Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 164

EVEREST

2000
İHSAN OKTAY ANAR
1960 doğumlu. Felsefe bölümünü bitirdi. Öğretim üyeliği yaptı.
2011 yılında emeldi oldu. Yayımlanmış olan diğer kitapları:
Puslu Kıtalar Atlası (1995), Kitab-ül Hiyel (1996), Efrasiyâb'ın
Hikâyeleri (1998), Amat (2005), Suskunlar (2007), Yedinci Gün
(2012), Galiz Kahraman (2014).
İHSAN OKTAY ANAR

TiAMAT
Yayın No 2000
Türkçe Edebiyat 900

TİAMAT
İhsan Oktay Anar

Editör: Saadet Özen


Kapak Tasarımı: Kardelen Akçam
Sayfa Tasarımı: Gelengül Erkara
Düzeltmen: Devrim Çakır

Kapak resmi Ali Yaycıoğlu tarafindan TİAMAT için çizildi.

© 2022, İhsan Oktay Anar


© 2022, Everest Yayınları
Kaynak belirtilerek yapılacak kısa alıntılar dışında
hiçbir yolla çoğaltılamaz.

1. Basım: Şubat 2022

ISBN 978-605-185-723-7
ISBN 978-605-185-724-4 (Cildi)
Sertifika No: 43949

Baskı ve Cilt: Melisa Matbaacılık


Matbaa Sertifika No: 45099
Çiftehavuzlar Yolu Acar Sanayi Sitesi No: 8
Bayrampaşa/İstanbul
Tel: (0212) 674 97 23 Faks: (0212) 674 97 29

EVEREST YAYINLARI
Ticarethane Sokak No: 15 Cağaloğlu/İSTANBUL
Tel: (0212) 513 34 20-21 Faks: (0212) 512 33 76
e-posta: info@everestyayinlari.com
www.everestyayinlari.com
www.twitter.com/everestkitap
www.facebook.com/everestyayinlan
www.instagram.com/everestyayinlari

Everest Yayınlan, Alfa Yayın Grubunun tescilli markasıdır.


TİAMAT
Emine Çetinel’in hatırasına
1895-1976
Soğuk ve karanlık dipler boş ve anlamsızdı. Kadim
batıklarda ölü denizcilerin kıpır kıpır yakamozlu ruhları,
yakarırcasına kolları yukarıda, yosunlar gibi akıntıda kıvrı­
lıp kıvranarak salınıyor, zeminde çürümüş leş katmanından
ölümün nabzı gibi tek tük atan kabarcıklar tıp tıp koparak
yükseliyordu. Cehennemi ışığını yayan fenerbalığı avları­
nın yuvalandığı batığa yaklaşınca önce o kafadanbacaklıyı
yuttu. Çiğnediği kalamarın mürekkebi solungaçlarından
püskürürken, mercan, yosun, balina sümüğü ve kabuklu,
otçul, etçil, hepçil ve hatta yamyam deniz canlılarından
yağan sertleşmiş dışkıyla kaplı o karardık batığın içine giri­
verdi. Anteninin ucunda parlayarak avları cezbederken aynı
zamanda kendi korkunç gözleriyle, uzun ve sivri dişlerini
de aydınlatan fenerinin ışığında, önce taşlaşıp yosun bağ­
lamış o pusula ve dümen tekerleği belirdi. Derken fener-
balığının ışığı, ölü bir denizcinin karanlık ve bomboş göz
yuvalarını doldurdu. İkisi o an yüz yüzeyken biri canlı olup
bilmemenin, diğeri ise bilebilme ama ölü olmanın birer
örneği idiler. Başlangıçta her şey soğuk, boş ve anlamsızdı.
Kutsal Rüzgâr sular üzerinde okşar gibi anaforlarla esiyor,

9
güneş ve ayın, burçlar ve yıldızların henüz yaratılmadığı
zifirî gecede, gözleri mucizevî bir dokunuşla açılmış halde
bizzat kendini, yani karanlığın yine ta kendisini gören kör
tabiatı sanki teselli ediyordu. Onun uyanıp cisimleşmiş hâli
olan diğer çelik canavarın belirsiz silueti ise satıhtaki zayıf
aydınlığın hemen altında âdeta kımıltısızdı. Yalpa yalpa ve
ağır ağır dönen uskurların boğuk ve derin sedalarına, önce
manivelayla açılan paslı tüp kapaklarının menteşe gıcırtıla­
rı, sonra tanzim sarnıçlarına verilen suyun foşurtusu karıştı.
Fos sesiyle basılan huruç havası ile birbiri ardından iki tor­
pido, tüplerine madenî gümbürtülerle sürtünerek açılmış
kapaklardan fırladığında, gerilerinde pıtırdayan binlerce
hava kabarcığından ibaret birer bulut bıraktılar. Tahtelbahir
gemisinin işte bu anda hafifçe kalkıveren baş tarafı, çok
geçmeden yavaş yavaş indi. Tıkırdayan devvârelerdeki açıya
göre hedefe kavis çizen torpidolardan biri satha sıçrayıp
ardından dibe vurduysa da diğeri, kronometre ibresi ikinci
dakikaya varmadan, omurgada infilak etti, şok dalgası o
destroyerin tüm köprü üstünü tekneden koparıp uçurdu,
binlerce parçası ise kararmaya başlayan gökten denize ağır
ağır yağarken, batmaya başlayan ağır teknenin bölmelerin­
de sıkışmış hava, dev su sütunları halinde madenî çığlıklar
atarak püskürdü ve nihayet kazanı da gümbürtüyle patladı,
ortalığa kıvılcımlı bir buhar bulutu saçıhverdi, ardından baş
tarafı suya gömüldü, şoktan ölen ve sersemleyen balıklar
satha yükselirken destroyer, parçalar halinde sakin sakin
dibe indi.
Miladî 1915 Zemheri bitimi Port Said’in 40 mil poy­
raz tarafında, karanlık çöktüğü vakit dalgalar arasından,
Abdülhamit sınıfı o istimli tahtelbahir gemisi, tazyikli hava

10
ile imlâ sarnıçlarını tahliye ederek satha yükselmeye başladı.
Nihayet klepelerden taşan havanın fokurtulu ve kabarcıklı
anaforları arasında önce kule ile baştaki ağ kesme testeresi,
derken altındaki deliklerden köpükler dökülen üst güver­
te göründü. Yosunlu kapkara kaplamasının döküldüğü
kısımlardan pas akmış botun kule fistanı önündeki bronz
döküm Devlet-i Aliye armasında, kırmızı ve yeşile boyalı
solmuş iki sancağı ortalayan alayişli tuğra yanında, top
tabanca, bardiç mızrak, kama kılınç gibi kesici delici veya
ateşli silahlarla süslü Adalet Terazisi, ayrıca biri kutsi ve biri
dünyevî iki kitap kabartması seçiliyordu. Kule arkasında
manivelayla açılan kaportadan, is zifir kapkara o uzun istim
bacası, gıcırtıyla çevrilen el çarkıyla yuvasından dışarı fora
edilirken, ardı ardına güverteye atlayan dört bahriyeli, çar­
pıp duran dalgalar içinde bazen neredeyse kaybolarak, kule
önündeki Nordenfelt topuna koştu, biri kürsüdeki seyir
kilidini açarken diğeri fem başlığını söktü, derken emniyet
kemerlerine bağlı halde nişangâhları taktıklarında, üçüncü
nefer portuçtaki kutuları açıp üç mermiden birini namluya
sürdü. Emir bekleyen nişan grubunun kulağı, şimdi gedikli
olan dördüncüdeydi. Şiddetli rüzgârda dalgaların art arda
patlayıp serpinti yağdırdığı kulede hepsi zaten çoktan yer­
lerini almış dürbünlü gözcüler, gerilerindeki makinalı tüfek
kuyusunda ise köhne olsa bile yine de az çok etkili, 1864
model 25 namlulu mitralyözün üç neferi seçiliyordu. Tah-
telbahrin umk dümenleri yavaşça kalkıp dikeldiğinde, fini
fırıl kabloları rüzgârın şiddetine göre kâh keskin ıslıklar
ve kâh boğuk uğultularla titreşen o kısa dalga telsiz anteni
bağrış çağrış kurulmuş, herkesinki gibi madenî, hayvani ve
İnsanî yağ ile meşinleşmiş gri yün kabanı ile vardabandıra,

11
tekmil vermek için kaportadan kuleye girmişti bile. Ora­
dan da skatol, hidrojen sülfıt gibi sindirimde bağırsaklarda
husule gelip mürettebattan sık sık patlak veren gaz yanında,
ekşi ekşi ter, ozon, küf ve kuzinede kavrulmuş soğan kokan
santrale atladı. Yemeğe harcanan dahil adam başı suyun
günde 5 litre hesaplandığı botta, saçı sakalı papaz mürette­
batın neredeyse bir aydır su ve sabun ile temas dahi etme­
miş bedenleri üzeri Tabiat Ana, apışarası ve koltukaltında
kokusundan anlaşılan, hatta bizzat parmakla yakalanıp çıt
diye ezilen canlılardan ibaret ikinci bir hayat başlatmıştı.
Daha bir ay önce ateşten çıkmış gibi tertemiz tahtelbahir­
de ara sıra, mantardan mikroba, bitten pireye, kırkayaktan
hamam böceğine ve hatta, artık mürettebattan daha temiz
ve nezih sayıldığı için yakalamaktan vazgeçilip bizzat bes­
lenen bir fareye kadar bütün bu hayatın, kör bir tesadüf ile
kendiliğinden değil, ilahi nizamı başlatan bir ‘Ol!’ emriyle
ortaya çıktığı konuşulurdu.
Ancak bu kadarı bile konfor saydırdı, tahtelbahir gemi­
sinin dışında o an, Nebukadnezzar ordusunun savaş nara­
ları gibi uğul uğul o sert rüzgârla ta şark karardığına, âdeta
Babil’e sürüklenen Yahudi kölelerin kaderi gibi kapkara,
yağmur ve keder taşıyan zifirî bulutlara vuran ay ışığı, dip­
lerden sanki miraca yükselen dalgaların kristal gibi kırdan
zirvelerini tutuşturuyor, bazen fersahlar ötesi çakan şim­
şeklerin geciken çatırtdarı işitiliyor, bazen de derinliklerde
canavar balıkların, avlarını dişlerinden önce kavrayan göz­
leri parlıyordu. İşte bu sarhoşluk ve hatta çdgııdıkla yalpa­
layan tabiattan zorbalıkla kopartddıktan sonra, aklî-man-
tıkî kanun ve zincirlerle ıslah edilip sanki bir tımarhane
hücresine kapatılmış malzemeden yapılma tahtelbahrin

12
içinde ise cehennemi fırınlarda eritilip dökülmüş, tavlanıp
şekil verilmiş madenî el çarkları, tekerler ve tamburalar
dönerken, muhabere boruları emir ve tekmillerle uğuldu-
yor, pirinç gösterge ve müşirlerin ibreleri ışıklı kadranlarda
kıpırdıyor, su saatleri ve devvâreler tıkırdıyordu. Yangına
dayanıklı gömlekleri içinde parmak kalınlığında elektrik
hatları bütün mukavim tekneyi sanki içten kavramış, irili
ufaklı veya kocaman valfler ve vanalar da kırmızı-yeşil
renkleriyle ölüm-kahm çiçekleri gibi dört bir yandan âdeta
fışkırmıştı. Arada ağlamaya benzer kulak tırmalayıcı sesle­
riyle sintine ve trim tulumbaları çalışıp susuyor, bazen de
makine dairesi telgrafının çınçınları işitiliyordu.
İstim verildikten sonra fokurdayan soda kazanında taz­
yik hemen yükselince, giderek artan vuruntularla inip çıkan
pistonlar, pervane şaftını döndürmeye başladı. Makineler
soda ile dakikalar içinde çalışmaya başlasa bile, yarım yol­
dan daha yüksek sürat için tahtelbahir gemisi buhar kazan
tazyikini, külhanında yaktığı Westfal taşkömürünün harurî
kuvveti ile sağlamaktaydı. Güneş battığı için artık kırmızı
gece ışığına geçildiğinden, cinsleri renklerinden anlaşılan
6 funtluk 10 mermi gedikli tarafindan el feneriyle kontrol
edilip santralden köprüye, oradan da köprü üstüne elden
ele alavere edilmiş, bir o kadarı da aşağıda hazır beklemek­
teydi. Güvertedeki seyyar manikadan derin nefesler çekin­
ce o derin ve soğuk uykusundan ateş ile uyanan makineler,
içindeki rotları, eksantrikleri, krankları ve valfleri ile mono­
ton ve usandırıcı gidegele varagele hareketlerle çalışıp işler­
ken, bacadan öfkeli kıvılcımlar saçarak, “Puff! Poff! Puff!
Poh! Poh! Poh!” nidâları yayıyordu. Pervaneler dönüp tah­
telbahir dümen dinlemeye başladığında yalpa azalmasına

13
rağmen yine baş-kıç vuruyor, baş taraf neredeyse güverte
topuna kadar deryaya bir gömülüp bir çıkıyor, ara sıra
dalga içinde kaybolan top mürettebatı zor anlar yaşıyordu.
Bu hercümerçte köprü üstündeki vardiya zabiti, topçulara,
İhtar atışı!” diye bağırdıktan sonra, fişek sürüp havaya
kaldırdığı veri tabancasının tetiğini çekti. O karanlıkta ta
tepede patladıktan sonra ağır ağır düşmeye başlayan aydın­
latma fişeğinin fosforlu ışığında, tam da sancak omuzlukta
bir şilep görünüvermişti. Dirisa nişancısı topu yönelten
tamburayı tutamaklarından önce fırıl fırıl hızla tıkırdata­
rak, hedef nişangâhta girince ise giderek geciken tık tık tık
tık sesleriyle usul usul dikkatle döndürdükten sonra nihaî
bir tık! ile durarak, şilebi ışıklı taksimat ortasına oturttu
ve irtifa verdi. O karardıkta nişancı, “Hazır!” diye bağırır
bağırmaz, köprüden gelen “Ateş!” emrini duyan topçu, alt
dudağını hırsla büzerek ipe asddı. Nordenfelt topu güm­
bürdeyip geri teptiğinde, infdakın üflemesiyle o an, namlu
ağzının hemen altı derya sathında adam boyu bir su çukuru
açılıp kapanıvermişti. Şilep mürettebatı için ihtar atışıydı
bu. Tapa ayarlı mermi hedef üstü aşıp havada patladıktan
sonra, arkasındaki infilak ışdtısında geminin silueti bir an
belirip kaybolmuştu. Fakat vardiya zabiti, artan o karardıkta
şdepten beklediği mors ışıklarını bir türlü göremedi. Bir
fişek daha bastıktan sonra tereddütle bekledi ve güvertede­
ki sırsıklam olmuş gedikliye, “Hedef kıç taraf, tahrip!” tali­
matıyla veri tabancasını yine havaya ateşledi. Fosforlu fişek
ışığıyla gök tekrar aydınlandı. Top mürettebatından, “Sağa
iki, eksilt dört, hedefte kal, hazır!” tekmili gelince, gedikli,
“Ateş!” diye bağırmıştı. Top gümleyip beşiğinde teperek,
dumanı tüten kovanı kuyruğundan güverteye fırlattığında,

14
doldurucu nefer diğer mermiyi namluya sürer sürmez kama
bloku kapandı. Karanlıktaki şilebin kıç tarafında kuvvetli
infilak ışıltısı, o an parlayıp söndükten sonra, burada patla­
yan merminin sesi geldi. Vardiya zabiti Mülazım, dakikalar
geçmesine ve kıç güvertede çıkan küçük yangın zayıflayıp
kendi kendine sönmesine rağmen, şilepten morsla bir tes­
lim işareti göremeyince yanında ışıldakla bekleyen onba­
şıya, “Morsla bildir, teslim olsunlar, yoksa batırırız," diye
bağırdı. Ardından, yağmur ve deniz suyunun her yalpada
içeri dolduğu kaportadan aşağıya, kuleye doğru, “Söyle
kumandana, vardiya kıymetli hedefi batırma izni ve yetki­
sini yazı ile istiyor, anladın mı?” diye haykırınca, aşağıdaki,
“Anlaşıldı, kumandana bildiri, vardiya zabiti kıymetli hedef
tahrip izni ve yetkisi talep ediyor,” diye tekrarladı. Bu sıra­
da seyyar dümen ve makine daire telgrafı ile yavru pusula
kuleye kurulmuş, tahtelbahir gemisi su üstü seyrine hemen
hemen hazır edilmişti. Ancak ışıldakla defalarca aynı mors
mesajını göndermelerine rağmen, âdeta karanlığa batıp
sessizliğe gömülen şilep cevap vermiyordu. Sağanak da işte
bu sırada şiddetlendi.
Kuleye doğru seslenmek için kaportaya eğildiğinde,
içeriden sızan kızıl gece ışığında bitirim çehresi ve ucu ta
alt dudağına inen burnu aydınlanan genç Mülazım, tekrar
ve daha yüksek sesle, “Kumandana haber ver demiştim,
atkımı da getir!” diye veryansın ettiğinde, bu söz aşağıda
pasaparola edilerek kumandan kabinine doğru Asıltılarla
ilerledi. Tahtelbahir kumandanı, destroyer battıktan sonra
çekildiği kabininde muhtemelen, o kalan yastık altı dört
şişe biradan birini açıp bardağını doldurmuş, cilâ olan bir
İkincisini de hazır etmişti. Aslında, olanlardan sonra bu

15
kadar sefaya hakkı var denilebilirdi. Satıhta akıntıyla âtıl
halde sürüklenen o destroyer ile şilebi alafranga saate göre
5 ten beri, denizli havada çarpan dalgalarla görüşü zaten
kısıtlı periskopla satıhta köpük izi fark edilmesin diye kısa
kısa süreler izleyip hesap yapmışlar, güneş battığında ise
son aydınlıkta ufkun karanlık tarafına geçerek, katalog­
da B sınıfı diye tanıyabildikleri destroyeri, galiba Quail’i
batırmışlardı. Evet, mutlaka Quail idi, çünkü torpidoya
girdikleri mesafeyi, muhribin katalogda verilen ölçülerini
periskop taksimatındaki görüntüsüyle kıyaslayarak hesap­
lamışlar, kıymetli torpidoları da biraz tereddütle ateşlemiş-
lerdi. Önce kapan gemisi sandıkları şilepte ise bordasından
akmış pas çizgisi seçilemediğine göre, demek ki ardında
ateşe hazır 5 inçlik toplar gizleyen lombar kapakları da
yoktu. Şilebin profili katalogda Cunard İstimbot Kum­
panyası gemilerinden ikisiyle eşleşir gibi olsa bile, destro­
yer gibi bir türlü tam teşhis edilememişti. Piyasa ve harp
kıymetinin onu kolayca imha edecek bir torpidodan, hatta
yakılacak top mühimmatından bile az olduğunu, bundan
da öte, patalya ile adam gönderip şilebe döşenecek tahrip
kalıplarının dahi israf sayılacağını, en akıl kârı işin kiniştin
valflerini açıp su almasını sağlayarak şilebi dibe göndermek
olacağını köprüdeki vardiya zabiti gayet iyi biliyordu. Fakat
işinde otorite olamadığından otoriter davranan tahtelbahir
kumandanını çiğnemek de istemiyor, adamdaki izzetinefis
gediğini kapatacak bu emrin şerefini, zorbalara verilen
saygı haracı veya sadakası gibi yine ona hibe etmeyi dün­
yevî bir sevap sayıyordu.
Ancak, görünüşe göre emir yazmayı reddeden kuman­
danın o kauçuk tabanlı, altı delik bahriye postallarının

16
demir basamaklarda çıkardığı yapışkan sesleri duyunca,
adamın yine bir hata yapmasından endişelenmişti. Çünkü
kumandan, tahtelbahir gemisinin düştüğü kritik durum­
larda, sanki hekim dizkapağına lastik çekiçle vurduğu an
tekme savurur gibi ansızın karar veriyordu. Mürettebat
aslında verilecek her kararı rulet veya fırdöndü ile de ala­
bilirdi, ama kumandan bunlardan bile hızlıydı. Bu haliyle
adam, karmaşık bir hesap işleminin sonucunu kâğıt-kalem
ile değil, o lotarya torbasına benzer dimağından rasgele
çektiği numara ile bulmaya kararlı, şanstan gözü dönmüş
bir kumarbaz gibiydi. Tombala torbası denebilecek bu
olağanüstü zihinden yapılan çekilişte mürettebata çıkan
herhangi bir emir, rütbeler silsilesi boyunca nihaî şahsa
kadar tebliğ edilirken, korkunç hatalar üzerinde hilebazca
düzeltmeler yapılır, böylece dedikodu yaymadaki yoz­
laşmanın tersine, âmirden memura seyahatinde emirler,
âdeta maymundan insana tekâmül ederdi. Evlilik ve iş
gibi hususlarda bazılarının karar vermek için yazı-tura
attıkları kara kuruştan elbette çok daha kıymetli ve say­
gıdeğer Kumandan Bey bir yana, tarihte hüküm sürmüş
deli padişahlar, beş yaşındaki imparatorlar ve hatta kutsiyet
atfedilmiş, ümmet sahibi büyükbaş hayvanlara bakıp her­
halde, insanların zaten yapmakta oldukları işi yapmalarını
emredecek birine ayrıca neden ihtiyaç duyduklarını burada
sormak gerekir.
Sağanakla birlikte rüzgâr da şiddetini arttırdığı için
savrulup duran atkısını boynuna güç bela dolayan Müla­
zım, gözlerinden azim ve ihtiras ışıltıları fışkıran, ama
o anıtsal karakterinin heyhat ki pek sığmadığı tıknaz
bedeni içinde yoğunlaşmış Kumandana, ağzını neredeyse
17
kulağına dayayarak, “Şilep sessiz ve atıl, ışıldağa cevap
vermiyor-o-o-r!” diye bağırmıştı. Harp okulunda öğreti­
len ilk şey, bağırdığı için hiçbir astın suçlanmayacağı, tam
tersi takdir edileceği olduğu için bir asker üstünü ancak
bu şekilde taciz edebilirdi. Bardaktan boşanırcasına yağan
yağmur altında bacasından is, kurum ve kıvılcım saçılan
tahtelbahir gemisi şiddetli rüzgarla yine yalpa vururken
düşmemek için ikisi vardasiloya tutunuyor, ama buna rağ­
men birbirlerine çarptıkları oluyor, hatta Mülazım kazaen
olmuş süsü altında kasıtlı olarak kumandana başıyla toslu-
yordu. Ancak, “Cehennemin dibine!” diye söven Kuman-
dan’ın atış talimatı vermek için yüzünü top mürettebatına
döndüğünü fark eden Mülazım o anda, “İki patalya da
hazır,” dedi belki sırf adamın kafasını karıştırmak için,
“Karagümrük ile altı adamı, bir de Parlakçı’yı şilebe gön­
derelim, baksınlar taze gıda var mı, etrafı da kolaçan etsin­
ler. Ne de olsa ganimet. Belki siz de görmek istersiniz, kim
bilir şilepte bazı evraklar, telsiz kayıtları falan yahut gizli
emirler, votka konyak bile vardır. Sonra kiniştinleri açıp
batırırız.”
Âmiri olma üstünlüğüyle Kumandan onun suratına
bakmadığı için, gözlerindeki müstehzi parıltı fark edil­
meyen Mülazım bu sözleri, dil hacmini küçültüp ağız
boşluğunu büyüterek sesini bir perde pesleştiren bitirim­
ler gibi söylemişti. Zaten ondan farksız diğer ekseriyet
de, belirsiz ifade edilip yanlış işitilen bir talimatın vahim
sonuçlar doğuracağı tahtelbahir gemisinde birbirlerine,
tıpkı racon kesen kabadayılara benzer surette sözgelimi,
“Hed-def birr, dok-kuz, ah-tı, at-teşe hazır, at-teş!” misali,
lafın tetiğini çekip her bir heceyi piştov gibi patlatarak kör

18
kör parmağım gözüne tekmil ve emir verir, ‘Kumandanım,’
‘Teşekkür,’ ‘Baş üstüne,’ benzeri hoppa züppe işi resmiyeti
ise, her daim kördüğüm çözen ve zaten arapsaçı bu teşki­
latta, elverdiğince basitlik arzulanan durumu zorlaştıracak
müsrifçe teferruat addederdi.
Kumanda etme denilen şey, astının tavsiyesini, ama bu
kez emir kipinde yankı gibi yine ona söyleme kabiliyeti
olmalıydı ki arkası ona dönük olduğu halde tahtelbahir
kumandanı neden sonra Mülazıma, “Yaz,” dedi, “‘Karar­
gâhın dikkatine, malum yerde,’burada mevkiimizi girersin,
‘Britanya Donanmasına ait B sınıfı bir destroyer batırıldı
ve bir şilep ele geçirildi.’ Mesajı şifreli gönder, patalyaları ve
aşçı ile adamları hazırlayıp silahlandır, vardabıranda dahil
et, sonra şilep istikameti ağır yol. Anlaşıldı mı? Güverte
sende.”
Kumandan santrale indikten sonra ıslak kâğıdı zarfa
koyan Mülazım pirinç muhabere borusunun düdüğünü
üfledikten sonra cevap veren çarkçıya, adam gürültüden
bir türlü işitemediği için birkaç kez, “Ağır yol! Ağır! Hayır,
ağır yol! Ağır!” diye bağırdı durmuştu. Nihayet uskurlar
kıçta köpükler bırakarak daha yüksek devirle dönmeye
başladığında dümenciye, “Sancak iki sıfır,” talimatı verdi.
Ardından, temiz hava için santralde bekleyenlerden birini
yukarı çağırdı:
“Karagümrük! Haydin yukarı!”
Yediği haram meyve sanki yutağına takılmış gibi, gırtla­
ğındaki âdemelması ta çene hizasına varan Karagümrük’ün
bir aşçıdan umulmayacak şekilde sıska olması, bağırsak
solucanı fiskosuna sebep olmuştu. Fırça misali sicim
gibi kalın saç tellerinin gür ganî fışkırdığı bereketli kafa

19
derisi, kırda en kalın derili sığırları bile dalayıp böğürten
iri bir diken toparlağını andırmaktaydı. Adam, karıştığı
sayısız kavgada kazandığı kabiliyet ile kasti olarak gev­
şettiği suratını hep ifadesiz bırakır, böylece muhtemel bir
hasmın, onun ne zaman hamle yapacağını sezinlemesini
güya önlerdi. Gözünü diktiği yer o insanın niyetini belli
ettiğinden daima boşluğa boş boş bakar, ama yandan ve
yanlamasından her zaman her şeyi görürdü. Birliklerde
Joker denilen adamlardan biri olarak bulunmazı bulur,
yapılmazı yapar, girilmeze girer ve çıkılmazdan çıkardı. İşte
Karagümrük o fırtınada bir testereninkine benzer hırıltılı
gıcırtılı sesiyle, ‘Hayır hayır,’ ‘Taze meyve sebze vardır,
tekerlek peynir, jambon votka falan vardır,’ ‘Hayır hayır,
yer buluruz,’ ‘Evet, istif hesabı yapıldı,’ diye konuşurken,
Mülazım her bir sözünden sonra bu adama şüpheyle, ‘Ona
göre ha!’ ‘Ona göre ha!’ diye karşılık veriyor, tartışırken de
tehditkâr şekilde elini kolunu sallıyordu. Bu yüzden o yal­
palayan köprüdeki muhabere eri Mülazım’ın tuttuğu telsiz
mesajını birkaç teşebbüse rağmen ıska geçtikten sonra zor
bela kapabilmişti. Er kaportadan inip mesajı telsiz odasına
götürürken köprüde tartışma hâlâ sürmekteydi. Tutunmak
zorunda olduğundan mesajı ağzına alan er, üst tutamağı
kavrayıp bacaklarını kaportadan hızla baş batarya daire­
sine savurarak kumandan kamarasını geçti. Helâdan az
büyük telsiz mahalline koştuktan sonra içerideki gedikliye,
“Mesaj,” diye ıslak zarfı uzattı. Girit açıklarındayken tah-
telbahrin tam üstünde infilak eden derinlik bombasından
yayılan şok dalgasıyla üst iki azı dişi yerinden fırlamış
gedikli, o günden sonra böyle bir tehlike baş gösterdiği
vakit, o voltmetre ibresi gibi kıpırdayan dudaklarıyla dara-

20
cık mahallinde hep Kuran-ı Kerim kıraat eder olmuştu.
Kıvılcım vericisinin topuz ayarı, radyo lambasında katottan
anoda elektron hicreti sağlayacak şekilde fılaman amper
kıymetinin tayini, göz lambasının yeşil ışığına baka baka
su altı sedalarının kaynağı ve esrarının keşfi, T1A veya
Payitaht ile telsiz irtibatı gibi hayatî ve hassas görevleriyle
telsizcinin, bu titiz ve ince karakterini şiirlerle doldurduğu
kalın defteri tamamlıyordu. Öyle ki, gerilimi volt ve cere­
yanı amper ile ölçen adam, şiirlerinde aşkı aruz, ihtirası da
hece ile ölçmüştü. Erden teslim aldığı ıslak müsveddeyi inci
gibi yazıyla resmî kâğıda iki nüsha temize çektikten sonra
imza için bir kenara ayıran adam, tıpkı tüfekle nişan alır
gibi bir an duraksamayı takiben, çıkacak çıt sesine kulak
verip aç kapa düğmesini yavaşça çevirdi. Radyo alıcısındaki
odiyon lambası ısınmış ve telsizci çavuş, kulaklığından o
‘RrrrrrrrmTr!’ sesini duymaya başlamıştı. Sanki ceketindeki
toz tanesine fiske atar gibi ihtimamla, parmakları manip­
leye dokunduğu anda vericinin topuzları arasında pırıldak
bir şerare peyda oluvermiş, tam da bu anda kulaklıktan bir
‘Czzzzzt!’ sesi gelmişti. Telsiz frekansının bozulmadığına
kanaat getirdikten sonra tahtelbahir kumandanının Payi­
taht için yazdığı mesajı şifreleyip morsla çekmeye başladı:
“T1A-T1AMAT ... T1A-T1AMAT ... T1A-T1A-
MAT”
Manipleye her dokunduğunda kıvılcım aralıklı verici­
nin ark boynuzları arasında şimşek gibi parlak elektrikî
şerareler cızırtılarla bir belirip bir kayboluyor, göreni biraz
ürkütecek şekilde, tabiatın bu kuvvetini kendine oyuncak
edinmiş telsizcinin çene ve göz altlarında kâh parıldak
ışıklar patlatıyor ve kâh adamı zifirî gölge kılıp gayp

21
karanlığına yolluyordu. Derken Payitaht’taki karargâh
Tl AMAT a cevap verdi, tahtelbahir gemisinin telsiz çağrı
kodu da buydu.
“T1AMAT-T1A”
“JOWGC PNGPC ONBYM FZABY VASMJ
JYQGX AGSDF”
Britanya’nın Mısır’dan deniz yoluyla askerî sevkiyatını
engellemekle görevli tahtelbahirden bu mesaj yollandıktan
sonra muhabere bitirildi:
“Tl AMAT Tl A ODKGH”
“T1A Tl AMAT ODKGH”
Az önce temize çektiği mesajın iki nüshasına telsizcinin,
‘İrsali ve teyidi tamamdır’ yazdıktan sonra birini, “Âmire,”
diyerek uzattığı er derhal çıkıp giderek kâğıdı kumandan
kabinindeki portatif masaya bırakmıştı ki, santralden ona
“Parlakçı!” diye seslendiler. Sadece mors mesajı verilen ışıl­
dağı kullandığı için değil, istemsizce kırpıştırıp seriler halin­
de açıp kapadığı, iri ve şimşek mavisi gözlerindeki tik nede­
niyle de ona böyle hitap ediyorlardı. Kimileri ondaki tikin
İlahî mucize olduğunu, çünkü gözlerini gelişigüzel değil,
mors alfabesinde Allahü Ekber’ lafzı okunacak şekilde kır­
pıştırdığını, sohbetinin de uğur getirdiğini söylerlerdi. Zaten
barudî kepinin sağ yanına sabit kalemle ‘Takıl Parlakçı’ya
Hayatını Yaşa’ diye yazmıştı. Çavuş ona yine seslendi:
“Parlakçı! Sen de gidiyorsun, silah dağıtılıyor, Tikibom’a
da haber uçur.”
Botun dengesini gözeten vardiya çavuşu onu baş tarafa,
güverte topunu dolduran sivilceli çocuğu ise kıça aynı anda
yollamıştı. Baş torpido dairesine geçen Parlakçı, ceket ve
fanilaları fora etmiş bura mürettebatının kan ter içinde

22
ıhlaya bağıra, bir ucu pervane şaftına ve diğeri fosfor bronz
kovan ağzındaki makaraya bağlı halata asılarak, kızak üze­
rindeki devasa torpidoyu tüpe gümbürtüyle yallah ettikle­
rini gördü. Doldurulan diğer kovanın devvâre deliğinde ise
tıkır tıkır döndürülerek umk ve sürat ayarlarının yapıldığı
anahtar, zaviyeyi sonradan girmek için hazır bekliyordu. İş
herhalde tamamlandığından, alnındaki teri ve ellerindeki
makine yağını üstüpüyle sıvazlayıp temizleyen sertüyüp
Baltanur’a Parlakçı, “Tikibom’u istiyorlar,” dedi, “Silah
grubu için.”
Yağlı, parlak ve prizma şeklindeki kel kafasının köşele­
rinde tavan lambasının ışığı patlayan sıska ve rakı göbekli
Baltanur ise devvâre regülatörünü kontrol eden, çipil
çipil gözleri ışıl ışıl parıldak, tombul tosun birine “Bom!
Tikibom! Tikitikibom! Silah grubundasın,” diye bağırdı.
Regülatör başından kalkıp portatif oturağı yerine çıt diye
kilitleyen Bom ise, bu hitap tarzı gücüne gidip kalbini
kırmak şöyle dursun, sanki kendisine haşmetmeap denmiş
gibi keyfi yerinde ve gülerek kaportaya ilerledi. Bir yandan
da eliyle ağzım kapayıp başını önüne eğmek suretiyle gizle­
yerek, “Hi-hi-hi-hi! Hi-hi-hi-hi!” diye gülüyor, ensesinden
damarlar kabarıyor, güldükçe de suratı kızarıyordu.
Baş batarya dairesi ve santrali geçip çavuşun yanma var­
dıklarında oradaki grubu gördüler. Biri Brovnik üç tabanca
ile, tutukluk yapmasın diye iki mermi eksik basılmış Henri
tüfeği alan diğer arkadaşlarına Karagümrük, kemerine
soktuğu mutfak demirbaşına dahil bıçağı göstererek şöyle
homurdanıyordu:
“Ne hissiz acımasız heriflersiniz! Dört beş mermi yiyip
de sonra on dakika boyunca basımlarının canına okuyan,

23
yarası soğuduğunda ise acıdan saatlerce kıvranan adamlar
gördüm, sen ve hasmın için şu bıçak en iyisi, kolundan
yakalayıp adamı kendine çektiğinde, o da bilir işin sonunu,
çırpınmaz, sen de besmeleyle yollarsın ahirete, vakit varsa
hak yoluna bile davet edersin, umulur ki son nefesinden
evvel ağzından tez bir kelime-i şehadet çıkar, iman üzre
gider, daha İnsanî, daha şefkatli, hem de sevap.”
Karagümrük masatta şakır şukur bilediği bıçağının,
cebinden çıkarttığı role kartını kolayca kestiğini görmüştü
ki, gediklinin, Köprü üstüne, marş marş!” emriyle silahlı
adamlar, siyah muşambaları üstlerinde, o sıkışıkta koşar
adım teker teker köprüye tırmandılar. Çat çat sesleriyle
silahlar kurulup horozlar kaldırıldıktan sonra, çok geçme­
mişti ki alargada bekleyen tahtelbahir gemisinden avara
eden iki patalyada sekiz kişi, köprü üstündeki ışıldağın
aydınlattığı şilebe doğru, o şiddetli yağmur altında dalga­
larla mücadele ede ede kürek çekmeye başladı. Dakikalar
sonra kan ter içinde nefes nefese şilebe aborda ettiklerinde
kancacı er, baş halatı koptuğu için kıçtan mataforaya asılı
kalmış filikayı yakalayarak baş çekmeye başlamıştı. Omzu­
na hamaylı gibi doladığı iple Karagümrük, bir anda şebek
gibi bu filikaya tırmanıp mataforayı yakaladı ve güverteye
atladıktan sonra patalyadaki şeytan çarmıhını yukarı alarak,
bu ip merdiveni aşağı sallandırdı. Tahtelbahir gemisindeki
köprü üstü gözcüleri bu ekibin kolaçan ettikleri güvertede
koşturup durduğunu, onların karardık şilepte kâh orada
kâh burada kayarak bir görünüp bir parlayan el fenerle­
rinden anlamışlardı. Derken Parlakçı, şilep küpeştesinden
tahtelbahre seyyar ışddakla, hedefin terk edilmiş ve emni­
yetli olduğunu bildirdi. Anlaşdan, artık ganimet saydan

24
şilebe o da çıkmak istiyordu ki köprü üstünde Kumandan
geri gelecek patalyayı beklemekteydi. Nihayet Karagüm-
rükun şilepten geri yolladığı patalya, içinde iki koca muz
kangalı, bir kasa bira ile üç şişe votka, konserveler, teker­
lek peynir ve bileklerindeki şilepten yağma üçer dörder
kol saati taşıyan nefes nefese mürettebatı ile tahtelbahre
yanaşıp halat fırlattı. Fırtına uğultusunda yanlış işitilme-
diyse, şilepteki kamaralardan birindeki koca bir çekmece,
bu saniyeli saatlerle tıka basa doluydu. Haber yayıldığında
kumandan hemen herkesin ona yalvar yakar, gözlerinde
istirham parıltılarıyla baktığını fark etmişti.
Yeni grubu taşıyan patalyalar ikinci kez aborda ettik­
ten sonra, düşman fark etmesin diye ışığı son derece cılız
fenerleriyle kumandan dahil on kişi şilebi kolaçan ediyordu
ki, erlerden biri, “Denizde adam!” diye bağırmıştı. Küpeşte
aşağı baktıklarında gerçekten suda biri, galiba şişmiş bir
ceset vardı, az ileride bir İkincisini, ardından diğer birka­
çını, Parlakçı ışıldakla çevreyi taradığında ise ayrıca bir on
kadarını daha sayacaklardı. Karanlıkta biri, “Destroyerden
olmasın bunlar?” diye sorduğunda diğeri, “Günlerdir suda-
lar, üstlerini martılar lime lime etmiş, altlarını da balıklar,”
diye cevap vermişti. Şilepteki bir hastalığı telkin eden bu
durum huzursuz mırıltılara, hatta endişeli homurtulara
sebep olurken o değerli kol saatleri, ancak gösterişli saniye
ibreleriyle ölçülecek bir zaman içinde unutulup gidecek­
ti. Karagümrük kumandanın kulağına ağzını yaklaştırıp
korkulu ve titrek fısıltıyla, “Efendim, hastalık,” dediğinde,
otorite sarhoşluğuyla zaten başı dönmüş adam, üstüne
üstlük bir de zihnindeki rulet tekerleğini döndürüp hemen
kararını verdi:

25
“Daha buradayız, navluna bile bakmadık, haydi ambara!”
Aşağı indiklerinde önce bomboş zannettikleri bu karan­
lık ve alabildiğine geniş yerde neden sonra, el fenerlerinin
ışığı yerde bir cesede vurdu. Cesede eğilip kafasına tak tak
vurarak incelediğine göre, içlerinden en gözü kara olan, kıç
ufkî dümen neferi Daz, kalın sesiyle kumandana, “Kafası
delinmiş, içi boş,” dedikten sonra fenerini tutarak, şu sözle­
riyle herkesi dehşet içinde bıraktı:
“Baksanıza, beyni kafasından âdeta fışkırıp her yere
saçılmış!”
Dazlak olduğu için Daz denilen adam doğrulup Âye-
telkürsi okumaya başlayınca, o karanlıkta korkuya kapıl­
mış diğerlerinin de fısır fısır yine aynısını mırıldandıkları
işitildi. Derken ansızın bir korku feryadını takiben bir
tabanca gümlemesi, parlak namlu aleviyle bir an aydınla­
nan madenî ambarı yankı yankı inletince, bütün el fener­
leri hemen oraya döndürüldü. Yürekler ağızda, tahtelbahir
ateşçisi Arap’ı, hem zenci atalarından ve hem de kömür
isinden simsiyah suratı artık nasılsa korkudan kül beyaz
kesilmiş halde, yerde takıldığı ikinci cesede bakarken gör­
düler. Hüküm süren dehşet sebebiyle zaten gergin olan
işaret parmağı, ateşçi sendelediğinde ondan atik davranmış,
tetiği çekip tabancayı gümletmişti. Derken o sırada, tabiat­
ta hiçbir hayvanınkine benzemeyen çılgınca bir feryat daha
işittiler ki, bu çığlığı ara vermeden basan kişinin çeneleri
ve dilinin şiddetli korkudan titrediği, hatta hem nefes alıp
hem de verirken bağırdığı belliydi. Mürettebatın en genci
olan Hamamcı idi bu, hem bâkir hem de habaza olduğu
için, kovanlarında kolayca kaysınlar diye baş taraf torpi­
dolarını gresle ona yağlatırlardı. Bir zamparanın kollarına

26
ipek gecelik misali yığılmış bir kız gibi kendisini kapıldığı
korkuya teslim etmiş, durmadan bağırıyordu:
“Her yerdeler! Her yerdeler!”
Dönüp baktıklarında Hamamcıyı, yerdeki beş cesedin
ortasında dikilmiş gördüler. Dehşet denen ifrit tarafindan
zapt edildiği için suratı çarpılan çocuğun gözleri, bu lanetli
mekândan âdeta onun yerine firar etmek ister gibi korku­
dan yuvalarından uğramış, galiba suratındaki bazı sivilceler
de aynı sebepten patlamıştı. Yakasına yapışıp, “Kes!” diye
bağırdığı çocuğu bir silkeledikten sonra kumandan orada-
kilere, “Görebiliyor musunuz başka şey?” diye sormuştu.
Anlaşılan o ki, bu tekinsiz yerden gideceklerdi, alelacele
son bir kez fenerlerini sağa sola tutup etrafı incelerler-
ken, Parlakçı yerden, mıh benzeri, madenî bir şey alıp
fener ışığını üstüne tuttu. Topuzlu ve pürüzsüz, büyükçe,
çiviyi andırır bir şeydi bu. Önemsemeyip attığında metal
zeminde tangırtısı işitilmişti. Karagümrük, “Neydi o?”
diye sorunca, “Çivi herhalde,” diye cevap verecekti. Ama
buldukları bir İkincisini biraz daha dikkatle incelediler,
heyhat ki altın veya kıymetli madene benzemiyordu, değil
eskici, hurdacıya bile üç paraya zor okutulurdu. Yine de
ilkini bulup ikisini karşılaştırdıkları an, işçiliğinin kusursuz
olduğunu düşünmüşlerdi. Nihayet Tikibom, bir üçüncü
ve dördüncüsünü de bulunca, “Hi-hi-hi-hi! Hi-hi-hi-
hi!” diye gülerek bunları yarenlerine doğru tekmelemeye
başladı. Onlar da rastladıkları daha birkaçını birbirlerine
doğru tangır tungur tekmeleyerek gereksiz gürültülerle
eğlenirlerken, karanlıkta birdenbire duyulan çağrıya doğru
ışıklarını tuttular. Karagümrük, “Burada bir sandık var,”
diyordu.

