Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 238

ALAIN JOXE •Kaos İmparatorluğu

ALAIN JOXE Sosyolog ve strateji sorunları uzmanı, Ecole des hautes etudes en s cien­
ces sociales'de müdür ve CIRPES başkanı (Barış ve Stratejik incelemeler Üzerinde
Disiplinlerarası Araştınna Merkezi [ Centre interdisciplinaire de recherches sur la pa­
ix et d'etudes strategiques]). Eserleri: La eyde de la dissuasion (1945-1989), Essai de
sırategie critique (La Decouverte, 1990), Voyage aux sources de la guem (PUi� 1991),
fAmeıique merceııaire. Guene du Golfe et eıııpire anıeıi cain (Stock, 1992).

Fransız Kültür Bakanlığı'nın katkılarıyla yayımlanmıştır.

ffnıpire du Clıaos
Les Rı!publiqucs Jace <l la dominatioıı americaine dans l'apres-gııeırefroide

© 2002 Editions La Decouverte

lletişiın Yayınları 888 • Bugünün Kitapları 87


ISBN 975-05-0134-9
© 2003 lletişim Yayıncılık A. Ş.
1. BASKI 2003, lstanbul (2000 adet)

EDITôR Can Belge


KAPAK Utku Lomlu
KAPAK FILMI 4 Nokta Grafik
UYGULAMA Hüsnü Abbas
DÜZELT! Serap Yeğen
MONTAJ Şahin Eyilınez
BASKI ve CiLT Sena Ofset

İletişim Yayınları
Klodfarer Cad. lletişiın Han No. 7 Cağaloğlu 34122 lstanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 • Fax: 212.516 12 58
e-mail: iletisim@iletisim.com.tr • web: www.iletisim.com.tr
ALAINJOXE

Kaos
İmparatorluğu
Soğuk savaş sonrası dönemde
Amerikan tahakkümü karşısında
cumhuriyetler
tEmpire du Chaos
Les Republiques face a la domination
americaine dans l'apres-guerre froide

ÇEVlREN Işık Ergüden

v t m
O Fürst, du kannst die Menschen zwingen

Für dich al/ein ihr Leben zuzubringen

Das wird man deinem Stolz verzeihn.

Doch willst du ihren Seelen binden

Durch dich zu denken, zu empfinden

Das muB zu Gott um Rache schrein

GOETHE

"Elegie aut den Tod des Bruders


menies Freundes"

"Ey imparator,

yaşamlarını sana,

yalnızca sana sunsunlar diye

zorlayabilirsin insanları:

Kibrindendir, bağışlarız bunu.

Ama ruhlarını da bağlamak istersen eğer,

yalnızca seninle hissetsinler, seni düşünsünler diye,

intikam çığlıkları elbet ulaşır Tanrı'ya."

GOETHE

"Dostumun Kardeşinin Ölümü Üzerine Ağıt Şiir"


İÇİNDEKİLER

Önsöz ....................................................................................................................................................... 9
Politik şiddetin nedenlerini anlamak ..................................................... . . . . 10
Küresel şiddet riski ........................................................................ ....................... .............. 11
Düzensizliğin düzenleyicisi, Amerikan imparatorluğu 14 ......

1. Cumhuriyet ve Umut ....................................................................................... .21


Kaos imparatorluğunun doğuşu ....................................................................... .23
Kaos imparatorluğuna karşı toplumsal cumhuriyetler.. ..33 ...

Birinci yıl anayasası ............................................................................................................ 42

2. Hobbes, Koruyucu Cumhuriyetin Doğumu:


Leviathan Behemot'a Karşı . ..... ..................................................................... .51
Kaotik düzensizliğe karşı ölümlü tanrısal devlet.. .................... .52
İmparatorluk, ihanete uğrayan cumhuriyet... .......... ,..................:......70
Hobbes ve Clausewitz gidiş geliş, politikanın "devamı" 87 ...

3. Şiddet ve Küreselleşme .............................................................................. 103


Hiyerarşikleşme ve küresellik .......................................................................... 104
"Kapitalizmin sonu"; bir okul sorusu ................ ..................... .............. .113
Kaosu aşmak mı? .
....................................................................................... ........................ 128
4. Clinton'cu Küreselleşme, Düzensizliğe
Stratejik Bir Yaklaşım . . . . ................ .. .. . . . . .
........... . ..... . . . .....131
. ... ............ .... ..... ..........

Amerikan stratejik tartışmalarını anlamak....................................131


1993: Soğuk savaş sonrası dönem için
üç stratejik paradigma yılı.....................................................................................135
1994-1995: "Askeri işlerde devrim" (RMA) ..................................149
Yenilenmiş NATO'nun yükselişinde
Bosna savaşının sona ermesinin rolü......................................................158

5. Clinton'dan Bushjr'a
İmparatorluğun Askerileştirilmesi . . l 67
....................................... ...... .

1995-1996, yeni ittifak biçimleri................................................................. .168


İmparatorluğun militarizasyonu ................................................................... 183
Deneysel koalisyon ve geleneksel ittifak ........................................... 186
Böl ve yönet: Latin Amerika ve
Balkanlar-Kafkasya-Orta Asya klavyeleri........................................... 188
Bir Avrupa-Amerika ayrılığı
muhtemel gözükmektedir ....................................... . . ............................... 192

6. Orta Asya Aracılığıyla Avrasya Krizlerine


Hakim Olmak .................................................................................................................... l 99
NATO-Rusya Kurucu Senedi (1997) ...................................................... .200
Orta Asya'da bir sefere doğru............................................................................205
11Eylül 2001 saldırısı ve "terörizme karşı
dünya çapında savaş" ...................................................................................................213

Sonuç: Kaos İmparatorluğu Postulatlannın


Politik ve Toplumsal Sakıncalan . . .
..................... ............... .... ....... . . .223
Önsöz

İmparatorluğun ekonomik ve mali gücünü simgeleyen New


York'taki iki kuleye ve Washington'da imparatorluğun aske­
ri gücünü simgeleyen Pentagon'a saldırının ardından, Eylül
200l'den bu yana dünya kuşkusuz özel koşullar altında.
CIA beslemesi, dönme bir şebeke olan Bin Ladin grubunun
intihara ve soykırıma dayalı bir terörizmi keşfederek üç
uçağı öncü birer füzeye dönüştürmesinin ardından her şey
değişmiş gözüküyor.
Ama bu kitap, ayrıntılar hakkında yazılmış bir kitap de­
ğildir. Körfez Savaşı'ndan bu yana geçen yıllar hakkında bir
durum değerlendirmesi yapmak, 11 Eylül' den çok önce bile
önem taşıyordu; çünkü petrolcü Başkan Bush'un iktidara
yükseldiği bulanık koşullar, yeni lntifada'dan itibaren İsra­
il-Filistin barış sürecinde görülen bozulma, Rusya-NATO
Kurucu Sözleşmesi aracılığıyla NATO'nun Orta Asya'ya
doğru uzanması, Taliban rejiminin haksızlıkları ve zulüm­
leri; tüm bunlar, Büyük Ortadoğu'nun Doğu-Batı/Kuzey­
Güney kavşağında çıkabilecek karışıklıkların sezilmesine
yol açıyordu.
9
Dolayısıyla bu deneme, Körfez Savaşı'ndan beri geçen on
iki yılın stratejik ve politik bir bilançosudur. Tüyler ürper­
tici küçük savaşlar üzerine ve tüm "güney" bölgelerinde
yirmi birinci yüzyılda da kendini göstermeye devam eden
kesintiye uğramış barış süreçleri üzerine belirgin hedeflere
yönelik analizleri ve Balkan felaketleri sırasında ortaya atıl­
mış bazı düşünceleri de özellikle bu denemeye dahil ettim.

Politik şiddetin nedenlerini anlamak

Seksenli yıllardan bu yana Afrika'da, Asya'da, Latin Ameri­


ka'da, Balkanlar'da, Kafkasya'da zincirlerinden boşanmış
bir şiddet yaşanıyor. Ama Güney ülkelerinde silahlı şidde­
tin coğrafi bakımdan baskın niteliğine bakıp, bunun "kül­
türel vahşilik" olduğunu düşünemeyiz: Bu durum, egemen
ülkelerdeki şiddete uzam kazandırma stratejisinin sonucu­
dur; şiddeti üreten en güçlü nedenler güneye doğru püs­
kürtülmüştür. lki dünya savaşı sırasında Kuzey ülkelerinin
beceremedikleri bir şeydir bu.
Düşünürler, bu sorunların yaşandığı gerçek zamanda on­
larla yüzleşme imkanını her zaman bulamamışlardır. Kimi­
leri, sorunu, "arkaikliğin" tırmanışı olarak tanımlayarak ve
günümüz çatışmalarının dolaysız nedeninin tarih ya da
geçmiş olduğunu hayal ederek bu sorundan kurtulmayı de­
nemiştir. En rasyonel, mantıklı yöneticilerimiz, modern,
mantıklı ve uygar politikacılar bu tür bir gerçeklikten kaçı­
şa filozoflardan daha yatkındırlar. Bosna Savaşı sırasında bu
duruma tanık olduk; politikacılar, kuşkusuz iyi niyetle, uy­
durma bir tarih dilimi yarattılar: Sırplarla Hırvatlar arasında
yüzlerce yıllık geçmişi olan bir savaş ve kin! Oysa asla böy­
le bir şey var olmamıştı.
"Geleneksel" şiddeti bir patoloji olarak görmek kolaydır.
Bir anlamda doğrudur da bu: Savaştaki dehşeti, bireysel çıl-
10
gınlıkların birikimi olarak tarif etmek mümkündür. Azge­
lişmiş toplumların, eski hallerine hastalıklı -çünkü uygun­
suz ve akıl dışı- bir şekilde geri dönmeleri olarak da görebi­
liriz bu dehşeti. Ama Avrupa-merkezci, kültürcü bu yargı,
Nazizm ve sömürge savaşlarıyla birlikte yirminci yüzyılda
bile Avrupa'nın özelliği olmuş barbar normalliği ve gele­
neksel şiddeti örtbas etmekte ya da es geçmektedir. Barbar
şiddeti kültürel ya da patolojik diye damgalamak, politik
şiddeti politik nedenlerle tarif etmekle çelişir.
Oysa, günümüz savaşlarına tamamen modern politik ve
sosyolojik nedenler atfetmek gerekmektedir ve yalnızca
böylesi bir tavırdan yola çıkarak sorumlulukları tarif etmek
ve önleyici politik yöntemleri öngörmek mümkün olacaktır.

Küresel şiddet riski

Günümüz savaşlarının güncel nedenlere dayandığı kabul


edilirse, bu savaşların "barbarlığı" karşısında, daha kötüsü­
nün de her zaman mümkün olduğunu akıldan çıkarmamak
gerekir: Öyle koşullar hayal edebiliriz ki, politik şiddet ras­
yonel bir cehennem halini alabilir, soğuk bir aydınlanma
içinde örgütlenir ve sorumlular kaygısız ve kinsiz bir kıyıcı­
lık uygulamayı kabul edebilir. Hitler'in, SS'lerin, Shoah
kamplarının egemenliği döneminde Avrupa'da görüldüğü
gibi, böylesi bir evrimi küresel olarak mümkün kabul etme­
miz Nazizmin anısı sayesinde mümkündür. Aşağıda belirti­
len koşullarda, küresel bir barbarlık kuşkusuz belirttiğimiz
biçimi alacaktır.
Birinci koşul: Mücadele eden kimliklerin birbirlerine kar­
şılıklı olarak yönelttikleri ölüm tehdidi ortadan kalkarak,
yerini tamamen asimetrik, ezici biçimde tekyanlı bir tehdi­
de bırakır; ve alt stratejik kimlikler, ya yeni SS'ler olarak,
genel "baskıcı küresellik" ekolüne dahil olarak, ya da ezeli
11
mağluplar olarak bu ekole boyun eğerek birbirine karışır­
lar. Tek başına hakim bir iktidarın mutlak üstünlüğünün
mücadele etmeksizin tanınmasıyla ve katliam taşeronluğu
görevlerinin her düzeyde kabul görmesiyle bu sistem ken­
dini meşru kılar; katliam ise ancak mağlupların soykırımı
ya da köleliği kabul etmesiyle durabilir.
Latin Amerika ya da Asya'daki en sert askeri diktatörlük­
lerden bazıları, Arjantin, Uruguay, Şili, Güney Kore, Endo­
nezya diktatörlükleri, Amerika Birleşik Devletleri'nin soğuk
savaş kapsamında merkezi olarak örgütlediği seçmeli bir
katliam taşeronluğunun şimdiden eskimiş örnekleridir.
Ama o dönemde tüm bu ordular "komünizme karşı müca­
dele" adlı büyük stratejinin sadık aygıtları olduklarına ina­
nıyorlardı. Latin Amerika'da, seçmeli ve yarı-rastlantısal
sosyopolitik soykırım sistemlerinin, sola eğilimli insan tipi­
ni , olasılık hesabına dayanarak tasfiye etmek amacıyla,
(Ulusal Güvenlik Doktrini adı verilen) birleşik bir doktrin
temelinde, doğrudan doğruya Amerika Birleşik Devletle­
ri'nin özel servislerinin teknik desteği ve emriyle hareket
ettikleri kanıtlanmıştır.
Doğu-Batı kutuplaşmasının ardından gelen imparatorluk
sisteminde küresel baskının soğuk şiddeti anlamına gelen
disimetrik katliamların yönetildiği merkezileşmiş büyük pi­
ramidin nasıl bir şey olduğu hakkında böylece bir fikrimiz
olabilir.
En sert, geçiş halindeki komünist diktatörlüklerin bazı
dönemleri, Nazizmin bu soğuk şiddetini hatırlatır. Sovyet­
ler'deki Gulag'ların, (olması gereken haliyle değil, yaşanmış
haliyle) kültür devrimi dönemi Çini'nin, Kamboçya'daki
Pol Pot rejiminin, Kuzey Kore'nin durumu böyledir.
ikinci hoşu!: Eğer şiddet, bilgisayarlarının başında oturan
beyaz yakalı, akça pakça, sakin, sıradan "hizmetkarlar"a
dönüşmüş, geçmişin "savaşçı"larının elinden alınır ve ta-
12
mamen makinelere teslim edilirse, soğuk barbarlık küresel­
leşebilir. Teknostratejinin rasyonelliği, bu durumda, küresel
bir politik projeye itaat etmese bile, azami noktasına varır
ve seçmeli katliam, politik (Zweck) amacı olmayan, polisiye
düzeni korumaya yönelik soyut bir bürokratik icraat halini
alabilir; yani, mağluplara yaşanabilir bir mağlup yaşamı'nı
dayatarak müstakbel bir politik düzen projesine rıza göster­
meleri için onları pazarlık masasına oturtmayı, hatta koşul­
suz teslimiyete zorlamayı bile hedeflemeyen bir bürokratik
icraata dönüşebilir.
lki durum arasındaki ara bir statüde şunları görürüz: Sö­
mürgelerde yaşanan işkence ve katliamlar, İngiliz, Fransız
ve Portekiz sömürgelerinin kurtuluşu, önce Afganistan sa­
vaşında, ardından Çeçenistan'da Rusların barbarca savaş
başarıları ve tutumları, Mladic ve Karadzic'in ya da Milose­
vic ile Seselj'in " Çetnik" milliyetçi birlikleri ve Mate Bo­
ban'ın "ustaçi"leri. . . Aynı şekilde; parçalanmış Afrika rejim­
lerinde görülen sömürgecilik-sonrası kısmi soykırımlar,
kuşkusuz hepsi soğuh olarah kararlaştırılmış ama statü ve
zihniyet olarak SS'lerden çok SA'.lara yakın, zincirinden bo­
şanmış paramiliterlerin ya da seçkin birliklerin sıcak olarak
icra ettiği soykırımlar.
Anılan varsayımsal durumlarda, savaşın rasyonelliğinin
kaynağı, savaşın politik kaynağı, çok farklı bir şey adına
yok olur: Bu, düzenleyici edim olarak, hedef gözeten katli­
amın kalıcı yönetim tekniğidir. Bu teknik, politikanın değil,
doğrudan doğruya demografinin ve ekonominin yönetim sana­
tıdır, çünkü böyle bir sanat kaçınılmaz olarak her türlü po­
litik topluluğun ink�rı olur ya da şirketi politik anlamda ta­
rif etmek demek olur. Dileriz böyle bir anlama gelmez!
Küresel şiddetin ufkuna doğru bu kaçış çizgisinin ana
hatları, iradedışı toplumsal felaketlere kapıyı açan "şirketle­
rin egemenliği"yle ve mali sermayenin küreselleşmesine eş-
13
lik eden, silahların günümüzdeki otornatizasyonuyla bel�r-
tilse bile, henüz bu noktaya varmaktan uzağız. .
Daha doğrusu: Politik olarak mücadele edilmesi gereken
iki küresel otomatizm arasında bir ayniyet görülüyor. Stra­
tejik yaklaşım, -bu iki ayniyete karşı- bu mücadeleyi aydın­
latabilir, çünkü bu iç karartıcı geleceğin etten kemikten
yandaşlarına kolay kolay rastlamayabiliriz. Ama, küresel
neo-liberalizmin ilkel çorbasının içinde oluşum halinde bu­
lunan bir imparatorluk kodunun genleri ya da virüsleri gibi
olan ve koridorlarda dağınık bir halde bulunan küçük, kıs­
mı söylemlerin parçalanmış bölümlerine, kurgularına, ra­
porlarına, her yerde rastlarız.
Bu durumda, neo-liberalizmin baskısı altında dünyanın
açıkça bir "kaos" haline geldiğini saptayarak, olası başka
dünyaların daha iyi olacağını düşünebilir ve Amerikan im­
paratorluğunun geleceği sorununu, imparatorluklara karşı
cumhuriyetlerin savunulması şeklindeki eleştirel bir bakış
açısıyla ele alabiliriz.

Düzensizliğin düzenleyicisi,
Amerikan imparatorluğu

imparatorluğa karşı direnişin meşru biçiminin toplumsal


cumhuriyet olarak kalması gerektiğine; Fransa'da ve tüm
Avrupa'da, on dokuzuncu yüzyılın imparatorluk vatanlarına
gerilemek yerine bir gelecek stratejisi haline getirmek koşu­
luyla, toplumsal cumhuriyet programım yararlı bir şekilde
sürdürmek için bir araya gelindiğine ikna olmamız gerekir.
Küresel imparatorluğun değerleri, hedef ve araçları ile Avru­
pa cumhuriyetlerinin değer, hedef ve araçları arasında çok
önemli ve giderek su yüzüne çıkan çelişkiler ortaya çıkıyor.
Avrupa yurttaşları, bir bildirgeyle ortaya sermemiş olsalar
da, neo-liberal Amerikan imparatorluğunun proj esinden
14
farklı bir projede ayak diriyorlar. Dolayısıyla bu farklılığı
aydınlatmak için, öncelikle, Avrupa halklarının ruhunda
potansiyel olarak ağır basan toplumsal cumhuriyet modeli­
nin soykütüğüne bakmalıyız. Bu sorulan doğru sorabilmek
için, Machiavelli, Hobbes ve Clausewitz'den -onlardan önce
de Padovalı Marsile ve Dante'den- yola çıkarak, Batı'da bi­
çimlendiği şekliyle cumhuriyetin ve imparatorluğun strate­
j ik temellerini gözden geçirmek gerekir.
lngiltere'de 1649'da doğmuş ve 1688'de sağlamlaşmış, ar­
dından l 774-l 777'de Amerika Birleşik Devletleri'nde yeni­
den cisim bulmuş ve Fransa'da ise 1 789-1793 arasında görül­
müş cumhuriyetin -tecrit edilmiş bir Jakoben grubu olarak
değil- demokratik egemenliğin genel modeli olar.ak, küresel
bir imparatorluğa direnebilecek bir modeli hala nasıl oluştu­
rabildiğini böylelikle değerlendirebiliriz. Devletin kökeni, -ve
imparatorluğun; yani evrensel monarşi olmaya çalışan devle­
tin kökeni- günümüze dek, savaştan lwrunmaktı, egemen kişi
yurttaşlarım ve müttefiklerini korumak zorundaydı; egemen
eğer halksa bu zorunluluk daha da elzemdi. Bu kitapta, Hob­
bes'un ve Clausewitz'in düşüncesine, günümüz konjonktü­
ründe faal bir kavramsal rol veren bölümlerin konusu budur.
Ama, günümüzde imparatorluk olan Amerika Birleşik
Devletleri, kendisine yardımcı olan dostlarına ya da boyun
eğmişlere karşı koruyucu bir işlev üstlenmeyi reddetmekte­
dir. Amerika Birleşik Devletleri dünyayı fethetmeye ve bo­
yun eğmişler cemiyetinin sorumluluğunu üstlenmeye çalış­
mamaktadır. Bir imparatorluk kafasına sahip olmadığı el­
bette söylenemez, ama Amerika Birleşik Devletleri, fethedi­
len toprakta kalmayı tasarlamadan, yalnızca askeri seferler
ve mali normlar aracılığıyla düzensizliği düzenlemeye kendi­
ni adamış bir sistemdir. lçeride ve dışarıda neredeyse aynı
normları kullanarak ümitsizlik semptomlarını art arda dar­
belerle bastırmayı örgütlüyor.
15
Amerika Birleşik Devletleri iktidarının öncelikle ekono­
mik bir iktidar mı, yoksa askeri bir iktidar mı olduğu, hangi
"oranlar" içinde ya da hangi eklemlenme tarzlarıyla böyle
olduğu sorusunu kendimize sorabiliriz. Kısacası, Amerika
Birleşik Devletleri'nin "küreselleşme" adı altında yerleştirdi­
ği ve zenginlerle yoksullar arasındaki farklılıkların büyüme­
sine, uluslararası, köksüz bir "s9ylu kast"ın ortaya çıkması­
na ve sonu gelmeyen savaşların çoğalmasına yol açan dünya
çapındaki politik tahakkümünü nasıl tanımlayabiliriz?
Amerika Birleşik Devletleri, aslında Körfez Savaşı'ndan
beri ve her koşulda da doksanlı yılların ortalarından beri, te­
mel kurallarını öngörmüş olduğu yeni bir şeye teorik olarak
hazırlanıyordu. Amerikan kara kuvvetlerine ya da deniz pi­
yadelerine yakın olan bazı think tanks'ler ya da uzman grup­
ları, askeri alandaki, havauyduculuğu alanındaki, ekonomik
ve mali alandaki elektronik devrime hakimiyetlerinin sağla­
dığı mutlak üstünlüğün, küreselleşmeyle birlikte yaratacağı
niteliksel asimetri etkilerinin karşı taraf açısından katlanıl­
maz olacağını anlamışlardı. Feda edilmiş, gözden çıkarılmış
ülke, halk ve sınıfların vereceği karşılığın, beklenmedik ma­
nevralarla kendini göstermesinden ve kimi zaman da, güç­
süzlerin silahı olan terörizm biçimini almasından çekiniyor­
lardı. Bu karşı-saldırının büyüyen bir yaratıcılık gerektirece­
ği öngörülmeliydi; ve öncelikle de Amerika Birleşik Devlet­
leri'nin kendini bundan koruması gerekiyordu. ABD'nin ge­
nel "asimetrik savaş" kavramının kökü buraya dayanır.
Teorik strateji, 1 demek ki burada küreselleşme kavramı
etrafında ele alınmaktadır, çünkü kaos imparatorluğuna

Teorik strateji, General Lucien Poirier tarafından, Essais de strategie theorique


(Fondation pour !es etudes de Defense nationale, coll. "Les sept epees", 1982)
adlı eserinde tanımlanmış ve açıklanmıştır. Daha sonra, Economica yayınlann­
da Strategie theorique II ve Strategie theorique III adı altında 1987 ve 1994 yılla­
nnda yayımlanan iki derlemede yeniden ele alınmıştır.

16
karşı kendini savunmak gerekecektir ve bu disiplin, ölüm
tehdidi altında karşılıklı eylemin antropolojisi ve mantığı
olarak uygulanır. Bu strateji, caydırma ve önleme zamanı
içinde, aynı zamanda da operasyon zamanı içinde, güç iliş­
kilerinin kısmen hayali temsillere dayanması gerektiğini
kabul eder (ama şunu da belirtir ki, "hayali" hayal edilmiş
anlamına gelir, yoksa gerçekleşemez demek değildir) .
Ama, geçen zaman içerisinde, stratejik yaklaşımın yeni­
lenmesi gerekmektedir. Tarihin başlangıcından bu yana, bu
yaklaşım, şiddete dayalı etkileşimler içindeki devletlerin ey­
lem ve temsillerini rasyonel olarak değerlendirmeye genel
olarak çabalamaktadır. Oysa, kısmen-tesadüfi kaos olarak
kabul edilen bir dünyaya kendi kurallarını dayatan tek li­
derlik sistemi, anlaşmalarla ve uluslararası geleneksel hu­
kukla düzenlenen devletlerarası serbest rekabetten doğan
sorunlardan biçimsel anlamda farklı olan hiyerarşileşme ya
da zafer sorunlarını ortaya atmaktadır.
Ulus-aşırı imparatorluk liderliği, devlet geleneklerinde
düzensizlik olarak adlandırılan şeyin kalıcılığını gerektirir
ve bu düzensizliği imparatorluğun basamaklarına fırlatıp
atar. Ama günümüzde impar� ,ffluk sisteminin sınırları ar­
tık coğrafi değildir, dolayısıyla düzensizlik her yerdedir.
Ulus-devlet toplumlarını koruma sorumluluklarından
kaçınma yönündeki Amerikan stratejisi ile ümitsizlik -ne­
denlerine saldırı yerine- semptomlarının bastırılması yö­
nündeki stratejinin, dosdoğru açmaza ya da dünya çapında
anti-demokratik bir rejimin yükselişine yol açtığını gör­
mekteyiz . .Clinton döneminde ana hatları belirlenen ve
Bush Jr. döneminde onaylanan küresel stratejilerle başlatı­
lan şey, dünya çapındaki bu anti-demokratik rejimin yükse­
lişidir. Clinton döneminde ekonomik planda saldırı halinde
olan imparatorluk, halefinin döneminde, tamamen yeni bir
askeri saldırı ve sefer biçimi aldı.
17
Geleceğe yönelik bu öngörüler sergilendiğinde, kaos im­
paratorluğu biçimindeki "tekelci" bir Amerikan imparator­
luğunun yeniden örgütlenmesinin ve dünya çapındaki ku­
ralsızlaştırma teşebbüsünün yenilgisinin kesin olduğu -bu,
ille de yakın olduğu anlamına gelmez- sonucu çıkar. Çoğul
bir güç ve kıtalar arasında kavşak olan Avrupa'nın, yalnızca
ideolojik nedenlerle değil, aynı zamanda politik ve güven­
likle ilgili yapısal nedenlerle de, bu imparatorluğa karşı di­
renişin muhtemelen ana dalgakıranını oluşturduğu fikrini
destekliyorum. Ayrıca, Avrupa'da, Avrupa'nın sosyokültürel
çeşitliliğinin buluşma noktası olan Fransa'nın, gelecekteki
Avrupa Cumhuriyeti'ni oluşturacak politik bilinçlenmelerin
geometrik yeri olduğu fikrini de savunuyorum. Çünkü ,
Fransa, bir kavşak olmasına rağmen, evrensel bazı ortaklık­
lar etrafında üniter bir ulus olarak kurulmuştur.
Bugüne kadar, savaş kuruntusunun kökünde barış umu­
du yatıyordu. Gerçekten de, Aziz Augustinos'un dediği gi­
bi, "normal olarak savaşın hedefi barıştır. Tersine, barışın
hedefi savaş değildir. " Kimi zaman dış savaş tehdidi uydu­
rarak bir devlet iç barışı yeniden kurulabilse bile, bu şiddet
ihraç mekanizmasının Tanrı'nın barışından çok şeytanın
barışı olduğu söylenebilir.
Küreselleşmenin iç savaşlarla dış savaşlar arasındaki sı­
nırları sildiği bir çağa girmiş olduğumuz doğruysa eğer, kü­
reselleşmenin ya barışı, ya da iç barışla dış barış arasındaki
sınırı ortadan kaldıracağını da düşünebiliriz; öyle ki barış,
savaşları ortadan kaldıran küresel hedef halini alabilir.
Günümüzde savaşların hepsi, "liberal devletler"in "terö­
rizm"i bastırma savaşları olarak görülmektedir, ama bu ge­
çici bir görünümdür. Bu görünüm Amerika Birleşik Devlet­
leri'nin medyatik çabasının sonucudur. ABD, müttefikleri­
ni, dış dünyaya Amerikan tarzı bakış açısına denk düşen,
tuhaf, hatta saçma terimlerle dayanışmalarını ifade etmeye
18
mecbur bırakmaktadır. Bu bakış açısı, son derece behaviou­
rist, yeni-Darwin'ci ve otistiktir - bir tür. kabile bilgeliği
olan bu bakış açısı, Vahşi Batı'nm düzlüklerinde ilerleyen
öncü bir aile için açıklana�ilir olsa da, evrensel krallık iddi­
asında olan biri için fazlasıyla eksik ve kusurlu bir bakış
açısıdır.
Terörizm bir rakip değil, politik şiddetin bir biçimi olduğu­
na göre, terörizmin ortadan kaldırılması da, sonu zaferle ve
barışla bitebilecek, Clausewitz'çi anlamda politik bir hedef
değildir. Teröristlere karşı eylemler her zaman için devlet ya
da imparatorluk terörizmiyle ve insan hakları ihlalleriyle
bağlantılı olduğundan; ve bu önlemler de her zaman için
en aşırı direnişlerin ve terörizmin kaynağı olduğundan; te­
rörizm yukarıda belirtilen anlamda politik bir hedef asla
olamaz. Nedenlere saldırılmadığı sürece, bu döngü güçlen­
dirilmiş olur.
Bugünkü anlamlarını belirleyebilmek için kökensel an­
lamlarını gözden geçireceğimiz egemenlik biçimleri olan
cumhuriyetler, bu ümitsiz döngünün durdurulması ve bu
imparatorluk kaosuna direniş için küresel ölçekte konfede­
rasyonlar halinde birleşmelidirler.

19
1
Cumhuriyet ve Umut1

"Tercihen ya da ihtiras yüzünden savaşan kişinin niyeti,


fethetmek ve fethettiğini korumaktır.
O, hem kendi ülkesini hem de fethettiği ülkeyi

zenginleştirecek şekilde davranır; yoksullaştırma z."


MACHIAVELLI2

Kimi zaman bana, dünyanın hali nedir, yani, değişim için­


deki bu dünyada kendimizi nasıl tanıyabiliriz diye sorarlar.
Onların istediği bir haritadır, hatta kabartma, renkli, hare­
ketli, kuşbakışı bir manzaradır istedikleri. Bunu ancak Şa­
manlar yapabilir. Bu bilimsel bir çalışma değil, tam anla­
mıyla edebi, hatta büyüye dayalı bir çalışma olur.
Yeni bir kaos biçimi dünyayı iyice birleştirmiştir, çünkü
bu kaos imparatorluğa özgüdür, Amerika Birleşik Devletleri
imperium'unun hakimiyetindedir, ama onun idaresinde de­
ğildir. Bu yeni sistemi tarif etmeye sözcüklerimiz yetmiyor,
ama görüntülerimiz eksik değil.
jeopolitik bir hayalgücü elbette vardır ve bu, bazı direniş
öğelerine, kuşbakışı görülen coğrafi hard facts'lara dayanan
büyülü ve edebi bir vizyondur. Geri kalanı, dünya üzerin­
deki nüfuzunun bilimsel anlamda nesnelliği hakkında en

Bu bölümün ilk hali La Mazarine dergisinin Mart 1998 tarihli ve "Politikanın


Tükenişi" konulu sayısında yayımlandı.
2 Machiavel, P remil:re Decade de Tite-Live, Kitap il, VI, "Romalılar Savaşı Nasıl
idare Ediyorlardı" , Gallimard, "La Pleiade", Paris, s. 530.

21
zayıfa ya da en güçlüye güvence vermeye, içini rahatlatma­
ya yönelik ulusal inanç sistemlerinden oluşan bir bezek
kordonudur. Jeopolitik, düşüncelerimizi uzam içinde belli
bir yere sabitlememize yardım eder. Ama ya gücül olan? Ya
hareket? Öngörü, önlem? Kehanet? Aslında, gelecek üze­
rinde bu üstünkörü uçuş gücüne içki sohbetlerinde herkes
sahip olur ve kimse bundan vazgeçemez, çünkü bu temsil
arzusu insanın özelliğidir, yani, Pandora gibi hem merakı
hem de ümidi korumaya meraklı erkeğin ve kadının bütün
olarak özelliğidir.
Bu da soruna bir katkıdır; ama bugün yaşanan evrimin
geri dönüşsüz bir Cesur Yeni Dünya'ya kaçınılmazcasına yö­
neldiğini gö:ı;en ve madem ki hiçbir şey değiştirilemeyec�k,
o halde bu duruma sevinelim diyenlerin bakış açısından
farklı bir katkıdır. Neo-liberal modernlik yandaşı peygam­
berlerin kesin cevapları bize göre değil. Bilgeliğe erişme ar­
zusu olan felsefe, cevap verici olmaktan çok, sonsuz so !ular
sorucudur. Sokrates, diyordu Hannah Arendt, şaşkınlığa
aşıktır.3 Demek ki, cevaplarını tarihin sağlayacağı birçok so­
ruya kendi kuşbakışı vizyonumu serpiştirerek, felsefi bir je­
opolitik dile getirmek zorundayım.
Eğer soruları doğru sorduysak ve eğer inançlarımızı sa­
vunmak için yeterince hazırlıklıysak, tarih bizim önerdiği­
miz biçimi alacaktır.
Demek ki, geleceğin sorumluluğunu yüklenmeden, Av­
rupa'ya ve dünyaya kendini dayatan Amerika Birleşik Dev­
letleri'nin stratejik liderliği nin dünya için öngördüğü biçi­
'

mi so rgulamamız ve olası başka gelecekler karşısında bu


geleceğin geleceğinin ne olduğunu kendimize sormamız
gerekir. Amerikan imparatorluğunun geleceği nedir? Bu,
öncelikle ekonomik bir imparatorluk mudur, yoksa askeri

3 Hannah Arendt, Consideralions morales, Rivages (poche) , Paris, 1 996, s. 54 ve


devamı.

22
bir imparatorluk mu? Günümüz dünyası liderliğinin fela­
kete yöneltiyor olmasını denetleyecek ve bu felakete engel
olabilecek iktidar biçimi hangisidir?
Sonuç olarak, toplumsal cumhuriyet programının temeli
olan özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe yönelik ilerlemenin tüm
ilkelerinin ortadan kaldırılmasını önlemek istiyorsak başa­
rılı olmamız gerekecektir. Artan sefalet, eşitsizlik ve şiddet
temelinde iktidarını kurmuş bir tür soyluluğun restorasyo­
nuna ve düzensizliğe dayalı bir imparatorluk adına bunlar­
dan vazgeçmeyi hiçbir Avrupa toplumu, ulusu ve halkı iste­
meyecektir. . .

Kaos imparatorluğunun doğuşu

Güncel durum, çok yakın tarihli ve pek yenidir. 1 990 yılın­


da iki dünya vardı: "özgür dünya" ve "komünist dünya".
Her ikisi de kendi yasalarına, imgelerine, yalanlarına ve
putlarına itaat ediyordu. Ayrıca, zayıflığına rağmen ağırlığı
sayesinde her i kisinden de özerk olduğunu iddia eden
"üçüncü dünya" . Nükleer çiftkutupluluğun üç parçalı dün­
yası tam soğuk savaş sonunda yok olmuş gözükürken, dün­
yanın nihayet barış içinde olacağına, ya da Birleşmiş Millet­
ler Sözleşmesi'ne uygun bir düzenin kurulacağına inanmak
istedik. Kuveyt'i işgal eden Irak diktatörüne karşı koalisyon
o luşturmuş ulusların cesaret ve iyi niyetinin kaynağı buy­
du. Yelkenler hemen suya indirildi, bu şarkıya son verildi.
Peki hangi şarkıyı söylemek için?
On yıl sonra, Birleşmiş Milletler Örgütü, liderin arzusuna
boyun eğmeyi bu yurur. Amerika Birleşik Devletleri kendi
imgesine uygun bir dünya dayatmayı düşünür; ve bu bir
kozmos-dünya değil, güç ilişkilerinin basit oyunuyla ılımlı­
laştırılmış düzensizlik ilkesi uyarınca b irleşmiş bir dünya­
dır, Fransız usulü bir bahçeye hiç benzemeyen bir kaos-
23
dünyadır. Bu projenin Amerika Birleşik Devletleri'nde bi­
çimlenmesi ve kendine özgü tartışmaları, hakikatleri, koz­
ları, yöntemleri, söz dağarcığı, mitleri ve yalanlarıyla yeryü­
züne yayılması için on yıldan fazla süre gerekti.
"Soğuk savaş"ın Manici, düzenli dünyası yerini, bundan
böyle, tamamen ve uzun süre için "kaos"a bırakır. Ama ka­
osun da "biçim"leri, dinamik bir morfolojisi vardır: Aşırı
gelişmiş bir çekirdek; demokrasi ve/veya serbest pazar pıh­
tılarmdan oluşan, hale biçiminde dizili, serpiştirilmiş böl­
geler; daha ötede ise, barbarca şiddetleriyle, toplumsal çöp
sepetlerine ya da soykırımlara karşı kendini gösteren, eko­
nomik ya da askeri, esnek ya da geçici, kurumsal çeperlerle
birbirlerinden ayrılmış, lekeler halindeki kriz bölgeleri; te­
pede, veri tabanı ve gözlem yorumlama bürolarını ve göz­
lem uydularını kapsayan bir gözetim sistemi; ayrıca, aşağı
yukarı her yerde, bir baskı sistemi: küresel askeri müdahale
lojistiğinin kalıcılığı için koordine edilen sabit ya da hare­
ketli üs ve stoklar; nihayet, Amerikan komutası altındaki
Avrupa-Amerikan komuta ve ittifak sistemleri.
Bu yapısallaşmış kaos , parçalı [ fraktal] bir modeldir.
Gerçekten de, bu şekilde bölgelere ayırma her düzeyde gö­
rülür: Dünya ölçeğinde, kıtalar ölçeğinde, bölgeler, uluslar
ve eyaletler ölçeğinde. Şehirler, mahalleler ve aileler ölçe­
ğinde, hatta deliliğe ve intihara sarılan kriz halindeki bi­
reyler ölçeğinde bile görülür; çünkü "kriz" her ölçeği etki­
ler. Bana çekirdek-kaleni söyle, hangi toplumsal çöp sepe­
tini, soykırımının ve yayılmacı müdahalenin hangi lojistik
araçlarını kullandığını söyle, sana kim olduğunu söyleye­
yim. Stratej ik sistem, skala-aşırı bir hal almıştır. Bu kaos
imparatorluğu bir süper-devlet değildir; peki onu nasıl ta­
rif edebiliriz?

24
Kellesi uçurulmuş egemen, şirketlerin egemenliği

Amerikan imparatorluğu bir cumhuriyet değildir. Devlet­


ler, devlet yönetimleri, ardından da sömürgeci imparator­
luklar düzen düşüncesiyle ve gerektiğinde -yerel bir ege­
menlik adına- düzeni kanla ve barutla "yeniden tesis et­
mek" amacıyla kurulmuştur. Oysa bunlar günümüzde eski
politik güçlerini neredeyse tamamen yitirmiş mercilerdir;
şirketlerin çokuluslulaşması toplumsalın yerel biçimlenme­
sine sermayeyi ilgisiz kılmıştır.
Devlet yönetimleri günümüzdeki çöküşlerini halklardan
gizlemek amacıyla hala çabalamakta, krallara özgü ayrıca­
lıklarını talep etmektedirler. Özellikle, acımasız mekaniz­
masıyla mali sistem onları terk edip, patlak balonlarıyla baş
başa bıraktığında, ya da akıl almaz bir kredi hattı kurup on­
ları kurtarsa bile, karşılığında borçlandırarak onları boğ­
mak istediğinde yönetimlerin bu özel ayrıcalık talepleri ar­
tar. Her ülkenin politik egemenliğinin çöküşünün kendine
özgü derecesi vardır kuşkusuz. Arjantin'in durumu örnek­
tir: Geçmişte Üçüncü Dünya'dan çok Avrupa'ya yakın ka­
bul edilen bir ülkenin ekonomik ve parasal anlamda mut­
lak krize gömülmesini gösterir. Bu kriz, Amerika Birleşik
Devletleri'nin ya da Avrupa'nın aldığı politik bir kararın so­
nucu değildir, denetimsiz uygulanan yeni bir iktidar morfo­
loj isinden kaynaklanır: Yalnızca mali ölçütlere göre işleyen
çokuluslu özel şirketlerin morfolojisidir bu. Dış ülkelerde
büyük mal varlıklarına sahip Arjantin oligarşisinin elinde
Arjantin'in borcu olan miktarın potansiyel olarak bulunu­
yor olması, egemen ekonomik iktidarın tamamen ülke dışı­
na göç ettiği koşullarda, egemen bir sınıfın gerçek ülkeyle
ilgilenmeye son verebileceğini gösterir.
İktidardaki parti hangisi olursa olsun -özellikle şirket ras­
yonalitesinin aile ruhu üzerinde bile baskın olduğu zengin
25
ülkelerde- ulus-devletler, fiilen, keneli ekonomik ve top­
lumsal egemenliklerini imha eden rasyonel failler halini al­
mışlardır. Devletin modernleşmesi olarak adlandırılan şey,
ekonomi alanında programlı bir intihar mıdır yoksa? Ya ela,
silahlı kuvvetlerin eylemlerini kaçınılmaz olarak uygulama­
ya koyan bir cinayet midir? Fed,4 GATT, G7, OECD, IMF,
Dünya Bankası, Davos, BERD, BEi, BCE; oligarşik teknik
organlar olarak kabul edilebilecek tüm bu kurumların he­
defi, politikanın kellesinin uçurulması anlamına gelen bu
diminutio capitis'in yeni hukuksal aygıtlarını yaratmak ve
bunları devletlere tescil ettirmektir.
Gazetecilere özgü uygarlığın, "dünyanın efendileri toplan­
tısı"5 diye adlandırmakta tereddüt etmediği Davos, 1 998'den
bu yana, egemen politik söylevler üretmektedir zaten (adını
gizli tutmak isteyen bir şirket yöneticisi Davos'ta, "kısa va­
deli banka borçlanmalarını yasaklayarak mali spkülasyona
hakim olmak gerekir," demiştir). Sermayenin örgütlü iki gü­
cü olan şirket ve banka, modern çağdan beri hep var olmuş­
tu. Ama daha yakın dönemde, sanayinin ve finansın çıkarla­
rıyla el emeğinin birleşik olarak yerelleştirilmesi onları, ülke
sınırlarıyla çevrili, egemen ve askeri devlet merdinin dene­
tim ve gücü altına yerleştirmişti. Bu güç onları, ayaklarını
yerden kesmemeye zorluyordu; ama tehditten ziyade belir­
gin ortak çıkarlarla bunu yapıyor ve devletin coğrafi olarak
sınırlandırılmış çıkarlarının, "ulusal" burjuvalar olan bu
egemen sınıfların çıkarlarından farklı olmadığını haklı ola­
rak söylüyordu. Günümüzde ise, imparatorluk içinde top­
laşmış şirketler ve yeni egemen sınıflar, çokuluslu [ulus-aşı­
rı] egemen merciler halini almıştır; bunlar, genel kural ola­
rak, çıkarları kısa vadeli olan, özelleşmiş yardımcı emekli

4 Amerika Birleşik Devletleri Federal Bankası'nın yaygın adı.


5 Radio Classique, 3 Ocak 1998 haber bülteni.
26
lan kurma gerekliliğinden doğmuş, yersiz yurtsuz rantiye
kolektiflerine itaat ederler. Aynı zamanda bankalara da itaat
ederler, bankalar ise statü olarak kimseye itaat etmezler
ama, şirketlerin ve devletlerin siparişi üzerine, gayet kurallı,
soyut bir spekülatif oyunu uygularlar.

imparatorluğun karşı-devrimi,
"soyluluğun" geri dönüşüdür

İçinde bulunulan durum, monarşi-karşıtı devrimlerden


doğmuş demokrasilerin (İngiliz, Fransız ya da Amerikan)
ve bunların soyundan gelenlerin tümünün önüne ciddi bir
sorun koyar: Bu demokrasiler, egemen kralın kellesini uçu­
rarak (ya da onu iktidardan uzaklaştırarak), egemenliği hal­
ka, sonsuza dek özerkleşmiş yurttaşlara, devlet karşısında
özgür, soyluluk karşısında eşit ve ruhbanlar karşısında da
kardeş olabilen yurttaşlara vermeyi amaçlamışlardı. Barış
devletinin bu stratejik temsili sorgulanmaktadır: Günü­
müzde, ulus-devletlerden geri alınan egemenlik, kralların
elinden alındığı gibi halktan da geri alınmaktadır. Egemen­
lik artık "teknokratlar"a da değil, çok büyük şirketlere git­
mektedir ve onların bağrında da -şimdilik- yöneticilerin eli­
ne geçmektedir; yoksa paya bağlı oy hakkının uygulandığı
şirket parlamentosu olan hisse senedi sahiplerine değil.
Hisse senedi sahipleri, hisseleri satarak ve pazarlar da bu
hisseleri satın almayı reddederek şirketi cezalandırabilirler,
ama büyük strateji kaynaşma diplomasisinde yatmaktadır;
bu, geçmişteki kralların diplomasisinden daha gizli ve daha
göz alıcı bir diplornasidir.
Soru 1: Bunca sözü edilen ekonomik "küreselleşme", ege­
men halkı tüm egemenliğinden yoksun bırakan ve bu ege­
menliği kesinlikle antidemokratik olan bir tür iş adamları
aristokrasisine, halkla ilişkisi olmayan, aşırı ölçüde zengin
27
bir imparatorluk soyluluğuna devreden kaos yoluyla, poli­
tikanın yeniden biçimlendirilmesi değil midir? Eğer bir
dünya var olsaydı, "dünya halkı"nın öfkesi bunlara yönele­
bilirdi. Ama kaos-dünya, politik nesne olarak mevcut değil­
dir ve dünya halkı, egemen şirketler karşısında "gücül" hal­
dedir; hatta geçmişin "enternasyonal proletarya"sından bile
daha gücüldür.

Olası kaos tercihleri


Soru 2: Bu neo-liberal kaotik düzenin hızla ortadan kaldı­
rılamayacağı kesin olsa da, ayrıca, 1 649, 1 793, 1848, 1 87 1 ,
1 9 1 7 , 1 968 devrimlerine özlem duyan birilerinin ani bir
karşı-saldırısıyla ortadan kaldırılmasını arzu etmiyor olsak
da, en azından bu düzeni durdurmak, geciktirmek, ondan
korunmak mümkün olabilir mi? Dünyayı daha sevimli bir
kaosa doğru yönlendirmek mümkün müdür?
Dünya çapındaki iktidarın ticari kanadı, "Genelleşmiş re­
kabet" mitinin yaygınlaşmasını, Nazi ya da Stalinci propa­
ganda kadar takınaklı bir propagandanın gürültü patırtısıy­
la desteklemektedir ve bu propaganda genellikle halkın
umutlarını manipüle eden kaba teorik yalanlar toplamın­
dan ibarettir. Üçüncü soru, tam da bu umutlar düzeyinde
ortaya çıkmaktadır.
Soru 3: Toplumsal sözleşmelerin varlığını sürdürmesini
sağlayan tüm kurallarından şirketlerin kurtulması sayesinde,
düzenli bir iş bulma ve mütevazı ama mutlu bir yaşam sür­
dürme umudu canlanabilir mi? Yoksa tersine, bu biçimlen­
dirme eşitsizlikleri tamamen denetimdışı ve insanlıkdışı bir
şekilde şiddetlendiriyor mu?
Küresel aristokrasinin neo-liberal ideolojisi, Stalin'in ya
da Hitler'in ideolojisinden daha "banşçı"dır, çünkü hiçbir
katliam ya da toplama kampı resmen savunulmamaktadır;
28
ama vahşi bir gerçekliği yumuşatmaktadır. Bazı Üçüncü
Dünya ülkelerindeki geçimlik tarımın imhasıyla şehirlere
yönelmiş yeni emekçi kitleler için gelirin -ölüm tehdidi al­
tında- hayatta kalma sınırına sabitlenmesi yoluyla liberal
kölelik biçimlerine geri dönüş birkaç yıldan beri, hatta on­
larca yıldan beri gözleniyordu. Örneğin Brezilya'da, ülkenin
kuzeydoğusundan yola çıkıp güneye varacak kitleler için,
bu güzergah üzerinde bir tür köle pazarı şeklindeki yerle­
şim yerleri türemişti. Robota dayalı modernleşme karşısın­
da rekabet gücünü koruyabilmek için, köleleştirilmiş
emekçiler düşük ücretli geçici işçiler olmak zorundaydılar;
hatta, Latin Amerika'da sömürü ve toplumsal sefalet sonu­
cu işe yaramaz hale gelmiş insan posalarını belirtmek için
uydurulmuş bir terime (deshechables) uygun olarak, jilet gi­
bi kullanıldıktan sonra "atılabilir" olmalıydılar. Uyuşturucu
kullananlar, fahişeler, sokak çocukları kimi şehirlerde para­
polisiye maskeli çeteler tarafından toplanmakta ve katledil­
mektedir. Meksika sınırındaki bazı şehirlerin maquilado­
ras ları modelinde, "liberal toplama kampları" hemen he­
'

men her yerde vardır; buralara yerleşmiş olan azgelişmiş


üretimin toplumsal ilişkileri, zengin ülke ücretlilerini bir
tehdit ya da geleceğin önbelirtisi olarak bunaltmaktadır.
Barbarca bir gerileme olarak görülen şeyi dünya ölçeğinde
iradi olarak -dolayısıyla, anti-liberal olarak- ortadan kaldı­
rabilir miyiz?
Soru 4: Öncelikle etik bir reddedişten, ardından da bizzat
kaosun yapısına dayanan bir direnişten yola çıkan bir sa­
vunma her zaman mümkün değil midir? Elektronik kaosun
yönetimi yoluyla oligarşik iktidarın yeniden şekillendiril­
mesinde, oligarklar epey mesafe katettiler. Elektronik aris­
tokrasilerin gerçek ve sembolik iktidarına karşı hiyerarşik
olmayan çoğul bir eylemi halkın -çokluk olarak- düşüne­
meyeceğine; ve kitle katliam kültürünü henüz benimseme-
29
miş olan elektronik orta sınıfları insani ilerlemeye geri dö­
nüş davasına katamayacağına inanmamız mümkün müdür?
Demokrasinin, yani halk iktidarının kurucu fikirlerinin
dünyanın merkezsiz örgütlenmesinde bile yeniden güç ka­
zanabileceği ve günümüzde işleri yolunda giden oligarşik
diktatörlüklerin kurucu değerlerine karşı kendini dayatabi­
leceği fikri varlığını koruyacaktır.
Demek ki şimdi, Fransız ve Avrupalı olarak, tercih edece­
ğimiz kaos biçimini seçmek ve Avrupa'nın göbeğinde bile
kayda değer bir güç istenciyle uygulanan "Amerikan" lider­
liğinin önerdiği düzensizlik biçimine karşı ayak direyerek
kendi seçtiğimiz kaos biçimine erişmek gibi yeni bir görev­
le karşı karşıyayız.

Kardeşlik zamanı
Kaotik bir dünyada pazar yasasının, fikir akışı içerisinde
kendini kabul ettirdiğini varsayalım. Hukuksal özgürlüğün
ve politik eşitliğin zaferinden sonra, bugün Batı'yı, -fazladan
Gulag'ları ve eksik özgürlükleriyle komünist rejimlerin
temsil etmek istedikleri ve dayanakları göçen- toplumsal
kardeşlik ilkesinin yönettiğini varsaymamız gerekir; bu du­
rum, reklamın tarif ettiği ürünü pazarın reddedeceği anla­
mına gelmez elbette. Beşinci soru da buradan kaynaklanır.
Soru 5: Fikirlerin akışı içerisinde, kardeşlik nerededir?
Politik kardeşliğin yaratılmasını kötüye kullanmış Sovyet te­
kelinin sonu, normal olarak, daha kardeşçe toplumsal sis­
temlei-in yaratılması için bir rekabet evresine varmaz mı?
Neo-Darwinci, neo-liberal proje, günümüzde "ister istemez
mutluluk üreten" proje olarak satılmaktadır, ama bu yalana
dayalı bir reklamdır. Pazar, yani doğru fikirlerin tüketicisi
halk, bir süre sonra, bu hileli ürünü "ortadan kaldıracak­
tır. " "Yeni efendiler"in şimdiden endişelendiklerini görmek-
30
teyiz; samimi bir şekilde aydın despot olarak davranmaya
çalışanlar var.
Bu durum, barbarlığın değil, uygarlığın bir görüngüsü­
dür. George Soros'un, spekülatif servetini elde ettiği vahşi
küreselleşmenin zaferinin kurbanı olmuş bölgelere yardım
yaptığını görüyoruz. Soros, nihayetinde, bir iş adamı değil­
dir, aynı zamanda bir düzen kurucusudur (unutmayalım ki,
Azize Avilalı Theresa yalnızca düzen kurucu bir mistik de­
ğil, aynı zamanda fatihlerin altınını çalan korkunç bir iş ka­
dınıydı) . En üst düzeydeki bankacılar hümanist ya da top­
lumsal açıklamalar yapıyorlar. Bütün ülkelerin yurttaşları,
serbest elektronlar gibi, somut olarak kardeşliği hedefleyen
-eski ya da yeni- uluslararası sivil toplum örgütlerinde top­
lanıyorlar: Uluslararası Af Örgütü, Dünya Doktorları, Sınır
Tanımayan Hekimler, Helsinki Watch, insan Hakları Birliği,
FIDH, vs. 2001 yılında Birleşmiş Milletler Örgütü'nün Göç­
menler için Yüksek Komiserliği, iç çatışmalarda kendini
yetkili ilan etti; Uluslararası Kızıl Haç Komitesi (CICR) iç
savaşlarda Cenevre Sözleşmesi'ne saygı gösterilmesini ka­
bul ettirmek için seferber olmuştur. . . Kardeşliğin bu ulusla­
rarasılaşması büyük bir kargaşaya eşlik etmektedir, ama
belki de uluslararası politik bilincin şaşırtıcı ilerlemesine de
eşlik etmektedir.
Cumhuriyetçi slogandaki kardeşlik, bilim, robot kullanı­
mı ve kaynakların olası bolluğu sayesinde mümkün hale
gelmiştir, ama cumhuriyet olmadan, politika olmadan kar­
deşlik olmaz. Oysa, Aydınlanmacı atalarımızın öngördüğü
yöne doğru dünyayı yöneltmek için gerekli olan çok sayıda
politik yetkiden devletler ve halklar -şirketler yararına­
çoktan yoksun kalmıştır.
En kemikleşmiş "egemenlik yanlıları" , kardeşlik yanlısı Si­
vil Toplum Örgütleri'nin (STÖ), cumhuriyetin tekelini elle­
rinden alarak cumhuriyetleri parçalamaya yönelen aygıtlar
31
olduğundan kuşkulanmaya kadar işi vardırmışlardır. Halklar
bu teşhisin saçmalığını değerlendirir. Havuç ve sopa dozunu
ayarlamak için yurttaşsız devletleri vekil seçen uluslararası
zengin sınıfların gülümseyen neo-faşizminin zafer kazandı­
ğını görmektense; dahası, Mekke'de ve Medine'de hüküm
süren çürümüş monarşinin gösterişçi kamu harcamalarına
dayanan, CI�nın eski müttefiki, Salafi oligarklarının kor­
kunç tehlikeli ve intihara dayalı neo-faşizminin zaferini gör­
mektense, düzensizliğin içinde, cumhuriyetçi kardeşlik çem­
berinin devletsiz yurttaşlarla örgütlendiğini görmek yeğdir.
Acımasız bir neo-Darwincilik küresel olarak yayılırken,
bu korkunç soylular tepkisi zaten yeterince başarı kazandı­
ğına göre, cumhuriyetçilerin çabalarının bizi geriye, Millet­
ler Cemiyeti sisteminin eski güzel günlerine döndürme
şansı hiç kalmamıştır.

Askersiz ordular ve amansız küçük savaşlar

Ayrıca, Körfez Savaşı sonrası uluslararası dünya ölçeğin­


deki yeni silahlanmalar sayesinde, beyinsizleştirilmiş dev­
letlerin tepeden yönettiği düşmansız ittifaklar, ölümün ol­
madığı bastırma harekatları ve seçme esasına dayalı soykı­
rımlar hazırlanmaktadır. Ama bu devletler -hatta kimi za­
man şirketler- profesyonel ordulara komuta etmekte, hatta
Cenevre Sözleşmeleri'nden tamamen bağımsız davranan, iş­
kence yapıp katliam uygulayan özel orduları finanse etmek­
tedirler. Yeni paralı askerleri genellikle topluluklar, kabile­
ler, mafyalar yönetecektir, ya da yeni "Roma halkları"nın
"göz zevki için" gladyatörler gibi ölümüne dövüşecek olan
feda edilmiş halklar içindeki yerel silahlı grupların birbirle­
rine karşı kışkırtıldıkları görülecektir. Roma Imparatorlu­
ğu'nun sınırları içinde barışı koruyarak, Rhin'in ve Tu­
na'nın ötesinde cereyan eden Almanlar arasındaki savaşlar-
32
dan, sanki geniş bir amfitiyatroda cereyan ediyormuş gibi
söz eden Tacitus'un deyimini aktarmaktayım burada.6 Nak­
len katliam yayınlayan televizyon, zamanında Kilise Babala­
rı'nın sadist uyuşturucu diye mahkum ettikleri Sirk Oyun­
ları'nın modern dengi halini almaktadır.
Bu durumda, uluslararası planda kardeşlik ilkesini aktif
olarak ifade etmek için hangi politih dolayım -dinl değil­
ortaya çıkmaktadır? Cumhuriyetlerdir bu; imparatorluklar
değil.

Kaos imparatorluğuna karşı


toplumsal cumhuriyetler

Eşitsizlik üretmeden politik kardeşlikle uyum içinde kala­


cak bir özgürlük anlamına gelen bir "düzensizlik" biçimi
düşünmek, hayal edilemeyecek bir şey değildir. Olasılığın
bu şekilde yeniden biçimlenmesinin potası normalde Avru­
pa olmalıdır. Ve, Avrupa'da da Fransa, -gücünden değil- ta­
rihinden ve coğrafi olarak kavşak konumundan kaynakla­
nan özel bir rol oynar. Devrim kesintiye uğradıktan sonra,
Thermidor döneminden beri Fransa'da, devlete rağmen, dev­
lete lıarşı, devletin dışında politika imkanı üzerinde sürekli
düşünülmüştür. Egemenlik yanlısı cumhuriyetçilerin unut­
muş gözüktükleri şey budur. Neo-liberalizmin devleti yok
etmekte olması, Fransızların politikayı düşünmesini, politi­
kayı yurttaş olarak yaşamasını ve sonuçta toplumsal ve kar­
deşçe bir cumhuriyet talep etmesini asla engellemez - ne za­
man olacağı bilinmese de bu talep bir gün gerçek olacaktır.
Bu hareket uluslararasıdır, Avrupalı'dır, sonra da Atlan­
tik-ötesidir. 1 999 yılındaki Seattle gösterisi, politik bir halk
direnişi düşüncesinin doksanlı yılların ortasından itibaren

6 Tacile, De Gemıania.

33
Fransa'da ve ötesinde yeniden ortaya çıkışına işaret eden
yurttaş hareketlerinden biri oldu. Bu gösteri bir isyan değil­
dir, Fransa'ya kapanıp kalmış milliyetçi bir düşünceyle de
alakası yoktur, merkezi kimi zaman Fransa'da, kimi zaman
Belçika, Cenevre ya da başka bir yerde bulunan bir rüzgar­
gülünün ve bir ıneliing pot'un Avrupa'daki varlığına işaret
etmektedir.
1995 yılında, SN CF greviyle birlikte Fransa' da, küresel
modernleşmenin özel güçlerinin büyük kamusal hizmetlere
karşı bir saldırı sürdürdüğünün bilincine varıldı. Halk Cep­
hesi'nin kurduğu en büyük kurum olan "kamu hizmeti gö­
ren devlet"in yavaş yavaş ölümüne karşı mücadele etme bi­
linciydi bu. Fransızlara özgü bu olayın, diğer Avrupa ülke­
lerinde <le başka kurumlar üzerinde odaklanan kimi eşde­
ğerleri vardır. Ama 1995 yılı aynı zamanda Srebrenica'nın
düşüş ve soykırım yılı olarak, sosyalist ya da de Gaulle'cü
bir hükümetin bir soykırımı önlemek için kılını bile kıpır­
datmayacağını, trajik ve yürek kaldırıcı biçimde göstermiş­
tir. Fransa'nın, Avrupa'nın, NATO'nun, Amerika Birleşik
Devletleri'nin, genel olarak kaos imparatorluğu sisteminin
hesabına yazılacak özel bir utanç yılıdır bu.
1996 yılında kamyon şoförleri grevdedir: Çalışma alanla­
rı Fransa ve Avrupa'nın tüm yolları olan, yani ulusal top­
raklar -eski egemenlik simgesi- ile Avrupa toprakları -yeni
topluluk uzamı- olan bir ücretli kategorisinin çalışına yerini
işgal ederelı yaptığı grev'dir bu. Lojistik kavşakta grev yapan
Fransız kamyon şoförleri "lojistik bir kardeşliğin" varlığını
ortaya koyarlar. Yolların geçici olarak tıkanmasına öfkele­
nen İspanyol kamyoncular, sonunda bu eylemden esinlene­
rek Ispanya'da devam edecek bir hareket başlatırlar. Kara­
yolu ulaşım şirketlerinin toplumsal ve ekonomik yapıları
yine de iki ülkede çok farklıdır. Ticaretin şeffaf yanı olan
satış noktalarına ikmal sağlanmasında, yaşamsal ve halkla
34
ilgili ülkesel bir işlevin değerlendirilmesinde stratejik ola­
rak denk görülmelerini sağlayan şey onların lojistik tanım­
larıdır.
Bu grevler tüm toplum için çok rahatsız edici olmasına
rağmen popülerliklerini yitirmediler. Niçin? SNCF, yararlı
ve etkili bir kamu hizmetidir. Kamyon şoförleri de çalışma
yerleri "Tayland'a taşınabilir" emekçiler değildir. Geçmişin
egemenleri olan ülkesel bütünlükler -ulusal ve uluslararası­
ölçeğinde yararlı bir sınıf dayanışmasının olası kılınması bi­
linci vardı. Grev kırıcı Rus şoförler mafyasının ortaya çıkı­
şıyla birlikte, politik dayanışma olarak lojistik uzam birliği­
nin bilincine varılır oldu.
Nihayet, 1 997-1 998 yılındaki işsizler hareketi: Küreselle­
şen modernleşme yapısal bir işsizliği kaçınılmaz olarak ya­
ratırken ve yoksullaşan bireyler kaçınılmaz olarak toplum­
dan dışlanırken, işsizliği ortadan kaldırmanın yapısal ola­
naksızlığının bilinci ve tüm yurttaşların toplumsal saygınlı­
ğını koruyacak politik bir çözüm talebidir bu.

