Professional Documents
Culture Documents
Emile Dermenghem - Hazreti Muhammedin Hayatı
Emile Dermenghem - Hazreti Muhammedin Hayatı
ED'İN
HAYATI
Hazreti Muhammed'in Hayatı/ Emile Dermenghem
lSDN: 975992043-3
Alkım Yayınevi
Mühürdar Cad No 60 Kadıköy - İstanbul • Tel (0216) 449 10 60 (Pbx)
Faks (0216) 449 10 64 • e-r.ıail: alkim@alkim.com.tr • http/ / :www.al!<lrn.corn.tr
Emile Dermenghem
HAZRETi
MU1-IAMME.D'İN
HAYATI
Çeviren: Reşat Nuri Güntekin
alkım'\
Başlangıç
5
Hadislere gelince, birtakım ananeciler (bilhassa Buharı)
peyg.amberin en ehemmiyetsiz sözlerini ve en küçük hare
ketlerini toplamağa çalışmışlar, isnatları ve şahitleri Ciddi
bir tenkidden geçirmişlerdir. Fakat bu tenkid, meselenin
asıl ruhu ile; içyüziyle değil, dişiyle meşgul olmuştur.
Ananecilerin bu suretle meydana koyduğu hadislerin bir
çoğu bazı maksatlara göre değişmiş ve şüpheli bir mahiyet
almıştır. Muhtelif mezhepler birçoğu uydurma olan hadis
lerle birbirlerine hücum etmişlerdir. Bundan başka onlar,
hoşlarına giden bir fikri, işlerine gelen bir hükmü peygam
bere isnadetmekten çekinmiyorlardı. Sonra diğer din ki
taplarından qazı müspet ve menfi· hükümler alıyorlar,
Tevrat veya incilin filanca parçasını, yahut filan hıristiyan
mezhebinin reddine ait bir fikri Muhammedin ağzından
çıkmış gibi gösteriyorlardı. Nihayet,· bu hadislerde. pey
gamberin birtakım mucizeler gösterdiği iddia olunmuş
tur, ki; bu, kafiyen hakikate uygun değildir. Çünkü muci
ze yapmadığını Muhammet kendi ağzı ile söylemiştir.
Bu yığın yığın hadisler arasından doğru bir yol bulup
yürümek daima kolay değildir; fakat sahtekarlığın sebep
leri anlaşıldıktan sonra buna imkansız gözü ile de bakı
lamaz.
Akıl ve mantığa sığmıyan, öteden, beriden _aşırıldığı
muhakkak, yahut da bazı maksatlara göre uydurulduğu
aşikar olan vakalar elenip bir tarafa atılacak olursa elde yi
ne hatırı sayılır miktarda bir hadis yığını kalır. Bunlar, baş
ka membalara ve hele memleketin adetleriyle karşılaştırıl
dıkları halde -muhakkak değilse bile- hakikate benzer,
yahut mümkün görünürler. Zaten tarihin ana çizgilerin
den ve iskeletinden başka neresinde riyaziye hakikatleri
derecesinde muhakkak bir hakikate erişilmiştir ki? (Sno
uck Hurgroije) der ki:
(Bir ağız rivayetinin, bir ananenin muayyen bir mak
satla uydurulduğunu meydana koyamadığımız ve onun
yalan olduğunu gösterecek bir tarih sebebi bulamadığımı
ve onun yalan olduğunu gösterecek bir tarih sebebi bula
madığımız halde onun yalan olduğunu gösterecek bir ta-
6
rih sebebi bulamadığımız halde onun atmak doğru bir
usulün kaidelerine sığacak şey değildir)
(Siyer)lere geline bunlar; fikrimce en ciddisi İbni Hişa
minki olmak üzere, İbni Sad, Halebi' Ebülfida, Tabarf ,
Mes'udi ve sairenin vücuda getirdiği ilk biyografilerdir.
Hadislerde olan sakatlıklar onlarda da vardır. Zaten siyer
ler hadisleri bir mantık ve tarih sırası üzerine dizmeğe ve
biribirlerine bağlamağa çalışırlar ki bu, çok kere pek güç
bir iştir; fakat şunu da teslim etmek Iazımçl.ır ki bunlar, he
le ilk yazılmış olanları objektif bir kıymetten büsbütün
mahrum değillerdir; bu siyerlerin bir kısmı peygamberin
hoşa gitmiyecek hallerini ve kabahatlerini pek saklama
mışlardır. İlk zamanlardan ne kadar uzaklaşırsak bu tarih
lerin de o kadar hakikatten uzaklaştığını ve hayale boğul
duğunu görürüz;. Böyle olmakla beraber on beşinci asırda
yaşıyan İbni Haldun gibi mütefekkirİerin pek orijinal gö
rüşleri vardır.
Nihayet, zamanımızda bazı modernistler Muhammet
hakkındaki eski müslüman tetkikatını yenileştirmişler, fa
kat zamanın zevkini kollamış olmak için bu tetkikatı biraz
yavaşlaştırmaktan ve peygamberin cehresini hayalleştir
mekten geridurmamışlardır. Mısırda Muhammet Abdu
ve peyrevleri, Seyit Ali ve Hintte (İslamic Reviw).
Avrupaya gelince, birtakım peşin hükümler müs
lümanlığın menşei hakkında ilmf bir tetkik yapılmasına
uzun zaman mani oldu. Bununla beraber on dokuzuncu
asırda Caussin de Perceval, Muir, Weil, Margoliouth,
Noldeke, Sprenger, Snouck Hurgroije ve Dozy bu husus
ta ciddi bir gayretle çalıştılar. Daha yeni zamanlarda Ca
etani, Sonmens, Massignon, Montet, Casanova, Bell', Hu
art, Houdas, Marçais, Arnold, Grimme, Goldziher, Godef
roy, Demoınjbynes ve saire gibi alimler bu meseleyi tek
rar ele aldılar ve yenileştirdiler. Ancak ne yazık ki bu mü
tehassıslardan birçoğu bazan (radicaliste) likte fazla ileri
gitmişlerdir. Onların eserleri şimdilik bir kabataslaktan
ibaret olduğu gibi yıkıcı bir mahiyetleri de vardır.
Ben, kendi hesabıma bugün Dinet ve Süleyman bin İb-
7
raihimin temsil ettiği ananeci görüşiyle bazı yeni müsteş
riklerin müfrit tenkidciliği arasında akıl ve ilme daha uy
gun bir yol tutmak istedim. Böyle olmakla beraber bu if
ratçılara da, tefritçilere de daima müracaat ettim; yani ilk
membalara da, yeni tenkidlere de çok fazla ehemmiyet
verdim. Yeni tenkidlerden alınan neticeler, yazık ki, şim
dilik hem eksik, hem de menfidir. (Bu tarzda bir sergüzeşt
menfi olmıyacağı gibi benim maksadım da bir uzun mu
hakemeler ve münakaşalar silsilesi yazmak değildi);.bu
tenkidlerin bir kusuru da birinin söylediği ötekininkine
uymaması ve hatta zıt olmasıydı. Müsteşriklerden biri
Muhammedin, muasırlarından yüksek değilse bile başka
bir adam olduğunu iddia eder; bir başkası her noktadan
onlara benzediğini söyler. Filan mııharr(ı:, peygamberi
fazla yiyip içme neticesinde nüzulden, filan muharrir,
uzun oruçlar ve perhizlerden ileri gelme bir hummadan
öldürür.
Lamartine'in (Allahtan küçük, insandan büyük bir in
san, yani bir peygamber) diye tasavvur ettiği bu harikula
de insanı izah etmek için saradan bahsedilmiş, sonra
Sprenger -Charcot zamanında- ona isteri teşhisi koymuş
tur.
(Babinski) den sonra bu görüş tarzının modası geçmiş,
M. Massignon, Muhammedin gayet muvazeneli bir adam
olduğunu iddia etmiştir.
Kezalik birçok kimseler, Kurandaki sureleri tarih sıra
siyle tertibetmek istemişler; fakat ortaya konulan şekiller
den hiçbiri ötekilere uymamıştır.
Otuz sene evvel hakikatinden şüphe edilmiyen (Hanif)
ler bir zaman için kıymetlerini kaybetmiş gibi göründüler,
sonra Ümjeyyenin şiirlerinin neşri üzerine tekrar itibar
kazandılar; fakat bugün ilim karşısında yeniden şüpheli
bir vaziyete düşüyorlar. Pek mümkündür ki onların var
lıkları muhakkak bulunsun fakat fbrahimflikleri sonradan
ilave edilmiş olsun...
Mütehassısların en yeni ve en mütebahhirferinden biri
8
olan Pere Lammens maalesef onlar arasında en fazla ta
rafgir olanıdır. Bu papazın parlak ve zeka dolu kitapları
onun müslüman dinine ve peygamberine karşı duyduğu
nefret sebebiyle fena bir şekle girmiştir.
Bu alim cizvit, başkalarının hıristiyanlığa karşı kullan
dıkları müfrit tenkidcilik usullerini müslüman tarihine
tatbik etmiş, mesela herhangi bir rivayetin Kurana uydu
ğunu görülse onu Kurandan alınmış gibi göstermiştir. Bi
ribirini tutan iki şehadetin biribirini sağlamlaştıracağı
yerde çürükleştirmesi ve yıkması lazım geldiği esasını ka
bul edersek tarih yapmağa nasıl imkan buluruz?
Kuranın filan parçasını izah etmek, yahut bazı hakiki
teferruatı, az çok keyfi bir surette, ona tatbik etmek mak
sadiyle birçok hadisler uydurulmuş olabilir; bunu kabul
ederiz. Sonra hadislerde her şeyi maddileştirmeğe, keli
meleri daima hakiki manalariyle almağa bir meyi,! vardır;
bunu da doğru buluruz. Fakat birçok hallerde hadisin
'
söylediği şey doğru olabilir ve münekkidlerin kaidelerini
aklına getirmiyen tarihçinin başka türlü hareket etmesine
imkan olamazdı. Mesela deniliyor ki: (hadis, Muhamme
din balı sevdiğini söyler, buna sebep: Kuranın baldaki şi
falı hassalardan bahsetmesidir.) Bunu söyliyenler: (Mu
hammet balı sevdiği ve şifalı bulunduğu içindir ki onu
tavsiye etmiştir ve zaten bal şifalı ve tavsiye edilmeğe la
yık bir şeydir) de diyebilirlerdi. Bunun doğru olduğunu
farzediniz (nitekim Muhammedin balı sevmesine ne ta
rihçe nede mantıkça hiçbir imkansızlık yoktur). Bu hadisi
nakleden kimsenin başka türlü hareket etmesi diğer ali
min şüphesini uyandırmaksızın bu vakayı nakletmesi na
sıl kabil olurdu?
Böyle olmakla beraber Pere Lammens'm kitapları bi
zim için çok kıymetli birer memba olmuştur, bilhassa
(Müslümanlığın Beşiği) eserinden ve Mekke hakkındaki
monografisinden ikinci ve üçüncü yazılarımızda pek ge
niş bir surette istifade ettik.
Uydurma oldukları aşikar bulunan birçok şeyleri, me
sela peygamberin ölümünden iki yüz sene sonra icadedi-
9
len mucizeleri ve buna benzer daha birçok saçmalan bile
bile kitabımdan attım. Mümkün olmakla beraber şüpheli
görünen bazı vakalar sırf ehemmiyetleri sebebiyle kitapta
yer bulmuşlardır. Fakat onların da ne dereceye kadar
doğru, yahut hayali bir mahiyetleri olduğunu ifade tarz
larımla gösterdim. Bu sergüzeşt, ne kadar garip ve şaira
ne görünürse görünsün hiçbir zaman roman sekline so-
. kulmuş bir tarih addedilmemelidir. Şahısların söylediği
sözler membalarından tercüme edilmiş ve hiçbir surette
değiştirilmemiştir. Kurandan alınan parçaları siyah harf
lerle gösterdim.
Son söz olarak şunu da söyliyeyim ki Muha,rnmedin
ilk ismi Zebat olduğuna dair bir rivayet vardır ve bu isim,
güya o daha çocukken, yahut peygamber olduğu zaman
Muhammede tedbil edilmiştir. Muhanun<!t, bir isim ol
maktan ziyade onun peygamberlik unvanıdır. Onu uzun
müddet Ebülkasım (Kasımın babası diye çağırmışlardır.)
10
1
Mekke
Selman-ı Farisi
11
Zavallı esiı:, cevap verdi :
�Hiç ... hiç... Sadece bu adamın söylediği şeylere dair
·
12
Saçla:r:ı, kulaklarının altına kadar serbestçe dalgalanı
yordu. Bıyıkları kırpılmıştı. Onun bu modayı kabul et
mekten maksadı saçlarını bir çizgi ile ortadan ikiye bölen
putperestlerden ayrılmak, Yahudi ve hıristiyan gibi (ehl-i
kitab) a yaklaşmaktı. Alt dudağının aşağısında biraz ileri
ye doğru çıkan sık, kara sakallarının arasında değirmi bir
yüzü, geniş bir alnı, kalın kaşları vardı. Bu kaşlar arasın
da bir moı' damar vardı ki peygamber hiddete geldiği za
man hafifçe şişerdi. Muhammedin burnu'. kuvvetli bir su
rette kemerli, ağzı büyüktü. Bu çehre, sarığın altında, hey
bet veren bir ihtişam, insanı kendine çeken bir tatlılıkla
parıl parıl yanardı. Onun emretmek için yaratıldığı hisso
lunuyordu. Allahtan ilham ahın bu adama körükörüne
itaat. edilecekti. Ensar, nihayet kendilerfne bir efendi, btr
·
·
sahip bulmuşlardı.
Onlar, Muhammedin her halin . e, asillik ve sevimliliği
ne, (dayanılmaz kuvvetine ve onu kendi himayelerine sı
ğınmağa mecbur eden ıstıraplı ve tehlikeli vaziyetine hay
ran oluyorlardı. Bu ensar1 iyilik etmekten hoşlanır, ağzın
daki lokmayı esirgemez tabiatte, fakat biraz gevşek insan
lardı. Muhammedin kendi himayelerine muhtaç bulun
ması onları peygambere bir kat daha bağlamıştı; misafir
leri ve reisleri olan bu sürgünün kanununu kabul etmeğe
onu daha görmeden evvel hazırlanmış bulunuyorlardı.
Kafile, şehrin kenar mahallerine geldiği vakit Muham
met, bir dakika durdu, devesinden indi ve şimale, Kudüs
tarafına dönerek ahali ile beraber namaz kıldı. Bu mahal
leler ahalisi orada kalmasını rica ettiler, fakat o, tekrar de
vesine bindi ve Yetffcibin ortasına doğru ilerledi.
Gideceği yeri kendi arzusuyla seçmiş olmamak için de
vesinin dizginini elinden atmış, onu kendi keyfine bırak
mıştı. Hayvan, birkaç dar sokaktan, heyecanlı bir kalabalık
la dolu meydanlardan geçti ve yine bir meydanlıkta -bir
müddet sonra Mescid-i Aksanın kurulduğu yere- çöktü.
Muhammet, deveden inerek birkaç adım ilerledi. Bir dağa
tırmanıyormuş gibi vücudunu ,hafifçe öne eğerek sert ve
13
hızlı adımlarla yürüdü. Muhafızları yol üstündeki halkı iki
yana ayırıyorlardı; fakat o, küçük çocuklara kadar (herkesi
sevimli bir tarzda selamlıyordu. Gülümsediği zaman ağzın
da hafifçe seyrek bembeyaz dişler görünüyordu. Muham
met, Ebu Eyyup isminde bir adamın evine girdi ve caminin
etrafında kendisiyle zevceleri için odalar yapılıncaya kadar
orada kaldı.
O günden itibaren Arabistanda münhasıran din temel
leri üstüne kurulu, kabile fikirlerine tamamiyle yabancı,
yeni bir devlet doğmuş oluyordu.
14
buna rağmen, anlaşılmaz bir eksiklik hissediyor, kalbinde
zaman zaman garip bir endişe uyanıyordu.
Yine rivayet ederler ki Selman, şehzadelerden birinin
dostuydu ve onunla beraber arasıra ava giderdi. Bir gün
köpekleri ve oğlanlariyle beraber at üstünde bir çölden
geçerlerken deve kılından bir çadır önünde bir ihtiyar
gördüler. Bu adam., elinde tuttuğu bir kitabı ağlıyarak
okuyordu. ·
15
Beşinci ve altıncı asırlarda Hıristiyanlık, nesturflik şek
linde Mezopotamya ve Irana girmişti. (Suriyede daha zi
yade monofizitlik hüküm sürüym:du:
Buralarda hıristiyanlara, kiliselere ve papazlara bir de
receye kadar göz yumuluyordu; fakat onların pek ortaya
çıkmamaları ve Zerdüşt dini rahiplerinde kıskançlık ve
düşmanlık duyguları uyandırmamaları şarttı.
Bu kitaplı ihtiyara tesadüf, Selmanda bir garip heyecan
uyandırdı. Bütün Allahların üstünde olan bir Allahın doğ
rudan doğruya insanlarla münasebete girişmiş olması
mümkün müydü? Gözleri önünde duran şu parşömen ka
ğıdında gördüğü yazılar o Allahın ifşa ettiği yüksek haki
katlerin sadık izleri miydi? Bu fikir, onu altüst ediyor ve
genç çocuk, yanaşılmaz zannedilen Allalup ve bütün in
sanlarıri sevgisini en ön safa koyan bu yeni ahlakın güzel
liğine hayran kalıyordu.
Selman, sonradan daha başka hıristiyanlarla münase
bete girişti. Çok kere onların dua ettiklerini ve ilahiler
okuduklarını dinlemek için kiliselerine gidiyordu. Bu iba
det, onun çok hoşuna gider ve Hıristiyanların aralarına
karışmak için büyük bir arzu duyardı. Bazan kendi kendi
ne: (Bu din, bizim dinimizden daha iyidir) diye düşünce
lere daldığı oluyordu.
Selman, bir gün akşama kadar kilisede kaldı. Babası
nın havale etmiş olduğu bir işi ihmal etti ve bu münase
betle fikirlerini babasına açtı.
Rahip, onu dinledikten sonra :
-Bu dinin iyi bir ciheti yoktur, dedi, bizim dedelerden
miras kalmış bir dinim.iz vardır ki her dinden üstündür.
Genç adam, bu sözlere inanmış görünmediği için ra
hip, onu yeni arkadaşlarının yanına gitmekten menetti ve
nezaret altına aldı. Bu esnada hükümdar da, Selmanın
dostu olan şehzadede buna benzer fikirler ve duygular
sezmeğe başladı.
16
Şehzade, bir ziyafet esnasında Zerdüşt mihraplarında,
kesilmiş kurbanların etinden yememek gibi garip bir ha
rekette bulunmuştu. Bunun üzerine kıral, gazaba geldi ve
şehirdeki hıristiyan papaziyle arkadaşlarını kovdu.
Selmanda bir tek fikir vardı: ne olursa olsun sürgünle
rin, peşine takılıp gitmek ... İnsanın hakikati bulmak için,
icabında, anasını, babasını da terketmesi lazım geldiğini
yine bu din kitaplarında okumuştu.
Papazlar, onu bu kadar kuvvetle çeken dinin asıl güzel
ve parlak şeklini Suriyede göreceğini söylemişlerdi. Sel
man, ne olursa olsun oraya gitmeğe karar verdi v.e şehir
de kalan hıristiyanlardan haber aldığı bir kervanın peşine
takıldı.
Genç adam, Şama vardığı zaman oranın en yüksek din
alimini aradl. Piskoposu sağlık verdiler.
Selman, büyük papaza :
- Ben, sı;:nin dinine meyli olan bir adamım, dedi, se
ninyanında yaşamak, hakikati öğrenmek, seninle beraber
ibadet etmek ve kilisende çalışmak isterim.
Piskopos, onu kabul etti. Fakat Selman, onun yanında
acı bir hayal inkisarına uğramakta gecikmedi. Papaz, ha
:�.:ı ve hileci bir adamdı. Halka sadaka vermesini söylü
yor; fakat onlardan aldığı parayı, fakirlere vereceği yerde,
gizli bir kasaya saklıyordu.
Piskopos öldüğü zaman ona muhteşem bir cenaze ala
yı hazırlanmıştı. Bu hal, Selmanın vicdanında bir isyan
uyandırdı; genç İranlı, papazın yaptığı namussuzluğu hal,
ka ifşa etmekten kendini alamadı. Ahali, fena halde hid
detlendi ve ölüyü taşa tuttu.
Selman, bu defa yeni piskoposun hizmetine girdi ve
ondan memnun kaldı. Şimdiye kadar hiç bu derece ken
dini ibadete vermiş ve dünya muhabbetini gönlünden çı
karmış bir adam görmemişti. Genç İranlı, onu çok sevdi
ve uzun zaman yanından ayrılmadı. Önu taklidetmiş
olmak için nefsine o kadar eza ve cefa ediyordu ki pisko
pos bir gün ona şöyle sölyedi :
- Nefsin için daha merhametli ol. Kendine yüklettiğin
17
vazife yükünü hafiflet. İfratlı riyazetler çok kere tesirli ol
maktan ziyade tehlikeli olur.
Selman, cevap verdi :
- Sözlerin kalbimim içindedir; fakat bana şunu söyle:
şimdiye kadar yaptıklarım mı daha iyidir, yoksa bana
yapmamı tavsiye ettiklerin mi?
:-- Tabif şimdiye kadar yaptıkların.
- O halde müsaade et de yine öyle hareket edeyim.
Selman, her şeyde kıymetlerin en yükseğini kendine
hedef edenlerdendi. Kudüse bir seyahat yaptı. Sonra, pis
kopos, ağır surette hasta düştü. Genç İranlı, onun ölmek
üzere olduğunu görünce dedi ki:
- Sen dünyada en çok sevdiğim adam oldun. Madem
ki ölüm bizi birebirimizden ayırıyor, bana �imdiye kadar
seninle yaşadığım gibi yaşıyabileceğim dindar ve malfı.
matlı bir adam sağlık ver.
Piskopos, cevap verdi:
- Hakikaten dindar ve sofu addedilebilecek pek çok
adam tanımıyorum. Dindar adamlar hep ölmüşler, yalnız
Musulda bir tane kalmıştır. Ben ölünce onun yanına gi
dersin.
Selman, Musula gitti ve bir zaman kendisine sağlık ve
rilen adamın yanında yaşadı. Fakat çok ihtiyar olan bu
mübarek adamda da pek az zaman sonra yakın bir ölü
mün alametleri belirdi.
Selman, ona dedi ki :
- Şam piskoposu ölüm yatağında yatarken bana se
nin yanına gelmemi tavsiye etti ve senin kendisine benze
diğini temin etti. Geldim ve yanında yaşadım. Fakat öyle
görünüyor ki Allah emrinin yerine geleceği gün yaklaş
mıştır. Sen, bu dünyadan gittikten sonra ben kime müra
caat edeyim?
İhtiyar, onu başka bir papaza gönderdi. Bu adam da
talihine evvelkiler gibi sofu ve iyi bir adam çıktı. Fakat ne
çareki bir zaman sonra o da gözlerini kapadı ve Selmana
Rum memleketinde başka bir keşiş tavsiye etti.
18
Genç adam, bu defa Bizanslıların yanına gitti ve Alla
hın kısmet ettiği müddetçe orada kaldı.
Nihayet, en son üstadı da ölünce Arabistana gitmeğe
karar verdi ve bu maksatla Beni Kilap kabflesinden birta
kım Arap tüccarlarının peşine takıldı.
Kervan; çölü, Madyan memleketini ve Vadiülkuranın
bereketli vahalarını geçti. Fakat bu Beni kilap bezirganla
rı hain adamlardı, para için her şeyi yapmağa ve vaktiyle
Yakubun oğlu Yusufuıı kardeşlerine rasthyan büyük de
deleri gibi insanları bile satmağa hazır idiler. Bu adamlar,
Vadiülkuraya geldikleri zaman Selmanı Yesripte oturan
Beni Kureyde kabilesinden bir Yahudiye sattılar.
Zavallı İranlı, bu şehre geldikten sonra, sahibinin ye
ğeni olan, bir başka Yahudi tarafından sq.tınalındı ve efen
disinin hurmalıklarında çalışmak s�retiyle bir esir hayatı
yaşamağa başladı.
Bir deve, bir bostan dolabını çeviriyor ve yeraltından çı
kardığı suyu -bu memleketlerde altın ve gümüşten daha
kıymetli olan bu hazineyi- büyük bir ihtimam ile açılmış ve
muhtelif mal sahiplerinin topraklarına dağıtılmış kanallara
döküyordu. Selmanın vazifesi bu deveye nezaret etmekti.
yakıcı güneş altında toprağın tuzlu bir kabuk bağlamaması
ve mahsul yetiştirmek hassasını kaybetmemesi için suyun
mütemadiyen akması lazımdı. Bunun için de dolabı çeviren
deve ile sularını akıtarak kuyuya dalıp çıkan kırbaları bir an
gözden ayırmamak icabediyordu.
Bu Yesrip vadisi fevkalade zengin ve bereketli bir top
raktı.
Hesapsız kolları, birçok kuyular, kanallar ve volkan ka
yaları arasına birikmiş su hazneleri ondaki ıslaklığı müte
madiyen tazeliyor, volkan kayalarının dağılmasından ise
bereketli topraklar meydana geliyordu. Ancak şu vardı ki
bu bereket ve nemlilik pahalıya mal oluyordu, çünkü Yes
ribin korkunç bir sıtması vardı ki bütün Arabistanca meş
hurdu. Herkes, hele memlekete yeni gelmiş olanlar mutla
ka bu tehlikeli malaryaya baç veriyorlardı. Çukurların ve
19
hatta içlerine ekseriya civardaki sürülerin pisliği akan ku
yuların durgun suları kına yapraklarına benziyen kor
kunç, bir sarılık alıyordu. Değil insanlar, bu sudan içen
develer bile hasta düşüyordu. Bothan deresinden hemen
daima kokmuş sular akıyordu.
Yahudiler, Yesripte fevkalade bir ziraat faaliyeti gös
termişler ve oradaki hurmalığın kıymet ve ehemmiyitini
kat kat arttırmışlardı. Yemenden gelen Araplar da bu va
hada yaşamağa başlamışlar ve Musa kavminden biraz da
ha kalabalık bir hale gelmişlerdi. Onların muhtelif kabfle
leri iki konfederasyona ayrılmıştı: Avflar, Hazraçlar.
Sayı itibariyle daha çok olan Hazraçlar Beni Kureyde,
Beni Nodhir, Beni Kaynuka isimlerindekf Yahudi kabfle
leriyle daha hususi münasebetleri vardı.
Bu fena ve zararlı havanın tesiriy le sıhhatini kaybeden
Yesrip yerlileri oldukça incelemiş, fakat gevşek insanlar
dı. Kendilerini hemen tamamiyle toprağa vermişlerdi.
Onlarda Mekke Kureyşflerindeki teşebbüs fikri ve tüccar
ce">areti yoktu. Bu Mekke, Hicazın çok ehemmiyeti olan
bir başka şehri idi ki birtakım, sarraflık spekülasonları ve
kervan transiti sayesinde adamakıllı zengin olmuştu. Yes
ripliler, Kureyşfleri çok takdir etmekle beraber onlarla eğ
leniyorlardı. Ancak Mekkenin bu paragöz, hasis ve haris
bankacıları da boş durmuyorlar, malaryadan sararıp so
lan ve yahudi boyunduruğuna baş eğen kaba Yesrip çift
çileriyle daima alay ediyorlardı.
Selman, böylece birkaç sene Yesripli çiftçinin yanında
çalıştı. Medenf Suriyeyi ve onun mübarek papazlarını ter
kettiğinden dolayı bir türlü müteselli olamıyordu. Yahudi
dininin dar mülteciliği onun fenasına gidiyor, (mana) de
dikleri ve muayyen zamanlarda kan!' a suladıkları müp
hem surette insana, benziyen bir taş parçasına tapan Arap
ların putprestliği de onu sinirlendirmekte bundan aşağı
kalmıyordu.
Selmanın Arabistana gelmesinden bir on sene kadar
sonra garip bir din hareketi şehri baştan başa sarstı: Mek
kede çıkmış bir peygamberden bahsediliyor, bu adamın
20
pUtları kırmak istediği, Allahla ve melekleriyle senli ben
li konuştuğu ve işitenleri ağlatacak kadar güzel bir üslup
ile yazılmış ahenkli ve kafiyeli ayetler okuduğu söyleni
yordu. Bu yeni peygamber, kendi dinine girmiyenleri ahi
ret cezalariyle tehdidediyor, hemen bugün yarın kıyamet
kopacakmış gibi dünyanın sonundan ve bu akıbetin es
rarlı dehşetlerinden bahsediyor, cehennemin azaplarını,
cennetin zevk ve·saadetlerini hayalleri altüst edecek bir li
sanla tasvir ediyordu.
Rivayete göre bu peygamber, kendi vatandaşlarından
çok fena muamele görmüştü. Mekke Kureyşfleri onunla
eğleniyorlar,· ona bir nevi cinlere karışmış meczup, yahut
bir deli göziyle bakıyorlar ve vücudunu ortadan kaldır
mak için planlar hazırlıyorlardı. Bu adam, ihtimal, Yesrip-
·
21
- Gel aramızda otur ve dinle, dedi, anlayıp dinleme
den bizim hakkımızda hüküm verme, işittiklerini iyice mu
hakemeden geçir. Burada söylenilen şeyler hoşuna gitmez
se biz, güzellikle buradan gideriz.
Esat; kaşları hala çatık, fakat bu muamelenin tatlılığı,
karşısında hiddeti biraz kırılmış, dişleri arasından mırıl
dandı :
- Pekala ... öyle olsun... dinliyorum.
Elindeki mızrağını toprağa sapladıktan sonra yere otur
du ve ayaklarını altına aldı.
Mus'abın etrafını dikkatle dinliyen insanlardan mürek
kep bir daire, onun etrafını da uzun kargılar ve kısa, kalın
harbelerden bir başka daire çevirmişti.
O, ahenk ile dolu güzel ve kafiyeli bir nesirle söyleme-
··
ğe başladı :
- Bismillahir rahmanir rahfm: merhamet ve inayet sa
hibi Allah namına...
Mus'ap, ağır bir sesle o kadar muhteşem ve kıvrak üs
luplu ayetler okudu ki bunu işiten Araplar - musiki ve şi
irin her şekline karşı son derece hassas olan bu insanlar
hep birden titriyorlar, yalnız büyüklük ve güzellikle dolu
bir başka dünyadan geniş bir nefes geliyormuş gibi bir his
duyuyorlardı.
22
mücadelelerle tavlanmış bir hassasiyet vardır. Onlardaki
aksi tesirler çabuk ve şiddetlidir. Şehvet veya şiir heyecanı
ruhlarına ateşli iğneler gibi girer.
Es' at tereddüdetmedi. İçinde uyanan ateşe karşı müca
dele etmeği aklından bile geçirmedi. Kuranın birkaç parça
sını dinledikten, yeni peygamberin dininin bellibaşlı esas
larını öğrendiktan sonra İslamlığı kabul ettiğini söyledi.
Derhal apdest aldı . ve parmağım gökyüzüne kaldırarak:
(La.ilahe illallah, Muhammedün Resulülla:h (Allahtan baş
ka Allah yoktur; Muhammet, onun peygamberidir.) diye
şehadet getirdi.
Es'at, bu heyecan içinde yeniden yeniye birtakım kim
seleri müslüman etmekten başka bir şey düşünmüyordu.
- Şu bizim Sadi de kandır, dedi, Avsler arasındaki ta
raftarlarından birçoğunu arkasından sürukliyebilir.
Ertesi günü Sad ibni Muaz Es'adın evinde propaganda
sına devam �den Mus' abın yanına götürüldü. O, evvela
amcası oğlu olan Es'ada sövüp saymakla başladı, ne oldu
ğu bilinmez birtakım entrikacı yabancıları misafir ettiği
için ona darıldı. Fakat biraz sonra Kuran okuyanın sesinde
ki tatlılık ve ayetlerin yüksek ihtişamı karşısında teslim
b:::. :,'.;ağını çekti.
Sad ibni Muaz kendi adamlarının yanına döndüğü za
man:
- Ey Abdül Eşhel çocukları, ben sizin nenizim, diye ba
ğırdı.
Onlar: - Sen bizim seyyidimiz, reisimizsin, sen aramız
da en akıllı ve en yüksek olanımızsın, diye cevap verdiler.
- O halde yemin ederim ki sizin aranızdan hiçbir kim
seye, Allaha ve peygamberine inanmadan evvel, söz söyle
miyeceğim.
Bu suretle idi ki yeni din yavaş yavaş Yesribe yayılı
yordu. Bu, tabii mukavemetsiz olmuyordu. Avslardan şa
ir Ebu Kays bin El Eslet putperestlikte inadederek yaptığı
şiirlerde müslüman dinini kabul .edenleri hicvediyor ve
ataların dinini göklere çıkarıyordu.
Amir bin Yemut isminde, herkesin hürmet ettiği bir ih-
23
tiyarm evinde El Menat tanrısının tahtadan bir heykeli
vardı, Beni Selame kabilesinden müslüman olmuş bazı
gençler bir gece onun evine girdiler ve putu yakaladıkları
gibi, tepe aşağı, ayakyoluna attılar. Ertesi gün Amir, fevka
lade kızdı ve heykeli iyice yıkadıktan sonra eski yerine
koydu. Fakat bu cüretli gençler birkaç defa aynı şeyi tek
rarladılar. O vakit, ihtiyar, bu mukaddes şeylere el uzat
maktan çekinmiyen küstahlara, lanet etti; fakat onların
gökten inmiş bir ateşle helak olmadıklarına da hayret etti
ve putun boynuna bir kılıç astı :
- Sende bir kuvvet varsa kendini ' müdafaa edersin,
.
&�
Gençler, tekrar geldiler, kılıcı çıkararak yerine kokmuş
bir köpek leşi taktılar ve hepsini, birden bir kuyuya attılar.
Bunun üzerine Amir, müslüman oldu ve bu kudretsiz
putu, rezil etmek için bir şiir yaptı :
(Sen eğer bir Allah olaydın, gebermiş bir köpekle bera
ber bir kuyuya girmezdin. Senin acınacak kudretsizliğini
artık anladık.)
Bir Allahçı (monotheiste) Yahudiler din işlerinde fazla.
çekingen durmasaydılar, kitaplarını saklamadaydılar ve
Allahm ifşa ettiği hakikatleri adeta kendi soylarına ait bir
mal ve imtiyaz addetmeseydiler Arabistanda din cihetin
den büyük bir nüfuz sahibi olabilirlerdi. Yahudiler tıpkı
Araplar gibi yaşıyorlar, onlar gibi tüccarlık veya çiftçilik
yapıyorlar, onlar gibi muharebe ediyorlar, onların dilini
söylüyorlar ve aynı meharetle şiirler yazıyorlardı. Böyle ol
duğu halde ümmi Arapları, Allah tarafından gönderilmiş
kitapları olmıyan bu zarif ve zeki cahilleri hor görüyorlar,
onlar da Yahudilere aynı suretle mukabeleden geri durmu
yorlardı.
Ancak, onların Yesripte bulunması müslümanlık için
birtakım yollar açtı. Yahudiler bazı nadir zekaları düşün
meğe ve kendi kendilerine sualler sormağa sevkediyor
lardı.
Avslerin bir grupu olan A vsullahfarın reisi Ebu Amir
24
bir nevi çilekeşlik (ascetisme) le meşgul oluyor ve putpe
restlikle Yahudiliğin karıştırılmasından vücuda gelmiş ye
ni bir dini propaganda etmeğe başlıyordu. Bu adam, müs
lümanlarm rakipliğini fena bir gözle görüyordu. Araplar
da sofuluk (mystique) duygularına pek az meyil ve istidat
bulunmakla beraber din meseleleri onları gittikçe sarmağa
ve düşündürmeğe başlıyordu. Hıristiyanlık, Arabistan ya
rımadasını bir çember içine alıyor ve kabilelerden birçoğu
nun içine girmeğe başlıyordu. Kervanlar Hicaza Suriye
buğdayları ve kumaşlarıyla beraber Rum memleketinin fi
kir ve adetlerine ait birtakım duygular ve düşünceler de
getiriyordu. Şairler, bir Allahtan bahse bile başlamışlardı.
Ümeyye bin Ebissalt yeşil bahçeli cennetin zevklerini ve ce
hennemin dehşetlerini anlatıyordu. Zannedildiğine göre
kaba putperestlikten memnun olmıyan ve pek karar vere
memekle beraber, daha temiz bir din arıyan birkaç dindar
kimseye hanifler ismini vermişlerdi.
Şark hıristiyanlarmda yakın bir kıyameti bekleyiş -ilk
asırların bu üzücü ve derin korkusu- daha tamamiyle geç
memişti. Hatta Arapların da doğrudan doğruya münase
bette bulundukhı.rı çöl keşişleri arasında meadiyyat (escha
tologie) fikirleri de hayli yayılmıştı. Yarımada şimalinin
bazı hıristiyan tarikatleri kıyametin yaklaştığını bildirecek
bir peygamberin dünyaya gelmesini bekliyor gibiydiler.
Bu itikat, Muhammedin gelmesinden evvel ölmüş Kaabın
babası Zübeyr gibi putperestlere de geçmişti.
Taifli şair Ümeyye bin Ebissalt yahudi ve hıristiyan ki
tapları okuyor, putları hakir görüyor, şarap içmiyor ve be
line zünnar takıyordu. Bu adamda peygamber olmak arzu
su vardı. Allahtan bir resullük gelmesini boş yere bekli
yordu.
Bir gün Mekkenin zengin reisi Ebu Süfyanın bir kerva
niyle seyahat ederken bir hıristiyan kilisesine girdi ve pa
pazla uzun müddet konuştu. Dışarı çıktığı zaman yol arka
daşları onun yüzünde büyük bir heyecan alametleri gördü
ler. Şair, onlarla beraber yoluna devam etti. İşlerini bitir-
25
dikten sonra aynı yoldan dönüyorlardi. Ümeyye, tekrar ki
liseye girdi ve biraz sonra büsbütün telaşlı ve şaşkın bir
halde dışarıya çıktı. Hiçbir şeye inanmıyan Ebu Süfyan:
- Ne oluyorsun? dedi, böyle olur olmaz keşiş mesele
leriyle neye bizi yolumuzdan alakoyuyorsun?
Şair:
- Bana ilişme, bana ilişme, diye homurdandı; ve şun
ları anlattı :
- Bu papaz, bana İsa Peygamberin altı defa dünyaya
geleceğini ve kıyametin yakın olduğunu söyledi. İlk defa
konuştuğumuz vakit heyecanlandım, çünkü Allah.yolun
da çalışacak resulün ben olmamı i�tiyordum ve peygam
berliği elimden kaçırmış olmaktan korkuyordum. Onun
için kçıJbimde büyük bir sıkıntı duyuywır ve alametleri
bekliyordum. Bu defa papaz bana: (Beklenilen peygam
ber göründü) dedi ve beni ümitsizliğe düşürdü.
Ümeyye, Muhammedi hiçbir zaman affetmedi. Yaşa
dığı müddetçe birtakım hicviyeler yazarak ona sataştı.
Ümeyyenin kalbi kafi derecede saf ve temiz miydi? Ken
disi peygamberliği şahsına ait bir şeref olarak düşünmüş,
onu belki asfl, fakat benlik ve izzet-i nefis duygulariyle
pek alakasız olmıyan bir nişle arzu etmişti. Halbuki Mu
hammet, bu vazifeyi yapmak kuvvetini bulup bulamıya
cağını uzun zaman kendi kendisine sorduktan sonra titri
ye titriye, inliye inliye kabul etmişti. Tefsircilerin fikrine
göre Ümeyye, zaten peygamber olamazdı. Çünkü şair ol
duğu için ilhamını cinlerden alıyo'rdu, halbuki bir pey
gamber, ancak meleklerden ilham alabilir.
Selman, bütün bu şeyleri düşünüyordu. Rum memle
ketindeki son üstadı ölüm yatağında yatarken ona şu söz
leri söylememiş miydi?: (Bu zaman bir peygamber gön
dermek üzeredir.)
Bunun içindir ki Muhammet, artık Medine isimini alan
Yesribe geldiği zaman Selman, birdenbire onun en ateşli
taraftarlarından oluverdi.
Peygamberin sırtında, iki omuzu arasında bir nevi ur,
26
Bizans dinarı büyüklüğünde ve üstünde bir hıtam kıl bit
miş yuvarlak bir ben vardı. Onun bir hekim tarafından ke
silmesine razı olmadığı bu et parçasını Araplar bir (pey
gamberlik mührü) addediyorlardı.
Selman, bu işareti çok merak ediyordu. Muhammedin
bazı dostlariyle beraber dışarda oturduğu bir gün Acem,
ona yaklaştı ve arkasında bir yere oturdu. Peygamber,
onun arzusunu keşfederek bir şey söylemeden sırtındaki
örtüyü düşürdü ve Selman, ağlıya ağlıya.bu (peygamber
lik mührü) nü öptü.
Selman, esir olduğu için, artık hayatının merkezi hük
müne giren Muhammedi, adım adım takib edemiyordu.
Fakat bir zaman sonra yeni cemaatin en bellibaşlı azala
rından biri oldu.
Muhammet, ona bir yolunu bulup kendisini esirlikten
kurtarmasını tavsiye ediyordu. Selman, müslü�an kar
deşlerinin yardımiyle, efendisi hesabına üç yüz hurma
ağacı dikti, p'eygamber de buna ilave olarak bir külçe al
tın verdi; böylece Selman, esirlikten kurtulmuş oldu.
Mekkeden Medineye kaçması bir kısım insanlık için
yeni bir tarihin başlangıcı olan bu adam kimdi?
27
2
Fil Senesi
(5712)
28
yakıp yıkmasını emretmişti. Kara kumandan, bu vazifeyi
o kadar katı yüreklilikle yaptı ki ahalinin gözünde fena
bir mevkie düştü. Bu sayede maiyetindeki zabitleden Eb
rehe onu kolayca atarak yerine kendi geçti ve teketek yap
tığı bir dövüş neticesinde onu öldürdü.
Necaşi, fena halde kızdı, ayağını Yemen toprağına ba
sacağına ve Ebrehenin saçlarını keseceğine büyük yemin
ler etti. Ebrehe, zeki bir adamdı, kendi eliyle saçlarım tıraş
ederek bir çuval Yemen toprağiyle beraber Necaşiye gön
derdi. Hükümdar, bu sayede yeminini yerine getirmiş ol
du ve biraz yatıştı. Ebrehe, Yemende hemen hemen istik
lal sahibi bir hidiv old{ı. Sen Grajantiyüs ismindeki pisko
pos, bir kanunlar mecmuası vücuda getirdi. Birçok Yahu
diyi ve putperesti hıristiyan yaptı ve Arabistan cenubun
da sağlam bir surette kökleşmiş olan Habeş Hükürneti Hi
cazı, Mekke ve Rabeyi fethe yürüdü. Ebrehe, filinin üs
.
tünde ilerliyor ve arkasından Kureyşfleri kolayca ezivere
cek gibi görünen mükemmel bir ordu geliyordu. Ebrehe,
şehrin karşısında ordugah kurdu ve ahali, korkudan evi
ni, barkını bırakarak tepelere kaçtı.
Şairlerden biri der ki: (Fırtınalı bir gök gibi karanlık:
ola!". !::u binlerce askerin bağırtıları muharebe atlarını sa
ğır ediyor, pis kokuları düşmanların yanına sokulmaları
na meydan bırakmıyordu. Bunlar, yeni yetişen yeşilliği
kurutan toz zerreleri kadar çok birtakım şeytanlardı.) Eb
rehe, Mekkeye giremedi. Rivayete- göre onun fili daha ile
ri gitmemek için adeta inadediyordu. Bu esnada çıkan bir.
çiçek salgını orduyu kırıp geçirmeğe başladı ve Ebrehe,
çaresiz geri döndü. (Hurafeler hastaların yüzünde (hasıl
olan kabarcıkların (ebabil) ismindeki birtakım esrarlı kuş
ların gökten attıkları taşlardan ileri geldiğini iddia eder
ler.)
Bu seneye (Fil Senesi) denildi. Araplar, o tarihten itiba
ren seneleri saymağa başladılar ve Muhammet, bu Fil Se
nesinden pek az sonra dünyaya geldi.
Fil senesi Arabistanda Habeş Hükümetinin çökmeğe
başladığını işaret etti. İki sene sonra Acemler, kara adam-
29
lan Yemenden kovuyorlardı; bir zaman sonra da kendile
ri müslümanlar tarafından kovuldular.
Ebrehe ordusunun bozulmasında Kureyşflerin pek az
rolü olmuştu. Böyle olmakla beraber onlar, bu vakadan
kendileri için bir iftihar hissesi çıkardılar, kendilerine
(kahramanlar) diye isim verdiler ve Mekke her zamandan
ziyade bir ticaret ve hac merkezi oldu.
Bu memleketin oturmak için hiç de istenilecek bir yer
olmadığı rnuhakkakh.
(Mekke hırs ve tamah uyandıracak bir yet olsaydı Him
yar prenslerinin askerlerinin başında, oraya koşuştukları
nı görecektiniz. Yazın da, kışın da' orası dayan\lacak gibi
bir yer değildir. Onun hiçbir tarafında, Suriye memleketle.
rinde olduğu gibi, bol sular fışkırıp .akma�.
İnsanın gözünü dinlendirecek bir ot parçası yok: Av da
yok. Buna mukabil birçok tüccarlar, mesleklerin en hakir
ve düşkünü olan bu ... )
El Hekatan ismindeki Habeş şair Mekkeyi böyle tasvir
eder. Ağaç denilmeğe layık hiçbir ağaç onu gölgelemezdi.
Hatta Kabe mabedine yakın birkaç fidanı, halkta uyandır- ·
30
mağı göze alacak cesaretli müminleri adeta takdis et
miştir.
Su cihetinden çok sıkıntı çekiliyordu. Zemzem Kuyu
sunun suyu her zaman bulunmuyor vo çok kere acı çıkı
yordu. Öteki kuyular ise hem uzak, hem sıhhate zararlıy
dı. Hacılar geldiği zaman ele geçen bütün kab kaçak bu
kuyulardan su çekmeğe gidiyorlardı. Bu insanları suya
kandırmak hiç de kolay bir şey değildi. Coğrafyacılardan
El Makdisi burasını: (Boğucu sıcak öldürücü rüzgar, sinek
bulutları... ) diye tasvir eder.
Kışa gelince, onun da pek öyle yazdan kalır bir yeri
yoktu: fırından sonra bataklık. Şehir hilal şeklinde yapıl
mıştı. Bu hilalin ki ucu Mekke dağının boğazlarına tırma
nıyor, Kabe ile mescidin bulunduğu merkez kısmı bir çu
kur teşkil ediycırdu. Zaman zaman yağan şiddetli yağ
murlar bu çukura gelip toplanır ve (hiçbir derin toprak,
hiçbir çimen ye ağaç onların yoluna set çekmezdi.
Bazan iki, üç, dört sene yağmursuz geçerdi; fakat mü
barek, bir kere de geldi mi birdenbire yıkıcı bir bolluk ve
şiddetle boşanır ve şehrin şekli sebebiyle korunup sakın
mak kabil olmazdı.
O zamanlar şimdikinden çok daha küçük olan Kabe,
yalçın boğazlardan, inişli sokaklardan taşıp gelen, yolu
üstünde ne bulursa önüne katıp götüren sellerin baskısı
na uğrar, sonra bu sular çekildiği vakit ortada bir çamur,
yığıntı ve pislik denizi kalırdı. Zemzem Kuyusu birçok
defalar dolmuş, hatta bir defasında, birkaç nesil için, büs
bütün kaybolmuştu.
Böyle zamanlarda ahali, yerlerdeki çamuru el arabala
riyle kaldırır ve mescidin kapısına çıkabilmek için adeta
·
31
lanmış, yahut tamamiyle yıkılmış, fakat her defasında ye
nibaştan kurulmuştur. O, bugün kesme taştan yapılmış
bir binadır, fakat o vakit sadece kerpiçtendi.
Ne gariptir ki bütün Arabistana bereket getiren, yerle
ri yeşillikle örten, ot ve ağaçları kaplıyan toz ve kum taba
kalarını süpürüp götüren, memleketi birçok aylar için aç
lık tehlikesinden kurtaran yağmurlar ve seller mekke için
bir bela, bir haraplık vasıtası oluyordu. Bu yağmurlar ev
leri yıkıyor, hayvanları öldürüyor, onların kokmuş leşle
rini oradan oraya sürküliyerek korkunç salgınlar çıkarı
yor, yerli hastalıklardan olan göz hastalığına bir de bu be
layı ilave epiyordu. Her taraftan birçok hacıların akın et
mesi zaman zaman veba ve çiçek hastalıklarına sebebolu
yordu. Şehrin sıhhat işleri berbat b! r hal� eydi. Bugün bile
Mekk:eliler dolan ayakyollarını kapı önüne boşaltarak üs.ı.
tüne bir parça toprak atarlar ve hac mevsimi adeta bir
ölüm mevsimi olur.
Böyle olmakla beraber Mekke Kureyşfleri hali vakti ye
rinde, zeki, nüfuzlu ve şehirlerine fevkalade bağlı adam
lardı. Ondan ne fayda görüyorlardı?: Ticaret. Muhammet,
sonradan onların hayatını bilhassa güç bir hale getirince:
(Biz sırf ticaret hatırı için buranın kahrını çekiyoruz) de
diler.
Pek az zamandan beri şehir hayalı yaşamağa başlamış
olan bu eski bedeviler, birçok cihetten pek fena olan bu
yerin imtiyazlı mevkiini anlıyorlar ve bundan fevkalade
istifade ediyorlardı. Kureyşfler, Mekkeyi bir çöl Venediği
haline getirmeğe muvaffak olmuşlardı, onların kervanla
rı Yemen ile Suriye arasında adeta mekik dokuyordu.
(Strabon) (Her Arap tüccardır) diyor, (hazan da hırsız
olur) diye ilave ediyordu. Araplar arasında, bilhassa Ku
reyşllerde tüccarlık kabiliyeti fevkalade yükselmişti. On
ların ticaret işleri merak ile tetkike değer bir sarraflık ve
bankacılık teşkilatına istinadediyordu. İncilde zikredilen
ilk tüccarlar Araplardır. Yesu, Ezkiya Suriyeye getirdikle
ri zahireleri uzun uzadıya sayıp dökerler. Onları beyne!
32
mine! ticaretin ilk müteşebbisleri addetmek hiç de yanlış
olmaz.
Eski Romalılar, onlara muhtaç vaziyette idiler. Horas.
Arabistanın hazinelerinden ve ahalisini zengin eden tica
retinden uzun uzadıya bahseder. Yeni zamanlar için Peru
ne ise eski zamanlar için de Yemen o idi. Kıymetli maden
ler, ipekler, şark kokuları keyif ve zevk düşkünü Romalı
lara pek pahalıya mal olurdu.
Umumiyetle Arabistanın ve bilhassa Mekkenin ticaret
hayatı Hint yoluna tabidi. Kervanlar Mezopotamya, Iran,
Afganistan tariki ile gidip geldiği zaman Araplar, fukara
düşer, ticaret eşyası Arabistan yarımadası, Yemen, Basra
körfezi yoliyle taşınırsa memleket zenginleşirdi. Tarihte
politika tahavvüllerine göre bu yollarda da birçok defalar
değişiklik olmuştur.
Yedinci asrın başlangıcında Yunanlılarla Acemler ara
sında geçen u,zun muharebeler Mekke ticaretine çok yara
mıştı. Kureyşflerin şehri, Şark ve Akdeniz memleketleri
ile Habeşistan Afrikası ve Bizans Suriyesi yolları için bir
nevi dört yol ağzı olmuştu. Bundan başka Mekke etrafın
da muayyen Z?�anlarda kurulan panayırlar vardı. Bun
lardan biri Ükaz panayırı idi ki Mekkenin çok yakınında
kurulur ve onun ticaretine hayli yardım ederdi. Bu mem
lekette hac ile tüccarik, din ile iş biribirine pek sıkı bir su
rette bağlı idi.
Bizanslılar, bedevi kervanlarına muhtaç bir vaziyette
idiler. Onların esrarlı Hintten getirdikleri kıymetli taşlar
ve baharat; imparatorlar, saray adamları ve papazlar için
taşıdıkları Çin ipeklileri, çeşit çeşit yabancı memleket ku
maşları, madenler ve deriler; kiliselere ve saraylara mah
sus Yemen günlükleri ve Afrika zamkları Bizanslıların
pek işine yarardı. Araplar, Suriyeye Hicaz ve Necit hur
malarını da götürüyorlar ve oradan buğday, kuru üzüm,
zeytinyağı, dallı, çizgili ve kenarı saçaklı keten, pamuk,
ipek kumaşlar; birçok manifatura eşyası; Jıatta silahlar, in
ce Şam kılıçları, hançerleri, işlenmiş kalkanlar getiriyor
lardı. Himayeci ve monopolcü olan Bizans bu gibi şeyle-
33
rin memleketten çıkmasını yasak ettiği için bedeviler bu
mala.arı kaçakçılık yoliyle huduttan geçiriyorlardı.
Kervanların gelme ve gitmeleri Mekke hayatının en
büyük vakalarıydı. Onlardan birinin gelmekte olduğu ha
ber verildiği gibi bütün halk, adeta sevincinden çıldırıyor
ve davullar çalarak, şarkılar söyliyerek onu karşılamağa
çıkıyordu. Muhammet, bu adeti kaldırdı, maksadı kerva
na ilk yetişenlerin malları kapatmalarına ve madrabazlık
yapmalarına mani olmaktı. Peygamber, Araplardaki bu
tüccarlık sıhnasını hafifletinceye kadar hayli sıkınh çek
miştir. Muhammet, bir gün va'zederken şehre bir kervan
gelmiş, bunun üzerine etrafındaki ahali, birdenbire dağı
larak onu yalnız bırakmış. Kuranın bu vakayı anlatan par
çası peygamberin bu hususta duyduğu ıstırabı gayet iyi
· ·
gösterir.
Birçok hususi küçük kervanlardan başka Kureyşflerin
iki muntazam büyük kervanı vardı ki biri yazın Yemene,
öteki kışın Suriyeye giderdi. Bu iki büyük sefer bütün
memleketi alakadar eden bir halk işi idi ki sebebini çok
mükemmel bir kredi usulünde aramak lazımgelir. Bu usu
le göre en fakirler bile yarım dinar vermek suretiyle ker
vanda hisse sahibi olurlar ve bu yarım dinar en aşağı yüz
de elli, hatta bazan yüzde yüz kar getirirdi.
Bu iki üç yüz kişinin muhafazası alhnda giden ve kum
lar, kırmızımsı taşlar, çöller arasından bütün memleketin
bütün ümidini taşıyan altın, gümüş, bakır ve kıymetli za
hire yüklü iki üç yüz. deve ordusu hakikaten çok büyük,
çok ehemmiyetli bir işti.
Mekke, zenginler hakimiyeti esası üstüne kurulmuş
bir tüccar cumhuriyeti idi. Hükümetin pek öyle muayyen
bir şekli yoktu. Bütün sınıflar fert saltanatına, yahut mu
ayyen teşkilatı olan her hangi bir kuvvete isyan edecek
kabiliyette idi.
Male ismindeki eşraf meclisi muayyen vazifeli bir
meclis olmamakla beraber memllektin umu:ıni işlerine ba
kıyordu. Bu meclis, ehemmiyetli ve tehlikeli zamanlarda
(Darünnedve) denen . meclis binasında toplanıyordu. Bu
34
içtimalar4a kimi en güzel söz söylerse o, hakim oluyordu.
Bu meclis, asillere, ihtiyarlara, riski bir at ve esir satıcısı
olan İbni Ced'an gibi zenginlere, Utbe bin Rabia gibi kar
şısındakileri kamçılarcasına cevaplar veren ve fevkalade
yerinde söz söyliyen genç ve fakir hatiplere açıktı.
Ebu Süfyan, bütün bu meziyetleri nefsinde toplamış
bir adamdı. Asaleti vardı; Ümeyyeler kabilesine mensup
tu. Zengindi; bankacı tüccarlarııı birincisiydi. Politikadan
anlar, ahalinin menfaatine ait işlere fevka,lade aklı ererdi;
Ebu Süfyan, bu sebeplerden dolayı bu meclislerde herke
sin üstünde bir ehemmiyet ve nüfuz kazanmıştı.
(Batma) denen kibarlar mahallesi şehrin düz kısmın
daydı. Bunun ortasında, çukur bir yerde (Kabe) vardı. Ka
beye çıkan sokaklardc:ın her birine kabilelerden birinin is
mi verilmişti.
Memleketin en kudretli bankacıları olan asil Ümeyye
ler; kumaş ve esir ticaretiy�e uğraşan zengin Mahzı,ımiler;
Nevfeller, Esetler, Zehralar, Şahımlar, sancağın muhafa
zasına memur Abdüddarlar, onlardan daha az asil ve da
ha. az ehemmiyetli olan Adiler, Taimler, Ebu Bekir, Ömer
gibi müstakbel halifeler, Muhammedin ailesi olan ve Ha
şim ile A 1:-dülmuttalibin Kabeyi muhafaza, hacılara su te
.
35
!arını burada hazırlarlar, Acemlerin Yunanilere karşı ka
zandıkları son zaferi, Kisranın galibiyetini, Kayserin zille
tini burada öğrenirlerdi. Daha sonra Muhammedin ilk va
ızlarını, şaşkınlık ve hiddet içinde, yine burada işitecekler,
onun aforoz kararını burada verecekler, (Bedir) de kazan
dığı bil.yük zaferi burada öğrenecekler, nihayet, onun bir
çok felaketlerden sonra muzaffer olarak vatanına döndü
ğünü, Kabenin altın anahtarını eline geçirdiğini ve düş
manlarını affettiğini burada göreceklerdi.
Mekke şehrinin borsası ve Pale Ruvayyalı hükmünde
olan bu meydandan çıkılarak dağın boğazlanna asılmış
gibi görünen dışarı mahallelere doğru gidilirse karışık bir
insan kalabalığı ile dolup taşan sokaklar görülürdü. Bura
lar� uğultulu arı kovanlarına benzeı;di. Kervancılar pi,s
meyhanelerde hurma şarabı içerler, birtakım kadınlar elle
rindeki teflere vurarak ahenksiz şarkılar okurlar; dükkan
cılar bu kalabalıktan ürkmüş bedevileri yüksek sesle çağı
rarak elbiselerinin bir tarafına düğümlenmiş dirhemler
den birkaçını almağa uğraşırlar, sarraflar ham maden kül
çeleri, az çok eski ve silik Yunan, Acem, Himyar paraları
ve alhn tozu tartarlar, üstünde dinarları (Şarki Roma fm
paratorunun resmi bulunan dinarları) sayarlardı (O tarih�
te bu dinarların Arabistanda fevkalade bir kıymeti vardı
ve şairler sevgililerinin yanaklarındaki parlaklığı ona ben
zetirlerdi.)
Bir suç ve cinayet için kabilelerinden kovulmuş (hali)
ismi verilen serserilerle kısa bir zaman için şehre gelmiş
ecnebi sahcılar da burada bulunurdu. Bu sahcılar, malları
nı çabucak uyduruluvermiş kerevetler üstüne, yahut hur
ma yaprağından çadırlar altına yayarlardı. Meğer ki elle
rinde oldukça pahalı bir ücretle yerlilerin dükkanlarını ki
ralıyacak kadar paraları bulunsun.
Yine bu mahallelerde birçok yabancı Yahudiler, orto
doksluk merkezleriyle temasını kaybetmiş muhtelif mez
hepte birçok hıristiyanlar yaşar, yahut gelip geçerdi.
Muhammet, bu Yahudi ve hıristiyanlardan pek çok
36
şeyler öğrenmeğe çalışmış ve ilk taraftarlarını bu halk mu-
·
37
yup kaybetmiş ve bir zaman için hürriyetinden mahrum
kalmışb.
Kredi usulü ticareti ilerletiyordu, fakat bazan da buh
ranlara · sebeboluyordu. Büyüklük zamanlarında bütün
şehir halkını ziyafete davet için tellal bağırtan İbni Ced' an
birkaç defa tediyabnı tatile mecbur oldu.
Para üzerine spekülasyon yapılıyor; dışardan gelen
mallar, kervanların vaktinde gelip gelmemesi, mahsulün
az veya çok olması, henüz yetişmemiş hurmalar ve hay
van sürüleri üzerine hava oyunu oynanıyordu. (Kuran,
sonradan bütün bu şeyleri yasak etmiştir.)
Bunlardan başka zahire ihtikarı yapılıyôr ve elde bu
lunmıyan mallar üzerinde alım sabm muamelesi oluyor
du.
Muhammet, hemşehrilerinin zeka�ını takdir etmekle
beraber, bu yolsuzluklar karşısında, faizciliği ve para üze
rinde ticaret yapılmasını menetmeğe mecbur oldu.
Peygamber, yirmi beş yaşında iken, faizcilerden zarar
görenlerin himayesini ve mukavelenamelerin tadil ve tas
hihi maksadiyle vücuda getirilen "Hilfül Fudul" cemiye
tinin teessüsünde hazır bulunmuştu.
Bu münasebetle İbni Ceda'nın evinde bir ziyafet veril
di; Kabenin taşı üstüne zemzem döküldü ve yemin verile
rek hep birden içildi.
Hakikaten zavallı bedeviler Mekke borsasının insafsız
alıcılarından, paragöz hileci simsarlardan, sermayesiz pa
ra kazanmak için ortaya dökülmüş şüpheli tellallardan
çok çekiyorlardı. Faizciler bir dinar verdikleri vakit mu
hakkak iki dinarlık bir senet imzalatıyorlar, bnnu daha zi
yade artbrmak için yetmiş hile buluyorlar, ilk borç muay
yen günde ödenmezse yeniden vadeler vermek ve faiz
miktarını arttırmak suretiyle karlarını iki, üç, dört misle
çıkarıyorlardı.
Bedeviler, öyle istenildiği zaman kolayca ele geçirilir
borçlulardan değillerdi. Bunun için bazan onlar da şehir
lilerin hilesine hile ile mukabele ediyorlar, aldıkları para
y� vermiyorlar ve "Kureyş" kelimesinin "köpek balığı"
38
manasına geldiğini söyliyerek onları yırtıcılık ve doymaz
lıkla ittiham ediyorlardı.
Bedevi şair Ebu Tamhan faizcilerle şöyle eğlenir: Ah,
/1
Cahiliyet Muharebesi
40
Doğrusu .ancak Allaha malum olmakla beraber şöyle
bir rivayet naklederler: Halimenin oğlu bir gün beyazlar
giyinmiş iki yabancı görmüş . . . bunlar iki melekmiş . . . o va
kit dört yaşında olan Muhammede yaklaşmışlar . . . onu ye
re, yatırarak göğsünü yarmışlar. . . içini bembeyaz karlarla
yıkamışlar ..• kalbinden kara bir leke çıkarmışlar . . . sonra
göğsü tekrar kapamışlar ve esrarlı bir usrette kaybolmuş
lar...
Bu masal, Kuranda okunan şöyle bir ayetten çıkmıştır:
"Senin göğsünü açmadık mı ve seni taşıdığın yükten kur
tarmadık mı?" Şu halde bu ameliyat vasıtasiyle Muham
medin kalbi temizlenmiş, genişletilmiş, Allahın göndere
ceği haberleri hiçbir maksat ve menfaate hizmet etmeden
alacak ve onları tam bir sadakatle kullara nakledecek ha
le getirilmiş, bu resullüğün ağır yüküne dayanabilecek
usrette sağlamlaştırılmıştı.
Açılan göğüs masalının din tarihi noktasından da bir
ehemmiyeti vardır: melekler tarafından çıkarılan kara le
ke .Adem Babanın günahından kalma bir izdir; gelmiş, ge
lecek, bütün insanlar arasında bu lekeden yalnız İsa ile
Meryem kurtulmuştur.
Muharı ııııet, altı yaşında anasını kaybetti. Emine, oğlu
ile berabe·r Yesripten Mekkeye gelirken "Ebva" da öldü
ve oraya gömüldü. Muhammedin ihtiyar esirinqen, bü
yükbabası ve amcalarından başka kimsesi kalmıyordu.
Eminenin ölümü üzerine Abdülmuttalip, çocu u yanı ğ
na aldı. Onu büyük bir şefkatle seviyordu. İhtiyar. adam,
birçok akşamlarını Kabenin gölgesinde geçirmeğe gider
di. Avluda Kureyş eşrafı toplanırdı. B üyükbaba için bir
halı serilir, altı ayrı kadından olmuş olan büyük oğulları
ona hürmette kusur etmemiş olmak için toprak üstüne
otururlardı. Bu çocuklardan biri tatlı ve sakin huylu Ebu
Talip, ikincisi sert, haşin Abdül'uzze, üçüncüsü hasis Ab
bastı.
Büyükbaba, Muhammedin halı üstüne çıkmasına mü
saade ediyor, onu yanma alıyor ve yavaş yavaş omuzunu
okşuyordu. Abdülmuttalibin Muhammet yaşta ve Haraza
41
\_
isminde bir oğlu daha vardı. Muhammet, yeni doğduğu
zaman amcası Abdül'uzzenin esirlerinin birinden birkaç
gün süt emmişti . Bu kadın, aynı zamanda Hamzaya da
meme vermiş olduğu için Hamza, peygamberin hem am
cası, hem sütkardeşi olurdu.
42
mevsimde kayıcı kumlardan bir görünmez kuyuya dalıp
gitmek tehlikesi kalmazdı. Fakir kabileler oralarda ko
yunlarını ve memeleri sütle şişen develerini otlatmağa ge
lirlerdi. Hatta ağaçlık yerlerde ceylanlar bile görünürdü.
Bu güzel mevsimde çöl, bir zaman için o öldürücü ha
yat kavgasından ve açlıktan ölmemek için mütemadiyen
çalışıp didinmekten kurtulurdu.
Bedeviler artık, yaz sonunda olduğu gibi, yapraklarla
karınlarını doyurmağa, bodur yaban hun'nalarının kökle
rini yemeğe mecbur bulunmazlardı. Bedevi çocuklarının
karınları ve kalçaları -çadırlı aşiret köylerindeki küçük
köpeklerin yuvarlak ve yumuşak Vücutları gibi -şişip ka
barırdı.
Çölde Lüsus denen kabilelerinden kovulmuş, bir nevi
atlı haydutlar vardı. Halk bu adamlardan korkar, fakat şa
irler, onlara dair kasideler yazar ve çok kere onları tahay
yül ederdi. B,u Lüsuslar bu mevsimde atalardan miras
kalma bir hissin birdenbire uyandığını duyarak çobanlığa
koyulur ve öteden, beriden çaldıkları sürüleri şairane bir
surette otlatrnağa başlarlardı.
Kervanlar; mc::l.�niyet, hıristiyan keşişleri, Roma asker
leri ve büyüleyici şehirler memleketi olan şimale doğru
ilerlerdi. Onlar, binlerce seneden beri gidilen yolu tutarak
Yahudilerin zengin bir şehri olan Hayberi ve güzel hur
malıklarını sağda bırakırlardı. Sonra Hicir nihayet Beni
Azralar toprağına varırlardı. Bu Beni Azraların platonik
aşk şiirleri yapmakta çok şöhretleri vardı; onlar "sevdik
leri zaman ölürler" ve hayallerinde yaşıyan aşkın ateşini
maddi visalin kaba zevkleri içinde söndürmeğe bir türlü
razı olamazlardı.
Yer yer zengin köyler ve yeşil vahalarla süslenen Vadi!
kura bir hurma denizi halinde . açılırdı. Zaman zaman bir
manashr önünden geçilirdi. Kervanlar bu tuğladan yapıl
mış binaları çok severlerdi. Keşişler, misafir canlı insan
lardı.
Kayaların teşkil ettiği setler arasında birtakım gölcük
ler vardı ki kış yağmurlarını, bir mucize gibi, muhafaza
43
ederler ve içlerinde yiyimi gayet güzel küçük siyah balık
lar yüzerdi. Keşişle yolcuların bu oldukça berrak sudan
istedikleri kadar almalarına izin verirlerdi.
Yolcular, seyahatin büyük bir kısmında kuyuların tuz
lu ve zararlı suyunu içerlerdi. Meğerki bazı taraflarda ye
ri eşelerken, taliin yardımiyle, bir ince kum tabakası altın
da "bir karga gözündeki billur gibi berrak" serin bir suya
tesadüf etsinler.
Bu zahmetli yürüyüşler esnasında deveciler, uzun, aşı
kane mavallar söylerler, yahut şairlerin hicviyelerini
okurlardı. Önlerinden dağ sıçanları kaçar, en çorak kum
lar içinde birdenbire ebucehilkarpuzları açılırdı. Uzakta
bir kum tepesinin üstünde ürkek bir ceylanın narin şekli
görülürdü. . ,
•
44
lak olmuşlardı. Bu milletin mesken olarak kullandığı ma
ğaralar kayanın içinde hala görülüyordu.
Çöl, baştanbaşa cinlerle dolu idi. Bu ruhlar, hazan ge
cenin içinde korkunç işler görürler, develerin ayağım çe
lerler mavi su gölleri ve yeşil hurmalıklar şeklini alarak
susuzluktan ölen yolcuyu aldatırlar ve ölümden başka bir
şey bulunmıyan yerlere çekip -götürürlerdi. Bazan da ker
vanlara karanlık bulutlar, örtülü bir göğün yürüyen di
reklerine benziyen hortumlar, gözleri kör eden, deriyi ya
kan, boğazlan kurutan, ağızlan kanatan ince kum kasır
gaları musallat ederlerdi. Bazan kumlar şarkı söylemeğe
başlardı. Çalgı kirişleri içinde rüzgarın çıkardığı seslere
benzer esrarlı, saf, yeknesak sesler işitilirdi.
Bazan acayip bir vadiden geçmek için acele edilirdi.
Deveciler bir ayak evvel buradan kurtulmak için hayvan
ğ
larını döverlerdi. Çünkü orada nereden geldi i bilinmi
yen bir vahşi gülüş tehdideden ve eğlenen bir şeytan kah
kahası işitilirdi.
Yolda tesadüf edilen ilk mühim şehir "Eyle" idi ki kır
mızı denizin uzamış bir körfezinin nihayetinde kurulmuş
tu. Rivayete göre bu şehirde eskiden Yahudiler otururdu.
Bunlar, hak �·�lundan ayrılarak putperestliğe sapmışlar ve
Allah ceza olarak onların ihtiyarlarını domuza, gençlerini
maymuna çevirmişti.
Nihayet, Lut denizini geçtikten sonra "Büsra" ya geli
nirdi. Burası Araplar ve Yunanlılar arasındaki mübadele
lerin en bellibaşlı merkezi idi. Şehrin mazgallı duvarları
Rumların kudret ve kuvveti hakkında yüksek bir fikir ve.:.
rirdi.
Kervan, bu kalelerin eteğinde bir Nesturi manastırının
yanında konaklamış, Muhammet, orada Buheyra isminde
bir alim keşiş ile tanışmış.
Müslüman rivayetlerine göre bu keşiş, yakında dünya
ya geleceğini kendi kitapları vasıtasiyle öğrendiği büyük
peygamberin bu küçük Arap çocuğu olacağım daha o za
man sezmiş.
Ne olursa olsun Suriye, Muhammet üzerinde büyük bir
tesir bırakmıştı. Peygamber, bütün hayatında onu Allahm
45
en mübarek bir memleketi bildi ve bu yerler üstüne melek
lerin kanad açhklanna inandı İbrahim Peygamber, Keldan
Urundaki putperestlerden kaçtığı zaman Suriyeye sığın
mıştı. "Kitap sahibi"' olan milletlerin yurdu orasıydı. Eski
bir peygamber, ümmetini bu memleketi ele geçirmeğc teş
vik etmişti. Nihayet, bu memleket, dünyanın en kuvvetli
imparatorunun mirasçıları ve en yüksek medeniyetin mü
messilleri olan Şarki Roma hıristiyanlannın, memleke tiydi.
Muhammet, o yaşta Bizanslılar ile Araplar, bir Allahçılık
(rnonolheisme) ile putperestlik arasında mukayeseler yapa
biliyor muydu? Bir zaman sonra bütün düşüncelerini ve
bütün hayatını saracak olan din meselelerini düşünmcğc,
çocukluğunu geçirdiği muhitin kaba itikatlarından şüphe
lenmeğe başlıyor muydu?
Muhammet, pek küçük yaşta iken amcasının yanında ilk
defa muharebeye girdi. Bu muharebeye tarihçiler El Ficar,
(Dinsiz Muharebe, Cahiliyet Muharebesi) derler; çünkü bu
muharebe, memleketin en mukaddes ananelerine rağmen,
hac ayları mütarekesi zamanında olmuştur. Bu aylarda bü
tün Arabistanda muharebe, düşmanlık, çapulculuk, adam
öldürme gibi vakalann muvakkaten durması lazım gelirdi.
Bu "Allah mütarekesi" zamanında Mekke civarında bü
yük panayırlar olurdu. Bunlardan biri şehirden üç konak
uzakta Tarif ile Nahle arasındaki Ukaz mevkiinde kurulur
ve zilkadenin "başından yirmisine kadar devam ederdi.
Sonra hac biter bitmez Arafat dağının arkasında Mecna ve
Zül mecaz mevkilerinde iki panayır daha kurulurdu.
Bunların en meşhuru Ukazdı. Oraya yalnız alışveriş et
meğe değil, eğlenmeğe de gidilirdi.
Burada büyük ticaret işleri yapılır, dört bir taraftan gel
miş kervanların getirdiği havadisler, oyunlar, çalgılar,
danslar, şiirler burasını yirmi gün için kuvvetli bir hayat
merkezi, Arabistanın muvakkat kalbi haline getirirdi.
Ukaz hakkında bir fikir edinmek için Yunan olimpiyat
ları ile şimdiki Fas panayırları arasında bir şey göz önüne
getirilmelidir_
Ukazda şairler halk karşısında şiirlerini okurlar ve biri-
46
birleriyle imtihan olurlardı. Altm harflerle yazılarak Kabe
tavanına asılan meşhur muallakat, ilk defa orada okunmuş
tur. Bu müsabakalarda birinci çıkan; halk tarafından alkış
lanır ve kabilesi kendisiyle iftihar ederdi.
Din fikirleri de yine bu Ukaz panayırında ortaya ahlıyor
ve yayılıyordu. Arabistandaki muhtelif mezheplerin muka
yesesi orada kabil olur ve anlaşıldığına göre Hira ve Necran
hıristiyanları oraya pek çok giderlerdi.
Bir gün Ebu Bekir ile beraber Ukaza gelen Muhammet,
orada Necran Piskoposu Kıys bin Sadeyi dinlemiştir. Uzun
müddet çöllerin en büyük bir hatibi ve Arapların hakemi
olan bu kargibi beyaz sakallı ihtiyar; kambur, siyah devesi
nin üstünde -kambur sırtını kendine kürsü yapmış- ahali
ye va'zediyordu. Kıys bin Sade söz söylerken göğü, denizi,
geceyi, atları ve yıldızları şahit tutuyordu (Kuranın en eski
bazı süreleriyle bu şairane hutbe arasında, kullanılan bazı
kelimelere kc:ı.dar, büyük bir benzeyiş görülür.)
Kıys bu tüccarlar ve muharebeciler kalabalığına zengin
lik ve dünya büyüklüklerinin hiçliğini anlatıyordu. O za
manın belagat usulü icabı olarak ahenkli ve kafiyeli bir üs
lup ile şunları söylüyor, daha doğrusu okuyordu:
. .
<
. . Kabarmış dalgal�r, parıldıyaıı YıldJzlar � .
47
leri, hikmetleri, darbımeselleri biribiri ardısıra diziyor, bu
vezinsiz, fakat ahenkli şiirleri, bu bir mahir sanatkar eliyle"
"dizilmiş incileri" çıldırırcasına seven halkı hiç yormu
yordu.
