Professional Documents
Culture Documents
Belge
Belge
Belge
Totemcilik (totemizm) :İnsanla hayvan ya da bitki gibi doğal nesneler arasında bir
akrabalık ilişkisi
ya da gizemli bir bağ bulunduğu inancına dayanan düşünce ve davranış sistemidir. Genel
olarak, totem
hayvan ya da bitkiyle topluluk üyesi arasında bir akrabalık ilişkisi kurulur. Bu ilişki
mitolojiyle de
desteklenerek kuşaktan kuşağa aktarılır. Türklerin kurt neslinden ve kayın ağacından
geldiği inancı buna bir örnek olarak verilebilir. Böylece bitki ve hayvana aktarılan
kutsallık sayesinde, doğa, kutsal ve kutsal olmayan olarak ikiye ayrılır. Kutsal olan
kutsal olmayan ayrımı, totem-hayvan ya da totem-bitkinin rast gele tüketilmesinde de
kendini gösterir. Bunlar ancak dinsel törenlerde tüketilebilir, bunun dışında, totem-
hayvan ya da totem-bitkiye dokunulmaz. Ata ruhlarının bu bitkilerde yaşadığı inancı
aynı zamanda bu bitkilerin törenle tüketilmesi durumunda insanların üstün güç elde
edeceği inancını da beraberinde getirir.
Totemciliğin Orta Asya Türkleri arasında da yerleşmiş olduğunu gösteren birçok kayıt
bulunmaktadır. Bunların başında, kimi yaratıkların ya da nesnelerin totem olarak kabul
edilmiş olmasıgelmektedir. Bir toplulukta totem üç yönden önemlidir:
a) Klanın geldiği, türediği kabul edilen kutsal varlıktır. Klan üyelerinin atası sayılır.
b) Klanın adını oluşturur. c) Klanın simgesidir .
Şamanizm: Büyüye dayalı bir kabile dini olma özelliği taşımaktadır. Eberhard,
Şamanizm’in,Türklerdeki varlığından bahseden ilk delilin 519 yılında
Cücenlerden kaldığını söylemektedir. Bu tarihte bir kadın şamanın, güz
mevsiminde ovada çadır kurarak yedi gün oruç tuttuğunu ve dualar ettiğini
açıklamaktadır. Seyyah İbni Fadlan da Oğuzlardaki bazı kurban
merasimlerinden ve bunları yöneten ihtiyarlardan söz etmektedir. Ona göre
Oğuzlar bu ihtiyar Şamanların sözlerini dinlerler ve ona uygun hareketler
yaparlardı . Şaman inanışına göre evren üç bölümden oluşmaktadır:
a) Gök: Aydınlık olandır. Orada iyilik, güzellik ve mutluluk vardır. Tam
anlamıyla bir cennet demektir. 17 kattan oluşmaktadır. En büyük Tanrı/ruh
olan Ülgen, eşi ve çocukları ile kendisine bağlı iyi ruhlar orada oturur.
b) Yeryüzü: İnsanların yaşadıkları yerdir.
c) Yeraltı: Karanlık olandır. 14 kattır. Kötülüklerin, bahtsızlıkların,
çirkinliklerin hüküm sürdüğü yerdir. Bu nedenle cehennem demektir.
Korkunç bir tanrı/ruh olan Erlik, ailesi ve ona bağlı kötü ruhlar yeraltında
bulunurlar.
Türk doğacılığının sembolü, Şamanizm’dir. Ziya Gökalp
Şamanizm’i, eski Türklerin dinideğil, sihre ilişkin sistemleri olarak
Budizm : M.Ö. VI. yüzyılda Hindistan'da ortaya çıkan Budizm,
Hindistan'ın dışında M.Ö. III. yüzyılda yayılmaya başlamış; Orta Asya'ya, Çin'e,
372'den sonra Kore'ye uzanmış; Tibet'e yerleşmesi ancak VIII. yüzyılda
olmuştur. Batı Türkistan'da Budizm, Sasanilerin desteklediği Zerdüştîlik ve Mani
dini karşısında pek tutunamamış; Doğu Türkistan'ın yerleşik çevrelerinde kendine
daha uygun muhitler elde etmiş; Budist külliyeler Çin'e doğru uzanan kervan
yolları boyunca dikilerek, faaliyetlerini asırlarca sürdürmüşlerdir. Güneye doğru
uzanan kervan yolu üzerinde Hotan ve Miran; kuzeye giden yol boyunca ise
Tumşuk ve Kuça şehirlerinde, III-IV.
kabul etmiştir. Bu nedenle de Türkler arasındaki Şamanizm’i
ruhunun yanması derler. Temas büyüsünün özünde ise, birinin saçına, tırnağına, kirpiğine,
dişine ya da elbiselerinden bir parçaya sahip olan kişinin, o kimse üzerinde olumlu ya da
olumsuz güçlere sahip olması yatmaktadır .
Şamanizm inancına göre, Şamanların temel görevlerinin ve özelliklerinin sihirbazlık ve
büyücülük olduğu da bilinen bir gerçektir. Bunun nedeni Ohlmarks tarafından şu şekilde
açıklanmaktadır; Sibirya ve Orta Asya gibi iklimi sert olan yerlerde ve genellikle doğaya
hükmedememenin ilkel insanlarda tepkilere yol açtığı görülmektedir. Bu tepkiler özellikle
hassas bünyelerde ortaya çıkmakta ve bu kişiler sihirbaz din adamı görevini yüklenmektedir.
