Belge

You might also like

Download as docx, pdf, or txt
Download as docx, pdf, or txt
You are on page 1of 65

Devlet Yönetimi: İslamiyet öncesi Türk devletleri, boyların bir araya gelmesi ile

devlet (İl,El) oluşturmaktaydılar.


Kağan, Han, Hakan, İdikut, İlteber, Şanyü gibi unvanları kullanan hükümdarlar,
yerleşik hayata geçmeden önce Otağ denilen büyük çadırlarda, yerleşik hayata
geçtikten sonra da sarayda oturmaktaydılar.
Hükümdarlık yetkilerinin Tanrı tarafından verildiğine inanılırdı. Bu yetkiye de Kut
denilmektedir. Egemenlik hakkı hükümdar ve ailesine aittir. İslamiyet öncesi Türk
devletleri hükümdarları, önceki hükümdarların erkek soyundan olmak zorundaydı.
Bu veraset anlayışı, sağlam bir temel oluşturmadığı için, hükümdarlıkta eşit hakka
sahip olan erkek akrabalar arasında taht kavgalarına yol açmış ve devletlerin
ömürleri bu yüzden kısa sürmüştür.
Hükümdarlar yazısız hukuk kurallarına (Töre) uyarak ülkeyi yönetirlerdi. Bu
bağlamda hükümdarın töreye uygun olmayan kararları sorgulanabilmekteydi.
Ayrıca hükümdarlar adaleti, milletin huzurunu , güvenliğini ve mutluluğunu
sağlamak zorundaydı.İslamiyet öncesi Türk devletleri ikili yönetim anlayışı ile
yönetilmekteydiler. Kutsal olan Doğu Kağan tarafından, Batı da Yagbu unvanlı
yönetici tarafından yönetilirdi.
Yagbu içişlerinde serbest dışişlerinde ise Doğu’ya bağlı idi. Batı özerk bir yapıya sahip
olduğu için İslamiyet öncesi Türk devletleri federal bir yönetim anlayışını benimsemiştir.
Kpss tarih dersinde bu tür ayrıntılara önem vermektedir.
İslamiyet öncesi Türk devletleri ülke yönetiminde Kağan başkanlığında toplanan
Kurultayda (Toy-Keneş), Vezir (Hükümdarın en büyük yardımcısı), boy beyleri, Hatun
(Katun) yani kağanın eşi ve Buyruklar (bakanlar) bulunurdu. Kurultayda Kağan’ın
belirlenmesi, savaş ve barış kararları, vergi kararları gibi önemli konular karara bağlanırdı.
Hükümdar eşi Hatun, diğer unvanıyla Katun’un kurultayda bulunması, elçi kabul etmesi ve
hükümdara vekalet etmesi İslamiyet öncesi Türk Devletleri yönetiminde kadınların söz
sahibi olduğunu göstermektedir.
Ordu: İslamiyet öncesi Türk Devletleri orduyu devletin bağımsızlığı ve gücünün simgesi
olarak görürlerdi. Sürekli olarak dış tehditlerin var olması orduya önemi arttırmıştır. Bu
yüzden ordu teşkilatına da önem verilmiştir. lk kez Mete Han tarafından onluk sisteme
geçilmiştir. Bu onluk sistemde en küçük birlik on kişiden oluşmaktaydı ve başında onbaşı
bulunurdu. Görevleri arasında ülkenin bağımsızlığını korumak ve yeni yerler fethetmek
bulunan hükümdar, aynı zamanda ordunun başındaki en büyük komutan konumundaydı.
Ok, yay, mızrak, süngü, kılıç ve kalkan başlıca kullanılan silahlardı. Savaşlarda kurt kapanı
taktiği bir diğer adıyla turan taktiği kullanılmaktaydı. Bu taktikle İslamiyet öncesi Türk
devletleri birçok başarı
Toplum Yapısı ve Ekonomik Hayat: Kpss tarih dersinin bu konusunda da
İslamiyet öncesi Türk devletleri toplum yapısı ve ekonomik hayatı
inceleyeceğiz. Boylar halinde yaşayan Türkler bağımsızlıklarına düşkün olduğu
için devlet otoritesi altına girmek istemezlerdi ve bu yüzden devletler çabuk
yıkılmışlardır.
Orta Asya’da tarıma elverişli alan sınırlı olduğu için eski Türkler göçebe
olarak yaşamışlardır. Eski Türkler Oguş (Aile), Urug (Soy ya da sülale), Bod
(Boy), Budun (Boylar birliği) gibi toplumsal bölümlerden oluşmaktaydı.
İslamiyet öncesi Türk devletlerinde toplumsal sınıflar oluşmamıştır. Bunun
nedeni eski Türklerin göçebe yaşamaları, ortak mülkiyete sahip olmaları ve
toprakların devletlerin malı sayılmasıdır.
Büyük araziye sahip bir soylular grubu oluşmadığı için de sınıf farklılığı
oluşmamıştır. İslamiyet öncesi Türk devletlerinde ekonomik hayatın temelini
hayvancılık oluşturmaktaydı.
Avcılık, toplayıcılık, balıkçılık, yağmacılık (talan etme), yerleşik
hayattan sonra tarım, ticaret, bunların yanında dokumacılık,
demircilik ve altın işlemeciliği gibi ekonomik faaliyetlerle
ilgilenmişlerdir.

KpssTarih dersinde İpek Yoluna hakimiyet konusuna bugüne


kadar sıkça değinmiş ve sorular sormuştur. Türklerde de İpek
Yoluna hakimiyet çok önemliydi. İpek Yoluna egemen olmak için
Çinlilerle sürekli mücadele halinde bulunan Türkler, Çin’e sürekli
akınlar düzenlemiş ve bu akınlar bir süre sonra ekonomik faaliyet
haline gelmiştir.
Din ve İnanış: Çok Tanrılı bir inanç sistemi olan eski Türkler
zamanla tek Tanrılı inançları da benimsemişlerdir.
Şimdi bu dinleri inceleyelim ;
Göktanrı
Totemizm
Maniheizm
Budizm
Şamanizm
Zerdüştilik
Musevilik
Hıristiyanlık
Gök Tanrı Dini: Eski Türklerde en yaygın dini inanç sitemi olan bu dinde ahiret inancı
mevcuttur. İyi insanların uçmağ (cennete), kötü insanların tamu (cehenneme) gideceği
düşünülür. Türkler hükümdarlarının Gök Tanrı tarafından görevlendirildiklerine
inanmışlardır. Türk Tarihi’nde Kut Anlayışı denilen bu inanç, bir anlamda “Tanrı’nın
Onadığı” anlamına gelmektedir. Göktanrı İnancında tabiatla iç içe yaşayan Türkler,
tabiattaki bazı şeylere de kutsiyet atfetmişler ancak bunları Tanrı olarak
nitelememişlerdir. Örneğin güneş figürü, Türk Kültürü’nde çok önemli olsa da, bahar
dönemi kutsal bir havayla geçirilse de bozkurt figürü Tanrısallığı çağrıştırsa da bunlar
birer puta dönüştürülmemiş, sadece Gök Tanrı tarafından Türklere gönderilen nimetler
olarak görülmüştür. Orhun Abideleri’nde rastlanan Tengri lafzı, Köktürkler’den önce de
sonra da kullanılmıştır. Öyle ki Büyük Hun Hakanı Mete Han bile Tanrıkut ismini
kullanarak, bir anlamda Göktanrı tarafından yetkilendirildiğini belirtmek istemiştir.

Totemcilik (totemizm) :İnsanla hayvan ya da bitki gibi doğal nesneler arasında bir
akrabalık ilişkisi
ya da gizemli bir bağ bulunduğu inancına dayanan düşünce ve davranış sistemidir. Genel
olarak, totem
hayvan ya da bitkiyle topluluk üyesi arasında bir akrabalık ilişkisi kurulur. Bu ilişki
mitolojiyle de
desteklenerek kuşaktan kuşağa aktarılır. Türklerin kurt neslinden ve kayın ağacından
geldiği inancı buna bir örnek olarak verilebilir. Böylece bitki ve hayvana aktarılan
kutsallık sayesinde, doğa, kutsal ve kutsal olmayan olarak ikiye ayrılır. Kutsal olan
kutsal olmayan ayrımı, totem-hayvan ya da totem-bitkinin rast gele tüketilmesinde de
kendini gösterir. Bunlar ancak dinsel törenlerde tüketilebilir, bunun dışında, totem-
hayvan ya da totem-bitkiye dokunulmaz. Ata ruhlarının bu bitkilerde yaşadığı inancı
aynı zamanda bu bitkilerin törenle tüketilmesi durumunda insanların üstün güç elde
edeceği inancını da beraberinde getirir.
Totemciliğin Orta Asya Türkleri arasında da yerleşmiş olduğunu gösteren birçok kayıt
bulunmaktadır. Bunların başında, kimi yaratıkların ya da nesnelerin totem olarak kabul
edilmiş olmasıgelmektedir. Bir toplulukta totem üç yönden önemlidir:
a) Klanın geldiği, türediği kabul edilen kutsal varlıktır. Klan üyelerinin atası sayılır.
b) Klanın adını oluşturur. c) Klanın simgesidir .
Şamanizm: Büyüye dayalı bir kabile dini olma özelliği taşımaktadır. Eberhard,
Şamanizm’in,Türklerdeki varlığından bahseden ilk delilin 519 yılında
Cücenlerden kaldığını söylemektedir. Bu tarihte bir kadın şamanın, güz
mevsiminde ovada çadır kurarak yedi gün oruç tuttuğunu ve dualar ettiğini
açıklamaktadır. Seyyah İbni Fadlan da Oğuzlardaki bazı kurban
merasimlerinden ve bunları yöneten ihtiyarlardan söz etmektedir. Ona göre
Oğuzlar bu ihtiyar Şamanların sözlerini dinlerler ve ona uygun hareketler
yaparlardı . Şaman inanışına göre evren üç bölümden oluşmaktadır:
a) Gök: Aydınlık olandır. Orada iyilik, güzellik ve mutluluk vardır. Tam
anlamıyla bir cennet demektir. 17 kattan oluşmaktadır. En büyük Tanrı/ruh
olan Ülgen, eşi ve çocukları ile kendisine bağlı iyi ruhlar orada oturur.
b) Yeryüzü: İnsanların yaşadıkları yerdir.
c) Yeraltı: Karanlık olandır. 14 kattır. Kötülüklerin, bahtsızlıkların,
çirkinliklerin hüküm sürdüğü yerdir. Bu nedenle cehennem demektir.
Korkunç bir tanrı/ruh olan Erlik, ailesi ve ona bağlı kötü ruhlar yeraltında
bulunurlar.
Türk doğacılığının sembolü, Şamanizm’dir. Ziya Gökalp
Şamanizm’i, eski Türklerin dinideğil, sihre ilişkin sistemleri olarak
Budizm : M.Ö. VI. yüzyılda Hindistan'da ortaya çıkan Budizm,
Hindistan'ın dışında M.Ö. III. yüzyılda yayılmaya başlamış; Orta Asya'ya, Çin'e,
372'den sonra Kore'ye uzanmış; Tibet'e yerleşmesi ancak VIII. yüzyılda
olmuştur. Batı Türkistan'da Budizm, Sasanilerin desteklediği Zerdüştîlik ve Mani
dini karşısında pek tutunamamış; Doğu Türkistan'ın yerleşik çevrelerinde kendine
daha uygun muhitler elde etmiş; Budist külliyeler Çin'e doğru uzanan kervan
yolları boyunca dikilerek, faaliyetlerini asırlarca sürdürmüşlerdir. Güneye doğru
uzanan kervan yolu üzerinde Hotan ve Miran; kuzeye giden yol boyunca ise
Tumşuk ve Kuça şehirlerinde, III-IV.
kabul etmiştir. Bu nedenle de Türkler arasındaki Şamanizm’i

