Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 322

HAZRETİ

ED'İN
HAYATI
Hazreti Muhammed'in Hayatı/ Emile Dermenghem

ALKJM / 147 •Tarih: 11

Fransızca aslı:ıder. çeviren: Reşat Nuri Günlekin

Kapak: Erbil Kargı• İç Tasarım: Bilgi Erdoğan

©Alkım Yapnevi, 2006

lSDN: 975992043-3

Biıinci Baskı: 2006


l:laskı: Nesil Matbaacılık
Beyrner San. Sit. 2. Cd. No: 23 Ynkupltı, Büyükçekrnece/İSTANBUL
Tel: 0212 876 41 69 ·· Faks: 0212 876 41 69

Alkım Yayınevi
Mühürdar Cad No 60 Kadıköy - İstanbul • Tel (0216) 449 10 60 (Pbx)
Faks (0216) 449 10 64 • e-r.ıail: alkim@alkim.com.tr • http/ / :www.al!<lrn.corn.tr
Emile Dermenghem

HAZRETi
MU1-IAMME.D'İN
HAYATI
Çeviren: Reşat Nuri Güntekin

alkım'\
Başlangıç

Ki;mse şimdiye kadar Muhammedin varlığından şüp­


he etmedi. En ifratçı tenkid bunu ink§.r etmeği aklından
geçirmez. Böyle olmakla beraber bugün Arap peygambe­
rin ata rivayetlerine müstenit tarihi hakkında birçok ihti­
raz kayitleri, ortaya atılıyor. Tenk'.idde kılı kırka yarma
merakının hazan pek hadden aşırı gittiği mt,ıhakkaktır.
(Hem de ne yazık ki biribirinden çok ayrı yollara sapmaı<
üzere.) Fakat şürası da muhakkaktır ki' bugün yazılacak
bir Muhammet hayatı, elli sene evvel Fransız kütüphane­
lerinde çıkan.biyografilerle, mesel§. Washington İrving'irl
eseriyle aynı lisan ve ruhta, aynı görüşte olamaz.
Ben, bu kitabı yazmakla en eski Arap membalarına is­
tinadeden ve mütehassısların yeni tetkikatı neticesinde
meydana çıknuş ne varsa hepsinden ayrı ayrı faydalanan
canlı ve gerçek bir ,sergüzeşt vücuda getirmeyi düşün­
düm. Muhammedin mümkün olduğu kadar hakikate uy­
gun bir portresini çizmek, onu, kitap sahifelerinde ve sa­
dık arkadaşlarının canlı, ruhlu yaşadığına bakarken nasıl
anladımsa öyle anlatmak istedim.
Her hayatın içinde bir ders bulunduğunu, her insanın
alın yazısında başka insanlar için bir ibret saklı olduğunu
kabul edersek, gökten getirdiği haberle insanlığın büyük
bir kısmını yaşatan insanlardan biriyle karşılaşmanın ne
heyecanlı ve istifadeli bir şey olacağını söylemeğe bilmem
lüzum kalır mı?
Muhammedin hayatına ait ilk membalar Kuran, sün­
net (hadisler) ve siyerler (ilk biyografiler) dir.
Bu membalarm en esaslısı, en emini, fakat en dar hu­
dutlusu Kurandır.

5
Hadislere gelince, birtakım ananeciler (bilhassa Buharı)
peyg.amberin en ehemmiyetsiz sözlerini ve en küçük hare­
ketlerini toplamağa çalışmışlar, isnatları ve şahitleri Ciddi
bir tenkidden geçirmişlerdir. Fakat bu tenkid, meselenin
asıl ruhu ile; içyüziyle değil, dişiyle meşgul olmuştur.
Ananecilerin bu suretle meydana koyduğu hadislerin bir­
çoğu bazı maksatlara göre değişmiş ve şüpheli bir mahiyet
almıştır. Muhtelif mezhepler birçoğu uydurma olan hadis­
lerle birbirlerine hücum etmişlerdir. Bundan başka onlar,
hoşlarına giden bir fikri, işlerine gelen bir hükmü peygam­
bere isnadetmekten çekinmiyorlardı. Sonra diğer din ki­
taplarından qazı müspet ve menfi· hükümler alıyorlar,
Tevrat veya incilin filanca parçasını, yahut filan hıristiyan
mezhebinin reddine ait bir fikri Muhammedin ağzından
çıkmış gibi gösteriyorlardı. Nihayet,· bu hadislerde. pey­
gamberin birtakım mucizeler gösterdiği iddia olunmuş­
tur, ki; bu, kafiyen hakikate uygun değildir. Çünkü muci­
ze yapmadığını Muhammet kendi ağzı ile söylemiştir.
Bu yığın yığın hadisler arasından doğru bir yol bulup
yürümek daima kolay değildir; fakat sahtekarlığın sebep­
leri anlaşıldıktan sonra buna imkansız gözü ile de bakı­
lamaz.
Akıl ve mantığa sığmıyan, öteden, beriden _aşırıldığı
muhakkak, yahut da bazı maksatlara göre uydurulduğu
aşikar olan vakalar elenip bir tarafa atılacak olursa elde yi­
ne hatırı sayılır miktarda bir hadis yığını kalır. Bunlar, baş­
ka membalara ve hele memleketin adetleriyle karşılaştırıl­
dıkları halde -muhakkak değilse bile- hakikate benzer,
yahut mümkün görünürler. Zaten tarihin ana çizgilerin­
den ve iskeletinden başka neresinde riyaziye hakikatleri
derecesinde muhakkak bir hakikate erişilmiştir ki? (Sno­
uck Hurgroije) der ki:
(Bir ağız rivayetinin, bir ananenin muayyen bir mak­
satla uydurulduğunu meydana koyamadığımız ve onun
yalan olduğunu gösterecek bir tarih sebebi bulamadığımı
ve onun yalan olduğunu gösterecek bir tarih sebebi bula­
madığımız halde onun yalan olduğunu gösterecek bir ta-

6
rih sebebi bulamadığımız halde onun atmak doğru bir
usulün kaidelerine sığacak şey değildir)
(Siyer)lere geline bunlar; fikrimce en ciddisi İbni Hişa­
minki olmak üzere, İbni Sad, Halebi' Ebülfida, Tabarf ,
Mes'udi ve sairenin vücuda getirdiği ilk biyografilerdir.
Hadislerde olan sakatlıklar onlarda da vardır. Zaten siyer­
ler hadisleri bir mantık ve tarih sırası üzerine dizmeğe ve
biribirlerine bağlamağa çalışırlar ki bu, çok kere pek güç
bir iştir; fakat şunu da teslim etmek Iazımçl.ır ki bunlar, he­
le ilk yazılmış olanları objektif bir kıymetten büsbütün
mahrum değillerdir; bu siyerlerin bir kısmı peygamberin
hoşa gitmiyecek hallerini ve kabahatlerini pek saklama­
mışlardır. İlk zamanlardan ne kadar uzaklaşırsak bu tarih­
lerin de o kadar hakikatten uzaklaştığını ve hayale boğul­
duğunu görürüz;. Böyle olmakla beraber on beşinci asırda
yaşıyan İbni Haldun gibi mütefekkirİerin pek orijinal gö­
rüşleri vardır.
Nihayet, zamanımızda bazı modernistler Muhammet
hakkındaki eski müslüman tetkikatını yenileştirmişler, fa­
kat zamanın zevkini kollamış olmak için bu tetkikatı biraz
yavaşlaştırmaktan ve peygamberin cehresini hayalleştir­
mekten geridurmamışlardır. Mısırda Muhammet Abdu
ve peyrevleri, Seyit Ali ve Hintte (İslamic Reviw).
Avrupaya gelince, birtakım peşin hükümler müs­
lümanlığın menşei hakkında ilmf bir tetkik yapılmasına
uzun zaman mani oldu. Bununla beraber on dokuzuncu
asırda Caussin de Perceval, Muir, Weil, Margoliouth,
Noldeke, Sprenger, Snouck Hurgroije ve Dozy bu husus­
ta ciddi bir gayretle çalıştılar. Daha yeni zamanlarda Ca­
etani, Sonmens, Massignon, Montet, Casanova, Bell', Hu­
art, Houdas, Marçais, Arnold, Grimme, Goldziher, Godef­
roy, Demoınjbynes ve saire gibi alimler bu meseleyi tek­
rar ele aldılar ve yenileştirdiler. Ancak ne yazık ki bu mü­
tehassıslardan birçoğu bazan (radicaliste) likte fazla ileri
gitmişlerdir. Onların eserleri şimdilik bir kabataslaktan
ibaret olduğu gibi yıkıcı bir mahiyetleri de vardır.
Ben, kendi hesabıma bugün Dinet ve Süleyman bin İb-

7
raihimin temsil ettiği ananeci görüşiyle bazı yeni müsteş­
riklerin müfrit tenkidciliği arasında akıl ve ilme daha uy­
gun bir yol tutmak istedim. Böyle olmakla beraber bu if­
ratçılara da, tefritçilere de daima müracaat ettim; yani ilk
membalara da, yeni tenkidlere de çok fazla ehemmiyet
verdim. Yeni tenkidlerden alınan neticeler, yazık ki, şim­
dilik hem eksik, hem de menfidir. (Bu tarzda bir sergüzeşt
menfi olmıyacağı gibi benim maksadım da bir uzun mu­
hakemeler ve münakaşalar silsilesi yazmak değildi);.bu
tenkidlerin bir kusuru da birinin söylediği ötekininkine
uymaması ve hatta zıt olmasıydı. Müsteşriklerden biri
Muhammedin, muasırlarından yüksek değilse bile başka
bir adam olduğunu iddia eder; bir başkası her noktadan
onlara benzediğini söyler. Filan mııharr(ı:, peygamberi
fazla yiyip içme neticesinde nüzulden, filan muharrir,
uzun oruçlar ve perhizlerden ileri gelme bir hummadan
öldürür.
Lamartine'in (Allahtan küçük, insandan büyük bir in­
san, yani bir peygamber) diye tasavvur ettiği bu harikula­
de insanı izah etmek için saradan bahsedilmiş, sonra
Sprenger -Charcot zamanında- ona isteri teşhisi koymuş­
tur.
(Babinski) den sonra bu görüş tarzının modası geçmiş,
M. Massignon, Muhammedin gayet muvazeneli bir adam
olduğunu iddia etmiştir.
Kezalik birçok kimseler, Kurandaki sureleri tarih sıra­
siyle tertibetmek istemişler; fakat ortaya konulan şekiller­
den hiçbiri ötekilere uymamıştır.
Otuz sene evvel hakikatinden şüphe edilmiyen (Hanif)
ler bir zaman için kıymetlerini kaybetmiş gibi göründüler,
sonra Ümjeyyenin şiirlerinin neşri üzerine tekrar itibar
kazandılar; fakat bugün ilim karşısında yeniden şüpheli
bir vaziyete düşüyorlar. Pek mümkündür ki onların var­
lıkları muhakkak bulunsun fakat fbrahimflikleri sonradan
ilave edilmiş olsun...
Mütehassısların en yeni ve en mütebahhirferinden biri

8
olan Pere Lammens maalesef onlar arasında en fazla ta­
rafgir olanıdır. Bu papazın parlak ve zeka dolu kitapları
onun müslüman dinine ve peygamberine karşı duyduğu
nefret sebebiyle fena bir şekle girmiştir.
Bu alim cizvit, başkalarının hıristiyanlığa karşı kullan­
dıkları müfrit tenkidcilik usullerini müslüman tarihine
tatbik etmiş, mesela herhangi bir rivayetin Kurana uydu­
ğunu görülse onu Kurandan alınmış gibi göstermiştir. Bi­
ribirini tutan iki şehadetin biribirini sağlamlaştıracağı
yerde çürükleştirmesi ve yıkması lazım geldiği esasını ka­
bul edersek tarih yapmağa nasıl imkan buluruz?
Kuranın filan parçasını izah etmek, yahut bazı hakiki
teferruatı, az çok keyfi bir surette, ona tatbik etmek mak­
sadiyle birçok hadisler uydurulmuş olabilir; bunu kabul
ederiz. Sonra hadislerde her şeyi maddileştirmeğe, keli­
meleri daima hakiki manalariyle almağa bir meyi,! vardır;
bunu da doğru buluruz. Fakat birçok hallerde hadisin
'
söylediği şey doğru olabilir ve münekkidlerin kaidelerini
aklına getirmiyen tarihçinin başka türlü hareket etmesine
imkan olamazdı. Mesela deniliyor ki: (hadis, Muhamme­
din balı sevdiğini söyler, buna sebep: Kuranın baldaki şi­
falı hassalardan bahsetmesidir.) Bunu söyliyenler: (Mu­
hammet balı sevdiği ve şifalı bulunduğu içindir ki onu
tavsiye etmiştir ve zaten bal şifalı ve tavsiye edilmeğe la­
yık bir şeydir) de diyebilirlerdi. Bunun doğru olduğunu
farzediniz (nitekim Muhammedin balı sevmesine ne ta­
rihçe nede mantıkça hiçbir imkansızlık yoktur). Bu hadisi
nakleden kimsenin başka türlü hareket etmesi diğer ali­
min şüphesini uyandırmaksızın bu vakayı nakletmesi na­
sıl kabil olurdu?
Böyle olmakla beraber Pere Lammens'm kitapları bi­
zim için çok kıymetli birer memba olmuştur, bilhassa
(Müslümanlığın Beşiği) eserinden ve Mekke hakkındaki
monografisinden ikinci ve üçüncü yazılarımızda pek ge­
niş bir surette istifade ettik.
Uydurma oldukları aşikar bulunan birçok şeyleri, me­
sela peygamberin ölümünden iki yüz sene sonra icadedi-

9
len mucizeleri ve buna benzer daha birçok saçmalan bile
bile kitabımdan attım. Mümkün olmakla beraber şüpheli
görünen bazı vakalar sırf ehemmiyetleri sebebiyle kitapta
yer bulmuşlardır. Fakat onların da ne dereceye kadar
doğru, yahut hayali bir mahiyetleri olduğunu ifade tarz­
larımla gösterdim. Bu sergüzeşt, ne kadar garip ve şaira­
ne görünürse görünsün hiçbir zaman roman sekline so-
. kulmuş bir tarih addedilmemelidir. Şahısların söylediği
sözler membalarından tercüme edilmiş ve hiçbir surette
değiştirilmemiştir. Kurandan alınan parçaları siyah harf­
lerle gösterdim.
Son söz olarak şunu da söyliyeyim ki Muha,rnmedin
ilk ismi Zebat olduğuna dair bir rivayet vardır ve bu isim,
güya o daha çocukken, yahut peygamber olduğu zaman
Muhammede tedbil edilmiştir. Muhanun<!t, bir isim ol­
maktan ziyade onun peygamberlik unvanıdır. Onu uzun
müddet Ebülkasım (Kasımın babası diye çağırmışlardır.)

10
1

Mekke

Selman-ı Farisi

"Bu zaman bir peygamberler zamanıdır."

Rebiülevvel ayının, on altıncı cuma günü 2 temmuz


622) esir Selmaı:ı-ı Farisi Yesrip vahasında, bir hurma ağa­
cının tepesinde çalışıyor, Yesripli bir (Yahudi olan efendi­
si ağacın altında duruyordu. Öğle güneşinin kavurucu sı­
cağı daha baŞlamamıştı. Selman, havanın şimdilik daya­
nılabilir bir halde olmasından istifade ediyordu. Hurma­
lık sahibinin yeğenlerinden biri, hiddetten ateş püsküre­
rek, birdenbire geldi:
- Bu Kayle çocuklarının Allah belasını versin, diye ba­
ğırıyordu. Kayle çocukları dediği Yesrip Araplarıydı.
Yahudi -Ne var, ne oluyorsun? diye sordu- Allah bu
.Beni Kayleleri yerin dibine soksun. Ne akla hizmet ettik­
lerini bir türlü anlıyamıyorum. Hepsi birden şimdi, ken­
dine peygamber süsü veren bir Mekkelinin etrafına top­
landılar.
Selman der ki: (Bu sözü işitince vücuduma bir titreme
yapıştı, öyle sarsılıyordum ki ağaçtan efendimin başına
yuvarlanacağım diye korkuyordum).
Selman, hemen yere indi ve yeni gelene doğru ilerledi:
- Ne söylüyorsun?
Fakat o dakika, esirin yüzünde sert bir tokat şakladı.
Efendisi, bu tokattan sonra hiddetle homurdandı :
- Sen, neye her şeye burnunu sokuyorsun? Kendi işi­
ne bak. Ela.lemin davasından, dedikodusundan sana ne?

11
Zavallı esiı:, cevap verdi :
�Hiç ... hiç... Sadece bu adamın söylediği şeylere dair
·

bazı tafsilat almak istiyordum.


Birkaç gün vardı ki Yesrip ahalisi Muhammedin gelme­
sini bekliyordu. Onun (Mufhacirfn) denen taraftarlariyle
beraber vatanından kaçtığı ve bundan sonra (Peygambe­
rin şehri -Medinetünnebi) ismini alacak şehrin sadık aha­
lisi olan Ensar (Yardımcılar) arasına sığınmağa ve onlar­
dan muavenet istemeğe geldiği herkesçe biliniyordu.
Her sabah, Yesriplilerden bir kısmı şehrin etrafını sa­
ran kara volkan taşlariyle dolu iki tarladan birinde onu
karşılamağa gidiyor ve güneşin sıoağı oraları durulmaz
bir hale getirinceye kadar bekliyorlardı,
O gün, Muhammet, sadık arkadaşı Ebu Bekir ile bera­
ber gelmişti. Onlar, fek başlarına yola çıkmişlar, Me�ke ci­
varında bir mağarada üç gün, üç gece saklanmışlar, sonra
çölü geçerek kendilerini düşmanlarının takibinden kur­
tarmışlardı.
Peygamber, simdi, coşkun bir kalabalığın ortasında,
Elkusva ismindeki devesi üstünde, yanında Ebu Bekir ile
Yesribe yaklaşıyorlardı. Büreyde ismindeki civar bir kabi­
lenin şeyhi onun bayraksız olarak şehre girmesini isteme­
miş, başından sarığını çıkarıp bir mızrağın ucuna takarak
alayın önüne geçmişti. Muhammedin başı üstünde hurma
(Jallarından yapılmış bir nevi şemsiye hıhıyorlardı. En­
sar, kılıçlarını ve mızraklarını sallıyarak yayan yürüyor­
lar, Allahın resulünü alkışlıyorlar ve onu bütün düşman­
larına karşı müdafaa edeceklerine yemin ediyorlardı. Bü­
reyde kabilesinden yetmiş atlı, bir nevi muhafız bölüğü
teşkil etmişti.
Muhammet, tam kemal çağında, dinç, orta boylu, sağ­
lam yapılı bir adamdı. Kuvvetli bir başı, geniş bir göğsü,
iri, fakat sinirli ve ince elleri vardı. Teni hınç rengiydi, ya­
nakları pembe olmamakla beraber parlaktı. Saçları ne pek
kıvırcık, ne de pek düzdü. Esir Habeş kadınları şehirlerde
Arap ırkındaki saflığı biraz bozmuştu. Bu ·melezlik, anla­
şıldığına göre, Muhammette pek az hissediliyordu.

12
Saçla:r:ı, kulaklarının altına kadar serbestçe dalgalanı­
yordu. Bıyıkları kırpılmıştı. Onun bu modayı kabul et­
mekten maksadı saçlarını bir çizgi ile ortadan ikiye bölen
putperestlerden ayrılmak, Yahudi ve hıristiyan gibi (ehl-i
kitab) a yaklaşmaktı. Alt dudağının aşağısında biraz ileri­
ye doğru çıkan sık, kara sakallarının arasında değirmi bir
yüzü, geniş bir alnı, kalın kaşları vardı. Bu kaşlar arasın­
da bir moı' damar vardı ki peygamber hiddete geldiği za­
man hafifçe şişerdi. Muhammedin burnu'. kuvvetli bir su­
rette kemerli, ağzı büyüktü. Bu çehre, sarığın altında, hey­
bet veren bir ihtişam, insanı kendine çeken bir tatlılıkla
parıl parıl yanardı. Onun emretmek için yaratıldığı hisso­
lunuyordu. Allahtan ilham ahın bu adama körükörüne
itaat. edilecekti. Ensar, nihayet kendilerfne bir efendi, btr
·
·

sahip bulmuşlardı.
Onlar, Muhammedin her halin . e, asillik ve sevimliliği­
ne, (dayanılmaz kuvvetine ve onu kendi himayelerine sı­
ğınmağa mecbur eden ıstıraplı ve tehlikeli vaziyetine hay­
ran oluyorlardı. Bu ensar1 iyilik etmekten hoşlanır, ağzın­
daki lokmayı esirgemez tabiatte, fakat biraz gevşek insan­
lardı. Muhammedin kendi himayelerine muhtaç bulun­
ması onları peygambere bir kat daha bağlamıştı; misafir­
leri ve reisleri olan bu sürgünün kanununu kabul etmeğe
onu daha görmeden evvel hazırlanmış bulunuyorlardı.
Kafile, şehrin kenar mahallerine geldiği vakit Muham­
met, bir dakika durdu, devesinden indi ve şimale, Kudüs
tarafına dönerek ahali ile beraber namaz kıldı. Bu mahal­
leler ahalisi orada kalmasını rica ettiler, fakat o, tekrar de­
vesine bindi ve Yetffcibin ortasına doğru ilerledi.
Gideceği yeri kendi arzusuyla seçmiş olmamak için de­
vesinin dizginini elinden atmış, onu kendi keyfine bırak­
mıştı. Hayvan, birkaç dar sokaktan, heyecanlı bir kalabalık­
la dolu meydanlardan geçti ve yine bir meydanlıkta -bir
müddet sonra Mescid-i Aksanın kurulduğu yere- çöktü.
Muhammet, deveden inerek birkaç adım ilerledi. Bir dağa
tırmanıyormuş gibi vücudunu ,hafifçe öne eğerek sert ve

13
hızlı adımlarla yürüdü. Muhafızları yol üstündeki halkı iki
yana ayırıyorlardı; fakat o, küçük çocuklara kadar (herkesi
sevimli bir tarzda selamlıyordu. Gülümsediği zaman ağzın­
da hafifçe seyrek bembeyaz dişler görünüyordu. Muham­
met, Ebu Eyyup isminde bir adamın evine girdi ve caminin
etrafında kendisiyle zevceleri için odalar yapılıncaya kadar
orada kaldı.
O günden itibaren Arabistanda münhasıran din temel­
leri üstüne kurulu, kabile fikirlerine tamamiyle yabancı,
yeni bir devlet doğmuş oluyordu.

Bazı insanlar vardır ki hakikati ararlar.


Bu dünyada hiçbir güzel ve iyi şey yoktur ki az çok fe­
nalık ve çirkinlikle karışmış olmasın; burada bütün serbest
ve doğru fikirli insanlar sürgünde gibidir. Böyle olduğu
halde bu karışık dünyada öyle insanlar da vardır ki ancak
hakikat içinde yaşıyabilirler. Haksızlıklar ve batıl fikirler
onları acı bir surette yaralar. Bu adamlarda garip bir has­
talık vardır kalblerini daima temiz ve bitaraf, zihinlerini
daima açık ve uyanık bulundurmak ihtiyacı.
Selman-ı Farisi hakikati bütün ruhiyle arıyan bir adam­
dı ... Isfahan köylerinden birinde bir Zerdüşt rahibinin oğ­
lu olduğunu rivayet ederlerse de doğrusunu ancak Allah
bilir.
Selman, Zerdüşt dinince yetiştirilmişti; çocukluğunda
mukaddes ateşin muhafazasiyle meşgul oluyor ve onu
hiçbir zaman söndürmemege gayret ediyordu. Hürmü­
zün cevherini teşkil eden ve Ehremenin karanlıklarına!
galebe çalan bu mukaddes alev, daima İran göğüne doğ­
ru yükselmeli, ışık ve hayatın o esrarlı mücadelesini gece
gündüz aydınlatmalı idi; o ışık vehayat ki daima karanlık
kuvvetlerin tehdidi altındaydı. Fakat neticede mutlaka
ölüme galebe çalacaktı.
Bu sofu çocuk, ilahları takdis ediyor, Zerdüşt dini usu­
lünce inek sidiği ile kendini temizliyor ve ihtiyar Zerdüş­
tün hikmetlerini ezberleyip öğreniyordu. Fakat Selman,

14
buna rağmen, anlaşılmaz bir eksiklik hissediyor, kalbinde
zaman zaman garip bir endişe uyanıyordu.
Yine rivayet ederler ki Selman, şehzadelerden birinin
dostuydu ve onunla beraber arasıra ava giderdi. Bir gün
köpekleri ve oğlanlariyle beraber at üstünde bir çölden
geçerlerken deve kılından bir çadır önünde bir ihtiyar
gördüler. Bu adam., elinde tuttuğu bir kitabı ağlıyarak
okuyordu. ·

Onlar, atlarının üstünden: (Nedir o?) diye sordular.


İhtiyar, ıslak gözlerini kaldırdı, bir zaman söz söyle­
meden yüzlerine baktı ve onların bu meraklarında bir sa­
mimflik ve cana yakınlık bulmuş olmalı ki şöyle cevap
verdi:
- İlmi öğrenmek istiyen kimse sizin vaziyetinizde du­
ramaz. Bu kitapta ne olduğunu ögı-enmek isterseniz atı­
nızdan inip yanıma gelmelisiniz.

Avcılar, i tiyarın dediğini yaphlar, o da şunları söy­
ledi:
- Bu, Allanın gönderdiği bir kitaptır ki kendisine itaat
edilmesini ve kendisinden başka kimseye tapınılmamasını
emreder. Bu kitapta deniliyor ki: (Zina etmiyeceksin; kimse­
ri.�n bir şey çalmıyacaksın; insanların malını haksız olarak
almıyacaksın).
Bu kitap İncil, bu ihtiyar da bir Nesturi hıristiyandı.
Hıristiyanlık o vakit İrana girmiş ve putperest Arabistan
dört bir tarafından sarmıştı. Cenupta Yemen ve Necran,
garpta Habeşistan ve Mısır hıristiyanları, şimaligarpta Bi­
zanslılar, Rumlar ve onların tabiileri bulunan Gassanf
Arapları, şimali şarkta Hayrenin hıristiyan Arapları var­
dı. (Hayretle o vakit kudretli Acem imparatorunun tabii
olan Lahmfler hanedanından bir kıralcık hüküm sürüyor­
du.)
Fakat Hıristiyanlık o vakit şarkta çok bozulmuş, tered­
diye uğramış ve mezhep kavgalarıyla paramparça ol­
muştu.·
Bu ihtilaflar neticesinde canlı iman yerine birtakım
mücerret fikirlet ve formüller gelip yerleşmişti.

15
Beşinci ve altıncı asırlarda Hıristiyanlık, nesturflik şek­
linde Mezopotamya ve Irana girmişti. (Suriyede daha zi­
yade monofizitlik hüküm sürüym:du:
Buralarda hıristiyanlara, kiliselere ve papazlara bir de­
receye kadar göz yumuluyordu; fakat onların pek ortaya
çıkmamaları ve Zerdüşt dini rahiplerinde kıskançlık ve
düşmanlık duyguları uyandırmamaları şarttı.
Bu kitaplı ihtiyara tesadüf, Selmanda bir garip heyecan
uyandırdı. Bütün Allahların üstünde olan bir Allahın doğ­
rudan doğruya insanlarla münasebete girişmiş olması
mümkün müydü? Gözleri önünde duran şu parşömen ka­
ğıdında gördüğü yazılar o Allahın ifşa ettiği yüksek haki­
katlerin sadık izleri miydi? Bu fikir, onu altüst ediyor ve
genç çocuk, yanaşılmaz zannedilen Allalup ve bütün in­
sanlarıri sevgisini en ön safa koyan bu yeni ahlakın güzel­
liğine hayran kalıyordu.
Selman, sonradan daha başka hıristiyanlarla münase­
bete girişti. Çok kere onların dua ettiklerini ve ilahiler
okuduklarını dinlemek için kiliselerine gidiyordu. Bu iba­
det, onun çok hoşuna gider ve Hıristiyanların aralarına
karışmak için büyük bir arzu duyardı. Bazan kendi kendi­
ne: (Bu din, bizim dinimizden daha iyidir) diye düşünce­
lere daldığı oluyordu.
Selman, bir gün akşama kadar kilisede kaldı. Babası­
nın havale etmiş olduğu bir işi ihmal etti ve bu münase­
betle fikirlerini babasına açtı.
Rahip, onu dinledikten sonra :
-Bu dinin iyi bir ciheti yoktur, dedi, bizim dedelerden
miras kalmış bir dinim.iz vardır ki her dinden üstündür.
Genç adam, bu sözlere inanmış görünmediği için ra­
hip, onu yeni arkadaşlarının yanına gitmekten menetti ve
nezaret altına aldı. Bu esnada hükümdar da, Selmanın
dostu olan şehzadede buna benzer fikirler ve duygular
sezmeğe başladı.

Monophysisme: İsada iki ayrı tabiat ve şahsiyet ( Allahlık ve


. insanlık)
kabul etmiyen bir mezhep.

16
Şehzade, bir ziyafet esnasında Zerdüşt mihraplarında,
kesilmiş kurbanların etinden yememek gibi garip bir ha­
rekette bulunmuştu. Bunun üzerine kıral, gazaba geldi ve
şehirdeki hıristiyan papaziyle arkadaşlarını kovdu.
Selmanda bir tek fikir vardı: ne olursa olsun sürgünle­
rin, peşine takılıp gitmek ... İnsanın hakikati bulmak için,
icabında, anasını, babasını da terketmesi lazım geldiğini
yine bu din kitaplarında okumuştu.
Papazlar, onu bu kadar kuvvetle çeken dinin asıl güzel
ve parlak şeklini Suriyede göreceğini söylemişlerdi. Sel­
man, ne olursa olsun oraya gitmeğe karar verdi v.e şehir­
de kalan hıristiyanlardan haber aldığı bir kervanın peşine
takıldı.
Genç adam, Şama vardığı zaman oranın en yüksek din
alimini aradl. Piskoposu sağlık verdiler.
Selman, büyük papaza :
- Ben, sı;:nin dinine meyli olan bir adamım, dedi, se­
ninyanında yaşamak, hakikati öğrenmek, seninle beraber
ibadet etmek ve kilisende çalışmak isterim.
Piskopos, onu kabul etti. Fakat Selman, onun yanında
acı bir hayal inkisarına uğramakta gecikmedi. Papaz, ha­
:�.:ı ve hileci bir adamdı. Halka sadaka vermesini söylü­
yor; fakat onlardan aldığı parayı, fakirlere vereceği yerde,
gizli bir kasaya saklıyordu.
Piskopos öldüğü zaman ona muhteşem bir cenaze ala­
yı hazırlanmıştı. Bu hal, Selmanın vicdanında bir isyan
uyandırdı; genç İranlı, papazın yaptığı namussuzluğu hal,
ka ifşa etmekten kendini alamadı. Ahali, fena halde hid­
detlendi ve ölüyü taşa tuttu.
Selman, bu defa yeni piskoposun hizmetine girdi ve
ondan memnun kaldı. Şimdiye kadar hiç bu derece ken­
dini ibadete vermiş ve dünya muhabbetini gönlünden çı­
karmış bir adam görmemişti. Genç İranlı, onu çok sevdi
ve uzun zaman yanından ayrılmadı. Önu taklidetmiş
olmak için nefsine o kadar eza ve cefa ediyordu ki pisko­
pos bir gün ona şöyle sölyedi :
- Nefsin için daha merhametli ol. Kendine yüklettiğin

17
vazife yükünü hafiflet. İfratlı riyazetler çok kere tesirli ol­
maktan ziyade tehlikeli olur.
Selman, cevap verdi :
- Sözlerin kalbimim içindedir; fakat bana şunu söyle:
şimdiye kadar yaptıklarım mı daha iyidir, yoksa bana
yapmamı tavsiye ettiklerin mi?
:-- Tabif şimdiye kadar yaptıkların.
- O halde müsaade et de yine öyle hareket edeyim.
Selman, her şeyde kıymetlerin en yükseğini kendine
hedef edenlerdendi. Kudüse bir seyahat yaptı. Sonra, pis­
kopos, ağır surette hasta düştü. Genç İranlı, onun ölmek
üzere olduğunu görünce dedi ki:
- Sen dünyada en çok sevdiğim adam oldun. Madem­
ki ölüm bizi birebirimizden ayırıyor, bana �imdiye kadar
seninle yaşadığım gibi yaşıyabileceğim dindar ve malfı.­
matlı bir adam sağlık ver.
Piskopos, cevap verdi:
- Hakikaten dindar ve sofu addedilebilecek pek çok
adam tanımıyorum. Dindar adamlar hep ölmüşler, yalnız
Musulda bir tane kalmıştır. Ben ölünce onun yanına gi­
dersin.
Selman, Musula gitti ve bir zaman kendisine sağlık ve­
rilen adamın yanında yaşadı. Fakat çok ihtiyar olan bu
mübarek adamda da pek az zaman sonra yakın bir ölü­
mün alametleri belirdi.
Selman, ona dedi ki :
- Şam piskoposu ölüm yatağında yatarken bana se­
nin yanına gelmemi tavsiye etti ve senin kendisine benze­
diğini temin etti. Geldim ve yanında yaşadım. Fakat öyle
görünüyor ki Allah emrinin yerine geleceği gün yaklaş­
mıştır. Sen, bu dünyadan gittikten sonra ben kime müra­
caat edeyim?
İhtiyar, onu başka bir papaza gönderdi. Bu adam da
talihine evvelkiler gibi sofu ve iyi bir adam çıktı. Fakat ne
çareki bir zaman sonra o da gözlerini kapadı ve Selmana
Rum memleketinde başka bir keşiş tavsiye etti.

18
Genç adam, bu defa Bizanslıların yanına gitti ve Alla­
hın kısmet ettiği müddetçe orada kaldı.
Nihayet, en son üstadı da ölünce Arabistana gitmeğe
karar verdi ve bu maksatla Beni Kilap kabflesinden birta­
kım Arap tüccarlarının peşine takıldı.
Kervan; çölü, Madyan memleketini ve Vadiülkuranın
bereketli vahalarını geçti. Fakat bu Beni kilap bezirganla­
rı hain adamlardı, para için her şeyi yapmağa ve vaktiyle
Yakubun oğlu Yusufuıı kardeşlerine rasthyan büyük de­
deleri gibi insanları bile satmağa hazır idiler. Bu adamlar,
Vadiülkuraya geldikleri zaman Selmanı Yesripte oturan
Beni Kureyde kabilesinden bir Yahudiye sattılar.
Zavallı İranlı, bu şehre geldikten sonra, sahibinin ye­
ğeni olan, bir başka Yahudi tarafından sq.tınalındı ve efen­
disinin hurmalıklarında çalışmak s�retiyle bir esir hayatı
yaşamağa başladı.
Bir deve, bir bostan dolabını çeviriyor ve yeraltından çı­
kardığı suyu -bu memleketlerde altın ve gümüşten daha
kıymetli olan bu hazineyi- büyük bir ihtimam ile açılmış ve
muhtelif mal sahiplerinin topraklarına dağıtılmış kanallara
döküyordu. Selmanın vazifesi bu deveye nezaret etmekti.
yakıcı güneş altında toprağın tuzlu bir kabuk bağlamaması
ve mahsul yetiştirmek hassasını kaybetmemesi için suyun
mütemadiyen akması lazımdı. Bunun için de dolabı çeviren
deve ile sularını akıtarak kuyuya dalıp çıkan kırbaları bir an
gözden ayırmamak icabediyordu.
Bu Yesrip vadisi fevkalade zengin ve bereketli bir top­
raktı.
Hesapsız kolları, birçok kuyular, kanallar ve volkan ka­
yaları arasına birikmiş su hazneleri ondaki ıslaklığı müte­
madiyen tazeliyor, volkan kayalarının dağılmasından ise
bereketli topraklar meydana geliyordu. Ancak şu vardı ki
bu bereket ve nemlilik pahalıya mal oluyordu, çünkü Yes­
ribin korkunç bir sıtması vardı ki bütün Arabistanca meş­
hurdu. Herkes, hele memlekete yeni gelmiş olanlar mutla­
ka bu tehlikeli malaryaya baç veriyorlardı. Çukurların ve

19
hatta içlerine ekseriya civardaki sürülerin pisliği akan ku­
yuların durgun suları kına yapraklarına benziyen kor­
kunç, bir sarılık alıyordu. Değil insanlar, bu sudan içen
develer bile hasta düşüyordu. Bothan deresinden hemen
daima kokmuş sular akıyordu.
Yahudiler, Yesripte fevkalade bir ziraat faaliyeti gös­
termişler ve oradaki hurmalığın kıymet ve ehemmiyitini
kat kat arttırmışlardı. Yemenden gelen Araplar da bu va­
hada yaşamağa başlamışlar ve Musa kavminden biraz da­
ha kalabalık bir hale gelmişlerdi. Onların muhtelif kabfle­
leri iki konfederasyona ayrılmıştı: Avflar, Hazraçlar.
Sayı itibariyle daha çok olan Hazraçlar Beni Kureyde,
Beni Nodhir, Beni Kaynuka isimlerindekf Yahudi kabfle­
leriyle daha hususi münasebetleri vardı.
Bu fena ve zararlı havanın tesiriy le sıhhatini kaybeden
Yesrip yerlileri oldukça incelemiş, fakat gevşek insanlar­
dı. Kendilerini hemen tamamiyle toprağa vermişlerdi.
Onlarda Mekke Kureyşflerindeki teşebbüs fikri ve tüccar
ce">areti yoktu. Bu Mekke, Hicazın çok ehemmiyeti olan
bir başka şehri idi ki birtakım, sarraflık spekülasonları ve
kervan transiti sayesinde adamakıllı zengin olmuştu. Yes­
ripliler, Kureyşfleri çok takdir etmekle beraber onlarla eğ­
leniyorlardı. Ancak Mekkenin bu paragöz, hasis ve haris
bankacıları da boş durmuyorlar, malaryadan sararıp so­
lan ve yahudi boyunduruğuna baş eğen kaba Yesrip çift­
çileriyle daima alay ediyorlardı.
Selman, böylece birkaç sene Yesripli çiftçinin yanında
çalıştı. Medenf Suriyeyi ve onun mübarek papazlarını ter­
kettiğinden dolayı bir türlü müteselli olamıyordu. Yahudi
dininin dar mülteciliği onun fenasına gidiyor, (mana) de­
dikleri ve muayyen zamanlarda kan!' a suladıkları müp­
hem surette insana, benziyen bir taş parçasına tapan Arap­
ların putprestliği de onu sinirlendirmekte bundan aşağı
kalmıyordu.
Selmanın Arabistana gelmesinden bir on sene kadar
sonra garip bir din hareketi şehri baştan başa sarstı: Mek­
kede çıkmış bir peygamberden bahsediliyor, bu adamın

20
pUtları kırmak istediği, Allahla ve melekleriyle senli ben­
li konuştuğu ve işitenleri ağlatacak kadar güzel bir üslup
ile yazılmış ahenkli ve kafiyeli ayetler okuduğu söyleni­
yordu. Bu yeni peygamber, kendi dinine girmiyenleri ahi­
ret cezalariyle tehdidediyor, hemen bugün yarın kıyamet
kopacakmış gibi dünyanın sonundan ve bu akıbetin es­
rarlı dehşetlerinden bahsediyor, cehennemin azaplarını,
cennetin zevk ve·saadetlerini hayalleri altüst edecek bir li­
sanla tasvir ediyordu.
Rivayete göre bu peygamber, kendi vatandaşlarından
çok fena muamele görmüştü. Mekke Kureyşfleri onunla
eğleniyorlar,· ona bir nevi cinlere karışmış meczup, yahut
bir deli göziyle bakıyorlar ve vücudunu ortadan kaldır­
mak için planlar hazırlıyorlardı. Bu adam, ihtimal, Yesrip-
·

lilere sığınmağa gelecekti.


Kabeyi ziyaret maksadiyle hacca giden birkaç. Yesripli
onu görmüş :re ona adeta meftun olarak geri dönmüştü.
Anlaşıldığına göre birçok kimse ona alenen sadakat yemi­
ni vermişlerdi. Ve bir gün mutlaka Yesribe geleceğini
umuyorlardı.
Az sonra daha kat'i birtakım havadisler çıkh. Peygam­
b�;) Yesribe kendi namına halkı dine davet edecek ve teş­
·

kilat yapacak misyonerler gönderiyordu.


Bunlardan Mus'ap bin Ömer isiminde biri Es' at bin
Zarura isminde bir Yesriplinin evinde oturuyor ve dini
yeni kabul .eden kimseleri ya kendi oturduğu yerde, ya­
hut da Dafer oğullarına ait bir bahçede topluyordu. Bu
hal, şehirde bazı kimselerin ileri geri söz söylemesine se­
beboluyordu.
Memnun olmıyanlar arasında Sad bin Muaz isminde
ehemmiyetli bir şahıs ile Es' at bin Hudeyr ismindeki dos­
tu bulunuyordu. Sad, bir gün Mus' abın yeni din için pro­
paganda yaptığı bahçeye geldi. Ve ona sert, aa bir tavırla:
- Bizim memleketimizde ne yapmağa geldin? dedi, bir­
takım zayıf kafalıları kandırmağa mı? Biz, böyle şeyden hoş­
lanmayız. Eğer dünyada gözün varsa buradan hemen git­
melisin . Mus'ap tatlı bir sesle :
.

21
- Gel aramızda otur ve dinle, dedi, anlayıp dinleme­
den bizim hakkımızda hüküm verme, işittiklerini iyice mu­
hakemeden geçir. Burada söylenilen şeyler hoşuna gitmez­
se biz, güzellikle buradan gideriz.
Esat; kaşları hala çatık, fakat bu muamelenin tatlılığı,
karşısında hiddeti biraz kırılmış, dişleri arasından mırıl­
dandı :
- Pekala ... öyle olsun... dinliyorum.
Elindeki mızrağını toprağa sapladıktan sonra yere otur­
du ve ayaklarını altına aldı.
Mus'abın etrafını dikkatle dinliyen insanlardan mürek­
kep bir daire, onun etrafını da uzun kargılar ve kısa, kalın
harbelerden bir başka daire çevirmişti.
O, ahenk ile dolu güzel ve kafiyeli bir nesirle söyleme-
··

ğe başladı :
- Bismillahir rahmanir rahfm: merhamet ve inayet sa­
hibi Allah namına...
Mus'ap, ağır bir sesle o kadar muhteşem ve kıvrak üs­
luplu ayetler okudu ki bunu işiten Araplar - musiki ve şi­
irin her şekline karşı son derece hassas olan bu insanlar­
hep birden titriyorlar, yalnız büyüklük ve güzellikle dolu
bir başka dünyadan geniş bir nefes geliyormuş gibi bir his
duyuyorlardı.

(Elhamdülillah! rabbil alemin


(Errahmanir rahim
(Maliki yevmiddin
(fyyake na'bttdü ve iyyake nestafn

(Dünyaların sahibi olan Allaha şükür ve hamdolsun, o,


nihayetsiz kerem ve merhamet salhibi Allah! Hüküm gü­
nünün hükümdarı! Biz, yalnız sana kul oluyoruz, yalnız
senden yardım istiyoruz.)
Arapların gayet şiddetli heyecanlan vardır. Bu güneşle
yanan, ince kum kırıntılariyle dolu rüzgarlarla kamçılanan,
sert ve kuru bir hava içinde yaşıyan uzun narin vücutlu, çı­
kık kemikli adamlarda sert, hırçın, fakat etraflarındaki
merhametsiz unsurlara karşı durup dinlenmeden ettikleri

22
mücadelelerle tavlanmış bir hassasiyet vardır. Onlardaki
aksi tesirler çabuk ve şiddetlidir. Şehvet veya şiir heyecanı
ruhlarına ateşli iğneler gibi girer.
Es' at tereddüdetmedi. İçinde uyanan ateşe karşı müca­
dele etmeği aklından bile geçirmedi. Kuranın birkaç parça­
sını dinledikten, yeni peygamberin dininin bellibaşlı esas­
larını öğrendiktan sonra İslamlığı kabul ettiğini söyledi.
Derhal apdest aldı . ve parmağım gökyüzüne kaldırarak:
(La.ilahe illallah, Muhammedün Resulülla:h (Allahtan baş­
ka Allah yoktur; Muhammet, onun peygamberidir.) diye
şehadet getirdi.
Es'at, bu heyecan içinde yeniden yeniye birtakım kim­
seleri müslüman etmekten başka bir şey düşünmüyordu.
- Şu bizim Sadi de kandır, dedi, Avsler arasındaki ta­
raftarlarından birçoğunu arkasından sürukliyebilir.
Ertesi günü Sad ibni Muaz Es'adın evinde propaganda­
sına devam �den Mus' abın yanına götürüldü. O, evvela
amcası oğlu olan Es'ada sövüp saymakla başladı, ne oldu­
ğu bilinmez birtakım entrikacı yabancıları misafir ettiği
için ona darıldı. Fakat biraz sonra Kuran okuyanın sesinde­
ki tatlılık ve ayetlerin yüksek ihtişamı karşısında teslim
b:::. :,'.;ağını çekti.
Sad ibni Muaz kendi adamlarının yanına döndüğü za­
man:
- Ey Abdül Eşhel çocukları, ben sizin nenizim, diye ba­
ğırdı.
Onlar: - Sen bizim seyyidimiz, reisimizsin, sen aramız­
da en akıllı ve en yüksek olanımızsın, diye cevap verdiler.
- O halde yemin ederim ki sizin aranızdan hiçbir kim­
seye, Allaha ve peygamberine inanmadan evvel, söz söyle­
miyeceğim.
Bu suretle idi ki yeni din yavaş yavaş Yesribe yayılı­
yordu. Bu, tabii mukavemetsiz olmuyordu. Avslardan şa­
ir Ebu Kays bin El Eslet putperestlikte inadederek yaptığı
şiirlerde müslüman dinini kabul .edenleri hicvediyor ve
ataların dinini göklere çıkarıyordu.
Amir bin Yemut isminde, herkesin hürmet ettiği bir ih-

23
tiyarm evinde El Menat tanrısının tahtadan bir heykeli
vardı, Beni Selame kabilesinden müslüman olmuş bazı
gençler bir gece onun evine girdiler ve putu yakaladıkları
gibi, tepe aşağı, ayakyoluna attılar. Ertesi gün Amir, fevka­
lade kızdı ve heykeli iyice yıkadıktan sonra eski yerine
koydu. Fakat bu cüretli gençler birkaç defa aynı şeyi tek­
rarladılar. O vakit, ihtiyar, bu mukaddes şeylere el uzat­
maktan çekinmiyen küstahlara, lanet etti; fakat onların
gökten inmiş bir ateşle helak olmadıklarına da hayret etti
ve putun boynuna bir kılıç astı :
- Sende bir kuvvet varsa kendini ' müdafaa edersin,
.

&�
Gençler, tekrar geldiler, kılıcı çıkararak yerine kokmuş
bir köpek leşi taktılar ve hepsini, birden bir kuyuya attılar.
Bunun üzerine Amir, müslüman oldu ve bu kudretsiz
putu, rezil etmek için bir şiir yaptı :
(Sen eğer bir Allah olaydın, gebermiş bir köpekle bera­
ber bir kuyuya girmezdin. Senin acınacak kudretsizliğini
artık anladık.)
Bir Allahçı (monotheiste) Yahudiler din işlerinde fazla.
çekingen durmasaydılar, kitaplarını saklamadaydılar ve
Allahm ifşa ettiği hakikatleri adeta kendi soylarına ait bir
mal ve imtiyaz addetmeseydiler Arabistanda din cihetin­
den büyük bir nüfuz sahibi olabilirlerdi. Yahudiler tıpkı
Araplar gibi yaşıyorlar, onlar gibi tüccarlık veya çiftçilik
yapıyorlar, onlar gibi muharebe ediyorlar, onların dilini
söylüyorlar ve aynı meharetle şiirler yazıyorlardı. Böyle ol­
duğu halde ümmi Arapları, Allah tarafından gönderilmiş
kitapları olmıyan bu zarif ve zeki cahilleri hor görüyorlar,
onlar da Yahudilere aynı suretle mukabeleden geri durmu­
yorlardı.
Ancak, onların Yesripte bulunması müslümanlık için
birtakım yollar açtı. Yahudiler bazı nadir zekaları düşün­
meğe ve kendi kendilerine sualler sormağa sevkediyor­
lardı.
Avslerin bir grupu olan A vsullahfarın reisi Ebu Amir

24
bir nevi çilekeşlik (ascetisme) le meşgul oluyor ve putpe­
restlikle Yahudiliğin karıştırılmasından vücuda gelmiş ye­
ni bir dini propaganda etmeğe başlıyordu. Bu adam, müs­
lümanlarm rakipliğini fena bir gözle görüyordu. Araplar­
da sofuluk (mystique) duygularına pek az meyil ve istidat
bulunmakla beraber din meseleleri onları gittikçe sarmağa
ve düşündürmeğe başlıyordu. Hıristiyanlık, Arabistan ya­
rımadasını bir çember içine alıyor ve kabilelerden birçoğu­
nun içine girmeğe başlıyordu. Kervanlar Hicaza Suriye
buğdayları ve kumaşlarıyla beraber Rum memleketinin fi­
kir ve adetlerine ait birtakım duygular ve düşünceler de
getiriyordu. Şairler, bir Allahtan bahse bile başlamışlardı.
Ümeyye bin Ebissalt yeşil bahçeli cennetin zevklerini ve ce­
hennemin dehşetlerini anlatıyordu. Zannedildiğine göre
kaba putperestlikten memnun olmıyan ve pek karar vere­
memekle beraber, daha temiz bir din arıyan birkaç dindar
kimseye hanifler ismini vermişlerdi.
Şark hıristiyanlarmda yakın bir kıyameti bekleyiş -ilk
asırların bu üzücü ve derin korkusu- daha tamamiyle geç­
memişti. Hatta Arapların da doğrudan doğruya münase­
bette bulundukhı.rı çöl keşişleri arasında meadiyyat (escha­
tologie) fikirleri de hayli yayılmıştı. Yarımada şimalinin
bazı hıristiyan tarikatleri kıyametin yaklaştığını bildirecek
bir peygamberin dünyaya gelmesini bekliyor gibiydiler.
Bu itikat, Muhammedin gelmesinden evvel ölmüş Kaabın
babası Zübeyr gibi putperestlere de geçmişti.
Taifli şair Ümeyye bin Ebissalt yahudi ve hıristiyan ki­
tapları okuyor, putları hakir görüyor, şarap içmiyor ve be­
line zünnar takıyordu. Bu adamda peygamber olmak arzu­
su vardı. Allahtan bir resullük gelmesini boş yere bekli­
yordu.
Bir gün Mekkenin zengin reisi Ebu Süfyanın bir kerva­
niyle seyahat ederken bir hıristiyan kilisesine girdi ve pa­
pazla uzun müddet konuştu. Dışarı çıktığı zaman yol arka­
daşları onun yüzünde büyük bir heyecan alametleri gördü­
ler. Şair, onlarla beraber yoluna devam etti. İşlerini bitir-

25
dikten sonra aynı yoldan dönüyorlardi. Ümeyye, tekrar ki­
liseye girdi ve biraz sonra büsbütün telaşlı ve şaşkın bir
halde dışarıya çıktı. Hiçbir şeye inanmıyan Ebu Süfyan:
- Ne oluyorsun? dedi, böyle olur olmaz keşiş mesele­
leriyle neye bizi yolumuzdan alakoyuyorsun?
Şair:
- Bana ilişme, bana ilişme, diye homurdandı; ve şun­
ları anlattı :
- Bu papaz, bana İsa Peygamberin altı defa dünyaya
geleceğini ve kıyametin yakın olduğunu söyledi. İlk defa
konuştuğumuz vakit heyecanlandım, çünkü Allah.yolun­
da çalışacak resulün ben olmamı i�tiyordum ve peygam­
berliği elimden kaçırmış olmaktan korkuyordum. Onun
için kçıJbimde büyük bir sıkıntı duyuywır ve alametleri
bekliyordum. Bu defa papaz bana: (Beklenilen peygam­
ber göründü) dedi ve beni ümitsizliğe düşürdü.
Ümeyye, Muhammedi hiçbir zaman affetmedi. Yaşa­
dığı müddetçe birtakım hicviyeler yazarak ona sataştı.
Ümeyyenin kalbi kafi derecede saf ve temiz miydi? Ken­
disi peygamberliği şahsına ait bir şeref olarak düşünmüş,
onu belki asfl, fakat benlik ve izzet-i nefis duygulariyle
pek alakasız olmıyan bir nişle arzu etmişti. Halbuki Mu­
hammet, bu vazifeyi yapmak kuvvetini bulup bulamıya­
cağını uzun zaman kendi kendisine sorduktan sonra titri­
ye titriye, inliye inliye kabul etmişti. Tefsircilerin fikrine
göre Ümeyye, zaten peygamber olamazdı. Çünkü şair ol­
duğu için ilhamını cinlerden alıyo'rdu, halbuki bir pey­
gamber, ancak meleklerden ilham alabilir.
Selman, bütün bu şeyleri düşünüyordu. Rum memle­
ketindeki son üstadı ölüm yatağında yatarken ona şu söz­
leri söylememiş miydi?: (Bu zaman bir peygamber gön­
dermek üzeredir.)
Bunun içindir ki Muhammet, artık Medine isimini alan
Yesribe geldiği zaman Selman, birdenbire onun en ateşli
taraftarlarından oluverdi.
Peygamberin sırtında, iki omuzu arasında bir nevi ur,

26
Bizans dinarı büyüklüğünde ve üstünde bir hıtam kıl bit­
miş yuvarlak bir ben vardı. Onun bir hekim tarafından ke­
silmesine razı olmadığı bu et parçasını Araplar bir (pey­
gamberlik mührü) addediyorlardı.
Selman, bu işareti çok merak ediyordu. Muhammedin
bazı dostlariyle beraber dışarda oturduğu bir gün Acem,
ona yaklaştı ve arkasında bir yere oturdu. Peygamber,
onun arzusunu keşfederek bir şey söylemeden sırtındaki
örtüyü düşürdü ve Selman, ağlıya ağlıya.bu (peygamber­
lik mührü) nü öptü.
Selman, esir olduğu için, artık hayatının merkezi hük­
müne giren Muhammedi, adım adım takib edemiyordu.
Fakat bir zaman sonra yeni cemaatin en bellibaşlı azala­
rından biri oldu.
Muhammet, ona bir yolunu bulup kendisini esirlikten
kurtarmasını tavsiye ediyordu. Selman, müslü�an kar­
deşlerinin yardımiyle, efendisi hesabına üç yüz hurma
ağacı dikti, p'eygamber de buna ilave olarak bir külçe al­
tın verdi; böylece Selman, esirlikten kurtulmuş oldu.
Mekkeden Medineye kaçması bir kısım insanlık için
yeni bir tarihin başlangıcı olan bu adam kimdi?

27
2

Fil Senesi

(5712)

"Hev Arap tüccar, bazan da'hırsızdır."


Strabon

Altl!lcı asrın sonuna doğru Mekke üz:rine bir ordu yü�


rüyordu. Yemendeki Habeşistan Valisi Ebrehe büyük bir
fil üstüne binmiş, Hicazlı bir Arabın San'a mabedine etti­
ği hakaretin intikamını almağa geliyordu. Arabistan ce­
nubundaki Hıristiyanlar bu mabedi eski Kabeye rakip
olacak bir hac merkezi yapmak ümidinde idiler.
Evvelce de söylediğimiz gibi hıristiyanlık, Yahudiler
ve putperestlerin rakipliğine rağmen bütün Arabistan ce­
nubuna yayılmıştı. Altıncı asrın başında Zu Nuvas ismin­
deki Yahudi Kralı Necran hıristiyanlariyle muharebe et­
miş ve söylenildiğine göre onlardan yirmi bin kişiyi bir
ocak haline getirilmiş bir büyük çukurun içinde diri diri
yakmışh.
Bizans imparatoru Birinci }üsten, hıristiyanlarm intika­
mını almak için o kadar uzaklara gidemediğinden Habe­
şistan necaşisini Yemen kıtasını zaptetmeğe teşvik etmişti.
Afrikarun kara hıristiyanları boğazı geçmişler, eskiden
çok mamur ve medenf bir memleket olan Himyar impara­
·

torluğundan kalan son bakiyeleri de harabetmişlerdi.


Necaşi, vekili olan şahsa erkek ahalinin üçte birini kı­
lıçtan geçirmesini, kadınlardan üçte birini Habeşiştana
esir getirmesini ve Yemen topraklarının yine üçte birini

28
yakıp yıkmasını emretmişti. Kara kumandan, bu vazifeyi
o kadar katı yüreklilikle yaptı ki ahalinin gözünde fena
bir mevkie düştü. Bu sayede maiyetindeki zabitleden Eb­
rehe onu kolayca atarak yerine kendi geçti ve teketek yap­
tığı bir dövüş neticesinde onu öldürdü.
Necaşi, fena halde kızdı, ayağını Yemen toprağına ba­
sacağına ve Ebrehenin saçlarını keseceğine büyük yemin­
ler etti. Ebrehe, zeki bir adamdı, kendi eliyle saçlarım tıraş
ederek bir çuval Yemen toprağiyle beraber Necaşiye gön­
derdi. Hükümdar, bu sayede yeminini yerine getirmiş ol­
du ve biraz yatıştı. Ebrehe, Yemende hemen hemen istik­
lal sahibi bir hidiv old{ı. Sen Grajantiyüs ismindeki pisko­
pos, bir kanunlar mecmuası vücuda getirdi. Birçok Yahu­
diyi ve putperesti hıristiyan yaptı ve Arabistan cenubun­
da sağlam bir surette kökleşmiş olan Habeş Hükürneti Hi­
cazı, Mekke ve Rabeyi fethe yürüdü. Ebrehe, filinin üs­
.
tünde ilerliyor ve arkasından Kureyşfleri kolayca ezivere­
cek gibi görünen mükemmel bir ordu geliyordu. Ebrehe,
şehrin karşısında ordugah kurdu ve ahali, korkudan evi­
ni, barkını bırakarak tepelere kaçtı.
Şairlerden biri der ki: (Fırtınalı bir gök gibi karanlık:
ola!". !::u binlerce askerin bağırtıları muharebe atlarını sa­
ğır ediyor, pis kokuları düşmanların yanına sokulmaları­
na meydan bırakmıyordu. Bunlar, yeni yetişen yeşilliği
kurutan toz zerreleri kadar çok birtakım şeytanlardı.) Eb­
rehe, Mekkeye giremedi. Rivayete- göre onun fili daha ile­
ri gitmemek için adeta inadediyordu. Bu esnada çıkan bir.
çiçek salgını orduyu kırıp geçirmeğe başladı ve Ebrehe,
çaresiz geri döndü. (Hurafeler hastaların yüzünde (hasıl
olan kabarcıkların (ebabil) ismindeki birtakım esrarlı kuş­
ların gökten attıkları taşlardan ileri geldiğini iddia eder­
ler.)
Bu seneye (Fil Senesi) denildi. Araplar, o tarihten itiba­
ren seneleri saymağa başladılar ve Muhammet, bu Fil Se­
nesinden pek az sonra dünyaya geldi.
Fil senesi Arabistanda Habeş Hükümetinin çökmeğe
başladığını işaret etti. İki sene sonra Acemler, kara adam-

29
lan Yemenden kovuyorlardı; bir zaman sonra da kendile­
ri müslümanlar tarafından kovuldular.
Ebrehe ordusunun bozulmasında Kureyşflerin pek az
rolü olmuştu. Böyle olmakla beraber onlar, bu vakadan
kendileri için bir iftihar hissesi çıkardılar, kendilerine
(kahramanlar) diye isim verdiler ve Mekke her zamandan
ziyade bir ticaret ve hac merkezi oldu.
Bu memleketin oturmak için hiç de istenilecek bir yer
olmadığı rnuhakkakh.
(Mekke hırs ve tamah uyandıracak bir yet olsaydı Him­
yar prenslerinin askerlerinin başında, oraya koşuştukları­
nı görecektiniz. Yazın da, kışın da' orası dayan\lacak gibi
bir yer değildir. Onun hiçbir tarafında, Suriye memleketle.­
rinde olduğu gibi, bol sular fışkırıp .akma�.
İnsanın gözünü dinlendirecek bir ot parçası yok: Av da
yok. Buna mukabil birçok tüccarlar, mesleklerin en hakir
ve düşkünü olan bu ... )
El Hekatan ismindeki Habeş şair Mekkeyi böyle tasvir
eder. Ağaç denilmeğe layık hiçbir ağaç onu gölgelemezdi.
Hatta Kabe mabedine yakın birkaç fidanı, halkta uyandır- ·

dığı dindar hürmete rağmen, kesip atmışlardı.


Hiçbir bahçe, hiçbir meyvalık -bugünkü Şamda, yahut
Fasta olduğu gibi- bu şehri taze bir yeşillik kemeriyle çe­
virmezdi; burada göze görünen şey yalnız çorak yamaç­
larda yaprakları küçük mızraklar şeklini almış birkaç di­
kenli ağaççıktan ibaretti. Mekkenin yazı hemen hemen da­
yanılmaz haldeydi. Zenginler, imkan bulurlarsa, bu mev­
simi Taifte, Sakif dağlarında geçirmeğe gidiyorlardı. Bura­
larda gayet güzel bir üzüm yetişir ve bütün Arabistanın
yalnız bu kısmında kışın sular donardı.
Kabenin etrafındaki geniş siyah taşlar, güneşin altında
öyle kızarlardı ki onu uzun uzadıya sulamadan evvel çıp­
lak ayakla tavaf etmek mümkün olmazdı. Fakat bu taşla­
rın sulanmasiyle kuruması hemen hemen bir olurdu. İlk
müslümanlara işkence etmek için onları bu taşın üstüne
yatırmak kafi gelmiş ve Muhammet bu sıcak yaza dayan-

30
mağı göze alacak cesaretli müminleri adeta takdis et­
miştir.
Su cihetinden çok sıkıntı çekiliyordu. Zemzem Kuyu­
sunun suyu her zaman bulunmuyor vo çok kere acı çıkı­
yordu. Öteki kuyular ise hem uzak, hem sıhhate zararlıy­
dı. Hacılar geldiği zaman ele geçen bütün kab kaçak bu
kuyulardan su çekmeğe gidiyorlardı. Bu insanları suya
kandırmak hiç de kolay bir şey değildi. Coğrafyacılardan
El Makdisi burasını: (Boğucu sıcak öldürücü rüzgar, sinek
bulutları... ) diye tasvir eder.
Kışa gelince, onun da pek öyle yazdan kalır bir yeri
yoktu: fırından sonra bataklık. Şehir hilal şeklinde yapıl­
mıştı. Bu hilalin ki ucu Mekke dağının boğazlarına tırma­
nıyor, Kabe ile mescidin bulunduğu merkez kısmı bir çu­
kur teşkil ediycırdu. Zaman zaman yağan şiddetli yağ­
murlar bu çukura gelip toplanır ve (hiçbir derin toprak,
hiçbir çimen ye ağaç onların yoluna set çekmezdi.
Bazan iki, üç, dört sene yağmursuz geçerdi; fakat mü­
barek, bir kere de geldi mi birdenbire yıkıcı bir bolluk ve
şiddetle boşanır ve şehrin şekli sebebiyle korunup sakın­
mak kabil olmazdı.
O zamanlar şimdikinden çok daha küçük olan Kabe,
yalçın boğazlardan, inişli sokaklardan taşıp gelen, yolu
üstünde ne bulursa önüne katıp götüren sellerin baskısı­
na uğrar, sonra bu sular çekildiği vakit ortada bir çamur,
yığıntı ve pislik denizi kalırdı. Zemzem Kuyusu birçok
defalar dolmuş, hatta bir defasında, birkaç nesil için, büs­
bütün kaybolmuştu.
Böyle zamanlarda ahali, yerlerdeki çamuru el arabala­
riyle kaldırır ve mescidin kapısına çıkabilmek için adeta
·

bir iskele kurulurdu.


Bir gün mescitte o kadar su vardı ki her gün yapmağı
adet edindiği tavafın gerikalmasmı istemiyen sofu lbni
Zübeyr bu tavafı yüze yüze yaptı. Su, birçok defa orta bir
insan boyunda olan meşhur Kara Taşa (Hacer-i Esvet) ka­
dar yükseldi. Geçmiş asırlarda Kabe, birçok defalar sakat-

31
lanmış, yahut tamamiyle yıkılmış, fakat her defasında ye­
nibaştan kurulmuştur. O, bugün kesme taştan yapılmış
bir binadır, fakat o vakit sadece kerpiçtendi.
Ne gariptir ki bütün Arabistana bereket getiren, yerle­
ri yeşillikle örten, ot ve ağaçları kaplıyan toz ve kum taba­
kalarını süpürüp götüren, memleketi birçok aylar için aç­
lık tehlikesinden kurtaran yağmurlar ve seller mekke için
bir bela, bir haraplık vasıtası oluyordu. Bu yağmurlar ev­
leri yıkıyor, hayvanları öldürüyor, onların kokmuş leşle­
rini oradan oraya sürküliyerek korkunç salgınlar çıkarı­
yor, yerli hastalıklardan olan göz hastalığına bir de bu be­
layı ilave epiyordu. Her taraftan birçok hacıların akın et­
mesi zaman zaman veba ve çiçek hastalıklarına sebebolu­
yordu. Şehrin sıhhat işleri berbat b! r hal� eydi. Bugün bile
Mekk:eliler dolan ayakyollarını kapı önüne boşaltarak üs.ı.
tüne bir parça toprak atarlar ve hac mevsimi adeta bir
ölüm mevsimi olur.
Böyle olmakla beraber Mekke Kureyşfleri hali vakti ye­
rinde, zeki, nüfuzlu ve şehirlerine fevkalade bağlı adam­
lardı. Ondan ne fayda görüyorlardı?: Ticaret. Muhammet,
sonradan onların hayatını bilhassa güç bir hale getirince:
(Biz sırf ticaret hatırı için buranın kahrını çekiyoruz) de­
diler.
Pek az zamandan beri şehir hayalı yaşamağa başlamış
olan bu eski bedeviler, birçok cihetten pek fena olan bu
yerin imtiyazlı mevkiini anlıyorlar ve bundan fevkalade
istifade ediyorlardı. Kureyşfler, Mekkeyi bir çöl Venediği
haline getirmeğe muvaffak olmuşlardı, onların kervanla­
rı Yemen ile Suriye arasında adeta mekik dokuyordu.
(Strabon) (Her Arap tüccardır) diyor, (hazan da hırsız
olur) diye ilave ediyordu. Araplar arasında, bilhassa Ku­
reyşllerde tüccarlık kabiliyeti fevkalade yükselmişti. On­
ların ticaret işleri merak ile tetkike değer bir sarraflık ve
bankacılık teşkilatına istinadediyordu. İncilde zikredilen
ilk tüccarlar Araplardır. Yesu, Ezkiya Suriyeye getirdikle­
ri zahireleri uzun uzadıya sayıp dökerler. Onları beyne!

32
mine! ticaretin ilk müteşebbisleri addetmek hiç de yanlış
olmaz.
Eski Romalılar, onlara muhtaç vaziyette idiler. Horas.
Arabistanın hazinelerinden ve ahalisini zengin eden tica­
retinden uzun uzadıya bahseder. Yeni zamanlar için Peru
ne ise eski zamanlar için de Yemen o idi. Kıymetli maden­
ler, ipekler, şark kokuları keyif ve zevk düşkünü Romalı­
lara pek pahalıya mal olurdu.
Umumiyetle Arabistanın ve bilhassa Mekkenin ticaret
hayatı Hint yoluna tabidi. Kervanlar Mezopotamya, Iran,
Afganistan tariki ile gidip geldiği zaman Araplar, fukara
düşer, ticaret eşyası Arabistan yarımadası, Yemen, Basra
körfezi yoliyle taşınırsa memleket zenginleşirdi. Tarihte
politika tahavvüllerine göre bu yollarda da birçok defalar
değişiklik olmuştur.
Yedinci asrın başlangıcında Yunanlılarla Acemler ara­
sında geçen u,zun muharebeler Mekke ticaretine çok yara­
mıştı. Kureyşflerin şehri, Şark ve Akdeniz memleketleri
ile Habeşistan Afrikası ve Bizans Suriyesi yolları için bir
nevi dört yol ağzı olmuştu. Bundan başka Mekke etrafın­
da muayyen Z?�anlarda kurulan panayırlar vardı. Bun­
lardan biri Ükaz panayırı idi ki Mekkenin çok yakınında
kurulur ve onun ticaretine hayli yardım ederdi. Bu mem­
lekette hac ile tüccarik, din ile iş biribirine pek sıkı bir su­
rette bağlı idi.
Bizanslılar, bedevi kervanlarına muhtaç bir vaziyette
idiler. Onların esrarlı Hintten getirdikleri kıymetli taşlar
ve baharat; imparatorlar, saray adamları ve papazlar için
taşıdıkları Çin ipeklileri, çeşit çeşit yabancı memleket ku­
maşları, madenler ve deriler; kiliselere ve saraylara mah­
sus Yemen günlükleri ve Afrika zamkları Bizanslıların
pek işine yarardı. Araplar, Suriyeye Hicaz ve Necit hur­
malarını da götürüyorlar ve oradan buğday, kuru üzüm,
zeytinyağı, dallı, çizgili ve kenarı saçaklı keten, pamuk,
ipek kumaşlar; birçok manifatura eşyası; Jıatta silahlar, in­
ce Şam kılıçları, hançerleri, işlenmiş kalkanlar getiriyor­
lardı. Himayeci ve monopolcü olan Bizans bu gibi şeyle-

33
rin memleketten çıkmasını yasak ettiği için bedeviler bu
mala.arı kaçakçılık yoliyle huduttan geçiriyorlardı.
Kervanların gelme ve gitmeleri Mekke hayatının en
büyük vakalarıydı. Onlardan birinin gelmekte olduğu ha­
ber verildiği gibi bütün halk, adeta sevincinden çıldırıyor
ve davullar çalarak, şarkılar söyliyerek onu karşılamağa
çıkıyordu. Muhammet, bu adeti kaldırdı, maksadı kerva­
na ilk yetişenlerin malları kapatmalarına ve madrabazlık
yapmalarına mani olmaktı. Peygamber, Araplardaki bu
tüccarlık sıhnasını hafifletinceye kadar hayli sıkınh çek­
miştir. Muhammet, bir gün va'zederken şehre bir kervan
gelmiş, bunun üzerine etrafındaki ahali, birdenbire dağı­
larak onu yalnız bırakmış. Kuranın bu vakayı anlatan par­
çası peygamberin bu hususta duyduğu ıstırabı gayet iyi
· ·

gösterir.
Birçok hususi küçük kervanlardan başka Kureyşflerin
iki muntazam büyük kervanı vardı ki biri yazın Yemene,
öteki kışın Suriyeye giderdi. Bu iki büyük sefer bütün
memleketi alakadar eden bir halk işi idi ki sebebini çok
mükemmel bir kredi usulünde aramak lazımgelir. Bu usu­
le göre en fakirler bile yarım dinar vermek suretiyle ker­
vanda hisse sahibi olurlar ve bu yarım dinar en aşağı yüz­
de elli, hatta bazan yüzde yüz kar getirirdi.
Bu iki üç yüz kişinin muhafazası alhnda giden ve kum­
lar, kırmızımsı taşlar, çöller arasından bütün memleketin
bütün ümidini taşıyan altın, gümüş, bakır ve kıymetli za­
hire yüklü iki üç yüz. deve ordusu hakikaten çok büyük,
çok ehemmiyetli bir işti.
Mekke, zenginler hakimiyeti esası üstüne kurulmuş
bir tüccar cumhuriyeti idi. Hükümetin pek öyle muayyen
bir şekli yoktu. Bütün sınıflar fert saltanatına, yahut mu­
ayyen teşkilatı olan her hangi bir kuvvete isyan edecek
kabiliyette idi.
Male ismindeki eşraf meclisi muayyen vazifeli bir
meclis olmamakla beraber memllektin umu:ıni işlerine ba­
kıyordu. Bu meclis, ehemmiyetli ve tehlikeli zamanlarda
(Darünnedve) denen . meclis binasında toplanıyordu. Bu

34
içtimalar4a kimi en güzel söz söylerse o, hakim oluyordu.
Bu meclis, asillere, ihtiyarlara, riski bir at ve esir satıcısı
olan İbni Ced'an gibi zenginlere, Utbe bin Rabia gibi kar­
şısındakileri kamçılarcasına cevaplar veren ve fevkalade
yerinde söz söyliyen genç ve fakir hatiplere açıktı.
Ebu Süfyan, bütün bu meziyetleri nefsinde toplamış
bir adamdı. Asaleti vardı; Ümeyyeler kabilesine mensup­
tu. Zengindi; bankacı tüccarlarııı birincisiydi. Politikadan
anlar, ahalinin menfaatine ait işlere fevka,lade aklı ererdi;
Ebu Süfyan, bu sebeplerden dolayı bu meclislerde herke­
sin üstünde bir ehemmiyet ve nüfuz kazanmıştı.
(Batma) denen kibarlar mahallesi şehrin düz kısmın­
daydı. Bunun ortasında, çukur bir yerde (Kabe) vardı. Ka­
beye çıkan sokaklardc:ın her birine kabilelerden birinin is­
mi verilmişti.
Memleketin en kudretli bankacıları olan asil Ümeyye­
ler; kumaş ve esir ticaretiy�e uğraşan zengin Mahzı,ımiler;
Nevfeller, Esetler, Zehralar, Şahımlar, sancağın muhafa­
zasına memur Abdüddarlar, onlardan daha az asil ve da­
ha. az ehemmiyetli olan Adiler, Taimler, Ebu Bekir, Ömer
gibi müstakbel halifeler, Muhammedin ailesi olan ve Ha­
şim ile A 1:-dülmuttalibin Kabeyi muhafaza, hacılara su te­
.

min etmek sun;tiyl� ettikİeri hizmetlere rağmen ilerliye­


memiş olan Haşimiler hep bu mahallede otururlardı.
Bu oı:ta mahallenin etrafında. (dışarı Mekkeliler), yo­
kuş şakaklarda halkın nüfuzu · ve parası olmıyan, fakat
mefillekete aske! veren kısın� Y!'lşardı. Nihayet, . şehir dı­
:ve;zfinaat
.
-
şındaki sokaklard'a yabancılar, mµlt�çije:p sahi­
·· · ·
· ·
· ·
bi esirler barınırdı.
. .. Şehdn en ehemmiyetli . iş merkezi . Batma ve bilhassa
Kabe meclisi idi. Kureyş eşrafı akşamları bu meydanda
toplanarak konuşurlar, biribirlerine havadis verirler, şeh­
rin menfaatine ait meseleleri münakaşa ederlerdi. Ebu
Süfyaı;ılar, Ebu Cehiller, Abdülmuttalipler, Utbeler, Velit
bin Mugayreler, Saffan bin Ümeyyeler sırtlarında (rida)
lariyle mabedin avlusuna gelirler ye topuklarım baldırla­
,I'l altına alarak yere otururlardı. Onlar, kış ve yaz kervan-
. . -

35
!arını burada hazırlarlar, Acemlerin Yunanilere karşı ka­
zandıkları son zaferi, Kisranın galibiyetini, Kayserin zille­
tini burada öğrenirlerdi. Daha sonra Muhammedin ilk va­
ızlarını, şaşkınlık ve hiddet içinde, yine burada işitecekler,
onun aforoz kararını burada verecekler, (Bedir) de kazan­
dığı bil.yük zaferi burada öğrenecekler, nihayet, onun bir­
çok felaketlerden sonra muzaffer olarak vatanına döndü­
ğünü, Kabenin altın anahtarını eline geçirdiğini ve düş­
manlarını affettiğini burada göreceklerdi.
Mekke şehrinin borsası ve Pale Ruvayyalı hükmünde
olan bu meydandan çıkılarak dağın boğazlanna asılmış
gibi görünen dışarı mahallelere doğru gidilirse karışık bir
insan kalabalığı ile dolup taşan sokaklar görülürdü. Bura­
lar� uğultulu arı kovanlarına benzeı;di. Kervancılar pi,s
meyhanelerde hurma şarabı içerler, birtakım kadınlar elle­
rindeki teflere vurarak ahenksiz şarkılar okurlar; dükkan­
cılar bu kalabalıktan ürkmüş bedevileri yüksek sesle çağı­
rarak elbiselerinin bir tarafına düğümlenmiş dirhemler­
den birkaçını almağa uğraşırlar, sarraflar ham maden kül­
çeleri, az çok eski ve silik Yunan, Acem, Himyar paraları
ve alhn tozu tartarlar, üstünde dinarları (Şarki Roma fm­
paratorunun resmi bulunan dinarları) sayarlardı (O tarih�
te bu dinarların Arabistanda fevkalade bir kıymeti vardı
ve şairler sevgililerinin yanaklarındaki parlaklığı ona ben­
zetirlerdi.)
Bir suç ve cinayet için kabilelerinden kovulmuş (hali)
ismi verilen serserilerle kısa bir zaman için şehre gelmiş
ecnebi sahcılar da burada bulunurdu. Bu sahcılar, malları­
nı çabucak uyduruluvermiş kerevetler üstüne, yahut hur­
ma yaprağından çadırlar altına yayarlardı. Meğer ki elle­
rinde oldukça pahalı bir ücretle yerlilerin dükkanlarını ki­
ralıyacak kadar paraları bulunsun.
Yine bu mahallelerde birçok yabancı Yahudiler, orto­
doksluk merkezleriyle temasını kaybetmiş muhtelif mez­
hepte birçok hıristiyanlar yaşar, yahut gelip geçerdi.
Muhammet, bu Yahudi ve hıristiyanlardan pek çok

36
şeyler öğrenmeğe çalışmış ve ilk taraftarlarını bu halk mu-
·

hiti içinde bulmuştur.


En küçük ayak salıcısı ve dükkancıdan en büyük tüc­
carlara, ticarethanelerinde cahil bedevilerin alay etmeleri­
ne sebebolacak acayip, karışık mühürler ve yazılarla dolu
defterlerle meşgul birçok memurlar çalıştıran büyük iş
adamlarına kadar herkeste ve her yerde aynı çalışma, ka­
zanç sıtması, aynı zeki faaliyet göze çarpardı.
Paranın mutlaka elden ele gezmesi ve kar getirmesi la­
zımdı. Elinde birkaç parası olan fakirden milyonere kadar
hiç kimse sermayesini uyutmağa razı olamıyordu. Her taş
altında bir hazine keşfetmeğe mukt�dir bulunan Abdür­
rahman bin Avf; kabllesinden elli kişinin bir kaza netice­
sinde telef olması üzerine birdenbire zengin olan; ham,
yahut işlenmiş gümüş ve silah stoklarıria sahip bulunan
Safvan bin Ümeyye, kendi kumaş ticarethanesin� reklam
yapmak için her sene Kabeye büyük bir örtü hediye eden
g
Velit bin Mu ayre; bankası namına bir tek kervana bir an­
da otuz bin dinarlık hisse yazdıran, bundan başka Taifte
daha birçok sermayesi, hurmalıkları, madenleri bulunan
ve kızları Mekkenin en zengin varisleri addedilen Ebu
Hüveyheı. i.ıiçbir tehlikeden yılmaz ve ticaret işlerinin hiç­
bir nev'inden geri d'Urmaz adamlardı.
Bu cesur iş adamları zevk sürmeği, hayattan istifade
etmeği de severlerdi. Yorucu ve tehlikeli seyahatlerden
sonra çok kere kendilerini zevk ve safaya bırakırlar ve ka­
zançlarının birçoğunu düşünmeden harcarlardı. O zaman
Batma evlerinde olduğu gibi kenar mahallelerin ipten, ka­
zıktan kurtulmuş serserileri uğrağı olan adi meyhanele­
rinde de dere gibi şarap akardı. Abdullah bin Ced'anın
sesleri ve güzellikleriyle meşhur iki şantözü vardı ki (Ab­
dullahın ağustosböcekleri) derlerdi. Bu Abdullah bir sar­
hoşluk esnasında arkadaşı Ümeyyenin gözüne bir yum­
ruk vurarak çürütmüş ve ona tazminat olarak bu iki şan­
töz ile bin dirhem vermişti.
El Asi Hişam o kadar kumar düşkünü idi ki bir gün
Ebu Leheple oyun oynarken kendi vücudunu kumara ko-

37
yup kaybetmiş ve bir zaman için hürriyetinden mahrum
kalmışb.
Kredi usulü ticareti ilerletiyordu, fakat bazan da buh­
ranlara · sebeboluyordu. Büyüklük zamanlarında bütün
şehir halkını ziyafete davet için tellal bağırtan İbni Ced' an
birkaç defa tediyabnı tatile mecbur oldu.
Para üzerine spekülasyon yapılıyor; dışardan gelen
mallar, kervanların vaktinde gelip gelmemesi, mahsulün
az veya çok olması, henüz yetişmemiş hurmalar ve hay­
van sürüleri üzerine hava oyunu oynanıyordu. (Kuran,
sonradan bütün bu şeyleri yasak etmiştir.)
Bunlardan başka zahire ihtikarı yapılıyôr ve elde bu­
lunmıyan mallar üzerinde alım sabm muamelesi oluyor­
du.
Muhammet, hemşehrilerinin zeka�ını takdir etmekle
beraber, bu yolsuzluklar karşısında, faizciliği ve para üze­
rinde ticaret yapılmasını menetmeğe mecbur oldu.
Peygamber, yirmi beş yaşında iken, faizcilerden zarar
görenlerin himayesini ve mukavelenamelerin tadil ve tas­
hihi maksadiyle vücuda getirilen "Hilfül Fudul" cemiye­
tinin teessüsünde hazır bulunmuştu.
Bu münasebetle İbni Ceda'nın evinde bir ziyafet veril­
di; Kabenin taşı üstüne zemzem döküldü ve yemin verile­
rek hep birden içildi.
Hakikaten zavallı bedeviler Mekke borsasının insafsız
alıcılarından, paragöz hileci simsarlardan, sermayesiz pa­
ra kazanmak için ortaya dökülmüş şüpheli tellallardan
çok çekiyorlardı. Faizciler bir dinar verdikleri vakit mu­
hakkak iki dinarlık bir senet imzalatıyorlar, bnnu daha zi­
yade artbrmak için yetmiş hile buluyorlar, ilk borç muay­
yen günde ödenmezse yeniden vadeler vermek ve faiz
miktarını arttırmak suretiyle karlarını iki, üç, dört misle
çıkarıyorlardı.
Bedeviler, öyle istenildiği zaman kolayca ele geçirilir
borçlulardan değillerdi. Bunun için bazan onlar da şehir­
lilerin hilesine hile ile mukabele ediyorlar, aldıkları para­
y� vermiyorlar ve "Kureyş" kelimesinin "köpek balığı"

38
manasına geldiğini söyliyerek onları yırtıcılık ve doymaz­
lıkla ittiham ediyorlardı.
Bedevi şair Ebu Tamhan faizcilerle şöyle eğlenir: Ah,
/1

benim devem ticaret hilelerinden anlamış olsaydı taze ot


ile kuru otu değiştirmek suretiyle kim bilir ne karlar elde
ederdi?"
3

Cahiliyet Muharebesi

"Bizden evvelki asırlarda, yaşamış olan­


lar bize ibretli manzaralar seyrettirdiler.
Öliinıiin mqslaklarına süı;ülen bu insan­
lar oradan geri gelmediler.
Milletimin, büyük küçük herkesin, onla­
ra doğru aktığın ı gördüm. Ve bende, sı-:
ram gelince, milletimin, gittiği yere gide­
ceğim dedim. "
Kıys bin Sade

O yazın başlangıcında Emine ismindeki genç Mekkeli


kadın iki aylık çocuğu için bir sühıine arıyordu.
İhtiyar Abdülmuttalibin oğlu olan kocası Abdullahı
yeni kaybetmişti. Yirmi beş yaşında Yesripte ölmüş olan
Abdullah, yetimine pek fakirce bir miras bırakmıştı: beş
deve, birkaç koyun ve bir ihtiyar Habeş esir.
Bu mevsimde, emzirilecek çocuk aramak için Mekkeye
pek çok bedevi kadını gelirdi. Fakat onlar daha ziyade
zengin çocuklarının peşinde koşarlardı. Ailesi oldukça fa­
kir olan bir yetim onlarca pek tamah edilecek bir şey ola­
mazdı. Böyle olmakla, beraber Beni Sad isminde bir çoba­
nın Halime ismindeki karısı, başka çocuk bulamadığı için,
küçük Muhammede sütnine olmağı kabul etti ve onu ka­
bilesinin Mekkeden birkaç konak uzakta, Taif yolu üze­
rindeki Serin dağlarına götürdü.
Çocuk, beş sene bu kadının yanında kaldı; sütkardeşi­
nin oyuncaklariyle oynadı, onunla beraber dağda koyun
güttü. (Bütün peygamberler çocukluklarında çobanlık et­
mişlerdir. )

40
Doğrusu .ancak Allaha malum olmakla beraber şöyle
bir rivayet naklederler: Halimenin oğlu bir gün beyazlar
giyinmiş iki yabancı görmüş . . . bunlar iki melekmiş . . . o va­
kit dört yaşında olan Muhammede yaklaşmışlar . . . onu ye­
re, yatırarak göğsünü yarmışlar. . . içini bembeyaz karlarla
yıkamışlar ..• kalbinden kara bir leke çıkarmışlar . . . sonra
göğsü tekrar kapamışlar ve esrarlı bir usrette kaybolmuş­
lar...
Bu masal, Kuranda okunan şöyle bir ayetten çıkmıştır:
"Senin göğsünü açmadık mı ve seni taşıdığın yükten kur­
tarmadık mı?" Şu halde bu ameliyat vasıtasiyle Muham­
medin kalbi temizlenmiş, genişletilmiş, Allahın göndere­
ceği haberleri hiçbir maksat ve menfaate hizmet etmeden
alacak ve onları tam bir sadakatle kullara nakledecek ha­
le getirilmiş, bu resullüğün ağır yüküne dayanabilecek
usrette sağlamlaştırılmıştı.
Açılan göğüs masalının din tarihi noktasından da bir
ehemmiyeti vardır: melekler tarafından çıkarılan kara le­
ke .Adem Babanın günahından kalma bir izdir; gelmiş, ge­
lecek, bütün insanlar arasında bu lekeden yalnız İsa ile
Meryem kurtulmuştur.
Muharı ııııet, altı yaşında anasını kaybetti. Emine, oğlu
ile berabe·r Yesripten Mekkeye gelirken "Ebva" da öldü
ve oraya gömüldü. Muhammedin ihtiyar esirinqen, bü­
yükbabası ve amcalarından başka kimsesi kalmıyordu.
Eminenin ölümü üzerine Abdülmuttalip, çocu u yanı­ ğ
na aldı. Onu büyük bir şefkatle seviyordu. İhtiyar. adam,
birçok akşamlarını Kabenin gölgesinde geçirmeğe gider­
di. Avluda Kureyş eşrafı toplanırdı. B üyükbaba için bir
halı serilir, altı ayrı kadından olmuş olan büyük oğulları
ona hürmette kusur etmemiş olmak için toprak üstüne
otururlardı. Bu çocuklardan biri tatlı ve sakin huylu Ebu
Talip, ikincisi sert, haşin Abdül'uzze, üçüncüsü hasis Ab­
bastı.
Büyükbaba, Muhammedin halı üstüne çıkmasına mü­
saade ediyor, onu yanma alıyor ve yavaş yavaş omuzunu
okşuyordu. Abdülmuttalibin Muhammet yaşta ve Haraza

41
\_
isminde bir oğlu daha vardı. Muhammet, yeni doğduğu
zaman amcası Abdül'uzzenin esirlerinin birinden birkaç
gün süt emmişti . Bu kadın, aynı zamanda Hamzaya da
meme vermiş olduğu için Hamza, peygamberin hem am­
cası, hem sütkardeşi olurdu.

Abdülmuttalip, seksen yaşında öldü. Muhammet, o


vakit ancak sekiz yaşında vardı. Amcası Ebu Talip onu
yanına aldı ve büyük bir fedakarlıkla büyüttü.
Ebu Talip tüccar ve Kabe muhafızı olmakla beraber
zengin değildi. Bunun için yeğenine pek sudan bir tahsil
verebildi. Muhammet; okur yazar bir adam olmak için de­
ğil, alelade bir dükkan satıcısı olmak için yetiştirilmişti.
Peygamber pek uzun bir zaman, hatta bir rivayete göre
bütün ömrünce okumak, yazmak bilm�di.
Doğrusu ancak Allaha malum olmakla beraber şöyle
rivayet ederler ki amcası onu bir kervanla Suriyeye götür­
dü. Bu seyahat, çölün en güzel bir mevsimine tesadüf et­
mişti, ilk kış yağmurları her tarafı canlandırmış ve Arabis­
tan toprağında ne kadar zenginlik ve güzellik varsa mey­
dana çıkarmıştı. Her tarafta sık çayırlar büyüyor, devele­
rin hörgüçleri gözle görülürcesine şişiyordu. Çölde diken
yumaklarına benziyen sadan isminde bir acayip ot vardı
ki develer pek seviyorlar ve onu gördükleri gibi uzaktan
saldırıyorlardı.
Bedeviler, sürülerinin etrafa yayıldığını aşk ve şevkle
seyrediyorlar, sopalarının u cu ile yerlerden yabanengi­
narları ve lezzetli mantarlar çıkarıyorlardı.
Çöldeki kafuri gibi beyaz ve kan gibi kırmızı meşum
kum tepeleri bile korkunçluğunu kaybediyordu. Bu mev­
simde oralara tehlikesizce girilebilirdi.
Bu yirmi, yirmi beş metrelik tepelerin toprağını rüz­
gar, yaz mevsiminde o kadar kırıklayıp ufalardı ki yer
adeta bir mayi halini alır ve orada develer bile gömülüp
batmak tehlikesine düşerdi. Bu tepeler, bu mevsimde baş­
tanbaşa yeşil bir halı, güzel kokulu sarmaşıklar, sütleğen
cinsinden nebatlar, hatta küçük çiçeklerle donanırdı. Bu

42
mevsimde kayıcı kumlardan bir görünmez kuyuya dalıp
gitmek tehlikesi kalmazdı. Fakir kabileler oralarda ko­
yunlarını ve memeleri sütle şişen develerini otlatmağa ge­
lirlerdi. Hatta ağaçlık yerlerde ceylanlar bile görünürdü.
Bu güzel mevsimde çöl, bir zaman için o öldürücü ha­
yat kavgasından ve açlıktan ölmemek için mütemadiyen
çalışıp didinmekten kurtulurdu.
Bedeviler artık, yaz sonunda olduğu gibi, yapraklarla
karınlarını doyurmağa, bodur yaban hun'nalarının kökle­
rini yemeğe mecbur bulunmazlardı. Bedevi çocuklarının
karınları ve kalçaları -çadırlı aşiret köylerindeki küçük
köpeklerin yuvarlak ve yumuşak Vücutları gibi -şişip ka­
barırdı.
Çölde Lüsus denen kabilelerinden kovulmuş, bir nevi
atlı haydutlar vardı. Halk bu adamlardan korkar, fakat şa­
irler, onlara dair kasideler yazar ve çok kere onları tahay­
yül ederdi. B,u Lüsuslar bu mevsimde atalardan miras
kalma bir hissin birdenbire uyandığını duyarak çobanlığa
koyulur ve öteden, beriden çaldıkları sürüleri şairane bir
surette otlatrnağa başlarlardı.
Kervanlar; mc::l.�niyet, hıristiyan keşişleri, Roma asker­
leri ve büyüleyici şehirler memleketi olan şimale doğru
ilerlerdi. Onlar, binlerce seneden beri gidilen yolu tutarak
Yahudilerin zengin bir şehri olan Hayberi ve güzel hur­
malıklarını sağda bırakırlardı. Sonra Hicir nihayet Beni
Azralar toprağına varırlardı. Bu Beni Azraların platonik
aşk şiirleri yapmakta çok şöhretleri vardı; onlar "sevdik­
leri zaman ölürler" ve hayallerinde yaşıyan aşkın ateşini
maddi visalin kaba zevkleri içinde söndürmeğe bir türlü
razı olamazlardı.
Yer yer zengin köyler ve yeşil vahalarla süslenen Vadi!
kura bir hurma denizi halinde . açılırdı. Zaman zaman bir
manashr önünden geçilirdi. Kervanlar bu tuğladan yapıl­
mış binaları çok severlerdi. Keşişler, misafir canlı insan­
lardı.
Kayaların teşkil ettiği setler arasında birtakım gölcük­
ler vardı ki kış yağmurlarını, bir mucize gibi, muhafaza

43
ederler ve içlerinde yiyimi gayet güzel küçük siyah balık­
lar yüzerdi. Keşişle yolcuların bu oldukça berrak sudan
istedikleri kadar almalarına izin verirlerdi.
Yolcular, seyahatin büyük bir kısmında kuyuların tuz­
lu ve zararlı suyunu içerlerdi. Meğerki bazı taraflarda ye­
ri eşelerken, taliin yardımiyle, bir ince kum tabakası altın­
da "bir karga gözündeki billur gibi berrak" serin bir suya
tesadüf etsinler.
Bu zahmetli yürüyüşler esnasında deveciler, uzun, aşı­
kane mavallar söylerler, yahut şairlerin hicviyelerini
okurlardı. Önlerinden dağ sıçanları kaçar, en çorak kum­
lar içinde birdenbire ebucehilkarpuzları açılırdı. Uzakta
bir kum tepesinin üstünde ürkek bir ceylanın narin şekli
görülürdü. . ,

· Akşamları kervan, rehber tarafından seçilen en müsait


yerde konaklardı. Yolcular biraz et, hurma ve arpa çorba­
sı yerler; sonra yakılan deve gübresi ve kokulu ağaç dal­
ları ateşi karşısında, yatmadan evvel, biraz dinlenirler,
son derece saf bir göğün parlak yıldızları altında sohbet
ederlerdi.
Muhammet, yaşlı adamların maceralarını, yolcuların
başından geçen vakaları ve esrarla dolu eski zaman ma­
sallarını dinlemekten pek hoşlanırdı. Bu vaka ve masal­
lardan birçoğu kervanın geçtiği yerlere ait olurdu.
Yer yer uçurumlarla yarılmış bu yuvarlak dağlar, on­
ların eteklerinden oyulgalana oyulgalana geçen ve kenar­
ları acayip biçimli kayalarla örülmüş bulunan ince patika­
lar, içinde hiçbir hayat eseri görülmiyen bu yerler acaba
Tamuditlerin eski Arabistanın İbrahim Peygamberden
çok, pek çok zaman evvel mahvolmuş bu eski ırkının
memleketi değil miydi? Bu gururlu devler Salih Peygam­
beri dinlemedikleri için Allanın gazabına uğramışlardı.
Salih Peygamber bir kaya parçasını bir deveye değiştir­
mek suretiyle bir mucize göstermişti. Fakat Tamuditler
bu hayvanı öldürmüşlerdi. o vakit göklerin içinde kor­
kunç bir ses gürlemiş ve bu dinsizlerin hepsi bir anda he-

44
lak olmuşlardı. Bu milletin mesken olarak kullandığı ma­
ğaralar kayanın içinde hala görülüyordu.
Çöl, baştanbaşa cinlerle dolu idi. Bu ruhlar, hazan ge­
cenin içinde korkunç işler görürler, develerin ayağım çe­
lerler mavi su gölleri ve yeşil hurmalıklar şeklini alarak
susuzluktan ölen yolcuyu aldatırlar ve ölümden başka bir
şey bulunmıyan yerlere çekip -götürürlerdi. Bazan da ker­
vanlara karanlık bulutlar, örtülü bir göğün yürüyen di­
reklerine benziyen hortumlar, gözleri kör eden, deriyi ya­
kan, boğazlan kurutan, ağızlan kanatan ince kum kasır­
gaları musallat ederlerdi. Bazan kumlar şarkı söylemeğe
başlardı. Çalgı kirişleri içinde rüzgarın çıkardığı seslere
benzer esrarlı, saf, yeknesak sesler işitilirdi.
Bazan acayip bir vadiden geçmek için acele edilirdi.
Deveciler bir ayak evvel buradan kurtulmak için hayvan­
ğ
larını döverlerdi. Çünkü orada nereden geldi i bilinmi­
yen bir vahşi gülüş tehdideden ve eğlenen bir şeytan kah­
kahası işitilirdi.
Yolda tesadüf edilen ilk mühim şehir "Eyle" idi ki kır­
mızı denizin uzamış bir körfezinin nihayetinde kurulmuş­
tu. Rivayete göre bu şehirde eskiden Yahudiler otururdu.
Bunlar, hak �·�lundan ayrılarak putperestliğe sapmışlar ve
Allah ceza olarak onların ihtiyarlarını domuza, gençlerini
maymuna çevirmişti.
Nihayet, Lut denizini geçtikten sonra "Büsra" ya geli­
nirdi. Burası Araplar ve Yunanlılar arasındaki mübadele­
lerin en bellibaşlı merkezi idi. Şehrin mazgallı duvarları
Rumların kudret ve kuvveti hakkında yüksek bir fikir ve.:.
rirdi.
Kervan, bu kalelerin eteğinde bir Nesturi manastırının
yanında konaklamış, Muhammet, orada Buheyra isminde
bir alim keşiş ile tanışmış.
Müslüman rivayetlerine göre bu keşiş, yakında dünya­
ya geleceğini kendi kitapları vasıtasiyle öğrendiği büyük
peygamberin bu küçük Arap çocuğu olacağım daha o za­
man sezmiş.
Ne olursa olsun Suriye, Muhammet üzerinde büyük bir
tesir bırakmıştı. Peygamber, bütün hayatında onu Allahm

45
en mübarek bir memleketi bildi ve bu yerler üstüne melek­
lerin kanad açhklanna inandı İbrahim Peygamber, Keldan
Urundaki putperestlerden kaçtığı zaman Suriyeye sığın­
mıştı. "Kitap sahibi"' olan milletlerin yurdu orasıydı. Eski
bir peygamber, ümmetini bu memleketi ele geçirmeğc teş­
vik etmişti. Nihayet, bu memleket, dünyanın en kuvvetli
imparatorunun mirasçıları ve en yüksek medeniyetin mü­
messilleri olan Şarki Roma hıristiyanlannın, memleke tiydi.
Muhammet, o yaşta Bizanslılar ile Araplar, bir Allahçılık
(rnonolheisme) ile putperestlik arasında mukayeseler yapa­
biliyor muydu? Bir zaman sonra bütün düşüncelerini ve
bütün hayatını saracak olan din meselelerini düşünmcğc,
çocukluğunu geçirdiği muhitin kaba itikatlarından şüphe­
lenmeğe başlıyor muydu?
Muhammet, pek küçük yaşta iken amcasının yanında ilk
defa muharebeye girdi. Bu muharebeye tarihçiler El Ficar,
(Dinsiz Muharebe, Cahiliyet Muharebesi) derler; çünkü bu
muharebe, memleketin en mukaddes ananelerine rağmen,
hac ayları mütarekesi zamanında olmuştur. Bu aylarda bü­
tün Arabistanda muharebe, düşmanlık, çapulculuk, adam
öldürme gibi vakalann muvakkaten durması lazım gelirdi.
Bu "Allah mütarekesi" zamanında Mekke civarında bü­
yük panayırlar olurdu. Bunlardan biri şehirden üç konak
uzakta Tarif ile Nahle arasındaki Ukaz mevkiinde kurulur
ve zilkadenin "başından yirmisine kadar devam ederdi.
Sonra hac biter bitmez Arafat dağının arkasında Mecna ve
Zül mecaz mevkilerinde iki panayır daha kurulurdu.
Bunların en meşhuru Ukazdı. Oraya yalnız alışveriş et­
meğe değil, eğlenmeğe de gidilirdi.
Burada büyük ticaret işleri yapılır, dört bir taraftan gel­
miş kervanların getirdiği havadisler, oyunlar, çalgılar,
danslar, şiirler burasını yirmi gün için kuvvetli bir hayat
merkezi, Arabistanın muvakkat kalbi haline getirirdi.
Ukaz hakkında bir fikir edinmek için Yunan olimpiyat­
ları ile şimdiki Fas panayırları arasında bir şey göz önüne
getirilmelidir_
Ukazda şairler halk karşısında şiirlerini okurlar ve biri-

46
birleriyle imtihan olurlardı. Altm harflerle yazılarak Kabe
tavanına asılan meşhur muallakat, ilk defa orada okunmuş­
tur. Bu müsabakalarda birinci çıkan; halk tarafından alkış­
lanır ve kabilesi kendisiyle iftihar ederdi.
Din fikirleri de yine bu Ukaz panayırında ortaya ahlıyor
ve yayılıyordu. Arabistandaki muhtelif mezheplerin muka­
yesesi orada kabil olur ve anlaşıldığına göre Hira ve Necran
hıristiyanları oraya pek çok giderlerdi.
Bir gün Ebu Bekir ile beraber Ukaza gelen Muhammet,
orada Necran Piskoposu Kıys bin Sadeyi dinlemiştir. Uzun
müddet çöllerin en büyük bir hatibi ve Arapların hakemi
olan bu kargibi beyaz sakallı ihtiyar; kambur, siyah devesi­
nin üstünde -kambur sırtını kendine kürsü yapmış- ahali­
ye va'zediyordu. Kıys bin Sade söz söylerken göğü, denizi,
geceyi, atları ve yıldızları şahit tutuyordu (Kuranın en eski
bazı süreleriyle bu şairane hutbe arasında, kullanılan bazı
kelimelere kc:ı.dar, büyük bir benzeyiş görülür.)
Kıys bu tüccarlar ve muharebeciler kalabalığına zengin­
lik ve dünya büyüklüklerinin hiçliğini anlatıyordu. O za­
manın belagat usulü icabı olarak ahenkli ve kafiyeli bir üs­
lup ile şunları söylüyor, daha doğrusu okuyordu:

"Ey insanlar, işitiniz ve anlayınız.


