Stephen King - Tom Gordon'a Aşık Olan Kız

You might also like

Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 115

TOM GORDON’A AŞIK OLAN KIZ

STEPHEN KING
Bu kitap, bana beysbolla benim ona öğrettiklerimden çok daha fazlasını
öğretmeyi başaran oğlum Owen içindir…
Oyun Öncesi

UNYANIN dişleri vardı ve canı ne zaman isterse ısırabilirdi seni. Trisha McFarland,
D bunu dokuz yaşındayken keşfetti. Haziran başlarında, bir sabah saat onda, annesinin
Dodge karavanında oturmuş, ü stü ne Red Sox topa vuruş antrenman kazağ ını giymiş
(sırtında 36 GORDON yazılı olan), bebeğ i Mona ile oynuyordu. Saat on buçukta ormanda
kaybolmuştu. On birde artık korkmamaya, “Bu tehlikeli, bu çok tehlikeli” diye dü şü nmemeye
çalışıyordu, insanların ormanda kayboldukları zaman bazen çok ciddi şekilde yaralandıklarını
düşünmemeye çalışıyordu. Bazen ölürlerdi.
“Bü tü n bunlar çişim geldiğ i için,” diye dü şü ndü . Aslında o kadar da çok sıkışmamıştı, bir
ağ acın arkasına giderken annesi ve Pete’den yolun başında bir dakika beklemelerini
isteyebilirdi. Yine kavga ediyorlardı, aman ne sü rprizdi; işte bu yü zden bir şey sö ylemeden
biraz geride kalmıştı. Sonra yoldan ayrılmış ve yü ksek bir çalı kü mesinin arkasına geçmişti.
Onların tartışmalarını dinlemekten, şen şakrak gö rü nmeye çalışmaktan bıkmış, annesine,
“Bırak artık gitsin o halde! Eğ er yeniden Malden’e gidip babamla yaşamayı o kadar çok
istiyorsa, neden bırakmıyorsun? Eğ er ehliyetim olsaydı, burada yalnızca bir parça sessizlik ve
huzur bulabilmek için onu ben kendim gö tü rü rdü m!” diye bağ ıracak hale gelmişti. Peki ya
sonra? Annesi ne derdi o zaman? Yüzünde ne tür bir bakış belirirdi? Ve Pete...
O daha bü yü ktü , nerdeyse on dö rt yaşındaydı ve aptal değ ildi, o halde neden aklını başına
toplamıyordu? Neden buna bir son vermiyordu? “Kesin şu saçmalığ ı!” demek istiyordu ona
(aslında ikisine birden), kesin artık şu saçmalığı!
Annesiyle babası bir yıl ö nce boşanmışlardı ve anneleri velayetlerini almıştı. Pete, Boston
banliyö sü nden Gü ney Maine’e taşınmalarına kızmış ve uzun uzun karşı koymuştu. Bu
davranışın altında babasıyla birlikte olma isteğ i yatıyordu ve bunu Annesine karşı kullanmıştı
her zaman (yanılmayan bir içgü dü ile en derin ve zorlu şekilde kullanabileceğ inin bu olduğ unu
anlamıştı), ama Trisha, bunun tek neden, hatta en bü yü k neden olmadığ ını biliyordu. Asıl
nedeni Pete’in Sanford Ortaokulu’ndan nefret etmesiydi.
Malden’de oldukça iyi ayarlamıştı işlerini. Bilgisayar kulü bü nü kendi ö zel krallığ ı gibi
idare ediyordu; arkadaşları vardı, sersemlerdi, tamam, ama grup halinde geziyorlardı ve kö tü
çocuklar onlara bulaşamıyordu. Sanford Ortaokulu’nda bilgisayar kulü bü bile yoktu ve yalnız
bir tek arkadaş edinmişti, Eddie Rayburn. Sonra ocak ayında Eddie de taşındı. O da bir
ayrılığ ın kurbanı olmuştu. Yalnız kalmıştı Pete ve herkes onunla dalga geçiyordu. Daha fenası,
bir sürü çocuk gülüyordu ona. Nefret ettiği bir lakabı olmuştu “Pete’in BilgisayAlemi”*.
*Orijinalinde “Pete’s CompuWorld”olarak geçiyor.

Babaları ile birlikte olmadıkları, Malden’e gitmedikleri hafta sonlarının çoğ unda, anneleri
onları gezmeye gö tü rü rdü . Gezilere çok sadıktı ve Trisha’nın bü tü n kalbiyle Annelerinin buna
bir son vermesini istemesine rağ men gezilerde en kö tü kavgalar olurdu –bu isteğ inin
gerçekleşmeyeceğ ini biliyordu. Quilla Andersen’e (kızlık adını geri almıştı ve Pete’in bundan
da nefret ettiğ ine bahse girebilirsiniz) inançları cesaret veriyordu. Bir keresinde, Malden’deki
evinde babalarıyla kalırken, Trisha babasının, bü yü kbabasıyla konuştuğ unu duymuştu. “Eğ er
Quilla Little Big Horn’da olsaydı, Kızılderililer kaybederdi,” demişti ve Trisha Babasının,
Annesi hakkında bö yle sö zler sö ylemesinden hoşlanmamasına rağ men –bu sadakatsiz olduğ u
kadar çocukçaydı da– bu düşüncede bir gerçeklik payı olduğunu da inkâr edemiyordu.
Son altı ay boyunca, annesi ile Pete’in arası giderek bozulurken, annesi onları
Wiscasset’deki oto mü zesine, Gray’deki Shaker Kö yü ’ne, Kuzey Wyndham’da New England
Plant-A-Torium’a, Saco nehrinde kano gezisine ve Sugarloaf’a kayak yapmaya gö tü rmü ştü .
(Orada Trisha bileğ ini incitmişti, sonradan anne ve babasının çığ lıklarla kavga etmesine
neden olan bir incinmeydi bu; boşanma ne kadar eğ lenceliydi, gerçekten ne eğ lence!) Bazen
eğ er bir yerden gerçekten hoşlanırsa, Pete çenesini kapatırdı. SixGun şehrinin “bebekler için”
olduğ unu ilan etmişti, ama annesi gezinin bü yü k bö lü mü nü elektronik oyunların olduğ u
odada geçirmesine izin vermişti ve Pete eve dö nerken çok mutlu olmasa bile en azından
sessiz kalmıştı. Ote yandan, Pete eğ er annesinin seçtiğ i yerlerden birini beğ enmezse (şu ana
kadar en sevmediğ i yer Plant-A-Torium olmuştu; o gü n Sanford’a dö nerken iyice berbat bir
haldeydi), ikirlerini paylaşmakta çok cö mert olurdu. “Birinin huyuna suyuna gitmek” sö zü
onun karakterine uymuyordu. Annelerininkine de uymadığ ını dü şü nü yordu Trisha. Kendisi
bunun harika bir felsefe olduğ unu dü şü nü yordu, ona bakan herkes babasının kızı olduğ unu
söylerdi. Bu bazen rahatsız ederdi onu, ama çoğunlukla hoşuna giderdi.
Trisha cumartesileri nereye gittiklerine aldırmazdı; giderek kö tü leşen kavgaları azalttığ ı
için mini golf sahaları ve lunapark ö nerisine her defasında keyi le razı olabilirdi. Ama Anne
gezilerin ö ğ retici olmasını istiyordu –bu yü zden gidiliyordu Plant-A-Torium ve Shaker
Kö yü ’ne. Bü tü n diğ er problemlerinin ü stü ne, cumartesileri bilgisayarında Sanitarium veya
Riven oynamak varken, bir de gırtlağ ına kadar derslerin içine sokulmasından nefret ediyordu
Pete. Bir iki kere ikirlerini o kadar cö mertçe paylaşmıştı ki (Edilen sö z ö zetle “ahmakça” idi,
oldukça iyi ö zetliyordu) Anne onu yeniden arabaya gö ndermiş, kendisi ve Trisha geri
gelinceye kadar orada oturup “kendine gelmesini” söylemişti.
Trisha annesine ona molaya ihtiyacı olan bir yuva çocuğ u gibi davranmasının yanlış
olduğ unu –Pete Massachussetts’e otostop yaparak gitmeye karar verdiğ inden– bir gü n geri
geldiklerinde arabayı boş bulabileceklerini sö ylemek istedi ama tabii ki hiçbir şey sö ylemedi.
Cumartesi gezileri zaten yanlıştı, ama annesi bunu asla kabul etmezdi. Gezilerin bir kısmının
sonuna doğ ru Quilla Andersen, ağ zının yanından inen derin çizgilerle ve sö zde ağ rıyan başını
ovan parmak uçlarıyla en az beş yaş daha yaşlı gö rü nü r ama yine de gezilerden asla
vazgeçmezdi. Trisha bilirdi bunu. Belki de annesi Little Big Horn’da olsaydı Kızılderililer yine
kazanırlardı, ama ölü sayısı hatırı sayılır şekilde artardı.
Bu haftanın gezisi eyaletin batısındaki bir ilçeyeydi. Appalachian Yolu, New Hampshire’a
giderken çayırların ortasından geçiyordu. Bir gece ö nce mutfak masasında otururken, Anne
onlara bir broşü rden resimler gö stermişti. Kesimlerin çoğ unda mutlu yayalar, bir orman
yolunun yanında yü rü rken veya gü zel manzaralı yerlerde durup, ellerini gö zlerine siper
ederek ormanlarla dolu büyük vadilerin üzerinden White Dağları’na bakarken görülüyorlardı.
Pete masada feci şekilde sıkılmış olarak oturup broşü re bir gö z atmaktan fazlasını
yapmadı. Anne ise onun bu gö sterişli ilgisizliğ ini ö nemsememeyi tercih ediyordu. Trisha,
artık huy edindiğ i gibi, son derece heyecanlı gö rü nü yordu. Bugü nlerde kendisini bir TV
şovunda yarışır, ancak bir tencere seti kazanma dü şü ncesi karşısında neredeyse donuna
edecek kadar korkar gibi gö rü yordu. Ya kendini nasıl hissediyordu son gü nlerde? Kırılmış bir
şeyin iki parçasını bir arada tutan zamk gibi. Güçsüz zamk.
Quilla broşü rü kapatmış ve ters çevirmişti. Arka tarafında bir harita vardı. Mavi yılankavi
bir yolun üzerine vurdu.
“Bu 68. Yol” dedi. “Arabayı buraya park edeceğ iz, bu park yerine.” Mavi kü çü k bir kaleye
vurdu. Şimdi bir parmağ ıyla yılankavi kırmızı bir çizgiye vurdu. “Bu New Hampshire, Kuzey
Conway’deki 68. Yolla 302’nin arasında. Yalnız altı mil ve oldukça iyi olduğ u sö yleniyor. Şimdi,
ortadaki bu kü çü k kısım için Orta-Zor deniyor, ama tırmanma gereçleri ilan gerekecek kadar
değil.”
Başka bir mavi kareye vurdu. Pete başını eline yaslamış ö teki tarafa bakıyordu. Elinin
kenarıyla ağzının sol tarafını çekerek küçümser bir tavır takınıyordu. Bu yıl sivilceleri çıkmaya
başlamıştı ve alnında taze bir kü me parlıyordu. Trisha onu çok seviyordu, ama bazen –mesela
dü n akşam mutfak masasında Anne yollarını açıklarken– ondan nefret de ediyordu. Ona
korkak bir tavuk olmamasını sö ylemek istiyordu, çü nkü Babalarının dediğ i gibi, sonuçta iş
buna varıyordu. Pete korktuğ u için yeniyetme kuyruğ unu bacaklarının arasına kıstırıp
Malden’e geri dö nmek istiyordu. Annesine aldırmıyor, Trisha’ya da aldırmıyor ve eğ er uzun
vadede kendisi için iyi olacak olmasa Baba’ya da aldırmıyordu. Pete’in tek umurunda olan açık
tribü nlerde birlikte yemek yiyeceğ i kimsenin olmamasıydı. Pete’in en çok umurunda olan
birinci zilden sonra sınıfa girdiğ inde birinin daima, “Hey BilgisayAlem! Nassın, homo çocuk?”
diye bağırmasıydı.
“Çıktığ ımız park yeri bu,” dedi Anne, Pete’in haritaya bakmadığ ını ya da bakmıyormuş
gibi yaptığ ını ö nemsemez bir şekilde. “Saat ü ç sıralarında bir araba gelecek buraya. Bizi
yeniden arabamıza gö tü recek. Iki saat sonra evde olacağ ız ve eğ er çok yorgun değ ilseniz,
sizleri bir sinemaya götürürüm. Nasıl?”
Pete dü n gece bir şey sö ylememişti, ama bu sabah, Sanford’dan gelişten başlayarak
sö yleyeceğ i çok şey vardı. Bunu yapmak istemiyordu, son derece aptalcaydı, ayrıca daha
sonra yağ mur yağ acağ ını da duymuştu, neden bü tü n cumartesiyi yılın bö cek bakımından en
kö tü zamanında ormanlarda yü rü yerek geçirmeleri gerektiğ ini, Trisha’nın zehirli sarmaşığ a
değ ebileceğ ini (sanki umurundaymış gibi) sö yledi ve sö ylendi durdu. Vıdı vıdı vıdı. Hatta
evde oturup sınavları için çalışması gerektiğ ini sö ylemeye bile kalktı. Trisha’nın bildiğ i
kadarıyla Pete hayatında cumartesi gü nleri hiç çalışmamıştı. Once yanıt vermedi Anne, ama
sonunda sinirine dokunmaya başladı oğ lan. Fırsat verilince hep yapardı bunu. 68. Yol’daki
kü çü k toprak park yerine vardıklarında direksiyondaki ellerinin eklemleri beyazlanmış ve
Trisha’nın çok iyi tanıdığ ı o kısa cü mlelerle konuşmaya başlamıştı. Anne, Sarı Alarmı geride
bırakmış, Kırmızı Alarma geçmek üzereydi.
Batı Maine ormanlarında altı millik çok uzun bir yü rü yü ş olacak gibi gö rü nü yordu.
Onceleri Trisha, samanlıklara, otlayan atlara ve manzaralı mezarlıklara doğ ru bağ ırarak
onların dikkatini çekmeye çalıştı, ama aldırmadılar ona ve bir sü re sonra kucağ ında Mona
(Baba, Mona’ya Moanie Balogna demekten hoşlanırdı) arka koltukta ö ylece oturdu, yanında
çantası onların tartışmalarını dinliyordu, bir yandan da acaba ağ lamalı mıyım, yoksa delirmeli
miyim diye dü şü nü yordu. Ailesinin durmadan kavga etmesi insanı delirtebilir miydi acaba?
Belki de annesinin parmak uçlarıyla şakaklarını ovması başı ağ rıdığ ından değ il, beynini ani
öfkelere karşı korumak içindi.
Onlardan kaçabilmek için, Trisha kapılarını en sevdiğ i fantezisine açtı. Red Sox şapkasını
çıkardı ve ö nü ndeki kalın siyah kalemle atılmış imzaya baktı; bu onu havaya soktu. Tom
Gordon’un imzasıydı bu. Pete Mo Vaughn’u sever ve Anneleri Nomar Garciaparra’yı beğ enirdi,
ama Tom Gordon Trisha’nın ve Babasının en sevdiğ i Red Sox oyuncusuydu. Tom Gordon Red
Sox’un bitiricisiydi; sekizinci veya dokuzuncu devrede oyun bitmek ü zereyken ancak Sox hâ lâ
galipken girerdi. Babası Gordon’a hayrandı, çü nkü sinirlerini hiç bozmazdı o. “Flash’ın
damarlarında buzlu su akıyor,” demekten hoşlanırdı Larry McFarland, Trisha da her zaman
aynı şeyi sö ylerdi, bazen de 3-0’da eğ ri (bu ona babasının bir Boston Globe makalesinde
okuduğ u bir şeydi) bir atış yapmaya cesaret ettiğ i için Gordon’u sevdiğ ini sö ylerdi. Yalnız
Moanie Balogna’ya ve (bir kere) kız arkadaşı Pepsi Robichaud’a daha fazlasını sö ylemişti.
Pepsi’ye Tom Gordon’u “oldukça yakışıklı” bulduğ unu sö ylemişti. Mona ile tedbiri tamamen
elden bırakmış, 36 numaranın yaşayan en yakışıklı adam olduğ unu ve eline bir kere
dokunursa bayılacağ ını sö ylemişti. Eğ er, yanağ ından bile olsa, onu ö perse herhalde ö leceğ ini
düşünüyordu.
Şimdi, annesi ve kardeşi ö n koltukta –gezi hakkında, Sanford Ortaokulu hakkında,
dağ ılmış hayatları hakkında– kavga ederlerken Trisha –Martta sezon bitmeden hemen ö nce–
babasının ona aldığı imzalı şapkaya bakıyor ve şunları düşünüyordu:
Sanford Parkı’ndayım, sıradan bir gü nde oyun parkından geçip Pepsi’nin evine doğ ru
yü rü yorum. Ve işte bir adam sosisli sandviç arabasının yanında duruyor. Kot pantolon ve
beyaz bir tişö rt giymiş ve boynunda altın bir zincir var –bana arkası dö nü k ama zincirinin
gü neşte gö z kırptığ ını gö rebiliyorum. Sonra dö nü yor ve ve gö rü yorum... Ooo inanamıyorum
ama gerçek, bu gerçekten o, Tom Gordon bu, neden Sanford’da olduğ u bir sır, ama bu o, evet
ve ah Tanrım gö zleri, sahada bir işaret için adamlara bakarkenki gibi, o gö zler ve gü lü msü yor
ve kaybolduğ unu sö ylü yor, merak ediyor acaba Kuzey Berwick diye bir şehri biliyor muyum,
oraya nasıl gidebilir ve… Tanrım, ama Tanrım titriyorum, tek kelime sö yleyemeyeceğ im,
ağ zımı açacağ ım ama, babamın fare osuruğ u dediğ i kuru bir viyaklamadan başka tek kelime
çıkmayacak, ama konuşmayı deneyince yapabiliyorum, neredeyse normal çıkıyor sesim ve
diyorum ki...
Ben sö ylü yorum, o sö ylü yor, sonra ben sö ylü yorum ve sonra o sö ylü yor; karavanın ö n
koltuğ undakilerin kavgası sü rü p giderken, onların nasıl konuşacaklarını dü şü nü yorum,
(Bazen, diye karar verdi Trisha, sessizlik hayatın en bü yü k nimetidir.) Annesi park yerine
girdiğ inde o hâ lâ uzaklardaydı. Trish kendi dü nyasına gitti derdi babası. Olayların basit
yapısının içinde dişler gizli olduğ unun ve yakında bunu anlayacağ ının farkında olmadan,
gö zü nü beysbol şapkasının vizö rü ndeki imzaya dikmiş bakıyordu. Sanford’daydı, TR-90’da
değ il. Kasaba parkındaydı, Appalachian Yolu’nun girişinde değ il. Tom Gordon’la birlikteydi, 36
numara ile ve o da kendisine, Kuzey Berwick yolunun tari ine karşılık bir sosisli sandviç
almayı öneriyordu. Oh, ne kadar güzel.
Birinci Devre

ANTALARINI ve Quilla’nın hasır bitki koleksiyonu sepetini kamyonetin arkasından


Ç çıkarırlarken Anne ve Pete ara verdiler; hatta Pete Trisha’ya çantasını sırtına
yerleştirmesi için, kayışlarını sıkıştırarak yardım bile etti. Trisha bir an her şeyin artık
iyi olacağı gibi çılgın bir düşünceye kapıldı.
“Çocuklar pançolarınızı aldınız mı?” diye sordu Anne, gö kyü zü ne bakarak. Orada hâ lâ
mavilik vardı, ama batıda bulutlar artıyordu gitgide. Yağ mur yağ acak gibiydi, ama herhalde
Pete’in ıslanmasından dolayı sızlanmasını sağlayacak kadar erken değil.
“Ben aldım, Anne!” diye bağ ırdı Trisha. Pete evet olarak algılanabilecek bir sesle
homurdandı.
“Yemekler?” Trisha’dan olumlu, Pete’den bir tane daha homurtulu ses geldi.
“İyi, çünkü benimkini paylaşmayacağım,”
Karavanı kilitledi, sonra onları altında bir ok olan, BATI YOLU yazan bir levhaya giden
toprak yola doğ ru gö tü rdü . Orada kendilerininkinden başka hepsinin plakası şehir dışından
olan bir düzine kadar araba vardı.
“Bö cek spreyi?” diye sordu anne yü rü yü ş yoluna giden patikaya adım attıklarında.
“Trish?”
“Aldım!” diye ö ttü Trisha, emin değ ildi, ama Annesinin sırt çantasına bakması için
arkasını dö nü p durmadı. Bu Pete’in yeniden başlamasını sağ lardı kesinlikle. Eğ er yü rü meyi
sü rdü rü rlerse Pete, kendisine ilginç gelen, en azından dikkatini dağ ıtacak, bir şey gö rebilirdi.
Bir rakun. Belki bir geyik. Bir dinozor da iyi olurdu. Trisha kıkırdadı.
“Komik olan nedir?” diye sordu Anne.
“Yalnız dü şü ndü ben,” diye yanıt verdi Trisha ve Quilla kaşlarını çattı. “dü şü ndü ben” bir
Larry McFarland’izmdi. “Çatarsa çatsın kaşlarını” diye dü şü ndü Trisha. Istediğ i kadar çatsın.
Onunlayım ve ihtiyar suratsız gibi sö ylenmiyorum, ama o hâ lâ benim Babam ve onu
seviyorum.”
Trisha bunu ispatlar gibi imzalı şapkasının kenarına dokundu.
“Tamam çocuklar, hadi gidelim,” dedi Quilla. “Ve gözlerinizi açık tutun.”
“Bundan nefret ediyorum.” Pete neredeyse inledi, karavandan çıktıklarından beri
sö ylediğ i anlaşılabilir ilk sö zdü ve Trisha: “Lü tfen Tanrım” diye dü şü ndü , “bir şey yolla. Bir
geyik veya bir dinozor veya bir UFO. Çünkü eğer yollamazsan, yine başlayacaklar.”
Tanrı geri gidip asıl orduya taze et geldiğ ini haber vermeleri kesin olan birkaç sivrisinek
öncüsü gönderdi ve yalnızca
NO. CONWAY İSTASYONU 5,5 Mil
yazan levhayı geçerlerken Pete ve annesi ormana, kendisine, birbirlerinden başka hiçbir
şeye aldırmayarak tam gaz kavgaya başlamışlardı bile. Vıdı vıdı vıdı. Trisha bunun garip bir
anlaşma tarzı olabileceğini düşündü.
Yazık oluyordu, çü nkü gerçekten gü zel bir sü rü şeyi kaçırıyorlardı. Çamların o tatlı reçine
kokusu, meselâ . Ve bulutların ne kadar yakın gö rü ndü kleri –buluttan çok beyazımsı gri duman
izleri gibiydiler. Yü rü yü ş kadar sıkıcı bir şeye hobim diyebilmek için bü yü k olmak gerektiğ ini
dü şü ndü , ama bu gerçekten kö tü değ ildi. Bü tü n Appalachian Yolu’nun bu kadar bakımlı olup
olmadığ ını bilmiyordu –herhalde değ ildi– ama eğ er ö yleyse, yapacak daha iyi bir şeyi
olmayan insanların bü tü n bu binlerce mili neden yü rü dü klerini anlayabiliyordu. Trisha bunun
ağ açların arasından geçen geniş dolambaçlı bir caddeyi yü rü meye benzediğ ini dü şü ndü .
Asfaltlanmamıştı doğ al olarak ve hep yokuş yukarıydı, ama yine de kolay bir yü rü yü ştü . Hatta
içinde tulumba olan küçük bir kulübe bile vardı, önündeki levhada:
SU İÇMEK İÇİN UYGUNDUR.
LÜTFEN SİZDEN SONRAKİ İÇİN TESTİYİ DOLDURUN
yazıyordu. Çantasında bir şişe su vardı –tepesinden sıkmalı kocaman bir tane– ama
birden Trisha’nın dü nyada en çok istediğ i şey, o kulü bedeki tulumbadan su çekip, paslı
ağ zından soğ uk ve taze bir yudum içmek oldu. Içecek ve Dumanlı Dağ lar’a gitmekte olan Bilbo
Baggins olduğunu düşleyecekti.
“Anne?” diye sordu arkalarından. “Biraz durabilir miyiz şey için.”
“Arkadaş edinmek bir iştir, Peter” diyordu annesi. Dö nü p Trisha’ya bakmadı, “ö yle durup
senin yanına gelsinler diye bekleyemezsin.”
“Anne? Pete? Lütfen biraz durabilir miyiz şey için...”
“Anlamıyorsun,” dedi oğ lan heyecanla. “Hiçbir ikrin yok. Sen ortaokuldayken her şey
nasıldı bilmiyorum, ama şimdi çok farklı.”
“Pete? Anne? Anneciğ im? Bir tulumba var.” Aslında bir tulumba vardı; doğ ru sö ylenişi
buydu artık, çünkü tulumba geride kalmıştı ve giderek daha da geride kalıyordu.
“Bunu kabul edemem” dedi anne kesin bir sesle. “Çok ciddi,” diye dü şü ndü Trisha: “Pete’i
delirttiğ ine şaşmamalı.” Sonra gü cenerek: “Gö rü nmez Kız, ben, buyum işte,” diye dü şü ndü .
“Keşke evde kalsaydım.” Kulağında bir sivrisinek vızıldadı ve sinirlenerek ona vurdu.
Bir çatal yola geldiler. Ana yol veya bir cadde kadar geniş değ il tabii, ama yine de idare
ederdi. NO. CONWAY 5,2 yazan bir levhanın işaret ettiğ i yol sola gidiyordu. Oteki yolda, daha
dar ve yer yer bitkilerle örtülü olanda KEZAR NOTCH 10 yazıyordu.
“Sanırım tuvalete gitmem gerek,” dedi Gö rü nmez Kız ve tabii ikisi de aldırmadı; yan yana
â şıklar gibi doğ ruca yü rü yerek ve birbirlerinin yü zü ne â şıklar gibi bakarak ve en kö tü
dü şmanlar gibi tartışarak, Kuzey Conway’e giden yola karıştılar. Evde kalmalıydık diye
dü şü ndü Trisha. Bunu evde yapabilirlerdi ve ben de bir kitap okurdum. Hobbit’i yeniden
okurdum, belki de –ormanlarda yürümekten hoşlananlarla ilgili bir öykü.
“N’apalım, ben çiş yapıyorum,” dedi asık suratla ve KEZAR NOTCH yazan yoldan ileri
doğ ru yü rü dü . Burada bir sü rü çam ağ acı vardı; tevazu ile anayoldan geride duruyorlardı,
mavi-siyah dallarını birbirlerine uzatarak. Ve tabii ki çalılıklar da vardı, dü ğ ü m dü ğ ü mdü ler.
Zehirli sarmaşık, zehirli meşe veya zehirli sumağ ı işaret eden parlak yapraklar var mı diye
baktı, yoktu, şü kü rler olsun Tanrıya verdiğ i ufak nimetler için. Annesi iki yıl ö nce, hayat daha
basit ve daha tatlıyken, ona bu bitkilerin resimlerini gö stermiş, bunları ayırt etmeyi
ö ğ retmişti. O gü nlerde Trisha annesiyle sık sık ormanda yü rü yü şe giderdi. (Pete’in Plant-A-
Torium gezisinden şikâ yetleri annelerinin oraya gitmeyi istemesindendi. Bundaki açık
gerçeklik, bü tü n gü n bu konuda sö ylenirken ne kadar bencil olduğ u konusunda kö r ediyordu
onu.)
Yü rü yü şlerinin birinde Anne, ona kızların ormanda nasıl tuvalete gittiklerini de
ö ğ retmişti. “En ö nemli şey –belki de tek ö nemli şey– bunu bir zehirli sarmaşık kü mesinde
yapmamaktır. Şimdi bak. Beni izle ve yaptığım gibi yap.”
Trisha iki tarafa da baktı, kimseyi görmedi ve yoldan ayrılmaya karar verdi. Kezar Notch’a
giden yol kullanılmıyor gibiydi –ana yolun genişliğ i yanında dar bir ara sokaktı– ama yine de
tam ortasına çö melmek istemedi. Biçimsiz geldi ona bu. Kuzey Conway çatalı yö nü ne doğ ru
yoldan ayrıldı, hâ lâ annesiyle Pete’in tartışmalarını duyabiliyordu. Daha sonra, tamamen
kaybolup da, ormanda ö lebileceğ ini dü şü nmemeye çalıştığ ı sırada, net olarak duyduğ u son
cü mleyi hatırlayacaktı; kardeşinin incinmiş, ö keli sesiyle: Sizlerin yaptığ ı hatayı neden biz
ödemek zorundayız bilmiyorum!
Şort yerine kot pantolon giymiş olmasına rağ men bir çalı demetinin ü stü nden dikkatle
geçerek onun sesine doğ ru beş-altı adım attı. Durakladı, geriye baktı ve Kezar Notch yolunu
hâ lâ gö rebildiğ ini fark etti. Demek oradan gelen herkes onu, sırtında yarı dolu bir sırt çantası
ve başında bir Red Sox şapkasıyla çö melmiş çiş yaparken gö rebilirdi. Pepsi’nin dediğ i gibi
çıplak kıç utancı. (Quilla Andersen bir defasında Penelope Robichaud’un resminin sö zlü kte
kaba kelimesinin yanında olması gerektiğ ini sö ylemişti.) Trisha lastik pabuçlarıyla geçen yılın
ö lü yapraklarından bir halıda biraz kayarak, ha if bir yokuştan aşağ ı indi, aşağ ı vardığ ında
artık Kezar Notch yolunu gö remiyordu. Gü zel… Diğ er yö nden, tam ormanın içinden, bir
erkeğ in sesi ve bir kızın kahkahasını duydu, seslerinden anlaşıldığ ına gö re anayoldan
yürüyenler uzakta değillerdi.
Trisha kot pantolonunun dü ğ mesini açarken, annesi ve kardeşinin ah-o-çok-ilginç
tartışmalarını kesip, onun ne yaptığ ını gö rmek için arkalarına bakar ve onun yerine bir
adamla bir kız gö rü rlerse, belki de endişe edebileceklerini dü şü ndü . Iyi! Birkaç dakika
düşünecek başka bir şey olur onlar için. Kendilerinden başka bir şey.
Marifet, demişti annesi iki yıl ö nce ormanda geçirdikleri gü nlerin birinde, dışarda
yapmak değ il –bunu oğ lanlar kadar kızlar da becerir– elbiselerini sırılsıklam etmeden
yapmaktır. Trisha uygun bir çam dalına tutundu, dizlerini bü ktü , sonra boşta kalan eliyle
bacaklarının arasına uzandı, pantolon ve iç çamaşırını ö ne doğ ru ve ateş hattının dışına çekti.
Bir an hiçbir şey olmadı –tipik değ il miydi bu– ve Trish içini çekti. Sol kulağ ının çevresinde bir
sivrisinek kana susamış halde vızıldadı ve ona vurmak için boşta olan eli yoktu.
Komikti ve gülmeye başladı, işi bitince silinmek için bir şey arayarak kararsızca çevresine
baktı ve –babasının tabiriyle– şansını zorlamamaya karar verdi. Poposunu şö yle bir salladı
(sanki bir işe yararmış gibi) ve pantolonunu çekti. Sivrisinek yine yü zü nü n yanında
vızıldayınca, sertçe vurdu ona ve mutlu bir halde avucunun içindeki kan lekesine baktı.
“Silahsızım sanmıştın, dostum, değil mi?” dedi.
Trisha yokuşa doğ ru dö ndü , sonra hayatının en kö tü ikri geldi aklına. Bu ikir Kezar
Notch yoluna geri gitmektense ileri gitmekti. Yollar bir Y şeklinde çatallaşıyordu; yalnızca
aralıktan geçecek ve anayola, ulaşacaktı yeniden. Çocuk oyuncağ ı. Kaybolmak olası değ ildi,
çü nkü ö teki yü rü yenlerin seslerini net bir şekilde duyabiliyordu. Kaybolma şansı hiç yoktu
gerçekten.
İkinci Devre
RISHA’nın ihtiyaç molası verdiğ i çukurun batı kenarı, aşağ ı indiğ i kenardan oldukça
T dikti. Birkaç ağ acın yardımıyla tırmanıp tepeye çıktı ve daha dü z arazide seslerin
geldiğ i tarafa yö neldi. Çok fazla çalılık vardı, dikenli, iç içe geçmiş çalıların çevresinden
dolaştı. Ancak gö zlerini anayoldan hiç ayırmıyordu, Bu şekilde on dakika kadar yü rü dü , sonra
durdu. Gö ğ sü yle midesi arasındaki, vü cudun bü tü n tellerinin dü ğ ü mlenmiş gibi olduğ u o
duyarlı noktada, huzursuzluğ un ilk çırpınmalarını duydu ha ifçe. Şimdiye kadar Appalachian
Yolu’nun Kuzey Conway koluna gelmiş olması gerekmiyor muydu? Oyle olması gerekiyordu;
Kezar Notch kolunda çok yü rü memişti, herhalde elli adımdan fazla değ ildi (kesinlikle altmış,
en fazla yetmişten çok değ ildi) o halde Y’nin birbirinden ayrılan iki kolunun arasındaki açıklık
çok büyük olamazdı değil mi?
Anayoldaki sesleri duymaya çalıştı, ama orman artık sessizdi. Aslında, bu doğ ru değ ildi.
Eski bü yü k batı kasaba çamlarının arasından rü zgâ rın uğ ultusunu duyabiliyordu, bir
alakarganın gaklamasını ve kof bir ağ açta kahvaltısını arayan bir ağ açkakanın uzaktan gelen
gagalama seslerini duyabiliyordu, yeni gelen iki sivrisineğ i duyabiliyordu (şimdi iki kulağ ının
da çevresinde vızıldıyorlardı) ama hiç insan sesi yoktu. Sanki bu kocaman ormanda yalnızca o
vardı. Çok tuhaftır ki vü cudunun o duyarlı noktasındaki kelebek yine kıpırdadı. Bu defa biraz
daha güçlü olarak.
Yola çıkmak, yolun vereceğ i rahatlığ a kavuşmak için Trisha yeniden ileriye doğ ru ve daha
hızlı yü rü meye başladı. Devrilmiş bü yü k bir ağ acın yanına geldi, ü stü nden geçemeyeceğ i
kadar yü ksek olduğ undan, altından sü rü nmeye karar verdi. Yapılacak en akıllıca şeyin
çevresinden dolaşmak olduğunu biliyordu, ama ya nerede olduğunu şaşırırsa ne olacaktı?
Şaşırdın bile, dedi kafasında bir ses –soğuk, ürkütücü bir ses.
“Kes sesini, şaşırmadım, kes sesini,” diye fısıldadı ona ve dizlerinin ü stü ne çö ktü . Kü le
kaplı kof ağ acın bir yerinde bir boşluk vardı ve Trisha kıvrılarak girdi oraya. Orayı kaplayan
yapraklar ıslaktı, ama o bunu fark ettiğ inde gö mleğ inin ö nü zaten sırılsıklamdı ve bunun
ö nemli olmadığ ına karar verdi. Biraz daha kıvrılarak ilerledi ve çantası ağ acın gö vdesine
çarptı –güm.
“Patla lanet olası!” diye fısıldadı (‘patla lanet olası’, Pepsi ve kendisinin bu aralar en
sevdiğ i kü fü rdü –nedense o kadar Ingiliz say iye evi dili gibiydi ki–) ve geri çekildi. Dizlerinin
ü stü nde doğ ruldu, yapışan yaprakları gö mleğ inden silkeledi ve bunu yaparken parmaklarının
titrediğini fark etti.
“Korkmuyorum,” dedi, ö zellikle yü ksek sesle, çü nkü fısıltılı sesi korkutuyordu onu biraz.
“Hiç korkmadım. Yol tam şurada. Beş dakika sonra çıkmış, onları yakalamak için koşuyor
olacağım.” Çantasını sırtından indirip önünde itekleyerek ağacın altından sürünmeye başladı.
Yarı yola geldiğ inde altında bir şey kımıldadı. Yere baktı ve yaprakların arasında sü rü nen
şişman kara bir yılan gö rdü . Bir an için beynindeki bü tü n dü şü nceler, sessiz beyaz bir iğ renme
ve korku patlamasında kayboldular. Vü cudu buz kesti ve boğ azı tıkandı. Yılan kelimesini
dü şü nemiyordu bile, ancak sıcak elinin altında onun soğ uk nabız atışlarını hissediyordu,
Trisha çığ lık attı ve ayağ a kalkmaya çalıştı, ama çevresinin hâ lâ engellerle dolu olduğ unu
unutmuştu. Kalın bir ağ aç dalı kü çü cü k sırtının tam ortasına battı. Canı yanmıştı. Yeniden
karnının ü stü ne dü ştü ve olabildiğ ince hızlı ve kendisi de sanki bir yılanmış gibi sü rü nerek
ağacın altından çıktı.
Pis şey gitmişti, ama korkusu duruyordu. Elinin tam altındaydı, yaprakların altına
saklanmış ve elinin tam altında. Belli ki sokan cinsten değ ildi, Tanrıya şü kü r. Ama ya başkaları
da varsa? Ya zehirliyseler? Ya orman onlarla doluysa? Ve tabii ki ö yleydi, orman hoşa
gitmeyen bir sü rü şeyle doluydu, korkulan ve içgü dü yle nefret edilen, insanı şuursuz bir
panikle dolduran her şeyle. Neden razı olmuştu sanki gelmeye? Neden yalnız razı olmakla
kalmamış, bir de keyifle razı olmuştu?
Çantasının kayışını bir eline dolayıp bacağ ına vurarak, devrilmiş ağ aca ve devrilmemiş
olanların aralarındaki yapraklı yerlere şü pheli bakışlar attı, yılanı gö receğ inden korkarak,
aslında bir korku ilmindeki yılanlar gibi bir alay yılan gö rmekten korkarak hızla ilerledi. Katil
yılanların istilası, başrolde Patricia McFarland, ormanda kaybolan bir kızın ilginç hikâyesi.
Trisha, “Hayır ben...” diyecekti ki omzunun ü stü nden geriye baktığ ından, çamurlu
topraktan çıkmış sivri bir taşa takılarak sendeledi, boşta olan kolunu dengesini bulmak için
boşuna bir gayretle salladı ve sonra yana doğ ru sert bir şekilde dü ştü . Bu, belinde ağ acın
dalının battığ ı yerden bir ağ rı dalgasının yü kselmesine neden oldu. Nemli, ama devrik ağ acın
altındaki boşluktakiler gibi vıcık vıcık olmayan yaprakların ü stü nde ö ylece kalakaldı. Hızla
nefes alıyordu, alnının tam ortası zonklamaya başlamıştı. Aniden kederle fark etti ki doğ ru
yö ne gidip gitmediğ ini bilmiyordu artık. Omzunun ü zerinden geriye baktı, gitmiyor olabilirdi
de.
Yeniden ağaca git o halde. Devrilmiş ağaca. Altından çıktığın yerde dur ve dümdüz ileri bak,
işte bu senin gitmek istediğin yön, ana yolun yönü.
Ama acaba ö yle miydi? Eğ er ö yleyse, neden anayola gelmemişti hâ lâ ? Gö zlerinin
kenarlarında yaşlar belirdi. Hırsla geri aldı onları gö zlerini kırparak. Eğ er ağ lamaya başlarsa,
kendi kendine korkmadığını söyleyemeyecekti. Eğer ağlamaya başlarsa her şey olabilirdi.
Yosun kaplı, devrilmiş ağ aca doğ ru yavaşça yü rü meye başladı yeniden, birkaç saniye için
bile olsa yanlış yö ne gitmiş olmak, yılanı (zehirli ya da değ il iğ reniyordu onlardan) gö rmü ş
olduğ u yere geri dö nmek hiç hoşuna gitmiyordu. Ustelik yılanı tekrar gö receğ ini çok iyi
biliyordu. Yılanı gö rdü ğ ü (ve Tanrım, hissettiğ i) yerdeki yaprakların arasında koyu bir leke
çarptı gö zü ne. Boylu boyunca uzanan bir kızın izi vardı toprağ ın ü stü nde ve suyla dolmaya
başlamıştı bile. Ona bakarak elini ü mitsizlikle gö mleğ inin ö nü ne sü rdü yeniden –nemli ve
çamurluydu. Bir ağ acın altında sü rü ndü ğ ü nden dolayı gö mleğ inin nemli ve çamurlu olması şu
ana kadar olan en korkulacak şeydi. Planda bir değ işiklik olduğ unu gö steriyordu ve yeni plan
kof ağaçların altındaki boşluklarda sürünmeyi içeriyorsa, bu iyi bir değişiklik değildi.
Neden yoldan ayrılmıştı bir kere? Neden yolu gö zden kaybetmişti? Yalnızca çiş yapmak
için mi? O kadar fazla gerekmediğ i halde çiş yapmak için mi? Eğ er ö yleyse, deli olmalıydı. Ve
sonra da meçhul ormanın içinde gü venli bir şekilde yolunu bulabileceğ ini zannettiren (aklına
şimdi gelen cü mle buydu) deliliğ i tutmuştu. Aslında bir şey ö ğ renmiş oldu bugü n: Yoldan
ayrılmaması gerektiğ ini. Yapılması gerekenler ya da bunların ne kadar kö tü yapıldığ ı,
katlanmak zorunda kaldığ ı vıdı vıdılar ö nemli değ ildi, en iyisi yoldan ayrılmamaktı. Yoldan
ayrılmadığ ın zaman Red Sox gö mleğ in temiz ve kuru kalıyordu. Yolda gö ğ sü n ve miden
arasındaki boşlukta kelebekler kıpırdamıyordu. Yolda güvendeydin.
Güvende.
Trisha eliyle sırtını yokladı ve gö mleğ inde bir yırtık bulunduğ unu hissetti… Ağ acın bir
dalı delmişti onu demek. Oyle olmadığ ını umuyordu. Ve elini geri çektiğ inde parmaklarının
ucuna kan bulaşmıştı. Trisha iç çekmeyle hıçkırma arası bir ses çıkardı ve parmaklarını
pantolonuna sildi.
“Sakin ol, en azından paslı bir çivi değ ildi,” dedi. “Tanrı’ya şü kret.” Bu, annesinin
sö zlerinden biriydi ve yararı olmadı. Trisha, hayatında hiç bu kadar lanetli hissetmemişti
kendisini.
Ağ aca boydan boya baktı, hatta lastik ayakkabılı ayaklarından birini yaprakların arasında
dolaştırdı, ama yılandan eser yoktu. Sokan cinsten değ ildi herhalde, ama ne olursa olsun çok
korkunç yaratıklardır yılanlar. Bacakları yoktur ve sü rü nü rler, pis dillerini içeri dışarı sokup
çıkarırlar. Dü şü nmeye bile dayanamıyordu, şimdi bile avucunun altında nasıl da soğ uk bir kas
gibi zonkluyordu.
Neden çizme giymedim sanki diye dü şü ndü Trisha, bileksiz Reebok’larına bakarak. Neden
burada bir çift lanet olası lastik ayakkabıylayım? Yanıt şu, doğ al olarak: çü nkü lastik
ayakkabılar yolda yürümek için uygundur ve plana göre de yolda kalınacaktı.
Trisha bir an için gö zlerini kapattı. “Yine de iyiyim” dedi. “Bü tü n yapmam gereken aklımı
başıma alıp delirmemek. Nasıl olsa bir iki dakika içinde insan sesleri duyacağım.”
Bu defa kendi sesi onu biraz daha inandırdı ve kendisini daha iyi hissetti. Geri dö ndü ,
ayaklarını yatmış olduğ u kara lekenin ü stü ne iki yana koydu ve poposunu ağ acın yosunlu
gö vdesine yasladı. İşte... Doğru ilerde... Anayol… Öyle olmalı… Belki de... Ama belki burada
beklesem daha iyi olur. Ses duymak için beklesem. Doğru yöne gittiğimden emin olmak için. Ama
beklemeye dayanamıyordu. Yeniden yola çıkmak ve yapabildiğ i kadar çabuk bu on (belki de
artık on beş olmuştu) korkunç dakikayı arkada bırakmak istiyordu. Onun için çantasını
yeniden omuzlarına astı –bu defa askıları dü zeltmek için kızgın, dalgın, ama aslında iyi olan
bir erkek kardeş yoktu– ve yola koyuldu.
Ormanda uçan minik bö cekler, tatarcıklar onu bulmuşlardı artık ve gö zlerinin ö nü nde o
kadar çok dolaşıyorlardı ki gö rü ş alanı siyah noktalarla bulanıyordu sanki. Onları eliyle
kovaladı ama vurmadı. Sivrisineklere vur ama kü çü k bö cekleri elinde kovalamak daha iyidir,
demişti Annesi... Belki de Trisha’ya kızların ormanda nasıl çiş yaptığ ını ö ğ rettiğ i gü ndü bu.
Quilla Andersen (o zamanlar daha hâ lâ McFarland’dı) vurmanın o kü çü k bö cekleri sanki daha
çok çektiğ in ve tabii vuranın da kendi rahatsızlığ ının daha çok farkına varmasını sağ ladığ ını
sö ylemişti. Ormandaki bö cekler sö z konusu olduğ unda, bir at gibi dü şü nmek en iyisi, demişti
Trisha’nın annesi. Onları kovalayacağın bir kuyruğun olduğunu düşün.
Devrilmiş ağ acın yanında durup bö cekleri vurmadan kovalarken Trisha gö zlerini kırk-elli
metre ö tedeki bir çam ağ acına dikmişti. Kırk-elli metre kadar kuzeyde, eğ er hâ lâ pusulayı
şaşırmadıysa. Ona doğ ru yü rü dü ve elini ağ acın sakızlı gö vdesine dayadıktan sonra devrilmiş
ağaca doğru baktı. Düz bir çizgi mi? Öyle sanıyordu.
Cesaretlenerek bu sefer de parlak kırmızı meyveleri olan bir çalı kü mesine dikti gö zü nü .
Doğ a yü rü yü şlerinin birinde annesi gö stermişti bunları ve Trisha onların ö ldü rü cü zehir
olduklarını sö ylediğ inde –Pepsi Robichaud ö yle demişti– annesi gü lmü ş ve “Meşhur Pepsi her
şeyi bilmiyormuş demek. Rahatladım şimdi doğ rusu. Bunlar bö ğ ü rtlendir, Trish” demişti. “Hiç
zehirli değildirler. Teaberry sakızı gibidir tatları, o pembe paketli olanlardan.”
Annesi bir avuç dolusu bö ğ ü rtleni ağ zına atmış ve boğ ulup kıvranarak yere dü şmeyince,
Trisha da birkaçını denemişti. Ona çiklet gibi gelmişti tatları, hani ağ zını karıncalandıran o
yeşiller gibi.
Çalılara doğ ru yü rü dü , key i yerine gelsin diye o bö ğ ü rtlenlerden birkaç tane toplamayı
dü şü ndü , ama yapmadı. Aç değ ildi ve bu kadar neşesiz olabileceğ i aklının ucundan bile
geçmemişti. Aç değ ildi, mumlu yeşil yaprakların (onlar da yenebilir demişti, Quilla, ama
Trisha hiç denememişti ne de olsa bir dağ sıçanı değ ildi) baharlı kokusunu içine çekti, sonra
dö nü p yeniden çam ağ acına baktı. Hâ lâ dü z bir çizgide yolculuk ettiğ ini anladı ve ü çü ncü bir
işaret seçti bu defa, eski siyah-beyaz ilmlerdeki şapkalara benzeyen çatlak bir kaya. Sonra bir
huş kü mesiyle karşılaştı ve huşlardan yavaşça bir yokuşun ortasındaki sü slü bir eğ reltiotu
yuvasına yürüdü.
Bü tü n işaretleri gö z ö nü nde tutmaya o kadar dikkatini vermişti ki (artık başını çevirip
geriye doğ ru bakmak yok, tatlım) eğ reltiotlarının yanına geldiğ inin farkına bile varmamıştı.
Işaretten işarete gitmek çok iyiydi ve dü z bir çizgide kaldığ ını dü şü ndü . Peki ya yanlış yö nde
dü z bir çizgide ise? Belki biraz yanlış yö nde olabilirdi ama, yanlış gitmiş olmalıydı. Eğ er yanlış
yö n olmasaydı, şimdiye kadar yola çıkmış olması gerekiyordu. Şimdiye kadar yü rü dü ğ ü ,
“Aman,” dedi ve sesinde hoşuna gitmeyen garip bir tıkanma vardı, “bir mil olmalı. En az bir
mil.”
Bü tü n çevresini bö cekler sarmıştı. Gö zlerinin ö nü nde tatarcıklar ve diğ er kü çü k bö cekler,
kulaklarının çevresinde helikopterler gibi dolaşan, o delirten vızıltıyı çıkaran nefretlik
sivrisinekler. Birine vurdu, ama kendi kulağ ını çınlatarak kaçırdı. Ama yine de vurmamak için
kendini tutmak zorundaydı. Eğ er bunu yapmaya başlarsa, eski bir çizgi ilmdeki gibi
durmadan kendini tokatlayacaktı.
Çantasını yere bıraktı, çö meldi, tokalarını açtı, kapağ ını kaldırdı, işte mavi plastik
pançosu ve içinde kendine hazırladığ ı yemeğ in bulunduğ u kesekâ ğ ıdı buradaydı. Gameboy ve
biraz gü neş yağ ı: gü neş tamamen battığ ı ve yukarıdaki mavinin son kırıntıları da dolmaya
başladığ ı için ona gereksinmesi olmayacaktı; su şişesi ve bir şişe Surge ve Twinkieleri ve bir
torba patates cipsi de vardı. Ama, bö cek spreyi yoktu. Bunu bilmiyor muydu zaten? Onun için
Trisha onun yerine gü neş losyonu sü rdü –en azından tatarcıkları uzak tutardı– sonra her şeyi
yeniden çantasına doldurdu. Twinkielere bakmak için durdu bir an, sonra o paketi de
ötekilerle birlikte çantaya tıktı.
Aslında çok severdi onları –eğ er onlardan uzak durmayı ö ğ renmezse, Pete’in yaşına
gelince yü zü her halde kocaman bir sivilce olacaktı– ama şimdilik tamamen tok hissediyordu
kendini.
Ayrıca da Pete’in yaşına gelemeyebilirsin, dedi o huzursuz eden ses içerden. Nasıl olur da
insanın içinde bu kadar soğ uk ve ü rkü tü cü bir ses olabilirdi? Amacına nasıl ihanet ederdi
böyle? Asla bu ormandan çıkamayabilirsin.
“Kes sesini, kes sesini, kes sesini,” diye sö ylendi fısıltıyla ve çantanın kapağ ını titreyen
parmaklarla kapattı. Işi bitince tam ayağ a kalkacakken durdu, bir dizi eğ reltiotunun yanındaki
yumuşak toprakta, başı yukarıda, annesinden uzak ilk seferine çıkmış karaca yavrusu gibi
havayı kokladı. Ancak Trisha koklamıyordu; dinliyor, bü tü n dikkatiyle o duyguya
odaklanıyordu. Rü zgâ rın ha if nefesiyle hışırdayan dallar. Inleyen sivrisinekler (berbat, pis
şeyler). Ağ açkakan. Uzakta bir karganın gaklaması. Sessizlik ve işitebilmenin en uzak
noktasında bir uçağ ın uğ ultusu. Yoldan gelen hiçbir ses yok. Tek bir ses bile yok. Sanki Kuzey
Conway’e giden yol iptal edilmiş gibi. Ve uçağ ın motorunun sesi bü tü nü yle yok olurken Trisha
gerçeği kabullendi.
Midesi ve bacakları ağ ırlaşmış gibi ayağ a kalktı. Başını, kurşun bir ağ ırlığ a bağ lanmış
gazla dolu bir balon gibi ha if ve garip hissediyordu. Aniden yalnızlık içinde boğ uldu,
dostlarından uzaklaştırılmış bir yaratık gibi olmanın parlak ama can sıkıcı duygusu nefesini
kesiyordu. Nasıl olduysa bağ larından kurtulmuş, oyun sahasının dışına, bildiğ i kuralların artık
kullanılmadığı bir yere çıkmıştı.
“Hey!” diye bağ ırdı. “Hey! Sesimi duyan var mı? Duyuyor musunuz beni? Hey!” Bir yanıt
gelmesi için dua ederek durakladı, ama hiçbir yanıt gelmedi, onun için sonunda en kö tü
kelimeleri bağ ırmaya başladı: “imdat, kayboldum! imdat, kayboldum!” Gö zyaşları akmaya
başlamıştı artık ve damlacıkların akmasına engel olamıyor, durum sanki kontrolü ndeymiş
gibi kandıramıyordu kendini. Sesi titredi, kü çü k bir çocuğ un titrek sesine benzedi ve sonra
arabasında unutulmuş bir bebeğ in çığ lığ ı oldu ve bu ses, ormanda ağ layan, çığ lık çığ lığ a
yardım isteyen, kaybolduğ u için yardım isteyen tek insan sesi, bu korkunç sabahta olanların
hepsinden daha fazla korkuttu onu.
Üçüncü Devre
N BEŞ dakika kadar, eğ relti otlarının yanında hiç kımıldamadan durup, bazen elini
O ağ zına koyarak sesini yol bulunduğ unu sandığ ı tarafa doğ ru yö neltip bağ ırdı. Son bir
çığ lık attı –kelimeleri olmayan, kızgınlık ve korkuyla karışık bir kuş ö tü şü – o kadar çok
yü kseltmişti ki sesini, boğ azı acıdı, sonra çantasının yanına oturdu, yü zü nü ellerinin arasına
aldı ve ağ ladı. Belki beş dakika kadar ağ ladı (tam olarak sö ylemek olanaksızdı, saati evde
yatağ ının yanındaki masanın ü stü nde kalmıştı, Bü yü k Trisha’dan akıllıca bir davranış daha)
ve ağ lamayı kestiğ i zaman biraz daha iyi hissetti kendini, bö cekler dışında. Bö cekler her
yerdeydi, kanını içmek ve terini yudumlamak için sü rü nü p inliyorlardı. Bö cekler delirtiyordu
onu. Trisha, Red Sox şapkasını bö ceklere doğ ru havada sallayarak, onlara vurmamak
gerektiğ ini kendisine hatırlatıp, vuracağ ını, hem de olaylar değ işmezse hemen vuracağ ını
bilerek ayağa kalktı. Kendisini tutamayacaktı.
Yü rü meli mi, yoksa olduğ u yerde durmalı mıydı? Hangisinin daha doğ ru olacağ ını
bilmiyordu; artık mantıklı dü şü nemez hale geldiğ i için çok fazla korkuyordu. Ayakları onun
adına karar verdi ve Trisha, çevresine korkuyla bakarak, şişmiş gö zlerini koluyla silerek,
yeniden harekete geçti. Kolunu ikinci kez yü zü ne gö tü rdü ğ ü nde ü stü nde bir dü zine sivrisinek
gö rdü ve ü çü nü vurarak ö ldü rdü . Iki tanesi patlayacak kadar şişmişti. Kendi kanını gö rmek
normal olarak rahatsız etmezdi onu, ama bu defa bacaklarının gü cü kesildi ve bir çam
ağ açlarıyla dolu bir alanda iğ ne yapraklı halıya oturdu ve biraz daha ağ ladı. Başı ağ rıyor ve
midesi bulanıyordu.