Zenginlerin borcu olarak maddi yardımlar

Bu son hareketi bir tarihçi gözüyle ele alırsak, işsizlerin


1 998 yılında talep ettiği tek şey, 1 793 tarihli Montanyarla­
rın lnsan Hakları Bildirgesi'nin 2 1 . maddesinin uygulanma­
sıydı: "Kamusal yardım kutsal bir borçtur. Toplum, yoksul
yurttaşlarına ya iş sağlayarak ya da çalışamayacak durumda
olanlara yaşam imkanı tanıyarak, onların geçinmesini sağ­
lamak zorundadır. "
Ama bu 2 1 . mcı,ddenin, Robespierre'in Qirondenlerin dü­
şüşünden önce, 24 Nisan l 793'te Konvansiyon'a sunulan)
Haklar Bildirgesi Projesi'nin 10. ve 1 1 . maddelerini düzen­
lediğini ve yavanlaştırdığını bilmek gerekir. Robespierre o
dönemde kendi projesinde daha belirgin bir hedef ileri sü-
35
rüyordu: "Toplum, ister iş sağlayarak olsun, ister çalışama­
yacak durumda olanlara yaşam araçları sağlayarak olsun,
tüm üyelerinin geçimini sağlamak zorundadır. " (madde
10) ; "İhtiyaçlarını karşılayamayanlara yapılması zorunlu
olan yardımlar, fazlasına sahip olanın borcudur. " (madde
1 1 ) . Maddi yardımları, kardeşçe bir iyilik olarak değil, zen­
ginlerin yoksullara borcu olarak tanımlayan Robespierre'in
projesinin 11. maddesindeki talep, tek partideki ılımlıların
Jirondenlerin tasfiyesinden sonra -azalacak yerde- ağır bas­
maya başlamasıyla, Montanyar Konvansiyonu tarafından si­
linmişti.
insani bir hak üzerinde değil, politik bir hak üzerinde çö­
züm getiren 1 1 . Madde, 205 yıl bekledikten sonra yeniden
tam anlamıyla güncellik kazanıyordu. Geçim maddelerin­
deki ciddi bir kriz döneminde değil, yeniden kavuşulmuş
zayıf bir büyümenin normal işleyiş döneminde uygulan­
maktadır. Günümüzde yalnızca belirli bir cumhuriyetin du­
rumuna değil , dünya imparatorluğu haline gelme tehdidiy­
le dünya çapında karşı karşıya olan cumhuriyetlerin kritik
durumuna uygulanmaktadır.
1999 yılındaki Seattle gösterisi, ardından 2001 'deki Ce­
nevre gösterisi, izini takip ettiğimiz bilinçlenmenin son
perdesi ve bu küresel uzam üzerindeki toplumsal hareketle­
rin ilkidir.
Küresellik-karşıtı politik bilince köylülerin katılımını teş­
vik eden jose Bove Amerika Birleşik Devletleri'nde bile po­
püler bir kişiliktir, çünkü toprak rejimi ve servetlerin yo­
ğunlaşması ne olursa olsun, köylüler, değişken sermaye
akışları üzerindeki elektronik spekülasyondan daha yararlı
olan besin üreticiliği temel faaliyetlerinin ülke alanıyla sı­
nırlı tanımından asla hiçbir yerde vazgeçemezler.
Kısa süre önceki hareketler, üç egemenlik uzamının sa­
vunulmasını ya da yeniden ele geçirilmesini talep etmekte-
36
dir: Toprakla ve ülkeyle ilgili bir boyut, dolaşım ağlarının
topolojisi ve işsizliğin her yerde görülmesinin yarattığı sos­
yolojik yakınlık. Bu üç görüngünün coğrafi yayılımı bunla­
rı görünür kılmaktadır, ama paylaşılamayan koz, politik bir
kardeşlik uzammın temsilidir: Halkın itirazına yol açan
şeyler, iş kaybı, robotlaşmanın baskısıyla yoksullaşma ve
toplumsal dayanışma haritasının fonunu oluşturan cumhu­
riyetçi ulusun iyi komşuluk ilişkileri kurduğu uzamdaki
yoğunluk azalmasıdır.
Ama aynı zamanda bunu telafi etmek için Avrupa çapın­
da, hatta küresel düzeyde bir dayanışmanın da ifade edil­
mesi gerekir. "Yerelleştirici" [ülke sınırları içinde kalmayı
savunan- çn. ] hareketler, Fransa'da, makro-finans üzerinde
doğrudan doğruya lwrdeşçe bir tiimdengelim'e varmaktadır:
Üçüncü Dünya'nın borç sorunu. Geneli kapsayıcı Tobin
vergisi proj esiyle ATTAC hareketi, Yeşiller, çoğulcu solun
motoru olarak "geleneksel olmayan" sol buna kanıttır.

"Fransa" cumhuriyeti

Küresel imparatorluğa karşı mücadelenin küreselleştiril­


mesi sorununu ele almaya çalışırken bile, Fransızların mü­
cadelelerini ve Fransız failleri andığımın farkındayım. Fran­
sız istisnasının hala varolduğu izleniminden bir türlü kurtu­
lamıyorum. Bu istisna, Fransızlara özgü yerel ölçekteki bir
sorunu evrensel sorun düzeyine yükseltebilmelerinden kay­
naklanır ve bunu yapabilmelerinin nedeni de, bu sorunu an­
cak genel olarak, hatta evrensel bir sorun olarak tanımlaya­
rak meşru bir Fransız sorunu haline getirebilmeleridir.
Aslında, yerel niteliğine rağmen genel önem taşıdığı ka­
bul edilebilir bir olay, Fransız politik geleneğinde meşru
olarak görülme riskini taşır. Yerel küçük havadisler tefrika
gibi insanı oyalar, ama yurttaşı uyandırmaz; olsa olsa "ikin-
37
ci kuşak işsizlik bölgelerinde gençliğin sıkıntıları" olarak
adlandırılırlar. Alsac, Bask ya da Breton şehirlerindeki sı­
kıntılardan fazlasıyla özgül olarak söz etmeye koyulsaydık,
durumun ilgilileri bile bunu iyi karşılamaz. Bu aptalca bir
deformasyon mudur yoksa Fransızların bu kapasitesinin ya
da iddiasının bir açıklaması var mıdır? Varsa, bu açıklama
nereden kaynaklanmaktadır? Sorunu denetleyebilmek için
açıkça ifade edelim; tıpkı bir fantasmaya ya da rüyaya, el­
bette bastırmadan hakim olmak gerektiği gibi.
Fransa, yakın dönemde, tamamen akla yatkın bir Avrupai
yönetim rasyonalizminin etkisi altında kendi kendini ezdi.
Daha küçüldüğü için değil: De Gaulle Fransası ne daha
güçlü ne de daha zengindi; bilakis. Ama, güven mektupları­
nı geri çekmenin iyi bir şey olduğuna henüz inanmıyordu.
Fransızlar, dönemsel olarak, başkalarının davranışlarını be­
nimserler: Almanya'yı ya da Japonya'yı taklit etmeye çalışır­
lar, lngiltere'yi ya da Amerika'yı kopya etmeye çalışırlar.
Böylesi bir açıklık eleştirilmesi gereken bir şey değil elbette:
Şili'ye, Polonya'ya, Bosna'ya, Filistin'e ya da Cezayir'e, "zor­
balık-karşıtı" ölçütlere bağlı olarak büyük ilgi duyarlar.
Fransa her zaman için tüm melezleştirmelerin kavşağı oldu
ve bu nedenle kimi zaman en zengin ülkelerden daha zen­
gindir. Ama doksanlı yıllardan beri, "kurucu yasa"sının bü­
tün yanlarıyla uygulanmasını talep etmekten vazgeçmek
zorunda kaldı ve cumhuriyetçi, demokrat yol arkadaşlarını
yeniden sosyalizme doğru yöneltti: Haberi dünyaya yayalım
diye tarihin bize bastığı damgadır bu.
Yalnızca solcu partileri içeren saçma bir fikir; daha ne ol­
sun, diye sorarlar. Hayır! Chirac bile, Balladur'a karşı bir ko­
nuşmasında, Fransız toplumsal cumhuriyeti fikrini yeniden
ortaya atmak için, FTP albayı Rol Tanguy'un temsil ettiği
Komünist Direniş'in huzurunda, Paris'in kurtuluş yıldönü­
münden yararlandı. 1 995 yılında bu toplumsal cumhuriyet
38
temasını işleyerek başkan seçildi. Amerika Birleşik Devletle­
ri'nden daha evrensel bir cumhuriyet olarak doğuşundan
beri ulusun özünün bu olduğunu gayet iyi biliyordu. Kendi­
si yanılmıyordu. Yoksa halkı mı yanıltmak istiyordu? Halk,
onu doğru yola getirmek için yeniden sola oy veriyor.
· Tüm bunlar küçük yüzdeler üzerinde etki eder. Fransız­
lar da genel olarak çok bölünmüştür; sanki fikirlerin, eko­
nominin ve tekniklerin dünya çapındaki gelişiminin yarat­
tığı evrensel çatışmalar Fransa'da yokmuş gibi Fransız­
lar'dan söz etmek gülünç ve şoven bir tavır olur. Fransızlar,
bütün barışçı uluslar gibi, iç savaş halindedir; ama ertelen­
miş bir iç savaş. Hala bir örnek oluşturuyor mu peki?
Örnek olmanın Fransızların dayanılmaz kibiri olduğu
dünyanın her yerinde söylenir. Ama hayır; bu bir kibir de­
gildir, daha ziyade tarihsel bir lanettir. Tek tek Fransızlara
sorsanız, ülkelerinin evrensel bir görevi oldugu fikri karşı­
sında en az Hollandalılar, Belçikalılar, İtalyanlar ya da İs­
panyollar kadar inançsızdırlar.
Almanlar, Nazi dönemini sildiklerinden ve birleşmeyi
gerçekleştirdiklerinden bu yana üzerlerine misyon yüklen­
mesini istememektedirler. Politik ufuklarının, zengin ve
güçlü olan kendi varlıkları içinde ayak diremek olduğuna
kuşku yoktur, ama her ikisi de "depolitize" konular olan
parasal istikrar ve ekoloji hariç, hiçbir evrensel misyon
yüklenmezler. İngilizler tiyatro oyuncuları olarak kodlan­
mamışlardır ve başkalarına sergileyecekleri ya da ögretecek­
leri hiçbir şeyleri yoktur; gösterişsiz iyi yurttaşlık, egzotik
adetlere ilgisizce saygı, kendi imparatorluklarının torunu
olan Amerika Birleşik Devletleri'nin baş yardımcısı rolleriy­
le uyumlu mizahları ve sömürgeci sinizmleri hariç. Ama
bunlar İngiliz erdemleridir; ihraç edilebilir degildir, örneğin
liberty, yani Özgürlük gibi ihraç edilebilir degildir; reklam
yoluyla bile olsa ihraç edilemezler. . . Japonlar, evrenselle
39
ilişkilerinde lngilizler'den daha esrarengiz ve oldukça mü­
tevazıdırlar, hatip olmaktan çok ressamdırlar. Fransız izle­
nimci ressamların evrensel değerini bilirler, çünkü anlık fır­
ça vuruşları tekniğiyle bir Japon ekolüdür izlenimcilik: Ah,
keşke Çin onları sevseydi, o zaman Hiroşima'yı bombala­
yanların torunlarına sürekli dalkavukluk etmek yerine, ev­
rensellikleri Çin'den geçerdi!
Fransızların ise, tersine, öğretecekleri şeyler olduğu fikri­
ni sürdürdükleri doğrudur. Yine de bence bu iddia bir efen­
dinin değil, bir zanaatkarın iddiasıdır. Cumhuriyetçi ve za­
naatkar ruhlarıyla Fransızlar, dünyanın başka yerlerindeki
ulusların da evrensel dersler vermeye yetenekli olduklarını
kabule hazırdır: Şili'de Pinochet'ye karşı ayağa kalkan, Po­
lonya'da Solidarnosc'u, Meksika'da Chiapas'ı, Bosna'da Sırp
milliyetçilerinin ezdiği , Amerikalıların cemaatçilik zevkiyle
ve müttefikleri Vahabilerin sızmasıyla lslam'ın tehdidi altın­
daki Sarajevo'nun hoşgörülü ve laik Sufi topluluğunu des­
tekleyen ulusların verdiği derstir bu. Toplumsal cumhuri­
yetlerin kurucu ilkelerinin Fransa dışındaki varlığını -bu il­
keler tehdit al tında olduğunda-, tek tek durumlarda kabul
edecek birkaç Fransız her zaman bulunur. Kavşak-Fransa,
sanatçı loncalarının yanı sıra, fikir zanaatkarları loncasını
da barındırmaya devam etmektedir; bunlar, her ulustan gel­
me ve tüm dünyadan müşterileri için buyurgan ve açıklayı­
cı politik modellerin keşfinde uzun süredir uzmanlaşmış
zanaatkarlardır. Victor Hugo bunu 1 837'de, hala pek sinir
bozucu şu kibir ve ironi karışımıyla gayet iyi ifade etmişti:

Paris işe koyulduğunda


Binlerce uğultu yükselen demirhanesinde,
Mutlu, cesur ya da bilge, her halktan alır,
Yasalarını, tanrılarım, adetlerini
Karmakarışık büyük fırınında

40
Eritir, dönüştürür ve yeniler onları
Evrensel bir bilim halinde
Ve ödünç verir tüm insanlığa.
Sonra pek sönük halklara geri fırlatır
Krallık asalarını ve hükümdar tacını
Önyargılarını ve sistemlerini
Hepsini eğip büktükten sonra güçlü ellerinde.

Hep haykırır Paris, hep gürler


Kimse bilmez, derin bir sorudur bu,
Dünya'nın gürültüsünün neler yitireceğini
Paris'in sustuğu gün.7

Ama, ülke içinde cumhuriyetin ve devrimci temelinin


bilgisiyle işe başlamazsa, bu zanaatkarlık iddiasının hiçbir
değeri kalmaz. Devrimden yeniden söz etmek, bizim kök­
tenciliğimizdir; bu elbette yeniden devrim yapmak demek
değildir, ama kendini anlamak için ondan yeniden söz et­
mek gerektiği anlamına gelir. Katolikler lsa'nın, Müslüman­
lar da Kuran'ın mesajından söz ediyorlar yeniden. Laik bir
sosyalistin de devrimden yeniden söz etmesi gerekir.
Niçin olmasın? Günümüzde hala bu sözcüğü kullanıyo­
ruz diye çok fazla ayıplanamayız. 1 789'un iki yüzüncü yılı
karlar ve zararlarla geçti. Yine de, asla uygulanmamış olan
1 793 Anayasası, 1 793 lnsan Hakları Bildirgesi, cumhuriyet­
çi Fransa'yı (Thermidor'cu Fransa da dahil) mutlak anlam­
da kuran 1 793 devrimi de birer yıldönümünü hak etmekte­
dir. Devrim diye adlandırdığımız şey hakkında Fransa'da
düşünmemizi 1 789'dan daha fazla sağlamış bir şey var mı­
dır? Yani, en azı� dan, insanlığın gelecek projelerindeki
muğlak fikirlerin yerine geçen açık seçik bazı fikirlerin üre­
timidir bu. Yeniden Victor Hugo, maalesef:

7 Victor Hugo, "Zafer Anıtı'na", Les Voix intı'rirnres, 1837.

41
Ey devrimler!
En sıradan tayfa olan ben,
Bilmiyorum,
Ne hazırlamaktadır Tanrı karanlıkta
Sizin dalgalarınızın gürültüsü altında.

Yığın size ihanet eder, alaya alır


Ama kim bilir Tanrı nasıl çalışır?
Kim bilir ki, ürperen dalganı,
Acı uçurumların çığlığının,

Güçlü pençeli borunun,


Yıldırımların ve gökgürültülerinin,
Efendim, gerekli olup olmadığını
Denizlerin yaptığı inciye ! 8

Birinci yıl anayasası

l 793'ün fırtınasından bir "inci " doğdu: birinci yıl anayasa­


sı. l 993'te üstünkörü geçiştirilen l 793'ün iki yüzüncü yılı
anısına; Robespierre'in müstakbel birinci yıl anayasasının
yeni İnsan Hakları Bildirgesi için 24 Nisan l 793'te -Jirort­
denler'in düşüşünden önce ve ittifak kurmuş monarşilerin
istilasının o berbat anında- Konvansiyon'da yapmış olduğu
önerilerden bazılarını hatırlatalım.
Günümüzde bile insan Hakları Birliği'nin her üyesi, 1 789
ve 1 793 tarihli lnsan Hakları Bildirgesi'ni her yerde savun­

mak için her şeyi yapmayı taahhüt etmektedir. Ben de bu


birliğin bir üyesiyim; haydi o halde !
Mülkiyet bu bildirgede yasanın belirttiği medeni bir ya­
rarlanma hakkı olarak kabul edilmektedir; daha sonra sos­
yalizmin talep edeceği toplumsal güvenceler, burada, hak

8 Victor Hugo, "II. Napoleon" , Les Chaııts du Crepuscule, Ağustos 1832.

42
talep eden özel bir ideoloji olarak değil, bir insan hakkı ola­
rak belirmektedir. 1 793 cumhuriyetçileri için devrim hem
bir kurtuluş hem de mülkiyete bağlı olması ille de gerek­
meyen bir hayatta kalma tarzının inşasıdır. Sürekli bekle­
yen bir program !
Robespierre'e göre, "insanın temel hakları, kişinin varlığını
korumasının sağlanması ve özgürlüktür" (2. madde). Bunun
sonucu (6. madde) , mülkiyet, yalnızca, "her yurttaşın yasa
tarafından kendisine kesin olarak sağlanmış mal payından
yararlanma ve bunu kullanma hakkıdır." Gerçekten de, (7.
madde) "mülkiyet hakkı, tüm diğer haklar gibi, başkasının
haklarına saygı zorunluluğuyla sınırlandırılmıştır" - yalnızca
"başkasının mülkiyetiyle" değil; tüm fark da buradadır.
Gerçekten de, 8. maddeye göre, mülkiyet hakkı birincil
değil ikincil bir haktır: Ne güvenliğe, ne özgürlüğe, ne ya­
şama, ne de (elbette) hemcinslerimizin mülkiyetine zarar
verebilir. Mülkiyet hakkına getirilen ilk sınırlamalar, 2 .
maddedeki "korunma" ve "özgürlük" temel haklarıyla geti­
rilmiştir. Bunlar içgüdüler değil, haklardır.
Mantıksal olarak bundan çıkan sonuç, projenin önceden
belirttiğimiz 1 0 . ve 1 1 . maddeleridir. Bu maddeler, koşul
olarak şunu ileri sürer: "Toplum, bütün üyelerinin geçimini
sağlamak zorundadır; bunu onlara iş sağlayarak ya da çalı­
şamayacak durumda olanlara da yaşama imkanı sağlayarak
yapar" ve "İhtiyaçlarını karşılayamayanlar için zorunlu olan
maddi yardım, fazlaya sahip olanın borcudur: Bu borcun
nasıl ödeneceğini belirlemek yasanın görevidir."
Bununla birlikte, bir yasanın kaleme alınması ve benim­
senmesi, toplumsal. sorunu biçimsel bir yasallığın imdadına
bırakmak anlamına gelen bir mutlak oluşturmaz. Robespi­
erre'e ve 1 793 Anayasası'na göre, bir yasa zorbaca olabilir
ve bu durumda, insanın mutlak hakkı olan isyan hakkın­
dan aşağıdır:
43
- "İnsanın zaman aşımına uğramayan haklarını ihlal eden
her yasa, özünde adaletsiz ve zorbacadır: Asla bir yasa sayıl­
maz . " ( 18. madde) ;
- "Her özgür devlette yasa, yönetenlerin yetkilerini kötü­
ye kullanmalarına karşı özellikle kamusal ve bireysel öz­
gürlüğü savunmalıdır. Halkın iyi olduğunu ve yüksek gö­
revlilerin de çürümeye yatkın olduğunu kabul etmeyen her
kurum ahlaksızdır." ( 1 9 . madde) ;
- "Hükümet halkın haklarını ihlal ettiğinde isyan halk
için ve halkın her bir bölümü için hakların en kutsalı ve
görevlerin en kaçınılmazıdır." (29. madde).
Şöyle ifade edelim: Halkın haklarını -yasal olarak- ihlal
eden yasalar çerçevesinde, fazlaya sahip olan kişi, ihtiyaçla­
rını gideremeyenler karşısında borcunu ödemeye kalkışabi­
lir. Bunu , ihtiyaçlarını karşılayamayanın özgürlüğünü ya da
kendini korumasını tehlikeye atan asgari miktarın yeniden
paylaşımı şeklinde yapabilir.
Özgürlüğü tehlikeye a tan yasalar, geçici işleri teşvik
eden, sınır dışı edilme şantajıyla karşı karşıya olan yabancı­
ları ya da yabancı çocuklarını yasadışı konumda tutan ve -
kaçak işçi çalıştırılmasının önlenmemesine paralel olarak­
her türden fahişelik de dahil olmak üzere yeni kölelik bi­
çimlerini kurnazca yayan yasalardır. Öncelikle yabancılar
ve yabancı çocukları köleleştirilmekte ve fahişelik yaptırıl­
maktadır ki, bir gün, hatta aynı gün, "buralı" yurttaşlar da
köleleştirilebilsin diye.
insanların kendilerini korumalarını tehlikeye atan yasa­
lar, hukuksuz bölgelerin yayılmasını teşvik eden yasalardır;
bu bölgelerde yerel ya da özel milislerin, mafya gücünün,
"kirli" paranın mali gücünün artması, kısacası, devletin ko­
ruyucu rolünün sona ermesi, "ihtiyaç içindeki yurttaşların"
hayatta kalmasını bile tehdit etmektedir.
1 793 Montanyarlar'ına göre, Fransa'da ya da başka yerde,
44
halkın özgürlüğüne ve kendini korumasına kasteden bu
türden politikalar, isyanın gerekçelerini oluşturmakta ve is­
yanı haklı çıkarmaktadır. 1995 seçim yılında (cumhuriyet­
çi) sağı harekete geçirmiş olan büyük hümanizma atılımın­
da, bu isyandan korkulduğu için, yasadışı karlarla mücade­
le, yalnızca fahişelikten elde edilen geliri değil, yasadışı işçi
kullanan şirketlerin parasını da ilgilendiren "para akla­
ma"ya karşı mücadele gibi halkçı önlemler artırılmıştır.
Daha ziyade çocukların kullanıldığı köle atölyelerinin ör­
gütlendiği Asya ya da Afrika ülkelerinde şubeler ya da taşe­
ronluklar açmış şirketleri de buna katacak mıyız? Şirketlerin
"çok pahalı" Fransız işgücüyle imkansız hale gelmiş karlar
elde etmelerini sağlayan ve bir yerden bir yere gitmelerine
imkan tanıyan bu yeni hizmetkarlık ya da yeni kölelik alan­
larında çalışan işçilerinin isyan hakkını tanımaya, hatta is­
yanlarına somut olarak yardım etmeye kadar vardıracak mı­
yız işi? Bizim popülist modernlerimiz ve modern sosyalistle­
rimiz Üçüncü Dünya'nın sömürülen sınıflarıyla dayanışma­
ya ilkesel olarak ve fiilen hazır mıdırlar? Ya Çin Gulag'ı? Ya
Tayland genelevleri? Malezyalı küçük kızlar? Alabama ha­
pishaneleri? Bunu yapacaklarına asla emin olamayız.
Ama bizler, sefalete ve açlığa götüren saçma maddi politi­
kalara karşı 2001 yılı sonunda isyan eden Arjantin halkı­
nın, 1 793 Haklar Bildirgesi'nin 29. maddesini uygulamak­
tan başka bir şey yapmadığını anlayabiliriz - anlamalıyız.
Bu koşullarda, cumhuriyetçi enternasyonalin hali ne olur?

Cumhuriyetçi entenıasyonaliznıin neredesindeyiz?

Robespierre lafı dolandırmaz:


- "Bütün ülkelerin insanları kardeştir ve farklı halklar, ay­
nı devletin yurttaşlarıymış gibi, kendi aralarında imkanları­
na göre yardımlaşmalıdırlar." (35 . madde) ;
45
- "Bir ulusu ezen ulus, tüm ulusların düşmanı Han edilir. "
(36. madde) ;
- "Özgürlüğün gelişmesini durdurmak ve insan haklarını
ortadan kaldırmak için bir halka karşı savaşanlarla, sıradan
düşman olarak değil, katil ve isyancı çete olarak herkes
mücadele etmelidir." (37. madde) ;
- "Krallar, aristokratlar, zorbalar, kim olurlarsa olsunlar;
yeryüzünün egemeni olan insan soyuna karşı ve evrenin
yasa koyucusu olan doğaya karşı isyan etmiş köleleJdir. "
(38. madde).
Tek tek uluslar -Fransız, Rus, Çin ya da Amerikan- dün­
yayla bu ilişkiyi idare edecek durumda olmadığından, mec­
buren enternasyonalist olmalıyız. Bu enternasyonalizmin
biçimleri üzerine tartışmalar, eğer imparatorluk hat değiş­
tirmezse, cumhuriyetlerin uluslararası dayanışmasına bir
katkı olarak sunulmalıdır.
Enternasyonalizmden kim söz eder? N o rmal olarak
(eğer yöneten sağduyuysa) , Fransız sosyalistlerinin tek
kaygısı, Avrupa gericiliğine karşı Avrupa sosyalistlerinin
birliğini oluşturmak, Alman, lngiliz, Hollandalı, Belçikalı
ve İskandinav sosyalistleriyle en kısa sürede uyum sağla- ·

mak, anlaşmaktır. Bu noktadan uzaktayız. Mitterand ve


Kohl, Giscard ve Schmidt, paradoksal olarak, komşu ülke­
deki politik muarızlarını "sevme"ye zorlandılar. Bu, Avru­
pa solunun yolunu karıştırmanın kesin bir biçimiydi. Tek­
nokratik Avrupa'yı oluştururken, iç kozlarla dış kozları ay­
rı tutma konusunda sahte sosyalistler hakiki tutucularla
elbette anlaşıyorlardı. Böylesi bir evrenin de gereksiz olma­
dığı kabul edilebilir, çünkü aynı zamanda solcuların ve
sağcıların tüm şoven miliyetçiliklerinin ortadan kaldırıl­
masına eşlik etmekteydi.
Ama bugün Avrupa'nın bir demokrasi olması isteniyorsa
ve imparatorluğun bugün için dayattığı küreselleşme türü
46
üzerinde etkide bulunmak isteniyorsa, Avrupa ölçeğinde
bir sol cumhuriyetçilik sorunu ortaya atılmalıdır.

Borçların iptali: Kardeşlik stratejisi ve teoloji


Özünde çok eski olan ve biçimi çok yeni bir hal alacak
bir talep Seattle'dan bu yana sahneye konmaktadır: Yoksul­
ların borçlarının iptali.
Papa bu sorunun evrenselliğinin gayet iyi farkındadır.
Kutsal yıl olan 2000 yılının Üçüncü Dünya'nın borçlarının
silinmesini gündeme getirmesi gerektiğini 1 999 yılında ilan
eder ve bu programı Pater nos ter'in sözlerinin güvencesi al­
tına alır. Bazı gazete okurları şaşkınlığa düşer. Fransızca'da
-İspanyolca'da da olduğu gibi- "Bize karşı işlenen günahları
biz nasıl bağışlıyorsak, siz de bizim günahlarımızı bağışla­
yın," denir; ama borçların silinmesinden hiç söz edilmez.
Fransa'da, lspanya'da ve tüm Latin Amerika'da bu yanlış
çevirinin nedeni nedir? Soruşturmayı sonuna kadar götür­
me fırsatım olmadı. Ne var ki, borçlar sorununun Babamız
Duası'nda bu aniden ortaya çıkışını okurun kavraması için,
genellikle sağlam bilgi sahibi olan Le Monde gazetesi, "Papa
hazretleri bu duanın Latince versiyonuna çok yakın olan
İtalyanca versiyonunu kullandı" şeklinde muğlak bir ifade
kullanmak zorunda kalır.
Papa hazretleri, yalnızca, Yunanca versiyona başvurmak
zorundaydı. Arami versiyonuyla birlikte tek orijinal versiyon
budur ve M.S. dördüncü yüzyıla tarihlenen Milano Piskopo­
su Aziz Ambroise'ın Latince tercümesinden önce gelir. Yu­
nanca Aziz Babamı+ çok nobran bir şekilde şöyle der: "Nasıl
ki biz alacaklarımızı sildik sen de bizim borçlarımızı sil. "9
Yunanca'da aphiemi, "bırakmak" , "kesin olarak terk etmek"

9 Aphes hemin ta opheilcmata lıbnôn lıôs lıai lıemeis aplıiemen tois ofeiletois lıemôıı.
(mpEÇ rıµıv ı:cx Oq>EıA.ııµcxı:cx rıµmv wı; KCXl !]µEl(; CXq>tEµEV ı:oıı; Oq>ElAEı:oıı; ııµmv.)

47
anlamına gelir, yoksa "ödeme süresini uzatmak, ertelemek"
demek değildir. Opheilemata, kaba anlamda borçlardır. Ama
Tanrı'nın insanlara para ödünç vermediği kesin olduğuna
göre, özellikle de faiz olmadığından, anlam -özellikle Tann'yı
ilgilendiren kısmıyla- metaforiktir. lnsanlığııı 1wrtuluşu, tan­
rısal edinı'i çağrıştıracak, kıyaslanabilir tek insani edim, yo1ı­
sullann zenginlere olan tüm borçlarınm iptalidir. Tanrı'yı taklit
etmek isteyen zenginlere öğüt! Yeryüzü sitesinde yeni baştan
başlamayı; servet eşitsizliğine ve rant birikimine yol açan si­
lahlı insanın silahsız insan üzerindeki iktidarına ve eşitsiz bi­
rikimine değil, aşka, philia'ya ya da tüm insanlara verilmiş
Kutsal-Ruh'a dayanan yeni bir dünya düzenini, bir ümidi, eh­
silısiz bir ümidi simgeleyen tek edim budur.
Pek az kişi bunu bilmektedir: Fransızca ve İspanyolca
versiyonları hariç, Aziz Babamız duasında ne "bağış" ne de
"günah" geçmektedir. Niçin? Günahlarımızın bağışlanması
bireysel etik ve psikoloj iye, hatta günah çıkarma sonrası
tövbeye gönderme yapar. On altıncı yüzyılda, Karşı-Reform
sırasında dayatılmıştır. Borçların iptali ise, daha devrimci
politih bir kardeşlik edimini çağrıştırır; özellikle Hıristiyan­
lığın kendini konumlandırdığı gezegen düzeyinde.
Yunan antik çağında, dahası Isa döneminde, borçların ip­
tali, iç savaşı önlemeye ve toplumsal sınıflar arasında uyu­
mu güçlendirmeye yönelik, sınırları belirli, zekice, oldukça
yaygın bir edimdi. Gerçekten de, zenginlerle yoksullar ara­
sındaki eşitsizliğin arttığı, yoksulların ancak zenginlere da­
ha çok borçlanarak varlığını sürdürebildiği bir dinamik,
dosdoğru iç köleliğe ya da iç savaşa ve sitenin tahribine gö­
türür. Site için her koşulda ölümcül olan bu etkinin nede­
nini araştırmakla yetinmemeli, uygun zeminlerden yeniden
yola çıkabilmek için bu borçları köklü bir şekilde ortadan
kaldırmalıdır.
Demek ki, borçların iptali Yunan kültürünün, aynı za-
48
manda da Yahudi kültürünün politik beylik düşüncesidir.
Yahudi kültüründe "jübile yılı", kutsal yıl özellikle her yüz
yılda bir ortaya çıkan borçların iptal yılıdır; bu da yoksul ve
dolayısıyla borçlu olan nüfusun çoğunluğunun "jübile"
yapmasına yol açar ve halkı kölelik tehdidinden kurtarır.
Borçlar yüzünden kölelik tehdidi, Roma politik kültü­
ründe de vardır. Cumhuriyetçi Roma, Etrüsk kralını kov­
duğunda, gerçekten de politik olarak bir Yunan sitesi halini
alır. Yasalarını Delphoi'deki Pythia'dan talep eder. Roma
cumhuriyetinin yaşamı, borçlar yüzünden köleliği yasakla­
mak isteyen pleblerle bunu sürdürmek isteyen patrisyenler
arasındaki mücadeleyle şiddetli bir şekilde kesintiye uğrar.
(Atina'da, bir yurttaşın borç yüzünden köleliğe mahkum
edilmesi ve borçlunun topraklarına el konulması ve alacak­
lı hesabına çalışma zorunluluğu, M.Ö. 594'te Solon tarafın­
dan ortadan kaldırılmıştı; bu önlem Roma'da ancak M.Ö.
326'da, yani 268 yıl sonra kabul edildi.)
Aziz Babamız duası, kutsal kitap metinlerinden yola çıka­
rak hem Yunan uzanımda hem de Latin ve Yahudi uzanım­
da biçimlendiğinde, yoksulların borçlarının iptali, "yeni
ahit" olarak Hıristiyanlıkta Tanrı iradesinin temsil ettiği şe­
yi politik olarak açıklamanın en iyi yoluydu: lnsanın kurtu­
luşu, tinsel köleliğe karşı takdir-i llahidir; bu, ilk günaha
kölece inancın sonu ve -dönemin sözdağarcığında- lwrtar­
malı k vermiş, yani kölelikten tamamen kurtulmuş Hıristi­
yan halkının özgürlük, eşitlik ve kardeşliğinin ilanıdır.
Toprak köleliğinin ve esirliğin tamamen ortadan kaldırıl­
ması, bir anlamda borçlarırı iptalini artık önemsememeyi
sağlar. Fransız cufD.huriyeti borç iptaline bir kez başvurdu,
o da Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda eski savaşçılar için­
di: 1 9 1 7 Ekim Devrimi nedeniyle direngen bir tehlike var­
dı. 2000 yılında başbakan Lionel Jospin, 1 9 1 7 yılında Ge­
neral Nivelle'in saldırıları sırasındaki aptalca kıyımlara kar-
49
şı çıktıkları için kurşuna dizilen dikkafalıların yurttaşlık
haysiyetine yeniden kavuştuklarını ilan etmek zorunda kal­
dı. Bu, borç iptalinin bir biçimiydi. Yoksa günahların bağış­
lanması değil.

Bugün, Üçüncü Dünya ülkelerinin kamusal borçlarının


bir bölümünün iptali yönünde ilerliyoruz, ama özel borçlar
kutsallığını koruyor. Yoksulların borçlanması, her türlü affa
direniyor. Zenginlerin borçlanması ise çoğu zaman sermaye
kaçışıyla konsolide edilen ödünç biçimini alır.
Borçların iptali yönünde bir yasamayı her yerde geçerli
kılmak için Davos Kulübü'n e güvenmemek gerekir. Böyle
bir ümit beslemek, cumhuriyetçiliğe pek yakışmaz. Aristo­
teles'e göre, kmdeşliği yaratan şey, güçler ilişkisinden doğan
adalettir lıer zaman; yoksa adaleti yaratan şey kardeşlih de­
ğildir. Ama Clausewitz'e göre, ahlakı güçler, politik güçler
toplamına askeri güçlerle aynı düzeyde dahil olurlar. Dinle­
rin ya da tüm diğer değer sistemlerinin taşıdığı etik inanç­
lar, elbette güç ilişkilerinin parçasıdır. Eksik olan şey, güçler
değildir; halklarla devletler arasında anlaşma yokluğuna ve
devletlerle şirketler arasındaki gizli, yeni anlaşmalara rağ­
men, bu güçlerin örgütlenmesini tekrar düşünmek gerekir.
Bu nedenle, çağdaş dünyanın acımasız niteliğine rağmen,
iyimser bir araştırmanın, cumhuriyeti egemen halkın koru­
yucusu olarak öne süren temellere dayandırılabileceğinde
ısrarlıyım. Bu tanım Hobbes'un tanımıdır ve "demokrasi-ön­
cesi"dir. Bunun yorumu bir sonraki bölümün konusudur.

50
2
Hobbes, Koruyucu Cumhuriyetin Doğumu:
Leviathan Behemot'a Karşı

"Egemenden başha birinin, yaşatmahtan daha bü­


yüh ödüller verme ve öldürmehten daha büyük ce­
zalar dağıtma yetkisine sahip olduğu yerde bir
cumhuriyet ayakta kalama z. "
THOMAS HOBBES 1

Politikada, düşmanın açıkça ortada olmadığı durumlarda,


karşı konulması gereken en korkunç düşman düzensizlik­
tir. Kaos birincil olduğunda, düzenli dünya ikincildir ve her
zaman tehdit altındadır. Düzensizlik, özgürlük gibi, her
yerde mevcuttur, dolayısıyla, bir seçkin bunu aydınlığa ka­
vuşturmaya çalışmadıkça, bu tür bir tehlike asla eksik ol­
maz. Günümüzde durum budur, ama, paradoksal olarak,
iktidarın kötüye kullanılmasıyla özdeşleşmiş olan düzen
kötülük anlamına geldiğinden , şirket liderlerinin yönettiği
ideolojik alanı ele geçirmiş "biricik dil" olan neo-liberal
ideoloj i düzensizliği iyi bir şey olarak gördüğü için böyledir
durum. Oysa, düzenleyici politik iradenin ilk temeli düzen­
sizliğin kötülük olarak görülmesiydi.

Thomas Hobbes, Uviathan, Sirey, Paris, 1 97 1 , 38. bölümün başı, s . 472. [Bu
eserden yapılan tüm alıntılarda Türkçe tercümesinden yararlanılmıştır: Leviat­
lıan, Yapı Kredi Yayınlan, çeviren Semih Lim, 1992, s. 3 1 1 . ]
51
Kaotik düzensizliğe karşı ölümlü tanrısal devlet

Antih çağın fetihçi imparatorlu1zları


Eski Mısırlılar'a göre, hatta belki de bize göre, "yaratılış,
olasılığın bütününü etkilemedi. Çevrede varlığını sürdüren
tehdi tkar kaosun ortasındaki bir vaha gibidir ve hatta tah­
ripkar güçlerin düzenli dünyada serbestçe dolandığı gece
gibi olguları da kendi bağrında korumuştur. "2
Sümerler gibi Mısırlılar da başlangıç'a büyük önem veri­
yorlar, geçmişin sonsuz sayıda tikel başlangıca açıldığı çok
çeşitli kozmogoni öneriyorlardt. Tek bir Doğuş değil , bir­
den çok Doğuş tasarlıyorlardı; aslında, her bir olgunun do­
ğuşunu açıklamak için gereken kadar doğuş. Nil vadisinde­
ki yerel örgütlenmelerden ya da Sümer köy-sitelerinden yo­
la çıkan yaratılış düzeni devlete varmıyordu. Devlet, daha
ziyade, yaratılış düzeninin bölünüp çoğalan büyümesinden
ve ardından da merkez1leşmiş rasyonelliğinden kaynaklan­
dı, nihayet Tanrı olarak kabul edilen Firavun iktidarının ya
da Dicle ve Fırat'ın yukarılarındaki Akat'ı ya da dağlı veya
göçebe kabile bölgelerini Sami fatihlerin iktidarının yerleş­
mesiyle kesin bir görünüm kazand t.
Merkezlleşmiş devlet kozmosundan önceki ınikrokoz­
mosların katışmacının "anısı" Sümer dininde de Mısır di­
ninde de varlığını sürdürür; bu "anı"nın kendisi de bir sis­
tem'den oluşur: politika ile iktidarın iki temsili arasındaki
mücadele sisteminden. Biri, üretici iktidarların özerkliği
yönünde eğilim gösterir ve tapınakların ekonomik rasyona­
litesi aracılığıyla bu tür iktidarlar yoğunlaşır; düzenleyici
ekonomik işlevi sayesinde meşruluk kazanmış, siloların sa­
hibi bir ruhban sınıfı aracı lığıyla bu iktidarların kısmen
asalakça geçinmelerine imkan tanır. Diğeri ise, şiddetli ihti-

2 Philippe Derchain, Histoirc des religions, c. 1, Encyclopedie de la Pleiade, s. 109.

52
yaç sonucu merkez! iktidarın oluşması ve silahların gücü
sayesinde seçkinlerin asalakça yaşamasına imkan tanır.
"Tanrıların merkezileştirilmesi" -dolayısıyla ekonomik ve
politik iktidarın merkezileştirilmesi- böylece Mısır'da iki tür­
lü meydana gelebilmiştir: Ya, kendi tanrısını merkezileştirme­
ye çalışan, böylece yerel tanrının, tıpkı Amon-Ra gibi güneş
tanrısı olduğu yerel bir ruhban sınıfınının tahakkümü görü­
lür; ya da merkezi politik otorite bir tek tanrı keşfeder. !kinci
duruma örnek, ruhbansız bir tanrısal cumhuriyet adına
Amon rahiplerinin politik ihtiraslarına darbe indiren ve Ak­
henaton adını alan IV. Amenophis'in yarattığı, tüm insanlara
yaşamı eşit olarak taşıyan, ışıldayan güneş diski Aton'dur.
Bu iki güneş tanrısı arasındaki mücadele acımasızdı.
Aton çabucak yenildi. N e Mısır ne Sümer iktidarlarının
merkezine askerlik sanatını koyuyordu, ama kozmosu istis­
nai ekonomik kaynaklar sağlayan toprağın ve suyun doğal
bir bileşiminin idaresi olarak görüyorlardı; düzensizlik ise
bentlerin yıkımı, siteler arası ayrılık, şiddet ve karanlık, is­
tila anlamına geliyordu.
Ast tanrılardan oluşan -baş tanrının tanrılar üzerinde hü­
küm sürmesi gibi tanrısal krallar rahipler üzerinde hüküm
sürer, savaşçılar da toprağa bağlı emekçiler üzerinde tahak­
küm uygular- bir piramidin tepesinde bulunan ve aslıerl za­
fer yolııyla dünyanın tek bir başlangıcına yol açan tek tanrı
fikri, fatihlerin örgütlediği imparatorluklarda görülen baskın
idari temsil türü olarak ortaya çıkar. Irmak boylarındaki uy­
garlıkların ilk sakinlerinin akarsuyun yukarısı ile aşağısında
oturanlar arasında el yordamıyla yaptıkları pazarlıklarla dü­
zenlemiş oldukları · sulamayı ve toprakların tarıma açılma
usulünü merkezileştirmeye ve idaresini rasyonalleştirmeye
fatihler önem veriyordu. Demek ki düzenin ikinci tanımı,
tapınakların iktidarının devlet şiddeti yoluyla asalaklaştırıl­
ması ve suya bağlı köylülüğün tabi kılınmasıdır.
53
Tanrılarını Sümer-Akad Olimpos'unun zirvesine çıkaran
Akadlar; tanrı Marduk'u zirveye çıkaran Asurlular; hatta, ır­
mak kültürü bölgelerinin dışında, Toprak'ın dev oğullarını
yenen Zeus'un tüm tanrılar üzerinde iktidar sahibi olduğu­
na inanan Yunanlar bile bu modeli yeniden üretmiştir. Ni­
hayet, Roma'da, tüccar Yunan siteleri ve Etrüsk sulama site­
leri topluluğunun Roma'nın askeri gücü sayesinde ezilmesi,
bu modelin yeniden üretimidir: Süleyman Tapınağı'nın ye­
rine Titus'un yerleştirdiği Jüpiter'in zaferi, Antik çağın bin­
lerce yıldan beri yarattığı, yıktığı ve yeniden yarattığı tanrı­
sal ve imparatorluğa özgü askeri düzenin bir versiyonunun
sondan bir önceki halidir. Konstantin'in Hıristiyan olması;
sonra, müminlere komuta eden halifeler döneminde ls­
lam'ın yayılması; ve Hıristiyanların haçlılar olarak birliği;
bu evrensel, tanrısal devlet temsilinin son değişimleri bun­
lardır. Bu değişimler, meşruluklarının bir bölümünü, barış
yaratıcısı savaş'ın merkezi önemine borçludurlar.
Askeri olmayan düzen ve merkeztleşmemiş çoğul tanrısal­
lık, her zaman için düzensizlik olarak görülebilir. Antik çağ­
dan günümüze imparatorluk tarihini duraklara bölen altüst
oluş döneml eri nin, iktidarın çözülme-yenidenoluşma dön­
'

gülerinin geri gelen uğrakları olduğu açıktır; ve kitaplı din­


lerin popülerleştirdiği çok uzun bir gelenek de bunları böyle
kabul eder. Düzensizlik, bir yı�n düzen olasılıp:ını potansi­
vel olarak taşıdı�ı için yeni bir başlangıçtır. Düzensizlik her
zaman için düzen ölçeklerinin yeni bir seçeneğe açılmasıdır.
Tarih, ya asalak şiddet yoluyla egemenliği ya da rezervle­
rin rasyonel idaresi ve ekonomi yoluyla egemenliği içeren
bu minnacık ya da devasa başlangıçların ve yeniden başla­
maların sonsuz dizisi olarak görülebilir.
Yaşadığımız kaosun temel sorunu, belki de insanlığın ilk
kez, zımni bir düzen erekliliği almayan bir kaos okyanusu­
na varını� olmasıdır. Düzen başlangıcı değil, hep yeniden
54
başl�van düzensizliğin baslangJ.CLOlan bir kaos; çünkü yu­
karıdan -yani belli başlı uluslararası mali kurumların tepe­
sinden- bize dayatılan düzen, büyük kaos imparatorluğuna
itaat etmektir. Neredeyse iktidarsız hül<.ümdar olan Ameri­
ka Birleşik Devletleri başkanına değil, düzensizlik yoluyla
her şeyi düzenleme iddiasında olan ve dindarca "pazar" adı
verilen başsız neo-liberal iktidara itaat etmektedir.
Kuşkusuz, biz düzensizliği de düzen kadar sevmekteyiz.
Özellikle donmuş, dolayısıyla zararlı ve ihlal edilmesi gere­
ken bir düzen ilkesi var olduğunda -ki durum hemen he­
men her zaman budur- düzensizlik gereklidir. Ama düzen
de her zaman gereklidir, çünkü koruyucu bir işlev görür:
ltaat keyfi değildir; şu ya da bu şekilde terör dışında da mo­
tive edilir. . .

Ölümlü bir tanrının koruyuculuğu

Hobbes'tan Carl Schmitt'e kadar, hatta, kimi zaman faşiz­


me yakın duran Amerikan elektronik imparatorluğunun en
yeni teorisyenlerine kadar birçok kişi, koruma ile itaat ara­
sındaki ilişkinin iktidarın tek açıklaması olduğunu söyler.
Schmitt'e göre, "başkasını koruma _gücüne sahip olmayanın
ondan itaat beklemeye de hakkı yoktur" ; "iktidar sahibi, il­
_
le de ahlaksız olması gerekmeyen -hatta tam tersine !- etkin
araçlarla itaati hiç durmadan motive edebilir: Korumayı ve
sakin bir yaşamı garanti ederek, başka insanlarla çıkar or­
taklığı, dayanışma yönünde eğiterek, bunu hatırlatarak.
Onay iktidarı yaratır. ama iktidar da onayı yaratır."3

3 Cari Schmitt, Gesprach über die Macht und den Zugang zum Maclıthabeı; Günler
Neske, Pfüllingen, 1 954 (Fransızca çevirisi: "iktidar Üzerine Söyleşi", Com­
mentaire, no 32, Kış 1985-1 986, s. 1 1 14).
Cari Schmitt Alman otoriter sağının bir filozofuydu; bir Nazi olduğu bile
söylenebilir, ama Batı devletinin ve şiddetin temelleri sorununu ele alarak (ay­
rıca Hitler'in demokratik yoldan iktidarı ele geçirişi üzerinde de durmuştur) ,

55
Bu bakış açısının, iktidarı itaat'in bir ürünü olarak gös­
terdiği söylenebilir. Ama "saf Hobbes" -Diderot böyle diyor­
du-, Cari Schmitt'ten daha kurnazdır. Çünkü, söyledikleri
dikkatle incelenirse, ona göre itaat halkın rızasının ürünü­
dür ve halk da elinden geldiğince kendinin korunmasını
özgürce örgütlemeye çalışır. Hobbes, mutlak monarşinin
halkın en mükemmel korunması olduğuna inansa da, ko­
ruyucu işlev gören her türlü cumhuriyet biçiminin halk ta­
rafından meşru görüleceğini kabul eder.
Tüm insanlar -ve yalnızca en zayıflar değil- yaşamlarının
bir döneminde uygar düzene ihtiyaç duyarlar: Korunma ih­
tiyacı sınıf farklılıklarının üzerindedir, dolayısıyla sınıflı
toplumlarda yaş kategorilerinden ve cinsel rollerden yola
çıkarak daima yeniden üretilir. "Çocuk onu koruyan kişiye
itaat etmek zorundadır; çünkü , hayalın korunması amaç ol­
duğundan ve bundan dolayı bir kimse başka bir kimseye
bağlandığından ötürü , herkes , kendisini korumak veya
mahvetmek gücüne sahip olana itaat borcu altındadır. "4
Çocukların düzene ihtiyaçları vardır, çünkü başlangıçtaki
zayıflıkları nedeniyle korunmaya ihtiyacı duyarlar. Kadınla­
rın da, annelik rolleri gereği korunmaya ihtiyaçları vardır.
Yaşlıların da, nihai zayıflıkları nedeniyle. Olgun insanların
da, yıpranmaya başladıkları için ve nihayet gençlerin de,
korkusuz kendiliğindenlikleri ve deneyimsizlikleri nede­
niyle korunmaya ihtiyaçları vardır. Sonuç olarak, herkesin
düzene ve korunmaya ihtiyacı vardır; yaşamaktansa ölmeyi
tercih ettirecek korkunç bir düzene değil, kabul edilebilir,
mutluluğu mümkün kılan, hatta ihlali bile ilerleme olarak
anlamlandırabilecek bir düzene . . .

iki dünya savaşının barbarlığından doğan şaşkınlık içinde yeni kavramlar dile
getirişiyle dikkate değer biridir.
4 Thomas Hobbes, Uviatlıaıı, "Cumhuriyet, pederşahi ve despotik hakimiyet
üzerine" , a.g.e., s. :zıo.

56
Namuslu uyruğun, fedakar vassalın korunması; feodal
insan, emeğini efendisine verirken, ona bu koruma için yal­
varır. Ama modern anlamda koruma, Hobbes'un düşünce­
siyle başlar.
Egemenliğin tek meşru işlevi doğal olarah korumadır ve
çocuk-ebeveyn ilişkisiyle başlar. Ama ya politik olarak?
Hobbes'a göre koruyucu yüce bir kurtarıcı değildir; "tek bir
kişide birleşmiş çoğulluk" ya da "huzurumuzu ve korun­
mamızı borçlu olduğumuz ölümlü tanrı" ya da "yapay in­
san"dır. Bu yapay şahsiyetin sahibine "egemen" denir: Söz
konusu edilen Büyüh Uv iathan'dır. Hobbes, Kutsal Kitap'ta­
ki bu mitik hayvanı devletle, cumhuriyetle özdeşleştirınek­
tedir (Hobbes, Latincedeki res publica [cumhuriyet] terimi­
ni -kelimesi kelimesine, "kamusal şey"- common wealth, ya­
ni ortak zenginlik olarak çevirir) . Hobbes'a göre bu ege­
men, tüm halk, seçilmiş bir meclis ya da bir hükümdar ola­
bilir. Kendisi ise cumhuriyetin biçimi olarak mutlak mo­
narşiden yanadır, ama kendi politik tercihlerini, bilimsel te­
mellere dayandırmak istediği iktidar teorisiyle karıştırmaz.
Demek ki, Locke'dan, Montesquieu'den ve Rousseau'dan
önce Hobbes'u okumak gerekir, çünkü modern cumhuriyet
bilinci on yedinci yüzyılın ortasında ve onun düşüncesi et­
rafında oluşmuştur. Kuşkusuz, iki yüz elli yıl içinde her şey
değişmiştir, cumhuriyet fikri de değişmiştir elbette ama bu
fikrin özünü saçma kılacak kadar değil.
Modern cumhuriyetin fikir olarak Hobbes'tan doğduğu nu '

ileri sürmek elbette tartışmalı bir fikirdir. Bu uğrağı seçmiş


olmamın nedeni, cumhuriyetin devrim olmadan doğamaya­
cağını kabul ediyor olmam ve Hobbes'un da, sınama yönte­
miyle, devletin topyekun krizini iktidar teorisinin en canlı
uğrağı olarak kabul etmesidir.
Ortak iyilik sevgisiyle ölüm tehlikesine meydan okuyan
kitlesel bir halk hareketi türüne devrim diyorum. Bu hare-
57
ketin akışı içinde, derinlemesine nüfuz etmiş halk inançla­
rı, toplumun, devletin ve mutluluğun yenilenmesi arzusu­
nu ifade eder ve olası kılarlar. Bu yenilenme ya kaynaklara
geri dönüş ya da yenilik şeklinde yaşanabilir, ama Antik
Çağ'ın en uzak dönemlerinden beri eşzamanlı ya da ardışık
olan tapılan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi politik imge­
lemin arketip haldeki temsillerini sahneye koyar.
Benzer konjonktürlerden geçenler, devrimci bir süreci ni­
teleyen şeyin, "halktan çıkan" popüler aktörlerin parlak ze­
kası ve duygusal heyecanı; yeni düşüncelerin ve yeni yete­
neklerin aniden ortaya çıkışı olduğunu bilirler. Devrimleri
sevebilirsiniz ya da sevn:ıeyebilirsiniz, ama bunlar her ko­
şulda, -fazla toplumsal bilim gerektireceğinden yetersiz bi­
çimde teorileştirilmiş olsa da- tanımlanabilir tarihsel nesne­
lerdir. Anında teorileştirmekten sakınılmıştır, çünkü o anda
yapacak başka şeyler vardır. Bu tür şeylerde her zaman bi­
limsel olmayı arzulamış olan Marksistler, yenilgilerinden de
anlaşıldığı gibi, devrimler konusunda her zaman temelde
yanılmışlardır. Daha sonra, devrimci dönemlerin ardından,
tarihçi gibi bilimsel olmaya çalışılır, ama bu yorumun geç­
mişi etkilemesi için artık çok geçtir.
Devrim ister "zafer kazanmış" olsun, ister "ezilmiş" ya da
"geri alınmış", her zaman için kaçamak uğrağıdır; bundan
çıkan sonuç hemen bayağılaşır. Devrimin incelenmesi, her
şeyi, zaferinin ya da ezilmesinin sağlamlaştırdığı yeni ku­
rumlardan, yeni hukuktan, yeni etikten başlatır. Bir devri­
min tüm zenginliği, tehlike alanında rasyonel doğaç}ama­
dan kaynaklanan özel ışıkta yatar. Tüm mücadelelerin du­
rumu aynıdır. Ardından, iş hukukçulara ve toplum-yazıcı­
larına düşer. Ne olursa olsun, modern ve çağdaş dönem
cumhuriyetlerinin yükselişi için devrimci uğrak -göz önün­
de bulundurulacak şeye bağlı olarak- gereklidir.
Gözden geçirilmesi gerken şey, cumhuriyet betiminin or-
58
taya çıkış ve feodal düzensizlikten ve monarşik mutlakıyet­
çilikten ayrılış uğrağıdır. Hobbes'u okurken, hem gelecek
hayalinin kaynağı olarak, hem de gerçek dünyadaki haliyle
cumhuriyette savunulması gereken şeyler gibi bazı gerçek­
likler belirtilebilir. Bunu yapmamızın nedeni, kökenlere ya­
pılan bu yolculuğun cumhuriyetin özünü keşfetmemizi sağ­
laması ve daha sonra da, her türden "köktenci"nin yaptığı
gibi bu özün üzerine kapanma gereği değildir. Ama, Hoc­
he'un Cehennemin Sütunları ya da Eylül katliamları gibi
bize yabancı, hatta tiksinti verici bir hal almış dallanıp bu­
daklanmaların karşıt olarak, tüm demokratik ve cumhuri­
yetçi geleneklerin ortak değer ve yapılarına daha iyi temas
etmemizi sağlar bu.
Ne var ki modern Jakobenler, Bosna'yı ya da Kosova'yı
Müslümanlar'dan temizleyen Seselj'in ve Arkan'ın Çetnik
milislerinin uyguladıkları ya da her türden sömürgeci ve
imparatorlukçu soykırım baskılarına hala "Jakoben" olarak
hayran kalabilmeyi görev bilirler. Cumhuriyetçi devrimci
ideolojinin ölü dalları olarak kabul edilmesi gerekenler tam
da bunlardır: İmparatorluğa yönelten bunlardır.

Behemot döngüsü ya da iç savaş

Demek ki Fransız cumhuriyetinin kökeni lngiltere'dir.


Fransızlar her şeyi icat etmiş değildir; kralın kellesini ilk
uçurup cumhuriyet ilan edenler lngilizler'dir. Bizden bir
yüzyıl önce temsili demokrasiye götüren dönemece ilk gi­
renler -monarşiyi restore ederek, ardından, 1 688'de düzen­
lemelere giderek- onlardır. Hobbes'un istisnai bir yazar ol­
ması, hiç kuşkusuz, modern Fransız-Ingiliz politik düşü­
nürlerinin en derini ve ilki olduğu içindir. Sonuncusu da
olmasın sakın?
Hobbes, doğmakta olan Aydınlanmacılar arasında iç sa-
59
vaşı, düzensizliği, kaosu düşünmek istemiş olan ender dü­
şünürlerden biridir. Bu noktada, günümüzün kaygılarına
yakın biridir. lkikutuplu dünyanın sonuyla birlikte, küresel
ikiz Leviathan olan Doğu'nun Batı'ya karşı soğuk savaşının
kımıltısız, tehditkar ve koruyucu mimarisi yok olduğundan
beri günümüz insanlığını tehdit eden şiddet biçimi, Hob­
bes'un "doğal hal"le özdeşleştirdiği herkesin herkese karşı
savaşı olarak gözükmektedir.
Dahası, Hobbes kartezyen değildir. Karanlık ya da önemli
toplumsal nesnelerin yeniden ortaya çıkışını Fransızların
düşünmesini engelleyen bu mantıksal rasyonalizm türünü
denetlemek belki Fransızlar için de yararlı olur. Descartes,
"Düşünüyorum, öyleyse varım, " dediğinde, metafizikten
n efret eden Hobbes cevap veriyordu: "Düşünüyorum. o
halde madde düşünüyor. " Büyük Ansi lılopedi'nin "Hob­
bes'çuluk" maddesinde Hobbes'un biyografi yazarı olan Di­
derot'nun hoşuna gider bu şaka. Hobbes küstah biridir, da­
ha doğrusu, Sokrates gibi iroııih biridir. O, yasa bilgini de­
ğildir. Yine de, Sokrates'in tersine, görünüşte korkunç bi­
çimde dogmatiktir ve her şeyi anladığına inanır, her şeyi
açıkladığını düşünür, ama tüm görüngüleri değil: O nun
için önem taşıyan şey, kendi yöntemidir.
İktidarı düşünmek ister ve kendini özellikle analiz ve te­
ori planına yerleştirmek ister. O, inançlı bir monarşisttir,
hatta mutlak monarşinin kusursuzluğuna bile inanır. Yine
de onun hedefi politik bir rejimi bir başka rejim adına eleş­
tirmek değil, politik bir iktidar bilimi kurmaktır: "Ben in­
sanlardan söz etmiyorum, soyut olarak iktidar koltuğundan
söz ediyorum. "5 Ona göre Platon bir hayalcidir, Ortaçağ
skolastikleri Aristoteles'i Kutsal Kitap ile karıştırmak iste­
miş saçma ukalalardır. Bundan böyle, "karanlık masallara

S A.g.e., XLVI.

60
sırtını dönmeyi" başarabileceğine inanır. Başka düşünürleri
izleyerek, "ifüan insanın kurdudur" demesi , iktidar bilimi­
ni, İsa'nın Cisimleşmesi'nden bu yana insan insanın kuzu­
sudur şeklindeki tek fikir üzerinde kurmayı istemediği
içindir. İnsanın savaşa karşı barışı hazırlaması için, barışa
karşı savaşı hazırlamak için gereken kadar, hatta daha fazla
akıl yürütmesi gerekir.
Ampirik çalışması ve konusunun kalıcılığıyla -İngiliz
cumhuriyet ve devriminin düzensizlik ve krizinin kroniğini
yeniden oluşturur- Hobbes, tehlike alanındaki geri dönüşsüz
hararın antrovoloğudur. Bu anlamda o bir strateji uzmanıdır;
tıpkı Sun Zi'nin, Tacitus'un, Machiavelli ya da Clause­
witz'in de bu "meslek" içinde sınıflandırılması gibi. Hob­
bes'un söyledikleri, bugünü yoğun biçimde meşgul eden
şiddetli toplumsal çözülmelerin dehşeti karşısındaki strate­
jik şaşkınlığımızın ortaya attığı soruları kapsayıcıdır.
O, fiziksel ya da biyolojik bilimlerin kesinliği ve maddi
sabitliğiyle iktidarı incelediğine inanmaktadır. Aslında, İn­
giliz monarşisinin krizinden, kaos deneyimi olarak yarar­
lanmayı bilmiştir: Kendi doktrininden esinlenerek geliştir­
diği bir kötüye kullanmayla, bu krizi yapay bir mekanizma­
nın kendi doğal parçalarına ayrışmasıyla özdeşleştirir. Behe­
mo t la birlikte, teorik bir devlet analizi üstünde durduğunu
'

varsayar; İngiliz devriminin, görünüşte kendi üzerine ka­


panmış döngünün tarihi bu analiz imkanını sağlamıştır
ona.6 (Hobbes'un sözdağarında, mitolojik hayvan olan Re­
hemot, denizden gelen kaosu, herkesin herkese karşı sava­
şını sımgeler. Çözülen, parçalanan merci, kimlik ve faillere
dayattığı meşru şidd� t tekeli yoluyla geleneksel olarak halkı
"koruyan" "Leviathan devlet"in bu işlevinin karşıtı olarak
görür Hobbes bunu.)

6 Thomas Hobbe' [Luc Borot (edit. ) ] , CEuvres coınpletes, c . 9 : Belıeınotlı o u le


loııg parlemeııt, Vrin, "Bibliotheque des textes philosophiques", Paris, 1990.
61
Hobbes'u Aydmlanmacılar'a yaklaştıran ilk adım, demek
ki, Galileo'nun ve Gassendi'nin ona esinlediği bu yöntem­
dir: Kendi konusunu, o dönemin mekanik yaklaşımına uy­
gun kesinlikle işlemeye çalışır. Bu onu "saati sökmek" zo­
runda bırakır; yapay bir ürün olarak kabul edilen devlet
makinesini, büyük Leviathan denen bu "yapay insan "ı -in­
sanlardan oluşan bir makine olduğu söylenebilir- "sökmek"
zorundadır. Cumhuriyetin tarihi ve İngiliz iç savaşıyla bir­
likte, gerçek büyüklükte ve gerçek zamanda geçen bir sök­
me deneyiminden yararlanma imkanı bulur.
Devletin hakkının ve uyrukların görevinin araştırılma­
sında, der, "sanki cumhuriyet feshedilmiş gibi" davranmak
gerekir, yani insanların doğallığının ne olduğunu , onların
siteler kurmasına ya da kurmamasına yol açan şeyin ne ol­
duğunu ve "bir araya gelmek ve bir cumhuriyet kurmak
isteyenlerin nasıl hazırlanması gerektiği"ni düşünmek ge­
rekir. Parçalara ayrılmış devletin her parçası ya da bölü­
mü, bir ad ya da bir işlev taşıyacaktır: Bu, doğalcının yön­
temidir. Bölümleri ve bütünü , böcekbilimcilerde ve tamir­
cilerde görülen kataloglama kaygısıyla didikler. Onun iş­
levselci bisturisinin acımasızlığından hiçbir şey -kral bile­
kurtulamaz.
Ama, kendisine seçtiği araştırma konusu, sandığı gibi,
yöntem bakımından gerçekten bir bütün olmayabilir; saat­
çilik sanatının tamamlanmış ürünü olan bir saat de değil­
dir. Onarılmış bir tür makinedir, sürekli oluşum halindedir,
kısmen sökülmüş ve insanın mahareti, hayalgücü ve özgür­
lüğü sayesinde kısmen mükemmelleştirilmiştir.
Demek ki, onun belirttiği mekanik yöntemin, İngiliz kri­
zini adım adım analiz ederken uyguladığı yöntem olduğu
tam anlamıyla söylenemez. Açıklamalı sonuçları o kadar
tutarsızdır ki, politik düzenin hammaddesi olan doğanın
kaosu'nu hem konusu olan iktidarın düğüm noktasına,
62
hem de yönteminin, yani iktidarın imhası yoluyla iktidarın
inşasının analizi'nin düğüm noktasına yerleştirmiştir.

Halkın stratejik yetkisi olan doğal hale geri dönüş


Uygulamada çatışmanın diyalektik analizini öneren Hob­
bes, teorisinde de, Gassendi'nin mekanik materyalizminden
çok daha karmaşık bir tarihsel materyalizmin çok uzağında
değildir. 1 62 9 yılındaki ilk gençlik eserlerinden biri ,
Thucydide'in Peloponez Savaşı'nın okunması ve çevirisiydi.
Bu eser, daha sonra sergilediği mekanik ve "döngüsel" fel­
sefeden çok uzaktır. Doğal hale geri dönüş terimleriyle ifa­
de edilebilecek yaklaşımlarından bazıları, yenilikçi tercih­
ler, tamamen stratejik kararlar olarak açıklanabilir.
Örneğin, 1 642'de, De Cive'de, herkesin herkese karşı sa­
vaşına geri dönüş hakkında söylediklerini dikkatle okuya­
lım: lç savaşın düzensizliği içinde, "insanlar karşılıklı ola­
rak endişe hissettiklerinde , kendi uzuvlarını ve yaşamını
elinden geldiğince korumak amacıyla kendi doğal yetilerini
kullanma özgürlüğüne herkes sahiptir." Bu özgürlük, teolo­
j ik göndermesi olmayan bu hak, insanın doğal gücü'dür.
Ben bunu, stratejik terimlerle, şu şekilde formüle ederim:
Kriz durumunda (kendini savunmak için) "doğal yetileri­
ni" -devletin sunduğu "yapay yetileri"ni değil- kullanma
özgürlüğü, insanın, "doğal birey" olarak değil , yapay, ko­
lektif bir savunma ve korunma gücüyle donanmaya mukte­
dir sorumlu kişi olarak, olası yurttaş olarak insanın stratejik
bir yetkisidir.
Sonuç olarak, ins�nın kriz durumunda (kendini savun­
mak için) "doğal yetilerini" kullanma özgürlüğünün, "in­
san varlığı"ndan çok halkın stratejik bir yetkisi olduğunu
söyleyebilirim. Egemenin örgütlenmesinin en mik rososyo ­
lojik ölçeğini -devlet değil; grup, aile, hatta birey- seçme ye-
63
tisi olarak değil yalnızca, egemenin örgütlenmesinden farklı
bir ölçek seçme yetisi olarak da tanımlanması gereken bir
" isteyebilme-yapabilme-yapmak zorunda olma gücü"dür
bu. Ayrıca, başka tür bir egemenlik (monarşi, oligarşi ya da
cumhuriyet) benimseme yetisidir de.
Özgürlük, halkın stratejik yetkisidir.
Hobbes okumasının geldiğimiz bu noktasında, katet­
mekte olduğumuz büyük neo-liberal saldırıdan önce, Mic­
hel Foucault'nun Hobbes okumasını dahil etmemiz ilginç
olur.

