerdir. Şimdi tebliğe devam ediyoruz:

<< Bu cehennemin ne demek olduğunu anlıyorsunuz. Fena niyetli ve


fenalığı vazife edinmiş olanlar müstesna olmak üzere hiçbir kimse fenalık
istemez. Bir insan iyilik için bir harekete teşebbüs eder ve bu teşebbüsünün,
iyilik yaptığı insanın aleyhine netice verdiğini görür. İşte hatayi yapmıştır. Fakat
üzülür, ezilir, bunu düzeltmek için yollar arar, günlerce uykusu kaçar, ıztırap
çeker ve ıztırabı arttıkça da ruhu yükselir, tekemmül eder. Fakat bazısıda bu
yaptığı işin karşısındakine fenalık verdiğini görünce hiç bir üzüntü duymadan oh
olsun, der. Bir daha da kimseye hiç bir iyilik yaparsam bana da lanet olsun, der.
Onun burada ettiği iyilik esasen ne bir iyiliktir ne de bir fazilet. O, fenalığın bir
daha açık olarak tecellisine şahit olmak için böyle bir imtihana tabi tutulmuş
fakat bu vermiş olduğu kararla da ve yaptığı işle de bu imtihanda muvaffak
olmamıştır. Bunlar hep birer tecrübe, birer imtihandır. >>

<< B.R. – Bir insan iyi maksatla bir işe teşebbüs etse fakat o işte bir hata
yapmasının muhtemel olduğunu da düşünse ve o işi yaptıktan sonra da hata
tahakkuk etse o insan mesul müdür?
<< Kadri – Bilirse o işi yapmaması lazım. O işe neden girdi?
Mukadderat ve İmtihan 145

Eğer birtakım mecburiyetler araya karışmışsa ve bu yüzden o işi yapmaktan


kaçamamışsa mazurdur. Fakat bunlar öyle uzun şeyler ki… bunlar hep birer
kader. Bunların çoğu evvelce ( yani geçirilmiş amellerin neticelerine göre B.R )
çizilmiş birer planın içinde geçmiş hadiselerdir. Acaba bu adamın böyle
kendisini hatalara zorla sürükliyen bir mesleği seçmesi ve istemiyerek böyle bir
işe girişmesi bir sebebe dayanmıyor mu? Neden o adam muhakkak o mesleğe
girmek mecburiyeti içine düşmüştür? Bunların da ayrı ayrı sebepleri var. Şayet
o adam hüsnü niyeti ile, hatalara düşeceğini anlıyarak bu işten kaçınmış, fakat
buna rağmen gene o mesleğe intisap etmek zorunda kalmışsa demekki o anda
bundan kaçmak onun elinde değildir. Yani bu, onun için mukaddermiş ve onun
için bu yolu tutmak mecburiyeti varmış. O bu yolda hatalara düşecek ve bu
yüzden de ıztırabını çekecek ve böylece, yani ıztırabın hayırlı kamçılarını
yiyerek asıl doğru yolunu bulacaktır.
<< Bu adamın yalnız bir hataya düştüğünü anlaması, hatta bunu evvelden
görmesi bile bir fazilettir. Hatayi yapmadan görmek onu yapmamağa çalışmak
demektir. Elde olmıyarak yapılmışsa bu hata ona ıztırap çekmesi için mecburen
yaptırılmış. Onun bu hatayi hemen anlıyarak mecrasını boğması ve hareketlerini
düzgün bir yola sevkederek yükselmesi lazımdır. Fakat bilerek ve elinde olarak
hatayi devam ettirmek değil.
<< Bir de hatalardan korkarak mesleğini terketmek vardır. Ben size
intihar eden için ne yazdırmıştım? İşte burada da ayni hal vardır. Bu suretle
hareket eden kimse bir korkaktır. Korkağın yeri yoktur. Görecek, bilecek,
hatasını tahsis etmeğe çalışacak tashihini istediği halde muvaffak olamadığı
hatalarının da azap ve ıztırabını duyacak, bu ıztırapları içinde boğulacak,
ezilecek fakat o genede hüsnü niyetle hatadan kurtulmak yolunda gösterdiği
cehit ve gayretlerle nasıl olduğunu bilmeden doğru yolunu bulacak. Böyle
yapmayıpta hata yapacağım diye işi yarı yolda bırakıp dönerse bu yol asla onun
doğru yolu olmıyacaktır. Ve asıl bu döndüğü noktadan itibaren kuyuların
girdaplarına düşmüş bulunacaktır. >>

Yukarıdaki tebliğ, hayatta insanların başlamış oldukları hayırlı işlerden, maddi


hiç bir engel ve güçlük karşısında kaçmamaları lazım geldiğini açıkça gösteriyor. Bu
da boş ve lüzumsuz bir hareket değildir. Zira demir nasıl sürtüne sürtüne parlar ve
ışıldarsa ruhlar da ancak – madde kainatında tekamül etmek ihtiyacında bulundukları
müddetçe – haşin ve çetin hadiselerle karşılaşa karşılaşa parlaklıklarını arttırırlar.
Yeter ki bu hadiseler karşısında iyi niyet ve diğerkamca hareket esasına dayanan bir
azim ve sebatla faaliyetlerinde yılmadan devam etsinler.

F: 10
146 Mukadderat ve İcabat

Görülüyor ki insan, tekamülüne devam edebilmek için geçmiş hayatındaki


efalinin birer icabı olan, içinde bulunduğu dünya hayatının bütün zaruretlerine uymak
mecburiyetindedir. İşte bu zaruretler veya icaplar onun hem eprövüdür, hem de
kaderi. Yalnız şunu asla unutmamalı ki bütün bu imtihanlar, varlıkların müstakbel
hayatlarının yüksekliğini kazanabilmelerini sağlayici muvaffakiyetlerin
gösterilmesine fırsat vermek için onlara bahşedilmiş ilahi bir lütuftur. Ve insanlar
dünyaya bu fırsatları kullanarak onların neticelerinden faydalanmak için gelirler veya
gönderilirler. Bu fırsatların faydalı neticelerini almanın, yani hayat imtihanlarından
muvaffakiyetle çıkmanın tek yolu da kitabımızın sonlarında bütün tafsilatile
arzedeceğimiz << nefis mürakebesi >> ni yaparak vicdanın sesini duymağa çalışmak
ve onunla amel eylemek azim ve kararını – ne pahasına olursa olsun – kendi kendisine
vererek öylece hareket etmeğe çalışmaktır. Ve bu da ancak gene irade ile, cehit ve
gayret sarfetmekle olur. Zira bu gibi işlerde yenilmesi lazımgelen düşman çok inatçı
ve kuvvetlidir. Ve bu düşman da maddeye bağlı, maddi kıymet ve itibarları daima ön
planda tutan, yalnız maddi faydalar peşinde koşan ve maddi zararlardan tevahhuş
eden nefsaniyettir.
MUKADDERAT VE TEKRAR BEDENLENME ( * )

Yukarda zikredilen geçmiş hayatlar sözü, mukadderat bahsinde bizi biraz da


bedenlenme mevzuu üzerine çekti. Bedenlenme bahsinin mukadderat bahsi ile
yakından ilgisi vardır.
Bedenlenme ne demektir? Ruh ve kainat kitabının üçüncü cildini baştan başa
dolduran büyük bedenlenme bahsi şu bir kaç satırlık yazı içinde bütün mükemmeliyeti
ile izah edilemez. Ancak, mukadderat mevzuunda bedenlenmenin ehemmiyetini
lüzumu kadar aydınlatmağa kafi gelecek bir kaç söz buradaki işimizi görmüş
olacaktır.
Varlıklar tekamüllerini yaparken, diğer dünyalarda olduğu gibi dünyamızda da
bazı imtihanlar geçirmek ve bu imtihanlarını muvaffakiyetle ikmal etmek
zorundadırlar. Bu imtihanlar, varlıkların kudretleri ve ihtiyaçları derecesine göre
guruplara ayrılarak dünyamızda birer hayatı dolduran sınıflara taksim olunur. İşte bir
mektebi bitirmek için, bir talebenin nasıl o mektebin sınıflarındaki dersleri okuyup
isbatı ehliyet etmesi lazım geliyorsa tıpkı onun gibi dünya mektebini bitirmek
zaruretinde olan bir varlık da her biri bir sınıf olan dünya hayatının hadiselerinde ayrı
ayrı yaşamak ve o hadiselerden istifade edebildiğini icap eden yerlere karşı isbat
etmek mecburiyetindedir, taki daha yüksek bir mektep olan ileri alemlerden herhangi
birisine atlıyabilmek imkanına kavuşsun. İşte bir insanın, dünya hayatında böyle bir
kaç kere yaşamak üzere dünyaya gelip gitmesi haline tekrar bedenlenme derler.
Demekki bedenlenmede esas olan nokta, ruhların tekamülleri sırasında kendilerine
lüzumlu olan hadiseler içinde bir müddet yaşıyarak kudretlerini arttırmak ve bu işte
muvaffak olduklarını isbat etmelerine fırsat verecek imtihan ve tecrübe imkanlarını
temin edebilmektir. Tekamül ilahi bir zaruret, yani mukadder bir iş olduğuna göre,
muayyen bir dünya hayatı safhasında iken tekamülün zaruri bir vasıtası olan dünyaya
tekrar geliş, gidiş hadisesinin de ilahi bir zaruret, yani bir kader işi olması lazım gelir.
Fakat her dünya hayatı, dünya mektebinin bir sınıfı olduğuna göre, tıpkı tenbel bir
talebenin bir sınıfta birkaç sene kalması gibi, bir insan da tenbelliği nisbetinde dünya
hayatının adedini çoğaltabilir. Böyle olduğu gibi, tıpkı bir mektebin çok çalışkan bir
talebesinin bazan bir senede bir kaç sınıfın derslerini birden ikmal ederek mektebini
kısa bir zamanda bitirivermesi gibi tekamül yolunda hızlı adımlarla koşan çalışkan bir
insanın da bir iki hayat içinde dünya mektebini kısa bir zamanda bitirerek

(*) Bu kelimenin aslı << REİNCARNASYONİSME >> dir. Biz dilimize bu şekilde takdim ediyoruz.
148 Mukadderat ve İcabat

daha üstün bir dünya hayatına geçmesi daima mümkündür. Zira burada gaye,
bedenlenme değil, ruhun tekamülüdür. Ve tekrar bedenlenme de bu tekamülün ancak
bir vasıtasıdır. Keza bir mektepte dördüncü sınıfa geçmiş bir talebe artık o sınıfın malı
olmuştur. Onun bir daha tekrar üçüncü sınıfta okumasına ne lüzum, ne de ihtiyaç
vardır. Tıpkı bunun gibi herhangi bir dünya hayatını muvaffakiyetle ikmal etmiş bir
insan da onu müteakip hayatında muhakkak daha yüksek bir hayat seviyesinde
gelecek ve hayatına, geçen hayatında bırakmış olduğu noktadan başlıyacaktır. Yani
tekrar bedenlenmede, buna benzerliği düşünülebilen tenasühde olduğu veya tasavvur
edildiği gibi bir hayatında insan, müteakip hayatında arı, ondan sonra bir ot parçası
olarak dünyaya gelmek gibi sakatlıklar yoktur. Ve bu bakımdan da tekrar bedenlenme
ile tenasüh arasında hiç bir münasebet yoktur. Tekamülde nasıl, ruh kazanmış olduğu
bir ileri merhaleden asla geri dönmezse, tekamülün bir vasıtası olan tekrar
bedenlenmenin de ilerlemiş hayatlardan geri hayatlara dönmesi öylece yersiz ve
manasız bir iş olur.
Varlıkların hayatı mütemadi bir yükselişin ifadesi olduğuna göre, ve bir tek
dünya hayatı da kainatta çok kısa ve mahdut bir tekamül safhasının bir parçasından
ibaret bulunduğuna göre, ebedi tekamül yolculuğunda insanın yalnız bir tek dünya
hayatında yaşaması icap ettiğinden bahsetmenin ilmi bir dayanağı ve makul bir sebebi
ve izahı mevcut olamaz. Hele bir sürü hayat hadisesinin de en makul ve tatmin edici
izahları ancak tekrar bedenlenme hakikatine dayanarak yapılıp dururken herhangi bir
sebeple yerleşmiş kabli hükümlerin tesirleri altında israrla tekrar bedenlenmeği
reddetmek doğru bir hareket olmaz, kanaatindeyiz.
Şimdi yeniden bedenlenmenin mukadderat bahsile olan ilgisine temas
edeceğiz. İlerlemiş ruhlardan almış olduğumuz bütün tebliğat, dünya hayatında geçen
hadiselerin geçmiş hayatlardaki fiillerin neticelerine göre taayyün etmekte olduğuna
dair bir çok açık izahatla doludur.

ŞEM’İ : 4 – 3 – 1948
<< Siz evveldenberi yapılması icap edenlerin derin bir lakaydi içinde
ihmalini kabullendiniz. Vardığınız netice de bu günkü ahvalinizdir. Öylemi? >>

Büyük ve mükerrer kabahatleri yüzünden kovulmuş bir hizmetçi bir gün


çalıştığı yere tekrar müracaat ettiği zaman kapının kendisine kapalı olduğunu görür ve
bu yüzden de o gün aç kalırsa onun bu açlığına sebep olan amilin muhakkak o işe
başlamak müracaatını yaptığı günün hadiselerile izah etmeğe çalışmak doğru olmaz.
Ve böyle hareket edip de onun bu sefaletinin sebebini o günkü hayatında
bulamadığımız takdirde de bu halin hiç bir sebebe müstenit olmıyacağını kabul
etmekliğimiz lazım gelmez. İzah edilemiyen hadiseler, sebepleri meçhul olanlardır.
Ha-
Mukadderat ve Bedenlenme 149

kikatte bu hayatımız, geçmiş hayatımızın bir devamı olduğuna göre, eğer geçen
hayatımızı inkar edersek bu hayatımızın mühim bir çok hadiseler bizim için izahsız,
sebepsiz ve hatta manasız kalır. Bu da dünya hayatının esrarlı perdesini gözümüzün
önünde biraz daha kalınlaştırır, ve yetişkin bir insan şiarına uymıyan bazı hatalı
düşüncelere bir kısmımızı sürükler. Böylece bazısı insanın üstün bir kuvvetin tesiri
altında cansız bir makine gibi, yani şahsi hiç bir irade eseri göstermeden sürüklenip
gittiğini, bazısıda bu gibi bahislerin üzerinde hiç düşünmemenin daha iyi olacağını
sanıp oradan, buradan esen çeşitli cereyanlara kendisini tam bir ataletle ve bilgisizlik,
anlayişsizlik karanlığı içine gömerek takılır. Ve nihayet bazısı da her şeyi tabiat
hadiselerinin kör tesadüflerile izaha kalkışarak işin içinden bir türlü çıkamaz ve o
hadiseler karşısında mezbuhane bir şekilde çırpınıp durur. İşte bütün bu şaşırtıcı ve
tatmin etmekten uzak kanaatler, varlıkların yalnız bir tek dünya hayatında yaşadığını
kabul etmek hatasından doğmuş bulunmaktadır. Bu da yukarıda verdiğimiz hizmetçi
misalindeki gibi, sefaletin sebeplerinin bulunamamasında amil olan görgü ve
tecrübesizliğin bir neticesidir. Tekrar bedenlenmenin hakikati inkar edilirse insan
hayatına arız olan bir çok illetlerin sebepleri bulunamaz ve mukadderat mevzuununda
bir çok noktada anlaşılabilmesi imkansız hale gelir. Mesela geçmiş hayatını baştan
başa hasisiliğin en koyu şekilleri içinde itmam etmiş bir insanın tekrar dünyaya
gelmezden önce hasislikten mütevellit ruhi kusurlarını izale edici veya izale edilmiş
olduğunu isbat edici imtihanlarla dolu şimdiki hayat planını takdir ve kabul etmiyecek
kadar eğer geçmiş hayatını inkar edersek bu planın icabı olarak onun bu son hayatında
dünyada mütemadiyen karşılaşacağı mahrumiyetlerin, maddi hüsranların ve
sıkıntıların manasını, sebebini bir türlü anlıyamayiz, bulamayiz. Ve bunun neticesinde
de o adamın bu hayatını keyfe bağlı bir hükmün neticesi olarak ele alırız ve bundan da
bazılarımız Haşa, Allahın adaletsizliğinden, bazılarımızda sebebinden sual olunmıyan,
ezelde çizilmiş bir kaderin zalimane cilvelerinden bahseder. Halbuki iş ne öyledir, ne
de böyle.
Görülüyor ki tekrar bedenlenmenin mukadderatle çok sıkı ve onu bir çok
cihetten izaha yarayici münasebetleri vardır.
MUKADDERAT – İCABAT VE TEKAMÜL

Dünyada daima kötü işler yapmış, başkalarının ızdırabına, azabına, göz


yaşlarına kendi kötü hareketlerile bile bile, istiye istiye sebep olmuş bir insanın elbette
karşılaşacağı neticeler kendisi için sevinçli olmıyacaktır. Güldüren güler, ağlatan
ağlar. Bunun aksini düşünmek çırılçıplak ateşe giren bir adamın ateşin içinde latif ve
hoş bir serinlik bulacağını beklemesine benzer. Bir sinek kanatlarının ihtizazlarını, bir
mikrop vücudünün atom hareketlerini dahi hesaba katan kainatın büyük ve şaşmaz
nizamı ve bu nizamı temin eden ilahi irade kanunları, bir insanın yaptığı iyi veya kötü
hareketlerini dahi hesaba katan kainatın büyük ve şaşmaz nizamı ve bu nizamı temin
eden ilahi irade kanunları, bir insanın yaptığı iyi veya kötü hareketlerini şümulü
dahiline alamıyacak durumdamıdır? Böyle bir şeyi nasıl düşünebiliriz? Herhangi bir
varlık, muntazam ve birbirine – hiç bir varlığın akıl erdiremiyeceği tertiplerle –
bağlanmış kanunların icapları dahilinde cereyan etmek zaruretinde kalan koca
kainatın içinde nizam harici, ona buna kafa tutan anarşist bir kanser hücresi gibi nasıl
yaşıyabilir ve faaliyetini hangi kaynaktan alabilir?
İnsanlar dünyada yapmış oldukları hiç bir hareketlerinden gayri mesul
değildirler. Yani hiç bir insanın, hiç bir hareketi neticesiz kalmaz ve yaptığı işin saiki
olan iyi veya kötü niyetine göre iyi veya kötü akibetinden kurtulabilmesine imkan
olmaz. Bu hakikati kavradıktan sonra insanın dünyadaki vazifeleri ve işleri hakkında
göstereceği faaliyetlerin hakiki hedeflerini araması ve o hedefe kendisini götürmeğe
yarıyacak vasıtaları görebilmesi lazım gelir. İşte bu vasıtaların başında tekamül gelir.
Fakat ne yazık ki yaptıkları işin ne için olduğunu araştıranlar ve bulduklarını
zannettikten sonra da o işin peşinde koşmak için gayret sarfedip vasıtalar arıyanlar
pek azdır. İşte bunun içindir ki insan tekamülünde çok hızlı çok kıymetli ve lüzumlu
olan dünya nimetleri, putlaştırılmış ve hakiki gayeye bunların birer vasıta oldukları
unutulmuş ve bu yüzden de dünyanın içi, birisi sönmeden yüzlercesi parlıyan kızgın
ateşlere sahne koca bir cehennem halini almıştır. Ve ne yazık ki bundan kimsenin
sadece haberi yok değil, çok kimsenin henüz haberdar olmağa bile niyeti yoktur!
Fakat bundan daha acısı şudur: insanların kendi nefsaniyet düşkünlüklerile
mütemadiyen körükledikleri bu cehennem ateşinin azaplı neticelerinden bizzat
kendilerini değil, kendilerinden başkalarını ve bu da olmazsa ancak adalet ve iyiliğin
mutlak kaynağı olan Allahı mesul gösterircesine her şeyi Onun yaptığını öne sürerek
varlıklarını ve vicdanlarını nisbi bir huzura kavuşmağa çalışmalarıdır. Fakat ne yazık
ki halin böyle süni ve nisbi huzuruna kavuşmak için bir insanı istikbalin bu ka-
Mukadderat ve Tekamül 151

yıtsızlık yüzünden yeni hazırlanmakta olan ıztırap ve azaplarına düçar olmaktan asla
alakoyamaz. Hele bu kayıtsızca hareketler, sinsiden sinsiye kötülüğü hissedilerek
yapılıyorsa!...
Her insanın dünyada yapmış olduğu işlerin daima iyi veya kötü bir neticesi
mevcuttur. Bu hakikat evvelce bahsettiğimiz illiyet prensibinin tekamül babındaki
zaruretlerini bize öğretir. Tekamül yolunda yürürken hiç bir hareketin ve isteğin
neticesiz kalmıyacağını spatyomdan kıymetli tebliğlerile bizleri aydınlatan bütün ruh
dostlarımız müttefikan beyan ve ilan etmektedirler. Bunun aksini hiç bir ruh şimdiye
kadar bir defa bile söylememiştir. Okuyucularımın çok iyi tanıdıkları muhterem Kadri
dostumuzun bir tebliğini naklediyorum:

KADRİ: 12 – 4 – 1948

<< En küçük bir hareket bile birkaç sene sonra muhakkak eserini
gösterecek mühim bir işin başlangıcını teşkil etmektedir. Hiç bir kuvvet dünyada
ne sebepsiz, ne de maksatsızdır. Bir tek adım atılırken dahi bunun bir gün
mutasavver bir kaderin tecellisi için sarfedilen bir emek olduğunu kabul etmek
lazımdır. Bu kadere ( yani ilahi irade kanunlarının icabatına B.R ) giden
yollardaki çiçekleri çiğniyerek atlamak, yahut yanından dolaşıp biraz zahmet
ihtiyar etmek sizin elinizdedir.
<< Ne olursa olsun, hüsnü nüyetin, insanların felahı ve necatı için en
kıymetli ve en kestirme bir yol olduğuna inanmak icap eder. Hüsnü niyet olunca
kin ve intikam ortadan kalkar, kötülük maksatları tamamen silinir. Yaptığınız
işin neticesi bazı icaplarla kötü de olsa o zaman siz bu işten her zaman kendinizi
tebrie etmek imkanını kazanmış olursunuz. Kıymetli varlıklar doğruların
yardımında bulunmaktadırlar. İnsanlar, hareketlerinin mükafatlarile
hemahenk, kötü işlerindeki cezaları ile de müşterektirler. >>

Keza ayni temanın güzel bir varyasyonunu da kıymetli dostumuz Mustafa


Mollanın aşağıdaki tebliğinde görüyoruz:

MUSTAFA MOLLA: 2 – 2 – 1948


<< İhda olunacak her saat, geçmiş saatlerin mahiyetine bağlıdır.
Verilebilecek, yahut daha doğrusu kazanılacak alem önceden istenmiş, tayin
olunmuş bir merhaledir. Öyle ise her isteğin ardından bir ufuk, her ufkun
ardından bir yeni feza belirtmektedir.>>

Yukarki yazıların kıymetlerini okudukça anlamak ve anladıkça derinleşmek ve


derinleştikçe de daha iyi takdir etmek imkanı hasıl olur. Gene ayni dostumuzun başka
bir tebliğinde de şu fikirleri buluyoruz:
152 Mukadderat ve İcabat

M. MOLLA:
<< Siz buraya ( yani spatyoma B.R ) her şeyinizle gelirsiniz. Yani iyinizde
kötünüz de beraberinizde… Bundan anlayiniz ki olması mümkün olduğu
kadarsınız. İsteğinizi hayatınızda iken tayin ve tesbit ediyorsunuz. Burada da
ona göresiniz. >>

Evvelce illiyet prensibi üzerinde dururken insanın hayatında saatlerce ifade


edilebilen kısa bir zamanın bilançosunu yapmıştık. Ve orada hadiselerin birbirine
nasıl bağlandıklarından ve bunların ancak bizim idrak edebileceğimiz illet ve
neticelerinin küçük bir kısmından bahsetmiştik. Şimdi o bahsin insan tekamülündeki
tatbikatına ait kısmının devamını buradaki satırlar teşkil edecektir.
Bir haftanın, bir ayın veya senenin hayat blançolarını ve onların binlerce çeşit
içinde değişen arazlarını mütalaa etmeği okuyucularımıza bırakarak şimdi bütün bir
ömrün, yani bir dünya hayatının bilançosuna atlıyorum. Bir dünya hayatı bir sabahın
doğuşu gibi başlar, bir günün batışı gibi söner. Bu bir görünüştür. Ve bir oluşun dünya
realitesine göre idrak ve fehmolunan tezahürüdür. Demekki bu görünüş yalnız
dünyada yaşamağa mahkum olanlar içindir. Yoksa dünyanın ve güneşin dışındaki bir
seyirci için ne doğan var, ne de batan. Yani ne tulu’ , ne de gurup… Fakat mademki
insan dünyada bir müddet yaşamağa mahkumdur, orada yaşadığı müddetçe elbet onun
da böyle tulu’ ve gurupları olacaktır. Fakat bu onun için nasıl bir zaruret ise hayatının
tulu’ ve gurubu da öylece zarurettir. İşte doğum ve ölüm tezahürlerile vasıflandırılan
bu hayat güneşinin dünyadaki doğuş ve batışı arasındaki mesafeyi, bir günün doğuşu
ile batışı arasındaki mesafenin doğurduğu hadiselerden daha çok şümullü ve
mütenevvi hadiseler doldurmaktadır.
İnsan nasıl sabahleyin gözünü açıp da aklını başına topladığı zaman o gün
yapacağı işlerin muvaffakiyetini özler ve bunun çarelerini düşünür ve araştırırsa onun
gibi hayata gözlerini açmış bir insanın da aklı başına gelince dünyada geçireceği bir
ömrün en muvaffakiyetli ve istifadeli şekilde geçmesini istemesi ve bu uğurda lazım
gelen vasıtaları elde etmeğe çalışması icap eder.
Hayatta görülecek işler pek muhtelif ve mütenevvidir. Bunların hepsini değil
bir kısmını bile burada sayıp dökmeğe imkan yoktur. Fakat esasen buna lüzum da
kalmıyor. Buradaki mütalaamıza bir mevzu olarak bunlardan bir tanesini ele alalım
yeter. Bir çocuk evvela ailesinden birtakım şeyler öğrenmek zorunda ve
ihtiyacındadır. Aile bunu bilerek veya bilmiyerek yapar. Eğer bilerek, yani illiyet
prensibinin icaplarını az çok kavrıyabilmiş bir anlayiş seviyesine yükselerek yaparsa
netice mükemmel olur. Yani o çocuk, ilerdeki dünya hayatının kendisine yükliyeceği
ağır yükleri taşıyabilecek kudretlerle ve hayat sürprizleri karşısın-
Mukadderat ve Tekamül 153

da insanlık ve vicdan vazifelerinden ayrılmıyacak, yıkılmıyacak bir azim ve imanla


mücehhez olarak yetişmiş bulunur. Bu hal bir ailenin istikbalini kurtarmak istediği
yavrusuna bırakabileceği en yüksek ve en tükenmez bir mirastır. Acaba kötü bir
terbiye ile beraber ayni zamanda çocuğuna milyonlar bırakmış bir babanın serveti
bunun milyarlarda birine bile tekabül edebilir mi?
Şu halde ailenin vereceği ilk terbiye o insanın dünyadan edineceği istifadelerin
bir illetidir. Ve bunun da bir sürü neticeleri vardır. Bu neticeler çok muhtelif olabilir.
Yüksek, temiz, diğerkam hisli ve düşünceli ailenin çocuğu yüksek ruh melekelerini
daha küçük yaşlarından itibaren ailesinden alacağı telkin ve göreceği misallerle iyi
yollarda inkişaf ettirmek imkanlarını bol bol kazanır. Bu suretle inkişaf etmiş olan
kudretler çocuğun ilerde karşılaşacağı çetin hayat tecrübelerinde en büyük yardımcısı
ve müstakbel hayatını da muvaffakiyetle hazırlıyabilmesinin en emin vasıtası olur.
Buna mukabil eğer o aile kötü hotkam ve geri duygu ve düşüncelere, nefsani arzulara
mütemayil ise ve çocuğuna söz ve hareketlerile bu nevi duygu ve düşüncelerin kötü
telkin ve misallerini veriyorsa iş evvelkinin tamamile aksine neticeler verir. Yani
çocuğun hayırlı ruh melekelerinin inkişafı yerine nefsani ve hotkamca duygu ve
düşünceleri onun varlığında yer eder ve ilerde karşılaşacağı çetin hayat şartları içinde
kendisini gösteren hayat imtihanları sırasında lüzumlu olan silahlardan onun mahrum
kalmasını mucip olur. Fakat şunu da hemen ilave etmek isterim ki çocuğun buradaki
akibeti ona keyfi bir muamele yapılarak herhangi bir kudret tarafından zorla tatbik
edilmiş bir kader değil, onun – evvelce izahını yaptığımız gibi – gene kendi kötü
hareketlerile geçirmiş olduğu eski hayatının neticeleridir. Ve bu da bu bakımdan
elbette ilahi bir kaderdir.
Bazı anneler ve babalar vardır ki dört yaşındaki yavrularının üzerlerine bir
kovboy elbisesi giydirip, bellerine kocaman bir tahta tabanca takıp ( aferin oğlum
kovboyluk sana ne güzel yakıştı ) diye arkalarını da okşıyarak güya onları
kahramanlığa teşvik ettiklerini ve cesarete, secaata alıştırdıklarını sanırlar. Bütün iyi
niyetlerine rağmen bu anneler ve babalar tabiatın kendilerine emanet ettiği ve
himayelerine mühtaç bıraktığı ve nihayet bütün mesuliyetlerini üzerlerine yüklediği
yavrularının ruh kudretlerini, yani insanlık hislerini böyle bir << kahraman >> ruh
yetiştirmek vehmine kapılarak felce uğratmakta olduklarını ve böyle yapmakla da
çocuklarının yüksek tekamül yollarındaki ilerleyişlerini kösteklediklerini ve onların
gelecek hayatlarını bedbahtlığa sürüklemekte olduklarını bilirlerse dünyamız bundan
çok büyük şeyler kazanmış olur.
Kötü muhitlerin tesiri altında yetişmiş böyle bedbahtların uzun seneler sonra
yani bir sürü yollardan ve ameliyelerden geçerek elbette gene temiz ummanlara
varması mukadder olan fakat şimdiki halile sadece
155 Mukadderat ve İcabat

kirli bir su birikintisinden ibaret bulunan bu kötü başlangıçlarının o temiz ummana


ulaşıncıya kadar geçeceği bütün mecraları burada takip etmeğe ne imkan, ne de lüzum
vardır. O halde bunları bir tarafa bırakarak büyük ve engin denizlere yakın dümdüz,
berrak yollardan geçen temiz akışlar üzerinde duralım ve mesela insanlığı seven,
ailesine, muhitine, dostlarına, kardeşlerine, arkadaşlarına, yakınlarına, uzaklarına ve
bütün insanlara, hatta hayvanlara ve nebatlara varıncıya kadar her varlığa karşı şafkat,
muhabbet duygularile bağlanan, kalbini en küçük bir varlık için her türlü yardımı
yapmak ihtiyacı ile dolduran ve bütün bu hareketlerile Allaha yönelen, onun sonsuz
kudretlerinin namütenahi tezahürlerinden nimetlenmek zevk ve saadetini kendine
gaye edinen bir insan varlığı meydana getirmeği esas tutarak çocuğunun ilk
terbiyesini bu yollara sürükliyebilecek kudretli bir ailenin hayatını ele alalım. Böyle
bir ailenin çocuğu ilahi yollarda elbette diğerine nazaran çok hızlı ölçülemiyecek
kadar verimli bir yürüyüşle mesafeler katetmek kolaylığına – ailesinden almış olduğu
bu ilk terbiyenin yardımı ile - kavuşmuştur. İşte evvelki çocuğun tekamül yolunda
nefsaniyetini ezebilmek için çektiği sıkıntılar, ve önüne çıkmasından menedemediği
manialar ve güçlükler yanında bu ikinci çocuğun rahatça, maniasız, engelsiz ve adeta
tabii bir yürüyüşle, hiç bir zahmet çekmeden – evvelki ile ölçülemiyecek bir hızla –
ilerlemesi elbette keyfi bir imtiyaz halinde ona verilmiş bir şansın veya rastgele bir
kör tesadüfün eseri değil, adaletsizce dağıtılmış bir kaderin de eseri değil, fakat o
ailenin kendi iradesini iyi yollarda kullanıp ve nefsaniyet düşkünlüğü içinde lakayt
hareketlerle çocuğuna kötü telkinler ve misaller vermekten çekinip iyi yetiştirmek
gayret ve faaliyetinin güzel ve tabii bir neticesidir ki bu çocuk da evvelki hayatında
sarfetmiş olduğu tekamülü yolundaki cehit ve gayretlerile esasen böyle bir aileden
gelmek ve bu kolaylığa nail olmak hakkını kazanmıştır. İşte böyle bir istikamete
çevrilmiş illetler elbette iyi neticeler verecektir. Bunlar iyi mukadderler ve iyi
akibetlerdir.
Burada akla şu sual gelebilir: Peki amma bu birinci çocuğun kabahati ne idi ki
böyle beceriksiz zavallı bir aileden geldi de ikinci çocuk gibi aklı başında, yüksek bir
aileden gelmedi. İşte bu da yukarda biraz çıtlattığımız gibi, sebepsiz ve illetsiz bir
kaderin tezahürü değil, o çocuğun geçmiş hayatında yapmış olduğu bazı işlerin, ve
şimdiki ana ve babasının da büyük bir imtihana tabi tutulmalarının gayet tabii bir
neticesidir. Bu kötü zincir böylece devam edip gider, bakalım onu kim koparacak,
daha doğrusu onun istikametini kim değiştirecek. İşte bu işi başarabilen insandır ki bir
kahraman olmak vasfına liyakat kesbetmiş ve hem kendisini, hem de etrafındakileri
ve belki de beşeriyeti kurtarabilecek bir kudret kazanmıştır.
Böylece iyi bir insan yetiştirmenin çok karışık yollarındaki sayısız hadiseler ve
tekamül vasıtaları arasında, hemen hemen hepsi denecek
Mukadderat ve Tekamül 155

derecede bir çok kısmı insanın şuur ve idrakine sığmıyan illetler, neticeler sımsıkı
bağlı oldukları halde birbirlerini kovalayıp dururlar. Ve hiç süphe yoktur ki bütün bu
illetleri ve neticeleri hazırlıyan gene insan oğludur. Ve işte ilahi adaletin de insan
kafasının alamıyacağı şümul ve vüsat içindeki sonsuz tezahürlerinin çok küçük bir
numunesi de budur.
Demekki, bir anlık, bir saatlik, bir günlük, bir haftalık, bir aylık, bir senelik ve
nihayet bir ömürlük hayatın sayısız hadiseleri vardır. Ve bu hadiseler gene çeşitli illet
ve neticelerin nizamı altında vukua gelir. Bu illet ve neticeler insan kafasının
almıyacağı şeylerdir. Bütün bu olaylar ilahi irade kanunlarının ahkamı altında
şaşmadan akıp gider. Bu bir hakikattir, ve kafasını iyice yorarak işletmiş, bu husustaki
tecrübelerini ilerletmiş varlıklar bu hakikat ne kadar bedihi ve aşikar ise henüz bu
işleri düşünebilmeğe vakit bulamamış insanlar için de anlaşılabilmesi o kadar güç ve
kafa yormağa değer bir mevzudur. Esasen şu da vardır ki hangi hakikatin peşinde
koşulursa koşulsun, müfekkireyi çelik düşünce mengenesinden o yolda geçirmedikten
sonra insanın aradığı hakikate varabilmesi de mümkün değildir. Bununla beraber
hakikat aşkı kuvvetli bir illet olarak insan ruhunda meknuz bulunmaktadır. Onu
söndürmeğe hiç bir varlık muktedir değildir. Çünkü o, ilahi bir illettir, yani
mukadderdir. Değiştirilemez. Şu halde bu gün şu veya bu sebepten bir illetin neticesi
tezahür etmiyebilir. Fakat ergeç bu netice, yani insanın hakikat araştırma yolundaki
faaliyeti kendisini gösterecektir ve o zaman insan ilahi yoldaki yürüyüşlerine, yani
tekamülüne evvelki ile ölçülemiyecek bir süratle atılmış olacaktır. Ve bu da bir
kaderdir. Çünkü illiyet prensibinin bir icabıdır.
Bu hakikate ermiş, tabiatın bu büyük ilahi kanununa boyun eğmesini öğrenmiş
her insanın yaptığı her işte elbette bir talih, bir saadet ve bir isabet olacaktır.
Büyük dostumuz Kadri bu hususta şunları söylüyor.

KADRİ: 17 – 6 – 1949

<< Sarf edilen emeklerin mahsulü, ona verilen kuvvetle mütenasip bir
şekilde neticelenir. Hiç bir emek mahsulsüz ve neticesiz kalmaz. Şayet bu netice
az olursa bu azlık, yapılan himmetin eksik kalmasından, yahut bulunduğu
muhite uygun olarak seçilmemiş bulunmasından ileri gelir. Bu sebepler aranır ve
bulunursa ya kuvveti arttırmak, ya muhiti yapılan emeğe uygun düşecek bir
yerde hazırlamak daha iyi netice verebilir.
<< Dünyada hiç bir şeyin neticesiz kalmıyacağına inanmış olan insanlar
daima yaptıkları işi düşünerek boşuna bir emek haline inkilap etmemesi için
kuvvetlerini verimli bir sahaya hasrederler
156 Mukadderat ve İcabat

ve hem etraflarını, hem kendi emeklerini şuurlu bir duruma sokmak suretile
ellerinin boş kalmamasını temin ederler. Bunun için insanlar kendi muhitlerine
en müsait olacak tarzda kendi hareketlerini tanzim ile mükelleftirler. Bundan
aldıkları neticelere göre ya şeklini, ya istikametini tebdil ederek ve daima islaha
doğru adımlar atarak hem etraflarını müstefit etmeği, hem de istikbale giden
yollarını temizlemeği dünyada iken başarmış olurlar. >>

Şimdi mademki dünya hayatımız illet – netice rabıtalarile birbirine bağlı


birtakım hadiseler içinde geçmeğe mahkumdur, o halde dünyada geçireceğimiz hayat
tarz ve şekli ile ruh kudret ve kaabiliyetlerimizin inkişafı arasında sıkı bir
münasebetin bulunması ve bu münasebetin de illiyet prensibi kadrosu içinde
mütalaası icap etmez mi? Yani her insanın layık olduğu hayatta yaşaması ve her
dünya hayatında da ancak o hayata layık insanların veya varlıkların yaşaması
lazımgelmez mi?
Bu sualin cevabı şimdiye kadar serdedilmiş olan mulahazalardan sonra
kolayca verilebilir. Eğer dünyaya insanların gelmelerinde yüksek maksatlar varsa ( ki
vardır ) , eğer insanlar dünyadaki hayat safhalarını ancak daha yüksek hayatlara
ulaşmak için birer vasıta olarak kullanıyorlarsa ( ki böyledir ) onların bu gayelerini
tahhakkuk ettirmeğe müsait olabilecek hayat şartları içinde gelmeleri ve yaşadıkları
muhitin şartlarını da kendi kudret ve kaabiliyetlerinin imkanları dairesinde
hazırlamaları tabii ve illiyet prensibine uygun bir iş olmak lazımgelir. Mesela, cahil
bir hammal hiç bir vakit büyük bir üniversitede fizyopatoloji dersinin kürsüsünü bir
ordinaryüs profesör olarak işgal edemiyeceği gibi böyle bir vazifeyi görebilecek
kudrete gelmiş bir insan da bir hammal kadar muvaffakiyetle hammallık vazifesini
ekseriya yapamaz. Hammalın bu dünya hayatında geçireceği öyle bir sürü icaplar ve
zaruretler vardır ki o ancak onlardan faydalanabilecek ve bir ordinaryüs profesörün
hayatı onun o ihtiyaçlarını göremiyecektir. Fakat ordinaryüs profesörün dünyası ile
hammalın dünyası birbirinden çok farklıdır. Bununla beraber her insan kendi ruh
kudretinin şümulü dahilinde kendi dünyasını – ne şekilde olursa olsun – kendi ruh
huzurunun teminine iradesile en uygun bir şekilde tanzim etmek fırsatı kullanması
ilahi yolda tekamülünü süratlendirmiş olmasının başka türlü bir ifadesidir. Bu mavzua
dair büyük dostumuz M. Mollanın aydınlatıcı bir tebliğini naklediyoruz:

MUSTAFA MOLLA: Şubat 19, 1949

<< Daha ne kadar zaman var olacağı bilinmiyen bu şartlar içindeki


aleminizin ileri hallerini kendi varlığınızdan anlıyabilmelisiniz. O dünya size
göredir. Ve sizinle mütenasiptir. Dilerseniz dün-
Mukadderat ve Tekamül 157

yanızın da bir harabe olmasını tahakkuk ettirmek elinizdedir. Dilerseniz


nisbeten cennet yapmak da elinizdedir.
<< Ancak bu ikinci şıkka göre yaşanan alemi takdise layık bir hayat
sahnesi şiarile vasıflanmış hale getirdiğiniz zaman hakiki dünya olur.
İstemezseniz o dünya şayanı merhamet bir raddede kalır ve size muhteşem bir
mezarlık da olur. >>

İstanbulda Metapsişik Cemiyetinde son seneler zarfındaki tecribi


faaliyetlerimiz sırasında cemiyetimizin rehberi olarak iki senedenberi muntazaman
çok kıymetli tebliğatile büyük ruhi mevzularda bizleri tenvir eden kıymetli ruh
dostumuz Şihap bizimle ilk temasta bulunduğu gün şu mısraları medyomomuza
yazdırmıştı:

ŞİHAP: Ağustos 14, 1951

<< Çün baktığın miratta kendin görürsün,


<< Ancak sana layık olan yolda yürürsün. >>

Hatta dünyada bizlere verilen ilhamların ve yapılan irşatların bile ancak


liyakat ve anlayişimiz nisbetinde olabileceğini gene Muhterem Şihap dostumuzun
aşağıdaki kıtası açıkça ifade etmektedir:

<< Ol dünya mektebin bitirdim çoktanberi,


<< Muhtelif seyyarattan bir çok ilamım var.
<< Gezdim, dolaştım bir zaman şemsü kameri,
<< Nuru aşkı ilahiden, pak ilhamım var.

<< Ol ilhamı sizlere sunmağa amadeyim,


<< Yeter ki nuşa ehlonun ben bir badeyim. >>
Yukardaki satırlar tekamülde cehit ve gayretlerimizin ne kadar esaslı bir rol
oynadığını gösteriyor. Hele cemiyetimizin bu çok muhterem ve hayırlı dostu olan
varlığın aşağıdaki tebliği bütün okuyucular için istifadeli ve hayırlı manalarla doludur.
Bu tebliğ yalnız bir kaç kişi için değil, bütün bu okuyanlar içindir. Ve onun
kıymetinin şümulü derecesi bu bakımdan çok yüksek ve ilerdedir.
ŞİHAP: Eylül 11, 1951
<< Merhaba ey hazirun, ey ezeliyetin muzlim yerlerinden binbir
meşakkatle buralara kadar erişen ve ebediyetin nurlu, feyizli yollarına
pürtebalük atılmak arzusu ile memlü olan dostlarım.
<< Bilesiniz ki beşeriyet, o kendi kulaklarını tıkayan, gözlerini yuman,
adeta alemi manaya karşı kendi kendini parmakları
158 Mukadderat ve İcabat

ile kör eden beşeriyet ancak siz ve sizin gibiler sayesinde – belki kendilerini bir
kaç adım ötede bekliyen – uçurumdan kurtarabilecektir. Yeter ki size bu vazife,
bu yüksek ilahi vazife verildi sanmayiniz. Bu vazifeye siz LİYAKAT
KESBETTİKÇE, MÜSTAHAK OLACAĞINIZ NİSBETTE peyderpey hail
olacaksınız. Liyakat babında evvelki sözlerim kulaklarınızda kalmış olsa gerek.
Liyakat islahı nefisle kaabil olabilecek bir iştir. >>

Gene Cemiyet binasında Şihap dostumuzla yaptığımız bir celsede


ziyaretçilerden birinin tebliğlerden istifade edemediği hakkındaki sözlerine karşı
muhterem dostumuzun vermiş olduğu şu tebliğ, üzerinde durduğumuz mevzuu daha
ziyade açıklıyacak birtakım kıymetleri taşımaktadır.

ŞİHAP: Mart 27, 1952

<< Dostlarım, buraya müdavemette bulunan arkadaşlarınızın ekserisinin


fikrini zahiren haklı olarak kurcalıyan mesele, benim burada gelip konuştuğum
hususların hiç de müstesna fevkalade birer mahiyet taşımadığıdır.
<< Diyorlar ki bu sözler, bu fikirler esasen malumdur, biliniyor. Bu
mevzuda sizinle bir kere daha konuşmuştuk. İş bu kadar basit olsaydı
kendilerine hak vermek lazım gelirdi. Evet, benim söylediklerim şimdiye kadar
mükerreren söylenmiş veya birisi tarafından söylenebilecek vadidedir. Ancak,
üzerinde durulacak nokta şudur ki eğer bütün bu sözler yalnız söylenmek
gayesile tekellüm edilmiş olsaydi ve iş yalnız bu kadarla kalsaydı dünyanız bu
günkü seviyesine hiç bir zaman gelemezdi.
<< Bir çok sözler söylendiyse bunların mütemadiyen tekrar teyit ve tekit
edilmesi muhakkak sizin efal harekatınız üzerinde bazı tebeddülat ve iyiliğe
matuf kazançlar temin etmesi ve sizi tekamüle çabuk adımlarla yürütmesi
içindir.
<< Şimdi bütün bu söz ve sohbetleri sizler ve içinizden bazıları duyup,
düşünüp kendilerinin de bilmekte olduklarını söyliyebilirler. Ve onların bunda
haklı oldukları da muhakkaktır. Fakat bu sözlerin onlar tarafından yalnız
bilinmesi onların tekrar söylenmemesine kafi bir sebep teşkil eder mi? Onlar
nasihat, irşat ve sözlerimizin noksansız olarak hangilerini yapmışlardır?
Herhangi bir mevzu olursa olsun içinizden biri çıkıp da: Ben bu mevzuda
kusursuzum diyebilir mi? Bu imkansızdır.
<< bizim söylediğimiz sözle basittir. Onların tatbiki ise pek az insan
tarafından kaabil olabilmiştir. Bunu da söylerken büyük bir müsamaha ile
konuştuğumu bilesiniz. İş bu kadar mı? Hayır.
Mukadderat ve Tekamül 159

Nail olmak istediğiniz nura kavuşmanız için bir taraftan da liyakat sahibi
olmanız lazım geldiğini mükerreren söylemedim mi? Cehit ve gayretinizdir ki
sizi garikı feyzi nur edecektir. Cehit ve gayretsiz hiç bir ilhama ulaşamazsınız.
Ne verilirse liyakatiniz nisbetinde verilir. Buradaki sözlerim emin olunuz ki
içinizden ancak 5-10 arkadaşın liyakat seviyesini aşmamaktadır. Bunları
fevkalade ve dünyada söylenmiş sözlerden farklı görmiyenler henüz maalesef O,
( 5- 10 ) arkadaş seviyesine de varamadıkları için bu iddiaya saplanmaktadırlar.
Esasen bu irşada layık olsalardı bundan istifade yolunu hemen bulacaklar ve bu
nasihatleri zihinlerine, benliklerine nakşedeceklerdi. Onlar burada kendi
liyakatleri üstünde irşat olunurlar da bunu anlamazlar. Zaten lazım olan ilahi
tecelli de buradadır.
<< Size ilk mülaki olduğunuz gün ne demiştik? ( 1 ) << Çün baktığın
miratta kendin görürsün, ancak layık olduğun yolda yürürsün. >> Dememiş mi
idik? İnsan baktığı aynada kendisini göremezse layık olduğu yolu nasıl bulacak?
Diğer bir celsede gene ayni mevzua temas etmiş ve medyomun manzum olarak
söylediği bir sözün sonunda demiştir ki: << Ol ilhamı sizlere sunmağa
amadeyim, yeter ki nuşa ehlonun ben bir badeyim. >>
<< Biz badeyi herkese uzatırız. Onu elimizden layık olanlar alır. Layık
olmıyanlar o badeye elini değdiremez, mahrum kalır.
<< Hiç bir gayeye bir hamlede varmak mümkün değildir. Ancak ehli
idrak olmıyanlar, ehliyetsiz olanlar gayeye bir hamlede varabileceklerini
sanırlar. Ve beyhude uğraşırlar dururlar. Her şeyde bir tedricin ve bu tedriçte
büyük sayü gayretin lazım olduğunu hatırdan çıkarmayiniz. >>

Meçhul bir varlığın bir celsede vermiş olduğu aşağıdaki tebliği gene ayni
mevzu üzerinde bizi derin derin düşündürüyor. Ve burada da gene insan
tekamülündeki süratlenme veya yavaşlama mevzuu üzerinde mukadderin hangi
yollardan tahakkuk ettiği hakkında açık fikirlerle karşılaşıyoruz.

TEBLİĞ: Haziran 5, 1952

<< bomboş kafalı insanlar biliyorum süratle bu yolda koşsalar, koşsalar


nereye varırlar?... Kafa boş olunca göz görmez ki … Göz kör olunca önündeki
uçurumlara düşmek işten bile değil!... Biz bazan koştuk, amma bomboştuk…
Bazan coştuk… Coştuk amma murada ulaştık…

( 1 ) Şihabın Ağustos 14, 1951 tarihli tebliğine bakınız.


160 Mukadderat ve İcabat

<< Allah… Büyük Allah. Her zaman düşenlere elini uzatır. Bundan en
ufak bir şüpheniz olmasın. Amma bunlar herkesçe takdir ediliyormu ki?…
İnsan oluyor düşüyor da, bu düşmesine sebep olan boşluğunu, körlüğünü
görmüyor da, kendi gözünü kapatmış çanaklarını görmüyor da gene Allaha
isyan ediyor… Allah, diyor, bana yardım etmedi… Allah kimseden yardımı
eksik etmedi ki… Yalnız Allaha yalvarmasını, Ona yönelmesini bilmek lazım…
İnsan düşünce Allaha ne kadar candan yalvarırsa yalvarsın bu hiç bir netice
vermez… Yalvarmadan evvel bu sukutun sebeplerini, amillerini bilmek lazım…
Koşan yorulur… Bazan yavaş da gitmek lazım gelir… Yavaşlık bazan temkin
ihsan eder. >>

Cemiyette Şihap dostumuzun celseleri gene kendi tensibi ile bir müddet tatil
edilmişti. Bu tatilin hitamında tekrar kıymetli dostumuza Allahın iznile mülaki
olduğumuz zaman mühim bir kısmı buradaki mevzuumuzu da ilgilendiren bir tebliğ
almıştık. Bu kısımları naklediyorum:

ŞİHAP: Haziran 12, 1952

<< Bilirsiniz ki bundan bir müddet evvel geldik ve size dedik ki sizleri bir
müddeti muvakkate için terkeylemek zaruretindeyiz. Evet bu müddet bu gün
burada sona erdi. Ve size saadet ve sevinçle avdet ettik.
<< Görüyor, anlıyor ve memnun oluyoruz ki bu münasebetin inkitaı ve
müddeti tahmin ettiğimiz gibi işinize yaradı. Ve muvaffakiyet temin etti.
Muvaffakiyet temin etti dedikse bunu da mübalağa ile ele almamak lazım gelir.
Haddi zatında pek cüzi, hatta hiç bir muvaffakiyet elde etmediniz. Elde edilen
muvaffakiyet bu sahada değildir. Bir az derlendiniz, belki de toparlandınız… Biz
buradaya avdet ettikse aldığınız bu küçük neticeden dolayi değil, bu yolda büyük
muvaffakiyet elde etmek arzusunu göstermeniz ve bunun için de cehit ve gayret
sarfetmeniz için kafi gelmiştir.
<< İnsan uğraşır, bir ömrü feda eder de gene bir arpa boyu yol gidemez.
Bu muvaffakiyetsizlik değildir. Biz avdet ettikse bu hiç bir zaman siz iyi bir
netice aldınız diye değildir. Buraya avdet ettikse ( ki bundan mesudüz,
müftehiriz ) gene içinizde gördüğümüz, sevdiğimiz bazı alevler, nurlar,
ateşlerdendir. Bu sözümüzüde gene lehinize istismar etmeyiniz. Alev tabiri bir az
fazla olacak. Buna kıvılcım diyelim. İçinizde, ne yazık ki içinizden bir kaç
arkadaş içinde bir az kıvılcım gözüküyor. Avdet ettikse bu kıvılcım için avdet
ettik. Bu kıvılcım, bir az evvel söylediğim gibi mübalağa ile ele alınmamalıdır.
Fakat küçümsenmemelidir de.
Mukadderat ve Tekamül 161

<< Biliniz ki bu bir kaç kişinin içindeki kıvılcım o muazzam dünyanızda


pek mahdut kimselerde mevcuttur. Biz de bunun için avdet ettik. Kaabil olsa da
bu kıvılcımları alev halinde söksek de bir meşale gibi elinize verebilsek. O zaman
arkanızdan gururla bakacağız. İçinizdeki kıvılcım isterse alev olsun, onu söküp,
elinize meşale gibi alıp bir taburun önüne düşmedikçe süratli tekamül yoluna
düşmek isabetsiz bir iş olur. Kıvılcım ne kadar büyürse büyüsün, etrafına
saçılmadan bir şey ifade etmez. Tekamül başkalarına nur vermekle elde
edilecektir….

<< … Bittabi bizden size gelecek ilhamlar da bu hamlelerinizin nisbeti


dahilinde olacak. Bunun hududu haricine ne ben, ne de burada üstümüzdeki
veya benim derecemdeki varlıklar aşamaz, taşamaz. Neye layıksanız bizlerden
onu alacaksınız. Liyakatiniz nisbetinde layık olduğunuz yardımı alacaksınız. >>

İnsanın hayatta kendi akibetini kendisinin hazırladığına dair verilen tebliğat


birbirini desteklemekte ve itmam etmektir. İnsanın tekamülü, hayatta geçireceği
hadiselerle sımsıkı olarak alakalı bulunduğuna göre tekamül kaderinin de gene insanın
iyi niyet ve iyi amellerine göre bu hadiselere veçhe vermek suretile çeşitli istikametler
alacağını asla unutmamak lazım gelir.
Binaenaleyh içinde yaşadığımız hadiseler üzerinde ya doğrudan doğruya veya
vasıtalı olarak tesirini muhakkak gösteren bizzat kendi niyet ve amellerimizle
tekamülümüzü hızlandırabilir veya yavaşlatabiliriz. Bu kadar mühim bir hakikat
karşısında hiç bir cehit sarfetmeden hadiselere kurbanlık koyun gibi sadece pasif
olarak boyun eğmek ve iyi tarif edilmemiş ve iyi anlaşılamamış bir mukadderi
beklemek doğru olmaz. İnsan bundan zararlı çıkar. Bu hali çalışmadan sırf şansının
yardımı ile sınıf geçeceğine kendisini körükörüne inandırmış tenbel bir talebenin
haline pekala benzetebiliriz. Muhterem dostumuz Kadri, bundan beş sene evvel
başladığımız celselerinin daha ilk gününde bize şu kısa, fakat çok veciz sözleri
söylemişti:

KADRİ: Mayıs 5, 1947

<< Herkes kendi ektiğini biçer. Bunu ben size söyledim. Ekiniz. Bunlar
tomurcuk açacak. Meyvelerini toplıyacaksınız. Burası ( Ruh alemi B. R. ) O
tomurcukların canlandığı yerdir. Sizlerin meyvelerini ben de görmekle şeref
duyacağım. Her yaptığınızın izleri birer ok gibi burayada aksediyor. Ben onların
iyi tesirlerini gördükçe seviniyorum. Size gelmemin sebebi de budur. >>

Ayni mevzu üzerinde büyük dostumuz Şihabın aşağıdaki tebliği de


tamamlayici ve takviye edici kıymeti haizdir.
F: 11
162 Mukadderat ve İcabat

ŞİHAP: Mart 20, 1952

<< Merhaba ey hazirun, ey benim aziz kardeşlerim. Hepinizi muhabbetle


kucaklar ve selamlarım.
<< Bilirsiniz ki zaman zaman meclisinize gelerek dilimizin döndüğü
kadar, kudretsizliğimizin vüsatini, azametini nazarı itibare almadan kudreti
ilahiden söz açtık, adaleti ilahiden bahsettik, muradı ilahiden kelam eyledik.
Maksadımız sizlere müfit olmak bulunduğuna göre Ulu Tanrı elbette ki bu
cüretimizi nazarı müsamaha ile karşılıyacaktır. Bu gün de bu cürette devam
ederiz. Ve size takdiri ilahi babında söz söylemeğe meyyal bulunuruz.
<< Bu mevzuu intihaba geçen celse sonunda celse dışında iken
arkadaşlarınızla yaptığınız musahabe sebep olmuştur. O müsahabe esnasında
mukadderat var mıdır, yok mudur? Şeklinde konuşuldu. Türlü fikir ve
düşünceler ileri sürüldü. Bütün bu müsahabenin safahatı bana medyomunuz
delaleti ile intikal etmiş bulunmaktadır.
<< Evvelemirde mevzua girmeden önce şu noktayi belliyesiniz ki
Mukadderat bahsi mevzularımızın en belli başlılarından, en vüsatlilerinden
biridir. Onun üzerinde ne kadar durulsa kati neticeye varılamaz, pezirayi hitam
edilmiş nazarile bakılamaz.
<< Mevzuumuza, mukadderat var mı, yok mu? Suallerile girmiyelim de
bir az evvel maksadımı irae ederken kullandığım tekiple, yani takdiri ilahi ile,
sözlerimize iptidar eyliyelim. Mukadderat kelimesi yerine takdiri ilahi terkibini
tercih eder ve kullanırsak önümüzdeki ufuklar daha çok açılır ve maksada daha
kolay erişiriz.
<< Sathi görüşe sahip olan bazı insanlar birbirine: Madem ki
istikbalimize ait bazı hadisatı fevkalade bir şekilde evvelden görenlerimiz oluyor
ve bazı rüyalarmız da tahakkuk ediyor, şu halde bir mukadderat vardır. Ve
bunlar daha ileri giderek derler ki madem ki bir istikbal var, mukadderat
vardır.
<< Hayır dostlarım. Ebediyete kadar uzanan istikbalimiz mevcut olsun.
Ve bunun bir kısmı hakkında da evvelden bilgi edinelim. Bu, bir mukadderatın
mevcut olduğunu ve bundan kaçınılmıyacağını hiç bir zaman isbat etmez. Hiç
bir zaman böyle bir düşünceye yer verilemez. Böyle bir düşünce ile, kainatı
dolduran varlıkları iple oynatılan kuklalara benzetmeğe hiç birimizin hak ve
salahiyeti yoktur.
<< Bütün kainatı dolduran varlıkların her birinin taşıdığı ruh birer lemai
ilahidir ki bunlar kendi mukadderatlarını bizzat ken-
Mukadderat ve Tekamül 163

dileri yaratmağa kaadirdirler. İstikbalin ufak bir kısmını evvelden görmemiz,


anlamamız bunun ne başkaları, ne de Allah tarafından bizim için tekdir
edildiğine, mukadder kılındığına bir delil teşkil etmez. İstikbalimizden arada
sırada malumat sahibi olabiliyorsak bu bir mukadderin mevcut olduğundan
değil, ruhumuzun kaabiliyeti nisbetinde istikbalde temevvüç edebilme
imkanlarımızın çoğaldığından neşet edegelmektedir. İstikbalini gören insan,
mazisini hatırlıyan, daha doğrusu mazisinde yaşıyan insanın yaptığından başka
bir şey yapmış değildir.
<< Takdiri ilahi sözünden muradımıza gelince: Bütün alem ve kainatları
ve bu alem ve kainatlarda yaşıyan bedenli ve bedensiz varlıkları yaratan Ulu
Tanrı muhakkak ki her varlığın bütün hayat safahatini en ufak teferrüatına
kadar bilir ve takdir eder. Bu biliş ve takdir ediş Allahın, varlıkları birer kurulu
oyuncak gibi hazırladığından, kendi arzusuna göre istediği hareketi ve efali
almak için kurduğundan mütevelit değildir. Bu biliş ve takdir ediş, Allahın
Mutlak Varlığı ile imtizaç etmiş büyük bir hakikattir.
<< Dostlarım, Allahı, oyuncularını kendi hava ve hevesine ve kaprislerine
göre tanzim etmek istiyen bir çocuk durumuna düşürmek gafletine
kapılmıyalım! En basit bir aklı selim bizi bu düşüncelerden uzak tutacak
kudrettedir. Eğer böyle olmasaydi, bizler ve sizler ve bütün kainattaki varlıklar
birer bez ve mukavvadan hazırlanmış kuklalar kadar masum ve suçsuz
bulunurduk. Bu takdirde de ne tekamül, ne de bu tekamülü elde etmek için
sarfedilen bunca gayret ve çekilen bunca meşakkat yersiz olur, beyhude olurdu.
<< Şimdi bu sözü burada bitirdikten sonra kendimize: Mukadderat var
mıdır, yok mudur? Sualini daha kolayca sorabiliriz. Dostlarım, mukadderat
vardır, çünkü onu biz kendi ellerimizle hazırlıyoruz. Mukadderat yoktur, zira
biz efal ve harekatımızı tebdil, tağyir ve tenzih etmekle mukadderatımızı
değiştirebiliriz. Sözlerim bu kadar. Hepinizin kendi nefislerinizi islah ederek
mukadderatınızı kendi ellerinizle en iyi ve en imkan dahilinde bir şekilde
hazırlamanızı dilerim. >>

Sözümüze devam etmezden evvel yukarki tebliğde adı geçen bir noktanın
izahının yapılasına lüzum görüyorum. Muhterem dostumuz Şihabın söylediği gibi,
hakikaten bir insanın hayatından, istikbaline ait küçük bir parçayi evvelden herhangi
bir suret ve tarzda keşfetmiş olması onun bütün hayatının ezelden noktası noktasına
ve değişmez bir şekilde taayyün ve takdir edilmiş bulunduğunu asla göstermiş olmaz.
Burada cereyan eden hadisenin çok manalı ve şayanı dikkat sebepleri ve zaruretleri
vardır.
164 Mukadderat ve İcabat

Bazı anlarda bazı insanların ruh hayatı hakkındaki imanlarını biraz daha
takviye etmek lüzum ve zarureti hasıl olur. Mesela ruh kudretlerine, ve bilhassa fena
bulmıyan ve madde ötesinde de baki olan ve maddeye tasarruf eden bir ruh varlığı
hakkındaki duygu ve bilgileri insanlar arasında yaymak icap eder. Bu ilahi bir
vazifedir. Ve bu vazifeyi bilerek bilmiyerek bir çok varlıklar kabullenir.Ve ayni
maksat ve gaye ile müşterek ve muntazam bir plan dahilinde bu vazifede gene kendi
serbest ruh hallerindeki irade ve muvaffakiyetlerile rol almış bulunan bütün varlıklar
bir nizam ve tertip dahilinde faaliyete geçerler. Bu faaliyete iştirak eden her
derecedeki ruhlarla birlikte insanlar da bulunur ve her varlığın ancak kendi kudret ve
imkanları nisbetinde işler görülmeğe başlar. Bu vazifeler ilerlemiş ruhlar tarafından
tamamile bilinerek yapıldığı gibi, basit ruhlar ve insanların hemen hemen hepsi
tarafından bilinmeden – insan varlığı halindeki bağlı şuur ile idrak edilmeden – adeta
otomatik bir tarzda ifa olunur. Fakat buradaki otomotizma dünya görüşüne nazarandır.
Hakikatte bu insanların serbest ruh hallerindeki iradeleri ve çoğunun idraki bu işde
faal durumdadır.
İcap ve hale göre sayısız şekil ve tarzlarda görülen bu vazifelerden birisi de
istikbale ait mizansenler tertiplemek ve o mizansenler hakkında evvelden insanları
haberdar ederek müstakbel hayata onların inanmasını sağlamak gibi faaliyetlere
aittir.Yani yardımcı ve ilerlemiş ruhların da yardım ve iştiraklerile bazan insan ruhları,
insan varlığı halinde iken bilmeksizin serbest ruh halile ilahi irade kanunlarının
icaplarından istifade ederek bazı hadiseler tahayyül ederler. Onların tahayyül ettikleri
bu hadiseler ilahi irade kanunlarının vereceği imkanlar dahilinde tahakkuk edecektir.
Bunlar birer mizansendir. Bu mizansenler hazırlandıktan sonra asıl maksada geçilir.
Yani bu hazırlanmış parçalardan bir kısmını icabı hale göre ve muhtelif vasıtalarla
insanlara duyurmağa, bildirmeğe sıra gelir. Bu da ya bir telepati yolu ile, ya bir
falcının sansitif’lik kaabiliyetinden istifade edilerek veyahut da alelade bir rüya
içinde, istifadesi bahis mavzuu olan insanlara yarı müphem, yarı vazıh veyahut çok
net ve açık bir surette gösterilir. İşte bunu gören insanların bu imajlarda veya
mizansenlerde yaşaması ile bir insanın hayatının herhangi geçmiş bir safhasında
yaşıyarak onu görmesi arasında hiç bir fark yoktur. Zira bunlardan ikincisi evvelden
içinde yaşanmış bir vakadır. Tıpkı bunun gibi birincisi de gene ruhlar tarafından şu
veya bu maksatla tertipedilmiş olduğundan onun da içinde evvelden yaşanmış
demektir. Netekim burada güdülen maksat hasıl olduktan sonra bu mizansenler de
tarihe karışıp mazinin bütün diğer hadiseleri gibi unutulup gidecektir. Fakat bütün bu
işlerin neticesinde maksat hasıl olacak ve bir sürü ve belki de milyonlarca insan bir
çok şeyler öğrenecek, bir çok şeyler duymağa başlıyacak, hülasa tekamülleri yolunda
biraz daha süratle ilerleme fırsat ve imkanlarını kazanacaktır. Müdekkik olan ve ruh
mevzuları üzerinde araştırmalar yapmak
Mukadderat ve Tekamül 165

külfetinden çekinmiyen insanlar bu nevi tertipler dahilinde bir çok insanın yetişmekte
olduğunu görmekten hiç bir vakit hali kalmamıştır. Bu fikri biraz daha açmış olmak
için bir misal vereceğim:
Birisi rüyasında kuyuya düştüğünü görüyor… Ertesi günü bunu heyecanla
etrafındaki bir kaç kişiye söylüyor. Kendisini sevenler bir kaç gün ihtiyatlı
davranmasını tavsiye ediyorlar. Fakat o gün rüyayı gören adam sokağa çıkıyor
duraktan henüz kalkan tramvaya atlamak isterken eli boşanıyor, yere düşüyor ve
arkadan gelen bir otomobilin çarpmasına maruz kalıyor, hastaneye kaldırılıyor. İşte
bir vakia ki bunun vukua geleceği bir gece evvel rüyasında sembolik bir imajla
kendisine bildirilmişti. Burada gizli olarak geçen hadise şudur. Bu zatın etrafında
ruhları; ruh hayatına ait imanla biraz sarsılması matlup olan kimseler vardır. Onlara
bu hakikati göstermek için muhakkak bazı hami ve yardımcı ruhların muavenet ve
iştirakleri ile bu zatın serbest ruh hali böyle bir mizansen tertip ettiler. Yani yakın bir
zamandan bu zat herhangi bir şekilde ( bunun hiç bir kıymeti yok ) bir ufak kaza
geçirecektir.
Bu kazayi geçirmeği o rüyayi gören insanın serbest haldeki ruhu kabul ve
maksada vüsul için belki de bizzat kendisi arzu etmiştir. Fakat bu kazanın ne günü, ne
şekli evvelden gene o imaj sahipleri tarafından tayin edilmiş olmıyabilir ve ekseriya
da hal böyledir. Fakat bu tertip sırası gelince esas maksada en uygun tarzda cereyan
edecektir. Bu işler olup bittikten sonra, tertibe dahil olan insan ya kendisi veya gene o
tertibe dahil insanlardan başka birisi namına bir rüya görür ve bu rüya bittabi
sembolik olur. Zira esasen tertibin şu veya bu şekilde tahakkuku taayyün etmiş
değildir ki… Fakat burada kararlaştırılan nokta yalnız bir hafif kazanın geçirilmesidir
ve bu kazayi geçirmek vazifesini de rüyayi gören insanın bizzat kendisi kabullenmiştir
( bu kabulleniş de onun tekamülü ile ilgili bir sürü kazançlarına müteveccih icapla
kıymetlenir. ) Rüya etraftakilere anlatıldıktan sonra veya maksat asıl rüyayi gören ise,
rüyayi görenin insan varlığı halindeki şuur ve idrakine intikal ettikten sonra sıra bu
tertibin tahakkuku keyfiyetine gelir. O zat bu tahakkuk işini temin için adeta otomatik
olarak, yani kendisini de bilmeden ( serbest ruh halile bilir ) geçirmesi lazım gelen bir
kazayi araştırmağa başlar. Ve istemediği halde ayakları kazanın olabileceği yerlere
kendisini sürükler. Mesela hızla giden bir tramvaya atlamağa kalkar. Ve her vakit
kuvvetine güvendiği bileğinin de inadına o gün ve o anda gevşekleşiverdiğini görür.
Ve bütün bunların sebeplerini izah edemez, manasız bulur. Bulur amma bunların hiç
birisi manasız ve yersiz değildir. Hepsinin bir maksada müteveccih olduğunu o insan
o zaman idrak edemez. Ve düşer, malum şekilde kaza vaki olur.
Fakat bu kaza böyle olmazdı da başka türlü de olabilirdi: Mesela o zat
tramvaya atlıyacağı yerde o sırada civarda devrilmek üzere bulu-
166 Mukadderat ve İcabat

nan bir duvara doğru koşardı, yıkılacak bir balkon olsaydi o balkonun altına girerdi,
etrafına rasgele palasını savuran bir sarhoşa rasgelseydi onun yanından geçerdi…
Daha çok. Fakat sokağa gizli maksadını yerine getirmek için çıktığı zaman en
münasip olarak karşısına bir tramvay çıktı ve ona atlamak istedi…
Şimdi zahiren cebri görünen bütün bu işler, hakikatte bir maksat uğrunda ve
pek kati lüzum ve zaruretler karşısında tertiplenmiş ve kararlaştırılmış bir tasavvurun
gerçekleştirilmesi hadisesinden başka bir şey değildir. Bu da pek nadir hallerde vaki
olur, yani her vakit herkesin böyle evvelden tertiplenmiş mizansenler içinde yaşaması
zarureti de asla yoktur. Bunlar ancak arzettiğim gibi, bir insanın veya milyonlarca
insanın tekamülü mevzuunda zaruret hasıl oldukça baş vurulacak ve bazı fedakarlıklar
pahasına karar verilecek işlerdendir. Yani ruhun ebedi hayatının mutat zaruretlerinden
değildir.
Keza gene bu tertipten olarak bazan da ölümü haber veren rüyalar veya
kehanetler vardır. Bunların da bir kısmı yukarda söylediğim sebeplere bağlı olduğu
gibi bir kısmı da bambaşka sebepler ve icaplar altında vukua gelir. Bu hususta da,
yani yukarki maksatla ölüm hadisesinin önceden bildirilmesi mevzuundada bundan
sonraki bahiste tamamlayici bilgileri takdim etmeğe çalışacağız.
Fakat, dediğimiz gibi bir insan tarafından vaki olan istikbale ait keşiflerin
bütün izahını yukardaki tek misalin içinde bulmağa çalışmak elbette doğru olmaz.
Bunun yanında daha çoğunu bilemediğimiz bir sürü diğer hallerde vardır ki bunlar,
yukardaki misalde gösterilen şekilden bambaşka manzaralar arzeder. Bilhassa
hadiselerde hakim olan determinizma prensibi göz önünde tutulursa bir çok
hadiselerin evvelden aşağı yukarı taayyün etmiş olabileceği de kolaylıkla anlaşılır.
Mesela çürük olduğu bilinen bir ipe sarılarak bir kulenin tepesinden aşağı sarkmağa
hazırlanan bir adamın aşağı düşüp parçalanacağından bahseden bir insanın bu keşfine
hiç de hayret edilmez. Demekki hadiselerin birbirine zincirlenmiş neticelerine
vukufun artışı nisbetinde, gelecek hadisat hakkında isabetle keşiflerde bulunmak
pekala mümkün olabilir.
Diğer taraftan serbest ruh halindeki bir varlığın vukuf derecesinin bağlı bir
şuur halinde bulunan insan ruhundakine nazaran çok ilerde olduğu da malumumuzdur.
Şu halde bir insan bazı şartlar altında ruhunun serbest kaldığı zamanlarda böylece
zincirlenmiş ve bu yüzden tahakkuk yoluna girmiş bazı hadiseleri söyler ve bunlar da
zamanı gelince doğru çıkarsa Şihap dostumuzun yukarda dediği gibi bu halin hiç bir
zaman ezelden takdir olunmuş bir mukaddere delil sayılması doğru olamaz. Esasen şu
da var ki her kehanetin mutlaka doğru çıkması da mümkün görünmüyor. Keşfolunan
şeyler gene determinizma prensibine göre aşağı yukarı tahakkuk yoluna girmiş
bulunanlardır.
Mukadderat ve Tekamül 167

Allah evvelden hadiseleri biliyor ise muhakkak bu hadiseler evvelden taayyün


etmiştir, sözü tamamile beşeridir. Böyle bir düşünce Allahın kudretini bir insan
kudreti ile kıyas mevzuu yapmak zaafından kurtulamamış insanlara ait olabilir. Allah
herşeyi bilir fakat Onun bilgisi insanların bilgisi gibi bir bilgi değildir. Allahın bilgisi
hiç bir vecheden hiç bir mahlukun bilgisine ne benzetilebilir, ne de onlarla ölçülebilir.
Allahın bilgisi bütün bilgileride yaratan, bilgilerin bütün icaplarını da ihata eden,
zaman, mekan, mesafe vakıa, hadise kayıtlarından tamamile, ama tamamile azade
olan bilmediğimiz ve bilemiyeceğimiz bir bilgidir. Binaenaleyh varlıklarca muazzam
bir kainat mevzuu mütalaa edilirken ( madem ki Allah bunu biliyor o halde böyledir )
veya ( eğer bu şöyle olmasaydi Allahın onu bilmemesi lazım gelirdi ) gibi beşeri
kaziyelerle bu meseleleri halletmeğe kalkışmağa ve bu yönden kainat hadise ve
kanunlarını izah edebilmek cüretine teşebbüs etmeğe bu kitabı yazan biçare varlığın
asla gücü yetmez. Allahın her şeyi bildiğine iman ederiz. Fakat şuna da iman ederiz ki
Allahın bilgisi bizim anladığımız ve tarif edebileceğimiz bilgilerin hiç birisi değildir.
Bu vadide bundan fazla bir tek kelime daha söylemeğe muktedir değilim.

***

Şu halde insan, hayatının topyekün seyrinde değil, adım adım her safhasında
değişmez tabiat kanunalarının her türlü icabatından muhtelif yollarda istifade etmek
zaruretindedir. Bu kanunlardan istifade etmek demek o andaki tekamül ihtiyaçlarını
karşılamıyan herhangi bir kanunun icaplarını tekamülüne daha elverişli başka bir
kanunun icapları ile tebdil veya tadil etmek cehit ve ve faaliyetini göstermek
demektir. Mesela bir insan yolda koşarken önüne bir uçurum çıksa elbette yolunun
istikametini değiştirmek istiyecektir. Zira bunu yapamadığı anda onun uçuruma
yuvarlanıp parça parça olması işten bile değildir. Fakat o adamın bu yola çıkması
önüne çıkan bir uçurumun içine yuvarlanıp parçalanması için değil, muayyen bir
hedefe ulaşması içindir. Gaye bu olunca onun bu uçuruma dosdoğru koşarak yoluna
devam etmemesi, ve o uçurumun kenarından dolaşmak üzere yolunun istikametini ona
göre ona göre tayin etmesi lazım gelir. Ve bütün bu işler ancak, onun gayesine
ulaşmak arzu ve iştiyakı ile kendi isteğine göre tayin ve intihap edeceği hareket
tarzlarının birer neticesidir. Yani eğer o insan orada o anda hedefini unutur veya
herhangi bir cazibenin veya düşüncenin tesiri altında yolunu değiştirmek istemezse
uçuruma doğru da koşarak düşebilir. Ve gene eğer ne pahasına olursa olsun o insan
hedefine ve gayesine ulaşmak isterse ve bunun için de uçurumdan uzaklaşması lazım
geldiğini takdir ediyorsa her türlü güçlüğü göze alarak bütün maniaları aşmak
gayretile yolunun istikametini kendisine en uygun şekilde seçebilir. Ve hatta bunun
için de kendisine yukarlardan layık olduğu her türlü yardım yapılır. Dikkat edilirse o
168 Mukadderat ve İcabat

adamın burada yapabileceği işlerin her ikisi de adım adım ancak, muhakkak surette
ilahi irade kanunlarının icabatına tevafuk etmek suretile tahakkuk edebilir. Burada
görülüyor ki o ne yaparsa yapsın, yaptığı hiç bir iş ilahi iradenin dışında değildir ve
olamaz. Yalnız, ilahi irade yapacağı, bütün işlerde ona sonsuz bir faaliyet serbestliği
bahşetmiştir.
Kainatta tahakkuk eden ilahi irade kanunları, ruhların tekamülleri için
hazırlanmış ilahi yolların istikametlerini çizer. Bu kanunların icaplarından ne kadar iyi
ve yolu ile istifade edilirse varlıkların tekamül yolundaki yürüyüşlerinin hızları o
kadar artar. Bir kanunun icabını hiç bir varlık doğrudan doğruya değiştirmeğe
muktedir değildir. Ancak her kanunun icabı başka kanunların icaplarından
faydalanılarak tadil veya tebdil edilebilir. İşte insanların iradelerinin serbest olarak
kullanılması ifadesinin manası bu noktaya matuftur.

***
İnsanlar tabiat kanunlarının icaplarından istifade ederek etraflarında birtakım
tabiat hadiselerini vücuda getirirken taşıdıkları niyetin iyiliği veya kötülüğü onların
mesuliyetlerini tayine medar olan birer faktör haline girer. İyi niyet ve halisane
maksatlarla yapılan işler ( ki bunların her biri ancak tabiat kanunlarından birinin veya
diğerinin icabatına uyularak yapılabilir ) İnsanın, tekamül yolunda erişeceği muhtelif
merhaleler arasındaki mesafeleri kısaltır. Buna mukabil kötü niyet ve maksatlarla
yapılan işler de insanın önüne bir sürü uçurumlar ve engeller çıkarır. Bununla beraber
insan o suretle de hareketinde tamamile serbesttir. Ve ilahi yoldadır.
Binaenaleyh akıllı insan o kimsedir ki bilmediği sonsuz tabiat kanunlarını
tedrici ve müterakki şekilde kısım kısım ve iyi niyetlerle kendi istifade sahasına
koymak için mütemadiyen cehit ve gayret sarfeder. Onlar hakkındaki bilgi, görgü ve
tecrübesini arttırmak gayesile her an çalışır. Yukarlardan alacağı yüksek ilhamları,
irşatları bir nimet telakki eder ve hemcinsleri için fedakarlık yapmaktan bir an bile
çekilmez. İnsan bu faaliyetinde tam bir iyi niyetle, temiz bir kalb ve düşünce ile cehit
ve gayret gösterdikçe mesut mukadderatını bizzat kendisi hazırlamış ve yüksek
tekamül gayelerine ulaşmanın, yani tam manasile Allaha yönelmenin imkanlarına
daha kısa yollardan varmış olur. İşte görgü ve tecrübenin lüzum ve faydalarından
birisi de bu suretle izah edilmiş olur.

***

Her dünyanın, her alemin kendine mahsus kanun ve icapları vardır. İşte o
dünyanın ve alemin şartlarile hayatını birleştirmiş bir varlık o
Mukadderat ve Tekamül 169

şartları tayin eden kanun ve icaplara uymak suretile oranın nizam ve ahengi içinde
yaşamağa mecbur ki bu mecburiyet de mukadderin başka bir cepheden tezahürünü
meydana koyar. Mesela dünyamızın kesif maddelerine bağlanmış bir insan
yeryüzünde hiç bir zaman ziya süratile mesafe katedemez, ölümden kendisini
kurtaramaz… İlh. Fakat böyle zaruri haller ve mecburiyetler de o varlığın tekamülü
için lazımdır. Ve esasen o lüzum üzerinedir ki o varlık bu dünya şartlarile hayatını
birleştirmek istek ve ihtiyacını duymuştur. İnsan böylece muhtelif alemlerin, muhtelif
kanun ve icapları içinde yaşıya yaşıya büyük kainatın nizamını ayakta tutan ilahi irade
kanunlarına tedricen uymanın yolunu bulacak ve bunda muvaffak olduğu nisbette de
kudretlerini arttıracak ve Allah sevgi ve duygusunun ruhundaki inkişafından doğan
büyük neticeleri idrak etmek bahtiyarlığına erişecektir.
Burada gene mektep misalini ele alıyorum: Bir mektebin muhtelif sınıflarında
muhtelif derslerin ayrı ayrı şartlar dahilinde gösterilen tatbikatı yapılır. Talebeler de
bu birbirinden ayrı tatbik sahalarında rüsuh ve meleke sahibi olmak için ayrı ayrı
sınıflara ve ayrı ayrı ve birbirinden yüksek mekteplere devam ederler. Her yeni
tatbikat devresi geçirilmiş safhadan gelecek daha yüksek ve ileri bir safhaya hamle
alınmış olmasını ifade eder. Ve bu suretle her yeni safha onların tatbikat sahasındaki
kudretlerini arttırır. Bu kudretlerin artışı da onların bilgisizlik, acemilik hallerinden
kurtararak müstakbel hayatlarının emniyetini sağlar. Ve varmak istedikleri gayeye
onları yaklaştırır. İşte dünyaların muhtelif hayat safhalarının mecburiyet ve
zaruretlerini bir mektebin muhtelif sınıflarında tatbik edilmesi zaruri olan derslere
benzetebiliriz. Bu derslere devam etmek kararını vermiş olan bir talebe ister çalışır
ister çalışmaz, ister derslere devam eder, ister etmez fakat mektebini terketmedikçe o
derslere devam veya ademi devamın o mektep nizam ve kanunlarının icap ettireceği
neticelerinden kendisini hiç bir zaman kurtaramaz.
İşte büyük mukadder bahsinin anlaşılması yolunda bizi bir adımlık mesafe
daha ilerleten küçük bir misal. Tıpkı bunun gibi, bir insan da dünya mektebinde
gecesini gündüzüne katarak o mektebin muhtelif sınıflarında, yani hayat safhalarında
geçirmesi zaruri olan dersleri, yani hayat hadiselerini geçirmek ve o hadiselerin içinde
yaşamak zorundadır. Fakat o, bu hadisatın içinde yaşarken ister bir çalışkan talebe
gibi hareket eder ve vicdan yolundaki niyet ve maksatlarına sadık kalarak kendisini bu
maksatlara ulaştırıcı hadiselerden lüzumu derecesinde azami istifadeyi temin etmek
için gece gündüz çalışır ve muvaffakiyetle dünya mektebinin bütün sınıflarını ikmal
ederek oradan diplomasını alır, isterse orada haylaz ve oyunu seven bir talebe gibi
tenbellik yaparak gayelerini unutur ve kendisini eğlenceye verip hayat tecrübe ve
tatbikatında muvaffakiyetsizlikten muvaffakiyetsizliğe düşe düşe senelerce oralarda
170 Mukadderat ve İcabat

sürünür durur. O bunlardan hangisini ister ve hangi yolda çalışırsa akibetini ona layık
bir duruma sokmuş ve o akibeti kazanmış olur. İşte bu kazanılan akibet de onun için
mukadderdir. Demekki iyi veya fena yani vicdani veya nefsani niyet ve amellere göre
mukadderat insanın lehinde de, aleyhinde de her türlü tecelliyat gösterebilir.
Muhterem dostumuz Kadrinin naklettiğim aşağıdaki tebliğinde bu hususa dair çok
kıymetli bilgiler vardır:

KADRİ: Haziran 8, 1947

<< Dünyaların da kendilerine göre nizamları vardır. Bu dünyalar Allah


tarafından konmuş birer kanun ve ahenk içinde dolaşan birer yıldız, birer
deverandır. Siz bu deveranın içinde karışmış birer örnek; ufacık, çok küçük
birer toz zerresi gibisiniz. Her tesir sizi oradan oraya savurur. Ancak sizin
içinizdeki kudrettir ki size bir istikamet tayinine yardım edebilir. Ancak bu
kudretle, yürüyebileceğiniz noktaya doğru gidebilirsiniz.

<< Önünüze bir çok engeller çıkar, rüzgarlar artar. Fırtınalar,


yağmurlar, tipiler sizi hedefinizden ayırmak ister. Bazan yolunuzu çok
kaybedersiniz. Bunalırsınız. İstikamet görünmez olur. O zaman sizin içinizdeki
cevherin ancak kudretidir ki yeniden size bir ışık verir. Yolunu kaybetmiş
denizdeki gemiciler nasıl bir deniz fenerini bulunca kurtuluş alameti diye
sevinirlerse siz de o hedefi yeniden bulunca sevinirsiniz. Oraya doru koşarken
ufuklar gene kararır. Dünyanız zındana döner. Maksat ve gayenizi
kaybedersiniz. Gene boşlukta bocalamağa, fırtınanın önüne katılıp koşmağa
başlarsınız. Taki ikinci bir hamle ile gene hedefinizi görebilesiniz. Fakat bu,
insana acaba kaç defa müyesser olabilir? Bazıları, böyle yollarını kaybettikten
sonra bir kaç defa daha hedeflerini görebilirler. Bazıları kaybettikten sonra bir
defa daha, bazan da hiç bulamazlar…

<< Bakınız, o büyük alemde, o koca kainat içinde bir zerre tozun
kaybolması kimi alakadar eder? Şayet o bir cevher ise herkes üzülür. Alakadar
olanları çoğalır. Fakat hakikaten toz zerresi ise kime ne?... O zaman o
bocalıyacak, çabalıyacak, nihayet günün birinde bir yere yapışacak ve onun
yardımı ile biraz yol katettikten sonra tekrar boşluğa fırlıyacak, yeniden kendi
kudretinin gösterdiği hedefe doğru hamle edecek, tırmanacak. Bakalım bu sefer
ne olacak? Ulaşacak mı, yoksa kalacak mı? Veya biraz daha ileri fırlıyacak mı?
Kader, nasip… İşte o nasip ki herkese mukadder olduğu kadar müyesser olacak,
içlerinden gelen nurlu cevheri dinliyenlere yolu gösterecek… Eğer o bunu gene
anlamazsa tekrar ayni deveran içinde o alemin kanunlarına uya-
Mukadderat ve Tekamül 171

rak yüksek bir yerden havaya fırlatılmış bir kağıt parçası gibi ağır ağır
sallanarak, senelerce boşlukta boş ve hedefsiz kalacak.