Ama daha biraz ö nce arabadaydım, diye tekrar tekrar dü şü ndü . Arabada, arabanın arka
koltuğ unda, onların birbirlerine sataşmalarını dinliyordum. Sonra kardeşinin ağ açların
aralarından sü zü len kızgın sesini dü şü ndü : Sizin yaptığ ınız hataları neden bizim ö dememiz
gerektiğ ini bilmiyorum! Bunların Pete’den duyacağ ı son sö zler olabileceğ i aklına geldi birden
ve bu dü şü nce sarstı onu, tıpkı gö lgelerin arasındaki canavara benzer bir gö rü ntü nü n sarstığ ı
gibi. Bu kez gö zyaşları daha çabuk kurudu ve artık o kadar çok ağ lamıyordu. Yeniden
(neredeyse farkına varmadan şapkasını sallayarak) ayağ a kalktığ ında biraz daha sakindi.
Annesi ve Pete, şimdiye kadar onun kaybolmuş olduğ unu anlamışlardır. Annenin ilk aklına
gelen Trisha’nın tartışmalara sinirlenip arabaya geri dö ndü ğ ü olacaktı. Ona seslenecekler,
sonra geriye dö nü p yolda rastladıkları insanlara Red Sox şapkası giyen bir kız gö rü p
gö rmediklerini soracaklar (Dokuz yaşında ama daha bü yü k gö sterir dediğ ini duyar gibiydi
annesinin.) ve park yerine gidip arabada olmadığ ını gö rü nce, ciddi olarak endişelenmeye
başlayacaklardı. Annesi korkacaktı. Onun korkması ikri Trisha’yı kendini suçlu hissettiğ i
kadar korkuttu da.
Ortalık karışacaktı, belki de korucular ve Orman Hizmetleri de işe karışacaktı ve bü tü n
bunlar onun suçuydu. Yoldan ayrılmıştı. Bu, zaten karmakarışık olan aklına yeni bir endişe
ekledi. Trisha, hızlı hızlı yü rü meye başladı, bü tü n bu telefon konuşmaları yapılmadan, olay
halkın sorunu haline gelmeden ö nce anayola dö nmeyi umut ediyordu. Dü z bir çizgi ü zerinde
bir işaretten ö tekine, daha ö nceki dikkati olmaksızın yü rü yordu, gitgide daha da batıya
dö ndü ğ ü nü n farkında değ ildi. Appalachian Yolu’ndan ve onun yan yollarından uzaklaşıyor,
çalılıklarla, derelerle, daha engebeli alanlarla dolu kü çü k ama sık ağ açların bulunduğ u yö ne
doğ ru ilerliyordu. Bir bağ ırdı bir dinledi, bir dinledi bir bağ ırdı. Annesi ve kardeşinin hâ lâ
tartışmalarında kilitli kaldıklarını ve şu ana kadar Trisha’nın kaybolduğ unu hâ lâ fark
etmediklerini bilse aklı dururdu.
Gitgide daha da hızlı yü rü meye başladı; tepesinde dö nen bö cekleri kovalıyor, çalı
kü melerinin çevresinden dolaşmaya zahmet etmeden doğ ruca ortalarından geçiyordu.
Dinledi ve bağ ırdı, bağ ırdı ve dinledi, ama artık gerçekten dinlemiyordu. Ensesinde, saçlarının
hemen altında sıralanıp biriken ve kokteyl saatindeymişler gibi hızla kan çeken sivrisinekleri
hissetmiyordu; hâ lâ kurumakta olan gö zyaşlarının soluk yapışkan izlerine yakalanmış ve
kıvranan tatarcıkları da hissetmiyordu.
Paniğ e kapılması yılanı hissettiğ i zamanki gibi ani olmamış, ama garip bir şekilde ağ ır
ağ ır, dü nyadan çekilerek, duyularını dışa kapatma şeklinde olmuştu. Gittiğ i yö ne aldırmadan
daha hızlı yü rü dü ; kendi sesini duymadan imdat istedi; en yakın ağ acın arkasından gelse bile
duyamayacağ ı kulaklarla dinledi yanıtı. Ve koşmaya başladığ ının farkında bile değ ildi. Sakin
olmalıyım diye dü şü ndü , lastik ayakkabılı ayakları yü rü me noktasını aştıklarında. Biraz ö nce
arabadaydım diye dü şü ndü koşması sü rat koşusuna dö ndü ğ ü nde. Sizin hatalarınızı neden biz
ö demek zorundayız diye dü şü ndü , sanki gö zlerinden birine girecekmiş gibi ileri doğ ru çıkmış
olan bir daldan eğ ilerek kaçarken. Ama sol yanağ ını kurtaramamıştı bu daldan, yü zü nü n yan
tarafında incecik, kanlı bir çizgi vardı şimdi.
Koştukça yü zü ne çarpan rü zgâ r serin ve ne tuhaftır ki keyi lendiriciydi, sanki çok uzaktan
gelen çatırtı sesleri çıkararak bir çalılığ ın içinden geçiyordu (pantolonunu yırtan ve kollarında
sıyrıklar açan dikenlerin farkında değ ildi). Bir yokuştan tırmandı, şimdi şapkası eğ rilmiş ve
saçları arkasında uçuşur halde –at kuyruğ unu tutan lastik çoktan kaybolmuştu– tü m hızıyla
koşuyordu, eski bir fırtınada devrilmiş kü çü k ağ açların ü stü nden atlayarak geçiyordu. Aniden
ö nü nde, bulunduğ u yerden millerce ö tede, uzak kenarında tunçtan uçurumların yü kseldiğ i
uzun gri-mavi bir vadi belirdi. Ve hemen ö nü ndeki şey, onu ‘anne’ diye bağ ırarak ö lü me
sü rü kleyecek gri bir boşluktan başka bir şey değ ildi. Aklı gitmişti yine, korkunun o beyni
durduran kü kremesinde kaybolmuştu; ama bedeni, zamanında durmanın uçuruma dü şmeyi
önleyemeyeceğini fark etti. Tek ümidi çok geç olmadan hareketinin yönünü değiştirebilmekti.
Trisha sola dö ndü , bunu yaparken sol ayağ ı boşluğ u tekmeledi. Yerlerinden oynayan çakıl
taşlarının eski kaya duvardan aşağ ı yuvarlandığ ını duyabiliyordu. Trisha, ormanın iğ ne kaplı
tabanının yerini, uçurumun kenarındaki kel taşlara bıraktığ ı yoldan koştu. Neredeyse
dü şecekti aşağ ıya, kafası bu karmaşık ve yoğ un dü şü ncelerle dolu bir şekilde koştu, bir de
kahramanının kudurmuş bir dinozoru uçurumdan ö lü me doğ ru sü rü klediğ i bir bilimkurgu
filmi hayal meyal geliyordu gözlerinin önüne.
Onü nde devrilmiş bir dişbudak ağ acının bü yü k bir bö lü mü bir geminin pruva direğ i gibi
uçuruma uzanmıştı. Trisha iki koluyla onu yakalayıp sarıldı, çizilmiş ve kanlı yanağ ı ağ acın
yumuşak gö vdesine dayanmış, her nefesi bir çığ lıkla başlayıp bir hıçkırıkla bitiyordu. Bu
şekilde, her tarafı titreyerek ve ağ aca sarılmış vaziyette uzun sü re kaldı. Sonunda gö zlerini
açtı. Başı sağ tarafa dö nü ktü ve kendine engel oluncaya kadar aşağ ıya bakmıştı bile. Burada
uçurumun yü ksekliğ i yalnızca on beş metre kadardı, aralarından parlak yeşil çalılar çıkan
buzlu kaygan molozlarla bitiyordu. Bir yığ ın çü rü mekte olan ağ aç ve dallar da vardı, uzun
zaman önceki bir fırtınada uçurumun kenarından aşağı düşmüş cansız tahtalar.
O zaman Trisha’nın gö zlerinin ö nü ne bir gö rü ntü geldi. Bü tü n belirginliğ i içinde korkunç
bir gö rü ntü . Kendisini, çığ lıklar atıp kollarını sallayarak o yığ ının ü zerine dü şerken gö rdü ; ö lü
bir dalın çenesinin altından ve dişlerinin arasından girdiğ ini, dilini damağ ına yapıştırdığ ını,
sonra beynine girip öldürdüğünü gördü.
“Hayır!” dedi, alçak sesle ve hızla konuşarak. Kollarında ve yanağ ındaki çalı çizikleri
zonkluyor ve teriyle yanıyordu, bu kü çü k acıların ancak şimdi farkına varıyordu, “Iyiyim.
Iyiyim. Evet, iyiyim.” Dişbudak ağ acını bıraktı, ayaklarının ü stü nde sallandı sonra kafasının
içine panik hü cum edince yeniden sarıldı ona. “Ben iyiyim” dedi, hâ lâ yavaş sesle ve hızla. Ust
dudağ ını yaladı ve ıslak tuzu tattı. “Ben iyiyim, ben iyiyim.” Bunu ü st ü ste durmadan sö yledi,
ama kollarını o dişbudak ağ acına sarılmaktan vazgeçmeleri için razı etmesi ü ç dakika sü rdü .
Sonunda bunu başarınca, Trisha uçurumdan geri çekildi. Şapkasını yeniden dü zeltti ve
vadinin ilerisine doğ ru baktı. Gö kyü zü ne çevirdi gö zlerini, yağ mur bulutlarıyla doluydu ve
aşağ ı yukarı altı trilyon ağ aç gö rdü , ama hiçbir hayat belirtisi gö rmedi –bir kamp ateşinin
dumanı bile yoktu.
“Ben iyiyim, yine de, ben iyiyim.” Uçurumdan bir adım daha geriledi ve bir şey
bacaklarının arkasına dokununca çığlık attı.
(Yılanlar yılanlar)
Dizlerinin arka tarafı gıdıklandı. Yalnızca çalılardı tabii ki. Bö ğ ü rtlen çalıları... Orman
onlarla doluydu, ö ğ ğ ğ ğ ! Ve bö cekler de bulmuşlardı onu yeniden. Yeniden bulut oluyorlardı,
gö zlerinin ö nü nde dans eden yü zlerce siyah nokta, ancak bu kez noktalar daha bü yü ktü ler ve
siyah gü llerin goncaları gibi açılıyorlardı sanki. Trisha’nın “Ben bayılıyorum… bayılma… ” diye
dü şü necek kadar zamanı oldu ve çalıların arasına sırt ü stü dü ştü , gö zleri kayıp gitti, solgun
yü zü nü n ü zerinde bö cekler parlayan bir bulut gibi dolaşıyorlardı. Bir iki dakika sonra
sivrisinekler göz kapaklarına kondu ve beslenmeye başladılar.
Dördüncü Devrenin Başı
NNESI eşyaların yerlerini değ iştiriyordu. Bu, Trisha’nın ayırırken ilk aklına gelen
A şeydi. Ikincisi ise, babası onu Lynn’deki Good Skates’e gö tü rmü ştü ve çocukların eski
eğ ri sahada patenlerle kayma seslerini duyuyordu. Sonra burnunun ü stü ne soğ uk bir
şey damladı ve gö zlerini açtı. Bir tane daha soğ uk su damlası tam alnının ortasına dü ştü .
Gö kyü zü nü saran parlak ışık yü zü nden gö zlerini kısmak zorunda kaldı. Bunu izleyen ikinci bir
şimşek onu korkutup yana dö ndü rdü , içgü dü sel olarak cenin pozuna geçerken, gırtlaktan
gelen bir çığlık attı. Sonra gökler delindi.
Trisha kalkıp oturdu, vahşice soğ uk bir gö le atılan biri gibi nefes alarak (zaten bö yle
hissediyordu) ne yaptığ ını dü şü nmeden dü şen şapkasını yakalayıp başına geçirdi.
Sendeleyerek ayağ a kalktı. Gö k gü rledi yeniden ve şimşek havada mor bir iz bıraktı. Burnunun
ü stü ne yağ mur damladı ve saçları yanaklarına yapışık bir halde orada ayakta dururken,
ö nü ndeki vadinin dibinde yü ksek, yarı ö lü bir ladin ağ acının aniden patlayarak alevler içinde
iki parçaya ayrıldığ ını gö rdü . Yağ mur o kadar hızlı yağ ıyordu ki vadi gri tü lbentle sarılmış bir
hortlak resmi gibi olmuştu.
Yeniden ormanın içine doğ ru yü rü dü . Yere çö meldi, çantasını açtı ve mavi pançoyu
çıkardı. Giydi (geç olsun da gü ç olmasın derdi babası) ve devrilmiş bir ağ acın ü stü ne oturdu.
Hâ lâ başı dö nü yordu ve gö z kapakları şişmişti, kaşınıyordu. Çevresindeki ağ açlar yağ muru
biraz tutuyordu, ama hepsini değ il; sağ anak çok şiddetliydi. Trisha pançonun başlığ ını
kaldırdı ve yağ mur damlalarının bir arabanın ü stü ne yağ an yağ mur gibi ona vurmasını
dinledi. Gö zlerinin ö nü nde hep var olan bö cek bulutunun dans edişini gö rdü ve gü çsü z bir elle
kovdu onları. Hiçbir şey uzaklaştıramaz onları ve hep aç karınları, ben baygınken gö z
kapaklarımdan beslendiler ve benim cesedimden beslenecekler, diye dü şü ndü ve ağ lamaya
başladı. Umitsiz ve cansız bir ağ lamaydı bu. Ağ larken, tepesindeki gö k her gü rlediğ inde
korkuyla büzülüp, böcekleri kovalamayı sürdürdü.
Saat ve gü neş olmayınca zaman da yoktu. Trisha’nın bü tü n bildiğ i, orada, devrilmiş bir
ağ acın ü stü ne sığ ınmış, mavi pançosuyla oturduğ uydu. Fırtınanın doğ uya doğ ru giderek
dinmesini bekliyordu, dinmiş gibi gö rü nü yordu ama hâ lâ saldırgan bir kabadayı gibiydi.
Yağ mur damlaları geliyordu ü zerine. Sivrisinekler vızıldıyordu, biri pançosunun başlığ ının
siperi ve başı arasına sıkışmıştı. Başlığ ın dışından başparmağ ını bastırdı ve vızıldama aniden
durdu.
“işte,” dedi kederle. “Bu senin hakkından geldi, vıcık vıcık oldun.”
Ayağ a kalkmaya yeltendi ve midesi guruldadı. Onceleri aç değ ildi ama şimdi acıkmıştı.
Acıkacak kadar uzun sü re kaybolmuş olma ikri aslında çok korkunçtu. Daha başka hangi
korkunç şeylerin kendisini beklediğ ini dü şü ndü ve bilmediğ inden, gö remediğ inden dolayı
mutlu oldu. Belki de hiç, dedi kendi kendine. Hadi canım, mutlu ol. Belki de bü tü n korkunç
şeyler geride kalmıştır artık.
Trisha pançosunu çıkardı. Çantasını açmadan ö nce acıyarak kendine baktı. Baştan aşağ ı
ıslaktı ve baygınlığ ından –ilk baygınlığ ından– beri çam iğ neleriyle kaplanmıştı. Pepsi’ye
söylemesi gerekecekti, tabii Pepsi’yi bir daha göreceğini varsayarsak.
“Buna başlama,” dedi ve çantasının kapağ ını açtı. Yiyip içmek için getirdiklerini çıkarıp
ö nü ne dü zgü n bir şekilde yerleştirdi. Yemeğ inin içinde olduğ u kesekâ ğ ıdını gö rü nce midesi
daha şiddetle guruldamaya başladı. Saat kaç olmuştu? Kafasının içinde metabolizmasına bağ lı
zihinsel bir saat, ö ğ leden sonra ü ç suları olduğ unu, kahvaltı masasında oturup Corn Flakesleri
yutmasından sekiz, bu aptalca sonsuz kestirme yolda gitmeye başlamasından beri beş saat
geçtiğini gösteriyordu. Üçtü saat. Hatta belki de dört.
Yemek torbasında soyulmamış bir katı yumurta, bir ton balığ ı sandviçi ve biraz kereviz
vardı. Ayrıca o bir torba patates cipsi (kü çü k), su şişesi (oldukça bü yü k), Surge şişesi (bü yü k
şişe, Surge’e bayılırdı) ve de Twinkieler.
Limonlu gazoz şişesine bakarken, Trisha birden açlıktan çok susuzluk hissetti ve de deli
gibi şeker yeme isteğ i. Kapağ ı açtı, şişeyi dudaklarına getirdi, sonra durakladı. Ne kadar
susamış olursa olsun yarısını birden kafasına dikmesi akıllılık olmazdı. Daha uzun bir sü re
burada kalabilirdi. Beyninin bir kısmı inleyerek bu ikri kafasından uzaklaştırmaya
çalışıyordu, sadece gülüp geç ve düşünme, ama Trisha bunu gö ze alamazdı henü z. Ormandan
çıktığ ı zaman yine bir çocuk gibi dü şü nebilirdi, ama şimdilik olabildiğ ince bü yü k biri gibi
dü şü nmek zorundaydı. Orada ne olduğ unu gö rdü n, diye dü şü ndü , içinde ağ açlardan başka
hiçbir şey olmayan bü yü k bir vadi. Ne yol var ne duman. Akıllıca davranmalısın. Erzaklarını
saklamaksın. Annen aynı şeyi söylerdi, baban da öyle.
Kendine ü ç bü yü k yudum gazoz izni verdi, şişeyi dudaklarından uzaklaştırdı, geğ irdi,
sonra iki küçük yudum daha aldı. Sonra şişeyi yeniden sıkıca kapattı, erzaklarının geri kalanını
dü şü ndü . Yumurtaya karar verdi. Kabuğ unu soydu, kabukları kesekâ ğ ıdına koymaya dikkat
etti, (oralarda çö p bırakmanın, şimdi veya sonra, –orada olduğ unu gö steren herhangi bir
işaretin– gerçekten hayatını kurtarabileceğ i hiç aklına gelmedi) ve birazcık tuz dö ktü ü stü ne.
Bunu yapmak bir an hıçkırmasına neden oldu, çü nkü kendisini dü n gece Sanford’daki
mutfakta bir parça mumlu kâğıdın üstüne annesinin öğrettiği gibi tuz koyarken görebiliyordu.
Yukarıdaki ışığ ın sayesinde başının ve ellerinin formika tezgâ hın ü stü ne dü şen
gö lgelerini gö rebiliyordu; erkek kardeşinin ü st katta dolaşırken çıkardığ ı gıcırtıları
duyabiliyordu. Bu anıda onu neredeyse gö rü nü r hale getiren sanal bir gerçeklik vardı.
Boğ ulmakta olan birinin hâ lâ kendisini kayıkta sanması gibi, o kadar sakin ve huzurlu, o kadar
dikkatsizce gü vende hissetti kendini. Dokuz yaşındaydı, ama, on olmak ü zereydi ve yaşına
göre iriydi. Artık, bütün anılar ve korkulardan daha güçlüydü.
Yumurtaya tuz dö ktü ve burnunu çekerek çabucacık yedi. Çok lezzetliydi. Kolaylıkla bir
tane, hatta iki tane daha yiyebilirdi. Annesi yumurtalara “kolesterol bombaları” derdi, ama
annesi orada değ ildi ve ormanda kaybolmuşsan, çizikler içinde ve gö z kapakların bö cek
yenikleriyle o kadar şişmiş ve ağ ırlaşmışsa (kirpiklere yapışan unlu yapıştırıcı, belki de)
kolesterol pek önemli gibi görünmüyordu.
Trisha Twinkielere baktı, sonra paketi açtı ve birini yedi. “Sek-sü ü -el” dedi –Pepsi’nin her
zamanki ö vgü lerinden biriydi bu. Her şeyi bir yudum su izledi. Sonra, ellerinden birinin ihanet
edip ağ zına başka bir şey sokmasına fırsat vermeden geri kalan yiyecekleri yeniden yemek
torbasına koydu (tepesi daha fazla kıvrılıyordu şimdi torbanın) ü çte biri dolu olan Surge
şişesini kontrol etti tekrar ve her şeyi çantaya yerleştirdi. Bunları yaparken parmakları
çantanın yan tarafındaki bir şişkinliğ e değ di ve aniden bir coşku dalgası –belki de taze
kalorilerle beslenerek– keyiflendirdi onu.
Walkman’i! Walkman’ini de getirmişti!
Iç cebin fermuarını açtı ve kutsal şarap ve ekmeğ i tutan rahiplerin en saygılısı gibi çıkardı
onu. Kulaklık teli Walkman’in gö vdesine sarılmıştı ve minik kulaklıklar plastik gö vdenin
kenarlarına takılmıştı. Onun ve Pepsi’nin en sevdiğ i kaset (Chumbawamba’dan Tubthumping)
içindeydi, ama Trisha o anda mü ziğ i dü şü necek halde değ ildi. Kulaklıkları taktı ve kulaklarına
yerleştirdi, düğmeyi TEYP’ten RADYO’ya getirdi ve açtı.
Once yalnız ha if bir parazit belirdi, çü nkü , bir Portland istasyonuna, WMGX’e
ayarlanmışa. Ama FM bandından biraz ilerde Norveç’ten WOXO’ya geldi ve ö teki tarafa doğ ru
ayarlayınca da Appalachian Yolu ü zerinde giderken içinden geçtikleri bir kasaba olan Castle
Rock’taki kü çü k radyo istasyonunu WCAS’i buldu. Neredeyse kardeşinin sesini duyar gibiydi
ve de yeni keşfedilmiş alaycılık damlayan genç sesinin “WCAS! Bugü n Hicksville, yarın bü tü n
dü nyada” dediğ ini. Ve hiç kuşkusuz bu bir Hicksville istasyonu idi. Mark Chesnut ve Trace
Adkins gibi mızmız şarkıcılar, çamaşır makineleri, kurutucular, Buickler ve av tüfekleri satmak
isteyen insanların telefonlarına yanıt veren bir kadın spikerle yer değ iştiriyorlardı. Vahşiliğ in
ortasında insan sesleri, insanlarla kurulan bir bağ lantı saydırdı bu. Trisha şapkasıyla hep
çevresinde olan bö cek bulutunu kovalayarak devrilmiş bir ağ acın ü stü ne afallamış bir halde
oturdu. Saati ilk bildirdiklerinde üçü dokuz geçiyordu.
Uç buçukta kadın spiker, Halk Ticaret Postası’na, haberleri okumak için uzunca bir ara
verdi. Castle Rock ahalisi cuma ve cumartesi geceleri ü stsü z dansö z oynatan bir bar için
kavgaya tutuşmuşlardı, bir ö zel sağ lık yurdunda yangın çıkmıştı (kimseye bir şey olmamış) ve
Castle Rock Sü rat Yolu 4 Temmuz’da yeniden havai işeklerle açılacaktı. Bu ö ğ leden sonra
hava yağ murlu olacak, akşama açılacak, yarın gü neşli, sıcaklık otuz dereceye kadar çıkacak.
Hepsi bu. Kayıp bir küçük kız yok. Trisha rahatlamalı mı, yoksa endişelenmeli mi bilemedi.
Tam piller bitmesin diye kapatmak için uzanıyordu ki kadın spikerin “Bu akşam saat
yedide Boston Red Sox’un o baş belası New York Yankeeleriyle karşılaşacağ ını unutmayın;
bü tü n coşkuyu burada WCAS’da, Sox’un olduğ u yerde yakalayabilirsiniz. Ve şimdi de
yeniden...” dediğ ini duydu. Trisha, radyoyu kapatıp kablosunu ince plastik gö vdesine sararken
“Yeniden kü çü k bir kızın en berbat gü nü ne dö nü yoruz,” diye dü şü ndü . O berbat balık
midesinde dolaşmaya başladığ ından beri ilk kez belki de biraz iyi hissediyordu kendini. Bir
şeyler yemiş olmaktı belki de bunun nedeni, ama radyonun gerçek neden olduğ unu
düşünüyordu. Sesler, gerçek insan sesleri, o kadar da yakın ki…
Bacaklarının alt kısımlarında sivrisinekler yığ ılmış, pantolonunun kumaşını delmeye
çalışıyorlardı. Tanrıya şü kü r ki şort giymemişti. Şimdiye kadar tü ketilmiş, biftek olmuştu bile.
Sivrisinekleri kovaladı, sonra ayağ a kalktı. Şimdi ne olacak? Ormanda kaybolmakla ilgili bir
şey biliyor muydu?
Şey, gü neş doğ udan doğ ar batıdan batar; hepsi bu aşağ ı yukarı. Bir keresinde biri ona
ağ acın gü ney veya kuzeyinde yosun olduğ unu sö ylemişti, ama hangisinde olduğ unu
hatırlayamıyordu. Belki de yapılacak en iyi şey burada oturmak, bir çeşit barınak yapmak
(yağ murdan çok bö ceklerden korunmak için, bir tanesi pançosunun başlığ ına girmişti ve onu
delirtiyordu) ve birinin gelmesini beklemekti. Kibriti olsa ateş yakardı belki –yağ mur
yayılmasını önlerdi– ve biri dumanı görürdü. Tabii ya. Babası demişti bunu.
“Bir dakika,” dedi. “Dur bir dakika.”
Su ile ilgili bir şey. Ormandan su yardımı ile çıkmak. Birden hatırladı ve yeniden bir sevinç
dalgası hissetti. Bu defaki o kadar gü çlü ydü ki sanki başını dö ndü rdü onun; oynak bir mü zik
duyduğundaki gibi ayaklarının üzerinde sallandı.
Bir dere bulurdun. Annesi sö ylememişti bunu ona, uzun zaman ö nce, belki de yedi
yaşlarında iken Kü çü k Ev kitaplarında okumuştu. Bir dere bulurdun ve onu izlerdin, eninde
sonunda o seni daha bü yü k bir dereye gö tü rü rdü . Eğ er daha bü yü k bir dereyse, onu da daha
da bü yü k bir dereye gelinceye kadar izlerdin. Ama sonunda akarsu daima denize giderdi. Ve
orada ormanlar yoktu, yalnız sahil ve kayalar ve bazen de bir fener. Peki nasıl bulacaktı
akarsuyu?
Ne olacak, uçurumu izleyecekti tabii ki. Aptalca kenarından aşağ ı dü şmek ü zere olduğ u
uçurumu. Uçurum ona dü z bir yö n gö sterecek ve eninde sonunda bir dere bulacaktı. Herkesin
söylediğine göre ormanlar bunlarla doluydu.
Çantasını yeniden sırtladı (bu kez pançosunun ü stü nden) ve dikkatle uçuruma ve
devrilmiş ağaca doğru yürüdü.
Şimdi ormana panikle dalışına, bü yü klerin eskiye, çocukluk davranışlarının en kö tü sü ne
bakarkenki hoşgö rü yle karışık utancıyla bakıyordu, ama hâ lâ uçurumun kenarına
yaklaşamadığ ını fark etti. Eğ er yaklaşsa midesi bulanacaktı. Yeniden bayılabilirdi veya
kusabilirdi. Bu kadar az yiyeceği varken kusmak hiç iyi bir fikir değildi.
Sola dö ndü ve ormanın içinde vadiye inişi sağ ına alıp beş-altı metre kadar uzakta kalarak
yü rü meye başladı. Arada bir kendini daha yakınından gitmeye, uzaklaşmadığ ından ve geniş
gö rü ntü sü yle uçurumun hâ lâ orada olduğ undan emin olmak için bakmaya zorluyordu. Ses
duymak için kulak kabartıyordu, ama fazla ü mitle değ il; yol artık her yerde olabilirdi ve onu
bulmak tam bir şans işiydi. Akarsuyu dinliyordu ve sonunda duydu da. “Eğ er o aptal
uçurumdan aşağ ı bir şelale olarak iniyorsa bana bir yararı olmaz,” diye dü şü ndü ve dereye
ulaşmadan ö nce duyduğ u sesin şelale olup olmadığ ını anlamak için yeterince yaklaşmaya
karar verdi. Hayal kırıklığını önlemek için.
Ağ açlar biraz geri çekilmişti, ormanın kenarıyla uçurumun kenarı arasındaki açıklık yer
yer çalılarla kaplıydı. Dö rt veya beş hafta sonra yaban mersinleriyle dolacaklardı. Ama şimdi
yaban mersinleri yalnızca minik tomurcuklardı, yeşildiler ve yenmezlerdi. Bö ğ ü rtlenler
duruyordu hâ lâ , onların zamanıydı ve bunu akılda tutmak da iyi ikir olabilirdi. Ne olur ne
olmaz diye. Yaban mersini çalıları arasındaki toprak, kırık taşlarla doluydu ve dü zgü n değ ildi.
Trisha’nın lastik pabuçları altındaki ses ona kırık tabakları dü şü ndü rdü . Bu yassı çakılların
ü stü nde daha da yavaş yü rü dü uçurumun kenarından iki-ü ç metre kadar uzaktayken yere
çö ktü ve emekledi. Ve kenara ulaştığ ında keyi le gü ldü , çü nkü orada uçurum artık yoktu
neredeyse.
Vadiden gö rü nen manzara hâ lâ geniş ve etkileyiciydi, ama bu çok uzun sü rmeyecekti,
çü nkü bu taraftaki toprak çö kmekteydi; Trisha o kadar dikkatle dinliyordu ki (daha çok da
kendisine aklına sahip olup, yine sıyırtmamasını sö ylü yordu) bunun farkına bile varmamıştı.
Son bir ufak çalı perdesinin arasından yol açarak biraz daha ilerledi, aşağ ıya baktı. Uçurum
şimdi yalnız beş-altı metre ö tedeydi ve artık dik değ ildi, kayaların yü zü dik, oyuklu bir yokuş
haline gelmişti. Aşağ ıda kel ağ açlar, yine meyvesiz yaban mersini ağ aççıkları, çalı demetleri
vardı. Ve de parçalanmış buzlu kaya yığ ınları. Sağ anak durmuştu, gö k gü rü ltü sü arada bir
gelen kö tü huylu bir mırıldanmaya dö nmü ştü , ama ha if ha if yağ mayı sü rdü rü yordu ve bu
parçalanmış taşların, bir madendeki cüruf gibi kaygan, sevimsiz bir görünüşü vardı.
Trisha geri çekildi, ayağ a kalktı, sonra çalılıkların arasından akarsuyun sesine doğ ru yol
açtı kendine. Artık yorulmaya başlamıştı, bacakları ağ rıyordu, ama aslında iyi olduğ unu
dü şü ndü . Korkuyordu doğ al olarak, ama eskisi kadar değ il. Onu bulacaklardı. Ormanda
insanlar kaybolunca daima bulurlardı onları. Uçakları ve helikopterleri ve kö peklerle insanları
gönderir ve kayıp kişi bulununcaya kadar ararlardı.
Ya da belki de kendi kendimi kurtarırım. Ormanda bir yerde bir kamp bulurum, kapı kilitli ve
evde kimse yoksa, camı kırar, telefonu kullanırım...
Trisha kendini geçen sonbahardan beri kullanılmamış bir avcı kulü besinde gö rebiliyordu;
basma ö rtü lerle kaplı kamp mobilyasını ve yerdeki ayı postunu gö rebiliyordu. Tozun ve eski
soba kü llerinin kokusunu alıyordu; bu hayal o kadar gü çlü ydü ki eski ha if bir kahve kokusunu
bile duyuyordu. Orası boştu ama telefon çalışıyordu. O eski tiplerdendi, kulaklık o kadar ağ ırdı
ki iki eliyle tutmak zorunda kaldı, ama çalışıyordu ve “Merhaba, Anne? Ben Trisha. Nerede
olduğumu tam olarak bilmiyorum, ama ben iyiyim...” derken duyabiliyordu.
Hayali kulü be ve hayali telefon konuşmasına o kadar dalmıştı ki neredeyse ormandan
çıkan ve çakıllarla kaplı bir yokuştan akan bir dereye dü şü yordu. Trisha bir kızılağ acın
dallarına tutundu ve dereye bakarak, hatta biraz gü lü mseyerek durdu. Berbat bir gü n olmuştu,
gerçekten berbat, ama sonunda şansı dö ner gibiydi. Yokuşun kenarına geldi. Dere kö pü klerle
akıyor, orada burada daha bü yü k bir kayaya çarpıp gü neşli bir ö ğ leden sonra gö kkuşakları
yapacak olan serpintileri dö kü yordu. Suyun iki yanındaki eğ imler kaygan ve gü vensiz gibiydi,
bü tü n o gevşek ıslak taşlar. Yine de yer yer çalılar vardı. Eğ er kaymaya başlarsa, bunlardan
birini, derenin yanındaki kızılağacı yakaladığı gibi yakalardı.
“Su seni insanlara götürür,” dedi ve yokuştan aşağı inmeye başladı.
Derenin sağ tarafından, kü çü k sıçramalarla, yanlamasına indi. Yokuşun açısı yukarıdan
gö rü ndü ğ ü nden daha dik olmasına ve dü zgü n olmayan toprak her adımda lastik
ayakkabılarının altında oynamasına rağ men ö nceleri her şey iyiydi. Şu ana kadar fark
etmediğ i çantası, o bebek taşıma çantalarından birindeki kocaman hareketli bir bebeğ i
andırmaya başlamıştı; her kımıldadığ ında dengesini sağ layabilmek için kollarını sallaması
gerekiyordu. Yine de durumu fena değ ildi ve bu da iyi bir şeydi, çü nkü yokuşun yarı yolunda
durakladığ ı zaman, ileri attığ ı sağ ayağ ı alttaki gevşek taşlara gö mü lü nce, bir daha yukarıya
tırmanamayacağını anladı. Şu veya bu şekilde, vadinin tabanına gitmek zorundaydı.
Yeniden harekete geçti. Yolun ü çte birinde, bir bö cek –kocaman bir tane, tatarcık veya
sivrisinek değ il– yü zü ne doğ ru uçtu. Bu bir eşek arısıydı ve Trisha bir çığ lık atarak vurdu ona.
Yokuş tarafında çantası şiddetle sallandı, sağ ayağ ı kaydı ve birden dengesini yitirdi. Dü ştü ,
kayalık yokuşa bir darbe ile omuzunu vurdu ve aşağ ı kaymaya başladı, “işte boku yedik!” diye
bağ ırdı ve toprağ a tutunmaya çalıştı. Bü tü n eline geçen kendisiyle birlikte kayan kopmuş bir
taş parçası ve kırık bir kuartz parçasının kestiğ i avucunda bıçak gibi batan acı oldu. Bir çalıya
el attı ve o da aptal kısa kö kü nden çıktı. Ayağ ı bir şeye çarptı, sağ bacağ ı kö tü bir açıda
büküldü ve birden bir takla ile dünya dönerken kendini havada buldu.
Trisha sırt ü stü dü ştü ve bacakları açık, kollarını sallayarak acı, korku ve şaşkınlıkla çığ lık
atarak kaymaya başladı. Pançosu ve bluzu omuzlarına kadar sıyrılmıştı; keskin taşlar
sırtından deri parçaları sıyırıyordu. Ayaklarıyla fren yapmaya çalıştı. Sol ayağ ı bir kaya
çıkıntısına çarptı ve onu sağ yanına çevirdi. Bu durum ö nce midesinin ü stü nde sonra sırt ü stü
ve sonra yeniden midesinin ü stü nde, çantası vü cuduna batarak, sonra da her dü ştü ğ ü nde
havaya sıçrayarak yuvarlanmasına neden oldu. Gö k yerdeydi, yokuşun nefretlik kırık çakıllı
kenarı ise yukarıda, sonra yer değ iştirdiler –hadi eşlerinizi dö nerek değ iştirin, herkes
değiştirsin.
Trisha son on metreyi sol yanında sol kolu ileri uzanmış ve yü zü dirseğ inin içine gö mü lü
olarak indi. O yandaki kaburgalarını zedeleyecek kadar sert bir şeye çarptı ve sonra, daha
başını kolundan kaldırıp bakamadan, sol elmacık kemiğ inin hemen ü stü nde iğ ne acısı gibi bir
acı hissetti. Trisha çığ lık attı ve vurmaya çalışarak dizlerinin ü stü ne dikildi. Bir şeyi ezdi –bir
eşek arısı daha, başka ne olabilir– tam kendisini sokarken ve gö zlerini açıp çevresini
sardıklarını gö rdü ğ ü nde sarı kahverengi, kuyruk tara ları daha ağ ır gibi duran, şişko hantal
zehir fabrikaları.
Yaygaracı bir derecikten altı metre kadar uzaklıktaki bir yokuşta bulunan ö lü bir ağ aca
kadar kaymıştı. Olü ağ acın en alt çatalında, dokuz yaşında ama yaşına gö re uzun kü çü k bir
kızın gö z hizasında, gri bir arı oluğ u vardı. Kızgın arılar ü stü nde uçuşuyorlardı; daha çoğ u da
üstteki bir delikten çıkmaktaydılar.
Trisha’nın boynunun sağ tarafına, şapkasının hemen altına batan bir şey acı verdi. Bir
vuruş daha sağ kolunu dirsekten yukarı sızlattı. Tam bir panik içinde çığ lık atarak koşmaya
başladı. Bir şey boynunun arkasını; bir başka şey sırtını, pantolonunun belinin ü stü nden,
bluzunun sıyrılmış ve plastik pançonun paramparça olduğu yerden soktu.
Dere yö nü nde amaçsızca koştu; yalnız oradaki alan daha açık gibiydi. Çalı kü mesinin
çevresinden geçti ve yerdeki çalılar anmaya başlayınca aralarına dalıp kendine yol açtı.
Dereye gelince, nefes almaya çalışarak ve yaşlı gö zlerle (ve korkuyla) omuzunun ü stü nden
geriye baktı. Arılar gitmişti, ama onlardan kaçıncaya kadar çok zarar vermişlerdi. Sol gö zü ,
onu ilk yakalayanın soktuğ u yerin yakınından, neredeyse kapanacak kadar şişmişti. Eğ er kö tü
bir etki olursa ölürüm, diye düşündü, ama panik duygusu ağır bastığı için buna hiç aldırmadı.
Ağ layarak ve burnunu çekerek, kendisini bü tü n bu belalara sokmuş olan kü çü k derenin
yanına oturdu. Yeniden kontrolü ele aldığ ını hissedince çantasını çıkardı. Şiddetli titremeler
onu sarsıyor, her biri vü cudunu yay gibi geriyor ve arıların soktuğ u yerlerden bıçak gibi kızgın
acılar geliyordu. Kollarını çantasına doladı, bebek gibi salladı onu ve daha çok ağ ladı.
Çantasını ö yle tutmak ona, karavanın arka koltuğ unda yatan Mona’yı, kocaman mavi gö zlü , iyi,
yaşlı Moanie Balogna’yı dü şü ndü rdü . Oyle zamanlar olmuştu ki, anne babası ayrılmaya
hazırlanırken, sonra da bunu gerçekleştirdiklerinde onu rahatlatan tek şey Mona’ydı sanki;
ö yle zamanlar vardı ki Pepsi bile anlayamazdı. Şimdi anne babasının boşanması hiç ö nemli
gelmiyordu ona artık. Anlaşamayan bü yü klerden daha bü yü k sorunlar vardı, eşek arıları vardı
mesela ve Trisha, Pepsi’yi yeniden görebilmek için çok şey verebileceğini düşündü.
Bö cek sokmalarından ö lmeyecekti en azından veya zaten ö lü yor da olabilirdi. Annesi ve
komşuları Bayan Thompson’un bö cek sokmalarına alerjisi olan birinden sö z ettiklerini
hatırladı. Bayan Thompson “Bö ceğ in ısırmasından on saniye sonra, zavallı ihtiyar Frank balon
gibi şişti. Eğ er yanında ilacı olmasaydı, sanırım boğ ularak ö lü rdü .” demişti. Trisha
boğ ulduğ unu sanmıyordu, ama sokulan yerler feci şekilde zonkluyordu ve balon gibi
şişmişlerdi. Gö zü nü n yanındaki kü çü k kızgın deriden bir yanardağ haline gelen şişliğ i
gö rebiliyordu ve parmaklarıyla ha ifçe dokunduğ u zaman başına bir ağ rı giriyor ve acıyla
bağırtıyordu onu. Artık ağlamıyordu, ama o gözden yine de çaresizce yaşlar boşanıyordu.
Ellerini yavaşça ve dikkatle oynatarak kendini inceledi Trisha. En azından yarım dü zine
yeri sokmuşlardı (sol kalçamın ü stü nde bir yer var ki, diye dü şü ndü , orada iki, hatta ü ç tane
olabilirdi, en çok da orası ağ rıyordu). Sırtı berelenmiş gibiydi ve yuvarlanırken son kısmında
en bü yü k zararı gö ren sol kolu, bilekten dirseğ e kadar kan içindeydi. Yü zü nü n sol tarafında
dalın battığı yer yine kanıyordu. Haksızlık, diye düşündü. Haksızlık...
Sonra başından aşağ ı kaynar sular indi birden. Walkman’i kırılmış, kü çü k yan cebinde
milyonlarca parçaya ayrılmıştı. Öyle olmalıydı. Bu düşüşe dayanmış olması olanaksızdı.
Trisha çantanın tokalarını titreyen kanlı ellerle çekiştirdi ve sonunda kayışlarını açtı.
Gameboy’unu çıkardı ve o kırılmıştı, elektronik bliplerin zıpladıkları pencereden birkaç sarı
cam kırığ ı kalmıştı ancak. Ayrıca patates cipslerinin paketi yırtılmıştı ve Gameboy’un çatlamış
beyaz kasası yağ lı kırıntılarla kaplanmıştı. Her iki plastik şişe de, içinde su olan ve ö teki Surge
şişesi, ezilmişlerdi ama sağ lamdılar. Yemek torbası kaza geçirmiş gibi ezilmişti (ve o da
patates cipsleriyle kaplanmıştı) ama Trisha içine bakmaya zahmet bile etmedi.
Walkman’im, diye dü şü ndü , içteki cebi açarken hıçkırıklarla ağ ladığ ının farkında değ ildi.
Benim zavallı zavallı Walkman’im. Insanların dü nyasının seslerinden bile ayrı dü şmü ş olmak
ona olup bitenlerin hepsinden daha dayanılmaz gibi gelmişti. Trisha cebe uzandı ve bir
mucize çıkardı oradan; işte Walkman’i, sağ lamdı. Kü çü k aygıtın gö vdesine doladığ ı kulaklık
kordonu, açılıp dolaşmıştı, ama hepsi bu kadardı. Bir ona bir de yanındaki Gameboy’a
gö zlerine inanamayarak bakarak, Walkman’i elinde tuttu. Nasıl biri sağ lam diğ eri paramparça
olabilirdi? Bu olası mıydı? Değ il, dedi kafasının içindeki soğ uk ve nefretlik ses. Sağ lam
görünüyor, âmâ içi kırıldı.
Trisha kordonu dü zeltti, kulaklıkları yerine koydu ve parmağ ını gü ç dü ğ mesinin ü stü ne
koydu. Arı sokmalarını, bö cek ısırıklarını, kesik ve sıyrıkları unutmuştu. Şiş, ağ ır gö z
kapaklarını kapatarak biraz karanlık yaptı. “Lü tfen Tanrım,” dedi karanlığ ın içine,
“Walkman’im kırılmamış olsun,” Sonra güç düğmesine bastı.
“Şu anda gelen bir haber,” dedi bir kadın spikerin sesi, sanki Trisha’nın kafasının içinden
yayın yapıyordu, “iki çocuğ uyla birlikte Appalachian Yolu’nun Castle County kısmında yü rü yü ş
yapan Sanfordlu bir kadın, dokuz yaşındaki kızı Patricia McFarland’ın ortadan yok olduğ unu,
bü yü k olasılıkla, TR-90’ın ve Morton kasabasının batısında ormanda kaybolduğ unu
bildirmiştir.”
Trisha’nın gö zleri fal taşı gibi açıldı ve bundan sonraki on dakika, hatta WCAS
vazgeçemediğ i kö tü huyları olan country mü ziğ ine ve de NASCAR raporlarına dö ndü ğ ü zaman
bile dinlemeye devam etti. Ormanda kaybolmuştu. Bu resmileşmişti artık. Yakında harekete
geçerlerdi, onlar kimlerse, helikopterlerini uçurmak, av kö peklerini koklatmak için hazır tutan
insanlar herhalde, diye dü şü ndü . Annesi korkudan ö lecekti. Ama bu olasılığ ı dü şü nü nce Trisha
garip bir memnuniyet hissetti. “Denetlenmiyordum,” diye dü şü ndü , biraz da kendini
beğ enmişlikle. “Ben kü çü k bir çocuğ um ve doğ ru dü rü st denetlenmiyordum. Hem eğ er benim
canıma okursa ben de ‘Siz tartışmayı kesmiyordunuz ve ben artık dayanamıyordum’ derim.
Pepsi hoşlanırdı bundan; tam V.C. Andrews’luk bir şey.”
Sonunda Walkman’i kapattı, kulaklık kordonunu yeniden sardı, plastik kaba bilinçsizce bir
ö pü cü k kondurdu ve sevgiyle yeniden çantanın cebine yerleştirdi. Ezilmiş yemek torbasına
bir gö z attı ve ton balığ ı sandviçinin ve kalan Twinkielerin ne durumda olduklarına bakmaya
dayanamayacağ ına karar verdi. Çok moral bozucuydu. Yumurtasını yumurta salatasına
dö nmeden yemesi çok iyi olmuştu. Bu dü şü nce herhalde bir kıkırdamayı hak ediyordu, ama
onda gü lecek hal kalmamıştı belli ki; annesinin yorulmaz olduğ una inandığ ı, kıkırtı kuyusu,
belli ki bir süre için kurumuştu.
Trisha, oraya yakınlığ ı bir metreden de az olan kü çü k derenin kıyısına oturdu ve çok
kederli bir şekilde patates cipslerini ö nce patlamış torbadan, sonra yemek torbasının
dibinden toplayarak ve sonunda en ufak parçacıkları çantasının dibinden ayıklayarak yedi.
Bü yü k bir bö cek vızıldayarak burnunun yanından geçince bağ ırdı ve yü zü nü korumak için
elini kaldırıp büzüldü, ama yalnızca bir at sineğiydi.
Trisha, bü tü n gü n çalışmış altmış yaşında bir kadın gibi yorgun hareket ederek (bü tü n
gü n çalışmış altmış yaşında bir kadın gibi hissediyordu kendini), her şeyi çantasına
yerleştirdi –kırık Gameboy bile girdi içine sonunda– ve ayağ a kalktı. Kapağ ı yeniden
kapamadan ö nce, pançosunu çıkardı ve ö nü ne tuttu, ince şey yokuştan kayarken onu
koruyamamıştı ve şimdi yırtıktı ve başka şartlarda olsa komik bulacağ ı şekilde sallanıyordu –
tam bir mavi plastik hula eteğ ine benziyordu– ama atmamasının daha doğ ru olacağ ını
dü şü ndü . Hiçbir şey olmasa bile, bulutlarını talihsiz başının çevresine toplamış olan
böceklerden korurdu onu.
Sivrisinekler eskisinden de daha kalabalıktılar, kuşkusuz kollarındaki kan kokusu
çekmişti onları. Kokusunu alıyorlardı herhalde. “Bö ğ ,” dedi Trisha, burnunu buruşturup
şapkasını bö cek bulutuna sallayarak “Ne kadar iğ renç!” Kolunu kırmadığ ı veya kafatasını
çatlatmadığ ı, Mrs. Thomas’ın arkadaşı Frank gibi bö cek sokmalarına karşı alerjisi olmadığ ı
için kendine minnettar olması gerektiğ ini anlatmaya çalıştı, ama korkmuş, derisi sıyrılmış,
şişmiş ve genellikle hırpalanmışken minnettar olmak çok zordu.
Pançosundan kalan paçavrayı giyiniyordu ki –sonra da çantasını takacaktı sırtına– dereye
baktı ve suyun hemen ü stü ndeki kıyıların ne kadar çamurlu olduğ unu fark etti. Pantolonunun
beli kalçasındaki eşek arısının soktuğ u yere sü rtü nü nce yü zü nü buruşturarak bir dizinin
üstüne çöktü ve kahverengi gri macundan bir parmak aldı.
Denemeli mi denememeli mi?
“Ne zararı olabilir,” diye sordu içini çekerek ve kalçasının ü stü ndeki şişe sü rdü . Ne
gü zeldi serinliğ i, kaşıntılı ağ rı neredeyse aniden yok oldu. Ulaşabildiğ i bü tü n ısırıkların
hepsine dikkatle sü rdü . Sonra ellerini pantolonuna sildi (elleri ve pantolonu altı saat ö nce
olduklarından çok daha hırpalanmışlardı), yırtık pançosunu giydi, sonra çantasını taktı
sırtına. Şans eseri, ısırıkların hiçbirine değmeden sırtındaki yerini aldı çantası. Trisha yeniden
derenin yanında yürümeye başladı ve beş dakika sonra yeniden ormana girdi.
Sonraki dö rt saat ilan, ö ten kuşlar ve bö ceklerin hiç kesilmeyen vızıltısından başka bir
şey duymadan dereyi izledi. Yağ mur bu sü re boyunca durmadan çiseledi, bir defasında
bulabildiğ i en bü yü k ağ acın altına sığ ınmasına rağ men onu sırılsıklam edecek kadar çok
yağdı, ikinci sağanakta en azından gök gürültüsü ve şimşek yoktu.
Trisha o gü ne kadar kendini, o geçirdiğ i berbat, ü rkü tü cü gü n kararırken hissettiğ i kadar
tam bir şehir kızı gibi hiç hissetmemişti. Orman sıkışmıştı sanki. Bir sü re yaşlı çamların
arasından yü rü yebildi ve orman orada bir Disney ilmindeki gibi iyiydi sanki. Sonra o yumruk
gibi sıkışmış ağ açlar çıkıyordu ö nü ne ve kendini çalı gibi ağ açların yumrulu kü melerinin ve
sıkışık çalıların (bunlar dikenlerle doluydu), kollarını ve gö zlerini tırmalamaya çalışan
birbirine geçmiş dalların aralarından geçmeye çalışırken buluyordu. Bü tü n amaçları ona engel
olmaktı sanki ve o basit yorgunluk tü kenmişliğ e doğ ru giderken Trisha onlarda bir zekâ , yırtık
mavi pançolu bir yabancının varlığ ını hisseden, sinsi ve zararlı bir bilinç var olduğ unu
dü şü nmeye başladı. Kendini tırmalama arzuları hatta bir gö zü nü çıkaracak kadar şanslı
olmaları gerçekte pek ö nemli değ ilmiş gibi gö rü nmeye başladı ona; çalıların gerçek isteğ i,
onun diğ er insanlara ulaşma yolunu, oradan çıkış yolunu gö steren dereye gitmesini
önlemekti.
Trisha, eğ er derenin yakınındaki ağ aç kü meleri ve çalılar çok sıkışırsa dereyi gö zü nü n
ö nü nden ayırmaya razıydı, ama sesinden ayrılmaya niyeti yoktu. Eğ er derenin mırıltısı çok
azalırsa, dizleri ve ellerinin ü stü ne çö kü yor, aralarından kayıp bir delik aramaktansa, dalların
en kö tü lerinin altından emekliyordu. Vıcık vıcık toprakta emeklemek işin en kö tü kısmıydı
(çam korularında yer kuruydu ve çam iğ neleri gü zel bir halı gibiydi; dalların sıkışık olduğ u
yerlerde toprak hep ıslaktı sanki). Çantası dallar ve çalıların birbirine girdiğ i yerlerde
sü rü kleniyor, bazen gerçekten sıkışıyordu ve bu sırada, tatarcık bulutu ve bö cekler yü zü nü n
önünde asılı duruyor ve dans ediyorlardı.
Bü tü n bunları bu kadar kö tü , moral bozucu yapanın ne olduğ unu anlıyordu, ama adını
koyamıyordu. Bazılarını biliyordu, çü nkü annesi anlatmıştı: huşlar, kayınlar, kızılağ açlar,
ladinler ve çamlar, bir ağ açkakanın yankılı darbeleri ve kargaların cırtlak sesleri, hava
kararmaya başladığ ında cırcır bö ceklerinin gıcırdayan kapı gibi sesleri... ama bü tü n diğ erleri
ne olacaktı? Annesi ona sö ylediyse bile Trisha artık hatırlamıyordu, ama annesinin sö ylemiş
olduğ unu da sanmıyordu. Annesinin ormanlarda yü rü mekten hoşlanan, Çok az doğ a
kılavuzları okumuş, bir sü redir Maine’de yaşayan, ama aslında Massachusettsli bir şehirli
olduğ unu dü şü nü yordu. Mesela parlak yeşil yaprakları olan kalın çalılar neydi? Lü tfen Tanrım,
zehirli meşe olmasın! Veya tozlu gö vdeleriyle, kü çü k, değ ersiz gö rü ntü lü ağ açlar? Ya da sarkık
ince yapraklı olanlar? Sanford’daki annesinin bildiğ i ve yü rü yü ş yaptıkları ormanlar –bazen
Trisha ile bazen de yalnız– oyuncak ormanlardı. Bunlar oyuncak orman değildiler.
Trisha, kendisini arayan yü zlerce adamın ona doğ ru sel gibi geldiklerini hayal etmeye
çalıştı. Hayal gü cü iyiydi ve başlangıçta bunu kolayca yapabiliyordu. Appalachian Yolu’nun
bü tü n batı yö nü boyunca park yerlerine giren, yö n gö steren, camlarında CHARTER ARAMA
TAKIMI yazan bü yü k sarı okul arabalarını gö rü yordu. Kapılar açıldı ve kahverengi ü niformalı
adamlar dö kü ldü dışarı, bazıları ellerinde zincirli kö pekler, hepsinin bellerine takılı walkie-
talkie’ler, ö zel bir kısmı o pilli megafonlarla... Ilk duyacağ ı onlar olacaktı; yü kseltilmiş Tanrı
seslerinin “PATRICIA McFARLAND, NEREDESIN? EGER DUYUYORSAN, SESIME DOGRU GEL!”
diye seslenmeleri. Ama ormandaki gö lgeler çoğ alıp el ele tutuşmaya başladıklarında, yalnızca
derenin sesi vardı ve kendi nefesinin sesi. Kahverengi ü niformalı adamların hayali resimleri
yavaş yavaş kayboluyordu.
“Bü tü n gece burada duramam,” diye dü şü ndü , kimse benden bü tü n gece burada kalmamı
isteyemez.
Paniğ in yine kendisini yakaladığ ını hissediyordu, kalbini hızlandırıyor, ağ zını kurutuyor,
gö zlerini yuvalarında zonklatıyordu. Ormanlarda kaybolmuştu, adını bilmediğ i ağ açlar
tarafından kıstırılmış, şehir lü gatinin hiçbir işe yaramadığ ı bir yerde tek başına ve sonuçta
hepsi ilkel olan, dar bir keşif ve direniş alanında bırakılmıştı. Tek bir kolay adımla şehir
kızından mağara kızına geçiş. Evde kendi odasında, kö şedeki sokak lambasının camdan giren
ışığ ında bile karanlıktan korkardı. Eğ er geceyi burada geçirmek zorunda kalırsa korkudan
ö leceğ ini dü şü ndü . Benliğ inin bir parçası kaçmak istiyordu. Akarsuyun onu sonunda insanlara
gö tü receğ i ilan yoktu, bü tü n bunlar Kü çü k Ev bokunun uydurmasıydı herhalde. Dereyi izliyor
oluşu getire getire yalnızca daha fazla böceğe getirmişti onu.
