Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 320

TflSfivvaf V

TARIKfiTIN
YENILENMES

2 .B /% S K
TASAVVUF VE
TARİKATIN YENİLENMESİ

A A
RABBANILIKTIR;
RUHBANLIK DEĞİL!

ABDU'L BARI EN-NEDVI EBU'L HASEN ALI


Haydarâbât Osmaniye EL- HASENÎ EN-NEDVî
Üniversitesi Profesörü Dâru'l Ulûm Nedvctül Ulemâ
(Eski) Emini

Çeviren Çeviren
YUSUF ERTUĞRUL İSMET ERSÖZ

Neşreden

»«BsrtYö*
isiSmTneşniuBb
P.T.T.GOnayiKsahaUarSİL
Nr.*20M7Vj1172ÛS KONYA
TASAVVUF VE
TARİKATIN YENİLENMESİ

ABDÜ'L BARI EN-NEDVI


Haydarâbât Osmaniye
Üniversitesi Profesörü

Çeviren
YUSUF ERTUĞRUL
Hu tcraime kıuibın bütün neşir ve mali hakları
tSLÂMÎ n e ş r iy a t firması kuruL USU Mehmet Zeki
SAKALLI'ya aittir, Nûşınn lam adrc^i ve kaynak
göstermek şartıyla nakiller yapılabilir.

Dı/ıii : emre Grafik Tel: 112002 KONYA

Baskı : Günay Ofset Tel: 519220

Cilt ; Serhat CiU Tel: 530282

Neşir Tarihi : 1992


ESİRGEYEN VE BAĞIŞLAYAN ALLAH’IN ADIYLA

ESERİ SUNARKEN ^

Terimler ve halk arasında yaygın olan eşya


isim leri gerçek anlamlarından saptırılmıştır. Bu
saptırmanın her dilde ve her bilimde, her kültür v e her
inançta uzun bir hikâyesi vardır. Gerçeklere karşı
işlenen bu suçlar; başka olaylara yol açıyor, olaylardan
şüpheler ortaya çıkıyor, şüphelerin çevresin de
düşm anlıklar yoğu n laşıyor, görüş farklarından
mezhepler doğuyor ve görüşlerin isbatı için deliller öne
sürülüyor. Bu noktada söz düellosu k ızışıyor v e
düşmanlık duyguları alevleniyor. Bu sonradan çıkan
terimlerden ve gelenekleşen isimlerden ayrılıp da mâzıye
v e îslâ m ın ilk d önem lerin d e m üslüm anların
konuştukları, halkın gerçekleri basit ve kolayca an­
lattıkları kelimelere dönmüş olsaydık problem ken­
diliğinden çözülür, insanlann konuşup anlaşmaları ko­
laylaşır ve toplum düzelirdi.

Bu tür terimlerden v e halk arasında yaygın olarak


kullanılan geleneksel isimlerden biri de "TASAVVUF"
tur. Bu terimle ilgili soruşturma ve araştırmalar, tartışma
ve münâkaşalar yaygınlaştı, insanlar birbirine;

■Br -'ük Üstacl allâme Ebu'l-Hasene'n-Ncdvî’nin kendi kaleminden.

5
Kelimenin anlam ve kökeni nedir? " S o f tan mı,
"Safâ" dan mı, "Safv" dan mı, yoksa Yunancada hikmet
ve bilgi anlamına gelen "Sofya" dan mı? türedi^ gibi so­
rular sormaya koyuldular.

Bu kelime ne zaman ortaya çıktı? Kitap ve sün­


nette izine raslamadık, sahabe ve tâbiîn'in sözlerinde de
görülmüyor, hicrî birinci asra âit haberler arasında da
yer almadı. Bu durumda olan her şey, sonradan
çıkarılma bid’atlardan sayılır. Burada kelim eyi
benimseyenlerle karşı çıkanlar, uygun bulanlarla itiraz
edenler arasında sitem ve tarizler alevlendi, sonunda
kontrolü güç olan büyük bir ekol oluştu.

Hicrî ikinci asırda^ doğup yaygın laşan


"TASAVVUF" terimini bırabp, kitap ve sünnete, sahâbe
ve tabiîn çağına dönersek, Kur'ân ve Hadis üzerinde dü­
şünürsek, Kur'ân-ı Kerîm'in, dînin kollarından ve nü­
büvvetin gayelerinden birini yücelttiğini ve bunu da
"TEZKİYE" kelimesiyle ifâde ettiğini görürüz. Kur'ân'ı
Kerîm bu kelimeden, yüce Rasûl'ün gerçekleştirmek ve
tamamlamak üzere gönderildiği dört temel ilkeden biri
olarak bahseder ve şöyle der:

"O'dur ümmîler arasından, kendilerine âyetler


okuyan, onları tezkiye eden (temizleyen) ve onlara kitabı
ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderen. Halbuki

^ Bunların hcp.si dc tasavvuf ve o çeşitten sayılan kelimelerdir.


Bkz. Bislânî; Dâireıü'l-Maarif, Zeydân; Târîh-u âdâb-ı Lügati'l-
Arabiyye.
2 Keşfu’z-Ztmûn; C, 1, S. 280 (imam Kuşeyrı'den naklen)
onlar daha önceleri gerçekten apaçık bir sapıklık içeri­
sindeydiler.''^

Âyetteki "tezkiye"; nefislerin temizlenmesi, eğitil­


mesi, erdemlerle süslenmesi, bayağılıklardan arındırıl­
masıdır. Tezkiye; sahabenin (Allah onlardan razı olsun)
yaşayışlarında, davranışlarında ve içtenliklerinde ideal
örneklerini gözlediğimiz bir hayat tarzıdır. Tarihte bir
daha eşine taslanmayacak derecede yararlı erdemli ve
örnek bir topluluk dünyada benzeri bulunmayacak dere­
cede adaletli ve yol gösterici bir yönetim kadrosu, ancak
bu anlayışın ürünüdür. Yine araştırırsak, nübüvvet dili­
nin, bir kelime üzerinde, "îman" ve "İslâm" dan daha
çok durduğunu görürüz. Bu kelime "İHSAN" dır. B u
sözcüğün anlamı, "Yakın" ve "İstihzar" derecelerinden
biri demektir. Çalışanlar onun için çalışmalı, yarışanlar
da onun için yarışmalıdır. Peygamber Sallallâhu aleyhi
vesellem efendimize "İHSAN" nedir? diye sorulduğunda
cevap olarak:

"Allah'a, onu görürcesine ibâdet etmendir. Sen


O'nu görmesen de O seni görür."^ buyurmuştu.

İncelersek; şeriat ve Peygamberden aktanlarak ki­


taplarda derlenmiş bulunan söz ve hallerin iki bölüme
aynldığım görürüz:

B irincisi: Kıyam, kuûd, rükû, tilâvet ve teşbih,


dua ve zikirler, bilgi ve usuller gibi sezilen ve hissedilen
şeylerden oluşan hareket ve şekillerdir. Bunlann rivâyet
ve derlenmesini "HADÎS İLMİ", bunlardan hükümler çı-

^ Kur'an, Cumu'a, 62/2


^ Hadis, müıtefakun aleyhtir.
karılm asını da "FIKIH İLMİ" ü slen m iştir. H a d isç i v e fı-
kıhcılar is e (A lla h sev a p la n n ı ek sik e tm e sin ) bu g ö r e v i
yerine getirerek m üslüm an ların d in lerin i k o ru m a la rın a
v e g ö s te r d ik le r i y o l d o ğ r u ltu su n d a y a ş a m a la r ın a
yardım cı oldular.

İkincisi; Bu; insanın iç dünyasıyla ilgili (ruhî,


bâtınî, sübjektif) şeylerdir. Bunlar duyu organlanyla al­
gılanamazlar. Daha önce sözünü ettiğimiz şekil ve hare­
ketler yerine getirilirken onlara eşlik eden ve her türlü
pozisyonda (ayakta ve otururken, emrederken ve yasak­
larken, yalnızken ve savaş alanındayken) h iç bir zaman
Peygamberden aynimayan şeylerdir. Bunlar (samimiyet,
içten lik , sevab ı Allah'dan bekleme, güçlüklere göğüs
germe, A llah'a güvenme, dünyaya önem vermeme, gö­
nül zenginliği, kendinden önce başkasını düşünme ve
cömertlik, edep ve utanma, namazda hudû ve huşû, du­
ada yakarma ve gözyaşı dökme, hayâtm çekici ve göste­
rişli yönlerine gönül vermeme, âhireti dünyaya tercih
etme, Allah'a kavuşma yönünde karşı konulmaz bir arzu
duyma v.b.) şeriatın içinde, bedene göre ruh ve kabuğa
göre öz yerini tutan ruhî (sübjektif, bâtını) haller ve
inançtan kaynaklanan davranışlardır.

B u isimlerin altında bir takım detaylar ve daha kü­


çük bölümler, edep ve hikmetler, görgü ve bilgiler yer
alır ki, bunlardan, ayrı bir bilim dalı ve başlıbaşına bir
araştırma konusu ortaya çıkar. Buna göre birinci kı­
sımda, yer alan incck mc, açıklama ve sonuca ulaşma
yollaıjnı gösteren bihm dalına "ZAHİRÎ FIKIH" denilebi­
leceği gibi, ikinci bölümde yer alan hallerin açıklanması
ve elde ediliş yollarını konu alan bilim dalına da "BÂTINÎ
FIKiri" denilebilir.
Bizim için en doğrusu; gönülleri arındırmayı, eği­
tip terbiye etmeyi, dînî fazîletlerle süslemeyi, nefsin ba­
yağı arzularından ve seviyesiz davranışlanndan insan­
ları uzak tutmayı üslenen, diğer taraftan îmânı olgunlaş­
tırmayı, "IHSAN" derecesini elde etmeyi, Peygamber
ahlâkıyla ahlâklanmayı, özellikle bâtınî sıfatlannda ve
îmânî pozisyonlarında Peygamber Sallallâhu aleyhi ve-
sellem e tabî olmayı ve O'nu örnek almayı bir görev sa­
yan ve aynı zamanda buna çağıran bilim dalına:
"TEZKİYE", "İHSAN" ya da "BÂTIN İLMİ" adım vermek­
tir. Yalnız biz değil, diğer müslümanlar da bunu yapma­
lıdırlar. Bunu önceden yapsaydık, tartışma v e
sürtüşmelerin sürdürülmesine gerek kalmazdı. Ayrılık
ve bölünmeler ortadan kalkar, terim ve deyimlerin, ara­
larında anlaşm azlığa yo l açtığı ve birbirinden
uzaklaştırdığı iki kesim uzlaşır ve banşırlardı. Tezkiye,
ihsan ve bâtınî fıkıh, dînî ve İlmî yönden birer realite ol­
dukları gibi, aynı zamanda kitap ve sünnette yer alan bi­
rer kavramlardır da. Bütün müslümanlar bunu böyle ka­
bul ederler. Eğer "MUTASAVVIF" 1ar bizim "TEZKİYE",
"IHSÂN" ya da "BÂTINÎ FIKIH" dediğim iz bu hedefe
ulaşmanın özel ve pratik bir yolu olduğu görüşünde di­
renmekten vazgeçseler de -kaldı ki izlenen yollar, zaman
ve zemîne, toplumların ve içinde bulundukları ortamın
yapısına göre değişir ve gelişirler, onun yerine araçsız
olarak amaca ulaşma fikrimde ısrar etselerdi, taraflar bu
konuda tartışmaya gimıez, birbiriyle uğraşmaz ve herkes
alçaktan alır, dînin böyle hir dalının ve îslâmın böyle bir
esâsının varlığını kabul eder, bizim buna "TEZKİYE",
"IHSÂN" veya "BÂTINİ fikih ” deyişimizi hoş görür, aynı
zamanda bunun, şerîatin ruhu, dînin özü ve hayâtın ihti­
yacı olduğunu îtirâf ederlerdi. Konuya bu açıdan baktı­
ğımızda toplum hayâtının düzelmesinin, dînî hayâtın
kusursuz yaşanmasının ve ferdî hayattan- gerçek an-
îamda-zevk aiınmasının, ancak dînin bu yönünün ger­
çekten yaşanmasına bağlı olduğunu görürüz.

Yaygın olarak kullanılan "TASAVVUF" teriminin,


dînimizin net ve berrak olan bu gerçeğine darbesi büyük
olmuş, bu gerçeği çoğu gözlerden gizlemiş, insanların
büyük bil’ bölümünün yollarına set çekmiş ve onların bu
gerçeğe ulaşmalanna engel olmuştur. Ne var ki, bu du­
rum burada açıklanması mümkün olmayan bir çok târihî
sebeplerden kaynaklanmıştır. Çoğu zaman işler, isteni­
len ve uygun görülen çizginin dışında seyreder. Şu an­
daki görevimiz, sâdece gerçekleri kabullenmek, terim ve
kalıplann zincirinden kurtulmak, inat ve taassuptan uzak
durmaknr. Sonradan çıkan bir terim, ya da nereden gel­
diği bilinmeyen yabancı bir isim uğruna, dînimizin kabul
ettiği, kitap ve sünnetin davet ettiği, fert ve toplumun
şiddetle muhtaç olduğu dînî bir gerçekten kaçamayız.

Bu dînî gerçek üzerinde işlenen suçlar konsunda


gözönünde bulundumiması gereken diğer bir konu daha
vardır ki, o da, bu işe yalancılann, hilekârlann, Şiîlerin
ve ateistlerin karışmış olmasıdır. Dîn'i tahrif etmek,
müslümanları gerçeklerden uzaklaştırmak, toplumu
dejenere etmek ve kominizmin (ibâbiyye fırkasının
bugünkü adı) propagandasını sürdürebilmek için
"TA SAV V U F" u âlet ettiler. Bu taktiği kullanarak
kominizmin borazanlığını yaptılar. Bu hareketler
zamanla çığırından çıktı ve günden güne fenâlaştı. Din­
dar ve muhafazakâr kesim, onlann bu hareketlerinden
tiksinerek dinden uzaklaştı. Bunlann dışında araştır­
macı bir ruha sâlıip olmayan bâzı insanlar da tasavvufun
iç yüzünü ve asıl amacını anlayamadılar. Araçla amacı

10
birbirinden ayıramadılar, ikisini karıştırdılar. Zaman
zaman aı açlar üzerinde ısrar ederek amaçtan uzaklaştılar,
tasavvuftan olmayan şeyleri tasavvuftan saydılar, tasav­
vufa soktukları şeyleri de ulaşılması mutlaka gerekli
olan hedeflerden ve gerçekleştirilmesi mutlaka şart olan
ideallerden kabul ettiler. Konuyu gereğinden fazla dal­
landırıp budaklandırarak anlaşılmaz bir hüviyete bürün­
dürdüler. Bütün müslümanlann yükümlü oldukları dînin
özü ve hayıâtm temeli niteliğindeki her şeyi, ancak
hayattan ve dünyadan el-etek çekmiş olanların gerçek-
leştimıeye cesaret edebileceği bir bilmece, bir felsefe ve
bir ruhbanlık gibi gösterdiler. Şüphesiz bunların sayıları
her çağda ve her kuşakta oldukça sınırlıdır. Ne var ki
dînin tavsiyesi bu olmadığı gibi Peygamberin sergilediği
model ve ahlâkın gerçekleştirme çabasında olduğu ideal
de bu değildir.

Şu da bir gerçek ki Allah Teâlâ, her çağda ve her


toplumda bu dîni, azgınlann tahrifinden, bozgunculann
istismarından ve bilgisizlerin yanlış yorumlanndan ko­
ruyan, akıl ve felsefe şüphesinden saf ve berrak
"TEZKİYE" ye, tâhrifsiz, istismarsız ve yorumsuz
"lHSÂN"a ve "BÂTINÎ FIKIH" a çağıran, bu Peygamberi
arzuyu her çağda ayakta tutan, îman ve ihsan sayesinde
müslümanlara yeni bir rûh kazandıran, gönüllerin A l­
lah'a, bedenlerin nıhlura, toplumun ahlâk ve maneviyata
ve bilginlerin dînî değerlere bağlılığını tazeleyen, insan­
ları şehe\'î arzulara, mal ve evlât tuzağına, dünya hayâtı­
nın aldatıcı zevk ve göz alıcı ihtişamına karşı direnecek,
seçkinleri de yönetici ve devlet başkanlannın ödül ve ce­
zalarına, va'd ve tehditlerine aldırmayarak zâlim bir
devlet başkanı karşısında gerçeği haybracak, başkan ve
yöneticileri sîğâya çekecek, kuvvet ve serveti hiçe say­

ıl
mayı göze alacak, en azla yetinme cesaret ve kanâatini
gösterecek şekilde eğiten kahramanlar bahşetmiştir.
Bunlardan birisi, devlet başkamm memnun etmesi için
başkanın elini öpmesi istendiğinde;

- Ey şaşkın! Onun elini öpmek bir yana, ona elimi


bile öptürmem. Siz ne diyorsunuz, ben ne diyorum? di­
yebilmişti.^ Bir diğeri de, ülkesinin devlet başkanı A l­
lah'ın bol bol ihsan etmiş olduğu mallardan bir kısmını
kabul etmesi için kendisine sunduğunda:

- Allah Teâlâ eniyle ve boyuyla dünyayı az ve


önemsiz olarak nitelendiriyor ve;

"De ki: Dünya metâı azdır." diyor. Oysa Allah


sana, dünyanın küçücük bir kıtasının küçücük bir par­
çasını verdi, seni ondan yoksun bırakmak istemem.’^di­
yordu. Bir başkası ise, zâlim devlet başkanına doğru
ayağını uzatıyor ve bu devlet başkanı kendisine altın
dolu bir kese sunduğunda; "-Ayağını uzatan avuç aç­
maz" diyerek keseyi geri çeviriyordu.®

Kuşkusuz bu "İHSÂN" ve "BÂTINÎ FIKIH" derece­


sine ulaşan temiz gönüller ve yüksek ruhlar olmasaydı,
İslâm toplumu îman ve ruh yönünden çöküntüye uğrar,
azgın materyalizm dalgası, müslüman halkın geriye ka­
lan inanç ve bağlılık kırıntılarım da silip süpürür, kalp-

® Bu sözü, Şc\'h Iz/.ü'd-Dîn b. Abdü's-Selâm (Ö. 660 H.)


.söylemiştir.
^ Bu sö'/ü, 12. a.sırda nukşibendî şeyhlerinin büyüklerinden Şeyh
Mir-za Muzhurc'd-Dihlcvî söylemiştir.
®Bu zât geçen asrın ileri gelenlerinden Şamlı bilgin Şeyh Saîde'l-
Halebfdir.

12
lerin Allah'a bağlılığı, hayâtın ruhla ilgisi, toplumun ah­
lâk ve maneviyâta verdiği önem zayıflar, ihlâs ve sami­
miyet ortadan kalkar, Allah için çalışma duygu ve dü­
şüncesi kaybolur, manevî hastalıklar salgın hâlini alır,
bu hastalıklara yakalanan kalb ve gönüller doktorsuz ka­
lır, insanlar dünya menfaatine aşın düşkünleşir, ilim
adamları makam ve mevki, çıkar ve menfaat uğruna bir-
biriyle yarışır, hırs ve tamah gözlerini bürürdü. Onlar
olmasaydı Peygariiberlik ve O'nun vekilliği görevlerin­
den biri olan nefisleri anndırma (tezkiye), (ihsân) dere­
cesine ulaşma ve mânevî bilgi (bâtını fıkıh) ye çağrıda
bulunma gibi önemli bir görev ihmâle uğrar ve işlemez
olurdu.

Allah’a kulluğa ve nefsin günahlardan anndu'ilma-


sına çağrının giderek zayıfladığı, -Batı uygarlığının
nüfuzu, bu uygarlık merkezlerine yakınlık, ve de diğer
faktörlerin etkisiyle- Allah'a ve O'na olan bağlılığı canlı
tutmaya ve kalbi ıslâh etmeye çağıranların gittikçe azal­
dığı bölgelere dikkat ederseniz buralarda, bilimde zir­
veye yükselmenin, düşüncede derinliklere ulaşmanın,
kültür zenginliği, kitap ve sünnet diline yakınlık ve ba­
ğım sızlığın doğurduğu refah gibi şeylerden hiç birinin
dolduramayacağı korkunç boşluklarla karşılaşırsınız.
Bunlar çâresi olmayan rûhî ve ahlâkî krizler, çözüm­
lenm esi güç olan en nâzik sosyal problemlerdir. Bu
problemlerle y üzyüze olan toplum ve milletler, aptal ma­
teryalizmin kurbanları ve kör maddenin esîri olurlar.
Sosyal ve ahlâkî yönden hasta birer toplum hâline gelir­
ler. Bu tür toplumlardaki kültürlü sınıf da -dînî ya da
medenî kültüre sahip olanlar- mevkî ve makam hırsının,
bencillik ve üstünlük sevdasının, dalkavukluk ve iki
yüzlülük, madde ve kuvvete boyun eğme gibi mânevî

13
hastahklann ağma düşerler. Sosyal ve siyasi hareketleri;
ihtirasların çarpışması, rûh terbiyesinden yoksunluk ve
zayıf yönetim kadrosu yörüngesinden çıkarır. Kurum
ve teşkilâtlan da; sürtüşme ve didişmeler, parçalanma ve
bölünmeler, sorumluluk duygusunun yetersizliği, mad­
deye ve fazla gelir sahibi olmaya gereğinden fazla kafa
yorma gibi durumlar yıpratır. Âlimleri ve din adamlarını
gevşeten ve za'fa uğratan şey ise yükselme ve ilerlemeye
fazla önem vermelerinin psikolojik baskısı, iliklerine iş­
leyen fakir düşme korkusu, halkın ve ileri gelenlerin öf­
kesi, rahata ve konfora fazla düşkünlükleridir. Bütün bu
manevî hastalıkların çaresi, sâdece nebevî "TEZKİYE" dir
ki, Kur'ân onu dile getirmiş ve Peygamber onu gerçek-
leştimıek üzere gönderilmiştir. Sâdece "RABBÂNlYYET"
dir ki, âlimler onunla görevlendirilmiştir. “Fakat, kitabı
okuyup öğrettiğinize göre Rabba kul olun demek yara­
şır. '•9

Son zamanlarda hiç gerek yokken -çünkü Kur'ân


ve sünnetteki söz ve terimler bu kelimeye ihtiyaç hisset­
tirmeyecek kadar zengindir- Tasavvuf adıyla ün kazanan
özel tezkiye metoduyla bu boşluğun doldurulması üze­
rinde ısrar etmiyorum.

Ve bu çağrıya eğilim gösteren ve tasavvufa önder­


lik eden hiç bir guıulnı. bilgi ve düşünce eksikliğinden
ya da yaşama vc uygulama yanlışlığından yana temize
çıkarmıyor ve mâsuın da saymıyorum. Peygamberlerin
dışında kalan her insan yanlış da yapabilir, doğru da.
Ne var ki toplmnumuzda ve hayâtımızda var olan bu
boşluğu mutlaka doldurmalıyız. Bir zamanlar Allah'a ve

^ Kur’ân, Âl-i tmran, 3/79.

14
O'na kulluğa davet eden, nefislerin terbiyesi, günahlar­
dan anndınlması, Allah'a olan inanç ve bağlılıkların ta­
zelenmesi ve insanın iç dünyasını ıslâh etme görevlerini
yürüten, toplumdan önce ferde yardım prensibini benim­
seyen fakat şimdi yerleri boş kalan dâvetçilerin yerlerini
doldunnamız gerekir. Mutasavvıflara körükörüne karşı
çıkan ve onları haksız yere eleştirenlere de arap şâiri
Hutay'a'nın diliyle sesleniyor ve diyorum ki;

^Ya onları kötülemekten vazgeçiniz, ya da onları


aratnnavâp~yerlerıne geçiniz.'^

"İslâmda Fikir ve Dâvet adamlan" adlı eserimizin


ikinci cildinde açıkladığımız, özel tarihî sebeplerden
ötürü Hindistan, bu tür çalışmaları yürüten kitlenin mer­
kezi durumundaydı. Hindistanda gelişen dâvet, tezkiye
ve kendini Allah'a adama hareketleri, doğu ve batıda İs­
lâm dünyasının en ücrâ köşelerinde bile kendini hissetti­
recek derecede güç ve kuvvet kazanmıştı. Bağımsız dü­
şünceye sahip müctehidler orada bulunmuş ve çağımız
insanı için bu tekniği kolaylaştırma ve yenileştirme yo­
lunda çaba harcamışlar, bu tekniğe sonradan eklenen
bid'at ve fazlalıklardan onu temizlemişler ve ondan ça­
ğımız insanının hoşuna gidecek ve yapısına uygun ge­
lecek, yollan yaklaştıran ve varmayı kolaylaştıran bir
öze ulaşmışlardı. Bu müctehidlerden bir kaçını şöyle sı­
ralayabiliriz; İmam Rabbânî Şeyh Ahmet Serhendî (Ö.
1034 H.), Şeyh Veliyyullah Dihlevî (Ö. 1176 H.),
İmam Ahmed b. İrfân E'ş-Şehîd (Ö. 1246 H.), Mevlânâ
Reşîd Ahmed E'l-Kenkûhî (Ö. 1323 H.) ve son olarak,
önde gelen müctehid, en büyük ıslâhâtçı, E.şref A lî E't-
Tehânevî'dir k i. kendisi asrımızın en büyük Rabbânî
âlimlerinden ve tartışmasız en güçlü kalemlerindendir.

15
o , Hindistan'da inanç ve ibâdetlerin ıslâhı konulannda
eserlerinden halkın en çok yararlandığı, Allah'a
yönelme ve nefsi düzeltme konularında zamanımızda
onun eserleri kadar faydalı olan bir başka bilginin
eserine Taşlanmadığı, son derece verimli ve etkili bir
yazardır. 10 Günümüze kadar gittikçe düğümlenen ve
anlaşılmaz bir bilmece hâline gelen bu "nefsi anndırma"
yolunu kolaylaştırarak insanlığın hizmetine sunmak;
aracı amaçta, kabuğu özden ayırma konusunda yüce
Allah O'nun zihnini açmış, kendisini bu yolda imamlık
ve müctehidlik derecesine eriştirmiştir. Önde gelen
eğitimci, üstâd ve bilim adamlan O'nun bu alanda tek
olduğunu, bu tekniği günümüz şartlanna uydurma
konusunda bir benzerinin daha bulunmadığını kabul ve
îtirâf etmişlerdir. Yüce Allah kendisini, eser yazma ve
eğitim, yol gösterme ve öğüt vasıtasıyla tasavvuf
gerçeğinin ortaya çıkması, insanların tasavvufun
önemine ve ona ihtiyaç bulunduğuna inandıniması,
gerçek tasavvuf yolunun, iş ve gücüne, meslek ve
meşrebine, akıl ve zekâsına, içinde bulunduğu kesim ve
sahip olduğu kültüre göre herkese açılm ası ve
kolaylaştmiması konulannda başanlı kılmıştır. Yüce
Allah'ın kendisine nasîb ettiği bu üstün yetenekler ve
harcadığı olağanüstü çabalar sonunda tasavvuf,
ulaşılması kolay ve olgunlaşması yakın bir hâle geldi.
Bilgin, general, başkan, yönetici, yazar, eğitimci, profe­
sör ve öğretim üyesi, yeni düşünce sistemlerinin ye batı
uygarlığının etkisinde kalanlai', inkâr ve sapıklığın etki­
siyle dinden çıkmaya yeltenenler, çalışanıyla boş dura­
nıyla, akıllısıyla aptalıyla, güçlüsüyle derbederiyle, sa­
natkârıyla beceriksiziyle... herkes aynı şekilde üstâda

*0 Eserlerinin sayıs' doku/.yüzona varmıştır.

16
yöneliyordu. O kadar ki, bu materyalist dönemde iç dün­
yasının düzenlenm esi ve rûhî yaşantının ıslâhı,
tasavvuf gerçeğinin anlaşılması ve doğrunun ortaya
çıkması, entellektüel sınıf arasında mânevi hayâtın
benim senerek ta savvu fu n hâkim olm ası devri
başlıyordu.

Cenâb-ı Hak, üstadın binlerce sayfa tutarındaki


dâva ve mefkuresinin insanlığa sunulması için rûhiyy-
âtçı öğrencilerinden büyük bilgin Şeyh Abde'l-Bâıî E'n-
Nedvî'yi seçti. Gerçekten de bu olağanüstü göreve en
çok O lâyıktı. Kendisi Haydarâbâd Osmâniye Üniversi­
tesinde Yeni F elsefe Kürsüsü profesörü ve ünlü
"Beyn'ed-dîni ve'l-akliyyât" adlı eserin de yazarıdır.
Hayâtı boyunca dînî ve İlmî bir atmosferde yaşamış, bü­
yük bir İslâmî ilimler akademisinden mezun olmuş,
Hindistandaki büyük bilginler, yazarlar ve eser sahiple­
riyle arkadaşlık etmiş, bu ülkedeki akılcı ve aydınlık
dönem i yaşam ış, fikrî özgürlük hareketine çağdaş
olmuştu. Bütün güç ve yetenekleriyle yeni felsefeyi
öğrenmiş, Hindistan üniversitelerinin en seçkinlerinde
öğretim görevliliğini sürdürmüş, zekî ve yetenekli bir
çok öğrenciye felsefe ve İslâmî ilimlerle ilgili konularda
ders vermişti. Sofizm ve şüphecilik gibi fikrî tereddüt
aşamalanndan geçmiş, Avrupada bulunan yeni fikrî
ekollere bağlanmıştı. Daha sonra himmetini esirgemeyen
bir faktör Onu, önderliğini Eşref Ali E't-Tehânevî'nin
yaptığı samîmi şeyhler camiasına raslattı. Üstâd Eşref
Alî'nin keskin zekâsına, doğru anlayışına ve samîmî
gayesine özel bir îtimât bağlamıştı. Bu itimadın sonucu
olarak da Eşref Ali irşât konulannda kendisine yetki
vermişti. Aralannda ilişki günden güne artarak mânevi
bir bağlılığa dönüştü. Günler ve deneyler sâdece Şeyhi-

17
ilin kişiliğine olan hayranlığını, anlayışına olan
güvenini ve bitmez tükenmez enerjisine duyduğu
hayretini artırdı. Görüşme ve mektuplaşmalar Şeyh
hazretlerinin 1362 H. yılındaki Ölümüne kadar sürdü.
(Allah'ın rahmeti üzerine olsun)

1945 yılında emekliye ayrılan Şeyh Abdü'l-Bârî


E'n-Nedvî, bundan sonra üstadının eserlerini özetle­
meye, onlardan alıntılar yapmaya ve dibi görünmeyen
derin mânâ denizinden inciler derlemeye yöneldi. Topla­
dığı bu bilgileri modern kitap tekniğiyle düzenleyerek
toplumun hizmetine sunmaya başladı. Eserlerindeki ana
hedefi, üstadının düşüncelerini sistemli bir şekilde hal­
kın gözü önüne sergilemek olmuştu. Eserlerinin içinde
en yararlılarından biri de arapça çevirisini sunduğumuz
ve orijinal adı "Tasavvuf ve Tarikatın yenilenmesi" olan
kitaptır. Arapçasına "Beyn'e'tasavvuf ve'THayât" adını
verdik. Bu kitap, İslâm'ın özü ve îmânın olgunluk dere­
cesinden ibaret olan, en son gelenlerin "Tasavvuf de­
meyi alışkanlık hâline getirdikleri konulan İlmî bir me-
tod ve edebî bir anlatım tarzıyla açık ve güçlü bir çizgi
hâlinde ortaya koymuştur. Bu noktadan hareketle, hiç
kimsenin hn nızgıvi izlemeden, haskalanndan önce ken­
disini düzeltmeyi plânlamadan, nefsini kötülüklerden
arındırarak "ihsan" derecesine ulaştırmadan, iç dünyâ­
sını mânevh’âttn ölmez ve solmaz nakıslarıyla donatma­
dan. Islâm'ın bereketine eri^sebilmesinin. din ve dün-
vavla. fert ve toplumla, sivâsetve milliyetle ilgili hiç bir
meyvesini elde edebilmesinin mümkün olmadığı anla­
şılmıştır.

Bu değerli eseri, "Dâru'I-Ulûm Nedvetü'l-Ulemâ"


nın önde gelen profesörlerinden, Muhammed Rabi’ İbn

18
E'n-Nedvî arapçuyu çevirmiş ve bunun için pek çok
emek ve zaman harcamıştır. Çünkü Hindistan’da, tasav­
vufa âit özel terimler ve anlatım şekli vardır. Tasavvuf
dilinin ve terimlerinin arapçaya çevrilmesi de hayli güç­
tür. Saygıdeğer hocamız, derslerle içiçe bulunması,
Dâru'l-LIlfım'daki Arapça Edebiyatı bölümünün ve bu
bölümün basın-yayın çalışmalannın organizatörü ol­
ması gibi meşguliyetlerine rağmen böyle çetin bir göre­
vin üstesinden gelebilmiştir.

Bu gerçek bilgilerden yararlanan okuyuculann te­


şekkür ve hayranlıkları yazara, takdir ve övgüleri çevi­
rene, duâ ve bağışlan ise bu işte payı olan herkese âittir.

Ebu'l-Hasen Ali E'n-Nedvî


D âru'l-U lûm N edvetü'l Ulemâ Emini
4 /R ab îu lev v el/1 3 8 0 H .

19
20
ŞEYH EŞREF ALt E'T-TEHÂNEVÎ

Şeyh Eşref Ali b. Abdülhak Umrî, Hindistan’ın


Etrabradiş eyfıletinin batıdaki şehirlerinden Delhi’ye elli
mil uzaklıktaki Tehâneh Behüven’de dünyaya geldi.
Orada büyüdü ve Tehânevî lakabını aldı. îlk öğrenimini
kendi m em leketinde yaptı. Daha sonra ünlü
"Diobendiyye" İslâmî ilimler akademisine girdi. Beş yıl
sonra 1301 yılında öğrenimini tamamlayarak akademi­
den mezun oldu. Bu sırada yirmi yaşlanndaydı. Bundan
sonra büyük maneviyatçı ve büyük ıslahatçı Şeyh Hacı
İmâdullah'a, ondan .sonra da kendini Allah yoluna ada­
yan Şeyh Ahmet Cencûhî'ye (Allah’ın rahmeti üzerlerine
olsun) ulaştı. Bunlardan ilkine bağlanarak ondan son de­
rece yararlandı ve değerli bilgiler öğrendi. Derece derece
ilerleyerek olgunluğun en son noktasına vardı. Hint ya­
rım adasındaki müsUiman topluluğa sözü geçen en bü­
yük ıslahatçılardan biri hâline geldi. Kendisinden bin­
lerce müslüman yararlandı. Sağlam inancın yayılmasın
da, ibâdet ve ahlâkın düzelmesinde, çeşitli metodlar kul­
lanılarak müslümanlar arasında yayılan asılsız inanç ve
uygunsuz geleneklerle çarpışmada büyük emeği vardı.
Kurduğu manevî ilimler okulundan mürşidlik derecesine
ulaşan yüz kırk güzide insan mezun etti. Bunlar arasında
en meşhurları; Allâme Seyyid Süleyman E’n-Nedvî,
Pakistan'ın kurucularından Mevlânâ Beşîr Ahmet E’l-
Osmânî, Lâhor'daki Eşrefiye Üniversitesinin kurucusu
Müftî Muhammad Hasen E’l-Emritserî, Pakistan’daki
din eğitimi yapan okullann en büyüğü Hayrü’l-Medâris
medresesinin kurucusu Mevlânâ Hayrî Muhammed E’l-
Câlidehrî, Pakistan'ın büyük bilgilerinden Mevlânâ Za­
fer Ahmet E’t-Tehânevî, Hindistan'ın büyük yol göste­
ricisi ve eğitimcisi Mevlânâ Vasiyyullah ve çevirisini

21
sunduğumuz bu eserin ve diğer bir çok değerli eserlerin
yazım büyük düşünür ve saygıdeğer hocamız Mevlânâ
Abdülbârî E'ıı-Nedvî gibi zâtlardır.

Rahmetli Şeyh Tehânevî, Diobendî İslâmî ilimler


akademisinden mezun olduktan sonra, on dört yıl sü­
reyle Kan iver şehrindeki Feyz-i Anım medresesinde de
öğretimle uğraştı. Sonra eğitimi bırakarak kendi memle­
ketinde îtikâfa girdi. Yalnız yaşamayı tercih etti. Dînî
ilimlerle uğraşması yanında kalbini arındırmak isteyen­
leri ve içini temizlemek arzusunda olanları orada eğiti­
yor, çevresini aydınlatıyor, yazıyor ve faydalı
oluyordu. Hayâtı boyunca yazdığı eserlerin sayısı
küçüklü büyüklü dokuzyüzü aşmıştı. Hicrî 1362 yılında
ebedî hayâta göç etti. (Allah kendisine bol bol rahmet
eylesin) Âmîn...
TASAVVUF VE TARİKATIN

YENİLENMESİ
24
BİR ÇICLİŞKİ VEYA YANLIŞ ANLAMA

Tuhaf şeylerden biri; İnsanlardan çoğunun dindeki


olgunluğun en üst derecesinin tasavvuf olduğuna, tasav­
vufun da ihsan derecesi olarak adlandınldığına, bunu
elde etmenin ise inanç ve ibâdetin ulaşılması en güç olan
bir manevî makânıı olduğuna inanmalandır. Bir başka
tuhaflıksa, yine çoğu insanlann, mutasavvıf ve evliya­
nın elde ettikleri Allah'a yakınlık derecesini-dînî ilimleri
bilen hadîsci ve fıkıhça bile olsalar- diğer insanlann elde
edemeyeceklerine inanmalandu:.