Hobbes okuru Foucault


Foucault'nun savaş ve şiddet üzerine düşüncelerinin
merkezindeki şahsiyet Hobbes'tur; öyle ki, Foucault, 1 9 76
yılında, "Hobbes'un Leviathan'da yapmak istediği şeyin tam
tersini" yapma iddiasındadır.7 Foucault'nun analiz aygıtları
ve motivasyonları yalnızca Hobbes'tan bu yana geçen zama­
nı ölçmemize değil, henüz pek yakın bir geçmiş bile olsa
bir başka yüzyıl kadar uzak gelen yetmişli yıllardan bu yana
geçen zamanı da ölçmemize hizmet edebilir.
Foucault, Hobbes'u yanlış bir tanım kullanarak karşı-mo­
del olarak kullanır. Böylece kendi yöntemi elbette aydınlan­
mış olur, ama Hobbes yanlış ele alınmış ya da yanlış tanın­
mış olarak kalır. "Leviathan," der Foucault, "imal edilmiş
insan olarak, bir arada bulunan ayrı ayrı bireylerin bir tür
pıhtılaşmasından başka bir şey değildir" ; ama yine de, "dev-

7 Foucault, temel tahakküm teknik ve taktiklerinden yola çıkarak iktidarı analiz


etmek için, Hobbes'u bir kenara atmayı önermektedir: " Özet olarak, Leviathaıı
modelinden kurtulmak gerekir; tüm gerçek bireyleri kapsayan, ama ruhu ege­
menlik olan, hem imal edilmiş bir otomat hem de bir birlikçi olan bu yapay in­
san modelinden kurtulmamız gerekir." (Michel Foucault, "il faut defendre la
societe", Cours au College de France, 19 76, Hautes Etudes/Gallimard/Seuil, Şu­
bat 1997, s. 26).

64
letin merkezinde ya da başında," Hobbes'un "Leviathan'ın
ruhu" olarak kabul ettiği "egemenlik" bulunur.
Foucault, aksi bir yöntem kullandığını düşünerek şöyle
der: " [Egemenin] merkezi ruhu sorununu ortaya atmaktan­
sa, periferik ve çoğul cisimleri, iktidarların etkisiyle özne
olarak oluşmuş cisimleri incelemek [gerekir] . " Bireylerin
pıhtılaşma ilkesi olarak doğrudan doğruya bu nesneyi, yani
devleti, egemeni düşünme fikrini reddeden Foucault, bir
tür temel atomculuk öğütlemektedir, ama bunun etkisin­
den kendini de hemen kurtarır: "Bir tür ilkel atom oluştu­
ran şey birey değildir," bireyin kendisi de iktidarın bir etki­
sidir. Peki o halde, hangi iktidar? "Sonsuz-küçük taktik ve
tekniklerle uygulanan bölgesel iktidarlar."
Foucault tepeden yola çıkmayı reddederek her zaman
"aşağıdan yola çıkmayı" öğütler. Ama, aynı zamanda, on se­
kizinci yüzyılın liberal bireyciliğinin ardından doğan, imal
edilmiş politik nesne olan bireyden, yani en aşağıdan yola
çıkmayı da reddeder; dolayısıyla, temeldeki kolektif disip­
linlerin yaratıcısı mikrososyolojik yapılardan, yani iktidar­
dan yola çıkar: "Aileler" , "tıbbi beden", "soylular" , vs. So­
nuç olarak, çoğullaşan şey, global tahakküm, yani merkezi
devlet iktidarı değildir, tersi meydana gelir, yani çoğul, böl­
gesel tahakküm g!oba!leşir.8
Hobbes'u tersine çevirme iddiasındaki Foucault'nun yap­
tığı şeyin aslında tamamen Hobbes'çu olduğu görülebilir.
Foucault ile Hobbes'u uzlaştırmaya çalışmadan, bugün ihti­
yaç duyduğumuz cumhuriyetin soykütüğünü hazırlamak
için, 1976'nın bu tarih-ötesi tartışmasına bağlı olarak ortaya
çıkmış verimli yanlış anlamaları göstermek ilginç olacaktır.
Foucault, gerçekten de, Hobbes'un Leviathan'ı yapılandır­
masını eleştirir, ama Leviathan'ın yapılışı'nın anahtarı, gör-

8 A.g.c., s. 28.

65
düğümüz gibi, �ehemot'un y apı-s ö hümü'ndedir, yani Hob­
..
bes'un lngiliz iç savaşı üzerinde düşüncesinden yola çıka­
rak ele almak istediği sorundadır: Egemen ortadan kalktı­
ğında egemenlik ne olur?
Foucault'nun "bölgesel iktidar" nosyonuna geri döner­
sek, her iç savaşın, ya da her derin politik karışıklığın, -da­
ha üst düzeyde bir koruma olmadığından, imha edilmiş ol­
duğundan- yerel ya da bireysel bölgesel iktidarların ayakta
kalmalarını amaçlayan stratej ik tercihler bütününden -oluş­
tuğunu söyleyebilmemiz gerekir.
Birey ise, en ince ölçekteki bir ayrılmadan kaynaklanır;
bu ölçek teorik olarak "atomik" düzeydedir, biyolojik ola­
rak bölünmezdir, bireyin ölçeğidir bu. Ama bu yine de do­
ğal halin bölünmez ölçeği değildir. Birey ölçeği artık korun­
mayı örgütleyemiyor olsa da, insanı dünyadan koparan de­
lilik kopması (şizofreni) , bireyin etrafındaki dünyanın çıl­
gınca yeniden örgütlenmesi (paranoya) ya da gönüllü poli­
tik intihar, stratejik egemenliğin son talebi olarak, ya özgür
kalmak ya da ölmek isteyen ve ille de bireyi değil, kardeşli­
ği de içeren bu vicdan bölünmesinin protestosu olarak hala
devreye girebilirler.
Bu bize hangi tür strateji ve iktidarların söz konusu edil­
diğini söylemez. Ama, tam olarak, devrimci bir süreçte her
yana, her ölçeğe yayılan strateji, yeni kaçış çizgilerini ya da
yeni direnişleri hayalgücüne sunar. Her iç savaş, birbirlerini
parçalayan ya da işin içine dahil stratej ilerin parçaladığı
toplumsal maddenin nokta nokta işaretli sınırlarına göre, -
aynı anda ya da çelişik · olarak- sınıfların ayrılık savaşı ve
topluluhların ayrılık savaşı olabilir. Sınıfsal ayrılıklar olduğu
gibi taşra egemenlikleri, hayatta kalmaya yönelik bireysel
stratejiler, topluluk için yapılan kahramanca fedakarlıklar
da vardır. Geçici meşruiyetler vardır; bunlar şaşırtıcı bir
hızla kurumlaşırlar ve tüm karışıklık durumlarında, tehlike
66
alanına, faillere, kozlara, tehditlere ulaşmanın, güvenlik ör­
gütlenmesinin yeni ölçeklerindeki sıradan araçları halini
adlarından dolayı kısa sürede alırlar; " Cobra" milisleri,
1997 yılında, petrolü anahtar olarak kullanarak Brazzavil­
le'i ele geçirirler. Cobra'ları kim hatırlayacaktır? Kurbanla­
rın aileleri elbette, ama bu milisler, çok geçici olarak ege­
men üs oluşturan kimliklerin konjonktürel yaratılandır, ci­
nayetleri nedeniyle kimse onları yargılayamaz.
Savaş suçlarının cezalandırılamazlığı sorununun olası
stratejik tanımlarından biridir bu: Suç isnat edilebilir poli­
tik varlıklar kaybolmaktadır. Bu nedenle, insanlığa karşı iş­
lenen suçların asla zaman aşımına uğramaması doğru ve
mantıklıdır, çünkü insanlık her zaman için mevcut bir ko­
lektif aktör olarak kalmaktadır.

Egemen iktidarın görece ve geçici karakteri


Behemot, İngiliz cumhuriyet ve iç savaş döngüsüdür tari­
hidir; bu tarih devrim olarak kabul edilmektedir, yani (o dö­
nemin anlamıyla, ki astronomik anlamı hala böyledir) güne­
şin etrafında tam bir tur attıktan sonra başlangıç noktasına
geri dönen bir gezegenin güzergahıdır devrim. Bu, kraliyet
iktidarını, sonuçta restore etmek için yıkan bir krizin tarifi­
dir. Kriz, kendi içinde, egemenliğin yapı-sökümü olarak,
kendi öğelerine ayrılması olarak kabul edilir. Söylediğimiz
gibi, kriz, egemenliğin özü sorusuna cevap verebilecek, tari­
hin sağladığı teorik bir deneyim olarak kabul edilmelidir.
Hobbes, mutlak monarşide vücut bulan egemen türünün
mükemmelliğine t�mamen inanmaktadır. Fransız hukukçu
Jean Bodin'in tercihi de bu yöndeydi. Jean Bodin, Les Six
Livres de la Republique'de [Cumhuriyetin Altı Kitabı] ( 1576)
egemeni ilk kez tarif etmiş kişidir. Demek ki o dönemde
mutlak monarşi, Fransızların çoktan eskimiş ilerici bir mi-
67
tiydi. Richelieu, Ortaçağ sınıflarından kaynaklanan tüm ik­
tidarlara son vermek için bu monarşiyi Xlll. Louis'nin yara­
rına gerçekten yerleştirmek istiyordu. Kral l. Charles da bu
mutlakıyetçiliği taklit etmeyi denemişti; parlamentoyu top­
lamaması, lngiltere'de oldukça eskiye uzanan geleneksel
nedenlerle hemen zorbalıkla özdeşleştirilmişti.
Hobbes, mutlakıyetçi olmasına rağmen, iktidar'ın "Tan­
rı'dan ve halk aracılığıyla, Tanrı'nın altındaki egemene" ve­
rildiği, yani krala verildiği şeklindeki Hıristiyan fikrine yine
ele bağlı kalmıştı. Buradan yola çıkarak, iktidarı sıcak pata­
tes olarak görebiliriz, kraldan ne kadar uzaklaştırılırsa o ka­
dar soğur; özellikle ele iktidarın gücü tükeniyorsa . . . Bu du­
rumda, kraldan ne kadar uzaklaşılırsa, halktan ve Tanrı'clan
ela o kadar uzaklaşıldığını düşünmek mantıklıdır. Hobbes'a
göre, iktidar halktan gelse bile, bu köken mitseldir. Bugün
diyebiliriz ki, Hobbes'a göre, iktidar halktan gelse bile, bu,
sistemin gücü[ bir kökenidir, tek gerçek izi ise kralın ikti­
darıdır. Hobbes'un teorik inancı, bir egemenin iktidarı ne
kadar mutlak olursa, hallıla yapılmış sözleşmenin de işlevsel
mükemmelliğe o ölçüde yakın olduğu şeklindedir.
Bu sözleşmeli şema, Bolşevik partinin mutlak iktidarının
meşruluğuna ela hizmet edebilir. Komünist olmayan sola
pek aşikar bir sıçrama buradan kaynaklanır - örneğin Fo­
ucault. Hobbes'u , teorisinden ayrı tutmamız gereken politik
tercihlerinde izlemek zorunda değiliz: Mutlak bir egemenin
icrasının bir Bolşevik parti icrası olması yanlış değildir.
Bu tespit, halkla yapılmış sözleşmenin, kaçınılmaz olaralı
işlevsel lıusurluluğunu gerçek demokrasinin temeli olarak
kabul etmemizi engellemez, dahası, bunu daha açık seçik
düşünmemizi sağlar: Halk, egemenliğini koruyabilmek
için, temsilcileriyle yaptığı sözleşmeleri düzenli aralıklarla
gözden geçirecek konumda olmalıdır. Bilimsel ve teknik
ilerlemelerden kaynaklanan toplumun ve ekonominin ara-
68
lıksız değişimlerinin, halkın kabul ettiği sözleşmeleri sürek­
li gözden geçirmeyi günümüzde, eskiden olduğundan daha
çok gerektirdiği açıktır. Böyle bir ilerleme, on yedinci yüz­
yılda yoktu.

Hal1mı "temsili" bir çözüm değil, bir sorundur


Kral 1. Charles'a karşı isyan halindeki parlamenter iktida­
rın yükselişini analiz eden Hobbes'un, Avam Kamarası'nın
halkı temsil ettiğini söylemesi ideolojik ve teorik olarak im­
kansızdı. Temsil kavramı ona yabancı olduğu içi n değil el­
bette. Ama böyle bir durumda uygulanamadığı için: Ancak
kral toplantıya çağırdığında toplanabilen parlamento, hal­
kın değil, kralın iktidarına bağımlıydı. Zaten parlamento
kraldan ayrı bir iktidar değildi, kralın toplantıya çağırdığı
iki meclisle birlilıte, esas olarak merkezde oturan haldan olıı­
şan rasyonel bir biitündü; ayrıca, vekiller tüm halkı değil ,
her bir kontluktaki seçme yetkisine sahip kişilerin seçtiği
seçmenler birliğini temsil ediyordu. Lordlar yalnızca kendi­
lerini temsil ediyorlardı, ama bu da az bir şey değildi.
Kralın idamından sonra egemenlik iktidarını elinde tutan
"kuyruk parlamento"nun bir oligarşi olduğunu; koruyucu
Olivier Cromwell'in iktidarının bir tiranlılı olduğunu (kuş­
kusuz, Antik çağlardaki anlamıyla) ; Cromwell'in ölümün­
den sonra, memurların ve silahlı kuvvetlerin iktidarının,
yüksek bir iktidar (power) değil, yüksek bir güç (strength)
olduğunu söylemek artık Hobbes için kolaydı.
Sonuçta, (koruyucu varis lord, oğul, Richard Cromwell'in
iktidardan uzaklaş.tırılmasmın ardından) kralı çağıran Ge­
neral Monk, döngüyü tamamlayarak , olasl tek halkçı ve
tanrısal egemenliği yeniden oluşturmuştur. Bu şekilde ifade
edilen Hobbes'un düşüncesinin bu bölümü bize hiç de yan­
lış ya da aldatıcı gelmediğine göre, onun mutlak monarşiz-
69
minin, eleştirel bir aygıt rolü oynadığını söyleyebiliriz;
onun yanıltıcı bularak bir yana attığı şey demokrasiyi değil,
seçilmiş sivil ya da asker! popülizmler biçimi altında, ege­
menliği zorba oligarşiler yararına hissettirmeden yeniden
inşa edebilecek olan yanıltıcı temsili kurumlardır. Onun
gözler önüne serdiği şey bir "imparatorluk sırrı"dır, her za­
man cumhuriyete ihanet olan imparatorluğun sırrıdır.

İmparatorluk, ihanete uğrayan cumhuriyet

Hobbes'un arkaik monarşizmi, halkın egemenliğini inşa et­


me görünümü altnda yok eden herkes tarafından son dere­
ce eleştirilmiştir. Onun kanıtlamasının tek hatası, halkın
egemenliğinin ihanete uğramış bile olsa ancak devrim de­
neyimiyle ilerlediği'nin izlerini ortaya çıkarmasını engelle­
yen döngüsel tarih temsilidir.

Cromwell, Monk ve Bonaparte

Cromwell'in kişiliği Fransız Devrimi'nin yakasını bırak­


maz. Diruktuvar döneminde, 18 Brumaire arifesinde, Polis
Bakanı Joseph Fouche Bonaparte'ı Cromwell'le karşılaştırır:
"Onu kaygılandıran şeyin," der anılarında, "cumhuriyetçi
coşkuyla mücadele etmek zorunda kalması olduğunu bili­
yordum; bu coşkunun karşısına ya ılımlıları ya da süngüleri
çıkarabilirdi. O zaman, politik olarak konuşursak, Crom­
well'den aşağıymış gibi geldi bana. Sezar'ın parlaklığına ya
da dehasına sahip olmamasına rağmen onun kaderinden
(yani öldürülmekten) çekinmeliydi. "9
Thermidor'dan itibaren, General Monk'un kişiliği kor­
kunç bir teorik nesne halini alıyordu; 18 Brumaire'den iti-

9 Memoire de ]oseplı Fouclıt, duc d'Otrante, Lerouge libraire, Paris, 1824 (2. Bas­
kı), s. 1 14-1 15.

70
baren ise güncel bir hal alır. Hala baş konsül olan Napole­
on'u kardeşi Lucien monarşik bir restorasyona doğru iter.
Hala cumhuriyetçi olan Savaş Bakanı Carnot'nun istifasını
isteyen Lucien Bonaparte, Parallele de Cromwell, Monck et
Bonaparte [ Cromwell, Monck ve Bonaparte'nın Ortak Yanları]
adlı bir yergi yazısıyla monarşi fikrini savunma ihtiyatsızlı­
ğını göstermişti. 10 Ama, cumhuriyetçi Montanyarlarla ilişki­
lerini sürdüren Fouche'nin etkisi altında, tek bir korkusu
vardı, o da cumhuriyetin tarihine bir General Monk olarak
geçmek - Cromwell rolü elbette Robespierre'e ayrılmıştı.
Lucien elçilik göreviyle lspanya'ya uzaklaştırıldı ve resto­
rasyon krallık biçiminde değil, Papa Vll. Pie tarafından im­
paratorluğun kutsanması biçiminde gerçekleşti.
Fouche'ye göre bu kutsanma anı, Monk tarzı krallığın
restorasyonunu mayınlamak için değil, Charlemagne impa­
ratorluğunun restorasyonu için istenmişti: Batı Roma impa­
ratorluğu Germen Ulusu'ndan Fransız Ulusu'na geçiyordu
(Vll. Pie tiranın kaprisine teslim olmak zorunda kalmış
korku içindeki yüksek rütbeli bir papaz değildi yalnızca,
aslında o, papa olarak, Roma lmparatorluğu'nun geri dönü­
şünden yanaydı) . Bugün bize bir maskaralık gibi gelen şey,
henüz pek yakın olan Ancien Regime de hala yaşayan sem­
'

bollerle ilgilidir. Fouche kutsama törenine katılır ve Da­


vid'in fırçasından naklen bir televizyon yayınından daha
kalıcı olarak belirginleştirilen varlığı, papanın buruş buruş
suratıyla ve Napoleon'un kendi kendine taç giydirmesiyle
doğrulanabilir ancak. Fouche ve Talleyrand'a göre kutsama,
Makyavelci tarzda, din sömürüsüne dayalı bir kutsal yağ­
lanma'ydı ve Hobbes.bile bunun karşısında dehşete kapılır -
neden olduğunu ilerde göreceğiz.
lngiliz parlamenterler, kral öldüren devrimciler olarak

10 A.g.e., s. 200-205.
71
kuşkusuz arkaiktiler, ama yüz elli yıl sonra Fransa'da peşle­
rinden gelecek olanlar kadar bölünmüş, tutkulu ve radikal­
diler ve Ortaçağ egemenlik teorisinin anayasal yenilik tara­
fından parçalanması gereken belirgin noktalarını gayet iyi
saptamışlardı. Bu noktaya teorik bir çıkarsamayla varmamış
olsalar da stratej i uzmanı olarak varmışlardı, çünkü tehlike­
nin olduğu alanda kararlar almak zorundaydılar: Kendi po­
wer'ları için kuşku verici eklem noktalarını oylar ve yasalar
) Oluyla ortadan kaldırmaya çabaladılar; Hobbes, 1 649'da
kesilen kralın kafası ile gövdesinin eklemlenmesinden baş­
layarak bu noktaları kusursuz biçimde tanımlamıştı.
lngiliz parlamenterler parlamentonun kral tarafından de­
ğil, her yıl, takvim tarafından toplantıya çağrılması ve kral
olmadan toplanabilmesi için oy kullandılar: ' ordlar Kama­
rası'nın lordlardan başka kimseyi temsil etmediğine, lordla­
rın da halkı temsil edemeyecek kadar özel halk üyeleri ol­
duğuna ve Komünler'in tam anlamıyla temsil ettiği halkın
lordların onayı olmadan yasaları geçirtebileceğine karar
verdiler. Bunlar, on sekizinci, on dokuzuncu, hatta yirminci
yüzyılın sonunda lordlar hakkında varacağı reformlardır ve
lngiliz monarşisi aşama aşama hukuksal bir kelle uçurmaya
maruz bırakılacaktır; bu reformlar on yedinci yüzyılın ilk
yarısından itibaren öngörülmüştür ve yavaş bir süreklilikle
de olsa, Hobbes'un mutlakıyetçiliğiyle karşıtlık içerisinde
olan ama egemenlik teorisiyle karşıtlık içerisinde olmayan
bir mantığı açıklar gözükmektedir. Krallığın yıkılıp parça­
lanması günümüzde Britanya monarşisinin nihai kriziyle
sona ermiştir ve aşkları ve hayır işleriyle cumhuriyetçi bir
azizeye dönüşmüş olan Lady Di sayesinde skandal yaratıcı
ama canlı, insani, medyatik bir kurum halini almıştır.
Hobbes'un tarih tarafından yenildiğini, yönteminin "geri­
ci" ve teorisinin de lngiliz toplumunun ve Avrupa demokra­
sisinin geleceğinin gerçek güç ilişkilerini betimlemekte ye-
72
tersiz kaldığını söylemek haksızlık olur. Diderot, l 765'te
(yani 1 688 muzaffer Ingiliz Devrimi'nden çok sonra, ama
Amerikan devriminden on yıl önce ve Fransız Devrimi'nden
yirmi altı yıl önce) Neuchatel'de yayımlanan Encyclope­
die'deki "Hobbes'çuluk" maddesinde Hobbes'u över: Onu,
tersine, eleştirel politika biliminin bir kurucusu olarak ka­
bul ediyordu. Gerçekten de Hobbes kendi mutlakıyetçi te­
orisinde kendisi yarıklar açar, devletin ve egemenliğin kuru­
cu ve/veya imha edici parçası olarak şiddet kullanımının
muğlaklığı sorununu başkalarından daha iyi aydınlatır.
Hobbes'un yaşamının ve yönteminin iki anahtar dönemi,
onun monarşist ideolojisini tamamen görecelileştirir. Bun­
ları gözden geçirelim; çünkü çağdaş düzensizlikler dönemi­
ni aydınlatmakta yararlı olurlar.

Pratik korunma arayışı olarak sürgün


Öncelikle Hobbes'un Paris'ten kaçış ve lngiltere'ye, Crom­
well'in cumhuriyetçi lngiltere'sine 1 6 5 1 yılında, Leviathan'ın
çıkışından sonra geri dönüş dönemi vardır. Hobbes entelek­
tüel olarak .c:�sur bir korkaktır. Yazılarının tek virgülünü de­
ğiştirmektense kaçmayı tercih eder. Bu onun ikinci kaçışıdır.
Zaten mutlakıyetçiliğin teorisyeni olan ama tanrısal hukuh
krallığına düşman olan Hobbes, monarşinin dini karışıklık­
lar ve Presbiteryen ve püriten fanatizmin tehdidi altında ol­
duğunu hissetmiş olduğu 1 640 yılında ilk kez lngiltere'den
Fransa'ya kaçmıştır. Kralın idamını beklemeden Fransa'ya
kaçar. 1 6 5 1 yılında, Fransa'da on bir yıl kaldıktan sonra,
soyluların başkaldıpsının ortasında, tahttan indirilmiş eski
Galler prensi olan Kral 11. Charles'ın etrafında Fransa sara­
yında sürgünde bulunan İngiliz monarşist çevrelerinde ken­
disine karşı dolaşmaya başlayan suçlamalardan korkuya ka­
pıldığını tarih yazar. Bu düşmanca dedikodular onun horun-
73
ma teorisine dayanıyordu: "Egemen, uyruğu koruduğu süre­
ce uyruk da egemene karşı yükümlüdür. "11
Diderot'ya göre, Hobbes'un kralının tarafını terk ettiği kuş­
kusunu uyandıran özdeyiş budur; o kral "o dönem öyle aşırı­
lıklara maruzdu ki, uyrukları artık ondan yardım umamaz­
dı." Reşit olmayan Fransa Kralı XIV. Louis, krallık naibi Anne
d'Autriche ve Bakan Mazarin de çok güç durumdaydılar. Le­
vi athan'ın metninde aslında şöyle der: "Harici veya dahili bir
savaşta, düşmanlar kesin bir zafer kazandıklarında; ve devle­
tin [ cumhuriyetin] güçleri artık yerlerini korumaz oldukları
için, uyrukların sadakatleri artık koruma sağlamaz olduğun­
da; işte o zaman devlet [cumhuriyet] dağılır ve herkes kendi
takdirine uygun yollarla kendini korumakta özgürdür."12
"Stratejik ölçeklerin ayrılması" diye adlandırdığım temayı
ele alan suçlanan bölüm, monarşi-karşıtı olmaktan çok te­
oriktir. Hobbes'un metni Latince versiyonunda tam olarak
şöyle der: 1 3 "Egemen bir hükümdarın hakkı bir başka ege-

1 1 Diderot, Encyc!opedie'de, Hobbes'u serbestçe ve kibarca tercüme eder. Yurttaş


sözcüğünün yerine uyruk sözcüğünü koydu diye eleştirilebilir, uyrulı "ege­
men" terimine "hükümdar" anlamını vermektedir ki Hobbes "fani tanrı" ola­
rak adlandırdığı Leviatlıan'da bu konuda hiçbir şey söylememeye dikkat et­
mektedir (bölüm 1 7 , s. 1 78), teorik egemen, ona göre, bir insan olabileceği gi­
bi bir grup ya da meclis de olabilir. Diderot'nun aktardığı Hobbes şöyle der:
Ob!igatio civium erga eum qui summam lıabeı potestatem tandem nec diutius per­
manere intellegitur, quam manet potentia cies protegendi (sözcüğü sözcüğüne
şöyle tercüme edilebilir: "En yüksek gücü elinde tutan karşısında yurttaşların
yükümlülüğü, yine de, yurttaşları koruyan bu iktidarın varlığını sürdürdüğü
zamanın ötesine uzanırmış gibi anlaşılmamalıdır").
12 Uviatlıan, Bölüm 29, "Devleti [ Cumhuriyeti ] Zayıflatan ve Çökmesine Yol
Açan Şeyler Ü zerine."
13 Latince versiyon (1667) teorik olarak lngilizce versiyondan (1651) daha son­
radır. Ama bazıları (örneğin Fransızca versiyonun [ed. Sirey. 1 9 7 1 ] çevirmeni
François Tricaud) daha önceden de bir Latince versiyon olduğu tezini savu­
nurlar, özellikle uyruktan değil her zaman yurttaştan söz ettiğinden Leviat­
lıan'ın sorunsalının henüz bir egemenlik el kitabı değil, cumhuriyetin ya da si­
tenin el kitabı olduğu görüldüğü ölçüde l 740'h yıllara tarihlenebilecek belki
de bir tür stenografik versiyondur bu.

74
menin edimleriyle yok olamayacağına göre, en yüksek güce
sahip olan karşısında yurttaşların yükümlülüklerinin, yur­
taşları koruyan bu iktidarın var olduğu sürenin dışında da
süreceği sanılmamalıdır."
Çağdaş dile çevirirsek, egemen-kralla halkın imzaladığı
koruma sözleşmesinin anlaşma boyunca sınırsız olduğunu,
ama patron işten çıkarıldığında, egemen koruma işlevinde
başarısız kaldığında -bu başarısızlık yükümlülüğün ihlali
demektir- sözleşmenin geçersiz kaldığını söyleyebiliriz. Ko­
ruma işlevi şiddete dayandığından, egemenin koruyucu ol­
maktan çıkması için güç kontrolünü, kendi tekelinin ya da
aşikar üstünlüğünün kontrolünü yitirmesi yeterlidir. Bu
durumda (ne yazık ki, Hobbes'a göre) herkes yeniden ken­
dini koruma doğal hakkına kavuşur ve toplum, yeni bir
monarşik koruyucu ortaya çıkana kadar "doğal hal"e ya da
imparatorluk devletine yeniden düşebilir.
Düşmanın nihai zaferi kazanması ve cumhuriyetçi güçlerin
kendi yerlerini koruyamaz olması gerektiğini belirten cümle­
ciğe bağlı kalmazsak, bu oportünizm tüm Vichy'ciliklerin te­
meli olarak görülebilir. Hobbes'çu terimlerle ifade edersek,
de Gaulle'cülüğün özel önemi, demek ki, 1 940 Haziranı'nda
Fransa'nın savaşının kesin sonuçlanmadığını ve Özgür
Fransa'nın bir avuç cumhuriyetçi gücünün savaş alanında
düşmana hala dayandığını ilan etmiş olmasıdır.
Zaferin nihai olup olmadığına ve cumhuriyetçi güçlerin
alanı terk edip etmediğine vicdanlarında ya da efemen fo­
rumlarında karar verecek olan yurttaşlardır. Hobbes, taht
talibi düşkün kralın sarayına üşüşen sürgündeki soyluların
yurttaşlık gücünden .yoksun olduklarını görebiliyordu.
Durum böyle olduğundan, (çok daha sonra yazılan ve ya­
yımlanan) Behemot'un yaklaşımının merkezinde bulunan
Leviathan'ın kısa bölümünün, muhtemelen Hobbes'un ş aş­
kınlığının da merkezi yeri olduğunu kabul etmemiz gerekir.
75
Bu öyle merkez! bir yerdir ki, insan gerçekten tehdit edildi­
ğini hisseder, korkuya kapılır ve onu Cromwell'in bir yan­
daşı olarak gören kliklerle karşı karşıya gelmektense, çocuk
XIV Louis'nin sarayına ve Kral 11. Charles'ın sarayına kaç­
mayı tercih eder. Ve, stratejik bir söz dağarcığı kullanmak
ve egemeni bir karar verici olarak kabul etmek isteniyor ol­
sa da, Hobbes egemeni tehlike alanında sorumluluk konu­
muna yerleştiriyordu: Eğer artık egemen değilse, hataları­
nın sonucudur.
Ama stratej i var mıdır? Teorik olarah, hayır: Egemenin
sorumluluğu, bir otomatın sorumluluğudur. Hobbes kralcı
olsa da, bir zaman eğitmeni olduğu Galler prensinin kişili­
ğine bağlı olsa da, babasının idamından sonra tahta talip ol­
masını meşru olarak görse de, ona göre, egemen, Commen­
wealth, devlet, veraset yoluyla sadakat gösterilmesi gereken
bir monarşi değildir: Doğal insanın yarattığı bir "yapay hay-ı
van" , daha doğrusu bir "yapay insan"dır. Daha Leviathan'ın
ilk sayfalarında bunu ileri sürer. Demek ki, egemen koru­
yuculuk işlevinden, bir bilgisayarın belleğinden ya da iş­
lemcisinden sorumlu olmasından daha fazla sorumlu değil­
dir. Kralcı kliklerin eleştirdiği cümlecik, Hobbes'a göre bir
tür akronik totolojidir. Onun Gassendi'ci mekanizması baş­
ka türlü düşünmesini engeller. Saat sökülür, tekrar takılır,
bu nasıl işlediğini daha iyi anlamayı sağlar, ama işleyiş ilke­
si asla değişmez.
"Herkesin herkese karşı savaşına karşı halkı güç kullana­
rak koruyandır egemen" ; "bunu yapamayan egemen ola­
maz " ; "bunu yapamayan egemen olmaktan çıkar" ; "herke­
sin herkese karşı savaşına karşı halkı güç kullanarak koru­
mak" : Bunlar mekanikçi Hobbes için kesinlikle birbirine
özdeş dört önermedir. Ve örneğin, "Kral, herkesin herkese
karşı savaşı karşısında halkı koruyamasa bile egemen kalır"
demiş olsaydı, tüm yaklaşımını boşa çıkarmış olurdu. Toto-
76
lojiler listesine şu da eklenebilir: "Herkesin herkese savaşı­
na karşı güç kullanarak halkı artık koruyamıyor olan hala
egemen olamaz . " Ama halk kendi kendini koruyabildiği
gün, kendisi egemen olur.
Yiiriiyiiş Marş ı bu açıdan son derece açıktır: Egemen
halk, aristokratik iktidar olarak görülen monarşilere son
verir, ama aynı zamanda halk iktidarları olan zorbalara [ ti­
ran] da son verir. Eğer halk tam anlamıyla egemen olursa
krallar ile tiranlar arasındaki incelikli ayrım yok olur:

Titreyin Fransa'nm düşmanları:


Kana ve şerefe susamış krallar,
Egemen halk ilerliyor,
Tiranlar, mezara girin !

lşte, arkaik bir duygulanıma indirgenmiş Hobbes'un mo­


narşizınidir bu, ama teorisi hala depreşmektedir. O halde,
1 65 l'de egemen kimdir? Cromwell henüz egemen değildir,
iç savaşa son veremeyen parlamento da değildir. Ne olursa
olsun, yayımlandığı yıl Leviathan'ın bu bölümününyol açtı­
ğı büyük yankılardan korkan Hobbes, kendi özgürlüğünü
stratejik olarak savunmada kendini egemen ve özgür ilan
eder, yeniden lngiltere'ye göç eder. Cromwell'i politik ola­
rak desteklemekten yana değildir ve kamusal faaliyetlere
asla katılmaz - kendisinin Anglikan olduğunu ilan eder yal­
nızca, Katolik olmayan ibadetlerin tamamen özgür olduğu
rejimde bu zorunlu bir açıklamadır. Ama pratik olarak, Bü­
yük Britanya'ya geri dönüşüyle, cumhuriyetin ve askeri
diktatörünün sağladığı korumanın, Xlll. Louis'nin sarayın­
da bulunmamakla onu tehdit eden il. Charles'ın krallığının
zayıflamış korumasından yüksek olduğunu kanıtlamıştır.
Aradan iki yıl geçmeden, 1 653 yılında, Cromwell Hob­
bes'çu koruyucu lord unvanını alır.
77
Din adamlannın politik gücü, iç savaş nedeni
Hobbes'un teorik şaşkınlığının anahtar dönemi, iç savaş
sürecinde devlet iktidarının tamamen yıkılmasının kesin
anını tarif etmeye çalıştığı dönemdir. Burada Behemot'a
göndermede bulunmak gerekir. Monarşi lngiltere'de restore
edildi ve Hobbes artık bir tehlikeyle karşı karşıya değil. Ko­
ruyucusu kral, kaçışını affetti ama konusu hala çok tehlike­
li olan bu eseri lngiltere'de resmi olarak yayımlamasına asla
izin vermedi. Kaçışın ve sürgünün tersine, teorik bir dönem
söz konusudur, yoksa Hobbes'un kavramlaştırmalarının
"pratik" bir dönemi değil.
O halde, egemeni ortadan kaldırmak için hangi dönemi ve
hangi gerekçeyi seçmek gerekir? Hobbes'a göre, Behemot'ta,
egemenin iktidarı cumhuriyet rejiminde kendi kendini yok
etmiştir. Bu çalışmayı yayımladığı geç dönem olan 1668'de
monarşi restore edilir. Hobbes, klik mücadelelerine düşmek­
ten çekinmeden teorisini yapabilir. Bununla birlikte, kralın
infazı, yargılanmayı kabul ettiği için (XVI. Louis, Varennes'e
kaçışıyla kanıtladığı gibi, bu eğilimde değildi) hükümdarın
intihar davranışı olarak görülebilse bile, bu kendi kendini yok
etme cümlesi mutlak anlamda 1 649 yılında kralın infazı ola­
rak belirtilmemiştir. Herkesin herkese karşı savaşı, kralın
ölümünden önce, dini-politik gruplar arasındaki mücadele­
lerle temsil edilmiş gibi görünür ve ardından, genel bir sava­
şa oldukça benzeyen parlamenter düzensizlikle sürer.
Oysa, Hobbes'a göre, parlamenter gruplar arasında değil,
dinf gruplar arasında bir mücadele olduğu için egemen or­
tadan kalkmıştır. inançlı biri olan Hobbes, politika üzerin­
de dinin her türlü nüfuzundan gayet sağlam gerekçelerle
nefret eder. Onunki teolojik bir gerekçedir, ama sorunsalı
ve konusu nedeniyle, stratejik bir gerekçe olarak da kabul
edebiliriz.
78
Papalığın Roma lmparatorluğu'na hakim olma emelleri,
tıpkı imparatorun, papa da dahil olmak üzere ruhbanlara
hakim olma emelleri gibi, IV. yüzyıldaki Büyük Konstan­
tin'den bu yana Hıristiyanlık tarihinin parçasıdır: O dönem­
den beri, ruhbanın politik gücüyle orantılı olan bir Hıristi­
yan din adamı-karşıtlığı vardır, bu, günümüzün laik cumhu­
riyetinde zayıflamış olarak hüküm süren karşıtlıktan çok
daha sert ve etkilidir. Zaman zaman unutulan şey, din adam­
larının dünyevi iktidarına yapılan bu temel eleştirinin savaş
ve barış sorunuyla, barış cumh u riyeti nin, Hıristiyanlığın, ya­
'

ni Avrupa'nın iç barışının korunması sorunuyla doğrudan


ilişkili olduğudur. Ayrıca, bu eleştirinin din adamlarının
dünyevi iktidarına yönelik olmadığı, tinsel iktidarlarını halk­
ları askeri savaşa sürüklemek için kullanmalarına yönelik
olduğu, bu ikisinin de tamamen farklı şeyler oldukları, "din
sömürücülüğü" denen şeyin bu olduğu unutulmaktadır.
Kutsama ayinlerini ve günah bağışlarını para karşılığı
yapmak, din sömürüsünün yalnızca bir bölümüdür. Diğer
bölümü, kurtuluş vaadiyle asalak bir iktidarı örgütlemek
amacıyla Isa doktrinini saptırarak insanların savaşa sürük­
lenmesidir. Din sömürüsünün en bilineni, kutsamaların sa­
tılmasıdır; bu, ticaretin sempatik ve barışçı değerlerine ve
kiliseyi mali bir güç haline getiren her şeye bağlı olarak ki­
lisenin bayağı bir şekilde çürümesinden kaynaklanır. Yine
de bu yasağın ardında ikinci bir mantık durmaktadır: Hıris­
tiyanlığın barışçı niteliğini, her türlü şiddet ve kin tahakkü­
müne kesin düşmanlığını sürdürmeyi hedefler. Hıristiyanlı­
ğın da Budizminki gibi temel "işlemcisi" budur. Gerçekten
de, eğer kilise, kilise olarak, kutsamayı karlı hale getirerek
servet biriktirmemek' zorundaysa, bunun nedeni, para topla­
maya, iktidarını savunmaya, silah satın almaya ve iktidarını
korumak için paralı askerler kullanmaya, sonra· da, kaçınıl­
maz olarak, vergi ve şantaj yoluyla bu savaşçılar aracılığıyla
79
servet yapmaya, kısacası bir devlet gibi kılıç yoluyla yaşa­
maya ve ölmeye muktedir dünyevi bir güç olmaması gerek­
tiği içindir.
Bu yetki krala ve imparatora özgüdür, işin sorumluluğu­
nu ve kirini onlar üstlenir. Ve bu stratejik yasak, hem para
birikimiyle (egemenin resmi basılan mangır, vergi yoluyla
Sezar'a geri dönmelidir) hem de savaşın kullanımıyla ilgili­
dir (lmparator Sezar savaş yapmak için vergi alır) . Vergiyi
engellemek, Sezar'ın işaretiyle damgalanmış şeyi Sezar'a
vermemek, savaşa hazırlanmaktır; bu, ulusal kurtuluş ola­
rak Mesih'in krallığının yükselişine ilişkin belli bir Yahudi
vizyonuna ters değildi ama Hırisliyanlık bunu reddetmiştir.
Politik, zengin ve şiddete dayalı bir kiliseye varmanın da­
ha sapkın bir tarzı da vardır, bu, ahret mutluluğu söylemi­
nin doğrudan kullanımıdır: Müminlerin yaşamlarını ruh­
ban sınıfın yararına feda etmeye (karşılıksız bile olsa) yö­
neltmek için kilisenin papazlık yeteneklerini doğrudan
doğruya kullanması gerekmemektedir. On altıncı ve on ye­
dinci yüzyılda Reform hareketiyle, ardından da mutlak mo­
narşinin din adamlarını tabi kılma -Anglikanlaştırma, ya da
en azından Özgür Fransız kilisesine tabi kılma- isteğiyle
birlikte yaygınlaşan modern çatışmanın kökeni, doğrudan
doğruya, papa ile imparator arasındaki Ortaçağ'dan kalma
çatışmaya uzanır.
Hıristiyanlar ya da Hıristiyan krallıklar arasındaki ve dün­
yanın geri kalanıyla Hıristiyanlar arasındaki savaş ve barış
sorununda Katolik kilisesinin merkezi rolü tüm Ortaçağ'da
sürer. "Dünyevi" ve "manevi" bu iki iktidardan her biri di­
ğerini Hıristiyanlar arasında (haksız) savaşları kışkırtmakla
suçlayarak insan aklının ve Tanrı'nın pek değer verdiği barı­
şı yalnızca kendisinin hakim kılabileceğini ileri sürer.
1324 yılında, İtalyan teolog Marsile de Padoue Defensor
Pacis (Barış Savunucusu) adlı eserinde papalık mevkiinin
80
talep ettiği üstünlüğün temellerini yıkmak ister. Roma
(Germen) lmparatorluğu'nun, baştan beri, papa kararlarıy­
la değil, seçim yoluyla (prenslerin, yani Alman papazların
seçimi yoluyla) aktarıldığını gösterir. Roma'daki papanın
tek yapabileceği, oylamayı onaylamaktır; ve "Nasıl ki Reims
piskoposu Fransa kralı olamıyorsa o da imparator olamaz,"
der. Demek ki, Hobbes'un yaklaşımını ta o dönemde ta­
mamlayan bir yöntem benimseyerek, egemen bir iktidarın
kökeni, hurucu efsanelerle değil, mekanizmasıyla, yenilenme
ve gerçek aktarım tarzıyla açık seçik saptanabilir, diye dü­
şünmektedir.
On dördüncü yüzyıldan itibaren dini otorite ile politik ik­
tidarı, temelleriyle ve yöntemli bir şekilde birbirinden ayır­
ma gerekliliği, elbette Hıristiyanlığa özgü bir yöntem soru­
nudur. Ama bu aynı zamanda, daha somut olarak, asalaklık
ve para sorunudur: Savaş korkusuyla, dinsel saygıyla ya da
silah gücü sayesinde korunma talep ederek Tanrı'nın halkın­
dan ne kadar para çekebiliriz? Cehennem korkusuyla, afo­
roz tehdidiyle ve ruhbanların tekelindeki günahlardan arın­
dırma hakkıyla ne kadar para toplayabiliriz? Bir yanda, şid­
det ve güvenlik, diğer yanda cehennem tehdidi ve cennet
vaadi; bunlar Ortaçağ'da zenginliklerden pay almanın iki te­
mel tarzıdır. Marsile de Padoue'nun tezi, Hıristiyanlığın bağ­
rındaki savaşların nedeninin, o yüzyıl içindeki asalak ve ra­
kip bu ikilik olduğudur. lkili mali iktidar, kaçınılmaz olarak
askeri çiftkutupluluğa yol açar. ltalya'da Guelfe'lerle Gibe­
lin'ler çatışır. Papa, din yoluyla imparatora hakim olmaya ve
haçlılar yoluyla ya da "aforoz şimşekleri"yle Hıristiyanlığa
hakim olmaya çalışı�ken doğru yoldan sapmıştır.
Hobbes'un aşikar aşırı modernliği, Ortaçağ kökenli ruh­
ban-karşıtı devletin ortaya çıkış sürecinin mirasıdır. Marsile
de Padoue için bile barış, düzen ve devletin birliği ancak zo­
ra dayalı terimlerle tanımlanmıştı. Ve bu zora dayalı denetim
81
tekeli sayesinde telz egemen'in (ki bu bir oligarşi ya da bir
yurttaşlar meclisi ya da bir hükümdar olabilir) işlevi, etkili
bir barış nedenidir. 1 4 Her yanda iç savaşı başlatan şey, bazı
papaların papazlığı tamamen politik iktidarlara karşı meşru
bir iktidar haline getirme niyetidir: "Bazı Roma piskoposları,
lsa'nın kendilerine tam iktidar vermiş olduğunu söyledikle­
rinden, onlara borçlu olunan politik iktidarı ele geçirmeye
yönelik bu sapkın arzularına ve yanlış kanılarına" karşı çık­
mak gerekir; "site ya da devlet içinde uyuşmazlığa ya da ka­
rışıklığa yol açtığını saptadığımız tek neden budur. " 1 5
Ve Luther ortaya çıkana kadar papalığın en lanetli yazarı
olmasına yol açan tamamen militan bir inançla sözlerini
noktalar: "İnsanlık içinde her türlü barışa ve mutluluğa ta­
mamen karşı duran, vebayı andıran bu pis koku, bir hasta­
lık olarak bulaşabileceğine göre ve böylelikle tüm dünyada­
ki sadık Hıristiyanların kurduğu diğer devletlerin temelleri­
ni de çürütebileceğine göre, bunu püskürtmenin son derece
gerekli olduğu kanısındayım, [ . . . ] önce eğitim ve söz yoluy­
la, sonra kendi güçlerim ölçüsünde dış eylemle. " 16
Hobbes, özellikle egemenleri hedef aldığında politik silah
olan aforoza karşı Marsile de Padoue'nun argümanlarını
kendince yeniden ele alır. Yine de, ruhbanların zararlı rolü
nitelemesinde Marsile de Padoue'dan daha ileri gidecektir,
çünkü ruhbanların çabalarını yalnızca bir din sömürüsü ve
kutsamalardan para kazanmanın bir yolu olarak görmekle
kalmaz, dahası bu durumu, Sezar'ın yerine geçmeyi kiliseye
yasaklayan ve kilisenin "dünyevi krallık" kurmasını reddet­
mek zorunda bırakan Hıristiyanlığın özünden bir kopma

14 Marsile de Padoue, Defensor Pacis, Söylev !, Bölüm XVII, "Sitenin En Yüsek


Yönetiminin Sayısal Birliği Ü zerine" , lngilizce baskı, Medireval Academy Rep­
rints for Teaching, 1980 , s. 80 ve devamı.
15 A.g.e., !, 1 9,12.
16 A.g.e., I, 1 9,13.

82
olarak değerlendirir: "Aforoz yetkisi, kilise havarileri ve ba­
balarının Kurtarıcı'mızdan aldıkları yetkinin amacını aşma­
malıdır; bu yetki ise, buyurma ve zorlama ile yönetmek de­
ğil, insanları gelecek dünyada kurtuluş yolunda eğitmek ve
yönlendirmektir. Herhangi bir bilim dalında bir usta, kural­
larını uygulamayı inatla ihmal eden bir öğrencisini nasıl
terk edebilir, fakat onu adaletsizlikle suçlayamaz ise, çünkü
öğrenci ona itaat etmekle hiçbir zaman yükümlü değildir;
aynı şekilde, Hıristiyan düşüncesinin bir öğretmeni de, Hı­
ristiyan ilkelerine uygun olmayan bir hayat sürmekte inat
eden taraftarlarını terk edebilir; fakat ona haksızlık yaptık­
larını söyleyemez, çünkü ona itaat etmekle yükümlü değil­
lerdir. Bundan şikayet edecek bir öğretmene, Tanrı'nın Sa­
muel'e verdiği şu cevap verilebilir. . . 'Onlar seni değil, beni
reddettiler.' Dolayısıyla, . . . aforoz cismani iktidarın desteği
yoksa geçersizdir. . . onu ilk kez kullanmış olan Roma pisko­
posu, kendini kralların kralı sanmıştı; tıpkı paganların Ju­
piter'i tanrıların kralı yapmaları gibi. . . " 17
Hobbes, (günah bağışlama ticaretini reddeden) Luther'in
ilan ettiği Reform'un ve -Hıristiyanlığı ulusal bir devlet mo­
dernliğiyle birleştirmenin en basit biçimi- Anglikan papa­
karşıtlığının özü olan, Ortaçağ'daki papalık-karşıtı tüm eleş­
tirinin mirasçısıdır. Ama bir Anglikan olan Hobbes, Protes­
tan tarikatlardan daha öteye gider; onun papa-karşıtlığı ger­
çek bir ruhban-karşıtlığıdır. Yalnızca Katolik Roma'ya değil,
tamamen politik iktidar olarak, yani Isa'nın buyruğunun
tersine, şiddete dayalı bir düzen kurarak ortaya çıkmaya yö­
nelen tüm din adamlığına karşıdır: "Isa Mesih'in krallığı bu
dünyadan değildir;_ dolayısıyla, onun vekilleri de, kral olma­
dıkça, onun adına itaat talep edemezler."18

1 7 Uviathan, a.g.e., Bölüm 42, s . 536.


18 A.g.e., s. 520.
83
Hobbes'a göre, insanlar doğal olarak yaşamı ölüme tercih
ederler. Ama, iç barışı kuran egemenlerin zorlayıcı gücüne
rağmen, kilise oyunları nedeniyle iç savaşlar ya da uluslara­
rası savaşlar patlak verebilir. Lanetlenme korkusunu kulla­
nan kiliseler, insanları öl meye ve başkaların ı öldürmeye
muktedir kılabilir. Bu yaklaşım her ortaya çıktığında, ruh­
banlar -ister Roma'ya bağlı olanlar olsun, ister Presbiteryen
ya da püriten mezhepler- krallık ya da imparatorluk iktidarı­
nı ele geçirirler. O zaman, egemenin iktidarlarına, herhesin
herhese lwrşı savaşını durdunnah için rasyonel olarak oluşmuş
iktidarlara rakip olarak ortaya çıkarlar. Cumhuriyet için teh­
like halini alırlar; barışın önde gelen düşmanı onlardır.
Hobbes'a göre sivil toplum ancak adalete bağlı olarak ko­
runur ve adalet de yaşatma ve öldürme hakkına ve daha az
önem taşıyan diğer ödül ve cezaları yönetme hakkına bağlı­
dır; cumhuriyette barışın hüküm sürmesi cumhuriyet için­
de egemenliğe sahip olanların ellerinde tuttukları haklara
bağlıdır. Bu nedenle, "egemenden başka birinin, yaşatmak­
tan daha büyük ödüller verme ve öldürmekten daha büyük
cezalar dağıtma yetkisine sahip olduğu yerde cumhuriyetin
[ devletin] ayakta kalması imkansızdır. " 1 9
Demek ki, egemen mercilerin yıkımına ve her türlü koru­
manın ortadan kalkmasına yol açarak, herkesin herkese
karşı savaşını kışkırtan şey ikili iktidardır - ve özellikle, po­
litik-askeri nitelikteki global ya da bölgesel iktidar üzerinde
global bir dini iktidarın üstünlük iddiasıdır. Hobbes'a göre,
egemenin yok olmasına yol açan şey, Cromwell değil, karşı
karşıya gelen silahlı kuvvetlerin dini motivasyonlarıdır.
İngiliz devrimi sırasında egemenliğin ne zaman yok oldu­
ğunu bilme sorusu hala çözüm beklemektedir. Belki de, bir­
çok ruhban -en azından üç, yani en popüler din adamları

19 A.g.e., 38. bölüıııuıı lııışı, s. 472.

84
olarak papa yanlıları, Presbiteryenler, Püritenler- krala rakip
olarak, yaşamdan daha büyük ödüller ve ölümden daha bü­
yük cezalar belirleme hakkını talep ettikleri andan itibaren
yok olmuştur. Tüm din1 gruplar içinde kralla relwbet içinde
olınadı1ılarını ilan etmiş olanlar yalnızca Anglikanlardır.
Demek ki, koruyucu lord olarak Cromwell'in üstlendiği
egemen koruyucu iktidarın meşruluğunu Hobbes'un kabul
etmesi kısmen yanlıştır. Diktatör, dini özgürlüğü tesis ede­
rek (ama papa yanlıları için değil) din sorununu gayet iyi
çözmüştür.

Üç iktidara karşı üç hamp


Kralın ortadan çekilmesi daha fazla düzensizliğe yol açsa
da, egemenliğin imhasının, "yeni ordu"ya, askerleri11 seçtiği
ajitatör/erine, tartışarak karara varmış meclislerine dayanar.
Cromwell'in iktidara yükselme davasında simgeleştiği söy­
lenemez. Yuvarlak kafalar aslında egemeni meydana getirir.
Egemenin ortadan kalkmasının global bir felsefi tanımı, da­
ha ziyade, döngünün sonunda, Olivier Cromwell'in ölümü
üzerine inşa edilen üçlü iktidar içinde -koruyucu oğul Ric­
hard Cromwell'in iktidarı, parlamentonun iktidarı ve 1 659
başında ordunun iktidarı- egemenin parçalanmasıyla ortaya
çıkar. Koruma işlevinin ancak o zaman yok olduğu görülür.
Bu üç kamp, ikişer ikişer, üçüncüye karşı ittifak içindedir
ve bunlar, bir yüzyıl sonra Montesquieu ve Locke'un üç ik­
tidarı, yani yürütme, yasama ve adli iktidar tarzında bölün­
müş egemen iktidarın bir temsili olarak değil, doğal duru­
mun, herkesin herkese karşı savaşının diğer temsilleri ara­
sındaki bir temsili olarak kabul edilebilir. Bu nokta üzerin­
de durmak ilginç olabilir. Bir devlet krizindeki üç kamplı
bir savaş, sonsuz sayıda kampa bölünmüş bir savaşın basit­
leştirilmiş imgesidir. Başka durumlara dair de bunu görme
85
vesilesi olacaktır: Küreselleşmenin "acımasız küçük savaş­
ları" diye adlandırdığım şeyin içinde, koruma işlevinin yok
olmasına eşlik eden, geriye dönük bir paradigma olarak, üç
kamp lı savaş evresi'ni tanımlayabiliriz. Yirminci yüzyılın
son yirmi yılında Lübnan'da, Bosna'da ve Kolombiya'da or­
taya çıkan şey budur; aynı zamanda MS 69 yılında Ne­
ron'un ölümü üzerine Roma lmparatorluğu'nu yıkımın eşi­
ğine getiren krizde de bu görülmüştür (ve bu durum Taci­
tus'un uzun bir analizinin, Başkaldırı'dan birkaç yıl sonra
da Corneille'in Othon trajedisinin konusu oldu) . Üç kamplı
savaş uğrağı, gerçekten de, egemenin imhasında karakteris­
tik bir uğrak olarak kabul edilebilir. Demek ki bu, aynı za­
manda, bir imparatorluk iktidarı korumacılık işlevinden
vazgeçtiğinde, halkın olası imhasının da uğrağıdır.
Günümüzde, iç savaşın "doğal hale geri dönüş" olup ol­
madığını sormamız oldukça boşuna bir sorudur. Diderot,
insanın doğasının iyiliği ya da kötülüğü şeklindeki çok bili­
nen tema hakkında Hobbes'la Rousseau'yu karşı karşıya ge­
tirir. Ama bu sorun, işin özüne teğet geçer. Barışçı, "mut­
lu" , dolayısıyla da iyi , doğal insan bir mittir. Rousseau ,
(belki var olmuş olsa bile) rastlanamayacak ve ancak günü­
müzde gözlenen ilkel toplumlardan çıkarabileceğimiz so­
nuca göre, devlet-öncesi bazı -ama tümü değil- toplumları
içeren ilksel bir doğa durumu tahayyül eder. Gerçekten de,
bazıları sürekli olarak herkesin herkese karşı savaşı halinde
yaşamaktadır ("savaş" sözcüğü bu duruma kuşkusuz tam
anlamıyla uygun düşmeyebilir) .20

20 Krş. John Keegan, sentezinde bu ilkel savaş sorununa uzun açıklamalar ayırır:
Histoire de la guerre. Du neolithique a la guerre du Golfe, Dagorno, Paris, 1966.
Paskalya Adası'nın savaşçılık yüzünden çöküşünün tarihinden yola çıkarak,
Paskalyalılardan Avrupalılara kadar tüm askeri öz-imhaların sorumlusunun
Clausewitz olduğunu kanıtlamaya çalışır; bu sorumluluğun nedeni Clause­
witz'in, "savaş, politikanın devamıdır," demiş olmasıdır. Britanya savaş uz­
manlarının Clausewitz'e özellikle kızdıkları bilinmektedir, çünkü Keegan'ın

86
Hobb�s, aslında, İngiliz iç savaşında faal olduğunu göz­
lemlediği, "doğal hale geri dönmüş" insanı düşünür. lnsan
bu durumdan ne "doğal olarak iyi'', ne "doğal olarak kötü"
çıkar; daha ziyade, "doğal olarak strateji uzmanı"dır o. Bu
durum belki de yalnızca alın loblarının limbik sistemi kont­
rol ediyor olmasının türün bir özelliği olduğunu gösterir.
Ama bu, limbik sistemin varlığını ortadan kaldırmaz. Hob­
bes, Rousseau'nun tersine, kendi paradigmasını tarihsel bir
deneyime dayandırır, ama yalnızca adlandırmada yanılgıya
düşerek, bu kaos durumunu "doğal hale geri dönüş" olarak
adlandırır. Böylece de, Diderot'nun dediği gibi, bu durum­
dan insan doğasının kötü olduğu sonucunu çıkarır, yani in­
san insanın kurdudur der, oysa insan aynı zamanda insanın
kuzusudur, dahası, en dizginsiz duygular ile katışıksız ras­
yonalite düzeyindek bu iki kertenin karışımını gerçekleşti­
ren bir strateji uzmanıdır. Savaşçı kişiliği "iyi" ya da "kötü"
olarak tanımlayan değer yargısı, savaş suçu ve insanlığa kar­
şı suç tanımı, bu bileşim üzerinde temellenecektir.

Hobbes ve Clausewitz gidiş geliş,


politikanın "devamı"

Hobbes'u, egemenliği halkın korunması olarak tanımlama­


sıyla ve Clausewitz'i de "Savaş, politikam başka araçlarla
devamından başka bir şey değildir," şeklindeki tarifiyle
özetlemek her zaman mümkündür. Ama, içine girdiğimiz

analizi (başka araçlarla) Liddel Hart'ın da analizidir. Savaşın sınırsız şiddete


yöneldiğini ve aynı zamanda, politik akıl tarafından düzenlendiğini söylemek,
korumanın her düzeyipde kendi kendini imha etmeyi ya da sınırlanmayı yara­
tabilir. Clausewitz tüm savaşların teorik alanını hazırlar ama zafer reçeteleri
yayımlamaz. Teorik stratejinin az rastlanır disiplini içinde yer alır, oysa Ke­
egan ordunun antropolojisini ve savaş tarihini övgüye değer ve ilginç bir kav­
ga sosyolojisinin aleti yapar, ama Britanya Adaları'nı korkutmayı başarmış
Prusyalılar'a hitaben yazılmış ahlaki ve felsefi bir itirazla noktalanır her zaman
olduğu gibi.

87
yeni-Ortaçağ karmaşasında, bu tanımlar açık seçik biçimde
uygulanabilir gözükmemektedir.
Demokratik mücadeleyi südürebilmek için bu kavramsal
aletleri yenilemek, halk egemenliğinin korunma olarak ta­
nımlanışını yeniden biçimlendirmek ve barış arayışını tü­
müyle gözden geçirmek gerekmektedir. Barışçıl demokrasi
oyunu ile sınıflar mücadelesinin şeffaf, çatışmalı oyununu
kaçınılmaz olarak birbirine karıştıran sistem olan kaos im­
paratorluğunun her düzeyde savaş ve baskıyı geri getirdiği
günümüzde barış asla kazanılabilmiş değildir.

Fortsetzung
Clausewitz şöyle der: "Savaş, politikanın başka araçlarla
devamıdır (Fortsetzung) yalnızca (blofl)." Savaşın bu şekil­
de politikanın "yalnızca" devamı olması, egemen devletler
arasında on sekizinci yüzyıldan yirminci yüzyıla, l 945'e ka­
dar ve emperyalist bloklar arasında da l 945'ten Körfez Sa­
vaşı'na kadar barış/savaş ilişkisi etrafında dengelenmiş bir
modüldür. Ama "devam" sözcüğü belki de çok uygun bir
sözcük değildir, çünkü Clausewitz'çi düşünceyi deforme et­
mektedir.
Öncelikle, Almanca'nın Fransızca'da bilinmeyen, daha
doğrusu bilmezden gelinen şeyleri söyleyebileceğini kabul
etmek gerekir. Genellikle "süreklilik" olarak tercüme edi­
len Fortsetzung'da, yola çıkış ya da aşma'yı (jort) anıştıran
dinamik bir parçacık ve yerleşme'yi (setz-) anıştıran bir fiil
kökü vardır: Karşıtlardan oluşan, daha doğrusu bir yola çı­
kış ile bir varıştan oluşan bileşik bir sözcüktür bu. Alman
şarkı söyler ve Fortsetzung mi-re-do olarak şarkı söyler:
Vurgu ve yoğunluk başlangıçtaki parçacıktadır (jôrt-); son­
ra bir ton aşağıda, yerleştirmenin fiil kökünde (-setz-) ve
nihayet bir ton daha aşağıda, eylemin sonucunun istikrarlı
88
niteliğini belirten soyut sonek üzerindedir (-ung). Fransız­
ca-Latince "devamlılık"ta elbette böyle bir anlam yoktur;
bir kopuştan ziyade süreklilik eylemidir. Cum tenere, -bir
arada tutmak, birlikte-tutmak/içermek- iki statik bağ oluş­
turur, tek bir sözcük içinde bloke edilen ikili sesli harf, oy­
sa Clausewitz -öğrencinin eserinin ustanın eserini sürdür­
mesi anlamında- daha ziyade sıçrama anlamına gelen ey­
lemde sürekliliği anıştırır. "Başka araçlarla politikanın sür­
dürülmesi" olarak tercüme edenler anlama daha yakınlaş­
mış olurlar. Yine de, sürdürme dinamik bir parçacıkla (Per:
arasından, ötesine) ve yine dinamik bir fiili (sequor: izle­
mek) bir araya getirir.
Ayrıca, herkesin bildiği gibi, savaştaki politika barıştaki
politikadan çok farklı bir şeydir - yalnızca araçları bakımın­
dan değil, amaçları bakımından da farklıdır. Clausewitz bu­
nu gayet iyi bilmektedir ve politik amaçları belirtmek için
özel bir sözcük (Zweck) ve tamamen askeri hedefleri belirt­
mek için de bir başka özel sözcük (Ziel) uydurmaya çalışır.
Ve, "devam"daki karmaşık "basitlik"in esrarı böylece yer
değiştirmiş olur. Zaman dışına, organigramatik uzama (or­
ganigram mant•ğına) yöneltilir, Zweck-Ziel ilişkisi, politik­
askerI komuta nlığın organigramıyla ve yasanın ya da kralın
operasyon d' rumundaki askere bıraktığı özerklik ve inisi­
yatif derecesiyle çözüme bağlanır. Bu, Sun Zi'de görülen,
hükümdar ile başkomutan arasındaki ve Clausewitz'de gö­
rülen kral ile Prusya genelkurmay başkanı arasındaki ve
günümüzde, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı ile Penta­
gon arasındaki, kökeni eskiye dayalı ilişki sorunudur.
Her koşulda, hiyerarşikleştirilmiş ilişkinin [Zweck>Ziel]
kurumlar düzeyinde ele alınmayı hak ettiği doğrudur. Ne
var ki, esas olarak kurumsal bir ayrım değil, felsefi olarak
hiyerarşikleşmiş iki eylem felsefesi arasındaki farklılık söz
konusudur: lç barışın güvencesi olan demokratik egemenli-
89
ğin ölümü pahasına da olsa, politik eylem felsefesi askeri
eylem felsefesine baskın çıkmalıdır.
Fransa'da, " Cezayir Savaşı" döneminde bunu gördük: Ce­
zayir'deki Fransız ordusu savaşı kendi anladığı biçimde
sürdürmekte özgür olsaydı, yani hem Ziel'i hem de Zweck'i
kendi saptayabilseydi, Fransa'da iç savaş patlak verebilirdi,
çünkü metropolü bu Zweck'e zorlayabilmek için ordu met­
ropolde iktidarı almak zorundadır; bu da bir demokraside
iç savaş demektir. Bilindiği gibi Fransız politikasının hedefi
olan bağımsızlığın kabulü, parçalanmalar olsa da, sonunda
baskın çıkmıştır.
Aynı şekilde, günümüzde de, lsrail ordusu savaşı kendi
istediği gibi, yani politik hedef olmadan sürdürmekte özgür
olsa ya da Zweck'i Filistinliler'in tümüyle boyun eğdirilme­
si, hatta topraklardan sürülmesi olarak saptamakta, Ziel'in
(Filistinliler üzerinde kesin zafer) bir fotokopisi olarak sap­
tamakta özgür olsa, bu durum, sürekli savaşa, lsrail demok­
rasisinin imhasına ve uluslararası çatışmaya götürür.
Ama genel görünüm böyle değil. Fransız Cezayir, tıpkı
Bantustan Filistin gibi, bir başka çağın hedefidir. 2002 yı­
lında, Şaron'un ölçüsüzlüğünün arkasında yatan şey, aslın­
da Amerikan askeri ölçüsüzlüğüdür: İmparatorluğun askeri
küreselliği ile uluslararası politika olarak küresel diploma­
sinin çöküşü arasındaki anormal temastır bu; -bir devam
değil , daha ziyade, ekonominin toplumsal bir aynası ola­
rak- ayrı bir dünya olarak, "politik düşünmeyen" , ama
"baskı uygulayan" ekonomik küresellik karşısında küresel
diplomasinin silinmesidir.
Küçük savaşların ve Amerikan askeri komutanlığının ya­
lancı pehlivanlığının çoğaldığı günümüzün genel manzara­
sı, demek ki Fransız Cezayiri'nin paleo-imparatorluk süre­
cinden oldukça farklıdır: Ziel ile Zweck arasındaki ayrımın
günümüzün küresel imparatorluğunda imkansız hale gel-
90
mesinin nedeni, küresel politik iktidarın olmaması, yalnızca
küresel bir askeri iktidarın (Amerikan ordusu) ve küresel
bir ekonomik iktidarın (şirketler, pazar) olmasıdır.
Stratejiler tarif etmekten vazgeçmeden, yani dost ya da
düşman, sol, sağ ya da ılımlı karar gruplarına özgü karar il­
keleri tarif etmekten vazgeçmeksizin bu karmaşıklığa ha­
kim olmak için yeni sözcükler gerekir. Solcular, eşitsizliğe
ve sefalete karşı ve egemenliğin, kültürün, yurttaş sorumlu­
luğunun ve barışın tüm halk sınıflarına yayılması için mü­
cadeleyi bundan böyle küresel ölçekteki (sağınki zaten böy­
ledir) programlarına kaçınılmaz olarak koymak zorunda­
dırlar. Bunu yapabilmek için büyük bir iyi niyet yetmez,
çünkü şiddet en ölümcül haliyle şimdiden işlemektedir;
hem de egemen politikanın devamı olarak değil, küresel
ekonominin, politik dolayım olmadan başka araçlarla "de­
vamı" olarak. . .
Bu amaçla, sorunu aydınlatmak için Hobbes'un v e Cla­
usewitz'in söylemleri içinde yol almayı öneriyorum, ama el­
bette pratiklerinden başka yollar da ortaya çıkar.