Bundan kaçmak istiyordu, gidişin en kolay olduğ u yere doğ ru koşmak. Koşmak ve
karanlık olmadan insanları bulmak. Bu ikir tamamen deliceydi ve fazla yararı olmadı,
gözlerindeki zonklamayı (ve de böcek ısırıklarının olduğu yerleri, şimdi onlar da zonkluyordu)
veya ağ zındaki korkunun bakır tadını azaltmıyordu. Trisha birbirine dolaşmış olan bir ağ aç
kü mesini yararak yol açtı. Derenin sola doğ ru kıvrılıp hilâ l şeklini aldığ ı açıklığ a geldi, çalılar
ve ağ açlarla kuşatılan bu yer, cennetten bir kü çü k parçaydı sanki. Hatta, devrilmiş bir ağ aç
gövdesi, bir bank gibi duruyordu derenin kenarında.
Ona doğ ru gitti, oturdu, gö zlerini kapattı ve kurtulmak için dua etmeye çalıştı. Tanrı’ya
Walkman’inin kırılmamış olması için dua etmek kolaydı, çü nkü dü şü nmeden olmuştu bu. Ama
şimdi, dua etmek zordu. Anne ve babası kiliseye gitmezlerdi. Annesi yozlaşmış bir Katolik’ti
ve babasının, Trisha’nın bildiğ i kadarıyla, yozlaşacak bir şeyi hiç olmamıştı –ve şimdi
kaybolduğ unu, buna sö yleyecek sö zü olmadığ ını gö rü yordu. Tanrı’ya dua etti ve bu, ağ zından
yavan ve rahatsız edici bir şekilde çıktı, dua burada bir elektrikli konserve açacağ ının gö revini
gö rdü . Gö zlerini açtı ve o kü çü k açıklığ a baktı, havanın grileştiğ ini gö rü yor, yara bere içindeki
ellerini sinirden sıkıyordu.
Annesiyle dini konuları konuşup konuşmadığ ını hatırlayamıyordu. Ama bir aydan az bir
sü re ö nce babasına dine inanıp inanmadığ ını sormuştu. Malden’deki kü çü k yerin arkasına,
hâ lâ çıngırtılı beyaz kamyonuyla gelen Sunny Treat Man’den (Sunny Treat kamyonunu
dü şü nmek Trisha’ya yeniden ağ lama arzusu verdi) kü lahlı dondurma yiyorlardı. Pete,
“aşağıda parkta” eski arkadaşlarıyla eğleniyordu.
“Tanrı,” demişti Babası, –kelimeyi sanki yeni bir dondurma tadıymış gibi tadarak–
Vanilyalı Jimmies yerine Vanilyalı Tanrı. “Nereden çıktı şimdi bu tatlım?”
Bilemeyip başını sallamıştı kız. Şimdi, bu bulutlu, bö cekli haziran akşamı karanlığ ında,
devrilmiş bir ağacın üstünde otururken korkutucu bir fikir belirdi; ya ta içinde ileriyi gören bir
yer bunun olacağ ını gö rü p de sorduysa? Kızın kurtulabilmesi için biraz Tanrıya gereksinmesi
olacağına karar vererek yukarıya bir işaret fişeği attıysa?
“Tanrı,” dedi, Larry McFarland, dondurmasını yalayarak. “Tanrı, şimdi, Tanrı...” Biraz daha
dü şü ndü . Trisha piknik masasının bir kenarına oturmuş, onun kü çü k bahçesine bakıyor, ona
gereksindiğ i zamanı veriyordu. Sonunda, “Sana neye inandığ ımı sö yleyeceğ im,” dedi. “Ben
Alt-duyum’a inanırım.”
“Neye?” Şaka yapıp yapmadığ ını anlayamayarak bakmıştı ona. Şaka yapıyor bir hali
yoktu.
“Alt-duyum. Fore Sokağı’nda geçirdiğimiz günleri hatırlıyor musun?”
Fore Sokağ ı’ndaki evi tabii hatırlıyordu. Bulundukları yerden ü ç blok ö tede, Lynn
kasabasına yakındı. Babasının daima otlarını biçtiğ i daha bü yü k bir bahçesi olan, bundan
bü yü k bir evdi. Sanford, bü yü kanne ve babalar, yaz tatilleri, Pepsi Robichaud’un yalnız yaz
arkadaşı ve kainattaki en komik şeyin koltuk altı osurukları olduğ u zamanlardı onlar... tabii
gerçek osuruklar dışında. Fore Sokağ ı’nda mutfak, bu evde olduğ u gibi bayat bira kokmazdı.
Başını salladı, çok iyi hatırlayarak, “Elektrikle ısınırdı o ev. Hatırlar mısın kenarlardaki
ısıtıcılar ısıtmadıkları zaman bile nasıl uğ uldarlardı? Hatta yazın bile?” Başını sallamıştı
Trisha. Babası da sanki beklediği buymuş gibi başını sallamıştı.
“Çü nkü alışıyorsun ona,” demişti. “Ama inan bana, Trish, o ses hep ordaydı. Kenarlarda
ısıtıcıları olmayan evlerde bile sesler vardır. Buzdolabı çalışır durur, borular tıngırdar, yerler
gıcırdar, dışarıda tra ik akar gider. Bü tü n bunları daima duyarız, onun için çoğ unlukla hiç
duymayız bile. Onlar...” Çok kü çü kken okumaya yeni başladığ ında dizlerine oturduğ u zaman
yaptığ ı gibi, cü mleyi kızın tamamlaması için işaret etti. Eski sevimli davranışı. “Alt-duyum”
dedi, kelimenin tam olarak ne anlama geldiğ ini anladığ ından değ il, ama onun bunu isteğ i çok
açık olduğ undan. “Kesinlikle,” dedi, bir kere daha dondurmasıyla işaret ederek. Vanilyalı
dondurmadan bir parçası hâ ki pantolonun paçasından aşağ ı kaydı ve onun o gü n kaç tane bira
içtiğini merak etti.
“Kesinlikle, tatlım, alt-duyum. Hindistan’daki her bö ceğ in ve Avustralya’daki her kuşun
düşüşünü kaydeden, düşünen bir Tanrı’ya, bütün günahlarımızı büyük bir deftere kaydeden ve
biz ö lü nce bizi yargılayan bir Tanrı’ya inanmıyorum. Kasıtlı olarak kö tü insanları yaratıp
sonra kasıtlı olarak onları yarattığ ı cehennemde kızarmaya yollayan bir Tanrıya
inanmıyorum, ama inanıyorum ki bir şey var.”
Çevresindeki çok uzamış, yer yer açılmış çimenleri olan bahçeye, kızı ve oğ lu için yaptığ ı
sallan-tırman’a (Pete artık onun için çok bü yü ktü , Trisha da ö yle, ama orada olduğ u
zamanlarda yalnızca onu mutlu etmek için birkaç defa sallanır veya kızaktan kayardı), iki tane
bahçe cü cesine (bol bol fışkırmış olan yabani bahar otlarından dolayı biri zorla
gö rü lebiliyordu), en arkada boyanması gereken çitlere baktı. O anda kendisine çok yaşlı
gö rü nmü ştü babası. Biraz aklı karışık. Biraz korkmuş. (Biraz ormanda kaybolmuş, diye
dü şü ndü şimdi, çantası lastik ayakkabılarının arasında, devrilmiş ağ acın ü stü nde otururken.)
Sonra başıyla onaylamış ve yeniden kıza bakmıştı.
“Evet, bir şey iyilik için acımasız bir gü ç. Acımasız, bunun ne demek olduğ unu biliyor
musun?”
Başıyla onaylamıştı, tam bildiğ inden değ il, ama onun durup açıklamasını istemediğ inden.
Kendisine öğretmesini istemiyordu, bugün değil; bugün, yalnız ondan öğrenmek istiyordu.
“Bence sarhoş gençleri –sarhoş gençlerin çoğ unu– mezuniyet gecesinden veya gittikleri
ilk bü yü k rock konserinden dö nerlerken arabalarını çarpmaktan koruyan bir gü ç var. Bir şey
ters gitse bile birçok uçağ ın dü şmesini de ö nlü yor. Hepsinin değ il, çoğ unun. 1945’ten beri
kimsenin, hiçbir canlının ü stü nde nü kleer silah kullanmamış olması da bizim tarafımızı tutan
bir şeyin var olması gerektiğ ini gö sterir. Gü nü n birinde biri kullanacak, doğ al olarak, ama
yarım yüzyıl sonra… Bu uzun bir zaman.”
Neşeli, boş yü zleriye bahçe cü celerine bakarak bir an duraksamıştı. “Çoğ umuzun uykuda
ö lmesini engelleyen bir şey var. Oyle kusursuz, sevecen, her şeyi gö ren Tanrı değ il; bunu
hiçbir kanıtın desteklediğini sanmıyorum, ama bir güç.”
“Alt-duyum.”
“İşte bu.”
Anlamamıştı ama sevmemişti. Ilginç ve ö nemli olduğ unu dü şü ndü ğ ü n bir mektup alıp,
açtığ ın zaman onun Sevgili Kiracı’ya olduğ unu gö rmek gibi bir şeydi bu. “Başka bir şeye daha
inanıyor musun, baba?”
“Bilinen şeyler işte. Ölüm ve vergiler ve senin dünyanın en güzel kızı olduğuna.”
“Ba-baa.” Gü lerek ona sarılmış, başının ü stü nden ö perken dokunuşundan ve
ö pü cü ğ ü nden hoşlanmış ama nefesindeki bira kokusunu sevmemişti. Babası onu bırakıp
ayağ a kalkmıştı. “Aynı zamanda bira saati olduğ una da inanıyorum. Biraz buzlu çay ister
misin?”
“Hayır, teşekkü rler,” dedi ve belki de geleceğ i gö ren bir şey iş başındaydı, çü nkü o ayağ a
kalkarken “Başka bir şeye daha inanıyor musun? Gerçekten.” demişti.
Gü lü msemesi ciddi bir bakış haline dö nü ştü . Oylece dü şü nerek durdu orada (kü tü ğ ü n
ü stü nde otururken, babasının, onun yü zü nden bu kadar uzun dü şü nmü ş olmasının gururunu
okşadığ ını hatırladı), dondurması elinde erimeye başlamıştı. Sonra yeniden gü lü mseyerek
bakmış “senin aşkın Tom Gordon galiba kırk oyun kurtaracak bu yıl,” demişti. “Sanırım şu
anda birinci liglerde en iyi kapatıcı. Tabii sağ lıklı kalır ve Sox vuruşları yerini bulursa, gelecek
kasım Dünya Serilerinde oynayabilir. Bu senin için yeterli mi?”
“Evvettt” diye bağ ırmıştı gü lerek, kendi ciddiyeti bozularak çü nkü Tom Gordon gerçekten
aşkıydı ve babasını, bunu bildiğ i ve tersleyeceğ ine iyi davrandığ ı için seviyordu. Gö mleğ ine
dondurmanın bulaşmasına aldırmayarak koşup sarılmıştı babasına sıkı sıkı. Hem arkadaşlar
arasında azıcık Sunny Treat’in lafı mı olurdu?
Ve şimdi burada giderek koyulaşan grilikte oturup, ormandan gelen su seslerini
dinlerken, ağ açların yakında ü rkü tü cü şekillere dö nü şecek olmasını izlerken, kendisine
megafonlardan “SESIME DOGRU GEL!” diye bağ ırılmasını ya da kö peklerin uzaktan gelen
havlamalarını duymayı beklerken; “Alt-duyum için dua edemiyorum. Yapamıyorum işte” diye
dü şü ndü . Tom Gordon’a da dua edemezdi –bu komik olurdu– ama belki de onun atışını
dinleyebilirdi ve de Yankeelerin karşısında. WCAS radyosu çalışanları Sox formalarını
giymişlerdi; Trisha da kendisininkini giyebilirdi. Pillerini korumak zorundaydı, bunu
biliyordu, ama birazcık dinleyebilirdi, değ il mi? Ve de kim bilir? Belki de oyun bitmeden o
megafonla yükseltilmiş sesleri ve köpeklerin havlamalarını duyabilirdi.
Trisha çantasını açtı, Walkman’ini iç cebinden huşu ile çıkardı ve kulaklıklarını yerlerine
yerleştirdi. Bir an, aniden radyonun çalışmayacağ ından, yokuştan yuvarlanırken hayati bir
telin yerinden çıktığ ından ve bu defa dü ğ meye bastığ ında ses çıkmayacağ ından eminmiş gibi
duraksadı. Belki de bu aptalca bir fikirdi, ama her şeyin ters gittiği böyle bir günde, feci şekilde
olası bir ikir gibi de gö rü nü yordu ona. Devam et, devam et, korkak tavşan olma! Dü ğ meye
bastı, bir mucize gibi kafası Jerry Trupiano’nun sesiyle doldu, daha da ö nemlisi, Fenway
Park’ın sesleriyle. Orada, o su seslerinin geldiğ i, kararmakta olan ormanda, kayıp ve
yapayalnız oturuyordu, ama otuz bin insanı dinleyebiliyordu. Bu bir mucizeydi.
“... çizgiye geliyor,” diyordu Troop. “Kendini hazırlıyor... Atıyor… Ve... UÇUNCU vuruş
tamam, Martinez bakarken yakaladı onu! Ooo, bu bir kaymaydı ve çok gü zeldi! Bu iç kö şeye
gitti ve Bernie Williams donakaldı! Amannnn! Iki buçuk devrenin sonunda, hâ lâ Yankeeler 2,
Boston Red Sox 0.”
Melodik bir ses Trisha’ya bir çeşit araba tamiri için 1-800-54 GIANT’ı aramasını sö yledi,
ama o duymadı, iki buçuk devre oynanmış bile, buna gö re saatin sekiz buçuk olması gerek.
Once bu şaşırtıcı gibi geldi, ama ışığ ın solgunluğ una gö re, inanmak zor değ ildi. Sonsuzluk
gibiydi; aynı zamanda zaman geçmemiş gibiydi.
Trisha bö cekleri kovaladı eliyle (bu davranış artık o kadar otomatik oluyordu ki farkında
bile olmadan yapıyordu) ve sonra yemek torbasına daldı. Ton balıklı sandviç korktuğ u kadar
kö tü değ ildi, ezilmiş ve parçalanmıştı ama hâ lâ bir sandviçe benziyordu. Torba onu sanki
korumuştu. Ama kalan Twinkieler, Pepsi Robichaud’nun deyişiyle “vıcık vıcık” olmuştu.
Trisha oyunu dinlerken tonlu sandviçinin yarısını yavaşça yedi. Bu, iştahını artırdı ve
kalanı rahatça bitirebilirdi, ama onu torbaya koydu ve onun yerine ıslak keki kaşıklayıp
içindeki kö tü tatlı kremayı (bu şey de daima krema yerine krem gibi olur diye dü şü ndü
Trisha) parmaklayarak, vıcıklaşmış Twinkie’yi yedi. Parmağ ıyla yiyebileceğ i kadarını
bitirince, kâ ğ ıdı ters çevirdi ve yalayarak temizledi. “Bana Bayan Spratt deyin,” diye dü şü ndü
ve Twinkie ambalajını yeniden yemek çantasına koydu. Kendisine ü ç bü yü k yudum Surge izni
verdi, sonra Red Sox ve Yankeeler ü çü ncü ve dö rdü ncü devreleri oynarken, kirli bir parmakla
biraz daha patates cipsi kırıntıları bulmaya çalıştı.
Beşinci devrenin ortasında Martinez Jim Corsi’yle yer değ iştirmişti ve Yankeeler dö rde
karşı birdiler. Larry McFarland Corsi’ye derin bir gü vensizlikle bakardı. Bir keresinde,
telefonda Trisha ile beysbol ü zerine konuşurken “Yaz bu sö zlerimi, tatlım, Jim Corsi Red
Sox’un dostu değ ildir,” demişti. Trisha, elinde olmadan kıkırdamaya başlamıştı. O kadar
ciddiydi ki sesi. Bir sü re sonra Baba da kıkırdamaya başlamıştı. Bu onların arasında bir parola
olmuştu, yalnız onların olan bir şey, bir şifre sanki; “Yaz bu sö zlerimi, Jim Corsi Red Sox’ların
dostu değildir.”
Corsi, altıncı devrenin başında Yankeeler’e bir-iki-ü ç atarak Red Sox’ların dostuydu ama.
Trisha radyoyu kapatıp pilleri koruması gerektiğ ini biliyordu. Tom Gordon, Red Sox’ların ü ç
koşu geride olduğ u bir oyunda atıcılık yapmayacaktı, ancak Fenway Park’la bağ lantıyı kesme
dü şü ncesine dayanamıyordu. Karşılıklı oynayan Jerry Trupiano ve Joe Castiglione’yi değ il,
deniz kabuğ undan gelen mırıltıyı andıran sesleri daha hevesle dinliyordu. O insanlar
oradaydılar, gerçekten orada, sosisli sandviçler yiyor, bira içiyor, hediyelikler, dondurma ve
Legal Seafood’dan balık tü rlü sü alıyorlardı; Darren Lewis –DeeLu derdi spikerler ona bazen–
vurucu yerine girip, gü n yerini karanlığ a bırakırken ışık kü meleri gö lgesini arkasına
dü şü rdü ğ ü nde, onu izliyorlardı seyirciler. Bu otuz bin mırıldanan sesi, sivrisineklerin alçak
sesli uğ ultusuna (karanlık çö ktü kçe daha da artmıştı), yapraklardan dü sen damlaların sesine,
cırcır bö ceklerinin paslı rik-rik’ine ve var olan başka seslere değ işemezdi. Korktuğ u o başka
seslerdi işte. Karanlıktaki başka sesler.
DeeLu sağ a kaydı ve bir out’dan sonra Mo Vaughn yana atılıp gitmeyen bir topu tuttu.
“Geriye geriye ÇOOK GERlYE!”diye bağ ırdı Troop. “Bu Red Sox sahasında! Biri sanırım Rich
Garces olabilirdi uçarken yakaladı onu. Home run, Mo Vaughn! Bu yılın on ikincisi ve
Yankeelerin liderliği bire indi.”
Ağ aç kü tü ğ ü nü n ü stü nde otururken Trisha gü ldü ve ellerini çırptı ve sonra Tom Gordon
imzalı kepini daha sıkıca başına yerleştirdi. Hava artık bütünüyle kararmıştı.
Sekizinci devrenin sonunda, Nomar Garciaparra Green Monster’in tepesindeki ekrana iki
koşuluk bir top attı. Red Sox’lar beşe dö rt ö ne geçtiler ve Tom Gordon dokuzuncunun başında
atıcılık yapmak için girdi oyuna.
Trisha devrilmiş ağ açtan yere kaydı. Ağ acın kabukları kalçasındaki eşek arısı ısırıklarını
sıyırdı ama o fark etmedi bile. Sivrisinekler gö mleğ i ve yırtık pançosunun sıyrılıp açık
bıraktığ ı sırtına aniden iştahla saldırdılar, ama onları da hissetmedi. Deredeki son kalan ışık
pırıltısına solgun kararmış gü mü ş rengi gö zlerini dikti ve ellerini ağ zının yanlarına bastırarak
ıslak toprakta oturdu. Birden, Tom Gordon’un tek koşuluk liderliğ i koruyup, sezon başında
Anaheim’de yenildikten sonra bir daha hiç yenilmeyen gü çlü Yankeelerin karşısında zaferi
garantilemesi çok önemli hale geldi.
“Haydi Tom,” diye fısıldadı.
Bir Castle View otelinde annesi korkunun ıstırabı içindeydi; babası, Boston’dan
Portland’a, Quilla ve oğ lunun yanına gelmek için Delta’yla uçuyordu; Rally Point Patricia olarak
belirtilmiş olan Castle Kasabası barakalarında, kayıp kızın hayal ettiklerine çok benzeyen
araştırma ekipleri sonuç vermeyen ilk seferlerinden dö nü yorlardı; barakaların dışında,
Portland’daki ü ç ve Portsmouth’dan iki TV istasyonundan haber arabaları park etmisti; ü ç
dü zine deneyimli ormancı (bazılarının yanında kö pekler vardı) Motton ve New Hampshire’ın
ü stü ne doğ ru uzanan ü ç bağ ımsız kasabaya kadar uzanan ormanlarda kalmışlardı; TR-90, TR-
100 ve TR-110. Ormanda kalanların anlaştığ ı nokta Patricia McFarland’ın hâ lâ Motton veya
TR-90 da olduğ uydu. Ne de olsa kü çü k bir kızdı ve son gö rü lmü ş olduğ u yerden çok
uzaklaşmış olamazdı. Bu deneyimli kılavuzlar, av korucuları ve orman gö revlileri, Trisha’nın,
araştırmacıların en fazla ö nem verdikleri bö lgenin batısına doğ ru neredeyse dokuz mil kadar
uzaklaşmış olduğunu bilseler donup kalırlardı.
“Haydi, Tom,” diye fısıldadı. “Hadi Tom, şimdi bir iki üç. Nasıl olduğunu biliyorsun.”
Ama bu akşam olmadı. Gordon dokuzuncu devrenin başlangıcını Yankeeler’in yakışıklı
ama kö tü durdurucusu Derek Jeter’i yü rü terek açtı ve Trisha babasının bir zamanlar sö ylediğ i
bir şeyi hatırladı; bir takım ilk yü rü yü şü alırsa, kazanma şansları yü zde yetmiş artar demişti.
Eğer kazanırsak, eğer Tom kurtarırsa, ben de kurtulacağım. Bu dü şü nce aniden geldi aklına –
sanki kafasında patlayan bir havai işek gibiydi. Aptalcaydı tabii, babasının bir ü ç-ve-iki
atışından ö nce tahtaya vurması (her seferinde yaptığ ı gibi) kadar salakçaydı, ama karanlık
arttıkça ve dere son gü mü ş ışıklarını terk ettikçe, bu iki kere ikinin dö rt ettiğ i gibi,
tartışılamaz gibi görünüyordu: eğer Tom Gordon kurtarırsa o da kurtulacaktı.
Paul O’Neill fırladı. Biri gitti. Bernie Williams ö ne çıktı. “Her zaman tehlikeli bir vurucu”
dedi Joe Castiglione ve Williams hemen, Jeter’i üçüncü yaparak ortaya bir tane attı.
“Neden böyle dedin. Joe?” diye inledi Trisha. “Kahrolası, neden söyledin bunu?”
Birinci ve ü çü ncü başarılıydı, yalnız biri dışında. Fenway’deki seyirci topluluğ u tezahü rat
yapıyordu umutla. Trisha onların koltuklarında ö ne eğ ildiklerini hayal edebiliyordu. “Haydi
Tom, haydi, Tom,” diye fısıldadı. Tatarcık ve bö cek bulutları hâ lâ çevresindeydi, ama artık
farkına varmıyordu. Yü reğ ine soğ uk ve gü çlü bir hü zü n duygusu çö ktü –kafasının içindeki
nefretlik ses gibiydi bu.
Yankeeler çok iyiydiler. Bir taban vuruşu berabere yapardı oyunu, bir uzun top arayı
açabilirdi ve o korkunç, korkunç Tino Martinez ayaktaydı, en tehlikeli vurucu hemen
arkasındaydı; Saman Adam şimdi sahada dizinin ü stü ne çö kü p sopasını sallayarak bakacaktı.
Gordon, topu fırlattı, falso olarak havalandı top. “Dışarı at onu!” diye bağ ırdı Joe Castiglione.
Sanki inanamıyor gibiydi. “Harika! Martinez bir ayak farkıyla kaçırmış olmalı bunu!”
“iki ayak,” diye ekledi Troop. “Demek sonunda bö yle oluyor” dedi Joe ve Trisha onun
sesinin arkasında, ö teki sesleri, taraftarların seslerinin yü kseldiğ ini duyabiliyordu. Ritmik el
çırpmalar başladı. Fenway’in sakinleri sanki kilisede ilahi sö ylemeye hazırlanan halk gibi
ayağ a kalkıyorlardı. “ikisi tamam, ikisi çıktı, Red Sox bir koşu ilerde oluşuna tutunuyor, Tom
Gordon tepede, ve...”
“Sö ylemeyin bunu,” diye fısıldadı, elleri hâ lâ ağ zının yanlarına bastırılmış halde, “sakın
söylemeyin bunu!”
Ama söyledi. “Ve her zaman tehlikeli Darryl Strawberry kaleye geliyor.”
Hepsi buydu; oyun bitmişti; Bü yü k Şeytan Joe Castiglione ağ zını açmış ve bü yü yapmıştı.
Neden sanki yalnız Strawberry’nin adını sö ylememişti? Neden herkesin bildiğ i gibi onları
tehlikeli yapan o “her zaman tehlikeli” at bokuyla başlamıştı lafa?
“Peki, herkes gü venlik kemerlerini bağ lasın,” dedi Joe. “Strawberry sopayı hazırlıyor. Jeter
ü çü ncü nü n çevresinde dans edip ya bir atış yapmaya ya da Gordon’un ilgisini çekmeye
çalışıyor ama beceremiyor. Gordon içeri bakıyor. Veritek işareti çakıyor. Set sayısına. Gordon
atıyor, Strawberry sallıyor ve kaçırıyor, birinci vuruş. Strawberry iğ renmiş gibi kafasını
sallıyor...”
“iğ renmemeli, oldukça iyi bir atıştı,” diyor Troop ve Trisha, kimsenin bilmediğ i bir yerin
koltuk altında oturmuş, “Kes sesini Troop, bir dakikacık kes sesini,” diye dü şü nü yor. “Straw
dışarı adım atıyor... başlığ ına vuruyor... şimdi yine içerde. Gordon Williams’a birinci için
bakıyor... set sayısına... atıyor. Dışarı çıkıyor ve alçaktan…”
Trisha inledi. Parmaklarının uçları şimdi yanaklarına o kadar bastırılmıştı ki dudakları
garip bir gülümsemeyle gerilmişti. Kalbi göğsünde çekiç gibi atıyordu.
“işte yine başlıyoruz,” dedi Joe. “Gordon hazır. Atıyor, Strawberry sallıyor ve sağ sahaya
doğ ru uzun yü ksek bir atış, eğ er doğ ru devam ederse gider, ama sü rü kleniyor... sü rü kleniyor...
sürükleniyor...”
Trisha nefesini tutarak bekledi.
“Faul,” dedi Joe sonunda ve Trisha yeniden nefes almaya başladı. “Ama çoooook yakındı
bu. Strawberry şu anda bir ü ç koşuluk vuruşu kaçırdı. Altı veya sekiz ayak kadar Pesky Pole’un
ters tarafına gitti.”
“Bence dört ayak,” diye ekledi Troop.
“Bence senin ayakların kokuyor,” diye fısıldadı Trisha.
“Haydi Tom, haydi, lü tfen.” Ama yapmayacaktı; bunu kesinlikle biliyordu artık. En fazla bu
kadar ve daha yakın değ il. Yine de onu gö rebiliyordu. Randy Johnson gibi sıska ve uzun değ il,
Rich Garces gibi kısa ve tıknaz değ il. Orta boylu, biçimli ve yakışıklı. Çok yakışıklı, ö zellikle
başındaki kep gö zlerini gö lgelerken, ancak babası aşağ ı yukarı bü tü n beysbol oyuncuları
yakışıklıdır derdi. “Genetik oluyor,” dedi ona ve ekledi: “Tabii birçoğ unun kafası boştur, onun
için denge oluyor.” Ama Tom Gordon’un gö rü nü şü değ ildi her şey. Trisha’nın dikkatini ve
hayranlığ ını ilk çeken şey onun topu atmadan ö nceki dinginliğ iydi. Bazılarının yaptığ ı gibi atış
noktasının çevresinde dolaşmaz, ayakkabılarıyla oynamak için eğ ilmez veya reçine torbasını
kaldırıp sonra beyaz bir toz bulutu çıkararak yine fırlatmazdı. Hayır, 36 Numara, vurucunun
bü tü n oyalanmalarının bitmesi için ö ylece beklerdi yalnızca. Vurucunun hazır olmasını
beklerken parlak beyaz ü niformasının içinde o kadar sakin dururdu ki. Ve sonra, kurtarma
atışında her başarılı olduğ unda yaptığ ı bir şey vardı. Atış noktasından ayrılırken yaptığ ı bir
şey. Trisha bayılırdı buna.
“Gordon atışa hazırlandı ve attı... ve toprağ a gitti! Veritek gö vdesiyle bloke etti ve bu bir
koşu kazandırdı. Beraberlik koşusu.”
“Kargaları taşlayın!” dedi Troop. Joe buna değ er vermedi bile. “Gordon atıcı yerinde derin
bir nefes aldı. Strawberry hazırlandı. Gordon dö ndü ... attı... yü ksek.” Bir yuhalama fırtınası
kötülük rüzgârı gibi esti Trisha’nın kulaklarında.
“Tribü nlerdeki otuz bin kadar insan bununla aynı ikirde değ il, Joe,” diye yorum yaptı
Troop.
“Doğ ru, ama son sö zü kale işareti levhasının arkasındaki Larry Barnett sö ylü yordu ve
yüksek olduğunu söyledi. Sayı olduğu gibi Strawberry’ye gidiyor. Üç ve iki.”
Arka planda taraftarların ritmik el çırpmaları çoğ aldı. Sesleri havada, başında çınladı.
Yaptığının farkında olmadan ağaç gövdesinin tahtasına vurdu.
“Tribü nler ayakta,” dedi Joe Castiglione, “otuz bin taraftarın hepsi, çü nkü kimse buradan
ayrılmadı bu gece...”
“Belki bir veya iki kişi” dedi Troop. Trisha aldırmadı. Joe da öyle.
“Gordon atışa.”
Evet, onu atışta gö rebiliyordu, elleri bitişik, artık kaleye doğ rudan değ il, sol omuzunun
üstünden bakmakta.
“Gordon başlıyor.”
Bunu da gö rebiliyordu: Sol ayak sıkıca basan sağ ayağ ın arkasına gelirken eller –birinde
eldiven var, biri topu tutuyor– gö ğ ü s kemiğ ine yü kseliyor; hatta Bernie Williams’i bile
gö rebiliyor, atışla fırlamış, ikinciye gitmek için hızla geçiyor, ama Tom Gordon aldırmıyor ve
hareket halindeyken bile, gö zlerini Jason Veritek’in eldivenine ve kalenin alt kısmına
odaklayıp dış köşeye doğru bakarak o temel dinginliğini koruyor.
“Gordon ü ç... Iki... atışını yaptı VE...” Kalabalıktan anladı, kalabalığ ın gö k gü rü ltü sü gibi ani
sevinç seslerinden.
“Uçü ncü vuruş tamam!” Joe neredeyse çığ lık atıyordu. “Aman Tanrım, ü ç ve ikiyi eğ ri attı
ve Strawberry’yi dondurdu! Red Sox, Yankee’leri 4-5 yendi ve Tom Gordon on sekizinci
kurtarışını yaptı!” Sesi daha normal bir tona dö ndü . “Gordon’un takım arkadaşları, ö nde
yumruğ unu sıkıp havaya kaldırmış olan Mo Vaughn atış yerine doğ ru geliyorlar, ama Vaughn
daha oraya gelemeden Gordon o ani işaretini yapıyor, Sox bitiricisi olduğ u kısa sü rede
taraftarlarının çok iyi tanıdığı o işareti.”
Trisha gö z yaşlarına boğ uldu. Walkman’i kapattı ve o ıslak toprakta sırtı ağ aç gö vdesine
dayalı ve bacakları açık, ö ylece oturdu. Orası burası yırtılan mavi pançosu sarkıyordu
bacaklarının arasından. Kaybolduğ unu kesinlikle anladığ ında ağ ladığ ından daha fazla ağ ladı,
ama bu defa iç rahatlığ ıyla ağ lıyordu. Kaybolmuştu ama bulunacaktı. Bundan emindi. Tom
Gordon kurtarışı yapmıştı, öyleyse o da yapacaktı.
Hâ lâ ağ lıyordu. Pançosunu çıkardı, ağ acın olabildiğ ince altına doğ ru serdi ve ü stü ne
oturdu. Bunları yaptığ ının pek farkında değ ildi. Benliğ inin bü yü k kısmı hâ lâ Fenway
Park’taydı, hakemin Strawberry’yi çağ ırışını, Mo Vaughn’ın Tom Gordon’u kutlamak için atış
yerine gidişini gö rü yordu; Nomar Garciaparra’nın kısadan, John Valentin’in ü çü ncü den ve
Mark Lemke’nin de aynı şeyi yapmak ü zere ikinciden gelişini gö rebiliyordu. Ama onlar yanına
gelmeden Gordon kurtarışı her garantilediğ inde yaptığ ını yapıyordu; gö ğ ü işaret ediyordu.
Parmağıyla kısacık bir işaret.
Trisha Walkman’ini yeniden çantasına koydu, sonra Gordon’un yaptığı gibi yukarıyı işaret
etti. Hem neden olmasın? Bir şey onu, çok korkunç olmasına rağ men bu ana kadar getirmişti.
Ve işaret ettiğ inde, o bir şey Tanrı gibi olabiliyordu. Hem aptal şansa veya alt-duyum’a işaret
edemezdin ya.
Bunu yapınca kendini hem daha iyi hissetti hem daha kö tü ; daha iyi, çü nkü kelimelerle bir
şey anlatmaktansa dua eder gibiydi, daha kö tü , çü nkü o gü n ilk defa kendini gerçekten yalnız
hissetti. Tom Gordon gibi işaret etmek bu ana kadar kuşkulanmadığ ı bir şekilde yalnız
hissettirdi kendini, Walkman’in kulaklıklarından dö kü lü p başını dolduran sesler bir rü yaydı
sanki şimdi, hayalet sesleri. Titredi bunu dü şü nü nce, burada ormanda, karanlıkta devrilmiş
bir ağ acın altına sığ ınmışken hayaletleri dü şü nmek istemiyordu. Daha da fazlası, babasını
istiyordu. Babası onu buradan çıkarabilirdi, elinden tutar gö tü rü rdü buradan. Ve eğ er
yürümekten yorulursa taşırdı onu.
Gü çlü kasları vardı onun. Pete’le birlikte hafta sonlarında onunla kaldıkları zaman
cumartesi akşamlarının sonunda onu kollarına alıp kü çü k yatak odasına taşırdı. Dokuz
yaşında (ve de yaşına gö re bü yü k) olmasına rağ men yapardı bunu. Malden’deki hafta
sonlarının en sevdiğ i kısmıydı. Trisha, acı veren bir şaşkınlıkla keşfetti ki, durmadan şikâ yet
eden o berbat kardeşini bile özlüyordu.
Trisha, ağ layarak ve ıslak havayı içine çekerek uykuya daldı. Bö cekler karanlıkta gitgide
daha yaklaşarak çevresinde dö nmeye başladılar. Sonunda onun teninin açıkta kalan
kısımlarına konup kanı ve teriyle ziyafet çekmeye başladılar. Yaprakları oynatan, ü stlerinde
kalan son damlacıktan sallayıp dü şü ren bir hava akımı dolaştı ormanda. Bir veya iki saniye
sonra hava dinginleşti. Derken birdenbire değ işti; kırılan dalların sesi belirdi sessizliğ in
içinden. Bir süre durgunluktan sonra hışırdayan dalların sesi ve sonra kulak tırmalayan bir ses
duyuldu. Bir karga bağ ırdı, korku içinde. Bir an sessizlik oldu ve sonra sesler, Trisha’nın başı
kolunun üstünde uyuduğu yere yaklaşarak yeniden başladı.
Dördüncü Devrenin Sonu
ALDEN’de babasının kü çü k evindeydiler; biraz fazlaca paslanmış bahçe
M iskemlelerinde yalnız ikisi oturuyor, biraz fazlaca uzamış çimenlere bakıyorlardı.
Bahçe cü celeri ona bakar gibiydi, çimen yığ ınlarının arasında ona sevimsiz ifadelerle
gü lü msü yorlardı. Ağ lıyordu, çü nkü babası ona kö tü davranmıştı. Hiç kö tü davranmazdı, her
zaman sarılır, başının tepesini ö per ve canım derdi ona, ama şimdi kö rü davranıyordu, çü nkü
mutfak penceresinin altındaki mahzen kapısını açıp dö rt basamak inip, soğ uk dursun diye
orada tuttuğ u birasını getirmek istememişti. O kadar ü zgü ndü ki yü zü alerji olmuştu galiba,
kaşınıyordu. Kolları da öyle.
Babası gö nlü nü almak için ona doğ ru eğ ildi. Babasının nefesindeki bira kokusunu hissetti
Trisha. Bir biraya daha ihtiyacı yoktu, zaten sarhoştu, ondan gelen hava bira ve ö lü fare
kokuyordu. “Neden bö yle kü çü k korkak bir tavuk olmak istiyorsun? Senin damarlarında bir
damla bile buzlu su yok.”
Ağ lamaya devam ederek, ama ona damarlarında –biraz da olsa– buzlu su bulunduğ unu
gö stermek için paslı bahçe iskemlesinden kalktı ve daha da paslı bodrum kapısına doğ ru gitti.
Of, her tarafı kaşınıyordu, o kapıyı açmak istemiyordu çü nkü çok kö tü bir şey vardı ö teki
tarafta, bahçe cü celeri bile biliyordu bunu, sinsi gü lü msemelerine bakmak yeterdi bunu
anlamak için. Yine de kapının koluna uzandı; arkasında Babası o korkunç yabancı sesiyle hadi,
hadi diyerek alay ederken, hadi, hadi, canım, hadi, git ve yap şunu diyordu.
Kapıyı çekti ve mahzene inen basamaklar yok olmuştu. Bü tü n merdiven yok olmuştu.
Yerinde muazzam bir eşek arısı kovanı vardı. Yü zlerce eşek arısı ö lü mle aniden karşılaşmış
birinin gö zleri gibi kara bir delikten çıkıyordu, yok, yü zlerce değ il binlerceydiler, şişman ve
hantal zehir fabrikaları doğ rudan ona doğ ru uçuyorlardı. Kaçacak zamanı yoktu, hepsi birden
onu sokacaklar ve onlar derisinin ü stü ne dolaşır, gö zlerine girer, ağ zına sokulur, dilini
boğazına kadar zehirle doldururlarken ölecekti.
Trisha çığ lık attığ ını sandı, ama başını ağ acın altına vurup, terli saçlarına kabuk parçaları
ve yosun dü şü rü p de uyanınca ince, kedi miyavlaması gibi bir ses duydu. Kilitlenmiş boğ azı
ancak bu kadarına izin veriyordu. Bir an, yatağ ının neden bu kadar sert olduğ unu, kafasını
nereye vurduğ unu merak ederek, nerede olduğ unu tamamen şaşırdı. Gerçekten yatağ ının
altına girmiş olabilir miydi acaba? Ve de vü cudunda bir şeyler gezmiyordu sanki, kelimenin
tam anlamıyla bir şeyler geziniyordu gö rdü ğ ü rü ya yü zü nden, aman Tanrım ne korkunç bir
kabustu.
Kafasını yeniden vurdu ve her şeyi hatırladı. Yatağ ında hatta altında bile değ ildi.
Ormandaydı, ormanda kaybolmuştu. Bir ağ acın altında uyuyordu ve vü cudunda hâ lâ bir şeyler
geziniyordu.
“Çekilin, piçler çekilin!” diye tiz ve korkmuş bir sesle bağ ırdı ve ellerini hızla gö zlerinin
ö nü nde ileri geri salladı. Tatarcık ve sivrisineklerin çoğ u ü stü nden uçtular ve yeniden
bulutlarını yaptılar. Bir şeylerin gezindiğ i duygusu geçti, ama o korkunç kaşınma kaldı yine de.
Oradan geçen ve bir lokma almak için duran her şey tarafından sokulmuştu. Her yeri
kaşınıyordu. Ve tuvalete gitmesi gerekiyordu.
Trisha yü zü nü buruşturarak ağ acın altından emekleyerek çıktı. Nefes nefeseydi, kayalıklı
tepeden kayması yü zü nden her tarafı tutulmuştu, ö zellikle boynu ve sol omuzu ve sol kolu ve
sol bacağ ı uyuşmuştu. Mandalar kadar uyuşuk, derdi annesi olsa. Bü yü klerin (en azından onun
ailesindekilerin) her durum için bir sö zleri vardı; manda kadar uyuşuk, tarla kuşu kadar şen,
cır cır böceği kadar canlı, direk kadar sağır, bir ineğin içi kadar karanlık, şey kadar ölü.
Hayır bunu düşünmek istemiyordu, şimdi değil.
Trisha ayağa kalkmaya çalıştı, ama beceremedi ve topallayıp emekleyerek, ay biçimindeki
açıklığ a gitmeye başladı. Hareket ettikçe, koluna bacağ ına yeniden biraz can geliyordu, o
tatsız karıncalanma duygusu, iğneler batıyordu sanki.
“Lanet olsun, patla,” dedi boğ uk sesle, en çok da kendi sesini duyabilmek için. “Burası bir
ineğin içi kadar karanlık.”
Ancak derenin yanında durduğ unda, Trisha ö yle olmadığ ını gö rdü . Kü çü k açıklığ a ay ışığ ı
dü şü yordu, soğ uk ve berraktı bu ışık. Trisha’nın arkasında keskin hatlı bir gö lge yapacak ve
dere suyu ü stü nde kü l parlaklığ ında pırıltılar yaratacak kadar gü çlü ydü . Gö kteki nesnenin
şekli biraz bozulmuştu; gö z kamaştıracak kadar parlak gü mü şten bir taştı ama o yine de baktı,
şişmiş, kaşınan yü zü ve yukarı çevrilmiş gö zleri vakur. Bu geceki ay o kadar parlaktı ki en
parlaklarının dışında bü tü n yıldızları yok ediyordu ve bir şey veya durduğ u yerden aya
bakmakla ilgili bir şey, ona ne kadar yalnız olduğ unu hissettirdi. Tom Gordon’un
dokuzuncunun başında ü ç kurtarış yaptığ ından dolayı kendisinin de kurtulacağ ına dair daha
ö nceki inancı kaybolmuştu, tahtaya vur, omuzunun ü stü nden tuz at, veya Nomar
Garciaparra’nın yaptığ ı gibi vurucu yerine girmeden ö nce haç işareti yap daha iyi. Burada
kameralar , ani tekrarlar, taraftarlar da yoktu. Ayın yü zü nü n soğ uk gü zelliğ i ona alt-duyumun
daha inanılabilir olduğ unu sö ylü yordu. Tanrı olduğ unu bilmeyen bir Tanrı, kaybolan kü çü k
kızlarla ilgilenmeyen, hiçbir şeye aldırmayan, uyuşturulmuş, beyni daireler çizen bir bö cek
bulutu gibi olan, gözleri dalgın ve boş bir ay olan bir Tanrı.
Trisha ağ rıyan yü zü ne su vurmak için dereye eğ ildi, sudaki yansımasını gö rdü ve inledi.
Sol elmacık kemiğ inin ü stü ndeki eşek arısı ısırığ ı daha da şişmiş bir şekilde (belki de
uykusunda kaşımış veya bir yere vurmuştu) ü zerine sü rdü ğ ü çamurun altından gö rü nü yordu,
son patlamasından kalan birikmiş lavların arasından fışkıran yeni uyanmış bir yanardağ
gibiydi. Gö zü nü n şekli değ işmişti, sokakta gö rseler insanların gö zü nü kaçıracağ ı eğ ri ve garip
bir gö z haline gelmişti. Yü zü nü n geri kalan kısmı da ö yle, hatta daha da kö tü ydü ; ısırıldığ ı
yerler yumrular halindeydi, o uyurken yü zlerce sivrisineğ in soktuğ u yerler şişmişti. Çö meldiğ i
yerdeki su biraz daha durgundu ve orada ü zerinde hâ lâ bir sivrisinek kaldığ ını gö rdü .
Hortumunu onun derisinden çıkaramayacak kadar fazla şişmiş olduğ undan, sağ gö zü nü n
kenarına yapışmıştı. Bü yü klerin sö zlerinden biri daha aklına geldi; tıka basa yersen bir yere
kımıldayamazsın.
Vurup ö ldü rdü onu. Canı yanmıştı, gö zü kendi kanına bulandı birden. Trisha çığ lık
atmamayı başardı, ama titrek bir iğ renme sesi –bö ğ ğ ğ ğ ğ – sımsıkı kapanmış dudaklarından
kaçtı. Inanamayarak parmaklarındaki kana baktı. Bir sivrisinek nasıl bu kadar çok kan
alabilirdi? Kimse inanmazdı buna! Avuçlarını suya daldırdı ve yü zü nü yıkadı. Birinin orman
suyunun insanı hasta edebileceğ ine dair sö ylediklerini hatırladığ ı için hiç içmedi, ama suyun
kuru ve yumrular dolu tenine dokunuşu sanki soğuk saten gibi harikaydı.
Biraz daha alıp boynunu ıslattı ve kollarını dirseklerine kadar daldırdı. Sonra çamur aldı
avucuna ve sü rmeye başladı –bu defa yalnız ısırıklara değ il, her tarafına, 36 GORDON
tişö rtü nü n yakasının kenarından taa saçlarının dibine kadar. Bunu yaparken Nick at Nite’da
gö rdü ğ ü I Love Lucy dizisindeki bir sahneyi hatırladı. Lucy ve Ethel gü zellik salonunda
ikisinin de suratında moda olan o 1958 çamur maskeleri ve Desi içeri giriyor, ö nce birine
sonra diğ erine bakıyor ve “Hey Loocy, hanginizsiniz yahu?” diyor ve izleyiciler kahkahadan
kuruyorlardı. Belki de ö yle gö rü nü yordu ama Trisha’nın umurunda bile değ ildi. Burada
izleyiciler yoktu, gü lme efektleri de yoktu ve artık ısırılmaya dayanamıyordu. Eğ er ısırılırsa
çıldırabilirdi.
Beş dakika kadar sü rdü yü zü ne çamuru, gö z kapaklarına dikkatle birkaç kere dokundu,
sonra sudaki aksine bakmak için eğ ildi. Derenin kenarındaki oldukça durgun suda gö rdü ğ ü , ay
ışığ ında yü zü siyaha boyalı saz şairi show’unda bir çamur kızdı. Yü zü arkeolojik bir kazıda
topraktan çıkarılmış bir vazo gibi solgun griydi. Saçları kirli bir su gibi fışkırmıştı. Gö zleri
beyaz, ıslak ve korku doluydu. Gü zellik bakımı yapılan Lucy ve Ethel gibi komik değ ildi. Olü
gibiydi. Ölü ve kötü bakım yapılmış ya da her neyse işte.
Sudaki yü zle konuştu, Trisha: “Sonra Kü çü k Siyah Sambo dedi ki, ‘Lü tfen kaplanlar, benim
gü zel yeni elbiselerimi almayın.” Ama bu da komik değ ildi. Yumrularla dolu, kaşınan kollarına
çamur sü rdü , sonra ellerini yıkamak için suya daldırdı. Ama bu aptalcaydı. O Allahın cezası
böcekler onu oradan da sokarlardı.
Kolunda ve bacağ ındaki karıncalanma hemen hemen geçmişti; Trisha yuvarlanmadan
çö melip çişini yapmayı başardı. Başını sağ a veya sola her çevirişinde acıyla yü zü nü
buruşturmasına rağ men ayağ a kalkıp yü rü yebiliyordu da. Tıpkı ileriki blokta oturan Bayan
Chetwynd tra ik ışıklarında beklerken yaşlı bir adamın, kadının arabasına arkadan
vurduğ unda olduğ u gibi, sarsıntı geçirdiğ ini sanıyordu. Yaşlı adam hiç incinmemişti, ama
zavallı Bayan Chetwynd altı hafta boyunluk takmak zorunda kalmıştı. Belki de bundan
kurtulunca kendisine de boyunluk takarlardı. Belki de onu M*A*S*H dizisindeki gibi ortasında
kırmızı haç olan bir helikopterle hastaneye gö tü rü rlerdi, ve... Unut bunu, Trisha. O korkutucu
soğuk sesti. Sana boyunluk yok. Helikopter gezisi de yok.
“Kes sesini,” diye mırıldandı, ama ses susmadı.
Sana bakım da yapılmayacak, çünkü seni asla bulamayacaklar. Burada öleceksin, ölünceye
kadar ormanda gezineceksin ve hayvanlar gelip senin çürümekte olan gövdeni yiyecekler ve bir
gün bir ava gelecek ve senin kemiklerini bulacak.
Bu son sö ylediğ i şeyde o kadar korkunç bir inandırıcılık vardı ki, TV’de bir kere değ il,
birkaç kere bö yle hikâ yeler duymuştu galiba, yeniden ağ lamaya başladı. Avcıyı gerçekten
gö rebiliyordu, parlak kırmızı bir yü n ceket ve turuncu bir kep giyen, tıraş olması gereken bir
adam. Yatıp bir geyiğ in gelmesi veya yalnızca çiş yapmak için bir yer aramakta. Beyaz bir şey
gö rü yor ve ö nce dü şü nü yor, Yalnız bir taş, ama yaklaştıkça taşın gö z delikleri olduğ unu
görüyor.
“Kes şunu,” diye fısıldadı, devrilmiş ağ aca ve alandaki buruşuk panço kalıntısına doğ ru
yü rü rken (o pançodan nefret ediyordu artık; neden olduğ unu bilmiyordu, ama ters giden her
şeyin simgesiydi sanki.) “Kes şunu lü tfen.” Soğ uk ses kesilmedi. Soğ uk sesin sö yleyecek bir
sö zü daha vardı. Bir tek sö z, en azından. Veya belki de kendi kendine ölmeyeceksin. Belki de
oradaki şey seni öldürecek ve yiyecek.
Trisha devrilmiş ağ acın yanında durdu –bir eli kü çü k bir dalın ö lü çıkıntısını tutuyordu–
ve korkuyla çevresine baktı. Uyandığ ı andan beri tek dü şü nebildiğ i şey ne kadar kö tü
kaşındığ ı idi. Çamur, kaşıntının hızını ve eşek arısı ısırıklarının zonklamasını kesmişti ve
yeniden nerede olduğunu fark etti; geceydi, ormandaydı ve tek başınaydı.
“En azından ay var,” dedi, ağ acın yanında durup korkuyla ay şeklindeki kü çü k açıklığ a
bakıyordu. Sanki o uyurken ağ açlar ve çalılar yakına gelmiş gibi daha kü çü k gö rü nü yordu
şimdi bu açıklık. Sinsice sokulmuşlardı, sinsice.
Ay ışığ ı da sandığ ı kadar iyi bir şey değ ildi ayrıca. Açıklıkta parlıyordu, doğ ru, ama bu her
şeyi aynı anda gerçek ve gerçek dışı gö steren aldatıcı bir parlaklıktı. Gö lgeler çok siyahtı ve bir
rüzgâr ağaçları kıpırdattığında gölgeler rahatsız edici bir şekilde değişiyordu.
Ormanda bir şey cıvıldadı, boğ ulur gibi oldu, yeniden cıvıldadı ve sesi kesildi. Uzaklarda
bir baykuş öttü. Daha yakında, bir dal çatırdadı.
Neydi bu? diye dü şü ndü Trisha, çatırtı sesine doğ ru dö nerek. Kalp sesleri normal bir
yü rü yü şten hızlı bir yü rü yü şe ve sonra koşuya dö nü ştü . Birkaç saniye sonra yerinden çıkacak
ve kendisi de yerinden fırlayacaktı, yeniden panikleyecek ve orman yangınından kaçan bir
geyik gibi koşacaktı.
“Bir şey yok, hiçbir şey değ il,” dedi. Sesi alçak ve hızlıydı... annesinin sesine çok
benziyordu, ama o bunu bilmiyordu. Trisha’nın yanında durduğ u devrilmiş ağ acın otuz mil
ö tesinde annesi, huzursuz bir uykudan uyanmıştı, gö zleri hâ lâ açık yarı rü yada, kayıp kızına
bir şey olduğundan veya olacağından emindi.
Duyduğ un bir şey bu, Trisha, dedi soğ uk ses. Sesi ü zgü n geliyordu, ama bunun altında
sö zcü klerle anlatılamayacak kadar neşe vardı. Senin için geliyor. Senin kokunu aldı. “Yok şey
ilan,” dedi Trisha, her yü kselmek istediğ inde tam bir sessizliğ e dö nü şen ü mitsiz fısıltı gibi bir
sesle. “Hadi canım sen de, şey filan yok.”
Gü venilmez ay ışığ ı ağ açların ışığ ını değ iştirip onları kara gö zlü kemik suratlara
çevirmişti. Birbirine sü rtü nen iki dalın sesi bir canavarın pıhtılaşmış mırıltısına dö nü ştü .
Trisha acemice bir daire çizdi çevresinde, her yere aynı anda bakmaya çalışıyor, çamurlu
suratındaki gözleri oradan oraya dönüyordu.
Bu özel bir şey, Trisha, kayıp kişileri bekleyen bir şey. İyice korkuncaya kadar dolaşmalarına
izin verir onların –Çünkü korku onları daha lezzetli yapar, eti tatlandırır– sonra almaya gelir.
Göreceksin onu. Her an çıkabilir ağaçların arasından. Birkaç saniye meselesi aslında. Ve yüzünü
görünce delireceksin. Seni bir gören olsa, çığlık atacağını düşünür. Ama sen gülüyor olacaksın,
değil mi? Çünkü deliren insanlar hayatları sona ererken böyle yaparlar, gülerler... gülerler... ve
gülerler.
“Kes şunu, öyle bir şey yok, ormanda şey diye bir şey yok, kes sesini”
Bunları çok hızla fısıldadı ve ö lü bir dalın yumrusunu tutuyordu, başlama işareti veren
starter’in tabancası gibi bir ses çıkararak kırılıncaya kadar sıktı onu. Ses onun yerinden
zıplamasına ve kü çü k bir çığ lık atmasına neden oldu, ama aynı zamanda yatıştırdı da onu. Ne
de olsa ne olduğ unu biliyordu bunun –yalnızca bir dal ve kendi kırdığ ı bir dal. Hâ lâ dalları
kırabiliyordu, dü nyanın ü zerinde hâ lâ o kadar kontrolü vardı. Sesler yalnızca seslerdi. Gö lgeler
yalnız gö lgelerdi. Korkabilirdi, isterse o aptal hain sesi dinleyebilirdi, ama (şey o ö zel şey)
yoktu ormanda. Vahşi hayvanlar vardı ve kuşkusuz eski öl veya öldür yasası hâ lâ sü rü yordu
hemen şu anda orada, ama orada yoktu bir….
Var…
Ve vardı.
Şimdi bü tü n dü şü ncelerine bir son vererek ve farkına varmadan nefesini tutarak, basit
buz gibi bir kesinlikle bir şeyin var olduğ unu biliyordu Trisha. Bir şey vardı. O anda içinden
hiçbir ses gelmiyordu, kendisinin anlamadığ ı bir parçası, belki de evler, telefonlar ve elektrik
ışıklarının dü nyasında uyuyan ve ormanda ö zel bir sinir dü zeneğ i vardı içinde sadece. O parça
göremiyor ve düşünemiyordu, ama hissedebiliyordu. Şimdi ormanda bir şeyi hissetti.
“Merhaba,” diye ay ışığ ına ve ağ açların kuru kemik yü zlerine seslendi. “Merhaba, orada
biri var mı?”
Castle View motelinin Quilla’nın kendisiyle paylaşmasını istediğ i odasında Larry
McFarland, ü stü nde pijamasıyla ikiz yataklardan birinin ü zerinde kolu eski karısının
omuzlarında oturuyordu. Quilla’nın pamuklu geceliklerin en incelerinden birini giymiş
olmasına ve altında hiçbir şey olmamasına ve ü stelik bir yıldan fazladır kendi sol elinden
başka bir şeyle seksü el ilişkiye girmemiş olmasına rağ men hiçbir şehvet hissi duymuyordu
(en azından o anda). Kadın tepeden tırnağ a titriyordu. Sanki sırtındaki bü tü n kasların içi
dışına çıkmış gibi geldi adama.