Yüce Allah'ın erişmiş kullan, bütün hayatlannda,


hayatlarının her dakikasında, duruş ve hareketlerinde,
çalışma ve dinlenmelerinde kendilerini Cenâb-ı Hakk'ın
gözetiminde hissettirecek özel bir İlâhî bağlantıya sahip­
tirler. Bu bağlantı sâyesinde Cenâb-ı Hakk'la kurulan ir­
tibatın türlü çeşitli şekillerinden biriyle O'ndan feyz alı­
yor gibidirler. Bundan dolayı da insanlar. Peygamber
Sallallâhu aleyhi vesellem efendimiz ve sahabeden başka
hiç bir kim seyi maneviyât açısından velî ve sofilerden
üstün göremezler. Onlardan başkalarını bu makama lâ­
yık bulamazlar. Velî ve sûfîler hakkındaki bu inanç, sı­
radan insanlar bir yana, seçkin ve araştırmacı bir çok
kimse tarafından da benimsenmektedir.

Bir başka açıdan baktığımızda halk arasına tasav­


vuf yoluyla sızmış olan büyük kuşkuların ve yanlış an­
lamaların bulunduğunu görürüz. Bu kuşku ve yanlış an­
lamaların İslâmî ilimler ve İslâmî mezhepler tarafından
yayılmış olabileceğini kabul edemeyiz. Hattâ bâzı inanç­
lar vardır ki, hemen hemen inkâr niteliği taşıdıkları
halde insanlardan bir çoğu bunları ya tasavvufun esasla-

25
rından biri kabul eder, ya da tasavvuftan saymazlar. Bu
yüzden çoğu büyük İslâmî şahsiyetlerin, tasavvufu ta­
mamen inkâr ettiklerine, ya tasavvufa karşı haksızlıkta
bulunduklarına, ya da tasavvufu sapıklıkla aynı kabul
ettiklerine şâhit oluruz.

nU ÇKLİ.ŞKİ Y A DA YANLIŞ ANLAMANIN SIRRI

Bu çelişki ya da yanlış anlamanın püf noktası,


kuşkusuz her şeydeki kusursuzluğun dışından çok için­
den, sayısından çok kalitesinden, posasından çok özün­
den, bedeninden çok ruhundan ve şeklinden çok hede­
finden kaynaklanmasmdadır. Çünkü bir şeyin anlam ve
meflıûmunda gizlilik oldukça, hele bu gizlilik tâ derinlere
kadar uzandıkça, rahatlıkla o şeyin kuşku ve şaşkınlık­
lara fazlaca hedef olacağı, hayâl ve kuruntuların sızma­
sına, efsane ve mitoloji ağının çevresini sarmasına uy­
gun bir lıal alacağı söylenebilir. Zamanla dînin esasla­
rından oldukları kabul edilen bu kuşku ve sapıklık to­
humlarını söküp atmak ve bu mikroplann köklerini ka­
zımak korkarız ki, oldukça zor olacaktır. Bu açıdan
baktığımızda dînimize tasavvuf aracılığıyla giren ve
miislUmanlara zorla kabul ettirilen, Allah'ı inkâr derece­
sinde sapıklık olarak kabul ettiğimiz bu çelişki ve yanlış
anlayışları, dînimizin temel prensiplerinden sayan müs-
lümanlara ruslamaktayız. Ö yle k i, bunların
yokedilmeleri ve müsUimanlarm zihinlerinden silinip
atılmaları çok büyük engellerin aşılmasını ve hayli zor
olan güçlüklerin üstesinden gelinmesini göze almadan
imkansız görünmektedir. Zîrâ genellikle halk ve seçkin
in.sânlardan çoğu, tasavvuf yönünde büyük bir şüphe

26
çukııı-ıınıı yuvm-lıınmıştır. Kimi tasavvufu bir takım ke­
şifler, kerametler ve tasarruflar olarak kabul ederken,
kimi de oııu hâl ve durumlara, mevki ve derecelere,
gözlem ve kontrollere, insanın iç dünyasına ve rûhî ya­
şantılara, mânevi uygulama ve tatbikatlara, bu yönde
harcanan emek ve çabalara bakarak bunlardan ibaret sa­
yar. Hattâ bunun böyle olduğuna da inanır. Bazıları ta­
savvufu özel alışkanlık ve tekrarlar olarak tanırken, ba­
zıları da onu, insanın iç dünyasıyla mücadelesi, nefsin
isteklerine set çekmesi, ve toplum hayâtından uzaklaş­
ması olarak alır. Bir kısım insanlar tasavvufu felsefî
yönden alarak onu, vahdet-i vücût ve vahdet-i şuhût te­
orileriyle aynı sayarken, bir kısmı da onu, sırlar ve bi­
linmeyenler toplamı olarak düşünür ve bu yönde iş o ka­
dar ilerler ki, sonunda batılıların sırrıyyet (gizlilik)^l
diye adlandırdıkları şeyler derecesine varır. Gerçekten
de çoğu müslümanlar tasavvufu kalpten kalbe, gönülden
gönüle atlayan bir simge, bir parola ve sır olarak alırlar.
Tasavvuf ve tarikatı, hakikat ve marifeti, dine aykırı gö­
renlere gelince, en büyük sapıklığa ve en kötü yanılgıya
düşenler, onların tâ kendileridir.

TASAVVUK'U KURUNTU VE FAZLALIKLARDAN


TE.MİZLEME

Cenâb -1 Hak büyük ıslahatçı Şeyh Eşref Alî E’t-


TehânevI'yi tasavvuf konularını süzgeçten geçirmeye ve
tasavvufu netleştirmeye, berraklaştırmaya ve saflaştır-

1 1 Mrisliyanlıkıa rûlıun Allah ile ilişkisi vc olağanüstü bir


olaydır.

27
maya, katkı ve fazlalıklardan arındırmaya muvaffak
kıldı. O, dalla önce sözünü ettiğimiz hatâlara benzer hatâ
ve yanlış anlamaları düzeltti ve önledi. O'nun yaptığı bu
işin adı bir yenileştirme operasyonudur, Operasyon sıra­
sında konulan olumsuz yönden ele almakla yetinmeyip
aynı zamanda olumlu yönlerine de eğildi. Çalışmalarını
her iki yönde de yoğunlaştırarak tasavvufu İslâmî
ölçüler çerçevesinde bir gerçek olarak insanların
■hizmetine sundu ve bu alanda başanh oldu. Bu yoğun
çabaların sonunda tasavvufun, İslâm dîninin bir yoru­
mundan ve bir açıklamasından başka bir şey olmadığı
anlaşıldı. Bu yenileştirme operasyonunu Şeyh, sâdece
bilimsel ve teorik aşamada bırakmadı, aksine tasavvufu
pratik olarak da gündeme getirdi. Çalışmak ve gerçeği
bulmak gayesinden doğan bir gayretle, eğitim Ve öğretim -
araçlarından yararlanarak gerçek tasavvufun ne
olduğunu açıkladı ve ona yeniden canlılık kazandırdı.

TA.SAVVUF'UN GERÇEK YÖNÜ

Tasavvuf konularının özü; olgun insan için iç ve


dış, kalb ve beden söz konusu olduğu gibi, mükemmel
bir din için de şerîat ve tarikat diye iki yön sözkonusu-
dur. Fıkıh bilgilerinin bütün güçlerini harcayarak, din­
deki dışa âit hükümleri ve ibâdetleri delillerinden çıkar­
dıkları gibi, mutasavvıflar da tasavvuftan hareket ederek
insanın iç dünyasına ve kalp âlemine âit hüküm ve ibâ­
detleri ortaya koyarlar.

Bu konuyu bir başka deyişle şöyle açıklayabiliriz;


Tasavvuf, fıkhın dışıyla ilgilendiği konulann içiyle ilgi-

28
lenir. Fıkıhın konusuna giren dışa âit hükümlere tasav­
vuf, içerden yâni rûh ve gönül yönünden müdâhalede
bulunur. Namaz, oruç ve benzeri amel ve ibâdetlerin fı­
kıh ilminde hüküm ve meseleleri yer alan dış şekilleri
olduğu gibi, "Bâtın fıkhı" denmeye lâyık olan bu ilimde
de;

"Beni anmak için namaz kıl" âyetiyle açıklanan ve


namazın asıl amacını teşkil eden hudû, huşu ve kalp ra­
hatlığı ya da kalben Allah'ı zikretme gibi hüküm ve de­
tayların oluşturduğu bâtını şekilleri yer alır. Belirli za­
manlarda yemek isteğine karşı koymaya, görünüşte oruç
denildiği gibi,

"Umulur ki, takvâda bulunursunuz" âyetinde işaret


edilen takva da oruc’un özü ve ruhudur. Sonra dînî ibâ­
detlerin bir kalıp ve görüntüsü olduğu ve ibâdetlerin
bunlarsız gerçekleşmediği, ancak bu kalıp ve görüntüler
içinde gerçekleşebildiği gibi, ihlâs ve samimiyetle nite­
lenmeden, iyi niyetin belirtilerini kendinde taşımadan da
kabul derecesine ulaşamaz ve bozulmaktan kurtulamaz.
Allah katında hiç bir değer taşımaz ve gazabından da
emîn olamaz. Nitekim Peygamber efendimiz Sallallâhu
aleyhi vesellem de: "Ameller (yapılan işler) sadece niyet­
lere göre değerlendirilir." buyurmuşlardır. O kadar ki,
âhirette insanın kurtuluş ve selâmeti, görünen amel ve
ibâdetlerinin geçerli ve Allah katında değerli olması,
• kendilerine.bağlı olan sağlam inanç ve kuvvetli îman
bile, kalple ilgili bu iki bâtınî amelle noktalanır. Bunlar
da ihlâs ve iyi niyettir. İşte burada tasavvuf ya da bâünî
fıkhın önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

29
Herkesin bildiği inanç esaslarının tabanında ve
îman esasliH inm temelinde Allah'ın birliği düşüncesi ya­
tar. Bundan amaçlanan hedefse Allah'a mahsûs plan bü­
tün sıfatların yaratıklardan soyutlanması, uygulama ya
da etkileme biçiminde kendini gösteren: "Fayda ve zara­
rın yaratıklardan gelebileceği" düşüncesinin ortadan kal­
dırılması anlamını taşıyan tevhîd kelimesinin doğrulan­
ması, bunların tamamen yüce Allah'ın tekelinde olduğu­
nun îtirâfıdır. Şüphesiz ki insan, fayda ve zarann yaratı­
cısı olduğu kesinlikle ortaya çıkmayan hiç bir varlığa
boyun eğmeyeceği gibi onu ilâh olarak tanıyıp Rabb ola­
rak da kabul etmez. Ne bir ferde ibâdet eder, ne de ona
yakarır.

Tevhîd kelimesinin anlamı aslında şöyledir:


"Çeşitli şekillerde kendini gösteren ve değişik biçimlerde
başımıza gelen yaşamak ve ölmek, hastalık ve sağlık,
zenginlik ve yoksulluk, bayağılık ve onurluluk gibi ya­
rar ve zarârın gerçek etkeninin ve asıl yaratanının yüce
Allah'tan başkasının olamayacağına inanıyor ve bundan
hiç şüphe etmiyoruz." Evetl Bu inanç gerçekte kalbin
bâtını işlerinden başka bir şey değildir. Ancak üzülerek
gömlekteyiz ki, başka bilim dallannda ilerlemiş, zâhirî
hükümlerde mesafe katetmiş, bunları hayatlarına rehber
edinmiş bir çok bilginler, Allah'tan başka varlıkları
fayda ve zarârın kaynağı, bütün liyâkatıyla etki ve fiilin
kusursuz bir başlama noktası olarak kabul ediyor ve
bunları başkalarından bekliyorlar. Gerçekle bağdaşma­
yan bu yanlış görüşü, bu asılsız büyüklük v e görkemi
hafızalardan silerek onun yerine dînimizde ihsan denilen
ve tasavvufta "Fiillerin birleşmesi" adını alan, kâinâtın
gerçek yaratıcısı ve asıl etkeni olan Allah Teâlâyı gözle­
mek yerinde olmaz mı?! Hayatta ve hayâtın bütün işle-

30
nndc, yüce Allah'ın huzıınında bulunmanın ve dâimâ
O'nunla olmanın, yüce Allah'ı görmenin ve O'nu gözet­
menin kendisine bağlı olduğu ve bunun yakînen bilin­
diği, Allah’la samîmi kulluk ilişkisinin O’nunla birlikte
olmaktan kaynaklanması biçiminde yorum ve açıkla­
mada bulunulan "Gerçek tevhîd" bu değil midir?'. Hem
dînin ve hem de dindeki olgunluğun tâ kendisi, elbette
bu gerçek tevhîddir!.. Bu ilim ve itaat, bu îman ve
kabul, dînî hayâtı oluşturan bütün ilişkilerin ve
ibâdetlerin hepsinin özü ve ruhu olmaz mı? Yine bu rûh
ve inancın korunması ve bu kaynağın ya da inanç ve
benim.seyişin muhafaza altına alınması, diğer ibâdet
görünümündeki davranışların hepsinden gerekli ve daha
üstün değil midir?

TA.SAVVUK, BÂTINÎ FIKIH DEMEKTİR

İnsanların, üzerinde fazla abartmada bulundukları,


çirkin bir biçimde canlandırdıklan, yapı ve özelliğini sa­
pıklık ve uydurma şeklinde nitelendirdikleri tasavvuf ya
da bâtınî ilmin, gerçekle alâkası yoktur. O, sâdece kalple
yapılan ibâdetlerin bir kânunu, bâtınla ilgili hükümlerin
bir esâsıdır. Vücûdun ve organlarının hareketleri için
hükümler konulduğu ve bunltu'in fıkıh ilmine konu ol­
dukları gibi, kalp ve ruhun hareketlerine de hükümler
konulmuş ve bunların bozuk olup olmadıklarını konu
alan "Bâtınî fıkıh" doğmuştur. Kur'ân ve sünnette nor­
mal fıkıh konularının açıklamalarını bulabildiğimiz gibi
tasavvuf konularının açıklamalarını da doğrudan veyâ
dolaylı olarak aynı yerlerde görebiliriz. Yüce Allah'ın:

31
"Allah'a temiz bir kalple gelenden başka kimseye
malın ve oğulların fayda vermeyeceği gûn."^'^ âyetinde
açıkladığı şekilde Kur'ân ve sünnetin desteğiyle tasav­
vufun üstünlüğü ve taşıdığı hükümlerin önemi ortaya
çıkmıştır. Âyetin içindeki anlamın daha açık anlatımı
ise Peygamber efendimizin Sallallâhu aleyhi vesellem şu
sözleriyle yapılmaktadır: "Dikkat ediniz! Vücûtta küçük
bir et parçası vardır. Bu et parçası düzgün olursa, bütün
vücût düzgün olur. Bu et parçası bozuk olursa, bütün
vücût bozuk olur. Dikkat ediniz! bu et parçası kalptir.
Bu sözünde Peygamber Aleyhisselâtü vesselam şunu
anlatmak istemiştir. Vücûdun dış hareket ve davranışla­
rında düzelme görülür de iyiye ve doğruya doğru yöne­
lirse bu, kalbin düzgünlük ve temizliğine işarettir.
Çünkü vücûdun düzelmesi ve doğruluğu, kalbin düzel­
mesine ve doğru olmasına bağlıdır. Kalbin düzgün ve
doğru olması vücûdun tüm hücrelerini etkiler. Kalbin
temizliği, davranışların düzgünlüğünün, kalbin bo­
zukluğu da davranışların bozukluğunun kaynağıdır. Ta­
savvuf ya da bâtınî fıkhın amacı, kalbi kötülüklerden
temizlemek ve iyiliklerle donatmaktır. Bozulma ya da
hastalık görüldüğünde onu tedâvî ve tamir etmek ve bu­
nun yollarını araştırmaktır.

Tasavvuf ve tarîkat hakkındaki bu gerçekleri öğ­


rendikten sonra tasavvufta dînimize ters düşen ve ona
karşı bir tutum sayılabilen her hangi bir yönün bulun­
ması bir yana, müslümanın tasavvufu hayat prensibi hâ­
line getirmedikçe gerçek mü'min ve olgun müslüman sa­
yılamayacağını ve tasavvufla ilgili terimlerden nefret

'2 Kur'an, Şuarâ, 62/88-89.


Tocrid ıcrccmcsi, C. 1, S. 60.

32
ediyorsa, ya da tasavvufun başlıbaşına bir ilim ve apayrı
bir teknik olduğunu kabul ve îtirâfa yanaşmıyorsa, tefsir
ve müfessir, tecvid ve tecvitci, hadîs ve hadîsci, fıkıh ve
fakîh, kelâm ve mütekellim, v.b. bütün dînî ilim ve tek­
niklerin kendileriyle tanımlandıklan diğer terim ve de­
yimlere neden allerji duymadığını ve bunlardan niçin
nefret etmediğini sormak gerekir.

Şayet derse ki: Bu saydığınız terimler Kur'ân ve


Hadîs lafızlarından alınmış ve yine onlarla desteklen­
miştir. Onlarla beslenmiş ve onlarla sulanmıştır.

Biz de cevap olarak deriz ki; Aslında "Sofi" keli­


mesi so f giyenden değil de "Ashab-ı Sûffe" den
alınmıştır.

Bu karşı cevabı da kabul etmezse: Neden bu ilme


tasavvuf yerine daha önceki mutasavvıflann sayılan ol­
dukça fazla olan ileri gelenlerinin yaptıkları gibi "İhsan
İlmi" ya da Allah'a yakınlık anlamına gelen "Kurb İlmi"
denmediğini anlamak isteriz.

Merhum Şeyh Eşref Ali E't-Tehânevî Tasavvufu


yenileştirmeye, gerçek yönüyle açıklamaya ve öğretme­
nin zorunluluğuna verdiği özel önemden dolayı sırf ta­
savvufa âit olan ve başka konulara da yer veren küçüklü
büyüklü bir çok eser ve broşürler yazmaya, bu konuda
öğütler vermeye ve sohbetler düzenlemeye koyuldu.
Çok çeşitli yönleriyle eserlerinde konuya kısa ya da
uzun olarak yer verdi. Konunun açıklanmasında ve
gerçek yönüyle hatırlanmasında etkili olabilecek bir ta­
kım terim ve başlıklar kullandı. Çeşitli adlar altında bol
bol açıklamalarda bulundu. Her şeyden önce "Gerçek

33
yönüyle tasavvuf adlı broşürünün ön sözünde konunun
aydınlanması bakımından şu bilgilere yer verdi:

"îslâm dîninin yapılmasını istediği işler iki türlü­


dür. Bunlardan bâzılan vücûdun dış kısmıyla ilgilidir.
Şehâdet kelimesini dille ikrâr, namaz, oruç, hac, zekât
ve ana-babaya itaat gibi bilinen gerçekler bunlardandır.
Bunlann adına emirler denir. Diğer bâzılan da yasaklar
diye isimlendirilirler ki, bunlar da; insanı dinden çıkaran
sözleri söylemek, Allah'tan başkasına kulluk sayılacak
davranışlarda bulunmak, evlilik dışı ilişki kurmak, hır­
sızlık yapmak, faiz yemek ve rüşvet alıp vermek gibi
işlerdir. Bunların^ yanında dînim iz, insanın iç
dünyasıyla ve rûh âlemiyle ilgili şeyleri de emretmiştir
ki, ikinci türe giren bu işler de; îman, tasdik, sabır,
şükür, tevekkül, kazaya rızâ, Allah'a teslimiyet ve
samimiyet, sağlam inanç, Allah ve Rasûlullah sevgisi
v.b. diğer iyi işlerdir. Bunlar da öncekiler gibi
emirlerden ve üstünlük özelliklerinden sayılırlar. Yanlış
inanç, sabırsızlık, inkârcılık ve nankörlükte bulunmak,
gösteriş, büyüklenmek, övünmek v.b. diğer olumsuz
davranışlar ve İslâm dîninin yasakladığı kötü huylar ise,
yasaklar ve bayağılıklar diye adlandu’ilırlar.

Kur'ân'da:

"Namazı dosdoğru kılınız ve zekâtı veriniz."'^^


ve; "Ey îmân edenler, sabredin, sebat gösterin, düşmana
karşı durun ve Allah'tan sakının ki,felâh bulasınız.
âyetlerini bulabileceğin gibi, "Size oruç farz kılındı."^^

Kur'an, Bakara, 2/43.


Kur'an, Âl-i İmran, 3/200.
Kur'an, Bakara, 2/183.

34
ve: "Allah için insanlara beyti haccetmek borçtur."^’’
âyetlerini de bulabilirsin. Kur'ân'ın bir yerinde:
"Namaza kalkdıklarında tembel tembel, esneye esneye
k a l k a r . ve: "Onlar halka gösteriş y a p a r l a r . âyetle­
rine nısladığın gibi başka bir yerinde de: "Allah yakında
bir kavim getirecek, o onları sever, onlar da onu se­
v e r . ve: "îman edenlerin Allah'a karşı sevgisi her
şeyden gıiçliidiır."^^ âyetlerine raslarsın. Kur’ân-ı Ke-
rîm'in namazı terkeden ve zekâtı vermeyenleri azarladı­
ğını okuduğun gibi, büyüklenen ve kendini beğenenleri
kötüleyerek yerden yere vurduğunu da okursun. Bunlar
aynen hadîs-i şeriflerde de yer almaktadır. Namaz, oruç,
alış-veriş hükümleri, evlenme ve boşanma konulannın
açıklanması için bölümler ayrıldığı gibi, gösteriş, şöhret
peşinde koşmak, büyüklük taslama v.b. diğer ruhsal
hastalıkların kötülüklerinin aydınlatılması için de bö­
lümler ayrılmıştır."

Bir müslüman için İlâhî hükümler olmaları açısın­


dan bâtını hükümlerin zahirî hükümlere denk olduklarını
inkâr mümkün değildir. İnsanın "Namazı kılınız, zekâtı
veriniz." âyetinin emir fiil ve kalıbından oluştuğunu ka­
bul ederken, "sabrediniz" ve "şükrediniz" ifadelerinin
böyle olduğunu kabul etmemesi mümkün olur mu?! Ve
yine: "Size oruç farz kılındı" âyetinin orucun farziyetine
delâlet ettiğini söylerken, "îman edenlerin Allah sevgisi
ise daha fazladır" âyetinin İlâhî sevginin dinde yeri oldu­
ğuna delâlet ettiğini söylememek olur mu? Hattâ dînin

Kur'an, Â)-i İmran, 3/97.


18 Kur'an, Nisa, 4/142.
19 Kur'an, Nisa, 4/142.
Kur'an, Mâidc, 5/54.
21 Kur'an, Bakara, 2/165.

35
bir emri olduğunu söylemeden edebilirmiyiz? İşin
doğrusu, konuyu derinden incelersek, anlarız ki,
vücûdun dış kısmını ilgilendiren ibâdetler amaçsız ola­
rak emredilmemiş, ancak nefsin anndınimasında yar­
dımcı olsun, insanın bunu gerçekleştirmesini kolaylaş­
tırsın diye emredilmiştir. Ve yine anlanzki, nefsin ann-
dınlması yerinde bir hedeftir ve âhirette insanın kurtu­
luşu için son derece gereklidir. Diğer taraftan insanın iç
dünyasının dejenere olması ve manevî yönden kirlen­
mesi, âhiret hayâtının mahvolması demektir. Bu
durumu Allah Teâlâ şöyle dile getirmiştir;

"Onu arıtan gerçektenfelâha ermiştir, ve onu Örtüp


kirleten ise muhakkak ziyana u ğ ra m ıştır." A lla h 'a
temiz bir kalple gelenden başka kimseye malın ve
oğullarınfayda vermeyeceği gün."'^

Ayetlerden birincisi, iç temizliğinin âhirette kurtu­


luşa neden olacağını, İkincisi ise, insanın, kalb temizliği
kaybolduğu zaman, ne malın ne de oğullann ona yarar
sağlamayacağını vurgulamaktadır.

İbâdetlerin kabulünün kendisine bağlı olduğu îman


ve samimiyet, doğnıdan doğruya kalple ilgili işlerdendir.
Kuşkusuz insanların yaptıkları ibâdetlerin tamâmı, sâ­
dece bir araçtan ibârettir. Dînin emir ve yasaklanndan
beklenen en son güye değildir. Bundan anlıyoruz ki, in­
sanın tek hedefi kalbi arındırmaktır. Organlar arasında
kalb, vatandaşlar arasında hükümdar ve askerler ara­
sında komutan yerindedir, organlarsa askerler ve yurt-

22 Kur'an, Şems, 107/9.


23 Kur'an, Şuarâ, 62/88-89.

36
taşlara benzerler. Hükümdar iyi olduğu takdirde yurttaş­
lar da ona uyar ve ona itaat ederler. "Dikkat! Vücûtta bir
et parçası vardır. O düzgün oldukça, bütün^vücût düz­
gün olur. O bozuk olursa, bütün vücût bozuk olur. Dik­
kat! Bu et parçası kalptir. hadîsi bunun doğruluğunu
her zaman isbât eder. Zîrâ insan kalbi bir şeyi ister ve
ona yönelir de kendini ona verirse, istediğini elde eder
ve bu yönde kullanmak için organları kendine köle
yapar. Göz, ona hizmet için görmeye, kulak, ona hizmet
için duymaya, el, onun istediğini almaya, ayak, onun
istediğine yürümeye başUu". Kalbin istediği şeyin; iyi ya
da kötü oludugunu fıırkeden hiç bir şey olmaz. Burada
organları bu işlere sevkeden faktör, kalbin isteği olmala­
rından öte bir şey değildir.

Şu dünya düşkünleri yok mu? İşlerine öyle bir


dalmışlar ki, uzaklardan süzülen ezan sesini bile duyma­
larına işleri izin vermiyor. Aynı şekilde Allah'ı zikret­
meye dalan, zikirde ilerlemek isteyen ve bu yönde hayli
yol almış bulunan maneviyât düşkünleri de Allah’ı zikre
dalmışlar, bir an bile ondan ayn kalmıyor, ondan başka
hiç bir şey le ilgilenmiyorlar. İşte bu bir kendinden
geçm e hâlidir ki, bâzan dünya uğrunda, bâzan da din
yolunda olur.

Tccrid tcrccmcsi, C. 1, S. 60.

37
ÖNEMLİ BİR YANILGI

Bir kısım bilginlerin bu gün geçerli olan nefsi


arındırma metodlarını tasavvufun kendisi sayarak içine
düştükleri durum, büyük bir yanılgı ve büyük bir kanş-
tınnadır. Bu yanılgı sonucu genellikle Pisagorcular ve
özellikle de Brahma papazlan mutasavvıflar sınıfından
sayılmaktadır. Bu yanlışlık insanlann zihnine; "Söfî'nin
mezhebi olmaz" cümlesiyle yerleşmiştir.

Bu cümleye göre tasavvuf, sözde İslâm bağından


kurtularak dilediği zaman istediği din ve inanç sistemiyle
birleşme serbestîsine kavuşuyor. Bu yanlış düşünceyi
benimseyenler, tasavvuf; ibâdetlerin dış görünüşüyle sı­
nırlı olmaktan çok; daha üstün bir konuma sahiptir, gö­
rüşündedirler. Kuşkus,uz bu görüş, doğruluk payı olma­
yan, asılsız ve bozuk bir iddiâdan ibârettir. Merhûm
Şeyh Eşref Ali E‘t-Tehânevî, bu düşünceyi şu sözlerle
ayıplamıştır: "Her annma tasavvuf değildir, annma an­
cak dînin hükümlerine boyun eğen, ona uymayı ve onu
örnek almayı ideal hâline getiren, bu sâyede kişinin âhi-
ret işlerini düzene koyan ve Cenâb-ı Hakk'ın kendisin­
den çokça korkan kullarına söz verdiği cenneti elde etti­
ren bir annma olursa tasavvuf olur. Çünkü yüce Allah:
"Onu arıtan gerçekten kurtuluşa ermiştir. "25 sözünü bu
anlamda söylemiştir. Cenneti elde edebilmek ise, dînimi­
zin direktiflerine karşı gelmekle değil, ancak onlara bo­
yun eğmekle mümkündür. Brahma papazlannın ve di­
ğerlerinin yaptıkları ruhsal kısıtlamaya ve bedensel alış­
tırmalara gelince, her ne kadar adlanna tasavvuf dense

25 Kur'an, Şems, 91/9.

38
de, buhlann gerçek tasavvuf ve nefis temizliğiyle uzak
veya yakından hiç bir ilgisi yoktur. Bu ad ve unvanlar,
gerçekte olmayan ve hiç bir anlam taşımayan, tasavvufla
her hangi bir bağıntısı bulunmayan boş ve soyut söz­
lerdir. Bunlar Allah katınc^a değeri olmayan ve kabûl
gömıeyen bir takım terim ve deyimlerdir."

ARINM A ÇEŞİTLERİ

Bu prensipten hareket ederek, arınmayı iki bö­


lümde düşünebiliriz. Bunlardan birincisi: Allah'ın rızâ­
sına uygun olan arınma, İkincisi ise: Allah'ın nzâsına
uygun olmayan ve dolayısıyla Allah katında kabûl gör­
meyen annmadır. Şeyh Tehânevî buna bir örnek vererek
şöyle diyor:

"Kirli bir aynayı saf ve temiz bir suyla yıkarsak


ayna tertemiz ve pırıl pırıl olur, bakanlar temizliğine
hayran kalırlar. Ne var ki aynı ayna idrarla yıkanırsa
şüphesiz bulaşmış olan pislikler yine gider, temiz gibi
görünür ama, aslında ayna temiz değildir. Bu sefer ba­
kanlar temizliğine hayran kalmaz ve elbette kendisine ba­
kanlan net ve berrak göstermez. Hattâ ondan insanlar
nefret eder ve mümkün olduğunca uzak dururlar. Zîrâ
ayna gerçekte temiz değildir. Bunun gibi hayâtı dîne uy­
gun olmayan, onun direktifleri doğrultusunda hareket
etmeyen bir kimsenin, âhirette Allah'ın rahmetine sı-*
ğınması ve kurtuluşa ermesi asla mümkün değildir. Ta­
savvufun söz ve anlamı, şu ilmin tâ kendisidir ki,, insan
ona uygun hareket ettiği zaman kalbi parlar ve gönlü te­
mizlenir, bu temizlik kalbine yayılır, ileride Rabbinin

39
huzurunda derecesini yükseltmek için uygun bir vesîJe
olur.

GERÇEK ALLAH SEVGİSİNİN GER EK TİRD İĞ İ


H U SU SL A R

Sevgi, tasavvufun en önemli unsurlanndan biridir.


Tasavvufla ilgili kitaplan gözden geçirdiğin zaman
onları sevgi konulan ve onunla ilgili sözlerle dopdolu
bulursun. Kuşkusuz sevgi, kalbe âit özelliklerin en
üstünü, nefse âit durumlann en değerlisidir. Ne var ki
sevgi de tasavvufun diğer esâslarında olduğu gibi
Peygamber Sallallâhu aleyhi vesellem in sünnetine
uygun olmadıkça ve dînimizin arzûlarına boyun
eğmedikçe Allah katında hiç bir değer taşımaz ve insana
mânevi bir kazanç da sağlamaz.

Bu sevgi, kalbin en iyi özelliklerinden ve en


önemli üstünlüklerindendir. Ancak yine tekrâr ederiz ki
o; yalnız ve sâdece Allah’ın emirlerine sarıldıktan ve
Peygamberin sünnetine uyduktan sonra ortaya çıkar. İs­
lâm dînine boyun eğmekten uzak bulunan sevgiye ge­
lince, onun Allah katında ne değeri vardır, ne de kabule
şayandır. O aslâ kabul görmeyecektir. Çünkü Allah yüce
kitabında şöyle buyurmaktadır;

"De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah


da sîzleri sevsin."'^^

26 Kur'an, Âl-i Imran, 3/31.

40
Ancak bilgisiz sofulara gelince, onlar her zaman,
yaygınlaşmış bulunan "sofinin mezhebi yoktur." safsa­
tasına sığınırlar. Bu cümleyi sâdece kendi eğilim ve ar-
zûlarına uygun olarak yorumlarlar ve kalb temizliği dînin
emir ve yasaklarına boyun eğmeksizin yapılmış olsa da,
namaz, zekât ve benzeri görünen ibâdetlerden yine de
derece bakımından üstündür, sanmaktadırlar. Onlara
göre ibâdetler, (Namaz, zekât, oruç, hac v.b.)
yaygınlaşan ünlü arınma metodlarından derece
bakımından daha aşağı ve değer bakımından daha
düşüktür.

Oysa İslâm dîni tam aksine bu konuda dînin emir


ve yasaklarına boyun eğmekten, namaz, oruç ve diğer
ibâdetlere devam etmekten elde edilen kalbe âit sıfat ve
özelliklerden başkasına önem vermez ve onları kabûl et­
mez.

Namazda bulunan ve namazda duyulan huşûa:


"Namazda husû duyan mü'minler kurtuluşa erdi."^’’
âyeti kerîmesiyle işaret edilmektedir ki, kalbe âit özellik
ve meziyetlerdendir. Aynı zamanda insanın âhiretteki
kurtuluşu da buna bağlıdır. Gerçek böyleyken, nama­
zını kılmayan ve bu ibâdeti hakkıyla yerine getirmeyen
sofinin bu tür bir huşûu elde etmesi ve bu yolla âhirette
kurtuluş ve mutluluğa ermesi nasıl mümkün olabilir?

Zekât, sadaka, hac, oruç v.b. diğer tüm ibâdetleri


de bu çerçevede düşünmeliyiz. Zîrâ bu açıdan onlar da
namaz gibidir. Aslında ibâdetler, K uf ân-ı Kerîm'in sö­
zünü ettiği bu rCıhî (psikolojik durumla dalgalanmadan

Kur'an, Mü'minûn, 23/1-2.

41
bir faydıt sağlamazlar. Çünki bu ruhî hâli yaşamak ve
hissetmek hem namazın ve hem de diğer ibâdetlerin ka­
bul görmelerinin ve sağlıklı olmalanmn en önemli şımt-
lanndan biridir.

Özetleyecek olursak, ibâdetlerin en önemlisi ve en


gereklisi, Peygamber Sallallâhu aleyhi vesellem efendi­
mize uymak ve bu yolla îslâm prensiplerini ideal hâline
getimıektir. Bu prensipleri benimsemeyen, bunlara bo­
yun eğmeyen ve bunları tam olarak yerine getirmeye ça­
lışmayan bir insan, ne Allah'ın hoşnutluğunu kazanabi­
lir, ne O'nun cennetine kavuşabilir ve ne de vereceği se­
vaba bel bağlayabilir.. Kuşkusuz her müsliimanın özle­
mini duyduğu iki yüce hedef ve iki ideal gaye, Allah'ın
hoşnutluğunu kazanmak ve O'nun cennetine kavuşmak­
tır. Durum böyleyken insanı dînin hükümlerine uymak­
tan ve bunu tam olarak yerine getirmek için elinden ge­
leni yapmaktan kurtulmuş sayan bir tasavvuf, gerçekle
bağdaşmayan boş bir uğraş olmaz mı? Nitekim keramet
de ancak günahlardan son derece sakınan ve Allah'tan
son derece korkan bir kimseden; velî'den çıktığı tak­
dirde geçerli olur. İşte tasavvuf da aynen böyledir. Dîne
bağlı ve din kurallanna boyun eğen, seçkin bir adamda
görülürse değer taşır. Allah katında bunun böyle olması
son derece normaldir. Bunun yadırganacak her hangi bir
yönü yoktur. Nitekim velîlerin önderleri ve iyilerin
öncüleri sayılan sahabe (Allah kendilerinden râzı olsun)
bile, namaz, oruç, zekât, Kur'ân okuma, iyiliğe teşvik,
kötülüğe engel olma gibi tüm iyi işlerin hepsine de
devam ederlerdi. Bu nedenle de onlann kalpleri son
derece berrak, gönülleri olabildiğince saf ve temizdi.
Çünkü Ashâb-ı kiram bu ibâdetlerin ve iyi işlerin hepsini
de tam ve kusursuz yaparlardı. Bundan dolayı Allah

42
Teâlâ kendilerinden hoşnuttu. Onlarla ilgili olarak
Kur an-ı Kerîm'de şöyle buyurdu: "Allah onlardan râzı,
onlar da O'ndan râzı"^^ Tasavvufua îslâm dînine
sarılmak ve ona tamamen teslim olmakla sağlanan iç
temizliğinden başka bir şey olmadığı böylece daha da
açıklık kazanmıştır.