<<Ne öyle, ne de böyle bir kaderin nasip olmasını insanlar için hiç bir
varlık arzu etmez. Fakat bazıları vardır ki bu nasibe kendileri el açar, kucak
açar, koşar, arar ve kendi ayağile kuyusunu kazar. Kolundan çekmek istiyenleri,
kendisine yol göstermek istiyenleri dirsekler, döğer, beni yolumdan alakoymayın
diye… Kim olursa olsun yoluna çıkanları ezer, önüne yatanları çiğner.

<< Hiç bir yüksek varlık en sefil bir varlığın bile bu felakete ulaşmasını
istemez. Bizim alemlerimizde çekilen azapların en büyüğü işte budur. Onları
yollarından çevirmek için çekilen işkenceler, azapların en büyüğüdür. Önüne
yatarız, arkasından koşarız. Fakat ne yapalım? O, dinlemez. Gider, kendisini
zorla kuyuya atar. Arkasından atlarız, elini vermez. İp atarız, tutmaz. Ağlarız,
dövünürüz. Bizi dinlemez. Ne yapalım işte nasip’…>>

Zavallı beşeriyet için, azap içinde bulunan basit varlıklar için bu kıymetli
varlığın çektiği ızdırabın manasını düşündükçe ve o manayı duyabilmek imkanını
kazandıkça çok şeyler öğrenir ve elde ederiz. Bunları birer masal birer ebedi parça
diye dinliyenlerin ve bu sözlerin hiç birine ruhunda en küçük bile olsa bir yer
vermiyenlerin hayatta tepmeleri icap eden daha çok uzun yolları vardır.
Fakat biz bu kıymetli tebliği, inandığımız büyük bir varlık tarafından,
mukadderin candan ve gönülden manasını okuyucularımıza tanıtmak için yazdık. Bu
tebliğ bize, insanın en kötü akibetlerine bile gene kendisinin amil olduğunu ne kadar
açık bir dille göstermektedir!...
Ateş insanın elini yakar, muayyen şartlar altında ateşi tuttuktan sonra ateşin eli
yakmamasına imkan yoktur. İşte bu elin burada yanışı bir mukadderin tezahürüdür.
Zira bu şartlar altında elin yanmaması insanın kudreti dahilinde değildir. Fakat burada
insanın pekala kudreti dahilinde olan bir iş vardır ki o da bu el yanma hadisesine
tekaddüm eder. Bu da elin ateşe temas edip etmemesi işidir. İnsan isterse bu ateşi elile
tutmaz. Fakat tuttuktan sonra da eli yanmaz diyemeyiz. Şunu da unutmıyalım ki
kainatın icapları namütenahidir ve bunların çoğu bizim bilgi ve idrakimizin dışında
kalır. İşte eğer herhangi bir geçmiş hareketimizin bir neticesi olarak bu ateşi de
elimizle zorla tutup elimizi yakma akibetini iyi veya kötü niyetlerimizle kendimize
layık ve nasip kılmış isek bu da olacaktır. Yani ister istemez, hatta farkında bile
olmadan elimizle ateşi tutmamız da zaruri olacaktır. Bu da ayrı bir iştir.

***
172 Mukadderat ve İcabat

Görülüyor ki ilahi irade kanunlarının icaplarına uygunluk göstermek zarureti


bakımından her şey mukadder dir. Yani her olan ve olacak bulunan şey, muhakkak
kendisinden evvel olmuş bir şeyin sonra olması icap eden başka bir şeyin zaruri bir
neticesi veya illetidir. Ve insan bu hadiselerle karşılaşırken göstereceği sabır,
tahammül, iyi niyet ve diğerkamca hareketlerile onların istikametlerini iyi yollara
çevirir. Demek ki hadiselerin neticeleri, ruhların üzerindeki derin intibaları ve tekamül
yolundaki hayırlı izleri meydana getirirken bu intiba ve izlerden doğacak ruh
faaliyetleri de yeni ve mesut neticeler tevlit edici illetler arasına girerek müstakbel
hayatın mukadderatına istikametler çizmektedir.
Bir varlık belki tenbelliği,belki de kudretsizliği yüzünden dünyadaki bazı
vicdani vazifelerini ihmal edip tekamüldeki yürüyüşünü yavaşlatabilir. Buna nisbi bir
duraklama diyebiliriz. Fakat aslında hiç bir yerde tekamül durmaz. İşte böyle bir
yavaşlama halinde kalan bir varlığı kolundan hiç bir kimse tutup zorla onu tekamül
yolunda hızlandırmak salahiyetinde değildir. Yani hiç bir kimseyi üstün bir kudret
felakete zorla sürükliyemiyeceği gibi, hiç bir kuvvet de geri kalmış bir insanı zorla
tekamülün hızlı yollarına sevkedemez. Çünkü irade serbesttir. Allah bütün varlıkları
hür yaratmıştır. Ve onların başkaları tarafından zorla sürüklenmesi, yani kendi riza ve
iradeleri dışında sevkedilmesine müsaade etmez.
Bu mülahaza sık sık muhatabı olduğumuz bir suali cevaplandırır: derler ki
mademki ruhlar insanlara yardım etmek isterler. Neden herhangi bir sebeple geride
kalmış ve hatalara düşmüş insanları kollarından tutup zorla hayırlı ve hatasız yollara
sevketmezler? İşte bu sualin cevabı da yukarda verilmiş bulunmaktadır.
Bir de bilhassa ipnotizma ile meşgul olanların akıllarına şöyle bir nokta burada
takılabilir: Bir ipnozitör uyumakta olan sujesine emirler vererek işler yaptırabilir.
Mademki başkalarının iradelerine tasrruf etmek yoktur ve bu hareket ilahi irade
kanunlarına aykırıdır, nasıl olurda böyle bir hadise mümkün olabilir? Bu sualin de
eksik ve natam bir bilgiye istinat ederek tertiplenmiş olduğunu tebarüz ettirmek
isteriz. Şöyle ki ipnoz halinde bulunan hiçbir sujeye hiç bir insan zorla bir şey
yaptıramaz. Yani onun iradesi dışında hiç bir şeyi ona icra ettiremez. Zahirde görünen
sujenin iradesizlik hali hakiki bir iradesizlik değildir. Bu hal gene sujenin kendi isteği
ve muvafakati ile ipnotizörün bütün emirlerine veya bir kısım emirlerine tabi olmağa
riza göstermesinin bir tezahürüdür, yani tam manasile bu da iradi hem de çok kuvvetli
iradi bir harekettir. Netekim suje istediği anda iradesini bu tesirden kurtarır ve başka
bir yola sevkedebilir. Fakat o bunu şu veya bu sebepten ötürü istemez. Ve ipnotizörün
emirlerine iradesini tahsis
Mukadderat ve Tekamül 173

eder. Ruhların tasallutları demek olan obsesyonlarda da vaziyet aynen böyledir.


İradesini en ağır bir şekilde bedensiz bir varlığın iradesine bağlıyarak onun emrile
hareket eden bir obsede bile ruh isteği ile, özlediği her anda bu tesirden kendisini
kurtarır ve iradesini obsesör varlığın iradesinden ayırabilir. Fakat o bunu istemez ve
kendisine musallat olan varlığın bu tesirinden haz duyar, iradesini onunki ile iştirak
ettirmekten, daha doğrusu onun emrinde hareket etmekten hoşlanır.
Demekki işin içine muhakkak onun iradesi girecek ve o, ancak bu iradesinin
tutmuş olduğu istikametlerin yolculuğunu yapacaktır. Hülasa insanlar arasında
görünen yabancı iradelerin tahakkümü vakalarında ( ipnotizmadaki gibi ) bir iradenin
diğer bir iradeyi yok etmesi veya çiğneyip geçmesi gibi bir mevzu yoktur. Burada
ancak bir iradenin başka bir iradeyi – gene o irade sahibinin riza ve muvafakatile –
kendi çizdiği istikamette faaliyet göstermeğe ikna etmesi bahis mevzuudur. Mesela siz
hiç bir vakit bir insanın yerden bir taş alarak karşıdaki evin camına – iradesini
kullandırmadan – attırıp kırdıramazsınız. Bunu yapabilmeniz için muhakkak surette
onun muvafakatini almağa mecbursunuz. Bunun için de o adamı ya mukni sözlerle
kandıracaksınız, ya korkutarak yola getireceksiniz, veya ipnoz gibi bir hale düşürerek
ve inangaçlık halini arttırarak vereceğiniz telkinlerin kolayca onun tarafından kabul
edilebilecek duruma girmesini temin edecek ve bu yoldan ikna edeceksiniz. Fakat
hangi yolu kullanırsanız kullanınız bütün bu işlerin sonunda elde etmek istediğiniz
netice onun iradesini sizin iradeniz istikametinde faaliyete geçirmek olacaktır. Bu da
onun o işi gene kendi iradesile yapmış olmasının bir ifadesidir. Yalnız insanları değil,
hatta bir tek karıncayi bile bir makine veya kurulu bebek gibi işletemezsiniz. Hatta bir
ağacın inkişafında bile ona vereceğiniz şekiller gene ancak o ağacın içinden gelen
neşvü nema kudretlerinin yardımı ile mümkün olabilir. İşte bütün bu zaruretler ilahi
iradenin çok açık ve çok büyük birer tecellisidir.
Bununla beraber bir insanın kafasını zorla kırmak, bir hayvanı ahıra iradesi
haricinda bağlayıp aç bırakmak, bir ağacı kökünden kesmek de sizin elinizdedir ve
bunun için hiç de mahlukun rizasını almağa ve iradesine tesir etmeğe ihtiyaç yoktur.
Fakat dikkat edilirse burada da esasen o varlığın ruhu bahis mevzuu olmamaktadır ve
bütün işler sadece onun maddesi üzerinde olup bitmektedir. Yani bir taş parçasını bir
yardan kaldırıp diğer bir yere koymakla bu işleri yapmak arasında hiç bir fark yoktur.
Daha doğrusu bu gibi ehvalde tasalluta ve tahakküme uğrayan ruh değil, beden ve
maddelerdir. Binaenaleyh burada da ruh için bir tasallut ve tahakküm bahis mevzuu
olamaz.
Velhasıl hiç bir ruha kendi istek ve iradesi haricinde hiç bir hareket
yaptırılamaz ve bu hükmün hilafına görünen işlerde de muhakkak
174 Mukadderat ve İcabat

gene o ruhun hariminde gizlenmiş bulunan kudretlerden birinin yardımı bulunduğu


görülür.
Burada mühim bir noktayi de mütalaa dışı bırakmamak lazım gelmektedir:
Bilhassa, nisbeten basit varlıklar tekamül ihtiyaçlarının tatmini hususunda adeta
insiyaki dediğimiz cehitlerle ruhi faaliyetlerine devam ederken görgü ve
tecrübesizliklerinin neticesinde yanlış yollara saparak bazan ana planlarından inhiraf
etmek yolunu tutarlar. Bu ise onların tekamülleri üzerinde iyi neticeler doğurmaz. İşte
bu gibi veya buna benzer diğer ehvalde yüksek varlıklar onun sırf tecrübesizlik
neticesinde vukua gelecek sapıklıklarını önlemek lüzumunu hissederler. Ve gene
doğrudan doğruya değil de vasıtalı yollardan o varlığın o sapık yolda yürümelerine
mani olmağa çalışırlar. Bu da dediğim gibi doğrudan doğruya onların bu
hareketlerinden vaz geçmeleri için zorlanmaları şeklinde olmaz da önlerine bir takım
hailler ve engeller çıkarılmak suretile temin edilmeğe çalışılır. Mesela tekamülünde az
çok normal adımlarla ilerleyip dururken herhangi beklenmedik bir dış sebebin
şiddetlice tesirine kapılıp ani bir hareketle bir adamı öldürmeğe kalkışan bir insanın
hareketi elbette çok feci ve kendisi için çok felaketli olacaktır. Halbuki o insan böyle
bir akibete layık değildir. Amma onun o andaki zayıf, beşeri hüviyeti bu işi takdir
edebilmesine müsait değildir. İşte kainat nizamını ilahi irade kanunları gereğine göre
temine memur yüksek varlıklarca çok iyi takdir edilebilen bu halin derhal önüne
geçilmek çareleri araştırılır. Fakat dediğimiz gibi bu da gene zorla olmaz. Yani hiç bir
kuvvet tabancasının tetiğini çekmek üzere hareket etmiş bir insanı kolundan tutarak
geri çekmez. Bununla beraber bunun kadar müessir olarak bu müessif hareketin
neticesini akim bırakıcı hadiseler yaratılır. Mesela tam o sırada kurşuna hedef olan
insan düşer bayılır ve kurşun havaya gider. Veya onun önüne pek sevdiği insan atılır
ve onun mevcudiyeti o adamın o anda aklını başına toplamasına sebep olur ve bu
kötü hareketinin kötülüğünü derhal düşünerek bu işten vazgeçer… ilh.
Bütün bunlar dış yardımlardır ki hiç birinde zorbalık yoktur. Ve bu bakımdan
da bu yardımların müessir olabilmeleri ancak o yardımlara layık olabilmekle
mümkündür. Aksi halde onlar gene olur, çok büyük varlıkların bile bu tarzdaki
müdahelelerinin hiç bir rolü ve kurtarıcı tesiri olamaz. İşte kıymetli dostumuz
Kadrinin tebliğinde geçen son cümlelerin, yani kuyulara kendilerini atan varlıklara
yardımcı varlıkların hiç bir yardım yapamadıklarını ifade eden satırların manası da
budur.

***
Yukarki sözlerden de anlaşılacağı gibi tekamül ancak, iradenin serbestçe
kullanılabilmesile ve o nisbette süratlenerek vukua gelir. Bu,
Mukadderat ve Tekamül 175

ilahi irade kanununun çok mühim bir icabıdır. Ve bu itibarla da bunun önüne
kimsenin geçemiyeceğine inanmaktayiz. Her insanın iradesine öncülük yapan bir
tarafı vardır. Bu öncü bazı insanların vicdanlarıdır, bazı insanların da
nefsaniyetleridir. Vicdanlarının, iradelerine öncülüğünü temin edebilecek kudrete
erişmiş olanlar için hayat yolculuğu çok kolaylaşmıştır. Bunların mukadderleri daima
iyidir,parlaktır ve saadet vericidir. İradelerine öncülüğü, nefsaniyetlerine bırakmış
kişilere gelince bunların da bu kötü öncülerinin refakatindan kurtuluncıya kadar kötü
mukadderlerle, acı akibetlerle karşılaşmaları ayrıca bir kader ve nasip olacaktır.
Birinci, yani vicdani yollarda hareket edenler, her adımlarını attıkça önlerinde perde
perde açılan nurlu kemal ufukları karşısında Allaha doğru yükselmenin namütenahi
saadetlerini tadarken kendi kudretlerinin de namütenahi inkişaflarına şahit olacaktır.
Ve bu hal ebediyen inkişaf ederek devam edip gidecek. Acaba bundan daha iyi, daha
saadetli bir kader tasavvur edilebilir mi?... Bu münasebetle kıymetli dostlarımızdan
Mustafa Mollanın bir tebliğini naklediyorum.

MUSTAFA MOLLA: Şubat 2, 1948

<< İnsan iman zafından inanca, ceberuttan merhamete, izansızlıktan


izana, cinayetten halaskarlığa, cimrilikten sahavete, benlikten umumuliğe ve her
şeye kaadir hale gelinciye kadar binlerce safahattan geçerek şunu anlıyacaktır:
Yollar bir veya muhtelif, fakat gaye aynidir. O gaye sizin vüsatinizden hariçtir.
İhda olunacak her saat, geçmiş saatlerin mahiyetine bağlıdır. Verilebilecek,
yahut daha uygunu, kazanılacak alem, önceden istenmiş, tayin olunmuş bir
merhaledir. Öyle ise her isteğin ardından bir ufuk, her ufkun ardından bir yeni
feza belirmektedir. Bu cihetleri göz gezdirip düşünün. Öyle bir alemden sual
açtınız ve öyle cevaplar aldınız ki bunlar sizin bu ana kadar malumunuz değildi.
Kudretinizin kendinize mevut merhaleye sizi götürmesi için cehtinizin tahriki
gerektir. Demek istiyorum ki insan böylece mukaddere tabi, fakat kör körüne
değil bilakis istek ve izanla. >>

***
Mukadderin manası hiç bir vakit kanunsuzluk, nizamsızlık ve gayesizlik
içinde sürüp giden keyfi bir hevesi ifade etmez. Burada hiç bir insan, hiç bir varlığın
akıl erdiremiyeceği şümullü bir ahenk ve nizamın tecellisini görebilmek değil, bir
azıcık sezebilmek için çok yükseklere çıkılmalıdır. Bu yükselişte ne kadar yol
katedersek ilahi irade nizamına vukufumuz o kadar artar. Ve o nisbette ilahi nizam
ahengine intibak etmek kolaylığına mazhar oluruz. Ve nihayet mukadderin ma-
176 Mukadderat ve İcabat
nasına da derece sıhhatle nüfuz etmek imkanını buluruz. İşte bunun içindir ki
varlıkların dünyalara müteaddit geliş ve gidişlerini kabul edebilecek duruma
gelmemiş olanların mukadder hakkındaki hükümleri bu hakikate vasıl olmuş
bulunanlarınkine nazaran çok değişik olabilir. Zira tekamül ve binnetice onun
yeryüzündeki vasıtalarından biri olan bedenlenme ( 1 ) mevzuları, mukadder
mevzuunun cephelerinden bir kısmını izaha yetecek unsurları ihtiva eder. Geçmiş
hayatların yeryüzündeki mevcudiyetini kabul etmekle bu hayatın bir çok iyi kötü
hadiselerinin manalarını daha iyi kavramak mümkün olur ki bu da mukadderin bir
yönden izahını kolaylaştırır. Bundan başka mukadderat gibi kainatşümul bir mevzu
üzerinde konuşmak için ruhlara ve ruhi bahislere ait bilgileri de az çok bir vukufla
gözden geçirmiş olmak lazımgelir. Bedenlenme ( 1 ) ile mukadderat mevzuuna temas
eden dostumuz Mustafa Mollanın bir tebliğini burada zikretmek ihtiyacını
duyuyorum.
MUSTAFA MOLLA:
<< Siz buraya ( 2 ) her şeyinizle gelirsiniz. İyiniz de, kötünüz de
beraberinizde olarak… ( 3 ) Mesağlar bu yolda ( 4 )… Yani anlayin ki olması
mümkün olduğu kadarsınız. ( 5 ) Fakat bir gün gelir de katolunmuş mesafeyi
tekrar dönmek zorunda kalırsınız. ( 6 ) Şöyleki acı ve tatlı her suretle ikinci bir
yolculuk başlar. Ne diyeyim? Acıların acısı budur işte!... Dönmemek elinizde
olsaydi ne ala. ( 7 ) Siz istediğinize tabisiniz. Ve öyle geldiniz ve öyle
dönüyorsunuz ( 8 ) Burada sanki mutlak bir saik vardır ki o sizden öteye
geçmemeğe kadar vermiştir. ( 9 ) İsteklerinizi hayatta tayin ve tesbit
ediyorsunuz. Burada da ona göresiniz. >>

( 1 ) Bedenlenme, reenkarnasyon tabirinin daha doğru bir şeklidir. Ruhların herhangi bir
madde alemine inerek o alemin maddelerinden kendisine bir beden ayırması demektir.
( 2 ) Ruh alemine.
( 3 ) Dünyada iken düşünce amellerinizle kazanmış olduğunuz faziletleriniz ve nemalandırmış
olduğunuz kusurlarınız.
( 4 ) İlahi murat böyledir, mukadder budur.
( 5 ) Siz kendinizi çalışmalarınız, cehit ve gayretlerinizle hangi mertebeye kadar yükselmiş
iseniz onun üstüne çıkamazsınız.
( 6 ) Bir dünya hayatında muayyen bir tekamül devreniz için lüzumlu muvaffakiyeti
gösterememiş iseniz o muvaffakiyeti elde etmek ve zararınızı telafi eylemek için tekrar dünyaya
geleceksiniz.
( 7 ) Siz bir defa ilahi irade kanunlarının muayyen icabatına uymak yoluna düştükten sonra o
icabatın dışına çıkamazsınız. Bu mukadder bir keyfiyet olur.
( 8 ) Siz dünyada kendi isteklerinizi tam bir hürriyet içinde kullandınız ve bu hareketinizin
buradaki neticelerini de orada hazırlıyarak buraya geldiniz. Buradan da öylece buradaki hayatınızın
icabatını hamilen dünyaya döneceksiniz.
( 9 ) Sizin kendi kabli hayatınızın neticeleri muhakkak surette karşınıza çıkacaktır. Bunu
kimse değiştiremez.
Mukadderat ve Tekamül 177

Henüz tebliğlerin lisanına alışkın olmıyan okuyucularıma kolaylık olmak


üzere tebliğin bazı parçalarını haşiyeler içinde izah ettim. Bunlar üzerinde duran
kıymetli okuyucularım çok mühim neticelere varacaklardır. Ve bu neticeler bir gün
gelip de yalnız kaldıkları ve en ziyade arkadaşa mühtaç olup etraflarında kimseyi
bulamadıkları anlarda kendilerine çok büyük yardımlar sağlıyacaktır.
İnsanın kendi akibet ve mukadderini hazirlayici sebeplerin hakikatlerine nüfuz
edebilmiş olanlar, dünya hayatının, adeta bir çocuğun elindeki oyuncaklarının onu bir
takım hazırlıklara tabi tutmağa vasıta oldukları gibi bir vasıtadan ibaret bulunduğunu
anlamakta hiç bir güçlük çekmezler. Yani onlar için dünya hayatı faydalı, fakat basit
bir oyuncak halini alır. Ve onlar, bu oyuncağın insanın yüksek bir ideale, müstakbel
ileri hayat safhalarına hazirlayici bir vasıta – sembolik tabirile – cennetle cehennem
arasına kurulmuş bir sırat köprüsü olduğunu yakinen idrak ederler. Öyle bir sırat
köprüsü ki insanı cennetin de, cehennemin de kapısının önüne kadar götürür. Bir defa
bu anlayiş seviyesine varmış insanın o sırat köprüsünden geçerken adımlarına çok
dikkat etmesi ve istikametini değiştirmemeğe ve yolunda eğlenmemeğe çalışması
onun için tabii bir hal olur. İşte cennetin ve cehennemin yollarını bulmak kaderide bu
şekilde çizilmiş olur. Bittabi buradaki cennet ve cehennem kelimelerinden
kasdettiğimiz manaların neler olduğunu bizi tanıyan dostlarımız bilirler.
Bir hayatın geçişi hiç de hoş bir hadise değildir. Onun, istikbalde insana
hazırladığı akibetler bakımından çok büyük ve derin manaları vardır. Bu hakikati
unutarak hayatı hiçe sayan veya bir gaye edinen ve böylece kendisini rasgele bir hayat
seylabı içine koyuvermiş olduğunu sanan insanın çekeceği vardır. Bu hal hem dünya
içindeki düşünce sahiplerini, hem de beşeriyetin hayrına çalışan ruhları çok
üzmektedir. Bu hususta ruh dostlarımızdan aldığımız muhtelif tebliğat mevcuttur.

MUSTAFA MOLLA: Eylül 7, 1949

<< Daha samimi ve gayretli olmak şartile her ferdin yürüdüğü yolda –
hatta arzularının fevkinde – büyük rehakar kudretlere vasıl olması neden gayri
kaabil olsun? Bunun, şu neticeyi size ilham etmesini arzularım.
<< İnsanın her zaman büyük bir ruh perişanlığı içinde dolaşması
yüzünden kendini bir bütün kudreti, ve bir bütün azameti içinde hissetmesine
bir türlü akıl erdirememesi, kendisinin egoist ve gayri kaabili telafi, geriletici
duygulara ve fikri sabitlere mahkumiyetini intaç etmekte buluyor. >>

M. Molla dostumuzun bu sözleri çok mühimdir. Ve beşeriyetin ruhunu saran


mühlik zaafların en mühimlerinden birini tebarüz ettirmek –

F:12
178 Mukadderat ve İcabat

tedir. İnsanların bu yüzden, yani ruh perişanlığı yüzünden kendilerinde bulunan


muazzam kudretlerin ve kendilerine bahşolunan büyük imtiyazların kıymetlerini
hazmedememeleri yüzünden düştükleri hatalar da bütün ikazlara rağmen israr etmeleri
dünya dışı varlıklar için acı bir hadise oluyor. Zira bu ruh perişanlığı içinde bazıları
Allahı inkar edecek kadar kötü bir nahvetin zebunudur,bazısı Tanrıyı kendisine eş
sayacak kadar acaip düşüncelere kapılır, bazısı hatta bizzat kendisini Allah sanacak
derecede izansızlık ve basiretsizlik gösterir. Tebliğe devam ediyorum:

<< İşte bu öyle bir arzu ki ne ileri, ne geri, fakat daima kendi etrafında
dönüp dolaşan ve hatta varlığından bir çok şeyleri aşındırarak tüketmek üzere
bulunan bir kudretler kompleksinin ufulüne doğru gidiş!
<< İnsanın, yollarını vuzuhla görmesi bu yönden zaruri görülüyor. Her
adımın hesabına muttali olmak vardır. Her yolun gayesine doğru bir içten
emniyet ve huzur duymak vardır. Her anın dolgunluğuna yaslanmış bir varlık
planı dairesinde pür cuşiş bir mevcudiyet saadeti vardır. Amma bütün bunların
ne kadar cılız ve gelip geçici birtakım ihtiraslara feda edilmekte olduğu hakikati,
bunların çok daha fevkinde duran bir keyfiyeti inkara vesile olamaz.
<< Adınızı düşünün. Bir derin ummanın, ihata edilemez bir ufku itilanın
üzerinde uçuş mahluku olan insan, bu, seni bedbaht etmemek için kafi olan
değerindir. Ondaki büyüklüğü, ondaki haz ve ulviyeti sana ancak, senin
kainatının küşade ve intizar halindeki reha ufuklarını getirebilecektir. Onun
için:
<< 1 – Elden verilen hiç bir kıymet yoktur. ( 1) Ve hudutsuzluktan
gelmiyenin sizi hudutsuz bir yolda bir adım bile yürütmesine mecali yoktur. ( 2 )
Bir anın namütenahi parçalarından birine yapışıp kalmak ( 3 ) isteğile sizi, size
rağmen esir eden kör ihtirasa ne diyebilirsiniz? Demekki bir az daha kollarınızın
sıcak zincirlerinden sıyrılarak nur toplıyabilme irade ve kudretine doğru
açılmanız lazım geliyor. İnsan şununla acaiptir:Daima iktifa!...
<< 2 – Alem bir istiğna, bir hudut, bir durak alemi değildir. Eğer alem bir
karar alemi olsaydi asırların getirdiği ve götürdüğü bu dünya safahatinin
gayesini nasıl izaha kaadir olacaktık?

( 1 ) Yani hiç bir cehit göstermeden, istemeden ve çalışmadan hediye edilmiş bir kıymet
yoktur.
( 2 ) Yani, ebediyete, sonsuzluğa inanmamış bir insanın bu imansızlığı devam ettikçe büyük
saadetlere kavuşması mümkün olmaz.
( 3 ) Yani, bir dünya hayatını hayatın gayesi saymak veya dünya ötesi hayatını yalnız dünya
realitesi çenberi içinde mütalaa etmek ve onun üstündeki, beşer idrakinin kavrıyamıyacağı yüksek
realiteleri inkara kalkışmak…
Mukadderat ve Tekamül 179

<< 3 – Fakat bu hazzı bütün vüsati ile idrak etmeniz de hoş bir şey
olmıyacaktır. ( 4 ) Sizi aczinizin kalın yorganları örtecek süratin haz ve
meltemlerinden korumazsa haliniz neye varırdı. Bununla beraber gafletinize
ısınarak, sarılarak kendinizi ne kadar bahtiyar hissediyorsanız nefsinizin bu
bahtiyarlığından öteye bir şeylerin, acaba başka kudretlerin haz ve saadeti yok
mudur, diye de bir an için düşünmeniz icap etmez mi?
<< 4 – İçinizden birile, yeni doğan güneşin ışığı altında ( 5 ) karşılaşarak
konuşmak isterdim. ( Dostum, sıhhatine ve neşene hayranım. Allaha birlikte
şükredelim. Fakat neden bu sabahın temiz ruhaniyetinde böyle derin bir vecde
dalmış gibi dalgın yürüyorsun? Dünkü hesaplarını hala bitiremedin mi? Kasan
dolup boşalıyor. Fakat ne çare ki onun, kendi içinden ve dışından hiç bir haberi
yok. Ve bundan dolayi de sana hakiki değerde bir şey veremiyor. ( 6 ) O halde
sen kasandan ne bekliyorsun? Neyi, hangi bitmezi bu kadar telaşlı bu kadar
yorgunluklara mal olan cehitlerle hesaplamağa koyulmuşsun?
<< Ben sana zamanın üstünde bir değer keşfettim. Onun adı ölçülerin
dışında bir kıymettir ki senden sana doğru her an taşmakta fakat sen onu, yani
kendini bir an istememektesin. Bu kadar yorularak bütün varlığını uğrunda
helak ettiğin, zaman ve mekan içinde mahve mahkum kasanla kıyas kabul
etmiyecek kadar zaman ve mekanın üstünde yok olmıyan ve ebediyen senin olan
asıl kıymetini, yani öz varlığını takdir etmiyor ve istemiyorsun.
<< Çiçekler mülevven nazarlarla yollarının üzerinde sana bakıyorlar.
Kuşlar ve güneş keza… Fakat sen bizzat kendinin sudaki aksinden bile birşey
anlamak fırsatına malik değilsin. Bütün fani realitelere ruhunun sıcak
hakikatlerini feda ederek kollarını açmışsın. Niye acelecisin, niye yorgunsun, ve
neden bunlardan büyük bir alaka ve tatmin duymaktasın?... Sana, seninle
beraber ber şeyin bir gün yok oluvereceğini söylemediler mi? Bir anda ölüveren
insanların dünyaya ait herşeylerini gene bir anda burada bırakıverdiklerini
görmedin mi? ( 7 )
<< Fakat o insan bana ne cevap verecek? Sustuğumu görünce: Bu acaip
suallerinle benden bir karşılık bekliyorsan bil ki sen bir

( 4 ) M. Molla burada, tekamül yolunda tedricin lüzum ve ehemmiyetine işaret ediyor.


( 5 ) Yani, ben de sizin gibi bir insan olarak bir an için gelip bir sabah güneşi doğarken sizinle
karşılaşsam.
( 6 ) Yani, kasan ruh kudretlerinin tekamülüne yardım etmiyor.
( 7 ) Yani, karşında her gün bir anda ölüveren insanların her şeylerini gene bir anda dünyada
bıraktıklarını görmedin mi?
180 Mukadderat ve İcabat

delisin. Zira üstün olan, beşer fevkinde olan her şey bizim için meçhuldür. Eğer
yolumuza ışık tutan şu adi feneri neden dolayi diye tetkik edersek zannımca
bunda ben daha büyük rol ve ehemmiyet kazanırım, ( 8 ) diyecek.
<< İşte hamdolsun ki böyle bir cevaba hedef olmamak, muhatap
olmamak için hiç birinize rastlamıyorum. Fakat sizden artacak hüsranı
kucaklıyan bizleriz. ( 9 ) Siz günlerinizin ölçüleri ve hayatınızın hesaplarile
müştegil, yorgun ve manalı yaşıyorken bir ölçüsüzlük içinde sizin için ne kadar
yorgun ve bedbahtız. ( 10 )
<< Rabbe yalvarıyoruz. O size arzın solmaz baharını verseydi, ( 11 )
Semanın tükenmez ferahlığını bahşetseydi, ( 12 ) gene ayağınızın altındakileri
kucaklamakta devam etmenizi biz de birlikte kolaylaştırırdık ve siz
mabudunuzun kör ibadetçileri olmazdınız. Ve bu günkü gibi ruhlarınız boş ve
vatanından mahrum kalmazdı. >>

***
Şimdiye kadar söylediklerimizden çıkan manaya göre, her şey ilahi irade
kanunlarının icabatı dahilinde cereyan eder. Dünyada sezebildiğimiz ve,
sezemediğimiz bütün hareketler muhakkak ilahi bir kanunun icabına sığınarak
tahakkuk edebilmiştir. Ve illa hiç bir hareketin tahakkuku değil, düşünülebilmesi dahi
muhaldir. Binaenaleyh yavaş ve hızlı bir revişle Allahın yolunda yürümektedir. Her
şey tekamül yolundadır. Bu yolda biribirinden farklı mesafelerle ayrılmış merhaleler
vardır. Fakat bütün bu merhaleler de gene ayni yol üzerinde ve ayni gayeye yani
Allaha müteveccihtir. Bu bir hakikattir. Kemal ruha ait bir mevzudur. İlahi birer lema
olan ruhlar nasıl olur da yüksele katettikleri merhalelerde Ondan yüzlerini
çevirebilirler?

( 8 ) Yani, güneşin ziyasının, senin söylediğin saçma ve hayali şeylere değil, benim tayin
ettiğim reel mefhumlara hadim olduğu muhakkaktır.
( 9 ) Yani, sizin bu halinizle yarın için kendinize davet etmekte olduğunuz azaplı bir hayatın
acılarını biz daha şimdiden sizin hesabınıza duyuyoruz.
( 10 ) Siz maddelerin, el ile tutulur, ölçülere girer salabetli hallerine dayanarak bunları bir
hayat emniyet sigortası telakki ediyor ve bu yolda didinip duruyor ve bu suretle de hakiki bir hayatta
yaşadığınızı sanıyorken, bu mahdut ölçülerin manasını bilen ve bir ölçüsüzlük diyarının büyük
kıymetleri ve imkanları içerisinde yaşıyan bizler sizin bu gafletinizi görmekle ne kadar üzülüyor ve
bedbaht oluyoruz.
( 11 ) Yani, eğer dünyanız hakikaten idealin bir son merhalesi olsaydi, sizler de orada hakiki
saadetin hakiki sahipleri, ebedi varlıklar olarak kalsaydiniz o zaman biz de sizin oraya bağlanmanıza
çalışırdık ve o zaman siz bu günkü gibi ne yapacağınız belli olmıyan şaşkın ve mütereddit
vaziyetlerden kurtulurdunuz.
( 12 ) Yani, dünyada hiç bedbahtlığı tanımasaydiniz ve hep mesut yaşasaydiniz.
Mukadderat ve Tekamül 181

Buna imkan nasıl düşünülebilir?... Böyle bir düşüncenin bahis mevzuu edilmesi bile
abestir. Maddi manada hiç bir istikamet kabul etmiyen ilahi teveccüh, her yere doğru
ve her istikamettedir. Ve daha doğrusu hiç bir istikamette değildir. Bütün bu istikamet
dışında bir teveccühtür bu!... İnsan ne yaparsa yapsın, ne dilerse dilesin – bilerek veya
bilmiyerek – gene Allaha doğrudur. Cevherini – bilerek veya bilmiyerek – karartsada
parlatsa da gene Allaha doğrudur. Çünkü başka bir yön bahis mevzuu olamaz. İşte
mukadderat mefhumu karşısında tekamül mevzuunun bir manası da budur. Türkiye
Metapsişik Cemiyetinin manevi rehberi olan kıymetli dostumuz Şihap vermiş olduğu
bir tebliğinde çok açık ve her türlü tefsirden müsteğni olarak bu hususta şu hakikatleri
beyan etmiştir:

ŞİHAP: Aralık 19, 1951 Medyom: Reşat Bayer

<< Merhana ey hazirun, ey benim aziz kardeşlerim, ey yolcular, bilirsiniz


ki sizler, daha doğrusu bizler de hepimiz ayni yolun yolcusuyuz. İster mutekit,
ister münkir, ister mütedeyyin, ister kafir olun. Hepimiz ayni yolun yolcusuyuz.
Hatta isterseniz alemi manaya aşina bulunun, hepimiz ayni yolun yolcusuyuz. O
yol daima geniş, feyizli, nurlu devam edip gidiyor ve gidecek. >>

Muhterem dostumuz Şihabın burada tebliğine bir az fasıla vermek istiyorum.


Arasıra eserlerimide insanların bazı kötü hareketlerinin kendilerini bir takım uçurumlu
yollara, karanlık kuyuların içine sürüklediğini söyledik ve söylüyoruz. Bütün ruh
dostlarımız da sırası geldikçe bu ifadelerde bulunuyorlar. Hatta şihap dostumuz da bu
hususta ve sırasında mühim ikazlarda bulunur. Yukarki tebliğ, bütün bu sözleri
nekzediyor gibi görünebilir. Onun için burada bu kısa izahı yapmağa mecbur kaldık.
Filhakika bütün varlıkların ilahi irade kanunları müvacehesindeki
yürüyüşlerinde ne bir aksaklık, ne sapıklık, ne yanlışlık, ne uçurum ve ne de
duraklama yoktur. Böyle bir şey, yukarda söylemiş olduğum gibi düşünülemez bile..
Zira ilahi irade kanunları bütün hatalardan salimdir. Esasen hata mefhumu bunlar için
değildir. Ve hiç bir varlık, ne yaparsa yapsın, neye teşebbüs ederse etsin ve iradesini
ne kadar geniş bir hürriyet içinde kullanabilirse kullansın onun hiç bir vakit ilahi irade
kanunlarının dışına çıkabilmesi bahis mevzuu olamaz. İşte yukarki tebliğin manası bu
esas noktaya aittir.
Bunun yanında, hadisatın bir de insan ruhunun idrak ve duygusu cephesinden
görünüşü vardır. İşte sapıklıklar, duraklamalar, yuvarlanmalar, kuyular ve bütün azap
ve işkence mefhumları buradan çıkar.
182 Mukadderat ve İcabat

Yani insanın niyet ve amellerinin neticesinde karşılaşması zaruri olan akibetler, daha
doğrusu bu neticelerin akibeti olan vicdanın aksülamelleri, onun ruhunda her türlü
karanlık hadiseleri, husule getirir. Bu hadiseler onun ruhunda bir kuyu olur, uçurum
olur, azap olur, cehennem olur ve her türlü işkence mevzuu olur. Fakat ne olursa olsun
hakikatte yani ilahi irade kanunları muvacehesinde o gene Allahın yolundadır ve
durmadan tekamülüne devam etmektedir. Yalnız eğer o ıztırap çekiyorsa,
uçurumlardan kuyulardan, işkencelerden geçiyorsa tekamülün bu yolunu seçmiş ve
seçtiği yola düşmüştür. Bu sözün daha ilmi ifadesi şudur: O kendisine layık olan yolu
bulmuştur, fakat bu bulduğu yol da gene tekamül yoludur, ilahi yoldur.
Şimdi kıymetli dostumuz Şihabın tebliğine devam ediyoruz:

<< Sanmayınız ki o yol bazan karanlık, bazan hendekli ve uçurumlu olur.


Hayır. Her zaman nurlu, açık ve feyizlidir. Eğer içinizde kendini zulmette
görenler varsa sanmasınlar ki o yolda değildirler. Hayır, gene o yoldadırlar…
Ancak, önlerini görmeğe yegane vasıta olan iç varlıklarını iç nurlarını istimalden
aciz bulunuyorlar. O feneri, o nuru içinizden söküp önünüze tutunuz. Yolunuzu,
o feyizli, nurlu yolu görmeğe kafi gelecektir.
<< Sizlere, yalnız önü gösteren gemici feneri gibi, yalnız önü camlı
fenerler gerekmez. Her tarafa ışık saçmalı, önünüzü, arkanızı, sağınızı, solunuzu
tenvir etmelidir. Bir yolda ancak böyle yürünür. İcabı hale göre başınızın üstüne
yükselteceğiniz o fenerin camlarını kırmaktan bir an bile tereddüt etmeyiniz. Hiç
bir rüzgar o feneri söndüremez. Azimli yolcuları hiç kimse yolundan
döndüremez. Feneri yükseltiniz. Başınızın üstüne tutunuz ki sizden geride
bulunanlar da nurunuzdan istifade etsin. Sizin önünüzde gidenler olmasaydi
acaba bu yolun eşiğinden kaç adım yürüyebilirdiniz? Yürümek yalnız kendi
şahsı için mevzuu bahis değildir. Yürüyüş bir topluluk halinde oluyor ve
olacaktır da. Farz ediniz ki dünyanızda tek başınasınız. Sanır mısınız ki gene
ayni seri hatvelerle tekamül edebilirsiniz? Hayır dostlarım, önünüzü, arkanızı
hiç bir zaman nazarı tetkikten irak tutmadan yürüyünüz. Sağ ve sol tetkiki
ayrıca yolunuzu size gösterecek bir unsurdur. Bunları tetkik etmek kendi
yürüdüğü yolun selameti için insana lazımdır, elzemdir.
<< Sözümüzün başında ne dedikti? Hangi akideye sahip olursanız olunuz
ayni yolun yolcusuyuz. Şu halde herhangi bir akideye salik olmak, herhangi
ekolün saliki olmak tekamül yolunda bir hususi merhale katedilmesine medar
olamaz. Çünkü herkes ayni yolda yolcu değil mi? Şu halde sizin düşünce ve
görüşlerinize mu-
Mukadderat ve Tekamül 183

gayir bulunan zihniyetler ve bunların sahipleri de emin olunuz ki belki de ayni


hızla bu geniş ve feyizli, nurlu yolda yürüyorlar. Ve yürüyecekler. Şu halde
tekamül bir ekol intihap neticesinde elde edilir bir keyfiyet değildir. Tekamül
için ne lazım geldiği, celselerimizin bidayetindenberi söylediklerimiz yegan yegan
tekrar ele alınır ve tetkik edilirse görülür. Şu halde her fikri, her düşünceyi,
hürmetle, sevgi ile karşılamalısınız. En aykırı göreceğiniz, en saçma bulduğunuz
fikirler bile size istifade temin etmekten uzak kalmıyacaktır. Bugün size
söylemek istediğim söz bunlardan ibaret oluyor. Bu sözlerim hakkında tereddüt
izhar eden kimse varsa kendisini memnuniyetle dinlemeğe amadeyim.
<< B. R – Kafirler ve münkirler de ayni yolda olduklarına nazaran,
mesela Allahın varlığını inkar eden bir insanın bu düşüncelerinin, Allaha iman
eden başka bir insanın düşüncelerine nazaran belki daha ilerde bir kıymet ifade
edebileceğini zannedecek dostlarımızda bulunabilir bu noktayi bir az daha açık
olarak lütfen izah buyurur musunuz?
<< Ş. – Haşa, böyle bir şey söylemedim. Hayır, dedim ki ister mutekit,
ister münkir, ister mütedeyyin, ister kafir olsun, hepimiz ayni yolun yolcusuyuz,
dedim. Bu, demek değildir ki bu yolda yürüyenler arasında mesafe farkı yoktur.
Sözlerimin sonu daha iyi dinlense idi böyle bir imada bulunmadığım görülürdü.
<< B. R – Denildi ki kanaatlerin hangisi olursa olsun, tekamül babında
hiç birisinin diğerine hiç birisinin diğerine faikiyeti yoktur. Ekolün tekamülde
rolü yoktur. ..
<< Şihap – Dostum, gene sözlerim yanlış anlaşılmış. Sözlerim den murat
şu idi ki kafir bile olsa tekamül edecektir, etmektedir ve ediyor da. Ve ayni
nurlu, geniş, feyizli yolda yürüyor, dedim. Tekamülün ekol farkı yoktur,
sözlerinden muradım da şu idi; Bu maksadı size izah için bir misal vereyim:
Şimdi buradaki arkadaşlarınız, tabii yeni girmiş olanlar mevzuu bahis değil, (
misafirleriniz de hariç tutuluyor ) hepiniz bir ekolün saliki değil misiniz? Evet,
fakat hepiniz tekamülde ayni merhaleye mi vardınız?
<< B. R – Hayır.
<< Şihap – Şu halde bu ekole sülukünüz sizi tekamülünüz için bir şey
kazandırmış vaziyete pek sokmuyor. Ekolün bütün mevzuatını hazım ve kabul
eder de, fi’liyatı tekamülün geri merhalelerde kalmasını icap ettirecek bir çok
vukuatla dolu olabilir. Siz bunu kabul etmiyor musunuz? Maksadım bu idi.
Sizler bu ekolü kabul etmekle tekamül ettiğinizi iddia edemezsiniz. Gayem bunu
izahtı. >>
184 Mukadderat ve İcabat

İnsana, dünyada tekamül etmek ve müstakbel hayatını kazanmak imkanları


verilmiştir. Bunun küçük misalini bir tek dünya hayatında da görmüyor muyuz? Niçin
dünyada bu kadar mektep açılmıştır? Niçin oralara yüz milyonlarca aile yüz
milyonlarca çocuklarını göndermişlerdir? Bunlar hep gelecek hayatı kazanmak için
yapılan hareketlerden başka ne olabilir?... Fakat dikkat edilirse kolayca görülür ki
bütün bu hareketlerde esas olan şey bütün beşeriyete veya hiç olmazsa bir kısım
insanlara müfit olmağa çalışmak ve bu liyakate erişmek faaliyeti etrafında
toplanmıştır. Bir doktor mektebi, hasta insanları iyi eden çareleri bulacak
mütehassısları yetiştirmek için açılmıştır. Bir mühendis mektebi gene herkesin işine
yarıyan köprüleri, yolları, gemileri, binaları yapabilecek insanları yetiştirmek için
açılmıştır. Bunun gibi bütün diğer mekteplerin daima böyle amme menfaatini güden
gayeleri vardır. Şu halde şahsın görgü ve tecrübesinin artması mevzuu ile amme
menfaati el ele yürümektedir. İnsanlar ve varlıklar ancak başkalarına müfit
olabildikleri nisbette kendilerinide kıymetlendirmiş olurlar. Ve bu da onların görgü ve
tecrübelerinin artması ile müterafık bir hareket olur. İşte bunun bir adı da
yükselmektir. Böyle olmazsa insan hotkamca duygular içinde bunalıp kalır. Ve bir
karanlığın ifadesi olan bu bunaltı içinde kalmış insanların başkalarına olduğu kadar
kendilerine de hiç bir faydaları dokunamaz. İşte bütün bu illet ve netice bağları
onların karanlık veya aydınlık mukadderlerini çizen birer amil olur.
Binaenaleyh bir varlık, evvela görgü ve tecrübesini muhtelif yollardan
çalışarak kazanmak suretile kendisini yetiştirmek zorundadır. Hayatta onu bu yollarda
hazirlayici tabii veya sun’i bin bir müessese vardır. aile ocaklarındaki mecburi hayat
şartlarından tutunuz da cemiyetin çeşitli kanuni ve ahlaki müeyyideleri ve kuyudatı,
mektepler, fabrikalar, enstitüler, cemiyetler, dinler, askerlik hayatı gibi bir sürü
tertibat, teşkilat insanları bazan istiyerek, bazan istemiyerek her türlü zabıt ve rabıt
altına alarak sert bir mengeneden geçirircesine ezer, yoğurur ve yola getirir. İşte o
insan kendi iradesini bilgi ve basiretle kullanmak şartile ve birtakım yardımcı
varlıkların rehberliği de araya karışarak bu mengenelerden muvaffakiyetle geçebilir
ve onlardan beklenen istifadeleri temin eder. Bütün bunlar mukadderi davet edici ve
tertipleyici hallerdir. Fakat burada da dikkat edilirse gene görülür ki işler hep
ma’şerikazanların içinde kaynamaktadır. Tek başına ne mukadder, ne de akibet bir
mana ifade etmiyor. Bu öyle bir kanun ki bir insan bunun manasını iyice anlamak
istemez ve bütün hareketlerini bir nefsaniyet ve hotkamlık havası içinde faaliyete
geçirirse, yani bütün menfaatleri nefsine tahsis etmeğe ve bunun için de diğer
varlıkları feda edip geçmeğe kalkışırsa onun karşılaşacağı akibet yalnız bir hüsran
olur. Ve hüsran ise mesut bir kader değildir.
Mukadderat ve Tekamül 185

İnsan başkalarına fiilen yardım edemiyecek kudrette bile olsa, gene kimbilir
hangi hayatın hangi kötü akibetini çekmek kaderine uğramış bir bedbahtın gözyaşları
karşısında ağlıyabilecek bir kudret gösterirse ne mutlu ona!... Başkalarının
ızdıraplarına – onlar bilsin, bilmesin – iştirak edebilen bir insan kudretli bir varlıktır.
Çünkü o her şeyden evvel diğerkam bir insandır. Bu suretle hareket etmekle o, bu
muzdarip biçareye bilmeden bir çok ruhi yardımlar yapmış olur. Ve bu da ayni
zamanda kendi görgü ve tecrübesini, daha doğrusu ruh kudretlerini arttırıcı avamili
hazırlar. Zira kainatta hiç bir hareket, hiç bir düşünce ( ki o da bir harekettir.) İyi
olsun, kötü olsun neticesiz kalmaz.
Acaba başkalarının ıztıraplarının insanı yükseltici, ruh kudretlerini arttıran
tesiri neden ileri geliyor? Bunun muhtelif yolları vardır ve bunlardan biri de şudur:
Başkalarının ıztıraplarına iştirak eden bir insan bizzat o ıstırabı az çok duymağa
başlar. Halbuki her çekilen ıztırabın ve hele diğerkamlık yolunda çakilen bütün
ıztırapların ruhu hafifletici, yükseltici, temizleyici çok hayırlı neticeleri vardır. Dikkat
ediniz, acı duyan, ağlıyan bir insanın acısına samimiyetle iştirak ettikten sonra ona
verdiğiniz ufak bir tesellinin sizin ruhunuzda yapacağı tesirleri tetkik ediniz.
Muhakkak burada bir hafiflik, bir huzur duyduğunuzu farkedeceksiniz. İşte bu,
yükselmenizin güzel bir işaretidir. Hülasa başkalarına yardım için dökülen bir damla
ter, akan bir damla gözyaşı, yalnız kendi canı azizi için bütün ömrünce didinmekten
mütevellit kusulan kanlardan milyonlarca defa hayırlıdır. Bu bir hakikattir. İşte hayırlı
ve mesut mukadderler bunları bilmek ve tatbik edebilmekle kazanılır. Yoksa
nefsaniyeti uğrunda yan gelip yatarak sadece Allahtan iyi mukadderler bekliyenlerin
vay başına geleceklere!... Fakat ne yapalım? O başa gelecekler de mühimdir ve
lüzumludur. Hiç olmazsa günün birinde bu hakikatleri öğrenmelerine imkan verir.
Çok kıymetli dostumuz Kadrinin aşağıdaki tebliği açık ve herkesin anlıyabileceği bir
sadelik içinde bu büyük hakikati izah etmektedir:

KADRİ: Şubat 28, 1949

<< Başkası üzerinde görülen bir ızdırap sana ne kadar müessir olursa işte
o devre içinde bu da senin için bir tecrübe olur, bir kıymet ifade eder. Neden eski
insanların hayatlarından ibretle bahsederler. Onların yaşadıkları devrelerde
geçirdikleri büyük müşkülleri bir kıymet olarak mütalaa ederler? Çünkü
bunların hepsi bir hayat boyunca bir insan tarafından tatbik edilemez. Yalnız
iyiyi görüp ondan nasibini almak ve büyük tecrübe içinde kendini bulundurmak
gibi bir insanlık yoktur. Ve bu hakikati dünyada bilen pek azdır.
<< Her muztaripten bir saadet sızar. O saadet sizin ondan aldığınız
teessür kadar büyük, ve kazandığınız tecrübe derecesinde
186 Mukadderat ve İcabat

kıymetlidir. Her neşeli ve mesut insandan gene size bir kıymet ve saadet akar.
Onlardan aldığınız ibret sizi ne derece intibaha davet etmiş ise sizin saadetiniz de
o kadar olur. Çünkü o neşenin altındaki ıztırabı da görür ve vaktinde tedbirler
alırsınız. >>

Kadri dostumuzun söylediği gibi hayatta yalnız mesut insanlarla ülfet ederek
ve onların saadetlerine katılarak bundan kendi hesabına bir tecrübe sahibi olmak
mümkün değildir. Zira bu hal insanın ruhunda hiç bir derin intiba’ husule getirmez ve
hiç bir esaslı intibah ta uyandırmaz. Eğer başkalarının saadetlerine katılırken onların o
saadete kavuşmak için evvelce yapmış oldukları fedakarlıkları ve bu fedakarlık
sırasında çekmiş oldukları ızdırapları düşünür ve duyarsanız bunlar, sizin tecrübeniz
olacak ve müstakbel saadetinizi teşkil edecektir. Fakat eğer esasen muztarip bir
insanın ıztırabına iştirak ediyorsanız o ızdırap çeken insan kadar siz de o ıztıraba
sebep olan tecrübeleri geçirmişçesine kısa yollardan tecrübe sahibi olursunuz. Hatta
gene tebliğden anladığımıza göre, yalnız etrafımızda yaşayanların değil, tarihte büyük
idealler uğrunda, büyük fedakarlıklar göstermiş ve bu yüzden de büyük ıztıraplar
geçirmiş insanların hayatlarını tetkik ederken onların bu ıztıraplarına katılmak ve
onların büyük gayeleri uğrunda yenmiş oldukları güçlükleri hayranlıklar takdir etmek
de bu hususta gösterilen samimi duyguların derinliği derecesinde insanı yükseltir ve
tecrübe sahibi kılar. Tebliğe devam ediyoruz:

<< Hayatta insanın çevresinde böyle birçok hadiseler dolanıp durur. Bu


hadiselerden onun ibret aynasına akseden kısımlar, kendi cevherinin büyüklüğü
derecesinde olanlardır. Bazılarına karanlık bir gecede ufacık bir yıldız bile
akseder de, bazılarınınkine günlük ve güneşlik bir günde koskoca bir heyüla,
gölge bile bırakmaz. İşte insanların kıymeti buradadır. Daima gözünüzü bu
aynanın açık bir kapısı halinde bulundurmanız, herşeyi olduğu gibi değil, sebep
ve neticelerini düşünerek içinize almanız, ondan bir hisse almanız ve bu arada
teessür ve ıztırap duyduğunuz derecede saadete ulaşmanız imkanına her zaman
maliksiniz. Fakat bunu söylemek tatbik etmek gibi güç değildir. Yalnız size
tekrarlanan bu yüzlerce güzel sözlerin bir kısmını olsun tatbik edecek bir
kudrette bulunmanız artık icap eder.

<< SENİN TECRÜBEN YALNIZ HAYATINDA DEĞİL,


BAŞKALARININ HAYATI VE ONLARIN TECRÜBELERİLE DE HEM
AHENKTİR SEN HER ŞEYİ ŞAHSINA İNHİSAR ETTİRİRSEN BUNA NE
BİR ÖMÜR. NE DE BİR KAÇ ÖMÜR KİFAYET EDER. Başkaları namına
çalışıp ondan zevk duymağı saadet telakki ettiğiniz müddetçe, başkalarının
ıztırabına ortak olup kendinizi felaketlerden kurtardıkça, başkalarının saade-
Mukadderat ve Tekamül 187

tinden örnek alıp onların bu saadete nasıl ulaştıklarını anlamağa gayret ettikçe
sen bir adamsın.
<< İşte insanlığın büyük kıymetleri böyle başlar, yoksa bir insanla bir
hayvanın arasında hiç bir fark kalmaz. Bir defa düşünün. Bir hayvan yalnız
kendi nefsi ve hayatiyeti için çalışır. Yalnız kendini doyurmak, başkalarının
menfaatini değil, yalnız şahsını düşünmek, diğerlerinin ıztırabından değil, kendi
ıztırabından üzülmek hassasına maliktir. Demek insan bundan çok başka türlü
olacak ki hayvanın yaptığının aksini yapacak ki aradaki büyük fark tebarüz
edebilsin.
<< Hayatınız bu gibi işlerle mahmul geçerse, siz gününüzü bir kayıp gibi
değil, bir kazanç gibi telakki etmenin yollarını bulursanız o vakit yaşadığınızı
anlayiniz. Yoksa sebepsiz hareketler, başkasına zarar verici hadiseler, hatta hiç
zarar vermeden dahi başkası için faydasız geçirilen ömür ne kadar yazıktır.
<< Hareketinizi daima kontrol edip insan olmağa gayret etmek, yalnız
gayret de değil,bunu bilfiil tatbik etmek gibi hareketlerinizi çalışma sahasına
intikal ettirmekle mükellefsiniz. Daima güçlükleri görünüz. Büyük azap
çekenlerin vaziyeti size örnek olsun. İnsan şu anda dünyanızda ne büyük
işkenceler altında inliyen ne kadar çok adette varlıkların mevcut olduğunu bir
defa düşünse bile, içinde bulunduğu vaziyetin ne büyük bir kıymet olduğunu
tekdir etmekten kendini alamaz.
<< Milyonlarcası ıztırap çekerken diğerlerinin onlara nazaran mesut
olduklarını düşünmek gayet tabiidir. Hayatınızı, istikbalinizi yalnız siz
hazırlıyorsunuz. Hareketleriniz bunlara rehber oluyor. Siz, çizilen yolda
giderken etrafınızı yıkmak değil, yapmak ve oralara kıymetler aşılamak size ne
kadar yardım yapılıyorsa daha çoğunu başkalarına yapmakla mükellefsiniz.
<< İnsanlığın daima ilerlemesi yolunda fedakarlıktan çekinmemeli. Ve
hayatı insan kendisine bir işkence kaynağı değil, bir saadet vasıtası yapmalıdır.
Bu hareketleri, elinizde imkan ve vasıta mevcut iken yapınız. Ve hayırlı, uğurlu
yerlerde emek sarfediniz. Allah da size yardım eder. >>

***
Burada bazan mukadderat bahsinde insanları şaşırtıcı bir nokta üzerinde
duracağım: Hakikaten insanların önlerinde bazı öyle mecburi hadiseler çıkar ki
bunların önüne geçmeğe imkan yoktur. Bunlar kısmen evvelce de bir az bahsettiğim
gibi insanların geçmiş hayatlarında yap-
188 Mukadderat ve İcabat

mış oldukları işlerin ve güttükleri düşünce ve duyguların ilahi irade kanunları


mucibince tahakkuku zaruri neticeleridir. Kısmen de ruhların tekamüllerine lüzumlu
kısımların ikmali için ilahi irade kanunları ahkamına göre tertip olunmuş icaplardır.
Ve bu neticelerin ve icapların zuhurunda da asla bir ceza mahiyeti yoktur. Bilakis
bütün bu acı ve mecburi karşılaşışlar insan ruhunun daha yüksek bir istikbali
hazırlıyabilecek kudrete erişmesini sağlayici istihkak edilmiş birer ilahi lütuftur. Bu
hali aşağı yukarı, derslerini vaktinde çalışmıyan bir talebenin hocaları tarafından
sınıfta bırakılmasına veya ona, hazmedebileceği yani vazifeler vermelerine
benzetebiliriz. O çocuğun o sınıfta tekrar kalması veya o vazifeyi yüklenmesi ne bir
cezadır, ne de bir kapristir. Bu bir zarurettir ve eğer o çocuğun aklı eriyorsa bu
zarureti takdir eder ve hatta tamamile yerinde ve lüzumlu görür. Yani zahiren mecburi
görünen bu hadiseye istek ve arzusu ile o da candan katılır. Ve onun, kendi durumu
icabı olduğunu anlar. İşte tıpkı bunun gibi bir insanın hayatta karşılaştığı, zahiren
mecburi görünen hadiseler de bu mahiyettedirler. Ve esasında o insanın ruhu bunu
kabul etmiş ve kendisi için lüzumlu görmüştür. Zira o takdir etmiştir ki ancak bu
yolda tekamülünü lüzumu derecesinde hızlandırabilecektir. Gene muhterem dostumuz
Kadrinin bir tebliği bizi bu hususta bizi tenvir ediyor.

KADRİ: Eylül 29, 1947

<< Azapsız dünya lezzetsiz meyvedir. Siz ızdırabın esasını, saadetin bir
azını orada tadıp öğreneceksiniz. Hepsinden bir parça, yalnız öğrenmenize
yetecek kadar, sizi yetiştirecek ve yol gösterecek kadar. Fakat bazıları çok zor ve
güç anladıkları için onların azap ve ızdırapları fazla oluyor. Bu da kaderin bir
cilvesi, onun eski defterlerinin hesap bakiyesidir. Biz de, siz de üzülecek, ve bu
üzülmede sizin yükselmenize vesile olacak. Bu suretle siz de onlarla bir parça
azap duyacak ve çekeceksiniz. Başkalarının azabı size bir örnek olursa siz o
tecrübeyi kendi nefsinizde yapmışsınız gibi büyük bir kudret kazanırsınız. Siz o
tecrübeyi anlamış ve bir mesafe katetmiş gibi hafiflersiniz. Ne mutlu ol varlığa ki
kendi kalbinde başkalarının ıztırabını taşıyabilir. ACIYİNİZ, MÜŞFİK VE
RAHİM OLUNUZ. ÇOK İSTİFADE EDERSİNİZ. BÖYLE BİR KUDRET
KAZANIRSANIZ SİZİN KENDİ ÜZERİNİZDE BİR TECRÜBE İLE AZAP,
IZTIRAP ÇEKMENİZE BİLE AYRICA LÜZUM KALMAZ. >>

***

Mukadder olan her şey tekamül içindir. Ve bundan dolayidir ki mukadderin


karşısına hiç bir kuvvet duramaz. Çünkü tekamülü hiç bir kudret durduramaz. O, ilahi
iradenin bir tecellisidir. Yani bir takdiri ilahi-
Mukadderat ve Tekamül 189

dir. O halde mukadderat karşısında direnen bir varlığın evvela bu cehtinin


tahakkukuna imkan olmıyacağı gibi tutmak istediği aykırı bir yolun şiddetli
aksülamelleri karşısında onun bir sürü meşakkatlerle de karşılaşacağı tabii olur. Bu
hali evvelce müşahede ettiğim şu vakaya benzetebilirm. Vaktile bir akıl hastanesinde
staj yaparken bahçede eli kolu çözük serbestçe dolaşan bir delinin bir aralık
etrafındakilere: ( Rica ederim beni bağlayiniz, nöbet geliyor, nöbet geliyor. Acele
ediniz, beni baylayiniz. ) diye yalvararak israrla bağırmaya başladığını görmüştüm.
Bu adam normal bir insanın nefret ettiği sım sıkı bağlanarak hürriyetini kaybetmek
halini, hem de etrafındakilerden yalvararak istiyordu. O anda kimse onu böyle bir
duruma zorla sevketmiyordu. Fakat o, kendisine geleceğini hissettiği nöbetin
zararsızca atlatılması için bağlı bulunmasının hayırlı olacağını biliyor ve kendi istek
ve arzusu ile bir an için iradesinin karşısına, yenemiyeceği bir maniayı gene bizzat
kendisi çıkarmak istiyordu. Netekim kendisini, yanında bulunan diğer deli arkadaşları
sımsıkı bağladılar. Hakikaten zavallıya mani krizi geldi ve o zaman ne yaptığını
bilmez halde etrafındakilere bağırıp çağırarak saldırmağa başladı. Fakat bağlı elleri ve
kolları ile kimseye fenalık yapamıyordu. Burada açıkça görüyoruz ki o, evvelki
basiretli görüşü ile şimdiki şuursuzca istek ve arzularını akim bırakıcı engelleri
hazırlamış ve bu şuursuz halinde o engellerin önünde mecburen boyun eğecek duruma
kendisini sokmuştur. İşte bu hayatta rasgeldiğimiz ve hali hazırdaki irademizle yıkıp
geçemiyeceğimiz öyle hadiseler vardır ki bunlara boyun eğmekten başka yapacağımız
iş yoktur. Ve eğer böyle yapmayıp gene onlara karşı koymakta devam edersek o
zavallı delinin nöbeti esnasında ipini koparmak için çırpınan haline kendimizi
düşürmüş olabiliriz. O zaman ne olur? Bu ip kopmaz, fakat gardiyanlar onun bu halini
görünce işin tehlikeye varabileceğini düşünerek emniyeti sağlamak için evvelki ipin
üzerine bir ip daha vururlar. Ve ipi iki günde çözecekleri yerde belki iki haftada bile
çözemezler. Bu bittabi bir misaldir. Hayat böyle bir deli hikayesi olmamakla beraber
bu misal hayat dramının sahneye konulmasındaki sırların bazıları hakkında bizi
aydınlatmağa yarar. Netekim hayatta çekilen bazı sıkıntıların ve mütemadi olarak
karşılaşılan muvaffakiyetsizliklerin sebeplerini bu yolda aramak faydalı olur. Yanlış
tutulmuş bir yolda, bütün muvaffakiyetsizliklere ve bilhassa iç huzursuzluklarına ve
vicdanların ikazlarına rağmen inatla devam etmenin hiç bir netice vermedikten maada,
insanı çok defa kötü durumlara sokmasının sebeplerini de gene bu noktalarda
aramalıdır. Muhterem ruh dostlarımızdan Akın şunları söylüyor:

AKIN: Eylül 18, 1948

<< Tabiatta her şey maksatlı, her şey bir gaye içindir. Bu gaye daima
tekamüle doğru giden bir yoldur. Bu yoldaki pürüz-
190 Mukadderat ve İcabat

ler ve duraklamalar daima bir sarsıntı ile mukabele görür. Buna mukabil, bu
yolda icap eden bütün hadiselerin vukuu tekamül gayesine doğru atılmış adım
olur. >>
Gene burada ruh dostumuz Kadrinin bir tebliğini naklediyoruz.

KADRİ: Ocak 12, 1948

<< Çetin yollardan uzun uzun gittikten sonra bir meydana çıkılır. Oradan
bir takım istikametlere giden muhtelif yollar başlamıştır. Geçilen o çetin yolun
yorgunluğu burada bir az avunmakla unutulur. Yeni bir yola buradan tekrar
başlanır. Bu yollar da bazan düz, daha ferah, bazan daha karışık ve çalılık,
bazan da evvelce tepilmiş olan yolun çok benzeri, belki de daha kötüsüdür.
<< Her insan bir yola çıkarken muhakkak bunun iyi olmasını özler.
Kendisini üzmiyecek bir istikameti takip etmesini ister. Fakat bir çok yolların
hepsinin de çok iyi ve güzel olmasına imkan olmadığı gibi, herkesin de iyi
yerden geçmesine bazan lüzum ve imkan bulunamaz. Bunun için bazan kötü,
bazan da iyi yolu tepmek zarureti hasıl olur. Ne yapalım, bu da çekilecek bir
zaruret, bir mecburiyettir.
<< Bu yeni istikametin tayinine esas, insanın o ilk geçtiği çetin yolda
gösterdiği azim, irade ve tavru harekettir. Burada yorulanın, ter dökenin
dinlendikten sonra geçeceği yol muhakkak daha düzgün ve maksada daha
elverişlidir. >>

Şu halde tekamül mefhumunu mukadderat mefhumundan ayrı tutamayiz. Zira


hayatın ve hayat sahibi varlığın gayesi ebedi tekamüldür. Hayatın ve varlıkların oluş
halleri ise evvelcede izahına çalıştığımız gibi mukadderdir. Demekki gene tekrar
ediyoruz: Mukadder tekamüle doğrudur. Tekamül yolundan ayrılabilmek bir varlık
için nasıl mümkün ve hatta bahis mevzuu değilse mukaddere karşı gelip onun aksini
yapmak da öylece mümkün değildir. O halde tekamülün, bir ilahi irade kanunu olan
illiyet prensibi dahilinde birtakım icaplara tabi olarak vukua geleceği aşikar bir
hakikat halini alır. Burada, illiyet prensibi karşısında insan iradesinin rolünden
evvelce bahsedilmişti.

ÖLÜM VE MUKADDERAT

Bir celsede kıymetli Kadri dostumuza şöyle bir sual sormuştuk:


<< Mukadder olan hastalıkları tedaviye uğraşanlar, tabiat kanunlarına, (
yani mukaddere ) karşı gelmiş olmazlar mı?
Bu sualimiz karşısında muhterem dostumuz şu cevabı vermişti:
Ölüm ve Mukadderat 191

<< - Bu, vazifenizdir. Siz her hastayi iyi etmekle mükellefsiniz. Hangisinin
mukadder, hangisinin gayri mukadder olduğu sizce malum mu? Sözüm yanlış
anlaşılmış. Doktorlar ölümü geciktiremez. Geriye hiç çeviremez. O, yalnız
ıztırabı tahfif eder. Hangi şekilde olursa olsun, böyle ıztırapları yalnız doktor
değil, insaniyet sahibi herkesin – elinde ise – durdurması bir vazifedir. Siz o
hastanın mukadderatile değil, günlük acısını azaltmak işile uğraşacaksınız.
Öbürkine esasen eliniz ermez, gücünüz yetmez. Siz hemen işe başlar, kim olursa
olsun, hastalık sebeplerini aramağa çalışırsınız.
<< Yalnız, bazı hastalıklar vardır ki bir çok hekimler bir araya geldikleri
halde bir türlü içinden çıkamazlar. Iztırabı tahfif etmek değil, hareketlerile onun
azabını arttırırlar. Demek kimsenin elinde olmıyan bir iştir bu. Yani sizin
hududunuzun dışında bir hastalık. Ona da bir şey yapamazsınız.>> ( 16–7-1947 )

Bu cevabı müteakip tekrar kendisine şu suali sorduk:

<< - Tedavisi mümkünsüz bir vaka karşısında, yani ölümü mukadder bir
hasta karşısında doktor ne kadar hazik ve iyi niyetli olursa olsun, hasta öldükten
sonra o doktor muvaffak olamadı diye etrafta hasıl olan kanaat onun izzeti
nefsini rencide etmez mi? >> Bu soruya da şu cevabı aldık:
<< - Şayet o doktor imanlı bir insansa ve o hastanın ne durumda
olduğunu aşağı yukarı bir ihtimalle anlamışsa onun yapacağı iş, yalnız, Allaha ve
bir de büyük varlıklara yalvarmak, o hastanın hiç olmazsa ıztırabının bir az
tahfifi için mesleği dahilinde elinden geleni yapmaktır. Şayet böyle değil de o
doktor tamamen maddi bir insansa böyle bir doktor zaten böyle yollara hiç
sapmaz. O, anlamadığı şeyi daha çok karıştırmamak vazifesile mükelleftir. Öyle
karışık bir hale sokar ki ne başkaları, ne hasta, ne de yanındakiler işin ne yola
çıktığını anlıyabilir. Hastanın azabının hafiflemesi gene mukadder ise ona
yukarda söylediğim şekilde imanlı bir doktor tesadüf eder. Sonra, şayet
memlekette bir doktor varsa onun sözüne herkes inanır, aksini iddia edecek
kimse bulunmaz. Hasta kurtulamazsa bile doktorun izzeti nefsi kırılmaz. Şayet
bir çok doktorlar varsa böyle uzun bir hastalıkta hemen bunların hepsi onu
görmüş olur ve hiç biride muvaffakiyet gösteremez. Şu halde gene hiçbirinin
izzeti nefsi kırılmaz.
<< Yalnız, bir vazifenin ifası bakımından düşünülürse burada izzeti
nefsin pek göze görünmemesi lazımdır. zaten zorluk buradan başlıyor. Ne zaman
bu silahı ( yani izzeti nefis davasını B. R ) kullanmak lazımsa onu tam
zamanında ve yerinde ele almak icap eder. Yani bazan izzeti nefsin kırılması
pahasına bile olsa bir
192 Mukadderat ve İcabat

hastayi tamamen teşhiş ettiğine kani olduktan ve onu iyi etmeğe azim ve sebat
edip iyi bir netice almağı ihtimal içinde gördükten sonra ufak tefek şeylerle
yılmamak ve vazifeye devam etmek – izzeti nefis pahasına da olsa – bir insanın
ıztırabını tahfif etmek ve hayatını kurtarmağa çalışmak lazımdır. >>

Yukardaki sözlerden sarahetle anlaşılıyor ki ölüm mukadder bir mevzudur.


Yani artık ölmesi icap eden bir insanı dünyada hiç bir kimsenin yaşatmağa kudreti
yetmez. Bununla beraber her doktorun, hastasını muhakkak surette ölümden
kurtarmağa çalışması onun hem vicdani, hem de mesleki bir borcudur. Ve bunun da
bir süre ilahi sebepleri vardır. Bir insanın ölüm anının hulul ettiği hiç bir insan – bazı
mühim sebepler yüzünden öleceğini bilen hastalar müstesna – hiç bir doktor bilemez.
Bu hususta doktorun ölüm anı hakkında söyliyebileceği sözler nihayet takribi birer
tahminden ibaret kalır. Esasen bütün doktorlar tarafından kaybolmuş bir vaka gibi
telakki edilen öyle hastalar görülmüştür ki bunlar bir mucize kabilinden günün birinde
tamamen şifa bulmuşlar ve senelerce daha yaşamışlardır. Bunun tamamile aksine olan
vakalar da oldukça çoktur. Yani tedavi eden doktora göre artık tamamile şifa buldu,
yakında ayağa kalkacak, hastalığını atlattı denilen öyle vakalar da görülmüştür ki hiç
beklenmedik bir anda o geçti zannedilen hastalık ya doğrudan doğruya veya bir
ihtilatla hastayi alıp götürüvermiştir. Bütün bunlar nadir vakalardan değildir. Ve
kıymetli meslekdaşlarımız için cidden üzücü hallerdendir. Esasen tecrübeli ve görgülü
bir doktor bu cihetleri çok iyi takdir ettiği için ölüme ait düşüncelerini herkese kolay
kolay açıklamaz. Şu halde her doktor hastanın başında onu ne olursa olsun
yaşatacakmış gibi, mesleğinin bütün imkanlarını kullanarak çalışmak ve bilhassa
hastasının ıztıraplarını ortadan kaldırmağa uğraşmak mecburiyetindedir. Yoksa bu
ölecek, artık benim işim bitti diye hastasını terk eden bir doktor vazifesini tam yapmış
sayılmaz. Bittabi – meslekin zaruretleri bakımından – en evvel doktor hakkında cari
olan bu kaide hasta ile alakalı olan her insan hakkında da aynen caridir. Bir hastayi
ölecek diye hiç bir kimsenin kendi haline bırakmağa hakkı yoktur. Ve esasen çok
kıymetli olan Kadri dostumuzun yukarki tebliğinden anladığımız gibi, hiç bir
kimsenin de hiç bir hasta hakkında katiyetle öleceğini söylemeğe hak ve salahiyeti
yoktur. Burada yapılacak yegane iş Allaha teslim olarak elinden gelen bütün ihtimamı
yapmak mecburiyetini duymak ve ona göre hareket etmektir.
Gene başka bir celsede muhterem dostumuza şu suali sormuştuk:

<< - O halde hekimler, hastayi ölümden kurtarmak için değil, teselli ve


teskin etmek için çalışıyorlar, demektir. Öyle mi? >>

Bu sualimize karşı sevgili dostumuzun şu cevabını aldık:


Ölüm ve Mukadderat 193

<< Söyledim ya, azabı, ıztırabı dindirmek onun vazifesidir. Ecele çare
olur mu? Hasta yaşıyacaksa doktor öyle bir teşhiş kor ki o teşhis yanlış bile olsa
vereceği ilaçlar derhal tesirini gösterir. Bilmezmisiniz, doktorun verdiği ilaçtan
ziyade hastanın yaşama kudretini ölçmek, yani onun ölmemek hususundaki
azminin derecesine bakmak lazımdır. Bu da çok kıymetlidir.
<< Doktorlar, ilaçlar, hocalar hep birer vasıtadır. Bunlar icap edenin
ayağına gelir. Bazısı hekim bulamaz, kendi kendinede iyi olur, amma onun
hekim bulamadığı için günlerce acı çekmesi mukaddermiş. Hep birer vasıtasınız.
Hem cinsinize ne şekilde olursa olsun yardımla mükellefsiniz. Bunu siz
yapacaksınız. Netice size ait değil. Yukarda söyledim. Siz o hastayi yaşatmak ve
ıztırabını dindirmek için uğraşırsınız. Muvaffakiyet sizden çıkmıştır. O iyi olursa
netice iyi biter. Olmazsa siz hüsnü niyetinizle vazifenizi başarmanızdan
mütevellit gene bir haz duyarsınız. >>
( 23- 7- 1947 )
Dostumuza tekrar şu suali sorduk:

<< - O halde hekimler bir hastalığın illetini araştırıp duracağı yerde onun
doğrudan doğruya ıztıraplarını dindirici palyatif bir tedavi şeklini takip
etmelidir, demek oluyor. Öyle mi? >>

Bunun da cevabı şu oldu:

<< - İlleti bulamazsa ıztırabı dindirecek ilacı belki bulamaz. İlletin


aranması, ıztırabın dindirilmesine yardımı dokunmaktan başka neye yarar? Her
hastalığın illeti acaba malum mudur? Bir insan bir hastalığa yakalanır. Bir çok
doktorlarla karşılaşır. Hepsi başka söyler. Acaba bu başka başka sözlerin,
hastalık isimlerinin hakiki illetle daima bir ilgisi var mıdır? >> ( 23- 7 -1947 )

Burada çok mühim noktalar vardır. Ve yukardaki sözler yerinde ve doğrudur.


Bir hastalığın şöyle böyle bir teşhisini yapmakla ve ismini koymakla onun hakiki
illetini bulmuş olmak arasında fark vardır. Bir kanser teşhisini koymak belki kolaydır
ama bunu yapmakla onun hakiki illetini de bulup ortaya koymuş olamayiz. Bununla
beraber o hastalığın teşhisi yapılmış ve ismi konmuştur. Ve o hasta bütün tedavilere
veya tedavisizliklere rağmen ya yaşar veya ölür. Hakikaten bir doktorun hastalık illeti
aramasının, ıztırabı daha esaslı bir şekilde tahfif etmeğe yardımı dokunması
bakımından büyük kıymeti vardır. Bununla beraber illetin bulunamamış olması da
doktorun hastası ile alakasının kesilmesini hiç bir vakit intaç etmemelidir. Zira bu
takdirde de doktorun o hastaya karşı yapmakla mükellef olduğu bir sürü işleri vardır.
Kıymetli ruh dostumuz Kadriye ayni celsede sormuş olduğumuz diğer bir sual de şu
idi:
F : 13
194 Mukadderat ve İcabat

<< - Bazıları hastaları ölümden kurtarmağa çalışırlar ve kendi


kudretlerile bu işi başaracaklarını sanırlar ve mukadderi kabul etmezler bu
hususta ne buyurursunuz? >>

Cevabı:

<< Kimse ölecek bir adamı kurtaramaz. Ama çalışmak gene lazım. Bir
hastanın hastalığının illetini bulmak için onu senelerce ıztırap içinde bırakmak
doğru olur mu? Sonra ( asıl illeti bulup hastayi ölümden kurtaracağım diye,
onun ıztıraplarını gidermek vazifesini ihmal ederek, B. R. ) bu illeti aradı, aradı
bulamadı ne olacak? Yalnız burada sebebi, yani zahiri sebebi çabuk bulmak, o
hastalığın daha az ıztıraplı olmasını temin eder. Yani hastalık keşfedilince o
hastalığın ilaçları da mücerrep olduğundan çabuk tesir eder. İlleti aramadan
gelişi güzel acı dindirici ilaçlarla ıztırabı dindirmek muvakkat bir iştir. Her başı
ağrıyana bir hap vermek o hapın tesirinin devamı müddetince ıztırabı durdurur.
Fakat ağrı bilahara gene devam edecektir. O ıztırabı kökünden kesmek için o
hastalığın menşeini bulup tedavi etmek daha kolaydır. Ve daha emin olarak
neticeye varılır. Yani o hastalık tamamen tedavi edilir. Iztırap derhal geçer,
fakat mukadderse gene o adam ölür, o da başka. >> ( 23- 7- 1947 )

Gene bu tebliğatla anlıyoruz ki ölüm mukadderdir. Ölüm ve mukadderat


mevzuunun mümkün olabildiği kadar açık izahını yapabilmek için bu mevzuu bir az
daha tafsilatlandırmak istiyorum. Burada vaktile başımdan geçen ve hayatımda büyük
üzüntü ve ıztıraplara sebep olan mesleki bir vakayi kısaca zikredeceğim: Bundan
takriben 12 sene evvel hayatı tehdit edici gördüğüm sıhhi zaruri sebeplerden dolayi
çok sevdiğim bir dostumun hamile olan eşine, onların da israrı üzerine, bir kürtaj
ameliyesi endikasyonu koymuş ve diğer bir dahiliyeci arkadaşla birlikte bunun için bir
rapor vermiştim. Bu rapor üzerine nisaiyeci arkadaş vazifeyi üzerine almak zorunda
kaldı ve ameliyeyi yaptı. Fakat ameliyenin 30 uncu saatinde hasta – ameliyat
neticesinde – vefat etti. Bu hadise o zaman bütün tanıdıklarla birlikte bende çok
büyük bir ıztırap tevlit etti ve bu ıztırap belki senelerce sürdü. Ben bu ölümün – bu
husustaki bütün hüsnü niyetime rağmen – kendimi, müsebbiplerinden biri olarak
görüyordum.
Aradan seneler geçti. Günün birinde İzmir’de kıymetli bir medyom dostumla
yalnız olarak muhterem Kadri dostumuzdan bazı tebliğler alırken bir aralık Kadri
bana şunları sormuştu: ( Sizin de bazı ıztıraplarınız var, saklamayiniz. Size yardım
etmek isterim. ) Kadri dostumun bu hayırhahça teklifi karşısında o zamana kadar
kimseye bahsetmediğim ve medyom dostumca da meçhul bulunan bu vakayi o akşam
ele almağa karar verdim. Ve vefat etmiş bulunan bu arkadaşımız bayanın ruhu
Ölüm ve Mukadderat 195

ile beni karşılaştırmasını rica ettim. Ricamı Allahın izni ile yerine getirdi. Aramızda
geçen muhavereyi evvelce neşrettiğim bir kitapta açıklamış olduğum için burada onu
tekrar etmiyeceğim ( 1 ) Fakat burada ben, asıl mevzuumuzu ilgilendiren Kadri
dostumun, o kadınla geçen muvasalamızı müteakip söylemiş olduğu aşağıdaki sözleri
nakletmek istiyorum:

<< - Siz müdahele etmemiş olsaydiniz o kadın gene ölecekti. Evvela bunu
kabul etmeniz lazım. Bu kadın oraya giderken öleceğini de biliyordu ( 2 ) . Şu
halde siz mecburen bir vazifenin ifasına hizmet ettiniz. Hem kendi mesleğiniz
bakımından, hem de hüsnü niyetle bir insanın kurtarılması için elinizden geleni
yaptınız. Netice alamadınızsa bu sizin kendi kudretinizin dışındadır. Ne sizin, ne
de başkalarının bundan, iyi bir netice almaları da imkansızdı.
<< Sizin ıztırap çekmenizde lazımdır. Ve bunu da yaptınız. Hiç bir sun’u
taksiriniz olmadığı halde sizin bu duyduğunuz derin içi sızısı size büyük
kuvvetler eklemiştir. Onun çekeceği azapların bir kısım ağırlığını siz üzerinize
aldınız. Onu andıkça onun üzerinden kalkan bir kısım yük sizin ruhunuza
yüklenmiştir. Bu da onun burada bir az daha hafiflemesini temin etmiştir. Açık
olanını siz dün gece kendiniz gördünüz. ( 3 ) Ve anladınız. Sizin o gece
duyduğunuz sıkıntı, onun azabını tahfif edici ve bu yükün kendi üzerinize
alınmasından ileri gelen bir azaptan başka bir şey değildi. Bu da lüzumlu idi ve
ben buna vasıta oldum. >> ( 3-9-1947 )

Bu sözler çok mühimdir. Hele bence çok manalıdır. Ve çok istifadeli olmuştur.
Ölüm hadisesinin hiç bir kimse tarafından geriye bırakılabilmesinin mümkün
olamıyacağını söyliyen varlık yalnız Kadri dostumuz değildir. Bütün ruh aleminden
aldığımız tebliğat ayni nokta üzerinde israr

( 1 ) Dr. B. Ruhselman: Ruhlar Arasında, 1949 İstanbul. Sayfa: 64- 67.


( 2 ) Bu çok doğru idi ve o akşam bunu benden başka bilen yoktu. Bu kadıncağız yabancı bir
memlekette vefat etmişti. Ve oraya ailesile beraber vefatından takriben bir buçuk sene evvel gitmiştik.
Yolda giderken başlıyan bu zavallı arkadaşımız orada da mütemadiyen öleceğinden ve oralarda
kalacağından kati bir dille bahsetmesi bütün dostlarının üzüntü ile dikkat nazarını çekmekte idi.
Tebliğde Kadri bu noktayi ima ediyor.
( 3 ) Bu tebliğ almazdan bir gece evvel birdenbire rüyamda çok sıkıntılı ve adeta ruhumu bir
mengenede ezercesine zahmetli, ıztıraplı bir tazyik altında hissetmiş ve ortada hiç bir sebep olmadığı
halde şiddetli bir azap ve ıztırap içinde hıçkırarak uyanmıştım. Fakat uyanır uyanmaz aklıma uzunca
bir zamandan beri unutmuş olduğum o kadının feci ölümü geldi. Ve bu sıkıntımın gene bu işle alakalı
olduğuna hükmettim. Tebliğ bunu ima etmektedir.
196 Mukadderat ve İcabat

etmekte ve ehemmiyetle durmaktadır. Şimdi de bize iki sene müddetle çok kıymetli
bilgiler veren muhterem başka bir ruh dostum Akın’ın bu husustaki tebliğatına
geçiyorum.

AKIN: Ağustos 14, 1948 Medyom: N. Bayurgil


<< B. R. – Şu halde bir hastayi, Ahmet isminde bir doktor kurtarır.
Mehmet isminde diğer bir doktor öldürebilir, öyle mi?
<< Akın – Tesadüfi bir şey mevzuu bahis değildir. Ahmet, Mehmet
burada hiç bir rol oynamaz. Eğer o hastanın iyi olması icap ediyorsa iyi
olacaktır. >>

Ölümün mukadder olduğu elimize geçen bütün tebliğatla anlatılmaktadır.


Burada gene dostum Kadrinin başka bir tebliğini naklediyorum:

KADRİ: Temmuz19, 1948


<< Bu hayatın sonu ne zaman olsa gelecektir. Bunu düşünmek insanlar
için lazımdır. Ona ehemmiyet vermemek, kendinizi ondan uzaklarda
bulundurmanız demektir. İnsanlar dünyadan kolay kolay ayrılmak istemezler.
Bu, tabii bir arzudur. Fakat mukadderin önüne geçilemiyeceğini bildikten ve iyi
hareketlerle hayatınızı çiçeklendirdikten sonra çekinecek bir şey kalmaz. Temiz
ve diğerlerine yardımcı olanları Allah korur. Allahı kalbinizde taşıdıkça
vücudünüzü çelik bir zırhla fenalıklara karşı korumuş olursunuz. İyi insanlar iyi
varlıkların yardımına ve Cenabı Hakkın lütfuna daima mühtaçtırlar. Ve bu da
onlardan esirgenmez. Siz de böyle düşünün. İyi olunuz sizi koruyacaklar. Siz de
mesut olacaksınız. >> ( 19- 7 – 1948 ) .