“Bir şey değ il,” dedi. “Yalnızca bir rü ya. Onunla uyandığ ın ve bu duyguya dö nü şen bit
kâbus.”
“Hayır” dedi Quilla, başını saçları ha ifçe yü zü ne çarpacak kadar hızlı sallayarak. “O
tehlikede, bunu hissediyorum. Korkunç bir tehlikede.” Ve ağlamaya başladı.
Trisha ağ lamıyordu, o sırada değ il. O anda ağ layamayacak kadar korkmuştu. Bir şey
izliyordu onu. Bir şey.
“Merhaba?” yeniden denedi. Yanıt yok... ama oradaydı ve hareket ediyordu artık, açıklığ ın
hemen arkasındaki ağ açların gerisinde, soldan sağ a doğ ru ilerleyerek. Ve gö zleri, yalnızca ay
ışığ ını izler ve hissederken, baktığ ı yerde bir dalın kırıldığ ını duydu. Sanki biri nefes
veriyordu... öyle miydi, yoksa? Yoksa yalnızca bir esinti miydi?
Öyle olmadığını biliyorsun, diye fısıldadı soğuk ses ve tabii ki biliyordu.
“Beni incitme,” dedi Trisha ve şimdi gö zyaşları dö kü lü yordu artık. “Her neysen, lü tfen
incitme beni. Ben seni incitmeyeceğ im, lü tfen sen de beni incitme. Ben... ben yalnızca bir
çocuğ um.” Gü cü bacaklarından kayıp gitti ve Trisha dü şmekten çok katlandı sanki. Hâ lâ
ağlıyor, korkudan tepeden tırnağa titriyordu.
Kü çü k ve korumasız bir hayvan gibi devrilmiş ağ acın altına sokuldu yeniden.
Incitilmemek için yalvarışlarını neredeyse bilinçsizce sü rdü rü yordu. Çantasını yakaladı ve
sanki bir kalkan gibi yü zü nü n ö nü ne çekti. Kocaman, titreten hıçkırıklar parçalıyordu
gö vdesini ve bir dal daha kırıldığ ında çığ lık attı. Henü z açıklığ a gelmemişti, henü z değ il, ama
neredeyse. Neredeyse. Ağ açların arasında mıydı? Ağ açların birbirine girmiş dallarının
arasında mı ilerliyordu? Kanatları olan bir şey miydi, bir yarasa gibi?
Çantasının ü stü yle sığ ındığ ı ağ acın kıvrımının arasında kalan yerden bir gö z attı. Ay
ışığ ıyla aydınlanmış gö ğ ü n altında yalnızca karışık dalları gö rdü . Aralarında bir yaratık yoktu
–en azından onun gö zlerinin seçebileceğ i kadarıyla– ama şimdi orman bü tü nü yle sessizdi.
Hiçbir kuş ö tmü yor, hiçbir bö cek sesi gelmiyordu otların arasından. Çok yakındı, her neyse ve
karar vermeye çalışıyordu. Gelip onu parçalamalı mıydı, yoksa geçip gitmeli miydi? Bu bir
şaka değ ildi ve bir rü ya da değ ildi. Bu açıklığ ın kenarının hemen dışında ayakta duran veya
çö melmiş veya belki de tü nemiş olan şey ö lü m ve çılgınlıktı. Karar vermeye çalışıyordu, onu
şimdi mi alsın yoksa biraz daha olgunlaşması için bıraksın mı?
Trisha çantasına sarılarak ve nefesini tutarak yattı orada. Bir sonsuzluk kadar sonra, bir
dal daha kırıldı, bu daha uzaktaydı. Her ne idiyse, uzaklaşıyordu. Trisha gö zlerini kapattı.
Çamurla kaplı gö z kapaklarının altından gö zyaşları aktı ve aynı derecede çamurlu
yanaklarından aşağ ı indi. Dudakları titriyordu. Bir an ö lmü ş olmayı diledi –bö yle bir korkuyu
yaşamaktansa ölmek daha iyiydi, kayıp olmaktansa ölü olmak daha iyiydi.
Bir yerde bir dal daha çatırdadı. Rü zgâ rsız bir hava akımı ile yapraklar titredi ve bu da
daha uzaktaydı. Gidiyordu, ama artık onun burada, ormanda olduğ unu biliyordu. Geri
gelecekti. Gece, binlerce mil kadar gelen boş yolda uzadı gitti.
Asla uyumayacağım. Asla.
Annesi Trisha uyuyamadığ ı zaman bir şey hayal etmesini sö ylerdi. Hoş bir şey hayal et.
Uyku Perisi gecikince yapılacak en iyi şey budur, Trisha. Kurtulmuş olduğ unu mu hayal
etmeli? Hayır, bu onun daha kö tü hissetmesine neden olurdu... sanki susamışken bü yü k bir
bardak suyu hayal etmek gibi.
Susadığ ını fark etti... bir kemik kadar kurumuştu. Korkunun en kö tü kısmı geçtikten sonra
geriye bu kalmıştı, o susuzluk. Biraz gayretle çantasını çevirdi ve tokalarını açtı. Oturuyor olsa
daha kolay olurdu, ama bu gece o ağ acın altından hiçbir şekilde çıkmayacaktı, dü nyada
çıkmayacaktı. O geri gelip, dedi soğuk ses. Geri gelip seni dışarı çekmezse.
Su şişesini kavradı, bü yü k birkaç yudum aldı, kapağ ını yeniden kapatıp yerine koydu.
Sonra, ö zlemle Walkman’inin içinde olduğ u fermuarlı cebe baktı. Onu dışarı alıp biraz
dinlemeyi çok fena halde istiyordu, ama pilleri korumak zorundaydı. Çantasını kapatıp ö nce
yeniden tokaladı, sonra kollarını doladı çantasının çevresine. Artık susamadığ ı için ne hayal
etmeliydi? Ve birden anladı. Tom Gordon’un açıklıkta kendisiyle birlikte olduğ unu, orada
derenin yanında durduğ unu hayal etti. Sırtında ü niformasıyla Tom Gordon; o kadar beyazdı ki
ay ışığ ında parlıyordu. Aslında kendisini korumuyordu çü nkü , yalnızca hayaldi... ama yine de
koruyordu. Neden olmasın? Bu onun hayaliydi, sonuçta.
“Neydi o ormandaki?” diye sordu ona.
“Bilmiyorum,” diye yanıt verdi Tom. Kayıtsızdı sesi. Tabii kayıtsız gö rü nebilirdi, değ il mi?
Gerçek Tom Gordon iki yü z mil uzakta Boston’daydı ve herhalde şimdi kilitli bir kapının
ardında uyumaktaydı.
“Nasıl yapıyorsun bunu?” diye sordu, yine uykuluydu, o kadar uykuluydu ki yü ksek sesle
konuştuğunun farkında bile değildi “Sırrı nedir bunun?”
“Neyin sırrı?
“Kazanmanın,” dedi Trisha, gözleri kapanarak.
Tanrıya inanmak diyor gibi geldi sanki –her başarılı olduğ unda gö kyü zü nü işaret etmiyor
muydu ne de olsa?– veya kendine inanmak veya elinden geleni yapmak (bu Trisha’nın futbol
koçunun bir ilkesiydi.) “Elinden geleni yap, gerisini unut” ama 36 Numara o derenin yanında
dururken bunların hiçbirini sö ylemedi. “Ilk vurucunun ö nü ne geçmeye çalışmalısın”dı
sö ylediğ i. Ona o ilk atışla meydan okumalısın, vuramayacağ ı bir top atmalısın. Vuruş yapacağ ı
yere, ben bu adamdan daha iyiyim diye dü şü nerek gelir. Bu ikri onun elinden almalısın ve
beklememek daha iyidir. Hemen yapmaktır en iyisi. Bunu yapınca daha iyi olan sen olursun,
kazanmanın sırrı budur.
“Sen nasıl...”
…atmayı seversin ilk atışta sormak istediğ i sorusunun gerisiydi, ama bunu sö yleyinceye
kadar uykuya daldı. Castle View’da anne babası da bu defa aynı dar yatakta ani, doyurucu ve
bü tü nü yle plansız bir seksten sonra uyumuşlardı. Eğ er bana sö ylemiş olsaydın Quilla’nın
uyumadan ö nceki son dü şü ncesiydi. Larry’nin dü şü ncesi ise “Bir milyon yıl bile olsa
yapmazdım Larry” idi.
O baharın son gü nlerindeki sabahın erken saatinde, bü tü n aileden en huzursuz uyuyan
kişi Pete McFarland’di; anne babasınınkine bitişik odada, homurdanarak ve huzursuzca bir
yandan ö tekine dö nerken yatak ö rtü lerini karmakarışık ediyordu. Rü yasında annesiyle
tartışıyorlardı, yolda yü rü yor ve tartışıyorlardı, bir noktada iğ renerek arkasını dö ndü (veya
belki de biraz ağ lamaya başladığ ını gö rme zevkini ona vermemek için) ve Trisha yok olmuştu.
Bu noktada rü yası tekledi; boğ aza takılan bir kemik gibi takıldı beynine. Onu çıkarmaya
çalışarak yatağ ında ileri geri dö ndü . Gitmekte olan ay, alnında ve şakaklarındaki ter
taneciklerini parlatarak baktı ona.
Arkasını dö ndü ve o gitmişti. Dö ndü ve o gitmişti. Dö ndü ve o gitmişti. Yalnızca boş bir
yol vardı.
“Hayır,” diye mırıldandı Pete uykusunda, başını iki yana sallayıp, rü yayı bozmaya
çalışarak, kendisini boğ madan ö ksü rerek kemiğ i atmaya çalışarak. Başaramadı. Arkasını
dö ndü ve o gitmişti. Arkasında yalnızca boş bir yol vardı. Sanki bir kız kardeşi hiç olmamış
gibiydi.
Beşinci Devre
RISHA ertesi sabah uyandığ ında boynu o kadar çok ağ rıyordu ki başını zorlukla
T çevirebiliyordu, ama buna aldırmadı. Gü neş, hilâ l şeklindeki açıklığ ı sabah ışığ ıyla
doldurarak doğmuştu. Umurunda olan tek şey buydu.
Yeniden doğ muş gibiydi. Gece uyanıp kaşındığ ını, çiş yapması gerektiğ ini hatırladı;
dereye gittiğ ini ve ısırıkların ve bö cek sokmalarının ü stü ne çamur sü rdü ğ ü nü hatırladı; Tom
Gordon’un orada nö bet tutup kendisine kazanmanın bazı sırlarını anlatışını hatırladı. Ayrıca
ormandaki bir şeyden fena halde korktuğ unu hatırladı, ama doğ al olarak orada hiçbir şey
yoktu; onu korkutan karanlıkta yalnız oluşuydu, hepsi bu. Beyninin derinlerinde bir şey bu
duruma karşı koymak istiyordu, ama Trisha fırsat vermedi buna. Gece sona ermişti. Olanları
yeniden hatırlamayı, o kayalık yokuşa geri gidip arı kovanının olduğ u ağ aca doğ ru aşağ ıya
kaymak istediği kadar arzu ediyordu ancak. Şimdi gündüzdü.
Bir sü rü arama ekibi olacak ve o kurtulacaktı. Bunu biliyordu. Bü tü n geceyi ormanda tek
başına geçirdikten sonra kurtarılmayı hak ediyordu.
Çantasını ö nü nde sü rü kleyerek ağ acın altından dışarı emekledi, şapkasını giydi ve
topallayarak dereye gitti. Ellerindeki ve yü zü ndeki çamuru temizledi, başının çevresinde
oluşmaya başlayan tatarcık ve sivrisinek bulutlarına baktı ve isteksizce yeni bir kat çamur
sü rü ndü . Bunu yaparken de kü çü k bir kızken Pepsi’yle birlikte Gü zellik Salonu oyunu
oynadıklarını hatırladı. Bayan Robichaud’un makyaj malzemeleriyle o kadar pislik
yapmışlardı ki Pepsi’nin annesi onlara, temizlenmeye veya yaptıklarını temizlemeye
çalışmamalarını sö ylemiş, kendini kaybedip gö zleri şaşılaşıncaya kadar onları dö vmeden
evden çıkmaları için bağ ırmıştı. Onlar da, suratlarında pudra, ruj, gö z kalemi, yeşil far ve
Passion Plum dudak boyası, herhalde dü nyanın en kü çü k striptizcileri gibi gö rü nerek
çıkmışlardı evden. Trisha’nın evine gittiklerinde, Quilla’nın ö nce ağ zı açık kalmış, sonra
gö zlerinden yaşlar boşanıncaya kadar gü lmü ştü , iki kızı de ellerinden tutup banyoya
götürmüş ve onlara temizlenmeleri için krem vermişti.
“Yukarı doğ ru yavaşça yayın, kızlar,” diye mırıldandı. Trisha şimdi, işi bitince ellerini
derede yıkadı, ton balıklı sandviçinin kalanını ve sonra da kerevizin yarısını yedi. Yemek
torbasını bir huzursuzluk duygusu içinde katladı. Şimdi yumurta bitmiş, tonlu sandviç bitmiş,
patates cipsleri bitmiş ve Twinkieler bitmişti. Sadece yarım şişe Surge (aslında daha da azdı),
yarım şişe su ve birkaç kereviz kalmıştı.
“Onemli değ il,” dedi, boş yemek torbasını ve kalan kerevizleri çantasına koyarken.
Bunlara kirlenmiş ve paralanmış pançoyu da ekledi. “Onemli değ il, çü nkü ortalıkta bir sü rü
arama takımı olacak. Biri bulacak beni. Oğ leden ö nce bir lokantada yemek yiyor olacağ ım.
Hamburger, patates kızartması, çikolatalı süt, elmalı kek.” Bu düşünceyle midesi guruldadı.
Trisha eşyalarını topladıktan sonra ellerine de çamur sü rdü . Gü neş açıklığ a varmıştı artık
–gü n sıcaklık vaat eder gibi parlaktı– ve kız biraz daha rahat hareket ediyordu. Gerindi,
uyuşmuş karnını harekete geçirmek için olduğ u yerde zıpladı biraz, ensesindeki sertlik
geçinceye kadar boynunu iki yana çevirdi. Sesleri, kö pekleri ve belki de helikopter
pervanelerinin vup-vup-vupunu duymak için bir an daha durdu. Gü nlü k yemeğ i için ağ acı
delmeye başlayan ağaçkakandan başka bir şey yoktu.
Ziyanı yok, çok zaman var. Aylardan Haziran biliyorsun. Bunlar yılın en uzun günleri. Dereyi
izle. Arama ekipleri seni hemen bulamasa bile, dere seni insanlara götürür.
Ama gü n ö ğ lene yaklaştıkça, dere onu yalnızca ormanlara ve daha fazla ormanlara
gö tü rdü . Sıcaklık yü kseldi. Kü çü k ter tanecikleri çamur katmanının arasından kendilerine yol
açmaya başladılar, 36 Gordon tişö rtü nü n koltuk altlarında daha bü yü k lekeler yaptılar.
Sırtında, kü rek kemiklerinin arasında ağ aç biçiminde olan bir başka leke oluştu.
Kirliliklerinden dolayı sarı değil artık kumral olan saçlar; yüzünün çevresinde sarkıyordu.
Trisha’nın ü mitleri sö nmeye yü z tuttu ve saat yedide açıklıktan çıkarken sahip olduğ u
enerji saat onda bitmişti.
On bir sularında, moralini daha da bozan bir şey oldu. Bir bayırın tepesine gelmişti –tepe
yapraklar ve iğ nelerle kaplanmıştı ve en azından daha az dikti– ve dinlenmek için bir an
durduğ unda o hiç hoşuna gitmeyen farkında olma duygusu, o bilinçli zihniyle hiç ilgisi
olmayan duygu, yeniden uyardı onu. Izleniyordu. Kendine bunun doğ ru olmadığ ını
söylemenin yararı yoktu, çünkü öyleydi.
Trisha bir daire yaparak yavaşça dö ndü . Bir şey gö rmedi, ama orman yine susmuş
gibiydi. Çizgili, kü çü k sincaplar beceriksizce yaprakların, çalıların arasında dolaşmıyordu,
derenin yanında artık sincaplar, ö keli alakargalar yoktu. Ağ açkakan hâ lâ gagalıyor, uzaktaki
kargalar gaklıyordu, ama bunun dışında yalnızca kendisi ve vızıldayan sivrisinekler vardı.
“Kim var orada?” diye seslendi Yanıt yoktu tabii ve Trisha yerler kaygan olduğ u için
dallara tutunarak yokuştan derenin yanına inmeye başladı. Gerçek değ il, yalnızca benim hayal
gü cü m, diye dü şü ndü ama ö yle olmadığ ından emindi. Dere gittikçe daralıyordu ve bu da
kesinlikle kendi hayal gü cü değ ildi. Çam ağ açlı yokuştan aşağ ı ve sonra da zor bir ağ açlı alanın
içinden geçerek izlediğ i dere –çok fazla çalı ve çoğ u da dikenli– yalnızca yarım metre
genişliğ inde kü çü cü k bir dere oluncaya kadar sü rekli daraldı. Ve sık bir çalı demetinin
arasında gözden kayboldu.
Trisha dereyi gö zden kaçırmaktan korktuğ u için derenin çevresinden dolaşacağ ına,
derenin yanındaki bitkilerin arasından yol açarak ilerledi. Bir parçası, dereyi gö zden
kaçırmanın bir şey fark ettirmeyeceğ ini biliyordu, çü nkü kesinlikle belliydi ki istediğ i yere
gitmeyecekti nasıl olsa, hatta belki hiçbir yere gitmiyordu, ama bu gibi şeylerin hiç ö nemi yok
gibiydi. Gerçek olan onun dereyle duygusal bir bağ kurmuş olduğ uydu –bağ lanmıştı ona, derdi
annesi olsa– ve ondan ayrılmaya dayanamıyordu. Aksi halde ormanın derinliklerinde ö ylesine
dolaşan amaçsız bir çocuk olurdu. Bu dü şü nce bile onun boğ azının sıkışmasına ve kalbinin
hızlanmasına yol açmıştı.
Çalılardan çıktı ve dere yeniden gö rü ndü . Trisha başı ö nü nde ve kaşları çatık, Baskerviller
Kö peğ i’nin bıraktığ ı izlerin arkasından giden Sherlock Holmes gibi izledi dereyi. Ne çalılardan
eğ reltiotlarına kadar çalılıklardaki değ işikliğ i, ne derenin şimdi arasından geçtiğ i ağ açların
ö lü olduğ unu, ne de ayaklarının altındaki toprağ ın yumuşamakta olduğ unu fark etti. Bü tü n
dikkati dereye odaklanmışa. Başı ö ne doğ ru eğ ik bir şekilde dereyi izliyordu, dikkatini
yoğ unlaştırma çabası içindeydi Dere yine genişlemeye başladı ve on beş dakika kadar (bu
ö ğ le saatlerindeydi) kendine onun yavaş yavaş azalarak tü kenmeyeceğ ini umma izni verdi.
Sonra onun daha da sığ laşağ ını fark etti; çoğ u havuz kö pü ğ ü yle soluklaşmış ve bö cek dolu bir
seri su birikintisinden başka bir şey değ ildi artık. On dakika kadar sonra lastik ayakkabısı
pelte gibi bir çamurdan cepciğ inin ü stü ndeki aldatıcı yosundan başka bir şey olmayan
toprağ ın içine gö mü ldü . Bileğ inin ü stü ne kadar çamura battı ve kü çü k bir iğ renme çığ lığ ıyla
ayağ ını geri çekti. Sert ve çabuk hareketi ayakkabıyı yarısına kadar ayağ ından çekti. Trisha bir
çığ lık daha attı ve ö lü bir ağ acın gö vdesine tutunarak ayağ ını ö nce otlarla sildi ve sonra lastik
ayakkabısını yeniden giydi.
Bunu yaptıktan sonra çevresine baktı ve eskiden yanmış bir yere, bir hayalet ormana
geldiğ ini gö rdü , ileride (ve artık çevresinde de) uzun zaman ö nce ö lmü ş ağ açlardan oluşan bir
labirent vardı. Ustü nde durdukları toprak bataklık ve ıslaktı. Durgun su havuzlarında otlar ve
yosunlarla kaplanmış, ters dö nmü ş hamaklar yü kselmekteydi. Hava sivrisinek vızıldamaları
ve uçan yusufçuklarla doluydu. Şimdi çıkardıkları sesten anlaşıldığ ına gö re dü zinelerce
ağaçkakan ağaçları kazıyordu. O kadar çok ölü ağaç, o kadar az zaman.
Trisha bu bataklığın içine yürüdü ve kayboldu.
“Ne yapacağ ım şimdi, ha?” diye ağ lamaklı, yorgun bir sesle sordu. “Lü tfen biri bana sö yler
mi bunu?”
Oturup bunu düşünecek bir sürü yer vardı; her yerde solgun gövdelerinde hâlâ yanık izleri
taşıyan bir sü rü ö lü ağ aç vardı. Ancak ilk denediğ i ağ aç ağ ırlığ ına dayanamadı ve onu çamurlu
toprağ a yuvarlayarak çö ktü . Trisha, arkasına ıslaklık geçince bağ ırdı –Tanrım, alanın bö yle
ıslanmasından nefret ederdi– ve ayağa fırladı yeniden.
Ağ aç nemden dolayı içten çü rü mü ştü ; yeni kırılmış uçları tahta biriyle kaynıyordu. Trisha
birkaç dakika onların iğ renç çekiciliğ ini izledi, sonra devrilmiş ikinci bir ağ aca gitti. Onu
denedi ö nce. Sağ lam gö rü nü yordu ve yıkılmış ağ açlar kü mesine bakıp ağ rıyan boynunu dalgın
dalgın ovarak ve ne yapacağını düşünerek birinin üstüne oturdu.
Zihni uyandığ ından daha az açık, çok daha az açık olmasına rağ men hâ lâ yalnız iki
seçenek var gibi gö rü nü yordu; hiçbir yere kımıldamayıp yardım gelmesini beklemek veya
hareket etmeyi sü rdü rü p arama ekibiyle karşılaşmaya çalışmak. Bir yerde durup beklemenin
mantıklı olduğ unu dü şü ndü : enerjiyi saklamak ilan. Ayrıca dere olmayınca, neye doğ ru
gidecekti? Hiçbir şey kesin değ ildi, bu kesindi. Uygarlığ a doğ ru gidiyor olabilirdi; uygarlıktan
uzağa gidiyor da olabilirdi. Hatta bir daire içinde yürüyor bile olabilirdi.
Bir yandan da “Madalyonun öbür yüzü de vardır, tatlım” demişti babası ona bir keresinde;
burada yiyecek hiçbir şey yoktu, çamur ve çü rü yen ağ açlar ve kim bilir buradaki başka hangi
pis şeyler kokuyordu, çirkindi burası, berbattı burası. Trisha’ya ö yle geldi ki eğ er burada kalır
ve hava kararmadan bir arama ekibi gelmezse, geceyi burada geçirecekti. Bu korkunç bir
fikirdi. O hilâl şeklindeki küçük açıklık burasıyla karşılaştırıldığında Disneyland gibiydi.
Ayağ a kalkıp son bulmadan ö nce derenin meylettiğ i yö ne doğ ru baktı. Gri ağ aç
gö vdelerinden ve kuru dallardan oluşan dantelden bir labirentin arasından bakıyordu, ama
onların ö tesinde yeşillik gö rdü ğ ü nü sandı. Yü kselen bir yeşil. Belki de bir tepe. Ve biraz daha
bö ğ ü rden? Neden olmasın? Bö ğ ü rtlenlerle dolu bir sü rü çalı kü mesinin yanından geçmişti
bile. Onları toplayıp çantasına koymuş olması gerekti, ama dikkatini dereye o kadar vermişti
ki bunu yapmak aklına bile gelmemişti. Ama şimdi, dere yok olmuştu ve o da yeniden
acıkmıştı. Açlıktan ö lmü yordu (en azından henü z değ il), ama aç olduğ u kesindi. Trisha iki
adım attı, yumuşak bir toprak parçasına basmayı denedi ve suyun lastik ayakkabının ucundan
yukarı çıkmasını derin kuşkularla izledi. Oraya girecek miydi o halde? Yalnızca ö bü r yü zü nü
gördüğünü sandığı için?
“Bir bataklık olabilir,” diye mırıldandı.
Bu doğ ru! dedi soğ uk ses hemen. Eğ leniyor gibiydi sesi. Bataklık! Timsahlar! Ellerinde
senin kıçına sokacakları küçük sondalar olan X-Dosyaları adamları da ayrı!
Trisha ileri atağ ı iki adımı geri alıp yeniden yere oturdu. Bilinçsizce alt dudağ ını
kemiriyordu. Çevresinde dolanan bö ceklerin farkında bile değ ildi. Gitmeli mi kalmalı mı?
Kalmak mı gitmeli mi?
On dakika kadar sonra kalkıp gitmesini sağ layan kö rü kö rü ne bir umuttu ve de
bö ğ ü rtlenlerin hayali. Lanet olsun, yaprakları bile denemeye hazırdı artık. Trisha kendisini
resimli bir kitapta gö rdü ğ ü bir kız gibi (yü zü ndeki çamur maskesini ve saçlarının karışık ve
pis halini unutmuştu) gü zel, yeşil bir tepenin yamacında kırmızı bö ğ ü rtlenler toplarken hayal
etti. Kendisini tepenin ü stü ne doğ ru yü rü rken, çantasını bö ğ ü rtlenlerle doldururken gö rdü .
Sonunda en tepeye vardığ ını, aşağ ıya baktığ ını dü şü ndü , gö rü yordu işte... Bir yol. Iki yanında
çitler olan toprak bir yol gö rü yorum, atlar otlanıyor... ve uzakta bir samanlık. Beyaz sü sleri
olan kırmızı bir ambar. Delilik! Bü tü nü yle çatlaklık! Oyle miydi acaba? Şu kü çü cü k çamur
kitlesinden korkmasa belki de güvenli bir yere ulaşacaktı; öyle ya, ya yanı başındaysa bu yer?
“Tamam,” dedi, yeniden ayağ a kalkıp çantasının kayışlarını dü zelterek. “Tamam,
bö ğ ü rtlenler. Ama yol çok kö tü leşirse geri geliyorum.” Kayışları son bir defa çekiştirdi ve
giderek daha ıslaklaşan toprağ ın ü zerinde yavaşça yü rü yerek, her adımını deneyerek,
iskeletler gibi duran ağ açların ve devrilmiş karmakarışık odunların çevresinden dolaşarak
yeniden ilerlemeye başladı.
Trisha sonunda –ilerlemeye başladığ ından beri yarım saat ya da kırk beş dakika geçmiş
olabilirdi– binlerce (belki de milyonlarca) kadın ve erkeğ in kendisinden ö nce keşfettiğ i bir
şeyi keşfetti; her şey çok kö tü olduğ unda, geri dö nmek için çok geç olmuştu artık. Kaygan ama
sağ lam bir toprak parçasından aslında sahte olan bir tü mseğ in ü stü ne adım attı. Ayağ ı su
olamayacak kadar kalın ve çamur olamayacak kadar ince, soğ uk, sü mü ksü bir maddenin içine
girdi: Eğ ildi, dışarı çıkmış ö lü bir dalı yakaladı, elinde kırılınca ö ke ve korkuyla çığ lık attı.
Bö cek dolu otların içine yü z ü stü dü ştü . Bir dizini altına alarak ayağ ını geri çekti. Ayak yü ksek
bir plop sesiyle yıktı, ama lastik ayakkabısı orada bir yerde kaldı.
“Hayır!” diye bağ ırdı, bü yü k beyaz bir kuşu korkutup uçuracak kadar yü ksek sesle. Uzun
bacaklarını ardında uzatarak havaya fırladı kuş. Bir başka yer ve zamanda Trisha bu egzotik
gö rü ntü yü nefesi kesilerek hayranlıkla izlerdi, ama şimdi kuşu fark etmedi bile. Dizlerinin
ü stü nde dö ndü , sağ bacağ ı dizine kadar parlak siyah pisliğ e bulanmıştı ve kolunu bir sü re için
ayakkabısını yutup su fışkırtan deliğe daldırdı.
“Alamazsın onu!” diye hiddetle bağırdı. “O benim ve sen... ALAMAZSIN ONU!”
Parmakları kö klerin zarlarını yırtarak veya yırtılmayacak kadar kalın olanların aralarına
girerek soğ uk pisliğ in içini karıştırdı. Canlı gibi bir şey bir an için avucuna dokundu, sonra
gitti. Az sonra eli lastik ayakkabısı ü stü ne kapandı ve onu dışarıya çekti. Baktı ona –tepeden
tırnağ a çamurlanmış bir kıza tam yakışan siyah çamurdan bir ayakkabı, tam kö pek boku derdi
Pepsi olsa– ve yeniden ağlamaya başladı.
Lastik ayakkabıyı havaya kaldırdı, baş aşağ ı çevirdi, içinden pis bir su aktı. Bu gü ldü rdü
onu. Birkaç dakika kadar o tü mseğ in ü stü nde bağ daş kurarak oturdu, kucağ ında kurtardığ ı
ayakkabısı vardı, bö ceklerin oluşturduğ u siyah bir dairenin ortasında bir ağ layıp bir
gülüyordu, ölü ağaçlar çevresinde nöbet tutuyorlar, cır cır böcekleri uğulduyordu bu sırada.
Sonunda ağ laması burun çekmelere, gü lmesi tıkanmış ve neşesiz kıkırtılara dö ndü .
Tü msekten avuçlar dolusu ot yoldu ve lastik ayakkabısının dışını becerebildiğ i kadar
temizledi. Sonra çantasını açıp, boş yemek torbasını yırttı ve parçaları ayakkabısının içini
temizlemek için kullandı. Bu parçaları buruşturup kayıtsızca arkasına attı. Eğ er biri onu bu
çirkin, pis kokulu yeri kirlettiği için tutuklamak isterse tutuklasındı.
Kurtardığ ı lastik ayakkabıyı hâ lâ elinde tutarak ayağ a kalktı ve ileriye baktı. “Hastir,” dedi
Trisha, boğ uk bir sesle. Bü tü n yaşamı boyunca bu kelimeyi ilk kez yü ksek sesle sö ylü yordu.
(Bazen Pepsi sö ylerdi, ama Pepsi Pepsi’ydi.) Şimdi tepe sandığ ı yeşili açıkça gö rebiliyordu.
Tü mseklerdi, hepsi bu, yalnızca daha fazla tü msekler. Aralarında daha fazla durgun su ve çoğ u
ö lü ama tepelerinde biraz yeşil kalmış ağ açlar vardı. Kurbağ aların ö ttü ğ ü nü duyabiliyordu.
Tepe yoktu. Çamurdan bataklığa, kötüden berbata.
Dö nü p arkasına baktı, ama artık bu pislik kuşağ ına nereden girdiğ ini bilemiyordu. Eğ er
orayı parlak bir şeyle işaretleseydi –yırtık pis eski pançosundan bir parçayla, mesela– geri
gidebilirdi. Ama yapmamıştı ve işte bu kadardı.
Geri gidebilirsin yine de. Genel yönü biliyorsun.
Belki de, ama kendisini başlangıçta bu belaya sokan bu dü şü nce biçimini izlemeyecekti.
Trisha tü mseklere ve ü stü pis kö pü klü durgun suyun ü stü ndeki gü neşin uykulu pırıltılarına
doğru döndü. Tutunacak ağaçlar ve bataklık bir yerde bitecekti, değil mi?
Bunu düşündüğün için bile delisin.
Doğru. Deli bir durumdu.
Trisha bir an durdu, dü şü nceleri Tom Gordon’a ve onun ö zel sü kû netine doğ ru akıyordu.
Atış yerinde Red Sox tutucularından birinin, Hatteberg veya Veritek’in işaret verişini
izleyerek duruşu. O kadar durgun ki (şimdi kendisinin durduğ u gibi), bü tü n o dinginlik sanki
omuzlarından çevresine yayılıyor gibi. Ve sonra harekete geçiş. Damarlarında buzlu su var,
demişti babası.
Buradan çıkmak istiyordu, ö nce bu pis bataklıktan ve sonra şu lanet olası ormandan;
yeniden insanların ve dü kkâ nların ve alışveriş merkezlerinin ve telefonların olduğ u ve yolunu
kaybettiğ in zaman polislerin sana yardım ettiğ i yere gitmek istiyordu. Ve bunu
başarabileceğ ini dü şü ndü . Eğ er cesur olabilirse. Eğ er o eski buzlu sudan bir parça varsa
damarlarında.
Trisha kendi durgunluğ undan kurtulup ö teki Reebok’ını da çıkardı ve her iki lastik
ayakkabının bağ cıklarını birbirine bağ ladı. Onları boynuna guguklu saatin sarkacı gibi astı,
çoraplarını dü şü ndü ve bir çeşit uzlaşma (bir balçık kalkanı idi aslında aklından geçen
dü şü nce) olarak ayağ ında bırakmaya karar verdi. Pantolonunun paçalarını dizlerine kadar
sıvadı, sonra derin bir nefes aldı ve geri verdi, “McFarland hazırlanıyor, McFarland atıyor,”
dedi. Sox kepini başına yerleştirdi (bu kez ters taktı, çü nkü ters giymek ‘cool’du) ve yeniden
harekete geçti. Trisha dikkatle dü şü nerek, sık sık kü çü k bakışlar atarak, bir sınır işareti
belirleyip ileri doğ ru yü rü yerek, bir gü n ö nce yaptığ ı gibi tü msekten tü mseğ e atladı. Ancak
bugün panikleyip kaçmayacağım, diye düşündü. Bugün damarlarımda buzlu su var.
Bir saat geçti, sonra iki. Toprak giderek sertleşeceğ ine bü sbü tü n batağ a dö nü ştü .
Sonunda tü mseklerden başka katı bir yer kalmadı. Trisha bir tü msekten ö tekine gidiyor,
yapabildiğ i yerlerde dallara ve çalılara tutunuyor, tutunacak bir şey olmayınca kollarını bir ip
cambazı gibi iki yana açıyordu. Sonunda atlayabileceğ i mesafede tü msekciğ in olmadığ ı bir
yere geldi. Gü ç almak için bir an durdu ve sonra, bir bö cek bulutu havalandırarak ve çü rü yen
bitki kokusu yayarak durgun suya adımını attı. Su dizlerine kadar gelmiyordu.
Ayaklarının batmakta olduğ u şey soğ uk, pü tü rü klü jö le gibiydi. Harekete geçirdiğ i sudan
sarımsı kö pü kler yü kseldi; içlerinde dolaşan siyah parçacıklar kim bilir neydi. “Iğ renç,”diye
inledi, en yakın tümsekciğe doğru giderek. “Of, iğrenç, iğrenç-iğrenç-iğrenç.”
Ayağ ını kurtarırken her biri sert bir çekişle biten, sendeleyen adımlarla yü rü dü . Eğ er
bunu yapamasa, dipteki balçığ a kayıverse ve batmaya başlasa ne olacağ ını dü şü nmemeye
çalıştı. “iğ renç-iğ renç-iğ renç,” Monoton bir melodiye dö nü şmü ştü . Ter ılık damlalarla
yü zü nden akıyor ve gö zlerini yakıyordu. Cır cır bö cekleri sonu gelmeyen yü ksek bir notaya
takılmış gibiydiler: reeeeeeeee.
Bir sonraki durağ ı olan ö nü ndeki tü msekciğ in ü stü nden, ü ç kurbağ a otlardan suya
atladılar, plip-plip-plop.
“Bud-Why-Zer,”(Budweiser birasının alaylı sö ylenişi.) dedi Trisha ve bitkinlikle
gülümsedi.
Çevresindeki sarı-siyah suyun içinde binlerce kurbağ a yavrusu yü zü yordu. Başını eğ ip
onlara bakarken ayağ ı sert ve balçıkla kaplı şeye çarptı, bir kü tü ktü belki de. Trisha ü stü nden
geçip tü mseğ e ulaşmayı başardı. Nefes alarak kendini yukarı çekti, ü stlerinde kan emiciler
veya daha berbat bir şey gö recekmiş gibi çamur-balçıklı ayaklarına ve bacaklarına endişeyle
baktı. Korkunç bir şey yoktu (en azından kendi gö rebildiğ i kadarıyla), ama dizlerine kadar
kara balçıkla kaplanmışlardı. Siyahlaşmış çoraplarını çıkardı. Altlarındaki beyaz ten çorapların
kendilerinden daha fazla çorap gibiydi. Bu, Trisha’nın deli gibi gü lmesine yol açtı.
Dirseklerinin ü stü ne dayanıp geriye doğ ru yattı ve gö kyü zü ne doğ ru bö yle gü lmeyi
istemeyerek, şeyler gibi (deliler) gü ldü , tam bir aptal gibi, ama bir sü re için hâ kim olamadı
kendine. Sonunda bunu başardığ ında, çoraplarını sıktı, yeniden giydi ve ayağ a kalktı. Ellerini
gö zlerine siper ederek ayağ a kalktı, geniş bir alt dalı kırılmış ve suya doğ ru sallanan bir ağ acı
bundan sonraki hedefi olarak aldı.
“ McFarland hazırlanıyor; McFarland atıyor,” dedi yorgun bir halde, yeniden yola koyuldu.
Artık böğürtlenleri düşünmüyordu; tek isteği, buradan tek parça halinde kurtulmaktı.
Kendi kaynaklarına bırakılmış insanların yaşamaktan vazgeçip yalnızca hayatta kalmaya
çalıştıkları bir nokta vardır. Bü tü n taze enerji kaynaklarını tü ketmiş olan vü cut, depoladığ ı
kalorilere başvurur. Dü şü ncelerin keskinliğ i bulanıklaşmaya, algılama daralmaya, nesnelerin
kenarları kıpırdanmaya başlar. Ormandaki ikinci akşamı sü rerken Trisha McFarland, yaşama
ile hayatta kalma arasındaki bu sınıra yaklaşmıştı. Batıya doğ ru gidiyor olması onu fazla
rahatsız etmiyordu; durmadan bir yö ne doğ ru gitmenin iyi, yapabileceğ inin en iyisi olduğ unu
dü şü ndü (ve bu bü yü k olasılıkla doğ ruydu). Acıkmıştı ama çok fazla farkında değ ildi bunun;
dü z bir çizgide kalmaya çok fazla dikkat etmekteydi. Eğ er sola veya sağ a kayarsa, karanlık
bastığ ında hâ lâ bu pislik yuvasında olabilirdi ve bu dü şü nceye dayanamıyordu. Bir kez
şişesinden su içmek için durdu ve saat dö rt sularında Surge’ü nü n geri kalanını neredeyse fark
etmeden bitirdi.
Olü ağ açlar eğ ri bü ğ rü ayakları olan, durgun siyah suyun içindeki cılız nö betçilere giderek
daha çok benzemeye başlamışlardı. Çok yakında yeniden içlerinde suratlar gö rmeye
başlayacağ ım, diye dü şü ndü . Bu ağ açlardan birinin yanından sıyrılıp geçerken (her yö ne
doğ ru en az on metre uzaklıkta hiçbir tü msek yoktu), suya batmış olan bir başka kö k veya dala
takıldı ve bu kez suları sıçratarak ve nefes nefese, boylu boyunca yere yıkıldı. Ağ zına kumlu,
balçıklı su doldu ve bir çığ lıkla tü kü rdü . Karanlık suda ellerini gö rebiliyordu. Uzun sü re ö nce
boğ ulmuşlar gibi sarımsı ve yağ lı gö rü nü yorlardı. Dışarı çekip yukarı kaldırdı ellerini.
“iyiyim,” dedi Trisha hızla; yaşamsal bir çizgiyi aşmakta olduğ unun aşağ ı yukarı farkındaydı;
kendisini dilinin farklı ve parasının garip olduğ u bir başka ü lkeye gitmiş gibi hissediyordu
neredeyse. Nesneler değ işiyordu. Ama... “iyiyim. Evet, ben iyiyim.” Ve çantası hâ lâ kuruydu.
Bu önemliydi, çünkü Walkman’i içindeydi ve artık Walkman’i dünyayla tek bağlantısıydı.
Trisha, kirli ve ö nü sırılsıklam bir şekilde, gayretle ilerledi. Yeni hede i, batan gü neşe karşı
yarısından yukarı doğ ru ortadan ayrılıp kara bir Y har i haline gelmiş olan bir ö lü ağ açtı. Ona
doğ ru ilerledi. Bir tü mseğ e geldi, kısaca baktı ve onun yerine suyun içinden geçmeyi tercih
etti. Neden kendini zorluyordu? Suyun içinde gitmek daha hızlıydı. Dipteki soğ uk çü rü mü ş
jö leye duyduğ u iğ renme duygusu yok olmuştu. Eğ er mecbur olursan her şeye alışabiliyordun.
Artık bunu biliyordu.
Ilk dü şü şü nden az sonra, Trisha gü nü nü Tom Gordon’la geçirmeye başladı. Once bu garip
gibi geldi –hatta saçma– ama öğleden sonrasının uzun saatlerine sıra gelince, utangaçlığını bir
yana bıraktı ve çok doğ al olarak çene çalmaya, ona bundan sonraki hede ini anlatmaya, bu
bataklığ ın oluşmasına belki de bir ateşin neden olduğ unu açıklamaya başladı, yakında
buradan çıkacaklarına, bunun sonsuza kadar bö yle gidemeyeceğ ine onu inandırmaya çalıştı.
Ona Red Sox’ın bu geceki oyunda yirmi kadar sayı yapacağ ını ve kendisinin bö ylece yedek
yerinde rahat oturacağını ümit ettiğini anlatıyordu ki aniden durdu.
“Bir şey duyuyor musun?” diye sordu. Tom’u bilmiyordu, ama kendisi duymuştu;
helikopter pervanelerinin dü zenli sesini. Uzakta ama belirgin. Sesi duyduğ unda Trisha bir
tü mseğ in ü stü nde dinleniyordu. Ayağ a fırladı ve kendi çevresinde dö ndü , elini havaya kaldırıp
gö zlerine siper etti, u ka doğ ru gö zlerini kısarak baktı. Hiçbir şey gö rmedi ve çok geçmeden
ses yok oldu, “Spagetti,” dedi kederle. Ama en azından arıyorlardı. Boynunda bir sivrisineğ i
ezdi ve yeniden yola koyuldu.
On veya on beş dakika sonra sarkmış, pis çoraplarıyla bir ağ acın yarı batmış kö kü nü n
ü stü nde durmuş, merak ve şaşkınlıkla ileriye bakıyordu. Bataklık, şimdi durduğ u yerde
dağınık bir halde duran yıkık ağaçların ilerisinde düz, durgun bir göle açılıyordu. Ortadan daha
başka tü msekler geçiyordu, ama bunlar kahverengiydiler ve kırık ve çiğ nenmiş dallardan
yapılmış gibiydiler. Bazılarının ü stü nde yarım dü zine şişman kahverengi hayvan oturmuş,
ona bakıyordu. Onların ne olduğ unu anlayınca Trisha’nın alnındaki çizgiler giderek yumuşadı.
Bataklıkta olduğunu, ıslak, çamur içinde ve yorgun olduğunu, kaybolduğunu bütünüyle unuttu.
“Tom,” diye fısıldadı biraz nefes nefese. “Bunlar kunduz ! Kunduz evlerinin veya kunduz
çadırlarının veya her ne deniyorsa, ü stü nde oturan kunduzlar. Kunduz onlar, değ il mi?”
Dengede durabilmek için bir ağ aca tutunup onlara bakarak ve keyi lenerek, parmaklarının
ucunda ayağa kalka.
Çubuk evlerinin tepesinde tembelce uzanmış kunduzlar… ve onu mu izliyorlar?
izlediklerini dü şü ndü , ö zellikle ortadaki. Otekilerden daha bü yü ktü ve siyah gö zleriyle dik dik
kendisine bakıyormuş gibi geldi Trisha’ya. Bıyıkları var gibiydi ve kü rkü kalçalarının
çevresinde neredeyse kızıla dö nen, şatafatlı koyu bir kahverengiydi. Ona bakarken Rüzgâr ve
Söğütler’deki resimleri dü şü ndü . Sonunda Trisha kö kü n ü stü nden indi ve yola koyuldu,
arkasında gölgesi onu izliyordu.
Başkunduz (ö yle gibi geldi ona) hemen ayağ a kalktı, arka bacakları suyun içine girinceye
kadar geriledi ve gö sterişli bir biçimde kuyruğ unu suya vurdu. Durgun sıcak havada
inanılmayacak kadar yüksek bir ses çıkardı bu. Bir an içinde hepsi çubuk evlerin üstünden inip
hep birlikte suya daldılar. Bu bir dalma ekibini izlemek gibiydi. Trisha ellerini gö ğ sü nde
kavuşturup yü zü nde bü yü k bir gü lü msemeyle izledi onları. Hayatında gö rdü ğ ü en hayranlık
verici şeylerden biriydi bu ve Başkunduz’un akıllı bir başö ğ retmen veya onun gibi bir şeye
benzemesini asla açıklayamayacağını anladı.
“Tom, bak!” Gülerek eliyle işaret etti. “Suya bak! işte gidiyorlar!”
Çamurlu suda, çubuk evlerden eğ ri dalgalarla uzaklaşan yarım dü zine V oluştu. Sonra
gittiler ve Trisha yeniden yola koyuldu. Şimdiki hede i, ü stü nde dağ ınık saçlar gibi koyu yeşil
eğ reltiotlarının bü yü dü ğ ü çok bü yü k bir tü msekti. Dü z bir çizgide değ il de giderek bü yü yen
bir eğ ri çizerek yaklaştı ona. Kunduzları gö rmü ş olmak harikaydı –tam bir getto, Pepsi’nin
dilinde– ama suyun altında yü zen biriyle karşılaşmak gibi bir isteğ i yoktu. Kü çü k kunduzların
bile bü yü k dişleri olduğ unu bilecek kadar çok resim gö rmü ştü . Trisha, bacağ ına her ot veya
yosun dokunduğ unda, bunun kendisinin buralardan gitmesini isteyen Başkunduz (veya
yardımcılarından biri) olduğundan emin olarak çığlık attı.
Kunduz mahallesini her zaman sağ ında tutarak, o çok bü yü k tü mseğ e doğ ru gitti;
yaklaştıkça, içinde umut dolu bir heyecan bü yü meye başladı. O koyu yeşil eğ reltiotları
yalnızca eğ reltiotları değ il, diye dü şü ndü ; arka arkaya ü ç ilkbahar annesi ve anneannesiyle
bitlikte sallabaş (Yenebilen bir ot) toplamışlardı ve bunlar sallabaş diye dü şü ndü . Sanford’da
sallabaşların vakti geçmişti artık –en az bir ay– ama annesi ormanda daha sonra olduklarını,
ö zellikle bataklık bö lgelerde haziran ayına kadar kaldıklarını sö ylemişti. Evrenin bu kokulu
parçasından iyi bir şey çıkabileceğ ine inanmak zordu, ama Trisha yaklaştıkça, daha fazla
inanmaya başladı. Ve sallabaşlar yalnızca iyi değ illerdi; sallabaşlar çok lezzetliydiler. Sevdiğ i
bir yeşil sebzeyle asla karşılaşmamış olan Pete bile (mikro dalgada ışınlanmış donmuş Birds
Eye bezelyeler dışında) sallabaştan yerdi.
Ayaklarının suyun altındaki çamurlu balçığ a kayıverdiğ inin farkına bile varmadan
durduğ unda, ilk kıvrık şişman yeşiller demetinden altı adım uzaktaydı. Çalı demetinin
yanındaki yeşillik didiklenmiş ve koparılmıştı; kö kü nden sö kü lmü ş ıslak sallabaş demetleri
siyah suyun ü stü nde orada burada yü zmekteydi. Daha ilerideki yeşilin ü stü nde parlak kırmızı
lekeleri görebiliyordu.
“Bundan hoşlanmadım,” diye mırıldandı ve sola doğ ru ilerledi. Sallabaşlar iyiydi, ama
orada ö lü veya ağ ır yaralı bir şey vardı. Belki de kunduzlar eş bulmak için birbirleriyle kavga
etmişlerdi. Bir akşam yemeğ i toplarken yaralanmış bir kunduzla karşılaşmayı gö ze alacak
kadar acıkmamıştı henüz. Bir elden veya gözden olmak için iyi bir yol olabilirdi bu.
Trisha, Sallabaş Adası’nın yan yolunda yeniden durdu. Bakmak istemiyordu, ama gö zü nü
kaçıramadı. “Hey, Tom” dedi titreyen yüksek bir sesle. “Of, zavallı!”
Bu, kü çü k bir geyiğ in koparılmış başıydı. Çalı demetinin yokuşundan aşağ ı yuvarlanırken
sallabaş otlarını ıslatıp bir kan izi bırakmıştı arkasında. Şimdi suyun kenarında baş aşağ ı
duruyordu. Gözleri bit yumurtalarıyla parlıyordu. Boynunun eğri büğrü kesiğine sinek sürüleri
dolmuşlardı. Küçük bir motor gibi mırıldanmaktaydılar.
“Dilini gö rü yorum,” dedi ve sesi uzaktan, yankı yapan bir koridordan gelir gibiydi. Suyun
ü stü ndeki altın renkli gü neş izi birden çok parlak geldi ve kendisini bayılmanın eşiğ inde gibi
hissetti.
“Hayır,” diye fısıldadı. “Hayır, lütfen... bayılmamalıyım.”
Bu defa sesi, daha alçak olmasına rağ men daha yakındaydı ve daha oradaydı. Işık
neredeyse normal gibiydi yeniden, Tanrıya şü kü r, beline kadar gelen durgun, çamurlu suda
dururken en son istediğ i şeydi bayılmak. Sallabaş yok, ama bayılmak da yok. Neredeyse
dengelenmişti.
Daha hızlı yü rü meye başladı. Kolları sallanarak, kalçalarını dö ndü rü p yengeç yü rü yü şü yle
ilerliyordu. Eğ er ü stü nde bir jimnastik pantolonu olsa Wendy ile Egzersiz programının misa iri
gibi gö rü necekti. Bakın, bugü n bazı yeni egzersizler yapacağ ız. Ben buna “Koparılmış geyik
başından uzaklaşma hareketi” diyorum. Çevirin o kalçaları, gerin o kasları, çalıştırın o
omuzları!
Gö zlerini ileriye dikti, ama sineklerin nedense kendilerinden hoşnut, ağ ır vızıltılarını
duymamak hiçbir şekilde elde değ ildi. Ne yapmış olabilirdi bunu? Bir kunduz değ il, bu kesindi.
Dişleri ne kadar keskin olursa olsun şimdiye kadar hiçbir kunduz bir geyiğ in kafasını
koparmamıştı.
Ne olduğ unu biliyorsun onun, dedi soğ uk ses. O şey’di. O özel şey. Şu anda seni izlemekte
olan şey.
“Hiçbir şey izlemiyor beni, bu bir zırva,” dedi nefes nefese. Omuzunun ü stü nden bir gö z
atmaya cesaret etti ve Sallabaş Adası’nın geride kaldığ ını gö rmekle mutlu oldu. Yeter
derecede çabuk değ ildi yine de. Suyun yanında yatan kafaya, vızıldayan siyah bir kolyesi olan
kahverengi nesneye, son bir kez daha gö z attı. “Bu bir zırva değ il mi, Tom?” Ama Tom yanıt
vermedi. Tom yanıt veremezdi. Tom herhalde şimdi Fenway Park’ta, takım arkadaşlarıyla
şakalaşıyor ve parlak beyaz ü niformasını giyiyordu. Onunla bataklıkta –bu uçsuz bucaksız
bataklıkta– yürüyen Tom Gordon sadece yalnızlık için bir kocakarı ilacıydı. Tek başınaydı.
Ama yalnız değilsin tatlım. Sen asla yalnız değilsin.
Trisha soğ uk sesin, dostu olmamasına rağ men doğ ruyu sö ylediğ inden feci şekilde
korkuyordu, izlenme duygusu eskisinden de gü çlü olarak geri gelmişti. Buna sinir olarak
başından atmaya çalıştı (kopuk kafayı gö ren herkesin sinirleri bozulurdu) ve yaşlı ö lü
gö vdesinde eğ ri kesikler bulunan ağ acın yanına geldiğ inde neredeyse kaybolmuştu bu duygu.
Sanki çok büyük ve öfkeli bir şey geçerken kesmişti ağacı..
“Aman Tanrım,” dedi. “Bunlar pençe izleri.”
İlerde o Trisha... İlerde bekliyor seni, pençeleri ile birlikte.
Trisha başka durgun su, yü kselen başka yeşil tepeleri andıran daha başka tü msekler (ama
bu şekilde kandırılmıştı daha ö nce) gö rebiliyordu. Canavar gö rmedi... ama tabii ki gö remezdi,
değ il mi? Canavar, canavarlar saldırıya geçmeden ö nce ne yaparlarsa onu yapacaktı, bunun
için bir sö zcü k vardı ama bunu bulabilmek için fazla yorgundu ve korkmuştu ve genel olarak
se il bir durumdaydı... Pusu kurarlar, dedi soğ uk ses. Yaptıkları budur, pusu kurarlar. Evet,
tatlım. Özellikle senin yeni arkadaşın gibi olanlar.
“Pusu kurmak,” diye boğ uk bir ses çıkardı Trisha. “Evet sö zcü k bu. Teşekkü r ederim.” Ve
sonra yeniden ileri gitmeye başladı, çü nkü geri gideceğ i yer için çok uzaktaydı. Eğ er bir şey
gerçekten ileride kendisini öldürmek için bekliyorsa bile, geri gitmek çok zordu.
Katı toprak gibi gö rü nen yer bu kez gerçekten katı topraktı. Trisha inanmak istemedi
ö nce, ama yaklaşıp da suyun o yeşil çalılar kü mesini ve perişan ağ açların içinden geçen suyu
gö remeyince, ü mitlenmeye başladı, içinde yü rü dü ğ ü su da daha sığ dı; baldırlarının yarısına
kadar geliyordu. Ve tü mseklerin en azından ikisinin ü stü nde sallabaşlar yetişiyordu. Sallabaş
Adası’nda olduğ u kadar çok değ ildiler, ama olanları topladı ve oburca yuttu. Tatlıydılar sonra
ağ ızda buruk bir tat kalıyordu. Yeşil bir tam ve Trisha’ya gö re son derece lezzetliydiler. Eğ er
daha fazla olsaydı, koparıp çantasında depo edecekti ama yoktu. Buna ü zü leceğ ine, çocuksu
bir sevinçle elinde olanın tadını çıkardı. Şu an için yetecek kadar vardı; sonrası için daha sonra
endişe ederdi. Kıvırcık yumrularını ve sonra da kayışlarını ısırarak katı toprağ a doğ ru yol aldı.
Bataklıkta yü rü dü ğ ü nü n farkında bile değ ildi, Artık iğ renmiyordu. Tam ikinci tü mseğ in
ü stü nde bü yü yen sallabaşların yanına gelmişti ki eli birden dondu. Sineklerin uykulu
vızıltısını duydu yeniden. Bu kez ses çok daha yü ksekti. Trisha eğ er başarabilse sineklerin
uzağ ından geçecekti, ama bataklık biterken ö lü dallar ve boğ ulmuş çalılarla dolmuştu. Bu
kargaşanın içinden çıkmak için tek bir yarı açık kanal kalmıştı ve eğ er batmış engellerle
boğ uşarak iki saat kaybetmeyi ve bu işlem sırasında belki de ayaklarını kesmeyi istemiyorsa
buna razı olmak zorundaydı.