yüzyıllardan itibaren kurulmaya başlayan,"Vihara" (Türkçe "Vihar") denilen


Budist manastırlarında "Toyin" denilen Budist rahipler, bu dinin
propagandalarını yapmışlardır (Esin,1978:59). Budizm Karluklar arasında
yayılmıştır. Türklerin girdiği yabancı dinler arasında onları en çok etkileyen
inanç sistemlerinden birisi Hindistan kökenli Budizm'dir. En belirgin özelliği,
tapılacak üstün bir varlığa yer vermemesi olan Budizm, her şeyin serbestçe
incelenmesi, denenmesi esasına dayanan bir öğreti veya felsefe niteliğindedir
(Temel inancı olan tenasüh (ruh göçü) gereğince canlılar Nirvanaya (ebedi
mutluluk) ulaşıncaya kadar öldükten sonra değişik kalıplarda birçok kez
yeniden
Zerdüştîlik : Zerdüşt (M.Ö. 628-551) tarafından kurulmuş olan Zerdüştlük İran'ın
millî dini olmuştur. Bu dinin kültürel geçiş alanı üzerinde bulunan Türk ülkelerinde
etkili olduğunu söylemek mümkündür .(Barthold, 1981:
233).
Türkistan'da yayılmış olan Zerdüştîlik, Orta Asya Türk kültür ve sanatı üzerinde de
etkili oldu. Göktürkler kendi tanrılarını İran resim geleneğine göre
resmetmekteydiler (Ögel,1984:234).
Çin motifi olan cennet kuşu, Zerdüştîliğe geçti ve onun en önemli sembollerinden
biri oldu. Horoz ve cennet kuşu, ateş ve güneşin sembolüdür (Ögel,1984:192).
Zerdüştîlikteki ateş kültü, İran kültüründe tapınma objesidir.
Halbuki Türklerde ateş, temizleme aracıdır. Horasan ve Maveraünnehir yöresi
dışında Hazar kıyılarında da Zerdüştîliğe giren Türkler bulunmaktaydı .
Maniheizm :Mani dini, Mani (216-277) tarafından kurulmuş evrensel karakterli bir
dindir. Hıristiyanlık başta olmak üzere; Mazdaizm, Budizm ve Mezopotamya
dinlerinden birçok unsurları içine almakta, bu açıdan da senkretik bir karakter
taşımaktadır. Mani dini, iki prensip; iyi-kötü, karanlıkaydınlık,nur-zulmet üzerine
kurulmuş olup, buna göre yaşadığımız dünya iyi ve kötü unsurların birleşmesinden
meydana gelmiştir. İnsanın ruhu iyiliği, cesedi ise kötülüğü temsil etmektedir. Mani
dininin yayılışı, Soğdlu tüccarlarla olmuştur. Mani dini Uygurlar vasıtasıyla Çin'den
Yukarı Asya'ya geri dönmüştür. Bögü Kağan'ın yardımıyla 763'ten itibaren Uygurların
resmi dini Maniheizm oldu (Hindistan ve Çin'le olduğu gibi Orta Asya'nın çok
eskilerinden beri İran'la da münasebeti olması nedeniyle Türkler, bu kültürün
dinlerinden de etkilenmişlerdir. Türkler arasında geniş bir taraftar kitlesi elde eden bu
İran dinleri Zerdüştîlik, Mazdeizm ile Orta Doğu'nun çeşitli eski inançlarından, kısmen
de Uzak Doğu dinlerinden oluşan Zerdüştîliğe tepki olarak ortaya çıkan
Maniheizm’dir .Göktürklerin
Budizm’i kabul etmelerinden yaklaşık iki yüzyıl sonra, 763’te Uygur KağanıBögü’nün
(760-780) Mani dinine girmesi üzerine bu din Türkler arasında yayılmaya başlamıştır.
Yayıcısından ötürü Manihaizm adını alan bu dinde, maddeyi ve ruhu esas alan bir ikilik
öngörülmüştür. Ana düşüncesi iyilik ve kötülük arasındaki zıtlıktır. İyilik aynı zamanda
ışık ve ruh; kötülük de karanlık ve beden demektir. Evren iyilik ve kötülüğün, insan ise
ruh ve bedenin karışımıdır.
Musevilik :Hazarlar, 740 tarihinde Musevîliği kabul etmişlerdir.
Musevîlik Hazarların arasında, hakan ve çevresi veya en çok yönetici ve aristokrat
zümreyle sınırlı kalmıştır. Musevîlik, Türklerin arasında sadece Hazarlarla sınırlı
kalmamış; Hazar ve Karayların yanı sıra Kaliz, Kabar, Kıpçak gibi bir kısım Türk
boylarından da Musevî dinine girenler olmuştur .Musevîliğe geçen Hazarlar, başka
dinlere geçen bir çok Türklerde örneklerine rastladığımız gibi, İbranî yazısını
kullandılar. Ancak Türkçe’yi muhafaza ettiler. Azerbaycan'daki Musevî
kolonilerinin tarihi VII-X. yüzyıllara uzanmaktadır. Azerbaycan'da "Dağ
Yahudileri" adı altında bilinen bu Karailerin tarihi de muhtemelen Hazar
İmparatorluğu'na bağlanmaktadır . İlk önce Şamanizm’e mensup olan Hazarlar
Bizans
İmparatorluğu, baskılara uğrayan Yahudilerin gelmesiyle 8. yüzyılda Yahudiliği
tanımışlardır. Bununla birlikte Hazar Devleti, Yahudiliği sonuna kadar resmi bir
din olarak korumuştur. Öyle ki, bir rivayete göre, Müslüman devletlerin bir
havrayı yıktırdığını duyan Hazar hükümdarı 922 tarihinde İtil şehrindeki bir
minareyi yıktırmıştır. Hristiyanlık: Türklerin, dinî tarihlerinin belli bir
döneminden itibaren temas ettikleri evrensel ve büyük dinlerden biri de
Hıristiyanlıktır. Türklerin Hristiyanlıkla teması çok eskilere uzanmaktadır.
Barthold, Maniheizm’in kesinlikle Orta Asya'da Hristiyanlıktan önce yayılmaya
başladığını ve bunun M.S. III. yüzyıl ile tarihlenebileceğini
Hıristiyanlık :Türklerin Hristiyanlıkla olan temasları daha çok doğu kiliseleri ile olmuştur.
Bu çerçevede
Ortodoksluk birinci sırayı almaktadır. Bununla birlikte, Orta Asya söz konusu olduğunda,
Bizans kilisesi değil de, Sasaniler döneminde onun yakın takibine uğrayan Nesturîler, önce
İran'a sığınmış; daha sonra Türklerin arasına girmiştir (Güngör, 2002, C.3: 275).
Nesturîliğin İran'a geçişi ve diğer ülkelere yayılışı gibi, Orta Asya'ya girişi de büyük oranda
ticaret yollarıyla olmuştur. Ön Asya'dan başlayarak, Maveraünnehir'in Baykent, Buhara
ve Semerkant gibi belli başlı büyük şehirlerinden geçen milletler arası İpek Yolu, bir
taraftan ekonomik gelişmeyi sağlarken, diğer taraftan birçok din ve kültürleri beraberinde
getirmiş, bölgedeki Türklerin bu maneviunsurlarla temas etmelerine sebep olmuştur
Maveraünnehr'e giren Hıristiyanlık, Zerdüştîlikle Budizm arasında yıllarca sürüp giden
mücadelelerden de yararlanarak hızlı bir şekilde yayılmış ve kısa zamanda çevrede hakim
bir din haline gelmiştir. Nesturîlik Karluklar, Kırgızlar, Uygurlar, Naymanlar, Kereitler ve
Kumanların arasına da nüfuz etmeyi başarmıştır. Nesturi Hıristiyanlar, Orta Asya'da
Süryanîceden başka, Uygur Türkçe’sini de kullanmış özellikle kitaplarını Süryanî alfabesi
ile Uygurca yazmış, Süryaniceden bir çok kitabı da Türkçe’ye çevirmişlerdir. Ayrıca
Farsça’yı da kullanmışlardır. Mezar taşlarında kullanılan tarihlerde, On İki Hayvanlı Türk
Takvimi'ni kullanmışlardır (İnan, 1991.C.2:312).
Ortodoksluk ve diğer Hıristiyan mezhepleri, Doğu Avrupa'da Balkanlar'da,
Balkanlarda ve Anadolu'da Gagavuzlar, Karamanlılar, Ortodoks Hıristiyan’dır.
Bu topluluklar dilleri Türkçe’yi muhafaza etmeyi başarmışlardır. Karamanlılar
1923’te imzalanan "Türk ve Rum ahalinin mübadelesine dair mukavele ve buna
bağlı protokol" gereği Yunanistan'a göç etmek zorunda kalmışlardır. Onlardan
günümüze Grek alfabesi ile Türkçe yazılmış binlerce kitap, kitabe ve mezar
taşları ulaşmıştır. Çuvaşlar, XVIII. ve XIX. yüzyıllarda Ortodoks Hıristiyanlığa
girdiler. Hakaslar Katolik Ortodoks’tur.
Yakutlar Hıristiyan’dır. Irak'ta, özellikle Kerkük'te, Müslüman Türkmenlerin
yanı sıra
bir Katolik Türkmen cemâati de mevcuttur. Türkçe konuşan, ibadetlerini Türkçe
yapan ve ilahîlerini Türkçe söyleyen bu Türkmen Katolik cemaatin nüfusu, otuz
bin civarındadır (Hacaloğlu, 1995:150).
Türklerin, Hıristiyanlığın etkisi altına girmelerinin en büyük nedeni, o
dönemde Bizans İmparatorluğu ile sıkı bir ticaret ilişkisine sahip olmalarıdır.
Genel olarak Hıristiyan olan Türkleri üç grupta toplamak mümkündür,
a) Kişi ya da küçük gruplar halinde Hıristiyanlığa geçen Türkler,
b) Din ile birlikte kültürlerini de kökünden değiştirenler,
c) Hıristiyan olmakla birlikte dil ve kültürlerinin birçok özelliklerini koruyanlar
Atalar kültü : Ölmüş ataları tazim ve onlar için kurbanlar sunma inanç ve âdetidir. Ölen
ataların ve özellikle babaların ruhlarının geride kalanlara iyilik ya da kötülüklerinin
dokunabileceği inancı, onlara karşı duyulan minnet duygusu, atalar kültünün temelini
oluşturmaktadır. Bununla birlikte, atalar kültünde ölen her atanın ruhu ve dolayısıyla da
mezarı kült konusu olmamakta, yalnızca
saygıdeğer olanlar buna erişmektedirler. Bu anlamda "ölüler kültü" ile atalar kültünü de
birbirinden ayırt etmek gerekmektedir (Güngör, 2002, C.3: 264). Bu inanca göre, ataların,
öldükten sonra da ruhlarının yaşadığına ve toplumla ilişkilerini koparmadıklarına inanılır.
Yine bu inanışa göre, insan ölümle bedenini kaybetmekte fakat benliği daha doğrusu manevi
varlığı yeryüzünde kalmakta, geride bıraktığı kimselerin hayatlarını etkileyebilmektedir.
Onlara göre; ölüm hayatın bitişi değildir. Böyle bir inançtan çıkış bulan atalar kültünde, ancak
belli
kişiler özellikle kabile atası, ünlü savaşçılar, din adamları vb. gibi kişiler tapınılmaya,