İşte bu sihirbazlar böylece yerlerini Şamanlara Falcılık ve Kehanet: Falcılık Şamanizm’in
başlıca ögelerinden biridir. Fal Eski Türkçe’de “ırk” kelimesiyle ifade edilmiştir. Bugün bu
kelime “ırk bakmak” fal bakmak anlamında Anadolu’da da kullanılmaktadır. Falcılar, fal
açmak için kullandıkları nesneye göre; yogrıncı, kumalakçı, ırımçı gibi adlar alırlar.
Şamanistlerde, Müslüman Türklerden Kırgız-Kazaklarda ve Nogaylarda en meşhur fal kürek
kemiği falıdır. Kürek kemiği falından Nogay hikaye ve destanlarında çok söz edilir.
Başkurtlarda, Altay ve Yakut Şamanistlerinde kürek kemiği falı yaygındır. Kırgız-Kazaklar
kürek kemiğine çok saygı gösterirler, kırmadan köpeklere atmazlar. Destan ve hikayelerinde,
kürek kemiği falı motifine rastlanır.
Kürek kemiği ile fal açtırmak isteyen kişi, bir kürek kemiği bulur. Bu kemiğin kaynatılmamış
olması gerekir. Falcı (kam) kemiği ateşte kızdırdıktan sonra, eline alıp ince tarafından tutar.
Kemikte çizgiler, noktalar, çatlaklar belirmiştir. Falcı, bu beliren şekillere göre yorumunu
yapar. Falcılık bilim adamları elinde gelişmiş, Arapça “ilm ül kelf” risalesine konu olmuştur.
Türk göçebeleri arasında aşık kemiği ile fal açmak adeti de vardır. Yapılacak işin hayırlı olup
olmayacağını öğrenmek için, davul üzerine aşık kemiği atılarak niyet tutulur .
Yakutlarda kaşık ve eldiven ile de fal açılır; yeni ev yapmak için seçilen yerde, yapılan
ayin sırasında eldivenle fal açılır. Eldiven avuç yukarı gelinceye kadar dualarla atılır.
Eldivenin düştüğü yere haç dikilir. Burada toplanıp ateş yakılır. Ateşe yağ, yoğurt
dökerler, at yelesinden kıl koparıp atarlar. Daha sonra, şaman yahut evi yapacak adam
kaşık alıp dua ederek kaşığı havaya fırlatır. Fal iyi gelirse ev sahibi kaşığı kapar, yakasına
yerleştirir. Ev yapıldıktan sonra da Bayram- Tören ve Ayinler: Uraz, bayramların, salgın
hastalıklar, kıtlıklar ve büyük zelzeleler sona erdiğinde, savaşlardan zaferle çıkıldığında,
sığır denilen avlar başarıyla bittiğinde, yılbaşlarında, meyve mevsiminde ve halkı
ilgilendiren büyük büyüler bozulduğunda yapıldığını belirtmektedir.
Altay Türklerinin tanrılar adına yaptıkları bayramların en büyüğü Ayzıt
Bayramı’dır. Bu bayramlar iki mevsimde yapılırdı. Yazın yapılan bayram
törenlerini ak şamanlar idare ederdi. Ormanda yapılan bu törende beyaz elbise
giyilirdi. Bu törene kadınlar katılmazdı. Kışın yapılan bayram törenlerini ise kara
şamanlar idare ederdi. Bu törende şamanlar siyah elbise giyerlerdi. Kış törenleri
evlerde yapılır ve kadınların da katılımına açık olurdu .Bu bayramlardan bir diğeri
ise, Üzüt Bayramı’dır. Diğer adıyla ruhlar bayramı olarak tanımlanmaktadır.
Bedenden ayrıldıktan sonra “süne” denilen ruh, başka bir dünyaya gider. Orada
süneyi Erlik’in bekçisi olan ölüm ruhu Aldacılar karşılar. Aldacılar her yeni ölünün
çoktan ölmüş yakınlarından birinin ruhudur. Süne ile Aldacılar bir süre dolaşır.
Çocuk
Süne’si yedi, yetişkinlerin
Süne’si kırk gün böyle dolaşır. Bu süre içinde ölü çıkan evde çeşitli tabular varlık
gösterir. Bu eve şaman girmez. Bir hafta, ölü çıkan evden dışarıya eşya verilmez.
Dışarıdan da alınmaz. Kırk gün sonra ölen kimsenin akrabaları “Üzüt Bayramı”
yaparlar. Bu bayramda, hayvan kesilir, eti ile sofralar kurulur ve ihtiyarlar yüksek sesle
dualar okurlar. Altaylılara göre ölüm iki nedenden olur. Bunlardan biri, Erlik’ in
Bu nedenle, ölen kimse eşyalarıyla, silahları, atı ve en yakın dostları ile gömülürdü. Ölüler
genellikle toprağa gömülürdü; fakat, ölüleri suya atan, yakan, köpeklere yediren ağır taşlar
altına koyan ya da ağaç kavuğuna sokan boylar da bulunmakta idi. Yakutlar, ölene en iyi
elbiseyi giydirir, tabutuna bir çakı, bir çakmak taşı, kav, yağ, et gibi öbür dünyada gerekecek
eşyaları koyarlardı. Sümerlerin inancına göre, ruh insandan ayrılınca uçar, yeryüzünde
dolaşırdı. Bu ruha“Edimnu” denirdi. Eğer ölü geç gömülecek olursa ,Edimnu kötü ruh haline
gelir, hortlayabilirdi. Bunu önlemek için ise, ölünün hemen gömülmesi gerekirdi.