T A SA V V U F TKRİM İNİN DOĞUŞU VE BİR BİLİM


DALI OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI

Tasavvuf ismine gelince, o da diğer İslâmî ilimle­


rin isimleri gibi bir isimdir. Hiç bir yönden onlardan
farklı değildir. Tefsir, Hadîs, Fıkıh ve diğer bilim dalla­
rının birer isim ve lakapları olduğu gibi tasavvuf ilminin
de bir isim ve lakabı vardır. Asr-ı Saadette bilim dallan
biribirinden ayrılmamış, her bilim dalının konusu ayn
ayrı belirlenmemişti. Ancak Peygamber devrinden sonra
îslâm âlimleri ilimleri birbirinden ayırmış, sınırlannı
belirlemiş, konulannı tesbît etmiş ve konularına göre
isimlerini tâyin etmiştir. Buna yol açan faktörse, îslâm
dînini çeşitli yönleriyle öğrenmeye çalışan, gittikçe
detaylarına inen İslâm âlimlerinin kolay öğrenilmesi,
güçlü v e dengeli bir biçimde kavranması, çok yönlü
olarak ele alınıp incelenmesi açısından çeşitli bölümlere
ayırmaya ihtiyâç duymalandır. îslâm âlimlerinin bu
çabaları, dinlerini kuvvetlendirmek ve onu tebliğ etmek
amacına yönelikti, bunu da başardılar. îslâmî ilimlerin
sınırlarının belirlenmesi, bölümlerinin ortaya konması
ve isimlerinin tesbit edilmedi hep bunun içindL O sırada

Kur'an, Bcyyine, 98/8.

43
tasavvuf, başlangıç safhasında ve özellikleri belirsiz,
durumu açıklığa kavuşmamış bir haldeydi. Henüz
konusu tesbît edilmemiş, ayn bir isim de verilmemişti.
Daha doğrusu çeşitli ilim dallan arasında dağınık bir
durumda bulunuyordu. Kur'ân âyetlerinin ve
Peygamber hadîslerinin içinde saklıydı. însanlar
ihtiyaçları oranında ondan yararlanıyorlardı. însanlan
tasavvufî yaşantıya ulaştıran bu yararlanma ve onu
izleyen zikir ve dualar bu yönde ilgilerini artınyor,
müslüman şeyhlerin gerçek kullukları, n efisle
mücâdeleleri, nefsin arzûlannı engellemeleri gibi üstün
yaşayışları ve örnek davranışlan da tasavvufu mânevi
yönden zenginleştiriyordu. En sonunda sınır taşlannı
belirlemek ve tasavvufu başlıbaşına bir ilim hâline
getirmek zorunluluğu doğmuştu. Mâneviyât yolunun ulu
önderleri ve eşsiz kahramanlan bunu yapmakta ge­
cikmediler. Adına TASAVVUF ve BÂTINÎ TEZKİYE dedik­
leri bu ilmin, kendine has eğitim ve öğretim metodlannı
hemen belirlediler. Gönül temizliğinde ve ruh terbiye­
sinde zirveye ulaştıran en hızlı ve en kestirme yolun TA­
SAVVUF olduğu noktasında birleştiler.

îslâm âlimlerinin İslâmî ilimlerde araştırma yap­


mak için çeşitli ilim kurullanna ve ihtisas dallanna dağı­
larak herkesin kendi dalında uzmanlaşması, üzerinde ih­
tisas yaptığı ilim dalının tamâmen inceliklerine ermesi,
sonunda bir kısmının "imamhk" derecesine gelerek ala­
nında otorite sayılması, bu yetkisiyle tanınarak par­
makla gösterilir hâle gelmesi, hâtırâlanmn tarih say­
fasından sonsuza dek silinmemesi, bu büyük insanlann
dost ve ahbapları tararindan övgüyle anlatılması gibi
İmam Şafiî (Allah rahmet eylesin) kendi fık h î
mezhebinin kurucusu ve otoritesi sayıldığı halde, İmam

44
Ebû Hanîfeyi ve fıkhını şöyle tanıtmıştır: "Fıkıh
konusunda insanlar Ebû Hanîfenin âile bireyleridir."
Aynı şekilde İslâm âlimleri Hadîs ilminde Buhârîyi oto­
rite kabul etm iş, kendisini bu alanda* yetkili
saymışlardır. Bu gün hâlâ müslümanlar arasında
müstesna yerini korumaktadır. Burada derim ki, tıpkı
bu ilimlerde bir çok büyük insanlann ortaya çıktıkları,
bu bilim dallarında uzmanlaştıklan ve kendi alanlannda
söz sahibi oldukları gibi manevî ilimlerde de bir kısım
seçkin insanlar çıkarak, insan nefsini eğitmeye ve ruh
âlemini temizlemeye koyuldular. Toplum kendilerini bu
alanda örnek alarak onları, uyulması gereken ideal insan
kabul etti. Şeyh Abdülkâdir Geylânî, Şeyh Bahâeddîn,
Şeyh Muîmüddîn E s-S ecezî, Şeyh Şihâbü’d-dîn
Sühreverdî vb. bunlardan bâzdandır. (Allah kendilerine
bol bol rahmet eylesin). Bunlardan önce de Cüneyd-i
Bağdadî, Şeyh Şiblî ve başkalan vardı. Hepsinin de
tasavvufta değeri yüksek, derecesi üstündür. Bu insanlar
tasavvufta büyük bir varlık göstermişlerdir. Bu noktada
bize düşen görev, onları izlemek, onları dinlemek, öğüt
ve ibâdetlerinden feyz alarak yolumuzu aydınlatmak ve
mâneviyâtlanndan yıu'dım beklemektir. Tasavvuf ve rûh
terbiyesinde onları örnek almaktır.

T asavvuf şeyhlerine sanimak, dünyada doğru


yolu bulmak ve âhirette kurtuluşa ermek için mutlakâ
şart değildir. Yalnız vanimak istenen hedef, "Dînî
olgunluk derecesi" denilen ideal mertebe, mânevî alanda
ilerlem iş ve bu sahada yol almış, bu bilim dalında
kendini kabul ettirmiş olan O yüce insanlara uymadan,
onlarla yakınlık kurmadan kolayca elde edilemez. Bu
gerçeği kabul etmek gerekir. Çünkü İslâm âlimlerinin
kitap ve sünnetten çıkararak dallara ayırdığı Fıkıh ve

45
Hadîs ilimleri de diğer ilim dallannda olduğu gibi özel
isimlerle tanınırlar. Nitekim bir öğrenci fıkıh kiıaplann-
dan "Hidâye" yi ya da diğerlerini okuduğu zaman onun
için "Fıkıh okuyor" denir. Buna karşılık genel anlamda
fıkıh, kişinin yapması ve yapmaması gerekeni bilmesi­
dir. Bu açıdan bakarsak, Hadîs, Tefsir, Kelâm ve ben­
zeri bir çok bilim dalım bünyesinde bulundurmasına
rağmen Hadîs okuyan bir öğrencinin fıkıh okuduğu
söylenemez. Tıpkı bunun gibi bir müslüman, şeyhinin
kendisine gösterdiği, kalbi ilgilendiren bâtınî ibâdetlerde
izlenen bir yola girdiği zaman ona "Tasavvufu öğreni­
yor, tasavvufu alıyor, o sofidir." denilir. Halbuki tasav­
vuf da namaz, oruç, hac v.b. diğer ibâdetleri içine
almaktadır. Buna rağmen tasavvufta izlenen özel
metodlar izlenmediği için diğer ibâdetleri yapanlara değil
de yalnızca bu yoldan gidenlere "Mutasavvıf ya da sofi"
denilmektedir.

TASAVVUtOlN HAYATTAKİ Ö NEM İ

Bu konunun ele alınmasındaki amaç, tasavvuf te­


riminin gerçek anlamını açıklığa kavuşturmaktır. Tasav­
vufun hayattaki görevi, insanın manevî yönünü ve gönül
âlemini kötülüklerden temizlemek ve sağlam karakter ve
üstün özelliklerle donatmaktır. Yine tasavvufun amacı,
günahlardan pişmanlık duyarak tam anlamıyla yüce A l­
lah'a boyun eğmektir. Bu boyun eğiş, dînimizin temel
prensiplerinden aynimadıkça ister tasavvufla isterse
başka bir yolla olabilir.

46
ö z e t olarak şu denebilir ki din, sâdece Allah'ın n-
zâsını kazanmak, âhirette kurtuluşa erebilmek ve öbür
dünyada mutlu olabilmek için harcanan bir çaba ve gay­
retten ibarettir. Madem ki iç ve dışıyla yüce Allah'ın sa­
nat hârikası olan şu evrenin en küçük parçası dahi görü­
nen ve görünmeyen yönleriyle ya da başka bir ifâdeyle
vücût ve kalb yönüyle Allah'ın varlığını ortaya koymak­
tadır, öyleyse İslâmî ilimlerin dış kısmını oluşturan ka­
buk bölümü ibâdetlerin dış görünümüyle, şekillerini
konu alan hükümleriyle, dış yüzlerinin süslenip bezen­
mesiyle ilgilidir. Tasavvuf ilmi ya da insanın iç dünya­
sını konu alan dînî ilimler de, iç âlemimizin temizlen­
mesi ve düzeltilmesiyle ilgilenir. Çünkü olgunluk ve asâ-
let nitelikleri, dış görünüşten çok kaliteye dayalıdır. Ol­
gunluğa erişmek ve gerçeklere ulaşmak ise, tasavvuf
u sullerin e uygun hareket etm eye v e sofilerin
katlandıkları çileli hayâta göğüs gemıeye bağlıdır.

ÖZÜN ÖNEMİ

Diyorum ki, -dış görünüşe önem veren günahkâr­


ların öfkelerine aldırmadan- kim ne derse desin ve kim
nasıl karşı çıkarsa çıksın baştan beri öz özdür, kabuk da
kabuktur. Şimdiye kadar değişmemiştir ve aslâ değişme­
yecektir. Gerçek her zaman aynıdır. O, sâdece kabukla­
rın içinde ve görünen kısımlann derinliklerinde bulu­
nur. Buna göre özün dışındaki hiç bir şeye inanmayan
mutasavvıfın bilmesi gerekir ki, özü ve iç kısmı koru­
yup muhafaza eden de kabuktan başkası değildir, bunla­
rın birini diğerinden ayırmak da aslâ düşünülemez.

47
Peygamber Sallallâhu aleyhi vesellem efendimiz
bir sözünde: "ibâdetlerinde Allah'ı, seni görüyormuş
gibi düşünerek ibâdet et, her ne kadar sen O'nu göreme-
sen de O seni görür." diyerek, ibâdetlerde insanın ken­
dini ona vermesinin zorunluluğunu haber vermiştir. İbâ­
detlere kendini vermek, ihsan derecesine ulaşmak de­
mektir. Şüphesiz ki ibâdetler, bütün eksik ve kusurlar-
. dan annmudıkça geçerlilik ve kabul görme bakımından
en yüksek dereceye ulaşamazlar. Ekmeği ele alınız;
müşterinin ilgisini çekebilmesi için, ununun hâlis olması
gerekir ki, hem görünüşü alımlı, hem de pişkinliği y e ­
rinde olsun. İbâdet de tıpkı bunun gibidir. Eksik ve ku­
surdan arınmalı ki, sağlıklı ve geçerli olabilsin. Ferdle-
rin ve toplumlann anlamakta hata ettikleri ye aslını kav-
rayamadıklan noktalardan biri de, ibâdetlerin şekil ve
kalıplandır. Zirâ onlar ibâdetlerin şekil ve kalıplannı,
başlıbaşına ibâdetlerin kendileri olarak kabul etmektedir­
ler. Onlara göre ibâdet, herbirinin derinliğine sirayet
edilmeksizin yapılan kıyâm, secde ve rükû gibi hareket­
lerdir. Onlar, ibâdetlerin fakihlerce düzenlenip belirlenen
dış yüzleriyle ve görünüşleriyle yetinirler. Kuşkusuz
fakîhlerin düzenlemeleri sağlıklı, mantıklı, yerinde,
doğru ve geçerlidir. Ne var ki bu durum, aslına ermeden
ve taşıdıkları derin anlamlan kavramadan, ibâdetlerin
yalnızca şekil ve kahplannda kalmak anlamında kabul
edilmemelidir.

48
HEM FIKIH HEM DE TASA VV UF, ASLINDA BÎR
N O K TA DA BİR LEŞİR

İslâm dînini gerçek usûlde bir araştırmaya tabî tut-


saydık, bu dinde varlığı bilinen ve ibâdetlerin dış görü­
nüşünü konu alan "Zahirî fıkh" ın yanında dînin özünü
konu alan ve onu inceleyen diğer bir fıkhın daha varlı­
ğını anlardık. Dînin özünü konu alan ve onu inceleyen
bu fıkhın adına "Tasavvuf denir. Böyle olmakla bera­
ber tasavvuf, zahirî fıkhın bölümlerinden ayn düşünü­
lemez. Bu açıdan bakarsak, zahirî fıkh’ın namaz, zekât
ve benzeri bölümlere ayrıldığı gibi tasavvufun da bir ta­
kım bölümlere ayrıldığını ve bunlann belirlendiğini gö­
rürüz. Zahirî ibâdetleri namaz, oruç, zekât v.b. bir takım
bölümlere ayırarak ondan aynidıklan için fıkıh konulan
saydığımız gibi, diğerleri yanında tasavvufu da fıkhın
bir bölümü saymaktan bizi alıkoyan nedir? Aslında
âlimlerin çoğu, namaz v.b. genel fıkıh konulannı araş­
tırmak ve incelemek amacıyla tek tek ele almış, fakat bu
durum incelenen konulann genel fıkıh konulanndan ay­
rılıp soyutlanmasını ve ondan ayn düşünülmesini ge­
rektirmemiştir. Tıpkı bunun gibi tevhîd, ihlâs, kibir, te­
vazu, kendini beğenme v.b. iyi ve kötü huylar da araş­
tırmak ve incelemek amacıyla genel fıkıhtan aynlmıştır.
Ö yleyse nasıl olur da bu konular genel fıkıh konulannın
dışında düşünülür?

49
BtLGÎDE İLERLEIVIEYE KARŞILIK İBÂDETLERİ
ÖNEM SEM EM EK

Zfıhirî fıkhı şimdilik bir tarafa bırakarak Kur'ân ve


Hadîs'e bakınız. Onlarda bâtınî fıkhın emir ve hüküm­
leriyle zfıhirî fıkhın emir ve hükümleri yanyana değil
midir? Daha doğrusu bâtınî fıkıh daha çok ve konuları
daha güçlü değil midir? Ne var ki çoğu âlimlerin katında
ve okullarda maalesef ilmin kendisi hedef ve gaye ol­
muştur. Bundan dolayı onları kitaplardan başka hiç bir
şey ilgilendirmez ve kitaplardaki konulardan başka hiç
bir şey meşgul etmez. Bütün ilgi ve çabaları kitapların
ve konularının çevresinde dönüp dolaşır. îmtihanlann
soruları yine bu kitaplardan ve konulardan seçilmedir.
Dereceye girenlere ödüller dağıtırlar ve mezun olanlara
diploma törenleri düzenlerler. Öğrencilerin bu yönde
çahşmahu'inı teşvik ederler. Çabalarım bu yöne kanalize
ederler. Yine aynı şekilde üniversitelerin kapılan dînî
ilimler için açılmış, öğrenciler çeşitli dallarda ihtisas ya­
parak bilgilerini maddî çıkarlarına âlet etmeye başlamış
ve böylece ibâdetler yozlaşmış, ihlâs ve samimiyet kay­
bolmuştur. Mademki şekil değişti, görünüm çirkinleşti,
öyleyse öz ve cevherden geriye ne kaldı?

Şeyh Eşref Alî merhum konuyla ilgili olarak şöyle


diyor:

"İnsanlar öğrenime önem veriyor ve özen gösteri­


yorlar ama öğrendiklerini uygulamaya pek fazla yanaş­
mıyorlar. Öğrenimi tamamlama yolunda kitaplan taraya­
rak bilgi edinmek amacıyla olağan üstü çaba gösteriyor­
lar ama edindikleri bilgiye pek fazla uymuyorlar. Bir ko-

50
nuyıı araştırarak sâdece bilgi edinmek, kendi başına bü­
yük bir değer taşımaz ve insana fazla bir üstünlük ka­
zandırmaz. Nitekim Şeytân da büyük bir âlimdi ama,
bilgisiyle sapıklık yollarını gösterir ve çoğu insanları
Allah'a karşı gelmeye sevk eder. Değiştirme ve yozlaş­
tırmayı bilir, ama bunun yaranda dînî bilgilere de sâhip-
tir. Fakat gel gör ki, bütün bu bilgileri insanlan saptır­
mada kullanır. Eğer bu bilgilerden haberi olmasaydı,
bunları bilen insanlan nasıl saptırabileceğini nereden
bilecekti? Ne yazık ki, bilgisi doğrultusunda hareket et­
mediği ve bildiği ilimlerden çıkan İlâhî buyruklara boyun
eğmediği için bilgisi onu kurtaramayacaktır ve başkaları
da ondan yararlanmamıştır. Nitekim bilgisinden yarar­
lanmayan ve yararlandırmayan kişinin âhiretteki duru­
munu şu hadîs-i şerîf çok güzel dile getirmektedir:
"Ahirette insanların azâbı en ağır olanı, yüce Allah'ın
bilgisiyle kendisine yarar sağlamayan bilgindir." Bunun
anlamı, kendisiyle amel olunmayan bir ilim, insanın ce­
henneme girmesine neden olur demekten başka bir şey
değildir.

Özetle; bugün ibâdetler azaldı, uygulama ender


raslanır hâle geldi. Hattâ ibâdetlerin çoğu da aslı olma­
yan resim ve ruhu olınayan cisim hâlini aldı. Artık ibâ­
detleri baştan savma yapmak alışkanlık oldu. Görevleri
olmasına rağmen inşalar ibâdetlere gereken özeni göster­
memektedir, ve bu işi yeterince ciddiye almamaktadırlar.

51
"IHSÂN"IN K APSADIĞ I A NLAM LA RD AN
BAZILARI

Konumuza örnek olarak namazı alalım. Namaz,


sâdece kıyam, rükû ve secde gibi hareketlerden ibaret
kalmıştır. Gerçi bunlar namazda yerine getirilmesi gere­
ken özel hareketlerdir, fakat halk, bunlan yapınca namaz
görevlerinin tam olarak yerine getirildiğini iddia etmek­
tedirler. Ne yazık ki, din eğitimi gören ve alanların da
uzmanlaşan kimseler bile bu hatâya düşmektedirler. Bu
konu, üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır.
Çünkü Kur'ân-ı Kerînı'de yüce Allah;

"Mü'minler gerçekten felâh bulmuşlardır. Ki, on­


lar namazlarında hıışû içindedirler."'^^ buyurmuştur.
Âyet-i Kerîme, huşu ile kılınan namazı övmektedir. Bu
durumda insanlar nasıl olur da namazı huşûdan soyutlar
ve namazı dînî bir görev kabûl ettikleri halde huşûyu
dînî bir görev olarak kabul etmezler. Oysa âyet-i
kerîmeden namazın şekil yönünün de huşû yönünün de
aynı derece vâcip olduğu anlaşılmaktadır. Her ikisi de
önemlidir, Ve huşû namazı, namazın değerini artınr,
Allah katında derecesini yükseltir. Hattâ tasavvuftaki
"ihsân" derecesinin gerçekleşmesi de ibâdetin bu yönden
güçlü olmasına bağlıdır.

İHSÂN'ın boyudan üçtür; Zorunlu oluşu, gerçek


yönü ve elde ediliş yolu.

Yukandaki açıklamadan anladığımıza göre ihsân,


huşû ile elde edilmektedir. "Mü'minler gerçekten felâh

Kur'an, Mü'minûn, 23/1-2.

52
bulmuşlardır." âyeti de onun hedef ve gâye olduğuna iş­
aret etmektedir. İbâdetlerde ihsân’ın zorunluluğu da şu
âyet-i kerîmede kendini göstermektedir:

"l)7ian edenlerin Allah'ı anma ve O'ndan inen ger­


çek için kalplerinin yumuşaması zamanı daha gelmedi
mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi ol­
masınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de
kalpleri k a t ı l a ş t ı . Çünkü âyet, Allah'ı zikretmenin
yanında huşû'un zorunluluğuna da işâret etmektedir.
Zîra Allah'ı zikretmek, bütün ibâdetlerin ruhudur. İbâ­
detlerin hepsini kendi bünyesinde toplar. Âyet'in kapsa­
dığı tehdît ve korkutma ise, ibâdetlerde huşû’un yoklu­
ğuna bağlıdır. Huşu bulunmadan yapılan ibâdetler ruh­
suz cesede ve bu ibâdetleri yapanlar da Yahudi ve Hristi-
yanlara benzetilmektedir. İbâdetlerinin onlarınkine ben­
zememesi için müslümanların dikkatleri bu noktaya çe­
kilmektedir. Evet... Bütün bunlann sonucu âyette de
balısedildiği gibi "Kalbin katılaşması ve kararmasıdır."
Müslüman bir kimse için bu durum, en çok korkulması
gereken bir durumdur. Çünkü Allah Teâlâ Kur'ân-ı Ke-
rîm'de:

"Kalpleri Allah'ı anmak husâsunda katılaşmış


onlanlara yazıklar olsun. İşte bunlar apaçık sapıklıkta­
dırlar."'^^ buyurmuş. Peygamber efendimiz Sallallâhu
aleyhi vesellem de aynı anlamda; "Katı kalp Allah'tan
uzaktır, uzak." demiştir.

30 Kur’an, Hadîd, 57/16.


3İKur'an, Zümcr, 39/22.

53
MANEVÎ HAYÂTIM IZIN DÜZELM ESİ BELİRLİ
HÜKÜMLERE BAĞLIDIR

Bu açıklama ve incelemeden amacımız, iç dünya­


mızı düzeltmeyi ve nefsi günahUu-dan anndırmayı içine
alan hükümlerin tertipli, düzenli ve tam bir uyum içinde
olduğunu anlatabilmektir. Bu hükümleri belirli bir dü­
zene bağlayan ve onlan belirli bir âhenk içinde
sıralayanlar bâtın ilmini bilen fakîhlerdir. Mânevî ilimle­
rin uzmanlarıdır. Bu noktada onlar, Kur'ân ve hadîsten
çeşitli dînî hükümleri ve türlü zahirî amelleri çıkararak
belirli bir bilim hâlinde düzenleyen zahir ilminin uzman-
lanna benzerler. Ki, bunlara din dilinde fakîh denir. An­
cak burada belirtmeliyiz ki, tıpkı diğer dînî bilim dallan
gibi bâtınî ilimler de dînin bir bölümüdür ve aynen diğer
dînî ilim dallan gibi bâtınî ilimler de İslâm dîninin derin­
liklerinden kaynaklanmaktadır. İşte bundan dolayı, bâ-
tınî fıkhı bilmeyen ve üstelik ondan hoşlanmayan bir
kimse, sâdece haddini aşmakla ve bir ilmi bilmediğini,
ondan tiksindiğini açığa vurmakla kalmaz, ayrıca o kişi
kendini dînin gerçek yönünden ve özünden yoksun bıra­
kır ve dînî olgunluğa ve "îhsân" derecesine ulaşmaktan
alıkoymuş olur.

NEFİS TERBİYESİNE VE M ÂNEVÎ H A Y Â T IM IZ IN


DÜZELMESİNE OLAN İHTİYÂÇ

Böyle bir duruma düşmemek için, insanların


"KenzLİ'd-Dekfıik", "Hidâye" ve benzeri fıkıh
kitaplarını okudukları gibi Ebû Tâlib-i Mekkî'nin
"GOtü’l Kıılûb", İmâm Gazâlî'nin "KitâbU'l-Erbaîn" ve

54
Şihâbii'd-Dîn Ömer Sühreverdî'nin "E'I-Avârif" gibi
lasavvufla ilgili eserlerini okumaları ve bu yönde de bilgi
sahibi olmaları lâzımdır. En büyük zulüm ve
haksızlıklardan biri de; diğer ilimlerin öğrenilmesine
senelerini veren insanlann, ruhî ve manevî hayatlarının
düzelmesine, nefislerinin günahlardan anndınimasına
bir kaç ayı bile çok gömieleridir. Oysa nefsi arındırmak
ve bunun yollarını öğrenmek için az da olsa bir vakit
ayırmamız gerekir. Bunun için de tasavvufa adım atan
talebenin, davranış ve alışkanlıklarında üstün, son
derece faziletli ve seçkin, manevî alanda ilerlemiş ve bu
yokla mesafe katetmiş olan, samîmî bir insan bularak
ona bağlanması, beraber bulunması, hayâtını incelikle­
rine kadar gözlemesi, davranışlannı gözden geçirmesi,
ibâdeti, öfkesi ve emânete riâyetiyle, hile ve yağcılıktan
etkilenip elkilenm emesiyle, bütün huy ve sıfatlannı
araştırması gerekir. Çünkü talebe, bundan sonraki hayâ-
ıındtı aynı durumlarla karşılaştığında hocasında gözle­
diği bu örnek davranışları hatırlayacak ve kendisi de
gün gelip başkasına yol gösterecektir.

İncelerseniz, miisliiman liderlerin bir çoğunun,


millî kahraman ya da siyasî başkanlardan hiç birinin,
dînî bilgileri öğrenmediklerini, öğrenenlerin de faziletli,
sâlih ve seçkin bir eğiticinin elinde eğitilmediğini
görürsünüz. Bundan dolayı hemen hepsi İslâm'a yardım
eder görünmelerine rağmen aslında birer ticaretçi ve eşya
sancısıdırlar. Onlar katında dünya bir ticaret eşyası gi­
bidir ki, onunla ilgili pazarlıkta bulunur ve onu alır
satarlar. Ancak bu alışverişi açıkça değil de din kılıfına
uydurarak yaparlar. Bu durum hayâtın ilimle ilgili olan
ve olmayan çeşitli alanlarında da aynı şekilde sürer
gider.

55
Şâyet sırf bilgi, insanın değerinin yükselmesi ve
kişinin Allah katında yücelmesine yeterli olsaydı, sâdece
bilgi, dînin olgunluk derecesine ulaşması ve insanların
düzelmesi için kfıfî gelseydi, Islâm'da en yüksek derece
ve en ulvî makam "Sahabe" (Allah onlardan râzı olsun)
nin olmazdı. Ve onlar kendilerinden sonra gelerek îman
eden, müsliiman toplumun büyük âlimleri yanında üstün
sayılmazlardı. Oysa âlimlerle sahabe arasında derece
yüksekliği ve makâm ulvîliği bakımından karşılaştırma
yapmak bile boş şeylerle uğraşmaktan başka bir şey
değildir. Sahabenin daha sonrakilere üstünlüğü, -isterse
onlar bilgi birikimi ve erdem bakımından, fıkıh ve had­
îste ünlü olma yönünden, son derece ileri olsun,
Allah'ın velîsi ve dînin kutbu sayılsın- tartışmasız bir
konu ve şüphe götürmez bir gerçektir. Zîrâ aralarında,
en yüce insanın ve varlıklar âleminde en mükemmel bir
zâtın sohbetine katılmak ve ondan faydalanmak gibi bir
ayrıcalık vardır. Bu ayrıcalık da onların sohbet
anlayışlarından ve hiç bir engel tanımaksızın, hiç
kimseden çekinmeksizin kendilerini bu yolda fedâ
etmelerinden kaynaklanır. Onlara "Rasûlullah
Aleyhissalâtü ve's-selâm'ın Sahâbesi" denilm iştir.
Büyüklüklerinin ve erişilmez yüceliklerinin sim , işte
burada gizlidir!

Bu siyâsî liderler ve millî kahramanlar burada da


durmayarak. Çeşitli renk ve sayısız konumdaki bayraklar
taşımışlar, farklı topluluklar oluşturarak Islâm adı al­
tında müslümanlan oralara davet etmişlerdir. Unutma­
sınlar ki, onların bu çağrılan ve bu yolda yaptıklan her
haykırışları, dağlarda yansıyan bir ses gibidir. Ne onu
dinleyen bir kulak ve ne de ezberleyen bir hâfıza bula­
caktır. Sâdece ruhsuz bir taşkınlıktan öte geçmeyecektir.

56
Onlar bilmeliler ki, kalp ve bâtın yolunu seçmeye, tasav­
vufu tercih etmeye gerçekten ihtiyaçlan vardır ve bunda
tuhaf olan hiç bir şey yoktur. Çünkü kendi fikir ve ideal­
lerini yaymak için hepsinin de dillerinden düşürmedik­
leri;

"Şüphesiz ki bir millet kendini değiştirmedikçe


Allah ta onları değiştirmez."'^'^ âyeti, bu gerçekten baş­
kasını yansıtmaz. Ayetten anlaşılan şudur: Siyâsi geliş­
meler, ekonomik kalkınmalar ve teknik ilerlemeler, nef­
sin arındırılmasına, yozlaşan duygulanmızın yeniden
asaletine kavuşmasına, iç dünyâmızın düzelmesine bağ­
lıdır. Aksi taktirde ne kadar beklersek bekleyelim, top­
lumdaki bu değişiklik tabiat kanunlan gereği kendiliğin­
den gerçekleşmeyecektir. Nitekim âyet-i kerîmedeki "Bir
millet kendini değiştirmedikçe" cümlesi de bundan başka
bir anlam taşımamaktadır.

M a teryalistler de bunu b ö y lece kabûl


etmektedirler. Ne var ki onlar başka türlü ifâdelerle ve
bize ters düşen yollardan benimsemektedirler. Çünkü
onlar, son sistem silahlarla donanmış, en gelişm iş
metodlarla eğitilmiş bir ordunun bile, ahlâkı bozulduğu
zaman ne son sistem silahların ve ne de geliştirilmiş
eğitim metodlarının bu orduyu kurtarabileceğine
inanırlar.

Şâir diyor ki;

"Sağlam olmaz bünyesi bir milletin,


Yıpranmışken ahlâkı ferdlerin."

Kur'an, Ra'd, 13/11.

57
MANIÎVİYATI OLM AYANIN
DÜNYASI DA YIKIKTIR

Bu dereceye gelen müslümanlann bilmesi gereken


noktalardan biri de, katıksız îman anlamındaki tasavvuf,
ruhlarının derinliklerine işlemedikçe dinde ilerleme kay­
detmek bir yana dünyâdan da nasiplerinin olmayacağı­
dır. Konuyla ilgili geniş açıklama Şeyh Eşref A lî merh-
ûmun eserlerinde yer almaktadır.

Miisliimanlar îmânın hakîkatini taşıdıklan ve din


ve dünyânın her ikisinde de birlikte ilerleme kaydettik­
leri, hissedilir derecede fazîlet ve üstünlüğe sahip olduk­
ları dönemlerde maddî vâsıtalar ve zâhirî ilerleme araç­
lım onlara göre önemli bir şey değildi. Güç ve yardıma
ihtiyaç duydukları zaman, düşmanların kalbi paramparça
iken kendi kalplerinin düşman karşısında sağlam, sabit
ve tek bir kalp gibi atması onlara yetiyordu. Kur'ân-ı
Kerîm diyor ki:

“Sen onları birlik beraberlik içinde zannedersin,


oysa onların kalpleri paramparçadır. Bu dağınıklık
onların aklı ermez bir toplum oluşlarındandır."^^ Âyet*i
Kerîme, "akıl" kelimesinin kalplerin bir araya gelmesi ve
iç dünyâmızın temizlenmesiyle yorumlanacağına işaret
ediyor. İşte sırf şeklî anlaşma ve dıştan dışa beraberlik
yerine faydalı olan da budur.

Kur'an, Haşr, 59/14.

58
M ANEVİYÂ TIN O LM ADIĞI YERDE
DÜZELM E DE OLAM AZ

Bu durumdu mûneviyatsız işlerin düzelmesi, yo­


lunu girmesi ve pürüzsüz devûm etmesi mümkün değil­
dir. Çünkü tasavvuf yolunda yapılacak ilk şey, alçak
gönüllü olmayı öğrenmektir. Tasavvuf dilinde bunun
adına "Fena" denmektedir. İnsanlar bu dereceyi tasavvu­
fun en yüksek derecelerinden biri olarak kabul ederler.
Oysa işin gerçeği bunun tam tersidir. Zira o, en yüksek
değil en aşağı derecedir. Derecelerin ilkidir. Çünkü bu
derece, bir takım basamaklardan oluşmaktadır. Bir insan
zikir ve duâlan ne kadar okursa okusun, ne kadar uza­
tırsa uzatsın, fenâ'yı seçip o yolda gitmedikçe bu yönde
bir adım bile ilerleme kaydedemez. Diyorlar ki, "İbâdet
amtıcıyla bir köşeye çekilmenin bu gün için hiç bir yaran
yoktur. Böyle bir hareketten hiç bir şey de beklenemez.
Toplum içine çıkmak ve insanlarla haşır neşir olmak ge­
rekir. "Buna karşılık ben de derim ki, "İnsanların top­
luma çıkmak ve diğer insanlarla haşır neşir olmak için
alıştımia yapmalarına gerek vardır, işte bu (halvethâne)
dediğimiz ibâdet ve sohbet toplantılanmn yapıldığı yer­
ler, alıştırmaların yapıldığı beden terbiye salonlan gi­
bidir. Halk içine çıkabilmek için buralarda antrenmanla­
rın yapılması gerekir. Evet... Buralarda yapılan antren­
manlar sayesinde elde edilen ustalıklar, bir radyo veya
T.V. vericisi aracılığıyla bütün insanlığın gözleri
önünde sergilenir ve bütün insanlık da bunlardan etkile­
nir. İşte ibâdet için köşeye çekilen insan da böyledir.
Gerekirse bütün insanlığı bir yönde sürükleyebilir.
Ağzından çıkacak bir sözle bütün kâinat çalkalanabilir,
sarsılabilir. Konumuzla ilgili olarak hatırladığım bir

59
olayı sîzlere aktarmak benim için sevinç kaynağı
olacaktır. Şöyle ki; Sa'd b. Ebî Vakkâs bir savaşta
komuta mevkiinde bulunuyordu. Aldığı derin bir yara,
kendisini hareket etmekten ve orduya komuta etmekten
alıkoyuyordu. Çadırda oturmak zorunda bırakan bu
yarayı tedâvîye çalışırken bir yandan da savaşçılara yol
gösteriyor ve kaldığı çadırdan onlara komuta ediyordu.
Bu sırada ordu büyük bir çarpışma içinde bulunu­
yordu."

Daha önce yaşamış Peygamberlerin ve özellikle de


bizim Peygamberimizin Sallallâhu aleyhi vesellem
yaşantılarında "halvet ve tehannüs" denilen ibâdet için
tenhâya çekilme esâsının yer aldığını gördüğümüz. Be­
dir ve Uhud savaşlanndan önceki günlerde bunun uygu­
lamasını gözlediğimiz halde, Peygamberi izleyenleri bu
aşamalan çiğnemede ve bu uygulamayı bir kenara bırak­
mada haklı çıkarabilecek hangi neden olabilir? Şeyh Eş­
ref Alî tasavvuftaki "fenâ" derecesinden söz ederken,
konuşmasında büyük bir meydan olayını aktanyor. Bu
olay, müslümanlarla müşrikler arasında meydana gelen
bir savaş sırasında okuduğu içkiyle ilgili şiirlerden do­
layı cezalandırılmak üzere Ebû Mihcen E’s-Sekafî'nin
hapsedilmesi olayıdır. Zincire vurulmuş bulunan Ebû
Mihcen, düşman ordulan komutanı Rüstem'in, müslü-
manlar üzerine saldırarak bir çoğunu öldürdüğünü gö­
rünce dînî duyguları harekete geçerek yerinde duramaz
oldu, içinden gelen karşı konulmaz savaş arzusunu din-
direbilmek için komutan Sa'd'ın eşine yalvararak hare­
ketini engelleyen zincirleri savaştan sonra tekrar gelip
kendiliğinden teslim olma karşılığı çözdürmesi ve ken­
disini bir süre serbest bırakması ricasında bulundu. Yal­
varmalarına duyananamayan Sa'd'ın (R.A) eşİ, isteğini

60
kabul ederek zincirleri çözdürdü. Bu çarpışmada ölürse
zaten cezâsını çekmiş olacak, kalırsa gelip teslim ola­
caktı. Bu konuda kesin söz vermişti. Ebû Mihcen ser­
best kalır kalmaz derhal yüzüne bir maske taktı, vurdu,
kırdı, atıldı, çırpındı, karşı koydu, göğüsledi, nihâyet
hıncını aldı ve içindeki karşı konmaz savaş arzusunu
dindirdi. Verdiği sözü tutarak tekrar bulunduğu yere
döndü ve zincirleri yerlerine taktı. "Bu olay, savaş gibi
olağanüstü durumlarda bile komutanın İslâmî hükümleri
uygulamaktan geri kalmadığını gösterirken diğer
taraftan da, zincire vurulmuş bile olsalar müslümanlann
inançlarına karşı besledikleri sevgiyi ve bu uğurda
gösterebilecekleri fedâkârlığı çok güzel sergilemektedir.
Burada olağan üstü ve şaşılacak bir durum yoktur. Zîra
onlar, askerinden komutanına, hizmetlisinden devlet
başkanına kadar hepsi de, karşı konulmaz bir arzuyla
Allah'ın rızâsına taliptiler. Onlann en büyük idealleri
buydu ve bunu gerçekleştirmek için gereken her şeyi
yapmaktan onUuı hiç bir engel alıkoyamıyordu.