kurban ve duaya hak kazanmaktadır. Bu insanları ötekilerden ayıran insanüstü yetenekleri
ölümlerinden sonra kaybolmamaktadır. Birtakım mistik güçlerle dolu bulunan bu gibi
kimselerin gönüllerini hoş tutmak, anılarını tazelemek, kurban ve adaklarla anmak yoluyla
bitkilerin, hayvanların çoğalmasını sağlamak mümkündür.Bu amaçla ataların figür ve
maskeleri yapılmakta, adlarına bayram ve törenler düzenlenmektedir. Diğer taraftan atalar,
dinsel ve toplumsal buyrukların, gelenek ve göreneklerin koruyucuları olarak kabul edilirler.
Bunların yerine getirilmesi onları sevindirmekte, tersi ise öfkelendirmektedir.
Atalar kültünün eski Türk toplulukları arasında en köklü ve en eski inançlardan biri olduğu
söylenebilir. Hemen hemen bütün Kuzey ve Orta Asya kavimlerinde bulunduğu görülen ve
ataerkil aile yapısının bir sonucu olarak yorumlanan atalar kültü, tarihi iyi bilinen en eski
Türk topluluklarından Hunlar zamanında tespit edilmektedir. Eski çağlarda Orta Asya
Türklerinde de bu kültün hayli yayıldığına dair kanıtlar bulunmaktadır . Diğer taraftan,
Orhun Kitabeleri’nde özellikle Bilge Kağan Kitabesi’nin sonunda yer alan bölümler atalar
kültünün varlığının Göktürklerde de görüldüğünü göstermektedir. 13. yüzyılda Moğollarda
da atalar kültünün önemli bir yer tuttuğu Batı kaynaklarından anlaşılmaktadır . Atalar
kültü, ruhun bir bedenden ötekine geçmesi inancını benimseyen Budizm ve Manihaizm’in
Türklerce kabul görmesinde etkili olmuştur. Bu külte göre, çok yaşayan, bilgili, yönetici
insanlar öldüğünde onların ruhları, ailesine ve toplumuna yardım eder ve onları korurdu .
Türklerin, İslamiyet’i kabul etmesinden sonra da halkın yatırlara gidip dua etmesi, şifa
dilemesi, niyaz etmesi, “Allah’ın sevgili kulları olan ve Allah’a sözü ve nazı geçebilen
evliyanın yardımını dilemek” şeklinde açıklanmaya çalışılmıştır. Böyle bir açıklama eski
inanışlarla bağı olan uygulamaları İslami kurallara uymasa da uygun hale getirmektir. Bu
yatırlara gidip dua edenler,elbette Allah’a dua da ederler, fakat kendi gözlemlerimize
göre, öncelikle o yatıra yönelik olarak dua ederler. Onun ruhundan medet umarlar.
Günümüzde, Anadolu halkı, evliyaların yattığı yerlere (tekke, zaviye, türbe, mezar,
hazire,dergah vb.) gider ve onlardan yardım diler. Bu yardım, inanılması gerektiği
düşündürücüdür. Bu mutlak inanç, kişinin psikolojik olarak koşullanmasını dolayısıyla da
bilinçli olmasa bile bunun gerçekleşmesine ilişkin çaba göstermesini doğurabilir.
Ataların bu şekilde kutsal ağaçlarda eyleştiği inancı Anadolu'da hemen hemen her türbenin
yanında kesilmesi yasak olan bir kutsal ağaç bulunmasını da açıklamaktadır. Bu ağaç ve
bitkilere
gösterdikleri saygı, aynı zamanda atalarına gösterdikleri bir saygı haline geliyor. Bu bitkileri
törenlerde kullanarak da atalarından yardım istiyorlar. Ağaçlara bez bağlamak, mezarlara belli
bitkiler bırakmak vb. bu çağrının ifadesidir. Ata ruhlarının bu şekilde doğada belli nesnelerde
varolduğu düşüncesi insanların tüm doğayı canlı olarak algılamasına ve animizm inancına yol
açmıştır.
Gök Tanrı Kültü: Araştırmalar, gök tanrı kültünün, toprakla ilgisi bulunmadığı için ancak
göçebe, avcı ve çoban toplumlarda olabileceğini, dolayısıyla bu kültün kaynağının Asya
bozkırlarında aranması gerektiğini göstermektedir. Bazı araştırmalarda tengri, tengeri, tengere
ve tingir gibi, dil ve anlam yönünden gök tanrı kültü ile ilgili sözcükler belirlenmiştir.
Hunlar Gök-Tanrı'ya inanıyor, onu daha sonra Kaşgarlı Mahmut'un ifade edeceği üzere, hem gök
hem de Tanrı anlamını içeren "Tengri" kelimesi ile ifade ediyorlardı. Göktürkler de aynı anlamda
Tengri kelimesini kullanıyorlardı. Ayrıca Tonyukuk Kitabesinde "Türk Tanrısı" kavramına yer
veriyorlardı. 763’ te Mani dinini kabul eden Uygurlar, Tanrı kelimesinin başına Kün, Ay ve Kün-
Ay kelimelerini ilave ederek Kün Tengri, Ay Tengri, Kün-Ay Tengri kavramlarını
oluşturmuşlardır.
Her ne kadar, Kaşgarlı Mahmut, Türklerin büyük bir dağ, büyük bir ağaç gibi
Tabiat Kültleri : Türk ve Moğol boylarında oba kültü çok yaygındır. Oba steplerde toprak, dağ
geçitlerinde taş yığınlarından meydana getirilen suni tepeler (höyük) dir. Bu obalar, steplerde
kutsal dağ ve tepe yerini tutarlar. Her oba, boyun tapınağı olur. Burada kurban kesilir, dini
törenler yapılır. Oba yanından geçen her yolcu atının kılından veya elindeki paçavralardan bir
parçayı adak olarak bırakır.
Dağlar ve tepeler, tarihin bilinen en eski devirlerinden beri, yükseklikleri, gökyüzüne
yakınlıkları dolayısıyla insanların gözünde ululuk, yücelik ve ilahilik sembolü kabul
edilmiştir. Bu nedenle de insan üstü varlıkların, ilahların mekanı olarak düşünülmüştür.
Yunanlıların Olimpos’u, Eski Türklerin Ötüken’i, İslam ülkeleri mitolojilerinin vazgeçilmez
Kafdağı, akla gelen ilk örneklerdir. Dağlar sadece, içinde varolduğuna inanılan kuvvetli
ruhtan dolayı kutlu sayılmamış, yer altı ve yer üstü unsurları, büyüklüğüyle birleştiren
mitolojik bir varlık olarak da algılanmıştır. Dünyanın oluşumuna ilişkin anlatılarda, evren,
dünya yaratılırken gök, yer ve yer altı (yani tanrılar, insanlar ve ölüler) birleşir. Bunları bir
araya getiren merkez konumdaki dağ, ağaç, sarmaşık, merdiven birer temel direk, merkez ve
kökenin simgesi olarak kutsallaşmaktadır. Şamanların dualarında özellikle dağlardan söz
edilirken dağın ruhu ile somut bir varlık olarak kendisini ayırt etmek mümkün değildir. Bazı
dağlar belirli kabilelerin “töz”ü sayılırlar. Böylece, belli bir kabilenin menşei belli bir dağa
bağlanmış olur. 12. yüzyılda Moğollar, dağları inanç sistemlerinin oldukça önemli bir parçası
olarak görmüşlerdir. Temuçin (Cengiz Han), gençliğinde Merkitler’in bir baskını sırasında
Burkhan Haldun Dağı’na sığınmış ve bu dağın yardımıyla kurtulmuş
İSLÂMİYET ÖNCESİ ÂDET-İNANÇ VE PRATİKLER
Eberhard, geleneksel Türk dinini, "Güneş ve Ay kültlerinden oluşmuş Türk Gök
Dini" şeklinde tanımlamaktadır. Eski Türklerde, doğa inançlarına, Orhun kitabelerinde "Yer-
Sub" şeklinde rastlanmaktadır. Yer-sular "ıduk" yani kutsaldır. Doğa inançlarını Türklerin
yaşama biçimleriyle işlevsel bağlarını tam olarak belirleyemiyoruz. Dağ, orman, ırmak, vs.
ile ilgili Yer-Su inançları Türklerde gelişmek suretiyle, özellikle imparatorluklar döneminde
"vatan kültü"ne dönüşmüştür. Kağanların merkezi"ıduk Ötüken" ve Tamir suyunun kaynağı
"Tamag ıduk baş" buna örnek oluşturmaktadır.
Ölüm ve Ölüler Kültü: Eski Türkler can ve ruh kavramını tın kelimesi ile ifade etmişlerdir.
Çağdaş Şamanist Türk boylarından Yakutlar ruh-can kavramının tın, kut, sür kelimeleri ile
ifade ederler. Tın kelimesi aynızamanda esinti, rüzgar ve nefes anlamlarına da gelir. Kut,
toprak, rüzgar ve ana-kut denilen üç unsurdan oluşmuştur. Tın vücuttan ayrılırsa ölüm
meydana gelir; fakat kut ayrılırsa ölüm olmaz. Sür,insan uyurken vücuttan çıkıp etrafta
dolaşabilir . Eski Şamanist Türklerin ve diğer Orta Asya uluslarının defin törenleri ile ilgili
ilk bilgilere Çin kaynaklarında rastlanır. Bunlar; yakma, ağaca asma, toprağa gömme
şeklindedir. Mumyalama işlemlerinin yapıldığına da rastlanmıştır. Göktürklerde; ölü çadıra
konur, oğulları, torunları at ve koyun keserler. Ölünün bulunduğu çadırın etrafını yedi defa
dolaşırlar. Kapının önünde bıçakla yüzlerini keserler, yüzlerinden kan ile karışık gözyaşı
dökerler. Bu tören yedi defa tekrar edilir. Sonra,belirli bir günde ölünün bindiği atı, eşyaları,
ölü ile birlikte ateşe verilir. Külünü yılın belli bir gününde mezara gömerler. İlkbaharda
Sihir ve Büyü: Büyü konusunda uzun yıllar boyunca araştırmalar yürüten Frazer’e göre
büyünün dayandığıtemel düşünceler iki gruba ayrılmaktadır: Bunlardan ilki, “Benzer benzeri
meydana getirir ilkesi” ,ikincisi ise, “Varlıklar, fiziksel temas ortadan kalktıktan sonra da
uzaktan birbirlerini etkileyebilirler ilkesi” dir. Birinciye “homeopatik” ya da “taklit büyüsü”,
ikincisine ise
“kontajiyöz” ya da “temas büyüsü” denilmektedir. Taklit büyüsü işlemlerinde en sık
görülen pratikler, yakma, kesme ve parçalamayla ilgilidir. En sık da ölümü üstlenen kişinin
resmi ağaçtan, çamurdan, balmumundan vb.yapılmış figürü yakılmaktadır. Örneğin, Peru
yerlileri hoşlanmadıkları ya da korktukları birinin yağ ve tahıldan oluşan bir karışımdan
yaptıkları resmini, o kimsenin geçeceği yol üzerinde yakarlar ve buna da o kimsenin
bırakmışlardır .