***

Şimdi bu mevzuun çok mühim bir noktasına gelmiş bulunuyoruz. Acaba


buradaki mukadder kelimesinin bizim anladığımız manası nedir? Bu çok karışık ve
çok derin mevzuun içinde de gene bu gibi diğer mesail hakkında olduğu gibi, bize
fener tutacak olan büyük yardımlar tebliğlerden gelecektir ve öyle olmuştur. İşte
elimize geçen ve geçmekte bulunan bu çok kıymetli tebliğatın her biri bizim için
şükran ve minnetle karşıladığımız ilahi bir lütuf olan manaları ve delaletleri ile bu
yolda bizi kudretimiz nisbetinde isabetli düşünce ve mülahazalara teşvik etmektedir.
Bütün bu tebliğata ve onlardan çıkarabileceğimiz mülahazalara göre biz, ölüm
bahsindeki mukadderi de cebriyun nazariyesine göre ezelden çizilmiş ve insan
iradesile hiç bir alakası mevzuu bahis olmıyan bir kader manasında tefsir etmekten
uzak bulunuyoruz. Mesela bir
Ölüm ve Mukadderat 197

insanın dünyada hayatının şu saat ve dakikasında öleceğine dair ezelden tesbit edilmiş
bir karar yoktur. Hatta dünyaya gelmeden önce dahi böyle kati bir karar verilmiş
değildir. İşte burada bahsimizin en mühim ve en karışık görünen safhasına geçmiş
bulunuyoruz. Ve bunun üzerinde de lüzumu kadar durmak istiyoruz taki hakikati
samimi bir tekamül aşkile araştırmak istiyen sevgili okuyucularıma çok küçük
kudretim dahilinde bir hizmet yapmış olabileyim.
O halde tekrar soruyoruz: Ölüm bahsinde mukadderin doğru olarak kabul
edebileceğimiz manası nedir? Bu sual karşısında izahı arzu edilen iki nokta vardır:
1- Ölüm anı hiç bir suret ve icapla değişmez olarak ezelden saniyesi
saniyesine tesbit edilmiş midir, yoksa burada başka bir tertip ve nizam var mıdır?
2- Her insanın ölüm şekli gene ezelden değişmez bir halde tesbit edilmiş
midir, yoksa bu da bazı icapların tesirine tabi olarak tebeddülat kabul eder mi?
Burada daha mühim ve ilk safta üzerinde durulması lazım gelen birinci
noktayi ele alalım. Yani ölüm anı üzerinde duralım. Evvelce söylemiş olduğumuz gibi
burada da ilk önce en büyük mesnedimiz olan tebliğatı gözden geçirmekle işe
başlıyacağız. Evvela, mukadderatın ölümle olan alakası üzerinde bizi çok ilgilendiren
ve tenvir eden Mehmet ismindeki bir ruh dostumuzun bu husustaki mühim sözlerini
arzediyorum:

MEHMET: Nisan 2, 1949 Medyom: R. Doksat

<< Hayvanların hayatı da insanların ki gibi mukadderdir. Fakat bunlar


çok kompleks, çok karışık meselelerdir. O kadar ince hesaplara müstenittir ki
size kati olarak şöyledir veya böyledir diye nasıl izah edebilirim?
<< Elbette hadiseler tayin edilmiştir. Fakat muayyen icapların bu tayin
işinde rolleri vardır. mesela bir çocuk doğar doğmaz bir kediyi öldürür. Bu
çocuk bu kediyi boğmakla eprövünde yanlış bir adım atmış olur. Boğmadığı
takdirde doğru adım atar. Fakat onun önüne çıkan kedinin kati olarak o tarihte
ölümü takarrür etmiş demektir. Bununla beraber o çocuğun o kediyi öldürmesi
mukadder değildir. O çocuğun, ölümü mukadder olan kedi ile karşılaşması
mukadderdir. Burada muhakkak öldürmek mevzuu bahis değildir. Eğer çocuk o
anda fena bir eprövün başlangıcı olarak kediyi öldürürse kedinin zaten ölümü
tahakkuk etmişti, o ölecekti o çocuğun elile ölmüş bulundu. Eğer çocuk kediyi
öldürmemek suretile eprövünde iyi adım atsaydı, kedi onun elinden ölmiyecekti.
Fakat gene o başka bir sebepten ölecekti. Mukadder budur.
198 Mukadderat ve İcabat

<< O halde kedinin de dünya üzerinde muayyen bir hayatı vardır.


Bununla beraber bu hal arazi birtakım sebeplerle değişebilir. Bu işlerde o
varlığın dünya hayatındaki tekamülünü ikmal etmesi esastır. Bu cihet ve
dünyadaki her çeşit mahlukatın bütün hal ve hareketi ulu varlıklar tarafından
daimi surette kontrol edilmektedir. Oraca her şey malum olmaktadır.
Binaenaleyh onların eprövlerinde muvaffak olup olmadıkları evvela kendi
ruhlarında iz bırakır, ondan sonra da yukarlara doğru, daha yukarlara doğru
intikal eder. Demek ki her şey onlara malum olur. Eprövlerin tamamlanıp
tamamlanmadıkları ve bunlara göre ölüm vaktinin tayini de onlara bağlıdır.
Benim burada israrla üzerinde durduğum nokta şudur: Bir varlık spatyomdan
bedenlenerek dünyaya inerken ben şu kadar yaşıyacağım diye kati bir kararla
dünyaya inmez. Bu, yaşama sırasında diğer yüksek varlıklar tarafından tayin
edilir. Ve ne olursa olsun onlar müsaade etmedikçe, hangi hadise olursa olsun o
ölmez.
<< B. R. – Ölüm müddeti, ruh dünyaya indikten sonra mı yoksa daha
evvel mi taayyün ediyor?
<< Mehmet – Bu onların kudretleri dahilinde bir şeydir. Onlar için
gelmiş, geçmiş ve gelecek diye birşey yoktur. Binaenaleyh bu sualinizin cevabını
ben kendi kudretimin haricinde görüyorum. Ayni malumat ve kudreti ben de
haiz olsaydim o zaman size bunun hakkında cevap verebilirdim. Lakin ben
bunları bilmiyorum.
<< B. R. – Peki o büyük varlıklara teveccüh etseniz ve onlardan istiane
eyleseniz bu hususta bazı şeyler öğrenip bize bildirebilir misiniz? Bu bilgiye
ihtiyacımız var.
<< Mehmet – Mukadderse bunu öğreniriz. Hep beraber duamızı yapalım.
Ve istiyelim, bakalım öğrenebilecek miyiz. ( Duadan sonra ) Ulu Tanrının iznile
size bu mesleyi sizin şartlarınız dahilinde, anlıyabileceğiniz şekilde ve ancak
müsaade edilen nisbette çok kabaca şu şekilde anlatmak istiyorum. Dünyada
satranç diye bir oyun vardır. Bir satranç oyuncusu oynadı. Karşısındakinin,
taşlarını ne şekilde oynıyacağını ve ayni zamanda bütün ihtimalleri hesaba
katarak kendi oynadığı taşın ne şekilde neticeler doğuracağını evvelden
kestirebilir. Fakat tekrar ediyorum, bu çok kaba bir teşbih oluyor. Bunu
anlatmak isteyişimin sebebi şu: Nasıl oluyor da bu kadar çeşitli ihtimal ve
eprövleri haiz mahlukatın bütün hareketlerinden çıkacak neticeleri yüksek bir
ruh bilebilir, diye düşünebilirsiniz. Bilmem bu kaba satranç misali sizi tatmin
eder mi? Gerçi onlar çok daha üstün ve sizin, mahiyetini izah edemiyeceğiniz
şekilde Allah tarafından bu işle vazifelendirilmişlerdir. >>
Ölüm ve Mukadderat 199

Yukarki sözler çok sarihtir. Biz ölümün mukadderatı mevzuuna ait her şeyi, -
diğer bütün ilahi mevzularda da olduğu gibi – sonuna kadar izah edebilmek
kudretinden mahrumuz. Ve böyle kalmağa da mahkumuz. Ancak bilhassa tebliğatın
açmış olduğu nurlu yollar başta olmak üzere bazı müşahedelere dayanarak kısa
düşüncemiz ve aklımızla yürütebildiğimiz mülahaza ve mütalaalara nazaran ölüm ve
mukadder mevzuu üzerinde Tanrının iznile kendi anlıyabileceğimiz kadar bazı
neticelere varmak istiyoruz. Bu da bittabi ancak dünya şartlarile tahdit edilmiş olan
kudretlerimize ve anlayiş kaabiliyetlerimize göre takdir olunmuş ve müsaade edilmiş
imkanlar nisbetinde tahakkuk edebilecektir. Yani mukadder olabildiği kadar. Bütün
arzettiğim kaynaklardan aldığımız ilhamlarla bu hususta biz de tebellür eden şahsi
kanaati okuyucularımıza arzetmeden önce diğer çok kıymetli ruh dostlarımızın da bu
husustaki öğretici tebliğatını nakletmek istiyorum.
Mustafa Molla dostumuzun aşağıdaki kısa tebliği bu baptaki düşüncelerimizin
kıymetli materyallerinden birisini teşkil eder.

MUSTAFA MOLLA: Eylül 18, 1948


<< Ruh kemal yolundadır. Ölüm bu kemalin tahakkukuna yarar şekilde
ölçülmüş, biçilmiş olmasa da gene mukadder bir safhada tükenmeğe
mahkumdur. Yani mukaddere bağlıdır. O halde ömrünüzün her saniyesi,
ruhunuzu bir takım servetler kazandırmak suretile zaruri bir ahenk revşine
uymak zorundadır. Saniyelerinizi israfa hiç bir zaman sahibi salahiyet
değilsiniz.>>

İnsanın dünyada taayyün etmiş ömür çerçevesi hakkında muhtelif cepheden


mülahazata imkan veren ve hatta yol açan çok kıymetli tebliğata malik bulunuyoruz.
Bunlardan bir kısmının da muhterem ruh dostumuz Akın’a ait olduğunu arzetmiştik.

AKIN: Ağustos 14, 1948 Medyom: N. Bayurgil


<< İnsanın, dünyada muhakkak geçirmesi lazım gelen mukadder bir ömrü hem
vardır, hem yoktur, diyorum. Çünkü kendisi veya bu taayyün keyfiyetine sebep
olan varlıklar onu bilmezler. Bu, pek yüksek ruhların, yani büyük tabiat
kanunlarını tatbik eden yüksek varlıkların işidir. >>

Akın dostumuzun bu tebliği bize şu mülahazayi telkin ediyor: İnsanların


ömürleri muayyendir. Ancak bunu ne kendileri, ne de kendisine yakın diğer ruhlar
bilmezler. Ve bu müddeti değiştiremezler. Bunlar gene ilahi irade kanunlarının icap
ve zaruretlerine göre yüksek nizam ve tertipler dahilinde tatbikata memur kılınan
yüksek varlıklar tarafından murakabe edilir. Burada, dinlerin kabul ettikleri ecel ve
ölüm
200 Mukadderat ve İcabat

melekleri mefhumu bu hususta insanlara ilk fikri vermiş bulunuyorlar. Yani ölüm,
bizim şimdiki anladığımız manaya göre ruhun bilgisi dışında, fakat gene mukadder bir
çerçeve içinde ve yüksek varlıkların, ilahi irade kanunlarının icabatı dahilindeki
mürakabeleri altında vaki olduğuna göre ecel ve azrail mefhumları bu hakikatin eski
zaman dilile ileri sürülmüş en iyi ifadesi olur. Gene ayni dostumuz, ayni celsesinde bu
mevzuun mübahasesi sırasında bize çok esaslı bilgiler vermektedir.

AKIN: Ağustos, 14 1948


<< B. R. – Diğer kıymetli varlıklardan aldığımız tebliğatta deniliyor ki
ölüm vakti tesbit edilmiştir. Onu ne uzatmak, ne kısaltmak mümkün değildir. Siz
bu hususta ne mütalaada bulunuyorsunuz?
<< Akın – söylediğim gibi bütün kainatın büyük bir deveranı ve gidişi
vardır. Şüphesiz ki her şey birbirine bağlıdır. Ve bütün hareketler birbirinin
hem menşeini, hem müntehasını teşkil eder. Hem sebebi, hem de neticesidir.
Nihayet bunlardan şunu da çıkarabilirsiniz ki bütün hareketler, bütün kainatın
gidişi, her tesadüf ettiğiniz hadise planlanmış ve çizilmiştir. Bu plan ilahi irade
kanunları dahilinde ve onları tatbike memur yüksek varlıklar tarafından tatbik
edilir ki bu derece yüksek varlıklarla dünyadaki sizler irtibata geçemezsiniz. Ve
siz hiç bir vakit ölüm anını önceden tayin edemezsiniz. Ve bilemezsiniz. Sizin,
dünyaya gelirken ancak yapacağınız şey, eksik olan taraflarınızı ikmal
edebilmenize yarayici bir planı, burada size yardımcı diğer varlıklarında icap
eden yardımları altında tasavvur ederek dünyaya inmenizdir. Fakat ne siz, ne de
sizi hazırlıyan ruhlar ölüm zamanınızı tayin edemezler. >>

Yukarda geçen ( her hadise planlanmış ve çizilmiştir ) cümlesi ilk hamlede,


cebriyun nazariyesine uygun ve bizim müdafaa ettiğimiz mukadderat mefhumuna
aykırı gibi görünebilir. Fakat burada böyle düşünen sevgili okuyucularıma hemen
hatırlatmak isterim ki acele buyurmasınlar. Zira kıymetli dostum Akın’ın söylediği
gibi, her hadisenin evvelden çizilmiş ve planlanmış olması çok doğru ve yerindedir.
Yalnız, bu sözü ezelden çizilmiş ve planlanmış manasına almamak icap eder. Burada
kasdedilen mana, her şey değişmez şekilde, ilahi irade kanunları ahkamı mucibince
idareci yüksek ruhların faaliyeti ile lüzum ve icaplara göre çizilmiş ve planlanmış
mahiyetindedir. Dikkat edilirse bu ifadede bir incelik vardır. Hadiseler ve bilhassa
buradaki mevzuumuzu teşkil eden insan ömrünün devamı müddeti, ancak insanın
cehit ve gayretile inkişaf eden tekamülünün seyrine ve varlıkların liyakati derecesine
göre ve ilahi irade kanunlarının icapları dahilinde yüksek varlıklar tarafından tanzim
ve mü-
Ölüm ve Mukadderat 201

rakabe edilir. Ve burada – gene dikkat edilirse – insan iradesinin – kendisi de


bilmeksizin – ne kadar mühim rol oynadığı görülür. Zira, tekamül, daima söylendiği
gibi, insan iradesinin alacağı istikamete göre hızlanır, veya yavaşlar. Ve liyakat
derecesi de buna göre artar. Şu halde ölüm anının taayyününde insan iradesinin de
bilvasıta mühim bir rolü vardır. Ve bu müddet ancak bu iradenin alacağı istikametin
ilahi irade kanunları mucibince doğuracağı neticelere göre tesbit olunur ki bunu da
takdir ve tatbik edecek olanlar çok yüksek varlıklardır. Netekim ayni dostumuzun,
ayni tebliğinin başka bir yerindeki şu pasajlar evvelki bilgileri tamamlayici
kıymettedir.

AKIN: Ağustos 14, 1948


<< B. R. – Ölüm anı insanlar için evvelden mi taayyün etmiştir?
<< Akın – Hem evet, hem de hayır. Çünkü burada dünyaya gelmezden
evvel böyle ölüm anını tesbit eden bir plan tertibi yoktur. Yani bu alemde plan
hazırlanırken ölümün, şu saatte, şu dakikada vuku bulacağı plana konulmaz.
Ancak, söylediğim gibi, insan dünyaya gelecek, cehit ve irade sarfedecek,
ruhunun bütün melekelerini kullanacak ve ancak eksik olan melekelerini inkişaf
ettirdikten sonra ölecektir. Gene yukarda söylediğim gibi bütün bu plan ve onun
tatbiki nasıl yüksek tabiat kanunlarının kurduğu nizam dahilinde oluyorsa işte
şimdi söylemek istediğim ölüm de bu nizam ve intizam dahilinde cereyan eder.
Bu son mana ile de sualinizin cevabı ( evet ) dir. Yani yüksek tabiat kanunlarına,
onun maksatlı realitesine uygun şekilde bir ölüm, zamanında vukua gelir. Fakat
bu zaman, dünyaya inmezden evvel tesbit edilmez.
<< B. R – Demekki insan dünyaya gelmezden evvel ( ben şu saat ve
dakikada ) yani ( şu tarihte öleceğim ) kararile dünyaya gelmiyor. Ancak
dünyaya indikten sonra geçireceği hayat şartlarına göre tabiat kanunlarının
icapları dahilinde, dünyadan ayrılacağı zaman tesbit edilmiş oluyor, öyle mi?
<< Akın – Tesbit edilmiş değil de ölüm anı zamanı ilahi irade kanunları
icabına ve kendi durumuna göre oluyor.
<< Yani kainatta bir akış, bir gidiş daima tekamüle, iyiliğe doğru
yükseliş, bir deveran vardır. Ve bu deveran bildiğiniz gibi maksatlı ve planlıdır.
İşte her hareket, her şey buna uygun olarak cereyan eder. Ve bu arada bütün bu
maksat ve plana taş, toprak, her şey bütün kainatlar dahi dahildir. Onların
hareketleri, onların gidişleri, her şey büyük ilahi irade kanunlarının seyri
dahilinde vukua gelir.
202 Mukadderat ve İcabat

<< B. R. – Mesela bir adam, insanların zaman anlayişine göre 30 uncu


yaşının filan gün, saat ve dakikasında ölecektir diye dünyaya gelmezden evvel bir
kayda tabi tutulabilir mi?
<< Akın – Hayır böyle bir kayıt evvelden konmaz. Ancak bu taayyün sizin
bilmediğiniz zamanlarda, bilmediğiniz şekillerde ve ilahi irade kanunlarının
icaplarına göre yapılır. >>

Muhterem Akın dostumuzla aramızda vukua gelen şu görüşmenin mühim


neticesi ve hülasası şudur: Ruhlar dünyaya ancak tekamülleri için lüzumlu işleri
görmek ve bu suretle eksik kalan ruh melekelerini inkişaf ettirmek maksadile gelirler
ki bu da bütün kainatın ilahi irade kanunları ahkamına göre tertiplenmiş nizamının
çerçevesi dahilinde cereyan eden bir haldir. Fakat dünyaya ruhlar indikten sonra da
maksadın muvaffakiyetli veya muvaffakiyetsiz neticelerinin tahakkuku ancak bu
hususta onların sarfedecekleri cehit ve gayretlerle, iradelerinin tutacağı nefsani veya
vicdani yollardaki istikametlere ( ki bu kudretlerini kullanmakta insan – her vakit
söylendiği gibi – tamamile hürdür. ) göre gecikebilir veya tacil olunabilir. İşte
dünyadaki ömrün maksat ve gayesi bu olduğuna göre ölüm tarihinin de ancak bu
işlerin neticelerine bağlı bulunduğu aşikar olur. O halde ölüm anı, dünyaya inmiş olan
bir insanın burada geçireceği hayat tarzına göre elde edeceği neticelerin ilahi irade
kanunları muvacehesindeki kifayet derecesile takdir olunacaktır ki bu takdir işinde
salahiyettar olan varlıklar, çok yüksek ve insanların temasta bulunamıyacakları, ilahi
kanunların tatbikatında ilerlemiş varlıklardır. Binaenaleyh, insanların dünyadaki efal
ve harekatının ilahi irade kanunları muvacehesinde tekamülleri için kafi derecede
neticeler verip vermediğinin tayini ve binnetice ölüm anının ona göre takdiri ancak bu
işleri büyük ve derin bir vukufla takip edebilecek yükseklik seviyesine ermiş
varlıklara ait bir keyfiyettir. İşte gerek Akın dostumuzun, gerek bütün diğer çok
kıymetli ruh dostlarımızın tebliğatından bizim anladığımız mana budur. Netekim
aşağıda naklettiğim muhterem ruhlardan Mustafa Mollanın bir tebliğide bu sözlerimin
bir bürhanıdır. Bu tebliğin baş tarafları, insanların hayatta tekamül yolunda
sarfedecekleri cehit ve gayretlerin ve bunların neticesinde elde edecekleri kazançların
ne kadar birbirinden farklı olduğunu, bu yüzden muayyen bir ömür müddetinin
evvelden tesbit edilmesinin kaabil olmadığını ifade etmekte ve bundan sonra da hayat
müddetinin tayininde mukadderin << kati bir ölçü ile değil, hayatta yaşanılan
hadiselerin kadrosunun ikmaline bağlı >> olduğunu beyan eylemektedir.

MUSTAFA MOLLA: Ocak, 9 1951 Medyom: M. Aray

<< Sual – Ömrümüz, dünya eprövlerindeki başarımıza göre uzayıp


kısalmakta mıdır, yoksa doğumdan önce kati olarak ayarlanmış mıdır?
Ölüm ve Mukadderat 203

<< M. Molla – Bir çocuğun daha ileri yaşdaki bir insandan zekaca üstün
olması, onu yetiştirmek üzere sarfettiği zaman ve emeklere malikiyetini şimdiden
ifade etmezmi? Nasıl olurda bir adam bu çocuktan geri kalabilir? Mümkün.
Karakterlerin çokluğu ortasındaki hüviyeti muhakkak ki iradenin vasfını ve
faaliyet derecesini isbat etmektedir. Sizi bu cihetten etüt yapmağa sevkediyoruz.
<< Tekamül böyle bir ilerilik kaydedince bir çocuğun bir gün adam
çağına vasıl oluncıya kadar kazancı zamanın çok üstüne çıkmış demektir. Acaba
bu nasıl tahakkuk etmektedir? Şimdi haklı ve insaflı düşünelim: Dünyadaki
nüfusun yekunu göz önüne alınsın. Herkes için ve her an için kıymetler
hesaplansın, fert befert kazançlar kıyaslansın. Göreceksiniz ki ortalama
muvaffakiyet bir çok defa sıfırın altına dahi düşecektir. Siz kendi malik
olduğunuz kudretlerinizi sadece rasyonel bir plan dahilinde kullanma cehtini
gösterebilseydiniz zannımızca her birinizin bir dahi olmamanız için hiç bir sebep
bulunamazdı. Öyle değil midir?
<< Ancak, ekmeği elde etmek için mutlaka buğday da ekip biçmeğe
mecbur değilsiniz. Birbirlerinizin işini bölüşmüş olmanız size zaman
kazandırıyorsa, yani birer Robenson olmaktan kurtuluyorsanız ömrünüzün
yıllarla ifadesi nasıl kati bir ölçü ifade eder? Zira hiç kimsenin kazancı birbirinin
ayni değildir. Ayni şartlar ve imkanlar dahilinde iki şahsın tutacağı istikamet
başka neticeler getirir. Halbuki zaman müşterek ve aynidir.
<< Şimdi, bir saatlik işi 10 saatte yapan bir adama göre ömür daha uzun
olmalıdır. Belki taş devri adamı bu cihetten çok fazla çalışmağa ve çok çabuk
muvaffak olmağa mecburdu. Bu cihetten ömrü kısa ve hatta kaza ve cinayetlere
sahne de olup inkitaa uğrar, dünyada çok az bulunabilirdi. Amma demir devrini
idrak etmiş bir insan için hayatın uzun geçmesi mümkündür. Bunu ihmal eden
sizlersiniz. Bu, takdir işi de olmakla beraber iradenin müdahelesile insan, içinde
bulunduğu vasatı kendi arzularına göre de ayarlar ve bu suretle zamanı
kısabilir, yahut uzatır.
<< Kaabiliyetler derecesinde zamanın ifade kıymeti tehalüf eder. Bu
suretle ömür kati bir ölçü değil, bilakis yaşanmış veya yaşanmakta olan
mukadder bir kadronun ikmalidir. Buna göre her ölçünün ne kadar izafi bir
hükmü ifade edeceğini bulabilirsiniz. >>

Dinlerde tekmili enfas, yani nefesleri ikmal etmek sözü vardır. İşte bu da
bizim burada ifade etmek istediğimiz mananın sembolik bir izah şeklidir. Filhakika
bir adamın eceli, dünyada muayyen sayıda nefes alıp vermesi ile taayyün etmez.
Binaenaleyh yukardaki sözün manası başka
204 Mukadderat ve İcabat

olmak icap eder. İşte bu mana dünyada muayyen bir vazifenin ifasını tazammun
etmektedir ki bizim de uzun uzadıya açıklamağa çalıştığımız nokta budur. Hülasa,
insan işini bitirmedikçe dünyadan ayrılamaz. Halbuki işinin bitip bitmediğine hüküm
verecek makamlar çok yüksektedir. Ve bu neticeyi ancak onlar takdir edebilirler.

***
Şimdi ölüm sebeplerinin şekilleri mevzuuna geldik. Acaba ölüm şekli dünyaya
gelmezden evvel taayyün etmiş midir? Mesela bir insanın, mutlakaa bir kalb
sektesinden veya mutlakaa bir duvar altıda kalarak veyahut da bir intihara veya
cinayete kurban giderek ölmesi evvelden, dünyaya gelmezden önce tesbit edilmiş
midir?
Bazı hastalıkların bir epröv ve bir tecrübe için bir plan mevzuu olduğu, yani
evvelden tasarlanmış bulunduğu söylenebilir. Fakat ölümün dünyaya gelmezden önce
hangi şekilde vukua geleceğinin tesbit edilmiş olmadığını gene tebliğat bizlere ifşa
etmektedir.
Ölüm şekillerinin vukuu da tesadüfe bağlı değildir. Burada da bir sürü icab ve
zaruretlerin araya karışmasile ölüm şekilleri tehalüf edebilir. Kıymetli dostumuz
Kadrinin aşağıdaki tebliği bu hususta bize derin bilgiler verir.

KADRİ: Temmuz 23, 1947

<< Bazı arızi ölümler vardır. Fakat bunlarda o mukadderin çerçevesi


içine girmiştir. Yani bir insan bile bile kendisini ateşe atsa dahi bunun ateşe
yaklaşmasını intaç eden birtakım kudretlerin muhakkak mevcut olması
zaruridir. Yalnız bu mukadderin de daima lehte olan kısımlarını söylemiştim.
Mesela intihar eden bir adam pekala intihar etmiyebilir. Fakat muhakkak bu, o
adamın daha 100 sene yaşıyacağını göstermez. O, onun bir tecrübe devresidir.
Kendisini öldürmezse, ruh kudretleri kendi vaziyetini idrak edip harekete
geçerse o an için bu adam pekala ölmez. Fakat ne zaman öleceği gene malumdur.
O da hiç aksamadan kendi hükmünü gene icra eder. Daha fazla söylemem. >>

Yukardaki şu bir kaç satırlık tebliğ önümüzde ne kadar derin ve engin bir ufuk
açıyor! Bütün bu kıymetli tebliğat bize şunu öğretiyor:
Ölüm mukadder bir mevzudur. Fakat bu kader, tecrübe devresinde, yani
insanın dünyadaki hayatında yapması lazım gelen, bitirmesi icap eden işlerin ikmaline
bağlıdır. Onun bu işinin bitip bitmediğini tayin edecek olan varlıklar da yüksek ilahi
irade kanunlarına göre, o insanın tekamül planını kontrol eden, ihtiyaç ve kudretlerini
takdir eyliyen ve ona göre – gene ilahi irade kanunları icabatı dairesinde hükümler
vere-
Ölüm ve Mukadderat 205

bilecek yüksek kudretlere erişmiş bulunan çok ilerdeki varlıklardır. Bu suretle o


insanın dünya hayatının müddeti bir defa taayyün ettikten sonra, yani
hükümlendirildikten sonra onun artık dünyadan ayrılmasına hiç bir beşeri kudret mani
olamaz. Ve onu değiştiremez. Fakat onun ölüm şekli de gene ya kendisinin veya
başkalarının da tekamülleri bakımından o anın icaplarına uygun bir şekilde, şu veya
bu tarzda vaki olabilir. Yani burada da ezelden değişmez bir halde tesbit edilmiş bir
kader yoktur. Ancak o adamın dünyada geçirmiş olduğu tecrübelerin neticelerine,
hayat imtihanının icaplarına ve bir de onun vasıtasile tecrübelerini ikmal etmek
fırsatını bulmuş diğerlerinin ihtiyaçlarına göre herhangi ölüm şekillerinden birisi
araya girebilir. Bu ölüm sebepleri onun karşısına adeta kendiliğinden çıkar veyahut o
bu sebeplerden birini adeta koşarak arar ve kolaylıkla bulur. Mesela başkasını
öldürmemek için büyük bir imtihana tabi tutulan bir adamın karşısına ölümü
mukadder olan ve o sıralarda ölmesi icap eden insanlar çıkar. Bu insanlar adeta sanki
onun bu öldürmek insiyakını tahrik edercesine hareketlerde bulunarak ona yaklaşırlar
ve onun etrafında dolaşırlar. Bu imkanlara rağmen öteki adam cinayeti yapmamakla
mükelleftir. Fakat gene yapmak zafını gösterirse kendisine yaklaşan ve onu tahrik
eden adamı pekala öldürür ve bittabi büyük imtihanı da kaybeder. Ölen adama gelince
esasen o, ölecekti, vakti gelmişti, katlolunmasaydi başka bir sebepten, mesela tifodan
ölecekti.
İşte onun bu ölüm şekli hem kendisinin işini görmüş oldu, hem de başka bir
zavallının çok fena bir imtihan vermesine vasıtalık yaptı. Keza şöyle bir insan tipi
düşünelim: Bir insan geçmiş hayatında imtihanını verememiş, çok kötü bir durumla
spatyoma intikal etmiş ve orada da bu muvaffakiyetsizliğinin azaplı neticelerile
karşılaşarak kendisini bu muvaffakiyetsizliğe sevk eden durumunun fecaatini idrak
etmiş duymuş olsun.
Şimdi bu adam, bütün bu çekmiş olduğu azapların neticesinden almış olduğu
derslerle artık bir daha böyle geri bir ruh haline düşmiyecek ve yeni yeni kudretler
intisap etmiş bulunacaktır. Fakat onun bu yeni halini hem kendi vicdanına karşı, hem
de yüksek alemlere karşı ilan ve isbat etmesi lazımdır ki bu yeni durumu ile
mütenasip bir ruh halinin icaplarına mazhar olabilsin, yani daha yüksek bir ruh
seviyesinin kendisine bahşedeceği ilerdeki ilahi vazifelere ve işlere liyakat kesbetmiş
olsun. Bunun için o varlık gene geçen hayatında olduğu tertipte birtakım maddi
hadiselerle karşılaşmak ve bu defa geçen defaki gibi gene nefsaniyetine mağlup olarak
ayni hataları yapmamak imkanlarile karşılaşmak ihtiyacında kalacaktır. İşte bu ihtiyaç
ile o, tekrar kendisine ayni imkanları bahşedecek olan yeni bir dünya hayatına
girecektir.
Geçmiş hayatında bu adamın yapmış olduğu büyük hata mesela, onun intiharı
olsun. Elbette onu bu intihara sürükliyen birtakım hafif
206 Mukadderat ve İcabat

veya şiddetli sebepler mevcuttu. O bu sebeplerin manasını anlıyamadı. Ve onların


tazyiklerine dayanamıyarak, onlardan güya kaçabileceğini sanarak hayatına son
vermek suretile dünyadan kaçmak istedi, ahdinden döndü, namertlik yaptı, ve
korkaklığı ile, cesaretsizliği ile ruhunun zaafını ilan ve isbat ederek daha ilerdeki ilahi
vazifelere layık olamıyacağını göstermiş oldu. Bittabi bu halin devamına ilahi irade
kanunları müsaade edemez ve bu müsaadesizliğin nişanesi de onun her şeyden evvel
kendi vicdanında ve ruhunun amakında menkuştur. Binaenaleyh o bu hareketini en
yakın bir zamanda tamir ve tahsis etmek ihtiyacını şiddetle hissedecektir. İşte bu
ihtiyaçla tekrar dünyaya geldiği zaman belki de geçen seferki hayatından daha çok
sıkıntılı ve kendisini öldürmeğe sürükleyici daha çok kötü dış saiklerle dolu birtakım
hayat şartlarını kabul etmiş bulunacaktır.
Bu şartlar altında dünyaya gelince elbette onun karşısına, kendisini öldürmeğe
teşvik edici ve hatta bazan sürükleyici zorluklar, sıkıntılar, hadiseler birbiri arkasından
yağmur gibi onun başına yağmıya başlıyacaktır. Bu yağışın arkasının kesilmesi ancak
onun ehliyetinin lüzumlu yerlere karşı isbat etmesi veya tekrar ehliyetsizliğinin kötü
bir misalini vermesi zamanına kadar sürüp gidecektir. İşte burada onun ölümünün
takdiri bu işin neticesine bağlı olabilir. Yani bu hayatta da onun muvaffak
olamadığına veya muvaffakiyetli bir imtihan verdiğine çok yukardakiler hükmettikleri
anda artık onun ölüm zamanı takdir olunmuş demektir. Ve bu zamanı hiç bir insanın
değiştirebilmeğe gücü yetmez. Artık ona bir avam dili ile ( eceli gelmiştir ) diyebiliriz.
Ancak bunu olduktan sonra anlarız, ondan evvel bilemeyiz. ( Bazı gene çok mühim
sebepler tahtında, gene o yüksek varlıkların ilahi irade kanunları ahkamı dahilindeki
tensiplerile bizzat ölecek adamın ölümünden az çok uzun bir zaman evvelden
haberdar edilmesi de mümkündür. Ve bu da ayrı ve bu bahsimizi ilgilendirmiyen bir
mevzudur. )
Bu imtihan sırasında o adamın sırf kendi iradesine bağlı olarak intihap
edeceği hareket tarzlarını tahfif veya teşdit edici bir sürü cihetler vardır. Mesela çok
küçük ve ehemmiyetsiz bir hadise karşısında onun mukavemet edebilmesi ve intihara
teşebbüs eylememesi, yukarlarca onun, imtihanda muvaffakiyetini isbata kafi gelecek
bir kıymet olarak sayılmıyabilir. Ve bu takdirde de onun bu hadiseden sonra
imtihanını verip sınıfını geçmişcesine bir muameleye tabi tutularak bu hayatının
kifayesine hüküm verilmiyebilir. Binaenalaeyh o adamın yaşamakta devam etmesi
zaruri görülür. Böyle olunca onu dünyada hiç bir kuvvet öldürmez. O bütün ölüm
sebeplerinden uzak tutulur ve böyle bir hadise ile karşılaşmış bile olsa ayni hadiseye
karışmış olan diğerleri öldüğü halde o, ölümden yakasını kurtarır. Bunun bir de tersini
alalım: Olabilir ki o adam gene kendi iradesile ve bir an evvel imtihanı bitirip
kazanacağım diye iç varlığının itilişi ile tedriç kanununu unutarak bir-
Ölüm ve Mukadderat 207

denbire imtihanının en güç dersine henüz hazırlıksız olarak girer. Mesela, kendi
ruhunun kudretine nisbetle dayanamıyacağı şiddette acı, yıkıcı bir hadise ile karşılaşır
, veyahut başka mühim sebepler altında böyle bir hadise onun karşısına çıkabilir. Bu
takdirde onun, henüz kalkınmak üzere emekleme devresinde kendisine çarpan bu
şiddetli sadme karşısında dayanamaması ve tekrar intihara teşebbüs etmek zafının
galip gelmesi mümkündür. İşte bu da işin esbabı muhaffifesidir. Eğer çok
yukardakiler onu böyle şiddetli bir şok karşısındaki bu zaafından dolayi imtihanda
muvaffak olamamış bir insan muamelesine tabi tutmağa müstehak görmezler ve tekrar
yeni bir denemeğe tabi tutulmasına cevaz verirler ve lüzum görürlerse o zaman o bu
intihar teşebbüsünü ne kadar şiddetli vasıtalar kullanarak kendisini öldürmeğe
uğraşırsa uğraşsın, asla bu teşebbüste muvaffak olamaz. Yani kendisini öldüremez.
Çünkü yukardan bu tensip edilmemiştir.
Bu hal bundan başka sebeplerle de, mesela onun daha başka diğer tecrübelere
tabi tutulması zaruretile de vukua gelebilir ki işte bütün bunlar, o varlığın selametine
ve binaenaleyh serbest ruh halindeki istek ve iştiyaklarına tamamile uygun ve onları
tatmin edici, Ulu Tanrının sonsuz büyük kanunlarının icabatı ve hükümleri dahilinde
bahşedilmiş ilahi birer lütuftur. Şu halde bu adam bu kötü teşebbüsünde davayi
kaybetmiş olmakla beraber kendisine adeta ikmale kalmış bir talebe muamelesi
yapılır. Ve tekrar kısa bir zamanda hazırlanıp yeniden imtihana girmesine müsaade
edilir. İşte Allahın büyük lütfu! Fakat bu tecrübelerin ne kadar tekerrür edeceğini,
daha hangi şekiller altında nazarı müsamaha ile karşılaşacağını ve nihayet hangi icap
ve zaruretlerle daha ne gibi muamelelere tabi tutulacağını bu kısa akıl idrak edemez.
Onu biz bilemeyiz. Biz burada işin bize görünebilen taraflarını, çok kaba misailerle ve
ancak anlıyabildiğimiz kadar ve Ulu Tanrının lütufkar iznile izah etmeğe çalıştık. Ve
bugün yapabileceğimiz şey bu kadardır.
Hayata gelen her insanın bir sürü ve her tertipten bir takım ihtiyaçlar ve
zaruretler karşısında böyle tecrübeler yapması ve imtihanlardan geçmesi bir zarurettir.
Ve esasen dünyaya bunun için gelirler. Bütün ruh kudretlerinin inkişafı ve bunun
neticesinde de ruhun tekamülü ve yüksek planlara çıkışı bu zarureti neticelendiren
birer amildir. Bu zaruret tahakkuk edince ecel gelir ve ecel gelince de onu dünyada
kimse tutamaz.
Fakat ecelin bundan başka acaba diğer sebepleri ve zaruretleri de var mıdır ve
bunlar nelerdir? Elbette vardır. Bunların neler olduğu sualinin cevabına gelince bu,
bizim bilgi ve idrak kadromuzun dışında kalır. Ve dünyada hiç bir varlığın da böyle
muazzam bir sualin karşısında ağız açmağa kalkabileceğini tahmin etmeyiz. Bir
sıfırdan ibaret olan insan bilgisi ilahi kudretlerin hiç birisine nüfuz etmek iktidarına
malik değildir ve bu, böyle kalacaktır. Biz bu kadar küçük bir bilgi izharına dahi
utanarak ve Allahın lütufkar affına sığınarak cüret edebiliyoruz.
MUKADDERAT KARŞISINDA VİCDAN VE
MESULİYET DUYGUSU

Mademki insanın mukadderatı efal ve harekatının neticelerine göre taayyün


etmektedir o halde insan mukadderi bakımından, yapmış olduğu her işten mesuldur.
Fakat insanın bu mesuliyeti, onun doğrudan doğruya ruhunda ve vicdanında
gerçekleşen bir mevzudur. Yani dışardan hiç bir kimse onu herhangi bir hareketinden
dolayi cezalandırmaz. Binaenaleyh bu bakımdan bir mücazat veya mükafat yoktur.
Her iş ruhta olup biter. Demek ki eğer mükafat mücazattan bahsetmek caiz olursa
denebilir ki insan gene kendisini kendisine – yaptığı işlerinden dolayi – cezalandırtır
veya mükafatlandırtır. Ve bu hususta hükmedecek olan hakim de onun vicdanıdır.
Vicdan ise ruhun öz malı olan bir melekesi, bir kudretidir.
Vicdan, insan ruhunda, tekamül nisbetinde perde perde açılarak tecelli eden ve
ilahi irade kanunlarının icaplarından asla ayrılmıyan en kuvvetli bir ifade kaynağıdır.
İlahi irade kanunlarının icaplarına ait vüsat ve şümulün manasını düşünenler, insan
ruhundaki bu melekenin ne kadar kıymetli olması lazım geleceğini tayin edebilmekte
güçlük çekmezler. Binaenaleyh vicdan hakkında ( ruhun iyiyi kötüden tefrik etme
melekesidir ) diye, ancak insanların anlıyabilmesi için yapılmış tarif, mümkün
olabilen en güzel, doğru, ve sade bir tariftir.
Vicdan bir sestir dediler. Bu çok doğru ve yerinde bir sözdür. Bütün ruhlar
alemindeki dostlarımızın tebliğatı bu sözü açık olarak türlü vesilelerle tekrar etmiş
bulunmaktadırlar. Burada bundan takriben 3 – 4 sene evvel dostumuz Enis Behiçin
medyomluğu ile << Süleyman Çelebi >> ismi altında bir varlıktan alınmış olan bir
tebliğattan iki mısra’lık bir yazıyı zevkle iktibas ediyorum. ( 1 )

<< Kalbinde duyduğun sesi bil: Tanrının sesi


<< Bir ses ki mümteni’dir ama vasfedilmesi. >>

Süleyman Çelebi’nin bu tebliğinden biz: << Allahın insan kalbinde tecelli edip
konuştuğunu >> manasını asla çıkarmıyor ve kabul etmiyoruz. Bununla beraber bu
sözlerin, çok güzel ve buradaki mevzuumuzu destekleyici kıymeti vardır.
Duyabilenler için insan kalbinde ilahi ses çınlar. Bu ses, Tanrı iradesi kanunlarının
ruhta inkişaf eden in’ikaslarının birer parçasıdır. Ve biz ona bütün diğer kıymetli ruh
dostlarımızla bera-

( 1 ) Varidat – ı Süleyman. 1940. Sayfa: 27.


Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 209

ber vicdan diyoruz. Demekki dostumuz Süleyman Çelebi de bu yüksek ve derin


manayi yukarıdaki kısa, fakat veciz sözü ile ifade etmiş bulunuyor. Yalnız şunu da
hemen arzedelim ki mukadderat ve icabat mevzuunu kitabımızda inceden inceye
tasrih ettiğimiz gibi anlamıyanlar, Süleyman Çelebinin bu vecizesini çok sakat
yollarda tefsir etmek tehlikesi ile karşılaşabilirler.
Vicdan, ruhun tekamül seviyesine göre ilahi irade kanunlarından istifade
edebileceği kısımları en doğru olarak tayin eden ve ona göre de onu, bu kanunlar
muvacehesinde daha yüksek anlayiş ve duyuş seviyelerine sevkeden kudretli ve
amansız bir mürşittir. Vicdan insanın bütün duygu ve düşüncelerini, bu duygu ve
düşüncelerdeki maksat ve niyetleri adım adım takip eder. Ve hiç birisini kaçırmaz.
Çünkü o, dediğimiz gibi, öz varlığın esasi bir rüknü, ruhtan ayrılmaz bir parçadır.
Binaenaleyh vicdan insanın daima başının ucunda bekliyor, diyemeyiz. Ancak şunu
diyebiliriz: Hatır, gönül, müsamaha, merhamet, dostluk, iltimas v. s. tanımıyan,
icabında, yani ruhun tekamül ihtiyaçlarını temin yolunda gene ruha karşı en büyük
zalimlerden daha zalim bir tavur takınan ve icabında da en lütufkarlardan daha
lütufkar olan bu uyanık hakim, insan ruhunun temelinde yerleşmiştir. Hiç bir an, hiç
bir yerde ve hiç bir surette insan onun kıl kadar şaşmıyan nezaretinden kendisini
kurtaramaz. Kısaca söylemek icap ederse diyebiliriz ki vicdan insan ruhunun
tekamülü nisbetinde, ilahi irade kanunlarının icabatını terennüm eden en ahenkli bir
sestir.
Bu sözlerden mühim bir netice daha çıkıyor: Mademki vicdan ilahi irade
kanunlarının icabatını ancak ruhun tekamülü nisbetinde terennüm etmektedir ve
mademki her insanın tekamül seviyesi ayrıdır o halde vicdanların hükümlerinde de
asla bir ayniyet mevcut olmıyacaktır. Mesela bir insanın vicdanının beyaz, hükmünü
verdiği bir hadise karşısında diğer bir insanın vicdanı pekala ondan az çok farklı bir
rengin hükmünü verebilecektir. Fakat ne olursa olsun herkes ancak kendi vicdanına
karşı mesuldür. Başkasının vicdanının takdiri onun malı değildir ve ona hitap edemez.
Ve ondan da mesul değildir. Bu da çok mühim bir noktadır ki ilerde sırası gelince bu
noktaya tekrar döneceğiz. İşte bunun içindir ki bir insanın, dışardan hiç bir kimseyi
kabahatli görerek ona kızması ve kin beslemesi doğru değildir.
Bu mülahazalardan sonra asıl bahsimize girmiş oluyoruz. İzah edilmiş olduğu
gibi mukadderat, ilahi irade kanunlarının icabatına göre tahakkuk eden tecelliyattır ki
insan ruhunda bunu hazırlayici unsurlardan biri de biraz evvel arzettiğimiz vicdandır.
Böyle olunca insanın iyi veya kötü niyetle yapmış olduğu bütün sübjektif ve objektif
hareketlerinden vicdanına akseden sarsıntılar ruhta birtakım reaksiyonlar husule
getirecek ve bu reaksiyonlar da insanın karşılaşacağı hadiselerin

F: 14
210 Mukadderat ve İcabat

birer amili olacaktır. Daha açık söyliyelim: İnsan iyi veya kötü maksat ve niyetle
yaptığı işlerden, beslediği düşünce ve duygulardan ötürü vicdanı tarafından muhakkak
ya takdir veya tevbih edilir. Bu takdir ve tevbih işi o varlığın müteakip hayatına ait
birtakım karşılaşması lazım gelen hadiselerin – ilahi irade kanunları ahkamına göre –
hazırlanmasındaki amillerin bir kısmının manasını izah eder, bu ise ruhun bu
bakımdan da görgü ve tecrübesinin artmasını ve binnetice vicdanının bir az daha
inkişafını mucip olur. Bu hazırlanan hadiseler ise onun akibetini teşkil eder. Ve bu
akibet de onun için mukadder olur. İşte bütün bu haller ilahi irade kanunlarının
değişmez icabatındandır. Bu icapları insanın keyfi hiç bir hareketle değiştirebilmesine
imkan yoktur.
Şu halde cennet ve cehennem, insanın düşünce ve fiillerinde esas olan maksat
ve niyetlerin iyiliğine veya kötülüğüne, yani vicdanın veya nefsaniyetin emirlerine
uymasına göre bizzat kendi içinde kurulur. Ve bu içinde kurulmuş olan cennet ve
cehennemin dışarda bizzarure hasıl olacak akisleri onun iyi veya kötü akibetinin
objektif birer kıymeti olur. Bu neticelerin önüne de kimse geçemez. İşte bu,
mukadderdir.
Evvelce söylendiği gibi, bir insanın doğması, ölmesi, yaşaması, var olması ve
tekamül etmesi nasıl mukadder birer keyfiyet ise, yani ilahi irade kanunlarının dışına
kıl kadar bile taşamıyan birer tecelliyat ise o insanın kainattaki sonsuz ilahi mesağ ve
bahşedilmiş imkan sahaları içinde tam bir hürriyetle iradesini kullanarak yaptığı
işlerden dolayi murakabei nefis mahkemesinde vicdan hakimin vereceği hükümlerin
neticelerine tabi tutulması da öylece mukadder birer keyfiyettir.

***

İş bu noktaya gelince karşımıza gene mühim bir mevzu dikiliyor ki bu da


iyilik ve kötülük mefhumları hakkındadır. Vicdan iyiyi kötüden ayırmak melekesidir,
deyince iyilik nedir, kötülük nedir sualinin derhal önümüze dikildiğini görüyoruz.
Eğer bu sual üzerinde durmaz ve aydınlığa çıkamazsak şimdiye kadar serdetmiş
olduğumuz mülahazaların mühim bir kısmı da bu karanlığın içinde boğulup kalmak
tehlikesine düşebilir.
Öyleya, bir insan için makbul sayılan bir hareket diğer bir insan indinde pekala
kötü ve menfur bir iş olarak karşılanıyor. Yani birisinin vicdanının iyi dediği şeye
ötekininki fena diyor. O halde vicdanın yanılmazlığı ve iyiyi kötüden tefrik etme
kudreti nerede kalıyor? Bu takdirde ortada iyilik kötülük mefhumlarının kalmamasına
ve binnetice vicdan melekesine atfedilen rolün de manasızlığına inanmak icap etmez
mi? Hayır. İşte şimdi üzerinde bir az durmak istediğimiz mevzu budur. Bu mevzuu ele
alırken Şarlot müstear ismile bize kendisini tanıtıp çok kıymetli ve öğretici tebliğat
veren bir ruh dostumuzun bize sormuş olduğu bir suali buraya aynen naklediyorum:
Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 211

ŞARLOT: Mart 23, 1951 Medyom: R. Bayer

<< Dostum, bilirsiniz ki tekamül ancak dünyanızda, insanlarda vicdan


unsuru ile hızlanır. Ve tekamüldeki sık adımlar başlıca, vicdan terazisinin
kefelerinin mütemadi hareketile neticelendirilir. Vicdan ise sizce malum olduğu
üzere bir taraftan iyilik, feragat, diğer taraftan hotkamlık gibi mevzuların
ölçülmesini sağlıyan bir melekedir. Halbuki vicdanın faaliyetine, rolüne
sebebiyet veren bu iyilikler ve kötülükler her telakki ve düşünceye göre
muhteliftir. Ve her insana göre değişir. Maksadımı bir misal ile izah edersem
belki daha kolay anlatabilirim. Mesela, siz yolda giderken zavallı fakir bir çocuk
görseniz, kendisine bir miktar yardım yapıp lazım gelen nasihati de verdikten
sonra yolunuza devam ederken arkanızdan bir tanıdığınız size yetişip bu
yaptığınız hareketin yanlış olduğunu, kendine göre haklı sebeplerle izah etse ve
dese ki: Dostum, sen çocuğa bu parayi vermekle iyilik yaptığını sanıyorsun.
Fakat hakikatte bu bir kötülüktür. Sen çocuğa bir iyilik değil, fenalık yaptın.
Çünkü o bu suretle çalışmak ihtiyaç ve arzusunu duymıyacak, senin gibi
yardımda bulunanlar da tevali ettikçe dilenciliği kendisine bir meslek ittihaz
edecek ve bu suretle büsbütün fena bir yola girecek dese hiç de haksız bir
iddiada bulunmuş sayılmaz. Bilmem maksadımı anlatabildim mi? Bu misali
kabalaştırarak geriye, hafifleterek yukarı doğru çıkarırsanız size insan
öldürmenin bile o nebata yapılmış bir fenalık telakki edecek insanlara
rastlamanız kaabildir.
<< Şimdi bu durum karşısında madem ki tekamül fena hal, düşünce ve
hareketlerden kurtulma suretile elde edilebiliyor, ve tekamül yolunda adımlar
ancak iyiliğe müteveccihen atılan adımlar sayesinde muvaffakiyete eriyor şimdi
size vermek istediğim mevzu budur: Mademki ortada standart iyilik ve standart
kötülük mefhumu ayrılmamaktadır, tekamülü nasıl izah etmek lazım gelecektir
? >>

Kitabımızın muhtelif yerlerinde, muhtelif vesilelerle tekrar ettiğimiz bir


hakikate burada gene temas etmek zorunda kaldık. Her insanın, kendi ruh yüksekliği
seviyesine uygun bir anlayiş, duyuş ve düşünüş derecesi vardır. Bu, onun kendi
aleminin, daha doğrusu kendi varlığının bir realitesini ifade eder. Ve o insanın bütün
kudretleri işte bu realite etrafında toplanır. Tahayyülü, iradesi, cehit ve gayretleri,
temayülleri, telakkileri hep bu realite dahilinde faaliyete geçer. Ve gene evvelce
söylendiği gibi onun bu realitesini de gerçekleştiren ilahi irade kanunları, iradesini bu
realite sahası dahilinde istediği gibi serbestçe kullamasına imkan bah-
212 Mukadderat ve İcabat

şeder. Mesela farzedelim ki bir adamın hayatında geçirmiş olduğu görgü ve tecrübeler
kendisine, parasız kalmış, fakat çalışmak kudretinde bulunan bir çocuğa para
vermenin onu tenbelliğe alıştırdığını öğretmiş olsun. Böyle bir kabli müşahedeye,
daha doğrusu görgü ve tecrübeye dayanan bu adamın düşüncesi tamamile haklıdır.
Binaenaleyh o böyle bir düşünce ve kanaatle eğer o çocuğa para vermezse, kendine
göre iyi bir iş yapmış olur. Ve vicdanını da tatmin edebilir. Çünkü onun vicdanı
ruhunun bu seviyesinin neticelendirdiği realitelere ve kanaatlere bağlıdır.
Fakat tekamül hiç bir vakit yerinde durmaz. Mütemadiyen artar. İşte bu artışla
birlikte onun vicdan melekesi de tabiatile inkişaf eder. Bu inkişaf ayni zamanda ruhun
kazanmış olduğu yeni yeni görgü ve tecrübelerle müterafık bulunur. Hülasa bu suretle
onun bütün ruh kudretleri artar ve daha şümullü, daha mudil tabiat kanunlarından
faydalanabilecek durumlara girer ve binnetice o varlık kainatta evvelki haline nisbeten
daha geniş ve şümmullü faaliyetlere ve vazifelere istihkak kesbetmiş olur. Bu hal ayni
zamanda onun kainattaki illiyet prensibine daha ziyade nüfuz edebilmesini ve bu
yüzden de evvelce göremediği bazı diğer illet ve neticeleri şimdi daha açık olarak
görmesini temin eder. İşte bu nüfuzu nazar ve görgü ve tecrübenin bu gelişmesi, onun
vicdan berraklığını büsbütün attırır. Bu defa da o, bu vicdan berraklığının direktifi
altında ilahi irade kanunlarını evvelce uyabilmek kudretini gösteremediği namütenahi
icabatından bir kısmını daha hazmedebilme ve böylece tekamülünde yeni bir sürat
kazanma imkanlarına erişir. Ve işte o zaman bu adam gene sokakta bir dilenci çocuğa
rasgeldiği vakit evvelki gibi değil başka türlü düşünmek ihtiyacını duyar. Ve tereddüt
etmeden ona her türlü yardım elini uzatmaktan çekinmez.
İşte ayni adamın evvelki vicdan hükmü ile şimdiki vicdan hükmü arasında
tebarüz eden bu açık fark, onun şimdiki durumunun, geçirmiş olduğu görgü ve
tecrübelerle, ilahi irade kanunlarının tatbikatı sahasında biraz daha ilerlemiş
olmasından ileri gelmektedir. Zira onun vicdanının evvelki hükümlerile şimdiki
hükümleri arasındaki fark, ilahi irade kanunlarının icabatı sahasında evvelki mahdut
anlayiş ve duyuşu ile şimdiki geniş ve şümullü anlayiş ve duyuşu arasındaki fark
kadar büyüktür. Mesela o, şimdi de pekala şöyle düşünebilir: ( Bu dilenci çocuğa para
vermek lazımdır. Onun bu parayi nasıl sarfedeceği veya bu parayi aldıktan sonra onu
iyi veya kötü yollarda kullanacağı meselesi beni alakadar etmez. Zira o da iradesinde
tamamile serbesttir ve yapacağı işlere göre neticeler alacak ve bu neticelerin tesirine
göre ruhunda husule gelecek olan intibahlarla tekamül edecektir. Kaldı ki bu gün o
açtır ve yardıma mühtaçtır. Ve ben ona yardım etmekten, onu bu günkü sıkıntılardan
kurtarıp daha kötü durumlara düşmesi imkanlarından uzaklaştırmaktan zevk ve huzur
duyarım. Aksi halde de ıztırap çekerim. Ona bu gün yardım elimi uzatmak
ihtiyacındayim. )
Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 213

İşte iki insanın birbirinden farklı iki vicdan muhakemesi ve neticeleri. Bu açık
misal bize çok iyi gösteriyor ki burada bunların hangisi doğru, hangisi yanlış, hangisi
tekamülün vasıtası, hangisi tekamülün vasıtası değil gibi sualleri sormak yerinde
olmıyacaktır. Zira birinci varlığın vicdanı ancak o kadar inkişaf edebilmiştir,
binaenaleyh tekamülüne o noktadan itibaren devam edecektir. Buna mukabil ikinci
varlığın vicdanı bir az daha fazla inkişaf etmiştir, o da bulunduğu noktadan daha
ileriye doğru atılacaktır. Şu halde tekamül asla durmaz ve her tekamül seviyesine
uygun telakkiler, düşünceler, duygular ve vasıtalar mevcuttur. Ve bütün bunların
birbirine uygunluğu bir zarurettir, ve mukadderdir. Şu halde birinci varlık
mukadderine uymak suretile ikinci varlık seviyesine yükselecek ve o seviyenin
yüksek mukadderatına layık bir duruma girecektir. Bu hal de böylece ebediyen
tekamül mevzuu dahilinde sürüp gidecektir.

***

Dünyada ne kadar ruh varsa o kadar da tekamül farkı ve derecesi vardır. Ve bu


da tabii bir haldir. Noktası noktasına birbirine uyan iki varlığın mevcut olamadığını
ruh dostlarımız ifade ediyorlar. Zira esasen tekamül ne kadar namütenahi ise bu
tekamülün varyeteleri de o kadar sonsuzdur. Bu namütenahi varyeteler, namütenahi
ruh kudretlerinin,gene namütenahi tahavvülatına ait tezahürlerini meydana getirir.
Hatta serbest ruh halleri gibi esasen bir sonsuzluk mevzuu olan tezahürleri bir tarafa
bırakalım, en basit madde alemindeki varlıklar arasında bile tam bir ayniyetin
mevcudiyeti düşünülemez. Mesela bir koyun sürüsünde zerresi zerresine birbirinin
ayni olan iki koyun bulunamaz. Bir ormanda gene ayni şartlar altında iki ağaç
gösterilemez. Kaldı ki mahdut maddi hayatla kabili mukayese olmıyan sonsuz
tekamül ve inkişaf devrelerinde arzı mevcudiyet eden sonsuz ruh kudretlerile
hakedilmiş ruhlarda ayniyet aramak büsbütün abes bir iş olur kanaatideyiz. O halde
nasıl hiç bir varlık diğerinin ayni değilse hiç bir varlığın vicdan hükümleri de her
noktasında birbirinin tamamile ayni olamaz. Belki birbirine nisbeten çok yaklaşabilir.
Bu başka iş.
Demekki bir merhaledeki vicdanın vereceği hükümle başka bir merhaledeki
vicdanın vereceği hüküm arasında bariz farklar bulunmakla beraber gene herkes
ancak kendi vicdanının hükümlerine göre mesuldür. İşte bu bakımdan incelenince,
yanlış bir tabir olarak ma’şeri vicdan dedikleri ahlak müeyyidelerinin vicdan
hükümlerinden tamamile ayrı neticeler verebildiğinin manası anlaşılır. Kütlelere hitap
eden toplu talimat her vakit her insanın vicdan seviyesine uygun olmıyabilir. Ve bu
bakımdan da ahlak her vakit, insanın tekamülünü doğrudan doğruya hızlandıran öz
vicdanına uymıyabilir ve bu takdirde vicdanın yapabile-
214 Mukadderat ve İcabat

ceği vazifeleri yapabilmeğe ahlak her zaman kifayet edemez. Herkesin başkasından
farklı olan ruh kudretlerine göre takip edeceği bir tekamül yolu vardır. Ve bunun
ölçüsünüde tayin edecek unsur vicdan olduğuna göre bu yolda hiç bir vasıta onun
kadar iş göremez. Binaenaleyh dışardan zorla, tehditle, formalitelerle, ve inanılmamış,
benimsenmemiş zaruretlerle ve zoraki telkinlerle insanları doğru yola sürükliyen
müeyyideler – ne kadar sahih dahi olsalar – eğer ferdin hiç olmazsa aşağı yukarı
vicdanının temposuna uygun değillerse, hiç de matlup olan neticeleri vermiş olmazlar.
Bu düşünceye göre yapılacak en iyi iş, her insanın kendi vicdanının direktiflerine son
derece saygı göstererek o insanın hayatında o yoldaki inkişafları sağlamağa
çalışmaktır. Müşterek talimat diğer bir görüş zaviyesinden faydalıdır ve insanlara
tekamül yolunda faaliyet göstermenin lüzumunu telkin etmesi bakımından mühim
faydalar da sağlıyabilir, fakat tek başına bununla iş bitmez. Ve yalnız ahlak
kaidelerine sarılarak vicdanını çiğneyip geçmekten çekinmiyen ve hatta bunu mecburi
sanan bir insanın tekamülü bakımından karlı bir harekette bulunmuş olmaz.
Mesela, medeni hayat seviyesine yükselmiş ve ruhu oldukça incelmiş bir insan
tasavvur edelim. Bu insan bazı icaplarla Allah yolunda insanların kurban edildiği bir
muhitte yaşamak zorunda kalmış olsun. Bittabi o muhitin gelenekleri muayyen
kanaatlerin tesiri altında şu veya bu sebeplerle insanların kurban edilmelerini mecburi
bir ahlak kaidesi haline sokmuştur. Ve bu böylece devam edip gitmektedir, bunun
dışına çıkmak da o muhitin insanlarınca büyük bir kabahat, günah ve ahlaksızlıktır.
Şimdi, eğer burada yaşamak zorunda kalan dostumuzun vicdanı da bunu kabul etmiş
ve ancak böyle hareketlerle tatmin edilecek bir durumdan kendisini henüz
kurtaramamış ise mesele yok. Onun da yapacağı ve yapması lazım gelen iş bu
harekete uymaktır. Zira burada ahlak kaidesile onun vicdanı el ele vermiş bir haldedir.
O, bu ahlak kaidesine uymakla esasen vicdanının hükmünü yerine getirmiş olacaktır.
Fakat bunun aksi de pekala mümkündür. Yani, o adamın vicdanı böyle herhangi bir
sebeple bir insanın kurbanlık diye öldürülmesini asla kabul etmemektedir. İşte bu hal
karşısında onun vicdanı muhitinin ahlak telakkisinden tamamile ayrılmış
bulunmaktadır. Eğer buna rağmen o adam vicdanının dosdoğru sesine karşı
kulaklarını – şu veya bu sebeple, şu veya bu mazeretleri öne sürüp – tıkar ve
muhitime uyacağım diye insanları kurban etmeğe kalkışırsa veya bunu makbul
görmeğe yeltenirse işte o zaman kıyamet kopar. Ve o adam vicdanının sert hükümleri
ile mahkumiyetini idrak edeceği gün gelip çattığı zaman büyük sıkıntılara düşer ve
derdini kimseye anlatamaz. Zira vaktile kendisininkinden geri bir realiteye
uymamasını ihtar eden vicdanına karşı serdetmiş olduğu mazeretlerin hiçbirisi burada
bir kıymet ifade etmez. Ve şimdi
Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 215

vicdanının hükümlerine ister istemez ve kendisinin müdafası ve mütalaası


sorulmaksızın uymak zorunda kalır. Çünkü bu hükümler onun için artık değişmez bir
mukadder olmuştur.

***

Burada bir noktaya daha temas etmenin sırası geldi. Acaba insanın mesul
olması için yaptığı işin mutlaka tahakkuk etmesi mi lazım mıdır? Bu sualimizi bir
misal arzederek bir az açıklayalım: Mesela, bir adam başka birinin elinden ekmeğini
alıp onu aç bırakmak istese bu elbette çok kötü bir hareket olur. Her kötü hareketin
ıztıraplı neticeleri olacağından o adamın vicdanı bu vazifeyi üzerine alarak onu bu
hareketinden dolayi tazip edecektir. Bu böyledir. Fakat farzedelim ki bu adam
başkasının elinden ekmeğini alıp onu aç bırakmak istediği halde bunu yapmağa bir
türlü fırsat bulamadı. Ve tasarladığı kötülüğü yapmağa muvaffak olamadı. Madem ki
bu adam ötekine kötülük yapamadı ve öteki bu yüzden hiç bir fenalık görmedi. Yani
beşeri dille, cürüm tahakkuk etmedi. O halde bu fenalığı tasarlıyan ve yapmak istiyen
adamın mesul olmaması lazım gelir, değil mi?
Keza, gene olabilir ki teşebbüs edilen iş mukaddere uygun gelmez. Mesela bir
adamı öldürmek niyet ve kasti ile onun üzerine saldıran bir insan herhangi, önüne
çıkan, bir engel yüzünden bu kötü hareketini muvaffakiyetle bitiremez. Çünkü o
adamın eceli henüz gelmemiştir ve o ölmiyecektir. Şimdi bu katil fiiline teşebbüs eden
adam, yani vicdanının emrinden dışarı – istediği halde – bilmecburiye çıkamıyan ve
öldürmek fiilini tahakkuk ettirmiyen adam bu işi yapmadı diye mesuliyetten kurtulur
mu? İşte mevzuumuz bu.
Demiştik ki insanı cezalandıran, efal ve harekatından dolayi mesul tutan amil,
onun dışında değil, bizzat kendi içinde bulunan ve öz varlığının unsuru olan
vicdanıdır. O halde bu kudretin harekete geçmesi, öz varlığın dışındaki hadiselerden
ziyade içinde cereyan eden hadiselerle alakalı bir iştir. Binaenaleyh insanı efal ve
harekatından dolayi mesul ve mahkum kılan vicdan hakiminin, cübbesini giymesi
için, ruhta cereyan eden bu hareketlerin dışarda husule getireceği neticelerinin
tahakkukunu beklemeğe ne ihtiyacı vardır, ne de sabrı... Madem ki o insan bir defa
kötülüğü düşünmüş, tasarlamış, istemiş ve yapmıya niyet etmiş, o halde bu katil
fiiline ait ruhi faaliyet, lüzumlu bütün safahatını geçirmiş ve fiil ruhta tahakkuk
etmiştir. Buna binaen, o fiilin ayrıca dışarda da tahakkuk edip etmemesinin – o
adamın mesul olması için – hiç bir kıymeti kalmamıştır. Zira – o niyet dışarda ister
gerçekleşsin, ister gerçekleşmesin – hakim cübbesini giymiş, mahkemeyi açmış ve
hükmünü vermiştir. Bu hüküm de dışardaki işlere göre değil, ruhta geçen hareketlere
göre verilir. Zira vicdan mahkemesi o adamın yaşamakta oldu-
216 Mukadderat ve İcabat

ğu şehrin pazar yerinde değil, onun ruhunun göbeğinde kurulur. Demek ki bir insanın
ruhunda peyda olacak en küçük bir hareket, en belirsiz bir sarsıntı, orada her an
kapıları ardına kadar açık duran vicdan mahkemesi salonuna intikal eder. Ve vicdan
hakiminin huzuruna çıkar. Bunu insan ister istesin ister istemesin. Hülasa her niyet bir
harekettir. Ve bu hareketin ruhtaki iyi veya kötü istikametlerine göre neticelerini
hükümlendirecek olan unsur da vicdandır. Şu halde mesuliyet, o mesuliyeti davet
eden hareketin neticesine bağlı değildir. Bu mesuliyetin şekli ruhta husule gelen
niyetin iyilik veya kötülüğüne göredir. Madem ki bir insan başkasına fenalık yapmağı
istemiş ve tasarlamış ve bunu kuvveden fiile çıkarmağı düşünmüş, o halde netice ister
onun dilediği gibi çıksın ister çıkmasın, o gene bir kötü iş yapmış ve ruhunda bir
hareket uyandırmıştır. Ruhtaki her hareketin, yani her işin, vicdana karşı verilecek iyi
veya kötü hesapları vardır. Burada muhterem dostum Kadrinin kıymetli bir tebliğini
naklediyorum:

KADRİ: Temmuz 23, 1947

<< Siz neticeye değil, teşebbüse bakacaksınız. Şimdi bir adam bütün bir
kainatı zehirlemek, insanları öldürmek düşünce ve gayesile senelerce çalışsa ve
bir mikrop, bir hap keşfine uğraşsa ve böyle bir şey de bulsa tecrübe için bir
hayvana veya bir insana yuttursa ve bu hayvanın, öleceği yerde bir çok
hastalıkların geçtiği de görülse ve onun bu suretle beşeriyete bir çok yardımı
dokunmuş olsun. ( şimdi bunu bir tarafa alalım ) Diğer bir adam da bütün
beşeriyetin büyük azaplarını dindirmek için uğraşsa ve bir ilaç bulsa ve bunu bir
hastanın tedavisi için verse ve böyle bir kaç adam da ölse acaba bu iki alimden
hangisi kabahatlidir? Birincisi.
<< Şu halde neticelere değil, daima hareket noktasına bakacaksınız.
Daima hareket noktası, teşebbüs gayesi, ve niyet dürüstlüğü esas. Netice sonra
gelir. Siz iyi niyetle iyi iş görünüz de verdiğiniz ilaç adam öldürürse o, sizin
elinizde olmıyan sebeplere bağlıdır. >> ve mukadderdir.

Başkasına sırf fenalık yapmağı istiyenlerin veya sadece kendi iyiliği için
başkalarının ıztırabını bile bile ve istiye istiye mucip olanların ruhlarında bu iş olup
bitmiş ve o insanın fenalığa olan meyli sabit olmuştur. İşte o insanın mesuliyetine
sebep de budur. Yoksa o istenen fenalığın dışarda tahakkuk edip etmemesi meselesi
tamamile ayrı bir iştir. Yani eğer o iş dışarda tahakkuk edebilmiş ise fenalığı istenen
adam zaten ona müstehak olmuştur. O bu fenalığı bundan görmese başka bir yerden
görecek ve onun azabını çekecektir.
Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 217

Binaenaleyh o adam için bu fenalığı görmek mukadderdir. Bu itibarla, ona


fenalığı düşünen ve yapan adamın bu işte, yani o adamın çektiği azaptan dolayi hiçbir
sunu taksiri yoktur ve onun için de o bundan mesul değildir. O sadece fenalık
duygusunu ruhunda beslediği için o duygunun keyfiyet ve kemiyeti derecesine göre az
veya çok şiddette bir mesuliyeti üzerine yüklenmiştir. O adam bu fenalığı bilerek,
duyarak, istiyerek ve tasarlıyarak kendi ruhuna bir realite halinde mal etmiştir. Ve
onun hesabını vicdanına karşı vermeğe her an borçludur. Taki o hesabı silecek onun
ruhunda başka hadiseler zuhur etmiş olsun ve eski hesaplar kapansın. Diğer mesele
ise, yani fenalık yapmak istediği adamın bu fenalığa uğraması veya uğramaması onun
mesuliyeti kadrosundan ve iradesi şümulünden çıkmış umumi mukadderat planına
girmiştir. Eğer bu plan müsaade ederse o adam bu fenalığın neticelerine maruz
kalacak ve kötülük görecektir. Bilakis eğer umumi mukadderat planı, yani o adamın
durumu böyle bir kötülüğe uğramasına müsait değilse ona kötülüğü yapmak istiyen
adam ne kadar isterse istesin ve bu arzusunu kuvveden fiile çıkarmak için hangi
vasıtaya müracaat ederse etsin ona hiç bir kötülük yapamaz ve zahiren kötülük gibi
yapmış olduğu işle de hakikatte onun için çok hayırlı ve istifadeli neticeler verici bir
harekette bulunmuş olur. Yani o adam berikinin kötülüğünden bilakis iyilik görmüş
olur. Bununla beraber o, kötülüğü yapmak istiyen beriki adam gene mesuldür.

***

İnsanların vicdanlarının kendilerine muhakeme edip mesul tutabilmeleri için


iradelerini serbestçe ve muhayyilelerinin çizmiş olduğu istikametlerde
kullanabilmeleri şarttır. Çünkü bir varlığa mesuliyetin terettüp edebilmesi için her
şeyden evvel onun niyetine bakılır. Niyet iyi ise ona göre hükümlendirilir. Halbuki
birisine başkası tarafından zorla yaptırılan bir işte o işi yapan adamın niyeti bahis
mevzuu olmaz. Böyle olunca da ortada bir mesuliyet mevzuu o adam için bulunmaz.
Buna mukabil bu işin bir mesulü aranırsa o da bunu o adama zorla yaptıran kimse
olmak icap eder. Zira iyi veya kötü niyet asıl o işi yaptıranındır. Netekim hayvanların
ve henüz aklı başında olmıyan çocukların ve tamamile akıllarını kaybetmiş delilerin
de ayni sebepten dolayi mesuliyetleri yoktur. Zira bunların da yaptıkları işlerde niyet
mevcut değildir. Burada kullandığımız niyeti şu manada alıyoruz: niyet, bir işi
yapmağa teşebbüs eden adamın o işten illiyet prensibi icaplarına göre aklı erebildiği
kadar – diğerkamca veya hotkamca – muayyen bazı neticeleri özliyerek karar vermesi
demektir. Eğer bu özlenen neticeler diğerkamca ise niyetin iyi, hotkamca ise kötü
olduğuna hükmedilir.
Şu tariften bir hakikat daha çıkıyor, bir insanın herhangi bir şeyin gerek
nefsani, gerek diğerkamca neticelerini beklemesi, onları - gene
218 Mukadderat ve İcabat

tekrar ediyoruz – akılları erebildiği kadar illiyet prensibine göre takdir edebilecek bir
anlayiş seviyesine gelmiş olmasını icap ettirir. Demekki vicdan mesuliyetinin
mukadder olabilmesinin diğer bir şartı da o varlığın muayyen bir anlayiş, fehim
kudretine varmış bulunmasıdır. İşte bu kudretten – bazı sebeplerle mahrum bulunan
çocuklarla hayvanların ve delilerin ademi mesuliyetleri bu suretle kısmen izah edilmiş
oluyor zannındayız. Binaenaleyh çocukların, delilerin hayvanların, nebatların ve
iradeleri zorlanarak bu işe zorbalıkla kaçınılması asla ve ne pahasına olursa olsun
mümkün olmıyacak şekilde sevkedilmiş insanların fehimlerinin azlığı, veya
iradelerindeki serbestliğin takayyüdü ve o işe niyetlerinin lahik olmamaları nisbetinde
mesuliyetleri azalır. Zira mesuliyetin terettüp etmesinde esas olan niyet bu gibi
ehvalde tezahür zemini bulamaz. Bu gibi ehvalde bu işleri yapanlar değil, bu işlerin
yapılmasında niyet sahibi olarak amil bulunanlar mesuldür. Mesela aklı ermiyen bir
çocuğu öldürmek istiyen bir hain, korkutarak veya kuvvetli ve müessir telkinlere tabi
tutarak çocuğun pencereden aşağı atlamasını sağlıyabilir. Bu takdirde çocuk intihar
etmiş değildir. Keza ipnoz halinde bulunan bir sujeyi bir ipnotizör telkinle oldukça
mühim bir fedakarlığa sevkedebilir. Bu takdirde de o adam yani suje tekamülü
bakımından muvaffakiyetli bir iş görmüş olmaz. Binaenaleyh bu gibi varlıklar için, bu
şartlar altında yapmış oldukları işlerden dolayi hiç bir mesuliyet takdiri düşünülemez.
Zira burada onların vicdanlarının harekete geçmesini mucip bir mevzu yoktur. Burada
kıymetli dostumuz M. Mollanın tebliğlerinden bir iki parçayi nakletmek istiyorum:

MUSTAFA MOLLA: Şubat, 20, 1951 Medyom: M. Aray

<< İnsanın gayri mesul olabilmesi için onun:


<< 1 – Ya sabi,
<< 2 – Ya muvazenesiz,
<< 3 – Ya hayvan veya nebat
ile mukayese edilmekte olduğunu hadiseler ima etmektedir. Oysa ki insan bu
demek değildir. Ve onun kendi şiarı ve dopdolu kapasitesi dahilinde mütalaa
etmek zorundayiz. Zira hakikat bizi, bu veçheye doğru icbar etmektedir. >>

M. MOLLA: Nisan 3, 1951 Medyom: M. A.

<< Hayvanların hürriyeti, birbirlerinin kudretleri ve manevi sevkler icabı


hamlelerile karşılaşır. İnsanların ise şuuri kudretleri ( buradaki şuuri tabiri, bize
göre bir az evvel izah ettiğimiz fehim ve anlayiş manalarına yaklaşır. B. R. )
daha çok aktif ve çeşitli surette müessir olacağından manevi bir hava yaratarak
cemiyet otoritesine girmiş ve böylece iradesinin getireceği neti-
Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 219

celer bakımından daha müşkil şartlarla karşı karşıya kalmak zorunu idrak
etmiştir...
Bu suretle insan tabiatın mutlak esiri değil, bilakis ondan hız ve ilham
alarak hedefler tayin eden bir şuur ve binnetice bir irade sahibidir. >>

Burada kullanılan şuur kelimesinin manasını biz, bir anlayiş, yapılan işlerin
illet ve netice bakımından sonuçlarının kıymetlerini az çok takdir ediş şeklinde
anlıyoruz. Netekim ayni dostumuz ayni tebliğinin devamı sırasında şunları söylüyor:

<< Mesuliyet insanın vuzuh ve şuur sahalarınca olan irtibatı yönünden


doğacak neticelerle karşı karşıya gelmesi halinden başka bir şey değildir. >>

***

Diğer taraftan Mustafa Molla dostumuz mesuliyetin mukadder karşısındaki


durumunu anlayiş yönünden şu tebliği ile de açıklamaktadır:

MUSTAFA MOLLA: Mart 27, 1949 Medyom: M. A.

<< İdrak, doğrudan doğruya içinde bulunduğunuz alemin şartlarına göre


hasıl olan ıttılaattır. İdrak, içinde bulunmuş olduğunuz alemden alınmış hızdır.
Bir çocuk çok kıymetli bir vazoyu kaldırıp yere çarpar. Ve bir vahşi insan en
üstün, medeni bir kıymeti parçalayıp, kırıp bozabilir. Bu hal, idrak ( buradaki
idrak kelimelerini biz fehim, anlayiş, manalarında anlıyor ve kabul ediyoruz. B.
R. ) kısırlığından ileri geliyor. Kendi etrafını saran muhitin darlığı hasebile
ondaki manevi seviye bu kadardır. Öyle ise bir çocuk bu vazoyu kırdı diye, bir
vahşi, bir insanın yıllarca çalışıp meydana getirdiği yüksek bir sanat eserini
bozdu diye mesul olamaz. Esasen mesuliyet vicdanı tavazzuhtan başlıyor. Yani
vicdanınızın sesini idrakiniz nisbetinde işitebiliyorsunuz. Ve siz kendinizi, içinde
bulunduğunuz vasat nisbetinde ve ancak idrakiniz seviyesinde
kazanabiliyorsunuz. >>

İşte burada da ayni mühim noktaya temas edilmiş oluyor: Demek ki anlayiş
noksanlığından mütevellit birtakım zaruretlerle yapılan işlerde de mesuliyetin hududu
daralmaktadır. Bu da mühim ve hayatta bir çok mesailin hallinde işimize yarıyan bir
hakikattir. Hele yukarki tebliğ açıkça gösteriyor ki esasen mesuliyeti tayin ve takdir
eden meleke, insanın vicdanıdır. Halbuki vicdanın uyanması anlayiş nisbetinde
mümkün olur. Anlayişten mahrum bulunan bir arslan parçaladığı geyiğin azabını
kendisine ihtar edecek vicdan uyanıklığı derecesine henüz ermemiştir. Ve bu
bakımdan da onu mesul edecek ruhi unsur kendisinde yoktur.
220 Mukadderat ve İcabat

Burada mühim bir noktaya daha temas etmek zaruretinde kalıyoruz. Acaba,
anlayişten mahrum bulunan bir varlığın yaptığı işler nazarı af ve müsamaha ile
karşılaşır da bunların hiç bir neticesi olmaz mı?
Esasen mükafat ve mücazat mefhumlarını kabul etmediğimize göre ortada af
ve müsamaha ile karşılanacak bir mevzu da kalmaz. Ve her şey mazbut birbirine bağlı
ilahi irade kanunlarının icaplarına göre muntazam bir seyir takip eder. Yani hiç bir şey
illetsiz olmaz, ve her hadisenin bir neticesi vardır. Şu halde yaptığı işin mahiyetini
anlasın veya anlamasın, bir varlığın yapmış olduğu her işin, ilahi irade kanunlarınca
mucip kılınmış bir takım neticeleri muhakkak kendisini gösterecektir. Fakat bu,
mesuliyet mefhumundan tamamile ayrı bir mevzu teşkil eder. Neticeler tahakkuk
eder, ama bu neticeler, bir varlığa terettüp etmiş herhangi bir mesuliyetin ifadesi de
olmıyabilir. Bu fikri bir misal ile izah etmeğe çalışalım: Bir arslan bir geyiği
parçaladığı için yukarda arzettiğimiz sebeplerden dolayi mesul değildir. Çünkü o, bu
hareketinin manasını anlıyacak bir duruma girmemiştir. Fakat, onun mesul olması
yaptığı hareketlerinin hiç bir neticesi olmıyacağını ifade etmez. Netekim o, böyle
oldukça geri tekamül safhalarında bulunan hayvanlığının icabatından olarak kendisine
gene meşakkatli hayatlar hazırlıyan neticelerine maruz kalmaktan bir zamana kadar,
yani muayyen ruh melekelerinden bazılarının kafi derecede inkişafına kadar
kurtulamıyacaktır. Yalnız bunların hiç birisi herhangi bir mesuliyetin karşılığı olan bir
ruh azabı değil, muayyen ruh melekelerinin otomatik bir seyirle inkişafı için
geçirilmesi zaruri olan hayat şartlarının icabıdır. Şurası aşikardır ki hayvanlığın
anlayişten mahrum iradi hareketleri mukabilinde yukarki zaruretlerle meydana çıkan
gene anlayişten mahrum zahmetleri ve meşakkatleri vardır. Yalnız hayvan bu
meşakkatlerin ve zahmetlerin manasını anlamadan duyar ve geçer. Bu sadece bir acı
hissinden ibarettir.
Bununla beraber, manası anlaşılmadan duyulan bu acı hissinin de hayvan
ruhunun tekamülünde çok mühim ve esaslı rolleri vardır. Ve bu tekamül otomatik bir
seyir takip eder. Yani muayyen dış tesirlerin karşısında ruhun ilahi irade kanunlarına
göre yapacağı aksülameller sayesinde vaki olur. Binaenaleyh insanın tekamülünden,
bu tarzı tekamülün – sürat itibarile – çok farklı olması icap eder. Demek ki hayvanın
da anlayişsizlikle çektiği acılar, bir ceza mahiyetinde değildir. Bir tekamül zaruretidir.
Bu acıların tekamüldeki mihanikiyeti hep birbirine benzer: Iztırap, ruhun uyuşuk
duran ve ancak bir az şiddetlice saiklerle uyanması mümkün olabilen bazı
melekelerini harekete geçirerek inkişafını sağlıyan birer kırbaç darbesidir. İşte
nisbeten iptidai olan bir hayvanın ruhunun bu anlayişsiz durumu – gene anlamadan
mütemadiyen yediği kırbaç darbelerinin duygusu altında – otomatik olarak inkişaf
eder ve onun ruhu, hayvanlık aleminde inkişafı icap eden melekelerini harekete getire
ge-
Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 221

tire idrakini genişletir ve anlayişini arttırır. Diğer taraftan onun anlayişi attıkça çektiği
ıztırabın manasını da anlamağa başlar. Ve bu suretle hayvanlık alemini aşarak insanlık
mertebesine yükselmiş olan o varlık daha hızlı bir tempo ile bu anlayişinde inkişaflar
kaydederek, tekamülünü hızlandırarak ve bu sayede de bir çok yeni melekelerinin
yüksek tezahürlerile karşılaşarak insanlığın da muhtelif tekamül merhalelerini aşar ve
daha yüksek alemlerin varlıkları arasına karışmak yolunda ilerler durur. İşte birbirini
takip eden bütün bu hadiseler, bildiğimiz veya sezebildiğimiz veyahut da nihayet
tahmin edebildiğimiz alemlerde illiyet prebsibinin icabatı ile temin edilmektedir. Ve
bu çok geniş ve şümullü mevzuda daha çok tafsilata girişmeğe – iktidarsızlığımızı göz
önünde tutarak – kendimizde salahiyet görmüyoruz. Zira tekamül yolunun, çoğunu
aklımızın alamıyacağı karışık hesaplı ve değişik varyeteleri vardır.
Demekki bazı insanlar arasındaki durum da böyledir. Hayvanlık aleminden
yeni kurtulmuş ve insanlık alemine adımını ilk atmış bazı insanlar arasında da öyleleri
vardır ki bunlar yaptıkları azgınca işlerin manalarını, yani ne iyiliğini, ne kötülüğünü
anlamaksızın bu işleri yaparlar. Bunlar da bu yaptıkları işlerin neticelerile
karşılaştıkları zaman, mesuliyetlerini anlıyacak duruma henüz girmemiş
olduklarından sadece manasını bilmeden çektikleri sıkıntılı hayatın ruhlarındaki
izlerinden istifade ederek tabii ve bati olan tekamüllerine devam ederler. Bunlarda da
tarif edilen manada vicdan azabı ve mesuliyeti yoktur. İşte zamanla o insanın artacak
olan görgü ve tecrübelerinin artışında onların ruhlarında çizilmekte olan bu izlerin
derinliklerinin çok ehemmiyetli rolleri vardır. Bu izler derinleştikçe onların, çekmekte
oldukları sıkıntılarının sebepleri üzerinde durmak ihtiyacını duyabilecek kadar
anlayişleri artar. Ve yavaş yavaş iyilik ve fenalık mefhumlarının – kendi ruh
kudretleri çerçevesi dahilinde – hudutlarını çizebilmek tecrübelerine girişebilecek bir
anlayış planında yükselmeğe başlarlar. Bu planda yükselmek demek vicdanlarının
gittikçe inkişafı demektir. Vicdanın inkişafı ise mesuliyet duygusunun artmasile at
başı beraber gider. Mesuliyet duygusunun artışı ise mukadder akibetlerin yollarını
gittikçe aydınlatır. Şu halde insan, vicdan ve mesuliyet mefhumlarındaki inkişaflara
mazhar olduğu nisbette mukadderin derin manalarına daha ziyade nüfuz etmek imkan
ve hatta zaruretlerine ermiş bulunur.
Demek ki insan ne kadar yükselirse o kadar büyük bir kudretle mesuliyetlerini
takdir eder. Ve mesuliyetlerini ne kadar iyi takdir edebilirse mukadderini de o kadar
kendi lehinde hazırlıyabilmenin yolunu ve imkanlarını bulmuş olur. Böyle kendi
kendisini mesul ederek mukadderine yol çizen varlığın mesuliyetlerile alakalı bütün
hareketlerinde serbest olması icap etmez mi? Bunun aksini düşündüğümüz anda bir
sü-
222 Mukadderat ve İcabat

rü tezatlar içinde bunalıp kalmaktan ve hiç bir şeyi izah edememekten kendimizi
kurtaramayiz.
Hülasa, her insan niyetinin iyiliğine ve kötülüğüne bağlı olarak teşebbüs ettiği
işlerile vayahut da – iyi veya kötü herhangi bir kasta yönelmek kudretine henüz
erişmemiş varlıklarda olduğu gibi – anlayışsızca yapmış olduğu hareketlerile ilahi
irade kanunlarının icaplarına göre kendi mukadderinin kapısını açar. Ve gerek birinci,
gerek ikinci halde elde edilecek tekamül neticeleri birbirine nisbetle ya süratli veya
bati bir seyre tabi tutulur.
Bu hakikate – yüksek tebliğattan aldığımız ilhamlarla – inanmakta olan bizler
kendi kendimize şu suali soruyoruz: Acaba hayatlarında bir musibetten diğerine
koşan, bir felaketten diğerine sürüklenen, bir azap kuyusundan kurtulup diğer bir azap
kuyusuna yuvarlanan ve gözyaşları bir türlü dinmek bilmiyen bazı bedbahtlar bu
talihsizliklerinin yegane müsebbiplerinin gene kendileri olduklarını niçin anlamak ve
kabul etmek istemezler? Ve niçin sanki yaptıkları bütün hataların, kabahatlerin üstün
kuvvetler tarafından takdir edilen ve kendileri için içtinabı mümkün olmıyan birer
zaruret olduğuna kendilerini inandırmağa çalışarak ayni hataları ve kabahatleri
tekrarlamamak hususunda bir cehit ve gayret sarfetmek kudretlerini felce ve atalete
uğratmağa sebep olurlar? Veyahut da bundan daha kötüsü, büsbütün ümitsizliğe
düşerek hiç bir sun’u taksirleri olmadan haksız yere Allah tarafından kendileri için
takdir edilmiş gibi vehmettikleri bu sıkıntılı hayat şartlarına düştükleri zaman Allahla
kavga etmek cüretine kapılırlar? Ve işte bilgisizliğin kötü neticelerinden, daha
doğrusu hazırlamış olduğu mukadder akibetlerden birisi de budur! Bu bahse müeallik,
çok kıymetli dostumuz Mustafa Mollanın küçük bir topluluk içinde vermiş olduğu
büyük bir tebliği bütün insanlığa arzediyorum. Bu tebliğ üzerinde derinleşmek
kudretini gösterdikçe içlerinde bir ürpertinin kabararak bütün varlıklarını sarstığını
hissedebilen dostlarım bence ne kadar bahtiyardırlar!