E ŞİN E A Z RASLANAN TUH AF BİR N ÜK TE

Şehitlik ve gazilikle ilgili yanlış bir görüşü eleştire­


rek cevaplayan Şeyh Eşref Alî, konuşmasında şöyle di­
yor:

- İnsanlar yanlış olmasına rağmen savaşta şehîd


olarak ölm eyi, müslüman savaşçınm en yüksek ideali
olarak kabûl eder. Oysa müslüman savaşçıdan istenen,
vurucu ve yok edici olarak kalmaktır. Yâni kendisinin
yaşaması esâstır. Ancak gâzi olarak kalmak için gücü­

61
nün son damlasına kadar çarpışıp mücâdele ettikten
sonra öldürülürse bu durumda şehitlik derecesine enniş
demektir.

Burada sözümü, gereğinden fazla uzattım, ama


başlamış bulunduğum konunun öneminden dolayı buna
mecbûrdum. Konu da halvet ve uzlet (yalnızlık ve bir
köşeye çekilme) tasavvufunda ortaya çıkan şüphenin gi­
derilmesidir. Bazıları bu konuyu hafife alırlar ama onla­
rın hafife almaları bilgisizlikten ve beyinsizliklerinden
kaynaklanmaktadır. Meydanlarda gövde gösterisi yapar
gibi din işinde sahneye çıkma düşüncesini hararetle sa­
vunan siyasetçi ve bürokratlara meydanlarda çarpışma­
nın ve Allah yolunda, din uğrunda kanını akıtmanın an­
cak maneviyatla mümkün olabileceğini ve sâdece tasav­
vufla birlikte bir anlam taşıyacağını açıklamaya çalış­
tım. Bu açıklamaların hepsi de îslâm tasavvufuna âit
büyük bir gerçeğin anlaşılabilmesi içindir.

TASAVVUFTAN N EFR ETİN N E D E N İ

Tasavvufun, İslâmda olgunluğun zirvesi ve dînin


özü olması dolayısıyla yerinin önemini açıkça anlattık­
tan ve gerçeği ortaya koyduktan sonra şu noktaya da te­
mas etmek isterim ki; müslüman bir kim senin
hayâtından maneviyât yok olup gittiği zaman, onunla
birlikte dünyânın diğer güzellikleri de yokolup gider ve
hayâta canlılık veren her şey kaybolur. Tasavvuftan
sâdece dünyâya düşkün kişiler değil, aynı zamanda bir
takım din adamlan da tiksinmektedir. Tasavvufu din
dışı bir yol olarak görüyor ve dîne aykın bir hareket

62
şek lind e yorumluyorlar, sonra da tasavvuftan
uzaklaşıyor ve ondan tiksiniyorlar. Bunun asıl nedeni
din adamlarının, sofilerde görülen bir çok gerçeğin,
ma'rifet, ibâdet, düşünme, nefisle mücâhede, kendine
sahip olma, hareketlerini denetleme, manevî haller, şekil
ve biçimler, öğretme, yol gösterme, uygulama, manevî
âlemi gözleme, keramet göstemre, dünyâ zevklerinden,
gösteriş ve ihtişâmından el-etek çekme, bir şeyhe bağ­
lanma, tören ve âyin v.b. şeylerin çeşitli şekil ve görün­
tülerini kitap ve sünnette açıkça bulamamalarıdır. Ge­
nellikle anlamlarından da çıkaramadıkları kanâatinde­
yim. Durum böyle olunca, halk arasında tasavvufun iç
yüzünün, sâdece bunlardan ibaret olduğu düşüncesi
kendiliğinden yayılmıştır.

Tasavvufta yeni metodlar ortaya koyan merhûm


Şeyh Tehânevî Hazretleri tasavvufun esaslarını ve ger­
çek yönünü bütün güç ve kuvvetini ortaya koyarak
açıklamış, fikir alanındaki farklı çalışmalarıyla bu ger­
çeğin üzerini örten yoğun sis perdelerini aralayarak şun­
ları söylemiştir:

"Fıkhî hükümler nasıl dînî hayâtın dış yönünü


tamir ediyorlarsa, tasavvuf da dînî hayâtın iç yönünü ve
bâtınî hastalıklarını tamir etmektedir. Tasavvufun hü­
kümleri de aynen fıkhın hükümleri gibi Kur'ân ve Ha­
diste açıkça tesbît edilmiştir. Buradan anlaşıldığına göre
tasavvuf, bir takım eğitim ve öğretim kompleksinden
oluşmaktadır. Şeyh Tehânevî arasıra coşarak bu düzen­
lem eyle ilgili olan şu sözleri söylerdi: Biz ruhbâniyetin
ne olduğunu bilmeyiz, biz, bilgi ve öğretici arayan kim­
selerden başka bir şey değiliz. Sâdece Kur'ân ve
Hadîs’e uymayı, onlara göre hareket etmeyi öğretiyoruz.

63
Kur'ân ve Hadîse göre hareket etmekte, becerebilenler
için pek çok kazançlar vardır. Daha doğrusu bunun so­
nunda gözlerin görmediği, kulaklann işitmediği, insan
gönlüne doğmayan ve beşer aklına gelmeyen, bizim
gibilerin düşünemediği nice imkânlar ele geçirilir. Ancak
makam ve keramet meraklısı, hâl ve şekil düşkünü bir
kimse, bunları gördüğü zaman ne çığlık koparma bula­
caktır, ne de nâra atma, ne kendinden geçme bulacaktır,
ne de sarhoşluk, ne gelir kaydetme bulacaktır, ne de ka­
zanç elde etme, ne keşif sahibi olacaktır, ne de keramet
gösterecektir... Tasavvuf, basit bir metoddan başka bir
şey değildir. Deniz balığının kendiliğinden tuzlu olması
ve kızartılırken tuz atılmaya ihtiyaç göstermemesi,
ancak kızarma ve yenme esnasında tuzunun belli olması
gibi, insanın yapısında da tuz vardır. Fakat pişirilmek
için dışardan katılmış değildir. Ve bu tuz insan
olgunlaştığı, tasavvuf prensiplerini hayatına uyguladığı
zaman kendini gösterecektir.

ZİKİR, MEŞGALE VE M Ü CÂ H EDELER


AMAÇ VE ARAÇLAR

Mefhûm müceddid Şeyh Tehânevî, Kur'ân ve


Hadîsde bahsedilmemiş ve bunlardan çıkanimamış gibi
görünen zikir, meşgale, mücâhede, murâkabe v.b. şey­
lerin tasavvufla ilgili işler olduğunu kabul eder. Onu
göre tasavvuftan yana olanlarla ona karşı olanlar, ortak
bir yanılgı içindedirler. Her iki taraf da tasavvufla ilgili
işlerin gâye ve hedef olduğunu sanmaktadırlar. Oysa bu
işler birer araç, başlangıç, etki ve sonuçtan ibârettir.
Bunlar tasavvufun gâye ve hedefleri olamaz. Bu du-

64
rumda sonradan ortaya çıkan bid'atlann îslâm dîninden
olduklarım iddia etmek doğru değildir. Çünkü bid'at,
dinden olmayan bir«şeyi dîne aitmiş gibi göstererek
dinde yeni yeni şeyler ortaya çıkarmak ve onları dînin
temel esaslarından saymaktır. Ancak dîne hizmet
konusunda yeni bir yol keşfedilir de onunla hedefe
ulaşmak ve sonucu elde etmek daha kolay olursa, bu
durumda yeni buluşlar, dînin temel esaslarını
gerçekleştirme yönünde oldukça faydalı olurlar. Nitekim
tıbda bulunan yeni bir ilacın faydalı olup olmadığının
denendiği gibi, dinde de denenir, faydalı ve pratik
görülürlerse onlar tercîh edilir. Meselâ bu amaca yönelik
olarak üniversiteler açılır, okullar yapılır, harfler
dökülür, kitaplar basılır, eğitim ve öğretim konusunda
çeşitli metodlar uygulanır ve diplomalar dağıtılır.
Yapılan bu denemeler ve izlenen bu metodlar, dinden
olmayan bir şeyi dîne eklemeyen ve üstelik dînin amaçla-
nnı gerçekleştirme yolunda oldukça yararlı olan yenilik­
lerdir. Bunların kitap ve sünnette olmalarına gerek yok­
tur. Onun için kitap ve sünnette aranmazlar. Bunlar
bid'at da değildirler, zîra sakıncalı bir yönleri yoktur.

Konumuzla ilgili olarak namazda huşû meselesini


düşünebiliriz. Kur'ân-ı Keıîm'de onun hakkında;

"Ki onlar, namazlarında huşû içindedirler." buy-


rulmuş, Hadîs-i Şerifte de: "Namaz ancak kalb huzûru
ile olur." şeklinde gelmiştir. Kitap ve sünnetteki âyet ve
hadîslerin de açıkça anlattıklan gibi namazda bunlann
ikisi de aranan ve amaçlanan şeylerdir. Deney ve açıkla­
malardan anladık ve öğrendik ki, bu iki temel gâye ye
erişme konusunda bize kolaylık sağlayan özel bir tarikat
ya da zikir ve kendini denetleme gibi yöntemlerden biri.

65
Islâm dîninde reddedilmemiş ve kötülüğünden de söze-
dilmemişse, onlan tercih etmekte ve uygulamakta her-
hangi bir sakınca yoktur. Bu durum aynen, eskiden
kullanılan mızrak ve kılıç gibi savaş araç ve gereçleri
yerine -dışımızdaki toplumlardan alınmış olsa bile- sa­
vaşlarda ateşli silahlan ve otomatik tüfekleri, benzeri
modern araç ve gereçleri kullanmak gibidir. Bu araç ve
gereçler isterse müslüman olmayanlardan isterse din
düşmanlarından alınmış olsun farketmez.

Sofiler arasında "nefsin zikri; içten zikir" diye özel


bir zikir vardır ki, bu tür zikir kendi aralannda yaygın­
dır. Teliânevî merhum kendisine sorulan bu zikir türüyle
ilgili soruyu şöyle cevaplamışnr:

Zikir, tasavvufa âit uğraşlardandır. Kalpteki boş


kuruntular onunla uzaklaşır, dünyâdan ve çekici şeyler­
den onunla kopulabilir. Ancak zikrin çeşitli yollan var­
dır, içimizdeki herkesin kendini tatmîn eden ve duru­
muna uygun bulduğu herhangi birini seçmesi gerekir.
Zikir sırasında kalbin tam olarak bir noktada
toplanması, kuruntu ve dünya ilişkilerinden uzak
kalması, arzulanan amaç ve hedefin kendisi değil, ancak
bu büyük hedefe ulaştıran araçlardandır. Şüphe
götürmeyen hususlardan biri de, sebepİCTİn sonuçlarda
ve sonuçların gerçekleşm esinde büyük etki v e
paylannın olduğudur. Tarikat ileri gelenleri de bu
yüzden, .amaca ulaşabilmek için bir takım kurallar
koymuşlardır. Hazırlıklar düzenlemişlerdir. Uygulamalı
olarak amaçlan yücelttikleri gibi hazırlık olarak yapılan
hareketleri de yüceltmişlerdir.

66
Tasavvuftaki bu hareketlerin, amaç değil de amaca
ulaştıran yollar ve bu yönden yapılan hazırlıklar oldu­
ğunun en büyük isbâtı, bunlardan yalmz birinin seçile­
rek sâdece ona uymanın ve ona bağlı kalmamn mutlakâ
şart olmayışıdır. Merhum Tehânevî de bunu açıklayarak
şu sözleri söylemiştir; Ancak bu yollardan birini seçme
işine gelince, tarikat erbabının kendisine uygun gelen,
gönlünün rahat edeceği, kalbinin huzûr bulacağı bir yolu
seçip benimseme serbestîsi vardır. İnsanın kalbini diğer
şeylerden çevirerek ve onlardan ilgisini keserek bir nok­
tada yoğunlaştırması, hem teknik hem de deneysel ola­
rak bildiğim kadanyla arzu edilen bir durum olması ya­
nında faydalıdır da. Bu husûsta dînî bir delîl buluncaya
kadar önceleri gönlüm buna yatmamıştı. Ne zaman ki;
"İnsan açlık hissettiği sırada namaz vakti gelir çatarda
yemek te hazır olursa, o adam yemeği namazdan önce
yesin." hadisini buldum, o zaman bu konuda tatmîn ol­
dum. Bundaki incelik de şu olsa gerek; İnsan aç kamına
namaz kıldığı zaman dikkatini namazına toplayamaz ve
kalbi daima yemekte olur. Ama aksine karnını doyurur
da ibâdetine başlarsa, ibâdeti daha mükemmel olur.
Çünkü bu durumda yapılan ibâdette insan, herşcyden
ilgisini kesmiş olarak içtenlikle kendisini ibâdete verebi­
lir. Bununla birlikte namazdan önce yemek yenirse,
zihin tamâmen yem eğe verilmeden, kalb tamâmen
yem eğe yönelmeden aceleyle yenilip kalkılmalı ve
yem ek süresince kalp, namaza yönelik bulunmalıdır.
İmam Ebû Hanîfe bunu, anlamlı bir cümleyle şöyle
açıklamıştır; "Yemeğimin hepsinin namaz olması, na­
mazımın hepsinin yemek olmasından daha iyidir." Şeyh
İmdâdullah hazretleri de ^u konuda aynı görüşü
benimsiyordu. Nitekim Mekke’ye hicret etmek istediğini
işittiği bir kimseye, orada dikkatini Hindistandaki kadar

67
toplayamayacağını önceden sezdiği için izin vermemiş
ve kendisine şöyle demişti: "Kalbinin M ekke’de,
kalıbının Hindistan'da olması, kalbinin Hindistan'da
kalıbının Mekke'de olmasından senin için daha iyidir."

Fesübhânallâh! Bu gerçeğe eren mutasavvıfların


düşünceleri ne kadar derin? Ön sezileri ne kadar açık?!
Onlann bakıştan kitap ve sünnetin tâ derinliklerine işli­
yor, özlerinde bulunan gerçeklere uzanıyor!

Bu durumda diyebiliriz ki; Sofilerin seçtikleri zikir


ve meşgalelerin hepsi de, sâdece kalbi düzeltmek ve dü­
şünceyi bir noktada toplamak içindir. Yoksa esas gaye
ve vanimak istenen hedef değildir. Bu nedenle temel
esaslardan ve arzulanan hedeflerden olmayan bir kısım
hareketlerin dışardan alınmasında sofiler anlayış gös­
terdiler ve bir dereceye kadar bu işe izin verdiler, zikir ve
murâkabe ânında nefesi kesmek gibi bâzı davranışları
Yogi'ler34 den aldılar.

Zîrâ uzun süre hissiz, hareketsiz; ve nefes almadan


durmak yogilere âit davranışlardır. Mutasavvıflar yogi
lerin bu davranışlannı, zihni bir noktada toplamak için
faydalı görerek onlardan almışlardm Zâten bu davranış­
lar yogiliğin temel esaslanndan değildir. Temel esaslar­
dan olmadıklan için mutasavvıflar bunları alarak Kendi­
lerinde uyguladılar. Aslında bu davranışın her hangi bir
sakıncası da yoktur. Çünkü her hangi bir dînin benim­
semediği veya her hangi bir kitlenin simgesi ya da sem­
bolü sayılmayan bir davranışı seçerek onu uygulamak
ya da o doğrultuda hareket etmekte herhangi bir sakınca

Kendilerini bütün zevklerden alıkoyan bir râhipler gurubudur.

■ 68
ya da herhangi bir zarar bulunmamaktadır. Mesela, hiç
bir zaman amaç kabul edilmeyen ve her zaman araç
kabul edilen bâzı davranışları alarak onlan benimsemek
ve onların doğrultusunda hareket etmek gibi. (Buradaki
temel kural: "Ana ilkelerde taklit yasak, ilkelerin gerçek­
leşmesine yardımcı olacak taktîk ve metodlarda taklit
serbesttir” şeklinde olmalıdır.) İslâm dîni de bize bunu
yasaklamıyor. Madem ki nefesi kesmek, kalpteki kurun­
tuyu gidermek ve parça p^ça olan düşünceleri kafadan
atmak için tıbbın uyguladığı bir metod gibi araçtan iba­
rettir, öyleyse temel bir esası, bir senbolu değil de bu
uygulama, doğrudan doğruya bir aracı seçmek anlamına
geleceğinden bu yolu seçmek ve bu doğrultuda hareket
etmek hatfılı bir davranış da kabul edilemez.

"Bunun böyle olduğunun isbâtı da, Hendek sava­


şında uygulanan yöntemdir. Peygamber efendimiz Sal-
lallâhu aleyhi vesellem, şehri düşmandan korumak ve
akınlanna engel olmak için Medine'nin çevresine duvar
y a p tı^ a k istiyordu, ancak Selmân-ı Fârisî, Fürslerin
(İranlIlar), ülkelerini düşman işgalinden korumak için,
şehirlerin çevrelerini hendeklerle kuşattıklannı Peygam­
ber efendimiz Sallallâhu aleyhi veselleme anlattığında,
Rasûlullah Sallallâhu aleyhi vesellem bu düşünceyi be­
ğenip benimsedi ve hemen Medine'nin çevresine hendek
kazılmasını emretti. Kendisi de hendeğin kazılmasında
onlara yardımcı oldu. Hendek kazma metodu Fürslerin
bir senbolü değil, savaşlarda başvurdukları bir yön­
temdi. Peygamberimiz bunun mecûsîlere âit bir yöntem
olduğunu söyleyerek yasaklamadı, bilakis uygulanma­
sına izin verdi."

69
Z İK tR VE DUALARIN ARTIRILM ASI

Mutasavvıflann, amniması ve sürekli yapılması


husûsunda ısrarla teşvikte bulundukları ve hattâ
"Kasdü's-Sebîl" adlı eserinde Şeyh Tehânevî'nin de
üzerinde durduğu zikre gelince, şüphesiz ki, tasavvuf iki
derecelidir. Bunlardan yüksek olanı, tasavvuf erbabının
müsteap olan zahirî amelleri yerine getirmesi yanında
zikre de gönülden bağlanması ve onu sürdürmesidir.
Kur'ân ve Hadîste bu zikrin sürdürülmesi ve teşvik edil­
mesiyle ilgili sayısız ifâdeler bulunmaktadır.

"Onlar ki, Allah'ı ayaktayken, otururken ve yan­


lan üzerine yatarken zikrederler." âyeti yanında,

"Ey inananları Allah'ı çok, pek çok zikrediniz."


âyeti de bulunmaktadır. Bu âyetler, yalnız zikrin artml-
masına değil, aynı zamanda sürekli yapılması gerekti­
ğine de delâlet etmektedir. Zîrâ insanın üç pozisyonu
vardır. İnsan ya ayakta, ya oturur, ya da yatar vaziyette
bulunur. Bu üç durumda insan, zikri ihmâl etmezse, her
zaman ve bütün durumlarda -uykuda ve uyanıkken- de
zikir sahibinin, ayakta ve oturarak, uyurken ve uyanık­
ken, devamlı züdrie meşgul olması anlamı çıkanlabilir.

Kalple yapılan zikre gelince, onu da bu âyetten çı­


karmak mümkündür. Çünkü kişi, ayaktayken, otururken
ve hattâ yatarken bile, bir takım işlerle meşguldür ki
bunlar, kalple yapılan zikirden başka bir zikir türüyle
bağdaşmaz. Özellikle uyurken ifâdesi, "yanlan üzerine
yatarken" cümlesinde gizlidir. Ve bu, herkes tarafından
bilinen bir gerçektir.

70
"Onları ne ticaret ne de alışveriş, Allah'ı zikret­
mekten alıkoymuyor." âyeti ise, ticâret ve sosyal ilişki­
lerde kalple yapılan zikrin ihmal edilmemesi gerektiğinin
kesin delilidir. Zîrâ ticâret ve sosyal ilişkiler kalple yapı­
lan zikirden başkasıyla birlikte sürdürülemez.

Bana göre kitap ve sünnette bahsi geçen zikir, sâ­


dece kalple yapılan zikirdir. Zira zikir kelimesinin sözlük
anlamı; zekâ ve düşüncenin önceleri olup geçmiş bir
olaya ulaşarak onu tekrar hâfızaya döndürmesi demektir.
Sizin herhangi bir şeyi hatırlamanız demek, fikrinizi ve
zihninizi o şeye göndermeniz ve onunla bağlantı kurma­
nız demektir. İnsan unuttuğu bir şeyi hatırlamak isterse,
zihin ve gönlünü o şeye yöneltir ve bu yolla onunla ilgi
kurar. Ancak bütün bunların yanında insanın, her şeyi
diliyle de anlatması gerekir her halde.

Bu da anlatıyor ki, zikirden maksat, herhangi bir


şeyi dil ile açıklamaksızın doğrudan doğruya kalp ile
hatırlamak ve ona kalple yönelmektir. Yalnız şu kadar
var ki, o şeyi dille söylemek ve sözlü olarak ifâde etmek
de kalpten doğacak bir arzû ve yönelmeye sebep olacak
ve o sonucu doğuracaktır. Buna göre ölmüş bir dost ya
da bir yakını andığımız zaman onunla olan yakınlık ve
samimiyetten doğan eski hâtırâlar inşanın zihnine bir bir
gelmeye başlar ve bu küllenmiş hâtur^ara gönlümüz uçar
gider. Nitekim otururken ve kalkarken, uyurken ve uya­
nıkken, ziyaret ve ilişkilerimiz, hastalık ve sağlığımız,
neşe ve üzüntümüz, aynlık ve kavuşmamız, bayram ve
törenlerimiz, yola çıkma ve araçlara binmemiz v.b. bir
takım işlerimiz sırasında yapılması âdet olan, Allah'm
nimetlerini ve O’nun yüce kudretini hatırlatan zikir ve
dullarım ız, kul ile Rabbı arasında önceden var olan

71
sağlam bir bağlılığı yeniden gündeme getinnekten ve bu
bağlılığı yeniden güçlendirmekten başka bir şey öğret-
memekte ve başka bir etkide bırakmamaktadır. Söz ge-
limi yemeklerden sonra yaptığımız:

"Övgü, bizi doyuran ve kandıran ve tizleri müs-


lümanlar topluluğundan yapan Allah'a mahsustur." ve
elbiselerimizi giyerken yaptığımız:

"Çıplaklığımı giderdiğim ve hayâtımda süslendi­


ğim giyecekleri bana giymeyi nasip eden yüce Allah'a
hamdolsun." gibi dualar, Allah'tan başka bizi doyuran,
kandıran, giydirip kuşatan ve bizi nzıklandıran bir var­
lığın olmadığını bilmemiz ve bunun şuûruna ermemiz
içindir. Bu amaca erişebilmek için baştan beri kullana
geldiğimiz görünürdeki araç ve gereçlere gelince, bunla-
nn hepsi de birer tedbirden başka bir şey değildir. İşin
içyüzüyle ve gerçek yönüyle fazla bir ilgisi yoktur.

Gerçeğe erişmek üzere yola çıkmış bulunan bir


miirîd, tarikat öğrencilerinin alışkanlık edindikleri zikir
ve kendinden geçmeye karşı duyduğu ilgi v e sevginin,
kendisinden yok olmasından yakınarak Şeyh Tehâ-
nevfye bir mektup yazar, ancak mektubunda, yüce A l­
lah'ın yardım ve inayetinin kendisini tamâmen bırakma­
dığından, hattâ yüce Allah'ın kudret ve irâdesini, hikmet
ve fiillerini hayâtın bütün olaylannda hatırlama ve dü­
şünmenin kendisine kolaylaştığmdan, bunlan düşün­
menin ve bunun şuûruna ermenin sağlayabileceği oranda
bunlan zihninde toplanmış bulduğund.an, yüce Allah'ın
gözlem ve kontrolünü hatırladığı ve düşündüğü oranda
faydasını gördüğünden de söz eder. Şeyh Tehânevî
merhum bu müride şu şekilde cevap v m n

72
"Bahsettiğin şeyleri fazla bir değeri olmayan küçük
bir nimet olarak mı görüyorsun? Allah Teâlâ sana, zikir
ve duâlarla varılmak istenen hedef ve gayeleri nasip et­
miştir. Bu hedef ve gâyeler bu güne kadar bizim, zikir
ve duâhtrla geçmeye çalıştığımız giriş ve başlangıcın
son noktasıdır. Sense bu noktaya zâten gelmişsin. Senin
bu zirveye ulaştıktan sonra hazırlık dönemlerinden
bâzılannm özlemini çekmen, ayağına gelen hazır pişmiş
yemeği yemeyerek, "Ben kendi yemeğimi kendim yapa­
cağım" demeye benzer." •

Merhum Şeyh Tehânevî, zikrin sürekliliğiyle mey­


dana gelen kalp meşguliyetini, tasavvufta en üstün dere­
ceye varabilmek için ön şart olarak kabul eder. Bununla
elde edilmek istenen şey, yüce Allah'ı hatırlamanın
kalpte süreklilik kazanmasıyla kalben zikrin ve O'na yö­
nelmenin gerçekleşmesidir. Böylece insan, hareket ve
durgunluğunda yüce Allah'ın hoşuna gitme ve gitmeme,
sevgisini kazanmaya yönelik hareket etme ve etmeme
konulannı dâima ve her işinde göz önünde bulundurur.
Bundan böyle kişi, unutma ve dalgınlık halleri dışında
bilerek ve farkında olarak günah bataklığına dalmamalı,
küçük ya da büyük herhangi bir hatâ yapmamalıdır.
■Şeyh Tehânevî bu gerçeği en büyük ibâdetlerden
saymıştır. Merhum burada der ki; "Gerçek zikir, insanı
bütün kötülüklerden uzak durmaya zorlayan, aynı za­
manda bütün iyilikleri de yapmaya teşvik eden zikirdir."
Sözlerine devam ederek şunlan söyler; "insanlar (Allah)
kelimesini yüzbinlerce defâ tekrâr edince gerçekten zikir
yaptıklarını sanıyorlar, oysa böylece zikrin sâdece şek­
lini yerine getiriyorlar. Eğer onlar, gerçekten zikir yap­
mış olsalardı hayatlarında diğer iyi işlerden de geri kal­
maz, onlara da koşarlar ve bayatlan bu tür işlerle dop­

73
dolu olurdu. Gel gör ki, böyle (Allah) kelim esini
yüzbinlerce kez tekrar edenlerin çoğu, aslâ diğer iyi
işlere yaklaşm ıyor ve onlara hiç bir zaman
koşmuyorlar.”

işte bundan dolayı halkın çoğu, bilgisiz sofular ve


bir kısım gerçek bilgi sâhipleri, dille ya da kalple
yapılan zikrin gerçekten istenen zikir olduğunu sanarak
büyük bir yanılgıya düşmüşler ve bu noktada zikrin kalb
işi olduğunu söylemişlerdir. Bu yüzden Şeyhin sözleri
üzerinde derin bir dikkatle düşünmemiz ve gerçek zikrin
ne olduğunu iyice anlamamız gerekir. Bu konuya
ayırdığı bir öğütünde Şeyh hazretleri şunları
söylemiştir:

GERÇEK ZİKİR NEDİR?

Vereceğim örneği iyice anlamaya çalışınız. Saygı


değer insanlar olduklan halde bâzılannın hırsızlık ve
benzeri suçlara eğilim göterdiklerini işitmişsinizdir.
Bunlar nefislerinin arzusuna karşı koyamadıklan için bu
yola başvurmaktadırlar, yoksa gerçekten bunu iş ve
meslek edindikleri için değil. Daha doğrusu buna ihtiyâç
duymaktadırlar. İhtiyâç, insanın en kötü huyudur, en
zorlu ânıdır. Bâzan insanı en kötü davranışa ve en ba­
yağı işleri yapmaya zorlayabilir. Bunlar, iyice tanınması
gereken bir guruptur ki, kendilerine dikkat edilmelidir.

Bir başka gurup daha vardır ki, ihtiyâç içinde kıv-


ransalar, hattâ iflâs etmek ve yok olmak tehlikesiyle
karşı karşıya kalsalar bile yine de hırsızlık gibi şerefsiz

74
bir yola başvurmaz, bu işi yapmazlar. Vermeleri gereken
vergileri ve ödemeleri gereken borçlan ödeyebilmek için
gerekirse evlerini ve tarlalanm, mallannı ve mülklerini
satar yine de borçlannı öder ve vergilerini verirler.

Her iki gnrııp da aynı açlık, sefillik, iflâs ve yok


olma tehlikesiyle karşı karşıya olmasına rağmen neden
farklı davranıyorlar ve neden birinci gurup hırsızlık ve
gasp yolunu seçerken diğeri her şeye rağmen dürüst
davranıyor, üzerine düşen borç ve vergileri tamı tamına
ödemeye çalışıyor? Oysa karşılaştıklan tehlike ve içinde
bulundukları durum bakımından ikisi de aynı.

Buradaki gerçek neden, guruplardan birinin bir hususu


aklından çıkarmadığı halde diğerinin bunu hatırlamama­
sından başka bir şey değildir. Bu hatırlanan şey ise; su­
çun işlenmesiyle birlikte bu suçtan dolayı hapse girilme­
sinden kaynaklanan ar, namus duygusudur. İşte gerçek
zikir budur. Bir şey üzerinde kafa yorma; kâr ve zarân
hesaplamadır. Yani önceden düşünme yeteneğidir. Bu
hususun iyice bilinmesi gerekir. Zira bir şeyin sâdece bi­
linmesi, düşünmek sayılmaz.Çünkü birinci gurup, su­
çun arkasından cezânın geleceğini çok iyi biliyordu. Ne
var ki, işin önemini idrâk edememişler ve tehlikeyi yete­
rince kavrayamamışlar, günahtan sakınma fikrini kafala-
nna yerleştirememişlerdi. Dolayısıyla da suçu işlerken
bu fikri akıllanna bile getirmemişlerdi. Ve böylece suçu
işlem işlerdi. Oysa tehlikeyi iyice idrâk eden ikinci
gurup, kendisini suç işlemekten uzak tutmuş ve böyle
bir davranışa teşebbüste bulunamamıştır.

75
BÜYÜK BÎR YANILGI

Merhûm Şeyh Tehânevî, insanlardan bir çoğunun


içine düştükleri büyük yanılgıyı ortaya koydu ve bunu
zihinlerden yok etti. Çoğu kimse, Cennet Cehennemi
hatırlamayı gerçek zikir saymak bir yana, onu tasavvuf­
tan bile saymıyorUu-, tasavvuf ehlinin nasıl olup da A l­
lah'ın zâtından başka bir şeyi düşünebileceklerini soru­
yorlar? Soruyorlar, çünkü onlar Cennet ümîdi ve Cehen­
nem korkusunun ibâdetin tâ kendisi olduğunu gereğince
bilmiyorlar. Oysa Yüce Allah'ın göndermiş olduğu ilâhı
mesajı duyurmakla yükümlü oldukları ve kendilerini bu
işe adadıkları halde Peygamberler (Aleyhimüsselâm)
bile Cennet ve Cehennemi sürekli hatırlamaktan bir an
geri kalmadılar. Halbuki onlar bundan dolayı sorumlu
değildiler. Şeyh hazretleri sözlerine şöyle devam etti:

«Bir adam, bu sözlerden anlaşılan şeyin şöyle ol­


duğunu söylüyor; Bana göre Cennet ve Cehennemi dü­
şünmek, Allah'ı anmakla aynıdır. Fakat yine de, biti
Cennet ve Cehennemi düşünmek, öbürü ise Allah Te-
âlâ'yı anmaktır. Aslında bunlar, ayn ayrı şeylerdir.
Buna göre aklın bu iki işlevini aynı kabul etmemiz
mümkün olabilir mi? Ancak ben de derim ki; "nasıl ki,
insanlar kanunları hatırladıkları zaman, hapis v.b. gibi
arkasından gelecek cezâlan da hatırlarlarsa, sevap ve
miikâfâtı düşünmek de aynı şekilde Allah'ı düşünmek
gibidir."»

76
A L L A H 'I ZİK R ETM EN İN D ER EC ELER İ VARDIR

Hiç kuşkusuz sosyal hayatta olduğu gibi, Allah'ı


zikretmenin de dereceleri vardır. Sosyal hayatta nasıl ki
kimilerinin suç işlemelerini engelleyen faktör, hâkime
karşı geldikleri takdirde yalnızca onun huzuruna çıkma
ve onunla karşılaşma düşüncesiyse ve bunlann hapis ve
işkenceyi düşünmelerine gerek yoksa, kimileri de hâ­
kimle aralarındaki samimiyetten dolayı ceza almayacak­
larına dâir garanti verilm esin e rağm en suç
işlem ezlerse... Bâzılan hâkimin öfkesinden çekildiği
için suç işlemez, bazıları utanç ve çekingenliğinden
dolayı bu yola başvurmazsa, daha doğrusu onu suç
işlemekten alıkoyan faktör, adını koyamadığımız bir
başka faktörse ki, bu yüce bir ilişki ve özel bir
bağlılıktır. İşte katkısız sevgi ve hâlis bir muhabbet de
budur. Ondan ne bir sevap beklenir ne de gelecek bir
cezadan koriculur. Mutlakâ bir isim vermeniz gerekirse
"ZATÎ İLİŞKİ" diyebiliriz. Madem ki zikirde de
derecelendirmek ve basamaklandırmak söz konusudur,
öyleyse zatî ilişki diye analizini yaptığımız bu derecenin
niceliğini bilmemiz gerekir. Böylece uygun olan zikir
şeklini seçer ve ona devâm ederiz, günlük vazi­
felerimizde onlara ağırlık veririz.

Z İK İR D ER ECELER İN İN Ç EŞİTLİLİĞ İNE


K U R 'Â N'IN ŞAHİTLİĞİ

Kur'ân-1 Kerîm'den getireceğim bir delille tefsirci-


1er arasında mevcut bulunan bir düğümü çözmüş olaca-

77
ğım. Tefsirciler zikir decelerinin çeşitliliğinden söz eder­
ken derler ki;

"Allah'ı zikretmek şüphesiz en büyük ibâdettir. "35


ve yüce Allah, kimi yerlerde zikri kendi zâtına mahsûs
kılmış,

"Ve Allah'ın adını an, tam bir içtenlikle O'na yö-


nel."^^ âyetlerinde olduğu gibi kimi yerlerde de zikri
Esmâ-i Hiisnâ'sına bağlı kılmıştır. Tefsirciler bu âyet­
teki "isim" kelimesinin ifâdeyi güzelleştirmek (tahsîn)
için geldiğini söylerler ama, ben de diyorum ki, burada
bu kelimenin fazladan olduğunu söylemek için hiç bir
sebep yoktur. Tefsii'cilerin ifâdeyi güzelleştirmek için
geldiğini söyledikleri bu kelime, aslında zikredenlerin
derecelendirilmeleri sırasındaki isimlendirme farklılı­
ğından ibarettir.

Zikir derecelerindeki farklılıklann öneminden söz


eden Celâleddîn Rûmî (Allah sım nı takdis etsin) bu ko­
nuda şöyle diyor;

"Ey insan! Sen Allah'ın zâtını tanımaktan ve O'na


beslediğin sevgiden dolayı sarhoş olm adın. Sen
Allah'ın zâtına karşılık ismiyle yetindin."

Burada yüce Allah'ı dille zikretmenin üzerinde ve


ondan daha yüksek bir zikir derecesinin varlığına işâret
edilmektedir. Mevlânâ başka bir yerde de yüce Allah'
kalple zikretmenin gözlenen bir değerinin olduğunu ha­
ber vermektedir. Bu durumda insan birinciden yoksun

35 Kufan, Ankebul, 29/45.


35 Kuran, MUzzcmmil. 73/ 8.

78
kaldığı takdirde İkinciye önem vermeli ve onun üzerine
düşnıelidir.37

Dille yapılan zikrin, kalbin dile eşlik etmemesi hâ­


linde bile olsa, hiç bir değerinin olmadığı söylenemez.
Değişik bir ifâdeyle, teşbihin yalnızca dille söylenmesi­
nin hiç bir etkisinin olmadığını iddia etmek, yapılan
yanlışlıklardan biridir. Hattâ kalb, zikre katılmayıp da at
ve eşek sevgisiyle çarpsa bile durum yine öyle değildir.
Ben bu düşünceye katılamayacağım, zîrâ dille yapılan
zikirlerin, tesbîh ve tehlillerin inkârı mümkün olmayan
bir güç ve etkiye sahip olduklan aslâ şüphe götürmez.
Bir takım tatlı ve ekşi şeylerin sâdece adını anmak bile
insanın iştahını artırırken ve ağzını sulandınrken, nasıl
olur da Allah'ın adını zikretmek, herhangi bir etkiye sa­
hip olamaz?