27
Yaklaşıp baktıkları vakit, üzerinden dolanan halatlar
zemindeki mapalara volta edilmiş o büyük sandığı gördü­
ler. Sağlamca çivilenmişti. Kumandan, “Levye getirin,” diye
buyurduktan sonra, şilepten alınmış taze gıdayla yapılacak
akşam yemeğine bu fuzuli iş yüzünden geç kalacakları için
homurdanır gibi oldular. Levyeyle zorlama gacırtıları ve
çatırtılarıyla sandık nihayet açıldığında önce, içindeki şeyi
çarpma ve vurmalardan koruyan talaş ve ahşap yongaları
dökülüvermişti. İlkin isteksizce ve ağırkanh, elleriyle yon­
gaları savurdular, ama o parıltıyı görünce biraz heyecanla
ve alelacele, derken nefes nefese devam ettiler, hele altın
denilen kıymetli madeni görür görmez bu nefesler bile
tutuldu. Ciğerlerindeki son havayı boğulurcasına üzerine
üfleyip hohlayarak paha biçilmez madeni, tozdan talaştan
temizlediler. Havasızlıktan gözleri kararmaya ve sevinçten
başları dönmeye başladığında, heyecandan yarım dakikadır
hiç nefes almadıklarım anlamışlardı, bir iç çektiler.
Altın bir sanduka vardı karşılarında, öyle ki, kıymetli
madenin parıltısı, donakalmış adamların sandukada sabit-
lenip hayretle açılmış gözlerindeki sevinç ışıltısından bile
şiddetliydi. Bu ganimetle galiba zengin olmuşlardı. Nitekim
bir “Ââââh!” sesiyle, eli ayağı çözülen ateşçi Arap, bağlan
gevşeyiveren o dizleri üzerine çöküverdi. Altın sandukaya
bakarken donakalan diğeri, elinde tüfek tuttuğunu unuttu­
ğu için silahım düşürdü, aşırı heyecanla kalbi sıkıştığından
“Hmıığ!” sesiyle fenalık geçiren gedikli çavuş ise Parlakçı
tarafindan son anda dirseğinden yakalandı. Bu beklen­
medik durum karşısındaki şaşkınlık ve sevinç sebebiyle,
o zınk diye durmuş beyinlerinden emir bekleyen tekmil
kasları çözülüp gevşemiş halde, ruhsal bir felç içindeydiler.

28
Birkaçı altın sanduka yanına çökmüş, akıllara sığmayacak
kadar muhteşem ve muazzam, İnsanî idrakin çok ötesinde,
neredeyse ancak bir peygamber havsalasına sığabilecek
kadar önemli ve kıymetli bu şey karşısında, kendilerinin av
mı avcı mı olduklarına karar veremediklerinden donakal-
mışlardı. Sandukaya kimi, tereddüde titrek elini ağır ağır
yaklaştırıp değdiği anda elektrik çarpmış gibi âni ürpertiyle
çekiveriyor, kimi üzerindeki, sanki birbirlerini selamlar
vaziyette iki meleği boş bulanık hülyalı gözlerle seyrediyor,
sandığın ziyadesiyle tesir ettiği diğer bazıları da bu kadar
haşmeti artık kaldıramadıklarından mıdır, secde eder gibi
yere kapanmış, sanki kör edici altunî ışıltıdan korumak için
elleriyle yüzlerini örtüyorlar, ama yine de parmak araların­
dan bakmayı ihmal etmiyorlardı. Derken bu paha biçilmez
ganimet karşısında aşırı sevince kapılan biri hıçkıra hıçkıra
ağlamaya bile başladı. Vurdukları voliye inanmakta zorluk
çeken bir kısım ise gırtlaklarından gelen belli belirsiz “Hı!
Hhh! Hıyyy!” sesleri ile, ciğerinden boşanıverecek şiddetli
sevinç çığlığını hâlâ böğründe, iman tahtası altındaki kut
ile küt küt atan kalbini ise elan bağrında zapt etmeye çalı­
şıyordu. Sanki Cenaballah huzuruna varıp, hâşâ, onu seyre
dalan bir dizi evliya misali bu adamlara tahtelbahir kuman­
danı, “Haydin kımılda! Vakit az, bakma aval aval! Kımılda
dedim! Haydi şapşal!” diye bağırıp ara sıra da önce tokatlasa
ve hatta sonra tekmelese bile, bu ekip altın sandukanın büyü
ve hayalinden hemen çıkacak gibi değildi. Fakat adamların
dakikalar süren hülyası, Kumandanın, “Salaklar! Altın
değil bu, yaldız kaplama,” demesiyle, Ispanya’da iskambil
kâğıdından yapılmış bir şato gibi çöktü. Bunun üzerine
omuzlan düşüveren ateşçi Arap keder içinde, “Dünyada

29
herkes on beş dakikalığına zengin olur demişlerdi, sıramızı
savdık,” diye söylendi. Ancak, hayal kırıklığıyla birkaç kişi
küfür basıp yere tükürürken Karagümrük’ün, “Tekıçınatek-
me akarh kokarh aşiftenin cerahatli âdet bezi tıkılı çeyiz
sandığı seni!” diye sinirle tekme patlattığı sanduka içinde
bazı şeyler tmgırdamıştı. “Ab-booov! Altın elmas sandığın
içinde esasında, kapağı açalım mı efendim?” diye sevinçle
bağıran Daz, daha emri beklemeden levyeyi almıştı bile. Alt
çeneleri sarktığı halde ekibin dudaklarına bir gülümsemedir
yayılmış, gözleri yine umutla ışıldar olmuştu. Kumandan ise
Daza, “Aç, görelim, ne var içinde,” dediğinde, adam levyenin
ucunu kapak altındaki yarığa sokmaya çalıştı, biraz girince
asıldı ama açmayı başaramayınca, heyecanla diğer iki kişiye,
“Kapın levyeleri de gelin!” diye bağırdı. Levyeleri yarıktan
girince, “Bir iki üç!” diye üçü birden asıldı ve kapak zorla,
az biraz kalktı. Levyelere asılanlar epey zorlandıkları için
şakaklarındaki damarlar şişmiş, suratları kızarmış, çeneleri
kilitlenmiş ve ahnları daha şimdiden boncuk boncuk ter
olmuştu. Gözler parlıyor ama kapak daha fazla açılamıyor­
du. Kalbi hop hop gedikli çavuş heyecan ve merakla sandu­
kanın yanına koşup yarıktan içeri el feneri dayadıysa da bir
şey görememişti. İşte bu şahıs, izin ister gibi Kumandana
baktıktan sonra sağ kolunu olduğu gibi altunî sandukanın
içine soktu. “Bir şeyler var burada,” diye mırıldanırken boş­
luğa bakan gözlerine bakılırsa, dokunduğu şeyi zihninde
canlandırmaya çalıştığı belliydi.
Ama işte bu sırada sanduka, levyelerin uçlarını parçala­
yarak güm diye ansızın kapanınca kopan kolundan kan fış­
kıran adam, feryatlarla yere yığıldı. O anda Kumandanın,
“Palaska! Palaska!” avazı, zavallı çavuşun başına toplanan

30
güruhun dehşet ve telaşla, boğazlarını yırtarcasına, “Sık
turnikeyi! Sık! Az yukarıdan! O kadar sıkma! On dakikada
gevşet! Az gevşet! Kan kaybediyor, sık!” çığlıkları şile­
bin ambarında çınlamaya başladı. “Çıkar ceketini! Çıkar!
Çıkar! Haydi sen de!” diye bağıran Kumandan, sandukanın
yanındaki, yine altın yaldızlı iki uzun sırığı işaret edip,
“İlikle ceketleri, geçir sırıkları kollarından, sedye hazırlana­
cak, kımılda! Kımılda! Patalya hazır mı? Patalyaaaa!” diye
haykırdı. Kolu kopan çavuş bu şekilde hazırlanan sedyeye
alınıp palaskayla bağlandığında, ambar ağzından aşağı­
ya halat çoktan sallandırılmıştı. Sedye yukarı çekilirken
Kumandan oradakilere şöyle diyordu:
“Tamam tamam! Yaşayacak. Sakin ol ve vırvır etme!
Sen, Parlakçı, tahtelbahre bildir, kılavuz halat yollasınlar,
kömür manholünü fora etsinler, şimdi ganimeti tahtelbah­
re nakledeceğiz.”
Ardından tabancasının namlusunu sanduka üstündeki
meleklerden birinin kanadına çıt çıt vurduktan sonra, “En
azından bunlar som altın, hâlâ zenginsiniz, toparlayıp hazır
edin şunu,” deyince Karagümrük, elindeki birkaç topuzlu
çiviyi gösterip, “Bunlardan da toplayalım mı efendim? Kör
ışıkta seçilmiyor ama belki beyaz altın falandır,”diye sordu­
ğunda herkese, “Ne bulursanız toparlayın!” diye emretmişti.
O karardıkta artık sadece sandukanın altunî yalımları yanı
sıra, neşeli gözlerin parıltısı ve gülen ağızlardaki dişlerin
ışıltısı seçiliyordu.
Yaralının taşındığı tahtelbahirde ise, kumandana kılavuz
halat yollayıp kömür aldıkları kaportayı açtıran Mülazım,
çelik nakil halatım köprü üstündeki koçboynuzuna volta
ettirmiş, şiddetli sağanak altında yine orada beklemekteydi.

31
Zifiri karanlığı âdeta orak gibi biçiveren o şimşek çakar
çakmaz gökkubbe sarsılırcasına gümbürdedi, parıldayan
ışıkla gözler köreldi, kopan gümlemeyle kulaklar çınladı.
Sağanak şiddetini arttırınca on metre ötesini bile nere­
deyse seçemez olmuşlardı. O sırada şilepten tarafta ışıldak
belli belirsiz yanıp sönmeye başladı. Bunun üzerine Müla­
zım güvertede mürettebatına, kılavuz altı halata şilepten
makarayla bağlanan yükün çekilmesini emretti. Adamlar o
yağmur altında, “Yisa! Yisa! Yisa!” diye naralarla asıldıkça,
yükün bağlandığı makaranın acıyla inler veya ağlar gibi
ıstıraplı, ağlak ve ağıtlı cırıltısı giderek daha yakından işi­
tiliyordu. O anda tekrar çakıveren şimşeğin şavkımasında
kör kesilen herkesin zihninde işte o an, yaşamış ve ölmüş,
öldürmüş ve öldürülmüş binlerce hayalet, kara bir şimşek
gibi belirip yitti. Derken nihayet, âciz ve cahil insanoğlu
tarafindan kol kuvvetiyle çekilip hırsla çağrıldığı için değil,
kapkara bir taş kadar yoğun ve hakiki o karardığı âdeta
bizzat ve azimle bile isteye delip geçerek onlara kararlı
bir yırtıcı gibi yaklaşıp gelen o altunî sandukayı gördüler.
Üstünde yekdiğerini selamlar gibi, kanatlarını birbirine
uzatmış iki altın melek seçiliyordu.
Sandukayı güverteye alırlarken nefes nefese, “Ab-bov!
Voliyi vurmuşuz!” diye sevinç feryatları basan erlere Kral
Çavuş, “Sallanma! Çizme! Varda! Varda aman! Yurya bera­
ber!” diye emirler yağdırırken, bu değerli ganimeti kazan
dairesine indirmek için üstüne makas kurulmuş kömür
kaportasından içeri bağırdı:
“Yük mayna edilecek, orayı neta edin.”
Astlarını kollamak için Kumandan’la bile sert tartış­
malara girdiği için, ‘Kral adam’ denilen çavuşun adı da bu

32
olmuştu. Kumandan ile arasındaki fark, diyapazonun saf ve
kusursuz, ama karakterden yoksun tonu ile, aynı sesi armo­
nikleri ile veren bir çalgının tınısı arasındaki gibiydi. Mek­
tepli Kumandan matbaada basılmış bir kutsal kitap kadar
sabit, alaylı Kral ise üstünde hesaplar yapılan bir karatahta
kadar değişken ve her an yeniydi ve belki Ademoğlunun,
olmayana ergi ile ere ere ermiş olmuş haliydi. Sanki biri
ıstampa, diğeri kalemdi.
“Ölç şunu, bakalım kaportalardan geçecek mi?” diyen
Çavuş’a,“79 en ve boy 131 uzunluk,” dendikten sonra, altın
döküm meleklerin de ölçüsünü alan Kral, “Geçer, ama istif
hesabı lazım,” diye söylenmişti, sonra oradakilere, “Trim
için şimdi tekrar tekrar bin küsur su saati okuyacaksınız,”
dedi, “Cenaballah Peygambere nasıl ki Cebrail ile hakikati
söylediyse, bu bot da sayaçlar, müşirler, saatler ile size kade­
rinizi söyler, kulağı olan işitsin, Rab mürettebata ne diyor.”
Ardından, “Mayna!” emriyle çırçıra bağlı sanduka yavaş
yavaş kaportadan içeri sarkıtılmaya başlandı. Aşağıda
kazan dairesinde, surat ve elleri kömür isi ve yanmış gresle
kapkara o çarkçı takımı, kucakladıkları altın sandukayı kan
ter içinde nefes nefese, zemine selametle oturttular. Yer­
leştirdiklerinde ise Abdülbeleş, “Düşeş oturdu. Mapalara
volta ve derhal yerlerinize!” dedikten sonra yukarıya, Kral’a
avuç içini göstererek öfkeyle bağırdı, “Efendim, kolu­
nuzdaki kıdem eseri yüksek rütbeye hürmeten diyorum
ki, elceğizimdeki emek eseri kaba nasırlara hürmeten bu
ayakaltı ganimeti kuzineye yollayın. Burada kalırsa hiçbiri­
mizde el ayak, kol bacak, kıç baş oynamaz, eğil kalk, kaldır
indir olmaz. En iyi yer kuzine. İstirham ve arzım budur.”
“Oraya sığmaz, hem Kumandan emri böyle.”

33
Çaresizlikle oracığa çöken Abdülbeleş kendi kendine,
“Nah-ha! Kumandan emri!” diye söylenmeye başladı, “O
yağ yalaka Karagümrük’ün kapkara makatından çıkıp yağ­
layarak Kumandan kulağından soktuğu fikrin, ahacık şimdi
doğan gayrimeşru semeresi. Vah ki vah sana ey Abdülbeleş!
Dokuz babalıların tek babası! Küreklediği kömürden eli,
yüzü, bahtı ve kaderi kara, ama yüreciği ak ve pak adamca­
ğız! Ustbaşı kirli, tırnakları uzun, saç sakalı papaz ve bitli,
ama kalbi imam-ı azam, gönlü evliya, ruhu temiz, melekler
meleği er ve ermiş kişi! Eşhedü en la ilahe illallah!”
Yukarıda ise Kral, “Patalyalar geliyor!” diye bağırmıştı. Bu
son ekip kiniştinleri açmış olmalıydı ki, o yağmur altında
şilebin dev gölgesi yavaş yavaş deniz içinde kayboluyor, böl­
melere dolan suyun sıkıştırıp püskürttüğü havanın acı ıslığı
işitiliyordu. Tahtelbahir gemisine çıkar çıkmaz, bileklerinde­
ki üçer beşer kol saatini ayarlamak isteyenler ise seyir gedik­
lisine, tek tek kendi memleketlerinin ve Hicaz’ın zamanını
hesaplatıyor, saatlerinden birini fotoğraflarını eksik etme­
dikleri çıplak kadınların kabarelerde kan-kan dansı yaptığı
Paris’e, İkincisini Mekke ve üçüncüsünü Dersaadet’e, eğer
varsa dördüncüyü ise, hayallerinin ulaştığı maceralar diyarı
Batı Hint Adalarına göre ayarlatıyorlardı. Nihayet ekip­
ten son kişi de kule kaportasından nefes nefese girdiğinde
şilep artık sulara gömülmüştü. Makine telgrafı tutamağını
üç çın çın ile itip ağır yol ileri’ talimatını veren Mülazım
dümenciye, “Rota sıfir-bir-altı,” dediğinde, deniz canavarı
İlluyanka’yı katleden Baal-Zefon’un mekânı Cebel-i Akra yı
gösteren pusula ibresi, poyraz tarafına hafifçe saptı.
Batarya dairesindeki yatak yerinde yaralı gediklinin
feryatları işitiliyordu. Tahtelbahir gemisinde nitröz oksit

34
veya başka bir ağrı kesici olmadığından sıhhiye onbaşı
damarları dikerken, yardımcısı da gediklinin husyelerini
sıkıp ona dayanılmaz ikinci bir ıstırap veriyor, tabiri caizse,
adamcağızın kolundaki acıya bu şekilde kısa devre yaptı­
rıyordu. Sıhhiyecinin gedikliden istediği şey 1000e kadar
bağıra bağıra saymasıydı. Sonra husyeleri bırakılacaktı.
Adamcağız acının bu yolla kendi kontrolünde olduğunu
düşündüğünden midir, daha bir cânıgönülden, âdeta marş
temposuyla ve coşkuyla, bağıra bağıra, düzlük boyunca
hedefine rap rap yürüyen zinde asker gibi, 1000e doğru
ilerliyordu. Kim bilir, evlatlarını kaybeden yaslı anaların,
saçlarını yolup dövünürlerken makam ve vezinle ağıt yak­
maları da herhalde buna benzer. Belki çingene çalgıcıların
en kederli insanların elini aşırı kasvetli bir ezgiyle tuttuktan
sonra müziği kaldırıp şenlendirerek, onların karanlık ruhla­
rında koskoca bir neşe ateşi yakabilmeleri de.
İşte tahtelbahir gemisinin daireleri gediklinin askerce
feryatlarıyla çınlarken telsizci, gramofona taş plak koydu
ve cırlak sesli kadın kantoya başladı. Öte yandan, telsiz
bölümü yanındaki kumandan kabininde, portatif masayı
açıp üzerine lekeli örtüyü seren yamak ise, o fırtınada baş-
kıç ve yalpa vuran tahtelbahrin demirbaşındaki porselen
tabakları zapt etmeye çalışıyordu. Önce Kumandan, kir
ve yağdan kayışa dönmüş günlük elbisesi üzerine fiyaka
olsun diye şilepte buldukları sırma kordonlu bembeyaz
amiral ceketini geçirmiş, sonra bu tıknaz adamın soluna,
dünya âlemi tiye alan matrak bakışlarında maytap pırıltıla­
rı oynaşan Başçarkçı yani Mühendis Efendi, züppelerden
pek hazzetmeyen erat tarafindan kabul gören lakabıyla
ise Züp oturmuştu. Ancak Kumandandan farklı olarak,

35
cakalı şekilde omuzuna şöyle bir attığı siyah İngiliz zabit
üniformasında bir şerit eksikti. Parlak zekâ barındıran ve
yine yağdan da parlamış dazlak kafasındaki ilim ve irfan
ağırlığını, yalı direği gibi ensesi sayesinde taşıyor olmalıydı.
Sadece kibriyle o başkalarını değil, bu adam santraldeyken
tam yukarıdaki kuleden onun ayna gibi parlak ve dışbükey
kel kafasına bakan herkes, optik kanunuyla da kendi ken­
dini küçük görürdü. Avrupa tahsil masrafi yanında, dans
derslerinin ücreti de sarayla hısım ailesince karşılanmış bu
beyefendi sağ kolunu, bir esrarkeşin sigarasından usulca
tüten hülyah ve yılankavi bir duman huzmesi gibi zariflikle
Kumandanın omuzuna doğru uzatmış, elini sandalyesi­
nin arkasına koyup parmaklarını sarkıtırken, diğerlerine
de bir göz kırpmıştı. Bu arada, kolundaki tozu silkeleme
bahanesiyle adamın omuzuna pat pat vurması, galiba rütbe
dokunulmazlığını ihlal muradı ile idi.
Karşılarındaki, şilepten yağma bembeyaz üniformala­
rını nişanları ile birlikte tıpkı dilenci hırkası gibi sırtlarına
almış kişilerden biri, hayat tokadı, dostlar kazığı, felek
sillesi, infilak darbesi ve tabii, hayli düşman mermisi yediği
için omuzları çökük, bıkkın görünümlü, harekattan mesul
zabitti. Diğer üçünün Sancı deyip eratın ise sadece Baba
diye bahsettiği bu adam, yaşayıp gördüğü nâhoş şeylerin
kirlettiği gözleriyle her daim boş bulanık bakar, şahit oldu­
ğu olaylardaki karanlığın ferini boğup söndürdüğü gözleri
asla parlamazdı. Gayet ince telli saçları kafa derisinin
yağından birbirine yapışmıştı. Ama o, ara sıra yağı emdir­
mek amacıyla bir dosya kâğıdını epey bir müddet kafasına
sürter, bu suretle temizliğini de yapmış olurdu. Doğrusu
mürettebat, yağla saydamlaştıklarından bu kâğıtları pek

36
beğenir, yavuklularına ilanıaşklar yazdıkları kâğıtlara, ancak
ışığa kaldırılan paralarda görülenlere benzer kendilerine
mahsus filigranlar yaparlardı.
Bu yorgun adamın yanındaki, alındaki saç çizgisi ile kaş­
ları arasında anca bir parmak mesafe olan diğer zabitin ise,
avına her an atılmak üzere oyuğundan başlarını çıkartmış
birer müren balığı misali ama daha çok, iki kıçlı bir tavuk
tarafından aynı anda yumurtlanmakta olan iki yumurtaya
benzer gözleri, tıpkı fotoğraf makinesi objektifi gibi, adetâ
dünyaya tamamen açık, ama hemen gerisindeki karanlık
kutuya sanki büsbütün kapalıydı. Öyle bir fıtrat üzere doğ­
duğu ve aldığı sıkı terbiye ile değişmediği için odak ayarı
sabit kalmış bu adamın, flaş gibi patlayan olaylar ve şeytanî
karardıklar karşısında heyecan veya korkudan nefes nefese
kaldığı hiç görülmediğinden, iman tahtası altındaki diyaf­
ramı da Cenaballah tarafindan ezelden ayarlanmış olsa
gerekti. Bu yüzden göz kamaştırıcı yahut karanlık tabiat ve
cemiyet hadiselerini idraki dışında sayar, ‘Allah’ın hikme­
ti,’ der, hayret uyandırıp ilham verici, yani baştan çıkarıcı
şeylere fazla dönüp bakmaz, baksa da zihnindeki karanlık
odada bulunan filmi cehennemi ışıkta o anda yakıverme-
mek için poz süresini kısacık tutardı. Adam felasife ve
tabiye dahil diğer bütün sözümona ilim kapılarını sıkı sıkı
kapamış, kilitlemiş, payandalar ve kol demirleriyle takviye
etmiş, şeytanın koçboynuzu hücumlarına karşı da tepeden
dökecek kızgın yağ kazanları ve kaçış tünellerini hazırla­
mıştı. Amentü ve itikat icabı oradaki dört kişiden, kadehi
bira yerine su dolu tek kişi de bu adamdı. Doğru ya! Eti­
ketinde ‘In Vino Veritas’ yazılı şişenin teli gevşetilip tıpası
fırlatıldığında, içinde hapis cin derhal fışkırır, döküldüğü

37
kadehler içki meclisindekilerin mestane gözleri ve zihin­
leri gibi buğulanıp bulanır, derken bir fondip ile ruhlara
erişerek, esir aldığı günahkârlara gayp âlemi hakkında
palavra sıkmaya başlardı. Yine, tahtelbahir gemisindeki
su kıtlığına rağmen el ve ayakları tertemiz yegâne kişi de
artık nasılsa oydu. Mürettebat içinde palavracı olanların
attığı bir kıtır ise bu adamın her sabah vardiyasında ilahi
bir nurla abdest aldığıydı. Onun da diğerleri gibi madalya
ve nişanları tamdı. Girit açıklarında bir destroyerin 40
metre dipte onlara attığı derinlik bombaları sağlarında
sollarında, altlarında üstlerinde, gümbürtü ve çatırtılarla
patladığı sırada, dindar telsiz gediklisi ayın gayın çatlata
patlata daha bir esaslı Kuran okusa bile, korkudan yüre­
ği oynayan mürettebat ‘Hafız’ lakabını bir kez bu zabite
vermiş bulunuyordu. Ancak züppe başçarkçıyı Züp diye
küçümsemelerinin tersine, bu lakabı silah zabiti için bir
hürmet takdimesi olarak kullanıyorlar, hatta birbirlerine
bu beyden bahsederken ‘Hafız Efendi’ demeyi tercih ede­
rek lafın arasına adamın bir iki kerametini, menkıbesini
sıkıştırmayı da ihmal etmiyorlardı. Avrupa’dan, yani yaban
illerden gelen Züp’ü, Ümmet-i Muhammed’in çalı çırpı
barınaklı kenar mahallesinde gördüklerinden emirlerine
az çok direnirler, ama adamın talimatlarını yapmacık bir
gönülsüzlükle de olsa yerine getirirlerdi. Silahtan sorumlu
Hafız ise onların nezdinde İslam ümmetinin en bir ekstra
lüks, en bir fena halde muhteşem semtine aitti. Bu yüzden
ona sık sık fikıh ve ilmihalle ilgili sorular sorarlar, tavsiye
ve hatta fetva bekleyerek gözüne girmeye çalışırlar, kim
bilir, belki dindaş dayanışmasından semere ve kayırma
umarlardı.

38
Hemen masa önündeki oturakları, zaten daracık olan
kabinin dışına taştığından Hafız ve Sancı, baş torpido
dairesine gelip giden vardiyaya izin vermek için ikide bir
kalkıp oturmaktaydı. Zaten yan yana oturmuş adamların
kaba etlerinden birinin sağ diğerinin ise sol lobu, sığıştık­
ları yegâne sehpaya temas etmiyordu. Bu yetmiyormuş gibi,
üzerindeki yemek lekeleri tebeşir sürtülerek kapatıldığı için
beyaz kalabilen önlükleri ile aşçı Karagümrük ve yamağı,
porselen çorba kasesi ile servise geldi. O sırada Karagüm­
rük, elindeki çorba kaşıklarına yapışıp kurumuş katı yemek
kalıntılarını tırnağıyla güya gizlice, çıt çıt kazıyıp temizle­
meye çalışıyordu. Dengede durmak zor olduğu için aşçı ve
yamak ara sıra oraya buraya çarptıklarında, beyaz önlükle­
rinden tebeşir tozu her sendeleme ile bulut gibi kalkıyor,
derken dokuz mumluk ampulün aydınlattığı kabindeki
yılankavi sigara dumanlarıyla birleşiyordu. Fırtınada çal­
kantı o kadar fazlaydı ki, porselen kâsedeki çorba bir sağa
bir sola gidiyor, kepçeyle alındığında bile orada zor duru­
yor, nihayet tabaklara konduğunda yarısı, zemine, masaya,
hatta üniformalara dökülmüş oluyordu. Sığır etinden sonra
şilepten alınan o muzlardan bolca, biralardan da şişe şişe
getiren Karagümrük, kabinin kıyısına hissettirmeden bir
de torba bırakmıştı. Yan gözle torbaya bakan Kumandan
sordu:
“Ne o?”
“Çiviler efendim, şu mıhlar, şilepten aldığımız.”
“Aç dök şuraya, bir görelim.”
Kızaran Karagümrük torbadakileri masaya döktü. İri
başlı altı madenî çivi ya da ona benzer şeylerdi. Bunlardan
birini alan Hafız, inceleyince, “Kusursuzlar,” dedi, “Çivi iseler

39
eğer, topuzlarının üstü çanağımsı ve ortasında sivri bir çıkın­
tı var, islenmiş, sanki hâlâ sıcak.”
Bir ikinci çiviyi incelerken, topuzunu vida gibi döndüre
döndüre çıkarıp yerine tekrar rapteden Kumandan, Kara-
gümrük’e, “Hepsi bu mu?” diye sorunca, adam başı önde,
biraz sıkıntıyla önlüğünün cebinden bir tane daha çıkarıp
masaya tak diye koydu.
Kumandan, “Vay vay vay! Ganimetten şahsi pay ha!”
deyince de aşçı, “O tahtelbahrin payı, kuzine demirbaşın­
daki havana tokmak olacak, sarımsak dövmek için, yahniye
cacığa,” diye kıvırdı.
“Etti yedi mıh, ya da her ne iseler,” dedi Kumandan,
“Mülazım Bey aklınca ihtar diye atış yaptığında 4 funtluk
mermi kıç tarafı darmadağın etmiş, evraklar yanmış, tabii
ordino, sigorta, konşimento da.”
“Bir ambarda sadece o sandık vardı, diğer iki ambar
bomboştu,” homurdandı Züp sıkıntıyla çenesini kütür-
detene kadar esneyerek, son iki kelimesinde eliyle ağzını
kibarca kapadığından, sesi sanki gerçekten bomboş bir
ambardan gelmişti.
“Ya cesetler,” dedi Hafız Efendi, mevlüt okuyanlara
mahsus o önce üst damakta titreşip sonra cami kubbesi
çınlatabilecek uhrevî kafa sesiyle, “Onları kim bu hale
getirdi ki? Durum izahsız, pek sevmedim bu işi.”
Yanındaki, “Keyfînize bakın, yoksa evham bir askeri
tüketip bitirir,” deyince o, “Sanki hastalık hastaları hiç
yatağa düşmemiş, evhamlıların başına hiç felaket gelmemiş
gibi,” diye mırıldanmıştı.
“Biz askeriz,” dedi Kumandan çivilerin yedisini de dol­
durduğu torbayı kabinden dışarı savurduktan sonra, Polis

40
yahut hafiye değiliz. İşimiz yapmak, düşünmek değil. Bu
işin meraklısı çok, bırakın başkaları düşünsün, boş vakti
olan boş kişiler, polisiye tutkunları, feylesoflar, fen adamları,
ayağı yere değmez, kafası bulut delen kim varsa.”
“Evet,” dedi Züp, “İlim adamlarının işi beyaz kuğular.
Biz ise siyah kuğuyu ararız. Almanların harpte çuvallama-
ları da kitabî olmalarından. Akılcı basımları yine akılcı olan
onları öngörebiliyor. Akıldan akıla yol var çünkü. Onlar
beyaz kuğu. Ama bizim erlerimiz öyle değil, bazen akıl
dışı davrandıkları için tahmin edilemezler, ancak deli bir
kumandana yenilirler. Her biri siyah kuğu.”
“Siyah kuğulara!”
“Siyah kuğulara!”
Hafız hariç hepsi votka kadehlerini kaldırıp bir dikişte
bitirdi.
Boşalan kadehleri dolduran Karagümrük’ün hürmeten
dirsekten kıvırdığı koluna asılı havluya ağzını silmeye
yeltenen Züp, aslında bu havlunun, aşçının votka dolu
bardak tutan elini sakladığını fark edince göz kırpıp,
“Hayırdır?” diye sorunca adam, boynunu büküp ona, “Göz
hakkı sayınız efendim, affedersiniz,” cevabını vermişti. Bu
sırada en yaşlıları olan harekât zabitinin gözlerinin bulut­
landığını gördüler. Votka tesiriyle olsa gerek, adamcağız
neredeyse masaya kapanarak, tifo ve koleradan sıtma ile
zatürreye kadar dört cephede atlattığı hastalıklar sonucu
ıstıraplı sesiyle, dili epey bir dolanarak da olsa önemsiz,
dudaklarını pek kıpırdatmadan, içli bir nihavent şarkıya
başladı:
“Feer-yâââ-diği-le-yâââââd-eyler-iği-ken’beğnnnğee-
en-ben-seni-heğerbâr, ey-âfeti-hûğûn-hâr!”

41
Öksürdüğü vakit zabitin dolu dolu gözlerinden bir kaça­
mak gözyaşı akıverdiğinde, “Yaşa! Varol!” sesleriyle kadehler
aşk ve ıstıraba kaldırıldı. Bu sırada Karagümriik, yanakları
şişmiş halde, tepsi içinde muzları getirmişti. Kumandan
ona, “Ya ananas konservesi?” diye sorunca, az evvel gizlice
ağzına tıkıp avurdunda sakladığı koca muzu bu aksi zaman­
da çarçabuk çiğneyip güç bela yuttuktan sonra, “Geliyor
efendim,” diye anca cevap verebildi. Az önce çorba servisi
yapılan kâse, peşkirle bir silindikten sonra ananas dilimleri
içine boşaltılmıştı. Masadakiler parmaklarını batırıp birer
dilim aldıklarında, Kumandan, “Dikkat edin, ishal olmayın,”
dedi, “Tahtelbahirde ayakyoluna gitmeniz, orada dokuz
vanayı açıp kaparken üç saati, bir de müşiri okumanız demek
olur.” Ardından sularını sakalından akıtarak ananas dilimini
iştahla ısırmıştı, diğerleri de öyle yaptılar, ara sıra da kâse­
deki suyu kaşık kaşık içiyorlardı. “Evet,” dedi Hafız Efendi,
“Koştur ayakyoluna, valfı çevir, dışarıdan su al, bu sırada su
saatini oku, aynı valfi kapa, bu sefer muzayyik hava valfıni
aç, manometreyi oku, valfı kapa, işin bitince pis su tank
valfıni aç, ardından hava valfıni aç ki necaseti pis su tankına
püskürtsün, hava valfini kapa, tank valfini kapa, sakın yanlış
yapma, pis su tahliye valfıne dokunursan helâ deliğinden
gaita fışkırır, bu yüzden vakitsiz satha çıkan Alman tahtelba­
hir gemisini duydunuz mu? Hani şu İngilizlerin zapt ettiği?”
Efkâr ve votkadan çökmüş omuzları arasına başı gömü­
len Sancı, gayet içli söylediği nihavent şarkıya ara verip,
hüzünden dolmuş gözleriyle masadakilere ters ters bakarak
söylendi:
“Ben nezih bir şarkı okuyorum, siz tersten tezekten
bahsediyorsunuz, his yok mu sizde? Dostunuz aşktan dem

42
vururken, hem de besteli güfteli, siz kenefte nasıl kakizle-
diğinizi anlatıyorsunuz. Aşk olsun.”
“Ama Sancı, ayakyoluna ne zaman gitsen bizzat sen hep
bu şarkıyı söylüyorsun, sıkışıp kapıda çıkmanı usanmadan
bekleyenler seni dakikalarca dinliyor.”
“Sancıyı üzmeyin, hislerine hürmet edin,” dedi Züp,
alayla sağa sola göz kırparak. Hayat onu erken yıprattığı için
adama böyle hitap ediyorlardı. Hakikaten de hayatı boyunca
harekât zabitinin gözlerinden akan yaş, hem döktüğü, hem
de aldığı yaralardan dökülen kandan daha fazla gibiydi.
Belli etmeden onu gösteren Hafız, bir dilim ananası
daha ağzına tıkıştırdıktan sonra yanındakine fısıltıyla,
“Bünyesi fazla hassas, gerçi dokuz kurşun yarası var ve hâlâ
sağ, bir de kafasında şarapnel parçası var, beynine gömül­
müş,” dedi, “Sancı Bey uyurken biz birkaç kişi saçlarını
aralayıp bakarız, basbayağı madenî şarapnel, biraz irinli,
sonra kapatırız mikrop kapmasın diye, zaten o da her gün
pansuman yapar, ihmal etmez.”
Bunları söyledikten sonra yan gözle Sancıya bir iki kere
kaçamak bakıp dudaklarını kıpırdatarak belli belirsiz fısır­
tılarla şu duayı okudu:
“Elhamdü lilâhilezzi âfani min mebtelâke bihî ve fadda-
lenî alâ kesirin mim men haleka tafdilâ.”
Hafız Efendinin mırıldandığı bu dua üzerine, Kuman-
dan’ın hemen yanındaki Züp biraz fiyakalı tavırla, diğerleri
duymasın diye de elinin tersiyle ağzım örterek Kumandana
bir şeyler fısıldadı. Güldü gülecek parlayan gözleriyle bir
yandan da kurban seçtiği Hafiz’a bakıyordu. Lafını tamam­
layınca Kumandan la ikisini bir gülme tutmuştu. Hafiz Bey
sordu:

43
“Ne o? Gülünç bir şey mi var?”
“Hayır,” dedi Kumandan, “Dinî vazifene bağlılığını
takdir ettik sadece, hadis ve fıkıh kitaplarına, sadakatini de
elbet, ilmihallere, namaz hocalarına.”
“Peki neden fısıldadınız ki bunu?”
“Allah korusun, duyup şımarmayasın diye,” dedi Ku­
mandan.
Buraya kadar dudaklarını ısıran Başçarkçı Züp niha­
yet kendini koyuvererek, işte o anda sümük tükürük
saçıverip ansızın patladıktan sonra kıs kıs gülmeye baş­
ladı. Suratı boğulacak gibi kıpkırmızı halde, gırtlağından
kuyu çıkrığınınkine benzer incecik bir sesle kıkırdıyor,
bir yandan gözlerinden yaş fışkırıyor, öte yandan nefes
nefese Hafız’a, “Sana gülmüyorum, sinirden, sinirden
gülüyorum, votka içtim ya!” diyordu. Sonunda başını
geriye atıp bu kez kahkahalar atarken, diğer yandan da
neşesinden masayı güm güm yumruklayıp porselen tabak­
ları zangırdattı. Düşüp kırılmasınlar diye o anda tabaklara
yapışan Karagümrük, kaşla göz arasında Hafız Efendiye,
“Penizlemeyin Efendim,” diye fısıldamıştı, “Onları şimdi
iplerseniz sizi böyle hep matrağa alırlar, en başta sevabı
size bağışlanacak hatim indirmekle meşgul bendeniz
olmak üzere, bot mürettebatının, gayet abdestli namazlı
sofularından, mevcudunda Hamamcı, Alidüdüt, Abdül-
kehribar ve Çuçu’nun bulunduğu karınca kanaatince bir
cemaat, karaya salimen ayak bastığımızda inşallah, bizzat
sizin arkanızda şükür namazına duracağız. Tu-tü-tü-tü-tü
maşallah efendim!”
Karagümrük, ağzından çıkardığı bızırtılı ‘Juuuuuup!’
sesinden sonra bir de eliyle masayı üç kez tıklatmıştı.