Yaşıyan ölür, ölen geçmiştir.
Olması lazımgelen şey olur.
Karanlık gece, yıldızlı gök .

. .
<
. . Kabarmış dalgal�r, parıldıyaıı YıldJzlar � .

"Aydınlık ve karanlık, adalet ve haksızlık, yiyecekler ve


içecekler, giyilecek ve yenilecek şeyler."
"Ne görüyorum? insanlar gidiyorlar ve gerigelmiyor�
lar."
"Yattıkları yer pek mi hoşlarına gidiyor ki . bir daha
kalkmak istemiyorlar."
"Yahut, terkedilmiş bir halde kalıyorlar da onları uyan� .
dıracak kimse mi olmuyor?''.
Kıys, saatlerce söyledi, fasıla vermeden birtakım hayal-

47
leri, hikmetleri, darbımeselleri biribiri ardısıra diziyor, bu
vezinsiz, fakat ahenkli şiirleri, bu bir mahir sanatkar eliyle"
"dizilmiş incileri" çıldırırcasına seven halkı hiç yormu­
yordu.
Birçok seneler sonra Muhammet, siyah devesinin üs­
tünden vaz'eden Kıysı hatırlıyor ve onun hutbesini oku­
masını Ebu Bekirden istiyordu. Hıristiyanların Muhammet
üzerindeki ilk tesirlerinden biri, muhakkak, bu oldu.
Berrad bin Kays isminde sarhoş ve sefih bir Kinanf var­
dı ki kabilesinden kovulmuş, Mekkenin dış mahallelerinde
türlü yolsuzluklar yaptığını söY,lediğimiz kapun harici (hil­
filfudul) arasında yasamağa başlamıştı. Bu adam, Mekkeye
gelmiş ve Harb bin Ümeyyenin müşterisi (halif) olmuştu.
Be;rrad, orada alabildiğine içıneğe ve türlü rezaletler çıkar­
mağa başladı. Bunun üzerine Harb, Berradı kovdu. O da
Hiradaki Lahmller Kralı Nomanm yanına gitti. Kıral, her
sene Ukaza misk yüklü bir kervan gönderiyor ve oradan
meşin, kaytan ve çizgili Yemen, kumaşları getiriyordu.
Berrad, bu kervanı, Beni Kinanelerin himayesiyle Hicaza
götürmeği teklif etti. Aynı zamanda Havazinlerden Urva
Er Rahal da kervanı Necit yolundan Hicaza kadar götür­
mek için ikinci bir teklifte bulundu. Kıral Noman Urvayı
tercih etti.
Berrad, fena halde kızdı ve bir fırsat bulup öç almak
içim Urvanın peşine takıldı. Urva, bu adamı pek hiçe say­
dığı için kervandan kovmağa tenezzül etmedi. Berrad, bir
gün onun bir ağaç dibinde uyuduğunu gördü, hemen üs­
tüne atılarak soğukkanlılıkla öldürdü ve develeri zaptetti.
Bu adam, yaptığı alçaklıktan; utanmak şöyle dursun bila­
kis bu vaka üzerine tantanalı şiirler yazarak övünmeğe
başladı.
Berrad'ın, bu cinayeti zilkade ayında, "mukaddes mü­
tareke" "zamanında yapmış olması onun mesuliyetini bir
kat daha arttırıyordu.
Çaldığı develerle beraber kaçarken yolda Kureyşllerden
Bişr tesadüf etti ve ona:

48
- Git çabuk Kureyşflere söyle... Havaziı:ıler onlardan
intikam almak istiyorlar, dedi.
- Ben zannediyorum ki onlar yalnız senden öc almak­
la iktifa ederler.
- Hayır. Ölen adam onların reislerinden biridir. Bunun
için bir kinanfnin kanı kafi gelmez.
Bişr, hemen Ukaza gitti, vakayı vatandaşlarına anlattı,
onlar da hemen Mekkeye döndüler.
Havazinler, akşama doğru Urvanın öldürüldüğünü
°
haber aldılar. Fena halde kızarak hemen Mekkelileri taki­
be çıktılar. Onların şairlerinden Lebid bu esnada şiirler
yapıyordu.
Havazinler, Kureyşflere gün batarken, Nahle mevkiin­
de yetiştiler ve aralarında bir çarpışmadır başladı. Harb,
elinde Kusay bayrağı ile merkezde, Abdullah ile Hişam
sağ ve sol cenahlarda duruyorlardı.
Kureyşfler adetçe daha az oldukları için hem çarpışı­
yorlar, hemde "deliklerine doğru kaçan kertenkeleler gi­
bi" Mekkeye doğru gidiyorlardı.
Mukaddes toprağın, haremin, hudutları Havazinleri
durdurdu. Onlar:
- Gelecek c:�ı:ıe sizi yine Uka.zda bekliyoruz, diye bağ­
rıştılar. (Aceleye ne lüzum vardı? Bu nevi muharebecikler
bir nevi spordu).
Ebu Süfyanın babası, Harb'ın emri üzerine:
- Pekala ... gelecek sene Ukazda buluşuruz, diye ce­
vap verdi.
Ahlaksız Berrad, Kıra! Nomanın develerini ve miskle­
rini Mekkede sattı ve parasını az zamanda sefahet yerle­
rinde yiyip tüketti. Kureyş burjuvaları bu nevi serserilere
göz yurnarlardı, çünkü yeri geldiği zaman onların kılıçla­
rına ihtiyaçları vardı. Sonra bu eliaçık serseriler sayseinde
şehirde hayli alışveriş oluyordu.
Ertesi sene iki fırka muharebeye hazırlandılar. Hava­
zinler Kureyşfierden evvel Ukaza geldiler ve bir tepe üze­
rinde yerleştiler. Sonra da Harb'ın kumandası altındaki
Kureyşfler, müttefikleri olan Beni Kinanelerle beraber bir

49
hendeğin kenarına gelip durdular. Mekkeliler evvela düş­
manı yenecek gibi görünüyorlardı. Fakat sonradan gerile­
meğe başladılar. Harb, Beni Kinanelere hiçbir surette yer­
lerinden kımıldamadan Mekkelilerin arka tarafını muha­
faza etmelerini emretmişti. Fakat Kureyşfler gerilemeğe
başlayınca onların bir kısmı ilerledi, bir kısmı da kaçmağa
başladı.
Muhammet, böylece kendi hemşehrilerinin bir ikinci
bozgununu görmüş oldu.
İki ay sonra Ablada, Panayır yeri civarlarında bir üçün­
cü çarpışma oldu; Havazinler tekrar galip geldiler.
Bunun üzerine iki taraf da yardımcı kuvvetler getirtti,
Ukazda 'yeniden bir muharebe başladı.
Bu üç bozgun, Ü meyeynin arslan ismi verilen altı oğlu­
nu fevkalade üzmüş ve hiddetlendirmişti. Onlar pek fazla
bir sıkı görürlerse kaçmamak, yahut da düşmanı yenmeğe
veya ölmeğe karar vermiş olduklarını göstermek için -tıp­
kı deve ayağı bağlar gibi- kendi ayaklarım sımsıkı bağla­
dılar. Bir dizleri yerde, sol baldırları sağ oyluklarına iple
bağlanmış, durup dinlenmeden -düşmanım bu sefer de
altüst edeceğinden şüphe etrniyen- Havazinlere ok yağdı­
rıyorlardı. Ancak bu defa tantanalı mısralar, zafer kaside­
leri okumak sırası Kureyş şairlerine geldi.
Dört sene nihayetinde aşağıdaki garip şartlarla iki taraf
arasında bir sulh imzalandı. (Kabile temeli üzerine kurul­
muş cemiyetlerde böyle vakalara çok tesadüf edildiğini
ayrıca kaydedelim.)
Muharebe meydanındaki ölüler sayılacak, az adam
kaybetmiş olan taraf çok adam kaybedene -ölüler arasın­
daki fark sayısınca- diyet: kan bedeli verecekti. Hasılı, bu
şarta göre muharebe tazminah galiplerin kesesinden çı­
kardı.
Gaye şudur: muharebeden sonra her kabilenin kuvveti
karşısındakine nisbetle evvelce ne ise yine o derecede ka­
lır; öyle muharebeler görülmüştür ki onlarda çok insan
kaybeden taraf düşmanını da aynı zarara uğratmak için

50
çarpışmağa devam etmiş ve bu suretle uzun zaman muha­
rebenin arkası alınamamışhr. Kan bedeli; muharebeleri ça­
buk bitirmek için en iyi bir çare olrnuşhır. Havazinler tara­
fında yirmi fazla ölü bulunduğu içki Kureyşiler, onlara bu
yirmi kişinin diyetini vermişlerdir.
Bu muharebenin neticesi ona sebebolan katili tel'in için
lisanamaledilen "Berrad' dan daha şerir" tabiri ile bir mik­
tar ka.side olmuştur.

51
4

Hatice

"Ben fakirken o beni zengin etti.


Herkes beni terkederken o bana
ku vvet verdi; bana herkes yalancı
derken o inandı." '

Muhammet, fakir bir yetim olduğu.için gençliğinde bir­


çok 'zenaatlere girip çıktı. Amcası Zübeyr ile beraber Ye­
mene gitti. Yirmi yaşında iken ona bazan çobanlık ettiri­
yorlardı. Bu iş, çok kere esirlere ve kızlara yaptırılırdı. Bu­
nun için yirmi yaşında bir gencin haysiyetine dokunmama­
sına imkan yoktu.
Bir zaman Mekkede küçük bir dükkan işletti. Birkaç de­
fa da kervan seferlerinde sahş memurluğu etti.
O tarihte Mekkenin bellibaşlı zenginleri arasında Hatice
isminde bir dul kadın vardı. Bu kadın, Kureyşflerin Beni
Eset aşiretinden idi. İki defa M ahzumilerden iki bankacı ile
evlenmişti.
Hatice, işlerini, babası ve birkaç emniyet ettiği adam
yardımı ile, kendi idare ederdi. Ticarethanesi çöl Venedigi­
nin en bellibaşlı firmalarından biri olmuştu.
Haticenin memurlarından biri -ki aynı zamanda onun
yeğeni olurdu- Muhammetle beraber seyahat etmiş, bu na­
muslu, ağırbaşlı ve gözüaçık çocuğu çok beğenerek genç
kadına tavsiyet etmişti. Muhammet, bir gün bu adamla be­
raber Haticenin evine geldi. Kadın da onu beğendi. Bu yir­
mi beş yaşındaki genç adamın erkekçe güzelliği, açık çeh­
resi onda gayet iyi hisler uyandırdı. Bunun üzerine Hatice
Muhammedi ehemmiyetlice bir aylıkla hizmetine aldı.

52
Az zaman içinde Muhammet, ticarethanenin en emni­
yetli bir memuru oldu, ona ait kervanları bütün Arabistan
içinde dolaşhrmağa başladı, işlenmemiş zekası, muhtelif
soylar ve dinlerle karşılaşhkça acılıyor, sonradan kendisine
çok yardımı dokunan bilgilerle zenginleşiyor, insanları da­
ha iyi tanımağa başlıyordu.
Muhammet, bu seyahatler esnasında muhtelif yerler­
den, Necid yaylalarından, Medyan vadilerinden, içlerinde
Avrupadan gelme yemiş ağaçlan yetişen- bahçelerle Taif i
kuşatan Serat tepelerinden; yetişmiş kızlarını satan, misa­
firlerine, büyük bir cömertlikle karılarını ikram eden vahşi
kabilelerin oturduğu Asfr dağlarınaan geçiyordu. Kerten­
keleler, dağ sıçanları yiyen, hem maddi, hem şair, hem fa­
kir, hem debdebeli bedevilerle bir «çadı�da yaşıyordu.
Haticenin işleri gayet iyi gitmekte idi. Güzel memuruna
olan emniyetinin artması üzerine onu daha kuvv.etle ken­
dine bağlamak istedi. Bu fikri bir gün esirlerinden Meysi­
reye açtı, o da Muhammedin ağzını aramağı kabul etti.
Meysire bir akşam:
- Sen yaştaki erkeklerden birçoğunun kansı ve çocuk­
ları var. Hatta birçokları evlendiler de ayrıldılar bile. Sen
neye evlenmiyosun,, dedi.
Vaktiyle geçinmek hususunda çok sıkınh çekmiş olan
Muhammet, şu cevabı verdi:
- Şimdi, şüphesiz, hayahmı kazanıyorum. Fakat benim
kendime ait hiçbir şeyim yok. Fakirim. Babam da yok.
Elimde evlenecek, alacağım kıza ağırlık verecek para var
mı?
- Pekala! Ya senin parana muhtaç olmıyacak güzel,
zengin, asil bir kadın çıkarsa ne dersin? O vakit senin için
de düşünülecek hiçbir şey kalmaz değil mi?
Muhammet, esirin kolunu yakalıyarak:
- Kimden bahsediyorsun? dedi. Ne söylemek istiyor­
sun? Cevap ver.
- Haticeden.
- Bu, nasıl mümkün olur?

53
- Mümkün olmıyan şey yoktur. İşi bana bırak. Hiçbir
şeye karışma, ben sana söz veriyorum.
Esir, bugünlük bununla iktifa etti ve Muhammedi, dü­
şünceleri içinde, yalnız brraktı.
Ertesi gün Hatice, memuruna bir kadın gönderiyor ve
"Ben senin karın olmak istiyorum." diyordu.
Kadın, ne ister de olmaz? Hatice, bu işi muvaffakiyet­
le bitirdi. Yalnız, ailesi vaktiyle asfl Beni Manzumlarla ev­
lenmiş olan bir kadının daha az ehemmiyetli bir aşiretin
meteliksiz ve şöhretsiz yetim bir çocuğu ile evlenmesini
pek şerefli bir şey addedemiyerek biraz itiraz etti.
Haticeye, küfvü addedilmiyen bir adapıla evlendiği
için neler söylendiği, hele kırka varan yaşı için ne hoşa
gitmiyecek şekilde taşlar atıldığı kolayca anlaşılabilir.
Hatta onun babasnu, yahut amcasını kandırmak için
güzel bir yemekten sonra sarhoş ettiğini söyliyenler bile
olmuştur.
Hatice, para ve mal canlı bir kadın değildi. O, zengin­
liğe ancak gönlünün istediğini daha kolayca elde etmesi­
ne vasıta olduğu için ehemmiyet veriyordu.
Fevkalade neşeli ve eğlenceli bir düğün yapıldı. Ebu
Talip, aşağı yukarı beş yüz dirhem kıymetinde yirmi de­
ve hediye etti ve küçük bir nutuk söyledi. Bu nutukta Ku­
reyşin büyüklüğünü ve yeğeninin faziletlerini methedi­
yor, onun geçici dünya zenginliklerinden ziyade hakiki
ruh zenginliklerine sahip bulunduğtinu, anlatıyordu. Zi­
yafet gecenin pek geç vakitlerine kadar sürdü. Hurma şa­
rabı su gibi aktı, bundan başka birkaç kıymetli üzüm şa­
rabı tulumu da açıldı.
Evin iç avlusunda meşalelerin ve Arabistan göğü yıl­
dızlarının ışığında gelinin esirleri olan birçok Arap kızla­
rı teflerle raksediyorlar, yahut şarkı söylüyor�ardı.
Evin eşiğinde bir deve boğazlanmıştı. Fakir fukara,
onum etini paylaşmağa geliyorlardı.
Hatice, işlerinin idaresine yine kendi devam ediyor, fa­
kat kocasının hayatını emniyet altına alıyordu.
İnsanlara ancak paralan nisbetinde kıymet veren bu

54
tüccarlar cumhuriyetinde Muhammet, eskisinden bir par­
ça daha az silik bir insan oldu. Onun ahlakını çok beğeni­
yorlar ve sadık, samimi, inanılır adam manasına gelen "El
Emin" ismini veriyorlardı. Böyle olmakla beraber Mu­
hammedin şimdilik pek ehemmiyetli bir mevkii yoktu ve
hiç kimse onu Kureyş eşrafı mertebesine çıkarmağı aklın­
dan geçirmiyordu. Ancak? Rivayet edildiğine göre, bir
vaka onan birdenbire yükselmesine ve parlamasına sebe­
boldu.
605 senesinde Mekkeliler Kabe mescidini daha mü­
kemmel bir pian üzerine yeniden yapmağa karar verdiler.
Sicilyalı "Diyodor"un İsa Peygamberden elli sene evvel
tasvir ettiği eski Kabe, adeta Arabistanın panteonu hük­
mündeydi. Mekke meydanının ortasında bulunan ve kış
yağmurlarının taşmasiyle birkaç defa yıkılmış olan bu
dört köşeli küçük ve çürük binanın içi resimlerle süslen­
miş, dışı birçok putlar, heykeller, daha doğrusu ham taş­
lar, dikili taşlarla çevrilmişti. (Rivayete göre bu putların
sayısı üç yüz altmışa varırdı . Bir senenin de aşağı yukarı
bu kadar gün olmasına göre o vakitki dinin heyet ilmi
"astronomi" ile münasebeti bulunan bir din. olduğu anlaşı-
lı�)
Kabenin etrafında klaptan işlemeli bir büyük perde var­
dı ki her sene aşure günü (senenin ilk ayı olan muharremin
onuncu günü) değiştirilirdi.
Kılıçları eritmek suretiyle Mekke için bir demir kapı
döktürülmüş ve bu kapı Abdülmuttalibin Zemzem Kuyu­
sunu ayıklatıp tamir ettirirken bulduğu altın ceylandan ya­
pılmış lavhafarla süslenmişti.
Kabenin içinde büyük bir hürmetle tapılan Hübül tanrı­
sının bir resmi vardı.
Miladın üçüncü asrında bir Kuzayi prensi bu heykeli
Amalikalardan alarak Kabeye koymuştu. Kırmızı akikten
(hakik) yapılmış olan bu put, altın elli bir sakallı ihtiyarı
gösteriyor ve "bu ihtiyarın üstünde türlü türlü ıtırlarla ve
safranla kokulandırılmış renk renk kumaşlardan bir elbi­
se bulunuyordu.

55
· Mühim bir mesele hakkında bir karar verileceği zaman
bu Hübül heykelinin önünde kura çekiliyordu. Bu kura
için yedi tane uçsuz ok vardı, oklardan her birinde şu söz­
lerden biri yazılıydı: 'evet', 'hayır', "diyet: kan bedeli', 'o
sizdendir', 'yabancı', 'su' . .
Birisi evlenmek, kuyu kazdırmak, elinden çıkan bir ci­
nayet için diyet vermek gibi bir işte karar mı vermek isti­
yor? Evvela Kabeye gelip puta yalvarırdı. Bir rahip, bu
okları karıştırır ve rastgele bfr tanesini çıkarırdı.
Heykelin altında kıymetli hediyelere ve kurbanların
kanına mahsus bir bodrum vardı. Hatta İsa ile Meryemin
de Kabe direklerinden biri üzerihde resimleri bulunduğu­
nu rivayet ederler.
Her aşiretin ayrı bir sanemi (fetich,e) vardı, bu sanem
"kubbe" denen bir nevi mahfaza içinde durur, istenilen
yere taşınır ve hatta şarkı söyliyen bedevi kızlarının ara­
sında muharebelere götürülürdü. Kabilelerden bazılarının
bundan başka bir yerli putu ve bazan bir mabedi vardı.
Bu mabetlerden ve putlardan başlıcaları şunlardı :
Yemende Beni Kahtanların Zülhulusa mabedi; Ne­
cid' de Beni "Rabia bin Kaabların Rodha putu; İrakta Sen­
dad şehrinde Beni Valilerin Zülkabat; Taifte Beni Sakif
elerin El Lat; Nahlede Kureyşflerin El Uzza; Hüdeydede
Menat ilahının mabetleri.
Fakat Kabe, Arabistanın ekseri yerlerinin müşterek
mabediydi, Allahın evi (Beytullah) ve daha küçük mabut­
ların panteonu idi. Hac için yalnız oraya gelinirdi. Mekke­
nin asıl kendi fetişi Kara Taş "Hacer-i Esvet" ti. (Belki bir
aerolit yahut da -suda yüzdüğü rivayet edilmesine göre­
bir süngertaşı.)
Kabe binasının insan boyunda bir yerine kakılmış olan
bu: Kara Taş, cennetten yeryüzüne gönderilmiş tek bir şey
addedilirdi. O, Cebrail vasıtasiyle İsmail Peygambere gel­
miş ve insanların günahiyle böylece kararmıştı.
Kabenin, aslında, bu Kara Taşın bir çerçevesinden iba­
ret olması pek mümkündür.

56
Kabenin etrafını tavaf edenler, yani yedi defa dolaşan­
lar onu hürmetle öpüyorlar, yahut parmaklarının uciyle
dokunuyorlardı. Erkekler bu ibadeti çıplak olarak, kadın­
lar da yalnız: bir gömlekle yaparlardı.
.Bir insan boyundan pek az farklı olan bu minimini ma­
bede bir gece bir hırsız kolaylıkla girmiş ve Hübülün mu­
hafaza ettiği bodrumdaki hazineyi çalmışh. Her halde bu
binayı yükseltmek ve üstünü bir dam ile kapatmak çok la­
zımdı. Bunun için bir fırsat çıktı. Ciddede bir Bizans gemi­
si karaya oturmuştu (Mısır fir' avunlarmın Ferdinant do
Leseps'ten pek çok evvel açtıkları kanal vasıtasiyle Akde­
nizden Arabistan sahillerine birçok gemi'ler gelir giderdi.)
Bu geminin enkazından gayet güzel tahta çıkardı; sonra
Mekkede bir de mükemmel marangoz vardı.
Mekkeliler bu mukaddes mabede el sürmek hususunda
çok tereddüdettiler; uzun'zaman mabutlardan bir işaret
beklediler; nihayet onu yıkmağa karar verdiler.
Kabenin yeniden yapılması işi Kureyşin muhtelif kabile­
leri arasında paylaşhrıldı. Duvarlar bittikten sonra Kara Ta­
şı yerine koymak zamanı geldi. Bu şeref kime verilecekti?
Mekkeliler beş g'.iıı: "bu ağır meselenin münakaşasiyle
uğraştılar, aralarında korkunç fırka kavgaları çıkmasına bı­
çak sırtı kaldı. Her kabile bu şerefi kendine layık görüyor,
başkasına kaptırmamak için var kuvvetiyle çalışıyordu.
Beni Abdüddarlar ile Beni Adi'ler kuvvetli aşiretlerden
birinin bu şerefi çalmasına mani olmağa karar verdiler ve
kan dolu bir tasın içine dirseklerine kadar kollarını daldı­
rarak korkunç bir yemin ile biribirlerine bağlandılar.
Şehirde bir kardeş muharebesi mi çıkacaktı?
Nihayet, bir ihtiyar, kapıların birinden mescit avlusuna
girecek ilk kimseyi hakem tayin etmeği tavsiye etti. Mekke­
liler bunu kabul ettiler ve neticeyi beklediler. Biraz sonra
bütün gözlerin çevrildiği tarafta genç ve dinç bir adam gö­
ründü. Açık ve ciddf bir yüzü, siyah bir sakalı vardı. Yürü­
yüşünde yapmacıksız bir asalet, gevşeklikten ileri gelmi­
yen bir ağırlık vardı.

57
Mekkeliler bir ağızdan bağrıştılar:
- Emin geliyor... Haşimf Muhammet bin Abdullah bi­
zim bu davamızı fasletsin ...
Muhammet, büyük
koydu; ve bir rida (manto) getirtti; Kara Taşı
onun üstüne J şöyle karar verdi ki Kureyşin muh­
te;;;si eden
telif kabilelerini
Abdül �� Zem'a, Ebu Hedayfa, Kays bin
Ad ve Beni !ardan Utbe mantonun kenarları­
nı tutacaklar ve onu yukarı kaldıracaklar. Sonra kendisi
mukaddes taşı eline aldı ve onu mabedin şimal köşesine
yerleştirdi. Bu neticeden herkes memnun kaldı.
Muhammedin Haticeden birkaç kızı oldu: Zeyneb, Ru­
kiye. Ümmü Gülsüm ve Fatıma .Ana, (Muhaınmedin çocuk
doğuran ve peygamber neslini devam ettiren tek kızı) bun­
dan başka bir de Kasım isminde oğlu doğduğunu rivayet
ederler. Peygambere Muhammet Ebü1kasım derlerdi . . Fa­
y
kat şunu da kaydehnek lazımdır ki insanın bö le bir isim
almak için mutlaka baba olması icabetmezdi, nitekim daha
beşikte iken filan ebu filan diye çağırılan çocuklar çok gö­
rülmüştür.
Bu erkek çocuk ile öteki kızlardan tarihte hiçbir iz kal­
mamıştır. Bu çocukların dünyaya geldikleri doğru ise her
halde pek küçük yaşta ölmüş olacaklardır.
Bu itibarla Muhammedin bir zaman bir ahret evlat edin­
meği düşünmüş olmasına hayret ehnemelidir.
Haticenin yeğeni bir kervanla Suriyeye gitmiş ve dönü­
şünde birkaç esir getirmişti.
Afrika zencilerinin, yahut Arabistan muharebelerinde
ele geçmiş esirlerin köle olarak alınıp satılması memleketin
en karlı bir ticaretiydi. Ve Kureyş asilzadeleri bu insan tica­
retini hiç hor görmezlerdi.
Bu esirler arasında Beni kelbler kabilesinden Zeyd bin
Harise isminde bir delikanlı vardı. Zeyd bir akın hareketi
(gazve) neticesinde esir düşmüştü.
Muhammet, bu güzel delikanlının satılığa çıkarıldığını
görüp hayran oldu ve onu yeğeninden satmalmasını karı­
sından rica etti. Hatice, Zeydi satın aldı ve az bir zaman
sonra peygamber onu azat etti.

58
Delikanlının babası, oğlunun Mekkede olduğunu haber
alarak oraya gelmişti. Bu adam Zeydi'kurtafrmak için para
vermeyi teklif etti. Peygamber şu cevabı verdi:
- Eğer seninle gitmek isterse para vermeden gitsin.
Yok eğer evlat ve dost olarak benim yanımda kalmağı ter­
cih ederse onu niçin yanımda alakoymayım?
Efendisine çok derin bağlarla bağlanmış olan Zeyt onun
yanında kaldı. Muhammet, onu resmen kendisine evlat et­
ti ve Zeyd onun en fedakar bir taraftarı ve dostu oldu.
Haşimller, yukarda söylediğimiz gibi, pek hali vakti ye­
rinde adamlar değillerdi. Abdülmuttalibin çocukları ara­
sında en zengini tüccar ve faizci Abbastı. Fakat ne çare ki o
Ş
da çok hasisti. Bir sene, uzun sürmü bir kuraklık neticesin­
de memlekette kıtlık olmuş ve başında beslenecek bir alay
çocuk olan Ebu Talip sıkıntıya düşmüştü.
Ebu Talibin yeğeni Muhammet, evlendikten sonra ihti­
yaçtan kurtulmuş olduğu için, bu fakir aile reisine. yardım
etmeği Abbasil teklif etti. Bunun iizerine her ikisi Ebu Tali­
bin yanına gittiler ve çocuklardan birini bakıp büyühnek
üzere, yanlarına almak istediler.
·

. ihtiyar cevap verdi:


- Çocuklarımın E'!> zekisi olan Akili bana bırakmanız
şartiyle razı olurum. Ötekilere ne isterseniz yapın.
Ebu Talibin bu sözü öteki çocukları olan Ali ile Cafer
için pek hoş kaçmamıştır.
Rivayet doğru ise o günden sonra Muhammet ile Ab­
bas, Ali ile Caferi yanlarına almışlar ve her biri çocuklar­
dan birine babalık etmişerdir.
Muhammedin evi karı koca saadetinin ve aile faziletle­
rinin "bir numunesi idi. Hatice, en temiz ve bulunmaz bir
kadın, Muhammet, kocaların en emsalsizi oldu. Alhnışına
doğru on kadınla zor iktifa eden bu insan, kendinden çok
yaşlı olan kansı için en sadakatli bir koca idi. Hatice, onun
için sade kan değil, aynı zamanda bir sevgili, bir ana, bir
dost, bir dert ortağı ve bir tesellici oldu.
Muhammedin ilk gençliği çok temiz geçmişti. Öyle ri­
vayet edilir ki Mekke civarındaki tepelerde koyun güttüğü

59
sıralarda, dışarı mahallelerdeki fena evlerde gençliğinin
ateşlerini söndürmek için iki defa şehre inmeğe kalkh, iki
defa bu arzu ile yollara düştü. Fakat her birinde akla gel­
mez birtakım engeller çıkarak onu geri çevirdi.

60
5

Peygamberlik

"Okumak bilmiyorum ."

Bir zamandan beri Muhammet, iğlerini bir parça ihmal


ediyordu. Artık ticaretle ve kervantariyle eskisi kadar uğ­
raşmıyordu. Karısının serveti evvelden olduğu gibi munta­
zam surette artmıyordu.
Muhammet, artık her gün ekmek parası kazanmak kay­
gusundan kurtulmuştu. Parayı para olduğu için istıemiyor,
onu bir gaye değil, bir vasıta addediyordu. Elindeki para­
dan kendi ruh zevklerini tatmin etmek için istifadeye baş­
lamıştı. Muhammette bir yalnızlık ve düşünmek meyli
uyanmıştı.
Çöldeki birkaç hıristiyan keşişinde gördüğü üzere "ta­
hannüs" e başlaciı; ·

Hele ramazan aylarında mutlaka Hira dağında bir ma­


ğaraya çekilmeği adet etmişti. Arasıra yiyecek, içecek geti­
riyorlar ve o uzun günler kendi kendine düşünüyor ve dua
ediyordu. Bütün kuvvetli ruhlar, derin ve ciddi zekalar gi­
bi onun da yalnızlığa ihtiyacı vardı. Hatta kendini tama­
miyle politika ve muharebe işlerine vermiş bir hükümet re­
isi olduğu zaman bile arasıra bu kuvvet, muvazene ve irfan
pınarında ruhunu tavlamaktan gerikalmamışh.
İlham için çok lüzumlu olan bu yalnızlık zamanlarında
kimsenin kendisini rahatsız etmemesini istiyordu. Kuran,
peygambe' rden izin alınmaksızın yanma girilmesini ve
uzun müddet kendisiyle beraber kalınmasını müminlere
meneder. İnsanları sevk ve idarede çok mahir olan bu zat,
onlann beyhude didinip uğraşmalarına, bayağı dünya

61
menfaatleri için biribirlerini yemelerine karşı nihayetsiz bir
nefret duyar: "Bir koyun sürüsünü dağ tepelerinde otlat­
mağa götürmek ve böyle iman selametiyle dünyanın kav­
ga ve gürültülerinden uzağa kaçmak bir mümm için he­
men hemen saadetlerin en büyüğüdür."
Onu Hira dağının haşin ve kuru boğazlarında bir kaya­
nın üstüne uzanmış tasavvur etmeli. Ayakları alhnda sah­
ra ve Ebi Kubeys dağı eteklerine asılmış şehir vardır. Orta­
lık kararıyor,-Yarıçıplak çobanlar yaldızlı bir toz içinde ko­
yunlarını getiriyorlar. Hava, o kadar saf ve sakindir ki on­
ların bağırhları ve sopalarının taşlar üstünde çıkardığı ses­
ler ta uzaktan işitiliyor. Tepeler, 'güneşin son 'ışıkları ile ki­
reçleşmiş gibi kırmızıya yakı» bir sarılık alıyorlar. Yaşa­
makta inadeden ve nihayetsiz bir. müda.faa vaziyetinde ür­
per!p kalmış gibi görünen diken yapraklı birtakım ağaççık..:
ların renkleri soluyor.
Muhammet, ilk yıldızların çıktığını görüyor. O, bu yıl­
dızları Mekke taraçalarından ve bir kuyunun yanına kurul­
muş çadırın kapısından kaç defa seyretmemiştir? Onların
hareketlerini idare eden yanılmaz ve şaşmaz nizam ve
ahenge kaç defa hayran olmamıştır? Bu yıldızlar, çöl gece­
lerinde o kadar çok ve o kadar parlakhr ki insan, onların
büyük bir ocağın ateşlen gibi adeta çıtırdadığını işitir. Gök­
yüzünde, anlamasını bilenler için,, birtakım gizli işaretler
ve alametler bulunduğu muhakkaktır. Dünyada birçok sır­
lar vardır ve dünyanın kendisi bir sırdır. Fakat acaba gör­
mek içih gözlerini açmak, işitmek için etrafa kulak vermek
kafi değil midir? Aina hakikaten görmek için. Ya işitilmek
istenen şeyler hangi tarife sığmaz sözlerdir? İnsanlar, göz­
leri olduğu halde görmezler, kulakları olduğu halde işit­
mezler. Fakat ona öyle geliyor ki bazı şeyler işitiyor. Yıldız­
ların öte tarafından gelen sesleri kavramak için temiz bir
kalbden, halis ve her şeye hazır bir ruhtan başka bir şeye
malik olmak lazım mıdır?
Muhammet, bir zaman sonra bu yıldızları, bu muhte­
şem gök kubbesini, ·ışıkları samimiyetin ışıklan gibi müte-

62
vazı ve kuvvetli olan bu ayı kendisine tanık tutacakbr. He­
le o ay ki renksiz bir gümüş çizgi halinden narin bir hilal ve
daha sonra parlak bir tam ay haline gelinceye kadar geçir­
diği safhalar ahenkli bir rakıs gibidir.

"Batan yıldız üzerine yemin ederim. Gökyüzü ve gece


yıldızı üzerine yemin ederim. O gece yıldızının ne olduğu­
nu kim sana öğretecek? Etrafa mızraklar saçan o yıldız.,
burçlar mıntakası işaretleriyle süslenen gökyüzüne yemin
·

ederim."
Bu yıldızlar bir gün düşmiyecekler mi? Bu ay, yanılmı­
yacak mı? Bu gökyüzü, bir manto gibi derilip bükülmiye­
cek mi? Toprak, fena veya orta kıymette insanları bir gün
püskürüp atmıyacak mı? Güneş, ışığını kaybetmiyecek mi?
Bu yıldız kümeleri bir gün, kim bilir nerelerden gelmiş bir
nefesle, darmadağın olmıyacak mı? Hıristiyanların iddia
ettikleri gibi Allah bir gün yerden hesap istemiyecek mi?
İstiğraka dalan şarklının hareketsizliği kuru bir uyuşuk­
luk değil, bilakis doğurucu bir düşünme, bir kuvvet topla­
madır. Bu uzun düşünceler zihni temizler, ruhtaki keşif
kuvvetlerini besler ve inşam yalnız manevi büyük keşifler
için değil, icabında dünya işleri için de hazırlar. Böyle derin
istiğraklara dalanlar arasında yorulmaz yaratıcılar da çık­
mıştır. Çoğu yapmağa muvaffak olan azı hiç şüphesiz ya­
par. Hakiki istiğrak esas itibariyle, halis, muhlis bir iş, etraf­
tan alınan bütün tesirlerden kurtuluştur.
Muhammet, bir buhrana tutuldu. Zihnindeki muamma­
nın hallini dağların yalnızlığı içinde aramağa geldi. Başının
üstündeki göğü seyretmek ve kendi ümmi, tabif, temiz, en­
gelsiz kalbini derin derin dinlemek suretiyle eşyanın kal­
binden sızan onsuz, sonsuz hakikati -çölün büyük sesinde
.;,..işitebilecek miydi ?
Muhammet, insanların doğru gördüklerinden ve doğru
düşündüklerinden şüphe ediyordu. O, ancak hakikati, in­
kar «dilemez olan hakikati kabul edebilir, ancak hakikat
içinde yaşıyabilirdi. Etrafında gördüğü hakikat değildi.
K�rvanlara sermaye v,eren n1Urabahaplar, çapulcu ve anar-

63
şici bedeviler, vicdansız serseriler, Mekkenin dış mahallele­
rindeki şüpheli yabancılar hayatın hakiki manasını bilmi­
yorlardı. Onların unuttukları çok esaslı bir şey vardı. Kabe­
nin etrafında nöbet bekliyen putlar yalancıydı. Uzun sakal­
lı ve türlü ıtırlarla kokulandırılmış, alaca «Ibiseli Hübül Al­
lahı sahici bir Allah değildi. Fakat hakikat neydi? Yalnız bu
suali kendine soran insandı ki insan ismine layık olurdu.
Hakikat neredeydi ?
Vaktiyle Zeyd bin Amir isminde akıllı bir Kureyş!, Ka­
be önünde secdeye kapanarak dua etmeğe geldiği zaman
mabedin kapısına yaslanır ve hemşehrilerini boş vehimler
içinde yaşamakla ittiham ederdi Bu adam, şpyle bağırırdı:
- Ey Allah, senin en çok hangi ibadet şeklinden hoşlan­
dığını bilsem öyle yapardım. Fakat ne çare ki bunu bilemi-
yorum. .
Evet, sahici dini tanımak nasıl mümkün olurdu ? Acaba
hak dini Yesrip ve Hicaz vahalarında pek çok kuvvet ve ik­
tidar sahibi olan Yahudilerin dini miydi ? Yoksa ellerinde
insana hürmet: veren bir kitap bulunan hıristiyanların dini
mi?
Muhammet, seyahatleri esnasında bu hıristiyanları ga­
yet iyi tanımış ve takdir etmişti. Onlar, hatta Mekkede, he­
le Habeşistandan gelmiş esirler arasında pek çoktular. Asfl
Arapların bilmediği hakikati bu ayak takımının bilmesine
imkan var mıydı?
Muhammet, bu dine karşı bir cazibe duyuyordu. Ne ça­
re ki onu tanımıyordu. Sonra bu cahil insanlardan bir şey
öğrenmeğede imkan yoktu. Onlar, kendi aralarında bile
pek anlaşamıyorlardı. Her halde onun doğrudan doğruya
gelecek bir ilhama ihtiyacı vardı.
Zeyd, bir şair ve bir aklı başında adam J. O, cinlere, pe­
rilere değil, yalnız Allaha inanıyordu. Şiirlerinde yerin ve
göğün yaratıcısı olan bir Allahı takdis ediyordu. Bu adam,
ahmak insanların ahmak Allahları olan El Lat ile El Uzze­
ye inanacak kadar deli olmadığını söylüyordu.
Gün ışığı gece hayallerini ve karanlığın vehimlerini na-

64
sıl dağıtıyorsa aklın aydınlığı da bu boş fikirleri öyle dağıt­
malıydı.
Muhammet, bir gün ona Mekke civarında rastgelmiş ve
onu yemeğe davet etmişti. Fakat sofraya konulan et putlar
için kesilen kurbanların eti olduğundan Zeyd, yemek ye­
memişti. "Ben ancak, Allah adını anarak kesilen hayvanla­
rın etini yerim .. " diyordu. Kureyşflerin dini neyse, o zama­
na kadar, Muhammedin dini de o olmak icabederdi. ihti­
yar şairin bu hali Muhammede çok tesir etti. Sonradan
Zeydin bazı dostları ve talebeleriyle ahbabolması onun
şüphelerini büsbütün arttırdı.
Bir gün Nahle vadisinde El Uzze tanrısı şerefine bir ayin
yapılıyordu. Bütün Mekke kabileleri bu ayine. gelmiş, Mu­
hammet, kurban olarak bir beyaz koyun kesmişti. O esna­
da Zeyd bin Aınir, Osman bin Huveyriz; Muhammedin ye�
ğenleri olan Ubey «dullah bin Yahş ve Varaka bin Nevfel
bir köşeye çekilerek konuşmağa başlamışlardı: "Vatandaş­
larımız yanlış yola gidiyorlar. Ellerinden ne iyilik, ne de fe­
nalık gelmiyen birtakım yalancı Allahlara tapıyorlar. Biz
de onlar gibi görmiyen, işitmeyen, her tarafından kurban
kanı sızan bir hissiz taşın etrafında dönecek miyiz? Biz
bundan daha iyi bir,d.in arıyalım. Hakikati aramak için ya­
bancı memleketlere gidelim."
Zeyd, Suriyeye, hıristiyanların memleketine gitmek is­
tedi. Karısı ile amcası ve genç Ömerin babası El Hattap onu
bu fikrinden döndürmeğe uğraştılar. Onlar, Zeydi halka
deli diye tanıtıyorlar ve sokak çocuklarını onunla eğlenme�
ğe kışkırtıyorlardı. Şair, nihayet Mekkeden kaçmağa mu­
vaffak oldu ve Filistini, Mezopotamyayı dolaştı, birçok ha­
hamlar ve papazlarla görüştü. Sonra Mekkeye dönerken
yolda öldü ve peygamberliği ilan edilen Muhammedi gö­
remedi.
Muhammet, onu müslümanlığın ilk bir müjdecisi ola­
rak tamdı ve ruhuna Fatiha okudu. Varaka ile Ümmeye bin
Ebissalt da onun için manzum methiyeler yazdılar.
Ubeydullah bu vakalar üzerine müslümanlığı kabul et­
ti. Sonra Habeşistana giderek hıristiyanlığa döndü ve ora-

65
da öldü. Muhammet, bir zaman sonra ondan dul kalan Ebu
Süfyanın kızı Ümmü Habibe ile evlenmiştir.
Osman bin Huveyriz Bizansa gitti ve hıristiyan oldu. Bu
adam, üç arkadaş arasında en rütbe ve büyüklük canlısı ve
en az sofu ruhlusu olduğu için Mekkeyi Yunan himayesi
alhna aldırmağa ve orada kayserin bir hidivi olarak hükü­
met sürmeğe uğraştı. Kureyşfler onu rezaletle . kovdular;
Gassanflerin yanına kaçh ve nihayet orada zehirlenerek öl­
dürüldü.
Haticenin yeğeni Varaka bin Nevfele gelince o, hır1sti­
yan olmuş ve uzun müddet incilleri tetkik ederek sayılı din
alimleri sırasına geçmişti. Rivayete göre indllerin birçok
parçalarını Arapçaya tercüme eden bu adam, sonradan as­
hap arasına girmiş ve Muhamm�din p�k yakınında yaşa-
. ·

mıştır.
610 senesine doğru Muhammedin ruhundaki buhran en
yüksek derecesini bulmuştu. ı

Kendisinin ve kavminin dünyada en ehemmiyetli olan


bir şeyden mahrum bulunmaları fikrine artık tahammül
edemiyordu. Evet, dünyada en lazım olan şey unutulmuş­
tu. Herkes kendi sanemine, kendi kabilesinin putuna dal­
mıştı. Cinlerden, devlerden, hayallerden korkuluyordu.
B üyük hakikat kimsenin aklına gelmiyordu.
Onu belki inkar etmiyorlardı, fakat unutuyorlardı. An­
cak bu unutuş, ruhun ölümü demekti.
Muhammedin ruhu birinci derecede ehemmiyeti olmı­
yan bütün fikirlerden tamamiyle kurtulup temizleniyor,
başka bir kuvvete tabi olan bütün kuvvetlerden, tek büyük
varlığın bir aksinden başka bir şey olmıyan bütün v�rlıklar­
dan ayrılıyordu, ö. artık hakikati biliyordu, onu Suriye ve
Mekke hıristiyanlarından öğrenmişti: Allah tarafından kul­
lara gönderilmiş bir din vardı. Bazı milletler Allahtan emir­
ler almışlardı. Onlara büyük bir hakikat öğretilmişti. Gök­
ten ilham alan birtakım insanlar, onlara Allah namına söz
söylemişti. Ne vakit insanlar yanlış yollara sapıyorlarsa Al­
lah onlara bir peygamber göndererek doğru yolu gösteri-

66
yor, büyük ve değişmez hakikati bu insanlara yeniden ha­
tırlatıyordu. Şimdiye kadar gelip geçmiş bütün peygam­
berlerin dini birdi; ancak insanlar onu bozup değiştiriyor­
lar, fakat her defasında bir ayrı peygamber gelerek onu
tekrar düzeltiyordu.
Arap milleti bugün sapkınlığın son derecesine gelmişti.
Allahın onlara tekrar kendini göstermesi ve imdatlarına
yetişmesi lazım değil miydi?
Muhammet, insan kalabalıklarından· gittikçe uzaklaşı­
yor, Hira dağının yalnızlıklarında gittikçe derin bir zevk
buluyordu. Bazan haftalarca ölmiyecek kadar bir gıda ile
yaşıyor, yememek, uyumamak, mütemadiyen bir aynı fik­
ri kazıp derinleştirerek düşünmek onun ruhunu kamçılı­
yordu. Artık geceyi gündüzden: Rüyayı hakikatten ayırde­
demez olmuştu. Birçok saatler ya karanlıkta diz üstü duru­
yor, ya güneşte yatıyor, yahut da taşlık yolla.rda geniş
adımlarla dolaşıyordu. Bazan yürürken kayalardan sesler
işitir gibi oluyordu. Arkasına dönüyor: yakıcı güneşin; al­
tında her tarafında yığın yığın taşlar ... Bu taşlar, onu «Alla­
hın resulü» diye selamlıyorlar.
Evine döndüğü Vfikit şefkatli Hatice, onu heyecanlı ve
sessiz; görerek meraka düşüyor. Muhammet, 'bazen etra­
fındaki- şeyleri görmek ve anlamak hissini kaybediyor, bir
taş duygusuzluğu alıyor. Artık nefes aldığı işitilmiyor.
Sonra uyuyor, göğsü kuvvetle kabarıp inmeğe başlıyor,
güzel bir uyku onu sakinleştiriyor. Fakat yine birdenbire
nefesleri sıklaşmağa başlıyor. Rüya görüyor. Büyük, yerle
göğün arasına sığmıyacak kadar büyük bir vücut ufku ka­
pıyor, yaklaşıyor, daha büyüyor, kollarını açarak ona doğ­
ru atılmak, onu yakalamak istiyor. Muhammet, kan ter
içinde, yatağından sıçrıyor. Hatice, onun alnındaki terleri
siliyor, mümkün olduğu kadar sakin göstermeğe çalıştığı
heyecanlı bir sesle yavaş yavaş ne olduğunu soruyor. Mu­
hammet, ya hiç ses çıkarmıyor, ya anlaşılmaz kelimelerle
cevap veriyor.
Altı ay içinde Muhammet, dermandan düşmüştür. Çok

67
zayıftır. Yürüyüş-& intizamsız, saçı, sakalı karmakarışıkhr.
Gözlerinde garip bir parıltı vardır·. Arhk her şeyden ümidi­
ni kesmektedir. Acaba her zaman tesadüf ettiği cin çarpmış
biçarelerden biri, karanlık kuvvetlerin çirkin bir oyuncağı
mı olmuştur? Yoksa dudaklarına zaman zaman ölçülü ve
ahenkli sözler geldiği için güvercinlerden ilham alan bir şa­
ir haline mi gelmiştir? Ümitsizliği arhyor. Çünkü o, rüzgar­
ların elinde bir zavallı oyuncak, daima yapamıyacağı şey­
lerden bahseden bir insan olan Şairlerden çok korkmakta ve
iğrenmektedir.
Bu yükü taşırnağa kudreti kalmadığı bir gün şefkatli Ha-
ticesine şunları söyledi :
' '

- Deli olmaktan korkuyorum. Kendimde cin çarpmış


insanların bütün alametlerini görüyorµm. Benim bir gün
şair olacağım, yahut cinler tarafından zaptedileceğim kiriıi'n
aklına gelirdi? Sen, sakın bundan kimseye bahsetme.
Hatice, onun er geç derdini açacağını biliyor, fakat aynı
zamanda bundan korkuyordu. Kendisi de çok. endişeli ol­
duğu için onu nasıl sakinleştireceğini bilemiyordu. Ancak
bu kadın, teselli ve kuvvet vermek için yarahlmış bir insan­
dı. Onda faziletli zevcelerin ve sevgi ile dolu anaların tatlı
metinliği vardı. Kendinden çok daha genç olan bu adama
muhabbetlerin en kuvvetlisi ile bağlı idi. Bu fedakar kadın,
bu kuvvetli erkeği, bu kıymetli kocayı bugün zayıf, hasta ve
teselliye muhtaç gördüğü için. Hemen hemen içinden sevi­
niyordu. Bu halinde onu teskine çalışmaması nasıl müm­
kün olurdu :
- Ey Ebülkasım, sen, herkesin "emin" diye çağırdığı
özü, sözü doğru, güvenilir adam değil misin? Sen, dindar,
kanaatli, şefkatli, misafir canlı bir insan olarak şöhret alma­
dın mı? Sen, anana, babana hürmet etmedin mi? Açları do­
yurmadın mı? Çıplakları giydirmedin mi? Yolculara yardım
etmedin mi? Zayıfları korumadın mı?
- Şu halde ikidebir bana gelen o şey nedir? Bana ismini
söylemiyen ve yakamı bırakmayan o şey nedir?
Muhammet, tekrar bunalmağa başlamıştı. Vücudu şakır

68
şakır titriyor, yüzü kızarıp sararıyor, kulakları uğulduyor­
du. Gözlerinin bebekleri büyümüştü. Karşısına garip bir
hayal dikilmiş gibiydi.
- İşte o! Ta kendisi! Geliyor.
Muhammet, uyanıkh. Ne uyuyor, ne de rüya görüyordu.
Böyle olduğu halde esrarlı şey yaklaşh, ta önünde durdu.
Haticenin aklına bir şey geldi, kocasına:
- Yanıma gel. Mantomun alhna gir, dedi.
Muhammet, itaat etti. Bu haliyle dünyanın bütün tehdit­
lerine karşı anasının kucağında saklanıp büzülen çocuklara
benziyordu. Hatice, onu mantosunun altına aldı, saçlarını
çözüp dağıttı. Sonra kocasını dizinin üstüne yatırdı, ona
sarıldı, başını «Elbiselerinin içine, kara saçlarının altına
sakladı.
- Hala orada mı? Hala görüyor musun?
- Artık onu görmüyorum, hissetmiyorum. G�tti.
- O, bir cin, bir şeytan olamaz. Mademki kadınların if-
fetine hürmet ediyor, şu halde o, Allahın bir meleğidir.
Ramazan gelince, Muhammet, Hira dağı boğazlarında
daha ziyade dolaşmağa ve tek başına düşüncelere dalma­
ğa devam etti. Günler geçti. Ayın çizgisi yavaş yavaş büyü­
dü, toparlaklaştı, par]:.Jı.
Bir g�ce Muhammet, bir mağarada uyuyordu. Daha ev­
vel de onu ziyarete gelmiş olan esrarlı mevcut birdenbire
göründü. Elinde tuttuğu üstü yazılarla dolu bir ipek ku­
maş parçasını uzatarak :
- Oku, diye emretti
- Ben okumak bilmiyorum.
Hayal bu defa üstüne atılarak onu yakaladı, kumaşı
boynuna geçirdi, onu boğarcasına sıkrnağa başladı. Sonra
tekrar gevşetti ve :
- Oku, dedi
- Okumak bilmiyorum.
Hayal yine onu sıktı ve üçüncü bir emir :
- Oku.
- Ne okuyayım?
- Şunu oku.

69
«Oku, Allahın namına, o Allahın ki insanı bir pıhtıdan
yaratmıştır. Oku, senin Allahın semihtir. O, insanı kalemi­
le talim edendir. O, insana bilmediği şeyleri öğretmiştir.»
Muhammet, bu sözleri tekrar etti ve zihninin birdenbire
aydınlandığını duydu. İşaretlerle dolu kumaş, gözlerinin
önündeydi. Okuma bilmediği halde yazılmış olan şeyleri
anlıyor, Allahın sırlarıyle dolu bütün bir kitabın tamamını
birdenbire keşfediyordu.
Melek, aylardan beri düşündüğü şeylerin ruhunu tasdik
etmiştir. Allah, insanı yaratmış ve onun tabii zekasının hu­
dutlarını aşan hakikatleri ona açmıştır. «Ü, insanı kalem ile
talim ede.r O, o insana bilmediği şeyleri ifşa ehniştir.»
Nihayet, Arapların da, Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi,
bir ibadet olarak okuyacakları bir mukaddes kitapları, onla­
ra Allah yolunda kılavuzluk edecek bir ğökten inme kanun­
ları oluyordu. Esrarlı hayal gitti. Muhammet, kalbinin içine
bir kitap yazılmış gibi bir hisle uyandı. Çılgın bir halde ma­
ğaradan çıktı, karanlık patikalarda ayaklarını taşlara çarpa­
rak koştu, dağın tepesine geldi ve orda gökten gelen ve «Al­
lahın resulü» olduğunu teyideden bir ses işitti.
Muhammet, gözlerini kaldırdı ve Cebraili ufukta, bir in­
san seklinde gördü. Parlak bir ışık, onu hem gösteriyor,
hem gizliyordu. Peygamber, kamaşmış gözlerini başka ta­
rafa çevirdi: aynı manzara. Tekrar başka tarafa döndü:
üçüncü defa olarak aynı ışıklar içinde aynı şekil... Hasılı,
her tarafta, her yerde aynı hareketsiz ve parıltılı melek. .. Ar­
tık melekten başka hiçbir şey görmüyordu. Ateşten bir tah­
tın üstüne oturmuş, sessiz ve hareketsiz, kendisine bakan
Cebrail.. .
Muhammet, şaşırmış, korkmuş, çıldırmış bir halde sec­
deye kapandı, başını elleri içine sakladı, etrafındaki dünya­
ya karşı tamamiyle duygusuz ve hareketsiz bir vaziyette
kaldı.
Hatice, epeyce zaman evvel yanında pek az bir yiyecek
ile evden çıkmış olan kocasını merak etmeğe başlamıştı.
Gün doğarken esirlerinden birini onu aramağa gönderdi:
mağarada kimse yoktu. Esir, tekrar efendisini ismiyle çağır-

70
dı, etrafındaki·kayaların aksinden başka cevap alamadı. Ha­
ticenin merakı arttı. · Nihayet,- günün ortasına doğru Mu­
hammet göründü. Son derece bitkin bir haldeydi, vahşi ve
şaşkın gözlerle etrafına bakınıyordu. Elbiseleri darmadağı­
nıkh. Muhammet, bir kelime söylemeden karısına yaklaştı
ve ayaklarına düştü. Yorgun bir çocuk gibi başım dizine ko­
yuyor, onuri saçlarım okşamasım bekliyordu.
Şefkatli Hatice :
- Ey Ebülkasım; nereden geliyorsun? dedi, seni aramak
için adam gönderdim. Köle dağda seni çok aramış, bulama­
mış.
Muhammet, başından geçen şeyleri olduğu gibi ona an­
lattı, bütün korkusunu, ıstırabını, ateşini ve şüphelerini
söyledi.
Kadın :
- Haticenin ruhunu elinde tutan Allaha yemin ederim
ki ben senin bu kavme peygamber olacağım u�uyorum.
Hayır, Allah 'senin aldanmış olmana müsaade edemez. Sen,
özü, sözü doğru, dindar ve şefkatli bir adam değil misin?
-Sen, yakınlarının dostu ve zayıfların hamisisin. Fakirlere
elindekini veriyorsun, misafirlere evini açıyorsun. Hayır,
Allah seni bu kadar k��-i-ük düşürmez.
Muhammede bir titreme yapıştı, yüreğini yeniden bir
korku kapladı :
- Ört beni, ört beni, sar beni, sakla beni, diye bağırdı.
Hatice, bir yün hırka aldı, onu kocasının üstüne örttü,
başını ve gözlerini kumaşın içine sakladı. Sonra onu bir ana
gibi salladı, yavaşça yatağına yahrdı. Muhammet uyudu. '
Haticeye de biraz emniyet gelmişti. Kocasını orada bıra-
karak yeğeni alim Varaka ile konuşmağa gitti.
Yahudi ve hıristiyan kitaplarını gayet iyi bilen _bu alim ih­
tiyar, mu_tlaka hakikati anlıyacak ve bu nazik zamanda ona
bir yol gösterecekti.. Hatice, kocasına körükörüne hayran
oluyor ve ona inanıyordu; fakat bütün bu şeyler hakikaten
çok garipti. . .
Kadın, vakayı tamamiyle anlathğı zaman Varaka yüksek
-
sesle:
- Eğer bu söylediklerin doğru ise Muhammet, bu mille:

71
tin peygamberi olacak; şüphesiz o, Allahın resulüdür. Gör­
düğü melek, Allanın vaktiyle Musa Peygambere gönderdiği
melektir. Peygamberlere vahiy getiren mukaddes haberci
odur. Fakat acaba kocana daha neler söyledi? Ona halka
va'zetmeği emretti mi? İnsanları Allah yoluna çağırmağa
davet etti mi? Bunları bilmek için acele ediyorum. Çünkü bu
halde Muhammede ilk iman eden ve onun dinine giren ben
olmak isterim. Git kocanı bul; hem kendi korkularını unut,
onun korkusunu geçir.
Hatice, tekrar evine geldi. Muhammet, hala uyuyordu.
Kadın, uzun müddet onu aşkla ve iman ile seyretti. O, sakin
sakin uyuyordu. Birdenbire onuh çırpınmaya, zorlukla ne­
fes almağa başladığını, alnında ter damlalarıyla yerinde
doğrulduğunu gördü.
Melek, tekrar gelmişti.
Ona -Kalk, dedi.
Muhammet -İşte kalktım. Ne yapmam lazım geliyor?
diye sordu.
«Sen ki bir rida ile örtülüsün, kalk ve insanlara haber
ver.
«Allahını tebcil et.
«Elbiselerini temiz tut.
«Fenalıktan kaç.
«Mükafat toplamak için verme.
«Ve Allahın için her şeye sabır ile tahammül et.»
Hatice, şefkatli bir tavırla diyordu ki:
- Ey Ebülkasım, yatağına uzan. Dinlenmen lazım. Ne­
ye uyumuyorsun?
Muhammet, ağır bir tavırla:
- Artık benim için uyku, durak kalmadı, dedi, Cebrail
tekrar geldi. Bana insanları Allah yoluna çağırmamı ve iba­
det etmemi emretti. Fakat ben kimi çağıracağım, kim bana
inanacak?
Yorgun bir halde başını eğdi. Hatice, önüne geçilmez bir
hareketle:
- Öteki insanlardan evvel beni çağırabilirsin. Çünkü
ben sana inanıyorum, dedi.

72
Az zaman sonra Muhammet, Kabeye gitti, tavaf ile meş­
gul bulunan Varakaya rastgeldi. İhtiyar kör, Haticenin an­
lattıklarına dair ona bazı şeyler sordu ve gördüğü akıl al­
maz şeyleri ona tamamiyle anlattırdı.
Muhammet, sözünü bitirdiği zaman Varaka bağırdı:
Sen, bu milletin peygamberi olacaksın. Musa Peygambere
şeriatini götüren melek sana da geldi. Ah, keşki daha genç
olsaydım. Yoluna çıkacak zorluklar karşısında sana yar­
dımcı olurdum. Senf hemşehrilerine karşl müdafaa eder­
dim. Bütün dertlerine ortak olurdum.
Ne demek istiyorsun?
- Hiçbir insan yoktur ki senin getirdiğin Allah haber­
lerini getirmiş de insanların zulmüne uğramamış olsun!
Seninle şiddetli bir surette çarpışacaklar. Sana deli, yalancı
diyecekler, seni buradan kovacaklar... Ah, genç ve sağlam
olsaydım, o saate kadar yaşıyabilseydim .
İhtiyar aliın, Muhammedin başını titrek elleri arasına
alarak alnını öptü, oı1a teselliler verdi ve ruhundaki fırtına­
ya biraz sükunet getirdi.
Peygamber, hakikaten bütün kuvvetini toplamağa muh­
taç bir haldeydi. İnsanlarla cenkleşmeğe başlamadan evvel
kendi 'kendisiyle cenkleşm'eğe mecburdu. Allahtan gelen il­
hamın arkası kesilmişti; melek bir daha gelmemişti. Mu­
hammet, ne düşüneceğini bilemiyordu? Acaba bir vehme
mi oyuncak olmuştu? Peygamber, adeta bunun böyle olma­
sını istiyecek gibi oluyordu. Çünkü çekeceği mihn�tleri ve
geçireceği tecrübeleri evvelden hissediyor; bütün insanlar
gibi kendisi de aciz bir mahluk olduğu için insan tahammü­
lünün çok üstünde olan resullük yüküne karşı içinde boğuk
bir isyan uyanıyordu.
Böyle olmakla beraber göğün bu sessizliği onun için da­
yanılmaz bir şeydi. Bu kararsızlık içinde yaşaması mümkün
değildi. Bunun için tekrar Hira dağına, meleğin göründüğü
yerlere çıktı. Fakat hiçbir şey görmüyor, kalbinde hiçbir söz,
hiçbir ses işitmiyordu. Korkunç bir sükfıt, dayanılmaz bir
yalnızlık. ..
Varlığı tarife sığmaz bir şeylerle dolduktan sonra boşal-

73
mış gibiydi. Bu, Muhammedi bağırtıp ağlatacak kadar aalı
ve eziyetli bir ihtiyaç haliydi. Ruhun «karanlık gecesi» ...
Muhammet, dağ tepelerinde yalnız başına dolaşıyordu.
onun sarp bayırlar üzerinde, uçurumlar kenarında dolaştı­
ğını, insanlardan, hatta kendinden kaçtığını, artık yokluğu­
na tahammül edemediği Allahı , aradığını birisi görecek olsa
ona «deli» der çıkardı.
Hiçbir şey gelmiyordu. Bir hayat ki kendisini kendi üs­
tünde başka alemlere götüren bütün şeylerden boşalmıştır;
o hayata nasıl dayanmak mümkün olur? Bir insan, benliği­
nin en derin şeyinden şüphe ehneğe nasıl razı olabilir? Bu
ıstırap ve yalnızlık içinde düşühmek, duymbk, yaşamak ve
yaşadığını duymak, insan kuvvetlerinin çok üstünde bir iş­
kenceydi. Kayalar altında açıla:r;ı şu u>urum! Ah, ona atıl­
mak, orada kendini patçalamak, onun kucağmda yok ol­
mak!
Muhammet, ölmek istiyor. Uçuruma doğru ilerliyor;
toprağı ayağı ile yokluyor; bir taş kopuyor, düşüyor, kaya­
nın üstüne çarpıp sıçrıyor, her şey artık bitmek üzeredir.
Fakat bu ümitsizin uçuruma atılacağı dakikada bir ses işi­
tiliyor : «Muhammet, sen Allahın peygamberisin!» Melek,
onu uçurumdan ayırıyor. Muhammet, tekrar dağdan ini­
yor, evine dönüyor. Hatice, onu sakinleştiriyor, teselli edi­
yor.
Birçok defalar peygamber aynı ölüm tehlikesini geçiri­
yor. He'r defasında melek ona: «Muhammet, sen Allahın
peygamberisin!» sözünü tekrar ediyor. Fakat vahiy tekrar
başlamıyor.
Nihayet, peygamberin inliye inliye beklediği, Allahın
artık kendisini bıraktığından şikayet ederek ondan bir işa­
ret niyaz ettiği bir gün Cebrail yine onu teselliye geldi.
«Sabah üzerine yemin ederim,
«Gece, karanlıkların koyulaştığı zaman üzerine ye-
min ederim.
«Senin Allahın seni terketmedi,. sana hiddet etmedi.
«Senin için öteki dünya bu dünyadan daha iyidir.
«Allah sana verecek ve sen memnun olacaksın.

74
«0, seni öksüz ve yetim bulmadı mı? Sana bir sığına­
cak yer vermedi mi?
«Seni yolunu şaşırmış bir halde bulmadı mı ve seni
doğro yola getirmedi mi?
«Seni fakir bölüp zengin etmedi mi?
«Öksüz ve yetimden yüz çevirme ve Allahın sana olan
lütuflarını herkese anlat».
Ancak kat'f kanaatler içinde yaşaması mümkün olan bu
ruh, için ne saadet! Ona asıl iesir eden şey bu tesellideki de­
rin tatlılık değil, nihayet, bir ruh ve zihin sükununa ermiş,
vazifesini anlamış, beklediği kat'f emri almış olmasıydı.
Artık Allahın ilham ettiği hakikatleri saklamağa mecbur de­
ğildi. Onları açıkça söyliyebiiecekti. Ne yazık ki bunu şim­
diden bütün dünyaya ilan ehneğe imkan yoktu. Fakat kime
rastlar, kimi ele geçirirse ona hakikati anlatmağa çalışacak­
tı. Bu yüzden göreceği fena muameleler ve hakaretler ev­
velki şüpheni11 ıshrabı yanında hiç kalırdı.
Melek, ona ibadet ve dua etmek usulünü öğretmişti. Al­
laha hamd ü senada bulunabilmek için temiz olmak lazım­
dı. Vücuttaki bütün kirler yıkanıp temizlenmeliydi. Fazla
olarak müminler her namazda aptest almalı, yüzünü, elleri­
ni, dirseklere kadar bilekierini ve ayaklarını yıkamalıydılar.
Namaz. kılmak için usul şu idi: ayağa kalkarak yüzünü
kıbleye çevirmek, «Allahü ekber» diye Allanın her şeyden
büyük olduğunu söylemek, Kurandan bir parça okumak,
ellerini dizkapaklarına koyarak eğilmek, sonra secdeye yat­
mak, kalkmak, ikinci defa yatmak, tekrar ayağa kalkarak
aynı hareketleri tekrar etmek. Nihayet «Allahtan başka Al­
lah olmadığını ve Muhammedin onun resulü olduğunu»
söyliyerek kelime-i şehadet getirrriek, Allahın vaitlerine, öl­
dükten sonra dirilmeğe, cennete, cehenneme ve saireye
inandığını tasdik etmek.
Hatice de bu esaslara göre ibadete başlamıştı. Kimse, da­
ha bir şey bilmiyordu. Muhammedin amcasının oğlu olan
Ali bir gün birdenbire onlann odalarına girdi ve onların
şimdiye kadar işitmediği birtakım ahenkli kelimeler söyli­
yerek secdeye kapandıklarını gördü.

75
Çocuk şaşırarak :
- O yaptığınız nedir? Kimin önünde iğiliyorsunuz? di­
ye sordu
Muhammet, cevap verdi:
- Allanın önünde ... Ben, onun peygamberiyim ... Bana
insanları kendisine çağırmamı emretti. Ey amcamın oğlu,
sen de bir olan Allaha gel. Seni bir ve ortaksız Allaha tap­
ınağa, kendine intihabettiği halis dine ve El Lat, El Uzze gi­
bi insanlara ne faydası, ne zararı dokunamıyan putları inka­
ra davet ediyorum. Benimle beraber şu sözleri tekrar et :
«Allah birdir,
«Ortağı ve benzeri yoktur. ·
«Dinlenmek, uyumak gibi şeyler onun için değildir.
Yerde ve gökte ne varsa onundur.»
Ali, sonradan der ki: «Ü zamana kadar böyl� sözler işit­
memiştim. » Bu sözlerdeki güzellik ve ihtişam onu adeta
büyülüyor, onlardaki yenilik ise korkutuyordu.
Çocuk -Bir kere babama danışayım, dedi.
Bu söz, Muhammedin hoşuna gitmedi. Aliye bu fikrin­
den vazgeçmesini, olmadığı halde pek gizli olarak yalnız
Ebu Talip ile görüşmesini tembih etti.
Çocuk, buhranlı bir gece geçirdi. Ertesi sabah Muham­
met ile Haticenin yanına gelerek onlann arkasından yürü­
meğe azmetmiş olduğunu söyledi :
-Allah beni yaratacağı zaman Ebu Talibe danışmadı.
Allaha ibadet için babamla konuşmağa ne lüzum var?
Ali, pak küçük yaşta müslüman olduğu için putlara tap­
madL Bu sebepten ona: Allahtan başkası önünde iğilmek
suretiyle «alnını kirletmemiş adam» derler.
Muhammedin azatlı kölesi Zeyd bin Haris de müslü­
man olmuştu. Pek az sonra onu peygamberin sadık arka­
daşlarından, müstakbel halife, Ebu Bekir takibetti.
Ebu Bekir, bir fakir çocuğu idi. Babası Ebu Kahafe, ken­
di gibi Taimfler olan zengin Abdullah bin Ced' anın sinek
kovucusu idi. Ebu Bekir, ticaret sayesinde kendisine rahat
bir hayat, hatta bir ufak servet temin etmişti. Nisbeten ufak
tefek, narin, fakat güzel, sevimli, tatlı sözlü ve duygulu bir

76
adamdı, öyle ki onu görüp de sevmemek imkansız gibiydi.
Ebu Bekir, Mekke aileleri.n'irt şecereleri hakkında geniş
bir bilgi sahibiydi. (Marsel Prust «Marcel Proust» un da
pek doğru olarak söylediği üzere muhafazakar bir kafanın
hakim bulun.duğu muhitlerde bu bilginin çok büyük
ehemmiyeti vardır). Birçok vakalar, hikayeler bilir, güzel
rüya tabir ederdi . Bu sebeplerden dolayı Mekkede büyük
bir nüfuzu vardı. Çok kere adam öldürme davalarında ve
diyet miktarlarının tayini işinde onu hakem yaparlardı.
Ebu Bekir, yerine göre hem kolay ·müteessi r olur, hem
gayet azfm sahibi bir adam . Çok �ere pek elwmm iyetsiz
şeyler için ağlardı. (Mesela onun Kuran okunu rkl'n kendi­
ni tu taınıyarak daima ağladığını rivayet ederkr. ) Kendine
danışılan meselelerde daim;a i�i tatlıya ba.ğlamağa ve iki ta­
rafı uzlaştırmağa çalışırdı. Böyle olduğu halde müşkül bir
zamanda iş başına geçince birçok_çetin meseleleri lereddü­
detmeden kesip atmış ve dediğinden asla d önmemiştir.
Evvelce sade Muhammedin bir dostu olan Ebu Bekir, İs­
lamlığı kabul ettikten sonra, onun ashabından oldu ve her
gün peygamberi görmeğe başl�dı.
-Ebu Bekirin müslün::;!,n olması din için çok faydalı ol­
.
muştur. Qnun gayret ve hinunetiyledir ki Ümeyye, Osman
bin Affan, Abdürrahman bin Avf, Talha bin Ubeydullaı-ı,
Sad bin Ebi Vakkas, kızı Esmanın kocası olan Zübeyr bin
Avvam müslümanlığı kabul etmiştir. Böyle olmakla bera­
ber Ebu Bekir ailesinin öteki azalarını hak yoluna getirme­
ğe muvaffak olamadı. Babası, çocukları, hele büyük oğlu,
kardeşleri Mekkenin alınması tarihine kadar putperest kal­
dılar ve onu şiddetle tenkidettiler.
Müslümanlık propagandası üç sene gizli devam etti. Bu
zaman zarfında Muhammet, açık bir din vazifesiyle gelmiş
bir resul, bir peygamber değil, sadece Allahtan ilham alan
bir nebi tanındı.
Ondaki din fikirleri günden güne kat'fleşiyordu. O,
ateşli bir çilekeş hayatı yaşıyordu. Melekten aldığı emir
üzere gecesinin büyük bir kısmını ibadetle geçiriyordu.

77
Çünkü «gece olduğu vakit ruha daha fazla bir kuvvet gelir,
onun sözü daha keskin ve kuvvetli olur.»
Peygamber, gökten parça parça gelen ayetleri bu gece­
lerde alıyor ve onları ashabına okuyordu. Bunun üzerine
onlar da kendisini taklidediyorlardı.
Muhammedin nazarında her şeyden evvel bir deruni
alem, bir maneviyat dünyası vardı. Hiç şüphe yok ki o, bir
Sent Terez (Sainte Therese) veya Hallaç nev'inden bir aziz
(sainte), yahut mistik (mystique) değildi. Fakat öyle bir in­
sandı ki gizli şeylere maddi görünüşlerden fazla ehemmi­
yet verirdi. Onun fikrince görünmiyen şeyler daima görü­
nür şeylerden üstündü. Dünyanın asıl ni:ıamı maneviyat
aleminin nizamı idi ve bir bakıma da bu hakiki nizamın bir
ikincisi yoktu.
. Peygamberin ruhunda hiçl:lir nevi yaland?n, riyadan,
sahte ilimden, gurur ve benlikten eser yoktu.
O, mutlak bir surette gerçekçi (realiste) olduğu için -ha­
ricf dünya üzerinde bir tesir yapmak zamanı gelince de­
amell hayatta büyük muvaffakiyetler kazanmıştır. Büyük
mistikler daima böyle olmuşlardır. Çünkü dünya, bir saate
teşpih edilirse «görünmfyen alem» bu saatin iç kısmı, "gö­
rünen alem" ise onun inmesinden ibarettir. Hakiki nebatın
kökleri, «aşağıda olan kısmı yukarda olan» gibidir. «Evve­
la Allahın meleğini ve onun adaletini arayınız, geri kalanı
size, fazla olarak, verilecektir.»

78
6

Zulümler

"Sana çok ağır bir söz ifşa edeceğim."


Kuran LXXIII, 4

"Allah Musaya dedi: "Ben var olan varım. İs­


rail çocuklarına şunu söyliyeceksin: "Var olan
beni size göndermiştir.':
Tevrat III, 14

İlk vahiyden üç sene sonra Muhammed, vaızlarırn


umumileştirmek için emir aldı. Melek ona «Hemcinslerine
va' zet» dedi.
«Ey peygamber, Allahın tarafından sana indirilen bü­
tün şeyleri bildir. Serı, -eğer bunu yapma�san onun sana
verdiği resullük vazifesini yapmamış olacaksın... İyi ile kö­
tüyü, putperestlerden korkmadan sana söylenmiş olduğu
üzere tasrih et»
Peygamber, çok şaşırmıştı; tereddüdediyor, ne yapaca­
ğım bilemiyordu. Ailesi içinde pek az muvaffakiyet kazan- .
mıştı. Cebrail, bu emri, birtakım tehditlerle, teyidetti. Mu­
hammet, içindeki ürkekliği defetmek için kendini zorlıya­
rak itaat etti. Bir koyun pişirtti ve süt hazırlattı. Abdül Mut­
talip ailesini, amcalarını, Ebu Talibi, Hamzayı, El Abbasi ve
Ebu Lehebi davet için Aliyi gönderdi. Misafirler, hepsi Ha­
şimflerden olmak üzere kırk kişi kadar vardı.
Yemekten sonra Muhammet ayağa kalktı ve söz söyle­
mek istedi. Fakat Ebu Lehep ondan daha evvel davrandı ve
sözünü kesti. Biçare peygamber, anlatmak istediği sözlerin
bir kelimesini söyliyemeden misafirler dağıldılar. Muham-

79
met, ertesi gün Haşim Oğulları için bir ikinci ziyafeti göze
aldı ve bu defa azimle şunları söyledi:
Abdül Muttalip Oğulları! Allah beni sizleri kendine ça­
ğırmağa memur etti. Araplar arasında hiç kimse milletine,
benim sizlere getirdiğim şeyi getiremedi. Ben, size hem bu
dünyanın, hem ötekinin saadetlerini getiriyorum. Yapaca­
ğım işte hanginiz bana yardım edeceksiniz? Kim benim
kardeşim ve yardımcım olmak ister?
Soğuk bir sükut. Bu adamın deliliği acaba ciddileşiyor
mu? Bütün ailesini peşine takıp kendi tuttuğu o acayip ma­
cera yolunda mı sürüklemek istiyor? Peygambere cevap ve­
ren olflladı. Davetliler kendi aralarında konuşuyorlardı.
Ebu Lehep, omuzlarını silkti ve ortaya hoşça bir söz atmak
istiyen Ebu Talibin ağzını hkadı.
:o vakit Ali, gençliğinden ileri gelme bir atılganlıkl'a
Muhammede doğru yürüdü ve bağırdı:
- Ey Allahın peygamberi! Ben sana yardım edeceğim;
kim seninle uğraşmağa kalkarsa dişlerini sökeceğim, ke­
miklerini kıracağım.
Muhammet, elini genç adamın ensesine koydu:
- Pek ala! İşte benim kardeşim, işte benim yardımcım,
dedi
Evvela hafif hafif gülümsemeler, sonra kahkahalar...
Misafirler Ebu Talibe oğlunu, -bu gözleri çapaklı, incecik
bacaklar üstünde şişkin karınlı çocuğu- göstererek ona sa­
taşmağa başladılar:
- Çok güzel, işte Allahın resulünün yardımcısı. Ne
dersin ihtiyar Ebu Talip? Sen şimdi oğluna itaat etmeğe
mecbur olacaksın ha!
Melek: «Kendi ailene va' zet, demişti, sana söylenen bü­
tün şeyleri onlara bildir... kafirleri düşünme . »
..

Muhammet, kendi ailesi arasında -yaptığı teşebbüsün


iyi netice vermemesi .üzerine, dış arda açıktan açığa kabile­
sine ve halka müracaat etti
Bir sabah, Sefa tepesine koştu, öteden beri şehre düş­
man hücum ettiği zaman koparmağı adet ettikleri feryat ile
halkı çağırdı :

80
İşte sabah! -Beni Fihr, Beni Ad. Beni Mahzum ...
Düşman hücumuna uğrariiyormuş, yahut bir sefere çık­
mağa hazırlanılıyormuş gibi kalabalık toplandığı ve eşraf­
tan her biri geldiği, yahut kendi namına başka birini gön­
derdiği vakit Muhammet bağırdı:
- Eğer size birtakım atlıların vadiye geldiklerini ve si­
ze hücum etmek üzere olduklarını söylersem bana inanır
mısınız?
Halk cevap verdi: -Evet, inanırız. Biz, senin yalan söy­
lediğini hiç işitmedik.
- O halde size ehemmiyetli havadisler vereceğim. Ey
Benf Abdül Menaf, ey Beni Teyim, ey Beni Mahzum, ey Be­
ni Eset... Ey Kureyş halkı.. kendi ruhlarınızı kendiniz kur­
tarınız; çünkü, Allah yanınçla, ben sizin lÇin hiçbir şey ya­
pamam. Bana sfzlere söylememi e�rettiği şeyleri dinleyi­
niz.
Ebu Lehep bağırdı :
- Sana, lanet olsun. Sen bizi böyle manasız şeyler için
mf rahatsız ettin?
Muhammet, şaşırdı, bir şey söylemeden amcasına baktı.
Yüzü sarardı, kızardı. Gözleri döndü. Boğuluyordu. Ağzın­
da biraz köpük göründü. Elini kendine hakaret eden adama
uzattı. Artık söyliyert o değil, gazap meleği idi:
«Ebu Lehebin elleri kahrolsun, kendi de kahrolsun!
Onun zenginliği ve malları hiçbir şeye yaramıyacak!
O, alev saçan ateşler içinde yanacak. . »
.

Ebu Lehep, şişman, aksi bir adamdı. O, Ebu Süfyanın


kızı (Ümmü Cemil binti Harb bin Ümeyye) Harb bin
Ümeyye ile evlenmiş, oğluna da Muhammedin kızı Ruki­
yede almıştı.
Ebu Lehebin karısı Muhammetten nefret ediyor ve oğ­
lunu daima ona karşı kışkırtıyordu.
Bu adam, nihayet anasının zoru ile karısını boşamış,
Rukiyede, yüzündeki hafif bir çiçek bozuğuna rağmen
Mekkenin en güzel erkeklerinden biri olan müslüman Os­
man ile evlenmişti.

81
Ebu Süfyan, peygamberin en azılı değilse bile en azimli
düşmanlarından biri oldiıo.Onda sert, haşin, Ebu Lehepten
çok fazla incelik vardı. Kaba küfürlerden daima sakındı, fa­
kat Kureyşfler ile Medineye kaçan müslümanlar · arasında
muharebe ilan edildiği zaman Mekkedeki asiller fırkasına
azimli, zeki ve korkunç bir reis oldu. Ebu Süfyan, birtakım
aşk maceralariyle şöhret almış olan Utbenin kızı güzel Hint
ile evlenmişti.
Müsafir isminde bir şair tarafından sevilen Hindi, koca­
sı İbni Mugayre boşamıştı. Rivayete göre bu kadın ile koca­
sı Yemenli bir bakıcıya müracaat etmişler; her biri etrafla­
rında kımdi aileleri efradı bulu�duğu halde' onun karşısın­
da durmuşlar; bakıcı, kadının masum olduğunu ve iılerde
ondan bir hükijmdar doğacağını söyhimiş. (Müstakbel hçı.�
lif� Muaviye) · · ' .

Çok fakir olduğu için Hindi alamıyan Müsafir, onun


Ebu-Süfyan ile evlendiğini duyunca kederind.en ölmüştü.
Bütün bu şeylere rağmen Muhammet, kendine birçok
taraftar buluyordu Bunların çoğu -ilk hıristiyanlarda oldu­
ğu gibi- fakirler, zayıflar, kadınlar ve esirlerdi.
Peygamber, Mekkenin sefil ve fakir olan dış mahallele­
rin büyük bir muvaffakiyetle vaızlarına devam ediyordu.
Fakirler ve düşkünler onun sözlerini Bathanın kibirli zen­
ginlerinden: çok daha iyi dinliyorlardı . Zaten bu zenginler
eskiden kalma müesseselere ve itikatlara körükörüne kapı­
lıp giden birtakım anadandoğma muhafazakarlardı. Mu­
hammette bir sosyalist ruhu görmemekle beraber onun, bil­
hassa ilk zamanlarda, imansız zenginlere, yalancı sofulara
şiddetle hücum etmesine ve dünya zenginliklerinin ahiret
hayatı, ruh hayatı için çok tehlikeli bir şey olduğunu söyle­
mesine şaşmamak kabil değildir. Kurana göre fakirlere sa­
daka vermekten kaçınanların, para biriktirenler ve para sa­
yesinde ebedf olarak yaşıyacaklarını zannedenlerim vay ha­
line:

82
"Zenginliğinizi artırmak arzusu sizi meşgul ediyor.
Ta mezara indiğiniz zamana kadar şüphesiz öğrene­
ceksiniz.
Bir kere daha, öğreneceksiniz...
Cehennemi göreceksiniz;
Onu gayet emin olarak göreceksiniz...
O vakit zevk ve eğlenceleriniz hakkında sorguya, su­
ale çekileceksiniz."

Asiller, zenginler daima düşman kalıyorlardı. Kuran,


her şehirde büyüklerin hakikate karşı durduklarını söyler.
Mekke ahalisini Muhammede karşı onlar kışkırhyordu.
Müslümanlar, şehrin ortasında, Kabede açıkça ibadet
etmeğe cesaret edemiyorlardı. Onlar, bunun için civar te­
pelerde, kara taşlar, kireçli topraklar üstünde toplanıyor­
lardı.
Çok kere ahali, onları taşla dağıtıyordu.
Bir gün müŞrikler, müslümanlardan Sad ibni Ebi Vatka­
sı "taşla yaraladılar. O da bir deve kadidinin çenesini yaka­
lıyarak düşmanına vurdu. · Müslümanlık için olan ilk çar­
pışma budur.
Muhammedi evvela alaya almak suretiyle yıkmağa ça­
lıştılar. O, va'zetmek istediği zaman sesini çapkın şarkılar,
yahut karmakarışık bağrışmalarla örtmeğe çalışıyorlardı.
Sokaklardan geçerken eğleniyorlar, mahalle çocuklarım
ona türlü türlü oyunlar oynarnağa teşvik ediyorlardı.
Genç ve güzel şair Amir, peygambere ve dinine en fena
zulümlerden belki daha tehlikeli ve daha acı hicviyelerle sa­
taştı.
Amir, babası belli olmıyan bir çocuktu. Anası Mekke dı­
şındaki sokaklardan birinde küçücük bir evde oturuyor, ka­
pısında genç kadınlara mahsus bayrak sallanıyordu.
O doğduğu zaman kadın, bütün müşterilerini çehreleri
tetkik ilminde mehareti olan bir adamla beraber davet etti.
Müşteriler arasında Ebu Süfyan, Ebu Lehep, Ümeyye bin
Halef de vardı.
Kadın :

83
- Sizinle olan münasebetlerimden ne çıkhğını görüyor­
sunuz. Kimin bu çocuğun babası olduğu meydana çıkarsa
o, ona istediği bir ismi verecek..
Çehre alimi babalığı kadının aşıkları arasında en ihtiya­
rı «Olan El Asi'ye yükledi. Müstakbel Mısır fatihi böylece
Amir bin EL Asi' ye ismini almış oldu.
Muhammetten resullüğü hakkında delil istiyorlardı. Ni­
çin o da Musa ve İsa gibi mucizeler göstermiyordu? Sefa te­
pelerini neye altına çevirmiyordu? Her zaman bahsettiği ki­
tabı neye gökten indirmiyordu? Sözde kendisiyle görüşme­
ğc gelen meleği neye herkese gös termiyordu? Niçin ölüleri,
dirilhniyordu? Hele bir kere bir dağı yüriitsün!
Kureyşi'ler diyorlardı ki:
- Mademki Allahla aran bu kadar iyiymiş. Şehrimizi bu
kadar fena surette sıkrp> boğan şu dagları bir p.arça seyrek­
leştirsene ... Yahut hiç olmazsa bir yerden şu zemzemden da­
ha temiz bir su fışkırt, zira susuzluktan halimiz harabolu­
yor. Bize bu zaman sonraki erzak piyasası hakkında malu­
mat verebilirsin. Öyle ya peygamberlere ne malum değil?
Senin Allahın fiatı artacak malları sana söylemiyor mu? Her
halde bunları öğrenmek bizim pek işimize yarar. Çünkü si­
parişlerimizi ona göre verir ve muhakkak para kazanırız.
Kuran, onlara cevap veriyordu:
- Onlara söyle: bana faydalı olan şeyi kendime getir­
mek «Ve zararlı olanı uzaklaşhrmak için elimde hiçbir
kuvvet yok» «eğer saklı şeyleri bilseydim zengin olur­
dum ve bana hiçbir fenalık gelmezdi. Fakat ben Allahın
söylediklerini size anlatmağa «memur bir insandan» baş­
ka bir şey değilim.»
Muhammet: «Ben, bir haber vericiden başka bir şey de­
ğilim.» sözünü daima tekrar ederdi. Benim sizlere verilecek
bir haberim var. Bu vazife ağırdır. Onu gücüm yettiği dere­
cede yapmağa çalışıyorum. Allahın izni olmadan hiçbir
kimse mucize yapamaz. Eski peygamberler mucizeler yap­
tılar. Milletleri onlarla, eğlendi, yahut onları öldürdü. Be­
nim sözlerim dağları yerinden oyna tsa, toprağı çatlatsa,
ölüleri konuştursa de beyhude olur, çünkü kalbleriniz katı-

84
!aşmışsa bana yine inanmazsınız. Resullüğümü ispat için
gösterdiğim mucize Kurandır; Ne insanlar, ne cinler oku­
mak yazmak bilmiyen bir cahile gönderilmiş olan bu kita­
bın bir mislini meydana getiremezler. Zaten siz beni dinle­
mezseniz Allahın bana şahidolması kafidir. Ben, bir haber
vericiden başka bir şey değilim.
Muhammet, gitgide cesaretini artırdı ve Arapların en
kuvvetli putlarına sataşmağa başladı. Ne Kabenin ihtiyarı
Hübülü, ne onun karısı El Manat, ne de El Lat ve El Uzze
gibi tapılan kadın Allahları tanımıyordu. Ne iyilik, ne de fe­
nalık etmeğe kudreti olmıyan sağır ve kör putlar, Arapların
kanla suladığı dikili taşlar, toprak ve'taş yığınlariyle alay et­
ti. O putlar ki daha iyiceleri bulunduğu zaman bir köşeye a­
tılıveriyorlardı. Hele Beni Hanifelerin bolluk zamanlarda
yapıp taptığı, fakat kıtlık zamanlarında afiyetle yediği ha­
murdan Allahları maskaraya çevirdi. Kahinleri, kµra çek­
mekte kullanılan okları berbadetti; Muhammed, memleket­
teki ahlak bozukluğunu, kalblerin katılığını, zenginlerin ha­
sisliğini, murabahacıların canavarlığını hiç çekinmeden söy­
lüyordu.
Her tarafta bir isyan ve hiddet feryadıdır koptu . Cemiye­
tin nizamı temelinden sarsılıyordu. Bedeviler Mekke ticare­
tine karşı boy�ot yapacaklardı. Belki de memleketin idaresi­
ni eline almağı kurmuş olan bu yenilikçi yüzünden Mekke­
nin bütün müesseseleri . ve hayati menfaatleri tehlike altına
giriyordu. Hatta Arap milliyetçiliği de yabancı memleketler
ve milletlere ait itikatlar ve ananelerden ilham alan bu dine
karşı isyan ediyordu. Çünkü Muhammet, Yahudiler ve hı­
ristiyanları, «ehl-i kitab»ı şahit tutuyor, onların kendisiyle
müttefik olduklarını söylüyordu. Acaba Muhammet de Os­
man bin Huvayrisin, Mekkeyi Kayserin himayesi altına sok­
mak ve kendini kıral ilan ettirmek istemiş olan bu adamın
yaptığını mı yapmak istiyordu?
Kureyş eşrafıdan birçoğu, Ebu Cehil, Ebu Süfyan, Utbe,
"Velit bin Mugayre ye daha başkaları Ebu Taliple görüşme­
ğe geldiler ve ondan yeğeninin ağzını kapamasını istediler.
İhtiyar adam, bu tehditlerden ürktü, gerek kendisini, ge-

85
rek ailesini bu kadar düşmanın ve bu kadar ehemmiyetli in­
sanların kin ve gazabına hedef etmemesi için Muhammede
yalvardı.
Muhammet, amcası kendisini terkediyor zannederek
mahzun oldu; fakat şu cevabı verdi :
- Ey benim amcam, güneşi ve ayı bana düşman etseler,
birini sağımd an, birini solumdan hücum ettirseler, Allah
beni emelime nail edinceye, yahut ben kendim ölüp gidin­
ceye kadar yolumdan dönmiyeceğim.
Muhammet, gözyaşları içinde çekilip gidiyordu. Ebu
Talip, müteessir olarak onu geri çağırdı ve:

- Ey kardeşimin çocuğu, yemin ediyorum ki seni bı­


rakmıyacağım, dedi.
. Ebu Talibin Muhammedin fikirlefine karşı .hiçbir meyli
yoktu. Fakat Arap ananeleri ve kablle tesanüdü ona yeğe­
nini himaye etmeği emrediyordu. Bunun için Ebu Lehep
müstesna olmak üzere bütün Haşimfler, müslüman dinini
kabul etmemekle beraber, Muhammedi elbirliğiyle müda­
faaya karar verdiler. Onun öldürülmesi mutlaka şehirde
bir dahill muharebeye sebeb olacaktı.
Maamafih, Haşimflerin bu gayreti Muhammedin her ta­
raftan birçok fena muamelelere, hakaretlere uğramasına
mani olamadı. Ebu Lehep ile gayet şirret bir kadın olan
zevcesi Ümmü Cemil, komşuları Muhammedin kapısı
önüne türlü süprüntüler, pislikler atıyorlar, peygamber ise
yalnız onları kaldırmakla iktifa ediyordu.
Rivayete göre Ebu Cehil, Muhammede Kabe önünde
dua ettirmiyeceğine yemin etmişti. Bu adam, bodur, tık­
naz, güneşte kavrulmuş gibi görünen kızıl saçlı, esmer,
Araplara göre şeytana benziyen bir adamdı. Muhammet,
Kabe önünde namaza durmak ve secdeye kapanmakta ina­
dettiği için Ebu Lehep, onun ensesine mabette kurban edil­
miş bir koyunun işkembesini attırdı. Peygamber, bu zalim
akareti de sfneye çekti, evine döndü ve kızı Fatımaya üstü­
nü, başını yıkattırdı. Böyle olmakla beraber bu zalim Ebu
Lehep, bazan sebebi bilinmez bir korkuya tutuluyordu.