ruhunun yanması derler. Temas büyüsünün özünde ise, birinin saçına, tırnağına, kirpiğine,
dişine ya da elbiselerinden bir parçaya sahip olan kişinin, o kimse üzerinde olumlu ya da
olumsuz güçlere sahip olması yatmaktadır .
Şamanizm inancına göre, Şamanların temel görevlerinin ve özelliklerinin sihirbazlık ve
büyücülük olduğu da bilinen bir gerçektir. Bunun nedeni Ohlmarks tarafından şu şekilde
açıklanmaktadır; Sibirya ve Orta Asya gibi iklimi sert olan yerlerde ve genellikle doğaya
hükmedememenin ilkel insanlarda tepkilere yol açtığı görülmektedir. Bu tepkiler özellikle
hassas bünyelerde ortaya çıkmakta ve bu kişiler sihirbaz din adamı görevini yüklenmektedir.
İşte bu sihirbazlar böylece yerlerini Şamanlara Falcılık ve Kehanet: Falcılık Şamanizm’in
başlıca ögelerinden biridir. Fal Eski Türkçe’de “ırk” kelimesiyle ifade edilmiştir. Bugün bu
kelime “ırk bakmak” fal bakmak anlamında Anadolu’da da kullanılmaktadır. Falcılar, fal
açmak için kullandıkları nesneye göre; yogrıncı, kumalakçı, ırımçı gibi adlar alırlar.
Şamanistlerde, Müslüman Türklerden Kırgız-Kazaklarda ve Nogaylarda en meşhur fal kürek
kemiği falıdır. Kürek kemiği falından Nogay hikaye ve destanlarında çok söz edilir.
Başkurtlarda, Altay ve Yakut Şamanistlerinde kürek kemiği falı yaygındır. Kırgız-Kazaklar
kürek kemiğine çok saygı gösterirler, kırmadan köpeklere atmazlar. Destan ve hikayelerinde,
kürek kemiği falı motifine rastlanır.
Kürek kemiği ile fal açtırmak isteyen kişi, bir kürek kemiği bulur. Bu kemiğin kaynatılmamış
olması gerekir. Falcı (kam) kemiği ateşte kızdırdıktan sonra, eline alıp ince tarafından tutar.
Kemikte çizgiler, noktalar, çatlaklar belirmiştir. Falcı, bu beliren şekillere göre yorumunu
yapar. Falcılık bilim adamları elinde gelişmiş, Arapça “ilm ül kelf” risalesine konu olmuştur.
Türk göçebeleri arasında aşık kemiği ile fal açmak adeti de vardır. Yapılacak işin hayırlı olup
olmayacağını öğrenmek için, davul üzerine aşık kemiği atılarak niyet tutulur .
Yakutlarda kaşık ve eldiven ile de fal açılır; yeni ev yapmak için seçilen yerde, yapılan
ayin sırasında eldivenle fal açılır. Eldiven avuç yukarı gelinceye kadar dualarla atılır.
Eldivenin düştüğü yere haç dikilir. Burada toplanıp ateş yakılır. Ateşe yağ, yoğurt
dökerler, at yelesinden kıl koparıp atarlar. Daha sonra, şaman yahut evi yapacak adam
kaşık alıp dua ederek kaşığı havaya fırlatır. Fal iyi gelirse ev sahibi kaşığı kapar, yakasına
yerleştirir. Ev yapıldıktan sonra da Bayram- Tören ve Ayinler: Uraz, bayramların, salgın
hastalıklar, kıtlıklar ve büyük zelzeleler sona erdiğinde, savaşlardan zaferle çıkıldığında,
sığır denilen avlar başarıyla bittiğinde, yılbaşlarında, meyve mevsiminde ve halkı
ilgilendiren büyük büyüler bozulduğunda yapıldığını belirtmektedir.
Altay Türklerinin tanrılar adına yaptıkları bayramların en büyüğü Ayzıt
Bayramı’dır. Bu bayramlar iki mevsimde yapılırdı. Yazın yapılan bayram
törenlerini ak şamanlar idare ederdi. Ormanda yapılan bu törende beyaz elbise
giyilirdi. Bu törene kadınlar katılmazdı. Kışın yapılan bayram törenlerini ise kara
şamanlar idare ederdi. Bu törende şamanlar siyah elbise giyerlerdi. Kış törenleri
evlerde yapılır ve kadınların da katılımına açık olurdu .Bu bayramlardan bir diğeri
ise, Üzüt Bayramı’dır. Diğer adıyla ruhlar bayramı olarak tanımlanmaktadır.
Bedenden ayrıldıktan sonra “süne” denilen ruh, başka bir dünyaya gider. Orada
süneyi Erlik’in bekçisi olan ölüm ruhu Aldacılar karşılar. Aldacılar her yeni ölünün
çoktan ölmüş yakınlarından birinin ruhudur. Süne ile Aldacılar bir süre dolaşır.
Çocuk
Süne’si yedi, yetişkinlerin
Süne’si kırk gün böyle dolaşır. Bu süre içinde ölü çıkan evde çeşitli tabular varlık
gösterir. Bu eve şaman girmez. Bir hafta, ölü çıkan evden dışarıya eşya verilmez.
Dışarıdan da alınmaz. Kırk gün sonra ölen kimsenin akrabaları “Üzüt Bayramı”
yaparlar. Bu bayramda, hayvan kesilir, eti ile sofralar kurulur ve ihtiyarlar yüksek sesle
dualar okurlar. Altaylılara göre ölüm iki nedenden olur. Bunlardan biri, Erlik’ in
Bu nedenle, ölen kimse eşyalarıyla, silahları, atı ve en yakın dostları ile gömülürdü. Ölüler
genellikle toprağa gömülürdü; fakat, ölüleri suya atan, yakan, köpeklere yediren ağır taşlar
altına koyan ya da ağaç kavuğuna sokan boylar da bulunmakta idi. Yakutlar, ölene en iyi
elbiseyi giydirir, tabutuna bir çakı, bir çakmak taşı, kav, yağ, et gibi öbür dünyada gerekecek
eşyaları koyarlardı. Sümerlerin inancına göre, ruh insandan ayrılınca uçar, yeryüzünde
dolaşırdı. Bu ruha“Edimnu” denirdi. Eğer ölü geç gömülecek olursa ,Edimnu kötü ruh haline
gelir, hortlayabilirdi. Bunu önlemek için ise, ölünün hemen gömülmesi gerekirdi.
Yada Taşı ve Yağmur Tılsımları : Avcıoğlu, yada taşının bazı hayvanların karnından ya da
kafatasından yapıldığını, yağmur, kar yağdırma ve fırtına estirme gibi sihirli güçlerinin
olduğunu belirtmiştir. Yada taşı, Türk topluluklarında çok eski bir inanca konu olmuş bir
nesnedir. Bu inanca göre,Türk tanrısı Türklerin en eski atasına, istendiğinde yağmur, kar ve
dolu yağdıran sihirli bir taş armağan etmiştir. Yada, cada, yat denilen bu taşın her dönemde
Türk Şamanlarının (kam) ve
komutanlarının elinde bulunduğuna inanılır. Yakutlar yada taşına sata derler ve en kuvvetli
sata taşının kurdun karnında bulunduğuna inanırlar. Sata taşına bir yabancının ya da bir
kadının eli değdiğinde taşın öldüğüne inanılırdı. . Havada Uçma (Levitation): Bu motife
ilişkin yalnızca iki menkıbe bulunmaktadır. Bunların ikisi de Vilayetname-i Sultan
Şucauddin’dedir. Bu menkıbelerden ilkine göre, sultan bir gün müritleriyle otururken aniden
vecde gelip herkesin gözü önünde yerden yükselmiş ve bulutların üstünde bir süre uçtuktan
sonra tekrar yere
Bilim ve Sanat: İslamiyet öncesi Türk devletleri bilim, kültür, sanat, ticaret, sözlü ve yazılı
edebiyatta önemli gelişmeler kaydetmişlerdir.

On İki Hayvanlı Türk Takvimi astronomi alanında gelişildiğini göstermektedir. Uygurların


hareketli harf sistemi ile birlikte bugünkü modern matbaanın temelleri atılmıştır.

Sanat dallarında göçebe yaşamda deri, ahşap, metal ve taş işçiliğine dayalı eserler bırakılırken,
Uygurlar ile beraber geçilen yerleşik sistemde minyatür, resim, heykel ve tezhip sanatı
gelişmiştir. Müzik ve şiirin de geliştiği Türklerde en önemli müzik aleti Kopuzdur.

Tezhip, resim, müzik, mimari, heykel, minyatür, fresk, vitray, ciltçilik, maden ve dokuma
sanatı İslamiyet öncesi Türk devletlerinde gözüken sanat dallarıdır. Bu sanat dallarından
bazılarını açıklayalım.
* Tezhip: Kitap süsleme sanatıdır.