44
“Vay! Maytap makara ha!” diye söylendi Hafız, “Yudum
yudum votkayla aklınız dirhem dirhem eksiliyor, hayvan­
dan farkınız böyle uçtuğunda, insanlığımız santim santim
kısalıyor. Sizin dininiz ispritizma, ispirtocusunuz hepiniz.
Haydi durma konuş! Kulağı olan işitsin, ispirto işret mec­
lislerine ne diyor.”
Biraz zoruna gittiği için bombardımanı daha da dokun-
durucu ve ağır laflarla sürdürdü. Gözündeki yaşları sildiği
sırada, “Başladı ezana yine,” diye gülen Züp ise yapmacık
ve abartılı kahkahalar atarken bedeni sarsılıyor, bu yüzden
göğsündeki cesaret, şeref, üstün hizmet, sadakat madalya­
ları birbirine çarpıp şıngırdıyordu. Aristo’nun kitabında
tasnif edilmiş faziletleri temsil eden aynı madalyalardan,
hatta bir iki fazlası Hafiz’ın göğsüne de asılıydı ve adam
hasmını sindirmek için masaya yumruk indirdikçe sarsın­
tıyla çıngırdamaktaydılar. Haddini nihayet aşan Hafiz’ın
uyandırdığı öfke onu öyle bir yere götürdü ki sonunda Züp
de sınırı aştı ve gazap ile, eski defterleri açıp ikisi birbirle­
rine veriştirmeye başladılar. Kollarım birbirlerine uzatmış,
ellerini tehditkâr şekilde sallıyorlardı, öyle ki, bu şekilde her
biri, perspektif kaidesi uyarınca hasmını, ona doğru uzatıp
hizaladığı kendi eliyle mukayese ettiği vakit daha minik
görüyor, sanki iki parmağıyla boynunu oracıkta kırıveresi
geliyor, ama hasma merhametinden bunu yapmıyordu. İkisi
eski defterlere bakıp mukabele ile kıraat etmeye başladı­
ğında yekdiğeri, “Yalan! Yalan! İftira!” diye alnını güm güm
güm masaya vuruyor, defterikebir açddığında ise sanki laf
ve söz değil de, ağırlık ve hacmi olan fiziki cisimlermiş gibi,
küfür ve bedduaları tıpkı gülle atıcıları gibi birbirlerinin
can evine fırlatıyorlardı. Tahsil ve terbiyeleri için servetler

45
harcanmış iki efendinin bu kadar kolay parlamamaları için
herhalde birkaç kuşak daha geçmesi gerekecekti. Servete
konmuş fakirin üç kuşak fakirlik kokması ve açlığın yerini
açgözlülüğün alması yahut dinden çıkmış Müslümanın üç
kuşak daha hacı yağı kokması ve takvanın yerini bağnazlı­
ğın alması belki doğruydu.
Fakat o anda başını kaldırıp lafa giren Sancı’nın bık­
kın homurtusuyla yatışır gibi oldular ve üstlerini başlarını
düzelttiler:
“Rahat bırakın birbirinizi artık,” diyordu adam, “Hırsızı
evine kadar kovalamayacaksın.”
“Ne yani? Ben hırsız mıyım?”
“Mecazen. Hakikaten değil. O da hırsız. Hırsızdan
hırsıza helaldir.”
Şaşıran Züp, “Aşk olsun Sancı,” dedi, “Buradaki herkesi
hırsız yaptın bir anda.”
“Öyle tabii,” dedi adam, “Hepiniz iştahla ve şehvetle
hüküm veriyorsunuz, hak mı hakikî mi demeden, fikirler
sizde kadın kız gibi şehvet uyandırıyor, oysa yanlış, yalan
ve abes denen ne varsa, akla nâmahrem değil mi? Bir
konuda, hanım kıçı avuçlar gibi hükme varıyorsunuz. Ne
bu iştah?”
“Oooooooooo! Baba! Vay! Vay! Vay!” dedi Züp, “Hır­
sızdık, şimdi de bizi uçkuru gevşek zavak zozik zampara
yaptın! Ooooooooooo!”
Masada, “Ooooooooooo! Vay! Vay! Vay!” sesleri duyu­
luyordu.
Tepkiler hoşuna gitmiş olacak ki Sancı gülümseyerek,
“Hepiniz kendi kıçınıza abazansınız, dedi.
“Ooooooooo! Yaş-şaaa Baba!”

46
“Bilginiz de anca ilmihal seviyesinde, mızraklı, oraklı,
çekiçli. Ruhsuzlar sizi!”
Konuyu değiştirmek isteyen Kumandan kadeh kaldıra­
rak, “Ruhumuza!” diye bağırdı. Votkasını bir dikişte bitiren
Başçarkçı ise Hafızı gösterip, “İçtiğimiz ispirtoya onun
ihtiyacı yok,” dedi, “Diniyle zom.”
“Şşşşşşt!” dedi Sancı, kaşlarını çatarak, “Mahremiyete
edepsizlik etme, yoksa senin validen ve hemşirenden konu
açarız.”
“Ağzını topla!” diye bağırdı Züp yerinden doğrulup,
ama onu kolundan tutan Kumandan, “Sakin ol, haklı,” diye
fısıldamıştı, “Galipken zalim, mağlupken mazlum olma."
Öfkelenen Züp’ün homurtularının makine ve şaft gürül­
tüsü içinde kaynayıp gittiği sırada, içtiği onca votka kılcal
damarlar vasıtasıyla Sancı’nın beynine iyice sirayet etmiş,
dimağında bazı merkezleri feshederken, diğer bazılarının
şalterini kaldırmış gibiydi. Hakikaten de adamın karşısın­
daki diğer üç zabitin suretleri bedeni terk eden ruh misali,
sanki onlardan hafif hafif ayrılır gibi oluyor, fakat o esna­
da başı da ağır ağır öne düşmeye yüz tutan Sancı son bir
gayretle gözlerini tekrar odaklamayı başardığında, görüntü
çiftten yine teke iniyor, zabitlerin adedi altıdan üçe düşüve-
riyordu. Beynindeki sinir şebekesinde şalterler çat çat inip
kalktığı esnada, bunların ark ve şimşekleri dimağındaki en
ücra, en sapa merkezleri yıldırım hızıyla birbirine bağladığı
için zihni adamın önüne beş benzemez koyuyor, fakat içtiği
votka mantığını tarumar ettiğinden o, bu eli floş addedip
doğruluğuna kalıbını basıyordu. Bir ara elini ciğerine götü­
rüp, “Sancıyor,” demek istese bile, ağırlaşan dili damağına
kalkıp c’yi bir türlü patlatamıyor, bu ses ağzından uzayıp

47
giden bir ‘jjj’ olarak çıkıyordu. Homurdanmayı kesen Züp
ona gülmeye başlamıştı. Diğerleri de adamın sırtını hoşgö­
rüyle sıvazlaya yumruklaya, “Helal baba, helal,” diye nidalar
ile gülüyorlardı.
Bu sırada gülmekten yaşaran gözlerini silen Kumandan,
portatif yatağı altındaki o şilepten ganimet aldıkları küçük
sandığı çekti. Bir kiloluk votka şişelerinden birini tutup
Karagümrük’e uzatarak şöyle fısıldadı:
“Al. Mürettebata, vardiyalara üleştir. Önce sulandır,
sorumlu sensin, sapıtan birini görürsem kuduran ben değil
sen olursun, ona göre.”
“Sağolun efendim,” dedi Karagümrük, şişeyi alırken ise,
“Şifa niyetine,” diye mırıldanmıştı. Ardından o yalpada
sallanıp sendelediği için tutuna tutuna kuzineye vardığı
vakit, dişlerini geçirdiği şişe mantarını pop diye çıkarıp
bir yudum aldı. Diğer birkaç yudumdan sonra yüzüne bir
gülümsemedir yayılmıştı. Elinde huni, daha sonra su yerine
bira eklemek üzere votkayı boş şişelere azar azar dökerken,
arkadaşlarının da hakkı olan içkiden arada bir kaçamak
yudumlar almayı ihmal etmiyor, çünkü kendisinden onla­
rın, ahirette böylesi bir kul hakkının hesabını sormaya yüz­
lerinin tutmayacağını düşünüyordu. Ancak haramda bile
hile olmayacağına hükmetmiş olmalı ki sonunda vazgeçti.
Zaten alkol halihazırda tesirini göstermiş, ruhu tutuşan
adam bir de memleket türküsü mırıldanmaya başlamıştı.
Şişeleri bakraca yığması akabinde o müstehcen türküyü
hâlâ ırlayıp çığırarak, konserve açacağı yerine kör bıçakla
vura vura peynir tenekesini açtı ve salamura suyuna elini
cup diye daldırdı. Dört kalıp peyniri ve ardından bir hevenk
muzu üstüne yerleştirdiği o ağır bakracı böylece sürükleye

48
sürükleye santral ardındaki mürettebat yatak yerine getirdi­
ğinde elindeki peynir kalıntılarını hâlâ yalamaktaydı.
Az önceki dörder şişe bira tesiriyle dümbelek debilir-
ken, kimi ranza kenarına oturup neşeyle alkış tutmakta ve
kimileri de beline etek gibi branda sarmış göbek atmak­
taydı. Ancak votkayı görür görmez, patlayan flaşla çekilmiş
bir fotoğraf gibi bütün erat ansızın dönüvermişti. Dokuz
mumluk tavan lambalarının kırmızı ışığı altında hepsinin
gözleri ışıldadığı halde içlerinden biri, “Gümmm! Rrrrr-
rük!” diye bağırdı, “Ne getirdin bize öyle!”
Derken birer ikişer muz koparıp hevengi elden ele geçi­
rirlerken çarkçılardan biri de peynir kalıplarını yağdan kap­
kara eliyle parçalamaya başladı, votkalı bira önce içlerini,
sonra ruhlarını, derken türkülerini daha bir yaktı. Cümbüş
ve coşku zirvedeydi, hatta kolu kopan gedikli bile ranzasın­
da az doğrularak onlara eşlik etmeye yeltenmişti. Onbaşı,
“Âmirime de içirin biraz,” deyince, hayırsever bir zât şişeyi
adamın ağzına yaklaştırdı. Hakikaten de birkaç yudumdan
sonra herifçioğlunun yanakları cennet bulutlan gibi renk­
lenmiş gibiydi. Bu sırada kollanndan göğsü ve sırtına kadar
her yerinden, kırkılıp dokunduğunda on çıplak öksüzü
giydirecek kadar kıl fışkıran Kibar lakaplı iriyarı elektrikçi,
“İşte!” diye bağırmıştı. Asıl lakabı ‘Orman Kibarı’ olan
bu adam, elindeki şampanya şişesini ta yukarı kaldırmış,
marifet gibi oradakilere gururla gösteriyordu. “Ooooooo!
Ki! Bar! Ki! Bar! Ki! Bar!” nidalan karşısında önce şişenin
telini gevşetti, derken şampanyayı gümletip tıpayı fırlatınca
ansızın irkilip sıçrayarak korkmuş numarası yaptı. Bunun
üzerine oradakiler, bir ‘Bravooo!’ nidası koyuverdiler. Kibar
ise gayet mutlu, köpürüp fışkıran şampanyayı başının

49
üzerine götürdü. Şişesi servet değerinde bu köpüklü şarap
sakalından omuzlarına ve pösteki göğsüne akıyordu. Ardın­
dan da bu ziyade kıllı adam, tıpkı ırmaktan çıkmış bir ayı
gibi bir silkiniverip arkadaşlarını oracıkta ıslattı. Bundan
rahatsız olduklarını gördüğü için şampanyayı tepesi aşağı
döküp döküp hızla silkelenerek, bu damlacık yağmurundan
sakınmaya çalışan arkadaşlarını ıslatıp duruyor, küfürlerine
ise abartılı kahkahalar basa basa karşılık veriyordu. İşte bu
anda ayakyolunun perdesi açılınca, oradan çıkan Parlakçı’yı
görmüşlerdi, is ve makine yağından kapkara suratına aldır­
madan, şilepten yağmalanmış kadın makyaj ıvır zıvırıyla
gözlerine masmavi far, dudaklarına kıpkızıl ruj, kirpiklerine
kapkara rimel falan sürmüş, kıçına da yine şilepten pembe
bir balerin eteği, bir tütü geçirmişti. Kirli fanilasının yırtık
yakasından göğüs kılları fışkırmış ve sakalıyla birleşmişti.
Sapsarı dişlerini göstererek onlara sırıtıyor, bir de abartılı
şekilde kırıtıp şuh edalarla maskaralık yapıyordu:
“Huğ-huuuuuğ! Kocişkooo! Al beni koynuna! Döv beni
erkeğim! Kocişkooo! Huğ-huuuğ! Ez beni ez!”
Bunun üzerine oradakiler ıslıklar öttürerek, “O-hu yav­
rum! O-hu anam! Gel soframa kurul pilicim, son dişim
feda olsun körpe buduna baldırına!” diye tezahürat yaptılar.
Parlakçı tahtelbahir yalpa yaptığı her seferinde, elinin tersi­
ni alnına götürüp güya aşktan fenalık geçiriyor gibi gözleri
baygın, bir naz feryadı, bir ‘Âaaaah!’ işvesi ile, onun bunun
ranzasına kucağına düşüp düşüp kalkıyor, bu esnada o
mekân ıslıklar, kahkahalar ve ‘Oooooooo! O-hu!’ sesleri ile
inliyordu. Ancak neden sonra, bu kez kolu kesilen gedikli­
nin ranzasına yığılınca suratındaki gülümseme dondu kaldı.
Yatak boştu.
50
Kekeleyerek, “Âmir iyileşti ha!” diyebildi. Fakat herkes
taş kesilmişti. Onbaşı, şaşkınlıkla bir müddet sonra, “Nerede
o! Arayın her tarafı,” dediğinde, sersem ve şaşkın halleriyle
hepsi, sanki uykudan yeni uyanmışlar gibi, bakabilecekleri
her yeri umutsuzca ve gelişigüzel aradılar, ama yoktu işte.
Bunun şaka olduğuna inanmaya devam ettikleri için yüz­
lerindeki iğreti gülümsemeyle, orayı burayı tekrar tekrar
ararlarken Parlakçı’nın çığlığını duydular. Gediklinin yata­
ğından korkuyla fırlayıp sırtını kaportaya dayayan bu zat,
titreyen eliyle yatağa serili battaniyeyi işaret ediyor ve benzi
kül kesilmiş halde bağırıyordu:
“Altında bir şey kımıldıyor! Altında! Kımıldıyor!”
Herkes o anda yataktan geriye kaçıp sus pus kesilmişti.
Sadece makine dairesinde pistonların vuruşu ve fırtınada
seyreden çelik teknenin gacırtıları işitiliyordu. Üzerinde
beyaz önlüğüyle Karagümriik ranzaya doğru usul usul vara
vara iki titrek adım attıktan sonra, baş ve işaret parmağıyla
battaniyeyi tuttu. Bu esnada serçe parmağı gerilip ta havaya
kalkmış, anten gibi titremekteydi. Battaniyeyi ansızın çeker
çekmez, o dahil herkes korku feryatları ile santral dairesine
açılan kaportaya koşturuverdi ve birbirlerini ite kaka yatak
yerini terk ettiler. Oradan başlarım uzatıp sağlı sollu o
üçerli ranzaların olduğu daireye korkuyla bakarken, her an
kaçmaya da hazırdılar.
“Allahümme inni euzü bike min amelişşeytanî ve sey-
yiâtil ahlam!” diye korkuyla dua ediyordu onbaşı, “Gedik­
linin kolu bu! Kolu altın sandığın içindeydi, şimdi burada
ama kendisi kayıp!”
“Sandık nerede peki?”
“Kazan dairesinde.”

51
“O zaman Abdülbeleş’in şakasıdır.”
“Sandığı nasıl açtı ki? Levyelerle açamamıştık.”
“Arap ile beraber el vinciyle açmışlardır.”
“O yapmaz, dindar adamdır, mevtaya hürmetsizlik
etmez.”
“Gedikli ölmedi ki? Mevta lafı nereden çıktı?”
“Kolu öldü, kolu mevta.”
“Hasbinallâhü ve ni’mel vekil ve ni’mel Mevlâ ve ni’men
nasîyr!”
Patlayan sivilcelerine tentürdiyot sürüldüğü için suratı
leopar kürkü gibi benek benek olmuş yeniyetme Hamamcı,
dehşete kapılmış halde ağlayarak, “Anam! Anam! Gitti
yitti bebecik tosun oğlun yâd illerde! Oy anam!” diye feryat
ediyordu.
Bağrış çağırış üzerine, kabinde Kumandanla yemek
yiyenlerden Başçarkçı Züp, torpido dairesine açılan kapor­
tadan bağırdı:
“Ne oluyor orada öyle!”
“Yaralı gitmiş efendim.”
“Ne?”
“Gedikli çavuş vardı ya, yaralı, gitmiş, sırra kadem basmış!”
“Ne dedin sen?”
“Yok efendim, aradık her tarafı, yok işte.”
“Ne demek yok? Yok deme! Şeytan ne zamandır bes­
mele çekiyor?”
“Ama yok efendim?”
Öfkeden suratı kızaran Züp, yerdeki mıh dolu torbayı
alıp santral dairesine geçti. Sesi tehditkârdı.
“Tekrar söyle bakalım.”
“Yok efendim, biz de anlayamadık. ”

52
Bunun üzerine zabit, çivi dolu torbayı sallaya savura
önüne gelenin sırtına ensesine indirmeye başladı, bir yan­
dan da, “Al sana yok! Al işte sana da bir yok! Al bir yok
daha!” diye bağırıyordu ki, sonunda torba, kıç dümencisi
Daz’ın sırtında patladı ve esrarengiz mıhlar, tangır tungur
yerlere saçılıverdi. O sırada makine dairesinden gelen Kral,
zabite ciddi bir ifadeyle: “Efendim, şuna baksanız iyi olur,”
dedikten sonra öfkeli adamı içeri davet etti. Kaportadan
geçip ranzanın başına vardıklarında eliyle yatağı işaret ede­
rek şunları söyleyip sustu:
“Yaralının kolu. Kendisi yok. Gitmiş! Anladınız mı?
O yaralı, yarı uykulu, yarı şuurlu, bir adım bile atamaya­
cak adam, izahsız bir şekilde gitmiş! Ama açamadığımız
sandığın içinde kalan kolu burada. Bunun açıklaması yok,
efendim! Kesin olan tek şey, artık burada olmadığı. Bunu
kabul edin ve bir emir verin!”
“Bütün muhtemel cevapları yok sayın!” dedi Başçarkçı,
eli çenesinde bir hayli düşündükten sonra, “İşimiz cevap
bulmak değil, olayı unutun ve eğitimini aldığınız şeyleri
yapmaya devam edin! Harpteyiz, başka seçenek yok, şaşır­
mak yok!”
Ardından Karagümrük’e dönüp, “Şu kolu al, kazan
dairesine götür de yaksınlar,” dedi. Bunun üzere aşçı, kesik
kolu tuttuktan sonra, “Saatini alırım ama efendim,” dedi,
“On yedi taşlı.”
Ancak, zabitin o andaki suskunluğunu olumlu cevap
telakki eden aşçı kol saatinin kayışım çözmeye yeltenirken
cansız sandığı o el, bileğini ansızın sımsıkı yakalayıverin-
ce, “Al-lâââââğ!” diye bir korku feryadı koyuverecek, bu
tüyler ürpertici olaya şahit olur olmaz eli ayağı gevşeyen

53
erattan ise dehşet çığlıkları, dua mırıltıları ve birbirine
vuran çenelerin takırtıları yükselecekti. El, Karagümrük’ün
bileğini bırakmıyor, korkudan donakaldıkları için kimse
adama yardım da edemiyordu. Bileğine yapışan kolu gürz
gibi havada döndüre savura Karagümrük, korku neticesi
suratı çarpılmış, sağ gözü sağ alta ve sol gözü sol üste kay­
dığı halde kazan dairesine doğru yalpalayarak koştururken
çeneleri de birbirine çarptığı için, “Allâââ-ğa-ğah! Açılın!
Allâââ-ğa-ğah!” diye bağırmakta, bu esnada küçük dilinin
titrediği bile görülmekteydi. Kazan dairesine vardığında
bu kez, kesik kolu gören Arap ile Abdülbeleş’in beti benzi
atıverdi. Arap kopmuş kolu kıskaçla kavrarken diğeri de
parmaklan Karagümrük’ün bileğinden ayırmaya çalışıyor­
du. Nihayet başarınca kolu külhana, alevlerin arasına attılar.
Arap dehşet içinde, “Kızgın korların üstünde hâlâ sürünüp
bize doğru geliyor,” dedi, “Çavuşun kolu bu, saatinden
tanıdım, saniyesi bile hâlâ işliyordu.” Abdülbeleş ise ateşin
içinde sürüne sürüne kapağa yaklaşan kolu, elindeki gelberi
ile geri geri itip duruyor ve Arap’a korkuyla, “Kömür! Daha
çok kömür!” diye bağırıyordu. Çok geçmeden nefes nefese
kaldıklarında, tangırtıyla çarpıp kapattıkları dökme demir
kapağın ardından alevlerin harıltısı işitilmekteydi. Bu kısa
sessizliği kule gözcüsünün ta uzaktan gelen sesi bozdu:
“Bacada alev!”
Çarkçı zabit santralden kazan dairesine koşarak hışımla
girince oradakilere bağırdı:
“Bacada alev var! Duman sandığını yakacaksınız! Kim
var işin başında? Sen mi Beleş? Yazıklar olsun!
“Kol yanmıyor! Hâlâ hareket ediyor!” diyen Abdülbe­
leş panik içindeydi. Manometreye bakınca zabit, “Kazanı

54
patlatacaksınız, istim sal, hemen! Hemen dedim! İstim
sal!” diye bağırdı. Ama eli ayağı dolaşan Arap yanlış zincire
asılınca tahtelbahrin düdüğü, engin denizde yankılanmıştı.
Bu kez kendisi zincire asılıp istimi boşaltırken zabit, “Yeri­
mizi belli ettiniz mankafalar!” diye bağırıyordu. Mano­
metre ibresi normale gelene kadar zincire asıldığı sırada
kırmızı sönmüş, beyaz gündüz ışığı yanmıştı. Abdülbeleş,
“Pirometre düşüyor efendim, ama bataryalar da anca yüzde
altmış dolu,” dediğinde bir ses duyuldu:
“Alaaaaaaarm!”
Bunu duyanlar hemen görev yerlerine koştururken bu­
yandan da herkese duyurmak için pasaparola etmekteydiler:
“Alaaaaarm! ... Alaaaaaarm! ... Alaaaaarm!"
Abdülbeleş zincirin halkasına var gücüyle asılıp ateşe
kum boşalttıktan sonra bütün istim salındı ve pistonların
vuruşları yavaş yavaş azalarak nihayet sustu. Arap manevra
kabininde şalterleri kaldırınca sancak ve iskeledeki elektrik
motorları vınlamaya başlamıştı. Bu telaş arasında santral
dairesinden, boynunda dürbünü ile postallarını basamak­
larda gıcırdatarak kuleye bir çırpıda tırmanan Kuman­
danın, “İmlâya hazır ol!” emri geldiğinde Züp’ün herkese,
“Dalma istasyonuna!” diye bağırdığı duyuldu. Fakat o anda,
Abdülbeleş’in canhıraş çığlığı işitilmişti:
“Aaaaaaa! Aaaaaaaa! Sandığa bakın! Dinleyin! Süpha-
nallah! Nedir bu!”
Ganimet aldıkları altın sandığın bulunduğu yere bak­
tıklarında donup kalıverdiler.
Artık altın değil, sanki simsiyah, hatta daha bile koyu
bir demirdi. Beyaza göre kara ne ise, bunun rengi de kara­
ya göre oydu. Üstünde birbirini selamlayan o güzelim iki

55
melek heykelciği gitmiş, yerlerine ise kükrer gibi açılmış o
alaylı ağızlarından diş gösteren, pençemsi ve tırnaklı yarasa
kanatlarıyla demirden bile sert ve kötülük kadar zifirî, iki
ifrit gelmişti. Bu kara korkunç heykelcikler istihzayla bir­
birlerini süzüyor, belki yaratılıp yapılmış ne varsa tekmilini
yıkıp mahvetmeye kararlı olduklarından, biri diğer işbir­
likçisine gülümsüyor, anlaşılan o ki kötülüğün sevincini
yaşıyorlardı. Bu kara sandık sanki bütün hayatı, iyiliği ve
ışığı emip yok etmekteydi. İşte o sırada tavan lambası pat­
layıverdi. Karanlıktaydılar.
Soluk soluğa, o zifirî karanlık içinde taş kesilmiş halde
iken, muhabere borusundan ve santralden gelen şu cılız
sesleri duyamadılar:
“İşaretle! Sıfır-Üç-Sıfır’da ışıldak, cenup tarafını tarıyor,
geniş zaviye, mesafe takribi 6 mil. Direği indir! Baca içeri!
Top fem-kuyruk tapaları! Mandalları bağla! Makinah
tüfek! Cıvadra gönderi! Göz-şemsiye demirleri! Hadi!
Hadi! Sallanma! Kurtağızları! Yatır kapa! Yatır dedim!
Blatra valfı! Telsiz direği aşağı! Baca kaportası suga! Priz­
ler suga! Cephane kapakları suga! Hadi kımılda! Kımılda
dedim! Muhabere borusu fora! Nozüller suga! Suga ettin
mi? Baca! Baca kaportası, suga et! Haydi acele! Dümen
kuleye! Dümen kuleye dedim!”
Kendini ilk toplayan Züp oldu:
“Haydi, iş başına!”
Ayetelkürsî okuyan Abdülbeleş ise, “Ama efendim,
dedi, “İçinden feryatlar geliyor boğuk boğuk?”
“İşine dön dedim! İmlâ yelpazeleri! İmlâya hazır ol!”
Ardından muhabere borusundan Mülazım’ın sesi
duyuldu:
56
“Üst güverte imlâya hazır!”
Daha sonra dalma istasyonunda hava kaçıran valilerinin
başına koşanların tekmilleri muhabere borusundan tek tek
geldi:
“Santral-Hazır!”
“Kıç batarya-Hazır!”
“Kıç torpido hazır!”
“Baş torpido!”
“Baş torpido cevap ver! Baltanur! Sağır mısın?"
“Baş torpido hazır. Ben Çuçu.”
Derken, diğerleri gibi beti benzi atmasına rağmen Züp
santrale geçerek kuleden yukarı, “Alt güverte dalma istas­
yonunda!” diye bağırabildi. Ancak az önceki dehşet ve şaş­
kınlık ifadesi suratına yapışıp kalmıştı. Bu sırada her daire­
de birer sintine kapağı açılıp içine seyyar lambalar konuyor,
trim ve tahliye tulumbaları, daire ihtiyaç lambaları, mano­
metre ve müşirler, ufkî dümenler birer birer kontrol ediliyor,
imlâ yelpazeleri açılıyordu. Ardından Züp, “İmlâya hazır!"
diye tekmil verdi. Bir yandan da gözünü demir sandıktan
alamıyordu. Oradakiler onu ilk kez bu denli kararsız ve
dehşet içinde görmüşlerdi. Az sonra muhabere borusundan
Kumandanın,“Kule kaportası kapanıyor! Kapandı!”dediği
işitildi. “İmlâ et Bismillah!” emrinin ardından dairelerde şu
uyarı pasaparola ediliyordu:
“Hava kaçıranlara hava veriliyor!”
Valfler açılınca sarnıçlardaki hava, buraya dolan su ile
hava kaçıranlardan yukarı püskürtürken tahtelbahir gemisi
bembeyaz köpükler saçarak deryaya gömülmeye başladı.
“Güverte suda,” dendiği sırada valilerin başındakilerin tek
tek, “Kıç torpido açtı, makine dairesi açtı,” gibi tekmilleri

57
muhabere borusundan işitiliyor, aynı zamanda santralde
her bir dairenin icra lambası ayrı ayrı parlıyordu. Bütün
lambaların yandığını gören Züp’ün hayret ve dehşetten
açılmış ağzından o anda nasılsa titrek sesle güç bela bir
“İmlâ etti,” bildirimi çıkabildi. Çünkü az önce gördüğü şey,
sanki tokat gibi şaklayarak suratını ve çenesini çarpıtmıştı.
Onun gibi serseme dönen diğerleri de makine dairesinde
işlerini, mihaniki bedenleriyle şuursuzca, gayrı iradi ve
gayrı ihtiyari yapıyor, ama ruhları, azami dikkat demek
olan korkuyla, altından demire dönüşmüş sandığa dönüp
bakmadan edemiyor, bulundukları tehlikeli durumu değil
bu tekinsiz nesneyi önemsiyorlardı.
Santral dairesinde ise o sırada, olanlardan habersiz Ku-
mandan’ın seyir âmirine, “Periskop umkuna,” dediği işitildi.
Amir de umk dümencilerine, “Baş tam aşağı, kıç yukarı
15,” emrini verdiğinde tesviye ruhundaki kabarcık oynamış
ve tahtelbahrin kıçı kalkınca sendeleyenler o an sağa sola
tutunmuştu. Derken su tazyikiyle mukavim tekne yer yer
acı acı gacırdarken, umk manometresine bakan âmirin,
“Kıç aşağı,” dediği duyuldu. Su terazisinin kabarcığı ortaya
gelmeye başladı ve çok geçmeden meyil kaybolunca tutun­
mayı da bıraktılar.
“Periskop yukarı,” dedi Kumandan. Kabzalarından
tutup göz merceğinden baktığı periskopun, salmastra yuva­
sından şakır şakır sular akarken, her defasında 360 derece
dönerek göğü ve ufku iki kez taradı. Sonunda pusulanın
periskopa bağlı mükerriri 1-7-7’yi gösterdiğinde durdu ve
kabzayı çevirip rüyete odaklandı. Mandala basıp taksimat
ışıklarını yaktı ve görüntüyü büyüttükten sonra, Bizi fark
etmişler, ışıldakla sathı tarıyorlar, ama gün doğuyor, ufukta

58
gölgeleri görünüyor ... getir HMS Maori ... Getir HMS
Lizard ... Hayır Lynx, periskop aşağı,” dediğinde, Mülazım
katalogdan bu destroyerlerin profillerini çıkarıp hemen
uzattı. Tonaj ve süratleri yanında direk uzunluğu ve iki baca
mesafesini de gören Kumandan, “Periskop yukarı,” dedik­
ten sonra göz merceğinden bakıp devam etti:
“Vaziyet zaviyesi,” destroyerin köprüsü düz olduğu için
kolayca hesaplayarak, “iki altı ve ... işaretle,” ikinci destro­
yerin bacaları arasındaki mesafeyi taksimatla kıyaslayıp baş
dalgalarından süratini tahmin edince ise, “Üç iki ... krono­
metre bas ... işaretle ... sürat... ikisi de bir sekiz ... hedef bir,
mesafe ... dört sıfır beş sıfır ... hedef iki ... dört dokuz sıfır
sıfır, periskop aşağı! Rota 1-7-6, baş her dört tüp ile kıç bir
ve ikinci tüpleri hazırlayın, üstümüze geliyorlar.”
Ardından, tabakasını çıkararak içinden bir sigara alıp
dudaklarına götürdü. Bu sırada çakılıp hışırtıyla tutuşturulan
bir kibritin aleviyle yüzündeki kederli çizgiler aydınlanmıştı.
Kumandan eğilip ağzındaki sigarayı aleve yaklaştırdı. Ama
kibriti tutan el zangır zangır titrediği için ucunu bir türlü
denk getiremiyordu. Neden sonra başını kaldırarak, sigara­
sını yakma nezaketi gösteren Züp’ü ve onun korkudan kül
kesilmiş suratını gördü. Korku ve heyecanla alınıp verilen
solukların titrek alevini kıpır kıpır oynaştırdığı kibrit ışığı­
nın yansıdığı o fal taşı gibi gözleri sanki karanlık bir kadere
sabidenip kaybolmuş adamın, hem çenesi hem de dudakları
titriyordu. Az önce yaktığı kibritin alevi, çöpü kömür edip
tamamen yaktıktan sonra, titreyen elinin iki parmağı arasın­
da sönmüş, anlaşılan o ki pek de acı duymamış yahut duysa
bile itibar etmemişti. Kumandan sertçe sordu:
“Neden yerini terk ettin? Yerine!”

59
Alayla sırıtan Hafız da onu süzüyordu.
“Yok bir şey,” dedi Züp, “Ama sandık ... makine daire­
sinde ... sandık işte ... o.”
“Ne olmuş sandığa?”
“Bilmiyorum ... ama sandık ...”
Santraldeki mürettebat destroyerlerin taarruzu altında
olduklarını sanki unutmuş, yarı korku yarı alayla gülüm­
seyerek, ikide bir dönüp Züp’e bakıyorlardı. Züp’e son kez
ihtar etmeden önce Kumandanın eli tabancasına gidiyordu
ki, işte tam bu sırada, o taraftan gelen korku çığlıklarını
işitince erbaş yatak yerine ve onun arkasındaki makine
dairesine doğru başlarını çevirdiler. O anda Züp kekeleye­
rek, Kumandana, “Belki görmeniz gerek,” demişti. Bunun
üzerine Kumandan sigarasından çektiği nefesi üfledi ve
Sancı ya, “Git ve bak,” dedi. Dudakları titreyen Züp ise dua
okur gibi kararlılıkla durmadan, “Galiba gözlerinizle gör­
meniz lazım,” diye biteviye söyleniyordu. Emrin tekrarını
beklemeden Sancı, atılıp alelacele kaporta çarkını çevirerek
açtıktan sonra tutamağa tutunup erbaş yatak yerine atla­
mıştı. İşte burada, suratındaki kadın makyajı üzerine ayrıca
bir de korku ifadesi de binmiş Parlakçı başta olmak üzere,
Karagümrük dahil beş kişinin, makine dairesine açılan
kaportayı bağrış çağrış kapatıp kilitlemeye çalıştıklarını,
ama içeride hapsolanların ise aynı kaportayı tersten iterek
bunlara çığlık çığlığa direndiklerini gördü. Kaporta lom­
bozunda kâh gözleri yuvalarından uğramış Arap’ın korku
dolu çehresi, kâh Kral Çavuşun öfkeden kızarmış siması
görünüp görünüp kayboluyor, her iki taraf da aynı anda
hem korku feryadı basıp hem küfür savurabiliyordu. Sancı,
“Kesin şunu!” diye bağırdığında isteksizce durup ona bak-

60
tılar. Karagümrük sesi titrediği halde, “Yapmayın efendim,”
dedi, “Bu son şansımız!” Ama Sancı, “Açın şunu!” diye
buyurduğunda emre uydular. Tam bu sırada Arap nere­
deyse ağlayarak korku içinde yatak yerine dalmıştı. Sancı
oradakilere, “Nedir bu?” diye sordu, çünkü makine daire­
sinden, caz cız cozur şiddetli cızırtılar geliyordu. Cevap
beklemeden içeri geçti ve o kapkara sandığı gördü.
Tıpkı iyi bir asker gibi, hayal gücü yanında marazi
meraktan da yoksun olduğu için sandığın üzerindeki iki
korkunç ifrit heykeli onu hiç şaşırtmadı. Cızırtı heykel­
ciklerden geliyordu. Tavan lambası patladığı için etraf
karanlıktı, ama ne korkunçtur ki, iki ifritin tam da elektrik
cereyanından kızarıp akkor olmuş ağızları arasında ışıltılı
arklar peyda oluyor, sık sık kesilip duran bu şerareler de
oradaki, benizleri kül kesilmiş zavallıların çehrelerini bir
aydınlatıp bir karardığa boğuyor, cızırtdarla durmaksızın
devam ediyordu:
“Zzzt-zt zzzt zt-zt zzzt zzzt-zzzt/zzzt-zzzt zt-zt zzzt-zt
zzzt zzzt zt/zzzt-zzzt zzzt zt-zzzt zt-zzzt zt zt zt”
“Elektrik! bir hadise. Hepsi bu,” dedi Sancı öfkeyle.
Abdülbeleş ise, “Ama altın?” diye sayıkladı, “Altın idi bu!
Şimdi ise karademir! Melekler de ifrite dönmüş! Neüzü-
billah! Rabbim! Rabbim! Rabbim!”
“Pas bu,” dedi Sancı, aceleyle tam da santrale geri döner­
ken, “Havayla temas edince kararmış. İşinizin başına!”
Kral Çavuş, “Duydunuz,” dedi, “İş başına!”
Ama Arap, “Melekler nasd ifrit oldu?” diye sordu, “Pas­
landılar diye mi?”
Yüzünde yine de belli belirsiz, umut dolu ve titrek bir
gülümseme vardı. Az önce duydukları izahata diğerleri

61
de insanüstü bir gayretle iman etmek istiyorlarsa bile bu
din veya fikir değiştirmek, yahut tütün alışkanlığını bırak­
mak kadar zor gibiydi. Ama biraz azmetsclcr olmayacak
iş yoktu. Sancı’nın sözünü ettiği ‘Pas’ ve ‘Tabiat hadisesi’
izahlarına zihinlerinde yer açmak için beyinlerinde birkaç
mumu üfleyip bazı gerçekleri yutan konforlu bir karan­
lık husule getirdiklerinde az çok inanmaya başlamışlardı.
Hatta alt çenesi korkudan sağa çarpılıp orada kilitlenmiş
halde Parlakçı’nın gözlerinde bile ümit ışığı belirmiş, üste­
lik dizlerinin bağı çözüldüğünden içeride bir yere yığılıver-
miş Hamamcı dahi başını kaldırıp onlara kulak kesilmişti.
Sonunda Karagümrük azmedip gayret ve sebat ile, zoraki
de olsa bir kıkırdamayı başardı ama hemen kesti. Gülmeye
amade o açık ağzıyla adam arkadaşlarına umutla bakarak,
âdeta onları da bu meseleyi matrağa almaya davet ve teşvik
ediyordu. Derken biri, nihayet bir İkincisi daha kıkırda­
yınca Karagümrük, biraz zorlama olsa bile tereddütlü bir
kahkaha attı. Bu esnada Hamamcının pantolonu içinden
bir, “B! B-b-b! Pt! Fıssssss!” sesi geldiğinde, arkadan biri
sinirden patlayıp kıs kıs gülmeye başladı ve hepsinde zem­
berek koyuverildiği için kahkahaları bastılar. Hatta bazıları
kıçlarını yekdiğerine dönüp edepsizce ıkınmak suretiyle
fısırtı ve gümlemeleriyle neşeyi daha da arttırdı. Kendini
örnek almaları temennisiyle Karagümrük, yüzünü onun
bunun suratına neredeyse dayayarak, küçük dilini handiyse
gırtlağından koparıp fırlatacak şiddette abartılı kahkaha­
lar atıyor, kısa ve kaim parmaklarıyla sözümona karnını
böğrünü bizzat gıdıkladığı için gülen Kibar da herkese
ibişlik yapıyor, yüzünde hâlâ sabit o kadın makyajıyla Par­
lakçı ise, “Huuuğ-huğ! Kocişkoooğ!” diye şuh ve çıngıraklı

62
kahkahalar patlatıyordu. Gülmekten herkesin gözlerinden
yaş gelmiş, suratlar kıpkırmızı olmuştu. Âdemoğulları
nefes alırken kahkaha atamadığından sonunda biri, ciğer­
lerindeki bütün havayı harcadığı için oracıkta katılıp kaldı.
Ağzı açık o haliyle düşmemek için bir vanaya tutundu­
ğunda suratı bu kez mosmor olmuştu. Ama havasızlıktan
tam boğulmak üzereyken Azrail Aleyhisselam mübarek
ama dehşetengiz elini onun ensesinden çekiverdi ve adam
ansızın bir çırpıda, derin bir nefes alması akabinde, o ana
kadarki en şiddetli, en gümgümeli kahkahayı koyuverdi.
Ancak neşenin zirvede olduğu işte o esnada sanki bir ton
barut patlamış gibi, demir sandığın o bir karış kalınlığın­
daki ağır kapağı gümbürdeyerek yerinden fırlayıp tavanda
sekerek yine güm diye yerine oturunca hepsinin yüreği
ağzına geliverdi. Bu sırada korkudan ansızın ‘Fısss!’ diye
zarta koyuveren Hamamcı, onlara sanki ‘Susss!’ demişti.
Tıs çıkmıyordu.
Derken, tüyler ürperten madenî sürtünme sesiyle kara-
demir sandığın ağır kapağı bu kez, tam ortadaki bir
çizgiden, ileri ve geriye doğru tokurtulu bir sürtünmeyle
açılmaya başladı. Demir kapak iki parça halinde böylece
aralanırken, iki ifrit heykelciği de birbirlerinden gitgide
uzaklaşıyor, bu yüzden ağızları arasında akıp duran ve
kırbaç gibi salınıp şaklayan o parlak elektrik! şerareler de
uzuyor, şakırtıları ve cızırtıları şiddetleniyordu.
Sandığın içi artık görünecek şekilde, demir kapak
yere muvazi iki yatay parça halinde tamamen açıldığında,
göğüslerinde güm güm atan yürekleri iman tahtalarını zor­
layan, pompaladığı kan da kulaklarını uğul uğul uğuldatan
adamların solukları işitilmekteydi.

