Professional Documents
Culture Documents
Hasan en Nedvi Tasavvuf Ve Tarikatin Yenilenmesi Bilgindk
Hasan en Nedvi Tasavvuf Ve Tarikatin Yenilenmesi Bilgindk
TARIKfiTIN
YENILENMES
2 .B /% S K
TASAVVUF VE
TARİKATIN YENİLENMESİ
A A
RABBANILIKTIR;
RUHBANLIK DEĞİL!
Çeviren Çeviren
YUSUF ERTUĞRUL İSMET ERSÖZ
Neşreden
»«BsrtYö*
isiSmTneşniuBb
P.T.T.GOnayiKsahaUarSİL
Nr.*20M7Vj1172ÛS KONYA
TASAVVUF VE
TARİKATIN YENİLENMESİ
Çeviren
YUSUF ERTUĞRUL
Hu tcraime kıuibın bütün neşir ve mali hakları
tSLÂMÎ n e ş r iy a t firması kuruL USU Mehmet Zeki
SAKALLI'ya aittir, Nûşınn lam adrc^i ve kaynak
göstermek şartıyla nakiller yapılabilir.
ESERİ SUNARKEN ^
5
Kelimenin anlam ve kökeni nedir? " S o f tan mı,
"Safâ" dan mı, "Safv" dan mı, yoksa Yunancada hikmet
ve bilgi anlamına gelen "Sofya" dan mı? türedi^ gibi so
rular sormaya koyuldular.
10
birbirinden ayıramadılar, ikisini karıştırdılar. Zaman
zaman aı açlar üzerinde ısrar ederek amaçtan uzaklaştılar,
tasavvuftan olmayan şeyleri tasavvuftan saydılar, tasav
vufa soktukları şeyleri de ulaşılması mutlaka gerekli
olan hedeflerden ve gerçekleştirilmesi mutlaka şart olan
ideallerden kabul ettiler. Konuyu gereğinden fazla dal
landırıp budaklandırarak anlaşılmaz bir hüviyete bürün
dürdüler. Bütün müslümanlann yükümlü oldukları dînin
özü ve hayıâtm temeli niteliğindeki her şeyi, ancak
hayattan ve dünyadan el-etek çekmiş olanların gerçek-
leştimıeye cesaret edebileceği bir bilmece, bir felsefe ve
bir ruhbanlık gibi gösterdiler. Şüphesiz bunların sayıları
her çağda ve her kuşakta oldukça sınırlıdır. Ne var ki
dînin tavsiyesi bu olmadığı gibi Peygamberin sergilediği
model ve ahlâkın gerçekleştirme çabasında olduğu ideal
de bu değildir.
ıl
mayı göze alacak, en azla yetinme cesaret ve kanâatini
gösterecek şekilde eğiten kahramanlar bahşetmiştir.
Bunlardan birisi, devlet başkamm memnun etmesi için
başkanın elini öpmesi istendiğinde;
12
lerin Allah'a bağlılığı, hayâtın ruhla ilgisi, toplumun ah
lâk ve maneviyâta verdiği önem zayıflar, ihlâs ve sami
miyet ortadan kalkar, Allah için çalışma duygu ve dü
şüncesi kaybolur, manevî hastalıklar salgın hâlini alır,
bu hastalıklara yakalanan kalb ve gönüller doktorsuz ka
lır, insanlar dünya menfaatine aşın düşkünleşir, ilim
adamları makam ve mevki, çıkar ve menfaat uğruna bir-
biriyle yarışır, hırs ve tamah gözlerini bürürdü. Onlar
olmasaydı Peygariiberlik ve O'nun vekilliği görevlerin
den biri olan nefisleri anndırma (tezkiye), (ihsân) dere
cesine ulaşma ve mânevî bilgi (bâtını fıkıh) ye çağrıda
bulunma gibi önemli bir görev ihmâle uğrar ve işlemez
olurdu.
13
hastahklann ağma düşerler. Sosyal ve siyasi hareketleri;
ihtirasların çarpışması, rûh terbiyesinden yoksunluk ve
zayıf yönetim kadrosu yörüngesinden çıkarır. Kurum
ve teşkilâtlan da; sürtüşme ve didişmeler, parçalanma ve
bölünmeler, sorumluluk duygusunun yetersizliği, mad
deye ve fazla gelir sahibi olmaya gereğinden fazla kafa
yorma gibi durumlar yıpratır. Âlimleri ve din adamlarını
gevşeten ve za'fa uğratan şey ise yükselme ve ilerlemeye
fazla önem vermelerinin psikolojik baskısı, iliklerine iş
leyen fakir düşme korkusu, halkın ve ileri gelenlerin öf
kesi, rahata ve konfora fazla düşkünlükleridir. Bütün bu
manevî hastalıkların çaresi, sâdece nebevî "TEZKİYE" dir
ki, Kur'ân onu dile getirmiş ve Peygamber onu gerçek-
leştimıek üzere gönderilmiştir. Sâdece "RABBÂNlYYET"
dir ki, âlimler onunla görevlendirilmiştir. “Fakat, kitabı
okuyup öğrettiğinize göre Rabba kul olun demek yara
şır. '•9
14
O'na kulluğa davet eden, nefislerin terbiyesi, günahlar
dan anndınlması, Allah'a olan inanç ve bağlılıkların ta
zelenmesi ve insanın iç dünyasını ıslâh etme görevlerini
yürüten, toplumdan önce ferde yardım prensibini benim
seyen fakat şimdi yerleri boş kalan dâvetçilerin yerlerini
doldunnamız gerekir. Mutasavvıflara körükörüne karşı
çıkan ve onları haksız yere eleştirenlere de arap şâiri
Hutay'a'nın diliyle sesleniyor ve diyorum ki;
15
o , Hindistan'da inanç ve ibâdetlerin ıslâhı konulannda
eserlerinden halkın en çok yararlandığı, Allah'a
yönelme ve nefsi düzeltme konularında zamanımızda
onun eserleri kadar faydalı olan bir başka bilginin
eserine Taşlanmadığı, son derece verimli ve etkili bir
yazardır. 10 Günümüze kadar gittikçe düğümlenen ve
anlaşılmaz bir bilmece hâline gelen bu "nefsi anndırma"
yolunu kolaylaştırarak insanlığın hizmetine sunmak;
aracı amaçta, kabuğu özden ayırma konusunda yüce
Allah O'nun zihnini açmış, kendisini bu yolda imamlık
ve müctehidlik derecesine eriştirmiştir. Önde gelen
eğitimci, üstâd ve bilim adamlan O'nun bu alanda tek
olduğunu, bu tekniği günümüz şartlanna uydurma
konusunda bir benzerinin daha bulunmadığını kabul ve
îtirâf etmişlerdir. Yüce Allah kendisini, eser yazma ve
eğitim, yol gösterme ve öğüt vasıtasıyla tasavvuf
gerçeğinin ortaya çıkması, insanların tasavvufun
önemine ve ona ihtiyaç bulunduğuna inandıniması,
gerçek tasavvuf yolunun, iş ve gücüne, meslek ve
meşrebine, akıl ve zekâsına, içinde bulunduğu kesim ve
sahip olduğu kültüre göre herkese açılm ası ve
kolaylaştmiması konulannda başanlı kılmıştır. Yüce
Allah'ın kendisine nasîb ettiği bu üstün yetenekler ve
harcadığı olağanüstü çabalar sonunda tasavvuf,
ulaşılması kolay ve olgunlaşması yakın bir hâle geldi.
Bilgin, general, başkan, yönetici, yazar, eğitimci, profe
sör ve öğretim üyesi, yeni düşünce sistemlerinin ye batı
uygarlığının etkisinde kalanlai', inkâr ve sapıklığın etki
siyle dinden çıkmaya yeltenenler, çalışanıyla boş dura
nıyla, akıllısıyla aptalıyla, güçlüsüyle derbederiyle, sa
natkârıyla beceriksiziyle... herkes aynı şekilde üstâda
16
yöneliyordu. O kadar ki, bu materyalist dönemde iç dün
yasının düzenlenm esi ve rûhî yaşantının ıslâhı,
tasavvuf gerçeğinin anlaşılması ve doğrunun ortaya
çıkması, entellektüel sınıf arasında mânevi hayâtın
benim senerek ta savvu fu n hâkim olm ası devri
başlıyordu.
17
ilin kişiliğine olan hayranlığını, anlayışına olan
güvenini ve bitmez tükenmez enerjisine duyduğu
hayretini artırdı. Görüşme ve mektuplaşmalar Şeyh
hazretlerinin 1362 H. yılındaki Ölümüne kadar sürdü.
(Allah'ın rahmeti üzerine olsun)
18
E'n-Nedvî arapçuyu çevirmiş ve bunun için pek çok
emek ve zaman harcamıştır. Çünkü Hindistan’da, tasav
vufa âit özel terimler ve anlatım şekli vardır. Tasavvuf
dilinin ve terimlerinin arapçaya çevrilmesi de hayli güç
tür. Saygıdeğer hocamız, derslerle içiçe bulunması,
Dâru'l-LIlfım'daki Arapça Edebiyatı bölümünün ve bu
bölümün basın-yayın çalışmalannın organizatörü ol
ması gibi meşguliyetlerine rağmen böyle çetin bir göre
vin üstesinden gelebilmiştir.
19
20
ŞEYH EŞREF ALt E'T-TEHÂNEVÎ
21
sunduğumuz bu eserin ve diğer bir çok değerli eserlerin
yazım büyük düşünür ve saygıdeğer hocamız Mevlânâ
Abdülbârî E'ıı-Nedvî gibi zâtlardır.
YENİLENMESİ
24
BİR ÇICLİŞKİ VEYA YANLIŞ ANLAMA
25
rından biri kabul eder, ya da tasavvuftan saymazlar. Bu
yüzden çoğu büyük İslâmî şahsiyetlerin, tasavvufu ta
mamen inkâr ettiklerine, ya tasavvufa karşı haksızlıkta
bulunduklarına, ya da tasavvufu sapıklıkla aynı kabul
ettiklerine şâhit oluruz.
26
çukııı-ıınıı yuvm-lıınmıştır. Kimi tasavvufu bir takım ke
şifler, kerametler ve tasarruflar olarak kabul ederken,
kimi de oııu hâl ve durumlara, mevki ve derecelere,
gözlem ve kontrollere, insanın iç dünyasına ve rûhî ya
şantılara, mânevi uygulama ve tatbikatlara, bu yönde
harcanan emek ve çabalara bakarak bunlardan ibaret sa
yar. Hattâ bunun böyle olduğuna da inanır. Bazıları ta
savvufu özel alışkanlık ve tekrarlar olarak tanırken, ba
zıları da onu, insanın iç dünyasıyla mücadelesi, nefsin
isteklerine set çekmesi, ve toplum hayâtından uzaklaş
ması olarak alır. Bir kısım insanlar tasavvufu felsefî
yönden alarak onu, vahdet-i vücût ve vahdet-i şuhût te
orileriyle aynı sayarken, bir kısmı da onu, sırlar ve bi
linmeyenler toplamı olarak düşünür ve bu yönde iş o ka
dar ilerler ki, sonunda batılıların sırrıyyet (gizlilik)^l
diye adlandırdıkları şeyler derecesine varır. Gerçekten
de çoğu müslümanlar tasavvufu kalpten kalbe, gönülden
gönüle atlayan bir simge, bir parola ve sır olarak alırlar.
Tasavvuf ve tarikatı, hakikat ve marifeti, dine aykırı gö
renlere gelince, en büyük sapıklığa ve en kötü yanılgıya
düşenler, onların tâ kendileridir.
27
maya, katkı ve fazlalıklardan arındırmaya muvaffak
kıldı. O, dalla önce sözünü ettiğimiz hatâlara benzer hatâ
ve yanlış anlamaları düzeltti ve önledi. O'nun yaptığı bu
işin adı bir yenileştirme operasyonudur, Operasyon sıra
sında konulan olumsuz yönden ele almakla yetinmeyip
aynı zamanda olumlu yönlerine de eğildi. Çalışmalarını
her iki yönde de yoğunlaştırarak tasavvufu İslâmî
ölçüler çerçevesinde bir gerçek olarak insanların
■hizmetine sundu ve bu alanda başanh oldu. Bu yoğun
çabaların sonunda tasavvufun, İslâm dîninin bir yoru
mundan ve bir açıklamasından başka bir şey olmadığı
anlaşıldı. Bu yenileştirme operasyonunu Şeyh, sâdece
bilimsel ve teorik aşamada bırakmadı, aksine tasavvufu
pratik olarak da gündeme getirdi. Çalışmak ve gerçeği
bulmak gayesinden doğan bir gayretle, eğitim Ve öğretim -
araçlarından yararlanarak gerçek tasavvufun ne
olduğunu açıkladı ve ona yeniden canlılık kazandırdı.
28
lenir. Fıkıhın konusuna giren dışa âit hükümlere tasav
vuf, içerden yâni rûh ve gönül yönünden müdâhalede
bulunur. Namaz, oruç ve benzeri amel ve ibâdetlerin fı
kıh ilminde hüküm ve meseleleri yer alan dış şekilleri
olduğu gibi, "Bâtın fıkhı" denmeye lâyık olan bu ilimde
de;
29
Herkesin bildiği inanç esaslarının tabanında ve
îman esasliH inm temelinde Allah'ın birliği düşüncesi ya
tar. Bundan amaçlanan hedefse Allah'a mahsûs plan bü
tün sıfatların yaratıklardan soyutlanması, uygulama ya
da etkileme biçiminde kendini gösteren: "Fayda ve zara
rın yaratıklardan gelebileceği" düşüncesinin ortadan kal
dırılması anlamını taşıyan tevhîd kelimesinin doğrulan
ması, bunların tamamen yüce Allah'ın tekelinde olduğu
nun îtirâfıdır. Şüphesiz ki insan, fayda ve zarann yaratı
cısı olduğu kesinlikle ortaya çıkmayan hiç bir varlığa
boyun eğmeyeceği gibi onu ilâh olarak tanıyıp Rabb ola
rak da kabul etmez. Ne bir ferde ibâdet eder, ne de ona
yakarır.
30
nndc, yüce Allah'ın huzıınında bulunmanın ve dâimâ
O'nunla olmanın, yüce Allah'ı görmenin ve O'nu gözet
menin kendisine bağlı olduğu ve bunun yakînen bilin
diği, Allah’la samîmi kulluk ilişkisinin O’nunla birlikte
olmaktan kaynaklanması biçiminde yorum ve açıkla
mada bulunulan "Gerçek tevhîd" bu değil midir?'. Hem
dînin ve hem de dindeki olgunluğun tâ kendisi, elbette
bu gerçek tevhîddir!.. Bu ilim ve itaat, bu îman ve
kabul, dînî hayâtı oluşturan bütün ilişkilerin ve
ibâdetlerin hepsinin özü ve ruhu olmaz mı? Yine bu rûh
ve inancın korunması ve bu kaynağın ya da inanç ve
benim.seyişin muhafaza altına alınması, diğer ibâdet
görünümündeki davranışların hepsinden gerekli ve daha
üstün değil midir?
31
"Allah'a temiz bir kalple gelenden başka kimseye
malın ve oğulların fayda vermeyeceği gûn."^'^ âyetinde
açıkladığı şekilde Kur'ân ve sünnetin desteğiyle tasav
vufun üstünlüğü ve taşıdığı hükümlerin önemi ortaya
çıkmıştır. Âyetin içindeki anlamın daha açık anlatımı
ise Peygamber efendimizin Sallallâhu aleyhi vesellem şu
sözleriyle yapılmaktadır: "Dikkat ediniz! Vücûtta küçük
bir et parçası vardır. Bu et parçası düzgün olursa, bütün
vücût düzgün olur. Bu et parçası bozuk olursa, bütün
vücût bozuk olur. Dikkat ediniz! bu et parçası kalptir.
Bu sözünde Peygamber Aleyhisselâtü vesselam şunu
anlatmak istemiştir. Vücûdun dış hareket ve davranışla
rında düzelme görülür de iyiye ve doğruya doğru yöne
lirse bu, kalbin düzgünlük ve temizliğine işarettir.
Çünkü vücûdun düzelmesi ve doğruluğu, kalbin düzel
mesine ve doğru olmasına bağlıdır. Kalbin düzgün ve
doğru olması vücûdun tüm hücrelerini etkiler. Kalbin
temizliği, davranışların düzgünlüğünün, kalbin bo
zukluğu da davranışların bozukluğunun kaynağıdır. Ta
savvuf ya da bâtınî fıkhın amacı, kalbi kötülüklerden
temizlemek ve iyiliklerle donatmaktır. Bozulma ya da
hastalık görüldüğünde onu tedâvî ve tamir etmek ve bu
nun yollarını araştırmaktır.
32
ediyorsa, ya da tasavvufun başlıbaşına bir ilim ve apayrı
bir teknik olduğunu kabul ve îtirâfa yanaşmıyorsa, tefsir
ve müfessir, tecvid ve tecvitci, hadîs ve hadîsci, fıkıh ve
fakîh, kelâm ve mütekellim, v.b. bütün dînî ilim ve tek
niklerin kendileriyle tanımlandıklan diğer terim ve de
yimlere neden allerji duymadığını ve bunlardan niçin
nefret etmediğini sormak gerekir.
33
yönüyle tasavvuf adlı broşürünün ön sözünde konunun
aydınlanması bakımından şu bilgilere yer verdi:
Kur'ân'da:
34
ve: "Allah için insanlara beyti haccetmek borçtur."^’’
âyetlerini de bulabilirsin. Kur'ân'ın bir yerinde:
"Namaza kalkdıklarında tembel tembel, esneye esneye
k a l k a r . ve: "Onlar halka gösteriş y a p a r l a r . âyetle
rine nısladığın gibi başka bir yerinde de: "Allah yakında
bir kavim getirecek, o onları sever, onlar da onu se
v e r . ve: "îman edenlerin Allah'a karşı sevgisi her
şeyden gıiçliidiır."^^ âyetlerine raslarsın. Kur’ân-ı Ke-
rîm'in namazı terkeden ve zekâtı vermeyenleri azarladı
ğını okuduğun gibi, büyüklenen ve kendini beğenenleri
kötüleyerek yerden yere vurduğunu da okursun. Bunlar
aynen hadîs-i şeriflerde de yer almaktadır. Namaz, oruç,
alış-veriş hükümleri, evlenme ve boşanma konulannın
açıklanması için bölümler ayrıldığı gibi, gösteriş, şöhret
peşinde koşmak, büyüklük taslama v.b. diğer ruhsal
hastalıkların kötülüklerinin aydınlatılması için de bö
lümler ayrılmıştır."
35
bir emri olduğunu söylemeden edebilirmiyiz? İşin
doğrusu, konuyu derinden incelersek, anlarız ki,
vücûdun dış kısmını ilgilendiren ibâdetler amaçsız ola
rak emredilmemiş, ancak nefsin anndınimasında yar
dımcı olsun, insanın bunu gerçekleştirmesini kolaylaş
tırsın diye emredilmiştir. Ve yine anlanzki, nefsin ann-
dınlması yerinde bir hedeftir ve âhirette insanın kurtu
luşu için son derece gereklidir. Diğer taraftan insanın iç
dünyasının dejenere olması ve manevî yönden kirlen
mesi, âhiret hayâtının mahvolması demektir. Bu
durumu Allah Teâlâ şöyle dile getirmiştir;
36
taşlara benzerler. Hükümdar iyi olduğu takdirde yurttaş
lar da ona uyar ve ona itaat ederler. "Dikkat! Vücûtta bir
et parçası vardır. O düzgün oldukça, bütün^vücût düz
gün olur. O bozuk olursa, bütün vücût bozuk olur. Dik
kat! Bu et parçası kalptir. hadîsi bunun doğruluğunu
her zaman isbât eder. Zîrâ insan kalbi bir şeyi ister ve
ona yönelir de kendini ona verirse, istediğini elde eder
ve bu yönde kullanmak için organları kendine köle
yapar. Göz, ona hizmet için görmeye, kulak, ona hizmet
için duymaya, el, onun istediğini almaya, ayak, onun
istediğine yürümeye başUu". Kalbin istediği şeyin; iyi ya
da kötü oludugunu fıırkeden hiç bir şey olmaz. Burada
organları bu işlere sevkeden faktör, kalbin isteği olmala
rından öte bir şey değildir.
37
ÖNEMLİ BİR YANILGI
38
de, buhlann gerçek tasavvuf ve nefis temizliğiyle uzak
veya yakından hiç bir ilgisi yoktur. Bu ad ve unvanlar,
gerçekte olmayan ve hiç bir anlam taşımayan, tasavvufla
her hangi bir bağıntısı bulunmayan boş ve soyut söz
lerdir. Bunlar Allah katınc^a değeri olmayan ve kabûl
gömıeyen bir takım terim ve deyimlerdir."
ARINM A ÇEŞİTLERİ
39
huzurunda derecesini yükseltmek için uygun bir vesîJe
olur.
40
Ancak bilgisiz sofulara gelince, onlar her zaman,
yaygınlaşmış bulunan "sofinin mezhebi yoktur." safsa
tasına sığınırlar. Bu cümleyi sâdece kendi eğilim ve ar-
zûlarına uygun olarak yorumlarlar ve kalb temizliği dînin
emir ve yasaklarına boyun eğmeksizin yapılmış olsa da,
namaz, zekât ve benzeri görünen ibâdetlerden yine de
derece bakımından üstündür, sanmaktadırlar. Onlara
göre ibâdetler, (Namaz, zekât, oruç, hac v.b.)
yaygınlaşan ünlü arınma metodlarından derece
bakımından daha aşağı ve değer bakımından daha
düşüktür.
41
bir faydıt sağlamazlar. Çünki bu ruhî hâli yaşamak ve
hissetmek hem namazın ve hem de diğer ibâdetlerin ka
bul görmelerinin ve sağlıklı olmalanmn en önemli şımt-
lanndan biridir.
42
Teâlâ kendilerinden hoşnuttu. Onlarla ilgili olarak
Kur an-ı Kerîm'de şöyle buyurdu: "Allah onlardan râzı,
onlar da O'ndan râzı"^^ Tasavvufua îslâm dînine
sarılmak ve ona tamamen teslim olmakla sağlanan iç
temizliğinden başka bir şey olmadığı böylece daha da
açıklık kazanmıştır.
43
tasavvuf, başlangıç safhasında ve özellikleri belirsiz,
durumu açıklığa kavuşmamış bir haldeydi. Henüz
konusu tesbît edilmemiş, ayn bir isim de verilmemişti.
Daha doğrusu çeşitli ilim dallan arasında dağınık bir
durumda bulunuyordu. Kur'ân âyetlerinin ve
Peygamber hadîslerinin içinde saklıydı. însanlar
ihtiyaçları oranında ondan yararlanıyorlardı. însanlan
tasavvufî yaşantıya ulaştıran bu yararlanma ve onu
izleyen zikir ve dualar bu yönde ilgilerini artınyor,
müslüman şeyhlerin gerçek kullukları, n efisle
mücâdeleleri, nefsin arzûlannı engellemeleri gibi üstün
yaşayışları ve örnek davranışlan da tasavvufu mânevi
yönden zenginleştiriyordu. En sonunda sınır taşlannı
belirlemek ve tasavvufu başlıbaşına bir ilim hâline
getirmek zorunluluğu doğmuştu. Mâneviyât yolunun ulu
önderleri ve eşsiz kahramanlan bunu yapmakta ge
cikmediler. Adına TASAVVUF ve BÂTINÎ TEZKİYE dedik
leri bu ilmin, kendine has eğitim ve öğretim metodlannı
hemen belirlediler. Gönül temizliğinde ve ruh terbiye
sinde zirveye ulaştıran en hızlı ve en kestirme yolun TA
SAVVUF olduğu noktasında birleştiler.
44
Ebû Hanîfeyi ve fıkhını şöyle tanıtmıştır: "Fıkıh
konusunda insanlar Ebû Hanîfenin âile bireyleridir."
Aynı şekilde İslâm âlimleri Hadîs ilminde Buhârîyi oto
rite kabul etm iş, kendisini bu alanda* yetkili
saymışlardır. Bu gün hâlâ müslümanlar arasında
müstesna yerini korumaktadır. Burada derim ki, tıpkı
bu ilimlerde bir çok büyük insanlann ortaya çıktıkları,
bu bilim dallarında uzmanlaştıklan ve kendi alanlannda
söz sahibi oldukları gibi manevî ilimlerde de bir kısım
seçkin insanlar çıkarak, insan nefsini eğitmeye ve ruh
âlemini temizlemeye koyuldular. Toplum kendilerini bu
alanda örnek alarak onları, uyulması gereken ideal insan
kabul etti. Şeyh Abdülkâdir Geylânî, Şeyh Bahâeddîn,
Şeyh Muîmüddîn E s-S ecezî, Şeyh Şihâbü’d-dîn
Sühreverdî vb. bunlardan bâzdandır. (Allah kendilerine
bol bol rahmet eylesin). Bunlardan önce de Cüneyd-i
Bağdadî, Şeyh Şiblî ve başkalan vardı. Hepsinin de
tasavvufta değeri yüksek, derecesi üstündür. Bu insanlar
tasavvufta büyük bir varlık göstermişlerdir. Bu noktada
bize düşen görev, onları izlemek, onları dinlemek, öğüt
ve ibâdetlerinden feyz alarak yolumuzu aydınlatmak ve
mâneviyâtlanndan yıu'dım beklemektir. Tasavvuf ve rûh
terbiyesinde onları örnek almaktır.