86
Ukbe, Muhammede karşı biraz müsamahakar davran­
dığı- için · dostlarından Ubey omınla ahpaplığına nihayet

verdi ve vaktini gülünç aptestler ve namazlarla geçiren bu


·- «saibl» ye inanmasını affedilmez bir kabahat saydı.
Ukbe, bu tekdire müstahak olmadığını ispat etmek ve
yeniden Kureyşlilerin teveccühünü kazanmak için Mu­
hammet taraftan olmadığına -putları üzerine- yemin etti
ve peygamberin yüzüne tükürdü. Muhammet, sükunetle
çehresini sildi.
Bu hakaretten sonra inen bir ayette şöyle deniyordu :
«Bir gün günahkar, peşimanlığından parmaklarını ısı­
racak «ve niçin peygamberin gösterdiği yola gitmedim?
diye dövünecek.»
Ancak, Muhammedin uğradığı hakaretler -onun fakir
ve himayesiz ashabının gördüğü zulümler yanında- he­
men hemen hiç hükmünde kalırdı. Bu biçareleri evlere çe­
kerek öldüresiye dövüyorlardı. Esir olanları ise etendileri
türlü işkencelerle kahrediyordu. Bir kadının, işkence neti­
cesinde, öldüğü söylenir. Bilal-i Habeşf müslümanlıktan
dönmediği için efendisi onu çırçıplak soyarak kızgın güne­
şin altına bırakıyordu. Zavallı esir, göğsünün üstünde ko­
caman bir taş, saatlerce yakıcı taşların üstünde yatıyor, su­
suzluktan kahroluyordu. Zavallı habeşistanlı, o halinde:
«Ahat, ahat: bir, bir» diye Allahın birliğini tasdikte devam
ediyordu.
Merhametli bir kalbe malik olan Ebu Bekir, bir gün onu
bu halde görüp müteessir oldu, efendisinden satınalarak
azad etti .. Bilal, peygamberin bir yoldaşı, onun başmeyzini
ve ,bütün Habeşlerin hamisi oldu.
Ebu Bekir, böyle fena muamele gören müslüman esir­
lerden birçoğunu satınalmıştı; hele bunların arasında bir
Habeş kadını vardı ki müstakbel halife Ömer bin Hat­
tap' tan pek fena muamele görüyordu.
Bu biçarelerden birçoğu, zulüm ve şiddet karşısında,
dinlerinden dönüyorlardı.
Bu işkenceler, nihayet müslümanlarrn canına tak dedi.
Peygambere:

87
- Sen, belki sabredebilirsin; fakat bizde arhk sabır, ta­
kat kalmadı. Kendimizi müdafaa etmemize izin ver, dedi­
ler.
Muhammet: «Allahın emrini bekliyelim» diye cevap
verdi ve ertesi gece kendisine şöyle bir vahiy geldi:
«Havariler arasındaki. azim sahibi adamlar nasıl sabret­
tilerse sen de öyle sabret. Onların cezalarını tacile uğraş­
ma.»
- Hiç olmazsa izin ver de Mekkeden çıkalım.
Muhammet, onlara Habeşistana gitmelerini tavsiye etti.
Orası bir hıristiyan memleketiydi. Başında adil bir Necaşi
vardı.

Habeşler her halde dinleri yüzünden zulüm gören «bir



Aİlahcılar» ı iyi kabul ederlerdi'. .

Bunun üzerine Osman ve Muhammedin kızı olan zev­


cesi Rukiye, Ebu Bekirin damadı Zübeyr ve on kadar müs­
lüman, Afrikaya, Mekkedeki karışıklıklardan uzağa, kaçtı­
lar. Onlar 614 senesi sonunda Habeş gemilerine bindiler ve
Necaşi tarafından gayret iyi kabul edildiler. Bu muamele
sayılan seksene varan daha başka müslümanları da bu mi­
safirperver toprakta öteki din kardeşlerine iltihaka teşvik
etti. Ebu Bekir de memleketini bırakmağı düşünmüş ve bu
maksatla yola çıkmağa hazırlanmıştı: fakat nüfuzlu bir be­
devi şeyhinin himayesi sayesinde Mekkede kalmağa mu­
vaffak oldu.
Muhammet, amcası Ebu Talip ve kabflesinin himayesi
altında vaazlarına devam etti . Bir gün Kabeyi tavaf ediyor­
du. Orada bulunanlar Muhammedin her önlerinden geçi­
şinde onu alaya almağa başladılar. Peygamber, tavafı bitir­
dikten sonra onlara doğru yürüdü, göğsünü göstererek :
-- Bana vurunuz, beni bir kurban gibi boğazlayınız, de­
di.
Bu söz üzerine düşmanları yaptıklarından utandılar ve
canları sıkılmış bir halde :
- Haydi çekil git Ebül Kasım, biz sana kıymet vermi­
yor değiliz, dediler.

88
Fakat Muhammedin daha azılı düşmanları bu adamları
zaıfla ittiham ettiler ve onların izzet-i nefislerini öyle tahrik
ettiler ki ertesi gün aynı yerde peygambere şiddetli bir hü­
cum oldu. Birçok kimseler :
- Bizim atalarımızın yanlış yola gittiklerini iddia eden
sen misin? Bizim Allahlarımıza sen mi iktidarsız diyorsun?
diye bağrışmağa başladılar.
- Evet, ben diyorum.
Küfürler, hakaretler dayağa çevrildi. Eski gevşekliğini
affettirmek istiyen Ukbe, onu boğazından yakaladı ve az
kalsın boğuyordu. Bereket versin ki Ebu Bekir yetişti, kar­
gaşalığın içine kendini attı ve sakalının bir parçası orada
kalmak şartiyle Muhammedi kurtarmağa muvaffak oldu.

Bir gün biçare peygamber, yolda kendisine hakaret et­


mfyen; deli, yalancı demiyen, ricalarına küfürle mukabele
etmiyen bir tek erkeğe, kadına, esire, çocuğa tesact'üf etme­
den eve döndü. Yorgun ve bezgin bir halde kendini bir ha­
sırın üstüne attı ve yeisli düşüncelere daldı. Fakat kalbinin
en derin köşesinden, varlığının en samimi' bir yerinden yi­
ne o teselli verici ses yükseldi. Allah, Cebraili resulünün kı­
rılan kuvvetini tamire gönderiyordu.
Peygamberifl böyle canından bezdiği, dünyadan ve
kendisinden şüphe etti�: . zamanlarda gelen vahiyler daha
sert, daha karanlık oluyor, facialı bir bedbinlikle dolu bulu­
nuyor, sözlerin ahengine taşkın bir sürat, kafiyelere bir
ateşlilik geliyordu.
«Onlara şöyle söyle: ben mahlukların zalimliğine karşı,
ansızın bizi bastıran karanlık gecenin fenalığına karşı, ben,
sabahlar sahibinin yanında bir sığınacak yer arıyorum . . .
Onlara söyle: ben, cinlere ve insanlara karşı insanların
sahibinin, insanların hükümdarının, insanların Allahının
yanında bir sığınacak yer arıyorum.»
Muhammet, cesaret ve kuvvetle işine devam etti. Hac
ve büyük panayırlar mevsimi geldiği vakit yarımadanın
bütün köşelerinden gelen Araplara başvurdu. Hatta Ukaza
gitti. Bedeviler onu dinliyorlar, başlarını sallıyorlar, onun

89
sözlerini çok güzel buluyorlar; fakat işlerine devam ediyor­
lardı.
Kureyşiler, onu itibardan düşürmeğe çalıştılar. Sakın
Araplar bu kendi vatandaşlarının bile istemediği meczup
serseriye inanmağa kalkışmasınlar. Kureyşiler Mahzumf­
lerden Velit bin Mugayrenin evine toplandılar ve ne suret­
le hareket edeceklerini kararlaştırdılar.
- Onun bir bakıcı, bir kahin olduğunu mu söyliyelim?
- Hayır. Onda kahinlerdeki tantanalı eda, kesik ve he-
yecanlı lisan yok.
- Deli mi desek?
- M�hammette deli hali yok.
- Bir cinden ilham alan bir şair olduğunu iddia etsek.
- Bildiğimiz klasik mısralarla konuşmuyor.
·-Bir büyücü?·
- O, hiçbir harika ve mucize göstermiyor... Ancak onu
yaptığı büyülerle aileleri ayıran bir büyücü olarak göstere­
biliriz.
Kureyşfler, bir zaman da Muhammedin yüzüne gülmek
suretiyle kandırmağa çalıştılar; fakat muvaffak olamadılar.
Utbe bin Rabia ona para, rütbe ve hatta garip hastalığını te­
davi için doktorlar teklif etti.
Müslümanlığın başlıca düşmanı olan Kureyş eşrafı ara­
larından hiç kimsenin Muhammet tarafından iğfal edilme­
mesine ihtimam ediyorlardı. Muhammedin bir gece dua
ettiğini işitip müteessir olan Aknaz ertesi gün duygularını
şu sözlerle Ebu Süfyan ve .Ebu Cehile anlattı:
- Söyledikleri şeylerden yalnız bir kısmını anladım,
öte tarafını benim idrakim alamadı.
Ebu Cehil bu zayıf ve iradesiz adama kızdı:
- Şimdiye kadar Abdül Menaf ve Haşim oğullariyle
başkoşuyorduk. Onlar fukaraları doyuruyorlardı. Biz de
doyuruyorduk. Onlar başkalarının para cezalarını ödüyor­
lardı. Biz de öyle yapıyorduk. Ailelerimiz başbaşa koşan
yarış atları gibiydi. Şimdi nasıl olur da biz, bu ailenin gök­
le konuşan bir peygamber çıkardığını teslim ederek kendi­
mizi yere vururuz? ..

90
7

Öldükten Sonra Dirilme

Muhammetle münakaşa ediyorlardı. · Fakat hemen da­


ima, alay ediyor gibi bir tavırla.
Bazıları ruhun ölmezliğini inkar ediyorlardı. Bazıları
onu» vücuttan sonra da yaşamaiını, bir yarasa şeklinde
mezarın etrafında uçarak şikayetler, feryatlar koparmasını,
ölüye yaşıyanlardan havadisler getirmesini, eğer ölü katle­
dilmişse intikam istemesini kabul ediyorlardı. Bazan meza­
rın üstünde bir deve kesiyorlar, yahut onu bağlıyarak aç­
lıktan öldürüyorlardı.. Ta ki ölüye yaşıyacağı gölge ve ruh
hayatında binecek şey vazifesi görsün. Fakat insanların öl­
dükten sonra tekrar dirileceğini, kıyamet gününde Allahın
karşısında muhakeme edileceğini söylediği zaman şüphe
ile gülümsüyorlardı. Vaızlarının temeltaşlarını teşkil eden
bu itikatlar gülünç ve saçma görünüyordu. Muhammet,
yaratılış harikalarının "b1ından daha ziyade akla hayret ve­
recek şeyler olduğunu, ölmüş bir insanı tekrar diriltmenin
onu hiç yokken yaratmaktan daha güç bir şey olmadığını
söylüyordu.
Ubey bin Halef ona bfr gün çürümüş bir kemik göstere-
rek sordu :
- Bu, yeniden dirilecek mi?
- Evet, Allah ismine yemin ederim.
Ubey bin Halef kemiği parmakları arasında kırıkladı,
tozunu Muhammedin yüzüne üfledi.
- Evet, Allah onu yeniden diriltecek. .. Nitekim seni de
dirilterek cehenneme sokacak.
Amirin babalığı El Asi, borçlu bulunduğu bir müslüma-
na:

91
- Artık paranı öbür dünyada veririm, dedi.
Muhammet, zaman zaman cezbe haline gelerek söylü­
yordu.
- İnsan nasıl bu derece nankör olabilir? Kim onların
gözlerini bu kadar kör etti ki Allahlarınm nimetlerini gör­
müyorlar?
Allah yedi yere ve göğe: «Bana geliniz» dediği zaman on­
lar «Geliyoruz! Emrine itaat ederek geliyoruz!» diye cevap
verdiler. Fakat insan, dünyaların hükümdarı olan insan,
önünde ntelekleri secdeye kapatan Ademin çocuğu olan in­
san, Allanın en özene bezene yarathktan sonra bilmedikleri­
ni öğretmek için peygamberler ve mukadde& kitaplar gön­
derdiği insan ona karşı koydu. Vakit daha tamamiyle geç­
memişken insan bir kere daha düşünmeli. Bir gün gelecek ki
düŞünmek hiçbir fayda vermiyecek. Dttnya parça parça ol­
duğu, kıyamet gününde korkunç cehennem alevler saçma­
ğa başladığı zaman insan çok geç kalmış olacak.
Muhammet, hemşehrilerini sever. Allahın Ebrehenin ha­
reketlerinden kurtardığı Mekkenin ve Kabenin şan ve şere­
fini takdir eder, Kureyşi'lerin birleşmesini ve ticaretlerinin
ilerlemesini ister. O, onlara yalnız ahiret saadetleri değil,
müslüman olmaları şartiyle, dünya saadetlerini de getirmiş­
ti. Allah şimdiye kadar peygamber yetiştirmemiş olan Arap­
lara kendi kanlarından bir peygamber, kendi dillerinde bir
kitap göndermekle çok büyük bir lütufta bulunmuştur. On­
lar, şimdi kıyamet gününün dehşetlerinden kurtulmak için
bir vasıta elde etmişlerdir. Onlar, Allahın bir büyük adam,
bir zengin, bir alim seçmemiş olmasına hayret ehnesinler.
Allah, kimi isterse onu seçer. Yalnız dünya malına ve saade­
tine bel bağlıyanların vay hallerine! Bu günahkarlar, dünya­
da belki teselliye ve saadete nail olacaklar. Fakat asıl hayalı
ellerinden kaçıracaklar. Niçin peygamberlere karşı gelenler
daima kuvvetliler ve zenginler oluyorlar?
Evet, o, müminlere bir «güzel müjde», fakat sağır kalbli­
lere bir korkunç haber, kara haber veriyor, içine doğan bü­
yük hakikat onu cezbe haline getiriyor. Ayağa kalkıyor ve
yüksek sesle etrafa söylüyor.

92
Şimdi şüphe etmeğe hiç müsaade yoktur :

«Onlar büyük haber hakkında biribirlerine sualler so­


ruyorlar. münakaşalt.mnın
«0 haber onların mevzuunu teşkil
ediyor.
«Onu mutlaka bilecekler;
«Evet, bilecekler.
« ... Yeryüzünde olan her şey geçecek..
«Yalnız Allanın çehresi ihtişam ve şan içinde kala­
cak.»

Fenalar, alaycılar, nankörler, her şeyden şüphe edenler


şaşırabilirler, deliliklerini ve sefaletlerini kendilerinden giz­
liyebilirler. Canlar boğazlarına geldiği, topra� yükünü sars­
tığı gün başlarına geleni anlıyacaklar, sonunda bakalım kim
·

kime güler?

«... Bir zerre miktarı iyilik yapmış olan kimse görecek.


Bir «zerre miktarı fenalık yapmış olan da görecek. Va­
kit, saat yaklaşıyor, yaklaştı.»
«Size va' de dilen şey gelmek üzeredir.»

Peygamber: «Allanıı . zmri geliyor diyordu.» Nasıl ki


mağaradaki hıristiyanlar da «Maram atha: Allah geliyor»
diyorlardı.
Peygamber, bütün dünyayı şahit tutuyor. Allah yıldız­
larla, gökle, meleklerle, bütün yar;;ı.tılmış şeylerle, saatlerle,
şafakla, sabahla, ikindi ile, akşamla, incir ve zeytin ağacı
ile, Sina dağı ve Mekkenin mukaddes toprağı ile yemin
ediyor.

«Güneşle ve onun ışığı ile yemin ederim.


«Onu yakından takibeden ayla,
«Onu bütün parlaklığı ile gösteren gün ile,
«Onu gizliyen gece ile,
«Gökle ve onu kuran ile,

93
«Yer ile ve onu yapan ile,
«Ruh ile ve onu vücuda getirenle yemin ederim. Ruhu
«temiz olarak muhafaza eden mesudolacak, onu kirleten
mahvolacak. .. »

Bundan sonra korku ve dehşet saçan birtakım sureler


gelir. Bu sureler, muhtelif asırlarda başka peygamberlerin
başka milletlerle yapmış oldukları şekilde, öldükten sonra
dirilmeyi, mahşer ve ceza gününü, cennet ve cehennemi
tasvir eder.
Gökyüzü yarılacak, ay tutulacak, yıldızlar silinecek. İs­
rafilin suru çalınacak;

«İnsan o vakit haykıracak: ben nerede sığınacak bir


yer bulacağım?
«Hayır! Sığınacak yer yok.
«İnsanın son sığınacak yeri Allah'ın yanındadır.»
Her insan, hareketlerinin hesabını verecek. Herkesin
yaptığı iyi veya fena işler bir terazide tartılacak. Allah «ken­
dine dönenlerin, tövbe edenlerin «günahlarına gözyumma­
yı, onları affetmeyi sever. Fakat asilere, imansızlara, hasisle­
re, ibadet etmiyenlere, açları doyurmıyanlara, öksüzlere
yardım etmiyenlere, öldükten sonra dirilmeğe inanmayan­
lara, vakitlerini boş sözlerle geçirenlere» korkunç cezalar
verir. «Bunlar, ancak bir deve bir iğne deliğinden geçtiği
zaman cennete girebileceklerdir. İnsanı kömür ve kül hali­
ne getirmeden yakan cehennem ateşi bunlara mahsustur.
Onların derileri yanar yanmaz vücutları yeniden bir deri
bağlıyacaktır.
Bu günahkarların sırtına kaynar katrandan gömlek giy­
dirilecektir.

«Onlar orada ne serinlik, ne de içecek bir şey tadarnı­


yacaklardır.»
«Onların içeceği ancak kaynar su ve irin olacak.»

Onlar, yalnız zakkum ağacının, şeytan kafaları şeklin­


deki iğrenç yemişlerini yiyeceklerdir.
Onlar, ebedi olarak ateşin içinde kalacaklardır. Meğer ki

94
Allah başka .türlü olmasını istesin. Muhakkak ki «cehen­
nem en ağır ve acı _şe.ylerden bicidir.>>- Buna mukabil Alla­
ha, meleklerine, peygamberlerixı.e,_ müstakbel hayata ina­
nanlar, sadaka verenler, insanlara yardım edenler, fenalığa
iyilikle mukabele edenler, kendileri aç oldukları halde fa­
kirlere ve esirlere yiyecek verenler, sabır ve tevekkül göste­
renler, kendilerini tamamiyle Allaha bırakanlar,

«Sağ taraf yoldaşları, sağ taraf yoldağları zevk ve sa­


adet bahçelerinde güzel bir surette yapılmış kıymetli ku­
maşlardan yataklar üstünde etraflarında daima, taze gıl­
manlarla taslar, ibrikler, berrak iç�i kadehleriyle, öyle iç­
kiler ki başı ağrıtmıyacak, sarhoş etmiyecek, onlar ne gü­
neşin ateşini, ne de dondurucu soğuğu duymıyacaklar.»

Onla,r, dikensiz ağaçlar, güzel güsegenler ortasında,


·

hurma ve nar dalları alhnda, berrak sular, süt, kevser, bal


1
dereleri yanında istediklerini yiyecekler İpekliler giyecek­
ler, alhn bilezikler ve incilerle süslenecekler, sırma işleme­
li halılara uzanacaklar, ne insan, ne cin elinin dokunmadı­
ğı masum bakışlı, karagözlü, daima kızoğlankız, devekuşu
yumurtası renkli hurilerle keyfedecekler.
· Ateşli bir iklim altında ezilen Arapları, Mekkenin ağaç­
sız, gölgesiz, akar susuz cehenneminde eziyet çeken Ku­
reyşfleri hiçbir şey bu yeşil manzaralar, serinlikler, akar su­
lar, beden zevkleri tasviri kadar heyecanlandıramazdı.
r Bu tasvirler, umumiyet itibariyle, remz olarak değil, ha­
kikat olarak alınmışlardır. Onlar, zaten Adem Babanın
meşhur dünya cennetine tekabül ederler. Çünkü müslü­
manlık (cennetin bedeni memnun eden zevkleriyle Allahın
cemalini görmekten doğan ruh zevkini biribirinden ayıran
bazı mistikler müstesna tutulmak şartiyle) dünya cenneti
ile asıl cennet arasında pek açık bir fark görmez. Doğrusu
aranırsa hıristiyan muadiyahnda (eschatologie) de bu nok­
ta az çok karanlık kalmışhr.
Fakat birçoklarının bu tasvjrlerde, daha ziyade; remiz­
ler görmelerinden daha l:;>aşka şunu da söylemek lazım ge­
lir ki Muhammedin tasvir ettiği cennet yalnız beden �evk-

95
!erinden ibaret değildir. Buradaki en büyük saadetler « gü­
nahların affi» «affedici Allahtan iyi kullarına gelen selam»,
Allahın cemalini görmek gibi ruha ait şeylerdir.
«Allahın kuldan memnun olması bundan daha büyük
bir şeydir; bu, fevkalade büyük bir saadettir.»
Muhammet, daha evvel Sen Pol (Saint Paul) ün söyle­
miş olduğu sözü tekrar ederek der ki: «Allah kendine ta­
panlar için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitme­
diği, hiçbir zihnin düşünmediği şeyler hazırlamıştır.»
Sevap sahipleri :

«Orada ne boş sözler, ne insanı günaha süriikliyen la-


kırdılar duymıyacaklardır. ' ·

Orada yalnız şu sözler işitilecek: sulh, sulh.»

Muhammet, 'sözlerini teyit içih, kenfünden e�el gelmiş


peygamberlerin sözlerini zikreder ve onların mezheplerini
ve haberlerini tekrar etmekten başka bir şey yapmadığını
söyler. Allanın kendi işaretlerine ehemmiyet vermiyenleri
.nasıl cezalandırdığını anlatmak için onların tarihlerinden
bahseder.
Nuh, Lfü, İbrahim, Musa, Yunus Peygamberlerin vaka­
ları Kuranda tekrar tekrar anlatılmıştır, insanları «bir Aal­
lahçılık= monotheisme» mesleğine ve fazilet yoluna sok­
mak için gönderilmiş resullerin misalleri bıktırasıya tekrar
edilmiştir, asilerin uğradığı cezalar uzun uzun tasvir olun­
muştur. Alfah, Şodom gibi, gönderdiği haberlere ehemmi­
yet vermiyen nice şehirleri yakıp yıkmıştır.
Muhammet, kulların isyanı karşısında, gazaba gelen
merhametli Allahın habercisidir. Onun Allaha en layık
gördüğü isim «errahman -lutuf ve merhametine hudut ol­
mayan» dır.
Bütün asırlarda insanlar Allaha karşı aldıkları vaziyet
itibariyle ikiye ayrılmışlardır: kafirler (nankörler, sadakat­
sizler) ve müslümanlar (Allaha itaat edenler ve kendilerini
teslim edenler.)
Dünya yaratıldığı zaman Adem Babanın böğründe bir
yığın halinde toplanan müstakbel insanların ruhları Allahı

96
kendi efendileri ve sahipleri olarak tanımağa söz vermişler­
dir. Bu ruhlar şimdi verdikleri sözü tutmağa ve kendilerine
bu va' di hahrlatrnağa gelen peygamberleri dinlemeğe mec­
burdurlar. Şeriat, daima aynı şeriattır. Peygamberler arasın­
da ayrılık, gayrılık yoktur.
Kuranın bu esaslarını kabul eden müslüman alimlerine
göre tarih biribirinden ayrı, fakat esas itibariyle 'biribirine
benziyen birtakım devirlerden mürekkeptir; bu devirlerin
her bir bir Allahlık (monotheisme) gayesine irişmek için
yapılmış bir tecrübedir; cehalet ile vahiy, itaatsizlik ile ceza
daima biribirlerini takibetmişlerdir. Allah, kendisine itaat­
sizlik ve nankörlük eden nesli mahvetmiş, buna mukabil
bir yenileşme programiyle meydana çıkan hanedanları im­
paratorlukları yükseltmiştir. Fakat onlarda da isyan ve
nankörlük alametleri görününce onları da yıkmış ve bu tec­
rübe tarih içinde böylece devam edip gitmiştir.
Muhammet, peygamberlerin din kitaplarından alınmış
vakalarını anlatırken Nadir bin Elharis isminde, Irakta se­
yahat etmiş, bir Kureyşf, bu hikayelerin tesirini gidermek
için var kuvvetiyle çalışıyor, bu maksatla birtakım Acem
masalları, Rüstem ve İsfendiyar maceralarını, üç asır sonra
Firdevsfnin «Şehname» sini vücuda getirecek olan bütün
bu kahramanlık hikayelerini, anlatıyordu.
Nadir :
- Bu söylediğin şeylei 'Muhammedin bize 'anlattığı hi­
kayeler derecesinde, hatta onlardan güzel değil midir? di­
yordu, "Muhammet, kendi daha birtakım kimselerin ağ�
zından işittiği eski masalları tekrar etmekten ve onları ya­
zıya çevirmekten başka bir şey yapmıyor, nasıl ki ben de,
seyahatlerim esnasında, bu hikayeleri topladım.
Peygamberle çarpışanlar yalnız birtakım materyalist
veya fena ruhlu alaycılardan ibaret değildi.
Muhammede karşı koyanlar arasında birtakım milliyet­
çi ve samimi vatanperverler vardı ki milletlerinin siyasi,
yahut manevi istiklalini tehlikeye düşürmekten korkuyor­
lardı, öyleleri vardı ki putlarını terketmekle komşu kabile­
leri kızdırmaktan çekmiyorlardı. Yine öyleleri vardı ki pey-

97
gamber filan derken başlarına bir hükümdar çıkmasından
endişe ediyorlardı. Nitekim vakaların şevkiyle ve biraz da
kendi muhalefetleri neticesi olarak bir zaman sonra kork­
tukları başlarına gelmiştir. Bunlardan başka birtakım halis
ve necip ananeciler de vardı: Mesela Ebu Talip, yeğeni olan
Muhammedi düşmanlarına karşı müdafaa etmeği bir aile
tesanüt ve şerefi vazifesi bilmiş, fakat evindeki putları kı­
ran inkılapçı ve atalar dinine karşı duran asiruhu ile uğraş­
maktan bir an geri durmamıştı.
Muhammet, panayırlara, yahut hacca gelen bedevilere
va'zettiği zaman Ebu Talip, daima onun sözlerindeki tesi­

ri kırma a çalışıyordu. Fakat doğrusunu söylemek lazım
gelirse bwm fena bir maksatla yapmıyordu.
Gururlu bir nezakete sahip bulunan Ebü Süfyan, Mu­
hammedi himayesi altına alan kahraman Mahzunu Şeyhi
Velit bin Mugayre herkesin kendisinden yüz çevirdiğini
gören Osman çok kıymetli adamlardı. Bunlar gerçi Mu­
hammedin azimli birtakım düşmanlarıydı, fakat onunla
çarpışırken pek insafsızca ileri gitmiyorlar ve Muhamme­
de mutaassıp bir meczup göziyle bakıyorlardı.
Anane ile tekamülün ezeli çarpışmasında daima kati
bir (criterium) mevcut değildir. İnkılap ve yenilik, hazan
sadece inkar edicidir. Fakat hazan da anane fikrine sada­
katten başka bir şey değildir. Bu, ister zamanımızda, ister
hıristiyanlık, müslümanlık, Fransız inkılabı zamanlarında
olsun iyi ile fena daima birbiriyle karışır. Her şeyi yakıp
yıkmak fikri çok kötü bir şeydir. Fakat irtica (reaction) de­
nilen şeyin bir şekli de ondan daha az fena değildir. Anar­
şi, nasıl cemiyet nizamını bozan bir şeyse haksızlık, ada­
letsizlik de öyledir ve müstebidin hakiki nizama karşı is­
yan etmiş bir insan olması pek mümkündür.
Bazan hayat fikrinin mukaddes alevini 'ananeci muha­
faza eder. Fakat hazan da onun yaşatamayıp söndürdüğü
bu alev, tekrar inkılapçının, elinde yanar. Zaman zaman
rahibe varlığının sebeplerim hatırlatmak için bir peygam­
bere ihtiyaç hasıl olur.
Ananeler, hayatın ta kendisidir; o hayat ki, tekamülü

98
itibariyle, tıpkı uzviyetlere benzer ve bütün öğretilmiş
şeyleri kökünden budıyarak yeni bir fikir alemi yaratma­
ğa kalkışan mücerret aklın istibdadına tahammül ede­
mez. Fakat ananeler, müstehase haline gelirlerse bu haya­
tı boğarlar. Bi.ı billurlaşmağa mani olmak için daima itiza­
le ihtiyaç vardır. Fakat bu mutezillerin tam zaferi de yine
aynı fena neticeyi meydana getirir. Bunun sebebi şudur ki
fert, yahut cemiyet hayatı daima kararsız, narin ve kolay
kırılır bir şeydir. Nihilisme* ile Jacobinisme** görenek ve
suiistimaller kadar öldürücüdür.
Bir dinde mutasavvıflar (mystique) ve evliyalar (sa­
ints) Allah ilhamının haklarını temsil için çok lazım insan­
lardır. Onlar olmazsa orta sınıf insanlar bir müstehase ha­
line gelir. Bu işte yanılmak mümkündür ve çok kere de
yanılınır. Bugünün laahlakileri (amoraliste) bu yanlış an­
laşmağı devam ettirip dururlar. Çünkü büyük adamı ez­
mek istiyen çemiyette (İsa ile çarpışan Yahudilerde, Mu­
hammede zulmeden Kureyşflerde) muaheze edilecek şey
onların ahlakçılıkları değil, kafi derecede ahlakçı olma­
malarıdır. Şu halde Muhammedi yere vurmağa çalışanlar
yalnız Ebu Cehil, Ebu Lehep, Ukbe gibi azgınlar değil,
Ebu Talip gibi asal, Ebu Süfyan gibi aklı başında ve nisbe­
ten mutedil insanlardı.
Neron (Neron) gibi Mark Orel (Marc - Aurele) de hıris­
tiyanlara zulmetmek Id".7.ım olduğuna kanaat getirmişti.
Yeraltı mezarlıkları şehitleri hakikat için ölüyorlardı. Fa­
kat onlara zulmeden ihtiyar Romalılar -ki (Gaton) anane.:
!erinin, yahut Çiçeronun o güzel felsefelerinin mirasçıla­
rıydı- hiç de necabetten mahrum insanlar değillerdi. İsa­
nın evvelden haber verdiği gibi, bu adamlar, Allah yoltın­
da gidenleri öldürmekle Allaha hizmet ettiklerine inanı­
yorlardı. Fransız inkılabı zamanında, ihtilalcilerin de, mu-

* Bütün itikatların inkarı. Bütün cemiyet müesseselerini kökünden


baltalamak istiyen ve buna mukabil yeni bir niz am kurmağı da dü­
şünmiyen bir meslek
** Lieralisme'in zıddı olarak müfrit demokratlık

99
hacirlerin de (mürteciler) biribirlerini yıkmağa uğraşmak
için gayet ciddi sebepleri vardı. Bunların hepsi hem hak­
lı, hem haksızdı, iki taraf da gayet ehemmiyetli olan bir
şeyi unutuyorlardı. Her hangi bir şeyin gösterebileceği
muhtelif safhaları görebilecek arifler dünyada çok azdır.
Çok kere insanlar, tapıyoruz sandıkları şeyi yıkarlar, yıkı­
yor gibi göründükleri şeye de taparlar.
Gülünç, yahut yeis verici bir (paradoxe) gibi görünür
amma bugün hıristiyanlığı müdafaa eden kimselerden
birçoğunun -Neron zamanında yaşamış olsalardı- mantı­
kan onu yıkmağa çalışanlar arasında bulunmaları lazım
gelmez miydi?
Müslüman ulemasından birçoğu 615 te yaşamış olsa­
lardı muhakkak Muhammet, Ebu Bekir ve Ali ile çarpıŞır­
lardt. Nasıl ki bugünkü :h:ıristiyanlardan bir kısı;nı da İsa
zamanında dünyaya gelmiş olsalardı mutlaka onu çarmı­
ha gerenler arasında bulunurlardı.
Bu vaka üzerine heyecana gelen Kureyşfler, Utbeyi
Y.esripteki alim yahudi hahamlarına gönderdiler ve Mu­
hammede birkaç sual sordular. Muhammet, bunlara ce­
vap vermek için yirmi dört saat istedi. Fakat ertesi gün
hiçbir şey söyliyemedi. Melek, onu ziyarete gelmemişti.
On beş güne yakın bir zaman bu, böyle devam etti. Vah­
yin arkası kesilmişti. Biçare peygamber, geceleri yeis için­
de çarpınıp çırpınıyordu. Onun ruh ıstıraplarına çok zah­
metli bir vaziyetin utancı, halkın alayları, düşmanlarının
zaferi, dostlarının şüpheleri katılıyor ve onu tahammül
edemiyecek bir hale getiriyordu.
Nihayet, Muhammet, Cebraile tekrar kavuştu; kulak­
ları uğuldadı; ruhu birçok fikirler ve ahenkli cümlelerle
doldu. Kendisine gökten gelen teselliyi tekrar etti ve düş­
manlarının hilekarca suallerine cevap verdi. "
Hayır, Allah Muhammet kuluna kitap göndermekle
onu aldatmamıştır. Bu kitap «doğru bir kitaptır. İçinde iğ­
ri bir taraf yoktur» Kuran, Allahın mükafatlarını ve ceza­
larını kullara haber vermeğe memur bir eserdir.

100
8

Hamza ve Ömerin Müslüman Olmaları

"Allah istediği kimsenin kalbini açacak."


Kuran, VI, 125

Bazı kimseler müslüman olduklarından Mekke büyükle­


ri bundan böyle din değiştirecek kimselerin şehirden sürül­
mesine karar verdiler. Muhammet, ashaptan «Erkam»ın Se­
fa tepesindeki e.vine çekildi. Fakat düşmanlarının kin ve nef-
reti onu burada da rahat bırakmadı. .
Bir gün bu tepede Muhammede rastgelen Ebu Cehil ona
kaba bir sure'tte sataşmağa başladı ve işi tokata kadar götür­
dü. Peygamber, bu hakareti sabır ve metanetle sineye çekti.
Hamza, avdan dönerken bu vakayı haber aldı. Hamza, ye­
ğeninin fikirlerini beğenmiyordu; fakat ailesinden bir ada­
mın böyle bir hakarete uğramış olduğu haberi onu çıldırth.
Yayı hala omuzunda olduğu halde Kabe avlusuna koştu,
Ebu Cehilin Muhammede ettiği hakareti iftihar ile anlathğı­
nı gördü ve bir yay darbesiyle onu ağır surette başından ya­
raladı.
Hamza, dev v_::.<utlu, Herkül gibi kuvvetli, çok cesur ve
sade zihinli bir adamdı. Onun gösterdiği şiddet ve ateş her­
kese tesir etti. Ebu Cehil, dostlarının bu işe karışmalarını
menetti ve Muhammede ettiği muamelenin doğru olmadığı­
nı teslim etti. Böyle olmakla beraber Muhammedin atalar di­
ninden dönmüş olmasını bir mazeret olarak ileri sürmekten
de geri durmuyordu.
O vakit Hamza bağırdı:
- Pek ala. Şunu bil ki sizin taştan Allahlarınıza ben de
inanmıyorum. Allahtan başka Allah olmadığını ve Muham­
medin onun resulü olduğunu tasdik ediyorum.

1 01
Hamzanın kalbinde ne manhğın, ne de sözün yapama­
dığı inkılabı hiddet yapmıştı. Hemen yeğeninin yanına gi­
derek ona yemin verdi ve o günden sonra müslümanlığın
en azimli bir kahramanı oldu.
Ömer bin Hattap yirmi altı yaşında ateşli bir gençti. İri
bir vücudu, yenilmez bir cesaret ve kuvveti vardı. Ana ci­
hetinden Ebu Cehile akraba düşen Ömer bir gün dayısı­
nın intikamını almak ve memleket ahalisini biribirine
düşman eden yalancı peygambere haddini bildirmek iste­
diğini söyliyerek Sefa yolunu tuttu.
Ömerin yolda rastladığı bir kimse kendisine dedi ki:
- Muhammedi öldürmeden ve ailesinin iııı.tikamını bi­
zim üzerimize çekmeden evvel kendi ailenin temiz olup
olmadığını tahkik etmelisin?
Ömer hiddetle:
- Ne söylemek istiyorsun? dedi.
- Bildiğimi söylüyorum. Kız.kardeşin Emine ile koca-
sı Şad müslümandır. Sen, bunu bilmiyor musun?
. Ömer, cevap vermeğe lüzum görmeden hemen geri
döndü ve hırsından kudurarak kızkardeşinin evine koştu;
birdenbire içeri girerek eniştesi Sad'ın üstüne atıldı; onu
yere yıkarak bir ayağını göğsüne koydu ve kılıcını boğa­
zına sokmak istedi. Emine, şaşkın bir halde araya girdi.
Ömer, kardeşine şiddetli bir tokat attı.
Kadın, yüzü, gözü kari içinde, bağırmağa başladı:
- Allanın düşmanı! Ben Allaha inanıyorum diye mi
bana bu muameleyi layık görüyorsun? Ne yapsan Allah­
tan gayri Allah olmadığını, Muhammedin onun resulü ol­
duğunu söylemekten geri durmıyacağım. Şimdi artık işi­
ni bitir, beni öldür, beni öldür!
Ömer, gösterdiği şiddetten utanarak ayağını Sadin
göğsünden çekti ve ne yapacağını, ne söyliyeceğini bile­
miyerek, bir an, odanın bir köşesine gitti. Nihayet:
- Ben içeri girdiğim zaman ne yapıyordunuz? dedi.
Elinizde tuttuğunuz şeyi bana gösterin.
Ömer, içeri girdiği zaman Sad ile karısı Musa Peygam-

102
berin tarihine ve Ademin günahına dair, bir deri parçası
üstüne yazılmış, bir sure okuyorlardı. Kardeşini görür
görmez deriyi saklamış olan Emine, Ömer yırtar korku­
siyle, onu çıkarmak istemiyordu. Böyle olmakla beraber
onun biraz sakinleştiğini görerek sureyi göstermeğe razı
oldu ve deriyi uzattı.
Ömer, onu okurken dayanılmaz bir heyecana tutuldu.
Bu kadar güzel bir şekilde ifade edilmiş olan yeni din için
her ayet onun kalbine bir ayrı muhabbet damgası vuru­
yordu.
El Hattabın taşkın ve ateşli ruhlu oğlu, dayısı Ebu Ce­
hilin yanına gitti ve artık onun himayesini istemediğini
söyledi: Ömerin buna zaten ihtiyacı da kalmamıştı. Çün­
kü Beni Sahımlar Şeyhi El Asi bin Vailin himayesini temin
etmişti.
Ömerin müslüman olması büyük bir tesir yaptı. Bu ha­
ber, memlek,ete yayıldığı vakit halk, Ömerin evi etrafına
toplandı ve öyle tehditli bir vaziyet aldı ki oğlu Abdullah
fena halde korktu.
Ömer şöyle bağırdı:
- Ah, bizim tarafta hiç olmazsa üç yüz müslüman
bulunsaydı b akın size bu mabedin kokusunu koklatır
mıydık.
Arkasınd a çizgili kumaştan güzel bir elbise ve işleme­
li bir manto bulunan El Asi bin Vail sokaktan geçiyordu,
kalabalığın arasına karıştı ve halkı biraz yatıştırmağa mu­
vaffak oldu.
Ebu Talip, yeğeni Muhammedi öldürmelerinden kor­
karak ona dağdaki bir nevi istihkamlı şatosuna sığınması­
nı teklif etti. Muhammet, ailesi olan Haşimllerin himayesi
altında oraya kaçtı. Bu aileden yalnız Ebu Lehep onlarla
beraber kaçmağa razı olmadı ve Mekkede peygamberin
en azılı düşmanları arasında kaldı.
O vakit, öteki Kureyşller, Emevf Ebu Süfyanın ve Mah­
zumf Ebu Cehilin teşviki ile Haşimflere karşı bir nevi boy­
kot yapmağa karar verdiler. 617 senesinin ilk ayında Ka-

103
beye asılan bu karar Mekkelilere, Abdülmuttalip Oğulla­
rı Muhammedi teslim etmedikçe kendileriyle hiçbir mü­
nasebette bulunmamalarını, alışveriş etmemelerini, kız
alıp vermemelerini emrediyordu.
Kureyşfler, Habeşistan Necaşisinin kendi memleketin­
de kaçan müslümanları vermeğe razı olmadığını haber al­
dıkları zaman büsbütün kudurmuşlardı. Muhammet, ata­
larının kemiklerine hakaret etmiş, yabancı bir dev !etle it­
tifak yapmıştı.

104
9

Hıristiyanlık ve Müslümanlık

"Müslümanların muhahbetine en yakın


olanlar hakikaten biz hıristiyanız" di­
yenlerdir. Çünkµ onların papazları ve
kesişleri vardır ve gururlu değillerdir."
Kuran V, 85

Mekkeden ve Kureyşflerin zulüİnlerinqen kaçan müs­


lümanlar Habcşistanda, Necaşinin hıristiyan memleketle­
rinde emin bir meke bulmuğlardı. Habeşistan, o vakit ta­
rihinin en yüksek devrini yaşıyordu. Kuvvetli bir donan­
ması ve çok ilerlemiş bir ticareti vardı. Evvelce de gördü­
ğümüz üzere bir zaman için Arabistanın cenubunu ele ge­
çirmişti . Kuvvetli Bizans imparatorluğunun müttefiki idi.
«Bir Allahçılık = monotheisme»ın mümessili olduğu için
Muhammedin üstünde bü:}rük bir tesiri vardı. Peygamber,
cesurluk denilen meziyeti ezelde muhtelif milletlere üleş­
tirildiği zaman bunun onda dokuzunun Habeşlere düştü­
ğünü söylemişti. Bu vakalar üzerine Muhammet, kendi
adamlarına Habeşler tt!f�fından bir taarruza uğramadık­
ları halde onlara hiçbir surette sataşamamalarını tavsiye
etmiş ve Necaşi öldüğü zaman ona matem tutmuştu.
Habeşistan hükümdarı Mekkeden kaçan müslümanları
şefkatle kabul etti ve onlara dinleri üzerine sualler sordu.
Bunlardan Cafer bin Ebi Halif şu cevabı verdi: ·
- Biz, cahilliğin karanlıkları içine dalmışhk. Putlara
tapıyorduk. Memlekette en kuvvetli kim ise onun arzula­
rına baş eğiyorduk. Bu sırada Allah bizim milletimizden
bir adam çıkardı . O, bize Allanın bir olduğunu ve hurafe­
lerden artık vazge�mek lazım geldiğini öğretti. O, bize fe-

1 05
nalıklardan kaçmamızı ve daima fazilet yolunda yürüme­
mizi, samimi sadık, iyi ve namuslu olmamızı emretti. Bi­
ze namaz kıldırdı, zekat verdirdi, oruç tutturdu. Biz de
onun resullüğüne inandık.
Bu esnada Kureyşfler şair Amir bin El Asi ile Abdullah
bin Rabiayı Habeşistana sefir gönderdiler ve oraya kaçan
müslümanların kendilerine teslim edilmesini istediler. Kı­
ra!, bu kaçakları saraya getirtti ve bu sefirler ile kendi sa­
rayındaki büyüklerin ve memleketteki piskoposların kar­
şısına çıkardı.
İnandığı din hakkında sorulan sualler üzerine Cafer,
Kuranın Meryem ismindeki on çlokuzuncu �uresini ezbe­
re okudu. Allahın, hiçbir ümidi yokken, ihtiyar Zekeriya­
ya nasıl Yahya isminde bir çocuk verdiğini söyledi. Sonra
Cebrailin Meryem Anaya getirdiği haberi ve İsanın bir
·

mucize şeklinde doğmasını anlattı:

«Melek Meryem Ananın karşısında güzel bir er­


kek şeklini aldı. Meryem ona dedi ki: «Senin se­
bebinden merhametli ve affedici Allaha sığ�nıyo­
rum. Eğer ondan korkarsan ..
Melek dedi ki: "Ben senin Allahının sana temiz
bir çocuk vermek için gönderdiği bir meleğim."
Meryem dedi: B enim nasıl bir çocuğum olacak?
Bana hiçbir erkek dokunmadığı gibi ben de her­
kesle düşüp kalkan bir insan değilim."
Melek dedi: "Senin Allah'ın böyle söyledi; bu, be­
nim için kolaydır. Biz, bu çocuğu insanlar için bir
işaret ve merhamet ve şefkatimize bir delil yapa­
cağız. Bu, böyle kararlaşmıştır."
Meryem İsaya gebe kaldı.
İsa der ki: "Ben hakikatte Allahın bir kölesiyim.
O, bana İncili emretti ve beni bir resul yaptı...
Doğduğum gün, öleceğim gün ve öldükten sonra
tekrar dirileceğim gün sulh ve seiamet benim üs­
tümdedir."

106
Habeş piskoposları hemen hemen İncilden alınmış gi­
bi olan bu sözleri işitince hayran oldular ve dediler ki:
- Bu sözler bizim peygamberimiz İsanın sözlerinin
. çıkhğı membadan çıkmış gibidir.
Amir ile Abdullah mağlO.b olduklarını itiraf etmek is­
temediler ve Necaşiye, ertesi gün, müslümanları tekrar
çağırarak kendilerine göre İsanın ne olduğunu sormasını
rica ettiler.
Bir gün sonra Cafer, Muhammede göre İsa «Allah'ın
kölesi ve resulüdür, Allahın Meryem Ananın vücuduna
girmiş sözü ve ruhudur» dedi.
Necaşi, bu cevaptan pek memnun oldu ve asasiyle ye­
re bir çizgi çizerek:
- Sizin imanınızla bizim imanımız arasında ancak bu
çizgi kadar bir aralık vatdır, dedi. ,
Yazık ki asırlar geçtikçe bu aralık büyümüş geı;ıişlemiş,
nihayet geçilmez bir uçurum haHni almıştır.
Necaşi, müslümanların Kureyşflere verilmesini şiddet­
le reddetti ve onlara büyük bir muhabbet ve iyilik göster­
mekten hiçbir zaman geri durmadı.
Birçok asırlardan beri bu iki din arasında çıkan nice
anlaşmamazlıklardan sonra müslümanlık ile hıristiyanlı­
ğın ilk evvel biribirlerine bu kadar yakın olmalarına belki
hayret edilir. Böyle olmakla beraber bu, bir hakikattir.
Muhammet, kendini bir hıristiyan; milletini «bir Allahçı­
lık» yoluna çağırmağa ve ona ikide birde zikrettiği Zebur,
Tevrat, İncil nev'inden bir,.Allah kitabı getirmeğe memur
peygamberlerden biri teFakki etmiştir.
Muhammedin hıristiyanların tesiri altında kalmış ol­
duğuna hiç şüphe yoktur.
Zeyd gibi hıristiyan hanifleri, Bahira gibi Nesturi ke­
sişleri, Varaka* gibi Mekke hıristiyanlarıdır ki Muham­
ınette, resullüğünden evvel, din şuurunu uyandırmışlar­
dır. Peygamber, sonradan da bu adamlardan bazı mah1-


Varakanın sergüzeşti müslüman _ananesinde bir hayal masalı şekline
bürünmüş olmakla beraber içinde az çok hakikat de yok değildir.

107
mat almak istemiştir. Fakat onlar cahil oldukları için bu te­
şebbüsten pek büyük bir netice çıkmamıştır. Arabistanın
etrafını sarmış olan muhtelif hıristiyan kiliseleri, -daha
seyrek olmakla beraber- yarımadanın ta ortasına kadar
sokulmuşlardı. Arap kabilelerinden birçoğunda hıristi­
yanlık az çok yer tutmuştu.
Derede yıkanan güzel kadınları çıplak seyrehnek için
onların elbiselerini çalan büyük şair İmreülkays, resmen
hıristiyandı. Sonra, yine Muallakat şairlerinden Ca'rafa
ile Nabiga Zübyani ve zamanın daha başka şairleri -ki di­
lin harikulade zenginliği sayesinde- tek kafiye ile çöl rüz­
garı gibi yakıcı ve heyecanlı yüzlerce beyit yp.zmağa kadir
insanlardı -hep hıristiyan dinine mensuptular.
Muhammet, kendi doğduğu şehirde de birçok hıristi­
yanlarla tanışmıştı: evvela ekserisj Habeşistanlı olan esir�
ler; sonra Bizanslılar ve hıristiyan kabilelere m�nsup bir­
takım Araplar ... Peygamber, çok kere Mervada Jabr is­
minde bir kılıççı ustasının dükkanı yanında oturuyordu.
Bu sanatkar, yine Bizanslı bir hıristiyan olan arkadaşı
Ya' sar ile beraber efendisi Amir bin El Hadhıram hesabı­
na çalışıyordu.
Kureyşfler, Muhammedin bu genç esirden pek çok il­
ham aldığını söylerler. Kuran, buna cevap olarak, bu ada­
mın dili yabancı bir dil olduğunu, halbuki Kuranın halis
Arapça olduğunu işaret eder. Fakat peygamber, Tevrat ve
İncil hakkında hıristiyanlardan pek çok malumat aldığını
hiçbir zaman inkar ehnemiştir.
Mekkede muhtelif soy_ ve memleketlere mensup o ka­
dar çok hıristiyan vardı ki, bunlar kendilerine mahsus bir
mezarlık bile yapmışlardı.
Peygamberin karısı Haticenin oda hizmetçisi bir hıris­
tiyan Habeş kadını idi. Muhammedin ahret oğlu Zeyd hı­
ristiyan olan Beni Kelb kabilesindendi.
Bir iş için Mekkeye uğrıyan bir hıristiyan Habeş kafile­
si yeni peygamberi ziyarete gitti. Bunun sebebi Muham­
medin hıristiyanlara olan muhabbetini açıktan açığa bil­
dirmesi ve kitap ehli olan hıristiyanların kendi sözlerini

108
teyid etmelerini putperestlere en kuvvetli bir delil olarak
göstermesiydi.
Muhammet, Ukazda ve daha başka panayırlarda Nec­
ranlı ve Hiralı hıristiyan Araplara tesadüf ediyordu. Bir
gün meşhur I<ıys bin Sadenin bir hitabesini işitti. Kuran­
da söylendiğine göre Muhammet, çarşılarda dolaşırken
daha başka hıristiyanlara ve hele şehre buğday sokmak
monopolüne sahip bulunan Suriyelilere tesadüf ediyor­
du. Hiradaki Lahmidlerden getirilen hekimler, dişçiler ve
mektep hocalarının da birçoğu hıristiyandı. Bundan baş­
ka Ebu Süfyanın kayınbabası ve damadı, sonradan Mu­
hammetle evlenmiş olan Arabistartın en güzel kadınların­
dan sayılan Ümmü Habibenin ilk kocası da hıristiyan d-i­
nindendi. Nasıl ki peygamberin zevcelerinden Sevdanın
ilk kocası da Habeşistanda hıristiyanlığı kabul etmişti.
Beni Esetlerin Gassanflerden olan müşterileri Mekke­
nin ta ortasında, Kabenin yanı başında oturuyorlardı. Fa­
kat bu hıristiyanların ekserisi Mekkenin kenar mahallele­
rinde yaşarlardı.
Zengin Mahzumflerin imalathanelerinde yüzlerce hı­
ristiyan esir yaşardı. Muhammet, bilhassa bunlardan bi­
riyle pek sık görüşürdü. Bir Rum cariyeye sahip bulunan
amcası Abbas da aria Ebu Refi isminde bir hıristiyan köle
vermişti. Hasılı, Mekkede azası ve hele esirleri, azatlılan,
yahut müşterileri arasında birkaç hıristiyan bulunmıyan
çok az aile vardı. Bunlardan birçoğunun ismi tarihçe ma­
lumdur.
Muhammedi çocuklağ'unda Sina toprağı ile tedavi
eden göz hekimi keşiş, ahali üzerinde büyük bir tesir bı­
rakmış olan güzel Diyakos gibi birtakım hıristiyanlar da
Mekkede yerleşmiş olmamakla beraber, mütemadiyen
oradan gelip geçerlerdi.
Bu hıristiyanlardan birçoğu yabancıydı. Zaten müslü­
manların Mekkeyi idare edenlerce şüpheli bir gözle görül­
melerindeki büyük bir sebep de bu idi.
O tarihte Yunan ve Acem imparatorlukları biribirleriyle
şiddetli bir muharebeye girişmişlerdi. Görünüşte hala ihti-

109
şamlı, fakat hakikatte son nefesini vermek üzere bulunan
bu iki devlet, biribirlerinin son kuvvetlerini kırmakla meş­
guldüler.
Acem imparatoru Husrev Perviz o vaktin saltanatının
en parlak günlerini yaşıyordu. Vaktiyle babası Hürmüzü
tahttan indirerek öldüren, 628 de de kendisi aynı suretle oğ­
lu Şiruye tarafından hapsedilen ve «Karanlıklar Evi»nde
boğazlanan bu hükümdar: «Felek benim dileklerime göre
dönüyor. Hazinelerimi doldurdum. Bütün memleketler be­
nim için çalışıyorlar. . . » diye gururlanıyordu. Daranın tahtı­
nın parçalarını bir araya getirtmek suretiyle bir taht kurdur­
muş, onu «burçlar mıntakası» şekilleriyle süsletmişti. Kışla­
rı, etrafında kunduz ve samur kürklerinden yapılmış bir
perde, yanında sıcak su dolu gümüş ve altın toplar, dört ba­
şının üstünde taht kubbesine asılmış koeaman bir. taç ile sal·
tanat sürüyordu, imparatorun av alemlerinde emsalsiz bir
ihtişam görülüyordu. Sırma kılaptan işlemeli ve tüdü mü­
cevherle süslü ağır bir elbise giyerek ata biniyor, etrafında
kırmızı, mavi, sarı elbiseli genç prensler; ellerinde doğanlar
ve ehllleştirilmiş bibrlerle saray hademeleri; türlü ıtırlar, si­
nek kovanları taşıyan köleler ve çalgıcılar gidiyordu.
Kış mevsiminde bir bahar hayatı yaşadığı hissini almak
için, üstüne çeşit çeşit çiçekler, yeşil ormanlar ve çayırlar,
gümüş derelerle memleket yolları ve sahralarının resimleri
işlenmiş fevkalade büyük bir halı üzerine bütün saray hal­
kı ile beraber oturuyordu . Ordusunda dokuz yüz fil, hare­
minde on iki bin kadın vardı.
Arabistanda İran nüfuzu fevkalade büyümüştü. Key­
husrev, Yemendeki Habeşleri kovmuş ve 614 te Kudüsü al­
mış, Suriye ve Mısırı istila etmişti. Hıristiyanlar, bu mağlu­
biyetten sonra artık baş kaldıramıyacak gibi görünüyorlar­
dı. Hıristiyanlığa ait bütün mukaddes eşya harb ganimetle­
ri arasında İrana götürülmüştür.
Mekkede bu muharebenin vakaları fevkalade canlı bir
alaka ile takib ediliyor, akşamları Kabe avlusunda onun
üzerine münakaşalar yapılıyordu. Putperest Kureyşliler
İranflere, müslümanlar da Bizanslılara muhabbet gösteri-

1 10
yor ve taraftar çıkıyorlardı. İranlıların kazandığı zaferler
Kureyşfleri pek memnun etmişti. Bir gün bunlardan biri
Ebu Bekirin yanında yine bu meseleden bahsederek sevi-
. niyordu. Ebu Bekir:
- Bizanslılar intikamlarını alacaklar. O kadar çabuk
sevinme, diye bağırdı.
- Yalan söylüyorsun.
- Sen daha fazla yalan söylüyorsun Allahın düşmanı.
Yunanlıların bir sene içinde putperestleri' mağlubedeceği­
ne, on deve üzerine, bahse girişirim.
Muhammet, bu vakayı haber aldığı vakit Ebu Bekire
hem mühleti, hem de bahse koyduğu develerin adedini
artırmasını tavsiye etti. Ebu Bekir de İranlıların dokuz se­
neden evvel mağlub olacaklarını, yüz deveye mukabil, id­
dia etti.
625 te Herakliyüsün İranlıları yenmesi ve Suriyeyi ge­
ri alması üzerine Ebu Bekir de bahsi kazanmış oldu.
Kuran, bu zaferi olmadan evvel haber vermiş bulunu­
yor ve Yunanlılar suresi peygamberin hıristiyanlara olan
muhabbetini gösteriyordu. «Yunanlılar memleketimize
yakın bir memlekette mağluboldular; fakat birkaç sene
içinde onlar da bir galebe kazanacaklar. O gün müminler
pek sevinecekler.»
Muhammet, Herakliyüsün muharebeyi kazanmasına
pek memnun oldu. Sonra Husrev Pervizin ölümüne de se­
vindi. Çünkü bu ölüm, Acem İmparatorluğunun yıkılma­
sını çabuklaştıracak, Bizans tarafından kuvvetle sarsılan
İranlılar, Arapların darbe1erine karşı koyamıyacaklardı.
Zayıf Şiruyeyi babasının kardeşlerinin kanı tuttu ve az
bir zaman sonra bu vahşi vakaların sarsıntı ve yorgunlu­
ğu neticesi olarak hüzün ve yeis içinde ölüp gitti.
Herakliyüs, hakiki salibi şan ve şerefle Suriyeye getir­
di ve birkaç sene içinde Sasanflerin sarsılmış tahtı üstün­
den on kadar silik ve manasız hükümdar geçti.
Muhammet, hıristiyanlara olan muhabbetini gizlemi­
yordu. Kuranda Yunan -İran muharebesine ait sureden
başka, bunu gösterecek, daha birçok deliller vardır. Ku-

111
ran, ilk asırlardaki hıristiyan şehitlerini ve daha sonra Ye­
mende şehit olanları numune olarak gösterir; peygambe­
rin Suriye civarında faziletlerini tasdik ettiği keşişler ve
papazları metheder; Bizans zaferi sayesinde manastır ve
kiliselerin «içlerinde daima Allahın adı anılan» bu mabet­
lerin yıkılmaktan kurhılmuş olmalarına sevinir. Muham­
met, «kitap ehil le rinde» kendi sözlerini tasdik eden kendi
bildirdiği, daha doğrusu hatırlattığı hakikatlere inanan
birtakım müttefi kler görür. (Peygamber, Arapça olan Ku­
ranın daha evvel ki Allah kitaplarına uygun olduğunu te­
min eder).
Muhammet, kendi vahiylerini işittikleri· zaman halis
bir din heyecaniyle ağlıyan ve her halde ilim sahibi olan
bu kitap ehilleri ni, putperestlere karşı, müslümanlığın
d oğruluğuna bil: şahit olarak gösterir; resullüğünün bu
kitaplarda daha evvelden haber verilmiş olduğunu söy­
ler.
Muhammet, Yahudilerle alakasını kestiği zaman bile
yine hıristiyanlara iyi bir gözle bakmakta devam etti. Yu­
nanlılar, Habeşler ve Mısırlılarla daima iyi geçinmeğe ça­
lıştı ve lanetlerini yalnız putperestlerle Yahudilere hasret­
ti. Mesela Yahudilerin Arap milletinden olduklarını inkar
ettiği halde hıristiyanlar için hiçbir zaman böyle bir şey
söylemedi. Kuran der ki: «Bileceksin ki müminlere karşı
en çok düşmanlık duygusu besliyenler Yahudiler ve put­
perestlerdir ve müminlerin muhabbetine en yakış olanlar
«hakikatte biz hıristiyanız» diyenlerdir. Bunun sebebi
aralarında papazlar ve keşişler bulunması ve onların gu­
rurlu olmamalarıdır.»
Çok kat'i olan bu metne şu da ilave edilmiştir ki: «Ya­
hudiler, hıristiyanlar ve saibfler, h ayır işledikleri halde,
müslümanlar gibi kurhılacaklardır. Çünkü onlar da Alla­
ha ve kıyamet gününe inanmaktadırlar.»
Müslüman din alimlerinden bir kışını bu sözlerdeki
manayı tevile çalışmak için çok sıkıntı çekmişlerdir. Haki­
katte Kuran, hıristiyanları putperestlerden, «asıl Allaha
başka Allahları ortak yapmak istiyenler» den kat'i surette

1 12
ayırır ve.havarilere ((müslimun: kendilerini Allahın irade­
sine teslim etmiş» sıfata verir.
Kuran, müslümanların hıristiyan kadınlarla evlenme­
. !erine ve onların yedikleri yemeği yemelerine izin vermiş­
tir. Yeni ıslahçılardan Muhammet Abduya göre bu, iki
din arasındaki kardeşliğin bir işaretidir.
Bazı görünüş farklarına rağmen müslümanlıkta bütün
hıristiyan akidelerini bulmak güç değildir. Yasak meyva­
yı yediği için cennetten kovulan Adem Peygamberin gü­
nahı, insanların biribirinin yaptığından mesul bulunmala­
rı, Ademe secde etmediği için cennetten kovulan şeytanın
düşmesi, Nuh, İbrahim, Musa ve · diğer peygamberlerin
resullüğü, mukaddes kitaplar, koruyucu melekler, Mesih,
Deccal, kıyamet, öldükten sonra dirilme, mahşer günü ve
saire ... bütün btı akidelerde müsli.imanlık, hıristiyanlığa
Yahudilikten daha yakın görünür.
İlk müslüınanlar ile ilk hıristiyanlar arasında inkar
edilmez benzeyişler vardır. Zulüm ve itisaflara taham­
mülde aynı cesaret, şehit olmağa aynı arzu ile can atış
(din muharebelerinde ölenlerin hepsi şehit telakki edil­
mişlerdir), aynı ibadet, çile çıkarma, fakir kalma ve sada­
ka verme zevki (keşişlerin tesiri) ahret meseleleriyle aynı
ehemmiyetle meşgul olma ... .
Müslümanlığın hıristiyanlıktaki vücutlanma Incaraati­
on* fidye ile kurtarış Redemption.. kızoğlankız olarak ge­
be kalış (Immaculee Conception) akidelerini kabul etmesi
bir (paradoxe) gibi görünür. Fakat malfıın tefsir şekilleri­
ne rağmen bunları Kurc::ırid. a bulmak imkansız değildir. Bu
kitap, bir kere İsanın mesihliğini, Allah tarafından dünya­
ya va' dedilmiş bulunmasını, bir mucize eseri olarak bir ba­
kirenin vücudundan doğmasını, onun resullüğünü, muci­
zelerini, göğe çıkmasını kat'i surette kabul eder. Yahudiler

* Allahın insan vücudu alması, Allah tabiatini insan tabiatiyle birleştir­


mesi.
** İsa Peygamberin kendi ölürniyle bir nevi fidye vererek insanları kur­
tarması.

113
hakkındaki en acı muahezelerden biri Meryem Anaya et­
tikleri feci iftiradır.
Melek, Meryem Anaya demiştir ki: «Allah seni intiha­
betti, seni her türlü kir ve pislikten tenzih etti. Bütün ka­
dınların arasından sen seçilip ayrıldın.»
Muhammet, hadislerden birinde bütün insanların şey­
tan pençesiyle damgalanmış olarak doğduklarını söyler ve
«yalnız Meryem ile İsa müstesna kalmışlardır» der.
İsanın hakikaten müstesna bir mevkii vardır: o, bütün
insanlardan başka şekilde dünyaya gelmiştir; Kuranda Al­
lah ile yüz yüze konuşan, doğrudan doğruya onun emirle­
rini alan .tek peygamberdir, İsa, Allahın vahiylerini kulla­
ra bildiren adi bir vasıta değil, «Allahın canlı sözü»dür.
Mukaddes ruhun ona yardımı dıştan olmamış, onun pey­
gamberliği Allah kanunlarının doğru bir surette ,insanlara
nakline münhasır kalmamıştır. Halbuki bu yardım, Musa­
ya en büyük mucizeler, Muhammede ulvi hayaller ve gö­
rüşlerle, olmuştur.
Kurana göre İsa, hata ve günah işliyemez bir mevcut­
tur. Fakat Muhammet, kendisinin günahtan münezzeh ol­
madığını söyler, Kuran, İsanın Meryem Ananın vücuduna
inmiş Allah sözü, Allah ruhu olduğunu ve İsada, kelime­
nin tam manasiyle bir insan görmemek yanlış bulunduğu­
nu söylemekte hıristiyan Ortodoksluğu ile tamamiyle itti­
fak eder. Onun vücutlanma (Incarnation) ve üçlük (Trini­
te) bahislerinde iliştiği şey bu kaidelerden ziyade onların
itizale yol açacak bir tarzda tefsir edilmiş olmalarınadır.
Kuran «Monopnysisme» «entycheisme», «collyridis­

me» mezheplerini ve o zamandaki diğer hıristiyan mute­


zilelerini tenkideder; fakat asıl Ortodoksluk telakkisine
ilişmez. Kuranın Meryem, İsa ve Allahtan mürekkep bir

İsada bir tek tabiat bulunduğuna inananların mezhebi. Bu mezhebin


salikleri İsada biri Allah, biri insan olmak üzere iki ayrı tabiat bulun­
duğunu inkar ederler ve birinci tabiatın ikinciyi emmiş ve eritmiş ol­
duğuna inanırlar.
Larousses

1 14
üçlüğe (Trinite) inanmanın büyük bir hata olduğunu söy­
lemesini, bir hıristiyan aynen tasdik etmek mecburiyetin­
dedir.
«Ey Meryemin oğlu İsa (beni ve anamı Allahın yanın­
da iki ayrı Allah olarak kabul edin) sözünü insanlara sen
mi söyledin.»
Şarkta Meryeme tapan birtakım meslekler bulunduğu
muhakkaktır. «Collyridiennes» ler Meryem Anaya -putpe­
restlerin ekin ilahı olan «Ceres»e verdikleti çörekler şeklin­
de- birtakım küçük çörekler «collyris» ler verirler ve sonra
onları yerlerdi.

Hasılı, Kurana göre müslümanlık, üçlük (Trinite) aki­


desinin esasına değil, onun yanlış bir tarzda tefsir edilmiş
·

olmasına muarızdır. .

Kuran, Allahın çocukları olmadığını söylerken bu ço­


cuk kelimesinin hakiki manasını kastetmemiştir. Her hal­
de bunu kelimenin Arapçaya göre olan manasından ileri
gelme bir anlaşmamazlık addetmek daha doğru olur.
Arapçada «oğul» kelimesi bir erkeğin bir kadın vasıtasiyle
meydana getirdiği zürriyet manasını ifade eder. Kuran der
ki: «Bir zevceye ve oğullara sahibolmak Allahların şanına
yakışmaz. Allahın ne zevcesi, :ne de çocukları vardır.»
«Cinleri yaratan Allah olduğu halde onlar cinleri Alla­
hın ortağı addetmişlerdir. Cahillikleri sebebiyle Allah için
oğullar ve kızlar icadehnişlerdir. Allah kendine atfedilen
bu şeylerin çok üstündedir.
Yerin ve göğün yaralı"cl'sı olan Allahın zevcesi olmadı­
ğı halde nasıl çocukları olur?»
. Mesele açıktır. Putperest Araplar melekler ile El Lat, El
Luzze, El Menat ismindeki üç ilahı Allanın çocukları sanı­
yorlardı. Kuranın hücumu doğrudan doğruya bu batıl iti­
kadadır.
Sonra: «Allah birdir. Doğurmamıştır, doğmamıştır.
Var olanlar arasında onun naziri yoktur» dediği zaman
da Allanın ikinci şahsiyetinden değil, asıl Allahlık cevhe-

1 15
rinden bahsetmektedir. «Yoachim de Flore» meselesi mü­
nasebetiyle «Latron»da toplanan papaz meclisi de bu me­
seleden tıpkı bu surette bahsetmektedir.
Müslüman din alimleri Allah sözü olan Kuranın ka­
dimdir (yaratılmamış: incn�e) dedikleri zaman İsanın Al­
lahlığını söyliyen hıristiyanlardan başka bir şey yapmış ol­
muyorlar, Kuran, esasen İsayı Allah sözü (kelam) diye tav­
sif etmiştir. «Saint Jean Damascene» sekizinci asırda bu
noktaya şu aşağıki sözlerle, işaret etmiştir. «Allahın söz ve
ruhunun kadim olduğunu söylerseniz biz sizinle oluruz;
fakat siz bunların hadis (yaratılmış: cree) olduğunu iddia
ederseni:;;: Allahın evvelce söz v� ruhtan mal1rum olduğu­
nu kabul etmek lazım gelir ki bu, mümkün değildir.»
Mecaz manalarında kullanma,mak şp.rtiyle vücutlanma
(incarnation) mezhebi yalnız Allah ile insan arasındaki
uçurumu doldurmakla kalmaz; Allaha kendi şanına layık,
bir tapıcı vermek suretiyle müslüman idealini de bir haki­
kat haline getirir. Hasılı, Kuranının hıristiyan mezhepleri
hakkında bütün söyledikleri hakikattir. Onun bütün haki­
katleri söylememesi ise kendisinin Tevrat, İncil gibi daha
eski Allah kitaplariyle tamamlanmağa muhtaç bulunma­
sından ileri gelir.
. Bu meseleler içinde en ehemmiyetli ve nazik olanı İsa­
nın çarmıha gerilmesi meselesidir. Müslüman tarihi fidye
ile kurtarmak (redemption) fikrini anlamıyor gibidir. (An­
cak şunu da düşünmek lazımdır ki bu nokta üzerinde faz­
la ısrara esasen pek ihtiyaç yoktu. Çünkü ortada bir İncil
vardı ki · Kuran tarafından tamamiyle tasdik edilmişti);
müslüman tarihi İsanın kurtarıcılık ve Allah ile kul ara­
sında arabuluculuk vazifesini düşünmüyordu. İnsanların
İsanın kanı vasıtasiyle kurtulması, Allanın dünyayı ona
tek oğlunu feda edecek derecede -sevmesi fikri putperest­
ler alemini teshir etmiş ve baştan başa değiştirmiştir. Fa­
kat öyle görünür ki bu fikir, Allah ile tapıcıları arasında
bir uçurum açmak itibariyle- müslümanlığın hiç hoşuna
gitmez.

116
Müslümanlar, İsayı seven Allahın onnn mihnet ve ha­
karete uğramasına, düşmanları eliyle ölmesine razı olma­
sını kabul edemezler. Nasıl ki Yahudiler de Mesihi ancak
· yeryüzünde muzaffer olan ve yabancıları (Gentils) yere
seren bir mahluk olarak anlıyabilmişlerdi.
Böyle olmakla beraber Kuran, bir tek insanı öldürmek
bütün insanları öldürmek, bir insanı kurtarmak bütün in­
sanları kurtarmak nev'inden bir hareket olduğunu söyler.
Kuranın be sözü «Saint Paul»ün şu parçasını hatıra geti­
rir: «Bir tek insanın kabahati yüzünden (.Adem Baba) bü­
tün insanlar nasıl mahkum oldularsa yine bir tek insanın
adalet hükmüne çarpılması sebebiyl� (İsa) bütün insanlar
günahlarından kurtuldular ve yeniden hayata çıktılar.»
Müslüman ananesine göre İsa, alçakç!'lsına çarmıha ge­
ril�rek ôldür"(ilmemiştir; Allah onu' kendisine yükseltmiş
ve Yahudilerin eline boş bir hayalinden, yahut yanlışlıkla
İsa zannedileı;ı bir başka adam bırakmıştır.
Akıl ve tarih gözüne pek garip görünen ve dünyayı en
güzel bir sergüzeştten mahrum eden bu itikada göre hıris­
tiyanlık bir yanlışlıktan doğmuştur. Allah, kendi iradesiy­
le meydana gelmiş bir sahtekarlık üzerine bir din kurul­
masına müsaade etmiştir. Bu fikir, Kuranın oldukça ka­
ranlık bir küçük parçasına istinad eder. «Yahudiler diyor­
lar ki: «Biz Mesihi, Meryemin oğlu ve Allahın resulü olan
İsayı öldürdük» hayır; Yahudiler onu öldürmediler, onu
çarmıha germediler. Onlar için İsanın bir taklidi vücuda
getirildi; bu mesele hakkında münakaşa edenler de şüp­
heden kurtulamadılar. Onl?T bunu kat'i olarak bilmiyor-
_,,
lar, sadece bir fikir ve zanna kapılıp gidiyorlardı. Onlar
onu hakiki surette öldürmediler. Allah onu kendisine
yükseltti, Allah kadir ve alimdir.»
Kuranda «Allaha yükseltilmek», «onun tarafından
alınmak» manasına gelmesine göre isanın ölümünü in­
kardan ziyade onun tekrar dirilmesini tasdik eden bu me­
tin parçasının tek hakiki manası şudur ki Allah Yahud,ile­
rin hilesini boşa çıkarmış, onların alçakça planlarını boz­
muştur ve İsa onlar tarafından yok edilememiş, bilakis

117
onların elinden, muzaffer olarak, kurtulmuştur. Zaten hı­
ristiyanlığın söylediği de bundan başka bir şey değildir.
Yahudiler İsayı yok ettiklerini zannediyorlardı. Halbuki
İsa büsbütün ölmedi. Öldükten sonra dirildi. Düşmanları
onun eserini yıkıyoruz zannettikleri halde, bilmeden, Al­
lahın büyük iradesini yerine getrdiler. Yahudiler fenalık
yapmak isterlerken dünyayı kurtaran bir harekette bulun­
dular.
Kurandaki «Yahudiler için İsanın bir taklidi vücuda
getirildi» sözü çok kere şöyle tercüme edilir: «Üna benzi­
yen bir adam onun yerine konuldu.» Bu tercüme İncilin
metinlerini, «Saint Paul»ü, düny a günahları�1m kefaretini
veren Allah kuzusunu, eski Adem Babanın yerine konan
yeni ademi, kendi kaniyle insan cinsini kurtaran vekil
kurbanı akla getiriyor. Kuranın şimdiki mehiinin, eski
metinleri tahribeden Osman ve Haccac zamanlarında tes­
bit edilmiş olduğunu düşünürsek ve nasıl olunacağına
dair hiçbir işaret ve kaydi ihtiva etmiyen o zamanki el ya­
zılarının çok kere biribirlerinden çok farklı şekillerde oku­
nabileceğini dikkate alırsak bu garip parçanın bütün baş­
ka noktalarda sıkı bir surette birleşen iki din arasında aşıl­
maz bir uçurum açmağa kafi olmasında tereddüde düşe­
riz. Hususiyle Kuranda öyle parçalar vardır ki İsanın ölü­
münü, öldükten sonra tekrar dirilmesini ve İsanın göğe
çıkmasını tasdik ettikleri halde bu ölüm ve bu tekrar diril­
meni"n vaki olmadığını tasrih etmezler.
Maamafih, bunu böyle de kabul etsek hıristiyan orto­
doksluğunca kabulünü imkansız gösteren bir noktasını
bulamayız. Filhakika kilisenin babaları Yahudiler tarafın­
dan öldürülen ve çarmıha gerilen İsanın Allahın oğlu ol­
madığını ve bu işkenceden yalnız onun insan tabiatinin
müteessir olduğunu söylerler. Bu itibar ile Yahudiler Al­
lahın ebedi sözünü (kelam) öldürememişler, yalnız «Ona
benziyen insanı» «değil kurbanı», Meryemin vücudu için­
de aldığı maddi vücudu öldürmüşlerdir.
Kuran, bu noktada da isada iki ayrı tabiat bulunduğu-

1 18
nu _kabul eden Ortodoksluğu değil, itizal yoluna sapmış
birtakım hıristiyan tarikatlerini yalan çıkarır.
Kuran, bu suretle göğe, Allahın yanına yükselen İsanın
. mahşer gününde tekrar dünyaya geleceğini söyler, «İsa,
kıyamet saatiİ1in yaklaştığına bir işaret olacak» (XI.III, 61)
İsa o vakit Yahudilere karşı şehadet edecek, onlar da niha­
yet ona iman edeceklerdir (IV, 157).
Müslümanlık ile hıristiyanlık arasındaki anlaşmamaz­
lığın sebebi hıristiyanhğın yedinci asırdaki mütereddi ha­
liydi: Muhammet, hıristiyan Ortodoksluğunun aslına de­
ğil, Hıristiyanlıktaki itizal mezheplerine karşı yürümüş­
tür. Filhakika Muhammet, yalnız bu mezhepleri tanıyor­
du. O zamanlar Talmut, Mişna, Haggada gibi kitaplarda
uzun uzadıya işlenmiş haham fikirleriyle dolu birçok ht­
leli eserler şehirlerde elden ele dolaşıyor. Hatta bedeviler
arasına girerek kasideler ilham ediyordu. Kuran. «Adem
Baba Kitabı»A «Hazineler Mağarası», «Henuşun Kitabı»,
«Jacques'ın İlk İncili», «Azizler Efsaneleri», Barnabe'nin
İncilleri ve İsanın çocukken topraktan yapıp uçurduğu
kuşun efsanesini ihtiva eden «çocukluk» ile pek çok müş­
terek çizgilere maliktir. Varaka nev'inden insanlar her
halde bu tarihi hakikate uygun olmıyan hileli edebiyatı
gayet iyi biliyorlardı.
Muhammede birçok İncil .hikayeleri öğreten Yahudi
Kaap, onum arkadaşlarından biriydi; peygamberin yeğe­
ni olan İbni Abbas «Hazineler Kitabı>>ndan çok istifade et­
miştir. Hasılı, ilk müslümanlar bu tarih hakikatlerine uy­
mıyan hileli eserleri ya doğrudan doğruya, ya işitme su­
retiyle, yahut da Arap şairleri vasıtasiyle öğrenmişlerdi.
Buna mukabil hıristiyanlar1� asıl şeriat kitapları hakkında
hemen hiç bilgileri yok gibiydi.
Beşinci asırda yaşamış «kilise babaları»ndan biri:
«Arabistan bütün itizal tarikatlerinin birleştiği bir yerdi»
diyor. Mesela sabellius tarikatı, İsanın insan tabiatini in­
kar ediyordu. Ona göre İsanın vücudu bir hayaletten iba­
retti. Arius tarikatı onun Allahlığını tanımıyordu; Yakubf­
ler, monophysites'ler İsadaki çift tabiatı inkar ediyorlardı;

119
Meryemciler Meryeme tapıyorlardı. Bunların zıddı olan
bir tarikat, Meryernin ebed1 bakireliğini tanımıyordu.
Bunlar ve bunlardan başka birçok tarikatlerin biribi rine
zıt fikirleri arasından hakikati bulup çıkarmak kolay bir
şey değildir.
Bir Habeş da rbımeseli hı r istiyan lann yalnız bir nokta­
da ittifak ettiklerini söyle r : İsanın doğuşu . . .
O vakit hıristiyanlık Arabiatanda bir inzibat v e şefkat
mektebi olmakta n çok u zaktı, biribirine düı:;;m an birtakım
tarikatler sonu gelmez kuru münakaşalar içinde biribirle­
rini yiyip, didiklemekten b aşka bir şey y apmıyorlardı.
Müslümanlığın bu tarikat kavgalarına uzak kalmak iş­
lemiş olmasına şaşm a m a l ı d ı r. Muha mmet, bu ta rika tler­
den birini kabul etm i ş o l s aydı hiçbi r neticeye ermiş sayıl­
mayacaktı . Bunun için, zaten hakiki ortodoksluğu bilmi­
yen Muhammedi n tarikatler ve kavgalar fC'vkiıw çıkmı ş
ve h ı ri s tiyanlan bu a vnl ı klardan dolayı scrl, fakat haklı
bir surette muaheze etmiş olmasını tabif görmek l azımdır.
Şark hıristiyanlığının mezhep kavgaları bir reza let şek­
lini almıştı. B i r zama nlar pu tperestler, onlara zulmetmiş­
lerdi .. Şimdi de asıls ız bi rtakım fikirler için onlar biribirle­
rinin kanını döküy orlardı. Hıristiyanlar bir «Ümoousios»
kelimesi, yahut nesturiler mektebinin İskenderiyedeki
ınonophysiste mektebi gibi. anlamadığı tabiat (physis) ke­
limesinin manası için biribirlerini öldürüyorlar, hapse atı­
yorlar, yahut memleketten sürüyorlardı. Halbuki, ihti­
mal, her ikisi de esas itibariyle aynı fikirde idiler.
Din, her şeyden evvel zihniyeci (intellectualiste) ol­
muştu. Kelimeye aldanarak bunu «hıristiyanlık bir akıl ve
mantık dini haline geliyordu; h atta, akıl ve mantık ile ala­
kası olan bir şeydi» manasına almamalıdır. Din, bilakis
bir safsata ve mugalata haline gelmişti. Alimler bitip tü­
kenmez din münakaşal arı ve kavgalariyle vakitlerini ge­
çiriyorlardı. Halk ise, bu zihniyetin sirayetinden masun
kalmamakla beraber, birtakım boş vehimler ve batıl itikat­
lar içinde çürüyordu.
Kilise babalarından b i ri der ki: "�ehrin bütün köşeleri

1 20
kavga ile doludur: pazarlar, elbiseci, sarraf, zahireci dük­
kanları. Bir altın bozdurmak mı istedin? Nelerin hadis,
nelerin kadfm olduğuna dair bir felsefe bahsine girişilir.
Ekmek fiatını mı soruyorsun? Şu cevabı alacaksın: «Baba
Allah daha buyüktür; oğul, ona tabidir» Banyonun sıcak
olduğunu mu öğrenmek istiyorsun? Alacağın cevap şu­
dur: Oğul vücutsuzluktan yarahlmıştır ve saire ... »
Muhammet gibi çöl ve dağın ıssızlığı içinde, kendi ru­
hunda bulduğu hakikatlerle öğür olan dbğru ve sade bir
ruh, dinin mücerret bir düşünce işinden ve zarif bir mü­
nakaşadan ibaret olmadığını hissediyordu. O, hakikat
üzerine birtakım ipsiz sapsız muhakemeler yürütmeğe
kalkmadı, sadece o hakikati gördü. Herkes Allahı, kendi
anlıyabildiği şekil ve surette tasavvur eder; asıl mühim
olan onun hakikatini hissetmek ve kendini onun ellerine
teslim etmektir (islam). Mezheplere ve itikatlara ait tarif­
ler ancak ins�nların yanlış yollara sapmalarına mani ol­
mak ve zihinleri tatmin etmek için lazımdır; fakat üçlük
(Trinites), vücutlarıma (Incarnation) gibi nazariyeler na­
zariye halinde kaldıkça, insan, onlara bütün ruhiyle sarı­
lıp inanmadıkça, onları ruh hayatının en derin zaruretle­
rinin bir manzumesi haline getirmedikçe tamamiyle hoş
ve beyhudedir.
Hıristiyanlarla müslümanlar arasında açılan uçurum,
hakikatte, hıristiyanlık ve müslümanlık arasında mevcut
değildir. O, birtakım anlaşmamazlıkların neticesinden
başka bir şey değildir. Hakikaten aradan çok zaman geç­
meden iki din arasında birçok anlaşmamazlıklar doğdu
ve bw1lar günden güne büyümeğe başladı.
Evvela Muhammetle birlik olan «kitap ehilleri» bir za­
man sonra onu hakiki bir peygamber olarak tanımak iste­
mediler; heyecanlı ve taşkın ruhlu bedevi ile alay etmeğe
başladılar, öte taraftan müslümanlar da hıristiyanlardan
mümkün olduğu kadar ayrılmağa çalıştılar.
Kuran tefsircileri iki din arasındaki benzeyişleri mey­
dana koyacakları yerde bütün gayretlerini bu benzeyişle­
ri inkara, yahut mümkün olduğu kadar azaltmağa sarfet-

121
tiler ve buna mukabil aradaki görünüş farklarını son de­
rece büyüttüler.
Kuran, hıristiyanlığa -ananeye nisbetle- hayret vere­
cek kadar yalandır. Biz bunu Halife Osman zamanında
imha edildikten sonra yeniden toplanması ve neşredilme­
si tarzına nazaran söylüyoruz. Yoksa ilk ve asli metninin
hıristiyanlığa çok daha yakın olması pek mümkündür.
Her halde iki din arasındaki çukuru kazanlar ananecilerin
hadisleridir. Bu hadislerden birçoğunun ise şüpheli oldu­
ğu ve muayyen maksatlarla uydurulduğu muhakkak gi­
bidir.
Müslü;manlık ile hıristiyanlıkarasında asırlarca devam
eden kanlı muharebeler açılınca bu anlaşmamazlıklar ta­
bii bir kat daha arttı ve itiraf edelim ki kabahatin büyüğü
garp hıristiyanlarında oldu. Evvela Bizanslılar, müslü­
manlığı hiç tetkik etmeden (belki Saint Jean Damascene
müstesna) şiddetle hırpaladılar ve ağır hakaretlere boğ­
dular. Sonra Avrupa muharrir ve şairleri Endülüs müslü­
manlarına karşı saçma bir iftira ve tezvir silahı ile hücum
ettiler. Muhammedi bir deve hırsızı, bir büyücü, bir çete
reisi gibi tasvir ettiler. Peygamberi, hatta bir yalancı Allah
olarak gösterenler, müminlerinin ona kurban olarak, in­
san kestiklerini söyliyenler oldu.
Ağır başlılığiyle tanınmış olan «Guibert de Nogenb>
bile onun fazla şarap içerek çatladığını ve ölüsünü, bir
gübre yığını üstünde, domuzların yediğini hikaye etti ve
bu suretle rnüslümanlıkça şarabın ve domuz etinin niçin
memnu olduğunu güya izah etmiş oldu.
Hıristiyanlık ve müslümanlık arasındaki ayrılığın en
ciddi temellerini şairler tarafından yazılmış kahramanlık
destanları teşkil eder. Bunlar, putları kırmış olan Muham­
medi bir altın put ve müslüman camilerini resimlerle do­
lu puthaneler seklinde tasvir ederler.
«Chanson d'Antioche» muharriri mozaik bir kaide üs­
tüne oturmuş bir fil üstünde altın ve gümüşten yapılmış
kocaman bir Muhammet heykelini, göziyle görmüş gibi,
tasvir eder. «Charlemagne» şövaliyelerinin müslüman

122
putlarını yıkhklarım tasvir eden «Chanson de Roland»
Arapların «Tervagant», «Muhammet» ve «Apollon» dan
mürekkep bir üçlüğe (Trinite) taphklarını söyler.
«Muhammedin Romanı» ismindeki destan ise müslü­
manlığın bir kadının birkaç kocaya varmasına müsaade
ettiğini zanneder. Kinler ve bahl itikatların ömrü çok
uzun olmuştur. 620 de yaşıyan «Rudolphe de Ludheim»,
den zamanımıza kadar «Nicolas de Cuse», «Vives», «Ma­
racci», «Hottinger», «Bibliander» «Prideatıx» ve saire Mu­
hammedi bir yalancı, müslümanlığı bütün itizallerin top­
lanıp bağlandıkları bir nokta ve şeytan eseri, müslüman­
ları birtakım hayvanlar, Kuranı bir saçmalar mecmuası
olarak göstermişlerdir. Bu muharrirler, bu kadar gülünç
bir mevzudan ciddi olarak bahsettikleri için adeta karile­
rinden özür diliyorlardı.
Böyle olmakla beraber müslümanlığa karşı yazılan ilk
garp eserinin sahibi olan «Pierre le Venerable» on ikinci
asırda, Kura�ı Latinceye tercüme ettirdi. On dördüncü
asırda «Pierre Pascal» islam hakkında uzun tetkikat yaptı.
Üçüncü «lnnocent» bir gün Muhammedi deccal diye
tasvir etti; fakat orta asırlar onu umumiyetle itizal yoluna
sapmış bir insan olarak tanıdı. On dördüncü asırda «Ray­
mond Luble», on alhncıda «Guillaum Pastel», on sekizin­
cide «Roland ve Gagnier» on sekizincide papaz «Broglie»,
on dokuzuncuda «Renan» onun hakkında az çok tetkik,
müstenit hükümler verdiler. «Voltaire» «Muhammet» is­
mindeki meşhur tirajedisinin birçok noktalarını tashih et­
ti. Pascal ve Malebranche'tan sonra Montesquieu müslü­
manlık için çok yanlış şeyler yazdı; fakat müslüman adet­
leri hakkında birçoğu doğru olan pek güzel görüşleri var­
dı. Boulainvilliers, Seholl . Caussin de Perceval, Dozy,
Sprenger, Barthelemy Saint - Hiliaire, de Castries, Garlyle
ve saire umumiyetle müslümanlık ve onun peygamberi
hakkında müsait bir lisan kullandılar ve hazan onu met­
hettiler.
Böyle olmakla beraber Drougldy 1876 da Muhammet
içia «Bir pis ve hain Arap», 1822 de de Poster «Muhammet

123
Danyalın tekesinin küçük boynuzu, papa da büyük boy­
nuzu» diyordu,
Müslümanlığın bugün de birçok düşmanları vardır.
Şimdi gelelim müslüman muharrirlerine. Onlar, ilk za­
manlarda hıristiyanlık hakkında bir hayli tetkikat yap­
mışlardır. Bu muharrirler «Voltaire» den evvel «Volterka­
ri» basit ve kolay delillere müracaat etmiş olmakla bera­
ber tetkikleri oldukça ciddi idi. Ancak onlar da iki dini
birleştiren noktalardan ziyade ayıran noktalar üzerinde
durmuşlardı. O zamandan beri hıristiyanlığa karşı, he­
men daima, istihfafkar bir cehil içinde kapanıp kalmışlar­
dır. 1

Kuı;an «ehl-i kitab»ı müslümanların en iyi dostları sa-


yıyor. ve müminlere onlarla anlaşıp sevişmeyi emrediyor­
du. Halbuki müSiüman muharrirleri hıristiyanla;ra «kafir»
ismini vermişlerdi. Şimdi bile müslümanlardan birçoğu
evlatlarının Hıristiyan olmaktansa ölmesini, yahut kanlı
katil olmasını tercih ederler.
, . Bu sun'i haillerin yıkılması bizim elimizdedir. Işık boş
vehimleri ve hayaletleri dağıtmağa kafidir. Hakiki nisbi­
lik (Relativite) duygusu mutlak (absolu) duygusunu imha
etmez. Allanın vahiyleri insan ağızları vasıtasiyle olur ve
zamanlara, memleketlere intibak eder. Hakikat bize işlen­
miş, hazırlanmış yekpare bir kütle halinde gelmez. Bizim
mevcudiyetimizin hakikati derin surette istemesidir ki
onu canlı bir hale getirir. Bize tenakuz şeklinde görünen
şeyler ezeli ışığın zaman menşurunda kırılmasından baş­
ka bir şey değildir.
Her vahiy, bir ayrı nokta üzerinde ısrar eder. Müslü­
manlık, Allahın birliğini, büyüklüğünü ve affediciliğini
tasdik eder, nasıl ki hıristiyanlık da onun muhabbetini ile­
ri sürer. Putperestlik bile Allahı unutmakla beraber inkar
etmez; onun ef' alindeki kesreti tasdik etmek, ezeli haki­
katleri dağınık, çarpık, eksik bir şekilde göstermek sure­
tiyle onu kendine mahsus bir tarzda tebcil eder. Hakiki
vahiy; bu dağınık,· çarpık, eksik hakikatleri düzeltmiş, te­
mizlemiş ve dnlara tam şekillerini vermiştir.

124
Doğrusu . aranılırsa, hıristiyanlık, müslümanlığı ihtiva
ve ona bir şey ilave eder; fakat bu dinlerden hiçbiri kat'i
surette ötekini nakzetmez. Muhtelif dinler biribirlerini
yıkmağa çalışacakları yerde ibadet, gayret ve fazilet husu­
sunda biribirlerine rekabet etmelidirler. Birçok kimselerin
din meselesinde yalnız Allahın büyüklüklerini düşünecek
yerde muhtelif dinler arasındaki farkları göz önüne alma­
ları gurur ve bir dar infiratçılık (particularisme) den ileri
gelmektedir. Çok kere bir din hakkında ti.uyulması lazım
gelen hürmet ve merbutiyeti bir başka dinler düşmanlığı
şekline sokan şey taassuptan başka ne olabilir ki?
Kuranda «Acaba Allah insanlar ve milletlerde - taas­
sup denilen şeyden ayrı ve farklı olmak şartiyle - bir ne­
vi infiratçılık (particularisme) bulunmasını istememiş mi­
dir?» şeklinde ifade edilebilecek bir düşünce sezilir. «Al­
lah istemiş olsaydı sizin hepinizi bir tek kavın ve millet
haline getirirdi; fakat o, size emrettiği şeylere ne derece ri­
ayet ettiğinizi anlamak, sadakatinizi tecrübe etmek istedi,
iyi hareketler yolunda biribirinizle baş koşunuz, daima
biribirinizi geçmeğe çalışınız; hepiniz neticede Allaha dö­
neceksiniz; aranızdaki kavgaların mahiyetini o size ay­
dınlatacak» şimdili� herkes kendine gösterilen yolda, hu­
lus ve iman ile, yürüsün.