63
Ait oldukları bedenin selameti için aslında bir koşu
tüymeye can atan o ayaklarını çivilendikleri yerden kaldırıp
temkinli ve usul, değdi değecek adımlarla Kral Çavuş, ağır
ağır sandığa yaklaştı. İçine baktı.
Çakıp duran elektrik arklarının ışığıyla, ta içte cenin
vaziyetinde sıkışmış tek kollu arkadaşını gördü. Bu zavallı
gedikli hırıltılı sesiyle, “Yardım et," diye mırıldanmıştı ki,
kütürdeyip ezilen bir bedenin şapırtı sesiyle, Kral dehşet
içinde kalıverdi.
Kemikleri kütür kütür kırılıp bir anda, ondan yardım
isteyen zavallı, muazzam bir çekim yahut emme kudretiyle,
âdeta yamyassı, hatta bir insan püresi olacak şekilde o anda
sandığın dibine şapırtıyla yapışmıştı.
Ardından, dibe yapışan bu kanlı püre dalgacıklar bıra­
karak bir an yükselir gibi oldu. Fakat dibe doğru tekrar ve
tekrar çekile emile, şıpırtı ile yine bırakılarak, göreni kus­
turacak surette iyice ezilip öğütüldü. Buzdan yontulmuş bir
heykel gibi donakalıp titrediği için Kral Çavuş, korkudan
az kalsın cam misali tuz buz olup dağılacak gibiydi.
Kanlı insan püresinin, bir girdap bırakarak demir san­
dığın dibindeki bir delikten höpürtüyle emilmesini, buz
kesildiği için kıpırtısız seyretmek zorunda kaldı. Sandığın
dibinde artık sadece, korkunç şekilde ölen zavallının kardı
çavuş üniforması kalmıştı.
Fakat o anda şiddetle patlayan bir ‘Tuh!’ sesiyle, suratı
kan içinde kaldı. Sandık, zavallı arkadaşının kanlı ünifor­
masını âdeta tükürmüş ve tavana yapıştırmış, kan ve safra
serpintisi de üzerine sıçramıştı.
Korku denilen o en kudretli duygu, sanki göğsünden
içeri soktuğu pençesiyle pat pıt pıtırdayan yüreciğini zapt

64
etmişçesine Kral, kaçmak bile aklına gelmediği için düşe­
cekmiş gibi sağa sola yalpalıyor, ama hipnotizma olmuş
gibi baktığı yerden gözlerini alamıyordu. Derken sandı­
ğın ağzında, sanki gümüşî yaldızlanmış dökme demirden
büyükçe bir hazne fark etti, kanlı püre bir boruyla, hava
kabarcıkları sebebiyle höpür höpür fokurtularla boşalıp
burayı dolduruyordu. İnsan aklını zorlayıp iflas ettirecek
delice şeyler, işte asıl bundan sonra olacaktı.
Uzunlamasına ve enlemesine iki çubuğa bağlı hazne
yerinden oynayıp hızla sağa sola gide gele, kanlı püreyi, bir
meme ucu gibi bir üfleçten sandığın dibine ‘ttttttttttttttt’
sesleriyle âdeta nokta nokta ata ata püskürtmeye başladı.
Satırlar halinde bir çırpı püskürterek sandığın diğer yanına
vardığında, geri dönüp yine aynı işi yapmaya devam etti.
Enlemesine sinek gibi hızlı hızlı gidegelirken, uzunlaması­
na peygamberdevesi misali aheste aheste ilerliyor, böylece
devam edip sandığın dibinde bir tabaka oluşturduktan
sonra hemen geri dönüp üstüne ikinci tabakayı geçiyordu.
Hazne bazen bir ‘zzzzzzzzzzzzz’ sesiyle duraksasa bile,
bu tereddüdü fazla sürmeyip fasıla tez zamanda nihayet
buluyor, akabinde derhal kaldığı yerden işine devam ediyor,
ödev bellediği püskürtme ameliyesini bu şekilde, sebat ve
azimle sürdürüyordu.
Sonunda sandığın dibinde kolları, bacakları ve diğer
âzâlarıyla, ufak tefek ama tıknazca bir nesne belirir gibi
olmuştu. Hazne, püskürtmeyi sürdürürken üstten bakıl­
dığı vakit, tıknaz nesnenin boylamasına kesiti halihazırda
ortaya çıkmıştı. Öyle ki mide ve ciğer gibi organları, hatta
kıpırdayan kalbi içinde akaduran kam, daha şimdiden ayan
beyan görünüyordu. Çok geçmeden hazne, tıpkı matbaa

65
gibi tıknaz ve nemnıt suratlı o sabunsu yaratığı satırlar ve
sütunlar halinde topyekûn ortaya çıkarmıştı.
Yaratığın göz yuvaları bomboştu. Sonuna kadar açık
ağzında ise, alt ve üst çeneler boyunca dişler yerine, delik­
li minik üfleçler sıralıydı. İşte neden sonra bunlardaki o
deliklerden, ağızdaki tükürüğü zaman zaman köpürterek,
‘fıssssss* sesiyle, çürük yumurtamsı o ziyade pis kokulu
hidrojen sülfıt gazı sızmaya başladı. Öte yandan yaratı­
ğın göbeğinde, tam da haznenin sığacağı kadar büyük bir
boşluk görünmekteydi. O anda, artık boşalmış madenî
hazne, bağlı olduğu çubuklar vasıtasıyla ekseninde 180
derece dönüvermiş, altı bu kez üst olmuştu. Dökme demir
haznenin üzerinde bir kapağı, hemen altında ise galiba
itilip çekilecek yine madenî bir halkası vardı. İşte hazne bu
şekilde, onu tutan çubuklar yanlara ansızın çekilir çekilmez,
yaratığın göbeğindeki boşluğa cup diye düşüverdi. Tam bu
sırada bir “Çıt!” sesi duyulmuş ve yaratığın ağzında parla­
yan minik bir elektrik arkı, çenelerindeki gaz üfleçlerinden
salman gazı tutuşturmuştu. Böylece canavarın ağzında,
tıpkı asri mutfaklardaki hava gazlı ocaklarda olduğu gibi,
masmavi alevler halinde ışıl ışıl kıpırtılı, korkunç dişler
peyda oluvermişti.
Gerisinde ve daha emniyetli mesafede bekleyen diğer
arkadaşlarının kesik kesik korkulu, ağlamaklı ve hıçkırıklı
solumalarını duyarken Kral Çavuş artık nefes bile alamı­
yordu. Yaratık sandıktan doğrulmaya başladığında, adam
zaten taş kesildiği için kaskatı kıpırtısız dizlerinin bağı da
ne çözülür ne gevşeyebilirdi. Karanlık ve boş gözyuvalarıyla
canavar ayağa usul usul kalktı. Galiba oradakileri göremi-
yordu. Biraz yorgun ve sersem, ama daha çok sanki ağırbaş-

66
lı bir tavırla sandıktan aşağı indi ve yassı burnunu yukarı
dikip havayı koklamaya başladı. Derken el yordamıyla sağı
solu yoklayıp kurcalayarak kömür deposuna vardı. Orada
burada el gezdirip kapak manivelasını nihayet buldu, ama
tıknaz ve kısa olduğu için sapına yetişemiyordu. Nihayet
sıçrayıp yakalayıverdi ve ağırlığıyla bir asılıp kapağı açarak
kömürleri zemine patır patır döktü. Eliyle yoklayıp koca
bir kömür parçası aldıktan sonra, göbeğindeki, o üzerin­
de baklavah karın adale rölyefleri bulunan dökme demir
kapağı açtı. Karnındaki bu madenî haznenin alt kısmında,
yine demirden bir ızgara görünüyordu. Kömürü buraya
atması akabinde, yetersiz görmüş olacak ki yerdeki yığın­
dan epey bir parça daha alıp içine içine attı. Bunu yapınca
biraz bitkin ve sepelek haliyle, el yordamıyla yine bir şeyler
aramaya koyuldu. Nihayet manevra dairesinin perdesine
asılı talimatnamenin çerçevesini çıkarıp içindeki kâğıdı aldı
ve yırtıp göbeğindeki kömür yığınının üstüne yerleştirdi.
Sonuna kadar açık ağzında, mavi alevden dişleri gözükü­
yordu. Ardından, tam boğulmak üzereyken ancak nihaye­
tinde soluyan biri gibi derin bir nefes aldığı anda ağzındaki
o diş diş alevler, yaratığın içine doğru harlayarak hücum
etti. Önce göbek haznesindeki kâğıdı, ardından da biraz
kömürleri tutuşturdu. Bu arada o kısa ama kapkalın par­
maklı eliyle de talimatname çerçevesini yerden almış, elini
bileğinden çabuk çabuk, fini fini döndüre döndüre göbek
ateşini yelpazelemeye başlamıştı. Bu suretle yellediği esna­
da harlayan ateşten çıtırtılarla kıvılcımlar sıçnyordu. Cana­
varın öte yandan takviye olarak, daha evvelki gibi birkaç
kere daha nefes alması akabinde, göbeğindeki demir haz­
neye yığdığı kömürler artık kızıl kırmızı kor haline gelmiş,

67
bunların kıvılcımlı dumanı yaratığın kulaklarından pof pof
tütmeye başlamıştı. Az evvel boş ve karanlık olan o göz
yuvalarında ise, korların yâkutsu ve kırmızı alevi ışıl ışıl bir
parlayıp bir sönüyordu. Derken yere çömeldi ve karnındaki
madenî halkayı, gocurtulu gıcırtılı bir sürtünme sesiyle itip
itip çekmeye başladı. Bu galiba demirden göbek haznesin­
de bulunan ızgarayı ileri geri sürüyor, üstündeki kömürleri
küllerinden bu yolla ayırıyordu. Nitekim canavar madenî
halkayı böyle oynatırken, çömeldiği yerde makatından
zemine kıvılcımlı küller dökülmekteydi. İçinde böyle yanan
ateş kudretlenip bomboş gözyuvalarına bu suretle fer ve
alev gelince, artık görebiliyordu. Bu yüzden önce, duman-
lığın ayna gibi parlak sathına bir bakıp kendini seyretti.
Şakakları dışında başında saç yoktu. Eline yağdanlıktan
sıkarak, sağ şakağındaki daha uzun saçlarını bir sıvazlayıp
başının keli üzerine yapıştırdıktan sonra, bunları daha kısa
olanların bulunduğu sol şakağındakilerle birleştirmişti.
Anlaşılan o ki, kendisini şimdi tamam hissediyordu.
İşte can ve ateşle dolu olarak artık dimdik olduğu halde,
“Ceeeeeeeğ! Ğe-ğe-ğe-ğe-ğeeeh!” diye kötülük dolu bir
sevinç çığlığı attı. Bu sırada kurulu zembereğin bir anda
boşalması gibi başını ansızın geriye çeviriverip oracıkta
korkudan titreyen zavallılara da bir bakmıştı. Canavarın
aldığı her bir solukta içindeki ateş o an daha bir canlanıyor,
bu yüzden yaratığın içinden, boş gözyuvalarına vuran ışıltı
parlayıp parlayıp sönüyordu. İşte makine dairesinde korku­
dan donmuş biçareleri bu şekilde gördüğünde, “Ğe-ğe-ğe!
Ğeğ! Ğeeeeeeeğ!” diye dehşetengiz bir nara koyuveren
yaratık bir anda, topuklarını sintine kapaklarına bam bam
vura vura bambır gümbür bir gümgümeyle koştura koştura

68
doğruca üzerlerine hücum edip havaya bir sıçrayıvererek,
çığlık çığlığa kaçışanların en arkasındaki Karagümrük’ün
ensesinde şiddetli bir tokat şaklattı.
Daracık kaportadan feryat figan, vaveylâ ve yaygara ile
zangır zangır titreyerek kül kesilmiş benizleriyle yatak yeri­
ne atlayanların canhıraş avazeleri, tahtelbahrin bulunduğu
derya içre balinaların pes ve boğuk iniltileri, yunusların tiz
kıkırtıları ile çığlık ve cıyırtıları arasında yitti gitti, âdeta
ummanın karanlık diplerinde kapkara kaderler gibi boğu­
lup yok oldu, üzerlerine hiçlik perdesi çekildi, yokluk kapısı
gıcırdayarak kapandı.
Öte yandan, dışarıda balinalar inildeyip yunuslar çığ­
lıklar attığı sırada, bütün bu evvelce olan ve ahirin­
de olacaklardan habersiz Kumandan santralde az evvel,
muhabere borusuna ağzını yaklaştırıp hece hece vura vura,
“Kıç torpido, kaporta sıcaklığı?” diye sorunca, “68 dere­
ce,” cevabım almıştı. K sınıfı buharlı İngiliz tahtelbahir
gemilerinde olduğu gibi bu botta da, kazan faal olduğu
zaman aşırı sıcaklıktan kıç torpido dairesi ile gidiş geliş
kesiliyordu. Tepedeki cızırtılı elektrik lambasını besleyen
cereyanın kararsızlığıyla bazen yavaşça kararan, bazen de
flaş patlamış gibi ansızın aydınlanan santralda nefesler
tutulup beklendiği o anda, endişeden umuda, korkudan
kararlılığa kadar insanoğluna mahsus bütün ifadeler, sanki
içi çivili çelik maskeler gibi balyozla oradakilerin yüzlerine
çakılmıştı. Acıklı bir musikiye âdeta besmele çeken Azrail
Aleyhisselam, adamların gönül tellerine demir mızrabıyla
tek tek vurup titreterek sanki bir kadansa kalkmış, ama
yedinci teli anca bir çınlattıktan sonra duraksadığından işte
bu hisli ton, üsderinden karar ve emir bekleyen biçarelerin

69
ruhlarında yankılanır olmuştu. O anda bakakaldıkları
korkunç bir Kiklop’un gözü içinde, kıpırtısız donakal­
mış gibiydiler. Hemen hepsinin zihni istiap haddini aşıp
dimağları artık kâfi gelmediğinden galiba çehrelerindeki
adaleler imdada yetişiyor, herkes sanki bu defa suratlarıyla
düşünmeye başlıyor, alınlar ziyade kırışıyor, çeneler sağa
yahut sola çarpılıp öylece kalıyor, yanaklarda ise zaman
zaman bir tik atıveriyordu.
Muhabere borusundan baş ve kıçtaki iki sertüyüp sırayla
tekmil verdi, torpido telgrafları verdikleri bilgiyi çmçınlarla
ayrıca teyit edecekti:
“Baş üç ve dört, tanzim suyu verildi, hazır.”
“Kıç bir ve iki torpido kapakları açıldı, hazır.”
Kumandan muhabere borusundan sordu:
“Seda dinleme, temas var mı?”
“Menfî.”
Boynuna asılı kronometreye bakıp hesapla, manevra
levhası üzerinde destroyerlerin her an değişen yerlerini
ikide bir işaretleyen Mülazım ise nihayet, “Dokuz dakika
sonra tepemizde olacaklar, emirleriniz?” diye sordu. Ancak
cevap vermek için ağzım hayvani bir iştah, hatta şehvetle
açan Kumandanın, azim ve kararlılıkla çenesinin öne fır­
layıp alt dudağının da öfkeyle büzüldüğünü, gözlerinde ise,
süngü hücumu emreden zabitlere mahsus cesaret kıvılcım­
larının pervasızca oynaştığını görünce, bir kaç-saldır tuza­
ğına düşmek üzere olduklarını anladı. Öngörülebildikleri
için saldıranların, kaçanlardan daha kolay avlar olduğunu
bildiğinden, Kumandanın kulağına şunları fısıldadı:
“Üstlerine gitmemize gerek yok, çünkü onlar zaten
üstümüze geliyorlar, bırakın gelsinler, bekleyelim.”

70
Mülazım yalan söyleyenlerin yaptığı gibi Kumandanın
gözlerinin tam da içine baktı. Dudaklarını bir yaladıktan
sonra sözlerine devam etti:
“Taarruz edersek planları zaten belli, kaçarsak bizi tah­
min edemezler, inisiyatif bizde olur, bize tâbi olurlar.”
Ardından şunu ekledi:
“Yani kararlarımıza boyun eğerler.”
Kumandanın duraksadığını görünce devam etti:
“70 metrede mıknatısi izimizi bulamazlar, motorları
istop ettirip ağırlığımızla o derinliğe ufkî dümenlerle ine­
riz, bu kendiliğinden 600 metre yol almak demektir, ses­
sizliğimizden hidroforda da duyulmayız, ilki üstümüzden
geçince sarnıçlara hava gönderip suyun kaldırma kuvvetiyle
sessizce periskop umkuna, yine ufkî dümenlerle çıkarız, bu
da 600 metre yol almak demektir. Sürpriz üstünlüğümüz
var. Onların taarruzu satıhta, bizim müdafaamız ise hacim­
de. Onların seyri iki buutluyken bizimki üç buutlu. Sonuçta
üstün taraf biziz.”
Bunları bir çırpıda söyleyen Mülazım lafını şöyle
tamamladı:
“Rest yerine pas deyip 70 metreye sessizce ineriz, kartlar
bu müddet içinde yeniden dağıtılınca dört asla rest çekip
ateşleyeceğimiz dört torpidoyla onlara kare as açarız.”
Üstün asta yaptırma yolu emir vermek iken, astın üste
yaptırım yolu bilgi vermekti. Gözlerini kırpıştıran Kuman­
dan sertçe, “Tavşan ya da tazı değil, hızlı koşan kazanır.
Başla hesaba,” dedikten sonra seyir âmirine, “Orta sarnıca
500 litre almaya hazırlan, rota üç-beş-altı,” diye fısıldadı.
“Periskop yukarı,” dedi ve göz merceğinden baktıktan
sonra yeni değerleri bir çırpıda söyledi:

71
işaretle ... hedef bir, vaziyet zaviyesi ... iki dokuz
mesafe ... iki bir beş sıfır ... Hedef iki, zaviye ... üç sıfır
mesafe ... bir beş beş sıfır, sürat aynı, periskop aşağı!”
Periskoptaki pusula mükerririnden değeri okuyan Hafız,
bunu elindeki torpido direktörüne, diskini çıtçıtlarla dön­
dürerek girdi. Diske bağlı kolun sürgüsünü hedef süratine
göre ayarladı ve torpidolara girilecek devvâre zaviyeleri­
ni buldu. Ardından Mülazım, destroyerlerin mevkilerini
manevra levhasında yeniden işaretleyip bir süre takip ettiği
kronometreye tekrar bastıktan sonra Kumandan, “Başlıyo­
ruz,” dedi, “Her iki motor istop, suyu sarnıca alın, 20 derece
zaviye ile 70 metreye. Su altı seda dinleme! Kulağını aç.”
Ancak verilen talimata rağmen motorlar hâlâ çalıştığı
için, Kumandan ağzım muhabere borusuna yaklaştırıp
bağıracaktı:
“Manevra! Her iki motor istop!”
Telgraf tutamağını çınçınlarla birkaç kere daha ileri geri
oynatarak ibreyi tekrar aynı yerde bıraktı. Fakat motorlar
hâlâ faaldi. Kumandan tabancasının kabzasıyla bu işten
sorumlu Züp’ü sertçe dürtükleyince, şaşkınlık uykusundan
uyanamamış bu adam doğruca manevra dairesine koştu. O
sırada valfler açılmış ve su saatleri okunurken tahtelbahir
gemisi, ufkî dümenlerle kontrollü olarak, bir yokuştan usul
usul iner gibi yavaş yavaş, derine gitmeye başlamıştı. Tazyik
arttıkça mukavim tekneden, adamın kulağım yırtıp ciğerini
pâre pare eden ağlamaklı gacırtı iniltiler geliyor, sanki o
çelik dev ağlayıp ağıt yakıyordu. Aşın tazyikten tepeden
şıpır şıpır sular damlarken santral dairesinde herkes nefe­
sini tutmuş, âdeta ciğerlerinden geri vermeye korkuyor,
imanları kadar kıymetli bu soluğu, iman tahtaları altında

72
canlan gibi muhafaza ediyorlardı. O esnada Kumandan
durmaksızın, “Manevra dairesi! Derhal istop! Sağır mısın?
Derhal! Mühendis Bey, orada mısın? Züp! Züppe!” diye
bağırıyor, ama motorlar hâlâ çalışıyordu. Nihayet kro­
nometreye bakıp kendi mevkilerini ve destroyerlerinkini
manevra levhası üzerinde durmadan işaretleyen Mülazım,
kötü haberi verdi:
“Hesaplar artık bozuldu, yeni rasat lazım.”
Ne yazık ki düşmanların birbirlerini gözleriyle değil,
matematikle görebildikleri bir devirdeydiler. Motorlar
durdurulamadığı için de onları dinleyen destroyerler mev­
kilerini bulmuş olabilirdi. İşte o sırada, su altı seda dinleme
gediklisinin fısıltısı işitildi:
“Sancak kıç omuzlukta pervane sesi!”
Santraldakilerin kesik kesik solukları sıklaştı. Derken
tepesindeki, hidrofona bağlı el çarkını yavaşça çeviren
adam, “Şimdi sancak kemere hattında,” dedi. Çarkı usul
usul döndürdükten sonra ise ağzından şu sözler döküldü:
“İskele kıç omuzlukta ikinci pervane sesi!”
Bunun üzerine oradakiler korku içinde Kumandana
baktılar. O ise, “Düşmanın dinleme ayarlarını bozacağız,
motor devrini değiştirelim,” dedikten sonra Mülazım mu­
habere borusuna ağzını dayayarak, “Makine dairesi, her iki
motor pek ağır yol, ileri!” diye bağırdı. Cevap gelmeyince
aynı emri, daha da bağırarak tekrar etti. Bu sırada, kıç ufkî
dümendeki Daz sıkıntıyla dönüp şunu söylemişti:
“Tahtelbahir içinde binleri durmadan kıpırdıyor, den­
geyi ikide bir bozuyorlar, terazi kabarcığı bir sağa bir sola
gidip geliyor, sanki dairelerden birinde beş on kişi, ileri geri
koşturup duruyor, tekneyi dengede tutamıyorum.

73
Bunu duyunca Kumandan o anda yerinden hışımla
fırlayarak erbaş yatak yerinin fosfor bronzu kaportasını
açıp içeri atladığında, geçen nice seneden sonra yine ilk
kez, korkunun ta kendisiyle tanıştı. Uzun zamandan beri
cesurdu, çünkü korkulacak her şeyden bir kez korkmuş,
geriye bir şey bırakmamıştı. Ama bir metreden azıcık
fazla boyu, kara kızıl ışıldayan gözleri, ağzından değil ama
kulaklarından puf puf verdiği siyah ve kükürtlü dumandan
ibaret pis nefesi ile o sabunlaşmış, o tıknaz yaratığın, “Ğeğ!
Ğeeeğ! Ğeğ! Ğeğ! Ğeeeeeğ!” diye korkunç çığlıklar atarak,
küçük topuklarını sintine kapaklarına güm güm gümbür­
tüyle vura vura tam da üzerine koşturduğunu gördüğü an,
göbeğinde pıt diye bir şey hissetti. Gözleri karardı. Canı ve
ruhu artık gitmiş halde, külçe gibi yere yığıldı. Öd kesesi
patlamıştı.
Santralde seda dinleme gediklisi Mülazım’a, “Tam üstü-
müzdeler,” diye fısıldadığında, Kumandanın açtığı kapor­
tadan yatak yerine bakanlar, kısa boylu canavara yakalan­
mamak için sağ kalanların zangır zangır titredikleri halde
üçlü ranzaların en üstüne sığınıp sıkıştıklarını, sabunsu
canavarın ise gayret edip bir iki sıçrayışla, çeneleri korkudan
takır takır çarpan bu zavallılardan birini yakalayabilmesi
akabinde, ensesinden tuttuğu adamcağızı yerde feryat figan
sürükleye sürükleye demir sandukaya götürdüğünü, derken
kaldırıp içine attığını gördüklerinde dehşet içinde kaldılar.
Karagümrük ise söve söve, sandukanın taşıma sırığıyla
kendini savunmaya çalışıyor, canavar yaklaştı mı bu uzun ve
kahn sopayla onu geri geri ittiriyordu. Cesaret bulup ranza­
dan atlayarak santrale doğru kaçmaya yeltenen olduğunda
canavar arkasından bir çırpı koşturuyor, bacaklarına ansızın

74
atılıp yere devirdikten sonra, bu zavallıyı da götürüp san­
dığa atıyordu. Üstüne üstlük mahluk oradan dönüp, “Geğ!
Ğeeeğ! Geeeeeğ!” diye yeni kurbanını yakalamaya girişti­
ğinde demir sandık, içine atılan adamcağızın etini iliğini,
kanını canını emdikten sonra bir “Tuh!” sesiyle tükürerek,
zavallıdan kalan küspeyi şap diye tavana yapıştırıyordu.
Öyle ki daha şimdiden, o karademir sandığın pek lezzet­
li bulmadığı kanlı elbiseler ve kalıntılar, tepeden salkım
saçak sarkıp çok geçmeden düştüğü için, zeminde kandan
ıslak bir yığın oluşmuştu. Bu arada sabunsu canavar, bazen
doğruca makine dairesindeki deponun manivelasını çekip
yere kömür boşaltıyor, ardından da kendi göbeğindeki o
madeni kapağı, çengelini kaldırıp açarak kömürleri avuç
avuç buradan içeri atıyor, ona hayat veren ateşi canlandırı­
yordu. Fakat bunu yapmadan önce mutlaka yere bir çöme-
liyor, göbeğinin hemen altındaki madenî halkayı itip itip
çekmek suretiyle, yakıp sindirdiği kömürlerden kalan korlü
kıvılcımlı külleri, makatından yere boşaltıyordu.
Onlar bakakaldıkları sırada Karagümrük kaportaya
doğru bir atıldıysa da canavarın kendisine yetiştiğini
görünce demir levyeyi kaptı ve yaratığı geri geri ittirmeye
çalıştı. Nihayet öfkeyle bir küfür savurup levyenin keskin
ucunu var gücüyle canavarın ağzına daldırdı. Ama demiri
pençeleriyle kavrayıveren canavar, kasa hırsızlarına mahsus
asetilen üfleçlerinin alevine benzer sivri dişleriyle lokmalar
kopara kopara ağzındaki madeni levyeyi iştahla yemeye
başladı. Lokma üstüne lokma koparıp mideye indirdikçe
demir çubuk kısalıyor, yaratık kendisini madenî levyeyle
adetâ bu şekilde besleyen zavallıya santim santim yaklaşa­
rak adama korku feryatları attırıyor, lokmasını yuttuğunda

75
ise arada bir geğirmesi sonucu ağzından, ortalığa sarımsa-
ğımsı kükürt kokusu yayıyordu.
Fakat işte o anda satıhta, üstlerinden geçen destroyerin
pervanelerinden for for gelen korkunç gümbürtüyü işitiver-
diler. Seda dinlemedeki gedikli o anda, “Su sesi!... Derinlik
bombaları! diye korkuyla haykırdıktan sonra, kulaklığını
çıkarıp tepedeki el çarkına tutundu. Dehşete kapılmıştı.
Yüreciğinin pıt pıt pıtırdadığı göğsü durmadan inip kalk­
tığı ve nefes nefese kaldığı için, zapt etmeye çalıştığı korku
gırtlağından, ağlamaklı ‘Hğ! Hğ! Hğî’gibi düdüksü
kukumav sesleriyle parti parti çıkıyor, sanki zavallı, içindeki
muazzam basınçlı azgın korku istimini ancak bu küçücük
emniyet supabından peyderpey koyuveriyordu. Gedikliden
farklı olmayan diğerlerinin de yürekleri üç buçuk atıyor,
göğüsleri o anda nabızlarına eşit hızla inip inip kalktığı
için, tazı gibi her soluk alış ve verişlerinde açık ağızların­
dan, mors alfabesine benzer guguklu cikcikli seri kuş ses­
leri sanki hıçkırıklarla patlıyordu. Pervanelerin fokur fokur
gümbürtüsüyle tepelerinden geçerken tahtelbahir gemisini
zangırtıyla titreten destroyerin ansızın birbiri ardına bırak­
tığı derinlik bombaları yetmezmiş gibi, topuklarını sintine
kapaklarına güm güm vura vura, yan dairede bir aşağı
bir yukarı bam bam koşturan canavarın basıp durduğu,
“Ğeeeğ! Ğeğ! Ğeeeğ! Ğeeeeeğ!” çığlıkları da, kulaklarında
çın çın çınlıyor, oradan iman tahtalarında yankılanıp sırça
ruhlarım parça pâre ediyor, bu seslerin her biri onları defa­
larca, âdeta kaba kağat gibi cart cart yırtıp atıyordu.
İşte bu sırada oradaki herkese, “Yanlardan uzaklaş!
Ortaya tutun!” diye bağıran Mülazım, camını kırdığı
dolaptan kaptığı anahtarı Hafıza firlattı. O da cephane

76
dolabını açıp otomatik bir Colt alarak mermi kutusunu
yırtıp açtı. Çoğu yere döküldüğü için titreyen ellerle ancak
dört mermi basabildiği şarjörü şak diye taktığı tabancanın
sürgüsünü çekip bıraktı. Ardından o tıknaz canavara tevcih
edip dört kez ardı ardına patlatarak bütün daireyi bangır-
tılarla çınlattı. Bunun üzerine sabunsu yaratık birkaç adım
gerilese bile, ağzından öfke kıvılcımları püskürte püskürte
ona yine saldırdı ve paçasından yakalayıverdi. Zavallıyı sır­
tüstü demir sandığa sürüklediği esnada canavar bir yandan
da, yere dökülmüş tabanca mermilerini teker teker topla­
yıp sanki leblebi yutar gibi bir bir ağzına atıyor, bunlar da
onun kömür ateşi yanan midesine inip orada cin mısırı gibi
patladıkları için, yaratığın göbeğinden, “Çat! Patapat! Çat!
Pat! Çataçat!” sesleri geliyor, işitenlerin yüreği de oracıkta
ağızlarına varıyordu. İşte o anda, insan kulağının algıla­
yamayacağı kadar muazzam şiddette art arda patlamalar
herkesi yerinden uçurdu.
Adamı zeminden fırlatıp tavana pirzola gibi yapıştırdık­
tan sonra, oradan da et parçaları halinde salkım saçak ve
lime lime, ağır ağır ve usulca, yine yere dökecek kadar
büyük ikinci patlamayı, şansı varsa kişi, ancak bedeniyle
algılayabilirdi. Hemen altlarında infilak eden derinlik
bombasının neşrettiği şiddetli şok dalgası, bütün tahtelba­
hir mürettebatım ansızın zeminden havalandırıp tavana
yapıştırmıştı. Dairelerde ahlamalar, inlemeler ve acı dolu
feryatlar işitiliyordu. Patlamanın olduğu an şiddetli şok
dalgası, tahtelbahrin çelik gövdesi altından yukarıya doğru
mermi gibi hızlı giden çelik parçaları kopartmış, bunlar
ise üstlerinde, insan ve donanım, boru ve batarya ne varsa
âdeta kurşun gibi delip geçerek tavana çarpmış, üstelik

77
d' oradan n„ t,n sekerek daha nice zarar vermişti
ajer dordu daha uzakta infilak ettiği için, galiba en kor-
kuncu buydu. Destroyerin pervane gürültüsü de nihayet
yavaş yavaş yitti gitti.
Santral dairesindeki yanık kablo kokusu genizlerini yak­
mıştı O feryat figan, vaveyla, öksürük ve inildeme sesleri
arasında, sigortalar patırtılarla tek tek attığı için karanlıkta
kalan bu dairede el fenerlerinin ışık büzmeleri, kâh ıstırap
içindeki kan revan bir çehreyi, kâh kırık kemik dolu çuval
gibi yere yığıh bedenlerden yükselip imdat dilenen elleri
aydınlatıyordu. Kısa devre sebebiyle elektrik panosundan
kıvılcımlar âdeta fişkırıyor, iki kişi de yangını söndürmeye
çalışıyordu. Ama buna gerek yoktu, çünkü oksijen azaldığı
için alevler zaten kendiliğinden sönecekti.
Santralde mürettebat kan revan içinde inilderken,
muhabere borusundan, “Hasar tespit!” diye bağıran Müla­
zım, ardından yangın söndürücüyü kapıp derhal yatak yeri­
ne geçerek pimi çekti ve orada, ikinci hücumuna yeltenen
canavara sıkmaya başladı. Yegâne gıdası ateş olan canavar,
bir yandan harlayan alevler gibi har har horul korkunç
sesiyle Mülazıma küfürler ediyor, diğer yandan acıyla,
" Ciğğğ! Ciiiğ! Ciğğğğğ! Ciğiiiiğ!”diye acı çığlıkları basıyor,
ayrıca galiba geri geri adımlar da atıyordu. Karagümrük
de başlarına bela aldıkları sandukanın o kalın taşıma sırı­
ğıyla tıpkı bir şövalye gibi dürte ittire, hücuma yeltenen
korkunç mahluka müşküller çıkarıyor, bu esnada hem dua
hem de küfür ediyordu. Sonunda canavar yangın söndü­
rücü marifetiyle manevra dairesinden, ta makine dairesi
kaportasına kadar geri püskürtüldü. Oradan da içeri niha­
yet tıkıldığında, Mülazım ve yardımına koşan Kral Çavuş

78
kaporta çarkını döndürüp kilitleyiverdi. Ayrıca açılmasın
diye kilide kocaman bir yarımay anahtar sıkıştırdılar. Bu
sırada biri korkuyla feryadı bastı:
“Klor gazı!”
Mülazım oradakilere duyurdu:
“Maskeleri takın!”
Gözünden yaşlar aktığı halde Kral ise, öksürerek güç­
lükle şunu söyledi:
“Filtreleri 20 dakika dayanır, satha çıkmamız lazım.”
O anda Sancı santralden maskelerini getirdi ve dar­
belerden suratı kan içinde kalmış bu adamın ağzında şu
umutsuz sözler döküldü:
“Yapamayız, anında mahmuzlarlar! Gaz sızıntısını önle­
mek şart.”
“Sabun!” dedi Mülazım telaşla, ardından Karagümrüke,
“Ne kadar sabun varsa getir, dövüp parçala, bütün gliserini
de getir. Derhal!”
Derken şu karan verdi:
“Sintineye su alıp bu dairedeki bütün bataryalan boğun,
baş daire bataryalan ise seri bağlanacak, asgari 30 ampere
ihtiyacımız var, rovettoyu çalıştıracağız, Sancı Bey! Züp
ilgilenecek, Züp nerede?”
İşte o anda, son birkaç lamba da söndü, ardından elekt­
rik motorlanmn vınıltısı da kesildi ve bu zifirî karanlıkta
bir ölüm sessizliği başladı.
“Züp iptal,” dedi Sana, “İş benim.”
Ardından korkuyla haykırdı:
“Umk müşiri düşüyor! Batıyoruz!”
“Mukavim tekne 150 metreye kadar! 200’de kâğıt gibi
eziliriz. Züp! Züp!”