Hobbes-Clausewitz, yalnızca gidiş


Birbirlerine sanki kavramsal bir mirasla bağlı olan ve baş­
ta belirtilen iki tanımda, barışı savaşa ve savaşı barışa, ege­
menliği halka ve halkı egemenliğe, demokrasiyi sınıflar
mücadelesine ve sınıflar mücadelesini de (iktidardansa) de­
mokrasiye bağlayan teorik bir devamın, bir sürekliliğin iki
evresi bulunur.
Clausewitz'i Hobbeş'a bağlamak için, (Fortsetzungu düşü­
nerek) süreklilik terimini kasıtlı olarak kullanıyorum, böyle­
likle, savaş ile barışın birbirine eklemlenmesinde art arda
getirdikleri katkının, zamansal bakımdan uzun bir ölçekte -
ulus-devlete doğru giderken Ortaçağ'a özgü düzensizliğin ve
91
hiyerarşik şiddetin ortaya çıkışı- birbirine eklendiğini belirt­
mek mümkün olmaktadır. "Hobbes-Clausewitz , gidiş-dö­
nüş"ten söz etmemin nedeni, imparatorluğun günümüzde
biçimlendirdiği çözülmenin Ortaçağ'a doğru bir gerilemeye,
küresel bir Behemot'a geri dönüşe benziyor olmasıdır. Ger­
çekten gerileme yoktur elbette: lnsanI bakımdan bilimsel
ilerleme çağında olduğumuz kesindir. Ama belki de yeni bir
dış dünya manzarasının girişindeyiz; bu noktada Hobbes'un
düşüncesi küresel düzeyde düzensizliği ve karşıtını anlama­
mıza yardımcı olabilir. Bu koşullarda ancak halk egemenliği
ve toplumsal cumhuriyet kavramını ve Clausewitz'çi bilgi
dağarcığını koruyarak Hobbes'a geri dönülebilir.
Clausewitz, politik düşünce tarihinde Hobbes'u sürdür­
mektedir, çünkü barıştan savaşa geçişi düzenleyerek cumhu­
riyetlerde (ya da krallıklarda) halk egemenliğinin yükselişi­
ne eşlik eder. Bu düzenleme, savaşın polilika'nın, yani ege­
menliğin sürekliliğini ancak diplomasiden başka araçlarla
sürdürebileceği fikriyle yapılır. Bu askeri araçlar, yine de, po­
litik egemenliğin imhasına değil, korunmasına bağlıdır. Cla­
usewitz'in askeri stratejik teorisi, savunma'nın saldırı üzerin­
deki yapısal üstünlüğüne dayanır: Halk, saldırıdan çok sa­
vunmayla korunur, çünkü savunma "düşmanın darbesinin
beklenmesi"dir. Ve bekleme zamanında, düşman kendi plan­
larını açığa çıkarır ve birliklerinin moralini riske atar; savu­
nan taraf ise, düşmanın açığa çıkan planları hakkında bilgi
sahibi olarak ve birliklerin ve halkın moral birliğini oluştu­
ran savunma savaşı hedefiyle moral güçlerini artırır.
Demek ki, Clausewitz'çi süreklilikte, savaş durumunu
reddeden halk ile egemen -yapay nesne- arasında zımni bir
sözleşmeyle inşa edilmiş (bu egemen, sanki aşağıdakilerin
istediği bir bilgi-işlemci gibi, özellikle bu sözleşmeyi yönet­
mekle görevlidir) Hobbes'çu egemenin farklı bir hali (yeni­
den biçimlenmesi, mutasyonu; ama sabit ve yeniden üretile-
92
bilir mutasyonu) görülebilir. Bu sağlamlaştırılmış Hobbes'çu
sözleşme, polis ile savunma hattı ordusu (Guibert'in21 ve
Kont de Saint-Germain'in22 fikri) arasında ayrıma ve elbette,
uluslararası planda Clausewitz'çi savaşlara götürebilir.
(iç ve barışçı) politikanın olası şiddet araçlarına dayalı
dış politikayla sürdürülmesi, koruyucu egemenin (duruma
göre, mutlak egemen-hükümdar, egemen-halk ya da ege­
men-imparatorluk) özel amacı olarak kurumlaşmıştır. Bu
süreklilik, uluslararası bir sistemi gerektirir; bu sistemde,
katışıksız bir düello olarak tek başına ele alındığında siste­
min soyut doğası olan, düellonun en uç, nihai noktasına
varmasının karşısına denge kavramı çıkar. Napoleon impa­
ratorluğunun, Clausewitz'in stratejik savaş tanımım da bir­
likte sürükleyerek çöküşünden sonra bu süreklilik çelişik
olmaktan çıkar.

Gidiş dönüş
Sınırlı, "antlaşmah" barış olarak, yani halk ile egemen
arasındaki koruma anlaşmasının meyvesi olan devletten,
tüm kimlik hiyerarşilerinin birbirine karşı savaşı olan iç sa­
vaşa geçiş, Hobbes'un düşüncesinin egemenliği altındadır;
Hobbes, Leviathan olan devlet düzeninin doğuşunu açıklar­
ken, bu doğuşun soyluların, askerlerin ve parlamenterlerin
ayaklanmasının tehdidi altında olduğunu da Behemot se­
naryosuyla açıklar.
Fransa'daki soylu ayaklanmalarına ancak 1 789-1 793 dev­
rimi son verdi. X. Charles'ın soylu gericiliğini yok eden ve

21 General François Apollini, Guilbert Kontu, on sekizinci yüzyıl sonu Fransız


asker! teorisyeni, eserlerinde (Essai de tactique generale, 1 773; Defense du
sysUme de la guerre modeme, 1 779) güvenliğin öncüler tarafından sağlanması
gerektiğini savunur.
22 1 775 yılında XVI. Louis'nin Savaş Bakanı.

93
cumhuriyetin renklerini geri alan 1 830 devriminin bu rolü
oynadığı da kesindir. Amerika Birleşik Devletleri'nde, Ayrı­
lık savaşını beklemek gerekir. İngiltere, 1688'den itibaren,
tüm Behemot'vari şiddetini sömürgeci imparatorluğun fet­
hine (lrlanda dahil) dönüştürür. Bugün, gizliden gizliye ka­
osu düzenlemeyi umut eden İngiltere, kaos imparatorluğu­
nun hizmetinde "tezkere bırakmaya" hazır gözükmektedir.
Fransa ise, N;:ı.poleon'un Avrupa çapındaki imparatorluk
döneminin ardından, ticari olmaktan çok fetihçi olan bu
küresel imparatorluğa heves etmekte pek. geç kaldı. Bir yüz­
yıl içinde kendi topraklan üzerinde iki savunma savaşı sür­
dürmek zorunda kaldı ve yeniden fethe yönelik iki savaşı
da kaybetti - Hindiçin'deki imparatorluğu ve Cezayir fethi­
nin savunulması. Fransa yeniden bir cumhuriyet halini aldı
ve bu bir yenilgi değil, başlangıçta çizilmiş olan yola yeni­
den girmektir.
Günümüzde küresellik, ulusal egemenliği yıkarak, ama
küresel bir koruma biçimini alacak uluslararası bir egemen­
liği yeniden inşa etmeden, egemenin koruyucu işlevini yok
etmektedir. imparatorluk, uluslararası koruyucu olarak
davranmadığı gibi (BMÖ, Amerika Birleşik Devletleri tara­
fından felç edilmiş ve yadsınmıştır) , koruyucu imparator­
luk olarak (imparatorluk düzensizliğe hem meydan oku­
makta hem de bunu kışkırtmaktadır) ya da ulus-altı koru­
ma olarak da davranmamaktadır (bölgesel -Lander- ege­
menliğin küresel şirketlerin egemenliğine karşı durabilecek
eleştirel kütlesi yoktur ve BM'ye çağrı yapamaz).
Günümüzde, ne olduğunu anlamadan köle olmadan ön­
ce, Avrupa'da, mali sermayenin uluslararasılaşmasının ve
bilgisayarlaşmasının kışkırttığı devletin krizine karşı koya­
bilmek için Hobbes'un ve Clausewitz'in düşüncesinin ku­
rucu iki düğüm noktasına yeniden sahip çıkmak gerekiyor.

94
Leviathan --+ Behemot --+ Leviathan
Clausewitz'in, yalnızca düzenli ordularla yapılan devlet­
ler arası savaşlar hakkında düşünürken işe yaradığını san­
mak, indirgemeci bir optik yanılsamadır. Clausewitz, önce­
likle, Hobbes ile Behemot'u, tek başına Hobbes'tan daha ek­
siksiz düşünmeyi sağlar. Demek ki, Hobbes ile Clausewitz
birbirine sürekl ilik fikriyle eklenmektedir: Clausewitz, Hob­
bes'un başka araçlarla devamıdır. Hobbes, Clausewitz'in sü­
rekliliğinin anahtarlarını başka araçlarla bize verebilir ve
böylece günümüzdeki küresel düzensizliğe geri dönüşü ay­
dınlatabilir.
Clausewitz'in devletinden önceki devlet'te herkesin her­
kese karşı savaşı (doğal hal) ile politika (cumhuriyet) ara­
sındaki bu eklemlenme (süreklilik-devam-Fortsetzung) ne
anlama gelir? Hobbes'un devletinde, Leviathan Behemot'tan
doğduğundan, iç barış iç savaşın başka antlaşmalarla deva­
mıdır: Hobbes'un analiz ettiği egemen, "antlaşmalı" devle­
tin iç savaşa ve iç savaştan da antlaşmalı egemen devlete
döngüsel geçişinde, iç barış ve dış savaş aracılığıyla sürekli
iç savaşa varmak için hükümdarların teslim olması gereken
uzatılmış iç çatışmalara uyarlanmış Clausewitz'çi süreklili­
ğin çevrimsel bir ifadesi görülebilir.
Ama Clausewitz'deki Fortsetzung fikrinin ille de bir "kav­
ga tarihi"nin ardından gelen diplomatik bir yenilginin di­
yakronik anlatısı olması gerekmez. Ona göre, askeri teh­
dit'in potansiyel Fortsetzung'u, savaşın, mücadelenin, çar­
pışmanın, hatta düellonun "temel" antropolojisini her za­
man yakından izlese de, kalıcı caydırmanın yeri olabilir
( Clausewitz, önlenen olası çatışmaların sonuçları itibarıyla
gerçek olduğunu söyler) . Önlenen olası nükleer savaşın
gerçek sonuçları vardır: Örneğin, karşılıklı nükleer caydırı­
cılığın iki-imparatorluk arasında sağladığı barış.
95
Egemen, rasyonel devletin inşası, hem savaş-barış alma­
şıklığının çevrimsel karakterine son verir, hem de savaşı sı­
nırlar dışına atarak savaş ile politika ayrımı yaratır; ama bu
ayrım politikadan kopuk değildir. Dahası, Ortaçağ düşün­
cesindeki savaş-barış ayrımının dengi de değildir, çünkü
yalnızca zamansal olmak (savaş zamanı, barış zamanı) yeri­
ne uzamsal bir hal alır.
Hobbes, iç savaş yoluyla devletin sökülmesi -imha- ile
koruma antlaşması aracılığıyla yeniden kurulması -inşası­
arasındaki teorik denkliği düşünüyordu hala. Ama devlet
inşa edildiğinde, anarşiye ve ruhbanların arabuluculuğuna
karşı mücadele ederek sonunda tarihsel olarak ortaya çıktı­
ğında, dolayısıyla dinsel imparatorluk koşullarında düzeni
tehdit eden Ortaçağ'a özgü iç savaş (günümüzde buna "Bal­
kanlaştırma", "Lübnanlaştırma" denebilir) önlendiğinde,
Clausewitz, politik-askeri ulusal kronikler dizisi olarak (de­
vetler arasında) barış ile savaş arasındaki sürekliliği düşü­
nür, barışın ardından savaş gelir, savaşın ardından barış ge­
lir, yeniden kurulma söz konusu değildir: Kültür devletleri
arasındaki ortak antlaşma yoluyla, doğal hale özgü olan
şiddet, dışarıya doğru atılır.

Clausewitz'çi sürekliliğin devletsiz hali mi?


Ya bugün? Clausewitz'çi "süreklilik" , devletlerin erozyo­
nunun ötesinde, uygarlık için değerli bir savaş-barış ayrımı
olarak yeniden üretilebilir ve varlığını sürdürebilir mi?
Üretimin maddi ve bilgi-işlemsel (toplumsal ve politik)
koşullarını hiç durmadan değiştiren bilimsel ve teknik iler­
leme zamansallığının, bize özgü bu yeni zamansallığın tüm
devresi boyunca sağlamlaştırılan ve geri dönüşsüz devrim­
ler bu kimlikleri inşa etmiştir. Tek imparatorluk sisteminde,
"politikanın başka araçlarla devamı" küresel ölçekte devlete
96
karşı mücadeleye yöneltir; ama bu mücadele, başkaldırıları
etkisizleştiren devletin ya da zorba devlet haline geldiğinde
devleti etkisizleştiren başkaldınlannki değildir artık.
Devlet ille de şiddete dayalı çözülmez. Devletin imhası,
devlet-üstü imparatorluk desteğiyle birlikte, imparatorluğa
özgü olmayan egemen hiyerarşilerin imhasını hedefleyebi­
lir. Devlet-altı merciler ile imparatorluk mercileri arasında­
ki ittifak, Avrupa-Amerikan imparatorluk yapısının yeni
dünyasında temsil edilen bir "savaş"ta elbette bir strateji­
dir. imparatorluğun düzensiz sisteminin rakibi, ulus olabi­
leceği gibi (Avrupa devletlerinin eski "vatan"ı), oluşum ha­
lindeki Avrupa da olabilir. Bu nedenle, bu sonuncusuna
karşı çıkarak cumhuriyetçi Fransa vatanını savunduğunu
düşünenler hedef şaşırmaktadır: Düşman Avrupa değildir,
Amerikan imparatorluk sistemidir ve onu yalnızca Avrupa
dengeleyebilir.
Devlet-üstü ve imparatorluk-altı bir Avrupa ölçeğinin orta­
ya çıkışı, gerçekten de, kaos imparatorluğuna karşı bir halk
çaresi oluşturabilir; meğer ki bu süreç, -Hobbes'çu anlam­
da- bir iç barışın ve ittifakların gelişmesi yoluyla Clase­
witz'ci anlamdaki bir savunmanın yeniden inşasını dışlamı­
yorsa. . . Bunun doğruluğunu saptamak için, seksenli yılların
sonundan beri dünyada askeri gücün aldığı biçimi ve ölçeği­
ni bir daha göstermek gerekir.

Askeri tahakküm ve asimetri


Askeri güçlerin (strength) büyüyen asimetrisinin elektro­
nik devrimden kaynaklandığı tartışmalıdır: Bu asimetri, ta­
nım gereği mutlak üstünlüğü hedefleyen imparatorluk güç­
lerinin büyümesiyle birlikte büyümektedir. Bu büyümenin
günümüzde hava-uydusu ve elektronik alanındaki ilerle­
menin sürmesiyle devam ettiği doğrudur. Ama ilerleme, her
97
evresinde, ("asker-sınai lobisi"nin) ticari kar arayışına veri­
len öncelikle sıradanlaştırılmış ve "rantabl hale getirilmiş"
olsa da, marjinal yükseklikte kazançlara oldukça hızlı bir
şekilde varmıştır.
İmparatorluğun askeri gücü demek ki esas olarak, sistem
içindeki kendi imkanlarının toplamı yoluyla yüksek bir gü­
ce erişebilen Amerika Birleşik Devletleri'nin birleşik ağırlı­
ğında yatmaktadır (ve en son teknolojileri olmadan da du­
rum budur) . Bu koşullarda elektronik devrim özellikle
Amerikan imparatorluğunun ittifaklarının ve hegemonyası­
nın niteliğini güçlendirmeye yarar: Hemen hemen hiç asker
kaybı olmadan, dolayısıyla politik bir konsensüse kolaylık­
la varan (daha doğrusu: medyatik popülist onay yeterli ol­
duğundan, demokratik politik onaya ihtiyaç duymayan) sa­
vaşları olanaklı kılar. Çünkü, imparatorluğun her bir seferi
için ad lıoc koalisyonlar kurma kapasitesi, potansiyel ittifak
umutlan, bilgi-iletişim sistemleri aracılığıyla küresel hege­
monya çerçevesinin korunmasını gerektirir.
lkikutupluluk-sonrası dönemin başında, Amerika'nın üs­
tün çıktığı ikikutuplu silahlanma yarışı çerçevesinde başat
olan şey simetri yokluğuydu. İmparatorluğun büyümesinin
başka araçlarla (şiddet araçlarıyla) devamı, tırmandığı pira­
midin basamaklarından geri inmeye zorlayacaktır onu: Uy­
du üstünlüğünden bilgi-iletişim sistemine bağlı kara gücü­
ne, ardından da bu kara gücünden öldürücü olmayan polis
gücüne geçiş. Uluslararası meşru şiddet araçları yelpazesi,
imparatorluk örgütlenmesinden geçecektir. Ama imparator­
luk, üstünlüğünün teknik tekelini koruyamaz: Demek ki,
imparatorluk, yalnızca egemen lojistik örgütlenmenin teke­
lini korumak zorundadır; tamamen Amerikalılara özgü olan
füze fırlatma güçlerinin üstünlüğünü sağlar, ardından da ta­
hakkümün ve düzenin korunmasındaki yardımcıların (müt­
tefikler, paramiliterler) eylem kapasitelerini kontrol eder.
98
Her bir uzam-zamanda, şiddet derece derece örgütlenmekte­
dir: "yumruk darbesi" biçiminde müdahaleleri, peace enfor­
cing (zora dayalı bariş) misyonları, polisiye misyonlar, in­
sancıl misyonlar. Savaş-barış araçlarının birleşik yelpazesi.
Hedef gözeten mali ya da askeri tehdide kısa zamanda
hakim olan imparatorluğun bilgi-iletişime dayalı şiddeti, ta­
nımı gereği, hem devlet düzeyinde, hem de devlet-altı dü­
zeyde (Liinder'ler düzeyi) üstündür. Aynı zamanda, Liin­
der'lere karşı devletlere dayanarak ya da çokuluslu şirketle­
rin yardımıyla devletlere karşı Lander'lere dayanarak tahak­
küm kurmanın her zaman açık tercihiyle de üstünlüğünü
kurar. Bu sonuncu durum geçmiştekine az da olsa benzer:
Kral halka karşı soylulara dayanarak hüküm sürer ya da
ruhbanların yardımını alarak, soylulara karşı halka dayana­
rak hüküm sürer.
Ama şirket elbette din adamı değildir: Yıllardır şirket te­
merküzlerine hakim olan işten çıkarma özgürlüğüne doğru
büyük dönüşüm içinde, yasanın ya da etiğin belirlediği her
türlü koruyuculuk görevinden kurtulmaktadır. Bu durum­
da mağlup olanın elinde kalan tek şey, rehin alma, suça eği­
lim ya da barbarca şiddettir. Terörizme karşı dünya çapında
bir savaşın gerekliliği de buradan kaynaklanır.

Liinder'ler Avrupası'nda Clausewitz'çi süreklilik


bağlam mı değiştirdi yoksa öldü mü?
Bu güzergah içinde, Hobbes'çu ve Clausewitz'çi savaş te­
orisi, çağdaş demokrasinin -"belediye kültürü" olarak değil,
halk egemenliğinin uygulanması olarak- içine gömüldüğü
kaçınılmaz açmazı ve yenilgiyi anlamamıza yarar özellikle.
Pratikte, Clausewitz'çi bahçe yok edilmiş gözükmektedir.
Barış ve savaş arasında ayrım yapmayı ve bir ulus-devlet
politikasının dışarıya doğru sürekliliği içinde savaş ve barı-
99
şm birliğini sağlayan ulusal sınıf uzlaşması, gelirlerin eşit
paylaşımı yoluyla yerel düzeyde sınıf barışının idaresini ge­
rektirir ve silah bırakışmasıyla da devlet kurulur. Oysa bu
bakış açısı taşralılaşmaktadır: Hem paleo-Jakobenler hem
de neo-Jirondenler çok küçük ölçekteki sosyo-ekonomik
kimlikleri tanımlamaya çalışmaktadırlar.
Fransa'da paleo-Jakobenler politik olarak canlı ama eko­
nomik olarak çok dar bir ölçek olan ulusu savunmaktadır;
ve Lander'lerin ekmeğine yağ süren neo-Jirondenlerin poli­
tikası sonunda hem ulusal egemenliği hem de Avrupa'nın
ortaya çıkmakta olan egemenliğini yıkacaklardır. Alman­
ya'da durum farklıdır; burada, güçlü politik kimlikler Lan­
der'ler düzeyinde kök salmıştır ve sonuç olarak, politikanın
burada küresellik-karşıtı kimlik olarak temsil edilebilme
olasılığı vardır (ama Almanya'nın çeşitli uluslara parçalan­
ma riski kuşkusuz daha büyüktür).
Bu arada belirtelim ki, iki ulus arasındaki farklılıklar, kü­
reselleşmeye direniş kipliklerinin tek bir oluşumuna vara­
maz. Fransa'yı "federalleştirerek" , birlikte daha kolay bir
konfederasyon oluşturmak amacıyla Almanya'ya benzer kıl­
mak isteyen neo-Jirondenler, tıpkı Almanlar gibi, Avrupalı
neo-Jakobenlerin dogmatizmiyle hareket etmektedirler: Av­
rupa'nın birliği, onlara göre, tekbiçimliliğinden kaynaklan­
malıdır. Helmut Kohl'ün "Lander'ler Avrupası" bakış açısı,
Fransız bölgesinin dünya çapındaki erdemlerini ilan eden
geçmişin Fransız Jakobenlerinin basmakalıp zihniyetinden
kaynaklanmaktadır. Lander'ler Almanyası'ndaki tek ciddi
kopuş -ki bu da henüz tam iyileşmemiştir- zaten eski De­
mokratik Almanya Cumhuriyeti ile eski Federal Almanya
Cumhuriyeti'ni ayıran kopuştur (bu da zaten etnik neden­
lerle değildir) . Bavyeralılar, Marsilyalılardan ya da Lyonlu­
lardan daha ayrılıkçı değildir. Günümüz Avrupası'nda Bre­
ton dilinin Alman sağının etnik komplosunun kozu olabi-
1 00
leceğini hayal etmek -Fransa ya da Almanya'da hayal kuran
birkaç kişi bunun bir gerçek olduğunu düşünse bile- bir
saçmalıktır.
Sınırlar (sınıflar mücadelesinin ve politikanın yarı-geçi­
rimsiz bölmelerini oluşturan sınırlar) silindiğinde devletin
ve halk egemenliğinin nasıl olacağını gerçekten anlayabilir
miyiz? Böylesi bir durumda, ülke içinde polis eylemi ve dı­
şında da askeri mantık arasında ayrım yaparak şiddet teke­
lini örgütlemeyi sağlayan şeyin hali ne olur? lki yüzyılı aş­
kın bir süre önce, daha Guibert döneminde yaşayan bu ay­
rım, uygarlık tarihinin geride kalmış bir kazanımı mıdır;
yoksa savaş-barış ayrımı, güvenlik-güvensizlik ayrımı varlı­
ğını sürdürsün diye yeni uzamlarda da bu ayrımın dengini
yaratmamız mı gerekmektedir? Artık esas olarak tarlaların­
da çalışan köylülerin topraklarından değil, coğrafi olmayan
bir "dışarı"yı idare etmeye çalışan, komşulukların ve birlik­
te yaşayanların işgal ettiği topraklardan oluşan egemen bir
varlığın [ kendiliğin] içerisi ve dışarısı neresidir?
Savaştan ya da dar anlamda devletin temsilinden başka
yollarla politikanın devamı var mıdır? Küreselleşme ille de
şiddetli ve apolitik, yan� halk egemenliğini yıkıcı olmak zo­
runda mıdır?

101
3
Şiddet ve Küreselleşme

Yaşadığımız dönemi, her türlü teorinin ötesinde, öncelikle


lirik bir gösteri olarak ele aldığımda en azından bir hiyerarşi­
nin varlığını seziyorum: Yumuşak Balkanlaştırmanın az çok
tehdidi altındaki krallık ve cumhuriyetlerin, onları küresel­
leştiren Amerikan kaos imparatorluğunun eteklerine tırman­
dığını görüyorum. Kralcıklar, kahraman ya da bitkin soylu­
lar, şaşkına dönmüş, endişeli, kimi zaman gücenik halklar,
tüm dünyanın vicdanını giderek büyüyen bir güçsüzlük
duygusuyla dolduran iğrenç katliamları televizyon sayesinde
seyrediyorlar. Bu güçsüzlük duygusunun artma nedeni katli­
amların geçmiştekinden daha fazla olması değildir elbette,
ama (hepsi olmasa da) çoğu tüm halkları tehdit eden sahne­
ler olarak ya da Roma lmparatorluğu'nun son döneminde
Kilise Babaları'nın mahkum etiği Sirk Oyunları benzeri bir
uyuşturucu olarak bil�nmekte ve sergilenmektedir.
Pogromlar sayesinde iktidara yükselmiş çarlar olan Tudj­
man'ın, Boban'ın, Karadzic'in, Milosevic'in ya da Putin'in
parlak başarıları, işkenceleri, tecavüzleri, sakatlamaları, pa­
ramparça edilmiş cesetleri olağanlaştırdı. lsrail-Filistin'de,

1 03
soykırım, aşağılama ve aşağı-erkekler, aşağı-kadınlar ve aşa­
ğı-çocuklar statüsüne indirgenmiş olan fethedilen komşula­
rın kimliklerinin yavaş yavaş imhası, Netanyahu'lann, Ba­
rak ve Şaron'ların uyguladıkları yöntemlere damgasını vur­
maktadır. "Yoksul" kıtalarda "demokratik geçiş" denen ev­
reden sonra, sosyal yasaların yok edilmesi ve ekonomik if­
las üzerinde yükselen asker! ya da sivil zorba iktidarlar ye­
niden kurulma tehdidi savuruyorlar. Asimetrik savaşın aşırı
eşitsizliği içinde güçsüzlüğe mahkum edilmiş doğal direniş
ruhu, bu durumda terörizme, rehin almaya, karşı-vahşete
doğru dönmektedir yüzünü.
Aynı zamanda, sanki alay eder gibi, insan haklarının yük­
selişinden söz ediliyor: İnsanlığa karşı suçlarla görevli gele­
cekteki uluslararası ceza mahkemesi, akıntıya karşı ödünle­
yici bir tavırdır. Bazı suçlular cezalandırılacaktır, ama suçun
faal olarak önlenmesi politikası terk edilmiştir. Düzensizlik
içinde insan hakları her yerde ihlal edilmektedir, çünkü kaos
imparatorluğunun merkezi ne insan haklarının korunmasını
ne de ihlalini düzenlemektedir. Kaos imparatorluğunun mer­
kezi, BMÖ müdahalelerini sabote etmekte ve zorlayıcı ulus­
lararası sözleşmeleri imzalamayı reddetmektedir. Dahası, ger­
çekten egemen politik mercilerden biri ya da -elleri kollan
bağlanmış olan- uluslararası hukuk savunmasında yeterliliğe
sahip kurumlar da insan haklarıyla ilgili değildir. lnsan hak­
lan ihlali, gerçekten de çoğu zaman maskeli askeri koman­
dolara ya da köksüz veya mafyavari bir mali mantığın, kimi
zaman da yeni bir olgu olarak köksüz küresel mafyaların ye­
rel hizmetkarı olan katil paramiliterlere vekalet edilmiştir.

Hiyerarşikleşme ve küresellik

Yine de tüm bu şiddetin belirgin hedefi, tahakküm, yani hi­


yerarşikleştirme isteğidir. Birçok ülkede uygulanan dolaylı
1 04
ya da doğrudan baskı, şiddete dayalı biçimleriyle birlikte,
geçmişin fetihçi oli_g_arsilerinin yöntemlerine benzer, ama
artık fetihin ardından barışçı bir düzen kurarak fetihleri is­
tikrara kavuşturmak hedeflenmemektedir.
Modern, "en yeni" baskı biçimleri, günümüzde, BM'nin
tüm kararlarına rağmen askeri olarak işgal ettiği Filistin
halkı üzerinde yeni yöntemler kullanan lsrail'in brifing ver­
diği Batılı orduların büyük "teknik" yararına mükemmel­
leştirilmiştir. lsrail'in yeni yöntemleri şöyledir: Evleri yık­
mayan, ama yaşanan çevreyi tümüyle yok ederek bölge sa­
kinlerinde "boşluk etkisi yaratan" özel patlamalı bombalar,
tüm mahallenin buldozerlerle olduğu gibi imha edilmesi
( 1 0 Ocak 2002'de 70 ev ve sokaktaki 700 kişi imha edildi) ,
politik v e sosyal sorumluların hedef gözetilerek öldürülme­
si, silahlı birlik milislerinin kısmen kontrolsüz kullanımı
(on yedi yaşın altındakilerden oluşan genç birliklerin ise
ancak beyzbol sopası taşımaya ve arabalara saldırmaya hak­
ları var) , yolların keyfi olarak kesilmesi ve güzergah değişti­
rilmesi.
Tüm bunlar sivil halkı tamamen bunaltmaya ve sersem­
leştirmeye yöneliktir. Amaç, halkın tek bir şey dilemesini
sağlamaktır: Baskının durması. Cenevre Anlaşmalarının ih­
lal alanı olarak işgal altındaki bir halkı seçmek, otuz yılı aş­
kın bir süredir kendi kaderine sahip olma mücadelesi veren
bir halkın bu hakkının ihlalini, terörizme karşı mücadele
adına geleneklere geçirme yönünde tuhaf bir girişimdir.
Eskiye dayanan Filistin direnişi sanki çok yeniymiş gibi
görünmektedir, çünkü dünya başka bir biçim almıştır.
Uzun vadeli İsrail stratejisinin vahşet özelliğini görmemek,
özel olarak oluşturulmuş bir bellek yitimiyle açıklanır. Bu
durum hukukun geleceği açısından çok tehlikelidir, ama
aynı zamanda, anında bilgi manipülasyonuna, medyatik gö­
rüntülerin gündelik kıldığı şiddete dayalı, sömürgeci ve fa-
1 os
şist türdeki baskının yeni bir meşruluk kazanmasına doğru
yönelim sağladığı için de çok tehlikelidir. Çok daha şiddetli
ve ani olan, aynı zamanda da çok uzun süreli olan Çeçenis­
tan ve Kolombiya katliamlarını da örnek verebiliriz. Ama
bu evrimin unutulmaması gereken ana fikri, anında ve kısa
süre içinde insan haklarını küçümsemeye yönelişin impara­
torluğa özgü küreselleşmenin bir özelliği olmasıdır.
Bu "küresel faşizm"e ve onun küçük yerel hizmetkarları­
na karşı, Hayvan'ın maddi kabalıklarına karşı, entelektüel­
lerin esas olarak zekanın ve aklın üstünlüğünü yeniden ileri
sürecekleri zaman artık geride kaldı. Yirmi birinci yüzyılı
genelleşmiş bir dehşet haline doğru sürükleyen küresel di­
namiğin kötülüğüyle doğrudan doğruya savaşabilecek güç­
lerin hizmetine bu zekayı gerçekten vermeleri gerekir.
Önceden öğrenmek istemeyenler kötü haberi okumayacak­
tır. Küreselleşmiş toplumsal çöp tenekesinin içine bizzat
düşseler bile (tıpkı Arjantin orta sınıfları gibi; bugün doğ­
rudan doğruya etkilenenler yalnızca onlardır) , bazıları ken­
dilerini stratejik hata yapmakla ya da aptallıkla suçlayacak­
lardır. Diğerleri ise, benim çocukluğumu yerel bir kabusla
mahveden ve on yılda ezilen Nazi çılgınlığından yaygınlık
bakımından belki daha ciddi, daha yaygın bu insanlıkdışılı­
ğa direnme araçlarının envanterini çıkarmak zorundadırlar.
Bir politik oluşum, hiyerarşileri sabitleyerek istikrara ka­
vuşturulur. Kaos imparatorluğunda bu mümkün müdür?

Fetihçi imparatorlukların doğuşu,


istikrarı ve çöküşü
Yeniden-dağıtım yoluyla ya da asalaklık yoluyla zengin­
yoksul uyumunu korumaya dayalı manevralar yalnızca "si­
teler" ölçeğinde geçerli olmakla kalmaz, başlangıçta askeri
hegemonya altında oluşmuş site (cumhuriyet ya da krallık)
1 06
gruplaşmaları olan imparatorlukların stratejik çekirdeğini
de oluşturur. Bu gruplaşmaların doğumunu, sitelerin man­
tığından farklı bir mantık içinde ekonomiyle askeri şiddetin
ilişkiye sokulması olarak yeniden değerlendirmek gerekir.
Yalnızca "Batı tarihi"nde imparatorlukların üç kurucu
uğrağı vardır:
1) Neolitik sitelerin bir araya gelmesiyle kurulan Sümer ve
Akad imparatorlukları ve ardılları (Babil, Asur, Med, Pers);
2) Esas olarak köleci, tacir Yunan sitelerinin bir araya gel­
mesiyle kurulan lskender imparatorluğu, ardından Roma,
sonra Bizans imparatorlukları, halifeliğin imparatorluğu, da­
ha sonra da Osmanlı ve Rus imparatorluklarının kurulması;
3) Avrupa'nın tacir ve zanaatkar sitelerinin (Germen, Al­
man, ltalyan) ve fetihçi monarşileri destekleyen burjuvala­
rın (Portekiz, Katalonya, lspanya, Hollanda, Büyük Britan­
ya, Fransa) bir araya gelmesinden doğan, on altıncı ve on
sekizinci yüzyılların sömürgeci, yağmacı imparatorlukları ve
modern kapitalist sistemin kökeni olan birikimin oluşması.
Bu üç kurucu uğrakta, imparatorluk devlet bünyesinin
oluşumundaki iki tarz yer alır. Biri, benim lojistik impara­
torluk dediğim ve küresellik olarak ekonominin bakış açı­
sından yola çıkan oluşum; öteki, rasyonel ekonomik etken
olarak fetih şiddetinden doğan oluşum: yağmacı imparator­
luk. Lojistik imparatorlukta ekonomi şiddete hakimdir, çün­
kü şiddeti satın alabilir. Yağmacı imparatorlukta ise şiddet
ekonomiye hakimdir, çünkü seferlere dayalı yağma yoluyla
ekonomiyi geliştirebilir.
Ama şiddet becerisinin aşırılığı, sonunda ekonomiyi öl­
dürebilir. "Avrupa-Akdeniz sahnesi"nde, başkasının sırtın­
dan geçinmenin merkezi doğudan batıya balık pulu gibi,
devletin Mezopotamya'daki beşiğinden yola çıkarak yayıl­
maktadır, am;ı k i mi zaman batıdan doğuya doğru yayıldığı
da olur: Büy l ı � l :skcnder'in, lslam'ın, lngilizler'in durumu
1 07
budur. Bunlar genel argümanlardır; Kutsal Kitap'ta, ardın­
dan Yunan, Roma ve Hıristiyan tarihyazımında, art arda ge­
len imparatorluklarda görülür. Belli bir süre için düzeni ve
iç barışı üreten ekonomik makineler olan imparatorluklar,
gerçekte, ömürleri sınırlı sistemlerdir: Sanayi-öncesi asalak
imparatorluk, altın yumurtlayan tavuğu öldürmekten ka­
çınma sanatıyla, esnek olarak ayarlanmış bir saattir. AskerI
yeteneğini mükemmelleştirirken aşın uzmanlaşmaya düş­
me riskiyle birlikte, asalaklığa dayalı dış fethi sürdürerek;
ya da gayri meşru bir hal alan iç vergilendirmenin artışı ve
rezervlerin tükenmesi pahasına, ardından da kurtuluş sa­
vaşları veya asalaklık oram düşük işgallerle militarist ege­
menliğin Balkanlaştırılması pahasına talandan elde edilen
meyvelerin içeride yeniden dağıtımı yoluyla, bu tür impara­
torluk hayatta kalma zamanım uzatır.
Sanayi-öncesi imparatorlukların bu "saati" az ya da çok
etkili olabilir. Örneğin, kimlik kaybı olmadan yaşanmış en
uzun imparatorluk deneyimi olan Çin imparatorluğunun
deneyimi, gerçekten de, lojistik imparatorluk, barbar işgal­
ler ya da az çok asalak krallıklar halinde parçalanma dön­
gülerinden defalarca geçmiş ama Orta imparatorluk kimli­
ğini yitirmemiştir. Batı'da ise, tersine, Roma, Bizans, Karo­
lenj imparatorlukları, halifelikler, Kutsal Roma-Cermen lm­
paratorluğu, çarlık imparatorluğu, Avrupa mekezli sömürge
imparatorlukları kesin olarak ortadan kalkmıştır.
Sanayi imparatorluklarının saatinin durumu da farklı de­
ğildir. Rus lmparatorluğu'nun biçim değiştirmesi ve Ameri­
kan lmparatorluğu'nun ortaya çıkışıyla, dünyanın iki yansı
olarak karşı karşıya gelen ve bölünmüş Avrupa toprakları
üzerinde tahkim edilmiş bir sınır çizen asalak bir impara­
torluk oluşumunun daha ziyade "öteki"yle ve " dışan"yla
çatışma peşinde koştuğunu ve bu nedenle asla küresel ola­
madığını gösterir.
1 08
lç barışı örgütleyen kimlik olarak Avrupa, yakın dönemin
politik ifadesidir, imparatorluk olarak Amerika da böyledir.
Amerikan imparatorluğunun potansiyel temel rakibi (peer
competitor) olarak kısa süre önce Çin'in ortay a çıkması
(Mayıs 2000'de) , "lslam1 terörizm"in 2001 yılında küresel
düşman olarak saptanması, üç devletin (Kuzey Kore, lran
ve Irak) , yalnızca nükleer silah elde etmeye çalışıyorlar di­
ye, suçlu devletler olarak gösterilmesi: Tüm bunlar, tek im­
paratorluğun bile hem birlik aradığını hem de dış asalaklı­
ğın sürdürülmesini sağlayan çoğulluk aradığını gösterir.
Dünya çapındaki imparatorluk iktidarının tekliğinin (Dan­
te'nin söz dağarcığıyla mon-arşi) her yerde, topyekun iç şid­
det temelinde iktidarını kurmak zorunda bırakmasından
korkar; ya da asalaklığı hedefleyen baskı olmadan her yerde
evrensel barışı uygulamak zorunda bırakmasından çekinir -
ki bu daha da paradoksal bir görevdir. Demek ki Amerikan
imparatorluğu geleneksel bir sorunla karşı karşıyadır.
Yeniden üretimi için gerekli olabilecek asalak ve baskıcı
askerı: makineyi aşın ölçüde mükemmelleştiren imparator­
luk, uyruklarını ölümle tehdit eden devletin imha edici ya
da yalnızca bastırıcı işlevini canavarca aşırı-geliştirecek gö­
rüngülere doğru sapma gösterebilir. Bu durumda, plebin
ayrılması, anachoreses1 ya da kurtuluş olarak kabul edilen
işgaller gibi çeşitli biçimlerde lojistik-asalak imparatorluk­
ların sonuna karar veren her zaman "halk"tır. lstilasız bir
çöküş tipi de vardır; Asur imparatorluğunun çöküşü bu tü­
rün paradigmasıdır. Aşırı sömürülen neolitik beceriler saye-

Yunanca "anachorese" sözcüğü "geri çekilme" anlamına gelir ve aşırı sömürü


nedeniyle Mısır'da köl�leştirilmiş köylü pleblerin geleneksel isyanları için kul­
lanılır - Yahudiler'in Sinai'ye doğru kaçışı bunun bir örneğidir. Sözcüğe ikinci
anlamını vermiş olan Hıristiyan monarşist hareket, sömürü yoluyla örgütlen­
miş bir dünyayı reddetme tavrının Hıristiyanlaşmış halidir. Ve Mısırlı keşişler
gerçekten de, oldukça kalabalık ve şehirde eylem yapabilecek durumda, kon­
formist olmayan hakiki topluluklar oluşturmuşlardır.

1 09
sinde inşa edilen kil ayaklı dev heykel olan ve imha teknik­
leri alanı hariç, üretkenlikte bir gelişim göstermeyen Asur
militarizmi kan dökülmeden yok oldu; tıpkı çok sonraki
Sovyet imparatorluğu gibi.

Modern imparatorluk sorunu


Sermaye birikiminin ve tekniklerdeki bilimsel gelişimin
başlamasıyla birlikte ekonomi-şiddet ilişkisi yine de derin
bir dönüşüm geçirmiştir. Modern imparatorluk-devletlerin­
de ve nihayet Amerikan imparatorluk devletinde baskın
olan tahakküm sistemi hangisidir?
On altıncı yüzyılda, ekonomi dünya çapında bir hal al­
maya başladığında, şiddetin ise bölgeselliği açık seçik orta­
dayken, Fernand Braudel'in ve lmmanuel Wallerstein'in
dünya-ekonomisi2 olarak adlandırdıkları şeyin ve bunun
dünya-imparatorlukla ilişkisinin sorunu başlar: İmparator­
lukların devlet olarak örgütlenmesi ile küresel ekonominin
işleyişi arasındaki bağlantı sorunu, lojistik imparatorlukları
Antik çağın şafağındaki asalak imparatorluklarla karşı kar­
şıya getirmiş sorgulamayı yeniden başlatır.
Zorunlu askerlik hizmetinden yana olan ve paralı askerli­
ğe, profesyonel condottieri'lere düşman olan Machiavelli,
asalak bir devlet ve imparatorluk tanımını benimser ve
kendi tercihini kuralcı bir önermede özetleyerek şöyle der:
"Altın, iyi asker! birlikler bulmayı değil, iyi asker! birlikler
altın bulmayı sağlar."3 Ama aynı zamanda, gördüğümüz gi­
bi, bir fatihin, ancak "hem kendi ülkesini hem de fethettiği
ülkeleri yoksullaştırmak yerine zenginleştirecek şekilde"4

2 Egemen imparatorluk yapılarının dar anlamda askeri sınırlarının etrafında ve


dışında düzenlenmiş üretim ve mübadele alanının bütünü.
3 Machiavel, Premiere Decade de Tite-Live, a.g.e., s. 539.
4 Machiavel, Premiere Decade de Tite-Live, a.g.e., s. 530.

1 10
davranarak fetihlerini koruyabileceğini kabul eder. Ama
belki bu küresel olmaktan çok yerel bir bakış açısıdır.
Braudel'in dediği gibi, ticaret ekonomisi (ve özellikle ilk
küresel sefer olan Portekiz macerası) , yerel olarak, " iki ar­
zu arasındaki temas"ın küreselleşmiş yönetimi olarak ek­
lemlenmiş olsa da, askerl ve coğrafi engelleri aşan bu pazar
mantığı, (silahlı) tacirleri yerel egemenlerle ittifak yapmaya
zorlar ya da buna davet eder. Paralı askerler ve korsanlar
bu akışı anlık kesintiye uğratsa bile, pazarı oluşturan kabul
ve konukseverlik yapıları, yeni ağların sabit noktaları ola­
rak kalır. Ama bir sonraki evrede Batı'nın savaşta uzman­
laşmış denizcileri denizleri yönetir ve aniden uzak akışların
hakimi olurlar; Asya'nın kıyı bölgelerindeki tacirler ve kü­
çük krallar bunu öngörememiştir. Avrupa sermayesinin il­
kel birikimi için gerekli olan Hint'ten Hint'e ticaretin ve
ekonomilerin yaygın asalaklığı ve parazitliği, elbette, doğ­
rudan doğruya asalaklığı gerçekleştirmekle değil, yerel
ekonomilere şiddet yoluyla el koymayı engellemekle görev­
li, ağzına kadar toplarla dolu açık deniz gemisinin keşfine
dayanır.
On sekizinci yüzyıldan yirminci yüzyıla uzanan tarih
içinde, gerçekten tüccar denizci imparatorluklar (Britanya)
daha ziyade lojistik formülden yanadırlar, fetihçi kara im­
paratorlukları ise (İspanyol, Fransız) asalaklık formülün­
den yanadırlar. Aslında, her iki tür de aynı anda asalak ve
lojistiktir, ama deniz imparatorlukları akışlara bağlı asalak­
lardır, oysa kara imparatorlukları daha ziyade stokların (in­
san, toprak, maden filizi yatakları) sırtından geçinir. İspan­
yol imparatorluğu, . İspanyol-öncesi büyük lojistik impara­
torlukların (Andlar, Meksika) köylü çekirdeklerinde daha
ziyade lojistikken, şeker üretimi için Afrika'dan getirilen
kölelerin sömürüsünde asalaktır. Bununla birlikte, Britanya
imparatorluğu Hint'te karasal ve lojistiktir.
111
Amerikalılar Amerika'da karasal ve asalak olarak işe baş­
larlar, ama insanları topraklarından kovarak ya da onları tabi
kılarak topraklan ele geçirdiklerinden, daha ziyade "öncü,
yol açıcı" oldukları söylenebilir; bu, Siyonizmi ve başlangıç­
taki Güney Afrika'yı niteleyen asalaklığın bir nüansıdır.
Bugünkü modernite sorununu inceleyebilmek için bu ör­
nekleri, bu senaryo başlangıçlarını unutmamak gerekir:
Şiddeti kesin olarak belirleyen şey, hangi ölçüde ekonomi­
dir, ya da ekonomiyi yönlendiren şey hangi ölçüde şiddet­
tir? Bu sorun hala güncelliğini korumaktadır, çünkü eko­
nominin mutlak üstünlüğü, neo-liberallerin yorulmak bil­
meden tekrarladıkları bir amentüdür ve küresel ideolojiye
biçimini veren de budur. Yirmi birinci yüzyılın Amerikan
imparatorluğu genel manzarası içinde, ekonominin şiddet
üzerinde baskın olduğunu ve imparatorluğun, parayla iyi
askerler değil, özellikle iyi silahlar yaratarak lojistik impa­
ratorluk olarak işlediğini düşünmek mi doğru olur, yoksa
şiddetin ekonomiye baskın çıktığını ve imparatorluğun, iyi
askerler sayesinde para yaparak asalak bir imparatorluk
olarak işlediğini düşünmek mi doğru olur? Yoksa, şiddet
robotlaştırıldığından artık sorunun bu şekilde ortaya atıla­
mayacağını mı düşünmek gerekir?
Ekonomi şiddeti şeki llendirebilir, çünkü askerı engelleri
zorlayabilir ya da tersine döndürebilir, özellikle bu engel­
lerden karayollannda olduğundan daha kolaylıkla sıyırtıla­
bilen denizler sayesinde; ama karada ya da limanlarda da
asker! engelleri zorlayabilir, ya da kazanç yemini ortaya ata­
rak ve ahlaki çürüme yoluyla bunları "geçirgen" kılabilir.
Yine de, asker! şiddetin kurallı açılımının ya da bu tehdi­
din, ekonomik akışlar için, hidrolik dolaşım bent ve kanal­
larının dengini oluşturduğu doğrudur: Asker! şiddet, gerek­
li kuralları belirleyebildiği gibi bu kuralları ortadan kaldıra­
bilir de. Şiddet ekonomiyi biçimlendirebilir.
1 12
lmparatorluk tarihlerine bu basitleştirilmiş geri dönüşler,
demokrasinin mevcut krizini anlamaya yardımcı olabilir:
Demokrasi zafer kazanmış gibi görünürken, zenginler/yok­
sullar arasındaki aykırılıklar küresel ölçekte şiddetlenmekte
ve küresel düzeyde bir tür yapısal köleliğin yeniden ortaya
çıktığı görülmektedir. Bu genel manzara içerisinde, evren­
sel, demokratik serbest bir pazarın şeffaf güzelliği değil, La-:
konyah köleleriyle Isparta sitelerini ya da sürgünler ve kö­
lelerle birlikte totaliter imparatorlukları görmekteyiz.
Maliyenin ve askeri gücün küreselleşmesinin insanlığa
getirdiği biricik iyilik, demek ki, zenginliklerin küresel dü­
zeyde eşitlenme mekanizmasını düşünmeyi sağlamasıdır; so­
ğuk bir barbarlık biçimini almakla tehdit eden dünya ça­
pındaki �ç savaşın ertelenmesini yalnızca bu sağlayabilir.
Ama, küresel düzeydeki eşitlenmenin kapitalizmin sonu
olacağı açıktır. Kapitalizmin doğuşundan beri -kısa dönem­
ler hariç- sürekli düşünülmüş bir okul sorusudur bu.

"Kapitalizmin sonu"; bir okul sorusu

Bir imparatorluğun istikrarı, askeri şiddetin örgütlü biçimi­


nin ekonominin örgütlü biçimiyle "kusursuz" uyumundan
kaynaklanır. Bu kusursuz uyuma dair unutulmaz anılar
vardır; örneğin Pax Romana'nın Antonin'ler dönemindeki
dayanıksız denge anı, o zamandart beri "dünyanın uyumu"
düşüdür. Ama bu kusursuzluk, gerçekten bu dünyanın ku­
sursuzluğu değildir. Bir imparatorluğun haçlı rejimi her za­
man haksızlıktır, haraca dayanır. lstikrar, küreselleşme ev­
resinde özel güçlüklerle karşılaşır; bunları onun kusursuz­
_
luğuna karşı çıkılabilecek yerleri açıklığa kavuşturmak için
bu bakış açısıyla tarif etmek gerekir. Bu kaygı, dünya siste­
mi olarak kapitalizmin doğuşundan beri var olmuştur. Şid­
det biçimleri ile ekonominin biçimlerini istikrarlı bir şekilde
113
uyumlu lulmak, kuşkusuz kapitalizmin sonu olur, ama ille
de cennet olacak demek değildir.

Marx ve Weber

Dünya imparatorluğuna önerilen biçim bir kaossa, libe­


ral kapitalizmin sonunun da bir soru olarak ortaya atıldığı­
nı haklı olarak düşünebiliriz. Eskiden beri bunu düşünme
hakkı vardı. Thatcher ve Reagan'dan bu yana içinden geç­
tiğimiz dogmatik, militan neo-liberalizmin medyatik zafe­
rinin bugünkü kısa evresi hariç, kapitalizmin sonu sorusu
on dokuzunc u yüzyıldaki yükselişinden beri sürekli sorul­
maktadır.
Marksist yaklaşım, gerçekten de, imparatorlukların çok­
luğunun çelişkisini çözümsüz kabul etmiş, dolayısıyla Bi­
rinci Dünya Savaşı'nın, ardından da !kinci Dünya Savaşı'nın
kapitalist sisteme son vereceğini düşünmüştü. Günümüz­
de, Amerika Birleşik Devletleri'nin tek imparatorluğunun
önerdiği küreselleşme koşullarında, "kaos imparatorluğu"
deyiminin içerdiği çelişki de çözümsüz kabul edilebilir ve
genel o larak çöküş sorusu sorulabilir: Amerika Birleşik
Devletleri'nin hakimiyeti altındaki dünya hangi gerekçeyle
bir tür çöküşe, özellikle Aşağı-İmparatorluk Roma'sına ben­
zeyen ve sonuç olarak, tıpkı Aşağı-imparatorluk Roma'sının
"antik kölelik"in sonunu hazırlaması gibi, kapitalizm de­
nen bugünkü üretim tarzının sonunu hazırlamayı sağlayan
bir imparatorluk kaosuna doğru yol almaktadır?
Kapitalizmin sonu, (kapitalizmi yıkmak isteyen) Marx'ın,
aynı zamanda da (kapitalizmi kurtarmak isteyen) Weber'in
kafasını meşgul eden bir sorudur. Klasik kültüre Machi­
avelli kadar hakim, on dokuzuncu yüzyılın bu iki insanı,
politik geleceği öngörmek ve hazırlamak için bir yöntem
arayışındadırlar.
114
Weber, "idal-tipik" yöntemiyle ve tarihsel karşılaştırmacı­
lık yoluyla bu sorunun cevabını aramaktadır. Roma lmpa­
ratorluğu'nun bir siteler uygarlığından yola çıkarak nasıl
yaşayabildiğini, sonra da kapitalist birikime ulaşamadan ni­
çin çöktüğünü; ve niçin Ortaçağ'da, yeniden bir siteler uy­
garlığı aracılığıyla kapitalizmin, özgür çalışmayı koruyarak
ve geliştirerek ortaya çıktığını anlamak istemektedir. We­
ber, Roma Imparatorluğu'nun sonunun, ideal-tip olarak tam
anlamıyla tarif ettiği köleciliğin çöküşünü temsil ettiğini ka­
bul etmektedir.
Bu arayışta Weber, askeri şiddet ile ekonomi arasındaki
ilişkinin ustalıkla araştırılmasında Marx'tan daha ileriye gi­
der. Antik Yunan'da birbiriyle rekabet halindeki özgür
emek ile özgür olmayan emek arasındaki ilişkinin, Roma
ile birlikte köleciliğin hakimiyetine yöneldiğini kabul eder,
çünkü savaşın köle avı halini almasıyla özgür olmayan insan,
ucuzlar, der. 5 Weber de Marx gibi, ilerleme fikrinin -bilimsel
ve teknik ilerleme anlamında- yönlendirdiği tarih-ötesi bir
karşılaştırmacılık uygular. Her ikisi de özgür emeğin en ile­
ri biçim olduğunu kabul ederler: Özgür emek durumunda,
gerçekten de, -emekçilerin uzmanlaşmasına, dolayısıyla tek­
niklerin ilerlemesine yol açan- işbölümü pazarın büyüyen
genişlemesiyle özdeşleşmeye başlar. Ticari ekonomi, müba­
deleler alanı, uzam içinde ilerleyerek yaygın biçimde geniş­
leyebildiği gibi, başlangıçta dışlanmış çok sayıda insanı da
dahil ederek, tek bir uzam içinde yoğun bir şekilde de bü­
yüyebilir. . . Şehir burjuvazisi (Bürgerschaft) böylece, pazarı
hem yaygın olarak hem de yoğun olarak büyüterek dere­
beylik mülklerini yqk etmeye çalışmıştır.
Buna karşılık, Antikçağ'da, özgür olmayan emek duru­
munda, "işbölümünün ilerlemesi, insanların artan oranda

5 Max Weber, Economie et Socitte dans l'Antiquitt, ardından Les Causes sociales du
dtclin de la civilisation antique, La Decouverte (poche), no 108, Paris, 1998, s. 67.
115
birikmesiyle gerçekleşir: Ne kadar çok köle ya da serf varsa,
özgür olmayan mesleklerde uzmanlaşma da o ölçüde arta­
bilir," demektedir; "bu, özgür faaliyeti sermayesiz ücretli
emek evresinde (aıif des Stufe der Besitzlosen Kıınden Loh­
narbeit) sabitliyordu, bir talep ekonomisi, olası pazar geniş­
lemesi yaşanmıyordu. "6
Özgür emek ve dolayısıyla mübadeleler Antikçag'da azalır,
çünkü köle avının rasyonel ekonomisi savaşların karakteris­
tik özelligi olduğundan köleler ucuzdur. Özgür olmayan iş­
bölümü yoluyla tekniklerdeki gelişme, serbest pazar olmadı­
ğından kesintiye uğrar. Ortaçağ'da ise, tersine, özgür emek
ve mübadeleler artar ve özgür faaliyet ücretlilik ve sermaye
birikimi yoluyla gelişir. Demek ki, özellikle geleneksel ola­
rak tanımlanmış kapitalist-olmayan iki üretim tarzında, ve­
rili bir anda, hakim üretim tarzını belirleyen şey, askeri ör­
gütlenme ve ekonominin biçimlenmesine şiddetin uygulan­
masıdır, yoksa tersi değil, çünkü yalnızca şiddet (ya da belki
şiddet artı din) özgür olmayan emegi örgütleyebilir.
Bu neredeyse bir totolojidir: Köleciligin yenilgisi sermaye
birikimi için gerekliydi. Örnegin, Amerika Birleşik Devlet­
leri'nde liberal kapitalizmin zaferi için Ayrılık Savaşı'nda
kölecilerin askeri yenilgisi gerekliydi.
Ama ya bugün? Bu "Marksçı-Weberci" yaklaşımı mevcut
durumun analizine uygulayarak, şu saptamayı yaparız: Gü­
nümüzde, üçüncü dünyadaki bütün manüfaktür üretimde
kısmi bir köleliğe geri dönüş vardır ve bu refah ülkelerin
özgür emeği üzerinde yük oluşturur. Özgür olmayan insan­
lar ucuzdur. Ama bunlar köleci savaşlar olmadan, köylü
bilgilerinin basitçe değersizleştirilmesiyle, köylülüğün im­
hasıyla, şehirlere doğru akınla ve tarımsal halk sınıfların
kitlesel olarak suça eğilimli pleblere dönüştürülmesiyle el-

6 A.g.e., s. 67.

1 16
de edilmektedir. lşsiz özgür emekçilerin birikmesi, bundan
böyle, işbölümünden ve ilerlemeden ayrılmıştır. llerleme,
teknoloji ve elektroniğin makinelere dahil edilmesiyle üre­
tilmektedir ve işbölümü makinelerin işbölümü halini al­
maktadır. Demek ki, özgür insanın emekçi olarak köleler­
den daha fazla değeri yoktur. Kar ahlakı açısından bakıldı­
ğında, bu insanlar da katledilebilir; ama fethetmek ya da
köle haline getirmek için değil, yalnızca uslandırmak için.

Lenin (ve Fukuyama)


Lenin, sağlığında da ölümünden sonra da yanıldı: Kapita­
lizmin en yüksek -dolayısıyla nihai- evresi (özellikle de
1 9 14 öncesi biçimindeki) "emperyalizm" değildir. "Emper­
yalizm" , sonuçta, esas olarak sermayelerin burjuva devletler
tarafından sömürge imparatorluklarına ya da yeni-sömür­
geci imparatorluklara ihracı değil, neo-liberal küreselleşme­
dir: Çokuluslu tahvillerle şirketlerin ve yerellikten kopmuş
bankaların gücü; yatırımların off shore cari hesaplar gibi
uçucu, geçici konaklamalara dönüşmesi . . .
Sermayenin b u yeni morfolojisi henüz yeni bir bağdaşık
sisteme varmış değildir. Eğer "en yüksek"in bir anlamı var­
sa, bugünkü küreselleşme henüz "en yüksek" değildir, çün­
kü henüz mali sisteme uygun politik-askeri bir sistem kura­
bilmiş değildir. Lenin'in gördüğü "emperyalizm" ise, büyük
sanayi metropollerini sömürgeci ya da yeni-sömürgeci im­
paratorluklar halinde örgütleyerek son evresine erişmişti.
Bu son yapının bu büyük sanayi metropollerini birbirlerine
düşürmesi ve böyle .bir dünya savaşı içinde de kapitalizmin
ortadan kalkması gerekiyordu.
SSCB'nin yok olmasıyla birlikte, en yüksek aşama yeni­
den sıfırdan yola çıkmaktadır. Ama, küresel bir politik sis­
tem öneren küresel bir imparatorluk gerçekten yoktur. De-
117
mek ki, daha yüksek başka aşamalar, -gerçekleşmemiş­
nükleer savaştan ya da Üçüncü Dünya Savaşı'nın "Balkan
savaşları" olan Çeçenya, Kosovo, Afganistan, Büyük Göller,
Filistin, Kolombiya savaşlarına kıyasla daha dünya çapında
başka savaşlar ve "mezarlık barışı"na daha fazla benzeyen
·başka barışlar hayal etmek gerek.
Bu arada, egemen yaratıcılık anlarının ortaya çıktığı yerle­
ri her defasında belirtmek gerekir, yani küresellik içinde
politikanın yeni yerlerinin nereler olduğunu saptamak ge­
rekir. Ve politikanın öldüğünü söylemeden önce her iki ta­
rafta da nerede saklandığını arayıp bulmak gerekir: Günü­
müzün oligarşik politikası, halkın dışındaki egemen güç
olarak hangi seçkinlerin içinde örgütlenmektedir? Halk
egemenliği hangi yeni ya da eski gruplaşmalar içinde örgüt­
lenmekte ve koordine edilmektedir?
Düzenli seçime dayalı demokratik kültür, politika nosyo­
nunu tuhaf bir şekilde tatsızlaştırıyor. Politikanın zorunlu
olarak ve -iyi ki!- şeffaf, seçime dayalı ve parlamenter bir
demokrasi olduğu fikri; seçilebilir bir sağı ve solu kapsadığı
ve politik tartışmaların özünü oluşturan normal bir ahlakı
çürüme düzeyini de içerdiği fikri; her türlü demokratik
kontrolün dışında kalan, dünya ölçeğindeki iktidar hedefi­
ni anlamamızı engelliyor. Oligarşik, dolayısıyla anti-de­
mokratik rejimlerin, egemenliklerin ve imparatorlukların
olduğunu kabul etmek için ille de komplo teorisine inan­
mamız gerekmiyor. Yalnızca Avrupa ölçeğinde değil, dünya
ölçeğindeki bir Avrupa ölçeğinde de yetkin bir solun yeni­
den örgütlenmesi için gerekli olan şey, bu berrak bakış açısı
oluşturma çalışmasıdır. Eğer bu çalışma yapılmazsa, Avrupa
solu taşralı kalır; daha kötüsü, Amerika'daki felsefi bir mez­
hep olur yalnızca.

118
Egemen kimliklerde bulanıklık,
şirket egemenlikleri ve devlet çıkarları
Bu doğrusal kuvvet kaybının kökeninde, politik kimlikle­
rin ve dolayısıyla egemenliklerin temsilindeki büyük bula­
nıklık yatmaktadır. Hiçbir şey ya da hiç kimse olmamak
için, egemenliği tümüyle yitirmemek için, insanlar kendi
tanrılarına, kendi dillerine, kendi kabilelerine, şehirlerine
ya da ailelerine, hatta dinlerine dört elle sarılmaktadırlar.
Ama en önemli bulanıklık, bu iç içe geçmiş egemenliklere
ve Ortaçağ'ın evrensel inançlarına basitçe geri dönüşten
kaynaklanmamaktadır; böyle bir durum, olsa olsa, bizim
etnik-tarihsel Lander'lerin, yani ulus-devletlerin, yani Avru­
pa'nın meşruluğu ile evrensel imparatorluğun meşruluğu
ile mezheplere geri dönüş arasında tereddüt etmemize yol
açar. Çeşitli kamusal düzeylerdeki politik egemenliklerle
-bugüne kadar egemenlik olarak değil, yalnıca "özel çıkar­
lar" olarak kabul ettiğimiz- şirketlerin özel egemenlikleri
arasındaki karşıtlıktan doğan bulanıklıktır en önemlisi.
Bir dönem kapandı, çünkü iktidarların hiyerarşisi tersine
döndü. Bugün, öfke duymak için bile olsa, şirlutlerin ve dev­
let çıkarları n ı n egemen li lı l eri nden söz etmek gerekiyor. Ser­
'

maye iktidarının özünün şirketin içinde yer aldığını -bu is­


ter bir üretim şirketi olsun, isterse de ticari ya da kredi şir­
keti olsun- kabul etmeliyiz. "Patronlar"ın, ekonominin bi­
limsel yasalarına uyarak ve good govemance'a saygı göstere­
rek kendini üreten, refaha kavuşan ve yalnızca işlevsel özel­
likte bir grup oldukları fikri, politikayı bir yana atan, naif ve
indirgemeci bir tarif�ir. Bu tarif, "ekonomi"yi insan evrimi­
nin buyruklarına mekanik olarak tabi kılan kaba bir Mark­
sizmin beş para etmez tezlerini yeniden ortaya atmak olur.
Burada yalnızca ekonominin anonim ve deyim yerindey­
se fiziksel (yani "doğal") güçlerinin işlediğini görmek yeri-
119
ne, bu dönüşümün örgütleyicileri, bilinçli aktörleri kimler­
dir sorusunu kendimize sorararak küreselleşme sorununu
yeniden politize etmek bence çok yararlı olur. "Küreselleş­
menin kaynağında kim vardır? Büyük ölçüde uluslararası­
laşmış olan şirketler" ve uluslararası ekonomiden dünya ça­
pındaki ekonomiye ve çokulusluluk stratejisinden küresel­
leşme stratejisine geçmiş olan şirketler; "devlet egemenlik­
lerine saygı" politik stratejisinden "ulus-ötesi ağlar mantı­
ğı"na7 geçmiş olan şirketler; bir sonraki evre şirket-ağından
mali gruba geçiştir (mali grup, ağ halindeki şirketten strate­
jik olarak daha temel önemdedir) .
Ayrıca, şirket kimlikleri düzeyinde de bulanıklıklar var­
dır ve bu bulanıklıklar, ülke sınırları içindeki "kimlik çer­
çeveleri" düzeyinde hissedilen politik bulanıklıklar düze­
yindedir. Şirketler, yani şirket liderleri, günümüzde, devlet­
lerin ülke sınırlarıyla tanımlanmasına yabancı egemenlik
biçimleri getirmektedir. Bu durum, bir yandan, şiddete da­
yalı mafyaların ulusaşırılaşmasından ve diğer yandan da,
sermayenin, özellikle mali sermayenin ulusaşırılaşmasın­
dan ve temerküzünden kaynaklanır. Uyuşturucu mafyaları
(Kolombiya, Meksika, Afgan, Pakistan, Nij erya . . . ) , Rus
mafyaları, Çin üçlüleri, Camorra, N'dranghetta, vs. şiddete
dayalı ve popülist, zengin ve güçlü, devletlere karşı açıkça
savaş halinde olan, özel bir şirket dünyası oluşturur - ama
kimi zaman bazı devletlerle barış halindedirler (Meksika,
Liechtenstein. . . ) .
Ama, zenginler ile yoksullar arasında kaynak dağılımında
belli bir eşitliği düzenlemek için ulus ölçeğinde geçmişte
yerleştirilmiş düzenleyici kuralların tümüne saldıran, gide­
rek daha fazla temerküz etmekte olan, mafyavari olmayan
sanayi şirketleri de devletlerle bu savaş ya da ittifak ilişkisi

7 jocelyne Barreau, "Les nouvelles strategies d'entreprises" , Petition, no 2, s. 1 5.