M U T A SA V V IFL A R IN T ER İM OLARAK
K U L LA N D IK L A R I "KALBI ZİK iR"

Merhûm Şeyh Tehânevî, mutasavvıflann terim hâ­


line getirdikleri "kalbı zikir" den söz ederken daha sonra
şunları söylemiştir:

Başka bir ifâdeyle de şunu söylemek isterim ki,


uzun süre devam etmemesine rağmen tasavvuf ehlinin
talebelerine tavsiye ettikleri kalbî zikir, yine de zikirlerin

Peygamberler ve onları izleyen kâmil insanlardan aktarıldığı


gibi, olgunluk derecesine ulaşmak, insanın bütün bu zikir ve
teşb ih leri ek sik siz v e kusursuz yaparak, aşam alar
kaydeüncsiyle mümkündür.

79
en hayırlısıdır. Uzun süre devam etmeyişinin nedeni de
zikreden kişinin zikir yapıyorum zannettiği halde kalbi­
nin oraya buraya meyletmesidir. Ben yine de kalbin tam
anlamıyla zikre verilmesi yanında dilin de zikirle uğraş­
masını, dil ve gönlün zikirde ortak olması yönünden
tavsiye etmek isterim. Zîrâ kısa bir süre için de olsa kal­
ben yapılan zikir kesintiye uğradığı takdirde hiç olmazsa
dille yapılan zikir kesintiye uğramaz. Böylece emeği
boşa gitmemiş, dille de olsa yapılan zikirden bir şeyler
kazanılmış olur.

Özellikle incelediğimiz zaman anlarız ki samîmi,


saf bir niyetle başlanan bütün ibâdetlerin, başlangıçtaki
îtinâ ve gösterilen titizlik, zamanla yitirilse bile bereketi
sürüyor ve nuru devâm ediyor. Ancak zikirlerimizdeki
nûr ve bereketin kaybolması, bunlan elde etmek için
çaba göstermeyişimizden kaynaklanmaktadır. Eğer bu
yolda çaba gösterseydik onları mutlakâ elde ederdik. Bu
nedenle; "Böyle bir zikirden fayda gelir mi?" diyen kim­
seye, "Evet bu zikir, sonuca ulaşma arzûsuyla yapıldığı
takdirde faydalı olacaktır" cevâbını vermek doğru olur.

ZİK R İN D ER E C E L ER İ

Sözün özü, zikrin derecelerinden birincisi; Allah


Teâlâ’yı İsm-i Celâlıyla zikretmektir. İkincisi; Allah'ın
isimleri aracılığıyla zâtını zikretmektir. Üçüncüsü ise;
zikreden kimsenin isim aracını kaldırarak doğrudan
doğruya Allah'ın zâtını düşünecek v e zikredecek güç v e
olgunluğa sahip olmasıdır. Buna bir örnek verecek olur­
sak, Cenâb-ı Hakk'a aşın sevgiyle bağlı olan bir

80
adama, "ne dilersen yap, sen hiçbir zaman cehenneme
girmeyeceksin" dense, adam yine iyilik yapmaktan geri
kalmayacaktır. Bunun aksi de doğrudur. Yâni, bu
adama "ne yaparsan yap sen kesinlikle cehenneme
gireceksin" dense, yine de iyilik yapmayı ihmâl
etmeyecektir. Bu konuda her hangi bir gevşeme gö­
rülmeyecektir. Durumunu aynen devam ettirecektir.
İyilik duygularında bir zayıflama hissedilmeyecektir.
Nitekim kendini zikre vermiş bir şeyhe boşluktan bir ses
geliyor ve şöyle deniliyordu: "Ne yaparsan yap kâfir
ohırtık öleceksin." Sesi duyan şeyh, birdenbire sarsıldı
ve son derece üzüldü, ama yine de zikir ve namazını
bırakmadı. Olaydan hemen sonra şeyhine koşarak
durumu kendisine anlattı. Şeyhi de ona "hiç aldırma,
ibâdetlerine devam et, bunlar Allah'a karşı olan sevgi ve
aşkının birer cilveleridir." diyerek moral verdi.

SlîV G tN İN n lR TONU

Rahmetli pederim çocuklarla pek şakalaşmaz ve


onlara takılmazdı. Ancak onlara karşı beslediği sevgiye
yenik düşerse kulaklarını çekerek çocuklan ağlatır ve
bundan zevk alırdı. Onun çocukları sevme biçimi de
böyleydi. Kadınlar kendisine: "Ne tuhaf bir sevme şek­
lin var, onlarla oynayacağın ve şakalaşacağın yerde ço­
cukları ağlatıyorsun." dediklerinde; ama ben ancak bun­
dan zevk alıyorum diyerek aynı tutumunu devâm etti­
rirdi. Gerçekten de yalnız bu şekilde tatmîn oluyordu.
Aynı şey bende de var. Çocuklarla şakalaşmaya ben de
düşkünüm. Büztın onları kızdınnm bile. Ortada bir ger­
çek varsa onlımn yerine benim zevk almamdır. Bu nok-

81
tayı iyi anlamak gerekir. Benzetmenin belki yeri değil
ama, Allah Teâlâ da btlzan kullarını böyle ağlatır, ızdı-
rap çektirir. Bunu da onlara olan sevgisinden yapar,
başka hiçbir maksadı yoktur. Kullannın bu şekilde yük­
sek sesle ağlayıp sızlamaları, yakınıp döğünmeleri
O'nıın çok hoşuna gider. Bu, O'nun katında son derece
anlamlıdır. Kullarından bâzılannın müjdelenmesi ve se­
vinmesi, bâzılarının da korkutulması ve üzülmesi O'nıı
son derece memnûn eder. Bu yüzden de, bazılarını gül­
dürürken diğer bâzılarını da ağlatır.

Her halde bu açıklama ve detaylı bilgilerden sonra


Cennet ve Cehennemi hatırlamanın, ödül ve eezâyı dü­
şünmenin, aynen Allah'ı hatırlamak gibi olduğunu, Al­
lah'ı hatırlamanın (zikretmenin) bir takım derecelerinin
buİLindııgımıı ve gerçek zikrin (hatırlamanın) ne anlama
geldiğini anlamışsınızdır. Yine bu açıklamalardan ve
verdiğimiz örnekten, insanlardan bir kısmının son de­
rece ihtiyâç içinde kıvranırken ve üzerlerine kâbus gibi
çöken belâ ve ızdırapları başlanndan savma konusunda
zorluklar içinde bulunurken neden hırsızlık v.b. eylem ­
lere teşebbüste bulunmadıkları ortaya çıkmıştır. Zîrâ bu
insanlar, işlenecek bir suçun ardından gelecek hapis, iş­
kence v.b. cezaları düşündükleri için kötülük yapmaya
ve suç işlemeye cestu'et edemiyorlar. İşte insan Allah'ı
hatırladığı zaman, bu düşünce onun Allah'a isyan etme­
sine engel olur. Allah'a teslim olmaya ve O'na boyun
eğmeye zorlayan zikir de aynıdır. İnsanın üzerinde suç
ve günahlardan caydırıcı rol oynayan zikirlere biz, ger­
çek zikir diyoruz. Bir inşan Cennet ve Cehennemi hatır­
lar da bu hatırlama onun günah işlemesine engel olursa
bu, Allah'ın adını dilinden düşürmez ve sürekli onu tek­
rar eder de bu durum kendisini günah işlemekten alıko-

82
yars:!, o kimse Allah'ın zâtını zikretmiş gibidir. Bir
kimse Allah'ı düşünmeye koyulur da bu düşünce kendi­
sini günah işlemekten geri korsa, bu kimse de Allah'ın
zâtını zikretmiş gibidir. Ama bütün bunların hepsi de
Allah'a isyân etmekten alıkoymazsa, gerçekte yapılan iş,
Allah'ı hatırlamak değil, ancak bir gösterişten ibârettir.
Bu durumda zikir almak isteyen kimse, faziletine gü­
vendiği bir şeyhe sormalı ve kendine uygun bir vazife
almalıdır. İnsanların bir kısmım da mal sevgisi kötülük­
ten alıkor, bunlar için de bu mal sevgisi ve servet düş­
künlüğü, bir tür zikir sayılır. Zikir konusundaki gerçek­
ler böyledir. Tasavvufun temeli, daha doğrusu dînin özü
zikirdir.

Z tK tR DÎNİN TEM ELİDİR

İşte size sözlerimizi ispatlayan Kur'ân âyetleri...


Yüce Allah buyuruyor ki;

"Benim zikrim için namazı dosdoğru kıl."^^ Bu


âyetten tmlaşıldığına göre, namazdan maksat sâdece Al­
lah'ı hatırlamak ve onu zikretmektir. Başka bir yerde:

"Allah'ı meç'ar'il-harâm'ın yanında anınız."^^ ve:

"Sayılı günlerde Allah'ı zikrediniz."^ buyuruyor.


Bir başka yerde de;

38 Kur'an, Tâha, 20/14.


39 Kur’an, Bakara. 2/198.
Kur'an, Bakara, 2/303.

83
"Kurbanlık develer ayakta dikilirken onlara A l­
lah'ın ismini zikrediniz."^^ buyurmaktadır. Bu âyet-i
kerîmeler, hac münâsebetiyle gelmiş ibâdetlerin hepsinde
de temel esâsın Allah'ı anmak olduğuna işaret etmişler­
dir. Zahirî ibâdetler için durumun böyle olması yanında
bâtınî ibâdetler için de durum böyledir. Üzerinde düşün­
düğümüz zaman bu tür ibâdetlerde de en başta zikrin
geldiğini görürüz. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyur­
maktadır;

"Allah anıldığı zaman yürekleri oynar ve üzerle­


rine amin âyetleri okunduğu zaman îmanlarını artırır."^'^
Bu âyet-i kerîme, korkunun kaynağının Allah'ı zikret­
mek oldıığıııuı açıkça göstermektedir.

Şimdiye kadar açıklamaya çalıştığımız düşünce­


ler, itımâmen zikrin derece ve aşamaları üzerinde idi.
Oysa tasavvuftaki haller üzerinde de birazcık düşünecek
olurstık zikrin ve meydana getirdiği etkilerin de aynı ol­
duğunu görürüz. Allah Teâlâ Kurîân-ı Kerîmde buyuru­
yor ki:

"Dikkati Kalpler ancak Allah'ı anmakla doyuma


kavıışıır."-^^ Tatmîn ve doyum iki şekilde olur: Birincisi,
inanmak ve teslim olmak şeklindedir. İkincisi ise, ger­
çekle tanışma ve .sekînet diyebileceğimiz bir durumdur.
Yüce Allah bu sözünde doyum ve iç huzuru için kendini
zikretmeyi kayıtsız şartsız bir sebep olarak belirlemiştir.
Doyumtı ulaşmanın her iki şekli de âyette yer almış bu­
lunmaktadır. Allah'ı zikretmenin kalpleri huzûra kavuş-

Kur'an, Hac, 22/36.


^2 Kur'an, Enl'al, 8/2.
Kur'an, Ra'd, 13/28.

84
turduğıınu kendi deney ve gözlemlerimizle anlamak
mümkündLir. Evet yine tekrar ediyoruz ki, kalplerin huz-
fını gerçekte Alhıh'ı sık anmaya bağlıdır.

Bu alanda onaya koyduğumuz inceleme ve araş­


tırmalar, sâdece gerçek zikirle şeklen zikir arasındaki
farkı açıklamak içindir. Bu açıklama, müceddit Şeyh
Tehânevî’nin tasavvufa kazandırdığı bilimsel yönlerden
biridir. Önemli meselelerden olması dolayısıyla da bizim
görevlerimizden biridir. Sanıyorum ki, bu konu çevre­
sinde biraz sözü uzattık, ama bu kaçınılmazdı. Zîrâ bâzı
bilgi.sİ2 şeyhler şekil ve görünüş yönüne ağırlık veriyor­
lar ki, amaçUu-ı işin gerçek yönü anlaşılmasın, oynanan
.senaryolar farkedilmesin. Buraya kadar yaptığımız
açıklamalardan herkes anladı ki, gerçek zikir, ister doğ­
rudan doğruya, isterse Cennet ve Cehennemi hatırlaya­
rak, isterse daha değişik şekillerde olsun, zikreden kişi­
nin kimi zikrettiğinin farkında olması demektir. Yukarda
da açıkladığımız gibi zikir ve tezekkür, zikir sırasında
zihin ve gönlün zikredilen kişiye yönelmesi, ya da
hâtırâların zikredilen kimseye uzanmasıdır.

Allah’a olan bu yönelmelerin işareti, gerçek zikrin


ve huzurda hissetmenin belirtisi, zikreden kimsenin bile­
rek isyan etmekten ve farkında olarak kusur işlemekten
elinden geldiğince kaçınması ve mümkün olduğunca
uzak durmasıdır. Gerçekten de böyle olmak gerekir.
Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın zât ve sıfatlarının, öfke ve
hoşnutluğunun, ödül ve cezasının tarafımızdan görülüp
gözlenmesi mümkün değildir. Şâyet bu bilinseydi bun­
lara değer vermez ve aldınş etmezdik. Bu gerçek zikrin
adı. Peygamber efendimiz Sallallâhu aleyhi vesellem in
sözlerinde "ÎHSÂN" olarak isimlendirilmiştir. Gerçek

85
bilgi derecesine ulaşan mutasavvıflara göre "ihsan", İs­
lâm tasavvufunda zikre, nassla verilmiş bir isimdir. Bu
nass da şu hadîs-i şeriftir:

"İhsan, Allah'ı görür gibi ona ibâdet etmendir.


Sen onu göremesen de O seni görüyor." Artık herkes ta­
rafından bilinen bir şeydir ki, zikrin bu derecesi insanda
gerçekleştikten ve insan sürekli kendisini yüce Allah'ın
manevî luızûrunda hissettikten sonra, âdetâ Allah'ın se­
vap ve ikâbı, rızâ ve gazabı onun tarafından görülmüş
olacaktır. Bu durumda insan nasıl isyan edebilir? Küçük
sürçmelerin ve ufak tefek yanılgılann dışında nasıl gü-
nuh işlemeye cesaret edebilir?

GKRÇKK ZİKİR D ERECESİ N ASIL


ELDE EDİLİR?

Şeyh hazretlerinin, "ibâdetlerin en büyüğü" adlı


öğüt niteliği taşıyan eserinde dayandığı âyet-i kerîme iki
tünedir. Birincisi: "Allah'ı anmak, şüphesiz en büyük ib­
âdettir." İkincisi ise; "Ve Allah bütün yaptıklarintzı bili­
yor." şeklindedir. Ayetin bu ikinci kısmı, gerçek zikir
derecesini elde eden kimsenin, bu aşamadan sonra bütün
yaptıklarının Allah'ın bilgisinden hiç bir zaman hâriç
kalmayacağını aklından çıkarmaması gerektiğine ve bu­
nun zorunluluğuna işaret etmektedir. Çünkü hadîs-i şer­
ifte; "O seni görüyor" denilmektedir. Gerçek zikri elde
etmenin en kolay yolu, zikreden kimsenin düşünceye
dalması ve düşüncesinde Cenâb-ı Hakk'ın varlık âle­
mindeki her şeyi bilip gördüğüne, onun için açık veya
gizli olmanın İliç farketmeyeceğine gönülden inanması­

86
dır. Şeyh hazrelleri öğüt niteliği taşıyan eserinin son
bölümünde şu satırlara yer veriyor:

"Burada sîzlere gerçek zikir derecesini elde etme­


nin yolunu açıklayacağını o da: İnsanın bütün yaptıkla­
rını en ufak ayrıntılarına kadar her zaman Cenâb-ı
Hakk'ın gördüğünü ve bildiğini göz önünde bulundur­
masıdır. Böylece insanın gerçek zikir derecesini elde
etmesi kolaylaşır ve ibüdetleri mükemmel hâle gelir.
Çünkü ibâdetlerimizi kuşatan kusur, yalnızca, düşünme­
den, istemeden ve niyet etmeden ibâdet etmemizden ileri
gelmektedir. Ancak işe ve ibâdete başlamadan önce dü­
şünür, niyetlenir, esâslarıyla hareket ettiğimiz yollan
yüce Allah'ın bildiğini göz önünde bulundurur ve buna
içtenlikle inanırsak daha iyi ve daha hayırlı işler başan-
n z. Bu düşünme ve kendi kendini eleştirme olayı
sağlam bir temele dayanır ve yerli yerine oturursa buna
sâhib olan insan için kendi kusurlannı görmek ve
günahlardan uzak durmak kolaylaşır. B ilinen
gerçeklerden biri de, gerçek zikrin sâdece dil ile yapılan
zikir olmadığı ancak pratik hayatta uygulan;' gözetim
ve kontrolle meydana geleceğidir. Yâni gu yek zikir,
insanın iş ve davranışlannda kendisini kontrol etmesiyle
eld e edilir. Bu kontrol ve eleştirm e; iş ve
davranışlarım ızın, duâ ve ibâdetlerimizin Allah
tarafından bilindiği, onlarda yapacağımız bir eksiklik ve
kusurdan dolayı Allah'ın bizi cezâlandıracağı yolunda
olmasıyla, sevgilinin bizim yaptıklarımızdan haberdâr
olup eğer bir yanlışlık yaparsak ondan d olayı
öfkeleneceği şeklinde olması arasında hiç bir fark yok­
tur."

87
Sözün özü şöyledir: Madem ki gerçek zikir dere­
cesi tasavvuf yoluna düşmekle elde ediliyor, öyleyse
miislümanın bütün hayâtı Allah'ı anmakla dolu olmalı­
dır. O'nun zâtı çevresinde dönüp dolaşan, azameti etra­
fında düğümlenen ulvî duygulara ruhu hazır olmalıdır.
Bu durum görünüşte de olsa, kişi gerçekten bu dereceye
de ense bir şey değişmez. Derecesi ne olursa olsun,
yapılan zikir ister sevap kazanmak için, isterse Allah Te-
âlâ'nın öfke ve gadabından, işkence ve azâbından ka­
çınmak için yapılsın durum aynıdır. Yine zikir, Cenâb-ı
Hakk’ın rızâsını kazanmak için de olsa, zâtının çevre­
sinde de dönüp doiaşsa sonuç aynıdır.

■ Tıu’îkat erbâbının önem verdiği dil ile yapılan zikre


gelince, onların buna önem vermesi, Allah'ı hatırlama­
nın kalplerinde yer etmesi içindir. Bu elde edilemese de
en azından dilin lüzumsuz sözlerle ve çirkin kelimelerle
uğraşması önlenmiş olur. Dil Allah'ı zikretmeye alışmış
olur. Her ne kadar kalb, dil ile zikre ortak olmasa ve
onunla birlikle hareket etmese de belki bu zikir, kalbi ga­
yeye yöneltmede ve öze çevirmede etkili olur da, mâne-
viyât yolunda ilerlerken alışkanlık hâline getirilen tekrar­
lar, kalbin derinliğinden gelen ilhamlann ve İlâhî esinti­
lerin elde edilmesini sağlar, gerçekleşmelerini kolaylaştı-
nr. Bunlar öyle esintilerdir ki, insan günlük işleriyle uğ­
raşırken de dile kolayca gelir ve sürekli kalpten dile
doğru akar durur. Bu gerçeği genel hayâtımızda da göz­
lemek mümkündür. Meselâ: Tanıdığımız birinin adını
yatarken, kalkarken, otururken ve ayaktayken sürekli
tekrâr edersek, ismini her söyleyişimizde onunla ilgili
anılar canlanır, zaman zaman hayâli gözümüzün önüne
gelir. îşte bu nedenle Şeyh hazretleri, dil ile yapılan zik­
rin önem ve faydasına inanır, dil ile yapılan zikri, tarikat

88
erbabı arasında yaygın olan, fakat kendisinde dalgınlık
ve ihmâlin çokça bulunduğu kalb ile yapılan zikre tercih
ederdi.

Âlimlerden birine: "Kalple yapılan zikir mi daha


üstündür, yoksa dille yapılan zikir mi daha üstündür?"
diye soruldu. O da bu soruya şöyle cevap verdi; "Zikrin
çeşitli hükümleri vardır, bir kısmı sözlere mahsustur ki,
bu çerçevede dille yapılan zikıâ daha üstün görürüz. Bir
kısmı da kalbe mahsustur ki, bu zikir dille yapılamaz.
O, ancak kalple yapılabilir ve her zaman kalpte dönüp
dolaşır. İşte buna "KALBÎ ZİKİR" denir ve bunun da
kendi çapında sevap ve üstünlüğü vardır. Ama bu tür
zikrin kimi zaman dalgınlık ve ilginin kesilmesi gibi teh­
likeleri vardır. Oysa zikir dille yapıldığı takdirde kalbin
de dile ortak olması için birazcık gayret göstermek yeter.
Bu sayede kalbi de harekete geçirmek mümkündür.
İnsanın kendisini sürekli Cenâb-ı Hakk'ın kontrolünde
hissetmesi ve O'nun huzûrunda kabul etmesi işte bu
sırra bağlıdır.

Buradaki kalbî zikirden amaç, tasavvuf ehlinin bir


terim olarak kabul ettikleri ve kalbin akışı diye isimlen­
dirilen yaygın zikir türüdür.'^'^ Buna alışmak ve zikrin
bu derecesine ulaşmak bir takım çabalara bağlıdır.
Zikreden kimse, kalbe önem verir üzerinde titizlikle
durur ve ona yönelir. Sonra kalp atışlannın "Allah"
kelim esine ve "Lâilâhe illallah" cümlesine uygun
olduğunu ve onlarla ahenk içinde bulunduğunu düşünür.

Zikirle çükca mo.şgul olmaktan doğan bir durumdur ki, bu


durumda insan, dili durmuş olsa da kalbinin zikre devam
elliğini hi.sscdcr. Bu sırada kalbin alışı açıkça hissedilir ve
kalbin sesi lıalirçc duyulur.

89
Kısa bir süre bu şekilde alıştırma yapar ve bu süre
içinde kısa bir an için kalbini gözler, ama zihnin başka
şeylere yönelmesi anlamına gelen bu davranışım fazla
sürdürmez. Tıu-îkat yoluna yeni adım atmış bir öğrenci
(mürîd), aşağıdaki satırları içeren bir mektupla bu du-
nıımı şeyh hazretlerinden şöyle sordu:

"Bende çoğu kez kalbı zikir meydana gelir, kendi


günlük işlerimle uğraşırken bile bu durum sürer gider.
Ancak zihnim başka şeylere dalınca ve dikkatim başka
yönlere dağılınca bu durum hemen sona erer. Kalbi zikir
kesintiye uğrar. Oysa ben her zaman ve zeminde, hatta
şimdi bile zikrin devam etmesini diliyorum."

Şeyh hazietlerinin verdiği cevap şöyle oldu:

"Kalple yapılan zikir, senin istediğin gibi asla sü­


rüp gitmez. Çünkü kalp, aynı zamanda iki yöne birden
yönelemez. İki işle birden uğraşamaz. Bununla birlikte
kalbin zikirden geri kalması bir sakınca da doğurmaz.
Zira dille zikir yapmak mümkün olmadığı zaman nasıl
kalple yapılan zikirle yetinmekte sakınca yoksa, aynı
şekilde kalple zikir yapmanın mümkün olmadığı zaman
dille yapılan zikirle yetinmekte de sakınca yoktur. Hatta
bu gibi durumlarda dille zikretmek zorunlu hâle gelir.
Aslında zikir sahibi bir kimsenin yalnız birisiyle yetin-
me.si de şart değildir. Dille yapılan zikir, kalple yapılan
zikrin azalmasına neden olsa da duıoım aynıdır."

Ta.savvufta bir terim olarak kullanılan "KALBI Zİ­


KİR” de işte budur. Bunun ağırlık merkezi de, kalp atış­
larının meydana getirdiği bir sesi hayal olarak tasarla­
maktır. Eğer kalbe, bir takım başka hayaller hücum eder

90
de kalp bu engeli aşamazsa, önada dille yapılan zikirden
başka bir şey kalmaz ve bu gibi durumlarda yalnız kalır.

«Bir adam gelerek şeyh Veliyyullah Dehlevî'ye;


Efendim kalbimde manevî akım meydana geliyor, dedi.
Dehlevî, bu adama cevap olarak şöyle dedi;

"Kalpteki atış ve çarpmalar, manevî akım olarak


değerlendirilmemelidir. Manevî akım yalnızca zikre de­
vam ederek meydana gelir. Oysa halk arasında: Falan
şeyhin yüreği hopluyor, tüyleri ürperiyor, o, olgun bir
şeyhtir, gibi söylentiler dolaşıyor ve bu nitelikleri taşı­
mayanlardan sâdece kendilerinde manevî olgunluk bu­
lunmayan "İyi insanlar" şeklinde küçümsenerek sözedi-
liyor. Ama gerçek şudur ki, mânevî olgunluğun, etlerin
seğrimesiyle ve yüreğin hoplamasıyla kesinlikle ilgisi
yoktur."»^^

Z İK İR ALANINDA YAPILAN BÜYÜK BİR YANLIŞ

İnsanların çoğu, zikir alanında büyük bir yanıl­


gıya düşmüşlerdir. Onlar sanıyorlar ki, sâdece zikret­
mek, insanın bütün ibâdetlerini ve davranışlarını dü­
zeltmeye yeter. Özellikle de "Ben, beni zikredenlerle be­
raberim" sözüyle delil getimıeye yeltendikleri zaman en
büyük yanılgıya düşmüş oluyorlar. Ve sanıyorlar ki, bu
söz, zikreden kimsenin Allah'a yaklaşacağını anlatıyor
ve zikirle Allah'a yaklaşan kimse, kolay kolay O'na
karşı gelem ez ve emirlerinden yüz çeviremez. Bu du­
rumda, düzelmesi için başka araçlara da gerek kalmaz.

El-Rcl'ik n Scvâitiarik, S. 75.

91
«Bu, çok büyük bir yanlıştır. Zîra insanın duru­
munu düzeltmeye yarayan bütün araçlar "Zikir" kelime­
sinde toplanmıştır. Buna göre hastalıkların teşhis ve
tedavisi yapılmadan Allah'ı zikir gerçekleşemez. "E'l-
Hısnu'l-Ha.sîn" adlı eseri okuyunuz, orada, "Allah'a bo­
yun eğen herkes zikretmektedir." sözünü bulacaksınız.
Zikir, hatırlama ve düşünme demektir. Hatırlamak da bir
şeyin sâdece adını söylemek ve onu sürekli tekrar et­
mekle değil, çeşitli metodlarla sağlanır. Emirleri yerine
getimıeden, ziyaretlerde bulunmadan, sohbetlere katıl­
madan, haberleşme ve mektuplaşma gerçekleşmeden
kupkuru tekrar, zikir sayılır mı? Aslâ! Yalnızca tekrarda
hatırlama olamaz. Düzelmeyle birlikte yapılmayan tek­
rar, hiç bir zaman zikir ohu'ak kabul edilemez.»

Bu yanlış anlayış o kadar yaygın hâle gelmiştir ki,


şeyhlerden bir çoğunun bile böyle düşündüğü görülmüş­
tür. Bu düşünceyi paylaşanlar, mürîdlerinden söz aldık­
ları ve onlara zikir görevlerini verdikleri zaman işlerinin
bittiğini sanırlar. Bunlar ne öğrencilerinin ibâdet ve
zikirlerini boşa götüren durumlara engel olur, ne de
onları uygunsuz davranışlarından dolayı sorguya çeker
ve cezalandırırlar, ne de bir derde çâre bulur, tedbir
alırlar. Mürîdlerinden biri bu tür şeyhlere derdini açar da
bir istekte bulunursa, çare olarak derhal ona yeni zikir ve
görevler yüklerler. Ancak, müceddid Şeyh Tehânevî, bu
yönüyle o tür şeyhlerden ayrılır. Çünkü o, yüce tasav­
vufun oluşumunda büyük bir değişiklik önermektedir.
Tasavvuf açısından büyük bir değer taşıyan bu gayre­
tinden dolayı kendisini minnetle ananz. Tehânevî, bili­
nen zikir ve dualara, iş ve ibâdetlere bakarak, ahlâk ve
davranışlarda, ibâdet ve dualarda cezalandırma meto­
dunu, hastalıklara teşhis koyma ve tedâvî yöntemini ön

92
planda uıtardı. Tasavvuf erbabı arasında yaygın olan
zikir ve clufılan da ikinci ve bâzan üçüncü planda gö-
i Lİrdü. Sohbetlerinde çok nadir olarak zikir ve duülardan
söz edilirdi. Ancak sıra ibâdet ve davranışlann eleştiril­
mesine gelince, neredeyse bütün sohbet onun çevresinde
döner dururdu.

«Bir maneviyât yolcusu kolayca yapılabilecek bir


zikir ya da uygulanması kolay olan bir programı öğren­
mek istedi, bununla isyan sayılabilecek davranışlardan
kaçınmak ve ibâdetlere koşmak kendisi için mümkün
olacaktı. .Şeyh Tehânevî'nin bu kimseye verdiği karşılık
şöyle olmuştu; "Allah'a boyun eğmek ve karşı gelmek,
instının isteğine bağlı işlerdir. Bunların gerçekleşmesi
azim ve irâdeye, gayret ve çabaya dayalıdır. İsteğe bağlı
bulunan bu tür işlerde belli bir program yoktur ve ger­
çekleşmeleri için de belirli zikir ve dualara ihtiyaç
yokttır. Ancak zamanla elde edilen irâde gücünü
kullanmak üzere daha sonra bir program yapılır ve
uygulamak için elden gelen çaba harcanılır."»

Şeyh hazretleri birara şöyle demişti:

«Sâdece zikir, ilelebed yeterli değildir, Allah'a


yemin ederim ki, yalnız, zikir ve dua şeyhi olan kimse­
ler, kendileri bile düzelmemişlerdir. Düzelme, yalnızca
insanı düzelten yollardım birini seçmekle gerçekleşir.»

Sözün kısası şudur ki, gerçek zikir yüce Allah'ı


hatırdan çıkarmamaktır, Zikir sırasında dalgınlığı at­
mak, başka düşüncelerden sıynimak, dînin asıl hedefi,
daha doğrusu ibâdet ve dualann en üstün derecesidir.
Bu derece “İHSÂN" derecesidir. P ö y le bir zikir.

9.1
zikredilen yüce varlığın hayâliyle ve hafızada canlandı­
rılmasıyla yerine getirilir. Zikreden kimse zamanla o
hâle gelir ki, adetâ kendisini Allah'ın huzûrunda ve onu
görüyor, O da kendisini görüyor gibi hisseder. Aslında
müslümanın bütün hayâtı kulluktan ibarettir. İslâm’ın
anlamı da tamamen boyun eğmek, kayıtsız şartsız itaat
etmek ve teslim olmaktır. Tasavvufun ruhu sayılan bu
iki şey, yâni boyun eğmek ve zikri devam ettirmek, sü­
rekli olarak gaflet ve dalgınlıktan uzak durarak kötülük­
lerden kaçınmak, Müceddid Şeyh Tehânevî'ye göre ta­
savvufun temel esaslarıdır. "Kasdü's-Sebîl ile'l-
Mevle'l-Celîl" adlı eserinde, hâlis kulluğu kemal ve ol­
gunluk yolu olarak açık bir yöntem ve metod biçiminde
tanımladığı tasavvuf hakkında bâzı bilgiler veımiştir.

ZİKİR VE BOYUN EĞM ENİN KISA YOLU

«Bütün bunların ölçüsü ve Allah'a ulaşan yolun


özü, şu iki şeydir:

O'nıı hatırlamak ve O'na boyun eğmek. Boyun


eğmenin kazandırdığı sevap ve mükâfât, O'na başkal-
dıımamakla, hatırlamanın meydana getirdiği düzelme
ise, O'nıı unutma ve dalgınlık yapmakla yokolur gider.
Böyle bir sonuçla karşıkarşıya kalmamak için de
kişinin, hatırlamayı sürdürmeyi, boyun eğmeyi devam
ettimıeyi, isyan ve dalgınlıktan kaçınmayı görev bilmesi
gerekir.»

94
t a r ik a t YOLCULARI DÖRT SINIFA AYRILIR

Merhum Şeyh Tehânevî, zikir ve dua ile meşgul


olma, kendi durumunu gözden geçirme, mâneviyât yo­
lundaki hâl ve durumlar, vicdânî meseleler, keşif ve ke-
râmetler v.b. bir çok konuların gerçek yönlerini
"Kasdü's-Sebîl" isimli eserinde ayrıntılarına inerek
açıklamıştır. Kendisine başvuran kimseleri dört sınıfa
ayırarak değerlendirmek mümkündür:

a) Zikir ve dua ile uğraşan avam sınıfı,


b) Tamâmen kendisini zikir ve duaya veren sınıf,
c) Zikir ve dua ile uğraşan bilginler,
d) Tasavvuf denizinde kendilerini kaybeden
arifler.

Şeyh Tehânevî bu sınıflandırmayı yaptıktan


sonra, sürekli ve tamamen zikir ve duâ ile uğraşanlara bu
durumdan vazgeçmelerini teklif ederek şöyle dedi: Bu
davranışta türlü türlü tehlikeler vardır, sıradan insanlar
bunlara katlanamazlar.

Zikir ve duâ ile uğraşan bilginleri de serbest bı­


rakmamış, onlara da bir sınırlandırma getirmiş ve şey­
hinden uzak kaldığı takdirde ancak şeyhinin tekrarlama­
sına izin verdiği ve huzurunda tekrarlamış olduğu zikir
ve duâlan tekrar edebileceği yolunda uyarmıştır ki,
zâten önceden bu konuda şeyhinden izinli olduğu için
bunda her hangi bir tehlike sözkonusu değildir.

Şeyh Tehânevînin yenilik yanlısı metodunda be­


lirttiği gibi gerçek anlamda kendisini tasavvufa vermek,
bu yolda ilerlemiş olan bilim adamlanmn üstesinden ge­

95
lebileceği bir husustur. Böyle bir kimse, dînî bilimlerde
ihtisas sahibi ohın, ancak üzerinde geçim sıkıntısı olma­
yan, ekonomik yönden geleceğini garanti altında görebi­
len bir din âlimi olabilir. Câhil ve bilgisiz sofuların
bid'at ve törenlerine, gösteriş ve şekilciliklerine
aldanmaması ve onların tuzaklarına düşmemesi ancak
bu şekilde mümkündür. Bu nitelikleri taşımayan bir
kimsenin verilen zikir ve duâinn ve bunların doğuracağı
sonuçlan üslenmek için kendisinde yetki bulunmaması,
böyle bir tutum içine girmesiyle sınırı aşmasına sebep
olur. Şeyh Tehânevî hazretleri bu açıklamalarıyla,
tasavvufla meşgul olabilecek bilim adamının tanımını
yapmış oldu. Bilim adamlarının tasavvufî yolda
verilecek görevlerle ilgilenmelerini ve bunları üslenerek
yerine getirmelerini ancak bu şartlar altında normal
karşılamaktadır. Yüksek sesle zikir yapmaktan ve bu
zikre uzun süre dalıp gitmekten sözederken de şunları
.söyledi:

«Zikri açık yapmak, esas amaç değildir. Açıktan


yapılan zikirde, Allah'a yakınlık da sözkonusu değildir.
Aslında bunların, zikrin amaç ve gayesi olduklarına ve
bu yolla Allah Teâlâ'ya yakınlık sağlanacağına inanmak
da başlıbaşına bir yanılgı ve doğrudan sapmadır.

"Nefsinizi koruyup koliayınız, kendinize işkence


etmeyiniz, çünkü saHır ve çok uzakta bulunan birine ya­
karmıyorsunuz." hadîs-i şerifindeki yasaklamanın bu tür
bir inanışa karşı çıktığı kanaatindeyim. Tarikat erbabın­
dan bâzılan, başkalarını rahatsız edecek derecede gü­
rültü ettiler, yaptıkları açık zikir nedeniyle uyuyanları
uyandırdılar ve bir takım kargaşalara yol açtılar. İmam
EbCı Hanîfe'dcn gelen yasaklama da aynı sebepten kay-

96
nakİLinmaktadır. Ancak, yapılan açık zikirde kimseyi ra­
hatsız eıme yoksa, bu zikrin açacağı bir zarar söz ko­
nusu değilse ve herhangi bir sorun doğurmayacaksa, o
zaman zikrin açıkça yapılmasında sakınca yoktur. Nite­
kim İbn Abbas (Allah kendisinden razı olsun)’tan da
aktarıldığı gibi sesi yükseltmek, vitir ve sünnetlerden
sonra "Snbhâııcıllâhilınclikülkiiddûs" teşbihini söylemek,
namazı bitirmii} olmanın bir belirtisi olarak kabul edil­
miştir.»

«Açık zikrin görülebilen faydalanndan biri de, zi­


kir sırasında bâzan insanı kuşatan ve rahatsız eden teh­
like ve kurunudarı, zikreden kişiden uzaklaştımiasıdır.
Çünkü kalbin, düzenli aralıklarla kulağa gelen sese, ko­
layca yönelmesi mümkündür. Ancak bu fayda, sadece
hafif bir sesle zikredlldiği zaman sağlanabilir.»