45
Hadîs ilimleri de diğer ilim dallannda olduğu gibi özel
isimlerle tanınırlar. Nitekim bir öğrenci fıkıh kiıaplann-
dan "Hidâye" yi ya da diğerlerini okuduğu zaman onun
için "Fıkıh okuyor" denir. Buna karşılık genel anlamda
fıkıh, kişinin yapması ve yapmaması gerekeni bilmesi
dir. Bu açıdan bakarsak, Hadîs, Tefsir, Kelâm ve ben
zeri bir çok bilim dalım bünyesinde bulundurmasına
rağmen Hadîs okuyan bir öğrencinin fıkıh okuduğu
söylenemez. Tıpkı bunun gibi bir müslüman, şeyhinin
kendisine gösterdiği, kalbi ilgilendiren bâtınî ibâdetlerde
izlenen bir yola girdiği zaman ona "Tasavvufu öğreni
yor, tasavvufu alıyor, o sofidir." denilir. Halbuki tasav
vuf da namaz, oruç, hac v.b. diğer ibâdetleri içine
almaktadır. Buna rağmen tasavvufta izlenen özel
metodlar izlenmediği için diğer ibâdetleri yapanlara değil
de yalnızca bu yoldan gidenlere "Mutasavvıf ya da sofi"
denilmektedir.
46
ö z e t olarak şu denebilir ki din, sâdece Allah'ın n-
zâsını kazanmak, âhirette kurtuluşa erebilmek ve öbür
dünyada mutlu olabilmek için harcanan bir çaba ve gay
retten ibarettir. Madem ki iç ve dışıyla yüce Allah'ın sa
nat hârikası olan şu evrenin en küçük parçası dahi görü
nen ve görünmeyen yönleriyle ya da başka bir ifâdeyle
vücût ve kalb yönüyle Allah'ın varlığını ortaya koymak
tadır, öyleyse İslâmî ilimlerin dış kısmını oluşturan ka
buk bölümü ibâdetlerin dış görünümüyle, şekillerini
konu alan hükümleriyle, dış yüzlerinin süslenip bezen
mesiyle ilgilidir. Tasavvuf ilmi ya da insanın iç dünya
sını konu alan dînî ilimler de, iç âlemimizin temizlen
mesi ve düzeltilmesiyle ilgilenir. Çünkü olgunluk ve asâ-
let nitelikleri, dış görünüşten çok kaliteye dayalıdır. Ol
gunluğa erişmek ve gerçeklere ulaşmak ise, tasavvuf
u sullerin e uygun hareket etm eye v e sofilerin
katlandıkları çileli hayâta göğüs gemıeye bağlıdır.
ÖZÜN ÖNEMİ
47
Peygamber Sallallâhu aleyhi vesellem efendimiz
bir sözünde: "ibâdetlerinde Allah'ı, seni görüyormuş
gibi düşünerek ibâdet et, her ne kadar sen O'nu göreme-
sen de O seni görür." diyerek, ibâdetlerde insanın ken
dini ona vermesinin zorunluluğunu haber vermiştir. İbâ
detlere kendini vermek, ihsan derecesine ulaşmak de
mektir. Şüphesiz ki ibâdetler, bütün eksik ve kusurlar-
. dan annmudıkça geçerlilik ve kabul görme bakımından
en yüksek dereceye ulaşamazlar. Ekmeği ele alınız;
müşterinin ilgisini çekebilmesi için, ununun hâlis olması
gerekir ki, hem görünüşü alımlı, hem de pişkinliği y e
rinde olsun. İbâdet de tıpkı bunun gibidir. Eksik ve ku
surdan arınmalı ki, sağlıklı ve geçerli olabilsin. Ferdle-
rin ve toplumlann anlamakta hata ettikleri ye aslını kav-
rayamadıklan noktalardan biri de, ibâdetlerin şekil ve
kalıplandır. Zirâ onlar ibâdetlerin şekil ve kalıplannı,
başlıbaşına ibâdetlerin kendileri olarak kabul etmektedir
ler. Onlara göre ibâdet, herbirinin derinliğine sirayet
edilmeksizin yapılan kıyâm, secde ve rükû gibi hareket
lerdir. Onlar, ibâdetlerin fakihlerce düzenlenip belirlenen
dış yüzleriyle ve görünüşleriyle yetinirler. Kuşkusuz
fakîhlerin düzenlemeleri sağlıklı, mantıklı, yerinde,
doğru ve geçerlidir. Ne var ki bu durum, aslına ermeden
ve taşıdıkları derin anlamlan kavramadan, ibâdetlerin
yalnızca şekil ve kahplannda kalmak anlamında kabul
edilmemelidir.
48
HEM FIKIH HEM DE TASA VV UF, ASLINDA BÎR
N O K TA DA BİR LEŞİR
49
BtLGÎDE İLERLEIVIEYE KARŞILIK İBÂDETLERİ
ÖNEM SEM EM EK
50
nuyıı araştırarak sâdece bilgi edinmek, kendi başına bü
yük bir değer taşımaz ve insana fazla bir üstünlük ka
zandırmaz. Nitekim Şeytân da büyük bir âlimdi ama,
bilgisiyle sapıklık yollarını gösterir ve çoğu insanları
Allah'a karşı gelmeye sevk eder. Değiştirme ve yozlaş
tırmayı bilir, ama bunun yaranda dînî bilgilere de sâhip-
tir. Fakat gel gör ki, bütün bu bilgileri insanlan saptır
mada kullanır. Eğer bu bilgilerden haberi olmasaydı,
bunları bilen insanlan nasıl saptırabileceğini nereden
bilecekti? Ne yazık ki, bilgisi doğrultusunda hareket et
mediği ve bildiği ilimlerden çıkan İlâhî buyruklara boyun
eğmediği için bilgisi onu kurtaramayacaktır ve başkaları
da ondan yararlanmamıştır. Nitekim bilgisinden yarar
lanmayan ve yararlandırmayan kişinin âhiretteki duru
munu şu hadîs-i şerîf çok güzel dile getirmektedir:
"Ahirette insanların azâbı en ağır olanı, yüce Allah'ın
bilgisiyle kendisine yarar sağlamayan bilgindir." Bunun
anlamı, kendisiyle amel olunmayan bir ilim, insanın ce
henneme girmesine neden olur demekten başka bir şey
değildir.
51
"IHSÂN"IN K APSADIĞ I A NLAM LA RD AN
BAZILARI
52
bulmuşlardır." âyeti de onun hedef ve gâye olduğuna iş
aret etmektedir. İbâdetlerde ihsân’ın zorunluluğu da şu
âyet-i kerîmede kendini göstermektedir:
53
MANEVÎ HAYÂTIM IZIN DÜZELM ESİ BELİRLİ
HÜKÜMLERE BAĞLIDIR
54
Şihâbii'd-Dîn Ömer Sühreverdî'nin "E'I-Avârif" gibi
lasavvufla ilgili eserlerini okumaları ve bu yönde de bilgi
sahibi olmaları lâzımdır. En büyük zulüm ve
haksızlıklardan biri de; diğer ilimlerin öğrenilmesine
senelerini veren insanlann, ruhî ve manevî hayatlarının
düzelmesine, nefislerinin günahlardan anndınimasına
bir kaç ayı bile çok gömieleridir. Oysa nefsi arındırmak
ve bunun yollarını öğrenmek için az da olsa bir vakit
ayırmamız gerekir. Bunun için de tasavvufa adım atan
talebenin, davranış ve alışkanlıklarında üstün, son
derece faziletli ve seçkin, manevî alanda ilerlemiş ve bu
yokla mesafe katetmiş olan, samîmî bir insan bularak
ona bağlanması, beraber bulunması, hayâtını incelikle
rine kadar gözlemesi, davranışlannı gözden geçirmesi,
ibâdeti, öfkesi ve emânete riâyetiyle, hile ve yağcılıktan
etkilenip elkilenm emesiyle, bütün huy ve sıfatlannı
araştırması gerekir. Çünkü talebe, bundan sonraki hayâ-
ıındtı aynı durumlarla karşılaştığında hocasında gözle
diği bu örnek davranışları hatırlayacak ve kendisi de
gün gelip başkasına yol gösterecektir.
55
Şâyet sırf bilgi, insanın değerinin yükselmesi ve
kişinin Allah katında yücelmesine yeterli olsaydı, sâdece
bilgi, dînin olgunluk derecesine ulaşması ve insanların
düzelmesi için kfıfî gelseydi, Islâm'da en yüksek derece
ve en ulvî makam "Sahabe" (Allah onlardan râzı olsun)
nin olmazdı. Ve onlar kendilerinden sonra gelerek îman
eden, müsliiman toplumun büyük âlimleri yanında üstün
sayılmazlardı. Oysa âlimlerle sahabe arasında derece
yüksekliği ve makâm ulvîliği bakımından karşılaştırma
yapmak bile boş şeylerle uğraşmaktan başka bir şey
değildir. Sahabenin daha sonrakilere üstünlüğü, -isterse
onlar bilgi birikimi ve erdem bakımından, fıkıh ve had
îste ünlü olma yönünden, son derece ileri olsun,
Allah'ın velîsi ve dînin kutbu sayılsın- tartışmasız bir
konu ve şüphe götürmez bir gerçektir. Zîrâ aralarında,
en yüce insanın ve varlıklar âleminde en mükemmel bir
zâtın sohbetine katılmak ve ondan faydalanmak gibi bir
ayrıcalık vardır. Bu ayrıcalık da onların sohbet
anlayışlarından ve hiç bir engel tanımaksızın, hiç
kimseden çekinmeksizin kendilerini bu yolda fedâ
etmelerinden kaynaklanır. Onlara "Rasûlullah
Aleyhissalâtü ve's-selâm'ın Sahâbesi" denilm iştir.
Büyüklüklerinin ve erişilmez yüceliklerinin sim , işte
burada gizlidir!
56
Onlar bilmeliler ki, kalp ve bâtın yolunu seçmeye, tasav
vufu tercih etmeye gerçekten ihtiyaçlan vardır ve bunda
tuhaf olan hiç bir şey yoktur. Çünkü kendi fikir ve ideal
lerini yaymak için hepsinin de dillerinden düşürmedik
leri;
57
MANIÎVİYATI OLM AYANIN
DÜNYASI DA YIKIKTIR
58
M ANEVİYÂ TIN O LM ADIĞI YERDE
DÜZELM E DE OLAM AZ
59
olayı sîzlere aktarmak benim için sevinç kaynağı
olacaktır. Şöyle ki; Sa'd b. Ebî Vakkâs bir savaşta
komuta mevkiinde bulunuyordu. Aldığı derin bir yara,
kendisini hareket etmekten ve orduya komuta etmekten
alıkoyuyordu. Çadırda oturmak zorunda bırakan bu
yarayı tedâvîye çalışırken bir yandan da savaşçılara yol
gösteriyor ve kaldığı çadırdan onlara komuta ediyordu.
Bu sırada ordu büyük bir çarpışma içinde bulunu
yordu."
60
kabul ederek zincirleri çözdürdü. Bu çarpışmada ölürse
zaten cezâsını çekmiş olacak, kalırsa gelip teslim ola
caktı. Bu konuda kesin söz vermişti. Ebû Mihcen ser
best kalır kalmaz derhal yüzüne bir maske taktı, vurdu,
kırdı, atıldı, çırpındı, karşı koydu, göğüsledi, nihâyet
hıncını aldı ve içindeki karşı konmaz savaş arzusunu
dindirdi. Verdiği sözü tutarak tekrar bulunduğu yere
döndü ve zincirleri yerlerine taktı. "Bu olay, savaş gibi
olağanüstü durumlarda bile komutanın İslâmî hükümleri
uygulamaktan geri kalmadığını gösterirken diğer
taraftan da, zincire vurulmuş bile olsalar müslümanlann
inançlarına karşı besledikleri sevgiyi ve bu uğurda
gösterebilecekleri fedâkârlığı çok güzel sergilemektedir.
Burada olağan üstü ve şaşılacak bir durum yoktur. Zîra
onlar, askerinden komutanına, hizmetlisinden devlet
başkanına kadar hepsi de, karşı konulmaz bir arzuyla
Allah'ın rızâsına taliptiler. Onlann en büyük idealleri
buydu ve bunu gerçekleştirmek için gereken her şeyi
yapmaktan onUuı hiç bir engel alıkoyamıyordu.
61
nün son damlasına kadar çarpışıp mücâdele ettikten
sonra öldürülürse bu durumda şehitlik derecesine enniş
demektir.
62
şek lind e yorumluyorlar, sonra da tasavvuftan
uzaklaşıyor ve ondan tiksiniyorlar. Bunun asıl nedeni
din adamlarının, sofilerde görülen bir çok gerçeğin,
ma'rifet, ibâdet, düşünme, nefisle mücâhede, kendine
sahip olma, hareketlerini denetleme, manevî haller, şekil
ve biçimler, öğretme, yol gösterme, uygulama, manevî
âlemi gözleme, keramet göstemre, dünyâ zevklerinden,
gösteriş ve ihtişâmından el-etek çekme, bir şeyhe bağ
lanma, tören ve âyin v.b. şeylerin çeşitli şekil ve görün
tülerini kitap ve sünnette açıkça bulamamalarıdır. Ge
nellikle anlamlarından da çıkaramadıkları kanâatinde
yim. Durum böyle olunca, halk arasında tasavvufun iç
yüzünün, sâdece bunlardan ibaret olduğu düşüncesi
kendiliğinden yayılmıştır.
63
Kur'ân ve Hadîse göre hareket etmekte, becerebilenler
için pek çok kazançlar vardır. Daha doğrusu bunun so
nunda gözlerin görmediği, kulaklann işitmediği, insan
gönlüne doğmayan ve beşer aklına gelmeyen, bizim
gibilerin düşünemediği nice imkânlar ele geçirilir. Ancak
makam ve keramet meraklısı, hâl ve şekil düşkünü bir
kimse, bunları gördüğü zaman ne çığlık koparma bula
caktır, ne de nâra atma, ne kendinden geçme bulacaktır,
ne de sarhoşluk, ne gelir kaydetme bulacaktır, ne de ka
zanç elde etme, ne keşif sahibi olacaktır, ne de keramet
gösterecektir... Tasavvuf, basit bir metoddan başka bir
şey değildir. Deniz balığının kendiliğinden tuzlu olması
ve kızartılırken tuz atılmaya ihtiyaç göstermemesi,
ancak kızarma ve yenme esnasında tuzunun belli olması
gibi, insanın yapısında da tuz vardır. Fakat pişirilmek
için dışardan katılmış değildir. Ve bu tuz insan
olgunlaştığı, tasavvuf prensiplerini hayatına uyguladığı
zaman kendini gösterecektir.
64
rumda sonradan ortaya çıkan bid'atlann îslâm dîninden
olduklarım iddia etmek doğru değildir. Çünkü bid'at,
dinden olmayan bir«şeyi dîne aitmiş gibi göstererek
dinde yeni yeni şeyler ortaya çıkarmak ve onları dînin
temel esaslarından saymaktır. Ancak dîne hizmet
konusunda yeni bir yol keşfedilir de onunla hedefe
ulaşmak ve sonucu elde etmek daha kolay olursa, bu
durumda yeni buluşlar, dînin temel esaslarını
gerçekleştirme yönünde oldukça faydalı olurlar. Nitekim
tıbda bulunan yeni bir ilacın faydalı olup olmadığının
denendiği gibi, dinde de denenir, faydalı ve pratik
görülürlerse onlar tercîh edilir. Meselâ bu amaca yönelik
olarak üniversiteler açılır, okullar yapılır, harfler
dökülür, kitaplar basılır, eğitim ve öğretim konusunda
çeşitli metodlar uygulanır ve diplomalar dağıtılır.
Yapılan bu denemeler ve izlenen bu metodlar, dinden
olmayan bir şeyi dîne eklemeyen ve üstelik dînin amaçla-
nnı gerçekleştirme yolunda oldukça yararlı olan yenilik
lerdir. Bunların kitap ve sünnette olmalarına gerek yok
tur. Onun için kitap ve sünnette aranmazlar. Bunlar
bid'at da değildirler, zîra sakıncalı bir yönleri yoktur.
65
Islâm dîninde reddedilmemiş ve kötülüğünden de söze-
dilmemişse, onlan tercih etmekte ve uygulamakta her-
hangi bir sakınca yoktur. Bu durum aynen, eskiden
kullanılan mızrak ve kılıç gibi savaş araç ve gereçleri
yerine -dışımızdaki toplumlardan alınmış olsa bile- sa
vaşlarda ateşli silahlan ve otomatik tüfekleri, benzeri
modern araç ve gereçleri kullanmak gibidir. Bu araç ve
gereçler isterse müslüman olmayanlardan isterse din
düşmanlarından alınmış olsun farketmez.
66
Tasavvuftaki bu hareketlerin, amaç değil de amaca
ulaştıran yollar ve bu yönden yapılan hazırlıklar oldu
ğunun en büyük isbâtı, bunlardan yalmz birinin seçile
rek sâdece ona uymanın ve ona bağlı kalmamn mutlakâ
şart olmayışıdır. Merhum Tehânevî de bunu açıklayarak
şu sözleri söylemiştir; Ancak bu yollardan birini seçme
işine gelince, tarikat erbabının kendisine uygun gelen,
gönlünün rahat edeceği, kalbinin huzûr bulacağı bir yolu
seçip benimseme serbestîsi vardır. İnsanın kalbini diğer
şeylerden çevirerek ve onlardan ilgisini keserek bir nok
tada yoğunlaştırması, hem teknik hem de deneysel ola
rak bildiğim kadanyla arzu edilen bir durum olması ya
nında faydalıdır da. Bu husûsta dînî bir delîl buluncaya
kadar önceleri gönlüm buna yatmamıştı. Ne zaman ki;
"İnsan açlık hissettiği sırada namaz vakti gelir çatarda
yemek te hazır olursa, o adam yemeği namazdan önce
yesin." hadisini buldum, o zaman bu konuda tatmîn ol
dum. Bundaki incelik de şu olsa gerek; İnsan aç kamına
namaz kıldığı zaman dikkatini namazına toplayamaz ve
kalbi daima yemekte olur. Ama aksine karnını doyurur
da ibâdetine başlarsa, ibâdeti daha mükemmel olur.
Çünkü bu durumda yapılan ibâdette insan, herşcyden
ilgisini kesmiş olarak içtenlikle kendisini ibâdete verebi
lir. Bununla birlikte namazdan önce yemek yenirse,
zihin tamâmen yem eğe verilmeden, kalb tamâmen
yem eğe yönelmeden aceleyle yenilip kalkılmalı ve
yem ek süresince kalp, namaza yönelik bulunmalıdır.
İmam Ebû Hanîfe bunu, anlamlı bir cümleyle şöyle
açıklamıştır; "Yemeğimin hepsinin namaz olması, na
mazımın hepsinin yemek olmasından daha iyidir." Şeyh
İmdâdullah hazretleri de ^u konuda aynı görüşü
benimsiyordu. Nitekim Mekke’ye hicret etmek istediğini
işittiği bir kimseye, orada dikkatini Hindistandaki kadar
67
toplayamayacağını önceden sezdiği için izin vermemiş
ve kendisine şöyle demişti: "Kalbinin M ekke’de,
kalıbının Hindistan'da olması, kalbinin Hindistan'da
kalıbının Mekke'de olmasından senin için daha iyidir."
■ 68
ya da herhangi bir zarar bulunmamaktadır. Mesela, hiç
bir zaman amaç kabul edilmeyen ve her zaman araç
kabul edilen bâzı davranışları alarak onlan benimsemek
ve onların doğrultusunda hareket etmek gibi. (Buradaki
temel kural: "Ana ilkelerde taklit yasak, ilkelerin gerçek
leşmesine yardımcı olacak taktîk ve metodlarda taklit
serbesttir” şeklinde olmalıdır.) İslâm dîni de bize bunu
yasaklamıyor. Madem ki nefesi kesmek, kalpteki kurun
tuyu gidermek ve parça p^ça olan düşünceleri kafadan
atmak için tıbbın uyguladığı bir metod gibi araçtan iba
rettir, öyleyse temel bir esası, bir senbolu değil de bu
uygulama, doğrudan doğruya bir aracı seçmek anlamına
geleceğinden bu yolu seçmek ve bu doğrultuda hareket
etmek hatfılı bir davranış da kabul edilemez.
69
Z İK tR VE DUALARIN ARTIRILM ASI
70
"Onları ne ticaret ne de alışveriş, Allah'ı zikret
mekten alıkoymuyor." âyeti ise, ticâret ve sosyal ilişki
lerde kalple yapılan zikrin ihmal edilmemesi gerektiğinin
kesin delilidir. Zîrâ ticâret ve sosyal ilişkiler kalple yapı
lan zikirden başkasıyla birlikte sürdürülemez.
71
sağlam bir bağlılığı yeniden gündeme getinnekten ve bu
bağlılığı yeniden güçlendirmekten başka bir şey öğret-
memekte ve başka bir etkide bırakmamaktadır. Söz ge-
limi yemeklerden sonra yaptığımız:
72
"Bahsettiğin şeyleri fazla bir değeri olmayan küçük
bir nimet olarak mı görüyorsun? Allah Teâlâ sana, zikir
ve duâlarla varılmak istenen hedef ve gayeleri nasip et
miştir. Bu hedef ve gâyeler bu güne kadar bizim, zikir
ve duâhtrla geçmeye çalıştığımız giriş ve başlangıcın
son noktasıdır. Sense bu noktaya zâten gelmişsin. Senin
bu zirveye ulaştıktan sonra hazırlık dönemlerinden
bâzılannm özlemini çekmen, ayağına gelen hazır pişmiş
yemeği yemeyerek, "Ben kendi yemeğimi kendim yapa
cağım" demeye benzer." •
73
dolu olurdu. Gel gör ki, böyle (Allah) kelim esini
yüzbinlerce kez tekrar edenlerin çoğu, aslâ diğer iyi
işlere yaklaşm ıyor ve onlara hiç bir zaman
koşmuyorlar.”
74
bir yola başvurmaz, bu işi yapmazlar. Vermeleri gereken
vergileri ve ödemeleri gereken borçlan ödeyebilmek için
gerekirse evlerini ve tarlalanm, mallannı ve mülklerini
satar yine de borçlannı öder ve vergilerini verirler.
75
BÜYÜK BÎR YANILGI
76
A L L A H 'I ZİK R ETM EN İN D ER EC ELER İ VARDIR
77
ğım. Tefsirciler zikir decelerinin çeşitliliğinden söz eder
ken derler ki;
78
kaldığı takdirde İkinciye önem vermeli ve onun üzerine
düşnıelidir.37
M U T A SA V V IFL A R IN T ER İM OLARAK
K U L LA N D IK L A R I "KALBI ZİK iR"
79
en hayırlısıdır. Uzun süre devam etmeyişinin nedeni de
zikreden kişinin zikir yapıyorum zannettiği halde kalbi
nin oraya buraya meyletmesidir. Ben yine de kalbin tam
anlamıyla zikre verilmesi yanında dilin de zikirle uğraş
masını, dil ve gönlün zikirde ortak olması yönünden
tavsiye etmek isterim. Zîrâ kısa bir süre için de olsa kal
ben yapılan zikir kesintiye uğradığı takdirde hiç olmazsa
dille yapılan zikir kesintiye uğramaz. Böylece emeği
boşa gitmemiş, dille de olsa yapılan zikirden bir şeyler
kazanılmış olur.
ZİK R İN D ER E C E L ER İ
80
adama, "ne dilersen yap, sen hiçbir zaman cehenneme
girmeyeceksin" dense, adam yine iyilik yapmaktan geri
kalmayacaktır. Bunun aksi de doğrudur. Yâni, bu
adama "ne yaparsan yap sen kesinlikle cehenneme
gireceksin" dense, yine de iyilik yapmayı ihmâl
etmeyecektir. Bu konuda her hangi bir gevşeme gö
rülmeyecektir. Durumunu aynen devam ettirecektir.
İyilik duygularında bir zayıflama hissedilmeyecektir.
Nitekim kendini zikre vermiş bir şeyhe boşluktan bir ses
geliyor ve şöyle deniliyordu: "Ne yaparsan yap kâfir
ohırtık öleceksin." Sesi duyan şeyh, birdenbire sarsıldı
ve son derece üzüldü, ama yine de zikir ve namazını
bırakmadı. Olaydan hemen sonra şeyhine koşarak
durumu kendisine anlattı. Şeyhi de ona "hiç aldırma,
ibâdetlerine devam et, bunlar Allah'a karşı olan sevgi ve
aşkının birer cilveleridir." diyerek moral verdi.
SlîV G tN İN n lR TONU
81
tayı iyi anlamak gerekir. Benzetmenin belki yeri değil
ama, Allah Teâlâ da btlzan kullarını böyle ağlatır, ızdı-
rap çektirir. Bunu da onlara olan sevgisinden yapar,
başka hiçbir maksadı yoktur. Kullannın bu şekilde yük
sek sesle ağlayıp sızlamaları, yakınıp döğünmeleri
O'nıın çok hoşuna gider. Bu, O'nun katında son derece
anlamlıdır. Kullarından bâzılannın müjdelenmesi ve se
vinmesi, bâzılarının da korkutulması ve üzülmesi O'nıı
son derece memnûn eder. Bu yüzden de, bazılarını gül
dürürken diğer bâzılarını da ağlatır.