1 20
içine girmektedir. Bu durumda, devletlerle sürdürülen bu
savaş ya da ittifak, ticaret özgürlüğü ve şirket özgürlüğü adı­
na sürdürülür. Özel şirketler son birkaç yıldan beri büyük
ölçüde yeniden toparlanmış ve temerküz etmiştir; bu yeni
gruplaşmalar bundan böyle hükümetler üzerinde önemli bir
ağırlık oluşturmaktadır. Bunların yöneticileri Amerika Birle­
şik Devletleri başkanına denktir ve çoğu zaman güç bakı­
mından daha küçük devlet aygıtlarından üstündürler.
Örgütlü suç, örgütlü finans ve örgütlü sanayi şirketi artık
tek bir bütünün, serbest şirketin parçasıdır. Suça dayalı
ekonomi ile genel olarak ulusaşırı ekonomi arasında gerçek
bir sınır, yani mali bir sınır çekmek ise son derece güçtür.

Düşük ölçek li ve acımasız savaşlar

Azgelişmiş ülkelerin devlet aygıtlarının, birlik olarak ken­


dilerini savunabilmeleri için önlerinde iki seçenek vardır:
- ya sermayenin küresel imparatorluğunda sıradan bir
"taşra valisi" olarak davranmak, IMF'nin tavsiyelerini uygu­
lamak veya modası geçmişse bundan vazgeçmek;
- ya da özerk savaş liderleri gibi davranarak, mega-şirketle­
rin ve makro-bankaların önceden mücadele ettikleri katışık­
sız ekonomi alanından başka bir alanı yeniden ele geçirmek.
Başlangıçta, a priori, ulusötesi sermayenin gerçek güçleri
tarafından savaşçı olarak desteklenmeyen devlet aygıtları
ancak (birbirlerine eklenebilecek) iki tür sınırlı savaşa
özerk biçimde kalkışabilirler:
- dış (komşulara karşı) ya da iç (azınlıklara karşı) işgale­
köleleştirmeye yönelik saldırgan fetih savaşı: Bu tür aktiviz­
mi, ukalaca, komşuya yönelik paleo-mikro-sömürgecilik ola­
rak adlandırıyorum;
- Balkanlaştırma savaşı, bunun sonucu kimliksel düzeye
indirgenmeye ve dışlananların iç köleleştirilmesi ya da kat-
1 21
liamıyla (kantonlara ya da belediyeliklere uygulanan soykı­
rım biçimleri) , arkaik imparatorluğun mini-yapılarının ko­
runmasına varır.
Kosova'da Miloseviç'in Çetnik teşebbüsleri ve Filistin top­
raklarında Şaron'un saldırgan Siyonizmi bu ikili kategoriye
girer. Komşunun mikro-sömürgeleştirmesinin en yeni örne­
ği, Manda Filistin'in paylaşımı anlamına gelen Balkanlaştır­
ma'dan sonra, işgal altındaki Filistin topraklarında lsrail'in
sömürgeleştirme ve tedirgin etmeye yönelik aşikar militarist
politikasıdır. Mikro-sömürgeleştirme ve Balkanlaştırma şek­
lindeki bu iki biçim, Kosova'daki Sırp örneğinde ve Bos­
na'da ve Çeçenistan'daki Rus örneğinde bir aradadır.
Şiddete dayalı bu mini-sistemler bölgesel zararlar verebi­
lir, ama uluslararası sermayenin hem şiddeti hem de mali
sermayeyi kullanan tek kolu olan mafya ağlarıyla kaynak
bulabilmek için ittifak yapmaları gerektiğinden, soykırıma
dayalı yerel küçük savaşların mafya ekonomisinden destek
aldığı söylenebilir. Ama mafya ekonomisinin de küresel
mali sistem içinde kendi özgüllüğünü güçlendirmek ve ko­
rumak için küçük barbar savaşlara dayandığı söylenebilir.
Küçük barbar savaşlar, bir anlamda, devletle sınırlı olma­
yan, toprak bütünlüğüne dayanmayan mafya sistemlerinin
Clausewitz'çi dış savaşlarıdır. Ne var ki, mafya sistemleri ile
mafyavari olmayan sistemler arasına sınır çekme teşebbüsü
biraz aldatıcı kalmaktadır.

Kirli para ile temiz para arasında çeper yoktur


Bu analiz yetersizdir, çünkü kirli para ile "normal" küre­
sel mali akış arasında doğrudan bir iletişim vardır; bu iki
mali kimlik arasında (coğrafi olmayan) "doğal" bir sınırın
dengini bulup gösteremeyiz. Paranın kokusu yoktur ve ya­
tırılan bir tutar muhasebe hesabında kimliğini yitirir, yağ ve
1 22
sirke gibi ayrı durmaz, yatırılan paralar arasında ayrık izi
yoktur. Yalnızca insanlar "kirli" ya da " temiz"dir. Günü­
müzdeki imparatorluk sisteminin, şiddet örgütü ile ekono­
mi örgütü arasında uzamsal-zamansal bir uyuma varması­
nın kısmi-imkansızlığı bu güçlükten kaynaklanır.
Sistem, mafyacı olmayan para ile mafyacı parayı birbirin­
den ayıran özerk ve uzlaşmaz alt-sistemlere gerçekten ayrıl­
mış değildir. Bu sınırın vücut bulmasının tek yolu, biriyle
ittifak yaparak ötekiyle mücadele etmekten geçer. Demek
ki, barış mücadelesi bu eklemlenmeye hakim olmalı ve bu
sınırı gerektiğinde kan ve barutla -politika düzeyinde- poli­
tikanın savaş yoluyla sürdürülmesiyle inşa etmelidir. Ama
bu, sermayeler arasındaki değil, insanlar arasındaki sınırdır.
Eğer bu sınır politik olarak ve gecikmeden inşa edilmezse,
barış, hatta barış kavramı bile birçok kuşak için yitirilmiş
olur. Bu anlamda, savaş politikanın devamı olarak kalır ve
küresel yersizleşmenin [delocalisation] yeni uzam-zamanla­
rında herhangi bir yerde yer bulmak zorundadır.
Sermayenin mafyavari olmayan idaresinin varlığına gü­
venmek -ve bu idareyle ittifak kurmak- ne anlama gelir?
Bu, ancak belirli coğrafi-politik uzamlarda -ülke, bölge, kıta
düzeyinde- somut olarak işlev görebilir. Bu durum, sermaye
sahiplerini yeniden yere ayak basmaya, coğrafyasızlaşmayı
ve yatırımın asosyal tarifini terk etmeye davet ederek ya da
buna zorlayarak, sermaye dolaşımının bir bölümünü değiş­
tirmek demektir. Bu, Tobin vergisinin soyut fikridir: Yatırı­
mın konakladığı yerden hızla ayrılması durumuna vergi ko­
yarak sermaye dolaşımını frenlemek.
Bu politik- askeri ','müdahale" , gerçekten ekonomiye yatı­
rılmamış olan ve yalnızca spekülasyona oynayan paraya
karşı düşünülebilir. Kirli paranın kendisini hedefleyemez;
yalnızca, mali sermayenin küreselleşmesinin, istikrarsızlığı­
nın en olumsuz yanına bir müdahale söz konusudur. Ama
1 23
gayet iyi bilmekteyiz ki, kirli paranın ille de Tobin vergisin­
den etkilenen para olması gerekmez. Zaten, ölüm tehdidi
altında ve ölüm riskiyle ele geçirilen kirli para, çoğu za­
man, "ulusal" mülk, şirket ve fonlara yatırılmaktadır - bu
nedenle, mafyanın seçkinleri uzun süre daha arkaik, yerel
bir yurtseverlik biçimine daha yakın, daha köhlüydüler. Yine
de bu özellik, Rus mafyasıyla ve vergi cennetlerinin bilgisa­
yarlaşmasıyla birlikte yok olma yolundadır (ne var ki, Rus
mafyaları, geçmişte Çarlık aristokrasisi gibi, Akdeniz şirket­
lerine belirgin bir ilgi göstermektedir) . Kaçınılmaz olarak
mafyalara özgü olmaya devam eden şey, silahlı şiddetin kul­
lanılması ve bizzat savaşların ve silah ticaretinin olduğu ka­
dar fahişeliğin, uyuşturucu ya da kumarın etrafında da or­
taya çıkan hızlı karların cazibesidir. Bu sıfatla onları politik
düşman olarak nitelemek daha kolaylıkla mümkündür.
Bu sorunu daha somut örneklerle ele alalım. Küçük bar­
bar savaşların ve bu savaşlardaki küçük barbar savaşçıların
atılımını (Afganistan, Bosna, Kosova, Rwanda, Burundi,
Büyük Göller, Angola, lsraiVFilistin, Cezayir, Çeçenistan,
Kolombiya, Korsika, Bask Ülkesi, lrlanda. . . ) arkaizmler ola­
rak, yerel başarılar karşısında "deliye dönmüş" küçük şefle­
rin amansız ama küçük ölçekli kavgaları olarak ya da eski
ve uyum sağlayamamış sinik oligarşilerin veya intihar nite­
liği taşıyan kahramanca geleneklerin mirasçısı olarak kabul
etme yönünde bir eğilim vardır. ister aşırı sağ ya da aşırı sol
olsun, ister dini ya da laik, Mağripli ya da Hıristiyan olsun,
ekonomik geriliğin ve Ortaçağ şiddetinin tüm bu uygunsuz
kişileri, barışçı küresel sermayenin muzaffer bir biçimde ya­
yılması ve insan haklarının kaçınılmaz gelişimi karşısında
önceden mücadele edilmesi gereken rakiplerdir.
Demek ki, tüm bunları en ufak ortak davranışları olan te­
rörizmle tanımlama girişimi mevcuttur ve bu girişim, de­
yim yerindeyse, Salafi cihadına karşı birleştirici haçlı sefe-
1 24
riyle, Bin Ladin'e karşı Bush'la iktidara varmaktadır. Yine de
burada siyaset bilimi açısından zayıf bir temsil söz konusu­
dur. Günümüzde bu girişim özellikle bir din savaşı imge­
si'nden yararlanmaktadır, ama, şiddet gerçekten de dinler
tarafından örgütlendiğinde, sermayenin morfoloj isiyle
uyum içinde olacağına garanti gözüyle bakılamayabilir.

Buyruklar: Her türlü Disneyland


siyaset biliminden uzak dumıak
Öncelikle, bu Disneyland siyaset biliminden acilen uzak
durmak ve her yerde işlerlikte olan şiddeti pazar ekonomi­
sinin barışçıl yayılmasıyla bağdaşık biçimde birleştiren kar­
maşık sisteme karşı çıkmak gerekir.
lkinci olarak, şiddetleri sırt sırta getirmek yerine, gerekti­
ğinde bir şiddete karşı diğerini desteklemeyi -barışın peşin­
deyken bile- kimi zaman tercih etmek gerekir.
Üçüncüsü, insanlığı zorunlu olarak felakete sürükleyen
(çünkü yüksek gelirlerin temerküzüne yol açmakta ve an­
cak yoksulların soykırımıyla düzenlenebilen yoksulluğu ge­
nel olarak artırmaktadır) mali hareketin gücüne karşı dün­
ya çapındaki mücadeleye katkıda bulunmak isteniyorsa,
şimdiden işler halde olan bu projeye karşı, şiddete dayalı bi­
çimlerde tezahür ettiği yerlerde, kuraldışı şiddet faillerini, ya­
ni paramilitarizmi ve düzenli ordu kuvvetleriyle zararlı iş­
birliğini etkisiz kılmaya yönelik müdahalelerde bulunarak
mücadele etmek gerekir.
"Gerekli" demek kolaydır; ama, tam da devletler zayıfla­
maktayken, ancak politik bir tavsiye olabilecek bu buyruk
kime hitap etmektedir? Avrupalılar örneğinde, bu dilek an­
cak Avrupa Birliği'ne hitap edebilir, o da mevcut haliyle de­
ğil, -demokrasiye doğru ve sosyal cumhuriyetlerin konfede­
rasyonuna doğru ilerlemeye devam ederse- olması gerektiği
1 25
haliyle. Başka kıtalardaki durumu incelemek gerek. Bu, el­
bette, demokrasiyi alt eden yeni "soylulara özgü şiddet"in
silah altına alma yerine ve tarzına, hukuk devletinin korun­
ması için mücadeleye ve halkın direniş biçimlerine bağlıdır.

"Soylulara özgü şiddet'',


savaş ile banşın yeni eklemlenmesi

Ancien Regime tarihindeki ve sanayi kapitalizminin ve


uluslararası mali sistemin yüzlerce yıllık tarihindeki en
normal "düzenleme" , gerçekten de, şiddettir. Devletin poli­
tik şiddeti, paramiliter şiddet, özel toplumsal şiddet. Şirket
egemenliği bu yelpazenin bütünü içinde eklektik tercihlere
varmaktadır. Bu tercihlerin özelliği, barışı inşa etmeyi
amaçlayan, ölüm tehdidi altındaki eylemin mantığına bağlı
askerlerin tercihlerinden daha militarist olmasıdır. Şiddete
dayanmayan mutlak itaati sağlamak, şirket şefinin hedefi­
dir, ama bunu ya yüksek ücretlerle ya da kalıcı baskıyla el­
de edebilir. Kalıcı baskı fikrinin kaynağı, askerlerden çok
soylulara özgüdür. Kalıcı toplumsal savaş -paramiliter dü­
zey hariç- düşünülebilir bir şey değildir.
Soylulara özgü şiddet ve köylü ııyaklanmalarının kalıcı
olarak vahşice bastırılması, Ancien Regime'de eşitsizliklerin
korunduğu sistemin parçasıdır. Kırsal ya da kentsel, mo­
dern köylü isyanları, günümüzde, "Kaliforniya" yaşam tar­
zıyla (villalar, havuzlar, özel muhafızlar) tanınan ve dünya­
nın her ülkesinde, özellikle eşitsizliklerin bas bas bağırdığı
en yoksul ülkelerde, ama elbette Amerika Birleşik Devletle­
ri'nde ve -bundan böyle- Avrupa'da da etraflarındaki güven­
lik çemberleriyle tanınan küresel imparatorluk soyluları ya­
rarına vahşice bastırılmaktadır.
Latin Amerika'da ve Antiller'de olduğu gibi, kökleri con­
quist adores lerden, encomendieros'lardan ve kö lecilerden
'

1 26
gelme Ancien Regi me'in sömürgeci soyluluğundan postmo­
dern oligarşilere geçişin, kalıcı çözüm olmaksızın gerçek­
leştiği ülkeler vardır: Buralarda yoksul tabakaların ezilmesi,
daima, Antikçağ'dan, Ortaçağ'dan ya da Rönesans'tan, (is­
panya Burbonları'nın ve Bragance'ların az çok aydın despo­
tizmine rağmen) Karşı-Reform hareketinin mutlakıyetçili­
ğinden miras kalmış stratejik reçetelere uygun olarak ör­
gütlenmiştir. Ama sanayi kapitalizmi ile mali kapitalizmin
bütünleşmesiyle birlikte, asimetrik silahlı şiddet, en güçlü­
lerin en zayıflara karşı şiddeti, bundan böyle her yerde he­
saplanabilir, basit kar arayışı ilkesinin şiddete dayalı ta­
mamlayıcısı olarak uygulanmaktadır. Özgürlüğü ve eşit
olarak yaşama hakkını talep eden ayaklanmaları bastıran
on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın "eşitsiz antlaşmalar"ına
ve sömürgeci fetihlerine az çok belirgin bir temel oluştur­
muştur bu şiddet. Günümüzde, bilgisayara dayalı mali en­
tegrasyonla birlikte, devlet şiddeti ve paramiliter ya da özel
şiddet, yerel düzeyde kendi kendini yöneten katliamların
içine "atılabilir" halkların ceplerini tüketmek için örgütlen­
miştir. Halklar, ceplerinden bir şey alınamadığında atılabi­
lir oluyor.
Mali business hiyerarşisine hiçbir şey borçlu olmayan
araçlarla gelirlerin yeniden dağılımını az çok yönlendirebil­
mek için adalete dayalı popülizmlerin ortaya çıktığı bazı ör­
nekler görülür. Bunlar, en az gelişmiş ülkelerde her şeyi
"yasanın kesinliği"ne borçlu olan yeniden paylaşımı yerleş­
tirmeye çalışırken kimi zaman ordulardan destek alırlar;
tıpkı yetmişli yıllarda Peru'da Velazquez'ciliğinin hortlama­
sı gibi (Chavez'cilikle birlikte Venezuela'nın ve askeri po­
pülizmin şimdilik durduğu Ekvator'un durumudur bu). Bu
isyanlar, -petrol kaynağına dayanıyor olsa da- muzaffer is­
yanlar değildir. Ama tüm dünyaya es geçilemeyecek bir so­
ru sormaktadırlar. lspanyol Amerikası'nın dağınık devletle-
1 27
ri, imparatorluğu reddeden ayrık toprak egemenliklerini sa­
vunan Avrupa mantığının mirasçısıdırlar. Burada Bolivarcı­
hk bir milliyetçilik ve bir tür ulusotesi gönderge olarak kal­
maktadır. Sınır savaşlarının şaşkın orduları, başlamış ve
ulusaşınlaşmanın günümüzde mahkum ettiği bir ulusal ge­
lişimin izi olarak kalmaktadır. Yine de, Latin Amerika eko­
nomisinin ve şiddetinin morfolojisinin, gelişme bakımın­
dan Avrupa'nın bir bölümüne tüm diğer kıtalardan daha ya­
kın olduğu kesindir.

Kaosu aşmak mı?

Hem üst üste hem de iç içe bulunan, farklı ölçekteki ve


farklı şeffaflık düzeylerindeki politik, asker! ve ekonomik
egemenliklerin geçirimsiz karmaşıklığı, politik tartışmaları
her yerde bulandırmıştır. Bu kaos oldukça karmaşık gelebi­
lir; özellikle on yedinci yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla
kadar egemen ulus-devletlerin inşasının, ardından da Do­
ğu-Batı ikikutupluluğunun basitleştirdiği ekonomi-şiddet
ilişkisiyle karşılaştırıldığında karmaşıktır.
Yalnızca asker! egemenliğin ve (az çok adil ya da adalet­
siz) bir düzen'in gelişebileceği Clausewitz'çi bahçe (yani
devletlerin şebeke halinde yapılanması) günümüzde kendi­
ne özgü gücünü neredeyse tamamen yitirmiştir. Ve bu yitir­
me hali -genişlemiş Avrupa Birliği'nde bile- göze görünmez
biçimde artabilir. Yine de, çoğul bir cumhuriyet mantığını
sürdüren Avrupa, günümüzde, vahşi küreselleşmeye eko­
nomik, kültürel ve politik-askeri bakımdan coğrafi direni­
şin tek dalgakıramnı temsil etmektedir. Belki Japonya da
buna katılacaktır. Çin, vahşi liberalizmi, komünist planla­
ma ve düzenlemeyi ve mafyacı gelişmeyi kendine özgü bir
tarzda birleştirmektedir. Şu ana kadar Avrupa modeline
uyum sağlayabilecek noktada değildir, ama geçen yüzyılda
1 28
Sun Yat-Sen ve ÇKP ile iki kez denediği gibi bu noktaya
gelmesi mümkündür.
Neo-liberalizmin belli başlı kaynağı olan Amerika, aynı
zamanda buna karşı çıkışın temel yeri de olabilir: 1 999 yı­
lındaki Seattle olaylarından sonra böyle bir fikri kimse ta­
mamen saçma bulamaz; ama bu henüz politik bir dönemeç
değil, bilinçlenmenin kanıtıdır. 1 1 Eylül 2001 saldırıları
tüm ön belirtileri geçici olarak sildi. Demek ki, sorunun
politik ve stratejik olarak dile getirilişinde Avrupa'nın temel
rolü önemlidir.
Ileriki bölümlerde inceleyecek olduğumuz şey, "Avru­
pa'nın rolü"nün olası uzamıdır. Avrupa'nın görece özerkliği
Avrupa'nın birliğini, aynı zamanda da, demokrasi olarak tü­
müyle gözden geçirilmesini gerektirir. Körfez Savaşı'ndan
bu yana, Avrupa her yıl daha belirgin bir kimlik yoğunluğu
edinmektedir. Avrupa, cumhuriyetleri tehdit eden tehlike­
lere karşı başlı başına bir panzehir değildir, ama liberal kü­
reselleşmeye yönelik sapmaya karşı durabilecek eleştirel bir
politik bilinçlenmenin sahnesidir.

1 29
4
Clinton'cu Küreselleşme,
Düzensizliğe Stratejik Bir Yaklaşım

Bu bölümden itibaren güncel jeostratejik duruma girmekte­


yiz. Doksanlı yılların başlarından itibaren Amerika Birleşik
Devletleri'ndeki küreselci militarist düzenlemelerin ve stra­
tejik düşüncenin evrimi izlendiğinde, Bush'un başkanlığı
döneminde biçimlenen ve İngilizce'de self-fullfilling prop­
hecy -"kendi kendini gerçekleştiren" peygamberlik- denen
şeye benzeyen bu dönüşüm daha iyi anlaşılacaktır.

Amerikan stratejik tartışmalarını anlamak

Küreselleşme sözcüğünün yandaş bir anlamı olmalıdır:


"Küresellikten yana doktrin ya da ideoloji". Küresellik, tüm
yerküreyi kapsayan bir olgunun niteliğidir. Küreselcilik
yanlıları, küreselleşmeyi arzulamaktadır. Bu fikrin ekono­
mide bir anlamı varc�ır (küresel şirketler, tek pazar) , dinde
bir anlamı vardır ("Katolik" kilisesi; katholike'den gelir -
bütünün üzerinde hüküm süren; ökümenik, bütün Hıristi­
yan kiliseleri birleştirmeyi hedefleyen, İnsanların Yaşadığı
Yeryüzü'nün -ökümen- bütünü üzerinde hüküm süren; ls-
1 31
lam, tek barış, tek tanrı) , elektromanyetik iletişimde ya da
uydu aracılığıyla gözetlemede bir anlamı vardır. Ama de­
mokraside bir anlamı yoktur. Küresel demokrasi yoktur,
kesinlikle yoktur.
Ökümenik olması zorunlu olan ekoloj i bir yana, hangisi
olursa olsun herhangi bir politik ya da ekonomik olgunun
tüm dünyaya yayılmasından yana hiç değilim; belki de,
inanç, görüş, eğitim ve beslenme konularında özgürlük,
eşitlik, kardeşlik gibi tamamen temel bazı fikirler hariç tu­
tulabilir. Küresel fikirler, anti-küreselleştiricidir: Düşünce
özgürlüğü doğal olarak çoğulluğa götürür; eğitim eşitliği
sayısız sorun getirir ve her bir kültür için, hatta her bir ço­
cuk için sonsuz sayıda keşif çeşitliliğini gerektirir; beslen­
mede kardeşliğin nicelik olarak çözülmediği açıktır, ama
mutfakların sonsuz çeşitliliği ve Amerika Birleşik Devletle­
ri'nin sunduğu "küresel" mutfağa yerel mutfakların direnişi
dikkate alındığında, bolluk içinde bile asla "küresel bir iş­
lev" taşımayacağı öngörülebilir.
Demek ki, günümüzün gerçek küreselliğini üç alanda
ayırt edebiliriz: Mali alan, askeri alan ve elektromanyetik
iletişim alanı; gerçek zamanı yakalamaya çalışan bu sonun­
cusu ilk ikisinden kaynaklanmaktadır. Biraz bulanık bu Üç­
lem üzerinde düşünebiliriz. Bu Üçlem, evrensel düzlemde
Platon'un Cumhuriyeti'ni kuruyor değildir. Hıristiyanlık
Üçlemi'nin egemenliğini de kuruyor değildir. Ekonomik ve
politik alanda küresel bir felsefe hala yoktur. Maliye, eko­
nominin felsefi özü değildir. Web, Kutsal Ruh ya da bilgelik
demek değildir. Yalnızca Platon'un Cumhuriyeti'nin savaş­
çıları yerli yerindedir, ama, Platon'a esin kaynağı olmuş
Lycurgue'nin katışıksız modelinin ötesinde, bu savaşçılar
özelleşme, paralı askerleşme yolundadırlar. Askeri Ameri­
ka, kısmen dördüncü yüzyılın Sparta'sıdır; asker yaratan
ama aynı zamanda özel alana paralı asker ihraç eden Sparta.
1 32
ittifaklar ve özellikle de Atlantik İttifakı, Varşova Pak­
tı'nın ortadan kalkmasından sonra -ad değiştirmese de- ta­
mamen içerik değiştirmiştir. Ama, Amerikan bölgesel itti­
faklarının şu anki durumunu incelemek yeterli olmaz.
Amerikalıların tartışmaları, güç ve i htiras gerekçeleriyle ,
Avrupalılarınkinden çok daha derin ve karmaşıktır. Ameri­
ka gerçekten de gezegeni yönetmeye çalışmaktadır. Bu ihti­
rasın etkilerine karşı durabilmek ve denetleyebilmek için,
baskın çıkabilecek belirsizlik, bağdaşıksızlık ve dağılma iz­
lenimlerini aşmak ve Amerikan temsillerini hem pragmatik
hem doktriner, açıkça görülmeyen bir mantığın düzenlediği
bir kaos olarak ele almak gerekir.
Tartışmaların iki kaynağı, doksanlı yıllarda öğretileri de
bulunan, krizlerin pragmatik analizi ile teorik yaklaşımdır.
Ama çelişik karakterdeki bu stratej ik öğretilerin idaresi,
Amerikalıların tartışmalarına, tamamen askerlere özgü bir
düşünüş tarzından çok, bazı teolojik tartışmalara daha ya­
kın özellikler katar -ve bu da bir rastlantı değildir. Bu öğre­
tilerin eleştirisine geçmeden önce, bir tablo halinde bunları
sunmak gerekir. Önce Clinton'cu tablo, ardından da Bush'­
unki. Bu, böylesi bir kavşak dönemde, hem tarihin hem de
antropolojinin neredeyse dolaysız güncelliğini çekip çıkar­
mayı gerektirir.
Burada, baş düşmanın açıkça çöküşünün tehlikeli bir dün­
ya temsilini -asalak bir imparatorluk sisteminin sürmesi için
kaçınılmaz gerekli bu temsili- tehlikeye attığı bir kavşak
noktasında kaos imparatorluğunun aldığı biçim üzerine bir
el kitabı değil, veciz sözler hiç değil, bir soruşturma taslağı
hazırlamak söz konusudur. Aşırı bol tartışma malzemele­
rinden, Avrupalıların zorunlu eleştirisini biçimlendirmeye
uygun kavramsal aygıtları seçip çıkarmak kolaydır. Bu stra­
tejik hermönetik aracılığıyla, analizimiz strateji uzmanları
kabilesinin antropolojik soruşturmasına yaklaşmaktadır.
1 33
Böylesi bir okuma, Amerika Birleşik Devletleri'nin ekono­
mik çıkarlarını ve askeri kozlarını analiz etmeyi reddetmi­
yor, ya da onun yerine geçmiyor olsa da zorunludur. Aşağı­
daki dört nokta bu düşünceden kaynaklanır.
1 ) Stratejik küreselliğin öncelikle evrensel bir imparator­
luk bilincinin ürünü olduğu görülecektir. Kaynağını, dok­
sanlı yılların başında, SSCB'nin ortadan kalkması nedeniyle
küresel stratejik alanı ele geçirme iddiasındaki çok sayıda
paradigma üretiminden alır.
2) Buna bağlı olarak, stratejik küresellik, dönemin askerI
işlerde devrim'in (RMA: Revolution in Military Affairs) dam­
gasını taşıyormuş gibi yeniden tanımlanmasına yol açar;
RMA, bilgi hakimiyeti yoluyla post-nükleer dünya üzerinde
Amerikan askeri aygıtının mutlak ve kesin üstünlük arayı­
şında kullanılan elektronik devriminin yükselişini ortaya
koyar.
3 ) Ardından, stratejik küresellik, askeri ittifak ilkelerini
gözden geçirme zorunluluğu olarak ortaya serilir ve özel­
likle SSCB'nin çöküşünden sonra NATO'nun statüsü göz­
den geçirilmek zorundadır; bu da Amerikan çıkarlarının
uzamsallığında ve hiyerarşisinde sistemle ilgili değişimlere
yol açar ve kriz yönetiminde Avrupa ile Amerika Birleşik
Devletleri'nin ilkelerindeki ayrım iyice belirginleşir.
4) Son olarak, 1 994-1997 arasında, geleceğe yönelik, bu­
yurucu bir dizi analitik araç sayesinde sürekli kontrol im­
kanlarının edinimi düzeyinde, bilgi-iletişim devrimi askeri
araçlara uygulanarak Amerikan savunmasının modernleşti­
rildiği kalıcı bir süreç kurumlaştırılır. Söz konusu olan şey,
doktriner ve örgütsel bir devrimdir, ama aynı zamanda, dı­
şardaki eylemin ilkelerini değiştirerek, imkan üretiminde
bir reform da söz konusudur. 2000 yılından itibaren Ameri­
kan askeri aygıtının, tüm dünyada nokta eylemleri yapabi­
lecek, kesinlikle üstün bir güç olması hedeflenmektedir.
1 34
Bütün bunlar yeni bir jeopolitik temsile varmaktadır: Av­
rasya'nın Orta Asya aracı lığıy la kontrolü. Ve bu , daha
1 998'den önce, Başkan Bush Jr'dan önce, Eylül 2001 saldı­
rısından önce ve Bin Ladin şebekesine ve Afganistan'a saldı­
rı kararından öncedir.

1993: Soğuk savaş sonrası dönem için


üç stratej ik paradigma yılı

Öne çıkarmak istediğimiz üç paradigma da 1 993 yılı içeri­


sinde üretilmiştir. Biri Alvin ve Heidi Töffler tarafından
(third wave information war) , diğeri Samuel Huntington ta­
rafından (clash of civilizaUons) ve üçüncüsü de Anthony
Lake tarafından (enlargement vs containment) ortaya atılmış­
tır. Kuşkusuz başka paradigmalar da vardır; ama bu üçü ,
statü, yaş ve iddia bakımından farklı yazarlarıyla birlikte,
küresel tartışmaların güncel alanını temsil etmektedir ve
yerel ittifakların doğasını tartışma konusu etmektedir.

Huntington'cu Üçlem:
Uygarlıklar (üç uygarlık) çatışması

Samuel P. Huntington , Amerikan es tab l ishment'i için


önemli bir paradigma üreticisidir. Seksenli yılların sonun­
da, Fred C. Ikle'nin ve Albert Wohlstetter'in yönetiminde
ünlü Discriminate Deterrence1 raporunu yayımlayan ekip­
tendir. Raporun yazarları, kitlesel ve anında ölüm tehdidi
yoluyla caydırma ile elektronik devrimin düşünülebilir, yö­
netilebilir ve gerçekleştirilebilir kıldığı son derece kesin ve
ayrım gözetici hedef seçme olanakları ekolünü tek bir stra­
tejik kavramsallaştırma içinde kaynaştırıyorlardı.

1 Fred C. Ikle, Albert Wohlstetter ve başkaları, Discrimiııate Deterrence, US Go­


vernment Printing Office, Washington DC, 1 988.

1 35
S. Huntington, "gerçekçi" denen okula dahildir, anıa güç­
ler ilişkisinin gerçek ve monat stratejik kimlikleri olarak
ulus-devletlerin üstünlüğüne inanmamaktadır. Haziran
1 993'te , "uygarlıklar çatışması"na2 ayrılmış bir makalede,
dünyayı altı ya da yedi büyük uygarlığa bölmeyi önerir (Ba­
tı, Tao-Konfüçyüs ve Islam, Hindu, Slav-Ortodoks, Latin
Amerika ve belki de Afrika) , ama dünya özellikle üç uygar­
lığa -belirtilen ilk üç uygarlığa- bölünmelidir. Bundan böyle
çatışmaların artık devletler arasında değil, Kuzey ile Güney
arasında ya da toplumsal sınıflar arasında veya kapitalizm
ile komünizm arasında da değil, hatta genel olarak ekono­
mik çıkarları amaçlayarak da değil (tersine, "jeopolitiğin
yerini alan jeo-ekonomi" yandaşları -"Luttwak paradigma­
sı"-3 böyle düşünürler) , bu uygarlıklar arasında meydana
geleceğini öngörür.
Meşhur makalesini yayımladığında, Huntington'un bir
tarihçinin uzun süreli akademik çalışmasını açıklayacağın­
dan kuşku duyulamazdı; "Dünyayı nasıl bölmeli ki hakim
olabilelim? " sorusuna cevap veren stratejik bir önerme söz
konusudur. Günümüz dünyasını paylaşan uygarlıkların
"gerçek" sayısını alabildiğine tartışarak makaleyi müzakere
etmek isteyen herkes elbette gerçek konunun yanından ge­
çip gitmiştir.
"Huntington paradigması" bölgesel ittifakların ve bölge­
sel düşmanlık cephelerinin tanımını içerir. Ilk bakışta,
"Batı uygarlığı"nın, yani Yahudi-Hıristiyan uygarlığının
varlığıyla kurumlaşan Atlantik-ötesi bir ittifaktan yanadır.
Ona göre, Yahudi-Hıristiyanların ittifakı sorunun doğal
bir verisidir, Müslümanlarınki ve Tao-Konfüçyüsçülerinki

2 Samuel P. Huntington, "The Clash of Civilizations?'', Foreign Affairs, Yaz 1993


(ve New York Times, 6 Haziran 1993).
3 Edward N. Luttwak, "From Geopolitics to Geoeconomics. Logic of Conllict,
Grammar of Commerce", The National Interest, Yaz 1 990, s. 1 7 .

1 36
daha az kurumlaşmış diğer iki "veri"dir. Huntington, Ba­
tı'nın savunma stratejisini tanımlamak için, diğer iki uy­
garlığın kendi aralarında birleşmediklerini göz ardı eden
bu üçlü nesneyi inşa eder. Dolayısıyla, Rhin "barbarları"
ile Tuna ya da Asya "barbarları" arasındaki bölünmeyi ko­
rumaya çalışan, klasik (Roma) imparatorluk stratej isini
önerir.
Ama onun paradigması da çok daha indirgenmiş ölçek­
lerde işleyebilecek bir analiz aygıtıdır ve bu anlamda, bu üç
temel kültür olası tek alt-bölümler olarak verilmiş değildir.
"Latin-Amerika kültürü"nün, gerektiğinde, Kuzey Amerika
kültürü, Avrupa-İspanya kültürü ve Yerli Amerika kültürü
olarak bölünebileceği açıktır. 1 993 sonbaharında Foreign
Affairs'de yayımladığı yorumlardan oluşan makalesi, hesaba
katılması gereken uygarlık sayısının "ikiden daha fazla" ol­
ması gerektiğini ve kültürel kimliklerin şiddetli kolektif bi­
linç kaynakları olarak kabul edilmesi gerektiğini özellikle
dikkate almayı anlatmaya çalışır. Bu öğeler, onun konusu
açısından, "kültürler"in özgüllüğü ya da asıl sayısından çok
daha önemlidir.
Niçin? Her yerel çatışmada hemen hemen her zaman -iki
sosyo-ekonomik kamp değil- en azından üç "kültürel"
kamp ayırt edilebilir. Bu üçlü önerme, gerçek bir savaş ya­
pısı olan ikikutuplu genel manzarayı mümkünse sonsuza
dek ortadan kaldırmaya yönelik bir buyruğun parçasıdır.
Üçlü ya da çoğul teşhislerin karmaşıklığı ve yerel altbölüm­
lerin pratik sömürüsü yoluyla, karmaşık ve engellenmiş ça­
tışmalı alt-sistemler yaratma imkanı bulmaya çalışır; bu alt­
sistemlerde ilgili taraf olarak liderin müdahalesinin arzu
edilir olmaması, iki kampın olmamasındandır. Lider yalnız­
ca dengelerin garantörü ya da dengesizliklerin yöneticisi
olarak ortaya çıkacaktır.
Huntington kendi paradigmasına 1 99 6 sonunda bazı
137
açıklamalar getirir.4 Yaklaşımının "teo-stratejik" yanını güç­
lendirir. Yöntem açısından, yaptığı rötuşlarla kültürlerin
birbirine karışmayacağını gösterir. Bir akademisyen olan
Huntington, Braudel'den alıntı yapar, ama tarihçi olmaya
çalışmaz (bu açıdan, onun katkılarını "stratejik yergi" de­
nen edebi tür içinde sınıflandırmanın tam zamanıdır) . Batı­
lılık ölçütlerinin bir li s t ing ini çıkarır: Yaklaşımını yöneten
'

dinsel ırkçılık ile Doğu'ya duyduğu antipatinin tuhaf karışı­


mı, onu, "Batı Hıristiyanhğı"na bağlı olmayan her şeyi, ya­
ni, ona göre, Katolikliğe ve Protestanlığa bağlı olmayan her
şeyi, deli bir cerrah gibi Avrupa sitesinden kesip çıkarmaya
yöneltir. Tanrı ile Sezar'ın ayrılığı ilkesini bilmedikleri ge­
rekçesiyle, Türkler, Mağripliler, Bizanslılar ve diğerleri böy­
lece Batı-olmayan tarafına atılır. Ona göre, "Ortodokslukta
Tanrı Sezar'ın junior partn er idir - sanki Ortodokslar Hıris­
' "

tiyan değilmiş gibi; ya da Katolikler, Ortodokslar gibi, lznik


Konsili'ne bağlı Konstantinliler değilmiş gibi.
lslam'a gelince, "lslam'da Tanrı, Sezar'dır," diyerek, yüz
seksen derece dönüş yaparak onu karikatürleştirir. Şiilik,
halifenin haksız tavrına karşı ortaya çıktı. Ama Sünni hali­
feler ve insanı Sezar'lar rolünü üstlenen bölünmüş ardılları,
her türlü insanı ya da kısmen dinI iktidarın özünde haksız
kaldığı Islam'a dayalı hiçbir ardıllık ilkesini tam anlamıyla
asla meşrulaştıramamış olsalar da, çoğunluk olarak lslam'ın
çerçevesini çizerler; ve iyi kötü Arap şeyhlerine dayalı bu
egemenler bu noktada Hıristiyan ve Roma Germen impara­
torlarından çok farklı değillerdir. Tek bir örnek verirsek,
Clovis'nin kutsanmasından itibaren, Fransa kralı Tanrı'nın
lütfuyla kral olduğunu erkenden iddia etmeye başlamıştır
bile. Ama, yeryüzündeki meşruluğuna emin olmak için dö­
nemsel olarakjeanne d'Arc'a ihtiyaç duyar.

4 Samuel P. Huntington, "The West Unique not Universal", Foreign Affairs, Ka­
sım-Aralık 1996, s. 28.

1 38
Huntington'un tüm tahminleri, paradoksal olarak, Batılı­
lığın tek modernlik olmadığını5 ve Batılı olmayan tehlikeli
modernliklerin ortaya çıkabileceğini, bunlara karşı kendini
savunmak gerekeceğini il�fi sürmeye yöneliktir. Sonuç:
NATO Batı uygarlığının· güvenlik organizmasıdır ve tarih,
din ve kültür bakımından Batılı olan devletler, eğer ister­
lerse, NATO'ya katılabilmelidirler. Pratik olarak, bu Viseg­
rad devletlerini, Baltık devletlerini , Slovenya ve Hırvatis­
tan'ı, Macaristan'ı kapsamaktadır; ama tarihlerinde Müslü­
man ya da Ortodoks olmuş ülkeler katılamaz. Sırplar, Bos­
nalılar, Arnavutlar, Romanyalılar, Ukraynalılar ve Yunanlar
(Katolik kilisesini kabul eden birlikçiler hariç mi?) dışarı !
Zaten, Huntington'a göre, NATO'nun misyonunun değiş­
mesi ölçüsünde, Türkler'in ve Yunanlar'ın NATO'yla bağla­
rının zayıflayacağını ve hatta üye devlet olarak aidiyetleri­
nin bitebileceğini ya da "tüm anlamını yitireceğini" kabul
etmek gerekir. Yenilenmiş NATO üyesi devletlerde güven­
lik amacıyla Müslüman ve Ortodoks avı, böylece haklı çı­
karılabilir mi?
Bu koşullarda, Huntington'un paradigması yerel güçlerin
ittifaklarını , koalisyonlarını ve genel dış görünümlerini
kapsadığı gibi, -bir tarihçi için tamamen suiistimal edici
olan, ama neo-gerçekçi bir stratej i uzmanı için yararlı- bir
basitleştirme pahasına tarif ediyor göründüğü küresel siste­
mi de kapsamaktadır.
Ama, birleştirici karmaşıklığın bekleme odası olan üçlü­
ye duyulan eğilim, yalnızca Huntington'un tekelindeki bir
özellik değildir. Bu durum bizi ikinci paradigmamıza gö­
türür.

5 Bu doğrudur; daha ilerde anılan Töffier'ler bu noktada saçmalamaktadır.

1 39
Töffler'ci Üçlem: Üç uygarlık dalgasının çatışması

Alvin ve Heidi Töffler, çift olarak, yetmişli yıllardan beri


kışkırtıcı nitelikle kabalaştırılmış eserler üretmektedirler. 6
l 993'ten itibaren, tezleri Pentagon'un ve Amerikan kurum­
larının resmi düşüncesinin ayrılmaz parçası haline geldi­
ğinden beri rolleri önem kazanmıştır. "Enformasyon savaşı"
-hatta "üçüncü dalga savaşı" olarak "bilgi savaşı"-, onlara
göre, insanlık tarihine üçüncü teknolojik devrimi, aynı za­
manda da temel önemde bir askeri devrimi dahil eden
elektroniğin ortaya çıkmasından kaynaklanır.
Tekno-militer devrimlerin listesi de buradan kaynaklanır.
1 no'lu teknolojik devrim: Neolitik devrim, yaklaşık MÖ
4000; 2 no' lu: Sanayi devrimi, yaklaşık 1800; 3 no'lu: Elekt­
ronik devrim, yaklaşık 1970-2000. 1993'ten bu yana bu do­
xa'nın savunma literatüründe yaygınlık kazanmasına War
and Antiwar adlı eserlerinin başarısı eşlik eder. Demek ki
onlar, "Amerikan stratejik temsiller tarihi" disiplininin
önemli yazarları olmuşlardır.
T öffler'lerin y aklaşımının en tipik bölümü, Hunting­
ton'un " uygarlıklar çatışması" paradigmasının bir yana bı­
rakıldığı (dipnot7 dışında zikredilmeden) ve deyimin bun­
dan böyle Töffier'ci "önemli açıklamalar" sisteminde be­
nimsendiği bölümdür. Uygarlıklar çatışması, dini ya da et­
nik gruplar arasında değil, ama her yerde, birlikte varolan
çağdaş uygarlıklar olarak tanımlanan üç " dalga" arasında
cereyan eder.8 Töffler'ler, baba Bush'un "Kuzey Amerika'da,

6 Alvin ve Heidi Töffier, Future Shodı, Betntham, New York, 1970; The Thinl Wa­
ve, Bentham, New York, 1 980; Previews and Premises, William Morrow, New
York, 1 983; Powershift, Bentham, New York, 1 990; War and Antiwaı; Little
Brown. Baston, 1993.

7 Alvin ve Heidi Töfler, War and Antiwar, a.g.t., dipnot, s. 18.


8 A.g.t., s. 18 ve devamı.

140
Avrupa'da ve Japonya' da, savaşın düşünülemeyeceği bir ba­
rış bölgesi oluşturmayı başarmış" olduğunu düşünmesini
sağlayan ve dünyaya uzanabilen yeni dünya düzeni'nin "Ro­
malı" iyimserliğini reddederler. Körfez Savaşı'ndan çok Sa­
raybosna kuşatmasıyla birlikte tarih bu iyimserliği yalanla­
dı ve Töfler'ler haklı olarak Sırp ya da Hırvat milislerin
dehşetlerini herkese duyurdular; ama aynı zamanda da bir
tehlike çığlığı atarak, "marjinal cinayet ve uzaklardaki kü­
çük savaş" bölgelerinin, Rwanda ya da Liberya'daki yenilgi­
lerin yerini bir süre sonra bölgesel çatışmaların alacağını,
bunların büyük güçlerin müdahalelerine yol açabileceğini,
hatta onların kendi toprakları üzerinde cereyan edebileceğini
önceden kestirdiler.
Dolayısıyla Töffler'ler, hümanistler olarak, bu yüzyıl so­
nunda duyurulan "kitlesizleştirilmiş" stratejilerin acımasız
ve duygusuz dünyasını gözler önüne sererler ve barış için
mücadele etmenin yollarını ararlar. Ama ikna edici olmak
için, özellikle War and Antiwar'da bir dizi retorik ve mani­
püle edici yola başvururlar. Stratejik üretimleri medyatik
başarıyı hedefler ve buna erişir. Kitaplarının içeriğinin, yine
de, basit ya da naif olduğu söylenemez: Tö°ffler'lerin tüm
kavramsal yaklaşımı, bir tür New Age Marksizm'den kay­
naklanan dünyanın geleceği vizyonuna varır, bunun zirve­
sinde Amerikan teknolojik gücü gibi rakipsiz olduğunu ile­
ri süren bir güç oturmaktadır.
Ardışık üç dalganın sözümona-tarihsel paradigması
( 1 980 tarihli kitaplarında sundukları ) , onların gözünde,
birlikte yaşayan ama uzlaşmaz ve ayrımcı üç uygarlığa bö­
lünmüş günümüz dünyasının durumuna biçim vermGkte­
dir. Bu uygarlıklar, aşağı, orta ve üst diye kesin anlamda hi­
yerarşikleştirilmişlerdir ve mutlak olarak rekabet halinde
ve dışlayıcıdırlar: Uygarlık "çeşitlilikleri" (tarımsal, sınai,
bilgisayara dayalı), kendi aralarındaki melezleştirmeler kısır
1 41
olarak tarif edildiği ve "kültürel jenosit" savaşlarının kaçı­
nılmaz olduğu ölçüde, mücadele içindeki biyoloj ik "ırk­
lar"ın türdeşidir. Töffler'lerin karşı-savaşı katliamların
mümkün olduğunca ölçülü kılınmasına indirgenir. lkinci
dalganın (sına!) birinci dalgaya (tarımsal) karşı büyük sa­
vaşı, Töffler'lere göre, Amerika Birleşik Devletleri'nde ön­
ceden yaşanmıştı: Bu, klasik olarak, sanayileşmiş Kuzey'in
tarımsal Güney'e karşı bir zaferi olarak kabul edilen Ayrılık
Savaşı'dır. Demek ki şimdi , ikinci dalgaya (sınal) karşı
üçüncü dalganın (bilgisayar) büyük bir savaşını beklemek
gerekir.
Bu üçlünün sahneye koyduğu "ilerleme sistemi" , Sta­
lin'in dondurmuş olduğu, Marx'ın üretim tarzlarının birbi­
rini izlemesi şemasıyla karşılaştırılabilir. 9 Her iki sekansta
da, art arda gelen üç evreye uygulanmış olan "ırkçı" para­
digma (kısır melezleştirme) , önceki (dolayısıyla aşağı) iki
uygarlığın yüksek uygarlık tarafından kaçınılmaz biçimde
ortadan kaldırılması sonucuna varır. "Sosyalist üretim tar­
zı" mantıksal olarak sekans dışı kalmıştır, süpürülüp tari­
hin çöplüğüne atılmıştır. Ama üç tarz arasındaki ölümüne
mücadele -ve saldırmaya devam eden "sonuncu " üretim
tarzının kaçınılmaz zaferi (aynı görüntü Francis Fukuya­
ma'da da vardır, bundan daha ilerde söz edeceğiz)- biçimsel
olarak Stalin'ci şemanın bağlam değiştirmiş halidir. 10 Üçün­
cü dalga ile diğer ikisi arasında her türlü uzlaşma-melezleş-

9 ilkel komünizm - Asya tipi üretim tarzı - kölecilik - feodalizm - kapitalizm -


sosyalizm - komünizm zinciri. Ama Stalin, Marx'ın belirttiği "Asya tipi üretim
tarzı"nın adını bile anmaz.
10 Ü ç evre şemasını görecelileştirıneyi ve ikili olmayan ama melez olan somut
toplumların gerçekliğinden yola çıkarak, birinci dalganın köylülerinin jenosi­
tini ve ikinci dalganın yoksullarının öldürülmesini gerektirmeyen toplumsal
ve teknoloj ik bir modernliğe doğru somut güzergllhların sonsuzluğunu hayal
etmeyi sağlayan post-Gramsci'ci bu esnekliklerden birinin başlangıcının izinin
yansıdığı görülmemektedir.

1 42
me çabasının reddi, Stalin için olduğu gibi, her sosyal-de­
mokrat ya da Hıristiyan-demokrat uygarlığın da yaşayamaz
olmasını sağlar, ama bu kez Amerika Birleşik Devletleri'nin
gelecekteki liderliğinin özünü oluşturan elektronik dalgası­
nın şoku karşısında gerçekleşir bu durum.
Bu temsilin türevleri, Amerika Birleşik Devletleri'nin
güncel stratejisindeki bölgesel ittifakların tanımlandığı stra­
tej ik alanı aydınlatır. Çünkü "Töffler paradigması"nın bu
karanlık yorumu, hem iç ittifaklar hem de uluslararası itti­
faklar için geçerlidir.
"Üç numaralı uygarlık" esas olarak Amerika Birleşik Dev­
letleri'nde, Avrupa ve Japonya'da yoğunlaşır, ama Amerika
Birleşik Devletleri'nde daha fazla yoğunlaşmıştır, çünkü ku­
rucu liberalizmleri nedeniyle bu yükselişe daha hazırlıklıdır
(Avrupalılardan ve onların Jakoben, Hıristiyan-demokrat ya
da aydın despotizmi devletlerinden veya Japonlar'dan ve
onların sanayileşmiş militarizmlerinden daha hazırlıklıdır) .
Üçüncü dalga Amerika Birleşik Devletleri'nde gerçekten de
daha katışıksızdır, çünkü birinci dalga artık yoktur (Güney
yenildi, Yerliler katledildi, köylüler kulelere ve hapishanele­
re tıkıldı) ; ikinci dalga, komşu devletlerde bile kontrol al­
tındadır (Meksika'nın PRI devleti köleleştirildi, Kanada'nın
Welfare State'i kontrol altında) ; Middle West'in fanner'ı ve
New Deal'in Fordist sendikalizmi çoktan mat edildi, Siyah­
lar ve sapıklar yardım alıyor, uyuşturucu kullanıyor ve/veya
hapisteler. Üçüncü dalganın saflığı ve dolayısıyla dinamiz­
mi, içerdeki ikilikle ölçülüyor.
ikili bir toplum , üçüncü dalga aristokrasisinin kazan­
makta olduğu ve iki�ci dalganınkinin kaybetmekte olduğu
bir toplumdur; birinci dalga aristokrasisi ise öyle zayıfla­
mıştır ki "atılabilir" hale gelmiştir. iç savaşlara varana ka­
dar, hatta bunlar da dahil olmak üzere, bu evreden geçmek
gerekir. Yeni türde bir Ayrılık Savaşı saplantısı, yalnızca mi-
143
lis ideolojisinin1 1 paranoidlerinde değil, bu ideolojinin aşı­
rılıklarından evvelden beri korkan liberallerde de vardır.
Ama yeni "Güneyciler" , kitlesel Fordizm'in, banliyölerdeki
uyuşturucu kullanan işsizlerin ve milis yanlısı çiftçilerin
"güneyciliği" kaçınılmaz olarak yenilecektir.
Son dalganın yükselişinde temsil edilen aristokratik viz­
yon, Platon'un bir remake'i olarak ortaya çıkar, ama ilerici
ve gerçekçi bir Platon (yoksa geçmişe hayran ya da döngü­
sel ve idealist değil) : Aydınlanmaya doğru, en azından elekt­
roniğin aydınlanmasına doğru üç çağ birbirini izler. Tarım­
sal uygarlık, popüler iştahlar ve tutkular düzeyinde yer alır;
kitlesel sınai uygarlık, savaşçılar kastının üretimci-yıkıcı
ideolojisini yansıtır; ve sonuncu dalga, bilgi dalgası, filozof­
lar kastına özgüdür. Ama üç çağ arasında bağlantı yoktur.
Çözülmemiş küçük sorun: Enformasyon savaşı, ancak
kullanılan enfomıasyonlar doğru bilgilere denkse kazanıla­
bilir. Bu iki kavram arasındaki ayrım net olmalıdır. Töff­
ler'ler ise, tersine, enfomıasyon ve bilgi kavramlarını birbiri­
nin yerine ve kimi zaman da ikisini birlikte, eşdeğermiş gi­
bi kullanmaktadırlar. Bu karışıklık, tekno-militer düşünme
gruplarındaki benzerlerinde görülen stratejik akıl yürütme­
ler düzeyindeki bir hatanın habercisidir. Sun Zi'nin söyledi­
ği gibi, enformasyon düzeyinde rakibe hakim olmak için
onun operasyonunu yanlış habere dayandırmak gerekir.
Partnerlere hakim olmak için enformasyon üzerinde oyna­
mayı sağlayacak tek şey, yalnızca bilgi tekelini sürdürmektir
(paylaşmama ve mutlak üstünlük). Ama politik ve ekono­
mik ittifaklar kurmayı daima sağlamış olan şey, hedef ortak­
lığı nedeniyle enformasyonun paylaşımıdır.
Demek ki, Töffler'in tezi, yeni sistemde -bu sistemin
amacı en azından enformasyona ulaşımın genelleşmesini

1 1 Amerika Birleşik Devletleri'ndeki milis hareketi hakkında bkz. Kenneth S.


Stern, A Force upon the Plain, Simon &: Schuster, Nc-w York, 1996.

1 44
engellemekse- ittifakların imkansızlığını açıklayan öğeler­
den biridir.

Anthony Lake'in enlargement (genişleme) ikiliği

2 1 Eylül 1993'te, johns Hopkins University'de, Başkan


Clinton'un Ulusal Güvenlik Danışmanı (National Security
Adviser) Anthony Lake, yeni bir paradigmanın, enlarge­
ment12 yükselişini ilan etti; bu yeni paradigma, çiftkutuplu­
luk ve soğuk savaş döneminin paradigması olan contain­
m ent'in13 yerini kesin olarak alacaktı. Amerika Birleşik Dev­
letleri'nde sıkça görüldüğü gibi, stratejik doktrindeki derin
bir sistem değişikliğini dünya, herhangi bir metin aracılı­
ğıyla öğreniyordu. Söz konusu genişleme, hem (yönetilen
ekonomiye -command economy- karşı) pazar ekonomisi ala­
nını, hem de (otoriter ve zorba sistemlere karşı) temsili de­
mokrasi alanını -birlikte- ilgilendirir.
Anthony Lake, demokrasilerin sayısının on yıldan beri
arttığı ve güdümlü ekonomiye dayalı ülkelerin sayısının
1 970'ten bu yana ondan üçe indiği olgusunu kabul eder.
Böylece, küresel stratejik program haline pragmatik olarak
getirdiği bir tür eğilimsel yasayı tarif 'eder. " Özgür dün­
ya"nın bu genişlemesi saldırgan bir süreçtir, ama ekono­
miktir (deyim yerindeyse bir savunma programı olan, ama
askeri: nitelikteki containment'in tersidir) . Temeldeki küre­
selliğine rağmen, Lake'in tarif ettiği genişleme, kaçınılmaz

12 Anthony lake, "From Containment to Enlargement" , John Hopkins Univer­


sity, School of Advenced lnternational Studies, Washington D C , 2 1 Eylül
1993; lntemational Herald Tribune, 24 Eylül 1 993 . .
1 3 Amerikalı diplomat George Kennan'ın soğuk savaşın başlangıcında hazırladığı
containment doktrininin hedefi, komünizmin bastırılması, onu SSCB sınırları­
na itmek ve o sınırlar içinde tutmaktı (krş. George Kennan, La Diplomatie
americaine, 1900-1950, Calmann-levy, Paris, 1952; Le Mirage nucleaire. Les re­
lations americano-sovietiques il l'age de l'atome, la Decouverte, Paris, 1983) .
145
olarak coğrafi uzamlarda ya da hareketli ve dinamik ve "sı­
nır"da işler.
Başlangıçtaki bir bölgesel dağılım, genişleme stratej ileri­
nin uygulanacağı dört uzam-zaman ayırt etmeyi sağlar:
1) Belli başlı pazar-demokrasilerinin (Amerika Birleşik
Devletleri, Kanada, J aponya, Avrupa) "sert çekirdek"inin
sağlamlaştırılması;
2) "Yeni deınokrasiler"in sağlamlaştırılması (burada Latin
Amerika, Rusya, Güney Afrika ve hatta Nijerya dağınık bir
halde bulunur; bugün bu sınıflandırma tamamen kullanım
dışıdır; ne eskiden ne şimdi sınıflandırılan Hint listeden ge­
çici olarak atılmıştır) ;
3) Karşı-saldın ya da liberalleşiirici yıkıcılıl� stratejisi, am­
bargo uygulanması gereken ("o nları diplomatik, askeri,
ekonomik ve teknolojik olarak tecrit etmek gerekir") de­
mohrasiye ve pazara düşman devletlere (Iran, Irak, Küba)
karşı sürdürülür;
4) Yoksulluk bölgelerinde uygulanan insani yardım (great
lıumanitarian coııcem) "pazar-demokrasisi"nin kökleşmesi­
ni teşvik etmelidir.
Bu şekilde tanımlanan dünya, aşırı barbarlık ile tam uy­
garlık arasında kutuplaşmıştır. D emokrasi ve pazar Ku­
zey'de birbiriyle örtüşürken, Güney'de muhtemelen birbi­
rinden ayndır, hatta ikisi birden yok olur. Ama, ekonomik
ambargo ve askeri tehdit yoluyla kontrol edilen, Irak gibi
demokratik olmayan ve zorba devlet ile yiyecek teslimatı ve
insani seferler yoluyla kontrol edilmeye çalışılan Somali gi­
bi savaşçı ve açlık yaratıcısı, "devlet-olmayan-devlet" ara­
sında bir farklılık vardır. Esas ara bölge, ekonomik liberal­
leşmeyi deneyen demokratik olmayan ülkelerdir. Bunlar
arasında, Huntington'un "kültürel" kutuplarının ikisi olan
Çin ve genel olarak Müslüman dünya bulunur.
Lake, kurucu söyleminde, barbar, despotik ya da geçiş
1 46
bölgelerinde, Amerika Birleşik Devletleri'nin -ister insanı
olsun ister baskıcı- tekyanlı eyleminin genellikle zorunlu
olarak görülmesi gerektiğini ve Amerika Birleşik Devletle­
ri'nin, canlı organı BMÖ olan çokyanlılık ilkesine tabi ol­
maması gerektiğini oldukça a ç ı k ifade e der. Lake'in
BMÖ'nün adını anması, kurucularının çokyanlılık düşü ne­
deniyle değildir. Gerçekten de, küresel bir tekyanlılık, Clin­
ton'un 27 Eylül 1 993 tarihinde BMÖ'de yapmış olduğu ko­
nuşmada açıkça ağır basmaktadır.
Lake'in paradigması, daha sonra, savaş alanlarına Ameri­
kan katılımını reddetmeye yakın, daha ihtiyatlı ilkelere geri
dönmüştür (mümkünse sıfır Amerikalı ölü ilkesine dayalı as­
keri önlem) . Bu doktrin, 1993'ten beri her yerde görüldüğü
gibi (Filistin'de lsrailliler, Bosna'da Sırplara karşı Müslü­
manlar ve Hırvatlar, Kosova'da Sırplara karşı UCK, Afganis­
tan'da Taliban'a karşı Kuzey lttifakı) müdahale bölgelerine
yerleşip oturmak açısından yerel müttefiklerin önemini ka­
bul eder.
Paradigmalar dizisini, Francis Fukuyama'nın "tarihin so­
nu" üzerine olan paradigmasını ve Edward Luttwak'ın "jeo­
ekonomi"ye geçiş üzerine söylevini katarak tamamlayabili­
riz. Ama bu iki formülasyon, benim anladığım kadarıyla,
cumhuriyetçi sağın askerileşmiş stratej ilerinin şoku altında,
bir tür wishful thinking olarak kendini göstermiş olan ikiku­
tuplu askersizleşme süreci olan enlargement vizyonunun
sendromlarıdır. . "Jeo-ekonomi" , liberal ekonomik sürecin
militarizm ve "güdümlü ekonomi" üzerindeki üstünlüğünü
yananlam olarak belirtir; "tarihin sonu " , liberal kapitaliz­
min ve demokrasinin geri kalan her şey üzerindeki zaferi­
dir. Lake, bu iki ilkenin işlemsel ve sıralı bir versiyonunu
bizzat vermektedir.

1 47
1993 yılında imparatorluğa dair temsiller s toğu
Bu model çokluğundan doğan dünya temsillerinin bazı
ortak özellikleri vardır. Bunlardan kimileri Bush dönemin­
de güçlendirilecek, kimileri ise terk edilecektir. Ortak öz şu
niteliklere indirgenebilir:
1) Otistik yapı: Öteki'ne dair stratejik-olmayan ve etkileşi­
me-dayanmayan bir bilince kapanma; küresel düşmanın or­
tadan kaldırılmasının ve ekonomi dahil, tüm dünyayı yapı­
landıran askeri ikikutuplulugun yokolmasının sonucudur;
2) Yeni dönemin kurucu postulatı olarak Batı üzerinde
Amerika Birleşik Devletleri'nin liderliği ve Batı'nın da dünya
üzerindeki liderliği; bir eşitsizlik durumunun, tersine dön­
dürülemez küresel bir hiyerarşinin çoktan sağlamlaştırılmış
varlığını üstlenir;
3) Çiftkutuplu olmayan karmaşıklık içinde minimalist is­
tilacı müdahale ilkesinin aranması; şiddete dayalı operasyon­
larda müttefiklerin baskın bir yeri olmasını sağlar ve Ame ­
rikan gücü, şiddete dayanmayan ya da risksiz gücül görev­
ler için (lojistik, iletişim , hava operasyonu, anlaşmaların
korunması) yedekte bekletilir;
4) Politik-askeri yanın ekonomi üzerindeki tahakkümü ola­
rak tiranlığın tanımı: Töffler'lere göre de Lake'e göre de, tanı­
mı gereği ekonomi genel olarak baskındır; ama Huntington'a
göre, bu, tanım gereği değil, bir mücadelenin sonucudur: O,
ekonominin karşısına kültürel kimliklerin baskınlığını çıka­
rır. Ve Huntington tüm kültürel kimlikleri (Hıristiyanlık ha­
riç) zorba ideolojiler olarak kabul eder, çünkü bunlar Se­
zar'ın iktidarını Tanrı'nınkiyle karıştırmaktadır ve bu da pra­
tikte, ekonomiyi şiddete dayalı olarak yönetme isteği de­
mektir - ve "kötülük" de budur. Töffler sorunu ekonomik
kimlikleri kültürel kimlikler olarak kabul ederek çözer.
Antikapitalist mücadeleleri örgütleyen ve ü lke olarak
1 48
düşman, silahlı bir devlet artık var olmadığından ve böyle
bir devlete karşı savaş ön plana konulamadığından, kutup­
suzlaşmış bir dünyada, "politik-askeri olmayan" , ticari, li­
beral tavırlara ve "jeo-ekonomi"nin barışçıl zaferine yerel
olarak geri dönmek her zaman mümkündür.
Genel olarak şu sonucu çıkarmak gerekir ki, soğuk savaş
sonrası Amerikan paradigma okullarının hepsi, kimi zaman
şiddetle birbirlerine karşı çıksalar da , aslında "uyum­
cul"dur. Her koşulda yerel ittifakları, bağımlılar olarak ka­
bul ederler; bunları görecelileştirmeyi bilmek gerekir: Bun­
lar "otist" s\rateji kaynaklarıdır.