Dinin içindeki derin birliğin onun dışında da görünüp


görünmemesi (mesela muhtelif hıristiyan kiliselerinin
muhtelif itizal gruplarına ayrılması) elbette, ehemmiyet­
siz bir mesele değildir; fakat dinin içindeki bu derin birli­
ği görmemek, insanların Allah yolunda hakiki bir elbirli­
ğiyle çalışmaları gayesini birtakım görüşlere feda etmek,
ruhtan ziyade kelimeye, I ra.yattan ziyade o hayatın ifade
vasıtası olan formüllere dikkat etmek bundan daha tehli­
keli bir iş olur.
Hüküm ve kaidelerin zamanlara ve memleketlere göre
değişmesi insanlığın ilerlemesi için daima faydasız bir şey
değildir, ilk hıristiyanlar putperestlik ile vahşi bir surette

125
mücadele ediyorlardı. Fakat tehlike geçtiği vakit kilise ev­
liyalar hakkında bir nevi taabbüde göz yumdu ki bu, ifra­
ta götürülmezse, ruh hayatı için pek faydalı bir şey olabi­
lir.
Müslümanlık, putları kırmak hususunda büyük bir
azim gösterdi. Bu sayededir ki Müslüman sanatı arabesk­
lerdeki mücerret tezyin üslubunun doğmasına, ve hariku­
lade ilerlemesine sebeb oldu. Bu esnada bir yandan da
garp sanatı tabiatı ve insan vücutlarını taklidetmek sure­
tiyle Yunan sanatini devam ettiriyordu.
Herkes, kendi yolunda çalıştı ve mümkün olduğu ka­
dar ileriye, gitti. Ve bu, netice itibariyle, medel'l.iyet için bir
kazanç oldu. Halbuki müsamahasız bir inhisarcılık (e�c­
lusivisme) zihniyeti bu neticeyi, muhakkak, tehlikeye dü­
·
şürürdü. Bugün ��chartres» kilisesinin, yahut «Elhamra»
camisinin kapılarından mahrum kalmak insaniyet için bir
zarar olurdu.
Hıristiyanlık ile müslümanlık arasındaki karşılıklı an­
laşmamazlık ve uzlaşmamazlıklar daha ilk zamanlarda
çıkmağa başlamış ve birtakım politika mücadele ve ihti­
rasları yüzünden günden güne artmıştır.
Müslüman fetihleri dağınık ve düşkün bir hale gelmiş
olan sark hıristiyanlığı için bir ceza oldu ve onu fena hal­
de küçük düşürdü. Bu, hıristiyanların aklını başına getir­
mek itibariyle hayırlı bir şey de addedilebilirdi. Endülüs
Arapları Avrupayı doğru durmağa mecbur eden bir de­
mir lale• vazifesi gördü; İspanyada Arapların bulunması
ve Avrupalıları mütemadi bir tehdit altında tutması hıris­
tiyanlıhı her an kusurlarını düzeltmeğe ve ilerlemeğe teş­
vik eden bir şey oldu.
«Allah mahşerde müminler, Yahudiler, saibller, hıristi­
yanlar, putperestler, müşrikler (Allaha ortak verenler)
arasında hükmünü veı:ecek.

* Garcan: Avrupada vaktiyle halka teşhir edilen mücrimleri boynun­


dan bağlamak için kullandıkları demir lale.

126
... Mümkün ki bir gün sizinle düşmanlarınız arasında
karşılıklı bir hayırhahlık teessüs etsin. Allah her şeye ka­
dirdir. O, müsamahakar ve merhametlidir.»
Kuran, mütemadiyen Tevrat ve İncile müracaat eder.
Şu halde onları nakzetmesine imkan yoktur. Hatta Kura­
nın bu kitaplarla tefsir edilmesi lazımdır. Çünkü buna da­
ir Kuranda açık bir emir vardır:
«Sana gökten gönderilen şeyler (Kuran) hakkında şüp­
heye düşersen senden evvel gönderilen kitapları okuyan­
lardan sor.»
Kuran, eski kitapları hatırlatmak, teyit, tasrih etmek ve
Arapça olarak mükemmel bir surette terennüm etmekten
başka bir şey yapmaz ve insanlığın müstakbel din birliği­
ni «ne Yahudi, ne de hıristiyan olrnıyan, sadece kendini
Allaha teslim et.miş bir kul olan İbrahim Peygamberde,
bütün inananların babası olan bu büyük adamın kucağın-
'
da sezinler.

127
10

Matem Senesi

Haşimfler hakkındaki aforoz kararından sonra Mu­


hammet, ailesi ve taraftarlariyle beraber dağda bir eve
kaçtı. Kavrar, bir parşömen üzerine yazılarak Kabeye asıl­
mıştı. Dört tarafları sarılmış olan ve hayatlarinı kazanmak
için çalışmağa muktedir bulunmıyan müslümanlar arası­
ra aç kalıyorlardı. Bereket versin ki Mı;kkede bazı kimse­
lerle anlaşmışlardı. Onlara gizlice yiyecek göntleriliyor­
du. Fakat saklandıkları yerden ancak mukaddes aylar
mütarekesinde çıkabiliyorlardı.
Peygamber, o vakit hacıların arasına karışarak onlara
va'zediyordu. Bu hal üç sene devam etti. Nihayet, putpe­
restler de yoruldular. Şehir halkını ikiye ayıran şiddetli ga­
razla.ra karşı öteden, beriden şikayet sesleri yükseliyordu.
Ebu Süfyan, bu halin kırsür gidemiyeceğini ve hatta
müslümanlara karşı yapılan zulümlerin halkta yeni dine
karşı bir muhabbet uyandırmağa başladığını anlamış gö­
rünür. Bir taraftan da Hişam bin Amir var kuvvetiyle hal­
kı karıştırmağa uğraşıyordu. Bu gayret neticesinde Abdül
Muttalip oğullarından Zübeyr bin Ebi Ümeyye ile daha
birkaç kimseyi kandırmağa muvaffak oldu.
Kabe duvarına asılı bulunan kararname, tam yerinde
ve zamanında olarak, kurtlar ve böcekler tarafından delik
deşik edildi ve yalnız baştaki «Ey büyük Allah, senin na­
mına ... » sözleri kaldı.
Müslümanlar, bunu bir mucize addettikleri gibi Ku­
reyşliler de epeyce telaşa düştüler. Zübeyr, kararnameyi
kaldırmağı teklif etti. Bir nutkunda diyor ki:
- Ne vakte kadar kardeşlerinizi kendinizle alışveriş

128
etmekten mahrum bırakacak ve kendiniz bolluk içinde
yaşarken onları türlü sıkıntılarla kıvrandıracaksınız? Bu
haksız kararı yok edelim.
Ebu Lehep, brma karşı : «Olamaz» diye bağırdı.
Zem' a bin El Esvet söze karışarak:
- Olacak, dedi, zaten ne ben, ne de başkaları bu işe ta­
mamiyle razı değildik.
Ebu Bahteri:
- Ben kendi hesabıma daima bu kararın aleyhinde
bulundum.
Müthim ile Hişam:
- Kaldırılsın, kaldırılsın... Onu artık istemiyoruz, diye
bağrıştılar.
Bunun üzerine meclis, Muhan;ı.met ve taraftarlarının
Mekkeye dönmesine müsaade etti.
Peygamberin bazı, noktalarda Kureyşflere riı.üsaade­
karlıkta bulu.nmağa meyletmesi ihtimal bu zamanda ol­
muştur. Kurana göre (XVII, 75 - 76) Allah, resulüne yar­
dım etmemiş olsaydı o müşriklere biraz meyledecekti.
Muhammedin onların iğfallerine kapılmasına bıçak
sırtı kalmıştı. Fakat zaman ve vakalara göre mütemadiyen
inen vahiyler, peygambere kuvvet veriyordu. Onu en zi­
yade üzen şey zaman zaman vahiylerin kesilmesi idi.
Bilmem Muhammet, kıyamet gününü pek yakın mı
zannediyordu? Bu, pek mümkündür. Vesikalara istinad
etmiyen bazı rivayetlere göre Muhammet, galiba kendisi-.
ni deccalın muasırı zannediyordu.
O hakikaten ahır zaman peygamberiydi. Fakat bundan
mutlaka o ahır zamanın gelip çattığı neticesi çıkarılamaz.
Muhammet: «Kıyamet ile ben bu iki parmak gibi gönde­
rildik» diyor ve şehadet parmağiyle orta parmağım göste­
'
riyordu. Muhammet, o 7,Jmana kadar işitilmemiş bir ifa­
de ve eda ile haber verdiği kıyametin, son saatin peygam­
beridir, asıl vazifesi insanların son akıbeti ve öldükten
sonra dirilmenin büyük hakikatiyle meşgul olmaklar.
Böyle olmakla beraber Muhammet, hemşehrilerine

129
kendini; dinlemedikleri halde çekecekleri ahiret azapları­
nı senelerden beri haber veriyordu. Şimdiye kadar kıya­
met alametlerinin görünmemiş olması imansızların onun­
la alay etmelerine sebeboluyordu. Bu halde Muhamme­
din bazan emniyetini kaybeder gibi olmamasına nasıl im­
kan görülürdü? Nihayet, Kuran, kıyamet saatini ancak
Allanın bildiğini ve dünyanın hiç beklenmiyen bugünde
birdenbire yıkılacağını bildirdi.
Kıyamet gününü bilmemeğe katlanmak, onun gecikme­
sini kabul etmek peygambere her halde çok güç gelmiştir.
Ona kuvvet vermek için Allahın mütemadi teşvikleri lazım­
dı. Nihay�t, bazı vakalar onun imdadına yetiŞti; kazandığı
muvaffakiyetler gökten aldığı vaitlerin ve Allahtan gördü­
ğü yardımın parlak delilleri gibi göründü. Mademki mu­
zaffer olmuştu, düşmanları istedikleri kadar kendisine gü­
lebilirlerdi. Müslümanların kılıcı alaycıların ağzını kapata­
bilir ve kıyamet günü beklenedursun o, şimdilik bu dünya­
da da bir saltanat kurmağa muktedir olurdu.

Haşimiler hakkındaki aforoz kararının kalkması Mu­


hammedin uğradığı cefalara nihayet vermemişti. Pey­
gamber, 620 de üst üste hamisi Ebu Talip ile sadık karısı
ve dert arkadaşı Haticeyi kaybetti: matem senesi.
Ebu Talibin yaşı sekseni geçmişti. Muhammet, amcası­
nı bir baba gibi seviyor ve onu ölmeden müslüman ede­
mediğine çok üzülüyordu. Onun ölüm yatağı başında he­
yecanlı bir vaka geçti.
. Peygamber, son nefesinde kelime-i şehadet getirerek
kendini cehennemden kurtarması için Ebu Talibe yalvarı­
yordu. İhtiyar adam, buna bir türlü razı olmuyor, ölüm
korkusiyle müslüman olduğunu zannederek kendisini
ayıplamalarından korkuyordu.
Muhammet, bir türlü ona yalvarmaktan yorulmuyor­
du. Fakat bir taraftan da Ebu Cehil, Abdullah bin Ebi
Ümeyye Ebu Talibi atalar dininden dönmemeğe teşvik
ediyorlardı. Bir zaman sonra ihtiyar, konuşamamağa baş-

130
ladı. Yanında bulunanlar dudaklarına eğildiler, fakat hiç­
bir şey işitemediler ve Muhammet, baba göziyle baktığı
amcasının ve velinimetinin putperest alarak öldüğünü
görmek ıstırabına uğradı:
- Allah beni menetmediği müddetçe ben onun affı
için yalvaracağım, dedi.
Fakat bir zaman sonra putperest olarak ölenler için
dua edilmesini meneden bir valüy geldi. Muhammet, ça­
resiz buna da katlandı. Fakat Ebu Tı:ı.libin müslümanlığa
ettiği hizmetler sebebiyle müşriklerin en az günahkarı ol­
duğunu söyledi. O, ancak topuk kemiklerine kadar ce­
henneme girecekti. Ebu Talibin ölümünden sonra Mu­
hammede edilen zulümler bir kat daha arttı. Bir gün bir
kimse onun yüzüne toprak attı. Kızı Fatma ağlıya ağlıya
onu yıkadı.
Peygamber: ,
-.., Ağlam,a kızım, Allah bana yardım eder, deqi.
Haticenin ölümü Muhammedi kendisine ilk inanan bir
müslümandan, · en tatlı ve en takdirkar bir muhabbetle
kalbine kuvvet veren bir arkadaştan mahrum etti. Cebra­
il ona karısının cennette bir gumü'ş'köşkte zevk ve sefa sü­
receğini temin etti. Haticenin yaşı altmışı bulmuŞtu. Böy­
le olduğu halde Muhammet, o yaşadığı müddetçe üstüne
evlenmeği aklından geçirmemiş, karısına · son derece sa­
dık kalmışh. Peygamber, o zaman tekrar evlenmeği dü­
şündü ve sadıktaraftarı Ebu Beki.rin kızı Ayşey'i aldı. Ay­
şe, fevkalade· güzel bir kadın ölacak gibi görünüyordu.
Fakat daha yedi yaşındaydı. Bunun için peygamber onu
yalnız nişanlanmakta iktifa etti ve düğün iki sene sonra
Medinede oldu.
· Ayşe, Muhammedin zevceleri içinde en çok sevdiğiy-
di. Peygamber, kızoğlankız ,Sevda
olarak yalnız onu almıştı.
Bu esnada Muhammet, ilk'kocası isminde bir başka ka­
dınla evlendi. Sevdanın Sekran bin Amir ismin­
de bir Habeşistan muhaciri idi ki pek az bir zaman eve!
Mekkeye dönmüş ve ölmüştü . .
. ' '

131
Peygamber, bu suretle bu dul kadına ehemmiyetli bir
mevki temin etmiş oluyordu. Fakat onu zannedildiğinden
pek fazla sevmemişti. Muhammet, bir zamandan beri bu­
lunduğu mevkiden kurtulmak için bir çare arıyordu, öm­
rünün sonuna kadar Mekkede kalarak kendini beyhude
uğraşmalarla yıprahp öldürmek istemezdi. Başka bir şeh­
rin, yahut başka bir kabflenin kendisine kollarım açması
ve dinini kabul etmesi mümkün değil miydi?
Muhammedin aklına evvela Taif geldi. Sakiflerin otur­
duğu bu güzel memleket Mekkenin yetmiş iki mil şarkın­
da Arabistanın başka hiçbir tarafında görülmiyen şeftali,
erik, nar, ağaçlariyle dolu yeşil ve serin dağların ortasın­
daydı.
Şu vardı ki Taif, yalnız kuru üzümleriyle ve Mekke
zenginleri tarafından bir sayfiye ve hava tebdili yeri ola­
rak kabul edilmesine sebeb olan sağlam havasiyle meşhur
değildi; orası El Lat meahebinin merkezi idi ve içinde Al­
lahın kızlarından biri olan bu mabudun heykeli vardı. Sa­
kifler, bu heykele çok fazla hürmet ederlerdi.
Peygamber, Taifte bir ay kaldı, hiç muvaffakiyet kaza­
namadı, halkın hakaretlerine ve hazan daha ağır tecavüz­
lerine uğradı.
Birisi ona:
- Allah bir peygamber göndermek isteseydi senden
daha iyisini seçemez miydi? demişti.
Çocuklar ve sokak çapkınları onun arkasından bağıra­
rak alay ediyorlar, taşlar alıyorlardı. Düşman bir kalaba­
lık etrafını aldı. Peygamber, bir köşeye, bir ev duvarının
gölgesine sığındı. Kureyşf Rabianın oğullan Sayib ile Ut­
be bu evde yaz mevsimini geçirmeğe gelmişlerdi. Halk
çekildi. Zavallı peygamber, duvara, hrmanan bir asmanın
altında tek başına kaldı, iki kardeş onu pencereden seyre­
diyorlardı. Muhammet, şikayete başladı, diyordu ki:
«Allahım. Ben zayıfım, acizim, sana sığınıyorum. Sen
zayıfların Allahısın. Sen benim sahibim ve Allahırnsın.
Beni yabancıların ve düşmanların elinde bırakacak mısın?
Eğer senin gazabına hedef değilsem, hiçbir şeyden kork-

132
marn. Ben senin dünyayı ve dünyaların öte tarafını aydın­
latan yüzünün ışığına sığınırım. Senden başka kimseden
kuvvet ve yardım beklemem.»
İki kardeş onun bu duasına müteessir oldular ve köle­
lerinden Attas vasıtasiyle ona bir salkım üzüm gönderdi­
ler.
Attas hıristiyandı; Muhammedin üzümü yemeğe baş­
lamadan evvel «bismillah» dediğini işitti ve:
- Bu memleketin ahalisi Allahın ismini bilmezler, di-
ye söylendi.
Muhammet ona:
- Hangi memlekettensin, dinirt nedir? diye sordu.
- Ben Ninvalı bir hıristiyanım.
- Ninva Yunus Peygamberin memleketidir.
- Sen Yunusu nereden biliyorsun?
- O da benim gibi bir peygamberdir.
Attas, bu putperestler memleketinde bir nevi din kar­
deşi bulduğu için büyük bir heyecana kapıldı, Muham­
medin ayaklarına ahldı, omuzlarını, ellerini öptü. İki kar­
deş bu sahneyi uzaktan görd�ler.
Utbe kardeşine:
- Bak, Muhammet bizim köleyi kandırdı, dedi.
Attas, geri döndüğü zaman efendileri ona darıldılar:
- Dikkat et bu adam seni dminden döndürecek, senin
dinin onunkinden çok daha iyidir.
Taifliler, Muhammedi şehirden kovdular ve kale dışın­
da oldukça uzak bir yere kadar türlü hakaretlerle onu ta­
kibettiler. Peygamber, o zaman Mekkeye dönmek istedi.
Fakat kendine bir hami bulmadan bunu yapamazdı.
Onunla beraber bulunan sadık Zeyd, bu vazifeyi üstüne
alacak bir adam aradı ve El Aknas bin Şerif ile Süheyl bin
Amre müracaat etti. Fakat onlar bu işi kabul etmek iste­
mediler, yahut da buna cesaret edemediler. Muhammet,
bu müzakerelerin neticesini Nahiede
peyr bekliyordu. Büyük
pmber
bir ümitsizlik içinde olan Taifteki muvaffaki­
addetmemesi
yetsizlikten kendisini mesul için mütemadi­
yen Allaha yalvarıyordu. .

133
Bir gece tenha· bir yerde, bir hurma ağacı altında, ken­
di kendine Kuran okuyordu. Bir ecinni taifesi onu işitti.
Bu ateş vücutlu mahluklar, insan gibi ölüme mahkumdu­
lar. Fakat onların hayatları insanınkinden çok daha uzun­
du ve onun gibi dünyada yaptıkları iyilik ve fenalığa gö­
re ahrette mükafat veya ceza göreceklerdi.
Bu esrarlı mahluklar, surelerin güzelliğine meftun ol­
dular ve müslümanlığı kabul ettiler. Muhammet, bunu
Kuranın 72 nci suresi delaletiyle haber aldı.
Dernek ki insanların ondan yüz çevirmelerine bedel
ruhlar, etrafına toplanıyorlar, onunla birlik oluyorlardı.
Arapların büyük bir taassupla taptıkları cinler de müs­
lümanlığı' kabul etmişlerdi. Putperestler için bu, ne büyük
bir ibretti?
Nihayet, El Müthim bin Adi, Muhammedi hirr;ı.ayesi al­
tına almağa razı oldu ve peygamber bu suretle Mekkeye
girdi. O zaman panayırlar mevsimiydi. Muhammet, bazı
kabileleri kazanmak ümidiyle va' zetmeğe başladı.
Beni Hanifler peygamberin sözlerini dinlemek isteme­
diler. Beni Amirler onunla anlaşmak ister gibi göründü­
ler; fakat maksatları müslümanlık vasıtasiyle memleketi
ellerine almaktı. Onların sırf menfaatleri namına hareket
ettiklerini anladı ve başkalarının siyasi emellerine alet ol­
mak istemiyerek onlarla uğraşmaktan vazgeçti.
Peygamberin «Miraç» diye meşhur olan ve birçok tef­
sirlere yol açan göğe çıkma vakası bu zamana tesadüf
eder.
Gece kuşlarının ve canavarların sustuğu, akar sular ve
rüzgarların fısıldamaktan kaldığı sessiz ve heybetli bir ge­
cede Muhammet «Ey uyuyan, ayağa kalk!» diye bağıran
bir sesle uyandı. Cebrail, alnı parıltılar içinde, yüzü kar
gibi beyaz, kumral saçları dalgalanarak, incili ve sırma iş­
lemeli elbiselerle karşısında duruyordu. Vücudunda etra­
fa parıltılar saçan birçok kanadlar titriyordu.
Meleğin, yanında Burak isminde insan başlı, kartal ka­
nadlı bir kısrak vardı. Burak� peygamberi sırtına bindir­
�ek için iğildi ve Mekke dağları, kum çölleri üstünden şi-

134
male doğru bir ok hıziyle koşmağa başladı. Bu harikulade
uçuş esnasında melek de onlarla beraber geliyordu. Mu­
hammedi evvela vaktiyle Allahın Musa Peygambere gö­
ründüğü Sina dağında, sonra İsanın doğduğu Orşelim
şehrinde durdurarak dua ettirdi. Nihayet hava içinde
uçuşlarına devam ettiler.
Birtakım esrarlı sesler peygamberi yolundan alıkoy­
mağa uğraşıyorlardı; fakat o, kendini tamamiyle büyük
vazifesine vermiş, altındaki kısrağı durdurmak iktidarı­
nın yalnız Allaha mahsus olduğunu düşünüyordu.
Kudüse geldikleri zaman Muhammet, Burakı bağladı
ve İbrahim, Musa, İsa Peygamberlerle beraber Süleyman
mabedinin harabeleri üstünde dua etti.
O vakit, Yakubun taşı üstüne büyük bir merdiven indi
ve peygamber çabucak göklere çıkh. Göğün birinci katı
saf gümüştendi. Yıldızlar onun kubbesine altın zi,ncirlerle
asılmışh ve qnların her birinde nöbet bekliyen bir melek,
şeytanların göğe çıkmalarına ve cinlerin göğe ait sırları
dinlemelerine marn oluyordu.
Muhammet, bu birinci katta Adem Babayı selamladı.
Yine burada dünyadaki gibi hayvan cinslerinin herbirin­
den birer numune vardı ki Allahın azametini terennüm
ediyorlardı. Peygamber, diğer altı katta Nuh, Harun, Mu­
sa, İbrahim, Davut, Süleyman, İdris, Yahya ve İsa pey­
gamberlere rastgeldi. Sonra Ölüm Meleği Azraili gördü.
Azrail, o kadar büyüktü ki iki gözü arasında yetmiş bin
günlük mesafe vardı, yüz bin tabura kumanda ediyor ve
doğup ölen insanların adlarını büyük bir deftere yazmak­
la zamanını geçiriyordu.
Muhammet, Azrailden başka dünyanın günahları için
ağlıyan gözyaşları meleğini; alevden bir taht üstüne otur­
muş, ateşlere hükmeden bakır yüzlü intikam meleğini ve
vücudunun yarısı kardan, yarısı _ ateşten yarahlmış bir
başka melek gördü. Bu meleğin etrafında bir melek alayı:
«Ey Allah! Sen kar ile ateşi birleştirdin. Bütün kullarını şe­
\
riatine itaat için de birleştir> diye durmadan bağırıyordu.
Doğru insanların ruhlarının bulunduğu yedinci katta,
·

135
dünyadan daha büyük bir melek duruyordu. Bu meleğin
yetmiş bin başı, her başın yetmiş bin ağzı, her ağzın yet­
miş bin dili vardı. Her biri yetmiş bin lisan söyliyen bu
diller ise durmadan büyük Allahı sena ediyordu.
Muhammet, bu harikulade mahluku seyrederken Al­
lahın görünmez tahtının sağ tarafında açan ve gölgesi al­
tında milyarlarca melek barındıran «Sidretülmünteha» te­
pesine götürüldü. Sonra göz yumup açacak kadar bir za­
man içinde nihayetsiz denizlerden; kamaşhrıcı ışık ve de­
rin karanlık diyarlarından; milyonlarca gökyakut, karan­
lık, ateş, hava, su, boşluk perdelerinden geçti. Bunların
her biri arasında beşer yüz senelik mesafe ' vardı. Daha
sonra güzellik, kemal, hakimlik, nihayetsizlik, birlik per­
delerini aştı. Bunlardan her birinin arka.sında yetmişer bin
melek kafilesi secdeye kapanmış, mutlak bir sükUt içinde
hareketsiz duruyordu. Muhammet, o zaman ayağının
bastığı yerlerin yükseldiğini ve onu Allahının ışığı içine
götürdüğünü hissetti ve bihuş oldu. Bulunduğu yerden
gök ve yer ona hemen hemen farkedilmez bir halde, ade­
ta yokluğa karışmış, bir tarla ortasında bir kara hardal çe­
kirdeği büyüklüğüne inmiş görünüyordu.
Peygamber, Allanın tahtından «iki ok atımı, hatta da­
ha yakın bir mesafede» durdu ve ruhunun gözleriyle Al­
lahını ve dille anlatılamıyacak, zihne sığmıyacak şeyler
gördü. Allah bir elini Muhammedin göğsüne, ötekini om­
zuna koydu. Peygamber, o vakit iliklerini donduran bir
soğuk, sonra anlaşılmaz bir tatlılık duydu, bir vecit yok­
luğu içine düştü.
Siyer yazanların en küçük tafsilatına kadar kaydetme­
ğe yeltendikleri bir mülakattan sonra peygamber, Allah­
tan Müslümanların günde elli vakit namaz kılmalarına
dair bir emir aldı.
Muhammet, gökten inerken Musa peygambere rast­
geldi. Musa ona:
- Sen rnüslümanlara elli vakit namaz kıldıracağını na­
sıl ümidediyorsun? Ben, senden evvel insanları tecrübe
ettim ve İsrail oğulları için neye teşebbüs etmek lazımsa

136
hiçbirinden geridurmadım. Bana inan. Allahımızın yanı­
na dön ve namazların sayısını indirmesi için yalvar.
Muhammet, geridöndü ve namazlar kırk vakte indi.
Musa Peygamber bunu da fazla buldu ve halefini birçok
defalar Allahın huzuruna döndürdü. Nihayet, Allah,
müslümanlar için beş vakit namazla iktifa etti.
Cebrail, o zaman peygambere müslümanların ölüp di­
rildikten sonra girecekleri cenneti gezdirdi: toprakları gü­
müşten, taşları inciden, dağları amberden, köşkleri altın­
da·n ve mücevherlerden bir bahçeye girdiler.
Bu iş de bittikten sonra ışıktan merdivenle tekrar dün­
yaya indiler. Muhammet, Burakı çözerek üstüne bindi ve
kanadlı kısrağı üstünde Kudüsten Mekkeye döndü.
Peygamberin, vücudiylemi; yoksa ruhiyle mi göğe çık­
tığa meselesi uzun uzadıya münakaşa edilmiştir. Onun
Kudüs - Mekke yolu üstünde birtakım kervanlcır gördü­
ğünü, onlarıı;ı Mekkeye gelmek üzete olduğunu evvelden
haber verdiğini söylerler. Diğer cihetten de Muhammedin
bu gök seyahatini göz yumup açacak kadar bir zaman
içinde bitirdiğini ve yatağının yanında bulunup - mele­
ğin giderken kanadiyle devirdiği bir testiyi - içindeki su
dökülmeden kaldırdığına dair rivayetler vardır.
Bir rivayete göre de Kudüs patriği, Miracın ertesi gü­
nü, mabette peygamberin ayak izlerini görmüştür. «Si­
yen> cilerden birçoğu peygamberin Kudüse gidip gelişi­
nin, vücudiyle; göğe çıkışının ruhiyle olduğu fikrindedir.
Birçok ciltler dolduran bu münakaşalar oldukça boş ve
manasız görünür, Muhammedin göğe çıkmasını umumi­
yetle peygamberlerin, hakfkate muvafık olan veya olma­
yan, diğer hayal ve görüşlerinden ayırmak için hiçbir se­
bep yoktur, Bu meselede en dikkate layık nokta birçok
müslüman mutasavvıflarının bu meseleyi esas edinerek
derin ruh murakabelerine koyulmuş olmalarıdır.
Ertesi gün Muhammet, bu vakayı amcası El Abbas ile
yeğeni Ümmü Haniye anlattı. Onları peygambere bu me­
seleyi kimseye açmamasın�\ tavsiye ettiler. Çünkü en ya­
kın dostları bile böyle bir hikayeye inanmıyacaklar, düş-

1 37
manları ise onu maskaraya çevirmek için bunu fırsat bile­
ceklerdi.
Böyle olmakla beraber peygamber, kendisine Allah ta­
rafından ifşa edilen şeyleri insanlara anlatmayı bir vazife
bildi. Kabenin avlusuna oturdu. Ebu Cehil oradan geçer­
ken ona yeni bir havadis olup olmadığını sordu. Muham­
metten o gece Kudüse gittiği cevabını alınca:
- Vay, ne çabuk geri döndün? diye alaya başladı ve
bu gülünç hikayeyi dinletmek için sokaktan geçenleri ça­
ğırdı.
Muha�met, o geceki sergüzeştini anlattı� Kudüs ma­
bedini ve yedi göğü tasvir etti. İbrahim Peygamberin ken­
disine benzediğini, fakat çok fazla iri yücutlu olduğunu
söyledi. Musa Peygamber esmerdi, saçları hafifçe kıvir­
cıktı, İsa Peygamber orta boyluydu, pembe ile beyaz ara­
sında bir rengi, düz ve parlak saçları vardı. Zekeriya Pey­
gamberin oğlu Yahyaya gelince o, kısa boylu, tıknaz,
kumral bir adamdır. Saçları güneşte kavrulmuş gibidir.
O, sana çok benziyor Ebu Cehil, sana da öyle Maktam bin
Ebülhur...
Muhammedin etrafına toplananlardan birçoğu ve hele
onun yakın taraftarları ne düşüneceklerini bilemiyorlar
ve bir hayret alameti olmak, üzere ellerini başlarına götü­
rüyorlardı.
Bazıları onu yalancılıkla, bazıları delilikle ittiham edi­
yorlardı. Ona en sadık olanlardan birçoğunun imanları
sarsılmıştı. Vakayı Ebu Bekire naklettiler.
O: - Allahın resulü böyle mi söylüyor? dedi.
- Evet.
- Pekala, böyle söylüyorsa doğrudur.
Ebu Bekirin vaziyeti tereddüde düşenlerden bir kısmı­
nı kuvvetlendirdi. Peygamber, dostunun bu sarsılmaz
imanına mükafat olarak ona «sıddik» lakabını verdi. ·

138
11

Hicret (622)

«Fiil ve hareketlere, ancak niyet ve mak­


satlara göre paha biçilir. Dünya malı ka­
zanmak yahut da zevce olacak bir kadın
bulmak için memleketıni terkeden bir in­
sanın muhacirliği ancak bu seyahati göze
aldıran sebep nisbeinde makbul olabilir. . . »
Muhammet (Buhari L)
«Ü zaman Piyer dedi ki: «İşte biz her şeyi
terkettik ve sizin peşinize düştük» O, onla­
ra cevap verdi: «Size hakikat olarak söylü­
yorum. Allah yolunda evini, ana babasını,
kardeşlerini, karısını, çocuklarını terkeden
hiçbir kimse olmıyacaktır ki, gerek şimdi­
ki zamanda, gerekse gelecek asırda, ebedi
hayah elde etmesin»
Lük'ün İncili, XVIII, 28 30
-

Kasvetli bir dağın eteğinde bir çöl sahrası olan Mina­


da, küçük bir direğe taş atmaktan ibaret olan eski ibadeti
ifa ettikten sonra, o:rtalık kararı�ca, Yesrip haalan çadır­
larına döndüler ve uyudular. Kurbanlar kesilmiş, hac bit­
mişti..
Maamafih, Yesriplilerin hepsi sahiden uyumuyorlardı.
Bunlardan yetmiş beşi, geceyarısından biraz evvel, gürül­
tüsüzce yerlerinden kalkhlar, arkadaşlarını uyandırma­
mağa gayret ederek Akabeye doğru ilerlediler ve taşların
üstüne oturarak sessiz sedasız beklemeğe başladılar. Bek­
lenen saat nihayet gelmiştir. Arlık ne olacaksa olacakhr.

Bu adamlar, bu gece toı lanb.sırun dünya tarihinde bir
.

139
dönüm noktası olduğunu şüphesiz takdir edemiyorlar; fa­
kat tuttukları işin vahametini az çok anlıyorlar. Bunlar
Müs'ab tarafından hak yoluna getirilen Yesrip Müslüman­
larıdır ki peygamberle gizlice görüşmeğe gelmişlerdir.
Bir sene evvel (621 ) Muhammet, yine bu yerde ve bu
vaziyette on iki Yesrip müslümaniyle görüşmüştü. Bun­
lar, peygambere sadakat yemini vermişler ve Allahtan
başta Allah, tanımıyacaklarını, hırsızlık ve zina etrniye­
ceklerini, çocuklarını besliyemiyecek kadar fakir de olsa­
lar onları öldürmiyeceklerini, kimseye iftira atmıyacakla­
rını bütün doğru olan işlerde peygambere itaat edecekle­
rini kendileri ve orada hazır bulunmıyan ka'rıları namına
temin etmişlerdi.
Hemşehrileri ve ortakları olan Yahu.diler tarafından bi-.
rallahçılık (monotheisme) fikirlerine hazırlanmı'ş olan bu
Yesrip Arapları bu fevkalade adamın, İsrail çocuklarının
bahsettiği ahır zaman peygamberi olup olmadığını kendi
kendilerinden soruyorlardı. Bu takdirde, Muhammede
herkesten evvel iman ederek onu kendilerine çekmek ve
bağlamak çok iyi bir hareket- olurdu. Bunlardan bazıları
da bu büyük ve kudretli peygamberin kabile rekabetleri
sebebiyle ikiye ayrılmış ve son zamanlarda Hazreçlerle
Evsler arasında çıkmış bir kavga sebebiyle kardeş kanına
bulanmış olan Yesribi sulh ve sükuna kavuşturacağını
umuyorlardı.
Bu vakalar, Muhammedin bundan sonra takibedeceği,
yolu kat'i surette çizmiş oldular. Peygamber, vatandaşla­
rını hak yoluna getirmek için on seneden beri boş yere uğ­
raşıp didiniyordu. On seneden beri rahatını, parasını, ma­
lını hep bu uğurda feda etmişti, yaşı ilerlediği halde el' an
da rahat bir nefes almağı aklından geçirmiyordu.
Yesriplilerin bu umulmaz yardımları daima yeni feda­
karlıklara hazır bulunan peygamberin kuvvetini arttırdı
ve onda memleketinden çıkmak, yeni maceralara ahlmak
sevdasını uyandırdı. Ne Taiften, ne de kendi vatanından
göremediği yardınu belki bu Yesriplilerden görecekti.

140
Vakit geceyansı.
Beyazlara bürünmüş birkaç adam yokuşu b.rmanıyor:
Muhammet ve Mekke müslümanları.
Peygamber, Yesrip müslümanlanna heyecan ve mu­
habbetle dolu bir hutpe söylüyor, Kurandan parçalar oku­
yor. Onlara hakiki Allaha açıktan açığa tapmalarını, onun
peygamberini saadet, yahut felaket yolwıda takibetmele­
rini, Mekke müminlerini kendi çorakları ve kanları gibi
himaye etmelerini tavsiye ediyordu. ·

O vakit, El Berra isminde birisi şöyle bağırdı:


- Evet, seni hakikatle beraber dünyaya gönderen Al­
lah namına yemin ederiz ki seni ve ümmetini kendi karı­
larımız ve çocuklarımız gibi müdafaa edeceğiz. Kahra­
manlık bize atalarımızdan miras kalmıştır.
Ebül Heysem şöyle bir itirazda bulundu:
- Ey Allahın resulü, biz seninle beraber gitm'eği kabul
ediyoruz. Fakat senin daima bizimle beraber kalacağını
ve bir gün vatandaşların arasına dönmiyeceğini kim bize
temin eder?
Muhammet cevap verdi:
- Sizin kanınız benim kanım, sizin davanız benim da­
vamdır. Bundan sonra siz benimsiniz, ben de sizinim. Si­
zinle muharebe edenle ben muharebe edeceğim ve dostla­
rınıza dost olacağım.
Hazır bulunanlar bu sözlerin kendilerini tatmin ettiği­
ni söylüyorlar ve peygambere yemin vermeğe hazırlanı:­
yorlardı. O vakit Hazrecilerden El Abbas bin Ubade, va­
tandaşlarına şu sözlerle nasihat etti:
- Bu adama sadakat yemini vermekle ne yaptığınızı
biliyor musunuz? Bu yemin ile nasıl bir taahhüt altına gir­
diğinizi gayet iyi anlamanız lazımdır. Onu kırmızı insana
ve siyah insana (bütün cihana) karşı açhğı bütün muhare­
belerde takibedeceksiniz. Eğer onu nihayete kadar takibe
azmetmiş değilseniz, yapacağınız işi çok ağır bularak
kendisini yarı yolda bırakacaksanız şimdiden ondan ay­
rılmanız daha iyi olur. F-.akat mallarınızı ve reislerinizi
\
141
kaybedecek bile olsanız ona sadık kalacağınızdan emin
iseniz onun elini tutunuz. Bu, hem dünyanız, hem ahreti­
niz için hayırlı bir iş olur.
Hazır bulunanlar yine b ağırdılar:
- Ona elimizi uzahyoruz! Onu daima takibedeceğiz.
Fakat ey Allahın resulü, biz senin uğrunda ölürsek müka­
fat�mız ne olacak?
Muhammet - Cennet, dıye cevap verdi.
- Elini uzat.
Peygamber, elini onlara . doğru uzattı. ve. hepsi birden
yemin ettiler. Muhammedin eline ilk d9.\<una.n El Berra ol­
du.
İki kadın da dahil olduğu halde herkes aynı .şeyi yap­
hğı zaman El Abbas, dedi ki: .
- Seni, bize gönderen namına yemin ederiz.., İstersen,
y arından tezi yok Mina ptüperestlerine
· ·
kılıçlarımızla hü-
curri ederi?:.
Muhammet:
- Ailahtan buna dair bir emir almadım. Sükun ve se­
lametle yerlerinize dönünüz, diye cevap verdi.
Demek ki din muharebesi (cihat) fikri ilk defa ikinci
Akabe yemininde ortaya ahlrnış oldu. (Bu ikinci yemine,
islam tarihinde, «erkekler yemini», birincisine de «kadın­
lar- yemini>} denillİliŞtit:}
O vakte kadar Allah� peygamberine kılıç çekmek mü­
saadesini vermemişti.· Kuranda yalnız sabır ve tahammül
tavsiye edilmişti. Muhammet ve taraftarları, on üç sene,
her türlü zulüm ve cefalara - yalnız tatlılık ve af ile muka­
bele etmişlerdi.
Bundan sonra müslürnanlar, şiddete şiddetle mukabe.­
le etmek müsaadesini almış bulunuyorlardı, Ancak bu­
nun için emrin yukardan gelmesi şartlı.
Müttefikler ayrılacakları vakit Mina kayalarının arka­
sından bir sesin kendilerini tehdid ettiğini işittiler. Karan­
lıktan gelen bu garip ve esrarlı ses İnüslümanları telaşa
düşürdü. Fakat rivayete göre Muhammet, bu sesin şeytan
sesi olduğunu, şeytanın onl�ra hiçbir fe,rıalık yapmağa ka-

142
<lir bulunmadığını söyledi ve onları gönül rahatiyle çadır­
larına dönüp uyumağa teşvik etti.
Bu, ihtimal Kureyş casuslarından birinin sesiydi: Mu­
hammet, bütün ashabını, küçük gruplar halinde, yavaş
yavaş Yesribe gönderdi. Yüz kadar kadın ve erkek böyle­
ce vatanlarından ayrılmış bulundular.
Peygamber, Ali ve Ebu Bekir ile beraber şimdilik Mek­
kede kalıyordu. Ebu Bekirin de Yesribe gihnek istediğini
gören Muhammet:
- Acele ehne, beni bekle, dedi, çünkü ben de hicret
için Allahtan izin bekliyorum.
Ebu Bekir memnuniyetle bağırdı:
- Sahi mi? Sen bunu ümid ediyor musun? Babamı,
anamı sana fidye olarak vermeğe razıyım.
Ebu Bekir, dostiyle beraber kaçmak için tedarikat yap­
h ve dört ay samura yaprağiyle beslenmiş seri yürüyüşlü
iki deve hazfrlattı. Muhammet, her akşam Ebu Bekirin
evine uğruyordu. Bir gün öğle üzeri geldi.
Ebu Bekir, kendi kendine:
- Mutlaka fevkalade bir şey var, dedi Muhammet, ya-
vaş sesle:
- Evinde olanları dışarı çıkar, dedi.
- Evimde kızlarım Ayşe ile Esmadan başka kimse yok.
- Buradan gitmek için izin geldi.
- Ey Allanın resulü, seninle beraber geliyorum; değil
mi?
- Evet, benimle geliyorsun.
Her şey büyük bir ihtimam ile hazırlandı. Muhammet,
açık bir surette Mekkeden çıkmağa teşebbüs etseydi Ku­
reyşfler belki onu öldüreceklerdi. Rivayete göre Ali, bü­
yük bir fedakarlık gösterdi, Muhammedin herkesçe bili­
nen yeşil hırkasına sarınarak geceyi geçirdi. Bu esnada
peygamber, Ebu Bekirin evine gidiyor ve onunla beraber
yola çıkıyordu.
İki arkadaş, Mekkeden üç mil mesafedeki Sur dağının
bir mağarasında üç gün, üç gece saklandılar.

1 43
Zulüm ve cefalara sabır ile tahammül etmek, hakaret­
lere tatlılıkla mukabele etmek zamanı arhk geçmiştir.
Müslümanlık şimdi ya yenmek, ya ölmek mecburiyetin­
dedir.
Peygamberler mucizelerle dünyaya gelmişler, insanlar
ise onları ya öldürmüşler, ya alaya almışlardır. Muham­
met, mucize yapmadığı gibi göz göre göre kendini öldürt­
meği de anlamıyor. O, her çareye başvurmuş, her cefayı
sineye sekmiş, görmediği fenalık kalmamıştır. Şimdi artık
ümmetinin en arkasında Mekkeden kaçmak, yeni imanın
titrek alevini ridası altında, koruyup kaçırmak mecburi­
yetindedir. Peygamberler, şimdiye kadar dünyaya muci­
zeler ve yüksek Allah sözleriyle gelmişlerdir. Muhammet,
şimdi kılıçla, gelmek üzeredir.
Yeni bir hayatın başlangıcındayız. Bundan sonra Mu­
hammedin kumandan ve hükümet reisi olması lazım ge­
lecektir. O, Allahtan ilham alan ve sureler okuyan, bir
peygamber olmakta devam etmekle beraber bir siyasi re­
is de olacaktır. Belki zaman zaman maziye hasret çekecek­
tir. Yeis veren ve tatlı rüyaları zedeleyip inciten hakikat­
ler ortasında, dünya tarihi, vakalarının ezeli meddücezir­
leri içinde belki Hira dağındaki eski heyecanlı istiğraklar
ve murakabelerini hasretle anacak, gidice Haticeye, Aliye,
Zeyde va'zettiği, Kabede «Allahtan başka Allah yoktur»
diye bağırdığı günleri arıyacakhr. Nasıl ki aşk, yahut po­
litika sebepleriyle nikahına aldığı on iki kadın arasında
harem sefası sürdüğü zamanlarda da tatlı ve halim Hati­
cenin evindeki samimi neşeleri özliyecektir. Hasılı, yeni
bir hayat...
Muhammet, şimdilik, hemşehrilerinin istememiş oldu­
ğu ve yarın çelik bir kubbe altında muhafazaya mecbur
kalacağı halas tohumunu kendisiyle beraber götürmekte­
dir. «Cennet kılıçların gölgesi altındadır.» Evet, o, şimdi­
lik, diniyle beraber, gece ihanetlerinden kaçıyor, donuk
bir ay, bu iki adamın gölgesini çölün kumları üstünde
uzatıyor. Bütün bir şehrin takiplerinden, izleri keşfetmek-

144
te son derece mahir olan bu Arapların takiplerinden nasıl
kurtulacaklar?
Muhammet ile Ebu Bekir, mağaraya girdiler .. Ebu Be­
kir elli yaşlarında hafifçe eğilmiş nahif ve cılız vücutlu, in­
ce bir çehre uzerinde yüksek alınlı bir adamdı. Kara ve
parlak gözleri gözevlerinin derinliğine gömülmüştü. Çı­
kık damarlı zayıf elleri hali, vakti yerinde bir tüccarın el­
leri gibi nazik ve yumuşaktı. O gün sakalını kınalamağa
vakit bulamamıştı.
Ebu Bekir, Müslümanlığın ruhunu anlıyor ve büyük
fedakarlıklar yapıyordu. Hemen bütün servetini Mekke­
de bırakmış, üzerine yalnız beş bin dirhem almıştı. Büyük
oğlu Abdürrahman aşk şiirleri yazan bir şair, müslüman­
lığın kuvvetli bir düşmanıydı. Babasının hareketini bir ne­
vi delilik addediyordu. Öteki oğlu Abdullah ona karşı da­
ha ziyade sadık ve vefakardı. Abdullah, geceyi onlarla be­
raber geçirdikten sonra gün ağarır).<en Mekke'ye döndü.
Maksadı o gün Mekkede neler söyleneceğini işittikten
sonra, karanlığın yardımiyle, geri dönmekti. Onun ince
ve çevik zekasına güvenilebilirdi. Kızkardeşi Esma da ak­
şam onunla beraber geldi. Ebu Bekirin azatlı kölesi Amir
bin Fuheyre sürüsünü otlatıyor gibi yaparak her sabah
onları uyandırmağa gelir ve onlara bir kızarmış kuzu ile
sütlü bir koyun bırakırdı.
Günler ıstırap ve endişe içinde geçiyordu. İki dost taze
sütün birazını içiyorlar, birazını da - kesilmemesi için -
sıcak taşların üstünde kaynatıyorlardı. .
Kureyşfler çölün içinde dört dönerek onları arıyorlar­
dı. Muhammet gerilmiş bir yay sertliğiyle dua ediyor ve
duaları oktan daha süratle bütün varlıkların istinatgahı
olan büyük mevcuda doğru çıkıyordu, o mevcut ki varlı­
ğı bir an sekteye uğrasa dağlar yıkılır, yıldızlar dökülür,
güneşler söner, ruhlar ölür.
Mütemadiyen, etrafı tarassuseden Ebu Bekir, sesler işi­
tiyor. Çölde koşu develerine binmiş birtakım silahlı
adamlar her tarafı arayıp tarıyor. Yolda bir çobana tesa-

145
düf ederek istintaka çekiyorlar. Ebu Bekir onların sözlerini
açıkça işitiyor:
- Belki mağaranın içindedirler. Ben kimseyi görme­
dim. Fakat oraya saklanılması mümkündür.
Ebu Bekir, korkusundan ter döküyor. Saklanmak, hare­
ketsiz durmak, nefesini tutmak ve kendini kader ve talie
bırakmaktan doğmuş zevkli bir Jstırap ile Muhammedin
omuzuna dokunuyor. Peygamber, kımıldamıyor. Bu ka­
ranlık, sakin ve serin mağara alev saçan çölün, ateşleri or­
tasında bir gölge dünyası gibidir.
Ebu Bekir, tehlikeyi arkadaşına haber veriyor. Muham­
met sadece:
- Korkma. Allah bizi korur ve kurtarır, diye cevap ve-
riyor. _

Kureyşi'ler etrafı iyice aradıktan sonra yaklaşıyorlar.


Mağaranın bulunduğu tepeye tırmanıyorlar. Mağaranın
oldukça geniş bir methali ve küçük bir ağzı vardır.
Birkaç Kureyşi', bu deliğin yanına gelmişlerdir.
Muhammet ile Ebu Bekir onların ayak seslerini işitiyor­
lar.
Ebu Bekir, yavaşça diyor ki:
- Bunlardan biri dikkatle bakarsa bizi görür... Peygam­
ber, cevap veriyor:
- Ey Ebu Bekir, yanlarında Allahları bulunan iki kim­
seye onlar ne yapabilirler zannediyorsun?
Kureyşller, tam deliğin önüne gelmek üzeredirler, işte o
vakit bir mucize, insan ruhu ile yaratılmış dünya arasında
bir irtibat oluyor. Bu kuru dağda, bir kaya yarığı içinde bir
ince fidan bitmiştir. Bu fidan, şimdi büyür gibi görünüyor,
dalları kayalara takılıyor, sıcak havanın içinde yükselen
yapraklar hemen hemen mağaranın ağzını kapıyor. Bu fi­
danın gölgesine bir güvercin gelip yatıyor. Bir örümcek in­
ce hendesesinin her günkü mucizesini tekrara başlıyor. Dı­
şardaki ışık ile mağaranın serin gölgesi arasına ince ağını
gererek üstüne tırmanmağa, inip çıkmağa başlıyor. Niha­
yet, ağın oı:tasına gelip duruyor. Ve aşk kuşu olan beyaz

146
güvercin kumun üstüne yumurtalarını yumurtluyor. Er­
kek kuş mağaranın ağzında dişi kuşun etrafında dönmeğe
başlıyor. Yeryüzünde ne şevk ve gayret! Bu dünya köşesin­
de ne muhabbet ve sükun!
Bu üç şey ciddf müslüman tarihlerinin kaydettiği yega­
ne mucizelerdir:
Bir örümceğin ağı, bir güvercinin muhabbetli, bir fida­
nın büyümesi ... Allanın toprağının her gün her yerde görü­
nen üç mucizesi...
Peygamberi arıyanlardan biri:
- Şu mağaraya girelim, diyor. Ümeyye bin Halef cevap
veriyor:
- Bırak canım. Burada Muhammedin doğmasından
çok daha evvel vücuda gelmiş örümcek ağlarından başka
bir şey yok.
Ebu Bekir, mağaranın en iç tarafındaki taşlara yapışı­
yor. Kureyşiler, karanlık delikten şöyle bir göz atıyorlar.
Yumurtalarını kırmak istemedikleri güvercine, fidana,
örümcek ağına bakarak başlarını sallıyorlar. Yakın zaman­
larda bu delikten hiçbir insan geçmediğine artık içleri inan­
mıştır. Bazıları, çölde uzun uzadıya dolaşbktan sonra, ma­
ğaranın kapısı önünde işemeğe başlıyorlar.
Ebu Bekir, arkadaşına:
- Bizi gördüler, diyor.
Peygamber:
- Hayır, bizi burada zannetseler daha fazla edep ve ha­
ya gösterirlerdi, diye cevap veriyor.
Nihayet, Kureyşfler oradan aynlmağa karar veriyorlar.
Bir araya toplanmak için bağrıştıkları ve geri dönen deve­
lerinin ayak sesleri işitiliyor.
Muhammet - Allaha hamd ü şükür olsun. Allah her
şeyden büyüktür, diyor.
Üçüncü günün akşamı Esma ve Amir bin Fuheyre yan­
larında Abdullah bin Arkat isminde bir bedevi kılavuza be­
raber mağaraya geldiler. Yarılarında iki deve ve bir miktar
yol nevalesi vardı. Bu Abdullah bin Arkat putperestti; fa-

147
kat Ebu Bek.irin ona pek ziyade emniyeti vardı. Esma, yi­
yecekleri sarmakla meşgul oldu. Çuvalı ve babasının ma­
tarasını bağlamak için ip bulamadığından belinden kuşa­
ğını çıkardı ve onu ortadan ikiye bölerek ip gibi kullandı.
Esmaya verilen «İki Kuşaklı Kadın» lakabı bundan kalmış­
hr. Sıcak kül içinde kebabedilmiş bir bütün koyun, sofra
örtüsü hizmetini gören bir yuvarlak meşin parçasına sa­
rıldı.
Muhammet ile Ebu Bekir, deve üstünde, kılavuz ile
Amir de yayan olarak yola düştüler, büyük yoldan git­
mek istemedikleri için sahile doğru saptılar ve şimal isti­
kametinde Bahr-i Ahmer kenarını takibettiler. Bu küçük
kafile, bütün gece ve ertesi günün bir kısmında hiç dur­
madan yol aldı. Bedevi kılavuz, develeri gayrete getirmek
için, onların yeknasak adımlarına uydurulmuş bir ahenk­
le mavallar okuyordu.
Günün sıcağı şiddetlendiği ve çöl bomboş bir hale gel­
diği vakit, güneşin hiçbir zaman erişmediği bir toprak kö­
şesi üstüne serin gölgesini atan bir kayanın dibinde mola
verdiler. Ebu Bekir, yorgunluk ve susuzluktan bitap dü­
şen arkadaşının biraz uyuyabilmesi için yere postunu ser­
di. Önünde birkaç koyunla çölde dolaşan bir çoban, kaya­
nın gölgesine doğru geliyordu. Ebu Bekir, ona koyunla­
rından birini sağmasını rica etti ve memedeki kıllarla to­
zu temizlemesini söyledi. Sonra sütü serinlehnek için kır­
basından biraz su döktü, ve çanağı peygambere uzath.
Muhammet:
- Yola çıkmak zamanı gelmedi mi? diye sordu.
Ebu Bekir:
- Evet. Güneş arhk inmeğe başladı, diye cevap verdi.
Ancak Kureyşfler Muhammedin dirisini veya ölüsünü
kentlilerine teslim edecek kimseye yüz develik bir müka­
fat va' dehnişlerdi. Civardaki bütün kabileler tetik üstün­
de bulunuyorlardı. Beni Müdlec aşiretinden Seraka bin
Malik bu mükafah kazanmayı aklına koymuştu. Aşiretin­
deki adamlardan biri sahil istikametinde ona birtakım si-

148
yah noktalar gösterdi Mükafata başkalarının da ortak ol­
masını istemiyen Seraka:
- Kaybolan develerini ararnağa giden filan ve falan
olmalı, dedi ve dikkati celbetmemek için bir zaman yanın­
daki kimselede beraber kaldı. Sonra çadırına döndü, hiz­
metçilerinden birine ahrn bir kum yığınının arkasında ha­
zır tutmasını emretti ve tepeden tırnağa kadar silahlanmış
olduğu halde çadırın arka tarafından yavaşça çıkh.
Muhammet ile yol arkadaşlarına yetişmek Seraka için
işten bile değildi. Daha şimdiden peygamberin yüksek
sesle Kuran okuduğunu işitiyordu.
Kaçaklar kafilesinde silah yokhı. Ebu Bekir, başını çe­
virdiği zaman ele geçmek üzere olduklarını anlamış ve te­
laşa düşmüştü. Fakat Seraka birdenbire bir korkuya hıhıl­
du. Atı şaha kalktı, yahut bir taşa takılarak kapaklandı.
Muhammet, Serakanın şaşkınlığını görerek ona tatlı bir
sesle söz söylemeğe başladı. Büyük bir heyecan içinde ka­
lan bedevi, dört yolcuya yalvardı ve Allah yanında kendi­
sine şefaat etmelerini rica etti.
Sonra atım geri çevirdi ve hatta yolda rastgeldiği kim­
selere: «Bu taraflarda onu ben takibediyorum. Siz başka
bir tarafa gidin demek suretiyle peygamberin firarını hi­
maye bile etti.
Bu Seraka, açıkgöz bir bedevi olduğundan o gün pey­
gamberden deri üzerine yazılmış bir emanetname istedi
ve bir zaman sonra müslümanlık muzaffer olunca bu
emanetnameden çok istifade etti.
Muhammet ile arkadaşları Yesribe doğru yollarına de­
vam ettiler. Onları yaz güneşi altında korumağa başlamış
sahillerden; üstlerinde yer yer küçük fidanlar bitmiş kirli
sarı, yahut donuk mavi renkte tepelerden, daha sonra bir
volkanlık topraktan geçtiler. Çöl burada, siyah lav sahra­
lariyle, eski volkan ağızları şeklinde dağlarla, korkunç bir
manzara alıyordu. Şimale doğru ilerlendiği nisbette su
kıtlaşıyordu. Bazı hurma ağaçlarının dibinde nadir kay­
naklara, yol üstünde açılmış sarı kuyulara, kaya yarıkla-

149
rında tabif sarnıçlara tesadüf ediliyordu. Bu memleketin
ahalisi seyyar çadırlı bedeviler ve lav taşlariyle örtülü se­
fil köylerde yaşıyan tektük insanlardı. Muhammet, yedi
günlük bir yolculuktan sonra Yesribe yaklaştı. Muhacirle­
rin artık hiçbir korkusu kalmamıştı. Beni Sahm kabilesi,
başında Şeyh Büreyde olduğu halde, peygamberi karşıla­
mağa geldi. ·Bir kervanın başında Suriyeden dönmekte
olan, Esmanın kocası Zübeyr kaçaklara tesadüf etti ve on­
lara beyaz yeni elbiseler verdi. Nihayet kafile, rebiülevve­
lin on ikinci pazartesi günü Yesripten iki mil uzakta Küba
mevkiine geldi. Mekkeden kaçmış ve gece yürüyüp gün­
düz uyumak suretiyle çölü yayan olarak geçmiş olan Ali,
Muhamıhetle orada birleşti. Kuba, bahçeler, meyvalıklar,
bağlar, hurma, incir, portakal ve nar ağaçlariyle "dolu bir
tepenin üstilnd� küÇÜk bir kasaba idi: Peygamper, orada
dört gün kaldı ve rivayete göre ilk caminin temellerini at­
tı. Nihayet, cuma günü bir büyük hutbe söyledikten ve ilk
defa umumi bir cuma namaza kıldıktan sonra, kitabın ba­
şında anlatıldığı üzere; muhteşem bir surette Medfoeye
girdi.
Birkaç gün sonra Ebu Bekirin kızları Ayşe ve Esma ile
peygamberin ailesi sadık .Zeyd ile beraber Medineye gel­
diler. Birkaç esir, üç; beş · zayi.f imanlı kimse ve müslüman­
lıktan dönmüş olan birkaç kişi müstesna olmak üzere bü­
tün Mekke Muslüırtanfarı vatanlarını terkettniş bulunu­
yorlardı. Onlara Muhacirin ismi verildi. Medineliler de
Ensar, (peygamberin yardımcıları) ismini aldılar. «Hicir»
denen ve Halife Ömer zamanında müslüman tarihine
mebde olarak kabul ediler. muhaceret vakası işte böyle ol­
muştur.

150
12

Medine

«Yılan, deliğine kaçtığı gibi iman da Medi­


neye kaçacak. .. Demirhane ocağının ateşi
demirdeki pislikleri koğduğu gibi Medine
de içindeki fena insanlardan kurtuldu ...
Deccal, hiçbir zaman buraya giremiyecek.
Onun yedi kapısından her birini bir melek
bekliyor».
Buhari

Muhammet, Medinede yerleştikten sonra hem müslü­


manlıktaki ibadet usullerini bütün tafsilatiyle tesis etti,
hem de Arabistanda -o zamana kadar mutlak bir surette
hüküm sürmüş olan aşiret ve (elan) telakkileri haricinde ­
yepyeni temeller üzerine medeni' bir cemiyet kurdu ki bu,
din müessislerinden pek azına nasibolmuş bir şeydir. Mu­
hammet, hem bir şeriat havarisi, hem de bir politikacı ve
asker oldu.
O, Medineye bir sürgünden ziyade bir muzaffer, bir
galip vaziyetinde geliyordu. Halkın ekserisi onu büyük
bir heyecan ve memnuniyetle karşılıyordu. Fakat onun
asıl nüfuzu ilk muzafferiyetlerinden sonra kökleşmiştir.
Onun için en ehemmiyetli olan nokta bir taraftan pek ka­
labalık ve nüfuzlu olan Yahudileri, öte taraftan da henüz
müslümanlığı kabul etmemiş Arapları kendine çekmekti.
Peygamber, Yahudileri avlamak için evvela pek çok şey­
ler yaptı. Onlarla aynı günde oruç tutuyor ve namaz kılar­
ken yüzünü Kudüs tarafına çeviriyordu. Hahamlardan
birçoğunu ve bilhassa Abdulla bin Selamı kazandı. Fakat

151
Yahudilerin ekserisi müslümanlık propagandasına şid­
detle karşı durdular.
Medinede büyük merasimle yapılan bir mukavele
Mekke muhacirlerini, Medine müslümanlarını, henüz
putperest olan Hazreçler ve Evsleri ve civardaki muhtelif
yahudi aşiretlerini aynı bir millet halinde toplayıp birleş­
tiriyordu. Bunların hepsi biribirlerine yardım, edecekler
ve Medine şehrini elbirliğiyle müdafaa edeceklerdi. Ya­
hudiler din ve ibadet hususunda serbest olacaklar ve
müslümanlardan yardım göreceklerdi. Müslümanların
karşısında çarpışılacak düşmanlar bulunduğu müddetçe
Yahudiler muharebe masraflarina iştirak edeceklerdi.
Hiçbir fırka, peygamberin izni olmadan ittifak veya mu­
harebe yapamıyacak, kabileler arasında çıkacak dava ve
kavgalarda yalnız' o, hakem olabilecekti.
Muhacirin ile Ensarı biribirinden daha iyi kaynaşhr­
mak ve pek tehlikeli neticeler verecek rekabetlere yol aç­
mamak için Muhammet, onların arasında şahsi bir kardeş­
lik bağı tesis etti. Ensardan her biri Muhacirlerden birini
kardeş olarak alacak ve bu bağ, ana babaca kardeşlik, ba­
ğından daha kuvvetli olacaktı. Öyle ki bir Medineli veya
Mekkelinin ahret kardeşi onun hakiki kardeşlerinden ev­
vel mirasını yiyecekti ... (Bu kaide somadan kaldırılmıştır.)
Misafir canlı Medineliler sürgünlere karşı büyük bir
alicenaplık gösterdiler. Mekkelilerin ekserisi paralarını ve
sermayelerini memleketlerinde bırakmışlardı. Yalnız,
peygamberin damadı olan Ümeyyelerden zengin Osman
bir kısım servetini getirrneğe muvaffak olmuştu. Osman,
Medineye gelir gelmez Ravne ismindeki kuyuyu kırk bin
dirheme bir Yahudiden satınaldı ve suyunu muhacirlere
vakfetti. Sonra da Tebük seferi için hazırlanan kuvvetin
bütün masrafına kendi boynuna aldı.
Öteki muhacirler d . iıa fakir bir haldeydiler. Hamza,
yeğeni Muhammede müracaat ederek kendisine mutlaka
bir geçim vasıtası bulmasını istedi. Abdilrrahman bin
Avf, Medineye bir parasız gelmişti. Onu ahret kardeşliği-

152
ne kabul eden Esnardan Said bütün malını ve hatta kadın­
larını onunla taksim etmek istedi; fakat Abdürrahman
ona yalnız çarşı yolunu sormakla iktifa etti. Onun kendi
ticaret kabiliyetine olan emniyeti boşa çıkmadı. Yağ ve
peynir satmak gibi gayet mütevazı işlerle ticaret hayahna
girdikten az zaman sonra zengin oldu ve bir gün Medine­
li bir kadını çeyizlediği gibi daha sonra da yedi yüz deve­
lik bir kervan teçhiz etmeğe muvaffak oldu. «Ben her bir
taş altında bir hazine keşfetmek iktidarındayım» diyordu.
Muhammet de bir başka arkadaşı için «Kum satmak sure­
tiyle bir servet vücuda getirmeğe muktedirdir» diyordu,
ve gülümsüyordu. Mekke muhacirleri adetlerini, iş husu­
sundaki becerikliklerini ve zevk u sefahet meyillerini Me­
dineye getirmişlerdi. Beni Kaynaka pazarındaki yahudi
hakimiyetini kırmak için şehrin göbeğinde bir ikinci çarşı
kurmuşlardı.
Ensardan qir kısmı da çiftçiliğe başlamışh. Medineliler
onlara tarlalar veriyorlar ve kendilerine yalnız mahsulün
bir kısmını alıkoyuyorlardı. Ali Sad bin Malik, Abdullah
bin Mesu' d, Ebu Bekir, Ömer, İbni Sirin aileleri bu şartla
kunturatlar yaphlar. Müslümanların en bellibaşlıları sa­
deden de daha aşağı bir hayat geçiriyorlardı. Ebu Bekirin
kızı Esma ve kocası Zübeyrin bir yük devesi ile bir attan
başka bir şeyleri yoktu ve evlerinden üç kilometreden faz­
la uzakta bir tarlayı ekip biçiyorlardı. Esma, atı kendi tı­
mar ediyor, deveyi su çekmeğe götürüyor, tulumları ta­
mir ediyor, tarlanın mahsulünü başı üstünde taşıyor, ha­
mur yoğuruyor, fakat ekmek yapmakta mahareti olmadı­
ğından Medineli komşuları kendisine yardım ediyorlardı.
Bir gün başında ağır bir yükle evine dönerken Eshap­
tan birkaç kişi ile beraber Muhammede tesadüf etti. Pey­
gamber, deveyi durdurdu ve genç kadını kendi arkasına
bindirmek istedi. Genç kadın, utana sıkıla bu teklifi red­
detti. Çünkü kocası «erkeklerin en kıskancı» idi.
Halbuki Zübeyr, onun kayınbiraderi ile beraber deve­
ye binmesini yayan olarak yük taşımasına tercih edeceği-

153
ni söyledi. Ebu Bekir, nihayet kızına bir esir verdi. Esma
da bu suretle kaba işlerden kurtulmuş oldu. Genç kadın,
«0 zaman bana esir imişim de azad edilmişim gibi geldi.»
der.
Ebu Bekir, ailesiyle beraber küçük bir evde oturuyor­
du. Mutaassıp bir putperest olan büyük oğlu Abdürrah­
man Mekkede kalmıştı, ikinci oğlu Abdullah Haniflerden
meşhur Zeyd bin Amrin kızı Atike ile evlendi. Abdullah,
karısını o kadar şiddetle sevdi ki adeta mukaddes cihadı
ihmal etti ve Ebu Bekir, onu bir zaman Atikeden ayırma­
ğa mecbur oldu.
Ömer qe Medine dışındaki mahallelerden birinde otu­
ruyordu. Az zaman içinde peygamberin en bellibaşlı sa­
habelerinden oldu. Muhammet, Ebu Bekir ve Ömerin re­
yini almadan hiçbir iş görmüyordu. Onlarla gayet teklif­
siz görüşüyor, misafir geldikleri vakit onları ev kıyafetiy­
le karşılıyordu. Peygamberin damadı Osmana muamelesi
daha resmf idi. Osman, güzel Rukiyeden sonra Muham­
medin öteki kızı Ümmü Gülsümü de nikahına almıştı.
Ancak Medinenin yeni sahibi bu iki korkunç sahabiyi çok
dikkatle idare ediyor ve onlar arasında bir nevi muvaze­
ne vücuda getirmeğe çalışıyordu. Hatta Muhammedin
harem politikasından Ebu Bekir ile Ömerin gölgeleri mü­
temadiyen yükseliyordu. Kuvvetli bir seciye sahibi olan
bu iki adam halk içinden yetişmişlerdi, fakat insanları
idare etmek hususunda büyük bir istidada sahiptiler.
Ömer, babası tarafından çok haşin bir surette büyütül­
müş ve hayatının ilk zamanlarında, Muhammet gibi, pek
çok müşkülata uğramıştı. Çok azim sahibi ve sert bir
adamdı. Uzun bir boyu, melez bir anadan a.lınmış zeytu­
ni bir rengi vardı. Sokakta halk arasında ve hatta rivayete
göre evinde daima sığır sinirinden bir kamçı taşır ve ka­
dınları fena halde yıldırırdı. Ömer, bir gün Muhammetten
bir şey istemeğe gelen birkaç kadını kamçı ile kovalayıp
kaçırmıştı. Peygamberin zevcelerini yüzlerini örtmeğe ic­
bar eden ve onları eve kapıyan o idi. Hatta halife olduğu

154
zaman iki kadın Ömere varmağa razı olmamışlar, onun
daima sert bir tavrı olduğunu, zevcelerini eve kapadığını,
ailesine arpa ekmeği ve tuzlu suda pişmiş deve etinden
başka yiyecek vermediğini söylemişlerdi.
Ömer hakkındaki bütün hikaye ve rivayetler onun her
hangi bir davayı daima sert ve haşin bir tarzda lıallehne­
ğe taraftar olduğunu gösterir. Onun ekseriya «Hemen ka­
fasını kesmeli» dediği işitilir; halbuki zamanında çok
azim ve kuvvet sahibi olan Ebu Bekir, çok tatlı hal çarele­
ri teklif eder.
Sonradan halifelik mevkii ve yaş, Ömerin zihin ve ze-
·

kasını çok genişlehniştir.


Muhammet, Ömerin kıskançlığiyle çok eğlenirdi. Bir
gün ona· bir rüya anlatarak demişti ,ki:
' -Kendimi cennette bir köşkün önünde gördüm. Kimin
olduğunu sordum. «Ömer ibni Hattabın» . diye cevap ver­
diler. Senin kıskançlığını hatırlıyarak hemen arkamı çe­
virdim .. »
Bu söz üzerine haşin Ömer, hüngür hüngür ağlamağa
başlamış;
- Ey Allanın resulü. Benim seni: kıskanmam kabil mi?
demişti.

Peygamber, muhacirlere yaşamak için çalışmalarını ve


Ensara yük olmamalarını tavsiye ehnişti. Bazıları öyle
ateşle çalışıyorlardı ki vücutları ter kokuyor ve nazik Ay­
şeyi rahatsız ediyordu. Fakat uzaklardan gelen bazı cahil
Arapların elle.rinden hiçbir iş gelmiyor ve biçareler sada­
ka ile yaşıyorlardı. Üstü duyarsız bir dam ile örtülmüş
bulunan caminin bir köşesinde büyük bir sofa vardı. Pey­
gamber, bu yer, yurt gariplerini orada yatırıyordu. Bunun
içindir ki onlara «ehlissofa» ismi verilmiştir. Muhammet,
imkan buldukça onlara kendi sofrasının artıklarını veri­
yor, yahut da akşamları onlara -cemaatin parasiyle sah­
nalınmış- kavrulmuş arpa gönderiyordu. Bu fakirler,
peygamberin etrafında, bütün sahabiler yanında, kılıksız,

155
kıyafetsiz birtakım biçarelerden mürekkep hoş bir mabe­
yin manzarası vücuda getiriyorlardı. Bunların arasında
en göze çarpanı Ebu Hüreyre (kedinin babası) isminde bir
Yemenli idi. Ona, ihtimal, daima yanında bir kedi bulun­
durduğu için bu ismi vermişlerdi. Bu sevimli serseri, Ye­
mende, her halde pek habrı sayılır kabilelerden olmıyan
Davs kabilesinden gelmişti. Peygamber onun aslını, nesli­
mi öğrendiği vakit: «Davalardan böyle bir adam çıkacağı­
nı ümidetmezdim» demişti.
Bu Ebu Hüreyre, naklettiği şüpheli hadislerin çoklu­
ğiyle meşhurdur. O, peygamberi bütün gezip dolaştığı
yerlerde tflkibediyor, en ehemmiyetsiz sözlerini topluyor,
en küçük hareketlerini zaptediyordu.
Bu sevimli tufeyli, efendisinin muka�des refakatini ve
onun ağzından çıkan hikmetleri çalışmağa tercih ediyor­
du. Açlıktan pek fazla mustarip olduğu zaman kamına
bir taş bastırıyor ötekinin, berikinin yanına giderek kendi­
sine Kuran okumalarını rica ediyordu. Bu, sırf kendini ye­
meğe davet ettirmek için uydurulmuş bir behane idi.
Ömer, bir gün ona açlıktan bitmiş bir halde tesadüf
etti.
Ebu Hüreyre:
- Beni evine götür de bir Kuran dinlet, dedi.
Ömer, bu ricayı kabul etti, Yemenliyi evine götürerek
birkaç sure okudu; fakat yiyecek vermedi.
Zavallı Ebu Hüreyre, hemen Muhammede koşarak bu
vakayı anlattı ve peygamberin verdiği sütü -karnı bir ok
gibi dimdik oluncaya kadar- içti.
Muhammedin yeğeni Cafer bin Ali, Ebu Hüreyreye ve
diğer «ehlissofaya» karyı daha merhametli ve vergili idi.
Onları arasıra evine götürür ve nesi varsa verirdi. Ellerin­
de boş bir tulum kaldığı vakit onu ikiye bölerler ve içinde
kalan artıkları ayırp yalarlardı.
Bu «ehlissofa» arasına kabul edilmiş birkaç aç bedevi,
develerin sütünü ve sidiğini içmek için peygamberden izin
alınışlarda.

1 56
Onlar, bil- gün çobanı öldürdüler ve hayvanları alıp kaç­
tılar. Muhammet, onları ele geçirdi, ve hainliklerinin ceza­
sı olmak üzere ellerini, ayaklarını kestirdi, gözlerini oydur­
du ve çöle attırdı. Bu serseriler orada taşları ısırarak telef
oldular.
Görüldüğü üzere Medinede hayat, daima kolay değil­
di ... Muhammet, bir zaman sonra Ebu Eyyubun alt katında
oturduktan sonra caminin yanında bir yere yerleşti. Deve­
sinin çöktüğü yeri satınalmış, orada bulunan birkaç hurma
ağacı ile mezarı kaldırmış ve bir mescit vücuda getirmek
için kendi eliyle çalışmıştı. Bu mescit, hakikatte geniş bir
değirmi meydandan başka bir şey değildi. Bir yanında Mu­
hammedin ve zevcelerinin kerpiçten yapılmış odaları, öte
yanında «ehlissofa»nın hurma ağacı gövdeleriyle tutturul­
muş sofaları vardı. Akşamları mescit, namaz müddetince
yakılan; samanların aleviyle aydınlanırdı. Dokuz sene son­
ra ağaç gövdelerine fenerler astılar.
Peygamber, bir ağaç gövdesine dayanarak va'zederdi.
Sonrcı., üç ayaklı bir tahta kerevet şeklinde bir küçük kürsü
yaptırttı. Hem sandalye, hem mimber, hem de taht vazife­
si gören bu kerevetin ayaklarından biri üstünde duruyor,
elinde bulundurduğu bir küçük mızrak, yahut altın ve fil­
dişi kakmalı bir asa ile hutbesinin bazı ehemmiyetli yerle­
rini işaretliyordu.
Ebu Bekir sayesinde hürriyetini kazanmış olan Bilal-i
Habeşi, peygamberin müezzinbaşısı olmuştu. Muhammet
hutbe söylerken Bilal, elinde gümüş kabzalı bir kılıçla
mimberin dibinde ayakta duruyordu.
Peygamber, büyük zaferler kazandıktan ve kudretli bir
devlet reisi olduktan sonra, hayatının nihayetine doğrudur
ki bu sade merasimi tesis etmiştir. Maksadı Araplar üzerin­
de heybetli bir tesir bırakmaktan başka bir şey değildi.
Muhammet, o zaman birkaç kürsü yaptırdı. Cuma gün­
leri buhurdanlar içinde kıymetli ıtırlar yaktırmak suretiyle
camiyi kokulandırmağı adet etti.
Bazan muktelif memleketlerden gelen murahhasları ka-

157
bul ehnek için bu meydana kırk kişi alacak büyüklükte kır­
mızı meşinden büyük bir çadır kuruluyordu. Muhammet,
o zaman bu caminin yanında oturuyordu. Zevcelerinden
her biri için bir ayrı daire yaphrdı. Bu dairelerin kapıları
mescide açılıyordu.
İlk iki daireye peygamberin zevcelerinden Ayşe ve Su­
de yerleştirildi. Muhammet, Sudeyi hicretten pek az evvel
Mekkede almıştı. Ayşeyi ise Medineye geldikten sekiz ay
sonra, nikahladı. Ayşe, o vakit dokuz yaşındaydı. Annesi
onu bir gün arkadaşlariyle salıncak sallanırken çağırdı. Ço­
cuk, olup biten şeylerden haberi olmadığı halde soluk so­
luğa geldi. Annesi, onu elinden yakaladı, soluması geçince­
ye kadar kapı eşiğinde tuttu, alnının terini sildi, yüzüne ve
başına soğuk su serpti, içeriye toplanıp oturmuş birtakım
kadınlar çocuğu dualar, senalarla karşıladılar. So�ra, önle­
rine alıp süslediler. Peygamber geldi küçük gelini utancın­
dan kıpkırmızı olduğu halde Muhammede teslim ettiler.
Muhammet, zevcelerinin arasında en ziyade onu tercih
etti ve onun bütün çocukluklarına göz yumdu.
Ayşe, zeki, sevimli, fakat hafif, hercai, dakikası dakika­
sına uymaz bir kadındı. Ayşe, pek az zaman içinde büyük
bir nüfus ve kudret kazandı. Müslümanlığın ilk yarım as­
rında onun daima iyi ve hayırlı bir rolü olmamıştır. Ancak
şimdilik gayet canlı, gayet neşeli bir küçük kızdı ki içinde
aynı zamanda bir kadın ruhu da uyanmıştı. O, daima alay
alay bebeklerle oynuyor ve Muhammet, - sade olmıyan
her şeyden nefret etmesine rağmen - evini garip çehreler,
kanadlı atlar, kara kartallar ve türlü masal hayvanları re­
simleriyle döşeyen yabancı memleket kumaşlarına göz yu­
muyordu. Kıble ile kendisi arasına bu resimlerden biri gir­
diği zaman - zihnini meşgul etmemesi için - derhal gö­
zünün önünden kaldırhyordu; yahut da Ayşeden bu re­
simli kumaşları keserek daha az göze batan yashklar yap­
masını istiyordu. Rivayete göre peygamber demiştir ki:
«Kıyamet günü Allah bu sanatkarlara yaptığınız bu resim­
lere can veriniz bakalım» diyecek ve onlar korkunç bir te­
laşa düşecekler.

158
Zaferler, çapullar, ticaret seferleri Araplara zaman za­
man bazı lüks eşyası temin ediyordu. (Mesela beş dirhem
- zamanımız parasına nazaran üç frank -kıymetinde bir
korsa Ayşeyi adeta kibarlaştınyordu).
Fakr ü zaruretleriyle beraber süse ve ihtişama düşkün
olan hisli Araplar, medeniyet mahsulü olan kumaşlar ve
halılardan çok zevk alıyorlardı. Fakat Hicaz Çölünde hiçbir
şey, insanların uzun zaman kıtlık ıshrabı çekmelerine ma­
ni olamazdı. Muhammedin ve sahabelerinin hergünkü yi­
yeceği çok sade ve fakirane idi. Un, yahut kavrulmuş arpa
ile hurma, su veya sütten mürekkep bir nevi çorba onların
en bellibaşlı yemeklerini teşkil ediyordu . Kalburları olma­
dığı için unlarını eliyemezler, unun üstüne kuvvetle üfle­
mek suretiyle kepeğin bir kısmını uçurmakla iktifa ederler­
di. Araplar, bu kepekten de ayrıca bir çorba yaparlar, ya­
hut onu süt ve bal ile karışhrırlar ve et ile zerzavah kayna­
tarak çıkarıla.n bir suya doğranmış ekmek parçalarının üs­
tüne dökerlerdi. Buğday ekmeğine gelince, bunu oralarda
hemen hemen
bilmezler, çok kere yalnız su, süt ve hurma ile yaşarlar­
dı. Yemekler yere serilmiş bir hasır üstünde yenir ve par­
makları silmek için ayaklar ve koltuk altlarından başka
havlu kullanılmazdı. Muhammet, birçok defalar aç kaldı.
Bir gün evinde bir ölçek buğdayı kalmadığı için elbisesini
bir Yahudiye terhin ederek borç para aldı.
Mahsul, çapul ve kervanlar zamanında bu mahrumiyet­
lerin acısı oldukça çıkıyordu. Arapların midesi perhize ve
açlığa olduğu gibi çok fazla yemeklere de dayanıklıdır.
Muhammet, çok kere ziyafetlere davet ediliyordu. Koyun
küreğini, bol salçalı kabağı, balı ve umumiyetle tatlıları se­
viyordu. Necid bedevileri gibi kızarmış kertenkele yemek­
ten imtina ediyordu. O, zaten daima kanaatkarlığı, sofra­
dan tamamiyle doymamış olarak kalkmayı, mide ve barsa­
ğın yarısını doldurmayı tavsiye eder ve insanı sofra başın­
da fazla durmağa sevkedeceği için yan üzerine yatmış ola­
rak yemek yemeği menederdi.

159
İlk zamanlarda peygamberin giyecek dolabı yiyecek do­
labından daha zengin değildi. Fevkalade bir ihtiyacı üzeri­
ne bir kadın, bir gün ona bir rida hediye ebnişti. Fakat bir
başka adam bunu kefen yapmak için istediğinden hemen
verdi. Çünkü «O, kendinden istenen bir şeyi reddetmezdi.»
Her zamanki elbisesi kamis denen kollu bir gömlekten ve
omuzlar üzerine atılan dikilmemiş bir büyük kumaş parça­
sından (rida) ibaretti. Bu kumaşlar sert yün, pamuk veya
ketendendi. Fevkalade zamanlarda daha ihtişamlı şeyler,
işlemeli veya çizgili Yemen kumaşları, hatta son zamanlar­
da Şam ve İzmir ipeğinden elbiseler giyerdi. Halid bin Ve­
lid ona sırma işlemeli bir büyük manto getim:ıişti. Bundan
başka Netran keşişleri ve hıristiyanları tarafından hediye
edilmiş, yahut Mısır ve Suriyeden satınalınmış resimler ve
nakıslarla süslü elbiseleri de vardı.
Rivayete göre peygamberin bir kere üç yüz deve kıyme­
tinde bir elbisesi olmuş, fakat bunu yalnız bir defa giymiştir.
Umumiyetle ipeği ve fazla oyalı, boyalı kumaşları menedi­
yordu.
Fevkalade zamanların ve törenlerin icabettirdiği bir ne­
vi lüks ve ihtişam her günkü hayata, sadeliği ve kanatkar­
lığiyle pek ala uzlaştırılabilir.
Peygamberin daima giydiği kunduralar meşin sandal­
lardan ibaretti. Çok kere de yalınayak yürürdü. Habeş Ne­
caşisf ona pantolonlar ve siyah çizmeler gönderdi. Pey­
gamber, ayağında çizmelerle birkaç kere namaz kıldı; fakat
pantolonları hiç giymedi Muhammedin başlığı takke üze­
rine sarılan bir sarıktan ibaretti. Onu sararken su dolu bir
kovayı ayna gibi kullanırdı.
Kendi sözlerine göre Muhammet «güzel kokuları, ka­
dınları ve ibadeti» her şeyden ziyade severdi. Başına türlü
türlü yağlar ve ruhlar sürer, bunlar elbiseleri üzerine dam­
lıyarak onu «bir yağ ve ıtır tüccarı zannedilecek» bir hale
getirirdi. Saçı ve sakalı kosmetikle cilalı idi. Sarığının altına
koyduğu takke yağ içindeydi Gezdiği, dolaştığı yerlerde
hafif bir koku dalgası kalır geceleri onun bir yerden geçtiği
kokusundan anlaşılırdı.

1 60
Peygamber, takma dişlere müsaade ederdi. Osmanın
ağzında bir altın kenetle tutturulmuş takma bir diş vardı.
Bundan başka iğreti burunlara da bir şey demezdi. Hatta
yoldaşlarından biri onun tavsiyesi üzerine, kendisine bir
alhn burun yaptırmıştı. Saçlara şiddetle düşmandı.
Peygamber, tırnaklarına kına koyar, gözlerine sürme
çeker ve yatmadan evvel dişlerini ucu çiğnenmiş bir tahta
parçasıyle silerdi. Sonra adi bir kilim yahut da hurma lifiy­
le doldurulmuş bir yatağa-haşarata, kovmak için ihti­
mamla silktikten sonra - uzanıp yatardı. ·

Muhammedin temizliği titizlik derecesinde idi. Onun


başlıca lüks ve ihtişamı ahırıydı. At, Arabistanda nadir bir
hayvandı. Peygamberin yedi atı olmuştu. Mısır valisinin
hediyesi olan Düldül ismindeki beyaz dişi katırı Arabista­
na getirilen ilk katırdı. Habeş Necaşisi de ona Şehba ismin­
de bir başka katır vermişti. Bu iki prens ona Yaftır ve Ofeyr
isminde iki güzel eşek de gönderdiler.
Peygamberin üç koşu devesi vardı: Ebu Bekirin hicret
günü sahnaldığı Kusva, kulakları yarık Cad' a ve Edba.
Bunlardan, başka Muhammet, süt veren, yirmi dişi de­
veye malikti. Her gün bunlardan onunu otlamağa gönde­
rir, onunu zevcelerinin daireleri yanında alıkoyardı. Ka­
dınlar, bu develeri hizmetçilerine sağdırırlardı. Habeş Ye­
sarın muhafaza ettiği birkaç hecin devesi ile Ümmü Eyme­
ne teslim edilmiş yedi keçiyi de sayarsak Muhammedin
hayvanlarını tamamlamış oluruz.

Peygamber, iyi bir süvari kuvvetinin ehemmiyetini çok


güzel anlamıştı. Uhud muharebesinden sonra Kuran, bir
süvari takımı hazırlanmasını emretti ve bu maksatla birta­
kım haralar vücuda getirildi. Muhammet, arasıra at koşu­
ları yaptırır ve hemen hemen yenilmez bir hayvan olan Ed­
ba ile koşulara iştirak etmekten hoşlanırdı. Bir kere küçük
bir deveye binmiş bir Arap onu mağlubetti. Bu mağlubiyet
müslümanların haysiyetine dokundu; fakat Muhammet
«Bu dünyada her hangi bir şey ki başkalarını geçer, onu bir
gün alçaltmamak Allahın şanından değildir» dedi.

1 61
Muhammet, biraz fazla şehvetperestti. Fakat hiçbir za­
man paraya tapan, öğüngen, mevki, büyüklük hırsı ve ta­
assupla kurumuş bir insan olmadı. O, tatlı, hassas, insani­
yetli bir adamdı. Hatta Allahtan ilham aldığını zannetme­
diği zamanlarda, biraz iradesiz ve azimsiz bile olurdu.
Herkese karşı sevimli ve daima sade ·idi. Onun kendi eliy­
le odasını süpürdüğünü, elbiselerini, ayakkabılarını tamir
ettiğini, koyunlarını sağdığını, camide sırt üstü yere yattı­
ğını, bir kediye kapıyı açmak için yerinden kalktığını, has­
talanmış bir ihtiyar horozu tedavi ettiğini, alnının terini ko­
lu ile sildiğini, eline biraz para geçer geçmez sağa, sola sa­
daka dağıthğını, kendisini bir dünya hükümçları şeklinde
gösterecek her şeyden mümkün olduğu kadar kaçtığını,
kendisine «efendimiz» diye hitabedilmesini menettiğini,
sarayı .ve nazırı olmadığını, yalnız birkaç müşavir. ve katip­
le iktifa ettiğini ve parmağında bir gümüş yüzük üstünde
«Muhammet Resulullah» yazılı bir mühür taşıdığını görü­
yoruz.
Bundan sonra muharebeler onun zamanlarının en çok
kısmını alacaktır. Medinede zamanını farz veya sünnet na­
mazlara� hutbelere, çalışmağa ve ev hayatına hasrediyor­
du. Fakat eğlencelere ve oyunlara düşman değildi. Bir gün
Ayşeye. camide kalkan ve kılıçla oyun oynıyan Habeş
oyunculanni seyre gitmelerini teklif etti. Kadın, sevincin­
den çıldırdı, kocasının yanına oturdu, yanağı onun yanağı­
na sürünerek muharebe taklidi yapan Habeşlerin uzun, na­
rin vücutlarını seyretti.
Ömer, bu oyuncuları kovmak istemişti. Muhammet
ona: «Bırak onları, dedi, her milletin kendine göre eğlence­
leri, şenlikleri vardır. Bugün de bizim şenliğimizdir» ve
oyunlara başlamak emrini kendisi verdi. Bir başka gün,
Ebu Bekirin itirazına rağmen, iki Medineli kadının, Ayşe­
nin karşısında eski dahili muharebelere dair kasideler oku­
masına göz yumdu. Ebu Bekir bu şiirleri şeytan işi addedi­
yordu.
Belki de bir erkek evlada malik olamamak acısından ile-

1 62
ri gelen bir muhabbetle çocukları çok sevdiği için onlarla
oynamaktan pek hoşlanırdı. Cemaatle kılınan namazlar es­
nasında torunlarının omuzlarına sıçramasına, yahut hutbe
söylerken onların rnimber önünde oynamalarına müsaade
ederdi.
Bir gün Muhammedin beğenip methettiği bir san elbise
giyinmiş bir küçük kız onun omuzlan arasındaki urla, o
meşhur peygamberlik mühriyle, oynamağa kalkmışb. An­
nesi onu azarlamak isteyince Muhammet <�Bırak» dedi ve
çocuğa dönerek: «Onu aşındır, del, sonra aşındır, del, sonra
aşındır, del» dedi.
Bir gün de iki öksüz kız çocuğuna gerdanlıklar, bilezik­
ler takmakla eğleniyordu. Zeydin oğlu Usamenin -pey­
gamberin sevgilisinin sevgili oğlunun- kız olmadığına ha­
yıflandığını, öyle olsaydı onu baştan ayağa mücevherlere
garkedeceğini ve Medinenin en güzel gelinlik kızı haline
sokacağını söyledi.
Muhammet, çöl bedevilerinin çocuklarını öpmemelerine
hayret eder. «Hatta kız çocuklar bile ana babalarını cehen­
nem ateşinden koruyacaklardır» derdi. Bir gün memeleri
sütle şişmiş bir esir kadının sokakta bulduğu çocukları göğ-·
sünün üzerinde sıkbğını gördü. Onu misal olarak gösterdi
ve dedi ki: «Allahın kullarına karşı olan hayırhahlığı bu ka­
dının çocuğuna olan hayırhahlığından daha büyüktür.»
On seneden beri onun hizmetçisi olan Enas onun sabrını
ve bu zaman zarfında ondan hiçbir defa azar işitmediğini
söyler.
Herkese ve hatta fena bir gözle gördüğü insanlara bile
sevimli bir muamelesi vardı. Hiçbir zaman fena söz söyle­
mez, kaba kelimeler kullanmazdı. Yalnızlığı çok sevdiği
halde kendini görmek isteyenleri geri çevirmezdi.
Kuran; haber vermeden onun odasına girmeyi, lüzumu
olmadıkça fazla taciz etmeyi, evinde olduğu zaman çıkma­
sını ve söz söylemesini bekliyecek yere onu yüksek sesle
çağırmağı, onun sesinden daha yüksek sesle konuşmağı
menetmiştir.

1 63
İlk günlerin, şevk ve heyecanından sonra Muhammet,
Medinede bazı güçlüklerle karşılaşmaktan hali kalmadı.
Onun gelmesi bazı kimselerin menfaatine dokunuyor, ba­
zılarının hesap ve işlerini bozuyordu.
Hazreç kabilesi reisi Abdullah bin Ubey, Medineye ha­
kim olacağını ummuştu. Bu ümidini boşa çıkardığı için
peygamberi bir türlü affedemiyordu. Muhammetten mem­
nun olmıyan daha başka kimseler de Abdullahın etrafında
toplandılar.
Bir gün Muhammet, eşeğine binmiş, yanında birkaç ar­
kadaşla Sad bin Ubadenin evine gidiyordu. Yolda Yahudi
ve putperestlerden mürekkep bir kalabalığa rastgeldi. Bun­
ların arası:qda Abdullah bin Ubey de bulunuyo'rdu. Abdul­
lah, mağrur bir tavırla:
- Uzak git, dedi, eşeğin fena kokuyor, bizi toz içinde
bıraktın.
Müslümanlardan biri:
- Resuh111ahın eşeği senden çok iyi kokar, diye bağırdı.
Küfürler ve dövüş ... İki taraf hurma dallan, yumruklar
ve tekmelerle biribirine girdi. Muhammet, eşeğinden indi,
bin zahmeÜe kavgayı bashrdı. Peygamber, bu adamları ik­
naa çalişıyö'r, Kurandan parçalar okuyordu.
Abdullah lledi ki:

- Bunlatin aslı varsa gayet güzel şeyler. Fakat sen on­


ları kendi memleketinde dinlet ve bizi kendi yerimizde ra­
hatsız etmekten vazgeç...
Muhammet, tekrar eşeğine bindi ve Sad bin Ubadenin
evine gitti.
O, meseleyi şöyle izah etti:
- Ibni Ubey seni kıskanıyor. O, bizim şehrimize hü­
kümdar olmak istiyordu. Onu affet.
Muhammet, Bedirde parlak bir zafer kazanınca Medine
put -perestlerinden birçoğu zar zor müslümanlığı kabul
ettiler. O vakit İbni Ubey de peygambere sadakat yemini
verrneğe razı oldu.
Fakat c;mun müslümanlığı samimi değildi. Muhaliflerin

1 64
reisi olan bu adam, daima alttan alta Muhammede birta­
kım güçlükler çıkarırdı. Peygamber de onu daima idare et­
mekle beraber taraftarlarını «münafıklar», ismiyle yere
vurdu.

Peygamberin büyük bir nüfuzu olmakla beraber gürül­


tücü bir ırka daima hakim kalması kolay bir şey değildi.
Muhakkak ki dünyada onun kadar sayılmış ve itaat edil­
miş pek az adam vardı. Fakat esasen başsız :ve hükümetsiz
yaşamak istidadiyle yarahlmış olan Araplar inzibat ve inti­
zamın hiçbir nev'ine alışık değildiler. Muhammet, onları
müslümanlık bayrağı etrafında toplamak ve peşine tak­
makla hakikaten büyük bir mucize vücuda getirmiştir.
«Münafıklar» ı bir tarafa bırakırsak Medinedeki Ensarın
da Mekke muhacirleriyle her noktada anlaşamadıklarını,
daha ele avuca sığmaz insanlar olan bedevilerin ise onlar­
dan büsbütün J;> aşka yarahlışta olduğunu görürüz. Bu be­
devilerin başlıca sıfatları çok gururlu, çabuk heyecanlanır
ve çabuk alınır adamlar olmalarıydı. Onlar hakkında veri­
len hükümler ve muharebe ganimetlerinin tal<i.im�. ri'ıesele­
si sonu gelmez kavgalara meydan açacakhr. Muhammet,
kendine getirilen davaları peygamberlik nüfuzu . kadar da
diplomatlığı sayesinde hal ve fasletrniştir. Kendisinin hiç­
bir zaman menfaat peşinde koşmaması en ��e! bir misal
.
değil miydi?

Muhammet, bir gün bir hutbe esnasında etrafındaki ce­


maatin birdenbire dağıldığını gördü ve fevkalade mütees­
sir oldu. Bunun sebebi bir kervanın şehre yaklaşmakta ol­
duğunu bildiren bir davul sesi idi. Halk işiyle, menfaatiyle
uğraşmağa, yahut da sadece başkalarının alışverişini sey­
rederek gönül eğlendirmeğe gidiyordu.
Muhammet, göçebeleri kendine celbetrneğe son derece
uğraşıyordu. Hatta Medineye uğrıyan bazı bedevileri ora­
ya bağlamağa da gayret ediyordu. Tam sadakat yemini bu
şehirde kalacağını taahhüdetrnekten ibaret bulunuyordu.