Yada Taşı ve Yağmur Tılsımları : Avcıoğlu, yada taşının bazı hayvanların karnından ya da
kafatasından yapıldığını, yağmur, kar yağdırma ve fırtına estirme gibi sihirli güçlerinin
olduğunu belirtmiştir. Yada taşı, Türk topluluklarında çok eski bir inanca konu olmuş bir
nesnedir. Bu inanca göre,Türk tanrısı Türklerin en eski atasına, istendiğinde yağmur, kar ve
dolu yağdıran sihirli bir taş armağan etmiştir. Yada, cada, yat denilen bu taşın her dönemde
Türk Şamanlarının (kam) ve
komutanlarının elinde bulunduğuna inanılır. Yakutlar yada taşına sata derler ve en kuvvetli
sata taşının kurdun karnında bulunduğuna inanırlar. Sata taşına bir yabancının ya da bir
kadının eli değdiğinde taşın öldüğüne inanılırdı. . Havada Uçma (Levitation): Bu motife
ilişkin yalnızca iki menkıbe bulunmaktadır. Bunların ikisi de Vilayetname-i Sultan
Şucauddin’dedir. Bu menkıbelerden ilkine göre, sultan bir gün müritleriyle otururken aniden
vecde gelip herkesin gözü önünde yerden yükselmiş ve bulutların üstünde bir süre uçtuktan
sonra tekrar yere
Bilim ve Sanat: İslamiyet öncesi Türk devletleri bilim, kültür, sanat, ticaret, sözlü ve yazılı
edebiyatta önemli gelişmeler kaydetmişlerdir.
Sanat dallarında göçebe yaşamda deri, ahşap, metal ve taş işçiliğine dayalı eserler bırakılırken,
Uygurlar ile beraber geçilen yerleşik sistemde minyatür, resim, heykel ve tezhip sanatı
gelişmiştir. Müzik ve şiirin de geliştiği Türklerde en önemli müzik aleti Kopuzdur.
Tezhip, resim, müzik, mimari, heykel, minyatür, fresk, vitray, ciltçilik, maden ve dokuma
sanatı İslamiyet öncesi Türk devletlerinde gözüken sanat dallarıdır. Bu sanat dallarından
bazılarını açıklayalım.
* Tezhip: Kitap süsleme sanatıdır.
* Fresk (Fresko): Duvar resmidir. Duvara sürülen yaş alçı üzerine yapılan süslemelerdir.
* Vitray: Renkli cam parçalarının birleştirilmesi ile oluşan süsleme sanatıdır.
Hukuk, Yazı, Dil ve Edebiyat: Eski Türklerde devlet Töre adı verilen yazısız
hukuk kurallarına göre yönetilmiştir. Hukuk işlerine Yarguci bakmaktaydı. İlk
kez Uygurlar zamanında hukuk kuralları yazılı hale getirilmiştir.
Ural – Altay dil grubuna mensup olan Türkçe önceleri sözlü sonra da yazılı
olarak gelişmiştir. Yazı ilk olarak Göktürklerle başlamıştır. Ayrıca Türkler
kendilerine ait alfabeler oluşturmuşlardır. Bunlardan en önemlisi olan Göktürk
(Orhun) Alfabesi Göktürkler tarafından 38 harfle meydana getirilmiştir. Bir diğer
kullanıla alfabe olan Uygur Alfabesi de Uygurlar tarafından 18 harfle meydana
getirilmiştir.
Türkler yazıya geç geçtiği için Türk tarihine ilişkin ilk bilgilere Çin, İran, Bizans,
Rus ve Arap kaynaklarında rastlanmaktadır.
İslamiyet öncesi Türk devletleri yazıdan önce sözlü edebiyatta önemli ürünler
bırakmışlardır. Sagu ve Savlar (Atasözleri ve özdeyişler), Koşuklar ( Çeşitli
etkinliklerde söylenen şiirler) ve Destanlar sözlü edebi eserlerdir. Hunlara ait olan
Oğuz Kağan
Destanı, İskitlere (Sakalar) ait olan Alper Tunga ve Şu Destanı, Göktürklere ait
olan Ergenekon ve Bozkurt Destanı, Uygurlara ait olan Türeyiş ve Göç Destanı,
Kırgızlara ait olan ve en uzun destan
olarak bilinen Manas Destanı en önemli destanlar arsında yer
Sözlü Edebiyat Özellikleri
1. İlk manzumeler yuğ, sığır ve şölen adı verilen
dinsel törenlerden doğmuştur.
2. Kahramanlık konuları destanlarla; aşk ve doğa
konuları ise koşuklarla aktarılır. 3. Manzumeler,
ulusal ölçümüz olan hece ölçüsüyle ve arı
Türkçeyle söylenmiştir.