Birçok seneler sonra Muhammet, siyah devesinin üs
tünden vaz'eden Kıysı hatırlıyor ve onun hutbesini oku
masını Ebu Bekirden istiyordu. Hıristiyanların Muhammet
üzerindeki ilk tesirlerinden biri, muhakkak, bu oldu.
Berrad bin Kays isminde sarhoş ve sefih bir Kinanf var
dı ki kabilesinden kovulmuş, Mekkenin dış mahallelerinde
türlü yolsuzluklar yaptığını söY,lediğimiz kapun harici (hil
filfudul) arasında yasamağa başlamıştı. Bu adam, Mekkeye
gelmiş ve Harb bin Ümeyyenin müşterisi (halif) olmuştu.
Be;rrad, orada alabildiğine içıneğe ve türlü rezaletler çıkar
mağa başladı. Bunun üzerine Harb, Berradı kovdu. O da
Hiradaki Lahmller Kralı Nomanm yanına gitti. Kıral, her
sene Ukaza misk yüklü bir kervan gönderiyor ve oradan
meşin, kaytan ve çizgili Yemen, kumaşları getiriyordu.
Berrad, bu kervanı, Beni Kinanelerin himayesiyle Hicaza
götürmeği teklif etti. Aynı zamanda Havazinlerden Urva
Er Rahal da kervanı Necit yolundan Hicaza kadar götür
mek için ikinci bir teklifte bulundu. Kıral Noman Urvayı
tercih etti.
Berrad, fena halde kızdı ve bir fırsat bulup öç almak
içim Urvanın peşine takıldı. Urva, bu adamı pek hiçe say
dığı için kervandan kovmağa tenezzül etmedi. Berrad, bir
gün onun bir ağaç dibinde uyuduğunu gördü, hemen üs
tüne atılarak soğukkanlılıkla öldürdü ve develeri zaptetti.
Bu adam, yaptığı alçaklıktan; utanmak şöyle dursun bila
kis bu vaka üzerine tantanalı şiirler yazarak övünmeğe
başladı.
Berrad'ın, bu cinayeti zilkade ayında, "mukaddes mü
tareke" "zamanında yapmış olması onun mesuliyetini bir
kat daha arttırıyordu.
Çaldığı develerle beraber kaçarken yolda Kureyşllerden
Bişr tesadüf etti ve ona:
48
- Git çabuk Kureyşflere söyle... Havaziı:ıler onlardan
intikam almak istiyorlar, dedi.
- Ben zannediyorum ki onlar yalnız senden öc almak
la iktifa ederler.
- Hayır. Ölen adam onların reislerinden biridir. Bunun
için bir kinanfnin kanı kafi gelmez.
Bişr, hemen Ukaza gitti, vakayı vatandaşlarına anlattı,
onlar da hemen Mekkeye döndüler.
Havazinler, akşama doğru Urvanın öldürüldüğünü
°
haber aldılar. Fena halde kızarak hemen Mekkelileri taki
be çıktılar. Onların şairlerinden Lebid bu esnada şiirler
yapıyordu.
Havazinler, Kureyşflere gün batarken, Nahle mevkiin
de yetiştiler ve aralarında bir çarpışmadır başladı. Harb,
elinde Kusay bayrağı ile merkezde, Abdullah ile Hişam
sağ ve sol cenahlarda duruyorlardı.
Kureyşfler adetçe daha az oldukları için hem çarpışı
yorlar, hemde "deliklerine doğru kaçan kertenkeleler gi
bi" Mekkeye doğru gidiyorlardı.
Mukaddes toprağın, haremin, hudutları Havazinleri
durdurdu. Onlar:
- Gelecek c:�ı:ıe sizi yine Uka.zda bekliyoruz, diye bağ
rıştılar. (Aceleye ne lüzum vardı? Bu nevi muharebecikler
bir nevi spordu).
Ebu Süfyanın babası, Harb'ın emri üzerine:
- Pekala ... gelecek sene Ukazda buluşuruz, diye ce
vap verdi.
Ahlaksız Berrad, Kıra! Nomanın develerini ve miskle
rini Mekkede sattı ve parasını az zamanda sefahet yerle
rinde yiyip tüketti. Kureyş burjuvaları bu nevi serserilere
göz yurnarlardı, çünkü yeri geldiği zaman onların kılıçla
rına ihtiyaçları vardı. Sonra bu eliaçık serseriler sayseinde
şehirde hayli alışveriş oluyordu.
Ertesi sene iki fırka muharebeye hazırlandılar. Hava
zinler Kureyşfierden evvel Ukaza geldiler ve bir tepe üze
rinde yerleştiler. Sonra da Harb'ın kumandası altındaki
Kureyşfler, müttefikleri olan Beni Kinanelerle beraber bir
49
hendeğin kenarına gelip durdular. Mekkeliler evvela düş
manı yenecek gibi görünüyorlardı. Fakat sonradan gerile
meğe başladılar. Harb, Beni Kinanelere hiçbir surette yer
lerinden kımıldamadan Mekkelilerin arka tarafını muha
faza etmelerini emretmişti. Fakat Kureyşfler gerilemeğe
başlayınca onların bir kısmı ilerledi, bir kısmı da kaçmağa
başladı.
Muhammet, böylece kendi hemşehrilerinin bir ikinci
bozgununu görmüş oldu.
İki ay sonra Ablada, Panayır yeri civarlarında bir üçün
cü çarpışma oldu; Havazinler tekrar galip geldiler.
Bunun üzerine iki taraf da yardımcı kuvvetler getirtti,
Ukazda 'yeniden bir muharebe başladı.
Bu üç bozgun, Ü meyeynin arslan ismi verilen altı oğlu
nu fevkalade üzmüş ve hiddetlendirmişti. Onlar pek fazla
bir sıkı görürlerse kaçmamak, yahut da düşmanı yenmeğe
veya ölmeğe karar vermiş olduklarını göstermek için -tıp
kı deve ayağı bağlar gibi- kendi ayaklarım sımsıkı bağla
dılar. Bir dizleri yerde, sol baldırları sağ oyluklarına iple
bağlanmış, durup dinlenmeden -düşmanım bu sefer de
altüst edeceğinden şüphe etrniyen- Havazinlere ok yağdı
rıyorlardı. Ancak bu defa tantanalı mısralar, zafer kaside
leri okumak sırası Kureyş şairlerine geldi.
Dört sene nihayetinde aşağıdaki garip şartlarla iki taraf
arasında bir sulh imzalandı. (Kabile temeli üzerine kurul
muş cemiyetlerde böyle vakalara çok tesadüf edildiğini
ayrıca kaydedelim.)
Muharebe meydanındaki ölüler sayılacak, az adam
kaybetmiş olan taraf çok adam kaybedene -ölüler arasın
daki fark sayısınca- diyet: kan bedeli verecekti. Hasılı, bu
şarta göre muharebe tazminah galiplerin kesesinden çı
kardı.
Gaye şudur: muharebeden sonra her kabilenin kuvveti
karşısındakine nisbetle evvelce ne ise yine o derecede ka
lır; öyle muharebeler görülmüştür ki onlarda çok insan
kaybeden taraf düşmanını da aynı zarara uğratmak için
50
çarpışmağa devam etmiş ve bu suretle uzun zaman muha
rebenin arkası alınamamışhr. Kan bedeli; muharebeleri ça
buk bitirmek için en iyi bir çare olrnuşhır. Havazinler tara
fında yirmi fazla ölü bulunduğu içki Kureyşiler, onlara bu
yirmi kişinin diyetini vermişlerdir.
Bu muharebenin neticesi ona sebebolan katili tel'in için
lisanamaledilen "Berrad' dan daha şerir" tabiri ile bir mik
tar ka.side olmuştur.
51
4
Hatice
52
Az zaman içinde Muhammet, ticarethanenin en emni
yetli bir memuru oldu, ona ait kervanları bütün Arabistan
içinde dolaşhrmağa başladı, işlenmemiş zekası, muhtelif
soylar ve dinlerle karşılaşhkça acılıyor, sonradan kendisine
çok yardımı dokunan bilgilerle zenginleşiyor, insanları da
ha iyi tanımağa başlıyordu.
Muhammet, bu seyahatler esnasında muhtelif yerler
den, Necid yaylalarından, Medyan vadilerinden, içlerinde
Avrupadan gelme yemiş ağaçlan yetişen- bahçelerle Taif i
kuşatan Serat tepelerinden; yetişmiş kızlarını satan, misa
firlerine, büyük bir cömertlikle karılarını ikram eden vahşi
kabilelerin oturduğu Asfr dağlarınaan geçiyordu. Kerten
keleler, dağ sıçanları yiyen, hem maddi, hem şair, hem fa
kir, hem debdebeli bedevilerle bir «çadı�da yaşıyordu.
Haticenin işleri gayet iyi gitmekte idi. Güzel memuruna
olan emniyetinin artması üzerine onu daha kuvv.etle ken
dine bağlamak istedi. Bu fikri bir gün esirlerinden Meysi
reye açtı, o da Muhammedin ağzını aramağı kabul etti.
Meysire bir akşam:
- Sen yaştaki erkeklerden birçoğunun kansı ve çocuk
ları var. Hatta birçokları evlendiler de ayrıldılar bile. Sen
neye evlenmiyosun,, dedi.
Vaktiyle geçinmek hususunda çok sıkınh çekmiş olan
Muhammet, şu cevabı verdi:
- Şimdi, şüphesiz, hayahmı kazanıyorum. Fakat benim
kendime ait hiçbir şeyim yok. Fakirim. Babam da yok.
Elimde evlenecek, alacağım kıza ağırlık verecek para var
mı?
- Pekala! Ya senin parana muhtaç olmıyacak güzel,
zengin, asil bir kadın çıkarsa ne dersin? O vakit senin için
de düşünülecek hiçbir şey kalmaz değil mi?
Muhammet, esirin kolunu yakalıyarak:
- Kimden bahsediyorsun? dedi. Ne söylemek istiyor
sun? Cevap ver.
- Haticeden.
- Bu, nasıl mümkün olur?
53
- Mümkün olmıyan şey yoktur. İşi bana bırak. Hiçbir
şeye karışma, ben sana söz veriyorum.
Esir, bugünlük bununla iktifa etti ve Muhammedi, dü
şünceleri içinde, yalnız brraktı.
Ertesi gün Hatice, memuruna bir kadın gönderiyor ve
"Ben senin karın olmak istiyorum." diyordu.
Kadın, ne ister de olmaz? Hatice, bu işi muvaffakiyet
le bitirdi. Yalnız, ailesi vaktiyle asfl Beni Manzumlarla ev
lenmiş olan bir kadının daha az ehemmiyetli bir aşiretin
meteliksiz ve şöhretsiz yetim bir çocuğu ile evlenmesini
pek şerefli bir şey addedemiyerek biraz itiraz etti.
Haticeye, küfvü addedilmiyen bir adapıla evlendiği
için neler söylendiği, hele kırka varan yaşı için ne hoşa
gitmiyecek şekilde taşlar atıldığı kolayca anlaşılabilir.
Hatta onun babasnu, yahut amcasını kandırmak için
güzel bir yemekten sonra sarhoş ettiğini söyliyenler bile
olmuştur.
Hatice, para ve mal canlı bir kadın değildi. O, zengin
liğe ancak gönlünün istediğini daha kolayca elde etmesi
ne vasıta olduğu için ehemmiyet veriyordu.
Fevkalade neşeli ve eğlenceli bir düğün yapıldı. Ebu
Talip, aşağı yukarı beş yüz dirhem kıymetinde yirmi de
ve hediye etti ve küçük bir nutuk söyledi. Bu nutukta Ku
reyşin büyüklüğünü ve yeğeninin faziletlerini methedi
yor, onun geçici dünya zenginliklerinden ziyade hakiki
ruh zenginliklerine sahip bulunduğtinu, anlatıyordu. Zi
yafet gecenin pek geç vakitlerine kadar sürdü. Hurma şa
rabı su gibi aktı, bundan başka birkaç kıymetli üzüm şa
rabı tulumu da açıldı.
Evin iç avlusunda meşalelerin ve Arabistan göğü yıl
dızlarının ışığında gelinin esirleri olan birçok Arap kızla
rı teflerle raksediyorlar, yahut şarkı söylüyor�ardı.
Evin eşiğinde bir deve boğazlanmıştı. Fakir fukara,
onum etini paylaşmağa geliyorlardı.
Hatice, işlerinin idaresine yine kendi devam ediyor, fa
kat kocasının hayatını emniyet altına alıyordu.
İnsanlara ancak paralan nisbetinde kıymet veren bu
54
tüccarlar cumhuriyetinde Muhammet, eskisinden bir par
ça daha az silik bir insan oldu. Onun ahlakını çok beğeni
yorlar ve sadık, samimi, inanılır adam manasına gelen "El
Emin" ismini veriyorlardı. Böyle olmakla beraber Mu
hammedin şimdilik pek ehemmiyetli bir mevkii yoktu ve
hiç kimse onu Kureyş eşrafı mertebesine çıkarmağı aklın
dan geçirmiyordu. Ancak? Rivayet edildiğine göre, bir
vaka onan birdenbire yükselmesine ve parlamasına sebe
boldu.
605 senesinde Mekkeliler Kabe mescidini daha mü
kemmel bir pian üzerine yeniden yapmağa karar verdiler.
Sicilyalı "Diyodor"un İsa Peygamberden elli sene evvel
tasvir ettiği eski Kabe, adeta Arabistanın panteonu hük
mündeydi. Mekke meydanının ortasında bulunan ve kış
yağmurlarının taşmasiyle birkaç defa yıkılmış olan bu
dört köşeli küçük ve çürük binanın içi resimlerle süslen
miş, dışı birçok putlar, heykeller, daha doğrusu ham taş
lar, dikili taşlarla çevrilmişti. (Rivayete göre bu putların
sayısı üç yüz altmışa varırdı . Bir senenin de aşağı yukarı
bu kadar gün olmasına göre o vakitki dinin heyet ilmi
"astronomi" ile münasebeti bulunan bir din. olduğu anlaşı-
lı�)
Kabenin etrafında klaptan işlemeli bir büyük perde var
dı ki her sene aşure günü (senenin ilk ayı olan muharremin
onuncu günü) değiştirilirdi.
Kılıçları eritmek suretiyle Mekke için bir demir kapı
döktürülmüş ve bu kapı Abdülmuttalibin Zemzem Kuyu
sunu ayıklatıp tamir ettirirken bulduğu altın ceylandan ya
pılmış lavhafarla süslenmişti.
Kabenin içinde büyük bir hürmetle tapılan Hübül tanrı
sının bir resmi vardı.
Miladın üçüncü asrında bir Kuzayi prensi bu heykeli
Amalikalardan alarak Kabeye koymuştu. Kırmızı akikten
(hakik) yapılmış olan bu put, altın elli bir sakallı ihtiyarı
gösteriyor ve "bu ihtiyarın üstünde türlü türlü ıtırlarla ve
safranla kokulandırılmış renk renk kumaşlardan bir elbi
se bulunuyordu.
55
· Mühim bir mesele hakkında bir karar verileceği zaman
bu Hübül heykelinin önünde kura çekiliyordu. Bu kura
için yedi tane uçsuz ok vardı, oklardan her birinde şu söz
lerden biri yazılıydı: 'evet', 'hayır', "diyet: kan bedeli', 'o
sizdendir', 'yabancı', 'su' . .
Birisi evlenmek, kuyu kazdırmak, elinden çıkan bir ci
nayet için diyet vermek gibi bir işte karar mı vermek isti
yor? Evvela Kabeye gelip puta yalvarırdı. Bir rahip, bu
okları karıştırır ve rastgele bfr tanesini çıkarırdı.
Heykelin altında kıymetli hediyelere ve kurbanların
kanına mahsus bir bodrum vardı. Hatta İsa ile Meryemin
de Kabe direklerinden biri üzerihde resimleri bulunduğu
nu rivayet ederler.
Her aşiretin ayrı bir sanemi (fetich,e) vardı, bu sanem
"kubbe" denen bir nevi mahfaza içinde durur, istenilen
yere taşınır ve hatta şarkı söyliyen bedevi kızlarının ara
sında muharebelere götürülürdü. Kabilelerden bazılarının
bundan başka bir yerli putu ve bazan bir mabedi vardı.
Bu mabetlerden ve putlardan başlıcaları şunlardı :
Yemende Beni Kahtanların Zülhulusa mabedi; Ne
cid' de Beni "Rabia bin Kaabların Rodha putu; İrakta Sen
dad şehrinde Beni Valilerin Zülkabat; Taifte Beni Sakif
elerin El Lat; Nahlede Kureyşflerin El Uzza; Hüdeydede
Menat ilahının mabetleri.
Fakat Kabe, Arabistanın ekseri yerlerinin müşterek
mabediydi, Allahın evi (Beytullah) ve daha küçük mabut
ların panteonu idi. Hac için yalnız oraya gelinirdi. Mekke
nin asıl kendi fetişi Kara Taş "Hacer-i Esvet" ti. (Belki bir
aerolit yahut da -suda yüzdüğü rivayet edilmesine göre
bir süngertaşı.)
Kabe binasının insan boyunda bir yerine kakılmış olan
bu: Kara Taş, cennetten yeryüzüne gönderilmiş tek bir şey
addedilirdi. O, Cebrail vasıtasiyle İsmail Peygambere gel
miş ve insanların günahiyle böylece kararmıştı.
Kabenin, aslında, bu Kara Taşın bir çerçevesinden iba
ret olması pek mümkündür.
56
Kabenin etrafını tavaf edenler, yani yedi defa dolaşan
lar onu hürmetle öpüyorlar, yahut parmaklarının uciyle
dokunuyorlardı. Erkekler bu ibadeti çıplak olarak, kadın
lar da yalnız: bir gömlekle yaparlardı.
.Bir insan boyundan pek az farklı olan bu minimini ma
bede bir gece bir hırsız kolaylıkla girmiş ve Hübülün mu
hafaza ettiği bodrumdaki hazineyi çalmışh. Her halde bu
binayı yükseltmek ve üstünü bir dam ile kapatmak çok la
zımdı. Bunun için bir fırsat çıktı. Ciddede bir Bizans gemi
si karaya oturmuştu (Mısır fir' avunlarmın Ferdinant do
Leseps'ten pek çok evvel açtıkları kanal vasıtasiyle Akde
nizden Arabistan sahillerine birçok gemi'ler gelir giderdi.)
Bu geminin enkazından gayet güzel tahta çıkardı; sonra
Mekkede bir de mükemmel marangoz vardı.
Mekkeliler bu mukaddes mabede el sürmek hususunda
çok tereddüdettiler; uzun'zaman mabutlardan bir işaret
beklediler; nihayet onu yıkmağa karar verdiler.
Kabenin yeniden yapılması işi Kureyşin muhtelif kabile
leri arasında paylaşhrıldı. Duvarlar bittikten sonra Kara Ta
şı yerine koymak zamanı geldi. Bu şeref kime verilecekti?
Mekkeliler beş g'.iıı: "bu ağır meselenin münakaşasiyle
uğraştılar, aralarında korkunç fırka kavgaları çıkmasına bı
çak sırtı kaldı. Her kabile bu şerefi kendine layık görüyor,
başkasına kaptırmamak için var kuvvetiyle çalışıyordu.
Beni Abdüddarlar ile Beni Adi'ler kuvvetli aşiretlerden
birinin bu şerefi çalmasına mani olmağa karar verdiler ve
kan dolu bir tasın içine dirseklerine kadar kollarını daldı
rarak korkunç bir yemin ile biribirlerine bağlandılar.
Şehirde bir kardeş muharebesi mi çıkacaktı?
Nihayet, bir ihtiyar, kapıların birinden mescit avlusuna
girecek ilk kimseyi hakem tayin etmeği tavsiye etti. Mekke
liler bunu kabul ettiler ve neticeyi beklediler. Biraz sonra
bütün gözlerin çevrildiği tarafta genç ve dinç bir adam gö
ründü. Açık ve ciddf bir yüzü, siyah bir sakalı vardı. Yürü
yüşünde yapmacıksız bir asalet, gevşeklikten ileri gelmi
yen bir ağırlık vardı.
57
Mekkeliler bir ağızdan bağrıştılar:
- Emin geliyor... Haşimf Muhammet bin Abdullah bi
zim bu davamızı fasletsin ...
Muhammet, büyük
koydu; ve bir rida (manto) getirtti; Kara Taşı
onun üstüne J şöyle karar verdi ki Kureyşin muh
te;;;si eden
telif kabilelerini
Abdül �� Zem'a, Ebu Hedayfa, Kays bin
Ad ve Beni !ardan Utbe mantonun kenarları
nı tutacaklar ve onu yukarı kaldıracaklar. Sonra kendisi
mukaddes taşı eline aldı ve onu mabedin şimal köşesine
yerleştirdi. Bu neticeden herkes memnun kaldı.
Muhammedin Haticeden birkaç kızı oldu: Zeyneb, Ru
kiye. Ümmü Gülsüm ve Fatıma .Ana, (Muhaınmedin çocuk
doğuran ve peygamber neslini devam ettiren tek kızı) bun
dan başka bir de Kasım isminde oğlu doğduğunu rivayet
ederler. Peygambere Muhammet Ebü1kasım derlerdi . . Fa
y
kat şunu da kaydehnek lazımdır ki insanın bö le bir isim
almak için mutlaka baba olması icabetmezdi, nitekim daha
beşikte iken filan ebu filan diye çağırılan çocuklar çok gö
rülmüştür.
Bu erkek çocuk ile öteki kızlardan tarihte hiçbir iz kal
mamıştır. Bu çocukların dünyaya geldikleri doğru ise her
halde pek küçük yaşta ölmüş olacaklardır.
Bu itibarla Muhammedin bir zaman bir ahret evlat edin
meği düşünmüş olmasına hayret ehnemelidir.
Haticenin yeğeni bir kervanla Suriyeye gitmiş ve dönü
şünde birkaç esir getirmişti.
Afrika zencilerinin, yahut Arabistan muharebelerinde
ele geçmiş esirlerin köle olarak alınıp satılması memleketin
en karlı bir ticaretiydi. Ve Kureyş asilzadeleri bu insan tica
retini hiç hor görmezlerdi.
Bu esirler arasında Beni kelbler kabilesinden Zeyd bin
Harise isminde bir delikanlı vardı. Zeyd bir akın hareketi
(gazve) neticesinde esir düşmüştü.
Muhammet, bu güzel delikanlının satılığa çıkarıldığını
görüp hayran oldu ve onu yeğeninden satmalmasını karı
sından rica etti. Hatice, Zeydi satın aldı ve az bir zaman
sonra peygamber onu azat etti.
58
Delikanlının babası, oğlunun Mekkede olduğunu haber
alarak oraya gelmişti. Bu adam Zeydi'kurtafrmak için para
vermeyi teklif etti. Peygamber şu cevabı verdi:
- Eğer seninle gitmek isterse para vermeden gitsin.
Yok eğer evlat ve dost olarak benim yanımda kalmağı ter
cih ederse onu niçin yanımda alakoymayım?
Efendisine çok derin bağlarla bağlanmış olan Zeyt onun
yanında kaldı. Muhammet, onu resmen kendisine evlat et
ti ve Zeyd onun en fedakar bir taraftarı ve dostu oldu.
Haşimller, yukarda söylediğimiz gibi, pek hali vakti ye
rinde adamlar değillerdi. Abdülmuttalibin çocukları ara
sında en zengini tüccar ve faizci Abbastı. Fakat ne çare ki o
Ş
da çok hasisti. Bir sene, uzun sürmü bir kuraklık neticesin
de memlekette kıtlık olmuş ve başında beslenecek bir alay
çocuk olan Ebu Talip sıkıntıya düşmüştü.
Ebu Talibin yeğeni Muhammet, evlendikten sonra ihti
yaçtan kurtulmuş olduğu için, bu fakir aile reisine. yardım
etmeği Abbasil teklif etti. Bunun iizerine her ikisi Ebu Tali
bin yanına gittiler ve çocuklardan birini bakıp büyühnek
üzere, yanlarına almak istediler.
·
59
sıralarda, dışarı mahallelerdeki fena evlerde gençliğinin
ateşlerini söndürmek için iki defa şehre inmeğe kalkh, iki
defa bu arzu ile yollara düştü. Fakat her birinde akla gel
mez birtakım engeller çıkarak onu geri çevirdi.
60
5
Peygamberlik
61
menfaatleri için biribirlerini yemelerine karşı nihayetsiz bir
nefret duyar: "Bir koyun sürüsünü dağ tepelerinde otlat
mağa götürmek ve böyle iman selametiyle dünyanın kav
ga ve gürültülerinden uzağa kaçmak bir mümm için he
men hemen saadetlerin en büyüğüdür."
Onu Hira dağının haşin ve kuru boğazlarında bir kaya
nın üstüne uzanmış tasavvur etmeli. Ayakları alhnda sah
ra ve Ebi Kubeys dağı eteklerine asılmış şehir vardır. Orta
lık kararıyor,-Yarıçıplak çobanlar yaldızlı bir toz içinde ko
yunlarını getiriyorlar. Hava, o kadar saf ve sakindir ki on
ların bağırhları ve sopalarının taşlar üstünde çıkardığı ses
ler ta uzaktan işitiliyor. Tepeler, 'güneşin son 'ışıkları ile ki
reçleşmiş gibi kırmızıya yakı» bir sarılık alıyorlar. Yaşa
makta inadeden ve nihayetsiz bir. müda.faa vaziyetinde ür
per!p kalmış gibi görünen diken yapraklı birtakım ağaççık..:
ların renkleri soluyor.
Muhammet, ilk yıldızların çıktığını görüyor. O, bu yıl
dızları Mekke taraçalarından ve bir kuyunun yanına kurul
muş çadırın kapısından kaç defa seyretmemiştir? Onların
hareketlerini idare eden yanılmaz ve şaşmaz nizam ve
ahenge kaç defa hayran olmamıştır? Bu yıldızlar, çöl gece
lerinde o kadar çok ve o kadar parlakhr ki insan, onların
büyük bir ocağın ateşlen gibi adeta çıtırdadığını işitir. Gök
yüzünde, anlamasını bilenler için,, birtakım gizli işaretler
ve alametler bulunduğu muhakkaktır. Dünyada birçok sır
lar vardır ve dünyanın kendisi bir sırdır. Fakat acaba gör
mek içih gözlerini açmak, işitmek için etrafa kulak vermek
kafi değil midir? Aina hakikaten görmek için. Ya işitilmek
istenen şeyler hangi tarife sığmaz sözlerdir? İnsanlar, göz
leri olduğu halde görmezler, kulakları olduğu halde işit
mezler. Fakat ona öyle geliyor ki bazı şeyler işitiyor. Yıldız
ların öte tarafından gelen sesleri kavramak için temiz bir
kalbden, halis ve her şeye hazır bir ruhtan başka bir şeye
malik olmak lazım mıdır?
Muhammet, bir zaman sonra bu yıldızları, bu muhte
şem gök kubbesini, ·ışıkları samimiyetin ışıklan gibi müte-
62
vazı ve kuvvetli olan bu ayı kendisine tanık tutacakbr. He
le o ay ki renksiz bir gümüş çizgi halinden narin bir hilal ve
daha sonra parlak bir tam ay haline gelinceye kadar geçir
diği safhalar ahenkli bir rakıs gibidir.
ederim."
Bu yıldızlar bir gün düşmiyecekler mi? Bu ay, yanılmı
yacak mı? Bu gökyüzü, bir manto gibi derilip bükülmiye
cek mi? Toprak, fena veya orta kıymette insanları bir gün
püskürüp atmıyacak mı? Güneş, ışığını kaybetmiyecek mi?
Bu yıldız kümeleri bir gün, kim bilir nerelerden gelmiş bir
nefesle, darmadağın olmıyacak mı? Hıristiyanların iddia
ettikleri gibi Allah bir gün yerden hesap istemiyecek mi?
İstiğraka dalan şarklının hareketsizliği kuru bir uyuşuk
luk değil, bilakis doğurucu bir düşünme, bir kuvvet topla
madır. Bu uzun düşünceler zihni temizler, ruhtaki keşif
kuvvetlerini besler ve inşam yalnız manevi büyük keşifler
için değil, icabında dünya işleri için de hazırlar. Böyle derin
istiğraklara dalanlar arasında yorulmaz yaratıcılar da çık
mıştır. Çoğu yapmağa muvaffak olan azı hiç şüphesiz ya
par. Hakiki istiğrak esas itibariyle, halis, muhlis bir iş, etraf
tan alınan bütün tesirlerden kurtuluştur.
Muhammet, bir buhrana tutuldu. Zihnindeki muamma
nın hallini dağların yalnızlığı içinde aramağa geldi. Başının
üstündeki göğü seyretmek ve kendi ümmi, tabif, temiz, en
gelsiz kalbini derin derin dinlemek suretiyle eşyanın kal
binden sızan onsuz, sonsuz hakikati -çölün büyük sesinde
.;,..işitebilecek miydi ?
Muhammet, insanların doğru gördüklerinden ve doğru
düşündüklerinden şüphe ediyordu. O, ancak hakikati, in
kar «dilemez olan hakikati kabul edebilir, ancak hakikat
içinde yaşıyabilirdi. Etrafında gördüğü hakikat değildi.
K�rvanlara sermaye v,eren n1Urabahaplar, çapulcu ve anar-
63
şici bedeviler, vicdansız serseriler, Mekkenin dış mahallele
rindeki şüpheli yabancılar hayatın hakiki manasını bilmi
yorlardı. Onların unuttukları çok esaslı bir şey vardı. Kabe
nin etrafında nöbet bekliyen putlar yalancıydı. Uzun sakal
lı ve türlü ıtırlarla kokulandırılmış, alaca «Ibiseli Hübül Al
lahı sahici bir Allah değildi. Fakat hakikat neydi? Yalnız bu
suali kendine soran insandı ki insan ismine layık olurdu.
Hakikat neredeydi ?
Vaktiyle Zeyd bin Amir isminde akıllı bir Kureyş!, Ka
be önünde secdeye kapanarak dua etmeğe geldiği zaman
mabedin kapısına yaslanır ve hemşehrilerini boş vehimler
içinde yaşamakla ittiham ederdi Bu adam, şpyle bağırırdı:
- Ey Allah, senin en çok hangi ibadet şeklinden hoşlan
dığını bilsem öyle yapardım. Fakat ne çare ki bunu bilemi-
yorum. .
Evet, sahici dini tanımak nasıl mümkün olurdu ? Acaba
hak dini Yesrip ve Hicaz vahalarında pek çok kuvvet ve ik
tidar sahibi olan Yahudilerin dini miydi ? Yoksa ellerinde
insana hürmet: veren bir kitap bulunan hıristiyanların dini
mi?
Muhammet, seyahatleri esnasında bu hıristiyanları ga
yet iyi tanımış ve takdir etmişti. Onlar, hatta Mekkede, he
le Habeşistandan gelmiş esirler arasında pek çoktular. Asfl
Arapların bilmediği hakikati bu ayak takımının bilmesine
imkan var mıydı?
Muhammet, bu dine karşı bir cazibe duyuyordu. Ne ça
re ki onu tanımıyordu. Sonra bu cahil insanlardan bir şey
öğrenmeğede imkan yoktu. Onlar, kendi aralarında bile
pek anlaşamıyorlardı. Her halde onun doğrudan doğruya
gelecek bir ilhama ihtiyacı vardı.
Zeyd, bir şair ve bir aklı başında adam J. O, cinlere, pe
rilere değil, yalnız Allaha inanıyordu. Şiirlerinde yerin ve
göğün yaratıcısı olan bir Allahı takdis ediyordu. Bu adam,
ahmak insanların ahmak Allahları olan El Lat ile El Uzze
ye inanacak kadar deli olmadığını söylüyordu.
Gün ışığı gece hayallerini ve karanlığın vehimlerini na-
64
sıl dağıtıyorsa aklın aydınlığı da bu boş fikirleri öyle dağıt
malıydı.
Muhammet, bir gün ona Mekke civarında rastgelmiş ve
onu yemeğe davet etmişti. Fakat sofraya konulan et putlar
için kesilen kurbanların eti olduğundan Zeyd, yemek ye
memişti. "Ben ancak, Allah adını anarak kesilen hayvanla
rın etini yerim .. " diyordu. Kureyşflerin dini neyse, o zama
na kadar, Muhammedin dini de o olmak icabederdi. ihti
yar şairin bu hali Muhammede çok tesir etti. Sonradan
Zeydin bazı dostları ve talebeleriyle ahbabolması onun
şüphelerini büsbütün arttırdı.
Bir gün Nahle vadisinde El Uzze tanrısı şerefine bir ayin
yapılıyordu. Bütün Mekke kabileleri bu ayine. gelmiş, Mu
hammet, kurban olarak bir beyaz koyun kesmişti. O esna
da Zeyd bin Aınir, Osman bin Huveyriz; Muhammedin ye�
ğenleri olan Ubey «dullah bin Yahş ve Varaka bin Nevfel
bir köşeye çekilerek konuşmağa başlamışlardı: "Vatandaş
larımız yanlış yola gidiyorlar. Ellerinden ne iyilik, ne de fe
nalık gelmiyen birtakım yalancı Allahlara tapıyorlar. Biz
de onlar gibi görmiyen, işitmeyen, her tarafından kurban
kanı sızan bir hissiz taşın etrafında dönecek miyiz? Biz
bundan daha iyi bir,d.in arıyalım. Hakikati aramak için ya
bancı memleketlere gidelim."
Zeyd, Suriyeye, hıristiyanların memleketine gitmek is
tedi. Karısı ile amcası ve genç Ömerin babası El Hattap onu
bu fikrinden döndürmeğe uğraştılar. Onlar, Zeydi halka
deli diye tanıtıyorlar ve sokak çocuklarını onunla eğlenme�
ğe kışkırtıyorlardı. Şair, nihayet Mekkeden kaçmağa mu
vaffak oldu ve Filistini, Mezopotamyayı dolaştı, birçok ha
hamlar ve papazlarla görüştü. Sonra Mekkeye dönerken
yolda öldü ve peygamberliği ilan edilen Muhammedi gö
remedi.
Muhammet, onu müslümanlığın ilk bir müjdecisi ola
rak tamdı ve ruhuna Fatiha okudu. Varaka ile Ümmeye bin
Ebissalt da onun için manzum methiyeler yazdılar.
Ubeydullah bu vakalar üzerine müslümanlığı kabul et
ti. Sonra Habeşistana giderek hıristiyanlığa döndü ve ora-
65
da öldü. Muhammet, bir zaman sonra ondan dul kalan Ebu
Süfyanın kızı Ümmü Habibe ile evlenmiştir.
Osman bin Huveyriz Bizansa gitti ve hıristiyan oldu. Bu
adam, üç arkadaş arasında en rütbe ve büyüklük canlısı ve
en az sofu ruhlusu olduğu için Mekkeyi Yunan himayesi
alhna aldırmağa ve orada kayserin bir hidivi olarak hükü
met sürmeğe uğraştı. Kureyşfler onu rezaletle . kovdular;
Gassanflerin yanına kaçh ve nihayet orada zehirlenerek öl
dürüldü.
Haticenin yeğeni Varaka bin Nevfele gelince o, hır1sti
yan olmuş ve uzun müddet incilleri tetkik ederek sayılı din
alimleri sırasına geçmişti. Rivayete göre indllerin birçok
parçalarını Arapçaya tercüme eden bu adam, sonradan as
hap arasına girmiş ve Muhamm�din p�k yakınında yaşa-
. ·
mıştır.
610 senesine doğru Muhammedin ruhundaki buhran en
yüksek derecesini bulmuştu. ı
66
yor, büyük ve değişmez hakikati bu insanlara yeniden ha
tırlatıyordu. Şimdiye kadar gelip geçmiş bütün peygam
berlerin dini birdi; ancak insanlar onu bozup değiştiriyor
lar, fakat her defasında bir ayrı peygamber gelerek onu
tekrar düzeltiyordu.
Arap milleti bugün sapkınlığın son derecesine gelmişti.
Allahın onlara tekrar kendini göstermesi ve imdatlarına
yetişmesi lazım değil miydi?
Muhammet, insan kalabalıklarından· gittikçe uzaklaşı
yor, Hira dağının yalnızlıklarında gittikçe derin bir zevk
buluyordu. Bazan haftalarca ölmiyecek kadar bir gıda ile
yaşıyor, yememek, uyumamak, mütemadiyen bir aynı fik
ri kazıp derinleştirerek düşünmek onun ruhunu kamçılı
yordu. Artık geceyi gündüzden: Rüyayı hakikatten ayırde
demez olmuştu. Birçok saatler ya karanlıkta diz üstü duru
yor, ya güneşte yatıyor, yahut da taşlık yolla.rda geniş
adımlarla dolaşıyordu. Bazan yürürken kayalardan sesler
işitir gibi oluyordu. Arkasına dönüyor: yakıcı güneşin; al
tında her tarafında yığın yığın taşlar ... Bu taşlar, onu «Alla
hın resulü» diye selamlıyorlar.
Evine döndüğü Vfikit şefkatli Hatice, onu heyecanlı ve
sessiz; görerek meraka düşüyor. Muhammet, 'bazen etra
fındaki- şeyleri görmek ve anlamak hissini kaybediyor, bir
taş duygusuzluğu alıyor. Artık nefes aldığı işitilmiyor.
Sonra uyuyor, göğsü kuvvetle kabarıp inmeğe başlıyor,
güzel bir uyku onu sakinleştiriyor. Fakat yine birdenbire
nefesleri sıklaşmağa başlıyor. Rüya görüyor. Büyük, yerle
göğün arasına sığmıyacak kadar büyük bir vücut ufku ka
pıyor, yaklaşıyor, daha büyüyor, kollarını açarak ona doğ
ru atılmak, onu yakalamak istiyor. Muhammet, kan ter
içinde, yatağından sıçrıyor. Hatice, onun alnındaki terleri
siliyor, mümkün olduğu kadar sakin göstermeğe çalıştığı
heyecanlı bir sesle yavaş yavaş ne olduğunu soruyor. Mu
hammet, ya hiç ses çıkarmıyor, ya anlaşılmaz kelimelerle
cevap veriyor.
Altı ay içinde Muhammet, dermandan düşmüştür. Çok
67
zayıftır. Yürüyüş-& intizamsız, saçı, sakalı karmakarışıkhr.
Gözlerinde garip bir parıltı vardır·. Arhk her şeyden ümidi
ni kesmektedir. Acaba her zaman tesadüf ettiği cin çarpmış
biçarelerden biri, karanlık kuvvetlerin çirkin bir oyuncağı
mı olmuştur? Yoksa dudaklarına zaman zaman ölçülü ve
ahenkli sözler geldiği için güvercinlerden ilham alan bir şa
ir haline mi gelmiştir? Ümitsizliği arhyor. Çünkü o, rüzgar
ların elinde bir zavallı oyuncak, daima yapamıyacağı şey
lerden bahseden bir insan olan Şairlerden çok korkmakta ve
iğrenmektedir.
Bu yükü taşırnağa kudreti kalmadığı bir gün şefkatli Ha-
ticesine şunları söyledi :
' '
68
şakır titriyor, yüzü kızarıp sararıyor, kulakları uğulduyor
du. Gözlerinin bebekleri büyümüştü. Karşısına garip bir
hayal dikilmiş gibiydi.
- İşte o! Ta kendisi! Geliyor.
Muhammet, uyanıkh. Ne uyuyor, ne de rüya görüyordu.
Böyle olduğu halde esrarlı şey yaklaşh, ta önünde durdu.
Haticenin aklına bir şey geldi, kocasına:
- Yanıma gel. Mantomun alhna gir, dedi.
Muhammet, itaat etti. Bu haliyle dünyanın bütün tehdit
lerine karşı anasının kucağında saklanıp büzülen çocuklara
benziyordu. Hatice, onu mantosunun altına aldı, saçlarını
çözüp dağıttı. Sonra kocasını dizinin üstüne yatırdı, ona
sarıldı, başını «Elbiselerinin içine, kara saçlarının altına
sakladı.
- Hala orada mı? Hala görüyor musun?
- Artık onu görmüyorum, hissetmiyorum. G�tti.
- O, bir cin, bir şeytan olamaz. Mademki kadınların if-
fetine hürmet ediyor, şu halde o, Allahın bir meleğidir.
Ramazan gelince, Muhammet, Hira dağı boğazlarında
daha ziyade dolaşmağa ve tek başına düşüncelere dalma
ğa devam etti. Günler geçti. Ayın çizgisi yavaş yavaş büyü
dü, toparlaklaştı, par]:.Jı.
Bir g�ce Muhammet, bir mağarada uyuyordu. Daha ev
vel de onu ziyarete gelmiş olan esrarlı mevcut birdenbire
göründü. Elinde tuttuğu üstü yazılarla dolu bir ipek ku
maş parçasını uzatarak :
- Oku, diye emretti
- Ben okumak bilmiyorum.
Hayal bu defa üstüne atılarak onu yakaladı, kumaşı
boynuna geçirdi, onu boğarcasına sıkrnağa başladı. Sonra
tekrar gevşetti ve :
- Oku, dedi
- Okumak bilmiyorum.
Hayal yine onu sıktı ve üçüncü bir emir :
- Oku.
- Ne okuyayım?
- Şunu oku.
69
«Oku, Allahın namına, o Allahın ki insanı bir pıhtıdan
yaratmıştır. Oku, senin Allahın semihtir. O, insanı kalemi
le talim edendir. O, insana bilmediği şeyleri öğretmiştir.»
Muhammet, bu sözleri tekrar etti ve zihninin birdenbire
aydınlandığını duydu. İşaretlerle dolu kumaş, gözlerinin
önündeydi. Okuma bilmediği halde yazılmış olan şeyleri
anlıyor, Allahın sırlarıyle dolu bütün bir kitabın tamamını
birdenbire keşfediyordu.
Melek, aylardan beri düşündüğü şeylerin ruhunu tasdik
etmiştir. Allah, insanı yaratmış ve onun tabii zekasının hu
dutlarını aşan hakikatleri ona açmıştır. «Ü, insanı kalem ile
talim ede.r O, o insana bilmediği şeyleri ifşa ehniştir.»
Nihayet, Arapların da, Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi,
bir ibadet olarak okuyacakları bir mukaddes kitapları, onla
ra Allah yolunda kılavuzluk edecek bir ğökten inme kanun
ları oluyordu. Esrarlı hayal gitti. Muhammet, kalbinin içine
bir kitap yazılmış gibi bir hisle uyandı. Çılgın bir halde ma
ğaradan çıktı, karanlık patikalarda ayaklarını taşlara çarpa
rak koştu, dağın tepesine geldi ve orda gökten gelen ve «Al
lahın resulü» olduğunu teyideden bir ses işitti.
Muhammet, gözlerini kaldırdı ve Cebraili ufukta, bir in
san seklinde gördü. Parlak bir ışık, onu hem gösteriyor,
hem gizliyordu. Peygamber, kamaşmış gözlerini başka ta
rafa çevirdi: aynı manzara. Tekrar başka tarafa döndü:
üçüncü defa olarak aynı ışıklar içinde aynı şekil... Hasılı,
her tarafta, her yerde aynı hareketsiz ve parıltılı melek. .. Ar
tık melekten başka hiçbir şey görmüyordu. Ateşten bir tah
tın üstüne oturmuş, sessiz ve hareketsiz, kendisine bakan
Cebrail.. .
Muhammet, şaşırmış, korkmuş, çıldırmış bir halde sec
deye kapandı, başını elleri içine sakladı, etrafındaki dünya
ya karşı tamamiyle duygusuz ve hareketsiz bir vaziyette
kaldı.
Hatice, epeyce zaman evvel yanında pek az bir yiyecek
ile evden çıkmış olan kocasını merak etmeğe başlamıştı.
Gün doğarken esirlerinden birini onu aramağa gönderdi:
mağarada kimse yoktu. Esir, tekrar efendisini ismiyle çağır-
70
dı, etrafındaki·kayaların aksinden başka cevap alamadı. Ha
ticenin merakı arttı. · Nihayet,- günün ortasına doğru Mu
hammet göründü. Son derece bitkin bir haldeydi, vahşi ve
şaşkın gözlerle etrafına bakınıyordu. Elbiseleri darmadağı
nıkh. Muhammet, bir kelime söylemeden karısına yaklaştı
ve ayaklarına düştü. Yorgun bir çocuk gibi başım dizine ko
yuyor, onuri saçlarım okşamasım bekliyordu.
Şefkatli Hatice :
- Ey Ebülkasım; nereden geliyorsun? dedi, seni aramak
için adam gönderdim. Köle dağda seni çok aramış, bulama
mış.
Muhammet, başından geçen şeyleri olduğu gibi ona an
lattı, bütün korkusunu, ıstırabını, ateşini ve şüphelerini
söyledi.
Kadın :
- Haticenin ruhunu elinde tutan Allaha yemin ederim
ki ben senin bu kavme peygamber olacağım u�uyorum.
Hayır, Allah 'senin aldanmış olmana müsaade edemez. Sen,
özü, sözü doğru, dindar ve şefkatli bir adam değil misin?
-Sen, yakınlarının dostu ve zayıfların hamisisin. Fakirlere
elindekini veriyorsun, misafirlere evini açıyorsun. Hayır,
Allah seni bu kadar k��-i-ük düşürmez.
Muhammede bir titreme yapıştı, yüreğini yeniden bir
korku kapladı :
- Ört beni, ört beni, sar beni, sakla beni, diye bağırdı.
Hatice, bir yün hırka aldı, onu kocasının üstüne örttü,
başını ve gözlerini kumaşın içine sakladı. Sonra onu bir ana
gibi salladı, yavaşça yatağına yahrdı. Muhammet uyudu. '
Haticeye de biraz emniyet gelmişti. Kocasını orada bıra-
karak yeğeni alim Varaka ile konuşmağa gitti.
Yahudi ve hıristiyan kitaplarını gayet iyi bilen _bu alim ih
tiyar, mu_tlaka hakikati anlıyacak ve bu nazik zamanda ona
bir yol gösterecekti.. Hatice, kocasına körükörüne hayran
oluyor ve ona inanıyordu; fakat bütün bu şeyler hakikaten
çok garipti. . .
Kadın, vakayı tamamiyle anlathğı zaman Varaka yüksek
-
sesle:
- Eğer bu söylediklerin doğru ise Muhammet, bu mille:
71
tin peygamberi olacak; şüphesiz o, Allahın resulüdür. Gör
düğü melek, Allanın vaktiyle Musa Peygambere gönderdiği
melektir. Peygamberlere vahiy getiren mukaddes haberci
odur. Fakat acaba kocana daha neler söyledi? Ona halka
va'zetmeği emretti mi? İnsanları Allah yoluna çağırmağa
davet etti mi? Bunları bilmek için acele ediyorum. Çünkü bu
halde Muhammede ilk iman eden ve onun dinine giren ben
olmak isterim. Git kocanı bul; hem kendi korkularını unut,
onun korkusunu geçir.
Hatice, tekrar evine geldi. Muhammet, hala uyuyordu.
Kadın, uzun müddet onu aşkla ve iman ile seyretti. O, sakin
sakin uyuyordu. Birdenbire onuh çırpınmaya, zorlukla ne
fes almağa başladığını, alnında ter damlalarıyla yerinde
doğrulduğunu gördü.
Melek, tekrar gelmişti.
Ona -Kalk, dedi.
Muhammet -İşte kalktım. Ne yapmam lazım geliyor?
diye sordu.
«Sen ki bir rida ile örtülüsün, kalk ve insanlara haber
ver.
«Allahını tebcil et.
«Elbiselerini temiz tut.
«Fenalıktan kaç.
«Mükafat toplamak için verme.
«Ve Allahın için her şeye sabır ile tahammül et.»
Hatice, şefkatli bir tavırla diyordu ki:
- Ey Ebülkasım, yatağına uzan. Dinlenmen lazım. Ne
ye uyumuyorsun?
Muhammet, ağır bir tavırla:
- Artık benim için uyku, durak kalmadı, dedi, Cebrail
tekrar geldi. Bana insanları Allah yoluna çağırmamı ve iba
det etmemi emretti. Fakat ben kimi çağıracağım, kim bana
inanacak?
Yorgun bir halde başını eğdi. Hatice, önüne geçilmez bir
hareketle:
- Öteki insanlardan evvel beni çağırabilirsin. Çünkü
ben sana inanıyorum, dedi.
72
Az zaman sonra Muhammet, Kabeye gitti, tavaf ile meş
gul bulunan Varakaya rastgeldi. İhtiyar kör, Haticenin an
lattıklarına dair ona bazı şeyler sordu ve gördüğü akıl al
maz şeyleri ona tamamiyle anlattırdı.
Muhammet, sözünü bitirdiği zaman Varaka bağırdı:
Sen, bu milletin peygamberi olacaksın. Musa Peygambere
şeriatini götüren melek sana da geldi. Ah, keşki daha genç
olsaydım. Yoluna çıkacak zorluklar karşısında sana yar
dımcı olurdum. Senf hemşehrilerine karşl müdafaa eder
dim. Bütün dertlerine ortak olurdum.
Ne demek istiyorsun?
- Hiçbir insan yoktur ki senin getirdiğin Allah haber
lerini getirmiş de insanların zulmüne uğramamış olsun!
Seninle şiddetli bir surette çarpışacaklar. Sana deli, yalancı
diyecekler, seni buradan kovacaklar... Ah, genç ve sağlam
olsaydım, o saate kadar yaşıyabilseydim .
İhtiyar aliın, Muhammedin başını titrek elleri arasına
alarak alnını öptü, oı1a teselliler verdi ve ruhundaki fırtına
ya biraz sükunet getirdi.
Peygamber, hakikaten bütün kuvvetini toplamağa muh
taç bir haldeydi. İnsanlarla cenkleşmeğe başlamadan evvel
kendi 'kendisiyle cenkleşm'eğe mecburdu. Allahtan gelen il
hamın arkası kesilmişti; melek bir daha gelmemişti. Mu
hammet, ne düşüneceğini bilemiyordu? Acaba bir vehme
mi oyuncak olmuştu? Peygamber, adeta bunun böyle olma
sını istiyecek gibi oluyordu. Çünkü çekeceği mihn�tleri ve
geçireceği tecrübeleri evvelden hissediyor; bütün insanlar
gibi kendisi de aciz bir mahluk olduğu için insan tahammü
lünün çok üstünde olan resullük yüküne karşı içinde boğuk
bir isyan uyanıyordu.
Böyle olmakla beraber göğün bu sessizliği onun için da
yanılmaz bir şeydi. Bu kararsızlık içinde yaşaması mümkün
değildi. Bunun için tekrar Hira dağına, meleğin göründüğü
yerlere çıktı. Fakat hiçbir şey görmüyor, kalbinde hiçbir söz,
hiçbir ses işitmiyordu. Korkunç bir sükfıt, dayanılmaz bir
yalnızlık. ..
Varlığı tarife sığmaz bir şeylerle dolduktan sonra boşal-
73
mış gibiydi. Bu, Muhammedi bağırtıp ağlatacak kadar aalı
ve eziyetli bir ihtiyaç haliydi. Ruhun «karanlık gecesi» ...
Muhammet, dağ tepelerinde yalnız başına dolaşıyordu.
onun sarp bayırlar üzerinde, uçurumlar kenarında dolaştı
ğını, insanlardan, hatta kendinden kaçtığını, artık yokluğu
na tahammül edemediği Allahı , aradığını birisi görecek olsa
ona «deli» der çıkardı.
Hiçbir şey gelmiyordu. Bir hayat ki kendisini kendi üs
tünde başka alemlere götüren bütün şeylerden boşalmıştır;
o hayata nasıl dayanmak mümkün olur? Bir insan, benliği
nin en derin şeyinden şüphe ehneğe nasıl razı olabilir? Bu
ıstırap ve yalnızlık içinde düşühmek, duymbk, yaşamak ve
yaşadığını duymak, insan kuvvetlerinin çok üstünde bir iş
kenceydi. Kayalar altında açıla:r;ı şu u>urum! Ah, ona atıl
mak, orada kendini patçalamak, onun kucağmda yok ol
mak!
Muhammet, ölmek istiyor. Uçuruma doğru ilerliyor;
toprağı ayağı ile yokluyor; bir taş kopuyor, düşüyor, kaya
nın üstüne çarpıp sıçrıyor, her şey artık bitmek üzeredir.
Fakat bu ümitsizin uçuruma atılacağı dakikada bir ses işi
tiliyor : «Muhammet, sen Allahın peygamberisin!» Melek,
onu uçurumdan ayırıyor. Muhammet, tekrar dağdan ini
yor, evine dönüyor. Hatice, onu sakinleştiriyor, teselli edi
yor.
Birçok defalar peygamber aynı ölüm tehlikesini geçiri
yor. He'r defasında melek ona: «Muhammet, sen Allahın
peygamberisin!» sözünü tekrar ediyor. Fakat vahiy tekrar
başlamıyor.
Nihayet, peygamberin inliye inliye beklediği, Allahın
artık kendisini bıraktığından şikayet ederek ondan bir işa
ret niyaz ettiği bir gün Cebrail yine onu teselliye geldi.
«Sabah üzerine yemin ederim,
«Gece, karanlıkların koyulaştığı zaman üzerine ye-
min ederim.
«Senin Allahın seni terketmedi,. sana hiddet etmedi.
«Senin için öteki dünya bu dünyadan daha iyidir.
«Allah sana verecek ve sen memnun olacaksın.
74
«0, seni öksüz ve yetim bulmadı mı? Sana bir sığına
cak yer vermedi mi?
«Seni yolunu şaşırmış bir halde bulmadı mı ve seni
doğro yola getirmedi mi?
«Seni fakir bölüp zengin etmedi mi?
«Öksüz ve yetimden yüz çevirme ve Allahın sana olan
lütuflarını herkese anlat».
Ancak kat'f kanaatler içinde yaşaması mümkün olan bu
ruh, için ne saadet! Ona asıl iesir eden şey bu tesellideki de
rin tatlılık değil, nihayet, bir ruh ve zihin sükununa ermiş,
vazifesini anlamış, beklediği kat'f emri almış olmasıydı.
Artık Allahın ilham ettiği hakikatleri saklamağa mecbur de
ğildi. Onları açıkça söyliyebiiecekti. Ne yazık ki bunu şim
diden bütün dünyaya ilan ehneğe imkan yoktu. Fakat kime
rastlar, kimi ele geçirirse ona hakikati anlatmağa çalışacak
tı. Bu yüzden göreceği fena muameleler ve hakaretler ev
velki şüpheni11 ıshrabı yanında hiç kalırdı.
Melek, ona ibadet ve dua etmek usulünü öğretmişti. Al
laha hamd ü senada bulunabilmek için temiz olmak lazım
dı. Vücuttaki bütün kirler yıkanıp temizlenmeliydi. Fazla
olarak müminler her namazda aptest almalı, yüzünü, elleri
ni, dirseklere kadar bilekierini ve ayaklarını yıkamalıydılar.
Namaz. kılmak için usul şu idi: ayağa kalkarak yüzünü
kıbleye çevirmek, «Allahü ekber» diye Allanın her şeyden
büyük olduğunu söylemek, Kurandan bir parça okumak,
ellerini dizkapaklarına koyarak eğilmek, sonra secdeye yat
mak, kalkmak, ikinci defa yatmak, tekrar ayağa kalkarak
aynı hareketleri tekrar etmek. Nihayet «Allahtan başka Al
lah olmadığını ve Muhammedin onun resulü olduğunu»
söyliyerek kelime-i şehadet getirrriek, Allahın vaitlerine, öl
dükten sonra dirilmeğe, cennete, cehenneme ve saireye
inandığını tasdik etmek.
Hatice de bu esaslara göre ibadete başlamıştı. Kimse, da
ha bir şey bilmiyordu. Muhammedin amcasının oğlu olan
Ali bir gün birdenbire onlann odalarına girdi ve onların
şimdiye kadar işitmediği birtakım ahenkli kelimeler söyli
yerek secdeye kapandıklarını gördü.
75
Çocuk şaşırarak :
- O yaptığınız nedir? Kimin önünde iğiliyorsunuz? di
ye sordu
Muhammet, cevap verdi:
- Allanın önünde ... Ben, onun peygamberiyim ... Bana
insanları kendisine çağırmamı emretti. Ey amcamın oğlu,
sen de bir olan Allaha gel. Seni bir ve ortaksız Allaha tap
ınağa, kendine intihabettiği halis dine ve El Lat, El Uzze gi
bi insanlara ne faydası, ne zararı dokunamıyan putları inka
ra davet ediyorum. Benimle beraber şu sözleri tekrar et :
«Allah birdir,
«Ortağı ve benzeri yoktur. ·
«Dinlenmek, uyumak gibi şeyler onun için değildir.
Yerde ve gökte ne varsa onundur.»
Ali, sonradan der ki: «Ü zamana kadar böyl� sözler işit
memiştim. » Bu sözlerdeki güzellik ve ihtişam onu adeta
büyülüyor, onlardaki yenilik ise korkutuyordu.
Çocuk -Bir kere babama danışayım, dedi.
Bu söz, Muhammedin hoşuna gitmedi. Aliye bu fikrin
den vazgeçmesini, olmadığı halde pek gizli olarak yalnız
Ebu Talip ile görüşmesini tembih etti.
Çocuk, buhranlı bir gece geçirdi. Ertesi sabah Muham
met ile Haticenin yanına gelerek onlann arkasından yürü
meğe azmetmiş olduğunu söyledi :
-Allah beni yaratacağı zaman Ebu Talibe danışmadı.
Allaha ibadet için babamla konuşmağa ne lüzum var?
Ali, pak küçük yaşta müslüman olduğu için putlara tap
madL Bu sebepten ona: Allahtan başkası önünde iğilmek
suretiyle «alnını kirletmemiş adam» derler.
Muhammedin azatlı kölesi Zeyd bin Haris de müslü
man olmuştu. Pek az sonra onu peygamberin sadık arka
daşlarından, müstakbel halife, Ebu Bekir takibetti.
Ebu Bekir, bir fakir çocuğu idi. Babası Ebu Kahafe, ken
di gibi Taimfler olan zengin Abdullah bin Ced' anın sinek
kovucusu idi. Ebu Bekir, ticaret sayesinde kendisine rahat
bir hayat, hatta bir ufak servet temin etmişti. Nisbeten ufak
tefek, narin, fakat güzel, sevimli, tatlı sözlü ve duygulu bir
76
adamdı, öyle ki onu görüp de sevmemek imkansız gibiydi.
Ebu Bekir, Mekke aileleri.n'irt şecereleri hakkında geniş
bir bilgi sahibiydi. (Marsel Prust «Marcel Proust» un da
pek doğru olarak söylediği üzere muhafazakar bir kafanın
hakim bulun.duğu muhitlerde bu bilginin çok büyük
ehemmiyeti vardır). Birçok vakalar, hikayeler bilir, güzel
rüya tabir ederdi . Bu sebeplerden dolayı Mekkede büyük
bir nüfuzu vardı. Çok kere adam öldürme davalarında ve
diyet miktarlarının tayini işinde onu hakem yaparlardı.
Ebu Bekir, yerine göre hem kolay ·müteessi r olur, hem
gayet azfm sahibi bir adam . Çok �ere pek elwmm iyetsiz
şeyler için ağlardı. (Mesela onun Kuran okunu rkl'n kendi
ni tu taınıyarak daima ağladığını rivayet ederkr. ) Kendine
danışılan meselelerde daim;a i�i tatlıya ba.ğlamağa ve iki ta
rafı uzlaştırmağa çalışırdı. Böyle olduğu halde müşkül bir
zamanda iş başına geçince birçok_çetin meseleleri lereddü
detmeden kesip atmış ve dediğinden asla d önmemiştir.
Evvelce sade Muhammedin bir dostu olan Ebu Bekir, İs
lamlığı kabul ettikten sonra, onun ashabından oldu ve her
gün peygamberi görmeğe başl�dı.
-Ebu Bekirin müslün::;!,n olması din için çok faydalı ol
.
muştur. Qnun gayret ve hinunetiyledir ki Ümeyye, Osman
bin Affan, Abdürrahman bin Avf, Talha bin Ubeydullaı-ı,
Sad bin Ebi Vakkas, kızı Esmanın kocası olan Zübeyr bin
Avvam müslümanlığı kabul etmiştir. Böyle olmakla bera
ber Ebu Bekir ailesinin öteki azalarını hak yoluna getirme
ğe muvaffak olamadı. Babası, çocukları, hele büyük oğlu,
kardeşleri Mekkenin alınması tarihine kadar putperest kal
dılar ve onu şiddetle tenkidettiler.
Müslümanlık propagandası üç sene gizli devam etti. Bu
zaman zarfında Muhammet, açık bir din vazifesiyle gelmiş
bir resul, bir peygamber değil, sadece Allahtan ilham alan
bir nebi tanındı.
Ondaki din fikirleri günden güne kat'fleşiyordu. O,
ateşli bir çilekeş hayatı yaşıyordu. Melekten aldığı emir
üzere gecesinin büyük bir kısmını ibadetle geçiriyordu.
77
Çünkü «gece olduğu vakit ruha daha fazla bir kuvvet gelir,
onun sözü daha keskin ve kuvvetli olur.»
Peygamber, gökten parça parça gelen ayetleri bu gece
lerde alıyor ve onları ashabına okuyordu. Bunun üzerine
onlar da kendisini taklidediyorlardı.
Muhammedin nazarında her şeyden evvel bir deruni
alem, bir maneviyat dünyası vardı. Hiç şüphe yok ki o, bir
Sent Terez (Sainte Therese) veya Hallaç nev'inden bir aziz
(sainte), yahut mistik (mystique) değildi. Fakat öyle bir in
sandı ki gizli şeylere maddi görünüşlerden fazla ehemmi
yet verirdi. Onun fikrince görünmiyen şeyler daima görü
nür şeylerden üstündü. Dünyanın asıl ni:ıamı maneviyat
aleminin nizamı idi ve bir bakıma da bu hakiki nizamın bir
ikincisi yoktu.
. Peygamberin ruhunda hiçl:lir nevi yaland?n, riyadan,
sahte ilimden, gurur ve benlikten eser yoktu.
O, mutlak bir surette gerçekçi (realiste) olduğu için -ha
ricf dünya üzerinde bir tesir yapmak zamanı gelince de
amell hayatta büyük muvaffakiyetler kazanmıştır. Büyük
mistikler daima böyle olmuşlardır. Çünkü dünya, bir saate
teşpih edilirse «görünmfyen alem» bu saatin iç kısmı, "gö
rünen alem" ise onun inmesinden ibarettir. Hakiki nebatın
kökleri, «aşağıda olan kısmı yukarda olan» gibidir. «Evve
la Allahın meleğini ve onun adaletini arayınız, geri kalanı
size, fazla olarak, verilecektir.»
78
6
Zulümler
79
met, ertesi gün Haşim Oğulları için bir ikinci ziyafeti göze
aldı ve bu defa azimle şunları söyledi:
Abdül Muttalip Oğulları! Allah beni sizleri kendine ça
ğırmağa memur etti. Araplar arasında hiç kimse milletine,
benim sizlere getirdiğim şeyi getiremedi. Ben, size hem bu
dünyanın, hem ötekinin saadetlerini getiriyorum. Yapaca
ğım işte hanginiz bana yardım edeceksiniz? Kim benim
kardeşim ve yardımcım olmak ister?
Soğuk bir sükut. Bu adamın deliliği acaba ciddileşiyor
mu? Bütün ailesini peşine takıp kendi tuttuğu o acayip ma
cera yolunda mı sürüklemek istiyor? Peygambere cevap ve
ren olflladı. Davetliler kendi aralarında konuşuyorlardı.
Ebu Lehep, omuzlarını silkti ve ortaya hoşça bir söz atmak
istiyen Ebu Talibin ağzını hkadı.
:o vakit Ali, gençliğinden ileri gelme bir atılganlıkl'a
Muhammede doğru yürüdü ve bağırdı:
- Ey Allahın peygamberi! Ben sana yardım edeceğim;
kim seninle uğraşmağa kalkarsa dişlerini sökeceğim, ke
miklerini kıracağım.
Muhammet, elini genç adamın ensesine koydu:
- Pek ala! İşte benim kardeşim, işte benim yardımcım,
dedi
Evvela hafif hafif gülümsemeler, sonra kahkahalar...
Misafirler Ebu Talibe oğlunu, -bu gözleri çapaklı, incecik
bacaklar üstünde şişkin karınlı çocuğu- göstererek ona sa
taşmağa başladılar:
- Çok güzel, işte Allahın resulünün yardımcısı. Ne
dersin ihtiyar Ebu Talip? Sen şimdi oğluna itaat etmeğe
mecbur olacaksın ha!
Melek: «Kendi ailene va' zet, demişti, sana söylenen bü
tün şeyleri onlara bildir... kafirleri düşünme . »
..
80
İşte sabah! -Beni Fihr, Beni Ad. Beni Mahzum ...
Düşman hücumuna uğrariiyormuş, yahut bir sefere çık
mağa hazırlanılıyormuş gibi kalabalık toplandığı ve eşraf
tan her biri geldiği, yahut kendi namına başka birini gön
derdiği vakit Muhammet bağırdı:
- Eğer size birtakım atlıların vadiye geldiklerini ve si
ze hücum etmek üzere olduklarını söylersem bana inanır
mısınız?
Halk cevap verdi: -Evet, inanırız. Biz, senin yalan söy
lediğini hiç işitmedik.
- O halde size ehemmiyetli havadisler vereceğim. Ey
Benf Abdül Menaf, ey Beni Teyim, ey Beni Mahzum, ey Be
ni Eset... Ey Kureyş halkı.. kendi ruhlarınızı kendiniz kur
tarınız; çünkü, Allah yanınçla, ben sizin lÇin hiçbir şey ya
pamam. Bana sfzlere söylememi e�rettiği şeyleri dinleyi
niz.
Ebu Lehep bağırdı :
- Sana, lanet olsun. Sen bizi böyle manasız şeyler için
mf rahatsız ettin?
Muhammet, şaşırdı, bir şey söylemeden amcasına baktı.
Yüzü sarardı, kızardı. Gözleri döndü. Boğuluyordu. Ağzın
da biraz köpük göründü. Elini kendine hakaret eden adama
uzattı. Artık söyliyert o değil, gazap meleği idi:
«Ebu Lehebin elleri kahrolsun, kendi de kahrolsun!
Onun zenginliği ve malları hiçbir şeye yaramıyacak!
O, alev saçan ateşler içinde yanacak. . »
.
81
Ebu Süfyan, peygamberin en azılı değilse bile en azimli
düşmanlarından biri oldiıo.Onda sert, haşin, Ebu Lehepten
çok fazla incelik vardı. Kaba küfürlerden daima sakındı, fa
kat Kureyşfler ile Medineye kaçan müslümanlar · arasında
muharebe ilan edildiği zaman Mekkedeki asiller fırkasına
azimli, zeki ve korkunç bir reis oldu. Ebu Süfyan, birtakım
aşk maceralariyle şöhret almış olan Utbenin kızı güzel Hint
ile evlenmişti.
Müsafir isminde bir şair tarafından sevilen Hindi, koca
sı İbni Mugayre boşamıştı. Rivayete göre bu kadın ile koca
sı Yemenli bir bakıcıya müracaat etmişler; her biri etrafla
rında kımdi aileleri efradı bulu�duğu halde' onun karşısın
da durmuşlar; bakıcı, kadının masum olduğunu ve iılerde
ondan bir hükijmdar doğacağını söyhimiş. (Müstakbel hçı.�
lif� Muaviye) · · ' .
82
"Zenginliğinizi artırmak arzusu sizi meşgul ediyor.
Ta mezara indiğiniz zamana kadar şüphesiz öğrene
ceksiniz.
Bir kere daha, öğreneceksiniz...
Cehennemi göreceksiniz;
Onu gayet emin olarak göreceksiniz...
O vakit zevk ve eğlenceleriniz hakkında sorguya, su
ale çekileceksiniz."
83
- Sizinle olan münasebetlerimden ne çıkhğını görüyor
sunuz. Kimin bu çocuğun babası olduğu meydana çıkarsa
o, ona istediği bir ismi verecek..
Çehre alimi babalığı kadının aşıkları arasında en ihtiya
rı «Olan El Asi'ye yükledi. Müstakbel Mısır fatihi böylece
Amir bin EL Asi' ye ismini almış oldu.
Muhammetten resullüğü hakkında delil istiyorlardı. Ni
çin o da Musa ve İsa gibi mucizeler göstermiyordu? Sefa te
pelerini neye altına çevirmiyordu? Her zaman bahsettiği ki
tabı neye gökten indirmiyordu? Sözde kendisiyle görüşme
ğc gelen meleği neye herkese gös termiyordu? Niçin ölüleri,
dirilhniyordu? Hele bir kere bir dağı yüriitsün!
Kureyşi'ler diyorlardı ki:
- Mademki Allahla aran bu kadar iyiymiş. Şehrimizi bu
kadar fena surette sıkrp> boğan şu dagları bir p.arça seyrek
leştirsene ... Yahut hiç olmazsa bir yerden şu zemzemden da
ha temiz bir su fışkırt, zira susuzluktan halimiz harabolu
yor. Bize bu zaman sonraki erzak piyasası hakkında malu
mat verebilirsin. Öyle ya peygamberlere ne malum değil?
Senin Allahın fiatı artacak malları sana söylemiyor mu? Her
halde bunları öğrenmek bizim pek işimize yarar. Çünkü si
parişlerimizi ona göre verir ve muhakkak para kazanırız.
Kuran, onlara cevap veriyordu:
- Onlara söyle: bana faydalı olan şeyi kendime getir
mek «Ve zararlı olanı uzaklaşhrmak için elimde hiçbir
kuvvet yok» «eğer saklı şeyleri bilseydim zengin olur
dum ve bana hiçbir fenalık gelmezdi. Fakat ben Allahın
söylediklerini size anlatmağa «memur bir insandan» baş
ka bir şey değilim.»
Muhammet: «Ben, bir haber vericiden başka bir şey de
ğilim.» sözünü daima tekrar ederdi. Benim sizlere verilecek
bir haberim var. Bu vazife ağırdır. Onu gücüm yettiği dere
cede yapmağa çalışıyorum. Allahın izni olmadan hiçbir
kimse mucize yapamaz. Eski peygamberler mucizeler yap
tılar. Milletleri onlarla, eğlendi, yahut onları öldürdü. Be
nim sözlerim dağları yerinden oyna tsa, toprağı çatlatsa,
ölüleri konuştursa de beyhude olur, çünkü kalbleriniz katı-
84
!aşmışsa bana yine inanmazsınız. Resullüğümü ispat için
gösterdiğim mucize Kurandır; Ne insanlar, ne cinler oku
mak yazmak bilmiyen bir cahile gönderilmiş olan bu kita
bın bir mislini meydana getiremezler. Zaten siz beni dinle
mezseniz Allahın bana şahidolması kafidir. Ben, bir haber
vericiden başka bir şey değilim.
Muhammet, gitgide cesaretini artırdı ve Arapların en
kuvvetli putlarına sataşmağa başladı. Ne Kabenin ihtiyarı
Hübülü, ne onun karısı El Manat, ne de El Lat ve El Uzze
gibi tapılan kadın Allahları tanımıyordu. Ne iyilik, ne de fe
nalık etmeğe kudreti olmıyan sağır ve kör putlar, Arapların
kanla suladığı dikili taşlar, toprak ve'taş yığınlariyle alay et
ti. O putlar ki daha iyiceleri bulunduğu zaman bir köşeye a
tılıveriyorlardı. Hele Beni Hanifelerin bolluk zamanlarda
yapıp taptığı, fakat kıtlık zamanlarında afiyetle yediği ha
murdan Allahları maskaraya çevirdi. Kahinleri, kµra çek
mekte kullanılan okları berbadetti; Muhammed, memleket
teki ahlak bozukluğunu, kalblerin katılığını, zenginlerin ha
sisliğini, murabahacıların canavarlığını hiç çekinmeden söy
lüyordu.
Her tarafta bir isyan ve hiddet feryadıdır koptu . Cemiye
tin nizamı temelinden sarsılıyordu. Bedeviler Mekke ticare
tine karşı boy�ot yapacaklardı. Belki de memleketin idaresi
ni eline almağı kurmuş olan bu yenilikçi yüzünden Mekke
nin bütün müesseseleri . ve hayati menfaatleri tehlike altına
giriyordu. Hatta Arap milliyetçiliği de yabancı memleketler
ve milletlere ait itikatlar ve ananelerden ilham alan bu dine
karşı isyan ediyordu. Çünkü Muhammet, Yahudiler ve hı
ristiyanları, «ehl-i kitab»ı şahit tutuyor, onların kendisiyle
müttefik olduklarını söylüyordu. Acaba Muhammet de Os
man bin Huvayrisin, Mekkeyi Kayserin himayesi altına sok
mak ve kendini kıral ilan ettirmek istemiş olan bu adamın
yaptığını mı yapmak istiyordu?
Kureyş eşrafıdan birçoğu, Ebu Cehil, Ebu Süfyan, Utbe,
"Velit bin Mugayre ye daha başkaları Ebu Taliple görüşme
ğe geldiler ve ondan yeğeninin ağzını kapamasını istediler.
İhtiyar adam, bu tehditlerden ürktü, gerek kendisini, ge-
85
rek ailesini bu kadar düşmanın ve bu kadar ehemmiyetli in
sanların kin ve gazabına hedef etmemesi için Muhammede
yalvardı.
Muhammet, amcası kendisini terkediyor zannederek
mahzun oldu; fakat şu cevabı verdi :
- Ey benim amcam, güneşi ve ayı bana düşman etseler,
birini sağımd an, birini solumdan hücum ettirseler, Allah
beni emelime nail edinceye, yahut ben kendim ölüp gidin
ceye kadar yolumdan dönmiyeceğim.
Muhammet, gözyaşları içinde çekilip gidiyordu. Ebu
Talip, müteessir olarak onu geri çağırdı ve:
86
Ukbe, Muhammede karşı biraz müsamahakar davran
dığı- için · dostlarından Ubey omınla ahpaplığına nihayet
.·
87
- Sen, belki sabredebilirsin; fakat bizde arhk sabır, ta
kat kalmadı. Kendimizi müdafaa etmemize izin ver, dedi
ler.
Muhammet: «Allahın emrini bekliyelim» diye cevap
verdi ve ertesi gece kendisine şöyle bir vahiy geldi:
«Havariler arasındaki. azim sahibi adamlar nasıl sabret
tilerse sen de öyle sabret. Onların cezalarını tacile uğraş
ma.»
- Hiç olmazsa izin ver de Mekkeden çıkalım.
Muhammet, onlara Habeşistana gitmelerini tavsiye etti.
Orası bir hıristiyan memleketiydi. Başında adil bir Necaşi
vardı.
88
Fakat Muhammedin daha azılı düşmanları bu adamları
zaıfla ittiham ettiler ve onların izzet-i nefislerini öyle tahrik
ettiler ki ertesi gün aynı yerde peygambere şiddetli bir hü
cum oldu. Birçok kimseler :
- Bizim atalarımızın yanlış yola gittiklerini iddia eden
sen misin? Bizim Allahlarımıza sen mi iktidarsız diyorsun?
diye bağrışmağa başladılar.
- Evet, ben diyorum.
Küfürler, hakaretler dayağa çevrildi. Eski gevşekliğini
affettirmek istiyen Ukbe, onu boğazından yakaladı ve az
kalsın boğuyordu. Bereket versin ki Ebu Bekir yetişti, kar
gaşalığın içine kendini attı ve sakalının bir parçası orada
kalmak şartiyle Muhammedi kurtarmağa muvaffak oldu.
89
sözlerini çok güzel buluyorlar; fakat işlerine devam ediyor
lardı.
Kureyşiler, onu itibardan düşürmeğe çalıştılar. Sakın
Araplar bu kendi vatandaşlarının bile istemediği meczup
serseriye inanmağa kalkışmasınlar. Kureyşiler Mahzumf
lerden Velit bin Mugayrenin evine toplandılar ve ne suret
le hareket edeceklerini kararlaştırdılar.
- Onun bir bakıcı, bir kahin olduğunu mu söyliyelim?
- Hayır. Onda kahinlerdeki tantanalı eda, kesik ve he-
yecanlı lisan yok.
- Deli mi desek?
- M�hammette deli hali yok.