«Zikrederken kalbin atışı da herhangi bir yakınlık


türünden sayılmaz. Aksine bunda tıbbî bir neden mev­
cuttur ve o da insanın kendisini zorlayarak yaptığı bu
hareketin, ısınmaya yol açmasıdır. Kalpte görülen
ısınm a olayı, kalbin yumuşama ve incelm esine
(duygusallaşmasına), yumuşama etkilenmeye, etkilenme
ise esas gâye ohın sevgi ve boyun eğmenin gerçekleş­
mesine götürür. Bu açıdan bakıldığında zikir sırasın­
daki kalb atışları amaca götüren bir araçtır. Kalp atışla­
rının yoğunluğu kalpte çarpıntı meydana getirdiği için
zikir sahibi olan kimse bu konuda sının aşmamalıdır.»

«Bu bir İlmî araştırmadır ki, içinde açıklanmayı


gerektiren bâzı noktalar bulunmaktadır. Bunlardan
birisi; konuyla ilgili eserlerin pek çoğunun, zikirle
birlikte başın sağa-sola sallanmasına ilişkin uyan ve

97
işaretleri kapsamalarıdır. Tarikat yoluna girenlerin
bilme.si gereken şeylerden biri de, e.ski insanlann huy ve
karakterleri, vücut ve zekâ yapılan bu hareketlere
katlanabilecek güçte idi. Daha doğrusu eski insanlann
yapıları ancak bu şekilde etkilenebiliyor, başka türlü
onları etkilemek ve karakterlerinde bir değişiklik
meydana getirmek pek mümkün olamıyordu. Zira onlar
sağlam yapılı, görgü kurallarına pek aldırmayan bir
kişiliğe sâlıiptiler. Fazla kibar ve aşırı duyarlığı olan bir
yapıya sahip bulunmadıkları için bu tür htmeketlere ihti­
yaç duyuluyordu. Ama günümüzde karekterler
zayıfladı, kalpler duygusallaştı ve en küçük olaydan
etkilenir oldu, az bir uğraşmadan üzüntü duyar hâle
geldi. Bu yüzden de tarikata giren kimsenin, bu gün
ayın şeyle^:! yapması pek hoş karşılanmaz. Çünkü
mâneviyât alanına adımını yeni atmış bulunan kimse,
bu hareketleri tekrarlamaya kalkarsa, hem aklî, hem de
zihnî yetenekleri tehlikeye uğrayabilir.»

Merhum .şeyh hazretlerinin kendi metodunda, tari­


kata girmek isteyen bilgine önerdiği düşünce biçimi,
"ÖLÜMÜ GÖZ ÖNÜNE GETİRMEK” tir. Bu da, O kimsenin
ölümden sonra karşılaşacağı hesabı, amel defterini v.b.
şeyleri düşünmesi, sanki bunlarla şimdiden karşı
karşıya imiş gibi olaylan tasarlamasıdır. Bunun neden
ve gayesi, yüce Allah'ı çokça hatırlayarak O’nun
sevgisini kalbe yerleştirmek, bu otokritik yoluyla
dünyayı ve dünyayla ilgili şeyleri unutup onlara karşı
kalpte bir isteksizlik oluşturmaktır. Kalbe yerleşen bu
Allah sevgisi ve dünyaya karşı olan isteksizlik, onun
kurtuluşa ermesini kolaylaştıracak ve ona yardımcı ola­
caktır.

98
«İnsumn Alluh korkusundan aynimaması, ona ye­
ter. Allah'ı hatırlamak da budur. Müslümanın kendini
denetlemesi de bundan ibarettir. İnsan Allah korkusun­
dan ayrılmaz ve ondan gaflet etmezse, âhirette zengin
miikâfâtlaıia karşılaşır. Zâten söz verilen mükâfatlar an­
cak âhirette yerine getirilecektir. Allah insanın kalbine
uıtıaf bilgiler bırakır. Özlem, sevgi, korku, alışıklık ve
manevî zevk gibi değişik sübjektif duygular, o zamana
kadar yaşamadığı ve alışık olmadığı bir takım ilhamlar
ve kalbe âit bilgiler gelmeye başlar. Yüce Allah
kendisine sııiarından bir kısmını ve Allah ile kendisi
arasındaki mevcut bağlan nasıl güçlendireceğine dâir
ipuçlarını açıklar. Bu bağlan sağlamlaştırmanın
yollarını öğretir. O hâle gelir ki, sahip olduğu bu
imkanlar ve tatma imkânını bulduğu mânevi zevkler
karşısında dünya ve içindekiler gittikçe değerini yitirir
ve zamanla onun için hiç bir anlam taşımaz hâle gelir.
Yaşanan bu duruma "manevî haller" ve "İlâhi k e ş if adı
verilir ki, mânevî zevkler ve yaşanan haller bakımından
bundan daha ileriye gitmek ve bu aşamadan daha öte
geçmek pek zor olmaz, Allah'a yaklaşma konusunda
benzerini bulmak da pek mümkün değildir.»

İbâdete önem vermiş olmak için, Allah korkusuna


özen göstermekle birlikte -tarikata girenler için- özellikle
hakkında âyet ve hadîs bulunan zikrin sürdürülmesi ve
gittikçe artırılması yeterlidir. Fakat bâzı insanlar uzun
süre zikie devam etseler ve alıştırma yapsalar da, aranan
kalb huzûrıınîi iyice eremez ve Allah’a olan bağlılığı ta­
mamen sağlayamazlar. Onların bu eksiklerini son devir
bilginlerinin "Meşgale" diye adlandırdıklan zikir ve du­
alardan durumlarına uygun olanlan seçerek onlarla uğ­
raşmak suretiyle kapatmaları doğru bulunmuştur.

99
örnek olmak üzere size, kalbe rahatlık ve insana iç
luızuru veren bir takım seslerin işitildiği kimi "Meşgale"
lerden sözedeceğim;

«Doğrusu bâzan gönülleri çeken, zikredenlerin


kalbini fetheden, onları bilinmeyenler dünyasına seyahat
ettiren, insanın dikkatini bir tek noktaya toplayan güzel
sesler ve tatlı nâmeler çıkar. İnsanın yapısına uygun ge­
len bu seslere yönelen dikkat ve hafızadan diğer bilgi ve
hatıralar teker teker silinir gider. İşte bu yolla zihin, bir
tek noktaya yönelmeyi alışkanlık hâline getirmiş olur.»

Bu tür uğraşlar, doğrudan doğruya amaç ve mak­


sadın kendisi olmayınca, bımlan alışkanlık hâline ge­
tirdiğini gördükleri' tarî(cat öğrencisini önceleri yönelmesi
mümkün olmayan esas gayeye bu ahşkanlıklanm kulla­
narak kolayca yöneltirler. Çünkü esas gâye henüz onun
anlayışının ötelerindedir. Nitekim şeyh hazretleri de bu
noktada maneviyât öğrencisinin içine düştüğü büyük
hatâya dikkat çekerek şöyle diyor:

Tîirîkat öğrencisi zikrederken duyduğu sesi Allah


Teâlâ'nın sıfatı zannederek büyük bir yanılgıya düşer.
Oysa bu ses aslâ Allah’ın sıfatıyla ilgili değildir. Bâzı
kimseler bu gerçeği anlamakta yanılmışlardır. Daha
doğrusu bu ses, manevî âlemden hiç bir şeye âit
değildir. Bu ses, olsa olsa insan beynine üfürülmüş ve
orada sıkışıp kalmış bir havâdan ibârettir. Bu hava
bulunduğu yerde zaman zaman hareket eder. Zihnin
ürünlerinden başka bir şey olmayan eser, sonuç ve gö­
rüntülere gelince, bilgisiz .sofular ve Pisagorcular bunlan
gözlerinde büyüterek kendilerine gayb âlemlerinin kapı-

100
kırının açıldığını iddia ederler ve aralannda bunu kutlar­
lar, daha doğrusu bunku'i gözlerinde ilâhlaştınrlar.

Bu tip seslerin kaynağı zihin olduğu gibi, çeşitli


zikir ve durıların yapılışı sırasında genellikle görülen
değişik ışık ve aydınlıkların, muhtelif şekil ve çizgilerin
de zihin ve dimağın ürünlerinden başka şeyler ol­
madıklarını anlarsın. Bundan dolayı da zikir ve dua ile,
tarikat ve mâneviyâtla uzaktan veya yakından ilgisi bu­
lunmayan biz insanın zaman zaman gözlerini kapatmak
yoluyla aynı ışık ve aydınlıkları, aynı renk ve çizgileri
kolaylıkla elde edebildiğini görürsün. Buna göre mâne-
viyât yolcusuna düşen görev, bu tür şekil ve renklere,
basit ışık ve çizgilere aldanmamak ve onları bir iltifat
olarak yorumlamamaktır. Daha doğrusu zaman zaman
ve istiğrak sırasında görülebilen gâyb âlemine ait
keşifleri fazla gözünde büyütmemek, onlara değer
vermemek ve onlardan zevk almamaktır. Bunlar ister
insanlık dünyasına isterse meleklik dünyasına âit olsun
hepsi de aynıdır. Çünkü bunlardan hiç birisi tasavvufun
temel gayesi ve hedeflenen amacı değildir. Büyük önder
E'l-Hâc Şeyh İmdâdullah (Allahın rahmeti üzerine
olsun) bu konuda şöyle der: Aydınlık perdesi karanlık
perdesinden daha tehlikelidir. Bu durumda maneviyât
yolcusunun onu kendisinden uzaklaştırması ve tevhid
gücüyle onun üstesinden gelmesi gereklidir.

Bütün zikir ve meşgaleler tasavvufun temel gayesi


olmadığına, tefekkür ve murâkabelerin bir kısmı araç ve
vesile olduğuna göre, sırf birer araçtan ibaret olan bu zi­
kir ve duaların zararı görüldüğü ve esas çizgiden uzak-
laşüğı farkedildiği zurnan, avam için olmasa bile seçkin
insanların bıınhın tetketmesinde herhangi bir sakınca

101
bulımmiimakiadır. Hattâ bu hususta biraz da acele edil­
melidir. Seçkin insanlara uygun olmayan meşgalelerden
bâzılan da rabıtayla uğraşmak ve şeyhi tasavvur etmek­
tir. Murakabelerden de vahdet-i vücütculann muraka­
besi, seçkin insanlara uygun olmayan bir murakabe şek­
lidir. Daha doğrusu zararlı bir murakabe biçimidir. Bu
durunı, içki ve kumarın helâl olduğu sırada Cenâb-ı
Hakk'ın: "Zararları faydalarından daha büyüktür." bu­
yurmasına benzer. Onlar nasıl terkedildilerse bunlar da
öylece terkedilmelidir.

TAS’AVVUrU YENİLEM EDE IK Î TEM EL E SAS

Merhum şeyhintizin tasavvufta esas olarak kabul


ettiği luısııslar, gerçekten tam anlamıyla yenilik ve tasav­
vufta büyük bir düzeltme sayılır. Bu hususlardan birisi
dalgınlık, diğeri de günah işlemektir. Dalgınlığın teda­
visi daha önce de geçtiği gibi Allah'ı anmaktır. Her iki­
sinden de sürekli olarak uzakdurmak gerekir. Genelde
din ve ilim adamlan günah denince büyük günahtan an­
larlar. Küçük günahlara, kalb ve iç dünyaya âit günah­
lara gelince bunlar üzerinde fazla durmazlar v e bu
günahlara pek aldırmazlar. Oysa bu noktada tasavvuf
yolıındakilerin durumu biraz farklıdır. Onlar, "Ihsân ve
şuhûd" derecesindedirter. Yâni onlar her yerde v e her
zaman yüce Allah'ın varlığını ve onun kontrol ve göze­
timi altında bulunduklannı düşünür ve davranışlannı
ona göre düzenlerler. İşte bu yüzden onlar, ister dilden,
ister elden, ister kalpten ve isterse diğer organlardan çık­
sın, büyük veya küçük olsun, gizli veya açık olsun,

102
bütün günahlardan her zaman ve zeminde çekinmek du­
rumundadırlar.

«Zirâ dalgınlık, kalpten nuru ve parlaklığı siler


süpürür, günah da yüce Rabbın huzûrundaki değeri
düşürerek buna eklenir. Şüphesiz bu durum, bir
tasavvuf ehli için kayıp üstüne kayıptır.»

Bu yüzdendir ki, merhum Tehânevî konu üzerinde


ısrarla duruyor ve ona büyük önem vererek şöyle diyor;

«Bir dalgınlık eseri ya da nefse uyma sonucu söz


veya fiil olarak ansızın çıkan kötülük veya işlenen hata
dolayısıyla insanın derhal pişman olarak Allah'a tevbe
etmesi ve yaptıklarından dolayı af dilemesi gerekir. Fa­
kat kimi günahUu ın zararı daha büyük, ihsana açtığı teh­
likeler dalla korkunçtur. Bunun için maneviyât yolcusu­
nun dikkatini toplaması ve bu konuda titiz davranması,
bütün günahlardan son derece uzak durması gerekir.
Bunlar arasında gösteriş ve büyüklenme öncelikle göze
çarpar. Zaman zaman bunlardan övüngeçlik de doğmak­
tadır. Övünmenin konusu bâzan dünyaya âit bir üstün­
lüğe, bazan da âhirete âit bir üstünlüğe ilişkin olabilir.
Doğurdukları mânevi tehlike bakımından aralarında fark
yoktur. İkinci sırayı çekiştirme, kovuculuk, eleştirme,
kötüleme ve fikirlere karşı çıkma almaktadır. Çoğun­
lukla çirkin ve gereksiz sözler, sahibini maneviyattan
yoksun bırakır ve kalbindeki nurun çoğunu kaybettirir.
Bundan dolayı gerçek yolcusunun insanlarla haşir neşir
olmayı artırması, içlerine fazlaca kanşması zorunlu ka­
lınmadıkça sakıncalıdır. Bu noktaya özellikle dikkat
edilmelidir. Günahhu'dan üçüncü sırayı ise kişinin lâyık
olmadığı ve ehil bulunmadığı mevkilere büyük bir is-

103
tekle göz koyması alır. Bu arzı bakmak yoluyla da be­
lirtikse, kalpten geçirmek yoluyla da ortaya konsa aynı­
dır. En son sırayı da öfkede sınırı aşmak, yersiz olarak
öfkelenmek veya bir kim.seye öfkesini kaba ve sert bir
biçimde belli etmek alır.»

Tasavvuf açısından hiç bir amaç taşımayan ve hiç


bir gerçeği yansıtmayan, arkasında hiç bir hedef bulun­
mayan lüzumsuz meşgale ve murakabelerle uğraşan so­
fuların durumu gözden geçirilir, açıkça büyük günah
kabul edilen kusurlardan başkasını kusur saymayan bil­
gin ve taklitçilerin durumları da yakından incelenirse,
kitapta geçen metin ve açıklamalara başvurulduğu tak­
dirde tasavvufu destekleyenlerin de ona karşı olanların
da tasavvufu bilmedikleri ve dinden de haberdar olma­
dıkları anlaşılacaktır.

ALLAH'LA KUL ARASINDAKİ ÖZEL B A Ğ L IL IK

Tarikat ehlinin saklayıp gizledikleri, kendi gözle­


rinden bile sakındıkları bu özel bağlılığın içyüzünü bü­
tün çıplaklığıyla ortaya koymaya çalışacağım ki, bu, zi­
kir ve ibâdetin olgunluğa ermesinden başka bir şey de­
ğildir.

«İki belirti vardır ki bunlar, manevî olgunluğun


gerçekleştiğini gösterir:

Birincisi; Allah'ı hatırlamak ve kendisini O'nun


huzurunda hissetmektir ki, bu durum insanın bir özelliği
htîline gelmelidir ve bu özelliğe sahip olan kimse bu hu-

104
hiç bir zaman zorlanmamuh, özel bir çabaya da ih­
SL is ıa
tiyaç duymamalıdır.

İkincisi ise; Nefsin ibâdet, davranış, söz ve fiilden


oluşan dînin lıükümlerine, beş duyuyla hissedilen zevk
ve arzulara gösterdiği ilgiyi göstermesi, yine duyularla
hissedilen, insan yapısına hoş gelmeyen kötülüklerden
kaçlığı gibi dînî yasakların hepsinden de kaçmasıdır.
Aynı zamanda kalbin, dünya ve nimetlerine karşı aşın
düşkünlükten kıırıulması, ancak zamanla kişinin ahlâkı­
nın Kur'ân ahlâkına dönüşmesidir. Arkalarından kötü
bir iş ve harekelin gelmediği vesveseler ve sonradan
meydana gelen tembelliklere gelince, bunlar nefsin ilgi­
lenmesi gerekenle ilgilenmesine ve kaçınması gereken­
den de kaçınmasına engel değildir.»
J
Sâdece Allalı'ı hatırlamak, bu durumu bir özellik
hâline getirmek, Allah ile kul arasındaki özel bağlılığın
oluşmasında yeterli değildir. Zîra bu özellik, bazan gü­
nahlarla birleşebilmektedir. Burada işin özü, sâdece Al­
lah'a boyun eğmek ve O'nun hoşnutluğunu kazanabil­
mektir. Hoşnutluğun kazanılması da bir noktada yeterli
değildir. Çünkü hoşnutluğun tek taraflı değil, karşılıklı
olması gerekir. Bu da, yalnızca bizim Allah'tan hoşnut
olmamız yetmez, aynı zamanda O'nun da bizden hoşnut
olması gerekir, demektir. Bunun yolu da, yalnızca A l­
lah'a itaat etmek ve O'na boyun eğmektir. Başka bir
yolu yoktur. Merhum Şeyh Tehânevî hazretleri der ki:

«Bu gün insanlıu' yüce Allah'ı hatırlama işinin zik­


reden kimse tarafından kazanılan özel bir bağlılık oldu­
ğunu ve.burada gâyeye erişildiğini zannediyorlar. Oysa
bu alışkanlık, daha önce de işaret edildiği gibi arasıra

105
günahla biraraya gelebilmektedir. Fakat esas gâye, Allah
ile kul arasında kaşıhklı meydana gelen özel ilginin ad
ve lakabıdır. Buna göre kulun Allah'a duyduğu ilgi,
O'na itaati ve boyun eğmesidir. Allah'ın kuluna duy­
duğu ilgi ise, ondan hoşnut olmasıdır. İşte kul ile Allah
arasındaki özel bağlılığın gerçek yönü ve içyüzü de
bundan ibarettir.»

Şeyh lıazretleri, bir müridin kendisine yazdığı özel


bağlılığın ne olduğunu soran mektubuna verdiği ce­
vapta, bu bağlılığın gerçek yönünü şöyle açıklamakta­
dır:

«Nisbet kelimesi ilgi ve bağlılık anlamlannı ihtiva


etmektedir. Tasavvuf terimi olarak, Allah'ı anma ve
O'na boyun eğme konusunda kul ile Allah arasında
mevcut olan özel bir bağlılık, Allah'ın huzûrunda kabul
gömıe ve iltifata lâyık olma bakımından Allah'la kul ara­
sında özel bir yakınlık, Allah tarafından kuluna bağışla­
nan özel bir ilgidir. Yâni, Allah'ın kulundan hoşnut ve
razı olmasıdır. Bu, tıpkı boyun eğen sevdalı ile teşek­
kür eden sevgili arasındaki özel ilgi gibidir. Gerçeğin bu
şekilde olduğu ortaya çıkınca, günahkâr ve inkârcının
asla Allah'la arasında özel bağ bulunan seçkin kullardan
olamayacağı anlaşılmıştır. Bâzı kimseler özel bağlılı­
ğın, eg.sersiz ve alıştırmalarla, nefse kaşn direnmelerle
elde edilen özel durumlar olduğunu zannederler. Oysa
bu terim, olsa olsa bilgide derinleşmeyen, işin gerçek
yönünü idrak edemeyen câhil sofulara aittir.

Halk anısında bâzan, bağlılığın sâhibinden soyu-


labileceği, falan şeyhin filan şeyhe kızdığı ve ondan A l­
lah'a olan özel ilgiyi kaybettiği yolunda söylentiler ya­

106
yılmıştır. Şeyh ha2xetleri bundan sözederek şöyle de­
miştir:

«Faydalı bir şey hatırladım ki o da, halk arasında


falan velî filân velînin özel ilgisini yoketmiş, Allah'a
olan bağlılığını azaltmış ve ona engel olmuş diye
söylentilerin yayılmış olmasıdır. Büyük velî Mevlânâ
Reşîd Ahmed E'l-Cenkûhî bundan bahsetmiş ve şöyle
demiştir:

"Özel bağlılık, Allah'a olan yakınlığın ad ve ün-


vânıdır. Onu soyup çıkarmak hiç bir kimsenin gücü
dahilinde değildir. Bü nasıl mümkün olur? Bir adam,
Allah'ın kuluna ihsan ettiği ve ikramda bulunduğu özel
ilgi ve yakınlığı ondan söküp alabilir mi? Bu mümkün
olabilir mi? Bunlara inanmak mümkün değildir ve bu
gibi söylentilerin ash da yoktun Ancak bir şeyh, manevî
gücünü kullanarak diğer bir şeyhin mâneviyâtmı
etkileyebilir ve rhânevî gücünü zayıflatabilir, mânevî
hayâtını altüst edebilir. Bunun sonunda o kişinin neşe
ve hareketi, yerini durgunluk ve donukluğa terkeder.
Fakat bunu farkeden kimse zorlu bir'mücadeleye
girişerek duruma karşı koymayı başarabilir. Ama gerekli
çabayı göstermeyerek bü işi başaramazsa mânevî hayâtı
kanşıklığa uğrayabilir ve iç dünyası sarsılabilir. Bu
durum da; önün zikir ve ibâdetlerini etkileyebilir."»

107
RABB'A OLAN BAĞLILIK TAM OLM ADIKÇA
HALKA h i z m e t DE SAĞLIKLI OLM AZ

Şeyh rahimehullah'ın Allah’a olan özel bağlılıkla


ilgili sözünde, kendileri yeterince hazır olmadan ve bu
yönde özel bir gayret harcamadan, rûhen ve ahlâken ha­
zırlanmadan toplumu düzeltme tutkusuna yakalanan, si­
yaset ve yöneticilik hevesine kapılan lider ve önderler,
kamu oyunu yönlendirmeye çalışan basın mensuplan
bir yana, dînî okullann yöneticilerine ve din adamlanna
bile ağır gelen çok yüksek ve çok faydalı öğütler vardır.
Özet olarak demek istiyor ki: "Allah'a olan özel ha^lılı-
ğım saĞlamlafttrrnadıkça ve Allah'la arasındaki münâ­
sebeti kuvvetlendirmedikçe kişinin siyasete ve toplum
yönetimine aciav olması dopru delildir. Daha doğrusu
hövle birinin, ders verme ve ders alma, ö^üt verme ve
veli ı^österme. eser vazma ve tasnifte bulunma v.h. dînî
islerle uümsması hile uv^ıın depildir. İsterse hu kimse
hilftisi herkes tarafından kabul edilen ve bu alanda çaba
harcayan bir hilt>in olsun, vine de Allah Teâlâ ile olan il-
0İSİIÜ nekistirmeden dînî islerle uğraşması ve bu alanda
alıştırmalar yapması doğru değildir. Bu noktada hu me­
todun özel hir vanı daha vardır ki. o da. insanın Cenahı
Hakla olan ilişkisinde kuvvet ve sağlamlık kazanma­
dıkça zahirî ilimlerde eğitim ve öğretim çalışmalarında
Inılımması ve bunlarla ileili alıştırmalar yanması ııv^ıın
deSildir. Avın şekilde mânevîvâtla ilgili konuları anlat­
maya yönelmesi de o durumdaki hir insan için doğru
olamaz. Bövle hir kimse ne tonluma hitahedehilir. ne
eğitim ve öğretimle uğraşabilir ve ne de öğrencilere ders
verebilir. Ejter doktor ise halkın dertlerine çare araması
ve bunu dînî yollardan sağlamaya çalışması, tılsım ve

108
nazarlıklardan yararlanması uv^ıın görülmez. En do^-
rif.stt hövle birinin kendi meçhul havaî çerçevesi içinde
kalması ve çok zorunlu kalmadıkça hu tip davranışlara
tesehhüs etmımesidir. Ancak mânevi havana gereken
adamaları geçtikten ve istenen ol^m luia eriştikten sonra
hııluttdui>ıı har ortamda öğütler vermesi ve eserler yaz­
ması ııvıaın trörülehilir. Bunda her han^i bir sakınca
yoktur. Ciinkii din ilimlerine hizmet, ibâdetlerin en üstü­
nüdür. Avnı ,'iekilde şeyhinin izin vermesi hâlinde de
mânevT emirim, telkinde hıılıınma ve kendisine bağlanma
gibi islerle uğrasahiUr. hıınlarla ilgili alıştırmalar yanabi­
lir. Bunların hepsini deneyerek viıce Allah'ın kullarına
faydalı nlmavıi çalışır. Fakat .şevki izin vermezse hiç bir
şekilde bu islere kalkışmaz, hic bir zaman bövle bir ku­
sur islemez."

Ancak, halkın siyaset, toplum ve millete hizmet


olarak adlandırdıkları feve gelince, onunla ilgili bir ör­
nek vereceğim. Lütfen okuyucularım dikkatle izlesinler:
Merhum ifevh Tehânevî rahimehullah'ın manevî eHitim
ve bağlaıunalan kabule izinli ve hu irslerle görevli talebe­
lerinden birini halk, belediye meclisi üyeliğine seçti. Ne
varki n kiin.se bundan dolayı .son derece üzüldii ve hal­
kın beğenisini kazanmak kendisine oldukça a$ır geldi,
istifâre sonucu seçmenlerin kararı konuvu şevkine gö­
türme yönünde ağırlık kazandı. Kendisine danışanlara
sevilin verdiği cevao sövle oldu:

"İnsanın Allah'a olan bağlılığı sağlam olmadığı


sürece halkın içine sinnesi ve anlarla id i dışlı olması
kesin bir mecburiyet yoksa .son derece zararlı olur. Eğer
bu yolla halka hizmetten varar bekleniyorsa. Cenâb-ı
Hakla ilişki .sağlam olmadıkça hu faydayı beklemek de

109
Iiynıın delildir, Zîrcı insan. Cenâh-ı Hakla olan ilişki­
sinde ileri }>ide.me(likçe ve O'ntınla yeterli derecede ya­
kınlık kiıranmdıkça ne hallca ve ne de hâlık’a tam olarak
havlancırnaz. hic birinin de hakkını lâvıkıvla ödeyemez.
Bu verçek. ne veliniz benim denev ve gözlemlerimle ne
de sâdect'. hir ki,'sinin denev ve gözlemleriyle sâhit olmm
bir perçektir. Bu i^ercek. binlerce, mânevivât önderinin
denev ve vözlemleriyle sâhit olan hir gerçektir. Bellili İb­
rahim F.dhem. Kirmanlı Sultan e's-Şııca' pibi manevî
alanda bizden kat kat Herde bulunan önderler, halkla
ilişkilerini eldi olan kimselere terketmislerdir. Bu nok­
tada râsit halîfelerin durıtm/an hir itiraz olarak ileri sürü­
lürse. kendimizi onlarla hov ölçüşecek dununda pörme-
mekteviz. "

Nevar ki çapımızda hu belâ, seçimle i<! başına pe-


lerek lâvık ohnadıpı hir makamı ifpal etme sevdası ol­
dukça yaypınlofnustır. Lâik siyâset adamlarını, nolitika
simsarlarını ve dikdatörlerİ taklit etmek, günümüz top-
lıımunnn nnıılmaz hastalımı hâline gelmiştir. Övle ki kişi
kendi yakınlarını ıslah etmeden, içinde bulunduğu sov
ve sfılCılesini. hısım ve akrabasını düzeltmeden ve onlara
doğru vahi bulmaları için yardımcı olmadan, bütün ton­
lumu ıslah etme ve onların kusurlarını düzeltme, onlara
yol pösterme ve liderlik vapma sevdasına yakalanmıştır.
Bir kısım din adamları kendilerine büyük sorumluluklar
yükleyen övle büviik kuruluşların başına pecerler ki.
btınlımn yüklendikleri sorumluluklar, çobanın sürüsün­
den dolayı yüklendiği sorumluluktan daha ağırdır.
Kendilerine zaman avıramavacaklan övle emânetler üs­
lenirler ki. hakkıyla verine petirmek ve güzelce eda et­
mek yivle dursun, o emânetlerin içyüzünü anlamaya ve
m rtnitlannı idrâk eimeve yetecek kadar vakitleri hile

n o.
vokııır. Bil rahatsız edici konudan fazla sözetmek istemi-
yorum. Amacını, kişisel deneylerimi sâdece toDlumda
f>ör{İHpiimiiz bozukluk, karışıklık, kargaşa, terör ve
anarşinin sehe.hinin. halkın hakkının tam olarak ve titiz­
likle verine i’etirilmemesi olduğunu açıklıca kavıi^tur-
mak için anlatmaktır. Bu konudaki titizlik ve kimırsuz-
liiOun elde edilmesi de yalnızca Cenâh-t Hakla içten ve
savlam hir bağlantı kurulmasına haklıdır. Arkasından
kıyamet ı^ünü kar.sılasılacak snrufturmalar ve hu konuda
(ierinliOine dilsünme ^elir... Günümüzde oldııûu gibi sâ­
dece mal ve mevki düşüncesiyle o makam ve aetireceği
mânevî sorumluluk kabul edilmez.

NKKSÎ YKNMEYE ÇALIŞM AK (M ÜCÂHEDE)

İnsanın kendisini kontrol etmesinin, zikir ve duâ-


lun, tasavvufun araçlanndan ve tasavvufa götüren yol­
lardan olduğuna, yoksa bunların bizzat tasavvufun gâ-
yesi olmadığına ilişkin sözleri daha önce söylemiştik.
Nefsi yenmeye çalışmak ve dünyaya sırt çevirmek de bu
alanda daha öncekilere benzerler, yâni onlar da gerçek
hedefe ve amaçlanan sonuca götüren yollardan başka bir
şey değildir. Onlar da Allah'ın rızâsını kazandıran ve
O'na yaklaştıran araçlardan başka bir şey değildirler.
Yoksa tasavvufun gayesi bizzat bunların kendileri ola­
maz. Fakat mücâhedenin aslı, nefse karşı gelmek v e
benliği öldürmektir. İşte gerçekten nefsi yenmeye ça lış-,
mak bııdur. Ancak bu sâyede insan arzulanna ket vurur,
nefsin düşkün olduğu bedensel zevkleri, zenginlik sev­
dasını, makam ve mevki hırsını kendinden giderir.
Kur'ân-ı Kerîm bundan, mal ve canla mücâhede şek­

il!
linde sözeder ve bunu yapabilene de doğruluğa erme ve
olgunluğa ulaşmayı vâdeder:

-"Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri elbette yol­


larımıza eri^'tiririz. Şüphesiz ki Allah, ihsân edenlerle
b e r a b e r d i r . Miicâhedenin gerçek yönünün ne
olduğunu ve yenileşmenin nasıl mümkün olduğunu yine
Şeyh Tehânevî merhumun açıklamalarında buluyoruz.
Bu konuda diyor ki;

"Nefsin arzuları ikiye ayrılır, bunlardan bir kısmı


temel haklardır, İkincisi ise aşırı zevkler, aşın zevkler
de onlardan sonra gelen ve fazladan olan şeylerdir. Te­
mel haklar, beden sağlığını ve hayâtı mümkün kılan
şeyler, aşın zevkler de onlardan sonra gelen ve fazladan
olan şeylerdir. İşte nefsi yenme çabasının hedefi,
haklan olduğu gibi bırakarak zevkleri yoketmek ve
onları ortadan kaldırmaktır."

Bir kısım insanlar nefsin isteklerine önem verip


bütün hayatlarını, oıllın zevk ve arzûlannı yerine getir­
mek uğrıinda harcarken diğer taraftan pisagorcular ve
yöğîler gibi bâzı kimseler de bunun tam aksine, hayâtın
devamı için zorunlu oltın temel ihtiyaçlara cevap verme­
mekte direnmektedirler. Bunlar, nefsin temel ihtiyaçla­
rım kendilerine yasaklıyor, böylece nefsi yenmeye
çalıştıklarını zannediyorlar. Onlar mücâhedenin, nefsin
temel ihtiyaçlarını engellemekten, bütün arzularına ket
vurmaktan ibaret olduğunu zannediyor ve kurtuluşa er­
mek için mutlaka böyle yapmak gerektiğine inanıyorlar.

'i* Kur'an. Aııkcbut, 29/69.

112
Ashndu mutasavvıflar da Allah'ın hoşnutluğunun
sâdece nefsin isteklerine karşı çıkmakla kazanılacağını
iddia etmektedirler. Onlitfa göre nefsin isteklerine karşı
çıkmanın güç ve şiddeti ne kadar fazla ise Allah'ın
rızâsı da o kadar büyük olur. İsterse bu karşı çıkış,
dînin temel esaslarına uygun düşmesin. Hattâ bu karşı
çıkma, et yememe ve nefislerini et yemekten mahrum
bırakma, .soğuk sudan kaçınıp soğuk su içmeme,
yumuşak yataktan uzak durma ve yumuşak yatağa
yatmama gibi pozisyonlarda kendini göstermiştir.
Allah'ın nimetlerini kendine haram kılan, açlık ve
susuzluktan iç organlannı kurutan, organlarım böylece
ölüme mahkûm eden kimseler bile bulunmaktadır. Oysa
ben, çevresinde ateş yakarak ortasına rahatça oturan bir
dinsize de rasladım. Fakat bunlar basit şeylerdir. Bunlar
öyle anlamsız şeylerdir ki, sâdece körü körüne bilgisizce
davranış demek daha uygun olur. Bu noktada dengeli ve
düzenli bir hayatı, ancak dînin emir ve yasaklarına
uyarak nefsi düzeltmeye çalışan ve bu uğurda çaba
harcayanlarda bulabilirsiniz. Bu insanlar, normal
sınırlan aşmaz, mücâhede dediğimiz bu alıştırmalara bir
tedâvî, bir ilâç ve bir çare olarak başvururlar. Onlara
göre bu, ibâdet yerine geçemeyen ve asıl maksadı teşkil
edem eyen araçlardan biridir. Aynı zamanda bu
alıştırmalar Allah'a götüren bir yol olmaktan da uzaktır.
Bunu böylece kabul eder ve sağlık açısından zarar
göreceklerini tahmin etmedikçe ya da her hangi bir
tehlike sezmedikçe yemek ve içmekten geri durmazlar.
Birazcık az yiyip iç.seler bile bunu bir ibâdet olarak kabul
etmezler. Eğer yemek ve içmeyi ibâdet ve sevap ama­
cıyla terkederlerse ve bir şeyler elde edeceklerini umar­
larsa bu noktada hata yapmış olurlar. Zîra bu davramşla-
nyla şimdiye kadar dinde olmayan bir şeyi dîne ilâve

113
etmiş ve onu dinden saymış olurlar. Bid'atın uygun gö-
rülmeyişindeki ve günah sayılışındaki sır da işte hurda­
dır. Sözünü ettiğimiz dengeli ve düzenli bir hayâta sahip
olan kimseler, terkeltikleri bir şeyi sâdece bir hastalıktan
ya da bir zarardan korunmak amacıyla terkederler. Oysa
diğer insanlar, yemeyi ve içmeyi sâdece Allah'a yaklaş-'
mak için bir araç olarak terkederler, bu davranışı ibâdet
olarak kabul eder ve sevap kazandıracağını zannederler.

Hiç kimse normal bir sınır içinde vücûda istirahat


hakkı tanımak gerektiğini, refah ve rahattan payını ver­
mek îcâbettiğini, nefsin huzur ve sükûndan yana olan
hakkını edâ etmek görev ve sorumluluğunu inkâr ede­
mez. İşte bu nedenle yüce dînimiz, her şeye bir sınır ge-
timıiştir ve her şey o sınırda sona ermektedir. Ebu'd-
Derdâ hazretleri bütün gece uyanık kalırdı, Selmân-ı Fâ­
risî onu bundan vazgeçirdi. Olay Peygamber Efendimize
ulaştığında Peygamber Efendimiz;

"Selmân doğru söylüyor." diyerek sözlerini şöyle


tamamladı:
"Nefsinin de senin üzerinde hakkı vardır."

Şu bilgisiz ve araştırma zahmetine katlanmak iste­


meyen sapık sofultu'a teessüf ederim ki, tasavvufu geç­
mez paraya çevirdiler, bozdular ve insanların gözünde
korkunç hâle getirdiler. Sofuca bir kenara çekilmeyi öne­
riyor, kadınları boşamayı tavsiye ediyor, çoluk
çocuktan uzak yaşamayı öğütlüyor ve kadınlardan uzak
durmayı emrediyorlar. Kırk nohut tânesi alarak her gün
bir tanesiyle geçinmeyi ortaya atıyorlar. Üstelik bunlar
yapılmazsa Allah'a yaklaşılamayacağını söylemekten de
geri durmuyorlar. Bana gelince bu konuda açıkça diyo­

114
rum ki, "Velilik ve erişmişlik yumuşak yastıklar ve rahat
yataklar üzerinde de elde edilebilir, lezzetli yemekler ye­
mek ve başkanlık mevkiinde bulunmak buna engel
değildir. Ancak maneviyât yolcusunun evin dışında ve
kâmil bir şeyhin hizmetinde bulunması şarttu'."