Bu kanalda bile batık bir ağ acın ü stü nden tırmanması gerekiyordu. Henü z devrilmişti ve
“devrilmiş’“ yanlış kelimeydi gerçekte. Trisha gö vdesinde başka kesikler gö rebiliyordu,
gö vdesinden kalan kısmından ağ acın ne kadar taze ve beyaz olduğ unu da gö rü yordu. Ağ aç bir
şeyin yoluna çıkmıştı ve o bir şey onu bir kürdan gibi kırarak söyle bir itmişti.
Vızıltı sesi hâ lâ yü kseliyordu. Geyikten geri kalan –yani geyiğ in bü yü k bir bö lü mü –
Trisha’nın yorgun bir halde bataklıktan tırmandığ ı yerin yanında bol bol bulunan sallabaşların
dibinde yatıyordu. Sineklerle dolu bir bağ ırsak bağ ıyla birleşmiş iki parça halinde
yatmaktaydı. Bacaklarından biri koparılmıştı ve yakındaki bir ağ acın gö vdesine baston gibi
dayanmıştı.
Trisha sağ elinin dışını ağ zına dayadı, yü rü rken ve bü tü n gü cü yle kusmamaya çalışırken
kü çü k urk-urk diye sesler çıkardı. Bu olası mıydı? Beyninin mantıklı kısmı (ve hâ lâ oldukça
çok vardı bundan) hayır diyordu, ama ona o şey sallabaşların en bü yü k ve en olgunlarını bir
geyiğ in paramparça gö vdesiyle ö zellikle kirletmiş gibi geliyordu. Ve eğ er bunu yapmışsa,
zorla bulup yediğ i azıcık gıdayı kusturmaya çalıştığ ına inanmak olanaksız mıydı? Evet. Oyle.
Aptallık ediyorsun. Unut bunu. Ve lütfen, tanrı aşkına kusma!
Trisha, batıya doğ ru yü rü dü kçe (gü neş gö kte alçaldığ ından batıya doğ ru gidiş kolaydı
şimdi) urk-urk sesleri –bü yü k dolgun hıçkırıklardı bunlar– azalmaya başladı ve sineklerin sesi
de geride kalıyordu. Trisha sesin tamamen yok olduğ u noktada durdu, çoraplarını çıkardı,
sonra lastik ayakkabılarını yeniden giydi. Çoraplarını yine sıktı, sonra kaldırıp baktı onlara.
Sanford’daki yatak odasında yatağ ın kenarında oturup “Sarıl bana... çü nkü senin yanında
olmalıyım” şarkısını mırıldanırken onları giydiğ ini hatırlıyordu. Bu Boyz To Da Maxx’ti; o ve
Pepsi Boyz To Da Maxx’in ne is olduğ unu dü şü nü rlerdi, ö zellikle Adam’ın. Gü neşin vurduğ u
yeri hatırlayabiliyordu. Duvardaki Titanik posterini hatırlıyordu. Çoraplarını yatak odasında
giydiği anısı çok net, ama çok uzaktı.
Bü yü kbabası gibi ihtiyarların çocukken olanları bö yle hatırladıklarını dü şü ndü . Şimdi
çoraplar artık ipliklerle birbirine tutturulmuş delikler halindeydi ve bu da onu ağ latacak gibi
oldu yeniden (belki de kendisini de ipliklerin tuttuğ u delikler gibi hissettiğ indendi), ama bunu
da kontrol etti. Çorapları katladı ve çantasına koydu.
Pervanelerin vup-vup-vup’unu duyduğ unda çantasının tokalarını yeniden takıyordu. Bu
kez daha da yakından geldiler. Trisha ayağ a fırladı ve ıslak giysilerini havada sallayarak
etrafında dö ndü . Ve orada, doğ uda uzakta, mavi gö ğ ü n ü stü nde siyah, iki şekil vardı. Ona ö lü
Geyik Bataklığ ı’ndaki yusufçukları hatırlattılar biraz. El sallayıp bağ ırmanın anlamı yoktu,
milyarlarca mil uzaktaydılar, ama yine de yaptı –kendini tutamadı. En sonunda, boğ azı
acıyınca vazgeçti.
“Bak Tom,” dedi, onları soldan sağ a, aslında kuzeyden gü neye olmalıydı bu, izlerken. “Bak,
beni bulmaya çalışıyorlar. Eğ er biraz daha yakına gelselerdi...” Ama gelmediler. Uzaktaki
helikopterler orman kü tlesinin arkasında gö zden kayboldular: Trisha, motorların sesi cır cır
bö ceklerinin daimi mırıltısının içinde kayboluncaya kadar olduğ u yerde durdu. Sonra derin
bir şekilde içini çekti ve ayakkabılarını bağ lamak için çö meldi. Artık kendisini izleyen bir şeyi
hissedemiyordu, bu da bir şeydi –Ah seni yalancı, dedi soğ uk ses. Eğ leniyordu. Seni küçük
yalancı seni.
Ama o yalan sö ylemiyordu, en azından kasıtlı olarak değ il. O kadar yorgun ve kafası
karışıktı ki ne hissettiğ inden emin değ ildi, yalnızca hâ lâ aç ve susamış olduğ unu biliyordu.
Artık çamur ve balçıktan (ve de geyiğ in parçalanmış cesedinden) uzak olduğ undan açlık ve
susuzluğ u açıkça hissedebiliyordu. Geri gidip biraz daha sallabaş toplamak geçti aklından –
geyiğin cesedinin ve en kanlı, en iğrenç yerlerin uzağından geçecekti tabii ki.
Trisha tekerlekli paten kayarken veya ağ aca tırmanırlarken dü şü p dizini yaraladığ ında
kendisine kızan Pepsi’yi dü şü ndü . Eğ er Trisha’nın gö zlerinde yaşlar biriktiğ ini gö rü rse Pepsi,
“Bebekleşme, McFarland” demeye hazırdı. Tanrı şahittir, bir ö lü geyik için bebekleşmenin
sırası değ ildi, hele bö yle bir durumda, ama... ama geyiğ i ö ldü ren şeyin hâ lâ orada
olabileceğ inden, bekleyip izlemesinden korkuyordu. Trisha’nın geri gelmesini ü mit edip
bekleyerek.
Bataklık suyunu içmeye gelince, ciddi ol. Pislik bir şeydi. Olü bö cekler ve sivrisinek
yumurtaları başka şey. Yavru sivrisinekler bir insanın midesinde yumurtalarından çıkabilirler
miydi? Herhalde çıkamazlardı. Bunu kesin olarak öğrenmek istiyor muydu? Kesinlikle hayır.
“Herhalde biraz daha sallabaş bulurum, nasıl olsa,” dedi. “Değ il mi, Tom? Ve bö ğ ü rtlen
de.” Tom cevap vermedi, ama iyice dü şü nmesine fırsat kalmadan, yeniden yola koyuldu
Trisha.
Uç saat daha batıya doğ ru, ö nceleri yavaş yavaş, ormanın daha kö hne bir bö lü mü ne
geldiğ inde ise hızlanarak yü rü dü . Bacakları ağ rıyor ve sırtı zonkluyordu, ama bu ağ rıyan
yerlerinin hiçbiri onun dikkatini çekmiyordu. Hatta açlık bile ciddi biçimde beynini
oyalamıyordu. Gü n ışıkları ö nce altın rengine ve sonra da kırmızıya dö nü ştü ğ ü nde, Trisha’nın
dü şü ncelerini etkisi altına alan şey susadığ ıydı. Boğ azı kurumuştu ve zonkluyordu; dili sanki
tozlu bir solucandı. Bataklıktan su içebilirdi halbuki ama içmemiş olduğ u için lanet ediyordu
kendine ve bir kere daha, lanet olsun geri dönüyorum, diye düşündü.
Denemesen daha iyi olur, tatlım, dedi, soğ uk ses. Asla yolunu bulamazsın. Eğer kusursuz
bir şekilde geri dönebilsen bile, sen oraya varmadan karanlık basar ve kim bilir orada seni ne
bekliyordur?
“Kes sesini,” dedi yorgunlukla, “yalnızca kes sesini, aptal adi karı.” Ama tabii ki aptal adi
karı haklıydı. Trisha yine gü neş yö nü ne doğ ru dö ndü –gü neş şimdi turuncuydu– ve yü rü meye
başladı yeniden. Artık susuzluğ undan ciddi biçimde korkmaya başlamıştı; eğ er saat sekizde
bu kadar kö tü yse, gece yarısı nasıl olacaktı? Zaten bir insan susuz kaç saat yaşayabilirdi ki? Şu
veya bu zamanda bir şekilde susuz kalmıştı, ne zaman olduğ unu hatırlamıyordu şimdi ama
bö yle bir olayla karşılaştığ ından emindi. Bir insanın açlığ a dayanacağ ı kadar değ il herhalde.
Susuzluktan ölmek nasıl olurdu acaba?
“Bu lanet ormanda susuzluktan ö lmeyeceğ im, değ il mi Tom,” diye sordu, ama Tom yanıt
vermiyordu. Gerçek Tom Gordon şimdi oyunu izliyor olmalıydı. Tim Wake ield, Boston’un
becerikli top vurucusu, Yankeelerin genç solağ ı Andy Petite’in karşısında. Trisha’nın boğ azı
zonkluyordu. Yutkunmak çok gü çtü . Nasıl yağ mur yağ dığ ını hatırladı (yatağ ının kenarına
oturup çoraplarını giydiğ i anısı gibiydi bu, ayrıca çok uzun zaman ö nce gibiydi) ve yeniden
yağ masını diledi. Dışarıya çıkıp başını geriye atarak kolları ve ağ zı açık dans ederdi; kö pek
kulübesinin üstündeki Snoopy gibi dans ederdi.
Trisha, daha uzun ve daha yaşlı çamların ve ladinlerin arasından ağ ır ağ ır geçiyordu.
Batan gü neşin ışıkları ağ açların yapraklarından toprağ a doğ ru sü zü lü yordu. Susamış
olmasaydı, ağ açların ve kırmızımsı-turuncu ışığ ın gü zelliğ ine kendini kaptırabilirdi... Yine de
beyninin bir yerine bu gü zelliğ i kaydedebilmişti. Gü neşin ışığ ı pek parlaktı doğ rusu. Şakakları
ağ rıdan zonkluyordu, boğ azı kupkuruydu artık. Bu durumda, akarsuyun sesini bir işitme
yanılgısı olarak alıp ö nemsemedi. Gerçek su olamazdı. Yine de ona doğ ru dö ndü , hipnotik bir
transa geçmiş gibi, alçak dalların altından eğ ilip devrilmiş kü tü klerin ü stü nden geçerek, artık
batıya değ il doğ uya doğ ru yü rü dü . Ses daha da yü kselince –artık olduğ undan başka şey
sanmak için fazla gü rü ltü lü ydü – Trisha koşmaya başladı. Ayaklarının altındaki çam
iğ nelerinden oluşan halının ü stü nde kaydı birkaç kez, kollarının ve ellerinin ü stü nde yeni
yaralar açan bir diken grubunun içinden koşarak geçti, ama bunun farkına bile varmadı. Suyun
akışının ha if sesini duymasından on dakika sonra, orman tabanının cılız toprağ ı ve iğ ne
halısından bir sıra gri taş olarak çıkan kayanın belirdiğ i kısa, dik bir uçuruma geldi. Bunların
aşağ ısındaki şey gü çlü bir gü rü ltü yle akan bir dere değ il de bir bahçe hortumundan akan bir
damlaydı sanki.
Trisha, yanlış bir adımın kendisini en aşağ ı sekiz dokuz metre aşağ ı atacak ve olasıdır ki
ö ldü recek olmasına rağ men kusursuz bir aldırmazlıkla uçurumun kenarında yü rü dü . Nehrin
yukarısına doğ ru beş dakika yü rü yü ş onu nehrin bulunduğ u engebeli bir oyuğ a getirdi. Tabanı
onlarca yılın dö kü len yaprakları ve iğ neleri ile kaplanmış doğ al bir kanaldı bu. Yere oturdu ve
o oyuk gibi yerin ü stü ne kızakta oturan bir çocuk gibi oturuncaya kadar ayaklarıyla kendini
ö ne çekti. Oturup ellerini sü rü kleyerek ve ayaklarını fren gibi kullanarak aşağ ı inmeye başladı.
Yan yola gelince kaymaya başladı. Durmaya çalışacağ ına –bu onun yeniden takla atmasına
neden olabilirdi– arka ü stü yattı, ellerini boynunda kenetledi, gö zlerini kapattı ve bir şey
olmasın diye dua etti.
Kısa ve sarsıntılı bir iniş oluyordu bu. Sağ kalçası bir kayaya çarpa ve bir başka kaya da
uyuşturacak kadar sert bir şekilde çarptı kenetlenmiş parmaklarına. ‘Eğ er ellerimi başımın
ü stü ne koymamış olsaydım, o ikinci kaya başımı yarabilirdi,’ diye dü şü ndü sonradan. Veya
daha kö tü sü bü yü klerin sö ylediğ i ‘Aman, bir yerine bir şey olmasın’ sö zü geldi aklına.
Bü yü kanne McFarland’ın en sevdiğ i sö zdü bu. Kemiklerini sarsan bir gü mbü rtü yle çarptı dibe
ve birden lastik ayakkabıları buz gibi suyla doldu. Onları çıkarıp geriye doğ ru dö ndü ,
midesinin ü stü ne yattı ve bazen sıcaktan kavrulup dondurmayı bir lokmada yuttuğ unda
olduğ u gibi içti, Trisha, çamurlu yü zü nü nehrin kaynayan soğ uk suyundan çekti ve nefes
nefese ve kendinden geçmiş bir halde sırıtarak kararan gö ğ e baktı. Hiç bu kadar gü zel bir su
tatmış mıydı? Hayır. Hiç bu kadar gü zel başka herhangi bir şey tatmış mıydı? Kesinlikle hayır.
Ne gü zel bir duyguydu bu. Yeniden daldırdı yü zü nü suya ve bir daha içti. Sonunda dizlerinin
üstüne doğruldu, sudan dolayı şöyle kocaman bir geğirdi ve titreyerek güldü. Midesi davul gibi
gerilip şişmişti sanki. Aç bile değildi, en azından şimdilik.
Kanal yeniden tırmanmak için çok dik ve kaygandı; yarıya ve hatta belki yolun çok
yukarısına kadar tırmanıp yeniden aşağ ı kayardı. Nehrin ö teki tarafından gitmek daha kolay
gibi gö rü nü yordu –dik ve ağ açlıydı ama o kadar fazla çalı yoktu– ve basamak olarak
kullanılacak bir sü rü taş vardı. Hava iyice kararıncaya kadar biraz ilerleyebilirdi. Neden
olmasın? Artık karnını suyla doldurduğ undan yeniden gü çlü hissediyordu kendini, harikulade
gü çlü . Ve kendine gü veniyordu. Bataklık arkada kalmıştı ve bir dere daha bulmuştu, iyi bir
dere.
Peki ya o özel şey ne olacak? diye sordu soğ uk ses. Trisha o sesi duyunca yeniden korkuya
kapıldı. Sö ylediğ i şeyler kö tü ydü ; kendi içinde bu kadar karanlık bir kız keşfetmiş olması daha
da kötüydü. O özel şeyi unuttun mu?
“Eğer bir özel şey vardıysa,” dedi Trisha, “artık gitti. Geyikle birlikte gitti belki de.”
Doğ ruydu bu, veya doğ ru gibi gö rü nü yordu. O izlenme, arkasından birinin geldiğ i
duygusu gitmişti. Soğ uk ses bunu biliyordu ve yanıt vermedi. Trisha onun sahibini gö zü nü n
ö nü ne getirebildiğ ini fark etti. Ha ifçe Trisha’ya benzeyen (uzak bir kuzen gibi, belki de)
sırıtık ağ ızlı sert kü çü k bir kız. Şimdi omuzlarını germiş ve yumruklarını sıkmış bir halde, tam
bir kızgınlık tablosu gibi yürüyordu.
“Evet, defol ve geri gelme” dedi Trisha. “Beni korkutmuyorsun.” Ve bir duraksamadan
sonra: “Siktir ol!” işte yeniden çıkmıştı ağ zından, Pepsi’nin Korkunç Bir Sö z dediğ i şey ve
Trisha pişman değ ildi. Hatta okuldan eve yü rü rlerken yine Malden saçmalığ ına başlarsa,
kardeşi Pete’e bile sö yleyebileceğ ini hayal edebiliyordu. Malden şö yle Malden bö yle, baba
bö yle, baba şö yle; ve sessiz kalıp anlayışlı davranmak veya neşeli, keyi li ve ‘hadi konuyu
değ iştirelim,’ yapmak yerine yalnızca ‘Hey Pete, siktir ol, buna alış’ derse ne olurdu acaba?
Trisha onu kafasının içinde gö rdü , ağ zı çenesine kadar sarkmış, ö ylece ona bakıyordu. Bu
görüntü güldürdü onu.
Ayağ a kalktı, suya yaklaştı, kendisini karşıya geçirecek dö rt taş seçti ve bir bir suyun
yatağ ına bıraktı. Karşıya geçince, yokuştan aşağ ı yola koyuldu. Yamaç giderek dikleşti ve
yanında dere, taşlı yatağ ında dö nü p yuvarlanarak daha fazla gü rü ltü yle akmaya başladı.
Trisha toprağ ın diğ er yerlere oranla daha dü z olduğ u bir açıklığ a gelince geceyi geçirmek için
durmaya karar verdi. Hava gitgide kararıyordu; eğ er yokuşu inmeye kalkarsa, dü şebilirdi.
Ayrıca, burası fena da değildi; en azından gökyüzünü görebiliyordu.
“Bö cekler de pek azgın,” dedi, yü zü nü n çevresindeki sivrisinekleri kovalayıp boynundaki
birkaç taneye de vurarak.
Çamur almak için nehre gitti, ama –fena şiştin, kızım– alacak çamur yoktu. Bir sü rü kaya
parçası var, ama çamur yok. Trisha, tatarcıklar gö zlerinin ö nü nde karmaşık uçuş desenleri
çizerken topuklarının ü stü ne oturdu, dü şü ndü ve başıyla onayladı. Ellerinin yanlarıyla yerde
kü çü k bir daireyi iğ nelerden temizledi, yumuşak toprakta kü çü k bir çukur yaptı, sonra içine
dereden su doldurmak için su şişesini kullandı. Yaptığ ı işten bü yü k zevk alarak parmaklarıyla
çamur yaptı. (Bü yü kanne Andersen’i ve cumartesi sabahları Bü yü kanne Andersen’in
mutfağ ında, tezgâ h çok yü ksek olduğ undan hamuru yoğ urmak için bir taburenin ü stü ne çıkıp
ekmek yaptığ ı zamanları dü şü ndü )... Iyi çamurdan bolca elde edince bü tü n yü zü ne sü rdü , işini
bitirdiğinde hava neredeyse kararmıştı.
Trisha, kollarına hâ lâ çamur sü rü yordu. Ayağ a kalktı, Çevresine bakındı. Bu gece altında
uyumasına yarayacak devrilmiş bir ağ aç yoktu, ama nehrin bu yanından beş-altı metre kadar
uzakta ö lü çam dallarından bir demet gö rdü . Bunları nehrin yanındaki kö knar ağ acının yanına
gö tü rdü ve baş aşağ ı yelpazeler gibi dayayıp içine sü rü nerek girebileceğ i kü çü k bir yer
hazırladı kendine, kü çü cü k bir çadır gibi. Eğ er dalları devirecek bir rü zgâ r çıkmazsa, oldukça
rahat olacağını düşündü.
Son ikisini taşırken midesine kramp girdi ve bağ ırsaklarında gaz hissetti, Trisha durdu,
iki elinde birer dal tutarak bundan sonra olacakları bekledi. Kramp bitti ve içinde ta dipteki
garip halsizlik duygusu geçti, ama hâ lâ tam rahat değ ildi. Pır pır ediyordu içi. Kelebekler gibi
derdi Bü yü kanne Andersen, ancak bunu sinirlilik anı için kullanırdı ve Trisha kendini sinirli
hissetmiyordu tam olarak. Nasıl hissettiğini bilmiyordu.
Sudandır, dedi soğ uk ses. Suyun içindeki bir şeyden. Zehirlendin şekerim. Herhalde yarın
sabaha ölmüş olursun.
“Olü rsem ö lü rü m,” dedi Trisha ve uydurma barınağ ına son olarak iki tane daha dal ekledi.
“O kadar susamıştım ki. İçmek zorundaydım.”
Buna yanıt gelmedi. Belki de soğ uk ses bile, hain olmasına rağ men bu kadarını anlamıştı –
içmek zorundaydı, zorundaydı.
Çantasını çıkarıp açtı ve Walkman’ini saygıyla eline aldı. Kulaklıkları yerlerine taktı ve
radyoyu açtı. WCAS hâ lâ dinlenecek kadar gü çlü geliyordu, ama sinyal dü n geceki gibi değ ildi.
Bu Trisha’ya sanki uzun bir araba yolculuğ unda bir radyo istasyonunun yayın alanından
uzaklaşıyormuş gibi geldi. Garip bir duyguya kapıldı, doğ ru, çok garipti gerçekten. Ta
midesinde bu garipliği hissetti.
“Pekâ lâ ,” dedi Joe Castiglione. Sesi sanki çok uzaktan geliyormuş gibi inceydi. “Mo giriyor
ve dördüncü devrenin sonu için hazırız.”
Birden midesindeki kelebekler boğ azında da dolaşmaya başladı ve o hıçkırıklar –urk-urk-
urk– geri geldi. Trisha yuvarlanarak barınağ ından dışarı çıktı, dizlerinin ü stü ne oturdu ve sol
eliyle ağacı tutup sağıyla midesini avuçlayarak iki ağacın arasındaki gölgeye kustu.
Mo ü ç atışta da açığ a atarken Trisha sindiremediğ i sallabaşları tü kü rerek –ekşi, asitli–
olduğu yerde kaldı. Sıra Troy O’Leary’deydi.
“Evet, Red Sox’un işi gö rü ldü ,” diye yorum yaptı Troop. “Dö rdü ncü devrenin sonunda
yediye birler ve Andy Petite bir mücevher yuvarlıyor.”
“Of şekermeme,” dedi Trisha ve yeniden kustu. Çıkanı gö remiyordu, çok karanlıktı çü nkü
ve bundan dolayı mutluydu aslında, ama cıvık cıvıktı, kusmuktan çok çorbaya benziyordu. Bu
iki sö zcü ğ ü n yan yana gelmesi, çorba ve kusma, aniden midesini dü ğ ü mledi yeniden.
Dizlerinin ü stü nde, kustuğ u ağ açlardan uzaklaştı ve sonra bağ ırsakları yeniden gaz yaptı, bu
kez çok daha fenaydı.
“ Ohh ŞEKERMEME!” diye inledi Trisha pantolonunun belindeki kopçayı yırtarcasına
çekerek.
Başaramayacağ ından emindi, kesinlikle ö yleydi, ama sonunda pantolonunu ve iç
çamaşırını indirebildi. Içindeki her şey sıcak yakıcı bir şekilde fışkırdı. Trisha bağ ırdı ve solan
ışıkta bir kuş yanıt verdi buna, sanki alay eder gibi. Sonunda bitip de ayağ a kalkmaya
çalışınca, bir baygınlık dalgası vurdu ona. Dengesini kaybetti ve yeniden kendi sıcak pisliğ inin
içine devrildi.
“Kayboldum ve kendi bokumun içinde oturuyorum,” dedi Trisha. Yeniden ağ lamaya,
sonra bunu komik bulunca da gü lmeye başladı. Kayboldum ve kendi bokumun içinde
oturuyorum gerçekten, diye dü şü ndü . Bir yandan gü lü yor bir yandan ağ lıyordu. Pantolonu ve
iç çamaşırı bileklerine dü şmü ş (pantolonu her iki dizinden yırtılmış ve çamurdan kaskatı
olmuştu, ama en azından onları boka batmaktan kurtarmıştı, hiç değilse şimdilik).
Gü çlü kle ayağ a kalktı. Pantolonunu çıkardı ve belinden aşağ ısı çıplak bir şekilde
Walkman’ini bir elinde tutarak nehre doğ ru yü rü dü . Dengesini kaybedip kendi pisliğ inin içine
devrildiğ i sırada Troy O’Leary bir tek oynamıştı; şimdi çıplak ayağ ıyla buz gibi soğ uk suyun
içine adım attığında, Jim Leyritz’ın atışı bir çift oyun yapmıştı.
Eğ ilerek poposunu ve baldırlarının arkasını suyla yıkadı. “Sudandı, Tom, lanet olası
sudan, ama ne yapabilirdim ki? Yalnızca bakacak mıydım?”
Dereden çıktığ ında ayakları bü tü nü yle donmuştu; poposu da oldukça donmuştu, ama
temizdi artık. Kü lotunu ve pantolonunu giydi ki midesine yeniden kramp girdi. Trisha
ağ açlara doğ ru iki bü yü k adım attı, aynı ağ aca yeniden tutundu ve yeniden kustu. Bu kez
içinde katı hiçbir şey yok gibiydi; sanki iki incan sıcak su fışkırtıyor gibiydi. One eğ ildi ve
alnını çamın yapışkan kabuğ una yasladı. Bir an ağ acın ü zerinde, insanların gol kenarında ve
deniz kenarındaki kamplarda kapılarının ü stü ne astıkları tü rden bir levha gö rü r gibi oldu;
TRISHA’NIN KUSMA YERİ. Güldü yine, sürekli “1-800-54-GİANT” diyen bir ses duyuluyordu.
Şimdi bağırsakları yeniden sıkıştırıyor ve burkuluyordu.
“Hayır,” dedi Trisha, alnı hâ lâ ağ aca dayalı ve gö zleri kapalıydı. “Hayır, lü tfen, bir daha
olmasın. Yardım et bana. Tanrım. Lütfen bir daha olmasın.”
Boşuna tüketme nefesini, dedi soğuk ses. Alt-duyuma dua etmenin yararı yok.
Kramp gevşedi. Trisha ayakta duramıyordu, iyice gü çsü zleşmiş bacaklarının ü stü nde
yavaşça barınağ ına doğ ru yü rü dü . Kusmaktan dolayı sırtı ağ rıyordu; mide kasları garip bir
şekilde bükülmüş gibiydi. Ve derisi sıcaktı. Belki de ateşi vardı.
Derek Lowe, Red Sox için top atmaya geldi. Jorge Posada onu bir ü çlü yle sahanın sağ
köşesinde karşıladı.
Trisha dalların hiçbirine kolu veya kalçasıyla dokunmamaya dikkat ederek, barınağ ının
içine emekledi. Bir dokunsa herhalde hepsi devrilirdi. Eğ er yeniden sıkışırsa (bu Annesinin
lafıydı; Pepsi buna “Hershey fışkırtmaları” veya “bahçe tuvaleti polkası yapmak” derdi),
hepsini devirirdi nasıl olsa. Ama şu anda barınağının içindeydi.
Chuck Knoblauch, Troop’un “çok yü ksek uçan bir top” dediğ inden attı bir tane. Darren
Bragg yakaladı onu, ama Posada sayı yaptı. Yankeeler sekize bir ö ndeydi. Tam bir kazanma
furyasındaydı bu gece, hiç kuşkusuz. Tam bir kazanma furyası.
“On camın kırıldığ ında kimi ararsın?” Çam iğ nelerinin ü stü nde yatarken alçak sesle
mırıldandı. “1-800-54-GI…”
Ani bir titreme yakaladı onu; sıcak ve ateşli olması gerekirken tepeden tırnağ a ü şü yordu.
O kadar dikkatle yerleştirdiğ i dalların ü stü ne yuvarlanmamasını ü mit ederek, çamurlu
kollarını çamurlu elleriyle tuttu.
“Su,” diye inledi, “Su, lanet olası su, bir daha olmayacak.”
Ama bö yle olmadığ ını biliyordu, soğ uk sesin kendisine bir şey sö ylemesine gerek yoktu.
Susamıştı bile, yediklerini çıkarması ve sallabaşların ağ zında kalan tadı onun susuzluğ unu
daha da fazlalaştırmıştı ve nehri çok yakında yeniden ziyaret edecekti.
Red Sox’u dinleyerek uzandı. Sekizinci devrede, dö rt koşu alıp, Petite’i kovalayarak
uyandılar. Yankeeler dokuzuncu devrenin başında Dennis Eckersley’e karşı vuruş yaparlarken
(Joe ve Troop ona Eck derlerdi), Trisha pes etti, nehrin keyi li sesini dinlemeye
dayanamayacaktı daha fazla. Barınağ ından dikkatle geri geri çıktı, nehre gitti, yeniden içti.
Zehirli gibi değ ildi, Tanrıların nektarı gibi soğ uk ve lezzetliydi. Bir sıcaklayıp bir ü şü yerek,
terleyerek ve titreyerek, yeniden barınağ a girdi sü rü nerek ve herhalde sabaha ö lmü ş olurum,
diye düşündü. Ölmüş veya ölmüş olmayı dileyecek kadar hasta olurum.
Şimdi sekize karşı beş mağ lup olan Red Sox, dokuzuncu devrenin sonunda biri dışında
kö şeleri doldurdular. Nomar Garciaparra orta sahaya doğ ru derin bir atış yaptı. Eğ er dışarı
gitseydi, Sox’lar, oyunu sekize karşı dokuzla alırdı. Ama Bernie Williams yedek oyuncuların
oturduğ u yerin duvarının yanında sıçrayıp topu yakaladığ ı için Garciaparra’nın oyununu
bozdu. Bir koşu kazandılar, hepsi o kadar. O’Leary ö ne çıktı ve Mariano Rivera’nın karşısında
sıradan bir geceyi sona erdiren ve oyunu bitiren bir atış yaptı. Trisha pilleri bitmesin diye
Walkman’ini kapattı. Kollarını başının altına koydu, çaresizlikle ağ lamaya başladı. Midesi
bulanıyordu ve bağ ırsakları bozulmuştu; Sox yenilmişti; Tom Gordon bu aptal oyuna hiç
girmemişti. Hayat köpek pisliği gibiydi. Uykuya daldığında hâlâ ağlıyordu.
Trisha artık ne olduğ unu bilmesine rağ men ikinci kez dereden su içtiğ i sırada Castle
Rock’taki Maine eyalet polisine bir telefon geldi. Arayan, santrala ve gelen bü tü n telefonları
kaydeden telesekretere mesajını bıraktı.
Konuşma 21:46’da başlar.
Arayan: Aradığ ınız kız yoldan Francis Raymond Mazzerole tarafından kaçırıldı,
mikroskoptaki M gibi. Otuz altı yaşında, gözlüklü, sarıya boyanmış kısa saçlıdır. Tamam mı?
Santral: Beyefendi, size bir şey sorabilir miyim?
Arayan: Kapa çeneni, kapa çeneni de dinle. Mazzerole mavi bir Ford kullanıyor, sanırım
Econoline dediklerinden. Şu anda en azından Connecticut’tadır. Berbat bir adamdır. Siciline
bakın gö rü rsü nü z. Kız karşı koymazsa birkaç gü n ırzına geçer onun. Birkaç gü nü nü z olabilir,
ama sonra öldürecektir onu. Bunu daha önce de yaptı.
Santral: Beyefendi, bir plaka numarası var mı?
Arayan: Ben size adını ve ne kullandığ ını sö yledim. Bü tü n gerekli bilgileri verdim size.
Bunu daha önce de yaptı.
Santral: Efendim
Arayan: Umarım öldürürsünüz onu.
Konuşma 21.48’de sonra erdi.
Arama konuşmanın Old Orchard Plajı’nın yakınındaki bir umumi telefondan yapıldığ ını
gösterdi.
Ertesi sabah iki sularında, Massachusetts, Connecticut, New York ve New Jersey polisinin
kısa sarı saçlı, gö zlü klü bir adamın kullandığ ı mavi Ford’u aramaya başlamasından ü ç saat
sonra Trisha mide bulantısı ve kramplarla uyandı. Arka arkaya çıkarken barınağ ını yıktı,
pantolon ve kü lotunu zorla çıkardı ve çok bol miktarda zayıf bir asidi andıran bir şey çıkardı.
Poposunu acıttı bu, şimdiye kadar gö rdü ğ ü en feci isilik gibi batan bir kaşıntıyla acı verdi. Bu
bitince Trisha kusma yerine sü rü nerek gitti yeniden ve aynı ağ aca tutundu. Derisi yanıyordu,
saçları terden yapış yapış olmuştu; ayrıca tepeden tırnağa titriyor ve dişleri çatırdıyordu.
Daha fazla kusamam. Lütfen Tanrım, daha fazla kusamam. Eğer kusmayı sürdürürsem
öldürecek beni.
Işte Tom Gordon’u ilk kez gerçekten şimdi gö rdü . Ormanda yirmi metre ö tede duruyor,
beyaz ü niforması ağ açların arasından geçen ay ışığ ında adeta yanıyordu. Elinde eldiveni
vardı. Sağ eli arkasındaydı ve Trisha onun içinde bir beysbol topu olduğ unu biliyordu. Topu
avucunda dikişlerin dö nü şü nü hissederek tutuyor ve uzun parmaklarıyla yuvarlıyordu, ancak
tam istediği yerde durduğunu ve tutuşunun doğru olduğunu anlayınca duruyordu.
“Tom,” diye fısıldadı. “Hiç fırsatın olmadı bu gece, değil mi?”
Tom hiç aldırmadı, işareti bekliyordu. O dinginlik omuzlarından fışkırıyor, sarıp
sarmalıyordu onu. Orada ay ışığ ında, kızın kollarındaki kesikler kadar gerçek, boğ azındaki ve
karnındaki bulantı ve bü tü n o kelebekler kadar gerçek duruyordu. Hâ lâ işareti bekliyordu.
Kusursuz dinginlik değ ildi bu, arkasındaki eli en iyi tutuşu ayarlamaya çalışarak topu
döndürüyordu, ama görebileceğin bütün dinginlik; evet, tatlım, işareti bekleyen dinginlikti.
Trisha vü cudundaki titremeleri bir ö rdeğ in sırtından sü zü len su gibi kendi ü stü nden
sıyırmayı ve sakin olup içindeki kaynamayı saklamayı başarıp başaramayacağ ını merak etti.
Ağ aca tutundu ve denedi. Hemen beceremedi (iyi şeyler hiç olmaz, derdi babası), ama oldu;
içinde sessizlik, kutsal dinginlik. Uzun bir sü re kaldı orada. Yalnızca dinginlikti bulduğ u, doğ ru
işareti ve topu en uygun tutma şeklini bekleyen dinginlik. Sü kû net omuzlardan geliyordu,
oradan çıkıyor, seni sakinleştiriyor ve yoğ unlaştırıyordu. Titremeler azaldı ve sonra tamamen
yok oldu. Bir noktada midesinin de rahatladığ ını fark etti. Bağ ırsaklarında hâ lâ burkulmalar
vardı, ama o kadar kö tü değ ildi artık. Ay batıyordu. Tom Gordon gitmişti. Tabii aslında hiç
orada olmamıştı, bunu biliyordu, ama...
“Bu kez cidden gerçek gibiydi,” dedi hırıltılı bir sesle. “Gerçek kadar gerçek. Wowww!”
Ayağ a kalktı ve yavaşça barınağ ının olduğ u ağ aca yü rü dü . Çam iğ nelerinin ü stü ne sokulup
uyumaktan başka bir şey istemiyordu ama yelpaze gibi dalları yeniden yerlerine yerleştirmek
zorundaydı ve sü rü nerek dalların altlarına girdi. Beş dakika sonra dü nyayla ilişkisi kesilmişti.
Uyurken bir şey geldi ve izledi onu. Uzun bir sü re izledi. Doğ uda ufukta ışık çizgisi belirinceye
kadar gitmedi oradan ve çok da uzaklaşmadı.
Altıncı Devre
risha uyandığ ında, kuşlar aralıksız ö tü yorlardı. Işık, gü nü n ortasında olduğ u gibi, gü çlü
T ve parlaktı. Daha fazla uyuyabilirdi, ama açlık buna izin vermiyordu. Boğ azından
dizlerine kadar açlığ ın yarattığ ı boşluğ u hissedebiliyordu. Ve bunların tam ortası da
acıyordu, gerçekten acıyordu. Sanki içinde bir yer çimdikleniyordu. Bu duygu korkuttu onu.
Daha önce de aç kalmıştı, ama hiç böyle canı yanacak kadar değil.
Arka arkaya barınağ ından dışarı çıktı ve yeniden devirdi onu. Elleri arkasında
topallayarak nehre gitti. Herhalde, Pepsi Robichaud’un yü rü teç kullanmasını gerektirecek
kadar kö tü romatizması olan sağ ır ninesine benziyordu. Şikâ yetçi Bü yü kanne, derdi Pepsi
ona.
Trisha dizlerinin ü stü ne çö ktü , ellerini yere koydu ve yalaktan içen bir at gibi su içti. Eğ er
su onu hasta edecekse, ve herhalde edecekti de, etsindi. Ayağ a kalktı, bitkin bir halde
çevresine baktı, pantolonunu çekti (uzun zaman ö nce Sanford’daki yatak odasında giydiğ i
zaman ü zerine oturuyordu, şimdi bollaşmıştı), sonra dere yatağ ı boyunca yokuş aşağ ı
yü rü meye başladı. Artık bunun kendisini ormandan çıkaracağ ından umudunu kesmişti, ama
en azından kendisi ile Trisha’nın Kusma Yeri arasına biraz mesafe koyabilirdi; bu kadarını
yapabilirdi.
Belki yü z adım kadar gitmişti ki o sert sokak kızı konuştu. Bir şey unutmadın mı, şekerim?
Bugü n o sert sokak kızı aynı zamanda yorulmakta olan bir sokak kızı gibiydi, ama sesi her
zamanki gibi soğ uk ve alaycıydı. Doğ ru sö ylediğ i de cabası. Trisha, başı eğ ik ve saçları ö nü ne
dü şmü ş bir şekilde, olduğ u yerde bir sü re durdu, sonra arkasını dö ndü ve yokuş yukarı, bir
gece ö nceki kamp yerine doğ ru zorlukla yü rü dü . Giderken iki kez durup hızla çarpan kalbine
sakinleşmesi için fırsat verdi; ne kadar az gücü kaldığını görmek ürküttü onu.
Su şişesini doldurdu, şişeyi ve yırtık pırtık pançosundan geri kalanları çantasına tıktı,
çantayı kaldırınca ağ ırlığ ından dolayı içini çekti (Tanrı aşkına, lanet olası çanta neredeyse
boştu) ve sonra yeniden yola koyuldu.
Yavaş, neredeyse hantalca yü rü dü ve yokuş aşağ ı yü rü mesine rağ men her on beş
dakikada bir durup dinlenmek zorunda kaldı. Başı zonkluyordu. Dü nyanın bü tü n renkleri fazla
parlaktı ve tepedeki bir dalda bir alakarga ö ttü ğ ü nde, sesi kulaklarına iğ ne gibi battı. Tom
Gordon’un yanında olduğ unu farz etti, kendisine arkadaşlık ediyordu ve bir sü re sonra hayal
etmesine gerek kalmadı. Yanında yü rü meye başladı ve onun bir hayal olduğ unu bilmesine
rağmen ay ışığında olduğu gibi gün ışığında da gerçek gibiydi.
Oğ le sularında, Trisha’nın ayağ ı bir taşa takıldı ve bö ğ ü rtlenli bir çalı demetinin içine
boylu boyunca dü ştü . Kalbi gö zlerinin ö nü nde beyaz ışıklar yapacak kadar hızlı atarak nefesi
kesilmiş bir şekilde yattı kaldı orada. Kendisini temiz toprağ a çekmeyi ilk denediğ inde bunu
başaramadı. Bekledi, dinlendi, gö zleri yarı kapalı bir şekilde sakin kalmaya çalıştı ve yeniden
denedi. Bu defa kurtardı kendisini, ama ayağ a kalkmaya çalışınca, bacakları taşımadı onu. Son
kırk sekiz saattir bir katı yumurta, bir ton balıklı sandviç, iki Twinkie ve birkaç sallabaştan
başka bir şey yememişti. Ayrıca ishal olmuş ve kusmuştu da.
“Öleceğim, Tom, değil mi?” diye sordu. Sesi sakin ve netti.
Yanıt yoktu. Trisha başını kaldırdı ve çevresine baktı. 36 Numara gitmişti. Trisha
kendisini nehre kadar sü rü kledi ve biraz daha su içti. Su artık midesini ve bağ ırsaklarını
rahatsız etmiyordu. Bunun artık alışmaya başladığ ı mı, yoksa yalnızca gö vdesinin artık
kendisini kö tü şeylerden, pisliklerden arındırmaya çalışmaktan vazgeçtiğ i demek mi
olduğunu bilmiyordu.
Trisha kalkıp oturdu, ağ zından damlayan suları sildi ve dere boyunca kuzeybatıya doğ ru
baktı, ilerideki arazi dü zelir gibiydi ve bir sü rü çalılığ ın bü tü n geçitleri tıkadığ ı dalların sıkışık
dolaşık olduğ u yaşlı orman bir kez daha değ işiyor, çamlar daha kü çü k daha genç ağ açlara
bırakıyordu yerlerini. Bu yö nde daha ne kadar devam edebileceğ ini bilmiyordu. Ve eğ er
derenin içinde yü rü meye çalışırsa, akıntı onu devirip batırırdı. Ne helikopter vardı ne
köpekler, istese bu sesleri duyabileceği fikri geldi, Tom Gordon’u gördüğü gibi, onun için böyle
dü şü nmemek daha iyiydi. Eğ er aniden sesler duyarsa, gerçek olabilirdi bunlar. Trisha hiçbir
sesin kendisini şaşırtacağını düşünmüyordu.
“Ormanda öleceğim.” Bir soru değildi bu kez.
Yü zü bir keder ifadesiyle buruştu, ama gö zyaşları yoktu. Ellerini kaldırdı ve baktı onlara.
Titriyorlardı. Sonunda ayağ a kalktı ve yeniden yü rü meye başladı. Dü şmemek için ağ aç
gö vdelerine ve dallara tutunarak yokuş aşağ ı giderken, savcının o isinde iki dedektif, annesini
ve kardeşini sorguya çekiyordu.
O ö ğ leden sonra eyalet polisiyle çalışan bir psikiyatr onları hipnotize etmeye çalışacak ve
Pete’de başarılı olacaktı. Sorularının odak noktası cumartesi sabahı park yerine arabayı çekip
yü rü meye hazırlanmalarıydı. Mavi bir Ford gö rmü şler miydi? Sarı saçlı ve gö zlü klü bir adam
görmüşler miydi?
“Tanrım,” dedi Quilla, sonunda o ana kadar tuttuğ u gö zyaşlarına yenilerek. “Tanrım,
bebeğ imin kaçırıldığ ını dü şü nü yorsunuz, değ il mi? Biz tartışırken arkamızdan kaçırıldı.”
Bunun üzerine Pete ağlamaya başladı.
TR-90, TR-100 ve TR-110, Trisha’yı arama çalışmaları sü rü yordu, ama çerçevesi
daraltılmıştı, ormandaki kadın ve erkeklere dikkatlerini kızın son gö rü ldü ğ ü yerde
toplamaları sö ylenmişti. Arayıcılar kızın kendisinden çok izlerini arıyorlardı: çantası,
pançosu, giysilerinden bir kısmı. Kü lotunu değ il ama; savcının o isinde adamlar ve eyalet
polis dedekti leri onu kimsenin bulamayacağ ından oldukça emindiler. Mazzerole gibi heri ler,
genellikle kurbanlarının iç çamaşırlarını, cesetler çukurlara atıldıktan veya kanalizasyona
tıkıldıktan çok sonra da saklarlardı.
Hayatında Francis Raymond Mazzerole’u hiç gö rmemiş olan Trisha McFarland, şimdi
yeni, daha sıkı arama alanının otuz mil kuzey batısındaydı. Maine Eyalet Kılavuzları ve Orman
Hizmetleri Av Bekçileri buna inanmayacaklardı belki, ama doğ ruydu. Kız artık Maine’de
değildi; o pazartesi saat üç sularında New Hampshire’a geçmişti.
Trisha, dereden çok uzak olmayan bir yerde kayın ağ açlarının yanındaki çalıları
gö rdü ğ ü nde vakit epey ilerlemişti. Parlak kırmızı bö ğ ü rtlenleri gö rdü ğ ü nde gö zlerine
inanmaya cesaret edemeyerek onlara doğ ru yü rü dü , çok isterse onları gö rü p duyabileceğ ini
kendine sö ylememiş miydi? Doğ ru, ama aynı zamanda, eğ er şaşırırsa, gö rü p duyduğ u şeylerin
gerçek olabileceğ ini de sö ylemişti. Dö rt adım daha atmak çalıların gerçek olduğ una inandırdı
onu. Çalılar ve üzerleri küçük elmalar gibi lezzetli böğürtlenlerle dolu.
“Yaşasın bö ğ ü rtlenler!” diye bağ ırdı çatlak, boğ uk bir sesle ve son kuşkuları, biraz ileride
çalıların ü stü ne dü şmü ş bir meyveyle ziyafet çeken iki karganın kanatlanması ve ö keli
gaklamalarıyla yok oldu.
Trisha yü rü meye niyetliydi, ama koştuğ unu fark etti. Çalılara yaklaştığ ında yanakları ince
renk çizgileriyle kızarmış bir şekilde durdu topuklarının ü stü nde, nefes nefese kalmıştı. Kirli
ellerini uzattı, sonra, onlara dokunmaya kalkarsa, parmaklarının içlerinden geçeceklerini
dü şü nerek geri çekti. Çalılar bir ilmde olduğ u gibi (Pete’in pek sevdiğ i ilmlerden biri)
parıldayacak ve sonra gerçekte ne olduklarını göstereceklerdi.
“Hayır,” dedi ve elini uzattı. Bir an emin değ ildi, ama sonra... ve sonra... Parmaklarının
arasındaki bö ğ ü rtlenler kü çü k ve yumuşaktılar, ilk kopardığ ını ezdi; derisine, kırmızı salgı
damlacıkları fışkırttı ve bir keresinde tıraş olurken yü zü nü kesen babasını izlediğ i geldi
aklına.
Ustü nde damlacıklar (biraz da bö ğ ü rtlen kabuğ u) olan parmağ ını kaldırıp ağ zına gö tü rdü
ve dudaklarının arasına koydu. Tadı buruk-tatlıydı, Teaberry çikletini değ il, buzdolabında
soğ uk duran bir şişeden dö kü len yaban mersini suyunu hatırlattı. Bu tat ağ lattı onu, ama
yanaklarından sü zü len yaşların farkında değ ildi. Daha fazla meyve almak için elini uzattı,
onları yapraklarından yapışkan kanlı gruplar halinde sıyırıyor, ağ zına dolduruyor,
çiğnemeden yutuyor ve yenileri için uzanıyordu.
Gö vdesi kendini meyvelere açtı; o tatlı tadın key ini çıkardı. Key in oluşumunu hissetti,
bununla kendinden geçti, Pepsi’nin deyişiyle. Dü şü nen benliğ i çok uzaklarda gibiydi, olan
biteni izliyordu. Ellerini çevresine dolayıp hepsini birden kopararak harmanladı. Parmakları
kızardı; avuçları da ve çok kısa sü rede, ağ zı da. Çalıların daha derinlerine daldıkça, berbat bir
yaralanma furyasına dalmış ve en yakın acilde çabuk dikiş atılması gereken bir kızı andırmaya
başlamıştı.
Meyvelerle birlikte bazı yaprakları da yedi ve annesi haklıydı onlar hakkında, bir
ağ açkakan olmasan bile onlar gü zeldi. Keskin bir tattı. Birbirine karışan bu iki tat ona
Bü yü kanne McFarland’ın kızarmış tavukla birlikte ikram ettiğ i jö leyi hatırlattı. Bö yle yiyerek
yoluna devam edebilirdi, ama meyve alanı birden sona erdi. Trisha son çalı demetinden çıktı
ve karşısında oldukça bü yü k bir karacanın ü rkmü ş yü zü nü ve koyu kahverengi gö zlerini
gö rdü , iki avuç meyveyi yere dü şü rdü ve manyakça ruj sü rü lmü ş gibi gö rü nen dudaklarının
arasından bir çığ lık attı. Bir karaca, Trisha bö ğ ü rtlenlerini çatırtıyla çiğ neyip geçerken
rahatsız olmamış; Trisha’nın çığ lığ ıyla rahatsız olmuş gibiydi sanki. Trisha daha sonra bu
karacanın gelecek av mevsimini atlatabilmesi için şanslı olması gerektiğ ini dü şü ndü . Karaca
yalnızca kulaklarını oynattı ve gö lgeli yeşil-altın renkli ışınların kesiştiğ i bir açıklığ a
sıçrayarak iki adım attı –bunlar daha çok zıplama gibiydi. Arkasında, ü rkerek onu izleyen, ince
bacaklı iki yavru daha vardı. Karaca omzunun ü stü nden Trisha’ya bir daha baktı, sonra o
sıçrayan adımlarla yavrularının yanına gitti. Kunduzları gö rdü ğ ü nde olduğ u gibi şaşkın ve
keyi li bakışlarla onu izlerken Trisha, karacanın ayaklarında o Flubber’dan (Bir ilmde icat
edilen zıplatan bir madde) bir kat sürülmüş yaratık gibi hareket ettiğini düşündü.
Uç karaca kayın ağ açlarının açıklığ ında sanki aile fotoğ rafı için poz verir gibi durdular.
Sonra karaca yavrulardan birini iteledi (belki de bö ğ rü nü ısırdı) ve ü çü birden yola
koyuldular. Trisha onların kuyruklarının yokuş aşağ ı salınışını gö rdü ve sonra açıklık ona
kaldı.
“Güle güle!” diye bağırdı. “Teşekkürler geldiğiniz için.”
Karacaların burada ne yaptığ ını anlayarak durdu. Ormanın tabanı kayın fıstığ ı
kabuklarıyla kaplıydı. Bu fıstıkları annesinden değ il de okulda fen dersinden ö ğ renmişti. On
beş dakika ö nce açlıktan ö lü yordu; şimdi ise Şü kran Gü nü yemeğ inin ortasındaydı...
vejetaryen versiyonu, evet, n’olacak yani? Trisha diz çö ktü , fıstıklardan birini aldı ve
tırnaklarını kabuğ un çizgisine soktu. Fazla bir şey beklemiyordu, ama şam fıstığ ı kadar kolay
açıldı. Kabuk bir parmağ ın bir boğ umu kadardı, içi ise bir ayçiçeğ i çekirdeğ inden biraz daha
bü yü ktü . Tadına baktı biraz, gü zeldi. Bö ğ ü rtlenler kadar iyiydi, ama vü cudu bunu değ işik
biçimde istiyordu.
Bö ğ ü rtlenler açlığ ını bü yü k ö lçü de kesmişti; kaç tanesini tıkındığ ı hakkında hiçbir ikri
yoktu (yapraklar da cabası; dişleri herhalde Pepsi’nin sokağ ında oturan o acayip çocuk Arthur
Rhodes’unkiler gibi yeşildiler). Ayrıca midesi de bü zü lmü ştü herhalde. Şimdi yapması
gereken... “Depolamak,” diye mırıldandı. “Evet, canım, bolca depola.” Enerjisine yeniden nasıl
kavuştuğ unu anlayarak çantasını sırtından indirdi –şaşırmanın ö tesindeydi bu, gerçekte biraz
ü rkü tü cü ydü – ve kapağ ını açtı. Kirli ellerle fıstıkları toplayarak açıklık boyunca emekledi.
Saçları gö zlerinin ö nü ne sarkmıştı, kirli gö mleğ i sallanıyordu ve arada bir, bin yıl ö nce
giydiğ inde ü stü ne oturan, ama artık yukarıda durmak istemeyen pantolonunu çekiştiriyordu.
Fıstıkları toplarken otomobil camı şarkısını mırıldanıyordu 1-800-54-GIANT. Çantanın dibine
koyacak kadar fıstığ ı olduğ unda, yavaşça bö ğ ü rtlenlerin olduğ u yola dö ndü , topladığ ı (ağ zına
doldurmadığı) böğürtlenleri çantasındaki fıstıkların üzerine atıyordu.
Daha ö nce durduğ u yere gelip, uzanıp gö rdü ğ ü şeye dokunmak için cesaretini toplamaya
çalışırken neredeyse normal gibiydi. Bü tü nü yle değ il, ama oldukça iyi. Aklına gelen sö zcü k
sağ lam sö zcü ğ ü ydü ve o kadar hoşuna gitti ki yü ksek sesle sö yledi, bir kez değ il iki kez.
Çantasını yanında sü rü kleyerek nehre gitti ve bir ağ acın altına oturdu. Suyun içinde, akıntının
yö nü nde mutlu bir haberci gibi hızla giden ü stü benekli bir balık gö rdü ; bir yavru alabalıktı
belki de.
Trisha, yü zü nü gü neşe çevirip gö zlerini kapatarak olduğ u yerde oturdu. Sonra çantasını
kucağ ına çekti ve meyveleri ve fıstıkları birbirine karıştırarak elini çantasının içine soktu. Bu
hareketi ona para kasasında oynayan Cimri Amca McDuck’ı hatırlattı ve keyi le gü ldü . Gö rü ntü
saçma ve aynı zamanda kusursuzdu.
Bir dü zine kadar fıstığ ın kabuğ unu soydu, onları aynı sayıda meyveyle karıştırdı (bu kez
saplarını ayırmak için kırmızı boyalı parmaklarını bir hanımefendi gibi kullanmıştı) ve ü ç
defada ağ zına attı; yemek ü stü tatlısı. Tadı cennet meyvesi gibiydi –annesinin her zaman
yediğ i o kahvaltı gevrekleri gibi– ve son avuç dolusunu bitirdiğ inde yalnız doyduğ unu değ il,
tıka basa doyduğ unu da fark etti. Bu duygunun ne kadar sü receğ ini bilmiyordu –belki de fıstık
ve meyveler Çin yemeğ i gibiydiler, sizi şişirirler ama bir saat sonra yeniden açsınızdır– ama
şu an orta kısmı fazla doldurulmuş bir Noel çorabı gibiydi. Tok olmak harikaydı. Dokuz yıl
bunu bilmeden yaşamıştı ve hiç unutmayacağını ümit etti; tok olmak harikaydı.
Trisha yeniden ağ aca yaslandı ve çantasının içine mutluluk ve minnettarlıkla baktı. Eğ er
bu kadar tok olmasaydı (sıçrayamayacak kadar tok, diye dü şü ndü ), meyvelerin ve fıstıkların o
karışık ne is kokusunu burnuna çekmek için başını yem torbasına sokan bir at gibi çantasının
içine sokardı.
“Hayatımı kurtardınız, çocuklar,” dedi. “Kahrolası hayatımı kurtardınız.”
Hızla akan nehrin uzak kıyısında çam iğ nelerinden halıyla kaplanmış bir açıklık vardı.