MUSTAFA MOLLA: Ağustos 6, 1950 Medyom: M. Aray

<< Takdir edersiniz ki bu kadar acele ile geçilmesi icap eden büyük hayat
yolundan ötede sizi hasretle bekliyenlerin arzuları mevzu bahistir. Bu tıpkı
sevdiklerinizin en iyi mertebelerde bulunmasını arzu edişiniz gibi bir harekettir.
Hayat dikkatle takip edilince mütemadi bir öğreniş ve her öğrenilenin
arkasındaki meçhule doğru bir mükerrer cehitler safhası, bir nihayetsiz
mücadele yürüyüşüdür. Onu öyle mükemmel, öyle acele ikmale çalışmalısınız ki
gerçekten insan olarak var bulunmanızın bütün manası tahakkuk eylesin.
<< Dikkat ediniz: Ne kadar bol ve çeşitli ve ne kadar kudretli melekelerle
mücehhez bulunuyorsunuz. Bütün bunlara rağmen
Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 223

ne kadar bitip tükenmek bilmez bir aciz iştikası ve gene deruni hamlelerinize
bizatihi iradenizi bigane kılan isteksizlik, vuzuhsuzluk ve bilgiden kaçan bir
şaşkınlığınız hüküm sürmektedir. Bu asırda veya geçmiş asırlarda, yahut gelecek
herhangi bir zamanda bu şartları haiz bir fert veya cemiyette bu böyle olmak
mukadderile muttasıftır.
<< İmkansız olan ne vardır? İmkansız olan yok olan şeydir. O halde
varlık tamamen imkanlar safhasıdır. Böyle olunca da her imkanın bir vasıtası ve
bir melekesi mevzuu bahistir.
<< Siz neyin üzerinde işkence duymuşsanız mutlaka o melekeye çok ağır
bir yük tahmil etmektesiniz. Şu halde zorun kapıları önünde ricat etmeden
tahammülümüzü toplıyabilirseniz arz sizin tahayyülünüze sığmıyan bir cennet,
cennet ise arza sığmıyan bir tahayyül olur. Ne yazık ki devirler kendilerine
işkence yapmak için daima huzur ve sükun cephesinden ricatı tercih
eylemişlerdir. Ve eyliyeceklerdir. Esasen hususi mülakatlarımız da bunu size
mükerreren isbat edecek tecrübeler ve delillerle doludur.
<< Dimağınızı yormamak için daima eğlenceyi, midenizi yormamak için
yememeyi, yıktığınız nisbette yapmağı, arzu nisbetinde mükemmeliyet yolunu
tutmağı... Velhasıl bir sürü tezatlarla dolu hallerinizi gördükçe elbette sizin
huzur içinde yaşıyamamanızın sebeplerini elle tutarcasına görmekteyiz. Bir
kere:
<< 1 – Bu hayat canlı bir uyku haline ifrağ edilmeğe çalışıldığı içindir ki
bizzat siz, arzın ve göklerin makarrında binlerce hileli yollar bularak gene
kendinizi uyanmağa icbar ediyorsunuz. Bu niçin olmalıydı? Hem sebep siz, hem
pişmanlık uğrunda savaşan siz. Hem düşman, hem dost, hem iyi, hem fenasınız.
Kendi bağırınızdan fışkıranı kendi aleminizin kanunu olarak benimsemişsiniz.
Tanrıya gelince, sizce bütün huzursuzluklarınızın mesulü O sayılmaktadır. Bu
ise gafletin en kesif zamanlarına mahsus tipik bir tezahürdür. Hayatı işkence
olmaktan kurtararak büyük bir huzur melcei, bir ruhaniyet makarrı yapacak siz
olduğunuz kadar, onu cehenneme çevirecek de gene sizlersiniz. Ellerinizdeki
vasıtaların ayarlanmasına göre neticeleriniz gene sizi karşılarken, bir nevi çocuk
şaşkınlığı ile kendi hatalarınızın önünde ricata mecbur kalıyorsunuz.

<< 2 – Küçük hesapların merkezi halli olmuş bir vasat, icabatı hayatiyeye
göre düzenlerden, tuzaklardan ibaret bir korkunç kurnazlık kompleksi sizi
vicdanınızdan uzak bir merhalede tutmakta ise, mesul olan gene sizsiniz.
Adaletiniz size hasmol-
224 Mukadderat ve İcabat

muş şuurunuz size cinnet getirmiş, vicdanınız size cezalar fışkıran bir menbaı
mefsedet olmuş ve tabiatile Tanrı da en büyük zulmün kahhar bir sembolü
mevkiinde kalmıştır. Böyle bir hayat için en güzel kurtuluş elbette mutlak
ademde aranır.
<< İnsan oğlu! Tatlı rüyalarını zehreden sensin! Fecirleri kapıyan
dumanlı gözlerindeki karanlığı hiç bir ışık kovamıyor. Ona kendi iç aleminin
sönmez şafaklarından menfezler açmadıkça zındanının bekçisi olmaktan
kurtulamıyacaksın.
<< Sana ne güzel bir armağan verildi değil mi? Onu ne yaptın, ne
yapıyorsun? Halbuki ne yapamazdın! Rabbin verdiğini, şeytanın yolu
istikametinde harcarken, dostun ve mürşidin vereceğinden ne hayır
bekliyebilirsin? Şuurun sana yar değilse gayrin öğütlerinden ne umabilirsin?
Sadakatin nisbetinde hayatının hikmetini arıyabilseydin bir gün bu kısa
yolculuğun sonunu esefle görecek, kendi varlığının manasını başka zaviyeden
bulmağa çalışacaktın.
<< Senden alınmış hiç bir şey yokken, bütün melekatı mefluç bir iskelet
halinde ne korkunçsun! Senden daha boğucu zulmet, senden daha çok ürküten
heyula, senden daha zalim müntehir var mıdır? Dünya sayfalarına neler yazdın
bilir misin? Fakat ne garip... Yazdıklarını okuyup anlamıyan gene sen değil
misin?
<< Oh kardeşim, bir küreyi, ruhumun takatında bir zerreden hafif
taşıyabilirim, fakat senin cürufuna yeter bir vüsata malik değilim. Onun için
ellerini göğe açacağın zaman birlikte yalvaralım. Ve semayi baştan başa
sarsalım. Mukadder yemişlerinin en güzelleri ayaklarının altına dökülsünler.
Kollarındaki kudrete duacıyim. Allah senin atine büyük bir reha güneşi, gönlüne
ölmez ve tükenmez hamleler aşkı versin!...

Mukadderi cebriyecilik yolu ile tefsire gayret etmek ve buna göre bir hayat
tarzını tercih eylemek ve hele bunun neticesi olarak bütün işkencelerin müsebbibinin
Allah olduğunu gururla ilan ederek vicdani mesuliyeti sırtından atmağa çalışmak
insanın fehim ve idrak melekelerinin genişlemesine ve binnetice vicdanının inkişafına
ve bu yüzden de tekamülüne bir mani teşkil eder. Tekamül yolunda vaki olacak bütün
yavaşlamalar ise huzursuzluğun, sıkıntıların başlıca kaynağı olur.
İnsanın cehit ve gayreti ile gelecek hayatının huzur ve saadetini
hazırlıyabileceğine inanmıyan ve onu tabiatta bir kukla gibi dış ve üst irade ile
müteharrik bir taş parçası olduğu kanaatini zihinlere sokan bir düşünce tarzına göre
yaşamak lazım gelirse insanın ne mesuliyet kaygısı, ne de nefsani islah yolunda
herhangi bir murakabeye ve bir cehit sarfetmeğe ihtiyacı kalır. Bu yolda insanın
düştüğü ataletin en zararlı
Mukadderat karşısında vicdan ve mesuliyet 225

neticesi ise ihmal olunan vicdan sesinin dinlenmemesi ve gittikçe zayıflamasıdır.


Halbuki tekamülde en ileri ve en yakın mürşidimiz bulunan vicdanımızın bu zafı ile
biz nasıl olur da Allaha doğru yıldırım süratile hamleler alabiliriz? Bu mümkün mü?
Yalnız, her şey Allahtandır, demekle bu süratli hamleler temin edilemez. Bu yıldırım
hamlelerini kazanabilmek ancak, her şeyin Allahtan olduğu kanaatini izah edici hal ve
hareketlerin hiç birini ihmal etmeden yapabildiğini, insanın kendi vicdanına karşı
isbat etmesile mümkün olur. Bu ise sönmeğe yüz tutmuş bir vicdan ve hastalanmış bir
irade ile kaabil olacak işlerden değildir.
Burada sözü gene kıymetli dostumuz Mustafa Mollaya bırakıyorum:

MUSTAFA MOLLA: Mart 25, 1951 Medyom: M. A.

<< İnsan takdir diye kendi dışından hayat sahalarının en ince


taraflarına kadar hakim bir evveliyat kararı tasavvur etmekte ve yarınki güneşi
ayarlamış olanın, kendi iradesile boy ölçüşmeğe veya onu hiçe saymağa
kalkıştığını düşünmeğe daima meyyal bulunmuştur. Bu suretle kendi
mevcudiyetinizi teçhiz eden en kaba ve reel uzuvlarınız bile sanki bir << hiç işe
yaramazlık >> maksadile yaratılmış sanılmakta demektir. Siz her şeyi ayni yolda
ve ayni tarzda düşünürseniz fatalizmin ne kadar soğuk ve kötü bir itikat halini
alacağına tabiatile vasıl olmanız kolaylaşır. Tesadüfün kolunda yürüyen fatal,
insanı şuur ve irade ile bir amansız istihza kahkasının çınladığı ifritler ve
şeytanlar diyarına doğru sevke çabalar. Demek ki bir yandan siz, arzularınızın
en iyi ve en müteal olanlara müteveccih bulunmasını istersiniz, diğer taraftan bir
laübali tezahür ile kıskıvrak bağlanmış sayılmaktasınız. Bu tezatların ortadan
kalkması için mesul olan insanın kendi fena huylarının mesuliyetini idrak etmesi
lazımdır.
<< İdrakin muhayyile ile iş birliği yapamaması ve akidelerin bu
mihenkle ölçülmeden hazır bulunmasıdır ki insanların ayaklarına her an çelme
takılması tehlike ve endişesini doğurmakta bulunuyor. Siz, kati olarak beyan
edelim ki, her şeyden evvel vücut kalesinin dışındaki çarpışmalardan, boğucu ve
iğrenç hava ve huzursuzluktan bihaber görünmek itiyadile ikinci bir zarfa
bürünmüş, kendine suikast hazırlamak için ömrünün her anını kudretlerile
doldurmuş bir bedbahtsınız. Onları irade haricinde mütalaa edebilmek için
dediğim gibi, siz de an az akıl harici bir tesadüf mekanizması aramak ve bulmak
icap edecektir. İç ve dış varlığınızdaki bütün meseleler size racidir. Ve
mesuliyetlerinizin, göklerin nihayetinde bir merkeze aitmiş gibi sizi oyalaması
gene kasten tarafınızdan uydurulmuş bir telakkiden başka nedir? Şu halde sizi
en evvel ikna veya iğfal eden, kendi ruhani çevreniz –
F:15
226 Mukadderat ve İcabat

deki havanın mahiyetidir. Bu suretle ruhani seyrin mükemmel ve engelsiz


devamı, sizin iradi faaliyetlerinizdeki vuzuh ve gayeperestlikle mütenasiptir.
<< İnsanın ihtirasları kendi seviyei kemalile mütenasiptir. Bu kanunu,
diğer mühim bulduğunuz kanunlarla bir arada ve daha ince tetkik etmeniz
lazımdır. Bu suretle arz planı, bilhassa maddi huzur bakımından tamamen
imkansızlıklar arzeder. İçtimai manzara ve içtimai örümcek ağları bunun belli
başlı bir neticei tezahürüdür.
<< Kiminiz şu nevi hareketi hakikatmiş gibi karşılayıp inanmağa
savaşırken, kiminiz bunların hiç olduğu iddiasındasınız. Biriniz iman diye bir şey
tutturmuş giderken, kiminiz inkardan bir şey beklermiş gibi israrla zevk
duymaktadır.
<< Bir milletin mimarisi, yani yaratılışındaki hususiyet her manasile
bir diğerinin belki tamamen zıddınadır. Böyle bir alemde nasıl ahenk ve dirsek
teması kabildir? Ve bu yüzden nasıl huzur ve sükunu ruhani teessüsü
mümkündür?...
<< Böylece muhtelif tipler, ihtirasların oyuncağı halinde yollarına
devam ederlerken pek az kimseye de kuş bakışı bir görüş nasip olabilmektedir.
Su dışına ara sıra çıkabilen balık gibi sizi de bu üstte bulunuş, namütenahi
zevkiyap edemez, zordur. Mutlakaa kesafetin koynuna sığınmağa hepiniz
mecbursunuz. Yalnız derece farkile.
<< İhtiraslarınız yollarınızın mana ve mahiyetidir. Onların delaletile
elde etmek zorunda kaldıklarınız, karşınızda sizi ikaza ve iknaa zorlarlar.
Böylece mukadderin bir başka veçhesi tezahür yolundadır. Demek ki insan,
mukadderini isteklerini hali cereyanda bulunduğu bataklarından takip eder.
<< Zihniyetler, ihtirasların arz şeraitile burun buruna gelmelerinden
doğma bir manevi toplanma, bir hazinei ruhani mesabesindedir. Ve şüphesiz
buda ihtirasların tenevvü ve mahiyetlerile mütenasip bir netice oluyor. Size bu
kadarlıkla bir etüd mevzuu vermiş oluyoruz. Ancak mütebaki kısımlarını
kendiniz tertip ve tezyin ile mükellefsiniz. >>

Hülasa, insan muhayyilesi ile yapılan işlerde terettüp edecek olan


mesuliyet, vicdanın vuzuh kazanması nisbetinde mümkündür. Vicdanın vuzuh
kazanması ise ruhta iyilik ve kötülük mefhumları hakkındaki anlayişin artışı ile baş
başa gider. İyilik ve kötülük hakkındaki anlayişin artışı da bir taraftan enfüsı ve afaki
şuunatın illiyet prensibi dahilinde seyreden akışlarının ruhta husule getirmiş olduğu
intibalarının çoğalması ve derinleşmesi, diğer tarftan da insanların hotkamlık
duygularından kurtulmak için gösterecekleri cehit ve gayretler ile vaki olur ki biz
buna görgü ve tecrübelerin artışı da diyoruz.
Ölüm korkusu 227

Şu halde mesuliyetten kendimizi kurtarabilmenin çaresini vicdan melekemizin tatmin


edilişinde aramaklığımız icap ediyor. İş bu noktaya gelince bu hayata gelmemizdeki
gayelerle ilgili olan saadetimizi bulmanın çarelerini aramak ve hüsran içinde öbür
tarafa dönmek tehlikesinden korunmak gibi bizi çok yakından meşgul etmesi lazım
gelen mühim bir mevzula karşı karşıya gelmiş bulunuyoruz ki bu mevzu da ayrıca bir
bahis halinde şimdi mütalaa etmeğe başlıyacağımız mürakabei nefistir.

MÜRAKABEİ NEFİS

Mürakabei nefis mevzuunun mütalası, aşağıdaki 4 bahsin ayrı ayrı


incelenmesile, istifadeli bir şekilde yapılmış olur.
A – Ölüm korkusu ve hesaplaşma endişesi,
B – İnsanların dünyada yapmakla mükellef bulunduğu vazifeler,
C – Nefsaniyet ve hotkamlık,
D – Mürakabei nefis

A – ÖLÜM KORKUSU VE HESAPLAŞMA ENDİŞESİ

İnsanın en ziyade korktuğu şey, kendi duygularının ölçüsü ile kötü telakki
ettiği bazı hayat şartlarının içine günün birinde düşmesi tehlikesidir. Mesela
neticelerinin çok kötü çıkması muhakkak görünen bu günkü vazifelerdeki ihmali, bir
insanı yarının tecelliyatından elbette korkutur. Çok sert ve haşin bir hocanın dersini
hazırlıyamamış olan bir talebe eğer o dersten kaçamıyacak durumda ise yalnız o
hocadan, yalnız o dersten değil, mektebe gitmekten bile korkar. İşte ölüm korkusunu
hazırlıyan sebeplerden bir tanesi de budur.
Hiç bir talebe tasavvur edilebilir mi ki dersini en mükemmel ve hocasını
fevkalade memnun edebilecek şekilde hazırlamış olsun da o hocasının dersine
girmekten korksun veya ondan nefret etsin! Bilakis o, dersini büyük bir heyecanla
bekler. Adeta hocasının karşısında o dersin imtihanını vermeğe can atar. Zira bundan
kazanacağı muvaffakiyet derecesi daha şimdiden onun ruhunu sevinç ve huzurla
doldurur. Ve bu muvaffakiyetin temin edeceği ilerki hamlelerin saadetli duyguları onu
müphem heyecanlara garkeder. İşte bu da dünyada duyulan iç huzurun bir misalidir.
Nasıl ancak tenbel ve haylaz bir talebe dersinden nefret eder ve imtihandan
korkarsa tıpkı onun gibi, hayattaki vazifelerini ihmal etmiş, ruhunu; müstakbel ve
ebedi hayatının icaplarına göre hazılıyabilmesi için
228 Mukadderat ve İcabat

kendisine verilen imkan ve fırsatlardan istifade etmeği aklına bile getirmemiş bütün
hayatını maddi zevk ve ihtirasların esaretine kaptırarak ve nefsani cazibeler peşinde
koşarak geçirmiş bir insan da öylece ruhani hayattan ve ölümden korkar, nefret eder.
Zira ruhani hayat onu, ifasile dünyada mükellef tutulduğu birtakım vazifelere davet
eder. Ölüm ise bu vazifelerin ifasındaki muvaffakiyet derecelerinin tesbit edileceği bir
imtihan kapısıdır.
Bazıları dünyada yalnız para kazanmak, resmi vazifelerini – amirlerine hoş
görünmek hırsile – en ileri derecede yapabilmek için gecelerini gündüzlerine katarak,
uykularını feda ederek çalışırlar ve bu kadar yorgunluğa bedel olan faaliyetlerine
bakarak da dünyadaki bütün vazifelerini hakkiyle yapmış olduklarına bunların bir
kısmı samimi olarak inanır, diğer bir kısmı da kendisini inandırmağa çalışır. Bunun
için de kendi kendisine bir sürü mazeretler uydurmağa kalkışır.
Bazıları da kendilerini hiç bir şekilde çalışma kaydına tabi tutmak
lüzumunu görmez ve bomboş, avare bir hayat içinde sayılı olarak geçen bir kaç
eğlenceli ve zevkli gününü hakiki kazanç sayarak bunlarla dünyadaki varlığının
icaplarını yerine getirmiş olduğunu sanır. Burada da bunların bir kısmı buna samimi
olarak inanır, diğer bir kısmı da işin böyle olamıyacağını içten içe hissettiği halde
buna zorla kendisini inandırmağa çalışır.
Gerek evvelkinde, gerek ikincisinde samimi olarak inananlara hiç bir
denecek söz yok. Onlar gözleri açılıncaya kadar mukadderlerinde yürüyeceklerdir.
İşin kötülüğünü hissederek kendisini aldatmağa çalışanlara gelince elbette bunların
ölümden korkuları o nisbette şiddetli olacaktır. Güçleri, kuvvetleri yerinde olduğu
müddetçe böyle ruhani hayattan kaçmak istiyen insanların bu hareket tarzlarını tekzip
edici herhangi bir kötü hadise ile karşılaşmamaları onların bu vadideki cesaretlerini
arttırabilir. Hele araya karışan gelip geçici tatmin edilmiş iştihaların verdiği
uyuşturucu zevkler onların bu hareketlerini bilakis teşvik bile edebilir. Ve bu suretle
onlar tutmuş oldukları nefsani yolun doğru doğruluğuna bu aldatıcı neticeleri birer
bürhan olarak ileri sürmekle ruhani vazifelerinin ihmalinden mütevellit sıkıntılarını
örtbas etmeğe çalışırlar. Fakat bu hal ancak maddi güç ve takatin zafa yüz tutmağa
başladığı ana kadar sürebilir. Ölümün beşaretçisi olan bu za’f hali görünmeğe
başladığı andan itibaren nefsaniyet sönmeğe yüz tutar, vicdan da sesini gittikçe
yükseltir. İşte ne olursa olsun, insan ne kadar kendisini avutmağa çalışırsa çalışsın bu
hakikati derinden derine ruhunda duyar ve neticelerin tecelli edeceği günleri endişe ile
karşılar. Burada onunla vicdanı arasına kimse giremez. Bütün bu işler yalnız ve yalnız
ikisinin arasında kalan, hiç bir dış kuvvetin müdahele edemiyeceği dahili bir mesele
olur.
Ölüm korkusu 229

İşte bu hale ruhun intibahı olarak bakabiliriz. Acaba ruhta bu uyanış nasıl olur?
Batan gemisinin bütün emniyet ve konforunu kaybetmiş ve bir tek tahta
parçasına sarılarak okyanusun korkunç dalgaları ortasında tek başına kalmış bir
insanın akibeti bize bu uyanışın dehşeti hakkında küçük bir fikir verebilir. O, böyle bir
durumda kaldığı zaman o durumun icabatına uygun tedbirleri vaktile almamış ve hatta
bunu düşünmemişti bile!... O halde şimdi ne yapacak? Hiç!... Zira bu tedbirleri
alabilmesi için kandisine maddi hayatında verilmiş olan imkanların hepsini şimdi o,
kaybetmiş bulunuyor. O imkanlar ancak maddi imkanlardır. Ve onları dünyada boşu
boşuna sarfetmesi için değil, bu güne hazırlanması için kendisine vermişlerdi. Ve
esasen dünyaya da bunun için gelmemişmiydi?
O halde şimdi onun yapacağı iş sadece, başkalarından yardım beklemekten
ve içinde yuvarlandığı korkunç dalgaların hangi tarafından çıkıp geleceği belli
olmıyan binlerce tehlikeyi sabır ve tahammülle karşılamaktan ve Allaha yalvarmaktan
ibaret kalacaktır. Taki kendisine tekrar ve yeniden hazırlanabilmesi için maddi
imkanlar verilsin, yani geçirmiş olduğu hayat yolunu ters yüzüne dönerek bütün
acılıklarile birlikte yeniden tepmeğe başlasın. Fakat bu müsaade kendisine acaba ne
vakit müyesser olacak? Onu ancak Allah bilir. İşte mukadder... Fakat bir de bunun
yanında, dünyada iken ilersini görerek ve ağustos böcekliği yapmıyarak çok iyi
hazırlanmış bir arkadaşı daha vardı ki o hemen kendisi bırakmış ve kuş gibi uçarak
mesut şahikaların sonsuz saadetleri içinde pervaz etmeğe başlamıştır. Artık o, tekrar
sefil dünyaya inmiyecek, bu iptidai sınıflardan kendisini ebediyen kurtaracak ve çok
yüksek yerlerde büyük vazifeler görecektir. Bu da ona Allahın bahşetmiş olduğu bir
lütuftur. İşte mukadder...
İşte bu ikinci insanın dünyada ölümü huzurla beklemesine mukabil, birinci
insanın, yani maddesi için bütün hayatı boyunca yalnız maddesi için çalışmakla iktifa
eden ve onunla dünyadaki vazifelerini ikmal etmiş sanan insanın, ölümü endişe ile
karşılamasını bu bakımdan haklı görmek icap eder. Amma ne kendisinin, ne de bizim
bu hali sadece haklı görmemiz onun böyle kötü akibetini ortadan kaldırmağa kafi
gelmez. Binaenaleyh yapmakla mükellef bulunduğu işleri ihmal ederek sadece
ölümden korkmakla da o insan ölümün arkasından gelecek olan kötü akibetlerden
kendisini kurtarmış olmaz. Bunun için bu hakikati görmemekteki inadı bir tarafa
bırakıp silkinmek, tenbelliği bırakmak ve hemen dünya işlerinde olduğu kadar ruh
işlerinde de kendisinden beklenen vazifelere dört elle sarılmak lazımdır. Başka
kurtuluş yolu yok.
Bir sene zarfında derslerini ihmal etmiş bir talebe, imtihan kapısının önüne
geldiği zaman onun korkudan tir tir titremesi hiç bir fayda vermez. Ve onu, intihandan
zavallı çocuk pek korkuyor diye de kimse bu
230 Mukadderat ve İcabat

müşkül durumdan kurtaramaz. O, bu tam bir sene süren tenbelliği ile, bir dakika sonra
imtihan odasında karşılaşacağı akibeti haketmiştir. Bu akibet onun mukadder bir
nasibi olmuştur. İşte çalışma zamanı olan hayat seneleri ve imtihan kapısı olan ölüm
döşeği de böyle! Gerçi mektep imtihanlarında tenbel çocukların hallerine acıyan
bulunur ve bazan onlara iltimas yapmak istiyenler çıkar ve iltimas yapar. Fakat öbür
tarafta böyle laübalilikler yoktur. İlahi irade kanunlarının önüne kimse duramaz. İşte
mukadder...
Bu sözlerim birer faraziyeden ibaret değildir. Spatyoma yeni geçmiş
varlıklar üzerinde – Allahın iznile ve yüksek ruh dostlarımızın kıymetli yardımlarile –
yapmış olduğumuz tetkikler bu izahatimizin canlı misallerini vermektedir. Ben de
okuyucularımın istifadeleri için bunlardan bir kaç tanesini burada arzetmek istiyorum.
İstanbulda Metapsişik Cemiyetindeki faaliyetlerimiz sırasında ve
sonzamanlarda bize, öbür aleme yeni intikal etmiş varlıkların hayatları ve müteakip
spatyom safhalarında karşılaştıkları daha yüksek hayat şekilleri gösterilmiş ve bu
hususta ilmi bir etüd yapabilmemize ve ibretle dolu olan bu etüdlerden büyük dersler
alabilmemize yardımlar yapılmıştır ve halen de bu yardımlar Allahın lütfu ile devam
etmektedir. Her müşahedeyi müteakip cemiyetimizin manevi rehberi olan Şihap
dostumuz, bu varlıkların ilk ve müteakip hayatları hakkında izahlar vermekte ve bu
suretle istifademizin daha açık olmasını temin etmektedir. Biz de takdim ettiğimiz bu
müşahedeleri müteakip Şihap dostumuzun izahlarını da kaydedeceğiz. Evvela,
hayatını vaktile müraice geçirmiş ve bir din adamı kisvesi altında nefsaniyetine
mağlup bir hayat sürmüş bir zatın spatyomdaki hayatını gösteren tabloyu
arzediyorum. Buradaki ifadeler medyom tarafından fransızca olarak verilmiştir. Biz
türkçesini takdim etmekle beraber orijinal tebliği de ayrıca yazıyoruz: ( 1 )

( 1) << Est – ce reve... Est – ce realite?... İl me semble que je suis tout trempe. Alors qu’un
nuage de poussiere infernal m’empeche de tout voir...
<< Je ne vois plus mon soleil, ni ma lunne, ni la Terre... ni ma propre personnalite!..
<< İl etait une fois, tout au fond des temps, on m’appelait Reverend pere... Je sais et
j’avoue que je n’etais jamais digne de cette reverence... Je netais qu’un ignoble monstre!...
<< Ohhh!... Cette poussiere... Ce nuage de poussiere qui m’envahisse. Je sens chaque
particul en une brulure, en une plaie douloureuse ingerissable... İl me suit comme une mere suit son
enfant quand il fait ses piremiers pas...
<< O Ciel, O mon Dieu!... Serais – Tu si cruel et indifferent a mes gemissements?...
Restraj – je en cet enfer pour roujours et pouguoi?... Tu m’a cree et laisse au monde et puis Tu a repris
mon corps... Pourqoi laissera – Tu mon ame. As – Tu le droit de me faire seouffrir? C’est enigme!...
<< O mon Dieu!... Grace, grace a ce moribond qui ne meurt jamais! >>
Ölüm korkusu 231

MÜŞAHEDE: 1

Şubat 28, 1952

<< Acaba bu rüya mı... Yoksa hakikat mi?... Hiç bir şey göremiyorum.
Cehennemi bir toz bulutu ile sarılmış bulunuyorum... Artık ne güneşi, ne ayımı,
ne dünyayi... Ne bizzat kendimi görebiliyorum!...
<< Çok eski zamanda bana << Muhterem peder >> derlerdi. Biliyor ve
itiraf ediyorum ki ben bu ihtirama asla layık değildim. Ben menfur canavardan
başka birşey değildim. Ah!... Bu toz... Beni saran bu toz bulutu... Her zerreyi bir
yanık, şifası mümkün olmıyan acı bir yara halinde duyuyorum. Bu, beni, ilk
adımlarını atarken çocuklarını takip eden bir anne gibi takip ediyor.
<< Ey Sema... Ey Allahım!... Benim bu iniltilerime karşı bu kadar
zalim ve bigane mi olacaktın? Bu cehennemde ebediyen mi kalacağım?... Niçin?
Sen beni yarattın, ve dünyaya gönderdin... Sonra da bedenimi geri aldın. Niçin
ruhumu terkettin? Beni böyle çektirmeğe hakkın var mı? ( 1 ) Bu bir
muammadır... Ey Allahım, asla ölmiyen bu can çekişmekteki varlığa rahmet...
rahmet!... >>

Muhterem ruh dostumuz Şihabın bu varlık hakkındaki vermiş olduğu izahat


da şudur.

ŞİHAP: Şubat 28, 1952

<< Size bir az evvel işittirilen sözler, aranızdan buraya intikal etmiş
muztarip bir varlığın teessüründen başka bir şey değildir. İşte böyle dünyadaki
efaliniz buraya münakistir. Ve insan layık olduğu şekilde buraya intikal eder.
Bu, tabii ve ilahi bir neticedir.
<< Bu akşam verilen nümune ilahi bir kanunun spatyoma münakis
tecellisidir, dedik. Bu sözlerimi yanlış tefsir ve telakki etmemenizi diler ve
isterim. Sanmayiniz ki bu ıztırap bu varlığa bir ceza şeklinde verilmiştir. Hayır.
Bu ıztırabı, bu varlık muhakkak ki kendi ellerile hazırladı ve burada neticesini
alıyor.
<< Bu akşamki varlık teşevvüşten kendini kurtarmak üzere bulunan
bir ruh oduğunu muazzam ıztırap içinde kıvranmasile göstermektedir. Iztırap,
sanmayiniz ki kötü bir şeydir. Iztırap çekmeseydik bu günkü varlığımız
mertebelere hiç bir zaman

( 1 ) Geçen bahisteki bu hususa dair olan mülahazaları sevgili okuyucularımıza hatırlatırız.


232 Mukadderat ve İcabat

erişemezdik. Bu varlık da pek tabii olarak kendini kurtarmaktan hali


kalmıyacaktır.
<< Bu gibi ıztıraplar doğrudan doğruya duyulan vicdan azaplarıdır.
Vicdan ıztırabını duymak da gene biliniz ki her varlığa maalesef nasip olamaz.
Bu varlık sanıldığı kadar geri bir varlık değildir. Bunu şundan da anlıyoruz ki
vicdanı ile ıztırap duymaktadır. Eğer bazı efalimiz, dünyadaki harekatımız daha
dünyada iken vicdanımızı kurcalamazsa pek tabii olarak biz o menfur
hareketimize dünyada devam ederiz. Fakat iş buraya gelince pek tabii, bir az
değişir. Fakat bu değişme, bu tebeddül o zaman bir az geç kalmış olmaz mı?
Dilenir ve arzu edilir ki vicdanınızın sesini dünyada duyasınız. Ve hareketlerinizi
yapmadan tadil yoluna gidesiniz. Hiç olmazsa dünyada çekerek buraya daha
hafif yükle gelmeği tercih ediniz. Ne kadar uğraşsanız gene maalesef yükünüz
olacak. Bu bir zarurettir. Esasen dünyanızda bunu icap ettirir. Aranızdan demin
bahsettiğim mahiyette yüksüz gelenler çok azdır.
<< Dostlarım, insanlar nefislerinin zebunudurlar. Bu bir az da öyle
olmak zaruretindedir. Buna cevaz vermek zorundayiz. Ben size desem ki hiç
egoist olmayiniz. Bu sizden, henüz varmadığınız merhalenin neticesini beklemek
olur. Hotkamlıktan, nefis arzularının tatmininden dünyanızda tamamen
kurtulmağa maalesef imkan yoktur. Hatta bir az daha ileri mertebedeki
alemlerde gene yoktur. Fakat tedricen azalacak ve nihayet bu nefis tazyikinden
bu hotkamlıktan kurtulacağız. Ve geçmişe hayretle atfı nazar eyliyeceğiz.
Dünyanızda kabil olduğu kadar hotkamlıktan kurtulmağa çalışmanız sizden
beklenen neticedir. Ne yapsanız tam manasile hotkamlıktan dünyada
kurtulamazsınız. Çünkü hayatınızı korumak için bu lazımdır. Fakat bunun da
bir derecesi var.
<< Yaşamak için alacağınız gıdalar hotkamcadır. Ya bir nebat, ya bir
hayvan dezenkarne edeceksiniz. Bu bir zarurettir. Denizde bir balık kaldıkça
daha küçüğünü yutacak. Bu balığa ahlaktan bahsetsen bundan hiç netice
alamazsın. Sanmayiniz ki sizin durumunuz bundan farklıdır. Siz de balık
vaziyetindesiniz. Fakat bir misalle maksadı izah edelim: Yaşamanız için tegaddi
etmeniz lazımdır. Bu da ancak nebat ve hayvan yemekle oluyor. Fakat bu işi bir
ihtiyaç karşılığı olarak yapmak başka bir şey, zevk için yapmak başka bir şeydir.
Tüfeğini omuzuna vurup av dediğiniz işi yapan av meraklılarını siz bir zaruret
diye kabul edebilir misiniz? Yaşamanız için tabiat kanunu icabı öldüreceksiniz.
Bu misal de durumunuzun pek ilerde olmadığını gösterse gerek.
Ölüm korkusu 233

<< İnsan ezeli tekamül yolunda olduğunu bilmelidir. Kendilerini ileri


varmış sananlar daima aldanırlar. Tekamülle içinizde bazı hisler uyanacak,
tatbik etmeseniz bile, yediğiniz hayvanların, sizin yaşamanız için mecburiyet
altında yenildiğini duyarak üzüleceksiniz. İşte o zaman bu dünyada işinizi,
vazifenizi bitirdiğinizi anlamalısınız. O zaman bu dünya size bir yurt olmaktan
uzaklaşır ve başka alemlere geçmeniz kaabil olur. Yeter ki bu gibi düşünceleri ta
derundan büyük bir samimiyet ve vicdan azabile duyasınız. Kalbinizden en ufak
bir hotkamlığı bile reddediniz. >>

Yukarki müşahedeye mukabil, gene spatyomdan aksettirilen fakat


evvelkinin tamamile aksine olarak büyük bir ruh huzurunu ifade eden başka bir
müşahedeye geçiyorum. Bu müşahedede gördüğümüz varlık, dünyada
nefsaniyetinden yani hotkamlığından kurtulmuş ve spatyoma çok hafif olarak geçmiş
bahtiyar bir ruhtur.

MÜŞAHEDE: 2

Mart 13, 1952 Medyom: B. R.

<< Gökyüzü dal ve yaprak... Ye ot ve toprak... Sağım ağaç, solum


ağaç... Bütün afak ağaç... Ah... isimlerini bilmem ki ... Fakat ne zararı var?
Onlarda benim ismimi bilmezler... Amma iç bağlarla bağlıyız birbirimize biz.
<< Koca asır dide gölgeleri var... Vakur ve gün görmüş hallerile bana
müşfik, babacan birer ihtiyar gibi bakıyorlar. Ve sanki lisanı hal ile bu
düşüncelerime, fikirlerime iştirak ediyorlar...
<< Ben ağaçları çok severim... Ötedenberi... Ey ağaçlar... Ağaçlar!
Sizden olmak istiyorum... Siz olmak istiyorum, siz olmak istiyorum... Koca
göğdelerinize kollarımla sarılmak, yıllarca orada kalmak istiyorum...
Damarlarımdaki kanı size vermek, parmaklarımla dal olmak, ayaklarımdan kök
salmak istiyorum... Siz olmak istiyorum.
<< Civarımdaki ağaçlar alt dallarını indiriyorlar... İndiriyorlar da
sırtımı okşuyorlar... Sıvazlıyorlar. Ve sanki bana lisanı hal ile: yürü, yürü yolun
açık olsun, diyorlar...
<< Yürüyorum... Yürüyorum... Hep yürüyorum. Yolumdaki ağaçlar,
dallarını ayni müşfik eda ile kaldırıyor... Gayet girift çalılar tarakla taranmış
gibi, ayrılıyor, çözülüyor... Bana yol açıyor... Yürüyorum... Yürüyorum... Daima
ileriye...
234 Mukadderat ve İcabat

Ahhh, lütfen ağaçlar, çalılar, dallar kuş dolu... Ne güzel renkleri var... Ne güzel
ötüşleri var... Ama, hepsinin, hepsinin... Yolumdaki otlar, çemenler ne yeşil... Bir
tutam sarı ot bulmak muhal... Ayaklaya basmağa kıyamıyorum da papuçlarımı
çıkarıp fırlatıyorum. Yalın ayak yürümek çok daha rahat... Daha insana kalb
istirahatı veriyor... Geçtiğim, ezdiğim otlar arkamdan hemen doğruluyor,
düzeliyor...
<< Burada, bu diyarda insan olarak yalnız ben varım... Ama hiç de
yalnız değilim... İşte ağaçlar, kuşlar, otlar ve bir çok hayvanlar var... Bir çoğunu
tanıyorum... Aslanlar, kaplanlar, yılanlar... Hepsi, hepsi burada yanyana birer
kardeş gibi huzurla yürüyorlar... Ne garip!... Hiç birinin diğerinden korkusu
görülmüyor... Asıl garibi o değil de benim mevcudiyetim onlara hiç bir korku,
hiç bir endişe vermiyor.
<< Ey hayvanlar.. Siz insan oğlunu tanımıyorsunuz galiba... Ben
onlardan ne de olsa bir mümessil olarak bulunuyorum... Ben onları çok iyi
tanırım... Çok iyi tanırım. Ehhh... Onun için zaten onlara kızgınım... Küskünüm.
Ahh, onlar burada olsalardı bir kısmınızı muzır diye itlaf eder, bir kısmınızı da
faydalı veya ehli diye gene imha eder veya istismar ederdi. Siz onların bu
gaddarlığını tefrik etmek için çok safsınız. Hayvanlar, hayvanlar da insanlar gibi
böyle bir tasnifi yapabilselerdi muhakkak ki en muzır ve gaddar mahlukatın
başına insanları yazmakta hiç tereddüt etmezlerdi. Ne yazık!... Onlar
gaddarlıkta o kadar ileri giderler ki hatta Allahın, sizleri, siz hayvanları
kendileri için yarattığını bile sanırlar. Ve utanmadan hatta söylerler...
<< Ehhh... Yürüyorum... Yürüyorum... Ey hayvanlar ne olur beni de
kendinizden sayınız. Beni de sizden farzediniz... Şu karşıdaki kuş ne güzel...
Yanındaki ceylanla adeta şakalaşıyor... Sırtına konuyor, kulağını gıdıklıyor...
Ceylanda adeta mukabele ediyor... Benim düşüncemi duydumu ki uçtu... Uçupta
omzuma kondu. Avucumun içine oturdu... Yerleşmeğe çalışıyor... Ne mesut
hayvan... Bir kanadını ileriye... Bir kanadını geriye uzattı... Yerleşiyor.
Avucumun içinde depreniyor... Gagasını arkaya çevirdi... Tüylerinin içine
saklıyor... Ahhh... Uyandırmasam.
<< Akşam da nerede ise olacak... Gel kuşum, gel kuşum... Seninle şu
ağacın altında uzanalım... Şu ağacın altında uzanalım. Seninle... Seni yavaşcacık
göğsümün üstüne oturtayim. Böyle bir ormanda uykuya dalmak için insana deli
derlerdi... Ben ağaçları, hayvanları, kuşları severim, diye bana deli dediler, veli
dediler...
Ölüm korkusu 235

<< Ohhh... Ne rahat. Ne huzurla başlıyan bir uyku başlangıcı... Ne


rahat bir uyku başlangıcı... Allahım sana çok şükür. >> ( Ses kesildi ) .

Bu varlık hakkında Şihap dostumun izahı:

<< Bu akşam da teşevvüş halindeki bir varlıktan diğer bir sahne


gösterdik. Evvelki toplantımızda gene teşevvüş halindeki bir varlığın hayatından
(1) bir sahne göstermiştik. Aradaki farkı zabıtları okursanız göreceksiniz.
<< Teşevvüş halinde bulunan varlıkların bütün teşevvüş safhalarını
başından sonuna kadar göstermeğe pek imkan yoktur. Olamaz da. Ancak sizlere
en lüzumlu, en karakteristik nümuneleri veriyoruz. Bir varlığın teşevvüş halini,
bu teşevvüş halinden sizlere gösterilen sahne ile tesbite tamamile imkan yoktur.
Fakat genede az çok bir fikir verecektir. Ve faydadan hali kalmıyacaktır.
<< Bu akşamki temas ettiğiniz varlık, ufak tefek bazı pürüz ve
kusurlarından, bu teşevvüş halinden sonra kurtulursa artık dünyanızdan
ebediyen ayrılmağa namzet bulunan varlıklardan biridir. Evvelki varlık ise daha
dünyaya gelip gitme vazifesi yeni başlamış olan bir varlıktır. Bu günkü varlığın
tabiata, kuşlara hayvanlara ve bilhassa ağaçlara sevgisini tahlil size düşer. Bunu
düşünecek ve göreceksiniz ki bilhassa ağaçlara olan meclubiyeti, bu varlıkların,
hayatlarını idame ettirmek için diğer hiç bir varlığın zararına çalışmadığı zan ve
düşüncesidir. Ağaçları o kadar sever, o kadar onları yüksek ve kutsi tutar ki
kendisi de onlardan olmak ister. Çünkü bu mahluku hiç zararsız, yani diğer bir
enkarneye hiç zarar vermeden yaşıyan bir mahluk zanneder de ondan. Onun da
bu düşüncesi doğru veya yanlış... Bu, mevzuumuz değil.
<< Hayvanları da sever. Onları insanlardan üstün görür bu da
mevzuumuz değil. Fakat burada gösterilmek istenen şudur ki dünyanızdan
kurtulmak üzere bulunan bu varlık hiç bir varlığa zarar vermemek düşüncesile
o kadar meşbu bulunuyor ki bu da kendisinin, dünyanız mektebini bitirmesine
müncer olacaktır. >>

Şimdi de, yukarda huzur içinde teşevvüş halini geçirdiğini gördüğümüz bu


varlığın bu tarihten 20 gün sonra, teşevvüşten kurtulmuş olduğu ve asıl hakiki
hayatına girmiş bulunduğu halini de Nisan 3 da aldığımız bir müşahede ile arzetmek
istiyoruz. Bu müşahede görüleceği gibi bu

( 1 ) Birinci müşahedeye bakınız.


236 Mukadderat ve İcabat

dostumuz teşevvüşünü bitirip uyandıktan sonraki halini bizzat kendisi anlatmaktadır:

MÜŞAHEDE: 3

Nisan 3, 1952

<< Benim can kardeşlerim, insan kardeşlerim. Hepinize huzur dilerim.


Öyle bir huzur ki uzun süren ve meşakkatle geçen bir yolculuğun sonunda
menzili maksuda varınca beklenilen, aranilan huzurdan bambaşka. Yol sadece
uzun değil de ayni zamanda sonsuzdur. Erişeceğimiz, varacağımız bütün
şahikalar menzili maksut değil, birer merhaleden ibaret kalır. Menzili maksut
kendi azametini bu merhalelerde yükseldiğimiz nisbette bize gösterir, ayan
ederken süratimiz nisbetinde de derinlere dalar giderse bundan da nevmidiye,
bedbinliğe düşmemeliyiz. Bu hal bizi ümitsizliğe değil, ancak düşünceye
sevketmelidir. Evet düşünelim, düşünelim. Bize mevut bu nuranur ve bi hesap
merhaleleri düşünelim... Ve bunların her birini süratle katederken Allaha layık
bir kul olmağa çalışalım. Hiç olmazsa bu düşünceler esnasında herhangi bir
hicapla kıvranmıyalım, bunalmıyalım. İşte o zaman derin bir haz ve huzura
varırız ki bu haz ve huzur, bütün benliğimizi, derunumuzu sarar, istila eder. Ben
de size, sözlerime başlarken böyle bir huzur temennisiyle işe giriştim. Gene
sözlerime başlarken can kardeşlerim, insan kardeşlerim dedim. Evet bütün canlı
mahlukat hep benim kardeşimdir. İnsan kardeşlerim dedim. Ehh ne de olsa
onların arasından henüz yeni ayrılmış ve insanlık merhalesini yeni bitirmiş bir
varlığım. Ben sizleri, insanları, bütün canlı mahlukatı, hatta cansızları da çok
severim. Öyle severim ki tarifi bilmem imkan dahiline girer mi. Her şeyi çok
sevdim de başıma binlerce badireler geldi. Her şeyi sevdim de bana deli dediler,
veli dediler. Deli dediler... desinler. Veli dediler, desinler. Ben hepsinden
hoşnudum, memnunum. Ulu Tanrıdan onlara da bu benim vardığım merhaleye
varmalarını niyaz ederim. Ve henüz varamıyanların da kendilerine deli
denmesini, veli denmesini yalvarırım. Henüz şimdi görüyor ve idrak ediyorum ki
bütün bu badireler ve müşfik mezalim hep benim nefime çalıştı. Görüyorum ki
bu merhaleleri, bu badireleri atlatmağa borçluyum. Yalnız o ıztırap ve badireler
mi benim nefime çalıştı? Hayır. Henüz gene yeni görüyor ve idrak ediyorum ki
kime el uzattım, kime yardım etmek istedimse, hangi zavallı mahluka nazarı
muhabbetle baktımsa kendi nefime çalıştım. İş-
Ölüm korkusu 237

te beni de bu üzüyor. Çünkü bunu düşünmekle kendi menfaati için çalışmış bir
hotkamdan farklı olmuyorum.
<< Ulu Tanrı bilir ki ben böyle menfur bir gayeyi gütmedim,
aramadım. Kardeşlerim, ben buraya aranızdan ne de olsa yeni ayrılmış bir şahıs
olarak gelmiş bulunuyorum. Beni sizlere, hissiyatımı söylemek üzere vazife ile
gönderdiler. Sizlere bu bir kaç sözüm içinde bir şeyler verebildisem memnunum
ve mesudum. Allaha çok şükür. Beni buraya gönderen, şimdi medyomunuzdan
aldığım intibalara göre, ikinci defa gönderen varlığa ve sizlerin hepinize derin
sevgilerimi sunarım. Yolunuz açık olsun. Allahtan hepinize huzur dilerim.
Allaha ısmarladık. >>

Rehberiniz Şihabın izahati:

<< Bilmem ki fazla izahat vermeğe hacet kaldı mı? Size bir az evvel
tebliğ veren varlık, hiç de yabancınız değildir. Kendisi medyomunuzla o kadar
sıkı irtibata geçti ki bundan sizler de ben de memnun olmalıyız. Öyle
zannediyorum ki kendisinden icabında istifade edeceğiz. Bize düşen vazife bu
varlığın teşevvüş haline müteallik sahne ile bu günkü tebliğin mukayesesini
yapmaktır. Bu mukayese sizler için faydalı olacaktır. Bu fayda da aranızdan yeni
ayrılan bu varlığın ulaştığı merhaleye varmak için efalinizin eksik taraflarını,
kusurlarınızı görmektir. Siz de oraya varmağa namzetsiniz. Bu varlığın gerek
teşevvüş halini, gerek bu günkü tebliği mukayese ederken kendi noksanınızı
görürseniz kazancınız büyük olur. >>

Fakat ne yazık ki henüz ıztırap çeken dostumuz rahibin teşevvüş halinden


kurtuluşuna dair bu güne kadar herhangi bir müşahede alamadık. Fakat öbür tarafta
böyle ıztırap çeken ve huzursuzluk içinde kıvranan bu rahip dostumuz gibi maalesef
milyarlar var. Kurtulmuş olanların hatırası nasıl içimizi sürurla dolduruyorsa ıztırap
çekenlerin hatıraları da bizleri öylece yeis içinde bırakıyor.

( NOT: - Bazı sebeplerden dolayi kitabımızın matbaadaki işleri bir az


gecikmişti. Kitabımızın bu sayfalarını yazdığımız bu güne kadar – bu gecikme
yüzünden – takriben 2-3 aylık bir zaman geçti. İnanıyoruz ki tesadüf diye bir şey
yoktur, binaenaleyh bu gecikmenin de lehimize bir illeti ve sebebi olduğuna kani
bulunuyorduk. Netekim bu sebeplerden bir tanesi, yukarda yarım kaldığından
teessüfle bahsettiğimiz rahip dostumuzun, rehberimiz Şihap vasıtasile verilen ve çok
öğretici mahiyette olan ikinci müşahedesini de almaklığımız ve kitabımıza
yetiştirebilmekliğimiz oldu. Bundan başka, diğer bir rehberimiz olan Kemal
Yolcusunun bir az sonra nakledeceğimiz çok kıymetli müşahedesi de bu gecikme
sayesinde okuyucularımıza takdim edilebilmiştir. )
238 Mukadderat ve İcabat

Şimdi yukarda bahsettiğimiz teşevvüş halindeki varlığın ( rahibin )


uyanmıya yüz tutan ve yavaş yavaş dünyadaki telakkilerinin ruh alemindeki
hakikatlere uymadığını idrak etmeğe başlıyan durumunu göreceğiz. Bu durum ile
gene yukarda müşahedesini takdim ettiğimiz, dünyadan kurtulmuş varlığın
kurtulduktan sonraki durumu karşılaştırılınca aradaki fark çok açık ve ibret verici bir
şekilde görülecektir:

MÜŞAHEDE: 4

MEDYOM : R. Bayer, Ağustos 7, 952


HAZİRUN: M. Bayurgil, Dr. Bilge, H. Nuri, N Se- Saat 20, 20
len, E. Kahya, Cemil Taner, Abide Koray,
İsmail Koray, Sedat, Hüseyin Demirhan,
Behçet Kurom, B. Ruhselman

( Bu müşahede evvelce, 28/2/1952 tarihinde celsemize takdim edilmiş olan


ve ıztıraplı bir teşevvüş içinde görünen bir rahibin spatyomdaki müteakip hayatına
aittir. Burada ayni şahsiyet derhal tebarüz edecek fakat hem ıztırabın hafiflediği, hem
de uyanmağa doğru bir durumun hasıl olduğu görülecektir. )

<< Ey ekseri insanların ruhuna ismini işlemiş olan, ey bir elini


sürmekle amaların gözünü açan, zır delileri anı vahitte makul adamlar sırasına
koyan ey peygamberlerin ulusu neredesin? Asırlarca, asırlarca ıztıraplar...
Iztıraplar altında hep, hep inledim... Iztıraplar çektim, bunaldım... Şimdi bu
ıztıraplar dindi mi?... Evet, dindi. Ama ben rahat mıyım, sakin miyim? Bir kere
elini uzatıp sormadın bana!... Ben hep seni andım. Seni aradım...
<< Iztıraplar dindi. Fakat ben yaptıklarımın acısını çekmek istiyorum.
Bunları ödemek istityorum. Gene ıztırap çekerek... Kaabil olsa da bir kere daha
o dünyaya inebilsem ve evvelce yaptığım hataları tamir edebilsem... Oh... Kaabil
olsa da oraya bir daha insem ve yaptıklarımı ödesem!... Fakat ne yazık....
İnsanlar dünyaya ancak bir defa gelirler. Bunu biliyorum, ne zamandan beri
biliyorum?... Fakat dünyaya tekrar rahip olmak, ıztırap çekmek için
inebilsem!... Fakat insan dünyaya nasıl inebilir? Biz bunu kitabı mukaddeste
görmedik. Oh keşke hakikat olsa da dünyaya insem ve borçlarımı ödesem. Ve
gene farzı muhal olarak buraya gelsem de huzur bulsam...
<< Ey isa, ey peygamberlerin ulusu, sen bana ne zaman yardım
edeceksin? Sana olan imanım sarsıldımı ki?... Allahın hür oğlu nerdesin?...
Ölüm korkusu 239

<< Diyorlar ki Allahın oğlu olmaz. Sana biz yardım etmek istiyoruz.
Sen gene bizi dinlemiyorsun da Allahın oğlundan hahsediyorsun. Sana İsa da
yardım etmek ister, herkes de... Yeter ki sen takılmış olduğun fikirleri terket.
Sen dünyaya gideceksin. Ve borçlarını ödiyecek ve tekrar buraya geleceksin...
Oh, kaabil olsa da dünyaya gitsem ve bu sözlere inansam!... >

( Cemiyetin manevi rehberi Şihap dostumuzun bu varlığın ruh haline dair


verdiği izahat:)

<< Merhaba ey hazirun, benim aziz kardeşlerim. Hepinizi muhabbetle


kucaklarım, selamlarım. Bir az evvel dinlediğiniz varlık size her halde, anlamış
olacağınız gibi, ikinci defa gelmektedir. Bu onun, sizinle ikinci irtibatını teşkil
ediyor. Bu varlık dünyaya inecektir. Ve kendisine layık olan hayatta
yaşıyacaktır. Ve tekrar buraya intikal edecektir. Sizin bu nümunelerden
çıkarmanız lazım gelen bir değil, bir çok meseleler var. Bunları şu anda hemen
takdir edemiyorsanız üzerlerinde durduğunuz zaman anlıyacaksınız.
<< Bir az evvelki sözlerine dikkat atfolundu ise bu rahibin yavaş yavaş,
kendi dininin peygamberi olan İsaya karşı itimat ve itikadını kaybetme yoluna
girdiği görülecektir. Bu varlık bir az daha yüksek bir ruh seviyesine varmış
olsaydi şimdiki düşünceleri dünya görüşlerinden çok daha uzakta, başka bir
realite içinde tecelli edecekti.
<< Ruhlar, teşevvüş hallerini müteakip dünyadaki görüşlerini,
düşüncelerini terkederler. Ve terketmek mukadderdir. Bu, onlar için bir
zarurettir, bir tekamül hamlesidir. Hiç bir varlık dünyadaki iddialarını ruh
aleminde sonuna kadar ısrarla sürdürmez. Hangi mezhep, tarikat ve dine
mensup olursa olsun, kendi önüne serilecek ve hakikate makes olacak görüşleri
burada netice itibarile kendisini, düşüncesinden, tarikatından, her şeyinden,
başka türlü görmeğe sevkedecektir. İnsan dünyada başkadır, ruh aleminde gene
başkadır. Dünyadaki görüşler, itikatlar, bağlılıklar fanidir. Muhakkak ki her
görüşte, ne kadar ileri olursa olsun, buraya gelince büyük farklar, büyük nurlar
olacaktır. Dünyadaki görüşler hakikate ne kadar yakın olursa olsun, buraya
gelince milyon kere nurlanacak, milyon kere parlıyacak...
<< Bu varlık henüz gene hayatındaki rahip kılık ve üslubunda
konuşuyorsa bu da kendisinin henüz tamamen icap eden mertebelere varmamış
olduğunu gösterir. Gün gelecek ki o da dünyadaki görüşlerini değiştirmek
zaruretinde kalacak... Bundan hiç bir kimse istisna edilemez. Hatta dinlerin
banileri olan peygamberler bile. >>
240 Mukadderat ve İcabat

Şimdi sonuncu olarak arzedeceğimiz müşahede ne klasik ne de modern


araştırmalarda rasgelinmemiş bir tecrübenin mahsulü olmak itibarile çok mühim ve
öğretici kıymeti haizdir. Bu müşahede son aylarda Allahın büyük bir lütfu olarak gene
cemiyetimize manevi yardımlar yapmak üzere vazifelendirilmiş yüksek bir varlığın
yardım ve delaleti ile elde edilmiştir. ( 1 ) Bu tecrübenin mahiyeti şudur: Şimdiye
kadar ölüm esnasında hadis olan meseleler hep bu eşiği geçmiş olan ora varlıklarının
hatıralarına ait nakillerden ibaret kalıyordu yani ölmek üzere bulunan bir insanın tam
intikali sırasındaki halini bütün safahatile bir sipiritizma celsesinde tesbit etmek nasip
olmamıştı. İşte ruh dostumuz Kemal yolcusunun kıymetli yardımı ile böyle bir
tecrübenin yapılmasına imkan hasıl oldu ve ölüm anının ruhi halleri hakkında çok
yeni ve mühim bilgiler elde edildi. Takdim edeceğim tecrübeye ait aşağıdaki
müşahedenin mevzuu budur. Fakat ne yazık ki müşahede tam olmamıştır. Ve bunda
da hata gene bizdedir. Zira medyomumuzu verilmiş olan karara göre tam vaktinde
tecrübeye hazırlıyamadık ve yarım saat geç kaldık. Halbuki agonisinin devam
müddeti 40 dakika süren adamın ölüm anından yarım saatinin bu suretle geçmiş
olması bizim ancak, onun geriye kalan 15 dakikalık agoni halinden istifade
edebilmemize imkan verdi. Eksik kalan kısımlar gene Kemal Yolcusu dostumuzun
izahatile ayrılabilecek ve anlaşılacaktır.
Bu tecrübenin yapıldığı akşam birbiri arkasına üç celse aksedilmiştir.
Bunlardan birincisi, tecrübeye hazırlık celsesidir. Bu celsede Kemal Yolcusu
dostumuz, tecrübenin mahiyeti ve şartları hakkında bizimle konuşmuş ve bazı izahatta
bulunmuştu. İkinci celse ise doğrudan doğruya tecrübeye tahsis edilmiştir. Üçüncü
celseyi bizzat Kemal Yolcusu açmış ve tarafımızdan vaki olan teahhür yüzünden
tecrübenin istenildiği gibi muvaffakiyet vermediğinden bahsetmiş ve eksik kalan
kısımları – mümkün olduğu kadar – nakil suretile tamamlamıştır. Şimdi biz bu üç
celseyi de sırasile aynen okuyucularımız takdim ediyoruz.

( 1 ) Bu kıymetli dostumuzdan böyle fiili tecrübeler kanalile muhtelif ruhi ve metapsişik müşahedeler
almağa devam ediyoruz. Bunları imkan buldukça Ruh ve Kinat mecmuasında okuyucularımıza
muntazaman takdim edeceğiz.
Ölüm korkusu 241

MÜŞAHEDE: 5

MEDYOM : Bilbas
HAZİRUN : Dr. Muammer Bilge, Muammer Bayurgil, 8/12/952
Ayhan Uluarda, Hüsrev Nurlu, Orhan Köse- Saat 19
raif, Dr. Bedri Ruhselman.

BİRİNCİ CELSE

<< Kemal Yolcusu – Medyom için söyliyeceklerim var: Medyomunuz


ve bütün medyomlar şunu bilsinler ki alacakları tebliğat ne kadar yüksek olursa
olsun, bundan yersiz bir iftihar duymamalıdırlar. Bunlar, icap ederse dağ
başında bir çobana da verilebilir.
<< Medyom bir insandır. Ve sadece cemiyet içindeki hususi ve umumi
kıymetlerile bir kıymettir. Yüksek tebliğ ona sadece vazifesini yaptırır, o kadar.
Beşeriyete fayda temin eden radyomuzun çerçevesinin tahtası ne ise medyomun
da rolü o kadardır. Hiç bir medyom, insanlığa ben faydalı oluyorum diye
gururlanmamalıdır. Ötekilere de söyleyiniz: Onlar sedece bir radyo
çerçevesinden başka bir şey değildirler. Ve insaniyete hizmetleri de bu
nisbettedir.
<< Biz göndereceğimiz vibrasyonları bazı, daha geri varlıklara
müracaat ederek onların kanalile size aksettirmeğe çalışıyoruz. Bu, bizim
vazifemizdir. Medyomun vücudünü, bedenini bu vibrasyonlara ayarlamak bizim
vazifemizdir. Bunda iftihar duyulacak hiç bir şey yoktur. Mamafih medyomunuz
böyle bir his taşımamaktadır.

***

<< Merak ettiğiniz bir mevzu var: Spatyom nerededir diye sorarsanız
kendi kendinize... Bir misal verirsem anlarsınız: hasselerinize çarpmıyacak
kadar küçük zerrecikler vardır. Bunları güneşli havada isimlendirir, toz
dersiniz. Nasıl tozlar sizi muhit ise ruh alemleri de öylece muhittir. Ara yerde
sempati, ahenk olmazsa birbirinizden habersiz kalırsınız. Ölümün başladığı bir
insan hayatının sonu spatyomdur. Ben bu kelimelerden hoşlanmam. Bunlar sizin
bulduğunuz kelimelerdir. Ben bütün insanlığın anlıyacağı, kavrıyacağı kelimeler
istiyorum. Tebliğleriniz, tebliğlerimiz herkese hitap eder mahiyette olmalıdır.
<< Bir az sonra şu ölüm münasebetini hazırlamağa çalışacağım.
Dışardan hiç bir müdahele olmamalıdır. İsminizle hitap etmedikçe medyoma
yardım edemezsiniz. Belki çağırır bir şey is-
F: 16
242 Mukadderat ve İcabat

ter, vermelisiniz. Tekrar ediyorum: Çeşitli yollarla göndereceğimiz vibrasyonlar


menşe’lerini kaybederlerse medyom kötü duruma düşer. Siz de. Tecrübe
esnasında düşse, kalksa hiç bir müdahelede bulunmıyacaksınız. Bunlar, gelen
vibrasyonların size aksidir. Medyom burada sadece bir oparlör rolündedir,
binaenaleyh korkulacak hiç bir şey yoktur. Ancak kendi bünyesini kötü hissettiği
zaman isminizle size hitap eder o zaman yardım etmelisiniz. Vibrasyonlar çeşitli
kaynaklardan geleceği için onları ayırmak size düşer. Bu tecrübede göreceğiniz
tezahürleri şu safhalar içinde ayırarak mütalaa edebilirsiniz:
<< 1 – Medyom kendisini fena hisseder. Ve uzanır. Etrafındakilere
seslenir. Ailesini çağırır. Onlarla konuşur. Fakat bu seslerin bir kısmını ailesi
alamıyacağı için ona yardım edemezler. Yavaş yavaş hayattan ferağat lazım
olduğunu anlar. Ruh, bedeni yavaş yavaş terkeder. Bu sırada hasta konuşur.
Fakat onu, etrafındakilerden hiç bir kimse duyamaz. Çünkü o artık bedeni ile
konuşmamaktadır. O her şeyi terke hazır bir durumdadır. Son olarak hüviyetini
de kaybeder.
<< Medyom, etrafında: yani hasta, etrafında ölüm anına girerken
varlıklar görür. Bunlar kendisine yardım edecek olan hami varlıklardır. Fakat
kısa bir zaman sonra onları da kaybeder. Bu hal bir ölüm sükunudur. Bunun
arkasından medyom derhal kalkar. Etrafını, yani etrafındaki insanları görmeğe
başlar. İşte o anda, bir insan anlayişine göre hasta ölmüştür. O da bu ölen
kimsenin kim olduğunu merak eder. Diğer insanlarla beraber onun kim
olduğunu araştırır. Ondan sonra asıl teşevvüş devri başlıyacaktır.
<< İşte bu noktada hasta, hüviyetini tamamile kaybeder. Hami
varlıklar bir müddet için aradan çekilirler. O, kendi kendisini teşhis etmeğe
çalışır. Hasselerini arar, cismini arar... Bulamaz. O zaman, yani bedenini
bulamayince maddeden sıyrıldığını farkeder. Bu, teşevvüşün kısa bir devridir.
Fakat o, gene hayatla ölüm arasında tereddütler geçirmektedir. Hayata karşı
olan sempatisi henüz bitmiş değildir. Etrafı karanlıktır. Bu karanlık sizin
anladığınız manada bir zulmet değildir. Bu karanlık şuurun boşalması gibidir.
O, bir şey düşünemez. Bir müddet sonra yavaş yavaş aydınlıklar başlar. Fikirler
gelir. Hamiler yaklaşmağa başlar. Ona: yeni hayatının kendisini beklediğini,
hakiki hayatın bundan sonra başlıyacağını, isterse dünyada ve dünyalarda
tecrübeler yapabileceğini, önünde imkanların mevcut olduğunu bildirirler. İşte o
zaman o, teşevvüşten kurtulmuş ve ne yapacağını tasarlamağa çalışabilecek
duruma girmiş bir varlık halini alır.
Ölüm korkusu 243

<< Bir az sonra medyomun almağa başlıyacağı çeşitli vibrasyonları siz


bu söylediğim planın yardımı ile tefrik edebileceksiniz. Bu program bunları
ayırabilmenize müsaittir. >>

( Birinci celseye muvakkaten nihayet verildi. Bu fasıladan istifade ederek tecrübeyi daha
iyi tesbit etmek maksadile tecrübe odasına, medyomu rahatsız etmiyecek şekilde ses alıcı bir aletin
yerleştirilmesi için hazırlık yapılmağa karar verildi. Fakat bu iş evvelden hazırlanmamış olduğu için bir
türlü kolay yapılamıyordu. Ve vakit geçiyordu. Bu suretle 45 dakikalık bir fasıla – medyomun bariz
sabırsızlanmalarına rağmen – araya girdi. Ve nihayet bu işte muvaffakiyet temin edilemiyeceğine karar
verilerek ses alma tertibatı hazırlığına devam edilmedi ve tecrübeye başlandı. İkinci celse, yani tecrübe
saat 20,50 de başladı. )

İKİNCİ CELSE – 6

MEDYOM ve HAZİRUN : Ayni Saat 20,50

( İki dakikalık intizar... Medyom yavaş yavaş ve hasta, bitkin bir hal içinde
ayağa kalktı ve inliyerek kanapenin üstüne uzandı. Konuşuyor: )

<< Ayyyhh... Ortalık kararıyor. ( ses çok yavaş ve derinden geliyor. )


ıhhh.. ıhhh... kızım... kızım... ıhhh... beni duymuyor... ıhhh... ıhhh... kızım...
ahhh... ne boş yere okuyup duruyorlar!... Okuyorlar... Ne okuyorlar? Onlar...
yalnız beni kaybediyorlar... ıhhh... ıhhh... ahhh.... ben... ben... bütün bir hayatı...
teker teker onları yaşamayı... duymayı... her şeyi kaybediyorum... ıhhh...
görmüyorum..... Hayatım... bunca beslediğim... itina ettiğim... şu kaba maddem...
bana yar olmuyor şimdi...... bana ne!... ( yattığı yerde ellerini birbiri üzerine
koyuyor ) ellerimi kavuşturuyorlar........ Başımın altından yastığı çekiyorlar....
yastıktan... yataktan... onlardan bana ne!... vücudümün yarısı bir demirbaş eşya
gibi daha şimdiden terkedilmiş........ ( oldukça uzun bir sükuttan sonra ) Işıklar...
<< Işıklı bir alem... başka mahluk bunlar... beni çağırıyorlar... ışık...
bir ışık... artık hiç bir şey göremiyorum... hiç bir şey... ( evvelkinden daha uzun bir
sükut. ) Bu kaba hüviyetim bile bana ait değil artık. Hiç bir şey beni alakadar
etmiyor... ne ilgim var!... aralarında... son olarak hüviyetim ve ismim de
kayboluyor.. evet... madde ve ruhun birleşmesinden doğan bir insan ismi beni
alakadar etmiyor... artık.. ( gene uzun bir suküt ) .. ( birdenbire yattığı yerden kalktı,
diz çöktü, etrafına şaşkın, şaşkın bakınıyor. Adeta bağırırcasına çok yüksek ve acele
bir sesle: ) gürültüler var.. gürültüler oluyor... ba-
244 Mukadderat ve İcabat

ğırıyorlar... bağırıyorlar... ne berbat gürültüler bunlar... Ayyyy... bir ölü... (


keskin ve acı bir tonla bağırarak: ) bir ölü var... herkes ağlıyor.. acaba kim ölmüş
olabilir?... ( sesini gene perde perde yavaşlatıyor ) evet... bana ne!... ( gene heyecanlı
ve korkuyu andıran bir telaşla: ) ya ben?... ya ben? ( acıklı ve ümitsiz bir haykırışla: )
ben neyim?... ben neyim şimdi?.. taş parçası?... evet... bir taş parçasıyim...
asırlarca kalacağım... sessiz kalacağım..... fakat düşünüyorum... ben bir taş
parçası değilim... bir ağaç...... dim dik duracak bir ağaç... hayır... hayır.... ben
insanım.... Ahhhhh.. insanım ben... ama ötekiler beni neden görmüyorlar?... (
telaş ve büyük bir endişe içinde vücudünü yokluyor ve çabuk çabuk telaşla: )
ayaklarım.. kollarım.. etrafım... hiç bir şeyim yok benim... o halde ben insan
değilim... ( büyük bir ıztırap ve endişe içinde: ) ama ben neyim?... kimim ben?... (
çok acı ve korkunç bir haykırışla bağırarak: ) neyim?... neyim ben?... karanlık...
bomboş... bomboş... simsiyah bir alem.... ben bunun içinde kaybolmuşum...
neyim ben... hiç birisi değilim ben... ötekiler ne?... maddem yok benim.... fakat...
fakat.... kafama bu fikirler nerden geliyor?.... aydınlık.... beynimin içinde... ama
beynim yok.... öyle bir hüviyetim ki... ( şiddetle, korku ve heyecanla bağırarak ve
çabuk çabuk konuşarak: ) görülecek, tutulacak hiç bir şeyim yok... ama ben
varım...ben bir şeyim... maddesiz varlık.... ( bir müddet sükut ) ... evet... evet...
evet... demek benim hafif de olsa bir bedenim var... bu bedenim olmasa hiç bir
varlıkla temas edemem... iptidai ruhların da demek bir bedeni var... Acaba
yeniden hayata katılsam mı?... yapabilir miyim... Yapabilir miyim bunu?...
Orada kızım vardı... ( tam bu sırada ton değişiyor amirane fakat metin, kati ve
müessir bir sesle ve kelimeleri tane tane, açık olarak söylemek suretiyle: )

<< SEN BU HAYAT YOLCULUĞUNUN İÇİNDE HER İSTEDİĞİN


ZAMAN EVLATLARIN MUHİTİN OLABİLİR. HAKİKİ HAYATIN ŞİMDİ
BAŞLIYOR.... ( sesi çok hafifledi teemmülle ve teslimiyetle: ) evet... hayat şimdi
başlıyor... Bu aydınlıkların ötesinde bana tekamül yolunu işaret ediyorlar...
Artık kızım, evim ve ötekiler beni alakadar etmezler... Dünya hayatının icap
ettirdiği birer üniformadır onlar... bedenim, hüviyetim, hatta ismim bile. ( ses
kesildi. ) ...... ( medyom transtan kurtuldu. ) >>

( Yukarki celseyi hemen müteakip medyom tekrar trans haline girmek ihtiyacını gösterdi
ve adeta gayri ihtiyari olarak kendinden geçti ve bu suretle saat 21,10 da üçüncü celse açılmıç oldu. )
Ölüm korkusu 245

ÜÇÜNCÜ CELSE

<< Bu tecrübe istediğim neticeyi vermedi. Saati geçmişti. Sizin


dakikalarınızla bu tecrübe 40 dakika sürecekti. İlerde başka bir meseleyi
hallederken ameli olarak bu noktaya gene temas ederim. Bir iki celse sade yazı
ile iktifa edeceğiz. Ameli kısımlarda eksik kalan parçalar tarifle tesbit edilsin.
<< Medyom kendisine tecrübe esnasında gelen vibrasyonların çoğunu
alamamıştır. Buna alışması lazımdı. 15 gün sonra başka bir observasyon
müşahede edeceksiniz. Bu obsesyona aittir. Bilmem ki buna ihtiyacınız var mı?
<< B. R. – Evet, var.
<< O haldebunu yapacağız.
<< Yalnız yukardaki müşahedede medyomun zaptedemediği
vibrasyonlardan eksik kalan bilginin bazılarını tebliğ halinde size ben anlatmak
istiyorum taki bilginizde çok fazla eksiklik kalmasın.
<< Ruh – beden münasebetleri kesilirken hasta tedricen bütün hayatı
ve eşyayı unutmaya çalışır. Onlara karşı bir << adam sende >> cilik başlar.
Teşevvüş devresi kısa geçecek kimselerde ölümden bir müddet önce hayatla olan
münasebet gevşer. O, ruhunda bir hazırlık hisseder. Hasta olsun, olmasın. O,
bunu bilir. Bazan kendisine bildirilir.
<< Ruh bedeni kolay bırakamaz. Ve bırakırken de pek çok esef eder.
O, kendisini bekliyen hakiki hayatının başlıyacağından bihaberdir. Ölüm anında
asıl cesedini ve hüviyetini bırakırken pek çok konuşur. Size o konuşmaları
aksettiremedik. Medyom katılaştı. Gelen vibrasyonları alamadı.
<< Ölüm devresi kısa sürer. Ölürken insan, yani ruh henüz, öldüğünü
bilmez. Öteki canlıların içinde dolaşır. ( Bu dolaşma bittabi imajinasyonladır. )
Niçin kendisini onların göremediklerini merak eder. Onlara seslenir, sesini
duyuramaz. Çünkü artık onun hasseleri yoktur. Arar. Hasselerini arar.
Bulamaz. Ve asıl biz ruh aleminin sakinleri, buna ölüm deriz. Hüviyetini
kaybeder, benliğini kaybeder… Bizim anladığımız manadaki ölüm budur. O
zaman ona kimse ilişmez. O bu devri yalnız geçirmeğe mecburdur. Bu anda o,
her aklına gelen şeyi hüviyet edinmeğe çalışır. Fakat nihayet, kendisinde bir
cevherin mevcut olduğunu anlar. O cevher ne taştır, ne ağaçtır, ne insandır… o
cevher, kainat boyunca kendisine yetecek iktidarı, iradeyi toplamış bir şuur
melekesidir.
<< Sayısız alemlerin, insan anlayişi ile hudutsuz dünyaların arka
taraflarında her türlü imkanlara uyarak tekamül yapacak
246 Mukadderat ve İcabat

olan bir hazinedir, bu şuur melekesi... Kainat boyunca kendisine lazım olan
kaabiliyetler bunda meknuzdur. Şimdi onları, bir nebatı yetiştirir gibi inkişaf
ettirecektir. Onun her cephesi bir alemde ziynetlenecek, ve benliğinde saklı olan,
meknuz bulunan bu cevherleri o, alemlerin, kainatın seyrine ayarlıyacaktır.
Bunun içindir ki insan basit bir mahluk değildir. Onun arkasında kainatları
kucaklıyabilen, yani kainatlar boyunca inkişafa hazır olan bir cevher saklıdır.
<< B. R. – Bu akşamki müşahededen çok müstefit olduk ve
aydınlandık...
<< K. Y. – Aydınlattığımı pek zannetmiyorum. Kısa ve katı oldu. Belki
sadece sizi düşündürür, o kadar.
<< B. R. – Ölürken hasta ıztırap çeker mi?
<< K. Y. – Iztırap bedenin terkedildiği son hadde kadar devam eder.
Ruhun bedenle ilişiği olduğu müddetçe vardır. Fakat dediğim gibi medyomumuz
bu akşamki tecrübesinde buna ait vibrasyonları alamadı ve size aksettiremedi.
Sorunuz.
<< B. R. – Bu tecrübede teşevvüş halinin çok kısa sürdüğünü gördük.
Bu kadar kısa süren teşevvüş hali olur mu?
<< K. Y. – Teşevvüş hali safha safhadır. Teşevvüşü siz şu manada
anlıyorsunuz: Sizce teşevvüş ne yaptığını bilmez bir halin ifadesidir. Fakat
teşevvüş bazan ne yaptığını bildiği halde, içinde yaşadığı bir durum da olabilir.
Burada öyle varlıklar mevcuttur ki kendilerine göre mükemmel addedilirler.
Fakat onlar, hakiki nizama intibak edemedikleri için teşevvüş halinde sayılırlar.
Teşevvüş derece derece, kademe kademedir.
<< Öyle varlıklar mevcuttur ki teşevvüş devrelerinde iken plan tanzim
ederek yeniden bedenlenmek isterler. Ve şayet bedenlenmelerine bir engel yoksa
bu müsaade kendilerine verilir. Bu suretle onlar hayata inerler. Tecrübeler
yaparlar. Onların tanzim etmiş oldukları dünya planları başkaları için zararsız,
kendileri için faydasızdır. İşte bu hal onların bu duraklama devresinde
olduklarını ve teşevvüşten kurtulamadıklarını izah eder. Başka bir şey daha
söylemek istiyorum: Bundan evvelki celselerde mesela bir zelzele neticesinde
hayatlarını topyekün kaybeden insanlardan bahsetmiştik. Bunlar, planları iyi
hazırlanmamış varlıklar olabilirler. Bir...
<< İki, teşevvüş devrine has planlar olabilir.
<< Üç, başkalarının tekamülüne yardım etmek için dünyaya gelmiş
olabilirler. Gözlerinizin önünde yanarak ölen bir çocuğun halini düşününüz.
Buna acırsınız. Fakat o size hiç bir zaman unutmıyacağınız ıztırabı tattırır.
Bununla hem kendi planını tamamlamış, hem de size yardım etmiş olur. Fakat
unutmayiniz
Ölüm korkusu 247

ki bu varlık dünyaya yalnız böyle bir adama ıztırap tattırmak için gelmiş
değildir. Onun kendine mahsus bir tekamül planı vardır, hatta onun bu planı
diğer bir çoklarının planlarile münasebettardır.
<< B. R. – Yanlış planla dünyaya inen varlıklardan bahsettiniz. Ve
neticede bu planın geriye çevrileceğini, söylediniz. Halbuki biz şuna da kaniiz:
hayatta ve kainatta boş, manasız ve faydasız hiç bir hareket yoktur.
<< K. Y. – Bunu yanlış anladınız. Boş ve manasız hiç bir şey yoktur.
Netekim böyle teşevvüş halile yerinde ve uygun olmıyan planlar tanzim ederek
dünyaya inen ve bu suretle de görgü ve tecrübesini arttırmış olur ki bu da hayata
bir defa inmeğe değer.
<< Bir planı hazırlıyabilmek için varlığın evvela hüviyetine sahip
olması lazımdır. Yani kendisini bir şey sanması lazımdır. Teşevvüş hali de gene
kendisini bir şey sanmaktır. Şimdi teşevvüştekileri bırakalım da normal bir plan
tanzimi üzerinde duralım. Bunun için başvurulacak çareler şunlardır:
<< Evvela farzediniz ki o, dünyada bir etüt yapacaktır. Bu arzusunu
evvela kendi hami varlığına bildirir. Hami varlık da, dünyayı himaye eden
varlığa böyle bir arzunun hasıl olduğunu bildirir. Ve bunun tatbikinin müsait
olup olmadığını ondan sorar. Şayet hayata inmesinde bir mahsur yoksa planını
tanzim etmesi o varlığa hamisi tarafından söylenir. Diyelim ki bu varlık dünyada
Ahmet olmak istiyor. Kendisini hayata nakledecek iki varlığa ihtiyacı daha onun
ihtiyacı vardır. Anne, baba. Böyle iki varlık arıyacaktır. Bunların da ruh
aleminde, kendisini hayata indirmeği kabul etmiş olduklarını farzedelim. Fakat
Ahmet hüviyetini daha önceden, bu anne ve babadan başka birisi tasarlamışsa
plan reddedilir. Bu sefer o, ayni gayeye matuf başka bir zemin arar. Bu dafa da
bulduğunu kabul edelim. Yani anne ve babalığa diğer iki ruh razı olsunlar. İş
bununla da bitmez. Bir muhit lazımdır. O muhitte de birinci, ikinci, onuncu...
ilh. Derecede alakalanacağı kimseler mevcut olacaktır. Bunların da daha ruh
aleminde reylerini almak icap eder. Mesela Ahmet evlenecektir. Bir kızı dünyaya
gelecektir. Eğer kızının ruhunu ruh aleminde ikna edebilmiş ise ona baba
olabilir. Aksi takdirde plan gene bozuktur.
<< Dünyaya inmek kolay değildir. Çok geniş bir mülahazaya ve pek
hassas bir sansüre ihtiyaç vardır. Önüne gelen her varlık her alemde tecrübe
yapamaz. Kainatta bir nizam vardır. Siz bu nizamın içinde olduğunuz için onu
göremiyorsunuz. Yüksekten baktığınız zaman, öyle ahenk, öyle akış bulursunuz
ki ancak
248 Mukadderat ve İcabat

alemler, arasında fizik, şimi kanunları, matematik formülleri kuran yüksek


varlıkların bu işleri nasıl idare ettiklerini o zaman anlıyabilirsiniz. Kainatta
tekamül seviyeleri vardır. Her basamakta o basamağa mensup olan varlıklar
hürdürler. Fakat daha üsttekilerinin daima himayesi ve kontrolü altındadırlar.
Ebediyen karanlıklar içinde gömülmüş ve hüviyetini kaybetmiş, yani kainatta
yok olmuş bir varlık mevcut değildir. Şayet muvakkaten böyle bir durumu
andıran bir hal varsa o, bir tecrübeye arzedilmiştir, tekamülün safha ve
icaplarını geçiriyordur. >>

Yukarda verilmiş olan misaller nefis mürakabesinin lüzumu ve bu


ameliyeye hangi yollardan girilmesi lazım geldiğini çok açık ve canlı olarak
gösteriyor.
İlk verilen misallerden anlıyoruz ki dünyadan ayrılıp öbür tarafa geçtikten
sonra, dünya hayatına ait olan bütün realitelerin bırakılması lazım geliyor. Bu, oranın
bir zaruretidir. Zira ruhlar aleminde dünyaya ait kıymetlerin hiç birisi yoktur.
Dünyaya ait kıymetler ancak maddelere bağlı ve maddelerle kaimdir. Halbuki orada
dünyamızdaki maddelerin hiç birisi yoktur. Şu halde ruhlar aleminde cari olan
realiteler dünyadakinden başka türlüdür.
Şimdi bir insan tasavvur edelim ki dünya realitesini gaye edinerek bütün
hayatı boyunca yalnız o realitenin gerçekleşmesi için çalışmış ve ondan başka bir şeyi
düşünmemiş ve hatta kabul etmek istememiştir. Böyle bir insanın ruhunda elbettte
dünya realitesini ayakta tutacak olan maddelere ve maddi hadiselere, hülasa dünya
işlerine ve kıymetlerine karşı büyük bir bağlılık husule gelmiş ve bu bağın
çözülebilmesi çok güç bir hal almıştır. Binaenaleyh, tamamile maddeye, dünyadaki
maddelerin ve tabii, zaruri olarak başta gelmesi icap eden bedenin elden
kaçırılmamasına ait ve matuf insan ruhundaki bu kökleşmiş ve itiyat halini almış
istekler, temayüller, incizaplar ve bağlanışlar orada yerleştikçe yerleşecek ve bu hal ta
ölüm eşiğinde bırakılıverilmesi zaruri olan şeylerdir.
Bunların bir tanesi bile öbür tarafa geçemez. Demek ki dünyada lüzumlu
olan bu kıymetler ölüm geçidinin öbür tarafında hiç bir işe yaramaz birer ağırlık, birer
yük, birer cüruf oluyor. Ve bunları taşıyan bir insan da oralarda katedilmesi icap eden
nurlu yollarda, sırtındaki bu lüzumsuz ve faydasız yüklerin ağırlığı altında ezilerek bir
adım bile atamıyacak hale geliyor. İşte yukardaki misallerin hepsi bize bunu
gösteriyor. Hatta gene yukardaki misallerden anlıyoruz ki dünyaya ait olan ve insan
ruhunu tazip etmiyen, yani vicdanın rencide olmasını neticelendirmiyen maddi
realiteler bile orada terkedilmeğe mahkumdur. İşte 2 inci müşahededeki varlığın hali
böyledir. Bu zat ruhlar aleminde gördüğü
Ölüm korkusu 249

maddi imajlardan memnundu, sevdiği ağaçlar, kuşlar, tabiat, hep onun dünyada
hoşuna giden şeylerdi. Ve şimdi de onlardan ayni haz ve zevki duymaktadır. Bununla
beraber onun gene bunları orada en kısa bir zamanda terketmesi lazım geliyordu ve
terketti. Zira bunlar oraların değil, dünyanın kıymetleridir.
Hele son misal bize ölürken insanların ruhunda geçen ameliyelerin ana
hatlarını o kadar bariz olarak gösteriyor ki bunun karşısında artık izaha mühtaç. Bir
nokta kalmıyor. Bu ameliyelerden birisi bilhassa bir << adam sende! >> ciliğin, <<
bana ne >> ciliğin ruhta belirmesidir. Bu suretle varlık, yavaş yavaş ve tabii bir revişle
dünya kıymetlerini ayaklarının altına almağa çalışıyor. Sonra gene ölürken ruhun
yavaş yavaş evvela maddi bedenini kaybetmeğe başladığını görüyoruz. Bu da ayni,
gayeye matuf bir harekettir. Fakat bunların hepsinden mühim olarak; nihayet ruhun
bütün inançlarile, itikatlarile, bağlarile, realiteleri ile bizzat kendi hüviyetini de
kaybetmeğe başladığına ve kaybettiğine şahit oluyoruz. Çünkü bunların hepsi onun
insanlık hayatının lüzum ve icaplarına ait şeylerdir ve onun insanlık hali, yani ruhun
bir insan kıyafetindeki bedene bağlı durumu ortadan kalkınca bütün bu kıymetlere
dayanan manevi hüviyetin de ortadan kalkması lazımdır. O, bu hüviyetini o kadar
kaybediyor, o kadar kıymetsizleştiriyor ki artık kendisinin bir taş parçası, bir ağaç
olması, nihayet bir hiç olması ihtimalini ve imkanını dahi duymak zorunda kalıyor.
Bununla beraber dikkat edilirse çok ehemmiyetli olan bir nokta gözden kaçmaz: Ruh
beşeri ve dünyaya bağlı hüviyetini böyle tamamile kaybettiği bir sırada bile asla kendi
öz varlığını bir an bile kaybetmiyor, yani bir adem, ve yokluk haline girmiyor. Ve
mütemadiyen anlıyamadığı, takdir edemediği hülasa hüviyetlendirmek kudretini
gösteremediği << var olan >> bir tarafından bahsedip duruyor ve bunu teşhis
edemediği için de derin ıztırap ve huzursuzluk duyuyor.
İşte onun bu sırada duyup da anlıyamadığı var olan tarafı bizzat kendi öz
benliği, hakiki varlığı ve dünyada milyonlarca insanın ihmal ve inkar ettiği ruhudur.
Ve şimdi o, içine girmiş olduğu bu muhteşem hakiki hayat aleminin öz malı olan ruhu
ile şu anda tekü tenha olarak baş başa bırakılmıştır. Bu da bir çok diğer mühim icap ve
lazimelerle beraber ayni zamanda hem kendisine, hem de diğer ihtiyacı olanlara bir
ders vermeğe yarar.
İşte dünyaya ait bütün bu kıymetlerin öbür tarafta kolay kolay terk
edilmiyecek olanları, bilhassa insanın yalnız kendi bedenine ve şahsına ait iyilikleri
kendisine dünyada gaye ihttihaz etmiş bulunduğu şeylerdir ki bu halin adı da
hotkamlıktır.
Şimdi bu hotkamlık uğrunda ve lehinde gösterilen bütün hareketler
nefsaniyetin ifadesi olur. Demek ki dünyanın realiteleri öbür tarafa ge-
250 Mukadderat ve İcabat

çince zaruri olarak bırakılacaktır. Fakat bunların nefsaniyete müteallik olan


kısımlarıdır ki orada kolay kolay terkedilemiyecek ve ruh için bir yük, bir azap ve
işkence kaynağı olacaktır. Diğerlerini bırakmak kolay ve çabuktur.
İşte bu kötü ve felaketli olan nefsani faaliyetlerden, daha dünyada iken
kurtulmağa çalışmak elbette hayırlıdır. Bunun için de tutulacak yol, yapılacak ameliye
sık sık ve her fırsatta ifası lazım gelen nefis mürakebesidir.