4. Nazım birimi olarak dörtlük kullanılmıştır.
5. Yarım uyak temel tutulmuştur.
6. Anonim olup şiir ile musiki iç içedir.
7. Ozanlar, önce hekimlik, büyücülük, rahiplik
gibi meslekleri üstlerinde toplamışlar ve
toplumun üstün kişileri sayılmışlardır. Bu
ozanlara “şaman, baksı, kam, ozan, oyun” gibi
adlar verilirdi.
Şeylan / Şölen
Oğuz Türklerinin kurban törenlerine şeylan veya şölen adı verilmiştir. Dini içerikli bir tören
olmanın ötesinde şeylan, sosyal içerikli bir törenin de adıdır. Kurban, Tanrı’yı memnun etmek veya
dini bir yükümlülüğü yerine getirmek amacıyla kesilse de kurbanın dağıtım şeklinde bir hiyerarşi
vardır. Şölenlerde kesilen kurbanın “sögük” adı verilen parçaları Oğuz boyları arasında dağıtılır,
ancak bu dağıtım belli bir düzen içinde yapılır. Buna göre Şeylanda kesilen kurbanın hangi parçasını
hangi boyun alacağı önceden belirlenmiştir . Bu bakımdan şeylan adı verilen kurban töreni,
aslında Oğuz boylarının yılda bir kez bir araya gelmesini ve boyların Oğuz birliğine tabi
olduklarını göstermelerini sağlamıştır. Kurbandan parçasını alan boy, Oğuz boyları arasında
bir yerinin olduğunu bildiği gibi tören alanına gelerek bütünün bir parçası olmayı kabul
ettiğini beyan eder. Adeta şeylanda kesilen kurbanın uzuvları, Oğuz boylarını sembolize
etmektedir. Kurban edilen hayvanın çeşitli parçalardan oluşan bir birlik ve bütün olması gibi
Oğuz boyları da çok sayıda parçanın, yani boyun bir araya gelmesiyle oluşmuş bir bütündür.
Ozanlar ve baksılar, törenlerin dini mahiyetini kaybetmediği dönemlerde
“kopuz” adlı bir müzik aletiyle şiirler okuyup törene katılanları günlük
sıkıntılarından uzaklaştırmışlardır. Dini içerikli şiirlerin yanında şölenlerde
ozanlar, Oğuzların atalarına ait destanları ve hikâyeleri de anlatmışlardır. Bu
yönüyle şeylanlar, Oğuz boylarında tarih ve toplum bilincinin gelişmesine
katkı yaptığı gibi Türk halk şiirinin icra edildiği alanlar halini gelmiştir.
Oğuzların av törenlerine “sıgır” adı verilmiştir. Eski Türklerin yaşam biçimi dikkate
alındığında avın toplum içindeki konumu daha açık olarak anlaşılabilir. Bozkır kültürünü
yaşayan bir toplumun günlük hayatını idame ettirebilmek için ava özel bir önem vermesi ve
avcılığı bir yaşama biçimi olarak algılaması kadar doğal bir şey yoktur. Türkler için av, hem
ekonomik bir üretim değeridir, hem de savaşçılığı tabiata karşı uygulama şeklinde bir tatbikat
alanıdır. Avcılıkla ekonomik ve sosyal hayatını devam ettiren Türk boyları, aynı zamanda
savaş yeteneklerini de geliştirmişlerdir. Bu nedenle av dönemleri, Türkler için özel zamanlar
olarak değerlendirilmiş ve tören haline getirilmiştir. “sıgır” törenleri, sadece avla sınırlı
kalmamış, avın kutlu, bereketli ve eğlenceli geçmesi için halk şairlerinin de işlev üstlendikleri
bir tören boyutuna taşınmıştır. Ozanlar ve baksılar, avları takip eden akşamlarda hem av
sahnelerini hem de kahramanlık konulu bazı destanları anlatmışlardır.
M. F. Köprülü’nün gündeme getirdiği, ancak sınırlı bilgi ve malzeme nedeniyle ayrıntılı bir
şekilde tasvir edemediği av merasimlerinde şairlerin ve şiirin önemli bir yeri vardır. Avda
söylenen şiirler, ava katılanların daha iyi zaman geçirmesini sağladığı gibi, avın bereketli ve
güvenli geçmesine de imkân vermiştir. Güney Sibirya Türkleri arasından elde edilen kayıtlar,
bu düşünce ve inanışların yakın dönemlere kadar yaşadığını ve avların şiirle yakın bir ilişki
içinde olduğunu göstermektedir.