Gü neş bu açıldığ ın ü stü ne dans eden çiçek tozlarıyla dolu parlak sarı ışık demetleri halinde
dü şü yordu usulca. Bu ışıkta kelebekler de uçuşup duruyorlardı. Trisha, gurultunun kesildiğ i
karnının ü stü nde kavuşturdu ellerini ve kelebekleri izledi. O an annesini, babasını, kardeşini
veya en yakın arkadaşını ö zlemiyordu. O anda, yü rü rken her yeri ağ rıyor, poposu batıyor ve
kaşınıyordu, ama eve gitmek bile istemiyordu. O anda huzurluydu, hatta huzurlu olmaktan da
ö teydi. Hayatının en bü yü k mutluluğ unu yaşıyordu. Eğ er buradan kurtulursam, onlara hiç
anlatamayacağ ım, diye dü şü ndü . Nehrin ö te yanındaki kelebekleri izlerken gö z kapakları
kapanıyordu. Kelebeklerden ikisi beyazdı, ü çü ncü sü koyu renkli kadife gibiydi, kahverengi
belki de siyahtı.
Ne anlatacaktın, tatlım? Sert sokak kızıydı, ama ilk defa soğ uk değ ildi sesi, yalnızca
meraklıydı.
Gerçekten olanı. Ne kadar basit. Yalnızca yemek... yemek, yalnız yemek ve sonra tok
olmak...
“Alt-duyum” dedi Trisha. Kelebekleri izledi, iki beyaz ve bir koyu renkli, her ü çü de ikindi
gü neşinde hızla hareket ediyorlardı. Sağ elini soldan ayırdı, dö ndü ve avucu yukarı gelerek
toprağ a vurdu. Onu yeniden yerine koymak çok zahmetli geldi Trisha’ya, sadece bu nedenle
olduğ u yerde bıraktı. Alt-duyum ne, tatlım? Ne olmuş ona? “Şey,” dedi Trisha, ha if, uykulu,
düşünceli bir sesle. “Hiçbir şey değil gibi değil... değil mi?”
Sert sokak kızı cevap vermedi. Trisha mutluydu. Kendisini o kadar uykulu, o kadar tok, o
kadar harika hissediyordu ki. Uyumadı, daha sonra uyumuş olmalıydı, ama ö yle gibi değ ildi
sanki. Babasının daha kü çü k, daha yeni evinin arkasındaki bahçeyi dü şü ndü ğ ü nü hatırladı,
çimenlerin nasıl kesilmesi gerektiğ ini ve bahçe cü celerinin nasıl sinsi gö rü ndü ğ ü nü –sanki
kimsenin bilmediğ i bir şey biliyorlarmış gibi– ve babasının, vü cudundan gelen o bira
kokusuyla kendisine nasıl yaşlı ve kederli gö rü ndü ğ ü nü dü şü ndü . Hayat çok hü zü nlü
olabiliyor gibi geldi ona ve çoğ unlukla da ö yleydi zaten, insanlar sanki bö yle değ ilmiş gibi
davranıyorlardı ve çocuklarını korkutmamak ve vazgeçirmemek için onlara yalan
sö ylü yorlardı (gö rdü ğ ü sinema veya televizyon programlarından hiçbiri onu, dengesini
kaybetmeye ve kendi pisliğ inin içine dü şmeye hazırlamamıştı, mesela), ama evet, hü zü nlü
olabiliyordu. Dü nyanın dişleri vardı ve canı isteyince ısırabilirdi seni. Bunu biliyordu artık.
Daha dokuz yaşındaydı, ama bunu biliyordu ve kabul edebileceğ ini dü şü ndü . Neredeyse on
yaşında olacaktı ve yaşına göre olgundu.
Neden sizlerin yaptığı hataları biz ödemek zorundayız bilemiyorum!
Bu Pete’in sö ylediğ ini duyduğ u son sö zdü ve şimdi yanıtı bildiğ ini dü şü ndü Trisha. Sert
bir yanıttı, ama galiba doğ ruydu; sırf bundan ö tü rü . Trisha artık birçok bakımdan Pete’den
yaşlı olduğunu düşündü.
Nehrin aşağ ı tarafına baktı ve bir başka nehrin, oturduğ u yerin on metre uzağ ında kendi
nehrine karıştığ ını gö rdü ; nehrin kıyısının ü zerinden kü çü k bir çağ layan olarak geliyordu.
Bulduğ u ikinci dere giderek bü yü yecek, bü yü yecekti, bu kendisini insanlara gö tü recekti. Bu
dere... Gö zlerini derenin ö teki yanındaki açıklığ a kaydırdı ve orada ü ç kişi ona bakarak
duruyorlardı. En azından ona baktıklarını tahmin etti; Trisha yü zlerini gö remiyordu.
Ayaklarını da. Eski gü nlerle ilgili ilmlerdeki rahipler gibi uzun cü ppeler giymişlerdi. (“Eski
gü nlerde şö valyeler keldi ve kadınlar popolarını gö sterirlerdi” diye şarkı sö ylerdi Pepsi
Robichaud bazen ip atlarken.) Cü ppelerin etekleri, açıklığ ın iğ nelerden halısında birikiyordu.
Yü zlerini gizleyen kukuletaları geçirmişlerdi başlarına. Trisha derenin ü stü nden baktı onlara,
biraz ü rkmü ştü ama gerçekten korkmamıştı o sırada. Cü ppelerden ikisi beyazdı. Ortadakinin
giydiği siyahtı.
“Kimsiniz siz?” diye sordu Trisha. Biraz daha dik oturmaya çalıştı ama beceremediğ ini
fark etti. Yemeklerle çok doluydu. Omrü nde ilk kez yemekle uyuşturulmuş gibi hissediyordu
kendini. “Bana yardım edebilir misiniz? Ben kayboldum. Ben kaybolalı...” Hatırlayamıyordu.
İki gün müydü yoksa üç mü? Uzun zaman oldu. “Lütfen bana yardım eder misiniz?”
Yanıt vermediler, yalnız orada ona bakarak durdular (baktıklarını farz etti en azından) ve
Trisha işte o zaman korkmaya başladı. Kollarını gö ğ ü slerinde kavuşturmuşlardı ve
cüppelerinin uzun yenleri üstlerine döküldüğü için elleri görünmüyordu.
“Kimsiniz? Bana kim olduğunuzu söyleyin!”
Soldaki ileri doğ ru çıktı ve elini başlığ ına uzattığ ında cü ppenin kolu açılarak uzun beyaz
parmakları gö zü ktü . Başlığ ı geri itti ve geriye çekik çeneli, akıllı bir yü z ortaya çıktı. Sanford
Ilkokulu’nda onlara New England’ın kuzeyinde yetişen bitkileri ve hayvanları ö ğ reten fen
ö ğ retmeni Bay Bork’a benziyordu. Oğ lanların çoğ u ve kızların bazıları (mesela Pepsi
Robichaud) ona Sersem Bork derdi. Derenin ü stü nden ve altın çerçeveli kü çü k gö zlü klerinin
arkasından ona baktı.
“Ben Tom Gordon’un Tanrısından geliyorum,” dedi. “Kurtarış yaptığında işaret ettiği.”
“Oyle mi?” dedi Trisha kibarca. Bu adama gü vendiğ inden emin değ ildi. Eğ er Tom
Gordon’un Tanrısı olduğ unu sö ylediyse, ona gü venmeyeceğ ini pekâ lâ biliyordu. Birçok şeye
inanabilirdi, ama Tanrının dö rdü ncü sınıf fen ö ğ retmenine benzeyeceğ ine değ il. “Bu... çok
ilginç.”
“Sana yardım edemez,” dedi Sersem Bork. “Bir sü rü şey oluyor bugü n. Japonya’da bir
deprem oldu mesela, kö tü bir tane. Kural olarak insanların işlerine karışmaz, yine de, itiraf
etmeliyim ki kendisi bir spor taraftarıdır. Ama Red Sox olması gerekmez.”
Geri gitti ve başlığ ını taktı. Bir an sonra sağ da duran ö teki beyaz cü ppeli ileri doğ ru çıktı.
Trisha da bunu bekliyordu zaten. Bu işler belirli bir sıra izlerdi, –ü ç dilek, fasulye sırığ ından
yukarı ü ç çıkış, ü ç kız kardeş, kö tü cü cenin adını bilmek için ü ç şans. Tabii ormandaki fıstıkları
yiyen ü ç karacayı da saymazsan. Rü ya mı gö rü yorum diye sordu kendine, sol elmacık
kemiğ inin ü stü ndeki eşek arısı ısırığ ına dokunmak için elini uzattı. Oradaydı ve biraz inmiş
olmasına rağmen dokununca acıyordu şişlik.
Rü ya değ ildi. Ama ikinci beyaz cü ppeli kukuletasını açtı ve babasına benzeyen bir adam
gö rdü –tam değ il, ama birinci beyaz cü ppenin Bay Bork’a benzediğ i kadar benziyordu Larry
McFarland’a– ö yle olması gerektiğ ini dü şü ndü . Eğ er ö yleyse, bu şimdiye kadar gö rdü ğ ü
rüyaların hiçbirine benzemiyordu.
“Sakın bana,” dedi Trisha, “Alt-duyumdan geldiğinizi söylemeyin, olur mu?”
“Aslında, Alt-duyum benim,” dedi babasına benzeyen adam ö zü r diler gibi, “Gö rü nmek
için senin tanıdığ ın birinin biçimine girmek zorundaydım, çü nkü ben gerçekte oldukça
güçsüzüm. Senin için bir şey yapamam, Trisha, özür dilerim.”
“Sarhoş musun sen?” dedi Trisha birden kızarak. “Oylesin, değ il mi? Buradan alıyorum
kokunu, öff!”
Alt-duyum utanarak gü ldü ha ifçe, bir şey sö ylemedi, geri çekilip başlığ ını taktı. Şimdi
siyah cüppeli kişi ileri doğru çıktı. Trisha aniden dehşete kapıldı.
“Hayır,” dedi. “Sen değ il.” Ayağ a kalkmaya çalıştı, ama hareket edemedi. “Hayır sen değ il,
git buradan, beni rahat bırak.”
Ama siyaha bü rü nmü ş kol, sarı-beyaz pençeleri açığ a çıkararak havaya kalktı. ağ açlarda
izleri olan pençeler, geyiğin başını koparıp sonra da gövdesini parçalayan pençeler.
“Hayır,” diye fısıldadı, Trisha. “Hayır, lütfen. Görmek istemiyorum.”
Kara cü ppe aldırmadı. Kukuletasını geriye itti. Orada bir yü z yoktu, yalnız eşek
arılarından oluşan şekilsiz bir baş vardı, itişip vızıldayarak birbirlerinin ü zerinden
geçiyorlardı. Onlar hareket ettikçe Trisha bir insan yü zü ndeki rahatsız edici çizgileri gö rdü ;
boş bir gö z, gü lü mseyen bir ağ ız. Sineklerin geyiğ in başında vızıldadıkları gibi vızıldıyordu;
sanki kara cüppeli yaratığın başında beyin yerine bir motor varmış gibi vızıldıyordu.
“Ben ormandaki şey’den geliyorum,” dedi kara cü ppe vızıldayan, insan dışı bir sesle.
Trisha’ya sanki radyoda size sigara içmemenizi sö yleyen ses gibi geldi, bir kanser
ameliyatında ses tellerini kaybeden ve bir halde konuşmak zorunda kalan adam gibi. “Ben
Kayıpların Tanrısı’ndan geliyorum. Seni izliyordu o. Seni bekliyordu. Senin mucizen o ve sen
de onun mucizesisin.”
“Git buradan!” diye bağırmaya çalıştı Trisha, ama aslında boğuk ve inleyen bir fısıltı çıktı.
“Dü nya senaryoların en kö tü sü ve korkarım bü tü n hissettiklerin gerçek,” dedi vızıldayan
eşek arısı sesi. Pençeleri bö ceklerden oluşan derisini yırtıp altındaki parlak kemiğ i gö stererek
başının kenarını tırmaladı.
“Dü nya acıdan oluşan bir kabukla ö rtü lü , kendi kendine ö ğ renmiş olduğ un bir gerçek bu.
Bu kabuğ un altında kemik ve paylaştığ ımız Tanrı’dan başka bir şey yok. Buna inanmak gerek,
aynı fikirde misin?”
Dehşet içinde, ağ layarak başını çevirdi Trisha ve yeniden dereye doğ ru çevirdi gö zlerini,
iğ renç eşek arısı rahibe bakmadığ ı zaman biraz kımıldayabildiğ ini fark etmişti. Ellerini
yanaklarına gö tü rdü , gö zyaşlarını sildi, sonra yeniden baktı. “Sana inanmıyorum!
inanmıyorum”
Eşek arısı rahibi gitmişti. Hepsi gitmişlerdi. Yalnız derenin ü stü nde dans eden kelebekler
vardı, ü ç tanenin yerine sekiz veya dokuz taneydiler, yalnız siyah ve beyaz değ il
rengâ renktiler. Ve ışık da değ işikti; altın-turuncu bir ton almaya başlamıştı. En az iki, belki de
ü ç saat geçmişti. Demek uyumuştu. “Hepsi bir rü yaydı.” Masallarda dedikleri gibi, ama ne
kadar zorlarsa zorlasın uyuduğ unu hatırlayamıyordu, bilinç zincirinde bir kopma yok gibiydi.
Ve bir rüya gibi değildi sanki.
Aynı anda hem korkutan hem de rahatlatan bir ikir geldi Trisha’nın aklına o anda; belki
de fıstık ve meyveler onu besledikleri gibi uyuşturmuşlardı da. Insana uyuşturucu etkisi
yapan mantarlar olduğ unu biliyordu, çocuklar bazen kafayı bulmak için parçalar koparıp
yiyorlardı ve eğer mantarlar bunu yapabiliyorlarsa, böğürtlenler neden yapmasındı?
“Veya yapraklar,” dedi. “Belki de yapraklardı, iddiaya girerim onlardı.” Tamam, artık
onlardan yemeyecek, enerji verici olsun olmasın.
Trisha ayağ a kalktı, midesine bir kramp girince yü zü nü buruşturdu ve eğ ildi. Gaz çıkardı
ve rahatladı. Sonra dereye gitti, suyun dışına çıkan birkaç kayayı gö zü ne kestirdi ve karşıya
geçmek için kullandı onları. Sanki başka bir kız gibi hissediyordu kendini bazen, canlı ve enerji
dolu, ama eşek arısı rahibini dü şü nmek ü rkü tü yordu onu ve bu huzursuzluğ unun gü neş
battıktan sonra artacağ ını biliyordu. Eğ er dikkatli olmazsa, çok fena korkabilirdi. Ama eğ er
bunun, yalnızca bö ğ ü rtlen yaprakları yediğ inden veya alışık olmadığ ı bir suyu içmekten
oluşan bir rü ya olduğ unu kendine ispat edebilirse... Aslında o kü çü k açıklıkta olmak
ü rkü tü yordu onu, aptal kızın aşığ ının evine gidip, “kimse var mı” diye sorduğ u, insanların
bıçaklandığ ı bir ilmde olduğ u gibi. Yeniden derenin karşısına baktı, anında ormanın bu
tarafında bir şey kendisine bakıyormuş gibi geldi ve Trisha o kadar hızla yö n değ iştirdi ki
neredeyse yuvarlanıyordu. Hiçbir şey yoktu orada. Gö rebildiğ i kadarıyla hiçbir yerde bir şey
yoktu.
“Seni korkak,” dedi yavaş sesle, ama o izlendiğ i duygusu geri gelmişti ve adam akıllı,
gü çlü ydü , Eşek Arısı Rahibi. Kaybolanların Tanrısı ö yle demişti. Seni izliyor, seni bekliyordu.
Eşek arısı rahibi başka şeyler de söylemişti, ama o bunu hatırlıyordu.
Seni izliyor, seni bekliyor.
Trisha cü ppeli ü ç kişiyi gö rdü ğ ü nden oldukça emin olduğ u yere gidip onlardan bir iz
aradı, herhangi bir iz. Hiçbir şey yoktu. Daha yakından bakabilmek için bir dizinin ü stü ne
çö ktü ama yine de bir şey bulamadı, korkmuş beyninin ayak izi diye yorumlayabileceğ i, çam
iğ nelerinin ezilmiş bir parçası bile yoktu. Yeniden ayağ a kalktı, dereyi geçmek için dö nerken
ormandaki bir şey gözüne çarptı.
O yö ne doğ ru yü rü dü , sonra ince gö vdelerinin içindeki genç ağ açların, toprağ ın ü stü ndeki
yer ve ışık için savaşarak, açgö zlü çalılarla toprağ ın altındaki kö k yeri için savaşarak
bü yü dü ğ ü , karmakarışık karanlığ ın içine doğ ru bakarak durdu. Kararmakta olan yeşilin içinde
huş ağ açları cılız hayaletler gibi orada burada duruyordu. Bunlardan birinin kabuğ una
yayılmış bir leke vardı.
Trisha ü rkek bir halde omuzunun ü stü nden baktı, sonra ormana ve huş ağ acına doğ ru
yü rü dü . Kalbi gö ğ sü nde gü mbü rdü yor ve beyni buna son vermesini haykırıyor, bir aptal, bir
salak, boktan biri olmamasını söylüyordu, ama o devam etti.
Huşun altında yatan birbirine dolanmış bir kangal kanlı bağ ırsak o kadar tazeydi ki daha
ancak birkaç sinek toplayabilmişti. Dü n bö yle bir şeyin gö rü ntü sü onu kusmamak için bü tü n
gü cü nü toplamaya zorlardı, ama hayat değ işik gö rü nü yordu bugü n; her şey değ işmişti.
Midesinde kelebekler yoktu, boğ azının derinliklerinde dolu dolu hıçkırıklar yoktu, arkasını
dö nmek veya en azından gö zlerini kaçırmak içgü dü sü yoktu. Bunların yerine çok daha fena
olan bir soğukluk hissediyordu. Boğulma gibiydi bu, ama içerden dışarı doğru.
Bağ ırsakların bir yanında kahverengi kü rkten bir parça vardı ve onun yanında da beyaz
lekeler gö rebiliyordu. Bu bir yavru karacadan kalanlardı, kayın fıstıklarını bulduğ u yerde
rastladığı iki tane yavru karacadan biri olduğundan çok emindi.
Ormanın gece olmak ü zere olan kısmında, daha içerlerine doğ ru, ü stü nde o derin pençe
izlerinden olan bir kızılağ aç gö rdü . Yü ksekteydiler, ancak çok uzun boylu bir adamın
ulaşabileceği bir yerde. Trisha bu işaretleri bir adamın yaptığına inanmıyordu ya.
Seni izlemekteydi. Ve şu anda yine izliyordu. Gö zlerin, bö cekler ve tatarcıkların gezindiğ i
gibi teninde gezindiğ ini hissedebiliyordu. O ü ç rahibi rü yasında gö rmü ş veya halü sinasyon
gö rmü ş olabilirdi, ama karaca bağ ırsakları veya kızılağ acın ü stü ndeki pençe izleri bir
halüsinasyon değildi. O gözler de halüsinasyon değildi.
Trisha nefes nefese, gö zleri yuvalarında bir o yana bir bu yana dolaşıp, ormandaki şey’i,
Kaybolanların Tanrısı’nı gö rmeyi bekleyerek derenin sesine doğ ru geri gitti. Çalılardan
kurtuldu ve kü çü k dallara tutunarak dereye kadar geri gitti. Oraya varınca dö ndü ve kayalara
basarak üstünden geçti, şu anda bile şey’in sivri dişler, pençeler ve acıtan darbelerle arkasında
ormandan fırlayacağ ına kısmen inanıyordu, ikinci taşın ü stü nde ayağ ı kaydı, neredeyse suya
dü şü yordu, dengesini korumayı başardı ve zorlukla karşı kıyıya tırmandı. Dö ndü ve geriye
baktı.
Hiçbir şey yoktu orada. Hatta, birkaçının gü ndü zden beri hâ lâ dans etmesine rağ men
kelebeklerin çoğ u da gitmişti. Burası, bö ğ ü rtlen çalılarının ve kayın fıstıkları açıklığ ının
yanında, geceyi geçirmek için herhalde iyi bir yerdi, ama rahipleri gö rdü ğ ü yerde kalamazdı.
Onlar herhalde rü yadaki hayallerdi, ama siyah cü ppelisi çok korkunçtu. Ayrıca karaca yavrusu
da vardı. Sinekler tüm güçleriyle bir gelsinler, vızıltılarını duyardı.
Trisha çantasını açtı, bir avuç meyve aldı, sonra duraksadı. “Teşekkü r ederim,” dedi
onlara. “Şimdiye kadar yediğim en güzel yiyeceksiniz, biliyorsunuz.”
Birkaç tane kayın fıstığ ını soyup yiyerek derenin yanından yü rü meye başladı yeniden.
Biraz sonra şarkı sö ylemeye başladı, ö nce çekinerek sonra gü n solmaya başlarken şaşırtıcı bir
heyecanla. “Kollarını sar bana... çü nkü yanında olmalıyım... sonsuza kadar beraber... kendimi
yeni gibi hissediyorum yanında...”
Evet, canım.
Yedinci Devrenin Başı
LACAKARANLIK gerçek karanlığ a dö nü şü rken, Trisha mavi gö lgeli kü çü k bir vadiye
A bakan, kayalıklı açık bir yere geldi. Işık gö rmeyi ü mit ederek gö zden geçirdi burasını,
ama ışık falan yoktu. Bir dalgıç kuşu ö ttü bir yerlerde ve bir karga yanıt verdi ö keli
sesiyle. Hepsi bu.
Çevreye bakındı ve birkaç alçak kaya gö rdü . Aralarında birikmiş çam iğ neleri tü msekler
oluşturuyordu. Trisha çantasını kayalardan birinin ü stü ne koydu, en yakın çam ağ acının
yanına gitti ve bir yatak yapmak için dal kopardı. Kusursuz uyku yatağ ı değ ildi tabii, ama
yeterli olacağ ını dü şü ndü . Yaklaşmakta olan gece, artık alışılmış yalnızlık ve yuva hasretinin
hü zü nlü duygularını geri getirmişti, ama dehşetin bü yü k bir kısmı geçmişti, izleniyormuş
duygusu yok olmuştu. Eğ er ormanda gerçekten bir şey vardıysa, gitmiş ve onu yalnız
bırakmıştı yeniden.
Trisha dereye gitti tekrar, çö meldi ve derenin suyundan içti. Bü tü n gü n arada sırada
kü çü k kramplar girmişti midesine, ama vü cudunun her şeye rağ men suya alıştığ ını dü şü ndü .
“Meyveler ve fıstıklarla da problem yok, ayrıca,” dedi, sonra gü lü msedi. “Birkaç kö tü rü yadan
başka.”
Yeniden çantasının ve uydurma yatağ ının yanına gitti, Walkman’ini aldı ve kulaklıkları
taktı. Terli tenini ü şü tecek ve kendisini titretecek kadar soğ uk bir rü zgâ r esti o sırada. Trisha
pançosundan kalan harap parçayı çıkardı ve kirli mavi plastiğ i battaniye gibi ö rttü ü stü ne.
Isıtmaya yaramayacaktı pek, ama (bu annesinin bir lafıydı) ö nemli olan niyetti. Walkman’ini
açtı, ayarları değ iştirmemiş olmasına rağ men bu gece yalnız zayıf parazitler alabiliyordu.
WACS’yi kaybetmişti.
Trisha FM’de gezindi. 95’te cılız bir klasik mü zik ve bir de 99’da kurtuluş için bağ ıran bir
Incil şarlatanı buldu. Trisha kurtuluşla çok ilgiliydi, ama radyodaki adamın sö zü nü ettiğ inden
değ il; şu anda Tanrı’dan istediğ i tek yardım dostça el sallayan insanlarla dolu bir helikopterdi.
104’te Celine Dion’u yakaladı, ses çok temiz ve yü ksek geliyordu, duraksadı, sonra ayar
dü ğ mesini çevirmeyi sü rdü rdü . FM’de beysbol yoktu, hatta hiçbir şey yoktu. Trisha kısa
dalgaya çevirdi ve Boston’daki WEEI olan 850’ye doğ ru gitti. ‘EEI Red Sox’un amiral gemisi
istasyonuydu. Gü zel bir ses kalitesi ilan beklemiyordu, ama ü midiydi; geceleri kısa dalgadan
birçok radyo bulunabiliyordu ve ‘EEI’nin gü çlü bir sinyali vardı. Herhalde gider gelirdi, ama
buna dayanabilirdi. Bu gece yapacak fazla bir şeyi yoktu, sıcak randevular filan gibi.
‘EEI’nin sesi iyiydi –cam gibi parlaktı hatta– ama Joe ve Troop yoklardı. Onların yerine
babasının “talk-show aptalları” dediğ i tipten bir adam vardı. Bu bir spor talk-show aptalıydı.
Boston’da yağ mur olabilir miydi? Oyun iptal edilmiş, sahaya muşambalar serili? Trisha
kuşkuyla lacivert kadifenin ü stü nde şimdi ilk yıldızların parladığ ı, kendi gö kyü zü parçasına
baktı. Çok geçmeden milyonlarca olacaktı onlardan; tek bir bulut bile gö remiyordu. Tabii
Boston’dan yü z elli mil uzaktaydı, belki de daha fazla, ama talk-show aptalı, Framingham’dan
Walt’la telefonda konuşuyordu. Walt araba telefonundan konuşuyordu. Talk-show aptalı, onun
şu anda nerede olduğ unu sorunca Framinghamlı Walt “Danvers’da bir yerde, Mike” dedi,
kasabanın adını bü tü n Massachussetts halkının yaptığ ı gibi telaffuz ederek –Danvizz, sanki bir
kasaba değil de bozuk mideyi düzeltmek için içtiğin bir şey gibiydi.
Ormanda mı kayboldunuz? Doğ rudan dereden su içip bunun sonucu olarak bü tü n içinizi
dışınıza mı çıkardınız? Bir kaşık dolusu Danvizz ve hızla iyi hissedeceksiniz kendinizi!
Framinghamlı Walt, Tom Gordon’un her kurtarış yaptığ ında neden gö kyü zü nü işaret
ettiğ ini ö ğ renmek istiyordu (“biliyorsun Mike, hani şu gö sterme işi” diyordu Walt) ve Mike,
talk-show aptalı bunun 36 numaranın Tanrı’ya teşekkür etme şekli olduğunu açıklıyordu.
“Onun yerine Joe Kerrigan’ı işaret etmeli,” dedi Framinghamlı Walt. “Onu oyun kapatıcıya
çevirmek Joe Kerrigan’ın fikriydi. Başlatıcı olarak bir işe yaramıyordu, biliyor musun?”
“Belki de Tanrı verdi bu ikri Joe Kerrigan’a, hiç dü şü ndü n mü bunu Walt?” diye sordu
talk-show aptalı. “Joe Kerrigan Red Sox’un atıcı koçu olduğ unu siz bilmeyenler için
söyleyeyim.”
“Ben biliyorum, sersem,” diye mırıldandı Trisha sabırsızlıkla.
“Biz burada Sox’dan sö z ederken, Soxlular az bulunan bir gecenin key ini sü rü yorlar,” dedi
talk-show aptalı Mike. “Yarın Oakland’la ü ç oyunluk bir set açıyorlar –evet, Batı Kıyısı işte
geliyoruz ve bütün heyecanı burada WEEI’de izleyeceksiniz– ama bugün açık randevu günü.”
Açık randevu… bu her şeyi açıklıyordu. Trisha saçma bir hayal kırıklığ ıyla çö ktü ğ ü nü
hissetti ve gö zlerinde yine gö zyaşları birikmeye başladı. Artık çok çabuk ağ lıyordu, her şeye
ağ lar olmuştu. Ama maçı bekliyordu, lanet olsun; onları duyamayacağ ını anlayıncaya kadar
Joe Castiglione ve Jerry Trupiano’nun seslerini duymaya ne kadar gereksinmesi olduğ unu
bilmiyordu.
“Birkaç açık haltımız var,” dedi talk-show aptalı, “hadi onları dolduralım. Orada, Mo
Vaughn’ın çocuk gibi davranmayı bırakıp noktalı çizgiyi imzalaması gerektiğ ini dü şü nen var
mı? Ne kadar pataya gereksinmesi var bu adamın, zaten? iyi soru değil mi?”
“Aptalca bir soru, seni budala,” dedi Trisha, hırçınlıkla. “Eğ er Mo gibi vurabilseydin, sen
de çok para isterdin.”
“Harika Pedro Martinez’le ilgili konuşmak ister misiniz? Darren Lewis? Şaşırtıcı Sox
yedek kulü besi? Red Sox’lardan gü zel bir sü rpriz, inanabilir misiniz? Beni arayın, ne
düşündüğünüzü söyleyin. Sakın bir yere ayrılmayın, birazdan yine burada olacağız.”
Neşeli bir ses tanıdık bir melodiyi sö ylemeye başladı; “On camınız patlayınca kimi
ararsınız?”
“1-800-54-GIANT” dedi Trisha, sonra ‘EEI’den başka yere geçti. Belki de başka bir maç
bulabilirdi. Nefretlik Yankeeler bile olurdu. Ama beysbol bulmadan ö nce kendi adını duyarak
afalladı.
“... soluyor, Cumartesi sabahından beri kayıp olan Patricia McFarland için.”
Haber spikerinin sesi zayıf, duraklayan ve parazit yü zü nden kesik kesikti. Trisha,
parmaklarını kulaklarına götürüp küçük siyah topuzları daha içeri bastırarak öne eğildi.
“Connecticut kanun uygulayıcı otoriteleri, Maine polisine yapılan bir telefon ihbarı
ü zerine bugü n Massachusetts, Weymouth’dan Francis Raymond Mazzerole’u tutukladı ve
McFarland’ın kayboluşuyla ilgili olarak altı saat sorguladı. Halen Hartford kö prü inşaatında
çalışan bir inşaat ustası olan Mazzerole, iki kez çocuklara sarkıntılıktan mahkum olmuş, şu
anda cinsel saldırılar ve çocuklara sarkıntılıktan dolayı Maine’de sü rgü nde
bulundurulmaktadır. Ancak Patricia McFarland’ın bulunduğ u yerle ilgili bilgisi bulunmadığ ı
anlaşılmaktadır. Soruşturmada yetkili ağ ızlardan biri Mazzerole’un geçen hafta sonu
Hartford’da olduğunu iddia ettiğini ve birçok tanığın da bunu doğruladığını...”
Ses azalarak kesildi. Trisha radyoyu kapatıp kulaklıkları kulağ ından çıkardı. Hâ lâ onu
arıyorlar mıydı? Herhalde ö yleydi, ama bugü nü onun yerine o Mazzerole denen adamın
çevresinde dolanarak geçirdikleri gibi bir fikri vardı.
“Bir grup budala işte,” dedi kederle ve Walkman’ini yine çantasına koydu. Çam dallarının
ü stü ne uzandı, pançosunu ü stü ne ö rttü , sonra rahat bir pozisyon alıncaya kadar omuzlarını ve
kalçasını oynatarak yerleşti. Yanından bir rüzgâr eserek geçti ve kayaların arasındaki tümsekli
çukurlardan birinde olduğ u için mutlu oldu. Bu gece serindi ve herhalde gü neş doğ uncaya
kadar adamakıllı soğuk olacaktı.
Yukarıda siyahın içinde, hava tahmininde söylendiği gibi milyonlarca yıldız vardı. Tam bir
milyon yıldız. Ay doğ unca biraz solarlardı, ama şimdi onun kirli yanaklarını ayazla boyayacak
kadar parlaktılar. Trisha o parlak noktalardan birinin başka canlıları ısıtıp ısıtmadığ ını merak
etti her zamanki gibi. Orada harika yabancı hayvanların bulunduğ u vahşi ormanlar var mıydı?
Piramitler? Krallar ve devler? Belki de beysbolun bir şekli?
“Ön camınız patlayınca kimi ararsınız?” diye mırıldandı Trisha. “1-800-54-…”
Sanki yaralıymış gibi, alt dudağ ının ü stü nden hızlı nefes alarak sustu. Yıldızlardan biri
dü şerken beyaz bir ateş gö kyü zü nü tırmaladı. Çizgi siyahın yarısına kadar gitti ve sonra
söndü. Bir yıldız değil tabii, gerçek bir yıldız değil, ama bir meteor.
Bir daha… sonra bir tane daha. Pançosunun yarılmış paçavraları kucağ ına dü ştü , gö zleri
kocaman açılmış bir şekilde kalkıp oturdu, işte bir dö rdü ncü ve beşinci, bunlar başka yö nlere
gidiyorlardı. Yalnızca bir tane meteor değ ildi, bir meteor yağ muruydu bu. Sanki bir şey bunu
anlamasını bekliyormuş gibi, gö kyü zü parlak izlerden oluşan bir fırtınayla aydınlandı. Trisha,
başını kaldırmış, gö zleri fal taşı gibi açık, kolları yassı gö ğ sü nde kavuşmuş, sinirden tırnakları
kemirilmiş elleriyle omuzlarını kavramış bir şekilde ö ylece bakakaldı. Bö yle bir şey hiç
görmemişti, böyle bir şeyin olabileceğini asla hayal edemezdi.
“Tom,” diye fısıldadı titreyen bir sesle. “Tom, şuna bak. Görüyor musun?”
Çoğ u dü z ve inceydiler ve o kadar çabuk geçtiler ki bu kadar çok olmasalar hayal
sanılabilirlerdi. Ama birkaçı beş belki de sekiz tanesi –gö kyü zü nü sessiz havai işekler,
kenarları turuncu alev almış parlak çizgiler gibi aydınlattılar. Turuncu bir gö z yanılması
olabilirdi, ama Trisha öyle olduğunu düşünmüyordu.
Meteor yağ muru azalmaya başladı sonunda. Trisha uzandı yine ve yeniden rahat
edinceye kadar gö vdesinin sızlayan bazı uzuvlarını biraz daha yerleştirdi... olabileceğ i kadar
rahat en azından. Bunu yaparken anlık ışık parlamalarının atmosfer kalınlaştıkça ö nce
kırmızılaşıp sonra ö lü p dü nyanın yerçekimi kuyusuna dü ştü klerini izledi. Uykuya dalarken
hâ lâ izliyordu onları Trisha. Rü yaları açık seçik ancak parçalar halindeydi; bir tü r zihinsel
meteor yağ muru. Net olarak tek hatırladığ ı rü ya, gecenin yarısında dizleri ta çenesine kadar
çekilerek yan yatmış, ü şü mü ş ve ö ksü rerek ve titreyerek uyanmasından hemen ö nce
gördüğüydü.
Bu rü yada kendisi ve Tom Gordon, şimdi çalılar ve genç ağ açların, ö zellikle kayınların
bulunduğ u yaşlı bir otlaktaydılar. Tom kalçasının hizasına gelen kıymıklı bir direğ in yanında
duruyordu. Ustü nde kırmızı, paslı eski bir halka kilit vardı. Tom bunu parmaklarının arasında
ileri geri oynatıyordu. Uniformasının ü stü ne ısınırken giydikleri eşofman ü stü nü giymişti. Gri
yol ü niforması. Bu gece Oakland’da olacaktı. Tom’a o “işaret etme’yi” sormuştu. Biliyordu
aslında tabii, ama yine de sormuştu. Herhalde Framinghamlı Walt bilmek istediğ i içindi ve
Walt gibi hü cresel bir budala, ormanda kaybolmuş herhangi bir kıza inanmazdı; Walt bunu
doğrudan oyun bitiricinin ağzından duymak isterdi.
“işaret ediyorum çü nkü , dokuzuncu devrenin sonunda gelir hep bu Tanrı,” dedi Tom.
Direğ in ü stü ndeki halkalı kilidi parmaklarının arasında ileri geri salladı. Halkalı anahtarınız
kırılınca kimi ararsınız? 1-800-54-HALKALI ANAHTAR’ı ara tabii. “Ozellikle kö şelerin biri
dışında hepsi doluysa.” Ormanda bir şey çatırdadı bunun ü zerine, belki de alay ediyordu.
Trisha karanlıkta gö zlerini açıp bunun kendi dişleri olduğ unu anlayıncaya kadar sü rdü bu
çatırtı.
Yü zü nü buruşturarak ayağ a kalktı, çü nkü vü cudunun her parçası karşı koyuyordu. En
kö tü sü bacaklarıydı, sonra da sırtı. Bir rü zgâ r hissetti –bu kez esinti değ il, hızlı– ve neredeyse
yere yıkıyordu Trisha’yı. Ne kadar kilo kaybettiğini merak etti. Böyle bir hafta daha geçirirsem
bana bir ip bağ layıp uçurtma diye uçurabilirsiniz, diye dü şü ndü . Buna gü lmeye başladı ve
gü lmesi bir ö ksü rü k nö betine dö nü ştü . Elleri dizlerinin yukarısında, başı ö nü ne eğ ik,
ö ksü rerek durdu. Oksü rü k gö ğ sü nü n derinlerinden başlıyor ve ağ zından bir seri sert
havlamalar gibi çıkıyordu. Harika. Gerçekten harika. Elini alnına gö tü rü p ateşi olup olmadığ ını
anlamaya çalıştı, ama anlayamadı.
Bacakları iki yana açık bir şekilde yü rü yerek –bö yle yapınca poposu daha az acıyordu–
yeniden çamlara gitti ve bu defa ü stü ne battaniye yapmak niyetiyle daha fazla dal kopardı. Bir
kucak dolusu gö tü rdü yatağ ına, bir ikinciyi aldı, sonra ağ açlar ve uyumak için seçtiğ i iğ ne
tabanlı çukurun arasında durdu. Parlayan saat dö rt buçuk yıldızlarının altında tam bir daire
çizerek yavaşça döndü.
“Beni rahat bırak, olmaz mı?” diye bağ ırdı ve yeniden ö ksü rmeye başladı. Oksü rü ğ ü
kontrol altına alınca, yeniden ama daha yavaş bir sesle “Vazgeçemez misin?” dedi. “Bana bir
mola verip, rahat bırakamaz mısın beni?”
Hiçbir şey. Ses yoktu ama çamların arasında bir rü zgâ r uğ ultusu vardı... sonra bir
homurtu. Kısık ve yumuşak bir sesti, hatta insan sesine benzemiyordu. Trisha orada kollarını
kokulu, ö zlü dal yü kü nü n çevresine dolamış olarak durdu. Derisi kü çü k sert şişlerle doldu. Bu
homurtu nereden gelmişti? Derenin yanından mı? Oteki taraftan mı? Çam sıralarından mı?
Bunun çamlardan geldiğ i gibi korkunç bir ikir, neredeyse kesin bir ikirdi bu. Kendisini
izleyen şey çamlardaydı. Ortü nmek için dalları keserken, onun yü zü belki de kendisininkinden
sadece bir metre ö tedeydi; ağ açları sıyırıp her iki geyiğ i de parçalayanlar, dalları ileri geri
eğ ip, ö nce çatlatıp sonra da kıran pençeler, belki de kendi ellerinin birkaç ö tesinde
dolaşıyorlardı.
Trisha yeniden ö ksü rmeye başladı ve bu harekete geçirdi onu. Dalları karmakarışık bir
şekilde yere ve o karmaşadan bir dü zen yaratmaya çalışmadan aralarına girdi sü rü nerek.
Kalçasındaki ısırıldığ ı yere dallardan biri batınca biraz yü zü nü buruşturup inledi, sonra
sessizce yattı. Şimdi onun geldiğ ini hissediyordu, çamların arasından sü zü lü p sonunda ona
doğ ru geliyordu. Sert sokak kızının özel şey’i, eşek arısı rahibinin Kaybolanların Tanrısı. Ona
ne istersen diyebilirdin –karanlık yerlerin tanrısı, alt katların imparatoru, her çocuğ un en
korkunç karabasanı. Her neyse, oyun oynamıyordu artık. Ustü nü ö rten dalları ö ylece sıyırıp
canlı canlı yiyecekti Trisha’yı. Oksü rü p titriyordu, bü tü n gerçeklik duygusu kaybolduğ undan
geçici delilik halindeydi. Trisha, kollarını başının arkasına koydu ve şey’in pençeleriyle
parçalanıp, dişlerle dolu ağzına tıkılmayı bekledi.
Bu şekilde uykuya daldı ve salı gü nü sabahın ilk ışıklarıyla uyandığ ında, her iki kolu da
dirsekten aşağ ı uyuşmuştu. Boynunu hiç bü kemedi ö nce; kafası ha ifçe yana eğ ik bir şekilde
yü rü mek zorunda kaldı. Galiba yaşlı olmanın nasıl bir şey olduğ unu bü yü kanneme sormam
gerekmeyecek, dedi çiş yapmak için çömeldiğinde. Sanırım bunu biliyorum artık.
Aralarında uyuduğ u dal kü mesine doğ ru yü rü rken (bir oyuktaki sincap gibi, diye dü şü ndü
hoşnutsuzca), iğ nelerle kaplı ö teki tü mseklerden birinin –hatta en yakındakinin– karışmış
olduğ unu gö rdü , iğ neler çevreye saçılmış ve bir yerde ta ince siyah toprağ a kadar kazılmıştı.
Oyleyse belki de sabahın erken karanlığ ında delirmemişti. Ya da bü tü nü yle delirmemişti.
Çü nkü daha sonra, yeniden uykuya daldığ ında, bir şey gelmişti. Belki de çö melip uyumasını
izlemişti hemen yanında. Trisha’yı hemen şimdi mi alsın diye dü şü nü p, en azından bir gü n
daha olgunlaşmasına karar vermişti sonra. Bir böğürtlen gibi tatlanması için bırakmıştı.
Birkaç saat ö nce aynı yerde aynı şekilde bir daire yaparak dö ndü ğ ü nü unutup, bir deja vu
yaşadığ ı hissiyle bir daire yaparak dö ndü . Başladığ ı yere gelince, asabi bir şekilde ö ksü rerek
durdu. Oksü rü k, ta derinlerden gelen bir ağ rıyla, gö ğ sü nü acıttı. Pek aldırmadı, ağ rı ha ifti en
azından ve bu sabah üşüyordu.
“Gitti, Tom,” dedi. “Her neydiyse, yine gitti. Bir süre için en azından.”
Evet, dedi Tom, ama geri gelecek. Ve eninde sonunda onunla karşılaşmak zorunda
kalacaksın.
“Bırak bugü nü n kö tü lü ğ ü bu kadarla kalsın,” dedi Trisha. Bu Bü yü kanne McFarland’ın
sözüydü. Ne demek olduğunu tam bilmiyordu, ama bilir gibiydi ve bu duruma uyuyordu sanki.
Tü mseğ inin yanındaki taşa oturdu ve ü ç bü yü k avuç dolusu meyve ve fıstığ ı, kahvaltı
gevreğ i olduklarını dü şü nerek yedi. Meyveler bu sabah çok lezzetli değ illerdi –hatta biraz
serttiler– ve Trisha ö ğ leye doğ ru daha da az lezzetli olacaklarını dü şü ndü . Yine de, ü ç avuç
dolusunu da yemeye zorladı kendini, sonra dereden su içmeye gitti. O kü çü k alabalıklardan bir
tane daha gö rdü ve gö rdü kleri, hamsilerden veya bü yü k sardalyalardan daha bü yü k
olmamasına rağ men aniden birini yakalamaya karar verdi. Vü cudundaki tutulma biraz
açılmaya başlamıştı, gü neş çıktıkça hava ısınıyordu ve biraz daha iyi hissetmeye başlamıştı
kendini. Neredeyse umut doluydu. Belki de şanslı. Öksürük bile azalmıştı.
Trisha yeniden karmakarışık yatağ ına gitti, zavallı eski pançosundan kalanları çıkardı ve
toprağ ın ü stü ndeki kayalardan birinin ü zerine serdi. Keskin kenarları olan bir taş aradı ve
derenin uçurumun kenarından aşağ ıdaki vadiye aktığ ı yuvarlak ağ zında bir tane buldu. Bu
yokuş kaybolduğ u gü n (o gü n Trisha’ya en az beş yıl ö nce gibi geliyordu) yuvarlandığ ı yokuş
kadar dikti, ama buradan daha kolay inilebileceğini düşündü. Tutunacak bir sürü ağaç vardı.
Trisha uyduruk kesme aracını yeniden pançosunun yanına gö tü rdü (kayanın ü stü ne o
şekilde yayılınca bü yü k bir mavi kâ ğ ıt bebeğ i andırıyordu) ve başlığ ını omuz hizasından kesti.
Başlıkla gerçekten balık yakalayabileceğ inden kuşkuluydu, ama denemek eğ lenceli olacaktı ve
kasları biraz daha gevşeyinceye kadar yokuşu tırmanmak istemiyordu. Çalışırken şarkılar
mırıldanıyordu, ö nce hep kafasında olan Boyz To Da Maxx’dan bir şarkı, sonra Hanson’lardan
“MMMm-Bop,” sonra “Beni Dansa Gö tü r”den bir bö lü m. Ama en çok, “On camınız patlayınca
kimi ararsınız?” diye sürüp gideni söyledi.
Gecenin soğ uk rü zgâ rı bö ceklerin çoğ unu uzaklaştırmıştı, ama gü n ısındıkça minik hava
gö stericilerinin alışılmış bulutu Trisha’nın başının çevresinde toplanmaya başladı. Pek
farkına varmadı onların, yalnız gö zlerine yaklaştıklarında sabırsız bir şekilde eliyle
kovalıyordu.
Başlığını kesmeyi bitirince baş aşağı çevirdi pançoyu, eleştirel gözlerle inceledi. Kuşkusuz
aptalca bir şeydi, ama bir bakımda ilginçti.
“O lanet şey patladığ ında kimi ararsın?” Trisha melodik bir fısıltıyla sö yledi şarkıyı ve
dereye doğ ru yü rü dü . Suyun içinden çıkan yan yana iki tane kaya seçti ü stlerine bastı. Ayrık
bacaklarının arasından hızla geçen akıntıya baktı. Derenin çakılla kaplı yatağ ı hareketli ama
berraktı. Şu anda balık yoktu, ama olsun n’olacak? Eğ er balıkçı kız olmak istiyorsan sabırlı
olman gerek. “Kollarını sar boynuma... çü nkü yemeliyim seni” diye şarkı sö yledi Trisha, sonra
gü ldü . Çok aptalcaydı! Başlığ ı, omuzlarının yırtık kumaşından baş aşağ ı tutarak eğ ildi ve
uyduruk tuzağını dereye bıraktı.
Akıntı başlığ ı bacaklarının arasından geriye çekti, ama açık kaldı, onun için zararı yoktu.
Problem duruşundaydı, sırtı eğ ik, poposu havada, başı belinin hizasında. Bu durumda çok
duramayacaktı ve eğ er kayaların ü stü nde çö melmeye kalkarsa, ağ rıyan titrek bacakları bü yü k
olasılıkla kendisine ihanet edecek ve onu dereye yuvarlayacaktı. Bü tü n gö vdesiyle suya
dalması da öksürüğüne pek iyi gelmezdi.
Trisha, şakakları zonklamaya başlayınca dizlerini bü kü p vü cudunun ü st kısmını biraz
dikleştirdi. Bu duruşla derenin ü st kısmını gö rebiliyordu artık ve kendisine doğ ru gelen ü ç
cıva parıltısı gö rdü –bunlar balıktılar, hiç kuşkusu yoktu. Eğ er tepki vermeye vakti olsaydı,
Trisha mutlaka başlığ ı çekecek ve hiçbirini yakalayamayacaktı. Ancak tek bir dü şü nce için
vakti vardı (su altında kayan yıldızlar gibi.)... Ve sonra gü mü ş parıltılar onun ü stü nde durduğ u
kayaların arasında dolaşmaya başladılar. Biri başlıktan sıyrıldı, ama ö teki ikisi tam içine
doğru yüzdüler.
“Yaşasın!” diye bağırdı Trisha.
Trisha hem neşe hem de korku ve şok dolu bu çığ lıkla yeniden ö ne eğ ildi ve başlığ ın alt
kenarını yakaladı. Bunu yaparken neredeyse dengesini kaybetti ve derenin içine dü ştü , ama
ayakta kalmayı başardı. Kenarlarından su taşan başlığ ı iki eliyle kaldırdı. Derenin kıyısına geri
çıkarken sular pantolonunun sol paçasını kalçasından dizine kadar ıslatarak aktı. Kü çü k
alabalıklardan biri kıvrılarak ve kuyruğ unu havada dö ndü rerek gitti sularla, sonra suya dü ştü
ve yüzerek uzaklaştı.
“KAHRETSIN!” diye çığ lık attı Trisha, ama gü lü yordu. Başlığ ı hâ lâ elinde tutarak kıyıya
tırmanırken öksürmeye de başladı.
Dü z bir yere gelince, başlığ ın içine baktı, hiçbir şey gö rmeyeceğ inden emindi, ö teki balığ ı
da kaybetmişti zaten, ama gidişini gö rememişti, kızlar pançolarının başlığ ıyla alabalık
yakalayamazlardı, yavru olanları bile. Ama alabalık hâ lâ oradaydı, bir kırmızı balık
akvaryumunun içindeymiş gibi yüzüyordu orada.
“Tanrım, şimdi ne yapacağ ım?” diye sordu Trisha. Bu hem acı dolu hem de karmakarışık
soruydu.
Yanıt veren ruhu değ il bedeniydi. Wile E. Coyote’nin, Roadrunner’e bakıp, onu bir şü kran
gü nü yemeğ i gibi gö rdü ğ ü birçok çizgi ilm izlemişti. Gü lmü ştü , Pete de gü lmü ştü , hatta
annesi bile eğ er izliyorsa gü lerdi. Şimdi gü lmü yordu Trisha. Meyveler ve ayçiçeğ i çekirdeğ i
boyutundaki fıstıklar da iyiydi, ama çok iyi değ illerdi. Birlikte yesen ve kahvaltılık gevrek
olduklarını sö ylesen bile, çok iyi değ illerdi. Mavi başlığ ın içinde yü zen on santimlik alabalığ ın
karşısında vü cudunun tepkisi çok farklıydı, tam açlık değ il, ama bir çeşit kasılma, merkezi
karnının ortasında olan ama gerçekte her yerden gelen bir kramp, sözsüz bir çığlıktı.
ONU BANA VER!
Beyniyle ilgisi yoktu bunun. Bir alabalıktı bu, yasal ö lçü lerin çok altında olan bir tane, ama
gözleri ne görürse görsün, gövdesi yemek görüyordu. Gerçek yemek.
Başlığ ı hâ lâ kayanın ü stü nde serili olan pançonun (kafası olmayan bir kâ ğ ıt bebekti artık)
yanına gö tü rdü ğ ü nde, Trisha’nın tek bir net dü şü ncesi vardı: Bunu yapacağ ım, ama asla
bundan sö z etmeyeceğ im. Beni bulur, kurtarırlarsa onlara nasıl kendi bokumun içine
düştüğümden başka her şeyi anlatacağım... bir de bundan başka.
Hiçbir plan ya da dü şü nce olmadan hareket etti; vü cudu beynini bir kenara itti ve idareyi
ele aldı. Trisha başlığ ın içindekileri çam iğ neleri kaplı toprağ a dö ktü ve kü çü k balığ ın havada
boğ ularak zıplamasını izledi. Hareketsiz kalınca alıp pançosunun ü stü ne koydu ve pançonun
başlığ ını kesmek için kullandığ ı taşla karnını yardı. Kandan daha çok sü mü ğ ü andıran bir
yü ksü k dolusu kadar bir sıvı aktı içinden. Balığ ın içindeki kü çü k kırmızı bağ ırsakları gö rdü .
Trisha bunları başparmağ ının kirli tırnağ ıyla çıkardı. Bağ ırsaklarının arkasındaki bir kemiğ i
çıkarmaya çalıştı ama ancak yarısını çıkarabildi. Bü tü n bunları yaparken beyni tek bir kez
devreye girmeye çalıştı. Kafasını yiyemezsin, dedi ona, mantıklı sesi, dehşet ve iğ renme
duygusunu tü mü yle gizleyemeyerek. Yani... gö zleri, Trisha. Gö zleri! Sonra vü cudu beynini bir
kenara itti yeniden, bu kez daha sertçe. Senin fikrini soran oldu mu, derdi Pepsi bazen.
Trisha derisi yü zü lmü ş kü çü k balığ ı kuyruğ undan tuttu, yeniden dereye gö tü rdü ve çam
iğ neleri ve kirlerden arındırmak için suya batırdı. Sonra başını geriye attı, ağ zını açtı ve
balığ ın ü st yarısını ısırdı. Kü çü k kemikler dişlerinin arasında çatırdadı; beyni alabalığ ın
gö zlerinin kafasından fırlayışını ve dilinin ü stü ne koyu renkli kü çü k jö le damlaları halinde
dö kü lü şü nü gö stermeye çalıştı ona. Hayal meyal baktı ve sonra vü cudu yeniden, bu kez
yalnızca itmek yerine vurarak beynini dışarı attı. Beyin, beyin gerekli olduğ u zaman geri
gelebilirdi; hayal gü cü de hayal gü cü gerektiğ inde geri gelebilirdi. Şu anda idare vü cudunun
elindeydi ve vü cudu yemek dedi, kendi akşam yemeğ i, kahvaltı olabilirdi, ama akşam yemeğ i
sunulmuştu ve bu sabah taze balığımız vardı.
Alabalığ ın ü st yarısı boğ azından içinde yumrular olan bü yü k bir yağ yudumu gibi gitti.
Tadı korkunçtu ama aynı zamanda da harikaydı. Hayat tadındaydı. Yalnız içindeki bir başka
kılçığ ı çıkarmak için durakladı. Trisha, “1-800-54-TAZE BALIGI ara” diye fısıldayarak
alabalığın damlayan alt yarısını salladı.
Balığın kuyruğuyla birlikte geri kalan kısmını yedi.
Hepsi gidince, ağ zını silip hepsini yeniden kusup kusmayacağ ını merak ederek dereye
bakıp durdu, çiğ bir balık yemişti ve tadı hâ lâ boğ azını kaplıyorsa da, inanamıyordu buna.
Midesi garip bir şekilde oynadı ve Trisha, “Tamam geliyor işte,” diye dü şü ndü . Sonra geğ irdi
ve midesi dü zeldi yeniden. Elini ağ zından çekti ve avucunda birkaç balık pulunun parladığ ını
gö rdü . Yü zü nü buruşturarak onları pantolonuna sildi, sonra çantasının olduğ u yere yü rü dü
yeniden. Pançosunun artıklarını ve kesik başlığ ı (çok iyi iş gö rmü ştü , en azından kü çü k ve
aptal balıklarda) depo ettiğ i yiyeceklerin ü stü ne tıktı, sonra çantasını yeniden omuzladı.
Kendini güçlü, utanmış, gururlu, ateşli ve biraz da deli gibi hissetmekteydi.
Bundan söz etmeyeceğim, hepsi bu kadar. Bundan söz etmek zorunda değilim ve
etmeyeceğim. Hatta buradan kurtulsam bile.
“Ve kurtulmayı da hak ediyorum,” dedi Trisha yavaşça. “Çiğ bir balık yiyebilen herkes
kurtulmayı hak eder.”
“Japonlar her zaman yapıyorlar bunu,” dedi sert sokak kızı, Trisha bir kez daha derenin
yanında yü rü meye başladığ ında. “O halde ben de anlatırım onlara” dedi Trisha. “Eğ er bir gezi
için gidersem oraya, anlatırım onlara.”
İlk kez sert sokak kızının söyleyecek bir lafı yok gibiydi. Trisha çok mutlu oldu.