79
“Sarnıçlara hava gitmiyor! Tazyik sıfır!”
“Batıyoruz!”
Karanlıkta kâh orada kâh burada parlayan el fenerle­
rinin ışıkları, bir yırtıcıdan kaçan avlar gibi daire içinde
oynaşıp kaçışıyor, manometrelerdeki tekinsiz değerlerden
ibrelerin gösterdiği korkunç rakamlara, çatlayıp flanşlardan
firlayan cıvatalardan valflerin boşa dönen kulplarına doğru
ne kadar koşuşup dursalar da, sığınacak emniyetli bir yer
bulamıyorlardı. Mukavim tekne sanki acı içinde, gacırtıyla
inlemekte, satıhta deli ve derinde zırdeli olan derya, valfleri
zorlayıp tapaları attıra attıra çelik tekneyi hızla fethetmek­
teydi. Çatlayan borulardan ardı ardına patlak verip şiddetle
fışkıran suyun ıslığımsı zırıltıh sesi yanında, can korkusuyla
mürettebatın, o gırtlakları hançer gibi yırtan tiz ve keskin
çığlıkları da duyuluyordu:
“Tahliye tulumbası devre dışı! Elektrik takati sıfır!”
“Muzayyik hava 90 atmosfer!”
“Haricî imlâ nozülünde kaçak1 85 atmosfere düştü!”
“Daha da düşüyor!”
“Ana tevziî sandığına! İmlâ nözül valfını kapat!”
“Göremiyorum! Karardık Hangi valf?”
“Kulpu dışbükey! Diğerine dokunma!”
“Bir ve üçüncü grup hava şişeleri iptal! İştirak valflerin
kapa! Valf sandığında iki ve dördü aç!”
“Hâlâ batıyoruz! 37 metre!”
Bu esnada, az evvel canavarı kovaladığı sırığa sanki
ahrete yapışır gibi eliyle sımsıkı yapışmış Karagümrük,
âdeta Cenaballah’ın isimleriyle zikredercesine bir yandan
tespihini çekip diğer yandan umk müşirine bakarak metre­
leri sayıklamaya başlamıştı:

80
“39 metre ... 42 ... 44 ... 49 ... 51 metre ... Yâ Allah ... 52
...54 ... 58 ...Yâ Rahman ...Yâ Rahiym ...60 ...61 ...64 ...Yâ
Melik ... Yâ Kuddûs ... Yâ Selâm ... 68 metre ... Yâ Mümin
... Yâ Müheymin ... Yâ Aziz! ... Yâ Cebbar ... 71 ... 74 ... 75
... Yâ Mütekebbir! ... Yâ Hâlık! ... Yâ Bâri! ... Yâ Müsavvir
... 77 ..79 ... 80 ... Yâ Gaffar! ve Yâ Kahhar! ... 90 metre! ...
Oyyy! — Oyyy!... Oyyy! Anacığım! Bubacığım! Gitti öksüz
yetim oğlunuz derya dibi daltaşak! Kodu sizi dünyada bir
başına, elden ayaktan düşmüş, yaşlı başlı! Oyyy!”
îşte tam bu sırada, Allahuteala’nın üflediği hayat nefe­
si gibi sarnıçlara gönderilen havanın fosurtusu duyuldu.
Sancı, manevra valfıni çevirdikten sonra imlâ sarnıçlarına
dolan tazyikli hava suyu tahliye etmeye başlamıştı, öyle
ki, tahtelbahir gemisi biraz daha derine gittikten sonra
kalakaldı ve ardından ağır ağır, derken daha hızlı satha
yükselmeye başladı.
Umk müşirine baktıktan sonra doğrulup bir kutu
mermi alan Mülazım,az önce Hafızın kullandığı tabanca­
yı doldurdu ve derhal santrale geçti. Orada periskopu sanki
annesiymiş gibi kucaklayan Züp donakalmıştı. Beyni artık
âdeta, içinde fikirler yerine tüttürülmüş esrar dumanları
misali uzun yüzgeçleriyle birkaç süs balığının usul usul yüz­
düğü huzurlu bir akvaryum gibiydi. Zaten boş bakan boz
pörtlek gözleri ve sanki bir şey söylemek ister gibi heyecan­
dan kâh açılıp ve kâh kapanan dudakları ile o da bu Japon
balıklarından pek farklı sayılmazdı. Korku denilen huzurlu
uykudan bir türlü uyanamadığı için Mülazımın kendisine
silah doğrulttuğunu da göremedi. Tabanca üç kez ateşle­
nince Züp cansız yere yığıldı. Ortalığa barut gazının kes­
kin kokusu yayılmıştı. Bir yaralının feryatları zaten korku

81
içindeki mürettebatı etkileyeceğinden, Mülazım öldürmek
için ateş etmiş ve herkesin görmesi için fenerini bir süre
cesedin üzerine bile tutmuştu. Böylece görev yerini terk
edip disiplini çiğnediği için öldürülen adamı seyredenlerin
hayatta olma üstünlüklerini yaşamasını sağladı, tahtelbahri
tehlikeye atan Züp’e öfkeleri ve gözünü kırpmadan adam
öldüren Mülazıma korkuları birleşerek, onları hayatta
tutan bir kudret olarak adamların yüreklerine yerleşti.
Neden sonra Mülazım oradakilere şöyle dedi:
“Ölmekten korkmayın, buradaki tek ölüm sebebi artık
benim.”
Hemen ardından batarya dairesinde maskelerini başları­
na geçirip kaportayı kapatarak bulundukları yeri izole etti­
ler. Koca bir çuvalın yarısından fazla sabunu ezdikten sonra
karavana kazanma dolduran ve üstüne trim sarnıçlarının
bütün yedek gliserinini döken Karagümrük, kendisinden
istenileni çarçabuk yapmıştı. Sancı ile sintine kapaklarını
açıp eriştiklerinde buradaki su içinde, klor gazı sızdıran
bataryaları gördüler. Zehirli gaz kabarcıklar halinde pıtır
pıtır sintine suyunda yukarı yükseliyor ve yüzeyde patır­
dıyordu. Bu gazı biraz daha solumaları halinde akciğerle­
rinin parçalanması, kan tüküre tüküre, acı içinde kıvrana
kıvrana ölmeleri kaçınılmazdı. Hemen işe koyulup sabunu
avuç avuç sintine suyuna, bataryaların üzerine döke döke
karıştırdılar. Klor sızdıkça su köpürüyor, gaz da baloncuklar
içinde hapis kalıyordu. Böylece geçici bir süre için de olsa
bu daire içine, ardından sabunlu baloncuklarına hapsettik­
leri zehirli gazı iki kere üst üste yalıtmayı başarmışlardı.
Bu sırada Sancı baş taraf bataryalarını devreye sokmuş
olmalıydı ki tepe lambaları yanıverdi. Yatak yerine bir kez

82
daha baktıktan sonra, kaportayı kapatıp bu tehlikeli daireyi
böylcce mühürlediler. Artık maskeleri çıkarabilirlerdi.
Koskoca karbon filtrelerinden dolayı meşakkatle nefes
alabildikleri maskeleri çıkardıklarında, bu kez santral daire­
sinin duman ve yanık kablo kokan havasını teneffüs ettiler.
Umk müşiri 50 metreyi gösteriyordu. İşte bu sırada, gözle­
rini sımsıkı yumup kulaklıktan gelen pervane sesine teksif
olan seda dinleme gediklisi, kalın dudaklarından tükürük
baloncukları saçarak telaşla, “Pervane sesi,” diye fısıldamış­
tı. Ardından tepesindeki tamburayı sağa sola çevirip bir an
duraksadıktan sonra,“İkinci pervane sesi ...Yüksek devirde
... İskele kemere hattında ... süratle yaklaşıyor,” diye devam
etti. Bunları söylerken korkulu sesi, oktav deliğine ikide bir
basılan klarnet gibi sık sık çatlayarak, bariton ağırbaşlılığı
ile çocuk zırlaması arasında dalgalanıyor, sanki adamın yaşı
7 ile 70 arasında zıp zıp gidip geliyordu. Derken dehşet
içinde bağırdı:
“Üzerimize geliyorlar! Manyetik izimizi buldular, motor
sesi arıyorlar!”
Art arda saldırıp yegâne varlığı olan cesaretinden kanlı
lokmalar kaparak kaçan vahşi kurtlardan farksız umutsuz­
luk, korku, vesvese gibi duygularla kıran kırana mücadeleye
giriştiği için gözleri öfkeyle parlayan Mülazım, “Sahayı
bulurlar ama mevkiimizi değil,” dedi, “Bekleyeceğiz. Sancı,
rovettoyu çalıştır, yaralılarla ilgilenelim, sonra da hasarla.
Bu arada kıç torpido ne durumda?”
“Cevap vermiyor, ele geçirildi. Ya kaportayı açtılar ya da
canavar içeri girmeyi başardı.”
Kulağım muhabere borusuna dayayan Mülazım, demir
sanduka içinde esrarengiz bir şekilde husule gelip tahtelbahir

83
gemisine duman attıran o mahlukun, ta kıç dairelere uzanan
pirinç boru boyunca, derinlerden çın çın titreşerek uğulda­
yan gırtlaksı ve yutaksı mırıltılarını işitti. Ancak santralde
zaten sızlayıp ıhlayan, beddua sinmiş gibi perişan mürette­
batın bir de buna kulak kabartabileceği gönlüne doğunca,
borunun hunisini hemen kapattı ve ses kesildi. Tam da bu
sırada, tepelerine yakın geçen destroyerin pervane güm­
bürtüsünü de işittiler. Gürültü yürekler hoplata hoplata
bir vakit sonra yitip gittiğinde, şilepten getirilen o uğursuz
çivilerin, botun salınımıyla bir ileri kâh geri tıngırdamaları
dışında ses seda duyulmaz olmuştu. Sadece onları 50 met­
rede sabit tutan otomatik umk ayar aleti rovettonun madenî
mekiği zaman zaman, çat çat sesleriyle gidip geliyor, ara sıra
ise tulumbayı kendiliğinden vınıldatıyor, tahtelbahir gemisi
uzun aralıklarla inip alçalarak olduğu yerde raks ediyordu.
Motorlar sustuğu için dinlenmeleri ve mevkilerinin tespiti
şu an mümkün değildi. Ama bu geçici selamet anında, bir
tek efkâr sigarası için neredeyse 10 kibrit harcadıklarına
bakılırsa hava kirlenmişti. Nitekim Karagümrük oradaki-
lere votka eklediği kahveyi dağıtırken Kral Çavuş, bir ecza
ampulünü kırıp içine fenol damlatarak çalkaladı. Ampulde
kırmızı olması icap eden sıvı bembeyazdı. Hava tamamen
bozulmuştu. Çavuş bir süre Drager aleti başında ölçüm için
uğraştı durdu, ama evet, gaz karbon tehlikeli sınırı geçmiş­
ti. Bu yüzden derhal hava temizleme donanımım devreye
soktu. Az sonra, gaz karbonu emen kali kutularından su
damlamaya başlamıştı. Yaptığı hesabın neticesini Müla-
zım’a hemen bildirdi:
“Su altında en fazla 2 saat 20 dakika kalabiliriz. Tütün
içilmezse 3 saat.”
84
Bu sırada kıç omuzluktan yaklaşan ikinci destroyerin,
satıhta gümbürtüsü duyuluyordu.
Mülazım cevap verdi:
“Bırak tüttürsünler, havadan çok morale ihtiyaçları var.”
Bu lafının akabinde, tabakasından bir sigara çıkarıp o da
yakmıştı. Birer tane Sancıya ve Krala da tuttu. Ardından
Çavuş’a, “Dümenciler dahil şimdiki vardiyayı acemilere ver,”
dedi, “Sayıyı asgari tut, diğerleri ve usta olanlar, hareketsiz
yatıp dinlensin, az sonra onları zinde ve kuvvetli istiyorum.”
Sigarasından derin bir nefes çektikten sonra, ufkî
dümenci oturaklarından birine çöktü, Sancı ise diğerinde
oturmuştu. Deminki keşmekeş herkes gibi onu da perişan
etmişti. Son birkaç saat zarfında, feleğin sille üstüne sille
çarptığı mürettebatın iflas borusu öttürmesine ramak kal­
dığını biliyordu. Bu şuurla, sigaradan çektiği efkâr duma­
nını savurduktan sonra şöyle dedi:
“Sanki insanoğlunun 1000 yılda başına gelenlerin tama­
mını biz yedi saatte yaşadık.”
Votkalı soğuk kahvesini bir dikişte tıkırdatıp bitiren
Sancı’nın baş işaretiyle Karagümrük hemen yenisini dol­
durdu. Aşçının da elinde koca bir fincan vardı, ama o ken-
dininkine sadece votka koymuştu.
“Ya tekinsiz ganimet,” dedi Mülazım, bot salındıkça
zeminde ileri geri tıngırdayan mıhlan ayağıyla savurarak,
“Şu altın sanduka, yaldızlı melekli, cicili bicili, süslü püslü.
Acaba hepimiz hayal mi gördük? Cümleten çıldırdık mı?
Altını demirle mi kanştırdık,meleği ifritle,Tanrıyı şeytan­
la? Işığa gidelim derken karanlığa mı daldık? Cennet yeri­
ne cehennemi mi seçtik? Mızrak çuvala sığdı, ama olanlar
aklıma sığmadı.”

85
Adamın sözlerine kulak veren Karagümrük uzaktan
tevekkülle^ “Allah bizi bildiğimizden, gördüğümüzden
ayırmasın,” diye mırıldanmıştı. Aşçının o halini görenler,
Mülazım’ı değil de, camide imamın hutbesini yahut bir
şeyh vaazı dinliyor zannederdi. Allah için, mürettebatın
dini bütün olan neredeyse tamamı, ölümden sonra dirilişe
ve meleklere kamilen iman ettiklerinden, yani inanılması
en zor ve hatta imkânsız şeylere bir kez inandıklarından,
tabiatüstü görünen diğer şeyleri, mesela altın sandığın
demire dönüşmesini ve içinden çıkan canavarı alelade
sayıp hayatın ve hayatlarının olağan akışı içine zaten çok­
tan yerleştirmişlerdi. Çünkü hem imanları hem de batıl
itikatları gayet sağlamdı. Hatta asgari oksijen sarfı için
baş torpido dairesinde hareketsiz dinlendikleri o esnada
aralarında fısır fısır, sızı ve yaralarına ilaç ve merhem tav­
siye eder gibi, hortlak ve ifrit gibi tabiatüstü tehlikeler için
faydasını gördükleri duaları ve sihirli lakırdıları birbirlerine
ısrarla önerdikleri kesindi. Çünkü kimi erliğini bağlayan
bir cadının suratına ağzındaki okunmuş suyu püskürtmüş,
kimi ise, kendisini tiyatro sanatçısı diye yutturmaya kalkan
ama dudaklarını kıpırdatmaksızın gaipten konuşan bir
ifriti haykıra haykıra tekbir getirerek, iki mahalle kovala-
mıştı. Dedikleri doğruysa bazısı, hem de erkekler gününde,
göbektaşı üstünde hamamanası görmüştü. Bazısının ise
ecinnilerle merhabası vardı.
Kendilerince tabiat ve tabiatüstü arasında sınır bulun­
madığı, hatta ikisi aynı şey olduğundan, mürettebatın
rütbesizleri için o tekinsiz sandık ve içinden çıkan mahluk
izaha fazla muhtaç değildi. Ergitilmiş tunç dökülen kalıp­
tan çıkma mamulden farksız o sapasağlam beyinleri, sanki

86
pürüzleri talim ve terbiye ile raspalanıp ışıl ışıl parlatılarak
aydınlatılmış, işte bu zihinsel aydınlanma ile onlar da,
apansız tehlikelere şipşak tepki veren, âni sorulara zınk
diye cevap yapıştıran aklı başında insanlar olmuşlardı.
Ancak zabitler, hele hele Sancı, onlardaki ruh disiplini ve
bütünlüğüne sahip değildi. Ayrıntı sayılabilecek bir olayla
adamın zihni, bir ağaç dolusu kuşun silah patlamasıyla
uçuşması gibi dağıhveriyor, böyle kritik durumlarda da o,
boş boş, sanki zihninin içinde kine bakarken, o kıymetli
zaman israf oluyordu. Ancak kuş sürüsünün o ağaca yavaş
yavaş yine sökün etmesi gibi Sancı bu kez o ayrıntıyla,
zihnindekiler! tekrar istif edip hayati bir karar verebil­
mekteydi. Bu bakımdan sabit, sağlam ve sadık beyinler­
den farklı olarak adamın canlı zihni, kanla dolup boşalan
bir yürek gibi atarak, her yeni olayda tekrar ve tekrar,
sıfırdan işliyordu. Sonuçta oynak kaypak muhtevalarıyla
dağınık zihinler, haznesi barut yerine dönülmez davalar
ve sarsılmaz ülkülerle dolu çelik top güllesine benzer
o sapasağlam ve nüfuz edilemez beyinleri yönetiyordu.
Kör bir sebat, sadakat, hatta saadet ile fezada yörüngesi
boyunca seyreden göktaşları benzeri kafalar, ferman gibi
siyasî, fetva gibi dinî, emir gibi askerî veya itme gibi fizikî
bir kuvvet uygulanan bilardo topları gibi, ıstaka çarptığı
anda birbirleriyle tokuşarak, masadaki altı deliğin hepsine
birden girebilmekteydi. Ancak, hür olduklarını düşünme­
lerine rağmen aslında öyle olmayan bu kişilere Sancı ve
diğer zabitler de dahildi. Bu bakımdan onlar, hesaplama
ve ispatta, matematiğin ve mantığın esaslarına kuzu kuzu
ve hürmetle boyun eğen, itaatkâr ve yumuşak başlı mate­
matikçiler gibiydiler. Çünkü esareti altında yaşadıkları

87
aklın hükümlerini bir ferman gibi kabul etmediklerinde
hayatta olamayacaklardı. Var kalmayı hür kalmaya tercih
ettiklerinden ruhları, içinde dişlilerin tıkırdadığı bir hesap
makinesinden farksız zihinlerinde hapisti. Yaşamak ve bu
uğurda gerekirse öldürmek için zihinleri seyir, atış, denge
ve mevki hesapları yaparken, esaret altındaki ruhları o
sırada bazen abes bir türkü yakar, yersiz bir şiir mırıldanır,
kâğıda anlamsız çiçekler karalar, böylece hürriyet hasretini
az da olsa giderirdi.
“Aynı şey,” dedi Sancı. Bu arada sigarasını tüttürüp kah­
vesini yudumluyordu.
“Nasıl yani?”
“Galiba aynı,” diye tekrarladı, “Yani başımızın belası
sandığın içi ve dışı.”
“İçi ve dışı aynı?”
“Herhalde. İçinde olan dışında, dışında olan da içinde.”
Konuşmaya kulak kabartan Karagümriik kendi kendine,
“Allah akıl fikir ihsan eylesin,” diye fısıldarken Mülazım,
Sancıya dikkat ve şüpheyle baktı. Aklî melekelerinden
emin olmak istiyordu. Hatta bu yüzden biraz endişeye
kapılmıştı.
“Sancı Baba! Ne demek istiyorsun? Çocuk tekerlemesi
mi bu?”
“Hendese dersinde teserakh görmedin mi? Dört buutlu
küp.”
Mülazım onu kaygıyla süzdü, çaresizlikle sustu. Ama o
devam etti: . .
“İşte alıp getirdiğimiz sanduka bizzat öyle. Içı dış, dışı
da iç. Onun hem içindeyiz hem de dışında. Dışı iç idi, der­
ken birdenbire, içi dış oldu.

88
“Anormal bir durum, Sancı Baba,” dedi bu sözlere
anlam veremeyen Mülazım, konuyu geçiştirip dostuna
şüpheyle baktı.
“Evet, para-anormal.”
Kıpırdanan zihnindeki bilgi çökeltisi çalkalanmayla
hareketlenip beynini bulandırdığı için Sancı, şiddetli tipi­
de el yordamıyla ilerlemeye çalışan biri, âdeta bir kör gibi
boş boş bakıyor, karışan dimağındaki tortunun yeniden
çökmesini beklerken sanki iki şeyi, zihni ve gözlerinin ona
gösterdiklerini çakıştırmayı umuyordu. Aslında Sancı’nın
haletiruhiyesini anlamak için onu belki o anda Karagüm-
rük’le kıyaslamak gerekirdi. Aşçı için düşünmek, bir şeye
bakmakla aynı şeydi. Adam o an baktığı şeyin ne olduğunu
düşünürken, aslında o şeyin, zaten bildikleri içinde hangi
şey olduğunu bulmaya çalışıyor, bu yüzden yeni hiçbir şey
öğrenemese bile, ilmini ziyadesiyle artırıyordu. Elbette bu
yolla, bir şeyi anlamak için ya o şeye gözlerini dikip sonsuza
kadar bakmak yahut bu iş çok geçmeden sıkıcı olacağın­
dan, anlamak yerine bir anlam çıkarmak icap ederdi.
Ancak aklının sınırlarım bilen ve bunun ötesindeki
karanlıktan hayaletler ve hurafeler yontmayan Kral Çavuş,
cevap verilemeyecek soruları konu dışı sayardı. Tadımcının
yudumladığı şarabın lezzetini, yahut müzisyenin dinlediği
aryanın güzelliğini anlamak isterken gözlerini kapatması
gibi, o da böylesi zor durumlarda kendi idrakini bilerek
eksiltirdi. Nitekim aklına gelen hipotezlerde boğulmak
üzere olan Mülazım’a, “Süremiz azalıyor,” demişti, “İşimizi
söyleyin. Teslim mi olacağız, yoksa ne yapacağız?”
“Teslim olmak yok,” dedi Mülazım, “Akla dayalı muhare­
be tarzı, kadim denizci örfüne uymaz. Bu yüzden tahtelbahir

89
gemileri daha yüzeye çıktığı an zevkle hatırdır. İkmal yol­
ları üzerindeyiz. Bu yüzden bizi imha etmekte kararlılar.
Direneceğiz.”
“Emirleriniz?”
“Yem! Sancak kovanında yemi hazırla.”
Bitkin halde, torpidonunkine benzer ama daha küçük
kovanın kapağını açtıktan sonra Kral, kalsiyum hidrit dolu
madenî bir silindiri kucaklayıp getirdi. Ağızladıktan sonra
da içeri sürdü. Kapağı kapayıp manivelayı kaldırdıktan
sonra, “Yem tüpte,” diye bildirdi. Kovandaki ‘yem’, tazyikli
havayla torpido gibi ateşlendiğinde, içindeki ecza, su ile
temasa geçtiği an süratle gaza dönüşüyor, gaz da iki ucun­
dan kabarcıklarla püskürürken silindirik yemi, su içinde
10 dakika kadar fırıl fırıl döndürüyordu. Öyle ki takipteki
destroyer, yemin fokurtusunu pervane sesi zannederek
buraya geliyor ve derinlik bombalarını onun tam üstüne
atıp harcarken, tahtelbahir gemisi aslında başka bir yerde
oluyordu.
Mülazım, Krala,“Başlıyoruz,”dedi,“Çocukları uyandır,
gelsinler. Kaç kişiyiz?”
“17 kişi kaldık”
“Gaz maskeleri. Kaç filtremiz var?”
“Kalan sadece on dört.”
Havayı daha da kirletmemek için baş torpido dairesinde
âtıl halde dinlenenler bu sırada, sargılı kafaları ve bandajlı
uzuvlarıyla santrale teker teker girmeye başlamışlardı.
Sessizce yerlerini alırlarken sadece, attıkları her adımda
madem zemin tınlıyordu. Derinlik bombaları infilak ettiği
vakit bedenlerine darbeler aldıklarında canlan fazla yan­
mamışa. Ama şimdi yaraları soğumuş, tehlike geçtiği için

90
bedenlerini, dolayısıyla acılarını hissetmeye başlamışlardı.
Alabildiğine açılıp iki yana ıstırapla gerilmiş dudaklarının
arasında, acıdan birbirine kenetlenmiş dişleri görünüyordu.
Vücutları boyunca yılan gibi dolaşırken kâh orada biraz
dinip kâh burada daha şiddetle peyda olan bel bükücü
ağrılarını, sanki hem yok farz edip hem de tamamıyla idrak
için, gözlerini aynı anda sımsıkı hem yumup hem azimle
açmaya çalıştıklarından suratları kırış kırıştı. Sancıyan
kollarda az takat, zonklayan kafalarda kıt akıl, tekleyen
kalplerde nebze umut kalmıştı. Yaralar için merhem, san­
cılar için yakı, ağrılar için fitil bitmiş, hiç kalmamış, ecza
dolabı tamtakır edilmişti. Daha birkaç saat önce yüzünde
kadın makyajı ve belinde balerin tütüsüyle maskaralık
yapan Parlakçı’nın sol gözü fena şişip morarmış, sağ göz
kapağına sürülü mavi far ile aynı rengi almıştı. Kıç dümen­
cisi Daz’ın ise dazlak kafasında, hem de alnının üstünde
sağ ve solda olmak üzere eşit boyda iki koca şiş vardı ki,
Neüzübillah, bunlar boynuz gibi duruyordu. Nitekim kıllı
elini umk dümenine uzatan Kibar, tutamağı ikide bir çekip
çekip bırakarak Daz’ın önünde kırmızı ikaz ışığı yanması­
na sebebiyet verince ona, “Boynuzlu,” diye laf atmıştı, “Bak
burada bile kırmızı fener yaktırdın.”
Bundan ziyadesiyle gocunan Daz öfkelenerek, haksız­
lığa isyanla Mülazım’a, “Kumandanım, bana alfons diyor,
umumhaneci diyor!” diye şikâyet etti. “Kesin sesinizi!” dedi
Mülazım, “Sana, manevra levhası getir, harekâtı hesap­
layacağız. Sen, Kral Çavuş, manevra dairesine gideceksin.
Yanına birini al, maskelerle hazır olun.”
Bunun üzerine oradakileri süzen Kral, her birinin çehre­
sinde ruhî metaneti kolaçan edip sicillerindeki kabiliyetlerini

91
eşeledikten sonra, “Abdülbeleş! Sen geliyorsun," demişti,
urban seçilen bu adamcağız dışındakilerin o umutsuzluk­
tan kararmış simalarında anlık bir sevinç gülümsemesi, anî
bir esintideki mum alevi gibi o esnada titreyiverdi. Fakat bu
anda Abdulbeleş’in alnında, handiyse bir parmak derinli­
ğinde yeis ve ıstırap kırışıklıkları peyda olmuştu. Neredeyse
kulaklarına kadar varan o uzun ve kalın kaşları kederle,
yanlardan kulak memelerine kıl payı inerken, ortadan da
ta saç çizgisine kadar kalkıp değdi. Muhtemel ki mahşer
gününde de Cenabıhak’tan böyle yakaran ve ağlamaklı bir
çehre ile merhamet dileyecek, istiğfar edecekti. Derken,
sudan çıkarıldığında boğulmadan evvel sekerata girdiği için
ağzı ve solungaçları can havliyle açılıp kapanan bir balığın-
kine benzer şekilde, sanki beyhude bir umut solumak ister­
cesine birbirine kâh değip kâh açılan dudakları arasından,
korkuyla nahv’ı mahvolmuş şu belli belirsiz sözler döküldü:
“Ama ... Ama çavuşum, orada canavar var ... Canavar
orada!”
Sanki bir şey söylemek istermiş ama yüreği de sanki
bir yumruk gibi ta gırtlağına hoplayıp ağzından kaçmasın
diye bu lafi tam orada tutup kavramış gibi, Abdülbeleş’in
titreyen dudakları açılıp açılıp sessizce kapanıveriyor, bu
sırada bir bakıma ciğerleri cızlayan arkadaşları ise ona
acıyarak bakıyor, ama ara sıra, içlerinden birinin kıkırda­
dığı da oluyordu. Sıkıntı, mükafat ve mesuliyet aralarında
eşit dağıtıldığı için üyelerin selamet bulduğu bu gruptan
çıkarılınca kaderine yanan Abdülbeleş, “Çavuşum! Beni
götürme! Anam babam, ömrümün varı, gözümün nuru!
Ölürsem yedi yetim kalır geriye, dört de dul! Hem neden
ben? Neden başkası değil?” diye sızlanmaya başladı. Bir

92
yandan da kaçamaktan, arkadaşlarına kaş çatıp kötü kötü
bakıyor, ama Çavuşa her döndüğünde suratına yine o
ağlamaklı ifade yerleşiyordu. Hal böyle olunca Karagüm-
rük, “Olsun,” demişti, “Zürriyetine biz bakarız, yetim de
kalmazlar, babalık yaparız.”
“Ne dersiniz siz? Nurimin ve Nuriyemin, Alimin ve Ali-
yemin, Osman, İslâm ve Selam’ın babaları siz kıtipiyozlar
olacaksınız ha! Her biri daha dört yaşında! Başlarını siz
okşayacaksınız ve sizin elinizi öpecekler ha! Nah!”
Bunu söyledikten sonra elini kaldırıp bileğini yalamaya
başlamıştı.
“Evet,” diye devam etti aşçı, “Yengelerin namusunu da o
kadar efkâr etme. Evlendiririz, yahut bizzat evleniriz.”
“Abov! Abov! Nah size! Nah size!”
Şaklamalara aldırmayan Parlakçı bile, felaket yolcusu
zavallı adamın tesellisine, katkıda bulunmuştu:
“En fazla, şehit oluverirsin. Bir Yasin ile ruhun cennete
salimen vasıl olur. Üçünü, yedini, kırkını ve elliikini de
Çuçu okur. Değil mi Çuçu?”
“Okurum tabii, hatim bile indiririm,” dedi Çuçu. Dudak
yapısı nedeniyle, elifbedeki patlamalı sesleri daha da bir
patırdatır, Kuran-ı Kerim’i bu yüzden çatapat gibi okurdu.
Abdülbeleş’in sansar yavruları gibi yuvaları içinde kımıl
kımıl gözleri, Mülazım’ın Çavuşa uzattığı tabancada sabit-
lendiğinde anî bir pörtleyiverip, derken ansızın tekrar yuva­
larına yapışmıştı. Aldığı silahın sürgüsünü çekip atım yata­
ğına bakan Kral, dolu olduğunu gördüğü tabancayı beline
sıkıştırdıktan sonra gaz maskelerinden birini Abdülbeleşe
firlattı. İkisi eski filtreleri atıp yenileri maskelere takarken
Mülazım ile Sancı, portatif harita masasına geçip hesaba

93
başlamış, bütün mürettebat da yerlerini almıştı bile. Bozu­
lan hava yanı sıra endişe nedeniyle de soluklar sıklaşmış,
ınıP göğüslerden hırıltılar ve kuruyan gırtlaklardan
öksürükler duyulmaya başlanmıştı.
Ampul patladığı için tavana asılan seyyar lamba ışığın­
da, kâğıt üzerine kurşun kalemle enlemesine çizilen uzun
üçgeni inceleyen Sancı, “Sedanın sudaki sürati belli, umk
ve vaziyet zaviyesi de öyle,” demişti, “Ama parakete kıy­
meti kesin olmayacak. Dolayısıyla mesafe de öyle. Hayatta
kalma şansımız yüzde otuz.”
“Bu yüksek bir şans,” dedi Mülazım, “Emrimle yem
ateşlenecek. Kuleye çıkıyorum. Artık başlayalım.”
Sancı santraldeki herkese teker teker bakarak, “Hazır
mısınız?” diye sorduktan sonra, artarda “Hazır ... Hazır ...
hazır,” bildirimleri duyuldu. Mülazım kuleye tırmanırken
Sancı, Kral Çavuş’a, “Selametimiz avuçlarının içinde, geçin
içeri, sizi orada fazla tutmayacağız,” diyerek, maskelerini
takan manevra ekibine kaportayı açtı. İkisi bir çırpıda yatak
yerine atlar atlamaz, Sancı kaportayı arkalarından kapatıp
kilitlemişti. Ancak işte bu çok kısa süre içinde bile, santral
klor gazı kokmuş, buradakiler de bir müddet hançerelerini
yırtan bir öksürük nöbetine tutulmuşlardı.
Kral önde tabancası yere eğik, bir yandan ta ilerideki
makine dairesinin kaportasını kollayarak usul usul yürür­
ken, Abdülbeleş hemen arkasında onu siper almış, adamın
omzu üzerinden korkuyla, mahlukun olduğu aynı yerden
gözlerini alamıyordu. Solunumu ziyadesiyle zorlaştıran gaz
maskelerinin supaplarından, ilk adamın nefeslerinin uzun
uzun, İkincisinin ise sık sık ve kesik kesik tısladığı işitil­
mekteydi. İç taraftan sabunlamayı unuttuğundan, Abdül-

94
beleş’in yüzündeki maskenin gözlük camları nefesindeki
rutubet ile buğulanmış, hatta yüzeyde tek tük titreyip
tıplayan su damlaları peyda olmuştu. Fakat buna rağmen
ayar sarnıç vanasını açıp su dolduran Kral’ın kendisine
uzattığı kovayı seçebildi. Gerekirse, üzerine boşaltıp yara­
tığı bununla kovacaklardı. Kovayı eline aldıktan sonra takip
ettiği Kral tam o sıra manevra dairesinin kaportası önünde
duraksayarak, lombozdan içeriye bir göz gezdirdi. Ardın­
dan pek ses etmeden çarkı döndürerek kaportayı açtı ve
burayı boydan boya geçtiler. Nihayet vardıkları makine dai­
resine lombozdan bakan Çavuş, ta ileride ve sağda bir şeyi
işaret ediyor, ama Abdülbeleş, maskenin buğulu göz camla­
rı sebebiyle fazla şey seçemiyordu. Yine de karanlıkta sanki
bir şeyler parlayıp parlayıp sönüyor, ayrıca tam da oradan
kulağa garip garip, ürkütücü sedalar ve cızırtılar geliyordu.
Demir sandıktaki ifrit heykelciklerinin neşrettiği elektrikî
şerarelerin cazırtıları bir yana, o boğuk boğuk iniltiler,
kendince mukaddes addettiği karanlık bir varlığa sanki
naralar atar gibi coşkuyla yakaran tam da o mahluktan
gelmekteydi. Hassas bir konuda olduğu anlaşılan bu dua­
sının tecvitinde o kadar azamî bir ihtimam vardı ki, tıpkı
şeytan davetinde okunan büyülü sözler gibi dil, damak, diş
ve gırtlak sesleri ağızdan hele bir yanlış çıktı mı, mahlukun
tapındığı o karanlık varlık, sanki yakarıdaki davete icabet
etmeyecek ve bütün iş suya düşecekti. Işıltıların cızırdadığı
demir sandığın başındaki o sabunsu canavar, eğer Abdül­
beleş yanlış görmediyse bazen ayakta ellerini önde bağlıyor,
bazen ise, “Ğğğooooooooğ!” diye bir nidayla yere kapanıp
orada, “Ğeğ, ğeğ, ğeğ, ğeğ, ğeğ, ğeğ,” diye bir müddet keke­
leyip söyleniyordu. Derken yine, “Ğğğoooooooğ! sedası

95
koyuverip doğruluyor, bu kez ayakta kısa bir süre, “Ğeğ,
teğ» ğeğ» diye mır mır mırıldandıktan sonra, “Ğğğoooooğ!”
avazesıyle tekrar secde etmesi akabinde, ansızın ayağa kal­
karak ellerim kulaklarına götürüyor, böylece tapınmasını
silbaştan edip aynı ameliyeye yine başlıyordu.
Derin bir nefes alıp maskesini biraz aralayan Kral Çavuş,
muhabere borusundan içeri, “Manevra dairesi hazır!” diye
bağırdığı vakit, uzaktan onun sesini hemen işiten canavar,
belki bir saattir emek verdiği o karanlık ibadetini hücum
ederek yakmak istemedi. Fakat o kadar öfkelendi ki, bir
“Ğoooooğ!” narasıyla vardığı secdeden doğrulup bu kez
zeminde bağdaş kurduktan sonra, “Ğeğ! Ğeğ! Ğeğ!” diye
okuduğu o fokurtulu duaları, artık sadece günaha girip
şeytanın rızasını kazanmak için değil, fakat aynı zamanda
ikisini korkutup kaçırmak hasretiyle de, kulaklar çınlatır-
casına haykır çağır bir tecvit ile, küfür kezzap savurur gibi
gazap içinde kıraate başladı.
Kral’ın bildirimini duyan Sancı santralde derhal, “Rovet-
toyu kapat, her iki motor tam yol ileri, rota üç üç sıfır,
periskop umkuna, baş tam yukarı, kıç aşağı 5,” dedikten
az sonra, iskele ve sancak motorları vınıldamaya başladı.
Meyil dümencisi Daz, “Bot 6 derece kıçlandı, sıfırladım,”
diye bildirince Sancı, “Yukarı 5,” diye cevapladı. Böylece
tahtelbahir gemisi iki ufkî dümenle periskop umkuna çık­
maya başladı. Bir vakit sonra kulede, umk müşirine bakıp
20 metrede olduklarım gören Mülazım aşağıya, “Taarruz
periskopu yukarı,” diye seslendi. Elektrik motorunun kal­
dırdığı periskopun kabzalarım tutup göz merceğinden, o
daracık kule içinde iki kez dönerek önce gökyüzünü, soma
da ufku taradı. Derken satıhta dalgalan yaran periskopun,

96
mantardan sararıp yeşilleşmiş mercekleri elverdiğince, önce
ilk ve ardından ikinci destroyeri kıç tarafta fark etti. Görün­
tüyü büyütüp küçülterek mesafeyi kestirdi. Stadimetredcn
okuduğu değerlerle birlikte neticeleri santral dairesine teker
teker bildiriyordu:
“Kıç taraftalar ... Hedef bir ... bir dokuz sıfir ... mesafe
... bir dört sıfır sıfır ... hedef iki ... bir yedi beş ... mesafe ...
bir dokuz beş sıfır ...”
Bir süre geçtikten sonra santrale seslendi:
“Bir-beş’te viya! Kendimizi gösterelim. Hava körüğünü
hazırla! Satha çıkmaya hazırlan!”
Birkaç dakika daha geçince tahtelbahir gemisinin baş
tarafındaki ağ kesme testeresi kudurmuş bir kurdun dişleri
gibi köpüklerle, azgın deryadan satha sanki hücum etti.
Önce kule ve sonra üst güverte dalgalar arasında belirince,
hava körüğünün vınıltısı da duyuldu. Bu kompresörden
derin bir hayat nefesi çekip canlanan tahtelbahir gemisi,
sarnıçlarını tahliye ediyordu. Mülazım kaportayı açtığı
vakit santrale denizin o temiz havası en sonunda esiverdi.
Ancak santralde elektrik tablosuna bakan Sancı bir süre
sonra köprüye doğru, “Bataryalar 20 ampere düştü, böyle
devam edemeyiz,” diye bildirecekti.
“Hava şişeleri ne durumda?”
“140 atmosfer!”
“Bizi fark ettiler. Devam ediyoruz.”
Bunu duyunca santralde dalıp kaçmayacaklarını anlayan
mürettebat donakalmış halde birbirlerine bakakaldıktan az
sonra dışarıdan, destroyerlerin başlattığı şiddetli top ateşi­
nin ardı ardına gümbürtüleri duyulmaya başladı. Her güm-
leme ardından kâh sağlan solları ve kâh önleri arkalarında

97
cumburtuyla düşen mermilerin su içinde boğuk bir gulgule
ile patladığı her defasında, sıçrayan serpintilerin üzerine
foşurtuyla yağdığı bot sarsılıyordu. Bu sırada köprüden
Mülazım’ın sesi geldi:
“İskele 5!”
Dümenci denileni yapınca tahtelbahir gemisi, onu top
atışıyla takip eden iki destroyerle aynı dümdüz hat üzerine
girdi ve arkadaki harp gemisi, öndekini vurmamak için
atışlarını kesmek zorunda kaldı. O anda Mülazım kapor­
tayı kapadıktan sonra, “Dalın bismillah!” diye bağırmıştı.
Hava kaçıranlar ve imla yelpazelerinin kulpları fırıl fırıl
döndürülüp tek tek açılınca, sarnıçlara gümbürtüyle dolan
su ile fosurtuyla boşalan hava yanında, tepelerinden uğul
uğul yükselen kabarcıkların uğultusu işitildi. Sancı umk
dümencilerine, “Baş 5 yukarı, kıç 5 yukarı,” dedikten sonra
müşirde 30 metreyi görünce, dümenleri sıfırlattı ve Kibara,
“Yem tüpüne tanzim suyu ver,” diye buyurdu. Adam valfı
açıp tüp basıncını dışarıyla eşitleyince, “Hazır. Kapak
açık,” diye bildirdiği an Sancı, kuleye, “Hazır!” diye bağırdı.
Ardından Mülazım’ın emri duyuldu:
“Her iki motor tam yol tornistan.”
Manevra dairesi denileni yapınca, kuledeki küçük lom­
bozdan, dışarıda su içindeki gergi teline bağlı flamanın 180
derece yön değiştirdiğini gören Mülazım hemen bağırdı:
“Her iki motor istop! Yemi ateşle!”
Santralde Sancı heyecanla tekrarladı:
“Yem ateş!”
Kibar avcuyla manivelaya vurur vurmaz, basınçlı huruç
havası yemi tüpten dışarı o anda firlattı. Santraldekiler su
içinde finldak gibi dönüp duran yemin neşrettiği Yor for for’

98
seslerini duyduklarında, Mülazım kaportayı kapatmış sant­
rale iniyordu. Ardından Sancıya,“Az önce kararlaştırdığımız
gibi,” dedi, “Bitirelim şu işi.”
“Orta sarnıca 400 litre al, paraketeyi sıfırla,”diye buyuran
Sancı, umk dümencilerine, “Baş 5 aşağı, kıç 5 aşağı," deyin­
ce, tahtelbahir gemisi bir yandan ağırlığıyla batarken diğer
yandan geriye doğru ağır ağır seyretmeye başladı, öyle ki,
az önce ateşledikleri yemin fokurtuları artık baş taraftan ve
giderek tepelerinden geliyor, onlar yavaş yavaş uzaklaştıkça
bu ses de giderek zayıflıyordu. Muhabere borusuna ağzını
dayayan Mülazım, “Baş torpido! Kapakları aç,” dediğinde,
kol kuvvetiyle çevrilen krankların madeni yuvalarda sür­
tünerek döndürdüğü millerin cıyırtılı ıslıkları ile, bunların
gacır gacır attıra attıra açtığı torpido kapaklarının gıcırtıları
işitildi. Ardından Mülazım, “Torpido değerleri, gir: Tüp
bir, cayro sıfır, derinlik iki, mesafe bir-bir-sıfir-sıfir. Tüp
iki, cayro sıfır, derinlik iki, mesafe bir-bir-sıfir-sıfir. Tüp üç,
cayro üç-beş-beş, derinlik iki. Tüp dört, cayro beş, derinlik
iki, yüksek hız,” dedikten az sonra, verilen değerleri tor­
pidolara giren sertüyüp Baltanur, muhabere borusundan
heyecanla, “Hazır!” diye bağırmıştı. Az evvel ateşledikleri
yemin fokurtusunu, kendi seda dinleme cihazında pervane
sesi olarak algılayıp onlara kıç taraftan yaklaşan destroyerin
gümbürtüsünü işte bu sırada işittiler. Harp gemisi satıhta
tam tepelerindeyken, süratle yardığı suyun tazyiki üstten
bastırırcasına onları ansızın dibe itmiş, ama geçip gittiğinde
bıraktığı boşluk tahtelbahir gemisini bu kez yukarı çekerek
aniden hoplatmıştı. Kulaklar seda dinleme gediklisindeydi.
Dua fısıltılarıyla dudaklar süratle kıpırdıyor, yürekler de aynı
hızla tıp tıp atıyordu. Mülazım muhabere borusundan, Su