Türk kültüründe varlığı erken dönemlerden itibaren tespit edilmiş diğer bir dini tören, “yuğ”dur. Yuğ, eski
Türklerde ölen kişinin ardından düzenlenen cenaze merasimlerinin genel adıdır. Bu kelimenin geçtiği ilk
kaynakların başında Orhun Kitabeleri gelir. Burada Kültigin öldüğünde onun için bir yuğ töreninin
düzenlendiğinden bahsedilmektedir. Kitabelerde verilen bilgilerden hareketle yuğ törenlerinde “yuğcu” ve
“sıgıtçı” denilen ağıtçıların bulunduğunu, törene gelenlerin yanlarında altın, gümüş, misk ve kurbanlık
hayvan getirdiklerini, katılımcıların saçlarını kesip yüzlerini çizdiklerini ve ölen kişi için
“balbal”ların dikildiğini öğreniyoruz. Göktürk döneminden başka Hunlarda da varlığını takip
edebildiğimiz yuğ törenlerinin önemli bir kısmını kurban oluşturur. Altay Türklerinde kurban edilen at,
derisinden çıkarılıp bir sırığa takılırken Çin tarihçilerine göre eski Türklerde kesilen kurbanların başları
sırıkların ucuna takılır. Kazaklarda ise cenaze törenlerinde atın sadece kuyruğu kesilerek kurban merasimi
tamamlanır.
Eski Türklerde hem din adamlığı hem de şairlik vasfı olan tipler, ölen kişinin
gömülme zamanını tayin ettiği gibi, ölenin ruhunu rahatlatmak, gideceği yere
ulaşmasını kolaylaştırmak için kopuzla bazı şiirler söylemişlerdir. Bu şiirler
zamanla ölen kişinin hatırasını yaşatmak için onun kahramanlıklarını ve
meziyetlerini anlatan şiirlere dönüşmüştür. Bu bakımdan yuğ törenlerinin sıradan
insanlardan daha ziyade toplum için önemli bir konumda bulunan kişiler için
düzenlediğini belirtmek gerekir. Adına yuğ merasimi düzenlenen kişi çoğunlukla
ya handır ya da kahramanlıklarıyla ün yapmış bir savaşçıdır. Böyle olduğu için
onların hayat hikâyeleri ve başarıları ozanların şiirlerine girmiştir. Türk halk
şiirinin ilk örneklerinden olan
“sagu‘ların, böyle bir geleneğin sonucu olarak oluşmuş olduklarını söylemek
mümkündür. Meşhur Alp Er Tonga sagusu, muhtemelen Alp Er Tonga için
düzenlenmiş bir yuğ töreninde oluşturulmuş şiirlerden ibarettir.
Destanlara konu olan
olayların gerçekleşme
zamanları ve sözlü
nakiller yoluyla yayılma
dönemleri ya tarih
öncesi çağlar ya da
tarihin ilk çağlarına
destan dönemi adı verilir.
Destan döneminde
ortaya çıkan mitler , ilkel
insan topluluklarının
evreni, dünyayı ve doğa
olaylarını yorumlamak,
henüz sırrını
çözemedikleri hayatın ve
evrenin çeşitli
görüntülerini bir anlama
bağlama ihtiyacından
doğmuş hikayelerdir.
Mitler, tarih öncesi zamanı anlatır yani
yaratılışı anlatır. Bu yüzden tanrı ve
tanrısal varlıklar mitlerin konusudur.
Adana ve çevresinde yüzyıllardır yaygın olarak Lokman Hekim efsaneleri anlatılmaktadır. Bunlardan bir tanesi şöyledir:
Lokman Hekim, inanışa göre bütün hekimlerin piri, üstadıdır. Her çiçeğin, her otun özelliklerini tanıyan Lokman, ilaç
yapar, derilere deva bulunmuş. Bütün dünyayı dolaşmış. Çukurova'ya gelince ovanın bereket ve güzelliğine hayran
olarak Misis'e yerleşmiş. Çevredeki bütün hastaları iyileştirmiş. Anık hastalığın ne olduğunu unutan Çukurovalılar,
ölümsüz hayatın peşine düşmüşler. Kendileri için ölümsüzlük ilacını yapmasını istemişler.
Lokman Hekim Çukurova'yı adım adım dolaşmış, bütün bitkileri incelemiş. Bir gece dolaşmaktan yorgun düşmüş ve ulu
bir çınarın altında uyuyakalmış. Bir ara bir ses duymuş:
"Ey Lokman, anık araman bitsin, ben ölümsüz hayatın devasıyım. Bundan böyle insanlara ve hayvanlara ölüm yok".
Lokman Hekim, sesin geldiği bitkiye doğru yürüyüp koparmış. Bu arada Tanrı Cebrail'e: "Yetiş Cebrail, Lokman
ölümsüzlüğe çare bulursa bu insanların hali ne olur?" demiş.
Bunun üzerine Cebrail, -pir
i fani kılığında Misis
Havraniyetarafına bir gelmiş. Misis Köprüsü'nün üstünde Lokman
Hekimle karşılaşmış. Cebrail:Selamü
" -naleyküm" dedikten sonra. Lokman'ın elindeki kitaba bakmak istemiş. Kitabı alıp
coşkuyla akan Ceyhan Nehri'ne atmış. Kitabın ardından Lokman da suya atlamış ama bulamamış. Yaz gelip sular
çekilince, ırmak boyunda aramaya devam etmiş. Sonunda kitabın sadece bir yaprağını, arpa tarlasında bulmuş.
Bugünkü tıp biliminin, o günkü yapraktan geliştiğine inanılır. Yörede hâlâ, efsanenin izlerine rastlanılmaktadır. Kitabın
bulunduğu arpa tarlasının toprağı kutsal sayılır. Çocukların karınları ağrıdığında bu toprağı ısıtıp beze sararak çocuğun
karnına koyarlar. .(Adana
Efsanelerİ,Yrd . Doç. Dr.RefiyeŞenesen)
Bizim edebiyatımızda genel anlamda
destan kelimesi karşılığı farklı farklı türler var.