- Bir cinden ilham alan bir şair olduğunu iddia etsek.
- Bildiğimiz klasik mısralarla konuşmuyor.
·-Bir büyücü?·
- O, hiçbir harika ve mucize göstermiyor... Ancak onu
yaptığı büyülerle aileleri ayıran bir büyücü olarak göstere
biliriz.
Kureyşfler, bir zaman da Muhammedin yüzüne gülmek
suretiyle kandırmağa çalıştılar; fakat muvaffak olamadılar.
Utbe bin Rabia ona para, rütbe ve hatta garip hastalığını te
davi için doktorlar teklif etti.
Müslümanlığın başlıca düşmanı olan Kureyş eşrafı ara
larından hiç kimsenin Muhammet tarafından iğfal edilme
mesine ihtimam ediyorlardı. Muhammedin bir gece dua
ettiğini işitip müteessir olan Aknaz ertesi gün duygularını
şu sözlerle Ebu Süfyan ve .Ebu Cehile anlattı:
- Söyledikleri şeylerden yalnız bir kısmını anladım,
öte tarafını benim idrakim alamadı.
Ebu Cehil bu zayıf ve iradesiz adama kızdı:
- Şimdiye kadar Abdül Menaf ve Haşim oğullariyle
başkoşuyorduk. Onlar fukaraları doyuruyorlardı. Biz de
doyuruyorduk. Onlar başkalarının para cezalarını ödüyor
lardı. Biz de öyle yapıyorduk. Ailelerimiz başbaşa koşan
yarış atları gibiydi. Şimdi nasıl olur da biz, bu ailenin gök
le konuşan bir peygamber çıkardığını teslim ederek kendi
mizi yere vururuz? ..
90
7
91
- Artık paranı öbür dünyada veririm, dedi.
Muhammet, zaman zaman cezbe haline gelerek söylü
yordu.
- İnsan nasıl bu derece nankör olabilir? Kim onların
gözlerini bu kadar kör etti ki Allahlarınm nimetlerini gör
müyorlar?
Allah yedi yere ve göğe: «Bana geliniz» dediği zaman on
lar «Geliyoruz! Emrine itaat ederek geliyoruz!» diye cevap
verdiler. Fakat insan, dünyaların hükümdarı olan insan,
önünde ntelekleri secdeye kapatan Ademin çocuğu olan in
san, Allanın en özene bezene yarathktan sonra bilmedikleri
ni öğretmek için peygamberler ve mukadde& kitaplar gön
derdiği insan ona karşı koydu. Vakit daha tamamiyle geç
memişken insan bir kere daha düşünmeli. Bir gün gelecek ki
düŞünmek hiçbir fayda vermiyecek. Dttnya parça parça ol
duğu, kıyamet gününde korkunç cehennem alevler saçma
ğa başladığı zaman insan çok geç kalmış olacak.
Muhammet, hemşehrilerini sever. Allahın Ebrehenin ha
reketlerinden kurtardığı Mekkenin ve Kabenin şan ve şere
fini takdir eder, Kureyşi'lerin birleşmesini ve ticaretlerinin
ilerlemesini ister. O, onlara yalnız ahiret saadetleri değil,
müslüman olmaları şartiyle, dünya saadetlerini de getirmiş
ti. Allah şimdiye kadar peygamber yetiştirmemiş olan Arap
lara kendi kanlarından bir peygamber, kendi dillerinde bir
kitap göndermekle çok büyük bir lütufta bulunmuştur. On
lar, şimdi kıyamet gününün dehşetlerinden kurtulmak için
bir vasıta elde etmişlerdir. Onlar, Allahın bir büyük adam,
bir zengin, bir alim seçmemiş olmasına hayret ehnesinler.
Allah, kimi isterse onu seçer. Yalnız dünya malına ve saade
tine bel bağlıyanların vay hallerine! Bu günahkarlar, dünya
da belki teselliye ve saadete nail olacaklar. Fakat asıl hayalı
ellerinden kaçıracaklar. Niçin peygamberlere karşı gelenler
daima kuvvetliler ve zenginler oluyorlar?
Evet, o, müminlere bir «güzel müjde», fakat sağır kalbli
lere bir korkunç haber, kara haber veriyor, içine doğan bü
yük hakikat onu cezbe haline getiriyor. Ayağa kalkıyor ve
yüksek sesle etrafa söylüyor.
92
Şimdi şüphe etmeğe hiç müsaade yoktur :
kime güler?
93
«Yer ile ve onu yapan ile,
«Ruh ile ve onu vücuda getirenle yemin ederim. Ruhu
«temiz olarak muhafaza eden mesudolacak, onu kirleten
mahvolacak. .. »
94
Allah başka .türlü olmasını istesin. Muhakkak ki «cehen
nem en ağır ve acı _şe.ylerden bicidir.>>- Buna mukabil Alla
ha, meleklerine, peygamberlerixı.e,_ müstakbel hayata ina
nanlar, sadaka verenler, insanlara yardım edenler, fenalığa
iyilikle mukabele edenler, kendileri aç oldukları halde fa
kirlere ve esirlere yiyecek verenler, sabır ve tevekkül göste
renler, kendilerini tamamiyle Allaha bırakanlar,
95
!erinden ibaret değildir. Buradaki en büyük saadetler « gü
nahların affi» «affedici Allahtan iyi kullarına gelen selam»,
Allahın cemalini görmek gibi ruha ait şeylerdir.
«Allahın kuldan memnun olması bundan daha büyük
bir şeydir; bu, fevkalade büyük bir saadettir.»
Muhammet, daha evvel Sen Pol (Saint Paul) ün söyle
miş olduğu sözü tekrar ederek der ki: «Allah kendine ta
panlar için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitme
diği, hiçbir zihnin düşünmediği şeyler hazırlamıştır.»
Sevap sahipleri :
96
kendi efendileri ve sahipleri olarak tanımağa söz vermişler
dir. Bu ruhlar şimdi verdikleri sözü tutmağa ve kendilerine
bu va' di hahrlatrnağa gelen peygamberleri dinlemeğe mec
burdurlar. Şeriat, daima aynı şeriattır. Peygamberler arasın
da ayrılık, gayrılık yoktur.
Kuranın bu esaslarını kabul eden müslüman alimlerine
göre tarih biribirinden ayrı, fakat esas itibariyle 'biribirine
benziyen birtakım devirlerden mürekkeptir; bu devirlerin
her bir bir Allahlık (monotheisme) gayesine irişmek için
yapılmış bir tecrübedir; cehalet ile vahiy, itaatsizlik ile ceza
daima biribirlerini takibetmişlerdir. Allah, kendisine itaat
sizlik ve nankörlük eden nesli mahvetmiş, buna mukabil
bir yenileşme programiyle meydana çıkan hanedanları im
paratorlukları yükseltmiştir. Fakat onlarda da isyan ve
nankörlük alametleri görününce onları da yıkmış ve bu tec
rübe tarih içinde böylece devam edip gitmiştir.
Muhammet, peygamberlerin din kitaplarından alınmış
vakalarını anlatırken Nadir bin Elharis isminde, Irakta se
yahat etmiş, bir Kureyşf, bu hikayelerin tesirini gidermek
için var kuvvetiyle çalışıyor, bu maksatla birtakım Acem
masalları, Rüstem ve İsfendiyar maceralarını, üç asır sonra
Firdevsfnin «Şehname» sini vücuda getirecek olan bütün
bu kahramanlık hikayelerini, anlatıyordu.
Nadir :
- Bu söylediğin şeylei 'Muhammedin bize 'anlattığı hi
kayeler derecesinde, hatta onlardan güzel değil midir? di
yordu, "Muhammet, kendi daha birtakım kimselerin ağ�
zından işittiği eski masalları tekrar etmekten ve onları ya
zıya çevirmekten başka bir şey yapmıyor, nasıl ki ben de,
seyahatlerim esnasında, bu hikayeleri topladım.
Peygamberle çarpışanlar yalnız birtakım materyalist
veya fena ruhlu alaycılardan ibaret değildi.
Muhammede karşı koyanlar arasında birtakım milliyet
çi ve samimi vatanperverler vardı ki milletlerinin siyasi,
yahut manevi istiklalini tehlikeye düşürmekten korkuyor
lardı, öyleleri vardı ki putlarını terketmekle komşu kabile
leri kızdırmaktan çekmiyorlardı. Yine öyleleri vardı ki pey-
97
gamber filan derken başlarına bir hükümdar çıkmasından
endişe ediyorlardı. Nitekim vakaların şevkiyle ve biraz da
kendi muhalefetleri neticesi olarak bir zaman sonra kork
tukları başlarına gelmiştir. Bunlardan başka birtakım halis
ve necip ananeciler de vardı: Mesela Ebu Talip, yeğeni olan
Muhammedi düşmanlarına karşı müdafaa etmeği bir aile
tesanüt ve şerefi vazifesi bilmiş, fakat evindeki putları kı
ran inkılapçı ve atalar dinine karşı duran asiruhu ile uğraş
maktan bir an geri durmamıştı.
Muhammet, panayırlara, yahut hacca gelen bedevilere
va'zettiği zaman Ebu Talip, daima onun sözlerindeki tesi
�
ri kırma a çalışıyordu. Fakat doğrusunu söylemek lazım
gelirse bwm fena bir maksatla yapmıyordu.
Gururlu bir nezakete sahip bulunan Ebü Süfyan, Mu
hammedi himayesi altına alan kahraman Mahzunu Şeyhi
Velit bin Mugayre herkesin kendisinden yüz çevirdiğini
gören Osman çok kıymetli adamlardı. Bunlar gerçi Mu
hammedin azimli birtakım düşmanlarıydı, fakat onunla
çarpışırken pek insafsızca ileri gitmiyorlar ve Muhamme
de mutaassıp bir meczup göziyle bakıyorlardı.
Anane ile tekamülün ezeli çarpışmasında daima kati
bir (criterium) mevcut değildir. İnkılap ve yenilik, hazan
sadece inkar edicidir. Fakat hazan da anane fikrine sada
katten başka bir şey değildir. Bu, ister zamanımızda, ister
hıristiyanlık, müslümanlık, Fransız inkılabı zamanlarında
olsun iyi ile fena daima birbiriyle karışır. Her şeyi yakıp
yıkmak fikri çok kötü bir şeydir. Fakat irtica (reaction) de
nilen şeyin bir şekli de ondan daha az fena değildir. Anar
şi, nasıl cemiyet nizamını bozan bir şeyse haksızlık, ada
letsizlik de öyledir ve müstebidin hakiki nizama karşı is
yan etmiş bir insan olması pek mümkündür.
Bazan hayat fikrinin mukaddes alevini 'ananeci muha
faza eder. Fakat hazan da onun yaşatamayıp söndürdüğü
bu alev, tekrar inkılapçının, elinde yanar. Zaman zaman
rahibe varlığının sebeplerim hatırlatmak için bir peygam
bere ihtiyaç hasıl olur.
Ananeler, hayatın ta kendisidir; o hayat ki, tekamülü
98
itibariyle, tıpkı uzviyetlere benzer ve bütün öğretilmiş
şeyleri kökünden budıyarak yeni bir fikir alemi yaratma
ğa kalkışan mücerret aklın istibdadına tahammül ede
mez. Fakat ananeler, müstehase haline gelirlerse bu haya
tı boğarlar. Bi.ı billurlaşmağa mani olmak için daima itiza
le ihtiyaç vardır. Fakat bu mutezillerin tam zaferi de yine
aynı fena neticeyi meydana getirir. Bunun sebebi şudur ki
fert, yahut cemiyet hayatı daima kararsız, narin ve kolay
kırılır bir şeydir. Nihilisme* ile Jacobinisme** görenek ve
suiistimaller kadar öldürücüdür.
Bir dinde mutasavvıflar (mystique) ve evliyalar (sa
ints) Allah ilhamının haklarını temsil için çok lazım insan
lardır. Onlar olmazsa orta sınıf insanlar bir müstehase ha
line gelir. Bu işte yanılmak mümkündür ve çok kere de
yanılınır. Bugünün laahlakileri (amoraliste) bu yanlış an
laşmağı devam ettirip dururlar. Çünkü büyük adamı ez
mek istiyen çemiyette (İsa ile çarpışan Yahudilerde, Mu
hammede zulmeden Kureyşflerde) muaheze edilecek şey
onların ahlakçılıkları değil, kafi derecede ahlakçı olma
malarıdır. Şu halde Muhammedi yere vurmağa çalışanlar
yalnız Ebu Cehil, Ebu Lehep, Ukbe gibi azgınlar değil,
Ebu Talip gibi asal, Ebu Süfyan gibi aklı başında ve nisbe
ten mutedil insanlardı.
Neron (Neron) gibi Mark Orel (Marc - Aurele) de hıris
tiyanlara zulmetmek Id".7.ım olduğuna kanaat getirmişti.
Yeraltı mezarlıkları şehitleri hakikat için ölüyorlardı. Fa
kat onlara zulmeden ihtiyar Romalılar -ki (Gaton) anane.:
!erinin, yahut Çiçeronun o güzel felsefelerinin mirasçıla
rıydı- hiç de necabetten mahrum insanlar değillerdi. İsa
nın evvelden haber verdiği gibi, bu adamlar, Allah yoltın
da gidenleri öldürmekle Allaha hizmet ettiklerine inanı
yorlardı. Fransız inkılabı zamanında, ihtilalcilerin de, mu-
99
hacirlerin de (mürteciler) biribirlerini yıkmağa uğraşmak
için gayet ciddi sebepleri vardı. Bunların hepsi hem hak
lı, hem haksızdı, iki taraf da gayet ehemmiyetli olan bir
şeyi unutuyorlardı. Her hangi bir şeyin gösterebileceği
muhtelif safhaları görebilecek arifler dünyada çok azdır.
Çok kere insanlar, tapıyoruz sandıkları şeyi yıkarlar, yıkı
yor gibi göründükleri şeye de taparlar.
Gülünç, yahut yeis verici bir (paradoxe) gibi görünür
amma bugün hıristiyanlığı müdafaa eden kimselerden
birçoğunun -Neron zamanında yaşamış olsalardı- mantı
kan onu yıkmağa çalışanlar arasında bulunmaları lazım
gelmez miydi?
Müslüman ulemasından birçoğu 615 te yaşamış olsa
lardı muhakkak Muhammet, Ebu Bekir ve Ali ile çarpıŞır
lardt. Nasıl ki bugünkü :h:ıristiyanlardan bir kısı;nı da İsa
zamanında dünyaya gelmiş olsalardı mutlaka onu çarmı
ha gerenler arasında bulunurlardı.
Bu vaka üzerine heyecana gelen Kureyşfler, Utbeyi
Y.esripteki alim yahudi hahamlarına gönderdiler ve Mu
hammede birkaç sual sordular. Muhammet, bunlara ce
vap vermek için yirmi dört saat istedi. Fakat ertesi gün
hiçbir şey söyliyemedi. Melek, onu ziyarete gelmemişti.
On beş güne yakın bir zaman bu, böyle devam etti. Vah
yin arkası kesilmişti. Biçare peygamber, geceleri yeis için
de çarpınıp çırpınıyordu. Onun ruh ıstıraplarına çok zah
metli bir vaziyetin utancı, halkın alayları, düşmanlarının
zaferi, dostlarının şüpheleri katılıyor ve onu tahammül
edemiyecek bir hale getiriyordu.
Nihayet, Muhammet, Cebraile tekrar kavuştu; kulak
ları uğuldadı; ruhu birçok fikirler ve ahenkli cümlelerle
doldu. Kendisine gökten gelen teselliyi tekrar etti ve düş
manlarının hilekarca suallerine cevap verdi. "
Hayır, Allah Muhammet kuluna kitap göndermekle
onu aldatmamıştır. Bu kitap «doğru bir kitaptır. İçinde iğ
ri bir taraf yoktur» Kuran, Allahın mükafatlarını ve ceza
larını kullara haber vermeğe memur bir eserdir.
100
8
1 01
Hamzanın kalbinde ne manhğın, ne de sözün yapama
dığı inkılabı hiddet yapmıştı. Hemen yeğeninin yanına gi
derek ona yemin verdi ve o günden sonra müslümanlığın
en azimli bir kahramanı oldu.
Ömer bin Hattap yirmi altı yaşında ateşli bir gençti. İri
bir vücudu, yenilmez bir cesaret ve kuvveti vardı. Ana ci
hetinden Ebu Cehile akraba düşen Ömer bir gün dayısı
nın intikamını almak ve memleket ahalisini biribirine
düşman eden yalancı peygambere haddini bildirmek iste
diğini söyliyerek Sefa yolunu tuttu.
Ömerin yolda rastladığı bir kimse kendisine dedi ki:
- Muhammedi öldürmeden ve ailesinin iııı.tikamını bi
zim üzerimize çekmeden evvel kendi ailenin temiz olup
olmadığını tahkik etmelisin?
Ömer hiddetle:
- Ne söylemek istiyorsun? dedi.
- Bildiğimi söylüyorum. Kız.kardeşin Emine ile koca-
sı Şad müslümandır. Sen, bunu bilmiyor musun?
. Ömer, cevap vermeğe lüzum görmeden hemen geri
döndü ve hırsından kudurarak kızkardeşinin evine koştu;
birdenbire içeri girerek eniştesi Sad'ın üstüne atıldı; onu
yere yıkarak bir ayağını göğsüne koydu ve kılıcını boğa
zına sokmak istedi. Emine, şaşkın bir halde araya girdi.
Ömer, kardeşine şiddetli bir tokat attı.
Kadın, yüzü, gözü kari içinde, bağırmağa başladı:
- Allanın düşmanı! Ben Allaha inanıyorum diye mi
bana bu muameleyi layık görüyorsun? Ne yapsan Allah
tan gayri Allah olmadığını, Muhammedin onun resulü ol
duğunu söylemekten geri durmıyacağım. Şimdi artık işi
ni bitir, beni öldür, beni öldür!
Ömer, gösterdiği şiddetten utanarak ayağını Sadin
göğsünden çekti ve ne yapacağını, ne söyliyeceğini bile
miyerek, bir an, odanın bir köşesine gitti. Nihayet:
- Ben içeri girdiğim zaman ne yapıyordunuz? dedi.
Elinizde tuttuğunuz şeyi bana gösterin.
Ömer, içeri girdiği zaman Sad ile karısı Musa Peygam-
102
berin tarihine ve Ademin günahına dair, bir deri parçası
üstüne yazılmış, bir sure okuyorlardı. Kardeşini görür
görmez deriyi saklamış olan Emine, Ömer yırtar korku
siyle, onu çıkarmak istemiyordu. Böyle olmakla beraber
onun biraz sakinleştiğini görerek sureyi göstermeğe razı
oldu ve deriyi uzattı.
Ömer, onu okurken dayanılmaz bir heyecana tutuldu.
Bu kadar güzel bir şekilde ifade edilmiş olan yeni din için
her ayet onun kalbine bir ayrı muhabbet damgası vuru
yordu.
El Hattabın taşkın ve ateşli ruhlu oğlu, dayısı Ebu Ce
hilin yanına gitti ve artık onun himayesini istemediğini
söyledi: Ömerin buna zaten ihtiyacı da kalmamıştı. Çün
kü Beni Sahımlar Şeyhi El Asi bin Vailin himayesini temin
etmişti.
Ömerin müslüman olması büyük bir tesir yaptı. Bu ha
ber, memlek,ete yayıldığı vakit halk, Ömerin evi etrafına
toplandı ve öyle tehditli bir vaziyet aldı ki oğlu Abdullah
fena halde korktu.
Ömer şöyle bağırdı:
- Ah, bizim tarafta hiç olmazsa üç yüz müslüman
bulunsaydı b akın size bu mabedin kokusunu koklatır
mıydık.
Arkasınd a çizgili kumaştan güzel bir elbise ve işleme
li bir manto bulunan El Asi bin Vail sokaktan geçiyordu,
kalabalığın arasına karıştı ve halkı biraz yatıştırmağa mu
vaffak oldu.
Ebu Talip, yeğeni Muhammedi öldürmelerinden kor
karak ona dağdaki bir nevi istihkamlı şatosuna sığınması
nı teklif etti. Muhammet, ailesi olan Haşimllerin himayesi
altında oraya kaçtı. Bu aileden yalnız Ebu Lehep onlarla
beraber kaçmağa razı olmadı ve Mekkede peygamberin
en azılı düşmanları arasında kaldı.
O vakit, öteki Kureyşller, Emevf Ebu Süfyanın ve Mah
zumf Ebu Cehilin teşviki ile Haşimflere karşı bir nevi boy
kot yapmağa karar verdiler. 617 senesinin ilk ayında Ka-
103
beye asılan bu karar Mekkelilere, Abdülmuttalip Oğulla
rı Muhammedi teslim etmedikçe kendileriyle hiçbir mü
nasebette bulunmamalarını, alışveriş etmemelerini, kız
alıp vermemelerini emrediyordu.
Kureyşfler, Habeşistan Necaşisinin kendi memleketin
de kaçan müslümanları vermeğe razı olmadığını haber al
dıkları zaman büsbütün kudurmuşlardı. Muhammet, ata
larının kemiklerine hakaret etmiş, yabancı bir dev !etle it
tifak yapmıştı.
104
9
Hıristiyanlık ve Müslümanlık
1 05
nalıklardan kaçmamızı ve daima fazilet yolunda yürüme
mizi, samimi sadık, iyi ve namuslu olmamızı emretti. Bi
ze namaz kıldırdı, zekat verdirdi, oruç tutturdu. Biz de
onun resullüğüne inandık.
Bu esnada Kureyşfler şair Amir bin El Asi ile Abdullah
bin Rabiayı Habeşistana sefir gönderdiler ve oraya kaçan
müslümanların kendilerine teslim edilmesini istediler. Kı
ra!, bu kaçakları saraya getirtti ve bu sefirler ile kendi sa
rayındaki büyüklerin ve memleketteki piskoposların kar
şısına çıkardı.
İnandığı din hakkında sorulan sualler üzerine Cafer,
Kuranın Meryem ismindeki on çlokuzuncu �uresini ezbe
re okudu. Allahın, hiçbir ümidi yokken, ihtiyar Zekeriya
ya nasıl Yahya isminde bir çocuk verdiğini söyledi. Sonra
Cebrailin Meryem Anaya getirdiği haberi ve İsanın bir
·
106
Habeş piskoposları hemen hemen İncilden alınmış gi
bi olan bu sözleri işitince hayran oldular ve dediler ki:
- Bu sözler bizim peygamberimiz İsanın sözlerinin
. çıkhğı membadan çıkmış gibidir.
Amir ile Abdullah mağlO.b olduklarını itiraf etmek is
temediler ve Necaşiye, ertesi gün, müslümanları tekrar
çağırarak kendilerine göre İsanın ne olduğunu sormasını
rica ettiler.
Bir gün sonra Cafer, Muhammede göre İsa «Allah'ın
kölesi ve resulüdür, Allahın Meryem Ananın vücuduna
girmiş sözü ve ruhudur» dedi.
Necaşi, bu cevaptan pek memnun oldu ve asasiyle ye
re bir çizgi çizerek:
- Sizin imanınızla bizim imanımız arasında ancak bu
çizgi kadar bir aralık vatdır, dedi. ,
Yazık ki asırlar geçtikçe bu aralık büyümüş geı;ıişlemiş,
nihayet geçilmez bir uçurum haHni almıştır.
Necaşi, müslümanların Kureyşflere verilmesini şiddet
le reddetti ve onlara büyük bir muhabbet ve iyilik göster
mekten hiçbir zaman geri durmadı.
Birçok asırlardan beri bu iki din arasında çıkan nice
anlaşmamazlıklardan sonra müslümanlık ile hıristiyanlı
ğın ilk evvel biribirlerine bu kadar yakın olmalarına belki
hayret edilir. Böyle olmakla beraber bu, bir hakikattir.
Muhammet, kendini bir hıristiyan; milletini «bir Allahçı
lık» yoluna çağırmağa ve ona ikide birde zikrettiği Zebur,
Tevrat, İncil nev'inden bir,.Allah kitabı getirmeğe memur
peygamberlerden biri teFakki etmiştir.
Muhammedin hıristiyanların tesiri altında kalmış ol
duğuna hiç şüphe yoktur.
Zeyd gibi hıristiyan hanifleri, Bahira gibi Nesturi ke
sişleri, Varaka* gibi Mekke hıristiyanlarıdır ki Muham
ınette, resullüğünden evvel, din şuurunu uyandırmışlar
dır. Peygamber, sonradan da bu adamlardan bazı mah1-
•
Varakanın sergüzeşti müslüman _ananesinde bir hayal masalı şekline
bürünmüş olmakla beraber içinde az çok hakikat de yok değildir.
107
mat almak istemiştir. Fakat onlar cahil oldukları için bu te
şebbüsten pek büyük bir netice çıkmamıştır. Arabistanın
etrafını sarmış olan muhtelif hıristiyan kiliseleri, -daha
seyrek olmakla beraber- yarımadanın ta ortasına kadar
sokulmuşlardı. Arap kabilelerinden birçoğunda hıristi
yanlık az çok yer tutmuştu.
Derede yıkanan güzel kadınları çıplak seyrehnek için
onların elbiselerini çalan büyük şair İmreülkays, resmen
hıristiyandı. Sonra, yine Muallakat şairlerinden Ca'rafa
ile Nabiga Zübyani ve zamanın daha başka şairleri -ki di
lin harikulade zenginliği sayesinde- tek kafiye ile çöl rüz
garı gibi yakıcı ve heyecanlı yüzlerce beyit yp.zmağa kadir
insanlardı -hep hıristiyan dinine mensuptular.
Muhammet, kendi doğduğu şehirde de birçok hıristi
yanlarla tanışmıştı: evvela ekserisj Habeşistanlı olan esir�
ler; sonra Bizanslılar ve hıristiyan kabilelere m�nsup bir
takım Araplar ... Peygamber, çok kere Mervada Jabr is
minde bir kılıççı ustasının dükkanı yanında oturuyordu.
Bu sanatkar, yine Bizanslı bir hıristiyan olan arkadaşı
Ya' sar ile beraber efendisi Amir bin El Hadhıram hesabı
na çalışıyordu.
Kureyşfler, Muhammedin bu genç esirden pek çok il
ham aldığını söylerler. Kuran, buna cevap olarak, bu ada
mın dili yabancı bir dil olduğunu, halbuki Kuranın halis
Arapça olduğunu işaret eder. Fakat peygamber, Tevrat ve
İncil hakkında hıristiyanlardan pek çok malumat aldığını
hiçbir zaman inkar ehnemiştir.
Mekkede muhtelif soy_ ve memleketlere mensup o ka
dar çok hıristiyan vardı ki, bunlar kendilerine mahsus bir
mezarlık bile yapmışlardı.
Peygamberin karısı Haticenin oda hizmetçisi bir hıris
tiyan Habeş kadını idi. Muhammedin ahret oğlu Zeyd hı
ristiyan olan Beni Kelb kabilesindendi.
Bir iş için Mekkeye uğrıyan bir hıristiyan Habeş kafile
si yeni peygamberi ziyarete gitti. Bunun sebebi Muham
medin hıristiyanlara olan muhabbetini açıktan açığa bil
dirmesi ve kitap ehli olan hıristiyanların kendi sözlerini
108
teyid etmelerini putperestlere en kuvvetli bir delil olarak
göstermesiydi.
Muhammet, Ukazda ve daha başka panayırlarda Nec
ranlı ve Hiralı hıristiyan Araplara tesadüf ediyordu. Bir
gün meşhur I<ıys bin Sadenin bir hitabesini işitti. Kuran
da söylendiğine göre Muhammet, çarşılarda dolaşırken
daha başka hıristiyanlara ve hele şehre buğday sokmak
monopolüne sahip bulunan Suriyelilere tesadüf ediyor
du. Hiradaki Lahmidlerden getirilen hekimler, dişçiler ve
mektep hocalarının da birçoğu hıristiyandı. Bundan baş
ka Ebu Süfyanın kayınbabası ve damadı, sonradan Mu
hammetle evlenmiş olan Arabistartın en güzel kadınların
dan sayılan Ümmü Habibenin ilk kocası da hıristiyan d-i
nindendi. Nasıl ki peygamberin zevcelerinden Sevdanın
ilk kocası da Habeşistanda hıristiyanlığı kabul etmişti.
Beni Esetlerin Gassanflerden olan müşterileri Mekke
nin ta ortasında, Kabenin yanı başında oturuyorlardı. Fa
kat bu hıristiyanların ekserisi Mekkenin kenar mahallele
rinde yaşarlardı.
Zengin Mahzumflerin imalathanelerinde yüzlerce hı
ristiyan esir yaşardı. Muhammet, bilhassa bunlardan bi
riyle pek sık görüşürdü. Bir Rum cariyeye sahip bulunan
amcası Abbas da aria Ebu Refi isminde bir hıristiyan köle
vermişti. Hasılı, Mekkede azası ve hele esirleri, azatlılan,
yahut müşterileri arasında birkaç hıristiyan bulunmıyan
çok az aile vardı. Bunlardan birçoğunun ismi tarihçe ma
lumdur.
Muhammedi çocuklağ'unda Sina toprağı ile tedavi
eden göz hekimi keşiş, ahali üzerinde büyük bir tesir bı
rakmış olan güzel Diyakos gibi birtakım hıristiyanlar da
Mekkede yerleşmiş olmamakla beraber, mütemadiyen
oradan gelip geçerlerdi.
Bu hıristiyanlardan birçoğu yabancıydı. Zaten müslü
manların Mekkeyi idare edenlerce şüpheli bir gözle görül
melerindeki büyük bir sebep de bu idi.
O tarihte Yunan ve Acem imparatorlukları biribirleriyle
şiddetli bir muharebeye girişmişlerdi. Görünüşte hala ihti-
109
şamlı, fakat hakikatte son nefesini vermek üzere bulunan
bu iki devlet, biribirlerinin son kuvvetlerini kırmakla meş
guldüler.
Acem imparatoru Husrev Perviz o vaktin saltanatının
en parlak günlerini yaşıyordu. Vaktiyle babası Hürmüzü
tahttan indirerek öldüren, 628 de de kendisi aynı suretle oğ
lu Şiruye tarafından hapsedilen ve «Karanlıklar Evi»nde
boğazlanan bu hükümdar: «Felek benim dileklerime göre
dönüyor. Hazinelerimi doldurdum. Bütün memleketler be
nim için çalışıyorlar. . . » diye gururlanıyordu. Daranın tahtı
nın parçalarını bir araya getirtmek suretiyle bir taht kurdur
muş, onu «burçlar mıntakası» şekilleriyle süsletmişti. Kışla
rı, etrafında kunduz ve samur kürklerinden yapılmış bir
perde, yanında sıcak su dolu gümüş ve altın toplar, dört ba
şının üstünde taht kubbesine asılmış koeaman bir. taç ile sal·
tanat sürüyordu, imparatorun av alemlerinde emsalsiz bir
ihtişam görülüyordu. Sırma kılaptan işlemeli ve tüdü mü
cevherle süslü ağır bir elbise giyerek ata biniyor, etrafında
kırmızı, mavi, sarı elbiseli genç prensler; ellerinde doğanlar
ve ehllleştirilmiş bibrlerle saray hademeleri; türlü ıtırlar, si
nek kovanları taşıyan köleler ve çalgıcılar gidiyordu.
Kış mevsiminde bir bahar hayatı yaşadığı hissini almak
için, üstüne çeşit çeşit çiçekler, yeşil ormanlar ve çayırlar,
gümüş derelerle memleket yolları ve sahralarının resimleri
işlenmiş fevkalade büyük bir halı üzerine bütün saray hal
kı ile beraber oturuyordu . Ordusunda dokuz yüz fil, hare
minde on iki bin kadın vardı.
Arabistanda İran nüfuzu fevkalade büyümüştü. Key
husrev, Yemendeki Habeşleri kovmuş ve 614 te Kudüsü al
mış, Suriye ve Mısırı istila etmişti. Hıristiyanlar, bu mağlu
biyetten sonra artık baş kaldıramıyacak gibi görünüyorlar
dı. Hıristiyanlığa ait bütün mukaddes eşya harb ganimetle
ri arasında İrana götürülmüştür.
Mekkede bu muharebenin vakaları fevkalade canlı bir
alaka ile takib ediliyor, akşamları Kabe avlusunda onun
üzerine münakaşalar yapılıyordu. Putperest Kureyşliler
İranflere, müslümanlar da Bizanslılara muhabbet gösteri-
1 10
yor ve taraftar çıkıyorlardı. İranlıların kazandığı zaferler
Kureyşfleri pek memnun etmişti. Bir gün bunlardan biri
Ebu Bekirin yanında yine bu meseleden bahsederek sevi-
. niyordu. Ebu Bekir:
- Bizanslılar intikamlarını alacaklar. O kadar çabuk
sevinme, diye bağırdı.
- Yalan söylüyorsun.
- Sen daha fazla yalan söylüyorsun Allahın düşmanı.
Yunanlıların bir sene içinde putperestleri' mağlubedeceği
ne, on deve üzerine, bahse girişirim.
Muhammet, bu vakayı haber aldığı vakit Ebu Bekire
hem mühleti, hem de bahse koyduğu develerin adedini
artırmasını tavsiye etti. Ebu Bekir de İranlıların dokuz se
neden evvel mağlub olacaklarını, yüz deveye mukabil, id
dia etti.
625 te Herakliyüsün İranlıları yenmesi ve Suriyeyi ge
ri alması üzerine Ebu Bekir de bahsi kazanmış oldu.
Kuran, bu zaferi olmadan evvel haber vermiş bulunu
yor ve Yunanlılar suresi peygamberin hıristiyanlara olan
muhabbetini gösteriyordu. «Yunanlılar memleketimize
yakın bir memlekette mağluboldular; fakat birkaç sene
içinde onlar da bir galebe kazanacaklar. O gün müminler
pek sevinecekler.»
Muhammet, Herakliyüsün muharebeyi kazanmasına
pek memnun oldu. Sonra Husrev Pervizin ölümüne de se
vindi. Çünkü bu ölüm, Acem İmparatorluğunun yıkılma
sını çabuklaştıracak, Bizans tarafından kuvvetle sarsılan
İranlılar, Arapların darbe1erine karşı koyamıyacaklardı.
Zayıf Şiruyeyi babasının kardeşlerinin kanı tuttu ve az
bir zaman sonra bu vahşi vakaların sarsıntı ve yorgunlu
ğu neticesi olarak hüzün ve yeis içinde ölüp gitti.
Herakliyüs, hakiki salibi şan ve şerefle Suriyeye getir
di ve birkaç sene içinde Sasanflerin sarsılmış tahtı üstün
den on kadar silik ve manasız hükümdar geçti.
Muhammet, hıristiyanlara olan muhabbetini gizlemi
yordu. Kuranda Yunan -İran muharebesine ait sureden
başka, bunu gösterecek, daha birçok deliller vardır. Ku-
111
ran, ilk asırlardaki hıristiyan şehitlerini ve daha sonra Ye
mende şehit olanları numune olarak gösterir; peygambe
rin Suriye civarında faziletlerini tasdik ettiği keşişler ve
papazları metheder; Bizans zaferi sayesinde manastır ve
kiliselerin «içlerinde daima Allahın adı anılan» bu mabet
lerin yıkılmaktan kurhılmuş olmalarına sevinir. Muham
met, «kitap ehil le rinde» kendi sözlerini tasdik eden kendi
bildirdiği, daha doğrusu hatırlattığı hakikatlere inanan
birtakım müttefi kler görür. (Peygamber, Arapça olan Ku
ranın daha evvel ki Allah kitaplarına uygun olduğunu te
min eder).
Muhammet, kendi vahiylerini işittikleri· zaman halis
bir din heyecaniyle ağlıyan ve her halde ilim sahibi olan
bu kitap ehilleri ni, putperestlere karşı, müslümanlığın
d oğruluğuna bil: şahit olarak gösterir; resullüğünün bu
kitaplarda daha evvelden haber verilmiş olduğunu söy
ler.
Muhammet, Yahudilerle alakasını kestiği zaman bile
yine hıristiyanlara iyi bir gözle bakmakta devam etti. Yu
nanlılar, Habeşler ve Mısırlılarla daima iyi geçinmeğe ça
lıştı ve lanetlerini yalnız putperestlerle Yahudilere hasret
ti. Mesela Yahudilerin Arap milletinden olduklarını inkar
ettiği halde hıristiyanlar için hiçbir zaman böyle bir şey
söylemedi. Kuran der ki: «Bileceksin ki müminlere karşı
en çok düşmanlık duygusu besliyenler Yahudiler ve put
perestlerdir ve müminlerin muhabbetine en yakış olanlar
«hakikatte biz hıristiyanız» diyenlerdir. Bunun sebebi
aralarında papazlar ve keşişler bulunması ve onların gu
rurlu olmamalarıdır.»
Çok kat'i olan bu metne şu da ilave edilmiştir ki: «Ya
hudiler, hıristiyanlar ve saibfler, h ayır işledikleri halde,
müslümanlar gibi kurhılacaklardır. Çünkü onlar da Alla
ha ve kıyamet gününe inanmaktadırlar.»
Müslüman din alimlerinden bir kışını bu sözlerdeki
manayı tevile çalışmak için çok sıkıntı çekmişlerdir. Haki
katte Kuran, hıristiyanları putperestlerden, «asıl Allaha
başka Allahları ortak yapmak istiyenler» den kat'i surette
1 12
ayırır ve.havarilere ((müslimun: kendilerini Allahın irade
sine teslim etmiş» sıfata verir.
Kuran, müslümanların hıristiyan kadınlarla evlenme
. !erine ve onların yedikleri yemeği yemelerine izin vermiş
tir. Yeni ıslahçılardan Muhammet Abduya göre bu, iki
din arasındaki kardeşliğin bir işaretidir.
Bazı görünüş farklarına rağmen müslümanlıkta bütün
hıristiyan akidelerini bulmak güç değildir. Yasak meyva
yı yediği için cennetten kovulan Adem Peygamberin gü
nahı, insanların biribirinin yaptığından mesul bulunmala
rı, Ademe secde etmediği için cennetten kovulan şeytanın
düşmesi, Nuh, İbrahim, Musa ve · diğer peygamberlerin
resullüğü, mukaddes kitaplar, koruyucu melekler, Mesih,
Deccal, kıyamet, öldükten sonra dirilme, mahşer günü ve
saire ... bütün btı akidelerde müsli.imanlık, hıristiyanlığa
Yahudilikten daha yakın görünür.
İlk müslüınanlar ile ilk hıristiyanlar arasında inkar
edilmez benzeyişler vardır. Zulüm ve itisaflara taham
mülde aynı cesaret, şehit olmağa aynı arzu ile can atış
(din muharebelerinde ölenlerin hepsi şehit telakki edil
mişlerdir), aynı ibadet, çile çıkarma, fakir kalma ve sada
ka verme zevki (keşişlerin tesiri) ahret meseleleriyle aynı
ehemmiyetle meşgul olma ... .
Müslümanlığın hıristiyanlıktaki vücutlanma Incaraati
on* fidye ile kurtarış Redemption.. kızoğlankız olarak ge
be kalış (Immaculee Conception) akidelerini kabul etmesi
bir (paradoxe) gibi görünür. Fakat malfıın tefsir şekilleri
ne rağmen bunları Kurc::ırid. a bulmak imkansız değildir. Bu
kitap, bir kere İsanın mesihliğini, Allah tarafından dünya
ya va' dedilmiş bulunmasını, bir mucize eseri olarak bir ba
kirenin vücudundan doğmasını, onun resullüğünü, muci
zelerini, göğe çıkmasını kat'i surette kabul eder. Yahudiler
113
hakkındaki en acı muahezelerden biri Meryem Anaya et
tikleri feci iftiradır.
Melek, Meryem Anaya demiştir ki: «Allah seni intiha
betti, seni her türlü kir ve pislikten tenzih etti. Bütün ka
dınların arasından sen seçilip ayrıldın.»
Muhammet, hadislerden birinde bütün insanların şey
tan pençesiyle damgalanmış olarak doğduklarını söyler ve
«yalnız Meryem ile İsa müstesna kalmışlardır» der.
İsanın hakikaten müstesna bir mevkii vardır: o, bütün
insanlardan başka şekilde dünyaya gelmiştir; Kuranda Al
lah ile yüz yüze konuşan, doğrudan doğruya onun emirle
rini alan .tek peygamberdir, İsa, Allahın vahiylerini kulla
ra bildiren adi bir vasıta değil, «Allahın canlı sözü»dür.
Mukaddes ruhun ona yardımı dıştan olmamış, onun pey
gamberliği Allah kanunlarının doğru bir surette ,insanlara
nakline münhasır kalmamıştır. Halbuki bu yardım, Musa
ya en büyük mucizeler, Muhammede ulvi hayaller ve gö
rüşlerle, olmuştur.
Kurana göre İsa, hata ve günah işliyemez bir mevcut
tur. Fakat Muhammet, kendisinin günahtan münezzeh ol
madığını söyler, Kuran, İsanın Meryem Ananın vücuduna
inmiş Allah sözü, Allah ruhu olduğunu ve İsada, kelime
nin tam manasiyle bir insan görmemek yanlış bulunduğu
nu söylemekte hıristiyan Ortodoksluğu ile tamamiyle itti
fak eder. Onun vücutlanma (Incarnation) ve üçlük (Trini
te) bahislerinde iliştiği şey bu kaidelerden ziyade onların
itizale yol açacak bir tarzda tefsir edilmiş olmalarınadır.
Kuran «Monopnysisme» «entycheisme», «collyridis
•
1 14
üçlüğe (Trinite) inanmanın büyük bir hata olduğunu söy
lemesini, bir hıristiyan aynen tasdik etmek mecburiyetin
dedir.
«Ey Meryemin oğlu İsa (beni ve anamı Allahın yanın
da iki ayrı Allah olarak kabul edin) sözünü insanlara sen
mi söyledin.»
Şarkta Meryeme tapan birtakım meslekler bulunduğu
muhakkaktır. «Collyridiennes» ler Meryem Anaya -putpe
restlerin ekin ilahı olan «Ceres»e verdikleti çörekler şeklin
de- birtakım küçük çörekler «collyris» ler verirler ve sonra
onları yerlerdi.
olmasına muarızdır. .
1 15
rinden bahsetmektedir. «Yoachim de Flore» meselesi mü
nasebetiyle «Latron»da toplanan papaz meclisi de bu me
seleden tıpkı bu surette bahsetmektedir.
Müslüman din alimleri Allah sözü olan Kuranın ka
dimdir (yaratılmamış: incn�e) dedikleri zaman İsanın Al
lahlığını söyliyen hıristiyanlardan başka bir şey yapmış ol
muyorlar, Kuran, esasen İsayı Allah sözü (kelam) diye tav
sif etmiştir. «Saint Jean Damascene» sekizinci asırda bu
noktaya şu aşağıki sözlerle, işaret etmiştir. «Allahın söz ve
ruhunun kadim olduğunu söylerseniz biz sizinle oluruz;
fakat siz bunların hadis (yaratılmış: cree) olduğunu iddia
ederseni:;;: Allahın evvelce söz v� ruhtan mal1rum olduğu
nu kabul etmek lazım gelir ki bu, mümkün değildir.»
Mecaz manalarında kullanma,mak şp.rtiyle vücutlanma
(incarnation) mezhebi yalnız Allah ile insan arasındaki
uçurumu doldurmakla kalmaz; Allaha kendi şanına layık,
bir tapıcı vermek suretiyle müslüman idealini de bir haki
kat haline getirir. Hasılı, Kuranının hıristiyan mezhepleri
hakkında bütün söyledikleri hakikattir. Onun bütün haki
katleri söylememesi ise kendisinin Tevrat, İncil gibi daha
eski Allah kitaplariyle tamamlanmağa muhtaç bulunma
sından ileri gelir.
. Bu meseleler içinde en ehemmiyetli ve nazik olanı İsa
nın çarmıha gerilmesi meselesidir. Müslüman tarihi fidye
ile kurtarmak (redemption) fikrini anlamıyor gibidir. (An
cak şunu da düşünmek lazımdır ki bu nokta üzerinde faz
la ısrara esasen pek ihtiyaç yoktu. Çünkü ortada bir İncil
vardı ki · Kuran tarafından tamamiyle tasdik edilmişti);
müslüman tarihi İsanın kurtarıcılık ve Allah ile kul ara
sında arabuluculuk vazifesini düşünmüyordu. İnsanların
İsanın kanı vasıtasiyle kurtulması, Allanın dünyayı ona
tek oğlunu feda edecek derecede -sevmesi fikri putperest
ler alemini teshir etmiş ve baştan başa değiştirmiştir. Fa
kat öyle görünür ki bu fikir, Allah ile tapıcıları arasında
bir uçurum açmak itibariyle- müslümanlığın hiç hoşuna
gitmez.
116
Müslümanlar, İsayı seven Allahın onnn mihnet ve ha
karete uğramasına, düşmanları eliyle ölmesine razı olma
sını kabul edemezler. Nasıl ki Yahudiler de Mesihi ancak
· yeryüzünde muzaffer olan ve yabancıları (Gentils) yere
seren bir mahluk olarak anlıyabilmişlerdi.
Böyle olmakla beraber Kuran, bir tek insanı öldürmek
bütün insanları öldürmek, bir insanı kurtarmak bütün in
sanları kurtarmak nev'inden bir hareket olduğunu söyler.
Kuranın be sözü «Saint Paul»ün şu parçasını hatıra geti
rir: «Bir tek insanın kabahati yüzünden (.Adem Baba) bü
tün insanlar nasıl mahkum oldularsa yine bir tek insanın
adalet hükmüne çarpılması sebebiyl� (İsa) bütün insanlar
günahlarından kurtuldular ve yeniden hayata çıktılar.»
Müslüman ananesine göre İsa, alçakç!'lsına çarmıha ge
ril�rek ôldür"(ilmemiştir; Allah onu' kendisine yükseltmiş
ve Yahudilerin eline boş bir hayalinden, yahut yanlışlıkla
İsa zannedileı;ı bir başka adam bırakmıştır.
Akıl ve tarih gözüne pek garip görünen ve dünyayı en
güzel bir sergüzeştten mahrum eden bu itikada göre hıris
tiyanlık bir yanlışlıktan doğmuştur. Allah, kendi iradesiy
le meydana gelmiş bir sahtekarlık üzerine bir din kurul
masına müsaade etmiştir. Bu fikir, Kuranın oldukça ka
ranlık bir küçük parçasına istinad eder. «Yahudiler diyor
lar ki: «Biz Mesihi, Meryemin oğlu ve Allahın resulü olan
İsayı öldürdük» hayır; Yahudiler onu öldürmediler, onu
çarmıha germediler. Onlar için İsanın bir taklidi vücuda
getirildi; bu mesele hakkında münakaşa edenler de şüp
heden kurtulamadılar. Onl?T bunu kat'i olarak bilmiyor-
_,,
lar, sadece bir fikir ve zanna kapılıp gidiyorlardı. Onlar
onu hakiki surette öldürmediler. Allah onu kendisine
yükseltti, Allah kadir ve alimdir.»
Kuranda «Allaha yükseltilmek», «onun tarafından
alınmak» manasına gelmesine göre isanın ölümünü in
kardan ziyade onun tekrar dirilmesini tasdik eden bu me
tin parçasının tek hakiki manası şudur ki Allah Yahud,ile
rin hilesini boşa çıkarmış, onların alçakça planlarını boz
muştur ve İsa onlar tarafından yok edilememiş, bilakis
117
onların elinden, muzaffer olarak, kurtulmuştur. Zaten hı
ristiyanlığın söylediği de bundan başka bir şey değildir.
Yahudiler İsayı yok ettiklerini zannediyorlardı. Halbuki
İsa büsbütün ölmedi. Öldükten sonra dirildi. Düşmanları
onun eserini yıkıyoruz zannettikleri halde, bilmeden, Al
lahın büyük iradesini yerine getrdiler. Yahudiler fenalık
yapmak isterlerken dünyayı kurtaran bir harekette bulun
dular.
Kurandaki «Yahudiler için İsanın bir taklidi vücuda
getirildi» sözü çok kere şöyle tercüme edilir: «Üna benzi
yen bir adam onun yerine konuldu.» Bu tercüme İncilin
metinlerini, «Saint Paul»ü, düny a günahları�1m kefaretini
veren Allah kuzusunu, eski Adem Babanın yerine konan
yeni ademi, kendi kaniyle insan cinsini kurtaran vekil
kurbanı akla getiriyor. Kuranın şimdiki mehiinin, eski
metinleri tahribeden Osman ve Haccac zamanlarında tes
bit edilmiş olduğunu düşünürsek ve nasıl olunacağına
dair hiçbir işaret ve kaydi ihtiva etmiyen o zamanki el ya
zılarının çok kere biribirlerinden çok farklı şekillerde oku
nabileceğini dikkate alırsak bu garip parçanın bütün baş
ka noktalarda sıkı bir surette birleşen iki din arasında aşıl
maz bir uçurum açmağa kafi olmasında tereddüde düşe
riz. Hususiyle Kuranda öyle parçalar vardır ki İsanın ölü
münü, öldükten sonra tekrar dirilmesini ve İsanın göğe
çıkmasını tasdik ettikleri halde bu ölüm ve bu tekrar diril
meni"n vaki olmadığını tasrih etmezler.
Maamafih, bunu böyle de kabul etsek hıristiyan orto
doksluğunca kabulünü imkansız gösteren bir noktasını
bulamayız. Filhakika kilisenin babaları Yahudiler tarafın
dan öldürülen ve çarmıha gerilen İsanın Allahın oğlu ol
madığını ve bu işkenceden yalnız onun insan tabiatinin
müteessir olduğunu söylerler. Bu itibar ile Yahudiler Al
lahın ebedi sözünü (kelam) öldürememişler, yalnız «Ona
benziyen insanı» «değil kurbanı», Meryemin vücudu için
de aldığı maddi vücudu öldürmüşlerdir.
Kuran, bu noktada da isada iki ayrı tabiat bulunduğu-
1 18
nu _kabul eden Ortodoksluğu değil, itizal yoluna sapmış
birtakım hıristiyan tarikatlerini yalan çıkarır.
Kuran, bu suretle göğe, Allahın yanına yükselen İsanın
. mahşer gününde tekrar dünyaya geleceğini söyler, «İsa,
kıyamet saatiİ1in yaklaştığına bir işaret olacak» (XI.III, 61)
İsa o vakit Yahudilere karşı şehadet edecek, onlar da niha
yet ona iman edeceklerdir (IV, 157).
Müslümanlık ile hıristiyanlık arasındaki anlaşmamaz
lığın sebebi hıristiyanhğın yedinci asırdaki mütereddi ha
liydi: Muhammet, hıristiyan Ortodoksluğunun aslına de
ğil, Hıristiyanlıktaki itizal mezheplerine karşı yürümüş
tür. Filhakika Muhammet, yalnız bu mezhepleri tanıyor
du. O zamanlar Talmut, Mişna, Haggada gibi kitaplarda
uzun uzadıya işlenmiş haham fikirleriyle dolu birçok ht
leli eserler şehirlerde elden ele dolaşıyor. Hatta bedeviler
arasına girerek kasideler ilham ediyordu. Kuran. «Adem
Baba Kitabı»A «Hazineler Mağarası», «Henuşun Kitabı»,
«Jacques'ın İlk İncili», «Azizler Efsaneleri», Barnabe'nin
İncilleri ve İsanın çocukken topraktan yapıp uçurduğu
kuşun efsanesini ihtiva eden «çocukluk» ile pek çok müş
terek çizgilere maliktir. Varaka nev'inden insanlar her
halde bu tarihi hakikate uygun olmıyan hileli edebiyatı
gayet iyi biliyorlardı.
Muhammede birçok İncil .hikayeleri öğreten Yahudi
Kaap, onum arkadaşlarından biriydi; peygamberin yeğe
ni olan İbni Abbas «Hazineler Kitabı>>ndan çok istifade et
miştir. Hasılı, ilk müslümanlar bu tarih hakikatlerine uy
mıyan hileli eserleri ya doğrudan doğruya, ya işitme su
retiyle, yahut da Arap şairleri vasıtasiyle öğrenmişlerdi.
Buna mukabil hıristiyanlar1� asıl şeriat kitapları hakkında
hemen hiç bilgileri yok gibiydi.
Beşinci asırda yaşamış «kilise babaları»ndan biri:
«Arabistan bütün itizal tarikatlerinin birleştiği bir yerdi»
diyor. Mesela sabellius tarikatı, İsanın insan tabiatini in
kar ediyordu. Ona göre İsanın vücudu bir hayaletten iba
retti. Arius tarikatı onun Allahlığını tanımıyordu; Yakubf
ler, monophysites'ler İsadaki çift tabiatı inkar ediyorlardı;
119
Meryemciler Meryeme tapıyorlardı. Bunların zıddı olan
bir tarikat, Meryernin ebed1 bakireliğini tanımıyordu.
Bunlar ve bunlardan başka birçok tarikatlerin biribi rine
zıt fikirleri arasından hakikati bulup çıkarmak kolay bir
şey değildir.
Bir Habeş da rbımeseli hı r istiyan lann yalnız bir nokta
da ittifak ettiklerini söyle r : İsanın doğuşu . . .
O vakit hıristiyanlık Arabiatanda bir inzibat v e şefkat
mektebi olmakta n çok u zaktı, biribirine düı:;;m an birtakım
tarikatler sonu gelmez kuru münakaşalar içinde biribirle
rini yiyip, didiklemekten b aşka bir şey y apmıyorlardı.
Müslümanlığın bu tarikat kavgalarına uzak kalmak iş
lemiş olmasına şaşm a m a l ı d ı r. Muha mmet, bu ta rika tler
den birini kabul etm i ş o l s aydı hiçbi r neticeye ermiş sayıl
mayacaktı . Bunun için, zaten hakiki ortodoksluğu bilmi
yen Muhammedi n tarikatler ve kavgalar fC'vkiıw çıkmı ş
ve h ı ri s tiyanlan bu a vnl ı klardan dolayı scrl, fakat haklı
bir surette muaheze etmiş olmasını tabif görmek l azımdır.
Şark hıristiyanlığının mezhep kavgaları bir reza let şek
lini almıştı. B i r zama nlar pu tperestler, onlara zulmetmiş
lerdi .. Şimdi de asıls ız bi rtakım fikirler için onlar biribirle
rinin kanını döküy orlardı. Hıristiyanlar bir «Ümoousios»
kelimesi, yahut nesturiler mektebinin İskenderiyedeki
ınonophysiste mektebi gibi. anlamadığı tabiat (physis) ke
limesinin manası için biribirlerini öldürüyorlar, hapse atı
yorlar, yahut memleketten sürüyorlardı. Halbuki, ihti
mal, her ikisi de esas itibariyle aynı fikirde idiler.
Din, her şeyden evvel zihniyeci (intellectualiste) ol
muştu. Kelimeye aldanarak bunu «hıristiyanlık bir akıl ve
mantık dini haline geliyordu; h atta, akıl ve mantık ile ala
kası olan bir şeydi» manasına almamalıdır. Din, bilakis
bir safsata ve mugalata haline gelmişti. Alimler bitip tü
kenmez din münakaşal arı ve kavgalariyle vakitlerini ge
çiriyorlardı. Halk ise, bu zihniyetin sirayetinden masun
kalmamakla beraber, birtakım boş vehimler ve batıl itikat
lar içinde çürüyordu.
Kilise babalarından b i ri der ki: "�ehrin bütün köşeleri
1 20
kavga ile doludur: pazarlar, elbiseci, sarraf, zahireci dük
kanları. Bir altın bozdurmak mı istedin? Nelerin hadis,
nelerin kadfm olduğuna dair bir felsefe bahsine girişilir.
Ekmek fiatını mı soruyorsun? Şu cevabı alacaksın: «Baba
Allah daha buyüktür; oğul, ona tabidir» Banyonun sıcak
olduğunu mu öğrenmek istiyorsun? Alacağın cevap şu
dur: Oğul vücutsuzluktan yarahlmıştır ve saire ... »
Muhammet gibi çöl ve dağın ıssızlığı içinde, kendi ru
hunda bulduğu hakikatlerle öğür olan dbğru ve sade bir
ruh, dinin mücerret bir düşünce işinden ve zarif bir mü
nakaşadan ibaret olmadığını hissediyordu. O, hakikat
üzerine birtakım ipsiz sapsız muhakemeler yürütmeğe
kalkmadı, sadece o hakikati gördü. Herkes Allahı, kendi
anlıyabildiği şekil ve surette tasavvur eder; asıl mühim
olan onun hakikatini hissetmek ve kendini onun ellerine
teslim etmektir (islam). Mezheplere ve itikatlara ait tarif
ler ancak ins�nların yanlış yollara sapmalarına mani ol
mak ve zihinleri tatmin etmek için lazımdır; fakat üçlük
(Trinites), vücutlarıma (Incarnation) gibi nazariyeler na
zariye halinde kaldıkça, insan, onlara bütün ruhiyle sarı
lıp inanmadıkça, onları ruh hayatının en derin zaruretle
rinin bir manzumesi haline getirmedikçe tamamiyle hoş
ve beyhudedir.
Hıristiyanlarla müslümanlar arasında açılan uçurum,
hakikatte, hıristiyanlık ve müslümanlık arasında mevcut
değildir. O, birtakım anlaşmamazlıkların neticesinden
başka bir şey değildir. Hakikaten aradan çok zaman geç
meden iki din arasında birçok anlaşmamazlıklar doğdu
ve bw1lar günden güne büyümeğe başladı.
Evvela Muhammetle birlik olan «kitap ehilleri» bir za
man sonra onu hakiki bir peygamber olarak tanımak iste
mediler; heyecanlı ve taşkın ruhlu bedevi ile alay etmeğe
başladılar, öte taraftan müslümanlar da hıristiyanlardan
mümkün olduğu kadar ayrılmağa çalıştılar.
Kuran tefsircileri iki din arasındaki benzeyişleri mey
dana koyacakları yerde bütün gayretlerini bu benzeyişle
ri inkara, yahut mümkün olduğu kadar azaltmağa sarfet-
121
tiler ve buna mukabil aradaki görünüş farklarını son de
rece büyüttüler.
Kuran, hıristiyanlığa -ananeye nisbetle- hayret vere
cek kadar yalandır. Biz bunu Halife Osman zamanında
imha edildikten sonra yeniden toplanması ve neşredilme
si tarzına nazaran söylüyoruz. Yoksa ilk ve asli metninin
hıristiyanlığa çok daha yakın olması pek mümkündür.
Her halde iki din arasındaki çukuru kazanlar ananecilerin
hadisleridir. Bu hadislerden birçoğunun ise şüpheli oldu
ğu ve muayyen maksatlarla uydurulduğu muhakkak gi
bidir.
Müslü;manlık ile hıristiyanlıkarasında asırlarca devam
eden kanlı muharebeler açılınca bu anlaşmamazlıklar ta
bii bir kat daha arttı ve itiraf edelim ki kabahatin büyüğü
garp hıristiyanlarında oldu. Evvela Bizanslılar, müslü
manlığı hiç tetkik etmeden (belki Saint Jean Damascene
müstesna) şiddetle hırpaladılar ve ağır hakaretlere boğ
dular. Sonra Avrupa muharrir ve şairleri Endülüs müslü
manlarına karşı saçma bir iftira ve tezvir silahı ile hücum
ettiler. Muhammedi bir deve hırsızı, bir büyücü, bir çete
reisi gibi tasvir ettiler. Peygamberi, hatta bir yalancı Allah
olarak gösterenler, müminlerinin ona kurban olarak, in
san kestiklerini söyliyenler oldu.
Ağır başlılığiyle tanınmış olan «Guibert de Nogenb>
bile onun fazla şarap içerek çatladığını ve ölüsünü, bir
gübre yığını üstünde, domuzların yediğini hikaye etti ve
bu suretle rnüslümanlıkça şarabın ve domuz etinin niçin
memnu olduğunu güya izah etmiş oldu.
Hıristiyanlık ve müslümanlık arasındaki ayrılığın en
ciddi temellerini şairler tarafından yazılmış kahramanlık
destanları teşkil eder. Bunlar, putları kırmış olan Muham
medi bir altın put ve müslüman camilerini resimlerle do
lu puthaneler seklinde tasvir ederler.
«Chanson d'Antioche» muharriri mozaik bir kaide üs
tüne oturmuş bir fil üstünde altın ve gümüşten yapılmış
kocaman bir Muhammet heykelini, göziyle görmüş gibi,
tasvir eder. «Charlemagne» şövaliyelerinin müslüman
122
putlarını yıkhklarım tasvir eden «Chanson de Roland»
Arapların «Tervagant», «Muhammet» ve «Apollon» dan
mürekkep bir üçlüğe (Trinite) taphklarını söyler.
«Muhammedin Romanı» ismindeki destan ise müslü
manlığın bir kadının birkaç kocaya varmasına müsaade
ettiğini zanneder. Kinler ve bahl itikatların ömrü çok
uzun olmuştur. 620 de yaşıyan «Rudolphe de Ludheim»,
den zamanımıza kadar «Nicolas de Cuse», «Vives», «Ma
racci», «Hottinger», «Bibliander» «Prideatıx» ve saire Mu
hammedi bir yalancı, müslümanlığı bütün itizallerin top
lanıp bağlandıkları bir nokta ve şeytan eseri, müslüman
ları birtakım hayvanlar, Kuranı bir saçmalar mecmuası
olarak göstermişlerdir. Bu muharrirler, bu kadar gülünç
bir mevzudan ciddi olarak bahsettikleri için adeta karile
rinden özür diliyorlardı.
Böyle olmakla beraber müslümanlığa karşı yazılan ilk
garp eserinin sahibi olan «Pierre le Venerable» on ikinci
asırda, Kura�ı Latinceye tercüme ettirdi. On dördüncü
asırda «Pierre Pascal» islam hakkında uzun tetkikat yaptı.
Üçüncü «lnnocent» bir gün Muhammedi deccal diye
tasvir etti; fakat orta asırlar onu umumiyetle itizal yoluna
sapmış bir insan olarak tanıdı. On dördüncü asırda «Ray
mond Luble», on alhncıda «Guillaum Pastel», on sekizin
cide «Roland ve Gagnier» on sekizincide papaz «Broglie»,
on dokuzuncuda «Renan» onun hakkında az çok tetkik,
müstenit hükümler verdiler. «Voltaire» «Muhammet» is
mindeki meşhur tirajedisinin birçok noktalarını tashih et
ti. Pascal ve Malebranche'tan sonra Montesquieu müslü
manlık için çok yanlış şeyler yazdı; fakat müslüman adet
leri hakkında birçoğu doğru olan pek güzel görüşleri var
dı. Boulainvilliers, Seholl . Caussin de Perceval, Dozy,
Sprenger, Barthelemy Saint - Hiliaire, de Castries, Garlyle
ve saire umumiyetle müslümanlık ve onun peygamberi
hakkında müsait bir lisan kullandılar ve hazan onu met
hettiler.
Böyle olmakla beraber Drougldy 1876 da Muhammet
içia «Bir pis ve hain Arap», 1822 de de Poster «Muhammet
123
Danyalın tekesinin küçük boynuzu, papa da büyük boy
nuzu» diyordu,
Müslümanlığın bugün de birçok düşmanları vardır.
Şimdi gelelim müslüman muharrirlerine. Onlar, ilk za
manlarda hıristiyanlık hakkında bir hayli tetkikat yap
mışlardır. Bu muharrirler «Voltaire» den evvel «Volterka
ri» basit ve kolay delillere müracaat etmiş olmakla bera
ber tetkikleri oldukça ciddi idi. Ancak onlar da iki dini
birleştiren noktalardan ziyade ayıran noktalar üzerinde
durmuşlardı. O zamandan beri hıristiyanlığa karşı, he
men daima, istihfafkar bir cehil içinde kapanıp kalmışlar
dır. 1
124
Doğrusu . aranılırsa, hıristiyanlık, müslümanlığı ihtiva
ve ona bir şey ilave eder; fakat bu dinlerden hiçbiri kat'i
surette ötekini nakzetmez. Muhtelif dinler biribirlerini
yıkmağa çalışacakları yerde ibadet, gayret ve fazilet husu
sunda biribirlerine rekabet etmelidirler. Birçok kimselerin
din meselesinde yalnız Allahın büyüklüklerini düşünecek
yerde muhtelif dinler arasındaki farkları göz önüne alma
ları gurur ve bir dar infiratçılık (particularisme) den ileri
gelmektedir. Çok kere bir din hakkında ti.uyulması lazım
gelen hürmet ve merbutiyeti bir başka dinler düşmanlığı
şekline sokan şey taassuptan başka ne olabilir ki?
Kuranda «Acaba Allah insanlar ve milletlerde - taas
sup denilen şeyden ayrı ve farklı olmak şartiyle - bir ne
vi infiratçılık (particularisme) bulunmasını istememiş mi
dir?» şeklinde ifade edilebilecek bir düşünce sezilir. «Al
lah istemiş olsaydı sizin hepinizi bir tek kavın ve millet
haline getirirdi; fakat o, size emrettiği şeylere ne derece ri
ayet ettiğinizi anlamak, sadakatinizi tecrübe etmek istedi,
iyi hareketler yolunda biribirinizle baş koşunuz, daima
biribirinizi geçmeğe çalışınız; hepiniz neticede Allaha dö
neceksiniz; aranızdaki kavgaların mahiyetini o size ay
dınlatacak» şimdili� herkes kendine gösterilen yolda, hu
lus ve iman ile, yürüsün.
125
mücadele ediyorlardı. Fakat tehlike geçtiği vakit kilise ev
liyalar hakkında bir nevi taabbüde göz yumdu ki bu, ifra
ta götürülmezse, ruh hayatı için pek faydalı bir şey olabi
lir.
Müslümanlık, putları kırmak hususunda büyük bir
azim gösterdi. Bu sayededir ki Müslüman sanatı arabesk
lerdeki mücerret tezyin üslubunun doğmasına, ve hariku
lade ilerlemesine sebeb oldu. Bu esnada bir yandan da
garp sanatı tabiatı ve insan vücutlarını taklidetmek sure
tiyle Yunan sanatini devam ettiriyordu.
Herkes, kendi yolunda çalıştı ve mümkün olduğu ka
dar ileriye, gitti. Ve bu, netice itibariyle, medel'l.iyet için bir
kazanç oldu. Halbuki müsamahasız bir inhisarcılık (e�c
lusivisme) zihniyeti bu neticeyi, muhakkak, tehlikeye dü
·
şürürdü. Bugün ��chartres» kilisesinin, yahut «Elhamra»
camisinin kapılarından mahrum kalmak insaniyet için bir
zarar olurdu.
Hıristiyanlık ile müslümanlık arasındaki karşılıklı an
laşmamazlık ve uzlaşmamazlıklar daha ilk zamanlarda
çıkmağa başlamış ve birtakım politika mücadele ve ihti
rasları yüzünden günden güne artmıştır.
Müslüman fetihleri dağınık ve düşkün bir hale gelmiş
olan sark hıristiyanlığı için bir ceza oldu ve onu fena hal
de küçük düşürdü. Bu, hıristiyanların aklını başına getir
mek itibariyle hayırlı bir şey de addedilebilirdi. Endülüs
Arapları Avrupayı doğru durmağa mecbur eden bir de
mir lale• vazifesi gördü; İspanyada Arapların bulunması
ve Avrupalıları mütemadi bir tehdit altında tutması hıris
tiyanlıhı her an kusurlarını düzeltmeğe ve ilerlemeğe teş
vik eden bir şey oldu.
«Allah mahşerde müminler, Yahudiler, saibller, hıristi
yanlar, putperestler, müşrikler (Allaha ortak verenler)
arasında hükmünü veı:ecek.
126
... Mümkün ki bir gün sizinle düşmanlarınız arasında
karşılıklı bir hayırhahlık teessüs etsin. Allah her şeye ka
dirdir. O, müsamahakar ve merhametlidir.»
Kuran, mütemadiyen Tevrat ve İncile müracaat eder.
Şu halde onları nakzetmesine imkan yoktur. Hatta Kura
nın bu kitaplarla tefsir edilmesi lazımdır. Çünkü buna da
ir Kuranda açık bir emir vardır:
«Sana gökten gönderilen şeyler (Kuran) hakkında şüp
heye düşersen senden evvel gönderilen kitapları okuyan
lardan sor.»
Kuran, eski kitapları hatırlatmak, teyit, tasrih etmek ve
Arapça olarak mükemmel bir surette terennüm etmekten
başka bir şey yapmaz ve insanlığın müstakbel din birliği
ni «ne Yahudi, ne de hıristiyan olrnıyan, sadece kendini
Allaha teslim et.miş bir kul olan İbrahim Peygamberde,
bütün inananların babası olan bu büyük adamın kucağın-
'
da sezinler.
127
10
Matem Senesi
128
etmekten mahrum bırakacak ve kendiniz bolluk içinde
yaşarken onları türlü sıkıntılarla kıvrandıracaksınız? Bu
haksız kararı yok edelim.
Ebu Lehep, brma karşı : «Olamaz» diye bağırdı.
Zem' a bin El Esvet söze karışarak:
- Olacak, dedi, zaten ne ben, ne de başkaları bu işe ta
mamiyle razı değildik.
Ebu Bahteri:
- Ben kendi hesabıma daima bu kararın aleyhinde
bulundum.
Müthim ile Hişam:
- Kaldırılsın, kaldırılsın... Onu artık istemiyoruz, diye
bağrıştılar.
Bunun üzerine meclis, Muhan;ı.met ve taraftarlarının
Mekkeye dönmesine müsaade etti.
Peygamberin bazı, noktalarda Kureyşflere riı.üsaade
karlıkta bulu.nmağa meyletmesi ihtimal bu zamanda ol
muştur. Kurana göre (XVII, 75 - 76) Allah, resulüne yar
dım etmemiş olsaydı o müşriklere biraz meyledecekti.
Muhammedin onların iğfallerine kapılmasına bıçak
sırtı kalmıştı. Fakat zaman ve vakalara göre mütemadiyen
inen vahiyler, peygambere kuvvet veriyordu. Onu en zi
yade üzen şey zaman zaman vahiylerin kesilmesi idi.
Bilmem Muhammet, kıyamet gününü pek yakın mı
zannediyordu? Bu, pek mümkündür. Vesikalara istinad
etmiyen bazı rivayetlere göre Muhammet, galiba kendisi-.
ni deccalın muasırı zannediyordu.
O hakikaten ahır zaman peygamberiydi. Fakat bundan
mutlaka o ahır zamanın gelip çattığı neticesi çıkarılamaz.
Muhammet: «Kıyamet ile ben bu iki parmak gibi gönde
rildik» diyor ve şehadet parmağiyle orta parmağım göste
'
riyordu. Muhammet, o 7,Jmana kadar işitilmemiş bir ifa
de ve eda ile haber verdiği kıyametin, son saatin peygam
beridir, asıl vazifesi insanların son akıbeti ve öldükten
sonra dirilmenin büyük hakikatiyle meşgul olmaklar.
Böyle olmakla beraber Muhammet, hemşehrilerine
129
kendini; dinlemedikleri halde çekecekleri ahiret azapları
nı senelerden beri haber veriyordu. Şimdiye kadar kıya
met alametlerinin görünmemiş olması imansızların onun
la alay etmelerine sebeboluyordu. Bu halde Muhamme
din bazan emniyetini kaybeder gibi olmamasına nasıl im
kan görülürdü? Nihayet, Kuran, kıyamet saatini ancak
Allanın bildiğini ve dünyanın hiç beklenmiyen bugünde
birdenbire yıkılacağını bildirdi.
Kıyamet gününü bilmemeğe katlanmak, onun gecikme
sini kabul etmek peygambere her halde çok güç gelmiştir.
Ona kuvvet vermek için Allahın mütemadi teşvikleri lazım
dı. Nihay�t, bazı vakalar onun imdadına yetiŞti; kazandığı
muvaffakiyetler gökten aldığı vaitlerin ve Allahtan gördü
ğü yardımın parlak delilleri gibi göründü. Mademki mu
zaffer olmuştu, düşmanları istedikleri kadar kendisine gü
lebilirlerdi. Müslümanların kılıcı alaycıların ağzını kapata
bilir ve kıyamet günü beklenedursun o, şimdilik bu dünya
da da bir saltanat kurmağa muktedir olurdu.
130
ladı. Yanında bulunanlar dudaklarına eğildiler, fakat hiç
bir şey işitemediler ve Muhammet, baba göziyle baktığı
amcasının ve velinimetinin putperest alarak öldüğünü
görmek ıstırabına uğradı:
- Allah beni menetmediği müddetçe ben onun affı
için yalvaracağım, dedi.
Fakat bir zaman sonra putperest olarak ölenler için
dua edilmesini meneden bir valüy geldi. Muhammet, ça
resiz buna da katlandı. Fakat Ebu Tı:ı.libin müslümanlığa
ettiği hizmetler sebebiyle müşriklerin en az günahkarı ol
duğunu söyledi. O, ancak topuk kemiklerine kadar ce
henneme girecekti. Ebu Talibin ölümünden sonra Mu
hammede edilen zulümler bir kat daha arttı. Bir gün bir
kimse onun yüzüne toprak attı. Kızı Fatma ağlıya ağlıya
onu yıkadı.
Peygamber: ,
-.., Ağlam,a kızım, Allah bana yardım eder, deqi.
Haticenin ölümü Muhammedi kendisine ilk inanan bir
müslümandan, · en tatlı ve en takdirkar bir muhabbetle
kalbine kuvvet veren bir arkadaştan mahrum etti. Cebra
il ona karısının cennette bir gumü'ş'köşkte zevk ve sefa sü
receğini temin etti. Haticenin yaşı altmışı bulmuŞtu. Böy
le olduğu halde Muhammet, o yaşadığı müddetçe üstüne
evlenmeği aklından geçirmemiş, karısına · son derece sa
dık kalmışh. Peygamber, o zaman tekrar evlenmeği dü
şündü ve sadıktaraftarı Ebu Beki.rin kızı Ayşey'i aldı. Ay
şe, fevkalade· güzel bir kadın ölacak gibi görünüyordu.
Fakat daha yedi yaşındaydı. Bunun için peygamber onu
yalnız nişanlanmakta iktifa etti ve düğün iki sene sonra
Medinede oldu.
· Ayşe, Muhammedin zevceleri içinde en çok sevdiğiy-
di. Peygamber, kızoğlankız ,Sevda
olarak yalnız onu almıştı.
Bu esnada Muhammet, ilk'kocası isminde bir başka ka
dınla evlendi. Sevdanın Sekran bin Amir ismin
de bir Habeşistan muhaciri idi ki pek az bir zaman eve!
Mekkeye dönmüş ve ölmüştü . .
. ' '
131
Peygamber, bu suretle bu dul kadına ehemmiyetli bir
mevki temin etmiş oluyordu. Fakat onu zannedildiğinden
pek fazla sevmemişti. Muhammet, bir zamandan beri bu
lunduğu mevkiden kurtulmak için bir çare arıyordu, öm
rünün sonuna kadar Mekkede kalarak kendini beyhude
uğraşmalarla yıprahp öldürmek istemezdi. Başka bir şeh
rin, yahut başka bir kabflenin kendisine kollarım açması
ve dinini kabul etmesi mümkün değil miydi?
Muhammedin aklına evvela Taif geldi. Sakiflerin otur
duğu bu güzel memleket Mekkenin yetmiş iki mil şarkın
da Arabistanın başka hiçbir tarafında görülmiyen şeftali,
erik, nar, ağaçlariyle dolu yeşil ve serin dağların ortasın
daydı.
Şu vardı ki Taif, yalnız kuru üzümleriyle ve Mekke
zenginleri tarafından bir sayfiye ve hava tebdili yeri ola
rak kabul edilmesine sebeb olan sağlam havasiyle meşhur
değildi; orası El Lat meahebinin merkezi idi ve içinde Al
lahın kızlarından biri olan bu mabudun heykeli vardı. Sa
kifler, bu heykele çok fazla hürmet ederlerdi.
Peygamber, Taifte bir ay kaldı, hiç muvaffakiyet kaza
namadı, halkın hakaretlerine ve hazan daha ağır tecavüz
lerine uğradı.
Birisi ona:
- Allah bir peygamber göndermek isteseydi senden
daha iyisini seçemez miydi? demişti.