Üstad sözlerine devam ederek şunlan söyledi:

"Hakîkal yolcusunun kaba giysiler giymesine ve


yırtık kıyafetlere girmesine hiç gerek yoktur. Eğer is­
terse veliliği, süslü giysiler içinde, zarif kıyafetler ara­
sında, başkanlık koltuğunda otururken bile yakalayabi­
lir. Yeter ki aramanın yollannı bilsin."

Mânevi mertebelere ulaşmak için üstadın çizdiği


y o l, MELEKÎ bir yoldur, hakikat yolcusundan alıştırma
i s t e m e z , mücâhedeyi farz kılmaz, dünyayla ilgiyi kes­
m e y i icâbettirmez, serbest ve meşru davranışların yasak
olduklarını iddia etmez, dînen sakıncası bulunmayan
zevklerden uzak durulmasını taysiye etmez, aksine bun­
ların hepsinin de kalpte Allah sevgisinin doğması,
nefsin ibâdete karşı düşkünlüğünün artması amacıyla
yapılmasına rahatça göz yumar. Ancak bunun yanında
günahtan uzak durmayı, insanın her zaman kendisini
hesaba çekmesini ve hareketlerini gözden geçirmesini
öğütlem ekten-de hiç -geri kiÜ K z. Uyku ve yemeği
azaltmak, üstad'a göre başta gelen şartlardandır. Oysa
bir çok gerçek tasavvuf erbabı, zor olan bu yola teşvikte
bulunmaktan vazgeçmişlerdir. Çünkü bu zamanda
nefisler zayıflamış, insanlar arzûlara karşı dirençlerini
yitirmişlerdir. Az konuşma ve insanların içine az
karışma, insanlarla az buluşma konularına gelince
bunlara elbette dikat etmek gerekir. Bu noktada bir

115
inceliği gözden kaçırmamak gerekir ki, bunların hepsi
de nefse zor gelmeyecek dozda olmalıdır. Aksi halde
nefsin isyan etmesine ve vahşileşmesine sebep olur, so­
nuçta günah kazanılır. Buna göre şeyh hazretlerinin tarî-
kati, yalnız MELEKÎ bir tarikat olmakla kalmıyor, aynı
zamanda herkesin korkmadan girebileceği geniş bir mâ-
nevî cadde niteliği kazanıyor. Bu caddede yol almak kim
olursa olsun herkes için kolay olacak ve ilerlemek müm­
kün hâle gelecektir. İnsan bilgin de olsa câhil de, işveren
de olsa işçi de, sağlam da olsa sakat da, güçlü de olsa
zayıf da, zengin de olsa günlük karnını da doyursa bu
yol ona açıktır. Bu cadde öyle bir caddedir ki, onunla
ilgili olarak: "Din kolaylıktır." hadîs-i şerifini söylemek
mümkündür. Çünkü bu yol insanı gücünün yetmediği
ve elinin ermediği bir sonuca itmediği gibi, manevî
alanda istenen hedefe ulaşmayı sâdece belirli bir bölgeye
ve dînî bir yönetime bağlamıyor.

GEREKSİZ YERE ZAH M ETE K A T LA N M A K


NEFİSLE M ÜCÂDELE SA Y IL M A Z

Gereği yokken nefsi normal haklanndan yoksun


bırakmak ve onu bir sürü zahmete ve sıkıntıya sokmak,
nefisle mücâdele sayılmaz. Bu, olsa olsa nefsi tiksin­
dirme ve onu dînî görevlerden uzaklaştırmak olur. En
doğrusu nefsi tiksindirme, yorma ve nefse ağır gelme
tehlikesi olmadıkça onu rahat bırakmak ve ona huzur
vermektir. Bu konuda Şeyh Tehânevînin sözleri şöyle:

Mutasavvıflara göre amaca ulaşmanın iki yolu


vardır; Birincisi oldukça sert alıştırma ye perhizlerden

116
oluşur, İkincisi ise; nefse uygun gelen yumuşak alış­
tırma ve denemelerden oluşur. Nefse uygun gelen kolay
alıştımiahu’la işe başlamamak için hiç bir sebep yoktur.
Konuşnıa.sının burasında bir adam:

- Çok az da olsa nefisle mücâdeleyi sürdürmek ge­


rekmez mi? Bundan tamamen vazgeçebilir miyiz? şek­
linde bir soru sordu ve üstadın verdiği cevap şöyle oldu:

- "Nefisle mücadelenin anlamı, şiddetlere katlan­


mak ve zorlukları göğüslemek değildir. Çünkü sen, ya­
kın çevrende bir kuyu olduğunu bile bile suya ihtiyacın
olduğu zaman yakındaki kuyuyu çiğneyerek yüz mil
ötedeki bir kuyuyu tercih eder misin? Hayır, vallâhi
bunu yapmazsın. Öyleyse iyi bilki, nefisle mücâdele için
yapılan sert alıştııma ve şiddetlere göğüs germeler, esas
gâye değildir. Bunlar, istenen hedefe ulaşmak ve arzu
edilenleri elde edebilmek için sâdece birer araçör. Onlara
götüren birer yoldan ibarettir. Buradaki esas maksat,
amaca ulaşmaktır. Buna göre hedefe giderken faydalı
olacak ve tatlı gelen şeyleri tamamen terketmek yerine
onlan zaman içinde peyderpey azaltmak daha uygun ola­
caktır."

G ER ÇEK ANLAM DA DÜNYADAN EL-ETEK


ÇEKM EK (ZÜHD)

Bilginlerden biri, dünyadan el etek çekme hak­


kında söz ederken şöyle dedi:

117
"Dünyadan el etek çekmenin büyük bir üstünlüğü
vardır." Bunu duyan Tehânevî rahimehullah ona şu ce­
vapta bulundu:

"Dünyadan el etek çekmek, gerçek anlamda zühd


değildir. Zühd, dünyanın zevk ve lezzetlerini birden bire
tamamen terketmek değil de, onları peyderpey azaltmak
demektir. Onların içine tamamen dalmamak ve kendimizi
unutmamak demektir. însan kendini tamamen bu konuya
vemieli ve düşüncelerini bu noktada yoğunlaştırmalıdır.
Gece gündüz bunları düşünmelidir. Aksi takdirde ye­
meği güzel pişirmek, gerekli ve gereksiz şeyleri satın
almakta maharetli olmak, her zaman bunun gibi lüzum­
suz konuları konuşmak, falan yerdeki pirinç filan yer-
dekinden daha güzel ve daha leziz, güzel olandan almalı,
diğerinden almamalı, falan pastacının kaymağı filan
pastacınınkinden daha lezetli gibi sözler söylemek, ge­
cesini ve gündüzünü bu işlere hasretmek, bu konulara
ilişkin tartışmalara girişmek, giyecekler, kumaşlar, çe­
şitli ilgi çekici yiyecekler üzerinde laf üretmek, zühd an­
layışının esasına ters düşer, takva ile temelde bağdaşa­
maz. Ancak insanın hoşlandığı bu tür nimetler, uğrunda
çaba harcamadan ve herhangi bir özen göstermeden
kendiliğinden insanın ayağına gelirse, onlan yüce A l­
lah'ın bir lutfu sayarak onlardan faydalanmalı ve bundan
dolayı da Allah Teûlâ'ya bol bol şükretmelidir."

Yemeği azaltma, uykuyu azaltma, konuşmayı


azaltma ve halk içine karışmakta dikkatli davranma gibi
dört özel nefisle mücahede yöntemlerine gelince, azaltma
ve dikkatli davranmanın dışında bunlann hiç birinin
fazla bir önemi yoktur. Azaltma da zarûret derecesiyle
sınırlıdır. Zarûret derecesini aşan azaltma ise ne nefisle

118
mücahededir ve ne de esas gayedir. Çünkü bizim bir ko­
nudaki azaltma ve en azla yetinmemiz, yüce Allah'ın hâ­
zinelerinde herhangi bir artış meydana getirmez. Bu­
nunla birlikte mîde fesadına ve sindirim bozukluğuna
uğrayacak kadar, midemizden rahatsız oluncaya kadar
ölçüsüzce ve tıkabasa yiyip içebiliriz de demek istemiyo­
ruz, Şeyh İmdâdtıllah'ın bu konudaki görüşü ise, insa­
nın normal sınırlar içinde nefsin isteklerine cevap ver­
mesi ve aldığı bu enerjiyi iyi işlerde kullanması, Allah
yolunda değerlendirmesi yönünde idi. Gerçekten de
kendisi için nefis yemeklerin hazarlandığını bilen bir in­
san, yapmakta olduğu işi de, başlamış olduğu ibâdeti de
tam ve kusursuz yapmağa özen gösterir. Böyle bir yiye­
ceğe kavuşacağı için de sevinç duyar. Nefsi harekete
geçilmek için de mutlaka böyle bir faktöre ihtiyaç vardır.
İmdâdullah hazretleri şeyh Eşref Ali'ye bir gün şöyle
dedi: ”Ey Eşref Ali! Soğuk bir su içtiğin zaman vücû­
dundaki bütün kıllar seninle birlikte şükre iştirak eder,
ama ılık bir su içtiğin zaman genellikle Allah'a karşı
yaptığın hamd ve .senâya kalbin bile iştirak etmez, yalnız
dilinle şükredersin."

Şeyh Tehânevî rahimehullah’a göre bu dört konu­


daki azaltmadan maksat, normal sınırlar içinde olması­
dır. Bu ölçüyü aşarak gaflet, katılık ve tembellik doğu­
racak derecede aşın gitmek, bunlan küçümsemek, sağ­
lığı bozar, kuvvetten düşürür ve hayat düzenini normal
çizgisinin dışına çıkanr. Bu tarîkatin sermayesi ve der­
lenip toparlanması kalbin bir noktada toplanmasıdır. Bu
nedenle kalbi, sarsıntı ve çarpıntı ve bunlara neden
olabilecek sağlığın bozulması, aşınlık, ölçüsüzlük ve
düzensizlik gibi şeylerden korumak gerekir.

119
Bu nedenle sağlığı korumak, en önemli işlerden
biridir. Bunu sağlamaksa kalb ve kafayı rahat ettirmekle
mümkündür. Bunun yolu da. ihtiyaç duyduklan besin­
leri vermek ve hastalandıklan zaman tedâvî ettirmekte­
dir, Bu durumda bünyeyi zayıf düşürecek ve zekâyı ku­
rutacak kadar perhizde bulunmak, besin maddelerinde
azaltmaya gitmek doğru değildir. Tıpkı ölçüsüzce yiyip
içmenin doğru olmadığı gibi. Aksi halde sindirim organ­
ları kısa zamanda bozulur ve fonksiyonunu yerine geti­
remez hâle gelir. Öyleyse iyice iştahı olmadan yemeğe
başlamamak ve tamamen doymadan da yemekten kalk­
mak gerekir. Uyku konusunda da aynı yolu izlemeli.
Tembelleşmemek için aşın uyumamak gerektiği gibi güç
ve kuvvetini kaybetmemek için de uykudan kısıntı yap­
mamalıdır. Hiç bir zaman insan normal çizgiden sapma-
malıdır. Halkın arasına kanşmak ve onlarla aşın dere­
cede dostluk kurmak, insana büyük bir zarar açacağı
gibi gereksiz yere onlardan kaçmak ve onlara karşı düş­
manlık beslemek de insana çok şeyler kaybettirir. Çünkü
samimiyet kurduğumuz dostlanmız, üzerimize fazla bi­
ner ve zaman kaybetmemize neden olurlar. Lüzumsuz
işlerle bizi gereğinden fazla oyalarlar. Düşmanlara ge­
lince, onlar da bize işkencede bulunur, rahatsız eder, sı­
kıntıya sokar ve yorulmamıza sebep olurlar. Ama sı­
kıntı ve meşakkat bunlar olmadan meydana gelmiş, Is­
lâm'ın her hangi bir emrini uygulama yolunda ortaya
çıkmışsa, meselâ bir adamın samimiyetinden şüphe et­
miş ve hediyesini geri çevirmişsek, burada sâdece A l­
lah'ın rızâsı gözetildiği için bundan doğacak düşmanlık
sonucu asla bize bir zarar gelmeyecektir. B ize düşen, bu
tür zararlara aldırış etmemek, yüce Allah'a tam olarak
bağlanmak ve dikkatimizi O'ndan gelecek yardım nokta­
sında yoğunlaştırmaktır. Bir insan böyle davrandığı

120
tııkdirde kendisine mutlaka Allah’ın yardımı erişecektir.
Sözgelimi kendisine isabet edecek herhangi bir sıkıntı,
ızdırap, acı ve elem karşısında asla kendisini bırakma­
malı, ümitsizliğe düşmemelidir. İrâdesine hâkim olmalı,
başına gelen ızdırap ve sıkıntıyı Cenâb-ı Hakk'ın hik­
metine bağlamalı ve ona nza göstemıelidir. İnsan böyle
davranırsa elbette Allah'a yaklaşmayı hakeder. Zîrâ bu
tür çilelere katlanmak, Allah'a yaklaşmanın gereklerin­
dendir. Fakat bu esas konuda insanın Unutmaması gere­
ken önemli bir şey daha vardır ki o da şudur:

Mala düşkünlük, toplama ve stoklamaya özen gös­


termek, servet edinme ve sermaye biriktirme ihtirası,
stoklanmış malı gayesiz ve ölçüsüzce saçıp savurma ça­
bası, kalp huzursuzluğundan ve gönül sıkıntısından
başka bir sonuç doğurmaz, İhtiraslı kişinin hırsı süre­
cek, hırsına düşkünlüğüne devam edecek, bu noktada
bir değişiklik olmayacak, ancak elindekini saçıp savu­
ran, yerli yeisiz harcayan kimsenin durumuna gelince,
varlığını tükettikten, servetini dağıttıktan sonra içine dü­
şeceği ekonomik sıkıntıdan ye yokluktan dolayı başka­
sının malına göz dikecek, hâlİcın elindeki malvarlığını
gasp etmek isteyecektir.

r
F Â R k iN D A OLM ADAN YAPILAN NEFİS
M Ü CA DELESt '

. Şeyh Tehânevî rahimehullâh nefisle mücâhededen


bahsederken çok anlamlı bir şekilde konuşarak şuhlim
söyledi: . ’‘

121
"insanın farkında olarak ve olmayarak nefsine
karşı çıkması, onunla mücâhede etmek demek değildir.
Ona, böyle karşı çıkmak, ister tasavvuf erbabının bili­
nen yöntemleriyle olsun isterse başka yollarla olsun far-
ketmez. Daha doğrusu şu dünyada bizim müdahalemiz
olmadan ve bizim isteğimiz dışındaki bütün olaylara gö­
ğüs germek, onlara katlanmak ve hepsini sîneye çek­
mek, bunun sonucunda tabîî olarak dert ve acı çekmek
başlıbaşına bir mücahededir, hattâ en büyük mücâhede-
dir."

Tarikat erbabından ileride gelenler derler ki:

"Acı ve üzüntü, neffisle mücâhedenin en üstün de-


recelerindendir. Çünkü bunlara katlanma sonucu nefiste
alçalma ve onurunun kırılması söz konusudur. Alçak
gönüllülük ve onur kırıklığı ise kulluğun en belirgin
özelliklerindendir."Mâneviyat erlerinden biri olan Ebû
Ali E'd-Dtıkkâk (Allah rahmet eylesin) diyor ki:

"Üzüntü çeken insan, Allah’ın yolunda o kadar


ilerler ki, diğerleri o noktaya gelmek için senelerce uğra­
şır da yine gelemezler."

NKFİSLE M ÜCÂHEDE İN SA N D A K İ K Ö T Ü L Ü K L E R İ
KÖKÜNDEN YOK EDEM EZ

Nefisle mücâhede konusunda tuhaf olduğu kadar


önemli bir mesele vardır ki, o da nefse karşı gelmekle
bütün kötü huylan kökten yok edebilmenin mümkün
olamıyacağıdır. Nefis mücâhedesiyle yapılabilecek şey,
sâdece kötü huylonn yönlerinin değiştirilebilmesidir.

122
Tasııvvufi ah^tırrmı, kötü huylan kökünden kazı­
yıp çıkaramaz, belki sâdece onlan düzenler, doğrultur
ve iyileştirir, Bu işlem kötülüklerin kazınıp atılması
değil, onların köklerinin belirtilerinin değişikliğe uğra­
masıdır. Sonuçta kötü huylar giderek, yerini iyi huylar
alırlar. Sözgelimi bir adam cimri ve öfkeli ise, bu kötü
huyların onda bir iz bırakmadan yok olup gitmesi müm­
kün değildir. Ancak yapılabilecek şey, kötü huylann dü­
zeltilmesi ıslah edilmesi ve eksik yanlarının tamamlan­
masıdır. Bu kötü huylar, önceleri yanlış yönlerde kendi­
lerini gösteriyorlarsa, diyelim ki; cimrilik, insanın iyi­
likte bulunmasına engel oluyor, öfke de iyi kimselere
karşı kızgınlık biçiminde kendini gösteriyorsa, bunlar
tasavvufi terbiye ile yön değiştirerek, sakınca doğuracak
yerlere yardımda bulunmama ve Allah'ın kızdığı kimse­
lere öfkelenme şeklinde ortaya çıkarlar. Görüldüğü gibi
bu metodu kullanarak kötülük ve kötülüğe giden yollara
sın çevirerek onların yerine iyilik ve iyiliğe giden yolla­
rın yerletirilmeleri mümkündür. Buradan da anlaşılacağı
gibi kökleşmiş olan huykmn tamamen değişmesi müm­
kün olmayıp ancak ahlâkın değişmesi mümkündür. Ni­
tekim Madîs-i Şerifte de öyle denmiştir:

“Bir dağın yerinde kaybolup gittiğini işittiğiniz za­


man inanın, bir adamın tamamen huyundan vazgeçtiğini
duyarsanız inanmayın."

Ancak huylann görüntü ve belirtilerinin değişmesi


mümkün olduğu için nefisle mücâhede ve maneviyât
alıştıiTnalan emredilmiştir.

Arzu ve eğilimleri yatıştırma isteği aynen açlığı


yatıştırma isteği gibidir. Bundan maksat, acıkan kimse-

123
niıı haram lokma yemekten kendini korumasıdır. Bir
adam gelerek nefsin arzularından korunmanın nasıl
mümkün olacağını sordu. Şeyh Eşref Ali rahimehullah
buna şöyle cevap verdi:

"Bunun çaresi en kısa zamanda haram yemekten


vazgeçmen ve diğer taraftan da seni açlıktan kurtarması
için yüce Allah'a dııâ etmendir."

ÖNEM Lİ BİR UYARI

Şeyh Eşref Alî rahimehullah, Allah Teâlâ'mn mâ­


nevi hayat yolunda yapılan alıştırmalardan ve nefisle
mücâhede yolunda harcanan çabalardan sonra mutlaka
kulunun istediğini vermeye, arzu ettiği hedefe ulaştır­
maya aslâ mecbur olmadığına, tam aksine bu zorunlulu­
ğun kullara mahsus olduğuna dikkati çekiyor ve bu
noktada uyarıda bulunuyor.

Mânevi alandaki ilerleme, elbette bir takım nefis


mücâhedesi ve manevî alanda yapılan alışormalarla elde
edilir. Yapılması gereken şeyler, ilerlemek isteyen kim­
senin yapmak zorunda olduğu alıştırmalardır. Allah Te-
âlâ hiç bir şarta bağlı değildir. O, kendi lütuf v e
kereminden istediği kuluna manevî hayatta ilerlemeyi
nasip eder y e görünmeyen bin türlü nimetle onu taltif
eder. Bunların hepsini yapmaya o kâdirdir. O yücedir,
istediğini istediği şekilde yapar. O'nun işlerini
sınırlamak ve O'na yollar çizmek kimin aklına gelebilir?
O'nun yaptıklarının şöyle veya böyle olması gerektiğini

124
tarif etmek kimin haddine? Bu konularda fikir yürütecek
de kim oluyormuş?

Dolayısıyla manevî alıştırmalar aşamasını geçtik­


ten sonra onu, Allah'a ulaşmanın izleyeceğini anlamalı­
yız. İzlenen bu yola "SÜLÜK" denir. Arada bir, bunun
aksi de olabilir. Yâni önce Allah'a kavuşma gerçekleşir,
sonra da ibâdet ve manevî alıştırmalara karşı düşkünlük
derecesinde bir istek uyanır, buna da "CEZBE" denir.
Cezbe ise ya olgun bir şeyhin öğüt ve sohbetleri saye­
sinde insanın kalbinde Allah'a karşı bir yakınlık doğ­
ması şeklinde veya Allah erlerinden bir ermişin başından
geçenleri can kulağıyla ve kendini vererek dinlemek sü­
reliyle yahut da görünürde hiç bir neden mevcut değilken
kendiliğinden oluvermesi biçiminde kendini gösterir.
Böyle bir kimsenin bağrında son derece duyarlı bir gö­
nül bulunur ve manevî dereceleri (Mistik aşamaları) birer
birer geçerek olgunluğun zirvesine ulaşır.

Ü ST Ü N TUTU LA N M ÂNEVİ ALIŞTIRM AVE


A L L A H ’A ULAŞM AK İÇİN İZLENEN YOL (SÜLÜK)

Mânevî alıştırma ve Allah'a ulaşmak için izlenen


yoldan amaç; tevbe, sabır, şükür, korku, ümit, dünyaya
önem vermemek, Allah’a bağlanmak. O'nun bir oldu­
ğunu gönülden tasdik etmek, O'na karşı son derece
sevgi beslemek, O'na kavuşmak için can atmak, içtenlik
ve doğruluk v.b. iyi huy ve dereceleri elde etmek, şeh­
vete diişktinlük, öfkeye yenilme, kin, çekememezlik,
cimrilik, mal ve makam düşkünlüğü, kendini beğenmek,
büyüklenmek, gösteriş merakı, dünyaya bağlılık, çok

125
konuşmak, yerli yersiz eleştiride bulunmak, v.b. çeşitli
kötü huylardan nefisle mücâhede sayesinde kurtulmak,
engel olmak ve bıınlan kısıtlamaktır. Unutulmasınki bu
yol, uzun olduğu kadar'çetindir de. Özellikle meşguliyet­
lerin arttığı, dikkatlerin dağıldığı günümüzde bu yolun
çok uiun ve çok çetrefilli olduğu inkârı kabil olmayan
bir gerçektir. Şeyh Tehânevî rahimehııllah'ın en büyük
işi de böyle bir çağda onu yenileştirme yolunda harca­
dığı çabadır.

İnsan bu detaylı çalışma içinde sürekli olarak üç


zorlukla karşı karşıya gelir. Birincisi geçmişten dolayı
çekilen özlem, İkincisi yaşanan zamanda bizi rahatsız
eden ve canımızı sıkan kuşkular, üçüncüsü ise, gele-
cekle'ilğili korku ve tereddütlerdir. Gerçek bilgiye sâhip
olanhu- gördüler, daha doğhısu Allah tarafından kendile­
rine gösterildi ki, insan çoğu kez bu yolda şeyhine yeti-
şemeden Rabbine kavuşabiliyor. Onlara gösterilen şey­
lerden biri de günümüzde insanlann güçleri azalmış,
ilgileri dağılmış ve mânevî çabalardan uzaklaşmış olma­
larıdır. Böyle olunca onlar da insanlan mânevîyâta yö­
neltmek için başka bir çare aradılar ve buldular. Onlara
göre bu çare, geçmTş ve gelecek endişesini gerçeklerle
insan arasında çekilmiş bir perde olarak görmektir.
Zâten insanın yaratılış gayesi geçm iş ve geleceği
düşünmek değil, yüce Allah'ın yaratıklannı ve ya­
ratmadaki gaye maharetini gözlem ek v e tefekkür
etmektir. Büyük velî Mevlânâ Celâleddin Rûmî bu
gerçeği ne güzel dile getirmiştir. "Geçmiş ve gelecek
düşüncesi, insanı cemâlüllahı seyretmek zevkinden
alıkoyan birer engeldir. Tevbe, g e ç m iş i. gözden
geçirmeyi, ileriye yönelik plânlar da geleceği düşünmeyi
gerektirir. Bunlar, zorunluluk sın ırla n için d e

126
kalmalıdır. Geçmişe ve geleceğe taşmamalıdır. Öyleyse
insan, tevbeye ihtiyaç duyduğu zaman geçmişi göz
önüne getirmeli, içtenlikle tebve etmelidir. Geçmişteki
anıları tekrar tekrar yaşamak ve bu konuda ısrar etmek
sakıncalıdır. Zîra insan tamamen Allah'a güvenmeli,
geçmişte yaşadığı bu yanlışlan bundan sonra asla tekrar
etmemek üzere kendi kendisine söz vermelidir. Bunu bir
görev sayarak onları büsbütün bırakmalı, bu işi daha
fazla uzatmamalıdır."

Bütün bunların üzerinde bir ibadet daha vardır ki,


hadıs-i şerifte; "Allah Teâlâyı düşünmeye dal ki, O'nu
karşında bulasın." şeklinde anlatılmıştır. Bundan da
anlaşıldığı gibi insanın zikir, Allah'ın yaratıkları üze­
rinde düşünmek ve ibâdetlerini zamanında yapmak gö­
revidir. İşte asıl zikir de budur. Asıl istenenin Allah'a
yaklaşmak olduğunu insan bilmelidir. Önce inancını
sağlamlaştırdıktan sonra isteğe bağlı olan ve Allah'a
yaklaştıran işlerle meşgul olmalı, ibâdet ve dînî görevle­
rini vaktinde yapmalıdır. İsteğe bağlı ibâdetlerin namaz
ve zekât gibi görünen ve bilinen ibâdetler cinsinden ol­
masıyla korku, ümit, sabır ve şükür gibi görünmeyen
ibâdetler cinsinden olması arasında bir fark yoktur. Yine
de onlarla meşgul olmak gerekir. Bunun yanında açık ve
gizli günahlar gibi insanı Allah'a yaklaşmaktan alıkoyan
şeylerden de uzak durmak gerekir. Böyle davranan kim­
senin kalbinde öyle bir his ve alışkanlık meydana gelir
ki, bu sayede özel bir çaba ve dikkat harcamaya gerek
kalmadan günahlardan uzak durur ve Allah'a yaklaşmayı
engelleyen bütün sebepleri aşmak için özel bir çaba har­
camasına gerek kalmaz.

127
Tarikat erbabının serbest bırakıldığı, ama bir türlü
gerçekleştirmeyi başaramadığı işlerde; büyük ölçüde za­
rar göreceğini hesap ederek durumu düzeltmeye çalış­
malı, başaran^adıgı ve gerçekleştiremediği konular üze­
rinde fazla durmamalı, gerçekleşmesi ve gerçekleşme­
mesi arasında büyük .bir fark görmemeli ve tamamen
üzüntüye boğulmamalıdır. Durumu düzeltmeye çalışır­
ken kendini harabetrnek ve mutlaka başaracağım diye
gereksiz sıkıntıya girmek de doğru bir davranış
değildir. Diyelim ki, önemli bir işte kendisinde bir
karışıklık gördü, durumu derhal düzeltmesi gerekir. Ya
da kötü bir harekette bulundu, hemen Allah'a tevbe et­
mesi gerekir, Bununla beraber konunun üzerinde fazlaca
durarak bu işi neden yaptım veya neden yapmadım
şeklinde aşın giderek üzüntüye kapılmasına gerek yok­
tur, Tevbesini yaptıktan sonra normal olarak eski ha­
yâtına döner ve gündelik işlerini takip etmeye, başlar, Eu
tür davranışların hepsi' de,insanın, kendisini gereksiz
zorlamaya itmesi demektir. Oysa bu tür taşkınlıklar kitap
ve sünnette yasaklanmıştır. Meselâ bir âyet-i kerîmede:
■ i ■ 1 : r

,. "Dîniniz^ sının oşmayınA'^ Birhadîs-i şerifte de:


"Kim karşı çıkar, zorlaşttrırsa Allah da ona zorlaştırır.
Öyleyse doğrultunuz,, yaklaşınız ye dosdoğru hareket
ediniz." buyruImuştur.;Şîr^lı Ârif de bir beytinde şöyle
demektedir, "Kendi nefisimne karşı güçlük çıkaranlara.
dünya da güçlük çıkarır,". ,

, Bu taşkınlık ve yapay güçlük derhal insanda etki­


sini. gösterir ve özellikle yeme içme konusunda ve
bedensel yeteneklerde .son derece tahripkâr olur. Çünkü

^ Kur'an, Nisâ, 4/170.


bu tür düşünmek, insanın gönlünde ümitsizlik ve bez­
ginlik meydana getirir. Verdiği zarar bu noktada da
durmaz. Maneviyât yolcusunu yolundan da alıkor.
Günlük yapması gereken zikirlerini engeller ve ibâdetle­
rini ihmal etmesine sebep olur. İşlerini aksatmasına yol
açar. Sonunda tarikat yolcusunun canına ve inancına ka­
dar ilerler. Canına vereceği zarar, sağlığının bozulması
şeklinde görülür. İnancına vereceği zarara gelince; insan
gerçek inancı anu-, bu uğurda olanca gücünü harcar, ama
buna r.ağmen kurtuluş saydığı gerçek inanca ve gerçek
felaha eremez. Ya da kendisinin gerçek kurtuluş saydığı
o inanca erişmesi birazcık geç olsa ve yavaş gerçekleşse,
derhal gönlünde Allah'a şikâyet kasırgası kopar. Bu ka­
sırga onu, kendisini uzun süreden beri yormasına ve
kendisini zahmete sokmasına rağmen "Bizim uğrumuzda
savaşanlar . â y e t i n d e söz verilen İlâhî mükâfatın
kendisi hakkında gerçekleşmemesi nedeniyle öfkelendi­
rir ve çirkin durumlara düşürür.

Burada ikinci bir sebep daha vardır ki, insan onu


anlayabilir. O da insanın yaptığı iyi işleri ve ibâdetleri
gözünde büyüterek onlan fazla bir şey sanıp karşılıkla­
rım beklemeye başlaması ve bunu bir alışkanlık hâline
getirmesidir. Öyle ki, yaptığı iyilik ve ibâdetlerin Allah'
m verdiklerinden fazla olduğunu saharak kendini ebedî
kurtuluşa ermiş kabul eder. Bu gibi durumlarda insan
kendisini kurtulmuş saysa bile küfre düşmekten geri
kalmaz ve kendisinden mânevî haller silinir gider. Zîrâ
insan hayâtının durmadan değişmesi bu dünyanın temel
kurallanndan biridir. Böyle bir olayın meydana gelmesi
hâlinde insan sıkılmaya ve bunalmaya başlar. İnsanbğın

Kur'an, Ankcbûl, 29/69.

129
hayâtında bu ve benzeri durumlar her zaman tekerrür
eder durur, ardı arkası kesilmez, bunun sonunda da hem
olayı yaşayan hem de başkaları başlanndan geçen olay­
ların etkisinde kalarak kötü söylemeye koyulur ve şöyle
derler: "Bu yolda, Allah yolunda ne iyilik, ne rahat ve ne
de mutluluk vardır. Bu yolda katlanılanların hepsi de iş­
kence ve ıstıraptan başka bir şey değildir."

Bunun gibi tehlike ve kötü sonuçlar doğurduğu


için şeyh Tehânevî rahimehullah sının aşmaktan, aşın
gitmekten, derinliğine incelemekten ve konulann üzerine
fazlaca gitmekten insanın uzak durması gerektiğini za­
man zaman hatırlatmış ve bu noktaya dikkati çekmiştir:

Hakikat yolcusu iyi bir işle karşılaşırsa, onu bir


olgunluk olarak kabul etmemeli, kalıcı olmasını temenni
etmeyeceği gibi kaybetmekten de üzüntü duymamalıdır.
Bir vesveseyle karşı karşıya kaldığında da aynı şekilde
davranmalı, onu uzaklaştırmak için kendini yormamalı-
dır. Bu durumlarda huzursuzluk hissetmeden, tereddüt­
ler geçimıeden rahatlıkla zikre sığınmak, yine de kurun­
tular gönlünden uzaklaşmazsa kendisini üzmemelidir.
Amaç, Allalı'ın rızâsını kazanmak, öfkesinden korun­
mak gayesiyle kuruntulardan sıynimak değil, aksine A l­
lah'a yaklaşmak için zikirle uğraşmak ve ibâdette bulun­
maktır. Kuşkusuz ki, nzâ-i İlâhîyi kazanmak ve gazab-ı
İlâhîden korunmak, yalnız ve yalnız onun buyruklanna
sarılmak ve yasaklarından uzak durmakla mümkündür.
Buna göre kaçırdığı bir ibâdeti derhal kaza etmeli, yap­
mış olduğu bir yanlışı derhal düzelterek bundan dolayı
yüce Allah'a sığınıp ondan af dilemelidir. Bununla da
kalmayıp sıradan kimselerin düştüğü yanlışlardan hızla
kaçınmalı ve bunkırdan kendisini kurtarmalıdır. Dünya­

130
dan sevindirici sonuçlar beklemediği gibi ahiretten de
yüce makamlar gözetmemelidir. Dünyada iyi işler ba-
şai’ması için yüce Allah'a yakarıp yalnız onun yardımım
istemeli, âhirette cehennem ateşinden koruyup kurtar­
ması için ona dua etmelidir. Sülük denilen şey de işte
budur."

BİR ŞÜPHE

Bu konu bazı insanlarda şöyle bir şüphe


uyandırır; derler ki, insanın kötülük ve suça karşı olan
eğilimi eyleme konulmadıktan ve çevreye ve kendisine
zarar vermedikten sonra nefisle mücâhedeye ne gerek
vardır? Herkesin aklına bu tür sorular gelebilir. Bu
soruya verilebilecek cevap şöyledir: "Kuşkusuz ki
nefisle mücâdele zorunlu bir görev değildir. Nevar ki,
insanın Allah'a karşı gelmekten kendisini koruyabilmesi
yolunda önüne çıkan zorluk ve engelleri aşarak nefsine
üstün gelebilmesi noktasından oldukça etkilidir. İnsanın
kendini isyandan koruması belki buna ihtiyaç
bırakmadan da gerçekleşebilir ama bu yol, oldukça zor
ve tehlikelidir. İşte nefisle mücâhedenin sağladığı
kolaylık kendini burada göstermektedir. N efisle
mücâhede, insanın arzu ve heveslerinin, tamamen
yokolup gitmesi demek değildir. Bunu, soylu bir atın
ürkme sonucu yaptığı taşkınlıktan sâhibinin dizgini
ç e k m e siy le vazgeçip sâkinleşm esi b içim ind e
düşünebiliriz. Aslında bu atın huyu güzel ve yola
yüğrük olması, bir anlık taşkınlığına engel değildir. Bu
durum ise nadiren görülebilmektedir. Ama hayvan

131
huysuz olur da aynı şekilde ürkerse, dizginini çekerek
ona hâkim olmak oldukça zordur."

Şimdiye kadar yapmış olduğumuz açıklamalardan,


nefisle mücâhede ve maneviyât yolunda ilerlemek için
yapılan alıştımia ve perhizlerin gerçek yönleri ve gerekli
oluşku'i kendiliğinden ortaya çıkmış, müsliiman sofula­
rın Pisagorcu ve Yöğilere özenerek asıl amaç hâline ge­
tirdikleri perhiz ve alıştırmalann zarar ve tehlikeleri iyice
anlaşılmış, aynı zamanda bilgisiz sofulann durumlan da
açıklığa kavuşmuş oldu.