Halk edebiyatında destan kelimesinin karşılığı iki
farklı tür var. 1.Aşık edebiyatında koşmanın uzunu
içerisinde anlatım olan .2. Epope tarzındaki
anlatılar yani bir kahramanın monografisini ele
alan , bir kahramanın hayatını, hayatından bir kesit
ele alan anlatılardır.
“Destan”ın mânâ, mâhiyet, karakter ve şümulünü tesbît edebilmek için önce uzak,
yakın Türk lehçelerinde bu çeşit mahsullere verilen adlar üzerinde durmak lâzımdır.
- Çeboksari’deki Dil Enstitüsü uzmanlarından J. A. Andreev, folklorcu arkadaşlarının da
kanâatlerine tercûman olarak Çuvaşlarda “destan” anânesinin bulunmadığını ve bu
sebeple adı gerçek fikri ifâde eden bir kelimeye rastlanmadığını söylemektedir. Biz,
yerleşik hayata çok önceleri geçen Türk boyunda ilk devir hâtıralarının izlerine –bu gün
bulunmasa bile- Yakutlar’ı dikkate alarak rastlanacağı fikrindeyiz.
Yakut Türkleri, manzum kahramanlık şiirlerine veya kahramanların hayat hikâyelerine
“olongho”, “olongo” adını vermişlerdir.(1) W. Radloff aynı kökten gelen “ölöng”
sözünün Kırgızlar arasında “dörtlük, şiir ve türkü” mânâlarına geldiğini kaydeder.
Türkçede Yakutça’daki mânâsı dışında “ölöng”e aşağı-yukarı eş olarak “şiir, raks
havası, raks türküsü, koşma, gazel” karşılığında “koşug, yır ve cır” sözleri vardır.
Türk dilinde çok umumî bir isim olan “sab” ve “sav” kelimelerinin bâzı boylarda
“söz, nutuk, haber, salık, mektup, risâle, atalar sözü, kıssa, hikâye, tarihî olay”
manalarına
geldiği, bahis konusu kavramı az çok ifâde ettiği düşünülebilir. Ayrıca
“irtegi” sözünün Kumanca da, Kırım lehçesinde, Çağatay edebî dilinde Kur’an
tercümelerinde “hikâye, kıssa, destan, eski söz” manalarına geldiğini biliyoruz..
Kırgız Türklerinde kahramanlık destanına “comok” ve destanı anlatana “comokçu”
adı veriliyor. Aynı Türk boyunda Abdülkadir İnan’ın söylediğine göre “Manas”
destanının tamamını söyleyene “comokçu” denir. Destanın bir parçasını okuyan ise
“Cırçı” adını almaktadır.
Olongho, sab, saw, irtegi, ertegi, comok ve kısmen koşuk ve yır sözleri azçok farklı
karakterde yaşarken yer-yer, Farsça bir isim olan “dâstân” veya “destan”ın bilhassa
İslâmiyeti kabûlden sonra şark, şimal ve cenup Türklerinde aydınlar ve halk
mühitlerinde benimsendiğini görüyoruz.
“Dâstân” veya “Destan” sözü Farsça’da “efsâne, mesel ve hikâyet-i güzeştegân”
mânâsındadır. Ebüzziyâ Tevfik “kıssa, hikâye, ekseriya manzum olan kıssa, vak’a”
karşılıklarını vermiştir.
İskender Hucent ırmağını geçince kırk yiğit atlarına atlayıp Kağan'ın sarayına yetişip,
İskender'in Hucent suyunu geçtiğini ve Balasağun'a doğru geldiğini Kağan’a haber verdiler.
Daha önceki habercilere aldırmayan Kağan gecenin yarısında hemen Göç davulunu
vurdurdu. Davulun vurmaya başlamasıyla herkes göçünü yükleyip doğuya doğru yola
koyulmuştu. Bazıları bu olaya şaşırmış, gündüz hazırlık yapılmadan gece yola çıkılmasına
hayret etmişlerdi. Halk ellerine ne geçtiyse atlarına yüklenip Hakan'ın peşinden gitti. Gün
doğarken kentte kimse kalmamıştı. Kent dümdüz bir ova gözüküyordu.
Ancak binecek bir şey bulamayan 22 kişi şehirde ve Şu Kalesinde kalmak zorunda kaldı.
Bunların yanına iki kişi daha geldi ve 24 kişi oldular. 22 kişi sonradan gelen iki kişiye: " Bir
yere gitmeyin burada kalın Bu İskender kimse burada fazla kalmaz ve çekip gider. Burası
bizim yurdumuz burası yine bize kalır. " dedi. Ama bu iki kişi diğer 22 ki,şinin sözünü
dinlemediler. Onların " Kal " demelerine rağmen orada kalmadıklarından İskender'in
geldiğini görmediler. Bu iki kişiye bu yüzden KALAÇ dendi ve onlardan doğan çocuklara da
"KALAÇI " denmeye başladı.