1 994- 1 995: "Askeri işlerde devrim" (RMA)14

Stratej ik açıdan bakıldığında, küreselleşme elbette askeri


şiddetin, askeri araçların mükemmelleştirilmesinin niteli­
ğiyle ve aldığı biçimle ilişkidedir: Bunlar, Körfez Savaşı ile
Afganistan Savaşı arasında, stratejik tarihyazımının "askeri
işlerde devrim" diye adlandırdığı şeye uğramışlardır; ve bu
da, elektronik devrimin silahlanmaya (yönlendirme ve ke­
sinlik) , lojistiğe ve askeri iletişimlere uygulanmasından
başka bir şey değildir.
Devrim terimi 1992 yılında, savunma sekreteri Dick Che­
ney'in Körfez Savaşı üzerine resmi bir raporunda, sıradan
bir anlamda ortaya çıkar; rapor, "savaş sanatında teknolojik
devrim"den söz eder.1 5 Körfez Savaşı üzerine CSIS'in (Cen­
ter for Strategic and lnternational Studies) incelemesinin
bir bölümünde, uyduyla gözetleme teknolojisinin, aynı za-

14 Krş. Alain Joxe, "Nouv�au paradigme strategique: la Revolution dans !es alfa­
ires militaires ou la guerre de l'information", in Alain Joxe (edit.), Le Debat
strategique americain, 1994-1995. Revolution dans les affaires militaires ?, Cahi­
ers d'ftudes strategiques, no 18, Paris, CIRPES, s. 79-99.
15 Department of Defense, Conduct of the Persian Gulf War. Final report to Cong­
ress, US Govemment Printing Office, Washington, Nisan 1992, s. 164.
1 49
manda da hayalet uçakların ve genel olarak enformasyon
üzerindeki elektronik yönetimin getirdiği altüst oluşlar be­
lirtiliyordu. Eğer Irak uydu haberleşmesine sahip olsaydı,
General Schwartzkopf'un sol kanattan sürpriz saldırısı bu
kadar etkili olmazdı.
1994 yılında, US Army War College'e bağlı Stratejik İnce­
lemeler Enstitüsü'nün Pennsylvanya'da, Carlisle Barracks'ta
düzenlediği bir kolokyumun ardından "askeri işlerde dev­
rim" kabul görmüş bir deyim olur. 16 Gerçekten de, Amerika
Birleşik Devletleri'nde en incelikli politik analizlerle ve en
derin sorunsallarla kimi zaman deniz piyadelerinde ve kara
kuvvetlerinde karşılaşılır; çünkü onlar Avrasya ya da Latin
Amerika toprağını, havacılardan ya da deniz kuvvetlerinden
daha iyi kavramak zorundadırlar (yoksa ölümle karşı karşıya
kalırlar) ; havacılar ya da deniz kuvvetleri ise kaza dışında
düşmanın erişebileceği yerde asla karaya ayak basmaz.
RMA kavramı , meydana gelmiş tekno-stratejik değişimle­
rin yol açtığı dönüşümün altını çizen tüm teorik ve felsefi
düşünceye eşlik eder. SSCB'nin yokoluşuyla birlikte, dış
dünya RMA okulu için esasen öngörülemez olmuştu. Bu ne­
denle, fiziğin hazırladığı doğrusal olmayan ilişkiler -outpııt
değişiminin input değişimine orantılı olmadığı ilişkiler- te­
orisinin düşünce çizgisindeki bir kaos ve öngörülemezlik
teorisi benimsemek gerekli olur. Yine de kaos, tüm düzen­
sizlik değildir, dolayısıyla, "başlangıç koşulları"nı dikkatlice
ele almak gerekir; düzen, az çok "yabancı" "çekiciler"le te­
zahür eder, vs. Amerika Birleşik Devletleri'nin, doğrusal çı-

16 Krş. Michael Mazarr, The Revolution in Military Affairs. A Framework for De­
fense Planning, Strategic Studies Institute, US Army War College, IV Annual
Conference on Strategy, Carlisle Barracks (Penn.) , Nisan 1994. Genel olarak
RMA hakkında, krş. Alain Joxe (edit.), Le Debat strategique ameıicain 1 994-
1 995, a.g.e.; Alain Joxe, " Etat des lieux de la RAM (Revolution dans !es affa­
ires rnilitaires). Deux antirnonies en lirnitent l'efficacite strategique", rAnne­
ment, Mart 1996, s. 137-142.
1 50
karları olan sabit aktörleri düşünmek zorunda kalmadan
davranabileceği bir dünyayı tanımlamayı sağlayan şey, Pri­
gogine'in 17 kaosu 18 bu şekilde basitleştirmesidir.
Dünyayı kaos olarak düşünmenin bu öngörülemezliğin­
den ve zorunluluğundan, iki teorik düşünme hattı kaynak­
lanır. Stratejik düşünme hattı olarak adlandırılabilecek bir
hat, Clausewitz'in silinmesini ve Sun Zi'ye geri dönüşü ileri
sürer. ideolojik olan diğer hat, Sovyet dünyasının "kapanı­
şı"nın sonunun mantıksal sonucu olarak kaosa geri dönüşü
benimser. Ama bu düşüncenin yandaşları, doğal olarak ya­
şanan bu kaosa ancak yeni kapanışlar yaratarak hakim ola­
bileceklerini düşünmektedirler. Birinci ekol, Clinton'un sal­
dırgan iyimserliğine ve enlargement paradigmasına bağlıdır.
ikincisi, Huntington'cu stratejiye.
Göreceğimiz gibi, Bin Ladin'e ve terörizme karşı haçlı se­
feri ilanı sırasında Başkan Bush'un tercihi, ideolojik temsil­
ler düzleminde, Huntington'cu kavramın tümüyle ve eksik­
siz restorasyonundan ibarettir; ama, saldırgan bir temelde
bunu yapar ve dayanaklarını da Clinton döneminin enlarge­
ment'ında bulur.

Clausewitz'in (ve ]omini'nin) sonu,


Sun Zi'nin yükselişi

Yukarıda ima edilmiş olduğu gibi, Jomini'nin 19 tersine,


Clausewitz savaşın öngörülemezliğini ilan ettiğinde "doğ­
rusalcı değil" diye sınıflandırılabilir. Bu öngörülemezlik,

17 Krş. llya Prigogine ve lsabelle Stengers, La Nouvelle Alliance, Gallimard, Paris,


.
1979.
18 Krş. kaosun matematik tanımına giriş için: David Ruelle, Hasard et Clıaos,
Odilejacob, Paris, 1990.
1 9 Antoine Henri, Baron Jomini, Isviçreli bir general ve yazardı, 1837 yılında Rus
Askeri Akademisi'nin kurucusu ve bir Savaş Sanatı El Kitabı 'nın yazarıdır
( 1837).

1 51
Clausewitz'e göre, güç ilişkilerinin niceliklendirilemeyen
bölümünü oluşturan moral güçlerin ancak savaşın kendisi
tarafından ölçülebilmesinden kaynaklanır - bazıları, bu
amaç nedeniyle savaşın politik olduğunu ve ortadan kaldı­
rılmasının imkansız olduğunu söyleyeceklerdir.
Ama RMA yandaşları için tartışma daha kabadır: Öngö­
rülebilirliğin sonunu belirleyen şey, çiftkutupluluğun sonu­
dur, çünkü aktörlerin sayısı çok artmıştır. Özerk aktör sayı­
sıyla birlikte, düzenleyici karmaşıklık da artmaktadır. Nük­
leer çiftkutupluluğun liderleri, caydırmanın karşılıklı doğ­
rusal rasyonalitesini basitçe sürdürüyorlardı. "Öyle gözü­
küyor ki, uluslararası politikanın geleceği, savaşın geleceği,
savaşın operasyonel ayrıntıları öngörüye meydan okumak­
tadır," demektedir Center far Strategic and International
Studies'de araştırmacı olan Michael Mazarr.20
Ama Clausiewitz'ci terimlerle ifade edildiğinde, içinden
çıkılmaz bu durum içinde operasyonlar'ın caydırıcı makro­
lojistiğe baskın çıktığı anlamına gelir. Dolayısıyla, dönemin
baskın tehdit biçimi olan bir savaş türünü ciddi olarak ta­
nımlayamayız.21 Ne Fukuyama ile birlikte "tarihin sonu"na
inanabiliriz, ne de Luttwak'la birlikte j eopolitiğin ayağını
kaydıran jeo-ekonominin yükselişine (Mazarr'ın çok iyim­
ser olarak kabul ettiği sistemler) .
Kuşkusuz, Clausewitz ile jomini'nin ortak ilkeleri, Napo­
leon seferlerinin dönemine ve paradigmatik varlığına (nihai
muharebeyi kazanmak için, belirli bir andaki belirli bir
noktada, bir çekim merkezi üzerinde bir insan kitlesinin
yoğunlaştırılmasına) bağlıdır ve bu ilkeler, en azından ateş
gücünün taşıyıcısı olarak insan kitlesinin rolü dikkate alın­
dığında geçersiz kalacaktır. Ama, muharebe alanının dışın-

20 Mchael Mazarr, The Revolution in Military Affairs, a.g.e.


21 A.g.e., s. S-8.

1 52
da üslenmiş ya da dağılmış insan kitlesinden tamamen ba­
ğımsız bir hal almış olan savaş imkanlarının belirleyici an­
larda atışlarını her zaman hedeflere yoğunlaştırabilir olduk­
ları dikkate alındığında ilkenin kendisi geçerli kalır. Ateşin
kesin olarak yoğunlaştırılması, -atış platformları ve düşman
hedefler yaklaşan bir muharebe için savaş düzeni almamış
ya da yoğunlaşmamış olsa da- nihai muharebenin dengidir.
Değişken erimli, dağınık, ama uydu yoluyla gözetleme
sayesinde merkezi olarak bilgi sahibi araçlar yoluyla hedef­
lerin kesin olarak saptanması, Kosova'da biraz ve Afganis­
tan'da şimdiye kadar oldukça çok görüldüğü gibi, topların
ve büyük taburların savaş alanındaki her türden yoğunlaş­
masının yerini alabilir. Savaş türlerinin bir karışımı ve dev­
letlerarası olmayan savaşların ortaya çıkışı kaçınılmaz gö­
zükmektedir; oysa, imkanlara sahip olma düzeyinde belir­
leyici olan şey, taktik görünümüyle birlikte enformasyon
devrimidir: Uyduya dayalı gözetlemedeki Global Positi­
oning System'in ve titizlikle yönlendirilen cephane stokları­
nın (PGM) olası kıldığı uzun mesafe ya da yüksek irtifalı
kıtalararası bombardıman uçaklarına dayanan aşın-kesin
ağır vuruşların öne çıkışı. Clausewitz de elbette Jomini ka­
dar gündemdedir; tabii her ikisini de yalnızca Napoleon sa­
vaşlarının doktrincileri olarak kabul edersek durum değişir.
Bununla birlikte, mesafeli savaş pratiğinin ve caydırıcı sa­
vaş düzenlemesinin yeni vizyonu, Sun Zi'nin düşüncesinin
temellerine daha fazla dayanmayı gerektirmektedir.22
Doksanlı yılların ikinci yarısının başlangıcında, askeri
planlamanın yönetimi için Amerika Birleşik Devletleri'nde
dört ilke dile getirilmiştir: 1 ) "Enformasyon hakimiyeti"
(infonnation dominance) ; 2) "Sinerji" (synergy) -silahlarara­
sı operasyonel bütünleşmenin sonucu olan azami etkinliği

22 A.g.e., s. 28; krş. Alain joxe, Voyge aı.ıx Sources de la guerre, Paris, PUF, 1 99 1 , s.
1 50-165.

1 53
temsil eden terim; 3) "Bağlantısızlık" (disengagement) ya da
"asker askere savaş"taki temas durumu olmadan savaşmayı
sağlayan, uzun erimli kesinliğe hakim olma sayesinde "te­
masa dayalı çarpışma olmayan savaş" arayışı; 4) nihayet, ci­
vilianization, "sivil toplum"un ve genel ekonominin kay­
naklarına sistematik başvuruyu anıştıran uydurma sözcük -
daha kalabalık asker sayısı talep etmeden önce ya da özel­
likle ileri teknoloj i alanındaki "özgül askeri üretimleri" teş­
vik etmeden önce.
Bu dört ilke, savaş türlerine bağlı olarak farklı biçimlerde
uygulanır. Örneğin, o dönemde, geleneksel savaş değerlerinin
bir koruyucusu olarak kalacak olan "düzensiz savaş" ta te­
massız çarpışmanın imkansız olduğu açıkça gözükmektedir.
"Sun Zi'ye geri dönüş" , enformasyon hakimiyeti'nin tüm
diğer ölçütler üzerindeki üstünlüğü sayesinde mümkün ol­
maktadır. MÖ beşinci yüzyılın bu Çinli strateji uzmanı Sa­
vaş Sanatı23 adlı eserinde, her türlü çarpışmadan önce, düş­
manın planlarında dalavere nin önemini ve i letişimlere haki­
'

miyet yoluyla birliklerin bağdaşıklığının (Amerikalılar için


C3I: Command and Control and Communication and Infor­
mation) önemini vurgulamıştı. "Tek bir insan gibi davran­
ma" yeteneğini oluşturan şey budur. Normalde ancak çok
eğitimli ya da aşırı tehlike durumundaki birlikler bu yetene­
ğe sahip olur; ve bu, iletişimdeki modernleşme sayesinde ar­
tan kolektif operasyon süratinin iki insani koşuludur.

RMA konusunda uyuşmazlıklar,


Amerikalılann akademik bir tartışması
Amerika Birleşik Devletleri'nde bile, RMA nosyonunun
yükselişine yönelik eleştiriler görülür. Bunlar, tüm national

23 Sun Zi, !'.Art de la guerre, Valerie Niquet-Cabestan'ın tercümesi ve açıklamalı


baskısı, Economica, Paris, 1999.

1 54
security community içinde RMA'.nın öncüsü olan küçük bir
grubun var olduğu; yönetimde ve akademik çevrelerde bu­
na karşı çıkan daha önemli miktarda bir RMA'.dan kuşku
duyan grubun var olduğu yönündedir.24 RMA yandaşları bi­
le, Töffler çiftinin makro-tarih basitleştirmesinin tartışma­
nın en iyi açıklaması olmadığı ve kavram üzerindeki tartış­
manın gerçek merkezini oluşturmaktan uzak olduğu kanı­
sındadırlar.
RMA üzerine akademik tartışma, yöntemin çok sayıda
nesnesini ya da sorunsalını aydınlatmaya yöneldi. Ampirik
kanıtlama kaynağı olarak tarihe başvuru, genel zihniyetin
aldığı bir seyir olarak kalır. RMA'.nın tanımı bir kez ortaya
atıldığında, askerI işlerde devrimlerin genel olarak herhangi
bir kurala bağlı kaldığını ve dolayısıyla şu anki RMA'.yı şu
ya da bu yönde teşvik etmek ya da frenlemek gerektiğini
kanıtlamak için tarih kullanılır.
Ama, tarihsel sürekliliğin kesintiye uğradığı, Amerikalı
akademisyenlerin önerdiği teorilerin ampirik doğrulanma
havuzu olarak görülen tarihin belki de son iki evresi tara­
fından işe yaramaz hale getirildiğinden kuşku duyulma­
maktadır: Atom evresi (topyekun imha kapasitesi) ve en­
formasyon evresi (mutlak kesinlik kapasitesi) , bunlar her
türlü silahlanmanın nihai sonuçlarıdır. Günümüzdeki aske­
rI devrim, hem hardware'de ve termodinamikte, hem de
software'de ve enformasyonda yer almaktadır; bu durum sa­
nayi-öncesi modellerin bir anlamda modası geçmişliğini de
açıklamaktadır.
Buna karşılık, RMA'.yı ittifaklar sorununa indirgemek an­
cak dolambaçlı yoldan mümkün olmaktadır. Bu dönüşü­
mün amaç ve araçları sorgulanırken, tarihsel bilimlere ide­
olojik başvuru arttıkça sorunsallar sanki tersine dönmüş gi-

24 Emily O. Goldman, Richard B. Andres, Tlıe Security Studes Confereııce 011

RMA, Monterrey (CA), 26-29 Ağustos 1996, mimeo, 41 p. bibi.

1 55
bi olur. Sonunda, ittifaklar sorununa ancak ikinci derece­
den bir sorun olarak varılır, oysa, savaş fikrinden yola çıkan
eksiksiz asker! devrim kavramından bakıldığında bile (saf
anlamda teknolojik olmak istemeyen bu bakış açısıyla) itti­
faklar sorunu başa yerleşir.
Birinci stratejik dönüşüm, gerçekten de, SSCB'nin çökü­
şüyle komünist düşmanın, dolayısıyla anti-Sovyetik ittifa­
kın ortadan kaybolmasıdır, yoksa elektronik devrim değil­
dir; bu devrim, nükleer hedef saptamak amacıyla çok önce­
den başlamıştı. İttifaklar sorununu yeni bir kiplik temelin­
de ortaya atan ve bu sorunu belirgin düşmanı olmayan, hat­
ta ittifaksız, elektronik, holistik bir savaş altlığı üzerine yer­
leştiren şey, bu yok oluşun sonucu olan politik bağdaşıklı­
ğın bozulma [decohesionnement] etkileridir. Bu süreç, (ister
gerçekten üçüncü olsun, ister bilmem kaçıncı) "yeni dal­
ga"nın asker! çabasının stratejik hedefleri şeklindeki tama­
men politik sorundan Amerika Birleşik Devletleri'nin ka­
çınmasını sağladı.

Zayıflamış devlet: ekonomik ağlar ile


STK ağlan arasında arabulucu iktidar
Yine de, RMA'.nın gerçekten Amerika Birleşik Devletle­
ri'ni zayıflatıp zayıflatmadığı; zayıflatıyorsa bu zayıflamanın
bizzat bir politikanın mı ürünü olduğu sorusu kuşkusuz
hala varlığını korumaktadır. Geoffrey Herrera25 gibi bazı ya­
zarlar, "gerçek-yapısalcılar" ile "kurumcular" arasındaki
ekol tartışmasının dayattığı sorunsaldan kaçmaya çalışmak­
tadırlar: Gerçekten de, bu iki ekol, "devletlerin davranışı"nı
inceleyen siyaset biliminin konusunu tartışmamaktadır.

25 Geoffrey L. Herrera Qohn Hopkins University), "New Information Technolo­


gies and the Future of State Security", prepared far The Security Studies Confe­
rence on RMA, a.g.e.
1 56
Oysa Herrera, devletlerin yaşamadığı ve her koşulda bir o
kadar önemli olan başka aktörlerin -"STK" ve "sınıraşırı
çok büyük şirketler" - yükselişi varsayımını doğrudan doğ­
ruya dikkate almak istemektedir. Böyle bir evrim arzulan­
mıyor olsa da, bu fikir gerçekten kendini dayatmaktadır.
Demek ki, Herrera, enformasyon teknolojilerinin güven­
lik üzerinde, hatta devletin ayakta kalması üzerinde olum­
suz bir etkisi olup olmadığı sorununu incelemektedir. Ona
göre, sayısallaştırmanın devletin geleneksel işlev ve rollerini
-egemenlik, otorite, meşruiyet- tehlikeye attığına kuşku
yoktur. Doğal çevrenin korunması ve ekonomik faaliyetin
idaresi gibi daha yakın dönemli bazı işlevler de tartışma ko­
nusudur. Ulus-devlet erozyon geçirmektedir: yok olmasa
da, derin bir dönüşüm geçirmektedir. Herrera'ya göre dev­
let artık "üç kamp" diye adlandırdığı bir üçlem içine yerleş­
miştir (devlet-şirket-çeşitli yurttaş grupları); bunların öz­
lemleri bir toprak üzerinde çakışmaktadır, bu toprak ille de
ortak bir toprak olmak zorunda değildir, hatta coğrafi bir
uzam olması bile gerekmez.
Herrera'nın böylece kabul ettiği devlet tarifi, toplumsal
dengelerin koruyucusu olarak, özellikle dış savunma ama­
cıyla devletin tarihsel ortaya çıkışını gerçekten dikkate al­
maz, öyle ki devletin erozyonu, -ulusaşırılaşmış- şirketin ya­
rarına toplumsal dengelerin erozyonu olarak belirmez; fazla­
sıyla Amerikan bir bakış açısına göre, özel şirketler ve/veya
özel ortaklıklar karşısında bürokrasilerin erozyonudur dev­
letin erozyonu. Bununla birlikte, açık bir network'ün -yani,
devleti apaçık şekilde tartışma konusu edecek türde bir net­
work'ün- aktif devlet müdahalesi olmadan, yani bürokrasiler
olmadan ortaya çıkmasının imkansızlığını da hatırlatır. Hiç
kuşku yok ki, büyük özel firmaların (proprietary systems) el­
lerinde olan bölünmüş bir hiyerarşik sistem, devletin etkinli­
ğini ve otoritesini de erozyona uğratacaktır. Demek ki dev-
1 57
let, ona göre, açık bir evrensel sistemi garanti etmek için
güçler dengesini korumalı ve yurttaşlardan yana müdahale
etmelidiı; ama özel firmaları teşvik etmeye de yönelebilir.
Her iki durumda da söz konusu olan şey, devletin doğa­
sındaki bir değişimdir; check and balance görevi her zaman
için söz konusu olsa bile, bu görev devletin üç gücü arasın­
da değil, bileşenlerinden biri devlet olan ve içlerinden hiç­
birinin demokratik bir egemenliğin ya da tam bir meşruiye­
tin odağı olmadığı üç güç arasında etkide bulunacaktır.
Devlete dair ayakta kalacak olan tek tanım, şirketlerle yurt­
taşlar arasında norm üreticisi olma özelliğidir. Özel denge­
ler'in koruyucusu olan bir tür silahlı sendika. Uluslararası
şirketlerin ve yerel ve bölgesel STK'ların egemenliği içinde
politika yok olmakta, daha doğrusu erimektedir. Bu durum,
her koşulda cumhuriyetlerin sonudur. Bu şema, bizim ta­
nık-yazarımız için, bir önenne değildir; bürokrasilerin ona­
yını alan enformasyon devriminin iç düzeyde yol açabilece­
ği şeyin görüntüsüdür. Ama, Amerikan temsillerinde genel
olarak meydana geldiği gibi, içerisi ile dışarısı birbirine
benzer ya da her koşulda bir araya gelir ve bu görüntü dün­
ya ölçeğinde de geçerli olur.

Yenilenmiş NATO'nun yükselişinde


Bosna savaşının sona ermesinin rolü

Amerika, stratejik teorinin biçimsel geleceğine büyük ilgi


gösterir ve önemli askeri reformlara hazırlanırken, Avrupa'da
olup biten şey, Balkan barbarlığı karşısında askeri modernli­
ğin topyekun güçsüzlüğünü temsil eder görünen Bosna sava­
şıdır. Ama bu yalnızca bir gönüştür. Askeri ve politik dönü­
şümler üzerine Amerikan tartışması, Bosna savaşının varlı­
ğından ve Saraybosna kuşatmasından elbette "destek" gördü.
Srebrenica katliamıyla birlikte Dayton Anlaşmaları Avru-
ı ss
pa'mn yenilgisi olarak kabul edilebileceğine göre, bu kuşat­
ma Avrupa'mn beceriksizliğini ve Amerikan askeri liderliği­
nin zorunlu karakterini kanıtlamaya her koşulda hizmet etti.

Avrupa-Amerilwn koalisyonunun heterojen temelleri

1995 yazında Karadzic ve Mladic tarafından rehin alınan


Mavi Bereliler'in sonunda aşağılanmasıyla birlikte, Amerika
Birleşik Devletleri, Bosna'ya 20 bin kişi gönderme yüküm­
lülüğünü yerine getirmek zorunda kalacağı anın yaklaş­
makta olduğunu isteksizce görmüştü ; ve bunu yalnızca
FORPRONU'nun utanç verici denebilecek geri çekilmesine
yardım etmek için yapacaklardı. Beyaz Saray Balkanlar'a,
bir "Dunkerque tahliyesi" faciası tarzında tehlikeli ve en
ufak prestiji olmayan bir askeri operasyon için birlikler
göndermiş olsaydı Kongre ve hatta kamoyu Beyaz Saray'ı
mahkum ederdi. O dönemde, ciddi bir anlaşmazlık NA­
TO'nun varlığını tehdit ediyordu.
Fransızların, iyi bir makyajla haki bereli hızlı bir Fransız
müdahale gücü yaratmaya varan atılımı -İngilizler de birkaç
birlik katmışlardır- BM'nin teorik üstünlüğünü tartışma ko­
nusu etmişse de, Amerika Birleşik Devletleri'nin üstünlüğü­
nü sağlama aldığı söylenemez. Washington inisiyatifi yeni­
den ele almak zorunda kaldı. Bunun üzerine Amerika Birle­
şik Devletleri, "büyük ve destekli" bir dizi hava vuruşu
önerdi; ve 2 Temmuz'daki Londra Konferansı'nda, Gorad­
ze'de kuşatma altındaki Müslüman topraklarını rehinden
kurtarmaya yönelik ültimatomu desteklemek için daha faz­
la vurmaya karar verildi.,
Tüm bu çırpınışlar 1 1 Temmuz 1995'teki Srebrenica kat­
liamını engellemediği gibi, katliamsız gerçekleştirilen Zepa
"etnik temizliği"ni de engellemedi. Fransızların kuşatılmış
bölgeleri kurtarma önerisi NATO genel sekreterliğinin ifade
1 59
ettiği bir muhalefetle karşı karşıya kaldı ve bu füze saldırısı
için gerekli olduğu söylenen ağır helikopterleri vermeyi
Amerika Birleşik Devletleri reddetti.
Soykırım ya da sürgün yoluyla planların basitleştirilmesi
aslında herkesten kabul gördü. Kraina'daki Sırp kuşatılmış
bölgesinin ortadan kaldırılmasına varan ağustos ayındaki
Bosna-Hırvat başarısı, bu basitleştirmenin önemli bir anıdır.
Sanki her şey kuşatılmış bölgelerin kayıplarının mübadelesi
kabul görmüş gibi olup bitmektedir: Srebrenica-Zepa'ya
karşılık Krajina. Amerika Birleşik Devletleri, Gorazde'yi bi­
le feda eden bir plan hazırlar. Ardından Sarajevo'yu tehdit
eden Sırplar belki de böylelikle bir sınırı aştıklarının farkın­
da değillerdi. İşlerinin daha da yolunda gittiğine inanıyor­
lardı, oysa eylemleri kamuoyunda yavaş yavaş öyle bir tik­
sinti uyandırıyordu ki, demokratik Avrupa hükümetlerinin,
kendine gelip, güç kullanımının her an mümkün olduğunu
belirtmemesi artık neredeyse olanaksızdı.
30 Ağustos 1995'te, Sarajevo şehir merkezine 28 Ağus­
tos'taki Sırp havan saldırısına karşılık olarak, Deliberate
Force operasyonu başlatılır. Bu kez kesin ve sürekli olan vu­
ruşlar, 21 Eylül'de ertelenene kadar sürecektir.
Tüm bu olaylar iyi bilinmektedir. Yalnızca şunu hatırla­
mak gerekir ki, Bosna savaşının tüm uzam-zamanına Ameri­
ka Birleşik Devletleri'nin yeniden el koymasının, yani impa­
ratorluğun durumu ele almasının kabaca belirtisidir bunlar.
NATO'nun salvosu yine de Srebrenica ve Zepa'yı kurtar­
makta geç kalmıştı. Ve ateşkes ise, Karadzic'in birliklerinin
tamamen yenilgisini sağlayamayacak kadar erken müdahale
etmişti. Sarajevo FORPRONU'su, Fransız tarafı da dahil ol­
mak üzere, saldırıdan yanaydı ve eylem bir kez başladığın­
da, Pale güçlerinin ve politik prestijlerinin imhasında daha
öte adımlar atılması arzulanabilirdi; böylece, Milosevic'in
desteğiyle, Mavi Bereliler'i aşağılamış olan Sırp savaş suçlu-
1 60
larının karizmatik iktidarına son verilebilirdi. Ama, daha
önce lrak'ta olduğu gibi, Sarajevo'da da, Amerika Birleşik
_Devletleri fiili iktidarları imhaya kadar işi vardırmamakta­
dır, çünkü protektoraları yöneten prokonsül rolü oynamak
istememektedir: Ateşkes imzalayabilecek güçlerin varlığını
korumaktan yanadır. Söz konusu durumda, Milosevic
(Belgrad) Karadzic için (Pale Sırp Cumhuriyeti) ateşkes im­
zalar ve Tudjman (Zagrep) da Mate Boban için (Hersek­
Bosna) imzalar. Barış imzalamış olan iktidarı parçalamanın
ve savaş suçlularını bir anlamda öğelerine ayırmanın müm­
kün olup olmadığı ilerde görülecektir.

Dayton mantığı: Uyuşmaz koşullann çok güçlü kolajı

Dayton Anlaşmalarının mantığı (21 Kasım 1 95 5'te bu


Amerikan şehrinde kararlaştırılan ve aynı yılın 14 Aralık'ın­
da Paris'te imzalanan) , Amerikan liderliğinin ele geçirdiği
"temas grubu" mantığıdır. Nisan 1994'te kurulan bu organ,
müttefiklerden (Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik
Krallık, Fransa, Almanya) başka bir şeyi ad hoc bir araya
getirir; bu geçmişteki "güçler ittifakı"nın b�nzeridir, ama
artık tek bir süper-güç ve birbiriyle bağdaşmayan çok sayı­
da bakış açısı vardır. Ölçütlerdeki bu heterojenliğin sonucu,
Cenevre'de "temas grubu" çerçevesinde, sonra da nihai ev­
rede Richard Holbrooke'un yıldırım diplomasisiyle yöneti­
len Amerikan önermelerinin ciddi olarak tutarsız olduğu­
dur. Ama bunlar zorunlu önermelerdir, "imparatorluk man­
tığı"nın özü budur.
Henüz bir anlaşma plmayan Cenevre bildirgesi, tam ola­
rak, bağdaşmaz tavırlar arasındaki kolajın başlangıcıdır; baş
aktörler bunları anlaşmanın önkoşullan olarak tanımlamış­
lardır. Bildirgenin ardından 5 Ekim'de Washington anlaşma­
sı, 1 0 Ekim'de ateşkes, 1 Kasım'da Dayton müzakerelerinin
1 61
başlaması ve 21 Kasım'da anlaşmaların sonuçlanması gelir.
Bu anlaşmalar tutarsızdır; çünkü Bosna-Hersek'in bütünlü­
ğünü kabul ederken, aynı zamanda da kısmen egemen iki
varlığa bölünmesini resmen tasdik etmektedirler, böylece
Hırvat-Müslüman bir federasyon da ikiye bölünmüş olur.
Amerikan tavrının orij inalliği, "savaş yanlıları"nın ve
"güçler"in çelişik çıkarlarından kaynaklanan önermeleri tek
bir metinde bir araya getirmeyi ve bu kolaj-metni barış an­
laşması olarak kabul ettirmeyi -oysa söz konusu olan bir
ateşkestir- güç yoluyla başarmasıdır. Bu prosedürün zorlayı­
cı sonucu, tartışmasız tek bir hüküm içeren bir anlaşmadır:
Çatışmalara son verdirmesi ve savaşçıları birbirinden ayır­
ması gereken asker! düzenek. Sürekli olarak başka yöne çe­
kilecek ya da ihlal edilecek diğer politik hükümler, yine de
çatışmaların yeniden başlamasına yol açmaz ve Dayton, sa­
vaş liderlerinin iktidarına karşıt politik-ekonomik etkiler ya­
ratmak için bir yıl zorunlu barış üzerine bahse girer.

Kaos imparatorluğu: nihai devletin üretimi konusunda


tarajlann anlaşmazlığı

"lflas etmiş devlet"in yeniden inşası için arzulanan nihai


duruma yönelik anlaşmanın tutarsızlığı, Amerikan liderliği­
nin müdahalesinin yalnızca ateşkes zorunluluğuna yönelik
olduğu, oysa barışın gündelik idaresinin Avrupa politik in­
celiğinin tabi esnekliğine bağlı olduğu anlamına açıkça gel­
mektedir. Nihai ürün üzerinde ittifak yoktur, yalnızca lide­
rin askeri müdahalesini ve müttefiklerin ve mağlupların po­
litik bağlılığım sağlayan geçici prosedür üzerinde anlaşma
vardır. Bundan böyle Amerikan müdahalesi tipik bir impa­
ratorluk edimi biçimini alır; Romalıların pro-vinces dedikle­
ri şeyi yaratır, yani bir pro-konsül atanması yoluyla Roma
halkının imperium'unun kalıcı zaferinin dayatıldığı yerler
1 62
yaratılır. Bu, uluslararası topluluk üyelerinden birinin ege­
menliğini yeniden tesis etmesine yönelik kolektif bir müda­
hale değildir. NATO ve Amerika Birleşik Devletleri BMÖ ta­
rafından görevlendirilmiş olsa da, bu durumun Birleşmiş
Milletler mantığıyla elbette alakası yoktur: Potansiyel dü­
zensizliğin kalıcılaşmasından çekinmeyen imparatorluktur
duruma el koyan. Düzensizlik, uzun vadede seferber edici
bir rol oynayacaktır: İmparatorluğun emirleriyle kararlaştı­
rılmış dayanıksız barışın kökeninde yalnızca imparatorlu­
ğun askeri gücü yatar. Washington, belki de farkında olma­
dan, Babıali'nin tarzını benimsemektedir.
Bosna'da Avrupa-Amerika ittifakının yokluğunun nedeni
(koşulları yeniden belirlenmiş NATO ittifakı halinde Ameri­
ka Birleşik Devletleri yeniden ortaya çıkana kadar) , görü­
nüşte, hakim olamayacağı politik-askeri bir komutanlık or­
ganizmasına (Güvenlik Konseyi, Genel Sekreterlik?) boyun
eğme konusunda Amerika Birleşik Devletleri'nin gösterdiği
aşırı çekimserliktir. Somali savaşı sırasında kendini göster­
miş olan bu çekimserliği, Amerikan anayasasının terimleriy­
le tarif etmek gayet mümkün olsa da, böyle bir çaba, bir to­
tolojiye başvurarak politik analizin önünü kesmenin yolu­
dur. BM'nin üstünlüğünün, çatışmalara son vermeye kararlı
her iktidar için gerçek bir rahatsızlık olacağı düşünülebilir.
Ama en derindeki neden, sürecin yeniden inşa etmeye
çalışacağı devletin doğası'nda yatmaktadır. Avrupalılar'ın ve
BM'nin arabulucuğu, işin içindeki askeri unsurlar üzerinde,
yani Sırp birlikleri üzerinde, Pale Cumhuriyeti'nin, Hersek
birlikleri üzerinde, Sırpları Krajina'dan çıkaran Hırvat bir­
likleri üzerinde çözüm getirici hareket imkanlarından yok­
sundur. Sonuçta, Bosnalı birlikler üzerinde kelimenin tam
anlamıyla kontrolleri bile yoktur; yavaş yavaş boğazlanma­
ya çalışılan bu birlikler, aslında Amerikan yardımı ya da
Amerika Birleşik Devletleri'nin hoşgörü gösterdiği Iran yar-
1 63
dımı sayesinde ve hayatta kalmaya yönelik bir savunma sa­
vaşındaki başarıları sayesinde adım adım güçlenmektedir­
ler. Sınavdan geçen Bosna ordusu gerçekten de sonunda ya­
kın piyade savaşında belli bir saldırı kapasitesi elde edebil­
miştir. Bu durum, silahsız sivil nüfusa karşı asimetrik top
bombardımanına devam eden Sırp topçularının kaybetmiş
olduğu ya da hiç edinmemiş oldukları bir yetenekti.
Avrupa'nın askeri bakımdan felç halinin, Sırp (ve Hırvat)
zulmü karşısında politik sorumluların gösterdiği gerçek
hoşgörüyle açıklandığını kabul etmeliyiz. 6 Mayıs 1 992'de
Milosevic ile Tudjman arasındaki Gratz ("gizli") anlaşması­
nın ahlakına bakılırsa, bunun, Bosna'nın paylaşımına izin
verici bir karar olduğu varsayılabilir; ya da Avrupalılar
Amerika Birleşik Devletleri'nin daha net bir şekilde işin içi­
ne karışmasını bekliyorlardı. Her iki durumda da, Avrupa
tarafının Amerika Birleşik Devletleri'ni, BM'nin kontrolüne
sokacak şekilde olay yerine çekmesine çalışılıyordu.
Bu "tali manevra" yenilgiye mahkumdu ve Körfez Sava­
şı'ndan bu yana ve Somali'deki müdahalelerinin yenilgisin­
den sonra Amerikan politikasını ciddi olarak yönlendiren il­
keler konusunda tam bir cehaleti yansıtıyordu. Olay mahal­
linde böyle bir faaliyette bulunmak, Amerika Birleşik Dev­
letleri'nin kesinlikle reddettiği bir şeydi. Bu tür manevralar,
her koşulda, ancak Atlantik İttifakı bir ittifak gibi işlemedi­
ğinde düşünülebilirdi. Kuzey Atlantik anlaşması, Balkan­
lar'daki "bölge dışı" seferlerde Atlantik-ötesi ittifakı temsil
etsin diye imzalanmamıştı. NATO'nun, Kuzey-Güney sınırı­
nın geleceğini ilgilendiren ve Balkanlar'dan Asya'nın derin­
liklerine kadar uzanan yeni bir pakta hizmet edecek bir top­
luluğa dönüşeceğine o dönemde çok az kişi inanabilirdi.
Sonuç olarak denebilir ki, IFOR'un askeri örgütlenmesi
için Atlantik'le sınırlı çerçeve görünürde yeniden oluşur­
ken, politik özünü yitirmektedir. NATO başka işlevlere
1 64
doğru yönelirken yaşanan bu öz yitimi, Amerikan çıkarları­
na kesinlikle karşıt değildir.
Krizden geçici "çıkış"ı yöneten Amerikan liderliği Soma­
li'de olduğundan daha başarılıydı, ama bu kısa vadeli bir
başarıydı. Medyatik barış görünümü, öncelikle Amerikalı­
lar'ın dayattığı aşırı sınırlandırmayla zaman içinde yalan­
landı (yalnızca bir yıl var oldu ) . Demirperde biçiminde
uzun süre dondurulmuş basit bir ateşkesin söz konusu ol­
duğu düşünülebilirdi, ama Amerika politik sorumluluğunu
üstlenmemiş olurdu. Avrupalılar'ın yapıp ettikleri, yeniden
inşaaya katmaları gereken fonlar ve ardından gelecek, geç
kalmış tüm birleşme formülleri, Amerikan birliklerinin böl­
gede uzun süreli varlığıyla birlikte, Amerikan liderliğinin
müdahalesinin yalnızca askeri nitelik taşımasından ve du­
rumun ivediliğinden kaynaklanır.
Bunun Clinton'cu diplomasinin bir zaferi olduğu elbette
söylenemez, çünkü Bosna'daki Dayton'cu oluşumun, malla­
rın ve insanların serbest dolaşım alanının karşıtı olduğuna
kuşku yoktur. Bosna devleti yok edilmektedir, ama henüz
enlargement'e varılmış değildir. Daha ziyade, "köhnemiş mi­
ni-Huntington'cu" bir şema söz konusudur. Bu, kaos impa­
ratorluğuna özgü krizin ve krizden çıkışın tipik durumu­
dur: lki temel paradigma pratikte birbirine karışmaktadır.
Tamamen imparatorluğa özgü bir felç hali söz konusudur;
cumhuriyetlerin felci de buna tercih edilebilir değildir.
Bununla birlikte, birlik oluşturamayan Avrupa cumhuri­
yetlerinin tabi niteliği, barış modeline etkide bulunmadaki
güçsüzlük ve yetersizlikleri kuşkusuz ki gelecek açısından
ders olacaktır. Bu devle�lerin anısı, Avrupa Birliği'nin Koso­
va'da aldığı önlemler ve daha açık talepler üzerinde kısa sü­
re sonra baskın çıkacaktır.

1 65
5
Clinton'dan Bush jr'a
İmparatorluğun Askerileştirilmesi

Clinton döneminde imparatorluğun yenilenmesine yönelik


"siyaseten doğru" establishment kavramı, Huntington'un
karamsar ve kasvetli clash of civilization'ı değil, Lake'in en­
largement'ıdır. iyimser ve aydınlık biri olan Lake'e göre
Amerika Birleşik Devletleri stratejisi yayılmak ve "serbest
pazar demokrasilerinin serbest topluluğu"nu (market de­
mocracies) sağlamlaştırmak yönünde davranmalıdır.1 Her
şeyden önce politik-ekonomik olan enlargement, yine de
Amerika Birleşik Devletleri'nin askeri müttefiklerine, (geç­
mişteki NATO bölgesi gibi ya da Huntington'un Hıristiyan­
hk artığı -çünkü şişkin bir ülke toprağı söz konusudur- gibi)
statik bir toprağı savunma ittifakından başka bir içerik
önermektedir.
lkikutupluluk döneminin savunmacı, koruyucu askeri it­
tifaklarını saldırgan ek'? nomik süreçlere dönüştürmede kul­
lanılacak yöntemler çeşitli olsa da hepsi aynı yöndedir.
Bunları niteleyen şey, açık düşmanların derece derece yok

1 Anthony Lake, Inıematioııal AJJairs, 30 Eylül 1993.

1 67
olması ve ekonomik küreselliğin kaygan uzanımda sınırla­
rın önemsizleşmesidir.
Ama stratejik bir çelişki bu düşçül temsile karşı durmak­
tadır: Açık düşman yoksa, önleyicilik nosyonunu korumak
zorunludur ve toplumsal adalete yönelik ekonomik politi­
kayla çatışmaları önleme fikrinden hemen vazgeçildiğinde,
ittifakların bastırma kapasitesinin sürekli ve her yerde hazır
ve nazır olması zorunludur. Clinton'cu idealizm kisvesi al­
tındaki bu çelişki, günümüz doktrinlerini belirleyen askeri
gerçekçiliğe götüren evrimi açıklar.

1 995-1 996, yeni ittifak biçimleri

Yeni ittifakm ilkeleri: Küreselliğe bağlı önleyici denetim

Küreselliğin, dünyanın gerçek niteliği olarak ilk kez yük­


selişi, l 995'ten itibaren Amerika Birleşik Devletleri'nde yeni
ittifak tanımlarının üretilmesiyle kendini gösterir. Savunma
Bakanlığı sekreteri Perry'nin Başkan'a ve Kongre'ye sundu­
ğu yıllık raporun giriş bölümü (4 Mart l 996'da yayımlandı)
ve Ulusal Güvenlik konusunda başkanlık danışmanı Ant­
hony Lake'in açıklamaları, yeni bir kavramsal çerçeve orta­
ya koymaktadır. Ama bu çevçeve saf haliyle uzun süre kal­
mayacaktır, çünkü Clinton'un ikinci başkanlığı döneminde
cumhuriyetçi çoğunluğun varlığı bunu engelleyecektir.
"ittifaklar ve koalisyonlar kurma görevimiz," demektedir
saf bir şekilde savunma bakanlığı sekreteri, "global bir teh­
didin yokluğunda daha karmaşık bir hal almaktadır. " Bu
durum, diye devam etmektedir, dönemin en özgül görevi­
nin, "yeni koalisyonlar ve yeni partners hips likler inşa et­
'

mek" olduğu anlamına gelir, bu koalisyonlar kesin olarak


"yeni ortaya çıkan demokratik ülkelerle" kurulmalıdır. "it­
tifak" terimi, ikinci ifadede geçmemekte ve yerini "koalis-

1 68
yon" ve "partnership" almaktadır. Ve, istikrarsızlık unsurla­
rının liderlik tarafından yeni normlara uygun olarak denet­
lenmesi gerektiği görülmektedir: "Amerika Birleşik Devlet­
leri, gerçekten küresel çıkarlara sahip tek ülke olduğundan,
uluslararası topluluğun doğal lideridir. "
Dolayısıyla, bu liderlik görevinden kaçılamaz, ama bu gö­
rev, artık askeri ittifaklar biçimini değil, kalıcı bir denetim ve
önleyicilik sistemi biçimini almak zorundadır. Önleyici de­
netimin bu önceliği, çatışma türlerinin değişmesiyle değil,
Amerikan çıkarlarının küreselleşmesiyle doğrulanmaktadır.
Cumhuriyet devletlerini oluşturan ulusal egemenliklerin ve
ülke topraklarının komşuluğu mantığının yapısökümü he­
deflenmektedir; böylelikle bu cumhuriyetler, Amerika Birle­
şik Devletleri'nin "doğal liderliği"nin uygulanacağı ulus-aşı­
rı işlevsel dallar olarak yeniden oluşturulacaktır.
Bu sürecin -dürüstçe- betimlenişi, tüm dünya için tehli­
keli bir dinamiği gösterir; bu dinamik içerisinde, genelleş­
miş yapısal küreselleşmenin bakışıyla, dış istikrarsızlık iç is­
tikrarsızlığa yansır. Gerçekten de, Başkan Clinton'dan akta­
ran Perry'in belirttiği gibi: "Sınırlarımızın dışında başlayan
sorunlar hızla sınırlarımız içindeki sorunlar halini alabilir."
Böylece, savunma bakanlığı sekreterine göre, "güç kullanı­
mı, yerel [dış] sorunların bizim sorunlarımız haline gelme­
sini engellemeye katkıda bulunabileceği gibi, yine de iç so- ·

run halini alırlarsa kendimizi korumamızı da sağlayabilir. "


Artık savunma temasının yerini korunma teması almaktadır,
çünkü bir iç tehdit söz konusudur. Korunma, egemenlikten
çok daha genel olan Hobbes'çu terminolojiye gönderme
yapmaktadır; korun�a, doğal hale geri dönüşle, yani ister
genelleşmiş olsun ister çok özel iç şiddetle tahrip olabilir.
1996 tarihli bu a priori betimleme üzerinde ısrarla duru­
yorum. Bu betimleyiş, Clinton'cu enlargement'in iyimserli­
ğine dahil görünse de, Kongre'de ve ordunun bazı kesimle-
1 69
rinde (komutan Ralph Peters'in makalesi buna kanıttır:
bzk. ilerde çerçeve içindeki metin) var olan ve o dönemde
Amerika Birleşik Devletleri'nin iç ve dış kaosunu sanki ön­
ceden de varmış gibi tarif etmekten hoşlanan Amerikan sa­
ğının aşırı kötümserliğinden doğmaktadır. Hatta, ancak
dört yıl sonra meydana gelecek iç terörist tehdit varsayımı
da bu literatür içinde hatırlanır.

Avrupa, NATO ve PFP (partnership for peace)

Savunma Bakanlığı sekreteri, bunları dedikten sonra,


mevcut geleneksel ittifakları gözden geçirmektedir. "Avru­
pa'daki ve Pasifik Asyası'ndaki geleneksel ittifakların sürdü­
rülmesi"nden söz etmektedir. "Yeni koalisyonların ve part­
nership'lerin" oluştuğu yerde bu ittifaklar sürme eğilimin­
dedir: "Avrupa'da NATO bizim güvenlik stratej imizin teme­
lidir," demektedir. Ve "partnership for peace (PFP) , tıpkı
kırklı yıllardaki Marshall Planı gibi, soğuk savaş sonrası dö­
nemin en anlamlı kurumlarından biridir." "Rusya'nın PFP
üyesi olarak aktif katılımı istikrarın anahtarlarından biridir;
tıpkı NATO aracılığıyla Rusya'yla özel bir ilişkinin geliştiril­
mesi ve Bosna-Hersek'te olduğu gibi daha geniş güvenlik
sorunlarına Rusya'nın tam olarak katılımı gibi. "
NATO'ya arkadan saldırı olan, Ruslarla partnership'lik ko­
nusu, stratejik olarak NATO'nun kendisinden daha önemli­
dir, çünkü güvensizlik olasılıklarını saldırgan biçimde yönetir,
oysa NATO ittifakı güvenliği ancak savunmacı olarak yönele­
bilmektedir. Dolayısıyla, PFP'yi kozmetik bir süs olarak gör­
mek optik bir yanılsama olur: NATO'nun genişletilmesi, At­
lantik lttifakı'nın yeni küresel saldırgan ittifak olarak yeni­
den yorumlanmasını sağlar. PFP'nin bu "abartılı" tarifi, daha
ileride inceleyeceğimiz NATO-Rusya kurucu senedinde
1997 yılında somutlaşacak olan sonraki fikrin habercisidir.
1 70
KallCI Çatı�ma

" Ka l ıcı çatışma dönemine girdik ... B ugüne kadarki tarih, enformasyon
edinme arayışının tarih iyd i. Günü müzde ise mesele, enformasyonu kimin
yöneteceğ idir. içimizden kim uygun bilgileri seçebilecek, sindirebi lecek,
sentezleyebilecek ve uygulayabi lecekse, hem profesyonel olarak, hem
mali, politik, askeri ve toplumsal olarak o kazanacaktır. Biz galipler, bir
azı n l ığız.
" Etkin biçimde yönetemeyecekleri ve yorumlayamayacakları enfor­
masyon karşısında harap olmuş dünya kitleleri için yaşam sıkıcı, kabadır
ve sı k sık kesintiye uğrar. Değişimin genel ritmi insanı boğar; ve enfor­
masyon bu değ işimin hem devi ndirici gücü hem de g österen i d i r. Yeni
dü nyayı anlayamayan, onun belirsizli klerinden yarar sağ layamayan ya da
onun d i namiğiyle kendilerini uzlaştıramayan her ü l keden insa n l ar, uyum
sağlayamamış yönetimlerinin, daha ta l i h l i komşu larının ve son kertede
de Amerika B i rleşik Devletleri ' n i n şiddet l i d üşmanı ol acaktır. Ye n i bir
Amerikan yüzyı l ı na gi rmekteyiz, bu yüzyılda daha zengin, kü ltürel açı­
dan daha kıyıcı ve daha güçlü olmamız gerekmektedir. H iç görülmemiş
kinlerin ortaya çıkmasına yol açacağız. [ ... ]
"Barış o lmayacaktır. Ömrümüz boyunca her an, dünya n ı n her tarafın­
da değişik biçim lerde sayısız çatışma olacaktır. Şiddetli çatışmalar gazete­
lerin manşetl erinde yer alacaktır, ama kültürel ve ekonomik çatışmalar
daha kalıcı ve kesinlikle daha belirleyici olaca ktır. Amerikan silahlı kuv­
vetleri nin de facto rolü, dünyayı bizim ekonomimiz için emin bir yer ola­
rak ve bizim kültürel dinamizmimize açık bir uzam olarak korumak ola­
caktır. B u amaçlara u l aşmak için bir y ı ğ ı n katl iam yapaca ğız (a good
amount of ki/ling).
"Bu katl iaml arı yapmak için, enformasyona daya l ı askeri bir sistem
k u rmak üzereyiz. E l bette bir miktar kas gücüne ihtiyacı mız ol acaktır,
ama askeri sanatımızın büyük bölümü, düşmanın kendine dair bildiğin­
den daha fazlası n ı onun hakkında bil mekten, etk inlik ve efektiflik ama­
cıyla verileri manipüle etmekten ve muhal iflerimizin b u türden olanakla­
rını tamamen kesmekten ol uşacaktır. Bu, epey bir teknoloji gerektirecek­
tir, ama gereken sistemler, bombardıman uçakları ve saldırı denizaltıları
gibi bütçe yiyen vampirler şeklinde olmayacaktır... B u sistemler piyadele­
re ve denizcilere karada destek teknolojileri olacaktır, koşullara uyg u n
kararlar vermemize i m k a n "tanıyan v e uygun tarzda öldürmemizi v e şehir
savaş ı n ı n çokboyutlu muh arebe a l a n ları nda [. . .] yaşama mızı sağ layan
teknoloj i ler olacaktır."
Commandant Ralph Peters, "Constant Conflict",
Parameters, Yaz 1 997, s. 4- 1 4

171
Latin Amerika: Soğuk savaş sonrası demokrasi

1995 sonunda Williamsburg'da yapılan "Amerika kıtası


savunma bakanları birinci toplantısı" dolayısıyla kendini
kutlayan sekreter Perry, 1996 yılı sonunda Arjantin'de top­
lanması kararlaştırılmış olan ikincisinin, tamamen yeni bir
güvenlik partn e rs h ip'liğini belirleyecek türde bir toplantı
olacağını duyurmaktadır: " [Bu toplantı] soğuk savaş sonra­
sı Avrupa için partnership for peace gibidir,2 çünkü [Latin
Amerika] yakın dönemde soğuk savaşın istikrarsızlaştırdığı
bir bölgedir. "
Deyim henüz çok yenidir, ama devlet sekreteri laf arasın­
da tüm Latin Amerika'yı Sovyet sistemiyle özdeşleştirerek,
"Soğuk savaştan çıkma" diye nitelemektedir. Demokrasiye
geçmekte olan Latin Amerika yeni bir ittifakı hak etmekte­
dir. Perry'nin gözünde Latin Amerika, parça parça, kısmi
"halk demokrasileri"niiı ve kısmi "Nasırcılığın" bir karışı­
mıydı. Hedefteki Küba bunun kanıtıdır; ama başka şeyler
de vardır: Halk Cephesi Şilisi, Kolombiya'nın komünist ve
Castrocu gerillaları, Sandinistler, maden işçilerinin ve
Che'nin Bolivyası, "anti-emperyalist ilerici subaylar"ın de­
neyimleri -elbette Arjantin'de Peron, Guatemala'da Albay
Arbenz, Peru'da General Velazco Alvarado. Ona göre, "kü­
reselleşme"nin meşruluğunu oluşturan kıtalararası kıyasla­
ma terimleriyle yapılan kestirmelerin. doğru bir yanı vardır.
Bununla birlikte, soğuk savaşın üzerinden çok zaman
geçtikten sonra, tüm bu hortlakların yerine nöbeti (buna
karşı-dönem denebilir) , Venezuela'da Chavez; yerli toplu­
luklarla ittifak halindeki yetmiş Ekvatorlu albay; ve FARC
gerillalarındaki ve Meksika'daki Zapatistalardaki tarımsal
komünizm artığı devralacaktır. Ve gösteri Porto Alegre'de

2 Dolayısıyla, dünya savaşı sonrası Avrupa için "Marshall Planı gibi"dir.


1 72
devam etmektedir. imparatorluk analizi, uzun bellekli ana­
liz araçlarından yoksundur, sistem SSCB'nin çöküşünün re­
el sosyalizmin sonu olduğuna ikna olmuştur, oysa bunun
bir başlangıç olduğu da düşünülebilir.

Kore'nin, Çin'iıı ve dünyanın


birleştirilmesine yönelik evrimci ittifak

Perry, daha ilerde, "daha güçlü bir Japon-Amerikan ittifa­


kı" (a stronger US-japanese alliance) ve "Güney Kore ile itti­
fak"tan söz etmektedir. Japon-Amerikan ittifakının önemi,
diplomatik ve medyatik bir kampanyanın konusu oldu (Ni­
san 1996'da) . Çin, statü olarak, soğuk savaş anlamında de­
ğil, enlargement anlamında bir rakibe giderek daha çok yak­
laşmaktadır. lri bir lokmadır Çin. Askeri işlerde Devrim'in
geleceğe dönük sözdağarcığında rakip anlamına gelen peer
competitor kavramı, Avrupa'ya ya da Rusya'ya değil Çin'e
uygundur. Günün birinde Çin, Amerika Birleşik Devletle­
ri'nin "eşit düzeyde eşidi" kabul edilmeyi talep edebilir
(eğer dikkat edilmezse! ) .
Kore'nin rolü çok önemlidir. 1 995 yılında Rand Corpora­
tion'ın Koreli bir ekiple birlikte sürdürdüğü, Amerika Birle­
şik Devletleri ile (Güney) Kore arasındaki ilişkiler üzerine
geleceğe dönük ve önerici inceleme, "gelecek yüzyıl için
yeni bir ittifak" fikrine vardı.3 Bu incelemenin önemi, duru­
mun olası evrimine ilişkin senaryoların özlü bir analizden
sonra, iki ülkeye de yükümlülük getiren gerçek bir ittifakın
koşullarını ayrıntılı tarif etmesidir.
Bu gerçek ittifakın ortak hedefleri şunlardır: 1 ) Bir Kuzey

3 Jonathan D . Pollack, Young Koo Cha ve diğerleri, A New Alliance for the Next
Century, Tlıe Future of US-Karen Security Cooperation, National Defense Rese­
arch lnstitute, prepared for the Office of the Secretary of Defense, Rand Corpo-
·

ration, 1995.

1 73
Kore saldırısını caydırmak-bozguna uğratmak; 2) Barışçı bir
birleşme gerçekleştirmek; 3) Bölgesel güvenliği sağlamak.
Karsılıklı olarak beklenen yararlar: 1) Cost-effective bir
savunma sağlamak; 2) Birleşme yönetimini istikrara kavuş­
turmak; 3) Kuzeydoğu Asya'da güçler dengesini korumak;
4) Bölgesel peacekeeping'i (çatışmaların önlenmesi) yönet­
mek; 5) Ekonomik kalkınmayı sağlamak.
Temel hedefin -Kore'nin birleştirilmesi- dönemlendirilme­
s iyle birlikte benimsenen formülün de değiştiği özellikle
açıktır. Bu birleşme için üç evre öngörülmüştür: Birleşme
öncesi, birleşme dönemi, birleşme sonrası. Birleşmeden ön­
ce ittifakı yönlendiren şey tehdidin varlığıdır; birleşme sıra­
sında yönlendirici olan bütünleşme hedefidir; ve birleşme­
den sonra ise ittifak "kar geometrisi"ne tabidir. Birleşmenin
başarılı olduğu kendini gösterdikçe, Amerikan ittifakı gev­
şek bir hal alır ve zora dayalı savunmacı askeri ittifaktan
bölgesel enlargement çerçevesindeki güvenlik için partners­
hip'liğe geçilir. Böylece, birleşik Kore (Çin karşısında) , Do­
gu Avrupa ve Rusya karşısındaki birleşik Almanya'nın den­
gi olur Qaponya da Büyük Britanya'nın dengidir) .

Anthony Lake'in George Washington University'de


yaptığı 6 Mart 1 996 tarihli konuşma

Bu konuşmada,4 ulusal güvenlik işleri başkanlık danış­


manı ve Clinton'cu "doktriner"lerin en etkililerinden biri
olan Anthony Lake, sonuçta her şeyin iyi gittiğini düşün­
mektedir. Ama düşmanca tehlikeler vardır (bunların ille de

4 Anthony Lake, "Defining Missions, Setting Deadlines. Prepared Remarks of


Anthony Lake, Assistan to the President for National Security Affairs," Defense
Issues, c. 1 1 , no 14, George Washington University, Washington, 6 Mart 1996.
Savunma bakanı sekreteri Perry'nin raporunu sunmasından iki gün sonra yapı­
lan bu konuşma, Perry'nin daha fazla askeri nitelik taşıyan açıklamasının poli­
tik-stratejik sunumudur.

1 74
devletlerden kaynaklanması gerekmez, genel olarak devle­
tin işlevlerinin suça eğilim gösterecek şekilde ahlaki olarak
çürümesinden ya da liberal ideoloji açısından bakıldığında
zorba devletin militarist patolojisinden kaynaklanır) .
Bu tehlikelerin listesi şudur: 1 ) "Ortadoğu'da barışın düş­
manları" ; 2) etnik ve dinl şiddet şeklindeki eski tehditler;
3) Rogue s tates lerin (serseri devletler) saldırganlığı; 4) kitle
'

imha silahlarının yayılması; 5) terörizm; 6) örgütlü suç; 7)


uyuşturucu ticareti; 8) çevresel tahribat.
Bu "düşmanca tehlikeler" kategorileri, tanımlandığında,
somut içeriği tek tek şu "düşmanları" belirtebilir: 1) Likud
ve İsrail aşırı sağı, Hamas, Hizbullah, lran, Irak; 2) Tarihin
ve inançların ağırlığını harekete geçiren din adamları (Ku­
düs'te) ; 3) Libya, Iran, Irak ve Suriye (iyice araştırdıktan
sonra kabul etmek koşuluyla); 4) Füze ve nükleer teknoloji
satıcıları; 5) Barış düşmanları anlamına gelir; 6) Devleti tah­
rip eden mafyalar; 7) Silah satışlarını besleyen mafyalar, 8)
Ekoloji-karşıtı devletler ya da şirketler.
Bu tehlike unsurlarının üstesinden tek tek gelinebilir, der
Anthony Lake, ama "hep birlikte korkunç bir kaosa yol aç­
ma potansiyelleri vardır." Kaos sözcüğü telaffuz edildiğinde,
dünyanın kaotik maddesinin tartışma konusu edilmediği ve
imparatorluğun uğraşının tehlikeleri ortadan kaldırmak de­
ğil, tehlikelerin fikir ortaklığına girmelerini ya da koalisyon
oluşturmalarını engellemek olduğu açıkça görülür. Lake'in
söylevinde, yapı oluşturucu beş nokta görülebilir.
Birinci nokta: Ortadoğu'da barışa karşı durmaya çalışan,
"kendini beğenmiş", mafya tik, terörist, çoğalmacı, soykı­
rımcı, ekoloji-karşıtı bir ya da birkaç devletin, yenilmesi ge­
reken düşman bir kamp oluşturduğuna kuşku yoktur. Bu
manzara, özel koalisyonların ya da ittifakların kararlı ey­
lemleriyle engellenebilir ve kalıcı olar?k parçalanabilir.
Ikinci nokta: "Dünyadaki özel rolümüz, demokratik ulus-
1 75
lar topluluğunu korumak, genişletmek (enlarge) ve güçlen­
dirmektir." Bu amaçla "ortak ideal ve çıkarlarımızı" koru­
malı, genişletmeli ve güçlendirmeliyiz. Lake doktrininin en
sıradan noktası budur.
Üçüncü nokta: Amerikan gücüne ülke dışında başvurma
durumunda, Vietnam'da, Lübnan'da ya da Somali'de yaşa­
nanları tekrarlamamak (ne yapacağını bilmeden oraya git­
memek) gerekir. "Körfez Savaşı'nda, Haiti'de, Bosna'da ol­
duğu gibi" izlenen hedeften emin olmak gerekir. Eski ve
yakın dönemdeki krizler, demek ki, önlemeye yönelik doğ­
ru doktrin üretiminin kaynağıdır.
Dördüncü nokta: Eğer dışarıya kuvvet yollanırsa, bölgede
asla uzun süre kalınmamalı, saptanmış bir süre sonunda
oradan ayrılınmahdır (exit strategy), çünkü, tersi durumda,
"işgalci" diye nitelenerek kötü görülme, ya da bölgede yö­
netimin "kukla yönetim" olarak görülmesine yol açarak
meşruluğuna zarar verme riski görülür.
Beşinci olarak: " [Başka topraklarda] daha uzun süre kala­
rak başka uluslar inşa edebileceğimize inanmak tehlikeli
bir 'hybris'tir,"5 sonucuna varır Anthony Lake. Barış sorum­
luluğu koşullarını yaratmak ve barışın devamını sağlama
görevini yerel aktörlere bırakmak gerekir. Bu noktada "So­
mali dersi" vardır; ve Amerika Birleşik Devletleri'nin IFOR
biçimi altında Bosna'da başlangıçtaki kalışını resmi olarak
bir yılla sınırlamasını açıklar.
Demek ki, Anthony Lake'e göre, imparatorluğa özgü stra­
tejik buyruk olan "böl ve yönet", günümüzde halklara ya
da krallıklara değil, devlet aygıtlarının koruması altındaki
-ya da bu aygıtların içindeki- ittifak olarak kısmen ya da ta­
mamen birleşmelerini engellemek gereken, daha ele avuca

5 Hybıis: Çok güçlü olduğuna inanan insanı ele geçirmiş olan gururu belirten
Eski Yunanca bir sözcük. Bu kişi tannların kıskançlığına yol açar ve tanrılar da
onu mahvetmek için işbirliğine girerler.

1 76
sığmaz varlıklara ya da iktidarlara (mafyatik, dini, zorba,
terörist. . . ) uygulanabilir gözükmektedir. "Devletaşırı işlev­
sel ittifaklar" olarak nitelendirilmesi gereken ve egemenler
arası anlaşmalarda değil, parsellere ayrılmış teknik sözleş­
melerde ifade bulan ittifaklara liderin patronluk yapma zo­
runluluğu buradan kaynaklanır (örnekler: ortak askeri tat­
bikat, hava sahasının kullanımı ve Fırat suyu konusunda
lsrail-Türk teknik sözleşmesi; Kudüs'teki kutsal yerlerle il­
gili lsrail-Ürdün sözleşmesi) .
Lake'in ikinci ve dördüncü noktaları çelişik gözükmekte­
dir: Hem demokrasi topluluğunu genişletmeyi istemek,
hem de demokratik devletlerin kurulması için gerekli des­
teği reddetmez birbiriyle bağdaşmaz (bu konuda Ameri­
ka'nın gerçek başarıları, uzun sürmüş -hala süren- bir işga­
lin meyvesi olan Japonya ve Almanya olduğundan, [bu iki
önerme birbiriyle] hiç bağdaşmaz) . Ama bu fazlasıyla Kar­
tezyen, yani çok mantıklı ve yeterince diyalektik olmayan
bir bakıştır. Savunma bakanlığı sekreteri Perry'nin (yine
Mart 1996'da) önerdiği daha somut analizde gördük ki, bu
çatışkının çözümü, enlargement'ı arkaik (diplomatik, sö­
mürgeci ya da fetihçi) tarzda politik olarak kurmayı değil,
yerel dinamiği içinde ona eşlik etmeyi amaçlayan yeni tür
bir ittifakta ya da değişken geometrili ve değişken zaman­
sallığa sahip koalisyonda yatmaktadır.