* Minyatür: Pespektiften uzak , kitapların boşluklarına çizilen küçük resimlerdir.

* Fresk (Fresko): Duvar resmidir. Duvara sürülen yaş alçı üzerine yapılan süslemelerdir.
* Vitray: Renkli cam parçalarının birleştirilmesi ile oluşan süsleme sanatıdır.
Hukuk, Yazı, Dil ve Edebiyat: Eski Türklerde devlet Töre adı verilen yazısız
hukuk kurallarına göre yönetilmiştir. Hukuk işlerine Yarguci bakmaktaydı. İlk
kez Uygurlar zamanında hukuk kuralları yazılı hale getirilmiştir.
Ural – Altay dil grubuna mensup olan Türkçe önceleri sözlü sonra da yazılı
olarak gelişmiştir. Yazı ilk olarak Göktürklerle başlamıştır. Ayrıca Türkler
kendilerine ait alfabeler oluşturmuşlardır. Bunlardan en önemlisi olan Göktürk
(Orhun) Alfabesi Göktürkler tarafından 38 harfle meydana getirilmiştir. Bir diğer
kullanıla alfabe olan Uygur Alfabesi de Uygurlar tarafından 18 harfle meydana
getirilmiştir.
Türkler yazıya geç geçtiği için Türk tarihine ilişkin ilk bilgilere Çin, İran, Bizans,
Rus ve Arap kaynaklarında rastlanmaktadır.
İslamiyet öncesi Türk devletleri yazıdan önce sözlü edebiyatta önemli ürünler
bırakmışlardır. Sagu ve Savlar (Atasözleri ve özdeyişler), Koşuklar ( Çeşitli
etkinliklerde söylenen şiirler) ve Destanlar sözlü edebi eserlerdir. Hunlara ait olan
Oğuz Kağan
Destanı, İskitlere (Sakalar) ait olan Alper Tunga ve Şu Destanı, Göktürklere ait
olan Ergenekon ve Bozkurt Destanı, Uygurlara ait olan Türeyiş ve Göç Destanı,
Kırgızlara ait olan ve en uzun destan
olarak bilinen Manas Destanı en önemli destanlar arsında yer
 Sözlü Edebiyat Özellikleri
 1. İlk manzumeler yuğ, sığır ve şölen adı verilen
dinsel törenlerden doğmuştur.
2. Kahramanlık konuları destanlarla; aşk ve doğa
konuları ise koşuklarla aktarılır. 3. Manzumeler,
ulusal ölçümüz olan hece ölçüsüyle ve arı
Türkçeyle söylenmiştir.
4. Nazım birimi olarak dörtlük kullanılmıştır.
5. Yarım uyak temel tutulmuştur.
6. Anonim olup şiir ile musiki iç içedir.
7. Ozanlar, önce hekimlik, büyücülük, rahiplik
gibi meslekleri üstlerinde toplamışlar ve
toplumun üstün kişileri sayılmışlardır. Bu
ozanlara “şaman, baksı, kam, ozan, oyun” gibi
adlar verilirdi.
Şeylan / Şölen
 Oğuz Türklerinin kurban törenlerine şeylan veya şölen adı verilmiştir. Dini içerikli bir tören
olmanın ötesinde şeylan, sosyal içerikli bir törenin de adıdır. Kurban, Tanrı’yı memnun etmek veya
dini bir yükümlülüğü yerine getirmek amacıyla kesilse de kurbanın dağıtım şeklinde bir hiyerarşi
vardır. Şölenlerde kesilen kurbanın “sögük” adı verilen parçaları Oğuz boyları arasında dağıtılır,
ancak bu dağıtım belli bir düzen içinde yapılır. Buna göre Şeylanda kesilen kurbanın hangi parçasını
hangi boyun alacağı önceden belirlenmiştir . Bu bakımdan şeylan adı verilen kurban töreni,
aslında Oğuz boylarının yılda bir kez bir araya gelmesini ve boyların Oğuz birliğine tabi
olduklarını göstermelerini sağlamıştır. Kurbandan parçasını alan boy, Oğuz boyları arasında
bir yerinin olduğunu bildiği gibi tören alanına gelerek bütünün bir parçası olmayı kabul
ettiğini beyan eder. Adeta şeylanda kesilen kurbanın uzuvları, Oğuz boylarını sembolize
etmektedir. Kurban edilen hayvanın çeşitli parçalardan oluşan bir birlik ve bütün olması gibi
Oğuz boyları da çok sayıda parçanın, yani boyun bir araya gelmesiyle oluşmuş bir bütündür.
 Ozanlar ve baksılar, törenlerin dini mahiyetini kaybetmediği dönemlerde
“kopuz” adlı bir müzik aletiyle şiirler okuyup törene katılanları günlük
sıkıntılarından uzaklaştırmışlardır. Dini içerikli şiirlerin yanında şölenlerde
ozanlar, Oğuzların atalarına ait destanları ve hikâyeleri de anlatmışlardır. Bu
yönüyle şeylanlar, Oğuz boylarında tarih ve toplum bilincinin gelişmesine
katkı yaptığı gibi Türk halk şiirinin icra edildiği alanlar halini gelmiştir.
 Oğuzların av törenlerine “sıgır” adı verilmiştir. Eski Türklerin yaşam biçimi dikkate
alındığında avın toplum içindeki konumu daha açık olarak anlaşılabilir. Bozkır kültürünü
yaşayan bir toplumun günlük hayatını idame ettirebilmek için ava özel bir önem vermesi ve
avcılığı bir yaşama biçimi olarak algılaması kadar doğal bir şey yoktur. Türkler için av, hem
ekonomik bir üretim değeridir, hem de savaşçılığı tabiata karşı uygulama şeklinde bir tatbikat
alanıdır. Avcılıkla ekonomik ve sosyal hayatını devam ettiren Türk boyları, aynı zamanda
savaş yeteneklerini de geliştirmişlerdir. Bu nedenle av dönemleri, Türkler için özel zamanlar
olarak değerlendirilmiş ve tören haline getirilmiştir. “sıgır” törenleri, sadece avla sınırlı
kalmamış, avın kutlu, bereketli ve eğlenceli geçmesi için halk şairlerinin de işlev üstlendikleri
bir tören boyutuna taşınmıştır. Ozanlar ve baksılar, avları takip eden akşamlarda hem av
sahnelerini hem de kahramanlık konulu bazı destanları anlatmışlardır.
 M. F. Köprülü’nün gündeme getirdiği, ancak sınırlı bilgi ve malzeme nedeniyle ayrıntılı bir
şekilde tasvir edemediği av merasimlerinde şairlerin ve şiirin önemli bir yeri vardır. Avda
söylenen şiirler, ava katılanların daha iyi zaman geçirmesini sağladığı gibi, avın bereketli ve
güvenli geçmesine de imkân vermiştir. Güney Sibirya Türkleri arasından elde edilen kayıtlar,
bu düşünce ve inanışların yakın dönemlere kadar yaşadığını ve avların şiirle yakın bir ilişki
içinde olduğunu göstermektedir.
 Türk kültüründe varlığı erken dönemlerden itibaren tespit edilmiş diğer bir dini tören, “yuğ”dur. Yuğ, eski
Türklerde ölen kişinin ardından düzenlenen cenaze merasimlerinin genel adıdır. Bu kelimenin geçtiği ilk
kaynakların başında Orhun Kitabeleri gelir. Burada Kültigin öldüğünde onun için bir yuğ töreninin
düzenlendiğinden bahsedilmektedir. Kitabelerde verilen bilgilerden hareketle yuğ törenlerinde “yuğcu” ve
“sıgıtçı” denilen ağıtçıların bulunduğunu, törene gelenlerin yanlarında altın, gümüş, misk ve kurbanlık
hayvan getirdiklerini, katılımcıların saçlarını kesip yüzlerini çizdiklerini ve ölen kişi için
“balbal”ların dikildiğini öğreniyoruz. Göktürk döneminden başka Hunlarda da varlığını takip
edebildiğimiz yuğ törenlerinin önemli bir kısmını kurban oluşturur. Altay Türklerinde kurban edilen at,
derisinden çıkarılıp bir sırığa takılırken Çin tarihçilerine göre eski Türklerde kesilen kurbanların başları
sırıkların ucuna takılır. Kazaklarda ise cenaze törenlerinde atın sadece kuyruğu kesilerek kurban merasimi
tamamlanır.

 Eski Türklerde hem din adamlığı hem de şairlik vasfı olan tipler, ölen kişinin
gömülme zamanını tayin ettiği gibi, ölenin ruhunu rahatlatmak, gideceği yere
ulaşmasını kolaylaştırmak için kopuzla bazı şiirler söylemişlerdir. Bu şiirler
zamanla ölen kişinin hatırasını yaşatmak için onun kahramanlıklarını ve
meziyetlerini anlatan şiirlere dönüşmüştür. Bu bakımdan yuğ törenlerinin sıradan
insanlardan daha ziyade toplum için önemli bir konumda bulunan kişiler için
düzenlediğini belirtmek gerekir. Adına yuğ merasimi düzenlenen kişi çoğunlukla
ya handır ya da kahramanlıklarıyla ün yapmış bir savaşçıdır. Böyle olduğu için
onların hayat hikâyeleri ve başarıları ozanların şiirlerine girmiştir. Türk halk
şiirinin ilk örneklerinden olan
“sagu‘ların, böyle bir geleneğin sonucu olarak oluşmuş olduklarını söylemek
mümkündür. Meşhur Alp Er Tonga sagusu, muhtemelen Alp Er Tonga için
düzenlenmiş bir yuğ töreninde oluşturulmuş şiirlerden ibarettir.
 Destanlara konu olan
olayların gerçekleşme
zamanları ve sözlü
nakiller yoluyla yayılma
dönemleri ya tarih
öncesi çağlar ya da
tarihin ilk çağlarına
destan dönemi adı verilir.
 Destan döneminde
ortaya çıkan mitler , ilkel
insan topluluklarının
evreni, dünyayı ve doğa
olaylarını yorumlamak,
henüz sırrını
çözemedikleri hayatın ve
evrenin çeşitli
görüntülerini bir anlama
bağlama ihtiyacından
doğmuş hikayelerdir.
 Mitler, tarih öncesi zamanı anlatır yani
yaratılışı anlatır. Bu yüzden tanrı ve
tanrısal varlıklar mitlerin konusudur.

 İnsanlar mitlere inanırlar ve hayatlarını


ona göre şekillendirirler. Bu açıdan din
ile mit yakındır.

 Tanrının ve tanrısal varlıkların olduğu


anlarda insanlar ritüel gerçekleştirir ve
yaşadıkları anın dışına çıkarlar ve
yaratılış anıyla bütünleşirler.