İskender Şu kalesine gelince kalede kalan uzun saçlı 22 kişiyi gördü. Onları görünce onlara
" Türk manend- Türk'e benziyor" dedi. Türk- manend sözü zamanla Türkmen oldu. Kal
denemesine rağmen kalmayarak giden o iki kişi o yüzden tam olarak Türkmen sayılamadı.
Bu 22 kişiye Türkmen denilirken onlara KALAÇ dendi. Böylece oluşan 24 boydan 22 sine
Türkmen, 2 sine KALAÇ dendi.
Hakan Şu ise halkı ile Çin Sınırına kadar ilerlemişti. Uygur Ülkesine vardığında Hakan Şu
İskender'i karşılayabilecek kadar onu içeri çektiğine ve onunla savaşabilecek kadar güçlü
müttefiklere sahip olduğuna karar verdi. Uygurlarla birleşen Şu Kağan genç çerilerini
ayırıp İskender’in üzerine yollamayı düşündü. Veziri çerilerin hepsinin genç olduğunu
tecrübeleri olmadığını başlarına tecrübeli bir komutan vermesi gerektiğini söyledi. Şu
Kağan Vezirine hak vermişti. Ve genç çerilerin başına tecrübeli bir subaşını komutan olarak
verdi.
Şu kağanın çerileri İskender'in üzerine yürüdüler. Bir zaman sonra İskender'in öncü
birlikleri ile karşılaştılar. Çeriler İskender'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptı. Çok
kanlı bir savaş oldu. Bir Türk çerisi İskender'in bir erini bir kılıçla ikiye böldü. İskender’in
askerinin kemerinin üstünde altın dolu bir torba vardı ve bu kılıç darbesi ile altın torba
yarılıp içinden altın saçıldı. Bu altınlar askerin kanı ile kıpkızıl boyanmıştı. Sabah olunca bu
kıpkızıl altınlar güneşte parlamıştı. Bunu gören Türk askerleri " Altın Kan, Altın Kan " diye
bağırmıştı. Bu yüzden bu dağın adı "Altın Kan, Altın Han" olarak kaldı.
Oğuz Kağan Destanının islâmiyet Öncesi Rivayeti Ay Kağan’ın yüzü gök , ağzı ateş,
gözleri elâ ,saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel bir oğlu oldu. Bu çocuk
annesinden ilk sütü emdikten sonra konuştu ve çiğ et ,çorba ve şarap istedi.Kırk gün
sonra büyüdü ve yürüdü. Ayakları öküz ayağı , beli kurt beli, omuzları samur omzu,
göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudu baştan aşağı tüylüydü. At sürüleri güder ve
avlanırdı. Oğuz’un yaşadığı yerde çok büyük bir orman vardı. Bu ormanda çok büyük
ve güçlü bir gergedan yaşıyordu. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve
insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adamdı. Günlerden bir gün bu gergadanı avlamağa
karar verdi. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını aldı ve ormana gitti. Bir geyik avladı ve
onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği
almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca
bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu
sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz’un kalkanına
vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın
barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti. Günlerden bir gün
Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşden
ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben
bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız
ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu.Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi. Günler ve
gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız
isimlerini verdiler. Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç
gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli
bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz
derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz’un
bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.
Oğuz Kağan büyük bir toy(şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı.Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve
içtiler.Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:
Ben sizlere kağan oldum
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran
Av yerinde yürüsün kulan
Dana deniz ,daha müren
Güneş bayrak gök kırıkan
Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu gönderdi:” Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün
dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost
edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım. Onunla savaşır ve yok ettiririm”. Yine o zamanlarda sağ yanda
bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan’a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu. Oğuz
Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan’ın
isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü.Kırk gün
sonra Buz Dağ’ın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık
girdi.O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Kurt: ” Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben
senin önünde yürüyeceğim.”dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli
büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu. Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında
büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı.Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök
yeleli kurdu izleyerek itil ırmağına geldiler. Oğuz Kağan’ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı
ve böylece karşıya geçtiler. Oğuz’un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey’e “Kıpçak” adını verdi. Gök tüylü gök yeleli kurdu
izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan’ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören
kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş
kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: ” Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun.” dedi.
Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı
Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine bağladı. Oğuz Kağan,
ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak
kazandı ve yurduna kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla evine döndü. Günlerden bir gün Oğuz
Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar
uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu.Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu oğulları arasında paylaştırdı.
Divan da hem şiirler içerisinde yer alan destanlar var hem de Saka Destanlarında Şu olarak
isimlendirilen destana rastlanmaktadır.
DİVAN-I LÜGAT-İT TÜRK BİZE DESTANLAR KONUSUNDA AÇIKLAMALAR SUNUYOR. MESELA TÜRKMEN
VE ÖGE MADDELERİ BİZE ŞU DESTANININ OLABİLECEĞİNİ DÜŞÜNDÜRÜYOR.
Sav, İslamiyet öncesi Türk edebiyatında atasözünün karşılığıdır.
Bir düşünceyi, bir deneyimi, bir öğüdü, en az sözcükle kısaca anlatan kalıplardır. Biçim
olarak bir düz yazı tümcesi veya bir şiir dizesi gibi olabilirler. İslamiyet öncesi Türk
edebiyatına ait savların kimileri küçük ses değişiklikleriyle, Türkçede bugün de
yaşamaktadır.