Çocuklar ve sokak çapkınları onun arkasından bağıra
rak alay ediyorlar, taşlar alıyorlardı. Düşman bir kalaba
lık etrafını aldı. Peygamber, bir köşeye, bir ev duvarının
gölgesine sığındı. Kureyşf Rabianın oğullan Sayib ile Ut
be bu evde yaz mevsimini geçirmeğe gelmişlerdi. Halk
çekildi. Zavallı peygamber, duvara, hrmanan bir asmanın
altında tek başına kaldı, iki kardeş onu pencereden seyre
diyorlardı. Muhammet, şikayete başladı, diyordu ki:
«Allahım. Ben zayıfım, acizim, sana sığınıyorum. Sen
zayıfların Allahısın. Sen benim sahibim ve Allahırnsın.
Beni yabancıların ve düşmanların elinde bırakacak mısın?
Eğer senin gazabına hedef değilsem, hiçbir şeyden kork-
132
marn. Ben senin dünyayı ve dünyaların öte tarafını aydın
latan yüzünün ışığına sığınırım. Senden başka kimseden
kuvvet ve yardım beklemem.»
İki kardeş onun bu duasına müteessir oldular ve köle
lerinden Attas vasıtasiyle ona bir salkım üzüm gönderdi
ler.
Attas hıristiyandı; Muhammedin üzümü yemeğe baş
lamadan evvel «bismillah» dediğini işitti ve:
- Bu memleketin ahalisi Allahın ismini bilmezler, di-
ye söylendi.
Muhammet ona:
- Hangi memlekettensin, dinirt nedir? diye sordu.
- Ben Ninvalı bir hıristiyanım.
- Ninva Yunus Peygamberin memleketidir.
- Sen Yunusu nereden biliyorsun?
- O da benim gibi bir peygamberdir.
Attas, bu putperestler memleketinde bir nevi din kar
deşi bulduğu için büyük bir heyecana kapıldı, Muham
medin ayaklarına ahldı, omuzlarını, ellerini öptü. İki kar
deş bu sahneyi uzaktan görd�ler.
Utbe kardeşine:
- Bak, Muhammet bizim köleyi kandırdı, dedi.
Attas, geri döndüğü zaman efendileri ona darıldılar:
- Dikkat et bu adam seni dminden döndürecek, senin
dinin onunkinden çok daha iyidir.
Taifliler, Muhammedi şehirden kovdular ve kale dışın
da oldukça uzak bir yere kadar türlü hakaretlerle onu ta
kibettiler. Peygamber, o zaman Mekkeye dönmek istedi.
Fakat kendine bir hami bulmadan bunu yapamazdı.
Onunla beraber bulunan sadık Zeyd, bu vazifeyi üstüne
alacak bir adam aradı ve El Aknas bin Şerif ile Süheyl bin
Amre müracaat etti. Fakat onlar bu işi kabul etmek iste
mediler, yahut da buna cesaret edemediler. Muhammet,
bu müzakerelerin neticesini Nahiede
peyr bekliyordu. Büyük
pmber
bir ümitsizlik içinde olan Taifteki muvaffaki
addetmemesi
yetsizlikten kendisini mesul için mütemadi
yen Allaha yalvarıyordu. .
133
Bir gece tenha· bir yerde, bir hurma ağacı altında, ken
di kendine Kuran okuyordu. Bir ecinni taifesi onu işitti.
Bu ateş vücutlu mahluklar, insan gibi ölüme mahkumdu
lar. Fakat onların hayatları insanınkinden çok daha uzun
du ve onun gibi dünyada yaptıkları iyilik ve fenalığa gö
re ahrette mükafat veya ceza göreceklerdi.
Bu esrarlı mahluklar, surelerin güzelliğine meftun ol
dular ve müslümanlığı kabul ettiler. Muhammet, bunu
Kuranın 72 nci suresi delaletiyle haber aldı.
Dernek ki insanların ondan yüz çevirmelerine bedel
ruhlar, etrafına toplanıyorlar, onunla birlik oluyorlardı.
Arapların büyük bir taassupla taptıkları cinler de müs
lümanlığı' kabul etmişlerdi. Putperestler için bu, ne büyük
bir ibretti?
Nihayet, El Müthim bin Adi, Muhammedi hirr;ı.ayesi al
tına almağa razı oldu ve peygamber bu suretle Mekkeye
girdi. O zaman panayırlar mevsimiydi. Muhammet, bazı
kabileleri kazanmak ümidiyle va' zetmeğe başladı.
Beni Hanifler peygamberin sözlerini dinlemek isteme
diler. Beni Amirler onunla anlaşmak ister gibi göründü
ler; fakat maksatları müslümanlık vasıtasiyle memleketi
ellerine almaktı. Onların sırf menfaatleri namına hareket
ettiklerini anladı ve başkalarının siyasi emellerine alet ol
mak istemiyerek onlarla uğraşmaktan vazgeçti.
Peygamberin «Miraç» diye meşhur olan ve birçok tef
sirlere yol açan göğe çıkma vakası bu zamana tesadüf
eder.
Gece kuşlarının ve canavarların sustuğu, akar sular ve
rüzgarların fısıldamaktan kaldığı sessiz ve heybetli bir ge
cede Muhammet «Ey uyuyan, ayağa kalk!» diye bağıran
bir sesle uyandı. Cebrail, alnı parıltılar içinde, yüzü kar
gibi beyaz, kumral saçları dalgalanarak, incili ve sırma iş
lemeli elbiselerle karşısında duruyordu. Vücudunda etra
fa parıltılar saçan birçok kanadlar titriyordu.
Meleğin, yanında Burak isminde insan başlı, kartal ka
nadlı bir kısrak vardı. Burak� peygamberi sırtına bindir
�ek için iğildi ve Mekke dağları, kum çölleri üstünden şi-
134
male doğru bir ok hıziyle koşmağa başladı. Bu harikulade
uçuş esnasında melek de onlarla beraber geliyordu. Mu
hammedi evvela vaktiyle Allahın Musa Peygambere gö
ründüğü Sina dağında, sonra İsanın doğduğu Orşelim
şehrinde durdurarak dua ettirdi. Nihayet hava içinde
uçuşlarına devam ettiler.
Birtakım esrarlı sesler peygamberi yolundan alıkoy
mağa uğraşıyorlardı; fakat o, kendini tamamiyle büyük
vazifesine vermiş, altındaki kısrağı durdurmak iktidarı
nın yalnız Allaha mahsus olduğunu düşünüyordu.
Kudüse geldikleri zaman Muhammet, Burakı bağladı
ve İbrahim, Musa, İsa Peygamberlerle beraber Süleyman
mabedinin harabeleri üstünde dua etti.
O vakit, Yakubun taşı üstüne büyük bir merdiven indi
ve peygamber çabucak göklere çıkh. Göğün birinci katı
saf gümüştendi. Yıldızlar onun kubbesine altın zi,ncirlerle
asılmışh ve qnların her birinde nöbet bekliyen bir melek,
şeytanların göğe çıkmalarına ve cinlerin göğe ait sırları
dinlemelerine marn oluyordu.
Muhammet, bu birinci katta Adem Babayı selamladı.
Yine burada dünyadaki gibi hayvan cinslerinin herbirin
den birer numune vardı ki Allahın azametini terennüm
ediyorlardı. Peygamber, diğer altı katta Nuh, Harun, Mu
sa, İbrahim, Davut, Süleyman, İdris, Yahya ve İsa pey
gamberlere rastgeldi. Sonra Ölüm Meleği Azraili gördü.
Azrail, o kadar büyüktü ki iki gözü arasında yetmiş bin
günlük mesafe vardı, yüz bin tabura kumanda ediyor ve
doğup ölen insanların adlarını büyük bir deftere yazmak
la zamanını geçiriyordu.
Muhammet, Azrailden başka dünyanın günahları için
ağlıyan gözyaşları meleğini; alevden bir taht üstüne otur
muş, ateşlere hükmeden bakır yüzlü intikam meleğini ve
vücudunun yarısı kardan, yarısı _ ateşten yarahlmış bir
başka melek gördü. Bu meleğin etrafında bir melek alayı:
«Ey Allah! Sen kar ile ateşi birleştirdin. Bütün kullarını şe
\
riatine itaat için de birleştir> diye durmadan bağırıyordu.
Doğru insanların ruhlarının bulunduğu yedinci katta,
·
135
dünyadan daha büyük bir melek duruyordu. Bu meleğin
yetmiş bin başı, her başın yetmiş bin ağzı, her ağzın yet
miş bin dili vardı. Her biri yetmiş bin lisan söyliyen bu
diller ise durmadan büyük Allahı sena ediyordu.
Muhammet, bu harikulade mahluku seyrederken Al
lahın görünmez tahtının sağ tarafında açan ve gölgesi al
tında milyarlarca melek barındıran «Sidretülmünteha» te
pesine götürüldü. Sonra göz yumup açacak kadar bir za
man içinde nihayetsiz denizlerden; kamaşhrıcı ışık ve de
rin karanlık diyarlarından; milyonlarca gökyakut, karan
lık, ateş, hava, su, boşluk perdelerinden geçti. Bunların
her biri arasında beşer yüz senelik mesafe ' vardı. Daha
sonra güzellik, kemal, hakimlik, nihayetsizlik, birlik per
delerini aştı. Bunlardan her birinin arka.sında yetmişer bin
melek kafilesi secdeye kapanmış, mutlak bir sükUt içinde
hareketsiz duruyordu. Muhammet, o zaman ayağının
bastığı yerlerin yükseldiğini ve onu Allahının ışığı içine
götürdüğünü hissetti ve bihuş oldu. Bulunduğu yerden
gök ve yer ona hemen hemen farkedilmez bir halde, ade
ta yokluğa karışmış, bir tarla ortasında bir kara hardal çe
kirdeği büyüklüğüne inmiş görünüyordu.
Peygamber, Allanın tahtından «iki ok atımı, hatta da
ha yakın bir mesafede» durdu ve ruhunun gözleriyle Al
lahını ve dille anlatılamıyacak, zihne sığmıyacak şeyler
gördü. Allah bir elini Muhammedin göğsüne, ötekini om
zuna koydu. Peygamber, o vakit iliklerini donduran bir
soğuk, sonra anlaşılmaz bir tatlılık duydu, bir vecit yok
luğu içine düştü.
Siyer yazanların en küçük tafsilatına kadar kaydetme
ğe yeltendikleri bir mülakattan sonra peygamber, Allah
tan Müslümanların günde elli vakit namaz kılmalarına
dair bir emir aldı.
Muhammet, gökten inerken Musa peygambere rast
geldi. Musa ona:
- Sen rnüslümanlara elli vakit namaz kıldıracağını na
sıl ümidediyorsun? Ben, senden evvel insanları tecrübe
ettim ve İsrail oğulları için neye teşebbüs etmek lazımsa
136
hiçbirinden geridurmadım. Bana inan. Allahımızın yanı
na dön ve namazların sayısını indirmesi için yalvar.
Muhammet, geridöndü ve namazlar kırk vakte indi.
Musa Peygamber bunu da fazla buldu ve halefini birçok
defalar Allahın huzuruna döndürdü. Nihayet, Allah,
müslümanlar için beş vakit namazla iktifa etti.
Cebrail, o zaman peygambere müslümanların ölüp di
rildikten sonra girecekleri cenneti gezdirdi: toprakları gü
müşten, taşları inciden, dağları amberden, köşkleri altın
da·n ve mücevherlerden bir bahçeye girdiler.
Bu iş de bittikten sonra ışıktan merdivenle tekrar dün
yaya indiler. Muhammet, Burakı çözerek üstüne bindi ve
kanadlı kısrağı üstünde Kudüsten Mekkeye döndü.
Peygamberin, vücudiylemi; yoksa ruhiyle mi göğe çık
tığa meselesi uzun uzadıya münakaşa edilmiştir. Onun
Kudüs - Mekke yolu üstünde birtakım kervanlcır gördü
ğünü, onlarıı;ı Mekkeye gelmek üzete olduğunu evvelden
haber verdiğini söylerler. Diğer cihetten de Muhammedin
bu gök seyahatini göz yumup açacak kadar bir zaman
içinde bitirdiğini ve yatağının yanında bulunup - mele
ğin giderken kanadiyle devirdiği bir testiyi - içindeki su
dökülmeden kaldırdığına dair rivayetler vardır.
Bir rivayete göre de Kudüs patriği, Miracın ertesi gü
nü, mabette peygamberin ayak izlerini görmüştür. «Si
yen> cilerden birçoğu peygamberin Kudüse gidip gelişi
nin, vücudiyle; göğe çıkışının ruhiyle olduğu fikrindedir.
Birçok ciltler dolduran bu münakaşalar oldukça boş ve
manasız görünür, Muhammedin göğe çıkmasını umumi
yetle peygamberlerin, hakfkate muvafık olan veya olma
yan, diğer hayal ve görüşlerinden ayırmak için hiçbir se
bep yoktur, Bu meselede en dikkate layık nokta birçok
müslüman mutasavvıflarının bu meseleyi esas edinerek
derin ruh murakabelerine koyulmuş olmalarıdır.
Ertesi gün Muhammet, bu vakayı amcası El Abbas ile
yeğeni Ümmü Haniye anlattı. Onları peygambere bu me
seleyi kimseye açmamasın�\ tavsiye ettiler. Çünkü en ya
kın dostları bile böyle bir hikayeye inanmıyacaklar, düş-
1 37
manları ise onu maskaraya çevirmek için bunu fırsat bile
ceklerdi.
Böyle olmakla beraber peygamber, kendisine Allah ta
rafından ifşa edilen şeyleri insanlara anlatmayı bir vazife
bildi. Kabenin avlusuna oturdu. Ebu Cehil oradan geçer
ken ona yeni bir havadis olup olmadığını sordu. Muham
metten o gece Kudüse gittiği cevabını alınca:
- Vay, ne çabuk geri döndün? diye alaya başladı ve
bu gülünç hikayeyi dinletmek için sokaktan geçenleri ça
ğırdı.
Muha�met, o geceki sergüzeştini anlattı� Kudüs ma
bedini ve yedi göğü tasvir etti. İbrahim Peygamberin ken
disine benzediğini, fakat çok fazla iri yücutlu olduğunu
söyledi. Musa Peygamber esmerdi, saçları hafifçe kıvir
cıktı, İsa Peygamber orta boyluydu, pembe ile beyaz ara
sında bir rengi, düz ve parlak saçları vardı. Zekeriya Pey
gamberin oğlu Yahyaya gelince o, kısa boylu, tıknaz,
kumral bir adamdır. Saçları güneşte kavrulmuş gibidir.
O, sana çok benziyor Ebu Cehil, sana da öyle Maktam bin
Ebülhur...
Muhammedin etrafına toplananlardan birçoğu ve hele
onun yakın taraftarları ne düşüneceklerini bilemiyorlar
ve bir hayret alameti olmak, üzere ellerini başlarına götü
rüyorlardı.
Bazıları onu yalancılıkla, bazıları delilikle ittiham edi
yorlardı. Ona en sadık olanlardan birçoğunun imanları
sarsılmıştı. Vakayı Ebu Bekire naklettiler.
O: - Allahın resulü böyle mi söylüyor? dedi.
- Evet.
- Pekala, böyle söylüyorsa doğrudur.
Ebu Bekirin vaziyeti tereddüde düşenlerden bir kısmı
nı kuvvetlendirdi. Peygamber, dostunun bu sarsılmaz
imanına mükafat olarak ona «sıddik» lakabını verdi. ·
138
11
Hicret (622)
139
dönüm noktası olduğunu şüphesiz takdir edemiyorlar; fa
kat tuttukları işin vahametini az çok anlıyorlar. Bunlar
Müs'ab tarafından hak yoluna getirilen Yesrip Müslüman
larıdır ki peygamberle gizlice görüşmeğe gelmişlerdir.
Bir sene evvel (621 ) Muhammet, yine bu yerde ve bu
vaziyette on iki Yesrip müslümaniyle görüşmüştü. Bun
lar, peygambere sadakat yemini vermişler ve Allahtan
başta Allah, tanımıyacaklarını, hırsızlık ve zina etrniye
ceklerini, çocuklarını besliyemiyecek kadar fakir de olsa
lar onları öldürmiyeceklerini, kimseye iftira atmıyacakla
rını bütün doğru olan işlerde peygambere itaat edecekle
rini kendileri ve orada hazır bulunmıyan ka'rıları namına
temin etmişlerdi.
Hemşehrileri ve ortakları olan Yahu.diler tarafından bi-.
rallahçılık (monotheisme) fikirlerine hazırlanmı'ş olan bu
Yesrip Arapları bu fevkalade adamın, İsrail çocuklarının
bahsettiği ahır zaman peygamberi olup olmadığını kendi
kendilerinden soruyorlardı. Bu takdirde, Muhammede
herkesten evvel iman ederek onu kendilerine çekmek ve
bağlamak çok iyi bir hareket- olurdu. Bunlardan bazıları
da bu büyük ve kudretli peygamberin kabile rekabetleri
sebebiyle ikiye ayrılmış ve son zamanlarda Hazreçlerle
Evsler arasında çıkmış bir kavga sebebiyle kardeş kanına
bulanmış olan Yesribi sulh ve sükuna kavuşturacağını
umuyorlardı.
Bu vakalar, Muhammedin bundan sonra takibedeceği,
yolu kat'i surette çizmiş oldular. Peygamber, vatandaşla
rını hak yoluna getirmek için on seneden beri boş yere uğ
raşıp didiniyordu. On seneden beri rahatını, parasını, ma
lını hep bu uğurda feda etmişti, yaşı ilerlediği halde el' an
da rahat bir nefes almağı aklından geçirmiyordu.
Yesriplilerin bu umulmaz yardımları daima yeni feda
karlıklara hazır bulunan peygamberin kuvvetini arttırdı
ve onda memleketinden çıkmak, yeni maceralara ahlmak
sevdasını uyandırdı. Ne Taiften, ne de kendi vatanından
göremediği yardınu belki bu Yesriplilerden görecekti.
140
Vakit geceyansı.
Beyazlara bürünmüş birkaç adam yokuşu b.rmanıyor:
Muhammet ve Mekke müslümanları.
Peygamber, Yesrip müslümanlanna heyecan ve mu
habbetle dolu bir hutpe söylüyor, Kurandan parçalar oku
yor. Onlara hakiki Allaha açıktan açığa tapmalarını, onun
peygamberini saadet, yahut felaket yolwıda takibetmele
rini, Mekke müminlerini kendi çorakları ve kanları gibi
himaye etmelerini tavsiye ediyordu. ·
142
<lir bulunmadığını söyledi ve onları gönül rahatiyle çadır
larına dönüp uyumağa teşvik etti.
Bu, ihtimal Kureyş casuslarından birinin sesiydi: Mu
hammet, bütün ashabını, küçük gruplar halinde, yavaş
yavaş Yesribe gönderdi. Yüz kadar kadın ve erkek böyle
ce vatanlarından ayrılmış bulundular.
Peygamber, Ali ve Ebu Bekir ile beraber şimdilik Mek
kede kalıyordu. Ebu Bekirin de Yesribe gihnek istediğini
gören Muhammet:
- Acele ehne, beni bekle, dedi, çünkü ben de hicret
için Allahtan izin bekliyorum.
Ebu Bekir memnuniyetle bağırdı:
- Sahi mi? Sen bunu ümid ediyor musun? Babamı,
anamı sana fidye olarak vermeğe razıyım.
Ebu Bekir, dostiyle beraber kaçmak için tedarikat yap
h ve dört ay samura yaprağiyle beslenmiş seri yürüyüşlü
iki deve hazfrlattı. Muhammet, her akşam Ebu Bekirin
evine uğruyordu. Bir gün öğle üzeri geldi.
Ebu Bekir, kendi kendine:
- Mutlaka fevkalade bir şey var, dedi Muhammet, ya-
vaş sesle:
- Evinde olanları dışarı çıkar, dedi.
- Evimde kızlarım Ayşe ile Esmadan başka kimse yok.
- Buradan gitmek için izin geldi.
- Ey Allanın resulü, seninle beraber geliyorum; değil
mi?
- Evet, benimle geliyorsun.
Her şey büyük bir ihtimam ile hazırlandı. Muhammet,
açık bir surette Mekkeden çıkmağa teşebbüs etseydi Ku
reyşfler belki onu öldüreceklerdi. Rivayete göre Ali, bü
yük bir fedakarlık gösterdi, Muhammedin herkesçe bili
nen yeşil hırkasına sarınarak geceyi geçirdi. Bu esnada
peygamber, Ebu Bekirin evine gidiyor ve onunla beraber
yola çıkıyordu.
İki arkadaş, Mekkeden üç mil mesafedeki Sur dağının
bir mağarasında üç gün, üç gece saklandılar.
1 43
Zulüm ve cefalara sabır ile tahammül etmek, hakaret
lere tatlılıkla mukabele etmek zamanı arhk geçmiştir.
Müslümanlık şimdi ya yenmek, ya ölmek mecburiyetin
dedir.
Peygamberler mucizelerle dünyaya gelmişler, insanlar
ise onları ya öldürmüşler, ya alaya almışlardır. Muham
met, mucize yapmadığı gibi göz göre göre kendini öldürt
meği de anlamıyor. O, her çareye başvurmuş, her cefayı
sineye sekmiş, görmediği fenalık kalmamıştır. Şimdi artık
ümmetinin en arkasında Mekkeden kaçmak, yeni imanın
titrek alevini ridası altında, koruyup kaçırmak mecburi
yetindedir. Peygamberler, şimdiye kadar dünyaya muci
zeler ve yüksek Allah sözleriyle gelmişlerdir. Muhammet,
şimdi kılıçla, gelmek üzeredir.
Yeni bir hayatın başlangıcındayız. Bundan sonra Mu
hammedin kumandan ve hükümet reisi olması lazım ge
lecektir. O, Allahtan ilham alan ve sureler okuyan, bir
peygamber olmakta devam etmekle beraber bir siyasi re
is de olacaktır. Belki zaman zaman maziye hasret çekecek
tir. Yeis veren ve tatlı rüyaları zedeleyip inciten hakikat
ler ortasında, dünya tarihi, vakalarının ezeli meddücezir
leri içinde belki Hira dağındaki eski heyecanlı istiğraklar
ve murakabelerini hasretle anacak, gidice Haticeye, Aliye,
Zeyde va'zettiği, Kabede «Allahtan başka Allah yoktur»
diye bağırdığı günleri arıyacakhr. Nasıl ki aşk, yahut po
litika sebepleriyle nikahına aldığı on iki kadın arasında
harem sefası sürdüğü zamanlarda da tatlı ve halim Hati
cenin evindeki samimi neşeleri özliyecektir. Hasılı, yeni
bir hayat...
Muhammet, şimdilik, hemşehrilerinin istememiş oldu
ğu ve yarın çelik bir kubbe altında muhafazaya mecbur
kalacağı halas tohumunu kendisiyle beraber götürmekte
dir. «Cennet kılıçların gölgesi altındadır.» Evet, o, şimdi
lik, diniyle beraber, gece ihanetlerinden kaçıyor, donuk
bir ay, bu iki adamın gölgesini çölün kumları üstünde
uzatıyor. Bütün bir şehrin takiplerinden, izleri keşfetmek-
144
te son derece mahir olan bu Arapların takiplerinden nasıl
kurtulacaklar?
Muhammet ile Ebu Bekir, mağaraya girdiler .. Ebu Be
kir elli yaşlarında hafifçe eğilmiş nahif ve cılız vücutlu, in
ce bir çehre uzerinde yüksek alınlı bir adamdı. Kara ve
parlak gözleri gözevlerinin derinliğine gömülmüştü. Çı
kık damarlı zayıf elleri hali, vakti yerinde bir tüccarın el
leri gibi nazik ve yumuşaktı. O gün sakalını kınalamağa
vakit bulamamıştı.
Ebu Bekir, Müslümanlığın ruhunu anlıyor ve büyük
fedakarlıklar yapıyordu. Hemen bütün servetini Mekke
de bırakmış, üzerine yalnız beş bin dirhem almıştı. Büyük
oğlu Abdürrahman aşk şiirleri yazan bir şair, müslüman
lığın kuvvetli bir düşmanıydı. Babasının hareketini bir ne
vi delilik addediyordu. Öteki oğlu Abdullah ona karşı da
ha ziyade sadık ve vefakardı. Abdullah, geceyi onlarla be
raber geçirdikten sonra gün ağarır).<en Mekke'ye döndü.
Maksadı o gün Mekkede neler söyleneceğini işittikten
sonra, karanlığın yardımiyle, geri dönmekti. Onun ince
ve çevik zekasına güvenilebilirdi. Kızkardeşi Esma da ak
şam onunla beraber geldi. Ebu Bekirin azatlı kölesi Amir
bin Fuheyre sürüsünü otlatıyor gibi yaparak her sabah
onları uyandırmağa gelir ve onlara bir kızarmış kuzu ile
sütlü bir koyun bırakırdı.
Günler ıstırap ve endişe içinde geçiyordu. İki dost taze
sütün birazını içiyorlar, birazını da - kesilmemesi için -
sıcak taşların üstünde kaynatıyorlardı. .
Kureyşfler çölün içinde dört dönerek onları arıyorlar
dı. Muhammet gerilmiş bir yay sertliğiyle dua ediyor ve
duaları oktan daha süratle bütün varlıkların istinatgahı
olan büyük mevcuda doğru çıkıyordu, o mevcut ki varlı
ğı bir an sekteye uğrasa dağlar yıkılır, yıldızlar dökülür,
güneşler söner, ruhlar ölür.
Mütemadiyen, etrafı tarassuseden Ebu Bekir, sesler işi
tiyor. Çölde koşu develerine binmiş birtakım silahlı
adamlar her tarafı arayıp tarıyor. Yolda bir çobana tesa-
145
düf ederek istintaka çekiyorlar. Ebu Bekir onların sözlerini
açıkça işitiyor:
- Belki mağaranın içindedirler. Ben kimseyi görme
dim. Fakat oraya saklanılması mümkündür.
Ebu Bekir, korkusundan ter döküyor. Saklanmak, hare
ketsiz durmak, nefesini tutmak ve kendini kader ve talie
bırakmaktan doğmuş zevkli bir Jstırap ile Muhammedin
omuzuna dokunuyor. Peygamber, kımıldamıyor. Bu ka
ranlık, sakin ve serin mağara alev saçan çölün, ateşleri or
tasında bir gölge dünyası gibidir.
Ebu Bekir, tehlikeyi arkadaşına haber veriyor. Muham
met sadece:
- Korkma. Allah bizi korur ve kurtarır, diye cevap ve-
riyor. _
146
güvercin kumun üstüne yumurtalarını yumurtluyor. Er
kek kuş mağaranın ağzında dişi kuşun etrafında dönmeğe
başlıyor. Yeryüzünde ne şevk ve gayret! Bu dünya köşesin
de ne muhabbet ve sükun!
Bu üç şey ciddf müslüman tarihlerinin kaydettiği yega
ne mucizelerdir:
Bir örümceğin ağı, bir güvercinin muhabbetli, bir fida
nın büyümesi ... Allanın toprağının her gün her yerde görü
nen üç mucizesi...
Peygamberi arıyanlardan biri:
- Şu mağaraya girelim, diyor. Ümeyye bin Halef cevap
veriyor:
- Bırak canım. Burada Muhammedin doğmasından
çok daha evvel vücuda gelmiş örümcek ağlarından başka
bir şey yok.
Ebu Bekir, mağaranın en iç tarafındaki taşlara yapışı
yor. Kureyşiler, karanlık delikten şöyle bir göz atıyorlar.
Yumurtalarını kırmak istemedikleri güvercine, fidana,
örümcek ağına bakarak başlarını sallıyorlar. Yakın zaman
larda bu delikten hiçbir insan geçmediğine artık içleri inan
mıştır. Bazıları, çölde uzun uzadıya dolaşbktan sonra, ma
ğaranın kapısı önünde işemeğe başlıyorlar.
Ebu Bekir, arkadaşına:
- Bizi gördüler, diyor.
Peygamber:
- Hayır, bizi burada zannetseler daha fazla edep ve ha
ya gösterirlerdi, diye cevap veriyor.
Nihayet, Kureyşfler oradan aynlmağa karar veriyorlar.
Bir araya toplanmak için bağrıştıkları ve geri dönen deve
lerinin ayak sesleri işitiliyor.
Muhammet - Allaha hamd ü şükür olsun. Allah her
şeyden büyüktür, diyor.
Üçüncü günün akşamı Esma ve Amir bin Fuheyre yan
larında Abdullah bin Arkat isminde bir bedevi kılavuza be
raber mağaraya geldiler. Yarılarında iki deve ve bir miktar
yol nevalesi vardı. Bu Abdullah bin Arkat putperestti; fa-
147
kat Ebu Bek.irin ona pek ziyade emniyeti vardı. Esma, yi
yecekleri sarmakla meşgul oldu. Çuvalı ve babasının ma
tarasını bağlamak için ip bulamadığından belinden kuşa
ğını çıkardı ve onu ortadan ikiye bölerek ip gibi kullandı.
Esmaya verilen «İki Kuşaklı Kadın» lakabı bundan kalmış
hr. Sıcak kül içinde kebabedilmiş bir bütün koyun, sofra
örtüsü hizmetini gören bir yuvarlak meşin parçasına sa
rıldı.
Muhammet ile Ebu Bekir, deve üstünde, kılavuz ile
Amir de yayan olarak yola düştüler, büyük yoldan git
mek istemedikleri için sahile doğru saptılar ve şimal isti
kametinde Bahr-i Ahmer kenarını takibettiler. Bu küçük
kafile, bütün gece ve ertesi günün bir kısmında hiç dur
madan yol aldı. Bedevi kılavuz, develeri gayrete getirmek
için, onların yeknasak adımlarına uydurulmuş bir ahenk
le mavallar okuyordu.
Günün sıcağı şiddetlendiği ve çöl bomboş bir hale gel
diği vakit, güneşin hiçbir zaman erişmediği bir toprak kö
şesi üstüne serin gölgesini atan bir kayanın dibinde mola
verdiler. Ebu Bekir, yorgunluk ve susuzluktan bitap dü
şen arkadaşının biraz uyuyabilmesi için yere postunu ser
di. Önünde birkaç koyunla çölde dolaşan bir çoban, kaya
nın gölgesine doğru geliyordu. Ebu Bekir, ona koyunla
rından birini sağmasını rica etti ve memedeki kıllarla to
zu temizlemesini söyledi. Sonra sütü serinlehnek için kır
basından biraz su döktü, ve çanağı peygambere uzath.
Muhammet:
- Yola çıkmak zamanı gelmedi mi? diye sordu.
Ebu Bekir:
- Evet. Güneş arhk inmeğe başladı, diye cevap verdi.
Ancak Kureyşfler Muhammedin dirisini veya ölüsünü
kentlilerine teslim edecek kimseye yüz develik bir müka
fat va' dehnişlerdi. Civardaki bütün kabileler tetik üstün
de bulunuyorlardı. Beni Müdlec aşiretinden Seraka bin
Malik bu mükafah kazanmayı aklına koymuştu. Aşiretin
deki adamlardan biri sahil istikametinde ona birtakım si-
148
yah noktalar gösterdi Mükafata başkalarının da ortak ol
masını istemiyen Seraka:
- Kaybolan develerini ararnağa giden filan ve falan
olmalı, dedi ve dikkati celbetmemek için bir zaman yanın
daki kimselede beraber kaldı. Sonra çadırına döndü, hiz
metçilerinden birine ahrn bir kum yığınının arkasında ha
zır tutmasını emretti ve tepeden tırnağa kadar silahlanmış
olduğu halde çadırın arka tarafından yavaşça çıkh.
Muhammet ile yol arkadaşlarına yetişmek Seraka için
işten bile değildi. Daha şimdiden peygamberin yüksek
sesle Kuran okuduğunu işitiyordu.
Kaçaklar kafilesinde silah yokhı. Ebu Bekir, başını çe
virdiği zaman ele geçmek üzere olduklarını anlamış ve te
laşa düşmüştü. Fakat Seraka birdenbire bir korkuya hıhıl
du. Atı şaha kalktı, yahut bir taşa takılarak kapaklandı.
Muhammet, Serakanın şaşkınlığını görerek ona tatlı bir
sesle söz söylemeğe başladı. Büyük bir heyecan içinde ka
lan bedevi, dört yolcuya yalvardı ve Allah yanında kendi
sine şefaat etmelerini rica etti.
Sonra atım geri çevirdi ve hatta yolda rastgeldiği kim
selere: «Bu taraflarda onu ben takibediyorum. Siz başka
bir tarafa gidin demek suretiyle peygamberin firarını hi
maye bile etti.
Bu Seraka, açıkgöz bir bedevi olduğundan o gün pey
gamberden deri üzerine yazılmış bir emanetname istedi
ve bir zaman sonra müslümanlık muzaffer olunca bu
emanetnameden çok istifade etti.
Muhammet ile arkadaşları Yesribe doğru yollarına de
vam ettiler. Onları yaz güneşi altında korumağa başlamış
sahillerden; üstlerinde yer yer küçük fidanlar bitmiş kirli
sarı, yahut donuk mavi renkte tepelerden, daha sonra bir
volkanlık topraktan geçtiler. Çöl burada, siyah lav sahra
lariyle, eski volkan ağızları şeklinde dağlarla, korkunç bir
manzara alıyordu. Şimale doğru ilerlendiği nisbette su
kıtlaşıyordu. Bazı hurma ağaçlarının dibinde nadir kay
naklara, yol üstünde açılmış sarı kuyulara, kaya yarıkla-
149
rında tabif sarnıçlara tesadüf ediliyordu. Bu memleketin
ahalisi seyyar çadırlı bedeviler ve lav taşlariyle örtülü se
fil köylerde yaşıyan tektük insanlardı. Muhammet, yedi
günlük bir yolculuktan sonra Yesribe yaklaştı. Muhacirle
rin artık hiçbir korkusu kalmamıştı. Beni Sahm kabilesi,
başında Şeyh Büreyde olduğu halde, peygamberi karşıla
mağa geldi. ·Bir kervanın başında Suriyeden dönmekte
olan, Esmanın kocası Zübeyr kaçaklara tesadüf etti ve on
lara beyaz yeni elbiseler verdi. Nihayet kafile, rebiülevve
lin on ikinci pazartesi günü Yesripten iki mil uzakta Küba
mevkiine geldi. Mekkeden kaçmış ve gece yürüyüp gün
düz uyumak suretiyle çölü yayan olarak geçmiş olan Ali,
Muhamıhetle orada birleşti. Kuba, bahçeler, meyvalıklar,
bağlar, hurma, incir, portakal ve nar ağaçlariyle "dolu bir
tepenin üstilnd� küÇÜk bir kasaba idi: Peygamper, orada
dört gün kaldı ve rivayete göre ilk caminin temellerini at
tı. Nihayet, cuma günü bir büyük hutbe söyledikten ve ilk
defa umumi bir cuma namaza kıldıktan sonra, kitabın ba
şında anlatıldığı üzere; muhteşem bir surette Medfoeye
girdi.
Birkaç gün sonra Ebu Bekirin kızları Ayşe ve Esma ile
peygamberin ailesi sadık .Zeyd ile beraber Medineye gel
diler. Birkaç esir, üç; beş · zayi.f imanlı kimse ve müslüman
lıktan dönmüş olan birkaç kişi müstesna olmak üzere bü
tün Mekke Muslüırtanfarı vatanlarını terkettniş bulunu
yorlardı. Onlara Muhacirin ismi verildi. Medineliler de
Ensar, (peygamberin yardımcıları) ismini aldılar. «Hicir»
denen ve Halife Ömer zamanında müslüman tarihine
mebde olarak kabul ediler. muhaceret vakası işte böyle ol
muştur.
150
12
Medine
151
Yahudilerin ekserisi müslümanlık propagandasına şid
detle karşı durdular.
Medinede büyük merasimle yapılan bir mukavele
Mekke muhacirlerini, Medine müslümanlarını, henüz
putperest olan Hazreçler ve Evsleri ve civardaki muhtelif
yahudi aşiretlerini aynı bir millet halinde toplayıp birleş
tiriyordu. Bunların hepsi biribirlerine yardım, edecekler
ve Medine şehrini elbirliğiyle müdafaa edeceklerdi. Ya
hudiler din ve ibadet hususunda serbest olacaklar ve
müslümanlardan yardım göreceklerdi. Müslümanların
karşısında çarpışılacak düşmanlar bulunduğu müddetçe
Yahudiler muharebe masraflarina iştirak edeceklerdi.
Hiçbir fırka, peygamberin izni olmadan ittifak veya mu
harebe yapamıyacak, kabileler arasında çıkacak dava ve
kavgalarda yalnız' o, hakem olabilecekti.
Muhacirin ile Ensarı biribirinden daha iyi kaynaşhr
mak ve pek tehlikeli neticeler verecek rekabetlere yol aç
mamak için Muhammet, onların arasında şahsi bir kardeş
lik bağı tesis etti. Ensardan her biri Muhacirlerden birini
kardeş olarak alacak ve bu bağ, ana babaca kardeşlik, ba
ğından daha kuvvetli olacaktı. Öyle ki bir Medineli veya
Mekkelinin ahret kardeşi onun hakiki kardeşlerinden ev
vel mirasını yiyecekti ... (Bu kaide somadan kaldırılmıştır.)
Misafir canlı Medineliler sürgünlere karşı büyük bir
alicenaplık gösterdiler. Mekkelilerin ekserisi paralarını ve
sermayelerini memleketlerinde bırakmışlardı. Yalnız,
peygamberin damadı olan Ümeyyelerden zengin Osman
bir kısım servetini getirrneğe muvaffak olmuştu. Osman,
Medineye gelir gelmez Ravne ismindeki kuyuyu kırk bin
dirheme bir Yahudiden satınaldı ve suyunu muhacirlere
vakfetti. Sonra da Tebük seferi için hazırlanan kuvvetin
bütün masrafına kendi boynuna aldı.
Öteki muhacirler d . iıa fakir bir haldeydiler. Hamza,
yeğeni Muhammede müracaat ederek kendisine mutlaka
bir geçim vasıtası bulmasını istedi. Abdilrrahman bin
Avf, Medineye bir parasız gelmişti. Onu ahret kardeşliği-
152
ne kabul eden Esnardan Said bütün malını ve hatta kadın
larını onunla taksim etmek istedi; fakat Abdürrahman
ona yalnız çarşı yolunu sormakla iktifa etti. Onun kendi
ticaret kabiliyetine olan emniyeti boşa çıkmadı. Yağ ve
peynir satmak gibi gayet mütevazı işlerle ticaret hayahna
girdikten az zaman sonra zengin oldu ve bir gün Medine
li bir kadını çeyizlediği gibi daha sonra da yedi yüz deve
lik bir kervan teçhiz etmeğe muvaffak oldu. «Ben her bir
taş altında bir hazine keşfetmek iktidarındayım» diyordu.
Muhammet de bir başka arkadaşı için «Kum satmak sure
tiyle bir servet vücuda getirmeğe muktedirdir» diyordu,
ve gülümsüyordu. Mekke muhacirleri adetlerini, iş husu
sundaki becerikliklerini ve zevk u sefahet meyillerini Me
dineye getirmişlerdi. Beni Kaynaka pazarındaki yahudi
hakimiyetini kırmak için şehrin göbeğinde bir ikinci çarşı
kurmuşlardı.
Ensardan qir kısmı da çiftçiliğe başlamışh. Medineliler
onlara tarlalar veriyorlar ve kendilerine yalnız mahsulün
bir kısmını alıkoyuyorlardı. Ali Sad bin Malik, Abdullah
bin Mesu' d, Ebu Bekir, Ömer, İbni Sirin aileleri bu şartla
kunturatlar yaphlar. Müslümanların en bellibaşlıları sa
deden de daha aşağı bir hayat geçiriyorlardı. Ebu Bekirin
kızı Esma ve kocası Zübeyrin bir yük devesi ile bir attan
başka bir şeyleri yoktu ve evlerinden üç kilometreden faz
la uzakta bir tarlayı ekip biçiyorlardı. Esma, atı kendi tı
mar ediyor, deveyi su çekmeğe götürüyor, tulumları ta
mir ediyor, tarlanın mahsulünü başı üstünde taşıyor, ha
mur yoğuruyor, fakat ekmek yapmakta mahareti olmadı
ğından Medineli komşuları kendisine yardım ediyorlardı.
Bir gün başında ağır bir yükle evine dönerken Eshap
tan birkaç kişi ile beraber Muhammede tesadüf etti. Pey
gamber, deveyi durdurdu ve genç kadını kendi arkasına
bindirmek istedi. Genç kadın, utana sıkıla bu teklifi red
detti. Çünkü kocası «erkeklerin en kıskancı» idi.
Halbuki Zübeyr, onun kayınbiraderi ile beraber deve
ye binmesini yayan olarak yük taşımasına tercih edeceği-
153
ni söyledi. Ebu Bekir, nihayet kızına bir esir verdi. Esma
da bu suretle kaba işlerden kurtulmuş oldu. Genç kadın,
«0 zaman bana esir imişim de azad edilmişim gibi geldi.»
der.
Ebu Bekir, ailesiyle beraber küçük bir evde oturuyor
du. Mutaassıp bir putperest olan büyük oğlu Abdürrah
man Mekkede kalmıştı, ikinci oğlu Abdullah Haniflerden
meşhur Zeyd bin Amrin kızı Atike ile evlendi. Abdullah,
karısını o kadar şiddetle sevdi ki adeta mukaddes cihadı
ihmal etti ve Ebu Bekir, onu bir zaman Atikeden ayırma
ğa mecbur oldu.
Ömer qe Medine dışındaki mahallelerden birinde otu
ruyordu. Az zaman içinde peygamberin en bellibaşlı sa
habelerinden oldu. Muhammet, Ebu Bekir ve Ömerin re
yini almadan hiçbir iş görmüyordu. Onlarla gayet teklif
siz görüşüyor, misafir geldikleri vakit onları ev kıyafetiy
le karşılıyordu. Peygamberin damadı Osmana muamelesi
daha resmf idi. Osman, güzel Rukiyeden sonra Muham
medin öteki kızı Ümmü Gülsümü de nikahına almıştı.
Ancak Medinenin yeni sahibi bu iki korkunç sahabiyi çok
dikkatle idare ediyor ve onlar arasında bir nevi muvaze
ne vücuda getirmeğe çalışıyordu. Hatta Muhammedin
harem politikasından Ebu Bekir ile Ömerin gölgeleri mü
temadiyen yükseliyordu. Kuvvetli bir seciye sahibi olan
bu iki adam halk içinden yetişmişlerdi, fakat insanları
idare etmek hususunda büyük bir istidada sahiptiler.
Ömer, babası tarafından çok haşin bir surette büyütül
müş ve hayatının ilk zamanlarında, Muhammet gibi, pek
çok müşkülata uğramıştı. Çok azim sahibi ve sert bir
adamdı. Uzun bir boyu, melez bir anadan a.lınmış zeytu
ni bir rengi vardı. Sokakta halk arasında ve hatta rivayete
göre evinde daima sığır sinirinden bir kamçı taşır ve ka
dınları fena halde yıldırırdı. Ömer, bir gün Muhammetten
bir şey istemeğe gelen birkaç kadını kamçı ile kovalayıp
kaçırmıştı. Peygamberin zevcelerini yüzlerini örtmeğe ic
bar eden ve onları eve kapıyan o idi. Hatta halife olduğu
154
zaman iki kadın Ömere varmağa razı olmamışlar, onun
daima sert bir tavrı olduğunu, zevcelerini eve kapadığını,
ailesine arpa ekmeği ve tuzlu suda pişmiş deve etinden
başka yiyecek vermediğini söylemişlerdi.
Ömer hakkındaki bütün hikaye ve rivayetler onun her
hangi bir davayı daima sert ve haşin bir tarzda lıallehne
ğe taraftar olduğunu gösterir. Onun ekseriya «Hemen ka
fasını kesmeli» dediği işitilir; halbuki zamanında çok
azim ve kuvvet sahibi olan Ebu Bekir, çok tatlı hal çarele
ri teklif eder.
Sonradan halifelik mevkii ve yaş, Ömerin zihin ve ze-
·
155
kıyafetsiz birtakım biçarelerden mürekkep hoş bir mabe
yin manzarası vücuda getiriyorlardı. Bunların arasında
en göze çarpanı Ebu Hüreyre (kedinin babası) isminde bir
Yemenli idi. Ona, ihtimal, daima yanında bir kedi bulun
durduğu için bu ismi vermişlerdi. Bu sevimli serseri, Ye
mende, her halde pek habrı sayılır kabilelerden olmıyan
Davs kabilesinden gelmişti. Peygamber onun aslını, nesli
mi öğrendiği vakit: «Davalardan böyle bir adam çıkacağı
nı ümidetmezdim» demişti.
Bu Ebu Hüreyre, naklettiği şüpheli hadislerin çoklu
ğiyle meşhurdur. O, peygamberi bütün gezip dolaştığı
yerlerde tflkibediyor, en ehemmiyetsiz sözlerini topluyor,
en küçük hareketlerini zaptediyordu.
Bu sevimli tufeyli, efendisinin muka�des refakatini ve
onun ağzından çıkan hikmetleri çalışmağa tercih ediyor
du. Açlıktan pek fazla mustarip olduğu zaman kamına
bir taş bastırıyor ötekinin, berikinin yanına giderek kendi
sine Kuran okumalarını rica ediyordu. Bu, sırf kendini ye
meğe davet ettirmek için uydurulmuş bir behane idi.
Ömer, bir gün ona açlıktan bitmiş bir halde tesadüf
etti.
Ebu Hüreyre:
- Beni evine götür de bir Kuran dinlet, dedi.
Ömer, bu ricayı kabul etti, Yemenliyi evine götürerek
birkaç sure okudu; fakat yiyecek vermedi.
Zavallı Ebu Hüreyre, hemen Muhammede koşarak bu
vakayı anlattı ve peygamberin verdiği sütü -karnı bir ok
gibi dimdik oluncaya kadar- içti.
Muhammedin yeğeni Cafer bin Ali, Ebu Hüreyreye ve
diğer «ehlissofaya» karyı daha merhametli ve vergili idi.
Onları arasıra evine götürür ve nesi varsa verirdi. Ellerin
de boş bir tulum kaldığı vakit onu ikiye bölerler ve içinde
kalan artıkları ayırp yalarlardı.
Bu «ehlissofa» arasına kabul edilmiş birkaç aç bedevi,
develerin sütünü ve sidiğini içmek için peygamberden izin
alınışlarda.
1 56
Onlar, bil- gün çobanı öldürdüler ve hayvanları alıp kaç
tılar. Muhammet, onları ele geçirdi, ve hainliklerinin ceza
sı olmak üzere ellerini, ayaklarını kestirdi, gözlerini oydur
du ve çöle attırdı. Bu serseriler orada taşları ısırarak telef
oldular.
Görüldüğü üzere Medinede hayat, daima kolay değil
di ... Muhammet, bir zaman sonra Ebu Eyyubun alt katında
oturduktan sonra caminin yanında bir yere yerleşti. Deve
sinin çöktüğü yeri satınalmış, orada bulunan birkaç hurma
ağacı ile mezarı kaldırmış ve bir mescit vücuda getirmek
için kendi eliyle çalışmıştı. Bu mescit, hakikatte geniş bir
değirmi meydandan başka bir şey değildi. Bir yanında Mu
hammedin ve zevcelerinin kerpiçten yapılmış odaları, öte
yanında «ehlissofa»nın hurma ağacı gövdeleriyle tutturul
muş sofaları vardı. Akşamları mescit, namaz müddetince
yakılan; samanların aleviyle aydınlanırdı. Dokuz sene son
ra ağaç gövdelerine fenerler astılar.
Peygamber, bir ağaç gövdesine dayanarak va'zederdi.
Sonrcı., üç ayaklı bir tahta kerevet şeklinde bir küçük kürsü
yaptırttı. Hem sandalye, hem mimber, hem de taht vazife
si gören bu kerevetin ayaklarından biri üstünde duruyor,
elinde bulundurduğu bir küçük mızrak, yahut altın ve fil
dişi kakmalı bir asa ile hutbesinin bazı ehemmiyetli yerle
rini işaretliyordu.
Ebu Bekir sayesinde hürriyetini kazanmış olan Bilal-i
Habeşi, peygamberin müezzinbaşısı olmuştu. Muhammet
hutbe söylerken Bilal, elinde gümüş kabzalı bir kılıçla
mimberin dibinde ayakta duruyordu.
Peygamber, büyük zaferler kazandıktan ve kudretli bir
devlet reisi olduktan sonra, hayatının nihayetine doğrudur
ki bu sade merasimi tesis etmiştir. Maksadı Araplar üzerin
de heybetli bir tesir bırakmaktan başka bir şey değildi.
Muhammet, o zaman birkaç kürsü yaptırdı. Cuma gün
leri buhurdanlar içinde kıymetli ıtırlar yaktırmak suretiyle
camiyi kokulandırmağı adet etti.
Bazan muktelif memleketlerden gelen murahhasları ka-
157
bul ehnek için bu meydana kırk kişi alacak büyüklükte kır
mızı meşinden büyük bir çadır kuruluyordu. Muhammet,
o zaman bu caminin yanında oturuyordu. Zevcelerinden
her biri için bir ayrı daire yaphrdı. Bu dairelerin kapıları
mescide açılıyordu.
İlk iki daireye peygamberin zevcelerinden Ayşe ve Su
de yerleştirildi. Muhammet, Sudeyi hicretten pek az evvel
Mekkede almıştı. Ayşeyi ise Medineye geldikten sekiz ay
sonra, nikahladı. Ayşe, o vakit dokuz yaşındaydı. Annesi
onu bir gün arkadaşlariyle salıncak sallanırken çağırdı. Ço
cuk, olup biten şeylerden haberi olmadığı halde soluk so
luğa geldi. Annesi, onu elinden yakaladı, soluması geçince
ye kadar kapı eşiğinde tuttu, alnının terini sildi, yüzüne ve
başına soğuk su serpti, içeriye toplanıp oturmuş birtakım
kadınlar çocuğu dualar, senalarla karşıladılar. So�ra, önle
rine alıp süslediler. Peygamber geldi küçük gelini utancın
dan kıpkırmızı olduğu halde Muhammede teslim ettiler.
Muhammet, zevcelerinin arasında en ziyade onu tercih
etti ve onun bütün çocukluklarına göz yumdu.
Ayşe, zeki, sevimli, fakat hafif, hercai, dakikası dakika
sına uymaz bir kadındı. Ayşe, pek az zaman içinde büyük
bir nüfus ve kudret kazandı. Müslümanlığın ilk yarım as
rında onun daima iyi ve hayırlı bir rolü olmamıştır. Ancak
şimdilik gayet canlı, gayet neşeli bir küçük kızdı ki içinde
aynı zamanda bir kadın ruhu da uyanmıştı. O, daima alay
alay bebeklerle oynuyor ve Muhammet, - sade olmıyan
her şeyden nefret etmesine rağmen - evini garip çehreler,
kanadlı atlar, kara kartallar ve türlü masal hayvanları re
simleriyle döşeyen yabancı memleket kumaşlarına göz yu
muyordu. Kıble ile kendisi arasına bu resimlerden biri gir
diği zaman - zihnini meşgul etmemesi için - derhal gö
zünün önünden kaldırhyordu; yahut da Ayşeden bu re
simli kumaşları keserek daha az göze batan yashklar yap
masını istiyordu. Rivayete göre peygamber demiştir ki:
«Kıyamet günü Allah bu sanatkarlara yaptığınız bu resim
lere can veriniz bakalım» diyecek ve onlar korkunç bir te
laşa düşecekler.
158
Zaferler, çapullar, ticaret seferleri Araplara zaman za
man bazı lüks eşyası temin ediyordu. (Mesela beş dirhem
- zamanımız parasına nazaran üç frank -kıymetinde bir
korsa Ayşeyi adeta kibarlaştınyordu).
Fakr ü zaruretleriyle beraber süse ve ihtişama düşkün
olan hisli Araplar, medeniyet mahsulü olan kumaşlar ve
halılardan çok zevk alıyorlardı. Fakat Hicaz Çölünde hiçbir
şey, insanların uzun zaman kıtlık ıshrabı çekmelerine ma
ni olamazdı. Muhammedin ve sahabelerinin hergünkü yi
yeceği çok sade ve fakirane idi. Un, yahut kavrulmuş arpa
ile hurma, su veya sütten mürekkep bir nevi çorba onların
en bellibaşlı yemeklerini teşkil ediyordu . Kalburları olma
dığı için unlarını eliyemezler, unun üstüne kuvvetle üfle
mek suretiyle kepeğin bir kısmını uçurmakla iktifa ederler
di. Araplar, bu kepekten de ayrıca bir çorba yaparlar, ya
hut onu süt ve bal ile karışhrırlar ve et ile zerzavah kayna
tarak çıkarıla.n bir suya doğranmış ekmek parçalarının üs
tüne dökerlerdi. Buğday ekmeğine gelince, bunu oralarda
hemen hemen
bilmezler, çok kere yalnız su, süt ve hurma ile yaşarlar
dı. Yemekler yere serilmiş bir hasır üstünde yenir ve par
makları silmek için ayaklar ve koltuk altlarından başka
havlu kullanılmazdı. Muhammet, birçok defalar aç kaldı.
Bir gün evinde bir ölçek buğdayı kalmadığı için elbisesini
bir Yahudiye terhin ederek borç para aldı.
Mahsul, çapul ve kervanlar zamanında bu mahrumiyet
lerin acısı oldukça çıkıyordu. Arapların midesi perhize ve
açlığa olduğu gibi çok fazla yemeklere de dayanıklıdır.
Muhammet, çok kere ziyafetlere davet ediliyordu. Koyun
küreğini, bol salçalı kabağı, balı ve umumiyetle tatlıları se
viyordu. Necid bedevileri gibi kızarmış kertenkele yemek
ten imtina ediyordu. O, zaten daima kanaatkarlığı, sofra
dan tamamiyle doymamış olarak kalkmayı, mide ve barsa
ğın yarısını doldurmayı tavsiye eder ve insanı sofra başın
da fazla durmağa sevkedeceği için yan üzerine yatmış ola
rak yemek yemeği menederdi.
159
İlk zamanlarda peygamberin giyecek dolabı yiyecek do
labından daha zengin değildi. Fevkalade bir ihtiyacı üzeri
ne bir kadın, bir gün ona bir rida hediye ebnişti. Fakat bir
başka adam bunu kefen yapmak için istediğinden hemen
verdi. Çünkü «O, kendinden istenen bir şeyi reddetmezdi.»
Her zamanki elbisesi kamis denen kollu bir gömlekten ve
omuzlar üzerine atılan dikilmemiş bir büyük kumaş parça
sından (rida) ibaretti. Bu kumaşlar sert yün, pamuk veya
ketendendi. Fevkalade zamanlarda daha ihtişamlı şeyler,
işlemeli veya çizgili Yemen kumaşları, hatta son zamanlar
da Şam ve İzmir ipeğinden elbiseler giyerdi. Halid bin Ve
lid ona sırma işlemeli bir büyük manto getim:ıişti. Bundan
başka Netran keşişleri ve hıristiyanları tarafından hediye
edilmiş, yahut Mısır ve Suriyeden satınalınmış resimler ve
nakıslarla süslü elbiseleri de vardı.
Rivayete göre peygamberin bir kere üç yüz deve kıyme
tinde bir elbisesi olmuş, fakat bunu yalnız bir defa giymiştir.
Umumiyetle ipeği ve fazla oyalı, boyalı kumaşları menedi
yordu.
Fevkalade zamanların ve törenlerin icabettirdiği bir ne
vi lüks ve ihtişam her günkü hayata, sadeliği ve kanatkar
lığiyle pek ala uzlaştırılabilir.
Peygamberin daima giydiği kunduralar meşin sandal
lardan ibaretti. Çok kere de yalınayak yürürdü. Habeş Ne
caşisf ona pantolonlar ve siyah çizmeler gönderdi. Pey
gamber, ayağında çizmelerle birkaç kere namaz kıldı; fakat
pantolonları hiç giymedi Muhammedin başlığı takke üze
rine sarılan bir sarıktan ibaretti. Onu sararken su dolu bir
kovayı ayna gibi kullanırdı.
Kendi sözlerine göre Muhammet «güzel kokuları, ka
dınları ve ibadeti» her şeyden ziyade severdi. Başına türlü
türlü yağlar ve ruhlar sürer, bunlar elbiseleri üzerine dam
lıyarak onu «bir yağ ve ıtır tüccarı zannedilecek» bir hale
getirirdi. Saçı ve sakalı kosmetikle cilalı idi. Sarığının altına
koyduğu takke yağ içindeydi Gezdiği, dolaştığı yerlerde
hafif bir koku dalgası kalır geceleri onun bir yerden geçtiği
kokusundan anlaşılırdı.
1 60
Peygamber, takma dişlere müsaade ederdi. Osmanın
ağzında bir altın kenetle tutturulmuş takma bir diş vardı.
Bundan başka iğreti burunlara da bir şey demezdi. Hatta
yoldaşlarından biri onun tavsiyesi üzerine, kendisine bir
alhn burun yaptırmıştı. Saçlara şiddetle düşmandı.
Peygamber, tırnaklarına kına koyar, gözlerine sürme
çeker ve yatmadan evvel dişlerini ucu çiğnenmiş bir tahta
parçasıyle silerdi. Sonra adi bir kilim yahut da hurma lifiy
le doldurulmuş bir yatağa-haşarata, kovmak için ihti
mamla silktikten sonra - uzanıp yatardı. ·
1 61
Muhammet, biraz fazla şehvetperestti. Fakat hiçbir za
man paraya tapan, öğüngen, mevki, büyüklük hırsı ve ta
assupla kurumuş bir insan olmadı. O, tatlı, hassas, insani
yetli bir adamdı. Hatta Allahtan ilham aldığını zannetme
diği zamanlarda, biraz iradesiz ve azimsiz bile olurdu.
Herkese karşı sevimli ve daima sade ·idi. Onun kendi eliy
le odasını süpürdüğünü, elbiselerini, ayakkabılarını tamir
ettiğini, koyunlarını sağdığını, camide sırt üstü yere yattı
ğını, bir kediye kapıyı açmak için yerinden kalktığını, has
talanmış bir ihtiyar horozu tedavi ettiğini, alnının terini ko
lu ile sildiğini, eline biraz para geçer geçmez sağa, sola sa
daka dağıthğını, kendisini bir dünya hükümçları şeklinde
gösterecek her şeyden mümkün olduğu kadar kaçtığını,
kendisine «efendimiz» diye hitabedilmesini menettiğini,
sarayı .ve nazırı olmadığını, yalnız birkaç müşavir. ve katip
le iktifa ettiğini ve parmağında bir gümüş yüzük üstünde
«Muhammet Resulullah» yazılı bir mühür taşıdığını görü
yoruz.
Bundan sonra muharebeler onun zamanlarının en çok
kısmını alacaktır. Medinede zamanını farz veya sünnet na
mazlara� hutbelere, çalışmağa ve ev hayatına hasrediyor
du. Fakat eğlencelere ve oyunlara düşman değildi. Bir gün
Ayşeye. camide kalkan ve kılıçla oyun oynıyan Habeş
oyunculanni seyre gitmelerini teklif etti. Kadın, sevincin
den çıldırdı, kocasının yanına oturdu, yanağı onun yanağı
na sürünerek muharebe taklidi yapan Habeşlerin uzun, na
rin vücutlarını seyretti.
Ömer, bu oyuncuları kovmak istemişti. Muhammet
ona: «Bırak onları, dedi, her milletin kendine göre eğlence
leri, şenlikleri vardır. Bugün de bizim şenliğimizdir» ve
oyunlara başlamak emrini kendisi verdi. Bir başka gün,
Ebu Bekirin itirazına rağmen, iki Medineli kadının, Ayşe
nin karşısında eski dahili muharebelere dair kasideler oku
masına göz yumdu. Ebu Bekir bu şiirleri şeytan işi addedi
yordu.
Belki de bir erkek evlada malik olamamak acısından ile-
1 62
ri gelen bir muhabbetle çocukları çok sevdiği için onlarla
oynamaktan pek hoşlanırdı. Cemaatle kılınan namazlar es
nasında torunlarının omuzlarına sıçramasına, yahut hutbe
söylerken onların rnimber önünde oynamalarına müsaade
ederdi.
Bir gün Muhammedin beğenip methettiği bir san elbise
giyinmiş bir küçük kız onun omuzlan arasındaki urla, o
meşhur peygamberlik mühriyle, oynamağa kalkmışb. An
nesi onu azarlamak isteyince Muhammet <�Bırak» dedi ve
çocuğa dönerek: «Onu aşındır, del, sonra aşındır, del, sonra
aşındır, del» dedi.
Bir gün de iki öksüz kız çocuğuna gerdanlıklar, bilezik
ler takmakla eğleniyordu. Zeydin oğlu Usamenin -pey
gamberin sevgilisinin sevgili oğlunun- kız olmadığına ha
yıflandığını, öyle olsaydı onu baştan ayağa mücevherlere
garkedeceğini ve Medinenin en güzel gelinlik kızı haline
sokacağını söyledi.
Muhammet, çöl bedevilerinin çocuklarını öpmemelerine
hayret eder. «Hatta kız çocuklar bile ana babalarını cehen
nem ateşinden koruyacaklardır» derdi. Bir gün memeleri
sütle şişmiş bir esir kadının sokakta bulduğu çocukları göğ-·
sünün üzerinde sıkbğını gördü. Onu misal olarak gösterdi
ve dedi ki: «Allahın kullarına karşı olan hayırhahlığı bu ka
dının çocuğuna olan hayırhahlığından daha büyüktür.»
On seneden beri onun hizmetçisi olan Enas onun sabrını
ve bu zaman zarfında ondan hiçbir defa azar işitmediğini
söyler.
Herkese ve hatta fena bir gözle gördüğü insanlara bile
sevimli bir muamelesi vardı. Hiçbir zaman fena söz söyle
mez, kaba kelimeler kullanmazdı. Yalnızlığı çok sevdiği
halde kendini görmek isteyenleri geri çevirmezdi.
Kuran; haber vermeden onun odasına girmeyi, lüzumu
olmadıkça fazla taciz etmeyi, evinde olduğu zaman çıkma
sını ve söz söylemesini bekliyecek yere onu yüksek sesle
çağırmağı, onun sesinden daha yüksek sesle konuşmağı
menetmiştir.
1 63
İlk günlerin, şevk ve heyecanından sonra Muhammet,
Medinede bazı güçlüklerle karşılaşmaktan hali kalmadı.
Onun gelmesi bazı kimselerin menfaatine dokunuyor, ba
zılarının hesap ve işlerini bozuyordu.
Hazreç kabilesi reisi Abdullah bin Ubey, Medineye ha
kim olacağını ummuştu. Bu ümidini boşa çıkardığı için
peygamberi bir türlü affedemiyordu. Muhammetten mem
nun olmıyan daha başka kimseler de Abdullahın etrafında
toplandılar.
Bir gün Muhammet, eşeğine binmiş, yanında birkaç ar
kadaşla Sad bin Ubadenin evine gidiyordu. Yolda Yahudi
ve putperestlerden mürekkep bir kalabalığa rastgeldi. Bun
ların arası:qda Abdullah bin Ubey de bulunuyo'rdu. Abdul
lah, mağrur bir tavırla:
- Uzak git, dedi, eşeğin fena kokuyor, bizi toz içinde
bıraktın.
Müslümanlardan biri:
- Resuh111ahın eşeği senden çok iyi kokar, diye bağırdı.
Küfürler ve dövüş ... İki taraf hurma dallan, yumruklar
ve tekmelerle biribirine girdi. Muhammet, eşeğinden indi,
bin zahmeÜe kavgayı bashrdı. Peygamber, bu adamları ik
naa çalişıyö'r, Kurandan parçalar okuyordu.
Abdullah lledi ki:
1 64
reisi olan bu adam, daima alttan alta Muhammede birta
kım güçlükler çıkarırdı. Peygamber de onu daima idare et
mekle beraber taraftarlarını «münafıklar», ismiyle yere
vurdu.
1 65
Böyle ·bir yeminden sonra çöle dönmek din değiştirmek
nev'inden bir günahb. 1
Peygamber de, ilk halifeler de göçebe hayabrun cazibe
sine karşı uzun uzadıya mücadele etmişlerdi. Bu cazibe o
kadar kuvvetli idi ki bir bedevi, Medinede sıla hastalığına
tutularak intihar etmişti.
Peygamber, müstakbel ümmeti için «sut» ten� yani be
devi hayatının cazibesinden çok korkuyordu. Halbuki son
radan müslümanlığı insanları bedeviliğe teşvik etmekle,
haksız yere, ittiham etmişlerdir.
Muhammet, Medinede geçirilecek hayabn fayda ve fa
ziletlerin�en uzun uzadıya bahsederdi. Halbuki bu şehir
de, velevki pek kısa bir zaman oturmak, kamı şişirmeğe,
vücudu bir kuru kemikten ibaret bırakmağa . kafi gelirdi.
Muhacirler orada· humma hastalığından çok sıkıntı çekmiş
lerdir.
Muhammet, bedevilerin her türlü yolsuzluklarına ta
hammül ederdi. Bir gün bir bedevi, caminin ortasına işe
miş, peygamber, ona hakaret edilmesine mani olmuş: «Bı
rakınız işini bitirsin, sonra oraya bir kova su döküverirsi
niz» demişti. Bir başka bedevi, bir gün peygamberin rida
sını o kadar kuvvetle çekmişti ki vücudunun derisi sıyrıl
mışb: «Ey Muhammet, Allanın sana verdiği mallardan ba
na da bir hisse ayrılmasını emret». Peygamber, gülerek ona
dönmüş ve bir hediye verdirmişti ... Buna mukabil onlarda
ki imansızlığa karşı son derece şiddetli davrarurda.
Kuran, göçebelerin imansızlığını ve sık sık ihanet etme
lerini acı bir lisan ile tenkideder. Peygamber, kendileri için
sahte atalar uyduran ve «deve tüyünden çadırlar albnda
yaşıyan yaygaracı bedeviler» in boş övünmelerini de mu
aheze ederdi.
Muhammet, kendi maneviyatperestliğini ve Allanın
dünyanın mutlak hakimi olduğu hakkındaki kanaatini on
lara telkin için çok zahmet çekerdi.
Şayet Medineye gelen Araplardan birinin kansı bir oğ
lan çocuk ve kısrağı bir tay dünyaya getirirse «bu din mü-
166
kemmel bir dindir» derdi. Fakat karısı ve kısrağı kısır kalır
sa «bu ne fena din» diye yaygarayı basardı.
Bedevi, çok müspet bir insandır; rastgeldiği insanları öl
dürerek soymak, fakat buna mukabil öldürülmek tehlikesi
ne pek az düşmek ister; cömertliği ve kahramanlığı için
methedilmesini pek sever. Köylüler tabiatteki güzellikler
den ne kadar az anlarlarsa bedeviler de çölün -tabir caiz
se- Birallahçı güzelliğinden o kadar az anlar.
Peygamberin vaiz ve nasihatleri şehir halkına bedevi
lerden daha fazla tesir ediyordu. Çünkü onlar daha çok
yontulup incelmiş; çiftçi Yahudiler, tüccar hıristiyanlarla
sık sık temasta bulunmak sayesinde müslümanlık fikrine
daha ziyade hazırlanmışlardı.
1 67
13
Bedir Muharebesi
168
Adem Babanın günahından itibaren baştanbaşa bir ka
rışıklık ve intizamsızlık toprağı olan bu dünyada şiddet
esasen fena bir şey addedilemez. Şiddet, gerçi bir haksızlık,
bir fenalığa karşı ihtiyar edilmiş bir haksızlık ve bir fenalık
tır. Fakat insan, fenalığın zaferi karşısında daima kollarını
bağlayıp duramaz.
Kendi yanaklarımızdan birine inen bir tokata karşı öte
ki yanağımızı uzatmak vazifesi ile öldürülen bir çocuğun
imdadına koşmak vazifesi arasında zarı:ıri bir zıddiyet
mevcut değildir.
Müslümanlar, kendilerine yapılan zulümleri tam on se
ne hiç ses çıkarmadan sineye çekmişlerdi. Kuran, o vakit
onlara her şeye sabretmelerini emrediyordu. Bugün onlar
vatanlarından sürülüp çıkarılmış bulunuyorlardı. Reisleri
nin başını getirene bir mükafat vadedilmişti; müslümanlar
şimdi bir devlet teşkil ediyorlardı. Hicretten itibaren put
perestler, memleketi ile peygamberin şehri arasında, bil
kuvve, bir muharebe başlamıştı. Bugün muharebe, müslü
manlığı kurtarmak için tek bir vasıta, bir hayat memat me
selesi gibi görünüyordu. Kureysller Medineye hücum
ederler ve galip olurlarsa her şey bitmiş sayılırdı. Müslü
manlar, şimdi «Öldürmek ve ölmek»; «bizim mabudumuz
Allahtır» demekten başka günahları olmadığı halde insaf
sızca kendilerini memleketlerinden kovanlarla çarpışmak
mecburiyetinde idiler. Din ve vicdan hürriyeti ancak mu
harebe vasıtasiyle kurtarılabilecekti. «Allah yolunda öl
mek» şehidolmaktı. Kureyşller, Arabistan kabileleri ve hat
ta Medine Yahudileri müslümanlara karşı bir ittifak yapa
caklar ve müslümanlığın muvaffakiyeti için pek zayıf bir
ümit kalacaktır.
Kuran; bundan sonra müminleri cesaret ve hamiyete
teşvik eden bir muharebe marşı, reislerinin bir gün emirle
ri mecmuası olacaktı. Kuran; uyuşukları, miskinleri kamçı
lıyacak, müteredditleri utandıracak, hilekarları, münafıkla
rı, bozguncuları meydana çıkaracak, şehitlere cennetin se
rin gölgeliklerini va' dedecektir. Silah altında geçen bir ge
cenin bir aylık oruç ve namaz kadar değeri vardır.
169
«Allah, müminlerin mallarını ve canlarını sahnalrnış,
buna mukabil onlara cenneti vermiştir.»
Kuran, Acemleri yenen, Suriye kiliselerini ve bunun ne
ticesi olarak Hicaz rnüslürnanlarını kurtaran Yunanlıları,
rnüslürnanlara misal olarak gösterir.
İlk rnüslürnanların bu vaziyeti, çok kere, ilk hıristiyan
ların vaziyetleriyle karşılaştırılır. Cellatlarına dua ederek
ölen ilk hıristiyan kurbanı «Saint Etienne» düşmanlarına
lanet eden: «Ey Allahırn, onları birer birer say ve biribiri ar
kasından helak et» diye bağıran ilk rnüslürnan şehit Hu
beybden daha ziyade takdire layık görülür. Fakat her ikisi
de imanları için ölüyor ve şehadet tacını giyeceklerine
inanmış b�lunuyorlard1. Vakalar ve teferruat arasında fark
vardı. Fakat esas ve asıl birdi.
Roma, muntazam kanunları ve teşkilah olan son derece
medeni bir devletti. İlk asrın silahsız hıristiyanları munta
zam bir hükürnetin vatandaşları, kayserin tebaası hük
münde bulunuyorlardı, Isa Peygamber, onlara «Kaysere
ait olanı kaysere veriniz» diye emretmişti. Şu halde bu hı
ristiyanlar -tıpkı Sokrat gibi- kanuni bir surette, hüküm
giyrneğe ve idam edilrneğe razı olmaktan başka bir şey ya
pamazlardı. Biribirleriyle daima kavga ve muharebe eden
birtakım kabileler ve aşiretlerden müteşekkil bulunan baş
sız ve hükürrıetsiz Arabistanda ise kılıçsız ve mızraksız so
kağa çıkılamazdı. Dernek ki müslürnanlar, vakaların sevk
ve icbariyle muharebeye sürükleniyorlar ve ancak kendi
meşru müdafaa haklarından istifade ettiklerine inanıyor
lardı*
Muhammet, müminlere diyordu ki: «Sizden evvel öyle
170
adamlar vardı ki bir insanı tutarlar, başına bir testere koya
rak onu ikiye biçerler ve etlerini demir taraklarla kemikle
rine kadar tararlardı. Fakat bu insan, imanını inkar etmez
di. Müslümanlığın başladığı iş o şekilde tamam olmalı ki
bir atlı, kendi şahsı için Allahtan ve sürüsü için kurttan
başka bir şeyden korkmadan San' adan Hadramuta kadar
gidebilmeli. Fakat bunun için acele etmelisiniz.»
Mukaddes muharebe nazariyesi insanları kılıçla tehdi
ederek dine davet etmek değildi. «Dinde zorlama yoktur.
Doğru yol kendini yanlış yoldan kafi derecede tefrik etti
rir.» Kuranın bu ibaresi gayet açıktır. O, ilk olarak hücum
etmemeği ve hiçbir zaman itidalden ayrılmamağı emret
miştir.
Cihat için biribiri ardınca; parça parça gelen vahiyler,
zaman vakalatına ve değişen vaziyetler ·katşisında Mu
hammet ve arkadaşlarının ne suretle hareket· edeceklerine
dair birtakım emirleri ihtiva ediyordu. Bu aye'tleıi· ' başka
haller ve vakaları teşmil etmek ve onlardan u:riı'.urni bir na.:.
zariye çıkarmak doğru olamaz. Bundan başk'a'riiaadi men
faatler dine ait menfaatlere karışmış ve çok ':t<�re cnnelf ha
yatta onlara tefevvuk etmiştir. Cihat, evvela -�r "yasita iken
sonradan bir gaye şeklini almış ve manevi"Şey1'ef dünya
-
menfaatlerine -bazan pek göze batacak şekihte-:- kurban
'
edilmiştir. Daha peygamber zamanında bazi itiii's�üinamar
mukaddes muharebeyi faydalı bir çapul vasitasi telakki
ediyorlardı. Bir sefer esnasınd-a birkaç kişiye rastgeldiler
mi kim olduklarını sormadan öldürüveriyorlar ve-kendile
rini haklı göstermek için onların dinsiz olduklarını söylü
yorlardı. Kuran, böyle halleri çok şiddetle tenkideder. Mu
hammet, gerçi muharebelerin heyecan ve ateşi içinde çok
defa ifrata gitmiş, düşmanların şiddetine şiddet, desisesine
desise ile karşı koymuştur. Fakat o, serin kan ile pek nadi
ren zulüm yapmış ve hemen her zaman itidal ile hareket
etmiştir. Peygamber, Mekkelilere karşı kazandığı son bü
yük zaferde tarihte pek nadir misallerine tesadüf edilen bir
ruh büyüklüğü göstermiştir. Askerlerine zayıfları, ihtiyar-
1 71
lan, çocukları, kadınları esirgemeyi emreder. Evleri yıkma
yı, mahsulleri almayı, yemiş ağaçlarını kesmeyi meneder
di ... O, ancak kat'f ihtiyaç zamanında kılıç çekmeğe müsa
ade etmiştir. Muhammedin kendi kumandanlarından bir
çoğunu ifratlı hareketlerden dolayı tenkidettiğini ve onla
rın yaphkları zararları tazmin ettiğini görürüz.
Peygamber, bir tek ruhun en zengin fetihlerden daha
değerli olduğunu söylerdi.
O zamanlarda her nevi muharebenin en tabif neticesi ça
puldu. Ticaret ve çobanlıkla beraber çapul, Arapların millf
bfr sanatı hükmündeydi. Muhammet, onların çapul husu
sunda ne ,kadar zayıf olduklarını bildiği için buna için ver
diğini söyledi. Fakat bunu sıkı bir nizama bağladı. Düşman
dan alınan malın en büyük kısmını sadakalara ve ordu
masrafına tahsis etti. Esirlerin taksiminde çocukları anala
rından ayırmayı yasak etti. Milletinin seciyesini kökünden
değiştirmek onun elinde olan bir şey değildi. Fakat onu bir
çok noktalarda ıslaha muvaffak oldu. Kendisi ırkının ve za
manının okuyup yazmaz, hemen hemen cahil bir çocuğuy
du. Fakat Allahın merhamet ve inayetine hudut olmadığı
nı biliyordu.' Öyle görünür ki o, kendini olduğundan daha
iyi bir irısan haline getirmek ve tabiatindeki intikam meyli
ni yenmek için çok uğraşmıştır. «Hakaretleri affeden kim
se peygamperliğe çok yakınlaşİnışhr» derdi. Belki her hu
susta kemal noktasına erişemediği için muztarip de olu
yordu.