B – İNSANLARIN DÜNYADA YAPMAKLA MÜKELLEF


BULUNDUKLARI VAZİFELER

Bütün bu müşahede ve mülahazalar bize daima ayni hakikati tekrar tekrar


anlatıyor. Dünyadaki ruhi ve vicdani faaliyetlerimiz ne kadar ön plana alınır ve dünya
hayatımızda ne kadar hakim bir rol oynarsa spatyomdaki saadetimiz ve gelecek
mukadderimiz o kadar emniyet ve huzur içine girmiş olur. O halde burada
açıklanması çok lüzumlu olan bir bahisle daha karşılaşıyoruz: Maddi ve ruhi
faaliyetler ne demektir? Ve dünya hayatında insanın tekamülü bakımından bu
faaliyetlerin rolü nedir?.. Madem ki müstakbel hayatın emniyeti bu faaliyetlerin
ayarlanmasına ve bilhassa manevi, yani ruhi ve vicdani faaliyetlerin ön planda
bulunmasına bağlıdır, o halde bu faaliyetlerin maliyeti hakkında oldukça sarih bir
fikre sahip bulunmamız icap eder. Maddi ve ruhi, yani vicdani faaliyet derken dünya
hayatında, insanın iki türlü faaaliyeti düşünülmelidir.

1 – Tamamile dünya işlerimize ait olan faaliyettir. Bu faaliyet bedenimizin


dünyada yaşıyabilmesi için zaruri olan hayat icaplarını temin maksadile vukua gelir.
Bütün fizik, fizyolojik ve madde ile ilgili sosyal ihtiyaçlarımız bu kadronun içine
girer.
2 – Bir de bedenimizi ve maddi ihtiyaçlarımızı hiç de alakadar etmediği
halde diğer varlıklarla münasebetlerimizden çıkan ve daha ziyade başkaları hesabına
vukubulan ve öz benliğimizi ilgilendiren faaliyetlerimiz vardır ki bu da ruhi
faaliyetimizdir. Başta Allaha karşı olan iç duygularımız olduğu halde sevgi,
merhamet, fedakarlık, yardım hislerimizin inkişafı için sarfedilen cehit ve gayret ve
bu uğurda çekilecek sıkıntı ve meşakkatlere karşı gösterilecek sabırlı mukavemet,
ideal heyecanlar ve insani hareketler peşindeki sebatlı azim... ilh. hep manevi veya
vicdani faaliyet kadrosuna giren işlerdir.
Bu izahatle anlaşıldığına göre maddi faaliyetlerimizde hotkamlık, manevi
faaliyetlerimizde ise diğerkamlık esastır. Ve gene bu izahattan anlaşıldığına göre
maddi faaliyetlerimiz bedenimizin ve dünyamızın, manevi faaliyetlerimiz ise
ruhumuzun malıdır. Halbuki bedenimiz ancak dünya
Dünyadaki vazifeler 251

hayatımızla kaimdir ve bedenin bırakıldığı yer, yani mezar yalnız bedenle kaim bütün
mesele ve realitelerin ve kıymetlerin de gömüldüğü yer olacaktır. Buna mukabil
ruhumuzun malı olan faaliyetlere gelince, bunlar asla ruhtan ayrılmıyan, daha doğrusu
ruhla beraber alemlerden alemlere intikal eden büyük kıymetleri ve meseleleri
neticelendirirler. O halde ruhi faaliyetlerimiz, hakiki kazançlarımızı temin eder. Ve
hakiki kazançlarımıza ancak bir vasıta olan dünya hayatımızla kaim maddi
faaliyetlerimizin de bu ruhi faaliyetlere vasıtalık yapması icap eder. İş bu raddeye
gelince karşımıza mühim olan şu sual dikilir:
Acaba bize bu iki türlü kazancı temin eden maddi ve ruhi faaliyetlerimizi
nasıl ve ne şekilde ayarlıyabiliriz?
a- Acaba maddi faaliyeti büsbütün inkar edip yalnız ruhi faaliyet üzerinde
mi durulmalı? Böyle bir düşünceyi asla doğru bulmayiz. Esasen böyle bir düşünce,
insanın dünyaya gelmesindeki sebep ve hikmeti inkar etmek olur. Maddi faaliyet
dünya hayatımızın önüne geçilemez bir zaruretidir. Buğdayi ekip yetiştirmezsek aç
kalır, yaşıyamayiz. Suyu içmek için çeşmeye kadar gitmezsek susuz kalır ölürüz.
Fakat maddi faaliyetin bundan daha ileri derecede de lüzum ve vazifesi
vardır. Manevi ve vicdani faaliyetlerin mümkün olduğu kadar geniş imkanlar
dahilinde yapılabilmesi için maddi faaliyetlere ihtiyacımız vardır. Mesela, bir insan
hemcinslerine karşı fedakarlık yapabilmek için manen olduğu kadar maddeten de
vicdanını tatmin edecek kadar etrafında ihtiyacı olanlara bir şeyler vermelidir. Bunun
için de evvela o adamın verilecek bir şeyi olmalıdır ki başkasına da verebilsin. Bunun
temini ise ancak maddi faaliyetlerle olur. İşte burada maddi faaliyet derecesinin
hududunu kabaca çizmiş bulunuyoruz. Maddi faaliyet insanın, evvela dünyada
yaşaması için zaruri olan maddi ihtiyaçlarını temin etmesi bakımından lazımdır.
Saniyen, manevi faaliyetini alakadar eden işlerde muvaffakiyetini arttırmak için
maddi bazı imkanlara malik olması lüzumu vardır. Sıhhatli bir bünyeye malik
olmıyan, ömrünü hareketsiz olarak hasta ve yatakta geçiren bir insan ruhi ve vicdani
sahalarda kafi derecede faaliyet gösteremez. Sefalet içinde kıvranan bir insan diğer
sefil olan hemcinslerine yardım yapamaz. Bilgi ve görgü kudreti noksan olan bir insan
başkalarının ruh tekamülünde yardımcı yolları bulup ortaya koyamaz. Yani ancak
birtakım maddi faaliyetlerle elde edilebilecek bilgilerden, imkanlardan, içtimai
durumlardan mahrum bulunan bir adam, insanlığın manevi kalkınması için lüzumlu
olan ruh kudretlerini müessir bir şekilde kullanabilmenin çarelerinden mahrum
kalabilir.
Hülasa, kafi derecede maddi faaliyet göstermemiş bulunan bir insan, bu
kifayetsizliği nisbetinde dünyada, gerek nefsine karşı, gerek hemcinslerine karşı
vicdani müvacehesinde yapmakla mükellef olduğu işlerin bir çoğunu yapamaz hale
gelir. Fakat eğer dünya hayatı maddi va-
252 Mukadderat ve İcabat

zifeleri ihmal etmeğe müsait bulunsaydi, vicdanlar da buna razı olsaydı insanların
dünyaya gelmelerine de hiç lüzum kalmazdı ve herkes, dünyamızdaki gibi bir maddi
faaliyete lüzum hissettirmiyen ruhlar aleminde pekala, ruhi faaliyetlerini daha çok
serbestlik ve rahatlık içinde ifa eyliyerek süratle tekamül edivermenin yolunu bulurdu.
Halbuki işler hiç de böyle olmuyor. Ve muhakkak surette maddi bir hayatta yaşamak,
maddi hayatın ağır tecrübelerine, meşakkatli hadiselerine karşı gene maddi faaliyet
kalkanını kullanarak göğüs germek ve işte bu şartlar altında da ruhi faaliyetten asla
geri kalmamak esası takip ediliyor.
b- Acaba yalnız maddi faaliyete kıymet vererek, dünyada manevi faaliyeti
inkar ve red mi etmeli?
Eğer varlığın bütün hayatı yalnız bir tek kısa dünya hayatından ibaret
olsaydi bu suale karşı tereddütsüzce belki evet, denebilirdi. Fakat, ruhun ebedi
hayatındaki gelecek mukadderlere yol açan dünya hayatı ruhun bir tekamül vasıtası
olarak kaldıkça dünyada, bu mukadderin lehte hazırlanmasını intaç eden ruh
faaliyetinin de yalnız ihmal edilmesi değil, hatta ön plana alınması icap eder. Bu
noktayi gözden uzak tutup dünya hayatını yalnız maddi faaliyete vakfetmek istiyen
insan (esasen bunda muvaffak olamaz ya! ) eli bomboş olarak zamanı gelince dünyayı
terketmeğe namzet hazin bir duruma girmiş olur.
O halde şunu unutmamalıdır: Maddi faaliyet ancak ruhi faaliyetin bir
vasıtasıdır. Ve maddi faaliyetin kıymet ve zarureti ancak ruhi faaliyetin emniyet ve
selameti için kabul edilebilir. Ve illa, eğer maddi faaliyet, ruhi faaliyete hiçbir şekilde
vasıtalık yapmaz ve maddi faaliyet gaye ittihaz edilirse işler tamamile aksine neticeler
verir. Yani insanın – tıpkı evveldeki olduğu gibi – dünyaya gelmesinin sebep ve
hikmeti ortadan kalkar ve dünyada yapılması mecburi olan vicdani vazifelerin
ihmalinden mütevellit noksanlar ruhu öbür alemde müşkül durumlara sokar. Ve
evvelce geçirilmiş, boşuna geçirilmiş ıztıraplı yolları tekrar tepmek üzere ruhun
gerisin geriye dönmesini intaç eder, hem de bir çok fuzuli sıkıntıları çektikten sonra.
Mesela bir mağaraya, bir çilehaneye, bir mezara kapanıp bütün ömrünü iç hayatını
temaşa etmek için bütün insanlardan tecerrüt etmiş bir halde geçiren bir insan nasıl
muvaffakiyetli bir hayat geçirmiş sayılamazsa, bütün ömrünü yalnız altınla kasasını
doldurmak için geçirmiş ve altınlardan bir tanesini bile ruhi faaliyeti yolunda
sarfetmemiş bir adam da muvaffakiyetli bir hayat geçirmiştir denemez. Bunların ikisi
de mektepte vazifelerini tam yapmamış tenbel talebelere benzer. Zira esasen birincisi
de tam manasile bir ruh faaliyeti değildir.
Şimdi bu nokta üzerinde durarak, insanın maddi ve ruhi faaliyetleri
hakkında kıymetli tebliğat veren ruh dostlarımızın sözlerini nakletmek istiyoruz.
Evvela Kadri dostumuzun bir tebliğini takdim ediyorum:
Dünyadaki vazifeler 253

KADRİ: Temmuz 9, 1947

<< Siz iki vazife ile mükellefsiniz. Bunun biri, halen hayatınızın
idamesi için size verilmiş ve şimdiye kadar ne kadar muvaffak olabildinizse onu
tatbik ettiğiniz, hayatta yani dünyada yaşamınızla ilgili ve yapmağa mecbur
bulunduğunuz bir vazife. Diğeri sizin edebi hayatınızı hazırlayici birtakım
yüksek faziletler ve fedakarlıkların iktihamına sizi mecbur bırakan bir vazife.

<< Siz dünyada bulunduğunuz müddetçe bu iki vazifeyi birbirinden


ayıramıyacaksın. Yani birine ne kadar emek veriyorsanız ötekine de o kadar
gayret ve mesai sarfedeceksiniz. İşte bu tefrik edilmiyen iki müsavi kudrettir ki
sizi daima birinden birini tercihe mecbur bırakmak istedikçe siz bunu katiyen
yapmayacaksınız, yani birini ihmal edip diğerine azami bir kudret
sarfetmiyeceksiniz. Çünkü bunun ikisi de hayatta iken kıymetlidir.

<< Bu aleme ( ruh alemine. B. R. ) geldiğiniz zaman gene ayni iki vazife
sizi bekliyecektir. Biri, buradaki işiniz. Diğeri gene yükselmek hususunda
mecburen yapacağınız bir iştir. Şayet siz bunu dünyada böyle alışırsanız bu iki
vazifeyi muvaffakiyetle başarmağa muktedir olursunuz.

<< Şu halde hem hayatındaki düzeni bozmıyacak ve sizin gidişinizi hiç


bir engelle karşılaştırmıyacak şekilde dünya işlerine azami gayret
sarfedeceksiniz. Ayni kudrette gene sizi yükseltici ve esas vazifenizi daima
kıymetli bir nur olarak parlatmağa vesile olan öbür vazifenize de azami bir
gayret sarfedeceksiniz. Tabii müşkül amma, bu müşküldür ki sizin bu
vazifelerinizin her ikisinin de kıymetli olmasına çok büyük yardımı
dokunacaktır.

<< Bu işlerinizde engeller çıktıkça sizin yakınınızda bulunan varlıklar


ellerinden geldiği kadar her iki vazife için size yardımda bulunurlar. Bakınız ben
ikinci vazifeniz için sorduklarınızı yapıyorum. >>

Gene dostumuz Kadrinin aşağıdaki tebliği, dünyadaki iki vazifenin bir birine
müvazi olarak yürütülmesi lazım geldiği hakkındaki tebliği çok mühimdir:

KADRİ: Temmuz 9, 1947

<< Hayatta her iki vazifenizde de en yüksek dereceyi almağa ve


hayatta kaldığınız müddetçe hiç bir işinizi ihmal etmemeğe mecbursunuz. Bunu
en iyi şekilde ve başarabildiğiniz kadar ya-
254 Mukadderat ve İcabat

pınca buraya geldiğiniz zaman ondan kazanmış olduğunuz melekelerden büyük


istifadeler elde edecek ve burada da yükselmenize bu, sizin için vesile olacaktır.
Daima, orta değil, iyi ve en iyi yapmağa ve 10a erişmeğe gayret ediniz.
Aldığınızla iktifa değil, alabileceğiniz kadarını almağa gayret ediniz.
<< Yükselmeğe değil, çok çok yükseklere kadar ulaşmak azim ve
emeliniz olsun. Çok yükseklere bakınız ki hiç olmazsa daha az, daha öz ilerliye
ilerliye hedefinizi kendinize yaklaştırmak fırsatını bulmuş olasınız. Onun için
daima kendi işinizde her zaman fedakar ve faal olacaksınız. Fakat vazifelerinizi
ihmal etmiyeceksiniz.
<< Sizin de başkalarına hiç bir surette uymıyan tabiatlarınız, ruh
kudretleriniz var. Onların inkişafı belki size daha başka kimselerin erişemediği
mazhariyetleri de verebilir. Fakat yalnız bir taraflı çalışan bir makine daima o
tarafın parlamasına vesile verdiği kadar diğer tarafın körlenmesine sebep olur.
En iyi makine odur ki bütün kudretlerini ayni derecede sarfedip birinin değil,
her tarafın mükemmel ve istihsal kudretinin azami bir dereceye çıkmasını temin
etmiş olur. >>

Fakat dünyadaki maddi ve ruhi vazifeleri bıçakla kesilmiş gibi birbirinden


ayırmak mümkün değildir. Zira bunlar birbirine girift olmuş haldedirler. Yani insan
bunlardan birisini yaparken diğerini de yapmış olur. Ancak bu işler bilinerek ve niyet
edilerek yapılırsa o zaman alınacak netice daha verimli ve iyi mukadderlerin lehinde
olur. Mesela, para kazanmak için hekimlik yapan bir adam aynı zamanda sanatını icra
ederken karşılaşacağı hastalarına ve o hastaların yakınlarına karşı birtakım insani
hareketlerde de bulunabilir. Onları teselli ederek, yardıma mühtaç olanları görerek
onlara yardım elini uzatır, ve hastasının ıztıraplarını dindirmeğe çalışır, icabında
ailenin ıztıraplarına iştirak eder... v.s. İşte bütün bu hareketler o hekimin maddi
hayatını kurtarmak için girişmiş olduğu hekimlik sanatı gibi maddi faaliyeti yanında
ruhunun itilasına yarıyan ve dünyada yapmakla mükellef kılınan ruhi ve vicdani
vazifeleridir. Görülüyor ki bunlar birbirine bağlı olarak beraber yürütülebilir. İşte
insan böyle birbiri içine girmiş bulunan iki türlü vazifesini birbirine ahenkli şekilde ve
hiç birini ihmal etmeden yapmak mecburiyetindedir. Gene dostumuz Kadrinin
aşağıdaki tebliği bize bu noktalar hakkında aydınlatıcı bilgiler veriyor:

KADRİ: Temmuz 16, 1947

<< Bir insan hayatta iken kendisini yalnız manevi hususlar için
yetiştirmeğe hasretse ve buna maddi imkanlar da bulsa, bu adam bu işinde de
çok muvaffak olsa muhakkak bu varlığın te-
Dünyadaki vazifeler 255

kamülü gösterişli ve herkes tarafından nazarı dikkati çekecek kadar cazibelidir.


Fakat buna mukabil başka bir varlık size, geçenlerde söylediğim şekilde iki
vazifesini de birden ve müsavi şekilde yapmış olsa, fakat bu vazifelerden her biri
için sarfettiği kudret kadar olmasa ( tabii mesaisi iki kısma ayrılmıştır ) bile gene
bu ikincinin yükselme derecesi birinciden çok daha ilerde daha verimli ve
istifadelidir. Çünkü bu ikincinin tuttuğu yol ana kanunların çerçevesi içinde,
yani ne tamamen manevi, ne de maddi. Hem tecrübe, hem tekamül, ikisi
birbirine girmiş olarak ve birbirini desteklemek suretile elde edilmiş bir
neticedir ki çok hayırlıdır. Bu ikinci yolun, sahibine bıraktığı tesirler de çok
istifadelidir. Mesela siz günlük vazifenizle çok yorulmuş bile olsanız ve işinizi de
muvaffakiyetile başarsanız o gece, yorgunluğunuza mukabil içinizde derin bir
huzur ve haz duyarsınız. Halbuki yaptığınız işin dünyaya ait ve manevi işlerle
ilgisi hemen hemen yok denecek kadar az olmasına rağmen, bu maddi işin
manevi cepheden sizi mahzuzu etmiş olmasına neye hamledersiniz? Demek
bazan maddi vetireler de ( insan hissetmeden ) manevi kudretlerle iş birliği
yapabiliyorlar. Şimdi bir de bu varlık manevi bakımdan da dünya işlerine
sarıldığı nisbette bu cephesini de tamamlamış ise duyacağı haz, yalnız bir taraflı
olarak çalışan bir varlık tarafından duyulmıyacak kadar büyüktür.
<< Hem bir vazifenin ifası, hem de manevi kudretlerin yükselmesi için
yapılması zaruri işler elbirliği ile müştereken yürümesi icap eden işlerdir. İkisi
ayrı ayrı olmaz değil, olur. Fakat her ikisinin beraber olması icabı kanun ve her
varlığın istifadesinin daha verimli olabileceği en güzel bir yoldur. >>

Hakikaten günlük hayatta, maddi işler arasına ruhi faaliyetleri de


muvaffakiyetle başarabilmeğe yarıyan öyle bol imkan ve fırsatlar zuhur eder ki bir az
kendini toplayıp bu imkan ve fırsatları görebilen bir insan onları kullanmaktan büyük
mikyasta istifadeler elde ederek muazzam tekamül hamleleri kaydetmenin yolunu
bulur. Gene kıymetli dostumuz Kadrinin aşağıdaki tebliği bu noktayi açık olarak
gösteriyor:

KADRİ: Temmuz 16, 1947

<< Her hareketinizin gösterdiği neticeler, yani o karşılaştığınız şeylere


karşı hareket tarzınız, sizin ruhi kudretinizle karşılaştığı zaman vermiş olduğu
intibaın neticesidir ki sizin yükselmenize bir nottur. Bütün işlere karşı içinizden
gelen bir tepki ile hareket etmeniz gayet tabiidir. Mesela sabah işinize giderken
yapmağa mecbur olduğunuz bir takım hareketler vardır. Bunlar ne kadar
256 Mukadderat ve İcabat

bir gün evvelkine benzemiş gibi görünse de aralarında çok büyük farklar vardır.
<< Bir gün daha erken, bir gün geç kalırsınız. Yolda ayni insanlara
raslamazsınız. İlk karşılaştığınız varlıktan aldığınız ilk şualar sizin o günkü
hayatınız üzerinde akşama kadar büyük tesirler bırakır. Sizin ruhunuzun
akislerine, dolayisile işinize de müessir olur. O gün yolda, sevmediğiniz
insanların size duyurmak istedikleri sözleri duyarak üzülürsünüz. Ve bu da o
gün sizinle karşılaşacak insanlara karşı yapmağı itiyad edindiğiniz hareketler
üzerinde müessir olur, sizi tahrik eder ve sizde neticeler bırakır. İşte o gün sizin
yükselme dereceniz bütün aldığınız bu intibalar ve kısmen sizin tahammülünüz
ve gösterdiğiniz azim ve irade ile kudretinizin sarsılması neticesine dayanır. Siz
bunlara rağmen o gün işlerinize şimdiye kadar yazdırdığım şekilde
başarabildinizse ne mutlu size. Fakar bu o kadar müşküldür ki öyle az bir azim
ve irade kudretile elde edilmesi mümkün değildir. İşte bütün bu muvaffakiyetler
sizin aldığınız vazifeyi hiç ihmal etmeden, yılmadan, ne şekilde olursa olsun size
vaki olan müdahaleleri hiçe sayarak sonuna kadar aksaksız götürmenize
bağlıdır. Müşkül olduğu nispette kıymetli neticeler verir. Kim olursanız olunuz,
hangi meslekten bulunursanız bulununuz karşılaştığınız vaziyetlerde hiçbir
değişiklik olamaz.
<< Bazan insanlar, işler ters gittiği zaman << bu gün galiba ters
tarafımdan kalktım >> derler. Yani kendi tersliklerini o gün kendileri de
tamamen idrak etmişler demektir. Bunu bilmek değil yapmamak esastır. Her
varlığın, ne tarafından kalkarsa kalksın kendi ruh kudretini parlak akislerini hiç
bir şekilde paslandıramıyacak şekilde harekete hazır bulundurması ve kendine
gelen kötü şualardan müteessir olmak suretile o şuaları kabul etmesi değil,
bilakis onları hiçe sayarak o şuaları aynen aksettirip kendi parlak cevherini
göstermesi ve işini bildiği gibi yapmağa gayret etmesi esastır. Netice vazifedir.
Vazifenin ifası, tecrübenin muvaffakiyetle neticelenmiş olması demektir. Herkes
kendi vazifesini ifa edip etmediğini, yani tecrübedeki muvaffakiyet derecesini
hergün ufak bir cehitle aşağı yukarı doğruya yakın bir ihtimalle tayin edebilir.
Bazan yanıldığı olur amma, bu lehte olarak kaydetmek lazımdır. Mesela çok
küçük gördüğü ve hatta hiç ehemmiyet vermediği, bazan aklından bile çıkmış
olduğu öyle hareketler olur ki onun akisleri ve yüksek kıymetleri yüzlercesini
bilerek ve azmederek uğraşmakla elde edilemez. Esasen bunlar çok kıymetlidir.
Karşınıza o gün çıkıveren ve sizi ehemmiyetsiz gibi görünen ve sizden bir iş
istiyen ve siz de onu hüsnü kabul ederek derhal yapmak imkanını bulup
yaptığınız bir iş sizin tamamen
Dünyadaki vazifeler 257

hatırınızdan çıkmıştır. İşte bu küçük iş diğer büyüklerden daha büyük olur ki


hakiki tecrübeler insanın önüne böyle hiç ümit edilmediği zamanda ve mekanda
ve hiç bir manası olmadığı zannedilen bir şekilde çıkar ve şuur ekseriya
kendisini bir tarafa çekerek ruh kudreti bunun ifasında tamamen serbest
kalır.>>

Yukardaki son cümle çok mühimdir. Ve tekamül bahsinde lüzumlu olan


ruh faaliyetinin başka bir yönden misalini teşkil etmektedir. Bir bedene bağlı, yani
insan halinde bulunan bir ruhun serbestçe faaliyet göstermesine engel olan bir takım
manialar vardır. Bunlar sayısızdır. Bu maniaların en mühim ve bazan da en
lüzumlularından birisi insan şuuru ve muhakemesidir. İnsan bu, kendisinin maddi
hayatından çok mühtaç bulunduğu güzel kudretini ekseriya olduğu gibi nefsaniyetinin
peşine takıp sürüklemek zafına kaptırdığı zaman bu kudret ruhun tekamül yolundaki
vicdani bütün hamlelerini kösteklemeye çalışan inatçı bir şeytan haline girer ve ruhu
güzel ve feyizli hareketlerden alakoymak için her türlü dolabı çevirmeğe elinden
geldiği kadar çalışır. İşte onun içindir ki insanın, hayırlı bir karar arifesinde – işin
içine henüz muhakeme karışmadan – ruhunun ilk özleyiş hamlesine uyması çok defa
faydalı olur.
Yukarki cümleler de bunun bir ifadesidir. Yani bazan, birtakım sebepler
altında şuur ve muhakemenin müdahelesinden azade bir ruh kudretinin gösterilmesi
icap eder işte o zaman bu iş ehemmiyetsiz bir hadise gibi insanın şuurunda büyük bir
iz bırakmaz. Fakat, ruh burada iyi veya kötü olarak yapacağı işi yapmış ve kudretinin
derecesini göstermiş ve neticeyi hazırlamıştır.
Aşağıdaki tebliğ de maddi ve manevi vazifelerin birbirinden kati olarak
bıçakla kesilir gibi ayrılamıyacağını ve burada birtakım inceliklerin ve icapların araya
karıştığını açıkça ifade etmektedir.

KADRİ: Temmuz 16, 1947

<< Mesela, vazifeye giderken yolda rasgeldiğiniz bir insana ufak bir
yardımdan bahsetmiştim. Siz vazifeye, yani dünyadaki işinize giderken
rasgeldiğiniz adamın buradaki alemle bir alakası yoktur. Fakat yaptığınız
hareketin de öyle büyük bir tesiri meydana geliyor ki; sizi günlerce, senelerce
camide, kilisede hakka niyaz edenlerin elde edemiyeceği bir neticeye
kavuşturuyor. Bunların birbirile alakalarını ayrı ayrı görmeğe ve her birini
başka bir safha gibi telakki etmeğe imkan ve tarifi de mümkün olmıyan bir
şeydir. Fakat sizin anlamanız için ve daha evvel de bundan bahsetmiş olduğum
için iki ayrı iş gibi gösterdim. Esasen tam manevi vazifenizin ifası sırasında da
bunun tamamen manevi olmasına da imkan yoktur. O da hayatınızın bir çok saf-
258 Mukadderat ve İcabat

halarile alakadardır. Birbirinden ayrılmaz. Yalnız dünya ve ahret işlerinin ayrı


görülmesi bunların zahiri şekillerinden ibarettir. Hayat daima bu iki kuvvetin
tesiri altındadır. İmansız iş görülmez. Neden imansız deniyor? Demek
maneviyatla işe başlamak lazım. Maneviyatın durduğu yerde maddiyatın
yürümesi hiç bir zaman mümkün değildir.

Bir az ilerde bahsedeceğimiz, nefis mürakabesi tatbikatında bize kıymetli


bilgiler veren gene Kadri dostumuzun aşağıdaki tebliğini nakletmek zevkinden
kendimizi mahrum bırakmak istemiyorum.

KADRİ: Haziran 4, 1947

<< Size bir çok şeyler söyledim. Bir çok dersler vermeğe çalıştım.
Günde size bir çok fırsat zuhur ediyor, edecek dedim. Bunları kaçırmayınız.
Hemen önüne geçiniz ve istifade ediniz dedim. Her akşam yatakta bir defa
düşününüz. Kaç kişi ile kaç maksatla görüştünüz. Ve fedakarlık muhasebesi ne
kadar oldu? Bu gün ne yaptınız, kaç kişiye iyi muamele ettiniz? İçinizden
üzülerek, ne gibi faydalı işlerin temini mümkün iken yapamadım dediniz. Ne gibi
işlerde muvaffak oldunuz? İşte gül fidanınıza usare akmağa başladı. Ve bunu
yapmadınızsa su verdiniz amma verdiğiniz su yukarı çıkamadı. İşte bu tenbellik.

<< Kaç fakiri ve yardıma mühtaç insanı teselli ettiniz? Bu gün hiç
karşınıza çıkmadı mı? Para ile değil, kaç kişinin göynünü kendi tarafından
çektiniz? Acaba şimdi şu saatte sizin için kaç kişi lehinizde konuşuyor? İşte
bunların hesabı, ( yani yapmamaktan mütevellit hesabı B.R ) sizin tenbelliğinizin
neticesidir. Ben biliyorum bunları çok az yapıyorsunuz. Yahut yaparken
cayıyorsunuz. Bir çok işler araya giriyor onlara koşuyor, ve asıl işinizi, yani asıl
olan bu işinizi ihmal ediyorsunuz. Halbuki bunlar büyük işlerdir. Diğer
yapacağınız bir az bekler. Fakat bir fakir sizin yardım edeceğinizi, kendisine
teselli vereceğinizi nereden bilsin? Ve sizi ne kadar beklesin? Göynü kırılır,
gözleri yaşlı, süngüsü düşük, kafası önde gider. Gider ve sizin gül fidanınız (1)
onun gözüne çarpmaz. Halbuki o fakirin gözünden sevinç ile çıkacak yaş sizin
fidanınıza ulaşacak ki o gül güzel renkli olabilsin. Siz ne zannettiniz, o gülü
sulamak için kova ile çeşme suyu mu dökeceksiniz? İşte o yaptığınız işlerin
sevinç göz yaşları bu çiçeklerinizi

(1) Buradaki gül fidanından maksat insanın ilerdeki mesut ve yüksek mukadderatını
hazırlıyacak olan, dünyada iken yapmış olduğu iyi ve hayırlı işler, düşünceler ve eserlerdir.
Dünyadaki vazifeler 259

canlandıracak, faziletli işlerin bıraktığı iç hazları, teselli çapaları bu gülü


büyütecek... Başka nasıl olur ya?

<< Ona ihtimam, binlerce kalbin ince noktalarından koparak gelecek


şerrarelerle ancak olabilecek. Öyle bir fidan bağçeye değil, her bir kökü bir
kalbin ta içine gömülmüştür. Kökleri havada diye bunun için söyledim. O gül
ağacının kökleri toprakta değil, her bir zerresi bir kalbin ta içinde duruyor. O
kalbden akacak bir damla tatlı suyu çiçeğine ulaştırmak için çırpınıyor. İşte
böyle sular birikerek o çiçeğe gidecek ve sizin gülünüz böyle neşvü nema
bulacak. >>

Bazı meslekler vardır ki bunlar maddi olmaktan ziyade ruhi birer faaliyet
halinde görünürler. Mesela bir musikişinası ele alalım. Bu zat eğer bütün hayatını hiç
bir maddi menfaate dayanmadan sadece musikisinin saf havası içinde geçiriyorsa
acaba yalnız bununla dünyadaki maddi ve ruhi faaliyetlerini matluba muvafık bir
şekilde yapmış olur mu? Ve vicdanının kendisinden beklemekte olduğu vazifelerini
ifa eylemiş sayılır mı? Bu sualin cevabını da muhterem dostumuz Kadri aşağıda
vermektedir.

KADRİ: Ağustos 5, 1947

<< B.R. – Bir adam hayatının mühim bir kısmını yalnız musiki
dinlemekle geçirse ve yalnız musiki ile mesgul olsa bu adam da dünyadaki
vazifelerini tam olarak yapmış insanlar gibi süratli bir tekamüle mazhar
olabilirler mi?
<< Kadri – Canım siz bunları biliyorsunuz fakat gene soruyorsunuz.
Hayatta muvaffak olmak, yani her iki vazifeyi de muvaffakiyetle başarmak için
yapılması zaruri bir çok işler vardır. Bu işleri yapmadan bir adım dahi ileri
atmanın imkan ve ihtimali yoktur. Bunlardan biri, dünyadaki vazifelerinizdir ki
insanı her zaman bir çıkmazla karşı karşıya bırakıp bir çok deruni
mücadelelerin vukuuna sebep olan ve hayat mücadelesi denilen yaşama tarzı için
gösterilecek gayretlerdir. Diğeri de, ruhi kudretleri yükseltici, fazilet, fedakarlık,
sevgi ve sair duyguların muhtelif şekillerde tebarüz ettirile ettirile bunları artık
bir itiyat haline sokmak suretile tekamülün hazırlanması faaliyetidir. Musiki bu
ruhi hareketlerin meydana çıkarılmasının yalnız bir kısmında insana çok
kolaylık gösterici bir yol olur. Yalnız bu kısmın üzerinde mümkün olduğu kadar
azami bir kudret sarfederek bunu çalıştırmakla bütün diğer vazifelerin ifasına
imkan hasıl olur mu?
<< Maddi hayattan bir misal daha söyliyeyim: Mademki hayatta
mücadele mecburiyeti vardır, bunları başarmak da icap
260 Mukadderat ve İcabat

eder. Şu halde bir adam bir yere kapanıp kendi kendine yalnız bir tahta
parçasını yontsa ve bunda kadar büyük bir meleke sahibi olsa ki o tahtayi hiç
kimse onun kadar yontamasa. Acaba bu adam, bütün hayatında kendisi için
yapmağa mecbur olduğu bir çok vazifelerini ifa etmiş midir?

<< İşte musiki yalnız bir tarafa hizmet edici ve o vazifenin


kolaylanmasına büyük yardımı dokunucu bir harekettir. Bu şayet diğer
kudretlerle müştereken işlerse o zaman bu adam çok yükselir. Mesela çok güzel
besteler yapan ve o bestelere bütün ruhunun en büyük kudretlerini katan bir
musikişinas bu hareketini fazilet ve fedakarlıklarla birleştirerek her hususta tam
bir şekilde çalışsa muhakkak bu adam iyi bir iş görmüş ve iki vazifesini de başarı
ile bitirmiş sayılır. Fakat böyle yapmayıp da sabahlara kadar bir müzikholde
menfaat mukabili çalışırsa ve hakikaten kudret sahibi bir varlık ise diğer
vasıflarını harekete getirmeden çalıştığı müddetçe büyük bir netice alması da
mümkün olmaz. >>

Hele büyük dostumuz Kadrinin aşağıdaki tebliği, maddi ve ruhi vazifelerin


çok açık misallerini bize vermiş olması bakımından fevkalade kıymetlidir:

KADRİ: Mart 8, 1949

<< Vazife, iki türlüdür: Biri dünyada kendisine tahmil edilmiş olan
yükleri taşımak mecburiyeti, diğeri de bunları yapabilmek için kendi iradesile
kendine yüklemiş olduğu diğer bir vazife. Bir insanın ölmemek için çalışması bir
vazifedir. Fakat bir insan hem kendini yaşatması, hem de ölmek üzere bulunan
bir başkası için de çalışarak, yorularak onun hayatını idameye gayret etmesi
ikinci bir vazifedir. Birincisini yapar ve işinde muvaffak olmuş bir insan gibi
çıkar. İkincisini yapar, bir çoklarının yapamadıkları ve görmek imkanını
bulamadıkları büyük bir kıymetin bir parçasını elde etmek imkanına sahip bir
varlık olduğunu isbat edebilir.

<< Vazife yapılırken tabii fedakarlık da lazımdır. En ufak olarak kendi


şahsınız için dahi vazifenizi yaparken bir fedakarlıkla karşı karşıya
bulunuyorsunuz. Karnınızı doyurmak için katlandığınız hareketler bile az
fedakarlık mı? Fakat bunu arttırmak ve başkaları için de büyük yorgunluklara
katlanmak, onların da hisselerini ayırmak bir fedakarlık değil midir? ESASEN
SAADET, BAŞKALARI İÇİN VERİLEN EMEKLERİN RUHTA BIRAKTIĞI
HAZLARDIR. >>
Dünyadaki vazifeler 261

Bütün bu tebliğler bize her şeyden evvel şunu öğretmiş bulunuyor: İnsanın
dünyaya gelmekle vazifedar kılındığı iki gurup faaliyeti vardır: Bunlardan biri maddi
faaliyettir. Bu, bedenin dünyada bir müddet ikinci vazifeyi ifaya müsait bir durumda
yaşıyabilmesi için yapılması icap eden ve zaruri olan ve vasıta olarak kullanılması
icap eden işlerdir. Yemek, içmek, zaralı dış tesirlere karşı korunmanın çarelerini
araştırmak, nesli idame ettirmeğe uğraşmak, ve bütün bu işler için lüzumlu olacak
kadar parayi, bilgiyi, içtimai mevkileri kazanmak... ilh. Maddi faaliyetlerin birer
misalini teşkil eder.
Fakat geçen bentte de izah edildiği gibi, insanların dünyaya gelmesindeki
gaye bu değildir. Yani yalnız dünyada yaşamak için dünyaya gelinmez. Öyle olsaydi
dünyaya bir defa gelenler, hiç olmazsa dünyayi gaye ittihaz etmek istiyenler ve bunun
için de bütün varlığı ile çalışanlar bir daha dünyayi terk edip gerisin geriye dönerek
gitmezlerdi.
İnsan maddi faaliyetler gösterip büyük bir hayat mücadelesi içinde
yoğurularak hırpalanarak, ezilerek ve meşakkatler çekerek görgü ve tecrübesini
arttırmak ve bu suretle bir tek dünya hayatının kendisine sağlıyabileceği tekamül
merhalesini atlatabilmek için dünyaya gelir. O halde, esas gaye bu olunca insanı bu
gayeye doğrudan doğruya götüren dünyada başka bir faaliyet daha olmalıdır işte bu
faaliyet de ruhi faaliyettir.
Ruhi faaliyet gurubunda bilhassa, bilaistisna bütün canlı varlıklara karşı
yakınlık göstermek, sevgi ile bağlanmak, ve kendisi için olduğu kadar bütün bu
varlıklar için de, onlardan hiç bir karşılık beklemeden yalnız onların faydalanmaları
ve iyilikleri için – tıpkı bir babanın evladına yaptığı gibi – şefkatle, merhametle ve
fedakarlıkla emek sarfetmek, çalışmak ve bu vazifesini yapamadığı zaman da onun
üzüntüsünü duymak ve bu suretle ruhunun daha yüksek vazifelere layık kuvvetlerini
inkişaf ettirmeğe çalışmak... gibi ilahi hareketler vardır. Bunu eskiler kardeşlik diye
ifade etmişlerdi . Fakat bu söz kafi değildir. Yukarda arzettiklerim yapılmadıkça
kardeşlikten bahsetmek insanın kendi kendisini bu yolda aldatmasından başka bir şeye
yaramaz. Ve bu yolda da insanın kendi kendisini aldatmasının hiç bir manası ve
lüzumu kalmaz. Çünkü hiç bir kimse başka birisinin hareketinden mesul olmıyacağı
gibi, hiç bir kimse de diğer birisinden hesap sormağa hak sahibi değildir. Binaenaleyh
kimsenin başkasına karşı ruhi faaliyet sahasında, olduğundan başka türlü görünmesine
lüzum yoktur. Bilakis insanların hem kendilerine, hem de başkalarına karşı samimi
olmaları lazımdır.
Gene tebliğlerden öğrendiğimize göre, maddi ve ruhi faaliyetler diye
dünyada birbirinden bıçakla kesilerek ayrılmış gibi iki türlü faaliyet
262 Mukadderat ve İcabat

tarzı yoktur. Mesela ibadet ve düa ruhi faaliyet olmakla beraber dünyadaki bir insanın
bütün ruhi vazifesinin hududunu çizmiş olmaktan uzaktır. Yani bir insan bütün
ömrünü bir camide veya kilisede veya herhangi bir ibadethanede gece gündüz ibadet
etmekle geçirse hiç şüphesiz o insan tekamülü için iyi bir iş yapmış olmakla beraber
dünyada Allahın kendisinden beklediği ruhi vazifelerini tamamile yapmış olmaktan
çok uzak kalır. Mesela bütün hayatı boyunca böyle gece gündüz sadece bir mabette
ibadet edip hayattan ve insanlarla münasebetten uzak kalmış bir adamın yanında,
Allahı her an düşünmek, ona her kalbinin atışı ile birlikte şükran duygularını
göndermekle beraber insanların, hayvanların ve nebatların bile zavallı gördüğü
hallerine acıyan, elinden gelen iyiliği onlara yapmağa çalışan ve yapamadığı anlarda
da bunun ıztırabını çeken bir insan tekamül yolunda süratle fırlayıp evvelkini yarı
yolda bırakarak geçer gider. Halbuki bu ikinci insanın bu işleri yaparken ayni
zamanda maddi birtakım faaliyetleri yapması da gerekir. Çünkü dünyada, evvelkiler
bunlara bağlıdır. O halde maddi faaliyetlerle ruhi faaliyetler birbirini kucaklamış
vaziyettedir. Bunun gibi, karnını doyurmak için lokmasını ağzına atan bir insan
elbette maddi bir faaliyeti ifa etmektedir, fakat eğer o sırada bu insan yanında aç kalan
komşusunun o günkü açlığı karşısında bir şey, bir yardım yapamadığını da düşünüyor
ve o ağzına attığı lokmayi çiğnerken bunun azabını da çekiyorsa işte ayni zamanda
ruhi faaliyetin de en güzel numunelerinden birini göstermiş olur. Her işte durum
böyledir.
Yani bir insan rahatça yemek yiyebiliyorsa bu rahatlığı içinde aç kalan
komşusunu da düşünmekle mükelleftir. Bir insan para kazanıyorsa sefil olan insanlara
yardım etmekle mükelleftir. Akıl, fikir, bilgi sahibi ise aklı ermiyenlere, bilgiye
ihtiyacı bulunanlara hiçbir menfaat gözetmeden – yani ne maddi, ne manevi hiç bir
taraftan, hiç bir karşılık beklemeden – bildiklerini öğretmekle mükelleftir. Hekim
olmuşsa lüzum ve ihtiyacından gayri bir şey beklemeden hastalarının şifasını,
istirahatini, ıztıraplarının durdurulmasını düşünmekle ve bunun için de emek
sarfetmekle mükelleftir. Avukatlık yapıyorsa yardıma mühtaç ve mağdur
gördüklerini, onları istismar etmeden himaye etmekle mükelleftir... ilh. Bütün bu işler
böylece cereyan ettiği takdirde hem maddi, hem de ruhi faaliyetler büyük bir başarı ile
müştereken ifa edilmiş olur. Fakat bunlar kolay değildir. Yalnız şu da muhakkaktır ki
büyük neticeler hiç bir vakit kolay yollardan elde edilemez. Büyük işlerin başına
geçenlerin de elde edecekleri büyük neticelere mukabil göstermeleri kendilerinden
beklenen cehit ve gayret elbette o nisbette fazla olacaktır.
Hülasa dünyada hiç bir insan bu biri maddi, diğeri ruhi olan iki türlü
faaliyetten affedilmiş değildir. Ve her insanın kendi çapında ve kendi
Nefsaniyet ve hotkamlık 263

imkanları dahilinde bu iki türlü faaliyeti yapmakla mükellef olduğunu bilmesi


lazımdır. Allaha karşı ibadetin tam olması ancak bu vazifelerin ihmal edilmemesi ile
mümkün olur.
İşte bu noktaya ehemmiyet verip ona göre hareket etmek veya etmemekle
insan, mukadderinin ana hatlarının takdir edilmesine yol açmış olurlar. Vazifesini
yapmıyan bir adamı çalıştığı yerden kovarlarsa kabahat başkasında değil o adamdadır.
Fakat dünyadaki vazifesini yapmıyan insanı Allah hiç bir yerden koğmaz, ancak Onun
iradesi kanunlarına göre, o adama yapılacak muamelelerden de onu kimse kurtaramaz.
İşte bu mukadderdir.

C – NEFSANİYET VE HOTKAMLIK

Nefis murakebesi mevzuunun daha açık olarak izah edebilmek için bir az daha
nefsaniyetle vicdanın birbiri karşısındaki durumu üzerinde durmamız lazım geliyor.
Şimdiye kadar gerek tebliğlerden ve gerek tebliğlere istinaden geçen mülahazalardan
çıkardığımız manaya göre hayatın ruhi ve maddi faaliyet cephelerinin hudutlarını
tayin edecek olan kudret gene bizdedir. Ve bu kudret de vicdanımızdır. Esasen
vicdanın karşısında insanı yıkmağa uğraşan unsur nefsaniyet olduğuna göre ve
vicdanın da taarruz noktası nefsaniyet bulunduğuna göre doğrudan doğruya
vicdanının sesine uyan bir insanın nefis murakebesinde büyük muvaffakiyetler
kaydetmemesine imkan yoktur. O halde nefsaniyet nedir?
Nefsaniyet, ruhun maddeye bağlanmasile ruhta maddeye karşı husule gelen bir
incizabın tatmini hırsıdır. Görülüyor ki nefsaniyet tamamile maddi bir arızadır ve
ruhun maddeye, daha doğrusu bedene olan bağı ile kaimdir. Ruhun madde ile olan
irtibatı bir tekamül zaruretinden ileri geldiğine göre, nefsaniyet de ruh için bir
mücadele mevzuu haline girer ve ruh tarafından mağlup edilmek suretile ruhi
kuvvetlerin dünya hayatı yolu ile inkişaf etmesi lazım gelen kısımlarının gelişmesine
hail olma kudretini kaybeder.
Nefsaniyet; hayatta insana yükletilmiş olan birinci vazifenin, yani maddi
faaliyetin vasıtalık rolü unutularak gaye ittihaz edilmesi ve bu yüzden de asıl olan
ikinci vazifenin, yani ruhi faaliyetlerin felce uğratılması halini neticelendirmeğe doğru
ruha istikamet veren ihtiraslar mudilesidir. Nefsaniyete göre gaye, ruhun tekamülü
değil maddenin, yani bedenin ne pahasına olursa olsun azami konfor ve istirahatini
temin etmektir. Daha doğrusu, ruhun inkişafı için gösterilmesi lüzumlu olan cehit ve
gayretlerden, bedenin rahatlığı hesabına kaçınmaktır. İşte onun içindir ki biz dünyada
ikinci vazifesini ihmal etmiş bir insana – maddi
264 Mukadderat ve İcabat

vazifesinde ne kadar çalışkan olursa olsun – tenbel diyoruz. Çünkü o, asıl vazifesini
yapmaktan – bedeni sıkıntıya sokmamak için – kaçınmaktadır. Mesela para kazanmak
ancak başkalarına bu yoldan vasıtalı veya vasıtasız olarak, yani ya maddeten
başkalarına doğrudan doğruya yardım etmek veya yerinde kullanılacak hayırlı ve
tekamüle hadim işlere sarfetmek suretile hizmet etmek gayesine matuf olmak lazım
gelirken bilakis para kazanmak için başkalarının elindeki ve avucundaki şeyleride
gasbetmeğe kalkışmak nefsaniyetin en koyu tecellisidir. Keza kendi izzeti nefsi
kırılacak ve cemiyetteki mevkii sarsılacak, menfaatleri haleldar olacak diye
başkalarını kırıp geçirmek de nefsaniyetin koyu misallerinden bir diğeri olur. Bunun
gibi kendisine mühtaç olmuş bir insana iyilik yapabilecek durumda olduğu halde bunu
bir fırsat sayarak o biçareyi istismar etmeğe kalkışmak da nefsaniyetin en kötü
misallerinden birini teşkil eder.
Ve keza başkalarından üstün olmak hevesine düşmek insanlar arasında
tefevvuk hissile iftihar etmek, diğerlerini kendinden küçük görmek gene tamamile
nefsani bir harekettir. Bu hususta sözü doğrudan doğruya çok kıymetli dostumuz
Şihaba bırakıyorum. Orada lazım gelen bütün faydalı bilgiler mevcuttur.

ŞİHAP: Aralık 11, 1952 Medyom: R. Bayer

<< Şimdiye kadar her nokta üzerinde durduk, fakat bu günkü dünya
hayatınıza uygun mesai üzerinde fazla zaman sarfetmedik. Bu cihet de ihmal
edilmiyecek kadar büyüktür, muazzamdır. Üzerinde durmamız lazım gelir.
Büyük bir yolun başındayız. Ve bu yolun da sonsuz olduğuna inanıyoruz. Bu
yolda yürüyeceğiz. Azmetmişiz. Esasen azmetsek de yürüyeceğiz, etmesekte
yürüyeceğiz. Fakat iman ile yürünen yol başka, imansız olarak yürünen yol
başka katedilir. Aralarındaki farkı burda uzun uzadıya izah edecek değiliz.
Tekamül yolu budur. Bu yoldan dünyada sizi alakoyan noktalar nelerdir?
<< Bunları muhtelif vesilelerle söyledik. Ve hülasa edebilirsek şöyle
demek lazım gelecektir: Hotkamlık ve nefsaniyete zebun olmak, tekamül
yolunda adeta sürati sıfıra indirmek demek olur. Şimdi biz bu tekamülümüzü
engelliyen, köstekliyen noktaları kısaca şu iki kelime ile hülasa eyleyip geçersek
matlup neticeyi elde etmiş sayılmayiz:
<< Hotkamlık ve nefsanitete zebun olmak!... Filhakika bu iki kelimede bir
çok hakikatler mündemiçtir. Fakat ne yazık ki bu hilasa sözler insanları tahrik
edemez. Ve istenilen neticeyi veremez. Sizden beklenilen, bütün bu gerilikleri,
hotkamlığı ve nefsaniyete zebun oluşu tevlit eden hallerin teker teker bulunması-
Nefsaniyet ve hotkamlık 265

dır, misallerle ortaya konmasıdır ve her teferrüat üzerinde durulmasıdır. İşte o


zaman hotkamlığın ve nefsanityete zebun oluşun zararları aşikar bir şekilde
ortaya çıkar. Ve bunlardan sakınmak kolaylaşır.
<< Şimdi burada size sorsak, hotkamlığı bir kaç misalle tarif edin desek
ancak bir iki misal aklınıza gelir. Girift misaller ortaya konulamaz. Bir kötülüğü
anlamak için ve anlatmak için onun teşhiri lazım gelir. Onu yapmak size düşer.
Biz ilk sözlerimizde, ekseriya güzellikten, sevgiden, diğerkamlıktan bahsettik.
Fakat aksini o kadar ele almadık. Onu da ele almamız lazım gelir. Ve gelmiş
bulunuyor. Bunları bir kaç kelime ile hülasa etmiyelim. Teker teker teşhir
edelim. Herkes hissesine düşeni alsın ve ona göre hareketini tadil, nefsini islah
eylesim. Bunlar tatbik edilirse herkes müstefit olacak ve kendisinin bir çok
hotkamlığını ve nefsaniyete zebun taraflarını görüp tefrik edecektir. Şimdi ben
size nefsaniyete zebun oluş halinden ve hotkamlıktan bir tek misal vereyim, diğer
misalleri siz celse haricinde bulur, istifade edersiniz. Arzu edersiniz neticeleri
bana söylersiniz. Konuşuruz, mübahase ederiz.
<< Varlıkların mükerreren dünyaya dönüşünde bir çok gayelerin mevcut
olduğu malumumuzdur. Buraya, yani dünyanıza ve dünyalara bir çok işler
yapmak, bir çok başarılar elde etmek için inilir, girilir. Bu giriş esnasında
ruhlarda bu arzu belirli veya belirsiz şekilde vardır, gizlidir, meknuzdur. Fakat
bedene girişten sonra her zaman ayni güzel istekler ve arzular tecelli etmez.
Bunlar bedenin, yani nefsaniyetin tahtı tesirinde bazı garip ve acaip şekillerle
tecelli eder. Denebilir ki dünyada insanların en geri tarafı, burada iken aldıkları,
edindikleri, hissettikleri – tekrar ediyorum – aldıkları, edindikleri, hissettikleri
güzel neticeleri, güzel hisleri, bedene girdikten sonra başka türlü, başka
şekillerde tezahür ettirmeleridir. Bu güzel istek ve arzular ve başarı gayeleri
dünyada – ne yazık ki HEMCİNSİNE KARŞI BİR TEFAVVUK HİSSİLE
TEZAHÜR EDİYOR. Hemcinsine karşı tevaffuk – ne pahasına olursa olsun –
teafavvuk hissi şayanı kabul değildir. Eğer bu tefavvuk hissi gene diğerkam bir
düşünce ile olsa kaabili izah ve mazeret kabul eden bir şey olurdu. Bu hal
ekseriya dünyada kendi mesleğinde hiç bir surette başarı göstermiyen insanlarda
daha çok aşikar bir şekilde tecelli ediyor. Dünyada bir başarı gösteremiyen
insan, meşru yolda bir başarı gösteremiyen insan hemcinsine karşı tefavvuku
gayri meşru yollarda arıyor. Bu da gene NEFSANİYETE ZEBUN OLUŞUN BİR
NUMUNESİDİR. Bence en kötü nümunesidir. Dünyaya in-
266 Mukadderat ve İcabat

mekten maksat hemcinsine karşı tefavvuk olmasa gerek. Bunu sizlere bilmem,
uzun uzadıya izaha ihtiyaç var mı. Hemcinslerine tefavvuk değil, onlara hadim
olmak, faydalı olmak ve bunun içinde kendi nefsinizi ve menfaatlerinizi feda
etmek... İşte hemcinsinize tefavvuku bu yolda arayıp görmezseniz matlup olan
neticeyi alamazsınız ve bu da nefsaniyete zebun oluşun bir tecellisi olur. >>

Yazık ki bu gün nefsaniyet insanlık arasında o kadar dal ve budak salıvermiş


ki bu yüzden bu hakikati görebilecek veya kabul edebilecek insan pek azdır
diyebiliriz. İşte gene bu yüzdendir ki dünyanın da mukadderat ve akibeti hiç de
insanların yüzünü güldürecek bir mahiyet arzetmemektedir. Bu hakikat hiç olmasa
ekseriyet tarafından kabul edilmedikçe insanlığın dünya hayatından huzur ve saadet
beklemesi de boş ve vahim ve hayalden ibaret kalır. Hakikatte onun mukadder olan
hayatı huzursuzluk, ıztırap, korku, gözyaşı ve ümitsizliklerle dolu olarak geçer. Taki
bu iş düzelinciye kadar. Yani insan vicdanını nefsaniyetine hakim durumuna
sokuncıya kadar. Burada aklıma gelen bir acıklı hikayeyi arzetmek istiyorum: Bundan
bir müddet evvel otobüsle gidiyordum. Yanımdaki sıralardan birinde birisi takriben 6-
7, diğeri 4-5 yaşlarında iki yavrucuk oturuyordu. Fakat çocuklar küçük yapıda
olduklarından iki kişilik yer onlara çok geliyordu. Tam o sırada yaşlıca bir hanım
gelip çocukların yanına dikildi. Çocuklardan büyüğü kenara çekilip yaşlı bayana yer
vermek istedi.
Çocuğun bu hareketi üzerine karşısında oturan annesi kaşlarını çatarak ( otur,
kımıldama sen de para verdin! ) diye çocuğunu payladı. Çocuk korkarak gene eskisi
gibi yayıldı. Şimdi haddi zatında çok ehemmiyetsiz gibi görünen bu küçük hadise bir
cemiyetin bünyesini akrep gibi kemirmeğe en müsait durumu hazırlıyacak olan bir ruh
halini, yani körpe ve iyiliğe teşne çocuk ruhunda nefsaniyeti teşvik edici kötü bir
hareketi göstermiş olmak bakımından birinci planda ele alınması icap eden bir mevzu
teşkil eder. Anne ve babalar bu işlerde ne kadar mesuldürler!... O çocukların bütün
hayatları boyunca devam edebilecek olan kahredici hotkamlıklarının doğuracağı kötü
akibetlerden acaba anne ve babalar hiç bir pay almıyacaklar ve üzülmiyecekler mi?
Bunu kendileri düşünsünler.
Nefsaniyetin mühim unsuru hotkamlıktır. Şu halde nefsaniyeti kısa olarak,
hotkamca duyguları tatmin etmek hırsıdır, diye tarif edebiliriz. Nefsaniyet hakkında
kıymetli ruh dostlarımız bizi muhtelif cepheden tenvir etmiş bulunuyorlar. Evvela
nefsaniyetin tarifi şümulüne dahil olan ihtiraslarda bazıları hakkında verilmiş
tebliğattan bir kaçını ziktermeği lüzumlu ve faydalı görüyorum. Evvela nefsaniyeti
tahrik eden şöhret hırsı üzerinde duralım. Bu hususta Kadri dostumuzun aşağıdaki
tebliği bizi kafi derecede aydınlatır:
Nefsaniyet ve hotkamlık 267

KADRİ: Aralık 29, 1947

<< Hayat çok çapraşık yoldur. O yolda yol göstericiler az olduğu nisbette
o yol göstericilere uyan insanlar da pek azdır. Daima bir şarlatanlık ve her şeyi
üzerine çekmek arzusu insanlardaki şöhret hırsı, bu varlıkları daha karanlık bir
izbeye sürüklemektedir.
<< Ne çıkar, ne kadar büyük olursa olsun, ne kadar şöhret kazanmış
bulunursa bulunsun en büyük bir ressamı, en güzel bir sanatkarı bile 39-40 sene
sonra herkes unutur. Bu mu lazım? Yoksa hiç kimse tanımasın, fakat binlerce ve
binlerce sene o herkesi tanısın ve huzur içinde kalsın. İşte iki yol. Yalnız biri
peşin, öteki veresiye. Fakat bu öyle veresiye ki bilenler için peşinden daha
kıymetli, bilmiyenler için de ödenmesi imkan olmıyan bir bonodur. Sizin de
hayatta bu yolu takip etmeniz daha iyidir.
<< Çok tanınan bir insan çok nazar altındadır. Gözden kaçınız. Çünkü o
nazarların içinde iyileri ne kadar çoksa kötüleri ondan daha çoktur. Mevki
yükseldikçe etrafındakilerin hırsları ve hinayet arzuları artar. Bundan kaçınmak
herkes için imkansız bir harekettir. Elde bir şey olmayince, sebebi ve yolu
bilinmeyince bunlara karşı koymağa imkan bulunmaz. Mahvolur insan. Huzur
içinde görünse bile kalb büyük bir tazyik altında bunalır. >>

***

Bazı insanlar büyük bir hırsla dünyaya sarılırlar. Büyük işlerin başına geçmek
isterler. Bunların belki bir kısmı hakikaten nefsaniyetlerini yenmiş, hotkamlıktan
kurtulmuş ve vicdanlarını daima kendisine rehber edinmiş kimselerdir. Bunlar
hakikaten büyük insanlardır. Zira bütün hayatları kendileri için değil başkalarının
saadetini temin maksat ve gayesi uğrunda geçmiştir. Fakat bunların yanında öyleleride
vardır ki yüksek mevkileri ancak kendi nefsani ihtiraslarını tatmin etmek için isterler
ve bu uğurda bütün varlıklarile çalışırlar. Onların bu maddi ve nefsani endişeleri ruhi
vazife ve faaliyetlerini kendilerine tamamile unutturmuştur. Onlar için hayat
ebediyen, içinde bulundukları ve kendilerine saadet verdiği zannettikleri şekilde
devam edecekmiş gibi gelir. İşte onların felaketli mukadderleri de böylece çizilmeğe
ve taayyün etmeğe başlamış olur. Ve bu mukadderin tahakkuk çanı çaldığı anda da
onu bundan hiç kimse kurtaramaz. Böyle zamanlarda onun yapabileceği – kendisi için
en hayırlı ve gelecekteki iyi mukadderini hazırlıyabilmesine – yararlı iş bu kötü
akibetinin yegane amilinin gene kendisi olduğunu şüphe etmeden kabullenmek ve
ondan sonra da bunun kendi tarafından vaki olan sebeplerini araştırmağı kendisine en
lüzumlu bir iş edinmektir. Yani nefsaniyetinin zulmünü bizzat kendi varlığında
duymağa ve tak-
268 Mukadderat ve İcabat

dir etmeğe çalışmaktır. Bunu yapabildiği nisbette o karşılaşmış olduğu kötü


akibetlerin yavaş yavaş sahneden silinmeğe başladıklarını ve onların yerlerine huzur
ve saadete doğru bir akışın ruhlarında peyda olduklarını görmekte gecikmez ve o
zaman hakikatin ne olduğunu bir daha kaybetmemek üzere anlamış ve yakalamış
bulunur. Kadri dostumuzun aşağıdaki kıymetli tebliği çok istifadelidir.

KADRİ: Mayıs 3, 1948

<< İnsaniyet büyük bir çığla birlikte yuvarlanıyor. Bu, gittikçe büyüyor.
Fakat bir yere saplanacaktır. Bunun istikametinde bulunanlar da o çığla birlikte
yuvarlanmağa mahkumdur. Bundan masun kalmak için iki çare vardır. Ya o
gelen çığın istikametinden uzaklaşmak, yani dünyadan uzağa kaçmak, yahut
sağlam bir yere yapışıp çığın gelip geçmesini beklemek. Ve o tuttuğun yerin
kudretine güvenip orada kalabilmek. Bu hareketler sizi ve insaniyeti ancak
kurtarır. Diğerleri de çığla birlikte sürüklenmeğe mahkumdur.
<< Siz ki bu kadar zamandır bu işlerle meşgul oluyorsunuz, ahlakın
kudreti hakkında bile şüpheniz vardır. Artık diğerlerinin düştükleri uçurumlara
gülmek mi, yoksa ağlamak mı lazımdır. İnsanlar o kadar cahil ve etraflarından o
kadar bihaberdir ki gözlerinin önünde çakan ışığı bir kandil şeklinde görmekte
israr ve ters yollarda, uzun mesafeler katetmekle demgüzardırlar. Yazık
insanlara!... Yazık onların felahına yardım etmek emelini taşımıyan, büyük
namını taşıyanlara.
<< Bir insan bir tramvay altında çiğnenmek tehlikesine maruz bir çocuğu
görür de kurtarmaz mı? Dünyada büyüklüklerile öğünen insanlar yalnız
beşeriyete hizmet etmiş ve onların yaşamasına, tecrübe devrelerinin uzun
sürmemesine hadim olmuş insanlardır. Hırs, yükselmek kaygısı, kısa bir zaman
için de olsa hükümdar olmak hevesi nedense varlıkların gözlerini öyle boyuyor
ki yaşanacak zamanın kısalığı bile bu renklerin kuvvetini değiştiremiyor.
<< Yarının ne olacağını bilmediği halde hemcinsine yardım için
fedakarlıktan çekinmiyen, iyi hareketlerile başkasının felaketini değil, saadetini
hazırlıyan kimse hakiki bir insandır. Bunun dışındaki kötü şeyler, menfaat
duyguları bu mahdut zaman karartır.
<< Hayat kısa, hakiki hayatın bir rüyası kadar kısadır. ( rüyada ele geçen
servet ve kıymetlerin uyandıktan sonra insana ne faydası vardır! B. R. ) Bir
varlığın geçireceği uzun, namütenahi hayata nisbetle, dünyada yaşanılan bir
ömür o hayatın bir sa-
Nefsaniyet ve hotkamlık 269

niyesi bile değildir. Böyle kısa bir zamanda yapılan büyük işlerdir ki insanlara
fazilete giden yolların kapılarını açar, onları saadete sürükler.
<< Bahar insana neşe verir. Ve bir çok hatıraları canlandırır. Yaşillikler,
kuşların ötüşü soğuk ve karanlık günlerin sona erdiğinin bir müjdesidir.
Bununla beraber, insalar bir manzaraya bakarak bazan acı şeyler de
düşünürler. Başka bir baharı daha acaba görebilecek miyim, bu güzel dünya
manzaralarını nasıl bırakacağım diye endişeye de düşerler. Bunları hiç
hatırlamıyanlarda vardır. Onlar yalnız bu dünya işlerile meşgul olduklarından
bu gibi işlerle uğraşmazlar. Fakat ilk hastalandıkları anda, bütün bahar, ayrı
ayrı hatırlanan bu acıların hepsi birden onun üstüne yüklenir. Hayatı simsiyah
bir zindana döner. Halbuki bunlara karşı evveldenberi her zaman ilgi
duyanların mümaresesi artacağından bu gibi baskılardan kendilerini korurlar.
Onlar bilirler ki bu dünyanın baharı hakiki hayattaki kışlardan bile daha iyi
değildir. Onlar bilirler ki ahlaklı ve faziletli insanların gidecekleri yerler
dünyadaki bu güzel baharlarla ölçülemiyecek kadar mükemmel ve çok can
alıcıdır.
<< Mahluklar, daima Halıklarına yaklaşmak için ellerinde Ona doğru
çırpınan bir kudret taşırlar. O kudret Halıka yaklaştıkça onu geri çevirip
mahzun etmezler. Yeter ki Ona yaklaşmak yollarını aramış, bulmuş, hiç olmazsa
kalbinden geçirmiş olsun.
<< Allah o kadar büyüktür ki ben bir celsede bunun tarifine imkan
olmıyacağını söylemiştim. O kadar rahimdir ki hiç bir kelime ile izah edilemez.
Bunu bilen ve inanan ve Onu bir kere candan anan bile korkmasın. Yalnız
özlemesini bilsin. Daima kendinden küçüklere yardım elini uzatmasını bilmiş bir
varlık olsun, bu bile yeter. Ama bu kadarı size yetmez. Bu ancak kendini
bilmiyenlere, aciz ve zavallılara yeter. Siz bu kadar küçük işlerle yetinmeyiniz.
Çünkü onların mükafatı ile siz iktifa etmezsiniz. Siz de kendi bilginizi, derece ve
kaabiliyetiniz kadar isteyiniz. Ve almağa gayret ediniz. Size ne mutlu ki kendi
kudretinizle kendinize yeni bir veçhe verecek bir irade sahibi, karşılığını
gözetmeden başkasına mal vermekten çekinmiyen müflis bir tüccarsınız.
Dünyada sizinle de alay eden çoktur: Elinize birşey geçmeden kıymetli
vakitleriniz ziyaa uğrar, derler. Ne yapalım, dünyada böyle cahillere, aptallara
ihtiyaç olacak ki akıllı geçinenlere yol göstersinler. Azim ve kudretinizle her
zaman yeni bir kapıyı açacak bir cesaret gösteriniz. Noksan bilginiz size rehber
olmuyorsa beklersiniz. Zamanı gelince daha büyük şeylere de ulaşmak imkanını
bulursunuz. Temiz kalınız, kendi benliğinizi tanı-
270 Mukadderat ve İcabat

yınız. İçinizden geçenleri, bir adam gelip de sizin yüzünüze karşı söylemek
kudretini gösterse, bu sözlerden yüzünüz kızarmıyacak ise o zaman sevininiz. >>

***

Nefsaniyetin unsurlarından biri de başkalarına, amiyane tabiri ile külah


geçirmek kurnazlığıdır. Bazı insanlar vardır ki karşılarındakini, hatta yakın dostlarını
aldatarak onlardan kendi hesaplarına bir şeyler koparabildikleri zaman bunu kendileri
için bir kazanç telakki ederler ve kurnazlıklarile öğünürler. Ve hatta bazan da daha
ileri giderek aldattıkları, atlattıkları insanların aptallıkları ile de alay ederler. Bu halin
de kökü nefsaniyettedir. Bunlar güya bu kurnazca hareketlerile bazı şeyler – bittabi
maddi şeyler – kazandıklarını sanırken ruhi kazançlarından ne kadar büyük şeyler
kaybetmekte olduklarını yazık ki görebilecek durumda değildirler. Aşağıdaki tebliğde
bu hususta izahat vardır:

KADRİ: Mayıs 24, 1948

<< Sual – Akıl, zeka ve kurnazlık arasındaki farkı bize izah buyurur
musunuz?
<< Kadri – Bunlar insanlar tarafından kendi kudretlerini ölçmek için
bulunmuş kelimelerdir. Akıllı insan, doğru yolu bulan insandır. Kurnaz bir
insan, cahil bile olsa kendisi için en karlı istikameti seçmesini bilen bir insan
demektir. Yalnız akıl, iyi bir yol göstericidir. Fakat yalnız kurnazlık, insanı bir
yere kadar ulaştırıp orada eli boş bırakan ve pek sözüne inanılması icap etmiyen
bir arkadaştır. Zeka ile akıl birbirine pek karışır. Zeka hem aklı hem de
kurnazlığı ihtiva eder. Zeki bir insanda ikisi de içtima halindedir.
<< Akıllı bir insan, zeki ve kurnaz bir insan odur ki kendi gittiği yolu iyi
seçip hem dünyada, hem burada istiyeceğini iyi bilen ve bunun için hazırlık
yapmış ve yapacak olan insan demektir. Dünyada çok para kazanan, insanları
dolandırarak kaşaneler kuran insana da zeki derler. Ama, bunlar çok budaladır.
O kadar hazırlığı, yarını bile şüpheli bir hayat için yapıyorlar. Asıl zeka,
kendisinin ebedi hayatını hazırlamak çarelerini arayıp bulan adamdır. Sizin bile
şimdiki hareketiniz bir az akıllıcadır. Hele zeka derecesine ulaşırsanız o zaman
hakiki vaziyeti de anlarsınız. Benim söyliyeceğim bunlardır. Diğerleri dünya
işleri ve sizin hareket tarzınıza bağlıdır. Onlar da sizi alakadar eder. >>

***
Nefsaniyet ve hotkamlık 271

Şimdi nefsaniyet düşkünlüğünün en kötü tezahürlerinden birine geliyoruz. Bu


da hasisliktir. Hasislik psikolojisi, hastalık derecesinde ileri bir nefsaniyet kaygısının
mevcudiyetini ortaya koyar. Hasis adam, yalnız kendisini düşünen, kendi nefsinin
emniyetini ön planda tutan ve esasen bundan başka bir şey tanımıyan ve bunun için de
kendisinden bir kıl parçasının bile eksilmesinden mahrumiyet ve noksanlık duyguları
vehmederek üzülen biçare bir varlıktır. Bu ruh hali nefsaniyet mücedelesinde insanın
karşısına çok kuvvetli ve ciddi engeller çıkaran büyük bir düşmandır. Bundan
kurtulmadıkça diğer işlerdeki muvaffakiyet yollarının açılması güçleşir. Ve binnetice
bütün işlerdeki muvaffakiyetsizliğin bir amili de olan hasislik, insanı, mukadderatının
şekli üzerinde çok büyük tesirler icra edici hareketlere sürükler. Hasislik, dünyaya
gelmekle yapmağa mecbur olduğu ruhi vazifelerini – imkan olduğu halde, imkanı
yokmuş gibi göstererek – yapmaktan insanı alakoyan nefsaniyet düşkünlüğünün
karanlık bir kabus halinde ruha çökmüş bir tezahürüdür. Bunun aksini düşünmek
istiyenlerin bu düşüncelerinden bir şey kazanabileceğini zannetmiyoruz. Bu öyle bir
kabus ki ölüm zamanı yaklaştıkça, her şeyin bir anda bu dünyada bırakılması
zaruretine inanmak mecburiyeti insanın kafasına tokmak gibi inmeğe başladıkça bu
kabustan uyanmak onu görmekten daha korkunç ve ıztıraplı bir hal olur. Bu kadar ruh
için zehirli olan bir ruh halinin kötülüğü hakkında da ruh dostlarımız elbette bir şeyler
söylemiş bulunmaktadırlar. Bunlar büyük ikazlardır, ciddi derslerdir. Ve şaka ile
geçiştirilecek sözler değildir.

KADRİ: Ekim 13, 1949

<< İsraf nasıl mazarratlı bir iş ise, yerinde ve zamanında yapılması


lüzumlu bir fedakarlıktan çekinmek de ondan daha çok zararlı ve azaba sebep
olan bir iştir. Bir şeyi vermek ve ondan hiç bir karşılık beklememek; bir
vazifenin ifasile mükellef kılındığın bir zamanda ondan kaçınmak kadar hasisçe
bir mana ifade eder.
<< Hasislik, malını sakınmak, mecburi bir hareketin ( başkalarına
yapılacak maddi ve manevi yardımlara müteallik, B. R. ) ifasından kaçınmak,
bir vazifeyi yerinde ve zamanında yapamamak; ölüm halinde senin eline bakan
bir biçareyi görmemezlikten gelmek kadar kötüdür. İnsan bir şeyi vererek,
kendisinde böyle bir itiyadın teessüs etmesini sağlar. Bir gün dünya malının
hepsini ve bütün varlığını terkedebilmek kudretini kazanmış olur. Bu gün bir
parça veremiyen, bütün mevcudunu bir anda feda edemez ki. İşte o zaman en
büyük ıztırap da buradan başlar. >>

Ruh tekamülünde, insan nefsaniyetinden kurtularak vicdanının emrine uyması


zarureti vardır. Halbuki nefsaniyet düşkünlüğünün bariz
272 Mukadderat ve İcabat

bir ifadesi olan hasislik, nefsaniyet mücadelesinin başında gelmesi icab eden bir
ameliyedir. Mustafa Molla dostumuzun aşağıdaki tebliği bu noktaya temas
etmektedir.

MUSTAFA MOLLA: Nisan 15, 1948

<< Kendini yalnız bilen insan iki nevi ıztıraptan birine müptela görünür.
Biri yalnız nefsinin maphesinde kalmış, ikincisi, kendini aşarak başkalarının
acılarına deva taşıyabilmek iktidarına vasıl olmuş insan.
<< Hiç düşünebilir misiniz ki insan olsun da insanlık meşalesinden
nasibedar olmasın? Böyle bir yolda yürürken elbette sizden daha aciz, daha
düşkünlere gerek maddi, gerek manevi halaskar eliniz yetişebilmeli . Ve siz
kendi öz benliğinizden başkalarına armağan edebilmelisiniz.
<< HİSSET BİR KAPANIŞTIR. Eğer ruh bir menbaı muzi ise onun üstü
ağır bir kapakla kapatılmış ve bir zulmet kuyusu haline sokulmuştur. Buna,
insanın kendi maneviyatının intiharı demek daha münasip olacak.
Eğer sizden taşma kudretiniz mevcutsa işte o zaman başkalarına
verebilecek nurlarınız var demektir. Her şey isteğin mahsulüdür. Neyi ve hangi
hedefi arzu etmişseniz sizin vasıl olacağınız odur. İnsan hayvandan itibaren
teselsül ettirilirse görülür ki hayvan kendinden ötesini düşünmediği halde insan
daha ma’şeri ve daha feragatkar ve fedakardır. Bu, insanlığın tahakkuku ve
teşhisi adına en büyük bir ölçü olarak ele alınabilir.
<< Bir az dikkat ederseniz hasis insanın şuurunun dahi fevkalade
hudutlanmış olduğunu seçebilirsiniz. Onların dünyasında ideal budur. Ve
bundan bahsedilmedikçe her şey kıymetten uzaktır. Halbuki hisset bir gayri
tabiilik ifadesidir. İnsan muazzam bir kainat içindedir. Ve görebilse anlar ki her
şey, her zerre bu dünyada bir şey vermekle mahzuzdur. Güneşin en parlak oluşu
en çok verici ve tükenmez bir menba bulunuşu gözlerinizin önünde durur.
Böylece mütalaa olunursa hayatınızın çerçevesinde, insanların neden hasta
olduklarını anlarsınız. >>

***

Nefsaniyetin en kuvvetli unsuru hotkamlıktır. Eğer nefsaniyet vicdan


karşısında insanın azaplı mukadderatına yol açan bir faaliyeti intaç ediyorsa bu
husustaki en büyük rolün hotkamlıkta olduğunu düşünmek icap eder. Şu halde bir az
da bu ruh nakisesi üzerinde durmak lazım gelmektedir.
Nefsaniyet ve hotkamlık 273

İnsanlar kendileri için olduğu kadar başkaları için de çalışmak, yorulmak ve


emek sarfetmek mecburiyetindedirler. Hatta şimdiye kadar geçen mülahazalara göre
insanın kendisi için çalışması ancak başkaları için çalışabilme imkanlarını temin
içindir. Hotkamlık, insanın yalnız kendi iyiliklerini ve maddi veya manevi
kazançlarını gaye ittihaz ederek bütün faaliyetini bu nokta üzerinde toplamasıdır.
Bilhassa nefsini her şeyden üstün tutan ve kendi menfaatlerinin sağlanmasını gaye
edinen bir insan bu gayesinin önüne dikilen bütün engelleri yıkıp geçmek salahiyetini
pek haklı olarak kendisinde görebilir. Halbuki bu manada anlaşılan hotkamlığın
karşısına dikilecek en büyük engel diğerkamlıktır. O halde hotkam olan bir insanın en
büyük düşmanı, huzur ve saadeti için en zararlı gördüğü ruh hali diğerkamlık
olacaktır. Binaenaleyh, hotkam olanlar bütün diğerkamca hareketlerden tabiatile
nefret ederler ve kaçarlar.
Hotkamlık yeryüzünde en korkunç beşeri felaketlerin müsebbibi olan kötü ruh
hallerinin, daha doğrusu ruh nakiselerinin kaynağıdır, anasıdır. Yalancılık, hırsızlık,
mürailik, hasislik, asilik, hunharlık, gaddarlık, canavarlık... velhasıl insanın kötü
akibetlerini ve iztiraplı mukadderlerini hazırlayıcı bütün kusurlar hotkamlıktan doğar.
Hotkamlık yalnız bir şahsın değil koca bir cemiyetin de bazan yakasına
ahtapot gibi yapışır ve o cemiyetin kötü mukadderatını mucip hareketlere onu
sevkeder. Bu yüzden o cemiyet içinde saygısızlıklar, sevgisizlikler, itimatsızlıklar,
geçimsizlikler, mücadele, münazaa, vuruşma ve kırışmalar eksik olmaz. Cemiyette
huzur ve emniyet kalmaz. Herkes kendi canını düşünürken birbirinin gözünü oyar.
Fakat bu usul o kadar gene kendi aleyhinde çıkar ki o tek başına kendi canının
müdafii olarak kendisini emniyette hissetmek için çırpınıp dururken etrafının, kendi
canına kıymak istiyen gene kendisi gibi hotkamlarla dolu olduğunu görür.
Binaenaleyh hakikatte hotkamlık hiç bir zaman nefsin meşru bakasını temin etmez,
bilakis onu çok büyük tehlike ve zararlarla karşı karşıya bırakır. Diyebiliriz ki
hotkamlıkla nefsini en iyi koruyabileceğini sanan insan, cemiyeti kendisine bilmeden
düşman yapmakla gene kendi nefsine en büyük fenalığı yapmış olmaktadır.
Her fenalık hotkamlık potasında hazırlanır, hotkamlık beşiğinde uyuklar
hotkamlık bataklığında tahammür eder ve hotkamlık dünyasında saltanat sürer.
Hotkamlık hakkında büyük ruh dostlarımızın bir çok derslerle dolu tebliğatı vardır.
Bunlardan bir kaç tanesini takdim etmeği vicdani bir borç telakki ediyorum. Evvela
dostumuz Kadrinin bir tebliğini naklediyorum:

KADRİ: Kasım 29, 1948

<< İnsanlar almaktan, ihtiyaçlarından fazla da olsa verilen her şeyi kabul
etmekten uzak kalmamışlardır. Çünkü bu da insan-

F : 18
274 Mukadderat ve İcabat

ların, dünyaya gelirken beraber taşıdıkları yüklerden birisidir. Daima almak.


Halbuki insanlar için herkese dağıtmak hatta manevi kudretlerinden de
verebilmek bir insanlıktır. Daima almak değil, aldıklarınızdan ve sizde mevcut
bulunanlardan bir kısmını da vermeğe gayret ediniz. Bu, vermekle almak
arasında bir müsavatı temin etme vaziyetini ihdas ederse iyidir.
<< İyi insanlar bu dünyada çoktur. Fakat bunların daha üstüne çıkarak
etrafa da iyilik saçabilmek lazımdır. Başkalarına yaptığınız hizmetlerle ve
onların üzerinde bıraktığınız intibalarla kendi kıymetiniz yükselir. Kazandığınız
kalbler sizin yükselmenize vasıta olacak birer kademedir.
<< Temiz bir muhit, iyi niyet, iyi mesai, güzel manzaralı serin bir yer.
Fakat ziyaretçileri olmazsa ne işe yarar? Öyle bir yer tasavvur ediniz: Güzel,
bakımlı, fevkalade manzaralı olsun. Siz orayi istediğiniz kadar süslenmiş pek
güzel şeylerle bezemişsiniz. Fakat günler aylar geçiyor, hiç kimse sizin
sarfettiğiniz emeklerinizden istifade etmiyor. Siz de üzülür, yaptılarınıza
acırsınız. Demek yalnız hüsnü niyet, kendi hesabına temizlik, iyi harekete
azmetmek kafi değil. Onun neşeli ziyaretçilerini de hazırlamak lazım. >>

MUSTAFA MOLLA: Ocak 11, 1948

<< Hayırlı yol daima mütekabil hürmet yoludur. Halbuki cemiyetiniz


bundan derin bir cehil ve uslanmaz ihtiraslar zincirinde zebundur. Siz mühtaç
olanlar için, sizden bir şey bekliyenler için yaşamasını unuttuğunuz anda ne
orada, ne burada şahsiyetiniz bir vehim olmaktan ileri geçemez. >>

KADRİ: Ağustos 16, 1948

<< Bilgi, insaniyete hizmet ettiği zaman büyük bir kıymet arzeder. Bir
çok malumat sahibi olan bir insan bunu güzel bir şekilde kullanmasını bilmez,
kendisinden başkalarının istifadesini temin edemezse o bilginin kıymeti yoktur.
İnsanlar yalnız başına kendi ruh ve bedenlerile bir bilgidirler. Çünkü daima
tetkik mevzuu olabilirler. Başkalarını da ayni nisbette tetkik edebilirler. İlmi
etrafa şümullü bir şekilde gösterebilmek ve bu kudreti izhar edebilmek esastır.
İnsanlar, başkalarının nam ve hesabına yapmış oldukları işlerle öğünürler. Hiç
bir kıymet mevcut mudur ki insan onu yalnız kendisine hasretmiş olsun da
bundan vicdanen bir huzur duyabilsin ve kendisine bir şeref hissesi ayırabilsin.
Bir kere düşünün: daima başkasına yapmış olduğunuz ufak bir hizmet bile sizde
bir mahzuniyet tevlit eder. Fakat kendi nef-
Nefsaniyet ve hotkamlık 275

sinize inhisar ettirdiğiniz o kadar büyük işler vardır ki bundan ne siz bir sürur
duyarsınız, ne de başkalarına anlatırken gururunuz yükselir. Şu halde
yaptıklarınızı şahsınızın değil, başkalarının ondan edecekleri istifadeyi
düşünerek tanzim etmeniz kendi lehinize bir hareket olur.
<< İnsanlar yalnız başlarına kaldıkları zaman kendilerinin mesut
olmalarına imkan yoktur. Çok evvelki tebliğlerin birinde bahsetmiştim. Bir
şehirde tek başına kalmış, bütün servetlere malik olmuş bir insan bunlardan ne
bir fayda görür, ne de mesut olur. Onu başkalarınada tattıracak bir zemin ve
zaman bulabilir, yaptığı işler etraftan görülürse o zaman mesrur olur. Sporcular
da böyle değil mi? Kendi kendine çok hızlı koşan yahut atlıyan bir insan bunu
tek başına yaparsa hiç bir zevk duymaz, etraf seyrederse hem kendi, hem civarı
memnun ve müteheyyiç kalır. İnsan kendi kudretini etrafa teşmil ederse bu en
iyi bir hareket olur. Kapalı cevherler, ışıkları söndürülmüş bir lambadan
farksızdır. >>

Aşağıdaki tebliğinde M. Molla, hatta tekamülde müsbet rol oynıyan ıztırabın


bile yalnız hotkamca sebeplere dayandığı takdirde kıymetini kaybedeceğini, fakat
buna mukabil diğerkamca, peygamberane denilebilecek surette çekilen ıztırapların ne
kadar büyük kıymeti olduğunu çok açık olarak ifşa etmektedir.