Ittifaklann dönüşümünde iki kiplik:


Yeniden birleşme ve genişleme

Amerika, ufuk ta saptanan potansiyel bir düşman ( Çin,


Rusya, Sırbistan, Irak ve Iran, Suriye, Küba) kaldığı sürece
ittifaklardan söz etmeye ve hatta kısmen geleneksel ikiyanlı
ittifakları yeniden kurmaya aslında 1996'dan sonra da de­
vam etmektedir. Bu "düşman" ne kadar dirençliyse, gele-
1 77
neksel ittifak tarifi ı ı c o ölçüde yakın durmaktadır; küresel­
leşmenin içine gırilmiş olmasına bağlı olarak da yeni karak­
terde ittifaklara yakın olmaktadır.
Pazar ekonomisi içinde bölünmüş bir ulusun "yeniden
birleştirilmesi", enlargement'in olası yerel politik-ulusal bi­
çimlerinden biridir ve bu "birleşme" ancak demokratik eko­
nomik devamlılığıyla değer kazanır: Kore'nin birleştirilmesi­
nin ardından Çin'in birleştirilmesi gelmelidir; Almanya'nın
birleştirilmesinin ardından pazar-demokrasisinin içine Mit­
teleuropas hatta Rusya çekilmelidir; Hırvat-Bosna'nın bir­
leştirilmesinin ardından üniter Bosna'nın bi rleştirilmesi
(eğer mümkünse) , hatta Karadağ'ın emilmesi (bu, Illyri­
cum'daki Romen bölgesinin birleştirilmesidir; Sırbistan
Pannonie'de kalır) gelmelidir.
İsrail-Filistin birleştirilmesinin (elbette bugün değil, ileri­
de; ama çok uzak da değil) kendi senaryosu vardı. Bu bir­
leştirme, çevre konusunda İsrail-Arap ve Arap-Türk ilişki­
lerinin normalleşmesi ve Mısır ve Ürdün'ün süreci ateşle­
mesiyle başlayacaktı; bu bölgede, İsrail modernitesi etrafın­
da birlik, büyük bir bölgesel pazar içinde politik varlıkların
konfederasyonu olarak kalacaktır.
İttifak, koalisyon, hatta basit olarak savaşmama hali ya da
barış, 1 995 sonrası uygulanan Amerikan jeopolitik düşün­
cesi açısından savunmacı politik-asker! betimlemeler değil,
saldırgan politik-ekonomik betimlemelerdir: Önemli olan
şey, ulusaşırılaşmış işlevsel süreçler aracılığıyla enlargement
sürecidir. Anlaşmalar sayesinde bazı devletlerin bazı işlevle­
rine enlargement içinde bölgesel roller verilecektir; ve bu
anlaşmalar, geleneksel ittifaklardan daha önemlidir (örnek­
ler: Türkiye'nin "askeri sanayi" ve "sulama hakimiyeti" işle­
vi, İsrail'in teknik-asker! ve ekonomik işlevi, Suudi hane­
danlığının işe yaramadığı durumda Ürdün Haşimi hane­
danlığının meşrulaştırıcı politik-din! işlevi, vs. ) .
1 78
Enlargement, yeni ittifakın doğasının, birleştirici devlete
askeri destekten yeniden birleşmiş devlete politik desteğe
(dayanıksız demokrasi) kadar değişebildiği bir süreçti; ni­
hayet, zaferden sonra, normal bir ekonomik ilişkiye varılır
ve müttefik, bundan böyle, devam eden bölgesel enlarge­
ment sisteminin bir partneri halini alır: Kore de Bosna da bu
"yem" rolünü oynayacak durumdadır.
Bu kategoriler Ortadoğu'ya yansıtıldığında, sonunda ls­
rail'e varırız; hala dinamik olsa da iyice güçleşmiş bu rolüy­
le birlikte , sonunda barışa varıldığını varsayar ve Manda
Filistin'in yeniden birleştirilmesiyle kendini tam olarak gö­
revli görmez. Sınır-aşın ve hükümranlık-aşırı işlevsel anlaş­
maların birbirine karıştığı bölge, enlargement'in gerçek biri­
mi, politik-ekonomik modülü olur; bunun belki de her
şeyden önce, kuralsızlaşma yoluyla pazarların asalakça var­
lığına yatkın bir sistem olduğu akılda tutulur, ama bu özel­
likle bir savaş değildir. (Bu arada belirtelim: Clinton döne­
minin bu jeopolitik hayaline geri dönmek bugün çok ge­
reklidir; bu hayalin gerçekdışılığına kesin övgüler yağdır­
mak için değil, Rabin'in öldürülmesinden sonra lsrail'de
iktidara yükselmiş başka ortaklarla birlikte, tüm bu hayal­
leri yok eden bir ekibin Amerika Birleşik Devletleri'nde ik­
tidara gelişinin temsil ettiği nispeten daha kötü felaketi an­
lamak için gereklidir bu. )
NATO tipi istisnai, kolektif ittifak, bundan böyle, ister
bölgesel olsun ister dünya çapında, küresel ekonomik sal­
dırı stratejisinin müttefiki olarak topyekun hizmet etmesi
gereken Avrupa'yı denetlemeye yaramaktadır: NATO saye­
sinde Rusya'nın Avrupa'ya yeniden dahil edilmesi, lttifak'ı
yeni bir sisteme dönüştürür. 1995-1996'ya doğru, NATO
aslında, Amerikan liderliği altında her koalisyona ad hoc
döl yatağı olarak hizmet edebilen bir genelkurmaya sahip
"hizmet topluluğu"na dönüştü.
1 79
Buna paralel olarak, bir dış müdahale örgütlenmesinin
devletlerarası bir ittifaka, yani bir dış koalisyona dayanma­
sından çok ABD içinde bir politik koalisyonun varlığı Ame­
rika Birleşik Devletleri için, ad hac, daha elzemdir. Her mü­
dahale sırasında iç ittifak, öncelikle, operasyon başlangıcı­
nın etnik-medyatik sorunları etrafında, sonra savaşa "katı­
lım yöntemleri"nin ve nihayet de müdahaleden çıkış ve
sonlandırılması stratejilerinin (exit strategy, war terminati-
011) sorunları etrafındaki kamuoyu araştırmaları ve seçim­
lerle kısa sürede oluşturulur. Bu kısıtlamaların hiçbiri açık­
ça uzun vadeyi hedeflemez, başkanlık seçimlerinin dörder
yıllık sürelerde yapılıyor olması bunu yasaklar. Bu kısıtla­
malar uzun vadeyi ortadan haldınnak için yapılmış olsa da,
halkın olumlu ve olumsuz kimi hatıralarına tabidir.
NATO içerik değiştirmiştir, ama adının varlığını sürdür­
mesi çok önemlidir, çünkü, bir etiket olarak, uzun vadede
halkın katılımını sağlamaktadır. Tersine, dış askeri çarpış­
malara destek vermeye yönelik hassas iç ittifaklar, Körfez
Savaşı ile Afganistan Savaşı arasında, henüz yok olmamış
olan "Vietnam sendromu"na bağlı kaldılar. Bu sendrom, in­
san yaşamı bakımından bedeli ağır ve uzun süreli her sefere
ve toprakların uzun süreli işgaline dayalı her program ve
politikaya karşı durur.

Vietnam sendromu, devam ve son


"Vietnam savaşı" kuşağı (Clinton da buna dahildir) hala
iş başındadır. Vietnamlılar asla Amerika'da terörist saldırıla­
ra başvurmadılar. Ama Amerikan kayıpları ağır oldu. Asla
tam olarak savunmaya yönelik olmayan seferler halktan
pek az destek görür. Körfez Savaşı, pratikte "sıfır ölü"yle
(kayıpsız) yaşanmış olsa da, Amerika'nın Lübnan'daki
( 1 983) ve Somali'deki ( 1 993) kayıpları Vietnam sendromu-
ı so
nu canlandırmıştı. Devletlerle yaptığı ittifakları esnekleştir­
meye çalışan bir dünya gücü için can sıkıcı bir doktrinin,
"sıfır ölü" savaş doktrininin temelinde bu sendrom yatmak­
tadır. Bununla birlikte, bizim Avrupa'daki sömürge savaşla­
rımızın anısından daha etkili olan Amerika'daki savaş-kar­
şıtı hareketlerin anısı bile, "tehlikeliler" listesinden kaynak­
lanan saldırılara karşı savunmanın meşruiyetiyle karışabilir.
Oysa, enlargement'in saldırgan ekonomik sistemi, henüz
pek bilinmeyen bir Bin Ladin şebekesinin himayesi altında
o dönemde başlayan Afrika'daki Amerikan büyükelçilikleri­
ne yönelik terörist saldırılarla birlikte askeri alanda da sa­
vunmaya yönelik olarak kendini göstermeye başlar.
"Sıfır ölü" savaşı, elbette, askerlerden çok politikacıların
gizil bir doktrini olmuştur. Ama, Sırp düşmanı bulunduğu
alandan az da olsa çıkarmamak ve hedefe yönelik yüksek ir­
tifalı hava saldırısı durumunda bu düşmanın daha fazla yara
almasını sağlamak için bulunduğu bölgede yoğunlaşmasını
sağlamak amacıyla UCK'nın desteklenmesi -ta ki Kosova Sa­
vaşı'na kadar- bu doktrin sayesindedir. Böylece, ABD doğru­
dan kayıp verme riskinden kurtulmuş oluyordu; GI'leri ar­
kaik görevlere gönderme zorunluluğu, Töffler'in deyişiyle
"neolitik" ya da "endüstriyel" kayıplara maruz kalarak Bal­
kan topraklarında güç bela ilerleme zorunluluğu ortadan
kalkıyordu. Tüm bunlar, imparatorluk askerini seferber ede­
cek tek şey olan elektronik devrimin bu yüksek evresine ya­
kışmıyordu. (Bosna'da güç birliğine gitmiş Müslümanlar ve
Hırvatlar, kuşkusuz ayakta kalma mücadelesi verdiler; ama
Amerikan bakış açısından bakıldığında, Amerika Birleşik
Devletleri'nin karada savaşma zorunluluğunu ortadan kaldı­
rarak, üçüncü dönem imparatorluğunun tarım ve sanayi
alanındaki yardımcısı görevini yerine getiriyorlardı.)
Ama UCK bu görevi önleyici bir katkıyla yerine getirebi­
lecek kadar erkenden operasyona uygun bir hale gelemedi.
1 81
Amerika'nın "havadan müdahale" doktrini, NATO'ya çok
başka bir şey önermiş olan Fransızlara ve Britanyalılara da­
yatıldı. Sırpları Kosova'daki Arnavutların tümüne etnik te­
mizlik uygulamaktan caydırmak amacıyla, Amerika Birleşik
Devletleri'nin emriyle onları yalnızca cezalandırma imkanı­
na sahip olmaktansa Fransızlar ve Britanyalılar birkaç kişiyi
riske atmayı tercih ederlerdi. Tüm sivil halkı zorunlu göç­
ten ve katliamdan kurtaran bu insanlar, Avrupa kamuoyu­
nun gözünde askeri açıdan da, ahlakı ya da politik açıdan
da asla bir hiç için ölmüş olmayacaklardı. Travmatik fela­
ketleri önlemek, yalnızca ıstırapları değil, aynı zamanda ge­
lecekteki kaosları da önlemek anlamına gelir.
200 1 yılındaki Afganistan savaşının hedeflerinden biri
kuşkusuz budur. Günümüz Amerikan halkındaki Vietnam
sendromunu tamamen ortadan kaldırmak yerine, cezalandı­
rıcı, "haklı" ve risksiz bir savaş öne çıkarılmıştır. Kimsenin
yaşamını çeltik tarlalarında riske atmadığı, aşağı inme zah­
metine katlanmadan uzaktan ve yukarıdan öldürmenin
mümkün olduğu, diğer yandan da 1 1 Eylül ölülerinin inti­
kamını alma görevini kendinde haklı olarak bulan bir sa­
vaş. Ama bu operasyon da bir cezalandırma eylemidir, önle­
yici eylem değil.
Çünkü, "düşman"ı oluşturan şey tanımlı bir rakip değil
de, bir mücadele biçimi (terörizm) olarak belirlendiğinde,
bu tavır Clinton'cu dönüşümün meyvesi olamaz (gördüğü­
müz gibi Clintoncu dönüşüm, çoğalmaları operasyonlarla
engellenebilecek tehlike türlerini yalnızca düşman olarak
saptar) . Pek az zaman geçmiş olmasına rağmen, Yugoslavya
savaşlarında Amerika Birleşik Devletleri'nin müdahalelerinin
etrafındaki manevraların, Bosna'yı parçalamak için Sırpların
ve Hırvatların anlaşmasını engellemeyi ve Milosevic Sırbista­
nı'na karşı oluşturulan Avrupa ittifakını Sırplarla Rusların
sabote etmesini engellemeyi başardıkları yine de kabul edile-
1 82
bilir. Clinton döneminin "diplomatik" ruhundan geri kalan
şey, Bush'un devlet sekreteri Colin Powell'da somutlaşır, ama
bu ruh baskın askerI çizgi karşısında ikincil kalır.
Asker! çizgi, elbette nihai bir dönüşümü temsil etmekte­
dir: Başkan Bush'un şiddetin bir biçimini, yani terörizmi
küresel "düşman" olarak nitelendirmesi, cezalandırıcı aske­
ri-polisiye strateji dışındaki herhangi bir önleyici politik ve
askerI stratejiye imkan tanımaz. ittifakları cezalandırmaya
yönelten bu geçiş, yalnızca asker! olandan polisiye olana
basit bir geçiş olarak değil, stratejik anlamda küreselleşme­
ye özgü militarizasyon olarak kabul edilmelidir.

İmparatorluğun militarizasyonu

Politikanın militarizasyonunda her zaman özerk bir etken


vardır: Bu, askerlerin uyum sağlamak ve karşı koymak için
çabalamaları gereken sivillerin tutarsız kararlarının askerI
bir tutarlılıkla yönetilmesinin normal işleyişidir. Enlarge­
ment bakış açısı, savaşlarda artışı içermiyor olsa da, yeni im­
kanların yönetimi ve dönüşüm bilinci, askerlerin yeni varsa­
yımsal operasyonları yönetme yeteneğini genişletti. "Asker!
işlerde Devrim" şeklindeki dönüşüme davet edilen ve pazar
ekonomisinin "genişleme" programıyla karşı karşıya kalan
Amerikan askerI aygıtı, ekonominin saldırgan şemasına uy­
gun, yeni saldırgan askerI strateji imkanları yarattı.
Operasyonel kapasitelerin niteliğine bağlı olarak, bu di­
namik asker! ölçütlerin ekonomik ölçütler üzerinde yeni
bir etki yaratmasına yol açabilir ya da açmayabilir. Bu du­
rum politikaya bağlıdır. Amerikan askerlerinin saldırı kapa­
siteleri yenilenirken, militarist ve tutucu sağın yükselmesi
de muhtemeldir. Ve, Bush jr. ile birlikte sağcı cumhuriyet­
çiler iktidarı aldıklarında ekonomik strateji kadar saldırgan
asker! bir stratej i için gereken güçler de hazırdı. Güçleri
1 83
yansıtma kapasiteleri, genişlemenin meydana geleceği böl­
geleri savunmanın ya da caydırıcılığın hizmetine konulabi­
lirdi. Ama Eylül 200l'de Bin Ladin'in saldırısının ardından,
bunun yerine, saldırgan güç kullanımı öne çıkacaktır.
Elektronik devriminin askeri sistemlere (ve modernizas­
yon yönetimini denetlemek için uygulamaya konmuş tüm
denetim aygıtına ve geleceğe dönük denetim aygıtına) uy­
gulanmasından kaynaklanan yeni operasyonel kapasitelerin
yer değiştirmesi gibi, dönüşüm de ağır ağır olur.
1 994, "RMA" tarzının doğuşuydu. 1995 yılında, US Joint
Chiefs of Staff (Amerika Birleşik Devletleri genel kurmay
başkanlığı) başkan yardımcısı Amiral William Owens, en­
formasyon hakimiyetine baglı çeşitli işlevler arasındaki ko­
ordinasyonun örgütlenmesini RMA'nın alt-ürünü olarak ta­
rif etti. Üç etkinliği bir araya getiren bir "sistemler siste­
mi"ydi bu: 1) Bilgi edinme, gözetleme ve keşif (ISR) ; 2) en
üst noktada "komuta, kontrol, iletişim, bilgisayarlaşma ve
bilgi edinme" ( Command Control Communication Com­
putation lntelligence, C4I) ; 3) Kesin biçimde yönlendirilen
levazım (PGM) . Bu perspektif içerisinde, SSCB'nin çöküşü­
ne ve lrak'ın ezilmesine rağmen, Amerikan gücü silahlan­
ma ve profesyonellik bakımından yenilenmek zorundadır;
ama bu kez düşmanın değil enformasyonel devrimin itili­
miyle bunu yapmalıdır.
Amerikan askeri bütçeleri, asker sayısıyla birlikte önce­
likle azalmakla başlar. Ama niteliksel değişimler daha an­
lamlıdır: Savunma konusunda düşünce, öngörü ve sentez­
lerin üretildiği yerler çoğalmaktadır. 1 9 95'ten 1997'ye ka­
dar, kullanılan araçların durumunu değerlendiren ya da ge­
leceklerine ve stratejiye uygunluklarına ilişkin öngörüde
bulunan bir dizi organın ortaya çıktığı görülür; bunlar im­
paratorluğun yeni stratejik düşüncesinin sürekli yaratıldığı
araçlardır. Ve, 15 Ocak l 995'te kara kuvvetlerinin yayımla-
1 84
<lığı Force XXI adlı bir belge, US Army'nin kuvvet ve yapıla­
rını yeniden biçimlendirmeye yönelik entelektüel ve deney­
sel bir yöntem önerir: Amerikan ordusuna mutlak anlamda
operasyonel ve stratejik üstünlük sağlayacak teknolojik mi­
ni-devrimleri, ortaya çıktıkları ölçüde, özellikle enformas­
yon sistemleri etrafında entegre etmek, değerlendirmek ve
geliştirmek.
Entelektüel olarak l990- 1 99l'de başlayan süreç, böylece,
1 994 yılında simülasyon yöntem ve aygıtlarına sahip oldu.
Force XXI belgesinin yayımlanmasının ardından, 1 997 yı­
lında bir Task Force Advanced Warfighting Experiment'in
(Savaş Birlikleri lçin Yenilikçi Çatışma Denemeleri) uygu­
lanmaya konmasıyla süreç devam etti ve 2000 yılında Total
Army Force'un kurulmasıyla sürecin tamamlanması gereki­
yordu.
Başka ordular tarafından da benzer belgeler hazırlandı:
US Air Force için Global Reach, Global Power (Dünya Ça­
pında Erişim, Dünya Çapında lktidar) ; Donanma için For­
ward, from the Sea (Denizden Başlayarak lleri! ) ; deniz piya­
deleri için Operational Maneuver from the Sea (Denizden
Başlayarak Operasyonel Manevra). Saldırgan, alev alev bir
başlığı seçmemiş olanların yalnızca gerçekten nazik ve teh­
likeli bir konumda bulunan deniz piyadeleri olduğunu ant­
ropologlar saptayacaktır.
1996 ilkbaharında, silahlı kuvvetler arası genel kurmay
başkanı Qoint Chiefs of Staff chairman'i) General Shalikash­
vili'nin hazırladığı ]oint Vision 201 0 adlı belge, gelecek on
beş yıl içinde dört ordunun ve Pentagon'un nasıl bir evrim
geçirmesi gerektiğini öngörmektedir. Aslında General Shali­
kashvili'nin yaptığı, yukarıda belirtilen dört ordunun belge­
lerini koordine etmek ve yeniden değerlendirmektir; böyle­
ce, her ordu için iyileştirilmiş yeni gelecek öngörüleri ve
öğütler ileri sürmektedir. 1 996 Aralık ayında, Kongre'nin ta-
185
lehi üzerine, dört yıllık bir değerlendirme ve gözden geçir­
me süreci başlatıldı: Quadriennal Defense Review (QDR).
Son olarak, 1997 başında, bağımsız uzmanlardan oluşan bir
komisyon QDR'nin çalışmaları hakkında eleştirel görüş be­
lirtmeleri amacıyla Kongre'nin inisiyatifiyle kuruldu.
RMA ve eleştirisi etrafındaki tartışmanın teşvik ettiği atı­
lım içinde, -ve kuşkusuz Bosna Savaşı'na müdahalenin kar­
maşık deneyimiyle birlikte- informatik ve enformasyon ala­
nındaki tüm yeniliklerin dört orduya da uygulanmasına da­
yalı karmaşık bir sistem yaratıldı, bu sinerji yetkinlik siste­
mi, ordulararası gelecek öngörüsünü ve yeniliği amaçlıyor­
du. Ufku 2000 yılı olan bu sistem, 1995'ten itibaren, yani
beş yıl içinde nitelik ve nicelik olarak mutlak askeri üstün­
lüğün peşindeydi açıkça.

Deneysel koalisyon ve geleneksel ittifak

1995-1 996 yılında Avrupa ile Amerika Birleşik Devletleri


arasındaki esas koalisyon Bosna etrafında oluşmuştu. Ama
geleneksel ittifak bölgelerindeki esas Amerikan çıkarı her
zaman için Maşrek, daha doğrusu Orta Asya'ya eklenen Bü­
yük Ortadoğu'ydu. Dolayısıyla Balkanlar'da ve Arap dünya­
sında Avrupa'yla yakın ittifaklarının tanımlanması sorunu,
Amerika Birleşik Devletleri açısından önemle aydınlanması
gereken bir sorundur: Müttefik olmak için, hatta yalnızca
koalisyon yapmak için bile en azından iki taraf olması gere­
kir. Ve Avrupa için ise sorun, Amerika Birleşik Devletle­
ri'nin politik ittifak konusunu hala stratejik olarak düşü­
nüp düşünmediğini bilmektir.
Fransa, kendi açısından, "ittifak"ı düşünmekte ısrarlıdır
(bu fırtınalı bir ittifak bile olabilir) : Balkanlar'a kuvvet gön­
dermeyi sürdüren, güneyde Araplarla yeniden ittifak kur­
maya çalışan, reformdan geçirilmiş NATO'ya az da olsa ye-
1 86
niden entegre olan Fransa ittifak kavramını korumakta,
hatta bu kavramı her an yeniden inşa etmeye çalışmaktadır.
Ama Balkanlar karmaşık bir alandır; burada, Amerika Birle­
şik Devletleri genel dünya temsilini ampirik olarak -gerek­
tiğinde düzeltmek için- sınava tabi tutmaktadır (Bosna, bu
açıdan, gelecek için önemli bir deneyin yapıldığı, burada
önemli maddi çıkarları olmayan Amerika Birleşik Devletleri
için pek riskli olmayan bir tür deneykabı oldu). Balkanlar,
Maşrek gibi, gerçekten de Balkanlaştırılmış-Lübnanlaştırıl­
mış bir alan oluşturur, geleneksel imparatorlukların ulus­
devletlere parçalanmasının ürünüdür. Bu ulus-devletler de
aşağı ölçekteki etnik-dilsel-dinsel parçalara bölünebilmek­
tedir. Bu parçalar devletin krizi durumunda meşru şiddet
iktidarı ölçeği olarak, yani potansiyel devletler olarak ken­
dilerini öne sürmeye çalışmaktadırlar.
Bu bağlamda, düzensizliği yönetmek amacıyla az çok tür­
deş güçler arasında kalıcı bir ittifak nosyonu artık Amerika
Birleşik Devletleri için pek bir önem taşımamaktadır; çünkü
bu yönetimi tek başına sağlayabildiği kanısındadır. Gerçek­
ten de, pazar ekonomisinin yaygınlaşması yoluyla evrensel
bir (Amerikan) imparatorluğunun oluşumunun, geleneksel
devletlerin düzenleyici ayrıcalıklarının imhası yoluyla Bal­
kanlaştırma-Lübnanlaştırmaları kışkırttığı, ama aynı zaman­
da, tersine, henüz sonuçlanmamış olan ve ekonomik "küre­
selleşme"nin yönlendirdiği bir Balkanlaşmama biçimini, ka­
os-dünyasının yeniden birleşmesi biçimini de sunduğu kabul
edilmektedir. Pazar ekonomisinin yaygınlaşması, hem kendi
içinde bir amaç olarak, hem de demokrasinin bir koşulu
olarak görülmektedir, aı:na buna karşılık, demokrasinin yay­
gınlaşması da hem kendi içinde bir amaç olarak hem de pa­
zar ekonomisinin bir koşulu olarak kabul edilmektedir.
Parçalanmış ve/veya parçalanma yolundaki bir uzamda
(Balkanlar ya da Maşrek gibi) Amerika Birleşik Devletle-
1 87
ri'nin birleştirici müdahalesi, demek ki, teoride, Balkanlaş­
tırıcı müdahale kadar temel önem taşımaktadır. Birleştirici
askeri müdahale , bu durumda, D ünya Bankası'nın ve
IMF'nin buyruklarını kabul eden, biçimsel egemenliklerin
un ufak olmasını ekonomik yoğunlaşmalarla ödünleyen,
egemen olarak değil demokrasi olarak işlemesi gereken,
egemen olmayan bileşik ekonomik uzamların yaratılmasını
önermektedir. Demokrasi (good governance) artık yalnızca
belediyelere özgü bir nitelik halini alır. Ve, Roma lmpara­
torluğu'nunkiyle tamamen kıyaslanabilir bu imparatorluk
projesinin ittifaka hiç ihtiyacı yoktur.

Böl ve yönet: Latin Amerika


ve Balkanlar-Kafkasya-Orta Asya klavyeleri

Amerika Birleşik Devletleri'ndeki politik malzemeyi koşul­


landırmaya yönelik somut deneyim, mikro-devletler için
Orta Amerika ve Karaipler'deki, daha büyük devletler için
de Latin Amerika'daki uzun deneyimlerinden kaynağını
alır. Ekonominin ve politikanın krizde olduğu ve paramili­
ter şiddetlerin patlak verebileceği karmaşık paylaşım bölge­
leri olarak Latin Amerika, ulusaşırı ve uluslararası nüfuz
oyunları için klavye, klavsen ya da büyük bir org olma şek­
lindeki bahtsız rolünü ve imparatorluğun kriz denetim
doktrinleri için deneme tahtası rolünü oynar.
Karaip bölgesinde her dönem patlak veren bir ya da bir­
kaç kriz, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ekoller için ör­
nek vaka oluşturur: Nükleer çiftkutupluluk döneminde
Küba 1 962; soğuk savaş ile mafya oyunları dönemi arasın­
da Panama, Nikaragua, Salvador'da oligarşik geçiş; ulusaşm
pazar ekonomilerine kabul edilmede başarısız kalmış ta­
rımsal endüstriye dayalı ulusal devrimler yürüten, mafyava­
ri geçişler için Kolombiya ve Meksika.
188
Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ise, kuvvet oyunlarına tes­
lim olmuş, bölünmüş tampon bölgelerinden oluşan bir be­
zek olarak Karaip ve And klavyesine eklenir. Balkanlar bu
rolü ilk kez oynuyor değildir. Amerika Birleşik Devletleri,
Avrupalıların (Ruslar ve İngilizler de dahil) çeşitli defalar
yenildikleri (Balkan savaşları, Birinci Dünya Savaşı, lkinci
Dünya Savaşı, Kafkasya savaşları, Afganistan savaşları) yer­
de başarılı olmak istemektedir. Ama fetihçi politik hedefler
peşinde değildir. Hedef, yalnızca bir araç olan politik dene­
tim değil, doğrudan doğruya pazar tahakkümüdür. Bir dev­
letin [ekonomik anlamda] tümüyle düzensizliği, demek ki,
Amerika Birleşik Devletleri'nin egemenliği için bir felaket
değil, muhtemelen neo-liberalizme doğru zorunlu bir geçiş­
tir. 200 1 yılında Arjantin'in mali olarak kendi kendini imha
etmesi, gerçekten yeni ve modern olan bu kriz, arzu edil­
miş bir şey değildi ve teorik bir boşluğa düşüştür. Arjantin'i
düşerken yakalamak zorunlu olacaktır. Kısmen rastlantısal
felaket hemen hemen her yeri tehdit etmektedir.

Amerilıan makro-stratejik dönüşümü içinde


Balkanlaşnuş klavyelerin rolü

Kaos imparatorluğunda felaketlere ya da başarılara yönel­


ten şey, Balkanlaşmış klavyeler üzerindeki oyunun sınırlı,
miyop ve presbit erekliliğidir. Savunma bakanlığı sekreterle­
rinin doktriner açıklamalarında "kriz" ve "istikrarsızlik" sta­
tüsü ve betimlenişi birkaç yıldan beri derinden değişmiştir.
Hudso n l n s t i t u te'ün başındaki G eneral Wiliam E .
Odom'un 1997 yazında yayımlanan bir makalesinde fark
ettiği şey budur. Ona göre, savunma bakanlığı sekreteri
Perry, nükleer çiftkutupluluk döneminin sonunda, esnek
mukabele stratejisinin hayall dünyasına hala bağlıydı. "Kla­
sik savaş" katmanı burada nükleer kıyamete götüren bir ev-
1 89
re olarak anlaşıldığından, gerçekten operasyonel bir evreyi
düşünmek mümkün olamıyordu. Yerel bir kriz, soyut cay­
dırıcılık uzanımda yayılan, hiyerarşik "üç etkinlik düzeyi"
içinde yer alıyordu. Üç terimli tırmanan ifade buradan kay­
naklanır: 1 ) Tehditleri öngörmek; 2) Ortaya çıkan tehditleri
caydırmak; 3) Çatışma biçiminde patlak veren tehditleri
güç yoluyla yenmek.
lyi kullanıldığında bu üç terim, krizlerin bu çatışmalara
doğru evrilmesini önlemeye yarardı ve savunma bakanlığı
sekreteri savaşlar konusunda çok açık seçik değildi. "Teh­
ditleri yenmek" deyimi yoruma açıktır: Bir düşmanın yenil­
diği ya da bir tehdidin etkisiz kılındığı Fransızca'da bu tu­
tarsız bir deyimdir, ama İngilizce'den çok Amerikanca ,
mantıksal bakımdan karma durumları çağrıştıran deyimler
yaratmaya imkan tanır. Deyim, hem iç hem de dış tehditte
somutlaşan küresel bir dış düşmanı ima etmektedir. Yine,
Perry'yle birlikte, yerel tehditler üzerindeki zaferin impara­
torlukların küresel düzeydeki üstünlüğüyle çözüme bağlan­
dığı varsayılabilir.
O dönemden beri, savunma bakanlığı sekreteri Cohen
egemen betimi değiştirdi ve temel önemde bölgeler saptaya­
rak bunların her biri için görev tarifi yaptı. lran, Irak ve Ko­
re "orta düzeyde savaş tehditleri" olarak kalıyordu. Bu yine
de, çiftkutupluluğun sonunun sistem açısından bir sonucu
olan, kozların çatıştığı uzamı,n farksızlaşmasına doğru bir
kaymanın başlangıcıydı: Dünya çapındaki kozlar küreselli­
ğe bağlı olduğu ölçüde, tehdit de biçimsiz ve/veya yerel bir
hal alıyordu. Bundan böyle, görevlerin bölgeselleştirilmesi ,
büyük strateji betimlerindense lojistik bir zorlamadan kay­
naklanabilir ancak.
1997 yazı ve sonbaharı boyunca bol bol başvurulan yeni
slogan şuydu: "istikrarsızlık düşmandır! " Savunma bakanlığı
sekreteri Perry'nin "tehdit" deyimi kadar tuhaf bir deyim!
1 90
NATO'nun genişlemesi ve yeni Güney'in istikrarsızlığı

Genel olarak, sonuca bağlamak için, tasım olarak formü­


le ettiğimiz iki varsayımı daima korumamız ·gerekir:
1) imparatorluk açısından, Amerika'nm büyük bir çıkan
olmadıkça hiçbir yerel ittifaka girilmemelidir. Amerika'nm
büyük çıkarları da küresel, yani ulus-aşındır. Dolayısıyla,
uluslararası ittifak diye bir şey artık yoktur;
2) Balkanlaştmlmış-Lübnanlaştmlmış alanlarda, Ameri­
ka'nm büyük ekonomik çıkarları, bölgedeki ulus-devletle­
rin çıkarlarının üstünde bir örgütlenme düzeyinde yer alır.
Balkanlaşma ise, alt düzeydeki ulus-devletler ölçeğinin gü­
venlik çıkarlarının ifade edilmesini ve bastırılmasını teşvik
eder. Dolayısıyla, bu düzeyde, imparatorluğun tek gerçek
politik teması, kimlik taleplerinin askeri olarak bastırılması
düzeyinde yer alır.
Örnek durum: Türk etken Makedonya'da Sinkiang'a ka­
dar baskındır; Dicle ve Fırat'ın suyu dolayısıyla Irak ve Su­
riye üzerinde baskındır. Yine de, Türklerle ittifak, Türk
ulus-devletiyle, diliyle, Müslümanlığıyla ve suyuyla bir itti­
fak değildir; tek organik ittifak yeri, ordudur.
İmparatorluk, küresel imparatorluk dışında bir örgütlen­
me düzeyini başaramaz. Demek ki, Amerikan birlikleri [ya­
bancı topraklarda] kalmaya uygun değildir. Balkanlar'da,
sağda solda , oldukça konforlu Roma kampları kurulduğu
görülse bile, Amerikan birliklerinin konaklaması her za­
man için sınırlı bir süre olarak düşünülmüştür. Yeniden in­
şayı sağlayacak olanlar onlar değildir. Bugeaud'ya evet, Lya­
utey'e hayır! Bir daha anık asla Marshall Planı ve NATO ol­
mayacaktır.
Amerika Birleşik Devletleri'nin bundan böyle, Avrupa'yı
da Balkanlaşmış bir alan olarak kabul edip etmediğini ken­
dimize sorabiliriz: Avrupa Birliği, onların gözünde, ulus-
191
devletler olarak Balkanlaştırı labilir olarak kalmaktadır; bu
ulus-devletlerin bazıları çok küçüktür, dahası potansiyel
olarak "Lübnanlaştırılabilir" alt-kimlikler vardır (Bask, Ka­
talan, Kuzey ltalya birlikleri, Korsika, Wallon ve Flaman).
İmparatorluğun çıkarı, bu katışmacı barış içinde tutmakta­
dır, yoksa politik olarak (dolayısıyla demokratik olarak)
birleştirmekte, onu "Birleşik Devletler" yapmakta değil.

Bir Avrupa-Amerika ayrılığı


muhtemel gözükmektedir

Devletler arası ittifak, dünya çapında bir beceriye sahip ege­


men devletlerin korunmasını gerektirir. Ama 1 993-1997
yılları boyunca Amerikan liderliği altında dünyanın küre­
selleştirilmesi vizyonu, ulus-devletlerin içinde ikili bir ayrı­
lık-kopma ("Balkanlaştırma-Lübnanlaştırma" yoluyla) sü­
recini ve bölgesel bütünlerin "pazar aracılığıyla" yeniden
birleştirilme teşebbüslerini hem pazarlık yoluyla, hem de
güç yoluyla teşvik etmiştir. Bu operasyonlar, çaresi buluna­
mayan düzensizliklerle birlikte ilerliyor olsa da bu durum­
dan aşırı ölçüde kaygı duyulmadığı ortadadır. Henüz olu­
şum halindeki politik bir Avrupa'mn özerk eylem yeteneği­
nin yokluğunun da eklendiği bu Amerikan tasasızlığı, olası
en iyi dünyaya götürüldüklerine inanmaya devam eden
halklar için açıklanabilir bir şey değildir.
lster bir imha döneminde olalım, isterse de yeniden inşa
-ya da her ikisinin karışımı; olaylar ister şiddet yoluyla is­
terse de şiddetsiz cereyan etsin; ulusları stratejik özneler
olarak değil nesneler olarak kabul eden bu süreçte küresel
liderlik devleti artık kendi modası geçmişliğini yöneten bir
merciden başka bir şey olarak görmemektedir.

1 92
Avrupa'ya özgü küreselleşmenin özgüllüğü

Bu koşullarda, Avrupa'nın küreselleşmeye uyum süreci,


1991 ile 2000 arasında, dünya için Amerikan modeline ol­
dukça benzemektedir (ulusal mercilerin zayıflaması, daha
geniş bütünlerin pazarı aracılığıyla yeniden inşası) , ama iki
önemli farklılık vardır:
1) Uluslar Avrupası'nda ulusal, tarihsel, dilsel ve toprağa
bağlı kimliklerin -devletin altındaki kimlikler bile olsa- or­
tadan kaldırılmasının ve küresel ağların depolitize bütünü
içinde kaynaştırılmasının imkansızlığı;
2) Çoktan eskimiş bir gerekçe, bu çoğul uzam içinde, Av­
rupa Birliği'ne varan kolektif bir politik kimliğin yavaş ya­
vaş inşasına yol açar.
Gerçekten de , özgül uzamı ve özgül zamanı olmadan ,
komşuluk ve bellek yoluyla inşa edilen politik Avrupa stra­
tejisiz kalır. Bu konuda dünyanın geri kalanına benzer. İstisna
olan, Amerika Birleşik Devletleri'dir; sayıları çok olmayan
işgalci, göçebe Amerika yerlilerinin şiddetiyle boşaltılmış,
tarihsiz bir uzama yerleşen ve geçmişlerinden kopmuş göç­
menlerin oluşturduğu bir devlettir ABD.
Küreselleşme mantığı içinde, ittifakları fesheden çok sa­
yıda kiplik uygulanmaktadır. İttifak nosyonunun, bundan
böyle, zaman içinde değişken bir önemi vardır yalnızca. Av­
rupa' da varlığını sürdürmektedir, ama sorunludur: NA­
TO'nun (Balkanlar) ya da ad hoc koalisyonların (Ortadoğu)
yakın dönemde işlev gördüğü yerler, soğuk savaş alanları
olmadığından, buralar, yerel kozlar zemininde politik bir
anlaşmanın alanı olm;:ı.ktansa, düzenin korunması ve dev­
letlerin parçalanması üzerine deneyim ya da tartışmaların
sahnesi haline gelmişlerdir.
imparatorluğa özgü bir "Balkanlaştırmama" da vardır:
Bu, pazar imparatorluğu içinde egemenliğini yitirmiş kim-
1 93
liklerin yeniden birleştirilmesidir. Bu sürecin Avrupa'ya ve
Amerika'ya özgü versiyonları, kamusal ya da özel finans­
man tarzlarına ve yeniden inşanın planlanışına bağlı olarak
farklılaşabilir. Ama Avrupa'nın Balkanlaştırılmaması esas
olarak politiktir, çünkü ulus-devletlerin yalnızca bir pazar
içinde değil, politik bir Avrupa içinde de toplanmasını ön­
görür. . .

1996'y a kadar Amerikan tartışmasının otizmi


Aslında ittifaklar sorunu, açık küresel düşman SSCB'nin
ortadan kalkmasının damgasını taşıyan süreçte Amerikalı­
lar'ın kaygılarının ön planında yer almaz. Amerikalıların
belli başlı stratejik tartışmaları şu dört noktayı içeriyordu:
1) Operasyona başlamadaki özerk ölçütlerinin ülke için­
de örgütlenişi. Özellikle seçim döneminde başkanlığın bu
konudaki otokratik rolü sorun edilir;6
2) Ulusal çıkarların tanımı için politika, ekonomi ve güç
kullanımı arasında kaçınılmaz bir bağın varlığı ya da yok­
luğu;
3) Özellikle askeri sistemlere uygulanan enformasyon
tekniklerinde teknolojik üstünlüğün sağladığı (ya da sağla­
madığı) mutlak politik liderlik olanağı;
4) Ve son olarak, Amerika Birleşik Devletleri'nin ulusal­
küresel çıkarları ile kriz dönemlerinde ad hoc koalisyonların
eklemlenmesi, ayrıca soğuk savaş sonrası yeni türde bölge­
sel sistemlerde işlevsel anlaşmalarla bu çıkarların eklemlen­
mesi.

6 Krş. Kar! R. Derouen jr ('The Indirect Link: Politics, the Economy and the Use
of Force" , ]oumal of Conjlict Resolution, c. 39, no 4, Aralık 1995, s. 671-675),
ekonomik kriz ile güç kullanımı arasında doğrudan bağ olmamasına ilişkin:
Güce başvurmak için politikanın, yani başkanlığın arabuluculuğu, politik pres­
tiji sarsılsa bile, şarttır ve bunu yalnızca o sağlayabilir.

1 94
Bu kaygılar, kuşkusuz, falanca devletle yaşanan politik
anlaşmazlık ya da anlaşma türlerini açıklamaya yarar, ama
egemen ulus-devletler arasında kalıcı ve ayrıcalıklı politik
ilişki anlamında i ttifaklar' dan söz etmeye pek imkan tanı­
maz. İttifak sözcüğü de, durumun kendisi de, muhtemelen,
Amerikan politik tarihinin, Amerika'dan bakıldığında iki
kırmızı düşman bayrak olarak görülen Nazizme ve komü­
nizme karşı mücadeleyi kapsayan sınırlı bir dönemine denk
düşüyordu.
Yine de, ittifak sözcüğü, 1996 yılı başında "aktif hale gel­
meye" yeniden başlar, ama Amerika Birleşik Devletleri,
nükleer çiftkutupluluğun containment stratejisine değil, en­
largement'in genel stratej isine bağlı olduğundan ve ulus­
devletler arasında uluslararasılaştırılacak ölçütleri değil,
ulus-aşırılaştırılacak politik güçleri ilgilendirdiğinden, kav­
rama yenilenmiş bir anlam verilir.

Avrupa'da devletlerarası ittifak tarifinin sürdürülmesi

Avrupa ülkeleri devletlerarası ittifak aracılığıyla, Viyana


Kongresi'nden bu yana "onursal eşitliğe"7 sahip egemen po­
litik kimliklerin ortaya konmasına ve kabulüne çalışmakta­
dırlar. Eşitlik ilişkisi günümüzde elbette onursal düzlem­
den çok ekonomik düzlemde kurulmaktadır, dolayısıyla,
muhtemel somut eşitlik, çifttaraflı Fransa/Amerika Birleşik
Devletleri, Almanya/Amerika Birleşik Devletleri, vs. düze­
yinden çok Amerika Birleşik Devletleri/Avrupa düzeyinde
oluşacaktır. Ağırlık, gerçek anlamda ve ekonomik anlamda
kimlikten daha önemlidir. Ama ideal olarak ve politik ola­
rak bakıldığında ise, kimlik ağırlıktan daha önemlidir.

7 Isotimia, eski Yunanca sözcük, galibi olmayan bir savaşın sonucunda ya da ga­
lip gelenin mağlup olana onursal bir eşitlik tanıması sonucunda onursal eşit­
\
likten yarar anan iki site arasındaki ilişkiler için kullanılır.

195
Fransız hükümeti, 1995 yılında -Avrupa'yla ön görüşme
yapmaksızın- Atlantik İttifakı ya da Avrupa Birliği ya da ad
hac Avrupa koalisyonları çerçevesinde kullanılabilecek kuv­
vet kullanımı aygıtını modernleştirmeyi ve pröfesyonelleş­
tirmeyi hedefleyen bir savunma reformunu öngördü. Bu re­
form, ittifak ve koalisyonlar konusundaki ulusal tercihlerde
yeni bir düşünceye açıkça gönderme yapmaktadır ve böyle
de kalmıştır; dolayısıyla, kendi tercihlerini her zaman kendi
inşa edermiş gibi davranan Fransa açısından kaygı vericidir.
Başlangıçta, Avrupa içi ittifakın ve Avrupa-Amerika ittifa­
kının dönüşümü "uygun" gözükmektedir, çünkü Amerikalı­
lar da NATO'nun arkaik kısıtlamalarını çözmek ve lttifak'a,
ad hac koalisyonlara, barışı yeniden kurma, düzeni koruma
ya da insani yardım seferlerine uyumlu, daha "modüler" stra­
tejiler ve komuta yapıları vermeyi arzulamaktadırlar.
Mayıs 1 996'da hızlanan NATO reformu, hem devletlerin
(ve özellikle Fransa'nın) yarı özerk tanımlarına, hem de
Amerikan modüler taleplerine tabi olmuştur. Avrupa, Ame­
rikan tanımından farklı bir tanıma girişmekten başka bir
şey yapmamıştır. Amerika Birleşik Devletleri'ne göre, Atlan­
tik ittifakı, UEO (Batı Avrupa Birliği) ile NATO arasında -
NATO'nun üstün olduğu- bir tür partnership biçimini alma­
lıdır; NATO üstünlüğü , Amerikan hava uydu sisteminin
gözlem ve telekomünikasyon aygıtlarına yalnızca NA­
TO'nun sahip olması gibi pratik nedenlerledir. Bu durumda
koordinasyon, öncelikle, Amerika Birleşik Devletleri'nin
CJTF-GFIM (Combined joint Task Force - Çokuluslu Or­
dulararası Kuvvetler Birliği) biçimi altında önerdiği tanım
etrafında örgütlenir. Ama pazarlık çok kesin resmi sonuçla­
ra varmaz: lttifak'ın Amerikalılarca ve Avrupalılarca kavra­
nışı arasındaki farkın ortadan kaldırılamadığı her yerde, an­
laşma metinleri muğlak kalacak ya da içerikleri teknik gö­
rünümlerin ötesine geçemeyecektir.
1 96
Avrupa Birliği'nin büyüyen birliği ve özellikle politik bir­
liği, yani konfederal ya da federal birlik olarak gerçek de­
mokratikleşmesi, demek ki kaos imparatorluğunun karşısı­
na güçlüklerle dolu stratejik bir sorun çıkarmaktadır. Avru­
pa-Amerika ittifakı sorununa getirilecek bir çözüm, hiye­
rarşik bir ittifakı yeniden doğrulamaya yeterli, ulusaşırı ye­
ni bir hedef verebilecek midir? Küresel bir jeopolitik içinde
boyutlanan ve bundan böyle "Avrupa komşuluğu" rolü oy­
nayan bu yeni hedef arayışı, Amerika Birleşik Devletleri'ni,
gerçekten stratejik hedef olarak -dolu olmaktan çok- boş
bir alana yönelen bir "genişleme" betimine doğru yavaş ya­
vaş yöneltmektedir: Orta Asya.
Bu go hamlesi Başkan Bush Jr'ın seçiminden ve Afganis­
tan Savaşı'ndan çok daha önce hazırlanmıştır. Taliban-kar­
şıtı savaş, bu jeostratejinin "olaysal" düzleme yayılmasın­
dan başka bir şey değildir.

1 97
6
Orta Asya Aracılığıyla
Avrasya Krizlerine Hakim Olmak

1 996 ve 1 997 yılları, partnership for peace ve yeni NATO


yıllarıydı. Artık, 27 Mayıs 1997'de Paris'teki bir zirve sıra­
sında NATO ile Rusya arasında (ve NATO ile Ukrayna ara­
sında) imzalanan yeni ilişkilerin "Kurucu Seneti"ne gelebi­
liriz; çünkü Avrasya'yı Amerikan hegemonyasına uygun bir
alan haline getirmeye başlayan şey bu dönüşümdür.
1996 yılında Taliban'ın iktidara gelişiyle birlikte, o dö­
nemde Suudi Arabistan'ın, Pakistan'daki askeri rejimin ve
CIA:nın girişimlerine bağlı olan oldukça ilkel, Sünni:, Salafl
bir eğilim, savaş efendilerinin mücadelesine teslim edilmiş
olan Afgan alanını ele geçiriyordu. Taliban'ın totaliter bir
baskı pahasına Afgan kargaşasına son vermesi, Orta Asya'da
üretilen gazı doğrudan doğruya denizlere boşaltan boru hat­
tının geçebileceği bir uzamı Rusların onayı olmadan yarat­
ma fikrine ters değil�ir. Bu görünüm, Orta Asya'da, "Atlan­
tik" ittifakı bakış açısıyla çılgınlık olarak görülebilecek, ama
o dönemin "büyüyen Amerika" sının saldırgan, iyimser ve
muzaffer ruhuna denk düşen Avrupa-Amerika asker! ope­
rasyonL rını imparatorluğun düşünmesini teşvik ediyordu.

1 99
Bosna'da ve Kosova'da olduğu gibi, Amerikan imparator­
luğunun askeri iktidarı, bölgede müttefik olmadığında, ön­
leyici stratejilerden çok misilleme imkanlarına sahip olmayı
önemsemektedir. NATO-Rusya Kurucu Senedi ve merkezin
bu yeniden belirlenmesine eşlik eden ve daha geçenlerde
Körfez Savaşı'nın büyük komutanlığını üstlenmiş Amerika
Birleşik Devletleri "merkezi komutanlığı"nın -US Centcom­
yeniden yükselmesinin vesilesi olan küresel düzenlemeler,
makrostratejik düzeydeki bu boşluğu doldurmak amacıyla
ortaya çıkar.

NATO-Rusya Kurucu Senedi ( 1 997)

Partnership far peace çerçevesinde sağlanmış olan yayılma­


dan daha açık seçik ve daha hızlı bir yayılma fikri, 1 996 so­
nundaki Clinton'un seçim kampanyasında ortaya çıkmış ve
ikinci kez seçilmesini sağlamıştı. lstikrarsızlıktan söz etme­
nin yeni tarzı ve yerelliğin yönetimindeki yeni protokoller ve
dünyanın yeni betimlenişi -ki bu üçü de "AskerI işlerde Dev­
rim"in sonucudur-, istikrara yönelik uzun vadeli çözümlerde
Avrupa'nın tarihsel ekspertizlik rolünü altüst etmişti.

ittifaklar döneminin sonu


Şubat l 997'de yayımlanan Rand Corporation'ın (US Air
For<:e'a yakın thinh tank) bir incelemesi,1 "yeni bir Atlantik
partnerliğinin kuruluşu"nu kabul ediyor ve Amerika Birle­
şik Devletleri'nin "NATO'dan yola çıkarak Avrupalıların ya­
şamsal çıkarlarını koruma"ya devam edeceğini belirtiyordu.
Aslında, Hobbes'çu dış tehdide karşı meşru korunma tanı­
mına dayalı ittifak, o sırada son anlarını yaşamaktadır.

1 David C. Gompert, "Building a New Atlantic Partnership", Rand Research Revi­


ew, c. 20, no 2, Şubat 1997 (özel sayı).
200
lnceleme, daha adil bir yük paylaşımının (burden sharing)
gerekliliğine yönelik eski şemaları yeniden ele almakta; ve
aynı zamanda, NATO bölgesi dışındaki eylemler için yeni
bir karar alma sistemi önermektedir. Müttefiklerin yalnızca
bir bölümünün anlaşması bu sistem için yeterlidir, çünkü
bölge dışı eylem, tanımı gereği, Kuzey Atlantik Anlaşması
tarafından öngörülmüş değildir. Rand, müttefiklerin "ihlal
edilemez" toprak sınırlarını korumaya değil, kısmi güç kul­
lanımına uyarlanmış yepyeni bir komuta yapısı önermekte­
dir. Ama yine de Baltık devletlerinin beklemesini talep et­
mekte ve Ukrayna'yı yansızlığından dolayı kutlamaktadır;
kısacası, yoğunluğu azalmamış bir demir perde uzanımda
yaşamaya devam etmekteydi.
Haziran l 997'de, Washington Pos t'un yayımladığı bir ma­
kalede, Avrupacı imparatorluk düşünürü, geçmişte yaşayan
Henry Kissinger, "NATO'nun yoğunluğunun azaltılma­
sı"ndan2 ne kastettiğini ortaya koyuyordu. Kissinger Kuru­
cu Senet'i, hem Atlantik lttifakı'nı hem de Amerika Birleşik
Devletleri'r:ıi hareketsiz kılan, yeni zorunluluklara ve yeni
felç durumlarına yol açan hukuksal bir aygıt olarak görü­
yordu. Kissinger'ın Senet'i okuyuşu tamamen akla yatkın­
dır: Ne müttefik ne de güvenlik sağlayabilir gözüken, İtti­
fak ile Amerikan güvenlik sistemi arasındaki melez bir ku­
rumu gayet iyi tarif etmektedir. Bununla birlikte , sanki
Clinton'cular gerçekten de bölge üzerindeki kontrollerini ve
müdahale güçlerini artırabilecek bu melez kurumu elde et­
meyi hedeflemişlerdir. Stability'nin, yani savaşmamanın
gerçek ortak çıkarıyla koordine edilen müttefik devletler
bulmak artık önem taşımamaktadır. Senet, Amerikan bakış
açısıyla, ille de istikrar elde etmeyi değil, iç-dış istikrarsızlı-

2 Henry Kissinger, "Dilution of NATO"; Washington Post, 8 Haziran 1997. Aynca


bkz: Edward N. Luttwak, "Don't Offer the Alliance to Those We Can't Protect",
Washington Post, 7 Haziran 1997.
201
ğa karşı mücadelede leadership elde etmeyi ve istikrarsızlı­
ğın bastırılmasını sağlar.

Senet'in yeni mantığı: Koruma şantajının yersizleşnıesi


NATO'nun Rusya'yla ve Ukrayna'yla yaptığı ittifakın Kuru­
cu Senedi, geçmiş mozaiği tümüyle altüst etti ve Kissinger'i
aniden hükümsüz bir arkaik haline dönüştürdü. Kissinger da
bu rolü makalesinde hiç tereddütsüz kabul eder zaten.
Rusya, geçmişte kendisiyle savaşmak amacıyla kurulmuş
olan NATO ile doğrudan doğruya bir ortaklık anlaşması içi­
ne girdiğinden, Kurucu Senet'in mantığında derin bir dö­
nüşüm yatmaktadır. llk bakışta, yine de, bu anlaşma tören­
sel bir doğaçlama olarak görülebilir. Gerçekten de öncelik­
le, yalnızca eski Sovyet uydularının NATO'ya giriyor olma­
sının Ruslar'da uyandırdığı kızgınlığı etkisizleştirmeye yö­
neliktir. Korkunç güçlerinin azalmasıyla istikrarsızlaşmış
Ruslara hangi ödünleri sunmak gerektiği bilinmemektedir.
Açmaza düşmüş olan Moskova'yla pazarlık, 23 Şubat'ta M.
Primakov'un Javier Solana'ya Brüksel'de yaptığı gizli bir
öneriyle altüst olmuştu: Rusya, üç eski Varşova Paktı üyesi­
nin (Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan) katılımıyla
NATO'nun genişlemesini kabul etme koşulu olarak bölge­
sel füze-karşıtı savunma (TMD: Theater Missile Defense)
sistemi talep ediyordu; bu üç ülke 1 99 6 yazından beri
TMD'nin geliştirilmesine katkıda bulunmaktaydı.
Bu talep, Amerika Birleşik Devletleri'nin yeni liderliğini
"koruma" nosyonu üzerinde kurmaya çalıştığını Rusların
anlamış olduğunu gösteriyordu. Ama görüşmeler kesilir.
Amerikalılar, Rusların sunacakları ilginç birşeyleri olma­
dığını ve Amerikan tekniğinin mükemmel olduğunu söy­
lerler. Böylece, Clinton'cu stratej inin, koruyucu savunma
değil, koruyucu saldırganlık evresinde olduğu anlaşılır. So-
202
ğuk savaştan çıkılmıştır ama, sıcak barışa girmek için çı­
kılmıştır.
Clinton'cu strateji yeni hedefler karşısında tutarlıdır: Sı­
nırlı toprakları kontrol eden, serbest pazar demokrasilerini
ve halklarını belirli ve uygun silahlarla koruyan, devletler
arasında kalıcı ittifaklar kurmak artık önem taşımamakta­
dır; ülke topraklarına bağlı ulus-devletlerden çok farklı
olan hareketli iktidar sistemlerini kontrol edebilmek önem
taşımaktadır.
Gördüğümüz gibi, savunma doktrinlerine ilişkin yeni
belgelere göre dünya artık ülke topraklarına dönük tehdit­
lerden farklı türde tehditlerin ortaya çıktığı bir "sistemler
sistemi"dir. Bu yeni tehditlerin ortaya çıktığı uzam, coğrafi
bakımdan komşu egemenliklerin değil, ulus-ötesi sosyo­
ekonomik ağ yapılarının, ticari lojistik ağların (stoklar ve
akışlar) ve iletişim kavşaklarının -hatta anlam kavşakları­
nın- uzamıdır.
Bu görüntü, 2002'de -beş yıl sonra- sıradan gelebilir, ama
stratejik ve politik sonuçları hala yeterince ortaya çıkmış
değildir ve politik tartışmalarda yeterince eleştirilmemiştir.
İmparatorluğun -ulus-devletlerle değil- devlet-ötesi büyük
bütünlerle ittifaka girdiğinde sahiplenmeye çalıştığı iktidar
çekirdekleri ve kontrol kiplikleri, verili bir uzam içindeki
tehditlere her zaman karşı durmayı ve onları manipüle et­
meyi sağlar. Ama artık yalnızca bu tehditleri azaltmak değil­
dir önemli olan: Muhtemelen bu tehditleri artırmak da is­
tenmektedir; böylelikle baskın leadership'e bazı uluslardan
ziyade bazı çıkarları tabi kılmak mümkün olacaktır. Hob­
bes'çu egemen koruma oyunu yersiz bir hal almıştır. Artık
oikoumene'de yaşayan insanlar yığınını değil, hiyerarşik kü­
resel ilişki sistemlerini ilgilendirmektedir.
Koruma ve tehdit almaşıklığına bağlı liderlik oyunu yeni
bir şey değildir. Bu oyun soğuk savaş ve Sovyet tehdidi dö-
203
neminde politik sınırlara yönelikti. Bir yandan SSCB'nin bü­
yüklüğünden duyulan e !1dişeyi beslerken bir yandan da cay­
dırıcı olmak, müttefik devletlere koruma sağlarken aynı za­
manda onları kendine tabi kılmak, ülke sınırları içindeki
kimlik ve kaygılar üzerinde oynanan bir oyundu. Fransa, li­
der karşısında her türlü minnetten ve düşman tehdidi karşı­
sında her türlü itaatten koruyan özerk nükleer sistemi saye­
sinde, SSCB'de "bir Ukrayna" kadar alanı, yani "bir Fran­
sa"yı yok etmeye yönelik sabit kapasitesi sayesinde, toprak­
larını bu koruma şantajı mantığından kurtarmaya çalışmıştı.
"Tehdit + koruma ____.. liderlik" formülü, Clinton'un impa­
ratorluğa özgü liderlik stratejisinde geçerlidir, ama tama­
men devrimci bir şekilde, çünkü koruma, liderlik ve tehdi­
de tabi nesnelerin doğası değişmiştir. Düşmanı artık yalnız­
ca "istikrarsızlık" olarak adlandırmakla yetinebiliriz. Bu
"düşman"ın ana bölgesi Rusya ve civarıdır. Rusya'daki bu
iç-dış düşmana karşı mücadele edebilmek için, Rusya'da da
buna karşı mücadele eden şeyle ittifaka girmek gerekir, ama
bu "devlet otoritesini yeniden kurmak ya da korumak" de­
mek değildir.
Kurucu Senet karma bir belge olarak kalır. Ilkeler'in bi­
rinci bölümünde ö'n em taşıyan madde, ne devletler arası
normal NATO ilkelerini yeniden teyit eden 6. paragraftır,
ne de OSCE'ye (Kurucu Senet'i normalde gereksiz kılması
gereken Avrupa Güvenlik ve işbirliği Örgütü) selam gönde­
ren 7. paragraftır. Ama 1 1 . paragrafta çoğulcu demokrasiler,
insan haklarına saygı ve serbest ekonomilerin geliştirilmesi
hedeflenmektedir. Rusya'nın durumu henüz bu belirtilenle­
re denk düşmediğine göre, bunu , enlargement sürecinin
başlangıcı olarak görmek gerek; ve Rusya "sınır" (daha
doğrusu fronteer) bölgesi olarak tanımlanmaktadır. Deme,;.
ki, Rusya'nın periferisindeki her çeşit karşı çıkışa yönelik
müdahaleler yoluyla NATO'nun Rusya'daki liberal kapita-
204
list ekonominin genişlemesine ve demokratikleşmeye aske­
ri olarak yardım edebileceği öngörülmüştür.
"Danışma ve lşbirliği Mekanizmaları" başlıklı ll. bölüm­
de, 13. ve 14. paragraflar, anlaşmayı imzalayan taraflar ara­
sında kurulan "Ortak Daimi Danışma ve lşbirliği Konse­
yi"ni (Permanent joint Council) -adında belirtilmiyor olsa
da- bir karar mercii yapmaktadır ve karar verme yönünde
teşvik edileceği de belirtilmektedir. Kissinger bu konseyin
ayda bir kez toplanacak ve NATO konseyinde bir araya ge­
len büyükelçilere ilaveten bir de Rus temsilciden oluşacak
olmasını dehşetle belirtecektir. Senato dışişleri komisyonu
önünde 7 Ekim l 997'de yapılan hearings sırasında, Bayan
Albright3 NATO Konseyi'nin her zaman Senet Konse­
yi'nden önce toplanacağını belirtmek zorunda kalmıştı; ama
haçlı seferlerinin aylık düzenlendiği bir rejimde bunun pek
bir anlamı yoktur, önce ve sonra sık sık yer değiştirir.

Orta Asya'da bir sefere doğru

Bu tuhaf Senet'in bakış açısıyla, bu yükümlülükleri, özellik­


le yeni biçimleri nedeniyle ciddiye almak gerektiği 1 998'de
düşünülebilir bir şeydir.4 Belirgin işbirliği örneklerinin bir
süre içinde kurulacağı o dönemde hayal edilebilirdi. Konse­
yin, inceleme adı altında, askeri operasyonlara girişme ko­
nusunda ulusal anayasal normların üzerinde yarı güvenlik,
yan askeri icra hükümlerini hedeflemediği söylenebilir mi?
Ama bu tür yükümlülükler üzerinde parlamentoların dene­
timi var mıdır? Kurucu Senet, onaylanmayı gerektiren bir

3 Secretary of State Madeleine Albright on NATO, Statement before the Senate Fo­
reign Relations Commitee, 7 Ekim 1997.
4 Alain joxe, "l'.elargissement de !'OTAN des Balkans a l'Asie centrale: la maitrise
globale des crises locales", Le Debat strategique americain 1 997. Contrôler l'Eu­
rasie, Calıiers d'Etudes strategiques, no 2 1 , CIRPES, 1 998, s. 45-60.
205
sözleşme midir? Amerika Birleşik Devletleri için böyle bir
gereklilik olmadığı açıktır; onun için bu ancak uygulamaya
dönük bir senettir. Ama eğer bu bir sözleşme değilse, dev­
letleri ortak kararlar almaya nasıl zorlayabilir? Ve eğer or­
tak kararlar alınırsa, özellikle savaşa giriş söz konusu oldu­
ğunda, demokratik halk temsili nasıl elde edilebilir?
13. paragrafa göre, görüşmeler NATO üyelerinin ve Rus­
ya'nın içişlerine kadar uzanmamaktadır, ama "yakın yaban­
cı ülkeler"in içişleriyle ister istemez ilgilenilmektedir. Ger­
çekten de metin yalnızca hızlı görüşmeleri değil, aynı za­
manda ortak kararları da öngörmektedir; saldırı durumun­
da değil, "istikrarı tehlikeye atan" ya da "toprak bütünlüğü­
ne, politik bağımsızlığa ya da üye d{'.vletlerden birinin gü­
venliğine yönelik bir tehdidi" temsil eden durumlarda bu
yapılmalıdır. Demek ki, o dönemde ortaya çıkan askeri
doktrinin kurucusu olan "düşman istikrarsızlıktır" şeklin­
deki anlambilimsel bloğa gönderme yapan durumlar kaste­
dilmektedir. Sözü edilen senaryolar, Kafkasya'dan Orta As­
ya'ya uzanan Balkanlaşmış bölgenin "ulusalcı kimlikleri" ya
da devletleri içindeki "iç-dış" krizlerdir.
Amerikalılar ve Avrupalılar, bu belgeyi imzalayarak, NA­
TO üyesi olarak Çin sınırlarına önleyici, caydırıcı ya da ope­
rasyona yönelik birlikler göndermelerine yol açabilecek bir
müdahaleciliğin çarkını birlikte çevirmiş olmaktadırlar. Se­
nedin ll. bölümünde bir "Avrupa-Atlantik bölgesi"nden söz
edilmektedir -başka biçimde de belirtilmemiştir- ve bu böl­
geye ilişkin önemli görevler saptanmaktadır: Çatışmaların
önlenmesi ve çözüme bağlanması, kriz yönetimi ve "barışın
sürdürülmesi" (peace keeping) ile "barışın yeniden inşası"m
(peace enforcement) da kapsayan birleşik operasyonlar. . .
NATO'nun ordulararası yeni u luslararası birliklerinin
( CJTF-GFIM) buna dahil olacaklarını açıkça öngörmek ve
erken bir evrede Rusların da buna katılacağını öngörmek,
206
NATO üyelerine yeni ve zorlayıcı görevler dayatmıştır. Ve
bu durum, Temmuz 1997'de Madrid'de düzenlenmesi ön­
görülmüş olan NATO toplantısının GFIM'ler formülünü
resmen onaylamasından ve NATO'nun büyük komutanlık­
larının yeni yetki bölgeleri sorununu konsensüs içinde çö­
zümlemesinden önce meydana gelmiştir. (Büyük komutan­
lıklarda reform, o dönemden itibaren, Orta Avrupa komu­
tanlığının kaldırılmasını ve NATO-Rusya Sözleşmesine bağ­
lı kuvvet kullanımı alanının kaçınılmaz olarak Güney ko­
mutanlığının eline geçmesi riskini varsayıyordu. NATO'nun
güney komutanlığının bir Avrupalıya verilmesini Ameri­
ka'nın reddetmesi karşısında Fransa, örgütün birleşik ko­
mutanlığına bağlı daimi yapıların dışında kalmak için bir
gerekçe daha bulmuş oldu.)