Divandaki sözlerin bazıları günümüze kadar gelememiş, unutulmuştur.
Suburganda ev bolmas, tapurganda av bolmas( Eski mezarlıklarda ev olmaz,
topraklıkta av olmaz).
Yıgaç uzun kes, temür kıska kes( Ağacı uzun kes, demiri kısa kes).
Divandaki sözlerin bazıları küçük değişikliklerle günümüze gelmiştir.
Bir karga birle kış gelmes( Bir karga ile kış gelmez); bugün “ Bir çiçekle yaz gelmez”
şekli vardır.
Taz keligi börkçige ( Kelin geleceği yer külahçı dükkanıdır.) bugün; “
Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanıdır” şekli vardır.
Divandaki sözlerin bazıları bugüne aynen gelmiştir.
Aç ne yimes, tok ne times; bugün “ Aç ne yemez, tok ne demez” şeklindedir.
Biş ernek tüz ermes; bugün “ Beş parmak bir olmaz” şeklindedir.
Sagular da savlar gibi eski Türklerin yaşam biçimlerinden
doğan sözlü ürünlerdir. Eski Türklerde sevilen, sayılan bir kişinin
ölümünden sonra düzenlenen cenaze törenine " yuğ töreni",
bu törenlerde söylenen şiirlere "sagu" adı verilirdi.
Ölen kişinin yiğitliğini, yaptığı işleri, değerini anlatan,
ölümünden doğan acıyı dile getiren bu şiirler bir tür ağıttır.
Destan özelliği de gösteren sagularda geniş doğa tasvirlerine
rastlanır.
Alp Er Tunga'nın ölümü üzerine duyulan acıyı dile getirenAlp "
Er Tunga Sagusu"nu okuyacaksınız. Alp Er Tunga Sagusu XI
yüzyılda KaşgarlıMahmud tarafından halk ağzından .
derlenmiştir.
Alp Er Tunga öldi mü?
Isiz ajun kaldi mu?
Ödlek öçin aldi mu?
Emdi yürek yirtilur.
Ödlek yarag közetti
Ogrun tuzag uzatti
Begler begin azitti
Kaçsa kah kurtulur?
Begler atin urgurup
Kadgu ani turgurup
Mengzi yüzi sargarup .
Korkum angar türtülür.
Ulusip eren börleyü
Yirtip yaka urlayu
Sikrip üni yirlayu
Sigtap közi örtülür…..
Sığır törenlerinde (av şenlikleri) ve şölenlerde söylenen aşk, kahramanlık,
doğa sevgisi temalı şiirlere genel olarak "koşuk" denmiştir. Daha çok lirik,
pastoral ve epik özellikler taşıyan bu şiirler belli bir ezgiyle söylenmiş, bu
ezginin oluşması için kopuzdan da yararlanılmıştır. Şiirler daha çok
törenlerde söylendiği için şiir söyleme eylemine bugün için dans olarak
adlandırılabilecek ritmik öğeler de katılmıştır.
Koşuklar, her ne kadar sözlü gelenek içinde oluşmuşsa da bunların
günümüze kadar ulaşması bu şekilde yani sözlü gelenekle mümkün
olmamıştır. Bunun en önemli nedeni Türklerin medeniyet ve coğrafya
değiştirmeleri, bunun doğal sonucu olarak da dildeki kimi sözcük ve
seslerde çeşitli değişikliklerin olmasıdır. Bu şiirleri Türk boyları arasından
derleyen kişi, Kaşgarlı Mahmut'tur.
"Divânü Lûgâti't-Türk'ten alınan aşağıdaki şiirler, Türk dilinde
ortaya konmuş ilk şiirler değildir fakat bunlar halk ağzından
derlenmiş, yani sözlü gelenek içinde yaşam bulmuş veyaşarlığını
devam ettirmiş ilk şiirlerdir. Yapılan araştırmalar sonucunda en
eski Türk şiirinin Uygurlar döneminde yazıldığı ortaya çıkarılmıştır.
Ama bu şiirler sözlü gelenekten derlenmemiş, yazılı olarak ortaya
konmuştur, dolayısıyla bunların yazılı edebiyat ürünü olarak
değerlendirilmesi gerekir.
Öpkem kelip ogradım
Arslanlayukökredim
Alplar başıntogradım
Emdi meni kim tutar
İlk Türk Şiiri İlk Türk Şairleri
İslamiyet öncesindeki Türklerde şairlere baksı, kam,
ozan gibi adlar verilirdi. Kaşgarlı Mahmud'un
Divânü Lûgati't Türk adlı eserinde ve Turfan
kazılarında ele geçirilen metinlerde adlarına ve
şiirlerine rastlanan ilk
Türk şairleri Aprın Çor Tigin, Çuçu, Ki-ki, Kül
Tarkan, Asıg Tutung, Pratyaya Şiri, Kalun Kayşı,
Çisuya Tutung'dur.
İlk Türk Şiiri
İslamiyet öncesi Türk şiirinin, şairi bilinen ilk
örneklerini Uygurlar'da bulmaktayız. Aprın Çor
Tigin'in yazdığı "Bir Aşk Şiiri" adlı şiirdir.
HAZIRLAYAN : CEVALE KEVSER GÜLER