MUSTAFA MOLLA: Nisan 4, 1948

<< Mevzuumuz insan ruhundaki azapların çeşitleri ve sureti husullerine


dairdir. Öyleki bu hususta siz, hayatı ruzmerrenizde birikmiş iyi veya fena
itiyatların dışında da müstakil dünyevi amillerin tesirlerini müşahede edersiniz.
Bunlar iki kanalda mütalaa olunabilir.
<< Ruhi ıztırapların birinci amili, en ziyade sizde müessir ve spontane
birtakım ruhi telakkiyetın husulü ve reaksiyonudur. Bunu bir az izah etmek
gerekir. Bu potansiyel bir birikme, yani sizin gayri meşru aleminizin iktisap
eylediği fakat sarahatten idrak edemediğiniz birtakım müessirlerdir.
<< İkinci müessir amiller, bilhassa hayatınız çerçevesinden ruhunuzda
tesirlerini gösterir. Açıkçası, birinci hususatı siz haberdar olmadan toplarsınız.
İkinci nevi ıztıraplarınız harici ve içtimai amillerden gelir. Her ne yoldan olursa
olsun insan ruhunun tezelzüle ve teşevvüşe düçar olması, gayenin hayre
müteveccih bulunmasına daima düşmandır. Bu ıztıraplar eğer insani idealler
uğrunda meydana gelmemişse.
276 Mukadderat ve İcabat

<< Eğer bu hususatın iyi mütalaa edilmesi lazım gelirse ıztıraplarınızı iki
neve ayırarak mütalaa eylemeniz belki vazıh ittilaınız için hayırlıdır.
<< Bir nevi ıztırap egoist heyecanların tatmin olunmamasından doğar.
İkinci şıkkı teşkil eden ıztıraplar nefsaniyetin fevkine yükselmiş, yani << ben >>
den ziyade herkese yönelmiş asilane duyguların, istenen neticelere varamamış
olmasından mütevellittir, denebilir. Peygamberane ıztıraplar diye de
adlandırılabilen bu nevi azapların yüksek insan karakterlerini ifade ettiğinde
şüphe yoktur. Kalbiniz ruhani bir alemin nazımı olamazsa da hiç değilse zulmet
içinde bir kandil iktidarına vasıl olmağı özliyebilecek bir yüksek isteyişin aşiyanı
olabilmelidir.
<< En büyük duygular, en yüksek ıztıraplarla ölçülür. Zira insan ne
gülmenin, ne ağlamanın, fakat sadece ruhi ıztırap ve hazlarının susan deryasının
amakı ruhaniyetinde meşgul sayılmalıdır. Yoksa harcı alaim bir çok heyecan
ifadesi de olsa dökülemiyen acıların ruhlarınız üzerindeki ağırlığı ifade eder ki
derin ve kesif yükleri taşıyabilme iktidarına sahipsiniz.
<< Böylece mütalaa ettikten sonra mevzuun daha derinliğine doğru
gidebiliriz. Niçin seviniyorsunuz? Niçin meyus oluyorsunuz? Bunların tetkik ve
teşhisleri sizin asilane ve gayri asilane telakkiyat ve heyecanlarınızın birer
ifadesi, birer ölçüsü makamındadır. Herkes ayni ruhi iktidarın sahibi olamaz.
Bu bir iktidarı ruhani demektir ki emeklerinizin, ruhunuzun manevi
gölgelerinde biriktirdiği, ışıktan mevcelere bağlıdır. İnsan vardır ki kendi
manevi durgunluğunu dahi keşfe kaadir olamaz. İnsan vardır ki tamamen
zıddına, nefsinin dışına çıkabilmiş ve kendini unutarak nevi beşerin acılarına
müstağrak olmuştur.
<< Bir gölgeyi taşımanın, bir vehme kurban yaşamanın, bir nefse
hizmetkar ve zebun olmanın itiyadı sınırlarından öteye koşmanız, elverirse daha
da ilerlere varabilme imkanlarını araştırmanız sizin yaratılışınız icabındadır.
<< İnsan o yüzden büyüktür ki kendini ancak bir kişi olmaktan
kurtarmak yolunda savaşır ve nefsinin iyi bakımdan meleği, fena bakımdan
mücahidi manzarasında görülür. Bu yolların her ikisi de nihayet sizi hayra
çekecek olan rehakar isteyişlerin ve intizarların birer başka tezahürleridir. Asil
insan karakteri, bir başkasının saadetinden haz duyabilme karakteridir. Sonra
da kendi nefsinin vüsatında başkalarına verebilecek ruhani serveti
olabilenlerdir. Sizi düşündüren sadece şahsi alailikten ibaretse bundan öteye
geçebilmenize hangi tarikle imkan görebilirsiniz?
<< Dünyanız bir cesedin, bir sonu gene ayni hudutlar içerisinde, ayni
şeylere inkilap etmeğe mahkum bir maddi bedenin ga-
Nefsaniyet ve hotkamlık 277

yesi olan bir dünya değildir. Ruhunuz, işte üzerinde insan damgasının
taşınmamasına sebep olan en asil ve en ön cepheniz. Onun üzerinde kuracağınız
bina ebediyen sarsılmıyacak olan binadır ki gene onun üzerinden daha
yukarlara erişebilmek için halaskar haberleri vadeden irtifaları görürsünüz.
<< İllaki << ben >> im ve bütün bu dünya benim şuurumdur, ondan
mada hiç bir şey reel olamaz, diyen insan önce düşünmelidir ki bu alemin
nizamları arasında kendi şuuru da o nizamların kurucusu tarafından
bahşolunmuştur. Yoksa kendi dediğiniz müstakil bir hüviyet mevcut olduğu
halde amili mutlak olsaydi kainatın mimarisinde elbette bir taşı bulunmak iktiza
ederdi. Bu nasıl oluyor ki bir babanın emeğile büyüdüğü ve gene o babanın
yüksek veya yüksek olmıyan huylarını iktisap eylediği için ona hürmetle baş eğer
de susan bir namütenahi kudretin icazkar sükunetinde bir sır sezmez. Öyleyse
onların düşünceleri kendilerinden öteye ve yukarıya hiç bir ifade sahibi
olabilmek iradesini aramamaktadır.
<< Böylece en büyük ıztırap sizin şahidi bulunduğunuz bir çok
bedbahtlıkların sahibi kimseler tarafından temsil edilmektedir. Ve bunlar bu acı
hakikatin bir an dahi farkında değillerdir. Ruhun ebediyete giden cihetlerine
pencerelerini açamamış kimseler bu kadar büyük bir ruhani alem içinde hudut
ifadesinden kurtulamamakla elbette acınması lazım gelen bir seviyede
kalmışlardır ki işte bu anların amakı vicdanında toplanan zehirler gibidir.
<< Sizin için bir ders olsun diye söylenmiş bir çok ata sözleri vardır. fakat
bilir misiniz, bunlar en ziyade işinize yarıyarak size maddi imkanlar vadeden
işlerde birer destek olmaktan ileri turulmamakta ve en manevi cephelerile dahi
maddi iğtişaşlara birer örnek olsun diye kullanılmaktadır. Samimi olmak için bu
gün hiç bir sebep tasavvur edilemez. Demek istediğim şudur:
<< Manen yükselme veya alçalma ne demektir? Bunun üzerinde durmak
ve düşünmek adeta müsbet bir zihniyetten uzaklaşmak telakki ediliyor. Bütün
böyle gayri edebi ve gayri insani emeller peşinde koşmanın bilinmeden ruhta
bırakacağı neticeler elbette ki bir gün vicdanın zehirlerini çoğaltıp insanı başka
bir zebun çağa sürükliyecektir. Uykularında rahat edemiyenler, akibetlerini
sadece gelip geçici meseleler uğrunda telef edenler... İşte ıztırapların en acı
olanlarından bir kaçı. Harici ve içtimai avamilin ruhlarınızda bıraktığı tesirler
elbette gözlerinizin önündedir. Onlardan bir intibah dersi almazsanız
yaşamanızın hep ayni tempoda devamı demek olan göz yummalarınız size bu
dünyada olduğunuzdan ileri bir merhale vadedemez. Sükut mukar-
278 Mukadderat ve İcabat

rerdir. Yani insan, öyle bir zaman gelecek ki elbette dünya dilile konuşamıyacak
ve dünyadaki kötü gidişlere bir düzen vermek iktidarını kendinde bulsa dahi
imkanlarını elde edemiyecektir. Bu ise işte daimi azaplarınızdan birinin
örneğidir.
<< Dünyada bırakılan en iyi örnek, sizin istikbalinizdeki haleti
ruhiyenizin bir ifadesi olmaktadır. Azaplarınız, nefsaniyetinizden daha öteler
varabilmeli. Ve siz, başkalarını ihata ve tenvir eyliyen bir güneşin feyzine
mazhar olmuşçasına hakim olabilmelisiniz. Keşke nefsimden ziyade başkaları
için rehakar olabilsem diyen insan azmi takdise layıktır. >>

Aşağıdaki tebliğinde bu kıymetli dostumuz tamamile bizim de kabul etmiş


olduğumuz hotkamlık hakkındaki kanaatlerini çok güzel ifade etmektedir:

MUSTAFA MOLLA: Aralık 2, 1950

<< İnsanların en kötü, en hırpalayici, hatta tek manasile öldürücü halleri


iradelerile kendi egoizmalarına kendilerini bağlıyarak kötürüm kalışlarıdır. Sizi
bu kadar kesif ve dondurucu bir karanlık dehlizden kurtarmak emelile baş başa
çalışmağa davet etmiş isek; başkaları için bu bir vehim, oyuncak veya tehlike
diye tavsif de edilse bütün veballeri üzerimize olmak şartile, saadetimizi temin
eden bir vesiledir. Fakat, hemcinslerinizi aldıklarınızdan hissemend eylemek en
ileri vazifenizdir. Bunu yapabilmek için tenkit tebliğimizi okuyunuz. Ve her
ferdin ilkin karanlık cephesile temasa geçmeden onun aydınlığına ihtiyacınız
varmış gibi birlikte kendi labirentine ininiz. Zulmetle ilkin o karşılaşınca
çaresini sizden sormasa da beklemeğe başlıyacaktır. İşte insanların en tipik
halleri.
<< Zihni atalet, görmemezlikten hız alır. Ve kesafeti bu suretle çoğalarak
ruhda bir ikinci mezar uçurumu açmağa koyulur. Binaenaleyh kendi havanızı
kendiniz bol bol teneffüs edip inşirah ufuklarına doğru kanat açarken geride
kalanları unutmayiniz. Hatta son yolcu siz olmağa çalışınız. İrşadın ve tenkidin
en faydalısı budur. >>

Ve nihayet gene kıymetli dostumuz Kadrinin hotkamlığa müteallik aşağıdaki


sözleri üzerinde derin derin durmak ve düşünmek icap eder.

KADRİ: Şubat 28, 1949

<< Senin tecrüben yalnız senin hayatınla değil, başkalarının hayatı ve


onların tecrübelerile de hemahenktir. Sen her şeyi şahsına inhisar ettirirsen
buna ne bir ömür, ne de bir kaç ömür ki-
Nefsaniyet ve hotkamlık 279

fayet eder. Başkaları namına çalışıp ondan zevk duymağı bir saadet telakki
ettiğiniz müddetçe başkalarının ıztırabına ortak olup kendinizi felaketlerden
kurtardıkça, başkalarının saadetinden örnek alıp onların bu saadete nasıl
ulaştıklarını anlamağa gayret ettikçe sen bir adamsın. İşte insanlığın büyük
kıymetleri böyle başlar. Yoksa bir insanla bir hayvan arasında hiç bir fark
kalmaz.
<< Bir defa düşünün. Bir hayvan yalnız kendi nefsi ve hayatiyeti için
çalışır. Yalnız kendini doyurmak, başkalarının menfaatini değil, yalnız şahsını
düşünmek, diğerinin ıztıraplarından değil, kendi ıztırabından üzülmek hassasına
maliktir. Demek insan bundan çok başka türlü olacak ki hayvanın yaptığının
aksini yapacak ki aradaki büyük fark tezahür edebilsin. Hayatınız böyle geçerse
ve böyle geçen gününüzü bir kayıp değil, bir kazanç gibi telakki ederseniz o vakit
yaşadığınızı anlarsınız. Yoksa sebepsiz hareketlere, başkasına zarar verici
hadiselere, hatta hiç zarar vermeden dahi başkaları için faydasız geçirilen
günlere ne yazık.
<< Hareketinizi daima kontrol edip insan olmağa gayret etmek, yalnız
gayretle değil, bunu bilfiil tatbik etmek gibi hareketlerinizi çalışma sahanıza
intikal ettirmekle mükellefsiziniz.
<< İnsanlığın daima ilerlemesi yolunda fedakarlıklardan çekinmemeli. Ve
insan, hayatını kendisine bir işkence kaynağı değil, bir saadet vasıtası
yapmalıdır. Bu hareketleri, elinizde imkan ve vasıta mevcut iken yapınız. Ve
hayırlı, uğurlu yerlere emek sarfediniz. Allah da size yardım eder.

Nefsaniyete mağlup olmuş bir insanın görüş zaviyesi daralır. Onun nefsaniyeti
ile mücadele etmesi şöyle dursun, hatta binbir dereden su getirerek, bir sürü makul (!)
mazeretler de bularak vicdanına karşı nefsaniyetini de müdafaa etmekten geri kalmaz.
Zira nefsaniyetini tahrik eden dünya cazibeleri o kadar çoktur ki ve vicdanının
emrettiği hakiki vazifeleri o kadar güç gelir ve onun rahatını bozar ki bu hal
karşısında o, bundan başka türlü bir şey de yapamaz. Burada sözü gene kıymetli
dostumuz M. Mollaya bırakıyoruz:

MUSTAFA MOLLA: Mart 28, 1949

<< Ferdin arzusu, kensi siasını mümkün mertebe iradi bir seyyale ile
setrederek üstün olan her türlü nüfuz ve feyz hareketlerini meneder. Bir kere
dünyanın bütün boğucu, çekici hal-
280 Mukadderat ve İcabat

lerile hembezm olmağa alışmış bir insan, onun fevkindeki manevi ufuklar ve
cihanların temevvücatını asla ahiz ve zepteylemeğe kaadir olamaz.
<< Dünyanın şartlarını göz önüne getiriniz. Sizi ağlarına düşürecek nice
tertipli ve suni intizarlarla karşılaşırsınız. Herkes bir ihtirasın pençesinde zebun
olmağa müsaittir. Çünkü dünyada bu gibi itici, haydi oraya veya haydi bu tarafa
diye kuvvetle cebredici nice gizli kumandalar mevcuttur. Mesela, para ihtirası
uğrunda her nevi delaleti kabul ederek sadece maddi kazanç yol ve vasıtalarının
yardımını ideal tanıyanlar mevcuttur. Mesela, hırsızlıkla kolay geçinme yolunu
arıyanlar vardır. bir başkasını öldürebildiklerine bakılırsa bu delalet gayri kabili
mukavemet haller de iktisap ediyor demektir. O halde dünyanızda avlayici, daha
doğrusu, sizi, üstün olmağa sevketmek istiyen iradeye rağmen yolunuzdan
çevirici nice cazibeler mevcuttur. Bunlarla bağdaşınca elbette bunların fevkinde
idealleri kaybedersiniz. Onun için, size daima ruhunuzun üstüne çökmekte olan
ve an be an yanmakta bulunan bir kainatı maddiye örtüsünün küllerini
biriktiren vasatınızın gafil avlayici, ısıtıcı yorganlarını atınız diyeceğiz. Zira
bunlar ancak oralara manevi bakışlar çevrilince görülebilir. Böyle olduğu için de
ancak ruhi bir vuzuh başlar. Faraza dünyevi ihtirasların cürufu ve gafleti içinde
hemahenk bularak nefsini alkışlamakta olan bir adama yaklaşıp, diğer iyi bir
adamın daha hayırlı yollar göstermeğe çalışması onda müthiş reaksiyonlar
uyandırabilir. Peygamberler bile büyük mukavemetler gördüler. İsa niçin
çarmıha gerildi? O halde ruh planlarınca veya ilahi evamirin ölçülerini, yani
tatbik mesuliyetini taşıyan muvazzah varlıklarca yapılacak her nevi iç tenvirine
gözleri hemen kan tutmuş bir insanın vukufu nasıl kaabili tasavvurdur? >>

Fakat insanın, nefsaniyetini tahrik eden bu cazibelerden kurtulması çok zordur.


Esasen evvelki bazı tebliğatta da yazıldığı gibi bunlardan birdenbire ve büsbütün
kurtulmak cihetine de gidilemez. Burada tedric esastır. Adım adım yürümek fakat asla
durmamak ve ihmalkarlık yapmamak lazımdır. İnsanın nefsaniyetinden kolaylıkla
feda edebileceği bir çok şeyler de vardır. İşte bunu yapmaz, ihmal ederse yerinde kalır
ve muvaffak olamaz. Buna mukabil bu kolaylıkla terkedebileceği itiyat ve
cazibelerden her gün küçük bir miktarını bırakmağa alışırsa günün birinde evvelce
kendisine terkedilmesi gayri mümkün görünen en büyük kusurlarını bile ortadan
kaldırmış ve kötü itiyatlarından tamamile kurtularak vicdan hürriyetini tamamen
kazanmış olduğunu hayret ve sevinçle görür. Sözü büyük dostumuz Mustafa Mollaya
bırakıyoruz:
Nefsaniyet ve hotkamlık 281

MUSTAFA MOLLA: Aralık 22, 1948

<< Hayat bir otorite değildir. Yani ellrinizi kollarınızı bağlıyan bir sılta
değildir. Önünüzde namütenahi imkan ve vasıtalar mevcuttur. Cemiyetten
tabiata, tabiattan cemiyete ardı arası kesilmiyen müemadi akışlar devam
etmektedir. Kendinizi tabiat ve cemiyet aynasında görünüz. Daha önce anlattığın
gibi, eğer bir nizamı umumide, bu küllü ahenktarda bir ruh ve mana sahibi
iseniz biliniz ki hiç bir cehit dahi sarfetmesiniz size bilinmiyen yollardan ve
bilinmiyen alemlerden namütenahi bildirmeler akın etmektedir.

<< Siz kendi benliğinizi o kadar çabuk öğrenebilseydiniz onun kemalini


bir hamlede iktisaba kaadir olabilirdiniz. Halbuki insan, merhaleden merhaleye
bir namütenahi koşuş mahlukudur. Onun bütün mücadelesi haddi zatında kendi
nefsine yönelmiş bir iktisabı servet, bir vuzuhu tam, bir kıymeti ilahi demektir.
İnsanın, aynaya bakınca gördüğü yüz hareketlerindeki vuzuh ve mana kadar
kendini cemiyet ve tabiat müvacehesinde de manen temaşa eylemesi
mümkündür.
<< Bir günlük hayatınızın hatırasını o günün son saatinde tekrarlayiniz. (
Bundan sonraki murakabei nefis bahsinde tafsilat vardır B. R. ) ikinci bir
günlük faaliyetin muhasebesini de bir gün evvelki gibi tekrarlayiniz. Ve nihayet
bir kaç gün sonra hayatınızın kadrosundaki faaliyetleriniz sizin manevi
portrenizi tersim eyliyecektir. Ancak bitaraf bir tetkik yolu ile kendi iç ve dış
yapınızın mahiyetini böylelikle tesbite bir derece kaadir olabilirsiniz.
<< Bizim mütemadiyen ve israrla verdiğimiz bu tebliğlerden kasıt zaten
sizi sizin için vazıh kılabilmekten gayri nedir? Nereye gidiyorsunuz? Nerelere
kadar gidebilmek kudretini haizsiniz? Yoldaşınız ve yükünüz nelerden ibarettir?
Bunları her zaman göz önünde bulundurarak ruhunuzu, dünyanızın mahdut
cehitlerindeki mahdut zaviyeli durakları ( maddi faaliyetin gayeleştirilmesi B.R.)
için inkisama mahkum kılıp bütünlüğünden mahrum etmiyesiniz.
<< Dava öyle karışık ve karanlık bir alemi izan davasıdır ki gerçekten en
büyük hadise insanın varlığında dönüp dolaşan muhteşem iradenin ve isteğin
cevaplarına kaadir ve hakim bir raddeye vasıl olabilmektedir. Nefsinizi,
körlüğünde ve muvakkat endişelerin aldatıcı ve gelip geçici cazibesinde mahkum
ve bi kadrü kıymet bir hale zebun etmeyiniz. Zira insan hür yaratılmıştır. Ve
irade, her istenenin seferber olma kumandasını derhal ifaya mecburdur. Siz de
kendinizi en devamlı ve en ulvi olana
282 Mukadderat ve İcabat

doğru çevirmeğe çalışınız. İnsan bir gün belki arzın mihverini değiştirmeğe
muvaffak olabilir, fakat asla insiyak ve ihtiraslarının kırbaçlayici ve zebun edici
kör iptilalarından tamamen kurtulamaz. Cehitler ve bütün bu faaliyetlerin
nansibi, en az kendimizden bir karanlık parçayi söküp atabilmek ve onun
daracık menfezlerinden ilahi nur ve feyzin inşiaatını temin eylemektedir. >>

Maddi ve nefsani ihtiraslar insanı, olduğu yere mıhlar, atıl ve tekamül babında
hamle hareketlerini tahdit edici hallerin zebunu kılar. İstikbalini kurtarmak ve
kendisine iyi mukadderler hazırlamak istiyenlerin buna çok dikkat etmesi lazımdır.
İnsana saadet buralardan gelecektir. Allahın büyük lütuflarının kapısı budur. Dışarda
başka ellerde değil.

MUSTAFA MOLLA: Mart 13, 1948

<< Olduğunuz derecenin en üstünde bulunmanıza lüzum yoksa zaten


bulunduğunuz yerde durmanız elverirdi. Bir taş, bir hakimiyet ve hatta bir istek
izhar edemediği gibi siz de böyle endişelerden vareste kalabilirsiniz. Demekki
insan olmanın şartları tahakkuk edince insan hüviyeti nasibinin fevkine doğru
çıkmağa hakikaten müstenit yaratılmıştır.
<< İhtiraslarınızın zincirinde zebun olmanız da ayni yolda, ayni mihver
etrafında dönüp dolaşmanızdan başka şey ifade etmiyeceğine göre de bu
ihtiraslarınız gene taştan ve diğer cansız mevattan en az ileri bir tarafınızı bile
isbata vesile olamaz. İhtiras, merhaleler vadetmediği sürece kördür. Olduğu
yerdedir. Ve bir adım ilerisine düşmandır. Çünkü değişen halet, kısır kalmağa
mahkum cephenin tamamen zıddına bir inkişaf seyri demektir. O halde siz de
ihtiraslarınızı ona göre ayarlıyacaksınız. Olduğunuzdan ileri varmağa medar
olmıyacak işler ve arzularla vakit geçirmiyeceksiniz. Zira bu kaybedilmiş zaman
sizden sorulacaktır. Ve bu sorulduğuna göre bir zaman sonra gene bizzat
kendiniz böyle bir netice karşısında boş bıraktığınızı ikmale mecbur
kalacaksınız. >>

***

Şimdi nefsaniyet ilcalarının en kötü ve zararlı tezahürlerinden birisini ele


alıyoruz. Bu da samimiyetin yokluğunu ifade eden mürailiktir. Mürailik, bütün zararlı
ve kötü nefsaniyet ve hotkamlık tezahürlerini, kısmen teşvik eden, kısmen de
maskeliyen, çok fena bir silahtır. Mürailiği kısaca: duyduğundan, bildiğinden,
inandığından, benimsemiş bulunduğundan ve olduğundan başka türlü görünerek
nefsani bir neticeyi, hotkamca bir menfaati elde etmek gayretidir diye tarif edebiliriz.
Mürailik, diğer tabirle samimiyetsizlik öyle bir hastalıktır ki onun zararı, en baş-
Nefsaniyet ve hotkamlık 283

ta ferdi olmakla beraber bir o kadar da ma’şeridir. Mürai insan kendisine olduğu kadar
münasebet halinde bulunduğu insanlar üzerinde de bazı nahoş tesirlerin vukua
gelmesine sebebiyet verebilir.
Mürailik ya bizzat kendi nefsine karşı yapılır veya başkalarını aldatmak için
yapılır. Kendi nefsine karşı yapılan mürailik, nefsaniyetinin sarbestliği lehine olarak
kendi kendisini aldatmanın açık bir ifadesi olur. Bunun doğuracağı neticeler ise
şimdiye kadar öne sürülmüş mülahazalardan kolayca anlaşılır. Vicdan ilahi irade
kanunlarının ruhta perde perde açılan bir makesidir dersek, nefsaniyeti de insanın kötü
ve ıztıraplı, meşakkatli akibetlerine yol açan bir şeytana benzetirsek nefis mürakebesi
mahkemesinde nefsaniyeti vicdan hakimine karşı maskelemiye uğraşarak mazur
göstermeğe çalışan mürailiğin zararlarını birer birer bulup ortaya koyabiliriz.
Mürailik başkalarına karşı da yapılır dedik. Bu takdirde insan;
karşısındakinden bazı şeyler koparmak ve buna mukabil o anda kendi kıymetini inkar
etmek, hakiki hüviyetini saklamak ve bunu da ancak gene nefsaniyeti uğrunda
yapmak durumuna düşmüştür.
Samimiyetsizliğin en zararlı bir nefsaniyet unsuru olduğunu söylemiştik. Bu
sözümüz belki bir az kapalı kalmıştır. Üzerinde durduğumuz takdirde bu sözün
doğruluğunu tasdik etmek hiç de güç olmaz. Nefis murakabesi mahkemesinde
vicdanın sert hükümleri karşısında hiç bir şey gizli tutulamaz. Bununla beraber insan
nefsini vicdanının hükümlerine iradesile tamamen terk ve teslim etmek istemez ve
nefsaniyetinden hiç bir fedakarlığa katlanmazsa o zaman kendi nefsine karşı, daha
doğrusu vicdanına karşı samimiyetsizlik silahını kullanmaktan çekinmez. Ve güya bu
kötü silahla vicdanının temiz ve hiç bir mania karşısında gerilemiyen hükümlerini
iptal edebileceğini sanır. Filhakika bu sayede vicdan sesi yavaş yavaş işitilmez olur.
Ama bu, vicdanın hükümlerinin iptal edilmiş olması demek değildir. Ancak bu
hükümler imhal edilmiş bulunur. Ve zamanı gelince eskisinden daha çok şiddetli
olarak meydana çıkar. Bununla beraber o, meydana çıkıncıya kadar, kendi nefsine
karşı yapmış olduğu mürailiği ile insan, kendi kendini böylece aldatarak evvelki
nefsani hareketlerine daha diğer bir çoklarını da ekler ve nefsaniyetinin azgınlığını
arttırdıkça arttırır. Ancak kötülük namı altında ne varsa o, gene kendi nefsine karşı
olan samimiyetsizliği ile, binbir mazeret bularak, bin bir dereden su getirerek hepsini
mazur görür ve nisbi bir huzur, daha doğrusu vicdanının süzgeciden geçmemiş,
nefsaniyetinin serbestliğini hissetmekten mütevellit bir avunma hali içinde uyuştukça
uyuşur. Nihayet buna günün birinde kendisi de o kadar inanmağa başlar ki yalnız
kendisinin yaptığı yetmiyormuş gibi, itiyat edindiği kötülükleri çeşitli fazilet
vehimleri ile maskeliyerek başkalarına da aşılamağa başlar. Bu suretle bazan o, saf,
muhakemesi kıt, tecrübe ve
284 Mukadderat ve İcabat

görgüsü eksik kimselerin dalaletini de mucip olabilir. Bu hallerin her biri onun
ruhunda bir yara açmağa kafidir. İşte bu yaraları derinleştiren unsur insanın nefsine ve
muhitindekilere karşı göstermiş olduğu samimiyetsizlik, daha doğrusu mürailiktir.
Samimiyetsizlik insanlar arasındaki dostluğa, sevgiye ve mütekabil itimada
engel olan bir kusurdur. Zira mürailikte gizli duran gaye nefsaniyet olduğuna göre,
nefsaniyet de diğerkamlıkla bağdaşamıyacağı için, diğerkamlığın mühim bir tezahürü
olan fedakarlık; samimiyetsizlikle, mürailikle birarada bulunamaz. Halbuki sevgi her
şeyden evvel fedakarlık, yani hiç bir karşılığı beklenmeden başkasına karşı kendinden
bir şeyler vermek esasına dayanır. Kıymetli dostum Kadri, samimiyetsizliği bu
cepheden ele alarak şunları söylemektedir.

KADRİ: Mart 15, 1951

<< Samimi olmıyan bir insanla dost olmanıza imkan yoktur. Zira dostluk
için şart, fedakarlık yapmaktadır. Gayri samimi bir insan ise fedakarlık
yapamaz. Fedakarlık yapamayince dost da olamaz. Şu halde tekamül etmek için
kademe olan fedakarlığı, dostu için bile yapmaktan çekinen bir insan bir adım
geri, onu yukarı çıkaran basamağın altındadır. >>

Kıymetli dostumuzun burada tebarüz ettirdiği mühim nokta samimi olmıyan


bir insanın tekamülünün arzu edildiği şekilde vuku bulmamasıdır. Bu çok doğru bir
sözdür. Tekamül bir yükseliştir. Hotkamlıkla yükseliş, insanlar için tabii bir yol
değildir.
Samimiyetsizliğin bir çok amillerinden birisi ve en mühimi, insanın kendi iç
nurunu, öz varlığını mümkün mertebe tanıyamamış olmasıdır. Bunu bize ruh
dostumuz Mustafa Molla şu tebliği ile açıkça söylüyor:

MUSTAFA MOLLA: Mart 16, 1951

<< Samimiyetsizliği doğuran avamil, insanın kendisine karşı vazıh


olmamasından başka bir şey değildir. Kendisini his ve idrak etmek ise vereceği
karara göre ayarlanmış olmanın bir şiarıdır. Bu merhaleye vusul şarttır. Aksi
takdirde bir bocalama ve binnetice yolunda bulunanları teşviş adeta mukadder
bir hale gelir. >>

Bundan başka samimiyetsizlik hakkında bütün diğer temasta bulunduğumuz


kıymetli ruh dostlarımızda samimiyetsizliğin kötülüğünden ayrı ayrı ve muhtelif
yönlerden bahsetmişler ve bahsetmektedirler. Bunlardan biride Şarlot’tur.
Nefsaniyet ve hotkamlık 285

ŞARLOT: Mart 17, 1951

<< Samimiyetsizlik yalnız başkasını aldatmakla kalsa... Fakat maalesef iş


bu kadarla bitmiyor. Bu samimiyetsizliği ikinci bir huy edinen insanlar kendi
kendilerini aldatma yoluna bir çığır hazırlıyorlar. Bu hazırlık ise tekamülü
yavaşlatacak kadar gerilik teşkil eder. >>

Yukarda serdettiğimiz mülahazalar Şarlot’un bu kısa fakat veciz sözünün


manasını izaha kafi gelir.
Şu halde ileride tatbikatından bahsedeceğimiz nefis murakabesini yaparken
muvaffakiyetimize engel olan düşmanların, yani bütün nefsani duyguların
elebaşlarının samimiyetsizlik, mürailik olduğunu ve nefis mürakebesi sırasında sureta
insanın izzet menfaatlerini koruyan bir siyanet meleği gibi ortaya çıkarak insanı
vicdanın, hatta mürakabei nefis mahkemesinin huzurundan uzaklaştırmağa çalışan
zehirli yılanın da gene bu mürailik olduğunu asla hatırdan çıkarmamalıdır.
Demekki muvaffakiyetli bir nefis mürakabesi ancak insanın – neticesi ne
olursa olsun – kendi kendisine karşı tam manasile samimi olması ve nefsaniyetin tesiri
altında kalarak hareketlerini asla eğip bükmeden, dosdoğru, olduğu gibi mürakabei
nefis mahkemesinin huzuruna çıkarması ile mümkün olabilir.

***

Nefse hakimiyet insan için çok lüzumlu bir haldir. Zira nefse hakimiyet
olmadan vicdanın zalimane hükümlerinden bir insan kendisini kurtaramaz. Ve bu
sözün de – herkesin anlıyabileceği şekilde – kısası şudur: Azap ve işkence çekmekten
yakasını sıyıramaz. Bu da mukadderdir. Peki diyelim ki böyle oluversin, bütün
hayatımız boyunca azap ve ıztırap çekip duralım ne çıkar! Hayır bu hal de böyle,
azabı bizim sineye çekivermemizle ebediyen uzayıp gidemez. Yani azaba katlanmakla
nefsimizin islahı cihetine gitmek cehtini göstermekten kendimizi ebediyen muaf
tutamayiz. Zira nefsini islah tekamül için zaruridir. Ve bu zaruretin icabatı nefse
hakim olup vicdanı tatmin etmedikçe tahakkuk edemez. Kadri dostumuzun aşağıki
tebliğinde bu bapta kıymetli sözler vardır:

KADRİ: Temmuz 19, 1948


<< İnsanlar bir devir içinde geçirdikleri hayatlarını bilselerdi ve buna
muktedir olabilselerdi bir çok hakikatlerin kühnüne daha açık olarak aşina
çıkmış bulunurlardı. O zaman hareketlerile, şimdiki bilgisiz zamanlar içindeki
gibi başı boş dolaşan serserilikten çıkarak, neticeli ve kıymetli ölçüleri daima
insanlar ellerinden hazır bulurlardı. Bir devre bir asırdan uzun bir kıymettedir.
Bir hayat, bir devre değildir. Ruh alemi de böyle muhtelif
286 Mukadderat ve İcabat

devrelerden terekküp eder. Bir varlığın dünyada geçirmiş olduğu bir veya bir
kaç hayat şekil itibarile bir devreye ayrılır. Diğer alemlerde geçen müddetler de
böyle devrelerle ölçülür. Her devre bir asırdan çok bir zaman sürer. Ruhların
kudret derecelerine göre bu devreler bazan kısalır, bazan uzar.
<< Ruh aleminde yaşanılan zamanla da böyle devrelere taksim edilmiştir.
Her devre ayni mıntakada, derece itibarile birbirinden daha yüksekte bulunur.
Bunların hitamında diğer yeni bir devrenin faaliyeti baş gösterir. Bu devrelerin
birbirine olan münasebeti, iki hayat arasındaki değişik şekiller gibi bir yakınlık
göstermez. Yani dünyada bulunan bir insan yeni bir devreye geçerken aşması
mecburiyetinde bulunduğu büyük bir mesafe vardır. Fakat bir varlık ayni bir
devre içinde ikinci bir hayata hazırlanıyorsa bunun yapmak mecburiyetinde
bulunduğu hareket, bir devre atlamasına nazaran büyük bir fark arzeder. O
bakımdan, devreler arasındaki bu ayrılıktır ki insanın o yeni devre için iyice
yuğurulmasını ve orası için lüzumlu kudreti iktisap etmesini icap ettirir. Ancak
bu sayededir ki o yeni devrenin gayri kabili tahammül gibi görünen büyük
tesirlerine mukavemet edebilir. İşte bu akşam yeni bir mevzua temas etmiş
oluyorsunuz. Daima hayatta bulunanların kendisini bir yukarı devreye
atlatabilmek için hazırlıklı bulunmaları ve buna uygun şerait içinde yetişmeleri
lazımdır. BUNLARIN BAŞINDA NEFSE HAKİMİYET GELİR.
<< Arzu daima insanı içinden vuran gizli bir düşmandır. Onun
hareketlerine boyun eğmek elindeki silahi teslim etmek demektir. İlk mukavemet
böyle başlar. Bundaki yükseliş diğer devreye hazırlık için lüzumlu bir kudret
olarak ruhta toplanır.
<< Şu halde sizin de ilk iş olarak arzularınıza hakim olmak metanetini
elinizde bulundurmanız lazımdır. Evvela küçük işlerden başlıyarak bu kudreti
gittikçe yükseltmek ve bir mümarese şeklinde, büyük bir müşkilata uğramadan
temin etmek mümkündür. Bu şekilde, insanlar diğerleri üzerinde de farklı bir
tekamül hamlesi kaydetmiş olurlar.
<< Nefsine hakim bir insan, daima diğerlerinin yanında üstün kalır. Bu
da pekala yapabileceğimiz bir iştir. Her yeni devre için lüzumlu bir takım
kıymetlere ihtiyaç vardır ki bunlar yavaş yavaş elde edilecektir. İşte ruh
kudretlerinin derecesine göre bazıları bunu bir kaç gelişte, bazıları daha az bir
zamanda ikmal eder. Hazır bir duruma geldikten sonra diğer devreye
atlıyabilir.>>
Mürakabei nefis 287

Ayni dostumuzun aşağıdaki tebliği vicdan karşısında nefisle arzunun


durumunu açıkça anlatmaktadır.

KADRİ: Mayıs 13, 1947

<< Vicdan, arzu, nefis gibi hassalar ruhun önüne dikilmiş birer engeldir.
Arzuyu ve nefsi vicdan köstekler. Bunların hangisi daha kuvvetli gelirse o,
öbürküsünü atlatır. Ve fırlar gider. Diğeri arkada bakakalır. Bunlar ruha
verilmiş birer hassadır. Ve ruh bu hassalara uymakla da mükelleftir.
<< Ruhta bir çok feveranlar, isyanlar meydana gelir. İşte bu isyanı
bastıran taraf ruhta ya bir muvaffakiyet, ya bir çöküntü bırakacak olan taraftır.
İşte bu da menfi veya müsbet tecrübelerin birer ana hattı olur. >>

Nefse hakimiyet tekamülü hızlandırır. Esasen biz de bu nokta üzerinde bunun


için duruyoruz. Yoksa tekamül tabi bir yoldur. Varlıklar tekamül için yaşarlar. Ve bu
tekamülün daha ileri gayeleri bizim aklımızın erebileceği şeyler değildir. Fakat bu
tekamül bütün varlıklarda görebileceğimiz ve inandığımız bir haldir. Yalnız tabii
tekamül, yani insanın kendisini koyuvererek, hiç bir cehit sarfetmeden ve tekamül
yolundaki icapları düşünmeden yaşaması takdirinde gene vaki olan tekamül batidir.
Ve zahmetlidir. İşte biz insan kardeşlerimize, tebliğata dayanarak öğrendiğimiz bu
hakikati bütün açıklığı ile arzetmeği bir borç bildik. Ve onun için bunları oldukça
tafsilatile yazıyoruz, yani yukardan almış olduklarımızı veriyoruz.

D - MURAKABEİ NEFİS

Şimdiye kadar geçen üç bahis, asıl mürakabei nefis mevzuunun tatbikatındaki


kolaylığı temin etmek içindi. İnsanın acı veya tatlı mukadderatının taayyününde
nefsaniyetin ve vicdanın ne kadar mühim bir rol oynadığı şimdiye kadar geçen
mülahazalarla pekala anlaşılmıştır. Vicdanı ihmal edip nefsaniyeti teşvik eylemekle
insanın ne kadar zorlu ve sıkıntılı akibetleri kendisine hazırlamakta olduğunu tasdik
ve kabul etmemek mümkün değildir. Zira bir az evvel dediğimiz gibi ne olursa olsun
insanın tekamülü duramaz. Halbuki nefsaniyetin azgınlığını önliyebilecek bir ruh
kudretine erişmedikçe de ileri merhalelere varabilmek ve oralarda barınabilmek kaabil
olamaz. Şu halde eğer bir insan nefsaniyetinin kafasını kendi elile ezmesini bilemez
veya beceremezse tabiatın namütenahi büyük ve önüne durulamıyan kuvvetleri onun
bu nefsaniyetinin kafasını ezmek için malik olduğu her türlü imkanı kullanmasını
bilir. Ve onu zorla yola getirir. Fakat, işte bu zorluktur ki o insanın aza-
288 Mukadderat ve İcabat

bının başlangıcını teşkil eder. Binaenaleyh insan nefsaniyetini yenmeğe çalışmadan da


belki gene az çok süratle bir tekamül merhalesini katedebilir, yalnız bu katediş büyük
azaplar çekmeğe, uzun ve zahemetli yollardan geçmek mecburiyetine katlanmağa mal
olur. Şu halde bunları bildikten sonra insan için yapılacak iş nefsaniyetini bizzat kendi
iradesile islah etmeğe çalışmak olmalıdır. İşin en akıllıcası da budur.
Demekki, vicdanına aykırı gelen ve nefsaniyetini tahrik eden arzularını,
ihtiraslarını, hotkamca hareketlerini, nefsi düşkünlüklerini kendi isteği ve rizası ile –
bin bir bahane uydurarak – terketmek istemiyen bir insanın karşısına tabiat kanunları,
yani ilahi irade kanunları öyle manialar, öyle hayat şartları çıkarır ve onu bu ağır
azaplı hayat şartları içinde o kadar bunaltır ki onun bu bunalışı kötü huylarını ortadan
kaldırmağa yetecek ruh kudretini kendisine otomatik olarak kazandırır. Mesela,
taazzum, tegallüp ve tahakküm illetlerinden kendisini bizzat kendi cehit ve
gayretlerile kurtarmaktan aciz olduğunu isbat etmiş bir insanın, kendisi için adeta
zelilane ve hicap verici telakki edilen çok mütevazi bir hayatta yaşaması mukadder
olabilir. Ve böyle geçecek koca bir ömür içinde yaşamak mecburiyeti ne kadar
sıkıntılı ve işkenceli olursa o boynu eğilmek bilmiyen asi insan, tevazuunun manasını
o kadar derin olarak anlıyabilecek bir duruma girer. Bu suretle, geçen hayatında kendi
iradesini kullanarak belki bir iki senelik veya aylık cehitle elde edebileceği neticeyi,
böyle bir asra yakın kocaman bir ömür içinde çekeceği büyük sıkıntılar ve
meşakkatler mukabilinde ya elde edebilece ya belki de gene bir muvaffakiyetsizliğe
uğramak yüzünden elde edemiyecektir.
Demekki insanın nefsaniyetine mağlubiyeti neticesinde ilahi irade
kanunlarının icabatına göre kendisine hazırlanmış olan azaplı, mahrumiyetlerle dolu
akibetler ve mukadderler, bazılarının düşündükleri gibi, hiç bir vakit kötü değil,
bilakis, onun ruh tenbelliğinden kurtulup öz varlığına büyük kudretler kazandırarak
tekamülünde ileri, mesut merhalelere ulaşabilmesi için lüzumlu ve hayırlı ilahi
vetirelerdir. Iztırap bu bakımdan da hayırlı mahiyetini ortaya koymaktadır.
Yalnız şunuda hatırdan çıkarmamak lazımdır ki böyle işkenceli, uzun bir
hayatı veya nefsaniyete karşı mücadele ile geçecek ruh faaliyetinin süslemiş olduğu
kısa ve huzurla dolu başka bir hayatı tercih etmek tamamen insanın kendi elinde ve
ihtiyarındadır ve bir liyakat meselesidir. Bunlardan birincisi insan ruhunda muzaffer
olmuş bir vicdanın hakimiyetinden doğan neticelerdir. İnsan bunlardan hangisini
isterse ona tabi olmakta tamamile serbesttir. Demekki insanın azaplı ve mahrumiyetli
bir akibetten kendisini koruması pekala mümkündür ve bunun içinde onun,
nefsaniyetinin değil, vicdanının emrettiği yolda yürümeğe azmetmiş olması ve bu
yolda cehit ve gayret göstermesi lazım gelir.
Mürakabei nefis 289

Burada karşımıza şöyle bir sual dikilebilir: Vicdanla nefsaniyeti birbirinden


nasıl ayırmalıdır?
Geçen bahisleri okuyanlar çok iyi takdir buyururlar ki nefsaniyetin kökü
hotkamlıktadır. Hotkamca bütün istekler nefsaniyetin malıdır. Buna mukabil vicdan
daima diğerkamlığı emreder. Bunun içine de fedakarlık, sevgi, merhamet, yardım,
başkalarını teselli, başkalarına dert ortaklığı, ve başkalarının tekamülüne yardım...
gibi bir çok faziletli hareketler girer. Binaenaleyh herhangi bir içgüdüsünde hotkamca
maksatlar sezilirse onun ileri sürdüğü mazeretler ve sebepler ne kadar meşru ve
makbul görünürse görünsün bir nefsaniyet tuzağı olduğundan asla şüphe etmemek ve
ona göre hemen vaktinde lüzumlu olan tedbiri almak icap eder. Zira önceleri
masumane bir meleküssiyane gibi ruha sokulmağa çalışan nefsaniyet bir az yüz bulup
şımardığı zaman en azğın ifritleri bile hayran bırakacak savletlerile insanı yere
sermekte gecikmez. Onun başı ancak uyurken veya henüz uyanmağa başlarken
ezilebilir. Ve illa çok güçtür. Ve iş ilerledikten sonra onu yola getirebilmek için
sırasına göre büyük azaplar çekmek gerekir.
Burada benim şahsen yaptığım tecrübelere nazaran muvaffakiyet şu yolda
daha emin olarak sağlanabiliyor: Nefsaniyetin sık sık yoklamalarına meydan
vermeden insan kendi iradesile vicdanının emrettiği işleri aramalı ve onları ihmal
etmeden vicdanının emrettiği gibi yapmağa çalışmalıdır. Bu takdirde nefsaniyet,
insanı zorlamağa ve kandırmağa vakit bulamaz. Mesela insanlara - eğer elinden
gelmiyorsa – zorla acımağa çalışmalı ve bunu, yani insanların ıztıraplarına
acıyabilmek kudretini Allahtan dua ederek istemeli, bu hissi her gün karşılaştığı
yüzlerce şayanı merhamet tablolar karşısında hiç bir vakit ihmal etmeden kendisinde –
eğer yoksa – bu suretle yaratmağa çalışmalı. Bu işteki muvaffakiyet ancak bir kaç
tecrübeden sonra kendisini göstermeğe başlıyacaktır ki bunu gören insan
nefsaniyetine karşı ilk zaferi kazanmış olduğunu hissetmekle ne kadar sevinse yeridir.
Burada esas olan şey bu yolda bir iki tecrübeden sonra muvaffak olamadım, veya
adam sende gibi zayıf düşüncelerle işi yarı yolda bırakmayıp, kendine bir vazife
edinmek ve hayatın sonuna kadar bu mücadelede devam etmektir. İlk zamanlarda
belki bir az sıkıntılı gelebilen bu cihadı ekber zaman geçtikçe kolaylaşır, itiyat halini
alır ve nihayet en zevkli ve huzur verici bir meşgale olur ki bu dereceye geldikten
sonra da insan artık bir daha yıkılmamak üzere ayağa kalkmış demektir.
Burada nefsaniyetin ve vicdanın yollarına ait bir misal vermek belki istifadeli
olacaktır. Mesela, X... şu veya bu mazereti ileri sürerek Y...nin cebinden bir kaç
kuruşluk ekmek parasını zorla aldı. Ve kendisi için harcadı veya sakladı. X...i bu
harekete sevkeden iç güdüsü onun nefsaniyetidir. Çünkü yapılan iş tamamile
hotkamca bir harekettir. Ve

F: 19
290 Mukadderat ve İcabat

diğerkamca olmaktan uzaktır. Buna mukabil gene X... hiç de tanımadığı fakat yardım
ve himayeye mühtaç gördüğü Y...e, cebinde olan beş on kuruşluk ekmek parasından
bir kısmını ayırarak verdi. Bu da hiç şüphesiz onun vicdan emrinin ifadesidir. Zira bu
adam burada tamamile diğerkamca bir iş yapmıştır. Ve onun bu yaptığı işde hiç bir
hotkamlık eseri yoktur.
Yalnız işler her vakit böyle kolay gitmez. Bazı hareketler de vardır ki bunların
içinde nefsaniyet şemmesinin bulunup bulunmadığını takdir etmek hakikaten oldukça
ileri bir görüş ve tecrübe kudretine vabeste bulunur. O zaman da insanın kendisini bu
müşkülattan kurtarıcı en mükemmel silahını, niyetinin temizliği, iyiliği, yani tamamile
diğerkamca bir yola müteveccih bulunmuş olması teşkil eder. Yani o insan böyle
karar veremediği anlarda kendisinin değil, yalnız karşısındakinin iyiliğini ve huzurunu
düşünerek vereceği kararı vicdanının bir emri olarak emniyetle yapabilir. O zaman
onun yaptığı işin neticesi de ne olursa olsun o, ruhi vazifesini yapmış ve muvaffak
olmuş sayılır. Burada misal olarak evvelce verilmiş olan bir mevzuu tekrar ele
alacağız.
Bir dilenci çocuğa, birisi para ile yardım etmek istiyor ve bunu vicdanen
mecburi görüyor, diğeri ise bilakis gene vicdanına göre ona para ile yardım etmenin
doğru olmadığına kani bulunuyor. Eğer bu iki insanın bu hükümlerinde kendilerinin
de hissedebilecekleri hotkamca bir arzu yoksa ve ikisi de tamamile diğerkamca
duygularla hareket ediyorlarsa elbette ikisi de yalnız vicdanlarile hareket ediyor
demek olur. Ve bu takdirde ikisi de ayni süratle bulundukları yerden ileri doğru
fırlayıp üst merhalelere erişebilirler. Fakat bunlardan biri zahiren tamamile vicdani
görünen bu hükmünde az çok bir hotkamlık şemmesini bizzat kendisi de duyuyorsa ve
bu hotkamca insiyakının tesirinden kendisini kurtaramadığı için böyle güya vicdani,
yani diğerkamca bir endişe ile hareket ettiğine kendisini inandırmağa çlaışıyorsa onun
vicdanı başka türlü düşünüyor, yani verdiği hükmün tamamile aksini emrediyor
demek olur. Yukarki misalde olduğu gibi bu adam, çocuğa para vermemeği onun
iyiliği için değil de sırf cebinden beş on kuruşu ona vermeğe kıyamadığı için vicdani
mülahazalardan bahsediyorsa ve bu serdettiği özrün de sudan olduğunu
hissedebiliyorsa o, kendi varlığına karşı müraice hareket eden nefsaniyetine mağlup,
hotkam bir insan da başka bir şey değildir. Böyle bir adamın, yani sırf o fakir çocuğu
dilenciliğe alışmasın diye yardımından mahrum bırakan adamın karşısına bir zorba
çıksa ve: eğer sen bu çocuğa bu parayi vermezsen ben senin elinden onun biraz
fazlasını zorla alacağım ve kendim sarfedeceğim, dese ve o adam da bu zorbanın
hakkından gelemiyecek bir durumda olsa acaba ne yapacak? Eğer gene yukarki
mülahazalarına sadık kalıp parayi çocuğa vermemek için o zorbaya biraz da fazlasile
teslim ederse o zaman o insan bu çocuğa para
Mürakabei nefis 291

vermemek hususunda serdetmiş olduğu mülahazalarında tamamile samimi, haklı ve


vicdani olarak hareket ediyormuş denilebilir. Fakat nasıl olsa kaybedeceğini
anladıktan sonra – hiç olmazsa meseleyi az zararla kapatmak – için parayı zorbaya
değil çocuğa vermeği tercih ettiği anda evvelki hükümlerinde samimi olmadığı ve
tamamile hotkamca hareket etmiş olduğu anlaşılır.
Demekki buradaki kıstası, yapacağı işde göstereceği niyetin hotkamca veya
diğerkamca olup olmadığını, insan bizzat ruhunda yapacağı ince bir tahlil neticesinde
meydana çıkabilir. İşte bu ameliyeye bir nefis mürakebesi diyoruz. Ve böyle bir
ameliyeyi onun dışında hiç bir kimsenin o adamın hesabına yaparak doğru bir hükme
varabilmesi de asla mümkün değildir. Zira o kimsenin ruhunun derin tabakalarında
faaliyet gösteren nefsaniyet ve vicdan mücadelesinin vereceği neticeyi o insanın
bizzat kendisinden başka hiç bir kimse bilemez, duyamaz, anlıyamaz.
Netice şu ki ayni bir hadisenin karşısında birbirine zıt iki noktai nazar beyan
eden iki insan – ikisi de niyetlerinde temiz ve diğerkam iseler – tamamile vicdanlarına
göre hareket etmiş olabilirler ve ikisi de ayni süratle tekamül yolunda merhaleler
katedebilirler. Fakat bu birbirine zıt iki mülahaza eğer ayni bir şahsın ruhunda tecelli
ederse o zaman muhakkak surette bunların birisinde – bütün vicdani görünen
kıyafetine rağmen – az çok bir nefsaniyet kaygısının, yani hotkamca duyguların rol
oynamakta olduğu anlaşılır. Bu takdirde çok dikkatli bir nefis murakabesi yapmak
lazım gelir. Böyle bir nefis murakebesinde, insanın kendisini bütün hadiselerin
üstünde görerek tam bir bitaraflıkla hareket etmesi ve mürailikten kaçarak tam ve
karışıksız bir samimiyet içinde hareket eylemesi şarttır.
Çok nazik olan ve vicdani hükümlere kolay kolay bağlanamıyan bazı
vakalarda bütün iyi niyetlerine rağmen gene işin içinde çıkamıyan bir insanın
yapabileceği, çok kolaylıkla tatbik edebileceği bir usul daha vardır. Nefis mürakabesi
sırasında sıkıştığı zaman, bu usul insanı ekseriya büyük güçlüklerden kurtarabilir. O
da şudur:
Karşısındaki insana vicdani olarak yapabileceği işi iyice tayin etmekte güçlük
çeken bir insan o anda karşısındaki ile kendi mevkiini değiştirivermelidir. Yani tam
manası ve icapları ve zaruretlerile kendisini o adamın ve o adamı da kendisinin yerine
koyarak bu durumda, kendisinin o adamdan beklediği bereketin neden ibaret
olduğunu tayin ve takdir etmeğe çalışmalıdır. Eğer bu yer değiştirme ameliyesini tam
bir şekilde ve bütün icaplarile yani bitaraflıkla yapabiliyorsa, daha doğrusu kendisini
tamamile o adamın o andaki bütün durum ve ihtiyaçları içinde hissedebilecek hale
sokabiliyorsa o zaman karşısındakinden beklemekte olduğunu gördüğü hareketin,
şimdi kendisinin de o adama karşı
292 Mukadderat ve İcabat

yapmakla vicdanen borçlu bulunduğu bir hareket olduğunu bir az zor dahi olsa
tereddütsüzce kabul etmelidir. İnsanlar için bu, en kestirme bir felah yoludur. Burada
Şihap dostumuzun çok kısa, fakat çok mühim olan sözlerini bir hakikat olarak
arzediyorum:

ŞİHAP: Ekim 23, 1951

<< Vicdan sesi herkesin içinde başka türlü ihtizaz eder. Ve iki şahıs misal
olarak ele alınırsa birinin evet dediğine diğeri hayır, der. Hiç şüphe etmeyin ki
ikisi de tekamül ediyor. Yeter ki gayeleri diğerkamlık, feragat ve başkalarına
yardım etmek olsun. Hotkamlık bahis mevzuu ise bu şekildeki hareketlerde hiç
bir tekamül aramak beyhudedir. Bu kısa cevapla verilen mevzuun ehemmiyetini
olabilir ki bazı yeni arkadaşlarınız takdir etmiyebilirler. Onun için bu mevzuu
burada terketmemelerini ve üzerinde uzun müddet düşünmelerini tavsiye
ederim. >>

***

Bütün bu mülahazalar, nefis mürakabesinin ne kadar mühim ve lüzumlu bir iş


olduğunu ve her insanın haklı olarak dilediği mesut ve sevinçli akibetleri
hazırlıyabilmesi için nefis mürakebesine ne kadar büyük bir kıymet vermesi icap
ettiğini açık olarak göstermektedir.
Bizi kurtaracak olan gene biziz. Ve biz kendimizi ancak, nefis mürakabeleri
yaparak vicdanımızın nefsaniyetimiz üzerindeki hakimiyetini tesis etmek ve ona göre
de duygu, düşünce ve amellerimizi islah etmek suretile kurtarabiliriz. O halde nefis
murakebesi nedir ve nasıl yapılır?
Burada söz salahiyeti Cemiyetimizin ( Türkiye Metapsişik Cemiyeti ) rehberi
olan çok muhterem ruh dostumuz Şihaba aittir. Zira bu yolda bize ilk esaslı bilgileri
bu zat vermiş bulunmaktadır.

ŞİHAP: Eylül 11, 1951

<< Bütün bu sözlerinizi toplayıp size, nefis mürakabesinin ne şekilde


yapılması lazım geldiği hakkında bir iki kelam edeceğim. Belki bu sözlerimden
sonra bu murakebe işinde noksanlarınızı görecek ve eksiklerinizi bu sözlerime
göre tahsis yoluna gideceksiniz.
<< Mürakabei nefis mahkemesinde bir hakim bulunur, bir de maznun.
Hakim, vicdanınızdır, maznun ise nefsiniz. Bu maznunun, bilesiniz ki muhakkak
ve muhakkak suçu ve suçları mevcuttur. Eğer içinizden biri çıkagelir de bir
suçum yok, derse o, kendi suçunu kendi içinde görebilinciye kadar buraya
devamdan istifadesiz kalsa gerek.
Mürakabei nefis 293

<< Hakim olan vicdanınız hiç bir zaman müsamaha, mülayemet, af nedir
bilmemelidir. Biliniz ki kainatta yegane mülayemet, af ve müsamahanın yer
alamıyacağı mevki, mahkemei nefis salonudur. Bir insan ki kendi nefsini
mürakabe esnasında nefsini mazur görür, onun suçlarını mülayemetle, afla
karşılar o, başkalarına karşı gaddar ve hotkamdır. Nefse karşı hiç bir zaman
mülayemet etmemelidir ki diğerkam olunsun.
<< Biliniz ki, hepinizin başından geçmiştir ki insan, vicdanın sesini bazan
tamam duyar. Tamam duyduğu anlar olduğu halde adeta kendi kendini
aldatırcasına yaptığı suç ve kabahatleri mazur gösterecek bahaneleri de icat
etmekten geri kalmaz. Ve bu işde o kadar çok hüner gösterir ki bu, şayanı hayret
derecededir.
<< İnsan, nefsini mürakabede demin de söylediğim gibi adeta zalim bir
hakimlik rolünü vicdanına vermelidir. Eğer sizler bu mürakabei nefis hususunda
şahsen bu şekilde hareket etmediyseniz yeniden düşününüz. Bu şekilde kendinizi
hazırlıyabilirseniz ne mutlu size. Bunun, emin olunuz ki zannettiğiniz kadar
kolay bir iş olmıyacağını idrak ederim. Amma ne dedimdi: beşeriyeti bir kaç
adım ötede bekliyen karanlık uçurumdan kurtarmağa namzet olanların bu
darlığı yırtmaları lazım gelmez mi? >>

Fakat yukarki tebliğden de anlaşılıyor ki mürakabei nefis kolay değildir. Zira


her şey sadece mürakabei nefisle olup bitivermez. Yani çok defa nefsaniyetini haklı
gösterecek şekilde bir insan nefsini bir iki defa mürakabe ettikten sonra gene hava ve
hevesinde bildiği gibi yaşamakta devam ederse kendisinden beklenen büyük tekamülü
tahakkuk ettirmiş olmıyacaktır. Burada yapılması lazım gelen başka mühim bir işde,
nefis mürakabesini tam ve yolu ile yaparken insanın, hatalarını pürüzsüz ve
tereddütsüzce görebilmesinden sonra bu hataları tekrar etmemeğe kati bir şekilde
azmetmiş ve karar vermiş olmasıdır. Bununla beraber, nefis mürakabesinde insanın
tam bir tarafsızlıkla hareket ederek sadece hatalarını bütün açıklığı ile görmesi ve
samimiyetle kabul etmesi de gene onun tekamülüne yarıyan çok büyük bir kıymettir.
Şu halde mürakabei nefis – eğer tabiri caizse – insan ruhuna musallat olan bir
hastalığın vaktinde teşhisini koymağa yarıyan bir nefis bilgisi yoludur. Şurası
aşikardır ki bir hastalığın, bir derdin teşhisi konmazsa, daha doğrusu asıl illeti
bulunmazsa onun kati olarak şifası güçleşir. Bu nokta hakkında da muhterem ve
kıymetli dostumuz Şihabın aşağıdaki tebliği bizi nurlandırmaktadır.
294 Mukadderat ve İcabat

ŞİHAP: Eylül 13, 1951

<< Mürakabei nefsi bu şekilde daimi kendine iş edinen arkadaşlar,


zannetmesi ki derhal bütün hatalarından kurtulacak, bütün bildiğiniz fazilet ve
iyilikleri kendinde toplıyacaktır. Hayır!... Bu ancak tedrici olabilecek bir
nimettir. Mürakabei nefis; hatalarını görmek, hiç bir bahanesiz görmek
demektir. Tashih ise daha zor ve çetin bir yoldur. Bu tashihi yapmak ve ilahi
yola daha azimli bir şekilde, yürümek ancak bu mürakabei nefisle olacaktır.
Hatanızı pürüzsüz, tereddütsüz görebilmek, o hataları bertaraf etmek demek
olmamakla beraber, tahmininizden pek büyük, pek üstün bir başarı olacaktır.
Ne mutlu yalnız hatayi tam, kusursuz ve onu zalim vicdan gözü önünde
muhakeme eden arkadaşlarınıza. Zannetmeyiniz ki hepiniz mürakabei nefis
yaptınız da birdenbire dünyanızın en temiz insanları haline geldiniz. Ne
mümkün! Buna kolay kolay erişmek pek kaabil değildir. Ancak karınca adımı ile
bir adım atsanız gene büyük muvaffakiyet olacaktır. Bu sözlerim sizin
cesaretinizi kırmamalıdır. Güç olan işler büyük muvaffakiyet sağlar. >>

Bu tebliğlerdeki sözler çok açıktır. Bütün bu büyük dostlarımızdan almış


olduğumuz bilgileri bir araya toplıyarak şahsen şu mülahazayı ileri sürebiliriz:
Bazıları vardır ki nefis mürakabesini yaparken vicdanlarının muhalefet ettiği
noktalar karşısında mütemadiyen nefsaniyetlerinin hareket tarzlarını mazur ve makbul
gösterici birtakım bahaneler ve müdafaa planları tertip etmeğe kalkışırlar. Bu neye
yarar ve kimin için yapılır? Bu hareketin hakiki manası düşünülürse onun ne kadar
acaip olduğu meydana çıkar. Zira, esasen insanı kötü veya iyi hareketlerinden dolayi
en evvel mahkum edecek olan unsur onun bizzat gene kendi vicdanıdır. Ve vicdanın
böylece insanı mahkum edeceği zaman gelince de ortada nefsaniyetten eser
kalmıyacaktır. Bu takdirde günün birinde kendisini yarı yolda bırakacak olan yalancı
bir dostla ( nefsaniyetle ) karşı karşıya geçip vicdan hükümleri aleyhine kararlar
vermeğe kalkışmanın ne faydası ve manası olabilir? Nefsaniyet ve arzular evvelce de
arzettiğimiz gibi tamamile dünya işlerine ve madde ruh münasebetlerine, yani bedene
bağlı zaruretlerdir. Günün birinde nefsaniyet ve bütün arzular bedenle birlikte
terkedilip dünyada bırakılacak ve bu zaruretler de ortadan kalkacaktır. Fakat buna
mukabil vicdan, ruhla beraber bütün serbestliği ile hükmünü istediği gibi infaza
muktedir zalim bir hakim olarak sahnede tek başına kalacaktır. Bu gün maddi
birtakım imkanları fena şekilde kullanarak vicdanın sesini boğmağa çalışmak pek
kolaydır. Zira bu ameliyeye, nefsaniyetin azğınca arzuları büyük mikyasta yardım
eder.
Mürakabei nefis 295

Binaenaleyh bir insan, daha doğrusu nefsaniyeti galip bir insan; vicdanını
boğduğu yerlerde hatta bir az da rahatlık hissedebilir. Maddi ihtiraslarına kavuşmanın
vermiş olduğu sevinçle nefsaniyeti onun bu hareketini alkışlar. Amma bu iş hep böyle
devam etse iyi. Etmez ki... etmiyecek ki... Günün birinde insanın bedeni bütün nefsani
ihtiras ve arzularile birlikte kendisini terkettiği zaman vaktile nefsaniyetine uyup
yaptığı işlerden dolayi o insanı kim alkışlıyacak? Ve bütün haşmetile karşısında,
hesap sormağa dikilen zalim vicdanına karşı onu kim müdafaa edecek? Gene
nefsaniyet mi? Asla! Buradaki asla kelimesinin manasını, ömürlerinde hiç olmazsa bir
defacık olsun şöyle böyle küçük ve kaçamak tarzında vicdan azabı çekmiş olanlar
pekala takdir edebilirler. Bu takdirde vicdan bütün gürlüğü ile kudretli sesini yükseltip
ilahi irade kanunlarının değişmez icabatına uyarak o varlık hakkındaki en ağır
hükümlerini verirken o, bu ağır hükümlerin çok acı neticelerine maruz kaldığı zaman
bunun, kendisi için hiç bir sun’u taksiri olmadan Allah tarafından veya başka biri
tarafından takdir kılınmış bir akibet olduğunu söylemek cesaretini kendisinide
bulabilecek midir? Ateşi elile tutan çocuk bile, - eğer aklı bir az eriyorsa – eli yandığı
zaman bütün hırsını sadece ağlamakla geçirir ve kimseye bunun için çatamaz. Yani
kabahatin kendisinde olduğunu bilir. Demekki mürakabei nefis, ilerde ıztıraplı bir
hayattan insanı koruyucu tedbirler alabilmenin yolunu göstermiş veya hiç olmazsa
yaptığı kötü işlerin fenalığını daha şimdiden insana duyurmuş olması bakımından da
ayrıca büyük bir kıymet halini alır. O şartla ki bu ameliye tam ve yukarda Şihap
dostumuzun işaret ettiği noktalara uygun olarak yapılmış olsun.
Bazıları da vardır ki mürakabei nefis mevzuundan adeta ürkerler, nefret
ederler. Bu bize göre çok sakat bir harekettir. Bazı kuşlar vardır ki avcı gelirken
kafalarını kuma gömerler ve bu suretle güya avcının gözünden kaçabileceklerini
sanırlar amma haddi zatında onlar avcının gözlerini değil, kendi gözlerini
bağlamışlardır, yani avcı onları gene görür fakat onlar avcıyı göremez olurlar. Eğer
bir insan mürakabei nefisten kaçmak veya nefret etmekle, daha doğrusu nefsaniyetinin
arzu ve ihtirasları peşinde kontrolsuzca koşmağı tercih ederek hakikaten vicdanlarının
kontrolundan kendilerini kurtarmış olabilselerdi o zaman bu tarzı hareketi çok makul
görenler bulunabilirdi. Şuna kaniiz ki nefis mürakabesinden korkmamak, kaçmamak,
ve bilakis onu sevmek ve ona koşmak lazımdır.
Nefis mahkemesinde o insan oldukça ağır hükümler giymiş olsa bile bu
hükümleri onun gene sabır ve tahammülle karşılaması, ilerde gelecek akibetlerin
hafifletilmesi hususunda çok faydalı olacaktır. Gene Şihap dostumuz bir tebliğinde,
nefis mürakabesi yaparak hatalarımızı görmek ve onların, dünyada iken azabını
duyabilmek suretile öbür tarafa götüreceğimiz yüklerini hafifleteceğimizi açıkça
söylüyor.
296 Mukadderat ve İcabat

Yukarki tebliğin açıkça gösterdiğine nazaran nefis mürakabesinden sonra


vicdanın menettiği şeyleri, vermiş olduğu bütün kararlara rağmen gene tatbik etmek
kudretini göstermese bile bu halin azabını duymasının ona sağlıyacağı kazançlar bile
mürakabei nefis ameliyesinin ne kadar faydalı ve ehemmiyetli olduğunu göstermeğe
kafi gelir.
Nefsaniyet bir düşman ise, ne ondan kaçarak, ne de onun boyunduruğu altına
girerek ona galip gelmek mümkün olmaz. İnsanın mukadderatını cehennem hayatına
çavirebilen nefsaniyet düşmanını perişan etmek için onu nefis mahkemesi salonuna
sokarak zalim vicdan hakiminin huzuruna çıkarmak ve o hakimin vereceği bu çetin
düşman aleyhindeki hükümlere göre onunla göğüs göğüse pençeleşmek lazımdır.

***

Nefis mahkemesini açmak ve mürakabei nefis yapmak ameliyesi oldukça basit


ve kolaydır. Bunun için en müsait zamanı intihap etmek başta gelir. Bu da insan
yatağında akşam, kendisini tamamile yalnız ve başbaşa hissettiği anlardır. İnsan
böylece akşam yatağına girdiği zaman; 24 saat zarfında kendi iradesile yapmış olduğu
işler neticesinde kimlere neler yapmış olduğunu ve bu yapmış olduğu işlerle kimleri
mutazzarrır ettiğini, kimlerin ıztırabına sebep olduğunu, kimlere göz yaşı
döktürdüğünü veya kimleri aldatarak iyilik yapıyorum diye kendilerine fenalık
yaptığını, kimlere yardım edebilecek durumda olduğu halde omuz silkip geçtiğini,
kimlere acıması lazım gelirken acımadıktan mada lakaydı veya istihza ile muamele
ettiğini, kimlere karşı taazzum, tekebbür göstererek kırıcı ve istihza edici hareketlerde
bulunduğu kimin izzeti nefsini incittiğini... ilh. bir sinema şeridi gibi ve o anların
içinde yaşıyarak en ince teferrüatına kadar gözünün önünden geçirmeğe başlar. Bu
vakaları hatırlar ve tekrar onların içinde yaşamağa çalışırken bilhassa vicdanının
aksülamellerini mütemadiyen ve ehemmiyetle, bir zerresini bile kaçırmadan takip
eder. Burada onun vicdanına zalim bir hakim rolü vermesi de şu demektir ki herhangi
bir vaka karşısında vicdanının göstereceği reaksiyonu küçülterek değil daima dev
aynasında büyülterek görmeğe ve duymağa çalışmalıdır. İşte o böyle yapmak
istedikçe nefsaniyetinin ilk zamanlarda gür çıkan, fakat bu husustaki mümaresesi
arttıkça cılızlaşan sesini yavaş yavaş kaybetmeğe başlar. Bu ses her türlü müdafaa
çarelerine baş vurarak kendisini haklı çıkarmağa uğraşır. Hatta bunun için bazan
açıkça ve düpedüz yalanlara, hilelere ve kaçamaklı yollara müracaat etmekten de
çekinmez. Mesela, ( ben ona tokadı indirmeseydim o beni öldürecekti, ne yapayım,
böyle hareket etmeğe mecburdum. ) Yalan! O da pekala bilir ki o tokadı vurmasaydi
öteki bunu öldürmüyecekti. Fakat kendisini müdafaa için o, bütün bu yalan ve
dolapları hep haklı ve doğru göstermeğe uğraşır.
Mürakabei nefis 297

İşte nefis mürakabesinde bunların hiç birisi makbul sayılmıyacak ve


dinlenmiyecektir. Nefsaniyetin söylediği bütün sözler ne kadar makul ve makbul
görünürse görünsün merduttur. Bu sözümüzü hiç de gayri tabii görmemelidir. Burada
akla pekala şu gelebilir, canım makul olan bir söz nasıl reddedilebilir? Biz de bu
itiraza şu sözle mukabele etmek isteriz: canım, insanı ayağının altına almak istiyen
kurnaz bir düşman; bu haince emellerine nail olmak için makul sözler bulup
söyliyemez mi? Şimdi, makul konuşuyor diye o düşmanın ayaklarının altında ezilmek
için önüne sırt üstü yatıp uzanmak mı lazım gelir? Gerçi o adam mürakabei nefsi
sırasında nefsaniyetinin << makul >>, okşayici, ve vicdanın haşin hükümlerine karşı
koruyucu mülayim sesini dinlemediği için belki de yaptığı kötü işlerden dolayi sıkıntı
duyacaktır, üzülecektir ve azap çekecektir. İyi ya... İşte asıl lazım olan da bu. Zira o
bu sıkıntıya düşmekle vicdanına karşı olan borcunu ödemiye başlamıştır bile. Ve
sıkıntıdan sonra hafifliyecek, huzur duyacak ve işte o günkü kötü hareketinin ilerde
çok pahalıya mal olacak borcunu peşinen ve daha çok rahat ve müsait şartlar altında
hiç olmazsa kısmen veya belki de tamamen ödemiş bulunacaktır. Ve zaten o bir defa
böyle nefis mürakabesini itiyat haline soktuktan sonra yavaş yavaş hatalarından da
tabiatile kurtulmağa başlıyacaktır. Zira bir hata uğrunda çekilen azap ne kadar küçük
de olsa gene o hatayi tekrar etmemek için ruhta derin bir intibah husule getirir. Bu da
azap ve ıztırabın otomatik ve hayırlı, halaskar tesirlerinden biridir.
Bu ameliyenin her akşam tekrarını adet haline getirmek lazımdır. Eğer
dünyadaki insanların ve münevverlerin binde biri bu işi yapabilselerdi dünyamız
nisbeten bir cennet olur ve diğer alemlerin gıptasına şayan bir hale gelirdi. Fakat
heyhat!... Dünyada bugün nefsaniyet, vicdana ağız açtırmıyacak kadar hakim
durumdadır. Allah insanları islah etsin. Ve bu dünyayı korkunç bir cehennem
olmaktan kurtarsın.

***

İnsanları mürakabei nefisten, yani nefis mahkemesinde vicdanın vereceği


kararları işitmekten uzaklaştıran amillerden biri de kendi nefsaniyetlerinin zebunu ve
esiri olduklarını hissetmeleridir. << Kabahat samur kürk olsa kimse giymez >> derler.
Yazık ki pek doğru olan bu söz, çok kötü ve sakat bir ruh halinin güzel bir ifadesi
oluyor. İnsan bir sürü kötü itiyatlarının zebunudur. Birtakım maddi cazibelerin
esiridir. Bir çok temelleşmiş arzuların ve maddi gayelerin getireceğini sandığı
mevhum saadetlerin meclubudur. Böyle bir insan nefis mürakabesine koyulmakla
bütün bu vahi saadetleri ve gelip geçici hazları kaybedeceğini düşünür ve göynü, yani
gene nefsaniyeti böyle bir fedakarlığa asla razı olmaz ve onun için de mürakabei
nefisten istikrah eder ve şiddetle kaçar. Çünkü o artık nefsaniyetinin hükmü ve esareti
altında mağlup ol-
298 Mukadderat ve İcabat

muş bir insandır, mağlubiyetini kabul ve teslim etmiş bir esirdir. Bu sözlerden bir
netice çıkıyor: şu halde, insan büyük nefis mahkemesinin huzuruna çıkabilmeğe de –
eğer henüz hazır değilse – kendisini hazırlamak ihtiyacındadır. Yani bu ali
mahkemeye çıkmazdan evvel oraya çıkabilecek cesareti ve kudreti iktisap eylemenin
yolunu aramak zorundadır. Bu nasıl olur? Burada kıymetli dostumuz Kadrinin tebliği
bize ihtiyacımız olan bilgileri vermektedir.

<< KADRİ: Temmuz 19, 1948

<< Sual – Nefse hakimiyet eksersizini nasıl yapalım?


<< Kadri – Bir gün içinde hatırınıza gelen isteklerinizi gözünüzün
önünden geçiriniz. Sizin için faydası olmıyan birtakım iç arzuları kendini
göstermektedir. Bunlardan bilhassa hoşunuza gitmesi muhtemel hareketlerden
sarfınazar etmeniz sayesinde bu iş yoluna girer. İçinizden bir eğlence yerini gidip
görmek gelir. Bu arzu zaman geçtikçe kudretini arttırır. Şayet siz kendi
metanetinizi attırmak gayesile bundan sarfı nazar ederseniz bu terbiyeyi
kazanmış olursunuz. Canını sıkıldığı için bir şey içmek, bir şey yapmak içinizden
gelir. İsrarla bu da yapmamağa azmeder ve yapmazsınız. O zaman arzuların
miktarı da azalır. Bu azalış, isteğin bitmesinden değil, sizin irade kudretiniz
karşısında o arzuların, kendi yüzlerini göstermemesinden ileri gelir.
<< Vazife ve bir maksat uğrunda gösterilen mukarrer istekler tabii
bunun dışındadır. Size hiç bir faydası melhuz olmıyan, sırf eğlence mahiyetini
arz eden istekler içindir bu.
<< İnsanlar ne kadar kudret sahibi olurlarsa kendilerini muhitlerine o
kadar iyi tanıtırlar. Ve daha büyük işler yapmak iktidarını kazanırlar.
Kudretler maddi ve manevi olmak üzere iki kısma ayrılır.
<< Bir memleketin başında bulunan ve büyük işler gören insanlar, tabii
kudretli şahıslardır. Bunlardaki maddi kıymet şayet manevisi ile birleşirse o
zaman çok büyük bir kabiliyet halinde kendisini gösterir. Peygamber, asrı içinde
büyük bir hükümdar, kumandan, ayni zamanda yüksek maneviyat ve ruh sahibi
bir şahsiyetti. Yalnız başına sırf manevi bir kudret sahibi bulunsaydi – gene bir
kıymet olmakla beraber – büyük hareketlerinin aksi, belki, bu güne kadar
gelemezdi.
<< Maddi hareketler üzerinde gösterilecek büyük işlerdir ki maneviyatın
mütemadiyen gelişmesini temin eden bir zemin hazırlamış olur. Yalnız maddi
kıymetlerle mücehhez büyük irade adamlarının da uzun senelere intikal eden
bazı şerefli menkıbeleri olmuştur. Fakat bunlarda da gene yüksek bir ruh
kudreti-
Mürakabei nefis 299

nin yardımı daima nümayan olmuştur. Ruhi kudretler maddi enerjilerle


birleşmediği takdirde o hareketler uzun ve büyük akisli olamaz. Şu halde maddi
sahada devamlı işler peşinde koşmak, insan maneviyatının da kuvvetlenmesine
yardım eder. Bir köşeye çekilmiş bir insan bir kütüphaneye saklanmış kıymetli
bir kitaba benzer. Onu göz önüne arzedip başkalarının istifadesine yararlı bir
hale sokmaktan çekindikçe ne o kitabın kıymet arzetmesine, ne de okumak
istiyenlerin ondan faydalanmasına ihtimal bulunmaz. Daima çalışmak, teşebbüs
etmek, muvaffakiyet arzusunu taşımak ve bu hareketlere kendi manevi
kudretinden ( bu kudretlerin neler olabileceği yukarlarda tekrar tekrar
söylenmiştir. B. R. ) parçalar ekliyerek ruh kuvvetini devamlı olarak
salındıracak sahalar aramak, güçlükleri yenmeğe azmetmektir ki yeni ve üst
devre için lüzumlu bir kıymete kendinizi hazırlamış olursunuz. >>

Demekki bir taraftan insan nefis muhakemesine girebilecek cesaretini böylece


hazırlarken diğer taraftan da yukarda Şihap dostumuzun bir az evvel söylemiş olduğu
gibi, ne olursa olsun mürakabei nefis ameliyesini yapmağa atılmaktan
çekinmemelidir. Zira gene tekrar ediliyor: nefis mürakabesinde vicdanın emirleri
tatbik edilemezse bile bundan mütevellit çekilecek sıkıntılar ve iç üzüntüleri dahi
aşağı yukarı büyük bir muvaffakiyet gibi, yani o hatayi kısmen tadil ve tashih
etmişcesine insanın ruhunda kıymetli ve faydalı tecelliler gösterecek ve ruhun
kudretlerini adeta otomatik denebilecek tabii bir yürüyüşle ve tedricen arttırılacaktır.
Burada şu mülahazayi de hemen göz önüne koymak icap ediyor: İnsan hangi işe
başlarsa başlasın daha ilk adımlarını atar atmaz ondan büyük muvaffakiyetler
beklemeğe kalkışırsa çok defa cesaretini kırıcı birtakım hayal kırıklığı ile
karşılaşmakta gecikmez. Bilhassa nefsi islah yolunda yapılacak teşebbüslerde bu
nokta çok mühimdir.
Burada acelecilik vasfı ile izah edilebilen, insanın takat ve kudretinden fazla
bir süratle neticeler almağa çalışmak ve tedriç kaidesini çiğnemek kuvvetli bir düşman
olan nefsaniyetin ekmeğine tereyağı sürmek olur. Demekki nefis mürakabesinde ve
nefsin islahı işlerinde tutulacak yol insanın; asla kendisini yormadan, bıktırmadan,
fazla ve ağır yükler ve külfetler altına girmeden, fakat buna mukabil de bu yolda
başlamış olduğu aheste adımlarından bir tanesini bile, hiç bir bahane ile bir gün dahi
aksatmadan yoluna sabır, sebat ve azim ile devam etmesidir. Bu şekilde yapılacak
hareketlerin asla bir muvaffakiyetsizlikle karşılaşması imkanı yoktur. Azimli ve
imanlı bir niyetle ve maksatla atılan her adımın muhakkak surette o niyetin iyiliği ve
yüksekliği derecesine göre hayırlı neticeleri ve insana hazırlıyacağı akibetleri
olacaktır. Burada nefis mürakabesine bizi hazırlayıcı bir az daha yüksek tertipte bazı
faali-
300 Mukadderat ve İcabat

yetlere temas eden çok kıymetli bir tebliği daha arzediyorum. Bu tebliği iyice
hazmederek okuyan dostlarım, nefis mahkemesi salonuna – oradan muzaffer olarak
çıkmak azim ve cesaretile – göğüslerini gere gere girebilirler.