82
yars:!, o kimse Allah'ın zâtını zikretmiş gibidir. Bir
kimse Allah'ı düşünmeye koyulur da bu düşünce kendi
sini günah işlemekten geri korsa, bu kimse de Allah'ın
zâtını zikretmiş gibidir. Ama bütün bunların hepsi de
Allah'a isyân etmekten alıkoymazsa, gerçekte yapılan iş,
Allah'ı hatırlamak değil, ancak bir gösterişten ibârettir.
Bu durumda zikir almak isteyen kimse, faziletine gü
vendiği bir şeyhe sormalı ve kendine uygun bir vazife
almalıdır. İnsanların bir kısmım da mal sevgisi kötülük
ten alıkor, bunlar için de bu mal sevgisi ve servet düş
künlüğü, bir tür zikir sayılır. Zikir konusundaki gerçek
ler böyledir. Tasavvufun temeli, daha doğrusu dînin özü
zikirdir.
83
"Kurbanlık develer ayakta dikilirken onlara A l
lah'ın ismini zikrediniz."^^ buyurmaktadır. Bu âyet-i
kerîmeler, hac münâsebetiyle gelmiş ibâdetlerin hepsinde
de temel esâsın Allah'ı anmak olduğuna işaret etmişler
dir. Zahirî ibâdetler için durumun böyle olması yanında
bâtınî ibâdetler için de durum böyledir. Üzerinde düşün
düğümüz zaman bu tür ibâdetlerde de en başta zikrin
geldiğini görürüz. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyur
maktadır;
84
turduğıınu kendi deney ve gözlemlerimizle anlamak
mümkündLir. Evet yine tekrar ediyoruz ki, kalplerin huz-
fını gerçekte Alhıh'ı sık anmaya bağlıdır.
85
bilgi derecesine ulaşan mutasavvıflara göre "ihsan", İs
lâm tasavvufunda zikre, nassla verilmiş bir isimdir. Bu
nass da şu hadîs-i şeriftir:
86
dır. Şeyh hazrelleri öğüt niteliği taşıyan eserinin son
bölümünde şu satırlara yer veriyor:
87
Sözün özü şöyledir: Madem ki gerçek zikir dere
cesi tasavvuf yoluna düşmekle elde ediliyor, öyleyse
miislümanın bütün hayâtı Allah'ı anmakla dolu olmalı
dır. O'nun zâtı çevresinde dönüp dolaşan, azameti etra
fında düğümlenen ulvî duygulara ruhu hazır olmalıdır.
Bu durum görünüşte de olsa, kişi gerçekten bu dereceye
de ense bir şey değişmez. Derecesi ne olursa olsun,
yapılan zikir ister sevap kazanmak için, isterse Allah Te-
âlâ'nın öfke ve gadabından, işkence ve azâbından ka
çınmak için yapılsın durum aynıdır. Yine zikir, Cenâb-ı
Hakk’ın rızâsını kazanmak için de olsa, zâtının çevre
sinde de dönüp doiaşsa sonuç aynıdır.
88
erbabı arasında yaygın olan, fakat kendisinde dalgınlık
ve ihmâlin çokça bulunduğu kalb ile yapılan zikre tercih
ederdi.
89
Kısa bir süre bu şekilde alıştırma yapar ve bu süre
içinde kısa bir an için kalbini gözler, ama zihnin başka
şeylere yönelmesi anlamına gelen bu davranışım fazla
sürdürmez. Tıu-îkat yoluna yeni adım atmış bir öğrenci
(mürîd), aşağıdaki satırları içeren bir mektupla bu du-
nıımı şeyh hazretlerinden şöyle sordu:
90
de kalp bu engeli aşamazsa, önada dille yapılan zikirden
başka bir şey kalmaz ve bu gibi durumlarda yalnız kalır.
91
«Bu, çok büyük bir yanlıştır. Zîra insanın duru
munu düzeltmeye yarayan bütün araçlar "Zikir" kelime
sinde toplanmıştır. Buna göre hastalıkların teşhis ve
tedavisi yapılmadan Allah'ı zikir gerçekleşemez. "E'l-
Hısnu'l-Ha.sîn" adlı eseri okuyunuz, orada, "Allah'a bo
yun eğen herkes zikretmektedir." sözünü bulacaksınız.
Zikir, hatırlama ve düşünme demektir. Hatırlamak da bir
şeyin sâdece adını söylemek ve onu sürekli tekrar et
mekle değil, çeşitli metodlarla sağlanır. Emirleri yerine
getimıeden, ziyaretlerde bulunmadan, sohbetlere katıl
madan, haberleşme ve mektuplaşma gerçekleşmeden
kupkuru tekrar, zikir sayılır mı? Aslâ! Yalnızca tekrarda
hatırlama olamaz. Düzelmeyle birlikte yapılmayan tek
rar, hiç bir zaman zikir ohu'ak kabul edilemez.»
92
planda uıtardı. Tasavvuf erbabı arasında yaygın olan
zikir ve clufılan da ikinci ve bâzan üçüncü planda gö-
i Lİrdü. Sohbetlerinde çok nadir olarak zikir ve duülardan
söz edilirdi. Ancak sıra ibâdet ve davranışlann eleştiril
mesine gelince, neredeyse bütün sohbet onun çevresinde
döner dururdu.
9.1
zikredilen yüce varlığın hayâliyle ve hafızada canlandı
rılmasıyla yerine getirilir. Zikreden kimse zamanla o
hâle gelir ki, adetâ kendisini Allah'ın huzûrunda ve onu
görüyor, O da kendisini görüyor gibi hisseder. Aslında
müslümanın bütün hayâtı kulluktan ibarettir. İslâm’ın
anlamı da tamamen boyun eğmek, kayıtsız şartsız itaat
etmek ve teslim olmaktır. Tasavvufun ruhu sayılan bu
iki şey, yâni boyun eğmek ve zikri devam ettirmek, sü
rekli olarak gaflet ve dalgınlıktan uzak durarak kötülük
lerden kaçınmak, Müceddid Şeyh Tehânevî'ye göre ta
savvufun temel esaslarıdır. "Kasdü's-Sebîl ile'l-
Mevle'l-Celîl" adlı eserinde, hâlis kulluğu kemal ve ol
gunluk yolu olarak açık bir yöntem ve metod biçiminde
tanımladığı tasavvuf hakkında bâzı bilgiler veımiştir.
94
t a r ik a t YOLCULARI DÖRT SINIFA AYRILIR
95
lebileceği bir husustur. Böyle bir kimse, dînî bilimlerde
ihtisas sahibi ohın, ancak üzerinde geçim sıkıntısı olma
yan, ekonomik yönden geleceğini garanti altında görebi
len bir din âlimi olabilir. Câhil ve bilgisiz sofuların
bid'at ve törenlerine, gösteriş ve şekilciliklerine
aldanmaması ve onların tuzaklarına düşmemesi ancak
bu şekilde mümkündür. Bu nitelikleri taşımayan bir
kimsenin verilen zikir ve duâinn ve bunların doğuracağı
sonuçlan üslenmek için kendisinde yetki bulunmaması,
böyle bir tutum içine girmesiyle sınırı aşmasına sebep
olur. Şeyh Tehânevî hazretleri bu açıklamalarıyla,
tasavvufla meşgul olabilecek bilim adamının tanımını
yapmış oldu. Bilim adamlarının tasavvufî yolda
verilecek görevlerle ilgilenmelerini ve bunları üslenerek
yerine getirmelerini ancak bu şartlar altında normal
karşılamaktadır. Yüksek sesle zikir yapmaktan ve bu
zikre uzun süre dalıp gitmekten sözederken de şunları
.söyledi:
96
nakİLinmaktadır. Ancak, yapılan açık zikirde kimseyi ra
hatsız eıme yoksa, bu zikrin açacağı bir zarar söz ko
nusu değilse ve herhangi bir sorun doğurmayacaksa, o
zaman zikrin açıkça yapılmasında sakınca yoktur. Nite
kim İbn Abbas (Allah kendisinden razı olsun)’tan da
aktarıldığı gibi sesi yükseltmek, vitir ve sünnetlerden
sonra "Snbhâııcıllâhilınclikülkiiddûs" teşbihini söylemek,
namazı bitirmii} olmanın bir belirtisi olarak kabul edil
miştir.»
97
işaretleri kapsamalarıdır. Tarikat yoluna girenlerin
bilme.si gereken şeylerden biri de, e.ski insanlann huy ve
karakterleri, vücut ve zekâ yapılan bu hareketlere
katlanabilecek güçte idi. Daha doğrusu eski insanlann
yapıları ancak bu şekilde etkilenebiliyor, başka türlü
onları etkilemek ve karakterlerinde bir değişiklik
meydana getirmek pek mümkün olamıyordu. Zira onlar
sağlam yapılı, görgü kurallarına pek aldırmayan bir
kişiliğe sâlıiptiler. Fazla kibar ve aşırı duyarlığı olan bir
yapıya sahip bulunmadıkları için bu tür htmeketlere ihti
yaç duyuluyordu. Ama günümüzde karekterler
zayıfladı, kalpler duygusallaştı ve en küçük olaydan
etkilenir oldu, az bir uğraşmadan üzüntü duyar hâle
geldi. Bu yüzden de tarikata giren kimsenin, bu gün
ayın şeyle^:! yapması pek hoş karşılanmaz. Çünkü
mâneviyât alanına adımını yeni atmış bulunan kimse,
bu hareketleri tekrarlamaya kalkarsa, hem aklî, hem de
zihnî yetenekleri tehlikeye uğrayabilir.»
98
«İnsumn Alluh korkusundan aynimaması, ona ye
ter. Allah'ı hatırlamak da budur. Müslümanın kendini
denetlemesi de bundan ibarettir. İnsan Allah korkusun
dan ayrılmaz ve ondan gaflet etmezse, âhirette zengin
miikâfâtlaıia karşılaşır. Zâten söz verilen mükâfatlar an
cak âhirette yerine getirilecektir. Allah insanın kalbine
uıtıaf bilgiler bırakır. Özlem, sevgi, korku, alışıklık ve
manevî zevk gibi değişik sübjektif duygular, o zamana
kadar yaşamadığı ve alışık olmadığı bir takım ilhamlar
ve kalbe âit bilgiler gelmeye başlar. Yüce Allah
kendisine sııiarından bir kısmını ve Allah ile kendisi
arasındaki mevcut bağlan nasıl güçlendireceğine dâir
ipuçlarını açıklar. Bu bağlan sağlamlaştırmanın
yollarını öğretir. O hâle gelir ki, sahip olduğu bu
imkanlar ve tatma imkânını bulduğu mânevi zevkler
karşısında dünya ve içindekiler gittikçe değerini yitirir
ve zamanla onun için hiç bir anlam taşımaz hâle gelir.
Yaşanan bu duruma "manevî haller" ve "İlâhi k e ş if adı
verilir ki, mânevî zevkler ve yaşanan haller bakımından
bundan daha ileriye gitmek ve bu aşamadan daha öte
geçmek pek zor olmaz, Allah'a yaklaşma konusunda
benzerini bulmak da pek mümkün değildir.»
99
örnek olmak üzere size, kalbe rahatlık ve insana iç
luızuru veren bir takım seslerin işitildiği kimi "Meşgale"
lerden sözedeceğim;
100
kırının açıldığını iddia ederler ve aralannda bunu kutlar
lar, daha doğrusu bunku'i gözlerinde ilâhlaştınrlar.
101
bulımmiimakiadır. Hattâ bu hususta biraz da acele edil
melidir. Seçkin insanlara uygun olmayan meşgalelerden
bâzılan da rabıtayla uğraşmak ve şeyhi tasavvur etmek
tir. Murakabelerden de vahdet-i vücütculann muraka
besi, seçkin insanlara uygun olmayan bir murakabe şek
lidir. Daha doğrusu zararlı bir murakabe biçimidir. Bu
durunı, içki ve kumarın helâl olduğu sırada Cenâb-ı
Hakk'ın: "Zararları faydalarından daha büyüktür." bu
yurmasına benzer. Onlar nasıl terkedildilerse bunlar da
öylece terkedilmelidir.
102
bütün günahlardan her zaman ve zeminde çekinmek du
rumundadırlar.
103
tekle göz koyması alır. Bu arzı bakmak yoluyla da be
lirtikse, kalpten geçirmek yoluyla da ortaya konsa aynı
dır. En son sırayı da öfkede sınırı aşmak, yersiz olarak
öfkelenmek veya bir kim.seye öfkesini kaba ve sert bir
biçimde belli etmek alır.»
104
hiç bir zaman zorlanmamuh, özel bir çabaya da ih
SL is ıa
tiyaç duymamalıdır.
105
günahla biraraya gelebilmektedir. Fakat esas gâye, Allah
ile kul arasında kaşıhklı meydana gelen özel ilginin ad
ve lakabıdır. Buna göre kulun Allah'a duyduğu ilgi,
O'na itaati ve boyun eğmesidir. Allah'ın kuluna duy
duğu ilgi ise, ondan hoşnut olmasıdır. İşte kul ile Allah
arasındaki özel bağlılığın gerçek yönü ve içyüzü de
bundan ibarettir.»
106
yılmıştır. Şeyh ha2xetleri bundan sözederek şöyle de
miştir:
107
RABB'A OLAN BAĞLILIK TAM OLM ADIKÇA
HALKA h i z m e t DE SAĞLIKLI OLM AZ
108
nazarlıklardan yararlanması uv^ıın görülmez. En do^-
rif.stt hövle birinin kendi meçhul havaî çerçevesi içinde
kalması ve çok zorunlu kalmadıkça hu tip davranışlara
tesehhüs etmımesidir. Ancak mânevi havana gereken
adamaları geçtikten ve istenen ol^m luia eriştikten sonra
hııluttdui>ıı har ortamda öğütler vermesi ve eserler yaz
ması ııvıaın trörülehilir. Bunda her han^i bir sakınca
yoktur. Ciinkii din ilimlerine hizmet, ibâdetlerin en üstü
nüdür. Avnı ,'iekilde şeyhinin izin vermesi hâlinde de
mânevT emirim, telkinde hıılıınma ve kendisine bağlanma
gibi islerle uğrasahiUr. hıınlarla ilgili alıştırmalar yanabi
lir. Bunların hepsini deneyerek viıce Allah'ın kullarına
faydalı nlmavıi çalışır. Fakat .şevki izin vermezse hiç bir
şekilde bu islere kalkışmaz, hic bir zaman bövle bir ku
sur islemez."
109
Iiynıın delildir, Zîrcı insan. Cenâh-ı Hakla olan ilişki
sinde ileri }>ide.me(likçe ve O'ntınla yeterli derecede ya
kınlık kiıranmdıkça ne hallca ve ne de hâlık’a tam olarak
havlancırnaz. hic birinin de hakkını lâvıkıvla ödeyemez.
Bu verçek. ne veliniz benim denev ve gözlemlerimle ne
de sâdect'. hir ki,'sinin denev ve gözlemleriyle sâhit olmm
bir perçektir. Bu i^ercek. binlerce, mânevivât önderinin
denev ve vözlemleriyle sâhit olan hir gerçektir. Bellili İb
rahim F.dhem. Kirmanlı Sultan e's-Şııca' pibi manevî
alanda bizden kat kat Herde bulunan önderler, halkla
ilişkilerini eldi olan kimselere terketmislerdir. Bu nok
tada râsit halîfelerin durıtm/an hir itiraz olarak ileri sürü
lürse. kendimizi onlarla hov ölçüşecek dununda pörme-
mekteviz. "
n o.
vokııır. Bil rahatsız edici konudan fazla sözetmek istemi-
yorum. Amacını, kişisel deneylerimi sâdece toDlumda
f>ör{İHpiimiiz bozukluk, karışıklık, kargaşa, terör ve
anarşinin sehe.hinin. halkın hakkının tam olarak ve titiz
likle verine i’etirilmemesi olduğunu açıklıca kavıi^tur-
mak için anlatmaktır. Bu konudaki titizlik ve kimırsuz-
liiOun elde edilmesi de yalnızca Cenâh-t Hakla içten ve
savlam hir bağlantı kurulmasına haklıdır. Arkasından
kıyamet ı^ünü kar.sılasılacak snrufturmalar ve hu konuda
(ierinliOine dilsünme ^elir... Günümüzde oldııûu gibi sâ
dece mal ve mevki düşüncesiyle o makam ve aetireceği
mânevî sorumluluk kabul edilmez.
il!
linde sözeder ve bunu yapabilene de doğruluğa erme ve
olgunluğa ulaşmayı vâdeder:
112
Ashndu mutasavvıflar da Allah'ın hoşnutluğunun
sâdece nefsin isteklerine karşı çıkmakla kazanılacağını
iddia etmektedirler. Onlitfa göre nefsin isteklerine karşı
çıkmanın güç ve şiddeti ne kadar fazla ise Allah'ın
rızâsı da o kadar büyük olur. İsterse bu karşı çıkış,
dînin temel esaslarına uygun düşmesin. Hattâ bu karşı
çıkma, et yememe ve nefislerini et yemekten mahrum
bırakma, .soğuk sudan kaçınıp soğuk su içmeme,
yumuşak yataktan uzak durma ve yumuşak yatağa
yatmama gibi pozisyonlarda kendini göstermiştir.
Allah'ın nimetlerini kendine haram kılan, açlık ve
susuzluktan iç organlannı kurutan, organlarım böylece
ölüme mahkûm eden kimseler bile bulunmaktadır. Oysa
ben, çevresinde ateş yakarak ortasına rahatça oturan bir
dinsize de rasladım. Fakat bunlar basit şeylerdir. Bunlar
öyle anlamsız şeylerdir ki, sâdece körü körüne bilgisizce
davranış demek daha uygun olur. Bu noktada dengeli ve
düzenli bir hayatı, ancak dînin emir ve yasaklarına
uyarak nefsi düzeltmeye çalışan ve bu uğurda çaba
harcayanlarda bulabilirsiniz. Bu insanlar, normal
sınırlan aşmaz, mücâhede dediğimiz bu alıştırmalara bir
tedâvî, bir ilâç ve bir çare olarak başvururlar. Onlara
göre bu, ibâdet yerine geçemeyen ve asıl maksadı teşkil
edem eyen araçlardan biridir. Aynı zamanda bu
alıştırmalar Allah'a götüren bir yol olmaktan da uzaktır.
Bunu böylece kabul eder ve sağlık açısından zarar
göreceklerini tahmin etmedikçe ya da her hangi bir
tehlike sezmedikçe yemek ve içmekten geri durmazlar.
Birazcık az yiyip iç.seler bile bunu bir ibâdet olarak kabul
etmezler. Eğer yemek ve içmeyi ibâdet ve sevap ama
cıyla terkederlerse ve bir şeyler elde edeceklerini umar
larsa bu noktada hata yapmış olurlar. Zîra bu davramşla-
nyla şimdiye kadar dinde olmayan bir şeyi dîne ilâve
113
etmiş ve onu dinden saymış olurlar. Bid'atın uygun gö-
rülmeyişindeki ve günah sayılışındaki sır da işte hurda
dır. Sözünü ettiğimiz dengeli ve düzenli bir hayâta sahip
olan kimseler, terkeltikleri bir şeyi sâdece bir hastalıktan
ya da bir zarardan korunmak amacıyla terkederler. Oysa
diğer insanlar, yemeyi ve içmeyi sâdece Allah'a yaklaş-'
mak için bir araç olarak terkederler, bu davranışı ibâdet
olarak kabul eder ve sevap kazandıracağını zannederler.
114
rum ki, "Velilik ve erişmişlik yumuşak yastıklar ve rahat
yataklar üzerinde de elde edilebilir, lezzetli yemekler ye
mek ve başkanlık mevkiinde bulunmak buna engel
değildir. Ancak maneviyât yolcusunun evin dışında ve
kâmil bir şeyhin hizmetinde bulunması şarttu'."
115
inceliği gözden kaçırmamak gerekir ki, bunların hepsi
de nefse zor gelmeyecek dozda olmalıdır. Aksi halde
nefsin isyan etmesine ve vahşileşmesine sebep olur, so
nuçta günah kazanılır. Buna göre şeyh hazretlerinin tarî-
kati, yalnız MELEKÎ bir tarikat olmakla kalmıyor, aynı
zamanda herkesin korkmadan girebileceği geniş bir mâ-
nevî cadde niteliği kazanıyor. Bu caddede yol almak kim
olursa olsun herkes için kolay olacak ve ilerlemek müm
kün hâle gelecektir. İnsan bilgin de olsa câhil de, işveren
de olsa işçi de, sağlam da olsa sakat da, güçlü de olsa
zayıf da, zengin de olsa günlük karnını da doyursa bu
yol ona açıktır. Bu cadde öyle bir caddedir ki, onunla
ilgili olarak: "Din kolaylıktır." hadîs-i şerifini söylemek
mümkündür. Çünkü bu yol insanı gücünün yetmediği
ve elinin ermediği bir sonuca itmediği gibi, manevî
alanda istenen hedefe ulaşmayı sâdece belirli bir bölgeye
ve dînî bir yönetime bağlamıyor.
116
oluşur, İkincisi ise; nefse uygun gelen yumuşak alış
tırma ve denemelerden oluşur. Nefse uygun gelen kolay
alıştımiahu’la işe başlamamak için hiç bir sebep yoktur.
Konuşnıa.sının burasında bir adam:
117
"Dünyadan el etek çekmenin büyük bir üstünlüğü
vardır." Bunu duyan Tehânevî rahimehullah ona şu ce
vapta bulundu:
118
mücahededir ve ne de esas gayedir. Çünkü bizim bir ko
nudaki azaltma ve en azla yetinmemiz, yüce Allah'ın hâ
zinelerinde herhangi bir artış meydana getirmez. Bu
nunla birlikte mîde fesadına ve sindirim bozukluğuna
uğrayacak kadar, midemizden rahatsız oluncaya kadar
ölçüsüzce ve tıkabasa yiyip içebiliriz de demek istemiyo
ruz, Şeyh İmdâdtıllah'ın bu konudaki görüşü ise, insa
nın normal sınırlar içinde nefsin isteklerine cevap ver
mesi ve aldığı bu enerjiyi iyi işlerde kullanması, Allah
yolunda değerlendirmesi yönünde idi. Gerçekten de
kendisi için nefis yemeklerin hazarlandığını bilen bir in
san, yapmakta olduğu işi de, başlamış olduğu ibâdeti de
tam ve kusursuz yapmağa özen gösterir. Böyle bir yiye
ceğe kavuşacağı için de sevinç duyar. Nefsi harekete
geçilmek için de mutlaka böyle bir faktöre ihtiyaç vardır.
İmdâdullah hazretleri şeyh Eşref Ali'ye bir gün şöyle
dedi: ”Ey Eşref Ali! Soğuk bir su içtiğin zaman vücû
dundaki bütün kıllar seninle birlikte şükre iştirak eder,
ama ılık bir su içtiğin zaman genellikle Allah'a karşı
yaptığın hamd ve .senâya kalbin bile iştirak etmez, yalnız
dilinle şükredersin."
119
Bu nedenle sağlığı korumak, en önemli işlerden
biridir. Bunu sağlamaksa kalb ve kafayı rahat ettirmekle
mümkündür. Bunun yolu da. ihtiyaç duyduklan besin
leri vermek ve hastalandıklan zaman tedâvî ettirmekte
dir, Bu durumda bünyeyi zayıf düşürecek ve zekâyı ku
rutacak kadar perhizde bulunmak, besin maddelerinde
azaltmaya gitmek doğru değildir. Tıpkı ölçüsüzce yiyip
içmenin doğru olmadığı gibi. Aksi halde sindirim organ
ları kısa zamanda bozulur ve fonksiyonunu yerine geti
remez hâle gelir. Öyleyse iyice iştahı olmadan yemeğe
başlamamak ve tamamen doymadan da yemekten kalk
mak gerekir. Uyku konusunda da aynı yolu izlemeli.
Tembelleşmemek için aşın uyumamak gerektiği gibi güç
ve kuvvetini kaybetmemek için de uykudan kısıntı yap
mamalıdır. Hiç bir zaman insan normal çizgiden sapma-
malıdır. Halkın arasına kanşmak ve onlarla aşın dere
cede dostluk kurmak, insana büyük bir zarar açacağı
gibi gereksiz yere onlardan kaçmak ve onlara karşı düş
manlık beslemek de insana çok şeyler kaybettirir. Çünkü
samimiyet kurduğumuz dostlanmız, üzerimize fazla bi
ner ve zaman kaybetmemize neden olurlar. Lüzumsuz
işlerle bizi gereğinden fazla oyalarlar. Düşmanlara ge
lince, onlar da bize işkencede bulunur, rahatsız eder, sı
kıntıya sokar ve yorulmamıza sebep olurlar. Ama sı
kıntı ve meşakkat bunlar olmadan meydana gelmiş, Is
lâm'ın her hangi bir emrini uygulama yolunda ortaya
çıkmışsa, meselâ bir adamın samimiyetinden şüphe et
miş ve hediyesini geri çevirmişsek, burada sâdece A l
lah'ın rızâsı gözetildiği için bundan doğacak düşmanlık
sonucu asla bize bir zarar gelmeyecektir. B ize düşen, bu
tür zararlara aldırış etmemek, yüce Allah'a tam olarak
bağlanmak ve dikkatimizi O'ndan gelecek yardım nokta
sında yoğunlaştırmaktır. Bir insan böyle davrandığı
120
tııkdirde kendisine mutlaka Allah’ın yardımı erişecektir.