Yokuştan inip, derenin kayın ağ açları ve yaprakları dö kü len ağ açlardan oluşan bir
ormanın içinden hızla geçtiğ i vadiye doğ ru yola koyuldu. Bunlar çok sıkışıktılar ama daha az
çalı ve bö ğ ü rtlen çalısı alanı vardı ve sabahın bü yü k bir bö lü mü nde Trisha rahat yü rü dü ,
izleniyormuş duygusu yoktu ve balık yemiş olmak gü cü nü yeniden canlandırmıştı. Tom
Gordon’la birlikte yü rü dü klerini ve daha çok Trisha ile ilgili uzun ilginç bir konuşma
yaptıklarını hayal etti. Tom onunla ilgili her şeyi bilmek ister gibiydi sanki –okulda en sevdiğ i
dersleri, Bay Hall’un cumaları ev ö devi verdiğ i için neden kö tü olduğ unu, Debra Gilhooly’nin
bü tü n kaltaklıklarını, Pepsi ve kendisinin geçen Cadılar Bayramı’nda Spice Girls kılığ ında ev ev
dolaşmayı planladıklarını ve annesinin, Pepsi’nin annesinin istediğ ini yapabileceğ ini, ama
kendi dokuz yaşında kızının kısa bir etek, yü ksek topuklar ve ü stü nde yarım gö mlekle kapı
kapı dolaşamayacağını söylediğini. Tom, Trisha’nın utancına bütünüyle anlayış gösterdi.
Babalarının doğ um gü nü için, Pete’le birlikte irmasından ö zel yapılmış bir yap-boz
bilmecesi almayı (ya da eğ er o çok pahalıysa, bir Yabani Ot Yolucu’ya razı olacaklardı)
planladıklarını anlatıyordu ki aniden durdu. Hareketsiz kaldı. Konuşmayı kesti. Bir eliyle
başının çevresindeki bö cekleri otomatik olarak kovalıyordu, ağ zının kenarları aşağ ı sarkmıştı,
neredeyse tam bir dakika dereyi inceledi. Çalılar ağ açların altını sarıyordu yeniden; ağ açlar
daha bodur, ışık daha parlaktı. Cır cır böcekleri vınlıyor ve ötüyorlardı.
“Hayır,” dedi Trisha. “Hayır, ı-ıh. Olmaz. Yine olamaz.”
Derenin yeni sessizliğ i Tom Gordon’la yaptığ ı harika sohbeti kesmesine neden olmuştu
(hayal insanları ne kadar iyi dinleyicilerdi). Dere artık uğ uldamıyor ve gü rü ltü etmiyordu.
Akıntının hızı yavaşlamıştı çü nkü . Dere yatağ ı yukarıda vadinin dibinde olduğ undan daha
yosunluydu. Giderek genişlemekteydi.
“Eğer bir bataklığa daha girersem, kendimi öldürürüm Tom.”
Bir saat sonra Trisha iç içe girmiş kavak ve huşların arasından dikkatle yol açtı, kendisini
rahatsız eden sivrisineğ i avucunun içiyle ezdi, sonra yorgun ve ne yapacağ ını, nereye
gideceğini bilemeyen biri gibi eli alnında orada öylece durdu.
Bir noktada dere sığ kıyılarından dışarı taşıyor, geniş bir açık alanı suya boğ arak kamış ve
sazlarla dolu sığ bir bataklık yapıyordu. Gü neş, bitkilerin arasından durgun suyun ü stü nde
sıcak ışık dikenleri gibi parıldıyordu. Cır cır bö cekleri vınlıyordu; tepede, iki atmaca gergin
kanatlarla uçuyorlardı; bir yerde bir karga gaklıyordu. Bataklık, aralarından zorlukla yü rü dü ğ ü
tü msekler ve ö lü ağ aç dalları gibi kö tü gö rü nmü yordu, ama çamlarla kaplı alçak bir sırta
gelinceye kadar bir (belki de iki) mil kadar uzanıyordu.
Ve dere, doğal olarak, yok olmuştu.
Trisha toprağ ın ü stü ne oturdu, Tom Gordon’a bir şey sö ylemeye başladı ve sonra ö leceğ i
apaçıkken (giderek daha da belirginleşiyordu) hayal kurmanın ne kadar aptalca olduğ unu fark
etti. Ne kadar yü rü dü ğ ü veya kaç tane balık yakalayıp yutmayı başardığ ı ö nemli değ ildi.
Ağlamaya başladı. Gitgide daha fazla hıçkırarak yüzünü ellerinin arasına aldı.
“Annemi istiyorum!” diye umursamayan gü ne karşı bağ ırdı. Atmacalar gitmişti, ama
ağ açlı sırtın orada karga hâ lâ gü lü yordu. “Annemi istiyorum, kardeşimi istiyorum, bebeğ imi
istiyorum, eve gitmek istiyorum!”
Kurbağ aların vraklayışı kü çü kken babasının anlattığ ı bir ö ykü yü hatırlattı ona –çamura
gö mü lmü ş bir araba ve bü tü n kurbağ alar çok derin, çok derin, diye vraklıyorlar. Ne kadar
korkutmuştu onu bu.
Daha fazla ağ ladı ve bir noktada gö zyaşları –bü tü n bu gö zyaşları, bu lanet olası
gö zyaşları– onu kızdırmaya başladı. Başını kaldırıp havaya baktı, bö cekler çevresinde
dolaşıyor, nefretlik gözyaşları hâlâ kirli suratından süzülüyorlardı.
“ANNEMI istiyorum! KARDEŞIMI istiyorum! Buradan çıkıp gitmek istiyorum, DUYUYOR
MUSUN BENI?” Bacaklarını havaya kaldırıp indirdi ve yere o kadar hızla vurdu ki lastik
ayakkabılarından biri ayağ ından fırladı. Eni konu bir sinir krizi geçirmekte olduğ unun
farkındaydı, beş ya da altı yaşından beri ilk kez oluyordu, ama umurunda değ ildi. Kendini sırt
ü stü yere attı, yumruklarıyla yere vurdu, sonra yerden avuç avuç ot yolup havaya atabilmek
için açtı ellerini. “BU LANET OLASI YERDEN GITMEK ISTIYORUM! Neden beni bulmuyorsunuz,
sizi köpek boku pislikler? Neden beni bulmuyorsunuz? BEN... EVE... GİTMEK... İSTİYORUM!”
Nefes nefese kalmıştı, gö kyü zü ne bakarak yattı orada. Midesi ağ rıyor ve bağ ırmaktan
boğ azı acıyordu, ama sanki tehlikeli bir şeyden kurtulmuş gibi kendini biraz daha iyi hissetti.
Bir kolunu yüzünün üstüne koydu ve burnunu çekerek uykuya daldı.
Uyandığ ında, gü neş bataklığ ın uzak kenarındaki sırtın ü zerindeydi. Yine ö ğ leden sonra
olmuştu. Sö yle bana, Johnny, yarışmacılarımız için neyimiz var? Şey, Bob, bir ö ğ leden
sonramız daha var. Pek bü yü k bir ö dü l değ il, ama sanırım, bizim gibi bir grup kö pek boku
pisliklerinin yapabileceğinin en iyisi bu.
Kalkıp oturunca başı dö ndü Trisha’nın; bir alay kara gü ve kelebeğ i kanatlarını açtı ve
yavaş yavaş uçarak ö nü nden geçtiler. Bir an için bayılacağ ından emindi. Bu duygu yok oldu
sonradan, ama yutkunurken boğ azı hâ lâ acıyordu ve başı yanıyordu sanki. Gü neşin altında
uyumamalıydım, dedi kendi kendine, ama bu şekilde hissetmesinin nedeni gü neşin altında
uyumak değ ildi. Bunun nedeni hastalanmakta olduğ uydu. Trisha geçirdiğ i aptalca sinir krizi
sırasında ayağ ından attığ ı lastik ayakkabıyı giydi, sonra bir avuç meyve yedi ve şişesinden
biraz dere suyu içti. Bataklığın kenarında yetişen bir demet sallabaş gördü ve onları da yedi.
Solmaktaydılar ve lezzetli olmaktan çok serttiler, ama zorla yuttu onları. Çay saatini bö yle
geçiştirince, ayağ a kalktı ve bu kez gö zlerini gü neşten koruyarak bataklığ ın karşısına baktı.
Biraz sonra bezgin bir halde yavaşça başını salladı –bir çocuğ un değ il bir kadının davranışıydı
bu, hem de yaşlı bir kadının. Sırtı açıkça gö rebiliyordu ve oranın kuru olduğ undan emindi,
ama boynunda Reebokları bağ lı, bir başka bataklığ ın daha içinden geçmeyi gö zü yemiyordu.
Bu ö tekinden daha sığ ve dibi o kadar berbat olmasa bile; bü tü n dü nyadaki bahar sonu
turfandası sallabaşlar için bile... Izleyecek bir dere yoksa, neden yapsındı ki? Daha kolay bir
başka yönde yardım –ya da başka bir dere bulmak niyetindeydi.
Trisha bö yle dü şü nerek vadi tabanının bü yü k kısmına yayılmış olan bataklığ ın doğ u
tarafında yü rü yü p tam kuzeye dö ndü . Kaybolduğ undan beri bir sü rü şeyi doğ ru yapmıştı –
tahmin edebileceğ inden çok fazlasını– ama bu kö tü bir karardı, ilk başta yoldan ayrıldıktan
sonrakinden sonra en kö tü sü . Eğ er bataklığ ı geçip sırta tırmansaydı, kendini New Hampsire,
Green Mount’da Devlin Gö lü ’ne bakıyor bulacaktı. Devlin kü çü ktü , ama gü ney kısmında
kulübeler ve New Hampshire 52. yoluna giden bir kamp yolu vardı.
Gü nlerden cumartesi veya pazar olsaydı Trisha gö lü n kenarında hafta sonu geçirenlerin
çocuklara su kayağ ı yaptırdıkları deniz motorlarının sesini duyabilirdi; 4 Temmuz’dan sonra
orada haftanın her gü nü deniz motorları olurdu, hatta birbirlerinin yolundan çekilmeye
çalışacak kadar çok olurdu. Ama şimdi haziran başlarının hafta ortasıydı, kü çü k yirmi
beygirlik pata pata motorlarıyla birkaç balıkçıdan başka kimse yoktu ve Trisha bundan dolayı
kuşlar, kurbağ alar ve bö ceklerden başka bir şey duymadı. Gö lü bulacağ ına, Kanada sınırına
doğ ru dö ndü ve ormanın derinliklerine doğ ru yü rü meye başladı. Dö rt yü z mil kadar ileride
Montreal vardı.
Yedinci Devrenin Uzatma Dakikaları
cFARLAND’lar, boşanma gerçekleşmeden ö nce, Trisha ve Pete’in şubat tatilinde bir
M haftalığ ına Florida’ya gitmişlerdi. Kö tü bir tatil olmuştu, ebeveynleri kiraladıkları
sahil evinde kavga ederlerken (adam çok fazla içiyor, kadın fazla harcıyor, bana şunu
yapacağ ına sö z vermiştin, neden sen hiç, vıdı vıdı vıdı vıdı) çocuklar ü zgü n bir şekilde sahilde
deniz kabukları toplamışlardı. Geriye dö ndü klerinde Trisha, nasıl olduysa kardeşi kapmadan
cam kenarını kapmıştı. Uçak, ü stü nde yer yer buz olan bir kaldırımda dikkatle yü rü yen şişman
bir kadın gibi, bulutların ü stü nden Logan Havaalanı’na inmişti. Trisha başı cama dayalı, inişi
hayranlıkla izlemişti. Kusursuz beyaz bir dü nyadaydılar. Arada bir yer, bazen de altlarındaki
Boston Limanı gö rü nü yordu. Biraz daha beyazlık... sonra yeniden toprak veya suyun ani
görüntüsü…
Kuzeye dö nme kararını izleyen dö rt gü n bu iniş gibi olmuştu; çoğ unlukla bir bulut
kü mesi. Sahip olduğ u anıların bazılarına inanmıyordu; salı akşamından başlayarak gerçek ve
hayal arasındaki sınır kaybolmaya başlamıştı.
Ormanda geçen tam bir haftadan sonra, cumartesi sabahı, bü tü nü yle yok olmuştu.
Cumartesi sabahı (Trisha onun cumartesi olduğ unu fark ettiğ inden değ il; o sırada artık
gü nlerin izini kaybetmişti) Tom Gordon sü rekli arkadaşı durumuna gelmişti, hayal etmiyor,
gerçek olarak kabul ediyordu. Pepsi Robichaud bir sü re yü rü dü onunla; ikisi en sevdikleri
Bozy ve Spice Girls dü etleri sö ylediler ve sonra Pepsi bir ağ acın arkasına yü rü dü ama ö teki
taraftan çıkmadı. Trisha ağ acın arkasına baktı, Pepsi’nin orada olmadığ ını gö rdü ve birkaç
dakika kaşlarını çatarak dü şü ndü kten sonra, onun hiç orada olmadığ ını anladı. O zaman yere
oturup ağladı Trisha.
Geniş, kayalarla kaplı bir açıklığ ı geçerken bü yü k siyah bir helikopter –kö tü hü kü met
ajanlarının X-Dosyaları’nda kullandıkları helikopterlerden– geldi ve Trisha’nın başının
ü stü nde dolaştı. Motorlarının ha if uğ ultusunun dışında sessizdi. Ona el salladı ve yardım için
bağ ırdı, ama içerdeki adamların gö rmü ş olmaları gerekmesine rağ men kara helikopter uçup
gitti ve bir daha geri gelmedi. Işığ ın bir katedralin yü ksek pencerelerinden sü zü len gü neş
ışıkları gibi eski tozlu ışınlar halinde aralarından geçtiğ i eski bir çam ormanına geldi. Bu
perşembe gü nü olmuş olabilirdi. Ağ açlardan binlerce geyiğ in parçalanmış cesedi sarkıyordu,
ü stü nde sineklerin dolaştığ ı ve kurtçuklarla şişmiş, ö ldü rü lmü ş bir geyik ordusu. Trisha
gö zlerini kapattı ve açtığ ında çü rü mekte olan geyikler kaybolmuştu. Bir dere buldu ve bir sü re
izledi onu ve sonra ya o kendisini bıraktı ya da kendi uzaklaştı ondan.
Ancak bundan ö nce, içine baktı ve dibinde kendisine bakan ve sessizce konuşan,
boğ ulmuş ama hâ lâ canlı, kocaman bir yü z gö rdü . Boş ve eğ ri bir eli andıran çok bü yü k gri bir
ağ acın yanından geçti; içinden ö lü bir ses adını çağ ırdı. Bir gece gö ğ sü ne baskı yapan bir şeyle
uyandı ve ormandaki şeyin sonunda geldiğ ini sandı, ama sonra ona elini uzatınca orada hiçbir
şey bulamadı ve yeniden nefes almaya başladı. Birkaç kez insanların kendisine seslendiklerini
duydu, ama o da geri seslenince hiç yanıt gelmedi.
Bu hayal bulutlarının arasında zaman zaman gerçek parlamaları da oluyordu. Tepenin bir
yanına yayılmış kocaman bir meyve alanını keşfedişini, tepenin bir yanına yayılmış kocaman
bir alan ve “On camınız patlayınca kimi ararsınız?” şarkısını sö yleyerek çantasını
doldurduğ unu hatırlıyordu. Su şişesini ve Surge şişesini dereden doldurduğ unu hatırlıyordu.
Ayağ ının bir kö ke takılıp gö rdü ğ ü en gü zel çiçeklerin –mumlu beyaz ve kokulu, çanlar gibi
zarif– yetiştiğ i bir eğ ime dü şü şü nü hatırlıyordu. Kafası olmayan bir tilkiye rastladığ ını
hatırlıyordu net bir şekilde; bu ceset, ağ açlardan sarkan ö lü geyiklerin tersine, gö zlerini
kapatıp yirmiye kadar saydığ ında kaybolmadı. Bir dalda ayaklarından baş aşağ ı sarkan ve
kendisine gaklayan bir karga gö rdü ğ ü nden çok emindi ve bu olanaksız olmasına rağ men anı
ö tekilerin çoğ unda (kara helikopterin anısında) olmayan bir niteliğ e sahipti: Sertlik ve
anlaşılırlık. Sonra da o uzun, boğ ulmuş yü zü gö rdü ğ ü derede başlığ ıyla balık tuttuğ unu
hatırlıyordu. Alabalık yoktu ama birkaç iribaş yakaladı. Yemeden ö nce ö lü olmalarına dikkat
ederek tü mü yle yedi bunları. Midesinde yaşayıp kurbağ a olmaları gibi bir ikir dehşete
düşürüyordu onu.
Hastaydı, bunda haklıydı, ama bü nyesi, boğ az ve sinü slerindeki iltihaplanma ile kayda
değ er bir gayretle savaşıyordu. Zaman zaman saatlerce ateşleniyor ve dü nyayla ilgisi
kesiliyordu. Işık, loş olsa ve ağ açlar tarafından siperleniyorsa da gö zlerini rahatsız ediyordu
ve hiç susmadan –çoğ unlukla Tom Gordon’la, ama aynı zamanda annesi, kardeşi, Pepsi ve ta
yuvadaki Bayan Garmond’a kadar, şimdiye dek olan bü tü n ö ğ retmenleriyle konuşuyordu.
Geceleri dizleri gö ğ sü ne çekilmiş yan yatarken, içinde bir şeylerin yırtılacağ ını sanacak kadar
kö tü ö ksü rerek ateşler içinde uyanıyordu. Ama sonra, daha fena olacağ ına, ateş ya azalıyor ya
da kayboluyor ve onunla birlikte gelen baş ağ rıları da geçiyordu. Kesintisiz uyuyup bü tü nü yle
yenilenmiş gibi uyandığ ı bir gecesi oldu (kendisi bilmemesine rağ men perşembeydi). Eğ er
gece ö ksü rdü yse de bu uyandıracak kadar fazla değ ildi. Zehirli sarmaşık sol kolunda bir
bölgeyi tutmuştu, ama bunun ne olduğunu anladı ve çamurla sıvadı. O da yayılmadı.
En net anıları, yatık tepede yıldızlar soğ uk soğ uk parlarken bir sü rü dalın altında Red
Sox’ları dinlemesiydi. Oakland’da ü ç maçtan her ikisinde de kurtarışları Tom yaptı, ikisini
kazandılar. Mo Vaughn kendi sahasında iki vuruş yaptı ve Troy O’Leary (Trisha’nın alçak
gö nü llü ikrine gö re pek şeker bir beysbol oyuncusuydu) bir tane vurdu. Maçları WEEI’den
dinledi ve her gece radyonun alış kalitesi azalmasına rağ men pilleri iyi dayandı. Eğ er buradan
kurtulursa Energizer Bunny’ye (Pil markası) ö vgü dolu bir mektup yazması gerektiğ ini
dü şü ndü ğ ü nü hatırlıyordu. Uykusu geldiğ i zaman radyoyu kapatarak kendisine dü şeni
yapıyordu. Tek bir gece , hatta cuma gecesi, titreme, ateş ve ishalle kırılırken bile radyoyu açık
bırakıp uyumadı. Radyo can simidi, maçlar hayat kurtarıcısıydı. Eğ er onlar olmasaydı
direnmekten çoktan vazgeçerdi.
Ormana giren kız (neredeyse on yaşında ve yaşına gö re iri) kırk dö rt kiloydu. Yedi gü n
sonra çamlı bir yokuşu yuvarlanarak çıkıp çalılık bir açıklığ a gelen yarı kö r kız ancak 37 kilo
gelirdi. Yü zü sivrisinek ısırıklarıyla şişmişti ve ağ zının yanında bü yü k bir uçuk vardı. Kolları
sopa gibiydi. Durmadan bollaşan pantolonunun farkına varmadan belini çekiştiriyordu.
Sessizce bir şarkı mırıldanıyordu “Kollarını sar bana... çü nkü yanında olmak istiyorum”… ve
dü nyanın en genç eroin bağ ımlısını andırıyordu. Çok becerikli davranmıştı, hava durumu
bakımından şanslı olmuştu (ılımlı dereceler, kaybolduğ undan beri hiç yağ mur yağ mamıştı) ve
kendi içinde derin ve beklenmedik gü ç stokları keşfetmişti. Artık bu stoklar neredeyse
bitmişti ve Trisha’nın yorgun beyninin bir yanı bunu biliyordu. Yokuşun başındaki açıklığ ın
içinden ağır ağır geçmeye çalışan kız neredeyse tükenmişti.
Bıraktığ ı dü nyada aramaların dağ ınık bir kalıntısı sü rmekteydi, ama yine de onu
arayanların çoğ u artık ö ldü ğ ü kanısındaydılar. Anne-babası şaşkın bir şekilde, bir dini ayin mi
yapsınlar, yoksa cesedi bulununcaya kadar beklesinler mi diye tartışıyorlardı. Ve beklemeye
karar verirlerse, ne kadar bekleyeceklerdi? Bazen kaybolanların cesetleri asla bulunmuyordu.
Pete çok az konuşuyordu, ama boş gö zlerle ve sessiz duruyordu. Moanie Balogna’yı almış ve
onu kendi yatağ ında gö rebileceğ i bir kö şeye oturtmuştu. Annesinin bebeğ e baktığ ını gö rü nce
“Sakın dokunma ona” dedi. “Sakın sü rme elini.” Işıklar, arabalar ve kaldırımlı yollar
dü nyasında o ö lmü ştü . Buradakinde de –yolun dışında var olan, kargaların bazen dallardan
baş aşağ ı sarktığ ı dü nyada– ö lmek ü zereydi. Ama o kamyonculuğ u sü rdü rdü . (Bu babasının
sö zü ydü .) Rotası bazen biraz doğ uya veya batıya doğ ruydu, ama pek sık değ il ve pek çok değ il.
Tek bir yö nde ilerlemekteki yeteneğ i neredeyse bedeninin gö ğ sü nde ve boğ azındaki
iltihaplanmaya yenilmemekteki ısrarı kadar dikkate değ erdi. Ama bu, o kadar işine
yaramamıştı. Seçtiğ i yol onu yavaşça ama şaşmaz bir şekilde kasaba ve kö ylerin sık olduğ u
yerlerden uzağa ve New Hampsire’in bacalarına doğru götürmekteydi.
Ormandaki şey, bu her neyse, yolculuk boyunca eşlik etti ona. Hissettiğ i ve gö rdü ğ ü nü
sandığı şeylerin çoğuna aldırmadıysa da, eşek arısı rahibinin, Kaybolanların Tanrısı’nın dediği
şeyi asla aklından çıkarmadı; pençe izi olan ağ açları (ya da başsız tilkiyi) yalnızca hayal ü rü nü
diye adlandırmadı. O şeyi ne zaman hissetse (ya da duysa –kendisiyle birlikte giderken birkaç
kez dalların kırıldığ ını ve iki kez de insana benzemeyen homurtusunu duydu), onun varlığ ının
gerçekliğ ini asla sorgulamadı. O duygu kendisini bıraktığ ı zaman, şeyin gerçekten gitmiş
olduğ unu da sorgulamadı. Kendisi ve o şey birbirlerine bağ lıydılar artık; ö lü nceye kadar da
ö yle kalacaklardı. Trisha bunun uzun sü receğ ini sanmıyordu. “Hemen kö şe başında,” derdi
annesi, ama ormanlarda kö şeler yoktu tabii. Bö cekler ve bataklıklar ve ani uçurumlar, ama
kö şeler yoktu. Hayatta kalabilmek için bu kadar savaştıktan sonra ö lmesi haksızlıktı, ama bu
haksızlık onu çok kızdırmıyordu artık. Kızmak enerji istiyordu. Canlılık istiyordu. Trisha
ikisinden de yoksundu neredeyse.
Şimdiye kadar içinden geçtiğ i açıklıklardan farklı olmayan bu açıklığ ın ortasında, Trisha
ö ksü rmeye başladı. Gö ğ sü nü n derinlerini acıtıyor, sanki orada bü yü k bir kanca varmış gibi
oluyordu. Trisha iki bü klü m oldu, toprağ ın ü stü ndeki bir ağ aç kü tü ğ ü ne tutundu ve
gö zlerinden yaşlar fışkırıp çift gö rmeye başlayıncaya kadar ö ksü rdü . Oksü rü k sonunda azalıp
durunca, kalbinin ü rkü tü cü atışı dü zelinceye kadar eğ ilmiş halde kaldı. Ayrıca gö zlerinin
ö nü ndeki o kocaman kara kelebeklerin kanatlarını toparlayıp geldikleri yere gitmelerini de
bekledi. Tutunacak bir kütüğü olması çok iyiydi, yoksa yuvarlanacağı kesindi.
Gö zleri kü tü ğ e gitti ve dü şü nceleri aniden kesildi. Geri gelen ilk dü şü nce “gö rdü ğ ü mü
sandığ ım şeyi gö rmü yorum. Bu da bir uydurma, bir hayal ü rü nü ,” oldu. Gö zlerini kapatıp
yirmiye kadar saydı. Açtığ ında kara kelebekler yok olmuştu ama gerisi aynı duruyordu. Kü tü k
kü tü k değ ildi. Bir direkti. Tepesinde gri ve sü ngerimsi eski tahtaya vidalanmış, paslı kırmızı
bir halka kilit vardı.
Trisha demiri tutup gerçekliğ ini hissetti. Bıraktı ve parmaklarındaki pas lekelerine baktı.
Yeniden tuttu, ileri geri salladı. Bir daire yaparak dö ndü ğ ü nde olduğ u gibi bir deja vu duygusu
sarstı onu, ancak bu kez daha güçlüydü ve bir şekilde Tom Gordon’la ilişkiliydi. Ne...?
“Hayal ettin bunu,” dedi Tom. Yirmi metre kadar ö tede kollarını kavuşturmuş ve arkasını
bir kayın ağ acına dayamış, ü stü nde gri yol ü niformasıyla duruyordu. “Buraya gelmiş
olduğumuzu rüyanda gördün.”
“Öyle mi yaptım?”
“Tabii, hatırlamıyor musun? Takımın izin gecesiydi. Walt’i dinlediğin gece.”
“Walt...?” Bu ad ancak belirsiz şekilde tanıdıktı, anlamı bütünüyle kaybolmuştu.
“Framinghamlı Walt. Cep telefonundaki o budala.”
Hatırlamaya başladı. “Ve sonra yıldızlar kaydı.”
Başıyla onayladı Tom.
Elini halka kilitten hiç çekmeden direğ in çevresinde yü rü dü Trisha. Dikkatle çevresine
baktı ve gerçekten bir açıklıkta olmadığ ını gö rdü . Çok fazla ot vardı –tarla ve otlaklarda
gö rdü klerinden yü ksek yeşil otlar. Bu bir otlaktı veya bir zamanlar ö yleydi, uzun zaman ö nce.
Huşlara ve çalılara bakmayıp da gö zlerini gerçek olanı gö rmesine fırsat verilirse bunun başka
bir şey olmadığ ı anlaşılırdı. Bu bir otlaktı. Otlakları insanlar yapardı, direkleri insanların
toprağa diktiği gibi; üstünde halka kilit olan direkleri.
Trisha bir dizinin ü stü ne çö ktü ve elini yukarıdan aşağ ı ha ifçe gezdirdi direkte –
kıymıklara dikkat ederek. Ortasında bir çift delik ve madenden yapılmış kıvrık bir demir
buldu. Altındaki otları aradı, ö nce bir şey bulamadı ve yerdeki ince çalıların daha derinine
daldı. Orada, eski saman ve kuru otların arasında bir şey daha buldu. Onu çekip çıkarabilmek
için iki elini de kullanmak zorunda kaldı. Paslı, eski bir menteşeydi bu. Kaldırıp gü neşe doğ ru
tuttu onu. Kalem inceliğ inde bir gü neş ışını vida deliklerinden birinden geçti ve bir yanağ ına,
iğne ucu kadar parlayan bir nokta koydu.
“Tom,” diye nefes aldı. Onun yine gitmiş olacağ ını dü şü nerek kollarını kavuşturup kayın
ağ acına dayandığ ı yere baktı. Ama gitmemişti ve gü lü msemese bile, gö zlerinin ve ağ zının
çevresinde bir gülümsemenin izini gördü.
“Tom, bak!” Menteşeyi havaya kaldırdı.
“Bir kapıymış,” dedi Tom.
“Bir kapı!” diye tekrarladı kendinden geçmiş bir halde. “Bir kapı!” Yani başka bir deyişle,
insanlar tarafından yapılmış bir şey. Sihirli ışıklar ve araçlar ve 6-12 Böcek Kovucu dünyasının
insanları.
“Bu senin son şansın, biliyorsun.”
“Ne?” Huzursuzlukla baktı ona.
“Sonuncu devredesin artık. Hata yapma, Trisha.”
“Tom sen..”
Ama orada kimse yoktu. Tom yok olmuştu. Onun yok olduğ unu gö rmemişti tam olarak,
çünkü Tom orada hiç olmamıştı ki. O sadece kendisinin hayalindeydi.
“Kapatışın sırrı nedir?” diye sormuştu ona, kesin olarak ne zaman olduğ unu
hatırlayamıyordu.
“Kendinin daha iyi olduğ una kendini inandırmak,” demişti Tom, beyni belki de bir spor
maçından veya babasıyla birlikte izledikleri bir oyun sonrası rö portajından yarı işitilmiş bir
yorumu yeniden kullanıyordu. En iyisi bunu hemen yapmaktır. Son şansın. Sonuncu devre.
Hata yapma.
“Ne yaptığımı bile bilmeden nasıl yapabilirim bunu?”
Buna bir yanıt gelmedi, onun için Trisha, eski Maypole direğ i tanışma tö renindeki
Saksonyalı bir kız gibi eli halka kilitte, bir kere daha direğ in çevresinde yavaşça ve dikkatle
dolaştı. Fazla bü yü mü ş otlağ ı kuşatan orman, Revere Plajı’nda veya Eski Meyve Bahçesi’ndeki
dö nme dolaptaki gibi gö zlerinin ö nü nde dö nü yordu. Şimdiye kadar geçtiğ i millerce ormandan
farklı değildi bu. Hangi yol doğru yoldu? Bu bir direkti ama bir işaret direği değildi.
“Bir direk, ama işaret direğ i değ il,” diye fısıldadı, şimdi biraz daha hızlı yü rü yerek. “Nasıl
bir şey ö ğ renebilirim ondan, işaret direğ i olmayan bir şeyden, bir direkten? Nasıl benim gibi
bir geri zekâlı...”
Aklına bir ikir geldi o anda ve yeniden dizlerinin ü stü ne çö ktü , incik kemiğ ini bir taşa
vurdu, kanattı, ama farkına varmadı bile. Belki de o bir işaret direğ iydi. Oyleydi belki de.
Çü nkü o bir kapı direğ iydi. Trisha direkteki menteşe vidaları dü şmü ş delikleri buldu yeniden.
Ayakları bu deliklere gelecek şekilde durdu, sonra dü z bir çizgide emekleyerek uzaklaştı
direkten. Bir diz ileri... sonra öteki...
“Of!” diye bağ ırdı ve elini otlardan çekti. Incik kemiğ ini vurmamıştı, ama acıtmıştı.
Avucuna baktı ve orada yerleşen kirin arasından sızan kü çü k kan damlalarını gö rdü . Trisha
kollarının ü stü nde ö ne eğ ildi otları kenara iterek, eline neyin battığ ını biliyor, ama yine de
görmek istiyordu onu.
Bu, ö teki kapı direğ inin yerden bir ayak kadar yukardan kırılmış kü tü ğ ü ydü ve kendisini
daha fazla yaralamadığ ı için gerçekten şanslıydı; direkten çıkan kıymıklardan ikisi rahatça on
santimetre uzunluğ unda varlardı ve iğ ne gibi sivriydiler. Kü tü ğ ü n biraz ilerisinde, bu taze ve
saldırgan haziran yeşilliğ inin altındaki beyaz ve eski otların içine gö mü lmü ş direğ in geri kalan
kısmı vardı.
Son çare. Sonuncu devreler.
“Evet ve belki de birisi kü çü k bir çocuktan çok fazla şey istiyor,” dedi. Çantasını
omzundan indirdi, açtı, pançodan kalanları çıkardı ve şeritlerden birini kopardı. Bunu kırık
kapı direğ inin çevresine, asabi bir şekilde ö ksü rerek dü ğ ü mledi. Yü zü nden ter damlıyordu.
Tatarcıklar geldi bu damlacıkları içmeye; bazıları boğ uldular; Trisha farkına varmadı.
Çantasını yeniden omuzlayarak ayağ a kalktı ve ayakta kalan direkle gö mü lü olanı belli eden
mavi şeridin arasında durdu.
“işte kapı buradaydı,” dedi. “Tam burada.” Doğ ru ileri, kuzeybatıya doğ ru baktı. Sonra
arkasını dö ndü ve gü neydoğ uya baktı. “Birinin buraya neden kapı koyduğ unu bilmiyorum,
ama biliyorum ki bir yol veya yü rü yü ş yolu veya binici yolu yoksa zahmet etmezsin,
istiyorum...” Sesi titredi ağ layacak gibi. Durdu, sö zcü klerini yuttu ve yeniden başladı. “Ben
yolu bulmak istiyorum. Herhangi bir yol. Nerede? Yardım et bana, Tom.”
36 Numara cevap vermedi. Bir alacakarga azarladı onu ve ormanda bir şey kımıldadı (o
şey değ il, yalnızca bir hayvan, belki bir geyik –son ü ç dö rt gü ndü r bir sü rü geyik gö rmü ştü )
ama hepsi bu kadardı. Onü nde, bü tü n çevresinde, yakından bakılmazsa eskiliğ inden ö tü rü bir
orman açıklığ ı daha sanılabilecek bir otlak vardı. Onun ilerisinde yine adını bilemeyeceğ i bir
sürü ağaçtan oluşan bir orman vardı. Hiç bir yol görmedi.
Biliyorsun, bu son şansın.
Trisha dö ndü , açık alandan kuzeybatıya doğ ru yü rü dü , sonra dü z bir çizgi tutturduğ undan
emin olmak için dö nü p geriye baktı. Tutturmuştu ve yine ileriye baktı. Dallar, her yere
kandırıcı ışık benekleri yayıp, sanki bir diskotek havası yaratarak, ha if bir rü zgâ rda
sallanıyorlardı. Devrilmiş yaşlı bir kü tü k gö rdü ve sık ağ açların arasından sü zü lerek ve
birbirine girmiş delirtici dalların altlarından eğ ilerek onun yanına gitti, ü mit ediyordu ki...
ama o bir kü tü ktü , yalnızca bir kü tü k, bir direk değ il. Daha ileri baktı, ama bir şey gö remedi.
Trisha, nefesi dehşetli, balgamlı bir halde, kalbi çarparak açıklığ a doğ ru koştu ve kapının
olduğ u yere geri geldi. Bu kez gü neydoğ uya dö ndü ve bir kez daha ormanın kıyısına kadar
yürüdü.
“işte başlıyoruz,” derdi Troop her zaman. “Son devreler ve Red Sox’un kö şe koşucularına
gereksinmesi var.”
Ormanlar. Ormanlardan başka hiçbir şey yok. Bırak yolu, bir av yolu bile yok –en azından
Trisha’nın gö rebildiğ i kadarında. Ağ lamamaya çalışarak, ama çok yakında buna engel
olamayacağ ını bilerek biraz daha ileri gitti. Neden rü zgâ r esiyordu sanki? Bü tü n bu lanet olası
ışık damlaları çevresinde dolaşırken nasıl bir şey gö rebilsin ki? Bu sanki bir planetaryumda
olmak filan gibiydi.
“Nedir o?” diye sordu Tom arkasından.
“Ne?” Dö nmeye zahmet etmedi. Artık Tom’un ortaya çıkması ona bir mucize gibi
gelmiyordu. “Ben bir şey görmüyorum.”
“Azıcık solunda.” Parmağıyla sol omuzunun üstünden işaret ederek.
“O yalnızca eski bir kü tü k,” dedi, ama ö yle miydi? Yoksa inanmaya korkuyor muydu onun
bir...
“Ben ö yle olduğ una inanmıyorum” dedi 36 Numara ve tabii bir beysbol oyuncusu gö zü
vardı onda. “Bence bu da bir direk, kızım.”
Trisha zorla ona doğ ru gitti (ve bu zor bir işti; ağ açlar deli edecek kadar sık, yerler
karmakarışık ve tehlikeliydi) ve evet, bu da bir direkti. Uzerinde iç kenarından yukarıya doğ ru
keskin kü çü k uçları olan paslı dikenli tel parçaları vardı. Trisha bir eli direğ in çü rü mü ş
tepesinde durdu ve güneşle damgalanan sahtekâr ormana baktı.
Yağ murlu bir gü nde odasında oturup annesinin ona aldığ ı bir eğ lence kitabıyla
uğ raştığ ını hatırlıyordu hayal meyal. Bir resim vardı orada, çok kalabalık bir resim ve onun
içinde on tane gizli nesne bulman gerekiyordu; bir pipo, bir soytarı, bir elmas yü zü k, bunun
gibi şeyler. Şimdi kendisinin yolu bulması gerekiyordu. Lü tfen Tanrım yolu bulmam için
yardım et bana, diye dü şü ndü ve gö zlerini kapattı. Bu Tom Gordon’un dua ettiğ i Tanrı’ydı,
babasının Alt-duyumu değ il. Artık Malden’de değ ildi veya Sanford’da ve gerçekten orada olan
bir Tanrı’ya gereksiniyordu, kurtarışı yaparsan –eğ er yapabilirsen işaret edebileceğ in bir
Tanrı. Lütfen Tanrım, lütfen. Yardım et bana son devrelerde.
Gö zlerini açtı sonuna kadar ve gö rmeden baktı. Beş saniye geçti, on beş saniye, otuz. Ve
birden oradaydı. Ne gö rdü ğ ü hakkında bir ikri yoktu –belki de daha seyrek ağ aç ve daha fazla
berrak ışık olan bir yer, belki yalnızca hepsi aynı yö ne işaret eden anlamlı gö lge şekilleri– ama
ne olduğunu biliyordu o; bir yolun son kalıntıları.
Onu çok dü şü nmediğ im sü rece kalabilirim ü stü nde, dedi Trisha kendine, yü rü meye
başlayarak. Bir direğ e daha geldi, bu eğ ri bir açıda yan yatmıştı; bir kış daha gelip buz ve
donma onu çö zecek, bir bahar daha gelecek; yazın otları arasına gö mü lecekti. Sanırım onun
hakkında çok düşünür veya çok bakarsam kaybolacak.
Trisha zihninde bu dü şü ncelerle 1905 yılında Elias McCorkle adında bir çiftçinin diktiğ i
diğ er direkleri izlemeye başladı; bunlar, onun gençken kendini içkiye kaptırıp bü tü n hırsını
kaybetmeden ö nce yaptığ ı odun taşıma yolunun işaretleriydi. Trisha gö zleri ardına kadar
açık, hiç duraksamadan yü rü dü (duraksaması dü şü ncelerin ona sokulup ihanet etmelerine
fırsat verirdi). Bazen direklerin olmadığ ı bir ara oluyordu, ama o yerdeki çalıların arasında
kalıntıları aramak için durmuyordu; ışığ ın, gö lge şekillerinin ve kendi içgü dü sü nü n yol
gö stermesine izin verdi. Gü nü n geri kalan kısmında, sık ağ aç kü melerinin ve bö ğ ü rden çalısı
demetlerinin aralarından geçerek gö zlerini yolun soluk izinden ayırmaksızın dü zgü n bir
biçimde yü rü dü . Yedi saat kadar gitti ve tam yeniden pançosunun altında, bö ceklerin çoğ unu
uzak tutmak için oraya bü zü lü p uyumayı dü şü nü rken bir başka açıklığ ın kenarına geldi. Tam
ortasında ü ç direk, sarhoş gibi bir o yana bir bu yana eğ ilmişlerdi, ikinci bir kapıdan kalanlar,
altındaki iki çapraz direğ in çevresindeki kalın ot halatlarının yardımıyla ayakta kalan direkten
sarkıyordu, ilerisinde, ü stü otlar ve papatyalarla kaplı, soluk bir çift tekerlek izi yeniden
ormanın içine doğru yönelerek güneye doğru gidiyordu. Bu eski bir orman yoluydu.
Trisha yavaşça kapıyı geçti ve yolun başladığ ı (ya da bittiğ i; hangi yö ne işaret ettiğ ine
bağ lı bu diye dü şü ndü ) yere doğ ru yü rü dü . Bir an ö ylece durdu, sonra dizlerinin ü stü ne çö ktü
ve tekerlek izlerinden birinin yanında emekledi. Bunu yaparken yeniden ağ lamaya başladı.
Yü ksek otların çenesini gıdıklamasına izin verip, eski yolun otlarla kaplı yerini geçerek
emekledi, ellerinin ve dizlerinin ü stü nde ö teki izin de ü zerinde ilerledi. Kö r bir insan gibi
gözyaşlarının arasında seslenerek emekledi.
“Bir yol! Bu bir yol! Bir yol buldum! Teşekkürler Tanrım! Teşekkürler Tanrım!”
Sonunda durdu, çantasını çıkardı ve tekerlek izlerinin içine uzandı. Bunu tekerlekler
yapmış, dedi ve gözyaşlarının arasında güldü. Bir süre sonra döndü ve gökyüzüne baktı.
Sekizinci Devre
IRKAÇ dakika sonra Trisha ayağ a kalktı. Alacakaranlık çevresini sarıncaya kadar bir
B saat daha yolda yü rü dü . Kaybolduğ undan beri ilk kez gö k gü rü ltü sü nü n batıdan gelen
sesini duyabiliyordu. Bulabileceğ i en yakın ağ aç topluluğ unun altına girmesi
gerekiyordu, çok fazla yağ arsa ıslanacaktı yine de. Ama bulunduğ u durumda Trisha buna
aldırmadı bile.
Ileride yarı karanlığ ın içinde bir şey gö rdü ğ ü an eski tekerlek izlerinin arasında durdu ve
sırtından çantasını indirdi, insanların dü nyasından bir şey; kö şeli bir nesne. Çantasının
kayışlarını yeniden yerleştirdi ve yakını gö remeyen ancak gö zlü k takmayacak kadar gururlu
biri gibi gözlerini kısıp bakarak yolun sağ tarafına ilerledi.
Batıda, gök biraz daha yüksek sesle gürlüyordu.
Karışık çalılıkların arasından ucu çıkan şey bir kamyondu, ya da kamyonun sü rü cü
yeriydi. Kaputu uzundu ve orman sarmaşıklarının arasına gö mü lmü ştü neredeyse. Kaputun
bir kapağ ı uçmuştu ve Trisha orada bir motor gö remedi; onun yerinde eğ reltiotları
bü yü mü ştü . Araba pas yü zü nden koyu kırmızıydı ve yan yatmıştı. On cam çoktan yok olmuştu,
ama içinde hâ lâ bir koltuk vardı. Dö şemesinin bü yü k kısmı ya çü rü mü ş ya da kü çü k hayvanlar
tarafından kemirilmişti.
Yine gö k gü rü ltü sü ve bu defa gittikçe yaklaşan ve gelirken ilk yıldızları yutan bulutların
arasında şimşeğin çakışını görebiliyordu.
Trisha bir dal kopardı, ö n camın olduğ u delikten uzattı ve becerebildiğ i kadar hızla
dö şemelere vurdu. Kalkan toz şaşırtıcıydı –ö n cam boşluğ undan ve pencere deliklerinden sis
gibi çıktı. Daha da şaşırtıcı olan cırlayarak yerdeki dö şemenin arasından fırlayıp oval
biçimdeki arka camdan kaçan sincapların çokluğuydu.
“Gemiyi terk edin!” diye bağ ırdı Trisha. “Bir buzdağ ına çarptık! Once kadınlar ve
sincaplar...” Bir ciğ er dolusu toz yuttu. Bunun sonucu olarak gelen ö ksü rü k krizi, temiz bir
nefes almaya çalışıp yarı baygın bir halde yere hızla oturuncaya kadar sarstı onu. Geceyi
kamyonun sü rü cü yerinde geçiremeyeceğ ine karar verdi. Geri kalan birkaç sincaptan, hatta
yılanlardan bile korkmuyordu (eğ er orada yılanlar olsa sincapların çoktan kaçmış olacaklarını
tahmin ediyordu) ama sekiz saati toz yutarak ve mosmor oluncaya kadar ö ksü rerek geçirmek
istemiyordu. Yeniden gerçek bir dam altında uyumak harika olurdu, ama bu fazla ağ ır bir
bedeldi.
Trisha kamyonun arkasındaki çalıların içinden geçti ve sonra ormanın biraz içine doğ ru
gitti. Oldukça bü yü k bir ladin ağ acının altına oturdu, biraz fıstık yedi, biraz su içti. Su ve
yemeğ i yine azalıyordu, ama bunu dü şü nemeyecek kadar yorgundu bu gece. Bir yol bulmuştu,
ö nemli olan buydu. Eskiydi ve kullanılmıyordu, ama onu bir yerlere gö tü rebilirdi. Tabii tıpkı
dereler gibi bu da azalarak yok olabilirdi, ama bunu dü şü nmeyecekti şimdi. Şimdilik yolun
kendisini derelerin götürmediği yere götüreceğini ümit etmek istedi.
O gece sıcak ve basıktı, New England’ın kısa ama bazen çok sert olan yaz aylarının nemli
havasıydı. Trisha kirli gö mleğ inin yakasını kirli boynunda yelpaze gibi salladı, alt dudağ ını
uzattı ve alnındaki saçları geri ü ledi, sonra şapkasını yeniden yerleştirdi ve çantasına
dayanarak uzandı. Walkman’ini çıkarmayı dü şü ndü , ama bunu yapmamaya karar verdi. Eğ er
bu gece bir Batı Sahili maçını dinlerse, kesinlikle uyur kalırdı ve pillerden geri kalan kısmını
tü ketirdi. Biraz daha geriye yaslanıp yastığ ını dü zeltirken, geri gelişi bir mucize gibi gö rü nen
uzun zamandır bü tü nü yle kaybolmuş bir şeyin geri geldiğ ini hissetti; basit bir mutluluk
duygusu. “Teşekkürler Tanrım,” dedi. Üç dakika sonra uyumuştu.
Iki saat kadar sonra, bir sağ anak yağ murun ilk soğ uk damlaları ormanın sık dallarının
arasından yol bulup yü zü ne dü şü nce uyandı. Sonra gö k gü rü ltü sü dü nyayı deldi ve Trisha
nefes nefese kalkıp oturdu. Dallar neredeyse bora gibi gü çlü bir rü zgâ rda gıcırdıyor ve
inliyordu ve çakan ani bir şimşek onları bir haber fotoğrafı gibi meydana çıkardı.
Trisha saçlarını gö zü nden çekti ve gö k yine gü rleyince bü zü lerek gü çlü kle ayağ a kalktı...
ama bu gü rlemeden çok, bir kamçı şaklaması gibiydi. Fırtına tam tepesinde gibiydi. Ağ açlar
olsa da olmasa da kısa sü rede sırılsıklam olacaktı. Çantasını kaptı ve kamyonun yan yatmış
karanlık hurda ö n kısmına doğ ru tö kezleyerek gitti. Uç adım attı, ıslak havayı yutup sonra
ö ksü rdü , sert rü zgâ rda boynunu ve kollarını dö ven yaprakların ve dalların farkında bile
olmayarak durdu. Ormanda bir yerde bir ağaç yırtılma, parçalanma sesiyle devrildi.
O şey burada ve çok yakınındaydı.
Rü zgâ r, yü zü ne bir avuç yağ mur vurarak yö n değ iştirdi ve şimdi gerçekten kokusunu
alabiliyordu onun –hayvanat bahçesindeki kafesleri hatırlatan keskin vahşi bir koku. Ancak
oradaki şey bir kafeste değildi.
Trisha bir eliyle rü zgâ rdan sallanan dalları itti, ö tekini ise Red Sox şapkasının başında
durması için kullanarak yeniden kamyonun sü rü cü yerine doğ ru hareket etmeye başladı.
Dikenler bileklerini ve baldırlarını yırtıyordu ve kendisini koruyan ormandan çıkıp yolunun
kenarına gelince (onu böyle, kendi yolu olarak düşünüyordu) bir anda sırılsıklam oldu.
Arabanın cam deliğ inden içeri sarmaşıkların dolandığ ı açık sü rü cü kapısına vardığ ında,
şimşek bü tü n dü nyayı mora boyayarak çaktı yeniden. Trisha şimşeğ in ışığ ında yolun uzak
kenarında duran dü şü k omuzlu bir şey gö rdü , kara gö zleri ve boynuz gibi dik kocaman
kulakları olan bir şey. Belki de boynuzdu onlar, insan değ ildi; insan olduğ unu da dü şü nmedi
zaten. Bir tanrıydı bu. Orada yağmurda duran kendi tanrısı, eşek arısı-tanrısıydı.
“HAYIR!” diye bağ ırdı, bü tü n çevresinde kalkan tozun ve dö şemelerin çü rü mü ş eski
kokusuna aldırmayarak, kamyonun içine dalarken. “HAYIR, GIT BURADAN! GIT BURADAN VE
RAHAT BIRAK BENİ!”
Gö k gü rü ltü sü yanıt verdi ona. Arabanın paslı damına vurarak yağ mur da yanıt verdi.
Trisha başını kollarının arasına sakladı ve ö ksü rü p titreyerek yan tarafına dö ndü . Yeniden
uykuya daldığ ında onun gelmesini bekliyordu hâ lâ . Bu uyku derin ve –hatırlayabildiğ i
kadarıyla– rü yasızdı. Uyandığ ında ortalık aydınlanmıştı yine. Sıcak ve gü neşli bir havaydı,
ağ açlar bir gü n ö ncesinden daha yeşil, otlar daha gü rdü , kuşlar ormanın derinlerinde daha
keyi li ve mutlu cıvıldıyorlardı. Yapraklar ve dallardan su damlıyordu; Trisha başını kaldırıp
arabanın ö n camının olduğ u yerdeki yan yatmış camsız pencereden baktığ ında ilk gö rdü ğ ü
şey yolun ü stü ndeki tekerlek izlerinden birinin ü stü ndeki su birikintisinde parlayan gü neş
ışığ ıydı. Işık o kadar parlaktı ki bir elini siper ederek gö zlerini kıstı. Gerçeğ i kaybolduktan
sonra bile gö rü ntü sü nü n hayali ö nü nde asılı kaldı; gö kyü zü nü n ö nce mavi sonra solan bir
yeşile dönen aksi.
Camı olmamasına rağ men kamyonun arabası onu ıslanmaktan oldukça korumuştu. Yerde
eski kontrol pedallarının çevresinde bir gö lcü k oluşmuştu ve sol kolu da ıslanmıştı, ama hepsi
bu kadardı. Eğ er uykusunda ö ksü rdü yse bile bu onu uyandıracak kadar gü çlü olmamıştı.
Boğ azı biraz acıyordu ve sinü sleri tıkanmıştı, ama şu lanet tozdan kurtulunca bunların hepsi
düzelebilirdi belki.
Dün gece buradaydı. Sen gördün onu.
Ama görmüş müydü? Gerçekten görmüş müydü?
Senin için geldi, seni almak niyetindeydi. Sonra sen kamyona tırmandın ve o da almamaya
karar verdi. Neden olduğunu bilmiyorum, ama olan bu.
Belki de değ ildi. Belki her şey yarı uykuda yarı uyanık olduğ un zaman gö rdü ğ ü n
rü yalardan biriydi. Şimşeklerin çaktığ ı ve rü zgâ rın bora gibi estiğ i bir fırtınanın içine
uyanmanın neden olduğu bir şeydi. Böyle bir durumda, herkes her şey görebilirdi.
Trisha çantasını ha ifçe yıpranmış kayışından tuttu ve sü rü cü tarafındaki kapıdan,
kaldırdığ ı tozları burnuna çekmemeye çalışarak geri geri kıvrılıp çıktı. Dışarı çıkınca, geri
çekildi (hâ lâ ıslak olan, arabanın paslı kırmızı yü zeyi, erik rengine dö nmü ştü ) ve çantasını
takmaya başladı. Sonra durdu. Hava berrak ve ılıktı. Yağ mur durmuştu, izleyecek bir yolu
vardı... birden kendini yaşlı, yorgun ve kemikleri erimiş hissetti, insanlar aniden uyanınca
hayal gö rebilirlerdi, ö zellikle bir fırtınanın gö beğ ine uyanırlarsa. Tabii bu olabilirdi. Ama
şimdi gö rdü ğ ü şeyi hayal etmiyordu. O uyurken bir şey, arabanın çevresini saran yaprakların
ve çam iğnelerinin ve çalıların içinde bir daire kazmıştı.
Yeşilliklerin arasındaki ıslak siyah eğ ri çizgi, sabah gü neşinde son derece açık seçikti. Yol
ü zerindeki çalılar ve kü çü k ağ açlar kö klerinden çıkarılmış ve kırık parçalar halinde kenara
atılmıştı. Kaybolanların Tanrısı gelmiş ve onun çevresinde sanki Geri çekilin –o benim, o
benim malım der gibi bir daire çizmişti.
Dokuzuncu Devrenin Başı
RISHA, bü tü n o pazar gü nü puslu alçak havanın eşliğ inde yü rü dü . Sabahleyin ıslak
T ağ açlardan duman çıkıyordu, ama ö ğ leden sonrasının erken saatlerinde yeniden
kurumuştu ağ açlar. Sıcaklık dayanılmazdı. Yolu bulmuş olmaktan dolayı mutluydu,
ama şimdi gö lge de istiyordu. Yine ateşi var gibiydi ve yalnızca yorgun değ ildi, bü tü nü yle
tü kenmişti. O şey onu izliyordu, ormanda dolaşıyor ve izliyordu onu. Bu duygudan sıyrılamadı
bu kez, çü nkü o şey de terk etmiyordu kendisini. Sağ ındaki ağ açların içindeydi. Bir iki kez onu
gö rdü ğ ü nü sandı, ama belki de bu yalnız ağ aç dallarının arasında dolaşan gü n ışığ ıydı. Onu
gö rmek istemiyordu; gö rmek istediğ i her şeyi bir gece ö nce çakan o şimşeğ in ışığ ında
gö rmü ştü . Onun kü rkü nü , onun kocaman dik kulaklarını, koca gö vdesini. Gö zlerini de. Iri ve
insanlık dışı o gö zleri. Cam gibi ama bilinçli. Onun bilincindeydi Trisha. Benim ormandan
dışarı çıkamayacağ ımdan emin oluncaya kadar gitmeyecek, diye dü şü ndü bitkin bir halde.
Buna izin vermeyecek. Benim kaçmama izin vermeyecek.
Oğ leden hemen sonra yoldaki tekerlek izlerindeki su birikintilerinin kurumakta olduğ unu
gö rdü ve suyu şapkasından pançosunun başlığ ına sü zü p, oradan da plastik şişelere koyarak
stokunu yeniledi. Suyun hâ lâ bulanık, kirli bir gö rü ntü sü vardı, ama bu gibi şeyler artık onun
fazla umurunda değ ildi. Eğ er orman suyu onu ö ldü recekse, ilk hasta ettiğ inde ö ldü rü rdü diye
düşündü. Onun tek endişesi yiyecek olmamasıydı. Son kalan birkaçının dışında bütün fıstıkları
ve meyveleri şişelerini doldurduktan sonra yemişti; ertesi sabah kahvaltıda patates cipsleri
için yaptığ ı gibi çantasının dibini kazıyacaktı. Yol boyunca belki başka şeyler de bulabilirdi,
ama ümitli değildi.
Yol bazen biraz gö zden kaybolarak ve bazen de birkaç yü z metre netleşerek sü rü p gitti.