 Şaman, kam, baksı , oyun, ozan gibi


kimseler bu ritüellerde baş mevkide
olurlar ve şiirler okurlar.
 MİTLER 3 GRUPTA İNCELENİR:
 KOZMOGONİ MİTLER: Evrenin dünyanın
yaratılışıyla ilgili mitler.
 ANTROPOGONİ MİTLER:insanın
yaratılışıyla ilgili mitler.
 ESKATOLOJİ MİTLER: kıyamet anlatıları .
 (Altay türklerine ait tufan efsaneleri)
Efsane, anlatı türleri içinde masal, destan ve halk
hikayesine göre daha kısa, içinde abartma ve
olağanüstülükler bulunan nesir anlatıdır. Konuları
doğadaki oluşumlar ve insan(özellikle dini ve tarihi
şahsiyetler) olan, somut kanıtlar ortaya koydukları
için anlatılanların gerçek olduğuna inanılan bu
anlatmalarda olağanüstülüklerle yapılan
açıklamalar önemli yer tutar .
Nedeni belli olmayan varlık , olay ve oluşumlara
açıklık getirme, toplumsal ideal ve kurumları geçerli
kılma gibi işlevleri vardır.
Herhangi bir yerde , herhangi bir zamanda ve
herhangi bir kişi tarafından anlatılabilir.
Türk tarihinde yer etmiş dini ve tarihi
şahsiyetlerin(evliyalar, erenler, önemli devlet
büyükleri) hayatları ve kerametlerinden bahseden
efsanelere menkıbe adı verilir. Menkıbeler bazen
ayrı ir tür olarak görülebilir.
 Anlatılanların inandırıcılık vasfı vardır.
 Genellikle kişi ve olaylarda olağanüstü
olma vasfı vardır.
 Bir toplum için önemli olan olayların ve
sosyal kurumların oluşum nedenlerine
açıklık getirmek için yaratılmıştır.
 Toplumun hayatında önemli olan
varlıkları millileştirir.
 YARATILIŞ EFSANELERİ
 TARİHLİK EFSANELER
 OLAĞANÜSTÜ KİŞİLER,VARLIKLAR VE
GÜÇLER ÜZERİNE EFSANELER
 DİNLİK EFSANELER (BORATAV)
Mitler genel olarak doğaüstü kişi varlık ve olayları ele alırken
efsaneler tarihte gerçek olmuş olay ya da kişileri ele alır.
Mitlerde anlatım bütünlüğü ,doğayı resmetme gayesi var iken
efsanelerde bütünselliği yakalama kaygısı yoktur.
Efsaneler bir düşünceyi aşılama mesaj verme kaygısı güder mitte
bu özellik bu çeşit kaygı MÖ. 8.yy civarına kadar görülmez.
Mit ve efsane arasında zamansallık farkı vardır . Mitlerde
zamanın önemi yoktur, her dönem için geçerliliğini koruyabilir.
Efsanenin ise gerçekleştiği dönemin önemi vardır. Gerçekleştiği
zaman değiştikçe kahramanlar da değişir.
LOKMAN HEKİM EFSANESİ

Adana ve çevresinde yüzyıllardır yaygın olarak Lokman Hekim efsaneleri anlatılmaktadır. Bunlardan bir tanesi şöyledir:
Lokman Hekim, inanışa göre bütün hekimlerin piri, üstadıdır. Her çiçeğin, her otun özelliklerini tanıyan Lokman, ilaç
yapar, derilere deva bulunmuş. Bütün dünyayı dolaşmış. Çukurova'ya gelince ovanın bereket ve güzelliğine hayran
olarak Misis'e yerleşmiş. Çevredeki bütün hastaları iyileştirmiş. Anık hastalığın ne olduğunu unutan Çukurovalılar,
ölümsüz hayatın peşine düşmüşler. Kendileri için ölümsüzlük ilacını yapmasını istemişler.
Lokman Hekim Çukurova'yı adım adım dolaşmış, bütün bitkileri incelemiş. Bir gece dolaşmaktan yorgun düşmüş ve ulu
bir çınarın altında uyuyakalmış. Bir ara bir ses duymuş:
"Ey Lokman, anık araman bitsin, ben ölümsüz hayatın devasıyım. Bundan böyle insanlara ve hayvanlara ölüm yok".
Lokman Hekim, sesin geldiği bitkiye doğru yürüyüp koparmış. Bu arada Tanrı Cebrail'e: "Yetiş Cebrail, Lokman
ölümsüzlüğe çare bulursa bu insanların hali ne olur?" demiş.
Bunun üzerine Cebrail, -pir
i fani kılığında Misis
Havraniyetarafına bir gelmiş. Misis Köprüsü'nün üstünde Lokman
Hekimle karşılaşmış. Cebrail:Selamü
" -naleyküm" dedikten sonra. Lokman'ın elindeki kitaba bakmak istemiş. Kitabı alıp
coşkuyla akan Ceyhan Nehri'ne atmış. Kitabın ardından Lokman da suya atlamış ama bulamamış. Yaz gelip sular
çekilince, ırmak boyunda aramaya devam etmiş. Sonunda kitabın sadece bir yaprağını, arpa tarlasında bulmuş.
Bugünkü tıp biliminin, o günkü yapraktan geliştiğine inanılır. Yörede hâlâ, efsanenin izlerine rastlanılmaktadır. Kitabın
bulunduğu arpa tarlasının toprağı kutsal sayılır. Çocukların karınları ağrıdığında bu toprağı ısıtıp beze sararak çocuğun
karnına koyarlar. .(Adana
Efsanelerİ,Yrd . Doç. Dr.RefiyeŞenesen)
Bizim edebiyatımızda genel anlamda
destan kelimesi karşılığı farklı farklı türler var.
Halk edebiyatında destan kelimesinin karşılığı iki
farklı tür var. 1.Aşık edebiyatında koşmanın uzunu
içerisinde anlatım olan .2. Epope tarzındaki
anlatılar yani bir kahramanın monografisini ele
alan , bir kahramanın hayatını, hayatından bir kesit
ele alan anlatılardır.
“Destan”ın mânâ, mâhiyet, karakter ve şümulünü tesbît edebilmek için önce uzak,
yakın Türk lehçelerinde bu çeşit mahsullere verilen adlar üzerinde durmak lâzımdır.
- Çeboksari’deki Dil Enstitüsü uzmanlarından J. A. Andreev, folklorcu arkadaşlarının da
kanâatlerine tercûman olarak Çuvaşlarda “destan” anânesinin bulunmadığını ve bu
sebeple adı gerçek fikri ifâde eden bir kelimeye rastlanmadığını söylemektedir. Biz,
yerleşik hayata çok önceleri geçen Türk boyunda ilk devir hâtıralarının izlerine –bu gün
bulunmasa bile- Yakutlar’ı dikkate alarak rastlanacağı fikrindeyiz.
Yakut Türkleri, manzum kahramanlık şiirlerine veya kahramanların hayat hikâyelerine
“olongho”, “olongo” adını vermişlerdir.(1) W. Radloff aynı kökten gelen “ölöng”
sözünün Kırgızlar arasında “dörtlük, şiir ve türkü” mânâlarına geldiğini kaydeder.
Türkçede Yakutça’daki mânâsı dışında “ölöng”e aşağı-yukarı eş olarak “şiir, raks
havası, raks türküsü, koşma, gazel” karşılığında “koşug, yır ve cır” sözleri vardır.

 Türk dilinde çok umumî bir isim olan “sab” ve “sav” kelimelerinin bâzı boylarda
“söz, nutuk, haber, salık, mektup, risâle, atalar sözü, kıssa, hikâye, tarihî olay”
manalarına
 geldiği, bahis konusu kavramı az çok ifâde ettiği düşünülebilir. Ayrıca
“irtegi” sözünün Kumanca da, Kırım lehçesinde, Çağatay edebî dilinde Kur’an
tercümelerinde “hikâye, kıssa, destan, eski söz” manalarına geldiğini biliyoruz..
 Kırgız Türklerinde kahramanlık destanına “comok” ve destanı anlatana “comokçu”
adı veriliyor. Aynı Türk boyunda Abdülkadir İnan’ın söylediğine göre “Manas”
destanının tamamını söyleyene “comokçu” denir. Destanın bir parçasını okuyan ise
“Cırçı” adını almaktadır.
 Olongho, sab, saw, irtegi, ertegi, comok ve kısmen koşuk ve yır sözleri azçok farklı
karakterde yaşarken yer-yer, Farsça bir isim olan “dâstân” veya “destan”ın bilhassa
İslâmiyeti kabûlden sonra şark, şimal ve cenup Türklerinde aydınlar ve halk
mühitlerinde benimsendiğini görüyoruz.

“Dâstân” veya “Destan” sözü Farsça’da “efsâne, mesel ve hikâyet-i güzeştegân”
mânâsındadır. Ebüzziyâ Tevfik “kıssa, hikâye, ekseriya manzum olan kıssa, vak’a”
karşılıklarını vermiştir.