Sözgelimi kendisine isabet edecek herhangi bir sıkıntı,
ızdırap, acı ve elem karşısında asla kendisini bırakma
malı, ümitsizliğe düşmemelidir. İrâdesine hâkim olmalı,
başına gelen ızdırap ve sıkıntıyı Cenâb-ı Hakk'ın hik
metine bağlamalı ve ona nza göstemıelidir. İnsan böyle
davranırsa elbette Allah'a yaklaşmayı hakeder. Zîrâ bu
tür çilelere katlanmak, Allah'a yaklaşmanın gereklerin
dendir. Fakat bu esas konuda insanın Unutmaması gere
ken önemli bir şey daha vardır ki o da şudur:
r
F Â R k iN D A OLM ADAN YAPILAN NEFİS
M Ü CA DELESt '
121
"insanın farkında olarak ve olmayarak nefsine
karşı çıkması, onunla mücâhede etmek demek değildir.
Ona, böyle karşı çıkmak, ister tasavvuf erbabının bili
nen yöntemleriyle olsun isterse başka yollarla olsun far-
ketmez. Daha doğrusu şu dünyada bizim müdahalemiz
olmadan ve bizim isteğimiz dışındaki bütün olaylara gö
ğüs germek, onlara katlanmak ve hepsini sîneye çek
mek, bunun sonucunda tabîî olarak dert ve acı çekmek
başlıbaşına bir mücahededir, hattâ en büyük mücâhede-
dir."
NKFİSLE M ÜCÂHEDE İN SA N D A K İ K Ö T Ü L Ü K L E R İ
KÖKÜNDEN YOK EDEM EZ
122
Tasııvvufi ah^tırrmı, kötü huylan kökünden kazı
yıp çıkaramaz, belki sâdece onlan düzenler, doğrultur
ve iyileştirir, Bu işlem kötülüklerin kazınıp atılması
değil, onların köklerinin belirtilerinin değişikliğe uğra
masıdır. Sonuçta kötü huylar giderek, yerini iyi huylar
alırlar. Sözgelimi bir adam cimri ve öfkeli ise, bu kötü
huyların onda bir iz bırakmadan yok olup gitmesi müm
kün değildir. Ancak yapılabilecek şey, kötü huylann dü
zeltilmesi ıslah edilmesi ve eksik yanlarının tamamlan
masıdır. Bu kötü huylar, önceleri yanlış yönlerde kendi
lerini gösteriyorlarsa, diyelim ki; cimrilik, insanın iyi
likte bulunmasına engel oluyor, öfke de iyi kimselere
karşı kızgınlık biçiminde kendini gösteriyorsa, bunlar
tasavvufi terbiye ile yön değiştirerek, sakınca doğuracak
yerlere yardımda bulunmama ve Allah'ın kızdığı kimse
lere öfkelenme şeklinde ortaya çıkarlar. Görüldüğü gibi
bu metodu kullanarak kötülük ve kötülüğe giden yollara
sın çevirerek onların yerine iyilik ve iyiliğe giden yolla
rın yerletirilmeleri mümkündür. Buradan da anlaşılacağı
gibi kökleşmiş olan huykmn tamamen değişmesi müm
kün olmayıp ancak ahlâkın değişmesi mümkündür. Ni
tekim Madîs-i Şerifte de öyle denmiştir:
123
niıı haram lokma yemekten kendini korumasıdır. Bir
adam gelerek nefsin arzularından korunmanın nasıl
mümkün olacağını sordu. Şeyh Eşref Ali rahimehullah
buna şöyle cevap verdi:
124
tarif etmek kimin haddine? Bu konularda fikir yürütecek
de kim oluyormuş?
125
konuşmak, yerli yersiz eleştiride bulunmak, v.b. çeşitli
kötü huylardan nefisle mücâhede sayesinde kurtulmak,
engel olmak ve bıınlan kısıtlamaktır. Unutulmasınki bu
yol, uzun olduğu kadar'çetindir de. Özellikle meşguliyet
lerin arttığı, dikkatlerin dağıldığı günümüzde bu yolun
çok uiun ve çok çetrefilli olduğu inkârı kabil olmayan
bir gerçektir. Şeyh Tehânevî rahimehııllah'ın en büyük
işi de böyle bir çağda onu yenileştirme yolunda harca
dığı çabadır.
126
kalmalıdır. Geçmişe ve geleceğe taşmamalıdır. Öyleyse
insan, tevbeye ihtiyaç duyduğu zaman geçmişi göz
önüne getirmeli, içtenlikle tebve etmelidir. Geçmişteki
anıları tekrar tekrar yaşamak ve bu konuda ısrar etmek
sakıncalıdır. Zîra insan tamamen Allah'a güvenmeli,
geçmişte yaşadığı bu yanlışlan bundan sonra asla tekrar
etmemek üzere kendi kendisine söz vermelidir. Bunu bir
görev sayarak onları büsbütün bırakmalı, bu işi daha
fazla uzatmamalıdır."
127
Tarikat erbabının serbest bırakıldığı, ama bir türlü
gerçekleştirmeyi başaramadığı işlerde; büyük ölçüde za
rar göreceğini hesap ederek durumu düzeltmeye çalış
malı, başaran^adıgı ve gerçekleştiremediği konular üze
rinde fazla durmamalı, gerçekleşmesi ve gerçekleşme
mesi arasında büyük .bir fark görmemeli ve tamamen
üzüntüye boğulmamalıdır. Durumu düzeltmeye çalışır
ken kendini harabetrnek ve mutlaka başaracağım diye
gereksiz sıkıntıya girmek de doğru bir davranış
değildir. Diyelim ki, önemli bir işte kendisinde bir
karışıklık gördü, durumu derhal düzeltmesi gerekir. Ya
da kötü bir harekette bulundu, hemen Allah'a tevbe et
mesi gerekir, Bununla beraber konunun üzerinde fazlaca
durarak bu işi neden yaptım veya neden yapmadım
şeklinde aşın giderek üzüntüye kapılmasına gerek yok
tur, Tevbesini yaptıktan sonra normal olarak eski ha
yâtına döner ve gündelik işlerini takip etmeye, başlar, Eu
tür davranışların hepsi' de,insanın, kendisini gereksiz
zorlamaya itmesi demektir. Oysa bu tür taşkınlıklar kitap
ve sünnette yasaklanmıştır. Meselâ bir âyet-i kerîmede:
■ i ■ 1 : r
129
hayâtında bu ve benzeri durumlar her zaman tekerrür
eder durur, ardı arkası kesilmez, bunun sonunda da hem
olayı yaşayan hem de başkaları başlanndan geçen olay
ların etkisinde kalarak kötü söylemeye koyulur ve şöyle
derler: "Bu yolda, Allah yolunda ne iyilik, ne rahat ve ne
de mutluluk vardır. Bu yolda katlanılanların hepsi de iş
kence ve ıstıraptan başka bir şey değildir."
130
dan sevindirici sonuçlar beklemediği gibi ahiretten de
yüce makamlar gözetmemelidir. Dünyada iyi işler ba-
şai’ması için yüce Allah'a yakarıp yalnız onun yardımım
istemeli, âhirette cehennem ateşinden koruyup kurtar
ması için ona dua etmelidir. Sülük denilen şey de işte
budur."
BİR ŞÜPHE
131
huysuz olur da aynı şekilde ürkerse, dizginini çekerek
ona hâkim olmak oldukça zordur."
132
ibâreitir. Meyvelerine gelince onlan sağlığa benzetebili
riz. Nasıl sağlıktan beklenen şey, hayattaki hedeflerine
ulaşman ya da onlan sevinç ve neşe içinde kolayca ger
çekleştirmense, nefis mücâhedesinden beklenen şey de
hedefe vamıanda katkıda bulunarak onu kolaylaştunman-
dır. Nefis müeâhedesini karabiber gibi de düşünebiliriz.
Kendisi bir yemek olmadığı halde yemeklere hafifçe
koklatıldıgı takdirde onlara lezzet verir. Şeyh Eşref Ali
diyor ki;
133
vardır ki o da, bir velînin yardımı ve kararlılıkla bu
yolda ilerlemektir. Önemli olan bu yoldan aynimamak
ve dâima bu yolda yürümektir."
134
hamlar değil, yalnızca benlikten doğan kuruntulardır.
Olgun insanlardan başkası da bunlan fark edemez, ger
çek yönlerini tam olmak kavrayamaz.
135
nıekten vazgeçtiler ve bu tür heveslere kapıldılar. Bunun
arkasında yatan neden şudur ki, insanlar çoğu zaman
şekilleri amaç ve hedeflerin yerine koyuyorlar, kendile
rini Allah'a yakın sayıyor, O'nun indinde makbul
olduklannı zannediyorlar. Böyle olmasalardı kendileri
öyle yaşamazlardı. Şuda bir gerçektir ki bu durumlan
onlarla birlikte kâfirler de yaşamaktadır.
136
Şeyh Tehânevî rahimehullah diyor ki: Allah’a
yaklaşma konusunda hiç bir değere sahip olmadığı halde
insanlar, keşfi olgunluğun en üst kademelerinden say
maktadırlar. Bir kısım insanların yapılan keşfe uygun
düşmekte, diğer bir kısmının yapılan da uygun düşme
mektedir. Tıpkı insanlardan bâzılannın sâdece yakım
görebilmeleri yanında diğer bazılannın dikkatli bakış
larla uzağı görebilen gözlere sahip olmalan gibi. Eliyle
cfıminin şadırvanını göstererek şunları söyledi:
"Faı-zediniz ki bir kimse sâdece bu kadar mesafedeki şa
dırvanı göremezken, bir başka kimse hem şadırvanı
hem de onun ötesindeki caddeyi görebilsin, adam biraz
cık uzağı görebiliyor diye bunu Allah'a yaklaşmış olan
kimselerden sayabilirmiyiz? Asla! İşin doğrusu bu du
rum sâdece bir görüş türüdür, görme özelliğidir. Allah'a
yakınlıkla bu durumun hiç bir ilgisi yoktur. Bâzı kimse
lerin yapısı keşfe uygun değildir, ne kadar da perhiz ve
alıştırma yapsalar, hayatlarında bir kez dahî keşfi elde
edemezler. Bunların hepsinin de temelinde kulluk var
dır. Allah'a yemin ederim ki, bir kimse binlerce kez
keşfe mazhar olsa, hattâ daha da fazlasını gerçekleştirse,
yine de vicdanına dönerek kendini gözden geçirdiği za
man az da olsa manevî yolda ilerlemediğini görecektir.
Buna mukabil Allah'a üç kez teşbih eder, sübhânellah
der de sonra kendini kontrol ederse, Allah'a yaklaşma
konusunda ilerlediğini anlayacaktır. Mânevî zevk sâhibi
olduklarını iddia edenlerden vicdanlı olanlar, bu durumu
kendi kendilerini anlamaya çalışsınlar. Kendilerini dene
sin ve ne olduklannı görsünler."
137
da inanmayana da, inkâr edene de azgınlık yapana da,
herhangi bir dîni benimseyene de benimsemeyene de
aynı şekilde ve eşit bir biçimde görünür. Vücûdun bâzı
özel yeteneklerinin alıştırma ve tekrarlarla gelişip güç
lendiği gibi, alıştırma ve perhizlerle ruhun bâzı özel
güçlerinin de gelişip güçlendiği bilinmektedir. Bu işin
uzmanı sayılan psikologlar ve hipnotizma ustaları günü
müzde bu işi çok iyi yapmaktadu'lar.
138
görülür. Bunlar, alışarma sonucu kazanılan beceriler sâ-
yesinde gerçekleştirilir. Değerleri de kalple yapılan
zikrin altında kalır. Mânevi alanda yol almış bulunan
ariflerin yazdıklarına göre, olağanüstü şeyler gös
termeyen maneviyât yolculannın dereceleri, bunları
gösteren kimselerin derecelerinden kat kat üstündür.
Ariflerin en büyük kerametleri, dînimizin belirlediği
doğru yoldan sapmamak ve en büyük keşifleri
müridlerinin (öğrenci) yeteneklerini araştırarak onlan
yetenekleri doğrultusunda eğitmektir. Büyük şeyh, bir
kısım kerâmet sahiplerinin ölümleri sırasında: "Keşke
kerametle taltif edümeseydik" dediklerini yazmaktadır,
139
Keramet ancak, dînimizin esaslarına tamamen
uyan olgun insanlarda görülür. Ortaya çıkış şeklinde bir
birlik ve bir uyum yoktur. Eğer biribirini izleyen tam bir
uyum içinde olursa zâten kerâmet sayılmaz. Aynı
şekilde kerametin bir Peygamberin getirdiği din
esaslanna da uygun olması gerekir. Bu halleri çokça
görülen sihirbaz ve yogiler bir dîne bağlı olduklarını
söyleseler de onların gösterdikleri olağanüstü olaylar,
göz yanılmasından (illizyon) başka bir şey değildir.
Çünkü yaptıkları işler Peygamberlerin getirdikleri din
esaslarına uygun düşmez. Bu uygunsuzluk bid'at
sâlıiplerininki gibi temel esaslarla da ilgili olsa, günahkâr
ve ihmalkarlarınki gibi aynntılarla da ilgili olsa değişen
bir şey yoktur. Bu gibilerin gösterdikleri olağanüstü
olaylara din diliyle "İSTiDRAC" denilir. Ancak, bu
olayların görüldüğü kim seler hayatlarının her
aşamasında Allah korkusuyla yaşayan takva sahibi
insanlarsaö zaman bu olaylara kerâmet denir.
140
yen kimsenin inancım güçlendintıek amacıyla kerâmet
Ortaya konabilir, buna izin verilmiştir.
İLHAM VE TASARRUF
141
Tasavvuf dilinde bu İlâhî desteğin adına "ILKA’ (Allah
tarafından kalbe doğan ilham), TASARRUF, HİMMET ve
CEM'ALHATIR (dikkati bir noktada yoğunlaştırma)" de
nir.
142
zayıflatır. Bunda da bir çok hastalıklann ortaya
çıkmasına yol açan büyük bir tehlike söz konusudur.
Dînî açıdan vereceği zararlara gelince; genellikle halkın
bunu bir üstünlük ve erişmişlik belirtisi kabul etmesidir,
bu ise inançlara zarar verir. Tarikata yeni giren mürid ve
talipler de, böyle küçük şeylerle yetinerek nefislerini
ıslah çabasından vazgeçebilirler ki bu da manevî ilerleme
yönünden büyük kayıptır.
143
"Şeyh Rahmetullah, insanların şeyh îmdâdullah
rahimehullah'dan yalnızca dua ve ilham istemeleriyle
ilgili çok tuhaf ve bir o kadar da ilginç bir olay anlaur.
144
Bu konuda üzerinde durulması gereken önemli bir
konu daha vardır ki, o da çoğu insanlann istiyoruz de
melerine rağmen bu sözlerinde samimî olmayışlarıdır.
Daha doğrusu bu insanlar yalancıdırlar. Çünkü istemek,
irâde ve temenni kelimeleriyle iföde edilir ama ikisi ara
sında nüans farkı vardır. Yâni temenni ve irâde başka
başkadır. Buna şöyle bir örnek verilebilir. Hacca gitme
konusunda iki kişinin konuştuğunu farzedelim. Bunlar
dan birinin: "Her müslüman hac görevini yerine getir
meyi arzu eder." dediğini istemeyerek işitmiş olduğunu
düşün. Bu adama sen; sözlerin yalandır, doğru söyle-
seydiıı herkes hac görevini yerine getirirdi. Bu sözünü
öyle değil de "hac ibâdetini yerine getirmek herkesin te-
mennî.sidir", deseydin doğru olurdu, dersin. Normalde
yalnız temenni insanı o şeyi yapmaktan geri bırakamaz.
Zira istemek bir tür hazırlıktır ve hazırlığa başlamak
demektir. Bir insan çiftçiliği ister de araç ve gereçlerini
tedârik etmezse bu adam sâdece çiftçiliği temenni ediyor
demektir. Bir başkası da arzu ile birlikte araç ve gereçleri
tedârik ediyorsa işte bu adam çiftçiliği gerçekten istiyor
demektir. Câmide kılınmakta olan namaza yetişmek iste
yen iki adam da bunun gibidir. Birisi sâdece istek aşa
masında kalıyor, diğeri ise bu istekle birlikte teşebbüse
geçip câmiye koşuyor. Bu işi gerçekten isteyen kimse
ikinci adamdır. Birincisi ise sâdece temenni etmektedir.
Arzu ne zaman amele dönüşürse o zaman bir sonuç al
mak mümkündür. İsanda irâdesini gerçekleştirme gücü
kalmadığı zaman, amaca ulaşmak için başka yollar ara
nıp bulunur ve gayret benden başan Allah'tandır denilir.
145
çabasıyla ortaya çıkamaz. Yalnız başına çabayla elde
edilse de faydalı olmaz. Bu manevî sezginin yararlı
olabilmesi için müridin hareketlerinin (ibadet v.b.) ona
eşlik etmesi gerekir. Böyle olmazsa bu hâl mürîdden si
linir gider. Söz gelimi ateşte ısınan bir kimseyi düşüne
lim, ateşe yakın oturursa ısınmaya devam eder, uzakla
şırsa ısınma sona erer. Soğuğun etkisi sonucu zamanla
vücud buz kesilir. Tıpkı bunun gibi maneviyât yolcusu
da, ne zaman şeyhinden uzaklaşırsa çırılçıplak ve eli
boş kalıverir, âdeta onunla hiç beraber bulunmamış gibi
olur.
146
duygLiUınmn karıştığını farzedelim. Şimdi bu adam yu
karıdaki ülçiilcre göre erişmiş sayılır mı? Hemen belirte
lim ki, bu inanç asılsızdır, boştur. Eğer bu etkileme
olayları veliliğin belirtilerinden olsaydı, Peygamber
aleylıissalâıil vesselâm efendimiz mutlaka bu yola başvu
rurdu. Müşriklerin kendisine pusu kurdukları ve onu tu
zağa düşürmek istedikleri gün meydana gelen olaylar ni
çin meydana gelmişti? Sağ sfılim kurtulabilmek için ne
den onların dalgın oldukları ânı kollamıştı? Onları bir
an bile olsa neden unutmadı? Bir bakışıyla onları neden
gaflet uykusuna daldınvermedi?
147
"Muhterem okuyucu! Bilmelisin ki, veliliğin öl
çüsü şudur; İnsan Allah korkusunda, kulluk ve dünya
dan kopmakla ilerlediği oranda Peygamber aleyhissalâtü
vesselam efendimize bağlılık ve ona benzemek yönünde
de ilerlemiş olur. Çünkü veliliği besleyen enerji kaynağı
ve onu sulayan pınarın başlangıcı Peygamberlikte nok
talanmaktadır. İşte veliliğin asıl mihenk taşı budur! Ne
kadar acınacak bir durumdur ki, günümüzde insanlar
gerçek bilginlere fazla değer vermemişler ve bu yüzden
de bu derece büyük yanılgılara düşmüşlerdir."
148
görüyorum ki, bu sözlerden, herhangi bir tarikata gir
menin Allah'tan (her türlü noksanlıktan tenzih ederim)
bereket getirmeyeceği anlaşılmamalıdır. Daha doğrusu
bu .sözden, şeyhe bağlanma olayım tarikatların temel
esaslarından biri saymanın büyük bir yanlış olduğu an
lamı çıkarılmalıdır. Çağımızda şeyhe bağlanma olayı
nın iç yüzüyle ilgili bilgisizliğin halk arasına hızla yayı
lışına ne kadar hayret edilse azdır.
149
Adetâ bu olay şatlık olan bir malı vitrinde sergilemeye,
hasta olan birinin kendini güvendiği doktorun ellerine
bırakmasına ve başka hiçbir kimsenin tavsiyesine kulak
asmamasına benzemektedir.
150
değildir. Aksine bilim ve tekniği ilgilendiren tüm olay
larda söz konusu olabilir, hattâ hayâtın bütün alanlarında
geçerlidir. İnsan sâdece kitaplardan edindiği bilgiye da
yanarak ve demiri kullanmayı öğrenerek madenî eşya
imal edemez, masa ve sandalye üretemez. Yalnız pratik
yemek kitaplarını okuyarak mükemmel bir yemek pişi-
remez, pişirse de zaman ve malzeme kaybı çok olur. Pi
şirilen yemek de tam bir yemek olmaz ve bilen birinin
pişirdiğine uymaz. İşte bu bir ktırışıklık ve uyumsuzluk
tur. Tıbbî eserler tıpla ilgili bütün bilgileri kapsasalar
bile onları okumakla insan kendi kendisini tedâvî
edemez, onlardan ancak doktor olanlar yararlanabilir.
151.
rak kimsenin hasta tedâvî etmesi mümkün değildir. An
cak doktor olursa belki.
152
dinî konular üzerinde araştırma yapmayı, dînimizin iki
temel taşı olan kitap ve sünneti iyice anlamayı zorunlu
hissetmiyor ve bu yönde en ufak bir çaba bile harcamı
yorlar. Daha doğrusu bütün yaptıklan şey, sâdece hadîs
tercemeleri ve İngilizce yazılmış Kur’ân-ı Kerîm mealle
rini incelemek, bir takım dergi ve gazetelerde yayınlanan
dînî içerikli makaleleri okumakla yetinmekten ibarettir.
Böyle olmalarına rağmen insanların kendilerine uymala
rını bekliyor, yeni yöntemler koyduklannı zannediyor
lar, içtihatta bulunduklarına inanıyor, daha da kötüsü,
kendilerini bu iş için yetkili buluyorlardı.
153
işte bütün bu hazırlıklar, deney ve gözlemler, araç
ve gereçler, çaba ve gayretler hep bu dünya ve bu varlık
lar âlemi uğrunadır. Bu gerçeğe rağmen, bilinmeyenler
dünyasına, âhiretle ilgili dînî meselelere dönünce hemen
her lider, her yazar, her avukat, bu derin konularla oy
namayı, bu ince meselelere dalmayı kendi uzmanlık dalı
sayar, bunlarla ilgili yeni görüşler ortaya koyar ve bir
numaralı refoımist kesilirler.
154
bağlıysa veya manevî hastalıJdann yok edilmesine daya
nıyorsa, artık bu durumda insanın maharetli bir doktora
teslim olmaktan ve kendisini onun güvenilir ellerine tes
lim etmekten başka çâresi kalmaz."
155
rina da izin vermiyorum yolundaki açıklamalarıyla bir
şeyhe bağlanmanın gerçek anlam ve gayelerine işarette
bulunmuşlardı. Kendisine bağlanmak isteyenlere arasıra
bu tür açıklamalarda bulunur ve konuyu daha iyi
anlamalarına yardımcı olurlardı. Çünkü halk, bir şeyhe
bağlanmanın anlam ve gayesiyle ilgili çok az şey bili
yordu. Şeyhe bağlananlardan bir kısmının gayesi, keşif
ve keramet sahibi olmaktır. Oysa bunlar, müride değil
mürşide bile gerekli şeyler değildir. Bu durumda mür
idin bu gibi şeylere düşkünlük nedenini nasıl
açıklayabiliriz? Bir kısmının gayesi de, şeyhlerin
müridlerini koruyacakları ve ebedî âlemde onlara
yardımcı olacakları inancından kaynaklanan korunma ve
kurtarılma ümididir. Oysa Peygamber aleyhissalatü
vesselam efendimiz bizzat, kendi öz kızı Fâtıma
radıyallâhu anhâ'ya:" Fâtıma, kendini cehennem
ateşinden koru! Çünkü ben sana Allah'tan gelecek
şeylere karşı garanti veremem." buyurmuştu. Bu
dunımda miirid kendisinden memnun olmadıkça bir
şeyhin müridine kol kanat germesi ve onu ileride
cehennem azabından koruması nasıl mümkün olabilir?
lse
Teklidir, İnsanın buna güvenmesi ve işlerini buna göre
düzenlenmesi ise çok büyük bir yanılgıdır.»
157
B irincisi: Bu durumlann hepsi de gerçekleşmiş
olsa, o kimse kendisini olgunluğa ermiş sayacaktır.
Çünkü ona göre asıl hedef bunlardır. Bu duruml^a gel
dikten sonra artık onun için yapılacak şey kalmaz. Artık
o, bu güne kadar uğrunda nice mahrumiyetlere katlan
dığı asıl gâyesine ulaşmıştır. Onun için ibâdet ve iyilik
leri bırakmakta herhangi bir sakınca kalmamıştır. Elde
ettiği bu sıfatlarla yetinir, çok geçmeden iyilik ve ibadet
lerle alay etmeye başlar.
158
madı? Fııhıncıı yerden başkente nakledilmem amacıyla
Dekkân ve l lindistam tamamen dolaştım, şeyhler ara
sında bu arzumu gerçekleştirecek hiç kimseyi bulama
dım, demişti.
159
mesi, dalgınlığın atılması anlamına gelen Allah'ı an
maya aralıksız devam etmesidir. Zâten mürîdle miirşid
arasındaki gerçek ilişki, mürşidin yol göstermesi ve
müridin de bunları -zevkine varamasa ve zannettiği gibi
olgunluğa eremese de- hayâtına uygulamasıdır. Bir gün
gelip meyvesini mutlaka toplayacaktır. O da rızâ-i bârı-
dir. Allah'ın rızâsını kazanan mürîd, böylece cehennem
azâbından kurtularak cennete girecek ve hattâ Cenâb-ı
hakka kavuşacaktır. Evet, bu gâyeye ulaşmak şeyhin
telkini ve öğretmesi, müride vaadlerde bulunması, buna
karşılık mürîdin de şeyhine tamamen bağlanması, ken
disine öğretilen hususlara haıAyyen uyması sonucu ger
çekleşir. İşte gerçek mürîdlik ve gerçek mürşitlik budur.