99
sesi var mı?” diye sorduğunda gedikli, “Menfî,” diye cevapla­
yınca, şükür ifadesi beliren suratlarını, hâlâ titreyen elleriyle
âmin diye arka arkaya sıvazlamalardı. Evet, onları tespit
edememiş olmalıydı ki, destroyer derinlik bombası atma­
mıştı. Boynuna asılı kronometreye bakan Mülazım, “Hesap
doğruysa onun, 3 dakika 45 saniye sonra, yeme attığı derin­
lik bombalarının sesini duyacağız,” dedi, Sancıya dönerek,
Hata olursa hatayı da ölçeceğiz, böylece hata olmaktan
artık çıkacak. Sesin sudaki sürati belli, torpido sürati belli,
mesafe belli, hedef sürati belli, aynı hatta olduğumuzdan
vaziyet zaviyesi de belli, umk belli, kıçlarından vuracağız.”
“Onlar belli, ama iki hedef arası mesafe takribi,” dedi
Sancı, “Birini vurduk diyelim. Ya İkincisi?”
O sırada ikinci destroyerin pervane gürültüsünü duy­
maya başlamışlardı. Saate bakan Mülazım cevap verdi:
“Öyle olsa bile güneş batmak üzere, karanlıktan yarar­
lanıp kaçacağız.”
Bunu söylediği vakit, destroyerin pervane zannettiği
yeme attığı derinlik bombalarının ta uzaktan gelen ses
ve sarsıntılarıyla irkildiler. Mülazım aynı anda kronomet­
resine basıp durdurmuş, parakete değerini de okumuştu.
Muhabere borusundan derhal bağırdığı o an gözlerinde,
zarlarını fırlatan bir kumarbazın korku ve umut parıltıları
oynaşıyordu:
“Baş torpido! Tüp bir ateş!”
Basılan tazyikli ateş havası, tüpe madenî bir gümbür­
tüyle sürten torpidoyu dışarı fırlattıktan sonra, tahtelbah-
rin önünde fışırtılı bir kabarcıklar bulutu oluşmuştu. İşte
bu anda Mülazım, kronometresine çoktan basmıştı bile.
Yaptığı atış hesabı ile düşlediği imkânsız sonuç arasında

100
korku içinde gidip geldiğinden, heyecandan ara sıra çatla­
yan sesi ile bir çırpıda şunları da söyledi:
“Tüp iki ateş! Gir: Tıip üç mesafe bir-iki-sıfır-sıfır ve
tüp dört, mesafe bir-iki-beş-sıfır.”
Baş torpido hemen cevap vermişti:
“Hazır!"
“Tüp üç ateş! ...Tüp dört ateş!"
Her torpido ateşlendiğinde, tahtelbahir gemisinin hafif­
leyen baş tarafı hoplayıp âdeta şahlanıyor, ancak tulumbalar
çalıştırılıp trim tankları arasındaki su saatleri tıkır tıkır
döndükçe dengesi yeniden düzeliyordu. “Her iki motor
tam yol ileri,” dedi Mülazım, “İskele iki-sıfir, süratle peris­
kop umkuna.”
Bu sırada hem kronometreye hem de elindeki, üzeri­
ne ters dik üçgen çizili kâğıda bakarken kafası fasdalarla,
zembereği boşalmış gibi bir sağa ve bir sola dönüverip
duruyordu. Tuttuğu kâğıttaki üçgenin iki dik kenarından
uzun olanı satıh, kısası ise bulundukları derinlikti. Üst üste
çizilmiş kavisli dört hipotenüs ise, torpidoların sözümona
hesaplanmış yoluydu. Bunların sonunda kırmızı kalemle
işaretli yine dört isabet noktası vardı ki, anlaşılan Mülazım,
torpido üçgenini satıhta yatay değil, derinlikte dikey hesap­
lamıştı. Saniye ibresine baka baka, hedefe doğru seyreden
hayalî bir torpidoyu parmağıyla kâğıt üzerinde takip ediyor,
uzamış tırnağı kirli o işaret parmağı, zamanda saniyeler ve
mekânda santimlerle, imhası umut edilen hedefe doğru,
titreye titreye ve ağır ağır yaklaşıyordu. Ucu çatlamış
tırnağının, hedefe doğru katettiği her milimde adamın
nabzı daha bir artmakta, yüreği ise titreyen elindeki krono­
metrenin salise sayan zembereği gibi sanki gerilip gerilip

101
boşalmaktaydı. Santralde hop etti edecek yürekleri ağızda
nefeslerim tutmuş diğerleri ise sanki, inzivada kulak açıp
Allah sözü kollayan evliya gibi, ateşledikleri torpidodan
bir ıhlas gümlemesi bekliyorlardı. Cenaballah’ın rahmeti
sayılacak alt tarafı bir güm sesi, saatler sürmüş korku oruç­
larının iftarını müjdeleyen bir ezan olacaktı.
Ancak Mülazım’m titrek işaret parmağı, hesaplanmış
ikinci isabet noktasını da geride bıraktığında, bel bağla­
dıkları bu sesi hâlâ işitememişlerdi. Parmak, titreye fitreye
üçüncü ve derken dördüncü noktayı geçip gidince, tah­
telbahir gemisinin yeni kumandanının nihaî umudu ve
kalan takati de tükendi. Tıpkı kişi kalbinden vurulduğunda
bedeni terk eden ruh gibi, gevşeyiveren mecalsiz elinden
kâğıt o an kurtulup havada usul usul süzüle süzüle zemine
düştü serildi.
İşte bu sırada şiddetli bir gümbürtüyle sarsıldılar.
Oracıkta şaşalamaktan ağızları birdenbire güldü gülecek
açılmış halde, işittikleri patlamanın hayalî olmadığına onay
bekler gibi, ışıldayan gözler ile birbirlerine baktılar. Sanki
kara kaderlerinin kapkara toprağına gömüldükten sonra
dirilip kabrinden o an çıkmış ölülerin ikramiye misali yeni
hayatlarına açılan gözleri, sevinç ışıltıları oynaştığı halde
bir ona bir buna kayıyordu. Afallamaktan sarkık alt çene­
lerde daha da sarkmış tebessümlü dudakları titreyip dur­
duğu için, gönüllerinden geçeni hemen dillendiremediler.
Sevinç narasını ilk koyuveren Karagümrük oldu:
“Oh anasını!”
“Oh anasım! Vurduk!”
“O-hu! Vurduk! Zzzzzzzzt! Cap! Cap-pa! Cap! Cap!
Rrrrrrrrrt!”

102
Santral dairesi bir anda maymunlar kafesine dönmüştü.
Mülazım, “Neredeyse körleme attık, değneği Allah denk
getirdi,” derken, sevinçten deliye dönen diğerleri, ancak
Afrika ormanlarındaki hayvanatın atabileceği çığlık ve
kahkahalar koyuveriyor, ağızlarına iki parmak sokup papa­
ğan ıslıkları öttürürlerken, elleri böğürlerinde yahut kasık­
larında, fil böğürtüleri veya maymun kakırtıları ata ata,
azıta abarta kahkahalarla gülüyorlardı. Ancak bu sevinç
curcunası Sancı’nın bildirimiyle kesildi:
“Periskop umkundayız.”
Tahtelbahir gemisi satha doğru giderken meyli değiştiği
için santralde, yerdeki yedi çivinin sintine kapaklan üze­
rinde tıngır tıngır kıç tarafa doğru yuvarlandığı işitilmişti.
Umk müşirine bakan Mülazım, “Periskop yukarı,” dedik­
ten sonra göz merceğinden baktı ve görüntüyü netleştirdi.
“Ağır hasar almışlar,” diyordu sevinçten gülerek, “HMS
Lynx. Kıç tarafında yangın var, çünkü torpidoyu acı biber
gibi yediler. Tahlisiye sandallannı indiriyorlar. Peki HMS
Maori nerede?”
Kabzalarından tuttuğu periskopu çevirirken, dehşet
içinde birdenbire bağırdı:
“Dal! Dal! Dal!”
Satıhta dalgalan köpüklerle yaran periskoplarını fark
etmiş olmalıydı ki, onlan mahmuzlamak için ikinci dest­
royer, tahtelbahir hidrofonunun kör bölgesinden tam da
üzerlerine geliyordu. Nitekim az sonra dakikada 300 devirli
pervanenin gümbürtüsü ile kemiklerine varana kadar bütün
bedenleri şiddetle sarsılıp zangırdamaya başlayınca, yürek­
leri yerlerinden firladı. Satıhta tam tepelerinden fırtına
gibi geçen destroyer, üstlerinden bastırır gibi onlan ansızın,

103
hızla aşağı iter itmez santraldeki bazılarından ağlamaklı
çığlıklar kopmuştu. Akabinde satha fırlayacakmış gibi bir
anda yükseliverdiklerinde, hoplayan bazılarının ayakları
yerden kesildi. Pervane gümbürtüsü nihayet azalırken, teh­
like şimdilik geçmiş gibiydi. Az sonra, umk müşirine bakan
Sancı’mn sesi duyuldu:
“30 metredeyiz.”
O esnada tepelerinde, satha yakın birkaç küçük patlama
işitilmişti. Mülazım şöyle dedi:
“Üçlük toplarıyla ancak beyhude birkaç atış. Herhalde
yapabileceği sadece bu. Demek ki derinlik bombaları
tükendi ve Lynx vuruldu, muhtemel ki kurtarma faaliyetine
başlayacak, biz de bataryalar yettiğince uzaklaşıp dipte ses­
sizce bekleyeceğiz. Ortalık sakinleşince satha çıkıp hasara
bakacağız. Önce makine dairesine tabii. Botu süpürüp
çıkan çöpü o kahrolası sandığa doldurduktan sonra, yine
o kahrolası mahlukla birlikte, bir yolunu bulup denizin
dibine göndereceğiz.”
“Korkunç şekilde onca kişiyi öldürdü, denize gönder­
mek, pis su sarnıcı boşaltmak kadar kolay olmayacak,” dedi
Sancı.
“Zayıf tarafını artık biliyoruz,” dedi Mülazım, “Yoksa
onu şimdi olduğu daireye tıkamazdık.”
“Güçlü taraflarını tamamen bilmiyoruz.”
“Varsa, görüp ölçmek için zamanımız olacak. Rutine
devam.”
Bu cevap ardından mürettebat görevlerine tekrar odak­
landı.
Saate bakan Sancı’nın, “7 dakika sonra güneş batı­
yor,” diye bildirmesi üzerine haritayı inceleyen Mülazım,

104
“Ufkun karanlık tarafına geçiyoruz, rota bir-bir-sıfır,” dedi.
Dümen bu istikamete kırılırken, yerdeki çiviler merkezkaç
kuvvetiyle tıngırdayarak, botun sancak tarafına savrulmuş­
lardı. Az sonra kırmızı gece ışığı yandığında Sancı kendi
kendine konuşur gibi, “Garip," dedi, “Şu çiviler ters tarafa
gitti.”
“Anlamadım?” dedi Mülazım.
“Çiviler, hani şu şilepten getirdiklerimiz, yedi tane. Ters
tarafa savruldular.”
Sinirlenen Mülazım mürettebatın duymamasına dikkat
ederek yüzünü Sancı’ya yaklaştırdıktan sonra dişlerinin
arasından fısıltıyla, “Son yirmi saatte sağlam birini on kez
çıldırtacak, akıllara zarar hadsiz hesapsız olay yaşadık,”
dedi, “Sen ise cadı kazanında tiksindiğin bir tek kıl çıkmış
gibi, bu kusturucu bulamaçtan sadece şu eşek makatından
çıkma kahrolası çivileri itinayla cımbızlayıp zihnime soku­
yorsun. İt dişi domuz derisi!”
“Haklısın,” dedi Sana dik dik bakarak, “O halde çiviyi
zihninden çıkarıp yerine şunu sokuyorum: Havamız az ve
bataryalar tükeniyor, satha çıkıp şarj etmemiz lazım. Dest­
royerden ise fazla uzakta değiliz. Almanağa göre 12 dakika
sonra ay doğacak, bu yüzden bizi fark edebilirler. Hâlâ
görüş menzillerinde olacağız. Emirlerin?”
Mülazım’ın yüzü kir, is ve makine yağıyla kararmamış
olsaydı, o an kızardığı görülebilirdi. Utanmasının sebebi
kendisinin, bir sınırdan sonra artık daha fazla ayrıntı
kabul edemeyen zihni değil, neyin esas, neyin teferruat
olduğuna her an yeniden karar vermesi gerektiğini ancak
şimdi anlamasıydı. Ama kendisini daha da çok utandıran
şey, haletiruhiyesi sağlam dostunu bir an, esası unutup

105
ayrıntılarda boğulan, cama yapışan sinek, açmazına düşmüş
biri olarak görmüş olmasıydı. Sanki kendi zihni perdeli
bir çalgı, Sancı’nınki ise perdesizdi. Bir tek koma bütün
ahengi ve düzeni bozabilirdi. Ancak onun utandığını anla­
yan Sancı, adamın taşıdığı zaaf yanında bizzat şahsını da
yok sayarak başını çevirince, bu reddi bile reddetmek için
Mülazım, kendi hicabını içinde boğduğu şu emri verdi:
“Her iki motor istop, rovettoyu aç, 40 metre umkta
bekliyoruz.”
Motorların vınıltısı kesildikten az sonra, açılan kapor­
tadan Kral ve Abdülbeleş santrale gelerek her nefes alıp
verişte supapları tıslayan gaz maskelerini çıkarıp kan ter
içinde eşiğe çöktüler. Mülazıma bakarak ikisini işaret eden
Karagümrük, serçe parmak açık ama baş ve işaret parmağı
bitişik eliyle sanki kulpundan tuttuğu hayalî bir fincanı
ağzına götürüp güya bir yudum alarak sözümona keyiften
bir “Ohhh!” çekmesi ardından, sözde mestane gözlerini
esrar çekmiş gibi kaydırıp devirerek şunu sormuştu:
“Çavuş da, Beleş de hak ettiler efendim. Bataryalar
neredeyse hava cıva, ama bir sıcak bir kahve yapayım, elekt­
rik ocağına izin var mı? Hem biz de içeriz, votkalı cinli, oh
mis.”
Ampermetreye bakan Sancı başıyla olur işareti yapınca
Mülazım da, “Yap,” demişti, “Sıcak yemek de hazırla, hak
ettik.”
Derken, mutfakta kızgın tavaya atılan kavurmanın cızır­
tısı işitildiğinde, Hamamcı herkese kalaylı bakır sahanlarla
birlikte, birer limon ve küflü somunlar dağıtıyordu. O
hercümerce rağmen beyaz aşçı önlüğünü itinayla tekrar
giyen Karagümrük az sonra yemeği üleştirirken mürettebat

106
ekmeklerini küften temizlemişti bile. Çok geçmemişti ki,
kimsenin konuşmadığı o sırada sadece, iştahlı ağız şapır­
tıları, sahanlara sürtünen madeni kaşıkların tıngırtıları,
geğirme ve bazı öksürükler duyulmaya başladı. Kulplu tene­
ke bardaklar içinde kahve dağıtıldıktan sonra sessizliği ilk
bozan Kral olmuştu. Mülazım’a sordu:
“Planınız nedir?”
Kırmızı gece ışığı altında Mülazım, Sancıya bakarak,
sanki Kral’a değil de fikrini almak için ona söylüyormuş
gibi, “Su altı seda dinleme ortamı temiz gördüğü an satha
çıkıyoruz,” diye cevap vermişti, “Önce manholü fora edip o
bela sandığı içinde gelen şeyle birlikte denize atıp kurtu­
lacağız. O kahrolası mahluku makine dairesine tıkabildiği-
mize göre bunu da haydi haydi yaparız.”
Sözünü bitirdikten sonra gözlerini Sancıya dikip,
“Değil mi?” diye sormuştu. Ama Sancı, “Hakkında bilgimiz
kısıtlı,” demişti, “Kör gibi sadece kuyruğunu tuttuğumuz o
mahluk küçük bir kedi de olabilir koca bir fil de.”
Bunun üzerine Mülazım, “Tamam, fil veya fare. Öyle
veya böyle, yaşa veya geber. Riski göze alıyoruz! Bu, işimiz.
Konu kapandı! Karanlıkta satha çıktığımızda, karargâh­
tan telsizle imdat isteyeceğiz,” dedi, “Bir balıkçı teknesi,
bir uşkuna bakım gemimiz olarak Hayfada bekliyor. Bize
sağlam bataryalar ve iki de torpido getirecektir. Meseleyi
böylece çözdükten sonra bu mıntıkadaki vazifemize devam
edeceğiz.”
Sancı, “17 kişiyle mi?” diye sordu, “Bütün mürettebattan
geriye kalan 17 kişiyle? Gerçekçi olmasa bile her emre
uyarım. Ama rica ederim tekrar düşün. Sen orada değildin.
Şilebe çıkıldığında tek bir sağ kişi, hatta tek parça ölü bile

107
y° Hepsınm ^tasları patlamıştı. Suda sayısız ceset
vardı. Şilebe eşlik eden destroyerdekileri saymıyorum bile.”
Tabakasından aldığı sigarayı yakan Mülazım, “Peki sen
ne teklif ediyorsun?” diye sorunca o, şu cevabı verecekti:
Botu terk edip patalyalarla uzaklaşalım ve tahtelbahir
gemisini, şu lanet sandık ve yaratıkla birlikte denizin dibine
gönderelim.”
Bunları kararlılıkla söylerken her zamanki bulanık
bakışları gitmiş, gözleri azimle öyle bir parlamış ve dişlerini
o kadar sıkmıştı ki, sanki kenetlenen çenesiyle, Mülazım’ın
havsalasından mantıklı bir evet sözünü çekip kopartmak
istiyordu.
“Hayır,” dedi Mülazım, “Belki haklısın. Ama bu, bizim
işimiz. Verdiğim kararla belki gebereceğiz. Satrançtaki
zugzwang gibi, ölsek de, gebersek de, zıbarsak da işimizi ne
pahasına olursa olsun yapmaya devam edeceğiz.”
Ardından, 40 metre derinlikteki tahtelbahir gemisinin
dışarıya açılan kaportasına güm güm vurup gümleterek,
bahriyedeki o kalıp sözü tekrarladı:
“Burada kimseyi zorla tutmuyorum. İsteyen olursa,
hemen şimdi botu terk edebilir.”
Öfkelendiği için derin bir nefes çektiği sigarasını par­
mağıyla fırlatıp yerde ezdi. Sana yanı sıra ona katıldığı
belli olan Kral da, sinirlendiklerini göstermemek için baş­
larını öne eğmişti. Neden sonra İkincisi başını kaldırıp asık
suratla, “Bu akılcı bir karar mı efendim?” diye sorduğunda,
burnundan soluyan Mülazım şöyle cevap verdi:
“Akıl, hayatı sürdürme kabiliyetine denir. Biz askeriz,
hayatta olmamız önem taşımaz, yakılacak mermiyiz.”
“Peki Kumandan yaşasaydı, böyle bir karar mı verirdi?”

108
“Kumandan artık yok! Zaten uzun boylu görünmek için
sürekli zıplayan biriydi!”
Santraldckilerden birkaçı dönüp onlara baktığında bir
sessizlik çökmüştü. Neden sonra Sancı, “Çocukların mane­
viyatı bozuk,” diye mırıldandı, “Gramofona bir şey koyalım
mı?”
“Ne isterseniz!”
Sancı ağzını muhabere borusuna yaklaştırıp, “Seda din­
leme,” dedi, “Bir müzik.”
Santralde o an hem bir sessizlik, hem de elektrik verilmiş
gibi bütün ruhlarda ani bir kıpırdama olmuştu. Derken biri,
“Gülistan!” diye bağırdı. Akabinde, “Zurnacı Arap Ahmet!
Evet, Arap Ahmet!” diye iki ısrarlı talep duyuldu. Bunu,
“Laz havası! Kürt havası! Zazo! Evet Zazo!” istekleri takip
etti. “Gel Okşa Beni!” ve “Fındık Kurdu!” istirhamlarını
takiben, ceketi içinde o an çıkarıverdiği bir taş plağı sanki
duvara afiş yapıştıracakmış gibi Sancı’nın yüzüne dayayan
Karagümrük, “Bunu!” diye tutturdu, “Tabutuna sarılayım
bunu koysun efendim! Babanın canı için! Kulun-kölen-kö-
peğin-kurbamn olayım bunu! Türabı olduğun ayaklarının
altını öpeyim!”
“Ne ki bu?” diye plağı eline alıp soran Sancı, kapağın
üzerinde epey hoş bir hanımın resmine baktıktan sonra,
“Geraldine Farrar,” dedi, “Bizet’den hem de, peki dinledin
mi bunu? Ayrıca, nereden buldun ki?”
“Şilepten efendim,” dedi Karagümrük heyecanla, “Hiç
dinlemedim, ama resmi görür görmez hanımefendiye
yandım tutuştum vuruldum eridim. Göz gördü de gönül
vardı. Kulak da duysun, kalp de sevsin efendim, eli elime
değmedi, sesi ruhuma değsin, bu bottan inip imam kayığına

109
binmeden. Allah için bunu koyun, dinime imanıma, vefa­
tım evveli, Fatiham misali.”
Sancı^taş plaktaki kadın resmini santraldekilere gös­
terince, “Oooooo! Yavrum! Kuşum!” nidaları işitilmişti.
unun üzerine onlara dönüp dişlerini gösteren Karagüm-
ruk/Şşşt! Susun edepsizler!” diye hepsini haşladı, “Yenge­
niz.”
Sancı, Sen ki soğan doğrar gibi adam kesen birisin,”
dedi, “Bu kadın ne yaptı da seni böyle büyüledi?”
Allah korusun hem sihirden hem de büyüden efendim,
amma okunmuş üflenmiş ve dahi muskalıyım. Doğrudur,
gırtlak kesmişliğim ve karın deşmişliğim vardır. Kader.
Fakat aşk adamıyım esasında. Çünkü sormaz ve bilmezsi­
niz, hisli Karagümrük’ün mutfakta soğan doğrarken aslın­
da hakikaten ağladığını.”
Bunları söyledikten sonra başını eğip elleriyle yüzünü
örttü. Bir iki hıçkırdığına bakılırsa herhalde ağladığını
gizlemek istiyor, ama karar verecek zabite yaşsız gözleriyle,
parmakları arasından bakmayı da ihmal etmiyor, yerine
göre birkaç kere daha hıçkırıyordu. Karagümrük’ü güldü
gülecek halleriyle süzen diğerlerine bir baktıktan sonra
Sancı, Hamamcı ya taş plağı vererek, “Götür, bunu koysun
gramofona,”dedi, “Hem ben de dinlerim.”
İşi bilen telsiz gediklisi, pirinç hunisini söktüğü gramofo­
nun ses borusunu muhabere borusuyla birleştiriyor, böylece
müzik, botun bütün dairelerinde dinlenebiliyordu. Taş plak­
taki arya, santraldeki muhabere borusunun hunisinden cızır-
dadığmda Sancı, “Habanera,” diye mırıldanmış, diğerleri
ise biraz hoşnutsuzlukla susmuşlardı. Ancak Karagümrük
mecnun gibi kadının sesine kilitlenmiş, “Ah kanaryam!

110
Ah bülbülüm!” diye âdeta inildiyor, bu hanım o narin serçe
parmağını bir sürtüştürerek onun ürkek kalbini sanki gıdık­
lamış gibi ruhu titreşen adam, şarkıdaki aşkın hazzını daha
bir derinine sindirmek muradıyla gözleri sımsıkı yumulu
halde, sinesini kavuran sevda ateşinin artık tahammül ötesi
olduğu isyanıyla yüzünü silkeler gibi ara sıra hızla sağa sola
sallıyordu. Fakat baş tarafa açılan kaportada Parlakçı, kadın
makyajı suratında hâlâ olduğu halde ve şuh edayla, sanki
aryayı hanım değil de bizzat o söylüyormuş gibi sessizce
ama abartılı şekilde, dudaklarını kımıldatıp arkadaşlarına
maskaralık yapıyor, ama âmirlerinin bakışının ona doğru
kaydığı her anda, ansızın ciddiyetle sus pus oluyordu. Arya
devam ederken yerdeki çiviler kıç tarafa doğru tıngırtılarla
sürüklenince, Sancı meyil dümencisine, “Daz!” diye ihtar
etti, “Bot neden başlı?”
Ancak, haksızlığa uğramış gibi küskün sesle Daz,
“Mesele yok efendim,” dedi, “Kabarcık ortada?”
İşte o anda aym yedi çivi, mürettebatın ayakları altından
çınlayan dangırtılarla baş tarafa doğru yıldırım hızıyla fır­
layıp çelik daire perdesine ardı ardına çarptı.
Şaşkınlıktan ağızlar açık halde, yerlerinden bile sıçraya-
mayan adamlar, sanki mıknatısı kudretle ayaklar altından
tek tek vınlayarak, ta karşı tarafta birbiri ardına çarptıkları
çelik eşiğe âdeta yapışmış halde vınıltıyla titreşen çivilere
gözlerini dikiverdiler. Sivri uçları tınıldayıp titriyordu.
Taş plaktaki arya hâlâ sürerken donakalan hepsi taş
heykellere dönmüştü. Sessizce ve afal apışık bir hayretle
çivilere boş boş baktıkları o anda, sanki bir yandan da
kendi zihinlerinin derinliklerini de iskandil ediyor, ama
yaşadıkları onca yılda bütün gördükleri ve bildikleriyle dolu

111
havsalaları, onlara mantıklı bir tek izah bile veremiyordu.
Ruhları şimdi çöl gibi boştu.
Yedi çivi birdenbire âdeta kurşun gibi yine yerlerinden
fırlayıp sintine kapaklarına madenî seslerle ansızın sürtü­
nerek ayakları dibinden santral dairesinin tam ortasında
duruverdiğinde, bu kez feryatlarla yerlerinden sıçrayıp geri
çekildiler.
Çivilerin bazıları yerde tıngırtıyla titreşirken, bazıları da
fırıl fırıl dönüyordu. Birkaç saniye böylece kalakaldılar. Der­
ken kaçışanların, “Aman Allah! Bre medet! Amanın!” nida­
ları patlarken yedi çivi yerden fırlayarak, “Dan! Dan! Da-da-
da-da-dan!” sesleriyle topuzlarından çelik tavana çarptılar ve
bu kez oraya yapıştılar. Aşağı bakan sipsivri uçları bu halde
bir süre tıngır tıngır titreşti. Sonunda durdular.
Mülazım’ın elini kaldırıp dokunmak istediği çivilerden
biri, sanki ondan kaçar gibi, çelik tavana tıngırtıyla sürtü­
nüp kıç tarafa doğru tıngır tıngır kayarak yer değiştirdi. Bu
arada diğer birkaçı da sürtüne sürtüne bazen ağır ve bazen
hızla, ileri geri ve sağa sola oynamıştı.
“Bir tabiat hadisesi galiba,” diye mırıldanan Sancı,
tavandaki iki çiviye uzanıp birini tutmayı denedi, ama boşa
da olsa, sökmek için asıldığı o anda santraldakiler bir çatırtı
işittiler.
Sancının eli tavana yapışık birinci çiviyi hâlâ tutuyor,
ama az evvel tam tepesinde olan İkincisi görünmüyordu.
Alın ve şakağına sızıp çenesinden damlayan kanı fark
ettiklerinde, adamın kafasının tam tepesinde, buraya sapla­
nıp gömülen ikinci çivinin topuzunu gördüler.
O esnada kırmızı gece ışığının aydınlattığı çelik tavan­
da, kafadaki bu topuza ışıl ışıl bir elektrik şeraresi akıp

112
cızırtılarla ışıldamaya başladı. Nabız gibi atan ark parıltısı,
olaya seyirci olanların dehşet dolu simalarında patlayıp
patlayıp sönüyordu.
Sancı o halde bir süre kalakaldıktan sonra, başını ahes­
te aheste çevirip santraldekilere bomboş gözlerle baktı.
Derken çenesi bir ölününki gibi aniden sarkıverdi. Açık
ağzıyla gırtlaktan, bir şarkıya, galiba gramofondaki Haba-
nera’ya, mırıldanarak eşlik ettiği duyuluyordu. Ama sesi
beklenmedik yerde aniden bir çocuğunki gibi tizleşiyor,
yine ansızın kalınlaşıp kontrbas gibi, bazen de birdenbire
incelerek sipsi gibi ipince çıkıyordu. Olduğu yerde ağır ağır
ve zorlukla geriye döndü. Çünkü vücudunun felç olan sol
tarafı beton gibi kaskatı, sert ve eğilip bükülemez olmuştu.
Fakat apansızın sağ dizini, kurulu yay zıngadak boşalır
gibi, ta göbeği hizasına kaldırdı ve öylece kalakaldı. Derken
madenî tavandan tepesindeki topuza cızırtıyla, kıvıl kıvıl
elektrik şerareleri aktığı halde adam, zemberek boşalır gibi
zınk diye, havadaki sağ ayağım zemine topuktan vurup
gümbürdetti. Ardından, felç inen sol ayağını zorlukla ve
yavaş yavaş, gırç gırç sürükleye sürükleye ilkiyle bir hizaya
getirdi ve kalakaldı. Fakat akabinde sağ dizi, mancınık
atar gibi ansızın yine yukarı fırladı. Ancak adımı güm diye
iniverip kapı çarpar gibi zemini tekrar gümbürdetmesi
sonrası, bu kez yine sol bacağını usul usul sürtüp sürüye
sürüye, Kral Çavuş’a doğru aheste aheste yaklaşmaya
başladı. Adımlarını zemine kâh hızla vurup gümletip ve
kâh sürte sürükleye Çavuş’a yaklaştığını gören Mülazım,
“Engel olun! Yakalayın onu!” diye bağırdı.
Yerlerinden fırlayan üç kişinin Sancıya atıldığı o anda,
muhabere borusundan telsiz gediklisinin sesi işitildi:

113
“Telsiz mesajı!”
Sancıyı yere yatırıp bağlamaya çalışanlardan gözlerini
ayırmadan Mülazım, yine muhabere borusundan bağırdı:
“Ne demek mesaj! Dipteyiz, telsiz çalışmaz!”
“Ama geliyor. Beşli şifre.”
“İncele ve teyit et.”
“İnceledim, doğru.”
“Deşifre et.”
“Anlaşıldı.”
Ardından Mülazım Çavuş’a dönüp artık çoktan ölmüş
bir zamanki dostu Sancıyı göstererek, “Vur onu!” diye
bağırdı. Belinden tabancayı çekip doğrultan Kral’ın elleri
titriyordu. Belki kafasına saplanıp tamamen giren çividen,
belki de kendisini kıskıvrak zapt eden üç kişiye azimle
direndiğinden, Sancı’nın şakakları ve boynundaki damarlar
patlayacak gibi şişmişti. İşte o anda düdüklü tencereninki-
ne benzer bir “Pifffff!”sesi duyuldu. Bu düdük sesi, adamın
başına saplanan çivinin topuzundaki delikten püsküren
buhardan geliyordu. Titreyen elinde doğrulttuğu tabanca
olduğu halde Kral korku içinde haykırdı:
“Kafasına giden elektrik beynini buharlaştırıyor!”
Sancı bir an duraksayıp başını yavaş yavaş, kendisine
ateş etmeye hazırlanan Çavuş’a çevirdi.
“Vur onu! Vur!”
Adamı zapt edenlere Kral bağırdı:
“Bırakın onu, açılın!”
Sancı’yı kıskıvrak tutmaya çalışanlar adamı o anda bıra­
kınca, gramofondaki aryanın hâlâ sürdüğü santral dairesi,
dört el silah sesi ile çınladı. Sancının göğsü ve boynunda
dört kırmızı leke belirmişti. Öylece bir süre kalakaldı.

114
Derken zorlukla, Krala doğru bir adım atabildi. Oradakiler
onun yere yığılmasını beklediler. Ansızın biri çığlık attı:
“Yaraları kanamıyor! Kan boşalmıyor!”
Kral bir kez ve bir kez daha ateş etti. Ama kalbi artık
çarpmadığı halde adam, ona doğru bir, derken iki ve
üçüncü adımları atmıştı. Çavuş son kez tetiği çektiğinde,
tabancasının sürgüsü geride takılı kalıverdi. Mermi bitmiş­
ti. Sancı’nın bedeni, Kral’a bir adım kala durdu ve titreyen
elini yavaşça onun yüzüne doğru kaldırdı, öyle ki görenler
yanağını okşayacak sanırdı. Ancak gevşek parmaklarıyla
el, Çavuşun boynuna değdiğinde, ansızın gırtlağını kavra­
yıverdi. Ardından ölü adamın kolu, boşalan bir mancınık
gibi bir anda, yakaladığı kurbanının başını tepedeki valfın
dışbükey kulpuna çarptı. Santralde ağlamaklı nefes sesleri
yanında, bir de kafatasının çatırtısı işitilmişti. Bu, o kadar
hızlı olmuştu ki, sanki üç saniyelik bu korkunç olayın ikinci
saniyesi yoktu. Ölü, yakasından sımsıkı kavradığı Kral’ın
cesedini yavaş yavaş indirdi. Santraldekilerin göğüsleri
korkudan inip inip kalkıyor, gözleri yuvalarından uğramış
halde, can havliyle ciğerleri körük gibi şişip sönerken,
şaşkınlıktan açık ağızları ve titreyen dudakları arasından
tıpkı gaydanınkine benzer acıklı ağıtlı ve ağlamaklı sesler
geliyordu. Bu sırada gramofonda çalınan arya da bitti.
Tavanda kalan diğer altı çivi zaman zaman, bir oraya
bir buraya tıngırtıyla gidip gelirken, başındaki topuzda
tavandan ışıltılı elektrik! şerareler oynaşan Sancı’nın ölü
bedeni, gırtlaktan kavradığı ceset halen pençesinde olduğu
halde, bacak sürüyüp adım gümleterek bir iki yürüdükten
sonra duruverdi. Kafasındaki çivi topuzundaki delikten
gelen “Piffiff!” sesi şiddetlenmiş, buradan püsküren beyin

US
buharı tavan lambasını buğuladığından ortalık biraz loş-
laşmıştı. Bir karanlık kuvvet sanki vücudunun sağını ele
geçirmiş de, felç inen sol tarafı buna direniyor gibiydi. Az
sonra püsküren buhar o kadar arttı ki, topuzdan gelen tiz
düdük sesi artık dayanılmaz oldu. Derken kafa içi taz­
yikten çıldır çıldır yerinden uğrayan gözleri, yuvalarından
firlayıverip iki husye gibi yanakları üzerine düşerek sarkıp
sallandı. Bir müddet ayakta öyle kalması akabinde, adamın
ruhunu emen çivi saplandığı kafayı aniden terk edip fırla­
yarak tavana dangırtıyla çarpınca, ceset bir çuval gibi yere
yığılıverdi.
Başındaki delikten hâlâ duman ve buhar tüten adam
yerde yatarken, kafadan fırlayan çivi çarptığı tavanda
diğerleri arasında yerini almış, titreşip zangırdamaktaydı.
Sonunda zınk diye durdu. İşte o an böyle asılı bekleyen
yedi çividen önce biri ve sonra da ikisi, tıngırtıyla kayıp
sonra kurşun gibi fırlayarak tam altlarındaki, önce baş
dümencisinin kafasına, sonra da Arap ve Çuçu’nun tepe­
sine saplandılar. Çelik tavandan bu çivilerin topuzlarına
doğru yine cızırtıyla akan elektrik şerarelerinin ışıltıları
gözleri aldığında, dördüncü ve beşinci çiviler fırlayıp amudî
dümencinin ve elektrikçinin kafalarına girdi. Tavanda sona
kalan ve tıngırtıyla sürtünüp yer değiştirerek, avlarına nişan
alır gibi, kâh ona kâh buna doğru tepelerinden ilerleyen iki
çiviye gözlerini dikmiş diğerleri çığlık çığlığa kaçtığı anda
Mülazım’m sesi duyuldu:
“Santrali terk et! Baş tarafa!”
O sırada, kafasına saplı çivi ile çelik tavan arasında
elektrik arkı oynaşan baş dümencisi, yavaş yavaş yerinen
kalkmış, sanki kurşun misali sol ayağını zar zor sürüye

116
sürüye, ama diğerini tetik basmış gibi zeminde gümlete
gümlete, kurtulmak için itiş kakış feryatlarla baş tarafa
yığılanlara doğru ağır ağır yaklaşmaktaydı. Sanki demir
misali ağır görünen sol ayağını madenî zemin üzerinde
müşkülatla sürtüp sürürken, sağ adımını ansızın yıldırım
hızıyla atıp yeri gümletiyor, tabanı bu şekilde zemine güm
diye vurduğu her seferinde sintine kapağı âdeta inim inim
bir gümlemeyle inliyor, orada çığlık çığlığa çırpınan zaval­
lıların da yürekleri ağızlarına varıp kulakları çınlıyordu.
Kafalarında çivilerle yerlerinden hafif aheste doğrulan
üç kurban da katılınca, toplam beş ölü adamın bedenleri,
tavandan cızır cızır ışıltılarla parlayan o kıpırtılı elektrik
şerareleri başlarındaki topuzlara aktığı halde, bir ayağını
tokurtuyla sürüyedururken, diğeriyle de ansızın güm diye
adım basıvererek kurbanlarına usul usul ilerliyorlar, topuz­
larının deliklerinden “Piffiff!” sesiyle buhar püskürüyordu.
Bazıları feryat figan ile kaportadan baş tarafa kaçıp kur­
tulsa bile Mülazım hâlâ donup kalan birkaç kişiyi çekip
alarak, can havliyle kaportadan içeri iteklemekteydi. Bu
anda altıncı çivi tavandan fırlayarak Parlakçı’nın kafasına
saplanınca, yere baygın yığılmış Hamamcı’nın yakasını
tutan Mülazım çocuğu içeri çekti ve kaportayı hemen
çekip kilitledi.
Kısacık müddet zarfında cereyan eden bütün bu olay­
lardan habersiz telsiz gediklisi kabininden çıkıp uzak göz­
lüğünü de takmış, ağzı açık onları izlemekteydi. Kapadığı
kaporta açılmasın diye Mülazım kilit manivelasına demir
levyeyi geçirirken Daz da ona yardım ediyor, ama bir yan­
dan da öğürüp az evvel yediği ne varsa hepsini çıkarıyordu.
Bitkinlikle yere çöken Kibarın arkasına sığınmış o dehşet

117
, in ise körük gibi inip kalktıkça
kâh M g“g“kSU Ve dkcikî sesler 'lk,>"Jr' ad>m
kah ağlıyor kah dualar fe.ld.yor, ancak Karagümrük gazap
ile ağza alınmayacak galiz küfürler savurdukça o, sayladı
5 kUTn.araS’na arkada?> Mmı ve hayrına sevâben, “Hâşâ
oy e gı ı istiğfar sözlerini de, fırsat yaratıp sıkıştırmayı
ı mal etmiyordu. Az buçuk sakinleşmiş olmalıydı ki, kilitli
kaportaya yaklaşan Karagümrük lombozdan santral daire­
sine bakmak istedi. Ama camı silip burnunu dayadığında,
hemen diğer taraftan kendisini ölü gözleriyle süzen Par­
lakçı yla yüz yüze gelip geri sıçramıştı. Başına saplı çivinin
topuzu ışıldıyor, parıltılar adamın rujlu makyajlı suratını
aydınlatıyordu. Cam güzeli!” dedi Karagümrük, artık
ölümcül olduğu için can dostunu anında defterden sile­
rek, “Burası kilitli, giremezsin, orada koca beldeye beldeye
kurur gidersin.”
Ardından, çenesini öne çıkarıp meydan okur gibi yüzü­
nü cama yaklaştırarak Parlakçı’ya dişlerinin arasından
öfkeyle fısıldadı:
“Kız kurusu!”
İşte o anda şiddetli şangırtıyla tuz buz dağılan camdan
içeri ansızın bir kol fırlayıverdi.
“A! Na! Nı!” diye bağıran Karagümrük birdenbire geri
çekilmeseydi, lomboz camım yumrukla dağıtan Parlak­
çı’mn eli onu gırtlağından yakalamış olacaktı. Hepsi irki­
lerek kaportadan birkaç adım uzaklaştılar. Kıpkırmızı oje
sürülmüş uzunca ve çatlak tırnaklarıyla el, onları yakalamak
için sağa sola, yukarı aşağı hoyratça debeleniyor, bazen geri
çekilip yitiveriyor, derken aniden ta omzuna kadar ileri fır­
layarak lombozdan dışarı beklenmedik hücumlar yapıyordu.