KADRİ: Ocak 31, 1949

<< Bir ağaç sahibi; bir gül yetiştirmek için ne büyük zahmetlere katlanır.
Neticede yalnız güzel bir gül elde eder. Ve her gün sarfetmiş olduğu emeklerin
mükafatı olarak da bunu kabul eder. Belki bu, verilen emeklere, sarfedilen
fedakarlıklara karşılık olmıyabilir. Çünkü o ufak çiçek için bazan aylarca
uğraşmak lüzumu hasıl olmuştur. Fakat geçenler unutulduğu için o güzel
koncanın manzarası ve yeni bir doğuşun insan üzerindeki neşeli tesiri o
fedakarlıkların üzerini ince bir perde ile örter ve sevince sebep olur. Her verilen
emek böyle bir kaç ayda karşılığını verebilseydi insan ondan çabuk bıkmazdı.
Bir kaç sene boşu boşuna çalışmak, sonra da ufacık bir çiçek elde etmek... Fakat
arzun çok büyük, ve nasibin de arzun gibi ise onun büyüklüğü nisbetinde
karşılıksız çalışmak mecburiyetindesin. Taki mevsimi hulul edinciye kadar.
<< Bir zaman söylemiştim: Bir ağacı diker ve beklersiniz. Sonra onu
kurudu diye söker, köklerini çıkarır, fakat daha yaş olduğunu görür ve teessüre
düşersiniz demiştim. Sebepsiz ve vakitsiz üzüntülerle vakit geçirmemek, manasız
hareketlere kalkmamak, beklemek ve zamanını anlıyabilmek marifettir. Bazan
bir çok seneler hiç bir karşılık görmeden beklemek lüzumu hasıl olur. Bu kadar
manasız bir bekleyişin üzerinde sebat edebilmek sağlam bir karakter ve yüksek
bir cesarete bağlıdır. Öyle meyve veren ağaçlar vardır ki onların neşvü neması
bir çok seneler bazan da bir ömre bedeldir. Fakat gene bunu dikerler. Kendileri
o ağaca verdikleri emeklerin neticesini görmeseler bile kendilerinden sonra
gelenlere bir yardımı olur düşüncesi, onları böyle karşılıksız fedakarlığa
sevketmiştir.
<< Her şeyde muhakkak karşılık beklenmez. Siz kendi ruhi kudretinizi,
kendi kabiliyetinizi evvela kendinize isbat ediniz de onun mükafatı er yada geç
sizi bulur. Size yetişmese bile arkanızdan gelerek sizi gene bir gün bulur. Siz
kendi vazifenizi yapınız bu kadarı da kafidir.
<< İnsanlar daima bir iş mukabilinde bir yorgunluğa katlanmağa
alışmışlardır. Hiç karşılık beklemeden yorulmak ahmaklık gibi gelir. Fakat en
ufak bir hareketin bile manasız ve maksatsız kalmıyacağını aleminizde onun bir
aksinin muhakkak
Mürakabei nefis 301

meydana geleceğini bilmelisiniz. Bu hareketiniz size ve civarınıza ne kadar hayır


vermişse o kadar müfit neticeler tevlit edecektir. Bunun için, manasız bir iş
yaptığınızı düşünmeden siz fedakarlık yapınız. Onun neticesi ister olsun, isterse
olmasın. Sizin beklemediğiniz zamanlarda elinize yapışan, sizi refaha
kavuşturan, karanlık yerlerde size ışık tutan ve bir iz gösteren, böyle evvelce
mükafatını göremediğiniz fedekarlıkların karşılığı ile karşılaştığınız zaman bu
karşılığın neye mukabil olduğunu hatırınıza bile getiremezsiniz. Bu size verilmiş
bir cevaptır.
<< İradenin kuvvetlenmesine büyük yardımı dokunan hareketlerden biri
de sabırdır. Sabır etmesini bilen insan, kendine hakim olmağı öğrenmiş insandır.
Kusurlarını mazur göstermek için insanın serdettiği mazeretlerin ve asabiyetin
en mühim tedavisi sabırdır. YAPILMAMASINI ARZU ETTİĞİNİZ HER
HANGİ BİR KÖTÜLÜĞÜ ŞAYET YENEMİYORSANIZ BEKLEYİNİZ. VE
ONU BEKLETİNİZ. Bu sabrı ne kadar uzun zaman göstermek kudretine malik
olursanız emin olunuz kazancınız da o kadar büyük olur. Belki de bu irade
kudretiniz sizi o kötülükten büsbütün alakoyacaktır. İyilik yapmada acele,
kötülükler için de o kadar ağırlık. İnsana bir kıymet verilmesine sebep olan ağır
başlılık işte bu gibi işlerde başa alınmalıdır.
<< Büyük bir ırmağın etrafında sıralanmış birtakım salkım söğütler
vardır. Onlara bakınız. Altından, asırlardır devam eden ve her gün rengini
değiştiren büyük bir su akmaktadır. O, dallarını bu suya batırmış onun gidişini,
çırpınarak ve taşlara çarparak akışını seyreder. Yaprakları bazan suya dalar,
bazan ondan ayrılır. Yavaş yavaş salınır ve gayet metin bir sabır ve sebat
nümunesi gibi karadan uzak. Böyle olmasına rağmen gene büyük bir metanetle
hem toprağa iltifat eder, hem de suya neşe salar. İnsanlar onun altına bir parça
serinlemek için gittikleri zaman onlarada kollarını açar. Ve herkese elinden
gelen yardımı yapar. Fakat hiç bir şey beklemez. Bir gün büyük bir sel onu
kökünden koparıp içine alacak, yahut kelbi deline deline içi boşalıp, çöküp
gidecek. Fakat gene neş’eli ve sabırlı bir hareketle hedefe doğru sürüklenecek ve
hiç bir ıztırabın izini taşımadan süzülecektir.
<< Hayatta tabiat kanunlarına uyan şeylere bakarak örnek alınız. Bir
çiçeğe, bir ağaca, bir kuşa, bir taşa, bir toprağa... Sonra da dönüp kendinize
bakınız. Onlarla aranızda milyonlarca fark vardır. Fakat onların gösterdiği
irade kudretini siz gösteremiyorsunuz. Onların sabrı sizde yok. Onlardan çok
üstünsünüz. Sizin
302 Mukadderat ve İcabat

kudretleriniz o kadar büyük bir tekemmül göstermiştir ki onlar yanınızda bir


cemat, bir hayvan kalmıştır. Fakat siz insanlığınızı her zaman gösteriniz. Ve
hatirlayiniz. Nasıl bir kuru dal bir güzel çiçek meydana getiriyorsa sizin
ruhunuzun çiçekleri de ondan çok üstün ve güzel olsun. Bir ağacın nelerinden
istifade ediliyor? Meyvelerinden, gölgesinden, yaprağından, dalından,
odunundan. Sen bir ağaç değilsin. Şu halde senin etrafına temin ettiğin istifade
onunkinden pek çok olmalıdır. Bir gül ağacı neler yapıyor. Siz onun
çiçeklerinden daha kıymetli şeyler meydana getirin. Onu koklıyanlar, bir gülü
koklıyanlardan milyonlarca defa fazla olsun. Ne yapalım, bir çiçek için bir bahçe
sahibi nelere katlanıyorsa siz de elinizi incitmek, kalbinizi kırmak, kendinizi
üzmek pahasına da olsa böyle fedakarlıklara katlanınız ki sizin de çiçeğiniz böyle
güzel ve nazarları çekici olsun.
<< İnsanların birbirine yardımları nasıl büyük bir vazife ise kendine
karşı kendi yardımlarını da kabul etmesi öyle bir vazifedir. Bunun için, kendini
tanıyarak, bilerek, zayıf taraflarını kuvvetlendirerek, idrak ederek bütün
kıymetlerini bir araya toplamalı ve ondan güzel bir çiçek çıkmalı ki heyeti
umumiyeye arz edilebilecek bir değerde olsun. Etrafınıza baktığınız zaman,
gördüklerinizi kendinizle mukayeseye kalktığınız zaman yalnız şekil ve
tavırlarına bakarak değil, onların insanlara verdikleri faydalarile yaptığınız
işleri mukayese ediniz. O zaman göğsünüz ilerde, başınız yukarda kalırsa iftihar
ediniz. Yoksa, bir ağaç kadar müfit olamadım, bana yazık değil mi diye başınız
eğik kalmasın. Dikkat ediniz. Size bu kudreti Allah fazlasile bağışlamış. Eliniz,
kolunuz, kafanız işlerken iş başından kaçmıyarak verilen vazifeyi yapmak
fırsatını kaçırmağı bir an hatırınızdan çıkarmayiniz. >>

Bu tebliği, nefis mahkemesi salonunda, mürakabei nefis ameliyesi yapılırken


zalim vicdan hakiminin daima müracaat edeceği kanun kitabının maddelerinden bir
kaçını ihtiva etmektedir. Bu şekilde hazırlanmış olan bir insanın ne mürakabei nefis
mahkemesinden, ne ölümden, ne de mukadder akibetinden korkması için ortada hiç
bir sebep kalmamıştır.
İnsan öyle ağır şartları haiz bir dünyanın içinde yaşamak zorundaki ilk nazarda
bu ağırlığı yenebilmek için lüzumlu imiş gibi görünen nefsaniyetin arzu ve ihtirasları
da insanı pekala aldatabilir. Mesela insana öyle görünebilir ki insan nefsaniyetini
körletirse sanki yaşaması, hayatta muvaffak olabilmesi çok güçleşecektir. Ve
nefsaniyet sanki adeta dünyadaki insan varlığının, çetin hayat mücadelesi karşılığında
bir silahı, bir müdafii, sadık bir yaridir. Fakat hal hiç de böyle değildir. Ve bunun
tamamile aksinedir. Şimdiye kadar geçen mülahazalar bu noktayi iyice aydınlatmış
olsa gerek.
Mürakabei nefis 303

Bununla beraber hakikaten hayat güçtür ve bu hayat içinde insanın


nefsaniyetinden fedakarlık yapabilmesi de ayrıca birtakım güçlükler arzeder. Zira
dünya hayatı bu gün maalesef öyle maddi ve öyle kaba bir anlayiş sistemine göre
ayarlanmıştır ki bu hayatla ancak nefsaniyet bağdaşabilir ve bu hayat da ancak
nefsaniyeti kıymetlendirebilir. Bu gün, makine devri zihniyetine maalesef hakim olan
evvela can sonra canan düsturu çıkmaz bir yoldur. İşte bunu kendisine kurtuluş yolu
sayan bir topluluğun içinde yaşarken insanın nefsaniyet mücadelesine girişmesi ve
bunda muvaffak olabilmesi kolay değildir. Fakat ne yapalım, büyük neticeler
güçlükler ve manialarla dolu bir çalışmadan sonra elde edebilir. İnsan vicdanının
gösterdiği ilahi yollarda yükselmekteki süratini ancak böyle çok ağır şartlar altında
nefsaniyet düşmanını yenmek suretile kazanabilir. Bu da bu günkü insanların yüksek
mukadderleri icabatından olarak alacakları büyük ve hayırlı neticelere istihkak
kesbedebilmeleri için kurulmuş bir dünya hayatına vabestedir. Ve böyle çok
yükseklere, çok mesut mukadderlere hazırlanabilmesine fırsat bahşettiği için de bu
günkü hayat şartlarının bu ağırlığı ilahi bir lütuftur. Onun için insanın etrafında bir
sürü zorluklar vardır. Bu zorluklar hadiselerden gelir, eşyadan gelir, tabiattan gelir,
insanlardan gelir, içtimai hayat şartlarından gelir ve en çetini olarak da bizzat kendi
nefsaniyetinin sönmek ve doymak bilmiyen ihtiraslarından gelir... ilh. Bu kadar
güçlük içinde muzaffer olmak üzere girişilmesi lüzumlu olan nefsaniyet
mücadelesine evvelce bir cihadı ekber demekle hiç de hata etmiş olmadığımızı
sanıyoruz.
Bununla beraber bu mücadeleyi mümkün olduğu kadar kolay yollardan idare
etmek ve kudretleri fuzuli yere israf etmemek için tedbirler almak da ihmali caiz
olmıyan harekettir. İşte bu hususta alınacak en mühim tedbiri büyük kadri dostumuz
bize çok açık ve anlıyabileceğimiz bir mana içinde izah ediyor:

KADRİ: Temmuz 23, 1947

<< Zamanın icapları bütün varlıklar üzerinde muhtelif şekilde tesirler


icra eder. Bu tesirler her varlığın kendi öz kudretine göre muhtelif durumlarda
birtakım yeni yeni tezahürler halinde kendisini gösterir. Onun için her yeni
karşılaşılan durum ile o varlığın kudreti arasında devamlı bir mücadele
mevcuttur. İşte bu mücadelenin normal bir hale gelip iyi ve verimli bir netice
verebilmesi için ya o günkü icapların tesirlerini bir az azaltıcı tedbirler almak,
yahut ruh kudretinin mukavemetini muhtelif tecrübe ve birtakım terbiyelerle
yükseltip o icaplara uyacak hale sokmak zarureti vardır. Aksi halde
muvaffakiyet değil, devamlı bir mücadele, neticesiz bir savaştan başka elde bir
şey kalamaz.
304 Mukadderat ve İcabat

<< Bulunduğunuz asrın size tahmil etmiş olduğu ne gibi işlerin


bulunacağını iyice düşünerek onları, günlük hadiselerin sizin ruhunuzdaki
akislerile bir defa karşılaştırmanız lazımdır. Bu tesirler sizin ruh kudretinizi
sarsacak bir hale gelmiş bulunuyorlarsa o zaman siz bu hadiseleri azaltıcı
tedbirleri bulmakla mükellefsiniz. Yahut kendi ruh kudretinizi buna uyacak
şekilde yükseltmek yolile galebe çalacaksınız.
<< Bu iki yoldan birincisi, bu gün ve sizler için daha mümkün, ikinci yol
ise çok evvellerden İsa ve Muhammet zamanında tatbikine imkan olan bir
hareketti. Onlar, kendi ruhi kudretlerini terbiye ederek o zamanın hadiselerini
bu ruh kudretlerile muhakkak ve müsbet bir şekilde karşılıyabilirlerdi. Yani
kendilerine hakaret eden ve tokat atan bir adama ruh kudretlerinin yüksekliği
eseri olarak öbür yanaklarınıda uzatırlardı.
<< Siz, bulunduğunuz zaman içinde bu hareketi yapamayıp birinci şekli
tatbik ederseniz muvaffakiyetiniz daha verimli olur. Yani siz o icapları
değiştirme yollarını bulmağa çalışacaksınız. Daha açık söyleyeyim: Size böyle bir
hareket yapmak istiyen şahsa bu hareketi yaptırmamak, onun bütün
düşüncelerini değişik bir yola sevketmek çarelerini arıyarak o günün icabını
başka bir şekle sokmak suretile muvaffakiyet kazanacaksınız.
<< Bu söylediğim misal yalnız bir tokat hadisesinde değildir, her gün
sizinle karşı karşıya bulunan bir çok hareketler sizin ruhunuzda ayni şekilde
akisler bırakmaktadır. ( 1 ) Siz bunları zamanın ve kendi varlığınızın ve
hayatınızın icaplarına uyacak bir şekilde geliş istikametlerini değiştirerek o
hadiseleri yenmek çarelerini arayiniz. Tabii bu esnada sizin ruhi kudretleriniz de
müşterek çalışacak ve muvaffakiyet iki yoldan olacaktır. Fakat görünen hareket
birinci kısımda tam bir temerküz halinde kendini gösterecektir. Bu şekilde
ancak sizin için hayati ve ruhi şartlara en uygun bir tedbir alınmış olur. Sizin
sıkıldığınız hadiselerde

( 1 ) Bu tebliğ elime yeni geçtiği sırada oradaki tavsiyelerin tatbikatı sayesinde oldukça hatırı
sayılır bir kötülükten kurtulmuştum. Tramvayda otururken münasebetsiz adamın birisi yanıma
dikilerek elini omuzuma koyup dayanmağa başladı. Evvela bunun farkında olmıyarak yapılmış bir
hareket olduğuna zahip olarak kendisine bir şey söylemeden vücudümü biraz geriye çektim. Adam
bundan mütenebbih olacağı yerde büsbütün elile omuzuma bastırmağa başladı. Öyleki bir az ileri
gitsem ötekinin büsbütün azacağını farkedince hemen aklıma bir gün evvel okuduğum Kadri dostumun
tebliğindeki sözler geldi ve kendimi topladım. Buna karşı onun bu hareketini tadil edici bir çare olmak
üzere: hemen yerimden kalkarak adama nezaketle ( kardeşim, dedim. Ben epice oturdum. Yorgun
değilim, siz buyurun oturun ) Adam, teşekkür bile etmeden oraya oturdu ben de yanından uzaklaştım.
Fakat ayni adam iki istasyon ilerde yanındaki başka bir adamla ehemmiyetsiz bir sebepten dolayi döğüş
etmeğe başladı.
Mürakabei nefis 305

tutmak istediğiniz yola bir esas olmak için bunları yazdırıyorum. Siz bunlardan
kendi kudretiniz ve istifadeniz derecesinde müstefit olabilirsiniz. Fazlasını
söylemek imkansızdır. Siz de bunu takdir edersiniz. Bir yolu tamamen açık
olarak göstermek tamamen menedilmiş bir kanun gibidir. Bu kadarını bile ne
büyük fedakarlıklarla söylediğimi takdir ediniz. Yalnız ne demek istediğimi
anlayiniz bu kadarı kafi.
<< İnsan dünyaya geldiği andan itibaren devamlı bir mücadele içinde
yuvarlanmağa mahkumdur. Bu, işte hayattır.
<< Her safhası ayrı bir şekil gösteren, insana bazan çok acı, bazan tatlı
anlar yaşatan, fakat sebebi ve manası ve maksadı ne olduğu anlaşılamıyan ve
uzun gibi görünüp geçen bir faaliyettir. İşte bunun adı hayattır.
<< Hayat ebedi varlıkların tekamülü için kurulmuş bir yolun başından
geçmeğe hazırlanan bir varlığın ilk adımını attığı bir merdivendir. Bunların
kademeleri gittikçe yükselir, yükselir. Fakat bu yükselişin muhtelif dereceleri
olmakla beraber iktisap edilen irtifa çok azdır. İşte bunun adı hayattır.
<< Bu başlangıç çok uzun ve girift yollardan istikametini çizen ilk hareket
noktasıdır ki insanlar durmadan aldıkları hız ile ileri doğru fırlarlar. Ve bazıları
bu hızla o kadar yükseklere ve yukarlara çıkarlar ki oradan katetmiş oldukları
mesafeye baktıkları zaman gözleri kararır. ( sizin de bunların arasında
bulunmanızı ne kadar candan isterim. ) İşte bunun adı hayattır.
<< Mücadele, devamlı bir kavga ve her mücadelede olduğu gibi dayak
yeme, göz yaşı dökme, azap çekme safhaları bu geçen günlerin birer icabıdır. Ve
böyle olması, sizin de bunların içinde bulunmanız lazımdır ki bunun adı
hayattır.
<< Başka yolun, başka istikametlerin her birinin geçit yerleri, köprüleri
hepsi burada başlar. Atladığınız nisbette, kendi hızınızın aldığı kudret
nisbetinden bu bir kaç yolu birden aşarak, bir çok yeni istikametlerin eşiğine
varmak kudretini bu geçirdiğiniz anlarda kazanmış olursunuz ki bunun adı
hayattır.
<<Bu devamlı mücadele içinde benliğini tanıyarak, kendi gittiği yolu
seçerek, bilerek istediği istikameti kendi ruhunda tayin etmek kudretini
kazanmış olanlar pek çoktur.
<< Fakat yalnız kavga ve hayat düşüncesi ile bir günün ertesi sabahı
olmıyacağını sanarak sadece kendilerini bu toprağa bağlamış bulunanlar da
vardır ki işte bunun adı hayattır.

F : 20
306 Mukadderat ve İcabat

<< Siz mücehhez bulunduğunuz yüksek kudretlerinizi daima hareket


halinde ve uyanık bir şekilde bulundurdukça yollarınız her zaman açık ve parlak
olur. Ben size çok yazdırdım. Siz neticelere değil, teşebbüslerinize bakınız. O işe
teşebbüs etmek onun neticesini almaktan çok daha büyüktür. Mademki siz
uyanıksınız, bütün ruhi kudretlerinizi tam bir randımanla harekete geçirmeğe
bu gün için imkan bulamasanız bile icabında bunları kullanabileceğinize
inanınız var ya bu bile size muvaffakiyetiniz ve iyi neticeler almanız için kafidir.
<< Fakat bu kadar hercümerç içinde, bu devamlı mücadelede bir toz
zerresi kudretinden başka bir şey olmıyan bir varlığın çok tabii olarak
uğrıyacağı bir çok engeller vardır. Siz bu engellere çarparak ve mücadele ederek
yükselecekseniz, unutmayiniz. Bu mücadeleniz, yeter ki sizin iyi düşüncenize ve
kudretli varlığınıza kadar aksetsin ve her mücadelenin sizin varlığınızda iyi bir
netice ve tesiri bulunsun. İnsanların uymağa mecbur olduğu birtakım kanun,
nizam ve zorluklar vardır. Tabiat kanunlarının vermiş olduğu müşküller bir
varlığa yetmiyormuş gibi birtakım içtimai zaruretler de bu kanunların kudretini
büsbütün arttırmıştır.
<< Çok eski zamanlarda yaşıyanlar muhakkak ki sizin maruz kaldığınız
engellerden çok azlarına tesadüf etmişlerdir. Asır ilerledikçe, medeniyet arttıkça
hayata bağlılık ve ruhi kudretlerin kendi inkişaflarını göstermelerindeki zorluk
da o nisbette artar. Tabii bu müşkülat içinde eskilerin vardıkları mertebelerin
yarısına bile varmak çok büyük bir muvaffakiyettir. Birtakım maddi huzuzatı
tatmamış olanların ondan fedakarlık etmelerinin hiç bir kıymeti yoktur. Fakat
görüp, anlayip, bildikten sonra fedakarlık etmek diğerlerine nazaran çok mesafe
almak demektir. Size verilmiş olan vazifelerin hüsnü surette ifası; sizin
mücadeledeki kudretinizin, çalışmanızın, azim ve iradenizin faaliyetlerine çok
bağlıdır. >>

Dünya şartları ağırdır, denildi. Hakikaten, insanın nefsi ile mücadelesini


güçleştiren bir sürü dış amiller adeta insanı çileden çıkarırcasına onun etrafını sarar.
Mesela yolda giderken birisi ona çatar, bir saygısızlık gösterir. Veya daha ileri giderek
nefsaniyetini tahrik edici hareketlere kalkışır. Zaten pusuda bekliyen nefsaniyet bu
hareket karşısında kabarır. Ve o anda o adamın o zamana kadar kurmakta olduğu
güzel bir binayi berbat etmeğe kafi gelecek kötü bir harekete onu sürükliyebilir. İşte
bu durum karşısında muhterem Kadrinin yukarki tebliği bizi kafi derecede
aydınlatmaktadır. Yani burada yapacağımız şey karşımızdakini, bize kötü bir hareketi
yapabilecek duruma sokmamağa çalışmak
Mürakabei nefis 307

ve bunu evvelden önlemeğe uğraşmaktır. Bu suretle hem o, hem biz kazanmış oluruz.
Gene Kadri dostumuzun aşağıdaki tebliği nefsin islahında çok mühim rolu
olan fedakarlık ve diğerkamlığın nefsaniyet ve vicdan karşısındaki durumu hakkında
bizi aydınlatmaktadır. Bunları okudukça insanın yolu açılır. Ve önündeki güçlükleri
yıkabilmeğe kafi gelecek kudretleri süratle inkişaf eder.

KADRİ: Ağustos 17, 1950

<< Solgun ufukların arkasından doğan bir ay, bir dünyayi aydınlatırken
bunun aksi tarafında bulunan bir alemi de koyu bir zulmet istila eder. Her
tarafın nur içinde bulunması her zaman imkan dahilinde değildir.
<< Bir zulmetten sonra kavuşulan büyük bir aydınlık insana hakiki
sevinci hissetmesine en büyük bir medar olur. Gök yüzünde devamlı olarak her
gece bir ay mevcut olsaydi onun muayyen fasılalarla görülmesini iştiyakla
bekliyenlerin mevcudu muhakkak daha az olurdu.
<< Elden kaçan ve az olan nimetler insanı daha çok cezbedici sebeplerdir.
Bir şeyin azlığı onun kıymetini gösterir. Çokluk değil, öz ve hakiki olanlara
kıymet atfedilmenin ehemmiyeti bundan ileri gelir.
<< İnsanlar ıztırap ve zulmeti tatmadıkça hakiki bir nura kavuşmanın
saadetini hissedemezler. Hayatta geçen günler daima birbirinin ayni olsaydi
yaşamanın zevki daha az, dünya da büyük bir tecrübe sahası olmağa layik
olmıyacak kadar bıktırıcı ve usandırıcı olurdu. Bazan gülerek, bazan ağlıyarak
insanı, gittiği yolda oyalayici birer unsur haline gelmiş olan bu hareketlerdir. Bu
muhtelif hayat içinde kendi ruh kudretini göstermek gibi bir kabiliyete mazhar
olmakla yapılacak vazifeyi kolaylaştırmak imkanı elde edilmiş olur. Karun
kadar zengin olarak devamlı şekilde dünyada yaşamaktan hiç bir zevk almağa
imkan yoktur. Yalnız bu kudretle de, vazife ifasını kolaylaştırıcı sebepleri elde
etmek mümkün olamaz. Bütün hayatı fakru zaruret içinde geçmiş bir insanda
bir çok işlerinin aksamasına karşılık elde ettiği tecrübelerle, o karuna
yaklaşması ve onu geçmesi de mümkündür. Fakat o Karun da o fakirin
kudretine yaklaşacak bir dirayet gösterirse onun da tasavvur edemiyeceği kadar
büyük bir mertebeye varması imkanı daima mevcuttur.
<< İnsanlar ağlıyarak, bağırarak, birbirini çiğniyerek bir kütle halinde
bir yere doğru akıp gidiyorlar. Bu akında önlerine çıkan engelleri de beraber
sürükliyerek daha binlerce mihnetzedeyi kendilerine ekliyerek daima
mevcudunu arttırmakta fakat
308 Mukadderat ve İcabat

ulaşacakları malum hedefleri olmadığından yakıp yıkmanın arkasını bir türlü


getirememektedirler. Bu kütlenin önünde aciz bir vücutla direnmek, onu
durdurmağa hiç bir zaman kifayet etmemekle beraber bu çığın hiç olmazsa bir
az sarsılmasına, bir kaç bahtsızın bu felaketten kendilerini tahlis edebilmelerine
bu direnme belki sebep olabilir. Bir kütleye, kütle diye uymak değil, onun
hedefini tasvip etmek veya etmemekle ona iltihak kararını vermek lazımdır. Her
zaman çokluğun kararı doğru olamaz. Bazan azlık da kendi yüksek kudretile bu
çokluğu durdurmuş ve onun başka istikametlere tevcihine imkan bulabilmiştir.
Milyonların gittiği yolu bir tek şahıs başka tarafa yöneltmiş ve beşeriyetin bir
felah izine sapmalarını temin etmiştir.
<< Bir adam bir kütle ile uğraşmaktan aciz bir zavallı ne yapar diye
düşünmek değil, bir tek kişinin yardımı ile o kütleden bir kişinin eksilmesine
amil olmağa azmetmek lazımdır. Kalbden gelen bir kudretle doğruyu hissetmek
ve çokluğa uymakla değil, hakikate ermeğe gayret etmekle insan kendi felahını
bulur. Sen de o kütleden isen onlarla, değisen yalnız kendi kudretinle öğün, hiç
bir zaman ruhi ihtiyacına cevap vermiyen hisler altında zebun olmak esaretini
kendine mal etme. Layık olacağın mertebe, senin ezelden erişmek kaygısını
taşıdığın bir emeldir. Onun, seni ikaz etmek istediği hislerden fariğ olmadıkça
hatırına gelen bir çok fikirlerle emelini çevirmedikçe o, sana gideceğin yolu her
zaman gösterecektir. Emin ol. Ve öyle adımını at.
<< Hayat bir tecrübe ise onun içinde kendi kudretini en bariz şekilde
kendine göstermekle mükellef bir mümeyyizsin. SEN KENDİ KENDİNE KARŞI
İMTİHAN EDİLEN BİR TALEBE VE HİÇ BİR İLTİMAS TANIMIYAN
ZALİM BİR HOCASIN. Sende iki cevher mevcut ki biri seni yetiştirmeğe gayret
sarfetmekte, diğeri de yetişmeğe uğraşmaktadır. Biri dersten yılan bir talebe,
diğeri amansız, müstebit bir rehber. Sen bunların her ikisinide göz önünde tutup
kendi hükmünü daima kendin verecek, başkaları da senin bu hareketinden bir
ders alacak ve sen ayni zamanda bir de yol gösterici olacaksın. Vazifeni alırken
sana ışık tutucu kudret gene senin ruhuna bahşedilmiş, başkalarına yardım için
de kendin vazifeli kılınmışsın. Ne kadar cevherli bir talebe olursan mümeyyiz
tarafın o kadar taleblerini arttıracak, sen tenbel oldukça o senin islahından ümit
kesince seni yalnız başına bırakacaktır. Sen ondan ayrılmadıkça, onun zulüm ve
istibdadına boyun eğdikçe o talebe ortadan kalkıp bütün hakikate aşina bir
varlık olacak ve bu muhtelif şahsiyetlerin, yalnız senin ruhunun tecrübe ve
kudretini arttırıcı bir vasıtadan ibaret olduğunu anlıyacak ve doğruyu o zaman
öğreneceksin.
Mürakabei nefis 309

<< Çile çekmek, ıztırap duymak, teessür ve azap içinde bulunmak hiç bir
şey ifade etmez. Bunlar senin bir ufkunda ay doğarken diğer bir ufuktan bu ayın
batışını gösteren delillerdir. Senin teessürün belki başkasının saadeti için bir
hazırlık, senin sürurun diğerinin ufkundaki bir hilalin batmıya başlamasıdır.
Senin hayatın da böyle birtakım cevherlerden dolanmakta, bir ufuktan batarken
diğerinde kendini göstermekte, ruhun yeni bir tecrübe devresine başlamaktadır.
<< Hayata olduğu gibi intibak edebilmek onun tesirinden çok azaba
kapılmamak, geçici sevinçlere kendini bırakmamak, büyük kütle karşısında tek
bir varlık, fakat hakikate erişmek azmini güden kudretli bir varlık olarak
dikilmek azmini bırakmamak lazımdır. >>

***

Nefis mürakabesi bahsini kapatmazdan önce, bu mevzuda haklı olarak akla


gelmesi melhuz bulunan bir nokta üzerinde durmak lazım geliyor. Bu kitabımızda
sırası geldikçe mütemadiyen varlıkların hürriyet ve serbestliğinden bahsettik. Halbuki
şimdide nefis mürakabesi diye açmış olduğumuz bir bahiste insanın hürriyetini her
noktada tahdit edici kayıtlara tabi tutulması zaruretini öne sürüyoruz. Burada bir
karışıklık var gibi görünüyor, acaba bu halin içinen nasıl çıkabileceğiz gibi bir sual
akla gelebilir. Öyleya nefis mürakabesi, insanın bir çok şeyleri yapmaktan
menedilmesi gayesine matuf bir harekettir. Böyle olduğu takdirde hürriyet nerede
kalır!...
Evvela hürriyet nedir?... Hürriyet hakkında insanlar bir çok şey söylemişlerdir.
Bununla beraber hürriyetin hakiki manası bütün insanlar tarafından gene iyi
anlaşılmış değildir. Umumiyetle insanlar hürriyeti, istek ve arzularında hareket
serbestliği manasına almağa mütemayil görünürler. Fakat bunun ne gibi mahzurlar
doğurabileceğini de derhal hissettiklerinden hemen, hürriyetin hududunun,
başkalarının hürriyetine tecavüz etmemek olduğunu da ileri sürmek zaruretini
duyarlar. Halbuki samimi düşününce herkes pekala bilir ve kabul eder ki her
noktasında tahdit edilmiş bir serbestlik hakiki hürriyet sayılamaz. Ama, dünyada
herkesin istediğini yapabilir manasına gelen hürriyeti de tatbik etmeğe asla cevaz
verilemez ve imkan da yoktur. Zira bu manada kabul edilen hürriyetin cemiyetteki
tatbikatı kargaşalık, anarşi ve felaket doğurur. Bunu da kimse inkar edemez. O halde
insanlar için hürriyete kavuşmak mümkün olmıyacak mı? İşte çatallı bir sual!...
İnsanlar arasında sakat ve müphem manasile anlaşılan hürriyet insanların, cemiyetin
emniyeti ve selameti bakımından dünyada tatbikat sahası bulamayince bu mefhum bir
sözden mi ibaret kalacaktır? Evet...
310 Mukadderat ve İcabat

İnsanların arzu ve temayüllerinde serbest kalmaları manasına gelen hürriyet


dünyada ve bilhassa medeni ve yüksek insan cemiyetlerinde asla bahis mevzuu
olamaz ve böyle bir hürriyete kavuşmak iddiası da hiç bir vakit gerçekleşmesi
mümkün olmıyan bir vahimeden ibaret kalmağa mahkum bulunur. Fakat bu
sözlerimin kapalı kalmaması için biraz daha açıklanmasını arzu ederim.
Şu odada on beş kişi oturuyor ve sohbet ediyoruz. Hiç birimiz teamül haline
girmiş olan bu toplantının icaplarına karşı gelemiyoruz. Mesela içimizden birisi hiç
bir münasebeti yokken – canı istedi diye – kalkıp bağıra bağıra bir şarkı söyliyemiyor,
ortada bir kaç taklak atamıyor ve hatta bazan bir ayağını diğerinin üzerine bile atıp
oturamıyor. İstediği gibi konuşamıyor, aklına gelen her hareketi yapamıyor. Hatta
denildiği gibi başkalarının hürriyetinin tahdidine müteallik olmıyan hareketleride
yapmağa mezun bulunmuyor. Mesela herkesin sohbete dalmış olduğu bir sırada
kendisi onların ortasında gazetesini çıkarıp okuyamıyor... İskemlesinden kalkarak
odanın orta yerine herkesin yanında bağdaş kurup oturamıyor ilh... Peki ama bu
odadaki insanların hürriyeti nerede kaldı?.. Haydi bunun aksini alalım, yani bu 15
kişiye, istediklerini yapmak hürriyetini verelim. O zaman da burası tımarhaneye
döner. Birinin canı konuşmak isterken diğerininki şarkı söylemek, üçüncüsününki
uyumak, başka birinin ki dansetmek, diğerinin ki kavga etmek, ona buna çatmak ilh...
ister. Halbuki cemiyet hayatı buna asla müsait değildir. Bir odada, bir kaç kişiden
mürekkep bir topluluk içinde cari olan bu hal büyük bir insan topluluğu, bir cemiyet
içinde daha çok geniş ve sıkı kayıtlara tabi olarak mevcuttur. O halde herkes, en
küçüğünden en büyüğüne kadar istediği her şeyi ancak başkalarının müsade ettikleri,
hoş gördükleri nisbette yapmağa mezundur. Ve illa onu yapmaktan menedilmiştir.
Esasen insanların bir kısmı bu kaideye riayet etmedikleri veya edemedikleri için
tımarhanelere düşerler. Buna da hürriyet demezler. Bu manada kabul edilmiş olan
hürriyet, bir hapishane hücresinden sımsıkı kapalı bulunan bir insana: İşte burada
tamamile hürsün, istediğin gibi hareket edersin, demeğe benzer.
Şu halde insanlar arasındaki topluluk hayatında yukarki manada kabul edilen
bir insanın hürriyeti ancak diğerlerinin hürriyetlerinin az çok tahdidi bahasına
mümkün olabilir. Mesela çok çirkin sesli bir adam sokakta bağıra bağıra şarkı
söylerse bu ancak diğerlerinin istemedikleri halde o kötü sesi dinlemeleri bahasına
mümkün olur. Keza canım istiyor diye birisinin ensesine tokat atan bir insan ancak o
adamın müsamahası ve müsaadesi ile bu işi yapmağa mezun sayılır. Ve illa iş kötüye
gider. İşte böyle birisinin hürriyeti ancak başka birisinin hürriyetinden yapacağı
fedakarlık nisbetinde mümkün ve kaabili tahakkuk olunca kesif bir topluluk içinde ve
mütekabil münasebetler dahilinde yaşamak
Mürakabei nefis 311

durumunda bulunan insanlar arasında bu manadaki hürriyet bir vehimden ibaret kalır.
Ve öyle kalması da lüzumludur, zaruridir, çünkü aksi takdirde cemiyet hayatının
selameti ve ehemmiyeti ortadan kalkar ve o cemiyet devam edemez. İşte bunun içindir
ki dünyada hürriyet yoktur. Ve gene hürriyet olmadığı içindir ki hürriyete teşne olan
ve hürriyet içinde yaşamak şiarile muttasıf bulunan insan ruhu bizzarure hürriyetten
mahrum olduğu müddetçe o mahrumiyetinin ıztırabı içinde kıvranmaktadır ve onun
hürriyet hakkındaki bu sakat anlayişi devam ettikçe de daima kıvranacaktır. İşte
bence, dünyanın sıkıntılarının, üzüntülerinin, hatta azap ve işkencelerinin çoğu da
bundan, yani ruhun mühtaç olduğu hürriyete kavuşamamış olmasından ileri
gelmektedir.
Fakat ruhun ihtiyacı olan asıl hürriyet, insanların umumiyetle anladıkları ve
elde etmek istedikleri hürriyet değildir. Yani insanın arzu ve temayüllerini yerine
getirmek manasına gelen bir hürriyet ruhun istediği, beklediği ve özlediği hakiki
hürriyet ve serbestlik değildir. Bu bilakis esarete doğru bir akıştır. Ruhun ihtiyacı olan
hürriyet eğer insanlar tarafından anlaşılır ve kabul edilirse o zaman dünyada hiç bir
surette, hürriyet hiç bir kayda ve tahdide tabi tutulmadan bütün icabatı ve
hudutlanmıyan şümulü ile gerçekleşir ve cemiyet, insan toplulukları tarafından tahdit
edilmek şöyle dursun, hatta genişlemesi şümullenmesi teşvik edilir ve kolaylaştırılır.
Zira ruhların özleyişlerine uygun olan böyle bir hürriyet ayni zamanda cemiyet
hayatının çok mübrem olan ihtiyaçlarını tam manasile karşılayıcı imkanları da
beraberinde taşır.
Şu halde hürriyet nedir, sualini sorarken böyle bir hürriyeti kasdetmiş olmamız
icap eder.
Doğrudan doğruya yapılan tarifler yavan ve akamete mahkumdur. Zira insan
müfekkiresi bunlara ekseriya ma’kes olamaz. Onun için bahsimizle ilgili olan bu çok
mühim mevzuu, yani hakiki hürriyetin tarifini veya izahını gene usulümüz üzere
misaller çeşitli mülahazalar içinde sevgili okuyucularımızla birlikte yapmağa
çalışacağız. İşte en kaba bir misalle başlıyalım.
Kapalı bir odada iki kişi yaşamaktadır. Bunun birine A..., diğerine de B...
ismini veriyoruz. Şimdi durup dururken A... kalkıyor ve sürahiyi alarak B...nin
kafasına geçiriyor. Ve onun kafasını yarıyor. A... bu işi elbette bir maksat tahtında
yaptı. Veya canı öyle istediği için yaptı. Bununla beraber o, hareket serbestliğini, yani
hürriyetini kullandı. Fakat buna mukabil B... de duracak değil ya. O da A...ya
mukabelede bulundu ve onun bu kötülüğünü akim bırakıcı veya onu cezalandırıcı
hareket
312 Mukadderat ve İcabat

teşebbüslerine girişti. Oda bunu yapmakta kendini haklı saydı. Zira A... kendi
hürriyetini kullanmakla beraber. B... nin de o odada selamet ve emniyetle yaşamak
hürriyetini ihlal eyledi. İşte bu yüzden B... A...nın müteakip hareketlerini önleyici
mukabil hareketlerde bulundu, yani o da A...nın hürriyetini ihlal etti. Şimdi demekki
bu iki insan birbirinden ya zarar göreceğini düşünerek veya birbirine fenalık yapmak
istiyerek mütekabilen hürriyetlerini ihlal ettiler. Fakat acaba bu iki insanın bu suretle
birbirine zarar verici hareketlerde bulunmasının amili ne olsa gerektir? İşte bu sualin
cevabını vermeğe başladığımız anda mevzuumuzun tam göbeğine parmağımızı
basmış oluruz.
A...nın durup dururken kalkıp B...nin kafasına sürahiyi indirmesinin sebebi
nedir, yani bu adam bu kötü harekete kendisini sevkeden ruh hallerine hangi amilin
tesiri altında kalarak düştü?... Bu kitabımızı okuyan bütün sevgili okuyucularımız bu
sualin cevabını, gözlerini kırpmadan verirler ve bu amilin nefsaniyet olduğunu derhal
söylerler. Bu neden nefsaniyet olsun?... Çünkü A...nın bu hareketi yapması
hususundaki mümkün ve muhtemel olan bütün sebepleri ele aldığımızda, bunların
içinde bir tanesini bile bulamayiz ki hotkamca değil de diğerkamca bir gayeye matuf
olarak yapılmış olsun. Mesela A... intikam duygusu ile hareket ederek B...ye böyle bir
kötülüğü yapmak fiilini irtikap etti. İşte hotkamlık ve nefsaniyet!... Mesela, A...
kendisine rakip gördüğü B...nin vücudünü ortadan kaldırmak için bu işi yaptı. İşte
hotkamlık ve nefsaniyetin en kötü nümunelerinden birisi!... Mesela, kendisinin
B...den daha kuvvetli, üstün ve kabadayı olduğunu ona göstermek için sürahiyi onun
kafasına geçirdi. Gene hotkamlık ve nefsaniyetin budalaca ve ahmakça
tezahürlerinden birisi!... Mesela, sırf B... nin kafasını yararak onun ıztırap çektiğini
görmek ve bundan bir zevk duymak istedi. Ve bu suretle de canavarca bir nefsaniyet
duygusunun esareti altında zebun olduğunu gösterdi. Ve mesela bunların hiç birini
düşünmedi de sırf canı böyle istediği için yaptı. İşte nefsaniyet düşkünlüğünün ta
kendisi!... B...ye gelince: o da ayni düşüncelere benziyen hotkamca ve nefsaniyete
zebun bir haleti ruhiye içinde A.... ya mukabele etti ve ona mukabil kötülüğü yaptı.
Birde aynı misali ters tarafından ele alalım. A... parasız ve sefil kalan B... ye
kendi yiyeceğinden bir kısmını ayırarak verdi ve bunu da ondan hiç bir karşılık
beklemeden yaptı. Şimdi acaba A... nın bütün bu hareketinden dolayi B... tarafından
kendi hareketlerini tahdit edici herhangi bir müdahele vaki olabilir mi? Elbette
olamaz. Çünkü A...nın yaptığı bu işin kendisi için hayırlı olduğuna B... tamamile kani
olmuş ve ona güvenmiştir. Binaenaleyh o, A...nın bu hareketine mani olmak şöyle
dursun hatta ondan bekler ki bu hareketin o, daha çoğunu yapsın. Onu bu gibi
hareketlerinde teşvik eder, alkışlar ve daha serbestçe hareketini te-
Mürakabei nefis 313

min etmek için elinden gelen yardımı ona yapar. Yani iş evvelkinin tamamile aksine
cereyan eder. A...nın B...ye bütün hareketlerinde böyle diğerkamca bir gayeyi
güttüğünü ve ona karşı hotkamca hiç bir hareketi yapmağı aklına getirmediğini
düşünelim. İşte o böyle yapmakta devam ettiği müddetçe, oda arkadaşı tarafından
hürriyetinin hiç bir vakit, hiç bir surette ihlal edilmesi bahis mevzuu bile olmıyacak ve
A... ona karşı yapacağı bütün hareketlerinde tam manasile hür olacaktır. Zira onun bu
hareketinden B... hiç bir vakit mutazarrır olmıyacağı gibi, bilakis faydalanacaktır. Ve
bu bakımdan da onun hareketlerini tadil etmek ve hürriyetine karışmak lüzumunu ve
ihtiyacını duymıyacaktır. Demek ki bir odada yaşıyan iki arkadaşın birbirine karşı
yalnız vicdanlarının emrile yapacakları işler hiç bir zaman tahdide tabi tutulmıyacak
ve onlar bu hareketlerinde serbestliklerini ve hürriyetlerini istedikleri gibi ve kolayca
kullanabileceklerdir. Daha doğrusu birisinin hürriyetini tahdit edecek diğerinin
hürriyeti bahis mevzuu olmıyacaktır, yani böyle hürriyetler asla çarpışmıyacak ve
karşılaşmıyacaklardır.
Şimdi büyük bir insan topluluğunu, bir cemiyeti ele alalım: Eğer bu cemiyetin
bütün fertleri böyle diğerkamca, yani nefsaniyetlerini tamamile veya mümkün
mertebe kırarak az çok vicdanlarının emrile hareket ediyorlarsa bu fertlerin
hürriyetleri nasıl tahdit edilebilir ve niçin tahdit edilsin?... O cemiyette bulunan her
fert bilir ve takdir eder ki karşılaşacağı her insanın bütün hareketleri ancak kendisinin
ve cemiyetin faydalanması ve iyiliği içindir. Buna inandığı anda o, karşısındaki
adamın hareketlerini tenkit veya tahdit değil, bilakis tebcil ve takdir eder. İşte ruhun
özlediği, cemiyetin mühtaç olduğu hakiki hürriyet budur.
O halde hakiki hürriyeti ancak diğerkamca gayelerle yapacağımız işler ve
hareketlerde aramalıyız. Diğerkamca, yani vicdanının emrine uyarak yaptığı işlerden
dolayi hiç bir insanı takyit etmek mümkün değildir. Böyle bir hareket gayri tabii ve
tesirsiz olur. Büyük bir coşkunlukla akan bir seli nasıl hiç kimse tersine çeviremezse
insanın sırf ve arkasında hiç bir nefsani gayenin barınamadığı diğerkamca
hareketlerini de hiç bir insan, hiç bir kuvvet durduramaz ve tahdit edemez. Bunların
ikisi de ilahi irade kanunlarının birer icabıdır. O halde insanlar tam ve hudutsuz bir
hürriyete malik olabilirler, yeter ki başkalarile olan münasebetlerinde kendi şahısları
namına hiç bir fayda, hiç bir menfaat gütmesinler, düşünmesinler, ve beklemesinler.
Demekki hakiki ve ruhun özlediği hürriyete insan ancak, nefsaniyetini hapse
mahkum edebildiği nisbette kavuşur. Burada kıymetli ruh dostumuz M. Mollanın bir
tebliğinden çıkardığım şu parçayi naklediyorum: << İNSAN, HÜRRİYETİNİ,
NEFSANİYETİNİ HAPSE KAADİR OLDUĞU NİSBETTE KAZANIR. >> Ve bu
yolda kazanmış olduğu hürriyeti de onun elinden hiç bir kimse geri alamaz ve tahdit
etmek kudretini de
314 Mukadderat ve İcabat

gösteremez. Buna mukabil, insan nefsaniyetine zebun olduğu nisbette hürriyetini


kaybeder. Belki onun bol parası vardır, belki kudretli bir mevki sahibidir ve bu
yüzden de etrafında bir sürü dalkavukları ve işini kolaylaştırıcı, kendisine << hür >>
süsü verilmesine yardımcı bir çok adamlarıda bulunabilir. Bütün bunlar olabilir. Fakat
yazık ki o gene hür değildir, eğer hareketlerinde diğerkam değil, hotkam ise!... O hür
değildir. Ne kadar hür görünse bile!...Çünkü onun hürriyeti ancak bir kısım insanların
istismarcılığından, bir kısım insanların korkusundan, bir kısım insanların da
lakaydisinden ileri gelebilir. Bu ise ruhun istediği ve cemiyetin mühtaç olduğu hakiki
ve ebedi hürriyet değildir. Bu, muvakkat bir halin çok kısa süren devamı boyunca
payidar olan ruhun bir atalet, bir durgunluk devresidir ki bu devrenin zail oluşu büyük
bir nefsaniyet esaretinin, önüne geçilmez acılıklarını bütün çıplaklığı ile ortaya
koyacaktır. Demekki böyle maddi refahın veya kudretin maskesi altında gizlenmiş
bulunan, insanın nefsaniyetine karşı esareti dışardan görünmese bile insanı içten içe
kemiren yani hürriyetsizlik içinde onu boğan gizli bir azap kaynağı olur. O insan
bütün servetine ve bütün saltanatına rağmen bahtiyar değidir, mesut değildir. Çünkü
hür değildir... Tekrar ediyoruz: Eğer vicdanını, nefsaniyetine karşı zalim ve müstebit
bir hakim yapamamışsa.
Hakiki hürriyet, vicdan ve nefsaniyet mücadelesinde vicdanın zaferi ile
neticelenmiş bir kahramanlığın ifadesidir. Böyle kahramanlardan mürekkep bir
topluluk içindeki milyonlarca ferdin nihayetsiz olan hürriyetleri birbirini asla incitmez
ve haleldar etmez, bilakis birbirine geniş yollar açar, faaliyet imkanları bahşeder. İşte
hürriyet...
Fakat acaba dünyada halen böyle bir hürriyet var mı? Ne gezer... Acaba
insanlık böyle bir hürriyete kavuşabilir mi? Şüphesiz, elbette!.. Ve kavuşmalıdır.
Neden kavuşmasın? Niçin böyle hudutsuz ve mesut bir hürriyeti istemesin ve
özlemesin?... Kaldı ki bu onun ruhunun en derin bir ihtiyacıdır.
Hülasa, hakiki hürriyet nefsaniyete değil, vicdana aittir. Nefsaniyet hür olamaz
ve olmamalıdır, zira insanlık aleminin inkişafı ancak nefsaniyetin izmihlali nisbetinde
mümkün olabilir. Bu sözün neticesi şudur: Hürriyet maddenin değil, ruhun malıdır.
Maddeye, maddi durumlara atfedilmek istenen hürriyet hiç bir vakit gerçekleşmesi
mümkün olmıyacak bir vahimden ibarettir. İşte onun içindir ki bir nefsaniyetin değil,
kitabımızın her bahsinde vicdanın hürriyetinden bahsediyoruz. Ve gene onun içindir
ki mürakabei nefis mahkemesinde hakim mevkiine nefsaniyeti değil, vicdanı
çıkarıyoruz. Taki hakiki ve ebedi hürriyetimize kavuşabilelim ve hakiki hayatımızın
hür ve mesut merhalelerine ulaşmanın yolunu tutalım. Zaten dünyaya inip bunca
imtihan ve tecrübelere tabi tutulmamızın mühim sebeplerinden biri de bu değil mi?
Mürakabei nefis 315

Demekki insan ruhunun en büyük hak ve iştiyaklarından birisi olan hürriyet,


ancak nefsaniyeti yenmekle kazanılacağına göre, nefis mürakabesinin hürriyeti
kazanmak babında doğrudan doğruya ve en ön planda bir rolü vardır.

***

Yukarki mülahazalardan sonra, gene bir bakıma göre haklı bir itiraz akla
gelebilir ve denebilir ki ne de olsa biz dünyada yaşıyoruz. Hayatımızı idame ettirmek
için de kendi nefsimize ait bir sürü ihtiyaçlarımızı gidermek zorundayiz. Eğer yukarda
söylendiği gibi hakiki hürriyete kavuşmak için kendi nefsimizi tamamile unutup hep
başkalarını düşünürsek ve kendimizi tamamile ihmal edersek o zaman dünyada
yaşıyabilmenin imkanı kalmaz. Binaenaleyh bu manada alınan hürriyetin ideal bir
kıymeti kabul edilse bile onu tatbik etmeğe dünyamızın hayat şartları müsait değildir.
Bu düşünce tamamile yerindedir. Fakat yukardaki gibi ruhun hakiki
hürriyetinden bahsederken ne biz, ne de kıymetli tebliğatile bizleri aydınlatan büyük
ruh dostlarımız hiç bir vakit, dünyadaki hayati ihtiyaç ve zaruretlerin ihmaline dair
herhangi bir fikirde bulunmuş değiliz. Kıymetli okuyucularımıza bu noktanın yanlış
arzedilmiş olmasını önlemek arzusu ile burada bazı mülahazalara daha lüzum görüldü.
Eğer kitabımızın geçmiş sayfalarındaki fikirler unutulmamış ise büyük ruh
dostumuz Kadrinin, İnsanların dünyada birbirinden ayrı iki türlü vazifesinin
bulunduğu ve bunların ayni derecede dikkat ve ehemmiyetle takip edilmesi lazım
geldiği hakkındaki sözlerini sevgili okuyucularım çok iyi hatırlıyabilirler. İnsan,
ruhunun hakiki hürriyetini kazanmak için nefsaniyetini vicdanı lehine feda etmekten
bir an bile fariğ olmamalıdır, derken dünyada yaşamamız ve tekamül yolunda
muvaffak olabilmemiz için mühtaç olduğumuz maddi vasıtaları temin etmekle ve
bunun için de maddi faaliyetlerde bulunmakla mükellef bulunduğumuzu asla unutmuş
ve inkar etmiş değiliz. Netekim intiharı da merdut ve menfur bir hareket, bir korkaklık
ve dünyada vazife kaçağı olarak kabul ediyor ve vasıflandırıyoruz. Bunu böyle
düşünüp duruken nasıl olur da gene dünyamızdaki vazifelerimizi layıkı ile
yapabilmek için lüzumlu olan maddi faaliyetlerin kıymet ve ehemmiyetlerini red ve
inkar edebiliriz!
Biz nefsani arzulardan bahsederken hayatın beka ve davamını, yani dünyadaki
diğerkamca ve vicdani vazifelerimizi, en son imkanlarımızı da kullanarak en iyi
derecede yapabilmemiz için lüzumlu olan maddi vasıtaları temin etmek ihtiyacını
kıymetten düşürmek istemiyoruz. Ve esasen vaziyet de böyle değildir. İnsanlar,
elbette dünyada yaşarken gerek bedenlerinin ve mesuliyetlerini üzerlerine almış
bulundukleri yakınlarının hayatlarını, gerek cemiyet hayatında, tekamülleri yolundaki
muvaf-
316 Mukadderat ve İcabat

fakiyetleri için zaruri ve lüzumlu olan vasıtaları temin etmeğe çalışacaklardır. Ve


böyle yapmağa da mecburdurlar. Bu yolda duyulan ihtiyacın adına da hiç bir vakit
hotkamlık denemez. Ve böyle bir hareket asla bir nefsaniyet tezahürü addedilemez.
Bir hareketin nefsaniyet tezahürü olabilmesi için her şeyden evvel onun, vicdana karşı
gelmesi, yani vicdanın emrettiği yoldan aykırı bir istikamet takip etmesi icab eder.
Zira hotkamlık, insanın mübrem ve hayati mecburiyetler dışındaki bütün nefsani arzu
ve ihtiyaçlarını gaye edinerek onları başkalarının zararına olarak tatmin etmek hırsının
ifadesidir. Hatta daha önce bir tetkika tabi tutulursa görülür ki hotkamlıkta mübrem ve
hayati ihtiyaçlar pek de nazarı itibare alınmaz. Orada insanı başkalarının aleyhine
sevkeden amillerin hayati ihtiyaçlardan bambaşka şeyler olduğu pekala müşahede
edilebilir.
Mesela izzeti nefsini rencide etti diye adam öldüren insanlar vardır. keza
herhangi bir şöhret hırsı ile birisinin ayağını kaydırıp onun yerine geçmek için her
türlü kötülüğü yapmak istidadında bulunanlar da vardır. Bunun gibi, kendisine hiç bir
fayda temin etmiyeceğini pekala bildiği halde çok sevdiği ve hatta yardımını ve
himayesini gördüğü kimseleri kıskanan ve bu yüzden de ellerinden geldiği fenalığı
gizliden gizliye onlara yapan bedbahtlar vardır. Gene öyleleri de vardır ki sırf
eğlenmek ve sadistçe, daha doğrusu hayvanca ihtiraslarını tatmin etmek için başka hiç
bir şey düşünmeden en masum en zavallı insanları, hayvanları ve varlıkları çeşitli
acılar içinde öldürmeğe çalışırlar ve bu nefret verici hareketi kendilerine başlıca bir
meşgale yaparlar. İlh... Bu hareketlerin hiç birisinde hayati ve mübrem bir ihtiyaç ve
zaruret yoktur. İşte bütün bunlar, amansız bir şekilde hapsedilmesi lazım gelen ve
icabında yok edilmesi insandan beklenen nefsani hareketlerdir. Hotkamlık, kendi
tekamülü yolundaki zaruri ve hayati ihtiyaçlarını da nazarı itibare almadan ve hele
vicdanın sesine asla kulak asmadan nefsaniyetin şuursuzca ve kör itiş arzularına tabi
olmak ve bunun için başkalarına karşı icap eden her türlü kötülüğü seve seve yapmak
sakarlığından doğmuş sakat bir ruh tezahürüdür.
Bittabi insanın, diğer varlıklar arasında, o varlıkların iyilikleri uğrunda
sarfedeceği emekleri tayin ederken kendinden yapacağı fedakarlığın derecesini
ölçmeğe yarıyacak miyarı bulabilmesi, ancak ruh kudretinin yüksekliğine bağlı bir
keyfiyettir. Bazılarının fedakarlık babından kendi ihtiyaçlarının hududu diğerlerine
nazaran mukayese edilemiyecek kadar geniş olabilir. Çok ilerlemiş ve tekamül
yolunda büyük mesafeler kaydetmeğe karar vermiş olan bazıları ise başkalarının
ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçları haline koyacak kadar asıl kendi ihtiyaçlarını unutup
gitmişlerdir. Bütün bunlar tekamül yolunun muhtelif merhalelerini işaretliyen birer
sınır taşı gibi işaretlerler. Bu noktayi biraz daha açıklıyabil-
Mürakabei nefis 317

mek için yukarda bahsetmiş olduğumuz iki oda arkadaşı misaline bir daha dönmek
istiyoruz. Kendisine bol bol kafi gelecek derecede yiyeceği ve parası olan A...,
günlerdenberi sefil ve aç bir halde bulunan B...ye yemeğinin ve parasının bir kısmını
verirse diğerkamca bir iş yapmış olur. Ve yemeğinin, parasının bir kısmını da kendisi
için ayırması hiç bir vakit hotkamca bir iş yapmış olduğunu ifade etmez. Fakat B...
karşısında açlıktan kıvranıp dururken, kendisinden birşey eksilecek diye ona bir şey
vermiyen ve üstelik de bu hareketinde kendisini haklı görmeğe çalışan A... bu
hareketile hotkamca bir iş yapmış olur. Ve hele herhangi bir nefsani ve şahsi endişe
ile ya kuvvetine güvenerek veya kurnazlık yaparak, B... nin el ve avucundakileri de
alıp onu sefil ve perişan bir halde bırakmağa kalkıştığı anda dostumuz A...
hotkamlığın şaheserini yaratmış olur.
Fakat bunların hiç birini yapmaz da aç ve sefil kalmış olan dostunun bütün
ızdıraplarını kendi çekiyormuş gibi duyar ve bu acının tesirile ancak kendisine kadar
yetecek olan gıdasını da tamamen B...ye verir ve bu yüzden kendisi aç kalır ve
açlığını da duymıyacak kadar bu işi yaptığından dolayi bir sevinç hissederse işte o
zaman A... büyük bir kahraman ve fedakar ruhun dünyadaki misallerinden birisini
vermiş ve belki de dünya mektebini artık bitirme yolunda bulunduğunu göstermiş
olur.
Bununla beraber gene hatıra gelebilir ki insanların mübrem hayati ihtiyaçları
devamlı bir hikayedir. Bundan başka biz, yalnız bu günkü ihtiyaçlarımızın değil,
müstakbel hayatımızı da emniyet altına almak zorunda değil miyiz? Halbuki yarın
hayat yolundaki mücadelemizdeki muvaffakiyetin ne şekilde tecelli edeceğini bu gün
kestiremediğimiz için daima yarını da düşünerek elimizde bu günden artanı yarına
saklamak, öbür yarına saklamak... daha öbür yarına...ilh. Bu yarınların hiç bir vakit
sonu gelmez. Ve bu düşünce ile diğerkamlıktan kaçmak istiyen bir insandan her
şeyden evvel şunu teemmül etmesi beklenir ki kendi canının, sonu gelmiyen
yarınlarını emniyet altına almak gayesile kardeşinin, bir dostunun bu günkü hayati
ihtiyaçları karşısında omuz silkip geçmekte kendisini yerden göke kadar haklı
görürken temin ettiğini veya edeceğini sandığı hayatının yarınki selametinin garantisi
acaba ne olsa gerektir?... Hiç!... Kim onu temin edebilir ki şu kapıdan dışarı çıkarken
bir saat sonra kalb sektesinden ölüp gitmiyecektir? Kim onu temin edebilir ki bir kaç
gün sonra evi yanmıyacaktır, ocağı sönmiyecek ve senelerce ona buna mühtaç bir
durumda bırakmıyacaktır?... ilh.
Böyle garantisi olmıyan, kendi kudreti dışında, hayatının en nazik hallerini her
an tehdit altında bulundurucu hadiseleri daima karşısına çıkarmağa hazır bulunan bir
dünya hayatında, bütün bunları düşünmüyor da başkasına karşı yapmakla mükellef
bulunduğu bir yardımı yap-
318 Mukadderat ve İcabat

ması lazım gelen yerde, bu yardımı yapmamak için bir kaç vakit sonra hayatının
konforundan kaybedeceği şeylerden mi endişe duymak aklına geliyor? Bu, hayati bir
tedbirin alınması için yapılmış bir hareket değil, nefsaniyet kaygısından öteye
geçemiyen sakat bir nefis itişinin tezahürüdür. İnsanlar dünyaya gelmekle onların
mübrem ve hayati olan bütün ihtiyaçlarını karşılayici kudretler de kendilerine verilmiş
bulunmaktadır. Kalbimiz muntazaman atıyor. Bu nazik ve iki dakikalık tevakkufu ile
bizi yere sermeğe kafi gelen hayati uzvumuzun böyle aksamadan bütün hayat boyunca
vazifesinde devam etmesi acaba bizim dahiyane aklımızla inceden inceye düşünüp
taşınarak almış olduğumuz tedbirlerin tatbikatı sayesinde mi mümkün oluyor? Eğer iş
bizim bu kısa ve aciz akıl dirayetimize kalırsa bütün dünyada hiç olmazsa bir saat
atmakta devam edebilecek bir kalb kalır mı dersiniz? Bununla beraber o gene bizim
kudretimizle vaki olan bir iştir. Ve kalbimiz atmakta, hayatımızın sonuna kadar
devam edecektir, çünkü dünyadaki tekamülümüz için bu lazımdır. Peki ama kalb,
ciğer, böbrek, beyin gibi hayatımızın emniyeti ile ilgili bütün maddi ve en nazik, en
mühim, en kıymetli varlıklarımız bile kendilerine lazım olan vasıtaları bizim
haberimiz olmadan temin ediyorlar, vazifelerini aksatmadan yapıyorlar ve bu suretle
tekamülümüz için ihtiyacımız olan hayat imkanlarını temin ediyorlar da biz bu
faaliyetlerin istihdaf ettiği yüksek gayeyi unutarak gelecek günlerimizin emniyetini
sağlamak veya bu günümüzü en rahat ve konforlu şartlar altında geçirmek gibi sonu
gelmez arzuların tatmin edilememesi korku ve endişesi ile, gene tekamülümüz için
mükellef ve muvazzaf bulunduğumuz en küçük işleri bile yapmaktan nasıl
çekinebiliriz? Bizi iyi niyetten, diğerkamca hareketlerden, vicdanın emrine göre
hareket etmekten ayrılmazsak hiç bir vakit aç kalmayiz, sefil olmayiz, perişan duruma
girmeyiz. Ve hayatta hiç bir muvaffakiyetsizlikle de karşılaşmayiz. Eğer buna rağmen
arzu etmediğimiz hadiselerle karşılaşıyorsak bu da gene kendi efal ve harekatımıza ait
veya tekamülümüzün selameti için lüzumlu olan bilmediğimiz birtakım sebeplerin
tesirleri altında bizim için faydalı, lazım ve mukadder bir zaruret olur ki biz ne
yaparsak yapalım, ne şekilde hareket edersek edelim, ne kadar müessir tedbirler
alırsak alalım onların önüne geçemeyiz.
Demekki esasen gene vicdanımızın da muvafakati ile dünyamızdaki
varlığımızı koruyucu vasıtaları temin hususunda elimizden geldiği kadar çalışmaktan
bir an bile fariğ olmamakla beraber bu faaliyetimizinde nihayet, ruhumuzun ebedi
tekamülü için dünyada hemcinslerimize ve bütün varlıklara karşı göstermekle
mükellef bulunduğumuz fedakarlığı, yardımı, sevgiyi ve hülasa diğerkamlığı
yapabilmemize ancak bir vasıta olduğunu asla unutmadan bu büyük ve lüzumlu olan
ikinci faaliyetimizi de her an yapmaktan ve birinci, yani maddi ve hayati faaliyeti-
Mürakabei nefis 319

mizin bu ikinci, yani ruhi faaliyetimize herhangi bir bahane ile engel olmamasını
sağlamaktan hiç bir vakit geri kalmamalıyız.

***

Nefsaniyetin insanı kendi kendisine karşı haklı çıkarmak için kullandığı en


müessir silahlardan biride korkudur. Korkaklık az çok nefsaniyete bağlı bir ruh
halidir. Korkunun nefsaniyet kaygısından almış olduğu muhtelif ve mütenevvi
renkleri vardır: Başta aç ve sefil bir hale düşmek korkusu olmak üzere, sıkıntı
çekmek, rahatını kaçırmak, parasını çaldırmak, işinden ve memuriyetinden olmak,
evini, barkını, çoluğunu, çocuğunu, şusunu busunu elinden kaçırmak veya kaybetmek,
hasta olmak ve nihayet ölmek korkuları birbirini takip eder durur. Ben öyle dostlarıma
rast gelmişimdir ki bunlardan bazıları bütün samimiyetlerile << Ah şu gelir
kaynaklarımı kaybedeceğim diye ödüm kopuyor. Artık bu konfora alıştım. Onsuz
yaşamak benim için çok zor olacak. Bunları düşündükçe aklıma gelen
mahrumiyetlerin hayalen tasavvur ettiğim azabı bile beni çileden çıkarmağa kafi
geliyor. >> diye hayıflanıp durmuşlardır. Bunlar kendilerine beyhude yere böyle ağır
üzüntülere mahkum etmiş ne kadar çok acıdığım büyük kıymetlerdi!... Bunlar her
istediği şeyi vermeğe çalışarak, doymak bilmiyen kör nefsaniyetlerinin iştahlarını
açtıkça açan ve iştahları iyice açılmış nefsaniyet canavarlarının ağızlarına
mütemadiyen ruhlarından, kalblerinden koparıp attıkları parçalarla öz varlıklarını
aheste aheste kaybetmiş olmanın azap ve endişesini bir korku heyulası içinde duyan
sevgili aziz dostlarımdı. Aradan çok zaman geçti, şimdi bunların bazıları tahayyül
ettikleri korkunç durumlarının hakikaten gerçekleşmiş realitelerile karşı karşıya
bulunuyorlar. Bazıları ise ruhlarında fuzuli olarak yaratmış ve yaşatmış oldukları
nefsaniyet canavarının korku, endişe ve hüsran duyguları içinde çırpınarak
hayatlarının – hiç de mesut sayılmıyan – son nefeslerini tüketmiş bulunuyorlar. Ne
olurdu, bunlar nefsaniyetlerini bu kadar canla ve başla beslemiş olmasalardı da
bahtiyar olarak yaşasalar ve bahtiyar olarak ölselerdi!...
Hayatta sefil ve perişan olmak, parasını ve eşyasını kaybetmek, hatta ilk
nazarda tamamile ruha aitmiş gibi görünen sevdikleri insanların bedenlerini
kaybetmek, şöyle veya böyle olmak korkusu vicdandan değil yalnız nefsaniyetten
gelen bir azaptır, bir işkencedir. Yani bir insan ki nefsaniyetini tamamile susturmuş ve
vicdanının emir ve ikazlarını dinlemiş ve hareketlerini ona uydurmuştur, o insanın
korkacağı hiç bir mevzu ortada kalmamıştır. Bunun aksine olarak vicdanının emir ve
ikazlarını çiğneyip geçmiş, nefsaniyetinin bütün azgınlıklarına alet olmuş bir insan
için hayat ve ölüm mevzularının her safhası, her adımı binlerce korku ve endişe ile
meşbudur. O ne tarafa baksa orada kendi huzurunu,
320 Mukadderat ve İcabat

rahatını kaçıracak veya canına, malına kıymetlendirmiş olduğu maddi herhangi bir
varlığa kıyacak karşısına çıkmağa her an hazır bir ifritin çehresini görmekte
gecikmez.
İnsan korktukça, korkunç amillerin etrafını sardığını görür. Zira korkuya
zebun olmak, nefsaniyete yol vermiş bulunmanın açık bir ifadesidir. Halbuki bu korku
ile o, hayatının selametini emniyet altına almak endişesi içinde hotkamlığı gaye edinip
ona sımsıkı sarıldıkça hayatın emniyetini kaybeder, ve emniyetini kaybettikçe de
korkusu artar. Bu suretle onun bu hali denize düşmüş bir adamın yılana sarılmasına
benzer. Maddi ve nefsani ihtiraslarının tatmini peşinde vicdanını çiğneyip geçmekte
devam ettikçe, bu ihtiraslarını hiç bir vakit tatmin edemiyeceğini ve elinde bulunan
şeylerin hepsini her an gelmesi melhuz bir fırtına ile, günün birinde kaybetmek
durumunda kalacağını içten içe, insana hissettiren nefsaniyet canavarının sinsi
savletleri artar. Ve hayat bir perişanlık içinde sallanır durur. Bu ise ne bir saadettir, ne
de hürriyet!...
Şu halde bütün bu korkulardan kurtulmak ve huzura kavuşmak için yapılacak
tek iş bir az daha diğerkam olmağa çalışmaktır. Maddeler, maddi kazançlar muhakkak
fanidirler. Ergeç bunların hepsi günün birinde bırakılacaktır. O halde ruhi tekamülü
için, vazifesi icabı yapmakla mükellef olduğu fedakarlık mukabilinde insan, bizzat
kendi arzu ve iradesile bu maddi varlıklardan hemcinslerine yardım kılıklı
fedakarlıkta bulunursa bu – belki de onun evvelden tatmin edemediği – büyük ruhi
hazlara kendisini kavuşturur. Bundan asla şüphe edilemez. Buna mukabil başkalarına
yardım ve fedakarlık babında maddi varlığından kendi iradesile sökülemiyen bir insan
günün birinde mukadder olan herhangi zorlayici bir kuvvet karşısında onların
hepsinden bir anda ayrılmak zorunda kaldığı zaman evvelki gibi bir ruh hazzı ve
saadeti duymak şöyle dursun, büyük bir hüsranın kolaylıkla sönmiyecek şiddette
ateşleri içinde kıvranmağa başlar. Halbuki elinde fırsat varken o bu işi, kendi iradesile
yavaş yavaş ve kendisini yormadan, sıkmadan yapmağa alıştırırken bile duyacağı
derin hazların bahtiyarlığına erişebilir.
Şimdi bütün bu mülahazalardan çıkan netice çok açık olarak kendisini
göstermektedir. İnsan dünyadaki maddi hayatını – tekamülüne uygun şartlar ve icaplar
dahilinde – korumağa mecbur olmakla beraber meşru olan bu hareketi, bu maksatla
ilgili olmıyan nefsaniyetin kullandığı kötü bir korku silahile soysuzlaştırmamalıdır.
Yani, başkalarına karşı yapılacak muamelelerde diğerkamca harekette bulunduğu
zaman kendisinin bundan hiç bir zaman, hiç bir şey kaybetmiyeceğini, bilakis pek
çok, aklının alamıyacağı kadar çok şeyler kazanacağını tereddütsüzce kabul etmelidir.
Burada hiç bir şey kaybetmiyecek sözünü söylerken bittabi hep ruhi kazançları göz
önünde tutarak konuşuyoruz. Yoksa di-
Mürakabei nefis 321

ğerkamca hareket eden bir insan çok defa maddi varlığından bir çok şeyler
kaybedebilir. Fakat bunların hiç birisi hakiki bir kayıp değildir. Zira esasen onlara
malikiyet de hakiki bir kazanç olmaktan uzaktır.
Bize eğer herhangi gafil bir insan nefsaniyetine uyarak bir kötülük yapıyorsa
asıl acınacak biz olmayiz, o olur. Çünkü biz ona gene diğerkamca hareketle mukabele
ettiğimiz için gerçi maddemizden veya maddi kıymetlerimizden bir şeyler kaybetmiş
olabiliriz, ama zaten ergeç mukadder olan bu kaybımıza mukabil ruhumuzun ebedi
kazançlarını ve hakiki hürriyetini temin etmiş olmanın saadetine ulaşmış bulunuruz.
Bize nefsani hareketlerile kötülük yaptığını sanan insan ise gene kısa bir zamanda
kaybetmek zorunda kalacağı bir kaç maddi oyuncağa mukabil ruhunun parlaklığını
hürriyetini kaybetmiş olmanın uzun müddet sürecek olan azabına kendisini namzet
kılmıştır. Ne yazık!...
Demekki ruhun hakiki hürriyetine kavuşabilmesi için, önüne engel olarak
çıkan ve çiğneyip geçilmesi icap eden manilerden birisi de korkudur. Ve nefis
mürakabesini yaparken nefsaniyetin, bu silahi vicdan hakimine karşı daima
kullanacağını hiç bir vakit unutmamak ve ona göre nefsaniyet tuzağına düşmemeğe
çalışmak lazım gelir. Ve yalnız iyilik, iyi niyet ve diğerkamlık duygu ve düşüncesile
hareket eden insanların böyle tuzaklara düşmemesi kadar da kolay bir iş yoktur, zira
bu vasıfları haiz olan insan korku illetinden kurtulmuş bulunur.

***

Şimdi mürakabei nefis tecrübelerinde hemen muvaffak olur ve birdenbire


nefsaniyetinin en koyu ihtiraslarından kurtuluverip büyük ruh huzur ve sükunete
kavuşabilir mi? Yukarda naklettiğimiz tebliğat ve bunlar arasında bilhassa Şihap
dostumuzunkiler bu hususta bize bazı aydınlatıcı fikirleri vermiş bulunuyor.
Okuyucularım da bunları pek iyi hatırlıyabilirler. Bu tebliğatın da öğrettiğine göre,
insan nefsaniyetinden kolay kolay ayrılamaz. Ve bana kalırsa, hatta ilk tecrübelerin
muhakkak surette hemen nefsaniyetten kurtulacağım diye yapılmaması, bu işe tedrice
riayet olunarak ilk zamanlarda mürakabei nefis mahkemesinde vicdana karşı yalnız
nefsaniyetin galibiyetinden mütevellit yapılmış kötü hareketlerin itiraf edilmesi ve
bundan dolayi de bir üzüntü, bir pişmanlık hissinin duyulmağa çalışılması kafidir.
Onları tekrar yapmamak kararını vermekle beraber ağlebi ihtimale göre gene tekrar
edilişlerinde asla cesaretin kırılmaması ve bu halin bir müddet böyle devam etmesinin
tabii olduğunun göz önünde tutulması münasip olur.

F : 21
322 Mukadderat ve İcabat

Onların bir daha tekrar edilmeyişleri ancak ruh kudretinin bu muvaffakiyete


kifayet edecek kadar artmış olmasına vabestedir. Ruh kudretinin artması ise; gene
böyle düşe kalka yapılan mürakabei nefis tecrübelerinden sonra her düşüşte
yılmamak, kırılmamak, korkmamak ve ayni tecrübeyi bütün evvelki
muvaffakiyetsizliklere rağmen ayni azim, ayni cesaret ve metanetle yapmaktan
çekinmemek ve bu muvaffakiyetsizliklerin tevalisi ne kadar devam ederse o kadar bu
işi, yani mürakabei nefis ameliyesini tekrarlamak ve her defasında nefsaniyetin
suçlarını perdelemeden, eksiltmeden, hatta evvelkilerden daha ziyade izam ederek ve
nefsaniyeti tamamile haksız görerek vicdan hakiminin karşısına korkmadan çıkarmak
suretile mümkün olur. Böyle hareket edildiği takdirde muvaffakiyetsizlik günün
birinde – bir daha asla kaybolmamak üzere – büyük ve mesut başarılara inkilap eder
ve insan bu muvaffakiyetler tevali ettikçe hakiki saadetin manasını daha derin ve içten
duyar ve anlar.
Kitabımızda mürakabei nefis ameliyesinde ele alınması ve defedilmesi
zikrolunan nefsaniyet düşkünlüklerinin tenevvüü bazı okuyucularımızı pek haklı
olarak daha baştan ürkütebilir. Fakat böyle bir hal vaki olursa bundaki kabahatin
tamamile ben de olduğunu şimdiden o dostlarıma itiraf etmeği vicdani bir borç
bilirim. Zira böyle bir hali tevlit edecek hiç bir nokta mürakabei nefis ameliyesinde
mevcut değildir. Demekki bu, olsa olsa benim yazılarımda kullanmış olduğum
ibarelerin iyi ve layıkı ile izah edilememiş bulunmalarından ileri gelse gerek. Bu
kadar derin ve ince tarafları sayısız bulunan bir ruh mevzuunu, benim gibi aciz ve
kudreti az bir insanın izaha kalkışması esnasında elbette büyük kusurları olacak ve bu
kusurlar da kendisini üzecektir. Sevgili okuyucularımdan dileğim şudur ki hiç bir
kimse için mürakabei nefis ameliyesinin korkulacak hiç bir tarafının olmadığına
inansınlar. Ne kadar günahkar olursa olsun, kendisini ne kadar suçlu sayarsa saysın ve
hatta yalnış olarak kendisinin ne kadar islahı kaabil bir kişi olmadığını sanırsa sansın
nefis mürakabesi mahkemesine girmek kararını vermiş olan bir insanın orada
karşılaşacağı hiç bir güçlük, hiç bir azap, hiç bir tekdir veya tahkir yoktur. Bilakis
oraya sıkıntı ile giren her insan ne kadar suçlu olursa olsun oradan büyük bir
ferahlıkla, derin bir ruh huzuru ile, dinlendirici bir sevinçle çıkar. Bu muhakkaktır ve
mücerreptir. Yeter ki iyi niyet, samimiyet ve tevazula, Allaha bağlanarak, Ona
kendisini vererek, Onun uğrunda bu işe başlamış olduğunu idrak etmiş bulunsun.
İnsanın yapmış olduğu büyük hatalar ilk hamlede vicdana karşı itiraf edilmesi
güç şeylermiş gibi görünür. Bu yanlış bir görüştür. Bir iki nefis mürakabesi
tecrübesinden sonra en büyük hatalar bile kolaylıkla vicdana karşı itiraf edilebilir ve
bu itiraf neticesinde insanın duyacağı nedamet duyguları, onun – birdenbire değil! –
yavaş yavaş o büyük ha-
Mürakabei nefis 323

taları tekrar etmek zorundan veya zaruretinden adeta otomatik olarak kurtulmasına
yardım eder. Ve böylece devam eden mürakabei nefis ameliyelerinden sonra bir gün
gelir ki o insan evvelce kendisine vazgeçilmez gibi, salah bulması kaabil değilmiş gibi
görünen o büyük hataların, kabahatlerin adeta kendiliğinden za’fa yüz tuttuklarını ve
hatta tamamile silinmeğe de başladıkların hayretle görür.
Bir hatayi tekrar etmiyeceğim diye acele ile bir hamlede ortadan kaldırıp
atmağa kalkışmak hem tedriç kaidesine uygun değildir, yani gayri tabii bir harekettir,
hem muvaffakiyetli netice vermez, hem de insanın bir iki cehitten sonra ümit ve
cesaretini kırarak mübareze meydanından mağlup bir halde çekilmesini ve o hatanın
kucağına pasif bir halde büsbütün teslim olarak kendisini uzun bir müddet daha
koyuvermesini mucip olmak tehlikesini doğurur. Burada bir noktayi daha aydınlatmak
lüzumunu hissediyorum. Öteden beri tekrar edip durduğumuz bir söz vardır: Hata
dünya kanunları icabatındandır ve kim olursa olsun dünyada yaşıyan insanlar
kendilerine göre az çok hatadan masun değildirler. Peygamberler bile dünyanın bütün
varlıklarına şamil olan bu kaidenin dışına çıkamamışlardır. Şu halde dünya durdukça
onun sakinleri bütün iyi niyet ve iyi düşüncelerine rağmen kendilerini hatalardan
kolay kolay kurtaramıyacaklardır. Hata, dünya hayatının icaplarından biridir. Bu
sözlerin bazıları tarafından yanlış anlaşıldığını veya yanlış anlatıldığını gördük: ( Ne
acayip şey! Hiç hata bir kaide olabilir mi!) denildi.
İşte böyle gene hatalı olan bir itirazı tashih etmenin yeri şimdi geldi. Hata
dünya kanunlarının bir icabıdır. Fakat bu demek değildir ki hata iyi bir şeydir ve
herkesin hata yapması bir gayedir, dünyada hatalar yapmak bir vazifedir, bir
meziyettir v. s... Hata elbette öğünülecek iyi bir şey değildir. Ve hata elbette
varlıkların o hatayi işledikleri sahalardaki görgü ve tecrübe noksanlıklarının bir
ifadesidir. Görgü ve tecrübe ne kadar artarsa yapılması melhuz bulunan hataların
miktarı da o kadar azalır. Bu bir tabiat kanunu icabıdır ve bir zarurettir.
Mesela henüz yürümeğe yeni başlamış bir çocuk yürümek ve bazan da koşmak
teşebbüsüne giriştiği zaman sık sık düşmekle haretketlerinde mütemadiyen hatalar
yaptığını isbat etmektedir. Fakat o ancak bu hataları yapacak ki doğru dürüst yürümek
ve koşmak hususundaki görgü ve tecrübesini arttırabilsin. Yani o çocuk böyle düşüp
kalkmadıkça yürümesini öğrenemiyecektir. Ama, mademki o, dünyada yaşamak için
yürümek mecburiyetindedir, o halde yürümesini öğrenmek için teşebbüslere girişecek
bu teşebbüslerinde bilmeden veya elinde olmadan hatalar yapacak, düşecek ve bir
daha düşmemek için hata yap-
324 Mukadderat ve İcabat

mamağa çalışacaktır. İşte hata hakkında bahsettiğimiz dünya kaidesinin en basit


misali budur.
Şimdi bir bu var, bir de o çocuğun hata yapacağım diye hiç bir vakit yürümek
teşebbüsüne girişmemesi veya etrafındakilerin buna müsade etmemesi var. Elbette
böyle bir hareket dünyadaki hayat icaplarına aykırı olur ve dünya kanunlarına uymaz.
Bundan başka üçüncü olarak bir de şu var: O çocuğun her düşüşünde duymuş olduğu
acıdan ders alması ve yürürken bir daha düşmemeğe elinden geldiği kadar dikkat
ederek çalışması lazımdır. Ve bu da görgü ve tecrübelerin artması hususunda cari olan
bir kaidedir. Yoksa o, buna dikkat etmez, kendisinin düşmesinde amil olduğunu
hissettiği hataları bile bile ve kasten tekrarlar veya bunların tekrarlanmaması için
elinde olan tedbirleri almaz ve aynı hataları tekrarlar durursa elbette herkes gibi doğru
dürüst yürümesini öğrenemez. Demekki, tekrar ediyoruz: İnsan dünyada hata
yapacak, hatanın acısını çekecek ve bu acının, ruhunda bırakacağı intibaların tesirile o
hataları bir daha tekrar etmemeğe gayret eylemek kudretini kazanacak ve böylece
dünya hayatının kendisine temin edeceği görgü ve tecrübeleri elde etmek imkanına
kavuşacaktır. İşte dünyadaki tekamül kanunu bunu icap ettirmektedir.
Fakat mülahaza ve müşahedeler de gösteriyor ki bütün bu hatalar ancak
hareket teşebbüslerinden doğmaktadır. Ataletle geçen bir hayatta hata yapmak nisbeti
azalır. Hareket, faaliyet teşebbüsleri ne kadar çoğalırsa hatalara düşmek şansı da o
kadar artar. Demekki teşebbüslerden – hata korkusu ile – asla kaçmamak, tekamülün
ne kadar zaruri bir lazimesi ise, görülen hataları her defasında tashih etmeğe sarfı
gayret etmek ve bunda muvaffak olamadığı zamanlarda – gene ayni hatayi elinde
olmadan tekrarlamak korkusu ile – hayırlı ve tekamülü için uygun gördüğü o
teşebbüsten vaz geçmemek, fakat bu dafasında evvelki tecrübelerinden almış olduğu
derslerle ayni hataları, yapmamağa bütün gayretile ve samimi olarak çalışmak ve
böylece hatalarının adetlerini yavaş yavaş azaltarak kudretlerini arttırmak dünya
hayatının esaslarından biridir. Binaenaleyh, tabiatta her şeyde cari olan tedriç
kaidesinin bilhassa burada, yani mürakabei nefis ameliyesinde hiç bir vakit gözden
kaçırılmaması ve ihmal edilmemesi lazım gelir. Buradaki muvaffakiyetin sırrı ancak
tedriçtedir. Tedriç kaidesine riayet edildikçe en asi nefsaniyetlerin en korkunç ve
yerleşmiş, temelleşmiş savletleri bile kızgın bir ateş üzerine konmuş tereyağı gibi
kendi kendine erimeğe, yumuşamağa ve tamamile zararsız bir hale girmeğe
mahkumdur. Bu da muhakkaktır ve mücerreptir.
Şu halde bir edep ve terbiye tatbikatı mektebi olan ve bize ancak kısa bir
müddet için ikametgahlık yapan şu köhne dünyamızda tekamül
Mürakabei nefis 325

çok zordur. Tekamülden bizi alakoymak için önümüze bir sürü engeller, oyalayici,
cicili bicili, cazibeli oyuncaklar çıkar, gene tekamülümüzden alakoymak için
karşımıza bizi korkutucu fakat kof ve hiç de göründüğü gibi olmıyan birtakım kukla
umacılar dikilir. Fakat bütün bunlara rağmen bu dünyamızda tekamül etmek çok
kolaydır. Yeter ki bütün bu cicilerin ancak birer oyuncak, bütün bu korkunç görünen
mefhumların birer umacı kukladan başka şeyler olmadığını insan anlıyabilecek ve
takdir edecek duruma girmiş bulunsun. Bu duruma girmek de o kadar zor bir iş
değildir. İstensin, karar verilsin ve işe samimiyetle girişilsin yeter.

***

Gene murakabei nefis bahsini kapatmazdan önce, bu ameliyeye girişmek


teşebbüsüne geçenlerin karşılaşacakları bir güçlüğe temas etmek ve bu güçlüğün
yenilebilmesi için yardımcı bazı usullerden bir az bahsetmek istiyorum. Bu güçlük
şundan ileri gelmektedir:
Herhangi bir hareket karşısında insan, bu hareketin vicdana uygun bir hareket
mi, yoksa diğerkamca bir kisveye bürünerek pusu kurmuş nefsaniyetin bir tuzağı mı
olduğunu ekseriya tayin edemez. O eğer bu tereddüdü ile mürakabei nefis
mahkemesine müracaat ederse elbette işin içinden çıkamaz. Yani vicdan ve nefsaniyet
istikametlerini ayıramıyacağı için mürakabei nefis mahkemesine müracaat ederse
elbette işin içinden çıkamaz. Yani vicdan ve nefsaniyet istikametlerini ayıramıyacağı
için mürakabei nefis mahkemesinde daima vicdan hakimini haklı çıkarması ve
nefsaniyeti ne bahasına olursa olsun mahkum etmesi vacibesine riayet edememek
endişesi içinde kalır.
Şu halde mürakabei nefis mahkemesine müracaattan evvel, yapılacak olan
veya yapılmış bulunan işin vicdana mı, yoksa nefsaniyete mi ait olduğunu kendisince
kati bir kanaat elde etmiş olacak kadar doğru olarak tayin etmiş bulunması lazım gelir.
Bir hareketin vicdanı tatmin edici karakteri haiz olduğunu bir defa şahsi bir
kanaat halinde tayin ettikten sonra mürakabei nefis mahkemesinde onun tarafını
iltizam etmek artık bir karar ve irade meselesinden ibaret kalır. Şu halde evvela bu
hareketin vicdani bir yolda olup olmadığını nasıl tayin edeceğiz?
Bunun için insanın mürakabei nefis mahkemesinden önce gene kendi içinde
ihzari mahiyette bir mahkeme kurması ve bu hareketin karakterini o mahkemede
yapacağı ince bir ruhi tahlil ve tetkikten sonra tayin etmeğe çalışması lazımdır.
Bu hususta, kısmen yardımcı ruh dostlarımızın tebliğatından ilhamlar alarak,
kısmen de şahsi görgü ve tecrübelerimize dayanarak aşağıdaki bir kaç prensibi birer
yardımcı halinde okuyucularıma arzediyorum:
326 Mukadderat ve İcabat

- PRENSİPLER -

1- Bu ihzarı mahkeme de, her mahkemede olduğu gibi, bir hakim, bir davacı,
bir sorumlu, bir de dava mevzuu vardır.
2 – Keza, her mahkemede olduğu gibi burada da haklı taraf, bir de haksız taraf
vardır. Daha doğrusu hükümlendirilmesi icap eden bir hak, bir de suç vardır.
3 – İhrazi mahkeme salonunda hak daima vicdan, suç daima nefsaniyettir.
4 – Gene ihrazi mahkemede hakim bilakaydüşart hakkı müdafaa etmekle
mükelleftir.
5 – Bu mahkemede hakim, şuur ve idraktir. Davacı ya bizzat insanın kendisi
olur veya başka birisi olur. Sorumlu da gene ya insanın bizzat kendisi veya başkaları
olur.
6 – Davacı bir veya birden fazla olur. Sorumlu bir veya birden fazla olur.
7 – Davacı kim ve kaç kişi olursa olsun, sorumlu kim ve kaç kişi olursa olsun
hakim; hakkın veya suçun, yani vicdanın veya nefsaniyetin hangi tarafta olduğunu kılı
kırk yararak incelemek ve daima hakkın lehine gözünü kırpmadan hüküm vermek
mecburiyetindedir. İşte bunu yapabildiğine kani bulunuyorsa o, ayni zamanda
mürakabei nefse lüzum bırakmıyacak şekilde vicdani vazifesini de hakkile ifa ediyor
demektir.
8 – Şu halde, her şeyden evvel hakimin vazifesi, hakkı suçtan ayırmak, yani
suçu kati delillerile ve tereddütsüz olarak tesbit etmektir.
9 – Hakimin bu vazifesini görebilmesi için şu üç halin mevcut olması şarttır:

A- Sahih olduğuna kanaat getirilmiş bir müşahede,


B – Kati bir kannate varıncıya kadar tam manasile bitarafane ve samimiyetle
yürütülmüş bir muhakeme,
C – Hiç bir tereddüt ve eksiklik düşüncesi taşımıyan kati ve azami derecede
diğerkamlıkla verilmiş bir karar. ( 1 )

10 – Hakim vazifesini emniyetle görebilmesi için davayi daima mürekkepten


basite irca edecektir. Burada davayi mürekkepten basite irca etmek demek şudur:
Bazan mahkemede bir tek davacı ve bir tek sorumlu bulunur. Bu, davanın en basit
şeklidir. Bazan da müteselsilen birbirinden davacı ve birbirine karşı sorumlu durum
arzeden bir çok şahıs davaya karışmış bulunur. İşte böyle müteselsilen birbirine karşı
davacı veya sorumlu şahısların adedi arttıkça dava daha mudil, karışık ve mürekkep
bir hal alır. Böyle hallerde hakim bu müselsel durumu ortadan kaldıracak ve davayi
daima iki kişiya inhisar ettirecektir. ( Not: Bazan

( 1 ) Bu fıkra mürakabei nefis mahkemesinin muvaffakiyet veya ademi muvaffakiyet amilini


hazırlar.
Mürakabei nefis 327

ayni, müşterek bir mevzu üzerinde ikiye ayrılmış bir çok şahıs karşı karşıya gelebilir.
Bunlar esasen müselsel değil, gene iki kişi demektir ve mürekkep hal arzetmez. )
11 – Hakim mahkemeyi açınca, yukarda A, B, C bentlerinde zikredilen
vacibeleri yerine getirmek için kaide olarak daima kendisini sıra ile evvela davacının
yerine koyacak, yani onun ruhi ve içtimai zaruret ve ihtiyaçlarını tamamile ve aynen
duymağa çalışacak ve bu durumda iken gene yukardaki üç vacibeyi aynen kendi hal
ve durumu üzerine tatbik ederek davacının durumu hakkında lehte ve aleyhindeki
kararını yukarda arzedilen şartlar dahilinde verecek. Bunu yaptıktan sonra, gene ayni
tarzda kendisini sorumlunun yerine koyacak ve gene yukardaki gibi, davanın üç
vacibesini sorumlunun zaruretleri ve ihtiyaçları içinde olduğu halde fakat daima kendi
diğerkamca hislerini esas tutarak tatbik edecektir. Buna müteakip eğer sorumlunun
durumunda iken verilen karar orada kalıyor ve tekrar davacıya talluk etmiyorsa, yani
bu karar davacıyı sorumlu ve sorumluyu da davacı mevkiine sokmuyorsa mahkeme
burada biter ve hakimin sorumlu halini iktisap etmiş bulunurken verdiği karar
tamamile haklı bir karar olur, yani mürakabei nefis mahkemesinde vicdanın sesine
uyularak verilmiş bir karar olur. Bunun aksine verilmiş olan karar ise vicdani değildir,
ve onda az çok belki de kendisini nazarlardan tamamile gizlemiş bulunan nefsani bir
karardır. İşte biz bu basit şekilde, yani ancak davacının sorumluyu suçlu çıkarmasile
biten mürakabei nefis ameliyesine ( basit yer değiştirme usulü ) diyoruz. Fakat olabilir
ki bu iş bu kadarla kalmaz. Ve hakim sorumlu durumunda iken vermiş olduğu kararla
bu defa sorumluyu davacı ve davacıyı da sorumlu bir mevkie koymuş olabilir. İşte o
zaman iş basitlikten çıkar ve mürekkep bir hal almış olur ki bundan sonraki bentte
mütalaa edeceğiz.
12 – Yukarda söylediğimiz gibi, bazan davacılar ve sorumlular birbirini
takiben tevali edebilirler veya davacılar gene birbirini takiben sorumlu ve sorumlular
da davacı mevkilerine geçebilirler. Bu takdirde yer değiştirme ameliyesi de buna göre
aynen yukardaki tarzda müteselsilen devam eder gider. Ve bu hal, davaya dahil olan
kimselerden hiç birisini tekrar sorumlu duruma sokmayici bir karara varılınca sona
erer. İşte buna da ( zincirleme yer değiştirme usulü ) diyoruz.