160
Ancak gelenek ve taklit kabilinden el almak ya da
mürşidin dini dine koymak , özellikle isim söyleyerek
şeyhin elini tutmak gibi davranışlar, ciddiyetten çok şa
kaya daha yakındır. Şeyh Tehânevî büyük bir enerji ve
cesaretle bu konudan şöyle sözeder:
161
Ama ben, kesinlikle bağlanmaları kabul etmem, sözleş
melerde bulunmam. Bunun yerine ibâdet tavsiye eder,
öğütlerimi bu yönde yoğunlaştınnm. Bu da, onları kız
dırır.»
162
yuşanım bu hıülerin durumu güllere benzer, güller ki
cuddenin iki kenarına dağılmış, uyumlu renklerin
oluşuırduğıı demetler hâlinde dizilmiş ve aralanna da
hoş kokulu fesleğenler serpiştirilmiştir. Caddede
ilerlerken gözümüzün açık olması ve etrafı seyretmekle,
gözümüzün kapalı olması ve yere bakmak arasında bir
fark yoktur. Sanki gözü kapalı olarak ilerlenemez ya da
yol alınamaz mı? Elbette gözü kapalı da yol alınabilir.
İster gözümüzü açıp yol kenarındaki çeşitli ağaç ve
çiçekleri seyredelim, isterse başımızı önümüze eğelim,
hiç bir yere uğramadan ve hiç bir şeyle ilgilenmeden
geçip gidelim, her iki halde de yol almak mümkündür.
163
SO H BET ve B A Ğ LILIK LA R
164
halde icıihada kalkışmaları, sanki dînin hükümlerinin
modası geçmiş gibi reforme etme girişiminde bulunma
ları noktasında yoğunlaşmıştır. Bu çabalarını yalnız
dinle ilgili işlerine yönelttikleri gibi, bu cesareti de yalnız
okııma-yazmaya güvendiklerinden bulmaktadırlar.
Olgun bir şeyhin sohbetlerinden yararlanmayan, o
sohbetlerin mânevî zevkini tatmayan nice dînî bilgi
sahibi kimseler, sonunda hem kendileri şaşırdılar, hem
de başkalarının şaşırmalmna neden oldular. Yâni hem
şaşıran hem de şaşırtan durumuna düştüler. Ben böyle
kimseleri yeni müslıiman olan ve dînin, ahlâkı oluşturan
bütün ilkelerini, ibâdetlerini oluşturan bütün yü
kümlülüklerini, inancı oluşturan bütün esaslarını,
incelediği ve araştırdığı dînî eserlerden öğrenen kimseye
benzetirim ki bu adam, namaz, oruç, zekât ve hac gibi
bütün ibâdetleri, farz ve sünnet olan bütün davranışları,
dînin istediği bütün şartları okuduğu eserlerin ve
incelediği kitapların verdiği bilgilere göre yerine
getirmektedir. Buna karşılık müslüman ve dindar bir
ailenin yanında dînî bir havayı teneffüs eden, böyle bir
ortamda yetişen, fakat okuma yazma bilmeyen bir
kim se, yalnız anne babasını ve çevresinde dînî ha
yatlarını yaşayan insanları gözleyerek, ibâdetlerini daha
mükemmel bir şekilde yerine getirir, inceliklerini öğrenir
ve yapar. Namazda da oruçta da, diğer ibâdetlerde de bu
böyledir. Hayâtın hiç bir alanında ve hiç bir bilim da
lında, staj görmeden ve uygulama yapmadan başanya
ulaşılmamıştır.
165
yanında staj görmeden bu mesleği öğrenemez, maran
gozlarla ilgili âletleri eline alıp onlar gibi ustalıkla kulla
namaz. Bunun için mutlaka usta bir marangozun
yanında çalışmak ve mesleğin inceliklerini öğrenmek ge
rekir. Terzilik ve diğer zenâatlar da tıpkı bunun gibidir,
onların da araç ve gereçlerini kullanmak böyledir. Hattat
olmak arzûsiııuı taşıyan kimse de-mutlaka bir hattatın
yanında bulunmak, onun kalemi tutuş ve kağıt üzerinde
gezdiriş biçimlerini öğrenmeli ve ancak böylece güzel
yazı yazar hale gelmelidir.
166
öy ley se geriye bir tek ihtimal kalıyor ki o da Allah'ın el
çisiyle sohbet mutluluğuna ermiş bulunmalarıdır. Bu
öyle bir sohbettir ki onlardan sonra gelen en büyük bil
ginler, mânevi havanın teneffüs edildiği ve susuz kalan
gönüllerin kandırıldığı bu sohbetin en az ve en
aşağısını yaşamak şöyle dursun dengini ve benzerini
bile bulamuzlar. Yıllar boyu eserleri araştırmakla elde
edilemeyen manevî bilginin, bir saatlik sohbetle elde
edilebileceği gerçeği, bu yönde en küçük bir deneyime
sahip olanların bile bildiği bir husustur. Bu noktada hiç
bir abanma da söz konusu değildir. Şâirde bu anlamda
şöyle demiştir:
167
geleceği görmeye başlar. Öyle ki, daha önce yaşadığı
hayatı ahmaklık, aptallık ve beyinsizlik saymaya başlar.
Bu satırların yazarının hikâyesi de işte böyledir. Bu
yola girinceye kadar bir sürü eser inceledim, fizikötesi
bilgiye sahip olan bilginlerin bulunduğu bir ortamda
yaşadım . D iplom a alm ayı başardım, kendim i
yazarlardan sayıyor, zekâ yönünden arkadaşlarımdan
düşük seviyede, kararlılık yönünden de yaşıtlarımdan
aşağı durumda görmüyordum. N evar ki Şeyh
Tehânevî'nin sohbet meclisinde bir kaç kez bulunduktan
sonra geniş dînî ufka sahip olmaktan yoksunluğumu,
dînî idrâk ve kavrayıştan uzak bomboş bir aptal
olduğumu anctık farkedebilmiştim. Şeyh Tehânevî diyor
ki:
168
Çünkü o mübrırek insimin sohbetleri sayesinde akıllana
cak ve geniş bir manevî ufka sahip olacaksın.
169
n îR TIÎK ŞKYHE BAĞLANMA G EREĞ İ
170
Şeyh Tehânevî rahimehullah’ın verdiği bu örnek
çok güzel bir örnektir. Çünkü, biyolojik ve bedensel
hastalıkhu m tedavisinde her gün gözlediğimiz ve sabah
akşam denediğimiz bir husustur. Özellikle bu günlerde
doktorların çoğalması tedrıvî metodlannm çeşitlenmesi
ve insan yapısının farklılığı dolayısıyla durum değiş
miş, doktorlar ve tedrıvî metodlan, yeni ve eski ilaçlar
için insanlar, deneme ve uygulama alanı ve âdeta kobay
hâline gelmişlerdir. Önüne gelen herkes tıbbî bilgisini ve
tedâvî yöntemlerini hasta üzerinde dener olmuştur. So
nuç olarak ne hastada huzur kalmış ve ne de doktorlarda
ve hastabakıcılarda tatmin ve doyum hasıl olmuştur. Bu
yolda sâdece sınırsız maddî kayıplarla kalınmıyor, aynı
zamanda çeşitli tedâvî metodlan kendi üzerlerinde dene
nen hastalar da büyük tehlikelerle karşı karşıya kalıyor
lar. Bu durumda hastaların mutlaka inceleme ve araştır
maya dayalı bir doktor seçimi yapmaları zorunlu hâle
geliyor. Bulunan bu doktor orta derecede başarıya sâhip
bir doktor da olabilir. Yeter ki doktorun kafası, hastanın
para cüzdanında olmasın. Hastanın iyileşmesi ve sağlı
ğına kavuşmasında olsun. Teşhis koyduğu hastalığın ve
onun verdiği rahatsızlığın giderilmesine çalışsın. Eğer
bu doktor uzun süre uğraşır ve bildiği tüm tedâvî metod-
lannı uygular da yine bir sonuca ulaşamazsa, o zaman
başka bir doktora başvurulmasını tavsiye eder ve gere
kirse o doktor da tedavide ona ortak olur.
171
sinde son derece samîmî bir doktorla tanıştım.^ °
Kendisi Allab rızâsından başka hiç bir şey gözetmez,
hastanın iyi olmasından başka hiç bir arzusu da yoktur.
Allah'a şükürler olsun ki, Luknov'da kaldığım yirmibeş
yıla yaklaşan uzun süre zarfında hangi hastalıktan
kendisine başvurduysam başka bir doktora başvurmaya
gerek kalmadı. Buna mecbur olm adığım için ,
kendiliğimden de başvurmadım. Mecbur kaldıysam da
onun görüş ve tavsiyesini aldım. Allah Taâlâ hekesin
şifâsını önceden yaratmıştır. Ancak kesin olarak ömrü
sona erenler ve eceli gelenler bunun dışında kaim. Allah,
er veya geç onlann iyi olmalarını takdir etmemiştir.
Şüphesiz ki kalpte meydana gelen huzur ve doyum bu
sayede elde edilmektedir. Bu inanç sâyesindedir ki, has
talıktan önce, hastalık sırasında ve hastalık sonrasında
beni kuşatan huzur ve rahatı, benden başka hiç kimse
bilmez. Bu içten ve samîmî doktor kardeşimi Cenâb-ı
Hak en güzel .şekilde ödüllendirsin.
172
rCıhî bir hastulığın son dönemlerini yaşıyordum. Çeşitli
bedensel bitkinliklerime ve türlü rahatsızlıklarıma rağ
men, içimdeki hayat kalıntılarının ve ruhumdaki huzur
ve sükûn lu'tıklannın yeniden güçlenerek ve bir araya
gelerek beni hayâta bağlamasını, doğrudan doğruya
şeyhimin manevî desteğine, benimle ilgilenmesine ve
eserlerinden aldığım feyizlere borçluyum. Ondan ve
eserlerinden aldığım bu manevî güç olmasaydı karşı
karşıya kaldığım bu zorlu saldmlara ve yakalanmış ol
duğum amansız hastalıklara dayanamazdım.
0
173
velîlerin sahip oldukları iyi hallerin, zamanla yavaş ya
vaş size geçmesidir. Aslında sizleri sohbetlere devam
etmek için dünyevî işlerinizi bırakmaya zorlamıyorum.
Aksine boş zamanlarınızı, sohbetlerle değerlendirmenizi
istiyorum. Sohbetlerde bulunma fırsatı bulamazsanız,
onların sözlerini okuyunuz. Ancak bunu yaparken, ro
man ve hikâye okur gibi ya da bir bilim dalına âit eseri
inceler gibi değil de, kendisiyle amel etmek ve
direktifleri doğrultusunda hareket etmek gâyesi
güdülmelidir."
174
"SOHUET" İNANCI KALBİN İÇİNE İŞLETİR
175
yesinde Allah dostu olan kimselerin sağlam inançları ve
içten ibâdetlerinin yavaş yavaş bize geçmesi ve içimizde
yer etmesi vardır.
176
AŞK VK MUHABBET
177
bin kadar konu çıkarmış ve araştumalarımı derinleştir-
seydım iki bin kadar daha konu çıkarabilirdim demiştir.
Yerleri geldiğinde çıkarılıuı konulan sen de göreceksin.
Konuyu açıklamaktaki amacım şunu belirtmektir ki, İs
lâm tasavvufunun dayalı olduğu (içine aldığr) konulann
(ayrıntı veya ana konu) Kur'ân ve Sünnet'ten, bol bol
çıkarılmaları mümkün olduğuna göre yabancı kaynak
lardan ve felsefî sistemlerden alıntı yapmasına ne gerek
vardır? Bugün tasavvufta kullanılmakta olan diğer terim
ye deyimlere gelince bunlar dışardan alınmış da olsalar
sâdece konuların açıklığa kavuşmasını sağlayan birer
araçtan ibarettirler. Şeyh Tehânevî'nin de değindiği gibi
bu tıpkı Hendek savaşı'nda Selmân-ı Fârisî'nin (Allah
ondan razı olsun) şehrin savunulması için Medîne çev
resine lıendek kazılmasını teklif ederek Peygamber
Efendimizin de bunu kabul edip uygulamasına benzer.
Buna karşı birisi ortaya atılarak dînimizin farz kıldığı
cihad düşüncesinin İran'dan veya Roma'dan alındığını
söyleyebilir mi? Söylemiş bile olsa bu doğru olur mu?
178
Ancak aşk ve sevdanın öğretilmesi söz konusu
değildir. Eğer KurTın'ı Kerîm’i derinliğine araştırmış
olsalardı, insanın mü'min olmasının bile başlı başına
sevgi ve düşkiinlüğü gerektirdiğini görürlerdi. Kaldı ki,
tasavvufun da bunlara ihtiyacı vardır. Aynı zamanda
Kıır'ân'ı Kerîm’de de; "İnananlar Allah'ı en çok seven
lerdir buyrıılmuştur. Hadîs-i Şerifte de buyrulduğu
gibi: "Sizden biriniz beni babasından, oğlundan ve
bütün insanlardan daha çok sevmedikçe olgun mü'min
olamaz." Peygamber Efendimize beslenen bu sevgi,
aşktan- başka bir sözle açıklanabilir ıtâ?
179
lan yerine getiriniz. Sevgilinin arzulanna boyun eğerek
ona bağlılığınızı gösteriniz.
AKLÎ SEVGİ
180
«önce erdem iki tüllüdür. Birincisi bir şeyin kendi
üsiünlügüdür, İkincisi de; özel bir durumundan gelen üs
tünlüğüdür. Bize düşen birinciye zâtî üstünlük, İkinciye
ise îıibâri üstünlük adını vemıektir.
181
Şeyh İsmâîle'ş-Şehîd (Allah'ın rahmeti ona ol
sun), inançtan kaynaklanan sevgiyi zâtı üstünlük dere
cesinde görür, ihtiraslardan kaynaklanan sevgiyi de za
rarlı bulurdu. Nitekim ihtiraslardan kaynaklanan bu
sevgi, sahibinde lu-asıra kendinden geçme ve irâde zayıf
lığı dogunnaktadır. Diğer mutasavvıflara gelince, onlar
aşkı, kendinde bulunan bir özellik dolayısıyla överler.
Çünkü buna benzer sözler, genel bir araştırmayı hedef
leyen, maneviyat sahibi kimselerde görülür. Bir başka
anlatımla onların dilinde aşk denince kayıtsız şartsız
sevginin en olgun derecesi, aşkın türleri söz konusu
oluncada îmandan kaynaklanan sevgi kastedilir. Bütün
bunlardan amaç manevî olgunluğu elde edemeyen, bu
yolda beşeriyet zincirinden kurtulamayan v e kendisine
gereği gibi çeki düzen veremeyen kimseleri dolaylı ola
rak yelmektir. Zâten Peygamber efendimiz de: "Hiç bi
riniz, beni htrçeyden çok sever duruma gelmedikçe ger
çek miı'min olamaz." buyurmaktadır. Buna göre her iki
yorum ve açıklama biçiminde de mutasavvıflarla Şeyh
İsmail’in görüşleri arasında herhangi bir çelişki sözko-
nusu değildir. Herşeyin içyüzünü en iyi bilen Allah'tır.»
im a n d a n k a y n a k l a n a n ve a k l a d a y a n a n
SEVGİ ARZUYA BAĞLIDIR
182
tan kaynakkmtvn sevgi bizim gücümüz ve irâdemiz dâhi-
ündedir. Destek ve dayanağı da ibâdetlerdir. Bunun ör
neği şöyledir; Diyelim ki biz bir ibâdeti seçtik ve onu
yapmak istedik, üzerinde defalarca alıştırma yaptık. So
nuçta mutlaka o ibâdete ısınacağız, o ibâdete alışacağız
ve o ibâdeti seveceğiz. Biz bu ibâdete birine uyarak veya
onun buyruğuyla başlarsak, gönlümüzde mutlaka o iba
dete ya da uyulan kimseye karşı bir sevgi oluşacaktır.
İşte bunun için Allah Teâlâ bize, seçime ve arzuya bağlı
olan bu sevgiye giden kolay bir yol nasip etmiştir. O da,
hayâtımızı bir adamın hayâtının desenlerine göre doku
maktır. Ki o, Allah'ı en çok seven ve aynı zamanda kul
lan arasında Allah'ın en çok sevdiği Rasûlüllah'tır. Bu
yolla müslünranlar, Allah sevgisindeki mükemmelliğin
zirvesine ulaşırlar. Daha doğrusu Allah, kendi sevgisini
sizlere bu yolla ikram edecektir. Nitekim bunu; "De ki
Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sîzleri sev-
sin."^^ buyurarak bizzat kendisi açıklamıştır.
183
aralıksız içten ve samimî olarak ibâdetlerimizi sürdürdü
ğümüz halde bir türlü Allah sevgisinin kalplerimizde yer
etmemesidir. Bunun cevabı şöyledir; İbâdet kavramı sâ
dece basit bir eylemi ihtiva etmez ve rasgele bir hareket
ten ibaret de değildir. Aksine ibâdet, bir çok parçalardan
oluşm aktadır. Bunlardan birisi, yapılan ibâdeti
kendisine uygun bir şekilde yerine getirmektir. Bunu
örneklemek gerekir.se, namazdaki hareketlerden ayakta
durmak ve oturmak kendi başlarına birer ibadet
değildirler. Öyleyse bu hareketlerin ibâdet olabilmesi,
başlanması gereken diğer rükünlerden başlanmasıyla
mümkündür. Bu takdirde Allah sevgisi insan gönlünde
oluşacaktır. Allah sevgisinin doğmamasındaki ne
denlerden biri de ibâdeti yaparken Allah sevgisinin
gönülde artması ve ona daha fazla yaklaşmak niyetiyle
değil de bir alışkanlığın yerine getirilmesi niyetiyle
hareket edilmesidir. Eğer Allah sevgisinin gönülde
ıırrmıısına niyet ederek ibtâdet ederseniz, niyetiniz
şüphesiz gerçekleşecektir.
184
okumakla kendilerinin olgun ve fazîletli olduklanm iddia
etsinler. Neyuzık ki yalnız kitap okumtüda hiç birimiz
olgun ve fazîletli kimselerden olamayız. Hiç kimse de
bunun aksini iddia edemez.»
185
mesi için Allah'a dua etmeniz ve el açıp yalvarmanız-
dır.»
186
vuşmanm başarılabileceğidir. Bu başannm nedeni de bu
tarikattaki kavuşmanın, tarikata girip gereklerini yerine
getirerek ve bu yolda çok bir çaba harcayarak değil de i-
lâhî çekim gücüyle gerçekleşmesidir. Cenâb-ı Hak'la
kulu arasındaki bu manyetik alanın meydana gelişi de
Muhammed Aleyhisselâtü vesselâm'ın sünnetine uyma
nın sonucudur. Çünkü sünnetini izlemek, yüce Allah'ın
en çok sevdiği kimseye benzemek demektir, bu da insa
nın Allah tarafından sevilen bir kimse olmasına yol açar.
Allah tarafından sevilmek de kendinden geçmeyi gerek
tirir.»
187
olaa seçkin kimseler kendi aralarında buna "Mazhar-ı
tam; En yüksek mevki veya en yüksek başarı" derler.
Buna göre, yüce Allah: "Ben ona-insana-kendi rûluiın-
dan iifiirdibn."^ buyurduğu zaman insanı halifelik ma-
ktmuna yükseltmiştir. Halifelik ise iç ve dış yönüyle,
ruh ve beden bakımından güçlü bir ilişki ve yakın bir
benzerlikle mümkündür. Dış yönüyle benzerlik, dün
yaya hükmetme ve dünyaya çeki-düzen verme nokta
sında görüldüğü gibi, iç yönünden benzerlik de âyet-i
kerîmedeki '‘Ruhumdan ” ifâdesinde kendini göstermek
tedir. Eğer kul, kendisini "En güzel yaratılış" tan çıkarıp
da "aşağıların aşağısı" bir yola düşmezse elbette onun
Allah'tan başka bir arzusu ve O'ndan başka bir sevdiği ■
olmayacaktır.
188
Hudîs-i Şerifle yer alan "Suret” in anlamı, gördü
ğümüz ve bildiğimiz şekil ve kalıp değildir. Bel ki
bunun anlamı, mâııeviyât sahiplerinin aralarında konu
ellikleri ve zahirî ilimlere sahip olan sözde âlimlerin ka
bul etmedikleri özel bir ilişki, farklı bir yakınlıktır.
-Kupkuru bir bilgiye sahip ve maneviyâttan habersiz
yaşayan bu sözde âlimler, insanın "Allah'ın görüntüsü"
veya "Hakkın tecellisi" olduğunu anlatan bu tür
terimlerden ürküyor, hadîsin bu anlama gelmesine
rağmen bu tâbirlerden kaçıyorlar. Oysa hadîs-i şerifin
anlamı, ancak bu yorum sayesinde açıklığa kavuşur.
Bazıları ise "Sfıret'^ kelimesine bitişen zamiri Âdem aley-
hisselam'a göndererek bu anlamdan vazgeçme yolunu
tutmuşlardır. Ne var ki bir kısım hadîslerde zamir kul-
hımlmayarak onun yerine doğrudan doğruya "Rahman"
kullanılmışiır. Böyle olunca da değişik bir tutum içine
girerek râvînin, hadîsi sözleriyle değilde kendi
düşüncesine uygun olarak yorum hâlinde aktardığı .
şeklinde itirazda bulunuyorlar. Ben de diyorum ki,
biiıiin bu tutarsızlık ve ısrar neden? Bu lüzurnsuz
direnmeler niçin? Bu konuda müslüman tasavvuİF
erbabının yaptığı yorumlar size yetmiyor mu? Onlanıi
söyledikleri söylenenlerin en kolayı ve en kap
samlısıdır.
189
ğunuz olmuştur. Ama neden bu şekilde açıkladınız?
Çünkü gerçekte "Suret" ortaya çıkış, belirme ve görü
nüm demektir. Halk da bunu böyle kullanmıştır. Nite
kim aralarında "Konunun şekli şöyledir." ve "Bu işin
düzelmesi ne şekilde olacaktır?" biçiminde konuşmakta
dırlar. Buna göre "Suret" in anlamı, burada şekil, görü
nüm ve ortaya çıkış demektir. Bir şeye "Sûret" diyerek
ortaya çıkış anjamı, sâdece gerçeğinin "Sûret" de ken
dini gösiennesi hâlinde kastedilir.
190
yüklerini kendinde topladığı, bunları en iyi şekilde or
taya koyduğu için kendisinden, "kusursuz bir gösterici,
tam bir yansıtıcı, mükemmel bir aktarıcı veya verici”
olarak söz edilir.»
191
diğer varlıkliirdıuı ayınuı yönünün, konuşabilmesi değil,
tutku sahibi olması olduğunu kabul ederdi. Çünkü
Şeylı'e göre konuşabilme özelliğine yalnız insanoğlu
değil, aynı zamanda onunla birlikte cinler ve melekler de
sahiptir. Daha doğrusu Şeyh rahimehullah, yaratıkların
tamamının, hayvanların, bitkilerin ve hattâ cansızların
akıl sahibi oldıığuıuı îmâ eden sözler söylerdi. Ne varki,
bu yaratıklar, bir görevi üslenmeye ve bu görevi yerine
getirmeye yetecek kadar akla sahip değillerdir. Bu işe
lâyık olmak, emânet üslenmek ve onu taşıyabilmek de
mektir.
192
«Nevar ki yabancıya karşı olan sevgide aklın eseri
olan İlâhî uuku üstün geliyor. Ama hem cinsine karşı
olan sevgide biyolojik tutku, üstünlüğü ele geçiriyor.
Her ne kadar gerçek bunun tam tersine ise de, görünüşte
biyolojik sevgi karşısında aklın eseri olan İlâhî tutku
daha zayıf kalıyor. İnsanın biyolojik sevgiyle bağlan
dığı sevgilisi, Allah Teâlâ hakkında kulağın duymak is
temediği çirkin bir sözü söyleyerek ruhun katlanamaya-
cağı kötü bir hareketi sergileyerek yüce Allah’ı gücendi-
rirse, âşıkının gözünde nefret kazanmaktan başka bir
şey elde edemez.»
193
faktörlerin büyük bir bölümüne sahiptir. Gerçek bir
müslüman da yüce Allah'ta bu sıfatların kusursuz ve
eksiksiz bir biçimde varlığını kabul etmekten uzak
duramtız.»
194
ÎMANDAN KAYNAKLANAN AKLÎ SEVGİDE
GEREKLİ OLAN ŞEY
195
yerine getirmekle ihmalkâr davrandığını göremezsin.
Zîrâ insanın üzerinde titizlik gösterdiği konularda
dalgınlık çok az meydana gelir. Kalbi dâima sevgilisini
anarak çarpan kimsede ıııuitkanlık ve ihmalkârlık bul
mak, asla mümkün değildir. Bunun böyle olduğunu her
kes kabul etler. Bu konuda iki kişi birbiriyle
tartışmamışiır.