Anıerika'nın Orta Asya seferinin amaçlan


Ağustos 1997'de, NATO'nun güney kanadı başkomutanı
Amerikalı Amiral Joseph Lopez , Orta Asya'daki kaosun
içinde yeni seferlere çıkma amaçlarını şöyle belirtiyordu:
"Eğer olayları etkilemek istiyorsanız, tüm dünyada, ya da
bir bölgede, ya da bir ülkede istikrarı korumak istiyorsanız,
orada olmanız gerekir. Amerika Birleşik Devletleri'nde ya
da yalnızca Almanya'da kalarak, Transkafkasya'daki, Gür­
cistan'daki, Azerbaycan'daki, Çeçenistan'daki (sic) ya da
başka herhangi bir bölgedeki istikrarı etkileme yetisine sa­
hip olamazsınız. Oraya gitmeniz gerekir. "5 Tatbikat görevle­
ri vesilesiyle kurulan ilişkiler, "en kötü durumda dövüşmek
için, en iyi durumda istikrarı korumak için" yararlı olabilir
diye belirten Amiral Lopez'e göre, Orta Asya'daki varlığın

5 Amiral Joseph Lopez, "Contending with Tomorrow's Conflicts Today: Chaotic


Southern Rim", Interview by Zak Northup, National Guard Review, Yaz 1997, s.
B-7.

207
enformasyon ve haber alma savaşında bir anlamı vardır:
"Bilgi topluluğundan talebimiz, ticari ve demografik verile­
ri, doğal kaynakları dikkate almaları, eğilimleri saptamala­
,,
rıdır.
Sözlerini bitirirken, stratejik olarak saldırgan bir operas­
yon türünün söz konusu olduğunu kabul etmektedir: "Bu,
istikrarsızlıkla uğraşmanın, soğuk savaş zamanında olduğu
gibi savunmacı değil saldırgan bir tarzıdır. Düşünce tarzın­
daki bir paradigma değişimidir."
Demek ki Avrupalılar açısından yepyeni bir risk alma söz
konusudur: Ruslar, imparatorluk sisteminin parçası olarak
kabul edilen hegemonik alt-sistemlerinden yana NATO'yu
Orta Asya'da savaşa sürükleyebilirler. Ama risk daha da ge­
neldir: "Devlet-ötesi istikrarsızhk"a karşı saldırı amacıyla
örgütlenen imparatorluk, giriştiği askeri seferlerle, yeni tür­
de bir kopma ve düzensizlik etkenini kaçınılmaz olarak ya­
ratmaktadır - bunlar gerçekte, serbest pazarı genişletme
oyunu oynamak için kendi kendine yarattığı risklerdir.
Eğer ileri sürülen hedef ekonominin toplumsal örgütlen­
mesi üzerinde devlet denetiminin sonu değilse, bu evrim
"yeni imparatorluk düzeni"nin saldırganlığıyla özdeşleştiri­
lebilir. Bu hedef, bu düzeni tam olarak düzensizliğin düzeni
haline getirir: En güçsüzleri ezen en güçlülerin düzeni, dü­
zensizlik olmadan işlemez.
Bu koşullarda, üç üyenin (Polonya, Çek Cumhuriyeti,
Macaristan) katılımıyla NATO'nun genişletilmesinden yana
Temmuz 1997'de Madrid'de alınan kararlar, NATO-Rusya
ve NATO-Ukrayna anlaşmalarıyla oluşan tuhaf yalancı aya­
ğın Atlantik lttifakı'na eklenmesinden ve Asya'nın derinlik­
lerine pek yakında kesin olarak müdahale edilecek olun­
masından daha az önemli bir dönüşüm olarak kendini gös­
terir.

208
Afganistan'da Taliban'ın iktidara gelişi
1 996 yılında Taliban Afganistan'da iktidara geldiğinde,
Pakistan ordusu, devleti ve gizli servisleri içinde Amerika
Birleşik Devletleri'nin uzun zamandır sahip olduğu bazı da­
yanak noktalarının yayılmasına benziyordu bu durum.
Ama o dönemde tüm bölge Suudi Sünniliğinden daha radi­
kal, militan bir lslamcılığın zaferiyle sarsılmıştı; ve, Stalin­
sonrası dönemin kesinlikle demokratik olmayan diktatör­
lüklerinin Sufi-Müslüman topluluklar üzerinde hüküm
sürdüğü Orta Asya'nın Müslüman devletlerinde bu İslamcı­
lık bulaşıcı olabilirdi.
Türkiye, Hindistan, Rusya ve sınırdaki eski Sovyetler'in
beş cumhuriyetinden dördü (Özbekistan, Kazakistan, Kır­
gızistan ve Tacikistan) , Ahmad Şah Massud'un yönetimin­
deki Kuzey lttifakı'nın Taliban'a karşı yürüttüğü silahlı Af­
gan muhalefetine destekten yana oldular. Ama bu koalis­
yon -özellikle de Türkiye- Clinton'cu idealizmin icat ettiği
"demokrasinin ve pazarın genişlemesine dayanan impara­
torluk"un çıkarını temsil etmekten uzaktı. Afganistan'da
Rus ateist komünizmine karşı mücadelede pekişen militan
Islam ile CIA arasındaki ittifak, soğuk savaştaki niteliğini
yitirmişti. Bundan böyle, 1996 yılında Taliban'ın Kabil'e gi­
rişi ve 1997'den itibaren Bin Ladin şebekesiyle iyi ilişkileri,
Amerika ile Islam arasındaki anlaşmazlığın semptomlarıy­
dı. Afrika'daki Amerikan elçiliklerine ve Kızıldeniz'deki
Amerikan gemilerine yönelik Bin Ladin suikastlerinin ar­
dından ise ittifak altüst olacaktır.
Bu ani dönüşüm, kuşkusuz, Orta Asya'daki petrol-gaz
bölgesine hakim olmak gibi kışkırtıcı bir fikre bağlıdır. En
azından "jeopolitikçi" varsayım böyledir; 1 99 7 yılında
Amerikalı Geoffrey Kemp ve Robert Harkavy bu varsayımı
grafik olarak ifade etmişler ve biri Hazar Denizi'nin kuze-
209
yinde, diğeri Körfez'de bulunan iki odakla birlikte "stratejik
enerji elipsi" çizmişlerdir.6 Bu elips, bilinen dünya petrol
rezervlerinin yüzde 70'den fazlasını ve dünya doğalgaz re­
zervlerinin de yüzde 40'tan fazlasını içermektedir. Bu bakış
açısıyla, -Hazar rezervlerinin gerçek önemi o zamandan bu
yana kuşku verici olsa da- "düşük demografik basınçlı" bu
bölgelerin hidrokarbür kaynakları, Güney Asya'nın en yok­
sul bölgelerinde yaşayan milyarlarca kişinin baskısının
"tehdidi altında" olacaktır; zaten bu nüfusun milyonlarcası
şimdiden Arap petrol bölgelerine göç etmiştir. Demek ki,
Orta Asya'nın Müslüman cumhuriyetlerine ve Afganistan'a
hakimiyet Çin'e ve Hindistan'a karşı dikilmiş bir barajın
parçası olacaktır. Asya uzamının bu şekilde betimlenişi, -ne
ölçüde akla yatkın olduğu tartışmalı olsa da- Amerikan ko­
muta kademelerindeki reformda kuşkusuz rol oynamıştır.

"Güney"deki büyük Amerikan komutanlıklarının


yayılması ve güç kullanma denemeleri
Amerika Birleşik Devletleri, olası "güç kullanımı" pers­
pektifi içinde, yerkürenin yüzeyini büyük Amerikan bölge
komutanlıklarının "sorumluluk alanları"na (area of respon­
sabi!ity, AOR) denk düşen parçalara ayırmıştır. Bu parçalar
1998-1999'da yeniden gözden geçirildiğinde Orta Asya'nın
Amerikan silahlı kuvvetlerinin olası müdahale bölgeleri içi­
ne dahil olduğu açıkça görülmüştür.
Latin Amerika'yı ve Karaibler'i kapsayan Southcom bir ya­
na bırakılırsa, en önemli komutanlık, Avrupa'yı ( "NATO"
Avrupası'nı -ya da değil) ve Afrika'nın büyük bölümünü
kapsayan Eucom'dur. 1 Ekim 1998'de, Eucom yetki alanını
eski Sovyetler'in Beyaz-Rusya, Moldavya, Ukrayna ve Kafkas

6 Geoffrey Kemp, Robert E. Harkavy, Strategic Geograplıy and tlıe Clıanging Midd­
le East, Brookings Institution Press, Washington DC, 1997.

210
bölgesine ve daha genel olarak da Kazakistan'ın kuzeyinl'
kadar genişleterek Rusya'ya yaydı. US Centcom'un (Anıcri
ka Birleşik Devletleri "merkezi" komutanlığı) çekim merke­
zi yakın döneme kadar, stratejik önemde görülen Arap-lran
Körfezi ve petrol kaynaklarıydı. Görüldüğü gibi Körfez Sa­
vaşı'nın ustabaşı Centcom'du ve o dönemden beri -Suudi
monarşisinin giderek daha tereddütlü onayıyla birlikte- Su­
udi Arabistan'da bulunan birlikleri de kapsamaktadır.
En önemli olanı ise AOR'unun yayılmasıdır, çünkü , 1
Ekim 1 999'dan bu yana, lran'ın ve Afganistan'ın kuzeyinde,
Çin ile Hazar arasında bulunan Müslüman Orta Asya cum­
huriyetlerinin topraklarını kapsamıştır (Türkmenistan, Öz­
bekistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Kazakistan) ve daha ya­
kın dönemde de Rusya Federasyonu'nun Kazakistan'ın öte­
sine , Vladivostok'a kadar uzanan bölümünü kapsamıştır.
Demek ki, tüm Rusya uzamı bu "üstlenilen sorumluluk"un
potansiyel olarak görev alanıdır ve güneyde, bir Amerikan
komutasının sorumluluğuna resmen tabi olmayan iki "ka­
barcık" olarak Çin ve Hindistan kalmıştır (Pasifik komu­
tanlığı Pacom, Madagaskar'ı da içererek Asya kıyılarında
son bulur).
Doğrudan doğruya Amerika Birleşik Devletleri'nden Orta
Asya'ya "kuvvet gönderme" denemeleri 1997 ve 1 998 yılla­
rında yapılmıştır. 1 998 yılında (siviller ve yedekler dahil)
717 bin kişilik bir toplama sahip US Air Force'ta 367 bin ki­
şi aktif hizmetteydi ve bunun 95 bini yurtdışındaki 1 72 te­
siste -olası bir operasyon "randevusu"na hazır, gönderilebi­
lir birliklerin standart donanım "kitleri"nin depolandığı lo­
jistik üsler ve hava üsleri- kalıcı hizmet görevlisi olarak bu­
lunuyordu. Stratejik bakımdan önem taşıyan nokta, Ameri­
ka Birleşik Devletleri'nde üslenmiş B l , B2 ve B52 bombar­
dıman uçaklarının gücünün US Air Force aracılığıyla yeni­
den düzenlenmesi ve Aerospace Expeditionnary Force'un
21 1
(EAF, daha ziyade insani eylemlerde müdahale etmek için
l 995'ten bu yana Körfez bölgesinde bulunan bir task force)
yerleştirilmesidir. Amerikan deniz piyadeleri ve deniz kuv­
vetleri ise, ülke dışına kuvvet gönderme ilkelerine dayalı
sistem ve birlikleri gönderebilecek durumdadırlar. Tüm bu
sistemler ve özellikle Amerika Birleşik Devletleri'nden gön­
derilip hedefe tam isabet edecek ağır bombardıman sistem­
leri için gerekenler 2000 yılından itibaren hazırdır.7
Amerika Birleşik Devletleri'nin Orta Asya'ya yönelik sal­
dırganlığı yeniden düzenleme süreci, demek ki bu tarihte
sonuna varmıştı. 1 1 Eylül 200 1 saldırısı sırasında, Ameri­
kan toprakları üzerindeki anti-terörist savunma aygıtı ge­
cikmiş ya da ihmal edilmişti (intihar uçaklarına rotasından
çıkarıp el koyan ekipleri yakalamaya ramak kalmıştı) . Ama,
saldırgan modernleşmenin hızlanması sanki ancak krono­
metreyle hesaplanan bir önlemmiş gibi misilleme olanağı
hep mevcuttu.
Kaos imparatorluğunun oluşumunu aydınlatmak için,
denizci imparatorluğun Avrasya'nın kalbine gönderildiğine
tanık olduğumuzu söyleyebiliriz; eski jeopolitikçilere göre
burası Yeryüzü Efendisi'nin gücünü barındırmaya adanmış
bölgeydi. Avrasya, steplerdeki lslam'ın kısa süre önce fet­
hettiği bir havza olduğundan, Suudi, lran, Afgan ve Pakis­
tan lslamcılığının bu uzamdaki evrimini bazı ayrıntılarla
birlikte izlemek gerekir. Yaşanmış ittifak değişikliklerinin
tarihçesini çıkaramayacak kadar olayların yakının.dayız ha­
la; ve özellikle tarih sona ermemiştir. Demek ki, 1 1 Eylül
saldırısının Bush Jr yönetimine dayattığı ve Amerikan hal-

7 Krş. Sami Makki, "Projection de puissance des Etats-Unis dans le Sud. Cara­
ibes, Mediterranee, Grand Moyen-Orient", in Saida Bedar, Maurice Ronai
(edit.), Le Deat strategique americain, 1 998-1999. Defis asymetriques et projecti­
ons de puissances, Cahiers d'Etudes strategiques, no 25, CIRPES, Paris, 1999, s.
6 1 - 10 1 .

212
kının politik evreni ile imparatorluk tepkileri üzerindeki c ı ­
kileri yeni bir tarzda olmuş dramatik değişimleri tarif ede
bilmek için, şematik yorumlardan yalnızca tarih olarak ya­
rarlanmak söz konusu olabilir burada.

1 1 Eylül 2001 saldırısı ve


"terörizme karşı dünya çapında savaş"

Bin Ladin ve örgütünün intihar provokasyonu, Taliban reji­


minin ona verdiği destek, Eylül 200 l'de, becerilerini kanıt­
lamak üzere bir yıldır hazır bekleyen Amerika Birleşik Dev­
letleri'nin küresel silahlı kuvvetlerinin parlak bir karşılık
verebileceği koşulları yaratmak için tam istenen zamanda
meydana geldi. Bu senkronizm beraberinde bir sorun geti­
rir. Ya El Kaide (tabii eğer böyle bir örgüt varsa) Ameri­
ka'nın kuvvet kullanım potansiyelinin yakın dönemdeki
değişimlerinden haberdardır ve bu kapasiteyi azımsamıştır;
ya da bu kapasiteyi değerlendirmiş, ama Amerika Birleşik
Devletleri'ne bugün sahip olduğu ve onu popüler değil kor­
kunç kılan zalim imajı vermeye uygun bir intihar eylemine
yine de kararlı davranmıştır. Veyahut, tüm bunları hiç de­
ğerlendirmedikleri ve 3 bin sivil Amerikalı'nın ve muhte­
melen eşit sayıda sivil Afgan'ın katline yol açmış aptalca bir
güç denemesinden mağlup çıktıkları da varsayılabilir.
Taliban rejimine son veren ve Bin Ladin'i yasaklı hale dö­
nüştüren operasyonlar geniş geniş anlatıldı. Amerikan si­
lahlı kuvvetlerinin modernizasyonu galip geleceklerini dü­
şünmeye imkan veriyordu; çünkü, Rusların teveccühleri ve
Kuzey ittifakı savaşçılarının kara desteği sayesinde, havauy­
dularıyla hedef saptama konusunda Kosova'dan daha etkin
konumdaydılar. Dolayısıyla bu çatışmaya geri dönecek de­
ğiliz, ama her yerde mevcut bir "kötülük imparatorluğu"na
bir anlamda savaş ilan eden saldırgan ve askeri bir impara-
213
torluk etrafında bu vesileyle ortaya çıkan yeni uluslararası
sistem üzerinde duracağız.
Öncelikle, İsrail-Filistin barış sürecine son veren ve
Arapların ve İslam'ın genel olarak aşağılanmasıyla birlikte
Filistinliler'i tümüyle ezmeye çalışan Ariel Sharon stratejisi­
nin sağladığı "mikrokozmik" modelle Amerikan doktrin ve
betimlemelerinin birbirine tümüyle eklemlenmesinin altı
çizilecektir.
Ardından, Eylül ve Ekim 200 1'de doğaçlama olarak yap­
tığı konuşmalarda ve özellikle Ocak 2002'de Birliğin duru­
mu üzerine tumturaklı söylevinde ifade bulan Başkan Bush
Jr'ın küresel "makrostratejik" söyleminin ve terörizme karşı
her cepheden savaş doktrininin analizi yapılacaktır.

lsrail-Filistin çatışmasının mikrokozmosu


Kaos imparatorluğu kampı, Batı Avrupa dışında barışçıl
toplumları savunmakla ve demokratik devletlere dayanıyor
olmakla övünemez. Son birkaç yıldır görüldüğü kadarıyla,
özellikle etiği sorun etmeyen Amerikan liderliğinin destek­
leri, antidemokratik, İslamcı, polisiye, zorba -ve gerektiğin­
de mafyavari- eylemcilikte kendilerini kanıtlamış kuvvet ve
kişileri bir araya getirmektedir. Rusya, Kafkasya, Mağrip
devletleri, Makreş ve Arap-İran yarımadası, Pakistan ve Or­
ta Asya cumhuriyetleri yukarıdaki tanımların birine uyma­
sa bile diğerine muhakkak uyarlar.
"Terörizme karşı dünya çapında savaş" laflarına düşkün­
lüğüyle hemen askeri eyleme girme kararı alan ve demok­
ratik bir rejime sahip tek devlet olan İsrail, BMÖ'nün Arap
Filistini olarak kabul ettiği bir toprağı otuz yıldan beri yasa­
dışı olarak işgal etmesiyle tanınmaktadır. Sanki tatbikat ya­
par gibi sivillere karşı "asimetrik savaş" deneyimi uygula­
yan İsrail, Filistin topraklarına kolonlar yerleştirmek için
214
buralara özellikle el koyduğundan, bu savaşa sömürgc> sava
şı denebilir; ama bu, şehirlerin, banliyölerin ve köylerin ye­
rel, mikrososyolojik ölçeğinde cereyan eden bir savaştır.
Aynı zamanda da toplumsal bir banliyö savaşıdır.
Bakanları (koalisyonda yer alan partilere bağlı olarak) ls­
rail'deki dinI aşırı sağın ya suç ortağı ya da rehini olan Şa­
ron yönetimi, politik cinayet kültüründen kaynaklanan
sözler telaffuz ederek, bağlılığı sayesinde imparatorluğun
tam desteğini elde etmeye çalışmaktadır (örneğin: Şaron'un
3 1 Ocak 2002 tarihli açıklaması: "Arafat'ı 1982 yılında öl­
dürmemiş olduğuma pişmanım. " ) . Bunu yaparken, Başkan
Bush J r'ın ve ekibinin ortaya attığı üslubu, Protestan dinci
sağcıların linç yasasının dilini benimser. Afganistan'daki
Bin Ladin yandaşlarım "ölü ya da diri" ele geçirme talimatı­
m, hazıroldaki deniz kuvvetlerine -televizyondan canlı ola­

rak- vermiş Savunma Bakanlığı sekreteri Donald Rums­


feld'in dili de bu dildir. Şunu da eklemiştir: "Ben kendi ter­
cihimi biliyorum," ve askerler kahkahalarla gülerler; böyle­
ce onlara tutsakları öldürme emri vermiş olur.
Şaron yönetiminin Filistinliler'e karşı saldırısının Bin La­
din'in uğursuz suikastlerinden önce olduğunu hatırlamak
gerekir. Hobbes'un yerin dibine batırdığı din adamları, bir
halkı seferber edebilecek konumdaki tüm fanatik ruhbanlar
gibi, ümitsizlere, "yaşamdan daha iyi" bir ödül -cennet- vaat
etme yetenekleriyle oyun oynuyorlar. Yahudi din adamları,
Arapların tüm Filistin'den kovulmasını gerektiren, aşikar
Eretz lsrail tanımlarını Tanrı'nın güvencesindeki bir iyilik
olarak gösterirler. Bunların Şaron yönetimi üzerindeki ağır­
lıkları, 1 967 sınırları -içindeki Filistin'in bağımsızlığından ve
kurtuluşundan başka bir şey talep etmeyen Filistin otoritesi
üzerindeki lslamI din adamlarının ağırlığından daha fazladır.
1 1 Eylül'den sonra Amerika Birleşik Devletleri, bir an
için sanılanın (ve Şaron'un bir an için çekindiğinin) tersine,
21 5
Taliban lslamı'na karşı muzaffer savaşın Arap dünyasında
yarattığı duyguyu dengelemek için lsrail ordusunun saldır­
gan tavırlarım hemen ılımlılaştıracak değildir. Tersine, ge­
nel olarak silahsızlandırılmış sivil bir halkta ümitsizliği ve
terörist intihar misillemelerini kışkırtan, lsrail silahlı kuv­
vetleri ve kolon milisleri tarafından köyler ve banliyöler öl­
çeğinde uygulamaya konmuş acımasız deneysel girişimleri
desteklemekte tereddüt etmez.
Böylece, bu intihar misillemelerine misilleme olarak, im­
halar, toprak boşaltmalar, katliamlar ve modern cinayetler
meydana gelir. Bunlar, demokratik bir devletin ordusunun
ve polisinin işi olduğundan "düzenli savaş" görünümü olu­
şur. intifada, yanlış ve haksız bir şekilde Bin Ladin tarikatı­
nın terörizmiyle özdeşleştirilmiştir. Şaron, polisin ve para­
militerlerin terörüyle barış sürecini yok etmeyi başarır: Ay­
lar boyunca, taş atan çocuklar dürbünlü tüfeklerle başlarına
nişan alınarak öldürülmüştür; Filistinlilerin ölü ve yaralıla­
rı Israil'inkilerden beş misli fazladır; Filistin ekonomisi ha­
rap haldedir. Ümitsizliğin barometresi olan Filistinli erkek
ya da kadınların intihar saldırılarını, Bin Ladin'in intihar
eylemcilerinin ihtiraslı komplosundan açık seçik ayırt et­
mek gerek (Bin Ladin Filistinlilerin ya da Suudilerin, insan
olarak bağımsızlığıyla her zaman için tam anlamıyla alay et­
miştir, onun tek düşündüğü kutsal yerlerin, Mekke'nin ve
Harem-i Şerif Camii'nin kurtarılarak kendi iktidarım yeni
bir halifeliğe dayandırmasıdır) .
Filistin otoritesinin her türlü kontrol kapasitesini ezip
yok ederken, aynı zamanda da bu otoritenin daha fazla et­
kin olmasını talep eden Şaron yönetimi tutarlı gözükmeye
bile çalışmamaktadır. Çılgına dönmüş kendi kamuoyuna
hitap etmekte, bu kamuoyunun çılgına dönmesinin koşul­
larını yaratmaktadır; uluslararası kamuoyuna gerçekten hi­
tap ettiği söylenemez. Buna karşılık, Amerikan kamuoyuna
216
hitap etmekte ve işin gerçeği, oradan ciddi destekler bula­
bilmektedir.
İntikamcı ruh hali, Amerikan ve İsrail halkında ortak
özelliktir, öyle ki Amerikan kamuoyunun İsrailleşmesine ya
da İsrail kamuoyunun Amerikanlaşmasına mı tanık olmak­
tayız sorusunu sorabiliriz. Amerika Birleşik Devletleri'nde
bu süreç, Bush'un tartışmalı seçimine tarihlenen ciddi bir iç
politika krizinin üstünü örtmektedir. AFL-CIO'nun Seatt­
le'daki küreselleşme-karşıtı gösterilere katılımı , Amerika
Birleşik Devletleri'nin üstlendiği imparatorluk işlevlerini ve
küreselleşmenin ekonomik idaresini şirketlerin üstlenmesi­
ni eleştiren popüler bir hareketin başlangıcıdır.
1 1 Eylül saldırılarıyla altüst olmuş kamuoyunun birlik
halinde büyük seferberliği tüm bunları durdurmuştur. Kuş­
kusuz geçici bir durdurmadır bu, çünkü büyük şirketlerin
suça eğilimli küresel yapısı, -Ocak 2002'de Enron grubu­
nun iflasının gösterdiği gibi- güçlükle hakim olunabilen bir
uygarlık özelliği haline gelmektedir. Zayıf devlet ve güçlü
şirket teorisinin bir dogma olduğu Amerika Birleşik Devlet­
leri'nde, şirket egemenliği olarak adlandırdığımız şeyin meş­
ruiyetine pratik olarak politik bir güvenle yatırım yapılmaya
başlanmıştır. Texas toplumundaki skandalın ulusal dayanış­
ma atılımıyla silinmesi için gösterilen çabaya rağmen, baş­
kanlık çevresini etkileyen bu skandalın etrafındaki kamu­
oyunda bir tür ani değişim başlamıştır.

Makrokozmik saldın programı


Taliban üzerindeki. kesin zaferin ertesi gününden itibaren
Amerikan söylemi şu hali almıştır: Ya şimdi, bir dahaki sa­
vaşı nerede yapacağız? Bir savaş gerekmektedir. Tuhaf bir
tartışma olmuştur: Somali ile Etyopya arasındaki gizli çatış­
mada, Müslüman Somalililere karşı Hıristiyan Etyopya'dan
21 7
yana müdahale etmeyi mi tercih etmeliyiz? Yoksa, Filipin­
lerdeki Hıristiyan olmayan adaların birindeki Islamcı geril­
layı ezmek mi daha uygun olur? Yoksa, BMÖ kararlarının
rahatsız edici çerçevesi tırtıklanmış olsa bile, şu ana kadar
tereddütte kalınmış olan Irak'ı tamamen "ele geçirme"nin
mi tam zamanıdır? Yoksa Lübnan'a ya da Suriye'ye mi geri
dönmeli?
Sergilenen bu seçeneklerde kamuoyuna çarpıcı gelebile­
cek olan şey, lslam ile Hıristiyanlık arasında "Huntington­
cu" bir temas noktasının kolaylıkla seçilebilmesi ve böyle­
likle bu "anti-terörist" tercihin bir haçlı seferi haline getire­
bilmesidir. "Batılı şansölyeler" bile bundan rahatsız olmuş­
tur. Başkan Bush, Bin Ladin'ci cihada karşı "haçlı seferi"
sözcüğünü -ilk konuşmasında kullandığı terim- geri çek­
mek zorunda kalmış olsa da ve bir Kuran'ı televizyonda ok­
şamak zorunda kalmış olsa da, Afganistan zaferinin ertesin­
de, gelecekte tercih edilecek savaş örneklerine din savaşı
özelliği vermekte ekibinin gösterdiği coşkuyu herkes sapta­
yabilmiştir.
En tehlike uyandırıcı formülasyon, yine de, Ocak 2002
sonunda Birliğin durumu üzerine başkanlığın mesajıdır.
Kongre karşısında okunan bu yıllık, zorunlu söylev, birkaç
başkanlık döneminden beri, imparatorluk alanının genişle­
mesinin işareti olan "dünyanın durumu" üzerine bir söylev
halini almış, üzerinde düşünülmüş bir belgedir. Başkan, bu
kez, iyilik kampının kötülük kampına karşı mücadelesinde
"dört bir yana sefer açma" ruhunu işlemekte tereddüt et­
mez. Ve (BMÖ üyesi, komşularıyla şu anda barış içinde
olan) üç devleti imparatorluğun belirgin hedefi ve düşmanı
olarak açıkça belirtir: Kuzey Kore, Irak ve Iran.
Irak ve Iran IslamI "stok"un parçasıdır; Irak Arap milli­
yetçiliğinin bir kalıntısıdır, Iran Şii Islamcı bir ulus-devlet­
tir. Kuzey Kore ise (Asyalı) komünizmin bir kalıntısıdır.
21 8
Demek ki bunlar, her üçü de yoksul halkların isyanının
kuşku verici tarihsel ürünü olarak, geçmişin ve geleceğin
küresel bakımdan potansiyel üç düşmanının tanıktepeleri­
dir. Toplumsal, ulusal ya da dini bakımdan devrimci bir
ideolojinin kalıntılarını sürdürdükleri için değil, nükleer si­
lah sahibi olmayı hedefledikleri ve böylelikle, eğer impara­
torluk onları yakın bir tarihte kurala uygun askeri bir saldı­
rının hedefi yapmaya karar verirse özellikle karşı konul­
maz, özerk bir caydırıcı kapasiteye sahip olmayı hedefle­
dikleri için suçlanmaktadırlar.
Sözcükler elbette hava saldırısı değildir. Bu söylemin ara­
sından özellikle açık seçik ortaya çıkan şey, "BMÖ'nün vefat
ilanı"dır. Bu ölüm, günümüz Amerikan yönetiminin anlayış
ve uygulamalarının damgasını taşır gözükmektedir. Ger­
çekten de, kendinden üstün hiçbir kuralı kabul edemeyen
evrensel bir imparatorluğun yükselişinin ilanıdır. Bu irade,
güçlü devletleri kuşkusuz kapsayan , ama aynı zamanda da­
ha zayıf devletleri ya da aktörleri de kapsayan, kuralsız bir
karışıklık dönemi açmaktadır: Sorunlarını çözmek için
uluslararası konvansiyonlara başvuramadıklarından, onlar
da, sırası geldiğinde, hayatta kalmak için, artık her türlü or­
tak kuraldan yoksun olan küresel kaosun dalgaları üstüne
binmek zorunda kalacaklardır.
Amerika Birleşik Devletleri'nde sıradanlaşmış olan dün­
yanın durumuna dair -ve özellikle lsrail-Filistin çatışması­
na dair- tutkulu ve tekyanlı analizin Avrupa'da benimsenme
ihtimali yoktur. iktidardaki Fransız solu, geçmişte Ceza­
yir'deki sömürgeci savaşı destekleyebilmiş olan sol değildir
artık ve lsrail'in yararına bile olsa bir daha böyle olmaya ha­
zır değildir. Bu nedenle, resmi ılımlılığa rağmen, Fransız
kamuoyu, sonsuz bir askeri ve ahlaki açmaz içinde sıkışmış
bulunan lsrail politikasından duygusal desteğini yavaş ya­
vaş çekmeye başlamaktadır. Avrupa kamuoyu gerçekten de
219
lsrail'in yaşamasıyla -hayalı olarak ya da küresel olarak de­
ğil- birinci dereceden ilgilidir: Şaron'un stratejisinin hem
lsrail demokrasisini hem de İsrail toplumunu yıkıma yö­
nelttiğine giderek daha çok inanılmaktadır. Avrupa, merke­
z! karar kurumlarından hala yoksun ve şaşkın bir haldedir.
Bu felç durumundan acilen çıkması ve daha zorlayıcı bir
tarzda barış sürecini yoluna koyabilecek önlemler alabilme­
si gerekmektedir.
Şubat 2002 başındaki Fransız önerileri, normalde bir yıl
önce yapılmış olması gereken Filistin Meclisi için yeni se­
çimlerin örgütlenmesinden yanadır. Bu seçimlerin özgür
geçmesi, bir işgal ordusu olmaksızın, uluslararası denetim
altında cereyan etmesine bağlıdır. Filistinlilerin demokratik
haklarını korumaya çalışan tüm önlemlere Şaron yönetimi­
nin kabul edilemez muhalefeti açıkça görüldüğü vakit bu­
nu reddetmeye imkan yoktur. Barış sürecine geri dönüşü
Avrupa basitçe reddedemez ve reddetmeyecektir de. Şaron
aşırılığının Filistinlileri ümitsizliğe itmesine izin vermenin;
uluslararası toplumun parçalanmasına ve Avrupa'nın coğra­
fi ve kültürel komşusu olan Akdeniz mekanı içinde kaos
imparatorluğunun ilerlemesine doğru götüren yeni bir
adım olduğunu herkes anlayabilir.
Ama kaos imparatorluğunun, kendi küresel çıkarların­
dan başka şeye kulak asmadığı ortadadır. Kaos imparatorlu­
ğu, Avrupa ulus-devletleri birliğini, köklü demokratik halk­
larmış gibi değil de, sanki yersizleşmiş çokuluslu şirketler­
miş gibi davranmaya davet etmektedir. Neredeyse Amerika
Birleşik Devletleri kadar birleşik, o kadar eski ve o kadar
demokratik ama oldukça farklı bir küresel programa sahip
Avrupa . . .
Amerika Birleşik Devletleri'nde aşırı sağın küreselciliğe
kaymasındaki "kararlar"ın tarihi yazılmayı beklemektedir,
ama küresel neo-liberalizmin yıkımlarının izinde, makro-
220
ekonomik ve toplumsal küreselleşmenin eleştirel hareketi­
nin uzun süresi içinde şekillenmiştir bu kayma. Bir başka
kronik içinde yer alan Porto Alegre toplantısı (Ocak 2002),
Bin Ladin tarikatının övgüsünü asla yapmadan, vahşi küre­
selleşme yanlısı aşırılara karşı davayı başlatabilecek noktaya
gelmiştir. Kalıcı nitelik taşıyacak bu devasa toplantıyı düşü­
nürken, sonuç olarak, kaos imparatorluğu postulatlarından
kaynaklanan politik ve toplumsal sakıncaları (eksik) bir ka­
talog biçiminde belirtmek istiyorum.

221
Sonuç:
Kaos İmparatorluğu Postulatlarının
Politik ve Toplumsal Sakıncaları

SSCB'nin çöküşüyle ortaya çıkan düzensizlik, hem Sovyet


imparatorluğunun hem de karşılıklı olarak "özgür dün­
ya"nın kendi içine kapanışının, ayrı düzenler yaratan biyo­
lojik bir tür kapanış niteliği taşıdığını a posteriori kanıtlar
gibidir. Karşılıklı olarak her iki tarafın da kapanması, çoğul
etkileşimin karşıtıydı ve düşmanı bir böcek olarak hayal et­
me ve -ister Marksist olsun, ister anti-Marksist- dar anlam­
da Pavlovcu bir yaklaşımla onu kontrol etme koşuluyla
düşmanın yapabileceklerini öngörmeyi kolaylaştırıyordu.
Amerikalılar gibi Ruslar'ın da istediği ikili caydırma yoluyla
kapanma, etkileşimleri engelliyor ve davranışları basitleşti­
rerek, tutum ve söylemleri öngörülür kılıyordu. Bir "propa­
ganda dili" Doğu'da da, Batı'da da ortalığı kırıp geçiriyordu
kuşkusuz. Bununla birlikte, Avrupa'da ve üçüncü dünyada
bu propaganda dillerini kapanma ideolojisinin görünür bö­
lümleri olarak saptayabilen ve bunlarla alay edebilen yerler
hala vardı.
Avrupalılar ve özellikle Fransızlar, Rusları asla insanlıkdı­
şı görmemişlerdir. Zorbalık, insanlıkdışı olarak değil, anti-
223
demokratik bir yönetim tarzı olarak kabul edilmişti; sınıf
mücadelesi bir cinayet değildi, gelişmiş toplumların normal
bir haliydi ve demokrasi içinde pasifize olması gerekirdi,
yoksa "yok olması" değil. Gönüllü bir hakkaniyet yönte­
miyle gelirlerin yeniden dağılımı, Aristoteles'ten bu yana si­
yaset ilminin ABC'sidir, yoksa yıkıcı bir çılgının ateşli dü­
şüncesi değil.
Politik karşıt olarak kabul edilen Öteki'yle ilişkiye dair
Avrupalı vizyonu, demek ki esas olarak, bu ilişkiyi dışlayı­
cılığa dayandıran Amerikalılarınkinden farklıdır. Bu durum
soğuk savaş yılları sırasında uzun vadeli bir ittifakı engelle­
memişti. Ama bu, Öteki'ne dair en ufak ortak politik algısı
üzerinde temellenmişti ve SSCB'nin sonuyla birlikte bu da
kaybolmuştu. Gördüğümüz gibi, Clinton döneminde baş­
kalık barışçı özgür etkileşim olarak değil, devlet sınırlarının
açılması yoluyla pazarların saldırgan genişlemesi olarak ye­
niden oluşur. Ardından, dış dünya imgesini ancak dünya
savaşı olarak yeniden oluşturabilen Bush döneminde Öteki
imgesi çöker. Bu şaşırtıcı popülist temsil bir akıl hastalığı
değil, bir imparatorluk stratejisidir.
Demirperdenin şiddetlendirdiği kullanışlı D oğu-Batı
farklılığının o rtadan kalkması, günümüzde esas olarak
Amerikalıların dünyayı bundan böyle bir kaos olarak dü­
şünmesine yol açar; onlara göre, sapkın davranışları ceza­
landırarak ve hayatta kalmak için çevrelerini güçlendirerek
bu kaosa uyum sağlamaları gerekmektedir. Kılavuzluk et­
tikleri neo-Darwin'ci küresel sistemin mağluplarını ceza­
landırmak gerekir. Bu, Amerikan Haklar Bildirgesi'nin oriji­
nalliğini oluşturan insanın bireysel haklarından biri olan
"mutluluk arayışı"nda başarı olabilecek bir sonuç olmasa
da, "bir sürü katliam" gerektirecektir. Ayrıca bir dizi temel
kural da içerir ve açık bir eleştiriye girişebilmek için bunla­
rın listesini çıkarmak gerekir.
224
1 . Silahlanma yarışı günümüzde toplumsal patlama
yarışına verilen cevaptır
Soğuk savaşın bitmesine ve devletler arasında savaş yoklu­
ğuna rağmen, sanayici ve zengin barışçıl devletler, belirgin
düşmanları olmayan ordularını ve silahlanmalarını sürekli
yetkinleştirmektedirler. Bunun, neo-liberalizmin meyvesi
olan eşitsiz gelişmeden kaynaklanan patlamalar karşısında
duyulan korku olduğunu görmekteyiz. Yine de, savaşları
önceden sezmek, onları kazanmaya yeğdir. Ama imparator­
luk bu anlayışta değildir.

2. İmparatorluk militarizmi, dünyayı


ölümle tehdit ederek şekle sokmaktadır
Amerika Birleşik Devletleri, basit bir sağduyuyla, günü­
müzde kaçınılmaz olarak enformasyon teknolojilerinin ge­
lişmesiyle birlikte evrim geçiren savaş araçlarını mükem­
melleştiren ülke olarak görülebilir. Ama bu asker! modern­
leştirici gidişatın tepesinde bir başka ölçüt durur: Dünyaya
şekil vermek isteyen stratejik bir planlama. Bu biçimlendir­
me, çeşitli yerlerde, planlanmış ya da doğaçlama tarzda ya­
şanır; kimi zaman, Ortadoğu'da ya da Kolombiya'da görül­
düğü gibi ölüm tehdidiyle, kimi zaman Arjantin'de olduğu
gibi mali felaket olarak, kimi zaman da ikisi birden yaşanır.

3. Küresel liberal barış, küçük savaşlarda artış:


Disiplinlerarası dokunulmamış bir problem
Liberalizmi acımasız küçük savaşların çoğalmasıyla birleşti­
ren görüngünün açıklanması ve dolayısıyla önlenmesi, ikti­
sadi bilimler, siyasal bilimler ve asker! bilimler arasında hü­
küm süren mutlak ayrılığa çarpıp kalır; melez soruşturma­
lardan yola çıkarak verim elde etmekte güçlük çekerler. lk­
tidarın bu üç tanrısal şahsiyeti arasındaki eklemlenmelerin
antropolojisi de yok elimizde. Bağlar, zaman ve mekan için-
225
de değişmiş olabilir. Avrupalıların bakış açısını Amerikalıla­
rın bakış açısından -ve kuşkumuz olmasın, Çinli, Afrikalı,
Arap, vs. bakış açılarından- ayırabilen derin görüş ayrılıkla­
rı da bu düzlemde tanımlanır.

4. Kaos imparatorluğu, zayıfların katli


Günümüzde iktidarda olan Amerikan sağı, kendi mantığı
içine kapanarak, bir kaos imparatorluğu önermektedir, bu
aynı zamanda bir baskı ve çoğul kapanmalar imparatorlu­
ğudur. Ötekiler'i tam özgürlüğe ve açılıma kesin davet et­
mek; onları aynılar olmaya ve en zayıfları da gönüllü olarak
ölmeye davet etmek demektir - ve eğer direnirlerse, koyun
ağıllarında şiddetli bir ölümle karşılaşacaklardır.

5. Direnişlerin un ufak edilmesi,


Elektronik olarak bireysel hedeflerin saptanması
imparatorluğun zirvesinde, öngörülemezliğin, soğuk savaş
sonrası dönemde, devletlerin iflasının ve direnişlerin mer­
kezsizleşmesinin yol açtığı, kriz içindeki özerk aktörlerin
çoğalmasından ve toz haline getirilmesinden kaynaklandığı
yolunda bir sezgi vardır. Ve, karışıklık çıkaranların incelikli
bir şekilde hedef olarak saptamasının bilgi-işleme tabi kı­
lınması yoluyla buna askeri olarak cevap verileceği düşü­
nülmektedir.

6. (Asgari olarak) iki imparatorluk okulu


lmparatorluk kaosuna hakim olma çabasında, Körfez Sava­
şı'ndan bu yana iki büyük düşünce ekolü sergilendi, bun­
lardan birincisi günümüzde daha az kötü olarak görülmek­
tedir:
1 ) Kaos imparatorluğunun sınırlarını Amerika Birleşik
Devletleri'nin ve Avrupa'nın ötesine iten ve toplumsal ak­
törlerin öngörü bölgesine yeni uzamlar (ve muhtemelen -
226
Keynesgil ya da başka türlü- olası makro-yenidendağılım
ahlakı) katan serbest pazarın enlargement'ı yoluyla impara­
torluk; ama bu durumda imparatorluk, geçmişte olduğu gi­
bi devletlerin ya da imparatorlukların "makro" ya da "giga"
ölçeklerinde değil, toplumsal dokunun "mikro" ya da "na­
na" ölçeklerinde şiddet yoluyla kendini savunur;
2) Medeniyetler ça tışmas ı'nın idaresi yoluyla imparator­
luk, (günümüzde türlerin kapanma mekanizmasını genetik
kodları aracılığıyla anlamaya yarayan enformasyon teorisi
anlamında) kısmen biyolojik yeni kapanmalar'ı yeniden ya­
ratmaya ve güçlendirmeye çabalamalıdır. Yavaş yavaş bas­
kın çıkan ve Bush Jr'la birlikte zafer kazanan, bu ikinci im­
paratorluk biçimidir. Amerikan sağının kültüründe, tari­
hinde, dünyayı betimleyişinde bunun çok derin temelleri
vardır. Dünyayı kazanmak değil, Amerikan ulusal toplulu­
ğunu kurtarmak, bunu yapmak için de coğrafi çekirdeğini
korumak ve bunun korunmasına yönelik küresel ittifak sis­
temleri oluşturmak önem taşır. Denenmek üzere lsrail-Fi­
listin sorununa uygulanan bu şema, başka yerde de iki ta­
raflı gettoların içine kapanmaya yol açacaktır; temas nokta­
ları ancak militaristçe yönetilecektir.

7. İmparatorluk militarizmi
lki numaralı imparatorluk versiyonu da -bir numaralı versi­
yon gibi- Amerika Birleşik Devletleri'nden başka sosyo-po­
litik kendiliklerin [varlıkların] her türden özerkliğine te­
melde karşı durur. Ve politik egemenliğin zayıfladığını gör­
me arzusunu neo-liberal propaganda yoluyla dünya kamu­
oyunda örgütlemeye· çalışır; böylece ekonomi insan grupla­
rında ayrımcılığın yasası olacaktır. Amerikan popüler kül­
türünde ekonomi zaten doğal bir düzenleyici ve yetenekli­
lerin yükselme imkanı bulduğu bir alan olarak ünlenmiş­
ken, Clinton'un ikinci başkanlığının karma döneminde,
227
ekonomiyi dengeleyici etken olarak "shaping the world" de­
yiminin ortaya çıktığı görülür; ama bu deyim, imparatorlu­
ğun ekonomik faaliyetinin yanında, askeri faaliyetinin, yani
mutlak üstünlüğü ölüm tehdidiyle yapılandıran etkinin de
eşit önemde olduğu anlamına gelir.

8. İmparatorluğun kültürel ırkçılığı


Küresel imparatorluk, ölüm tehdidi sayesinde, tercihine
bağlı olarak şiddeti bastırabilir, kanalize edebilir, nötralize
edebilir, ortadan kaldırabilir ya da teşvik edebilir. İmpara­
torluk içinde, "özgür" kalması gereken -ama özgür olma­
makta özgür olmayan- ekonomiye müdahale etmek meşru
değildir. Tehdit yoluyla, ve insan türünü özgür olanlar ve
olmayanlar diye bölerek, sınıfsal ya da ulusal olmayan kim­
likler arasında çeperler yaratılır ya da bunların gelişmesi
teşvik edilir. Huntington paradigmasının derindeki anlamı
budur: Hala zorba özellikler taşıyan uzamlar arasında özgür
toplumların sınırlarını ilerleme kaydederek oluşturmaktan­
sa, Huntington'cular, imparatorluk çekirdeğinden atılabilir
-ne kadar çabuk atılırlarsa o kadar iyidir! - olarak değerlen­
dirilecek, dinleri ve kültürleriyle kendini gösteren büyük
halk kitlelerini saptamayı tercih ederler.

9 . Amerika Birleşik Devletleri'nin politik-ekonomik


proj e yokluğu imparatorluk stratejisinden kaynaklanır
Toplumsal ve ekonomik demokrasi o lmadan politik de­
mokrasi olamayacağına göre ve de küresel neo-liberalizm
-tersine- eşitsizlikleri sürekli olarak artırdığına göre, de­
mokrasi ile liberalizmin bir arada yürümesinin işlemeyece­
ği üzerine bahse girmek, Avrupa'da kuşkusuz sol bir ampi­
rik basitlik olur. Amerikan halkının çekindiği, ama impara­
torluğun uyum sağlamak istediği dünyanın öngörülemezli­
ğinin nedenlerinden biri, demek ki, Amerikalıların şirket
228
kültüne bağlı olarak, sosyo-ekonomik projelerinin olmama­
sıdır.

10. İç savaş ya da dış savaş, imparatorluğa özgü


tek düzenleyici yerdir
İmparatorluk için, ekonomik müdahaleciliği -o da tali ola­
rak- haklı gösteren tek şey savaştır: Savunma harcamalarının
politik kararlara bağlı olma hakkı vardır ve dış savaş bir ye­
niden-dağıtım politikasını haklı gösterebilecek tek şeydir
(Roosevelt için bile Keynes'cilik askeri ya da gayri meşru bir
şeydi) . Demek ki bunu Clausewitz'in terimleriyle değerlen­
dirmek gerekir: İmparatorluk açısından, özgül, toplumsal ve
yerel moral güçleri seferber edebilecek her türlü politik�top­
lumsal stratejinin yokluğu, sınıflar mücadelesindeki güç iliş­
kilerinin her türlü öngörülebilirliğine karşı durur. imparator
demek ki yalnızca "muharebe" sayesinde bilgi sahibi olabilir.

11. Biyolojik heteronomi, askeri imparatorluğun


ideolojisidir
Bu anlamsız gelebilir; ama biyolojinin ya da fiziğin sözda­
ğarcığını kullanan sözcük oyunlarına dayalı politik tavırla­
rın erdemini bilimsel teorilerden çıkarsamak imparatorlu­
ğun tercihidir. Biyolojide, canlının ö zerkliği nden1 söz edile­
'

bileceğini Cornelius Castoriadis 1 987 yılında hatırlatmıştı;2


ama, dışsal kaos ya da diğer canlı sistemler karşısında canlı­
nın kapanışı ve sonuç olarak da her bir canlı sistemin hete­
ronomisi olarak adlandırılması gereken şey de tam olarak
budur.

Francisco Varela'nın dedigi gibi: Principes de l'autonomie biologique, Seuil, Paris,


1987.
2 Krş. Creation et desordre, recherches et pensees contemporaines, önsöz Michel Ca­
zenave (Henri Atlan, Cornelius Castoriadis, Jean-Marie Domenach, Jean-Pierre
Dupuis, Paul Feyerabend, Rene Girard, Edgar Morin, Ilya Prigogine, Francisco
Varela'nın katkılarıyla), l.'.origine/Radio-France, Paris, 1987.

229
1 2 . Yalnızca toplumsal özerklik, açıklıktır; fetvaların,
keyfi kararların ve yasa buyruklarının sonudur
Heteronomi, hayvanların biyoloj ik sistemlerinin gerçek bir
özelliğidir. Ama özerklik, -toplumsal bilimler anlamında­
tarihte bir açıklık olarak ortaya çıkar. Musa Yasası'nın (do­
ğa dışında, Tanrı otoritesinin dayattığı yasa) heteronomik
kapanması yerine, -kabilenin kapanması olarak değil- açık­
lık ve özgürlük olarak özerklik ortaya çıktığında özerkleş­
me görülür. Kendi Kurumlaşmalarını, yani kendi varlık ya­
salarını kendileri sorgulayan toplumlar ortaya çıkar: Ger­
çekten de toplumlar bu yasayı kendi kendilerine verdikleri­
nin ve sonsuza dek dayatılmış ve belirlenmiş biyoloj ik ya
da teolojik yasalarca (Sina Dağı'nın üzerindeki tanrı tarafın­
dan ya da Moskova ya da Washington'dan tarihin yasaları
tarafından) yönetilmediklerinin bilincine varırlar. Devletler
imha olurken ayakta kalan gücül yurttaşlık, imparatorlu­
ğun tehdidi altındadır.

13. "Bilimci" yaşantı, aristokratik bir ütopya olan


enformasyonla ilgili kapanmayı yaratır
Bazı Amerikalı teorisyenlerin bilimciliği son derece kaygı
vericidir: Amerika Birleşik Devletleri'nin, (uyduyla her yeri
gözetleme, hedeflerin son derece kesin olarak saptanması
ve ölüm tehdidi sayesinde) enformasyon alanındaki teknik
üstünlüğü ve uzam-zaman tahakkümü yoluyla kapanmaları
kurumlaştıracak operasyonel bir tarz arayışının göstergesi­
dir bu. Bu teknikler, Thomas More'un Ütopya'sında halklar
için savaşlardan daha az zararlı diye övülen, ama Ütop­
ya'nın ada olarak içe kapanmasını tamamlayan politik cina­
yetleri kapsar. Kolombiya'da ve lsrail'de zaten sistematik
olarak uygulanmış olan politik cin�yet, imparatorluğun kü­
resel stratej isi haline gelebilir. .

230
14. Soğuk savaş özlemi
Amerika'nm dünyayı betimleyişi açısından soğuk savaşın
yetmiş yıl boyunca, yani Amerika Birleşik Devletleri'nin
varlığının üçte biri boyunca, Stalinizm ve antikomünizm
aracılığıyla insani işlerin militarize basitliği karşısındaki
aşırı bir rahatlama dönemi olduğuna inanabiliriz. Dolayı­
sıyla SSCB'nin düşüşü, elekronik devrim sayesinde hetero­
nomik kapanmaları yeniden yaratarak insanlara topyekun
hayvan muamelesi yapmayı sağlayacak, askeri işlerde bir
devrim gerektiren kaosa geri dönüş olarak yaşanmıştır.
Huntington paradigmasının özü budur.

15. BMÖ'nün sonu


Israil'de olduğu kadar Kolombiya'da, Kara Afrika'da ya da
başka yerlerde de, "en güçlünün zaferle çıkacağı savaşı yap­
ma hakkı" ilkesinin üç darbeyle onaylandığı gözlenebilir.
199 1 yılında, klasik savaşlar için Körfez Savaşı. 2001 yılın­
da, terör şebekesi ve köylü mezhepler için Afganistan Sava­
şı. 2002 yılında, üçüncü bir darbe denenmektedir: Filistin­
lilerin meşru bir talebinin, bağımsızlık, demokrasi ve BMÖ
anlaşma ve kararlarına saygı haklarının tasfiyesi. Belki de
en sert darbe budur, çünkü hem komşu toplulukların
"mikro" ölçeğinde, hem de uluslar topluluğunun "makro"
ölçeğinde indirilmiş bir darbedir bu. BMÖ ölmüştür, çünkü
"emir altındadır". Kofi Annan, zorunlu ikamete mahkum
ve imparatorluğun öne sürdüğü inisiyatifleri alamayan bir
Avignon papası gibi ortaya çıkmaktadır.

1 6. En zayıfın hak Y?kluğu


En güçlünün hakkı hep var olmuştur. Yeni olan şey, en za­
yıfın hakkının olmamasıdır. Bu durum, kaos imparatorlu­
ğunun iyi bir tanımıdır.

231
Bu kitabın başında, çağdaş dünyayı döneme en uygun
sözcüklerle tarif etmek için temel kavramlar önermeye ça­
lıştık. Bu nedenle, "Ortaçağ kaosu"ndan çıkışta görüldüğü
haliyle politik bilimin bazı kavramlarını benimsedik (özel­
likle, cumhuriyet, egemenlik, sonra da halk egemenliği) ;
çünkü bugünkü "küreselleşme" bazı özellikleriyle bizi ye�
niden Hobbes öncesi bir kaosa soktuğundan, uygulamasını
ve anahtarlarını yitirdiğimiz bir dünya halinde yaşıyoruz.
Egemen iktidarın meşru özü "halkı korumak" mıdır; bu
soruyu kendimize sormamız gerekir. Elimizdeki eksik bi­
lançoya rağmen şu cevabı verebiliriz: "Hayır, neo-liberalizm
çerçevesinde, halkı korumak değildir," çünkü devlet ege­
menlikleri erozyona uğramıştır ve hakim olan egemenlik
tarzının, şirket egemenliğinin hedefi kardır, koruma değil.
Buna karşılık, görevi gezegen sakinlerini açlıktan ya da kat­
liamlardan korumak değil, şirketlerin egemenliğini savun­
mak olan kaos imparatorluğu, ancak askeri imkanlarını
güçlendirmek amacıyla ve iç ve dış sapmalara karşı güç
kullanabilmek için ekonomiye müdahale edebilir. lşte, tar­
tışmaları aydınlatan budur, ama bu henüz bir çözüm sun­
mamaktadır.
Geleceğe yönelik görüşler ya da önermeler biçiminde res­
mi bir bitiriş yapmak yerine, -ki bir araştırmacının rolü ille
de bu değildir- Sokrates gibi ironik ya da Aziz Jean gibi şa­
manca olsa da, kaybedilmiş gibi gözüken davalardan yana,
Vietnam'da, Şili'de, Filistin'de, Bosna'da, Cezayir'de, Çeçe­
nistan'da, Kolombiya'da ve tüm Kara Afrika'da ve tüm Rus­
ya'da cesaretini yitirmeden militanca mücadele etmiş olan
sanat dünyasından ve STÖ'ler evreninden herkese adadığım
umuttan yana bir bildiriyle bitiriyorum.

232
İmparatorluk, Cumhuriyetler ve Umut

Özet-Bildiri
{Rateau Şirketi'nin yerleşim alanında düzenlenen
bir tartışma için da!:)ıtı ldı, Rennes, 20 Mart 1 9 98}

Küresel ekonomi günü müzde devletleri eski toplumsal· ve politik güçle­


rinden yoksun bırakmışt ı r. H a l kl a r nezd inde b u çöküşü maskelemek
amacıyla yönetimler h a l a çırpınmaktadırlar; özel likle mali sistem onları
patlak bir vaat balonuyla terk ettiğinde ya da bo!:)ucu bir d izi krediyle
k u rtard ı ğ ı nda u l u sal bayra k l a r ı n ı s a l l ay ı p d u rm a kta d ı r l a r. Petrol de
uyuşturucu g i b i her yere zen g i n l i kten çok savaş ya d a çürüme götür­
mektedir. Avru pa'nın eu ro'ya do!:)ru zorun l u i lerlemesi, toplumsal pakt­
ların bozu l masının -eski Sovyetler Birliği Avrupası'nı mafya lara teslim et­
miş olan- barbar sonuçlarına karşı bir savunma h attı yaratılmasına katkı­
da b u l u na bi lecek m i d i r? Bu, yurttaş lara bağ l ı d ır. Ama i m parato r l u k
m a ntı!:)ı karşısında, t a r i h i yen iden i l erlemen in raylarına oturtmak için
cumhu riyetin i lkeleri n i büyük ölçüde yeniden inşa etmek ve savu nmak
gerekmekted ir.

Cumhuriyeçi ulus-devletler tehdit altında

Şi rketlerin u l us-aşı rılığının ve imparatorl uğun tahakkümü altındaki ulus­


devletler, iktidardaki parti hang isi olursa olsun, kendi egemenli klerinin
erozyonundan sorum l u hale gelmişlerdir. Devletlerin modern izasyon u di­
ye adlandırılan şey, kısmen, kendi kendini yöneten bir intihardır. US Fe­
deral Bank, GATI, G7, O ECD, IMF, Dünya Bankası, Davas, Dü nya Ticaret
Örgütü, meşru hiçbir politik h ukuku olmayan teknik organlar ya da oli­
garşik kulüpler; her yerdeki a nlaşma ve anayasal a rın, politi kanın kellesi­
n i n uçuru lmasına varan "teknik" normlar benimsemesi için baskı yap­
maktadır.
Bu durum, l n g i l iz ya da Fransız anti-monarşik devri m le r i n i n evl adı
olan demokrasilerin önüne ciddi bir sorun olarak çıkmaktad ır. Kra l ı n kel­
lesini uçuran, keyfi ve can i otoritarizmi reddeden bu devrimler hüküm­
ran l ı ğ ı halka, iktidarı yurttaşlara vermeyi hedeflem işti: Devlet karşı sında
özgür olabi len, soyl uluk karşısında eşit ol abilen, hatta ru hbanlar karşısın­
da kardeşli k içinde olabilen yurttaşlar sonsuza dek özerk olacaklard ı . Fa­
şizmlerin devrilmesinden do!:)an demokrasiler {Almanya, ispanya, ltalya},
toplumsal pazar ekonomisine do!:)uştan ba!:)l ıdı rlar. Komünist diktatör­
lüklerden kurtulan halkl ar, yok olan rejim lerdeki bazı toplumsal erdem­
leri unutamamaktadır. Polonyalı papa, Castro'yu hala M iami mafyasına
tercih etmektedir.

233
Halklar egemen liklerini şirketlere devrediyor

Ulus-devletlerin el inden a l ınan egemen l i k aslında halk lardan a l ı n m ıştır


ve günü müzde "teknokratlar"a değil, şirketlere geçmektedir. Bu organ­
lar, yeri yurdu olmayan, dar görüşlü çıkarlar peşindeki rantiye kolektifle­
rine ve kimseye itaat etmeyen bankalara boyun eğmekted ir. Bunca sözü
edilen ekonomik "küreselleşme" asl ı nda, egemen halkı tüm egemen l i ­
ğ i n den yoksun bırakan v e bu egeme n l i ğ i feodal d üzene özgü bir tür
u l uslararası aristokrasinin eline teslim eden kaos yoluyla politikanın sıfıra
indirgenmesid ir. " Dünya ça pındaki h a l k " ı n öfkesi patla m ıyor, çünkü dün­
ya c u m h u riyet ola rak var değ i l . B M Ö ' n ü n gö lgesi bile kalmasın d iye
Amerika Birleşik Devletleri onun rolünü -Ortadoğ u'da görü l d ü ğ ü gibi­
barışın korunmasında bile hiçe indirgemeye çabalamaktadır.
Egemen h a l ine gelmiş d ü nya ça pındaki şirketler karşısında dünya hal­
kının varl ı ğ ı yoktur. " Kalıcı bir işe yeniden sahip olmak ve bu dünyada
m ütevazı bile olsa mutl u bir yaşam sürdürmek " : Küresellik yanlısı neo-li­
beraller bu düşün her türlü politik ve toplumsal kısıtlamadan şirketlerin
kurtulması sayes i n d e yen i d e n d o ğ a b i l eceğ i n i tekra rlayıp d u ruyorlar.
" Dünya aristokrasisi "nin yurttaşlar kamuoyuna satmaya çalıştığı büyü l ü
reçete budur işte. Ama bu reçetenin ters yönde işled iğini görmekteyiz.

Teknik ilerlemenin yarattığı şey, mahkumlar ve ölülerdir

Başlangıçta köylü tarı mının i mhasıyla, ardından da robot kullanımıyla ya­


ratılan yeni emekçi kitleleri, sistematik olarak aşağı- istihdam ve aşağı-üc­
retlendiril meye tabidir. Latin Amerika'da uyuşturucu kull ananları, evsizle­
ri, sokak çocuklarını, toplumsal sefaletin ve sömürünün işe yaramaz hale
getirdiği insan posa larını belirtmek için uyduru l muş terime (deshechables)
göre, bu kar mekanizmasında insanlar kullanıldıktan sonra "atı labilir" ol­
maktadır. Eğer hapse atılamıyorlarsa, maskeli milisler tarafı ndan katled il­
mektedirler. Mil iter ya da paramil iter cinayet ekipleri, neo-liberal projenin
kurbanlarını ortadan kald ı rmak için her yerde faal iyettedi r. ü l keden ü l ke­
ye değişerek şu ya da bu ü niformayı giymekte, d inci ya da laik, asker ya
da sivil, resmi ya da mafya olsalar da savunmasız kurbanlarına karşı her
yerde soykırım yöntemlerini ve barbarca vahşeti uyg u l a maktad ırlar. Bu
katliamcılar kampı n ı n Kolombiya'da, Meksika'da, Cezayir'de, Kosova'da,
Timor'da, Orta Afrika'da faal iyette olduğunu görüyoruz.
Bu bir komplo değil, barbarl ığa gömülmeyi frenleyecek örgütlenmeyi
beceremeyen, finans ölçütleri nin tahakkümü altındaki dü nya egemenlik
sisteminin bir yönelimid ir. Hemen hemen her yerde mevcuttur. Ve şimdi,
Meksika sınırındaki bazı şehirlerin maquiladoras' larını model alarak, Gü­
ney'deki sefaleti d izginsizce söm ürerek -geleceğin tehditkar bir habercisi

234
olarak- gel işmiş ü l kelerdeki ücretler üzeri nde etkide b u l u n a n " l i bera l
toplama kampları " n ı model a la rak zeng i n ü l kelerin topra k larında da
vardır. Her yerde ü m itsizlikten kaynaklı ırkçilığı ya da pazar koşu l l arına
kölece itaati ü retmeye yaramaktadır.

Her bir cumhuriyet zayıflasa bile yurttaşlar olarak kalmak


ve politik Avrupa'yı yaratmak

Neo-l iberal projen i n Fransa'da ve tüm Avrupa' da topl u m u ve demokrasi­


yi tehdit ettiği açıkça ortadadır, çünkü her türlü topl u msal cumhuriyet
projesi n i yok etmektedir: " insan h a k l arı " i le "yurttaş hakları " n ı kesin
olarak birbirinden ayırmaya ça l ışmaktad ı r. Köleliği yasaklayan cumh uri­
yet, ( 1 945'teki "evrensel " bildirgenin habercisi olan) 1 793 insan Hakları
Bild irgesi'yle Fransa ' n ı n her yurttaşına ve Fransa'da yaşayan herkese ve
doğal olarak da tüm insanl ara, sayg ı n ve özgür yaşam imkanı -eğer var­
sa, iş yoluyla, yoksa yardı m l arla- sağ l a mayı yükü m l ü l ü k a ltına a l ıyord u .
Yen i dünya aristokrasisi, bu basit fikri, h a l a yaşad ığı h e r yerde tama­
men yok etmeye çalışmaktadır. Cum huriyet-karşıtı ideoloji, 1 940'taki fa­
şizm g i bi, şu an için muzaffer gözükm ekted i r. Bu u l usaşırı bir fikird i r ve
ister Fransa olsun, ister l n g i ltere, Almanya, ispanya ya da ltalya, isterse
de Bosna, F i l istin, Arjantin, Kolombiya, Meksika, Cezayir... tek bir cumhu­
riyetçi u l usun çerçevesinden yola çıkarak bununla mücad ele edil emez . . .
Demek ki halkların politik m ücadelelerini, neo-liberal i l kelerin nüfuz
ettiği devlet aygıtları ile bürokrasiler arasında bölmek yerine birleştiren
bir Avrupa Cumhuriyeti kurmak gerekiyor.

Ümidi korumak

Bu kaotik neo-liberal düzene Avrupa'da dolaysız bir ka rşı-sa ldırıyla hızla


hakim olmak mümkün gözükmemektedi r. E n azından, bu karşı�devrimi
engel lemek, bu engellemen i n evrelerini saptamak, bu karşı-devrimi gecik­
tirm e k, bu kaosa karşı kendini savu nmak ve Avrupa'yı -dolayısıyla dünya­
yı- bizim dayanışmacı becerilerimiz içinde güçlendiren, öfkeli ya da uslu
tartışmalarla, daha sevimli bir gel eceğe doğru yönlendirmek mümkündür.
1 649, 1 688, 1 776, 1 793, 1 848, 1 87 1 , 1 9 1 7, 1 936, 1 945, 1 968'in kıdem l i­
leri, çoğ u l m i l ita nl ıklar içinde h a l a frenleri n i kemirip d u ruyorlar; ama
ümidi, Peguy'ün yoru l mak b i lmez " küçük kız" diye tarif ettiği o politik
"tanrısal erd e m " i de i n k'a r etmiyorlar, h a n i şu iki kız kardeşi n i n yerlerine
bir güzel kuru lmuş ve daha ziyade şimdiki zama n ı n suçortağı idareciler
olan yurttaş hanım ların -inancın ve i nsan sevg isinin- el lerinden tutup çe­
ken " küçük kız" ı . .. Ya l n ı zca ü mit, ihti male ve geleceğe aşıktır ve tari h i
güzel dişleriyle ısıracak o l a n odur.

235

You might also like