118
“5 santimlik camı bir vuruşta parçaladı," dedi Mülazım,
“Kaporta da dayanmaz, torpido dairesine geçmeye hazır olun,"
“Sonra ne yapacağız?” diye sordu Daz, Bu soruyla başla­
yan sessizliği Kibar bozdu:
“Helalleşelim."
Abdülbeleş, “Evet, doğru, helalleşelim," dedi. Ardın­
dan parmağıyla Karagümrük’ü işaret ederek, önce kaş göz
oynattığı Daza,“Haydi, söyle,"diye fısıldamıştı. Afallayan
Daz, evvela kızardı. Ama hemen sonra, meydan okurmuş
gibi sinirli sesle sordu:
“Neyi?"
Abdülbeleş’in parmakla hâlâ işaret ettiği Karagümrük
de kulak kabartmış, olanları idrake çalışıyordu. Dikkat ver­
diğinden dolayı gözleri açılıp kaşları yukarı kalkmış ve bu
yüzden alnı kırışmıştı.
“Altını.”
“Hayrola! Ne altım?"
“Sana göz kulak olayım diye validen Kurana el bastırıp
bana yemin verdirdi. Altın için helallik iste. Ahirette sela­
metin için.”
Abdülbeleş bunlan Daza söylerken parmağıyla hâlâ
Karagümriik’ü işaret ediyor, ancak itham ettiği kişi, sıktığı
koca yumruğunu ona doğru sallayıp adamın iddialarını
yalanlayıp duruyordu.
Neden sonra öfkelenen Daz, “Evet,” diye bağırdı, “Altını
yürüttüm, arakladım, iç ettim, yedim, harcadım. Eee! Ne
olmuş! Ne olmuş! Haydi söyle!”
Meraklanan Karagümrük, “Hangi altın bu?" diye sorun­
ca Abdülbeleş, “Senin ceketine dikili zula altının. Hani
günlerce aradığın. Senden kazıyıp cebe indiren nâ işte o.

119
Bunları söylerken eliyle işaret ettiği Daz ise onu pişkin­
likle, Eee! Ne olmuş? Ne olmuş? Helal ediverir işte,” diye
cevaplıyor, bir yandan da Karagümrüku küstah gözlerle, tasa­
sız ve kayıtsızca süzüyordu. Ecel şerbetini kısa müddet sonra
yudumlayacaklarına inanan bazıları ise orada Karagümrüke
teker teker tevekkülle, “Helal ediver,”diye mırıldanıyorlardı.
Kadere boyun büküp baş eğmiş bu kişilerin ardından Daz
da, “Doğru söylüyorlar,” demişti, “Helal ediver tabii.”
Suratı öfkeden o anda kızaran Karagümrük, ağzından
tükürükler saçarak, “Vay namussuz!” dedi, “Allah'ın haram
dediğini, ben bir lafımla helal mi yapayım? Büyücü yahut
hâşâ, başka bir ilah mıyım? Sanki helal desem hırsız, hırsız
olmaktan çıkacak ha! Bir abrakadabra ile kargayı güvercin
yapan sihirbaz gibi, bir laf ile seni masum mu yapayım?
Haysiyetsiz! Aklınca Cenaballah’ı böyle dolandıracaksın
giderayak ha! Bana yakarıp benden beleş sevap dileniyor­
sun. Nasıl kıydın bana da tırtıkladın altınımı! Namussuz!
Yaktın beni! Şerefsiz!”
Öfkesinden hüngür hüngür ağlaya ağlaya yumruk sıkıp
Daza hücum etmeye yeltenen Karagümrüku o anda, Kibar
ile Abdülbeleş kollarından tutuvermiş, kızgınlıktan suratı
al al olmuş adamın gazabı çok geçmeden diner gibi olunca
da salmışlardı. İşte bu sırada telsiz kabinindeki gediklinin
sesi duyuldu:
“O mesaj hâlâ geliyor efendim, bakar mısınız?”
Santrale açılan kaporta geçildiğinde kaçıp sığınacak­
ları baş torpido dairesinde muhtemel bir hücuma karşı
müdafaa planlayan Mülazım, aceleyle kabine koştu. Başına
geçirdiği kulaklığı ile gedikli, telsiz ampermetresinin kıpır
kıpır ibresini işaret edip lafına şöyle devam etti:

120
“Su altındayız. Bu imkânsız, ama o meçhul mesaj hâlâ
sürüyor.”
Telsizcinin uzattığı kulaklığı alıp kulağına dayayan
Mülazım, sinyale dikkat kesilerek, sanki gaipten gelen mors
işaretlerini bir süre dinledi. “İmkânsız elbette,” demişti,
“Ama akıllara sığmaz tuhaf hadiselere artık alıştık, hatta
müptelası olduk. Sinyal içeriden bir yerden olmalı. Deşifre
edildiğinde bakalım ne çıkacak?”
Kulaklığı takıp yerine çöken gedikli o anda sinyale
kulak vermiş, önündeki kâğıda mesajı kurşun kalemle hızla
hâlâ çiziktirmeye devam ediyordu:
“... RKVIF LBSEB SGGYE XPHAJ WZBAZT
QHGJN OZFCF ECXTF GPQOE VJSTB ZZUCE
NGSBV FRYFR WTITC FQEWC LDKFL DJGFS
ZBOIU EGQKY XCWEB HVKTV EVYYY UDMVT
TJZZN KKSTV JAUTG UACTN HSWHQ_MBVBU
PNUPMTQEAS BAFGS ...”
O süratle yazdıkça Mülazım da kâğıttaki mesajı takip
ediyor, bir yandan da kendi kendine söyleniyordu:
“Garip. Beşli şifre bu. Sancı Baba bunu zihinden deşifre
ederdi:
Sinyali kulaklıktan dinlerken gedikli hızla hâlâ yazıyordu:
“... PLFRC PJVYQ_WNWFS CLETY ZQFWR
JKFBF ZZFGM BGHKG UGNYC LVHKW ZUEKI
KFKVVY IEXUB MDJWN RGWVH TJGIA BTUIQ_
FUCVO BASTY WWBJX IMRXJ APLPW MWFUC
ZBWQF KDTLT ZWJBX UOTQV DOYLN SGPRS
UIFSH UDDEY PGCVVT TMEUF FXFBC RLIGR
FZSMI VXLBJ PHEMW VCHPD DOGYS OIRIU
HUFJR HZPKX NVWZB ZRXLY VPPRP FYVMN

121
EDNHM MKRHW MIYVE NMLMA YPAPN YTQBF
ESHKY BXOLL XDSKH TDUBC MBXEU FPEJM
BHWTO WBSWIWAAKT CRZLN HVFBQ_NPQXB
HEM VE XGOYF BTMBG IHPXH LPS1K YBGHV
KIYHK BTYUD QBDQC XDTJG VIRDJ RDTWH
ZTZCT GDNAK JGTVW PEWQT GTBKU CPSGW
NDJKV XZZLP JPRQF PWMEK ACVQ_E MLVXE
DUEOD VOIYX UMYZG WWHTQ_ZKXDJ!”
işte tam bu anda, şiddetli bir çatırtı ve patlayan şim­
şek ışımasıyla radyo alıcısı kıvılcımlar saçarak yanıverdi
ve gedikli ansızın yerinden sıçradı. Cihazdan dumanlar
yükseliyordu. Yüzüne fışkıran kıvılcımlardan yaşaran göz­
lerini ovuşturduğu halde adam, kapağı kaldırıp baktığında,
“Yıldırım isabet ederse olur bu,” demişti, “Toprak hattı bile
erimiş, aşırı güçlü sinyal, detektör lambasını bile patlatmış.”
Yanan telsizin üzerine battaniye atıp söndüren gedikli­
ye, “Bu kalanını deşifre et,” dedikten sonra Mülazım, aldığı
kâğıdı iyi görebilmek için kabindeki dumanları eliyle dağı­
tıyordu ki, baş torpido dairesinden başını uzatan sertüyüp
Baltanur ona sordu:
“Şimdi ne yapacağız efendim?”
Mesaj kâğıdını telsizciye uzatan Mülazım cevapladı:
“Az sonra emrimle, hava gönderip dalma sarnıçlarını
tahliye edeceksin. Satha çıktığımızda torpido yükleme
kaportasını açıp güverteye çıkacağız ve patalyalarla botu
terk edeceğiz.”
“Neden şimdi değil, efendim.”
“Şifreli mesaj. O çözüldükten sonra.”
“O mesaj bulunduğumuz bu durumdan daha mı acil
efendim?”
122
“Dediğim gibi. Deşifre edildikten sonra "
“Şahsî merakınız için bizi yakıyorsunuz. ”
O anda, dar kaportayı koca bedeniyle kapatan Balta-
nur’un koltukaltında, muavini Tikibom’un kafası görün­
müştü. Adam korkuyla bağırıyordu:
“Manometre düştü! İştirak valf kulpu boşa dönüyor.
Tazyik sıfır! Santral valf sandığından bu daire iştiraki
kapanmış. İmlâ sarnıçlara buradan hava gönderemeyiz, bu
valfle satha çıkamayız. Santraldekini açmamız lazım!"
Bu sözleri duyunca herkeste şafak atmıştı. Çünkü
Mülazım’ın dediği gibi o keşmekeşte, biraz zaman yarata­
rak dalma sarnıçlarını bu dairedeki valilerle tahliye ile satha
çıkmayı düşünmekteydiler.
Baltanur sordu:
“Şimdi ne yapacağız efendim?”
“Onların bir şey yapmalarını bekleyeceğiz.”
“İnisiyatifi onlara mı vereceğiz?”
“Evet. İçinde bulunduğumuz zor durum tek üstünlü­
ğümüz. Bu fırsatı kullandıklarında hata yapmalarını uma­
cağız.”
“Hata yapmazlarsa?”
“Bu iş satranç değil, kesinlik yok. Az sonra kartlar yeni­
den dağıtılacak, o zaman düşüneceğiz.”
Baltanur’la konuşan Mülazım’a kabininden çıkarak
nefes nefese seğirten telsizci bir kâğıt uzattıktan sonra,
“Şifre çözüldü,” demişti. Deşifre edilen metni alıp göz gez­
dirirken, “Vay Sancı, sen ha!” diye bir süre kendi kendine
mırıldanan Mülazım’ın ağzından şu sözler dökülecekti:
“Öldükten sonra bile bize mesaj gönderiyorsun."
Tekrar baktığı kâğıtta şunlar yazılıydı:

123
“CANAV ARIST EOCAN AVARI STEOK OTULU
GUNTA KENDİ SIIMH AETME NIZLA ZIMMU
TLAKA HAYVA NIVEV AHSIK OTULU KTUAM
ASIMD IARTI KZEKI SERIB AĞLAN ANPIL
SAYIS İKADA RCERE YANIN DAART MASIG
IBIBE YINLE RIMIZ IBAGL ADIZE KASIA LTIKA
TARTT IKAYB OLUYO RUMBU NLARS ONSOZ
LERIM SİMDİ KOTUL UKHEP INIZD ENZEK
IZIHN IMIZIICIND EKIHE RSEYL EELEG ECIR1
YORBI LDIGI MIZHE RSEYI BUTOP LAMZE
KAİLE BİRLE STIRI YORSO NUCLA RCIKA
RIYOR DISIB EYAZICISIY AHTOR BANIN TERSY
UZOLM ASIGI BIOSA NDUKA DATER SYUZO
LDUIC INDEKIKOTU DIŞARIÇIKTIDISI NDAKİ
İYİLİ KDEIC INDEK AYBOL DUOSI MDICA
NAVAR KOTUL UKBUS IFREY ICOZU YORSO
NSOZL ERIMC OZDUO NDAKA YBOLU YORUM
ONDAK AYBOL UYORU MOOLD UMKURTULUS
YOKKU RTULU SYOKK URTUL USYOK ARANL
IGINS AHIBI BENİM!”
O esnada arkasından biri omzunu dürtünce geriye
dönen Mülazım, karşısında Karagümrük’ü gördü. Adam
biraz ezilmiş ve hafif utangaç halde, şöyle diyordu:
“Zannedersem botun disiplininden hâlâ mesulsünüz,
değil mi efendim?”
“Ne var?” n
“Bir vukuat, efendim. Altın. Ceketime dikiliydi, sonra...
İşte tam bu anda, santrale açılan fosfor bronz kapor-
tadan şiddetli bir gündeme ile telaşlı çığlıklar dairede
yankılanınca, bütün kafalar derhal o tarafa çevrildi. Yüreği

124
hoplayan Karagümrük başparmağıyla damağını kaldırır­
ken, gümlemeye doğru koşturan Mülazım, ardı ardına güm
güm gelen darbelerle kaporta kilit perçinlerinin tek tek
atmasına ramak kaldığını fark etti. Darmadağın edilmiş
lombozdan santrale baktığında, tepelerine saplı çivilerde
elektrik arkları oynaşan beş ölü bedenin gidip gelerek
kaportayı omuzladığını gördü. Sağlam ve kuvvetli olan
sağ değil, fakat hareketsiz sol omuzlarını, olağanüstü bir
kudretle fosfor bronz kapıya vurup vurup duruyorlardı.
Mülazım kendi kendine, “Onlara hâkim olan kuvvet ne ise,
bedenlerinin sadece sağ yanını ele geçirmiş,” diye söylen­
di. Darbeleri o kadar şiddetliydi ki, sağ yanlarına egemen
olan güç, diğer tarafı gözden çıkardığından olsa gerek, sol
omuzları pirzola gibi lime lime ezilmişti.
Nihaî birkaç darbe ardından kaporta perçinleri teker
teker atıp kilit dili yamulunca arkasını dönüp baş tarafa
bakan Mülazım, mürettebatı dehşet içinde gördü. Dini
bütün telsiz gediklisi korkudan, kolibri kanat çırpar gibi
kıpır kıpır dudaklarıyla fısır fısır dualar okuyor, defterike­
birden haykırarak kantarlısından sunturlusuna küfür gama-
to basan Karagümrük aynı zamanda yumruk da sallıyor,
Abdülbeleş’in dizlerinin bağı çözülmüşken, Hamamcı da az
gerisindeki torpido dairesine doğru ağlayarak sürünüyordu.
Koskoca bronz kaporta en sonunda bir gündeme ile
ardına kadar açılıp yere devrildiğinde Mülazım bağırdı:
“Baş torpido dairesine!”
Fakat kaportanın üst eşiğine tangırtıyla, o an bir çivi
çarpıp yapışıverdi.
Biraz önce Sancı’mn başına saplı çivi olmalıydı bu.
Çünkü hem kanlı idi hem de üstüne yapışmış saç telleri

125
adamınkilerle aym renkteydi. Derken yerinden fırlayıp
çelik tavana çarptı. Oradan tıngır tıkır kesik kesik, fasıla
vere vere kayarak, baş tarafa çığlık çığlığa koşuşturanlara
doğru, yer yer gıcırtımsı ve madenî bir sürtünme sesiyle,
ağır ağır yaklaşmaya başladı.
Mülazım dehşet içinde, “Haydi! Haydi! Haydi!” diye
bağıra bağıra, önüne geleni yaka paça torpido dairesinden
içeri tıkmaya çalışıyordu. Fakat iriyarı Daz eşiğe sıkışınca,
çelik tavandaki çivi artık tam tepelerindeydi. Girişi tıkayan
Daz ı itekliyordu ki, Baltanur başını kaldırıp yukarı baktı,
derken nedense tevekkülle boynunu bükerken, çivi kafasına
giriverdi.
O kızılca kıyamette bir an, gerilerinden gelen o şid­
detli düdük seslerini duyduklarında arkalarını döndüler
ve kaportayı parçalayıp giren beş ölü bedeni tam da bir
adım ötelerinde gördüler. Aralarında triton olan o tüyler
ürpertecek kadar tiz düdük sesleri, kafalara saplı çivilerin
topuzlarından püsküren buhardan geliyor, kâh biri bitiyor,
kâh öteki başlıyordu. Tepelerinde şerareler ışıldayan ölü
adamların kımıldamadan beklediğini gördüklerinde önce
afalladılar. Fakat saplı olduğu kafalardan beş çivi birden
ansızın fırlayıp tavana dangırtılarla artarda çarpa çarpa
orada kalakaldığında, beş ölü bedenin boş çuval gibi yere
derhal yığılmasıyla feryadı bastılar.
Kellelerden fırlayan beş çivi tavanda gıcır gıcır sürtü-
ne sürtüne tam üstlerine doğru ilerlemeye başladığında,
kaportadan geçmek için birbirlerini ittirip yumruklayan­
ların yürek paralayıcı feryadarıyla bütün daireler çınladı.
Korkudan haykırırlarken sadece gözleri yuvalarından değil,
aynı zamanda hem dil ve hem de küçük dilleri de sonuna

126
kadar açık ağızlarından dışarı fırlıyor, canhıraş çığlıklarının
şiddeti ve zangırtısından ampuller patlıyor, ibreler titreşip
camlar çatırdıyordu. Hele tavandan ilk çivi Abdülkchri-
bar’ın, İkincisi ise Tikibom’un kafasına zınk diye saplan­
dığında, cıyır ciyak çığlıkları kulaklarını çın çın çınlattığı
için kendi feryatlarını bile işitemez oldular. Elleriyle başını
korumasına rağmen Meymenet üçüncü ve Alibuçuk dör­
düncü olacaktı. Karagümrük Keşanlı yamağını bileğinden
tutmuş, tam çekiyordu ki, o anda başındaki topuz elektrik
arkıyla ışımaya başlayan Baltanur, uzanıp çocuğu ayak bile­
ğinden yakalayıverdi. Feryatlarını madenî duvarlarda çınla-
ta çınlata kendine çektiği zavallı yamak da beşinci kurban
olduğunda, gümletip vurarak kaportayı kapatan Mülazım,
kaydırdığı sürgüleri çekerek girişi sımsıkı kilitledi.
Hayatın her birine dağıttığı umutlar, hevesler, muratlar,
dualar, fırsatlar, floşlar, kareler, fuller, aşklar, kızlar, papazlar
ve aslarla dolu iskambillerden Ispanya’da kurdukları hayal­
ler şatosu, baş torpido dairesinin zeminine sanki enkaz gibi
onlarla birlikte çökmüştü. Yorgun bedenleri âdeta ruhlarını
ahirete uğurlar gibi sızlıyor, karanlık kaderlerine artık tam
intibakla, bir ışıltı aramaktan yorgun gözleri, bu zifirî keder
sisi içinde boşluğa boş boş bakıyordu. Artık birer umut
körü idiler.
Oturduğu yerden kalkan Mülazım, kaporta lombozun­
dan dışarı baktığında kendi kendine, “Cesetleri sürüklüyor­
lar,” diye mırıldandı, “Kıç tarafa doğru.”
Ona karşılık veren olmamıştı. Bu yüzden sözleri, adam­
ların saatlerdir şahit oldukları doludizgin gerçeklik içinde
boğuldu gitti. Durumu kanıksayıp zihinlerini kapatmış,
kırmızı gece ışığı altında sessizce bekliyorlardı. Yalnızca

127
Karagümrük, yanına çömelmiş Hamamcı’nın çenesini
yerine oturtmaya çalışıyordu. Korkudan avaz avaz bağır­
dığı esnada çocuğun sonuna kadar açılan çenesi o anda
kilitlendiğinden, zavallı bir süre ağzını kapatamamıştı.
Kibar, kolundaki kıllar arasına âdeta gömülüp orada yitmiş
saatine tüyleri epey bir aralayıp bakarak, saniye ibresini boş
bir dikkatle takip ediyor, hemen yanındaki telsiz gediklisi
ise ezberden, şiddetli sağanakta camda tıpırdayan damlalar
hızıyla dudaklarını kıpırdatarak fısıltıyla Kuran-ı Kerim
kıraat ediyor, ara sıra da apansız bir nefesle, alt dudağında
birikmiş tükürük baloncuklarını ağza çekiyordu. Çömeldiği
yerde öne eğdiği başını iki eliyle kavramış Abdülbeleş’in
bu halde yüzü görünmediğinden, onun ne vaziyette oldu­
ğunu kestirmek zordu. Ama o an baktığı ıslak zemine ara
sıra birkaç kaçamak damlacık şıp diye akıverdiğine göre
adamcağız ağlıyor olmalıydı. Baş tarafta toplandıkları için
kıçlanan tahtelbahir gemisi o derinlikte biraz sızdırdığın­
dan, tepelerinden yer yer su damlıyor, sanki bot dahi onla­
rın kaderine gözyaşı döküyordu. O soğukta giysileri ter ve
deniz suyundan rutubetli, hele ayakları tamamen ıslaktı.
Derken Mülazım’ın sesi yine duyuldu:
“Geri geldiler. Bekliyorlar.”
Tam bu esnada Daz, bir çığlık atıp irkilerek yerinden
firladı. Olduğu yerde debelenirken telaşla üstünden çıkar­
maya çalıştığı ceketinin ensesinden o anda, tahtelbahir
gemisinin meşhur faresi firlayıp yerde tıkır tıkır koşarak
bir köşede duruverdi. Ayakları üzerinde kalkıp havayı uzun
uzun kokladı. Çok kısacık mesafeleri bir anda koşup der­
ken olduğu yerde ansızın taş gibi donuyor, ya aşırı hızlı ya
da heykel gibi durağan olduğundan avcıların algısı dışında

128
kalabiliyordu. Derin bir nefes alan Daz, “Tuh!" dedi, “Bak
şuna, keyfi yerinde.”
“Elbette yerinde,” dedi Karagümrük, cebindeki kütlü
somundan kopardığı parçayı fırlatarak, “Ekmek elden su
gölden.”
Fare ekmek parçasına bir çırpıda koştu, kokladı, ayağa
kalkıp elleriyle tutarak iştahla yemeye başladı. Ağzındaki
lokma nöbetleşe bir sağa bir sola gidip gelirken kâh bir
avurdu kâh diğeri şişiyor, derken mideye inince, sıra derhal
ikinci lokmaya geliyordu.
“İştaha bak,” dedi Kibar, “Onu bir basışta ezecek bunca
insan var ama istifini bozmuyor.”
“Korkmaz tabii, bir küflü kırıntının bile tadını çıkarıyor
aptal hayvan,” dedi Karagümrük. Bunu söyledikten sonra,
alnında boncuk boncuk biriken ecel terlerini sildiği men­
dilin dört köşesine birer düğüm atmış, sonra bu takkeyi
başına geçirmişti.
“Ezeceğimizi bilse korkar,” dedi Daz.
“Kapa çeneni altın hırsızı!” dedi Karagümrük, “Hayva­
nattan o, nereden bilecek ki?”
Ardından Mülazım’a dönüp sordu:
“Hakikaten efendim, korkan o değil de neden biziz?
Allah’ın adaleti bu mu?”
Abdülbeleş,çömeldiği yerden başını kaldırıp ona çıkıştı:
“Tövbe de, taş olursun!”
Fakat Mülazım soruyu, “Akıl bize korkmayı öğretti,"
diye cevapladı, “Farede akıl yok, o ancak yeterince korkar.
Sonra hemen hayatına geri döner.”
Bunu söyledikten sonra ayağıyla zemine vurdu. Güm-
lemenin ardından fare, ağzındaki gıda ile ansızın tıkır tıkır

129
bir metre koşup duruverdi ve bu emniyetli mesafede, sanki
hiçbir şey olmamış gibi ekmeğini yine yemeye başlamıştı.
Kaçtı işte,” dedi Daz, “Korktu, bizim gibi.”
“Korkmadı,” dedi Kibar, “Sadece mesafe koydu.”
“Demek ki cesur.”
“Kesin sesinizi!” diye bağırdı Karagümrük, “Fareyi
taşakları altı okka deliduman yiğit yaptınız! Kes artık, kes!”
Ardından Mülazım’a dönüp, “Efendim, ne olur dövün
şunları,” dedi, “Hem delirdiler hem delirtiyorlar.”
Bir sessizlik çöktü. Birkaç dakika sonra bir hıçkırık ve
ardından inleme duyuldu. Galiba ağlayan kişi, o an sinirleri
bozulan Daz’dı. Bunun üzerine Karagümrük, “Sus hırsız!”
dedi, “Aha şu fare kadar yürekli olsan bile, cesaretin nah
bu durumda ne faydasını göreceksin? Sen bunu değil, az
sonra gideceğimiz ahirette senden soracağım bir altınımın
hesabını düşün!”
Adamın suratı kızarmış, gözleri öfkeden yine büyümüş­
tü. O an hâkim olan sessizliği Kibar bozdu:
“Dimitrakopulo ve Gel Ey Esmerim.”
“Ne?”
“Senin o altınından kalan son kuruşla Daz’ın içtiği
şarap ve o sırada tutturduğu türkü.
Bu esnada Abdülbeleş kıkırdar gibi olmuştu. Kırmızı
ışığın altında, Daz’ın da mahcubiyetle gülümsediğini de
seçtiler. Sessizliği Mülazım bozdu:
“Fare gibi yapacağız.”
Şaşkınlıkla dönüp ona baktılar. Adam sözüne devam etti:
“Gümrük! Cebindeki somunu çıkar ve aramızda üleştir.
Paylarımızı tadını çıkara çıkara yiyelim. Haydi! Zamanımız
az. Hemen yutmayın, lezzetine varın.

130
Bir an duraksadıktan sonra başındaki mendili çıkarıp
açarak zemine seren Karagümrük, somundan kişi adedi
kadar parçalar kopardıktan sonra birini de farenin bulun­
duğu köşeye sevap diye fırlatmıştı. Yerlerinden doğrulup
bu mütevazı sofraya vardıklarında, köşelerine pısıp mendil
üstündeki rızka rağbet etmeyen Hamamcı ile telsiz gedik­
lisine ekmek parçalarını işaret ederek Mülazım şöyle dedi:
“Bu bir emirdir!”
Nihayet onlar da gönülsüzce yanaşıp lokmalarını ağız­
larına attılar. Telsizci ekmeğini çiğnerken bir yandan da
Kuran-ı Kerim kıraatini fısıldayarak sürdürüyor, o anda
galiba dünyevî rızık ile göklerden gelen rahmet, ağzında
aynı anda bulunuyordu. İşletmeye kalktığında kendisine
sadece korkunç şeyler gösterecek zihnini, az önce hayalet
kovar gibi benliğinden defeden Hamamcı ise gönülsüzce,
ağzının yarısıyla lokma çiğnerken, yarım ağız bir de dua
mırıldanmaktaydı. Bakmaktan değil, ama görmekten bık­
mış gözler yorgun ve bulanık, feryatlarla harap gırtlaklar­
dan çıkan sesler fışırtılı, çatallı ve ağlamaklı, feleğin şamar
çarptığı çehrelerde avurtlar çökük, kaderin pençesiyle ezer-
cesine sıkılıp kanatılmış kalpler ise kırgındı.
Zifirî kötücül okyanusun en derin yerine bu çelik tabut
içinde gömülmüş halde yaşadıkları azabı katık edip ekmeği
yerlerken, bütün dişlerini göstererek onlara muzipçe sırı­
tan Kibar elini cebine attıktan sonra, piştide kapak yapar
gibi avcunu mendilin üzerine pat diye vurmuştu. Sürpriz
yapacakmış gibi elini yavaşça çevirdiğinde, adamın kirli
avcunda iki dilim pastırma gördüler. Çehreleri titrek bir
gülümsemeyle aydınlanıverdi ve hemen uzanıp paylarını
kopardılar. O sırada ekmeğin ve pastırmanın tadını daha

131
ır çıkarmak için ağızlarını şapırdatıyor, yuttuklarında ise
gırtlaklarından inlemeye benzer bir ses çıkıyordu. Somun
bittiğinde parmaklarını ıslatıp mendil üstündeki kırıntılara
bana bana sofrada geriye bir şey bırakmadılar. Ardından
boş gözlerle birbirlerine bakarlarken Daz, cebinden iki
küçük tentürdiyot şişesi çıkarıp ortaya koyuverdi. Koyu
renk şişelerin biri tamamen, diğeri ise ne yazık ki, yarıya
kadar doluydu.
“Ne bunlar?” diye sordu Kibar.
“Tentürdiyot değil.”
“Ne peki?”
“Votka var içinde.”
Vay namussuz! dedi Karagümrük, “Nasıl girdin mut­
fağa?”
“İyi ki girmiş,” dedi Kibar, “Ahireti boylamadan önçe
şifa niyetine içeriz.”
“Tövbe de,” dedi Abdülbeleş, “Cenaballah’ın huzuruna
körkütük mü varacaksın?”
“Deliler Allah kulu değil mi? Sarhoş da öyle.”
Daz, “Deliler cennete gider mi?” diye sorunca Abdülbe­
leş, “İman üzere delirdiyse gider," dedi, “Kâfirken delirdiyse
hâşâ olmaz.”
Kibar, “Ver bakalım payımızı,” deyince Mülazıma bak­
tılar. Ama o, “İsteyenler paylaşsın,” dediği anda şişeler elden
ele dolaştı. Fakat kendisine bir türlü sıra gelmeyen Kara­
gümrük, “Bana yok mu!” diye itiraz ettiğinde Daz, “Yok,"
demişti, “Helal et altını, al hakkım.”
“Namussuz!” dedi Karagümrük Daz ise adamın kar­
şısında, elindeki şişeyi ağzına götürüp kâh bir yudum
alıyor, kâh koklayıp sanki keyiften mest ve mesrur olmuş

132
gibi gözlerini deviriyor, bazen de başını, zihninde sadece
kendisinin duyduğu neşeli bir musikiye tempo tutar gibi
sallıyordu.
“Tamam,” dedi Karagümrük, “Ver, helal ettim.”
“Yerden göğe kadar mı?”
“Evet, evet! Ver!”
Daz’ın bir yudum daha aldıktan sonra uzattığı şişeyi,
Karagümrük hemen dikiverdi:
“Şerefsiz,” dedi elinin tersiyle ağzını silerken, “Anca
birkaç damla bırakmış!”
Kibar, “içtiğin en pahalı içki oldu,” deyince bazıları
gülümsedi. Küflü somun, iki dilim pastırma ve bir votka
yudumu, bedenlerine olmasa bile ruhlarına tesir etmişti.
Böylece birkaçı dizlerini ovuşturup doğrularak oracıkta bir­
kaç adım attı. Kaporta lombozundan bakan Daz, “Hemen
dışarıdalar efendim,” dedi, “Kımıldamadan bekliyorlar.”
“Sadece biri hepimize topyekûn duman attırır,” dedi
Karagümrük, “Çavuş’u kuş tüyü gibi kaldırıp kafasını çöm­
lek gibi çatırdattı, gördünüz.”
“Evet. O da adamın göğsüne takır takır tam bir şarjör
boşalttı. Ölmedi. İki kere ölünmez!”
Bu hadise o an gözleri önüne gelince çenesi titreyen
Abdülbeleş, korkuyla dua mırıldamıştı:
“Allahümme innâ nec’alüke fı nühûrihim ve ne’üzü bike
min şürûrihim!”
Kibar neden sonra Mülazım’a, “Efendim, bu çelik
mezardan nasıl çıkacağız?" diye umutsuzca sordu, “İsrafil
sûru üfleyince mi kıyam edeceğiz? Abdülbeleş duamıza
başlasın mı? Telkin falan versin, şöyle iç rahatlatıcı, gönül
açıcı şeyler okusun ezberden, Yasin, Fatiha mesela.”

133
Peki benimkini kim okuyacak?” diye homurdandı
Abdülbeleş.
“Burası mezar değil,” dedi Mülazım, “Çünkü hâlâ diri­
yiz.”
“Ya onlar gibi olursak, efendim?” dedi Daz, “Beyne zınk
diye çivi girince adam tuhaf işler ediyor, akla hissiyata aykı­
rı. Şahsen öyle olmak istemem. Dağlara taşlara!”
Gördüğüm o ki, kelleye çivi bir girdi mi adam ölür,”
dedi Karagümrük, “Ama onlar yabanî davranıyor, hangi
mefkûre ile bilmem. Bir de, nur iniyor tepelerine, şimşek
gibi cızır cızır. Çivi lanet mi celbediyor acaba? Yoksa koca­
karı ilacı mı sürülmüş yahut domuz yağı falan? Tuh! Biz de
tuttuk elledik.”
Bunu söyledikten sonra başındaki mendili çıkarıp par­
maklarını özenle silmişti. “Sadece gördüğünüzü bilin,”
demişti Mülazım, “Bir de gördüklerinizden çıkan sonuç­
lan. Bu, ölüm-kalım meselesi olsa da yapacaklarımız belli,
olmasa da belli.”
Kibar sordu:
“Öyleyse, yapacağımız nedir?”
“Şilepten aldığımız şu sandıkta elektrik kıvılcımları
görülmesiyle başladı bunlar. Değil mi Beleş?”
“Evet, iki ifrit heykeli arasında şerare peyda olmuştu.
Sonra içinden yaratık çıktı, duman attırdı.”
“Görünen o ki canavar nasıl ateşle yaşıyorsa, sandıkla
birlikte gelen ve ondan daha da tehlikeli olan kötücül
varlık, elektrikle iş görüyor. Çivilere de mıknatisî kuvvetle
hükmedip kurbanlarını korkunç şekilde ele geçiriyor.”
Kibar sordu:
“Bir kablo, hat olmadan mı yolluyor elektriği çivilere?”

134
“Unuttun mu? Tahtelbahir gemisi tamamen çelik.
Elektriği iletiyor.”
“Yani diyorsunuz ki efendim, dışarıda canımıza okumak
için bekleyen arkadaşlarımızı şu lanet sandık yönetiyor,
doğru mu?”
“Sandık ya da onu mesken tutmuş güç.”
“Bu güç ifrit veya benzeri bir şey mi?”
“Tabiatüstü değil. Tabiî ve tabiatüstü diye bir şey yok.
İlmî ve ilimdışı var.”
“Peki nasıl açıklayacağız efendim?”
“Açıklamayacağız. Bir kâhin yahut şarlatan olsaydı
hemen açıklardı. Böylece belki bir din kurar ve kim bilir, o
canavara tapınırdık. Bu yüzden sebepleri üzerinde düşünüp
hurafe üretmeyeceğiz.”
“Yine de anlamıyorum efendim.”
“Hâlâ şansımız olduğunu anla yeter. Görünüşe göre, şu
an dışarıdaki altı kişinin bedenleri ve dimağları bu kuvvetin
hakimiyetinde. Kafalarındaki çiviler yoluyla onlara hükme­
diyor, elektrik! olarak emirler veriyor, gördüklerini görüyor
ve zekâlarını da kullanıyor. Bu korkunç şey, önce sadece
yırtıcıydı, ama şimdi zeki de. Altı kişinin toplam zekâsına
sahip. Buna rağmen bizim yine de bir üstünlüğümüz var.”
Abdülbeleş sordu:
“Nedir ki o üstünlük efendim?”
“Ona göre aptal olmamız,” dedi Mülazım, “Aptal akıl­
lıyı, akıllı da aptalı öngöremez. Aptal olarak bilgi karşı­
sında tokgözlüyüz. O bizden zeki olduğu için açgözlü.
Bilgi konusunda seçici olmadığı, iştahlı ve şehvetli olduğu
için kendi kuyruğunu ona yutturacağız. Zekâsıyla birlikte
güveni de arttı. Onu kibriyle de vuracağız. Onun plam

135
bizim hiçbir şey yapamayacağımız üzerine kurulu. Ama
yapacağız. Ondaki zekâ sarhoşluğunu kullanacağız. Bir
planım var.”
Mülazım bunları söylerken, muhabere borusundan çın­
lamalar gelmeye başlamıştı. Hepsi irkilerek dönüp o yana
baktılar. Sarı pirinç boru içinden sesler duyuluyordu:
“Çın-çın-çın! ... Çın! ... Çı-çı-çın-çın-çın-çı!”
“Aptal fare!” demişti Daz.
O an bu seslere kulak kabartan Mülazım’a sözüne
devam etmesi için tekrar baktılar. Fakat adam lafına tam
başlayacaktı ki, tahtelbahir gemisinin faresi torpido yatağı
altından çıkıp yanlarından geçerek kovanlarının orada
bir anda kayboldu. Oysa sesler borudan geliyordu. Kulak
kabartarak korku içinde ağır ağır doğruldular. İşte bu
esnada, seslerin geldiği borunun dirseği, bir çat! sesiyle
yırtıhverdi. Muhabere borusu içinde tınlamalarla gidip
gelen ve zorlayıp kayan bir cismin madenî sürtünme sesini
işittiklerinde, Abdülbeleş sordu:
“Dışarıda altı kişiler efendim, çiviler kaç taneydi?”
Dehşete kapılan Mülazım ancak şunu fısıldayabilmişti:
“Yedi.”
Birdenbire pirinç muhabere borusunu yırtarak tavana
yapıştığında dangırdayan çivinin çınlamasını işittiklerinde,
birkaçı çığlık koyuverdi. Ağlamaklı feryatlarla beyhude
kaçışırlarken, çivi de çelik tavana gıcırtılarla sürtüne sür-
tüne onları ağır ağır takip ediyor, beynine saplanmak için
kâh biri kâh diğeri tepesinde duraksadığına göre, seçici
davranmıyordu. Baş torpido dairesindekiler feryatlarla
kaçışırlarken Daz, lombozu gösterip bağırdı:
“Bakın şuraya!”