196
«Geı\ck luikıı, biUün işleri yüce Alah'a bırakmak
tan başka bir şey değildir. Bu da kendimizi Allah'a tes
lim etmemizle olur. Böylece O, bize dilediğini yapar,
bununla da yaratılış ve kurallarına uyma yönünden her
türlü şekilde bizden razı olur. İşte işlerimizi O'na bı
rakma ve nef.simizi O'na te.slim etmenin gerçek anlamı
budur.» Şeyh rahiınehullah bize, tuhaf bir konuyu anla
tırken şöyle diyordu:
197
yevî sevgi ve muhabbete yenik düşmenin sonucu, gözün
sevgiliden başkasını görmediğinin farkındasınız. Mev-
lânâ Celâleddin-i Rûmî, konuyla ilgili olarak şu hikâyeyi
anlatmıştır;
198
bir çoğu bu tür bir aşkı hafife alıyor, sahibini küçümsü
yor ve ayıplıyorlar. Oysa insanı şehitlik derecesine
ulaştıran böyle bir tutku, nasıl oluyor da kötülenebiliyor
ve ondan küçümsenerek bahsedilebiliyor? İnsanı şehitlik
derecesine ulaştırdığı içindir ki, bâzı tarikat erbabı ve
maneviyât sâhibi insanlar, ondan övgüyle sözediyor ve
O’nu amaca ulaştıran araçlardan sayıyorlar. Ariflerden
biri olan büyük bilgin Molla Câmî, bu konuda diyor ki:
"Mecazî anlamda da olsa, O'nun aşkından tevbe etmez.
Çünkü bu aşk, gerçeğe ulaşttran bir yoldur." Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî de değişik bir ifadeyle, bunu şöyle
dile getirmektedir: "Aşk, ister şu yoldan ister bu yoldan
sonunda insanı güç ve kuvvet sâhibi yüce Allah'a götü
rür."
199
lıhğı güçleiuUrcıı ilgilenil dışındaki tüm ilgileri kesin
likle ortadan kaldırır ve hepsine birden son verir. Mecazî
aşkın bir sonucu olan mecazî sevgili dışındaki her şeye
olan ilgi, böylece kesintiye uğrar, aradaki bağlantı ken
diliğinden kopar. Sonra kendini denetleme, Allah'ı
çok(,'a anma ve O'na yaklaşma biçiminde bütün vtu'h-
ğıyla yardımcı olarak benliğini mecazî sevgiliden hakîkî
sevgiliye yönelttiği için tüm ilgileri kesilir, sona erer ve
bir anda kendiliğinden yok olur. Geriye bir tek gerçek
sevgiliye olan ilgi kalır. Nitekim Mevlânâ Celfıleddîn-i
Rûmî de ileride şöylece diyecektir: "Hak'tan başka her-
şeyi öldürmek üzere (Ifı) kılıcını çek. "Lâ" kılıcını çek
tikten sonra hiç bir şey kalmıyormu bir düşün. (Ancak
ve yalnız Allah kalır) O'nun dışındaki her şey buharla
şıp yuk olur, Gerçek sevgiliden başka her şeyi yakıp kül
eden ve gönüldeki vai'lığına son veren ey aşk, sana mer-
habâl..."
2ÜD
savvurlanm çağırmaz, kalbinde iz bırakmalarına izin
vermez. Zîra dîne aykırı davranışlar, gerçek aşkla bir
arada barınmaz. Bu durumda gerçek aşkla bu tür davra-
nışlann bağdaşması nasıl olacaktır?
201
nıiirîdlennin gönüllerinde ınecâzî aşk meydana getimıe-
lei'i için işureite bıılıınurhırken, bu aşkın helaller çevre
sinde kalmasını şart koşmuşlardır. Bunun örneği, kişi
nin kendi akıl ve iradesiyle düşünüp isteyerek âşık ol
masıdır. Yoksa haram olan aşk değildir. Zîra haram olan
bir aşk Allah'a isyan etmek demektir. İşlenen günahların
insanı hiç bir zaman Allah'a götürmeyeceği de bilinen
bir gerçektir. Bu söylenenlerle anlatmak istediğim nokta,
helal bir aşkla elde edilen gayedir. Çünkü aşk, mecâzî de
olsa kalple bir yumuşaklık ve tasa, üzüntü, sönüklük,
tutukluk ve durgunluk meydana getirir, bunun sonu
cunda insan, diğer insanlarla olan bağlarını keser,
duygu ve düşünceleri bütün ilgilerden temizlenir, artık
geriye bir tek şeyden başka hiçbir şey kalmaz. O da, bü
tün bu ilgi ve bağlılıkların Allah'a yönelm esidir.
B öyleee kalp, bütün k olaylığıyla zah m etsizce
tem izlenm iş ve diğer ilgi ve bağlılıklarından
arındırılmış olur.»
202
«Mccâzî aşk yolunda tehlikeler korkunçtur, çünkü
gönüller dünya malı ve şehvete son derece meyillidir.
İşle bu yüzden mürşidin, bilerek ve isteyerek sâdece bu
yolu Öğretmesi doğru değildir, Nevar ki mürîd, elinde
olmayan nedenlerle bu yola düşerse o zurnan hoşgörüyle
karşılamak mümkündür. Bu gibi durumlarda müridi
daha önce sözü edilen metodlarla gerçek aşka yönlen
dirmek bir görevdir.»
203
savvıına ili>ili hüküm ve meseleler, kitaplarda derlenmiş
durumdadırlar. Ancak "Harâret" terimiyle ifâde edilen
ilgi ve bağlılık bu kuralın dışında kalır ki. gönülden
gönüle geçen şey de işte budur.
204
Tasııvvııf ilmi kalp ve gönlümüzde meydana gelen ma
nevî hastalık ve rahatsızlıklarımızın bir ilacı ve bir ça
residir. Ancak bvııuı, dînî emirlerin, ibâdet ve duâlann
dış görünümünde, şekil ve kalıplannda değil, özünde ve
derininde arar, 'fasavvuf ilmi, dînî ilimlerin kollarından
büyük bir koldur. Fıkıh ilmi de vücut ve organlarımızla
ilgili geniş bir daldır. Aralarında bu yönden bir benzerlik
vardır. Aynı şekilde zahirî fıkha flit tüm konuların kitap
ve sünneten çıkarılıp onlarla desteklenmesine karşılık
"tasavvuf" diye adlandırılan bâtınî ve kalple ilgili tüm
konularda Kur'ân ve Sünnet'ten çıkarılıp onunla takviye
edilmiştir.
CİZLİl.İOtN NKDENİ
205
hakle bımlan herkese anlatmak mutlaka gerekmez.
Çünkü bunlar, Allah'la kul arasında cereyan eden bâzı
özel durumlarıdır. IBunları açıklamak manevî alanda bü
yük zararlara sebep olur. Aynı şekilde manevî sırlaıu öğ
renme ve bâzı gizli şeyleri kavrama bilgisi de (ilm-i le-
dünnî) tasavvurun bölümlerinden biridir ve aynı gizlilik
kuralları bunlar içinde geçerlidir. Bu yüzden insanların
bunlun duyup öğrenmeleri hiçbir zaman iyi .sonuçlar do
ğurmaz. Çünkü çoğu bunlara akıl erdiremez. Daha doğ
rusu bunlar, duyanlarda birçok şüpheler doğurur. Şüp
helerde ruhlarında mânevî tahribata yol açar. Çünkü, söz
gelimi "Hint İnciri" ni görmeyen ve tadını tatmayan bir
adama bu meyveyi ne kadar anlatmaya, şeklini ve tadını
ne kadar açıklamaya çalışsanız da bu adam verdiğiniz
bilgileri yeterince anlayamaz. Şâir der ki;
2Ü6
kendine mahsus bir takım incelikleri, anlaşılması güç
bazı meseleleri içine alır. Her insan bu incelikleri
kavrayamuz ve bu güçlülükleri anlayamaz. Büyük velî
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bunu şöyle dile getirmiştir:
207
unutnıaınak gerekir ki, tenhâda ve gizlice söylenen söz
büyük bir etkiye sahiptir.
2Ü8
erenler Knr’ân ve Sünneti ölçü alarak doğruyla yanlışı,
sağlamla zayıfı ayırd edebiliyorlar.
209
yapmaktadır). Ancak ihtiyaç kadarına müsâade etti.
Sonra öğüt vermeye başladı ve şunlan söyledi:
210
AnlatlUm bu kıssadır, söylenene îtirâzı terketmeyi
telkin eden, her söyleneni yapmak gerektiğini îmâ eden
bir anlayış mevcuttur. Nitekim: "Kur'ân'ı Kerîm'in
açıkladığı gibi Hızır Aleyhisselâm'm gemiyi kırıp bir
yarık açmasında, gerçekle geminin korunması ve sâlıip-
lerinin bundan yararlanması -Peygamber olgunluğuna,
bilgi ve mârifetine sahip olmasına rağmen- Müsâ Aley-
lıisselâm'ın olaylardaki inceliği altında yatan gerçek se
bepleri anlayıp kavrayamaması gibi görünmesine rağ
men bir takını hikmetler vardır. Bu durum karşısında
"Kanadını kaybettiğin zaman uçmaya kalkışmaman ge
rekir." şeklindeki uyanlar bu doğrultudadır.
211
İKİNCİSİ; Mızır Aleyhisselâmm kavrayabildiği v e
bizim süzüıui ettiğimiz bu olaylar, bâtın ilmi açısından
pek önemli şeyler değildirler. Aksine bunlar, Allah'ın
Hızır Aleyliisselâma sırlarını açtığı çok basit olaylar ve
yüce Allah'ın yaratmasına bağlı durumlardır.»
212
lunması olayların ardındaki sebepleri bilmemesinden
kaynaklanıyordu, Susması ve soru sormaması da müm
kündü, ama bir adam düşününüzki; davranışlarım dîne
aykın buluyoruz ya da çevresindekilere dinle bağdaşma
yan bazı şeyler öğretiyor, şimdi bu adamın hareketlerini
benimsemek ve yaptıkları karşısında ses çıkarmamak
mümkün mü?
BÜYÜK ŞAŞKINLIK
213
nıak ve bunu uygun olarak tefsir etmektir. Buna karşı
gerçekleri bilmemiz ve işin aslını anlamamız gerekir.
214
Nitekim KurTın-ı Kerîmdeki "Evimi temiz tutu
nuz." âyetinden mtıksat, Kâbenin temiz tutulmasıdır.
Ancak insan hayâli buradan, insanda Kâbeye benzer bir
organın bulunduğuna, bunun da kalp olduğuna geçebi
lir. Çünkü kalp, ilâhı ışınların Kâbe üzerine düştüğü
gibi İlâhî feyizlerin, üzerine doğduğu yerdir. Kabe'nin
Allah’ın evi olduğu gibi mü'minin kalbi de Arş-ı İlâhî
dir. Çünkü o, Allah Tefılâ'nın sürekli gözetimi altında
dır. Dolayısıyla mutasavvıflar, Kabe'nin temiz tutul
ması gerektiği düşüncesinden hareketle İlâhî tecellî'lere
hedef olan kalbin de Allah sevgisinin dışındaki tüm
sevgilerden temizlenmesi gerektiği sonucuna ulaşmış
olııyoıiıir.
215
fazla bir üstünlük ve ayrıcalık kazandırmaz. Nitekim bu
durum usûl ve dil bilginlerince anlaşılması güç olmayan
bir husustur. İşte bu yüzdendir ki Kur'ân-ı Kerîm'in
bâtın! (gizli) anlamı vardır, iddiası hoş karşılanmamış
tır. Daha doğrusu gizli anlamdan amacımız, ictihad de
recesine erişen din bilginlerinin anlayabildikleri ince mâ
nâlar ve Kur'âııdan çıkarılan derin gerçeklerdir. Usûl
âlimlerinin kaleme aldıkları farklı anlayış ve farklı delil
leri de bu gizli anlamlar çerçevesinde düşünebiliriz. A y
rıca Kur'ân-ı Kerîmin bu gizli anlamları değişik derece
ve basamaklara ayrılır. Kimini halk anlayamaz da orta
derecedeki bilginler anlayabilir. Kimini bu bilginler de
anlayamaz, yalnızca ilimde mesafe katetmiş ileri derece
bilgiye sahip olan bilginlerle müctehidler kavrayabilirler.
Kimini ise ancak Peygamberler idrâk edebilirler. Her bi
lenin üzerinde bir bilen vardır.
216
göre bey t (ev), kalp demektir. Melekler ise gayb
âleminden gelen nurlardır. Köpek de gerçekte yırtıcı ve
yabanî hayvanlara ait niteliktedir... v.b. Bu sınıfa
girenle, şerîati inkâr ederek cehenneme giden yollannı
çizmişlerdir. Gerçek din bilginlerine gelince hadîsin
anlamı zahirî ilimlerle uğraşanların anladıklan anlamdır.
Fakat köpekleri, melekler için nefret edilecek varlıklar
durumuna düşüren sıfatlar üzerinde de düşünmek
gerekir. Bu sıfatlar başta yırtıcılık, pislik, ihtiras, öfke
v.b. olmak üzere bu tür kötü huylardır. İnsanların,
içinde barındığı ve her türlü ihtiyaçlarını karşıladığı
basit evlerde köpek bulundurmak hoş görülmez de,
Allah'ın bakışına hedef olan kalbe köpeğin sıfatlarım
yerleştimıek nasıl hoş görülebilir?
Bâzı kimseler konu üzerinde ısrar ettiler ve büyük
bir iddiada bulunarak aşırı gittiler. Kalpten kalbe geçen
bu gizli bilgiyi isbat için Alî Radiyallâhu anhu ile ilgili
lıaclîse başvurdular. Özellikle "Vahdet-i Vücûd" konu
sunu bu konuya sokmaya çalıştılar. Tasavvuf tmaftarı
olduklarını ve onu savunduklarını ileri süren bu
bilgisizler. Peygamber efendimizin kendisine mahsus
sırlarını Alî Radiyallahu anh'e açıkladığını ve bunlann
kalpten kalbe geçerek günümüze kadar süregeldiğini
yaymak için çaba harcadılar. Bu arada Şîîlerde onlarla
aynı inancı paylaşırlar. Nevar ki Alî Kerremallâhu
veçheli: "Halkın dışında Rasûlüllah aleyhisselâtü
vesselam size her hangi bir sırrını açıkladı mı?"
sorusuyla kar.şı karşıya kaldığında: "Hayır." Ancak
Kur'ândaki bir anlayış dışında bana insanlardan farklı
olarak herhangi bir sır verilm edi, şeklinde
cevaplamıştır.
217
ARZULANAN Y AKINLIK
218
Evet! Kur'an'ın onaya koyduğu bir gerçek olarak her.
inanan insanın ve her müslümamm diyen kimsenin,
Yüce Allah’ın varlıklara olan yakınlığını kabul etmek ve
bunun doğruluğunu içine sindirmek dînî bir görevi ve
însanî bir vazîfcsidîr, ister hakikât ve aslını anlasın,
isterse anlamasın. Yalnız anlamak ve benimsemekde
yeterli değildir. Daha doğrusu kendini buna hazırlamak
ve bu doğrultuda liareket etmektir. Ancak dikkatini
anlam a yönünde yoğunlaştıran ve vahdet-i
vücûd'cııların yaptıkları gibi sürekli onun felsefesinde
derinleşmeye çalışan kimselere gelince, bu kimselerin
durumu namaz kılmanın usûl ve faydalarını bilen,
hikmet ve yararlarını anlayan, sonra yine namazı
terketmeyc devam eden müslümana benzen Aynı şekilde'
Allah'a yakınlığın ilmini yapmamız ve bu işin felsefe
sinde derinleşmemiz, Onu terkettiğimiz ve yerine getir
mediğimiz sürece ne bize fayda sağlıu-ve ne de herhangi
bir katkıda bulunur. Çünkü bu yakınlığı ve beraberliği
ya da valıdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd'u bilmekten ve
bunların ilmini yapmaktan asıl gaye ve esas hedef, Al
lah’ın, kalpte sürekli hazır olmasını ya da ihsan derece
sini ekle etmektir. Bu dereceye ulaşan ve böyle inanan
bir mü’min, öyle bir noktaya ulaşır ki artık onun dur
ması ve hareket etmesi, hayâtındaki bütün faaliyetleri,
çalışma ve dinlenmeleri, Allah'ın huzurunda ve O’nun
denetimindedir. Artık o, kendisini Rabbı’nın önünde
O ’nun rızâsını bekleyen, O'nu gözleyen, O’nuh dizleri
dibinde ve O'nu, yakınında yakını olarak hisseder.
Kendisi O'nu göremese de Rabbının kendisini gördü
ğünü farkeder. Bu noktada hiç bir şüphe ve tereddüdü
kalmaz. Kendisini O'nıın huzurunda hissetmenin verdiği
inançla Allah'ın öfkesini çekecek, O'nakarşı gelme ola
rak kabul edilebilecek davranışlardan uzak durmaya
219
önem verme, bu hususta titizlik gösterme mü'minin
gönlünde iyice yer eder. Bu duruma gelen mü'min, ita
atte, ibâdette ve Allah'ın rızâsını aramakta ihsan dere
cesine ulaşır ki, Allah'a inanma ve O'na teslim olma
yolunda vanlabilecek en son nokta ve ulaşılabilecek o l
gunluk derecesi de bundan başkası değildir.
220
Allah bunlun lutfu keremiyle ve fazlu ihsanıyla kendine
has kullarından ve özel konuklarından sayacaktır. Nite
kim:
221
şöyledir; Tarîkııt ve tasavvuf alanında en yüksek derece,
kişinin Allah'tan başka hiç bir şey arzu etm eyecek
duruma gelmesidir. Bu duruma gelen kim.se, ne cenneti
ister ve ne de cehennemden korunmayı arzu eder. Bu
sözlerden bu dereceye gelen kimse cenneti istem ez
anlamı çıkmaz. Onlar da cenneti ister fakat asıl hedefleri
cennet değildir. Nitekim Şâir de:
BtR KUŞKU
222
ten önee söylenen nzfı-i ilâlû'dir. Nitekim Allah'ın nzâ-
sım bulmak cennetde kolay olacağı için, yüce Allah cen
neti asıl hedef olanık belirlemiştir. Allah Teâlâ yüce
Kur'an'da: "En büyük sey, Allah'ın mâsıdır."^^ bu
yurmaktadır. Bu konuda rızâsını cennetten büyük yap
mıştır, Buradan da anladığımıza göre en büyük ve en
değerli şey, yüce Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktır.
En büyük şeye, en yüce gayeye götüren yol da yolların
en şereflisi ve en değerlisi olmalıdır. Bunu da bir başka
yerde Cenâb-ı Zülcelâl şöyle açıklamıştır;
223
teğimcien vazgeçmek düşüyor." diyen kimseye aferin!
Bu konu ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.
224
ödül vardır. İ^-te onlar yüksek derecelerde, güven için
dedirler."'^^ âyet'i kerîmesiyle ilgili olarak Şeyh rahime-
luıllah şu açıklamada bulunur;
225
diğimiz kimselerin sözleri arasında bu tip cünılelere ras-
Uırsak derhal onları yorumlar, anlaşılacak şekle sokarız.
K u r 'a n , N u r, 2 4 /3 5 .
sağlıklı bir tutum değildir. Katılık dediğimiz şey ben
zetmeyi tamamen yasak kabul etme eğilimidir.
227
Mağribî'nin de dediği gibi: "Denizden çeşidi dalga
lar meydana geliyor. Acaba nasıl oluyor da, hiç rengi
olmayan denizden bu rengârenk dalgalar çıkıyor?"
228
daha yakınız."^^ Diğer derece ise. nzâ ve hoşnutluk yö
nünden AlUıh'u yakınlıktır. Bu anlamdaki yakınlık kimi
mü'minler tarafından elde edilirken, diğerlerine nasip
olmayabilir. Âyet-i Kerîme’de sözü edilen yakınlık ise
bilgi bakımından yakınlık değil, rızâ yönünden yakın
lıktır. Zîrâ bilgi yönünden yakınlık, sâdece mü'mine
özel bir yakınlık değildir.
229
kat miikCıfût vardır. Ve onlar, yüksek dereceler içinde
e m i n d i r l e r . Evet, verilen formüle göre rizâ-ı İlâhiyi
kazıvmvuık mal ve çocukların varlığına ve onlann çoklu
ğuna bağlı değildir. Zira halkın çok istediği ve her za
man özlemini çektiği fazla mal ve çok çocuk, Allah'a ya-
kınltğın formülü ve on'a giden yol değildir. Bu formül
ancak sağlam inanç ve kusursuz ibâdetten ibarettir. B i
lindiği gibi inancın da ibâdetin de arzu edilmeyen ve
makbule geçmeyecek olan, daha doğrusu yüce Allah'ın
katında fazla bir değeri olmayan bir çok dereceleri var
dır. Ancak inancın ve ibâdetin değeri sağlamlığına ve
kıısıınsuzlugıma bağlıdır. Çünkü sağlıklı olmayan inanç
ve mükemmel olmayan ibâdet, sıradan müslüman olan
herkeste bulunan bir şeydir. Böyle bir inanç ve böyle bir
ibâdet, ne övgüye lâyıktır ve ne de bunlarla İlâhî hoşnut
luğa ulaşılabilir. Hiç bir yönüyle övgüye lâyık olmayan
ve yüce Allah'ın katında fazla bir değere sahip bulunma
yan bu eksik inanç ve kusurlu ibâdetler, nasıl olur da
Cenâb-ı Hakk'ı memnun etmenin formülü ve ihsân de
recesine ulaşmanın bir yolu sayılabilir?!
230
üzerinde toz bulunmayan en doğru ve en temiz isim bu
olacaktır. Çünkü Îslâmî anlamda tasavvuf, ihsan dere
cesine ulaşmaktan ve dînî olgunluğa erişmekten ibarettir.
Bu dînî olgunluktan, “yakınlık” diye bahsedilmiş ama
aslında o, dînin tâ kendisinden başka bir şey değildir.
Yâni kusursuz ibâdet ve eksiksiz iyi işlerle olgunluk de
recesine ulaşmış olan inancın birleşmesi ve bir arada
bulunmasıdır.
1- Bilgi,
2- Aralıksız ibâdet ve iyi işlerle uğraşmak,
3- İnanç ve ibâdetin gerektirdiği biçimde yaşamak.
231
İ^in görünen yönüdür. Onun için üzülmesi, çırpınması
ve tasa çekmesi ise işin görünmeyen, dışardan farkedil-
meyen, ancak yaşunıu'ak anlaşılan nefsî, yani sübjektif
yönüdür. Bu yönün adı, tasavvuf dilinde "Hâl" dir. Be
nimseyiş ve yaşayış demektir.
232
vacip değildir. Dalıa aşağı seviyedeki ibâdetlerin de boşa
giımesi söylenemez. Şıı kadar var ki bu durumda olmak
oldukça tehlikelidir. Zîra gönül ibâdet ve dâvete eğilimli
olmaz, dünyaya düşkün olursa bu durumda iyilik yo
lunda harcanan emekler insanın manevî yönden gelece
ğinin garantisi değildir. Hiç kimse insanın ne zaman yo
rulacağını ve nerede duracağını, ibâdet ve davranışlan-
nm hangi noktada sona ereceğini bilemez. İşte bu tür se
beplerden dolayı da kişinin riıânevî yönden mesafe ka-
tetmiş, ibâtlei ve tââtleri beninıseyerek yerine getirir hâle
gelmiş olması gerekir. Burada şair, yine şu anlamda bir
şiir söylüyor;
233
todıınu veren bir kitabı almak yazı yazına alıştırmaları
yapmaya koyulsa, bir hattatın sohbetleriyle kazanılan
beceriyi kazanamıyacaktır. İnsanın iç dünyası için de
durum aynıdır. Manevî hayat da sohbetsiz zor elde
edilir.
234
ki, islediği her ijcy sâdece Allah'ın istediğinden ve
O'ıum riuı olacaklaıandun ibaretti. Bu durumda olan
kinıSL-nin ne geriye dönüşten dolayı endişesi ve ne de
bekleyişten dolayı korkusu vardır. Aksine o, durmadan
ilerler ve hiç ara vermeden manevî âlemde mesafe kate-
der. Çünkü kalbi enerji yüklüdür, itici bir güç taşımakta
dır. Sonra zamanla sevilen kullar tu'asına girer ve bu sa
yede kendisi de .sevenlerden olur. Daha doğrusu duruma
bâzan Peygtımber efendimizin Ali (Allah ondan razı ol
sun) için söylediği durumun aynısı olur. RasCılullah
(aleş'lıi.ssalâtü vesselam) efendimiz bu konuda şöyle bu-
yurmuşhudı: "Allahım! Hakkı lâyık olduğu yere dön
dür."
235
YİİCK ALLAH'A YAKINLIK,
DİNİ OLGUNLUĞUN ADIDIR
236
Buna göre bilgi, ibâdet ve bunlara uygun olarak
yaşamak, Allah'a yaklaşmalım ve O'nun hoşnutluğunu
kazaııınaum yolu, bu üçünü bir tu-aya getirmektir. Al
lah'a yakınlık ve O'nun rızâsını kazanmaksa en büyük
servet ve en büyük zenginliktir. Çünkü seıı/et ve zengin
liğin gölgesi, nefsi rahat ettinnektir. Oysa nefse, hakîkî
sev g iliy e yakın olmaktan ve O'nun rızâsını
kazanmaktan daha çok huzur veren ve daha hoş gelen ne
olabilir ki',^ Gerçek sevgiliye ve hakîkî dosta yakın
olmakla, onun hoşuna gitmekte ve gönlünü almakta öyle
bir neşe ve öyle bir mutluluk vardır ki, bu mutluluk ve
bu sevinç külfetleri nîmete, zahmetleri rahmete
döndürüverir.