Muhammede mensub olanlardan birçoğu harikulade
zaferler neticesinde zengin oldular. Büyük yoldaşları Hus
revi Pervizin hazinelerini ve Mısır kiliselerini yağma ederek
büyük servetler elde ettiler. Aslı, nesli belli olmıyan birta
kım bedeviler, kollarına Sasanf imparatorlarının mücevher
lerini taktılar. Ezzübeyr elli milyonluk bir servet bıraktı.
Peygamber, bir gün istikbali düşünerek dedi 'ki,: «Sizin için
asıl korktuğum şey, dünya mallarının fazla bolluğudur.»
Fakat Mus'ab bin Umeyr, Uhüd muharebesinde öldüğü
zaman o kadar fakir idi ki cenazesini gömmek için gayet
172
kısa bir bez parçasından başka bir şey bulamadılar. Bu bez,
zavallının yalnız gövdesini örttü ve bacaklarının üstüne bir
tutam ot serptiler.
Abdullah bin Avf Allah uğruna her şeyi feda eden ve
bütün malını, mülkünü Mekkede bırakan bu şehidi hatırlı
yarak: «Ü, bizim, hepimizden daha değerliydi. Sonradan
elimize çok dünya malı geldi. Sakın biz mükafatımızı bu
yalan dünyada almış olmıyalım?» demiş ve ağlamağa baş
lamıştı.
Muhammet, on senede etrafa kırk kadar sefer heyeti
gönderdi. Becerikli bir yalancı zannetmiyenlerin saralı bir
meczup olarak tasvir ettikleri bu adam, bizzat otuza yakın
sefere iştirak etti, on muharebede kumandanlık yaptı; bun
dan başka da gayet müşkül birtakım müzakereleri idare et
ti.
Arabistan seferlerini idare eden bir insanın vücutça ne
kadar dayanıklı olması lazım geldiği malumdur. Elindeki
kudret ve kuvvetin daima sarsıntıda ve tehlikede olduğu
nu gören ve ahalinin kararsız taraftarlığından başka hiçbir
şeye istinadetmiyen bir Arap seyyidi son derece sebatkar
bir insan, son derece dikkatli ve yorulmaz bir diplomat,
son derece azimli ve ince bir reis olmağa mecburdur. Mu
hammet, bu güç ve yıpratıcı sanatte fevlade mu�affak ol-
muştur.
Peygamber, Medineye yerleşir yerleşmez muharebe ha
zırlığına başlamıştı. Yakalar onu birdenbire bir orduya sa
hibediyordu. Vatanlarından kovulan ve Ebu Süfyanın teş
viki üzerine Mekkedeki malları zaptedilen, evleri satılan
muhacirler intikam almaktan başka bir şey istemiyorlardı.
Medinedeki Ensar ise her hangi bir muharebede pey
gamberin ardından ayrılmamağa yemin etmişlerdi. Şehir,
yeni gelenleri beslemekte güçlük çekiyordu. Muhammet,
Medineye geldikten birkaç ay sonra etrafa muhtelif sefer
heyetleri gönderdi. Mesela amcası Ha:µı.zayı otuz muhacir
le deniz kenarına, Ubeyde bin El Harisi altmış kişi ile baş
ka bir semte gitmeğe memur etti. Bunların vazifesi Mekke
kervanlarını gözlemek olacaktı.
173
Hamza, birkaç Kureyş kervanına rastladı. Fakat onlara
hücum etmeğe hazırlandığı sırada o yerin şeyhi ortaya atıl
dı ve iki kafileyi biribiriyle vuruşmaktan menetti. Ubeyde
de adetçe daha çok Kureyşflere tesadüf etti. Fakat onlara o
kadar cüretle hücum etti ki Mekkeliler onun arkasında bü
yük bir ordu var sandılar ve bir tuzağa düşmekten korka
rak süratle kaçtılar. Gizlice müslüman olmuş bulunan iki
Mekkeli bu fırsattan istifade ederek kaçtı ve· Hamzanın at
lılariyle birleşti. Çarpışma olmadı; yalnız Sad bin Ebi Vak
kas tarafından atılan bir ok -mukaddes muharebenin ilk
oku- bir putperesti delip geçti.
Az zaman sonra Muhammet, Medineden ç�ktı ve yanın
da ikiyüz ' adamla Bovat mevkiine gidip yerleşti. Fakat bir
ay boş yere orada durduğu halde beklediği kervanı ele ge
çiremedi.
Muhammet, eylül ayında Uşeyreye geçti. Bu defa mak
sadı Mekkelilerin Suriyeye gönderdikleri kış kervanını el
de etmekti, Bu, her halde çok büyük bir teşebbüstü. Bu ker
van, bin deve ile kırk elli muhafızdan ibaret bulunmasına
rağmen . uzw zamandan beri gönderilen kervanların en
ehemmiyetlisi idi. Mekkelilerin koydukları sermaye elli
bin altın dinar, yani bir milyondu. En büyük bankacılardan
en fakir inscı.nlara kadar hemen bütün şehir ondan hisse al
mıştı. Yalnız Ümeyyelerin kırk bin dinarlık malları vardı ki
bunun otuz bini Ebu Uheyhe müessesesine aitti. Bu mües
sese, hissedarlarının koyduğu paraya kendi ihtiyat parala
rını da katmış ve en aşağı yüzde elli nisbetin de bir kar ge
leceğini temin etmişti. Onun içindir ki Ümeyyelerden Ebu
Süfyan, bu seferin başkumandanlığını ve idaresini bizzat,
deruhde etmiş ve delil, hafir gibi memurları doğrudan
doğruya kendi emri altına almıştı. Delil bir nevi kılavuzdu
ki yol gösterir ve konak yerlerini tayin ederdi. Hafir ise
kervanın, geçtiği yerlerde, toprak, otlak ve kuyularını kira
ladığı kabile ve aşiretlerin, para mukabilinde, himayesini
satınalmak suretiyle emniyeti temin ederdi.
Peygamber, bu defa da kervanı vurmağa muvaffak ola
madı. Avını elinden kaçırdı ve bir ay sonra, oradaki kabile-
174
nin ittifakını temin etmekten başka bir netice alamadan ge
ridöndü.
Kureyşflere gelince, onlar da pek boş durmuyorlardı.
Küçük bir atlı kafilesi Medine kapılarına geldi ve birçok za
rarlar yaptı. Muhammet, onları yakalamak için şehirden
çıkh çe Bedir mevkiine kadar, beş yere, kovaladı, Muham
met, sonbaharda Abdullah bin Cahşı sekiz muhacirle bera
ber yola çıkardı. Abdullahın vazifesi Mekkenin öte tarafla
rına, Taife, doğru sarkmak ve Kureyşflerin hareketlerini
gözlemekti. Bu vazife çok güç başarılır bir işti. Peygambe
rin emirleri kapalı bir zarf içindeydi. Kafile reisi onu ancak
yolda açabilecekti.
Abdullah bin Cahş, emri okuduktan sonra adamlarını
topladı ve onlara kendisini takibetplek veya geriye dön
mek hususlarında serbest bulunduklarını söyledi. Onlar
büyük bir dikkat ve ihtiyat ile düşman şehrin civarından
geçtikten sonra, Mekke ile Taif arasında Nahle mevkiine
geldiler ve deve yolunun geçtiği vadi üstündeki ormanda
pusu kurdular.
Recep ayı giriyordu. Recep, her türlü düşmanlık hare
ketine fasıla verilen mukaddes ayların birin.tisi idi. Taif
ahalfsi meyvalarını toplamış ve dağlarında yetişen üzüm
leri kuruhnuştu. Dokuz müslüman, bulundukları orman
dan yolu gözlüyorlar ve ne iş göreceklerini pek iyi bilemi
yorlardı. İşte o vakit yoldan, İbni El Hadramliıin idaresi al
tında, Taiften Mekkeye üzüm götüren, bir küçük kervan
geçti.
Putperestler geçiyor! Ne yapmak lazım? .. Damarlardaki
atalardan kalma çapulcu kanı kaynamağa başladı... hakiki
müminleri yuvalarından, ocaklarından kovan bu putpe
restlere karşı dayanılmaz bir hiddet ve nefret! Abdullah ve
adamları bu duygulara karşı koyamadılar; gizlendikleri
yerden çıkhlar; tepenin yokuşlarından uçar gibi indiler; yo
la vardılar; tüccarlardan birini öldürdüler, ikisini esir etti
ler. Ötekiler hayvanlarını ve mallarını müsümanlara bıra
karak kaçtılar. Abdullah ile arkadaşları yağma edilen mal
ları, beşte birini peygambere ayırmak üzere, paylaştılar ve
175
yolda hiçbir arızaya tesadüf etmeden Medineye döndüler.
Memlekette büyük bir gürültüdür koptu. Mukaddes
mütarekeye taarruz edilmişti. Bütün Tihame nefret ve he
yecan ile sarsıldı. Hatta Medinede bile mukaddes şeylere
tecavüz mahiyetinde addedilen bu hareket için ileri geri
söz söyleniyordu, Muhammet, Abdullah ile arkadaşlarını
azarladı ve bu meşru olmıyan çapuldan kendine ayrılan
hisseyi reddetti. Abdullah ile arkadaşları o kadar mütees
sir oldular ki adeta hastalandılar.
Böyle olmakla beraber bir zaman sonra Muhammede
bir vahiy geldi: «Mukaddes aylar esnasında muharebe et
menin bir cinayet olduğu muhakkaktır. Fakat şu da var ki
Allaha karşı durmak, putperestlikte inadetrnek, Allanın
has kulunu Kabeye (Beytullaha) girmekten menetmek, onu
ve ailesini vatanından kovmak bundan daha büyük bir ci
nayettir.»
176
yanlarında, mahfazalar içinde, muharebe zırhları sarkıyor
du. Ali, muhacirlerin «Kartal» denen kara bayrağını götü
rüyor, Ensar da yine siyah renkte olan kendi bayraklarını
taşıyorlardı. Yol üstünde bir bedeviye tesadüf edildi ve
Kureyşfleri görüp görmediği soruldu.
Bedevi «hayır» diye cevap verdi,
Müslümanlardan biri:
- Peygambere selam ver, diye emretti,
- Vay sizin aranızda bir peygamber mi var?
- Evet.
- O halde devemin karnında ne olduğunu bana söyle-
sin. Muhammet, cevap vermedi. Fakat şakacı bir adam
olan Selma bin Melame kaba bir latife sarfetti :
- Peygambere sorma. Bunu ben sana söyliyeyim. De
venin karnında senin kendi sulbünden bir çocuk var ..
Muhammet Selmaya: -Böyle kaba sözler söyleme, dedi.
177
- Ailenizden birinin peygamberlik davasına kalkması
yetmedi mi ki şimdi de, başımıza bir kadın peygamber çı
karıyorsunuz? Üç güne kadar bu rüyanın aslı çıkmazsa si
zin Beni Haşim. ailesinin Arapların en yalancı ailesi oldu
ğuna hükmedeceğiz.
Fakat bu esnada, şehre toza, toprağa batmış bir süvari
giriyor, Kabe meydanında atını durduruyor, atalardan kal
ma tiyatrokari bir usul üzere elbisesinin önünü ve arkasını
yırtmağa, atının kulaklarını yarıp eyerini devirmeğe, bir
şeytan gibi çarpınıp çırpınarak korkunç, uğursuz seslerle
bağırmağa başlıyordu :
- İmdat, imdat, ey Kureyşfler!
Bu adam, kelimeleri meşum bir ahenkle uzatıyordu. Ni
hayet, Ebu Süfyanın kervanının Muhammet tarafından teh
did edilmekte olduğunu ve Araplann servetini kurtarmak
güç olacağını izah etti.
Kureyşliler «Bakalım görürüz. Bu sefer Nahlede yaptık
larını yapabiliyorlar mı?» diye bağrıştılar.
Bazıları komşu kabileleri imdada çağırmağı, esirleri ve
Ahabişleri silah altına almağı teklif ediyorlardı. Bazıları ise
«Buna zaman yok. Ne kadar çabuk hareket edersek muvaf
fakiyet o ka<l"ar artar» diyorlardı. Bu ikinci rey, galip geldi
ve Kureyşliler, ne para ile muharebe eden Ahabişlere, ne
civardaki serseri güruhuna başvurmağa vakit bulamadan,
palaspandıtas, şehirden çıktılar. Bu işi gücü, hali, vakti ye
rinde adamlar, alelacele silahlanmış, dükkanlarını, tezgah
larını bırakarak deve sırtına binmişler, kalemlerini, hesap
defterlerini ellerinden atarak mızraklar, kılıçlar almışlardı.
Kendileri muharebeye gidemiyecek olanlar yerlerine
bir adam gönderiyorlardı. Ebu Leheb kendisine dört bin
dirhem borcu olan El Asi bin Hişamı vekil tayin etti. Bun
dan başka mızrak atmakta mehareti olan birkaç Habeş esi
ri de kafilenin içine karıştırdılar.
Kureyşflerin ordusu bin insan, yedi yüz deve ve iki yüz
attan mürekkepti. Asker ve süvarisinin çokluğu itibariyle
düşmanına faik olduğuna inanan bu ordu, vakit geçirme
den, Bedir yolunu tuttu.
178
Müslümanlar, vadinin -Mekkeye karşı olan- şimal ve
şark tarafındaki bayırlara yerleşmişlerdi. Binecek şeyi
olanların elinde mızrak ve kılınç, piyadelerde yay ve ok
vardı. Vaziyetleri oldukça iyi idi. Civar membaların bütün
suyunu mücahitlerin ömüne getiren bir çukur açmak sure
tiyle bu vaziyeti bir kat daha iyileştirdiler. Diğer taraftan
peygamberin emniyet ve selametini temin için fevkalade
bir gayretle çalışıp çabalayan Sad bin Muaz muharebe
meydanının gerisinde, bir tepe üstünde, ona mahsus ol
mak üzere ağaç dallarından küçük bir gölgelik yaptırdı.
Ordu, geceyi burada geçirdi. Akama! tepesinin arkasın
da olan Kureyş askerleri, ertesi sabah vadiye girdikleri va
kit, müslümanlar çok mükemmel bir vaziyette bulunuyor
lardı. Tam zamanında yağan bir yağmur, kuyulan doldur
muş ve kumaları sertleştirmişti.
Müslümanlar Bedir pazarındaki kuyuya casuslar gön
dermişlerdi. Qvardaki Araplar ve büyük yoldan geçen ker
vanlar hayvanlarını burada sulamağa getirirlerdi.J3u casus
ların yakaladığı iki Arap, birkaç sopa yedikten sonra Ku
reyşlilerin Akankal tepesi arkasında olduklamrtı ve .her gün,
yemek için, on kadar deve kestiklerini haber Y.erdiler.
Muhammet, bu haberi işitince: - Demek,ki. .adetleri bin
kadar var, dedi, içlerinde Kureyş büyüklerinden.kimler bu-
lunuyor?
- . Utbe bin Rebia, Şaybe bin Rebia, Ebu Cehil� Ümeyye
bin Halef, İbni Hişam, Abbas, Ebül .Bahturi ve daha başka
ları ...
. . ..- Mekke faize adeta ka:raciğerinİ'.(en kıymetli evlatları�
nı) ikrama gelmiş . .
. ·
1 79
leri görmüşler ve bu çekirdeklerin küçüklüğünden Medine
hurması olduğunu anlamışlardı. Ebu Süfyan, bu alamete
göre müslüman ordusunun pek yakınlarda olduğuna hük
metmiş ve kervanını garba doğra sürerek deniz kenarında
ki kumsaldan geçmişti.
Kıymetli kervan, bu suretle müslümanların elinden
kurtarılınca Ebu Süfyan, Kureyşflere şu haberi gönderdi:
«Mallarımız kurtuldu. Geridönebilirsiniz.» Fakat Ebu Ce
hil, mutlaka muharebe edilmesi noktasında ısrar etti:
Biz, buraya boşuna gelmedik. Bedir pazarında bir zafer
Şenliği yapmadan dönmiyeceğiz. Üç gün burada deve eti
yiyecek ve şarap içeceğiz. Muganniyeler bizim kahramanlı
ğımıza dair neşideler, gazeller okuyacaklar ve Araplar bi
zim ne insanlar olduğumuzu anlıyacaklar.
Kızıl saçlı bodur adam, mütemadiyen çarpınıp çırpını
yor, kılıanı sallıyor, recez vezninden şiirler okuyarak yet
miş yaşının düşmanlarla çarpışmasına mani olamıyacağı
nı, anasının kendisini muharebe için dünyaya getirdiğini
söylüyordu.
Kureş keşşaflarından birkaçı Medine ordusu önündeki
çukura yanaştılar ve su içmek istediler. Peygamberin emri
üstüne müslümanlar hemen bu adamlar üzerine çullandı
lar ve yalnız biri kaçmağa muvaffak oldu.
Kureyşflerin haber almak için gönderdikleri Ümeyr bin
Vehab geridöndüğü zaman müslümanların çok iyi bir yere
yerleşmiş olduklarını ve fevkalade bir canlılık alameti gös
terdiklerini söyledi.
Ümeyr ile müslümanların elinden kurtulan keşşaflar
pek az nikbinlik gösteriyorlardı.
Utbe bin Rebia dedi ki :
- Muharebe edersek kardeşlerimizi, amcalarımızı, da
yılarımızı, yeğenlerimizi, kabilelerimiz efradından birçok
kimseleri öldüreceğiz. Memleketimize dönsek daha iyi
ederiz. Muhammet, öteki Araplarla kozunu pay etsin...
Eğer onlar Muhammedi yenerlerse ne ala ... Olmazsa da ar
tık -intikam filan gibi şeylerden: korkmağa hacet kalmaz.
180
Bu makul SQZ Ebu Cehli kızdırdı, o parıl parıl yanan zır
hını kılıfından çıkarmış, arkasına geçirmekle meşguldü.
- Utbeyi dinlemiyeceğiz, diye bağırdı, Muhammedin
ordusunda bir oğlu olduğu ve bu dişi deve yiyenlerden
korktuğu için böyle söylüyor. Allah iki taraftan biri hak
kında hükmünü vermeden evvel buradan ayrılmıyacağız.
Ebu Cehil, mukaddes mütareke zamanında Nahlede öl
dürülen İbni Hadremfnin kardeşi olan Amir bin El Hadre
mfyi araya soktu. Amir, elbiselerini yırth, soyundu, kılıcını
sallıyarak acındırıcı bir sesle «intikam, intikam» diye bağır
dı. Artık Utbeyi dinleyen kalmadı ve heybetli kureyş ordu
su hareket etti . Mekkeliler, Akankal tepesinin etrafını dön
dü ve müslümanlarla karşılaştl. Müslümanlar, zayıf bir
kervana karşı kolay ve karlı bir · muvaffakiyet kazanmak
ümidiyle yola çıkmışlardı. Karşılarında kalabalık pir düş
man ordusu görünce bir kısmının içi fena halde çürüdü.
Fakat Allah namına müslümanlara zafer va' deden pey
gamberin ateşi onları yeniden gayrete getirdi. Zaten geri
dönmek için vakit de geçmişti. Arabistan muharebeleri u
mumiyetle pek kanlı değildir. Onlar çok kere-bi:ribirini ta
kibeden teke tek vuruşmalardan, gürültülü saldırışlardan,
yalan veya sahici kaçmalardan teşekkül ederler ve ölüm
den ziyade gürültü ve patırtıya sebeb olurlar. A�ap muha
ribi farfaraca, fakat hakiki bir kahramanlıkla büyük bir ih
tiyat halitasıdır. O, ancak sıkıya gelince hayatını tehlikeye
atar ve mümkün olduğu kadar az bir zahmetle mümkün
olduğu derecede büyük bir kar elde etmek ister. «Muhare
be bir hiledir» Arap, akını daima muharebeye tercih eder.
Çöl süvarisi, bugün bile, yeni muharebenin şartları uymak
kabiliyetinde değildir. Muhammet, bir dereceye kadar
Arabistan muharebeleri tarihinde yeni bir strateji devri aç
tı ve bu, onun bellibaşlı mucizelerinden biri oldu.
Bedir muharebesi teke tek çarpışmalar ve tantanalı söz
lerle başladı.
Ebu Süfyanın kayınpederi Utbe bin Rebia kardeşi Şeybe
ve oğlu El Velid arkalarında zırhlar ve başlarında miğfer-
i81
lerle Kureyş saflarından çıkhlar ve düşman ordusunun en
kahramanlarına meydan okudular. Ensardan üç genç onla
ra karşı ilerledi. Fakat Ümeyyeler onlarla çarpışmağı kabul
etmediler:
- Hayır, hayır. Biz şehrimizin dinini inkar edenlerle
boy ölçüşmek istiyoruz, diye bağırdılar. Hamza, göğsünde
bir devekuşu tüyü, Ali -pek seyrek görüldüğü üzere
önünde ve arkasında iki zırh olduğu halde Ubeyde bin El
Haris ile meydana çıktılar ve yüksek sesle isimlerini söyle
diler.
Altı erkek şiddetle biribirlerine atıldılar. Hamza ile Ali
Şeybe ile .El Velidi öldürdüler ve düşmanı tarafından ağır
surette yaralanmış olan Ubeydenin imdadına koştular. İki
müslüman Utbeyi öldürdüler ve ayağının biri kesilmiş olan
Ubeydeyi alıp geri döndüler. Fakat Ubeyde biraz sonra öl
dü. Mekke, en iyi kahramanlarından üçünü kaybetmişti.
Kureyşliler ölenlerin yerine başkalarını çıkardılar; fakat yi
ne mağluboldular. Muhammet tarafından verilen emirler
üzerine çarpışma umumileşti. Müslüman ofkçuları susuz
luktan ölerek hendekten su içmeğe gelen Kureyşfleri delik
deşik ediyorlardı. Vakit öğledir. Güneş de gökten milyon
larca ateşli ok fırlatıyor. Peygamber, Ebu Bekirle beraber
kendisi için hazırlanan gölgeliğe girdi. Sad bin Muaz, En
sardan birkaçiyle beraber, kılıç elde, kapının önünde duru
yor. Vadide kan gövdeyi götürüyor. Bir toz bulutu içinde
feryatlar ve ekşi bir kan kokusu yükseliyor. Muhammet,
heyecan ve bir asabı buhran neticesi olarak bayılıyor. Ebu
Bekir, onun yüzü, gözü terler içinde, yerde upuzun ve kas
katı yathğını görüyor. Nihayet, Peygamber kendine geli
yor:
- Sevininiz, diyor, Allah bize yardıma gelmiştir.
Hemen atını getirmelerini emrediyor. Cebrail ona «Sen
gölgede duruyorsun, arkadaşların güneş altında çarpışı
yorlar» demiştir. Ebu Bekir ve Sadin itirazlarına kulak as
mıyarak ata biniyor. Oradan oraya koşarak arkadaşlarını
muharebeye teşvik ediyor, onlara cenneti va' dediyor.
182
O esnada hurma yemekle meşgul bulunan ve Muham
medin sözlerini işiten Ümeyr bin El Hamam ona sordu :
- Hakikaten cennet ile benim aramda yalnız ölüm mü
var?
Peygamber «evet» diye cevap verdi.
Ümeyr, elindeki hurmaları ath ve kendini öldürtmeğe
koştu. Evvela Rebianın oğullarıyla dövüşmek için ortaya
çıkmış olan üç Ensardan biri, Avf bin El Haris:
- Allahını hoşudedip güldürecek şey nedir? diye sor
du. Peygamber : - Vücudu zırhsız olarak düşmanlarla dö
vüşmek, cevabını verdi.
Genç kahraman, hemen zırhını arkasından çıkardı, ken
dini kargaşalığın ortasına attı, pek az bir zaman sonra da,
vücudu delik deşik olduğu halde can verdi.
Muhamet, muhafızlariyle beraber aşağı indi . .İki taraf
boğaz boğaza dövüşüyordu. Gün ilerlemişti. Biribirine çar
pan mızrakların şakırtısı ve muharebe edenlerin feryatları
arasında Ebu Cehlin keskin sesi işitildi :
- Bizim ile onlar arasındaki bütün bağ kesilsin! ..
Muhammet, arhk sahraya gelmiştir. Atının ayakları ku
ma saplandı. Peygamber, yere indi, bir avuçkum aldı ve
Allahtan ilham alıyormuş gibi bir tavırla onu düşmana
doğru savurdu ve «yüzleri kara olsun» dedi. .
Sonra askerlerine bağırdı :
- Hiçbir şeyden korkmadan muharebe ediniz. Cennet
kılıçların gölgesi altındadır.
Sonra, gölgeliğine döndü ve müslümanlar «Ahad,
Ahad, Allah bir, Allah bir» diye bağrışarak hücumlarına
devam ettiler.
İşte o zaman muharebenin ve muharebe ile beraber
müslümanlığın talii takarrür etti. Baht terazisi bu dakika
dan itibaren müslümanlardan yana iğilmeğe bağladı.
Seyyareler, insan kalbinin görünmez mücevher zincir
lerle bağlandığı esir kuvvetleri araya girdi. Kureyşfler kılıç
kullanmakta mehareti olan kahramanlarından birçoğunu
kaybetmişlerdi. Müslümanlara nisbetle çok daha az müsa-
1 83
it bir vaziyette bulunuyorlar ve bilhassa susuzluktan ölü
yorlardı. Fakat adetçe fazlalık faikıyeti hala onlardaydı.
Ancak müslümanlara yardıma gelen melekler şimşek şela
leleri halinde gökten akın etmeğe başladılar. Birbirine çar
pan silahların çıkardığı ses o gök mücahitlerinin göz ka
maştırıcı zırhlarından geliyor. Bu boğuk, karışık gürültü,
onların kanadlı atlarının şahlanması ve burunlarının sesi
dir. Ölenlerin gözlerinden geçen ışıltılar onların san sarık
ları ve rüzgarda yapraklar gibi çırpınan uzun beyaz elbise
leridir.
Ali, ,biribiri ardınca yedi putperesti öldürdü. Ez Zübeyr
kendisin� meydan okuyan ve kalın örme zırhının arasın
dan yalnız gözleri görünen Ubeydeye öyle hücum etti ve
elindeki mızrağı onun gözüne öyle şiddetli surette daldır
dı ki silahın ucu iğrildi
Ebu Cehil, hala muharebe ediyordu. Abdürrahman bin
Avf onu tanıdı. Biraz evvel Abdullahın yanındaki iki genç
Ensar, peygambere hakaret eden bu Ebu Cehili ya öldüre
ceklerine, yahut da bu uğurda öleceklerine yemin etmişler
di.
Abdullah bin Avf, onlara kargaşalığın arasında çabala
yıp duran ihtiyarı göstererek :
- İşte aradığınız adam, dedi,
Gençler, · Ebu Cehile doğru koştular. Bunlardan Muaz
onu yere yıkmağa muvaffak oldu Fakat ihtiyar Mahzumf
nin oğlu İkrime babasını deviren müslümanın koluna bir
kılıç indirdi. Muazım sol kolu yalnız bir küçük et ve deri
parçasiyle omuzuna bağlı kaldı. Gencin gözünü öyle kan
bürümüştü ki adeta yaralandığının farkında olmadı ve dö
vüşmeğe devam etti. Nihayet omuzundaki korkunç yarayı
gördü. Kesik kolu yere iğdi, bir ayağım üstüne bastı ve sağ
lam eliyle bir vuruşta onu koparıp attı .
Kureyşfler mağlubolduklarım anlamışlar ve kaçmağa
başlamışlardı. Bu, tam bir bozgundu. Daha çabuk koşmak
ve kendilerini kovalıyan müslümanları avutup geciktir
mek için kalkanlarını, kılıçlarım, zırhlarını yere atıyorlardı.
1 84
Kalkan ve zırh Arabistanda çok kıymetli eşyadan sayılırdı
ve galiplerin onları toplamağı kaçanları kovalamağa tercih
edecekleri muhakkakh.
Abdullah bin Mes'ud ölüm halinde olan Ebu Cehilin
yanından geçti, ayağını onun göğsü üstüne koydu ve onu
öldürmeğe hazırlandı.
İhtiyar, yathğı yerden: - Zafer kime nasiboldu? diye
sordu.
- Allaha ve resulüne . . .
Ebu Cehil, ağır ağır vücudunu yerden kaldırdı, hüzün,
cesaret ve gururla karışık korkunç ve meyus bir bakışla
Abdullaha baktı, onu sakalından yakalıyarak :
- Ey beni öldürmek üzere olan küçük çoban, kendi ha
sep ve nesebine göre biraz fazla yükseliyorsun. Beli senin
kılıcına nasibolacak düşmanların en asiliyim. Beni adi bir
·
185
- Biz, yalnız sana kıymamak için emir aldık. Onu öldü
receğiz.
- O halde ikimiz beraber öleceğiz. Allah şahidim olsun
ki Mekke kadınlarına «Ebül' Bahturi hayat hasisliği sebe
biyle arkadaşını bıraktı» dedirtmeyeceğim.
Ebül' Bahturi, bu mevzu üzerine beyitler okuyarak ar
kadaşının arkasından öldü. Onu öldüren de irticalen naz
mettiği şu beyitlerle cevap verdi: «Mızrağımla, mızrağım
eğilinceye kadar vuruyorum. Kılıcın, sütünü akıtan birdişi
deve gibi, ölüme kanasıya kan emdiriyor.»
Müslümanlar, bir yandan Kureyşilerden kalan nalları
topluyo�lar, bir yandan kaçanları kovalıyorlardı. Abdür
rahman bin Avf çok kıymetli birkaç zırh yüklenmiş, onla
rın ağırlığı altında iki büklüm olarak geliyordu. Yolda
Mekkeden dostu. ve arkadaşı olan asil Ümeyye bin Half ile
oğluna tesadüf etti.
Ümeyye, mahzun bir tavırla bir taşın üstünde oturuyor,
oğlu, yanında ayakta duruyordu. Karşıdan Abdürrahman
bin Avfın geldiğini görünce seslendi:
Beni es.ir almak istemez misin? Benim bu zırhlardan da- ·
ha fazla değerim var.
186
Sabırsızlanmağa başlıyan Abdürrahman:
- Anlaşıldı Habeş oğlu .. sana: «Bu adam benim esirim
dir» diyorum .. o, bana aittir, dedi.
Ümeyyenin yakasını bir türlü bırakmak istemiyen Bilal,
lakırdı anlamıyor, bar bar bağırıyordu:
- O kurtulursa ben mahvoldum. Kafirliğin başı, bu
Ümeyye bin Halftir.
Bilal, kin ve nefretten çıldırmış bir halde yaygaraya de
vam etti :
-- Ey ensar, ey Allahın ve Muhammedin yardımcıları!
Kafirliğin başı, bu Ümeyye bin Halftir. O, yaşarsa benim
işini bitmiştir.
Bilal, böylelikle başına bir alay müslüman topladı, onlar
da biraz sonra tesire kapılarak sinirlenmeğe başladılar.
Müslümanlardan biri birdenbire kılıcını çekerek Ümeyye
nin oğluna indirdi, genç adam, öyle yırhcı bir feryat kopar
dı ki Abdürrahman ömründe böyle ses işitmediğini söyler.
Esirini kurtarmak için elinde hiçbir vasıta kalmadığın
dan bedbaht babaya:
- Kaç, kendini kurtar, dedi, seni yanıma almakla hayır
lı bir iş işlemedim.
Ümeyye, kaçmağa çalışlı; fakat çok şişman bir adam ol
duğu için çabucak yakalandı. Arkadaşı, üstüne kapanarak
vücudunu ona siper etmek istediyse de muvaffak olamadı
ve adamcağızı orada öldürüverdiler.
Abdürrahman bih Avf :
- Allah Bilfili affetsin, diye inledi, ben zırhlarımı kay
bettim, o d� bana esirimi kaybettirdi.
Ebu Bekirin putperest kalmış olan oğlu Abdürrahman
kaçıyordu. Babası, uzaktan onu gördü ve Mekkedeki mal
larının ne olduğunu sordu.
Abdürrahman, küstah bir tavırla, manzum olarak, su
cevabı verdi:
- İhtiyar ahlaksızların rezaletlerine nihayet verecek ok
lar, yaylar ve bir kılıçtan başka bir şey kalmadı.
B� Bedir muharebesi daima anılacak bir gündü. Sırf faz-
187
la zahmete girmeden bir kervan vurmak ve malım yağma
etmek gibi bayağı bir maksatla yola çıkan müslümanlar,
bir an için, büyüklük, ve m§.nevi güzelliğin en yüksek taba
kalarına yükselmişlerdi. Ancak ne yazık ki neticede, mal,
para hırsı ile müslümanlarda yeni belirmeğe başlıyan tas
suptan ilerigelme bazı taşkınlıklar bugünün ulviyetini le
kelemiştir. Muharebe meydanında on dört müslüman ve
yetmiş Kureyş! ölüsü kalıyordu. Galipler, bundan başka
yetmiş dört de Mekkeliyi esir etmişlerdi. Ölüler gömülme
ğe başlandı. Müslüman cenazelerini dini merasimle, göm
düler. · Düşmanlara gelince, onların ölülerini karmakarışık
bir halde bir kör kuyuya athlar. Sonra onla.ra gayet kaba
hakaretlerde bulundular. Cenazeler fena fena kokmağa
başladıkları halde müslümanlar h§.1§. . onlara sövüp say
makta devam ediyorlar ve bir türlü üstlerini toprakla ört
meğe karar veremiyorlardı..
1 88
Ebu Bekir ise fidye mukabilinde serbest bırakılmalarını
tavsiye ediyordu.
Nihayet, bu ikinci fikir tercih edildi. Peygamberin am
cası El Abbas ile yeğeni ve Alinin öz kardeşi olan Akil mü
him bir fidye vermeğe mecbur oldular. Abbasın elbiseleri
fazla hırs ve tamah uyandırmış olacak ki adamcağızı çırıl
çıplak bırakmışlardı. Peygamber, ona bir gömlek arattıysa
da Abdullah bin Ubeyinkinden başka boyuna uyar gömlek
bulunamadı. Para ve ailesi olmıyan bazı esirler bedava sa
lıverildiler. Onlar yalnız, bir daha müslümanlarla muhare
be etmiyeceklerine dair yemin vereceklerdi. Ötekiler Medi
nede fidyelerin gelmesini beklemeğe mecburdular. Esirler
den bir kısmı da Medinede mektep hocalığı etmek ve müs
lümanlara okuyup yazma öğretmek suretiyle . borçlarını
ödediler. Kureyşflerin hemen hepsi okuyup yazdığı halde
Medinede okuma yazma öğrenmiş pek az insan vardı.
Din heyeqmından para işlerine dönüldüğü zaman, ça
pulun paylaşhrılması meselesinde, müslümanların boğaz
boğaza gelmelerine bıçaksırtı kaldı. Ebu Süfyanın muhte
şem kervanı kurtulmuştu. Fakat buna rağmen müslüman
ların eline bir hayli silah ve deve geçiyordu. Bundan başka
fidye olarak Mekkeden birçok da para geleceği muhakkak
tı.
Bu mal ve paralar doğrudan doğruya muharebe eden
mücahitler, düşmanın bırakhğı mal ve hayvanfaiı toplayan
müslümanlar ve peygamberin etrafında nöbet bekliyenler
arasında nasıl üleştirilecekti?
Bu üç parti arasında gayet şiddetli bir mücadele oldu.
Muhammet, nihayet şu kararı verdi: Bütün bu mal Allaha ve
peygamberine aitti. O nasıl isterse öyle taksim edilecekti.
Muhammet, düşmandan ne alındıysa hepsinin getirilip
ortaya dökülmesini ve ordunun Medineye hareketini em
retti. Ertesi gün Safro boğazından geçildikten sonra bu
mallar müsavi parçalara ayrıldı ve ashap arasında kardeş
payı yapıldı. Bazı kimseler bu taksimden memnun olmıya
rak gizliden gizliye şikayet ettiler.
' Bu çapul meselesi hakikaten çokehemmiyetlibir mese-
189
leydi. Çünkü bundan sonra ikide birde Muhammedin kar
şısına dikilecekti. Bunun içindir ki bunu gayet açık ve kat'f
bir surette halletmek lazımdı. Teşekkür olunur ki bunun
,için de Muhammede bir vahiy geldi: Allah, peygambere
çapulların beşte birini kendisine ayırrnasım emrediyordu.
(O zamana kadar Arap seyyitleri dörtte bir hisse alırlardı.)
Peygamber, bu mal ve parayı kendi şahsının, yahut ailesi
nin ihtiyaçlarına, fakirlere, öksüzlere, yolculara ve mukad
des muharebelere sarfedecekti.
Safro boğazında Muhammet, Ali vasıtasiyle esirlerden
Nedr bin El Harisin kafasını kestirtti. Bu adam, Mekke
müslütnq.nlara yaptığı zulümlerle şöhret almışh. Kuranla
alay eden birtakım Acem masalları söyliyerek bunların
_peygamberin anlattığı «eski zaman hikayeleri» nden daha
güzel olduğunu iddia eden bu adanı.eh. Biraz sonra da vak
tiyle Kabede Muhammedi boğmağa kalkmış olan Ukbe ay
nı akıbete uğradı.
Ukbe :
- Ey Muhammet, çoluk çocuğum ne olacak? diye yal-
varıyordu.
Peygamber :
- Senin gibi cehenneme gidecekler, diye cevap verdi.
Birkaç hafta sonra Muharnmede «bedbaht Nedrin ölü-
mü üzerine ikizkardeşi Katila tarafından yazılmış bir mer
siye okudular. Şair kadın diyordu ki: «Ey Muhammet, sen
ki asli bir ana ve alicenap bir babanın oğlusun, onu affet
seydin ne kaybederdin? .. Kardeşlerinin kılıçları onu delik
deşik etti. Onu bir esir gibi zincirler içinde, sabırlı ve bitkin
bir halde, ölüme sürüklediler .. »
Muhammet, o zaman yapbğına pişman oldu. Derin de
rin düşünerek dedi ki :
- Ne yazık ki bu güzel beyitleri daha evvel haber alma
dım... yoksa Nedr şimdi hayatta olacakb.
Zeyd, zafer müjdesini götürmek için Medineye gitmişti
O, şehre vardığı zaman kısa bir hastalıktan sonra ölmüş
olan peygamberin kızı ve Osrnanın zevcesi Rukiyeyi henüz
gömmüşlerdi. Medineliler, galipleri karşılarnağa çıkhlar.
190
Kızlar tef çalıyorlar ve kasideler okuyorlardı.
Bedir, dünyanın yüzünü, değiştirecek olan bir zaferler
zincirinin ilk halkası olmuştu. Aynı sene esnasında müslü
manlar, Kuranda haber verilmiş olduğu üzere, hıristiyan
Yunanlıların putperest Acemlerden intikam aldıklarını du
yarak derin surette sevindiler.
1 91
14
192
hafaza etmek ve bizim mahut döneklerle o Yesripli kılkuy
ruk arkadaşlarına unutulmaz bir ders vermek için gerikal
mış olacak. . . Şayet bu dersi hatırlıyacak adam bıraktılarsa. . .
İhtiyar Ümeyye, biraz ferahlıyarak tekrar oyununa dön
dü. Biraz sonra beli kılıçlı, fakat eli kalkansız bir muharip
göründü. Bacakları toz, toprak içinde, elbiseleri parampar
ça idi. Korkunç ve meşum feryatlarla haykırıyordu. Muha
ribin peşine kadınlar ve çocuklar takıldı. Kadınlar ağlaşıp
haykırıyorlar, saçlarını yoluyorlar, yanaklarını tırmalıyor
lardı.
- Ne var? Sen kimsin? diye sordular.
- Ben Beni Huzaa kabflesindenim. Sizinkilerle beraber
muharebeye girdim. Rezilane bir surette mağh1bolduk.
- Ne söylüyorsun? Allah esirgesin !
- Utbe bin Rebia öldürüldü, Şeyhe bin Rebia öldürül-
dü. Ebül Hakem (Ebu Cehil) öldürüldü. El Velid öldürül
dü. El Haccacın iki oğlu öldürüldü. Ebül Bahturi öldürül
dü ... Kureyş iİ:1 bütün büyükleri öldürüldü.
Muharebeyi dinliyenler şaşkınlık ve dehşet içinde biri
birlerine bakıyorlardı.
Safvan bin Ümeyye alçak sesle :
- Bu adam çıldırmış, dedi, ona benim ne olduğumu so
run... göreceksiniz ki benim için de öldü diyecek. Hele bir
tecrübe et!
- Pek ala Safvan bin Ümeyye ne oldu ?
- İbni Ümeyye mi? O, muharebede bulunmuyordu, fa-
kat babasiyle kardeşi gözümün önünde öldürüldüler..
Bozgun haberi çabucak yayıldı. Ebu Leheb evinde bulu
nuyordu. Esiri koşa koşa ona haber götürdü. Bu aksi ihti
yarın kanı kafasına sıçradı ve esire temiz bir sopa çekti.
Sonra iri vücudiyle aynı sopaya dayana dayana şehre indi.
Evvela zemzem kuyusu önüne geldi. El Abbasın kölesi
Ebu Refi, efendisi hesabına kilden çanak, çömlek yapmak
la meşguldü. Cılız, korkak minimini bir adam olan Ebu Re
fi, hıristiyandı ve kendi kafasında bir kadınla beraber ço
kallahlıların (polytheisme) bozulmasına ve küçük düşme
sine seviniyordu. Şişman Ebu Leheb, ayaklarını sürüye sü-
193
rüye yanına geldi ve esire arkasını çevirerek kuyunun bile
ziğine dayandı.
O esnada Ebu Süfyan ile Mugayre de oraya gelmiş
lerdi.
Ebu Lehep, kervan reisine sordu :
- Neler olup bittiğini bana anlat bakalım, dedi, hava
disin doğrusu sende olmalı. Bana söylenen şeylere inana
mıyorum.
·
Ebu Süfyan, oturdu. Ötekiler onun etrafında ayakta
durdular ve Kureyşin bu en aklıbaşında adamını suallere
'boğdular.
- l3edirde ne oldu?
- Bizimkiler Bedir kuyusu yanında bu adamlarla kar-
şılaştılar ve kaçtılar. Muhammedin arkadaşları onları iste
dikleri gibi kesip biçtiler, istedikleri gibi esir ettiler. Bu
kudret ve kuvvet onlara nereden geldi? Ah, niçin benim
nasihatimi tutarak geri dönmediler? Hazır kervanı da kur
tarmıştık.
- Melekler onlara yardım etti.
Bu sözü Çömlekçi Ebu Refi söylemişti. Ebu Leheb, dön
dü ve esire şiddetli bir tokat attı. Ebu Refi, fena halde sarar
dı ve Ebu Lehebe karşı koyacak gibi bir tavır aldı. Fakat ti
tiz ve heyecanlı ihtiyar, henüz dinç kollariyle onu yakal
ayınca bir tüy gibi havaya kaldırdı ve birkaç adım öteye fır
latıp ath. Ebu Leheb, bununla iktifa etmeyecek, esirin üstü
ne fena halde çullanacakh. Fakat biraz evvel Ebu Refi ile
dertleşen kadın bir sopa yakalı yarak onun imdadına koştu
ve ihtiyarın beynine şiddetli bir darbe indirerek bağırdı:
- Sen utanmıyor musun? Sahibi burada yok diye sen
bu zebun adamı nasıl dövmeğe kalkıyorsun ?
(Sokak ortasında bir kadından dayak yiyerek maskara
olan, Bedir bozgununu haber alarak kuduran Ebu Leheb,
yedi gün sonra, birdenbire patlak veren bir apseden (yahut
da çiçek) ziyade hırs ve hiddet yüzünden ölüp gitti.
Fena halde haysiyeti kırılmış olan Mekke, bugünden
sonra intikamdan başka bir şey düşünmedi. Zenginler ker
van hasılatından hisselerine düşen paranın büyük bir kıs-
194
mını .bu f�laketi tamir için feda ettiler ve bu noktada büyük
teşebbüslei-in tehlikesine alışmış para adamları ve tam bir
medenf cesaret sahibi vatanperverler gibi hareket ettiler.
Esirlerin fidyesi iki yüz bin dirhem para ve birçok silah tut
tu. Şehir içind€ki kabile kavgalarına nihayet verdiler.
Mekke büyüklerinin bu meselede gösterdikleri büyük
feraset ve tedbir ilerde Müslüman imparatorluğunun ilk
mukadderatının i daresini onlara temin edecek, zeki faali
yetlerini daha geniş bir sahada inkişaf ettirmek için güzel
bir tecrübe olacaktı.
Hele Kureyşflerin münakaşa ebııeden, hatta biribirle
riyle konuşmadan kendilerine bir reis yapıverdikleri Ebu
Süfyan, bu işte bütün kabiliyet ve meziyetini gösterdi.
Oğullarından biri Bedirde ölmüş, öteki esir düşmüştü. Ebu
.
Süfyan, esir oğlunu kurtarmak için Muhamme tle remen
·
müzakereye girişmedi . Kendindeki korkuyn ve şehrin teh
'
likeli vaziyetini hissettirmek istemiyordu. Bir bedevi olan
kayınpederi Mahzumflerden biri tarafından katledilmişti.
Ebu Süfyan, şehir içinde bir nifak çıkmasına meydan ver
memek için kabilesini intikamdan menetti . Oğlu Yezid,
mızrağını sallıyarak «intikam» diye bağırıyordu. Ebu Süf
yan, onun elinden silahını aldı ve az kalsın oğlunun kafası
nı kırıyordu.
- Ne yapıyorsun? Böyle nazik bir zamanda Bir bedevi
için, şehir halkını biribirine mi düşüreceksin?
Kureyşfler vahşi bir azim ve metanetle hazırlanmağa
başladılar. Şehirde eğlenceler durdu, çalgıcılar işsiz kaldı.
Muharebede ölenler için kasideler okumak ananesini bu
defalık ihmal ettiler. Hatta ölüler için ağlamak bile yasak
edildi.
Bir ihtiyar kör, Bedirde üç oğlunu kaybetmişti. Büyük
ıstırabım gizlemek için kendini zorluyor ve çok sıkıntı çe
kiyordu. Bir gece komşu evlerin birinden hıçkırıklar ve gü
rültülü iniltiler işitti. Esirine:
- Git bak bakalım ne var? Belki ölenler için ağlamağa
izin çıkmıştır, dedi.
Komşudaki bağırıp ağlaına sesleri devesini kaybetmiş
195
bir kadından geliyordu, ihtiyar, yine tahammül etti ve ir
ticalen birkaç hazin beyit söyledi. Ancak bu beyitler yal
nız kalmadı. Muhariplerin çarpışmasını şairlerin çaFpış
ması takibetti.
Muhammet, şairleri sevmez ve kendisini daima onlar
da ayırmağa çalışırdı. Onların muntazam vezinli beyitle
rinin -cinler tarafından değil, Allah tarafından ilham edi
len- daha serbest kafiyeli ve ahenkli Kuran ayetleriyle ka
rışmasını istemezdi. Arap şairlerinde çok görülen kalen
derliği, derbederliği, çapkınlığı ve imansızlığı hiç beğen
mezdt. Bunlar eski hükümetsiz ve putperest cemiyete ait
ananeler.in mirasçıları ve mugannileri idi. B'öyle olmakla,
beraber Muhammet, de kabile reisleri ve hatta Kureyşin
zengin tüccarları gibi, etrafına birkaç şair topladı. Hicvi
yelerin insan kalbinde oklardan daha unmaz yaralar açh
ğını biliyordu. Şairler, o zaman Arabistanın gazetecileri
hukmündeydiler ve iş başında olan her hangi bir kuvvet,
onların yardımını temine mecburdu.
Bu şairlerin aynı zamanda bakıcılıkları da vardı, ilham
zamanında onlarda adeta bir ikinci benlik doğar; halleri,
tavırları acayipleşir; saçlarının yalnız bir tarafına misyağı
sürerler, yalnız bir tek ayaklarına kundura giyerler, man
tolarının bir tarafı sarkar, geçirdikleri türlü türlü buhran
lar onların görünmez kuvvetle ihtilatta olduklarını ispat
ederdi. Kelimelerde bir nevi gizli kudret (büyü) bulundu
ğuna göre onların hicviyeleri de bir nevi büyü sayılırdı.
Bunun içindir ki Arabistan şairlerinin halk üzerinde kor
kutucu bir tesiri vardı. Onlar, kabilenin hakimleri mevki
inde olduklarından ordu kaldırmak ve muharebe yapmak
için mutlaka onların reyi alınırdı. Alhncı asır bir şairler
asrı olmuştu.
Arap dehası bu zeminde adeta taşıp kaynıyor ve bir
heybetli büyük şairl_er kafilesi yetiştiriyordu. Bunlardan
Yahudi -hıristiyan medeniyeti tesiri alhnda kalan bir kıs
mı zihinleri müslümanlığa hazırlamışlardı.
Muhammet,. Kureyş şairlerinin hicviyelerine karşı ken-
196
dini · müdafaa etmek için yanına üç Medineli şair almıştı:
Hassan bin Sabit, Kab bin Malik, Abdullah bin Revaha.
Bunlardan ikisi Kureyş ailelerinin şeref ve namusları
na sataşmaktan çekinmiyorlar; fakat Abdullah, onları yal
nız dinsizlikleri ve fena hareketleri için hicvediyordu.
Birallahçılık mesleğine ve hıristiyanlığa büyük bir
meyli bulunan Ümeyye bin Ebissalt -ki kendisi için um
duğu peygamberliği elinden alması itibariyle Muhamme
di affedememişti- Bedirde ölen Kureyşi'ler için kasideler
yazdı. (Bu Ümeyyeye Kurandaki cennet, cehennem tas
virlerine çok benziyen birtakım şiirler isnadedilir.)
Şair, Bedir ölüleri için «Kureyşfrı. bir günde mahvolup
giden alicenap evlatları, dinç erkekleri, güzel atları» di
yordu.
Utbenin kızı ve Ebu SüfyanlıJ karısı Hind, babasının
ölümü üzerine bir mersiye vücuda getirdi: «Bu düşman
dan yüzçevirmiyen reis»i müslümanlar «yere serdikten
sonra da vurmağa, ezmeğe devam etmişler» onu «yüzü
tozlar, topraklar içinde» o menhus çukura sürüklemişler
di.
Müslüman şairleri de bir taraftan kendi zaferleri için
kasideler yazıyorlardı. Muhammet, muharebe meydanın
da heyecan ve ateşle dolu bir hutbe söyledi ki Kuranda
bunun bazı rabıtasız parçalarına tesadüf edilir.
Bir müslüman şair diyor ki: «Kureyşte ağlıyan kadın
lar elbiselerini yırtmışlardır. Şeytan (iblis) düşmanlarımı
zı aldatmıştır ... » Bu şair «Biz yalnız Ebu Süfyan kervanı-·
nın develerini istiyorduk, başka bir şey istemiyorduk» di
ye bir itirafta da bulunuyordu.
Kureyşilerin Haris bin Hişamı bu şiire «göz yaşlarım
ipliği kopan bir gerdanlığın incileri gibi aktı» diye cevap
veriyor ve vatandaşlarını kahramanların intikamını alma
ğa, topraklarını ve Allahlarını müdafaa etmeğe teşvik edi
yordu.
Hassan bin Sabit, dilini çıkararak derdi ki: «Bu silahla
delmeğe muktedir olamıyacağım bir deri yoktur. Bu dil,
gerçi kısadır. Fakat onu San'adan Busra'ya kadar uzaya-
197
cak bir başka dil ile değiştirmem». Bu Hassan bin Sabit bir
Ensarf, bir Medineli idi. Onun için peygamberi açık bir
kalble karşılıyan, muhacirlerle mallarını paylaşan ve Be
dir zaferini temin eden hemşehrilerini bilhassa methedi
yordu. Onun Kureyşflere olan hücumları muhacirleri sık
mağa başlamıştı. Çünkü bu zemmedilen adamlar, ne de
olsa, akrabaları, kardeşleri idi. Muhammet Mekkelilerin
iyi şöhretlerini müdafaaya mecbur oldu. Her halde hem
şehrilerinin büsbütün aşağılanılmasın ve küçük düşürül
mesini istemezdi.
Yahudiler bir avuç Medine köylüsünün Kureyşileri
berbad etrnesine evvela şaşmışlardı. (Kab bin Eşref bu asil
zadelerin, bu Arabistan kırallarının mahvolmasını hazin
şiirlerle tasvir etmişti.) Fakat sonradan askerliğe alışma
mış bir tüccar ve zengin kafilesine karşı kazanilan bu ko
lay zaferden öyle pek fazla iddialı bir netice çıkarmak Ia
zımgelmediğini söylemeğe başladılar. Onlar peygambe
rin günden güne artan nüfuzundan telaşa düşüyorlardı.
Filhakika Muhammedin peygamberliğinin Allah tarafın
dan teyidi gibi görünen bu zafer onun nüfuzunu bir kat
daha kuvvetlendirmişti. Bu sebeple Yahudiler müslü
manlığa karşı duydukları nefreti daha açıktan açığa gös
termeğe başladılar.
Böyle olmakla beraber Medine, neşe ve sevinç içinde
çalkanıyordu. Esir fidyeleri ahalinin elini iyiden iyiye ge
nişletiyordu. Muhammet, bu esirlere çok iyi muamele
edilmesini emretmişti. Birçoklarının müslümanlar arasın
da yeğenleri, kardeşleri vardı. Bunlardan Ebül Asi bin Re
bia Muhammedin damadı, Zeynebin kocası, ayın zaman
da Haticenin yeğeni idi.
Zeynep, Mekkede kalmıştı; kocasını kurtarmak için
fidye olarak güzel bir gerdanlık gönderdi. Bu gerdanlığı,
evlendiği zaman, ona Hatice hediye etmişti. Muhammet,
ölmüş karısının bu eski mücevherini görünce büyük bir
teessüre kapıldı. Ağladı, üzüldü ve damadının para alın
madan serbest bırakılmasına arkadaşlarının müsaadeleri-
198
ni istedi. Bunun üzerine Ebül Asi karısının gerdanlığını
alarak Mekkeye döndü. Buna mukabil peygamber, amca
sı Abbasın fidyesini bir santim bile eksiltmeğe razı olma
dı ve bu hasis faizcinin müslümanlara karşı bir muhabbet
duyduğunu iddia etmesine inanmak istemedi.
Muhammedin elinde henüz kocaya verilmemiş ve ya
şı yirmiye yaklaşmış bir kız daha kalıyordu: Fatma.
Rukiye ölmüştü. Ümmü Gülsüm Osmana varmıştı. ·
199
dindar, sadık ve namuslu, fakat biraz kararsız ve gevşek
ti. Bir gün, onun geçtiğini gören bir kadın demişti ki: «Ne
acayip adam! İnsan onu rastgele biribirine eklenmiş ayrı
ayrı parçalardan yapılmış sanıyor.»
Ali, ziyafet parasını tedarik etmek için Yahudi kuyum
culara sattığı izhiri kendi eliyle toplamıştı. Buna rağmen
oldukça güzel bir düğün yapıldı. Ali, Fatmaya dört yüz
dirhem ağırlık vermişti. Bunun üç yüzünü birtakım ıtırlar
teşkil ediyordu. Neşeli bir yemek yendi, genç cariyeler tef
çaldılar ve Bedir kahramanları için kasideler okudular.
O gece ve ertesi günler çok hazin oldu. Yeni aile o ka
dar faki'r iı:li ki yatacak yatağı yoktu. Sefalet ve geçimsiz
lik bu ocağın hemen hemen daimi iki misafiri oldu. Bere
ket versin ki bir zaman sonra büyük müslüman zaferle
rinden gelen çapl:l.llar onların da biraz ellerini genişletti.
Ev gailesi zaten mahzrm bir tabiate sahibolan Fatmayı bir
kat daha ezip bitiriyordu. Kadıncağız, bazan yorgunluk
ve hastalıktan inliyerek, arpa, buğday öğütmek ve hamur
yoğurmaktan nasırlanmış ellerini göstererek babasından
bir yardımcı esir isterdi. Fakat Muhammet, ona gece ya
tarken okunması çok sevap olan bir dua öğretmek sure
tiyle cevap verdi.
Ali, hiddetle homurdanır, bir Yahudin_in hurmalığı
için su çekmek suretiyle bir avuç hurma kazanır ve dö
nüşte çatkın bir çehre ile karısına derdi ki: «Bunları ye ve
çocuklara yedir.»
Çocuklar, peygamberin torrmları olan Hasan ile Hüse
yindi. Ali, bu müşkülata karşı koymak için bir çare arıya
cağı yere, her kavgadan sonra, camie giderek suratını
asar, yahut da uyurdu. Kayınbabası onun omuzuna vu
rur, nasihatler verir ve kısa bir zaman için karı kocayı ba
rıştınrdı. Bir gün peygamber, kocasından dayak yiyen kı
zının ağlıya ağlıya kendi evine geldiğini gördü.
Hasılı, Fatmanın bir yardımcı esire sahibolmak için
Mekkenin zaptını beklemesi lazım gelirdi. Böyle olmakla
beraber hicretin üçüncü senesinden itibaren Medinede
esir kıtlığına kıran girmiş de değildi. Ayşenin birkaç cari-
200
yesi vardı. Fakat peygamber, kızını teselli etmek için ona
her zaman Alinin müslümanlıktaki kıdemini methetmek
le beraber damadına fazla ehemmiyet vermiyordu.
Ümeyyelere mensubolan damatları, asfl Osman ve hatta
daima yanında bulunmıyan Ebül' Asi onun daha ziyade
gururunu okşuyordu.
Peygamber, kızını mesudedemiyen Aliye içinden kır
gındı ve onu elinden iş gelmez bir adam telakki ediyordu.
Peygamber, ölecek mahkumların başlarını Aliye kesti
riyor; fakat ona bir idare işi tevdi etmekten sakınıyordu.
Ali, Fatmanın üstüne evlenmek istediği zaman pey
gamber, fena halde kızdı ve damadının bu arzusunu kür
süde, halk karşısında, reddetti. Doğrusu aranırsa, Ali,
Ebu Cehilin kızını aklından geçirmiş olmakla zülfiyare
dokunmuştu. Böyle bir arzunun onun hakkında hayırlı
olamıyacağı aşikardı. Resulün kızı ile onun en azılı can
düşmanının, kızını bir dam al tında birleştirmek istemesi
doğru bir hareket olamazdı. Ö teki damatlarının, zevcele
ri üstüne evlenmelerine izin verdiği halde Aliyi bundan
menetmesi onu çok gücendirmişti.
Ali ve Fatma ailesiyle peygamberin zevceleri partisi
nin araları açıldığı zaman işler bir kat daha berbatlaştı.
Fatma, babasına «Sen kızlarından yana çıkmıyorsun»
diye şikayet ediyordu.
Ev hayatında olduğu gibi politika hayahnda da çok
bahtsız olan, birçok ihanetlere uğrıyan, zaman icabı ola
rak vukua gelen politika tebeddüllerinden daima atlahlan
ve aldatılan Alinin asli bir seciyesi vardı. Gerçi ona atfedi
len beyitler ve hikmetlerin çoğu uydurmadır, fakat haya
tın onu bedbin ve her şeyi sineye çeker bir adam yapmış
olmasını mümkün görmelidir. Ruh büyüklüğünden mah
rum olmıyan bu sözler onun ağzına yaraşmıyacak şeyler
değildir: « Ümitsizlik ruha sükı1net getirir. Kendi nefsine
mukavemet et, ki sakin ve müsterih bir insan olasın . . . is
tek istiyeni öldürür ... İnsanlar istedikleri nisbetinde aşağı
lıkhrlar. Dünya bir süprüntülüktür; ondan bir pay istiyen
köpekler meclisine alışmalı . . . »
201
Teşekkür olunur ki pek as bir zaman sonra Hasan ile
Hüseyin doğdu. Onlar iki ocak emzirmeğe sıhhati müsa
idolmıyan Fatmanın kansızlığım arttırdı, fakat buna mu
kabil büyükbabayı çok sevindirdi. Muhammet, onlara di
yordu ki: «Sevgili çocuklar, insan, sizin yüzünüzden ade
ta korkak oluyor. Allanın ıtırlarısınız,»
Çocuklar doğunca peygamber, onlara nefes etti, tükrü
ğünü tükrüklerine karıştırdı, kulaklarına ezan okudu.
Hüseyin doğduğu zaman peygamber evde bulunma
mış ve çocuk, dedesinin tükrüğünden evvel anasının sü
tünü tatmıştı. Onun içindir ki Hüseyin, büyük kardeşi
·
202
O esnada gittiği yerden gelen Ali, bu korkunç manza
rayı gördü ve peygambere şikayet etti. Peygamber, Ali ve
Zeyd ile beraber vaka yerine koştu ve fena halde hiddet
lendi. Hamza, baştan ayağa kana bulanmıştı. Sarhoşluk
şehikleri içinde bağırdı:
- Sizler kim oluyorsunuz? Atalarımın kölelerinden
başka nesiniz?
Muhammet, sarardı ve sarhoşun gözlerine dik dik ba
karak geri çekildi.
Gerek bu vaka ve gerek kanlı kavgalara sebebolan da
ha başka sarhoşluk hadiseleri ispirtolu içkilerin ve kuma
rın yasak edilmesine sebeboldu. Arabistanda çok içki içi
lir ve bilhassa üzüm şarabından daha çok bulunan hurma
şarabı kullanılırdı. Bundan başka bal, buğday ve arpadan
da ispirto çıkarılırdı.
Peygamber, Arabistanı bu beladan kurtarmak için bi
raz dolambaçlı yollardan gitti. Evvela Kuran, müslüman
ların sarhoşken namaza gelmelerini yasak etti. Sonra, faz
la şarap içmenin fena olduğu, bu içkinin insana faydadan
ziyade zarar verdiğini söyledi. Hamza rezaletinden sonra
ise içki ve kumarın, şeytan işi olduğunu ve şeytanın bu
vasıta ile müslümanlar arasına nifak sokmak istediğini te
yidetti. Fakat bundan da bir şey çıkmadığını, müslüman
lar arasındaki kavgaların devam ettiğini görerek kat'f bir
yasak ilan etti. Şarap, baht oyunları, putlara tapmak bü
yük günahlardı, cehenneme girmek istemiyenler mutlaka
bunlardan kaçınmağa mecburdular.
Muhammet, Medine sokaklarında tellal çağırttı, şarap
ve sair ispirtolu içkileri içmek, alıp satmak yasak olduğu
nu ahaliye ilan ettirdi.
Enas bin Malik amcaları Ebu Talha, Ubey bin Kab ve
Ebu Ubeydeye hurma şarabı ikram ettiği sırada evinin
önünden tellal geçti. Ebu Talha, peygamberin emrini ha
ber alınca :
- Haydi Enas, şu şarapları dök bakalım, dedi.
Ebu Talha başkalarına misal olmak üzere ilk evvel
203
kendi kadehindeki şarabı döktü. Tulumları devirdiler ve
şarap sokağın ortasına kadar aktı.
O sene içinde birkaç ehemmiyetsiz çarpışma oldu.
Müslümanlarla çarpışmadan evvel koku sürünmiyeceği
ne, kadınlara yaklaşmıyacağına yemin eden Ebu Süfyan,
iki yüz süvari ile Mekkeden çıktı, Medineye yaklaştı, Be
ni Nedr ismindeki Yahudi kabilesi nezdinde bir gece ge
çirdi; şehrin duvarları önünde birkaç hurma ağacını yak
tı; iki çiftçi öldürdü ve geldiği gibi süratle Mekkeye dön
dü. Muhammet, onu takibe çıktıysa da yetişmeğe muvaf
fak olamadı. Yalnız Kureyşflerin konup göçtüğü yerde
.
çorbalı'k. unlc:ı dolu çuvallar buldular. ·
Birkaç gün sonra Muham·met, El , Kudr kuyusuna gitti.
Maksadı düşmanlık maksadiyle orada toplanm�ş olan Be
ni Süleymleri dagıtmaktı. Fakat onlar müslümariların gel
mesini beklemediler ve birkaç sürü ile çobanlarını onlara
bırakarak kaçıştılar.
Buhran seferi bir fayda temin etmedi. Fakat Müslü
manlar, Karada da bir Kureyş kervanı ele geçirdiler. Mek
keliler Suriye yolunu kapalı gördükleri için bu seferki ker
vanı Iraka göndermek istemişlerdi. Çöl aşiretleri yeni
devleti leh ve aleyhinde kararlar vermeğe başlıyorlar,
memlekette karışık birtakım entrikalar hazırlanıyordu.
Muhammet, kendisine karşı bir sefer hazırlıyan Beni Lih
yan kabilesi şeyhini öldürthl. Bu kabile müslüman misyo
nerleri istedi. Asım bin Sabit yanında on kişi ile onların
bulunduğu yere gitti. Müslümanlar Beni Lihyanlar-dan
iki yüz atlının doludizgin kendilerine doğru geldiğini
gördüler. Asım ve arkadaşları onların bu gelişlerini beğe
nemediler, alelacele küçük bir tepe üstüne kaçtılar; biraz
sonra etrafları sarıldı. Fakat onlar teslim olmağa rıza gös
termediler. Okla yaralanan Asım:
Ya Rabbi! Bizim halimizi resulüne haber ver, diye ba
ğırdı.
Onunla beraber altı müslüman daha düşmüştü. Geri
'
kalan üç kişi, hayatlarının bağışlanacağına dair aldıkları
204
vait ·Üzerine, teslim oldular; elleri arkalarına bağlandı.
Bunlardan biri bu muameleye razı olmadığı ve yürümedi
ği için hemen orada boğazlandı. Diğer ikisi Mekkeye gö
türüldüler ve Kureyşflere sahldılar. Bunlardan Hubeyb,
Bedirde El Harisi öldürmüştü. El Harisin oğulları onu Be
ni Lihyan bedevilerinden sahnaldılar ve babalarının me
zarı etrafında uçarak intikam istiyen «yarasayı yatışhr
mak» için öldürmeğe karar verdiler. El Harisin evinde
zincire vurulmuş olan Hubeyb sabır ve tevekkülle ölümü
kabul ediyor ve kendi kendine hazırlık yapıyordu. El Ha
risin kızı vücudunun bazı kısımlarını tıraş etmek üzere
ona bir ustura vermişti. O esnada bu kadının küçük bir
çocuğu esire yaklaştı, dizine oturdu. Kadın, başını çevir
di, .ve Hubeybi bir elinde çocuk, bir elinde ustura ile gö
rünce ölü gibi sarardı. Korkudan taş kesilmiş bir halde,
bir tek kelime söylemeğe muktedir olamıyordu. Müslü
man, kadınıp çehresindeki dehşeti gördü:
- Çocuğunu boğazlamamdan mı korkuyorsun? dedi,
gönlün rahat etsin. Ben,
. bu çocuktan intikam alacak bir
insan değilim.
Bu alicenaplık, onun h ayahru kurtarmadı.
Hubeybi bütün aile efradı karşısında boğazlamak için
haremden dışarı çıkardılar. Namaz kılmak için birkaç da
kika istedi. Fakat ibadetin uzunluğunu Olüm korkusuna
hamletmelerinden korktuğu için yahı.ız iki rekat namaz
kıldı. O günden beri idam edileceği vakit soğukkanlılığı
nı muhafaza edebilen her müslüman mahkum böyle iki
rekat namaz kılar.
205
15
Yahudiler
206
Medine Yahudileri Mekke putperestlerine karşı duyduk
ları muhabbet ve yakınlığı hiç gizlememişlerdi. Onların reis
lerinden biri bir gece Ebu Süfyani kabul ederek ona müslü
mamların vaziyeti hakkında izahat vermişti. Yalnız şu var ki
bu Yahudi kabileleri bir türlü aralarında anlaşamamışlar ve
Muhammet, onları birer birer ezmeğe muvaffak olmuştur.
Beni Kaynaka çarşısında çıkan ve bir müslümanın ölü
miyle nihayetlenen bir kavga, Yahudileri ezmek için ilk bir
fırsat olmuştur. Beni Kaynaka Yahudileri birkaç katlı evler
den teşekkül eden mahallelerine çekilmişlerdi. Bu evler bir
takım geçitlerle biribirine sıkı bir surette bağlı bulunur ve ga
yet sağlam kapılarla kapanmış bir iç sokağa açılırdı. Bu itibar
ile Beni Kaynaka mahallesi adeta bir kale teşkil ederdi.
Peygamber, onlara dedi ki:
- Dikkat ediniz. Allah Kureyşi'lerin üzerine düşürdüğü
şeyi sizin üzerinize de düşüürebilir. Müslüman olunuz. Bili
yorsunuz ki ben Allahın bir resulüyüm; bunu sizin kitapla
rınız da söylüyor. Allaha cömertçe bir ikrazda bulunun.
Yahudiler şöyle cevap verdiler :
- Allah o kadar fakir midir? Siz muahedeyi yırtmak için
bir bahane arıyorsunuz. Biz, çarpışmaktan hoşlanmıyoruz.
Fakat, ey Ebülkasım, muharebeye alışkın bulunmıyan va
tandaşlarını kolayca yendiğin için kendine o kadar fazla gü
venme. Biz, öyle kolay yutulacak lokmalardan değiliz.
Müslümanlar onları muhasara ettikleri halde ne öteki
Yahudi kabileleri, ne de Arap müttefikleri imdatlarına gel
medi. Beni Kaynakalar on beş gün sonra şartsız olarak tes·
. lim oldular. Muhammet, başkalarına ibret olsun diye onla
rın ellerinin bağlanmasını ve başlarının kesilmesini emretti.
Fakat Beni Kaynakaların Hazreç kabilesiyle ittifakları vardı.
Bu kuvvetli kabilenin reisi olan Abdullah bin Ubey peygam
bere müracaat ederek bin zahmetle onları affettirmeğe mu
vaffak oldu.
Mağluplar, canlarım kurtardılar, fakat bütün alacakları
nı, esirlerini, topraklarım bırakarak Suriyeye gitmeğe mec
bur oldular. Bu mallar galipler arasında taksim edildi.
Beni Kaynakalar mallarının götürülebilecek kadar bir
207
kısmını hayvanlara yüklediler ve erkekler yayan, kadınlar
develer üzerinde, uzun ve yaslı bir kafile halinde şimale
doğru gittiler. Kab bin El Eşref zengin bir Medine Yahudi
siydi. Aynı zamandada alim bir haham ve Araplarca gayet
beğenilen bir şairdi. Kab, Kureyşileri çok sevdiğinden Bedir
de ölen Mekkeliler için mersiyeler yazdı, daha sonra Mekke
ye giderek şiirlerini okudu, 'ahaliyi müslümanlar aleyhinde
tahrike çalıştı. Kendi söylediğine göre, Arap güzidelerinin
ölümünden sonra hayat ona tahammül edilmez bir şey gibi
görünüyordu. Mekke, müslümanlardan intikamını alma
dıkça rahat uyku uyuyamıyacakh.
Müslüman şairleri şiddetle mukabele ettikleri için Kab
Medineye geldi, şehri peygambere karşı ayaklandırmağa ça
lıştı ve etrafa acı, sert hicviyeler dağıtb.
·
Sabrı tükenen Muhammet bir gün :
- Beni bu İbni Eşreften kim kurtaracak? dedi. Ensarfler-
den Muhammet bin Mesleme :
- İster misin onu öldüreyim dedi.
- Elinden gelirse evet... .
Kab bin El Eşref Medine civarında, kolay kolay içine gi
rilemiyecek bir nevi şatoda oturuyordu. Muhammet bin
Mesleme bir hileye müracaat etti. Üç müslümanla anlaştı ve
Kabın sütkardeşi Silkan Ebu Ney lenin yardımını temin etti.
Ebu Neyle, bir akşam, Yahudi şairin evine gitti, ay ışı
ğında bir saat kadar öteden, beriden konuştu, beyitler oku
du, latifeler söyledi. Nihay�t onun omuzuna dokunarak:
- Kab, ben buraya ciddi' bir şey için geldim, işittiklerini
kimseye haber vermiyeceğinden emin olarak seninle konu
şabilir miyim?
- Söyle.
- Pekala! Bu adamın (Muhammet) gelmesi bir felaket-
tir. Bütün Araplarla aramızı açtı. Simdi onlar yolumuzu ke
siyorlar. Hilelerimizi karıştırdı, ruhlarımızı karıştırdı.
- Bana İbni Eşref demişler! Allah şahit! işin bu şekli ala
cağını sana daha evvel söylemiştim.
- Tıpkı benim gibi düşünen birtakım dostlarım var. Şeh
ri bu adamın şerrinden kurtarmak için bir çare bulmak la-
208
zım şimdilik bize arpa, buğday lazım, sağlam bir rehine
karşı biza arpa, buğday veremez misin?
- Ne rehini vereceksiniz? Çocuklarınızı mı ?
- Bu, bizim için pek alçakça bir şey olur. Dostlarım, sa-
na gayet kıymetli birtakım zırhlar verecekler. Gidip onları
çağırayım da pazarlık edelim.
Ebu Neyle, arkadaşlarının yanına döndü. Sonra ellerine
zırhlar alarak hep birden Yahudinin şatosuna gittiler.
Muhammet, bir zaman onlara yoldaşlık etti, sonra «Ya
rabbi! Sen onlara yardımcı ol» diye dua ederek evine dön
dü.
Gittikçe aydınlanan gök içinde ay yavaş yavaş yükseli
yordu. Şatonun gölgesi gümüş kaplanmış gibi görünen bir
toprağın üstünde uzuyordu.
Ebu Neyle, Kabı duvarın kenarına çağırdı. Şair, pek ya-
kında güzel bir genç kız ile evlenmişti. Karısı ona:
- Bu saatte dışarı çıkına, dedi.
- Neye çıkınıyayım?.
- Rica ederim çıkma, vakit geceyansı, sen politikacı bir
adamsın, düşmanların var.
- Fakat beni çağıran adam kardeşim Ebu Neyledir. H�-
kikaten Silkan:
- Ya Kab, ya Kab, diye bağırıyordu.
- Sesini işitiyorsun ya? Ondan korkacak ne var?
İbni Eşref, karısının bir aşk delili olmaktan başka bir kıy
meti bulunmıyan bu korkusuna gülümsiyerek dışarı çıktı
ve kendisini bekliyen beş adamın yanına gitti. Bir zaman
yürüye yürüye konuştular.
- «Kocakarı» tepesine doğru gitsek?
Kab -Pekala, mademki öyle istiyorsun, dedi. Şairin karı
sı kocasının saçlarına kokular sürmüştü. Kab, neşeli bir ses
le:
- Karım Arabistarun en güzel kokulu ve en mükemmel
kadınıdır, dedi.
Ebu Neyle, Kabzın saçlarına dokundu, sonra elini bur
nuna götürüp koklıyarak:
209
İzin verir misin başını koklıyayım, dedi, hakikaten şim
diye kadar hiç bu derece güzel koku koklamadım.
Güzel gecenin içinde ağır adımlarla yollarına devam edi
yorlardı. Silk.an tekrar şairin başını kokladı ve yeni güveyin
zarafetini methetti. Nihayet, bir üçüncü defa elini Yahudinin
başına götürdü; fakat bu defa onu kuvvetle saçlarından ya
kaladı ve bağırdı:
- Allah düşmanına kuvvetle vurunuz!
Müslümanlar kılıçlarını çektiler. Fakat biribirleriyle çatış
tı ve yalnız kendilerinden birini yaraladı. Kab, korkunç bir
feryat kopardı. İbni Mesleme onu ta kalbinden hançerledi.
Kabın , feryadı etraftan işi tilmişti. Çadırlardan insanlar
fırladı, şatonun duvarları üstünde birtakım ışıkların koşuş
tuğu görüldü. Müslümanlar, yaralı arkadaşlarını taşımağa
Çalışarak acele ile kaçtılar. Şimdi asıl yapılacak iş, kendileri
ni göstermeden, birkaç Yahudi ve Arap kabilesinin topra
ğından geçmekti. Halbuki yaralı, onları hayli geciktiriyor
du. Bütün civar halkı heyecan içindeydi. Müslümanlar, ça
resiz, arkadaşlarını bıraktılar ve daha ilerde bir yere saklan
mağa gittiler. Bir saat sonra yaralı da, kendini göstermeden,
onların yanına gelmeğe muvaffak oldu. Müslümanlar gün
ağarırken Muhammedin evine geldiler.