***

Yukardaki 12 prensip nefis mürakabesi ameliyesinin tatbikini ameli bir


kolaylık içinde muvaffakiyetle başarabilmeğe yardım edecek mahiyettedir. Bu
prensipler iyice anlaşılıp yolu ile tatbik edilirse, verilecek hükümlerin tamamile
vicdani olduklarına oldukça büyük bir emniyet içinde kanaat getirilebilir. Burada
oldukça tabirini şunun için kulla-
328 Mukadderat ve İcabat

nıyoruz: Bu ameliyeyi yaparken olabilir ki insan ameliye için lüzumlu olan şartlardan
birini veya diğerini ihmal etmiş bulunur. Bu takdirde elbette neticenin yanlış çıkacağı
tabiidir. Binaenaleyh yukarda yazılı şartlara ne kadar dikkat edilirse verilen kararın
nefsaniyetten uzak, vicdana yakın olduğuna o kadar büyük bir emniyetle kanaat
getirilebilir. Ve bu da her şeyden evvel bir tecrübe ve görgü işidir.
Burada çok mühim olarak bir noktayi tebarüz ettirmek istiyorum: Bu yer
değiştirme ameliyesinden sonra verilen kararların herkeste ayni olması icap etmez ve
bunlar birbirini tutmaz. Hatta birbirini tutmaması da bazan tabii ve zaruridir. Zira her
insanın – evvelcede bahsedildiği gibi – ancak kendisine mahsus bir vicdan terazisi ve
ölçüsü vardır. İnsanların ayni bir mevzu karşısında verebilecekleri vicdani kararları
birbirinin tamamile aksine olabilir. Mesela bu satırları yazdığım karşılaşmış olduğum
çok yeni bir vakayi küçük bir misal olarak sevgili okuyucularıma bildirmek istiyorum:
Kitapçı bir dostumun dükkanında bulunduğum sırada oraya bir müşteri geldi. Kitapçı
ile konuşurken söz hapse mahkum edilmiş birisine intikal etti. Adam onun hakkında
şunları söyledi: ( 20 seneye mahkum edilmiş olduğuna göre, o ahlaksız bir adam
değildir. ) Ben birdenbire merak ettim ve şu suali sormakla seyircilik durumumu ihlal
etmiş oldum:

<< - 20 seneye mahkum olmuş bir insanın yapmış olduğu suç nasıl ahlaksızlık
olamaz? >>
<< - Tabii; eğer hırsız, dolandırıcı... falan olsaydi bu kadar yatmazdı. Demekki
elinden bir kaza çıkmış, adam falan öldürmüş olmalı. Her halde öyle düşkün birisi
değil. >>
Görüyor musunuz? Bu tanımadığım genç kendi vicdanına göre tanımadığı bir
katili düşkün ve ahlaksız görmüyor da ancak ahlaksızlığı hırsızlık ve dolandırıcılık
gibi hareketlerde arıyor. İşte yukarki sözüme en yakın ve en canlı misal!...
Fakat yukarda vermiş olduğumuz prensiplerle iktifa etmeğe kalkışırsak
kıymetli ve sevgili okuyucularımıza lüzumu derecesinde hizmet etmiş ve faydalı
olmuş bulunmadığımızdan endişeye düşeriz. Bu arzettiğimiz prensipler ne kadar açık
yazılmış olursa olsun – lüzumu kadar açık ve çeşitli misallerle izah edilmedikçe –
tatbikata yetecek kadar kolaylıkla anlaşılamazlar. Binaenaleyh şimdi birer model
olarak bazıları tertiplenmiş, bazıları da başımızdan geçmiş vakıalardan bir kaç misal
arzedecek ve bunları yukardaki prensipler dahilinde neticelenmeğe çalışacağız.
Mürakabei nefis 329

MİSALLER

Bu misalleri basitten mürekkebe doğru sıralıyarak arzedeceğiz:

BİRİNCİ MİSAL:

Bu misal vereceğimiz misallerin en basitidir. Bir kadın, doktora giderek


şunları söylüyor: << Gebe kaldım. Canım çocuk yapmak istemiyor. Bana kürtaj
yapınız. Bunun için size 200 lira vereceğim. >> Bittabi bu kadar basit bir meseleyi
muhakeme etmeğe ve düşünmeğe bile gerek yok. Fakat biz burada yalnız muayyen bir
duyuş seviyesine göre değil, bu yolda ilerlemek istiyen bütün kıymetli
okuyucularımızın istifadesini düşündüğümüz için bu kadar basit bir meseleyi bile
muhakeme etmek ihtiyacını duyanlara da yardım olsun diye yukardaki prensipler
dahilinde bunu da bir tetkik mevzuu yaptık. Şimdi ameliyata başlıyalım:
Evvela burada vazifedarları ve mevzuu ayırmaklığımız icap ediyor. Yapalım:
Hakim, doktorun şuur ve idraki.
Davacı, doktora müracaat eden kadın.
Sorumlu, yok edilmesi istenen çocuk.
Mevzu ise doktorun bu çocuğu öldürerek kadını ondan para mukabilinde
kurtarmak. Burada yalnız iki kişi arasında kalan bir tek ameliye mevcut olduğundan
bu gibi vakalarda tatbik edecek olduğumuz usul veçhile basit yer değiştirme
ameliyesini şöylece yapabiliriz: Evvela doktor kendisini, davacının, yani kadının
yerine koyacaktır. Şimdi doktor çocuğunu düşürmek istiyen kadındır. Dilediği ve
düşündüğü şeyler nelerdir? << Ben, diyor. Bu çocuğu istemiyorum. Onunla şimdi kim
uğraşacak! Esasen hamdolsun iki çocuğum da var bu kadarı kafi. Artık bundan sonra
rahatımı feda ederek bu doğacak çocuğun külfetlerine doğrusu katlanamam. Bunun
için de doktora 200 lirayi seve seve veririm. Yeter ki beni bu musibetten kurtarsın. >>
Buradaki ruh halini tahlil edelim: Şimdi ben burada yalnız ve yalnız kendi nefsimi,
yani rahatımı, konforumu, ve keyfimin kaçmamasını düşünüyorum. Ve hatta bunun
için de 200 lira kadar bir parayı da feda etmekteyim. Demekki benim bu arzu ve
isteğimde tamamile hotkamlık ve binaenaleyh nefsani temayüllerim hakimdir. Bunda
hiç bir şüphe ve tereddüdüm yoktur.
Dava bu noktaya geldikten ve nefsaniyet lehine bir hükme varıldıktan sonra
davacının davası kendi aleyhine olarak derhal sukut etmelidir. Zira bundan sonra dava
edilenin, yani sorumlu olarak sıraya koyduğumuz şahsın haklı veya haksız olduğunu
araştırmağa hiç de lüzum kalmamıştır. Bu ameliyeden maksadımız sadece mevzuda
nefsaniyetin esas olup olmadığını araştırmaktan ibaretti. Bunu tebit ettikten sonra
mesele halledilmiştir.
330 Mukadderat ve İcabat

Doktor böyle bir neticeye vardıktan sonra eğer gene vicdanının lehinde olarak
kürtaj yapmağa karar verirse bilsin ki vicdanının hilafına hareket etmiş ve
nefsaniyetine uymuştur. Binaenaleyh gelecek yakın veya uzakça bir zamanda bu
yüzden çekeceği vicdan azabını çok haklı olarak bekliyebilir.

İKİNCİ MİSAL:

Bu misal de gene nisbeten basit ve basit yer değiştirme ameliyesi ile kaabili
hal olmakla beraber yukardakinden bir az daha bu ameliyeyi uzatmağa lüzum
hissettirecek kadar derincedir.
Bir hanım, bir de onun hizmetçisi var. Hizmetçi, hanımın çocuğunun o günlük
gıdası olan sütünü, kendisinin de çok üzüldüğü bir beceriksizlik neticesinde elinde
olmadan döktü ve bu yüzden de çocuk o gün aç kaldı. Bu halden çok öfkelenen hanım
birdenbire hizmetçisini koğmak kararını verdi ve koğdu. Ve hizmetçide eline bakan
ihtiyar bir annesile – parasızlık yüzünden – sefil ve perişan bir halde kaldı. Şimdi
hanım bu meseleyi mürakabei nefis mahkemesine sevkedecek ise, bundan evvel
vermiş olduğu kararın doğru veya yanlış olduğunu, yani vicdani veya nefsani
olduğunu tesbit etmiş olması lazım gelecektir. Bu da gene yukarki gibi uzun uzadıya
muhakeme ve ölçülere vurulmaksızın bir çok kıymetli okuyucumun karar verebileceği
kadar açık bir mevzu olmakla beraber, gene yukardaki mülahazalar mucibince yer
değiştirme prensiplerimiz dahilinde bir tetkika tabi tutulacaktır.
Hakim, hanımın şuuru ve idraki.
Davacı, hanım.
Sorumlu, hizmetçi.
Mevzu, O gün aç kalan çocuğunun südünü devirdiği için ihtiyar annesine
bakan bir hizmetçi kızın koğulması.
Evvela, usulümüz üzere – hakim olan kadının şuur ve idraki kendisini davacı,
yani bizzat gene kendisinin yerine koyacak ve tamamile samimi olarak hiç bir
hakikati kendisinden saklamaksızın olduğu gibi neyi ne için istemekte olduğunu bütün
açıklığı ile bir dava halinde ortaya, yani şuur ve idrakinin önüne serecek. Ne istiyor?
<< Bu kadın, diyor. Sabahleyin çocuğumun o günlük yegane gıdası olan südünü
döktü. Ve bu yüzden de çocuğum akşama kadar aç kaldı. Mademki o, çocuğuma bu
köülüğü yaptı bundan sonra ben para verip onu besliyemem. Hınzır kız, bir az
sürünsün de aklı başına gelsin. >>
Burada davacı esasen kendisi olduğundan, onun bu hükmünde kendisini
ihtimalki hala haklı görecek ve çocuğunu araya karıştırarak hizmetçisini sokağa
attığından dolayi vicdani bir harekette bulunmuş olduğuna kendisini inandırmağa
çalışacak kadar görgü ve tecrübesi noksan olabilir. Yani zalim vicdan hakiminin
cübbesini sırtına geçirip işe girişeceği zaman henüz onun için gelmiş olmıyabilir.
Binaenaleyh hanım
Mürakabei nefis 331

bu halinde iken kendisini pekala haklı görür ve tamamile doğru bir iş yapmış
olduğuna – bütün tereddütlerine rağmen – kendisini inandırmağa uğraşır. Eğer böyle
yapmasaydi ve o gün yapmış olduğu hareketin vicdani değil, tamamile nefsani bir
hareket olduğunu kati olarak kestirebilmiş olsaydi zaten – birinci misalde olduğu gibi
– davanın hemen burada bitmiş olması ve hanımın kendi kendisini mahkum etmesi
icap eder ve bu yüzden de vicdan hakiminin çok sert ve kesin hükümlerinden evvel
bir az daha hafif, fakat elbette daha çok verimli ve istifadeli bir ıztıraba kendi basireti
ile katlanması, yani hatasını açıkça görerek onun azabını çekmesi lazım gelirdi. Belki
böyle de olabilir o zaman dava bu bir tek ameliye ile nihayet bulur. Fakat olabilir ki
hanımın nefsaniyeti bu davayi böyle bir celsede veya ameliyede bitiriverecek kadar
kolay halletmeğe müsait değildir. O zaman dava burada bitmiş olmıyacak ve devam
edecektir. Zira hakim burada kendisini haklı, yani hareketini vicdani görmektedir. O
halde nefsaniyet şeytanının kimin kucağında gizlenmiş olduğunu bulup çıkarmak
lazım gelmektedir. Şu halde devam edeceğiz.
Şimdi hakim buraya kadar geçen dava safhasında kararını hizmetçi aleyhinde
vermiş bulunuyor. Ve bunda kendisini haklı görüyor, böyle olunca hizmetçi
kovulacaktır. Ama o da kovulmasını elbette istemiyordu. Bu takdirde mademki
koğulmuştur, şimdi o da hanımını – kendisini koğduğu için – dava etmektedir. Yani
evvelki safhada sorumlu sandalyasında oturmuştur. İş bu şekil alınca hakim – gene
usulümüz üzere daima davacı ile yerini değiştireceğinden – şimdi kendisini
hizmetçinin yerine koyacaktır. Davacı olan hizmetçi halindeki hakim ne demek
istemektedir? O diyor ki: << Ben bu südün dökülmesini asla istemedim. Ve hatta
onun dökülmesi yüzünden çocuğun aç kalmasına sebep olduğum için de çok üzüldüm.
Ama ne yapayım elimde olmadan işlemiş olduğum bir hatadır bu. Gerçi ben bir
çocuğun, istemeden ve elimde olmadan bir gün aç kalmasına sebep olduysam da
şimdi ihtiyar olan annemin belki de haftalarca veya aylarca açlığa mahkum kalması
ile karşı karşıya bulunuyorum. Zira sokağa atıldığım anda annemle birlikte, parasızlık
yüzünden sefil ve perişan bir halde kalmaklığımız muhakaktır. Bu revayi hak
mıdır?>>
İşte böyle düşünebildiği anda, hizmetçi yerinde bulunan hanımın evvelki
davasından derhal vazgeçmiş olması neticesi meydana çıkar. Zira mademki o hizmetçi
hesabına bu koğma kararının aleyhinde hüküm vermek kudretini gösterebilmiştir, o
halde onun vicdanı kendisine bunu emretmektedir. Böyle olunca hakim, kovulmanın
hemen aleyhinde hükmünü verecektir. Eğer buna rağmen hanım gene eski kararının
yerinde ve doğru olduğunda kendi varlığına karşı ısrar ve iddia etmekte devam
eylerse; muhakkan surette ilerde hizmetçisi cephesinden kendisini mu-
332 Mukadderat ve İcabat

vahaza edip oldukça şiddetli azaplara mahkum edecek olan akıl ve mantıktan
anlamaz, laf dinlemez vicdan hakiminin sert ve haşin çehresile uzak veya yakın günün
birinde karşılaşacağını unutmuşa benzer bir kılığa girmiş olur. Burada başka bir ciheti
de izah etmek lazımdır: Şimde bir de çocuğun o gün aç kalmış olması, binaenaleyh
çocuğun hakkının zayi olmuş bulunması düşünülebilirse de burada kimsenin sunu
taksiri olmadığı nazarı itibare alınır ve bilhassa hakimin vermiş olduğu kararın
mecburi bir vicdan borcu olarak verilmiş olup başka türlü hareket edilememiş olması
gözönüne getirilirse annenin vicdanını tazip edici bir mevzuun ortada kalmadığı
görülür. Zira vicdan azabı ancak istiye istiye, bile bile tamamile aksini de yapmak
kudretin de olduğu halde başka birisinin zararına veya ıztırabına sebep olacak
herhangi bir harekette bulunmak veya bu ıztırabı ortadan kaldırabilecek iktidara malik
iken bu harekete tevessül etmemiş bulunmak gibi gayri vicdani veya nefsani hallerden
ileri gelen bir iç tepkisidir. Burada ise böyle bir şey yoktur. Bununla beraber bir anne
çocuğunun o gün kendi ihtiyarında olmadan aç kaldığını görmekten üzüntü ve belki
de şiddetli bir ıztırap duyabilir. İşte bunu vicdan azabile karıştırmamak ve sadece
başkaları hesabına büyük ve kudretli varlıkların duyabileceği yükseltici hayırhane
ıztıraplar gurubuna sokmak icap eder. Bu nevi ıztıraplar çekilecek ve insanlar böylece
tekamül yolunda büyük hamleler kaydedecektir. Esasen dünyaya da bir bakımdan
bunun için gelinmektedir. Bu tamamile ayrı bir iştir. Esasen nefis mürakabesi vicdan
azabına düşmek korkusu ile ve vicdan azabından kaçmak için değil, vicdan azabının
ilerde her türlü işkence hallerinde insana ihtar etmek zaruretini arzettiği, insanın
başkaları aleyhinde hotkamca yapacağı hareketlerden kendisini koruması ve ilahi
irade kanunlarının açık yolu olan diğerkamlığa alışması içindir. Vicdan azabile
başkaları için duyulan ıztırabın, bu ıztırap lehinde olan büyük fark da buradan neşet
eder. Çünkü; vicdan azabında hotkamca kötü bir hareketin acı bir ihtarı mevcuttur,
halbuki başkasının ıztırabına, elde olmadığı için yardım edememekten mütevellit
duyulan ıztırapta ise diğerkamca bir hareketin peşinde koşmak ve ona erişmek
gayretinin ifadesi mündemiçtir. Bu ikincisi tekamül yolunda bir kahramanlıktır.

ÜÇÜNCÜ MİSAL: ( 1 )

Buradaki misal bir az daha karışıktır. Yani araya bir değil birden fazla
kimsenin birbirine karşı davası ve sorumluluğu karışmaktadır. İşte bu gibi vakalarda
kullanacağımız usul zicirleme yer değiştirme ameliyesi olacaktır. Zincirleme yer
değiştirme usulünün gayesi karışık vaka-

( 1 ) Bu mesele, Türkiye Metapsişik Cemiyeti azasından Ayhan Uluarda tarafından


vazedilmiştir.
Mürakabei nefis 333

ları hep basit yer değiştirme ameliyesi ile izahı kaabil olabilecek bir şekle irca
etmektedir.
Kudretli ve istediğini derhal yaptırabilen bir şefin karşısına bir adam gelip
şunları söylüyor. << Ben bir işçiyim. Arkadaşım olan bir memur bir müddet evvel çok
sıkıntılı bir hale düşmüştü. Talebi üzerine sıkıntısını gidermek için – bir kaç ay vade
ile – kendisine 200 lira borç para vermiştim. Bu, benim senelerce dişimden
tırnağımdan arttırıp kara bir günüm için saklamış olduğum bir para idi. Halbuki bu
memur, benden parayi aldıktan sonra işinden çıkarıldı ve parasız kaldı. Bende onun
bu halini görerek acıdım ve parası olmadığı için seneler geçtiği halde paramı
istemedim. Halbuki bu adam bundan iki gün evvel başka birisinden 300 lira almıştır.
Şimdi bana borcunu ferah ferah ödiyebilecek durumdadır. Onun tahsil edilerek bana
verilmesini istiyorum. >> Bunun karşısında borçlu olan memur da şunları söylüyor:
<< Evet, filhakika benim bu adama 200 lira vereceğim senelerden beri durmaktadır ve
bu günde cebimde 300 liram vardır. Ama küçük çocuğum ağır hastadır. Kendisine,
parasızlığım yüzünden uzun zamandanberi baktıramadım. Hastalığı arttı ve
doktorların ifadesine göre eğer en kısa bir zamanda ameliyet olursa belki kurtulacak
aksi halde ölecektir. Halbuki bu ameliyat için tam 300 lira sarfetmem lazım geliyor.
Bu parayı da bana acıyan birisi çocuğumun ameliyatı için vermişti. Şimdi bunun hatta
bir kısmını bile alacaklıya versem çocuğum ameliyatsız kalacak ve ölecek. >> Şimdi
şef ne yapacak, yani ödeme lehinde mi, yoksa aleyhinde mi kararını verecek? Burada
onun tutacağı iki yol olabilir:
1 – Ortada cemiyetin koymuş olduğu birtakım kaideler, örf ve adetler var.
Binaenaleyh kendi manevi kudretinden hiç bir şey araya karıştırmadan tamamile bu
mevzuata uyar ve otomatik olarak lehte veya aleyhte bir hüküm verebilir. Bu tarzda
onun yapacağı hareket bizim buradaki mevzuumuza girmez. Zira bu takdirde ortada
biri nsanın kendi iradesile, mürakabei nefis mahkemesine sevketmek ihtiyacını
duyabileceği bir mesele yoktur.
2 – Bu işi mürakabei nefis mahkemesinden halletmek zaruretini bu şefin
duymakta olduğunu kabul edelim. Bu takdirde tam vicdanının sesine uyarak işin
içinden çıkabilmek için yer değiştirme ameliyesine baş vuracaktır. Şöyle ki birinci
planda:
Hakim, şefin şuur ve idrakidir. ( Bunun daima diğerkamca hükümler vermesi
esastır. )
Davacı, işçidir.
Sorumlu, memurdur.
Mevzu da işçiye borçlu olan memurun elindeki 300 lirasının 200 lirasını alıp
alacaklı işçiye iade etmektir.
Gene burada ilk olarak – hakim durumunda bulunan – şefin şuur ve idraki
kendisini davacının, yani işçinin yerine koyacaktır. Ve tam bir
334 Mukadderat ve İcabat

bitaraflıkla davadan almış olduğu sarih intibaa göre işçinin hakkını, daha doğrusu
işçinin talebini bütün ruh açıklığı ile duymağa çalışacak ve onun bu talebinde hakim
olan ruh saiklerini gene davanın kendi üzerinde bırakmış olduğu sarih intibalara göre
kendi ruhunda yaratmağa çalışacaktır. İşçi böyle diyor: Ben bu adamdan alacağımı
istiyorum. Gerçi benim şimdi bu paraya ihtiyacım yok ama, mademki onun cebinde şu
anda parası vardır, borcunu ödesin. Belki ilerde hiç alamam. Onun çocuğunun
ölümden kurtulması beni alakadar etmez. >> Zannedersem bu noktada mahkemenin
gene bitmiş olduğunu sevgili okuyucularım derhal takdir buyurmuşlardır. Zira
hakimin hotkamca olduğuna kanaat getirmiş olduğu bir davayi düşünmeden, derhal
reddetmesi icap ettiğini esas olarak kabul etmekteyiz. Eğer buna rağmen o şef şu veya
bu mülahazalara kapılarak davayi uzatmağa kalkışır veya yukarda ödeme aleyhinde
vermiş olduğu kararın aksine harekette bulunursa vicdanın tamamile tersine bir iş
yapmış olur. Zira yer değiştirme ameliyesinde ödeme aleyhindeki kararın nefsani bir
karar olacağını düşünüp bizzat kendi şuur ve idrakile duyduktan sonra onu mürakabei
nefis salonunda gene müdafaa etmeğe kalkışması, zalim bir hakim olarak kabul
etmesi lazım gelen vicdanını hiçe sayarak nefsaniyetini – belki de bilmeden – ön
plana geçirmiş olması manasını ifade eder ki bugün bu manayi henüz duyabilecek
kadar uyanık olamasa bile yarın bir az daha uyandığı zaman onun bütün acı
meyvelerini tatmakta gecikmiyecektir. Bununlar beraber, yani ödeme aleyhinde
hüküm vermesine rağmen alacaklının arzusunu da yerine getirememiş olmasının da
belki acısını duyabilir. Bu da çaresizlikten mütevellit mecburi olarak çekilen ve
vicdan azabından bambaşka olan bir ıztıraptır.
Fakat bu dava bu şekilde görüldüğü gibi çok basittir. Ancak, biz bunu bu
şekilde bırakmak istemiyor ve karışık halile okuyucularımıza sunmağı arzu ediyoruz.
Burada davacının durumu evvelkinden bir az değişik olacaktır. Davacı olan
işçi diyor ki: << Ben son zamanlarda gözlerimi kaybetmek üzereyim. Bunun için
doktorlar hemen ameliyat olmaklığımı söylüyorlar. Halbuki bana şu anda 200 lira
lazım. Bunu bulamazsam gözlerim kör olacak. >> Şimdi mürakabei nefis
mahkemesinde meseleyi vicdan huzuruna çıkarmadan önce vicdan ve nefsaniyet
taraflarını ayırmak için usulümüz üzere yapacağımız yer değiştirme ameliyesinde bu
ikinci şekle göre bir başkalık olacaktır. Gene hakim olan şef kendisini evvela
davacının, yani işçinin yerine koyarak davanın ruhunu teşrih edecek ve samimi,
bitarafane bir muhakeme ile talebini ve durumunu şu tarzda tebarüz ettirecek: <<
Param yok, gözlerimin ameliyatı için 200 liraya ihtiyacım var. Bu parayi hiç bir
taraftan temin edemiyorum. Eğer bu böyle devam ederse bir kaç gün sonra kör
olacağım. Halbuki memur arkadaşıma evvelce biriktirmiş olduğum parayi
vermeseydim
Mürakabei nefis 335

şimdi onu sarfeder gözlerimi kurtarırdım. Ama bu para halen onda mevcut bulunuyor.
Ancak onu alabilirsem gözlerimi kurtarabilirim. Gerçi o adamın da sıkıntısı var,
çocuğu ameliyat olacak, buna da çok üzülüyorum, ama ne yapayim, gözlerimin
hastalığı yüzünden işsiz kaldım, kimse bana bakmıyor. Gözlerimi kaybedersen
mahvolacağım. >> Gerçi burada da bütün istekler davacının nefsine ait gibi
görünüyor. O halde buna da evvelki gibi nefsani veya hotkamca bir istek diyebilir
miyiz? Hayır. Zira nefsaniyet ve hotkamlık bahsini kitabımızda mütalaa ederken
bunların, insanın hayati ve zaruri ihtiyaçlarının dışında kalan ve tekamül yolundaki
cehit ve gayretlerini atalete ve felce uğratıcı engelleri bertaraf etmek gayesine matuf
olmıyan nefse ait isteklerin tahakkukunu gaye edinmek manasına geldiğini müteaddit
yerlerde söylemiştik.
Burada da vaziyet böyledir. Yani alacaklı olan zat, buarada dünyadaki
hayatının mutat faaliyetinin sekteye uğramamasını temin etmek ve hayatı için çok
lüzumlu olan bir uzvunu kurtarmak için çırpınmaktadır. Binaenaleyh yukarlarda ele
alınan hotkamlık ve nefsaniyet mefhumları dahiline bunu sokamayiz. Şu halde
davacının bu durumu hotkamca ve nefsani bir maksat tahtında husul bulmuş
olmayınca onun davasını yürütmek mecburiyetindeyiz. Çünkü onu haklı çıkararak
hakim olan şef ödeme lehinde ve işçi zaviyesinden hükmünü verdiği anda memur,
mahkum edilmiş demek olur. Halbuki iş bu noktaya gelince bu defa memur davacı
mevkiine geçecektir. Zira işçi kendisini şu anda büyük bir zarara sokmaktadır. İşte
burada şef kararını nihai olarak vermezden önce ikinci davacıyı da dinlemek
mecburiyetinde bulunmaktadır.
Gene aynı usule devam ederek şef bu defa da kendisini davacı olan memur
yerine koyacak ve onun bütün ruhi ve içtimai durumunu işçi hakkında yaptığı gibi
ince ve samimi bir tahlil ve tetkikten geçirecektir. Memur ne diyordu? << Bu parayi
bana birisi ölmesi muhtemel bulunan çocuğumun ameliyatı için vermişti, bununla
çocuğumun kurtarılması için lüzumlu olan ameliyatı yaptıracağım. Yalnız alacaklının
da hakkı var, çünkü eğer vaktile çok sıkıldığım zaman o adam bana senelerce dişinden
tırnağından arttırıp biriktirmiş olduğu parasını vermemiş olsaydı onu bittabi
saklıyacak ve şimdi ameliyatını yaptırarak gözlerini kurtarmış olacaktır. Demekki bu
parayi vermeyip çocuğumu kurtarmağa sarfedersem onun, bana karşı vaktile yapmış
olduğu büyük bir iyiliğe mukabil şimdi gözlerinin kör olmasına sebebiyet vermiş
olacağım. >>
İşte bu ses borçlu kılığına girerek meseleyi incelemeğe başlamış olan şefin
vicdanına uygun bir hükmün ifadesidir. Binaenaleyh davayı mürakabei nefis
mahkemesine sürmezden evvel yapmış olduğu bu ameliye neticesinde kati olarak
ayırmış bulunduğu bu diğerkamca kararın vicdani bir karar olduğunu kabul etmez ve
mürakabei nefis mahkemesi salonunda bu tezin aksine olan yolu tutarsa vicdanının
sesini çiğnemiş olur. Şu halde şef, burada bu muhakeme ve neticeye göre ödeme
lehinde ka-
336 Mukadderat ve İcabat

rarını vermiş olacaktır. Bununla beraber gene yukarda arzedilen diğerkamca ıztırabı,
yani çocuğun ameliyatı yapılamamış olmasından mütevellit – belki de bir ölüm –
hadisesinden ileri gelen ıztırabı acı acı duyacaktır. Fakat eğer yukardaki amelitatta,
yer değiştirme ameliyesi prensibine uygun şartlara tamamile tabi olarak ve hiç bir
mürailiğe veya gizli düşünceye kapılmadan büyük bir samimiyetle inanarak hareket
etmişse bu duyacağı ıztırap onun için ancak diğerkamca ve elinden başka türlüsü
gelmediği, vicdanı müsaade etmediği için kendisinin istemeden ve üzülerek tercih
etmek mecburiyeti katiyesinde bulunduğu bir hareketinden doğan ve gene elinde
olmıyan bir netice olduğunu hissetmekten mütevellit bir azap olacaktır. Fakat ödeme
aleyhinde karar verdiği zamanki duymuş olacağı vicdan azabı değil.
Ama şu olabilir ki şef, bu yer değiştirme ameliyelerini yaparken bizim burada
duyduğumuz gibi duymıyabilir ve bittabi bizimkinin tamamile aksine bir karar ve
neticeye varabilir. Mesela, kendisini en son davacı olan memurun yerine koyduğu
zaman muhakemesini gene ayni samimi kanaatle inanarak şu tarzda yürütebilir:
<<Evet benim bu adama borcum var ama, ne yapayim? Eğer bu parayi ona, onun
gözlerine sarfedecek diye verirsem çocuğum ölecek. Orada biz göz kör oluyorsa
burada bir insanın hayatı mevzuu oluyor. Elbette gözü hayata feda etmek daha hafif
olacak. Gerçi onunda gözlerinin kaybolmasını asla istemiyorum. Fakat ne yapayim ya
onu veya bunu tercih etmekten başka elimde bir çare yok. >> Eğer bu duyuş ve
düşünüş şeklinde hiç bir riya yoksa ve aynen söylenmiş ve ifade edilmiş olduğu gibi
duyuluyorsa burada da hiç bir hotkamlık ve nefsaniyet yoktur. Binaenaleyh bu da
gene tamamile vicdana uygun bir düşüncedir. Şu halde eğer hakim, yani şef borçlu
aleyhinde ve alacaklı lehinde böyle bir karara varmış bulunuyorsa bu karar kendi şuur
ve idrakile ve bütün hislerine tercüman olarak verilmiş bir karar olacağına göre onun
vicdan sesinin bir ifadesi olacaktır. Buna göre de ödeme aleyhinde hüküm vermelidir.
İşte görülüyor ki ayni mevzu karşısında birbirine tamamile aykırı iki hükümle
karşılaşıyor ve ikisine de vicdanın hükmüdür diyoruz. Bunun da böyle olacağını, zira
vicdan sesinin şahsa göre istikametini değiştirebileceğini ve ancak herkesin kendi
vicdan sesine uymakla mükellef bulunduğunu evvelce uzun uzadıya mühim bir bahis
konusu olarak ele almıştık. Yeter ki hükümleri vermezden önce geçirilmesi icap eden
ameliyelerde tamamen samimi olunsun ve insan şu veya bu maksatla hakiki ve
duymakta olduğu hislerini ne kadar cılız olursa olsunlar saklamamağa azami gayret
göstermiş ve bunu yapabildiğine tamamile kanaat getirmiş bulunsun. Aksi halde bütün
bu işler onun, kendi kendisini aldatması için gene bizzat kendisi tarafından kendisine
karşı kurmuş olduğu muhteşem bir tuzak haline geçer. İşte evvelce de bahsetmiş
olduğumuz
Mürakabei nefis 337

samimiyetin, mürakabei nefis işlerinde ne kadar mühim ve büyük bir rol oynadığını
da burada bir defa daha bu suretle tebarüz ettirmiş bulunuyoruz.

DÖRDÜNCÜ MİSAL: ( 1 )
Bu son vereceğimiz misal evvelkinden de biraz daha karışıkça görünür. Fakat
bu karışıklık henüz bu yolda bir faaliyet göstermeğe alışık olmıyanlar içindir. Yoksa
yukarda arzettiğimiz prensiplere sağdık kalarak yer değiştirme ameliyesini tatbik
etmekte az çok rüsuh peyda etmiş olanlar için böyle misaller, ne kadar uzun ve karışık
görünürse görünsün daima ayni teknik yol ile basite irca edebileceğinden – ameliye
bir az daha uzamış olmakla beraber – hiç bir karışıklık ve güçlük arzetmezler, ayni
kolaylık içinde halledilebilirler.
50 kişilik bir kimsesiz çocuklar yurdunda bir münasebetsiz çocuk meydana
çıkıyor. Bu mesela, hem hırsız, hem esrarkeş, hem de şu veya bu münasebetsizliği
yapmaktadır. Bu çocuk nasılsa buraya yeni gelmiş bulunmaktadır. Kendisinin islahı
için müessesenin müdürü tam olmamakla beraber şöyle böyle bazı gayretler
göstermiş, nasihatlerde bulunmuş, velhasıl bir dereceye kadar elinden geleni
yapmıştır. Fakat onun ıslahı için bütün imkanlar kullanılmamıştır. Bu çocuk kimsesiz,
ve dışarda bakımsız bir avaredir. İşte bu tarzda gösterilen gayretlere rağmen çocuk
nefsini islah edememiş ve kötü itiyatlarında devam etmiştir. Bu çocuğun tesirile diğer
arkadaşlarından birisi de onun gibi kötü itiyatlara alışmıştır. Böylece bir müddet
geçtikten sonra arkadaşlarından bir ikisi gelip de müdüre diyor ki: << Bu çocuğu biz
istemiyoruz. Hem hırsız, ötemizi berimizi çalıyor, hem de bir arkadaşımıza kötü bir
itiyada müptela kıldı. Bizi de bozabilir. Bunu içimizden kovunuz. >>
Bu davanın muhtelif şartlara göre çok değişik hükümlere tabi tutulması icap
eden cihetleri vardır. biz bunlardan sadece bir iki tanesini ele alacak ve onun üzerinde
doğru bir karara varmağa çalışacağız. Şartları değiştirerek bizim burada varacağımız
hükümlerin aksini de elde etmek suretile okuyucularımız bu meselayi ayrıca bir etüt
mevzuu yapabilirler. Burada:
Hakim, müdürün şuur ve idraki.
Davacı, iki yurtlu.
Sorumlu, yeni yurtlu.
Mevzu, yurt içinde tehlikeli ve muzır görünen altı aylık yeni bir yurtlunun
yurttan koğulması.
Şimdi burada müdür bu çocukların isteklerini kabul edecek mi yoksa red mi
edecek, yani o çocuğu yurttan çıkaracak mı, yoksa gene yurt-

( 1 ) Bu meseleyi, Türkiye Metapsişik Cemiyetine mensup bir arkadaşımız vazetmiştir.

F : 22
338 Mukadderat ve İcabat

ta bırakacak mı? Bittabi bir taraftan çıkarması, diğer taraftan da çıkarmaması lazım
geldiğini telkin eden birbirine zıt iki fikir onun ruhuna birbirini müteakip
saplanmaktadır. Mürakabei nefis mahkemesini açabilmesi için onun evvela bu
seslerden hangisinin vicdana, hangisinin nefsaniyete ait olduğunu sarih bir şekilde
tayin etmiş olması icap etmektedir. İşte bunun için o, mürakabei nefis mahkemesinde
vicdan hakiminin karşısına çıkmazdan önce yer değiştirme ameliyesini tatbik ederek,
derin bir ruhi tahlil ve tetkika girişerek vicdanının sesini aramağa çalışmak ihtiyacında
bulunuyor. Bunu da gene evvelce arzettiğimiz gibi hareket ederek bulmağa
çalışacaktır.
Evvela kendisini davacı olan iki veya üç çocuğun yerine koyacak ve arzularını
tevhit edip bir kişi haline koyarak onun yerine kendisi geçecektir. Bunu yaptıktan
sonra bu dava karşısındaki ruhi durumunu tahlile başlıyacaktır. << Ben yeni yurtlunun
yurttan çıkarılmasını istiyorum. Çünkü evvela benim eşyalarımı çalıyor, saniyen bir
başka arkadaşımı kötü adetlere alıştırdı, belki hepimizi de alıştıracak. >> Buradaki
davayi bu şekilde ele aldığımıza göre, müphem kalan ve halledilmesi icap eden
mühim bir nokta ortaya çıkıyor: Bu da, yukardaki düşüncede geçtiği gibi eşyaların
çalınması muhakkak olmakla beraber o çocuğun diğer bütün yurtlu arkadaşlarını
muhakkak surette o kötü adetlere alıştırıp alıştırmıyacağı meselesidir. Gerçi bir kişi
yakalanmış ise de bunun muhakkak surette hepsinin ayni yola gitmek zorunda
kalacağını isbat edici bir delil olması icap etmez. Belki vaka münferit kalır ve sirayet
etmez. Fakat işin kötü tarafını ele alarak bu umumi sirayetin de muhakkak vaki
olacağını düşünelim. Böyle olunca davacı bir veya iki çocuk değil bütün yurt talebesi
olmak lazım gelir. Ve kendisini davacı yerine koyan müdürün de ruh tahlilini şöyle
yapması gerekir: << Biz buraya iyi yetişmek, adam olmak ve terbiye görmek için
geldik. Tecrübelerimiz henüz noksan. Herhangi kötü bir insan bizi kolaylıkla yoldan
çıkarabilir ve fena yollara sürükliyebilir. İşte bu içimize yeni gelen arkadaş aramızda
kalırsa muhakkak surette hepimizi bozacak. Ve kötü kimseler olacağız. Onun için
bunun içimizden çıkarılmasını istiyoruz. >> Bu kanaatte, elde olmadan, itiraf edilen
bir kudretsizlik yüzünden kötü ve gayri ahlaki bir duruma sürüklenme endişesi
belirmektedir. Ve kendilerinin yetiştirilmesi hak ve salahiyetini üzerine almış bulunan
bir müdür, her şeyden evvel bu endişenin yerinde olup olmadığını tayin etmekle
mükelleftir.
Burada ya müdürün bilgisi, görgü ve tecrübesi veya elinde bulunan kuvvetli
delillerin ifadesi müdüre bu endişenin yerinde olduğu veya olmadığı hakkında kati bir
hüküm verdirmeğe kafi gelir veyahut da o, bu hususta kati bir kanaate varamaz.
Mütereddit kalır. Bütün bu şıklara göre çıkacak neticeler birbirinden farklı olur. Şimdi
farzedelim ki müdür burada mütereddit kalmış ve böyle bir umumi kötülüğün vukua
gelip gelmiyeceği hakkında kati bir fikre sahip bulunmamış olsun. Bu tak-
Mürakabei nefis 339

dirde onun karar verebilmesine imkan olmıyacaktır. Yani davacı olan yurtluların
arzularını ne red edebilecek ne de kabul eyliyebilecektir. Zira onun bu halde iken
karar vermeğe kalkışması demek, ama bir adamın evime gidiyorum diye önüne çıkan
yollardan birine veya diğerine düşünmeden saparak yürümesi demektir. O halde
burada müdürün yapacağı şey, kararını vermezden önce bu endişenin yerinde olup
olmadığını kendince kati bir kanaat halinde duyuncaya kadar araştırmak ve bu kanaati
bir an evvel elde etmeğe çalışmaktır. Şimdi bunu da yaptığını kabul edelim ve bu
endişenin yerinde olduğunu tamamile kabul etmiş bulunduğunu farzedelim. Böyle
olduğuna göre, yani yurtluların hepsinin bu çocuğun yüzünden bozulacağına kati
olarak kanaat getirdiğine göre, yukarda kendisini bir yurtlu yerine koyduğu zaman
duymuş olduğu endişenin haklı olduğunu kabul etmesi lazım gelecek ve bu zaviyeden
hükmünü verecektir: Ahlaksız çocuk yurttan atılacaktır. Fakat iş bununla bitmiyor.
Zira ahlaksız çocuğun yurttan atılması onun elbette aleyhinedir. Binaenaleyh o da
derhal davacı mevkiine geçecektir. Bu takdirde davacı ahlaksızlığı yüzünden atılacak
olan çocuk, sorumlu da bakalım kim olacak?
Gene zincirli yer değiştirme usulü üzere ameliyemize devam edelim. Mademki
davacı şimdi ahlaksız denen çocuk olmuştur, o halde hakim, yani müdür kendisini o
çocuğun yerine koyacaktır. O hüviyete girip davanın durumunu o zaviyeden tahlil
ettiği zaman çeşitli neticelerden birile karşılaşabilecektir. Bunlardan iki tanesini
zikredelim.
1 - << Ben bu kötü duruma alıştım. Bundan da memnunum. Bu huyumdan
vazgeçmeğe de asla niyetim yok. Buna rağmen yurtta kalacağım ve diğer
arkadaşlarımı da kendime benzetmeğe çalışacağım, taki keyfim tamam olsun. >> Eğer
hakim davacı mevkiine geçen ahlaksız çocuğun halini bu yolda duymak vaziyetine
düşmüş bulunursa verilecek nihai hüküm meydana çıkmış olur. Zira evvelce,
prensiplerden bahsederken nefsaniyet iddiası hangi davacının davasında tebarüz ve
tahakkuk ederse orada o davacı aleyhinde hüküm derhal verilir ve ameliye biter
denilmişti. İşte burada da ahlaksız çocuğun bu ruh hali müdürce tahakkuk ettikten
sonra kararın o çocuk aleyhinde verilmesi diğerlerine karşı yapılması icap eden
vicdani bir hareket olur.
2 – Olabilir ki ahlaksız çocuk hüviyetinde iken müdür şöyle bir ruh hali içinde
kendisini hissetmeğe başlar: Ben yazık ki çok fena itiyatların zebunuyum. Kendimi
bir türlü bunlardan kurtaramıyorum. Buraya da bunun için gelmiştim. Ama muvaffak
olamıyorum. Ne yapayım ve nasıl hareket edeyim ki bu fena durumdan
kurtulabileyim ve arkadaşlarımın arasına karışayım. Fakat, bu derdimi etrafımdakiler
anlamıyorlar, bilakis beni silkip atmak istiyorlar. Halbuki beni islah etmek onların
vazifeleridir. Vazifelerini yapmıyorlar. >> İşte bu ikinci şık karşısında sorumlu
mevkiine geçen zat derhal o müessesenin müdürü olur.
340 Mukadderat ve İcabat

Demekki şimdi davacı çocuk, sorumlu müdürdür. Bittabi müdür de bunun


haksızlığından veya yanlış bir iddia olduğundan bahsedecek ve o da davacı mevkiine
girecektir. Böyle olunca hakim, yani müdür şimdi bizzat kendisini tam bir bitaraflık
ve samimi bir duygu içinde gene kendisi yerine koyarak ayni ruh ameliyeyi
tekrarlıyacaktır: << Evet ben bu çocuğu yola getirmekle mükellef bulunuyorum. O
bana bu yolda kendisinin islahı için her türlü yardımı yapıyor ise de ( ya ) benim
beceriksizliğim yüzünden, ( veya ) elimizdeki imkanların müsaadesizliği yüzünden (
veyahut ) ihmalkarlığım yüzünden, ( veyahut da ) kendimi bu yolda devamlı ve sebatlı
bir şekilde yormak istemediğim için... ilh. Ben onun islahı hali için yapılması lazım
gelen her şeyi yapmış, her yola başvurmuş ve her imkanı yoklamış da değilim.
Binaenaleyh bu çocuk haklıdır. >>
Şimdi netice ne olacak?.. Yani müdür bütün bu muhakemelerle o çocuğun
haklı olduğuna böyle sarahatle bir hüküm verdikten ve kabahati de kendi üzerine
almak zorunda kaldıktan sonra o çocuğun koğulması aleyhinde bir hükme varmak
durum ve mecburiyetinde kalacaktır. İş bu neticeye varınca o çocuğu kovmıyacak
fakat haklı olarak kabul ettiği diğer yurtlara karşı da sorumlu bir duruma girmiş
olacaktır ki eğer bu da onun pekala önüne geçmesi mümkün iken ihmali yüzünden
veya herhangi bir saikin tesirile vaki olmuş bir hareketinin neticesi ise ayrıca
kendisine başka yoldan bir vicdan azabının yüklenmesini davet edici bir netice
olacaktır. Fakat o çocuğu kovmamakla da asıl olan davada vicdanının sesine uygun
bir harekette bulunmuş olduğundan bu noktada da vicdan huzuruna kavuşmuş
olacaktır. Buna mukabil, eğer yukardaki neticelerden sonra bir de çocuğu koğmağa
kalkışırsa evvelki ve bu mevzua doğrudan doğruya dahil olmayıp temas eden bir
hareketinden dolayı kabullenmiş olduğu vicdan azabının üzerine bir de bu davanın
neticesinde vermiş olduğu vicdanına muhalif kararla ikinci bir azabı, yani vicdan
azabınıda eklemiş olacaktır.
Yukardaki misalin çok karışık ve başta da arzettiğimiz gibi, pek çok değişik
şartlara müsait bir sürü veçhesi vardır. biz bunlardan ancak bir veya iki tanesini
gözden kaçırmış ve ona göre de muayyen bir hükme varmış olduk. Böyle bir misal
karşısında her insan kendi vicdanının, daha doğrusu hotkamlık ve diğerkamlık
hakkındaki duygu ve düşüncesinin istikametine göre ve muhtelif şartlar altında,
birbirinden çok farklı neticelere varabilir. Ve bunun da böyle olması tabiidir. Fakat
gene tekrar ediyoruz: Netice nasıl çıkarsa çıksın bunun vicdan karşısında hiç
ehemmiyeti yoktur. Asıl mühim olan şey şudur: Bu ameliyeler esnasında ve
mürakabei nefis mahkemesinde büyük ve azami bir titizlikle iyi niyet esasına
dayanılacak, tam manasile diğerkamca çalışacak ve katıksız bir samimiyet havası
içinde iç varlıktaki duygular ve düşün-
Mürakabei nefis 341

celer kılı kırk yararcasına inceden inceye takip edilecektir. Esasen yukarda
arzettiğimiz misallerde kullanılan teknik, bunu açık bir surette izah etmektedir.
Hülasa gösterilen prensipler dahilinde yer değiştirme ameliyesinin tatbiki
neticesinde yapılacak olan bir hareketin vicdani veya nefsani karakteri kati olarak
teşhis edilip anlaşıldıktan sonra sıra mürakabei nefis mehkemesinin açılmasına gelir.
Şimdiye kadar geçen mütalaalardan da anlaşılıyor ki mürakabei nefis daha
ziyade yapılmış ve geçmiş olan vakaların muhasebesini yapmak gayesine matuftur,
halbuki yukarda arzettiğimiz yer değiştirme ameliyesine gelince o, bilakis bir işin
henüz yapılmazdan önce vicdani mi, yoksa nefsani mi olduğunu tayin ederek ona göre
hareket etmek ve bir de mürakabei nefis mahkemesinde vicdan tarafını iltizam etmek
lüzumunun sıhhatli bir şekilde gerçekleştirilebilmesi için o mahkemede verilen
hükümlerin hangisinin vicdani, hengisinin nefsani olduğunu ayırt edebilmeği
kolaylaştırmak maksadını gütmektedir.
Bütün bu misallerden sonra gene insanın aklına cesaret kırıcı bir güçlük ve
külfet mefhumu takılabilir. Bunun için evvela şunu arzedelim ki bu usul bizim
uydurmuş olduğumuz bir kaideden ibaret değildir. Bu, her insanın vicdanının sırası
gelince, yani zamanı gelince derhal ve asla ihmal etmeden tatbik edeceği ve
hükümlerini bu tatbikat neticesinde vereceği bir hareketin bütün insan dostlarımız
tarafından anlaşılacak bir hale sokularak arzedilmiş şeklidir. Bundan iradesile her
insan dünya hayatında her zaman kaçmak ve uzaklaşmak kudret ve serbestliğine
malik olabilir. Ve esasen dünya imtihanının muvaffakiyet sırlarına ait anahtarlar da bu
yolda bir insanın tutacağı müsbet veya menfi hareket tarzlarına meknuz
bulunmaktadır.
Saniyen şunu da derhal kıymetli dostlarımıza arzetmeği bir vazife telakki
ederim ki yukarda zikrolunan misaller nihayet birer ideal insanlık numunesi olarak
verilmiştir. Bunları bütün söylenen ince noktalarile aynen tatbik edebilecek insan
yeryüzünde hemen hemen yok denecek derecede az bulunabilir. Esasen bizlerden
şimdilik bu kadarının da beklenmediğini kitabımızda nakletmiş olduğumuz tebligat
göstermektedir. Ve gene tebliğatın da açıklamış olduğuna göre esasen dünyanın bu
günkü şartları, vicdanın her mesele üzerinde kılı kırk yararcasına bu kadar ince bir
ameliyeye girişmesine tam manasile ayak uydurabilmeğe de hiç bir zaman müsait
değildir. Binaenaleyh bizden, bu günün insanlarından insanlığın beklediği hareket de
bu kadar sert değildir.
Bununla beraber biz bir hakikati bütün açıklığı ile duyduğumuz ve bildiğimiz
gibi söylemek mecburiyetini kendimizce bir vazife telakki etmiş olduğumuz için bu
günkü, yarın ki ve belki de çok uzakta gelecek
342 Mukadderat ve İcabat

zamanlardaki insanlığa; İhtiyaçları olan hareketlerde tekamülleri için faydalı ve


lüzumlu yardımları yapmış olmak hizmetine büyük bir sevinç ve sevgi ile koşmuş
bulunuyoruz.
Mürakabei nefsin bu kadar ciddi ve haşin görünen çehresinde mübtediler için
çok yumuşak, kolay ve elverişli hatlar da vardır. buradaki esas evvelce kıymetli
dostumuz Şihabın dediği gibi mutlaka vicdanın emrettiği gibi hareket etmek ve bu
yapılmadığı takdirde de hiç bir muvaffakiyet sağlıyamamış olmak neticesine asla
varmaz. Maksat mürakabei nefis ameliyesinin lüzum ve zaruretini ön planda kabul
etmek, bu yolda ciddi ve samimi bir kararla tatbikata girişmek ve vicdanın emrine –
ekseriya vaki olacağı gibi bilhassa ilk zamanlarda – uyulamadığı takdirde onun acısını
duymak, insanlara bu günkü şartlar dahilinde muvaffakiyet imkanlarını bahşetmiş
olmağa bol bol kafi gelir. Hatta, ilk zamanlarda kendilerine pek güvenemiyen
insanların bir işi yapmazdan evvel değil, yaptıktan sonra o iş hakkında nefis
mürakabesine müracaat etmeleri ve eğer gayri vicdani bir harekette bulunmuş iseler
bunu mürakabei nefis salonunda tebarüz ettirmeleri ve buradaki muvaffakiyetsizliğin
acısını içten duyarak üzülmeleri bile kendilerine büyük, çok büyük muvaffakiyet
sağlıyacak ve ilerde daha yüksek ruh kudretlerini iktisap edebilmelerine geniş ölçüde
yardım edecektir. Bunu evvelce takdim etmiş olduğumuz Şihap dostumuzun
tebliğatından da istihraç etmek mümkündür.
O halde tekrar ediyoruz, mürakabei nefis ruhu fazla sıkmadan, ona
tahammülünün üstünde hiç bir yük yüklemeden, tedrici olarak, adım adım vaki olacak
yürüyüşlerle yapılacaktır. Bu tarzdaki yavaş ve bittabi çok eksik bir yürüyüşe tabi
olarak yapılan nefis mürakabesi ile, ilerlemiş ve kafi derecede kuvvetlenmiş ruhların
islahi nefisleri için yapmakta oldukları büyük hareketlerin kıymetleri arasında tekamül
bakımından hemen hemen hiç bir fark yoktur. Yani ikisi de ayni derecede kıymetli ve
sahiplerine verimli neticeler tevlit eder. Yeter ki yürüyüş başlamış ve hiç bir yerde
sekteye uğramamış bulunsun. Çocuk düşe kalka büyür.

***

Hülasa, insan yukarda gösterilen esaslar dahilinde nefis mürakabesi için kendi
kolayına gelecek, devamlı ve metotlu bir çalışma tarzı bulup muntazaman ve
kendisini yormadan yavaş yavaş nefsinin islahına çalışırsa ruhu, kendi dahi
farketmeden öyle kuvvetlenir ve öyle temiz bir hal alır ki günün birinde nefis
mahkemesi salonunun kapıları kapanır, orada görülecek dava kalmaz, hatta hakim bile
elbisesini terkederek vazifesini değiştirmek zorunda kalır ve insan böylece sevine
sevine ölüm
Mukadderat ve nizamı kainat 343

kapısının eşiğinden öbür tarafa, muvaffakiyetinden emin olarak atlar geçer. Böyle bir
akibet hangi insan için şayanı arzu değildir? Ve ne yazık ki o kimseye ki dünyada iken
ali mahkemenin kararlarından korktuğu için onun semtine uğramak istemezken günün
birinde kolundan tutularak o mahkemenin daha çok huşunet kesbetmiş, merhametsiz
ve zalim hakiminin huzuruna, yani vicdanı karşısına eli kolu bomboş ve müdafaasız
bir halde fırlatılıp atılmanın zahmetli ve üzüntülü sahnelerile karşılaşır! İşte biz
bilhassa bu dostlarımızı ikaz için bu sayfaları yazmış bulunuyoruz. Allah hepimizin
ve herkesin muini olsun.

MUKADDERAT VE NİZAMI KAİNAT

Beşeri bir hüviyet içinde, çok eksik olan görüşlerimize nazaran bile ilahi irade
kanunlarının değişmez hükümlerile icaplanmış kainatın nizamı ne kadar haşmetli ve
ahenklidir!
Tabiatta daima güzelliğe, iyiliğe ve tekamüle müteveccih planlı, tertipli bir
akışın tezahürlerini gördüğümüzü söylemekle beraber ruh dostlarımızın vermiş
olduğu kıymetli tebliğatın da bu bahsin bazı noktalarında bizleri aydınlatmış olduğunu
ayrıca ifade etmek isteriz.

AKIN : Ağustos 15, 1948

<< Tabiatta bir akış, bir gidiş, daima tekamüle, iyiliğe doru yükseliş ve
bir deveran vardır. Bu deveran bildiğiniz gibi, maksatlı ve planlıdır. İşte her
hareket, her şey buna uygun olarak cereyan eder. Bu maksat ve plana taş,
toprak, her şey, bütün kainatlar dahildir. Onların hareketleri, onların nizamları,
onların gidişleri her şey tabiat kanunlarının, büyük ilahi irade kanunlarının
seyri dahilinde vukua gelir. >>

Keza
MUSTAFA MOLLA : Mart 13, 1949
<< Aleminiz de büyük nizam yolu üzerinde bir geçittir. Ve orada her şey
hesaplı ve her şey gayeye en vazıh, en kısa, ve müessir yoldan hesaplı bir
dereceye kadar muvazzaftır. >>

Keza
M. MOLLA : Nisan 26, 1949
<< Kainat bir bütünlük manzumesidir. O kadar ki sizin ruhunuzdaki
büyük tesanüt ahenginden – ki bunu kurmağa çalışıyo-
344 Mukadderat ve İcabat

ruz – en küçük bir atoma kadar büyük ve ilahi bir kanunu küllinin cari
olduğunu müşahede her fırsatta ve her vesile ile mümkündür. >>

Keza
M. MOLLA : Nisan 15, 1949
<< Kainatta her şey öyle bir titiz ölçü üzerine kurulmuş ve öylece en
azdan, en çoğa doğru ahenkleştirilmiştir ki bunlardan en ufak bir hareket
solaklığı belki bütünün herci mercini intaç eyler. >>

Fakat kainattaki nizam ve ahengi görebilmek değil hatta sezebilmek bile


herkes için pek kolay bir iş değildir. Bunun için az çok görgü ve tecrübe silahı ile
teçhiz edilmiş bulunmak gerektir. Bize öyle geliyor ki insan, kainatın nizam ve
ahengini, o nizam ve ahenge bizzat hayatını ayarlamış olduğunu hissedebildiği
nisbette idrak edebilir. Şu halde bu işte muvaffak olabilmek için insanın her şeyden
evvel vicdanının gösterdiği ilahi irade kanunlarının icabatı dahilinde kendi varlığına
çeki düzen vermiş olması, ve binnetice iç huzuruna kavuşmuş bulunması, hülasa
evvela kendi öz benliğinin dış alemle olan ahengini temin etmiş bulunması lazımdır.
Taki tabiatın büyük ve layezal nizamının kendi ruhundaki inkiaslarını idrak
edebilecek bir duruma gelmiş olsun. Yoksa henüz paslı kapanık ve sakar bir insan
ruhu, kainatın parlak nizam ve ahenginin ışıklarını nasıl aksettirebilir? Bütün
bunlardan da şu çıkıyor ki insan ruhunun paslarının silinmesi, kainat nizamına makes
olabilmesi, yani kainat nizam ve ahengini idrak edebilmesi onun tekamülü ile
mütenasip bir haldir.

M. MOLLA : Ekim 30, 1949

<< Kainattaki büyük nizamı, mukaddes intizar halini, gaşi halindeki


müebbet fecirlere doğru ilhamla sarhoş bir haldeki koşuşları görebilecek insan
dünyanız çevresinde mukadder yolculuğu elde edebilmiş sayılmalıdır. Ancak, bu
pek kolay olur ve kolay tedarik edilir iğreti bir iktisap olamaz. >>

Kainatın nizam ve ahengine vukufumuz derecesini bir tarafa bırakalım, hatta


dünyamızdaki hayatın akışı ve varlıkların çeşitli durumları, telakkileri, kanaatleri ve
tekamül dereceleri arasındaki derin ve bazan büyük uçurumlarla ayrılmış gibi görünen
fark ve zıddiyetleri bir insan gözü ile gördüğümüz zaman sanki ilahi nizamla telifi
kaabil değilmiş gibi bir ahenksizlik bir karmaşıklık ile karşılaştığımızı sanmaktan
kendimizi bir türlü kurtaramıyoruz. İşte bunun içindir ki insanlar boyuna birbirini
tenkit edip dururlar, birbirlerini kırıp geçirirler, hatta birbirlerini sevmezler. Herkes,
hakkın kendisinde olduğunu iddia eder durur, en doğ-
Mukadderat ve nizamı kainat 345

ru yolu kendisinin bulmuş olduğuna herkesi inandırmağa, hatta zorla yola getirmeğe
çalışır. Ve diğerlerinin fikir ve kanaatlerine küçümsiyerek, abes şeylermiş gibi istihfaf
gözü ile bakar. Ve gene bunun içindir ki insanların çoğu dünyada ne ilahi adaletin, ne
ilahi nizamın, ne de ilahi ihtişamın mevcudiyetine inanabilir. Bütün bu insanlar kendi
görüş zaviyeleri dahilinde haklıdırlar. Takdir edebilmek için görmek, görebilmek için
anlamak, anlıyabilmek için bilmek, bilmek için de duyabilmek lazımdır.
Kainatta ilahi muradın şümulü dışında hiç bir hareket olmadığı gibi,
nizamsızlığı ve yolsuzluğu ifade eden hiç bir hadise, hiç bir hal de yoktur. Ve olamaz.
Allahın emrinin, muradının, kudretinin bizim duyabildiğimiz en küçük bir parçasının
bile tahakkuku hiç bir adem oğlunun kavrıyamıyacağı bir füshat içinde yayılan nizam
ve ahengi zaruri kılar. Tabiatta gördüğümüz birbirine zıt tezahürler, ilahi ahengin
bizim anlamaktan aciz bulunuşumuzun bir ifadesidir. Orada görünen aykırı hareketler,
aykırı düşünceler, aykırı kanaatler ancak ilahi yolun çeşitli merhalelerinin pek cüzi
kısımlarıdır. Oradaki her kanun, her icap, her tertip, her suret ve hal hilkatin mana ile
dolu tezahürleridir.
Bütün varlıklar – bütün hareketlerile - Allaha doğrudur. Bütün madde halleri,
bütün tekamül vasıtaları her türlü görünüşü ile Allaha doru olan varlıkların
yükselmelerine yarıyan birer basamaktır. Tekamül namütenahidir, basamaklar
namütenahidirler. Allahı duyuş, Allaha bağlanış, Ona inanış layetenahi bir kudrettir.
Ve tekamülün manası bu kudreti iktisaba devam halinde bulunmaktadır.
Bütün kainat mukadder bir oluş halidir. Bütün oluş halleri, bütün kainatlar
ilahi iradenin zaruri kıldığı birer tezahürdür. Ne ezeli, ne ebedi sorulamıyan bu
muhteşem zaruretin en küçük bir tezahürüne dahi insan ruhu, ancak sonsuz minnet,
sevgi, hayranlık ve şükranlıkla meşbu bir kendini veriş, bir teslimiyet halinde makes
olabilir.

***

Madem ki kainat bütün hadisatile muntazaman akıp giden büyük ve ilahi bir
nizamın ahenkli tezahüratına bir zemin teşkil etmektedir, o halde bu ahengin dışında
kalmaları mümkün ve muhtemel olmıyan bütün ruhların, varlıkların yapmış olduğu
işler ve hareketler ve bütün faaliyetler de ayni nizama dahil olmak icap eder. Bu
bakımdan mukadderat ile kainatın nizam ve ahengi de birbirile kucaklaşmış
bulunmaktadırlar.
İlahi muradın, gözleri miyop, hatta kör olan biz faniler karşısında mütecelli
muazzam tezahürlerinin küçücük bir zerresi bile – bu körlüğümüze rağmen – bize,
kainatta büyük bir nizam ve tertip dahilinde her
346 Mukadderat ve İcabat

şeyin iyiliğe, olgunlaşmağa, ve ilahi emirlerin tahakkuk zaruretine doğru mütemadi


bir hareket halinde bulunduğunu gösteriyor.
Kainatta alelade gözler için bir nizamsızlık ve kargaşalık içinde geçip
gidiyormuş gibi görünen hadiselerde bile kainat nizamına dahil büyük bir tertibin
mevcudiyetini görenler veya duyanlar vardır. Bir küçük ve belki de iğrenç görünen
sirke sineğinin bir tek kanadını alıp mikroskop altında, tetkik ederseniz gördüğünüz
manzaranın güzelliği ve ahengi sizi hayran bırakır. Biz şuna kani bulunuyoruz ki her
şeyde bir nizam, her şeyde bir tertip ve ahenk hülasa bir güzellik vardır. Kainatta
çirkin diye vasıflandırdığımız her şey ancak ruhumuzun mahdut kudreti karşısında
kainat ahengi ile olan münasebetini takdir edemediğimiz mevzulara aittir. Hakikatte
onlar çirkin değildirler.
Gene bize ve kanaatimize göre, kainatta kötü ve nefreti mucip şeyler yoktur.
Zira her şey ilahi nizam ve tertip dahilinde olduğuna göre onda hiç bir kötülük veya
nefrete şayan bir cihet bahis mevzuu olamaz. Eğer burada da gene bazı şeyleri kötü
veya şayanı nefret olarak görmekten kendilerini kurtaramıyanlar varsa onlar bunun
sebebini, kainat nizam ve ahengi babındaki kendi vukufsuzluklarının derecelerinde
aramalıdırlar.
Ahenk güzelliktir. Güzelliği ahenk mefhumu ile tarif etmek, onun en iyi
anlaşılabilir bir manasını kavramış olmak demektir. Güzelliği ve ahengi yalnız,
şekilde, biçimde, renkte, velhasıl yalnız maddi mefhumlarda değil, bütün varlıkların
bünyesinde, melekatının ve kudretlerinin ilahi ahenge ve nizama uygun tezahürlerinde
aramak icap eder. Ve asıl güzelliğin en iyi numunelerile de burada karşılaşmak
mümkün olur. Binaenaleyh insanın güzeli takdir salahiyeti, varlıkların ilahi irade
kanunlarile olan intibak derecelerini takdir edebildiği nisbette artar. Bu da
dünyamızda vicdanın inkişafı ile mümkün olur. Bununla beraber her insanın güzel
diyebileceği bir çok şeyler ve varlıklar vardır. Çünkü her insanın ilahi nizam ve tertip
hakkında kendi kendine izah edebildiği veya edemediği, kendine göre bir sezişi veya
bilgisi mevcuttur. Ve o insan güzelliği bu gözle görebilmektedir.
Demekki ilahi kanunlar icabatı, icabat mukadderatı, mukadderat ahenk ve
nizamı, ahenk ve nizam ise güzelliği neticelendirir. Şu halde çekinmeden diyebiliriz ki
her güzel hareket, her güzel iş, her güzel varlık, her güzel durum ve bir kelime ile,
esasen güzel olan her şey ilahi bir mefhumdur. Çünkü usaresini ilahi irade kanunları
kökünden alır.
Böyle umumi bir güzellik içinde, kevni bir ahenk dahilinde görünen zahiri
çirkinliklere ve münasebetsizliklere rağmen her şeyin sevgi ve sempati bağlarile
birbirine yaklaşması icap etmez mi? İşte buraya gelince sevgisizliğin kainat nizam ve
mukadderatı, içinde insanlar
Mukadderat ve nizamı kainat 347

için ne kadar aksak, yani dolambaçlı neticeler doğurabileceği hakikati ile karşı karşıya
kalıyoruz ki bu da bu günkü dünyamızın hazin durumu ile kolayca kaabili isbat ve
takdir bir keyfiyet oluyor.
O halde bize bahşettiği hürriyet nimetlerini hiç bir vakit unutmıyarak Allaha
bütün varlığımızla şükredip birbirimizi sever ve ona göre hareket ederek dünyamızın
ve dünya dışı hayatımızın müstakbel mesut akibetlerini hazırlamış oluruz. Her şeyi
unutur, birbirimize düşman olur ve ona göre hareket edersek dünyamızın ve dünya
dışı hayatımızın acı akibetlerini davet etmiş bulunuruz. İşte insanlığın dünyadaki ve
dünya ötesindeki akibetinden iki nümune! Bunlardan hangisini isterse insan onu elde
eder, kendisine neyin layık kılınması yolunda cehit ve gayret sarfederse onu bulur.
Bunun da adı mukadderat ve icabattır.

SON
İÇİNDEKİLER

Sayfa

Ö N S Ö Z…………………………………………………………………….…………………..…5
Kadri, 6 – Akın, 6 – Mustafa Molla, 6 – Şihap, 6.
G İ R İ Ş………………………………………………………………………….………………...9
Hakikat, 9 – Vasıtalarun gayeleştirilmesi, 10 – İnsanların anlayiş
farklarına göre hakikat, 11 – Yollar ve vasıtalar, 12.
DETERMİNİZMA VE FATALİZMA AYRILIĞI HAKKINDA
BİR MÜLAHAZA……………………………………………………………………………..14
Determinizma ve fatalizma ayrılığı ve yakınlığı, 14.
FATALİZMAYA GÖRE MUKADDERAT……………………………………………..….15
CEBRİYUN MESLEĞİNDEN BİZİ UZAKLAŞTIRAN DÜŞÜN-
CELER……………………………………………………………………………………….15
Fatalizma hakkındaki iki görüş, 15 – Birinci görüşün tenkidi, 16-
İkinci görüşün tenkidi, 18- Birinci itiraz: Allah nisbetten münez-
zehtir, 18 – İkinci itiraz: Mütereddit iradeler, 18- üçüncü itiraz:
İradeyi zorlayici amiller, 20 – Dördüncü itiraz: Sarhoşluğun tesir-
leri, 22 – Beşinci itiraz: Vicdan ve mesuliyet duygusu, 22 – Altın-
cı itiraz: Takamül ve irade mevzuu, 23 – Cebriyun mesleğinin za-
rarlı neticeleri, 25 – Allah mutlaktır! 26 – İnsanlar arasındaki hot –
kamlığın neticeleri, 27 – Tabiat kanunları ve insan faaliyeti, 28 –
İradenin nefsaniyete tabiiyeti, 29 – M. Molla: <<Sapıklık>>tebliği, 31.
İLLİYET PRENSİBİ………………………………………………………………………34
M. Molla: <<Hürriyet>> tebliği, 34 – Dolu sürahinin kırılması misa-
li, 34 – Sonsuzluk mefhumundan korkanlar, 36 – Bir çocuğun eli-
nin yanması misali üzerinde illiyet prensibinin mütalaası, 36 – Akın:
<<İlliyet prensibi>> tebliği, 38 – İlliyet prensibi şeması, 38 – Hadi-
senin izahı, 40 – Kadri: << İlliyet prensibi>> tebliğleri, 41 – Kadri:
<<hak>> tebliği, 42 – Hacı Ali: <<niçin>> tebliği, 43 – Kainat orkestrası, 44.
İLAHİ İRADE KANUNLARI……………………………….…………………………..44
Aya doğru yürünemez misali, 44 – Kainatın ahengi, 45.
TABİAT KAİDELERİ……………………………………………………………………45
Tabiat kanunları ilahi irade kanununun bir kısmıdır, 46
İLAHİ İRADE KANUNLARINDAKİ KATİLİK VE DEĞİŞ-
MEZLİK…………………………………………………………………………………..47
Kadri: << Nizam ve program >> tebliği, 48
II Sayfa
İLAHİ İRADE KANUNLARI SONSUZDUR VE SAYI İLE
KAYITLI DEĞİLDİR…………………………………………………...………………………….48
Üstat: << Tabiat kanunlarının sonsuzluğu >> tebliği, 49 – Bir tabiat ka-
nunu ancak başka bir tabiat kanunu yardımile değişebilir, 49.
İLAHİ İRADE KANUNLARI KARŞISINDA VARLIKLARIN
İRADELERİ………………………………………………………………………………………...51
İnsan iradesi hürdür, 51 – İstek nedir, 51 – Tekamül için hürriyet
zaruridir, 52 – Bir seyahat vasıtalarının intihap serbestliği, 53 –
M. Molla:<<Hürriyet>> tebliği, 56 – Varlıklar kudretlerile mütenasip
olan muhitlerde yaşarlar, 57 – İlahi ihsanın manası, 59 – M. Molla:
<< İlahi ihsan >> tebliği, 60 – İlahi irade kanunlarının şümulü, 61 -
Ummanda yaşıyan varlıklar misali, 61 – Kainat kanunlarının tat-
bikat sahaları, 62 – Tabiat kanunlarının tatbikatı, 64.
İLAHİ İRADE KANUNLARINI ZORLAMAK DOĞRU DEĞİLDİR………………………..65
Tabiat kanunlarından istifade, liyakat nisbetindedir, 66 – Kadri:
<< Tabiat kanunlarından istifade şekli>> tebliği, 69 – Üstat: << Tabiat
kanunundan istifade yolu>> tebliği, 70.
İLLİYET PRENSİBİ KARŞISINDA GÖRGÜ VE TECRÜBENİN
ROLÜ…………………………………………………………………..…………………………70
Görgü ve tecrübe tekamülü hızlandırır, 70 – Tesadüfe inanmak mu –
vaffakiyeti azaltır, 71 – Kadri: << Tesadüf >> tebliği, 71 – Bir dostun
kolu misali, 73 – İlliyet prensibi, 73 – Kadri:<< Mukadderat telak-
kileri >> tebliği, 74 – Bir saatlik hayatın illi bilançosu, 75 – Bir gün-
lük hayatın illi bilançosu, 77 – Görgü ve tecrübenin tekamüldeki rolü, 78
NEO – SPİRİTÜALİZMA GÖRÜŞÜ İLE MUKADDERATIN
MÜMKÜN OLABİLEN İZAHI…………………………………………………………………..80
Mukadderat ile icabat birbirile kucaklaşmıştır, 80 – Liyakatin mu-
kadderat bahsindeki ehemmiyeti, 81 – İleri hamle iştiyakı ilebir to-
humun intaşı, 82 – Ölümün manası, 82 – Tekamül ve mükerrer be-
denlenmeler, 63 – Taş parçasile nebatın farkı, 83 – Tabiat kanun-
larının icaplarına uymak zaruridir, 84 – Altıyol kavşağındaki bir
koyunun karar verme misali, 85 – Allah sevgisi, 86 – Varlıkların
ilahi irade kanunları şümulüne girmesi zarureti, 86 – Basit bir in-
sanın kötülük yapabilme imkanları ve neticeleri, 88 – Vicdanın fa-
aliyeti, 90 – Talihsizliğin manası, 91 – Kaderin hududu meçhul-
dür, 92 – Var oluş mukaddere boyun eğiştir, 95 – Varlıkların ira
desi Allahın iradesine eremez, 96 – İrade ve kader, 97 – İrade ve
karar, 97 – Mesuliyet, 97 – Cennet ve cehennem mefhumları, 98 –
Kader tekamül yoludur, 98 – Ruhun tekamülü, 99 – Allaha yö-
nelmek mefhumu, 99 – Tenbellik mukaddere uygun değildir. 100 -
Dünya bir semaye ve işletme yeridir, 100 – Mukadderin en kısa iza-
hı, 101 – Mukaddere uymak, kainat nizamına uymak demektir, 101 –
III
Sayfa
Her şey Alahın emri dahilinde cereyan eder, 102 – Akın:<< İcabat >>
tebliği, 102 – Nefsaniyetin silahlarından biri, 102 – Varlıklar yetiş-
tirilmez, yetişir. 103 – Hoş ve nahoş hadiseler geçicidir, 103 – Kadri:
<< program tebliği >> 104 – M. Molla:<< Cehit >>tebliği, 104 – Mukadderat
liyakatle beraber yürür, 105 – Mevlana: << İslahı nefis >> tebliği, 105 –
İradenin nefsani ve vicdani faaliyetleri, 106 – M. Molla: << tenbellik >>
tebliği, 106 - M. Molla: << Cebriyecilik >> tebliği, 107 – Ruh nedir?,
107 – Bir ağaç tohumundaki gizli kudretler, 108 – Ruh melekele-
rinin inkişafları zaruridir, 108 – Ruh melekelerini inkişaf ettiren
kudret, 109 – Mukadderle insan iradesi birbirine karışmıştır, 110 –
Gene yolcu misali, 110 – Kader – irade münasebeti, 111 – İradenin
harekete geçme şart ve imkanları, 112 – Maddecinin istek hududu,
113 – Tekamül yolunda verilmiş serbest irade kararlarının bağlı
irade ile bozulmaması lazımdır, 114
İLAHİ İRADE KANUNLARININ TECELLİYATI VE
MUKADDERAT………………………………………………………………….……………....116
Mukadderat ve icabat ayni mevzuun muhtelif yönden görünüşüdür,
116 – Akın: << Cebriyecilik >> tebliği, 117 – Muvaffakiyetsizliklerin
sebebi, 117 – M. Molla: << İkaz >> tebliği, 118 – Nefsani teşebbüsler
engelleri hazırlar, 118 – Kadri: << Mukadder >> tebliği, 119 – Teşebbüs-
leri akim bırakan bir sebep daha, 119 – Kadri: << Düşünce ve hare-
ket >> tebliği, 120 – Kadri: << Kader ve icap tebliği >> 122, İlahi irade
kanunları kaabili ihata değildir, 122 – 27 dakika evvel bedenini bı-
rakmış bir muallime ait üç müşahede, 124.
MUKADDERAT VE TALİH………………………………………………………………..…132
Kadri: << Talih >> tebliği, 132 – Şem’i: << Talih >> tebliği, 133 – M. Molla
<< Talih >> tebliği, 133 – 134 – Talihsizlik sebepleri, 135 – Kötü talih
yoktur, 135 – Her şey layığını bulur, 136.
MUKADDERAT KARŞISINDA VARLIKLARIN CEHİT VE
GAYRETLERİNİN MANASI……………………………………………………………...….137
Amel nedir, 137- cehitsiz hayat olmaz, 137 – Kadri: << Emek >> teb –
liği, 138 – Diğerkamca çalışmak öbür aleme hazırlıktır, 139 – Kad-
ri: << Diğerkamlık >> tebliği, 139 - M. Molla: << Cehit >> tebliği, 140.
MUKADDERAT VE HAYAT İMTİHANI…………………………….………………….…141
Mecburi bir vazife uğrunda adam öldürenler, 141 – Cellatlar, 143 –
Kadri: << Katiller >> tebliği, 143 – Kadri: << Hata >> tebliği, 143 – Tec-
rübelerin tekamüldeki rolü, 145 – Mağlubiyeti icap eden düşman:
Nefsaniyet, 146
MUKADDERAT VE MÜKERRER BEDENLENMELER…………………………….….147
Dünya mektebi ve sınıfları, 147 – Ancak mükerrer bedenlenme
mefhumu ile izahı mümkün hadiseler, 148 –
IV Sayfa
MUKADDERAT – İCABAT VE TEKAMÜL…………………………………………………..150
Kainatta başıboşluk olamaz, 150- Dünyadaki vazifeler gayeleştiril-
miştir, 150 – Kadri:<<İlliyet>>tebliği, 151 – M. Molla:<<İlliyet>>tebliği,
151 – 152 – İnsan hayatının illi bilançosuna devam, 152 – Aile ter-
biyesinin ehemmiyeti, 152 – Kadri: <<Emek>> tebliği, 155 – M. Molla:
<<Kader ve irade>> tebliği, 157 – Şihap: <<Liyakat>> tebliği, 160 – Kadri:
<<İlliyet>> tebliği, 161 – Şihap: << Takdiri İlahi >> tebliği, 162 – İstikbalin
keşfi ve mukadder, 164 - Ölümü haber veren rüyalar, 166 – İlahi
ilim insanlarca bilinemez, 167 – Uçuruma düşmemek insanın elin-
dedir, 167 – İrade serbestliği, 168 – İyi ve kötü niyetin neticeleri,
168 – Mektep ve dünya mukayesesi, 169 – Kadri: <<Dünya nizam-
ları >> tebliği, 170 – Kimse kimseyi zorla sevkedemez, 172 – İpnotiz –
ma tasallut hallerindeki iradesizlik zahiridir, 172 – Hami ruhla-
ların himayelerinin müessiriyet şartları, 174 – Vicdan ve nefsaniyetin,
İradeye öncülükleri, 175 – M. Molla: << İstek >> tebliği, 175 Mukad-
derat mevzuu tekamülle aydınlanır, 176 – M. Molla: << Dünya ve ölüm
ötesi hayatlarının münasebeti >> tebliği, 176 – Dünya hayatı oyuncak
vazifesini görür, 177 – M. Molla: << Ruh perişanlığı >> tebliği, 177 –
Herkes Allaha doğrudur, 180 – Hayat şartları diğerkamlık esasına
mütemayildir, 184 – Diğerkamca ıztıraplar, 185 – Kadri: << Azap >> teb-
liği, 188 – Mani krizi gelirken bağlanmasını istiyen bir deli, 189 –
Akın: << Maksat >> tebliği, 189 – Kadri: << İstihkak >> tebliği, 190.
ÖLÜM VE MUKADDERAT………………………………..……………………………………190
Kadri: << Hastalık ve ölüm >> tebliğleri, 191- 196 – Ölüm mukadderdir, 192 – Bir kürtaj
endikasyonunun mesuliyet meselesi, 194 – Ölüm zamanı ezelden çizilmiş bir kader değildir,
196 – Ölüm anı değiştirilemez, 197 – Mehmet: << Ölüm tebliği >> 197 – M. Molla: << Ölüm
mukadderdir >> tebliği, 199 – Akın: << Ömür >> tebliği, 199 – 200 – Ecelde
iradenin vasıtalı rolü, 201 – Ölüm anının tekarrürü, 202 - M. Molla:<< Ömür >> tebliği ,
202 – Tekmili enfas sözü, 204 – Ölüm şekli ezelden tesbit edilmiş değildir,
204 – Kadri: << Ölüm şekilleri >> tebliği, 204 – Ölüm an ve şekillerine
tesir eden bazı amiller, 205.
MUKADDERAT KARŞISINDA VİCDAN MESULİYET DUYGUSU…………………….…208
Mücazat ve mükafat yoktur, 208 – Süleyman Çelebinin bir mısraının N. S. ya göre izahı,
208 – Vicdan nedir?, 209 – Cennet ve Cehennem mefhumu,
210- İyilik ve kötülük mefhumları, 210 - Şarlot: << Dilenci çocuğa sadaka vermek >>
tebliği, 211 – Birbirini tutmıyan vicdan hükümleri, 212 – Ruhlar her noktasında
birbirinin ayni değildir, 213 – Vicdan ve ahlak hükümleri, birbirine aykırı olabilir,
213 – Mesuliyet niyete mi, neticeye mi bağlı, 215 – Kadri: << Mesu-
liyet >> tebliği, 216 – Mesuliyetin terettüp edebilmesi için irade ser –
bestliği lazımdır, 217 – Niyet nedir, 217 – Mesuliyet için fehim lazım, 218- M. Molla:
<< Mesuliyet şartları >> tebliği, 218 – Anlayışsızca yapılan işlerin neticeleri, 220 –
Tekamülle mesuliyet duygusu artar.
V Sayfa

221 – M. Molla: << İnsanlığın gafleti >> tebliği, 222- Mesuliyet duygusu hataların tashihi
gayretine yol açar, 224 – M. Molla: << Şaşkınlık >> tebliği, 225 .
MÜRAKABEİ NEFİS…………………………………………………………………………….227
ÖLÜM KORKUSU VE HESAPLAŞMA ENDİŞESİ…………………………………………..227
Tenbel ve çalışkan talebelerin imtihan karşısındaki durumları, 227 – Hazırlıksız ölenlerin
akibetleri, 229 – Rahip vak’ası, 230 – 238 – Nebatlara varıncıya kadar sevgisini teşmil etmiş
bir insanın ölüm ötesindeki hayatta durumu, 233 – Bir ölüm sahnesi, 241 – Dünya realiteleri
öbür tarafa taşınamaz, 248.
İNSANLARIN DÜNYADA YAPMAKLA MÜKELLEF BULUNDUKLARI VAZİFELER…250
Dünyadaki maddi ve ruhi faaliyetler, 250 – Maddi faaliyetleri reddedebilir miyiz? , 252 –
Kadri: << İki vazife >> tebliği, 253 – İki vazife bıçakla kesilmiş gibi birbirinden ayrılamaz,
254 – Kadri: <<İki vazifenin ahengi >> tebliği, 254 – 257 – 260 – Kadri:<<Vazife fırsatları>>
tebliği, 255 – 258 – İdaresiz şuurun zararları, 257 – Kadri: << Musiki >> tebliği, 259 –
Maddi ve ruhi vazifelerin izahı, 261.
NEFSANİYET VE HOTKAMLIK………………………………………………………………263
Nefsaniyetin tarifi, 263 – Şihap: << Hotkamlık ve tefavvuk hırsı >> tebliği, 267 –
Kadri: << Yardım >> tebliği, 268 – Mevki hırsı, 269 – Başkalarını aldatmak, 270 –
Kadri: << Kurnazlık ve zeka tebliği >> 270 – Hasislik, 271 – Kadri: << Hasislik >> tebliği,
271 – M. Molla: << Hisset >> tebliği, 272 – Hotkamlık, 272 – Kadri: << Hotkamlık ve
diğerkamlık >> tebliği, 273 – 274 – 276 – M. Molla: << Azap nevileri >> tebliği, 275 –
M. Molla: << Hotkamlık >> 278 – M. Molla: << Cazibeler >> tebliği, 279 - İhtiraslardan
kurtulmak için tedriç lazımdır, 280 – M. Molla: << Tedriç >> tebliği, 281 – M. Molla:
<< İhtiras zinciri >> tebliği, 282 – Mürailik, 282 – Kadri: << Samimiyetsizlik >> tebliği, 284 -
M. Molla: << Samimiyetsizlik >> tebliği, 284 – Şarlot: << Samimiyetsizlik >> tebliği, 285 –
Nefse hakimiyet lüzumludur, 285 – Kadri: << Hayat devreleri >> tebliği, 285 – Kadri:
<< vicdan,arzu, nefis >> tebliği, 287.
MÜRAKABEİ NEFİS………………………………………………………………………………287
Nefsaniyetin kafası ezilmelidir, 287 – Nefsaniyeti mağlup etmenin yolları, 289 –
Yapılan hareketlerde nefsaniyetin ilcaları her zaman tebarüz etmiyebilir, 290 –
Nefsani ve vicdani hareketleri tefrik etmeğe yardım eden aldatmayici bir usul, 291 –
Şihap: << Vicdan sesi >> tebliği, 292 – Şihap: << Nefis mürakabesi >> tebliği, 292 – 294
Nefis mürakabesinde hataları pürüzsüz olarak görmek lazımdır, 293 –
Nefsaniyetin müdafaası, 294 – Mürakabei nefis korkusu, 295 – Mürakabei nefis ameliyesi,
296 – Nefsaniyete zebun olmak, insanı nefis mürakabesinden uzaklaştırır.
297 – Kadri: << Nefse hakimiyet çalışmaları >> tebliği,

F: 23
VI Sayfa

298 – Nefse galip gelmenin başlıca yolu tedriçtir, 299 – Kadri: << Tedriç >> tebliği, 300 –
Zamanımızda nefsaniyet mücadalesi güçtür, 302 – Kadri: << Mukavemet veya ta’dil >>
tebliği, 303 – Kadri: << Fedakarlık >> tebliği, 307 – Hürriyet ve Hürriyetle mürakabei
nefis mevzularının telifi, 309 – İnsanlar arasındaki müteammim manasile hürriyet bir
vahimeden ibaret kalmağa mahkumdur, 310 – Ruhun mühtaç olduğu hakiki hürriyet, 311 –
Hakiki hürriyet ruhun ihtiyacıdır, 314 – Hakiki hürriyet nefsaniyetin değil, vicdanın malıdır,
314 – Dünya hayatının zaruretleri karşısında hakiki hürriyetin tatbik kabiliyeti, 315 – Dünya
hayatı ve tekamül için zaruri faaliyetler hakiki hürriyete engel değildir, 315 – Hotkamlığın
tarifi, diğerkamlık ve hotkamlığın hududu, 316 – İstikbalinin emniyetini düşünme meselesi,
317 – Korku hissi, 319 – Korkudan kurtulmanın yolu: diğerkamlık, 320 – Kötülükten
mutazarrır olanlar bizzat o kötülüğü yapanlardır, 321 – İlk mürakabei nefisten büyük
muvaffakiyetler beklenemez, 321 – Hata, 322- Hatayı mazur görmek lazımdır, 323 – Hatanın
tekamüldeki fonksiyonu, 323 – Hatalar hareket teşebbüsşerinden doğar, 324 – Herhangi bir
hareketin nefsani veya vicdani karakterini ayırmak meselesi, 325 – Prensipler, 326 – Kürtaj
misali, 329 – Hanım, hizmetçi misali, 330 – Alacaklı, borçlu meselesi, 333 – Yurttan bir
çocuğun kovulması meselesi, 337 – Bu günlük, insanlardan beklenen kudret, 341.
MUKADDERAT VE NİZAMI KAİNAT………………………………………………………..343
Kainatta nizam ve ahenk, 343 – Tekamül ve kainatın ahengine ait idrakin inkişafı, 344 –
Dünyamızdaki zahiri nizamssızlık, 344 – Muradı ilahi nizamı zaruri kılıyor, 345 – Bütün
varlıklar ilahi ahengin şümulüne dahildir, 345 – Güzellik mefhumu hakkında, 346 – Sevgi,
346.

You might also like