237
HAKİKÎ KULLUK ve ALLAH’A TAM BAĞLILIK
238
kaliiıiKiyacağıniizı bunun ancak bizim kulluktan, Allah'
m da Allah olmaktan uzaklaşması ile mümkün
olabileceğini idrâk ederiz. Böyle olmaktan Allah'a
sığınırız. Allah Teâlâ'mn da Kur'an-ı Kerîm'de
belirttiği gibi zâten insanın yaratılış gayesi O'na karşı
olan kulluk görevlerini kusursuz olarak yerine
getirmesidir:
23y
olııştuıdLigu dünyada, varlık göstermesi ve kendini isbât
etmesi gerekir..
240
ilgili ıırzu ve heveslerini Allah'ın hüküm ve nzâsı karşı
sında yok etmesiyle değil, bizzat kendi varlığının ve di
ğer varlıkların varlıklarının Allah'ın varlığı karşısında
yokolup ortadan kalkıncaya, O'ndan başka bir varlığı
görmeyecek ve varlığını idrâk etmeyecek duruma gelin
ceye kadar kulluk hâlinin kendisine hâkim olmasıyla
mümkündür. Yâni insan öyle bir kul olmalı ki, evrende
sâdece Allah'ı duymalı, Allah'ı görmeli ve O'nun varlı
ğım idrâk etmelidir. O’ndan başka hiç bir vaıhğın varlı
ğını hissetmemelidir.
241
âdeta yok ve yokediltniş kabul eder. Meselâ; Bir adam
hayal ve kuruntuya dalmışken diğer hayal ve kuruntula
rın fıukında değildir. Onlara ilgi göstermez. Hattâ ken
disine seslenenin sesini işitmez. Daha doğrusu zaman
zaman o kadar hayâle dalar ve kendisini kaptınr ki,
birisi gelip tepesine dikilse ve ona seslense, ya da bir
diğeri gelip yanıbaşında dursa bunu farketmez ve hâlâ
uyanmaz. Bu adamın dalgınlık ve kendisini kaptırması
sırasındaki durumu için "falan varlıktan başka bir şey
yoktur.” sözü normal karşılanabilir.
242
çıkmaya başlar, övgüye değer davranışlar görülür. Artık
hemen hemen bütün kötü işler ve yerilmesi gereken
davranışlar yok olur. Hadîsi şerifte geldiği gibi herşeyi
Allah için yapmaya başlar. Böyle bir kimseyi anlatan
kııtsî sözünde Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) efen
dimiz şöyle buyurmaktadır: "B e n o k u lu m u s e v d iğ im
z a m a n , o n u n iş it e n k u la ğ ı, g ö re n g ö zü , tu ta n e li ve
y ü rü y e n a y a ğ ı o lu ru m . A r t ık k u lu m b e n im le iş it ir ,
b e n im le g ö rü r, b e n im le tu ta r ve ben im le y ü rü r."
243
i şerife uygun oUınık "Kurbu'n-Nefâvil; (Nafilelerle
yaklaşma derecesi)" demişlerdir. Bu yolla kötü ve çirkin
sıfatlar yok olduğu için hakkında "Kötü sıfatlan yok
etme derecesi" de demişlerdir.
244
rını varsaymaması bakımından, bu dereceye
"Fenâti'zzât" (varlığın ortadan kalkması) derecesi der
ler.
245
mümkün olacaktır?" demişlerdir. Ben de diyorum ki, bir
kulun gücü yettiği kadar dilekte bulunması ve dilekte
bulunurken olabildiğince saygılı olması mümkündür.
Böyle olunca dilekte bulunmak işleri Allah'a bırakmaya
ters düşmez.
2 46
Bizzat Peygamber efendimiz yemeklerden sonra
yaptığı duâlara: "Rabbımız, huzurundan geri döndürül
meyen ve kendisine ihtiyaç hissetmeme durumu bulun
mayan bir övgüyle sana hamdederim." cümlesini arasıra
katardı. Birçok ihtiyaçlar karşısında Rasûlullah'ın Ce-
nâb-ı Makk'tan istekte bulunduğunu gösteren yüzlerce
hadîs vardır. Bu gerçek ortada iken böyle davranmak
nasıl "tefviz" anlayışına ters düşer? İstekte bulunmanın
tefvize ters düşeceği inancı açık bir yanılgıdır. Yanılgı,
ictihad yönünden de olsa durum aynıdır. Bunun nedeni
de yanılanda "hâl” in üstün gelmesidir.
247
rine gelmesi konusunda değil, aynı zamanda duâ, bütün
ibâdetlerin rûluı ve özüdür. Sonra bu durumdaki insana
faydalı olacak şeylerden söz ederek şu açıklamada bu
lundu: Bu tür şeyler insanın kalbine, zikirlere bir iddia
niteliğinde başlandığı için gelmektedir. Buna ben bir
çâre buldum, bu sayede sonuç sanki insanın elinde gi
bidir. Duânın durumuna gelince, O'nun durumu özeldir.
Duâ, kulluk belirtisi taşır. Bu da kulun şu sözüyle ger
çekleşir: "Ben Rabbımdan dilekte bulunuyorum, dilerse
verir, dilense vennez."
248
yanında kendini yok saymak ve benliğini ortadan kal
dırmaktır. Üstûd İmdâdullah'ın huylarından biri, arka
daş ve mürîdlerinden her birini kendinden üstün görme-
siydi. Derdi ki; ziyaretçilerin uğurlu ayaklarını öpmeyi,
kurtuluş için bir sebep sayarım. Bütün tavır ve tutumla
rıyla kusursuz bir kulluğu, mükemmel bir alçak gönüllü
lüğü sergilerdi.
249
GÖNÜLSÜZ KAVUŞMANIN TUHAF BİR ÖRNEĞİ
250
metini elde edebilmektir." Üstad Tehânevî bu sözüyle ar-
zfılanan yakınlığın iyi işler yapmaya bağlı olduğunu
açıkladığı gibi, tasavvuf ehlinden çoğunun ruhlar âle
minden ayrılışlarından dolayı neden şikâyetçi oldukla
rını da açıklamış bulunmaktadır. Bu konuda Mevlânâ
Celâleddîn Rûmî'de Mesnevî'sine bu ayrılıktan
duyduğu üzüntüyü dile getirerek başlar:
251
dan cesetler dünyasına geçiş sözkonusudur. Daha doğ
rusu bu doğuma biz ölüm desek daha iyi olacak. Çünkü
ölüm denilen olayda gerçek vatana geçiş sözkonusudur.
Vatana kavuşmanın yüksek ideallerden sayıldığı da her
kesçe bilinen bir husustur. Aslında bu olaya ölüm deni
lemez ama gelenek ve görenekler gereği öyle denilmek
tedir, İşin aslına kalırsan gerçek ölüm, asıl vatandan ay-
nlarak geçici dünyaya yerleşmektir. Fakat genelde halk,
gerçek vatandan habersiz olduklan için biyolojik hayâtın
kesintiye uğramasına ölüm adını verirler de bu hayâtın
başlangıcına ölüm demezler. Ancak kendisinin bir
vatanı olduğunu bilen, bunun tam aksi bir inancı ta
şımaktadır."
252
DÜNYAYA GKLMEKTEKÎ AMAÇ NEDİR?
253
şüncelerini birlikte okuyalım. Onun araştırmalarına göre
dünyaya kızına ve onu beğenmeme diye bir durum söz
konusu değildir. Bu, olsa olsa coşku hâlinin ağır basma
sından ibarettir. Gönüllere ruhlar âlemini isteten şey ne
dir? Bu arzu o âlemde yakınlığın bulunmasından değil
midir? Ancak yakınlığın bir sının yoktur. Çünkü her
dereceden sonra başka başka dereceler vardır. Herkes
tarafından bilinir ki, tabîî olarak yakınlık gönle hoş
gelir. Böyle olunca yakınlık derecelerinden her biri
gönle hoş gelecektir. Özellikle Allah âşıklan için bu
durum söz konusudur ki bunlar, bulundukları
derecelerin ötesinde daha başka yakınlık derecelerinin
varlığını her pğfenişlerinde kendi derecelerine kanâat
getirerek orada durmaya katlanamazlar. Böylesi gözü
doymaz hırslı kişiler için şâir: "Onların suya yol
bulamadıklarını söylemiyorum. Fakat onlar Nü
kenarında iken su arayan susuzlardır, diyorum."
demiştir.
254
İÇTKN GELKREK YAPILAN İBÂDETLER
SÂYESİNDE YÜKSELMEK
255
da ona yönelir. Nitekim yüce Allah bunu, Kur'an'da
şöyle dile getirmektedir:
256
arzu ve iluiyâra bağlı olan ibâdetlerle elde edilir. Ruhlar
dünyasında ise isteyenin ibâdet etmesi mümkün değildir.
Çünkü ibâdet beden ve kalıpla yapılır, halbuki orada
bunlar mevcut değildir. Seçim ve çabaya bağlı olan
kalple ilgili ibâdetler de yapılamaz, çünkü orada kazanç
sağlamaya yarayacak araç ve gereç de bulunmaz.
257
ruhlar dünyasında mevcut olan yakınlıktan, daha çok ve
daha güçlü ise de insan kalbinin Rabbine kavuşmaya
duyduğu özlemi tamamen gidermek için yeterli değildir.
Buradaki yakınlık insanın gönlünü tam anlamıyla doyu-
ramaz. Fakat âhirette tam bir doyum mümkündür.
Çünkü bütün kullar burada istedikleri ölçümde Cemâlül-
lah'ı gömlekle laltîf olunacaklardır. Zîra âhiret âleminde
herkese arzu elliği ölçüde Cemâlüllah'ı gömıeye taham
mül gücü verilecektir.
258
bile tam bir doyumun olamayacağına inanıyorlar. İnsa
nın ıztırap ve heyecandan, tatminsizlik ve doyumsuzluk-
tan yakasını kurtaramayacağı görüşünü taşıyorlar. Gerçi
hak aşıklarından görülen bu tür yanlış anlamalar her
halde Allah Teâlâ'nın affına uğramıştır.
259
sandılar. Şayet böyle olsaydı, orada doyum v e huzur,
neşe ve mutluluk nasıl gerçekleşecekti?
260
sonuçlan en ince noktalanna kadar içine alır, öyleyse
bütün bunlar, bu dînin önderliğine, rehberlik ve
kılavuzluğuna muhtaçtır ve bu dîne boyun eğmek zorun
dadır. Bu dînin çizdiği yoldan ilerlemek durumundadır.
İşte tasavvuf, dindeki bu olgunluk derecesinden, ibâdet
lerdeki ve iyi işlerdeki eksiklikleri tamamlamaktan başka
bir şey değildir. Tasavvufun bundan başka ne anlamı
olabilir? Tuhaftır ki gerçeği bilen bâzı kimsçlerin
dışındakiler, hem dînî olgunluğa inanıyor, ona saygı
duyuyor, hem de hayâtın gereği olan işlerden kaçarak ve
onlardan nefret ederek, dinde olmalyan ruhbâniyeti îcad
ederek ve tekkelere kapanarak sanki'düpedüz inkâr edi
yorlar.
261
yorkır. Şeyhlerin bu durumlarını dînî olgunluk şeklinde
yorumluyorlar, kendi davranışlarında da onlıu-a uyuyor
ve onları taklit ediyorlar, sonunda hem dünyalarını hem
de âhiretlerini kaybediyor ve hüsrana uğruyorlar.
262
bir bölümü işgııl etmesidir. İyice incelemeyen bir takım
kimselerin gözünde tasavvuf, zamanla daha önce geçen
terimlere unvan hâline gelmiş, tasavvufun bunlar olduğu
sanılmıştır. Sonra bu kimselerin söz ve makalelerini
oluşturan ince felsefî terimlerle, çeşitli şairane parlak
deyimlerle ortaya koydukları ve açıklamaya çalıştıklan
şeyler, tasavvufu ciddiyet ve gerçeklerle ilişkisi olmayan
hayâli bir şiir hâline getimiişiir. Bununla da kalmayıp,
tasavvufa Peygamber efendimizin ve ashabının yaşadık
ları hayâtın tam aksine, pratik hayatta yeri bulunmayan
bir düşünce sistemi görünümünü vemıiştir.
263
ASIL HEDKF, İBÂDET VE TÂATİN OLGUNLUKTA
DORUK NOKTASI SAYILAN "KULLUK"TUR
264
mayacuk bir bağlanma, bir aşk ve bir tutkudur. Eğer bu
ilişki, aşk ve şevkten, cazibe ve sevgiden soyutlanmış,
sırf bir tür baskı ve itâattan ibaret olsaydı, hangi biçim
ve kalıpta olursa olsun pratik hayatta hükümlere boyun
eğdirmek mümkündü ama bu boyun eğdirme ve itaat
olayında, yâni yapılan ibâdet ve iyi işlerde gönül rızâsı
ve kalben benimseme, içtenlik ve samimiyet bulamazdı*
nız. Böyle bir itaatte teslim ve rızâ derecesi olan
"Sevgiliden gelen her şey iyidir." derecesini ise hiç bir
zaman inama. Aksine bu gibi hallerde hükümler nefse
ağır geldikçe çok zaman şikâyetler ortaya çıkacak ve so
nunda kalpler kararacaktır. Bu yüzden Şeyh İmdâdul-
lah'ın çekindiği ve uzak durduğu konulardan biri de
kalpte sevgi ve aşk boyasının belimıesine dek tevhit mu
rakabesine müsâmaha göstermekti; Çünkü kul, karakte
rine uymayan, yapısına ters düşen ve katlanmağa daya-
namadıgı iyilik ve kötülük, rahat ve huzursuzluk gibi
Allah'ın dilemesiyle olan bir takım şeyleri gördüğü za
man, nimetleri inkâr edeceğinden, şikâyet ve sızlanma
lara başlayacağından korkuyordu. Buna göre bir sonuca
varmak gerekirse, kulluğun olgunluğa ulaşmasıyla bir
likte, rızâ ve teslimiyetinde aynı olgunluğa ulaşması lâ
zımdır. Nitekim şâir de bunu şu sözlerle dile getirmiştir;
265
İşte Allah sevgisinin ve Rasûlullah muhabbetinin,
sahâbenin pratik hayâtına doldurup taşırdığı aşkın rengi
budur. Onlar. İlâhî hükümler uğruna kelleyi koltuğa bu
sayede alıyorlardı. Ne oktan ve ne de kılıçtan korkuyor
lardı. Çoluk çocuk sevgisi onları Allah ve Rasûlüne ita
atten alıkoymuyor, yer yurt sevgisi Allah için hicret et
melerine ve gurbete gitmelerine engel olmuyordu.
266
sine, gücii oranında sıkı sarılması ve son derece titizlik
göstermesidir. Şeyh Tehânevî'nin "Terbiyetü's-Sâlik"
adlı eserinde binlerce sayfa tuttuğunu göreceğin konu bu
olduğu gibi, çeşitli yazılarında ve bir çok mâkâlelerinde
de aynı konuya temas ettiğini görürsün. Bu yazı ve ma-,
kfdelerin hepsi de aynı konu etrafında döner dolaşır ve
aynı konu üzerinde yoğunlaşır. Ancak amel veya ibâde
tin anlamının ismi üzerinde gürültü koparmak olmadı
ğını idrâk etmeliyiz. Zâten sabah akşam işittiğin,bu şa
mata ve gürültüden ibarettir. Çağımızda gördüğümüz ve
tanık olduğumuz gibi önüne gelen amel diye tutturuyor,
ibâdet diye haykırıyor. Oysa sıradan insanlar amel sö
zünden; günlük işler, hayvânî davranışlar, çocukça ha-
raketler, delice tavırlar ya da müşrikçe tutumlardan
başka bir şey anlamıyorlar. Nitekim çocuklar da
çocuklukları süresince delikanlılığı tanımazlar ve onun
çocukluğa oranla daha üstün ve garantili bir hayat
olduğunu bilmezler. Anne babalan yönlendirmese bütün
zamanlarını oyun ve eğlencede, yiyip içmede, cinsiyetle
ilgili bayağı konuların tartışmasında ve geçici
zevklerden yararlanmada harcarlar. îşte toplumdaki
sıradan insanlar bu noktada çocuklar gibidirler,
yönlendirilip yönetilmezlerse onlar da kendilerini kontrol
edemezler. Bu insanlar bâzan da içinde bulunduklârı
anda kendileri için parlak bir istikbâlin olduğunu
bilm eyen, doğru bir hedef tanımayan, yalnız'
içgüdülerinin sesine kulak veren, sabahtan akşama kadar
o sesin doğrultusunda hareket eden, yemekten, içmekten
ve neslini devam ettirmekten başka bir şey düşünmeyen,
bu hususlara haddinden fazla düşkün olan, kuşlara ve
diğer hayvanlara benzerler. Bu dünya onlar için bir yarış
alanıdır. Bu gün kullanılmakta olan modern deyimle bu
hayvanlar, hayat mücadelesine mecbur, türünün devamı
267
için çarpışmaya mahkumdurlar. Böyle olunca bayatlan
boyunca bu bayağı şeylere bağlı kalmak zorundadırlar.
Ya da insan, ona buna saldıran şona şuna sataşan,
önüne gelene küfreden bir beyinsiz veya çılgın gibi
davranır. Özetleyecek olursak maneviyattan yoksun,
seyr-ü sülfıktan habersiz olan kimse, deliler gibi, davra
nış ve hareketlerinde mâkul bir hedef tanımaz, arzu ve
eğilimleri de onlardan pek farklı olmaz.
268
için Allah onların cezalarını versin. Kimisi ayırım
yapmadan sosyalistlerin ve koministlerin ardından ko
şar, kimisi cnmhûriyei ve demokrasiye aşın bir tutkuyla
bağlanır, bunların propagandasını yapan çığırtkanlann
çığlıklarını dinlemekten derin bir zevk duyar. Kimisi de
âmirlik ve safsatacılık uğruna nefsini ve rûhunu feda
eder. O yönde yapılan propagandalann hepsine uymak
ister ve gerekirse bu yolda canını kurban eder. însan
Allah'a ibâdet etmekten bu şekilde vazgeçiyor, O'nun
yücelik ve büyüklük sıfatlarını kendisi gibi insan olan
diğerlerine veriyor, ibâdetini de onlara yöneltiyor. Bütün
çaba ve gayretlerini bu yönde yoğunlaştınyor.’^^ Sonra
şu var ki, insanın genel karakterlerinden biri de, insan
yüce Allah'ın sabit olan sınırlarını çiğnedikçe, sahte
tanrıların büyük ve küçüklerinden şuna ya da buna
kulluk etmekten ve şunun ya da bunun önünde
eğilm ekten kendini alamaz. îşte insanın insanı
tannIâştırdığı modern küfrün ve asri şirkin yapısı bu-
dur. Bu sapıklığa düşen insan, ibâdetini bir tek tanrıyla
özelleştiremez. Aksine küçük büyük bütün siyâsî lider
lere, siyâsetin tâyin ettiği bütün tanrılara tapmak ve ön
lerinde eğilmek durumunda kalır. Bu yanılgıya düşen
insan, aynı davranışı göstermek zorundadır. Bu konuda
araştımıa ve inceleme yapmak imkânına sâhip değildir.
269
Bu hilebaz, yalancı ve dolandırıcı tanrılar kullanndan,
hiç bir tiîviz vermeden, hiç bir acıma belirtisi gösterme
den azamî ölçüde mal, can, ruh, şeref ve haysiyet kur
banı istemektedirler. Geçen yüzyılın tanrılannı da eski
den yapılan birinci dünya ve ondan sonra yapılan ikinci
dünya savaşlarında bu günkü putlaştırılan kimselerin is
tediği mal ve.etin kurbanlannı ister bulmuyor muyuz?
Hattâ bu istek ikinci dünya savaşında daha fazla değil
miydi? Ya da önceki liderlerin istedikleri, İngiliz boyun
duruğundan kurtulduğumuz günden beri bu günkü put
laştırılan kimselerin hef türlü utanmadan ve arlanmadan,
merhamet ve acıma duygusundan yoksun tam bir vahşet
ve canavarlıkla bizim ülkemiz Hindistan ve Pakistan'da
akşam-sabah hâlâ kesmeye devam ettikleri ağır haraçtan
çok mü farklıydı? Herhalde İngiliz boyunduruğu altında
yaşamakla millî şeflerin zulmü altında inlemek pek farklı
olmasa gerek.
270
âciz bırakan Üslûbuyla Kur'an-ı Kerîm, gözlerimizde
şöyle canlandırmaktadır:
271
tabukadan olup olmadıklarına bakmadan ve aralarında
en ufak bir ayrıcalık gözetmeden ihsanda bulunan yüce
mevlü, herhalde insanlığa en doğru yolu göstermekten,
gökleri ve yerleri yaratan tek Allah'a îman etmeyi öğret
mekten geri kalmayacaktır. Bu îman ki. kurtuluşa ermek
ve selâmete çıkmak için insanlığın yönelmesi gereken
tek yöndür. İşte "Hanîf" lerden biri olan İbrahim (salât
ve selam ona) in şu sözünde tam ifâdesini bulan şey de
budun
272
siyâsî olsun ister ekonomik, ister medenî olsun isterse
kültürel, tırtıkırında en ufak bir fark yoktur. Bütün boz-
gunculukhır ve bütün çekememezlikler, işte sâdece bu
kul haklarını yerine getirmeyi ihmalden ve bunlun çiğ
nemekten, bu konuda işlenen kusurlardan ileri gelmek
tedir. Bakınız .Şeylı Tehânevî, "Kasdü's-Sebîl" adlı
eserinde bu konuda neler söylüyor:
273
yoktur. Bunun yanında nefsin tabiî olarak iyiliklere
meylettiği ve kötülüklerden nefret ettiği gibi Allah'ın
buyruklarına istek duyması ve yasaklanndan da uzak
dumiası gerekir. Böylece diğer bütün alışkanlıklan da
renk, değiştirir, Kur'an'ın istediği renge girmiş olur.
274
benzeri görevler, alma, verme, hakemlik yapma, şahit
likte bulunma, vasiyet etme, mîras paylaştırma ve diğer
sosyal haklar, selam verme, konuşma, yeme-içme, otu-
rup'kalkma, ziyafet verme ve diğer toplumsal ve ferdî
görgü kuralları bunun örneğidir. Bir kısmı da kalp ve
ruhla ilgilidir, Allah'ı sevmek, Allah'tan korkmak, Al
lah'ı anmak, dünya sevgisini azaltmak, O'nun yaptıkla
rına rızâ göstermek, açgözlülükten vazgeçmek, ibâdet
lerde kalbi bir noktaya toplamtık, dinle ilgili işlerin hiç
birini küçümsemeden ve içten gelerek yerine getirmek,
böbürlenmokten kaçınmak, öfkeyi yenmek ve benzerleri
de bunun örneğidir. Bunları yerine getirmeye aynı za
manda sülük (mistik yolculuk) da denir.
275
görmesinden, ya da öfkesine yenik düşmesinden dolayı
bir kimseye haksızlık edebilir, ya da haklan çiğner, on-
lan yerine gçtirmekten vazgeçer, hattâ bundan ötesini de
yapabilir.
276
tedbir ve tedûvîde de kolaylık olacaktır. Zikir, ise başlı-
ba§ına bir ibâdettir.
277
Bu derecede vücud nfıfile ibâdetlerle uğraşırken,
ruh ve kalb de dâima Allah'ı anmakla meşgul olmalı, hiç
bir zaman gallete dalmamalıdır. Bu, müstehap bir dere
cedir. Halkın "Tasavvuf" dediği de işte budur. Ancak
zikri yapmalı ve yaparken de işin şuurunda olmalıdır.
278
ŞKYHİ TAKLİT YOLUYLA ONA BAĞLANMAK
VACİP DEĞİLDİR
279
5. Asrın §eyh ve âlimlerinden insaf ve iz'an sahip
leri onun hakkında iyilik düşünmelidirler.
280
gün için de olsa zikri kabule yanaşacak ve gönlünde bir
uyanış hissedecekse şeyhin ona yol göstermesinde, bir
sakınca yoktur. Bu davranış, beğenilmek ve hoşa git
mek amacıyla yapılmış sayılmaz.
281
d ık la n ö z ellik lerle ilg ili bir takım gerçek ler ken d in i g ö s
terir. Ö z e llik le iy i v e kötü h;u'eketler, y ü ce A lla h ’ın zât
v e sıfatlai'ina âit gerçekler, h ele h ele kul ile A llah arasın
daki k arşılık lı haller, İşte bu ortaya çıkan v e k en d isin i
gösteren şeylere "HAKÎKAT", kendiliğinden belirip ortaya
çıkm alarına "MÂRİFET", bu d erecey e ulaşan m a n ev iy â t
sâhibine de "MUHAKKİK" v e "ÂRIF" denir.»
282
emrettiği gibi Allah'ı zikre de gereken önemi vererek
O'nu çokça zikretmektir. Bunun yanında yüce Allah'ın;
283
buyruk ve yasaklarıyla uyum içinde olması, iç ’in
onanın ve tâmîri ise kalbin durumunun düzeltilmesidir.
284
olursa, ibâdetler ve iyi işler de rûhî hastalıklar eşliğinde
yapıldıkları takdirde çoğu yönden bu besin maddelerine
benzerler ve ruhî hastalıklann ilerlemesine sebep olur,
gösteriş ve riyâ olmaktan öte geçemezler. Kuru dindarlar
ya da dînin sâdece isim ve şeklini taşıyanlar, işte bunlar
dîni çökertmek ve gücünü eksiltmekle kalmaz bir de
onun ticaretini yaptırUu-, Böylesi sahte dindarlarda gizle
nip pusu kuran bozgunculuk ve manevî hastalıklar, fır
sat buldukça ruhlarında arta kalan inanç kalanıtılannı da
eritir, bu sahtekârların mahvolup gitmelerine sebep olur.