Peygamber, geceyi ayakta geçirmişti. Müslümanlar onu
dua ediyor buldular ve vakayı anlattılar.
Ebu Refi isminde çok zengin ve çok tanınmış bir başka
Yahudi vardı ki «Hicaz Tüccarı» diye şöhret bulmuştu. Hay
ber civarında büyük bir şatosu olan Ebu Refi, bu şehir Yahu
dilerini ve Gatafan kabilesini müslümanlara karşı kışkırtıp
duruyordu.
Muhammedin teşebbüsü üzerine Hazreç kabflesinden
beş kişi, Abdullah bin Atikin idaresi altında kıyafet değişti
rerek Haybere gittiler. Maamafih, peygamber, onlara kadın
ve çocuklara kat'iyyen dokunmamalarını tembih etmişti.
Müslümanlar, şato önüne geldikleri zaman Abdullah ar
kadaşlarına:
- Siz burada durun, beni bekleyin, dedi.
Gece olmakla beraber şehir kapısı hala kapanmamıştı..
210
Kuledeki adamlar, ellerinde meşalelerle, kaybolmuş bir eşe
ği arıyorlardı. Abdullah onlara yaklaştı ve bir tabii ihtiyacı
defediyor gibi yaptı.
Kapıcı:
- İ çeri girmek istiyenler kapı kapanmadan girsinler, di
ye bağırdı. Abdullah, arkadaşlariyle beraber girdi ve bir
ahıra saklanarak muhafızların yemeklerini bitirmelerini
bekledi. Herkes, odasına çekildiği zaman -işini bitirince ko
laylıkla kaçabilmek üzere- kapıcının bir · çatı deliğine koy
duğu anahtarı aldı ve birçok dairelerden geçerek Ebu Refi
in odasına doğruldu.
Şato sahibi, güzel bir yemek yedikten sonra, kamiyle be-
raber yatmıştı. Oda zifiri karanlıktı. Abdullah:
- Ey Ebu Refi, diye bağırdı.
- Sen kimsin?
Abdullah elindeki demiri sesin geldiği tarafa fırlattı; fa
kat tutturamadı. Ebu Refiin kalın yün mantosu bıçağın işle
mesine mani olmuştu.
Kadın Abdullahın sesini tanımıştı.
Ebu Refi:
- İmkanı yok... O buradan çok uzaktadır, dedi. Abdul
lah sesini değiştirerek:
- Ey Ebu Refi, bu işittiğimiz ses nedir? Bu feryadın ma
nası nedir? diye sordu.
Ebu Refi karısına:
- Eyvah, başına gelenler, dedi, bu odada bir erkek var.
Beni kılıciyle vurmak istedi.
İbni Atik odada ilerledi ve boşluğa doğru bir kılıç daha
salladı. Sonra geri çekildi, yatağının üstüne uzanan Efcu
Refie çarptı. Kılıcını onun kamına sapladı ve kemiklerinin
·
çatırdadığını işitti.
Abdullah, peygamberin emrini hatırladığı için kadına
dokunmıyarak odadan çıkıp kaçtı. Kadın, arkasından bağı
rıyor, imdat istiyordu. Bir Arap şatosu hakiki bir labirenttir.
Zifiri karanlikta bu karmakarışık odalar, merdivenler ve av
lularda nasıl yol bulup çıkmalı? Ebu Refiin adamları kalk
mışlardı. Onlar, her taraftan koşuşuyorlar, birbirlerine çar-
211
pıyorlar, meşaleler yakıyorlar. Akşamdan sonra şato avlu..
suna toplanan hayvanlar da melemeğe, kişnemeğe başlı�
yorlar. Abdullah, merdivenlerden inerken bir bacağını kırı
yor. Sarığını çıkararak bacağını sarıyor ve kendini göster
meden çıkmağa muvaffak oluyor.
Ebu Refün öldüğünden emin oımak için kapının yanına
oturuyor ve sabahı bekliyor. O vakit duvarın tepesinde bir
adam görünüyor ve:
- Hicaz tüccarı Ebu Refün öldüğünü ilan ederim, diye
bağırıJor.
Ab.dullah o vakit arkadaşlarının yanma gidiyor ve:
- Alıah Ebu Refii Öldürdü, kaçalım, diyor. Kendisinde
çok asalet ve çok ruh büyüklüğü gördüğümüz bir adamın
tarihine böyle vakalar kaydetmeği gönül istemezdi.
· Meseleye insanlık noktasında:ri bakacak olursak, Mu
hammedin yaşadığı zaman ve memleket hukuku dairesin
den çıkrnıyarak kendini müdafaa ettiğini belki teslim ederiz;
fakat Allah tarafından dünyaya gönderilen ve kavmine yeni
bir hayatın kapılarını açan bir insanı daha saf, daha insanlık
fevkinde görmek arzusundan da kendimizi alamayız.
Muhammet, Yahudilere karşı müstesna bir kalb katılığı
gösterdi. Fakat onların da ona ihanet ettiğini unutmamak
ve Arabistanın o vak.itki anarşili halini hesaba katmak la
zımdır.
Bundan başka müslüma:nlar kendi menfaatlerini Allahın
menfaatleriyle o kadar bir sayıyorlar ki onlardan hiçbiri
böyle vakalar karşısında zerre kadar vicdan azabı duyma
mıştır.
Kalb bin Malik ile Hassan bin Sabit, İbtai Eşrefi öldüren
ler hakkında kasideler yazmışlardır. Bu vakayı küçük bir
muharebe, daha doğrusu, şahıslara ait bazı meseleler taki
betti. Bir müslüman, velinimeti olan bir Yahudiyi öldür
müştü. Henüz putperest olan kardeŞi bu nankörlükten do
layı onu ayıpladı.
Onun sana verdiği ekmek hala karnında duruyor, dedi.
Fakat müslüman -Allaha yemin ederim, bana onu öldür-
212
memi emreden varlık, seni de öldürmemi emretmiş olsaydı
zerre kadar tereddüdetmezdim, cevabını verdi.
Bu putperest, kardeşinde gördüğü bu derin din heyeca
nından müteessir olarak müslümanhğı kabul etti. Müslü
manlık için. her halde çok acayip bir müdafaa usulü ...
Bu vakalar üzerine fena halde gözleri yılan Yahudiler,
Muhammetle bir ittifak yaptılar ve bir daha ona hücum et
miyeceklerine söz verdiler. Onlar ancak Uhud muharebe
sinden sonra baş kaldırabilmişlerdir.
Peygamber, artık Yahudi katipler kullanmaktan vazgeç
ti. Bu gibi işler için Zeyd bin Sabite müracaat etti ve ona
Aramf lisanını öğrenmesini emretti.
Yine bu vakalar üzerinedir ki kıble değişmiş ve o zama
mı. kadar müslümanlar yüzlerini Kudüse döndürerek na
maz kıldıkları halde. ondan sonra Mekkeye dönmeğe başla
mışlardı. Esasen Kabeyi, Yahudiler, hıristiyanlar. ve müslü
manların IT}ÜŞterek atası olan ibrahim Peygamber kurmuş
tu ve Muhammet kendi dinini doğrudan doğruya ona bağ
lı telakki ediyordu.
213
16
Uhud Muharebesi
214
Açıkgöz El Abbas ikiyüzlü bir oyun oynuyordu. Onun
müslümanlığa karşı hiçbir muhabbeti yoktu. Fidyesi verilir
verilmez Mekkeye, işlerinin başına dönmek için acele et
mişti. Fakat aynı zamanda Medinede kendisi için açık bir
kapı hazırlıyor ve yeğenini idare ediyordu.
Muhammet, hemen Medineye döndü ve şehrin büyük
lerini topladı. Ne yapılacaktı? Peygamberin fikri Medinede
kalmak ve şehri içinden müdafaa etmekti, ihtiyarlar Mu
hammedin bu planını tasvibediyorlardı. Fakat Bedir zaferi
nin hatıralariyle tutuşan gençler, düşmana karşı çıkmak ve
meydan muharebesi yapmak istiyorlardı. Gençler, ekseri
yeti peşlerine takıp sürüklediler ve Muhammet, çok kere
gökten vahiy almadığı zamanlarda yaptığı gibi halkın arzu
suna razı oldu. Bütün ahaliyi silah başına çağırtmak için tel
lallar çıkardı; sonra Ömer ve Ebu Bekir ile ikindi namazı
kılmak için evine gitti. Arkadaşları onum) iki katlı zırhını
giydirdiler ve miğferinin üstüne sarığını sardılar.
Muhammet, zırhını giydi, kılıcını yanına, kalkanını
omuzuna astı ve eline bir mızrak alarak ordusuna bir geçit
resmi yaptırdı. Mücahitlerin adedi bini geçmiyordu. Bunla
rın yalnız iki yüzü zırhlı, ikisi de ath idi. Bu netice karşısın
da en ateşlilerin bile cesareti kırıldı ve tekrar düşmanı şehir
duvarları arkasında beklemekten bahse başlandı. Fakat bu
defa Muhammet, razı olmadı:
- Hayır, dedi, bir peygamberin kılıcını çektikten sonra
tekrar kınına sokması doğru olmaz.
Peygamber, muhacirler bayrağını Aliye, Hazreçlerinkini
Habbaba, Evslerinkini Sade verdi ve ordu hareket etti.
Müslümanlar şehre pek yakın bir mesafede ordugah
kurdular. Ertesi gün ortalık ağarırken biraz daha ilerlendi
ve Ancarda sabah namazı kılındı. Muhammet, ordusunu
teftiş ettiği zaman Hazreçler arasında birkaç Yahudi gördü.
Peygamber, onların ancak müslüman oldukları takdirde
muharebeye girebileceklerini söyledi. Yahudiler buna razı
olmıyarak geridöndüler. Hazretlerin reisi münafık Abdul
lah bin Ubey de üç yüz adamım alarak ordudan ayrıldı.
Böylelikle adedi yedi yüz kişiye inen müslüman ordusu,
tarlasında çalışmakta bulunan ve peygambere hakaret eden
215
bir münafıkı öldürdükten sonra Uhud dağına doğru yürü
dü.
Uhud dağı şehirden altı mil uzakta sarp bir dağdı. Müs
lümanlar bu dağa arkalarını verip yüzlerini Medineye çe
virdiler. Muhammet, arkadan çevrilmek tehlikesine karşı
elli okçuyu bir boğazın muhafazasına memur etti ve hiçbir
sebeple oradan ayrılmamalarını emretti. Peygamberin elin
de «korkaklık, insanı kaderin hükmünden kurtarmaz» ya
zılı bir kılıç vardı. Fiilen muharebeye girmek niyeti olmadı
ğı için onu Ensardan Ebu Ducanaya verdi; o da onu iki kat
oluncaya kadar kullanacağına yemin etti. Souna kadar çar
pışmağa karar verdiğine bir alamet olmak üzere başına kır
mızı bi� sarık sarmış olan bu adam, o k�dar azametli bir ta
vır ile dolaşmağa, kurulmağa başladı ki peygamber:
. - Böyle bir tavır ve hareket başka bir zamanda Allahı
hoş nudetmezdi, dedi.
Nihayet, Kureyşiler geldiler ve o suretle mevzi aldılar ki
bir kısmı Medine ile. müslümanlar arasına girdi. Bir deveye
yükletilmiş bir kubbe içinde bir put getirmişlerdi. Otuz ka
dın bu putun etrafında tef çalıyor ve Kureyşfleri gayrete ge
tirmek için şarkılar okuyorlardı. Bunların en heyecanlısı ba
bası Utbe ile kardeşinin ölümünden dolayı fevkalade hid
detli bulunan -Ebu "Süfyanın karısı- güzel ve ihtiraslı Hind
idi.
«Biz sabah yıldızının kızlarıyız. . . »
«Biz nazik halılar üstünde yürürüz»
«Kervanlarımız incilerle, saçlarımız misle süslenmiştir.»
«Siz cesaretle yürürseniz biz, sizi kucaklıyacağız»
«Siz düşmana arkanızı çevirirseniz biz de sizleri rezilane
geri çevireceğiz.»
Kureyş kadınları muharebe safları dışında, portatif pu
tun etrafında, böyle şarkılar söylüyorlardı.
Kadınlar:
- İleri! Tam yerine vurunuz, kimseyi esirgemeyiniz. Kı
lıçlarınız keskin, yürekleriniz sağlam olsun! diye haykırı
yorlardı.
Evvelce de söyled.iğimiz gibi, Arap muharibi kendini
216
mumkü:n olçiuğu kadar az öldürtür. Onun fikrince: «Muha
rebe, insanlara bir fayda temin edecek bir hiledir; budala bir
boğazlaşma değildir. Fakat fevkalade hallerde kadınları
muharebeye götürürler. Onların sarkılan ve feryattan er
keklerin gayretini tahrik eder; varlıkları erkekleri ölesiye
çarpışmağa mecbur eder. Hasılı, kadınların muharebeye
gelmesi sonuna kadar uğraşılacağına alamettir.
Kureyş saflan arasından Evs kabilesinin bir kolu olan
Evsullahların eski reisi Ebu Amirin ilerlediği görüldü. Bu
adam Muhammede olan kini sebebiyle memleketini bırak
mış bir eski Medineli idi. Ebu Amir, putperestlikle Yahudi
lik arası 'bir yeni din neşrine çalışmış, fakat müslümanlık
onun bu teşebbüsüne engel olmuştu.
Ebu Amir, müslümanlar arasında bulunan Evslere gelip
kendisiyle birleşmeleri için bağrndı. O esnada yanında ken
di taraftarlarından elli kişi vardı. Ebu Amtrin bu gayretin
den bir netice çıkmadığı için arkadaşları müslümanlara ok
atmağa başladılar. Aynı zamanda Kureyşflerin esirleri de
ilk müslüman saflarına taş yağdırıyor ve İkrime kumanda
sındaki sol cenah süvarileri Medinelileri yan taraflarından
sarmağa çalışıyorlardı. Bu hücum bir netice vermediği için
peygamberin amcası Hamza, Kureyşflerin merkezine hü
cum etti.
Müslümanların hücumu dayanılmaz bir şey oldu. Put
perest ordusunda bir delik açıldı. Peygamberin kılıcını taşı
yan Ebu Ducana birkaç dakika içinde öte tarafa, kureyş ka
dınlarının karşısına geçti. Kadınlar bir tepe üzerine kaçtılar
ve öldürülmelerini, yahut esir edilmelerini beklemeğe baş
ladılar.
Ebu Dubana silahını kaldırmıştı. Fakat peygamberin kı
lıcını kadın kaniyle kirletmek doğru olamıyacağını düşün
dü. Put, palangasından düşmüştü. Kureyşfler yüklerini ta
şıyan üç yüz devenin arkasına kaçmağa başlıyorlardı. Fakat
müslüman okçuları muharebeyi artık kazanılmış addettik
lerinden peygamberin emrini unuttular, yerleştirildikleri
boğazdan çıktılar ve «çapul, çapul» diye bağırarak ileri atıl
dılar.
217
Zeki Halid bin Velid Mekke ordusunun sağ cenahında
ki suvarileri topladı, terkedilen yeri zaptetti ve tepenin ara
sından müslümanların arkasına sarkıverdi. O zaman Medi
ne saflarında tarife sığmaz bir kargaşalık oldu; Mekkeliler
onlara şiddetle hücum ettiler. Huzeyfe, bir yanlışlık netice
si olarak babası El Yemamın, gözleri önünde, öldüğünü
gördü. Kureyş bayrağını taşıyan Ebu Sad bin Talha gördü
ğü müslümanlara meydan okuyordu:
- Ölülerinizin cennete gittiklerini iddia ediyorsunuz. El
Lat namına yemin ederim ki yalan söylüyorsunuz. Siz, bu
na hakikaten inansaydınız, birinizden biri benimle çarpış
mak içip ortaya çıkardı.
Ali, onu işiterek üstüne atıldı ve başına bir vuruşta yere
serdi; fakat öldürmedi, çünkü Ebu Sad yere düşerken, elbi
sesi açılmış, vücudunun bazı ayıp yerleri görünmüştü.
Utangan delikanlı gözlerini öte tarafa çevirdi.
Kureyş kadınlarından Amra bin Elkama bin Harisa,
mağlubun elinden Kureyş bayrağını a lmıştı. Biraz sonra Sa
vab isminde genç bir Habeş esir onun yerine geçti. Fakat
Sad bin Ebi Vakkas onun sağ elini kesti. Savab bu defa bay
rağı sol eline aldı, Sad onu da aynı a kıbete uğrattı. Habeş,
sırığı koliyle tuttu. Hasılı, Savab kelimenin hakiki manasiy
le doğrandığı halde yılmadı, bayrağı vücudiyle muhafaza
etmek için kendini onun üstüne attı ve «Bütün vazifemi
yaptım mı?» diye bağırarak öldü.
Medineli şair Hassan bin Sabit bu vakadan dolayı Ku
reyşflerle alay etti, onların şerefini bir kadın ile bir Habeşin
müdafaa ettiğini söyledi ve «Onlar o lmasaydı Kureyşfleri
yabancı memleketlerden getirtilmiş ticaret malları gibi pa
zarlarda satacaktık» dedi.
Kureyş bayrağını yerden kaldıran Munafi bin Talha bir
okla öldürüldü. «Anası onu öldürenin kafatasından su iç
meğe yemin ve onun başını getirecek kimseye yüz deve
va' detti» Munafiden sonra kardeşleri Haris ve Kelab, daha
sonra da Kureyş büyüklerinden dört kişi onun yerine geçti
ler ve öldürüldüler.
Peygamber, gayet mahir bir okçu olan Sad bin Ebi Vak-
218
kasan yanında duruyor, ona ok veriyor ve her isabetli ahş
ta onu alkışlıyordu. Müslüman kadınları sırtlarına su tu
lumları yüklenmiş ve ayaklanndaki halkalar görünecek su
rette eteklerini toplamış oldukları halde muharebe meyda
nında dolaşıyorlar, mücahitlere ve yaralılara su veriyorlar
dı. Muhammedin hizmetçisi Ümmü Eymenin elbisesi bir
okla delindi ve kadıncağız, korkudan yere düşerek bacaı<.Ia
rını havaya kaldırdı. Peygamber sıkıldı, Sade uçsuz bir ok
verdi, o da bir düşmanı, tıpkı Ümmü Eymen vaziyetinde
yere devirdi. Muhammet, güldü.
Müslümanlardan bazıları cesaretlerini artırmak için şa
rap içmişlerdi. (O vakit içki daha kat'f surette yasak edilme
mişti. ) Ötekiler yalnız kendi kan veya imanlarındaki ateşle
sarhoştular, İki ihtiyar şehit mertebesine ermek için kimse
ye hata vermeden mücahitlerin arasına girmişlerdi. Bunlar
kendilerini kargaşalığın ortasına attılar ve birisi düşman,
öteki de kendisini tanımıyan rnüslümanlar tarafından öldü-
'
rüldü.
Bedirde bulunmamış olan Enas bin Nedr bu mahrumi
yetin acısını çıkarmak istedi ve müslümanların kaçtığını gö
rünce:
- Nereye gidiyorsunuz? Bana öyle geliyor ki insan bu
rada cennet kokuları kokluyor, diye bağırdı.
Biçarenin vücudu seksen yara ile delik deşik olmuş bu
lundu. Bu vücut o kadar parçalanmışh ki kardeşi onu ancak
bir beninden ve parmaklarının ucundan tanıdı.
Mekkelilerin adetçe olan faikıyetleri karşısında müslü
manlann mevkii güçleşmeğe başlıyordu. Osman ve hatta;
galiba Ebu Bekir ile Ömer de arkalarını döndüler, o kadar
çabuk kaçtılar ki ancak Medinede durabildiler ve şehri bir
tel.3.şa verdiler. Peygamberi muhafaza için etrafında ancak
on iki kişi kalıyordu. Sırtındaki tulumu fırlatarak kocası ve
çocuklariyle beraber muharebeye giren Nesibin binti Rab
isminde bir kadın, kaçanlardan birini:i:ı kalkanını yakaladı
ve on üç yerinden yaralandığı halde bulunduğu yeri adım
adım müdafaa etti. Bu kadın yaralanan bir oğlunun yarası
nı kendi eliyle sardı ve tekrar muharebeye gönderdi.
219
Ötekiler maalesef bu derece gayret gösteremiyorlardı.
Şehirde kalan ve sırf kadınların alayından yakasını kurtar
mak için orduya iltihak den bir Medineli büyük bir cesaret
le çarpışb. Sonradan kendisinin bir gazi olduğunu söyle
dikleri vakit su cevabı verdi:
- Ben din için muharebe etmedim, Mekkeliler Medine
hurmalıklarına dokunmasınlar, diye çarpıştım.
Bu adam, yaralarının acısına dayanmak cesaretine malik
olmadığı için kendi kılıcı üzerine kapanarak intihar etti. Bu
nun üzerine peygamber, insanların fiil ve hareketlerine gö
re bir hüküm vermek için nihayete kadar beklemek lazım
geleceğini söyledi.
Yarım asır sonra Suriyede Humus şehrinden iki adam
geçiyordu. Bunlar «Vahşi şimdi burada oturuyor. Haydi
peygamberin amcası Hamzayı Uhud muharebesinde nasıl
öldürdüğünü anlatbrmağa gidelim.» dediler. Adresini sor
dukları bir adam kendilerine dedi ki: «Şarap onu bitirmiş
tir. Evinin kapısı önünde bulacaksınız. Eğer sarhoşsa ağzın
dan söz alamazsınız. Değilse ne isterseniz söyler.»
İki yolcu, vücudu kamburlaşmış, fakat hala çok uzun
boylu bir ihtiyar Habeş gördüler. Saçları ağarmış, yüzünün
buruşukları gayet keskin, bakışları dikti. Vahşi, bu haliyle
yorulmuş bir ihtiyar kartala benziyordu. Yolcuların selam
vermeleri üzerine başını kaldırdı:
- Vay, sen Abdullah bin Adi değil misin, dedi. Sen da
ha meme çocuğu iken ben seni yerden kaldırarak devenin
üstündeki sütanana vendim. Seni topuğunun şeklinden ta
nıdım.
- Evet, ben oyum. Hamza bin Abdülmuttalibi nasıl öl
dürdüğünü senin ağzından dinlemeğe geldik.
- Bunu eskiden peygamberin kendisine nasıl anlattım
sa şimdi de size öyle anlatacağım. Ben o vakit Cübeyr bin
Müthimin kölesi idim Hamza, Bedir muharebesinde, onun
amcasını öldürmüştü. Efendim, Hamzayı öldürürsem beni
azadedeceğini söyledi. Uhud muharebesi esnasında Ham
zayı öldürmekten başka bir gayem olmadı. Onu gördüğüm
220
zaman, aı:ıas:ı. Mekke kadınlarını sünnet eden, Siba tarafın
dan çarpışmağa davet edilmişti. Hamza şöyle bağırdı :
- Ey Siba, ey Sünnetçi Ümmü Erunerin oğlu. Sen Alla
ha ve onun peygamberine iman etmiyecek misin? ve kılıçla
başına bir vuruşta onu öldürdü. Ben, bir kayanın arkasında
siper almışhm. Hamza, Sibanın başını kesmek için eğilirken
silahımı fırlathm. Ben attığım vakit hedefini pek güç şaşıran
mızrak onun kasığından girdi, kaba etleri arasından çıkh.
Hamza, sarsıldı ve düştü. Ben, hemen mızrağı çıkararak
kaçtım. Ben, işte böyle azadoldum. Mekke alındıktan sonra
müslüman dinini kabul ettim, cihatlara iştirak ettim ve Ye
mane gününde yalancı peygamber Müseylimeyi ortadan
kaldırmak suretiyle peygamberin amcasını öldürmüş ol-
mak günahım affettirmeğe çalıştım. ·
221
bu çukura indi, peygamberi omzuna alarak kaldırdı, Ali
de onu elinden tutarak çekti. Böylece çarpışa çarpışa,
müslümanlardan birçoğunun sığınmış olduğu bir geçide
geldiler. Ebu Ducana, peygamberin üzerine eğilerek onu
canlı bir zırh gibi muhafaza ederken Ebu Ubeyde de onun
yarasını sarıyordu. Demir başlığın çeneyi muhafaza eden
kısımları peygamberin yanaklarına saplanmıştı. Onları yır
tılmış etlerin arasından çekmek hayli güç oldu. Ebu Ubey
de, demiri çıkardığı zaman peygamberin iki dişi düştü. Ma
lik bin Sinan akan kanı emyiordu. Biraz sonra Muhamme
din kızı Fatma, Alinin kalkanı içinde getirdiği su ile babası
nın yarasını yıkadı; sonra kanı dindirmek ve yarayı kapa
mak için bir hasır yaktı ve küllerini yaranın üstüne serpti.
İbni Halef isminde bir Kureyş süvarisi oradan geçiyor
'du, Muhammedin hala sağ olduğtı'nu görerek üstüne atıldı;
fakat peygamber, bir mızrak yakaladı, onu düşmanının bir
yanından sokup öte yanından çıkardı.
Muharebe bitmişti. Muharebe meydanına hakim kalan
Kureyşfler muvaffakiyetlerinin mahsulünü toplıyacakları
yere müslüman cenazelerine hakaret ederek hınçlarını çı
karmağı tercih ettiler. Aynı zamanda düşman ölülerinin üç
te biri nisbetinde olan kendi ölülerini görmüyorlardı. Ku
reyş kadınları müslümanların cansız vücutlarına türlü tür
lü hakaretler ettiler; kendilerine gerdanlıklar, bilezikler, ke
merler yapmak için onların burunlarını, kulaklarını kesti
ler. Hind, vahşi bir buhran içinde Harazanın göğsünü açtı,
karaciğerini çıkardı ve onu dişleriyle parçaladı.
Ebu Süfyan, Muhammedin ölüsünü bulmak ümidiyle
muharebe meydanını dört dönüyordu; orada müslüman
saflarında can veren kendi oğlu Hedheleyi görüp tanıdı.
Sonra peygamberin oniki arkadaşiyle bulunduğu tepeye
doğru ilerledi ve bağırdı :
- Muhammet bu grupun içinde midir?
Peygamber, cevap verilmesini menetti.
- Ebu Bekir orada mı? Ömer orada mı?
Müslümanlar sustular.
222
Ebu Süfyan:
- Demek öldüler, dedi.
O zaman Mumammedin arkadaşlarından biri dayana-
madı:
- Yalan söylüyorsun, diye bağırdı.
Kureyş!:
- Her halde zafer bizimdir, dedi.
Karşıdan cevap geldi:
- Bizimdir inşallah ...
- Günler biribirine benzemez. Buıgün, her halde, Bedir
gününe değer. Muharebe taliinde karar yoktur. Ölülerinizi
sakatlanmış, parçalanmış bulacaksınız ... Bu aşırı hareketle-
ri ben emretmedim. Fakat pekala oldu ... Yeni baştan boy öl-
çüş;mek için gelecek sene sizi Bedir kuyusuna ç�ğırıyorum.
Ebu Süfyan, bunlctr� söyledikten sonra recez vezninden
şiir söylemeğe başladı : .
- Seni t�kdis ederiz, Hübel, seni takdis ederiz. Dinin
muzaffer oldu.
Muhammet, cevap verdirdi:
- Allah en büyük ve en azametlidir.
Ebu Süfyan devam etti:
- Bizim El Uzzemiz var, sizin El Uzzeniz yok.
Muhammet, arkadaşlarına:
- Siz cevap vermiyor musunuz? dedi.
Ey Allahın resulü, ne cevap verelim?
- 'Deyin ki: Allalh bizim hamimizdir, sizin ise bir hami
niz yoktur.
Kureyşfler bozguna uğrayan Medine ordusunu takibet
meyerek geridöndükleri için müslümanlar muharebe mey
danını dolaşmağa geldiler. Muhammet, amcasının ölüsünü
korkunç bir surette sakatlanmış görünce bir an için derin
bir ye' se kapıldı; sonra hiddetinden titriyerek yetmiş putpe
reste aynı muameleyi yapacağına yemin etti. Fakat melek
ona şu vahyi getirdi:
«Düşmanınıza mukabele edebilirsiniz. Fakat sabırlı ol
mak sizin hakkınızda daha hayırlıdır.»
Şimdilik öç almaktan vazgeçen Muhammet: «Sabırlı ola-
223
cağım» dedi ve Harazanın «Allah ve peygamberin arslanı»
ismiyle cennetin yedinci katına gittiğimi öğrenerek yüreği
serinledi.
Aşağı yukarı yetmiş kadar olan ölüleri, düştükleri yerle
re, ikişer ikişer gömdüler.
Muhammet, onların başında :
Allahü ekber, Allah büyüktür, sözlerini tekrar ediyor,
kıyamet gününde onların şahitleri olacağını söylüyordu.
Şehitler lal renginde güzel kokulu bir kan ile parlıyan yara
larla, Allahın karşısına çıkacakları için Muhammet, cenaze
lerin yıkanmasını menetti.
Peygamber, ölüler için ağlanmasına izin verdi. Çünkü
gözyaşları yüreği serinletir; fakat saç yolmağı, yanak çizme
ği, elbise yırtmağı ve her zamanki tiyatrokari matem adet
lerini menetti.
Müslüman ordusundan sağ kalanlar, yorgunluktan bit
miş bir halde oldukları için, akşam namazını oturdukları
yerde kıldılar. Gece, fevkalade bir ısıtrap içinde geçti. Çün
kü bozgun acısından başka, düşmanın ne yapacağını da dü
şünüyorlardı.
Ertesi gün Muhammet, Medine tarafında bir hareket
yaptı. Ebu Süfyan, onun şehirden kuvvet almış olmasından
korktuğu için hücuma cesaret edemedi ve Mekke yolunu
tuttu. Ancak bir gün daha geçince Elbu Süfyan, tekrar fikri
ni değiştirdi ve düşmanlarını büsbütün yok etmek için ge
ri dönmeğe karar verdi. Fakat Muhammet, büyük bir azim
ve cesaret gösterdi; kendi yarasına ve elindeki kuvvetin çok
ehemmiyetsiz ve zayıf olmasına rağmen Kureyşfleri Hamra
el Esed mevkiine kadar takibetti ve orada, yüzü düşmana
dönmüş olduğu halde, dört gün durdu. Geceleri, muhare
beden vazgeçmediğini anlatmak için ateşler yakıyordu.
Düşman, nihayet yine Mekke yolunu tuttu ve Muhammet,
Medineye döndü.
Peygamberin Medinedeki vaziyeti hayli güçleşiyordu.
Düşmanları tekrar başkaldırmışlardı. Yahudilerle münafık
lar alay ediyorlar, bu bozgunun peygamberlik nüfuzunu
224
hayli sakatladığını söylüyorlardı. Bedir zaferi Allahın müs
lümanlarla beraber olduğuna bir delil addedilmişti. Fakat
Uhud bozgunu Muhammedin bir peygamber değil, alelade
bir kumandan olduğunu gösteriyordu.
Abdullah" bin Ubey o kadar acı şeyler söyledi ki müslü
manlar onu camiden kovdular ve Muhammet, araya gire
rek iki tarafın boğaz boğaza gelmesine mani oldu.
Kuran; bu sözlere ve düşüncelere cevap olarak aşağı yu
karı şunları söyler: Tali değişir, ta ki Allah halis iman sahi
bi olanları tanıyabilsin. Allah müslümanları küçük düşür
müştür, çünkü bazan dünya malını ahret saadetinden üs
tün tuttukları için onları cezalandırmak istemiştir. Bozgu
nun sebebi peygambere itaatsizlikleri ve çapul hırslarıdır,
insanlar kendilerine değil, Allaha güvenmelidiııler.
Bozgun sabahı gaıliplerin peŞine takılmak suretiyle bü
yük bir azim ve cesaret eseri göstermiş olan Muhammet,
Uhud muharebesinden sonra faaliyetini arttırdı. Medineyi
avucunun içinde tutmağı ve düşmanlarına soluk aldırma
mağı kat'iyyen kafasına koymuştu. Şehirde bir süvari kuv
veti ye bir hara teşkil etti. Atların çoğalmasına mani olacağı
için kahr beslemeği yasak etti.
Beni Amir Aşireti Reisi Ebu Berra bir zamandan beri pey
gambere yaltaklanıp duruyordu. Kah onun yüzüne gülü
yor, kah hediyeler gönderiyor, kah da üstü örtülü tehditler
de bulunuyordu. Maksadı onunla karlı bir ittifak yapmak ve
Necid havalisine hakim olmaktı.
Bir miktar müslüman süvarisi Necide gitti. Oradaki «yer
li politikası» fevkalade karışık görünüyordu. Peygamberin
adamlarına bir «geçme vesikası» veren Ebu Berranın ne yap
mak istediği pek açık anlaşılamamıştır. Belki de onlardan
Beni Süleym Aşireti Reisi olan rakibi İbni Tufeyle karşı isti
fade etmek istiyordu. Muhakkak olan şudur- ki bu İbni Tu
feyl sefer heyeti reisini ,bir mızrak darbesiyle öldürdü, son
ra Beni Amirleri öteki müslümanları katle teşvik etti. Beni
Amirler bu ihanete razı olmadılar. Fakat Beni Süleymler
«Bir Mauna» kuyusu etrafında toplanan Medinelilere hü-
225
cuın . ettiler ve hepsini birden öldürdüler. Yalnız o esn11da
develeri .muhafaza etmekle meşgul bulunan bir topal, dağa
kaçmak suretiyle kurtuldu.
lJµ felaketin asıl ehemmiyeti müslümanların çok adam
kaybetmelerinde değildi; (Bu vakada Bedir şehitlerinden
çok, hemen hemen Uhut şehitleri miktarında insan telef ol
muştu;ıJaym ·zamanda Muhammedin bedevi aşiretleri için
deki �ü.i\ı?.u : da fena halde kırılmış oluyordu. Peygamber,
bu vaka.ya çok müteessir oldu, hainlere lanet etti ve bir ay
itikafil. çekildi. Pek az zaman sonra bu felaketli bir ikinci
mul:'ıa�e�e, .takibetti. Biri Mauniodan geçen ve müslüman
ölüler.i.n,i.kargalann yediğini gören iki miislüman, dindaşla
rının Ç:iç,µttü. almak istediler. Bunlardan birisi iki Yahudiyi
düşmC!ıı . z��ederek öldürdü. Muhaırunet, kan bedelini
ken.d.i-. kese$1den yerdi. Btl meselenin halli için Medinedeki
Beni Na,41r kabilesiyle yapılan bir müzakerede peygamber,
Yahudiler.i!'). _ �_ainlik hazırladığım sezer gibi oldu. Zate ya
hudiler Muhammede karşı çok entrikalar çevirmişler, o da
onları M;�di11eden kovmağa karar vermişti. Fakat Uhud fe
laketi bu planı geciktirmişti. Peygamber, birdenbire meclisi
terketti, evine döndü, adamlarını silahladı ve Beni Nadirle
re on gün içinde şehri terketmeleri için bir emir gönderdi.
Yahudiler tereddüdediyorlardı; münafık Abdullah Ubey
den aldıkları yardım va' dine güvenerek ret cevabı verdiler.
O vakit Muhammet, onların .şehirden üç mil uzaktaki köy
lerini muhasara etti ve hurmalıklarını yaktı. Beni Nadirler
boşuboşuna İbni Ubeyin yardımını beklediler ve altı gün
sonra teslim oldular. Yahudilerin develerine yükliyebile
cekleri bütün eşyalarını alarak gitmelerine müsaade edildi.
Malları ve silahları müsadere edildi. Bu ganimet, muharebe
neticesinde zorla alınmış olmadığı için Kuran, onun tama
miyle peygambere kalmasını emretti, o da bunları Mekke
muhacirlerine üleştirdi, ta ki artık Medinelilere yük olmak
tan vazgeçsinler. Beni Nadirler altı yüz hayvan üzerine ka
dınlarını, çocuklarını, bütün eşyalarını ve hatta evlerinin
bazı parçalarını yükliyerek _şimal yolunu tuttular. Sarı elbi-
226
seli kızlar şarkı söylüyorlar, çalgı çalıyorlar, raksediyorlar,
böylece bu memleketten ayrıldıktan esef etmediklerini gös
termeğe çalışıyorlardı. Kafile, Medine çarşısından geçti ve
şimale döndü. Bu muhacirlerin bir kısmı Suriyeye kadar
gittiler; bir kısmı da yarı yol üzerinde büyük bir Yahudi va
hası olan Hayberde kaldılar.
Asım bin Sabit ve Biri Mauna vakaları Muhammedin içi
ne işlemişti. Bedevilere güzel bir ders vermek istedi. Zaten
onların hiyanet ve yağmaya olan meyillerini Kuran da an
latıyordu. Peygamber, birdenbire Medineden hareket etti .
ve zorlu bir yürüyüşle Necide gitti. Boğucu bir sıcak vardı.
Müslümanlar nöbetle develere biniyorlar, kumun ateşin
den ve yerdeki keskin çakıllardan muhafaza için ayaklarına
bezler sarıyorlardı. Ebu Musanın ayakları o kadar zedelen
di ki tırnaklan döküldü. Bu küçük tabur, günde beş defa na
maz kılıyordu. Tehlikeli mmtakaya geldikleri vakit pey
gamber, bir «tehlike namazı» tesis etti. Müslümanların bir
kısmı yüzlerini Mekkeye çeviriyorlar, peygamberin arka
sında tek secdeli bir ı;amaz kılıyorlardı. Diğer kısmı ise
yüzlerini düşmanın bulunduğu, yahut bulunabileceği taraf
lara dönüyorlardı, Bazan da at üstünde namaz kılınıyordu.
Gök, bu haşin ve sade adamların, Allahın mabedi haline ge
tirmek istedikleri bir toprağın ölmez kubbesi idi. Reislerin
deki imanın tesiri altında hüviyetlerini değiştiren, bambaş
ka insanlar haline gelen bu Araplar, ölüm tehlikesi karşısın
da bu Allaha ibadet ediyorlardı. Bu iman, öyle ateşli bir şey
di ki, nankör bir toprağın bu küçük köşesinde11 iki gülünç
çarpışma, iki yorucu konak, yahut iki adi çapul hareketi
arasında dünyayı alt üst etmeğe hazırlanıyordu. Müslü
manlar yürüyüşlerinin sürati sayesinde Beni Gatafanların
bir kısmı üzerine birdenbire çullandılar. Onlardan bir kısmı
yükleriyle beraber birkaç da esir bırakarak dağa kaçtılar.
Muhammet, Medineye dönerken, bir gün bir mimoza al
tında uyudu. Suriye işi olan gümüş kabzalı kılıcını ağaca
asmıştı. Birdenbire uyandı ve önünde bu kılıcı sallıyan bir
yabancı gördü. Bu, bir bedevi idi. Muhaml:lled' e:
227
- Şimdi seni bana karşı kim muhafaza edecek? dedi.
Muhammet, bedevinin yüzüne gözlerini dikerek soğuk
kanlılıkla:
- Allah! dedi.
Bedevi, heyecana kapılarak kılıcı elinden düşürdü. Mu
hammet, onu yerden aldı ve bedeviyi tehdidederek :
- Sen söyle bakalım. . . Şimdi kim seni benim elimden
kurtaracak? diye sordu.
Bedevi inliyerek :
- Heyhat! Hiç kimse, dedi.
Pekala, öyleyse benim Allahımdan merhameti öğren . . .
228
17
Hendek
229
Hicretin beşinci senesi şevvalinde on bin kişilik bir ordu
Medine üzerine yürüdü. Bu kuvvete karşı koymak için Me
dinelilerin elinde ancak üç bin kiŞi vardı. Hicazda şimdiye
kadar hiç bu derece kalabalık bir ordu görülmemişti.
Bu kuvvete karşı yürümek göz göre göre kendini yeni
bir Uhud felaketine atmakh. Muhammet, Medinedeki Ya
hudiler ve münafıklardan gizli muavenetler bekliyen bu
kalabalık düşmanla açık bir meydan muharebesine çıkmak
istemedi. Medineyi müda.faa vaziyetine soktu ve kadınlarla
çocukları müstahkem mahallere kaçırdı. Selman-ı Farisi,
şehrin etrafın� büyük bir hendek kazılmasını tavsiye edi
yor, bu hendeğin düşmanın hücumundaki şiddeti kıracağı
nı söylüyordu. Bu fikir, Arabis�anda yepyeni bir şeydi ve
Medinede çok hayretle karşılandı. Fakat kuvvetli bir tabiye
ci olan Muhammet, derhal bu projenin kıymetini anladı. Bi
ribirinden ayrı adacıklardan teşekkül eden bir şehri müda
faa etmek için bundan iyi usul olamazdı. Peygamber, bu
acayip muharebe usulünü kabul ettirmek ve müslümanları
toprak kazmak gibi adi bir işle uğraşmağa kandırmak için
bütün nüfuz ve kuvvetini sarfetti. Bu noktada kendisi üm
metine numune oldu.
Soğuk bir kış sabahı işe başladı. Muhammet, yarı çıplak
bir halde sırtiyle toprak taşıyordu. Toza, toprağa batan be
yaz göğsünde kalemle çizilmişe benziyen ince bir kıl çizgi
görülüyor ve bu çizgi boğazdan göbeğe kadar gidiyordu.
Peygamber, bir yandan çalışıyor, bir yandan Abdullah bin
Revahanın şiirlerini okuyordu: «Allahımız olmasaydı biz
doğru yolu bulamıyacaktık. Ne zekatı, ne de ibadeti bilemi
yeeektik. Düşmanla karşılaşırsak kalbimize sükunet, ayak
larımıza kuvvet ver. Muhakkaktır ki bizi ezenler bizim is
yan ettiğimizi isterlerse biz reddedeceğiz.»
Peygamber, sesini yükseltiyor: «Biz reddedeceğiz, biz
reddedeceğiz» diye tekrar ediyordu.
Peygamber, bu hareketiyle halkı peşine takıp sürükledi,
omuzunda toprak dolu ağır bir sepetle geçtiği zaman, açlık
ve yorgunluktan bitkin bir halde olan Sahabfler yerlerinden
fırlayarak bağırtıyorlardı:
230
..:sana.·ve müslümanlığa sadakat yemini verdik. Ey Mu
hammet, yaşadığımız müddetçe sana bağlı kalacağız: · ·
Peygamber -Yarabbi, sen ensar ile muhacirleri · aziz et
Tek hakiki saadet müstakbel hayattadır, diyordu. · · · '. ·
231
!arını muhasaraya başladılar. Bir aya yakın bir zaman Mek
kelilerle müslümanlar bu vaziyette karşı karşıya durdular
ve ciddf bir muharebeye girişmediler. Yalnız karşıdan kar
şıya birbirlerine şiddetli küfürler ediyorlardı.
Müslümanlar, düşmanlarının her hangi bir noktadan bir
baskın yapmalarından korktukları için gece gündüz hen
dekler boyunca atla dolaşıyorlardı. Muhasara, bu şekilde
devam ettiği halde müslümanların vaziyeti tehlikeye gire
bilirdi. 'Bu yetmiyormuş gibi Beni Kureyzeler de düşmanla
anlaşmışlardı. Muhammet, bir politika çevirmek ve Beni
Gatafan kabflesiyle ayrı bir müzakereye girişerek müttefik
leri ayrnnak istedi. Bu Beni Gatafanlar,. Kureyş ordusundan
ayrıldıkları takdirde peygamber, onlara Medinenin hurma
mahsulünün üçte birini vermeği teklif ediyordu .
.Bu ırte$eleyi müzakere için bir medis kuran Muhamme
de Evslerin reisi Sad bin Muaz :
- Bu fikir Allahtan mı geliyor, yoksa senden mi? diye
sordu.
Muhammet, şöyle cevap verdi :
- Eğer Allah emri olsaydı sizden fikir sormazdım. Fa
kat görüyorum ki bütün Araplar bize bir aynı ok ile nişan
alıyorlar, ben onların bu okunu, bu ittifakını kırmak istiyo
rum.
Sad dedi ki :
- Ey resul, biz bu Beni Gatafanlar gibi putperest oldu
ğumuz zamanlarda, onlar para vermeden bizim bir tek hur
mamızı yemediler. Şimdi ki müslümanlıkla şereflenmiş bu
lunuyoruz, bu hurmaları onlara nasıl bedava veririz? .. Al
lah şahit olsun ki biz onlara kılıç ucundan başka bir şey ye
dirmeyiz.
Başlarında Ebu Cehilin oğlu İkrime, Nevfel ve merhum
Ha ticenin amcası Amir olduğu halde birkaç Kureyşf hende
ğin pek derin olmıyan bir yerini buldular ve atlarını mah
muzlıyarak karşıya geçmeğe muvaffak oldular. Sonra da
müslüman pehlivanlarını er meydanına davet ettiler. Amir,
başına parlak bir ayna takılmış olan Melhub ismindek i atı-
232
run üstünde gösteriş yapıyor ve «Ben Melhuba bindiğim za
man kimse bana karşı duramaz!» diye terennüm ediyordu.
Ali, ortaya çıktı.
Kureyşf :
Kimsin? diye bağırdı.
- Ali bin Ebu Talib.
- Ne istiyorsun?
- Seni öldürmek ?
- Senin gibi bir çocuğu öldürmek bana ağır gelir:
- Seni öldürmek bana ağır gelmez. Çarpışmak istersen
benim gibi yere in.
_ Amir atından indi ve bir kılıçta hayvanın bacağını kese
rek:
- Benim için artık geridörune imkanı k.almadı, dedi,
şi'mdi insanlığı sen.in gibi bir beladan kurtaraç�yrrı..
Bir toz bulutu içinde uzun müddet çarpıştıl�r. Ali, genç
lik ateşiyl� mütemadiyen kılıç savuruyor, fakatkarşısında
ki zorlu pehlivanı bir türlü haklıyamıyordu.
Ali, birdenbire düşmanına :
- Sen hiç kimsenin sana yardıma gelmiyeceğini söyle-
memiş miydin? dedi.
Öteki hayretle :
- Ne var, ne olmuş ?
- Oğlun yardıma geliyor.
233
felin kafasını kesip ath. Sonra İkrimeyi kovaladı ve mızra
ğını onun kasıklarına fırlattı.
Ömer, putperestleri kovalamakla meşgul olurken ikindi
namazını kaçırdı ve onu akşam namziyle beraber kıldı.
Bunu peygambere söylediği zaman Muhammet :
- Ya ben hiç kılamadım ya, diye cevap verdi.
Cesareti kınlan müttefikler geridönmekten bahsediyor
lardı. Fakat Muhammedin intikamına karşı yalnız kalmak
tan korkan Beni Kureyze Yahudileri kendilerine biraz asker
verildiği takdirde geceleyin Medineyi basacaklarını temin
ederek onları fikirlerinden döndürdüler. Muhammet, tam
zamanınçla şehre yardımcı kuvvetler göryderdi . ve düşman
cephesini parçalamak fikri tekrar başında uyandı.
Peygamber, Beni Gatafanlara mensup bir kaçağı mütte
filcler arasına nifak sokmağa gönderdi. Bu adam, Eeni Ku
reyzelere giderek Muhammede açıktan açığa silah çekmeğe
karar vermeden evvel müttefiklerinden rehin istemelerini
tavsiye etli; sonra Kureyşllere giderek Yahudilerin kendile
rine hiyanet etmeği kurduklarını, bu maksatla rehin istiye
rek müsltimanlara teslim edeceklerini söyledi.
Ebu Süfyan, yapılacak umumi hücuma iştirak için hazır
bulunmalarını söylemek üzere Yahudilere bir adam gönder
diği vak.it onlar rehin istediklerini ve cumartesi günü çarpı
şamıyacakları söylediler. Bu cevap üzerine putperestler on
ların hiyanetlerine kanaat getirdiler ve düşündükleri hücu�
ma cesaret edemediler. Sonra onlar yiyecek ve bilhassa hay ·
234
okuyarak bu belalı yerden kaçmaktan başka bir şey düşün
mediler.
Ebu Süfyan, tekrar intizamı yerine getirmeğe muktedir
bulunmadığı gibi Kureyşflerle yalnız kalmak da işine gel
mediğinden ricat emrini verdi.
Müslümanlığın kökünü kazımak maksadiyle bir araya
toplanan birçok aşiretlerin yaphğı bu Hendek Muharebesi
böylece hem.en hiç çarpışma olmadan, kan dökülmeden ni
hayete erdi. (Hendek Muharebesinde ölenler üç putperest
ile altı nıüslümandan ibarettir.)
Muhammet :
- Artık onlar bize hücum etmeğe gelmiyecekler. Şimdi
onları kendi şehirlerinde vurmak sırası bize geldi, dedi.
Medineliler, bu heyecandan sonra biraz dinlenmek isti
yorlardı. Fakat Muhammede gelen vahiyler buna razı ol
madı.
Müttefiklerin hareketi sabahı Muhammet Cebrailin sesi
ni işitir gibi oldu: «Sen silahlarını bırakıyorsun, fakat ben,
benimkileri bırakmam.»
- O halde ne tarafa hücum, etmemiz lazım, geliyor.
- Bu tarafa.
Anlaşıldığına göre Yahudilere karşı fena hisler besle
mekle meşhur olan Cebrail, hain Beni Kureyzelerin oturdu
ğu semti gösteriyordu.
Şurasını da söylemek lazım gelir ki muharebe esnasında
düşman yardakçılığı etmiş olan bu Medine "Kabilesinin
hesabım temizlememek cidden güç olurdu.
Muhammet, o akşam askerlerini Beni Kureyzeler üstüne
saldırdı ve ertesi sabah kalelerini istila etti. Peygamber, Ya
hudilere hakaret etmeğe başlamıştı.
Onlar -Ey Ebül Kasım, sen şimdiye kadar fena söz ağ
zına almamıştın. Bugün niçin küfre başlıyorsun? dediler.
Muhammet, o kadar heyecana geldi ki mızrağı elinden,
ridası omuzundan düştü. Ali, merhametsiz bir şiddetle Ya
hudilere hücum etmek kararında olduğunu bağıra bağıra
söyledi. Onlar yirmi beş gün, ümitsiz bir halde, kendilerini
müdafaa ettiler. Teslim bayrağını çekrneğe razı oldukları
235
zaman, müttefikleri olan Evsler, peygambere müracaat etti
ler ve vaktiyle Hazreçlerin müdahalesi üzerine Beni Nadir
Kabilesine edilen muamelenin şimdi de, kendi hatırları için,
Beni Kureyzelere yapılmasını istediler. Neticede bu Yahu
diler hakkında bir karar vermek üzere Evslerin reisi Sad bin
Muazın hakem tayin edilmesine karar verildi. Yahudiler,
bu eski müttefikten kendi haklarında hayırlı bir karar bek
liyorlardı. Fakat Muhammet, Hendek Muharebesinde ağır
surette. yaralanan Muazın bu muharebeye sebeb olan Yahu
dilere fevkalade içerlediğinden emindi.
Sad, bir eşeğe binmiş ve bir meşfo yastığa dayanmış ol
duğu hald� geldi. Yanında yürüyen iki adam onu koltukla
rının altından tutuyorlardı .
Yahudiler, çıldırmış gibi bir halde:
· - Bize merhamet et! .. Eski müttenklerine karşı alicenap
.
236
mi.dan filanca ve filancanın ne olduğunu soruyor, Sabit her
defasında: «Öldü. Öldü» diye cevap veriyordu.
Yahudi :
- Öyleyse senden son bir lütuf isterim, dedi, beni de on
ların yanına gönder.
Bu rica üzerine Sabit, Yahudinin başını kendi eliyle kes
ti. Ali ile Zübeyr, bütün bir gün Yahudileri öldürmekle
meşgul oldular. Korkunç kıtal gece, meşalelerin alevi altın
da, bitti. Muhammet, çukurun kenarında oturuyor, Yahudi
kadınları ağlaşıp feryad ediyorlardı.
Evler ve topraklardan başka birçok ev eşyası ve hayvan,
üç yüz zırh, bin kargı, beş yüz mızrağa baliğ olan ganimet,
galipler arasında üleştirildi. Bunun beşte birini fıkaralara,
k�ndi ailesine ve cemaat işlerine sarfetmek üz�re peygam
ber aldı. Şimdi sayılan otuz alh}'.a varan süvariler daha faz
la bir pay aldılar. Kadınlar ve çocuklar Necidde eısir gibi sa
tılarak par�larıyla silah alındı,
Muhammedin payına ayrıca Rihana isminde bir de esir
kadın düşmüştü. Peygamber, onu kendisine odalık yaptı.
Fakat Rihana Yahudi kalmakta inadettiği için az zaman
sonra bıraktı.
Sad bin Muaz birkaç gün sonra tekrar açılan yarası sebe
biyle öldü ve peygamberin temin ettiğine göre cennete gitti
ve İncil Ken'an fethini nasıl tes'idederse Kuran da bu seferi
(XXXIII 26,27) öyle tes'idetti.
237
18
Resullfihlah
238
Muhammet, kavmini bir tek Allahm bir tek dinine çağır
mak, Asyanın ve Afrikanın bir kısmım uyandırmak, getir
diği haberi anlıyanların hepsini göreneklerin esaretinden
kurtarmak, q.yuklıyan İranı tazeleştirmek, ateşsiz nazariye
ler ve vahdetsiz bir iman ile dağılmış şark hıristiyanlıkları
nı gayrete getirmek için ayağa kalktı.
Tabiatin hayat veriei ve korkunç büyük kuvvetleri, gü
neş ve yağmur, Arabistan toprağını altüst ederek birkaç se
ne içinde onu baştan başa yeşilliğe boğan kış - fıfüriaları
dünyaya nasıl kudretle hakim olurlarsa peygamberler de
öyle kendilerini tanıtırlar. Onlar hakkında bir hüküm ver
mek için ortaya koydukları mahsullere bakmak lazımgelir;
onların getirdikleri haberlerin en kuvvetli delilleri tatmin
edilmiş zihinler, sakinleşmiş kall;>ler, kuvvetlenmiş iradeler,
sabır ve tahammül eden' ıstıraplar, şifa bulan manevi hasta
lıklar, temizlenmiş gökyüzüne çıkan dualardır.
Peygamberler yalnız, arkasız, maddi kuvvetten mahrum
adamlardır. İnsanların gururu onları daima ezmeğe uğra
şır; fakat onlar, insanlığa en yüksek hürriyetin sırrını geti
rirler, insanlara itaatsizlik etmek Allah'a itaatsizlik etmek
ten evladır. Dünyada yalnız onun karşısında herkes müsa
vidir ve herkes secde etmeğe mecburdur; ruh, daima mad
deden; mana, kelimeden üstün tutulmalıdır.
Mutlak ilim mahiyetinde olıruyan her şeyin cahili olan
ve tamamiyle ümmf bulunan (bu ümmiyi okuyup yazını�
yandan ziyade tamamiyle saf ve temiz, tabii ve tabiat üs
tünde, zihin ve kalbin bütün peşin hükümlerinden azade
manasına almak lazımdır) sapsade bir insan, ayağa kalka
rak alimleri, söyledikleri şeyi anlamağa davet etmeğe, sözü
mona ariflerin, usluların kayboldukları karışık yolları doğ
rultmağa çalışıyor. Onların Allah ilhamı evvela sözlerini ve
ait oldukları zamana uydurulmuş temsillerim (Allah bir si
neği yahut her hangi bir şeyi temsil olarak göstermekten
utanmaz) dinliyen insanlar kendilerini saran sırlarla tema
sa gelirler; Allahın önünde küçülürler, onu memnun etmek
için geçici hayatlarına nasıl bir istikamet vermeleri lazım
geldiğini görürler; böylece ne filozofların, ne de devlet
239
adamlarının yapamıyacakları canlı bir kanun elde etmiş
olurlar. Muhammet, bütün tarihin en karanlık bir devrinde
geldi. O geldiği zaman «Merove» ler idaresindeki «Gaule»
den Hindistana kadarı bütün medeniyetler harabe, yahut
dumanlı bir hazırlık, yeni doğacak bir şeye gebelik halin
deydi.
O, İbrani seleflerine, göze çarpacak derecede, benzer,
Eş'iya Peygamber nasıl İsrail diyarında nebi olmuşsa o da
Mekkede öyle nebi olmuş, Huşa Peygamber nasıl Kenane
linde hakimlik etmişse o da Medi�ede öyle hakimlik et
miştir. .
O, «Ml.lhammet» ismini aldı. Bu isimi aşağı yukap Ya
hudilerin. bekledikleri Mesih manasını ifade ederdi. Hall:>u
ki Yahudiler pna «Ebül Kasım» dan başka isim vermemek
'
te inadettilerı Kenalisinin «Ümmi» bir peygamber olduğunu
iddia etti. Bu, Arap putperestlerine gönderilmiş «gentils»
ler· havarisi manasına gelirdi.
Muhammet, kendisini vahyin bir aleti, hiçbir kerameti
k�ndinde görmiyen bir adi vasıtası telakki ediyordu. Onun
en çok istediği şey parlak gölgenin ağzından işittiği sözler
ve sessiz gürültüleri dikkatle zapteden, hassas bir yazı ma
kinesi, tabir caizse bir gramofon olmaktı.
Bu sözler Allahın kadim, ebedi ve semavi sözünün ye
dinci kat gökte melekler tarafından muhafaza edilen «ana
kitab»ın dünyevi şekli idi. Vçı.rsın gökteki Kuran ile insanla
rın hafızasında zaptedilen, yahut yapraklar, ağaç kabukları,
hayvan kemikleri üstüne yazılan Kuran; Allahın ebediyet
tedik söziyle zaman içindeki sözü arasında bir fark bulun
sun, bizim -yeryüzüne inen Allah emirleri hakkındaki- da
ha nisbiyetçi hissimiz, bu emirleri peygamber zamanında
yaşıyan insanlardan ve müslüman ulemasından daha ko
layca kabul ediyor. Bunun içindir ki Kuranın zamane halle�
rine ve vakalarına tamamı tamamına uyduğunu, zamanın
icabı ve müslümanlığın menfaatleri ne ise ona göre zaman
zaman ve parça parça geldiğini, müminlerin itirazları ve za�
·
Yahudilerce yabancı, hıris tiyanlarca müşrik manasına gelen bir kelime...
240
ıflan karşrsıncla -kendini nakzetmek değilse bile- evvelki
emirlerini hükümden düşürecek surelerle karar değiştirdi
ğini görüyoruz. Ancak şurası muhakkaktır ki Muhammede
göre Allahtan gelen haber, onu insanlara bildiren haberci
den çok üshln ve ehemmiyetlidir. «Kuranın bir tek suresi
Muhammetten ve bütün ailesinden çok daha kıymetlidir.»
Her peygamlııer, Allah tarafından gönderildiğini bir de
lil ile ispata borçludur. Bu delil evliyalar ve azizlerin kera
metlerinden çok başka olan ve inanmıyanlara karşı bir mey
dan okuma hükmünde bulunan bir mucizedir. ·
zü» dür.
Kuran, Muhammedin yegane mucizesidir. Bu kitaptaki
bugün bile halledilmez bir muamma gibi görünen, edebiyat
fevkındaki güzelliği ve ilham kuvveti, onu okuyanların en
az dindar olanlarında bile büsbütün ayrı bir meftunluk ve
heyecan hali uyandırıyor.
Muhammet, buna benzer bir şey vücuda getiremiyecek
lerini söyliyerek insanlara, cinlere meydan okumuştu.
Onun resulüğünü ispat için ortaya koyduğu yegane büyük
mucize bu kitap oldu. Bu eserde aranacak şey müstesna bir
edebi kıymet değildi. Muhammet, şairleri hakir görüyor ve
bir şair mevkiine düşmek istemiyordu; bu, büsbütün başka
mahiyette bir şeydi ve Allahın ilhamı ile cinlerin arasındaki
farkı gösteriyordu. Muhakkaktır ki her ayet -Muhammedin
hususi hayatının en manasız vakasına da ait olsa-.onun bü
tün ruhu�ı.u derinden derine sarsmak gibi ruhi mucize mey
dana getirmiştir. Yine muhakkaktır ki onun nüfuz ve hari
kulade muvaffakiyetinin bütün sırları bu noktada gizlidir.
Bugün ondaki öz ve söz doğrulunğudan kat'iyyen şüp
he etmek caiz değildir. Onun bütün hayatı, kendinin de in
kar etmediği kabahatlerine rağmen, kendi peygamberliğine
241
inandığını ve bunu bir ağır yük gibi kahramanca bir feda
karlıkla omuzlarına, aldığını, bu ağırlığın altında mütema
diyen ezilip eğildiğini gösterir. Dehasının yarahcı kuvveti
ve genişliği, büyük zekası, vakalar ve hakikatleri büyük bir
açıklıkla görüsü, nefsine hakimiyeti, irade kuvveti, ihtiyatı,
ameli kıymeti, geçirdiği hayat bu bilinmez bir kuvvetten il
ham alan uyanık adamı meczup bir saralı adedehnemize
manidir.
Şu da muhakkaktır ki Muhammet, sözlerini muasırları
nın zihniniyetine uydurmak suretiyle onları daha kolay-ik
na edebileceğini bir an aklından geçirmemiştir. Onun in
sanları peşine takıp sürüklemesi onları birtakım kolaylıklar,
yüze gülmeler, uysallıklar ile okşayıp avlamasından değil,
resullüğünü bütün, kuvvetiyle onlara göstermesinden ileri
geliyordu. Kendi şahsi fikirler ve görüşlerinden büyük bir
dikkatle ayırdığı ta resullük: bir kılıç gibi keskin ve sade idi.
Mekkedeki sabırlı ve alçak gönüllü Muhammedin Medine
de tamamiyle değişmesi vakaların değişmesinden ileri gel
miştir. Onun: -aynı adam olarak kalması için değişmesi la
zımdı, insaıill.ği itibariyle Muhammet, bazı zaıflara ve hata
lara düşmüş olabilir, çünkü hayat ve iş insanın tabiatindeki
saflık için ağır bir tecrübedir; fakat peygamber olmak itiba
riyle Muhammet, daima samimi: ve azimli bir adam kaldı.
O, günah işledi; fakat yalan söylemedi. Resullüğünün ipti
dasında olsun Muhammeqin samimi olmamasına imkan
verilemez ya? Şimdi kazandığı muvaffakiyetleri bu resullü
ğün Allahça teyidi şeklinde görmesi zaruri olan böyle bir
insanın birdenbire yalancı olması nasıl akla sığar? Evet,
Muhammet gibi bir adam resullüğünün Allahça teyidedil
diğine inandığı bir zamanda, ona fesat karıştırmağa kat'iy
yen cesaret edemezdi.
Peygamberin hataları bile gösteriyordu ki onun tek ve
hakiki büyüklüğü Allahın aldığı, tabiat fevkinde, ilhamdan
ileri geliyordu. Allahtan yardım görmedikçe kendini yalnız
ve zaıf hissediyordu. Geceleri:
- Yarabbi, beni daha düşürme. Beni bir an terketme, di
ye dua ediyordu.
242
Karısı Ümınü Selma:
- Mademki Allah senin olmuş, olacak bütün günahla
rııu affetti, neye daima böyle söylüyorsun, diyordu.
Peygamber, şöyle cevap veriyordu:
Ey Üminü Selma... Allahın Yunus Peygamberi terkettiği
ortada dururken ben nasıl kendimi emniyette görürüm? Ya
rabbi, benim olmuş ve olmakta bulunan, hafif ve ağır, gizli
ve aşikar bütün günahlarımı affet. Her gün yetmiş q�q töv
be ediyorum. Benim günahlarımı karla, buzla -temizle; kalbi
mi bir elbise gibi yıka; gtinahlarla benim aramı, mağrip ile
·
rana kaydediyordu.
Evlerinden ve hastahanelerinden dışarı ayak atmamış
birtakım akıl hekimlerinin üzene bezene meyd.a:nçı ,getirdik
leri sara nazariyelerinde, kendi kendine telkin <autosugges
tion) fazla heyecanlanmış hayal faraziyelerinde .çölde ordu
gah hayatının ne olduğu, bir bedevi aşiret reisinin yerinde
tutunabilmeği ne müspet bir zeka ve hünere mütevakkıfbu
lunduğu hiç dikkate alınmamıştır.
Muhammedin resullüğüne kadar hayatı gayet tabii ve
son derece muvazeneli geçti; nitekim, vahiyleri bir tarafa bı
rakırsak, resullüğünden sonra da bu hayatta pek bellibaşlı
bir fark göremeyiz.
Hakiki mistikler ve bütün israil peygamberleri hakkında
olduğu gibi* Muhammet hakkında da denebilir ki o, hasta
olduğu için hayal görmüyordu, bilakis hayal gördüğü için
vücudunda hastalık alametleri beliriyordu.
Bir sinir hastası (nevrosa) ve bir sahte meczup ile hakiki
"bir hayal gören (visionnaire) arasında müşterek birtakım
243
hadiseler vardır. Birisi, sadece dışardan gelen tesiri kabul et
mekle iktifa eder; halbuki öteki, esasen faal ve yarabadır.
Olsa olsa şöyle denebilir ki hastalığa istidadı olan bir vücut,
insanda mistik ha1leri (etarts mystiques) kolaylaşbnr; ·fakat
bu hallerde vücuttaki hastalık istidadını daha ziyade arhrır.
Ancak şu mühakkaktir ki Muhammette böyle bir hastalık
halinin de zerresi yoktur. Kemal çağına kadar sıhhati gayet
mükemmeldi. Ondan gelmişti. Bu buhranlar ve altmış yaşı
na doğru ölümüne sebebe gelmişti. Bu buhranlar ve almış
yaşına doğru ölümüne sebebolan hastalık istisna edilirse
onun yalnız uzun müddet güneş altında yürüme neticesi
olarak iki üç defa başının ağrıdığını ve bunun için de başı
na şişe çektirdiğini biliyoruz.
Vahiyler onda büyük ıstıraplar uyandırıyor ve müessir
hadiselere sebdboluyordu. Muhammet, bunları halka gös
termekten hoşlanma2dı. Ebu Bekir bir gün mahzun bir ta
vırla peygamberin ağarmağa başlıyan sakalını göstermişti.
Muhammet -Beni Hud suresi ve o neviden sair sureler
bu hale getirdi, diye cevap verdi.
Korkutucu sureler: XI, XXI, LVI, LXIX, LXXV.11,
LXXVITI, LXXXI ve CI
Peygamber, vahiylerden sonra başında bir ağırlık duyu
yor ve bunu yakılarla tedavi ediyordu. Vahyin gelmekte ol
duğunu hissedince başını bir örtü ile sardırıyordu. O vakit,
onun sık şık soluduğu, inledi � işitiliyordu. Hatta kış mev
siminde bu örtünün alhndan kan tere batmış olduğu halde
çıkıyordu.
Yala bin Ümeyye, peygamberin vahiy esnasındaki hali
ni göstermesini Öınerden rica etmiştir. Bir gün Mekke yolu
üzerinde bunun için bir fırsat çıkh. Birisi ona hac merasimi
hakkında bir sual sormuştu. Muhammet, bir an sustu, son
ra ona bir vahiy geldi. Ömer, Yalayı çağırdı ve peygamberi
örten örtüyü kaldırdı.
Yala, onun çehresinin kıpkırmızı kesilmiş olduğunu, sık
sık soluduğunu ve «şiddetle inlediğini» gördü. Sonra, pey
gambere bir uyuşukluk ve sersemlik geldi. Nihayet, uyku-
244
dan uyanır gibi bir tavırla: «Bana sual soran adam nerede?»
diye sordu.
Buhr� ge�er geçmez peygamber, ayetleri okumağa baş
lıyordu. Yapmda bulunanlardan biri onları ya ezberine alı
yor, yahut da yazıyordu. Zeyd bin Sabit bu işte onun en
kıymetli katibi olmuş görünür. Cihadı ihmal edenlere karsı
91,IV inci ayet geldiği zaman onu bir koyun kemiği üzerine
yazmak üzere, Zeydi çağırmışb. O esnada. :İbni. Ümmü
Mektum geldi ve:
- Ben muharebe etmek isterdim; fakat kör.ümt: dedi.
Peygamberin bacağı bu esnada Zeydin bacağına yaslan
mış bulunuyordu. Zeyd, bu bacağın kendi bacağını · kıracak
derecede ağırlaştığını hissetti. Sonra Muhammet, ayetin,
alilleri ve her hangi bir mecburiyet neticesinde muharebeye
gidemiyecek olanları bu vazifeden affeden · son kısmını
okudu.
Vahiy, peygambere biribirinden farklı muhtelif şekiller
de geliyordu. Bazı zamanlarda çıngırağa, yahut kanad hı
şırtısına benzer bir ses ve karışık .bir söz uğultusu işitiyor
du. Muhammet, bunun manasını ancak o geçtiği, durduğu
zaman anlardı. İlhamın, birtakım zahiri hadiselere meydan
veren en kaba ve en yorucu şekli bu idi. Bazı defalarda me
lek, bir insan şekli altında (rivayete göre zamanın en güzel
adamlarından biri olan Dihya bin Halife) nin yahut da ke�
di şeklinde geliyordu. Melek ona gayet açık bir tarzda söy
lüyor, Muhammet de bunları gayet iyi anlıyordu. Bu şekil,
evvelkinden daha yüksek olmakla beraber, peygambere ha
zan vaki olan doğrudan doğruya görme şeklinin daha du
nunda idi. Bu üç şekilde katolik din alimlerinin taksimini
görüyoruz. Maddi görüş (Vision sensible) ile hayali görüş
ve zihni görüş arasındaki dereceler hiribirine tarnmiyle
uyar. Ancak şunu unutmamalı ki afaki haberler, şeriat me
tinleri, müspet emirler mahiyetinde olan peygamber vahiy
leri ile dahilf hayatın şahsi şehadetleri hükmünde bulunan
mistik ilhamları arasında çok esaslı bir fark vardır.
Kuran, Muhammede vahiyler esnasında sinirlenmemesi-
245
ni", «dilini oynatmamasını», vahiylerin metnini ezberliyece
ğim diye kendisini beyhude yormamasını tavsiye ediyordu.
Çünkü Allah bu metinleri hemen hemen korkutucu bir ko
laylıkla onun hafızasına nakşediyordu.
Kuranın tertibine hakim olmak şöyle dursun, Muham
met, ekseriya vahiylerin gelmesini beyhude yere bekliyor
du. Bir zaman vahiylerin arkası kesildiği için peygamberin
nasıl güç bir mevkide kaldığını yukarı kısımlarda görmüş
tük. Muhammet, meleğin daha sık sık gelmesini çok isterdi.
Kezalik muhakkak olan şeylerden biri de bugün elde
mevcut . bulunan metnin intizamsızlığı ve karışıklığıdır.
Ağızla söylenen ve okunan eserlere mahsus bir üsluba ma
lik bulunan din kitapları doğduktan çok sonra, hatıralar za
yıtlamağa ve muhtelif nüsahalar arasındaki farklar çoğal
mağa başladığı zaman yazı ile zaptedilmişlerdir. Kuran için
de öyle olmuştur. Peygamberin ölümünden yehniş sene
sonra muhtelif nüshalar arasında Kuranın bir tek resmi
nüshası seçilmiş ve ötekiler tahrib olunmuştur.
Muhammet, öldüğü zaman Ensardan dört kişi Kuranı
ezber biliyordu: Muaz bin Cebel, Zeyd bin Sabit, Ubey bin
Kab, Abdullah bin Mesud.
Ömerin tavsiyesi üzerine Halife Ebu Bekir -kendi aleyh
tarlığına ve zeyd bin Sabitin tereddütlerine rağmen- Zeydi
taşlarda, hurma ağaçlarında, kemiklerde ve hafızalarda
muhafaza edilmiş olan parçaları toplamağa ve muntazam
bir kitap vücuda getirmeğe memur etti. Daha sonra Halife
Osman aynı Zeyde üç Kureyşf ile beraber tek bir metin vü
Cl,lda getirmesini ve Muhammedin zevcesi Hafsanın muha
fazasına tevdi edilmiş nüshaları esas tuhnasını emretti ve
diğer nüshaları yaktırdı.
Abdullah bin Mesud -ki peygamber kendisi için «Kim
Kuranı doğru ve fasih bir surette okumak isterse Abdullah
bin Mesudun kıraatini takibehneli» demişti- bu işe teşrik
edilmemesini protesto etti. Osman, onu ölesiye dövdürttü.
Son ve kat'f metne gelince, Halife Muayiye zamanında Hac
cac tarafından -tıpkı Osmanın tatbik ettiği usul üzere- ter-
246
tibedilmiştir. .Bu işte sistematik bir tasnif yapmak kabil ola
mamıştı. Elde bulunan bütün ayetleri biribirine eklediler;
umumiyetle Medinede gelen uzun sureleri başa, Mekkede
peygambediğin ilk zamanlarında gelen daha kısa sureleri
ise sona koydular. Kuranda sayısız tekrarlar vardır ve ayet
lerden birçoğunun yerinde olmadığı açıkça görülmektedir.
Asıl metne birtakım ilaveler ve haşiyeler kahlmadığı, yahut
bazı parçaların çıkarılmadığı bilinemiyeçeği gibi bu arhk ve
eksiklerin nisbetini tayin etmek de imkansızdır. Sonra, aca
ba Allahtan ilham alan peygambere değil, Muhammedin
şahsına ait olan alelade birtakımsözler de bu metne sokul
mamış mıdır? Caferin rivayetine göre Kuranda yedi Kurey
şinin ismi geçiyordu. Halbuki bunlardan yalnız Ebu Lehep
kalmıştır. Şiller Sünnlleri Ali lehindeki bazı güzel sözleri
kaldırmakla ittiham ederler. ·
247
met, müphem ve mücerret bir mefhumu en korkunç bar su
rette mevcut ve hazır nazır bulunan bir hakikat şekline ge
tirdi ve cinlerle melekleri ikinci dereceye attı.
Allah, çok uzaktı. Fakat şimdiden sonra «her insana ken
di şahdamarından daha yakın olacaktır.» Allah, kendi var
lığını, dünyadaki bütün varlıkların mütemadiyen akıp kay
bolmasına karşı daima baki kalacak bir mevcuda olan ihti
yaç ile, geçici vakaların ebedf bir şahidi lüzumiyle ispat edi
yordu. «Ondan gayrisinden kuvvet ve yardım ümidetme
yiz. Biz, Allahın mahluklanyız ve ona dönüyoruz. Allah en
büyüktür.» O, birinci ve sonuncu, gÖrünür ve saklı, bir, di
ri, en yü�sek, kudretli, yoktan varedici, büyük, hakim,, yük
sek şanlı, Ö &'ülmeğe layık, kuvvetli, metin, alim, mukaddes
hükümdar, hakimlerin en yanılmazı, velinimet, daima var,
h�r şeyi anlar, her. şeye muktedir olur, ebedf, kendisinden
başka herkes ö'ıdüğü zaman her şeyin varisi, amir, şahit, sa
dık, doğru yol gösterici, muhafız, hami, ihsan edici, herke
sin rızkını verici, duaları kabul edici, nezaret edici, hesabe
dici, açıp kapayıcı, çok affedici, nihayet derecede merhamet
ve ihsan edici olandır.
İnsan, Allahın karşısında çıplak, müdafaasız ve mazeret
sizdir. Fakat Allah 10.tfetmeği sever. Onun tahtında şöyle
yazılıdır: «Benim af ve merhametim kahır ve gazabımdan
üstündür.» Affedenleri o da affedecektir.