1 65
Böyle ·bir yeminden sonra çöle dönmek din değiştirmek
nev'inden bir günahb. 1
Peygamber de, ilk halifeler de göçebe hayabrun cazibe­
sine karşı uzun uzadıya mücadele etmişlerdi. Bu cazibe o
kadar kuvvetli idi ki bir bedevi, Medinede sıla hastalığına
tutularak intihar etmişti.
Peygamber, müstakbel ümmeti için «sut» ten� yani be­
devi hayatının cazibesinden çok korkuyordu. Halbuki son­
radan müslümanlığı insanları bedeviliğe teşvik etmekle,
haksız yere, ittiham etmişlerdir.
Muhammet, Medinede geçirilecek hayabn fayda ve fa­
ziletlerin�en uzun uzadıya bahsederdi. Halbuki bu şehir­
de, velevki pek kısa bir zaman oturmak, kamı şişirmeğe,
vücudu bir kuru kemikten ibaret bırakmağa . kafi gelirdi.
Muhacirler orada· humma hastalığından çok sıkıntı çekmiş­
lerdir.
Muhammet, bedevilerin her türlü yolsuzluklarına ta­
hammül ederdi. Bir gün bir bedevi, caminin ortasına işe­
miş, peygamber, ona hakaret edilmesine mani olmuş: «Bı­
rakınız işini bitirsin, sonra oraya bir kova su döküverirsi­
niz» demişti. Bir başka bedevi, bir gün peygamberin rida­
sını o kadar kuvvetle çekmişti ki vücudunun derisi sıyrıl­
mışb: «Ey Muhammet, Allanın sana verdiği mallardan ba­
na da bir hisse ayrılmasını emret». Peygamber, gülerek ona
dönmüş ve bir hediye verdirmişti ... Buna mukabil onlarda­
ki imansızlığa karşı son derece şiddetli davrarurda.
Kuran, göçebelerin imansızlığını ve sık sık ihanet etme­
lerini acı bir lisan ile tenkideder. Peygamber, kendileri için
sahte atalar uyduran ve «deve tüyünden çadırlar albnda
yaşıyan yaygaracı bedeviler» in boş övünmelerini de mu­
aheze ederdi.
Muhammet, kendi maneviyatperestliğini ve Allanın
dünyanın mutlak hakimi olduğu hakkındaki kanaatini on­
lara telkin için çok zahmet çekerdi.
Şayet Medineye gelen Araplardan birinin kansı bir oğ­
lan çocuk ve kısrağı bir tay dünyaya getirirse «bu din mü-

166
kemmel bir dindir» derdi. Fakat karısı ve kısrağı kısır kalır­
sa «bu ne fena din» diye yaygarayı basardı.
Bedevi, çok müspet bir insandır; rastgeldiği insanları öl­
dürerek soymak, fakat buna mukabil öldürülmek tehlikesi­
ne pek az düşmek ister; cömertliği ve kahramanlığı için
methedilmesini pek sever. Köylüler tabiatteki güzellikler­
den ne kadar az anlarlarsa bedeviler de çölün -tabir caiz­
se- Birallahçı güzelliğinden o kadar az anlar.
Peygamberin vaiz ve nasihatleri şehir halkına bedevi­
lerden daha fazla tesir ediyordu. Çünkü onlar daha çok
yontulup incelmiş; çiftçi Yahudiler, tüccar hıristiyanlarla
sık sık temasta bulunmak sayesinde müslümanlık fikrine
daha ziyade hazırlanmışlardı.

1 67
13

Bedir Muharebesi

<�Allah yolunda muharebe ederken dü­


şenlerin öldüklerini zannetmeyiniz; onlar
Allahın yanında yaşıyorlar ve ondan gı­
dalarını alıyorlar»
Kuran llI, 163
«Siz bu dünyanın mallarını istiyorsunuz.
Allah size öteki dünyanın n:allarını veri­
yor.»
VIll, 68
«Şehit, hayalını dünya malından başka
şey için verendir.»
Muhammet

Cenneti kılıçların gölgesi altındadır. Saint Paul: «Ölüm;


Jubedilecek son düşmandır» der.
«Joseph de Maistre» kan istiyen toprağın korkunç sesi­
ni işitirdi. Dünya ki «bir büyük kurbanlıktır; orada bütün
yaşıyanların durup dinlenmeden, boğazlanmaları lazım­
dır, ta ki bütün mahluklar bitinceye, ölüm ölünceye ka­
dar. .. » Dinler şehitlerin kanı içinde beslenip büyürler.
İkinci Akabe yemininden sonra Kuranda ve Muhamme­
din başında yeni bir mukaddes muharebe, (cihat) nazariye­
si işlenip hazırlanıyordu.
Muhammet, bir (quakerf değildir; o, bu dünyada, uğ­
runa dövüşülünecek ve ölünecek şeyler bulunduğu fikrin­
dedir.

Quaker: İngiltere ve Amerikada hareketsizlik ve tahammülü meslek


edinen bir mezhep salikleri.

168
Adem Babanın günahından itibaren baştanbaşa bir ka­
rışıklık ve intizamsızlık toprağı olan bu dünyada şiddet
esasen fena bir şey addedilemez. Şiddet, gerçi bir haksızlık,
bir fenalığa karşı ihtiyar edilmiş bir haksızlık ve bir fenalık­
tır. Fakat insan, fenalığın zaferi karşısında daima kollarını
bağlayıp duramaz.
Kendi yanaklarımızdan birine inen bir tokata karşı öte­
ki yanağımızı uzatmak vazifesi ile öldürülen bir çocuğun
imdadına koşmak vazifesi arasında zarı:ıri bir zıddiyet
mevcut değildir.
Müslümanlar, kendilerine yapılan zulümleri tam on se­
ne hiç ses çıkarmadan sineye çekmişlerdi. Kuran, o vakit
onlara her şeye sabretmelerini emrediyordu. Bugün onlar
vatanlarından sürülüp çıkarılmış bulunuyorlardı. Reisleri­
nin başını getirene bir mükafat vadedilmişti; müslümanlar
şimdi bir devlet teşkil ediyorlardı. Hicretten itibaren put­
perestler, memleketi ile peygamberin şehri arasında, bil­
kuvve, bir muharebe başlamıştı. Bugün muharebe, müslü­
manlığı kurtarmak için tek bir vasıta, bir hayat memat me­
selesi gibi görünüyordu. Kureysller Medineye hücum
ederler ve galip olurlarsa her şey bitmiş sayılırdı. Müslü­
manlar, şimdi «Öldürmek ve ölmek»; «bizim mabudumuz
Allahtır» demekten başka günahları olmadığı halde insaf­
sızca kendilerini memleketlerinden kovanlarla çarpışmak
mecburiyetinde idiler. Din ve vicdan hürriyeti ancak mu­
harebe vasıtasiyle kurtarılabilecekti. «Allah yolunda öl­
mek» şehidolmaktı. Kureyşller, Arabistan kabileleri ve hat­
ta Medine Yahudileri müslümanlara karşı bir ittifak yapa­
caklar ve müslümanlığın muvaffakiyeti için pek zayıf bir
ümit kalacaktır.
Kuran; bundan sonra müminleri cesaret ve hamiyete
teşvik eden bir muharebe marşı, reislerinin bir gün emirle­
ri mecmuası olacaktı. Kuran; uyuşukları, miskinleri kamçı­
lıyacak, müteredditleri utandıracak, hilekarları, münafıkla­
rı, bozguncuları meydana çıkaracak, şehitlere cennetin se­
rin gölgeliklerini va' dedecektir. Silah altında geçen bir ge­
cenin bir aylık oruç ve namaz kadar değeri vardır.

169
«Allah, müminlerin mallarını ve canlarını sahnalrnış,
buna mukabil onlara cenneti vermiştir.»
Kuran, Acemleri yenen, Suriye kiliselerini ve bunun ne­
ticesi olarak Hicaz rnüslürnanlarını kurtaran Yunanlıları,
rnüslürnanlara misal olarak gösterir.
İlk rnüslürnanların bu vaziyeti, çok kere, ilk hıristiyan­
ların vaziyetleriyle karşılaştırılır. Cellatlarına dua ederek
ölen ilk hıristiyan kurbanı «Saint Etienne» düşmanlarına
lanet eden: «Ey Allahırn, onları birer birer say ve biribiri ar­
kasından helak et» diye bağıran ilk rnüslürnan şehit Hu­
beybden daha ziyade takdire layık görülür. Fakat her ikisi
de imanları için ölüyor ve şehadet tacını giyeceklerine
inanmış b�lunuyorlard1. Vakalar ve teferruat arasında fark
vardı. Fakat esas ve asıl birdi.
Roma, muntazam kanunları ve teşkilah olan son derece
medeni bir devletti. İlk asrın silahsız hıristiyanları munta­
zam bir hükürnetin vatandaşları, kayserin tebaası hük­
münde bulunuyorlardı, Isa Peygamber, onlara «Kaysere
ait olanı kaysere veriniz» diye emretmişti. Şu halde bu hı­
ristiyanlar -tıpkı Sokrat gibi- kanuni bir surette, hüküm
giyrneğe ve idam edilrneğe razı olmaktan başka bir şey ya­
pamazlardı. Biribirleriyle daima kavga ve muharebe eden
birtakım kabileler ve aşiretlerden müteşekkil bulunan baş­
sız ve hükürrıetsiz Arabistanda ise kılıçsız ve mızraksız so­
kağa çıkılamazdı. Dernek ki müslürnanlar, vakaların sevk
ve icbariyle muharebeye sürükleniyorlar ve ancak kendi
meşru müdafaa haklarından istifade ettiklerine inanıyor­
lardı*
Muhammet, müminlere diyordu ki: «Sizden evvel öyle

• «Primaute du sprituel» in 300 üncü sahifesinde, «M. Y. Maritain» şu sa­


tırları yazar: «İlk asır hıristiyanları kendilerine zulmeden imparatorlu­
ğu devirmeğe çalışmışlardır. Çünkü bir hıristiyan devleti kurmağa
kudretleri müsait değildi. Onlar, ebedf hayatı ve ahret menfaatlerini
düşünmekten başka bir şeye muktedir değildiler. Bunun içindir ki on­
ların isyanı ... memleketin varlığını tehlikeye koymaktan başka bir ne­
tice veremezdi. Şu halde onlara; şehitlikten başka bir şey kalmıyordu
ki bu da davalarım halletmek tarzlarının en fenası değildi».

170
adamlar vardı ki bir insanı tutarlar, başına bir testere koya­
rak onu ikiye biçerler ve etlerini demir taraklarla kemikle­
rine kadar tararlardı. Fakat bu insan, imanını inkar etmez­
di. Müslümanlığın başladığı iş o şekilde tamam olmalı ki
bir atlı, kendi şahsı için Allahtan ve sürüsü için kurttan
başka bir şeyden korkmadan San' adan Hadramuta kadar
gidebilmeli. Fakat bunun için acele etmelisiniz.»
Mukaddes muharebe nazariyesi insanları kılıçla tehdi
ederek dine davet etmek değildi. «Dinde zorlama yoktur.
Doğru yol kendini yanlış yoldan kafi derecede tefrik etti­
rir.» Kuranın bu ibaresi gayet açıktır. O, ilk olarak hücum
etmemeği ve hiçbir zaman itidalden ayrılmamağı emret­
miştir.
Cihat için biribiri ardınca; parça parça gelen vahiyler,
zaman vakalatına ve değişen vaziyetler ·katşisında Mu­
hammet ve arkadaşlarının ne suretle hareket· edeceklerine
dair birtakım emirleri ihtiva ediyordu. Bu aye'tleıi· ' başka
haller ve vakaları teşmil etmek ve onlardan u:riı'.urni bir na.:.
zariye çıkarmak doğru olamaz. Bundan başk'a'riiaadi men­
faatler dine ait menfaatlere karışmış ve çok ':t<�re cnnelf ha­
yatta onlara tefevvuk etmiştir. Cihat, evvela -�r "yasita iken
sonradan bir gaye şeklini almış ve manevi"Şey1'ef dünya
-
menfaatlerine -bazan pek göze batacak şekihte-:- kurban
'
edilmiştir. Daha peygamber zamanında bazi itiii's�üinamar
mukaddes muharebeyi faydalı bir çapul vasitasi telakki
ediyorlardı. Bir sefer esnasınd-a birkaç kişiye rastgeldiler
mi kim olduklarını sormadan öldürüveriyorlar ve-kendile­
rini haklı göstermek için onların dinsiz olduklarını söylü­
yorlardı. Kuran, böyle halleri çok şiddetle tenkideder. Mu­
hammet, gerçi muharebelerin heyecan ve ateşi içinde çok
defa ifrata gitmiş, düşmanların şiddetine şiddet, desisesine
desise ile karşı koymuştur. Fakat o, serin kan ile pek nadi­
ren zulüm yapmış ve hemen her zaman itidal ile hareket
etmiştir. Peygamber, Mekkelilere karşı kazandığı son bü­
yük zaferde tarihte pek nadir misallerine tesadüf edilen bir
ruh büyüklüğü göstermiştir. Askerlerine zayıfları, ihtiyar-

1 71
lan, çocukları, kadınları esirgemeyi emreder. Evleri yıkma­
yı, mahsulleri almayı, yemiş ağaçlarını kesmeyi meneder­
di ... O, ancak kat'f ihtiyaç zamanında kılıç çekmeğe müsa­
ade etmiştir. Muhammedin kendi kumandanlarından bir­
çoğunu ifratlı hareketlerden dolayı tenkidettiğini ve onla­
rın yaphkları zararları tazmin ettiğini görürüz.
Peygamber, bir tek ruhun en zengin fetihlerden daha
değerli olduğunu söylerdi.
O zamanlarda her nevi muharebenin en tabif neticesi ça­
puldu. Ticaret ve çobanlıkla beraber çapul, Arapların millf
bfr sanatı hükmündeydi. Muhammet, onların çapul husu­
sunda ne ,kadar zayıf olduklarını bildiği için buna için ver­
diğini söyledi. Fakat bunu sıkı bir nizama bağladı. Düşman­
dan alınan malın en büyük kısmını sadakalara ve ordu
masrafına tahsis etti. Esirlerin taksiminde çocukları anala­
rından ayırmayı yasak etti. Milletinin seciyesini kökünden
değiştirmek onun elinde olan bir şey değildi. Fakat onu bir­
çok noktalarda ıslaha muvaffak oldu. Kendisi ırkının ve za­
manının okuyup yazmaz, hemen hemen cahil bir çocuğuy­
du. Fakat Allahın merhamet ve inayetine hudut olmadığı­
nı biliyordu.' Öyle görünür ki o, kendini olduğundan daha
iyi bir irısan haline getirmek ve tabiatindeki intikam meyli­
ni yenmek için çok uğraşmıştır. «Hakaretleri affeden kim­
se peygamperliğe çok yakınlaşİnışhr» derdi. Belki her hu­
susta kemal noktasına erişemediği için muztarip de olu­
yordu.
Muhammede mensub olanlardan birçoğu harikulade
zaferler neticesinde zengin oldular. Büyük yoldaşları Hus­
revi Pervizin hazinelerini ve Mısır kiliselerini yağma ederek
büyük servetler elde ettiler. Aslı, nesli belli olmıyan birta­
kım bedeviler, kollarına Sasanf imparatorlarının mücevher­
lerini taktılar. Ezzübeyr elli milyonluk bir servet bıraktı.
Peygamber, bir gün istikbali düşünerek dedi 'ki,: «Sizin için
asıl korktuğum şey, dünya mallarının fazla bolluğudur.»
Fakat Mus'ab bin Umeyr, Uhüd muharebesinde öldüğü
zaman o kadar fakir idi ki cenazesini gömmek için gayet

172
kısa bir bez parçasından başka bir şey bulamadılar. Bu bez,
zavallının yalnız gövdesini örttü ve bacaklarının üstüne bir
tutam ot serptiler.
Abdullah bin Avf Allah uğruna her şeyi feda eden ve
bütün malını, mülkünü Mekkede bırakan bu şehidi hatırlı­
yarak: «Ü, bizim, hepimizden daha değerliydi. Sonradan
elimize çok dünya malı geldi. Sakın biz mükafatımızı bu
yalan dünyada almış olmıyalım?» demiş ve ağlamağa baş­
lamıştı.
Muhammet, on senede etrafa kırk kadar sefer heyeti
gönderdi. Becerikli bir yalancı zannetmiyenlerin saralı bir
meczup olarak tasvir ettikleri bu adam, bizzat otuza yakın
sefere iştirak etti, on muharebede kumandanlık yaptı; bun­
dan başka da gayet müşkül birtakım müzakereleri idare et­
ti.
Arabistan seferlerini idare eden bir insanın vücutça ne
kadar dayanıklı olması lazım geldiği malumdur. Elindeki
kudret ve kuvvetin daima sarsıntıda ve tehlikede olduğu­
nu gören ve ahalinin kararsız taraftarlığından başka hiçbir
şeye istinadetmiyen bir Arap seyyidi son derece sebatkar
bir insan, son derece dikkatli ve yorulmaz bir diplomat,
son derece azimli ve ince bir reis olmağa mecburdur. Mu­
hammet, bu güç ve yıpratıcı sanatte fevlade mu�affak ol-
muştur.
Peygamber, Medineye yerleşir yerleşmez muharebe ha­
zırlığına başlamıştı. Yakalar onu birdenbire bir orduya sa­
hibediyordu. Vatanlarından kovulan ve Ebu Süfyanın teş­
viki üzerine Mekkedeki malları zaptedilen, evleri satılan
muhacirler intikam almaktan başka bir şey istemiyorlardı.
Medinedeki Ensar ise her hangi bir muharebede pey­
gamberin ardından ayrılmamağa yemin etmişlerdi. Şehir,
yeni gelenleri beslemekte güçlük çekiyordu. Muhammet,
Medineye geldikten birkaç ay sonra etrafa muhtelif sefer
heyetleri gönderdi. Mesela amcası Ha:µı.zayı otuz muhacir­
le deniz kenarına, Ubeyde bin El Harisi altmış kişi ile baş­
ka bir semte gitmeğe memur etti. Bunların vazifesi Mekke
kervanlarını gözlemek olacaktı.

173
Hamza, birkaç Kureyş kervanına rastladı. Fakat onlara
hücum etmeğe hazırlandığı sırada o yerin şeyhi ortaya atıl­
dı ve iki kafileyi biribiriyle vuruşmaktan menetti. Ubeyde
de adetçe daha çok Kureyşflere tesadüf etti. Fakat onlara o
kadar cüretle hücum etti ki Mekkeliler onun arkasında bü­
yük bir ordu var sandılar ve bir tuzağa düşmekten korka­
rak süratle kaçtılar. Gizlice müslüman olmuş bulunan iki
Mekkeli bu fırsattan istifade ederek kaçtı ve· Hamzanın at­
lılariyle birleşti. Çarpışma olmadı; yalnız Sad bin Ebi Vak­
kas tarafından atılan bir ok -mukaddes muharebenin ilk
oku- bir putperesti delip geçti.
Az zaman sonra Muhammet, Medineden ç�ktı ve yanın­
da ikiyüz ' adamla Bovat mevkiine gidip yerleşti. Fakat bir
ay boş yere orada durduğu halde beklediği kervanı ele ge­
çiremedi.
Muhammet, eylül ayında Uşeyreye geçti. Bu defa mak­
sadı Mekkelilerin Suriyeye gönderdikleri kış kervanını el­
de etmekti, Bu, her halde çok büyük bir teşebbüstü. Bu ker­
van, bin deve ile kırk elli muhafızdan ibaret bulunmasına
rağmen . uzw zamandan beri gönderilen kervanların en
ehemmiyetlisi idi. Mekkelilerin koydukları sermaye elli
bin altın dinar, yani bir milyondu. En büyük bankacılardan
en fakir inscı.nlara kadar hemen bütün şehir ondan hisse al­
mıştı. Yalnız Ümeyyelerin kırk bin dinarlık malları vardı ki
bunun otuz bini Ebu Uheyhe müessesesine aitti. Bu mües­
sese, hissedarlarının koyduğu paraya kendi ihtiyat parala­
rını da katmış ve en aşağı yüzde elli nisbetin de bir kar ge­
leceğini temin etmişti. Onun içindir ki Ümeyyelerden Ebu
Süfyan, bu seferin başkumandanlığını ve idaresini bizzat,
deruhde etmiş ve delil, hafir gibi memurları doğrudan
doğruya kendi emri altına almıştı. Delil bir nevi kılavuzdu
ki yol gösterir ve konak yerlerini tayin ederdi. Hafir ise
kervanın, geçtiği yerlerde, toprak, otlak ve kuyularını kira­
ladığı kabile ve aşiretlerin, para mukabilinde, himayesini
satınalmak suretiyle emniyeti temin ederdi.
Peygamber, bu defa da kervanı vurmağa muvaffak ola­
madı. Avını elinden kaçırdı ve bir ay sonra, oradaki kabile-

174
nin ittifakını temin etmekten başka bir netice alamadan ge­
ridöndü.
Kureyşflere gelince, onlar da pek boş durmuyorlardı.
Küçük bir atlı kafilesi Medine kapılarına geldi ve birçok za­
rarlar yaptı. Muhammet, onları yakalamak için şehirden
çıkh çe Bedir mevkiine kadar, beş yere, kovaladı, Muham­
met, sonbaharda Abdullah bin Cahşı sekiz muhacirle bera­
ber yola çıkardı. Abdullahın vazifesi Mekkenin öte tarafla­
rına, Taife, doğru sarkmak ve Kureyşflerin hareketlerini
gözlemekti. Bu vazife çok güç başarılır bir işti. Peygambe­
rin emirleri kapalı bir zarf içindeydi. Kafile reisi onu ancak
yolda açabilecekti.
Abdullah bin Cahş, emri okuduktan sonra adamlarını
topladı ve onlara kendisini takibetplek veya geriye dön­
mek hususlarında serbest bulunduklarını söyledi. Onlar
büyük bir dikkat ve ihtiyat ile düşman şehrin civarından
geçtikten sonra, Mekke ile Taif arasında Nahle mevkiine
geldiler ve deve yolunun geçtiği vadi üstündeki ormanda
pusu kurdular.
Recep ayı giriyordu. Recep, her türlü düşmanlık hare­
ketine fasıla verilen mukaddes ayların birin.tisi idi. Taif
ahalfsi meyvalarını toplamış ve dağlarında yetişen üzüm­
leri kuruhnuştu. Dokuz müslüman, bulundukları orman­
dan yolu gözlüyorlar ve ne iş göreceklerini pek iyi bilemi­
yorlardı. İşte o vakit yoldan, İbni El Hadramliıin idaresi al­
tında, Taiften Mekkeye üzüm götüren, bir küçük kervan
geçti.
Putperestler geçiyor! Ne yapmak lazım? .. Damarlardaki
atalardan kalma çapulcu kanı kaynamağa başladı... hakiki
müminleri yuvalarından, ocaklarından kovan bu putpe­
restlere karşı dayanılmaz bir hiddet ve nefret! Abdullah ve
adamları bu duygulara karşı koyamadılar; gizlendikleri
yerden çıkhlar; tepenin yokuşlarından uçar gibi indiler; yo­
la vardılar; tüccarlardan birini öldürdüler, ikisini esir etti­
ler. Ötekiler hayvanlarını ve mallarını müsümanlara bıra­
karak kaçtılar. Abdullah ile arkadaşları yağma edilen mal­
ları, beşte birini peygambere ayırmak üzere, paylaştılar ve

175
yolda hiçbir arızaya tesadüf etmeden Medineye döndüler.
Memlekette büyük bir gürültüdür koptu. Mukaddes
mütarekeye taarruz edilmişti. Bütün Tihame nefret ve he­
yecan ile sarsıldı. Hatta Medinede bile mukaddes şeylere
tecavüz mahiyetinde addedilen bu hareket için ileri geri
söz söyleniyordu, Muhammet, Abdullah ile arkadaşlarını
azarladı ve bu meşru olmıyan çapuldan kendine ayrılan
hisseyi reddetti. Abdullah ile arkadaşları o kadar mütees­
sir oldular ki adeta hastalandılar.
Böyle olmakla beraber bir zaman sonra Muhammede
bir vahiy geldi: «Mukaddes aylar esnasında muharebe et­
menin bir cinayet olduğu muhakkaktır. Fakat şu da var ki
Allaha karşı durmak, putperestlikte inadetrnek, Allanın
has kulunu Kabeye (Beytullaha) girmekten menetmek, onu
ve ailesini vatanından kovmak bundan daha büyük bir ci­
nayettir.»

Nihayet, kanunuevvel ayında haber alındı ki Ebu Süfya


meşhur kervanı gayet kıymetli zahire ve eşya ile Suriyeden
dönmektedi:r.
Bu kervan, Muhammedin eylül ayında Uşeyreye gide­
rek boş yere yolunu beklediği kervandı. Peygamber, etra­
fında ne kadar kuvvet bulduysa hepsini toplıyarak yola
çıktı. Tahminen yetmiş muhacir, iki yüz kırk ensar ile Be­
dir mevkiinin yolunu tuttu. Bedir, Mekke ile Suriye arasın­
daki büyük, kervan yolunun Medine yolu ile birleştiği nok­
tada bir vadi idi. Orada oldukça bol kuyular, şimal ve şar­
kı sarp dağlar, cenubu taşlık tepecikler, garbı kayağan kum
tepeleriyle hudutlanmış bir sahra vardı. Bu kum tepeleri
tarafından gelen bir ırmak, birkaç tarlayı ve bir hurma or­
:ı;nanıru suluyordu. Her sene Bedirde bir pazar kurulur ve
Hicazın muhtelif kabileleri mal almak veya değiştirmek
için oraya toplanırlardı.
Müslümanların yalnız yetmiş devesiyle iki atları vardı.
Bu atlar yedekte götürülür, ancak muharebe esnasında üst­
lerine binilirdi.
Müslümanlar, sıra ile develere biniyorlardı. Develerin

176
yanlarında, mahfazalar içinde, muharebe zırhları sarkıyor­
du. Ali, muhacirlerin «Kartal» denen kara bayrağını götü­
rüyor, Ensar da yine siyah renkte olan kendi bayraklarını
taşıyorlardı. Yol üstünde bir bedeviye tesadüf edildi ve
Kureyşfleri görüp görmediği soruldu.
Bedevi «hayır» diye cevap verdi,
Müslümanlardan biri:
- Peygambere selam ver, diye emretti,
- Vay sizin aranızda bir peygamber mi var?
- Evet.
- O halde devemin karnında ne olduğunu bana söyle-
sin. Muhammet, cevap vermedi. Fakat şakacı bir adam
olan Selma bin Melame kaba bir latife sarfetti :
- Peygambere sorma. Bunu ben sana söyliyeyim. De­
venin karnında senin kendi sulbünden bir çocuk var ..
Muhammet Selmaya: -Böyle kaba sözler söyleme, dedi.

Yarı yola geldikleri zaman müslümanlar, Kureyşflerin


tehlikeyi haber aldıklarını ve Mekkeden büyük bir imdat
ordusu göndermekte olduklarını öğrendiler. O vakit pey­
gamber, bir meclis kurdu. Müslümanlardan .bazıları Ku­
reyşllere karşı yürümek istiyorlar, bazıları da kervanı kar­
şılamak fikrinde bulunuyorlardı.
Muhaminedin de aklının yattığı bu birinci rey galip gel­
di ve ordu, hemen Bedir yolunu tuttu. Müslümanların va­
diye düşmandan evvel varmaları orada müsait bir yere
yerleşmelerine ve muharebeyi taze ve dinç bir kuvvetle
karşılamalarına sebeb oldu.
Kureyşflerin tehlikeyi haber aldıklan doğru idi. Ebu Süf
yan yirmi dinara bir adam tutarak süratle Mekkeye gön­
dermişti. Rivayete göre bu haberin Mekkeye varmasına üç
gün kala Muhammedin teyzelerinden Atike bint Abdül­
muttalib bu habercinin bir deve üstünde koştuğunu, Kabe­
nin damına çıkarak ahallyi silah başına çağırdığını rüyada
görmüş.
Bu rüya dedikodusu çabucak şehre yayılmış, Ebu Cehil
Atikenin kardeşi Abbasa şöyle sataşmıştı:

177
- Ailenizden birinin peygamberlik davasına kalkması
yetmedi mi ki şimdi de, başımıza bir kadın peygamber çı­
karıyorsunuz? Üç güne kadar bu rüyanın aslı çıkmazsa si­
zin Beni Haşim. ailesinin Arapların en yalancı ailesi oldu­
ğuna hükmedeceğiz.
Fakat bu esnada, şehre toza, toprağa batmış bir süvari
giriyor, Kabe meydanında atını durduruyor, atalardan kal­
ma tiyatrokari bir usul üzere elbisesinin önünü ve arkasını
yırtmağa, atının kulaklarını yarıp eyerini devirmeğe, bir
şeytan gibi çarpınıp çırpınarak korkunç, uğursuz seslerle
bağırmağa başlıyordu :
- İmdat, imdat, ey Kureyşfler!
Bu adam, kelimeleri meşum bir ahenkle uzatıyordu. Ni­
hayet, Ebu Süfyanın kervanının Muhammet tarafından teh­
did edilmekte olduğunu ve Araplann servetini kurtarmak
güç olacağını izah etti.
Kureyşliler «Bakalım görürüz. Bu sefer Nahlede yaptık­
larını yapabiliyorlar mı?» diye bağrıştılar.
Bazıları komşu kabileleri imdada çağırmağı, esirleri ve
Ahabişleri silah altına almağı teklif ediyorlardı. Bazıları ise
«Buna zaman yok. Ne kadar çabuk hareket edersek muvaf­
fakiyet o ka<l"ar artar» diyorlardı. Bu ikinci rey, galip geldi
ve Kureyşliler, ne para ile muharebe eden Ahabişlere, ne
civardaki serseri güruhuna başvurmağa vakit bulamadan,
palaspandıtas, şehirden çıktılar. Bu işi gücü, hali, vakti ye­
rinde adamlar, alelacele silahlanmış, dükkanlarını, tezgah­
larını bırakarak deve sırtına binmişler, kalemlerini, hesap
defterlerini ellerinden atarak mızraklar, kılıçlar almışlardı.
Kendileri muharebeye gidemiyecek olanlar yerlerine
bir adam gönderiyorlardı. Ebu Leheb kendisine dört bin
dirhem borcu olan El Asi bin Hişamı vekil tayin etti. Bun­
dan başka mızrak atmakta mehareti olan birkaç Habeş esi­
ri de kafilenin içine karıştırdılar.
Kureyşflerin ordusu bin insan, yedi yüz deve ve iki yüz
attan mürekkepti. Asker ve süvarisinin çokluğu itibariyle
düşmanına faik olduğuna inanan bu ordu, vakit geçirme­
den, Bedir yolunu tuttu.

178
Müslümanlar, vadinin -Mekkeye karşı olan- şimal ve
şark tarafındaki bayırlara yerleşmişlerdi. Binecek şeyi
olanların elinde mızrak ve kılınç, piyadelerde yay ve ok
vardı. Vaziyetleri oldukça iyi idi. Civar membaların bütün
suyunu mücahitlerin ömüne getiren bir çukur açmak sure­
tiyle bu vaziyeti bir kat daha iyileştirdiler. Diğer taraftan
peygamberin emniyet ve selametini temin için fevkalade
bir gayretle çalışıp çabalayan Sad bin Muaz muharebe
meydanının gerisinde, bir tepe üstünde, ona mahsus ol­
mak üzere ağaç dallarından küçük bir gölgelik yaptırdı.
Ordu, geceyi burada geçirdi. Akama! tepesinin arkasın­
da olan Kureyş askerleri, ertesi sabah vadiye girdikleri va­
kit, müslümanlar çok mükemmel bir vaziyette bulunuyor­
lardı. Tam zamanında yağan bir yağmur, kuyulan doldur­
muş ve kumaları sertleştirmişti.
Müslümanlar Bedir pazarındaki kuyuya casuslar gön­
dermişlerdi. Qvardaki Araplar ve büyük yoldan geçen ker­
vanlar hayvanlarını burada sulamağa getirirlerdi.J3u casus­
ların yakaladığı iki Arap, birkaç sopa yedikten sonra Ku­
reyşlilerin Akankal tepesi arkasında olduklamrtı ve .her gün,
yemek için, on kadar deve kestiklerini haber Y.erdiler.
Muhammet, bu haberi işitince: - Demek,ki. .adetleri bin
kadar var, dedi, içlerinde Kureyş büyüklerinden.kimler bu-
lunuyor?
- . Utbe bin Rebia, Şaybe bin Rebia, Ebu Cehil� Ümeyye
bin Halef, İbni Hişam, Abbas, Ebül .Bahturi ve daha başka­
ları ...
. . ..- Mekke faize adeta ka:raciğerinİ'.(en kıymetli evlatları�
nı) ikrama gelmiş . .
. ·

İki genç bedevi kızı pazar kuyusundan su çekiyorlardı.


Bunlardan biri diyordu ki :
- Yarın kureyş kervanı buradan geçecek. Onlara bazı
hizmetler eder, birkaç para kazanırız.
Hayvanlarına su içirmek behanesiyle kuyu başına gel­
miş iki müslüman casusu bu sözü reislerine naklettiler. Fa­
kat Ebu Süfyan da birtakım keşşaflar göndermiş ve onlar
bu iki yabancıya ait develerin gübresinde :hurma çekirdek-

1 79
leri görmüşler ve bu çekirdeklerin küçüklüğünden Medine
hurması olduğunu anlamışlardı. Ebu Süfyan, bu alamete
göre müslüman ordusunun pek yakınlarda olduğuna hük­
metmiş ve kervanını garba doğra sürerek deniz kenarında­
ki kumsaldan geçmişti.
Kıymetli kervan, bu suretle müslümanların elinden
kurtarılınca Ebu Süfyan, Kureyşflere şu haberi gönderdi:
«Mallarımız kurtuldu. Geridönebilirsiniz.» Fakat Ebu Ce­
hil, mutlaka muharebe edilmesi noktasında ısrar etti:
Biz, buraya boşuna gelmedik. Bedir pazarında bir zafer
Şenliği yapmadan dönmiyeceğiz. Üç gün burada deve eti
yiyecek ve şarap içeceğiz. Muganniyeler bizim kahramanlı­
ğımıza dair neşideler, gazeller okuyacaklar ve Araplar bi­
zim ne insanlar olduğumuzu anlıyacaklar.
Kızıl saçlı bodur adam, mütemadiyen çarpınıp çırpını­
yor, kılıanı sallıyor, recez vezninden şiirler okuyarak yet­
miş yaşının düşmanlarla çarpışmasına mani olamıyacağı­
nı, anasının kendisini muharebe için dünyaya getirdiğini
söylüyordu.
Kureş keşşaflarından birkaçı Medine ordusu önündeki
çukura yanaştılar ve su içmek istediler. Peygamberin emri
üstüne müslümanlar hemen bu adamlar üzerine çullandı­
lar ve yalnız biri kaçmağa muvaffak oldu.
Kureyşflerin haber almak için gönderdikleri Ümeyr bin
Vehab geridöndüğü zaman müslümanların çok iyi bir yere
yerleşmiş olduklarını ve fevkalade bir canlılık alameti gös­
terdiklerini söyledi.
Ümeyr ile müslümanların elinden kurtulan keşşaflar
pek az nikbinlik gösteriyorlardı.
Utbe bin Rebia dedi ki :
- Muharebe edersek kardeşlerimizi, amcalarımızı, da­
yılarımızı, yeğenlerimizi, kabilelerimiz efradından birçok
kimseleri öldüreceğiz. Memleketimize dönsek daha iyi
ederiz. Muhammet, öteki Araplarla kozunu pay etsin...
Eğer onlar Muhammedi yenerlerse ne ala ... Olmazsa da ar­
tık -intikam filan gibi şeylerden: korkmağa hacet kalmaz.

180
Bu makul SQZ Ebu Cehli kızdırdı, o parıl parıl yanan zır­
hını kılıfından çıkarmış, arkasına geçirmekle meşguldü.
- Utbeyi dinlemiyeceğiz, diye bağırdı, Muhammedin
ordusunda bir oğlu olduğu ve bu dişi deve yiyenlerden
korktuğu için böyle söylüyor. Allah iki taraftan biri hak­
kında hükmünü vermeden evvel buradan ayrılmıyacağız.
Ebu Cehil, mukaddes mütareke zamanında Nahlede öl­
dürülen İbni Hadremfnin kardeşi olan Amir bin El Hadre­
mfyi araya soktu. Amir, elbiselerini yırth, soyundu, kılıcını
sallıyarak acındırıcı bir sesle «intikam, intikam» diye bağır­
dı. Artık Utbeyi dinleyen kalmadı ve heybetli kureyş ordu­
su hareket etti . Mekkeliler, Akankal tepesinin etrafını dön­
dü ve müslümanlarla karşılaştl. Müslümanlar, zayıf bir
kervana karşı kolay ve karlı bir · muvaffakiyet kazanmak
ümidiyle yola çıkmışlardı. Karşılarında kalabalık pir düş­
man ordusu görünce bir kısmının içi fena halde çürüdü.
Fakat Allah namına müslümanlara zafer va' deden pey­
gamberin ateşi onları yeniden gayrete getirdi. Zaten geri
dönmek için vakit de geçmişti. Arabistan muharebeleri u­
mumiyetle pek kanlı değildir. Onlar çok kere-bi:ribirini ta­
kibeden teke tek vuruşmalardan, gürültülü saldırışlardan,
yalan veya sahici kaçmalardan teşekkül ederler ve ölüm­
den ziyade gürültü ve patırtıya sebeb olurlar. A�ap muha­
ribi farfaraca, fakat hakiki bir kahramanlıkla büyük bir ih­
tiyat halitasıdır. O, ancak sıkıya gelince hayatını tehlikeye
atar ve mümkün olduğu kadar az bir zahmetle mümkün
olduğu derecede büyük bir kar elde etmek ister. «Muhare­
be bir hiledir» Arap, akını daima muharebeye tercih eder.
Çöl süvarisi, bugün bile, yeni muharebenin şartları uymak
kabiliyetinde değildir. Muhammet, bir dereceye kadar
Arabistan muharebeleri tarihinde yeni bir strateji devri aç­
tı ve bu, onun bellibaşlı mucizelerinden biri oldu.
Bedir muharebesi teke tek çarpışmalar ve tantanalı söz­
lerle başladı.
Ebu Süfyanın kayınpederi Utbe bin Rebia kardeşi Şeybe
ve oğlu El Velid arkalarında zırhlar ve başlarında miğfer-

i81
lerle Kureyş saflarından çıkhlar ve düşman ordusunun en
kahramanlarına meydan okudular. Ensardan üç genç onla­
ra karşı ilerledi. Fakat Ümeyyeler onlarla çarpışmağı kabul
etmediler:
- Hayır, hayır. Biz şehrimizin dinini inkar edenlerle
boy ölçüşmek istiyoruz, diye bağırdılar. Hamza, göğsünde
bir devekuşu tüyü, Ali -pek seyrek görüldüğü üzere­
önünde ve arkasında iki zırh olduğu halde Ubeyde bin El
Haris ile meydana çıktılar ve yüksek sesle isimlerini söyle­
diler.
Altı erkek şiddetle biribirlerine atıldılar. Hamza ile Ali
Şeybe ile .El Velidi öldürdüler ve düşmanı tarafından ağır
surette yaralanmış olan Ubeydenin imdadına koştular. İki
müslüman Utbeyi öldürdüler ve ayağının biri kesilmiş olan
Ubeydeyi alıp geri döndüler. Fakat Ubeyde biraz sonra öl­
dü. Mekke, en iyi kahramanlarından üçünü kaybetmişti.
Kureyşliler ölenlerin yerine başkalarını çıkardılar; fakat yi­
ne mağluboldular. Muhammet tarafından verilen emirler
üzerine çarpışma umumileşti. Müslüman ofkçuları susuz­
luktan ölerek hendekten su içmeğe gelen Kureyşfleri delik
deşik ediyorlardı. Vakit öğledir. Güneş de gökten milyon­
larca ateşli ok fırlatıyor. Peygamber, Ebu Bekirle beraber
kendisi için hazırlanan gölgeliğe girdi. Sad bin Muaz, En­
sardan birkaçiyle beraber, kılıç elde, kapının önünde duru­
yor. Vadide kan gövdeyi götürüyor. Bir toz bulutu içinde
feryatlar ve ekşi bir kan kokusu yükseliyor. Muhammet,
heyecan ve bir asabı buhran neticesi olarak bayılıyor. Ebu
Bekir, onun yüzü, gözü terler içinde, yerde upuzun ve kas­
katı yathğını görüyor. Nihayet, Peygamber kendine geli­
yor:
- Sevininiz, diyor, Allah bize yardıma gelmiştir.
Hemen atını getirmelerini emrediyor. Cebrail ona «Sen
gölgede duruyorsun, arkadaşların güneş altında çarpışı­
yorlar» demiştir. Ebu Bekir ve Sadin itirazlarına kulak as­
mıyarak ata biniyor. Oradan oraya koşarak arkadaşlarını
muharebeye teşvik ediyor, onlara cenneti va' dediyor.

182
O esnada hurma yemekle meşgul bulunan ve Muham­
medin sözlerini işiten Ümeyr bin El Hamam ona sordu :
- Hakikaten cennet ile benim aramda yalnız ölüm mü
var?
Peygamber «evet» diye cevap verdi.
Ümeyr, elindeki hurmaları ath ve kendini öldürtmeğe
koştu. Evvela Rebianın oğullarıyla dövüşmek için ortaya
çıkmış olan üç Ensardan biri, Avf bin El Haris:
- Allahını hoşudedip güldürecek şey nedir? diye sor­
du. Peygamber : - Vücudu zırhsız olarak düşmanlarla dö­
vüşmek, cevabını verdi.
Genç kahraman, hemen zırhını arkasından çıkardı, ken­
dini kargaşalığın ortasına attı, pek az bir zaman sonra da,
vücudu delik deşik olduğu halde can verdi.
Muhamet, muhafızlariyle beraber aşağı indi . .İki taraf
boğaz boğaza dövüşüyordu. Gün ilerlemişti. Biribirine çar­
pan mızrakların şakırtısı ve muharebe edenlerin feryatları
arasında Ebu Cehlin keskin sesi işitildi :
- Bizim ile onlar arasındaki bütün bağ kesilsin! ..
Muhammet, arhk sahraya gelmiştir. Atının ayakları ku­
ma saplandı. Peygamber, yere indi, bir avuçkum aldı ve
Allahtan ilham alıyormuş gibi bir tavırla onu düşmana
doğru savurdu ve «yüzleri kara olsun» dedi. .
Sonra askerlerine bağırdı :
- Hiçbir şeyden korkmadan muharebe ediniz. Cennet
kılıçların gölgesi altındadır.
Sonra, gölgeliğine döndü ve müslümanlar «Ahad,
Ahad, Allah bir, Allah bir» diye bağrışarak hücumlarına
devam ettiler.
İşte o zaman muharebenin ve muharebe ile beraber
müslümanlığın talii takarrür etti. Baht terazisi bu dakika­
dan itibaren müslümanlardan yana iğilmeğe bağladı.
Seyyareler, insan kalbinin görünmez mücevher zincir­
lerle bağlandığı esir kuvvetleri araya girdi. Kureyşfler kılıç
kullanmakta mehareti olan kahramanlarından birçoğunu
kaybetmişlerdi. Müslümanlara nisbetle çok daha az müsa-

1 83
it bir vaziyette bulunuyorlar ve bilhassa susuzluktan ölü­
yorlardı. Fakat adetçe fazlalık faikıyeti hala onlardaydı.
Ancak müslümanlara yardıma gelen melekler şimşek şela­
leleri halinde gökten akın etmeğe başladılar. Birbirine çar­
pan silahların çıkardığı ses o gök mücahitlerinin göz ka­
maştırıcı zırhlarından geliyor. Bu boğuk, karışık gürültü,
onların kanadlı atlarının şahlanması ve burunlarının sesi­
dir. Ölenlerin gözlerinden geçen ışıltılar onların san sarık­
ları ve rüzgarda yapraklar gibi çırpınan uzun beyaz elbise­
leridir.
Ali, ,biribiri ardınca yedi putperesti öldürdü. Ez Zübeyr
kendisin� meydan okuyan ve kalın örme zırhının arasın­
dan yalnız gözleri görünen Ubeydeye öyle hücum etti ve
elindeki mızrağı onun gözüne öyle şiddetli surette daldır­
dı ki silahın ucu iğrildi
Ebu Cehil, hala muharebe ediyordu. Abdürrahman bin
Avf onu tanıdı. Biraz evvel Abdullahın yanındaki iki genç
Ensar, peygambere hakaret eden bu Ebu Cehili ya öldüre­
ceklerine, yahut da bu uğurda öleceklerine yemin etmişler­
di.
Abdullah bin Avf, onlara kargaşalığın arasında çabala­
yıp duran ihtiyarı göstererek :
- İşte aradığınız adam, dedi,
Gençler, · Ebu Cehile doğru koştular. Bunlardan Muaz
onu yere yıkmağa muvaffak oldu Fakat ihtiyar Mahzumf­
nin oğlu İkrime babasını deviren müslümanın koluna bir
kılıç indirdi. Muazım sol kolu yalnız bir küçük et ve deri
parçasiyle omuzuna bağlı kaldı. Gencin gözünü öyle kan
bürümüştü ki adeta yaralandığının farkında olmadı ve dö­
vüşmeğe devam etti. Nihayet omuzundaki korkunç yarayı
gördü. Kesik kolu yere iğdi, bir ayağım üstüne bastı ve sağ­
lam eliyle bir vuruşta onu koparıp attı .
Kureyşfler mağlubolduklarım anlamışlar ve kaçmağa
başlamışlardı. Bu, tam bir bozgundu. Daha çabuk koşmak
ve kendilerini kovalıyan müslümanları avutup geciktir­
mek için kalkanlarını, kılıçlarım, zırhlarını yere atıyorlardı.

1 84
Kalkan ve zırh Arabistanda çok kıymetli eşyadan sayılırdı
ve galiplerin onları toplamağı kaçanları kovalamağa tercih
edecekleri muhakkakh.
Abdullah bin Mes'ud ölüm halinde olan Ebu Cehilin
yanından geçti, ayağını onun göğsü üstüne koydu ve onu
öldürmeğe hazırlandı.
İhtiyar, yathğı yerden: - Zafer kime nasiboldu? diye
sordu.
- Allaha ve resulüne . . .
Ebu Cehil, ağır ağır vücudunu yerden kaldırdı, hüzün,
cesaret ve gururla karışık korkunç ve meyus bir bakışla
Abdullaha baktı, onu sakalından yakalıyarak :
- Ey beni öldürmek üzere olan küçük çoban, kendi ha­
sep ve nesebine göre biraz fazla yükseliyorsun. Beli senin
kılıcına nasibolacak düşmanların en asiliyim. Beni adi bir
·

köylü mağlubetsin ha!


Abdullah, ' onun başını keserek peygambere götürdü.
Muhammet, secdeye kapanarak :
Allahtan başka Allah yoktur, dedi, bu adam, bizim mil
!etimizin Pir' avunu idi. Allahın bütün düşmanları gibi ce­
zasını çekti.
Muhammedin amcası olan Abbas, Kureyşfler ·arasında
çarpışırken Ensardan kısa boylu bir mücahit tarafından esir
edilmişti. Peygamber, ·kendi ailesi efradına, Mekkede kalan
Haşimilere ve bir de vaktiyle kendi şahsı ve ailesi aleyhin­
deki aforoz kararının kalkmasına yardımı dokrmmuş olan
Ebül Bahturiye dokunulmamasını emrebnişti. Ancak bu
emir müslümanlar arasında bir memnuniyetsizlik uydur­
maktan hali kalmıyordu.
Gerçi Abbas, kurtuldu; fakat Ebül' Bahturiye aynı sa­
adet nasibolmadı.
Ensar, ona arkadaşlarından biriyle beraber tesadüf et­
mişlerdi.
- Peygamber sana ilişmemizi yasak etti. Teslim ol, de­
diler.
O: - Ya arkadaşım ne olacak? diye sordu.

185
- Biz, yalnız sana kıymamak için emir aldık. Onu öldü­
receğiz.
- O halde ikimiz beraber öleceğiz. Allah şahidim olsun
ki Mekke kadınlarına «Ebül' Bahturi hayat hasisliği sebe­
biyle arkadaşını bıraktı» dedirtmeyeceğim.
Ebül' Bahturi, bu mevzu üzerine beyitler okuyarak ar­
kadaşının arkasından öldü. Onu öldüren de irticalen naz­
mettiği şu beyitlerle cevap verdi: «Mızrağımla, mızrağım
eğilinceye kadar vuruyorum. Kılıcın, sütünü akıtan birdişi
deve gibi, ölüme kanasıya kan emdiriyor.»
Müslümanlar, bir yandan Kureyşilerden kalan nalları
topluyo�lar, bir yandan kaçanları kovalıyorlardı. Abdür­
rahman bin Avf çok kıymetli birkaç zırh yüklenmiş, onla­
rın ağırlığı altında iki büklüm olarak geliyordu. Yolda
Mekkeden dostu. ve arkadaşı olan asil Ümeyye bin Half ile
oğluna tesadüf etti.
Ümeyye, mahzun bir tavırla bir taşın üstünde oturuyor,
oğlu, yanında ayakta duruyordu. Karşıdan Abdürrahman
bin Avfın geldiğini görünce seslendi:
Beni es.ir almak istemez misin? Benim bu zırhlardan da- ·
ha fazla değerim var.

Abdürrahrnan, dostunu tanıyarak omuzundaki zırhları


attı ve onu elinden tutarak müslüman karargahına götür­
dü. Fakat"yold.a. Ürneyyenin eski esiri Bilal, birdenbire kar­
şılarına çıktı. Ümeyye, vaktiyle müslüman olduğu için bir­
çok işkenceler ettiği Habeşi görünce :
- Vay bizim Bilal burada, dedi.
Bilal, eski efendisini tanıdığı vakit siyah cildinin ne ka­
dar sararması mümkünse o kadar sarardı, ak gözlerini de­
virerek:
- Kafirliğin başı (re' sül küfür) Ümeyye bin Half.. onu
öldürün., o yaşarsa benim canım tehlikeye girer, diye hay­
kırmağa başladı. Abdürrahman:
- Ey Bilal, bu, benim esirimdir, dedi.
- Hayır, o yaşarsa ben sağ kalmam, kafirliğin başı.. bu
adam Ürneyye.bin Halfti.r!

186
Sabırsızlanmağa başlıyan Abdürrahman:
- Anlaşıldı Habeş oğlu .. sana: «Bu adam benim esirim­
dir» diyorum .. o, bana aittir, dedi.
Ümeyyenin yakasını bir türlü bırakmak istemiyen Bilal,
lakırdı anlamıyor, bar bar bağırıyordu:
- O kurtulursa ben mahvoldum. Kafirliğin başı, bu
Ümeyye bin Halftir.
Bilal, kin ve nefretten çıldırmış bir halde yaygaraya de­
vam etti :
-- Ey ensar, ey Allahın ve Muhammedin yardımcıları!
Kafirliğin başı, bu Ümeyye bin Halftir. O, yaşarsa benim
işini bitmiştir.
Bilal, böylelikle başına bir alay müslüman topladı, onlar
da biraz sonra tesire kapılarak sinirlenmeğe başladılar.
Müslümanlardan biri birdenbire kılıcını çekerek Ümeyye­
nin oğluna indirdi, genç adam, öyle yırhcı bir feryat kopar­
dı ki Abdürrahman ömründe böyle ses işitmediğini söyler.
Esirini kurtarmak için elinde hiçbir vasıta kalmadığın­
dan bedbaht babaya:
- Kaç, kendini kurtar, dedi, seni yanıma almakla hayır­
lı bir iş işlemedim.
Ümeyye, kaçmağa çalışlı; fakat çok şişman bir adam ol­
duğu için çabucak yakalandı. Arkadaşı, üstüne kapanarak
vücudunu ona siper etmek istediyse de muvaffak olamadı
ve adamcağızı orada öldürüverdiler.
Abdürrahman bih Avf :
- Allah Bilfili affetsin, diye inledi, ben zırhlarımı kay­
bettim, o d� bana esirimi kaybettirdi.
Ebu Bekirin putperest kalmış olan oğlu Abdürrahman
kaçıyordu. Babası, uzaktan onu gördü ve Mekkedeki mal­
larının ne olduğunu sordu.
Abdürrahman, küstah bir tavırla, manzum olarak, su
cevabı verdi:
- İhtiyar ahlaksızların rezaletlerine nihayet verecek ok­
lar, yaylar ve bir kılıçtan başka bir şey kalmadı.
B� Bedir muharebesi daima anılacak bir gündü. Sırf faz-

187
la zahmete girmeden bir kervan vurmak ve malım yağma
etmek gibi bayağı bir maksatla yola çıkan müslümanlar,
bir an için, büyüklük, ve m§.nevi güzelliğin en yüksek taba­
kalarına yükselmişlerdi. Ancak ne yazık ki neticede, mal,
para hırsı ile müslümanlarda yeni belirmeğe başlıyan tas­
suptan ilerigelme bazı taşkınlıklar bugünün ulviyetini le­
kelemiştir. Muharebe meydanında on dört müslüman ve
yetmiş Kureyş! ölüsü kalıyordu. Galipler, bundan başka
yetmiş dört de Mekkeliyi esir etmişlerdi. Ölüler gömülme­
ğe başlandı. Müslüman cenazelerini dini merasimle, göm­
düler. · Düşmanlara gelince, onların ölülerini karmakarışık
bir halde bir kör kuyuya athlar. Sonra onla.ra gayet kaba
hakaretlerde bulundular. Cenazeler fena fena kokmağa
başladıkları halde müslümanlar h§.1§. . onlara sövüp say­
makta devam ediyorlar ve bir türlü üstlerini toprakla ört­
meğe karar veremiyorlardı..

Öı:ner, peygamberden adamlarını geri çağırmasını iste-


di. Muha'mmet :
- qn�ar taşkın bir sevinç içinde oldukları için emirleri­
me kulak asmazlar, diye cevap verdi.
Müslüılla!ilardan bazılarının babaları düşman ölüleri
arasındaydı. Nihayet, üçüncü gün Muhammet, bu korkunç
çukura yaklaşb ölülere feci bir hutbe söyledi. Peygamber,
diriler gibi b11. ölülerin de bu sözleri işittiklerini temin edi­
yor: «Onlar benim söyledigim şeyin hakikat olduğunu şim­
di anladılar» diyordu. Muhammet, ahenkli tezatlarla dolu
beddualarla hutbesine devam ediyordu: «Putlarınızın size
ümidettirdiği şeyleri buldunuz mu? Biz kendi hesabımıza,
Allah, bize ne va' dettiyse bulduk. Siz peygamberiniz için
ne fena vatandaşlar oldunuz. Siz, bana yalancı dediniz,
başkaları iman etti. Siz beni kovdunuz, başkaları, kucağını
açtı. Siz benimle muharebeye kalkıştınız, başkaları bana
yardım ettiler.»
Müslüman ordusu çok ehemmiyetli olan çapul ve esir­
ler meselesini halletmek için üç gün, üç gece muharebe
meydanında kaldı. Ömer, · bütün esirlerin öldürülmesini,

1 88
Ebu Bekir ise fidye mukabilinde serbest bırakılmalarını
tavsiye ediyordu.
Nihayet, bu ikinci fikir tercih edildi. Peygamberin am­
cası El Abbas ile yeğeni ve Alinin öz kardeşi olan Akil mü­
him bir fidye vermeğe mecbur oldular. Abbasın elbiseleri
fazla hırs ve tamah uyandırmış olacak ki adamcağızı çırıl­
çıplak bırakmışlardı. Peygamber, ona bir gömlek arattıysa
da Abdullah bin Ubeyinkinden başka boyuna uyar gömlek
bulunamadı. Para ve ailesi olmıyan bazı esirler bedava sa­
lıverildiler. Onlar yalnız, bir daha müslümanlarla muhare­
be etmiyeceklerine dair yemin vereceklerdi. Ötekiler Medi­
nede fidyelerin gelmesini beklemeğe mecburdular. Esirler­
den bir kısmı da Medinede mektep hocalığı etmek ve müs­
lümanlara okuyup yazma öğretmek suretiyle . borçlarını
ödediler. Kureyşflerin hemen hepsi okuyup yazdığı halde
Medinede okuma yazma öğrenmiş pek az insan vardı.
Din heyeqmından para işlerine dönüldüğü zaman, ça­
pulun paylaşhrılması meselesinde, müslümanların boğaz
boğaza gelmelerine bıçaksırtı kaldı. Ebu Süfyanın muhte­
şem kervanı kurtulmuştu. Fakat buna rağmen müslüman­
ların eline bir hayli silah ve deve geçiyordu. Bundan başka
fidye olarak Mekkeden birçok da para geleceği muhakkak­
tı.
Bu mal ve paralar doğrudan doğruya muharebe eden
mücahitler, düşmanın bırakhğı mal ve hayvanfaiı toplayan
müslümanlar ve peygamberin etrafında nöbet bekliyenler
arasında nasıl üleştirilecekti?
Bu üç parti arasında gayet şiddetli bir mücadele oldu.
Muhammet, nihayet şu kararı verdi: Bütün bu mal Allaha ve
peygamberine aitti. O nasıl isterse öyle taksim edilecekti.
Muhammet, düşmandan ne alındıysa hepsinin getirilip
ortaya dökülmesini ve ordunun Medineye hareketini em­
retti. Ertesi gün Safro boğazından geçildikten sonra bu
mallar müsavi parçalara ayrıldı ve ashap arasında kardeş
payı yapıldı. Bazı kimseler bu taksimden memnun olmıya­
rak gizliden gizliye şikayet ettiler.
' Bu çapul meselesi hakikaten çokehemmiyetlibir mese-

189
leydi. Çünkü bundan sonra ikide birde Muhammedin kar­
şısına dikilecekti. Bunun içindir ki bunu gayet açık ve kat'f
bir surette halletmek lazımdı. Teşekkür olunur ki bunun
,için de Muhammede bir vahiy geldi: Allah, peygambere
çapulların beşte birini kendisine ayırrnasım emrediyordu.
(O zamana kadar Arap seyyitleri dörtte bir hisse alırlardı.)
Peygamber, bu mal ve parayı kendi şahsının, yahut ailesi­
nin ihtiyaçlarına, fakirlere, öksüzlere, yolculara ve mukad­
des muharebelere sarfedecekti.
Safro boğazında Muhammet, Ali vasıtasiyle esirlerden
Nedr bin El Harisin kafasını kestirtti. Bu adam, Mekke
müslütnq.nlara yaptığı zulümlerle şöhret almışh. Kuranla
alay eden birtakım Acem masalları söyliyerek bunların
_peygamberin anlattığı «eski zaman hikayeleri» nden daha
güzel olduğunu iddia eden bu adanı.eh. Biraz sonra da vak­
tiyle Kabede Muhammedi boğmağa kalkmış olan Ukbe ay­
nı akıbete uğradı.
Ukbe :
- Ey Muhammet, çoluk çocuğum ne olacak? diye yal-
varıyordu.
Peygamber :
- Senin gibi cehenneme gidecekler, diye cevap verdi.
Birkaç hafta sonra Muharnmede «bedbaht Nedrin ölü-
mü üzerine ikizkardeşi Katila tarafından yazılmış bir mer­
siye okudular. Şair kadın diyordu ki: «Ey Muhammet, sen
ki asli bir ana ve alicenap bir babanın oğlusun, onu affet­
seydin ne kaybederdin? .. Kardeşlerinin kılıçları onu delik
deşik etti. Onu bir esir gibi zincirler içinde, sabırlı ve bitkin
bir halde, ölüme sürüklediler .. »
Muhammet, o zaman yapbğına pişman oldu. Derin de­
rin düşünerek dedi ki :
- Ne yazık ki bu güzel beyitleri daha evvel haber alma­
dım... yoksa Nedr şimdi hayatta olacakb.
Zeyd, zafer müjdesini götürmek için Medineye gitmişti
O, şehre vardığı zaman kısa bir hastalıktan sonra ölmüş
olan peygamberin kızı ve Osrnanın zevcesi Rukiyeyi henüz
gömmüşlerdi. Medineliler, galipleri karşılarnağa çıkhlar.

190
Kızlar tef çalıyorlar ve kasideler okuyorlardı.
Bedir, dünyanın yüzünü, değiştirecek olan bir zaferler
zincirinin ilk halkası olmuştu. Aynı sene esnasında müslü­
manlar, Kuranda haber verilmiş olduğu üzere, hıristiyan
Yunanlıların putperest Acemlerden intikam aldıklarını du­
yarak derin surette sevindiler.

1 91
14

Mekke İntikama Hazırlanıyor


Ali, Fatma İle Evleniyor

«Gözyaşlarım, ipliği kopan bir gerdanlı­


ğın incileri gibi aktl.»

Kabe avlusu başka zamanlarda bu saatte fevkalade can­


li ve hareketli olduğu halde bugün hemen hemen boştu.
Çünkü Kureyşin bütün büyükleri muharebede bulunuyor­
lardı. Safvan bin Ümeyye birkaç ihtiyarla ok oyunu oynu­
yordu. (Bu ok oyunu müslümanlığın yasak ettiği talih
oyunlarından biridir.) Kış akşamları serin olduğu için arka­
larına giydikleri kalın elbisenin altından kıllı bacakları çıkı­
yordu. Birkaç kişi Kabeyi tavaf ediyor ve şehre imdadetme­
leri için Hübel, El Lat, El Uzze putlarına, yalvarıyordu.
Mekkeliler ordudan haber alamadıkları için çok endişe
içinde idiler .
9 esnada birisinin acele ile geldiği görüldü.
Safvan oyunu bıraktı.
Gelen adam :
- Kervan kurtuldu, dedi, Ebu Süfyan geliyor. Hiçbir
zararımız yok. Ne ölen insan var, ne de kaybolan deve.
Rum memleketi yolu üstünde servetimiz iki, üç misli arttı.
Safvan :
- Allah hamd ü şükrolsun, diye bağırdı, fakat, yardım
ordusundan ne haber?
Bilmiyorum. Kervan deniz tarafına sapmak suretiyle
ata dinini inkar eden Mekkelilerden ve Muhammedin ar­
kadaşlarından kurtuldu. Ordumuz her halde kervanı mu-

192
hafaza etmek ve bizim mahut döneklerle o Yesripli kılkuy­
ruk arkadaşlarına unutulmaz bir ders vermek için gerikal­
mış olacak. . . Şayet bu dersi hatırlıyacak adam bıraktılarsa. . .
İhtiyar Ümeyye, biraz ferahlıyarak tekrar oyununa dön­
dü. Biraz sonra beli kılıçlı, fakat eli kalkansız bir muharip
göründü. Bacakları toz, toprak içinde, elbiseleri parampar­
ça idi. Korkunç ve meşum feryatlarla haykırıyordu. Muha­
ribin peşine kadınlar ve çocuklar takıldı. Kadınlar ağlaşıp
haykırıyorlar, saçlarını yoluyorlar, yanaklarını tırmalıyor­
lardı.
- Ne var? Sen kimsin? diye sordular.
- Ben Beni Huzaa kabflesindenim. Sizinkilerle beraber
muharebeye girdim. Rezilane bir surette mağh1bolduk.
- Ne söylüyorsun? Allah esirgesin !
- Utbe bin Rebia öldürüldü, Şeyhe bin Rebia öldürül-
dü. Ebül Hakem (Ebu Cehil) öldürüldü. El Velid öldürül­
dü. El Haccacın iki oğlu öldürüldü. Ebül Bahturi öldürül­
dü ... Kureyş iİ:1 bütün büyükleri öldürüldü.
Muharebeyi dinliyenler şaşkınlık ve dehşet içinde biri­
birlerine bakıyorlardı.
Safvan bin Ümeyye alçak sesle :
- Bu adam çıldırmış, dedi, ona benim ne olduğumu so­
run... göreceksiniz ki benim için de öldü diyecek. Hele bir
tecrübe et!
- Pek ala Safvan bin Ümeyye ne oldu ?
- İbni Ümeyye mi? O, muharebede bulunmuyordu, fa-
kat babasiyle kardeşi gözümün önünde öldürüldüler..
Bozgun haberi çabucak yayıldı. Ebu Leheb evinde bulu­
nuyordu. Esiri koşa koşa ona haber götürdü. Bu aksi ihti­
yarın kanı kafasına sıçradı ve esire temiz bir sopa çekti.
Sonra iri vücudiyle aynı sopaya dayana dayana şehre indi.
Evvela zemzem kuyusu önüne geldi. El Abbasın kölesi
Ebu Refi, efendisi hesabına kilden çanak, çömlek yapmak­
la meşguldü. Cılız, korkak minimini bir adam olan Ebu Re­
fi, hıristiyandı ve kendi kafasında bir kadınla beraber ço­
kallahlıların (polytheisme) bozulmasına ve küçük düşme­
sine seviniyordu. Şişman Ebu Leheb, ayaklarını sürüye sü-

193
rüye yanına geldi ve esire arkasını çevirerek kuyunun bile­
ziğine dayandı.
O esnada Ebu Süfyan ile Mugayre de oraya gelmiş­
lerdi.
Ebu Lehep, kervan reisine sordu :
- Neler olup bittiğini bana anlat bakalım, dedi, hava­
disin doğrusu sende olmalı. Bana söylenen şeylere inana­
mıyorum.
·
Ebu Süfyan, oturdu. Ötekiler onun etrafında ayakta
durdular ve Kureyşin bu en aklıbaşında adamını suallere
'boğdular.
- l3edirde ne oldu?
- Bizimkiler Bedir kuyusu yanında bu adamlarla kar-
şılaştılar ve kaçtılar. Muhammedin arkadaşları onları iste­
dikleri gibi kesip biçtiler, istedikleri gibi esir ettiler. Bu
kudret ve kuvvet onlara nereden geldi? Ah, niçin benim
nasihatimi tutarak geri dönmediler? Hazır kervanı da kur­
tarmıştık.
- Melekler onlara yardım etti.
Bu sözü Çömlekçi Ebu Refi söylemişti. Ebu Leheb, dön­
dü ve esire şiddetli bir tokat attı. Ebu Refi, fena halde sarar­
dı ve Ebu Lehebe karşı koyacak gibi bir tavır aldı. Fakat ti­
tiz ve heyecanlı ihtiyar, henüz dinç kollariyle onu yakal­
ayınca bir tüy gibi havaya kaldırdı ve birkaç adım öteye fır­
latıp ath. Ebu Leheb, bununla iktifa etmeyecek, esirin üstü­
ne fena halde çullanacakh. Fakat biraz evvel Ebu Refi ile
dertleşen kadın bir sopa yakalı yarak onun imdadına koştu
ve ihtiyarın beynine şiddetli bir darbe indirerek bağırdı:
- Sen utanmıyor musun? Sahibi burada yok diye sen
bu zebun adamı nasıl dövmeğe kalkıyorsun ?
(Sokak ortasında bir kadından dayak yiyerek maskara
olan, Bedir bozgununu haber alarak kuduran Ebu Leheb,
yedi gün sonra, birdenbire patlak veren bir apseden (yahut
da çiçek) ziyade hırs ve hiddet yüzünden ölüp gitti.
Fena halde haysiyeti kırılmış olan Mekke, bugünden
sonra intikamdan başka bir şey düşünmedi. Zenginler ker­
van hasılatından hisselerine düşen paranın büyük bir kıs-

194
mını .bu f�laketi tamir için feda ettiler ve bu noktada büyük
teşebbüslei-in tehlikesine alışmış para adamları ve tam bir
medenf cesaret sahibi vatanperverler gibi hareket ettiler.
Esirlerin fidyesi iki yüz bin dirhem para ve birçok silah tut­
tu. Şehir içind€ki kabile kavgalarına nihayet verdiler.
Mekke büyüklerinin bu meselede gösterdikleri büyük
feraset ve tedbir ilerde Müslüman imparatorluğunun ilk
mukadderatının i daresini onlara temin edecek, zeki faali­
yetlerini daha geniş bir sahada inkişaf ettirmek için güzel
bir tecrübe olacaktı.
Hele Kureyşflerin münakaşa ebııeden, hatta biribirle­
riyle konuşmadan kendilerine bir reis yapıverdikleri Ebu
Süfyan, bu işte bütün kabiliyet ve meziyetini gösterdi.
Oğullarından biri Bedirde ölmüş, öteki esir düşmüştü. Ebu
.
Süfyan, esir oğlunu kurtarmak için Muhamme tle remen
·
müzakereye girişmedi . Kendindeki korkuyn ve şehrin teh­
'
likeli vaziyetini hissettirmek istemiyordu. Bir bedevi olan
kayınpederi Mahzumflerden biri tarafından katledilmişti.
Ebu Süfyan, şehir içinde bir nifak çıkmasına meydan ver­
memek için kabilesini intikamdan menetti . Oğlu Yezid,
mızrağını sallıyarak «intikam» diye bağırıyordu. Ebu Süf­
yan, onun elinden silahını aldı ve az kalsın oğlunun kafası­
nı kırıyordu.
- Ne yapıyorsun? Böyle nazik bir zamanda Bir bedevi
için, şehir halkını biribirine mi düşüreceksin?
Kureyşfler vahşi bir azim ve metanetle hazırlanmağa
başladılar. Şehirde eğlenceler durdu, çalgıcılar işsiz kaldı.
Muharebede ölenler için kasideler okumak ananesini bu
defalık ihmal ettiler. Hatta ölüler için ağlamak bile yasak
edildi.
Bir ihtiyar kör, Bedirde üç oğlunu kaybetmişti. Büyük
ıstırabım gizlemek için kendini zorluyor ve çok sıkıntı çe­
kiyordu. Bir gece komşu evlerin birinden hıçkırıklar ve gü­
rültülü iniltiler işitti. Esirine:
- Git bak bakalım ne var? Belki ölenler için ağlamağa
izin çıkmıştır, dedi.
Komşudaki bağırıp ağlaına sesleri devesini kaybetmiş

195
bir kadından geliyordu, ihtiyar, yine tahammül etti ve ir­
ticalen birkaç hazin beyit söyledi. Ancak bu beyitler yal­
nız kalmadı. Muhariplerin çarpışmasını şairlerin çaFpış­
ması takibetti.
Muhammet, şairleri sevmez ve kendisini daima onlar­
da ayırmağa çalışırdı. Onların muntazam vezinli beyitle­
rinin -cinler tarafından değil, Allah tarafından ilham edi­
len- daha serbest kafiyeli ve ahenkli Kuran ayetleriyle ka­
rışmasını istemezdi. Arap şairlerinde çok görülen kalen­
derliği, derbederliği, çapkınlığı ve imansızlığı hiç beğen­
mezdt. Bunlar eski hükümetsiz ve putperest cemiyete ait
ananeler.in mirasçıları ve mugannileri idi. B'öyle olmakla,
beraber Muhammet, de kabile reisleri ve hatta Kureyşin
zengin tüccarları gibi, etrafına birkaç şair topladı. Hicvi­
yelerin insan kalbinde oklardan daha unmaz yaralar açh­
ğını biliyordu. Şairler, o zaman Arabistanın gazetecileri
hukmündeydiler ve iş başında olan her hangi bir kuvvet,
onların yardımını temine mecburdu.
Bu şairlerin aynı zamanda bakıcılıkları da vardı, ilham
zamanında onlarda adeta bir ikinci benlik doğar; halleri,
tavırları acayipleşir; saçlarının yalnız bir tarafına misyağı
sürerler, yalnız bir tek ayaklarına kundura giyerler, man­
tolarının bir tarafı sarkar, geçirdikleri türlü türlü buhran­
lar onların görünmez kuvvetle ihtilatta olduklarını ispat
ederdi. Kelimelerde bir nevi gizli kudret (büyü) bulundu­
ğuna göre onların hicviyeleri de bir nevi büyü sayılırdı.
Bunun içindir ki Arabistan şairlerinin halk üzerinde kor­
kutucu bir tesiri vardı. Onlar, kabilenin hakimleri mevki­
inde olduklarından ordu kaldırmak ve muharebe yapmak
için mutlaka onların reyi alınırdı. Alhncı asır bir şairler
asrı olmuştu.
Arap dehası bu zeminde adeta taşıp kaynıyor ve bir
heybetli büyük şairl_er kafilesi yetiştiriyordu. Bunlardan
Yahudi -hıristiyan medeniyeti tesiri alhnda kalan bir kıs­
mı zihinleri müslümanlığa hazırlamışlardı.
Muhammet,. Kureyş şairlerinin hicviyelerine karşı ken-

196
dini · müdafaa etmek için yanına üç Medineli şair almıştı:
Hassan bin Sabit, Kab bin Malik, Abdullah bin Revaha.
Bunlardan ikisi Kureyş ailelerinin şeref ve namusları­
na sataşmaktan çekinmiyorlar; fakat Abdullah, onları yal­
nız dinsizlikleri ve fena hareketleri için hicvediyordu.
Birallahçılık mesleğine ve hıristiyanlığa büyük bir
meyli bulunan Ümeyye bin Ebissalt -ki kendisi için um­
duğu peygamberliği elinden alması itibariyle Muhamme­
di affedememişti- Bedirde ölen Kureyşi'ler için kasideler
yazdı. (Bu Ümeyyeye Kurandaki cennet, cehennem tas­
virlerine çok benziyen birtakım şiirler isnadedilir.)
Şair, Bedir ölüleri için «Kureyşfrı. bir günde mahvolup
giden alicenap evlatları, dinç erkekleri, güzel atları» di­
yordu.
Utbenin kızı ve Ebu SüfyanlıJ karısı Hind, babasının
ölümü üzerine bir mersiye vücuda getirdi: «Bu düşman­
dan yüzçevirmiyen reis»i müslümanlar «yere serdikten
sonra da vurmağa, ezmeğe devam etmişler» onu «yüzü
tozlar, topraklar içinde» o menhus çukura sürüklemişler­
di.
Müslüman şairleri de bir taraftan kendi zaferleri için
kasideler yazıyorlardı. Muhammet, muharebe meydanın­
da heyecan ve ateşle dolu bir hutbe söyledi ki Kuranda
bunun bazı rabıtasız parçalarına tesadüf edilir.
Bir müslüman şair diyor ki: «Kureyşte ağlıyan kadın­
lar elbiselerini yırtmışlardır. Şeytan (iblis) düşmanlarımı­
zı aldatmıştır ... » Bu şair «Biz yalnız Ebu Süfyan kervanı-·
nın develerini istiyorduk, başka bir şey istemiyorduk» di­
ye bir itirafta da bulunuyordu.
Kureyşilerin Haris bin Hişamı bu şiire «göz yaşlarım
ipliği kopan bir gerdanlığın incileri gibi aktı» diye cevap
veriyor ve vatandaşlarını kahramanların intikamını alma­
ğa, topraklarını ve Allahlarını müdafaa etmeğe teşvik edi­
yordu.
Hassan bin Sabit, dilini çıkararak derdi ki: «Bu silahla
delmeğe muktedir olamıyacağım bir deri yoktur. Bu dil,
gerçi kısadır. Fakat onu San'adan Busra'ya kadar uzaya-

197
cak bir başka dil ile değiştirmem». Bu Hassan bin Sabit bir
Ensarf, bir Medineli idi. Onun için peygamberi açık bir
kalble karşılıyan, muhacirlerle mallarını paylaşan ve Be­
dir zaferini temin eden hemşehrilerini bilhassa methedi­
yordu. Onun Kureyşflere olan hücumları muhacirleri sık­
mağa başlamıştı. Çünkü bu zemmedilen adamlar, ne de
olsa, akrabaları, kardeşleri idi. Muhammet Mekkelilerin
iyi şöhretlerini müdafaaya mecbur oldu. Her halde hem­
şehrilerinin büsbütün aşağılanılmasın ve küçük düşürül­
mesini istemezdi.
Yahudiler bir avuç Medine köylüsünün Kureyşileri
berbad etrnesine evvela şaşmışlardı. (Kab bin Eşref bu asil­
zadelerin, bu Arabistan kırallarının mahvolmasını hazin
şiirlerle tasvir etmişti.) Fakat sonradan askerliğe alışma­
mış bir tüccar ve zengin kafilesine karşı kazanilan bu ko­
lay zaferden öyle pek fazla iddialı bir netice çıkarmak Ia­
zımgelmediğini söylemeğe başladılar. Onlar peygambe­
rin günden güne artan nüfuzundan telaşa düşüyorlardı.
Filhakika Muhammedin peygamberliğinin Allah tarafın­
dan teyidi gibi görünen bu zafer onun nüfuzunu bir kat
daha kuvvetlendirmişti. Bu sebeple Yahudiler müslü­
manlığa karşı duydukları nefreti daha açıktan açığa gös­
termeğe başladılar.
Böyle olmakla beraber Medine, neşe ve sevinç içinde
çalkanıyordu. Esir fidyeleri ahalinin elini iyiden iyiye ge­
nişletiyordu. Muhammet, bu esirlere çok iyi muamele
edilmesini emretmişti. Birçoklarının müslümanlar arasın­
da yeğenleri, kardeşleri vardı. Bunlardan Ebül Asi bin Re­
bia Muhammedin damadı, Zeynebin kocası, ayın zaman­
da Haticenin yeğeni idi.
Zeynep, Mekkede kalmıştı; kocasını kurtarmak için
fidye olarak güzel bir gerdanlık gönderdi. Bu gerdanlığı,
evlendiği zaman, ona Hatice hediye etmişti. Muhammet,
ölmüş karısının bu eski mücevherini görünce büyük bir
teessüre kapıldı. Ağladı, üzüldü ve damadının para alın­
madan serbest bırakılmasına arkadaşlarının müsaadeleri-

198
ni istedi. Bunun üzerine Ebül Asi karısının gerdanlığını
alarak Mekkeye döndü. Buna mukabil peygamber, amca­
sı Abbasın fidyesini bir santim bile eksiltmeğe razı olma­
dı ve bu hasis faizcinin müslümanlara karşı bir muhabbet
duyduğunu iddia etmesine inanmak istemedi.
Muhammedin elinde henüz kocaya verilmemiş ve ya­
şı yirmiye yaklaşmış bir kız daha kalıyordu: Fatma.
Rukiye ölmüştü. Ümmü Gülsüm Osmana varmıştı. ·

Fatma uzun boylu, zayıf ve kansız bir kızdı (Muhamme­


din bütün çocukları gibi o · da çok genç ölmüştür) fazla
olarak da titiz, asık yüzlü, Rukiyeden daha az güzel Zey­
nepten daha az zekiydi. Arabistan için evde kalmış deni­
lecek bir yaşa geldiği ve daha kısmeti çıkmamış olduğu
halde bir gün babası kapıya gelerek: «Ali bin Ebi Talib se­
nin ismini söyledi» dediği zaman pek memnun olmadı.
Araplarda adet şu idi ki böyle bir teklif karşısında kalan
kız, kabul ediyorsa hiç ses çıkarmaz, reddediyorsa kapı
perdesini sarsardı. Fatma sükı'.'ıt etti. Fakat bu, daha ziya­
de onun utanmasından, ürkmesinden ve belki de şaşırma­
sından ileri geliyordu. Çünkü bir zaman sonra babasına
«Sen beni bir dilenci ile evlendirdin» demiş, fakir, çirkin
ve mahdut zekalı bir adam olan Aliyi, fevkalade cesaret
ve gayretine rağmen, iyi bir kısmet saymamıştır. Ancak
şu vardı ki Ali de bu işten pek fazla mernnun görünmü­
yordu.
Tarih ve masal kitaplarında Alinin vakalarını okuyan­
lar onu güzellik ve deha ile dolu bir genç kahraman ala­
rak tasavvur etmek, gözleri önünde hiçbir put önünde
eğilmek suretiyle kirlenmemiş parlak, ince bakışlı bir yüz
görmek isterler. Fakat, ne çare ki Aliyi kısa boylu, gayet
esmer, ince kollu, iki ağır gözün puslu ışığıyle aydınlan­
mış kocaman başlı, yassı burunlu ( halbuki rivayete göre,
Haşimilerin, o kadar uzun burunları vardı ki içecekleri
suya ağızlarından daha evvel değerdi.) Genç yaşında kar­
nı çıkmış ve saçları dökülmüş bir insan olarak görmeğe
mecburuz . . Böyle olmakla beraber cana yakın bir yüzü
vardı ve gülümsedikçe dişlerini gösterirdi. Çok cesur,

199
dindar, sadık ve namuslu, fakat biraz kararsız ve gevşek­
ti. Bir gün, onun geçtiğini gören bir kadın demişti ki: «Ne
acayip adam! İnsan onu rastgele biribirine eklenmiş ayrı
ayrı parçalardan yapılmış sanıyor.»
Ali, ziyafet parasını tedarik etmek için Yahudi kuyum­
culara sattığı izhiri kendi eliyle toplamıştı. Buna rağmen
oldukça güzel bir düğün yapıldı. Ali, Fatmaya dört yüz
dirhem ağırlık vermişti. Bunun üç yüzünü birtakım ıtırlar
teşkil ediyordu. Neşeli bir yemek yendi, genç cariyeler tef
çaldılar ve Bedir kahramanları için kasideler okudular.
O gece ve ertesi günler çok hazin oldu. Yeni aile o ka­
dar faki'r iı:li ki yatacak yatağı yoktu. Sefalet ve geçimsiz­
lik bu ocağın hemen hemen daimi iki misafiri oldu. Bere­
ket versin ki bir zaman sonra büyük müslüman zaferle­
rinden gelen çapl:l.llar onların da biraz ellerini genişletti.
Ev gailesi zaten mahzrm bir tabiate sahibolan Fatmayı bir
kat daha ezip bitiriyordu. Kadıncağız, bazan yorgunluk
ve hastalıktan inliyerek, arpa, buğday öğütmek ve hamur
yoğurmaktan nasırlanmış ellerini göstererek babasından
bir yardımcı esir isterdi. Fakat Muhammet, ona gece ya­
tarken okunması çok sevap olan bir dua öğretmek sure­
tiyle cevap verdi.
Ali, hiddetle homurdanır, bir Yahudin_in hurmalığı
için su çekmek suretiyle bir avuç hurma kazanır ve dö­
nüşte çatkın bir çehre ile karısına derdi ki: «Bunları ye ve
çocuklara yedir.»
Çocuklar, peygamberin torrmları olan Hasan ile Hüse­
yindi. Ali, bu müşkülata karşı koymak için bir çare arıya­
cağı yere, her kavgadan sonra, camie giderek suratını
asar, yahut da uyurdu. Kayınbabası onun omuzuna vu­
rur, nasihatler verir ve kısa bir zaman için karı kocayı ba­
rıştınrdı. Bir gün peygamber, kocasından dayak yiyen kı­
zının ağlıya ağlıya kendi evine geldiğini gördü.
Hasılı, Fatmanın bir yardımcı esire sahibolmak için
Mekkenin zaptını beklemesi lazım gelirdi. Böyle olmakla
beraber hicretin üçüncü senesinden itibaren Medinede
esir kıtlığına kıran girmiş de değildi. Ayşenin birkaç cari-

200
yesi vardı. Fakat peygamber, kızını teselli etmek için ona
her zaman Alinin müslümanlıktaki kıdemini methetmek­
le beraber damadına fazla ehemmiyet vermiyordu.
Ümeyyelere mensubolan damatları, asfl Osman ve hatta
daima yanında bulunmıyan Ebül' Asi onun daha ziyade
gururunu okşuyordu.
Peygamber, kızını mesudedemiyen Aliye içinden kır­
gındı ve onu elinden iş gelmez bir adam telakki ediyordu.
Peygamber, ölecek mahkumların başlarını Aliye kesti­
riyor; fakat ona bir idare işi tevdi etmekten sakınıyordu.
Ali, Fatmanın üstüne evlenmek istediği zaman pey­
gamber, fena halde kızdı ve damadının bu arzusunu kür­
süde, halk karşısında, reddetti. Doğrusu aranırsa, Ali,
Ebu Cehilin kızını aklından geçirmiş olmakla zülfiyare
dokunmuştu. Böyle bir arzunun onun hakkında hayırlı
olamıyacağı aşikardı. Resulün kızı ile onun en azılı can
düşmanının, kızını bir dam al tında birleştirmek istemesi
doğru bir hareket olamazdı. Ö teki damatlarının, zevcele­
ri üstüne evlenmelerine izin verdiği halde Aliyi bundan
menetmesi onu çok gücendirmişti.
Ali ve Fatma ailesiyle peygamberin zevceleri partisi­
nin araları açıldığı zaman işler bir kat daha berbatlaştı.
Fatma, babasına «Sen kızlarından yana çıkmıyorsun»
diye şikayet ediyordu.
Ev hayatında olduğu gibi politika hayahnda da çok
bahtsız olan, birçok ihanetlere uğrıyan, zaman icabı ola­
rak vukua gelen politika tebeddüllerinden daima atlahlan
ve aldatılan Alinin asli bir seciyesi vardı. Gerçi ona atfedi­
len beyitler ve hikmetlerin çoğu uydurmadır, fakat haya­
tın onu bedbin ve her şeyi sineye çeker bir adam yapmış
olmasını mümkün görmelidir. Ruh büyüklüğünden mah­
rum olmıyan bu sözler onun ağzına yaraşmıyacak şeyler
değildir: « Ümitsizlik ruha sükı1net getirir. Kendi nefsine
mukavemet et, ki sakin ve müsterih bir insan olasın . . . is­
tek istiyeni öldürür ... İnsanlar istedikleri nisbetinde aşağı­
lıkhrlar. Dünya bir süprüntülüktür; ondan bir pay istiyen
köpekler meclisine alışmalı . . . »

201
Teşekkür olunur ki pek as bir zaman sonra Hasan ile
Hüseyin doğdu. Onlar iki ocak emzirmeğe sıhhati müsa­
idolmıyan Fatmanın kansızlığım arttırdı, fakat buna mu­
kabil büyükbabayı çok sevindirdi. Muhammet, onlara di­
yordu ki: «Sevgili çocuklar, insan, sizin yüzünüzden ade­
ta korkak oluyor. Allanın ıtırlarısınız,»
Çocuklar doğunca peygamber, onlara nefes etti, tükrü­
ğünü tükrüklerine karıştırdı, kulaklarına ezan okudu.
Hüseyin doğduğu zaman peygamber evde bulunma­
mış ve çocuk, dedesinin tükrüğünden evvel anasının sü­
tünü tatmıştı. Onun içindir ki Hüseyin, büyük kardeşi
·

Hasand an daha az zeki oldu.


Ali, latife şeklinde olmıyarak «0, bana daha ziyade
benziyor» derdi. Fatma, onları uyuturken «Ey Ali, onlar
senden ziyade büyükbabalarına benziyor» diye ninni söy­
ler, Ali de, çaresiz, gülerdi.
Muhammet, torunlariyle oynamağı, onları göbeklerin­
den öprneği, bacaklarının arasından geçirmeği, dillerini
emmeği, dizlerinde sıçratmağı çok severdi. Namaz kılar­
ken arkasına tırmanmalarına izin verir, onları rahatsız et­
memek için secdeleri uzatırdı. Üstünü ıslatacak olurlarsa
kızmaz, elbisesine birkaç damla su dökmekle iktifa eder­
di. Hutbe esnasında güzel kırmızı elbiselerle gelirlerse
mimberden iner ve onları yanına alırdı. Allah «çocukları­
nız sizi ayartırlar» dememiŞ miydi?
Düğün günü, Ali, biraz para elde etmek için dostlarıy­
le beraber izhir toplamağa gitmişti. Dönüşte iki dişi deve­
sini bir Medinelinin kapısı önünde çökertmişti. Peygam­
berin amcası Hamza bu evde bir şantöz ile içki içiyordu.
Bu alem, epeyce zamandan beri devam ediyor, Hamza,
korkunç surette sarhoş bulunuyordu.
Şantöz, gülerek dedi ki:
- Hamza, hele şu ihtiyar bağlı develere bak!
Hamza, bir makineli adam gibi yerinden kalktı, kılıcı­
nı yakaladı, develere hücum etti, onların hörgüçlerini kes­
ti, göğüslerini yardı, karaciğerlerini kopardı.

202
O esnada gittiği yerden gelen Ali, bu korkunç manza­
rayı gördü ve peygambere şikayet etti. Peygamber, Ali ve
Zeyd ile beraber vaka yerine koştu ve fena halde hiddet­
lendi. Hamza, baştan ayağa kana bulanmıştı. Sarhoşluk
şehikleri içinde bağırdı:
- Sizler kim oluyorsunuz? Atalarımın kölelerinden
başka nesiniz?
Muhammet, sarardı ve sarhoşun gözlerine dik dik ba­
karak geri çekildi.
Gerek bu vaka ve gerek kanlı kavgalara sebebolan da­
ha başka sarhoşluk hadiseleri ispirtolu içkilerin ve kuma­
rın yasak edilmesine sebeboldu. Arabistanda çok içki içi­
lir ve bilhassa üzüm şarabından daha çok bulunan hurma
şarabı kullanılırdı. Bundan başka bal, buğday ve arpadan
da ispirto çıkarılırdı.
Peygamber, Arabistanı bu beladan kurtarmak için bi­
raz dolambaçlı yollardan gitti. Evvela Kuran, müslüman­
ların sarhoşken namaza gelmelerini yasak etti. Sonra, faz­
la şarap içmenin fena olduğu, bu içkinin insana faydadan
ziyade zarar verdiğini söyledi. Hamza rezaletinden sonra
ise içki ve kumarın, şeytan işi olduğunu ve şeytanın bu
vasıta ile müslümanlar arasına nifak sokmak istediğini te­
yidetti. Fakat bundan da bir şey çıkmadığını, müslüman­
lar arasındaki kavgaların devam ettiğini görerek kat'f bir
yasak ilan etti. Şarap, baht oyunları, putlara tapmak bü­
yük günahlardı, cehenneme girmek istemiyenler mutlaka
bunlardan kaçınmağa mecburdular.
Muhammet, Medine sokaklarında tellal çağırttı, şarap
ve sair ispirtolu içkileri içmek, alıp satmak yasak olduğu­
nu ahaliye ilan ettirdi.
Enas bin Malik amcaları Ebu Talha, Ubey bin Kab ve
Ebu Ubeydeye hurma şarabı ikram ettiği sırada evinin
önünden tellal geçti. Ebu Talha, peygamberin emrini ha­
ber alınca :
- Haydi Enas, şu şarapları dök bakalım, dedi.
Ebu Talha başkalarına misal olmak üzere ilk evvel

203
kendi kadehindeki şarabı döktü. Tulumları devirdiler ve
şarap sokağın ortasına kadar aktı.
O sene içinde birkaç ehemmiyetsiz çarpışma oldu.
Müslümanlarla çarpışmadan evvel koku sürünmiyeceği­
ne, kadınlara yaklaşmıyacağına yemin eden Ebu Süfyan,
iki yüz süvari ile Mekkeden çıktı, Medineye yaklaştı, Be­
ni Nedr ismindeki Yahudi kabilesi nezdinde bir gece ge­
çirdi; şehrin duvarları önünde birkaç hurma ağacını yak­
tı; iki çiftçi öldürdü ve geldiği gibi süratle Mekkeye dön­
dü. Muhammet, onu takibe çıktıysa da yetişmeğe muvaf­
fak olamadı. Yalnız Kureyşflerin konup göçtüğü yerde
.
çorbalı'k. unlc:ı dolu çuvallar buldular. ·
Birkaç gün sonra Muham·met, El , Kudr kuyusuna gitti.
Maksadı düşmanlık maksadiyle orada toplanm�ş olan Be­
ni Süleymleri dagıtmaktı. Fakat onlar müslümariların gel­
mesini beklemediler ve birkaç sürü ile çobanlarını onlara
bırakarak kaçıştılar.
Buhran seferi bir fayda temin etmedi. Fakat Müslü­
manlar, Karada da bir Kureyş kervanı ele geçirdiler. Mek­
keliler Suriye yolunu kapalı gördükleri için bu seferki ker­
vanı Iraka göndermek istemişlerdi. Çöl aşiretleri yeni
devleti leh ve aleyhinde kararlar vermeğe başlıyorlar,
memlekette karışık birtakım entrikalar hazırlanıyordu.
Muhammet, kendisine karşı bir sefer hazırlıyan Beni Lih­
yan kabilesi şeyhini öldürthl. Bu kabile müslüman misyo­
nerleri istedi. Asım bin Sabit yanında on kişi ile onların
bulunduğu yere gitti. Müslümanlar Beni Lihyanlar-dan
iki yüz atlının doludizgin kendilerine doğru geldiğini
gördüler. Asım ve arkadaşları onların bu gelişlerini beğe­
nemediler, alelacele küçük bir tepe üstüne kaçtılar; biraz
sonra etrafları sarıldı. Fakat onlar teslim olmağa rıza gös­
termediler. Okla yaralanan Asım:
Ya Rabbi! Bizim halimizi resulüne haber ver, diye ba­
ğırdı.
Onunla beraber altı müslüman daha düşmüştü. Geri­
'
kalan üç kişi, hayatlarının bağışlanacağına dair aldıkları

204
vait ·Üzerine, teslim oldular; elleri arkalarına bağlandı.
Bunlardan biri bu muameleye razı olmadığı ve yürümedi­
ği için hemen orada boğazlandı. Diğer ikisi Mekkeye gö­
türüldüler ve Kureyşflere sahldılar. Bunlardan Hubeyb,
Bedirde El Harisi öldürmüştü. El Harisin oğulları onu Be­
ni Lihyan bedevilerinden sahnaldılar ve babalarının me­
zarı etrafında uçarak intikam istiyen «yarasayı yatışhr­
mak» için öldürmeğe karar verdiler. El Harisin evinde
zincire vurulmuş olan Hubeyb sabır ve tevekkülle ölümü
kabul ediyor ve kendi kendine hazırlık yapıyordu. El Ha­
risin kızı vücudunun bazı kısımlarını tıraş etmek üzere
ona bir ustura vermişti. O esnada bu kadının küçük bir
çocuğu esire yaklaştı, dizine oturdu. Kadın, başını çevir­
di, .ve Hubeybi bir elinde çocuk, bir elinde ustura ile gö­
rünce ölü gibi sarardı. Korkudan taş kesilmiş bir halde,
bir tek kelime söylemeğe muktedir olamıyordu. Müslü­
man, kadınıp çehresindeki dehşeti gördü:
- Çocuğunu boğazlamamdan mı korkuyorsun? dedi,
gönlün rahat etsin. Ben,
. bu çocuktan intikam alacak bir
insan değilim.
Bu alicenaplık, onun h ayahru kurtarmadı.
Hubeybi bütün aile efradı karşısında boğazlamak için
haremden dışarı çıkardılar. Namaz kılmak için birkaç da­
kika istedi. Fakat ibadetin uzunluğunu Olüm korkusuna
hamletmelerinden korktuğu için yahı.ız iki rekat namaz
kıldı. O günden beri idam edileceği vakit soğukkanlılığı­
nı muhafaza edebilen her müslüman mahkum böyle iki
rekat namaz kılar.

205
15

Yahudiler

«Tevrata malik oldukları halde onun emirle­


riyle amel etmiyenler kitap taşıyan eşeğe
benzerler... Ey Yahudiler, öteki insanlardan
ayrı olarak kendinizi .Allanın · müttetikderi
hayal ediyorsanız...... »
Kuran, U<II, 5--6
«Ne zaman bir resul size hırslarınızı okşa­
mıya bir vahy getirdiyse gurur ile kabardı­
nız, kimine yalancı muamelesi ettiniz, kimi­
ni öldürdünüz.»
il, 81

Bedir zaferi, Muhammedin Medinedeki nüfuzunu kuv­


vetlendirmişti. Fakat muhalefet hala yaşıyordu. Muham­
met, bir zaman buna tahammül etti. Lakin, nihayet bu mu­
halefeti kökünden kazımak değilse bile, kendi tehlikeli düş­
manlarını kaldıracak derecede kuvvetlendiğini hissetti.
Fazla olarak bu düşmanlar' onu öldürmeği de düşünmüş­
lerdi. Safvan bin Ümeyye, Muhammedi öldürürse bütün
borçlarım ödiyeceğini Ümeyr bin Vehbe va'detmişti. Fakat
Ömerin himmetiyle yakayı ele veren bu adam peygamber­
den af istemiş ve müslüman olmuştur. Esma bin Mervan is­
minde şair bir Yahudi kadını, peygambere karşı hakaret bir
şiir yazdığı için, bir gece, çocuklarının arasında ve bunların
en küçüğü koynunda olduğu halde, katledilmişti. Yine Ebu
Afak isminde yüz yirmi yaşında bir ihtiyar şair, eski kabile
ve aşiret ananelerini yıkrnağa çalışan yeni din cemaati ve
müslürnanlık akideleri aleyhinde bir şiir yazmış ve bu cüre­
tini hayatiyle ödemiştir.