 Destanlar ulusların yazı öncesi çağlarında oluşmuş olağanüstü olaylarla,


doğaüstü kahramanlarla ve kahramanlıklarla yüklü, öyküleyici
özellikler taşıyan uzun şiirlerdir. Destanlar, eski çağlarda ezgiye eşlik
etmeye en uygun biçimde, çoğunlukla nazımla düzenlenmiştir. Epik
şiirin en güzel örnekleri olan destanlarda olağanüstü olayların, doğaüstü
kahramanların, tanrıların savaşlarının yanı sıra; eski çağ insanlarının
inanışları, yaratılış ve varoluş konusundaki düşünceleri; ulusların
özlemleri ve düşleri de dile getirilir. Destanlar insanların olayları
dinleme ve anlatma gereksiniminden dolayı kuşaktan kuşağa
yayılmıştır.
 Destanların Doğuşu
 İnsanlar ilk çağlarda toplum ve doğa olaylarını anlamakta güçlük
çektiler. Her olay onlara önce Tanrıyı düşündürdü: Gök gürlemesi
Tanrının hiddetiydi. Yıldırımlar, kasırgalar, susuzluklar Tanrının
insanlara verdiği cezalardı. İnsanlar her doğa olayını korkuyla karışık
bir hayranlıkla izledi.
 Zengin bir hayal dünyası olan ilk insanlar, önemli gördükleri her olayı,
olağanüstü olay ve hayallerle süsleyerek birbirlerine anlattılar. Yeni
olaylarla zenginleşen destanlar, halk arasında yayılarak ortak bir eser
haline geldi. Destanları anlatan her yeni ağız destanlara yalnız bir olay
değil, dil ve söyleyiş güzelliği de kattı. Destanlar, başlangıçta manzum
oldukları, ezgiyle söylendikleri için halk dilinde uzun süre yaşayabildi.
 Çok zengin olduğu bilinenTürk destanları ile ilgili bilgiler Arap,
İran ve Çin kaynaklarından elde edilmektedir.
 Türk destanlarının bir kısmı Türk ve yabancı araştırmacılar
tarafından halk ağzından derlenmiştir. Bir kısmına Arap, İran ve
Çin kaynaklarında rastlanmaktadır. Bir kısmına Batılı
kaynaklarda rastlanırken bir kısmı da Türk aydın ve yazarları
tarafından çeşitli dönemlerde, çeşitli nedenlerle, çeşitli dil ve
yazılarla kaleme alınmıştır.
Sözlü dönem destanlarının özellikleri
1. Toplumun ortak görüşleri yansıtılmıştır.
2. Olağanüstü özellikler bulunmaktadır.
3. Önemli kişiler han, kral gibi seçkin kişilerden veya
toplumun kabullendiği bir kahramandan ibarettir.
4. Söyleyiş milli dil tarzındadır.
5. Oldukça uzun yazılardır.
6. Milli nazım ölçüsü kullanılmıştır.
7. Konuları bakımından savaş, deprem, yangın, mizah,
ünlü kişilerin yaşamları şeklinde gruplandırma
yapmak mümkündür.
1 . Yaratılış tufan ve kıyamet metinleri
TÜRK YARATILIŞ DESTANLARI
Yakut Türklerinin yaratılış destanı
Altay Türklerinin yaratılış destanı
Lebed Tatarlarının yaratılış destanı
2 . Saka Destanları
ALPER TUNGA DESTANI
ŞU DESTANI
3 . Göktürk Destanları
GÖKTÜRKLERİN KURTTAN TÜREYİŞİ
ERGENEKON DESTANI
4 .Uygur Destanları
TÜREYİŞ DESTANI
GÖÇ DESTANI
5 .Hun - Oğuz destanı
OĞUZ KAĞAN DESTANI
 ŞU DESTANI BİLİNEN TAM METNİ
 Hakan Şu Balasağun kapısında bir kale yaptırtmıştır. Bu kaleye de güçlü bir ordu koymuştur. Kağanın
sarayı da bu kenteydi ve saray kapısının önünde hergün nevbet çalıyordu. Makedonyalı İskender
Anadolu’yu İran'ı istila etmiş, önüne gelen tüm orduları yenmiş ve Türkistan'a doğru yönelmişti.
Semerkant'ta İskender'in eline geçmişti.
 Gözcüler Kağan Şu'ya gelerek durumu bildirdiler. "İskender, Semarkant'ı aldı ve Şu kalesine doğru
geliyor. Herkesi yendi ve size doğru geliyor, Onunla savaşalım mı" dediler. Fakat bu kötü haberlere
rağmen Kağan Şu kılını kıpırdatmamış söylenenleri duymazlıktan gelmişti. Herkes telaşa düşmüş hakanın
kayıtsızlığı karşısında da endişeye kapılmışlardı. Herkes Hakan'a ne yağacağız ne tedbir alacağız diye
merakla bakarken ve sorarken o hiç bir şey demiyor lafları değiştiriyordu.
 Şu Kağan’nın gümüşten yapılmış bir havuzu vardı. Bu havuzu işten anlayan ustalara yaptırtmıştı. Havuz
istenildiğinde taşınabiliyordu. Şu Kağan Savaşa bile gitse bu havuzu yanında taşıyordu. Nerede
konaklarsa içine su doldurtur, bu gümüş havuzuna kazları ve ördekleri salar onları seyrederdi. Onları
seyrederken de alacağı karaları düşünürdü.
 Haberciler, İskender’in ilerleyişini haber verip " Ne buyruk verirsiniz Kağanım onlarla savaşalım mı " diye
sorduklarında, Kağan Şu, havuzu ve içinde yüzen kazlarla ördekleri göstererek " Bakın ne güzel
yüzüyorlar, nasıl da suya dalıp dalıp çıkıyorlar "diye bir cevap vermişti. Haberciler ve Hakanın
çevresindekiler telaşa kapılmıştı. " Hakan'ın bir tedbiri ve düşüncesi yok ondan böyle davranıyor diye
düşünmüşlerdi. Herkes bunları garip karşılamış ve şaşırmıştı.
 Hâlbuki Hakan Şu, en güvendiği kırk adamını Hucend ırmağı kıyısına yollamış, İskender'in ordularının
hareketlerini gözetlettirmeye başlamıştı. Bu yiğitler İskender, Hucent ırmağını geçer geçmez gelecek
Hakan Şu'ya haber vereceklerdi. Kağan Şu ise bu tedbirlerini kimseye belli etmiyor ve gönlü rahat
davranıyordu. Bunu bilmeyen halk ise ne yapacaklarını bilmez bir haldeydi.

 İskender Hucent ırmağını geçince kırk yiğit atlarına atlayıp Kağan'ın sarayına yetişip,
İskender'in Hucent suyunu geçtiğini ve Balasağun'a doğru geldiğini Kağan’a haber verdiler.
Daha önceki habercilere aldırmayan Kağan gecenin yarısında hemen Göç davulunu
vurdurdu. Davulun vurmaya başlamasıyla herkes göçünü yükleyip doğuya doğru yola
koyulmuştu. Bazıları bu olaya şaşırmış, gündüz hazırlık yapılmadan gece yola çıkılmasına
hayret etmişlerdi. Halk ellerine ne geçtiyse atlarına yüklenip Hakan'ın peşinden gitti. Gün
doğarken kentte kimse kalmamıştı. Kent dümdüz bir ova gözüküyordu.
 Ancak binecek bir şey bulamayan 22 kişi şehirde ve Şu Kalesinde kalmak zorunda kaldı.
Bunların yanına iki kişi daha geldi ve 24 kişi oldular. 22 kişi sonradan gelen iki kişiye: " Bir
yere gitmeyin burada kalın Bu İskender kimse burada fazla kalmaz ve çekip gider. Burası
bizim yurdumuz burası yine bize kalır. " dedi. Ama bu iki kişi diğer 22 ki,şinin sözünü
dinlemediler. Onların " Kal " demelerine rağmen orada kalmadıklarından İskender'in
geldiğini görmediler. Bu iki kişiye bu yüzden KALAÇ dendi ve onlardan doğan çocuklara da
"KALAÇI " denmeye başladı.
 İskender Şu kalesine gelince kalede kalan uzun saçlı 22 kişiyi gördü. Onları görünce onlara
" Türk manend- Türk'e benziyor" dedi. Türk- manend sözü zamanla Türkmen oldu. Kal
denemesine rağmen kalmayarak giden o iki kişi o yüzden tam olarak Türkmen sayılamadı.
Bu 22 kişiye Türkmen denilirken onlara KALAÇ dendi. Böylece oluşan 24 boydan 22 sine
Türkmen, 2 sine KALAÇ dendi.
 Hakan Şu ise halkı ile Çin Sınırına kadar ilerlemişti. Uygur Ülkesine vardığında Hakan Şu
İskender'i karşılayabilecek kadar onu içeri çektiğine ve onunla savaşabilecek kadar güçlü
müttefiklere sahip olduğuna karar verdi. Uygurlarla birleşen Şu Kağan genç çerilerini
ayırıp İskender’in üzerine yollamayı düşündü. Veziri çerilerin hepsinin genç olduğunu
tecrübeleri olmadığını başlarına tecrübeli bir komutan vermesi gerektiğini söyledi. Şu
Kağan Vezirine hak vermişti. Ve genç çerilerin başına tecrübeli bir subaşını komutan olarak
verdi.
 Şu kağanın çerileri İskender'in üzerine yürüdüler. Bir zaman sonra İskender'in öncü
birlikleri ile karşılaştılar. Çeriler İskender'in öncü birliklerine bir gece baskını yaptı. Çok
kanlı bir savaş oldu. Bir Türk çerisi İskender'in bir erini bir kılıçla ikiye böldü. İskender’in
askerinin kemerinin üstünde altın dolu bir torba vardı ve bu kılıç darbesi ile altın torba
yarılıp içinden altın saçıldı. Bu altınlar askerin kanı ile kıpkızıl boyanmıştı. Sabah olunca bu
kıpkızıl altınlar güneşte parlamıştı. Bunu gören Türk askerleri " Altın Kan, Altın Kan " diye
bağırmıştı. Bu yüzden bu dağın adı "Altın Kan, Altın Han" olarak kaldı.

 Oğuz Kağan Destanının islâmiyet Öncesi Rivayeti Ay Kağan’ın yüzü gök , ağzı ateş,
gözleri elâ ,saçları ve kaşları kara perilerden daha güzel bir oğlu oldu. Bu çocuk
annesinden ilk sütü emdikten sonra konuştu ve çiğ et ,çorba ve şarap istedi.Kırk gün
sonra büyüdü ve yürüdü. Ayakları öküz ayağı , beli kurt beli, omuzları samur omzu,
göğsü ayı göğsü gibiydi. Vücudu baştan aşağı tüylüydü. At sürüleri güder ve
avlanırdı. Oğuz’un yaşadığı yerde çok büyük bir orman vardı. Bu ormanda çok büyük
ve güçlü bir gergedan yaşıyordu. Bir canavar gibi olan bu gergedan at sürülerini ve
insanları yiyordu. Oğuz cesur bir adamdı. Günlerden bir gün bu gergadanı avlamağa
karar verdi. Kargı, yay, ok, kılıç ve kalkanını aldı ve ormana gitti. Bir geyik avladı ve
onu söğüt dalı ile ağaca bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın geyiği
almış olduğunu gördü. Daha sonra Oğuz, avladığı bir ayıyı altın kuşağı ile ağaca
bağladı ve gitti. Tan ağarırken geldiğinde gergedanın ayıyı da aldığını gördü. Bu
sefer kendisi ağacın altında bekledi. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz’un kalkanına
vurdu. Oğuz kargı ile gergedanı öldürdü. Kılıcı ile başını kesti. Gergedanın
barsaklarını yiyen ala doğanı da oku ile öldürdü ve başını kesti. Günlerden bir gün
Oğuz Kağan Tanrıya yalvarırken karanlık bastı. Gökten bir gök ışık indi. Güneşden
ve aydan daha parlaktı. Bu ışığın içinde alnında kutup yıldızı gibi parlak bir ben
bulunan çok güzel bir kız duruyordu. Bu kız gülünce gök tanrı da gülüyor, kız
ağlayınca gök tanrı da ağlıyordu.Oğuz bu kızı sevdi ve bu kızla evlendi. Günler ve
gecelerden sonra bu kız üç oğlan çocuk doğurdu. Çocuklara Gün, Ay ve Yıldız
isimlerini verdiler. Oğuz ormanda ava çıktığı günlerden birinde göl ortasında bir ağaç
gördü. Ağacın kovuğunda gözü gökten daha gök, saçı ırmak gibi dalgalı, inci gibi dişli
bir kız oturuyordu. Yeryüzü halkı bu kızın güzelliğini görse dayanamaz ölüyoruz
derlerdi. Oğuz bu kızı sevdi ve onunla evlendi. Günlerden gecelerden sonra Oğuz’un
bu kızdan da üç oğlu oldu. Bu çocuklara Gök, Dağ ve Deniz isimlerini koydular.
Oğuz Kağan büyük bir toy(şenlik) verdi. Kırk masa ve kırk sıra yaptırdı.Çeşit çeşit yemekler,şaraplar, tatlılar, kımızlar yediler ve
içtiler.Toydan sonra Beylere ve halka Oğuz Kağan şunları söyledi:
Ben sizlere kağan oldum
Alalım yay ile kalkan
Nişan olsun bize buyan
Bozkurt olsun bize uran
Av yerinde yürüsün kulan
Dana deniz ,daha müren
Güneş bayrak gök kırıkan