Kaybolmuş devesinin peşinde çölde koşup yorulan bir
bedevi, uyandığı zaman deveyi karşısında görünce nasıl se
vinirse tövbe eden bir günahkar karşısında Allah ondan da
ha fazla sevinir. İnsan, ancak bu Allaha tapmak için yaşa
malıdır. O Allah ki insana muhtaç değildir. İnsan, Allahın
cemalini istemeli ve sırf Allahın cemali aşkına hareket etme
lidir. Her şey haraplığa ve fenaya gider, yalnız Allahın ce
mali bundan müstesnadır. Muhammedin, -Allahı bütün
kainatın merkezi addeden- mesleği (le theeiocentrisme),
«Berullo», «Coudren» ve «Abbe Bremond» u gayet mem
nun edecek bir şeydir. Nitekim «İslam» kelimesi de onun
her şeyi Allaha teslim eden idealini anlatır.,
Hıristiyanlığın, Yahya Peygamber ağziyle �<Allah mu-
248
habbettir» diyen büyük umdesini gerçi Kuran tekrar etmi
yor. Fakat Muhammet, Allahın mahh'.'ıklarını, bir ananın ço
cuğunu sevmesinden daha fazla sevdiğini biliyor ve diyor
ki: «Allah iY.iliği, yüz misliyle, mükafatlandıracak. Bunun
yüzde doksan dokuzunu kendine hasretmiştir. Dünyaya
kalan yüzde bir sayesinde bütün mevcutlar bir muhabbet
duygusiyl_e tahallftk etmişlerdir. At, bir çocuğu incitmek
korkusiyle, ayağını ondan uzaklaşhrır. Kuran: «Fenalığa
karşı iyilikle mukabele et. Göreceksin ki düşmanın hamiye
ve dosta değişecek» diyor.
Muhabbetten ve muhabbetin eserlerinden mahrum ka
lan iman, ölü bir iman sayılır. Hiddetten, kinden, hasetten,
zemden ve gururdan kaçmak lazımdır. «Kavga eden iki
ada.mqan en iyisi en evvel uzaklaşandır� Hak.iki müslüman
odur ki kimse onun ne elinden, ne dilinden korkiii.�z. Haki
ki muhacir Allanın yasak ettiği şeyden kaçandır.>; Peygam
ber, mukaddes muhaceret için -tıpkı İsa Peygamber gibi
bütün müslümanların ana babalarını terketmelerini istemiş
ti. «Müslümanlar bir aynı yapının harçları ve malzemesi
dir», «Allanın ruhunda biribirlerinizi seviniz.»
Din alimlerinin aşılmaz bir uçurumla dünyadan ayırdık
ları Allaha insan ancak muhabbetle erişir. Büyük Allah sa
katların hükümdarıdır; Allah, düşkünlere ve zayıflara pek
yakındır. Halik bir dosttur. Peygamber diyor ki: «Yarabbi,
ben kendi za'fıma ve kifayetsizliğime karşı sana sığınıyo
rum. Ey merhametlilerin merhametlisi, zayıfların hakimi,
sen benim sahibimsin. Senden başka kimden ne istiyebili
rim? Sen, benden uzak olmazsan gerisinin ne ehemmiyeti
kalır?»
Muhammet, hakiki dinin manevi ibadet olduğunu da bi
liyor. «İnsanın amel ve hareketlerinin değeri niyetleriyle öl
çülür. Yalan söylemekten ve yalan işler işlemekten vazgeç
miyenin orucuna Allahın ihtiyacı yoktur.» Yine Kuran di-
yorki: _
249
gününe, meleklere kitaplara, peygamberlere inanır. Elinde
olanı, Allah rızası için, öksüzlere, fakirlere, .yolculara ve bir
haceti olanlara verir. Esirleri azadettirir, ib<!det eder, zekat
verir, verdiği sözü tutar ve kara günlerde sabır gösterir.
Kurbanların eti ve kam Allaha gitmez; fakat sizin ibadetiniz
ona kadar yükselir.»
Muhammet, bir gün dedi ki: <(Kardeşin zalim de olsa,
mazlum da olsa ona yardım et.»
Birisi -:Ey Allahın resulü, zulme uğrıyart kardeşime yar
dım, edeceğim. Fakat zalim olana nasıl yardım edebilirim?
diye sördı.i.
Peygamber :
- Fenalık yapmasına mani olmak suretiyle, dedi.
;rvıtıhammet, bir sefer dönüşünde diyordu ki:
-Biz1·şimdi küçiik cihattan dönüyoruz; şimdi kendi ne-
fislerimize karşı büyük cihada başlamak Iazımdır.
Muhabbet, bütün insanlara ve bütün mahluklara teşmil
edilmelidir. Çünkü en hakir kuş, kanadlarını açmak sure
tiyle, AUııha. hamd ü sena eder.
Muhammedin vaızları Arabistanda aile, cemiyet ve sıh
hat işlerinde inkar edilmez terakkilere yol açtı. İlerde göre
ceğimiz üzere, kadının hayat ve mevkii daha yükseldi. Fu
huş, muvakkat izdivaçlar, serbest aşk menedildi Esir ka
dınların, sahiplerine para kazandırmak için fuhşe sevkedil
meleri yasak oldu. Esarete ger.çi göz yumdu. Fakat onu mu
ayyen usullere bağladı. Müslümanlıkta kul azadetmek se
vaplı bir iştir ve din emirlerine itaatsizlikten doğan bazı gü
nahların kefaretidir. «Kim ki bir esir azadeder, Allah onun,
o esirin her uzvuna, hatta ayıp uzuvlarına tekabül eden
uzuvlarını cehennemden kurtaracak. Esirleriniz sizin kar.
deşlerinizdir. Kendiniz ne yiyorsanız onlara da onu yediri
niz, ne giyiyor.sanız onlara da onu giydiriniz. Esirlere takqt
leri fevkinde iş göstermeyiniz.»
Ebu Darın bir gün Biiale «Habeş oğlu» demesi üzerine
peygamber: «Demek sende hala müslümanlıktan evvelki
hislerden eser var» demiştir. İnsan, bir esire «esirim, ku
lum» . dememeli, «hizmetçim» demelidir. Esir de kezalik
250
efendisine «Sahibim» dememelidir. Çünkü Allahtan başka
sahibimiz yoktur. En Nedrin kızı bir esire tokat vurarak bir
dişini kırması üzerine peygamber kısas cezasını tatbik et
miştir.
Bir gün peygambere: «Hayvanlara ettiğimiz iyilik için
mükafat görecek miyiz?» diye sormuşlardır.
Muhammet, şu cevabı verdi :
- Canlı bir yürek taşıyan bütün mahlukların susuzlu
ğunu giderenler mükafat görecek. Bir kuyu kazan kimse, o
kuyudan su içen her deve için bir ayrı mükafata nail olacak.
Mesela şimali Afrikada eşeklere yapılan muamele. görülür
se hayvanlara merhamet ve muhabbet hakkındaki hadisele
rin ne kadar unutulduğu anlaşılır.
Muhammet, hayvanların ötesini, berisini kesenlere lanet
ve lüzum olmadıkça onları öldürmeyi meneder. İbni Ömer,
bir gün birkaç çocuğun bir tavuğu bi r yere bağlıyarak taşa
tuttuklarını gördü ve bu hadisleri hahrlıyarak hayvanı kur
tardı.
Hayvanlar, kıyamet gününde hazır bulunarak kendileri
ne zulmeden sahiplerinden şikayetçi olacaklardır. Bir kedi,
dünyada kendisini bir yere kapamak suretiyle açlıktan öl
düren bir kadını cehennemde durup dinlenmeden tırmala
mıştır. Buna mukabil bir fahişe de bir gün bir köpeğin bir
kuyu yanında susuzluktan ölmek üzere olduğunu gördüğü
ve örtüsünün ucuna kundurasını bağlıyarak ona su çektiği
için cennete girmiştir.
Din alimleri, ahlakçılar, fıkıhçılar ve mistikler bütün
esaslarını Muhammedin şeriatinde bulmuşlar ve onun, Al
lahı her şey�n·merkezi addeden (thecentriste) esaslarını mu
hafaza etmekle beraber muhtelif kollara ayrılmışlardır.
Muhtelif mektepler ve meslekler biribirini nakzeden dava
larını müdafaa için hakiki yahut uydurma hadislere istina
detmişlerdir.
Muhammedin, Üzerlerinde pek fazla durmaktan hoşlan
madığı büyük metafizik meseleleri hep bu esaslara göre
tevsi edilmiştir. Mesela irade bahsinde gerek cebriye mesle
ği mensupları. gerek onların muarızı olan kaderiyeciler de-
251
lillerini Kuranda ve hadislerde aramışlardır. Bu mesele,
skolastikler,- «Thomas d' Aquin» ve «Bossw�t» ler, Jansenist
ler ve. Molinistlerce ne şekilde vazedilmiş ve nasıl halledil
mişse müslümanlarda da öyle olmuştur.
Allanın mutlak kudreti ve her şeyi evvelden bilmesi
noktasında ısrar eden Kuran, gerçi «Her şey Allahtan geli
yor>> der. ·Fakat fenalığın fesada uğrıyan insan iradesinden
geldiğine kanidir; Kuranda irade hürriyetinin lehinde de,
aleyhinde· de parçalar vardır. Bunlar, insan zihninin, arada
ki halkalarını hiçbir zaman vazıh bir surette kavrıyamadığı
zincitlı'i iki ucudur. Bilhassa inhitat devirleri müslümanla
rın1n- şark fatalizmine meylediyor gibi görünmeleri (Leib
niz'in zaiuiettiği gibi) müslümanlıktan ileri gelmemiştir. Şe
riatın bu noktada hiç kimseyi zorlamadığını bilmek lazım
dır. Bir bedevi, devesini bağlamak lazım gelip gelmediğini
Muhammede sormuş ve ondan şu cevabı almıştı: «Bağla ve
Allaha emanet et.»
Ona «Allah her şeyi evvelden biliyorsa her hangi bir şe
kilde ariı.el' ehnek beyhude değil midir?» diye sordukları za
man «A.�el dediniz. Yapacağınız iş daha kolay bir hale ge
lecek», yani: «Sen kendine yardım et, Allah da sana yardım
edecek» diye cevap vermişti. «Bu dünya için, daima yaşıya
cakmışsınız gibi çalışan ; öteki dünya için de yarın ölecek
mişsiniz gibi hareket edin!» sözünü de Muhammede isna
dederler.
Bütün ahlakların vardığı netice bundan başka bir şey
midir? Muhammet, yukarki sözlere ilave olarak diyordu ki:
«Müslümanların en akıllısı ölümü en çok düşünen ve onun
arkasından gelecek şeye en iyi hazırlanandır.» Bazan hıris
tiyan çilekeşliği ile müslüman ahlakının biribirine tabanta
bana zıt şeyler olduğunu söylerler ki pek doğru bir şey de
ğildir. Müslümanlığın nefsi inhimaklere ve insani zaıflara
karşı daha müsamahakar göründüğü muhakkaktır. Müslü
manlık, insanı mütemadiyen nefsiyle mücadeleye, bütün
arzu ve şehvetlerini söndürüp öldürmeğe mecbur etmez ve
vücudun ihtiyaçları meşru bir surette tatmin edilirse iba-
252
detlerin Allahça · daha makbul tutulacağını kabul eder: Fa
kat müslüman çilekeşlerinin nefislerine ettikleri eza ve iş
kence başka dinler çilekeşlerininkinden daha aşağı değildir.
Müslümanlık, şarabı meneder; oruç kadar şiddetli bir peh
riz tarzı öteki dinlerin hiçbirinde yoktur. Müslüman kadın
ları elbise ve kıyafet itibariyle fevkalade sıkı altındadır ve
bu cihetten Avrupa kadınlariyle aralarında dağlar, denizler
vardır.
Nazariyeler ile fiiller arasındaki mü tetnadi tenakuzlara,
hatta muhtelif noktalar hakkındaki nazariyelerde .görülen
tahalüflere bakılırsa böyle kat'f mukayeselere kalkışmanın
netice vermiyeceği kendiliğinden anlaşılır. Hem de esaslar
dan, prensiplerden gelen şeyi mekan ve zamanların örf ve
ade tlerinden gelen şeylerden ayırmak kolay iş midir? .
İnhitat devrinde son derece medeni ve şehvetperest olan
Roma aleminde ilk hıristiyanlar, gayet tabii olcırak, zevk ve
safaya ve şehvet meyillerine karşı duruyorlardı. Serbest, fa
kat haşin ahlaklı putperest Arabistanda da ilk ıi.ıÜ.slµman
lar, putlar devri adetlerini, çiğnemişlerdi. Fakat se�enin ya
rısında aç ve çıplak kalan, mü temadiyen biribiriyle çarpı
şan, oturacak bir yeri olmıyan bedeviler, ister istemez mad
di zevkler ve hazlardan istinkaf ediyorlardı, ancak ellerine
bir fırsat geçtiği zaman da birer taşkın çocuk sadeliğiyle yi
yip, içip eğlenmekten hiçbir kuvvet onları menedemezdi.
Daha sonraları, Arabistana gelen servetle beraber, çilekeşlik
reaksiyonu zaruret hükmünü aldı ve Arap cemiyeti arhk
bir muharebeciler ve çobanlar cemiyeti halinden çıktıktan
sonra, Allah namına, bir sofuluk hareketi başladı.
Bütün din hareketleri, ilk doğuşlarında, zaruri olarak çi
lekeştir {ascetique).
Dünya hayalının ahret hayatı yanında hiç mesabesinde
kaldığını, onun ancak geçici bir faiz mahiyetinde bulundu
ğunu ve asıl gaye gözden uzaklaşhrıldığı takdirde dünya
hayatının bir boş "eğlence haline düştüğünü Kuran daima
tekrar eder. Tıpkı Paskal gibi Selman-ı Farisi de müınini,
doktorun istediği zararlı şeyleri yemekten menettiği bir
hastaya benzetiyordu.
253
İbni Ömer ise :
- Bu dünyada 'kendine bir yolcu ve bir yabancı göziyle
bak, diyordu.
Nasıl ki peygamber de :
- Benim bildiğimi siz de bilseydiniz az güler ve çok ağ
lardınız, demişti.
Muhammet, bu nokta-i nazarı kaba bedevilere telkin
için çok uğraşıyordu. Ancak bir hastalığa tutulmuş bir be
deviyi ::E;<;irg1eğe gittiği zaman :
· Bu ateş, seni temizliyecek bir şey olacaktır, demişti.
Bedevi:
.,..,..,. .Öyle değil. Bu ateş beni mezara götürecek, dedi.
·
}J�yg.arnber de :
- Evet. Ben de onu söylüyorum, diye cevap verdi.
Muahmmet, bazı geceler yatağında sıçrayıp uyanıyor,
kıyall1�ti çl.µ,޵nmekten ileri gelme bir teessürle zevcelerini
etrafına. tophyarak onlara vaiz ve nasihat ediyordu.
Ark�d,aşları hazan pişmanlık buhranlarına ve mistik ve
cit ve heyecanlara kapılıyorlardı.
Medineli Ebu Talha, şehirde en çok hurma ağacına sahi
bolan adamdı. Pek sevdiği bir bahçesi vardı ki Muhammet,
arasıra, oraya giderek soğuk su içerdi. Ebu Talha bir gün
hakiki dindarlık, insanın en çok sevdiği şeyi başkasına ver
mesinden ibadet bulunduğuna dair olan ayeti dinlerken
vecde geldi, bahçesini Muhammede vermek istedi. Pey
gamber, onu bu fikrinden dolayı tebrik etti; fakat onu ken
di yakınlarına vermek daha münasibolacağını söyliyerek
kabul etmedi.
Bir gün başka bir Ensari camie koştu; diz çöktü ve göğ
sünü yumruklıyarak bir itirafta bulundu:
«Aşağıların aşağısı olan ben zina ettim!» Muhammet, ce
vap vermiyerek arkasını çevirdi. Ensari, onun peşini bırak
rnıyarak dört defa bu itirafı tekrar etti ve rivayete göre bu
nun neticesi olarak da recmedildi.
Müminlerden birçoğu nefislerine eza etmeği, ibadetleri
ve oruçları arttırıyordu. Muhammet, bunlardaki ifratın
önüne geçti ve iki günde birden fazla orucu menetti. O,
254
müfrit çilelere mani oluyordu. Yine bazı kimseler burunla
rına deve yuları taktırarak hacce gidiyorlardı. Peygamber,
bu ipleri kesti ve: «Allah sizin kendi vücutlarınızı sakatla
manıza muhtaç değildir» dedi.
Dünya ni.alı, Allahın bir kulunu sevdiğine delalet etmek
şöyle dursun, bilakis endişe verecek bir şey gibi görünüyor
du. Çünkü insanın Allahtan beklediği bütün mükafatı dün
yada almış ve ödemiş olması pek mümkündü. Fena insan
ların ve günahkarların saadetine bakılıp da hayale · kapıl
mak hiç doğru olmazdı.
ti:
- Bu düynanın azametlerine ve ihtişamlarına mal deni
lebilir mi?
Peygamberin verdiği izahata göre, servet ancak doğru
ve meşru bir surette kazanılmak, Allah yoluna ve fakirlere
yardım için sarfedilmek şartiyle iyi bir şeydir. Böyle olma
dığı halde servet bir bela ve insanı doğru yoldan ayıran bir
vasıtadır. «Bu dünyanın en zenginleri öteki dünyanın en fa
kirleri olacaklar. Meğer ki paralarını böyle sarf etmesin
ler. . . » (peygamber «böyle» kelimesini söylerken elini açıyor,
önüne, sağına, soluna para serper gibi bir hareket yapıyor
du.) Fakat böyle hareket eden kaç kişi vardır? Allah sadaka
vermiyenleri tel'in eder, çünkü serveti yegane temizliyen
şey sadakadır.
Cehennem der ki: «Dünyanın mağrurları, kuvvetlileri ve
zenginleri hassaten benimdir.» Cennet der ki: «Nasıl oluyor
da bana yalnız fakirler, zayıflar ve alçak gönüllüler geli
yor?» Altına tapan mahvolacak. Kıyamet gününde altınlar
255
ve gümüşler hararetten beyazlanıncaya kadar kızdırılacak
ve hasisleri yakacak ve çıplak başlı, boynuzlu bir yılan şek
line girip paralarını iyi yere r.arfetmemiş olanların boynuna
dolanarak: «Ben senin malınım, be'n senin hazinenim» diye
bağıracak.
Muhammet, arkadaşlarındaki servet hırsına kızıyor, pa
ra biriktirenlere, faizcilere, muhtekir esnafa, büyüklere ve
zenginlere iltimas eden hakimlere karşı ateş püskürüyordu.
Sonraki şerhler ve tefsirler birçok şeyi tadil etmiştir. Fa
kat müslümanlığın başlangıcında her nevi süs ve debdebe
mutlak surette yasak edilecek gibi görünüyor ve birçok
kirnsel�r, insana kat'iyyen lazım olandq.n fazla malı haram
addediyorlardı.
Bu meslek, müslümanlığın dünyayı fethetmesine ve ha
life imparatorlu�arının kurulmawıa · şüphesiz ki müsait
olamazdı; fakat ilk zamanların zihniyetine gayet uygundu.
Peygamberin vaızları her halde çok tesirli idi. Çok kere
tekrir sanatinden istifade ediyor ve cemaatini büyük bir
dehşet ve heybetle titretiyordu. Bir gün, mezar azapların
dan o kadar beliğ bir surette bahsetti ki dinliyenler «büyük
bir vaveyla kopardılar.» Muhammedin heyecanı o kadar
kuvvetli ve şiddetli -idi ki manasız bir sual sordukları za
man çabucak kızardı. Yukarda da gördüğümüz gibi Alla
hın nihayetsiz merhamet ve keremini ve cennete gidenlerin
saadetini tasvir için gayet taze ve derin hayaller bulurdu.
Fakat o ürpertici kıyamet tasvirlerine sık sık dönmekten
pek hoşlanırdı.
İnsanlar, şarap içmeden sarhoş olacaklar, çocuğun saçla
rı ağaracak, Kim bir melce bulursa sığınsın. Otuz Teccal çı
kacak. Esir kız, efendisini doğuracak. Adsız, sansız deve ço
banları saraylarda yatıp keyif sürecek. İnsanlar, fevkalade
yüksek yapılar yapacaklar, insanlar, doğdukları günkü gibi
sünnetlenmemiş olarak çırçıplak Allahın karşısına, çıkacak
lar. (Afacan Ayşe: -Şu halde erkekler ve kadınlar biribirle
rini çıplak mı görecekler? diye sordu ve:
- Halin vahameti onların böyle şeylerle meşgul olmala
rına müsaade etmiyecek, cevabını aldı.
256
İnsanlar, yakıcı bir güneşin altında utançlarından kahro
lacaklar ve boğazlarına kadar tere ba tacaklar. Kıyamet saati
ancak Allaha malumdur. O gün, birdenbire gelip çatacaktır.
(Şu halde daima kıyamete hazır bulunmalı.)
Muhakkaktır ki bu saat, aralarına kumaş sermiş iki insan
alışverişi bitirmeden, yahut bu kumaşları toplamadan ev
vel, gelecektir. Muhakkaktır ki bu saat, ağzına bir lokma yi
yecek götüren adam onu yemeğe vakit bulamadan gelecek
tir. Muhammet, bir düşman ordusu tarafından soyulan bir
adam gibidir. O: «Ben orduyu gözümle gördüm. Size haber
v.ermeğe geliyor. Görüyorsunuz ki beni soydular. Başlarını
zı kurtarınız» diyor. Fakat herkes onu dinlemiyor.
Bir gece, Muhammet, Zeynebin yatağında, birdenbire
sıçrayıp uyandı .. Yüzü kıpkırmızıydı. Sık sık soluyordu:
- Yazık oldu AraPlara, dedi, Yecüç ve Mecücün duva
rında böyle bir delik açıldı. (Muhammet «böyle» kelimesi
ni söylerke!). baş ve şehadet parmaklariyle bir küçük daire
yapıyordu).
Bu kıyamet korkuları bütün müslümanları sarmağa
başlıyor ve onlar Teccalin doğup doğmadığını kendi ken
dilerine soruyorlardı.
Falcılıktaki mehareti ve müslümanlığa olan düşmanlığı
ile şöhret bulmuş Ibni Seyyad isminde genç bir Medine ya
hudisi açıktan açığa peygamberle eğleniyordu. Bir güı1
Muhammet, Ömer ve birkaç arkadaşiyle gezerken bu lbni
Seyyada tesadüf etti. Yahudi, başka çocuklarla beraber Be
ni Mugale kalesi yanında oynuyordu.
Muhammet, onun omuzuna dokunarak dedi ki:
- Benimle beraber kelime-i şehadet getir, Allahtan baş
ka Allah olmadığını ve benim onun resulü olduğumu; söy
le!
Çocuk, dikkatle onun yüzüne bakarak cevap verdi:
- Senin vahşilerin resulü olduğuna şahadet ederim. Ya
sen de benim Allahın resulü olduğuma şehadet eder mi
sin?
Muhammet, bu küstah çocuğu şiddetle sarsarak dedi ki:
257
- Ben, Allaha ve onun peygamberlerine inanıyorum.
Fakat sen, sende ne görüşler (vision) oluyor bakayım?
- Bazı sahici görüşler, bazı yalancı görüşler...
- Bunun sebebi şudur ki senin cinin her şeyi biribirine
karıştırıyor. Söyle bakalı.m ben şimdi ne düşünüyorum?
Çocuk, bir yarım kelime söyledi.
Muhammet -Hadi işine, sen öyle kuvvetinin fevkinde
işlere kalkışma, dedi.
Ömer - Ey resul, izin ver de bu çocuğu öldüreyim, de-
di. Peygamber, cevap verdi :
- Hayır. Eğer o, benim zannettiğim şahıs ise (Teccal)
kimse ona bir şey yapmağa muktedir değildir. Çünkü onu
İsa peygamber mağlubedecektir. Onun için onu öldürmek
te bir fayda yoktur.
Bir başka gün, İbni Seyyad bir hurma, . ormanında, man
tosunu sererek üstüne uzanmış, fal bakıyordu. Muhammet
ile İbni Ueby, oradan geçerken onun ne söylediğini dinle
mek istediler.
Çocuğun anası :
- Muhammet geliyor, diye bağırdı ve İbni Seyyad he
men kaçtı.
Muhammet dedi ki:
- Eğer bu kadın bize meydan bırakmış olsaydı, bu İbni
Seyyadın ne olduğunu gayet iyi anlamış olacaktık.
Muhammet, kıyamet fikirleriyle çok fazla dolu olmakla
beraber bir müslüman cemiyeti kurmak gayesine de uzak
kalmış değildir ve Kuran bir din kitabı olduğu kadar da bir
kanun metnidir. Hicretin ilk senelerinde müslüman dininin
beş şartı şöyle kondu: namaz, oruç, zekat, hac ve kelime-i
şehadet.
Bu esasların icra ve tatbiki tarzları ise peygamberin sün
netlerine göre kararlaştırıldı. Mesela müslümanları namaza
çağırmak için bazı kimseler, hıristiyan usulü üzere, çıngıra
ğa, çana benzer aletlerle gürültü yapılmasını, bazıları Yahu
diler gibi borazan çalınmasını, yahut da ateşe tapanlar gibi
ateşler yakılmasını tavsiye ediyorlardı. Halbuki peygam
ber, Ömerin nasihati üzerine, mü:slümanları kuvvetli sesiy-
258
le namaza çağırın.ağa Bilal-i Habeşiyi memur etti. Böylece
Bilal, peygamberin resmi meyzini oldu. Şimdi on üç asırdan
beri bütün minarelerden, günde beş defa, Allahın büyük ol
duğunu ilan eden meyzinlerin birincisi ve piri Bila.1-i Habe
şfdir. Bilal, uznn boylu, zayıf, kamburu çıkmış, ince karga
yüzlü, kırlaşmış sık saçlı bir Habeşti. Yine bu Bilaldi ki, elin
de bir mızrak olduğu halde, efendisinin önüne düşerek se
nede iki defa şehrin kapılarında büyük ve küçük bayramı
ilana giderdi. Bu bayramlardan biri paskalyayı ve İbrahim
Peygamberin koyununu hatırlatan kurban bayramı, öteki
de ramazan sonuna gelen bayramdı.
· Müslümanlıktaki mecburi veya ihtiyari (farz veya sün
net) ibadetlerin yeni din alimleri tarafından hıfzıssıhha ga
yeleriyle izaha çalışılması zayıftır. Bunların asıl gayesi di
nin harici inzıbatıru temin ve müslüman cemaatinin ruhun
daki sıkı birliği muhafazadır. Bundan başka bu ibadetler,
müminlerin ruhunu: tasfiye eder, kalblerinde din duygula
rını kuvvetlendirir ve bir kısmını sofuluk hayahna hazırlar.
�<Kadim ve ezeli fazıl» gerdanlığının parlak incileri hük
münde bulunan Kuran ayetlerini okumak müslümanlıktaki
ibadetlerin temel taşı gibidir.
259
19
Zeyneb
260
evleruneği reddetmişti. Hatta Muhammede varmak için bi
le müşkülat çıkardı.
Ümmü Selma diyordu ki :
- Allahın resulü benden ne saadet üınidedebilir? Yaşını
otuza yaklaştı. Bir oğlum var. Tabiatim de gayet kıskanç
hr ...
Böyle olmakla beraber peygamber, Uhud bozgunundaa
sonra, onu nikahıİıa aldı ve ona dedi ki:
- Her şeye rağmen benden biraz daha gençsin. Oğlun
Selma için bir baba olacağım. Kıskançlık meyline gelince,
onu kalbinden söküp atması için Allaha yalvaracağım.
Öteki zevcelerine olduğu gibi M;uhammet ona da dört
yüz dirhem ağırlık verdi ve ailenin bütün varı yoğu bir çu
val arpa, l:?ir el değirmeni, bir tencere, bir yağ küpü ve hur-
'
261
onun çabucak alevleruneğe müsait bir tabiatte olduğunu da
biliyordu. Vaziyet fevkalade nazikti. Zeyd, bu vaka üzerine
karısını nikahı alhnda tutamıyacağını düşündü.
Zeydin bu karan fevkalade necip bir fedakarlık, pey
gambere karşı ince bir şükran nişanesi şeklinde görülebile
ceği gibi adi bir menfaatperestlik, yahut düşkünce bir gönül
yapıcılık da telakki edilebilir. Yalnız muhakkak olan şudur
ki zavallı mütereddit Zeyd, bu fena vaziyetten kurtulmak
için bundan başka çare görmemiş ve çirkin bahhnı güler
yüzle karşılamağı tercih etmiştir. Zeyd, karısını bırakmak is
tediğini peygambere bildirdiği zaman o:
- Niçin? dedi. Karında ne kusur gördün?
- Hiçbir kusur görmedim ... Fakat artık onunla bir ara-
da kalamam.
· - Haydi git. Karını alıkoy ve Allahtan kork!
Fakat Zeyd, bu sözlerin peygamberin asıl fikrine tercü
man olmadığını, onun saygı, muhabbet ve hoşa gitmeme gi
bi sebeplerden dolayı böyle söyleyiverdigini anlamıştı. Ka
rarında inadetti, karısına karşı içinde ani bir nefret uyandı
ğını söyledi (Zaten bu kadın ruhu içinde o zaman neler geç
tiğini kim bilebilir?) ve birkaç gün sonra Zeynebi boşadı.
Boşanmadan sonraki şer'i ayrılık müddeti (iddet) geçti
ği zaman güzel Zeyneb, peygambere birisiyle haber gön
derdi.
- Zeyd, beni onun yüzünden boşadı.
Peygamber, bu izdivaa istiyordu; fakat utanıyordu. Son
ra şeriat, hakiki evlat gibi, ahret evladın karısını almağı da
yasak ediyordu. Fakat habibinin müşkül bir mevkide kaldı
ğını gören Allah Zeynebi ona kan olarak verdi ve bunun için
de bir vahiy gönderdi.
Sev.incinden coşan Muhammet:
- Bu güzel müjdeyi Zeynebe kim götürecek? diye bağır
dı. Ayşe, fena halde kızmışb. Fakat kocası :
- Allahın emrine karşı durmak mı istiyorsun? dedi.
Bir kadın, koşa koşa Zeynebe müjde götürdü. Muham
met de biı:a.z. sonra onu takibetti.
262
Düğün pek fevkalade oldu. Peygamber, hiçbir evlenişin
de bu kadar mükemmel bir ziyafet vermemişti. Genç hiz
metçisi Enas bin Malik bütün müminleri düğüne davet etti.
Onlar, sıra ile takım takım sofraya oturdular, kızarmış ko
yunlar, meyvalar ballı arpa çörekleri, peynirler, hurmalar
yediler. Bu ziyafeti Ümmü Süleym hazırlanmış. Bu alışıl
mamış bolluk, davetlileri neşelenmekle beraber, onları fas
sallığa da şevketti ve dillerini çözdü. Bir kısmı gelini hük
münde olan bir kadınla evlendiği için peygamberi fena hal
de ayıpladılar.
Bu, hakikaten büyük bir hadiseydi. Muhammedin düş
manlarının ekmeğine yağ sürülmüştü. Öyle ki nihayet, bu
tenkidlere bizzat Kuranın cevap vermesi lazım geldi. Ku
ran, peygamberi halkın vereceği hükümden korkmuş ol
makla ittiham ediyordu. Bu izdivacı Allah istemişti'. Çünkü
müminlerin ahret oğulları tarafından boşanmış kadınlarla
evlenmeleri bir cinayet değildi. Kuran, bilhassa Muhamme
din müslümanlar arasında hiçbir kimsenin babası olmadı
ğını ilan ediyordu.
Muhammet, bu vakadan, sonra Zeyde bir varis göziyle
bakmaktan vazgeçmeğe mecburdu. Zeyd, o zamana kadar
kullandığı İbni Muhammet ismini değiştirdi ve tekrar eski
ismini alarak Zeyd bin Harise oldu. Kendine bir varis seç
mek suretiyle tamamiyle ölmekten kurtulmak arzusu Mu
hammet için bir insan za'fıydı. Bu vaka onu bu emelden
kat'i surette mahrum ediyordu.
Düğün ziyafeti, Zeynebin odası yanında, gecenin pek
geç bir vaktine kadar sürmüştü. Son misafirler mütemadi
yen çene çalıyorlar ve bir türlü kalkıp gitmek bilmiyorlardı.
Yeni gelinin yanına gitmek için sabırsızlanan peygamber,
bir aralık yerinden kalkıyor gibi yaph. Fakat kimse aldırış,
etmedi. Sonra, sahiden kalkıp yürüdü. Bu sefer, misafirlere
de tabii gitmek düştü. Fakat üç kişi yine yerinde oturdu,
Onlanrın vücudu Muhammedi şeriat hükmünü yerine ge
tirmekten menediyordu. Peygamberin bir adeti vardı. Her
düğün sonunda eski zevcelerini birer birer ziyarete gider ve
263
tebrikler, temenniler olurdu. Bu üç saygısız yüzünden geci
ken Muhammet, bu ziyaretleri olsun aradan çıkarmak istedi
ve Ayşeden başlamak üzere bütün odalara dolaştı.
- Ey ehl-i beyt! Allahın rahmet ve gufranı üzerleriniz
den eksik olmasın !
- Allahın rahmet ve gufranı üzerinden eksik olmasın!
Yeni zevceni nasıl buldun?
Muhammet, böylece zevcelerinin hatırını sordu; fakat bu
defa onların suallerine cevap veremedi.
Peygamber, tekrar Zeynebin odasına gittiği zaman ma
hut üç zevzeği yine orada buldu. Onlar hala konuşuyorlar
ve mayaJanmamış hurma suyu içiyorlarqı. Muhammet, bir
şey söylemeğe cesaret edemedi ve Ayşenin odasında bekle
meğe gitti. Saygısızlar onun bu halini görünce nihayet insa
fa geldiler ve kalktılar. Enas bin Malik koşa koşa efendisine
haber getirdi, Muhammet, hemen Zeynebin odasına girdi ve
kapı perdesini arkasından gelen Enasın üstüne indirdi.
Bu vakanın uyandırdığı sabiyet ondaki vecit halini ko
laylaştırmış olacak ki kapı hakkındaki vahiy o vakit geldi.
«Ey müminler! izin almadan peygamberin odalarına
girmeyiniz. Davet edildiğiniz zaman giriniz ve yiyeceğini
zi yedikten sonra çekilip gidiniz ve teklifsiz sohbetlere gi
rişmeyiniz. Peygamber, kendini müteellim eden şeyleri si
ze söylemeğe cesaret edemiyor; fakat Allah, hakikati söy
lemeğe cesaret ediyor Onun zevcelerinden bir şey istiyor
sanız kapı perdesi arasından isteyiniz. Bu suretledir ki on
ların kalbleri de, sizin kalbleriniz de temiz olarak kalacak
tır. Allahın resulünü üzmekten sakınınız Onunla alakası
olmuş kadınlarla evlenmeyiniz.»
Peygamberin zevceleri «müminlerin anası» sayılırlardı.
Onun ölümünden sonra tekrar kocaya varmamaları lazım
dı. (Anlaşıldığına göre ölümden sonra kıskanmanın inceleş
miş bir şekli).
Kuran, onlara evlerinde oturmalarını, söyliyecekleri söz
lere dikkat etmelerini, müslümanlıktan evvelki cahiliyet
devri süslerinden sakınmalarını, namaz kılmağı, sadaka
vermeği, kocalarına itaat etmeği, Kurandan sureler ezberle-
264
meği emrediyordu. Harem bir nevi vücut hatları ve sofuluk
manashrı olacakh.
Başka müminlerin -karıları halk içinde dekolte gezmek
ten sakınacaklardı. Fakat umumiyetle nıüslüman kadınları
nın eve kilitlenmesi ve baştan ayağa kadar kapanması için
hiçbir mecburiyet yoktu Tesettür çok sonra çıkmış ve haşin
bir görenek hüpkmünü almış bir usuldür.
265
20
Ayşe ve Gerdanlıkları
266
daİl, daha iyi bir şey ister misin? Hem, fidyeni veriyorum, hem de
seni nikahım altına alıyorum.
Müslümanlar, bu ittifakı imzalamak ve gelinin, kabilesine bir
hediye vermiş olmak için, derhal yüz esir azadettiler. Şeyh El Ha
ris, oğulları ve Beni Mustaliklerden daha başka kimseler müslü
manlığıı kabul etmekte gecikmediler.
Sefer dönüşü her cihetten çok heyecanlı ve gürültülü oldu.
Mekkeli Muhacirler ile Medineli Ensarın su içmek için etrafına ü
şüştükleri, bir kuyu yanında şiddetli bir kavga çıktı. Mekkehlerle
Medineliler az kalsın boğaz boğaza, geliyorlardı. Münafık Abdul
lah bin Ubey boyuna hemşehrilerini kışkırtıyordu,
- Köpeği yağlandır ki evvela seni yesin. Bu adamları yurdu
muza kabul ettik, şimdi onlar bize hakaret ediyorlar. Bizim kendi
evlerimizde başımıza efendi kesilmek istiyorlar. Hele bir Medine
ye dönelim. Bakalım kanında asalet olan mayası bozuk olanı kapı
dışarı ediyor mu, etmiyor mu?
Bir genç, Abdullahın bu sözlerini hemen peygambere yetiştir
di... Ömer, bı.i münafık adamı öldürmeğe kalkıştı. Fakat peygam
ber onu men etti:
- Silah arkadaşlarını öldürten bir peygamber için herkes ne
der? dedi.
Muhammet, bu kavganın önünü almak için, havanın fevkala
de sıcak olmasına rağmen, hemen orduyu kaldırdı. Bütün gün
yüründüğü gibi o gece ve ertesi sabah da yola devam edildi .. Vü
cutlar yorgunluktan haraboldu, ruhlar da sakinleşti.
Abdullahın oğlu, babasını idama mahkum oldu zannederek
onu kendi eliyle öldüı'meği Muhammede teklif etti. Çünkü halis
bir müslüman olduğu kadar da iyi bir evlat ve namuslu bir erkek
olduğu için, kendinden başkası İbni Ubeyi öldürürse mutlaka in
tikam alması lazım gelirdi.
Muhammet, yalnız münafıklar aleyhinde-bir sure neşretmek
Je iktifa etti. Fakat onlar tövbe ederlerse Allaha belki kendilerini
affedeceğini söyledi. O günden sonra Abdullahın .nüfus ve ehem
miyeti düşmeğe başladı. Peygamber Ömere :
- Nasıl? Ben sana söylememiş miydim, dedi.
İki düşman, bir türlü çarpışmağa cesaret edemiyerek karşıdan
karşıya biribirlerini gözlüyorlardı. Muhammet, Hazreçler reisinin
kendine itaate razı olmıyacağını ve müslümanlığa pamuk ipliğiy-
267
le bağlı olduğunu biliyor, İbni Ubey ise Muhammette yükselme
hırsına kapılmış bir yalancıdan başka bir şey görmüyordu. Az bir
zaman sonra Abdullah için bir intikam fırsah çıktı.
Peygamber, her sefere gidişte, zevcelerinden bir veya ikisini
beraber götürmek için kura çekiyordu. Bu defa kura, Ayşeye çık
mışh. O, deve sırhnda, kapalı bir mahfe içinde seyahat ediyordu.
Medineye dönülürken bir gece ordu, gün doğmadan evvel hare
ket etti. Eşya develeri, esir ve binlerce hayvandan mürekkep bu
lunan uzun bir kafile de arkasından yürüdü. Ayşe, tabii bir ihti
yacını defetmek için mahfesinden uzaklaşmıştı. Genç kadın, yol
kenarında kafilenin geçmesini bekledikten sonra devesine geldi
ye Yemen hakikinden yapılmış bir gerdanlığ}.n düşmüş bulundu
ğunu gördü. Ayşe, hemen geridöndü, bir zaman yerleri aradı,
gerdanlığı buldu ve devesine koştu. Fakat kervan gitmişti. Genç
kad111 birçok bağırdı, cevap v�ren olma.dı. Deveciler, Ayşeyi mah
fenin içinde zannettikleri için yürüyüp gitmişlerdi.
Zavallı Ayşe, yol kenarına oturup beklemeğe mecbur oldu.
Mahfede olmadığını farkederek kendisini aramağa geleceklerini
ümidediyordu. Fakat biraz sonra oturduğu yerde uyuyakaldı.
- Biz, Allaha aidiz ve Allaha döneceğiz.
Ayşe, birdenbire sıçrayıp uyandı. Devesinin yularını elinde
tutan bir. genç adam, önünde duruyordu. Bu genç, ordunun art
kolunu takibeden Safvan bin El Muthal isminde bir adamdı ki çö
lün ortasında uyuyan bu kadını tanımış ve onun peygamberin
zevcesi olduğunu anlamıştı.
Safvan, heyecanla: -Biz Allaha aidiz ve Allaha döneceğiz, sö
zünü tekrar ediyor ve başka bir şey söylemiyordu.
Ayşe, hemen örtüsüne büründü. Safvan, devesinin eyerini
doğrulttu; onu yer çökertti; genç kadının binmesine yardım etti ve
hayvanın yularını tutarak yola düzüldü.
Uzun ve:yorucu bir yürüyüŞten sonra öğle zamanına doğru or
duya yetiştiler. Mahfenin boş olduğunu gören halk, hayret için
deydi. «Müminler anası» nın genç bir adamla, beraber arkadan
gelmesi bu hayreti büsbütün arttırdı. Geveze ve bedbaht dillere bir
dedikodu. sermayesi çıkmışh.
Ayşenin ve Muhammedin düşmanları bu fırsattan istifade et
tiler.
Abdullah bin Ubey:
268
- Safvan, genç ve güzeldir. Ayşenin onu Muhammede tercih
etmesine şaşmamalıdır, diye alay ediyordu.
Şair Hassan bin Sabit ve Ebu Bekirin yeğeni Mistah bu alaycı
lar arasında bilhassa kendilerini gösterdiler. Hassan, Safvan aley
hinde hicivli beyitler bile yazdı.
Bir taraftan da Zeynebin kızkardeşi Hanına zina ile itti-ham
edilen Ayşeyi batırmakla kendi kardeşine bir hizmette bulunaca
ğını zannetti. Zeyneb, filhakika Ayşenin rakibi idi. Peygamberle
yeni evlenmiş olan bu kadın, diğer zevceler arasında, kocasının
gözdesi ile baş koşmağa en çok namzet olanı idi. Hanına Ayşe ile
Safvarun daha evvel de birkaç defa buluştuklarını ve gerdanlık hi
kayesinin elverişli bir mülakat için iyi bir fırsat olduğunu ima etti.
Mistahın anası vasıtasiyle bu dedikoduları haber alan Ayşe -kor
ku veya kurnazlıktan- hasta oldu. Muhammet, onu görmeğe gel
di. Fakat peygamber, her zamanki gibi güleryüz göstermiyor, ona
iltifat etmiyordu. Muhammet, soğuk bir tavırla onun habrını sor
du. Ayşe, ailesine gitmek için kocasından izin istedi.
Anası ona:
- Üzülme, dedi, kocaları tarafından sevilen bütün genç ve
güzel kadınlar için, böyle lakırdılar çıkarırlar.
- Nasıl? Bu işten herkes bahsediyor mu? Babama haber ver
diler mi?
Ayşe, hıçkıra hıçkıra ağlamağa bağladı. Birinci katta Kuran
okumakla meşgul bulunan Ebu Bekir, aşağı indi ve kızına evine
dönmesini tavsiye etti. Aşkı ile endişeleri arasında şaşırıp kalan
Muhammet, ne yapacağını bilemiyordu. Ebu Bekirin zarif küçük
kızı hiç gözünün önünden gitmiyordu. O, kızoğlankız olarak al
dığı tek karısıydı. Bu çocuğun afacan gevezelikleri onun ilerlemiş
yaşını şenlendirmiş, neşesi bunca gamını, kasavetini unutturmuş
tu. Nişanlanmalanndan evvel uykularında bile onu düşünüyor
du; bir gece bir meleğin, bir ipek kumaş üstünde onun narin vü
cudunu getirdiğini rüyasında görmüştü. Genç kansının bebekle
riyle oynamasına müsaade ettiği, hatta kendisinin de onunla be
raber oynadığı hala gözünün önündeydi. Onun hoş hallerini, ço
cukça kıskançlıklarını ve hafifliklerini ve aynı zamanda da afifli
ğirıi aklından çıkaramıyordu. Muhammet, bir gün Ayşenin eda
sında yabana bir erkek görmüş, birdenbire çehresini değiştirmiş
ti. Genç kadın, ortağı Hafsaya sütkardeşleriyle görüşmek için izin
269
verilmiş olduğunu habrlıyarak acele acele cevap vermişti:
·
270
- Ey Ayşe, sen masum isen Allah seni yıkayıp temizliyecek.
Eğer bir vazifesizlik ettinse Allahtan af iste ve yüzünü ona dön
dür. Kim ki günahını itiraf eder ve yüzünü Allaha çevirir; Allah
da ondan yana döner ve onu affeder. Sana rica ederim, bana
·
hakikati söyle.
Ayşe, birdenbire ağlamağı keserek başını kaldırdı ve Medine
li kadını göstererek cüretkar bir tavırla bağırdı:
- Bu kadının karşısında bana böyle şeylerden bahsetmeğe u
tanmıyor musun?
Babası araya girdi ve Ayşe, kendi yerine cevap vermesi için,
ona yalvardı. Biçare Ebu Bekir:
- Ne diyeceğimi bilmiyorum ki, dedi.
Babası gibi anası da bir şey söylemek istemeyince genç kadın
sert bir sesle dedi ki:
- Benim için neler söylediklerini biliyorum ve bunların sizde
fena bir tesir uyandırdığını da görüyorum. Size masum olduğu
mu söylersem -ki bunun böyle olduğunu Allah biliyor- bana
inannuyacaksınız. Ben şimdi: «sabretmek daha hayırlıdır. Ben
yardımı ancak Allahtan istiyor ve bekliyorum» diyen Yakup Pey
gamber vaziyetindeyim.»
Ayşe der ki: «Bunu söyledikten sonra yatağıma döndüm. Al
lahın beni bu lekeden kurtaracağını bilmekle beraber, benim için
bir vahiy geleceğini ummuyordum. Çünkü kendimi çok ehemmi
yetsiz bir insan addediyordum, Allahın herkes tarafından okuna
cak ayetlerde benim vakamdan bahsedeceğini aklıma getiremi
yordum. (Hakikaten Kuranın bu parçası, bugün de, öteki parça
larla beraber namazlarda okunur.) Bütün ümidim peygamberin
uyurken beni bu lekeden temizliyecek bir rüya görmesinden iba
retti. Fakat Allaha yemin ederim ki, peygamber daha yerinden
kalkmadan ve odadakilerden kimse dışarı çıkmadan ona vahiy
geldi. Mevsim kış olmakla beraber, her zamanki gibi, .yüzünden
inci tanelerine benziyen iri iri ter damlaları akmağa başladı. Son
ra, başını açtıkları vakit (vahiyler esnasında üstüne bir örtü atıyo
rlardı) o, gülümsüyordu. İlk sözü: «Ey Ayşe, Allaha hamd ü şük
ret, çünkü Allah seni temize çıkardı.» kelimeleri old;u.
Muhammet, Ayşenin masumluğwm ilan eden ve iftiracıları
şiddetle azarlıyan «Nur» suresini almıştı.
Ayşenin anası:
- Ayağa kalk ve Allahın resulüne teşekkür etn:ı.eğe git, dedi.
271
Genç kadın:
- Hayır, beri, ona gitmek için yerimden kalkmıyacağım. Ben,
yalnız Allaha teşekkür ediyorum, dedi.
Kuran, bir kadını namussuzlukla ittiham edip de dört şahit
gösteremiyen kimsenin seksen kırbaçla cezalandırılmasını emre
der. Ayşeye dil uzatanlardan birkaçı bu hüküm mucibince cezaya
çarphrıldı. Fakat kudretli İbni Ubeye yine ilişilmedi. Ebu Bekir,
Mistaha verdiği aylığı keseceğine yemin etmişti. Fakat yeni bir
ayet zenginlerin böyle kararlar vermelerini menetti. Hassan bir
Sabit dayağı yedikten başka, az kaldı Safvan tarafından da öldü
rülüyordu. Fakat Muhammet, bu iki adamı barıştırdı ve şaire de
eski teveccühünü iade etti. Hassan bin Sabite Ayşe de kin tutma
mıştı. Kör şaire acıyor ve bu adamın gerek sözleri, gerek hicivle
riyle Muhammedin davasına vaktiyle çok yardım etmiş olduğu
nu unutmuyordu. Yalnız, bir gün Hassan, Ayşenin odasında aşı
kane şiirler okurken genç kadın ondan küçük bir intikam aldı.
Şair diyordu ki :
- O temiz ve mağrur bir kadındı. Onun eteğine en küçük bir
şüphe bile sıçrayamazdı. Sabahları hemcinsini zemmetmemiş ola
rak uyanırdı...
Genç kadın gülümsiyerek -Sen onun gibi değilsin, dedi.
Ayşe, sonradan bu feci macerayı anlatırken şunu ilave eder:
- İbni El Muthal (Safvan) hakkında tahkikat yaptılar, onda
erkeklik olmadığına kanaat getirildi.
O zamandan sonra Ayşe, peygamberin pek az seferlerine işti
rak etti. Maamafih, bir başka seferde bir gerdanlık daha kaybetti.
Fakat bu defa onu aramağa başkalarını memur etti. Bu yüzden or
dunun gecikmesi üzerine müslümanlar apdest almak için su teda
rik edemediler. Ebu Bekir, onu şiddetle azarladı ve başını gözdesi
nin dizine koyarak uykuya dalmış olan peygamberi uyandırmak
tan korkmasaydı ona bir iki tokat da atacaktı. Gerdanlık yatmış bir
devenin altında bulundu, ihtiyaç halinde su yerine kum ve toprak
la apdest almak (teyemmüm) hakkındaki vahiy o zaman geldi.
Bir başka defa Ayşe, ortağı Hafsa ile beraber sefere iştirak et
mişti. Eğlence olsun diye ortağıyle devesini değişti. Fakat Mu
hammedin, ortağının bulunduğu mahfe yanından atını ayırma
ması o kadar canını sıktı ki ilk konakta yere indi ve çıplak ayağı
ile otların içine basarak: «inşallah beni bir akrep sokar!» diye dua
etti.
272
21
Harem
273
Meymunenin yeğeni olması itibariyle, Muhammede yaklaştırı
yordu.
Muhammet, bu saydıklarımızdan başka iki kadın daha nikah
ladı; fakat onlarla güvey girmeden ayrıldı. Düğünden evvel bun
lardan birisinin cüzama benzer bir hastalığı olduğunu anladı ve
nikahını vererek boşadı. Öteki, mağlup kabilelerden birine men
sup asil bedevi bir kızdı. Peygamber, ona yaklaşmak istediği za
man genç kız, büyük bir gurur ile kalkındı ve dedi ki:
- Bir kabile reisi kızı adi bir adamla evlenir mi? Ben ayağına
gidilen bir kabilenin kızıyım, kimsenin ayağına gidenlerden deği
lim. Sana karşı Allaha sığınırım ...
Peygamber -Sen her şeye kadir bir mevcudun ismini ağazına
aldın, dedi ve ona ince ketenden elbiseler giydirdikten sonra aile
sine gönderdi
. 'Peygamber, iki üç de odalık aldı. Bunlardan en mühimmi Mı
sır mukavkisi tarafından kendine hediye edilen Kıbtlı Maria» dır.
Peygamberin bu kadından ibrahim isminde bir oğlu oldu. Fakat
uzun zaman yaşamadı. Bu erkek varisin ölümü peygamberi çok
üzdü. Çocuğu kendi eli ile mezara indirdi ve çok ağladı. O gün gü
neş tutulmuş. olduğu için müslümanlar bunu bir matem alameti
addettiler. Muhammet, bu kendine çok hoş gelmesi lazım gelen
batıl itikadı reddetmek gibi bir ruh büyüklüğü gösterdi. «Yıldızlar
hiçbir mahlukun ölümü için kendilerini gizlemezler» dedi. Bu söz
bir yalancı peygamberin ağzından çıkacak söz müdür?
Peygamber, Marianın kardeşi olan Şirini şair Hassana verdi.
Mukavkis, Manianın hizmetine bakmak üzere Mihran
isminde bir de hadım köle gÖndermişti, Muhammet, bir gün bu
Mihrandan şüpheye düştü ve damadı Aliye bu işi tahkik ederek
doğru ise köleyi öldürmesini emretti.
Mihran, Alinin, elinde kılıçla,· geldiğini görünce kaçmağa baş
ladı. Biraz sonra, Ali, onu yakaladı.
Mihran -Ben ne yaptım? diye bağırıyordu.
İşi anlayınca elbisesini sıyırdı ve Alinin şüphesini kökünden
izale etti.
Birçok kadınlar, ağırlık istemeden, Muhammede varmağı tek
lif ediyorlardı. Ayşe, fena halde kıskanıyor:
- Bir kadın kendi kendini nasıl teklif eder? diye söyle
niyordu.
274
Fakat Kuran;: bu hususta Muhammede açık bono vermişti Ay
şe, acı bir istihza ile:
- Allanın senin arzularını yerine getirmekte gecikmiyeceğin
de şüphem yok, diyordu.
Ayşe; şımarık, hafif bir çocuktu; süsü ve parayı çok severdi.
(Sonradan esir ticareti de yapmıştır) Gözü daima yükseklerdeydi.
(Bu yüzden az kaldı müslümanlığı yıkıyordu) Hakim, kahyürek
lidi. (Bir çeyrek dinar çalmış olan: bir esirin elini kestirmiştir) Fa
kat zarif, mahir ve sevimli idi. Her halde Ayşe Muhammedi hay
li sıkmışhr.
Ayşenin mensup bulunduğu Beni Teyim Kabilesi kadınları
için tertibedilmiş bir hikayeler mecmuası onların aksi tabiatlı ol
duklarını ve kocalarına çok fazla tahakküm ettiklerini gösterir.
Ayşenin kıskançlığı maziye kadar gidiyordu. Muhammedin
bazan ilk karısı Haticenin hatıralarından güzel bir lisan ile bahset
mesini bile çekemiyordu.
Genç kadın diyordu ki:
- Hatice ihtiyar bir kadın değil, miydi? Bugünkü halin daha
iyi değil mi?
Peygamber, bağırır gibi bir sesle cevap verdi:
- Allah hiçbir zaman bana ondan iyi bir zevce vermedi. Ben
fakirdim. O, beni zengin etti. Herkes bana. yalancı der ve benden
elini çekerken o, bana inandı ve kuvvet verdi.
Muhammet, merhum karısının ahbaplarına koyun eti parçala
rı gönderirken Ayşe:
- İnsana öyle geliyor ki yeryüzüne şimdiye kadar Hatice gibi
bir kadın gelmemiş.
Bir gün Haticenin kızkardeşi Hale Medineye geldi. Peygam
ber, onun sesine kadar her şeyini eski karisına benzeterek heye
can ile:
- Yarabbi, Hale geldi, diye bağırdı..
Ayşe, hiddetle homurdandı:
- Bu ihtiyarlıktan dişleri dökülmüş Kureyş karılarını ikide
birde hatırlamaktan ne zevk duyarsın?
Muhammet, bu çok güç memnun olan huysuz çocuğa bir ba
ba muamelesi ediyordu. O, işi pek fazla ileriye götürmemeleri
şartiyle kadın mizacına ve kadın zarflarına karşı filozofça bir mü
samaha ile dolu bir adamdı.
275
Ayşe, bir gün kocasına yaptığı kaba bir muamele için babası
Ebu Bekirden temiz bir tokat yemeği haketmişti. Muhammet,
arkadaşına:
- Kadının cevheri kıskanç olmaktadır, dedi, kıskançlık
kadının gözünü bir kere bürüdü mü artık bir derenin ne tara
fa aktığını farkedemiyecek bir hale gelir. Onu mazur görmeli.
Peygamber, bir gün Ayşenin odasında yemek yiyordu.
Öteki karılarından biri hizmetçi vasıtasiyle bir çanak yemek
gönderdi. Ayşe, fena halde kızarak hizmetçinin eline vurdu ve
çanak yere düşerek parça parça oldu. Muhammet, sükünetle
parçala,rı topladı, yemeği içine koydu ve sofrada bulunan mi
safirlere:
- Ananız kıskançtır, dedi.
Sonra, kırılan çanağın yerine bir yenisini getirtti. Feygam
Ber, ,hastalığı esnasında bit gün Ayseye:
- Benden evvel ölmeği ve benim tarafımdan toprağa ko
nacağını bilmeği istemez misin? diye sordu . .
Genç karısı cevap verdi:
- Bunu isterdim amma benim cenazemden döndükten
sonra başka bir kadınla avunacağım bilmesem ...
Peygamber, gülümsedi.
Muhammedin. Ebu Bekirin kızını bütün öteki karılarında
üstün tuttuğunu herkes biliyordu ve peygambere bir hediye
vermek isteyenler onun Ayşenin odasında bulunacağı bir gü
nü bekliyorlardı.
Öteki zevcelerden bazıla'rı Ümmü Selmayı şikayete gön
derdiler. Peygamber, hiç cevap vermiyerek arkasını döndü.
Fakat Ümmü. Selmanın arkasından iki kadın daha geldiği için
cevap vermeğe mecbur oldu:
- Ayşe için beni üzmeyiniz. Çünkü Ayşeden başka bir ka
dının örtüsü altında bulunduğum vakit bana Allahtan vahiy
gelmiyor.
O vakit, Ümmü Selma son bir çareye müracaat etti ve
Muhammedin bitaraf olmasını istemek üzere kızı Fatmayı
gönderdi.
Muhammet, Fatmaya şu cevabı verdi:
- Aziz çocuğum. Sen benim sevdiğimi sevmiyor musun?
Ürkerek Fatma:
276
"'-- Orası öyledir, demekten kendini alamadı ve yeni bir te
şebbüste bulunmaktan vazgeçti.
Kadınlar nihayet güzel Zeynebi gönderdiler. O yüksek sesle:
- Zevcelerin bitaraf olmanı ve Ebu Bekirin kızına fazla iltifat
etmemeni istiyorlar, dedi.
Zeyneb, bu sözleri o kadar yüksek sesle söylemişti ki biraz
"ilerde oturan Njşe işitti Muhammet, onun ne yapacağını gör
mek için başım çevirdi.
Ayşe, filhakika ağzını açb ve Zeynebe ·o kadar garip bir hü-
cumda bulundu ki genç kadının dili tutuldu.
Muhammet, bir nevi hayret ve takdirle:
-Ebu Bekirin kızı olduğu ne kadar belli, dedi.
İhtiyar Sude ile Yahudi Safiye, Muhammedin kendilerini bo
ş11ması korkusiyle kendi hisselerine düşen günl�ri Ayşeye ver
mişlerdi. (Müslümardıkta bir erkek bütün zamanını v� gecelerini
zevceleri arasmda müsavi surette taksime mecburdur) .
Böyle olmakla beraber peygamber, arasıra· harem kavgaların
dan bunalıyordu.
-Cehennem kadınlarla doludur, diyordu, onların entrikaların-
dan kendinizi koruyunuz.
Kuvvetinden emin olan Ayşe, şöyle cevap veriyordu :
- Orası öyle. Kadın dikbaşlı bir binek hayvanıdır.
Ebu Bekir, çok kere kızına lakırdı anlatmak için araya girmeğe
mecbur oluyordu. Ancak şu da vardı ki Ayşe, ailesinin menfaat
lerine ve gizli hırslarına çok yardım ediyordu.
Harem, iki fırkaya ayrılmıştı: bir tarafta peygamberin sağ ve
sol kolu olan Ebu Bekir ile ömerin kızları. Ayşe ile Hafsa, Onlar
kocaları tarafından pek az sevilen Sude ile Safiyeyi de kendileri
ne uydurmuşlardı. Öte tarafta Ümmü Selma, güzel Zeyneb ve di
ğer zevceler .. halktan olan Beni Teyim ve Beni Adi Kabilelerine
karşı Mekkenin eski aristokratları... ·
Ebu Bekir ile Ömer, damatlarının mirasına ıru konmak istiyor
lardı? Ebu Bekir ile Ömerin, Muhammedin plümünden sonra
onun kudretini, birbiri ardısıra, paylaşmak üzere Ebu Ubeyde ile
ittifak etmiş oldukları söyleniyordu. Nitekim onlar buna muvaf
fak da olmuşlardır. Ancak şurası muhakkakhr ki Ebu Bekir ile
ömer, kızlarının kuvvetli yardımı sayesinde Ali ile Fatmanın nü
fuzunu hayli kızlarının.
277
Mahzumflerden Ümmü Selma, yukarda da söylediğimiz gfbi,
kıskanç tabiatli bir kadın olduğunu daha evvelden pey
gambere haber vermişti. O da bu meyli onun kalbinden söküp
çıkartması için Allaha yalvaracağını söylemişti. Ümmü Se
lmanın kıskaçlığı pek acı bir tecrübeye maruz kaldı ve feci va
kalara meydan verdi.
O akşam, Muhammet, Ayşenin odasına girdi ve genç
kadının ortağı Ümmü Selmanın orada bulunduğunu anlatmak
için yaptığı işaretleri görmiyerek onu okşamağa başladı.
Ümmü Selma dayanamıyarak ağzını açtı:
- Görünüyor ki öteki karılarının hiçbiri gözünde yok,
dedi ve Ayşeyi tahkire başladı.
Peygamber, boş yere ÜmmüSelmayı teskine çalıştıktan
sonra Ayşeye:
- Cevap ver, dedi.
Ebu Bekirin kızı nazlanmadan ağzını açtı. Seyircilerin riva
yetine göre, müminlerin anaları arasında çıkan kavgalarda
galebe daima Ayşede kalırdı. Genç kadın, çabucak ortağının
ağzını kapadı ve orada Ali ile Fatmayı da bir hayli kalayladı.
Ayşeye göre peygamberin onlara bu kadar ehemmiyet verme
si bile fazla idi.
Ümmü Selma, Ayşenin sarfettiği ağır sözleri hemen Ali ite
Fatmaya yetiştirdi. Ali, bu muameleden şikayet için karısını
Muhammede gönderdi. Peygamber, açıktan açığa şu cevabı
verdi:
- Kabenin Allahına yemin ederim ki Ayşe, babanın gözde
sidir.
Pervasızlığın bu derecesi karşısında Ali, bizzat şikayete el
di; sitemli bir tavırla:
-Ayşenin hakareti yetmiyormuş gibi sen de Fatmanın
(karşısında: «Ü benim gözdemdir» derneğe nasıl dilin vardı?
diye çıkışmağa başladı.
Muhammet, yeni şikayetlerin önünü almak için kızının dai
resine giden kapıyı kapattırdı. Ömer, derdi ki:
- Peyga:tnber hasta olduğu zaman zevceleri ağlamaktan
kızarmış gözlerini uğuştururlar. Fakat o, bir kere iyi oldu mu
hemen boğazına sarılırlar.
Rivayete göre Muhammet, balı çok severdi. Zevceleri onun
278
bal şerbeti içmek üzere Zeynebin odasına gittikçe fazla gecikti
ğini farkettiler. Ayşe, bir oyun oynamak istedi ve öteki or
taklariyle ağız birliği etti.
Genç kadın, peygambere:
- Sen mtigafir· mi yedin? diye sordu. Muhammet, kendi ken-
dine bu oyunun farkında olmadan:
- Hayır, dedi.
- O halde bu koku nereden geliyor?
- Zeynebin odasında bal şerbeti içtim.
- Şu halde bu balı yapan anlar mugafir emmiş olacaklar...
- Bir daha içmem ...
Peygamberin bütün öteki zevceleri de aynı şeyleri tekrar etti
ler. Öyle ki Zeyneb bir başka defa ona bal şerbeti ikram ettiği va
kit içmedi.
Sude, bu şakada ileri gidilmiş olmasından şüphe ediyor:
- Peygamberi bal şerbetinden mahrum ettik... diyordu.
Ayşe - Hele sen hiç sesini çıkarma, dedi.
Bir başka,defa daha fena bir şey oldu.
Muhammet, Hafsamn hakkı olan bir geceyi Maryaya vermişti.
Hafsa onu ortağının kollarında yakalayınca acı acı söylenmeğe
başladı. Öyle ki peygamber, Hafsanın bu meseleyi etrafa yayma
ması şartiyle müebbeden Maryayı ihmal edeceğini va' detti
Fakat Hafsa bu sırrı uzun müddet saklamadı. Ortakları arasın
da en çok sevdiği Ayşe ile annesi bir zaman sonra vakayı öğrendi
ler.
Tam o gün Ömer ile kansı arasında da bir kavga çıkmıştı.
Ömer, sert ve ümmi bir adam olduktan başka kadın hakkında da
tıpkı eski Kureyşfler gibi düşünürdü. Kansı, Ömere bir ders v�r
meğe kalktığından onu fena halde haşladı:
- Sana ne oluyor? Sen kendi işine baksana, dedi. Kadın cevap
veriyordu:
- Sana şaşıyorum. Sen, benim bir kelime söylememe izin ver
miyorsun. Halbuki kızın, peygambere karşılık veriyor� Muham
met, onun yüzünden bütün gününü hiddet içinde geçirdi, hatta
bugün kızın Muhammetten uzaklaştı.
Ömer: -Ben, şimdi onun terbiyesini veririm, dedi ve hırkasını
yakalıyarak Hafsanın odasına koştu.
279
Hafsa: -Evet, biz ona karşılık veriyoruz, dedi;
· Öyle ama sonra Allanın cezasına ve peygamberin gazabına uğ
rarsın. Sen, sakın güzelliğinden ve peygamberin gösterdiği mu
habbetten dolayı şımaran 'kadına uyma.
Ömer, bu sözleriyle Ayşeyi kastetmişti. Sonra, akrabalarından
olan Ümmü Selmayı görmeğe gitti.
Ümmü Selma şu cevabı verdi:
- Sana şaşıyorum Ömer. Her şeye burnunu soktuğun yetini
yormuş gibi şimdi de peygamberle zevcelerinin arasına damı gi
riyorsun?
Ömer, biraz sakinleşmiş olarak evine döndü. Bu vakada ne gi
bi fena n�ticeler çıkacağını bir türlü akledemiyordu,
Peygamberin haremi fevkalade bir heyecan içindeydi. Bütün
kadınlar, Maryaya ve peygambere karşı ittifak ehnişlerdi. Bu fe
sadı nasıl bastıracağını düşünen Muhammet, dilini tutmadığı için
Hafsayı acı acı azarladı.
Nihayet, peygamber, zevcelerinin, bu grevine bir kapı kapa
ma* (block-out) karariyle mukabele etti ve evin tepesindeki bir
cihannümaya çekildi.
Ömer, Medine civarında Evali mahallesinde oturuyordu.
Geceyarısı şehirden dönen bir komşu, onun kapısını çaldı ve
«dehşetli haberlerim var» diye bağırmaca başladı.
Ömer:
- Ne oluyor? Gassaniler mi 'hücum ediyor? diye sordu.
- Hayır. Daha fena. Peygamberin bütün zevcelerim boşa-dı-
ğı söyleniyor. .
Ömer, tekrar Medineye -koştu ve kızanın büyük bir yeis ite
ağladığım gördü.
- Muhammet, seni boşadı ma?
- Bilmiyorum, O, şimdi cihannümada bulunuyor. Camide
boş kürsünün etrafında birçok kimseler ağkyordu.
Ömer, birkaç dakika onlarla o turdu. Sonra artık dayanamaya
rak eüıannömaya çıktı ve bir köle vasıtasiyle Muhammedi gör
mek istediğini bildirdi. Peygamber, cevap vermedi, Ömer de ça
resiz, aşağı indi. Bir ikinci teşebbüs aynı muvaffakıyetsizlikle Ne
ticelendi. Bir üçüncüsü de yine öyle. Ömer, evine dönmek üzere
280
mahzun mahzun merdivenden iniyordu. Köle, nihayet onu. ça
ğırdı ve cihaımümaya soktu.
Muhammet, sessiz sedasız bir hasırın üstüne uzanmıştı. Hası
rın üstünde bir örtü bile yoktu. Peygamberin dirseği bir meşin
yastığa dayali idi. Vücudunda hasır liflerinin yerleri görünüyor
du. Ömer, ayakta, ona selam verdi. Peygamber,-onun geldiğini
farketmemiş göründü,
- Zevcelerini boşadın mı?
Muhammet, gözlerini kaldırdı:
- Hayır, dedi.
- Allaha şükrolsun. Allah büyüktür.
Ömer, derin bir nefes alarak bu sözleri söyledikten sonra biraz
evvelki münakaşasını anlattı.
- Buraya geldiğimizden beri kanlarımız ele, avuca sığmaz ol
dular. Medine kadınlarının huyları, adetleri onlara da geçiyor.
Ömer, Muhammedin yüzünde bir tebessüm gölgesi görerek
devam etti:
- Demin' Hafsaya nasıl çıkış görmeliydin... Ümmü Selma se
nin haremine karışıyorum diye beni haşlamasın mi?
Muhammet, gülmekten kendini alamadı. Ömer, oturdu. Üç
koyun derisiyle süslü olan bu odanın fukaralığından bahsetti:
- Milletimiz için biraz refah iste. Müşrik İranlılar ile Yunanlı
lar bizden çok fazla zengindirler.
Peygamber, yerinde doğruldu:
- Ey El Hattabm oğlu, bu insanlar hisselerini bu dünya-da al
dılar.
Ömer: - Ey Resul. Hakkın var. Benim için Allahtan af iste, de
di.
Boşanma tehlikesi uzaklaşmıştı. Sonra, Muhammet, Ömer ka
dar ehemmiyetli bir şahıs ile arasının açılmasını ve bütün zevçe
lerini kaybetmeği istiyemezdi. Bununla beraber bir ay kadınlar
dan uzak yaşamağa yemin etmişti. Yirmi dokuz gece kendi ken
dine cihannümada yattı. Bu müddet esnasında ona gelen: ayetler
onu zevcelerine fazla yüz vermekle ittiham ediyordu. Halbuki Al
lah ona zevceleriyle olan münasebetlerinde tam bir hürriyet ver
mişti. Bu. vahiyler Ayşe ile Hafsayı kocalarına karşı ittifak ettikle
ri için şiddetle azarlıyordu:
«Şayet o sizi boşarsa Allah ona sizden daha iyi zevceler, müsl-
281
üman, itikadı bütün, dindar, yaptıklarına tövbe etmekten hoşla
nan, oruç tutan, itaatli nice dul ve bakir kadınlar verebilir.»
Peygamber, yirmi dokuzuncu gün cihannümadan indi ve Ay
şenin odasına gitti.
Ayşe, garip bir cüretle: -Hani sen tam bir ay cihanım mada ka
lacağına yemin, ettindi, ben ancak yirmi dokuz gece saydım ..
Peygamber: -Bu ay yirmi dokuz gündür, diye cevap verdi.
Allah gönderdiği vahiylerle peygamberin zevcelerini Muham
met ile dünyadan birini intihapta serbest bırakıyordu. Muham
met, Ayşeye ailesiyle görüşmesini ve kendisiyle kalmak mı yok
sa, boşanmak mı istediğini sordu.
Ayşe: -Babam hiçbir zaman bana seni terketmemi tavsiye et
mez, diye cevap verdi.
Bütün kadınlar hiç tereddüdetmeden onunla kalmağı tercih
ettiler. Muhammet, fırsattan istifade ederek zevcelerini, intizama
davet ediyor ve kendisini o zamana kadar çok ezen, süs ve deb
debe taleplerine nihayet veriyordu. Fakat buna karşılık olarak da
peygamber, bir daha nikahına yeni kadın almıyacağını taahhü
detmek suretiyle zevcelerine teşekkür ediyordu. Peygamberin
zevceleri o vakit dokuza baliğ oluyordu. Kuran, Muhammedin bu
taahhüdünü teyidetmiştir.
Biz, az çok itikadı zayıf yeniler ve tek evli Avrupalılar -ki çok
evliliğe (polygamie) ancak gizli olarak ve kendi yurdumuz hari
cinde cevaz veririz- Muhaımnedin Hafsa tarafından böyle "bir
vaziyette yakalanmasını bir peygamber için garip görürüz. Fakat
«Prene dağlarının beri tarafında, hakikat olan bir şey öte tarafında
batıldır» darbımeselini unutmamalı. Hafsanın fenasına giden şey
bu vakanın kendisi değil, harem kaideleri hilafına olarak kendine
ait olan bir' günde geçmeğiydi.
Sonra, peygamberin muasırları da bunu fena hir gözle görme
ği akıllarıncı. getirmemişlerdi.
Zeyneb meselesinin pek hoş görülmemesi ahret oğulluk hak
kındaki bii- .kcinunun ihlal edilmiş olmasından ileri geliyordu. Fa
kat kanun değişince ortada hiçbir mesele kalmadı. Peygamberin
arkadaŞlari bu işlerde reislerinin göz açıklığını takdir bile ediyor
lardı.
Enes çli_yordu ki:
- Peygamberde otuz erkek kuvveti olduğunu aramızda da
ima konuşuyorduk.
282
Bu genç hizmetçi, efendisinin yirmi dört saat içinde dokuz
zevcesinden dokuzunun da biribiri ardısıra, hahrını hoşetrniş ol
duğunu söylüyordu İbni Ömer ile Ayşe de aynı şeyi söylerler.
Muhammet, bazı muayyen devirlerde nefis zevklerine fasıla
verdi, bilhassa,· ramazanın son dokuz gecesini camide itikafa ka
panarak geçirmek adetindeydi. Ayşe, odasından çıkmadığı halde
onun o zamanki halini tasvir eder. Ayşe, bir gün, onun sabahlan
içine çekilmesi için, avluda bir çadır kurdu. Hafsa, ondan görerek
bir çadır daha kurdurdu. Zeyneb de onları taklidettf. Öyle ki erte
si sabah camide dokuz çadır hazırlanmış bulunuyordu. Muham
met, bunun manasını sordu. Ornuzlanru silkerek:
- Bunlar akıllarınca bir hayır mı işlemişler? dedi, bu ay itika
fa girmiyeceğim.
Müslümanlığın kadın taliirıi yükseltmiş, onlara cemiyette iyi
bir mevki vermiş olmasından şüphe edilemez. Ömer der ki: «Put
perestlik zamanında kanlarımızın bir paralık kıymeti yoktu. All
ahın onlar hakkında vahiyler gönderdiği ve haklarını tesbit ettiği
günden itibaren bu hal değişti.»
Peygamber der ki: «Müminlerin en kusursuzu karısına karşı
güeryüzlülüğiyle temayüz edenidir». Kadınlara kocalarına itaat
etmelerini emrediyor; fakat erkeklerin onları horlamalarını,
kızları kendi arzuları hilafına evlendirmelerini, karılarını boşa
mak, yahut tehdidebnek suretiyle onlardan para çekmeği yasak
ediyordu. «Sizin kaburgakemiğinizden yarahlmış olan (kadınlara
karşı hayırhah olunuz. Bir kaburgakemiğini doğrultacağım diye
fazla zorlasanız onu kırarsınız bunun için onlan beğenmediğiniz
zayıf ve iğri taraflariyle beraber kabul ediniz, Karısı içirı para sar
fetmek fakirler için, yahut da mukaddes bir muharebe için para�
sarfetmekten daha sevapbr... Bir kan koca birbirlerinin ellni tutar
larsa günahları parmaklarının arasından akıp gider: Cenıiet ana
ların ayaklan alhndadır ... Bir çocuğa» annesine verdlğf bÜse cen
net kapısının eşiğine koyacağımız buse kadar tatlıdii.�.» ·· ·
283
da bir dava çıkmış ve bu davanın halli Muhamrnede havale edil
mişti. Kadınlara miras hakkı veren ayet o zaman inmiştir. Onlar
erkek evlada düşen hissenin yansı kadar bir pay alacaklardı.
Kuran, kız çocukların öldürülmesini ele yasak etmiştir. O ök
süzler için olduğu gıbi kız çocuklar hakkında da tavsiyelerle do
ludur. Muhammet, muvakkat izdivaçları, esirlerin fuhşa
sevkedilmesini menetmiş ve «bir esir kıza besleyip büyüten, oku
tup yazdıran ve azadederek kendine nikahlıyan kimselere iki kat
mükafat» va'detmiştir.
Muhammet, çok evlenme (polygarne) yi müsamaha etti.