206
Medine Yahudileri Mekke putperestlerine karşı duyduk­
ları muhabbet ve yakınlığı hiç gizlememişlerdi. Onların reis­
lerinden biri bir gece Ebu Süfyani kabul ederek ona müslü­
mamların vaziyeti hakkında izahat vermişti. Yalnız şu var ki
bu Yahudi kabileleri bir türlü aralarında anlaşamamışlar ve
Muhammet, onları birer birer ezmeğe muvaffak olmuştur.
Beni Kaynaka çarşısında çıkan ve bir müslümanın ölü­
miyle nihayetlenen bir kavga, Yahudileri ezmek için ilk bir
fırsat olmuştur. Beni Kaynaka Yahudileri birkaç katlı evler­
den teşekkül eden mahallelerine çekilmişlerdi. Bu evler bir­
takım geçitlerle biribirine sıkı bir surette bağlı bulunur ve ga­
yet sağlam kapılarla kapanmış bir iç sokağa açılırdı. Bu itibar
ile Beni Kaynaka mahallesi adeta bir kale teşkil ederdi.
Peygamber, onlara dedi ki:
- Dikkat ediniz. Allah Kureyşi'lerin üzerine düşürdüğü
şeyi sizin üzerinize de düşüürebilir. Müslüman olunuz. Bili­
yorsunuz ki ben Allahın bir resulüyüm; bunu sizin kitapla­
rınız da söylüyor. Allaha cömertçe bir ikrazda bulunun.
Yahudiler şöyle cevap verdiler :
- Allah o kadar fakir midir? Siz muahedeyi yırtmak için
bir bahane arıyorsunuz. Biz, çarpışmaktan hoşlanmıyoruz.
Fakat, ey Ebülkasım, muharebeye alışkın bulunmıyan va­
tandaşlarını kolayca yendiğin için kendine o kadar fazla gü­
venme. Biz, öyle kolay yutulacak lokmalardan değiliz.
Müslümanlar onları muhasara ettikleri halde ne öteki
Yahudi kabileleri, ne de Arap müttefikleri imdatlarına gel­
medi. Beni Kaynakalar on beş gün sonra şartsız olarak tes·
. lim oldular. Muhammet, başkalarına ibret olsun diye onla­
rın ellerinin bağlanmasını ve başlarının kesilmesini emretti.
Fakat Beni Kaynakaların Hazreç kabilesiyle ittifakları vardı.
Bu kuvvetli kabilenin reisi olan Abdullah bin Ubey peygam­
bere müracaat ederek bin zahmetle onları affettirmeğe mu­
vaffak oldu.
Mağluplar, canlarım kurtardılar, fakat bütün alacakları­
nı, esirlerini, topraklarım bırakarak Suriyeye gitmeğe mec­
bur oldular. Bu mallar galipler arasında taksim edildi.
Beni Kaynakalar mallarının götürülebilecek kadar bir

207
kısmını hayvanlara yüklediler ve erkekler yayan, kadınlar
develer üzerinde, uzun ve yaslı bir kafile halinde şimale
doğru gittiler. Kab bin El Eşref zengin bir Medine Yahudi­
siydi. Aynı zamandada alim bir haham ve Araplarca gayet
beğenilen bir şairdi. Kab, Kureyşileri çok sevdiğinden Bedir­
de ölen Mekkeliler için mersiyeler yazdı, daha sonra Mekke­
ye giderek şiirlerini okudu, 'ahaliyi müslümanlar aleyhinde
tahrike çalıştı. Kendi söylediğine göre, Arap güzidelerinin
ölümünden sonra hayat ona tahammül edilmez bir şey gibi
görünüyordu. Mekke, müslümanlardan intikamını alma­
dıkça rahat uyku uyuyamıyacakh.
Müslüman şairleri şiddetle mukabele ettikleri için Kab
Medineye geldi, şehri peygambere karşı ayaklandırmağa ça­
lıştı ve etrafa acı, sert hicviyeler dağıtb.
·
Sabrı tükenen Muhammet bir gün :
- Beni bu İbni Eşreften kim kurtaracak? dedi. Ensarfler-
den Muhammet bin Mesleme :
- İster misin onu öldüreyim dedi.
- Elinden gelirse evet... .
Kab bin El Eşref Medine civarında, kolay kolay içine gi­
rilemiyecek bir nevi şatoda oturuyordu. Muhammet bin
Mesleme bir hileye müracaat etti. Üç müslümanla anlaştı ve
Kabın sütkardeşi Silkan Ebu Ney lenin yardımını temin etti.
Ebu Neyle, bir akşam, Yahudi şairin evine gitti, ay ışı­
ğında bir saat kadar öteden, beriden konuştu, beyitler oku­
du, latifeler söyledi. Nihay�t onun omuzuna dokunarak:
- Kab, ben buraya ciddi' bir şey için geldim, işittiklerini
kimseye haber vermiyeceğinden emin olarak seninle konu­
şabilir miyim?
- Söyle.
- Pekala! Bu adamın (Muhammet) gelmesi bir felaket-
tir. Bütün Araplarla aramızı açtı. Simdi onlar yolumuzu ke­
siyorlar. Hilelerimizi karıştırdı, ruhlarımızı karıştırdı.
- Bana İbni Eşref demişler! Allah şahit! işin bu şekli ala­
cağını sana daha evvel söylemiştim.
- Tıpkı benim gibi düşünen birtakım dostlarım var. Şeh­
ri bu adamın şerrinden kurtarmak için bir çare bulmak la-

208
zım şimdilik bize arpa, buğday lazım, sağlam bir rehine
karşı biza arpa, buğday veremez misin?
- Ne rehini vereceksiniz? Çocuklarınızı mı ?
- Bu, bizim için pek alçakça bir şey olur. Dostlarım, sa-
na gayet kıymetli birtakım zırhlar verecekler. Gidip onları
çağırayım da pazarlık edelim.
Ebu Neyle, arkadaşlarının yanına döndü. Sonra ellerine
zırhlar alarak hep birden Yahudinin şatosuna gittiler.
Muhammet, bir zaman onlara yoldaşlık etti, sonra «Ya­
rabbi! Sen onlara yardımcı ol» diye dua ederek evine dön­
dü.
Gittikçe aydınlanan gök içinde ay yavaş yavaş yükseli­
yordu. Şatonun gölgesi gümüş kaplanmış gibi görünen bir
toprağın üstünde uzuyordu.
Ebu Neyle, Kabı duvarın kenarına çağırdı. Şair, pek ya-
kında güzel bir genç kız ile evlenmişti. Karısı ona:
- Bu saatte dışarı çıkına, dedi.
- Neye çıkınıyayım?.
- Rica ederim çıkma, vakit geceyansı, sen politikacı bir
adamsın, düşmanların var.
- Fakat beni çağıran adam kardeşim Ebu Neyledir. H�-
kikaten Silkan:
- Ya Kab, ya Kab, diye bağırıyordu.
- Sesini işitiyorsun ya? Ondan korkacak ne var?
İbni Eşref, karısının bir aşk delili olmaktan başka bir kıy­
meti bulunmıyan bu korkusuna gülümsiyerek dışarı çıktı
ve kendisini bekliyen beş adamın yanına gitti. Bir zaman
yürüye yürüye konuştular.
- «Kocakarı» tepesine doğru gitsek?
Kab -Pekala, mademki öyle istiyorsun, dedi. Şairin karı­
sı kocasının saçlarına kokular sürmüştü. Kab, neşeli bir ses­
le:
- Karım Arabistarun en güzel kokulu ve en mükemmel
kadınıdır, dedi.
Ebu Neyle, Kabzın saçlarına dokundu, sonra elini bur­
nuna götürüp koklıyarak:

209
İzin verir misin başını koklıyayım, dedi, hakikaten şim­
diye kadar hiç bu derece güzel koku koklamadım.
Güzel gecenin içinde ağır adımlarla yollarına devam edi­
yorlardı. Silk.an tekrar şairin başını kokladı ve yeni güveyin
zarafetini methetti. Nihayet, bir üçüncü defa elini Yahudinin
başına götürdü; fakat bu defa onu kuvvetle saçlarından ya­
kaladı ve bağırdı:
- Allah düşmanına kuvvetle vurunuz!
Müslümanlar kılıçlarını çektiler. Fakat biribirleriyle çatış­
tı ve yalnız kendilerinden birini yaraladı. Kab, korkunç bir
feryat kopardı. İbni Mesleme onu ta kalbinden hançerledi.
Kabın , feryadı etraftan işi tilmişti. Çadırlardan insanlar
fırladı, şatonun duvarları üstünde birtakım ışıkların koşuş­
tuğu görüldü. Müslümanlar, yaralı arkadaşlarını taşımağa
Çalışarak acele ile kaçtılar. Şimdi asıl yapılacak iş, kendileri­
ni göstermeden, birkaç Yahudi ve Arap kabilesinin topra­
ğından geçmekti. Halbuki yaralı, onları hayli geciktiriyor­
du. Bütün civar halkı heyecan içindeydi. Müslümanlar, ça­
resiz, arkadaşlarını bıraktılar ve daha ilerde bir yere saklan­
mağa gittiler. Bir saat sonra yaralı da, kendini göstermeden,
onların yanına gelmeğe muvaffak oldu. Müslümanlar gün
ağarırken Muhammedin evine geldiler.
Peygamber, geceyi ayakta geçirmişti. Müslümanlar onu
dua ediyor buldular ve vakayı anlattılar.
Ebu Refi isminde çok zengin ve çok tanınmış bir başka
Yahudi vardı ki «Hicaz Tüccarı» diye şöhret bulmuştu. Hay­
ber civarında büyük bir şatosu olan Ebu Refi, bu şehir Yahu­
dilerini ve Gatafan kabilesini müslümanlara karşı kışkırtıp
duruyordu.
Muhammedin teşebbüsü üzerine Hazreç kabflesinden
beş kişi, Abdullah bin Atikin idaresi altında kıyafet değişti­
rerek Haybere gittiler. Maamafih, peygamber, onlara kadın
ve çocuklara kat'iyyen dokunmamalarını tembih etmişti.
Müslümanlar, şato önüne geldikleri zaman Abdullah ar­
kadaşlarına:
- Siz burada durun, beni bekleyin, dedi.
Gece olmakla beraber şehir kapısı hala kapanmamıştı..

210
Kuledeki adamlar, ellerinde meşalelerle, kaybolmuş bir eşe­
ği arıyorlardı. Abdullah onlara yaklaştı ve bir tabii ihtiyacı
defediyor gibi yaptı.
Kapıcı:
- İ çeri girmek istiyenler kapı kapanmadan girsinler, di­
ye bağırdı. Abdullah, arkadaşlariyle beraber girdi ve bir
ahıra saklanarak muhafızların yemeklerini bitirmelerini
bekledi. Herkes, odasına çekildiği zaman -işini bitirince ko­
laylıkla kaçabilmek üzere- kapıcının bir · çatı deliğine koy­
duğu anahtarı aldı ve birçok dairelerden geçerek Ebu Refi­
in odasına doğruldu.
Şato sahibi, güzel bir yemek yedikten sonra, kamiyle be-
raber yatmıştı. Oda zifiri karanlıktı. Abdullah:
- Ey Ebu Refi, diye bağırdı.
- Sen kimsin?
Abdullah elindeki demiri sesin geldiği tarafa fırlattı; fa­
kat tutturamadı. Ebu Refiin kalın yün mantosu bıçağın işle­
mesine mani olmuştu.
Kadın Abdullahın sesini tanımıştı.
Ebu Refi:
- İmkanı yok... O buradan çok uzaktadır, dedi. Abdul­
lah sesini değiştirerek:
- Ey Ebu Refi, bu işittiğimiz ses nedir? Bu feryadın ma­
nası nedir? diye sordu.
Ebu Refi karısına:
- Eyvah, başına gelenler, dedi, bu odada bir erkek var.
Beni kılıciyle vurmak istedi.
İbni Atik odada ilerledi ve boşluğa doğru bir kılıç daha
salladı. Sonra geri çekildi, yatağının üstüne uzanan Efcu
Refie çarptı. Kılıcını onun kamına sapladı ve kemiklerinin
·

çatırdadığını işitti.
Abdullah, peygamberin emrini hatırladığı için kadına
dokunmıyarak odadan çıkıp kaçtı. Kadın, arkasından bağı­
rıyor, imdat istiyordu. Bir Arap şatosu hakiki bir labirenttir.
Zifiri karanlikta bu karmakarışık odalar, merdivenler ve av­
lularda nasıl yol bulup çıkmalı? Ebu Refiin adamları kalk­
mışlardı. Onlar, her taraftan koşuşuyorlar, birbirlerine çar-

211
pıyorlar, meşaleler yakıyorlar. Akşamdan sonra şato avlu..
suna toplanan hayvanlar da melemeğe, kişnemeğe başlı�
yorlar. Abdullah, merdivenlerden inerken bir bacağını kırı­
yor. Sarığını çıkararak bacağını sarıyor ve kendini göster­
meden çıkmağa muvaffak oluyor.
Ebu Refün öldüğünden emin oımak için kapının yanına
oturuyor ve sabahı bekliyor. O vakit duvarın tepesinde bir
adam görünüyor ve:
- Hicaz tüccarı Ebu Refün öldüğünü ilan ederim, diye
bağırıJor.
Ab.dullah o vakit arkadaşlarının yanma gidiyor ve:
- Alıah Ebu Refii Öldürdü, kaçalım, diyor. Kendisinde
çok asalet ve çok ruh büyüklüğü gördüğümüz bir adamın
tarihine böyle vakalar kaydetmeği gönül istemezdi.
· Meseleye insanlık noktasında:ri bakacak olursak, Mu­
hammedin yaşadığı zaman ve memleket hukuku dairesin­
den çıkrnıyarak kendini müdafaa ettiğini belki teslim ederiz;
fakat Allah tarafından dünyaya gönderilen ve kavmine yeni
bir hayatın kapılarını açan bir insanı daha saf, daha insanlık
fevkinde görmek arzusundan da kendimizi alamayız.
Muhammet, Yahudilere karşı müstesna bir kalb katılığı
gösterdi. Fakat onların da ona ihanet ettiğini unutmamak
ve Arabistanın o vak.itki anarşili halini hesaba katmak la­
zımdır.
Bundan başka müslüma:nlar kendi menfaatlerini Allahın
menfaatleriyle o kadar bir sayıyorlar ki onlardan hiçbiri
böyle vakalar karşısında zerre kadar vicdan azabı duyma­
mıştır.
Kalb bin Malik ile Hassan bin Sabit, İbtai Eşrefi öldüren­
ler hakkında kasideler yazmışlardır. Bu vakayı küçük bir
muharebe, daha doğrusu, şahıslara ait bazı meseleler taki­
betti. Bir müslüman, velinimeti olan bir Yahudiyi öldür­
müştü. Henüz putperest olan kardeŞi bu nankörlükten do­
layı onu ayıpladı.
Onun sana verdiği ekmek hala karnında duruyor, dedi.
Fakat müslüman -Allaha yemin ederim, bana onu öldür-

212
memi emreden varlık, seni de öldürmemi emretmiş olsaydı
zerre kadar tereddüdetmezdim, cevabını verdi.
Bu putperest, kardeşinde gördüğü bu derin din heyeca­
nından müteessir olarak müslümanhğı kabul etti. Müslü­
manlık için. her halde çok acayip bir müdafaa usulü ...
Bu vakalar üzerine fena halde gözleri yılan Yahudiler,
Muhammetle bir ittifak yaptılar ve bir daha ona hücum et­
miyeceklerine söz verdiler. Onlar ancak Uhud muharebe­
sinden sonra baş kaldırabilmişlerdir.
Peygamber, artık Yahudi katipler kullanmaktan vazgeç­
ti. Bu gibi işler için Zeyd bin Sabite müracaat etti ve ona
Aramf lisanını öğrenmesini emretti.
Yine bu vakalar üzerinedir ki kıble değişmiş ve o zama­
mı. kadar müslümanlar yüzlerini Kudüse döndürerek na­
maz kıldıkları halde. ondan sonra Mekkeye dönmeğe başla­
mışlardı. Esasen Kabeyi, Yahudiler, hıristiyanlar. ve müslü­
manların IT}ÜŞterek atası olan ibrahim Peygamber kurmuş­
tu ve Muhammet kendi dinini doğrudan doğruya ona bağ­
lı telakki ediyordu.

213
16

Uhud Muharebesi

«Muharebelerde böyledir. Biz muharebe ta­


liini mütemadiyen bir yandan öbür yana
geçiririz. Ta ki Allah kimlerin iman sahibi
olduklarını görsün ve sizin aranızdan kah­
ramanlar seçebilsin ... »
Kuran, III, 134

Üçüncü hicret senesi şevvalinin iptidalannda bir gün


Muhammet, Medineden bir saat uzaktaki Küba mevkiine
gitmişti. Bir Arap, al h ndaki yorgun deveyi çatlatırcasına
sürerek yanına geldi ve ondan gizli bir mülakat istedi.
- Ey Ebül Kasım, sana çok ehemmiyetli haberler getir­
mek için Mekkeden buraya, beş günde geldim. Babanın
kardeşi Abbas bin Abdülmuttalip, seninle çok alakadar ol­
duğu için, beni gönderdi, Kureyşflerin seninle kozlarıru pay
etmeğe ve Bedirde ölenlerin intikamlarını almağa karar
vermiş olduklarını sana söY.lemeğe memurum. Mekkeliler,
kendilerine ettiğin büyük hakarete ve müslümanların Rum
memleketlerine giden kervanların yollarını kesmek suretiy­
le Mekke tüccarlarını zarara sokmalarına dayanamıyorlar.
Eli silah hıtan bütün adamlarım silahladılar. Beni Kinanala­
rı ve Tihamedeki diğer müttefiklerini yardıma çağırdılar.
Sonra Ahabişleri de silah altına aldılar. İki yüz tanesi ateşli
atlara binmiş ve yedi yüzü örme madenden, yahut pars de­
risinden zırhlar giymiş üç bin kişi birkaç güne kadar Medi­
neye akın edecekler, Ebu Süfyan, bizzat bu kuvvetli orduya
kumanda ediyor. Sırf babası Ebu Cehlin intikamını almak
için yaşıyan İkrime ile azgın Halid bin Velid başlıca kuman­
daklıkları aldılar.

214
Açıkgöz El Abbas ikiyüzlü bir oyun oynuyordu. Onun
müslümanlığa karşı hiçbir muhabbeti yoktu. Fidyesi verilir
verilmez Mekkeye, işlerinin başına dönmek için acele et­
mişti. Fakat aynı zamanda Medinede kendisi için açık bir
kapı hazırlıyor ve yeğenini idare ediyordu.
Muhammet, hemen Medineye döndü ve şehrin büyük­
lerini topladı. Ne yapılacaktı? Peygamberin fikri Medinede
kalmak ve şehri içinden müdafaa etmekti, ihtiyarlar Mu­
hammedin bu planını tasvibediyorlardı. Fakat Bedir zaferi­
nin hatıralariyle tutuşan gençler, düşmana karşı çıkmak ve
meydan muharebesi yapmak istiyorlardı. Gençler, ekseri­
yeti peşlerine takıp sürüklediler ve Muhammet, çok kere
gökten vahiy almadığı zamanlarda yaptığı gibi halkın arzu­
suna razı oldu. Bütün ahaliyi silah başına çağırtmak için tel­
lallar çıkardı; sonra Ömer ve Ebu Bekir ile ikindi namazı
kılmak için evine gitti. Arkadaşları onum) iki katlı zırhını
giydirdiler ve miğferinin üstüne sarığını sardılar.
Muhammet, zırhını giydi, kılıcını yanına, kalkanını
omuzuna astı ve eline bir mızrak alarak ordusuna bir geçit
resmi yaptırdı. Mücahitlerin adedi bini geçmiyordu. Bunla­
rın yalnız iki yüzü zırhlı, ikisi de ath idi. Bu netice karşısın­
da en ateşlilerin bile cesareti kırıldı ve tekrar düşmanı şehir
duvarları arkasında beklemekten bahse başlandı. Fakat bu
defa Muhammet, razı olmadı:
- Hayır, dedi, bir peygamberin kılıcını çektikten sonra
tekrar kınına sokması doğru olmaz.
Peygamber, muhacirler bayrağını Aliye, Hazreçlerinkini
Habbaba, Evslerinkini Sade verdi ve ordu hareket etti.
Müslümanlar şehre pek yakın bir mesafede ordugah
kurdular. Ertesi gün ortalık ağarırken biraz daha ilerlendi
ve Ancarda sabah namazı kılındı. Muhammet, ordusunu
teftiş ettiği zaman Hazreçler arasında birkaç Yahudi gördü.
Peygamber, onların ancak müslüman oldukları takdirde
muharebeye girebileceklerini söyledi. Yahudiler buna razı
olmıyarak geridöndüler. Hazretlerin reisi münafık Abdul­
lah bin Ubey de üç yüz adamım alarak ordudan ayrıldı.
Böylelikle adedi yedi yüz kişiye inen müslüman ordusu,
tarlasında çalışmakta bulunan ve peygambere hakaret eden

215
bir münafıkı öldürdükten sonra Uhud dağına doğru yürü­
dü.
Uhud dağı şehirden altı mil uzakta sarp bir dağdı. Müs­
lümanlar bu dağa arkalarını verip yüzlerini Medineye çe­
virdiler. Muhammet, arkadan çevrilmek tehlikesine karşı
elli okçuyu bir boğazın muhafazasına memur etti ve hiçbir
sebeple oradan ayrılmamalarını emretti. Peygamberin elin­
de «korkaklık, insanı kaderin hükmünden kurtarmaz» ya­
zılı bir kılıç vardı. Fiilen muharebeye girmek niyeti olmadı­
ğı için onu Ensardan Ebu Ducanaya verdi; o da onu iki kat
oluncaya kadar kullanacağına yemin etti. Souna kadar çar­
pışmağa karar verdiğine bir alamet olmak üzere başına kır­
mızı bi� sarık sarmış olan bu adam, o k�dar azametli bir ta­
vır ile dolaşmağa, kurulmağa başladı ki peygamber:
. - Böyle bir tavır ve hareket başka bir zamanda Allahı
hoş nudetmezdi, dedi.
Nihayet, Kureyşiler geldiler ve o suretle mevzi aldılar ki
bir kısmı Medine ile. müslümanlar arasına girdi. Bir deveye
yükletilmiş bir kubbe içinde bir put getirmişlerdi. Otuz ka­
dın bu putun etrafında tef çalıyor ve Kureyşfleri gayrete ge­
tirmek için şarkılar okuyorlardı. Bunların en heyecanlısı ba­
bası Utbe ile kardeşinin ölümünden dolayı fevkalade hid­
detli bulunan -Ebu "Süfyanın karısı- güzel ve ihtiraslı Hind
idi.
«Biz sabah yıldızının kızlarıyız. . . »
«Biz nazik halılar üstünde yürürüz»
«Kervanlarımız incilerle, saçlarımız misle süslenmiştir.»
«Siz cesaretle yürürseniz biz, sizi kucaklıyacağız»
«Siz düşmana arkanızı çevirirseniz biz de sizleri rezilane
geri çevireceğiz.»
Kureyş kadınları muharebe safları dışında, portatif pu­
tun etrafında, böyle şarkılar söylüyorlardı.
Kadınlar:
- İleri! Tam yerine vurunuz, kimseyi esirgemeyiniz. Kı­
lıçlarınız keskin, yürekleriniz sağlam olsun! diye haykırı­
yorlardı.
Evvelce de söyled.iğimiz gibi, Arap muharibi kendini

216
mumkü:n olçiuğu kadar az öldürtür. Onun fikrince: «Muha­
rebe, insanlara bir fayda temin edecek bir hiledir; budala bir
boğazlaşma değildir. Fakat fevkalade hallerde kadınları
muharebeye götürürler. Onların sarkılan ve feryattan er­
keklerin gayretini tahrik eder; varlıkları erkekleri ölesiye
çarpışmağa mecbur eder. Hasılı, kadınların muharebeye
gelmesi sonuna kadar uğraşılacağına alamettir.
Kureyş saflan arasından Evs kabilesinin bir kolu olan
Evsullahların eski reisi Ebu Amirin ilerlediği görüldü. Bu
adam Muhammede olan kini sebebiyle memleketini bırak­
mış bir eski Medineli idi. Ebu Amir, putperestlikle Yahudi­
lik arası 'bir yeni din neşrine çalışmış, fakat müslümanlık
onun bu teşebbüsüne engel olmuştu.
Ebu Amir, müslümanlar arasında bulunan Evslere gelip
kendisiyle birleşmeleri için bağrndı. O esnada yanında ken­
di taraftarlarından elli kişi vardı. Ebu Amtrin bu gayretin­
den bir netice çıkmadığı için arkadaşları müslümanlara ok
atmağa başladılar. Aynı zamanda Kureyşflerin esirleri de
ilk müslüman saflarına taş yağdırıyor ve İkrime kumanda­
sındaki sol cenah süvarileri Medinelileri yan taraflarından
sarmağa çalışıyorlardı. Bu hücum bir netice vermediği için
peygamberin amcası Hamza, Kureyşflerin merkezine hü­
cum etti.
Müslümanların hücumu dayanılmaz bir şey oldu. Put­
perest ordusunda bir delik açıldı. Peygamberin kılıcını taşı­
yan Ebu Ducana birkaç dakika içinde öte tarafa, kureyş ka­
dınlarının karşısına geçti. Kadınlar bir tepe üzerine kaçtılar
ve öldürülmelerini, yahut esir edilmelerini beklemeğe baş­
ladılar.
Ebu Dubana silahını kaldırmıştı. Fakat peygamberin kı­
lıcını kadın kaniyle kirletmek doğru olamıyacağını düşün­
dü. Put, palangasından düşmüştü. Kureyşfler yüklerini ta­
şıyan üç yüz devenin arkasına kaçmağa başlıyorlardı. Fakat
müslüman okçuları muharebeyi artık kazanılmış addettik­
lerinden peygamberin emrini unuttular, yerleştirildikleri
boğazdan çıktılar ve «çapul, çapul» diye bağırarak ileri atıl­
dılar.

217
Zeki Halid bin Velid Mekke ordusunun sağ cenahında­
ki suvarileri topladı, terkedilen yeri zaptetti ve tepenin ara­
sından müslümanların arkasına sarkıverdi. O zaman Medi­
ne saflarında tarife sığmaz bir kargaşalık oldu; Mekkeliler
onlara şiddetle hücum ettiler. Huzeyfe, bir yanlışlık netice­
si olarak babası El Yemamın, gözleri önünde, öldüğünü
gördü. Kureyş bayrağını taşıyan Ebu Sad bin Talha gördü­
ğü müslümanlara meydan okuyordu:
- Ölülerinizin cennete gittiklerini iddia ediyorsunuz. El
Lat namına yemin ederim ki yalan söylüyorsunuz. Siz, bu­
na hakikaten inansaydınız, birinizden biri benimle çarpış­
mak içip ortaya çıkardı.
Ali, onu işiterek üstüne atıldı ve başına bir vuruşta yere
serdi; fakat öldürmedi, çünkü Ebu Sad yere düşerken, elbi­
sesi açılmış, vücudunun bazı ayıp yerleri görünmüştü.
Utangan delikanlı gözlerini öte tarafa çevirdi.
Kureyş kadınlarından Amra bin Elkama bin Harisa,
mağlubun elinden Kureyş bayrağını a lmıştı. Biraz sonra Sa­
vab isminde genç bir Habeş esir onun yerine geçti. Fakat
Sad bin Ebi Vakkas onun sağ elini kesti. Savab bu defa bay­
rağı sol eline aldı, Sad onu da aynı a kıbete uğrattı. Habeş,
sırığı koliyle tuttu. Hasılı, Savab kelimenin hakiki manasiy­
le doğrandığı halde yılmadı, bayrağı vücudiyle muhafaza
etmek için kendini onun üstüne attı ve «Bütün vazifemi
yaptım mı?» diye bağırarak öldü.
Medineli şair Hassan bin Sabit bu vakadan dolayı Ku­
reyşflerle alay etti, onların şerefini bir kadın ile bir Habeşin
müdafaa ettiğini söyledi ve «Onlar o lmasaydı Kureyşfleri
yabancı memleketlerden getirtilmiş ticaret malları gibi pa­
zarlarda satacaktık» dedi.
Kureyş bayrağını yerden kaldıran Munafi bin Talha bir
okla öldürüldü. «Anası onu öldürenin kafatasından su iç­
meğe yemin ve onun başını getirecek kimseye yüz deve
va' detti» Munafiden sonra kardeşleri Haris ve Kelab, daha
sonra da Kureyş büyüklerinden dört kişi onun yerine geçti­
ler ve öldürüldüler.
Peygamber, gayet mahir bir okçu olan Sad bin Ebi Vak-

218
kasan yanında duruyor, ona ok veriyor ve her isabetli ahş­
ta onu alkışlıyordu. Müslüman kadınları sırtlarına su tu­
lumları yüklenmiş ve ayaklanndaki halkalar görünecek su­
rette eteklerini toplamış oldukları halde muharebe meyda­
nında dolaşıyorlar, mücahitlere ve yaralılara su veriyorlar­
dı. Muhammedin hizmetçisi Ümmü Eymenin elbisesi bir
okla delindi ve kadıncağız, korkudan yere düşerek bacaı<.Ia­
rını havaya kaldırdı. Peygamber sıkıldı, Sade uçsuz bir ok
verdi, o da bir düşmanı, tıpkı Ümmü Eymen vaziyetinde
yere devirdi. Muhammet, güldü.
Müslümanlardan bazıları cesaretlerini artırmak için şa­
rap içmişlerdi. (O vakit içki daha kat'f surette yasak edilme­
mişti. ) Ötekiler yalnız kendi kan veya imanlarındaki ateşle
sarhoştular, İki ihtiyar şehit mertebesine ermek için kimse­
ye hata vermeden mücahitlerin arasına girmişlerdi. Bunlar
kendilerini kargaşalığın ortasına attılar ve birisi düşman,
öteki de kendisini tanımıyan rnüslümanlar tarafından öldü-
'
rüldü.
Bedirde bulunmamış olan Enas bin Nedr bu mahrumi­
yetin acısını çıkarmak istedi ve müslümanların kaçtığını gö­
rünce:
- Nereye gidiyorsunuz? Bana öyle geliyor ki insan bu­
rada cennet kokuları kokluyor, diye bağırdı.
Biçarenin vücudu seksen yara ile delik deşik olmuş bu­
lundu. Bu vücut o kadar parçalanmışh ki kardeşi onu ancak
bir beninden ve parmaklarının ucundan tanıdı.
Mekkelilerin adetçe olan faikıyetleri karşısında müslü­
manlann mevkii güçleşmeğe başlıyordu. Osman ve hatta;
galiba Ebu Bekir ile Ömer de arkalarını döndüler, o kadar
çabuk kaçtılar ki ancak Medinede durabildiler ve şehri bir
tel.3.şa verdiler. Peygamberi muhafaza için etrafında ancak
on iki kişi kalıyordu. Sırtındaki tulumu fırlatarak kocası ve
çocuklariyle beraber muharebeye giren Nesibin binti Rab
isminde bir kadın, kaçanlardan birini:i:ı kalkanını yakaladı
ve on üç yerinden yaralandığı halde bulunduğu yeri adım
adım müdafaa etti. Bu kadın yaralanan bir oğlunun yarası­
nı kendi eliyle sardı ve tekrar muharebeye gönderdi.

219
Ötekiler maalesef bu derece gayret gösteremiyorlardı.
Şehirde kalan ve sırf kadınların alayından yakasını kurtar­
mak için orduya iltihak den bir Medineli büyük bir cesaret­
le çarpışb. Sonradan kendisinin bir gazi olduğunu söyle­
dikleri vakit su cevabı verdi:
- Ben din için muharebe etmedim, Mekkeliler Medine
hurmalıklarına dokunmasınlar, diye çarpıştım.
Bu adam, yaralarının acısına dayanmak cesaretine malik
olmadığı için kendi kılıcı üzerine kapanarak intihar etti. Bu­
nun üzerine peygamber, insanların fiil ve hareketlerine gö­
re bir hüküm vermek için nihayete kadar beklemek lazım­
geleceğini söyledi.
Yarım asır sonra Suriyede Humus şehrinden iki adam
geçiyordu. Bunlar «Vahşi şimdi burada oturuyor. Haydi
peygamberin amcası Hamzayı Uhud muharebesinde nasıl
öldürdüğünü anlatbrmağa gidelim.» dediler. Adresini sor­
dukları bir adam kendilerine dedi ki: «Şarap onu bitirmiş­
tir. Evinin kapısı önünde bulacaksınız. Eğer sarhoşsa ağzın­
dan söz alamazsınız. Değilse ne isterseniz söyler.»
İki yolcu, vücudu kamburlaşmış, fakat hala çok uzun
boylu bir ihtiyar Habeş gördüler. Saçları ağarmış, yüzünün
buruşukları gayet keskin, bakışları dikti. Vahşi, bu haliyle
yorulmuş bir ihtiyar kartala benziyordu. Yolcuların selam
vermeleri üzerine başını kaldırdı:
- Vay, sen Abdullah bin Adi değil misin, dedi. Sen da­
ha meme çocuğu iken ben seni yerden kaldırarak devenin
üstündeki sütanana vendim. Seni topuğunun şeklinden ta­
nıdım.
- Evet, ben oyum. Hamza bin Abdülmuttalibi nasıl öl­
dürdüğünü senin ağzından dinlemeğe geldik.
- Bunu eskiden peygamberin kendisine nasıl anlattım­
sa şimdi de size öyle anlatacağım. Ben o vakit Cübeyr bin
Müthimin kölesi idim Hamza, Bedir muharebesinde, onun
amcasını öldürmüştü. Efendim, Hamzayı öldürürsem beni
azadedeceğini söyledi. Uhud muharebesi esnasında Ham­
zayı öldürmekten başka bir gayem olmadı. Onu gördüğüm

220
zaman, aı:ıas:ı. Mekke kadınlarını sünnet eden, Siba tarafın­
dan çarpışmağa davet edilmişti. Hamza şöyle bağırdı :
- Ey Siba, ey Sünnetçi Ümmü Erunerin oğlu. Sen Alla­
ha ve onun peygamberine iman etmiyecek misin? ve kılıçla
başına bir vuruşta onu öldürdü. Ben, bir kayanın arkasında
siper almışhm. Hamza, Sibanın başını kesmek için eğilirken
silahımı fırlathm. Ben attığım vakit hedefini pek güç şaşıran
mızrak onun kasığından girdi, kaba etleri arasından çıkh.
Hamza, sarsıldı ve düştü. Ben, hemen mızrağı çıkararak
kaçtım. Ben, işte böyle azadoldum. Mekke alındıktan sonra
müslüman dinini kabul ettim, cihatlara iştirak ettim ve Ye­
mane gününde yalancı peygamber Müseylimeyi ortadan
kaldırmak suretiyle peygamberin amcasını öldürmüş ol-
mak günahım affettirmeğe çalıştım. ·

Kureyşiler, şimdi de Muhammedi öldüqneğe uğraşıyor­


lardı. Peygamberin hususi bayrağını taşıyan Mms'ab bin
Umeyr onun•önünde öldürüldü. Çehrece Muhammede ben­
zediği için düşman, peygamberi öldürdüğünü zannetti ve
bu havadisi bağıra bağıra ilan etti. Bu haber müslüman saf­
larındaki kargaşalık ve ye' si son dereceye çıkardı.
Malik bin El Esvam; on yerinden ölüm yarası almış olan
Harcanın yanından kaçarken ona bu haberi vermişti.
Yaralı :
- Muhammet öldüyse büyük Allah bakidir, dedi, hay­
di tekrar muharebeye, Allahın yoluna dön.
Dört putperest, peygamberin etrafından ayrılmıyan kü�
çük grupu bir taş yağmuruna boğuyordu. Bu taşlardan biri
peygamberin yüzüne öyle bir şiddete çarph ·ki Muhammet
yere düştü ve dudağı yarıldı. Ridasının uciyle ağzının kanı­
nı silerken şiddetle göğüs geçirdi ve:
- Kendilerini Allah yoluna çağıran peygamberin kanı­
nı dökmekte bu kadar inadeden kimseler de mi bulunur­
muş? dedi.
Yanağına bir ok ucu değmişti. Çok acı çekiyordu. Arka­
daşlariyle beraber geri kaçarken, kendisini ölümden kur­
tarmış olan ağır zırh sebebiyle, bir çukura düştü. Talha,

221
bu çukura indi, peygamberi omzuna alarak kaldırdı, Ali
de onu elinden tutarak çekti. Böylece çarpışa çarpışa,
müslümanlardan birçoğunun sığınmış olduğu bir geçide
geldiler. Ebu Ducana, peygamberin üzerine eğilerek onu
canlı bir zırh gibi muhafaza ederken Ebu Ubeyde de onun
yarasını sarıyordu. Demir başlığın çeneyi muhafaza eden
kısımları peygamberin yanaklarına saplanmıştı. Onları yır­
tılmış etlerin arasından çekmek hayli güç oldu. Ebu Ubey­
de, demiri çıkardığı zaman peygamberin iki dişi düştü. Ma­
lik bin Sinan akan kanı emyiordu. Biraz sonra Muhamme­
din kızı Fatma, Alinin kalkanı içinde getirdiği su ile babası­
nın yarasını yıkadı; sonra kanı dindirmek ve yarayı kapa­
mak için bir hasır yaktı ve küllerini yaranın üstüne serpti.
İbni Halef isminde bir Kureyş süvarisi oradan geçiyor­
'du, Muhammedin hala sağ olduğtı'nu görerek üstüne atıldı;
fakat peygamber, bir mızrak yakaladı, onu düşmanının bir
yanından sokup öte yanından çıkardı.
Muharebe bitmişti. Muharebe meydanına hakim kalan
Kureyşfler muvaffakiyetlerinin mahsulünü toplıyacakları
yere müslüman cenazelerine hakaret ederek hınçlarını çı­
karmağı tercih ettiler. Aynı zamanda düşman ölülerinin üç­
te biri nisbetinde olan kendi ölülerini görmüyorlardı. Ku­
reyş kadınları müslümanların cansız vücutlarına türlü tür­
lü hakaretler ettiler; kendilerine gerdanlıklar, bilezikler, ke­
merler yapmak için onların burunlarını, kulaklarını kesti­
ler. Hind, vahşi bir buhran içinde Harazanın göğsünü açtı,
karaciğerini çıkardı ve onu dişleriyle parçaladı.
Ebu Süfyan, Muhammedin ölüsünü bulmak ümidiyle
muharebe meydanını dört dönüyordu; orada müslüman
saflarında can veren kendi oğlu Hedheleyi görüp tanıdı.
Sonra peygamberin oniki arkadaşiyle bulunduğu tepeye
doğru ilerledi ve bağırdı :
- Muhammet bu grupun içinde midir?
Peygamber, cevap verilmesini menetti.
- Ebu Bekir orada mı? Ömer orada mı?
Müslümanlar sustular.

222
Ebu Süfyan:
- Demek öldüler, dedi.
O zaman Mumammedin arkadaşlarından biri dayana-
madı:
- Yalan söylüyorsun, diye bağırdı.
Kureyş!:
- Her halde zafer bizimdir, dedi.
Karşıdan cevap geldi:
- Bizimdir inşallah ...
- Günler biribirine benzemez. Buıgün, her halde, Bedir
gününe değer. Muharebe taliinde karar yoktur. Ölülerinizi
sakatlanmış, parçalanmış bulacaksınız ... Bu aşırı hareketle-
ri ben emretmedim. Fakat pekala oldu ... Yeni baştan boy öl-
çüş;mek için gelecek sene sizi Bedir kuyusuna ç�ğırıyorum.
Ebu Süfyan, bunlctr� söyledikten sonra recez vezninden
şiir söylemeğe başladı : .
- Seni t�kdis ederiz, Hübel, seni takdis ederiz. Dinin
muzaffer oldu.
Muhammet, cevap verdirdi:
- Allah en büyük ve en azametlidir.
Ebu Süfyan devam etti:
- Bizim El Uzzemiz var, sizin El Uzzeniz yok.
Muhammet, arkadaşlarına:
- Siz cevap vermiyor musunuz? dedi.
Ey Allahın resulü, ne cevap verelim?
- 'Deyin ki: Allalh bizim hamimizdir, sizin ise bir hami­
niz yoktur.
Kureyşfler bozguna uğrayan Medine ordusunu takibet­
meyerek geridöndükleri için müslümanlar muharebe mey­
danını dolaşmağa geldiler. Muhammet, amcasının ölüsünü
korkunç bir surette sakatlanmış görünce bir an için derin
bir ye' se kapıldı; sonra hiddetinden titriyerek yetmiş putpe­
reste aynı muameleyi yapacağına yemin etti. Fakat melek
ona şu vahyi getirdi:
«Düşmanınıza mukabele edebilirsiniz. Fakat sabırlı ol­
mak sizin hakkınızda daha hayırlıdır.»
Şimdilik öç almaktan vazgeçen Muhammet: «Sabırlı ola-

223
cağım» dedi ve Harazanın «Allah ve peygamberin arslanı»
ismiyle cennetin yedinci katına gittiğimi öğrenerek yüreği
serinledi.
Aşağı yukarı yetmiş kadar olan ölüleri, düştükleri yerle­
re, ikişer ikişer gömdüler.
Muhammet, onların başında :
Allahü ekber, Allah büyüktür, sözlerini tekrar ediyor,
kıyamet gününde onların şahitleri olacağını söylüyordu.
Şehitler lal renginde güzel kokulu bir kan ile parlıyan yara­
larla, Allahın karşısına çıkacakları için Muhammet, cenaze­
lerin yıkanmasını menetti.
Peygamber, ölüler için ağlanmasına izin verdi. Çünkü
gözyaşları yüreği serinletir; fakat saç yolmağı, yanak çizme­
ği, elbise yırtmağı ve her zamanki tiyatrokari matem adet­
lerini menetti.
Müslüman ordusundan sağ kalanlar, yorgunluktan bit­
miş bir halde oldukları için, akşam namazını oturdukları
yerde kıldılar. Gece, fevkalade bir ısıtrap içinde geçti. Çün­
kü bozgun acısından başka, düşmanın ne yapacağını da dü­
şünüyorlardı.
Ertesi gün Muhammet, Medine tarafında bir hareket
yaptı. Ebu Süfyan, onun şehirden kuvvet almış olmasından
korktuğu için hücuma cesaret edemedi ve Mekke yolunu
tuttu. Ancak bir gün daha geçince Elbu Süfyan, tekrar fikri­
ni değiştirdi ve düşmanlarını büsbütün yok etmek için ge­
ri dönmeğe karar verdi. Fakat Muhammet, büyük bir azim
ve cesaret gösterdi; kendi yarasına ve elindeki kuvvetin çok
ehemmiyetsiz ve zayıf olmasına rağmen Kureyşfleri Hamra
el Esed mevkiine kadar takibetti ve orada, yüzü düşmana
dönmüş olduğu halde, dört gün durdu. Geceleri, muhare­
beden vazgeçmediğini anlatmak için ateşler yakıyordu.
Düşman, nihayet yine Mekke yolunu tuttu ve Muhammet,
Medineye döndü.
Peygamberin Medinedeki vaziyeti hayli güçleşiyordu.
Düşmanları tekrar başkaldırmışlardı. Yahudilerle münafık­
lar alay ediyorlar, bu bozgunun peygamberlik nüfuzunu

224
hayli sakatladığını söylüyorlardı. Bedir zaferi Allahın müs­
lümanlarla beraber olduğuna bir delil addedilmişti. Fakat
Uhud bozgunu Muhammedin bir peygamber değil, alelade
bir kumandan olduğunu gösteriyordu.
Abdullah" bin Ubey o kadar acı şeyler söyledi ki müslü­
manlar onu camiden kovdular ve Muhammet, araya gire­
rek iki tarafın boğaz boğaza gelmesine mani oldu.
Kuran; bu sözlere ve düşüncelere cevap olarak aşağı yu­
karı şunları söyler: Tali değişir, ta ki Allah halis iman sahi­
bi olanları tanıyabilsin. Allah müslümanları küçük düşür­
müştür, çünkü bazan dünya malını ahret saadetinden üs­
tün tuttukları için onları cezalandırmak istemiştir. Bozgu­
nun sebebi peygambere itaatsizlikleri ve çapul hırslarıdır,
insanlar kendilerine değil, Allaha güvenmelidiııler.
Bozgun sabahı gaıliplerin peŞine takılmak suretiyle bü­
yük bir azim ve cesaret eseri göstermiş olan Muhammet,
Uhud muharebesinden sonra faaliyetini arttırdı. Medineyi
avucunun içinde tutmağı ve düşmanlarına soluk aldırma­
mağı kat'iyyen kafasına koymuştu. Şehirde bir süvari kuv­
veti ye bir hara teşkil etti. Atların çoğalmasına mani olacağı
için kahr beslemeği yasak etti.
Beni Amir Aşireti Reisi Ebu Berra bir zamandan beri pey­
gambere yaltaklanıp duruyordu. Kah onun yüzüne gülü­
yor, kah hediyeler gönderiyor, kah da üstü örtülü tehditler­
de bulunuyordu. Maksadı onunla karlı bir ittifak yapmak ve
Necid havalisine hakim olmaktı.
Bir miktar müslüman süvarisi Necide gitti. Oradaki «yer­
li politikası» fevkalade karışık görünüyordu. Peygamberin
adamlarına bir «geçme vesikası» veren Ebu Berranın ne yap­
mak istediği pek açık anlaşılamamıştır. Belki de onlardan
Beni Süleym Aşireti Reisi olan rakibi İbni Tufeyle karşı isti­
fade etmek istiyordu. Muhakkak olan şudur- ki bu İbni Tu­
feyl sefer heyeti reisini ,bir mızrak darbesiyle öldürdü, son­
ra Beni Amirleri öteki müslümanları katle teşvik etti. Beni
Amirler bu ihanete razı olmadılar. Fakat Beni Süleymler
«Bir Mauna» kuyusu etrafında toplanan Medinelilere hü-

225
cuın . ettiler ve hepsini birden öldürdüler. Yalnız o esn11da
develeri .muhafaza etmekle meşgul bulunan bir topal, dağa
kaçmak suretiyle kurtuldu.
lJµ felaketin asıl ehemmiyeti müslümanların çok adam
kaybetmelerinde değildi; (Bu vakada Bedir şehitlerinden
çok, hemen hemen Uhut şehitleri miktarında insan telef ol­
muştu;ıJaym ·zamanda Muhammedin bedevi aşiretleri için­
deki �ü.i\ı?.u : da fena halde kırılmış oluyordu. Peygamber,
bu vaka.ya çok müteessir oldu, hainlere lanet etti ve bir ay
itikafil. çekildi. Pek az zaman sonra bu felaketli bir ikinci
mul:'ıa�e�e, .takibetti. Biri Mauniodan geçen ve müslüman
ölüler.i.n,i.kargalann yediğini gören iki miislüman, dindaşla­
rının Ç:iç,µttü. almak istediler. Bunlardan birisi iki Yahudiyi
düşmC!ıı . z��ederek öldürdü. Muhaırunet, kan bedelini
ken.d.i-. kese$1den yerdi. Btl meselenin halli için Medinedeki
Beni Na,41r kabilesiyle yapılan bir müzakerede peygamber,
Yahudiler.i!'). _ �_ainlik hazırladığım sezer gibi oldu. Zate ya­
hudiler Muhammede karşı çok entrikalar çevirmişler, o da
onları M;�di11eden kovmağa karar vermişti. Fakat Uhud fe­
laketi bu planı geciktirmişti. Peygamber, birdenbire meclisi
terketti, evine döndü, adamlarını silahladı ve Beni Nadirle­
re on gün içinde şehri terketmeleri için bir emir gönderdi.
Yahudiler tereddüdediyorlardı; münafık Abdullah Ubey­
den aldıkları yardım va' dine güvenerek ret cevabı verdiler.
O vakit Muhammet, onların .şehirden üç mil uzaktaki köy­
lerini muhasara etti ve hurmalıklarını yaktı. Beni Nadirler
boşuboşuna İbni Ubeyin yardımını beklediler ve altı gün
sonra teslim oldular. Yahudilerin develerine yükliyebile­
cekleri bütün eşyalarını alarak gitmelerine müsaade edildi.
Malları ve silahları müsadere edildi. Bu ganimet, muharebe
neticesinde zorla alınmış olmadığı için Kuran, onun tama­
miyle peygambere kalmasını emretti, o da bunları Mekke
muhacirlerine üleştirdi, ta ki artık Medinelilere yük olmak­
tan vazgeçsinler. Beni Nadirler altı yüz hayvan üzerine ka­
dınlarını, çocuklarını, bütün eşyalarını ve hatta evlerinin
bazı parçalarını yükliyerek _şimal yolunu tuttular. Sarı elbi-

226
seli kızlar şarkı söylüyorlar, çalgı çalıyorlar, raksediyorlar,
böylece bu memleketten ayrıldıktan esef etmediklerini gös­
termeğe çalışıyorlardı. Kafile, Medine çarşısından geçti ve
şimale döndü. Bu muhacirlerin bir kısmı Suriyeye kadar
gittiler; bir kısmı da yarı yol üzerinde büyük bir Yahudi va­
hası olan Hayberde kaldılar.
Asım bin Sabit ve Biri Mauna vakaları Muhammedin içi­
ne işlemişti. Bedevilere güzel bir ders vermek istedi. Zaten
onların hiyanet ve yağmaya olan meyillerini Kuran da an­
latıyordu. Peygamber, birdenbire Medineden hareket etti .
ve zorlu bir yürüyüşle Necide gitti. Boğucu bir sıcak vardı.
Müslümanlar nöbetle develere biniyorlar, kumun ateşin­
den ve yerdeki keskin çakıllardan muhafaza için ayaklarına
bezler sarıyorlardı. Ebu Musanın ayakları o kadar zedelen­
di ki tırnaklan döküldü. Bu küçük tabur, günde beş defa na­
maz kılıyordu. Tehlikeli mmtakaya geldikleri vakit pey­
gamber, bir «tehlike namazı» tesis etti. Müslümanların bir
kısmı yüzlerini Mekkeye çeviriyorlar, peygamberin arka­
sında tek secdeli bir ı;amaz kılıyorlardı. Diğer kısmı ise
yüzlerini düşmanın bulunduğu, yahut bulunabileceği taraf­
lara dönüyorlardı, Bazan da at üstünde namaz kılınıyordu.
Gök, bu haşin ve sade adamların, Allahın mabedi haline ge­
tirmek istedikleri bir toprağın ölmez kubbesi idi. Reislerin­
deki imanın tesiri altında hüviyetlerini değiştiren, bambaş­
ka insanlar haline gelen bu Araplar, ölüm tehlikesi karşısın­
da bu Allaha ibadet ediyorlardı. Bu iman, öyle ateşli bir şey­
di ki, nankör bir toprağın bu küçük köşesinde11 iki gülünç
çarpışma, iki yorucu konak, yahut iki adi çapul hareketi
arasında dünyayı alt üst etmeğe hazırlanıyordu. Müslü­
manlar yürüyüşlerinin sürati sayesinde Beni Gatafanların
bir kısmı üzerine birdenbire çullandılar. Onlardan bir kısmı
yükleriyle beraber birkaç da esir bırakarak dağa kaçtılar.
Muhammet, Medineye dönerken, bir gün bir mimoza al­
tında uyudu. Suriye işi olan gümüş kabzalı kılıcını ağaca
asmıştı. Birdenbire uyandı ve önünde bu kılıcı sallıyan bir
yabancı gördü. Bu, bir bedevi idi. Muhaml:lled' e:

227
- Şimdi seni bana karşı kim muhafaza edecek? dedi.
Muhammet, bedevinin yüzüne gözlerini dikerek soğuk
kanlılıkla:
- Allah! dedi.
Bedevi, heyecana kapılarak kılıcı elinden düşürdü. Mu­
hammet, onu yerden aldı ve bedeviyi tehdidederek :
- Sen söyle bakalım. . . Şimdi kim seni benim elimden
kurtaracak? diye sordu.
Bedevi inliyerek :
- Heyhat! Hiç kimse, dedi.
Pekala, öyleyse benim Allahımdan merhameti öğren . . .

228
17

Hendek

«Müminler o vakit şiddetli bir tecrübe·

geçiriyorlardı. Şiddetli bir titreyişle .titri­


yorlardı ... Allah, onların hiddetleriyle be­
raber müşrikleri kovdu. Bu muharebeden
hiçbir istifadeleri olmadı. .. »
Ki.ıran :XXXIII

Uhud akşamımda Ebu Süfyan, Muhammedi gelecek se­


ne için, Bedir pazarına çağırmışh. O zamandan beri Kurey­
şfler ile müslümanlar arasında zımnf bir mütareke hüküm
sürüyordu. Gün yaklaşınca peygamber, bin beş yüz kişi ile
Medineden hareket etti, fakat Bedirde kimseyi bulamadı.
Bir kıtlık, Mekke putperestlerini mülakat yerine gelmekten
menetmişti. Müslümanlar, Bedir panayırında alış veriş et­
mekle iktifa ettiler. Çünkü onlar, ihtiyaten biraz mal getir­
mişlerdi...
Fakat muharebe pek fazla gecikmedi. Kureyşfler, Yahu­
diler ve putperest bedevilerle birleştiler. Dehşetli bir intika­
ma, müslümanlığı can evinden vurmağa hazırlanıyorlardı.
Haybere sığınan Beni Nadir Yahudileri başsız Arabistanı
tehdideden yeni hakimiyete kargı zihinleri heyecanlandırı­
yorlar, Muhammedi bütün kabileleri zincire vurmağa ha­
zırlanan bir müstebit olarak tasvir ediyorlardı. Tehame ve
Necid bedevileri takım takım Mekkelilerle birleşmeğe gel­
diler. Müttefiklerin Medinede Beni Kureyze ismindeki Ya­
hudi kabilesinde bile elleri vardı. Beni Kureyzeler başlarını
belaya sokan müslüman müttefiklerinin ezilmesini açıktan
açığa istiyorlardı.

229
Hicretin beşinci senesi şevvalinde on bin kişilik bir ordu
Medine üzerine yürüdü. Bu kuvvete karşı koymak için Me­
dinelilerin elinde ancak üç bin kiŞi vardı. Hicazda şimdiye
kadar hiç bu derece kalabalık bir ordu görülmemişti.
Bu kuvvete karşı yürümek göz göre göre kendini yeni
bir Uhud felaketine atmakh. Muhammet, Medinedeki Ya­
hudiler ve münafıklardan gizli muavenetler bekliyen bu
kalabalık düşmanla açık bir meydan muharebesine çıkmak
istemedi. Medineyi müda.faa vaziyetine soktu ve kadınlarla
çocukları müstahkem mahallere kaçırdı. Selman-ı Farisi,
şehrin etrafın� büyük bir hendek kazılmasını tavsiye edi­
yor, bu hendeğin düşmanın hücumundaki şiddeti kıracağı­
nı söylüyordu. Bu fikir, Arabis�anda yepyeni bir şeydi ve
Medinede çok hayretle karşılandı. Fakat kuvvetli bir tabiye­
ci olan Muhammet, derhal bu projenin kıymetini anladı. Bi­
ribirinden ayrı adacıklardan teşekkül eden bir şehri müda­
faa etmek için bundan iyi usul olamazdı. Peygamber, bu
acayip muharebe usulünü kabul ettirmek ve müslümanları
toprak kazmak gibi adi bir işle uğraşmağa kandırmak için
bütün nüfuz ve kuvvetini sarfetti. Bu noktada kendisi üm­
metine numune oldu.
Soğuk bir kış sabahı işe başladı. Muhammet, yarı çıplak
bir halde sırtiyle toprak taşıyordu. Toza, toprağa batan be­
yaz göğsünde kalemle çizilmişe benziyen ince bir kıl çizgi
görülüyor ve bu çizgi boğazdan göbeğe kadar gidiyordu.
Peygamber, bir yandan çalışıyor, bir yandan Abdullah bin
Revahanın şiirlerini okuyordu: «Allahımız olmasaydı biz
doğru yolu bulamıyacaktık. Ne zekatı, ne de ibadeti bilemi­
yeeektik. Düşmanla karşılaşırsak kalbimize sükunet, ayak­
larımıza kuvvet ver. Muhakkaktır ki bizi ezenler bizim is­
yan ettiğimizi isterlerse biz reddedeceğiz.»
Peygamber, sesini yükseltiyor: «Biz reddedeceğiz, biz
reddedeceğiz» diye tekrar ediyordu.
Peygamber, bu hareketiyle halkı peşine takıp sürükledi,
omuzunda toprak dolu ağır bir sepetle geçtiği zaman, açlık
ve yorgunluktan bitkin bir halde olan Sahabfler yerlerinden
fırlayarak bağırtıyorlardı:

230
..:sana.·ve müslümanlığa sadakat yemini verdik. Ey Mu­
hammet, yaşadığımız müddetçe sana bağlı kalacağız: · ·
Peygamber -Yarabbi, sen ensar ile muhacirleri · aziz et
Tek hakiki saadet müstakbel hayattadır, diyordu. · · · '. ·

Muhammet, arkadaşlarının keyif ve neşesini muhafaza­


ya çalışıyor, hatta zahmetler, sıkınhlarla bile eğleniyordu. .
Cabir, biraz arpa getirmişti; onu pis kokulu bir içyağıilda
pişirdiler.
Peygamber :
- Hendekçiler... buraya bakın... Cabir, bizi 'hazitladığı
ziyafete davet ediyor ... çabuk gelin, diye bağırdı:
Düşman, yaklaşıyordu. Muhamrnede en sadik o1anlar
titriyorlar, «yüreklerinin ağızlarına geldiğini» · hissediyor,
Allahın muavenetinin nerede olduğunu soruyorlardı.
' Münafıklar da gizliden gizliye şikayet ediyorlardı.
·

Onlardan biri dedi ki:


- Muhammet bize kayser ile Husrevi Pervizln hazine­
lerini va' deaiyordu. Amma, hale bakın ki, şimdi ·canımızı
tehlikeye atmadan aptest bozmağa bile gidemiyöruz...
Münafıkların birçoğu şehir civarındaki evlerini müdafaa
bahanesiyle orduyu terk bile ettiler. Muharebe edeceklerini
vadetmiş olmalarına rağmen Muhammet, onlara izin verdi;
bazı kimselerin kendi aleyhine dönmek ve şehirde kargaşa­
lık çıkarmak için fırsat beklediklerini gayet iyi sezmişti;
sonra düşmanla çarpışmak için en fazla nazeden ve kendi­
sini yere vurmaktan başka bir şey düşünmiyen bu adamla­
rın, zafere erildiği takdirde, çapul hisselerini istemekte e.n
çok açıkgözlülük gösterenler olacağını da biliy�rdu.

(Kuran XXXIII, 19)


Hendek biter bitmez düşman göründü. Muhammet, üç
bin askerini hendeğin arkasına dizdi. Kendi muharebe
ederken şehri idare etmesi ve münafıkları · kollaması için
kör, fakat sadık İbni Maktumu Medirı,ede bırakmıştı. Ebu
Süfyan ile adamları ilerlediler; fakat hendeği ve karşıdan
yağan ok yağmurunu görünce yeis ve hiddetle durdular.
Puq)erestler o vakit ordugahlarını kurdular ve düşman-

231
!arını muhasaraya başladılar. Bir aya yakın bir zaman Mek­
kelilerle müslümanlar bu vaziyette karşı karşıya durdular
ve ciddf bir muharebeye girişmediler. Yalnız karşıdan kar­
şıya birbirlerine şiddetli küfürler ediyorlardı.
Müslümanlar, düşmanlarının her hangi bir noktadan bir
baskın yapmalarından korktukları için gece gündüz hen­
dekler boyunca atla dolaşıyorlardı. Muhasara, bu şekilde
devam ettiği halde müslümanların vaziyeti tehlikeye gire­
bilirdi. 'Bu yetmiyormuş gibi Beni Kureyzeler de düşmanla
anlaşmışlardı. Muhammet, bir politika çevirmek ve Beni
Gatafan kabflesiyle ayrı bir müzakereye girişerek müttefik­
leri ayrnnak istedi. Bu Beni Gatafanlar,. Kureyş ordusundan
ayrıldıkları takdirde peygamber, onlara Medinenin hurma
mahsulünün üçte birini vermeği teklif ediyordu .
.Bu ırte$eleyi müzakere için bir medis kuran Muhamme­
de Evslerin reisi Sad bin Muaz :
- Bu fikir Allahtan mı geliyor, yoksa senden mi? diye
sordu.
Muhammet, şöyle cevap verdi :
- Eğer Allah emri olsaydı sizden fikir sormazdım. Fa­
kat görüyorum ki bütün Araplar bize bir aynı ok ile nişan
alıyorlar, ben onların bu okunu, bu ittifakını kırmak istiyo­
rum.
Sad dedi ki :
- Ey resul, biz bu Beni Gatafanlar gibi putperest oldu­
ğumuz zamanlarda, onlar para vermeden bizim bir tek hur­
mamızı yemediler. Şimdi ki müslümanlıkla şereflenmiş bu­
lunuyoruz, bu hurmaları onlara nasıl bedava veririz? .. Al­
lah şahit olsun ki biz onlara kılıç ucundan başka bir şey ye­
dirmeyiz.
Başlarında Ebu Cehilin oğlu İkrime, Nevfel ve merhum
Ha ticenin amcası Amir olduğu halde birkaç Kureyşf hende­
ğin pek derin olmıyan bir yerini buldular ve atlarını mah­
muzlıyarak karşıya geçmeğe muvaffak oldular. Sonra da
müslüman pehlivanlarını er meydanına davet ettiler. Amir,
başına parlak bir ayna takılmış olan Melhub ismindek i atı-

232
run üstünde gösteriş yapıyor ve «Ben Melhuba bindiğim za­
man kimse bana karşı duramaz!» diye terennüm ediyordu.
Ali, ortaya çıktı.
Kureyşf :
Kimsin? diye bağırdı.
- Ali bin Ebu Talib.
- Ne istiyorsun?
- Seni öldürmek ?
- Senin gibi bir çocuğu öldürmek bana ağır gelir:
- Seni öldürmek bana ağır gelmez. Çarpışmak istersen
benim gibi yere in.
_ Amir atından indi ve bir kılıçta hayvanın bacağını kese­
rek:
- Benim için artık geridörune imkanı k.almadı, dedi,
şi'mdi insanlığı sen.in gibi bir beladan kurtaraç�yrrı..
Bir toz bulutu içinde uzun müddet çarpıştıl�r. Ali, genç­
lik ateşiyl� mütemadiyen kılıç savuruyor, fakatkarşısında­
ki zorlu pehlivanı bir türlü haklıyamıyordu.
Ali, birdenbire düşmanına :
- Sen hiç kimsenin sana yardıma gelmiyeceğini söyle-
memiş miydin? dedi.
Öteki hayretle :
- Ne var, ne olmuş ?
- Oğlun yardıma geliyor.

Amir, arkasını döndü, Ali, hilesinin muvaffak olduğunu


görerek onun bacağını kesti. Amir Aliye çıkışarak :
- Ey Ali, sen hileye müracaat ettin? dedi.
- Muharebe bir hiledir.
Amir, kesik bacağını yakalıyarak Aliye fırlattı; o da kılı­
cını düşmanının boğazına soktu.
Bu esnada, Sad bin Muaz ağır surette yaralanmıştı. Fa­
kat Kureyşfler tekrar hendekten geçtiler. Nevfel hareketini
iyi hesaplıyamıyarak çukura yuvarlandı. Müslümanlar onu
taşa tuttular.
Nevfel -Beni hiç olmazsa demirle öldürün, diye bağırdı.
Ali, onun feryadını işiterek çukura atladı ve bir kılıçta Nev-

233
felin kafasını kesip ath. Sonra İkrimeyi kovaladı ve mızra­
ğını onun kasıklarına fırlattı.
Ömer, putperestleri kovalamakla meşgul olurken ikindi
namazını kaçırdı ve onu akşam namziyle beraber kıldı.
Bunu peygambere söylediği zaman Muhammet :
- Ya ben hiç kılamadım ya, diye cevap verdi.
Cesareti kınlan müttefikler geridönmekten bahsediyor­
lardı. Fakat Muhammedin intikamına karşı yalnız kalmak­
tan korkan Beni Kureyze Yahudileri kendilerine biraz asker
verildiği takdirde geceleyin Medineyi basacaklarını temin
ederek onları fikirlerinden döndürdüler. Muhammet, tam
zamanınçla şehre yardımcı kuvvetler göryderdi . ve düşman
cephesini parçalamak fikri tekrar başında uyandı.
Peygamber, Beni Gatafanlara mensup bir kaçağı mütte­
filcler arasına nifak sokmağa gönderdi. Bu adam, Eeni Ku­
reyzelere giderek Muhammede açıktan açığa silah çekmeğe
karar vermeden evvel müttefiklerinden rehin istemelerini
tavsiye etli; sonra Kureyşllere giderek Yahudilerin kendile­
rine hiyanet etmeği kurduklarını, bu maksatla rehin istiye­
rek müsltimanlara teslim edeceklerini söyledi.
Ebu Süfyan, yapılacak umumi hücuma iştirak için hazır
bulunmalarını söylemek üzere Yahudilere bir adam gönder­
diği vak.it onlar rehin istediklerini ve cumartesi günü çarpı­
şamıyacakları söylediler. Bu cevap üzerine putperestler on­
ların hiyanetlerine kanaat getirdiler ve düşündükleri hücu�
ma cesaret edemediler. Sonra onlar yiyecek ve bilhassa hay­ ·

vanlarına yem tedarikinde çok güçlük çekiyorlardı.


O esnada soğuk ve şiddetli bir rüzgarla beraber Arabis­
tan kışı başlangıcına mahsus tufan yağmurlarından biri
yağmağa başladı. Müttefiklerin ordugahında birkaç dakika
içinde işitilmemiş bir kargaşalık oldu. Çadırlar devrildi ve
uzaklara uçtu; ateşler söndü; kazanlar altüst oldu; develer
ve atlar dağıldı. Bu, tam manasiyle bir ürküntü (panique).
- Muhammet: «Melekler bize yardıma geldi.» dedi. Bede­
vilerse: «Şeytanlar geldi.» diye düşündü. Müslüman casus­
ları bu kargaşalığı bir kat daha arthrdılar. Göçebeler; Medi­
nesine de, müslümanlarına da, peygamberlerine de lanet

234
okuyarak bu belalı yerden kaçmaktan başka bir şey düşün­
mediler.
Ebu Süfyan, tekrar intizamı yerine getirmeğe muktedir
bulunmadığı gibi Kureyşflerle yalnız kalmak da işine gel­
mediğinden ricat emrini verdi.
Müslümanlığın kökünü kazımak maksadiyle bir araya
toplanan birçok aşiretlerin yaphğı bu Hendek Muharebesi
böylece hem.en hiç çarpışma olmadan, kan dökülmeden ni­
hayete erdi. (Hendek Muharebesinde ölenler üç putperest
ile altı nıüslümandan ibarettir.)
Muhammet :
- Artık onlar bize hücum etmeğe gelmiyecekler. Şimdi
onları kendi şehirlerinde vurmak sırası bize geldi, dedi.
Medineliler, bu heyecandan sonra biraz dinlenmek isti­
yorlardı. Fakat Muhammede gelen vahiyler buna razı ol­
madı.
Müttefiklerin hareketi sabahı Muhammet Cebrailin sesi­
ni işitir gibi oldu: «Sen silahlarını bırakıyorsun, fakat ben,
benimkileri bırakmam.»
- O halde ne tarafa hücum, etmemiz lazım, geliyor.
- Bu tarafa.
Anlaşıldığına göre Yahudilere karşı fena hisler besle­
mekle meşhur olan Cebrail, hain Beni Kureyzelerin oturdu­
ğu semti gösteriyordu.
Şurasını da söylemek lazım gelir ki muharebe esnasında
düşman yardakçılığı etmiş olan bu Medine "Kabilesinin
hesabım temizlememek cidden güç olurdu.
Muhammet, o akşam askerlerini Beni Kureyzeler üstüne
saldırdı ve ertesi sabah kalelerini istila etti. Peygamber, Ya­
hudilere hakaret etmeğe başlamıştı.
Onlar -Ey Ebül Kasım, sen şimdiye kadar fena söz ağ­
zına almamıştın. Bugün niçin küfre başlıyorsun? dediler.
Muhammet, o kadar heyecana geldi ki mızrağı elinden,
ridası omuzundan düştü. Ali, merhametsiz bir şiddetle Ya­
hudilere hücum etmek kararında olduğunu bağıra bağıra
söyledi. Onlar yirmi beş gün, ümitsiz bir halde, kendilerini
müdafaa ettiler. Teslim bayrağını çekrneğe razı oldukları

235
zaman, müttefikleri olan Evsler, peygambere müracaat etti­
ler ve vaktiyle Hazreçlerin müdahalesi üzerine Beni Nadir
Kabilesine edilen muamelenin şimdi de, kendi hatırları için,
Beni Kureyzelere yapılmasını istediler. Neticede bu Yahu­
diler hakkında bir karar vermek üzere Evslerin reisi Sad bin
Muazın hakem tayin edilmesine karar verildi. Yahudiler,
bu eski müttefikten kendi haklarında hayırlı bir karar bek­
liyorlardı. Fakat Muhammet, Hendek Muharebesinde ağır
surette. yaralanan Muazın bu muharebeye sebeb olan Yahu­
dilere fevkalade içerlediğinden emindi.
Sad, bir eşeğe binmiş ve bir meşfo yastığa dayanmış ol­
duğu hald� geldi. Yanında yürüyen iki adam onu koltukla­
rının altından tutuyorlardı .
Yahudiler, çıldırmış gibi bir halde:
· - Bize merhamet et! .. Eski müttenklerine karşı alicenap
.

ol, diye inled·iler.


Sad, ağır bir tavırla :
- Dünyada hiç kimse Sadi haksız bir karar vermekle it­
tiham etrrıiyecektir, dedi ve peygambere yaklaşarak şunları
söyledi:
- Bu adamlar öldürülmeli, malları zabıt, kadın ve ço­
cukları esir edilmelidir, dedi.
Muhammet :
- Senin bu hükmün göğün yedinci katından geliyor,
dedi ve hemen mağlupları �incire vurdurarak Medineye
sev ketti.
Yahudiler, geceyi etrafı kapalı bir arsa içinde geçirdiler.
Yere -atılmış hurmaları yiyebilmek için karınları üzerinde
sürünüyorlar, ağızlariyle alıyorlardı. Malları tamamiyle
Medineye taşınıncaya kadar, üç gün, o vaziyette kaldılar.
Sonra, meydanlardan birine kocaman bir çukur kazıldı.
Muhammet, onun kenarına oturdu ve mahkumları idam et­
mek için Zübeyr ile Aliyi çağırdı. Biribiri ardınca altı, yahut
yedi yüz erkek ve muhasara esnasında bir taş atmak sure­
tiyle bir müslümam öldüren bir kadın boğazlandı.
Sabit, vaktiyle hayatını kurtarmış olan bir Yahudiyi af­
fettirmeğe muvaffak olmuştu. Yahudi, hamisine akrabala-

236
mi.dan filanca ve filancanın ne olduğunu soruyor, Sabit her
defasında: «Öldü. Öldü» diye cevap veriyordu.
Yahudi :
- Öyleyse senden son bir lütuf isterim, dedi, beni de on­
ların yanına gönder.
Bu rica üzerine Sabit, Yahudinin başını kendi eliyle kes­
ti. Ali ile Zübeyr, bütün bir gün Yahudileri öldürmekle
meşgul oldular. Korkunç kıtal gece, meşalelerin alevi altın­
da, bitti. Muhammet, çukurun kenarında oturuyor, Yahudi
kadınları ağlaşıp feryad ediyorlardı.
Evler ve topraklardan başka birçok ev eşyası ve hayvan,
üç yüz zırh, bin kargı, beş yüz mızrağa baliğ olan ganimet,
galipler arasında üleştirildi. Bunun beşte birini fıkaralara,
k�ndi ailesine ve cemaat işlerine sarfetmek üz�re peygam­
ber aldı. Şimdi sayılan otuz alh}'.a varan süvariler daha faz­
la bir pay aldılar. Kadınlar ve çocuklar Necidde eısir gibi sa­
tılarak par�larıyla silah alındı,
Muhammedin payına ayrıca Rihana isminde bir de esir
kadın düşmüştü. Peygamber, onu kendisine odalık yaptı.
Fakat Rihana Yahudi kalmakta inadettiği için az zaman
sonra bıraktı.
Sad bin Muaz birkaç gün sonra tekrar açılan yarası sebe­
biyle öldü ve peygamberin temin ettiğine göre cennete gitti
ve İncil Ken'an fethini nasıl tes'idederse Kuran da bu seferi
(XXXIII 26,27) öyle tes'idetti.

237
18

Resullfihlah

Kuran -Din İlim ve Ahlak- İslamın Beş Direği

«Bana gelince, ben yalnız Allahın bana


öğrettiğini bilirim»
Kur'an
«Bu adamların resullükleri karşısında
kıra! tebaası, sultan ve dilenci tamamiy­
le müsavidir»
Şah Muhammet Abdu
Risalet
«Yalan üzerine kurulmuş hiçbir din
yoktur.»
Ballanche
«Eğer müslümanlık bu ise biz hepimiz
miislüman değil miyiz?»
Goethe

Büyük buhran zamanlarında dünyadan gelip geçmiş


olan peygamberler, insanlık tarihinin dönüm noktalarım ve
oynak yerlerini teşkil eder gibidir.
Vakit vakit gök kubbesinin alhnda bir çağırma, sesi ak­
seder. Karanlığın içinde bir feryat, sükutun içinde bir ses. O
vakit, bir adam sıçrayıp kalkar ve nereye gittiğini pek iyi
bilmeden yürür: yakıcı Keldandan kaçan İbrahim Peygam­
ber gibi, İlyas Peygamber gibi. O, arhk durup dinlenmeden
yürür ve başkalarını ağır uykularından uyandırıncaya ka­
dar söyler. İnsanlığın kurtuluşu böyle bir serbest hareketler
silsilesi sayesinde olur ve bu kurtuluş yolunu şehitler ve ve­
liler muhafaza eder.

238
Muhammet, kavmini bir tek Allahm bir tek dinine çağır­
mak, Asyanın ve Afrikanın bir kısmım uyandırmak, getir­
diği haberi anlıyanların hepsini göreneklerin esaretinden
kurtarmak, q.yuklıyan İranı tazeleştirmek, ateşsiz nazariye­
ler ve vahdetsiz bir iman ile dağılmış şark hıristiyanlıkları­
nı gayrete getirmek için ayağa kalktı.
Tabiatin hayat veriei ve korkunç büyük kuvvetleri, gü­
neş ve yağmur, Arabistan toprağını altüst ederek birkaç se­
ne içinde onu baştan başa yeşilliğe boğan kış - fıfüriaları
dünyaya nasıl kudretle hakim olurlarsa peygamberler de
öyle kendilerini tanıtırlar. Onlar hakkında bir hüküm ver­
mek için ortaya koydukları mahsullere bakmak lazımgelir;
onların getirdikleri haberlerin en kuvvetli delilleri tatmin
edilmiş zihinler, sakinleşmiş kall;>ler, kuvvetlenmiş iradeler,
sabır ve tahammül eden' ıstıraplar, şifa bulan manevi hasta­
lıklar, temizlenmiş gökyüzüne çıkan dualardır.
Peygamberler yalnız, arkasız, maddi kuvvetten mahrum
adamlardır. İnsanların gururu onları daima ezmeğe uğra­
şır; fakat onlar, insanlığa en yüksek hürriyetin sırrını geti­
rirler, insanlara itaatsizlik etmek Allah'a itaatsizlik etmek­
ten evladır. Dünyada yalnız onun karşısında herkes müsa­
vidir ve herkes secde etmeğe mecburdur; ruh, daima mad­
deden; mana, kelimeden üstün tutulmalıdır.
Mutlak ilim mahiyetinde olıruyan her şeyin cahili olan
ve tamamiyle ümmf bulunan (bu ümmiyi okuyup yazını�
yandan ziyade tamamiyle saf ve temiz, tabii ve tabiat üs­
tünde, zihin ve kalbin bütün peşin hükümlerinden azade
manasına almak lazımdır) sapsade bir insan, ayağa kalka­
rak alimleri, söyledikleri şeyi anlamağa davet etmeğe, sözü­
mona ariflerin, usluların kayboldukları karışık yolları doğ­
rultmağa çalışıyor. Onların Allah ilhamı evvela sözlerini ve
ait oldukları zamana uydurulmuş temsillerim (Allah bir si­
neği yahut her hangi bir şeyi temsil olarak göstermekten
utanmaz) dinliyen insanlar kendilerini saran sırlarla tema­
sa gelirler; Allahın önünde küçülürler, onu memnun etmek
için geçici hayatlarına nasıl bir istikamet vermeleri lazım
geldiğini görürler; böylece ne filozofların, ne de devlet

239
adamlarının yapamıyacakları canlı bir kanun elde etmiş
olurlar. Muhammet, bütün tarihin en karanlık bir devrinde
geldi. O geldiği zaman «Merove» ler idaresindeki «Gaule»
den Hindistana kadarı bütün medeniyetler harabe, yahut
dumanlı bir hazırlık, yeni doğacak bir şeye gebelik halin­
deydi.
O, İbrani seleflerine, göze çarpacak derecede, benzer,
Eş'iya Peygamber nasıl İsrail diyarında nebi olmuşsa o da
Mekkede öyle nebi olmuş, Huşa Peygamber nasıl Kenane­
linde hakimlik etmişse o da Medi�ede öyle hakimlik et­
miştir. .
O, «Ml.lhammet» ismini aldı. Bu isimi aşağı yukap Ya­
hudilerin. bekledikleri Mesih manasını ifade ederdi. Hall:>u­
ki Yahudiler pna «Ebül Kasım» dan başka isim vermemek­
'
te inadettilerı Kenalisinin «Ümmi» bir peygamber olduğunu
iddia etti. Bu, Arap putperestlerine gönderilmiş «gentils»
ler· havarisi manasına gelirdi.
Muhammet, kendisini vahyin bir aleti, hiçbir kerameti
k�ndinde görmiyen bir adi vasıtası telakki ediyordu. Onun
en çok istediği şey parlak gölgenin ağzından işittiği sözler
ve sessiz gürültüleri dikkatle zapteden, hassas bir yazı ma­
kinesi, tabir caizse bir gramofon olmaktı.
Bu sözler Allahın kadim, ebedi ve semavi sözünün ye­
dinci kat gökte melekler tarafından muhafaza edilen «ana
kitab»ın dünyevi şekli idi. Vçı.rsın gökteki Kuran ile insanla­
rın hafızasında zaptedilen, yahut yapraklar, ağaç kabukları,
hayvan kemikleri üstüne yazılan Kuran; Allahın ebediyet­
tedik söziyle zaman içindeki sözü arasında bir fark bulun­
sun, bizim -yeryüzüne inen Allah emirleri hakkındaki- da­
ha nisbiyetçi hissimiz, bu emirleri peygamber zamanında
yaşıyan insanlardan ve müslüman ulemasından daha ko­
layca kabul ediyor. Bunun içindir ki Kuranın zamane halle�
rine ve vakalarına tamamı tamamına uyduğunu, zamanın
icabı ve müslümanlığın menfaatleri ne ise ona göre zaman
zaman ve parça parça geldiğini, müminlerin itirazları ve za�

·
Yahudilerce yabancı, hıris tiyanlarca müşrik manasına gelen bir kelime...

240
ıflan karşrsıncla -kendini nakzetmek değilse bile- evvelki
emirlerini hükümden düşürecek surelerle karar değiştirdi­
ğini görüyoruz. Ancak şurası muhakkaktır ki Muhammede
göre Allahtan gelen haber, onu insanlara bildiren haberci­
den çok üshln ve ehemmiyetlidir. «Kuranın bir tek suresi
Muhammetten ve bütün ailesinden çok daha kıymetlidir.»
Her peygamlııer, Allah tarafından gönderildiğini bir de­
lil ile ispata borçludur. Bu delil evliyalar ve azizlerin kera­
metlerinden çok başka olan ve inanmıyanlara karşı bir mey­
dan okuma hükmünde bulunan bir mucizedir. ·

Musa Peygamber, Fir'avunun büyücülerine meydan


okudu, kendisi gibi mucizeler yaphıağa kadir olamıyacak­
larnı gösterdi ve inatçı İbranilere, mucizelerinin alev saçan
b@yunduruğu altında baş eğdirdi. Isa Peygamber için
«dünyada hiçbir insan bu insan gibi söz söylememiştir» de­
nildi. O İsa ki bizzat Kuranın şehadetine göre «Allahın sö-
·

zü» dür.
Kuran, Muhammedin yegane mucizesidir. Bu kitaptaki
bugün bile halledilmez bir muamma gibi görünen, edebiyat
fevkındaki güzelliği ve ilham kuvveti, onu okuyanların en
az dindar olanlarında bile büsbütün ayrı bir meftunluk ve
heyecan hali uyandırıyor.
Muhammet, buna benzer bir şey vücuda getiremiyecek­
lerini söyliyerek insanlara, cinlere meydan okumuştu.
Onun resulüğünü ispat için ortaya koyduğu yegane büyük
mucize bu kitap oldu. Bu eserde aranacak şey müstesna bir
edebi kıymet değildi. Muhammet, şairleri hakir görüyor ve
bir şair mevkiine düşmek istemiyordu; bu, büsbütün başka
mahiyette bir şeydi ve Allahın ilhamı ile cinlerin arasındaki
farkı gösteriyordu. Muhakkaktır ki her ayet -Muhammedin
hususi hayatının en manasız vakasına da ait olsa-.onun bü­
tün ruhu�ı.u derinden derine sarsmak gibi ruhi mucize mey­
dana getirmiştir. Yine muhakkaktır ki onun nüfuz ve hari­
kulade muvaffakiyetinin bütün sırları bu noktada gizlidir.
Bugün ondaki öz ve söz doğrulunğudan kat'iyyen şüp­
he etmek caiz değildir. Onun bütün hayatı, kendinin de in­
kar etmediği kabahatlerine rağmen, kendi peygamberliğine

241
inandığını ve bunu bir ağır yük gibi kahramanca bir feda­
karlıkla omuzlarına, aldığını, bu ağırlığın altında mütema­
diyen ezilip eğildiğini gösterir. Dehasının yarahcı kuvveti
ve genişliği, büyük zekası, vakalar ve hakikatleri büyük bir
açıklıkla görüsü, nefsine hakimiyeti, irade kuvveti, ihtiyatı,
ameli kıymeti, geçirdiği hayat bu bilinmez bir kuvvetten il­
ham alan uyanık adamı meczup bir saralı adedehnemize
manidir.
Şu da muhakkaktır ki Muhammet, sözlerini muasırları­
nın zihniniyetine uydurmak suretiyle onları daha kolay-ik­
na edebileceğini bir an aklından geçirmemiştir. Onun in­
sanları peşine takıp sürüklemesi onları birtakım kolaylıklar,
yüze gülmeler, uysallıklar ile okşayıp avlamasından değil,
resullüğünü bütün, kuvvetiyle onlara göstermesinden ileri
geliyordu. Kendi şahsi fikirler ve görüşlerinden büyük bir
dikkatle ayırdığı ta resullük: bir kılıç gibi keskin ve sade idi.
Mekkedeki sabırlı ve alçak gönüllü Muhammedin Medine­
de tamamiyle değişmesi vakaların değişmesinden ileri gel­
miştir. Onun: -aynı adam olarak kalması için değişmesi la­
zımdı, insaıill.ği itibariyle Muhammet, bazı zaıflara ve hata­
lara düşmüş olabilir, çünkü hayat ve iş insanın tabiatindeki
saflık için ağır bir tecrübedir; fakat peygamber olmak itiba­
riyle Muhammet, daima samimi: ve azimli bir adam kaldı.
O, günah işledi; fakat yalan söylemedi. Resullüğünün ipti­
dasında olsun Muhammeqin samimi olmamasına imkan
verilemez ya? Şimdi kazandığı muvaffakiyetleri bu resullü­
ğün Allahça teyidi şeklinde görmesi zaruri olan böyle bir
insanın birdenbire yalancı olması nasıl akla sığar? Evet,
Muhammet gibi bir adam resullüğünün Allahça teyidedil­
diğine inandığı bir zamanda, ona fesat karıştırmağa kat'iy­
yen cesaret edemezdi.
Peygamberin hataları bile gösteriyordu ki onun tek ve
hakiki büyüklüğü Allahın aldığı, tabiat fevkinde, ilhamdan
ileri geliyordu. Allahtan yardım görmedikçe kendini yalnız
ve zaıf hissediyordu. Geceleri:
- Yarabbi, beni daha düşürme. Beni bir an terketme, di­
ye dua ediyordu.

242
Karısı Ümınü Selma:
- Mademki Allah senin olmuş, olacak bütün günahla­
rııu affetti, neye daima böyle söylüyorsun, diyordu.
Peygamber, şöyle cevap veriyordu:
Ey Üminü Selma... Allahın Yunus Peygamberi terkettiği
ortada dururken ben nasıl kendimi emniyette görürüm? Ya­
rabbi, benim olmuş ve olmakta bulunan, hafif ve ağır, gizli
ve aşikar bütün günahlarımı affet. Her gün yetmiş q�q töv­
be ediyorum. Benim günahlarımı karla, buzla -temizle; kalbi­
mi bir elbise gibi yıka; gtinahlarla benim aramı, mağrip ile
·

maşrik kadar ayır.


Muhammet, fakir bir körden elini çektiği (LXXX,, 1 - 11)
düşmanlarına çok şiddetle lanet ettiği, yahut ,z���elerine
karşı fazla zaıf gösterdiği zaman Allahtan gelen azarları Ku-
· ·

rana kaydediyordu.
Evlerinden ve hastahanelerinden dışarı ayak atmamış
birtakım akıl hekimlerinin üzene bezene meyd.a:nçı ,getirdik­
leri sara nazariyelerinde, kendi kendine telkin <autosugges­
tion) fazla heyecanlanmış hayal faraziyelerinde .çölde ordu­
gah hayatının ne olduğu, bir bedevi aşiret reisinin yerinde
tutunabilmeği ne müspet bir zeka ve hünere mütevakkıfbu­
lunduğu hiç dikkate alınmamıştır.
Muhammedin resullüğüne kadar hayatı gayet tabii ve
son derece muvazeneli geçti; nitekim, vahiyleri bir tarafa bı­
rakırsak, resullüğünden sonra da bu hayatta pek bellibaşlı
bir fark göremeyiz.
Hakiki mistikler ve bütün israil peygamberleri hakkında
olduğu gibi* Muhammet hakkında da denebilir ki o, hasta
olduğu için hayal görmüyordu, bilakis hayal gördüğü için
vücudunda hastalık alametleri beliriyordu.
Bir sinir hastası (nevrosa) ve bir sahte meczup ile hakiki
"bir hayal gören (visionnaire) arasında müşterek birtakım

Ermiya şöyle bağırmıştı : «Vücudunun içinde kalbim parçalandı; bü­


tün kemiklerim titredi. Allah ve onun mukaddes sözleri sebebiyle
sarhoş bir insan gibi oldum. Muhammet gribi mantosuna sarılan
Amos·da hemen hemen aynı şeyleri söyler.»