136
Lomboz camının hemen ardında, tepesindeki çivide
elektrik şeraresi oynaşan Baltanur görünüyor ve yuvaların­
dan uğramış gözleriyle onları izliyordu. Mülazım dehşet
içinde haykırdı:
“Sandıktaki şey, bizi onun gözleriyle görüyor! Örtün
lombozu!”
Kendisinden beklenmedik şekilde, torpido yatağındaki
üstüpüyü alan telsiz gediklisi dualar fısıldaya fısıldaya, belki
de bu yolla şehit olma muradıyla lomboza doğru yürüdü.
Fakat tam cama asıyordu ki, tavanda ansızın kayan çivi, o
anda adamın tepesinde duruverdi ve kafasına saplandı.
Çıt çıkmıyordu.
Çehresi kül beyaz, ağzı çenesi sarkmış Karagümrük tit­
reyen dudakları arasından zorlukla fısıldayarak, “Vay ana­
sını!” diyebildi. Gözlerini telsizciden ayıramadan dişlerini
sıkıp az sonra tekrar fısıldadı:
“Vay anasını!”
O kırmızı ışık altında hepsinin gözleri yerdeki gedikli­
ye kenetlenmişti. Ses soluk duyulmuyordu. Fakat derken,
Hamamcı’nın göğsü bir anda körük gibi inip çıkmaya
başladı. Dehşetten sonuna kadar gerilip açılmış dudakları
arasından sımsıkı kenetli sarı dişleri görünüyordu. Kül
kesilmiş yüzü ağlamaklıydı, fakat gözlerinden yaş gel­
miyor, sadece nefes alıp verdiği her anda, ciğerlerinden
hiçbir insan veya hayvandan gelemeyecek, çığlık ve inleme
arası sesler çıkıp hançeresinden âdeta fışkırarak torpido
dairesinde çınlıyordu. Derken tavan lambasının neşrettiği
kırmızı gece ışığı altında, zavallı çocuğun çehresi bir parıl­
dayıp bir sönmeye başladı. Çünkü çelik tavan ile telsizcinin
kafasına saplı çivi arasında kesik kesik bir elektrik arkı,

137
zaman zaman atıp atıp sönüverir olmuştu. Kıvılcımlarla
elektrik! şerare bir an parladı mı, telsizcinin gözleri ansı­
zın yuvalarından uğruyor, kısa bir an kesildiğinde ise yine
aniden çukurlarına gömülüyordu. Çok geçmeden gözleri
kamaştıran bir ışıltılı arkı, adamın beynine bu kez fasılasız
akmaya başladığında, Abdülbeleş feryat etti:
“Kalkıyor! Kalkıyor! Zincir efendim! Zincir!”
Mülazım oradakilere bağırdı:
“Ceraskallar! Birini kovan mapasına, diğeri kaportaya!”
Sırtına atılan kuvvetli tekmenin acısıyla kendine gelen
Hamamcı, yataklardaki torpidoları tüplere ağızlatıp içine
sürmeye yarayan bu el vinçlerini, avadanlıktan kapıp bir çır­
pıda birini daire kaportasında bekleyen Abdülbeleş’e, diğerini
torpido kovanları önündeki Kibara yetiştirdi. Kibar ceraska-
lın kancasını mapadan geçirirken, torpido dairesinin ta diğer
ucundaki Abdülbeleş de aynı işi yapıyor, Daz ve Karagümrük
de zeminde şakırdayan zinciri el vincine geçirmiş çekerler­
ken, ceraskalm makarası çıngırtıyla delicesine dönüyordu.
Bu sırada telsizcinin beynine inen elektrik arkı adama­
kıllı ışıdığında, az önce yere çuval gibi yığılan adam, sanki
tepesindeki çividen çelik tavana bağlandığı bu ışıltılı ve
şimşeksi halatla yukarı çekiliyormuş gibi, ip kuklası misali,
önce aniden ensesinden, derken ansızın belinden, uzun
fasılalarla yavaş yavaş doğruldu. İşte o anda Mülazım,
kovan tarafındaki zinciri adamın boynuna dolayıverdi. Bu­
yandan da korkuyla, “Ayaklarına da!” diye bağırmaktaydı.
Kaportadaki vince bağlı zinciri şıkırtılarla çekip adamın
ayaklarına doladıktan sonra Daz, “Hazır!” diye haykırmıştı.
Başındaki topuzda ışıltılı elektrik arkları çakmaya başlayan
telsizci, tepesine düşen her şimşekte, boğazından mors

138
sinyalleri misali kuşumsu sesler cin mısırı gibi seri şekilde
patlak verdiği halde çılgınca debeleniyor, diğer yandan
Mülazım, “Çek! Çek! Çek!” diye avaz avaz bağırıyor, ne
yapacaklarını anlayan diğerleri ise, ceraskalların kollarını
çatırtılarla döndürc döndüre, her iki zinciri ara vermeden
geriyorlardı. Bu arada ağlamaklı bir feryat çınladı:
“Hızlı! Hızlı! Daha hızlı! Çivi o kafadan çıktığında
sırada biz varız! Haydi!”
Nihayet torpido dairesinin tam ortasında, telsizcinin bu
şekilde önce ayakları yerden kesildi. Adam gergin zincirin
ortasına asılı olduğu halde ağırlığıyla yukarı aşağı salınır-
ken inip kalkan kıçı ve beli zemine değip değip yukarı
fırlıyordu. Vinçlerin makaraları tekrar döndüğünde, el ve
boynundan bağlı olduğu o koparcasına gergin zincirde
adam önce bir metre ve sonra daha fazla yüksekte, havada
öylece asılı kaldı.
Bununla birlikte, serbest koluyla başı üstünden zinciri
ansızın kavradı ve karnı ile bacağını kasıp inanılmaz bir
kudretle asıldığında, zincirin bağlı olduğu kovanda birkaç
cıvata derhal atıverdi. Abdülbeleş haykırıyordu:
“Çok kuvvetli efendim! Burası fazla dayanmaz!”
Dehşet içinde Mülazım, Karagümrüke bağırdı:
“Gümrük! Bıçağını kullan!”
Durumu anlayan Karagümrük belinden ekmek bıçağını
çekip aniden atılarak, adamın dirsek arkasından tendonunu
kesince, zincire asılı kol o anda boşalıverdi. Aynı şeyi diz
arkası, kalça ve omuzdan da tekrarladığında, ölü beden
artık zinciri zorlayamıyor, hareket edememesine rağmen
kasları, delice ihtirasla şişip şişip sönüyordu. Mülazım,
“Çıkarın şu çiviyi,” dediğinde, elektrik şeraresinin aktığı

139
topuzu tutup asılan Kibarın eli bir coz sesi ile fena halde
yandı. Kösele topçu eldiveniyle topuzu kavrayan Daz ise,
“Olmuyor efendim!” diye feryat etti, “Yerinden çıkmıyor!”
Mülazım nefes nefese o an, “Top!” dedi kendi kendine,
ardından, Güverte topu. Top mermisi getirin!”
Dairedeki mühimmat sandığını açıp talaş ve yongalar
arasından Karagümrük’ün alarak kucağında getirdiği mer­
minin tapasını Mülazım, Kibar’m uzattığı anahtarla söktü.
Ardından, akan ark ışıltısından gözleri yaşardığı halde
önce, telsizcinin kafasındaki çivinin topuzunu sökerken de
aynı anahtarı kullandı. Sonra onun yerine, tıpkı bir duya
ampul takar gibi, uvur uvur gıcırtılarla çevire çevire mer­
miden çıkardığı tapayı taktı. Az sonra yapacağı şeyi anla­
dıklarından emin olmak için adamlarının yüzüne baktıktan
sonra, ‘çıt-çıt-çıt’ sesiyle döndürerek üç saniyeye ayarladığı
tapaya elinin tersiyle vurur vurmaz, “Yat!” diye bağırdı.
Hepsi derhal yere yattıktan tam da üç saniye sonra
tapa patladığı an, telsizcinin gri kepi, saçlı deri parçaları ve
kemikler sağa sola saçıldı. Yavaşça doğrulup baktıklarında,
adamın duman tüten salkım saçak kafasıyla birlikte, çivinin
de paramparça olduğunu gördüler. Elektrik arkı da aniden
sönmüş kesilmişti.
Gözlerinde o an cılız bir umut ışığı titreşen Karagüm-
rük, şaşkınlıktan sarkık dudaklarında kaçamak gülümseme
ile, “İçlerinden birini imha ettik,” diye fısıldadı, “Hakikaten
yok ettik!”
Çividen kalan bir parçayı alıp ışığa tutarak uzun uzun
inceleyen Daz, tiksintiyle fırlattıktan sonra eline bulaşan
kanı ceketine sürte sürte temizlemişti. Neden sonra, “Bok!”
diye öfkeyle bağırdı, “Dostumuzdu o, telsizcimizdi!”

140
Kararmış makine yağıyla vıcık vıcık olmuş üstüpüyü alıp
kaportaya yürüyen Mülazım, lomboz camını sıvadıktan
sonra, “Artık bizi göremezler,” demişti. Kovan kapağının
yanına asılı neşriyat çantasını alıp elini sildikten sonra
içinden bir defter çıkardı. Bunda, torpido tüpünde kaç
atış yapıldığı, ayarlar, sapmalar ve tamir tarihleri kayıtlıydı.
Sondan birkaç boş sayfayı yırttıktan sonra defteri fırlatıp
attı. Ardından işaret parmağını dudaklarına götürüp sus
işareti yaparak yere çömeldi. Kurşun kalemiyle kâğıda
bazı şeyler yazıyordu. Adamın hemen arkasında omzu
üzerinden, Hamamcı’nın dudaklarını kıpırdatıp yazılanları
sökmeye çalıştığını görünce, meraklanan diğerleri de geçip
kâğıdı okumaya yeltendiler.
Mülazım kâğıda yazmaya devam ederken, arkasında
heyecanlanan biri, “Ama! Ama olmaz ki! Hem ...” diye
araya girecek olduğu o anda, adam yazmayı bırakıp sertçe
elini kaldırarak, bu kişiye susmasını buyurmuştu. Bir süre
sonra, Mülazım’ın yazmakta olduğu satırları eşzamanlı ola­
rak okurlarken, aynı zamanda ellerini ağızlarına götürmüş,
bunun üzerinde düşünüp duruyorlardı.Tahtelbahir gemisi­
nin yeni kumandanı kâğıdı doldurduğunda keplerini çıka­
rıp kafalarını kaşıyarak, bu işin olup olmayacağını tartmaya
başlamışlardı. Kalan sayfalardan beş küçük kâğıt parçası
yırtan Mülazım, bunlara oradaki beş kişinin vazifelerini
yazmaya başladı. Bitirince de ayağa kalkarak, bu bahriye
role kartlarım her birine teslim etti. Okudular.
Yine suratındaki azamî derecede ciddilikle hepsine el
ederek, beş kişiyi de yanına çağırdıktan sonra, ilk satıra
parmağını koyduğu kâğıdı okumalarını işaret etti. Onlar
da Mülazım’ın sağı ve soluna geçip bakarak yazılanları

141
adam." omzu üzerice" okumaya başladdar. Kâgttta ucu
kut b,r kurşunkalemden ç.kma, telsiz sessizlik bildirimiyle
başlayan şu satırlar vardı: 7

İHTAR
SUSMA! SUSMA! SUSMA! DÜŞMANIMIZ SU
ANDA ALTI ARKADAŞIMIZI ELE GEÇİRDİ.
BEDENLERİ YANINDA ZİHİNLERİ DE ARTIK
ONA AİT. ZEKÂSI DA ARTIK ALTI MİSLİ. ŞU
ANDA BİZİ KOLLAYAN SADECE ALTI ÇİFT
GÖZ DEĞİL, BİR DE AYNI SAYIDA KULAK
VAR. O YÜZDEN İKİNCİ EMRE KADAR SESSİZ
OLUN.
DÜŞMANIN ÜSTÜNLÜĞÜ
1-BİZDEN ALTI KAT KUVVETLİ.
2-ALTI KAT ZEKİ.
3-ALGISI ALTI KAT AÇIK.
4-ÖLDÜRÜLEMEZ.
DÜŞMANIN ZAAFLARI
1-ZEKİ OLDUĞUNDAN SEÇİCİ DEĞİL.
İŞTAHLI.
2-TAHTELBAHİR GEMİSİNİN ELEKTRİĞİNİ
KULLANIYOR.
İMHA PLANI
1-BATARYALARI KISA DEVRE YAPIP BOTUN
ELEKTRİĞİNİ KESECEĞİZ.
2-GÖRMEK VE DUYMAK İSTEMEYECEĞİ
KADAR ONA HAKKIMIZDA BİLGİ GÖNDERİP
İŞTAHLI ZEKÂSINI KÖR VE BLOKE EDECEĞİZ.

142
HAZIRLIK
1-ALTI TOP MERMİSİNDEN TAPA SÖKÜMÜ
(HAMAMCI)
2-HALAT VE KISA DEVRE (BELEŞ)
İCRA ZAMANI
ELEKTRİK KESİLDİĞİ AN

Yazılanları okuduktan sonra Mülazım’a cevap bekle­


yen gözlerle baktılar. Neden sonra Kibar, kalemi alıp aynı
kâğıda kendi sorusunu yazdığında Mülazım yine sessizce,
adamın karaladığının yanına çiziktirerek cevabını verdi.
Ancak bu kez Abdülbeleş, sıcak basmış gibi ceket yakasını
hafakanla silkeleyip göğsünü havalandırarak eli ağzında
bir iki öksürmüş, ardından kendi boğazını bir sıkıp ayrı­
ca dilini de çıkarmıştı. Bunun üzerine Mülazım kâğıda,
“Halat ayaklarına bağlı olacak, yangın çıktığında seni çeke­
ceğiz, dumandan boğulmayacaksın,” diye yazmak zorunda
kaldı. Daz ise iki eliyle gözlerini sımsıkı kapatıp, ardından
denize balıklama atladıktan sonra derinlere yüzüyormuş
gibi kollarıyla bir seri kulaç hareketleri yapınca, Mülazım
kâğıda, “Elektrik kesildiğinde dibe gideceğiz, bu yüzden
çok hızlı olmamız gerekir,” diye yazıp gösterdi. İki elini
sallayıp avuçlarını o an ‘Tamam bitti’ anlamında birbirine
bir çarpan Karagümrük, derken kaldırdığı sağ elini bilek­
ten büküverip ‘Ya sonra ne olacak?’ der gibi avcunu yukarı
açınca, Mülazım kâğıda şunları yazmıştı:
“Başarırsak satha çıkıp tahtelbahir gemisini terk ede­
ceğiz.”
Bunu okuduklarında gözleri bir umutla ışısa bile, o
gerginlikte kenetlenmiş dişleri arasında bir oh çıkamadı.

143
Çünkü derhal harekete geçme zamanıydı. Bu yüzden
Mülazım m dağıttığı kâğıtlarda vazifelerini teker teker tek­
rar okudular. İlk madde şöyleydi: “Hepiniz mors işaretlerini
biliyorsunuz, şöyle ki ...”
Role kartlarını ceplerine yine sıkıştırdıklarında Hamam­
cı üç mühimmat sandığı açıp altı top mermisi çıkarmıştı
bile. Bunun ardından çocuk, mermi tapalarını topçu anah­
tarıyla çevire çevire tek tek söktü. İşi bitirince saya saya
hepsini Kibar’a teslim edecekti. Kösele topçu eldiveniyle
anahtarı da Karagümrük’e vermişti. Bu hazırlık tamam
olunca, yakılan pilli el fenerleri kulplarından palaskalara
asıldı. Herkes ellerine birer İngiliz anahtarı, çekiç, levye ve
benzeri madenî birer âlet aldıktan sonra el kaldırıp Müla-
zım’a hazır işareti yaptılar. Nihayet verilen işaretle, ayağına
halat bağlı Abdülbeleş, kaldırılan sintine kapağından içeri
girip batarya dairesine doğru hızla sürünmeye başladı.
İşte o anda hepsi, ellerindeki madenî edevat ile mukavim
teknedeki borulara, duvarlara ve tavanlara aynı anda aralık­
sız tangırtılarla vura vura baş torpido dairesini çınlatmaya
başladılar. Joker olan her kişinin mors da bildiği tahtelbahir
gemisinde hepsi, tan tan tangırtılar ile botu velvele ve tan­
tanaya boğarak, doğru veya yanlış, masal ama gerçek, ciddi
ama gülünç, akıllarına o an gelen ya da gelmeyen ne varsa,
bu düşmanlarına mors işaretleriyle gönderiyorlardı. Arka­
daşlarının beyinlerine sapladığı altı çiviyle bir zekâ asalağı
olan o varlık ise, aynı anda beş mesajı dinleyip âdeta iştahla
işliyor ve bir neticeye varmaya çalışıyordu. Bütün dikkatini
üst üste binmiş mors sinyallerine verdiğinden, o anda bir
hedef körü olarak, sintineden sürünüp onun can damarını
kesecek Abdülbeleş’i ne işitebilir ne de fark edebilirdi.

144
Bu sırada yanında edevat çantası olduğu halde sinti­
ne boyunca sürünen Abdülbeleş, batarya kısmına açılan
perdenin önüne gelip somunu gevşettiği anda ne yazık ki,
madenî kapak bir ‘Dan!’ sesiyle düşüverdi.
Baş batarya dairesi önünde, tangırtılara kulak kesilmiş
halde kıpırtısız bekleyen ölü bedenler, işte o an kımıldayıp
sesin geldiği yere doğru zemini gümlete gümlete yürümeye
başladılar. Birinin eli yerdeki kapağa tam uzanıyordu ki,
ansızın elektrik kesildi ve ortalık karanlığa boğuldu.
“Çekin! Çekin! Çekin!” diyordu Mülazım o karanlıkta.
Fener ışıklarının telaşla oynaştığı baş torpido dairesin­
de, biraz önce Abdülbeleş’in girdiği kapaktan, kısa devre
yapıldığı için yanan bataryaların dumanı çıkmaktaydı. Az
sonra tüten dumanlar arasından öksürüğe tutulmuş adamı
çıkardılar. Bu sırada lomboz camını üstüpü ile temizlerken
Daz, “Işıltılar yok,” diye heyecanla bağırmıştı. Ardın­
dan elektrik feneri tutup dışarıdaki karanlığa uzun uzun
bakarak, “Kımıldamıyorlar!” dedi sevinçle, “Savunmasızlar!
Hakladık!”
Fenerlerin karardıkta çırpışıp uçuşan ışıkları altında
kaportayı açan Mülazım, “Haydi! Haydi! Haydi!” diyordu,
“Vaktimiz yok.”
Ardı ardına dışarı çıkarlarken, elinde topçu anahtarı
ve eldivenle Karagümrük, koridora korkuyla bir baktıktan
sonra bir Kelime-i Şehadet getirip eşikten dışarı adım attı.
Altı ölü beden, kasap dükkanında çengele asılı sığırlar gibi
kıpırtısızdı. Kafalarından tiz düdük sesiyle hâlâ buhar püs­
kürüyor, ama tazyik azaldığından mıdır, bu ses devri düşen
bir motorunki gibi giderek pesleşiyor ve zırıltısı azalıyor­
du. Bu manzara karşısında o an duraksamasına rağmen,

145
arkasından Mülazım’ın, “Haydi Gümrük, sallanma!” uyarısı
ile ilk çivinin topuzunu anahtarla sökmeye yeltenince çivide
ansızın, Czzzt! diye bir kıvılcım çakıverdi. Korkudan yüre­
ği ağzına gelen Karagümrük, başparmağıyla damağını kal­
dırdıktan sonra, dişlerini sıkıp anahtara her hamlede aba­
narak, gıcırtılarla döndüre döndüre topuzu nihayet söktü.
Diğer çiviye geçtiğinde, çıkarılan topuzun yerine Kibar bu
sefer tapaları tek tek geçiriyor, Daz ise çıtır çıtır döndürerek
bu tapalara beşer saniye gecikme veriyordu. Ancak içeride,
ta geride hâlâ öksürüp duran Abdülbeleş, “Efendim! Umk
müşiri 70 metreyi gösteriyor! Dibe gidiyoruz!” diye bağırdı­
ğında, kalan işlerini apar topar, nefes nefese bitirdiler. Ölü
bedenlerin kafalarındaki tapalara teker teker yumruk indi­
ren Mülazım, “Eğil!” diye bağırdıktan hemen sonra, çivi­
lerle birlikte kelleler de gümgümelerle teker teker patladı.
Madenî duvarlara sıçrayıp yapışan saçlı deri ve kemik
parçaları kardı yüzeyden aşağıya doğru kendi ağırlıklarıyla
yavaş yavaş süzülürken, Mülazım doğrularak şu emirleri
çabucak sıraladı:
“Gümrük! Çivileri kontrol et. Satha çıkıyoruz. Daz!
Kibar! Umk dümenlerine! Beleş! îmla sarnıçlarına hava
gönder. Hamamcı! Tahrip kalıplarını! Fitilleri ve funyeleri!
Erzak ve su da hazırla. Tahliye edince botu batıracağız.”
O sırada 80 metredeydiler. Kaportadan santral dairesine
nihayet girebildiklerinde, Abdülbeleş hemen muzayyik
hava vahinin kulpuna atılıp çevirmeye başladı. Açılan
valften fosurtuyla imlâ sarnıcına gönderilen hava buradaki
suyu tahliye etmeye başlayınca, umk müşirinin ibresi kıpır­
dadı ve çok geçmeden, satha doğru ağır ağır yükselmeye
başladdar.

146
Umk müşirinin ibresi 50 metreye yaklaşırken, ağır ağır
baş tarafa gerileyen Karagümrük sırtını buraya bir dayadık­
tan sonra, aniden hız alıp koşa koşa kıç taraf kaportasına
vardı ve güm diye esaslı bir tekme patlatarak, “Biz adamın
ağzına nah böyle tersleriz canavar bozuntusu!" diye bağırdı,
“İşte biz adamın gelmişini de geçmişini de, nenesini de
ebesini de, nah böyle iştamam ederiz!”
Karagümrük geri geri gittikten sonra, aniden koşa koşa
gelip küfürlerle tekme gümlettikçe diğerleri birbirlerine
sevinçle bakıp kıkırdıyor, hatta daha bir neşelenmek için
tükürüldü balgamlı ve abartılı hayvani kahkahalar atıyorlar­
dı. O maskaralıkla, a’ları ağızlarını yayıp e gibi, c’leri diş ara­
sında j gibi söyleyip o’lan da öpücüksü ü’lere dönüştürerek
bir de türkü tutturduklarında, hâlâ kahkahadan kınlıyorlar­
dı. Derken neşeden ışıldayan gözleri, fenerlerinin ışığında,
satha çıktıklarında patalyayı hazırlayacak Hamamcıyı da
seçti. Erzak çantasını hazırlayan çocuğa Karagümrük şaka
yollu, “Yağ da aldın mı, cenabet? Yağ! Yağ!” diye bağırdığında
mahcup mahcup o da güldü. Fakat bu sırada umk müşirinin
ibresi, usul usul ağırlaşmaya başlamıştı. Nitekim az sonra 40
metrede duraksadı. Abdülbeleş manometreye bakar bakmaz
endişeyle, imlâ samıçlanna bağlanıp bot dahilinde dikey
sıralı musluklan üstten alta doğru teker teker açıp kontrol
etmeye başladı. Üsttekilerden hava kaçıp tıslıyor, ama alt-
takilerden tazyikli su fışkırıyordu. Neden sonra, “Efendim!
Tazyik 10 atmosferin altında! Sephiye nötr! Olduğumuz
yerde kaldık Kalan müzayyik hava bizi satha çıkarmaz!” diye
haykırdı. Herkesin az önceki tebessümü, suratlarında don­
muş kalmıştı. İstifini bozmayan Mülazım o anda şöyle dedi:
“Emniyet sıkleti! Onu fora edeceğiz. Üç kişi lazım."

147
o anda hepsinde şafak atıverdi. Çünkü fora çarkı
makine dairesindeydi. Dipte kalan tahtelbahir gemileri, bu
emniyet ağırlığını içeriden bırakarak satha çıkabiliyordu.
Ne! dedi Karagümrük, “Canavarın olduğu yere mi?
Hem de ininin ta içine! Kör kör parmağım gözüne gibi
belanın tam da ta göbeğine!”
“Biri ben olacağım, iki kişi daha,” dedi Mülazım, “Tak­
ribi iki ton ağırlığı tutan dil, paslı kepezli. Sıkışan dili bu
ağırlıktan kurtaran çarkı çevirebilecek güçlü kuvvetli iki
kişi daha!”
“Ben sıramı savdım,” dedi, birkaç saat evvel Kral’la
manevra dairesinde olan Abdülbeleş, “Bir daha gitmem.”
“Orası senin zaten görev yerin," dedi Mülazım, “Gel,
benimlesin. Bir kişi daha.”
Kül kesilen çehresine ansızın ağlamaklı bir ifade yerle­
şen Abdülbeleş e dönüp bakan Karagümrük, gülünç bulmuş
olacak ki, ellerini birbirine çarpıp neşeyle bir kıkırdamıştı.
Bunun üzerine Mülazım şöyle dedi:
“Beleş, bizimle gelecek kişiyi seç.”
“Gümrük! O gelsin.”
O an kırptığı gözleri aniden öfkeyle bir parladıktan
sonra derhal sönen Karagümrük, dudaklarını kıpırdatıp
kimseye işittirmeden küfretmeye başlamıştı. Pek vazıh ve
sarih olmasa bile ağzından, “Ssssssss! Mnnnn-ı! Bnnn-n!”
gibi anlamsız laflar çıktığı duyuluyordu. Yüzü öfkeden
kıpkırmızıydı. Emre ve kadere itaatle boynu bükülü Abdül-
beleş’in yüzünde o an, saman alevi gibi bir memnuniyet
tebessümü parlamıştı.
Diğerinin beti benzi atmışken Karagümrük’ün suratı
öfkeden kıpkırmızıydı. Ancak az sonra olabilecekler aklına

148
geldikçe suratı yavaş yavaş solmaya ve kül kesilmeye baş­
ladı. Gazapla kenetlenmiş çeneleri arasından mermi gibi
patlayan küfür fısırtıları, zamanla yerini diğeri gibi, titrek
dudakları arasından sebil suyu gibi tevekkülle şırıldayan
dua ve yakarı mırıltılarına bıraktı.
“Maskeler!” diye uyardıktan sonra manivelayı kaldıran
Mülazım, ayağıyla dürterek yatak yerinin kaportasını sonu­
na kadar açtı. Bu sırada içeri klor kokusu yayılmıştı. Kapağı
kapadıktan sonra fenerlerinin ışığında, Karagümrük orta­
da, Abdülbeleş ise en arkada, manevra kabinine doğru iler­
lemeye başladılar. Mülazım buranın kaportasını açıp içeri
ışık tutunca, makine dairesine bakan lombozu tam kar-
şdarında görmüşlerdi. Buraya doğru yavaş yavaş yürüyüp
fener tutarak camdan içeri baktıklarında ise dairede hiçbir
hareket seçemediler. Kapağı açık halde o demir sandık, hâlâ
aynı yerdeydi. Düşmanlarını henüz görememeleri hayra
alamet sayılmazdı. O an duraksadılar, ama Abdülbeleş üç
yangın tüpünü kaporta doğru sürükleyip önlerine bırak­
tığında, dönüp birbirlerine bir bakmışlardı. Derken karar
vermiş olacaklar ki, Mülazım manivelayı kaldırıp kaportayı
açtı. Artık makine dairesindeydiler.
Fora edildiğinde onları kurtaracak emniyet sıkletinin
dört kollu çarkı dumanlığın hemen yanındaydı. Ellerin­
de tüpler olduğu halde, yaratığın yerde bıraktığı küllere,
arkadaşlarının kanlı giysilerine ve onlardan kalmış posa
yığınına basa basa o yöne ilerlerken, sandığın içine doğru
bir baktılar. Işığı tuttuğunda gördükleri kadarıyla demir
sandık, jöle yahut pelte gibi, pembemsi ve saydam bir şeyle
dolmuştu. Sanki arkadaşlarının eti, kanı ve hülasasıydı bu.
Onlar her adım attığında, sarsıntıyla titreyen jölenin içinde,

149
zeminde sırtüstü âdeta uyuyan, o mahluku görüp ansızın
irkildiler.
Ama kımıltısızdı. Dürtüp durumun emniyetini ölçmek
isteyen Mülazım avcuyla bastırdığında elastiki jölenin yüzeyi
içeri gömülüyor, ama bıraktı mı, hemen yukarı hopluyordu.
Feneri daha da yaklaştırıp saydam jölenin içine gömülü yara­
tığa baktılar. Gözleri yumulu ama ağzı açıktı. Karanlık çukur
misali o ağzında, ara sıra bir ışıltı belirir gibi oluyor, fakat
hemen gerisingeri kayboluyordu. Kısacası o haliyle canavar,
pek tehlikeli olmadığı intibaını uyandırmaktaydı. Mülazım’m
işaretiyle yangın tüplerini bırakarak, emniyet sıkletini fora
için çarkın başına geçtiler. Üçü birden kulplara var güçleriyle
asıldığında, emniyet ağırlığım tutan paslı pim, ancak gıcır-
damıştı. Yüzlerindeki maskeler içinde boğulan, “Yisa! Yisa!”
nidaları ile defalarca yüklenmelerine rağmen pim, yerinden
ancak birazcık oynamıştı. İşte bu esnada, kulplara abamp
çarkı çevirmeye çalışan Mülazım, tam önünde, bir görünüp
bir kaybolan kendi kara gölgesini seçti. Arkasında kor kırmızı
ve kızıl korkunç bir ışık, kırbaç şaklar gibi ışıldayıp ardından
yerini âdeta karabasan kaynayan kör karanlığa bırakıyor ve bu
durum nefes gibi sürüyor, demir sandık devamlı âdeta karan­
lığı soluyup yerine kan kırmızı o ışığı veriyordu.
İpnotizmaya maruz gibi Mülazım, abandığı çarkı bıra­
kıp demir sandığa doğru, hayalet misali usul usul birkaç
adım attı. Orada yatmış yaratık, açık ağzından alevlerden
ibaret nefesini verince, içinde bulunduğu jöle, balon gibi bu
ateşle şişip sandık dışına taşarak yalımların harlayıp kıv­
randığı bir kubbe oluyor, canavar nefes aldığında ise alevler
tekrar onun içine doluyor, jöle de mahluka sımsıkı yapışıp
onu tamamen kavrıyordu.

150
Korkudan donakaldığı için Mülazım’ın çeneleri ve
dudakları titriyor, şakaklarından aşağı ecel terleri süzülü­
yordu. İşte o anda yaratık alevden nefesini, bu kez âdeta
kükreyerek verdiğinde, kıvılcımlarla dolan jöle balon gibi
şişerek çelik tavana vurdu. Darbe sonucu tavandaki mani­
velanın gümbürtüyle düşmesi akabinde, ortalık yavaşça
karardı. Çünkü az önce verdiği o kızıl ateş soluğunu, cana­
var bu kez kendi içine çekmişti.
Mülazım feneri yaklaştırıp sandığa baktığında jölenin,
nefesini çektiği için yaratığa zar gibi tamamen yapıştığını
fark etti. Fakat olağanü: ü kudret ile harlayıp kükrer gibi
tekrar nefes verir vermez, jöle canavarın yüzünü içten
söküp yırtarak kopartıverdi ve bu kez onun yüzüne sahip
olarak, sandıktan fırlayıp daire kaportasına darbe indirdi.
Fosfor bronzu blok bu şiddetli darbe ile yerde gümle-
diğinde, aniden balon yine gerisingeri sandıkta kaybolarak
etrafı karanlığa boğdu. Maskesini aralayan Mülazım, “Elinizi
çabuk tutun!” diye haykırdıktan sonra yangın tüpünü aldı.
Karagümrük dönüp baktığında dehşete kapılsa bile, “Alla-
hAllahAllahAllaaaaaaah!” diye bir nara ile var kuvvet bir aba­
nınca, pim bir çat! sesiyle kurtuluverdi, emniyet sıkleti güm­
bürtüyle dibe salındı, o an bir hoplamayla da sarsıldılar. Umk
müşiri yükseliyordu. 5-6 dakika sonra satıhta olacaklardı.
Çığlık çığlığa kaçmaya yeltendikleri anda, sanki iblisin
cehennem aleviyle şişirdiği canavar, bu kez korkunç bir
surata da sahip olduğu halde, kükreyip sandıktan fırlayarak
diş yerine kızıl yalımların oynaştığı kocaman ağzını sonuna
kadar açtı. Elinde tüp ile kendisini beyhude yere savunma­
ya çalışan Abdülbeleş’i, zavallıya acı feryatlar attıra attıra
kaptı, alevli dişleriyle çiğnedi, ateşin harladığı boğazından

151
yuttu, içinde önce kömürleştirip sonra yok etti. Ardından
nefes çeker gibi yine kükreyerek, gerisingeri hızla sandığı­
na giriverdi. Korkunç bir kükremeyle sesiyle yeniden ç.L
geliyordu ki, Mülazım, “Kaç!" diye bağırdı.
"Yangın tüplerim atıp koridor boyunca koşmaya başladı­
lar. Yatak yerini geçip santrale girdiklerinde kaportayı çar­
pıp hemen kilitleyen Mülazım, “Tahrip kalıpları! Hamam­
cı, hazır et! Baş torpido dairesine geçmeye hazır ol. Yangın
battaniyelerini hazırla. Oksijeni de aç. Maskeler de hazır
olsun, diye buyurdu. O andaki bu kargaşayı anlayamayan
Daz, lomboza yaklaşıp camdan tam dışarı bakmıştı ki,
alevler ve kıvılcımlardan ibaret korkunç bir devasa suratın,’
dairelerdeki bütün çelik perdeleri yırta yırta ve koca koca
blokları attıra attıra gümbür gümbür harlamalarla sürade
kendisine doğru geldiğini gördü.
Canavar vurduğunda santral kaportası menteşelerinden
fırlayıp uçmuş, üzerine devrilerek zavallının göğüs kafesini
çatırdatmıştı. Gerisingeri yine sürade ta kıç taraftaki sandı­
ğa bir anda gittikten sonra mahluk, yıldırım hızıyla ansızın
yine gelip tam da zavallının burnuna dayandığında, ağzını
açtı ve Daz alevler arasında yitti gitti kül oldu.
Doğruca baş torpido dairesine geçip arada kalan iki
kaportayı kapadıklarında, Mülazım tahrip kalıbına gecik­
meli funyeyi takmıştı. Diğer kalıbı uzattığı, “Buraya eri­
şecek ve ağzım açtığında tam içine fırlatacaksın,” demişti,
“Fünye 10 saniyelik, sonra derhal yangın battaniyelerine
sarınıp alevlerden korunacağız, oksijen tükeneceği için
maskeler de takılacak.”
Bu sırada santrale açılan kaportayı canavarın gümbür­
tüyle darmadağın ettiği işitildi. Korkudan dişleri takırdayan

152
Hamamcı ile Karagümrük yangın battaniyelerine sarınmış,
titreye titreye oksijen maskelerini takmışlardı bile. Kıç taraf
dairelerinden gümbürtülerle hızla giderek yaklaşan kükre­
meleri işitince Mülazım, “Hazır!” diye bağırdı.
Ardından baş torpido dairesinin kaportasını çarpıp dar­
madağın ederek uçuran canavar, o anda gerisingeri ansızın
sandığa döndü. Kısa bir sessizliği takiben tıpkı koçboynuzu
gibi bütün daireleri harlaya kükreye boydan boya yine yıl­
dırım gibi geçip buraya girdiğinde, elinde tahrip kalıbı ile
oracıkta donup kaldığı için hiçbir şey yapamayan Kibarın
önünde ağzını açtı. Zavallıyı alev alev dişleri arasında
sindirip kömür ettikten sonra hızla, geri yuvasına döndü.
Ancak akabinde, sandıktan yine aniden fırlayıp aynı yere
süratle gerisingeri geldiğinde, karşısında Mülazım’ı gördü.
Elinde fiinyesi çekilmiş tahrip kalıbıyla adam, canavarın
ağzından içeri atladı.
Boğuk ve anlık bir gümbürtü koptu.
Patlamanın bir tek ardık o korkunç basıncı de sağ kalan­
ların göğüs kafesleri önce içeri çökerken ciğerlerindeki hava
ağız ve burunlarından, zarlarını patlatarak kulaklarından
fışkırdı, derken şok dalgası geri giderken tam tersi oldu,
çürük yumurta kokulu infilak gazıyla dolarak ciğerleri şişti.
Artık ses değil, sadece kulaklarda uğultu vardı.
Yangın battaniyesini titreyen elleriyle yüzünden indiren
Karagümrük, yaratık infilak edince parçalarının dairede
her yana tabaka gibi yapıştığını fark etti. Patlayan canava­
rın içindeki alevler havayı tükettiğinden, gözleri yerinden
uğramış ve uğul uğul kulakları duymaz işitmez olmuştu.
Bütün donanım kavrulduğundan, daire duman ve is için­
deydi. Yanındaki Hamamcıyı dürtünce çocuk da batta-

153
nıyesını araladı. İşte o an, bir sarsıntı ile oldukları yerde
hopladılar. Bot dalgalarla salmıyor, hafifçe yalpalıyordu
Satha çıkmışlardı.
Yerinden doğrulan Karagümrük, ağzından oksijen mas­
kesini çıkardıktan sonra onca duman içinde el yordamıyla,
güverteye açılan torpido kaportasını nihayet bulup dışarı
doğru var gücüyle itse bile yerinden oynatamamıştı. Hava-
sı yangınla tükenen bot, kapağı içten emiyordu. Ancak
Hamamcı bîtap halde yerinden sürünüp kiniştin valfıni
açınca bota deniz suyu dolmaya başladı. Basınç böylece art­
tığı için, dumandan öksüre tıksıra kaportayı ardına kadar
açan Karagümrük başını çıkardığında, artık ağarmaya yüz
tutan gökyüzünde hâlâ parıldayan yıldızları gördü. Esen
rüzgârla içeri temiz deniz havası doluverdi.
İkisi kaportadan uzanıp baktıklarında, dalgaların ser­
pintisi üzerlerine yağarak onları âdeta okşadı. Gökyüzünü
seyrettiklerinde tepelerindeki Kastor ve Polluks’u, garpte
Zühal ve onun üstünde Merih’i, ağaran şark tarafında ise,
ışığın içinde artık kaybolmaya başlayan Ejderha takımyıl­
dızını seçtiler. O anda sanki denizin temiz ve tuzlu havasını
değil, yıldızlar ve burçların gösterdikleri kaderlerle birlikte
bütün gökyüzünü içlerine çekip sindirmişlerdi.
Patalyayı hazırlayacak Hamamcı’yı bacaklarını kavrayıp
üst güverteye ittikten sonra Karagümrük, o duman içinde
öksüre öksüre su ile erzak çantasını sürükleyip getirmişti.
Az sonra patalyayı avara ettikten sonra kürek çeke çeke
emniyetli bir mesafeye açıldılar. Çünkü kiniştin valfleri
açıldığı için su alan tahtelbahir gemisi artık batıyordu. Bir
zamanlar evleri olan botun yavaş yavaş sulara gömülmesini
izlerlerken Hamamcı sordu:

154
“Başkalarına ne diyeceğiz?”
“Palavra atacaksın, doğruyu söylersen inanmazlar.”
“Peki kendimize ne diyeceğiz?”
“Kendine de palavra sıkacaksın.”
Karagümrük bu cevabı verdikten sonra, erzak çanta­
sını açıp votka şişesini aramaya koyuldu. Elini çantanın
içine soktuğu o an irkilmişti. Neden sonra, “Hah-haaa!
Yakaladım nihayet!” deyip çıkardığı avcunda, tahtelbah-
rin faresi vardı. Koklamak ve solumak onun için aynı
şey olmalıydı ki, farenin burun delikleri durmadan açılıp
kapanırken bıyıkları da sürekli kıpırdıyordu. “Fare yakala­
mak uğur getirir,” dedi Karagümrük, “Bir dosta kavuşmak
demektir.”
“Ama biz arkadaşlarımızı kaybettik.”
Yarı dolu şişeden bir yudum alan Karagümrük, yum­
ruğunun tersiyle ağzım sildikten sonra, köpükler arasında
kaybolurken artık sadece kulesi ve baş taraftaki ağ testeresi
görünen tahtelbahir gemisine baktı. Gözlerinden hayatın­
da birileri için ilk kez, o da bir damlacık yaş aktı ve şişeyi
anaforlu köpüklere fırlattıktan sonra haykırdı:
“Bekleyin dostlar! Yakında görüşeceğiz! Yakında!”
Çağrı kodu T1AMAT olan tahtelbahir gemisi böylece,
dehşet verici hikâyesinin de ağırlığıyla köpükler ve ana­
forlar içinde tamamen kayboldu. Dairelerine hücum eden
su onu daha da ağırlaştıkça, önce yavaş yavaş, sonra hızla
derinlere doğru giderken çelik teknesi gacırtılarla inliyor ve
içinde bir zamanlar var olmuş bedenlerden kurtulan ruh­
lar, sanki hava kabarcıklarıyla satha yükseliyordu. Nihayet
diplere, önce baş tarafindan bir gümbürdemeyle vurunca,
darbeyle yükselen kumlardan bir bulut içinde kaldı, derken

155
sancak tarafına yatarken çelik gövdesi yine inledi. Bu onun
son feryadıydı.
ve karanlık dipler boş ve anlamsızdı. Kadim
batıklarda ölü denizcilerin kıpır kıpır yakamozlu ruhları,
kolları yakarır gibi yukarıda, yosunlar gibi akıntıda kıvrılıp
kıvranarak salınıyor, zeminde çürümüş leş katmanından
ölümün nabzı gibi atan tek tük kabarcıklar tıp tıp kopa­
rak yükseliyordu. Cehennemi ışığını yayan fenerbalığı,
avlarının yuvalandığı batığa yaklaşınca önce, o kafadanba-
caklıyı yuttu. Çiğnediği kalamarın mürekkebi solungaç­
larından püskürürken, mercan, yosun, balina sümüğü ve
kabuklu, otçul, etçil, hepçil ve hatta yamyam deniz canlı­
larından yağan sertleşmiş dışkıyla kaplı o karanlık batığın
içine giriverdi. Anteninin ucunda parlayarak avları cezbe-
derken, aynı zamanda kendi korkunç gözleriyle, uzun ve
sivri dişlerini de aydınlatan fenerinin ışığında, önce midye
ve kepez bağlamış periskopu gördü. Avlanmak için batık
içinde kıpırdandığında derken, kumandan kabininde yere
dağılmış o paramparça porselenleri ve konserve kutuları ile
kırık bira şişelerini seçti. O an durdu. Ardından kuyruğunu
hızla dalgalandırıp yatak yerindeki ranzalar önünde aniden
duraksadı. Parçalanmış yataklardan pamuk parçaları, daire
içinde ağır ağır salmıyordu. Bunlardan birini yutsa bile
hemen tükürdü. Ani hareketleriyle tavana sıkışmış hava
kabarcıklarını oynaştırıp kaportadan geçti. Yengeçlerin
üzerinden, ilerideki cazip ışıltıya süratle ilerleyip önünde
tam durmuştu ki, fenerinin ışığında, birbirlerini selamlayan
o iki altın meleği seçti. Gülümsüyorlardı.
5 Aralık 2021
Karşıyaka

156

You might also like