Bir sü re devam eden tekerlek izlerinin arasında, ü st kısımda çalılar vardı. Trisha onların kara
bö ğ ü rtlen çalıları olduğ unu dü şü ndü . Annesiyle Sanford oyuncak ormanlarında şapkalar
dolusu toplamışlardı, ama kara bö ğ ü rtlenler bir ay sonra olgunlaşacaktı. Mantarlar da gö rdü ,
ama hiçbirine yiyecek kadar gü venmedi. Annesinin bilgi alanına girmiyorlardı ve okulda da
okumamışlardı onları. Okulda fıstıkları ve yabancıların arabalarına binmemeyi ö ğ renmişlerdi
(çü nkü bazı yabancılar deliydi), ama mantarları ö ğ renmemişlerdi. Ama emin olduğ u bir şey
vardı, o da eğ er yanlış mantarları yersen ö lü rdü n, hem de korkunç bir biçimde. Onları gö z ardı
etmek çok büyük bir özveri değildi. Şimdi iştahı yoktu ve boğazı acıyordu.
Oğ leden sonra dö rt sularında ayağ ı bir kü tü ğ e takıldı, yan tarafına doğ ru dü ştü , ayağ a
kalkmaya çalıştı ama kalkamayacağ ını anladı. Bacakları titriyordu ve iyice zayıf dü şmü şlerdi.
Çantasını çıkardı (korkutacak kadar uzun bir sü re uğ raşarak) ve sonunda kurtuldu ondan. Son
kalan bir ikisinin dışında bü tü n fıstıkları yerken sonuncuya gelince neredeyse kusuyordu.
Boynunu yavru bir kuş gibi uzatarak ve iki kez yutkunarak savaştı onunla ve kazandı. Uzerine
bir yudum kumlu, ılık su içti.
“Red Sox zamanı,” diye mırıldandı, Walkman’ini çıkardı. Onları duyabileceğ inden
kuşkuluydu, ama denemenin zararı olmazdı; Batı Yakası’nda saat bir sıralarıydı, maç yeni
başlıyordu. FM bandında hiçbir şey, ha if bir fısıltı bile yoktu. Kısa dalgada hızla Fransızca
geveleyen (bunu yaparken de kıkırdıyordu, bu da rahatsız ediciydi) bir adam buldu ve sonra,
1600’lere yakın bir yerde, çubuğ un hemen dibinde, bir mucize; ha if ama duyulabilir, Joe
Castiglione’nin sesi.
“Tamam, Valentin ikincinin ö nü nde,” dedi. “Uçe-bir atışı... ve Garciaparra orta sahanın
tam içine uzun yüksek bir atış yapıyor! Geri geliyor... GİTTİ! Red Sox ilerde, iki sıfır!”
“Daha çok var, Nomar, adamım,” dedi Trisha tanıyamadığ ı boğ uk, çatlak bir sesle ve
yumruğ unu gü çsü zce havaya salladı. O’Leary vurdu ve devre sona erdi. “On camın patlayınca
kimi ararsın?” diye şarkı sö yledi dü nya kadar uzaktaki sesler, her yerde yollar olan ve her
sahnenin ardında tanrıların çalıştığı bir dünya.
“1-800” diye başladı Trisha. “54”…
Bitiremeden dalıp gitti. Uykusu derinleştikçe, zaman zaman ö ksü rerek biraz daha, biraz
daha sağ ına doğ ru kaydı yattığ ı yerde. Oksü rü klerin sesi, derinden ve balgamlı geliyordu.
Beşinci devre sırasında, bir şey ormanın kenarına geldi ve baktı ona. Sinekler ve tatarcıklar
suratının çevresinde bir bulut yaptılar. Gözlerinin sahte parlaklığında hiçliğin tüm tarihi vardı.
Uzun bir sü re durdu orada. Sonunda jilet keskinliğ indeki pençeli elini ona doğ ru uzattı –o
benim, benim malım o– ve yeniden ormana döndü.
Dokuzuncu Devrenin Sonu
YUNUN sonlarına doğ ru bir noktada, Trisha bir an için dalgın bir halde uyandığ ını
O dü şü ndü . Jerry Trupiano anons ediyordu –en azından Troop’u andırıyordu sesi, ama
Seattle Canavarlarının kö şeleri doldurduğ unu ve Gordon’un oyunu kapatmaya
çalıştığ ını anlatıyordu. “Kale levhasındaki o şey bir katil” dedi Troop, “ve Gordon bu yıl ilk kez
korkmuş görünüyor. Ona gereksinimin olduğu zaman Tanrı nerede, Joe?”
“Danvizz,” dedi Joe Castiglione. “Ağlıyor gerçekten.”
Kesinlikle bir rü yaydı bu, ö yle olmalıydı –belki biraz, veya değ il, gerçek bulaşmıştı.
Trisha’nın kesinlikle bildiğ i tek şey, tamamen uyandığ ında, gü neşin batmak ü zere, kendisinin
ateşi olduğ u, boğ azının her yutkunuşta fena halde acıdığ ı ve de radyosunun korkutucu bir
şekilde sustuğuydu.
“Açık bırakıp uyumuşsun, aptal şey,” dedi yeni çatlak sesiyle. “Seni koca aptal.” Kutunun
ü stü ne, kırmızı ışığ ı gö rmeyi umarak baktı, yana dö nerken kazayla ayar dü ğ mesini oynatmış
olmayı umarak (başı bir omuzuna doğ ru yatmış ve boynu feci şekilde ağ rıyarak uyandı) ama
öyle olmadığını bilerek, baktı. Ve de doğal olarak, kırmızı ışık sönmüştü.
Kendisine pillerin zaten daha fazla dayanamayacağ ını sö ylemeye çalıştı, ama yararı
olmadı ve biraz daha ağ ladı. Radyonun ö ldü ğ ü nü bilmek ü zdü onu, çok ü zdü . En son
arkadaşını kaybetmek gibiydi bu. Yavaşça ve gü çlü kle hareket ederek radyoyu yeniden
çantasına koydu, tokalarını kapattı ve çantayı taktı sırtına. Neredeyse bomboştu, ama bir ton
ağırlığındaydı. Nasıl olabilirdi bu?
Bir yoldayım en azından, dedi kendi kendine. Bir yoldayım. Ama şimdi bir gü nü n ışığ ı
daha gö kten kaybolurken bu bile yardım edemiyordu. Yol mol, diye dü şü ndü . Bu olgu gerçekte
onunla alay ediyor gibiydi, kaçırılmış bir kurtarış fırsatıydı sanki, her nasılsa –bir takımın
kazanmaya bir ya da iki milim yaklaşması ve sonra tavanın başlarına çö kmesi gibi. O aptal yol
bu ormanların içinde yü z kırk mil daha gidebilirdi, ona kalırsa ve sonunda hiçbir şey
olmayabilirdi; yalnızca pis çalılar veya bir tane daha iğrenç bataklık.
Yine de yavaş ve bitkin bir şekilde yü rü meye başladı, başı ö nü nde ve omuzları o kadar
dü şmü ştü ki, çanta kayışları sanki ü stü çok bü yü k bir bluzun askıları gibi durmadan
dü şü yorlardı, ancak bir bluzla bü tü n yapman gereken askıları yukarı itmekti. Çanta
kayışlarınıysa önce toplayıp sonra yukarı kaldırman gerekiyordu.
Karanlık basmadan bir saat kadar önce, kayışlardan biri omuzlarından bütünüyle kaydı ve
çanta eğ rildi. Trisha bir an lanet şeyin dü şmesine izin verip onsuz yü rü meyi dü şü ndü . Eğ er
içinde yalnızca son bir avuç meyve olsaydı bunu yapabilirdi de. Ama su vardı ve su kumlu
olmasına rağmen boğazını rahatlatıyordu. Gece için konaklamaya karar verdi.
Yolun başında çö meldi, içini çekerek çantasını indirdi sırtından, sonra başını ü zerine
koyup uzandı. Sağındaki karanlık ağaç topluluğuna baktı.
“Benden uzak dur,” dedi başarabildiğ i kadar net. “Uzak dur, yoksa 1-800’ü çevirir devi
çağırırım. Anlıyor musun beni?”
Bir şey duydu onu. Anlamış da olabilirdi, anlamamış da ve yanıt vermedi, ama oradaydı.
Hissedebiliyordu bunu. Hâ lâ olgunlaşsın diye mi bekliyordu? Kendisini yemeye gelmeden
ö nce korkusuyla mı doyuruyordu karnını? Eğ er ö yleyse oyun neredeyse sona ermişti. Artık
korkmuyordu eskisi gibi. Birden ona yeniden seslenmeyi, demin sö ylediklerini kast
etmediğ ini, çok yorgun olduğ unu ve isterse gelip kendisini alabileceğ ini sö ylemeyi dü şü ndü .
Ama yapmadı bunu. Eğer yaparsa dediğini yapacağından korkuyordu.
Biraz su içti ve gö kyü zü ne baktı. Aptal Bork’un, Tom Gordon’un Tanrısı’nın onunla
uğ raşamayacağ ını, yapacak başka işleri olduğ unu sö ylediğ ini dü şü ndü . Trisha bunun tam
olarak bö yle olduğ undan kuşkuluydu ama O burada değ ildi, bu kesin gibi gö rü nü yordu. Belki
de uğ ratamayacak değ il uğ ratmayacaktı. Aptal Bork aynı zamanda itiraf etmeliyim ki o bir
spor taraftarıdır ama bu Red Sox taraftarıdır demek değ ildir, dedi. Trisha Red Sox kepini
çıkardı –artık berbat durumdaydı, terle lekelenmiş ve orman kalıntıları bulaşmıştı– ve
parmağ ını eğ ik gö lgeliğ inde dolaştırdı. En kıymetli eşyası. Babası onu kendisi için Tom
Gordon’a imzalatmıştı. Fenway Park’a Tom’un kızının en sevdiğ i oyuncu olduğ unu sö yleyen
bir mektupla birlikte yollamış ve Tom (ya da onun yetkili temsilcisi) onu, gö lgeliğ i imzalı
olarak, babasının aldığ ı damgalı, kendinden adresli zarfın içinde geri yollamıştı. Bunun hâ lâ en
kıymetli eşyası olduğunu düşündü. Bir avuç kurumuş, tatsız meyve ve kirli giysilerinden başka
sahip olduğ u tek şeydi. Artık imzadan eser yoktu, çü nkü yağ mur ve kendi terli elleriyle kara
bir gö lgeye dö nü şerek yok olmuştu. Ama eskiden bir imza vardı ve kendisi de hâ lâ buradaydı
–en azından şimdilik.
“Tanrım, eğ er Sen, bir Red Sox taraftarı olamıyorsan, bir Tom Gordon taraftarı ol,” dedi.
“Hiç olmazsa bu kadarını yapamaz mısın? Bu kadarcık olamaz mısın?”
Bü tü n gece titreyerek, uykuya dalıp sonra aniden uyanarak, onun, Şey’in, orada
olduğ undan, sonunda ormandan çıkıp kendisini almaya geldiğ inden emin bir şekilde, kendine
gelip gelip gitti. Tom Gordon konuştu onunla; bir keresinde babası da konuştu. Hemen
arkasında durup, bademli kurabiye ister mi diye soruyordu, ama arkasını dö ndü ğ ü nde orada
hiç kimse yoktu. Gö kyü zü nden daha birçok meteor dü ştü , ama onlar gerçekten orada mı,
yoksa rü yasında mı gö rü yor bilemiyordu. Bir ara pillerin birazcık canlandığ ını ü mit ederek
radyosunu çıkardı –bazen olurdu, onlara dinlenme fırsatı verirsen– ama bakamadan uzun
otların arasına dü şü rdü ve parmaklarını otların arasında ne kadar gezdirirse gezdirsin
bulamadı. Sonunda elleri çantasına döndü ve kayışlarının hâlâ tokaların içinde olduklarını fark
etti. Trisha radyoyu hiç oradan çıkarmadığ ına, çü nkü o karanlıkta tokalar ve kayışları yeniden
bu kadar dü zgü n yerleştirmiş olamayacağ ına karar verdi. Bir dü zine ö ksü rü k nö betiyle
boğ uştu, artık kaburgaları ağ rıyordu. Bir noktada çiş yapmak için zorla kaldırdı kendini ve
içinden çıkan o kadar sıcaktı ki Trisha’ya acı verdi.
Artan hastalıkların gecelerinde olduğ u gibi o gece de geçti; zaman yumuşadı ve garipleşti.
Sonunda kuşların cıvıldamaya, ağ açların arasından biraz ışığ ın sü zü lmeye başladığ ını
gö rdü ğ ü nde gö zlerine inanamadı Trisha. Ellerini kaldırdı ve kirli tırnaklarına baktı. Hâ lâ
hayatta olduğ una bile inanamıyordu, ama ö yle gibi gö rü nü yordu. Başının çevresinde her
zaman var olan bö cek bulutunu gö rebilecek kadar aydınlık oluncaya kadar olduğ u yerde kaldı.
Sonra yavaşça kalktı ve bacakları ağ ırlığ ını çekecek mi yoksa yeniden onu yere mi
yuvarlayacak diye görmek için bekledi.
Eğ er beni yere yuvarlarlarsa emeklerim, diye dü şü ndü , ama emeklemesi gerekmiyordu,
henü z değ il; destek verdi bacakları ona. Eğ ildi ve çantasının kayışlarından birine bir elini
geçirdi. Yeniden dikleştiğ inde bir baş dö nmesiyle sarsıldı ve o kara kanatlı kelebeklerden bir
tabur gözlerinin önüne doluştular. Sonunda yok oldular ve çantasını takmayı başardı.
Sonra başka bir sorun çıktı, hangi yö ne gitmekteydi? Artık çok emin değ ildi, yol her iki
yö nden de aynı gö rü nü yordu. Duraksayarak bakındı ileri geri. Ayağ ı bir şeye takıldı.
Kulaklığ ına dolaşmış ve çiyle ıslanmış Walkman’iydi bu. Demek ki dışarı çıkarmıştı. Eğ ildi,
yerden aldı onu ve aptal aptal baktı ona. Yine mi çantayı çıkaracak, açacak ve Walkman’i içine
koyacaktı? Bu çok zor geliyordu, bir dağ ı oynatmak gibiydi. Ote yandan, onu atmak da yanlıştı
sanki, vazgeçtiğ ini kabullenmek gibiydi. Trisha ateşten parlayan gö zleriyle radyo-teybine
bakarak ü ç dakika veya biraz daha fazla, olduğ u yerde durdu. Atmalı mı saklamak mıydı?
Atmalı mı saklamak mıydı? Kararın nedir Patricia, tencere setini mi alacaksın, yoksa araba,
mink palto ve Rio’ya yolculuk için yarışacak mısın?
Eğ er kardeşi Pete’in Mac PowerBook’u olsaydı her yere hata mesajları ve kü çü k bomba
ikonları saçıyor olacağ ını dü şü ndü . Bu gö rü ntü karşısında birden gü lmeye başladı. Gü lmesi
ö ksü rü ğ e dö nü ştü çabucak. Şu ana kadar olan en kö tü krizdi bu, iki bü klü m olmuştu. Çok
geçmeden elleri hemen dizlerinin ü stü nde ve sarkan saçlarını pis bir perde gibi ileri geri
sallayarak bir kö pek gibi havlıyordu. Nasıl olduysa, kendini bırakıp dü şmeden, ayakta
kalabildi ve ö ksü rü k krizi azalırken, Walkman’i pantolonunun beline takmış olması gerektiğ ini
fark etti. Kılıfının arkasındaki klips bunun içindi, değil mi? Tabii ya. Nasıl bir budalaydı o.
Basit bir şey bu, sevgili Watson demek için açtı ağ zını –o ve Pepsi bazen bunu birbirlerine
sö ylerlerdi– ve bunu yapınca, ıslak ve ılık bir şey alt dudağ ından salyalar halinde aktı. Avucuna
dolan parlak kırmızı kanı sildi ve baktı ona, gö zleri ardına kadar açıldı. Oksü rü rken ağ zımda
bir şeyi ısırmış olmalıyım, diye dü şü ndü ve anında ö yle olmadığ ını anladı. Bu daha
derinlerden gelmişti. Bu ikir korkuttu onu ve bu korku dü nyayı daha berraklaştırdı. Yeniden
dü şü nebildiğ ini gö rdü . Boğ azını temizledi (yavaşça; başka tü rlü sü çok acıtıyordu) ve sonra
tü kü rdü . Parlak kırmızı. Eyvah, yandık, ama yapabileceğ i bir şey yoktu şu anda ve yoldaki
yö nü nden emin olması için ne yapması gerektiğ ini dü şü necek kadar aklı başındaydı. Gü neş
sağ ında batmıştı. Anında doğ ru yö ne baktığ ını gö rdü , ilk başında nasıl yanıldığ ını
anlayamıyordu.
Trisha, yeni yıkanmış çini bir zeminde yü rü yen biri gibi, yavaşça, dikkatle harekete geçti,
işte o bu herhalde, diye dü şü ndü . Herhalde bugü n son şansım, hatta belki bu sabah son
şansım. Bu ö ğ leden sonra yü rü yemeyecek kadar yorgun olabilirim ve eğ er burada bir gece
daha geçirince hâ lâ ayağ a kalkabilirsem mavi gö zlü bir mucize olur. Mavi-gö zlü mucize. Bu
annesinin sözü müydü, yoksa babasının mı?
“Kimin umurunda ki?” dedi Trisha, kurbağ a vraklaması gibi bir sesle. “Eğ er bundan
kurtulursam, kendi sözlerimi yaratacağım.”
O sonsuz pazar gecesini ve pazartesi sabahını geçirdiğ i yerin yirmi veya otuz metre
ilerisinde Trisha Walkman’inin hâ lâ elinde olduğ unu fark etti. Durdu ve onu beline takma işini
bü yü k bir dikkat ve zahmetle yerine getirdi. Pantolonu ü stü nden dü şü yordu artık ve kalça
kemiklerinin keskin çıkıntısını gö rebiliyordu. Birkaç kilo daha verirsem Paris’te mankenlik
yapabilirim, diye dü şü ndü . Sabah havası uzaktan gelen patlamalarla yarıldığ ında kulaklık
parçasını ne yapabilirim diye dü şü nü yordu –sanki bir gazoz birikintisi dev bir kamışla
çekilmiş gibi bir ses çıktı.
Trisha çığ lık attı ve şaşkınlığ ında yalnız değ ildi; birkaç karga gakladı ve bir sü lü n tü ylerini
kabartan bir kızgınlıkla çalıların arasından fırladı. Trisha’nın gö zleri sonuna kadar açılmıştı.
Oylece durdu. O sesi tanıyordu; eski bir susturucudan bir sıra geri tepmeydi. Bir kamyon,
belki, bir çocuğun tabancası. Orada bir yol daha vardı. Gerçek bir yol.
Koşmak istedi, ama yapmaması gerektiğ ini biliyordu. Eğ er yaparsa bü tü n enerjisini bir
defada tü ketirdi. Bu korkunç olurdu. Tra ik sesinin bu kadar yakınında bayılmak veya
korunmasızlık yü zü nden ö lmek, karşı takım son vuruşuna kalmışken kurtarışı kaçırmak gibi
bir şeydi. Böyle iğrençlikler olurdu, ama bunun kendisine olmasına izin vermeyecekti.
Koşmaktansa kendini yavaş hareket etmeye zorlayıp o geri tepmeleri bir kez daha
duymak için kulak kesilerek yü rü meye başladı. Hiçbir şey yoktu, hiçbir şey ve bir saatlik
yü rü yü şten sonra her şeyi hayal ettiğ ini dü şü nmeye başladı. Bu pek de hayal etmeye
benzemiyordu ama... Bir tü mseğ e tırmandı ve aşağ ı baktı. Yeniden ö ksü rmeye başladı ve
dudaklarından gü neşten parlayan kan fışkırdı, ama Trisha hiç aldırmadı –elini bile kaldırmadı.
Aşağısında, üstünde durduğu tekerlek izleri olan yol toprak bir yola dönüşerek sona eriyordu.
Trisha yavaşça yü rü dü ve o yolun ü stü nde durdu. Lastik izleri gö remiyordu –katı
topraktı– ama burada gerçek tekerlek izleri vardı ve ortalarında çimenler bü yü memişti. Yeni
yol kendi eski yolunun yanında doğ ru açılarda gidiyordu, doğ uya ve batıya. Ve en sonunda
Trisha doğ ru kararı verdi. Batıya dö nmesinin nedeni yalnızca başının ağ rıması ve gü neşe
doğ ru gitmek istememesiydi, ama batıya dö ndü . Durduğ u yerin dö rt mil ilerisinde, New
Hampshire 36. Yolu, kızgın bir kurdele parçası gibi ormanın içinden geçiyordu; birkaç araba
ve pek çok çö p arabası kullanırdı bu yolu; işte birinin sesi duyuluyordu. Eskilerden kalma bir
araba egzozundan çıkan bir sesti bu, sabah sessizliğinde dokuz milden uzağa gidiyordu.
Yeniden hareket etmeye başladı yeni bir gü ç duygusuyla. Belki kırk beş dakika sonra bir
şey duydu, uzak ama yanılmanın imkânsız olduğu bir şey.
Aptal olma, sen her şeyin yanıltıcı olabileceği bir yere geldin.
Belki de ö yleydi, ama... Başını Bü yü kanne McFarland’ın tavan arasında koruduğ u eski
plaklarının ü stü ndeki kö pek gibi bir yana eğ di. Nefesini tuttu. Şakaklarında kanın dolaştığ ını,
iltihaplı boğ azında hırıltılı nefesini, kuşların cıvıltısını, rü zgâ rın hışırtısını duyabiliyordu.
Kulaklarının çevresinde sivrisineklerin vınlamasını duydu ve bir vınlama daha. Lastiklerin
asfalt üzerindeki vınlaması. Çok uzak, ancak orada.
Trisha ağ lamaya başladı. “Lü tfen uyduruyor olmayayım,” dedi artık bir fısıltıya dö nü şen
çatlak bir sesle. “Oh Tanrım, lütfen uyduruyor olmama izin v...”
Arkasında daha yü ksek bir ses belirdi –rü zgâ r değ ildi, bu kez rü zgâ r değ ildi. Eğ er
kendisini ö yle olduğ una birkaç saniyeliğ ine inandırdıysa bile ya o kırılan dalların sesi neydi?
Ve dü şen bir şeyin ezilen kırılan sesi –kü çü k bir ağ aç belki, yolunun ü stü nde olan. O’nun
yolunun ü stü nde. Kurtarılmaya bu kadar yaklaşmasıyla tesadü fen ve dikkatsizce kaybettiğ i
yolu duyacak kadar yakınına gelmesine izin vermişti. Onun zorlukla ilerlemesini belki
eğ lenerek, belki de Tanrı’ya ait bir çeşit acıma duygusuyla izlemişti. Artık izlemeyi bırakmış,
beklemekten vazgeçmişti. Trisha hem dehşet hem de kaçınılmazlığ ın verdiğ i garip bir
sükûnetle, Kaybolanların Tanrısı’na bakmak için yavaşça döndü.
Dokuzuncu Devrenin Sonu:
Kurtarış Durumu
OLUN solundaki ağ açların içinden çıktı en sonunda ve Trisha’nın ilk dü şü ncesi: “Hepsi
Y bu mu? Hepsi bu muydu?” oldu. Kocaman adamlar bile son çalı perdesinden çıkan
hantal Ursus americanus’u gö rü nce dö ner ve kaçarlardı –belki dö rt yü z kilo ağ ırlığ ında,
tam gelişmiş bir Kuzey Amerika siyah ayısıydı– ama Trisha gecenin dibinden çıkmış feci bir
dehşete hazırlıklıydı.
Parlak kü rkü ne yapraklar ve sarmaşıklar takılmıştı ve bir elinde –evet, bir eli vardı,
pençeli bir el– kabuğ unun çoğ u soyulmuş bir dal vardı. Onu bir sihirbaz değ neğ i ya da asa gibi
tutuyordu. Sanki suda gezer gibi iki yana salınarak yolun ortasına geldi. Bir an dö rt ayak
ü stü nde durdu ve sonra, ha if bir homurtuyla, arka ayaklarının ü stü ne kalktı. Bunu yapınca
Trisha, onun gerçekte siyah bir ayı olmadığ ını gö rdü , ilk bakışta haklıydı. Biraz ayıya
benziyordu, ama gerçekte Kaybolanların Tanrısı’ydı ve onu almaya gelmişti.
Gö z olmayıp yalnızca gö z boşlukları olan kara gö zleriyle dikkatle baktı kendisine. Deriden
burnu havayı kokladı ve sonra elindeki kırık dalı ağ zına gö tü rdü , iki sıra kocaman yeşil lekeli
dişleri ortaya çıktı bö ylece. Dalının ucunu, bir çocuğ un lolipop şekerini emdiğ i gibi emmeye
başladı. Sonra dişlerinin arasına alıp bü yü k bir dikkatle dalı ikiye ayırdı. Orman sessizleşmişti
ve dişlerinin sesi çok net olarak duyuluyordu, kırılan bir kemik sesi gibi. O şeyi ısırdığ ında
kendi kolundan çıkacak olan sesti. Isırdığı zaman.
Kulaklarını oynatarak boynunu gerdi ve Trisha onun aynen kendisinin yaptığ ı gibi,
tatarcık ve bö ceklerden oluşan kü çü k galaksisinin içinde hareket ettiğ ini gö rdü . Sabah
güneşiyle uzayan gölgesi, neredeyse Trisha’nın paralanmış lastik ayakkabılarına kadar uzandı.
Yirmi metreden fazla yoktu aralarında.
Onu almaya gelmişti.
Kaç, dedi Kaybolanların Tanrısı. Kaç benden, yarış benimle yola kadar. Bu ayı gö vdesi
henü z yaz gıdalarıyla dolmadığ ından, yavaştır; pek bir şey toplayamadım. Kaç. Belki
yaşamana izin veririm.
“Evet, kaç!” diye dü şü ndü ve sonra, aniden sert sokak kızının soğ uk sesi duyuldu:
Kaçamazsın. Ayakta zor duruyorsun, tatlım.
Ayı olmayan şey ona bakmaya devam ediyor, kulakları bü yü k ü çgen kafasının
çevresindeki bö cekleri kovalıyordu. Pençeli eliyle sopasının dibini tutuyordu. Çeneleri geviş
getirir gibi yavaş hareket ediyor ve dişlerinin arasından ufalanmış kü çü k parçalar saçılıyordu.
Bazıları dü ştü , bazıları ağ zına yapıştı. Gö zlerinin çevresinde vızıldayan minik bir yaşam vardı
–kurtçuklar ve kıvrılıp bü kü len sinek yavruları, sivrisinek kurtçukları ve Tanrı bilir başka
neler.
Geyiği ben öldürdüm. Seni izledim ve seni çemberimin içine aldım. Kaç benden. Ayaklarınla
tap bana ve belki yaşamana izin veririm.
Orman, yeşilin ekşi kokusunu içine çekerek sessizce durdu çevrelerinde. Nefesi hasta
boğ azından hırıltıyla ha ifçe girip çıkıyordu. Ayıya benzeyen şey kibirli bir halde iki metre
yü kseklikten bakıyordu ona. Başı gö kyü zü ndeydi ve pençeleri toprağ ı kavrıyordu. Trisha
başını kaldırıp ona baktı yeniden ve ne yapması gerektiğini anladı. Kapatmalıydı.
Dokuzuncu devrenin bitiminde gelmek Tanrının huyudur, demişti Tom ona. Ve
kapatmanın sırrı neydi? Kimin daha iyi olduğ unu saptamak. Yenilebilirdin ama kendi kendini
yenmemelisin. Ancak ö nce, o dinginliğ i yaratmalısın. Omuzlardan gelen ve bir kesinlik kozası
gibi gö vdeyi saran dinginliğ i. Yenilebilirsin, ama kendini yenmemelisin. Iyi bir atış
yapamazsın ve koşamazsın.
“Buzlu su,” dedi ve toprak yolun ortasında dikilen şey, sahibini dinleyen kocaman bir
kö pek gibi kafasını yana eğ di. Kulaklarını dikti. Trisha uzandı, kepini doğ ru yö ne çevirdi ve
eğ ri gü neşliğ ini alnına doğ ru indirdi. Tom Gordon’un taktığ ı gibi taktı. Sonra gö vdesini yolun
sağ ına bakar şekilde dö ndü rdü ve sol bacağ ı ayı gibi şeye doğ ru, bacaklarını açık tutarak bir
adım attı. Adımını atarken yü zü ona doğ ru dö nü ktü ; gö zlerini dans eden bö cek bulutunun
arkasından bakan gö z deliklerine dikti. Her şey buna bağ lı, dedi Joe Castiglione; herkes
kemerlerini bağlasın.
“Gel hadi, geleceksen!” diye bağ ırdı ona Trisha. Pantolonunun belinden Walkman’i
çıkardı, kordonu ayırdı ve kulaklıkları ayağ ının dibine attı. Walkman’i arkasına doğ ru gö tü rdü
ve doğ ru tutuşu arayarak parmaklarının arasında çevirmeye başladı. “Benim damarlarımda
buzlu su var ve umarım ilk lokmada donarsın. Hadi gel, çalılık kuşu. İşi-bok-eden-vurucu!”
Ayı-şey sopasını bıraktı ve sonra dö rt ayağ ının ü stü ne çö ktü . Huzursuz bir boğ a gibi
pençeleriyle toprak parçaları kopararak, katı toprak yü zeyde eşindi ve sonra ö rdek gibi
salınarak, şaşırtıcı bir hızla kıza doğ ru ilerledi. Gelirken, kulaklarını kafatasına yapıştırdı. Ağ zı
bü zü lerek geri çekildi ve Trisha onun ağ zından hemen tanıdığ ı bir vızıltı duydu; arılar değ il,
eşek arıları. Dıştan ayı biçimini almıştı, ama içi daha gerçekti; içi eşek arılarıyla doluydu.
Doğal olarak öyleydi. Derenin yanındaki kara cübbe onun peygamberi değil miydi?
Koş, dedi, koca poposu sağ a sola sallanarak ona doğ ru gelirken. Ardında katı toprağ ın
ü stü ne dö kü len dışkılar ve toprakta pençe izleri bırakıyordu, garip bir şekilde zarifti. Koş, bu
senin son şansın. Ama dinginlikti onun son şansı. Dinginlik ve belki de güzel, sıkı eğri bir atış.
Trisha ellerini bitiştirerek duruşunu aldı. Walkman artık Walkman gibi gelmiyordu;
beysbol topu gibiydi. Boston Beysbol Kilisesi’nde ayağ a kalkan Fenway Fanatikleri yoktu
burada; ritmik el çırpma; hakemler ve sopacı çocuk yoktu. Yalnızca kendisi ve yeşil dinginlik
ve sıcak sabah gü neşi ve dışardan ayıya benzeyen ve içerde eşek arılarıyla dolu bir şey vardı.
Yalnız dinginlikti istediğ i ve Tom Gordon gibi birinin, bü tü n baskının sıfıra dü ştü ğ ü ve bü tü n
seslerin kesildiğ i ve her şeyin buna bağ lı olduğ u, duruş pozisyonunda nasıl hissettiğ ini artık
anlıyordu; kemerlerinizi bağlayın.
Duruş pozisyonunda kaldı ve dinginliğ in akışına kaptırdı kendini. Evet, omuzlarından
geliyordu. Bırak yesin seni; bırak yensin seni. Ikisini de yapabilirdi. Ama o kendi kendini
yenmeyecekti.
Ve kaçmayacağ ım, Kızın ö nü nde durdu ve sanki ö pecekmiş gibi ona uzanarak boynunu
gerdi. Gö zler yoktu, yalnızca iki kıvranan daire, ü reyen bö ceklerle dolu solucan evreni vardı.
Mırıldanıyor, kıvranıyor ve tanrının hayal edilemeyen beynine giden tü nellerde yer
tutabilmek için birbirlerini itekliyorlardı. Ağ zı açıldı ve boğ azının çiğ nenmiş sopanın
kalıntıları, dil gö revi yapan pembemsi geyik bağ ırsağ ı yumrunun ü stü nde dolaşan eşek arıları
ve şişman hantal zehir fabrikalarıyla kaplandığ ını gö rdü . Nefesi bataklığ ın çamurlu kokusuyla
kaplıydı.
Bü tü n bunları gö rdü , bir an dikkat etti, sonra ileriye baktı. Veritek işareti çaktı. Az sonra
atışını yapacaktı, ama şu an hareketsizdi. Hareketsizdi. Bırak vurucu beklesin, zamanlamasını
kaybederek heyecanlansın; bırak merak etsin, topun alacağ ı falsoyla ilgili tahmininin yanlış
olduğunu sanmaya başlasın.
Ayı-yaratık Trisha’nın yü zü nü n her yanını kibarca kokladı. Burun deliklerinden bö cekler
girip çıkıyorlardı. Birbirine kilitlenmiş, biri tü ylü biri dü zgü n iki yü zü n arasında tatarcıklar
uçuşuyordu. Trisha’nın hiç kırpmadığ ı açık gö zlerinin ıslak yü zeylerinde bö cekler
uçuşuyordu. O şey’in surat yerine geçen şeyi ise durmadan değ işiyor, değ işiyordu –bu
ö ğ retmenler ve arkadaşların yü zü ydü ; bu evden okula giderken gelip seni arabasına davet
eden adamın yü zü ydü . Yabancı tehlikedir diye ö ğ retilmişti onlara birinci sınıfta; yabancı
tehlikedir. Olü m ve hastalık kokuyordu; zehirli mekanizmasının vınlaması ise gerçek ‘Alt-
duyum’du diye düşündü.
Sanki yalnızca kendi duyabildiğ i mü ziğ e uyup iki yana sallanarak arka ayaklarının ü stü ne
dikildi yeniden ve sonra Trisha’ya vurmaya kalktı, ama ıskaladı, oyun oynar gibiydi. Toprağ ın
kararttığ ı pençelerinin rü zgâ rı kızın saçlarını alnından kaldırdı. Saçlar mısır pü skü lü gibi
oturdu yine yerlerine ama Trisha kımıldamadı. Ayının karnında mavimsi beyaz bir tutam
tüyün yıldırım işareti şeklinde büyüdüğü yere bakarak, aldığı pozisyonda durdu.
Bana bak.
Hayır.
Bana bak!
Sanki gö rü nmeyen eller çenesinin altından tutmuş gibiydi, istemeyerek ancak karşı
koyamayarak yavaşça başını kaldırdı. Karşıya baktı. Ayı-şey’in boş gö zlerine baktı ve ne
olursa olsun kendisini ö ldü rmeye kararlı olduğ unu anladı. Yü reklilik yeterli değ ildi. Ne
olacaktı yani? Eğ er bü tü n sahip olduğ un birazcık yü reklilikse, ne olacaktı yani? Kapanışı
yapma zamanıydı.
Trisha hiç dü şü nmeden sol ayağ ını sağ ayağ ının ö nü ne getirdi ve hareketine başladı –
babasının arka bahçede ö ğ rettiğ ine gö re değ il, televizyonda Gordon’u izlerken ö ğ rendiğ i gibi.
Yeniden ileri adım atıp sağ elini sağ kulağ ına doğ ru iyice geriye çekti, çü nkü bu tembel bir
yavaş atış, ö ylesine bir savurma olamazdı, ayı-şey geriye beceriksiz bir adım attı. Ona yarı
aydınlık gö rme gü cü nü veren kımıldayan şeyler elindeki beysbol topunu bir silah olarak mı
algılamışlardı? Yoksa onu ürküten o tehdit edici, kavgacı hareket miydi –kalkan el, geriye adım
atıp kaçmak için dö nmesi gerekirken ileriye atılan adım mıydı? Onemli değ ildi bu. Şaşkınlık
olarak adlandırılabilecek şekilde homurdandı şey. Ağ zından canlı bir eşek arısı bulutu buhar
gibi fışkırdı. Dengesini koruyabilmek için tü ylü bir ö n ayağ ını havada salladı. O ayakta
kalmaya çabalarken bir tüfek sesi duyuldu.
O sabah ormandaki adam, dokuz gü ndü r Trisha’nın ilk gö rdü ğ ü insan, gü çlü bir otomatik
tü fekle ormanda neden bulunduğ uyla ilgili yalan bile sö yleyemeyecek kadar sarsılmıştı;
mevsimsiz bir geyik işi için oradaydı. Adı Travis Herrick’ti; gerekmediğ i zaman yiyeceğ e para
harcamayı sevmezdi. Para harcayacak daha ö nemli başka birçok şey vardı –piyango biletleri
ve bira, mesela. Her neyse, hiçbir şey için yargılanmamıştı, hatta ceza bile almamıştı ve son
derece sakin ve o kadar cesurca duran kü çü k kızın karşısında dikildiğ ini gö rdü ğ ü yaratığ ı da
öldürmemişti.
“Eğ er ilk yaklaştığ ında hareket etseydi, parçalardı kızı,” dedi Herrick. “Zaten
parçalamamış olması inanılmayacak şey.” O eski orman ilmlerindeki Tarzan gibi yukardan
bakmıştı ona herhalde. “Tü mseğ in ü stü ne çıktım ve ikisini gö rdü m, en azından yirmi saniye
durup onları izlemiş olmalıyım. Bir dakika bile olabilir, bö yle bir durumda zaman kavramını
kaybediyorsun, ama ateş edemedim. Çok yakın duruyorlardı. Kızı vurmaktan korkuyordum.
Sonra hareket etti o. Elinde bir şey vardı ve ona doğ ru sanki bir beysbol topu fırlatır gibi
atmaya başladı.” Kızın bö yle hareket etmesi ü rkü ttü onu. Geri adım attı ve sanki dengesini
kaybeder gibi oldu. “işte o zaman bunun kü çü k kızın tek şansı olduğ unu anladım, onun için
tüfeğimi kaldırdım ve ateş ettim.”
Ne yargılama, ne ceza. Travis Herrick’e verilen tek şey, 1998 Grafton Notch’un Dö rt
Temmuz geçidinde kendi özel geçit arabasıydı.
Trisha tü fek sesini duydu, ne olduğ unu hemen anladı ve şey’in dikilmiş kulaklarından
birinin ucunun yırtılan kağ ıt gibi parçalanıp uçtuğ unu gö rdü . Yırtık yerlerden mavi gö k
parçaları gö rebiliyordu; ayrıca bö ğ ü rtlenlerden bü yü k olmayan kırmızı damlacıkların
dağ ıldığ ını, kü çü k bir yay çizerek havaya uçtuklarını da gö rebiliyordu. Aynı anda ayının
yalnızca bir ayı olduğ unu, gö zlerinin kocaman ve cam gibi ve neredeyse komik bir şekilde
şaşkın olduklarını gördü.
Ama tabii bunun böyle olmadığını biliyordu.
Beysbol topunu atarak hareketini sü rdü rdü . Top ayının tam gö zlerinin arasına çarptı ve
bir çift Energizer AA pilin oradan fırlayıp yola düştüğünü gördü.
“Üçüncü vuruş tamam!” diye çığlık attı ve boğuk, başarmış, kısık sesini duyunca, yaralı ayı
dö ndü ve dö rt ayağ ının ü stü nde birden hızlanıp koşmaya başladı, yırtık kulağ ından kanlar
akıyordu. Bir tü fek daha patladı ve Trisha yirmi santim kadar sağ ından geçen kurşunun
havayı tokatladığ ını hissetti. Sola sapıp yeniden ormana dalan ayının hayli arkasında bir toz
bulutu kaldırdı. Bir an için onun parlak siyah tü ylerini gö remedi, sonra ayı aralarından
geçerken, küçük ağaçlar sanki korku parodisiyle sarsıldı ve sonra ayı gözden kayboldu.
Sendeleyerek dö ndü ve yamalı yeşil pantolon, yeşil lastik çizmeler ve eski bol bir Tişö rt
giymiş ufak tefek bir adamın kendisine doğ ru koştuğ unu gö rdü . Başının tepesi çıplaktı; uzun
saçları iki yandan sarkıyor ve omuzlarına kadar iniyordu; çerçevesiz kü çü k gö zlü kleri gü neşte
parlıyordu. Eski ilmlerdeki Kızılderililer gibi başının ü zerinde havaya kaldırdığ ı bir tü fek
taşıyordu. Gö mleğ inin ü stü nde Red Sox amblemini gö rmek hiç şaşırtmadı onu. New
England’daki herkesin en azından bir tane Sox gömleği vardı.
“Hey kü çü k kız!” diye çığ lık attı. “Hey, kü çü k, Tanrı aşkına, iyi misin? Aman Tanrım, bu
lanet bir AYIYDI, iyi misin?”
Trisha ona doğ ru sendeleyerek gitti. “Uçü ncü vuruş tamam,” dedi, ama sö zcü kler kendi
ağ zından ö teye gidemedi. O son çığ lıkla nesi varsa çoğ unu tü ketmişti. Geriye kalan tek şey
kanayan bir fısıltıydı. “Üçüncü vuruş tamam, dondurdum onu.”
“Ne?” Kızın önünde durdu. “Anlayamadım seni, tatlım, bir daha söyle.”
“Gö rdü n mü ?” diye sordu, attığ ı topu kast ederek kamçı gibi saklayan inanılmaz topu.
“Gördün mü onu?”
“Ben... ben gö rdü m...” Ama gerçekte ne gö rdü ğ ü nü bilmiyordu. O donmuş zamanın içinde
emin olmadığ ı, onun ayı olduğ undan bü tü nü yle emin olmadığ ı, kız ve ayının birbirlerine
baktığ ı birkaç saniye vardı, ama asla hiç kimseye anlatmadı bunu. Herkes onun içtiğ ini bilirdi;
deli olduğ unu sanırlardı. Ama şimdi bü tü n gö rdü ğ ü kirli ve yırtık pırtık giysilerin bir arada
tuttuğ u yarı deli, sopa gibi bir kü çü k kızdı. Adını hatırlayamıyordu, ama kim olduğ unu
biliyordu; radyo ve televizyonda yayımlanmıştı. Buraya kuzeye ve batıya kadar nasıl geldiğ i
hakkında hiçbir fikri yoktu, ama kim olduğunu gayet iyi biliyordu.
Trisha kendi ayaklarına takılıp sendeledi, Herrick tutmasa yola devriliyordu. Tü feğ i –
hayatının gururu olan bir 350 Krag– kızın kulağ ının yakınında, onu sağ ır edercesine yeniden
ateş aldı. Trisha farkına bile varmadı. Bu çok normal gibi geldi ona nedense.
“Gö rdü n mü ?” diye, kendi sesini duyamayarak, hatta gerçekten konuştuğ undan bile emin
olamayarak sordu yeniden. Ufak adam şaşkındı ve korkmuştu. Pek akıllı biri gibi
gö rü nmü yordu, ama kız onun iyi bir insana benzediğ ini dü şü ndü . “Onu bir eğ ri atışla
yakaladım, dondurdum, gördün mü?”
Adamın dudakları oynuyordu, ama ne dediğ ini anlayamıyordu. Tü feğ i yere koydu, oyun
bitmişti sonunda. Trisha’yı kaldırıp ö yle hızla dö ndü rdü ki, kızın başı dö ndü , eğ er midesinde
bir şey olsaydı mutlaka kusardı. Oksü rmeye başladı. Bunu da duyamıyordu, kulaklarındaki o
korkunç çınlama ve gö ğ sü nü n derinliklerinde ve kaburgalarının içindeki hırıltıyı
hissedebiliyordu.
Taşındığ ından, kurtarıldığ ından ö tü rü mutlu olduğ unu sö ylemek istiyordu ona, ayrıca
ayı-şey’in o tü feğ ini ateşlemeden ö nce de gerilemekte olduğ unu da sö ylemek istiyordu. Ayı-
şeyin yü zü ndeki şaşkınlığ ı gö rmü ştü , harekete geçtiğ inde kendisinden korktuğ unu gö rmü ştü .
Kendisiyle birlikte koşan bu adama bir şey sö ylemek istiyordu, çok ö nemli bir şey, ama o
kendisini zıplatıyordu ve Trisha da ö ksü rü yordu ve başı çınlıyordu ve anlatıp anlatmadığ ının
farkında değildi.
Bayıldığında hâlâ “yaptım, kurtarışı yaptım” demeye çalışıyordu Trisha.
Oyun Sonrası
INE ormandaydı ve tanıdığ ı bir açıklığ a geldi. Ortasında direk değ il de tepesine
Y çakılmış paslı bir halka kilit olan bir kapı direğ i olan direğ in yanında, Tom Gordon
ayakta duruyordu. Halka kilidi dalgın dalgın ileri geri sallıyordu. Ben bu rü yayı zaten
gö rmü ştü m, diye dü şü ndü , ama ona yaklaşırken bir noktada değ işmiş olduğ unu gö rdü ; Tom
gri yol ü niformasının yerine, arkasında parlak kırmızı ile 36 numara yazan beyaz kendi
sahasının ü niformasını giyiyordu. O halde deplasman bitmişti. Sox’lar yine Fenway’deydiler,
yeniden kendi sahalarındaydılar ve geziler bitmişti. Ancak Tom ve kendisi buradaydı; yeniden
bu açıklıktaydılar.
“Tom?” dedi çekinerek.
Kaşlarını kaldırarak baktı ona adam. Yetenekli parmaklarının arasında bir ileri bir geri
gidip geldi paslı halka kilit. Bir ileri bir geri.
“Kapattım.”
“Biliyorum yaptığını, tatlım,” dedi. “iyi bir iş basardın.”
İleri geri, ileri geri. Halka kilidiniz kırılınca kimi ararsınız?
“Ne kadarı gerçekti?”
“Hepsi,” dedi, sanki bu önemli değilmiş gibi. Ama sonra, yeniden: “iyi bir iş basardın.”
“Benim yaptığım gibi yoldan çıkmak aptalcaydı, değil mi?”
Ha ifçe şaşırarak baktı ona, sonra halka kilidi ileri geri sallamayan eliyle kepini yukarı itti.
Gülümsedi ve gülümseyince daha genç göründü. “Ne yolu?” dedi.
“Trisha?” Bu bir kadın sesiydi, arkasından geliyordu. Annesinin sesi gibiydi, ama
annesinin burada ormanda ne işi vardı?
“Herhalde duymuyor seni,” dedi bir başka kadın. Bu sesi tanımıyordu.
Trisha dö ndü . Orman kararıyor, ağ açların şekli birbirine karışıyor, hayali olmaya
başlıyordu. Orada şekiller kıpırdadı ve bir an bir korkunun dü rtü sü nü hissetti. Eşek arısı
rahibi, diye düşündü. Bu eşek arısı rahibi, geri geliyor.
Sonra rü ya gö rdü ğ ü nü fark etti ve korkusu geçti. Yine Tom’a dö ndü , ama o artık orada
değ ildi, yalnızca ü stü ndeki halka kilitle kırık direk vardı... ve otların ü stü nde duran ısınırken
giydiği eşofman üstü. Arkasına GORDON yazılmıştı.
Açıklığ ın uzağ ında gö rdü onu Trisha, hayalet gibi, beyaz bir şekildi. “Trisha Tanrının huyu
nedir?” diye bağ ırdı. “Dokuzuncu devrenin sonunda gelmek,” demek istedi, ama hiç ses
çıkmadı.
“Bak,” dedi annesi. “Dudakları kımıldıyor!”
“Trish?” Bu Pete’ti, endişeli ve ümitliydi sesi. “Trish, uyanık mısın?”
Gö zlerini açtı ve orman bundan sonra kendisinden hiç ayrılmayacak bir karanlığ ın içinde
kayboldu. Ne yolu? Bir hastane odasındaydı. Burnuna bir şey sokulmuştu ve bir şey daha –bir
tü p– akıyordu eline. Gö ğ sü çok ağ ır, çok dolu gibiydi. Yatağ ının yanında babası, annesi,
kardeşi duruyordu. Arkalarında geniş ve beyaz bir hayal gibi, “herhalde sizi duymuyor,” diyen
hemşire vardı.
“Trisha,” dedi annesi. Ağ lıyordu. Trisha, Pete’in de ağ ladığ ını gö rdü . “Trisha, tatlım. Oh
tatlım.” Trisha’nın elini aldı annesi, içinde o nesne olmayan elini. Trisha gü lü msemeye çalıştı,
ama ağ zı yukarı gitmek için çok ağ ırdı, kenarları bile. Gö zlerini oynattı ve yatağ ının yanındaki
iskemlenin ü stü nde Red Sox kepini gö rdü . Gü neşliğ inin ü stü ne bulaşmış halde soluk
siyahımsı gri bir gölge vardı. Bu bir zamanlar Tom Gordon’un imzasıydı.
Baba, demeye çalıştı. Bir ö ksü rü kten başka bir şey çıkmadı. Kü çü k bir ö ksü rü ktü yalnızca,
ama yüzünü buruşturacak kadar acıtmıştı.
“Konuşmaya çalışma, Patricia,” dedi hemşire ve Trisha hemşirenin ses tonu ve
duruşundan ailenin buradan çıkmasını istediğ ini anladı; bir dakika sonra onları çıkartacaktı.
Hastasın kızım. Zatürree oldun. Her iki ciğer de berbat durumda.
Annesi bunların hiçbirini duymuyordu sanki. Şimdi yatağ ın ü stü ne onun yanına oturmuş,
Trisha’nın incelmiş kolunu okşuyordu. Hıçkırmıyordu, ama gö zyaşları durmadan gö zlerine
doluyor ve yanaklarından aşağ ı sü zü lü yordu. Pete onun yanında durmuş, sessizce ağ lıyordu.
Onun gö zyaşları, Trisha’ya annesininkilerden daha fazla dokundu, ama yine de Pete’in gururlu
olduğ unu dü şü ndü . Onun yanında, iskemlenin yanında, babası duruyordu. Bu kez Trisha
konuşmaya çalışmadı, yalnızca babasına dikti gö zlerini ve dudaklarını dikkatlice hareket
ettirdi yine. Babası bunu görüp öne doğru eğildi.
“Ne tatlım? Ne var?”
“Sanırım bu yeterli,” dedi hemşire. “Bü tü n bulguları yü ksek ve kö tü bir şey olmasını
istemeyiz –yeterince heyecan çekti zaten. Biraz anlayışlı olun, şimdi... ona yardımcı
olursanız...”
Annesi ayağa kalktı. “Seni seviyoruz, Trish. Tanrıya şükür kurtuldun. Burada olacağız, ama
uyuman gerek şimdi. Larry, haydi...”
Larry, Quilla’ya hiç aldırmadı. Parmakları çarşafın ü zerinde ha ifçe açılmış bir şekilde
yatan Trisha’nın üzerine eğilerek durdu. “Nedir, Trish? Ne istiyorsun?”
Gö zlerini iskemleye doğ ru oynattı, onun yü zü ne, sonra yine iskemleye. Şaşırmış
gö rü nü yordu adam –anlayacağ ından emin değ ildi kız– sonra yü zü aydınlandı. Gü lü msedi,
döndü, şapkayı aldı ve onun başına koymaya çalıştı.
Annesinin okşadığ ı elini kaldırdı –sanki bir ton ağ ırlığ ındaydı– ama başardı. Sonra
parmaklarını açtı. Kapattı. Açtı.
“Tamam, tatlım. Tamam, oldu.”
Kepi Trisha’nın eline verdi ve Trisha parmaklarını gü neşliğ in ü stü ne kapatınca, onları
öptü. Trisha ağlamaya başladı bunun üzerine, annesi ve kardeşi kadar sessizce.
“Tamam,” dedi, hemşire. “Bu kadar. Sizin gerçekten...”
Trisha hemşireye baktı ve başını salladı.
“Ne?” diye sordu hemşire. “Şimdi ne var? Tanrı aşkına!”
Trisha yavaşça kepi serum takılı olan eline geçirdi. Bunu yaparken babasına bakıyor,
onun kendisine baktığ ından emin olmak istiyordu. Yorgundu. Birazdan uyuyacaktı. Ama
henüz değil. Söylemek istediğini söyleyinceye kadar değil. Babası izliyordu, dikkatle izliyordu.
Trisha sağ eliyle gö vdesinin ü stü nden uzandı, gö zlerini asla babasından ayırmadan,
çü nkü anlayacak olan oydu; eğ er anlarsa, çevirecekti. Trisha kepinin gü neşliğ ine eliyle vurdu,
sonra sağ elinin işaret parmağıyla tavanı işaret etti.
Babasının yü zü nü gö zlerinden aşağ ı aydınlatan gü lü mseme, şimdiye kadar gö rdü ğ ü en
tatlı, en gerçek şeydi.
Eğ er bir yol vardıysa, oradaydı. Trisha gö zlerini babasının kendisini anladığ ı noktada
kapattı ve uykunun kollarında uçmaya başladı.
Oyun sona ermişti.
YAZARIN DİPNOTU
NCE Red Sox’un 1998 programı ile haddim olmayarak biraz oynadım. azıcık, sizi
Ö temin ederim. Oyun bitirici olarak Boston Red Sox’da atış yapan, gerçek bir Tom
Gordon var, ama öyküdeki Gordon hayalidir.
Taraftarların biraz ü n yapmış olan insanlar hakkındaki ikirleri, kendi deneyimlerime
dayanarak sö yleyebileceğ im gibi sü rekli hayalidir. Bir konuda gerçek Gordon ve Trisha’nın
onunla ilgili yorumu aynıdır: her ikisi de başarılı bir kurtarış kaydedildiğ inde gö kyü zü nü
işaret ederler.
1998’de Tom “Flash” Gordon Amerikan Ligi’nin ö nü nde giderek kırk dö rt kurtarış yaptı.
Bunların kırk ü çü Amerikan Ligi rekoru kırarak arka arkaya geldi. Ancak Gordon sezonu
talihsiz bir şekilde kapattı. Aptal Bork’un dediğ i gibi, Tanrı bir spor taraftarı olabilir, ama bir
Red Sox taraftarı değ il gibi gö rü nü yor. Kızılderililere karşı klasmanlarında rö vanş maçının
dördüncü oyununda, Gordon üç vuruş ve iki koşu verdi. Red Sox kaybetti, 2-1.
Bu Gordon’un beş ayda işe yaramayan ilk kurtarışıydı ve Red Sox’un 1998 sezonunu sona
erdirdi. Ama Gordon’un olağ anü stü başarılarını azaltmadı –kırk dö rt kurtarış olmasaydı, Red
Sox’lar doksan bir oyun kazanıp Amerikan Ligi’nde 1998’de en iyi ikinci olacaklarına kendi
klasmanlarında dö rdü ncü bitirebilirlerdi ancak. Bir deyiş vardır, Tom Gordon gibi pek çok
kapatıcının fikir birliği edeceği gibi: Bazı günler ayı yersin ve bazı günler ayı seni yer.
Trisha’nın hayatta kalabilmek için yediğ i şeyler gerçekten ilkbaharın sonlarında kuzey
New England ormanlarında bulunabilir; eğ er bir şehir kızı olmasaydı çok daha fazla yiyecek
şey bulabilirdi –başka fıstıklar, kö kler, hatta bataklık çiçekleri. Arkadaşım Joe Floyd, işin bu
bö lü mü nde bana yardım etti ve sallabaşların kuzey ormanlarının bataklıklarında ta temmuz
başına kadar yetiştiklerini söyleyen de Joe’ydu.
Ormanlar gerçektir. Eğ er tatilinizde onları gezecekseniz, bir pusula ve iyi haritalar getirin
ve yoldan ayrılmamaya dikkat edin.

STEPHEN KING
Longboat Key, Florida Şubat l, 1999

You might also like