243
hadiseler vardır. Birisi, sadece dışardan gelen tesiri kabul et­
mekle iktifa eder; halbuki öteki, esasen faal ve yarabadır.
Olsa olsa şöyle denebilir ki hastalığa istidadı olan bir vücut,
insanda mistik ha1leri (etarts mystiques) kolaylaşbnr; ·fakat
bu hallerde vücuttaki hastalık istidadını daha ziyade arhrır.
Ancak şu mühakkaktir ki Muhammette böyle bir hastalık
halinin de zerresi yoktur. Kemal çağına kadar sıhhati gayet
mükemmeldi. Ondan gelmişti. Bu buhranlar ve altmış yaşı­
na doğru ölümüne sebebe gelmişti. Bu buhranlar ve almış
yaşına doğru ölümüne sebebolan hastalık istisna edilirse
onun yalnız uzun müddet güneş altında yürüme neticesi
olarak iki üç defa başının ağrıdığını ve bunun için de başı­
na şişe çektirdiğini biliyoruz.
Vahiyler onda büyük ıstıraplar uyandırıyor ve müessir
hadiselere sebdboluyordu. Muhammet, bunları halka gös­
termekten hoşlanma2dı. Ebu Bekir bir gün mahzun bir ta­
vırla peygamberin ağarmağa başlıyan sakalını göstermişti.
Muhammet -Beni Hud suresi ve o neviden sair sureler
bu hale getirdi, diye cevap verdi.
Korkutucu sureler: XI, XXI, LVI, LXIX, LXXV.11,
LXXVITI, LXXXI ve CI
Peygamber, vahiylerden sonra başında bir ağırlık duyu­
yor ve bunu yakılarla tedavi ediyordu. Vahyin gelmekte ol­
duğunu hissedince başını bir örtü ile sardırıyordu. O vakit,
onun sık şık soluduğu, inledi � işitiliyordu. Hatta kış mev­
siminde bu örtünün alhndan kan tere batmış olduğu halde
çıkıyordu.
Yala bin Ümeyye, peygamberin vahiy esnasındaki hali­
ni göstermesini Öınerden rica etmiştir. Bir gün Mekke yolu
üzerinde bunun için bir fırsat çıkh. Birisi ona hac merasimi
hakkında bir sual sormuştu. Muhammet, bir an sustu, son­
ra ona bir vahiy geldi. Ömer, Yalayı çağırdı ve peygamberi
örten örtüyü kaldırdı.
Yala, onun çehresinin kıpkırmızı kesilmiş olduğunu, sık
sık soluduğunu ve «şiddetle inlediğini» gördü. Sonra, pey­
gambere bir uyuşukluk ve sersemlik geldi. Nihayet, uyku-

244
dan uyanır gibi bir tavırla: «Bana sual soran adam nerede?»
diye sordu.
Buhr� ge�er geçmez peygamber, ayetleri okumağa baş­
lıyordu. Yapmda bulunanlardan biri onları ya ezberine alı­
yor, yahut da yazıyordu. Zeyd bin Sabit bu işte onun en
kıymetli katibi olmuş görünür. Cihadı ihmal edenlere karsı
91,IV inci ayet geldiği zaman onu bir koyun kemiği üzerine
yazmak üzere, Zeydi çağırmışb. O esnada. :İbni. Ümmü
Mektum geldi ve:
- Ben muharebe etmek isterdim; fakat kör.ümt: dedi.
Peygamberin bacağı bu esnada Zeydin bacağına yaslan­
mış bulunuyordu. Zeyd, bu bacağın kendi bacağını · kıracak
derecede ağırlaştığını hissetti. Sonra Muhammet, ayetin,
alilleri ve her hangi bir mecburiyet neticesinde muharebeye
gidemiyecek olanları bu vazifeden affeden · son kısmını
okudu.
Vahiy, peygambere biribirinden farklı muhtelif şekiller­
de geliyordu. Bazı zamanlarda çıngırağa, yahut kanad hı­
şırtısına benzer bir ses ve karışık .bir söz uğultusu işitiyor­
du. Muhammet, bunun manasını ancak o geçtiği, durduğu
zaman anlardı. İlhamın, birtakım zahiri hadiselere meydan
veren en kaba ve en yorucu şekli bu idi. Bazı defalarda me­
lek, bir insan şekli altında (rivayete göre zamanın en güzel
adamlarından biri olan Dihya bin Halife) nin yahut da ke�­
di şeklinde geliyordu. Melek ona gayet açık bir tarzda söy­
lüyor, Muhammet de bunları gayet iyi anlıyordu. Bu şekil,
evvelkinden daha yüksek olmakla beraber, peygambere ha­
zan vaki olan doğrudan doğruya görme şeklinin daha du­
nunda idi. Bu üç şekilde katolik din alimlerinin taksimini
görüyoruz. Maddi görüş (Vision sensible) ile hayali görüş
ve zihni görüş arasındaki dereceler hiribirine tarnmiyle
uyar. Ancak şunu unutmamalı ki afaki haberler, şeriat me­
tinleri, müspet emirler mahiyetinde olan peygamber vahiy­
leri ile dahilf hayatın şahsi şehadetleri hükmünde bulunan
mistik ilhamları arasında çok esaslı bir fark vardır.
Kuran, Muhammede vahiyler esnasında sinirlenmemesi-

245
ni", «dilini oynatmamasını», vahiylerin metnini ezberliyece­
ğim diye kendisini beyhude yormamasını tavsiye ediyordu.
Çünkü Allah bu metinleri hemen hemen korkutucu bir ko­
laylıkla onun hafızasına nakşediyordu.
Kuranın tertibine hakim olmak şöyle dursun, Muham­
met, ekseriya vahiylerin gelmesini beyhude yere bekliyor­
du. Bir zaman vahiylerin arkası kesildiği için peygamberin
nasıl güç bir mevkide kaldığını yukarı kısımlarda görmüş­
tük. Muhammet, meleğin daha sık sık gelmesini çok isterdi.
Kezalik muhakkak olan şeylerden biri de bugün elde
mevcut . bulunan metnin intizamsızlığı ve karışıklığıdır.
Ağızla söylenen ve okunan eserlere mahsus bir üsluba ma­
lik bulunan din kitapları doğduktan çok sonra, hatıralar za­
yıtlamağa ve muhtelif nüsahalar arasındaki farklar çoğal­
mağa başladığı zaman yazı ile zaptedilmişlerdir. Kuran için
de öyle olmuştur. Peygamberin ölümünden yehniş sene
sonra muhtelif nüshalar arasında Kuranın bir tek resmi
nüshası seçilmiş ve ötekiler tahrib olunmuştur.
Muhammet, öldüğü zaman Ensardan dört kişi Kuranı
ezber biliyordu: Muaz bin Cebel, Zeyd bin Sabit, Ubey bin
Kab, Abdullah bin Mesud.
Ömerin tavsiyesi üzerine Halife Ebu Bekir -kendi aleyh­
tarlığına ve zeyd bin Sabitin tereddütlerine rağmen- Zeydi
taşlarda, hurma ağaçlarında, kemiklerde ve hafızalarda
muhafaza edilmiş olan parçaları toplamağa ve muntazam
bir kitap vücuda getirmeğe memur etti. Daha sonra Halife
Osman aynı Zeyde üç Kureyşf ile beraber tek bir metin vü­
Cl,lda getirmesini ve Muhammedin zevcesi Hafsanın muha­
fazasına tevdi edilmiş nüshaları esas tuhnasını emretti ve
diğer nüshaları yaktırdı.
Abdullah bin Mesud -ki peygamber kendisi için «Kim
Kuranı doğru ve fasih bir surette okumak isterse Abdullah
bin Mesudun kıraatini takibehneli» demişti- bu işe teşrik
edilmemesini protesto etti. Osman, onu ölesiye dövdürttü.
Son ve kat'f metne gelince, Halife Muayiye zamanında Hac­
cac tarafından -tıpkı Osmanın tatbik ettiği usul üzere- ter-

246
tibedilmiştir. .Bu işte sistematik bir tasnif yapmak kabil ola­
mamıştı. Elde bulunan bütün ayetleri biribirine eklediler;
umumiyetle Medinede gelen uzun sureleri başa, Mekkede
peygambediğin ilk zamanlarında gelen daha kısa sureleri
ise sona koydular. Kuranda sayısız tekrarlar vardır ve ayet­
lerden birçoğunun yerinde olmadığı açıkça görülmektedir.
Asıl metne birtakım ilaveler ve haşiyeler kahlmadığı, yahut
bazı parçaların çıkarılmadığı bilinemiyeçeği gibi bu arhk ve
eksiklerin nisbetini tayin etmek de imkansızdır. Sonra, aca­
ba Allahtan ilham alan peygambere değil, Muhammedin
şahsına ait olan alelade birtakımsözler de bu metne sokul­
mamış mıdır? Caferin rivayetine göre Kuranda yedi Kurey­
şinin ismi geçiyordu. Halbuki bunlardan yalnız Ebu Lehep
kalmıştır. Şiller Sünnlleri Ali lehindeki bazı güzel sözleri
kaldırmakla ittiham ederler. ·

Muhammedin katiplerinden Abdullah bin Sad bin Ebi


Şerh yazılmak üzere peygamberin kendisine okuduğu par­
çaları değiştirmekle eğlenmiştir. Bu adam, hilesinin meyda­
na çıktığını görünce Mekkeye kaçarak din değiştirmiş; fakat
sonradan tekrar nıüslüman olmuştur.
Biz, Kuran meselesini halletmek iddiasında değiliz. Me­
tindeki karışıklık bir tarafa bırakılırsa, umumiyet itibariyle,
onun doğru ve aslına uygun olduğunu kabul edebiliriz. Fa­
kat hadislerde yapılan küstahça sahtekarlıklar adeta göze
batacak gibidir.
Muhammet, Allahın cevheri hakkında nazariyeler kuran
bir din alimi değildir. O, adeta Allahın sarhoşudur. Allah
onun için hakikat (la realite), zaruri olan varlıktır. Araplar,
dünyanın yaratıcısı olan Allahı inkar etmiyorlardı; fakat bu
Allahı uzak bir göğe atıyorlar, ondan pek az korkuyorlar,
onu sevmeği düşünmüyorlar ve ona, kendilerinden fiill ve
muayyen hizmetler, lutuflar bekledikleri putlarla cinlerden
daha az ibadet ediyorlardı. Allah, onlara çok uzaktı; kabile
ve aşiretin putu, kendi namına söz söyliyen rahipleri, ka­
hinleri ile, onu komşu aşiret putuna karşı tutup yükselten
mutaassıp taraftarlariyle, onlara çok daha yakındı. Muham-

247
met, müphem ve mücerret bir mefhumu en korkunç bar su­
rette mevcut ve hazır nazır bulunan bir hakikat şekline ge­
tirdi ve cinlerle melekleri ikinci dereceye attı.
Allah, çok uzaktı. Fakat şimdiden sonra «her insana ken­
di şahdamarından daha yakın olacaktır.» Allah, kendi var­
lığını, dünyadaki bütün varlıkların mütemadiyen akıp kay­
bolmasına karşı daima baki kalacak bir mevcuda olan ihti­
yaç ile, geçici vakaların ebedf bir şahidi lüzumiyle ispat edi­
yordu. «Ondan gayrisinden kuvvet ve yardım ümidetme­
yiz. Biz, Allahın mahluklanyız ve ona dönüyoruz. Allah en
büyüktür.» O, birinci ve sonuncu, gÖrünür ve saklı, bir, di­
ri, en yü�sek, kudretli, yoktan varedici, büyük, hakim,, yük­
sek şanlı, Ö &'ülmeğe layık, kuvvetli, metin, alim, mukaddes
hükümdar, hakimlerin en yanılmazı, velinimet, daima var,
h�r şeyi anlar, her. şeye muktedir olur, ebedf, kendisinden
başka herkes ö'ıdüğü zaman her şeyin varisi, amir, şahit, sa­
dık, doğru yol gösterici, muhafız, hami, ihsan edici, herke­
sin rızkını verici, duaları kabul edici, nezaret edici, hesabe­
dici, açıp kapayıcı, çok affedici, nihayet derecede merhamet
ve ihsan edici olandır.
İnsan, Allahın karşısında çıplak, müdafaasız ve mazeret­
sizdir. Fakat Allah 10.tfetmeği sever. Onun tahtında şöyle
yazılıdır: «Benim af ve merhametim kahır ve gazabımdan
üstündür.» Affedenleri o da affedecektir.
Kaybolmuş devesinin peşinde çölde koşup yorulan bir
bedevi, uyandığı zaman deveyi karşısında görünce nasıl se­
vinirse tövbe eden bir günahkar karşısında Allah ondan da­
ha fazla sevinir. İnsan, ancak bu Allaha tapmak için yaşa­
malıdır. O Allah ki insana muhtaç değildir. İnsan, Allahın
cemalini istemeli ve sırf Allahın cemali aşkına hareket etme­
lidir. Her şey haraplığa ve fenaya gider, yalnız Allahın ce­
mali bundan müstesnadır. Muhammedin, -Allahı bütün
kainatın merkezi addeden- mesleği (le theeiocentrisme),
«Berullo», «Coudren» ve «Abbe Bremond» u gayet mem­
nun edecek bir şeydir. Nitekim «İslam» kelimesi de onun
her şeyi Allaha teslim eden idealini anlatır.,
Hıristiyanlığın, Yahya Peygamber ağziyle �<Allah mu-

248
habbettir» diyen büyük umdesini gerçi Kuran tekrar etmi­
yor. Fakat Muhammet, Allahın mahh'.'ıklarını, bir ananın ço­
cuğunu sevmesinden daha fazla sevdiğini biliyor ve diyor
ki: «Allah iY.iliği, yüz misliyle, mükafatlandıracak. Bunun
yüzde doksan dokuzunu kendine hasretmiştir. Dünyaya
kalan yüzde bir sayesinde bütün mevcutlar bir muhabbet
duygusiyl_e tahallftk etmişlerdir. At, bir çocuğu incitmek
korkusiyle, ayağını ondan uzaklaşhrır. Kuran: «Fenalığa
karşı iyilikle mukabele et. Göreceksin ki düşmanın hamiye
ve dosta değişecek» diyor.
Muhabbetten ve muhabbetin eserlerinden mahrum ka­
lan iman, ölü bir iman sayılır. Hiddetten, kinden, hasetten,
zemden ve gururdan kaçmak lazımdır. «Kavga eden iki
ada.mqan en iyisi en evvel uzaklaşandır� Hak.iki müslüman
odur ki kimse onun ne elinden, ne dilinden korkiii.�z. Haki­
ki muhacir Allanın yasak ettiği şeyden kaçandır.>; Peygam­
ber, mukaddes muhaceret için -tıpkı İsa Peygamber gibi­
bütün müslümanların ana babalarını terketmelerini istemiş­
ti. «Müslümanlar bir aynı yapının harçları ve malzemesi­
dir», «Allanın ruhunda biribirlerinizi seviniz.»
Din alimlerinin aşılmaz bir uçurumla dünyadan ayırdık­
ları Allaha insan ancak muhabbetle erişir. Büyük Allah sa­
katların hükümdarıdır; Allah, düşkünlere ve zayıflara pek
yakındır. Halik bir dosttur. Peygamber diyor ki: «Yarabbi,
ben kendi za'fıma ve kifayetsizliğime karşı sana sığınıyo­
rum. Ey merhametlilerin merhametlisi, zayıfların hakimi,
sen benim sahibimsin. Senden başka kimden ne istiyebili­
rim? Sen, benden uzak olmazsan gerisinin ne ehemmiyeti
kalır?»
Muhammet, hakiki dinin manevi ibadet olduğunu da bi­
liyor. «İnsanın amel ve hareketlerinin değeri niyetleriyle öl­
çülür. Yalan söylemekten ve yalan işler işlemekten vazgeç­
miyenin orucuna Allahın ihtiyacı yoktur.» Yine Kuran di-
yorki: _

«Yüzünü güneşin doğduğu veya battığı tarafa çevirmek


dindarlık ve ibadet değildir. Dindar odur ki Allaha, kıyamet

249
gününe, meleklere kitaplara, peygamberlere inanır. Elinde
olanı, Allah rızası için, öksüzlere, fakirlere, .yolculara ve bir
haceti olanlara verir. Esirleri azadettirir, ib<!det eder, zekat
verir, verdiği sözü tutar ve kara günlerde sabır gösterir.
Kurbanların eti ve kam Allaha gitmez; fakat sizin ibadetiniz
ona kadar yükselir.»
Muhammet, bir gün dedi ki: <(Kardeşin zalim de olsa,
mazlum da olsa ona yardım et.»
Birisi -:Ey Allahın resulü, zulme uğrıyart kardeşime yar­
dım, edeceğim. Fakat zalim olana nasıl yardım edebilirim?
diye sördı.i.
Peygamber :
- Fenalık yapmasına mani olmak suretiyle, dedi.
;rvıtıhammet, bir sefer dönüşünde diyordu ki:
-Biz1·şimdi küçiik cihattan dönüyoruz; şimdi kendi ne-
fislerimize karşı büyük cihada başlamak Iazımdır.
Muhabbet, bütün insanlara ve bütün mahluklara teşmil
edilmelidir. Çünkü en hakir kuş, kanadlarını açmak sure­
tiyle, AUııha. hamd ü sena eder.
Muhammedin vaızları Arabistanda aile, cemiyet ve sıh­
hat işlerinde inkar edilmez terakkilere yol açtı. İlerde göre­
ceğimiz üzere, kadının hayat ve mevkii daha yükseldi. Fu­
huş, muvakkat izdivaçlar, serbest aşk menedildi Esir ka­
dınların, sahiplerine para kazandırmak için fuhşe sevkedil­
meleri yasak oldu. Esarete ger.çi göz yumdu. Fakat onu mu­
ayyen usullere bağladı. Müslümanlıkta kul azadetmek se­
vaplı bir iştir ve din emirlerine itaatsizlikten doğan bazı gü­
nahların kefaretidir. «Kim ki bir esir azadeder, Allah onun,
o esirin her uzvuna, hatta ayıp uzuvlarına tekabül eden
uzuvlarını cehennemden kurtaracak. Esirleriniz sizin kar.­
deşlerinizdir. Kendiniz ne yiyorsanız onlara da onu yediri­
niz, ne giyiyor.sanız onlara da onu giydiriniz. Esirlere takqt­
leri fevkinde iş göstermeyiniz.»
Ebu Darın bir gün Biiale «Habeş oğlu» demesi üzerine
peygamber: «Demek sende hala müslümanlıktan evvelki
hislerden eser var» demiştir. İnsan, bir esire «esirim, ku­
lum» . dememeli, «hizmetçim» demelidir. Esir de kezalik

250
efendisine «Sahibim» dememelidir. Çünkü Allahtan başka
sahibimiz yoktur. En Nedrin kızı bir esire tokat vurarak bir
dişini kırması üzerine peygamber kısas cezasını tatbik et­
miştir.
Bir gün peygambere: «Hayvanlara ettiğimiz iyilik için
mükafat görecek miyiz?» diye sormuşlardır.
Muhammet, şu cevabı verdi :
- Canlı bir yürek taşıyan bütün mahlukların susuzlu­
ğunu giderenler mükafat görecek. Bir kuyu kazan kimse, o
kuyudan su içen her deve için bir ayrı mükafata nail olacak.
Mesela şimali Afrikada eşeklere yapılan muamele. görülür­
se hayvanlara merhamet ve muhabbet hakkındaki hadisele­
rin ne kadar unutulduğu anlaşılır.
Muhammet, hayvanların ötesini, berisini kesenlere lanet
ve lüzum olmadıkça onları öldürmeyi meneder. İbni Ömer,
bir gün birkaç çocuğun bir tavuğu bi r yere bağlıyarak taşa
tuttuklarını gördü ve bu hadisleri hahrlıyarak hayvanı kur­
tardı.
Hayvanlar, kıyamet gününde hazır bulunarak kendileri­
ne zulmeden sahiplerinden şikayetçi olacaklardır. Bir kedi,
dünyada kendisini bir yere kapamak suretiyle açlıktan öl­
düren bir kadını cehennemde durup dinlenmeden tırmala­
mıştır. Buna mukabil bir fahişe de bir gün bir köpeğin bir
kuyu yanında susuzluktan ölmek üzere olduğunu gördüğü
ve örtüsünün ucuna kundurasını bağlıyarak ona su çektiği
için cennete girmiştir.
Din alimleri, ahlakçılar, fıkıhçılar ve mistikler bütün
esaslarını Muhammedin şeriatinde bulmuşlar ve onun, Al­
lahı her şey�n·merkezi addeden (thecentriste) esaslarını mu­
hafaza etmekle beraber muhtelif kollara ayrılmışlardır.
Muhtelif mektepler ve meslekler biribirini nakzeden dava­
larını müdafaa için hakiki yahut uydurma hadislere istina­
detmişlerdir.
Muhammedin, Üzerlerinde pek fazla durmaktan hoşlan­
madığı büyük metafizik meseleleri hep bu esaslara göre
tevsi edilmiştir. Mesela irade bahsinde gerek cebriye mesle­
ği mensupları. gerek onların muarızı olan kaderiyeciler de-

251
lillerini Kuranda ve hadislerde aramışlardır. Bu mesele,
skolastikler,- «Thomas d' Aquin» ve «Bossw�t» ler, Jansenist­
ler ve. Molinistlerce ne şekilde vazedilmiş ve nasıl halledil­
mişse müslümanlarda da öyle olmuştur.
Allanın mutlak kudreti ve her şeyi evvelden bilmesi
noktasında ısrar eden Kuran, gerçi «Her şey Allahtan geli­
yor>> der. ·Fakat fenalığın fesada uğrıyan insan iradesinden
geldiğine kanidir; Kuranda irade hürriyetinin lehinde de,
aleyhinde· de parçalar vardır. Bunlar, insan zihninin, arada­
ki halkalarını hiçbir zaman vazıh bir surette kavrıyamadığı
zincitlı'i iki ucudur. Bilhassa inhitat devirleri müslümanla­
rın1n- şark fatalizmine meylediyor gibi görünmeleri (Leib­
niz'in zaiuiettiği gibi) müslümanlıktan ileri gelmemiştir. Şe­
riatın bu noktada hiç kimseyi zorlamadığını bilmek lazım­
dır. Bir bedevi, devesini bağlamak lazım gelip gelmediğini
Muhammede sormuş ve ondan şu cevabı almıştı: «Bağla ve
Allaha emanet et.»
Ona «Allah her şeyi evvelden biliyorsa her hangi bir şe­
kilde ariı.el' ehnek beyhude değil midir?» diye sordukları za­
man «A.�el dediniz. Yapacağınız iş daha kolay bir hale ge­
lecek», yani: «Sen kendine yardım et, Allah da sana yardım
edecek» diye cevap vermişti. «Bu dünya için, daima yaşıya­
cakmışsınız gibi çalışan ; öteki dünya için de yarın ölecek­
mişsiniz gibi hareket edin!» sözünü de Muhammede isna­
dederler.
Bütün ahlakların vardığı netice bundan başka bir şey
midir? Muhammet, yukarki sözlere ilave olarak diyordu ki:
«Müslümanların en akıllısı ölümü en çok düşünen ve onun
arkasından gelecek şeye en iyi hazırlanandır.» Bazan hıris­
tiyan çilekeşliği ile müslüman ahlakının biribirine tabanta­
bana zıt şeyler olduğunu söylerler ki pek doğru bir şey de­
ğildir. Müslümanlığın nefsi inhimaklere ve insani zaıflara
karşı daha müsamahakar göründüğü muhakkaktır. Müslü­
manlık, insanı mütemadiyen nefsiyle mücadeleye, bütün
arzu ve şehvetlerini söndürüp öldürmeğe mecbur etmez ve
vücudun ihtiyaçları meşru bir surette tatmin edilirse iba-

252
detlerin Allahça · daha makbul tutulacağını kabul eder: Fa­
kat müslüman çilekeşlerinin nefislerine ettikleri eza ve iş­
kence başka dinler çilekeşlerininkinden daha aşağı değildir.
Müslümanlık, şarabı meneder; oruç kadar şiddetli bir peh­
riz tarzı öteki dinlerin hiçbirinde yoktur. Müslüman kadın­
ları elbise ve kıyafet itibariyle fevkalade sıkı altındadır ve
bu cihetten Avrupa kadınlariyle aralarında dağlar, denizler
vardır.
Nazariyeler ile fiiller arasındaki mü tetnadi tenakuzlara,
hatta muhtelif noktalar hakkındaki nazariyelerde .görülen
tahalüflere bakılırsa böyle kat'f mukayeselere kalkışmanın
netice vermiyeceği kendiliğinden anlaşılır. Hem de esaslar­
dan, prensiplerden gelen şeyi mekan ve zamanların örf ve
ade tlerinden gelen şeylerden ayırmak kolay iş midir? .
İnhitat devrinde son derece medeni ve şehvetperest olan
Roma aleminde ilk hıristiyanlar, gayet tabii olcırak, zevk ve
safaya ve şehvet meyillerine karşı duruyorlardı. Serbest, fa­
kat haşin ahlaklı putperest Arabistanda da ilk ıi.ıÜ.slµman­
lar, putlar devri adetlerini, çiğnemişlerdi. Fakat se�enin ya­
rısında aç ve çıplak kalan, mü temadiyen biribiriyle çarpı­
şan, oturacak bir yeri olmıyan bedeviler, ister istemez mad­
di zevkler ve hazlardan istinkaf ediyorlardı, ancak ellerine
bir fırsat geçtiği zaman da birer taşkın çocuk sadeliğiyle yi­
yip, içip eğlenmekten hiçbir kuvvet onları menedemezdi.
Daha sonraları, Arabistana gelen servetle beraber, çilekeşlik
reaksiyonu zaruret hükmünü aldı ve Arap cemiyeti arhk
bir muharebeciler ve çobanlar cemiyeti halinden çıktıktan
sonra, Allah namına, bir sofuluk hareketi başladı.
Bütün din hareketleri, ilk doğuşlarında, zaruri olarak çi­
lekeştir {ascetique).
Dünya hayalının ahret hayatı yanında hiç mesabesinde
kaldığını, onun ancak geçici bir faiz mahiyetinde bulundu­
ğunu ve asıl gaye gözden uzaklaşhrıldığı takdirde dünya
hayatının bir boş "eğlence haline düştüğünü Kuran daima
tekrar eder. Tıpkı Paskal gibi Selman-ı Farisi de müınini,
doktorun istediği zararlı şeyleri yemekten menettiği bir
hastaya benzetiyordu.

253
İbni Ömer ise :
- Bu dünyada 'kendine bir yolcu ve bir yabancı göziyle
bak, diyordu.
Nasıl ki peygamber de :
- Benim bildiğimi siz de bilseydiniz az güler ve çok ağ­
lardınız, demişti.
Muhammet, bu nokta-i nazarı kaba bedevilere telkin
için çok uğraşıyordu. Ancak bir hastalığa tutulmuş bir be­
deviyi ::E;<;irg1eğe gittiği zaman :
· Bu ateş, seni temizliyecek bir şey olacaktır, demişti.
Bedevi:
.,..,..,. .Öyle değil. Bu ateş beni mezara götürecek, dedi.
·

}J�yg.arnber de :
- Evet. Ben de onu söylüyorum, diye cevap verdi.
Muahmmet, bazı geceler yatağında sıçrayıp uyanıyor,
kıyall1�ti çl.µ,޵nmekten ileri gelme bir teessürle zevcelerini
etrafına. tophyarak onlara vaiz ve nasihat ediyordu.
Ark�d,aşları hazan pişmanlık buhranlarına ve mistik ve­
cit ve heyecanlara kapılıyorlardı.
Medineli Ebu Talha, şehirde en çok hurma ağacına sahi­
bolan adamdı. Pek sevdiği bir bahçesi vardı ki Muhammet,
arasıra, oraya giderek soğuk su içerdi. Ebu Talha bir gün
hakiki dindarlık, insanın en çok sevdiği şeyi başkasına ver­
mesinden ibadet bulunduğuna dair olan ayeti dinlerken
vecde geldi, bahçesini Muhammede vermek istedi. Pey­
gamber, onu bu fikrinden dolayı tebrik etti; fakat onu ken­
di yakınlarına vermek daha münasibolacağını söyliyerek
kabul etmedi.
Bir gün başka bir Ensari camie koştu; diz çöktü ve göğ­
sünü yumruklıyarak bir itirafta bulundu:
«Aşağıların aşağısı olan ben zina ettim!» Muhammet, ce­
vap vermiyerek arkasını çevirdi. Ensari, onun peşini bırak­
rnıyarak dört defa bu itirafı tekrar etti ve rivayete göre bu­
nun neticesi olarak da recmedildi.
Müminlerden birçoğu nefislerine eza etmeği, ibadetleri
ve oruçları arttırıyordu. Muhammet, bunlardaki ifratın
önüne geçti ve iki günde birden fazla orucu menetti. O,

254
müfrit çilelere mani oluyordu. Yine bazı kimseler burunla­
rına deve yuları taktırarak hacce gidiyorlardı. Peygamber,
bu ipleri kesti ve: «Allah sizin kendi vücutlarınızı sakatla­
manıza muhtaç değildir» dedi.
Dünya ni.alı, Allahın bir kulunu sevdiğine delalet etmek
şöyle dursun, bilakis endişe verecek bir şey gibi görünüyor­
du. Çünkü insanın Allahtan beklediği bütün mükafatı dün­
yada almış ve ödemiş olması pek mümkündü. Fena insan­
ların ve günahkarların saadetine bakılıp da hayale · kapıl­
mak hiç doğru olmazdı.

Peygamber, arkadaşlarına diyordu ki: «Sizin : İçin en


korktuğum şey, şimdi elinize geçecek dünya ·m:allaridır.»
Birisi ona:
- Mal insana za:rar getirir mi? diye sormuştu: · : ____

O esnada kürsüde bulunan Muhammet stist'q� �trafında


bulunanlar, biribirlerine «Peygambere vahiy geliyor» dedi­
ler. Muhammet, uzun bir sükuttan sonra alnının terirti sildi,
kendisine bu suali soran adamı çağırdı ve üç defa tekrar et-
. . · · · - .

ti:
- Bu düynanın azametlerine ve ihtişamlarına mal deni­
lebilir mi?
Peygamberin verdiği izahata göre, servet ancak doğru
ve meşru bir surette kazanılmak, Allah yoluna ve fakirlere
yardım için sarfedilmek şartiyle iyi bir şeydir. Böyle olma­
dığı halde servet bir bela ve insanı doğru yoldan ayıran bir
vasıtadır. «Bu dünyanın en zenginleri öteki dünyanın en fa­
kirleri olacaklar. Meğer ki paralarını böyle sarf etmesin­
ler. . . » (peygamber «böyle» kelimesini söylerken elini açıyor,
önüne, sağına, soluna para serper gibi bir hareket yapıyor­
du.) Fakat böyle hareket eden kaç kişi vardır? Allah sadaka
vermiyenleri tel'in eder, çünkü serveti yegane temizliyen
şey sadakadır.
Cehennem der ki: «Dünyanın mağrurları, kuvvetlileri ve
zenginleri hassaten benimdir.» Cennet der ki: «Nasıl oluyor
da bana yalnız fakirler, zayıflar ve alçak gönüllüler geli­
yor?» Altına tapan mahvolacak. Kıyamet gününde altınlar

255
ve gümüşler hararetten beyazlanıncaya kadar kızdırılacak
ve hasisleri yakacak ve çıplak başlı, boynuzlu bir yılan şek­
line girip paralarını iyi yere r.arfetmemiş olanların boynuna
dolanarak: «Ben senin malınım, be'n senin hazinenim» diye
bağıracak.
Muhammet, arkadaşlarındaki servet hırsına kızıyor, pa­
ra biriktirenlere, faizcilere, muhtekir esnafa, büyüklere ve
zenginlere iltimas eden hakimlere karşı ateş püskürüyordu.
Sonraki şerhler ve tefsirler birçok şeyi tadil etmiştir. Fa­
kat müslümanlığın başlangıcında her nevi süs ve debdebe
mutlak surette yasak edilecek gibi görünüyor ve birçok
kirnsel�r, insana kat'iyyen lazım olandq.n fazla malı haram
addediyorlardı.
Bu meslek, müslümanlığın dünyayı fethetmesine ve ha­
life imparatorlu�arının kurulmawıa · şüphesiz ki müsait
olamazdı; fakat ilk zamanların zihniyetine gayet uygundu.
Peygamberin vaızları her halde çok tesirli idi. Çok kere
tekrir sanatinden istifade ediyor ve cemaatini büyük bir
dehşet ve heybetle titretiyordu. Bir gün, mezar azapların­
dan o kadar beliğ bir surette bahsetti ki dinliyenler «büyük
bir vaveyla kopardılar.» Muhammedin heyecanı o kadar
kuvvetli ve şiddetli -idi ki manasız bir sual sordukları za­
man çabucak kızardı. Yukarda da gördüğümüz gibi Alla­
hın nihayetsiz merhamet ve keremini ve cennete gidenlerin
saadetini tasvir için gayet taze ve derin hayaller bulurdu.
Fakat o ürpertici kıyamet tasvirlerine sık sık dönmekten
pek hoşlanırdı.
İnsanlar, şarap içmeden sarhoş olacaklar, çocuğun saçla­
rı ağaracak, Kim bir melce bulursa sığınsın. Otuz Teccal çı­
kacak. Esir kız, efendisini doğuracak. Adsız, sansız deve ço­
banları saraylarda yatıp keyif sürecek. İnsanlar, fevkalade
yüksek yapılar yapacaklar, insanlar, doğdukları günkü gibi
sünnetlenmemiş olarak çırçıplak Allahın karşısına, çıkacak­
lar. (Afacan Ayşe: -Şu halde erkekler ve kadınlar biribirle­
rini çıplak mı görecekler? diye sordu ve:
- Halin vahameti onların böyle şeylerle meşgul olmala­
rına müsaade etmiyecek, cevabını aldı.

256
İnsanlar, yakıcı bir güneşin altında utançlarından kahro­
lacaklar ve boğazlarına kadar tere ba tacaklar. Kıyamet saati
ancak Allaha malumdur. O gün, birdenbire gelip çatacaktır.
(Şu halde daima kıyamete hazır bulunmalı.)
Muhakkaktır ki bu saat, aralarına kumaş sermiş iki insan
alışverişi bitirmeden, yahut bu kumaşları toplamadan ev­
vel, gelecektir. Muhakkaktır ki bu saat, ağzına bir lokma yi­
yecek götüren adam onu yemeğe vakit bulamadan gelecek­
tir. Muhammet, bir düşman ordusu tarafından soyulan bir
adam gibidir. O: «Ben orduyu gözümle gördüm. Size haber
v.ermeğe geliyor. Görüyorsunuz ki beni soydular. Başlarını­
zı kurtarınız» diyor. Fakat herkes onu dinlemiyor.
Bir gece, Muhammet, Zeynebin yatağında, birdenbire
sıçrayıp uyandı .. Yüzü kıpkırmızıydı. Sık sık soluyordu:
- Yazık oldu AraPlara, dedi, Yecüç ve Mecücün duva­
rında böyle bir delik açıldı. (Muhammet «böyle» kelimesi­
ni söylerke!). baş ve şehadet parmaklariyle bir küçük daire
yapıyordu).
Bu kıyamet korkuları bütün müslümanları sarmağa
başlıyor ve onlar Teccalin doğup doğmadığını kendi ken­
dilerine soruyorlardı.
Falcılıktaki mehareti ve müslümanlığa olan düşmanlığı
ile şöhret bulmuş Ibni Seyyad isminde genç bir Medine ya­
hudisi açıktan açığa peygamberle eğleniyordu. Bir güı1
Muhammet, Ömer ve birkaç arkadaşiyle gezerken bu lbni
Seyyada tesadüf etti. Yahudi, başka çocuklarla beraber Be­
ni Mugale kalesi yanında oynuyordu.
Muhammet, onun omuzuna dokunarak dedi ki:
- Benimle beraber kelime-i şehadet getir, Allahtan baş­
ka Allah olmadığını ve benim onun resulü olduğumu; söy­
le!
Çocuk, dikkatle onun yüzüne bakarak cevap verdi:
- Senin vahşilerin resulü olduğuna şahadet ederim. Ya
sen de benim Allahın resulü olduğuma şehadet eder mi­
sin?
Muhammet, bu küstah çocuğu şiddetle sarsarak dedi ki:

257
- Ben, Allaha ve onun peygamberlerine inanıyorum.
Fakat sen, sende ne görüşler (vision) oluyor bakayım?
- Bazı sahici görüşler, bazı yalancı görüşler...
- Bunun sebebi şudur ki senin cinin her şeyi biribirine
karıştırıyor. Söyle bakalı.m ben şimdi ne düşünüyorum?
Çocuk, bir yarım kelime söyledi.
Muhammet -Hadi işine, sen öyle kuvvetinin fevkinde
işlere kalkışma, dedi.
Ömer - Ey resul, izin ver de bu çocuğu öldüreyim, de-
di. Peygamber, cevap verdi :
- Hayır. Eğer o, benim zannettiğim şahıs ise (Teccal)
kimse ona bir şey yapmağa muktedir değildir. Çünkü onu
İsa peygamber mağlubedecektir. Onun için onu öldürmek­
te bir fayda yoktur.
Bir başka gün, İbni Seyyad bir hurma, . ormanında, man­
tosunu sererek üstüne uzanmış, fal bakıyordu. Muhammet
ile İbni Ueby, oradan geçerken onun ne söylediğini dinle­
mek istediler.
Çocuğun anası :
- Muhammet geliyor, diye bağırdı ve İbni Seyyad he­
men kaçtı.
Muhammet dedi ki:
- Eğer bu kadın bize meydan bırakmış olsaydı, bu İbni
Seyyadın ne olduğunu gayet iyi anlamış olacaktık.
Muhammet, kıyamet fikirleriyle çok fazla dolu olmakla
beraber bir müslüman cemiyeti kurmak gayesine de uzak
kalmış değildir ve Kuran bir din kitabı olduğu kadar da bir
kanun metnidir. Hicretin ilk senelerinde müslüman dininin
beş şartı şöyle kondu: namaz, oruç, zekat, hac ve kelime-i
şehadet.
Bu esasların icra ve tatbiki tarzları ise peygamberin sün­
netlerine göre kararlaştırıldı. Mesela müslümanları namaza
çağırmak için bazı kimseler, hıristiyan usulü üzere, çıngıra­
ğa, çana benzer aletlerle gürültü yapılmasını, bazıları Yahu­
diler gibi borazan çalınmasını, yahut da ateşe tapanlar gibi
ateşler yakılmasını tavsiye ediyorlardı. Halbuki peygam­
ber, Ömerin nasihati üzerine, mü:slümanları kuvvetli sesiy-

258
le namaza çağırın.ağa Bilal-i Habeşiyi memur etti. Böylece
Bilal, peygamberin resmi meyzini oldu. Şimdi on üç asırdan
beri bütün minarelerden, günde beş defa, Allahın büyük ol­
duğunu ilan eden meyzinlerin birincisi ve piri Bila.1-i Habe­
şfdir. Bilal, uznn boylu, zayıf, kamburu çıkmış, ince karga
yüzlü, kırlaşmış sık saçlı bir Habeşti. Yine bu Bilaldi ki, elin­
de bir mızrak olduğu halde, efendisinin önüne düşerek se­
nede iki defa şehrin kapılarında büyük ve küçük bayramı
ilana giderdi. Bu bayramlardan biri paskalyayı ve İbrahim
Peygamberin koyununu hatırlatan kurban bayramı, öteki
de ramazan sonuna gelen bayramdı.
· Müslümanlıktaki mecburi veya ihtiyari (farz veya sün­
net) ibadetlerin yeni din alimleri tarafından hıfzıssıhha ga­
yeleriyle izaha çalışılması zayıftır. Bunların asıl gayesi di­
nin harici inzıbatıru temin ve müslüman cemaatinin ruhun­
daki sıkı birliği muhafazadır. Bundan başka bu ibadetler,
müminlerin ruhunu: tasfiye eder, kalblerinde din duygula­
rını kuvvetlendirir ve bir kısmını sofuluk hayahna hazırlar.
�<Kadim ve ezeli fazıl» gerdanlığının parlak incileri hük­
münde bulunan Kuran ayetlerini okumak müslümanlıktaki
ibadetlerin temel taşı gibidir.

259
19

Zeyneb

"Kalbleri değiştiren Allaha hamd ü sena


olsun!"

Hayatının son kısmında Muhammet, kadınlardan çok


fazla zevk duymuştur. Dokuz yaşında evlendirilen küçük
Ayşe, (maamafih yirmi beş yaşında büyükanalar bulunan
bir memleket için bu, pek müstesna bir hal sayılamaz.) Ha­
ticenin saf kocasına, kendinden çok yaşlı bir kadına yirmi
sene sadık kalan bu temiz erkeğe, yeni zevkler tattırdı.
Medineye geldikten sonra devlet reisi ve mücahit olan
Muhammet, bütün Arap seyyitlerinin ocaklarına benzer bir
ocak kurdu. öteki reisler gibi müteaddit aşk ve politika iz­
divaçları yapb; hatta hediye gönderilen birkaç güzel cariye
ile muharebede esir aldığı bazı kadınlan kendisine odalık
etmekten çekinmedi.
O vakte kadar raptedilmiş kuvvetli bir şehvetperestlik,
caminin iç avlusuna açılan ve her biri zevcelerinden birisi­
nin odasına giden kapıların adedini yavaş yavaş anttırıyor­
du.
Muhammet, dul bir kadın olan Sudeyi Haticenin ölü­
münden sonra ve Ayşenin bülfığ yaşına erişmesinden ev­
vel, siyasi bir maksatla, almıştı. Yine dul bir kadın olan Haf­
sa (ömerin kızı) ile yaptığı izdivaç da zamanın en mühim
şahsiyetlerinden olan ömer ile peygamber arasındaki rabı­
tayı kuvvetlendiriyordu. On sekiz yaşında fevkalade güzel
bir kadın olan Hafsarun peygamberin hareminde, birinci
derecede ehemmiyetli bir rolü olmuştur. Bir Habeşistan
muhacirinin dölü olan Ümmü Selma, Ebu Bekir ve ömer ile

260
evleruneği reddetmişti. Hatta Muhammede varmak için bi­
le müşkülat çıkardı.
Ümmü Selma diyordu ki :
- Allahın resulü benden ne saadet üınidedebilir? Yaşını
otuza yaklaştı. Bir oğlum var. Tabiatim de gayet kıskanç­
hr ...
Böyle olmakla beraber peygamber, Uhud bozgunundaa
sonra, onu nikahıİıa aldı ve ona dedi ki:
- Her şeye rağmen benden biraz daha gençsin. Oğlun
Selma için bir baba olacağım. Kıskançlık meyline gelince,
onu kalbinden söküp atması için Allaha yalvaracağım.
Öteki zevcelerine olduğu gibi M;uhammet ona da dört
yüz dirhem ağırlık verdi ve ailenin bütün varı yoğu bir çu­
val arpa, l:?ir el değirmeni, bir tencere, bir yağ küpü ve hur-
'

ma lifinden bir yataktan ibaret oldu.


Aynı sene, Beni Nadirlerin memleketten çıkarılmasın­
dan sonra Muhammet, bir gün Zeyd bin Harisanın evine
girdi. Peygamber, kendisine evlat ettiği bu eski azatlı kölesi­
ni o kadar çok severdi ki herkes Zeydi «peygamberin sevgi­
lisi» diye çağımdı.
Muhammet, her fırsatta Zeyd ile müşavere ediyor ve ih­
timal ki onu kendine varis yapmağı kuruyordu, Nasıl ki bir­
çok şark vezirlerinin eski bir sevgili kölelerini kendilerine
katip ve varis yaphklan pek çok görülmüştür.
Zeyd, o gün evde yoktu ve Muhammet, kabilesinin en
güzel kızı olan Zeyneb bin Cahş ile karşılaşb. Zeydin karısı
örtüsüz ve yan çıplakh. Peygamber geldiği zaman. süslen­
mekle ve daha başka ev işleriyle meşgul bulunuyordu.
Gençliğinin bütün taraveti içinde utanç ve şaşkınlıktan kıp­
kırmızı kesilen bu dağınık kıyafetli güzel kadın, peygamber
üzerinde büyük bir tesir hasıl etti. Muhammet: · . · · - ·

- Kalbleri değiştiren ve onları istediği istikamete· çevi­


ren Allaha hamd ü sena olsun! diye bağırdı. ·
·

Peygamber, bu sözlerden sonra hemen dışatı çıkb Zey­ . .

neb, Muhammet üzerindeki tesirini anlarnışb. Vakayı oldu­


ğu gibi kocasına anlattı. Zeycli derin bir tereddiit- ve düşün­
cedir aldı. Velinimetine nihayet derecede ·· sad:ıktı: Sonra

261
onun çabucak alevleruneğe müsait bir tabiatte olduğunu da
biliyordu. Vaziyet fevkalade nazikti. Zeyd, bu vaka üzerine
karısını nikahı alhnda tutamıyacağını düşündü.
Zeydin bu karan fevkalade necip bir fedakarlık, pey­
gambere karşı ince bir şükran nişanesi şeklinde görülebile­
ceği gibi adi bir menfaatperestlik, yahut düşkünce bir gönül
yapıcılık da telakki edilebilir. Yalnız muhakkak olan şudur
ki zavallı mütereddit Zeyd, bu fena vaziyetten kurtulmak
için bundan başka çare görmemiş ve çirkin bahhnı güler­
yüzle karşılamağı tercih etmiştir. Zeyd, karısını bırakmak is­
tediğini peygambere bildirdiği zaman o:
- Niçin? dedi. Karında ne kusur gördün?
- Hiçbir kusur görmedim ... Fakat artık onunla bir ara-
da kalamam.
· - Haydi git. Karını alıkoy ve Allahtan kork!
Fakat Zeyd, bu sözlerin peygamberin asıl fikrine tercü­
man olmadığını, onun saygı, muhabbet ve hoşa gitmeme gi­
bi sebeplerden dolayı böyle söyleyiverdigini anlamıştı. Ka­
rarında inadetti, karısına karşı içinde ani bir nefret uyandı­
ğını söyledi (Zaten bu kadın ruhu içinde o zaman neler geç­
tiğini kim bilebilir?) ve birkaç gün sonra Zeynebi boşadı.
Boşanmadan sonraki şer'i ayrılık müddeti (iddet) geçti­
ği zaman güzel Zeyneb, peygambere birisiyle haber gön­
derdi.
- Zeyd, beni onun yüzünden boşadı.
Peygamber, bu izdivaa istiyordu; fakat utanıyordu. Son­
ra şeriat, hakiki evlat gibi, ahret evladın karısını almağı da
yasak ediyordu. Fakat habibinin müşkül bir mevkide kaldı­
ğını gören Allah Zeynebi ona kan olarak verdi ve bunun için
de bir vahiy gönderdi.
Sev.incinden coşan Muhammet:
- Bu güzel müjdeyi Zeynebe kim götürecek? diye bağır­
dı. Ayşe, fena halde kızmışb. Fakat kocası :
- Allahın emrine karşı durmak mı istiyorsun? dedi.
Bir kadın, koşa koşa Zeynebe müjde götürdü. Muham­
met de biı:a.z. sonra onu takibetti.

262
Düğün pek fevkalade oldu. Peygamber, hiçbir evlenişin­
de bu kadar mükemmel bir ziyafet vermemişti. Genç hiz­
metçisi Enas bin Malik bütün müminleri düğüne davet etti.
Onlar, sıra ile takım takım sofraya oturdular, kızarmış ko­
yunlar, meyvalar ballı arpa çörekleri, peynirler, hurmalar
yediler. Bu ziyafeti Ümmü Süleym hazırlanmış. Bu alışıl­
mamış bolluk, davetlileri neşelenmekle beraber, onları fas­
sallığa da şevketti ve dillerini çözdü. Bir kısmı gelini hük­
münde olan bir kadınla evlendiği için peygamberi fena hal­
de ayıpladılar.
Bu, hakikaten büyük bir hadiseydi. Muhammedin düş­
manlarının ekmeğine yağ sürülmüştü. Öyle ki nihayet, bu
tenkidlere bizzat Kuranın cevap vermesi lazım geldi. Ku­
ran, peygamberi halkın vereceği hükümden korkmuş ol­
makla ittiham ediyordu. Bu izdivacı Allah istemişti'. Çünkü
müminlerin ahret oğulları tarafından boşanmış kadınlarla
evlenmeleri bir cinayet değildi. Kuran, bilhassa Muhamme­
din müslümanlar arasında hiçbir kimsenin babası olmadı­
ğını ilan ediyordu.
Muhammet, bu vakadan, sonra Zeyde bir varis göziyle
bakmaktan vazgeçmeğe mecburdu. Zeyd, o zamana kadar
kullandığı İbni Muhammet ismini değiştirdi ve tekrar eski
ismini alarak Zeyd bin Harise oldu. Kendine bir varis seç­
mek suretiyle tamamiyle ölmekten kurtulmak arzusu Mu­
hammet için bir insan za'fıydı. Bu vaka onu bu emelden
kat'i surette mahrum ediyordu.
Düğün ziyafeti, Zeynebin odası yanında, gecenin pek
geç bir vaktine kadar sürmüştü. Son misafirler mütemadi­
yen çene çalıyorlar ve bir türlü kalkıp gitmek bilmiyorlardı.
Yeni gelinin yanına gitmek için sabırsızlanan peygamber,
bir aralık yerinden kalkıyor gibi yaph. Fakat kimse aldırış,
etmedi. Sonra, sahiden kalkıp yürüdü. Bu sefer, misafirlere
de tabii gitmek düştü. Fakat üç kişi yine yerinde oturdu,
Onlanrın vücudu Muhammedi şeriat hükmünü yerine ge­
tirmekten menediyordu. Peygamberin bir adeti vardı. Her
düğün sonunda eski zevcelerini birer birer ziyarete gider ve

263
tebrikler, temenniler olurdu. Bu üç saygısız yüzünden geci­
ken Muhammet, bu ziyaretleri olsun aradan çıkarmak istedi
ve Ayşeden başlamak üzere bütün odalara dolaştı.
- Ey ehl-i beyt! Allahın rahmet ve gufranı üzerleriniz­
den eksik olmasın !
- Allahın rahmet ve gufranı üzerinden eksik olmasın!
Yeni zevceni nasıl buldun?
Muhammet, böylece zevcelerinin hatırını sordu; fakat bu
defa onların suallerine cevap veremedi.
Peygamber, tekrar Zeynebin odasına gittiği zaman ma­
hut üç zevzeği yine orada buldu. Onlar hala konuşuyorlar
ve mayaJanmamış hurma suyu içiyorlarqı. Muhammet, bir
şey söylemeğe cesaret edemedi ve Ayşenin odasında bekle­
meğe gitti. Saygısızlar onun bu halini görünce nihayet insa­
fa geldiler ve kalktılar. Enas bin Malik koşa koşa efendisine
haber getirdi, Muhammet, hemen Zeynebin odasına girdi ve
kapı perdesini arkasından gelen Enasın üstüne indirdi.
Bu vakanın uyandırdığı sabiyet ondaki vecit halini ko­
laylaştırmış olacak ki kapı hakkındaki vahiy o vakit geldi.
«Ey müminler! izin almadan peygamberin odalarına
girmeyiniz. Davet edildiğiniz zaman giriniz ve yiyeceğini­
zi yedikten sonra çekilip gidiniz ve teklifsiz sohbetlere gi­
rişmeyiniz. Peygamber, kendini müteellim eden şeyleri si­
ze söylemeğe cesaret edemiyor; fakat Allah, hakikati söy­
lemeğe cesaret ediyor Onun zevcelerinden bir şey istiyor­
sanız kapı perdesi arasından isteyiniz. Bu suretledir ki on­
ların kalbleri de, sizin kalbleriniz de temiz olarak kalacak­
tır. Allahın resulünü üzmekten sakınınız Onunla alakası
olmuş kadınlarla evlenmeyiniz.»
Peygamberin zevceleri «müminlerin anası» sayılırlardı.
Onun ölümünden sonra tekrar kocaya varmamaları lazım­
dı. (Anlaşıldığına göre ölümden sonra kıskanmanın inceleş­
miş bir şekli).
Kuran, onlara evlerinde oturmalarını, söyliyecekleri söz­
lere dikkat etmelerini, müslümanlıktan evvelki cahiliyet
devri süslerinden sakınmalarını, namaz kılmağı, sadaka
vermeği, kocalarına itaat etmeği, Kurandan sureler ezberle-

264
meği emrediyordu. Harem bir nevi vücut hatları ve sofuluk
manashrı olacakh.
Başka müminlerin -karıları halk içinde dekolte gezmek­
ten sakınacaklardı. Fakat umumiyetle nıüslüman kadınları­
nın eve kilitlenmesi ve baştan ayağa kadar kapanması için
hiçbir mecburiyet yoktu Tesettür çok sonra çıkmış ve haşin
bir görenek hüpkmünü almış bir usuldür.

265
20

Ayşe ve Gerdanlıkları

"Biz de Allaha döneceğiz va Allaha döneceğiz"

Hicre�in altıncı senesinde (628) Beı�i Kureyzeler meselesinden


ve Zeyneble evlenmesi�den sonra, Muhammet, Suriye yolu üs­
tünde toplanan Beni Bekirlere karşı bir kuvvet gönderdi. Müslü­
ınanla.r birçok ganimet aldıktan başka kabile şeyhini de esir ede­
rek gerigeldiler. Hürmetkarane bir muamele gören bu bedevi,
müslümanlığı kabul etti ve kureyş kervanlarını öyle yağma etme­
ğe başladı ki Mekke aç kaldı ve Muhammetten aman diledi.
Muhammet, büyük bir alicenaplık gösterdi ve bedevilerden
arlık eski hemşehrilerini aç bırakmamalarını rica etti
Muhammet, gerek Mekke ticaretine ve gerek başka düşman
kabilelere karşı büyük bir politikacı ve asker meharetiyle idare et­
tiği seferlerin mahsullerini artık toplamağa haşlıyordu.
Peygamber, Medinelilerin develerini çalan Beni Gatafan
Kabilesine !§.yık olduğu cezayı verdikten sonra Beni Mustalikle­
rin kendisine karşı asker toplamakta olduklarını, hafiyeleri vası­
tasiyle, öğrendi; birdenbire üzerlerine çullandı ve evvela ok, son­
ra kılıçla yapılan şiddetli bir muharebe neticesinde onlari berba­
detti. Müslümanlann eline birçok esir, bin deve ve beş bin koyun
geçmişti. Kabileden esir alınan kadınlarla mücahitlere sıcağı sıca­
ğına bir ziyafet çekildi. Bu kadınlar, kılıç ve mızrak uçlariyle dal­
larından koparılmış canlı zafer meyvalarıydı, Sonra barışıldı. Şey­
hin güzel bir kızı vardı ki mücahitlerden Sabitin hissesine düş­
müştü. Kız, fidye verilerek kurtarılması için peygambere yalvar­
dı. Tatlılığı ve tatlı dilliliği ile meşhur olan ve «hiçbir erkeğin gö­
rüp de sevmemesi mümkün olmıyan» bu güzel bedevi kızı pey­
gamberin karışısına çıkınca Ayşenin yüreğme bir sıkıntıdır çöktü.
Genç kadın, keşfinde yanılmamışh. Peygamber dedi ki: - Bun-

266
daİl, daha iyi bir şey ister misin? Hem, fidyeni veriyorum, hem de
seni nikahım altına alıyorum.
Müslümanlar, bu ittifakı imzalamak ve gelinin, kabilesine bir
hediye vermiş olmak için, derhal yüz esir azadettiler. Şeyh El Ha­
ris, oğulları ve Beni Mustaliklerden daha başka kimseler müslü­
manlığıı kabul etmekte gecikmediler.
Sefer dönüşü her cihetten çok heyecanlı ve gürültülü oldu.
Mekkeli Muhacirler ile Medineli Ensarın su içmek için etrafına ü­
şüştükleri, bir kuyu yanında şiddetli bir kavga çıktı. Mekkehlerle
Medineliler az kalsın boğaz boğaza, geliyorlardı. Münafık Abdul­
lah bin Ubey boyuna hemşehrilerini kışkırtıyordu,
- Köpeği yağlandır ki evvela seni yesin. Bu adamları yurdu­
muza kabul ettik, şimdi onlar bize hakaret ediyorlar. Bizim kendi
evlerimizde başımıza efendi kesilmek istiyorlar. Hele bir Medine­
ye dönelim. Bakalım kanında asalet olan mayası bozuk olanı kapı
dışarı ediyor mu, etmiyor mu?
Bir genç, Abdullahın bu sözlerini hemen peygambere yetiştir­
di... Ömer, bı.i münafık adamı öldürmeğe kalkıştı. Fakat peygam­
ber onu men etti:
- Silah arkadaşlarını öldürten bir peygamber için herkes ne
der? dedi.
Muhammet, bu kavganın önünü almak için, havanın fevkala­
de sıcak olmasına rağmen, hemen orduyu kaldırdı. Bütün gün
yüründüğü gibi o gece ve ertesi sabah da yola devam edildi .. Vü­
cutlar yorgunluktan haraboldu, ruhlar da sakinleşti.
Abdullahın oğlu, babasını idama mahkum oldu zannederek
onu kendi eliyle öldüı'meği Muhammede teklif etti. Çünkü halis
bir müslüman olduğu kadar da iyi bir evlat ve namuslu bir erkek
olduğu için, kendinden başkası İbni Ubeyi öldürürse mutlaka in­
tikam alması lazım gelirdi.
Muhammet, yalnız münafıklar aleyhinde-bir sure neşretmek­
Je iktifa etti. Fakat onlar tövbe ederlerse Allaha belki kendilerini
affedeceğini söyledi. O günden sonra Abdullahın .nüfus ve ehem­
miyeti düşmeğe başladı. Peygamber Ömere :
- Nasıl? Ben sana söylememiş miydim, dedi.
İki düşman, bir türlü çarpışmağa cesaret edemiyerek karşıdan
karşıya biribirlerini gözlüyorlardı. Muhammet, Hazreçler reisinin
kendine itaate razı olmıyacağını ve müslümanlığa pamuk ipliğiy-

267
le bağlı olduğunu biliyor, İbni Ubey ise Muhammette yükselme
hırsına kapılmış bir yalancıdan başka bir şey görmüyordu. Az bir
zaman sonra Abdullah için bir intikam fırsah çıktı.
Peygamber, her sefere gidişte, zevcelerinden bir veya ikisini
beraber götürmek için kura çekiyordu. Bu defa kura, Ayşeye çık­
mışh. O, deve sırhnda, kapalı bir mahfe içinde seyahat ediyordu.
Medineye dönülürken bir gece ordu, gün doğmadan evvel hare­
ket etti. Eşya develeri, esir ve binlerce hayvandan mürekkep bu­
lunan uzun bir kafile de arkasından yürüdü. Ayşe, tabii bir ihti­
yacını defetmek için mahfesinden uzaklaşmıştı. Genç kadın, yol
kenarında kafilenin geçmesini bekledikten sonra devesine geldi
ye Yemen hakikinden yapılmış bir gerdanlığ}.n düşmüş bulundu­
ğunu gördü. Ayşe, hemen geridöndü, bir zaman yerleri aradı,
gerdanlığı buldu ve devesine koştu. Fakat kervan gitmişti. Genç
kad111 birçok bağırdı, cevap v�ren olma.dı. Deveciler, Ayşeyi mah­
fenin içinde zannettikleri için yürüyüp gitmişlerdi.
Zavallı Ayşe, yol kenarına oturup beklemeğe mecbur oldu.
Mahfede olmadığını farkederek kendisini aramağa geleceklerini
ümidediyordu. Fakat biraz sonra oturduğu yerde uyuyakaldı.
- Biz, Allaha aidiz ve Allaha döneceğiz.
Ayşe, birdenbire sıçrayıp uyandı. Devesinin yularını elinde
tutan bir. genç adam, önünde duruyordu. Bu genç, ordunun art
kolunu takibeden Safvan bin El Muthal isminde bir adamdı ki çö­
lün ortasında uyuyan bu kadını tanımış ve onun peygamberin
zevcesi olduğunu anlamıştı.
Safvan, heyecanla: -Biz Allaha aidiz ve Allaha döneceğiz, sö­
zünü tekrar ediyor ve başka bir şey söylemiyordu.
Ayşe, hemen örtüsüne büründü. Safvan, devesinin eyerini
doğrulttu; onu yer çökertti; genç kadının binmesine yardım etti ve
hayvanın yularını tutarak yola düzüldü.
Uzun ve:yorucu bir yürüyüŞten sonra öğle zamanına doğru or­
duya yetiştiler. Mahfenin boş olduğunu gören halk, hayret için­
deydi. «Müminler anası» nın genç bir adamla, beraber arkadan
gelmesi bu hayreti büsbütün arttırdı. Geveze ve bedbaht dillere bir
dedikodu. sermayesi çıkmışh.
Ayşenin ve Muhammedin düşmanları bu fırsattan istifade et­
tiler.
Abdullah bin Ubey:

268
- Safvan, genç ve güzeldir. Ayşenin onu Muhammede tercih
etmesine şaşmamalıdır, diye alay ediyordu.
Şair Hassan bin Sabit ve Ebu Bekirin yeğeni Mistah bu alaycı­
lar arasında bilhassa kendilerini gösterdiler. Hassan, Safvan aley­
hinde hicivli beyitler bile yazdı.
Bir taraftan da Zeynebin kızkardeşi Hanına zina ile itti-ham
edilen Ayşeyi batırmakla kendi kardeşine bir hizmette bulunaca­
ğını zannetti. Zeyneb, filhakika Ayşenin rakibi idi. Peygamberle
yeni evlenmiş olan bu kadın, diğer zevceler arasında, kocasının
gözdesi ile baş koşmağa en çok namzet olanı idi. Hanına Ayşe ile
Safvarun daha evvel de birkaç defa buluştuklarını ve gerdanlık hi­
kayesinin elverişli bir mülakat için iyi bir fırsat olduğunu ima etti.
Mistahın anası vasıtasiyle bu dedikoduları haber alan Ayşe -kor­
ku veya kurnazlıktan- hasta oldu. Muhammet, onu görmeğe gel­
di. Fakat peygamber, her zamanki gibi güleryüz göstermiyor, ona
iltifat etmiyordu. Muhammet, soğuk bir tavırla onun habrını sor­
du. Ayşe, ailesine gitmek için kocasından izin istedi.
Anası ona:
- Üzülme, dedi, kocaları tarafından sevilen bütün genç ve
güzel kadınlar için, böyle lakırdılar çıkarırlar.
- Nasıl? Bu işten herkes bahsediyor mu? Babama haber ver­
diler mi?
Ayşe, hıçkıra hıçkıra ağlamağa bağladı. Birinci katta Kuran
okumakla meşgul bulunan Ebu Bekir, aşağı indi ve kızına evine
dönmesini tavsiye etti. Aşkı ile endişeleri arasında şaşırıp kalan
Muhammet, ne yapacağını bilemiyordu. Ebu Bekirin zarif küçük
kızı hiç gözünün önünden gitmiyordu. O, kızoğlankız olarak al­
dığı tek karısıydı. Bu çocuğun afacan gevezelikleri onun ilerlemiş
yaşını şenlendirmiş, neşesi bunca gamını, kasavetini unutturmuş­
tu. Nişanlanmalanndan evvel uykularında bile onu düşünüyor­
du; bir gece bir meleğin, bir ipek kumaş üstünde onun narin vü­
cudunu getirdiğini rüyasında görmüştü. Genç kansının bebekle­
riyle oynamasına müsaade ettiği, hatta kendisinin de onunla be­
raber oynadığı hala gözünün önündeydi. Onun hoş hallerini, ço­
cukça kıskançlıklarını ve hafifliklerini ve aynı zamanda da afifli­
ğirıi aklından çıkaramıyordu. Muhammet, bir gün Ayşenin eda­
sında yabana bir erkek görmüş, birdenbire çehresini değiştirmiş­
ti. Genç kadın, ortağı Hafsaya sütkardeşleriyle görüşmek için izin

269
verilmiş olduğunu habrlıyarak acele acele cevap vermişti:
·

- Bu, benim sütkardeşimdir.


Filhakika iki insan arasında öz kardeşlik ne gibi haklar ve
memnuniyetlere yol açarsa sütkardeşlik de öyle yapıyordu.
Muhammet, Ayşeye cevabında demişti ki:
- Onların hakikaten sütkardeşleriniz olmasına dikkat etme­
niz lazım gelir. Sütkardeş olmak için iki üç defa aynı kadının me­
mesini emmiş olmak kafi değildir.
Bu üzücü mesele bir aydan beri devam ettiği halde el'an Al­
lahtan bir vahiy gelmediğini gören Muhammet, nihayet Ali ile
Zeydin oğlu Usameden fikirlerini sordu.
Ali ·--:- Bu nevi felaket birçok kocaların başına geliyor. Ondan
başka kendine nikahlıyabileceğin birçok kadın vardır.
Peygamberin gözdesi, Alinin bu sözlerini hiçbir zaman affede­
medi. Fakat Usame Ayşeyi gayet iyi ve temiz kadın bildiğini söy­
ledi.
Damadı Alinin nasihati üzerine Muhammet, karısının hizmet­
çisi Bureyreyi de istintak etti
O, şöyle cevap verdi :
- Ben onun hiçbir kusur ve kabahatini bilmiyorum. Sade faz­
la genç ve biraz sersemcedir. Bazan ekmek yoğururken uyaya­
kalır. Ben hiçbir şey sezmedim.
Hizmetçi, saf bir tavırla şu sözleri de ilave etti :
- Yalnız bir kere, çocukluğunda, bir komşudan börek çalıp
yediğini işittim.
Zeyneb de ortağı hakkında çok iyi sözler söyledi.
Peygamber, kürsüde iftiracılardan şikayet etti. Bunları, söyler­
ken bilhassa Abdullah, bin Ubeyi kastediyordu. Bu vaka, Evsper
ile Hazreçler arasında şiddetli, bir kavga çıkmasına sebeboldu.
Hasretlerin kudretli Reisi Sad bin Ubada Abdullahı müdafaa ve
Ayşeye hücum ediyordu.
Muhammet araya girerek kavgayı yahşbrdı, kavga, edenleri
susturdu; fakat kendi de sustu.
Ayşe; hala ağlıyordu. Safvan, hayalında hiçbir kadının eteğini
kaldırmadığını yeminlerle temin ediyordu.
Ebu Bekir ile kansı kızlarının evine geldiler ve onun yanına
oturarak hep birden ağlaşhlar. Medineli bir kadın da odaya gire­
rek onlara katıldı. O esnada Muhammet de, bu vakadan sonra ilk
defa olarak katısının odasına gelip oturdu ve tatlı bir sesle dedi ki:

270
- Ey Ayşe, sen masum isen Allah seni yıkayıp temizliyecek.
Eğer bir vazifesizlik ettinse Allahtan af iste ve yüzünü ona dön­
dür. Kim ki günahını itiraf eder ve yüzünü Allaha çevirir; Allah
da ondan yana döner ve onu affeder. Sana rica ederim, bana
·

hakikati söyle.
Ayşe, birdenbire ağlamağı keserek başını kaldırdı ve Medine­
li kadını göstererek cüretkar bir tavırla bağırdı:
- Bu kadının karşısında bana böyle şeylerden bahsetmeğe u­
tanmıyor musun?
Babası araya girdi ve Ayşe, kendi yerine cevap vermesi için,
ona yalvardı. Biçare Ebu Bekir:
- Ne diyeceğimi bilmiyorum ki, dedi.
Babası gibi anası da bir şey söylemek istemeyince genç kadın
sert bir sesle dedi ki:
- Benim için neler söylediklerini biliyorum ve bunların sizde
fena bir tesir uyandırdığını da görüyorum. Size masum olduğu­
mu söylersem -ki bunun böyle olduğunu Allah biliyor- bana
inannuyacaksınız. Ben şimdi: «sabretmek daha hayırlıdır. Ben
yardımı ancak Allahtan istiyor ve bekliyorum» diyen Yakup Pey­
gamber vaziyetindeyim.»
Ayşe der ki: «Bunu söyledikten sonra yatağıma döndüm. Al­
lahın beni bu lekeden kurtaracağını bilmekle beraber, benim için
bir vahiy geleceğini ummuyordum. Çünkü kendimi çok ehemmi­
yetsiz bir insan addediyordum, Allahın herkes tarafından okuna­
cak ayetlerde benim vakamdan bahsedeceğini aklıma getiremi­
yordum. (Hakikaten Kuranın bu parçası, bugün de, öteki parça­
larla beraber namazlarda okunur.) Bütün ümidim peygamberin
uyurken beni bu lekeden temizliyecek bir rüya görmesinden iba­
retti. Fakat Allaha yemin ederim ki, peygamber daha yerinden
kalkmadan ve odadakilerden kimse dışarı çıkmadan ona vahiy
geldi. Mevsim kış olmakla beraber, her zamanki gibi, .yüzünden
inci tanelerine benziyen iri iri ter damlaları akmağa başladı. Son­
ra, başını açtıkları vakit (vahiyler esnasında üstüne bir örtü atıyo­
rlardı) o, gülümsüyordu. İlk sözü: «Ey Ayşe, Allaha hamd ü şük­
ret, çünkü Allah seni temize çıkardı.» kelimeleri old;u.
Muhammet, Ayşenin masumluğwm ilan eden ve iftiracıları
şiddetle azarlıyan «Nur» suresini almıştı.

Ayşenin anası:
- Ayağa kalk ve Allahın resulüne teşekkür etn:ı.eğe git, dedi.

271
Genç kadın:
- Hayır, beri, ona gitmek için yerimden kalkmıyacağım. Ben,
yalnız Allaha teşekkür ediyorum, dedi.
Kuran, bir kadını namussuzlukla ittiham edip de dört şahit
gösteremiyen kimsenin seksen kırbaçla cezalandırılmasını emre­
der. Ayşeye dil uzatanlardan birkaçı bu hüküm mucibince cezaya
çarphrıldı. Fakat kudretli İbni Ubeye yine ilişilmedi. Ebu Bekir,
Mistaha verdiği aylığı keseceğine yemin etmişti. Fakat yeni bir
ayet zenginlerin böyle kararlar vermelerini menetti. Hassan bir
Sabit dayağı yedikten başka, az kaldı Safvan tarafından da öldü­
rülüyordu. Fakat Muhammet, bu iki adamı barıştırdı ve şaire de
eski teveccühünü iade etti. Hassan bin Sabite Ayşe de kin tutma­
mıştı. Kör şaire acıyor ve bu adamın gerek sözleri, gerek hicivle­
riyle Muhammedin davasına vaktiyle çok yardım etmiş olduğu­
nu unutmuyordu. Yalnız, bir gün Hassan, Ayşenin odasında aşı­
kane şiirler okurken genç kadın ondan küçük bir intikam aldı.
Şair diyordu ki :
- O temiz ve mağrur bir kadındı. Onun eteğine en küçük bir
şüphe bile sıçrayamazdı. Sabahları hemcinsini zemmetmemiş ola­
rak uyanırdı...
Genç kadın gülümsiyerek -Sen onun gibi değilsin, dedi.
Ayşe, sonradan bu feci macerayı anlatırken şunu ilave eder:
- İbni El Muthal (Safvan) hakkında tahkikat yaptılar, onda
erkeklik olmadığına kanaat getirildi.
O zamandan sonra Ayşe, peygamberin pek az seferlerine işti­
rak etti. Maamafih, bir başka seferde bir gerdanlık daha kaybetti.
Fakat bu defa onu aramağa başkalarını memur etti. Bu yüzden or­
dunun gecikmesi üzerine müslümanlar apdest almak için su teda­
rik edemediler. Ebu Bekir, onu şiddetle azarladı ve başını gözdesi­
nin dizine koyarak uykuya dalmış olan peygamberi uyandırmak­
tan korkmasaydı ona bir iki tokat da atacaktı. Gerdanlık yatmış bir
devenin altında bulundu, ihtiyaç halinde su yerine kum ve toprak­
la apdest almak (teyemmüm) hakkındaki vahiy o zaman geldi.
Bir başka defa Ayşe, ortağı Hafsa ile beraber sefere iştirak et­
mişti. Eğlence olsun diye ortağıyle devesini değişti. Fakat Mu­
hammedin, ortağının bulunduğu mahfe yanından atını ayırma­
ması o kadar canını sıktı ki ilk konakta yere indi ve çıplak ayağı
ile otların içine basarak: «inşallah beni bir akrep sokar!» diye dua
etti.

272
21

Harem

Beni Kureyzelerin mağlubiyetinden sonra Muhammet, Rihana


ile, sonra da Safiye isminde bir başka Yahudi kadıniyle evlendi.
Safiye, Hayber esirlerindendi. Kocası Kinana, muharebede öldü­
rülmüştü. Peygamber, bu kadına ağırlık olarak hürriyetini verdi.
Dul bir kadının başka bir erkeğe varabilmesi için lazımgelen şer'f
müddet geçince Muhammet, onu nikahına aldı. Düğün, Hayber
dönüşünde, yolda oldu. Enas bin Malik, düğün ziyafeti olarak te­
rayağı, peynir ve hurma hazırladı. Çünkü et ve ekmek bulmak ka­
bil olmamıştı.
Muhammedin bu güzel Yahudi kadınını uzun zaman sevme­
diği anlaşılıyor. Om�n hangi ırktan olduğunun hatırlatılmasına
mani oluyor, Safiyeye aslı sorulduğu zaman: «Babam Harun, am­
cam Musa, kocam Muhammet' tir» demesini tavsiye ediyordu. Fa­
kat bir gün bir mesele için ona kızarak: «kısır ve uğursuz karı» de­
di.
Ümmü Habibe ismini alan Remle, Ebu Süfyanın kızı ve Habe­
şistan muhacirlerinden, Ubeydullahın eski karısı idi. Ubeydullah,
hıristiyan haniflerindendi. Muhammet, Habeşistana bir vekil
göndermek suretiyle Remleyi kendine nikah etmiş, Necaşi de
Arap peygamberin çok ehemmiyetli bir adam olduğunu düşüne­
rek kadına dört yüz altın dinarlık bir çeyiz vermiştir.
Üınmü Habibe genç değildi ve Muhammedin hareminde bü­
yük bir rolü olmamıştır. Fakat Muhammet, onu nikahlamakla ya­
lnız ehemmiyetli bir insanın karısına şerefli bir mevki temin etmiş
olmuyor, kayınpederi olan Ebu Süfyan ile, ilerisi için, bir itilaf ka­
pısı açıyordu Nitekim de sonradan bu sayede Ebu Süfyan ile Mu­
hammet arasında bir itilaf olmmuştur.
Ebu Süfyan, bu izdivacı haber aldığı zaman çok öfkelendi.
Muhammet, daha sonra El Abbasın baldızı Meymuneyi de al­
mıştır. Bu izdivaç, büyük bir kumandan olan Halid bin Velidi de,

273
Meymunenin yeğeni olması itibariyle, Muhammede yaklaştırı­
yordu.
Muhammet, bu saydıklarımızdan başka iki kadın daha nikah­
ladı; fakat onlarla güvey girmeden ayrıldı. Düğünden evvel bun­
lardan birisinin cüzama benzer bir hastalığı olduğunu anladı ve
nikahını vererek boşadı. Öteki, mağlup kabilelerden birine men­
sup asil bedevi bir kızdı. Peygamber, ona yaklaşmak istediği za­
man genç kız, büyük bir gurur ile kalkındı ve dedi ki:
- Bir kabile reisi kızı adi bir adamla evlenir mi? Ben ayağına
gidilen bir kabilenin kızıyım, kimsenin ayağına gidenlerden deği­
lim. Sana karşı Allaha sığınırım ...
Peygamber -Sen her şeye kadir bir mevcudun ismini ağazına
aldın, dedi ve ona ince ketenden elbiseler giydirdikten sonra aile­
sine gönderdi
. 'Peygamber, iki üç de odalık aldı. Bunlardan en mühimmi Mı­
sır mukavkisi tarafından kendine hediye edilen Kıbtlı Maria» dır.
Peygamberin bu kadından ibrahim isminde bir oğlu oldu. Fakat
uzun zaman yaşamadı. Bu erkek varisin ölümü peygamberi çok
üzdü. Çocuğu kendi eli ile mezara indirdi ve çok ağladı. O gün gü­
neş tutulmuş. olduğu için müslümanlar bunu bir matem alameti
addettiler. Muhammet, bu kendine çok hoş gelmesi lazım gelen
batıl itikadı reddetmek gibi bir ruh büyüklüğü gösterdi. «Yıldızlar
hiçbir mahlukun ölümü için kendilerini gizlemezler» dedi. Bu söz
bir yalancı peygamberin ağzından çıkacak söz müdür?
Peygamber, Marianın kardeşi olan Şirini şair Hassana verdi.
Mukavkis, Manianın hizmetine bakmak üzere Mihran
isminde bir de hadım köle gÖndermişti, Muhammet, bir gün bu
Mihrandan şüpheye düştü ve damadı Aliye bu işi tahkik ederek
doğru ise köleyi öldürmesini emretti.
Mihran, Alinin, elinde kılıçla,· geldiğini görünce kaçmağa baş­
ladı. Biraz sonra, Ali, onu yakaladı.
Mihran -Ben ne yaptım? diye bağırıyordu.
İşi anlayınca elbisesini sıyırdı ve Alinin şüphesini kökünden
izale etti.
Birçok kadınlar, ağırlık istemeden, Muhammede varmağı tek­
lif ediyorlardı. Ayşe, fena halde kıskanıyor:
- Bir kadın kendi kendini nasıl teklif eder? diye söyle­
niyordu.

274
Fakat Kuran;: bu hususta Muhammede açık bono vermişti Ay­
şe, acı bir istihza ile:
- Allanın senin arzularını yerine getirmekte gecikmiyeceğin­
de şüphem yok, diyordu.
Ayşe; şımarık, hafif bir çocuktu; süsü ve parayı çok severdi.
(Sonradan esir ticareti de yapmıştır) Gözü daima yükseklerdeydi.
(Bu yüzden az kaldı müslümanlığı yıkıyordu) Hakim, kahyürek­
lidi. (Bir çeyrek dinar çalmış olan: bir esirin elini kestirmiştir) Fa­
kat zarif, mahir ve sevimli idi. Her halde Ayşe Muhammedi hay­
li sıkmışhr.
Ayşenin mensup bulunduğu Beni Teyim Kabilesi kadınları
için tertibedilmiş bir hikayeler mecmuası onların aksi tabiatlı ol­
duklarını ve kocalarına çok fazla tahakküm ettiklerini gösterir.
Ayşenin kıskançlığı maziye kadar gidiyordu. Muhammedin
bazan ilk karısı Haticenin hatıralarından güzel bir lisan ile bahset­
mesini bile çekemiyordu.
Genç kadın diyordu ki:
- Hatice ihtiyar bir kadın değil, miydi? Bugünkü halin daha
iyi değil mi?
Peygamber, bağırır gibi bir sesle cevap verdi:
- Allah hiçbir zaman bana ondan iyi bir zevce vermedi. Ben
fakirdim. O, beni zengin etti. Herkes bana. yalancı der ve benden
elini çekerken o, bana inandı ve kuvvet verdi.
Muhammet, merhum karısının ahbaplarına koyun eti parçala­
rı gönderirken Ayşe:
- İnsana öyle geliyor ki yeryüzüne şimdiye kadar Hatice gibi
bir kadın gelmemiş.
Bir gün Haticenin kızkardeşi Hale Medineye geldi. Peygam­
ber, onun sesine kadar her şeyini eski karisına benzeterek heye­
can ile:
- Yarabbi, Hale geldi, diye bağırdı..
Ayşe, hiddetle homurdandı:
- Bu ihtiyarlıktan dişleri dökülmüş Kureyş karılarını ikide
birde hatırlamaktan ne zevk duyarsın?
Muhammet, bu çok güç memnun olan huysuz çocuğa bir ba­
ba muamelesi ediyordu. O, işi pek fazla ileriye götürmemeleri
şartiyle kadın mizacına ve kadın zarflarına karşı filozofça bir mü­
samaha ile dolu bir adamdı.

275
Ayşe, bir gün kocasına yaptığı kaba bir muamele için babası
Ebu Bekirden temiz bir tokat yemeği haketmişti. Muhammet,
arkadaşına:
- Kadının cevheri kıskanç olmaktadır, dedi, kıskançlık
kadının gözünü bir kere bürüdü mü artık bir derenin ne tara­
fa aktığını farkedemiyecek bir hale gelir. Onu mazur görmeli.
Peygamber, bir gün Ayşenin odasında yemek yiyordu.
Öteki karılarından biri hizmetçi vasıtasiyle bir çanak yemek
gönderdi. Ayşe, fena halde kızarak hizmetçinin eline vurdu ve
çanak yere düşerek parça parça oldu. Muhammet, sükünetle
parçala,rı topladı, yemeği içine koydu ve sofrada bulunan mi­
safirlere:
- Ananız kıskançtır, dedi.
Sonra, kırılan çanağın yerine bir yenisini getirtti. Feygam­
Ber, ,hastalığı esnasında bit gün Ayseye:
- Benden evvel ölmeği ve benim tarafımdan toprağa ko­
nacağını bilmeği istemez misin? diye sordu . .
Genç karısı cevap verdi:
- Bunu isterdim amma benim cenazemden döndükten
sonra başka bir kadınla avunacağım bilmesem ...
Peygamber, gülümsedi.
Muhammedin. Ebu Bekirin kızını bütün öteki karılarında
üstün tuttuğunu herkes biliyordu ve peygambere bir hediye
vermek isteyenler onun Ayşenin odasında bulunacağı bir gü­
nü bekliyorlardı.
Öteki zevcelerden bazıla'rı Ümmü Selmayı şikayete gön­
derdiler. Peygamber, hiç cevap vermiyerek arkasını döndü.
Fakat Ümmü. Selmanın arkasından iki kadın daha geldiği için
cevap vermeğe mecbur oldu:
- Ayşe için beni üzmeyiniz. Çünkü Ayşeden başka bir ka­
dının örtüsü altında bulunduğum vakit bana Allahtan vahiy
gelmiyor.
O vakit, Ümmü Selma son bir çareye müracaat etti ve
Muhammedin bitaraf olmasını istemek üzere kızı Fatmayı
gönderdi.
Muhammet, Fatmaya şu cevabı verdi:
- Aziz çocuğum. Sen benim sevdiğimi sevmiyor musun?
Ürkerek Fatma:

276
"'-- Orası öyledir, demekten kendini alamadı ve yeni bir te­
şebbüste bulunmaktan vazgeçti.
Kadınlar nihayet güzel Zeynebi gönderdiler. O yüksek sesle:
- Zevcelerin bitaraf olmanı ve Ebu Bekirin kızına fazla iltifat
etmemeni istiyorlar, dedi.
Zeyneb, bu sözleri o kadar yüksek sesle söylemişti ki biraz
"ilerde oturan Njşe işitti Muhammet, onun ne yapacağını gör­
mek için başım çevirdi.
Ayşe, filhakika ağzını açb ve Zeynebe ·o kadar garip bir hü-
cumda bulundu ki genç kadının dili tutuldu.
Muhammet, bir nevi hayret ve takdirle:
-Ebu Bekirin kızı olduğu ne kadar belli, dedi.
İhtiyar Sude ile Yahudi Safiye, Muhammedin kendilerini bo­
ş11ması korkusiyle kendi hisselerine düşen günl�ri Ayşeye ver­
mişlerdi. (Müslümardıkta bir erkek bütün zamanını v� gecelerini
zevceleri arasmda müsavi surette taksime mecburdur) .
Böyle olmakla beraber peygamber, arasıra· harem kavgaların­
dan bunalıyordu.
-Cehennem kadınlarla doludur, diyordu, onların entrikaların-
dan kendinizi koruyunuz.
Kuvvetinden emin olan Ayşe, şöyle cevap veriyordu :
- Orası öyle. Kadın dikbaşlı bir binek hayvanıdır.
Ebu Bekir, çok kere kızına lakırdı anlatmak için araya girmeğe
mecbur oluyordu. Ancak şu da vardı ki Ayşe, ailesinin menfaat­
lerine ve gizli hırslarına çok yardım ediyordu.
Harem, iki fırkaya ayrılmıştı: bir tarafta peygamberin sağ ve
sol kolu olan Ebu Bekir ile ömerin kızları. Ayşe ile Hafsa, Onlar
kocaları tarafından pek az sevilen Sude ile Safiyeyi de kendileri­
ne uydurmuşlardı. Öte tarafta Ümmü Selma, güzel Zeyneb ve di­
ğer zevceler .. halktan olan Beni Teyim ve Beni Adi Kabilelerine
karşı Mekkenin eski aristokratları... ·
Ebu Bekir ile Ömer, damatlarının mirasına ıru konmak istiyor­
lardı? Ebu Bekir ile Ömerin, Muhammedin plümünden sonra
onun kudretini, birbiri ardısıra, paylaşmak üzere Ebu Ubeyde ile
ittifak etmiş oldukları söyleniyordu. Nitekim onlar buna muvaf­
fak da olmuşlardır. Ancak şurası muhakkakhr ki Ebu Bekir ile
ömer, kızlarının kuvvetli yardımı sayesinde Ali ile Fatmanın nü­
fuzunu hayli kızlarının.

277
Mahzumflerden Ümmü Selma, yukarda da söylediğimiz gfbi,
kıskanç tabiatli bir kadın olduğunu daha evvelden pey­
gambere haber vermişti. O da bu meyli onun kalbinden söküp
çıkartması için Allaha yalvaracağını söylemişti. Ümmü Se­
lmanın kıskaçlığı pek acı bir tecrübeye maruz kaldı ve feci va­
kalara meydan verdi.
O akşam, Muhammet, Ayşenin odasına girdi ve genç
kadının ortağı Ümmü Selmanın orada bulunduğunu anlatmak
için yaptığı işaretleri görmiyerek onu okşamağa başladı.
Ümmü Selma dayanamıyarak ağzını açtı:
- Görünüyor ki öteki karılarının hiçbiri gözünde yok,
dedi ve Ayşeyi tahkire başladı.
Peygamber, boş yere ÜmmüSelmayı teskine çalıştıktan
sonra Ayşeye:
- Cevap ver, dedi.
Ebu Bekirin kızı nazlanmadan ağzını açtı. Seyircilerin riva­
yetine göre, müminlerin anaları arasında çıkan kavgalarda
galebe daima Ayşede kalırdı. Genç kadın, çabucak ortağının
ağzını kapadı ve orada Ali ile Fatmayı da bir hayli kalayladı.
Ayşeye göre peygamberin onlara bu kadar ehemmiyet verme­
si bile fazla idi.
Ümmü Selma, Ayşenin sarfettiği ağır sözleri hemen Ali ite
Fatmaya yetiştirdi. Ali, bu muameleden şikayet için karısını
Muhammede gönderdi. Peygamber, açıktan açığa şu cevabı
verdi:
- Kabenin Allahına yemin ederim ki Ayşe, babanın gözde­
sidir.
Pervasızlığın bu derecesi karşısında Ali, bizzat şikayete el­
di; sitemli bir tavırla:
-Ayşenin hakareti yetmiyormuş gibi sen de Fatmanın
(karşısında: «Ü benim gözdemdir» derneğe nasıl dilin vardı?
diye çıkışmağa başladı.
Muhammet, yeni şikayetlerin önünü almak için kızının dai­
resine giden kapıyı kapattırdı. Ömer, derdi ki:
- Peyga:tnber hasta olduğu zaman zevceleri ağlamaktan
kızarmış gözlerini uğuştururlar. Fakat o, bir kere iyi oldu mu
hemen boğazına sarılırlar.
Rivayete göre Muhammet, balı çok severdi. Zevceleri onun

278
bal şerbeti içmek üzere Zeynebin odasına gittikçe fazla gecikti­
ğini farkettiler. Ayşe, bir oyun oynamak istedi ve öteki or­
taklariyle ağız birliği etti.
Genç kadın, peygambere:
- Sen mtigafir· mi yedin? diye sordu. Muhammet, kendi ken-
dine bu oyunun farkında olmadan:
- Hayır, dedi.
- O halde bu koku nereden geliyor?
- Zeynebin odasında bal şerbeti içtim.
- Şu halde bu balı yapan anlar mugafir emmiş olacaklar...
- Bir daha içmem ...
Peygamberin bütün öteki zevceleri de aynı şeyleri tekrar etti­
ler. Öyle ki Zeyneb bir başka defa ona bal şerbeti ikram ettiği va­
kit içmedi.
Sude, bu şakada ileri gidilmiş olmasından şüphe ediyor:
- Peygamberi bal şerbetinden mahrum ettik... diyordu.
Ayşe - Hele sen hiç sesini çıkarma, dedi.
Bir başka,defa daha fena bir şey oldu.
Muhammet, Hafsamn hakkı olan bir geceyi Maryaya vermişti.
Hafsa onu ortağının kollarında yakalayınca acı acı söylenmeğe
başladı. Öyle ki peygamber, Hafsanın bu meseleyi etrafa yayma­
ması şartiyle müebbeden Maryayı ihmal edeceğini va' detti
Fakat Hafsa bu sırrı uzun müddet saklamadı. Ortakları arasın­
da en çok sevdiği Ayşe ile annesi bir zaman sonra vakayı öğrendi­
ler.
Tam o gün Ömer ile kansı arasında da bir kavga çıkmıştı.
Ömer, sert ve ümmi bir adam olduktan başka kadın hakkında da
tıpkı eski Kureyşfler gibi düşünürdü. Kansı, Ömere bir ders v�r­
meğe kalktığından onu fena halde haşladı:
- Sana ne oluyor? Sen kendi işine baksana, dedi. Kadın cevap
veriyordu:
- Sana şaşıyorum. Sen, benim bir kelime söylememe izin ver­
miyorsun. Halbuki kızın, peygambere karşılık veriyor� Muham­
met, onun yüzünden bütün gününü hiddet içinde geçirdi, hatta
bugün kızın Muhammetten uzaklaştı.
Ömer: -Ben, şimdi onun terbiyesini veririm, dedi ve hırkasını
yakalıyarak Hafsanın odasına koştu.

Fena kokulu bir nebat

279
Hafsa: -Evet, biz ona karşılık veriyoruz, dedi;
· Öyle ama sonra Allanın cezasına ve peygamberin gazabına uğ­
rarsın. Sen, sakın güzelliğinden ve peygamberin gösterdiği mu­
habbetten dolayı şımaran 'kadına uyma.
Ömer, bu sözleriyle Ayşeyi kastetmişti. Sonra, akrabalarından
olan Ümmü Selmayı görmeğe gitti.
Ümmü Selma şu cevabı verdi:
- Sana şaşıyorum Ömer. Her şeye burnunu soktuğun yetini­
yormuş gibi şimdi de peygamberle zevcelerinin arasına damı gi­
riyorsun?
Ömer, biraz sakinleşmiş olarak evine döndü. Bu vakada ne gi­
bi fena n�ticeler çıkacağını bir türlü akledemiyordu,
Peygamberin haremi fevkalade bir heyecan içindeydi. Bütün
kadınlar, Maryaya ve peygambere karşı ittifak ehnişlerdi. Bu fe­
sadı nasıl bastıracağını düşünen Muhammet, dilini tutmadığı için
Hafsayı acı acı azarladı.
Nihayet, peygamber, zevcelerinin, bu grevine bir kapı kapa­
ma* (block-out) karariyle mukabele etti ve evin tepesindeki bir
cihannümaya çekildi.
Ömer, Medine civarında Evali mahallesinde oturuyordu.
Geceyarısı şehirden dönen bir komşu, onun kapısını çaldı ve
«dehşetli haberlerim var» diye bağırmaca başladı.
Ömer:
- Ne oluyor? Gassaniler mi 'hücum ediyor? diye sordu.
- Hayır. Daha fena. Peygamberin bütün zevcelerim boşa-dı-
ğı söyleniyor. .
Ömer, tekrar Medineye -koştu ve kızanın büyük bir yeis ite
ağladığım gördü.
- Muhammet, seni boşadı ma?
- Bilmiyorum, O, şimdi cihannümada bulunuyor. Camide
boş kürsünün etrafında birçok kimseler ağkyordu.
Ömer, birkaç dakika onlarla o turdu. Sonra artık dayanamaya­
rak eüıannömaya çıktı ve bir köle vasıtasiyle Muhammedi gör­
mek istediğini bildirdi. Peygamber, cevap vermedi, Ömer de ça­
resiz, aşağı indi. Bir ikinci teşebbüs aynı muvaffakıyetsizlikle Ne­
ticelendi. Bir üçüncüsü de yine öyle. Ömer, evine dönmek üzere

Kapı kapama, Avrupa ve Amerikada patronların, grevci ameleyi fab­


rikaları kapamakla tehdidetrneleri

280
mahzun mahzun merdivenden iniyordu. Köle, nihayet onu. ça­
ğırdı ve cihaımümaya soktu.
Muhammet, sessiz sedasız bir hasırın üstüne uzanmıştı. Hası­
rın üstünde bir örtü bile yoktu. Peygamberin dirseği bir meşin
yastığa dayali idi. Vücudunda hasır liflerinin yerleri görünüyor­
du. Ömer, ayakta, ona selam verdi. Peygamber,-onun geldiğini
farketmemiş göründü,
- Zevcelerini boşadın mı?
Muhammet, gözlerini kaldırdı:
- Hayır, dedi.
- Allaha şükrolsun. Allah büyüktür.
Ömer, derin bir nefes alarak bu sözleri söyledikten sonra biraz
evvelki münakaşasını anlattı.
- Buraya geldiğimizden beri kanlarımız ele, avuca sığmaz ol­
dular. Medine kadınlarının huyları, adetleri onlara da geçiyor.
Ömer, Muhammedin yüzünde bir tebessüm gölgesi görerek
devam etti:
- Demin' Hafsaya nasıl çıkış görmeliydin... Ümmü Selma se­
nin haremine karışıyorum diye beni haşlamasın mi?
Muhammet, gülmekten kendini alamadı. Ömer, oturdu. Üç
koyun derisiyle süslü olan bu odanın fukaralığından bahsetti:
- Milletimiz için biraz refah iste. Müşrik İranlılar ile Yunanlı­
lar bizden çok fazla zengindirler.
Peygamber, yerinde doğruldu:
- Ey El Hattabm oğlu, bu insanlar hisselerini bu dünya-da al­
dılar.
Ömer: - Ey Resul. Hakkın var. Benim için Allahtan af iste, de­
di.
Boşanma tehlikesi uzaklaşmıştı. Sonra, Muhammet, Ömer ka­
dar ehemmiyetli bir şahıs ile arasının açılmasını ve bütün zevçe­
lerini kaybetmeği istiyemezdi. Bununla beraber bir ay kadınlar­
dan uzak yaşamağa yemin etmişti. Yirmi dokuz gece kendi ken­
dine cihannümada yattı. Bu müddet esnasında ona gelen: ayetler
onu zevcelerine fazla yüz vermekle ittiham ediyordu. Halbuki Al­
lah ona zevceleriyle olan münasebetlerinde tam bir hürriyet ver­
mişti. Bu. vahiyler Ayşe ile Hafsayı kocalarına karşı ittifak ettikle­
ri için şiddetle azarlıyordu:
«Şayet o sizi boşarsa Allah ona sizden daha iyi zevceler, müsl-

281
üman, itikadı bütün, dindar, yaptıklarına tövbe etmekten hoşla­
nan, oruç tutan, itaatli nice dul ve bakir kadınlar verebilir.»
Peygamber, yirmi dokuzuncu gün cihannümadan indi ve Ay­
şenin odasına gitti.
Ayşe, garip bir cüretle: -Hani sen tam bir ay cihanım mada ka­
lacağına yemin, ettindi, ben ancak yirmi dokuz gece saydım ..
Peygamber: -Bu ay yirmi dokuz gündür, diye cevap verdi.
Allah gönderdiği vahiylerle peygamberin zevcelerini Muham­
met ile dünyadan birini intihapta serbest bırakıyordu. Muham­
met, Ayşeye ailesiyle görüşmesini ve kendisiyle kalmak mı yok­
sa, boşanmak mı istediğini sordu.
Ayşe: -Babam hiçbir zaman bana seni terketmemi tavsiye et­
mez, diye cevap verdi.
Bütün kadınlar hiç tereddüdetmeden onunla kalmağı tercih
ettiler. Muhammet, fırsattan istifade ederek zevcelerini, intizama
davet ediyor ve kendisini o zamana kadar çok ezen, süs ve deb­
debe taleplerine nihayet veriyordu. Fakat buna karşılık olarak da
peygamber, bir daha nikahına yeni kadın almıyacağını taahhü­
detmek suretiyle zevcelerine teşekkür ediyordu. Peygamberin
zevceleri o vakit dokuza baliğ oluyordu. Kuran, Muhammedin bu
taahhüdünü teyidetmiştir.
Biz, az çok itikadı zayıf yeniler ve tek evli Avrupalılar -ki çok
evliliğe (polygamie) ancak gizli olarak ve kendi yurdumuz hari­
cinde cevaz veririz- Muhaımnedin Hafsa tarafından böyle "bir
vaziyette yakalanmasını bir peygamber için garip görürüz. Fakat
«Prene dağlarının beri tarafında, hakikat olan bir şey öte tarafında
batıldır» darbımeselini unutmamalı. Hafsanın fenasına giden şey
bu vakanın kendisi değil, harem kaideleri hilafına olarak kendine
ait olan bir' günde geçmeğiydi.
Sonra, peygamberin muasırları da bunu fena hir gözle görme­
ği akıllarıncı. getirmemişlerdi.
Zeyneb meselesinin pek hoş görülmemesi ahret oğulluk hak­
kındaki bii- .kcinunun ihlal edilmiş olmasından ileri geliyordu. Fa­
kat kanun değişince ortada hiçbir mesele kalmadı. Peygamberin
arkadaŞlari bu işlerde reislerinin göz açıklığını takdir bile ediyor­
lardı.
Enes çli_yordu ki:
- Peygamberde otuz erkek kuvveti olduğunu aramızda da­
ima konuşuyorduk.

282
Bu genç hizmetçi, efendisinin yirmi dört saat içinde dokuz
zevcesinden dokuzunun da biribiri ardısıra, hahrını hoşetrniş ol­
duğunu söylüyordu İbni Ömer ile Ayşe de aynı şeyi söylerler.
Muhammet, bazı muayyen devirlerde nefis zevklerine fasıla
verdi, bilhassa,· ramazanın son dokuz gecesini camide itikafa ka­
panarak geçirmek adetindeydi. Ayşe, odasından çıkmadığı halde
onun o zamanki halini tasvir eder. Ayşe, bir gün, onun sabahlan
içine çekilmesi için, avluda bir çadır kurdu. Hafsa, ondan görerek
bir çadır daha kurdurdu. Zeyneb de onları taklidettf. Öyle ki erte­
si sabah camide dokuz çadır hazırlanmış bulunuyordu. Muham­
met, bunun manasını sordu. Ornuzlanru silkerek:
- Bunlar akıllarınca bir hayır mı işlemişler? dedi, bu ay itika­
fa girmiyeceğim.
Müslümanlığın kadın taliirıi yükseltmiş, onlara cemiyette iyi
bir mevki vermiş olmasından şüphe edilemez. Ömer der ki: «Put­
perestlik zamanında kanlarımızın bir paralık kıymeti yoktu. All­
ahın onlar hakkında vahiyler gönderdiği ve haklarını tesbit ettiği
günden itibaren bu hal değişti.»
Peygamber der ki: «Müminlerin en kusursuzu karısına karşı
güeryüzlülüğiyle temayüz edenidir». Kadınlara kocalarına itaat
etmelerini emrediyor; fakat erkeklerin onları horlamalarını,
kızları kendi arzuları hilafına evlendirmelerini, karılarını boşa­
mak, yahut tehdidebnek suretiyle onlardan para çekmeği yasak
ediyordu. «Sizin kaburgakemiğinizden yarahlmış olan (kadınlara
karşı hayırhah olunuz. Bir kaburgakemiğini doğrultacağım diye
fazla zorlasanız onu kırarsınız bunun için onlan beğenmediğiniz
zayıf ve iğri taraflariyle beraber kabul ediniz, Karısı içirı para sar­
fetmek fakirler için, yahut da mukaddes bir muharebe için para�
sarfetmekten daha sevapbr... Bir kan koca birbirlerinin ellni tutar­
larsa günahları parmaklarının arasından akıp gider: Cenıiet ana­
ların ayaklan alhndadır ... Bir çocuğa» annesine verdlğf bÜse cen­
net kapısının eşiğine koyacağımız buse kadar tatlıdii.�.» ·· ·

Arabistan kadınları miras hakkından mahrumdular� ·;<Ancak o


kimse mirasa hak kazanır ki kılıç sallarnağa, su kuyıilarmi ve ya­
laklarını müdafaaya, sürüleri gübneğe kadirdir» diye 'bir söz var­
dı.
Mallarını kendi, çocuklarına vasiyet ederek ölmÜŞ bir a.damın
kızları bu mallar üzerinde hak iddia eden erkek ye.geitleri arasın-

283
da bir dava çıkmış ve bu davanın halli Muhamrnede havale edil­
mişti. Kadınlara miras hakkı veren ayet o zaman inmiştir. Onlar
erkek evlada düşen hissenin yansı kadar bir pay alacaklardı.
Kuran, kız çocukların öldürülmesini ele yasak etmiştir. O ök­
süzler için olduğu gıbi kız çocuklar hakkında da tavsiyelerle do­
ludur. Muhammet, muvakkat izdivaçları, esirlerin fuhşa
sevkedilmesini menetmiş ve «bir esir kıza besleyip büyüten, oku­
tup yazdıran ve azadederek kendine nikahlıyan kimselere iki kat
mükafat» va'detmiştir.
Muhammet, çok evlenme (polygarne) yi müsamaha etti.
İbrahim Peygamberin memleketinde başka türlü hareket etme­
side zaten kabil değildi Sonra, Muhammet, karı üst(ine kan alma­
ğı tavsiye etmek şöyle dursun bu hususta gü'çlükler bile çıkarmış­
tır, ikinci defa evlenmek müsaadesi ancak karılarından birine öte­
.ldınden bir iğne bile fazla vermiyecek kadar adaletli olanlara veril­
miştir. Peygamberlik imtiyazlarından, olmak üzere kendisi istedi­
ği kadar kadın alabilirdi. Fakat başkalarının meşru zevcelerinin
adedini dörde indirmişti. Sonra boşanmağa da izin verdi. Fakat
Allahın müsamaha ettiğiği şeyler arasında bunun kadar nefret et­
tiği bir şey olmadığını da söyledi Hem de şunu söylemek lazım
gelir ki tek evlilik (monogamie) insanın tabü haklarından değildi,
hatta Atık. Ahdın ahlak kanunları patriyarşları bir tek zevce ile ya­
şamağa mecbur etmez. Bunun sonradan hıristiyanlıkta bir kaide
hükmüne geçmesi hıristiyanlığın yayıldığı garp muhitinde esasen
tek evlilik kaidesinin hüküm, sürmesinden ileri gelmiştir. Mesele­
yi mutlak manasında tetkik edersek Neronun tebaasının ahlakça
İbrahim ve Yakup Peygamberler ümmetinden daha yüksek olma­
dığını teslim ederiz. Acaba söylenildiği gibi sami ırkın erkekleri
an milletlerin erkeklerinden daha mı şehvetperesttir ve «Allahın
planmdaki nüfuz edilmez tezatlar» çokallahlı ve tek evli ariyi, te­
kallahlı ve çok evli sami ile mi karşılaştırıyor?
Ne olursa olsun meselenin asıl can noktası resmi ve tahdidedi-
1.miş bir «çok evlilik» in kaçırtma kabilinden gizli birçok evlilikten
iyi olup olmadığını bilmektedir. Bu sualin muhtelif cemiyetlere
göre muhtelif cevaplar alması pek mümkündür. Müslüman usulü­
nün· büyük mahzurları bulunduğu muhakkaktır ve peygamber­
den hicivci şairlere kadar hiç kimse bunu inkar etmedi. Fakat onun
iyi bir tarafı da vardır ki bugün büyük bir tehlike hükmüne girmiş

284
olan' fuhşu ve kadınlarda bekarlığı kökünden kazımış olmasıdır.
Ancak ne suretle olursa olsun Muhammedin çok evlilik meselesin­
de kendisinin halka numune ve önayak olmasını gönül istemezdi.
Sonra, şunu da söylemek lazımdır ki hıristiyanlığın kadını la­
netli bir mahlük, bir günah membaı telakki ettiğini söylemek ne
kadar yanlış ve haksızca müslümanlığın kadını zevce ve ana im­
tiyazlarından mahıı,ım ettiğini iddia etmek de o kadar haksız ve
yanlışbr.