Nitekim verem hastası da böyledir. Çevresindekileri
etkiler, böylece hastalık veba gibi tüm topluma yayılır.
Mâ n e v i t e d a v id e n u z a k . durm ak
285
lerini işittikçe onlardan ürküyor, mümkün oldukça uzak
dunnaya çalışıyor ve bunlardan sözedenleri, sanki böyle
bir hastalık yokmuş ve bu çârelere başvurmak insanın
görevlerinden değilmiş. Sanki:
286
doğrusu bunların katıksız birer câhil olduklannı farke-
dersin. Kendi hastalıklarını idrâk etmekten ve çâresini
araştırmaktan âciz olan bu müsveddeler, kendilerini tüm
dünyanın düzenleyicisi ve tüm hastalıkların tedâvî uz
manı yerine koylu lar. Gidiş böyle olunca ortaya çıkacak
sonuç, artık bellidir. Böylesi ıslah çalışmaları iyi bir so
nuca ulaşmak şöyle dursun, türlü bozukluklara, çeşitli
sıkıntı ve bunalımlara kaynak olup çıkıyor. Hattâ çoğu
zaman kaynak olmaktan da öte, kendisi tamamen fitne
hâline geliyor.
287
3. Akıl (inanç) ve tabiat (karakter) la ilgili olanlar
biribirine karıştırmamak.
288
GEÇMİŞ ÖZLEMİ ve GELECEK ENDİŞESİ
289
detayUmykı tek tek çözmeye yönelirse bu takdirde ruh
için her ztımtın üç lelılike bulunacaktır:
290
nirdi. Meselâ nelere ilgi duyarsınız? Ne kadar çalışırsı-
nızr V Boş vaktiniz çok mu? Sağlığınız yerinde mi? v.b.
onun sorularından bâzılanydı. Bu sorularla haklannda
yeterli bilgi edindiği mürîdlerine, güçlerine göre vazife
verirdi. Çünkü müride gücünün yettiğinden fazla yük
yüklemek pek hoş bir sonuç doğurmaz.
291
nün yeteceği işleri tercih etmesidir. İster namaz ve zekât
gibi beden ve malla ilgili görünen ibâdetlerden olsun, is
ter korku, ümit, sabır ve şükür gibi ruh ve kalple ilgili
görünmeyen ibâdetlerden olsun. Hepsini zamanında ve
kusursuz olarak yerine getirmeye çalışmalıdır. Allah'ı
anmak ve yaratıkları üzerinde kafa yormak da aynı ibâ
detlerden sayılmalıdır. Hakikat yolcusunun gücü dâhi
lindeki bu tür ibâdet, zikir, duâ ve burada sözü edilme
yen diğer iyi işlerle meşgul olması ve zamanının çoğunu
bu işlere ayırması, mutlaka yerine getirmesi gereken bir
görevdir. Buna karşılık Allahtan uzak olmayı ve onu bir
an bile aklından çıkarmayı en büyük tehlike kabul ede
rek beden ve ruha âit olan, görünen ve görünmeyen,
gizli ve açık bütün günahlardan kaçınmayı, Allah'tan
uzaklaşmaya ve O'nu unutturmaya neden olacak tüm
davranışlardan uzak durmayı, hayatta bir prensip hâline
getimieli, bu prensipten asla tâviz vermemelidir. Mâne-
viyat yolcusunun, Allah'a yaklaştmcı davramşlan alış
kanlık hâline getirmesine ve bu konuda titizlik göster
mesine, Allah'tan uzaklaştırıcı saydığı tüm davranışlar
dan ilişkisini kesmesine ihtiyacı yoktur. Ancak kendile
rinden hata ve kusur meydana gelme ihtimali olan seçime
bağlı işleri zarar sayarak,, bütün dikkatini bunlar
üzerinde yoğunlaştırmalı ve bunları düzeltmeye son
derece örjem vermelidir-. Arzû ve irâdesi dışındaki işlere
gelince bunların varlık ve yokluklarına önem
vermemeli, bunları düzeltmek için fazla bir çaba
göstermemelidir. Bu yönde yorulmasına ve kendini har-
âbetmesine hiç gerek yoktur. Sözgelimi büyük bir ibâ
dette bir kanşıklık olsa, bu ibâdeti yeniden yapar, is
tenmeyen bir davranışta bulunsa bundan istiğfar eder.
Sonra işiyle meşgul olur. Yaptığı bu hatâlar gönlünü sü
rekli meşgul edip durmaz. Fakat şu ibâdeti nasıl kaçır
292
dığı bu hatâyı nasıl yaptığı üzerinde yeterince kafa yor
malı. aynı ihmal ve hatâyı bir daha tekrar etmemeye ça
lışmalıdır.»
293
Dinde bundan daha kolay ne var? Allah Teâlâ Kur'an-ı
Kerîm'de:
294
olacaktır? Bu formüle ulaşmak, rahat ve ihtiyaçsızlığın
zirvesidir. Zira bizzat arzulanan ve elde edilmek istenen
İ l â h î rızâ ve bana yakınlık, uğrunda yorulmakla ve
olağanüstü bir çabayla nasib olacağı kesin olan şeyler
değildir. Bu nokta Allah'ın bileceği ve O'nun takdîr
edeceği bir konudur. Çünkü bunlar insanın gücü
dâhilinde olmayan hususlardır. Buna karşılık insanın
yapabileceği tek şey. aramak, çalışmak ve bu yolda
enerji harcamak, bundan ötesini ise Allah'a bırakmaktır.
Bundan dolayı gerçek maneviyat yolcusunun aramak ve
çalışmak dışında hiç bir şeye önem vermediğini, elde
ettiği dereceleri ve ulaştığı sonuçları hiç bir zaman
ciddiye almadığını, bu yönde çaba harcamaktan bir an
bile geri kalmadığını görürsün.^s
295
böyle bir iimîdin doğması, nefsin sıkıntıya düşmesine
ve ızdırap çekmesine başlangıç teşkil etmektedif. Oysa
bu sıkıntı ve ızdırap, kalbin bir noktada toplanmasını,
dikkatin bir yönde yoğunlaşmasını engellemektedir. Bu
durumdaki bir insan, aynı zamanda Allah’a teslim ol
mayı ve işleri tamamen O’na bırakmayı da yitirir.
Kalbin bir noktada toplanması ve işlerin Allah'a
bırakılması ise, gayeye ulaşmanın ve nzâ-i İlâhîyi elde
etmenin iki önemli şartıdır. Öyleyse bunları akılda
tutmalı ve bir yere not etmelidir. Çünkü bunlar, manevî
yolculuğun özü ve ruhudur.
296
dimi yitirmeyeceğim ve asla aramaktan vazgeçmeyece
ğim."
297
Kimin sürelsli çalıştığını ve kimin ilgisinin daha
sağlam olduğunu Cenâb-ı Hakk gözler ve insanları buna
göre değerlendirir. Durum böyle olunca, ibâdetlerde ıs
rar etmek, başarıya ulaşılmasa bile ömür boyunca çaba
harcamaktan geri kalmamak lazımdır."
298
mazdır. Uzun sözün kısası namaz kılan kimse bütün
kalbiyle namaza yönelmelidir ki namaz bileşik bir ibâdet
olsun. Zira yönelmek ve dönmek (namaz’a), şeyhin
daha önce sözünü ettiği arzûya bağlı ve insan gücünün
yetebileceği şeylerdir. Böyle olunca kararlı davranarak
ve çalışmayı aralıksız sürdürerek namaza kendimizi
verme noktasına gelebilmek lazımdır. İşte insanın
irâdesi sayesinde elde ettiği kalp huzûru budur. Bu
demektir ki, genelde maneviyat yolcularının
tu'zûladıklan derece, insanın irâde ve gücünün sınırlan
içinde değildir. Ancak şu kadar varki, bu derece içindeki
bir basamak, kalbi ibâdete vermeye hazırlık ve bunu
izleyen dönem, insanın irâdesine bağlıdır. Bundan daha
fazlasında artık iş duaya kalır, çünkü bunun elde
edilmesi için duadan daha etkili bir çare yoktur, zîra
burdan ötesi insan irâde ve gücünün sınırlannı
aşmaktadır. İbâdetten duyulacak zevk ve ona karşı •
duyulacak özlem de bu sınıfa girer, yâni bunlar da insan
irâde ve gücünü aşan şeylerdir, bunlarda da tek yol
duadır. Bu nedenle hemen duaya koyulmak gerekir. Ni
tekim hadîs-i şeriflerde de çare olarak duâdan başka bir
şey tavsiye edilmemektedir. Hadîs-i şeriflerde şöyle duâ
edilmektedir: "Allahım sana karşı özlem duymak için
kalbimde istek doğurmanı istiyorum." Buna göre de
kalbinizde böyle bir özlemin doğması için nefis mücâhe-
desi çare değildir, öyleyse bunu elde edebilmek için ne
fis mücâhedesine ve çile hayâtına girişmemek, şeyhden
de buna bir çare istememek, gönülde böyle bir özlemin
dogmayışından dolayı şeyhe şikâyette bulunmamak ge
rekir. Böyle bir durumda yapılacak tek şey yalnızca du-
âya devam etmektir. İnsanın irâde ve gücü sınırlanna
girenle girmeyeni ayıramama hatâsı o kadar yaygın hâle
geldi ki, bâzan seçkin insanların bile bu hatâya düştük
299
lerini görmekteyiz. Bu yüzden Şeyh Tehânevî bu alan
daki şüpheleri yazmış olduğu bir risalesinde şöyle gi
dermektedir.
300
insanın seçimine bağlı olanla olmayanın ortak
noktasına gelince, manevî alanda yola koyulanlar ya in
sanın irâdesine bağlı olmayan ve gücünü aşan şeyleri
elde etmeye çalışıyor ya da bunlan gidermeye uğraşı
yorlar. Oysa bu davranışta sayısız zarar söz konusudur.
Bunlardan biri inançla ilgilidir. Çünkü bu tutum, Allah
Teâlâ'nın:
Kuı'an, Bakara,2/266.
301
ve hastalandırır. Bunun sonucu olarak da maneviyât
yolcusu ?ikir ve ibâdetlerin çoğundan yoksun kalır.
İkinci olarak tasa ve huzursuzluğa yenik düşmekten do
layı ahlâk baskı altında kalır. İnsan serbestçe hareket
edemez. Bundan da başkaları rahatsız olur. Diğer taraf
tan tasa ve kederin çokluğu görevlerin yerine getirilme
sinde kusurlu davranışlara yol açar. Meselâ insan, eve
ve çoluk çocuğa karşı yapmakla yükümlü olduğu görev
lerde kusur işleyebilir. Bu durum kişiyi günaha ve suça
iter. Çoğu zaman bunalım son aşamaya ulaşır ki kişi, bu
aşamada canına kıymakla karşıkarşıyadır. Böylece Al
lah'ın:
302
konuların elde edilmesi ve yokedilmesi konularının giriş
bölümündeki ilk satırda manevî yolculukta karşımıza çı
kan iki özel engel demiştik. Her asırda, toplumun kalb
yaralarım tedâvî etmekle görevli büyük zâtlar, bu yola
girmek isteyenlerin yetki ve yeteneklerine göre bu engel
leri gidermeye çalışmışlar ve gereken çözümü bularak
dertler ine devâ olmuşlardır. Bu büyük zâılann bulduk
ları çözüm ve çarelerden bir kısmı zaman zaman, içinde
yaşanılan çağın gereklerine uygun olai’ak maneviyât yol
cusunun eğitiminde etkili olan unsurlar arasına girmiş ve
onların bir parçası hâline gelmiştir.»
303
mın bozulmasına neden oluyor. Cenâb-ı Haktan benim
için iyilik dilemenizi rica ediyorum. Ya da bu belâlardan
ve işkencelerden kurtulmam için bana bir öneride bu
lunmanızı istirham ediyorum. Ben günahı günah olarak
gören, bunun için Allah'a tevbe ve istiğfar eden biriyim.
Günâhlardan kurtulmak istiyorum ama hiç bir çare bana
fayda vermiyor."
304
duâm senin için pek fayda sağlamaz, zira sen hacca ka
rarlı olduğunu ve bu karannı uygulamada tereddüt gös
termeyeceğini isbat etmeden hiç bir zaman günlük
işlerini bir kenara ilemezsin. Oysa bu işler kendiliğinden
asla azalmaz. Durum bu merkezde olunca benim duâmın
sana ne yaran olur ki? Diğer taraftan Kâ'be-i Muazzama
da senin ayağına gelmez. Bugüne kadar O'nu ziyâret
etme bahtiyarlığına erenler hep oraya gitme zahmetine
katlananlaıöır, nimetler külfet karşılığıdır." der.
306
lan düzeltir ve yön verir. Bütün bunlann anlamı, kötü
huylar tamamen yok edilemez, ancak yön verilerek ıslah
edilebilir demektir. Böylece onlann etki ve kullanım
alanları farklı yönlere kaydırılarak olumlu sonuçlara
gidilebilir. Öfke ve cimrilik hastalıklarına yakalanan
adamı alalım; yapılan alıştırma, adamdaki bu huylan
kökünden kazıyarak tamamen yokedemez. Ama daha
önce hayır işlerinde cimrilik yapan adamı, geçirdiği eği
tim aşamasından sonra şimdi, harcamanın dînen yasak
olduğu alanlarda harcama yapmaktan kaçınan ve bunun
manevî sorumluluğunu idrâk eden, daha önce iyi insan
lara kızıp, onlara kin besleyen adamı, şimdi kötülüklere
kızan, kötülere kin besleyen, dîne ve Allah'a cephe
alanlara özel bir düşmanlık hissi taşıyan bir olgunluğa
ulaştırabilir. Bu yolla kötü huylar, daha önce Allah'a
yaklaşmaya engel olurken şimdi Allah’a götüren araçlar
hâline gelir," (Mürşidim Hacı Imdâdullah merhum da
böyle söylerdi.)
307
değişir. İnsan, sâdece düşük ahlâkın kendisinden iste
diklerini yapmamakla yükümlüdür. Ama nefsin arzûla-
nm ve yaratılışın gereği yerine getirilmesi îcâbeden
fonksiyonlan kökten imha etmeye ve onlardan kurtul
maya gelince; insan bunlarla yükümlü olmadığı gibi bu
işin üstesinden gelmek de kolay değildir. Ne var ki ne
fis, mücâhede ve alıştırmalar sâyesinde kolayca yola ge
lir, kötülüklerden temizlenerek istenilen yöne çekilebilir.
Şeyh Tehânevî buna şu örneği verir:
308
Hatta ihtiyaç sırasında bile gözlerimi kaçmyorum. Bu
davranışımla nefsimin eğilimi biraz zayıflıyor, hattâ yok
o l m a y a bile yüz tutuyor, asıl hastalık da bir türlü iyi ol
muyor."
309
YARATILIŞTAN GELENLE DÜŞÜNEREK YAPILAN
ŞEYLER ARASINDAKİ FARK
310
mezler. Şeyh Tehânevî'nin bize bu konuda tuhaf bir ha
beri var. O der ki;
«Bir bilgin,
311
1er. O kadar ki, Allah'ı zikretmeyi bir anlık bile unutmak
isteseler unutamasmlar ve gönüllerine kesinlikle hiç bir
zaman Allah'tan başka herhangi-düşünce gelmesin, isti
yorlar. Oysa bu arzu ve anlayış, herkesin bildiği gibi in
sanın yapısına ve genel karakterine ters düşer. Daha
doğrusu Müceddid Şeyh Tehânevî'nin bu konuda söy
ledikleri, yukardaki arzu ve anlayışa verilen en güzel ce
vaptır. Onun sözleri şeyledir:
312
varlıkları hatırlamak için kendisini zorlaşa dahî hafızası
onlan tanımamalı. Bu durum, kalbe Allah’tan başka
şeylerin girmesi mümkün olmayacak dereceye vanmdı.
Bu düşünceyle yaptığım gözlem sonucu kendimi bu du
rumdan uzak ve soyut buluyorum. Allah'a hamd olsun
ki, Allah’tan başka şeyler kalbin derinliğine ve gizli bö
lümlerine nüfuz edememektedir. Nevar ki bâzı bölümleri
yine de başka düşüncelerden, ve bunlann doğuracağı
tehlikelerden uzak değildir."
313
başına hiç bir mânı teşkil etmez. Zaran bulunmadığı şu
nunla da sabittir: Bir Peygamber olmasıyla beraber Yâ-
kup Aleyhisselâm’ın hüznünıi kim inkâr edebilir? O ’nun
içine düştüğü hüznün Hak’a manî bir şey olduğunu
söylemek mümkün mü?
314
İÇİN D EK İLER
315
Büyük Bir Yanılgı........................................................................76
Allah'ı Zikretmenin Dereceleri Vardır......................................... 77
Zikir Derecelerinin Çeşitliliğine Kur'anm Şâhitliği......................77
Mulasavvıflann Terim Olarak Kullandıklan "Kalbi Zikir".......... 79
Zikrin Dereceleri..........................................................................80
Sevginin Bir Tonu........................................................................81
Zikir Dînin Temelidir................................................................... 83
Goçek Zikir Derecesi Nasıl Elde Edilir....................................... 8 6
Zikir Alamnda Yapılan Büyük Bir Yanlış....................................91
Zikir ve Boyun Eğmoıin Kısa Yolu.............................................94
Tarikat Yolculan Dört Sınıfa Aynhr............................................ 9 5
Tasavvufu Yenilemede Dd Temel Esas...................................... 102
Allahla Kul Arasmdaki Özel Bağlılık........................................ 104
Rab'ba Olan Bağlılık tam Olmadıkça, Halka Hizmet de
Sağlıklı Olmaz...........................................................................108
Nefsi Yenmeye Çalışmak.......................................................... 111
Gereksiz Yere Zahmete Katlanmak Nefîsle Mücâdele
Sayılmaz.....................................................................................116
Gerçek Anlamda Dünyadan El-Etek Çekmdr............................ 117
Farkında Olmadan Yapılan Nefis Mücâdelesi.............................121
Nefisle Mücâhede İnsandaki Kötülükleri Kökünden
Yok Edemez............................................................................... 122
önemli Bir Uyan....................................................................... 124
Üstün Tutulan Mânevi Alıştırma ve Allah'a Ulaşmak için
izlenen Yol (Sülük).....................................................................125
Bir Şüphe................................................................................... 131
Nefis Mücâhedesinin Gerçek Sonucu Tasavvuf! Hal İm-
Değildir.......................................................................................132
Gerçek Tasâyvuf nd Cümlede Toplanmıştır................................l34
Keşif ve Keıâmedain Gerçek Yönleri....................................... 136
316
İlham ve Tasarruf................................................................... 141
Bir Şeyhe Bağlanmak............................................................ 148
Sohbet ve Bağlılıklar............................................................... I54
Bir Tek Şeyhe Bağlanma Gereği............................................. 170
"Sohbet”, inancı Kalbin İçine İşletir.........................................I 75
Aşk ve Muhabbet....................................................................I 77
İlâhî Aşk İnancm Gereklerindendir......................................... I7 9
Aklî Sevgi.............................................................................. 180
îmandan Kaynaklanan ve Akla Dayanan Sevgi
Arzuya Bağlıdır.......................................................................182
İlâhî Sevginin Oluşması, Cenâb-ı Hakla
Münâsebet Kurmaya Bağlıdır.................................................. 187
"Allah Âdemi Kendi Şekline Göre Yarattı"
Cümlesinin Anlamı................................................................. 188
"Emânet"! Üslenme'nin Yorumu.............................................. 19 I
Sevginin Sebepleri Kusursuz Bir Şekilde
Allah Teâlâ'da Mevcuttur..........................................................
îmandan Kaynaklanan Akü Sevgide Gerekli Olan Şey............. 195
Aşk ve Teslim Olmak.............................................................. 196
Mecââ Aşk Gerçeği................................................................198
Tasavvufun Gizli Bir İlim Dalı Oluşu..................................... 204
Gizliliğin Nedeni.................................................................... 205
Gizliliğin Başka Bir Nedeni.................. ..................................206
Tasavvufta Gizlilik Prensibinin Sağlayacağı Diğer Yararlar.....207
Başka Bir Güzel Tenbih Daha................................................. 210
Büyük Şaşkmiık.....................................................................213
Arzûlanan Yalanlık................................................................ 218
Cennet de Asıl Amaç D epdir................................................220
Bir Kuşku...............................................................................222
Teşbihi Kabul Etmemek, Haddi TecâvUz Etmektir.................226
317
İlâhî Hoşnutluğu Elde Etmenin Fonnülü...................................229
Olgunluk Derecesini Oluşturan Üç Eleman...............................231
Bilgi, İbâdet ve Benimseyerek Yaşamak...................................234
Yüce Allah'a Yakınlık, Dînî Olgunluğun Adıdır....................... 236
Hakîkî Kulluk ve Allah'a Tam Bağlılık.....................................238
Nâfıle İbâdetlerle Allah'a Yaklaşma Dönemi............................242
Farzları Yerine Getirmekle Allah'a Yaklaşma Derecesi............ 244
Duâ Etmek ve İşleri Allah'a Bırakmak............... ...................... 245
Duâ Yerine Zikirler...................................................................247
Gerçek Kullann Takındığı Tavırlar...........................................248
Gönülsüz Kavuşmanm Tuhaf Bir Örneği................................. 250
Aslında Bu Hayat Bir Ölümdür................................................251
Dünyaya Gelmekteki Amaç Nedir?.......................................... 253
Mânevî Hayâtın Ağır Basması Nedeniyle Bu Hayâta Kızma ve
Onu Beğenmeme...................................................................... 253
İçten Gelerek Yapılan İbâdetlerin Sâyesinde Yükselmek........ 255
Âhiretle İlgili Olgunluk........................ .................................... 257
Bir Yanlış Anlama.......................................................... —...... 258
Tasavvuf Hayattan Kaçmak Değil, İbâdetlerdeki Eksiklikleri
Gidermektir.............................................................................. 260
İbâdeti ve İyi İşleri Küçümsemek ve Bunların Cezâsı...............261
Asıl Hedef, İbâdet ve Tâatin Olgunlukta Doruk Noktası
Sayılan "Kulluk''tur...................................................................264
Kulluğun Olgunluğu, Rızâ ve Teslimiyetin de Olgunluğunu
İcâbettirir........................................................................ - .........264
Seyr u Sülük ve Terbiye............................................................ 266
Müşriklere Göre İş ve Davranışlar.............................................268
İşten Maksat İyi İştir......... .................................. .....................271
Kul Hakkınm önemi............................................................... 272
Mânevi Bağlılığı Gösteren Işâıetler........................................... 273
3 l8
ibâdet, tyi işler Yapmadan Allah'a Ulaşmak
Mümkün Değildir....................................................................274
Kalp ve Rûhu ilgilendiren ibâdetlerde. Onlara Âit Hükümleri
Yerine Getirmek de Farzdır....................................................275
Mürşid'e Duyulan Ihdyaç........................................................ 276
Tarikat Yolcusunun Yapması Goeken İki Şey........................ 277
Yasak Olan Tasavvuf............................................................. 278
Kusursuz Bir Şeyhin Özellikleri..............................................279
Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat Terimlerinin Açıklamaları.. 281
VeEliğin Genel ve Özel Dereceleri.................. 282
Ruh Hastasındaki Hastalığın Başkalarına Geçmesi...................284
Mânevi Tedâvîden Uzak Durmak............................................ 285
Şeyhin Tekkesi Mânevi Hastalıklar İçin
Bir Tedâvî Merkezidir....................................... 286
Öncelik Taşıyan Ana Noktalar................................................287
Geçmiş Özlemi ve Gelecek Endişesi___________________ 289
Mâneviyât Eğitiminde Dört Aşama____________________ 291
Tarikattaki Sünnet Çizgisi....................................................... 293
insanın Gücü Dâhilinde Olan ve Olmayan Ş^leri
Ayırd Etmenin Formülü.......................................................... 294
Mânevi Yolculuğun özü........................... 295
Kalbi Tam Olarak İbâdete vermenin Goçek Yönü................... 298
Mânevi Yolculukta Karşılaşılan İki özel Engel........................300
Kötülükler Maneviyat Alıştırmalarıyla Kökünden
Sökülüp Atılamaz......................... -...306
Yaratılışian Gelenle Düşünerek Yapılan Şeyler
Arasındaki Faric........................................................................ 3 jq
İleti Gelen Tatiarrtan Bir Kısmııun Anlayışlarmdaki
Tehlikeli Yandgı...................................................... 3H
Mânevi Makam Sâhiplerinin, Yaşadıkları Duıumbnn
Kalmalaa... .313
319
^ "pu k ita p ;
Taşjavvuf vc
ta r ik a t ü ze rin d e
u zu n jyılla rd a n b eri
s ü r e g ^ e n Uer tü rlü
te red d ü t, çk k işm e \ e
su çla p ta la tr; k ita p ve
süfmelttem d e lille r,
ilk m üislû n m n la rd a n
v e rile n ö rn ek lerle
k a ld ırıp a y d ın lığ a
ç ık a r m a k ta d ır ."
" T asavvu f n ed ir?
n e değildir?"
A çık b ir ü slû p la
bu k ita p ta
İslâmî neşniijat
PTT Güneyi Karahâtırlai’ sk. 20/A
TLf.5T7Z05 FAX.531877 KONYA