Oğuz Kağan bu toydan sonra dünyanın dört bir tarafına elçilerle şu mektubu gönderdi:” Ben Uygurların kağanıyım ve yeryüzünün
dört köşesinin kağanı olmam gerekir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul eder ve onu dost
edinirim. Kim baş eğmezse, gazaba gelirim. Onu düşman sayarım. Onunla savaşır ve yok ettiririm”. Yine o zamanlarda sağ yanda
bulunan Altun Kağan, Oğuz Kağan’a pek çok altın gümüş ve değerli taşlar hediye etti ve ona itaat ederek dostluk kurdu. Oğuz
Kağanın sol yanında ise askerleri ve şehirleri çok olan Urum Kağan vardı. Urum Kağan Oğuz Kağanı dinlemezdi. Oğuz Kağan’ın
isteklerini gene kabul etmedi. Oğuz Kağan gazaba geldi, bayrağını açtı ve askerleriyle birlikte Urum Kağana doğru yürüdü.Kırk gün
sonra Buz Dağ’ın eteklerine geldi. Çadırını kurdurdu ve sessizce uyudu. Tan ağarınca Oğuz Kağanın çadırına güneş gibi bir ışık
girdi.O ışıktan gök tüylü gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. Kurt: ” Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun; Ey Oğuz ben
senin önünde yürüyeceğim.”dedi. Bunun üzerine Oğuz çadırını toplattırdı ve ordusuyla birlikte kurdu izlediler. Gök tüylü gök yeleli
büyük erkek kurt itil Müren denizi yakınındaki Kara dağın eteğinde durdu. Urum Hanın ordusu ile Oğuz Kağanın ordusu arasında
büyük savaş oldu. Oğuz Kağan savaşı kazandı, Urum Hanın hanlığını ve halkını aldı.Oğuz Kağan ve askerleri Gök tüylü ve gök
yeleli kurdu izleyerek itil ırmağına geldiler. Oğuz Kağan’ın beylerinden Uluğ Ordu bey itil ırmağını geçmek için ağaçlardan sal yaptı
ve böylece karşıya geçtiler. Oğuz’un bu buluş hoşuna gittiği için bu Uluğ Ordu Bey’e “Kıpçak” adını verdi. Gök tüylü gök yeleli kurdu
izleyerek yeniden yola devam ettiler. Oğuz Kağan’ın çok sevdiği alaca atı Buz Dağa kaçtı. Oğuz Kağanın çok üzüldüğünü gören
kahraman beylerinden biri Buz Dağa çıktı ve dokuz gün sonra alaca atı bularak geri döndü. Oğuz Kağan atını ve karlarla örtünmüş
kahraman beyi görünce çok sevindi. Atını getiren bu beye: ” Sen buradaki beylere baş ol. Senin adın ebediyen Karluk olsun.” dedi.
Bir süre ilerledikten sonra gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt durdu. Çürçet yurdu adı verilen bu yerde Çürçetlerin kağanı ve halkı
Oğuz Kağana boyun eğmeyince büyük savaş oldu. Oğuz Kağan, Çürçet Kağını yendi ve halkını kendisine bağladı. Oğuz Kağan,
ordusunun önünde yürüyen bu gök tüylü gök yeleli erkek kurdla Hint, Tangut, Suriye, güneyde Barkan gibi pek çok yeri savaşarak
kazandı ve yurduna kattı. Düşmanları üzüldü, dostları sevindi. Pek çok ganimet ve atla evine döndü. Günlerden bir gün Oğuz
Kağanın tecrübeli bilge veziri Uluğ Bey rüyasında bir altın yay ve üç gümüş ok gördü. Altın yay gün doğusundan gün batısına kadar
uzanıyordu. Üç gümüş ok da kuzeye doğru gidiyordu.Oğuz Kağan bu rüyayı dinleyince yurdunu oğulları arasında paylaştırdı.
Divan da hem şiirler içerisinde yer alan destanlar var hem de Saka Destanlarında Şu olarak
isimlendirilen destana rastlanmaktadır.
DİVAN-I LÜGAT-İT TÜRK BİZE DESTANLAR KONUSUNDA AÇIKLAMALAR SUNUYOR. MESELA TÜRKMEN
VE ÖGE MADDELERİ BİZE ŞU DESTANININ OLABİLECEĞİNİ DÜŞÜNDÜRÜYOR.
Sav, İslamiyet öncesi Türk edebiyatında atasözünün karşılığıdır.
Bir düşünceyi, bir deneyimi, bir öğüdü, en az sözcükle kısaca anlatan kalıplardır. Biçim
olarak bir düz yazı tümcesi veya bir şiir dizesi gibi olabilirler. İslamiyet öncesi Türk
edebiyatına ait savların kimileri küçük ses değişiklikleriyle, Türkçede bugün de
yaşamaktadır.
Divandaki sözlerin bazıları günümüze kadar gelememiş, unutulmuştur.
Suburganda ev bolmas, tapurganda av bolmas( Eski mezarlıklarda ev olmaz,
topraklıkta av olmaz).
Yıgaç uzun kes, temür kıska kes( Ağacı uzun kes, demiri kısa kes).
Divandaki sözlerin bazıları küçük değişikliklerle günümüze gelmiştir.
Bir karga birle kış gelmes( Bir karga ile kış gelmez); bugün “ Bir çiçekle yaz gelmez”
şekli vardır.
Taz keligi börkçige ( Kelin geleceği yer külahçı dükkanıdır.) bugün; “
Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanıdır” şekli vardır.
Divandaki sözlerin bazıları bugüne aynen gelmiştir.
Aç ne yimes, tok ne times; bugün “ Aç ne yemez, tok ne demez” şeklindedir.
Biş ernek tüz ermes; bugün “ Beş parmak bir olmaz” şeklindedir.
 Sagular da savlar gibi eski Türklerin yaşam biçimlerinden
doğan sözlü ürünlerdir. Eski Türklerde sevilen, sayılan bir kişinin
ölümünden sonra düzenlenen cenaze törenine " yuğ töreni",
bu törenlerde söylenen şiirlere "sagu" adı verilirdi.
 Ölen kişinin yiğitliğini, yaptığı işleri, değerini anlatan,
ölümünden doğan acıyı dile getiren bu şiirler bir tür ağıttır.
Destan özelliği de gösteren sagularda geniş doğa tasvirlerine
rastlanır.
 Alp Er Tunga'nın ölümü üzerine duyulan acıyı dile getirenAlp "
Er Tunga Sagusu"nu okuyacaksınız. Alp Er Tunga Sagusu XI
yüzyılda KaşgarlıMahmud tarafından halk ağzından .
derlenmiştir.
Alp Er Tunga öldi mü?
Isiz ajun kaldi mu?
Ödlek öçin aldi mu?
Emdi yürek yirtilur.
Ödlek yarag közetti
Ogrun tuzag uzatti
Begler begin azitti
Kaçsa kah kurtulur?
Begler atin urgurup
Kadgu ani turgurup
Mengzi yüzi sargarup .
Korkum angar türtülür.
Ulusip eren börleyü
Yirtip yaka urlayu
Sikrip üni yirlayu
Sigtap közi örtülür…..
 Sığır törenlerinde (av şenlikleri) ve şölenlerde söylenen aşk, kahramanlık,
doğa sevgisi temalı şiirlere genel olarak "koşuk" denmiştir. Daha çok lirik,
pastoral ve epik özellikler taşıyan bu şiirler belli bir ezgiyle söylenmiş, bu
ezginin oluşması için kopuzdan da yararlanılmıştır. Şiirler daha çok
törenlerde söylendiği için şiir söyleme eylemine bugün için dans olarak
adlandırılabilecek ritmik öğeler de katılmıştır.
 Koşuklar, her ne kadar sözlü gelenek içinde oluşmuşsa da bunların
günümüze kadar ulaşması bu şekilde yani sözlü gelenekle mümkün
olmamıştır. Bunun en önemli nedeni Türklerin medeniyet ve coğrafya
değiştirmeleri, bunun doğal sonucu olarak da dildeki kimi sözcük ve
seslerde çeşitli değişikliklerin olmasıdır. Bu şiirleri Türk boyları arasından
derleyen kişi, Kaşgarlı Mahmut'tur.
"Divânü Lûgâti't-Türk'ten alınan aşağıdaki şiirler, Türk dilinde
ortaya konmuş ilk şiirler değildir fakat bunlar halk ağzından
derlenmiş, yani sözlü gelenek içinde yaşam bulmuş veyaşarlığını
devam ettirmiş ilk şiirlerdir. Yapılan araştırmalar sonucunda en
eski Türk şiirinin Uygurlar döneminde yazıldığı ortaya çıkarılmıştır.
Ama bu şiirler sözlü gelenekten derlenmemiş, yazılı olarak ortaya
konmuştur, dolayısıyla bunların yazılı edebiyat ürünü olarak
değerlendirilmesi gerekir.
Öpkem kelip ogradım
Arslanlayukökredim
Alplar başıntogradım
Emdi meni kim tutar
İlk Türk Şiiri İlk Türk Şairleri
 İslamiyet öncesindeki Türklerde şairlere baksı, kam,
ozan gibi adlar verilirdi. Kaşgarlı Mahmud'un
Divânü Lûgati't Türk adlı eserinde ve Turfan
kazılarında ele geçirilen metinlerde adlarına ve
şiirlerine rastlanan ilk
Türk şairleri Aprın Çor Tigin, Çuçu, Ki-ki, Kül
Tarkan, Asıg Tutung, Pratyaya Şiri, Kalun Kayşı,
Çisuya Tutung'dur.
İlk Türk Şiiri
 İslamiyet öncesi Türk şiirinin, şairi bilinen ilk
örneklerini Uygurlar'da bulmaktayız. Aprın Çor
Tigin'in yazdığı "Bir Aşk Şiiri" adlı şiirdir.
HAZIRLAYAN : CEVALE KEVSER GÜLER

You might also like