Şarkta aile ahlakınin ne kadar kuvvetli olduğunu anlamak ve


bizim kısa etekli, çıplak kollu kadınlarımıza, fabrikalarda çalışan
kadın amelemize ve kocasız kalmış ihtiyar kızlarımıza hasededil•
mediğini görmek için müslüman memleketlerini şöyle bir dolaşa­
mak kafidir. Orada yuva ve ocak muhabbeti Allah muhabbetin­
den' daha az değildir ve müslürnanlığın ideal ve platonik, şövaliye
aşklarını bilmediğini zannetmek hiç doğru değildir.

285
22

Zafer
Hubeybiye, Hayber, Sefaret Heyetleri,
Mute, Melekenin Alınması

"Senin yüksek is�ini yükseltmedik mi? Fakat


felaketin yanında saadet vardır. Muhakkak ki
felaketin yanında saadet vardır.'
Kuran, XCIV.
"Biz sana bir parlak zafer temin ettik".
Kuran, XLVIII.
"Hakikat gelmiştir, ha.hl kayboluyor."

Müttefiklerin hendek önünde bozulması Medineyi tehlikeden


kurtarmıştı. Müslümanlık, arhk istikbale emniyetle bakabilirdi.
Muhammet, alh sene evvel kendisini kovan şehre galip sıfatiyle
dönrneği düşünmeğe başlıyordu. Hele Yahudilerle bozuştuktan
sonra, Arapların mukaddes Kabesini müslümanlığın bir ruhani
merkezi olarak görüyor ve muhacir arkadaşları ana vatanı şiddet­
le özlüyorlardı. Tamarniyle Kureyşilerden mürekkep bulunan
Aşere-i Mübeşşere (peygamberin cennete gideceğini müjdelemiş
olduğu on sahabi) nin hepsi muhakkak hacce gidilmesi lüzumun­
da ittifak ettiler. Bin dört yüz müslüman, mukaddes aylar müta­
rekesinden istifade ederek, beraberlerinde kurbanlık yetmiş deve
olduğu halde Mekke yolunu tuttular.
Müslümanlar, Zül Huleyfeye gelince silahlarını bıraktılar,
Üzerlerinde yalnız birer kılıç alıkoydular. Halbuki Kureyşfler, on­
ların sı.dp�rverliklerinden şüphe ettikleri için Halid bin Veli-di,
bir süvaf.i. kuvvetinin başında, onları geri çevirmeğe gönderdiler.
Muhanunet, gece ay ışığında, dağların etrafını dolaştı ve mu­
kaddes-toprak hudutları içinde, Hudeybiye mevkiine ordugahını
kurdu. Sonra . da Kureyşflere muharebe etmek için değil, haccet-

286
mek maksadiyle geldiğine dair haber gönderdi. Muharebe yü­
zünden çok sıkıntı çekmekte bulunan ve ticaretinin günden güne
düştüğünü gören Mekkenin kendisiyle uzlaşmağa kocası razı ola­
cağını tahmin ediyordu.
Kureyşfler, müslümanları iskandil etmek için birtakım, me­
murlar gönderdiler. Evvela Ahabiş kuvveti reisi, Muhammedin
ordugahına geldi ve pek iyi bir tesir ile döndü. Fakat Mekkede
ona «kaba bedevi» diye muamele ettiler. O da kızdı, maiyetin»
deki ücretli askerleri dağıtmakla Kureyşfleri tehdidetti. Mekkelil­
er ondan artık bu işle meşgul olmamasını rica, ettiler.
Bu defa Sakiflerden Urva hizmet teklifinde bulundu ve müsl­
üman ordugahına gitti. Kureyşflerin bir yabancı göndermekten
maksatları Muhammedi tahkir etmek değilse bile ona pek ehem­
miyet vermiyor gibi görünmek ve icabederse Urvaya verdikleri
salahiyeti inkar etmekti. Onların bir maksadı da, müzakereleri
uzatmak suretiyle, müslümanlan yormak ve intizamlarını boz­
maktı. Fakat Muhammet, bu işte büyük bir diplomatlık yaptı.
Urva onu' korkutmağa çalışmış ve demişti ki:
- Sen başına bir yığın dilenci toplamışsın ve bu adamlarla
fırıldağını çevirmek istiyorsun. Fakat Kureyş süvarileri para deri­
leriyle zırhlanarak şehirden çıkmışlar ve seni zorla Mekkeye sok­
mamağa yemin, etmişlerdir. Sen kavminin mahvolmasını mı isti­
yorsun? Dostlarının bile bu işte seni yaya bırakacaklarına emin ol!
Ebu Bekir, ,aöae katıştı ve Urvaya:
- Sen git de El Latin bıznnı yala. Sen hiç bizim selulullahı ter­
kedeceğknisi zanneder misin? dedi.
Sakif, söz 'Söylerken her cümlede peygamberin sakalını tutu­
yor; her defasında Mugayre kılıcının kiniyle onun eline
vuruyordu.
- Elini resulullaiıın. saicalındaıa Urva :
- Bu herif kimdir? diye sordu.
- El Mugayredir, dediler.
- Vay sen şu vaktiyle olmıyacak haltlar yiyen ve benit» ca-
yemde fartulan alçak mısın? dedi., bunlar ne kibar insanlar böyle!
El Mugayrenin vicdanı, hakikaten yüklüce idi. Müslüma olma­
dan evvel bazı yol arkadaşlarını soymuş ve öldürmüştü.
Urva gitmeden evvel dikkatle Muhammedin yüzüne bakh:
- Muhammet, tükürecek olsa ashabından biri onu alarak yü-

287
züne, gözüne sürecek, yıkanacak olsa kirli suyunu alıp aptest su­
yu diye kullanacaklar, dedi.
Müslümanların Muhammede bu kadar büyük bir heyecan ile
bağlı bulunması Urva üstünde derin bir tesir bırakmıştır Mekke­
ye döndüğü zaman Kureyşfere dedi ki:
- Ben, adeta prensler nezdine, Kayser, Keyhusrev, Necaşi sa­
rayına sefir gitmiş gibiyim. Muhammetten daha çok sayılan ve se­
vilen bir hükümdar görmedim.
Kureyşilerin iki başka memuru da Muhammedin ordu­
gahından aynı hislerle döndüler. Gece olunca mülslüman ordu­
gahının beş yüz ateşi Mekkenin üstünde yanmağa ve şehri
tehdidetmeğe başladı. Muhammet, askerlerinin Kabeyi ziyaretine
izin istemek için birisini göndermek istedi. Ömer, bu işi gözüne
kestiremedi, çünkü şehirde kuvvetli bir hamisi yoktu. Fakat asil
Ütneyyelerden Osman Mekkelilerle görüşmeğe razı oldu.
Osman, ertesi günü dönmediği için öldürüldüğüne zahi­
boldular ve peygamber, ashabını bir ağaç altında toplıyarak
kanlarının, son damlasına kadar muharebe edeceklerine dair ye­
miş verdirdi.
Şehre hücuma hazarlanıldığı bir sırada müslüman casrusu ko­
şa koşa geldi, ve Osmanın bir Kureyş murahhasiyle beraber sağ
ve salim, gelmekte olduğunu bildirdi.
Kureyşin en kuvvetli hatiplerinden ve mahir diplomatla­
·

rarından Süheyl bin Amir, müslümaniara bir muahede teklifine


geliyordu. Muahedenin, her maddesini ayrı ayrı tetkikettiler ve
peygamber, miizakereyi idar'e etmekte olduğunu zanneden
Sfıheyli, mahir bir manevra ile, yola yatırdı .. Peygamber, kayıtsız
bir tavırla muahede metnini yazdırmağa başlamıştı:
- Bismillahir rahmanir rahim. Allahın resulü Muhammet....
Süheyl, birdenbire peygamberin sözünü keserek:
- Dur, dedi, eğer seni Allahın resulü zannetseydim sana icar­
şı silah kullanmazdım. Babalarımızın usulü üzere «Bismikala­
hümme» diye başlıyalım. Sen de baban Abdullahin ismini kul­
lan ...
Peygamber, sırf şekle ait olan bu meseleye razı oldu. Maksadı
muahedenin ruhunda bir mühim menfaat temin etmekti. Fakat
muahedeyi yazmağa memur bulw1an Ali, müslümanlığı küçük
düşüren bu şekli yazmaktan imtina etti.
O vakit Muhammet kalemi kendi eline aldı.
288
Kureyşfler ile müslümanlar arasında .on senelik bir mütareke
yapılıyordu. Müslümanlar, bu defa Mekkeye girmeden geri gide­
ceklerdi. Fakat gelecek sene hacı sıfatiyle gelecekler ve Mekkede
üç gün kalacaklardı. Peygamber, Kureyşflerin rakibi olan Beni Hu­
zaaların himayesini elde ediyordu. Müslüman olmak istiyen Me­
keklileri kabul etmemeği ve Medineye kaçacak olanları geriverme-
·

ği taahhüdediyordu.
Bu şartlardan bfr kışını hakikaten müslümanlan küçük düşü­
recek mahiyette şeylerdi. Efkar-ı umumiye vazifesini gören Ebu
Bekir ile Ömerin itirazları Süheyli -bu muvaffakiyeti tehlikeye at­
mak korkusiyle- hemen imzaya şevketti.
Muahedenin metni taştan bir lavha üstüne yazıldı ve üzerine
mühürler basıldı. Muhammet, asıl metni aldı. Sureti de Mekkede­
ki evrak mahzenine gitti. Vaktiyle kendisini kovan memleket ile
-iki devlet vaziyetinde- resmi mü:z;akereye girişmek ve muahede
imza etmek Muhammet için büyük bir muvaffakiyetti. O, meyva­
nın olgun bir hale geldiğini hissediyor, fakat onu pek vakitsiz ko­
parmaktan sakınıyordu. Ancak arkadaşları onun bu itidal ve ihti­
yahndaki mehareti pek kavrıyamıyorlardı. Feci bir vaka, müslü­
manlardaki memnuniyetsizliği fena halde körükledi. Bir Mekkeli
kopardığı zincirleri sürükliye sürükliye bayırı hrrnanıyordu. Bu,
Süheylin öz oğlu Cendeldi ki müslüman olduğu için babası tara:
fından hapse atılmış ve bir yolunu bulup zincirlerini· kopararak
müslümanlara sığınmıştı.
Süheyl:
- Muahedeye göre Cendel sizin bize gerivereceğiniz ilk
Mekkeli olacak, dedi. .
Cendel, yediği dayakların izlerini gösteriyor, hala iple bağlı el­
lerini kaldırıyor, fena halde müteessir bulunan din kardeşlerin­
den imdat istiyordu.
Muhammet, Süheyle:
- Bana şahsi bir lütuf olarak bu çocuğu bağışla, dedi. Süheyl,
lakırdı dinlemiyor, muahedeyi bozacağını söyliyerek peygamberi
tehdidediyordu. Muhammet, çaresiz, razı oldu.
, Biraz sonra peygamber arkadaşlarına -Kabeye gitmeden, Ara­
fat dağına çıkmadan- haccın son ayini olarak saçlarını tıraş etme­
melerini ve oldukları yerde kurbanlarını kesmelerini söylediği za­
man memnuniyetsizlik son dereceye çıktı.

289
Muhammet, emrini üç defa tekrar ettiği halde kimse itaat et­
memişti.
Ömer: -Sen hakikaten Allahın resulü değil misin? derneğe ce­
saret etti.
- Elbet öyleyim.
- Bizim dinimiz hak dini, düşmanlarımızın dini batıl bir din
değil mi?
- Tabif.. ..
- O halde niçin biz kendimizi küçük düşürüyoruz? Allanın
Kabeyi tavaf edeceğimizi va'dettiğini söylememiş miydin?
- Elbette. Fakat bunun için zaman tayin edilmemişti. Gelecek
sene geleceğiz.
Ömer, bu izahattan memnun olmadı ve Ebu Bekirle görüşme­
ğe gitti .
. - Bu adam hakikaten Allahın resulü değil mi?
-Elbette öyle.
- Bizim dinimiz hak dini, düşmanlarımızın dini batıl bir din
değil mi?
- Elbette.....
- Şu halde?...
Ordu, için için kaynıyordu; peygamberin emirlerine kimse ku­
lak asmıyordu. Muhammet, çadırının altına çekilmişti. Nihayet,
karısı Ümmü Selmanın tavsiyesi üzerine dışarı çıktı ve devesini
kesmek ve başını tıraş ettirmek suretiyle herkese misal oldu. O va­
kit bütün miislümanlar acele acele, birbirlerini tıraş etmeğe başla-
'
dılar. Sonra Medine yoluna düş\j.ldü.
Gösterdiği cüretten dolayı korkuya düşen Ömer, ordunun en
önünde gidiyor, peygambere kendi aleyhinde bir vahiy gelmesi
ihtimalini düşünerek tir tir titriyordu. Gece yolculuğu esnasında
birisi ona peygamberin kendisini çağırdığını haber verdi. Ömer,
korkak bir tavırla itaat ederek:
- Eyvah, bana karşı bir vahiy geldi, dedi. Peygamber, onu gö­
rünce şöyle söyledi:
- Bana bu akşam öyle bir vahiy geldi ki dünyada, güneşin
üzerine doğduğu eşya arasında, hiçbir şey bana bunun kadar hoş
görünmedi.
Sonra, ayeti okumağa başladı :
«Biz sana parlak bir zafer temin ettik... Allah onun hareketini

290
beğeniyor ve onu soğukkanlılığından dolayı tebrik ediyordu.»
El Hattabın taşkın oğlu her şeye rağmen yine:
- Şimdi 'biz buna zafer mi diyeceğiz? dedi,.
- Evet.
Muhammet, muahede icabı olarak, birkaç Mekke kaçağını
kabulden istinkaf etti. Fakat onlar Mekkeye dönecekleri, yere bii­
takım çeteler teşkil ederek Kureyş kervanlarını soymağa başladı­
lar. Öyle ki Mekkeliler muahedenin ta kısmını kendiliklerinden
sildiler. Fakat Muhammedin bu çeteleri dağıtmak için kendi nü­
fuzundan istifade ehnesini, şart koştular.
Muhammedin diplomatlığı halktaki memnuniyetsizliğe niha­
yet veren son bir muvaffakiyet kazanmış oluyordu. Peygamber,
ümmetindeki muharebe ateşini Hayber Yahudileri tarafına çevir­
di O, yeni dini eski Arap ananelerine bağlamağa çalıştığı nisbette
·

İsrail çocuklarından uzaklaşıyordu.


Medineden kovulan Yahudilerden birçoğu Haybere sığınmış­
lardı. Hayber, Meditıeden altı gün uzakta, Suriye yolu üzerinde
bir vaha idi. 'Zengin ve iş bilir bir Yahudi cemaati bu vahayı uzun
zamandan beri işletiyor ve günden güne kıymetini arttırıyordu.
Hayber, adeta müslümanlığa karşı tertibedilen entrikaların
yatağı olmuştu. Orada Yahudilerin peygambere büyü yaptıkları
tasavvur ediliyordu. Peygamberin bir hastalığı bu neviden bir bü­
yünün tesirine atfedildi. Haybere karşı bir hareket yapılması ka­
rarlaşınca iki yüzü atlı olmak üzere bin altı yüz kişilik bir kuvvet
zorlu yürüyüşle şimale doğru ilerlemeğe başladı. Askere kılavuz­
luk eden Amir, geceleri develerin yeknasak adımlarına uyacak bir
vezinde neşideler yapıp makam ile okuyordu. Beni Gıfar Kabfle­
sinden birtakım kadınlar yaralılara bakmak üzere askere refakat
ediyorlardı. Gıfarflerden birinin hayvanı peygamberin atına fazla
yaklaşmıştı. Gıfarfnin kaba pabuçları Muhammedin bacağını sıyır­
dı. Fena halde canı yanan peygamber, kızdı ve üzengisiyle bedevi­
nin ayağına vurdu. Zavallı Gıfarl kendisi için bir vahiy iner korku­
siyle pek ziyade telaşa düştü.
Bir gece, ortalık ağarmağa başlarken Hayberin önüne varıldı.
Elinde kürekler ve sepetlerle kaleden çıkan Yahudilerin ötleri pat­
ladı:
· - Aman, Muhammetle ordusu geldi, diye yaygaraya başladı­
lar.

291
Peygamber:
- Allah büyüktür, dedi, Hayber mahvoldu.
Evvela, şehir haricindeki küçük şatoları aldılar. Sonra her biri
bir kale hükmünde olan mahalleleri, hepsine ayrı ayn hücum et­
mek suretiyle, birer birer ele geçirdiler.
Müslümanların yiyecekleri pek az olduğu ve Yahudilerin evle­
ri zahire ve hazinelerle dolu bulunduğu için hücumlar pek şiddet­
li oluyordu. Ali, kalkanını kaybettiği için, rivayete göre, sekiz kişi­
nin kaldıramıyacağı bir kapıyı kalkan gibi kullandı. Nihayet, şeh­
rin asıl göbeğini muhafaza eden son kale de hücwn ile alındı. Yük­
sek tabakadan esirler arasında bir kabile reisi olan Kinane bin Er
Rebi ile bir sene evvel Medinede mahvedilen Beni Kureyze kabile­
p
sine mensu bulunan karısı güzel Safiye vardı. 'Safiyeyi bir baışka
esir kadınla beraber götürmekte Qlan Bilal, onları birkaç Yahudi­
nin i;)lüsü önünden geçirdi. Safiye hiçbir t�ssür göstermedi. Genç
kadın, peygamberin gönlünü kazanmak tasavvurunu daha o vakit
rni aklından geçiriyordu? Atkadaşı ağladı, yüzünü yırttı, saçlarını
yoldu.
Muhammet, Bilali katı kalbliliğinden dolayı azarlamakla bera­
ber:
- Bu şeytanı uzaklaştırın! dedi.
Sonra güzel Safiyeyi ridasına sarmak suretiyle kendine ayırdı­
ğını gösterdi.
Galipler; altın, mücevher ve inci dolu bir odadan ve bu odayı
yalnız Kinane'nin bildiğinden bahsediyorlardı. Yahudi, bunları
tamamiyle sarfettiğini söyledi.
Ona: - Bir şey bulunursa seni öldürürüz, dediler.
O: - Pekala! dedi.
Kinane'nin adamlarından biri, efendisinin bir yerde dolaştığı­
nı gördüğünü söyledi. Bu yeri uzun uzadıya aradılar ve para bul­
dular. Ancak, bu para, umulduğu kadar değildi.
Muhammet, o vakit çok öfkelenerek bir zaıf gösterdi ve Kina­
ne'yi -işkence vasıtasiyle bu paranın gerisinin nerede olduğunu
söyletmek üzere- Zübeyr' e teslim etti.
Cihat, artık mukaddes bir muharebe olmaktan çıkmıştı. Zü­
beyr, ateş yakmakta kullanılan iki odun parçasından birini biçare­
nin göğsüne dayadı ve o kadar kuvvetle sürtmeğe başladı ki Ki­
nane bayıldı.

292
Muhammet, işkence vasıtasiyle de bir şey elde edemeyince
Yahudinin başını kestirdi.
Topraklan, bir zaman için, mağlupların eline bıraktılar. Bu
topraklan şimdilik onlardan başkası ekip biçmeğe kadir değildi.
Fakat, onların 'çıkaracakları mahsulün yarısını müslümanlar ala­
caktı. Daha sonra Halife Ömer, Hayber Yahudilerin -tazminat
vermek suretiyle- Suriyeye kovdu.
Zaptedilen şatolardan birinde Zeyneb bin El'Haris isminde bir
esir kadın, bir koyun kızarth. Koyunun but tarafını çok seven
Peygamber bir parça et kopararak ağzına soktu. Fakat onun lez­
zetinden şüphelendiği için hemen çıkardı. Misafiri olan Bişr bin
El'Berra nezaket icabı olarak. Onun gibi yapmağa cesaret edeme­
di ve zehirli eti yiyerek biraz sonra öldü. Muhammet de karnında
birtakım şiddetli sancılar hissetti ve şişeler çektirdi.
Zeynep, istintak edildiği vakit, yaptığı inkara tenezzü) etmedi
ve hem babasınm intikamını almak hem de Muhammedin haki­
katen peygamber olup olmadığını anlamak istediğini söyledi. Ka­
dın Muhammede:
- Ben öyle düşündüm ki sen, hakikaten peygambersen bu
zehir, seni utmaz, değil sen sadece bir kabile reisi bir zalimden
kurtulmuş oluruz.
Muhammet, onu affetti. (Bir rivayete göre de intikamlarını al­
mak üzere Bişrin ailesine teslim etti.) ve güzel Safiye ile düğünü­
nü yaptı. Genç kadın henüz ölüsü soğumıyan babasının dinini bı­
rakıyor ve galibin dinine dönüyordu.
Böyle olmakla beraber ashap, bu kadından şüphe ediyorlardı.
Düğün gecesi sabahında Muhammet, çadırından çıkınca Ebu Ey­
yubun kılıcını kınından çıkarmış olduğu halde nöbet beklediğini
gördü.
Medineli dedi ki:
- Babasına, kocasına, kabflesine ihanet eden ve Yahudiliği
hala yüreğinde yaşıyan bu kadından senin hayatın için korkarım.
Müslüman ordusu, Fedek ile Vadiyül'kurayı ve o civardaki
bütün müstahkem Yahudi mevkilerini zaptetti; ganimet ve şan ile
yüklü olarak Medineye döndü.
Muhammet, o vakit kumandanlarını ikinci derecede e-hemmi­
yetli birtakım seferlere memur etti. Onlar, civardaki birçok kabi­
leleri itaat altına aldılar. Sonra da yabancı hükümdarlara res.mi
heyetler gönderdi.

293
Husrevi Perviz, peygamberin "Resulı1llah Muhammet bin Ab­
dullah' tan Acem hükümdarı Kisraya" diye yazılmış mektubunu
alınca adi bir esirin isminin kendi isminden evvel yazılmasına fe­
na halde kızdı ve mektubu yırttı.
Muhammet bu haberi alınca: "Allah da onun devletini öyle yı­
kacak." dedi.
Herakliyüse giden heyet daha iyi kabul edildi. Bizans İmpara­
toru, Suriyede Acemlerden aldığı Humus şehrinde bulunuyordu.
Mektupta Muhammet diyordu ki: "Seni müslümanlığa davet edi­
yorum... Ey kitap ehli millet! Aramızdaki ihtilaflara nihayet vere­
lim .. Bir tek Allaha tapalım. Efendimiz ismini yalnız ona verelim.
Eğer siz bizim itikadımızı reddederseniz. bizim ınüslüman (Alla­
ha teslim olmuş) olduğumuzu tasdik ediniz."
Bu mektup karşısında imparatorun en kuvvetli hissi hayret ol­
du. Müslüman heyetine gayet hürmetle muamele etti ve ona bir­
takım hediyelerle beraber kaçamaklı, fakat nazik bir cevap verdi.
Herakliyüs, o yakınlarda Ebu Süfyanın riyaseti alhnda bir
Mekke kervanı geldiğini haber aldı. Bu mesele hakkında tahkikat
yapmak üzere Ebu Süfyanı çağırdı.
Kureyşi, yeni peygamber için sorulan sual üzerine hemşehrisi
ve düşmanı olan Muhammedin ahlak ve seciyesi hakkında iyi
şeyler söytedi.
İmparator :
- Onunla, muharebe ettiniz mi? diye sordu.
- Evet.
- Hanginiz, galip geldiniz?
- Kah o, kah ben.
- Sözüne sadık mıdır?
- Biz, şimdi onunla sulh halindeyiz. Fakat verdiği sözü ne de-
receye kadar tutacağını bilmiyoruz.
- Onun mezhebi nedir.?
- Bizden dedelerimizin dinini bırakmamızı, bir tek Allaha
tapmamızı, zekat vermemizi, verdiğimiz sözü, tutmamızı ve zina­
dan kaçınmamızı istiyor.
İmparatorun Medine hakimille verdiği ehemmiyet, Ebu Süf­
yan üzerinde büyük bir tesir yapmıştı.
Ebu Süfyan, bu mülakattan sonra dedi ki:
- Galiba bizim İbni Ebu Kabşa (koyun babasının oğlu, Mu-

294
hammede alay tarikı ile verilmiş garip bir isim) mn işleri ehemmi­
yet alıyor; çünkü Rum Prensi onunı'a meşgul oluyor.
İmparatorun o vakit kendisine sadece bir mutaasıp bedevi gibi
görünen Muhammetle ve Arap akınlarıyla meşgul olacak zamanı
değildi. Onun yapılacak daha başka işleri vardı.
Muhammet, Mısır Mukavkisine de ayrıca bir elçi gönderdi.
Şarki Roma İmparatorunun, tabii olan Mukavkis, Yunan-Acem
düşmanlığı sayesinde hemen hemen istiklal kazanmışh.
Mısırlı, cevabında bu meseleyi düşüneceğini söyledi ve Mu­
hammede kıymetli hediyeler, ipekliler, bal, Yafur isminde bir
eşek, Düldül isminde bir katır, Lazlos isminde bir at ve birçok
esirler gönderdi. Güzel Marya ile ikiz kardeşi Katerin de bu esir­
ler arasındaydı.
Suriye hududundaki Busra hakimine gönderilerı sefir Mute
mevkiinde, Gassaniler ittihadına mensup bir Arap tarafından öl­
dürüldü. Gassaniler, Herakliyüs'ün hıristiyan tabileri idi.
Muhammet, bu ölümün intikamını almağa Zeydi memur etti.
Zeyt, üç bin kişi ile hareket edecek, yıldırım gibi bir yürüyüşle
Muteyi alacak, fakat kadınlara, çocuklara, körlere ve papazlara
dokunmıyacak, evleri yıkmak ve ağaçlan kesmekten sakınacaktı.
Fakat müslümanlar, «<Gassanilerden ve birkaç Yunanlıdan mü­
rekkep kuvvetli bir orduya tesadüf ettiler. Müslümanlar dört kö­
şe saf teşkil etmesini bilmedikleri için düşman süvarisi karşısında
fena bir bozguna uğradılar. Ölüm derecesinde yaralanan Zeyt,
elindeki bayrağı Alinni kardeşi Cafere uzattı. Cafer Habeşistan­
dan yeni gelmişti. Erkekçe güzelliğiyle meşhurdu.
Cafer, bayrağı fevkalade bir kahramanlıkla müdafaa etti.
İki eli kesildiği halde çarpışmaktan geri durmadı. Nihayet, ka­
fatası iki parça, vücudu doksan kılıç ve mızrak yarasıyla delik de­
şik olmuş bulunduğu halde yere düştü. Şair Abdullah biiı. Reva­
ha da bu muharebede öldürüldü.
Nihayet, müslümanlığı yeni kabul etmiş olan Hailt bin Velid,
bağrağı aldı, müslüman askerlerini topladı, ve elinde dokuz kılıç
·

kırdı.
Gece, ikidüşmam ayırdı. Kıymetli taktikçi olan Halid, ertesi
gün askerlerini o kadar ayrı ayrı taraflardan hücum ettirdi ki düş­
man, müslümanlara imdat kuvveti geldiğine zahiboldu ve onla­
rın ricat hareketlerine mani olmadı. Ordu, dindar bir hürmetle

295
Caferin cenazesini Medineye getirdi. Peygamber üç kumandan
için ağladı. Caferin kansının evine gitti ve şehidin küçük oğlunu
dizleri üstüne aldı. Peygamber, çocuğun başını öyle bir tarzda ok­
şuyordu ki kadın hakikati anladı.
Muöıammet:
- Caferin iki eli kesildi, dedi, fakat Allah, ona iki züımüt ka­
nad verdi. O, şimdi bu kanadlarla cennet melekleri arasında uçu­
yor.
Sadık Zeydin kızının geldiğini görünce onun omzuna eğildi
ve ağladı. Herkes, buna hayret ediyordu.
Peygamber:
- Bunlar bir dostun ölümü için dökülen göz yaşlarıdır, dedi.
Şimdiye kadar yalnız Kureyşiler ve bedevi kabileleriyle çar-
pışmış olan Muhammedin siyasi ufkunun hayli genişlediğini gös­
teren bu seferden sonra onun gözü tek,rar Mekkeye döndü.
Hudeybiye muahedesi mucibince o, bu sene Mekkede haccet­
meğe hak kazanıyordu. Müslümanlar, silahsız olarak haccetmek
üzere şehre girdikleri zaman Kureyşfler, hemen taınamiyle Mek­
ke haricine çıkmışlardı. Peygamber, devesinden inmeden yedi
defa Kabeyi tavaf etti. Her dönüşte asasiyle "Karataş" a dokunu­
yordu.
Müslümanlar, tavafı yayan yaphlar. Medine hummalariyle
vücuttan düşmemiş olduklarını göstermek için ilk üç dönüşte fev­
kalade hızlı yürüyorlardı.
Üç gün sonra Kureyşfler, onların şehirden çıkmasını rica et­
tü'er ve Meymune ile evlenen Muhammedin vermek istediği dü­
ğün ziyafetini kabul etmediler.
Halid bin Velid ve bir serbest aşk mahsulü olan zeki ve zarif
şair Amir bin El Asi, bundan sonra rüzgarın o taraftan eseceğini
hissederek müslüman olmuşlardı. Yazdığı aşk ve şehvet şiirleriy­
le meşhur El Aşa isminde bir Arap şairi bir gün bir Arabın evine
misafir olmuş ve ev sahibinin kızları için bir şiir yazmıştı. Kızlar
bu şiir sayesinde koca bulmuşlardı. El Aşa, Peygamberi görerek
ona hürmetlerini söylemek istiyordu.
Ebu Süfyan, dedi ki:
- O, senin sevdiğin bir çok şeyleri, mesela aşk ile şarabı yasak
edecek. .. Biraz daha sabretsen, onunla yapacağımız muahedenin
ne şekil alacağını, bu yüzden çıkması mümkün olan muharebeyi
beklesen iyi edersin.

296
El Aşa, Ebu Süfyana hak verdi ve ziyaretini gelecek seneye bı­
rakmağı kararlaştırdı. Elindeki şaraplar bittiği zaman ruhunun
selametini düşünecekti. Fakat El Aşa, yolda öldü. Ancak yazdığı
bir şiirde Muhammedi, "Arapların hükümdarı ve hakimi" diye
tasvir etti.
Kureyşfler, hemşehrilerinin kudretinden fevkalade korkmağa
başlıyorlardı. Mütareke, onları müslümanlann tecavüzünden
kurtarıyordu. Fakat hiç yoktan çıkmış bazı kavgalar, Muhamme­
de bozuşma fırsatı vermişti. Peygamberin bu fırsattan istifade et­
mesi pek mümkündü.
Mekkeliler, Ebu Süfyanı Medineye gönderdiler. Ebu Süfyan,
yakında Peygamberle evlenen kızı Ümmü Habibenin nüfuzuna
güveniyordu. Asli Ümeyyenin gururu için bu, pek acı bir tecrü­
beydi. Nihayet, Ebu Süfyan, bu kadar seneden beri hakir gördü­
ğü ve yıkmağa uğraştığı adama ricacı gidiyordu.
Muhammet, Ebu Süfyanın teşebbüsünü Kureyşilerin zafına
bir alamet addettiği için onu resmi bir surette kabule tenezzül et­
medi.
Ebu Süfyan, beyhude yere Ebu Bekir, Ömer ve Ali'nin araya
girmelerini rica etti. Fatmanın gururunu okşamak için küçük Ha­
san' ı kendine hami tayin etmek istedi. Peygamberin kızı soğuk bir
tavırla: "O, henüz pek küçüktür." dedi.
Peygamber, karısı Ümmü Habibeye babası Ebu Süfyanı gör­
mek için izin vermişti. Fakat o, babasının oturmak istediği bir ha­
sırı süratle katladı ve bir müşrikin peygambere mahsus bir yere
oturamıyacağını söyledi.
Hakikaten Ebu Süfyan, vakaların nereye doğru gitmekte oldu­
ğunu görmüş, o vakalara uymak mecburiyetini hissetmiş ve şim­
diden kendi ailesinin zaferini hazırlamak istiyerek anlaşıldığına
göre, gizlice Mekkenin teslimini müzakere etmiştir.
Halid bin Velid ve Amir bin El Asi gibi Ebu Süfyan. da Mu­
hammedin yaman bir politikacı olduğunu anlıyor ve onun teknik
denilecek olan faikıyetine baş eğmeğe hazırlanıyordu.
On bin müslüman, dolambaçlı yollardan dolaşarak Mekkeye
gittiler ve şehir civarındaki tepelere yerleştiler.
Açıkgöz Abbas, yeğeninin dinini açıktan açığa kabul etmek
zamanının geldiğini anlamıştı.
Muhammet, bu eski faizciye:

297
- Sen, muhacirlerin sonuncususun; nasıl ki ben de peygam­
berlerin sonuncusuyum, dedi.
Hemşehrilerinin kılıçtan geçirilmesine mani olmak için Ab­
bas, gece vakti, peygamberin beyaz katın üstünde müslüman or­
dugahından çıktı. Maksadı, birkaç oduncuya tesadüf ettiği takdir­
de Mekkeye göndermek ve Kureyşflere peygamberden aman di­
lemeyi tavsiye etmekti.
Ebu Süfyan, Hakim ve Budeyle ile beraber karanlıkta yanan
bu ateşlerin neye delalet ettiğini tahkika gelmişti
Abbas, onların yüksek sesle münakaşa ettiklerini işitti. Bude­
yle:
- Bu · ateşler, Beni Huzaaların, yahut da Beni Amirlerin
ateşidir, diyordu.
- Öyle olsa bu kadar çok olmıyacaktı.
� Bu kadar büyük bir ordu hiç görrnedim.
O esnada üç Kureyş!, bir müslüman devriyesi tarafından ya­
kalandılar. Abbas, saklandığı yerden çıkarak:
- Vay başına gelene! dedi, bu gördüğün: Muhammet ile as-
kerleridir. Kureyşin sonu gelmiştir.
Ebu Süfyan:
- Ne yapacağız? dedi.
- Peygamber, seni ele geçirirse kafanı kestirir. Arkama bin.
Senin için ondan af istiyeceğim.
Abbas, Umeyyeyi kahrının arkasına bindirdi ve ordugaha
döndü. Her ateşin önüne varıldıkça birtakım insanlar, ayağa kal­
kıyor ve Peygamberin kahrının geçmesine müsaade ediyordu.
Fakat, Ömer, Ebu Süfyanı tanıdı:
- fşte Allanın düşmanı, diye bağırdı, onu şartsız olarak elimi­
ze teslim ettiği için Allaha şükredelim.
El Hattabın oğlu, daha şimdiden kılıcını kınından çıkarıyordu.
Abbas, Peygamber bir karar verinceye kadar Ebu Süfyanı hima­
yesi altına almış olduğunu azimkar bir tavırla söyledi. Abbas, ka­
tırını dört nala sürerek Peygamberin çadırına koştu. İnatçı Ömer,
onun peşini bırakmıyordu. Muhammet, bu işin yarına bırakılma­
sını emretti.
- Ey Ebu Süfyan, dedi, Allahtan başka Allah olmadığını tanı­
yacak zaman daha gelmedi mi?
. Ümeyye:

298
- Bunu anlamışhm. Başka bir Allah, olsaydı bana imdade­
derdi.
- Ya benim Allahım resulü olduğumu?
- Biliyorum ki sen asfl, kerim ve arif bir insansın; fakat, ru-
hum bu şeylere daha ısınamıyor.
Abbas, Ebu Süfyana:
- Razı ol; yoksa seni öldürecekler, dedi.
Peygamber, hiçbir şey söylemiyordu.
Ebu Süfyan, hiç beklemediği bu güzel muameleye şaşmıştı.
Aynı zamanda müşkül «bir mevkide de bulunduğundan Keli-me­
i Şehadet getirdi ve artık, memleketi için müsait teslim şartlan el­
de etmekten başka bir şey düşünmedi.
Ebu Süfyana, kim kendi evine sığınırsa ona ilişilmiyeceğini
va' dettiler. Muhammet, onu daha ziyade ikna etmek için askerine
bir geçit resmi yaphrdı. Bütün kabileler, ellerinde bayraklariyle
Ebu Süfyanın önünden geçtiler.
Çelik zırhlar giymiş bir muhafız kuvvetinin ortasında Pey­
gamber de geÇince Ebu Süfyan, Abbasa:
- Bu kuvvete karşı durulamaz. Yeğenin hakikaten kudretli
bir hükümdar olmuş, dedi.
- Adamlarının yanına dön ve onlara teslim olmalarını söyle!
Muhammet, şehri bir çember içine aldı. Kumandanlarına ken­
dilerinden taarruza geçmemelerini ve mukavemet etmiyen kim­
selere ilişmemelerini emretti.
Sad bir Ubadenin böyle bir günde, taarruzdan masun yer ola­
mıyacağıru söylemesi üzerine Peygamber, onu hemen kuman­
danlıktan azletti.
Muhammet, · başında miğferiyle, ordunun art kolunda gidi­
yordu. Hecün bayırına bayrağını diken Ali'nin yanına vardığı za­
man başına siyah bir sarık sardı ve hacı elbiseleri giydi. Bu esna­
da Halid bin Velid ile süvarileri şehrin öte başından içeri giriyor­
lardı. Müslümanların üzerine birdenbire bir ok yağmuru indi ve
iki kişiyi öldürdü. Ateşli askerler hemen hücuma başladı. Fakat
Muhammedin emirleri tam vaktinde yetişerek kıtali durdurdu.
Ortalık ağarıyor, insanlığın iftihar etmeğe hakkı olan bir gün
doğuyordu.
Muhammet, Kusva ismindeki devesinin üstünde vatanına gir-
di. Hemen Kabeye doğrulaı"ak Beytullahı tavaf etti ve anahtaları-

299
nı aldı. Orada bulunan bütün nakışları İbrahim ve İsmail pey­
gamberin ellerinde fal oklarını tuttuklarını tasvir eden resimleri
sildirdi; altın elli ve uzun sakallı Hübeyl heykelini ve tavana asıl­
mış tahta bir güvercini kırdırdı.
Peygamber, bu suretle temizlenen mabette iki rekat namaz kıl­
dıktan sonra Kabenin etrafında yükselen üç yüz altmış taşa birer
birer dokundu ve:
- Hak geldi, batıl gitti, dedi.
Bütün putlar bir an içinde yıkıldılar.
Peygamber, o zaman Kabe kapısının altın halkasını yakalıya­
rak, va'dini yerine getiren Allaha hamd ü şükretti. Sonra da va­
tandaşlarına şu suali sordu:
- Şimdi ki silah kuvvetiyle benim esirim oldunuz, benden ne
muamele beklersiniz?
' - , Bütün ümidimiz, senin alicenaplılığındadır, ey kerim bir
babanın kerim oğlu! dediler.
Muhammet, ağlıyarak:
- Pekala, öyleyse, gidiniz. Sizi azadettim, dedi. Ben size Kar­
deşim Yusuf Peygamberin kardeşlerine söylediği sözün aynını
söyliyeceğim: "Ben, bugün size sitem etmiyeceğim. Allah sizi af­
fedecek; çünkü O, kerimler kerimidir."
Bilal, mabedin üstüne çıkarak ezan okudu ve Muhammet, Ab­
basın bir taş içinde uzattığı Zemzem suywm içti. Abbasın evlatla­
rı o günden beri bu vazifeyi muhafaza eder.
Sonra Safa tepesine çıkarak Kureyşflerden biat aldı. Kureyşf­
ler, birer birer onun önünden geÇtiler ve Ömerin eline vurarak ye­
rµin ettiler.
Peygamber, dedi ki: "Allah, Mekkeyi mukaddes toprak yaptı.
Orada hiçbir kimsenin kan dökmesine izin verilmemiştir. Allah,
bana bu müsaadeyi ancak bir tek günün bir tek saati için vermiş-
tir.
il

Bir Huzaf, intikam maksadiyle birini öldürmüş olduğundan


Peygamberce katil addedildi.
Muhammet, altı erkek ile dört kadın müstesna olmak üzere
bütün Mekkeliler için umumi bir af ilan etti. İbni Hata! isminde
biri evvela müslüman olmuş, fakat sonra yemeğini vaktinde ha­
zırlamıyan Medineli bir hizmetçiyi öldürerek tekrar putperesliğe
dönmüştü. Bu adam, Mekkede yaşıyor ve iki güzel cariyeye Pey-

300
gamber aleyhinde hicviyeler okutarak eğleniyordu, İbni Hatalı
Kabenin perdesine sarılmış buldular ve hemen öldürdüler. Hicvi­
ye okuyan kızlardan biri de ele geçirilerek öldürüldü; fakat öteki
kaçtı.
Müslümanlıktan dönmüş ve bir insan öldürmüş olan Muka­
yes ile şair Huveyris de kezalik idam edildiler. Fakat mahkumlar­
dan üçü ölümden kurtulmağa muvaffak oldular.
Ebu Cehlin oğlu İkrime, deniz tarafına kaçmıştı. Karısı onu af­
fettirmeğe muaffak olarak arkasından koştu ·ve gemiye bineceği
sırada ona yetişti. İkrime de bunun üzerine Mekkeye dönerek
Muhammetten iyi muamele gördü.
Habbar bin El Esved, uzun zaman saklandı. Sonra Medi-nede
kendiliğinden Peygambere geldi ve affedildi.
Abdullah bin Sad, Peygamberin eski katibiydi. Yukarda söyle­
nilmiş olduğu üzere bu genç, Muhammedin yazmasını ,emrettiği
ayetleri nasıl aklına eserse öyle kaleme almış, sonra Peygamberin
gazabından korkarak Mekkeye dönmüş ve yeniden putperest ol­
muştu. Hicviyelere ve alaylara kaFşı çok hassas olan Muhammet,
kendisini gülünç · bir hale sokan ve peygamberliğini kökünden
baltalamağa uğraşan bu genci bir türlü affedemiyordu. Halbuki
kendisinin damadı ve mahkumun sütkardeşi olan Osman, onu
elinden tutup getirdi ve af niyaz etti. Peygamberin kerem ve mer­
hameti o esnada acı bir imtihan geçirdi. Osman yalvarmalarına
devam ediyor, o, bir türlü cevap vermiyordu.
Sonradan itiraf etmiş olduğu üzere Muhammet, birisini onu
oracıkta öldürüvermesini ümidediyordu. Nihayet, onu sükutu
Abdullah bin Sadi de kurtardı.
Geriye kalan iki mahkum da bir suretle başlarım kurtarmanın
yolunu buldular. Bunlardan biri Hamzanın ciğerini yemiş olan
Hind idi. Ebu Süfyanın karısı Kureyşin diğer asfl kadınlarıyla be­
raber biate geldiği zaman Muhammet, yemin ebneğe gelen müs­
lümanlara nasıl muamele edeceğine dair bir ayet almış olduğu
için, çaresiz onu da affetti.
Peygamber, müslüman kadınlarına haram olan şeyleri saydı:
"Allaha ortak tanımamak"
Hind, bunu meınn.umiyetle kabul etti.
"Hırsızlık etmemek"
- Kocasının evinde yaşıyan bir kadın nasıl hırsızlık eder? Ben

301
kendi hesabıma yalnız kocam Ebu Süfyanın malını ve parasını
çaldım. O da çok hasis olduğu ve benimle çocuklarıma kafi mik­
tarda para vermediği için. Fakat gayet ihtiyatla harekat ettiğim
için farkında olmadı.
Peygamber, gülümsiyerek:
- Bu, bir hırsızlık sayılmaz, dedi.
"Zina etmemek"
Hind, gurur ile:
- Hür bir kadın zina irtikabetmez, diye bağırdı.
Bu güzel kadının vicdanının bu cihetten ne kadar yüklü bu­
lunduğunu herkes biliyordu. Vaktiyle oni.ın birçok lfıtuflarına na­
il olmuş bulunan Ömer gülümsiyerek Muhammede baktı. Yaka­
dan haberi olan Muhammet, Ömerin bu tebessümüne dikkat etti
ve dik bir nazarla ona baktı. Fakat Ebu Süfyanı şüpheye düşürme­
mek içir bir şey söylemedi.
"Çocukları öldürmemek"
Hind, yine yüksek bir sesle cevap verdi:
- Biz, dünyaya çocuklar getirdik ve onlan büyüttük. Fakat
onları Bedirde sen öldürdün.
Peygamber sustu.
"Bir yabancıdan alınmış bir çocuğu kocasına kendi çocuğu­
muz diye kabul ettirmemek"
Hind: - Bu, o kadar canice bir şey olur ki akıldan bile geçiri­
lemez.
"Bütün doğru olan işlerde peygambere itaat etmek"
Peygamber, o vakit su ile dolu bir tas getirtti ve yemin veren
kadınlarla beraber elini bu tasın içine daldırdı.
Galibin ruhu adeta af ve kerem ile sarhoş oluyordu. Vatanına
döndüğü bugünde kendisini arzularının en son noktasına varmış
addediyor ve Kuranda da emredilmiş olduğu üzere kerem ve
merhamet kuvvetiyle kalbleri kazanmaktan başka bir şey düşün­
müyordu. Sonra Muhammet, şiddete ihtiyaç kalmadığını, bu va­
ziyette ortalığı kırıp geçirmeğe çalışmanın saçma bir iş olacağını
gayet iyi biliyordu.
Peygamber, yeğeni Safvan bin Ümeyyeye af alameti olarak bir
siyah sarık götürdü ve eski putperest büyüklerinin mümessili ad­
dedilen bu ihtiyarın haysiyetini kırmamak için ona ınüslüman ol­
mak üzere, üç aylık bir mühlet verdi.

302
Ebu Bekirin ihtiyar babası onun karşısına geldiği zaman Mu­
hammet arkadaşına: "Niçin bu muhterem ihtiyara eziyet ettin?
Ben kendim onun evine giderdim" dedi. Memleketine cilan mu­
habbetini ve Kureyşflerin kabiliyet ve zekalarına karşı duyduğu
takdiri o kadar açık bir tarzda gösterdi ki, Medineli Ensar, onun
eski düşmanları için tatbika başladığı "barışma" politikasından
adeta kuşkulandılar.

Muhammet, Melaike bin Davut ile evlenmek istiyordu. Fakat


Ayşenin entirikaları bu izdivaca mani oldu. Sonra, Haticenin me­
zarı üstünde dua etrneğe gitti, flk sırdaşiyle, nihayet hakikat olan
büyük rüyasının ilk aşinasına ait hatıralarla baş basa kalark geçir­
diği bu saat onun en bahtiyar ve dolu bir saati oldu.
Putlar kırılmış; Mekke, artık temizlenmişti. Bir tellfil ahaliye
evlerde bulunan putların kırımasını ve put aışverişine nihayet ve­
rilmesi emrini ilan etti. Muhammet, civar kabilelerdeki putları
kırmak için de kumandanlar gönderdi. Amir bin El Asi, Rahas'ta
Beni Lihyanlann Suva ismindeki putunu kırdı.
Yüz elli atlı Zülhalasaya giderek "Kabe-i Yemani'' yi yıktılar
ve onu "bir deve teşrihi kadar harap" bıraktılar

Ali Hudeyde -ölüm Allahı olması mümkün bulunan -El Me­


natın mabedini yıktı ve orada asılmış bulunan iki kılıcı aldı. Meş­
hur Zülfikar bunlardan biridir.
Ali, El Menat mabedinden sonra Beni Tayların El Falsım da
yıktı. Bu, kırmızımsı bir kaya idi ki Aca dağının siyah zemini üs­
tünde yükselir ve bayram günlerinde elbis�ler giydirilerek, süsle­
nirdi.
Ali, yarı hırfstiyan olan bu kabilenin karargahını zaptetti ve
Hatem isminde meşhur bir şair olan kabfle reisinin kızını esir al­
dı. Hatemin cömertliği dillere destan olmuş ve Arabistanda dar­
bımesel hükmüne geçmişti. Muhammedin bu kızı azadetmesi
üzerine kardeşi de rnüslürnanlığı kabul etti.
Halid bin Velid, Nahledeki mukaddes El Uzze omanını kestir-
di. Bu ormanda esrarlı sesler işitilirdi. Sonra, Durna! El Cendalde
Vad heykelini yıktı. Bu heykel, bir kılıcı, bir oku, bir mızrağı, bir
de bayrağı olan bir insanı temsil ederdi. Nihayet, Beni Süleym Ka­
bilesinden birkaç kişi ile Beni Gazirne Kabflesine gitti.

303
Beni Gazimeler vaktiyle Halidin amcası ile Beni Süleym
Kabilesinden birkaç kişiyi soymuşlardı. Peygamber, Halitli yalnız
bu kabileyi müslümalığa devete memur etmiş olmakla beraber o,
kılıcını çekmek ve Beni Gazimelerden güzel bir intikam almak ar­
zusiyle için için yanıyordu.
Halid bin Velid, Beni Gazimelere şiddetli bir muamelede bu­
lundu, onlardan bir kısmı da .kaçmağa başlayınca hemen yakala­
tarak kılıçtan geçirdi ve geride kalanların da ellerini bağlattı. Son­
ra, o havaliyi baştan başa yakıp yıkb ve maiyetindeki adamlardan
bazılarının itirazına rağmen esirleri öldürttü.
Peygamber, bu zulümleri haber aldığı zaman kollarını göğe
kaldırdı, Halidin döktüğü kandan mesul olmadığına Allahı şahit
gösterdi ve kumandanını sert bir surette azarladı. Sonra, Aliyi Ga­
zimeler nezdine göndererek kendilerinden alınan malları iade et­
tirdi ve öldürülenlerin akrabalarına kan bedeli verdirtti.

304
23

Veda Haccı
Huneyn, Taif, Tebük Müslümanlık

"Peygamberlik vazifemi başardım mı?"


Muhammet

Hicretin onuncu senesinde peygamber, Medineden çıkmış ve


beraberinde yarımadanın her tarafından koşup gelmiş doksan bin
hacı bulunduğu halde Mekkenin yolunu tutmuştu. On sene müd­
det türlü zulüm ve mihnet içinde, sonra on sene de artsız, arasız
muharebeler �rtasında yıpranıp harabolmuş bulunan ihtiyar pey­
gamberin bu muhteşem seyahati onun havari ve reis hayalının en
yüksek: noktasıdır. Mütemadiyen birbiriyİe boğuşan darmadağı­
nık birtakım kabileleri büyük bir millet halinde toplamışh.
Dokuz zevcesi ayrı ayrı mahfeler içinde ona refakat ediyorlardı.
Binlerce kurbanlık deve, çiçekler ve kurdelelerle süslenmiş
olarak heyeti takibediyordu.
Zülhuleyfe, birer birer zevcelerinin çadırlarını ziyaret etmek
suretiyle geceyi geçirdi.
Sabahleyin aptest aldıktan sonra Ayşe, onun saçlarına misya­
ğı sürdü. Sonra başı, kol ve bacakları açık, ridasız ve elbisesiz ola­
rak ehrama girdi, yani vücuduna bir kumaş parçası sardı.
Bu iş nihayet bulunca devesine bindi ve:
"Lebbeyk, ey Allahım, lebbeyk, senin ortağuı yoktur. Hamd ü
sena, azamet ve saltanat yalnız sana mahsustur."
Bütün müminler onun arkasından:
- Lebbeyk, ey Allahım, diye bağrışarak mukaddes şehre
«doğru ilerlediler.
Muhammet, her halde bu son senenin vakalannı birer birer
zihninden geçirmiş ve eserinin tamam şekline bir göz atmış ola­
caktı.
Emretmek ve itaat edilmek için yaratılnuş olan bu adam

305
hemşehrilerinden Allahın emirlerini tebliğ eden bir insana göste­
rilmesi lazım gelen itaatten başka itaat istememişti. Peygamber
ümmetin tek sahibi olan Allah arasında bir vasıtadan başka bir
şey değildi.
Onun muhalifi olan kabfle reisleri: "Bu adam, Araplara hakim
olmağı aklına koymuş!" diyorlardı.
Ha!a bu işe aklını yahramıyan ve yüreği acı bir his ile dolu bu­
lunan Ebu Süfyan:
- Peygamberlik bitti, şimdi imparatorluk başlıyor, diyordu.
Fakat peygamber, kendisine hükümdar muamelesi edil­
mesine kat'iyyen mani oluyordu. Gerçi o, hükümdarlığa mahsus
bulunan zahiri sıfatlardan bazılarını, z&ruri olarak, almıştı Fakat
aynı zamanda halk ve toprak adamlarına mahsus olaan sadeliğini
de bırakmıyordu.
Halk, ona hükümdar muamelesi etmek istediği zaman o: "
Ben bir hükümdar değilim. Sadece bir Kureyş kadınının ço­
cuğuyum. " diyordu. Muhammet; iktidar, servet, ve şan ka­
zanmıştı. Altın, güzel atlar, geniş otlaklarda birçok develer, ka­
dınlar, çocuklar, hasılı, "bu dünya hayatını süsliyecek" ne
düşünülebilirse hepsi onda vardı. Fakat o, bu şeylerle sarhoş
olmadı. Bir kimsenin halis bir iman ile müslümanlığı kabul etmesi
en zengin çapullardan ziyade sevindirirdi.
Böyle olmakla beraber onun kalbinde acı bir sır vardı: bir çok
kimselerin kendi getirdiği dinin derin manasını anlamak kabiliye­
tinden mahrum bulunması, sırf kuvvetli olduğu için kendine ge­
len zahiri iman sahiplerinin hilelerine, münafıklıkla karşı elinden
bir şey gelmemesi; belki de, hatta, bu dünyanın her hangi bir po­
litikasında, her hangi bir muharebesinde, hangi bir hükümetinde
bulunması zaruri olan pislikler karşı duyduğu yeis ve nedamet...
Birkaç gün evvel müsh.imanlar, Bahreynden alınan bacı
aralarında taksim ediyorlardı. Abbas, avuç avuç altın alıyor ve
mantosunu o kadar dolduruyordu ki adeta kaldıramıyordu. Ken­
disine yardım edilmesini istediği zaman Muhammet, reddetmiş,
açgözlü Kureyşf de mantodan birkaç altın çıkarmağa razı olmuş­
tu. Peygamber, amcasının bu yükü omzuna alarak uzaklaşmasını
ne istihfafkar bir bakışla seyretmişti. Araplar, Medine ile Mekke
arasındaki uzun çarpışmayı seyirci vaziyetinde, uzaktan takibet-·

tikten sonra simdi akın akın kendisine geliyorlardi.


Büyük günlerde caminin içine kurduğu kırmızı çadırın içinde

306
birçok kabllelerin murahhaslarını kabul etmişti. Fakat bunların
birçoğu Allahın resulünden ziyade Medinenin hakimiyle müza­
kereye geliyorlardı. Necran hırıstiyanları gök kitapları hakkında
onunla münakaşa etmeğe gelmişler; fakat neticede haç vererek
dinlerini muliafaza etmek tarzına razı olmuşlardı. Müslümanlığı
kabul edenler yalnız zekat ile kurtuluyorlardı.
Septik Beni Temimler uzun müddet Muhammedin pey­
gamberliğiyle eğlenmişlerdi. Onlar, müslümanlığı kendi şairle­
riyle müslüman şairleri arasında yapılan bir imtihan neticesinde
ve sırf kendi şairlerinin mağlı1bolduklarını itiraf etmeleri üzerine
kabul etmişlerdi. Bu şairlerin en meşhurlarından biri olan Amir
bin El Ahtam o kadar güzel bir adamdı ki adını «düzgünlü» k­
muşlardı.
Hicivleri yüzünden memleketten sürülmüş olan Kab bin Zü­
heyr, yazdığı meşhur bar kaside sebebiyle affedilmişti. Kab, Mu­
hammede «Allahın kılıcı» ismini vermişti. Peygamber, rivayete
göre, bu ismi «Allahın ışığı» na çevirmiş ve şaire yeşil ridasım he-
diye etmişti. . _

Muhammet, Mekkeyi aldıktan sonra, yeni müslüman olanla­


rın yardımiyle, Havazinlere karşı yürüdü. Peygamber, bu vasıta
ile galip askerlerinin bir türlü doymak bilmiyen hırs ve tamalrını
başka bir tarafa çevirmiş oluyordu.
Havazinler Düreyd isminde kör bir bedevinin teşviki üzerine
Taifteki Sakiflerle birleşmişlerdi. Bu Düreyd, yüz yaşını aşmış bir
ihtiyardı ki iskelet gibi bir kuru kemikten ibaret kalan vücudunu
bir mahfe içinde taşıtırdı.
Düşmanlar, müslüman ordusunu Huneyn vadisinde pusuya
düşürdüler ve az kaldı baştan başa kılıçtan geçiriyorlardı.
Ebu Süfyan -Onlar denize kadar kaçacaklar. Muhammedin
saltanatı nihayete eriyor, diye bağırıyordu.
Peygamber, amcası Abbasın kaçmakta olan askeri tekrar top­
lıyan gür sesi sayesinde kurtuldu. Havazinlerin ordugahı zapte­
dildi. Rebia bin Rafi isminde bir genç müslüman, bir deve üstün­
de kapalı bir mahfe gördü. İçinde güzel bir kadın var zannederek
perdelerini çekti ve ihtiyar Düreydi görqü. Rebia ihtiyarı öldür­
mek istedi; fakat kılıcı kırıldı. Şeyh, mağrur bir tavırla: «Benim kı­
lıcımı al, dedi, seninkinden çok daha iyidir.»
Düreydin kılıcı eyerin ön kaşına asılmıştı. Genç mücahit, he­
men kılıcı yakaladı ve ihtiyarın başım kesti.

307
Muharebeden sonra müslümanlar -evli olup olmadıklarına
bakmadan- esir kadınlara saldırmışlar ve böylece muharebe gü­
nünü bir cümbüş ve eğlence gecesi takibetmişti.
Muhammet, zayıf ve ihtiyar bir bedevi kadınında eski sütkar­
deşini tanıdı. Kadın, peygambere, çocukluklarında bir gün oynar­
larken Muhammedin ısırdığı bir yerde kalmış dizini gösterdi.
Peygamber, bu kadına gayet iyi muamele etti.
Huneyn galibiyetinden sonra peygamber, yirmi gün Taifi mu­
hasara etti. Fakat ne hücum, ne koçbaşları, ne de Arabistanda ilk
defa bu muharebede kullanılan mancınıklar kar etmedi. O vakit
müslümanlar, sefer ganimetlerini paylaşmağa başladılar. Altı bin
esir, dört b\n ons' gümüş, yirmi dört bi� deve ".e hesapsız koyun.
Ruhları hala eskisi kadar kaba kalan bu insanların bu coşkun hıra
ve tamaı karşısında peygamberin kalbi zehir ve nefretle dolmuş­
tu . .
Bu paylaşma işi o kadar şiddetli oldu ki kargaşalık arasında
Muhammedin ridası kayboldu. Peygamber, eline bir deve kılı ala­
rak bağırdı:
- Ey nas. Bütün çapulda ve bu bir tek deve kılı içinde benim an­
cak beşte bir hissem, vardır. Hatta o da benim kendi malım değil,
bir emanettir.
Peygamber, kendi hissesini Mekkelilerden yeni müslüman olan­
lara taksim etti. Maksadı onların kalblerini kazanmakb. Ebu Süf­
yanın oğlu ve müstakbel Halife Muaviye yüz deve aldı ve pey­
gamberin katiplerinden biri oldu. O esnada Muhammede Hava­
zinler tarafından gönderilmiş bir, heyet geldi. Bunlar mallarının
değilse bile hiç olmazsa esir edilen ailelerinin kendilerine iadesini
istiyorlardı. Peygamber, kendi hesabına bu ricayı kabul etti ve ar­
kadaşlarını da kendlisini taklit için zorladı. Muhammet, bu suret­
le Havazinlerin müslüman olmalarını Taifteki Sakiflere karşı itti-
faklarını temin ediyordu. ·

Enser; Muhammede ilk inananlar oldukları halde şimdi pabuçla­


rının dama ahlmış olduğundan şikayet ediyorlardı, Peygamber,
müessir bir nutuk vererek Medinelilerin gönlünü aldı ve onları
ağlattı.
- Aranızda nifak yok muydu? Ben sizi biribirinizle uzlaştırıp bir­
leştirmedim mi? Siz bahl itikatlar içinde yaşamıyor muydunuz?
Hak yolunu ben size göstermedim mi? Siz fakir değil miydiniz?
Ben sizi zengin etmedim mi?Bana gelince, başkalarının bana ya-

308
lanet dediğLbir zamanda siz inanıp iman ettiniz. Memleketimden
kaçtığını vakit siz bana kollarınızı açtınız. Zanneder misiniz ben
bunları unutabileceğim? Bu adamlar memleketlerine sürüler götü­
rüyorlar, fakat siz beni götüreceksiniz. Bu adamların dünya eme­
liyle dolu bulttnan kalblerini kuvvetlendirmek için onlara dünya
malı verdim. Size gelince, bütün dünya bir yana, siz öteki yana git­
seniz ben sizinle beraber olacağım.
Putperest Taif, nihayet teslim olmuştu, Ebu Süfyan ile El Mugay­
re oraya girerek El Lat putunu yıktılar ve Sakif kadınlarının fer­
yatları ve gözyaşları arasında heykelin mücevherlerini söküp al­
dılar.
Bu muvaffakiyetten sonra Muhammet, ihtiyarlığına, hastalığı­
na, halkın için için sızıldanmasına, Abdullah bin Ubey ile müna­
fıkların kendisinden el çekmelerine rağmen, yaz ortasında otuz
bin kişilik bir orduyu Suriye hudutlarına götürdü, «Yaz sıcağı ya­
kıcıdır. Fakat cehennemin ateşi insanı daha fazla yakar.»
Muhammedin bu fikri pek muvaffakiyetli bir teşebbüs değil-
di. Çölü geçmek çok zor olmuştu. Kireçli koğuklarında hala lane­
te uğramış ırkın hatırası yaşıyan Tamudit boğazları müslüman­
larda esrarlı korkular uyandırmıştı. Yüz metre yüksekliğinde ka­
yalıklardan gelen ses akisleri orduyu titretiyordu. Muhammet,
yüzünü ridasiyle örterek ordunun yürüyüşünü hızlandırmış ve
askerlerini, çivit renginde bir gruptan sonra aç, susuz bir halde,
şiddetli bir kum fırtınasının altında konaklattı. Askerler sırtlarını
rüzgara vermiş develeri kendilerine siper ediyorlar, rida�arına
bürünerek toprağa sarılıyorlardı. Birisi ordugah dışına çıktığın­
dan hemen boğulup öldü. Bir başkası bir uçurwna yuvarlandı.
Ertesi sabah ordu, bitkin bir halde, yola devam etti. Askerlerin
gözleri kızarmış, ayakları yırtılmış, tükrükleri koyulaşıruş, derileri
çatlamıştı. Kulakları uğuldıyarak kara taşlar üzerinden kayıyorlar,
ağaç gövdelerine benziyen kayalara takılarak elbiselerini, vücutla­
rını yırtıyorlardı. Bazı kimseler, hummaya tutulmuş gibi çarpınıp
çırpınmağa, sayıklamağa başladılar. Develerin midesindeki su çı­
karılarak onların boğazlarına döküldü, göğüslerine sürüldü.
Yangın akisleriyle kızarmış zannedilen bulutlar, gökyüzünde,
duman inceliğinde bir kumdan yapılmış direklere dayanıyor gibi
görünüyorlardı. O akşam, ordugahın üstüne, bir kara kubbe şek­
linde bir bulut çöktü ve biraz sonra buluttan, şimşeklerle karışık
olarak, kurtarıcı bir yağmurun iri damlaları düşmeğe başladı.
309
Birkaç gün sonra ordu, geniş bir kum sahrasına gelmişti. Bu
sahranın nihayetinde görünen mavi bir çizgi yavaş yavaş yeşil
hurma ormanları halinde açılıp yükselmeğe başlıyordu Tebük
vahası.
Müslümanlar birkaç kabileyi ya müslüman olmağa, yahut da
baç vermeğe mecbur ettikten sonra, Bizanslıların muntazam kuv­
vetleriyle boy ölçüşmeğe cesaret edemiyerek, Medineye döndüler.
Belki de Muhammet, evvelce zannettiği gibi Herakliyüsün Medi­
neye karşı bir sefer hazırlamadığını ve şimal Araplarının müslü­
man edilmesine mani olmak için hiçbir teşebbüste bulunmadığını
görmüş ve imparatorla gizlice anlaşmışhr. Peygamber ve artık es­
kisi gibi Yunan dostu değildi. Fakat Rumlı:ı.rla bü�bütün bozuşmak
da işine gelmiyordu. Muhammet, İbni Ubeyin eğlenerek söylediği
gibi, Bizanslılarla muharebe etmenin bedevilerle çarpışmak kadar
kolay bir oyun olmadığını anlamıştı.
Yeni Hicaz Devletinin hudutlarını emniyet altına almak ve hu­
dut civarındaki kabilelerin topluluklarını dağıtmak ona şimdilik
kifayet ederdi.
Muhammet, peygamberlik vazifesini atalarının memleketine
yaptığı bu muhteşem hac ile nihayete erdirirken Arabistandaki
son vaziyet bu merkezde idi. Mekke, şimdi tamamiyle temizlen­
miş bulunuyordu. Bir sene evvelki hacda damadı Aliyi korkunç
bir surenin tebliğine memur ehniş ve dört ay sonra putperestlere
karşı şiddetli bir muharebe açılacağını ve müslüman olmıyanların
mukaddes topraktan koğulacağını bildirmişti.
Müslümanlık, şimdi bütün Hicaza hakim olmuş, hatta hudut­
ların öte tarafına bile geçmiş bulunuyordu. Doksan bin hacının
sulh ve sükun içinde Mekkeye doğru ilerlemesine hiçbir ordu ma­
ni olamazdı. Muhammet, fevkalade bir sevinç içindeydi. Ayşenin
kaba bir hareketini mazur gördü ve kızına bir tokat, erzak yüklü
bir deveyi kaybetmiş olan bir köleye birkaç kamçı atan Ebu Beki­
ri azarladı.
Peygamber, kendini karşılamağa gelen ailesinden iki küçük
çocuğun birini önüne, birini arkasına aldı ve devesini Kabenin ka­
pısı önüne çökertti.
Muhammet, bu büyük günü takibeden günlerde haccın bütün
ayinlerini onları ebedi surette tesbit edecek bir tarzda ifa etti. Üç
aptestten sonra Kabeyi tavaf etti ve «Karataş»! öptü. Sonra da es­
ki putperest mihraplariyle dolu bulunan Safa ve Merva tepelerini

310
-e'ski ·adet.jjzere - dolaştı ve şehirden altı mil uzakta Arafat dağı
eteğinde Mina vadisine kurulmuş bir çadırda istirahat etti. Eski
hurafelere göre Adem baba -uzun bir ayrılıktan sonra- Havva
anayı burada bulmuştu. Zavallı Hacer bir meleğin -oğlu Ismaili
ölümden kurtaran- suyu fışkırttığını görmeden evvel birisine te­
sadüf etmek ümidiyle bu Safa ve Merva tepelerinde dolaşmıştı.
Medine tasfiyecilerinin açık veya kapalı bir surette izhar ettik­
leri arzulara rağmen Muhammet, -Mekkeliler için çok kıymetli
olan- putperestlik devrine mahsus eski hac ayinlerini teyidetmiş
ve bu ayinleri ruhanileştirmek ve gök kitapları ananelerine bağla­
mak suretiyle müslümanlaştırmanın çaresini bulmuştu.
Muhammet, ertesi gün ortalık ağarırken namaz kıldı, Arafat
dağı tepesine çıktı ve devesinin üstünden, yamaçları ve mimoza
çalılariyle dolu kuru vadiyi beyaz ehramlariyle dolduran sayısız
kalabalığa karşı bir hutbe söyledi. Yanında duran Rebia bin Haris,
onun ağzından çıkan cümleleri, kuvvetli sesiyle, halka tekrar edi­
yordu.
Şark ufkunun nihayetinde yüksek Taif dağlarının mavi çizgisi
seçiliyordu.
Peygamber, bu büyük fırsattan istifade ederek müslümanığın
esaslarını zihinlere nakşetmek istedi. Arapları, kendisinden son­
ra, tekrar hatıl yola düşmemeğe ve müttefik olarak yaşamağa teş­
vik etti.
- Bir daha sizi böyle görüp görmiyeceğimi bilmiyorum: fakat
size hak yolunda devam ve sebat etmek vasıtasını bırakıyorum.
Halk, büyük bir heyecan ile ürperdi. Muhammet, iki defa:
- Ben resullük vazifemi başardım mı? diye sordu. Kalabalık:
Evet, diye bağırdı.
- Ey, Allah Şahit ol....
Peygamber, halkın ooşkun alkışları içinde tekrar vadiye indi.
O vakit ona yıldırım kuvvetiyle öyle bir vahiy geldi ki adeta altın­
daki, deve ürktü. El Kusva, dizlerini, büktü, başını toprağa, kadar
eğdi, ve peygamber Allahtan, aldığı son vahyi okudu:
«Bugün ben sizin dininizi tamam ettim ve sizin için din olmak
üzere müslümanlığı 'beğendim ve ihtiyar ettim.»
Halktaki 'coşkunluk bir 'kat daha arttı. Fakat Ebu Bekir, bu
sözleri, peygamberin yakında öleceğine bir alamet addederek de-
· ·

rin bir hüzne kapıldı.

311
Muhammet, halkı intizam, ve sükilna teşvik edecek sözler
söyliyerek güçlükle yürümekte devam ediyordu. Ahalinin yürü­
yüşüne mani olmamak için devesini adeta, taşlara sürünecek de­
recede kenara çekiyordu.
Batmak üzere olan güneş onun bulunduğu yerden halka ha­
kim olan gövdesini ve yüzünü, son bir alevli ışığiyle, parlattı.
Sonra ekseriya büyük heyecan saatlerini takibeden hafif sıkıntıyla
beraber gölgeler de etrafı kapladı ..
Peygamber, biraz evvel «peygamberlik vazifemi 'başardım
mı?» diye sormuştu. Doğrusu aranırsa Hira dağı mağarasında
meleği gördüğü günden beri geçen hayatı çok garip bir hayattı. O
günden sonra rahat ve sükun müebbeden ondarı uzaklaşmıştı, Bu
geçen yirmi sene dünyayı değiştirmeğe kafi gelmiş. Hicazın kuru
kumlarında yeni bir tohum filizlendirmişti; öyle bir filiz ki Ara­
bistanı yenileştireeek, bir yandan Hindistana, bir yandan Bahr-i
Muhite kadar uzayacaktı.
Muhammet, muhteşem bir tavırla: «Ben peygamberlik vazife­
mi, başardım mı?» dedikten, sonra, Arafat dağının kırmızımsı te­
pelerinden inerken milletinin istikbalini ve dininin nerelere kadar
yayılacağını acaba biliyor muydu? Onun gözü tek bir millet halin­
de birleşen Arapların, o büyülü Acem memleketini, Suriyeyi,
Afrikayı, İspanyayı fethedeceğini acaba görebilmiş miydi? Arap­
ların şimdi kimsenin hüküm iradesine karşı koyamayacağı bir re­
isleri (Arabistanda hiçbir seyit, hatta Imreülkaysın babası bile bu
işi görememişti) ve bir müşterek ruhları vardı. Bu reis ve bu ruh
bütün milletin, tek tek bir programla yürümesini temin ediyor ve
onu büyük bir maceraya atılmaya ve dünya hayatının büyük oyu­
nuna karışmağa sevkediyordu. Bu lime lime paçavralar giymiş
efendiler, şüphesiz haşin, fakat incelikten mahrum olmıyan in­
sanlardı. Onlarda can . çekişmekte olan büyük imparatorlukların
mirasçısı olan büyük bir kabiliyet vardı. Onlar, Cermanlar gibi,
Vandallar gibi barbar istilacılar olmadılar, bilakis yıkılan devlet­
lerin tarihteki vazifelerini devam ettirmeye hazır ve bir adımda
medeniyet alemine girmeğe müstait halefleri oldular. Araplar, bu
medeniyetin büsbütün göçüp gitmesine mani olmak için tam za­
manında yetiştiler. Bizanslılarla iİranlıların ellerinden düşmek
üzere olan meşaleyi aldılar ve Avrupanm on üçüncü asrından ev­
velki zamanlarda Emevf ve Abbasi halifeleri devri, Parthenon ile

312
Cfhartres arasında tarihin en güzel devirlerinden biri oldu. Arap­
lar, kendi başlarına kalsaydılar medeniyeti mahvetmekten başka
bir iş göremezlerdi. Fakat onlar kendi kuvvetli tohumlarını ve
müslümanlığı eski medeniyetlerin dağılmağa başlıyan unsurla­
riyle beslediler ve medeniyet ağacı yeniden çiçeklendi,
Araplar, muvaffak oldular; çünkü bu muvaffakiyete layıktılar.
Müslümanlık, muzaffer oldu; çünkü şark dünyasının muhtaç bu­
lunduğu bir dini getirmişti.
Hicretten ervvel müslümanlar, kendilerini müdafaa etmeden
her türlü zulüm ve cefaya tahammül etmişlerdi. Sonra bu zulüm­
lere bir meşru müdafaa vaziyetinde karşı koydular. Nihayet, mu­
zaffer oldukları zaman müsamaha ve vicdan hürriyetine hürmet
denen şeyi her türlü methü senaya layık bir tarzda tatbik ettiler.
Müslüman toprağında putperest yaşıyamazdı. Fakat kitap eh­
li olan milletler, Yahudi ve Hıristiyanlar, hac vermek suretiyle,
kat'f bir himayeye nail oluyorlar, serbestçe ibadet ediyorlar ve
memleket halkından ayırd olunmuyorlardı. Muhammet: «Her
kim ki bir Yahudiye, yahut bir hıristiyana fenalık ederse kıyamet­
te ben onun yakasına sarılacağım» diyordu.
Kuran ve hadisler, müslümanları müsamahaya teşvik eden
sözlerle doludur. İlk müslüman fatihleri peygamberin nasihatleri­
ni hemen tamamiyle tuttular. Onların baştan başa kılıçtan geçir­
dikleri bir memleket ahalisi görülmedi. Birçok memleketlerde
ahalinin hep birden müslüman olması samimi bir cazibeye dela­
let eder.
Ömer, Kudüse girdiği zaman hırıstiyanlara hiçbir fenalık ya­
pılmamasını, kiliselerinin kendilerine bırakılmasını emretti patri­
ğin fevkalade bir şekilde gönlünü aldı. Patrik, ona kendi kilisesin­
de namaz kılmasını teklif ettiği halde kabul etmedi, çünkü müs­
lümanlar onun bu hareketinden cesaret alarak kiliseyi müsadere­
ye kalkabilirlerdi.
İtiraf etmek lazımdır ki Ömerin bu hareketiyle Ehl-i Salip or­
dularının -süvarilerinin dizine ve atlarının dizginine kadar çıkan
bir kan deresi içinde- şehre girişleri ve ilk kıtalden kurtulan müs­
lümanların tamamiyle boğazlanmalarına karar verişleri arasında
dağlar kadar fark vardır.
Ancak müslümanlık tarihinde teessürle kaydedilecek vakalar
da yok değildir: mesela Mongol İstilası oldu, Iraktaki su cetvelle-

313
ri baştan başa yıkıldı; kesilmiş insan kafalarından kızıl ehramlar
yükseldi, militarist Türkler müsamahasızlıkları neticesi olarak sa­
lip muharebelerinin patlamasına sebebiyet verdiler. Bizzat pey­
gamberin sahabeleri kendi memleketlerinde kardeş muharebeleri
çıkardılar; türlü ihtiraslar, haksızlıklar, anlaşmazlıklar ve taas­
suplar oldu.
(Montaigne) der ki: «Gayretimiz, kine, zalimliğe, hırsa, tamaa,
tahribe, isyana olan meyillerimizi takibederek, okşıyarak gittiği
müddetçe harikalar vücuda getirir; fakat iyiliğe, yumuşaklığa, iti­
dale doğru yürüdüğü zaman adeta dikine tıraş gider ... Dinimiz,
ruhumuzdan fenalıkları, fena huyları söküp çıkarmak için yapıl­
mıştır. Fakaı o, onları sadece örter, için i�in "be�ler ve azgınlaştı­
rır.»
Tekamül, çok kere anlamamazlık ve müsamahasızlık yolunda
bir terakkiden başka bir şey olmadı. Asıllardaki saffet tatbiklerde­
ki hata yüzünden fesada uğradı: Siyasi ve içtimai tedenni hakiki
müslümanlık prensiplerinin neticesi değildir. Bilakis o tedenni, o
prensiplerin unutulmasıyla muvazi gitmiştir. Bugün müslüman
milletleri uyanıyor gibi görünüyorlar. Onlar, garp ile Aksayı Şark
arasında bir ulaştırma çizgisi vazifesi görmek suretiyle medeniyet
hayatında büyük bir rol oynıyabilirler. Onlar ihtimal ki eski dün­
yanın bir ihtiyat hazinesidirler.
Fakat bütün siyasi ve içtimai mülahazaları bertaraf edersek,
asli hakikatlerin neler olduğunu öğrenmeğe ve kendimizi geçmi­
yen, geçmiyecek olan şeye terk ve teslim etmeğe her zamandan
·

ziyade muhtaç değil miyiz?


Ertesi gün peygamber, Minada şeytanı temsil eden üç taş yığı­
nından her birine yedişer tane taş attı. Sonra, esirler azatladı ve
birçok.deve kurban etti. Bütün ahali, peygamberi taklidetti ve va­
di kurbanların kanı, bağırtıları ve hırıltılariyle dolup taştı.
Bir ayaklan yere bağlanmış olan develeri üç ayakları üzerine
kaldırıyorlar, hayvanların ürküp azgınlık etmelerine meydan ver­
memek için kılıçlarını arkalarına saklıyarak yanaşıyorlar ve demi­
ri birdenbire gırtlağına daldırıyorlardı.
Muhammet, o vakit geniş ve keskin bir ok uciyle saçlarını tı­
raş ettirdi ve onları dikenli bir ağaca astı. Rüzgar, bu saç tellerini
ümmetinin üzerine savurdu. Hac bitmişti.

314
24

Peygamberin Ölümü

"Muhammet ölmüştür. Fakat Allah ebedidir,,


O tarihte Yemende El Esved isminde birisi: - Bana da gökten
vahiyler gelmeğe başladı, diye söylenmeğe başlamışh. Arapların
din meselelerinde pek az vazıh fikfrlerf vardı. Bir ay içinde Ara­
bistanın bütün çenub-i garbisi müslümanlığı bırakarak bir hokka­
bazın peşini kovalamağa başladı. El Esved, hıristiya:p Necranı çiğ­
nedi ve San' aya girdi. O gece, meşale aydınlıkları ve coşkun çalgı
sesleri içinde birçok hayvanın kanı şehir meydanını kızarttı. El Es­
ved, kulağın� yere koydu ve kendine ilham gönderen cinin sesini
dinledi. Bütün müslüman memurları acele acele Medineye kaçı­
yorlardı. Derken Basra Körfezi kıyılannda Yemamede bir başka
peygamber çıktı ve yarımadanın cenub-i şarkfsini fethetti. Müsey­
lime isimindeki bu peygamber de Cebrailden sureler aldığını söy­
lüyor ve halka gösterdiği Kuran taklidi birtakım garip parçalarda
büyük hortumlu, küçük kuyruklu fili tasvir ediyor ve ruh için ga­
yet zelil mesken gösteriyordu. Bunlardan başka Beni Temim Ka­
bilesi de bir kadın peygamber yetiştirmişti. Fakat Müseyliıne,
peygamber kadını kendine metres yapmak suretiyle tehlikeli bir
rekabetin önünü aldı.
Müslümanlık binası çöküyor muydu? Bedeviler müslümanlığı
bırakarak iki yalancının peşine mi takılacaklardı? Müseylime, Mu­
harnmede bir mektup göndermek küstahlığında bulundu: "Biz
ikimiz de Allahın resulüyüz. Dünyayı paylaşalım!" dedi. Muham­
met, yalancı peygambere bir cevap göndererek dünyanın yalnız
Allaha ait olduğunu söyledi.
Peygamber, o vakit çok hastaydı, bu yalancı peygambere had­
dini bildirmeğe iktidarı yoktu, El Esvede gelince, o, karısını yar­
dımiyle katledilmişti. El Esved, yatağında öldürülürken boğa gi­
bi bağırmağa başlamış, karısı nöbetçilere: «Ehemmiyet vermeyin.
Ona yine ilham geliyor!" demişti.

315
Suriyeye gitmek üzere bir ordu teşkil edilmiş ve kumandanlı­
ğı pek güçlükle Zeydin oğlu Usameye kabul ettirilmişti. Bu ordu­
nun harekete hazırlandığı sıralarda Muhammedin bir zamandan,
beri çekmekte olduğu bir hastalık birdenbire arttı. Bir hastalığın
menşeini fena sularda arıyanlar olduğu gibi Hayberdeki zehirden
kalma olduğunu iddia edenler de bulunmuştur.
Muhammet, sayıklıyor, büyüye uğradığını söylüyor, acayip
cinsiyet bersamlarına kapılıyordu. Bir kabus gecesinin sıkıntısı
içinde bir hizmetçinin yardımiyle mezarlığa gitti ve ölüleri, süku­
na kavuştuklarından dolayı, tebrik etti..
Amcası Abbasın baldızı olan zevcesi Meymunenin odasında
bulunduğu bir gün hastalığı daha ağırlaştı. Yedi gün olduğu yer­
de kaldı. Bu hastalık daha ziyade devam, �tseydi·dünya tarihi bel­
ki başka türlü olurdu. Hastanın etrafında sessiz, sinsi, fakat son
derece şiddetli bir mücadele başlamıştı. Beni Abdül Muttaliblerfn
yüzüne qöken ölüm alametlerini gayet iyi bellemiş olan .. Abbas,
y�ğeninin, pek yakında dünyadan gideceğini biliyordu. Onun ·
Meymunenin odasında kalması Haşimflerin menfaatine pek ziya­
de uyacağını biliyor ve bunu şiddetle istiyordu. Fakat öteki fırka
da gözlerini açmıştı. Ebu Bekir ile Ömer, pek mümkün olduğu
üzere aralarında ittifak etmiş de olsalar, böyle bir şey bulunmasa
da her halde kızları Ayşe ve Hafsadan çok yar-dım görüyorlardı.
Hususiyle Ayşe ile Hafsa arasında öteki zevcelere karşı bir anlaş­
ma da vardı.
Ayşe, Muhammedin en kıymetli karısı olduğu için hastayı
Meymunenin odasından onun odasına nakletmek pek güç olma-
'
dı.
Peygamber, öteki zevcelerinden izin istedi, onlar nöbet hakla­
rından vazgeçtiler ve hasta, bir yorgana sarfı olarak Ayşenin oda­
sına nakledildi.
Ebu Bekir ile kızı, Muhammede gayet iyi nöbetçilik ettiler.
Peygamber, ailesinden birini, mesela Ali veya Abbası görmek is­
tediği zaman Ayşe, babasını, yahut da yeni müslüman, kardeşi
Albdürrahmam getiriyordu.
Genç kadın, peygamberin büyüyü bozmak, cinleri defetmek
için kendi ellerini vücudu üzerinde gezdirmesine yardım ediyor
ve tılsımlı sureler okuyarak kocasının yüzüne üflüyordu. Sonra,
onun ateşini teskin etmek için vücuduna tulum tulum su dökü­
yordu. ·

316
· Peygamber, başı Ayşenin dizi üstünde olduğu halde, bir defa
bayıldı.
«Hayber zehri barsaklanmı paralıyor, damarlarımı kemiriy­
or» diye kıvranıyordu. Can acısı karşısında çok heycanlanıp zayıf
görünen Muhammet, yatağı içinde kendini oradan oraya atarak
inliyordu: «Allahtan başka kimseden kuvvet ve medet yok. Ah,
ölüm çok güçmüş!» Ayşe, fazla şikayet ettiği için peygambere
darılıyor, ((Biz böyle yapsak bizi ayıplardın» diyordu, ilaç içirmek
istedikleri vakit bir çocuk gibi titizleşiyordu. Bir gün hastalıktan
biraz aman bulur gibi olmuştu. Odasından müminlerin namaz
için toplandığı camiye çıkh. Bir kere daha imamlık ettikten sonra:
- Eğer haksız yere bir kimsenin sırtına vurdumsa işte sırtım,
o da bana vursun. Eğer aranızdan birinin şeref ve şöhretine do­
kundumsa o da benim şeref ve şöhretime dokunsun. Birisini za­
rara soktumsa işte kesem; korkmadan söylesin, insanın ahrette
yüzü kızarmaktansa dünyada kız'arması evladır, dedi.·
O vakit, bir kimse yerinden kalktı, Muhammette üç dinar ala­
cağı olduğunu söyledi. Bu para, hemen verildi. 'Peygamber, Uhud
şehitlerine rahmet okuduktan sonra dedi ki:
- Allah, kullarından birini bu dünyada kalmakla kendi yanı­
na gelmek arasında muhtar bıraktı. O kul da Allahının yanını in­
tihabetti.
Odasına döndüğü zaman bütün esirlerini azadetti ve evinde
para bulunduğunu görerek fıkaralara dağıttırdı. Elinde para ile
Allahın huzuruna çıkmak doğru bir şey olamazdı.
Rebiülevveliri sekizinci günü hastalık son derece şiddetlendi
ve daimi bayılıp ayılma nöbetleri arasında dört gün uzun bir hı­
rıltı şeklinde devam etti. Usame, ordu ile gitmekten vazgeçerek
babasının çok sevmiş olduğu Muhammedi görmeğe geldi. Pey­
gamber, ona eliyle bir işaret yaptı.
Bu sözsüz mülakattan sonra peygamber, kendine geldi ve şid­
detli bir heyecana delalet eden işaretlerle bağırmağa başladı:
- Yazacak bir şey getirin. Benden sonra sizi yanlış yola itmek­
ten koruyacak şeyi yazmak istiyorum.
Ömer, bu arzuya karşı durdu:
- Can acısı peygamberin .aklını başından aldı. Elimizde Al­
lah'ın kitabı var. Bu, bize kiyafet eder, dedi.
Onun bu fikrine başkaları da iştirak ettiler. Gürültülü müna­
kaşalar oldu.

317
Hasta, o zaman :
- Çekiliniz. Gidiniz. Karşımda kavga mı edeceksiniz? dedi.
ölümün esrarlı sisleri arasında peygamber, acaba ne yazmak
istemişti? Can çekişen bir hastanın hezeyanı, yahut kim bilir bel­
ki de çok vazıh bir düşüncesi olan bu arzuya hangi menfaatler
mani olmuştu? El Abbas'ın oğlu dışarı çıkarken:
- Peygamberin arzusuna mani olmak fena, mümkün olduğu
kadar fena bir şeydir, diye söyleniyordu.
Dışarıda Bila.J ezan okuyordu. Muhammet, artık imamlık ede­
cek halde değildi ve zaten buna pek alaka da göstermiyordu. Ay­
şe ile Hafsa, babalarından birini kendi yerine namaz kıldırmağa
memur etmesini söylediler. Ebu Bekiri gönderdi. Fakat sonra içi­
Ş
ne bir endi e geldi. Kendini kaybetmeden aptest almaya muvaf­
fak olarak odasından çıktı, Abbas ile Alinin omuzlarına dayana­
rak (bu iki Haşimi' mutlaka Ayşe ile Hafsanın n:üfuzlanm kırmak
maksadiyle gelmiş olacaklarıdır) camiye yürüdü.
Cemaat onun geldiğini görünce alkışladı. Ebu Bekir döndü ve
geri çekilmek istedi. Fakat peygamber, ona durmasını işaret etti
ve kendisi onun yanında, oturduğu yerde, namaz kıldı.
Pazartesi günü müminler, reislerini bir kere daha uzaktan gör­
düler. Muhammet, camiye açılan oda kapısının perdesini kaldır­
dı ve kendini cemaate gösterdi.
Yüzü parşümen gibi olmuştu. Dudaklarında hafif bir gülüm­
seme vardı. Cemaat, karmakarışık bir halde yerinden kalktı; fakat
o, namazlarına devam etmelerini işaretle anlattı.
Ahali, peygamberi biraz iyileşmiş sanıyordu, ölüm meleği Az­
rail odaya girmişti. Biraz sonra can çekişme başladı.
Peygamber, başı Ayşenin dizleri üzerinde, yatağın yanına
konmuş bir tastaki su ile mütemadiyen yüzünü ıslatıyordu. Niha­
yet, yerinde kalkındı, parmağını kaldırdı:
.- Allah, dedi, evet, en yüksek arkadaşla beraber...
Eli düşmüştü; başı Ayşenin omuzuna yaslanıyordu. Ruhuna
değişmez ebet yurtlarını intihab etmişti

318
SON

* Muhammet, gözlerini kapayınca bir büyük kargaşalık başladı. Bunun sebebi


halifelik meselesini halletmeden ölmüş olmasıydı. Muh telif fırkalar
birbirleriyle I<arşılaşmış bulunuyorlardı:
Bir yanda Medineli Ensar, öte yanda Mekkeli Muhacirler.
2 Mekkeli muhacirler de kezalik iki parti teşkil ediyorlardı: "Ebu Bekir ve Ömer,
peygamberin iki kayınbabası ve iki kolu. Bunlar kendi gayretleriyle yetişmiş
iki halk adamıydı.
3 Haşimilerden Ali, Fatma, Abbas: bunlar Muhammedin yakın akrabalanydı.
4 Nihayet, asil Ümeyyelerden peygamberin damadı Osman, kayınb;;bası Ebu
Süfyan, kayınbiraderi Muaviye.
Ensar, Muhammedin ölümünü gaileli misafirlerinin boyunduruğunu sarsmak
için en iyi bir fırsat bilerek Siid bin Ubadenin riyaseti altında Bin Saide'lerin
mahallesinde bir içtima yapnuşlardı. Muhacirler, bu vaka karşısında büyük
bir korkuya kapılarak evlerine kapandılar. Ebu Süfya, hiç ortalarda görünmü­
yordu. Osman, evinden çıkmadı. Alinin dostları Fatmanın evine sığındılar.
Haşimiler Ölünün odasına kapandılar.

Kız vasıtasıyle peygamberin ölümünü haber alan Ebu Bekir


atla koşup geldi, ağlıya ağlıya ölünün yüzünü öptü. Dışarı çıkar­
ken kapıda Ömerle karşılaştı. Ömer, kılıcını sallıyor, Muhamme­
din öldüğünü söyliyecekleri ölümle tehdidediyordu. Ahali de
onunla beraber bu vakayı zihnine sığdıramıyordu.
O zaman Ebu (Bekir dedi ki: "Muhammede tapıyorsanız bili­
niz ki Muhammet ölmüştür. Allaha tapıyorsanız biliniz ki Allah
bakidir, ölmez." Onun bu hareketidir ki müslümanlığı kurtarmış­
tır. Ömer, başını eğerek hakikati kabul etti. Yapılacak gayet acele
işler vardı. Ebu Bekir ile Ömer Muhammedin şişmekte olan vücu­
dunu bırakarak Ensarın toplandığı yere koştular.
Bu vakada hemen yalnız Ebu Bekirin soğukkanlılığını muha­
faza etmesi, Medineliler arasındaki ihtilaf, Ümeyyelerin ortada
görünmemesi, Alinin kuvvetli bir hakka istinadetmekle beraber
gevşek ve kararsız görünmesi Ebu Bekirin işine yaradı ve pey­
gamberin sadık dostu, gayet maharetli bir hutbeden sonra, Öme­
rin yardımiyle, hilafeti kapmağa muvaffak olda.
Ali, ona: "Sen Resulıillahın ölümiyle pek meşgul görünmü­
yorsun" dedi, ölü, hemen hemen terkedilmiş gibi bir vaziyette

319
duruyordu. Arabistanda cenazelerin hemen öldükleri gün gö­
mülmesi adet olduğu halde Muhammet otuz saat sonra Haşimi­
ler tarafından yıkandı, birbiri üstüne üç kefene sarıldı.
Ebu Bekir ile Ömer defin esnasında hazır bulunmadılar,
Ömer, Ebu Hüreyreyi bir yumrukta, yere yıkarak hemen zor­
la Fatmanın evine girdi ve Ali ile boğazboğa gelmesine bıçaksırtı
kaldı. Peygamberin kızı fena halde sinirlendi, sokağa fırlayıp bir
istimdat ve rezalet işareti olarak saçlarını açmak.la tehdid etti.
Fatma, babasının mirasını istemeğe geldiği zaman Ebu Bekir:
"Peygamberler varis bırakmazlar" diye cevap verdi. Zavallı ka­
dın, birkaç ay sonra, ciğerleri ağzından gelmek suretiyle Öldü, ve
ölürken haklarını kelbi bir yüzsüzlükle çiğniyen bu zulüm ve
haksızlık dünyasını bıraktığı için çok mesudolduğunu söyledi.
Ali, sonradan birçok kanlar aldı, Ebu Bekir ile barıştı, Ömer ve
Qsmanın ölümlerinden sonra halife de oldu. O vakitten itibaren
ashap arasında şiddetli ve mütemadi mücadeleler başladı. Sünni­
ler Şfflerle, Ümeyyeler Ali taraftarlariyle, dini zaman ahkamına
göre değiştirmek istiyenler onu aslındaki saffetle muhafaza etmek
istiyenlerle çarpışıyorlardı.
Peygamber amcalarının varisleri olan açıkgöz Abbasiler bu
mücadeleleri kendi lehlerine nihayetlendirdiler. Boş yere uğraş­
maktan yorgun düşen Ensar ise eskiden beri olduğu gibi yine
mağdur bir vaziyette kalıyorlar ve kendilerini Kelam ve Fıkıh ilim-
·

lerine vakfediyorlardı. _

Müslüman büyükleri arasındaki bu çarpışmalar ve boğuşma­


lar müminlere karşı acı bit rezaletti Ancak müslümanlar, onları
tenkid etmiyorlar ve bu halleri, ihtimal, Allahın erişilmez hikmet­
lerinin neticeleri gibi görüyorlardı. Nitekim de Muhammedin
ölümünden sonra kafi derecede açıkgözlü olmıyan Ali ile fazla
açıkgöz olan Abbasın .Medineli Sad bin Ubadenin hilafet maka­
mından uzaklaştırılmaları müslümanlık için pek hayırlı bir iş ol­
muştur. Ensardan beri halife mevkiine çıksaydı müslümanlık
mutlaka Medine hurmalıklarından öteye geçemeyip bir küçük
yerli tarikattan ibaret kalacaktı. Halbuki Ebu Bekir, bedevilerin is­
yanını malum olan şiddetle bastırdıktan sonra (Ensar bu isyana
iştirak etmemekle hakikaten büyük bir fazilet göstermişlerdir)
Ömer için büyük bir muvaffakiyet ve şan yolu açmıştır.

320

You might also like