İbrahim Peygamberin memleketinde başka türlü hareket etme
side zaten kabil değildi Sonra, Muhammet, karı üst(ine kan alma
ğı tavsiye etmek şöyle dursun bu hususta gü'çlükler bile çıkarmış
tır, ikinci defa evlenmek müsaadesi ancak karılarından birine öte
.ldınden bir iğne bile fazla vermiyecek kadar adaletli olanlara veril
miştir. Peygamberlik imtiyazlarından, olmak üzere kendisi istedi
ği kadar kadın alabilirdi. Fakat başkalarının meşru zevcelerinin
adedini dörde indirmişti. Sonra boşanmağa da izin verdi. Fakat
Allahın müsamaha ettiğiği şeyler arasında bunun kadar nefret et
tiği bir şey olmadığını da söyledi Hem de şunu söylemek lazım
gelir ki tek evlilik (monogamie) insanın tabü haklarından değildi,
hatta Atık. Ahdın ahlak kanunları patriyarşları bir tek zevce ile ya
şamağa mecbur etmez. Bunun sonradan hıristiyanlıkta bir kaide
hükmüne geçmesi hıristiyanlığın yayıldığı garp muhitinde esasen
tek evlilik kaidesinin hüküm, sürmesinden ileri gelmiştir. Mesele
yi mutlak manasında tetkik edersek Neronun tebaasının ahlakça
İbrahim ve Yakup Peygamberler ümmetinden daha yüksek olma
dığını teslim ederiz. Acaba söylenildiği gibi sami ırkın erkekleri
an milletlerin erkeklerinden daha mı şehvetperesttir ve «Allahın
planmdaki nüfuz edilmez tezatlar» çokallahlı ve tek evli ariyi, te
kallahlı ve çok evli sami ile mi karşılaştırıyor?
Ne olursa olsun meselenin asıl can noktası resmi ve tahdidedi-
1.miş bir «çok evlilik» in kaçırtma kabilinden gizli birçok evlilikten
iyi olup olmadığını bilmektedir. Bu sualin muhtelif cemiyetlere
göre muhtelif cevaplar alması pek mümkündür. Müslüman usulü
nün· büyük mahzurları bulunduğu muhakkaktır ve peygamber
den hicivci şairlere kadar hiç kimse bunu inkar etmedi. Fakat onun
iyi bir tarafı da vardır ki bugün büyük bir tehlike hükmüne girmiş
284
olan' fuhşu ve kadınlarda bekarlığı kökünden kazımış olmasıdır.
Ancak ne suretle olursa olsun Muhammedin çok evlilik meselesin
de kendisinin halka numune ve önayak olmasını gönül istemezdi.
Sonra, şunu da söylemek lazımdır ki hıristiyanlığın kadını la
netli bir mahlük, bir günah membaı telakki ettiğini söylemek ne
kadar yanlış ve haksızca müslümanlığın kadını zevce ve ana im
tiyazlarından mahıı,ım ettiğini iddia etmek de o kadar haksız ve
yanlışbr.
285
22
Zafer
Hubeybiye, Hayber, Sefaret Heyetleri,
Mute, Melekenin Alınması
286
mek maksadiyle geldiğine dair haber gönderdi. Muharebe yü
zünden çok sıkıntı çekmekte bulunan ve ticaretinin günden güne
düştüğünü gören Mekkenin kendisiyle uzlaşmağa kocası razı ola
cağını tahmin ediyordu.
Kureyşfler, müslümanları iskandil etmek için birtakım, me
murlar gönderdiler. Evvela Ahabiş kuvveti reisi, Muhammedin
ordugahına geldi ve pek iyi bir tesir ile döndü. Fakat Mekkede
ona «kaba bedevi» diye muamele ettiler. O da kızdı, maiyetin»
deki ücretli askerleri dağıtmakla Kureyşfleri tehdidetti. Mekkelil
er ondan artık bu işle meşgul olmamasını rica, ettiler.
Bu defa Sakiflerden Urva hizmet teklifinde bulundu ve müsl
üman ordugahına gitti. Kureyşflerin bir yabancı göndermekten
maksatları Muhammedi tahkir etmek değilse bile ona pek ehem
miyet vermiyor gibi görünmek ve icabederse Urvaya verdikleri
salahiyeti inkar etmekti. Onların bir maksadı da, müzakereleri
uzatmak suretiyle, müslümanlan yormak ve intizamlarını boz
maktı. Fakat Muhammet, bu işte büyük bir diplomatlık yaptı.
Urva onu' korkutmağa çalışmış ve demişti ki:
- Sen başına bir yığın dilenci toplamışsın ve bu adamlarla
fırıldağını çevirmek istiyorsun. Fakat Kureyş süvarileri para deri
leriyle zırhlanarak şehirden çıkmışlar ve seni zorla Mekkeye sok
mamağa yemin, etmişlerdir. Sen kavminin mahvolmasını mı isti
yorsun? Dostlarının bile bu işte seni yaya bırakacaklarına emin ol!
Ebu Bekir, ,aöae katıştı ve Urvaya:
- Sen git de El Latin bıznnı yala. Sen hiç bizim selulullahı ter
kedeceğknisi zanneder misin? dedi.
Sakif, söz 'Söylerken her cümlede peygamberin sakalını tutu
yor; her defasında Mugayre kılıcının kiniyle onun eline
vuruyordu.
- Elini resulullaiıın. saicalındaıa Urva :
- Bu herif kimdir? diye sordu.
- El Mugayredir, dediler.
- Vay sen şu vaktiyle olmıyacak haltlar yiyen ve benit» ca-
yemde fartulan alçak mısın? dedi., bunlar ne kibar insanlar böyle!
El Mugayrenin vicdanı, hakikaten yüklüce idi. Müslüma olma
dan evvel bazı yol arkadaşlarını soymuş ve öldürmüştü.
Urva gitmeden evvel dikkatle Muhammedin yüzüne bakh:
- Muhammet, tükürecek olsa ashabından biri onu alarak yü-
287
züne, gözüne sürecek, yıkanacak olsa kirli suyunu alıp aptest su
yu diye kullanacaklar, dedi.
Müslümanların Muhammede bu kadar büyük bir heyecan ile
bağlı bulunması Urva üstünde derin bir tesir bırakmıştır Mekke
ye döndüğü zaman Kureyşfere dedi ki:
- Ben, adeta prensler nezdine, Kayser, Keyhusrev, Necaşi sa
rayına sefir gitmiş gibiyim. Muhammetten daha çok sayılan ve se
vilen bir hükümdar görmedim.
Kureyşilerin iki başka memuru da Muhammedin ordu
gahından aynı hislerle döndüler. Gece olunca mülslüman ordu
gahının beş yüz ateşi Mekkenin üstünde yanmağa ve şehri
tehdidetmeğe başladı. Muhammet, askerlerinin Kabeyi ziyaretine
izin istemek için birisini göndermek istedi. Ömer, bu işi gözüne
kestiremedi, çünkü şehirde kuvvetli bir hamisi yoktu. Fakat asil
Ütneyyelerden Osman Mekkelilerle görüşmeğe razı oldu.
Osman, ertesi günü dönmediği için öldürüldüğüne zahi
boldular ve peygamber, ashabını bir ağaç altında toplıyarak
kanlarının, son damlasına kadar muharebe edeceklerine dair ye
miş verdirdi.
Şehre hücuma hazarlanıldığı bir sırada müslüman casrusu ko
şa koşa geldi, ve Osmanın bir Kureyş murahhasiyle beraber sağ
ve salim, gelmekte olduğunu bildirdi.
Kureyşin en kuvvetli hatiplerinden ve mahir diplomatla
·
ği taahhüdediyordu.
Bu şartlardan bfr kışını hakikaten müslümanlan küçük düşü
recek mahiyette şeylerdi. Efkar-ı umumiye vazifesini gören Ebu
Bekir ile Ömerin itirazları Süheyli -bu muvaffakiyeti tehlikeye at
mak korkusiyle- hemen imzaya şevketti.
Muahedenin metni taştan bir lavha üstüne yazıldı ve üzerine
mühürler basıldı. Muhammet, asıl metni aldı. Sureti de Mekkede
ki evrak mahzenine gitti. Vaktiyle kendisini kovan memleket ile
-iki devlet vaziyetinde- resmi mü:z;akereye girişmek ve muahede
imza etmek Muhammet için büyük bir muvaffakiyetti. O, meyva
nın olgun bir hale geldiğini hissediyor, fakat onu pek vakitsiz ko
parmaktan sakınıyordu. Ancak arkadaşları onun bu itidal ve ihti
yahndaki mehareti pek kavrıyamıyorlardı. Feci bir vaka, müslü
manlardaki memnuniyetsizliği fena halde körükledi. Bir Mekkeli
kopardığı zincirleri sürükliye sürükliye bayırı hrrnanıyordu. Bu,
Süheylin öz oğlu Cendeldi ki müslüman olduğu için babası tara:
fından hapse atılmış ve bir yolunu bulup zincirlerini· kopararak
müslümanlara sığınmıştı.
Süheyl:
- Muahedeye göre Cendel sizin bize gerivereceğiniz ilk
Mekkeli olacak, dedi. .
Cendel, yediği dayakların izlerini gösteriyor, hala iple bağlı el
lerini kaldırıyor, fena halde müteessir bulunan din kardeşlerin
den imdat istiyordu.
Muhammet, Süheyle:
- Bana şahsi bir lütuf olarak bu çocuğu bağışla, dedi. Süheyl,
lakırdı dinlemiyor, muahedeyi bozacağını söyliyerek peygamberi
tehdidediyordu. Muhammet, çaresiz, razı oldu.
, Biraz sonra peygamber arkadaşlarına -Kabeye gitmeden, Ara
fat dağına çıkmadan- haccın son ayini olarak saçlarını tıraş etme
melerini ve oldukları yerde kurbanlarını kesmelerini söylediği za
man memnuniyetsizlik son dereceye çıktı.
289
Muhammet, emrini üç defa tekrar ettiği halde kimse itaat et
memişti.
Ömer: -Sen hakikaten Allahın resulü değil misin? derneğe ce
saret etti.
- Elbet öyleyim.
- Bizim dinimiz hak dini, düşmanlarımızın dini batıl bir din
değil mi?
- Tabif.. ..
- O halde niçin biz kendimizi küçük düşürüyoruz? Allanın
Kabeyi tavaf edeceğimizi va'dettiğini söylememiş miydin?
- Elbette. Fakat bunun için zaman tayin edilmemişti. Gelecek
sene geleceğiz.
Ömer, bu izahattan memnun olmadı ve Ebu Bekirle görüşme
ğe gitti .
. - Bu adam hakikaten Allahın resulü değil mi?
-Elbette öyle.
- Bizim dinimiz hak dini, düşmanlarımızın dini batıl bir din
değil mi?
- Elbette.....
- Şu halde?...
Ordu, için için kaynıyordu; peygamberin emirlerine kimse ku
lak asmıyordu. Muhammet, çadırının altına çekilmişti. Nihayet,
karısı Ümmü Selmanın tavsiyesi üzerine dışarı çıktı ve devesini
kesmek ve başını tıraş ettirmek suretiyle herkese misal oldu. O va
kit bütün miislümanlar acele acele, birbirlerini tıraş etmeğe başla-
'
dılar. Sonra Medine yoluna düş\j.ldü.
Gösterdiği cüretten dolayı korkuya düşen Ömer, ordunun en
önünde gidiyor, peygambere kendi aleyhinde bir vahiy gelmesi
ihtimalini düşünerek tir tir titriyordu. Gece yolculuğu esnasında
birisi ona peygamberin kendisini çağırdığını haber verdi. Ömer,
korkak bir tavırla itaat ederek:
- Eyvah, bana karşı bir vahiy geldi, dedi. Peygamber, onu gö
rünce şöyle söyledi:
- Bana bu akşam öyle bir vahiy geldi ki dünyada, güneşin
üzerine doğduğu eşya arasında, hiçbir şey bana bunun kadar hoş
görünmedi.
Sonra, ayeti okumağa başladı :
«Biz sana parlak bir zafer temin ettik... Allah onun hareketini
290
beğeniyor ve onu soğukkanlılığından dolayı tebrik ediyordu.»
El Hattabın taşkın oğlu her şeye rağmen yine:
- Şimdi 'biz buna zafer mi diyeceğiz? dedi,.
- Evet.
Muhammet, muahede icabı olarak, birkaç Mekke kaçağını
kabulden istinkaf etti. Fakat onlar Mekkeye dönecekleri, yere bii
takım çeteler teşkil ederek Kureyş kervanlarını soymağa başladı
lar. Öyle ki Mekkeliler muahedenin ta kısmını kendiliklerinden
sildiler. Fakat Muhammedin bu çeteleri dağıtmak için kendi nü
fuzundan istifade ehnesini, şart koştular.
Muhammedin diplomatlığı halktaki memnuniyetsizliğe niha
yet veren son bir muvaffakiyet kazanmış oluyordu. Peygamber,
ümmetindeki muharebe ateşini Hayber Yahudileri tarafına çevir
di O, yeni dini eski Arap ananelerine bağlamağa çalıştığı nisbette
·
291
Peygamber:
- Allah büyüktür, dedi, Hayber mahvoldu.
Evvela, şehir haricindeki küçük şatoları aldılar. Sonra her biri
bir kale hükmünde olan mahalleleri, hepsine ayrı ayn hücum et
mek suretiyle, birer birer ele geçirdiler.
Müslümanların yiyecekleri pek az olduğu ve Yahudilerin evle
ri zahire ve hazinelerle dolu bulunduğu için hücumlar pek şiddet
li oluyordu. Ali, kalkanını kaybettiği için, rivayete göre, sekiz kişi
nin kaldıramıyacağı bir kapıyı kalkan gibi kullandı. Nihayet, şeh
rin asıl göbeğini muhafaza eden son kale de hücwn ile alındı. Yük
sek tabakadan esirler arasında bir kabile reisi olan Kinane bin Er
Rebi ile bir sene evvel Medinede mahvedilen Beni Kureyze kabile
p
sine mensu bulunan karısı güzel Safiye vardı. 'Safiyeyi bir baışka
esir kadınla beraber götürmekte Qlan Bilal, onları birkaç Yahudi
nin i;)lüsü önünden geçirdi. Safiye hiçbir t�ssür göstermedi. Genç
kadın, peygamberin gönlünü kazanmak tasavvurunu daha o vakit
rni aklından geçiriyordu? Atkadaşı ağladı, yüzünü yırttı, saçlarını
yoldu.
Muhammet, Bilali katı kalbliliğinden dolayı azarlamakla bera
ber:
- Bu şeytanı uzaklaştırın! dedi.
Sonra güzel Safiyeyi ridasına sarmak suretiyle kendine ayırdı
ğını gösterdi.
Galipler; altın, mücevher ve inci dolu bir odadan ve bu odayı
yalnız Kinane'nin bildiğinden bahsediyorlardı. Yahudi, bunları
tamamiyle sarfettiğini söyledi.
Ona: - Bir şey bulunursa seni öldürürüz, dediler.
O: - Pekala! dedi.
Kinane'nin adamlarından biri, efendisinin bir yerde dolaştığı
nı gördüğünü söyledi. Bu yeri uzun uzadıya aradılar ve para bul
dular. Ancak, bu para, umulduğu kadar değildi.
Muhammet, o vakit çok öfkelenerek bir zaıf gösterdi ve Kina
ne'yi -işkence vasıtasiyle bu paranın gerisinin nerede olduğunu
söyletmek üzere- Zübeyr' e teslim etti.
Cihat, artık mukaddes bir muharebe olmaktan çıkmıştı. Zü
beyr, ateş yakmakta kullanılan iki odun parçasından birini biçare
nin göğsüne dayadı ve o kadar kuvvetle sürtmeğe başladı ki Ki
nane bayıldı.
292
Muhammet, işkence vasıtasiyle de bir şey elde edemeyince
Yahudinin başını kestirdi.
Topraklan, bir zaman için, mağlupların eline bıraktılar. Bu
topraklan şimdilik onlardan başkası ekip biçmeğe kadir değildi.
Fakat, onların 'çıkaracakları mahsulün yarısını müslümanlar ala
caktı. Daha sonra Halife Ömer, Hayber Yahudilerin -tazminat
vermek suretiyle- Suriyeye kovdu.
Zaptedilen şatolardan birinde Zeyneb bin El'Haris isminde bir
esir kadın, bir koyun kızarth. Koyunun but tarafını çok seven
Peygamber bir parça et kopararak ağzına soktu. Fakat onun lez
zetinden şüphelendiği için hemen çıkardı. Misafiri olan Bişr bin
El'Berra nezaket icabı olarak. Onun gibi yapmağa cesaret edeme
di ve zehirli eti yiyerek biraz sonra öldü. Muhammet de karnında
birtakım şiddetli sancılar hissetti ve şişeler çektirdi.
Zeynep, istintak edildiği vakit, yaptığı inkara tenezzü) etmedi
ve hem babasınm intikamını almak hem de Muhammedin haki
katen peygamber olup olmadığını anlamak istediğini söyledi. Ka
dın Muhammede:
- Ben öyle düşündüm ki sen, hakikaten peygambersen bu
zehir, seni utmaz, değil sen sadece bir kabile reisi bir zalimden
kurtulmuş oluruz.
Muhammet, onu affetti. (Bir rivayete göre de intikamlarını al
mak üzere Bişrin ailesine teslim etti.) ve güzel Safiye ile düğünü
nü yaptı. Genç kadın henüz ölüsü soğumıyan babasının dinini bı
rakıyor ve galibin dinine dönüyordu.
Böyle olmakla beraber ashap, bu kadından şüphe ediyorlardı.
Düğün gecesi sabahında Muhammet, çadırından çıkınca Ebu Ey
yubun kılıcını kınından çıkarmış olduğu halde nöbet beklediğini
gördü.
Medineli dedi ki:
- Babasına, kocasına, kabflesine ihanet eden ve Yahudiliği
hala yüreğinde yaşıyan bu kadından senin hayatın için korkarım.
Müslüman ordusu, Fedek ile Vadiyül'kurayı ve o civardaki
bütün müstahkem Yahudi mevkilerini zaptetti; ganimet ve şan ile
yüklü olarak Medineye döndü.
Muhammet, o vakit kumandanlarını ikinci derecede e-hemmi
yetli birtakım seferlere memur etti. Onlar, civardaki birçok kabi
leleri itaat altına aldılar. Sonra da yabancı hükümdarlara res.mi
heyetler gönderdi.
293
Husrevi Perviz, peygamberin "Resulı1llah Muhammet bin Ab
dullah' tan Acem hükümdarı Kisraya" diye yazılmış mektubunu
alınca adi bir esirin isminin kendi isminden evvel yazılmasına fe
na halde kızdı ve mektubu yırttı.
Muhammet bu haberi alınca: "Allah da onun devletini öyle yı
kacak." dedi.
Herakliyüse giden heyet daha iyi kabul edildi. Bizans İmpara
toru, Suriyede Acemlerden aldığı Humus şehrinde bulunuyordu.
Mektupta Muhammet diyordu ki: "Seni müslümanlığa davet edi
yorum... Ey kitap ehli millet! Aramızdaki ihtilaflara nihayet vere
lim .. Bir tek Allaha tapalım. Efendimiz ismini yalnız ona verelim.
Eğer siz bizim itikadımızı reddederseniz. bizim ınüslüman (Alla
ha teslim olmuş) olduğumuzu tasdik ediniz."
Bu mektup karşısında imparatorun en kuvvetli hissi hayret ol
du. Müslüman heyetine gayet hürmetle muamele etti ve ona bir
takım hediyelerle beraber kaçamaklı, fakat nazik bir cevap verdi.
Herakliyüs, o yakınlarda Ebu Süfyanın riyaseti alhnda bir
Mekke kervanı geldiğini haber aldı. Bu mesele hakkında tahkikat
yapmak üzere Ebu Süfyanı çağırdı.
Kureyşi, yeni peygamber için sorulan sual üzerine hemşehrisi
ve düşmanı olan Muhammedin ahlak ve seciyesi hakkında iyi
şeyler söytedi.
İmparator :
- Onunla, muharebe ettiniz mi? diye sordu.
- Evet.
- Hanginiz, galip geldiniz?
- Kah o, kah ben.
- Sözüne sadık mıdır?
- Biz, şimdi onunla sulh halindeyiz. Fakat verdiği sözü ne de-
receye kadar tutacağını bilmiyoruz.
- Onun mezhebi nedir.?
- Bizden dedelerimizin dinini bırakmamızı, bir tek Allaha
tapmamızı, zekat vermemizi, verdiğimiz sözü, tutmamızı ve zina
dan kaçınmamızı istiyor.
İmparatorun Medine hakimille verdiği ehemmiyet, Ebu Süf
yan üzerinde büyük bir tesir yapmıştı.
Ebu Süfyan, bu mülakattan sonra dedi ki:
- Galiba bizim İbni Ebu Kabşa (koyun babasının oğlu, Mu-
294
hammede alay tarikı ile verilmiş garip bir isim) mn işleri ehemmi
yet alıyor; çünkü Rum Prensi onunı'a meşgul oluyor.
İmparatorun o vakit kendisine sadece bir mutaasıp bedevi gibi
görünen Muhammetle ve Arap akınlarıyla meşgul olacak zamanı
değildi. Onun yapılacak daha başka işleri vardı.
Muhammet, Mısır Mukavkisine de ayrıca bir elçi gönderdi.
Şarki Roma İmparatorunun, tabii olan Mukavkis, Yunan-Acem
düşmanlığı sayesinde hemen hemen istiklal kazanmışh.
Mısırlı, cevabında bu meseleyi düşüneceğini söyledi ve Mu
hammede kıymetli hediyeler, ipekliler, bal, Yafur isminde bir
eşek, Düldül isminde bir katır, Lazlos isminde bir at ve birçok
esirler gönderdi. Güzel Marya ile ikiz kardeşi Katerin de bu esir
ler arasındaydı.
Suriye hududundaki Busra hakimine gönderilerı sefir Mute
mevkiinde, Gassaniler ittihadına mensup bir Arap tarafından öl
dürüldü. Gassaniler, Herakliyüs'ün hıristiyan tabileri idi.
Muhammet, bu ölümün intikamını almağa Zeydi memur etti.
Zeyt, üç bin kişi ile hareket edecek, yıldırım gibi bir yürüyüşle
Muteyi alacak, fakat kadınlara, çocuklara, körlere ve papazlara
dokunmıyacak, evleri yıkmak ve ağaçlan kesmekten sakınacaktı.
Fakat müslümanlar, «<Gassanilerden ve birkaç Yunanlıdan mü
rekkep kuvvetli bir orduya tesadüf ettiler. Müslümanlar dört kö
şe saf teşkil etmesini bilmedikleri için düşman süvarisi karşısında
fena bir bozguna uğradılar. Ölüm derecesinde yaralanan Zeyt,
elindeki bayrağı Alinni kardeşi Cafere uzattı. Cafer Habeşistan
dan yeni gelmişti. Erkekçe güzelliğiyle meşhurdu.
Cafer, bayrağı fevkalade bir kahramanlıkla müdafaa etti.
İki eli kesildiği halde çarpışmaktan geri durmadı. Nihayet, ka
fatası iki parça, vücudu doksan kılıç ve mızrak yarasıyla delik de
şik olmuş bulunduğu halde yere düştü. Şair Abdullah biiı. Reva
ha da bu muharebede öldürüldü.
Nihayet, müslümanlığı yeni kabul etmiş olan Hailt bin Velid,
bağrağı aldı, müslüman askerlerini topladı, ve elinde dokuz kılıç
·
kırdı.
Gece, ikidüşmam ayırdı. Kıymetli taktikçi olan Halid, ertesi
gün askerlerini o kadar ayrı ayrı taraflardan hücum ettirdi ki düş
man, müslümanlara imdat kuvveti geldiğine zahiboldu ve onla
rın ricat hareketlerine mani olmadı. Ordu, dindar bir hürmetle
295
Caferin cenazesini Medineye getirdi. Peygamber üç kumandan
için ağladı. Caferin kansının evine gitti ve şehidin küçük oğlunu
dizleri üstüne aldı. Peygamber, çocuğun başını öyle bir tarzda ok
şuyordu ki kadın hakikati anladı.
Muöıammet:
- Caferin iki eli kesildi, dedi, fakat Allah, ona iki züımüt ka
nad verdi. O, şimdi bu kanadlarla cennet melekleri arasında uçu
yor.
Sadık Zeydin kızının geldiğini görünce onun omzuna eğildi
ve ağladı. Herkes, buna hayret ediyordu.
Peygamber:
- Bunlar bir dostun ölümü için dökülen göz yaşlarıdır, dedi.
Şimdiye kadar yalnız Kureyşiler ve bedevi kabileleriyle çar-
pışmış olan Muhammedin siyasi ufkunun hayli genişlediğini gös
teren bu seferden sonra onun gözü tek,rar Mekkeye döndü.
Hudeybiye muahedesi mucibince o, bu sene Mekkede haccet
meğe hak kazanıyordu. Müslümanlar, silahsız olarak haccetmek
üzere şehre girdikleri zaman Kureyşfler, hemen taınamiyle Mek
ke haricine çıkmışlardı. Peygamber, devesinden inmeden yedi
defa Kabeyi tavaf etti. Her dönüşte asasiyle "Karataş" a dokunu
yordu.
Müslümanlar, tavafı yayan yaphlar. Medine hummalariyle
vücuttan düşmemiş olduklarını göstermek için ilk üç dönüşte fev
kalade hızlı yürüyorlardı.
Üç gün sonra Kureyşfler, onların şehirden çıkmasını rica et
tü'er ve Meymune ile evlenen Muhammedin vermek istediği dü
ğün ziyafetini kabul etmediler.
Halid bin Velid ve bir serbest aşk mahsulü olan zeki ve zarif
şair Amir bin El Asi, bundan sonra rüzgarın o taraftan eseceğini
hissederek müslüman olmuşlardı. Yazdığı aşk ve şehvet şiirleriy
le meşhur El Aşa isminde bir Arap şairi bir gün bir Arabın evine
misafir olmuş ve ev sahibinin kızları için bir şiir yazmıştı. Kızlar
bu şiir sayesinde koca bulmuşlardı. El Aşa, Peygamberi görerek
ona hürmetlerini söylemek istiyordu.
Ebu Süfyan, dedi ki:
- O, senin sevdiğin bir çok şeyleri, mesela aşk ile şarabı yasak
edecek. .. Biraz daha sabretsen, onunla yapacağımız muahedenin
ne şekil alacağını, bu yüzden çıkması mümkün olan muharebeyi
beklesen iyi edersin.
296
El Aşa, Ebu Süfyana hak verdi ve ziyaretini gelecek seneye bı
rakmağı kararlaştırdı. Elindeki şaraplar bittiği zaman ruhunun
selametini düşünecekti. Fakat El Aşa, yolda öldü. Ancak yazdığı
bir şiirde Muhammedi, "Arapların hükümdarı ve hakimi" diye
tasvir etti.
Kureyşfler, hemşehrilerinin kudretinden fevkalade korkmağa
başlıyorlardı. Mütareke, onları müslümanlann tecavüzünden
kurtarıyordu. Fakat hiç yoktan çıkmış bazı kavgalar, Muhamme
de bozuşma fırsatı vermişti. Peygamberin bu fırsattan istifade et
mesi pek mümkündü.
Mekkeliler, Ebu Süfyanı Medineye gönderdiler. Ebu Süfyan,
yakında Peygamberle evlenen kızı Ümmü Habibenin nüfuzuna
güveniyordu. Asli Ümeyyenin gururu için bu, pek acı bir tecrü
beydi. Nihayet, Ebu Süfyan, bu kadar seneden beri hakir gördü
ğü ve yıkmağa uğraştığı adama ricacı gidiyordu.
Muhammet, Ebu Süfyanın teşebbüsünü Kureyşilerin zafına
bir alamet addettiği için onu resmi bir surette kabule tenezzül et
medi.
Ebu Süfyan, beyhude yere Ebu Bekir, Ömer ve Ali'nin araya
girmelerini rica etti. Fatmanın gururunu okşamak için küçük Ha
san' ı kendine hami tayin etmek istedi. Peygamberin kızı soğuk bir
tavırla: "O, henüz pek küçüktür." dedi.
Peygamber, karısı Ümmü Habibeye babası Ebu Süfyanı gör
mek için izin vermişti. Fakat o, babasının oturmak istediği bir ha
sırı süratle katladı ve bir müşrikin peygambere mahsus bir yere
oturamıyacağını söyledi.
Hakikaten Ebu Süfyan, vakaların nereye doğru gitmekte oldu
ğunu görmüş, o vakalara uymak mecburiyetini hissetmiş ve şim
diden kendi ailesinin zaferini hazırlamak istiyerek anlaşıldığına
göre, gizlice Mekkenin teslimini müzakere etmiştir.
Halid bin Velid ve Amir bin El Asi gibi Ebu Süfyan. da Mu
hammedin yaman bir politikacı olduğunu anlıyor ve onun teknik
denilecek olan faikıyetine baş eğmeğe hazırlanıyordu.
On bin müslüman, dolambaçlı yollardan dolaşarak Mekkeye
gittiler ve şehir civarındaki tepelere yerleştiler.
Açıkgöz Abbas, yeğeninin dinini açıktan açığa kabul etmek
zamanının geldiğini anlamıştı.
Muhammet, bu eski faizciye:
297
- Sen, muhacirlerin sonuncususun; nasıl ki ben de peygam
berlerin sonuncusuyum, dedi.
Hemşehrilerinin kılıçtan geçirilmesine mani olmak için Ab
bas, gece vakti, peygamberin beyaz katın üstünde müslüman or
dugahından çıktı. Maksadı, birkaç oduncuya tesadüf ettiği takdir
de Mekkeye göndermek ve Kureyşflere peygamberden aman di
lemeyi tavsiye etmekti.
Ebu Süfyan, Hakim ve Budeyle ile beraber karanlıkta yanan
bu ateşlerin neye delalet ettiğini tahkika gelmişti
Abbas, onların yüksek sesle münakaşa ettiklerini işitti. Bude
yle:
- Bu · ateşler, Beni Huzaaların, yahut da Beni Amirlerin
ateşidir, diyordu.
- Öyle olsa bu kadar çok olmıyacaktı.
� Bu kadar büyük bir ordu hiç görrnedim.
O esnada üç Kureyş!, bir müslüman devriyesi tarafından ya
kalandılar. Abbas, saklandığı yerden çıkarak:
- Vay başına gelene! dedi, bu gördüğün: Muhammet ile as-
kerleridir. Kureyşin sonu gelmiştir.
Ebu Süfyan:
- Ne yapacağız? dedi.
- Peygamber, seni ele geçirirse kafanı kestirir. Arkama bin.
Senin için ondan af istiyeceğim.
Abbas, Umeyyeyi kahrının arkasına bindirdi ve ordugaha
döndü. Her ateşin önüne varıldıkça birtakım insanlar, ayağa kal
kıyor ve Peygamberin kahrının geçmesine müsaade ediyordu.
Fakat, Ömer, Ebu Süfyanı tanıdı:
- fşte Allanın düşmanı, diye bağırdı, onu şartsız olarak elimi
ze teslim ettiği için Allaha şükredelim.
El Hattabın oğlu, daha şimdiden kılıcını kınından çıkarıyordu.
Abbas, Peygamber bir karar verinceye kadar Ebu Süfyanı hima
yesi altına almış olduğunu azimkar bir tavırla söyledi. Abbas, ka
tırını dört nala sürerek Peygamberin çadırına koştu. İnatçı Ömer,
onun peşini bırakmıyordu. Muhammet, bu işin yarına bırakılma
sını emretti.
- Ey Ebu Süfyan, dedi, Allahtan başka Allah olmadığını tanı
yacak zaman daha gelmedi mi?
. Ümeyye:
298
- Bunu anlamışhm. Başka bir Allah, olsaydı bana imdade
derdi.
- Ya benim Allahım resulü olduğumu?
- Biliyorum ki sen asfl, kerim ve arif bir insansın; fakat, ru-
hum bu şeylere daha ısınamıyor.
Abbas, Ebu Süfyana:
- Razı ol; yoksa seni öldürecekler, dedi.
Peygamber, hiçbir şey söylemiyordu.
Ebu Süfyan, hiç beklemediği bu güzel muameleye şaşmıştı.
Aynı zamanda müşkül «bir mevkide de bulunduğundan Keli-me
i Şehadet getirdi ve artık, memleketi için müsait teslim şartlan el
de etmekten başka bir şey düşünmedi.
Ebu Süfyana, kim kendi evine sığınırsa ona ilişilmiyeceğini
va' dettiler. Muhammet, onu daha ziyade ikna etmek için askerine
bir geçit resmi yaphrdı. Bütün kabileler, ellerinde bayraklariyle
Ebu Süfyanın önünden geçtiler.
Çelik zırhlar giymiş bir muhafız kuvvetinin ortasında Pey
gamber de geÇince Ebu Süfyan, Abbasa:
- Bu kuvvete karşı durulamaz. Yeğenin hakikaten kudretli
bir hükümdar olmuş, dedi.
- Adamlarının yanına dön ve onlara teslim olmalarını söyle!
Muhammet, şehri bir çember içine aldı. Kumandanlarına ken
dilerinden taarruza geçmemelerini ve mukavemet etmiyen kim
selere ilişmemelerini emretti.
Sad bir Ubadenin böyle bir günde, taarruzdan masun yer ola
mıyacağıru söylemesi üzerine Peygamber, onu hemen kuman
danlıktan azletti.
Muhammet, · başında miğferiyle, ordunun art kolunda gidi
yordu. Hecün bayırına bayrağını diken Ali'nin yanına vardığı za
man başına siyah bir sarık sardı ve hacı elbiseleri giydi. Bu esna
da Halid bin Velid ile süvarileri şehrin öte başından içeri giriyor
lardı. Müslümanların üzerine birdenbire bir ok yağmuru indi ve
iki kişiyi öldürdü. Ateşli askerler hemen hücuma başladı. Fakat
Muhammedin emirleri tam vaktinde yetişerek kıtali durdurdu.
Ortalık ağarıyor, insanlığın iftihar etmeğe hakkı olan bir gün
doğuyordu.
Muhammet, Kusva ismindeki devesinin üstünde vatanına gir-
di. Hemen Kabeye doğrulaı"ak Beytullahı tavaf etti ve anahtaları-
299
nı aldı. Orada bulunan bütün nakışları İbrahim ve İsmail pey
gamberin ellerinde fal oklarını tuttuklarını tasvir eden resimleri
sildirdi; altın elli ve uzun sakallı Hübeyl heykelini ve tavana asıl
mış tahta bir güvercini kırdırdı.
Peygamber, bu suretle temizlenen mabette iki rekat namaz kıl
dıktan sonra Kabenin etrafında yükselen üç yüz altmış taşa birer
birer dokundu ve:
- Hak geldi, batıl gitti, dedi.
Bütün putlar bir an içinde yıkıldılar.
Peygamber, o zaman Kabe kapısının altın halkasını yakalıya
rak, va'dini yerine getiren Allaha hamd ü şükretti. Sonra da va
tandaşlarına şu suali sordu:
- Şimdi ki silah kuvvetiyle benim esirim oldunuz, benden ne
muamele beklersiniz?
' - , Bütün ümidimiz, senin alicenaplılığındadır, ey kerim bir
babanın kerim oğlu! dediler.
Muhammet, ağlıyarak:
- Pekala, öyleyse, gidiniz. Sizi azadettim, dedi. Ben size Kar
deşim Yusuf Peygamberin kardeşlerine söylediği sözün aynını
söyliyeceğim: "Ben, bugün size sitem etmiyeceğim. Allah sizi af
fedecek; çünkü O, kerimler kerimidir."
Bilal, mabedin üstüne çıkarak ezan okudu ve Muhammet, Ab
basın bir taş içinde uzattığı Zemzem suywm içti. Abbasın evlatla
rı o günden beri bu vazifeyi muhafaza eder.
Sonra Safa tepesine çıkarak Kureyşflerden biat aldı. Kureyşf
ler, birer birer onun önünden geÇtiler ve Ömerin eline vurarak ye
rµin ettiler.
Peygamber, dedi ki: "Allah, Mekkeyi mukaddes toprak yaptı.
Orada hiçbir kimsenin kan dökmesine izin verilmemiştir. Allah,
bana bu müsaadeyi ancak bir tek günün bir tek saati için vermiş-
tir.
il
300
gamber aleyhinde hicviyeler okutarak eğleniyordu, İbni Hatalı
Kabenin perdesine sarılmış buldular ve hemen öldürdüler. Hicvi
ye okuyan kızlardan biri de ele geçirilerek öldürüldü; fakat öteki
kaçtı.
Müslümanlıktan dönmüş ve bir insan öldürmüş olan Muka
yes ile şair Huveyris de kezalik idam edildiler. Fakat mahkumlar
dan üçü ölümden kurtulmağa muvaffak oldular.
Ebu Cehlin oğlu İkrime, deniz tarafına kaçmıştı. Karısı onu af
fettirmeğe muaffak olarak arkasından koştu ·ve gemiye bineceği
sırada ona yetişti. İkrime de bunun üzerine Mekkeye dönerek
Muhammetten iyi muamele gördü.
Habbar bin El Esved, uzun zaman saklandı. Sonra Medi-nede
kendiliğinden Peygambere geldi ve affedildi.
Abdullah bin Sad, Peygamberin eski katibiydi. Yukarda söyle
nilmiş olduğu üzere bu genç, Muhammedin yazmasını ,emrettiği
ayetleri nasıl aklına eserse öyle kaleme almış, sonra Peygamberin
gazabından korkarak Mekkeye dönmüş ve yeniden putperest ol
muştu. Hicviyelere ve alaylara kaFşı çok hassas olan Muhammet,
kendisini gülünç · bir hale sokan ve peygamberliğini kökünden
baltalamağa uğraşan bu genci bir türlü affedemiyordu. Halbuki
kendisinin damadı ve mahkumun sütkardeşi olan Osman, onu
elinden tutup getirdi ve af niyaz etti. Peygamberin kerem ve mer
hameti o esnada acı bir imtihan geçirdi. Osman yalvarmalarına
devam ediyor, o, bir türlü cevap vermiyordu.
Sonradan itiraf etmiş olduğu üzere Muhammet, birisini onu
oracıkta öldürüvermesini ümidediyordu. Nihayet, onu sükutu
Abdullah bin Sadi de kurtardı.
Geriye kalan iki mahkum da bir suretle başlarım kurtarmanın
yolunu buldular. Bunlardan biri Hamzanın ciğerini yemiş olan
Hind idi. Ebu Süfyanın karısı Kureyşin diğer asfl kadınlarıyla be
raber biate geldiği zaman Muhammet, yemin ebneğe gelen müs
lümanlara nasıl muamele edeceğine dair bir ayet almış olduğu
için, çaresiz onu da affetti.
Peygamber, müslüman kadınlarına haram olan şeyleri saydı:
"Allaha ortak tanımamak"
Hind, bunu meınn.umiyetle kabul etti.
"Hırsızlık etmemek"
- Kocasının evinde yaşıyan bir kadın nasıl hırsızlık eder? Ben
301
kendi hesabıma yalnız kocam Ebu Süfyanın malını ve parasını
çaldım. O da çok hasis olduğu ve benimle çocuklarıma kafi mik
tarda para vermediği için. Fakat gayet ihtiyatla harekat ettiğim
için farkında olmadı.
Peygamber, gülümsiyerek:
- Bu, bir hırsızlık sayılmaz, dedi.
"Zina etmemek"
Hind, gurur ile:
- Hür bir kadın zina irtikabetmez, diye bağırdı.
Bu güzel kadının vicdanının bu cihetten ne kadar yüklü bu
lunduğunu herkes biliyordu. Vaktiyle oni.ın birçok lfıtuflarına na
il olmuş bulunan Ömer gülümsiyerek Muhammede baktı. Yaka
dan haberi olan Muhammet, Ömerin bu tebessümüne dikkat etti
ve dik bir nazarla ona baktı. Fakat Ebu Süfyanı şüpheye düşürme
mek içir bir şey söylemedi.
"Çocukları öldürmemek"
Hind, yine yüksek bir sesle cevap verdi:
- Biz, dünyaya çocuklar getirdik ve onlan büyüttük. Fakat
onları Bedirde sen öldürdün.
Peygamber sustu.
"Bir yabancıdan alınmış bir çocuğu kocasına kendi çocuğu
muz diye kabul ettirmemek"
Hind: - Bu, o kadar canice bir şey olur ki akıldan bile geçiri
lemez.
"Bütün doğru olan işlerde peygambere itaat etmek"
Peygamber, o vakit su ile dolu bir tas getirtti ve yemin veren
kadınlarla beraber elini bu tasın içine daldırdı.
Galibin ruhu adeta af ve kerem ile sarhoş oluyordu. Vatanına
döndüğü bugünde kendisini arzularının en son noktasına varmış
addediyor ve Kuranda da emredilmiş olduğu üzere kerem ve
merhamet kuvvetiyle kalbleri kazanmaktan başka bir şey düşün
müyordu. Sonra Muhammet, şiddete ihtiyaç kalmadığını, bu va
ziyette ortalığı kırıp geçirmeğe çalışmanın saçma bir iş olacağını
gayet iyi biliyordu.
Peygamber, yeğeni Safvan bin Ümeyyeye af alameti olarak bir
siyah sarık götürdü ve eski putperest büyüklerinin mümessili ad
dedilen bu ihtiyarın haysiyetini kırmamak için ona ınüslüman ol
mak üzere, üç aylık bir mühlet verdi.
302
Ebu Bekirin ihtiyar babası onun karşısına geldiği zaman Mu
hammet arkadaşına: "Niçin bu muhterem ihtiyara eziyet ettin?
Ben kendim onun evine giderdim" dedi. Memleketine cilan mu
habbetini ve Kureyşflerin kabiliyet ve zekalarına karşı duyduğu
takdiri o kadar açık bir tarzda gösterdi ki, Medineli Ensar, onun
eski düşmanları için tatbika başladığı "barışma" politikasından
adeta kuşkulandılar.
303
Beni Gazimeler vaktiyle Halidin amcası ile Beni Süleym
Kabilesinden birkaç kişiyi soymuşlardı. Peygamber, Halitli yalnız
bu kabileyi müslümalığa devete memur etmiş olmakla beraber o,
kılıcını çekmek ve Beni Gazimelerden güzel bir intikam almak ar
zusiyle için için yanıyordu.
Halid bin Velid, Beni Gazimelere şiddetli bir muamelede bu
lundu, onlardan bir kısmı da .kaçmağa başlayınca hemen yakala
tarak kılıçtan geçirdi ve geride kalanların da ellerini bağlattı. Son
ra, o havaliyi baştan başa yakıp yıkb ve maiyetindeki adamlardan
bazılarının itirazına rağmen esirleri öldürttü.
Peygamber, bu zulümleri haber aldığı zaman kollarını göğe
kaldırdı, Halidin döktüğü kandan mesul olmadığına Allahı şahit
gösterdi ve kumandanını sert bir surette azarladı. Sonra, Aliyi Ga
zimeler nezdine göndererek kendilerinden alınan malları iade et
tirdi ve öldürülenlerin akrabalarına kan bedeli verdirtti.
304
23
Veda Haccı
Huneyn, Taif, Tebük Müslümanlık
305
hemşehrilerinden Allahın emirlerini tebliğ eden bir insana göste
rilmesi lazım gelen itaatten başka itaat istememişti. Peygamber
ümmetin tek sahibi olan Allah arasında bir vasıtadan başka bir
şey değildi.
Onun muhalifi olan kabfle reisleri: "Bu adam, Araplara hakim
olmağı aklına koymuş!" diyorlardı.
Ha!a bu işe aklını yahramıyan ve yüreği acı bir his ile dolu bu
lunan Ebu Süfyan:
- Peygamberlik bitti, şimdi imparatorluk başlıyor, diyordu.
Fakat peygamber, kendisine hükümdar muamelesi edil
mesine kat'iyyen mani oluyordu. Gerçi o, hükümdarlığa mahsus
bulunan zahiri sıfatlardan bazılarını, z&ruri olarak, almıştı Fakat
aynı zamanda halk ve toprak adamlarına mahsus olaan sadeliğini
de bırakmıyordu.
Halk, ona hükümdar muamelesi etmek istediği zaman o: "
Ben bir hükümdar değilim. Sadece bir Kureyş kadınının ço
cuğuyum. " diyordu. Muhammet; iktidar, servet, ve şan ka
zanmıştı. Altın, güzel atlar, geniş otlaklarda birçok develer, ka
dınlar, çocuklar, hasılı, "bu dünya hayatını süsliyecek" ne
düşünülebilirse hepsi onda vardı. Fakat o, bu şeylerle sarhoş
olmadı. Bir kimsenin halis bir iman ile müslümanlığı kabul etmesi
en zengin çapullardan ziyade sevindirirdi.
Böyle olmakla beraber onun kalbinde acı bir sır vardı: bir çok
kimselerin kendi getirdiği dinin derin manasını anlamak kabiliye
tinden mahrum bulunması, sırf kuvvetli olduğu için kendine ge
len zahiri iman sahiplerinin hilelerine, münafıklıkla karşı elinden
bir şey gelmemesi; belki de, hatta, bu dünyanın her hangi bir po
litikasında, her hangi bir muharebesinde, hangi bir hükümetinde
bulunması zaruri olan pislikler karşı duyduğu yeis ve nedamet...
Birkaç gün evvel müsh.imanlar, Bahreynden alınan bacı
aralarında taksim ediyorlardı. Abbas, avuç avuç altın alıyor ve
mantosunu o kadar dolduruyordu ki adeta kaldıramıyordu. Ken
disine yardım edilmesini istediği zaman Muhammet, reddetmiş,
açgözlü Kureyşf de mantodan birkaç altın çıkarmağa razı olmuş
tu. Peygamber, amcasının bu yükü omzuna alarak uzaklaşmasını
ne istihfafkar bir bakışla seyretmişti. Araplar, Medine ile Mekke
arasındaki uzun çarpışmayı seyirci vaziyetinde, uzaktan takibet-·
306
birçok kabllelerin murahhaslarını kabul etmişti. Fakat bunların
birçoğu Allahın resulünden ziyade Medinenin hakimiyle müza
kereye geliyorlardı. Necran hırıstiyanları gök kitapları hakkında
onunla münakaşa etmeğe gelmişler; fakat neticede haç vererek
dinlerini muliafaza etmek tarzına razı olmuşlardı. Müslümanlığı
kabul edenler yalnız zekat ile kurtuluyorlardı.
Septik Beni Temimler uzun müddet Muhammedin pey
gamberliğiyle eğlenmişlerdi. Onlar, müslümanlığı kendi şairle
riyle müslüman şairleri arasında yapılan bir imtihan neticesinde
ve sırf kendi şairlerinin mağlı1bolduklarını itiraf etmeleri üzerine
kabul etmişlerdi. Bu şairlerin en meşhurlarından biri olan Amir
bin El Ahtam o kadar güzel bir adamdı ki adını «düzgünlü» k
muşlardı.
Hicivleri yüzünden memleketten sürülmüş olan Kab bin Zü
heyr, yazdığı meşhur bar kaside sebebiyle affedilmişti. Kab, Mu
hammede «Allahın kılıcı» ismini vermişti. Peygamber, rivayete
göre, bu ismi «Allahın ışığı» na çevirmiş ve şaire yeşil ridasım he-
diye etmişti. . _
307
Muharebeden sonra müslümanlar -evli olup olmadıklarına
bakmadan- esir kadınlara saldırmışlar ve böylece muharebe gü
nünü bir cümbüş ve eğlence gecesi takibetmişti.
Muhammet, zayıf ve ihtiyar bir bedevi kadınında eski sütkar
deşini tanıdı. Kadın, peygambere, çocukluklarında bir gün oynar
larken Muhammedin ısırdığı bir yerde kalmış dizini gösterdi.
Peygamber, bu kadına gayet iyi muamele etti.
Huneyn galibiyetinden sonra peygamber, yirmi gün Taifi mu
hasara etti. Fakat ne hücum, ne koçbaşları, ne de Arabistanda ilk
defa bu muharebede kullanılan mancınıklar kar etmedi. O vakit
müslümanlar, sefer ganimetlerini paylaşmağa başladılar. Altı bin
esir, dört b\n ons' gümüş, yirmi dört bi� deve ".e hesapsız koyun.
Ruhları hala eskisi kadar kaba kalan bu insanların bu coşkun hıra
ve tamaı karşısında peygamberin kalbi zehir ve nefretle dolmuş
tu . .
Bu paylaşma işi o kadar şiddetli oldu ki kargaşalık arasında
Muhammedin ridası kayboldu. Peygamber, eline bir deve kılı ala
rak bağırdı:
- Ey nas. Bütün çapulda ve bu bir tek deve kılı içinde benim an
cak beşte bir hissem, vardır. Hatta o da benim kendi malım değil,
bir emanettir.
Peygamber, kendi hissesini Mekkelilerden yeni müslüman olan
lara taksim etti. Maksadı onların kalblerini kazanmakb. Ebu Süf
yanın oğlu ve müstakbel Halife Muaviye yüz deve aldı ve pey
gamberin katiplerinden biri oldu. O esnada Muhammede Hava
zinler tarafından gönderilmiş bir, heyet geldi. Bunlar mallarının
değilse bile hiç olmazsa esir edilen ailelerinin kendilerine iadesini
istiyorlardı. Peygamber, kendi hesabına bu ricayı kabul etti ve ar
kadaşlarını da kendlisini taklit için zorladı. Muhammet, bu suret
le Havazinlerin müslüman olmalarını Taifteki Sakiflere karşı itti-
faklarını temin ediyordu. ·
308
lanet dediğLbir zamanda siz inanıp iman ettiniz. Memleketimden
kaçtığını vakit siz bana kollarınızı açtınız. Zanneder misiniz ben
bunları unutabileceğim? Bu adamlar memleketlerine sürüler götü
rüyorlar, fakat siz beni götüreceksiniz. Bu adamların dünya eme
liyle dolu bulttnan kalblerini kuvvetlendirmek için onlara dünya
malı verdim. Size gelince, bütün dünya bir yana, siz öteki yana git
seniz ben sizinle beraber olacağım.
Putperest Taif, nihayet teslim olmuştu, Ebu Süfyan ile El Mugay
re oraya girerek El Lat putunu yıktılar ve Sakif kadınlarının fer
yatları ve gözyaşları arasında heykelin mücevherlerini söküp al
dılar.
Bu muvaffakiyetten sonra Muhammet, ihtiyarlığına, hastalığı
na, halkın için için sızıldanmasına, Abdullah bin Ubey ile müna
fıkların kendisinden el çekmelerine rağmen, yaz ortasında otuz
bin kişilik bir orduyu Suriye hudutlarına götürdü, «Yaz sıcağı ya
kıcıdır. Fakat cehennemin ateşi insanı daha fazla yakar.»
Muhammedin bu fikri pek muvaffakiyetli bir teşebbüs değil-
di. Çölü geçmek çok zor olmuştu. Kireçli koğuklarında hala lane
te uğramış ırkın hatırası yaşıyan Tamudit boğazları müslüman
larda esrarlı korkular uyandırmıştı. Yüz metre yüksekliğinde ka
yalıklardan gelen ses akisleri orduyu titretiyordu. Muhammet,
yüzünü ridasiyle örterek ordunun yürüyüşünü hızlandırmış ve
askerlerini, çivit renginde bir gruptan sonra aç, susuz bir halde,
şiddetli bir kum fırtınasının altında konaklattı. Askerler sırtlarını
rüzgara vermiş develeri kendilerine siper ediyorlar, rida�arına
bürünerek toprağa sarılıyorlardı. Birisi ordugah dışına çıktığın
dan hemen boğulup öldü. Bir başkası bir uçurwna yuvarlandı.
Ertesi sabah ordu, bitkin bir halde, yola devam etti. Askerlerin
gözleri kızarmış, ayakları yırtılmış, tükrükleri koyulaşıruş, derileri
çatlamıştı. Kulakları uğuldıyarak kara taşlar üzerinden kayıyorlar,
ağaç gövdelerine benziyen kayalara takılarak elbiselerini, vücutla
rını yırtıyorlardı. Bazı kimseler, hummaya tutulmuş gibi çarpınıp
çırpınmağa, sayıklamağa başladılar. Develerin midesindeki su çı
karılarak onların boğazlarına döküldü, göğüslerine sürüldü.
Yangın akisleriyle kızarmış zannedilen bulutlar, gökyüzünde,
duman inceliğinde bir kumdan yapılmış direklere dayanıyor gibi
görünüyorlardı. O akşam, ordugahın üstüne, bir kara kubbe şek
linde bir bulut çöktü ve biraz sonra buluttan, şimşeklerle karışık
olarak, kurtarıcı bir yağmurun iri damlaları düşmeğe başladı.
309
Birkaç gün sonra ordu, geniş bir kum sahrasına gelmişti. Bu
sahranın nihayetinde görünen mavi bir çizgi yavaş yavaş yeşil
hurma ormanları halinde açılıp yükselmeğe başlıyordu Tebük
vahası.
Müslümanlar birkaç kabileyi ya müslüman olmağa, yahut da
baç vermeğe mecbur ettikten sonra, Bizanslıların muntazam kuv
vetleriyle boy ölçüşmeğe cesaret edemiyerek, Medineye döndüler.
Belki de Muhammet, evvelce zannettiği gibi Herakliyüsün Medi
neye karşı bir sefer hazırlamadığını ve şimal Araplarının müslü
man edilmesine mani olmak için hiçbir teşebbüste bulunmadığını
görmüş ve imparatorla gizlice anlaşmışhr. Peygamber ve artık es
kisi gibi Yunan dostu değildi. Fakat Rumlı:ı.rla bü�bütün bozuşmak
da işine gelmiyordu. Muhammet, İbni Ubeyin eğlenerek söylediği
gibi, Bizanslılarla muharebe etmenin bedevilerle çarpışmak kadar
kolay bir oyun olmadığını anlamıştı.
Yeni Hicaz Devletinin hudutlarını emniyet altına almak ve hu
dut civarındaki kabilelerin topluluklarını dağıtmak ona şimdilik
kifayet ederdi.
Muhammet, peygamberlik vazifesini atalarının memleketine
yaptığı bu muhteşem hac ile nihayete erdirirken Arabistandaki
son vaziyet bu merkezde idi. Mekke, şimdi tamamiyle temizlen
miş bulunuyordu. Bir sene evvelki hacda damadı Aliyi korkunç
bir surenin tebliğine memur ehniş ve dört ay sonra putperestlere
karşı şiddetli bir muharebe açılacağını ve müslüman olmıyanların
mukaddes topraktan koğulacağını bildirmişti.
Müslümanlık, şimdi bütün Hicaza hakim olmuş, hatta hudut
ların öte tarafına bile geçmiş bulunuyordu. Doksan bin hacının
sulh ve sükun içinde Mekkeye doğru ilerlemesine hiçbir ordu ma
ni olamazdı. Muhammet, fevkalade bir sevinç içindeydi. Ayşenin
kaba bir hareketini mazur gördü ve kızına bir tokat, erzak yüklü
bir deveyi kaybetmiş olan bir köleye birkaç kamçı atan Ebu Beki
ri azarladı.
Peygamber, kendini karşılamağa gelen ailesinden iki küçük
çocuğun birini önüne, birini arkasına aldı ve devesini Kabenin ka
pısı önüne çökertti.
Muhammet, bu büyük günü takibeden günlerde haccın bütün
ayinlerini onları ebedi surette tesbit edecek bir tarzda ifa etti. Üç
aptestten sonra Kabeyi tavaf etti ve «Karataş»! öptü. Sonra da es
ki putperest mihraplariyle dolu bulunan Safa ve Merva tepelerini
310
-e'ski ·adet.jjzere - dolaştı ve şehirden altı mil uzakta Arafat dağı
eteğinde Mina vadisine kurulmuş bir çadırda istirahat etti. Eski
hurafelere göre Adem baba -uzun bir ayrılıktan sonra- Havva
anayı burada bulmuştu. Zavallı Hacer bir meleğin -oğlu Ismaili
ölümden kurtaran- suyu fışkırttığını görmeden evvel birisine te
sadüf etmek ümidiyle bu Safa ve Merva tepelerinde dolaşmıştı.
Medine tasfiyecilerinin açık veya kapalı bir surette izhar ettik
leri arzulara rağmen Muhammet, -Mekkeliler için çok kıymetli
olan- putperestlik devrine mahsus eski hac ayinlerini teyidetmiş
ve bu ayinleri ruhanileştirmek ve gök kitapları ananelerine bağla
mak suretiyle müslümanlaştırmanın çaresini bulmuştu.
Muhammet, ertesi gün ortalık ağarırken namaz kıldı, Arafat
dağı tepesine çıktı ve devesinin üstünden, yamaçları ve mimoza
çalılariyle dolu kuru vadiyi beyaz ehramlariyle dolduran sayısız
kalabalığa karşı bir hutbe söyledi. Yanında duran Rebia bin Haris,
onun ağzından çıkan cümleleri, kuvvetli sesiyle, halka tekrar edi
yordu.
Şark ufkunun nihayetinde yüksek Taif dağlarının mavi çizgisi
seçiliyordu.
Peygamber, bu büyük fırsattan istifade ederek müslümanığın
esaslarını zihinlere nakşetmek istedi. Arapları, kendisinden son
ra, tekrar hatıl yola düşmemeğe ve müttefik olarak yaşamağa teş
vik etti.
- Bir daha sizi böyle görüp görmiyeceğimi bilmiyorum: fakat
size hak yolunda devam ve sebat etmek vasıtasını bırakıyorum.
Halk, büyük bir heyecan ile ürperdi. Muhammet, iki defa:
- Ben resullük vazifemi başardım mı? diye sordu. Kalabalık:
Evet, diye bağırdı.
- Ey, Allah Şahit ol....
Peygamber, halkın ooşkun alkışları içinde tekrar vadiye indi.
O vakit ona yıldırım kuvvetiyle öyle bir vahiy geldi ki adeta altın
daki, deve ürktü. El Kusva, dizlerini, büktü, başını toprağa, kadar
eğdi, ve peygamber Allahtan, aldığı son vahyi okudu:
«Bugün ben sizin dininizi tamam ettim ve sizin için din olmak
üzere müslümanlığı 'beğendim ve ihtiyar ettim.»
Halktaki 'coşkunluk bir 'kat daha arttı. Fakat Ebu Bekir, bu
sözleri, peygamberin yakında öleceğine bir alamet addederek de-
· ·
311
Muhammet, halkı intizam, ve sükilna teşvik edecek sözler
söyliyerek güçlükle yürümekte devam ediyordu. Ahalinin yürü
yüşüne mani olmamak için devesini adeta, taşlara sürünecek de
recede kenara çekiyordu.
Batmak üzere olan güneş onun bulunduğu yerden halka ha
kim olan gövdesini ve yüzünü, son bir alevli ışığiyle, parlattı.
Sonra ekseriya büyük heyecan saatlerini takibeden hafif sıkıntıyla
beraber gölgeler de etrafı kapladı ..
Peygamber, biraz evvel «peygamberlik vazifemi 'başardım
mı?» diye sormuştu. Doğrusu aranırsa Hira dağı mağarasında
meleği gördüğü günden beri geçen hayatı çok garip bir hayattı. O
günden sonra rahat ve sükun müebbeden ondarı uzaklaşmıştı, Bu
geçen yirmi sene dünyayı değiştirmeğe kafi gelmiş. Hicazın kuru
kumlarında yeni bir tohum filizlendirmişti; öyle bir filiz ki Ara
bistanı yenileştireeek, bir yandan Hindistana, bir yandan Bahr-i
Muhite kadar uzayacaktı.
Muhammet, muhteşem bir tavırla: «Ben peygamberlik vazife
mi, başardım mı?» dedikten, sonra, Arafat dağının kırmızımsı te
pelerinden inerken milletinin istikbalini ve dininin nerelere kadar
yayılacağını acaba biliyor muydu? Onun gözü tek bir millet halin
de birleşen Arapların, o büyülü Acem memleketini, Suriyeyi,
Afrikayı, İspanyayı fethedeceğini acaba görebilmiş miydi? Arap
ların şimdi kimsenin hüküm iradesine karşı koyamayacağı bir re
isleri (Arabistanda hiçbir seyit, hatta Imreülkaysın babası bile bu
işi görememişti) ve bir müşterek ruhları vardı. Bu reis ve bu ruh
bütün milletin, tek tek bir programla yürümesini temin ediyor ve
onu büyük bir maceraya atılmaya ve dünya hayatının büyük oyu
nuna karışmağa sevkediyordu. Bu lime lime paçavralar giymiş
efendiler, şüphesiz haşin, fakat incelikten mahrum olmıyan in
sanlardı. Onlarda can . çekişmekte olan büyük imparatorlukların
mirasçısı olan büyük bir kabiliyet vardı. Onlar, Cermanlar gibi,
Vandallar gibi barbar istilacılar olmadılar, bilakis yıkılan devlet
lerin tarihteki vazifelerini devam ettirmeye hazır ve bir adımda
medeniyet alemine girmeğe müstait halefleri oldular. Araplar, bu
medeniyetin büsbütün göçüp gitmesine mani olmak için tam za
manında yetiştiler. Bizanslılarla iİranlıların ellerinden düşmek
üzere olan meşaleyi aldılar ve Avrupanm on üçüncü asrından ev
velki zamanlarda Emevf ve Abbasi halifeleri devri, Parthenon ile
312
Cfhartres arasında tarihin en güzel devirlerinden biri oldu. Arap
lar, kendi başlarına kalsaydılar medeniyeti mahvetmekten başka
bir iş göremezlerdi. Fakat onlar kendi kuvvetli tohumlarını ve
müslümanlığı eski medeniyetlerin dağılmağa başlıyan unsurla
riyle beslediler ve medeniyet ağacı yeniden çiçeklendi,
Araplar, muvaffak oldular; çünkü bu muvaffakiyete layıktılar.
Müslümanlık, muzaffer oldu; çünkü şark dünyasının muhtaç bu
lunduğu bir dini getirmişti.
Hicretten ervvel müslümanlar, kendilerini müdafaa etmeden
her türlü zulüm ve cefaya tahammül etmişlerdi. Sonra bu zulüm
lere bir meşru müdafaa vaziyetinde karşı koydular. Nihayet, mu
zaffer oldukları zaman müsamaha ve vicdan hürriyetine hürmet
denen şeyi her türlü methü senaya layık bir tarzda tatbik ettiler.
Müslüman toprağında putperest yaşıyamazdı. Fakat kitap eh
li olan milletler, Yahudi ve Hıristiyanlar, hac vermek suretiyle,
kat'f bir himayeye nail oluyorlar, serbestçe ibadet ediyorlar ve
memleket halkından ayırd olunmuyorlardı. Muhammet: «Her
kim ki bir Yahudiye, yahut bir hıristiyana fenalık ederse kıyamet
te ben onun yakasına sarılacağım» diyordu.
Kuran ve hadisler, müslümanları müsamahaya teşvik eden
sözlerle doludur. İlk müslüman fatihleri peygamberin nasihatleri
ni hemen tamamiyle tuttular. Onların baştan başa kılıçtan geçir
dikleri bir memleket ahalisi görülmedi. Birçok memleketlerde
ahalinin hep birden müslüman olması samimi bir cazibeye dela
let eder.
Ömer, Kudüse girdiği zaman hırıstiyanlara hiçbir fenalık ya
pılmamasını, kiliselerinin kendilerine bırakılmasını emretti patri
ğin fevkalade bir şekilde gönlünü aldı. Patrik, ona kendi kilisesin
de namaz kılmasını teklif ettiği halde kabul etmedi, çünkü müs
lümanlar onun bu hareketinden cesaret alarak kiliseyi müsadere
ye kalkabilirlerdi.
İtiraf etmek lazımdır ki Ömerin bu hareketiyle Ehl-i Salip or
dularının -süvarilerinin dizine ve atlarının dizginine kadar çıkan
bir kan deresi içinde- şehre girişleri ve ilk kıtalden kurtulan müs
lümanların tamamiyle boğazlanmalarına karar verişleri arasında
dağlar kadar fark vardır.
Ancak müslümanlık tarihinde teessürle kaydedilecek vakalar
da yok değildir: mesela Mongol İstilası oldu, Iraktaki su cetvelle-
313
ri baştan başa yıkıldı; kesilmiş insan kafalarından kızıl ehramlar
yükseldi, militarist Türkler müsamahasızlıkları neticesi olarak sa
lip muharebelerinin patlamasına sebebiyet verdiler. Bizzat pey
gamberin sahabeleri kendi memleketlerinde kardeş muharebeleri
çıkardılar; türlü ihtiraslar, haksızlıklar, anlaşmazlıklar ve taas
suplar oldu.
(Montaigne) der ki: «Gayretimiz, kine, zalimliğe, hırsa, tamaa,
tahribe, isyana olan meyillerimizi takibederek, okşıyarak gittiği
müddetçe harikalar vücuda getirir; fakat iyiliğe, yumuşaklığa, iti
dale doğru yürüdüğü zaman adeta dikine tıraş gider ... Dinimiz,
ruhumuzdan fenalıkları, fena huyları söküp çıkarmak için yapıl
mıştır. Fakaı o, onları sadece örter, için i�in "be�ler ve azgınlaştı
rır.»
Tekamül, çok kere anlamamazlık ve müsamahasızlık yolunda
bir terakkiden başka bir şey olmadı. Asıllardaki saffet tatbiklerde
ki hata yüzünden fesada uğradı: Siyasi ve içtimai tedenni hakiki
müslümanlık prensiplerinin neticesi değildir. Bilakis o tedenni, o
prensiplerin unutulmasıyla muvazi gitmiştir. Bugün müslüman
milletleri uyanıyor gibi görünüyorlar. Onlar, garp ile Aksayı Şark
arasında bir ulaştırma çizgisi vazifesi görmek suretiyle medeniyet
hayatında büyük bir rol oynıyabilirler. Onlar ihtimal ki eski dün
yanın bir ihtiyat hazinesidirler.
Fakat bütün siyasi ve içtimai mülahazaları bertaraf edersek,
asli hakikatlerin neler olduğunu öğrenmeğe ve kendimizi geçmi
yen, geçmiyecek olan şeye terk ve teslim etmeğe her zamandan
·
314
24
Peygamberin Ölümü
315
Suriyeye gitmek üzere bir ordu teşkil edilmiş ve kumandanlı
ğı pek güçlükle Zeydin oğlu Usameye kabul ettirilmişti. Bu ordu
nun harekete hazırlandığı sıralarda Muhammedin bir zamandan,
beri çekmekte olduğu bir hastalık birdenbire arttı. Bir hastalığın
menşeini fena sularda arıyanlar olduğu gibi Hayberdeki zehirden
kalma olduğunu iddia edenler de bulunmuştur.
Muhammet, sayıklıyor, büyüye uğradığını söylüyor, acayip
cinsiyet bersamlarına kapılıyordu. Bir kabus gecesinin sıkıntısı
içinde bir hizmetçinin yardımiyle mezarlığa gitti ve ölüleri, süku
na kavuştuklarından dolayı, tebrik etti..
Amcası Abbasın baldızı olan zevcesi Meymunenin odasında
bulunduğu bir gün hastalığı daha ağırlaştı. Yedi gün olduğu yer
de kaldı. Bu hastalık daha ziyade devam, �tseydi·dünya tarihi bel
ki başka türlü olurdu. Hastanın etrafında sessiz, sinsi, fakat son
derece şiddetli bir mücadele başlamıştı. Beni Abdül Muttaliblerfn
yüzüne qöken ölüm alametlerini gayet iyi bellemiş olan .. Abbas,
y�ğeninin, pek yakında dünyadan gideceğini biliyordu. Onun ·
Meymunenin odasında kalması Haşimflerin menfaatine pek ziya
de uyacağını biliyor ve bunu şiddetle istiyordu. Fakat öteki fırka
da gözlerini açmıştı. Ebu Bekir ile Ömer, pek mümkün olduğu
üzere aralarında ittifak etmiş de olsalar, böyle bir şey bulunmasa
da her halde kızları Ayşe ve Hafsadan çok yar-dım görüyorlardı.
Hususiyle Ayşe ile Hafsa arasında öteki zevcelere karşı bir anlaş
ma da vardı.
Ayşe, Muhammedin en kıymetli karısı olduğu için hastayı
Meymunenin odasından onun odasına nakletmek pek güç olma-
'
dı.
Peygamber, öteki zevcelerinden izin istedi, onlar nöbet hakla
rından vazgeçtiler ve hasta, bir yorgana sarfı olarak Ayşenin oda
sına nakledildi.
Ebu Bekir ile kızı, Muhammede gayet iyi nöbetçilik ettiler.
Peygamber, ailesinden birini, mesela Ali veya Abbası görmek is
tediği zaman Ayşe, babasını, yahut da yeni müslüman, kardeşi
Albdürrahmam getiriyordu.
Genç kadın, peygamberin büyüyü bozmak, cinleri defetmek
için kendi ellerini vücudu üzerinde gezdirmesine yardım ediyor
ve tılsımlı sureler okuyarak kocasının yüzüne üflüyordu. Sonra,
onun ateşini teskin etmek için vücuduna tulum tulum su dökü
yordu. ·
316
· Peygamber, başı Ayşenin dizi üstünde olduğu halde, bir defa
bayıldı.
«Hayber zehri barsaklanmı paralıyor, damarlarımı kemiriy
or» diye kıvranıyordu. Can acısı karşısında çok heycanlanıp zayıf
görünen Muhammet, yatağı içinde kendini oradan oraya atarak
inliyordu: «Allahtan başka kimseden kuvvet ve medet yok. Ah,
ölüm çok güçmüş!» Ayşe, fazla şikayet ettiği için peygambere
darılıyor, ((Biz böyle yapsak bizi ayıplardın» diyordu, ilaç içirmek
istedikleri vakit bir çocuk gibi titizleşiyordu. Bir gün hastalıktan
biraz aman bulur gibi olmuştu. Odasından müminlerin namaz
için toplandığı camiye çıkh. Bir kere daha imamlık ettikten sonra:
- Eğer haksız yere bir kimsenin sırtına vurdumsa işte sırtım,
o da bana vursun. Eğer aranızdan birinin şeref ve şöhretine do
kundumsa o da benim şeref ve şöhretime dokunsun. Birisini za
rara soktumsa işte kesem; korkmadan söylesin, insanın ahrette
yüzü kızarmaktansa dünyada kız'arması evladır, dedi.·
O vakit, bir kimse yerinden kalktı, Muhammette üç dinar ala
cağı olduğunu söyledi. Bu para, hemen verildi. 'Peygamber, Uhud
şehitlerine rahmet okuduktan sonra dedi ki:
- Allah, kullarından birini bu dünyada kalmakla kendi yanı
na gelmek arasında muhtar bıraktı. O kul da Allahının yanını in
tihabetti.
Odasına döndüğü zaman bütün esirlerini azadetti ve evinde
para bulunduğunu görerek fıkaralara dağıttırdı. Elinde para ile
Allahın huzuruna çıkmak doğru bir şey olamazdı.
Rebiülevveliri sekizinci günü hastalık son derece şiddetlendi
ve daimi bayılıp ayılma nöbetleri arasında dört gün uzun bir hı
rıltı şeklinde devam etti. Usame, ordu ile gitmekten vazgeçerek
babasının çok sevmiş olduğu Muhammedi görmeğe geldi. Pey
gamber, ona eliyle bir işaret yaptı.
Bu sözsüz mülakattan sonra peygamber, kendine geldi ve şid
detli bir heyecana delalet eden işaretlerle bağırmağa başladı:
- Yazacak bir şey getirin. Benden sonra sizi yanlış yola itmek
ten koruyacak şeyi yazmak istiyorum.
Ömer, bu arzuya karşı durdu:
- Can acısı peygamberin .aklını başından aldı. Elimizde Al
lah'ın kitabı var. Bu, bize kiyafet eder, dedi.
Onun bu fikrine başkaları da iştirak ettiler. Gürültülü müna
kaşalar oldu.
317
Hasta, o zaman :
- Çekiliniz. Gidiniz. Karşımda kavga mı edeceksiniz? dedi.
ölümün esrarlı sisleri arasında peygamber, acaba ne yazmak
istemişti? Can çekişen bir hastanın hezeyanı, yahut kim bilir bel
ki de çok vazıh bir düşüncesi olan bu arzuya hangi menfaatler
mani olmuştu? El Abbas'ın oğlu dışarı çıkarken:
- Peygamberin arzusuna mani olmak fena, mümkün olduğu
kadar fena bir şeydir, diye söyleniyordu.
Dışarıda Bila.J ezan okuyordu. Muhammet, artık imamlık ede
cek halde değildi ve zaten buna pek alaka da göstermiyordu. Ay
şe ile Hafsa, babalarından birini kendi yerine namaz kıldırmağa
memur etmesini söylediler. Ebu Bekiri gönderdi. Fakat sonra içi
Ş
ne bir endi e geldi. Kendini kaybetmeden aptest almaya muvaf
fak olarak odasından çıktı, Abbas ile Alinin omuzlarına dayana
rak (bu iki Haşimi' mutlaka Ayşe ile Hafsanın n:üfuzlanm kırmak
maksadiyle gelmiş olacaklarıdır) camiye yürüdü.
Cemaat onun geldiğini görünce alkışladı. Ebu Bekir döndü ve
geri çekilmek istedi. Fakat peygamber, ona durmasını işaret etti
ve kendisi onun yanında, oturduğu yerde, namaz kıldı.
Pazartesi günü müminler, reislerini bir kere daha uzaktan gör
düler. Muhammet, camiye açılan oda kapısının perdesini kaldır
dı ve kendini cemaate gösterdi.
Yüzü parşümen gibi olmuştu. Dudaklarında hafif bir gülüm
seme vardı. Cemaat, karmakarışık bir halde yerinden kalktı; fakat
o, namazlarına devam etmelerini işaretle anlattı.
Ahali, peygamberi biraz iyileşmiş sanıyordu, ölüm meleği Az
rail odaya girmişti. Biraz sonra can çekişme başladı.
Peygamber, başı Ayşenin dizleri üzerinde, yatağın yanına
konmuş bir tastaki su ile mütemadiyen yüzünü ıslatıyordu. Niha
yet, yerinde kalkındı, parmağını kaldırdı:
.- Allah, dedi, evet, en yüksek arkadaşla beraber...
Eli düşmüştü; başı Ayşenin omuzuna yaslanıyordu. Ruhuna
değişmez ebet yurtlarını intihab etmişti
318
SON
319
duruyordu. Arabistanda cenazelerin hemen öldükleri gün gö
mülmesi adet olduğu halde Muhammet otuz saat sonra Haşimi
ler tarafından yıkandı, birbiri üstüne üç kefene sarıldı.
Ebu Bekir ile Ömer defin esnasında hazır bulunmadılar,
Ömer, Ebu Hüreyreyi bir yumrukta, yere yıkarak hemen zor
la Fatmanın evine girdi ve Ali ile boğazboğa gelmesine bıçaksırtı
kaldı. Peygamberin kızı fena halde sinirlendi, sokağa fırlayıp bir
istimdat ve rezalet işareti olarak saçlarını açmak.la tehdid etti.
Fatma, babasının mirasını istemeğe geldiği zaman Ebu Bekir:
"Peygamberler varis bırakmazlar" diye cevap verdi. Zavallı ka
dın, birkaç ay sonra, ciğerleri ağzından gelmek suretiyle Öldü, ve
ölürken haklarını kelbi bir yüzsüzlükle çiğniyen bu zulüm ve
haksızlık dünyasını bıraktığı için çok mesudolduğunu söyledi.
Ali, sonradan birçok kanlar aldı, Ebu Bekir ile barıştı, Ömer ve
Qsmanın ölümlerinden sonra halife de oldu. O vakitten itibaren
ashap arasında şiddetli ve mütemadi mücadeleler başladı. Sünni
ler Şfflerle, Ümeyyeler Ali taraftarlariyle, dini zaman ahkamına
göre değiştirmek istiyenler onu aslındaki saffetle muhafaza etmek
istiyenlerle çarpışıyorlardı.
Peygamber amcalarının varisleri olan açıkgöz Abbasiler bu
mücadeleleri kendi lehlerine nihayetlendirdiler. Boş yere uğraş
maktan yorgun düşen Ensar ise eskiden beri olduğu gibi yine
mağdur bir vaziyette kalıyorlar ve kendilerini Kelam ve Fıkıh ilim-
·
lerine vakfediyorlardı. _
320