NEFİS MÜCÂHEDESİN İN GERÇEK S O N U C U


tasavvuf! haller DEĞ İLİD İR

İnsanların, bu manevî alıştırma ve nefisle mücâ­


hede denemelerinin gerçek sonucu olduğunu iddia ettik­
leri manevî zevkler, kendinden geçme, keramet göstere­
bilme, manevî âlemlerde bâzı gözlemler yaparak o güne
kadar görmediği yeni olayları farketme, bâzı şeylere güç
yetirme, kalbine doğan bilgilerle olayları önceden haber
alma, tasavvuf yolunda değişik durumlar yaşama ve ön­
ceden düşünemediği şeylerin aklına gelmeye başlâması
gibi durumların gerçek yönleri ve manevî değerleri ne­
dir? Bu konudaki gerçek sâdece şudur ki, bildiğiniz şe­
kilde ulaşılmak istenen asıl hedef nefis mücâhe^iesi de­
ğildir. Aynı şekilde doğuracağı sonuçlar da gerçek amaç
olamaz. Nefisle mücâhede sonucu mutlaka bu hallerin
yaşanması da gerekmez. Bu sonuçların doğması kaçı­
nılmaz da değildir. Nefisle mücâdelenin ve mânevî alış-
tırmalann gerçek yönü olsa olsa bir tedbir v e tedâvîden

132
ibâreitir. Meyvelerine gelince onlan sağlığa benzetebili­
riz. Nasıl sağlıktan beklenen şey, hayattaki hedeflerine
ulaşman ya da onlan sevinç ve neşe içinde kolayca ger­
çekleştirmense, nefis mücâhedesinden beklenen şey de
hedefe vamıanda katkıda bulunarak onu kolaylaştunman-
dır. Nefis müeâhedesini karabiber gibi de düşünebiliriz.
Kendisi bir yemek olmadığı halde yemeklere hafifçe
koklatıldıgı takdirde onlara lezzet verir. Şeyh Eşref Ali
diyor ki;

"Günümüzde insanlar -yararlı ve zevkli olmalanna


rağmen- aslında temel hedefi oluşturmayan bir takım du­
rum ve şekiller üzerinde araştırmalar yapmaktadırlar.
Oysa bunlar, asıl besin maddesini teşkil etmeyen fakat
yemeğe çeşni katan biber gibidirler. Bu gün insanlar tari­
kat yolcusu kimselerin tavır ve tutumlarını izleyerek on­
larda gördükleri halleri ana hedef yerine koyuyorlar.
Oysa bunlann durumlan, sâdece karabiberden elde ettik­
leri katıkları yiyen kimselere benzer. Ben bu konuyu
Rupyeyi (Hint Lirası) örnek vereceğim. Görünüşü hiç
de göz alıcı olmadığı halde yüz kuruşluk değere sahiptir
ve pazarda alıcı bulur. Ama bir kalay parçası ne kadar
da çekici ne kadar da gözalıcı olsa yine de beş para
etmez ve aslâ alıcı bulamaz. İşte mâneVî hayatta yaşanan
haller ve duyulan lezzetler, gümüşün karşısındaki kalay
ve kurşun gibidirler. Bunlar, âhiret pazarında geçersiz
şeylerdir. Orada bunlann yeri yoktur.”

"O gayb âleminden gelen ilhamlar, ruha gelen zevk


ve tutku derecesine varan özlem, gerçekten elde edilmek
istenen sonuçlar değil, belki birer eğitim metodlandır.
Bu metodlar, kimi insanlara birdenbire görünür. Ruh
eğitiminin kendinden geçme dışında başka bir yolu daha

133
vardır ki o da, bir velînin yardımı ve kararlılıkla bu
yolda ilerlemektir. Önemli olan bu yoldan aynimamak
ve dâima bu yolda yürümektir."

GERÇKK TASAVVUF İKİ CÜMLEDE


TOPLANMIŞTIR

Gerçekte insan gönlüne gelen bu bilgiler ve yaşa­


nan bu haller bir takım duygusal tepkilerdir. Kırgınlık
ve gücenikliklerdir. Ancak tarikatta esas gâye danimak
ve gücenmek değil, amel ve ibâdettir. Bu gerçeği şeyh
rahimehullah bilginlerden birine anlatmak istediyse de o,
hakkıyla anlayamadı. Çabucak danima ve gücenme
özelliğine sahip bir bünyede olanlar, bu durumlan nor­
mal olarak yaşamazlar. Onlar kızdıklan ve gücendikleri
zaman bu kızgınhklan baygınlık ve kendini kaybetme
derecesine varır. Genellikle de insanlar kendinden geç­
meyi gözlerinde büyütür, insanın kendinden geçmesini
ve aklını kaybetmesini erişmek zannederler. Saygı değer
okuyucu! Allah uyanmak ya da ayılmak için mi hatırla­
nır ve anılır, veyahut bayılmak ve kendinden geçmek
için mi? Efendim Ubeydüllah E'1-Ahrar (Allah ona rah­
met eylesin) diyor ki:

Kendinden geçerek her zaman Allah'a yakınlık


elde edilmez. Çünkü kendinden geçme durumunda târi-
kat ehlini Allah'a yaklaştıran faktörlerin etkisini sürdür­
meleri çoğu kez düşünülemez. Oysa ibâdet, yakınlığın
sebebi ve dayanağıdır, insan kendinden geçme duru­
munu gözünde büyütmeğe devam ederse aldanır ve
kendini avutur. Zîra bu durumlar çoğu kez mânevî il­

134
hamlar değil, yalnızca benlikten doğan kuruntulardır.
Olgun insanlardan başkası da bunlan fark edemez, ger­
çek yönlerini tam olmak kavrayamaz.

Gerçek yetki ve yetenek sahibi olgun insanlara ge­


lince, onları benliklerinden doğan aşağılık durumlar,
ileri görüşlü olmaktan alıkoyamaz. Ancak ruha ânz olan
mânevî haller dışında . Bunlar ise olgun kimseleri ger­
çekleri görmez eder. Fakat halkın bundan haberi yoktur.
Aralarındaki fark, şeker pancarıyla şeker arasındaki fark
gibidir. Anlatıldığına göre bir kısım düşkün yoksullar
bir eğlenceye giderler ve orada kendilerine iki'am edilen
sütlü yemekleri yerler. Ancak yedikleri yemekten pek
hoşlanmazlar. Derler ki, bu ne biçim yemek? Ne tadı
belli ne de kokusu. Tükrüğe benzemiş. Bunun nedeni de
pancardan başka bir tatlı tanımamış olmalarıdır.
Gerçekten bu yönde bir şeyler bekleyenler, mânevî
mertebe ve derece umanlar, şeker pancarına alışan
köylülere benzerler. Bu durumda ben diyorum ki, iyilik
ve ibâdete sarılınız. Ne olduğunu bilemediğiniz mânevî
durumlara şekil ve görüntülere îtibar etmeyiniz. Bunu
yaparsanız gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve
insan kalbine doğmayan mânevî zevklere, sizin için
hazırlanan türlü türlü nimetlere çok yakında
kavuşursunuz. Asıl hedef benlikten doğan şekiller değil,
mânevî durumların yaşanmasıdır. Zîra benlikten doğan
şekiller bâzan gelir, bâzan da gider.

Yaşanan bu hallere gelince, bunlar tat^at yolunda


karşılaşılan fayda ve zevklerden ibârettir. Sağladığı ya­
rar, hedefe sıkılmadan ve bıkmadan vardırabilmektir.
Ancak tamamen tehlikelerden de annmış değildir.
Çünkü çoğu kararsız kimseler, bu yolda a^m le yürü-

135
nıekten vazgeçtiler ve bu tür heveslere kapıldılar. Bunun
arkasında yatan neden şudur ki, insanlar çoğu zaman
şekilleri amaç ve hedeflerin yerine koyuyorlar, kendile­
rini Allah'a yakın sayıyor, O'nun indinde makbul
olduklannı zannediyorlar. Böyle olmasalardı kendileri
öyle yaşamazlardı. Şuda bir gerçektir ki bu durumlan
onlarla birlikte kâfirler de yaşamaktadır.

Bu alanda yenilikçilik ve müctehidlik ünvânını


hakkıyla kazanmış bulunan şeyh İmdâdullah (Allah'ın
rahmeti üzerine olsun), şöyle derdi: "İlâhî nurlar ve ma­
nevî haller, birer aydınlık perdedirler. Aydınlık perde­
lerse ktu-anlık perdelerden daha zorludurlar. Tarîkat Yol­
cusunun bunlardan uzak durması ve mümkün oldukça
sakınması üzerine düşen görevlerden biridir. Onlara
önem de vermemelidir çünkü hükümdarı ziyâret etmek
isteyen kimse, ne hizmetliler odasına uğrar ne de genel
hizmetler kısmına, o, doğrudan doğruya hükümdarın
makamına yönelir. Buna göre hizmetliler odası karanlık
perdelere, genel hizmetler kısmı da aydınlık perdelere
benzerler. Bu durumda tarîkat yolcusunun hiç bir yerde
durmadan yoluna devam etmesi gerekir. Zîra varılması
gereken hedef, ötelerin de ötesindedir."

KEŞÎF VE KERAMETLERİN GERÇEK YÖNLERİ

Tasavvufta yaşanan hal ve durumlann asıllanm ve


gerçek yönlerini anladıktan sonra keşiflerin, kerâmetle-
rin, ilham ve tasan'uflann gerçek yanlannı da öğrenmek
gerekir.

136
Şeyh Tehânevî rahimehullah diyor ki: Allah’a
yaklaşma konusunda hiç bir değere sahip olmadığı halde
insanlar, keşfi olgunluğun en üst kademelerinden say­
maktadırlar. Bir kısım insanların yapılan keşfe uygun
düşmekte, diğer bir kısmının yapılan da uygun düşme­
mektedir. Tıpkı insanlardan bâzılannın sâdece yakım
görebilmeleri yanında diğer bazılannın dikkatli bakış­
larla uzağı görebilen gözlere sahip olmalan gibi. Eliyle
cfıminin şadırvanını göstererek şunları söyledi:
"Faı-zediniz ki bir kimse sâdece bu kadar mesafedeki şa­
dırvanı göremezken, bir başka kimse hem şadırvanı
hem de onun ötesindeki caddeyi görebilsin, adam biraz­
cık uzağı görebiliyor diye bunu Allah'a yaklaşmış olan
kimselerden sayabilirmiyiz? Asla! İşin doğrusu bu du­
rum sâdece bir görüş türüdür, görme özelliğidir. Allah'a
yakınlıkla bu durumun hiç bir ilgisi yoktur. Bâzı kimse­
lerin yapısı keşfe uygun değildir, ne kadar da perhiz ve
alıştırma yapsalar, hayatlarında bir kez dahî keşfi elde
edemezler. Bunların hepsinin de temelinde kulluk var­
dır. Allah'a yemin ederim ki, bir kimse binlerce kez
keşfe mazhar olsa, hattâ daha da fazlasını gerçekleştirse,
yine de vicdanına dönerek kendini gözden geçirdiği za­
man az da olsa manevî yolda ilerlemediğini görecektir.
Buna mukabil Allah'a üç kez teşbih eder, sübhânellah
der de sonra kendini kontrol ederse, Allah'a yaklaşma
konusunda ilerlediğini anlayacaktır. Mânevî zevk sâhibi
olduklarını iddia edenlerden vicdanlı olanlar, bu durumu
kendi kendilerini anlamaya çalışsınlar. Kendilerini dene­
sin ve ne olduklannı görsünler."

Keşif için insanın inançlı olması şartı bile aran­


mazken nasıl olurda keşif, ermişliğin ve Allah'a yakın­
lığın belirtisi sayılabilir? Keşif denilen durum, inanana

137
da inanmayana da, inkâr edene de azgınlık yapana da,
herhangi bir dîni benimseyene de benimsemeyene de
aynı şekilde ve eşit bir biçimde görünür. Vücûdun bâzı
özel yeteneklerinin alıştırma ve tekrarlarla gelişip güç­
lendiği gibi, alıştırma ve perhizlerle ruhun bâzı özel
güçlerinin de gelişip güçlendiği bilinmektedir. Bu işin
uzmanı sayılan psikologlar ve hipnotizma ustaları günü­
müzde bu işi çok iyi yapmaktadu'lar.

Gerçekte keşif, pek öyle büyütmeğe değer bir hâl


değildir. Çünkü inkârcı bir kimse de gerekli alıştırma ve
perhizleri istenilen biçimde yaptığı takdirde keşfi elde
edebilmektedir. Hattâ hiç aklı olmayan deli bile böyledir:
"Şerhu'l esbâb” adlı eserin yazan, eserinde şu bilgileri
vermektedir:

"Keşf d en il^ hâl, deliler için de kendini gösterir,


kendisine keşf verilmiş deli bir kadını bizzat ben gözle­
rimle gördüm. Halbuki bu, kimi kez ermişlere verilme­
yebilir de. Aklını yitirmiş olan bu kadın, müshil bir
madde kullandığı zaman bu durum kendisinden kaybo­
lurdu. İşte bu nedenledir ki, keşfe dayalı bilgiler delil
olarak kabul edilmezler. Keşifler kendileri bizzat dînimi­
zin temel esaslarına uygun olurlarsa onlann doğrultu^
sunda hareket etmek mümkündür. Aksi takdirde onlara
uymak şöyle dursun, onlan terketmek başlıbaşına bir
görevdir. Olağanüstü sayılan diğer haller de böyledir.
Onlann bir kimsede görülmeleri, ne erişmişliğin belirti­
sidir ne de Allah'a yakın oluşun."

Velîlik, olağanüstü haller göstermeye ihtiyaç gös­


termez. Sahabenin çoğunun hayâtında bir kez dahî böyle
bir şey olmamıştır. Hârika olaylar, çoğu kez Yoğilerde

138
görülür. Bunlar, alışarma sonucu kazanılan beceriler sâ-
yesinde gerçekleştirilir. Değerleri de kalple yapılan
zikrin altında kalır. Mânevi alanda yol almış bulunan
ariflerin yazdıklarına göre, olağanüstü şeyler gös­
termeyen maneviyât yolculannın dereceleri, bunları
gösteren kimselerin derecelerinden kat kat üstündür.
Ariflerin en büyük kerametleri, dînimizin belirlediği
doğru yoldan sapmamak ve en büyük keşifleri
müridlerinin (öğrenci) yeteneklerini araştırarak onlan
yetenekleri doğrultusunda eğitmektir. Büyük şeyh, bir
kısım kerâmet sahiplerinin ölümleri sırasında: "Keşke
kerametle taltif edümeseydik" dediklerini yazmaktadır,

insanlardan söz söyleme yetkisine sâhip olan bâzı


kimseler: "Kerâmet erkeğin hayzıdır." demişlerdir. Ka­
dının, hayzından utanıp onu gizlemeye çalışması gibi,
erkek de kerâmet sâhibi olduğu zaman kerâmetini gizle­
meye çalışması gibi, erkek de kerâmet sâhibi olduğu
zam an kerâm etini g izlem ey e, onu kim seye
sezdirmemeye çalışır. Kerâmet sâhibi şeyhlerden çoğu,
kendileri tarafından ortaya konulan kerametten
kurtulmak isterler. Zira gösterdikleri kerâmet sayısmca
derecelerinde bir düşüş hissetmektedirler. Çünkü
kendilerine izin verilenler dışında kerâmet göster­
meyenler, kerâmeüerini âhirette göstereceklerdir, izin
verilenlerin gösterdikleri kerâmeüer ise derecelerinde bir
eksiltm e yapmayacaktır. Bunlar bu kuralın dışında
kalacaklardır.

Şeyh Tehânevî rahimehullah "E'l-Kerâmetü'l-Im-


dâdiyye" adlı eskinde kerâmetten sözederken şöyle do::

139
Keramet ancak, dînimizin esaslarına tamamen
uyan olgun insanlarda görülür. Ortaya çıkış şeklinde bir
birlik ve bir uyum yoktur. Eğer biribirini izleyen tam bir
uyum içinde olursa zâten kerâmet sayılmaz. Aynı
şekilde kerametin bir Peygamberin getirdiği din
esaslanna da uygun olması gerekir. Bu halleri çokça
görülen sihirbaz ve yogiler bir dîne bağlı olduklarını
söyleseler de onların gösterdikleri olağanüstü olaylar,
göz yanılmasından (illizyon) başka bir şey değildir.
Çünkü yaptıkları işler Peygamberlerin getirdikleri din
esaslarına uygun düşmez. Bu uygunsuzluk bid'at
sâlıiplerininki gibi temel esaslarla da ilgili olsa, günahkâr
ve ihmalkarlarınki gibi aynntılarla da ilgili olsa değişen
bir şey yoktur. Bu gibilerin gösterdikleri olağanüstü
olaylara din diliyle "İSTiDRAC" denilir. Ancak, bu
olayların görüldüğü kim seler hayatlarının her
aşamasında Allah korkusuyla yaşayan takva sahibi
insanlarsaö zaman bu olaylara kerâmet denir.

Günümüzde yeni bir moda ortaya çıktı. İhsanlar


inanç ve ibâdetine bakmadan olağanüstü olaylar gösteren
herkese "GAVS, KUTUP" gib i ünvanlan yakıştınveriyor-
1ar. Oysa daha önceki din bilginleri açıkça söylenaişlerdir
ki, bir kimseyi havada uçarken ya da su üstünde yürür­
ken görseniz bile dînin emir ve yasaklanna uygun dav­
ranmadıkça ona değer vermeyiniz!..

Bir çok sâlih kimseler derler ki, kerâmeti gizlemek


kişinin görevidir. Ancak açıklamak zorunda kalır ya da
şeyhi tarafından buna izin verilir veya insanı kendisin­
den geçiren bu durum ağır basar, bir şeyi istem e ve
seçm e imkânı kalmazsa o zaman gösterebilir. Bir de,
maneviyâta yeni adım atmış ve bu yolda ilerlemek iste­

140
yen kimsenin inancım güçlendintıek amacıyla kerâmet
Ortaya konabilir, buna izin verilmiştir.

İLHAM VE TASARRUF

İlham ve tasarruf da, tarikat ehli için esas gaye ve


bir buyruk olmadıkları kadar, gerçekte mânevi olgunlu­
ğun, ermenin ve Allah'a yakın olmanın belirtisi değildir­
ler. Daha doğrusu bunlar, hayal ile ilham arasında iyi ol­
sun kötü olsun herkesin yeterli alıştırmalar sonunda be­
cerebilecekleri şeylerdir. Alıştırmalar sistemli şekilde
yapıldığı takdirde bunları gerçekleştirmek kolaydır. Bu
beceriler tamamen insanın hayal gücüne dayanan şey­
lerdir. Eskiden sihrin en büyük temeli buydu. Yâni insa­
nın hayal gücüydü, bugün de hipnotizma ve manyetiz­
manın temel esaslarından kabul edilmektedir.

Nevar ki tasavvuf ehlinin nefisleri ve mânevi güç­


leri aracılığıyla etkileyerek bir kimse veya bir eşya üze­
rinde gösterdikleri değişikliğe tasavvuf dilinde "İLKA,
İLHAM, TASARRUF ya da HİMMET" denir. Şeyh Rahme-
tullah bu konuyla ilgili olarak "Risâletü't-Taarruf fi tah-
kîki't-Tasarruf adlı eser yazmış, kendi düşüncesini pe­
kiştirmek için de "Biz onu Rûhulkudüsle te'yid ettik"
âyetini delil olarak kullanmıştır.

"Bu İlâhî destek öyle övgüye değer özel bir


durumdur ki, insanın bedenî ve ruhî bütün güçlerine
yayılarak onları etkisine alır, onlara hâkim olur. Bu etki
ve hâkimiyet sonunda amaca uygun olarak türlü renk ve
şekillerde toptan tesir icra eden özel eserler ortaya çıkar.

141
Tasavvuf dilinde bu İlâhî desteğin adına "ILKA’ (Allah
tarafından kalbe doğan ilham), TASARRUF, HİMMET ve
CEM'ALHATIR (dikkati bir noktada yoğunlaştırma)" de­
nir.

"Şeyhlerdeki bu etkileme gücü, çoğu kez pehli­


vanlardaki vücut geliştirme gibi alıştnma ve idmanlarla
elde edilir. Yapılan cimnastik, sportif çalışmalar vücûdu
geliştirdiği gibi, perhizler, mânevi alıştırmalar da şeyh­
lerdeki bu gücü geliştirirler.

Bu mânevi güç, genellikle şeyhlerdeki gibi yüksek


idealler uğrunda kullanılırsa övgüye değer ve takdir edi
lir. Eğer amaç, sıradan ve bayağı şeyler ise o zaman da
yerilir ve çirkin olur ve çirkin görülür.

Ancak bu etkileme gücü her zaman dînî üstünlük­


lerden sa3nlamayacağı gibi iyi Bir insan olmanın ve
Allah katında değeri bulunmanın da belirtisi olarak kabul
edilemez. Çünkü dînî hayâtı düzenli olsun olmasın
herkes, gerekli alıştırmaları yerli yerince yaptıkları
takdirde bu beceriyi zamanla kazanabilir. Öyleyse bu güç
hakkmda verilecek karar, bedensel güçler hakkında
verilecek karar gibidir. Kullanım açısından da onlara
benzer. Bedensel güçlerin kuUanumnda dînî ve dünyevî
yönden zararlar bulunduğu gibi, etkileme gücünün
kullanımında da bâzı zararlar söz konusudur. Müceddid
şeyh Tehânevî, özellikle günümüzde tasarruf gücünün
kullanılmamasını öğütler.

"Bu gücün kullanımı sonucu ortaya çıkacak zarar­


lardan bahsedecek olursak, çok kullanıldığı takdirde
kullanan kimsenin kalbî ve aklî yeteneklerini -çoğunlukla-

142
zayıflatır. Bunda da bir çok hastalıklann ortaya
çıkmasına yol açan büyük bir tehlike söz konusudur.
Dînî açıdan vereceği zararlara gelince; genellikle halkın
bunu bir üstünlük ve erişmişlik belirtisi kabul etmesidir,
bu ise inançlara zarar verir. Tarikata yeni giren mürid ve
talipler de, böyle küçük şeylerle yetinerek nefislerini
ıslah çabasından vazgeçebilirler ki bu da manevî ilerleme
yönünden büyük kayıptır.

Eskiden yaşamış iyi insanlar bu zararlanndan


ötürü onu kullanmaktan çekinmişlerdir. Halbuki onların
yaşadığı çağlarda zararlar bu günkü kadar büyük de­
ğildi. Hattâ yok denecek kadar azdı. Zîra anlayışları ye­
rinde ve yapılan sağlam olduğu için güçleri mükem­
meldi. Bunlann dışında bir de insanlar, şeyhlerin yar­
dım ve desteğiyle kendilerinde meydana gelen ufak tefek
tasavvuf! hallerle yetinmek istiyorlar. Oysa bu durum ne
faydalı ve ne de devamlıdır. Fayda ve devam ise sâdece
insanın kendi çaba ve gayretleriyle geldiği nokta ve elde
ettiği hallerdedir.”

"Unutmaymız ki şeyh, talebe için bir yol gösterici


ve bir rehberdir. Yoksa esas işi yapan ve ameli gerçek­
leştiren değildir. Herkes kendi görevlerini bizzat kendisi
yapmalıdır. Bir hasta doktora gider ve durumunu anlatır
da doktor da ona ilaç yazarsa, bu durumda hastanm ne
yapması gerektiğini söyler misiniz? Eğer hasta, dokto­
run bizzat hastalığı geçirmesini ister de ilaç kullanmayı
düşünmezse bu hasta ahmaktır, işte şeyhlerinden kalple­
rine ilham doğmasım isteyen bu kimseler de, doktorun­
dan reçete yerine hastalığım gidermesini isteyen hasta­
lara benzerler."

143
"Şeyh Rahmetullah, insanların şeyh îmdâdullah
rahimehullah'dan yalnızca dua ve ilham istemeleriyle
ilgili çok tuhaf ve bir o kadar da ilginç bir olay anlaur.

o i- Şeyh Hacı îmdâdullah (Mekânı cennet olsun)


Bombay'a geldiği zaman zengin bir tüccar, Allah'ın
evini ziyâi’et etmeyi nasîb ettıjesi hususunda kendisi için
duada bulunmasını rica etti. Şeyh ricasını bir şartla ye­
rine getirebileceğini belirtti ve şartını da şöyle açıkladı:
Vapur kalkacağı gün sen kendini tamamen bana bıraka­
caksın, seni ben yöneteceğim, elinden tutarak götürüp
kalkmak üzere olan gemiye bindireceğim, gemi seni alıp
gidecek, böylece hacca gitmiş olacaksın, bunu yapma­
dan benim duamın faydası olmaz."

Peygamber efendimizin amcası Ebû Talip, kendi­


sini en çok sevenlerden ve O'na destek olanlardandır.
Bütün inkarcılar O'na karşı ayaklandığı ve düşmanca
davrandığı sırada amcası Ebû Tâlip O'na arka çıktı ve
O'nu korudu. Dâvasında yanında oldu ve O'nu öksüz
bırakmadı. Buna kıurşılık Peygamber efendimiz de am­
casını çok seviyordu. Bu karşılıklı sevginin sonucu
Peygamber efendimiz de amcasının müslümanlıkla şe­
reflenmesi için olağanüstü bir çaba harcıyordu. Nevar ki
bu olağan ikstü çabalar bile amcası üzerinde hiç bir etki
bırakmıyor. Peygamber efendimizin bu yönde harcadık­
ları içten çabalar onun müslüman olması için yeterli ol­
muyordu.*^^

Şeyhin bu suyruda ve ilerde sözünü ettiği irâde ile ilgili olarak


çağımızın büyük psikoloğu W. Ceymis "imânın irâdesi" adlı
bir eser yazmış ve bu eser Dr. Mahmut Hubbullah tarafından
"İrâdclü'l-îıikâd" adıyla Arapçaya çevrilerek 1946 da Kahire'de
basılmıştır.

144
Bu konuda üzerinde durulması gereken önemli bir
konu daha vardır ki, o da çoğu insanlann istiyoruz de­
melerine rağmen bu sözlerinde samimî olmayışlarıdır.
Daha doğrusu bu insanlar yalancıdırlar. Çünkü istemek,
irâde ve temenni kelimeleriyle iföde edilir ama ikisi ara­
sında nüans farkı vardır. Yâni temenni ve irâde başka
başkadır. Buna şöyle bir örnek verilebilir. Hacca gitme
konusunda iki kişinin konuştuğunu farzedelim. Bunlar­
dan birinin: "Her müslüman hac görevini yerine getir­
meyi arzu eder." dediğini istemeyerek işitmiş olduğunu
düşün. Bu adama sen; sözlerin yalandır, doğru söyle-
seydiıı herkes hac görevini yerine getirirdi. Bu sözünü
öyle değil de "hac ibâdetini yerine getirmek herkesin te-
mennî.sidir", deseydin doğru olurdu, dersin. Normalde
yalnız temenni insanı o şeyi yapmaktan geri bırakamaz.
Zira istemek bir tür hazırlıktır ve hazırlığa başlamak
demektir. Bir insan çiftçiliği ister de araç ve gereçlerini
tedârik etmezse bu adam sâdece çiftçiliği temenni ediyor
demektir. Bir başkası da arzu ile birlikte araç ve gereçleri
tedârik ediyorsa işte bu adam çiftçiliği gerçekten istiyor
demektir. Câmide kılınmakta olan namaza yetişmek iste­
yen iki adam da bunun gibidir. Birisi sâdece istek aşa­
masında kalıyor, diğeri ise bu istekle birlikte teşebbüse
geçip câmiye koşuyor. Bu işi gerçekten isteyen kimse
ikinci adamdır. Birincisi ise sâdece temenni etmektedir.
Arzu ne zaman amele dönüşürse o zaman bir sonuç al­
mak mümkündür. İsanda irâdesini gerçekleştirme gücü
kalmadığı zaman, amaca ulaşmak için başka yollar ara­
nıp bulunur ve gayret benden başan Allah'tandır denilir.

Zaman zaman maneviyât yolcusunun gönlünde


öyle bir hâl belirir ki bu, şeyhinin yardımının bir sonu­
cudur. Bu hâl şeyhin yardımı olmadan müridin kendi

145
çabasıyla ortaya çıkamaz. Yalnız başına çabayla elde
edilse de faydalı olmaz. Bu manevî sezginin yararlı
olabilmesi için müridin hareketlerinin (ibadet v.b.) ona
eşlik etmesi gerekir. Böyle olmazsa bu hâl mürîdden si­
linir gider. Söz gelimi ateşte ısınan bir kimseyi düşüne­
lim, ateşe yakın oturursa ısınmaya devam eder, uzakla­
şırsa ısınma sona erer. Soğuğun etkisi sonucu zamanla
vücud buz kesilir. Tıpkı bunun gibi maneviyât yolcusu
da, ne zaman şeyhinden uzaklaşırsa çırılçıplak ve eli
boş kalıverir, âdeta onunla hiç beraber bulunmamış gibi
olur.

Aynı şekilde insan, çalışarak kazandığı mallara


değer vererek, çalışmadan sâhip olduğu malları da hor
görerek biribirinden ayırır. Nitekim bir adam eski ayak­
kabılarını yünden dokunmuş değerli bir hırka ile temiz­
lerken neden böyle yaptığım soranlara, ayakkabının
kendi kazancıyla alındığını, hırkanınsa babasından kal­
dığını ifade etmiştir. Ucuz alan ucuz satar, bir çocuğa
vereceğiniz bir çörek ya da bir dilim ekmek karşılığında
elindeki inciyi almak mümkündür. İranlı Şâir bu gerçeği
ne güzel dile getimiiştir:

"Güçlerinin yettiği kadar ibâdet eden kimselerin,


hayatları boyunca yaşantılan dengesini korur. Yeter ki
bunlar büyüklük taslamasın, düşünmeden konuşmasın
ve yapmacık bir ediplikle dudaklannı kıvınp avurtlarını
doldurmasınlar. Zîra bu durumlardan hiç biri de arzu
edilen şeyler değillerdir ve esas hedef olamaz."

Günümüzde insanlar, bir takım etkilenme olayla-


nnı erişmişliğin kriteri ve mihenk taşı kabul ediyorlar.
Bir kimsenin nazara uğradığını, aklını yitirdiğini ya da

146
duygLiUınmn karıştığını farzedelim. Şimdi bu adam yu­
karıdaki ülçiilcre göre erişmiş sayılır mı? Hemen belirte­
lim ki, bu inanç asılsızdır, boştur. Eğer bu etkileme
olayları veliliğin belirtilerinden olsaydı, Peygamber
aleylıissalâıil vesselâm efendimiz mutlaka bu yola başvu­
rurdu. Müşriklerin kendisine pusu kurdukları ve onu tu­
zağa düşürmek istedikleri gün meydana gelen olaylar ni­
çin meydana gelmişti? Sağ sfılim kurtulabilmek için ne­
den onların dalgın oldukları ânı kollamıştı? Onları bir
an bile olsa neden unutmadı? Bir bakışıyla onları neden
gaflet uykusuna daldınvermedi?

İşin doğrusu bu gibi durumlarda her zaman


yaptığı hareketi tekrarladı, Allah'a boyun eğerek, âciz
bir kul olduğunu itiraf etti ve sıradan bir kul gibi O'na
yakarışta bulundu. Yaptığı hareket ne mânevi gücünü
kullanarak çevresindekileri etkilemek ve ne de bu güçten
yararlantırak olağanüstü bir olay sergilemek olmuştu. Şu
kadar varki hicret sırasında kendisini izleyen ve
yakalamaya çalışan Ca'şem oğlu Sürâka için yaptığı şey
de sâdece: "Allah'ım! Bizi onun kötülüğünden koru."
şeklindeki duâdan ibarettir. Sonuçta Sürâka'nın atı
karnına kadar kuma gömüldü. Sürâka başına gelen
olaydan d olayı paniğe kapılarak Peygamber
efendimizden ricada bulundu ve şöyle dedi: "Umarım
benim için dua eder, içinde bulunduğum bu durumdan
beni kurtarırsın. Özellikle Allah'a dua ederek beni kur-
tamıanı rica ediyorum, seni Kureyşe ihbar etmemeye de
söz veriyorum." Bunun üzerine Rasûlüllah aleyhissalâtü
vesselâm'ın yaptığı dua sayesinde kumlara gömülmüş
bulunan atın ayaklan oradan kurtuldu.'

147
"Muhterem okuyucu! Bilmelisin ki, veliliğin öl­
çüsü şudur; İnsan Allah korkusunda, kulluk ve dünya­
dan kopmakla ilerlediği oranda Peygamber aleyhissalâtü
vesselam efendimize bağlılık ve ona benzemek yönünde
de ilerlemiş olur. Çünkü veliliği besleyen enerji kaynağı
ve onu sulayan pınarın başlangıcı Peygamberlikte nok­
talanmaktadır. İşte veliliğin asıl mihenk taşı budur! Ne
kadar acınacak bir durumdur ki, günümüzde insanlar
gerçek bilginlere fazla değer vermemişler ve bu yüzden
de bu derece büyük yanılgılara düşmüşlerdir."

BİR ŞEYHE BAĞLANMAK

Şeyhle talebesi arasındaki bağlılığın gerçek yö­


nünü anlama konu.sunda aşınlığa gidildiğini ve saplan­
tıya düşüldüğünü, bir kısım insanın bunu asılsız bir
bid'at saymasına kıu'şılık diğer bir kısmının da tıu-îkatın
esas unsurlarından biri olarak gördüklerini, üzülerek
gözlemekteyiz, İkinci gruba giren kimseler, bağlanmayı
bir tören ve usul kabul ederek, ibâdet ve kavrayışa ihti­
yaç duymadan şeyhe bağlanarak, el-etek öperek ve
ayağa kapanarak bir yere Varabileceklerini, manevî
alanda ilerleme sağlayacaklarını ummaktadırlar. Oysa
insanın manevî yolda ilerlemesini sağlayan şey, yalnız
ibâdettir. Şeyhinden edindiği bilgileri kendi hayâtına uy­
gulamaktır. İnsan ileriyi gören şeyhin gösterdiği yoldan
gitmeli, belirlediği hedefi kendisine ideal edinmeli, ver­
diği reçeteyi aynen uygulamalı ve onu kendisine rehber
edinmelidir. Burada şeyhiyle arasında törenleşmeye yön
tutan bağlanma olayı önemli değildir. O, olmasa da
böyle davranılması gerekir. Şunu da belirtmekte yarar

148
görüyorum ki, bu sözlerden, herhangi bir tarikata gir­
menin Allah'tan (her türlü noksanlıktan tenzih ederim)
bereket getirmeyeceği anlaşılmamalıdır. Daha doğrusu
bu .sözden, şeyhe bağlanma olayım tarikatların temel
esaslarından biri saymanın büyük bir yanlış olduğu an­
lamı çıkarılmalıdır. Çağımızda şeyhe bağlanma olayı­
nın iç yüzüyle ilgili bilgisizliğin halk arasına hızla yayı­
lışına ne kadar hayret edilse azdır.

Bağlanma ve dileme kelimelerinden, mürîd teri­


minden, gerçek bağlanmanın (bey'at) ne olduğu açıklığa
kavuşmuştur. Daha doğrusu şeyh rahimehullah'ın yuka­
rıda gerçekten istemekle sâdece dilek ve temennide bu­
lunmak arasındaki farkı açıkladığı gibi işin doğrusu ke­
limelerin taşıdığı anlamlardan da anlaşılmaktadır. Bu
açıklamaya göre btığlanma olayı sâdece arzu etmekten
ibaret değil, tımaca ulaşmak için gerekli araç ve gereçleri
de önceden lıtızırlama girişimidir. O yönde atılan kararlı
bir adımdır. Önüne çıkan engellerden yılmama azmidir.
Bu anlamda mürîd, nefsini olgunluğa ulaştırmayı, ken­
dini düzeltmeyi, iç dünyasında uyum sağlamayı ve te­
reddütlerden kurtulmayı kendisine hedef edinen kimse­
dir. Gerçek maneviyat yolcusu böyle olmalıdır. Hedefe
götürebilecek bütün araç ve gereçleri önceden tedarik
edip hazırlanmalı dalıa sonra da o yönde ilerlenmelidir.
Gerçek bağlanmtı, bu hedefe varabilmek için mâneviyat
erlerinden bir önder, gidilecek yolu önceden bilen bir
rehber edinmek suretiyle ona uyarak mâneviyat yolunda
aşılması gereken basamaktan tehlikelerden korunmuş
bir şekilde hızla ve kolayca çıkmasıdır. Başka bir ifa­
deyle bağlanma manevî alanda kendisinden daha dene­
yimli ve beceri kazanmış bir mürşide kendisini teslim et­
mek, bu becerikli eğitimciye işleri emânet etmektir.

149
Adetâ bu olay şatlık olan bir malı vitrinde sergilemeye,
hasta olan birinin kendini güvendiği doktorun ellerine
bırakmasına ve başka hiçbir kimsenin tavsiyesine kulak
asmamasına benzemektedir.

Ama doktor da. kendisini olağanüstü bir bilgiye


sahip, alanında benzersiz ve rakipsiz kabul eder, mesle­
ğin tüm inceliklerini kavrayan bir hekim olarak görür de
bunlarla öğünıneye kalkar, okuduğu tıbbî eserleri iyi an­
lamakla yetinir ve uygulamalı olarak hiç bir hasta tedâvî
etmeden eserlerden edindiği bilgilere dayanarak kendi
hastalığını tedâvî etmeye girişir ve bunu yapabileceğine
inanırsa bu durumda doğrudan doğruya canını tehlikeye
atmış olur. Eğer bu doktor ilaçların yapımında kullanı­
lan kimyasal maddelerin özelliklerini bilmez, bu yolda
yapmış olduğu çalışmalara yıllannı vermez ve bu alanda
ciddî bir çaba harcamış olmazsa bu durumda kimseye
ilaç yazma ve tavsiyede bulunma yetkisine sahip olamaz.
Bir sağlık merkezinde, deneyimli bir doktorun gözeti­
minde stajiyer olarak çalışmamış ve hâyatında hiç bir te­
dâvî uygulaması yapmamışsa, en ufak bir hastalığı bile
tedtlvî edemez. Bâzı tıbbî eserler yazan ünlü hekim
"Kebîruddin", yalnız bir hekim değil aynı zamanda
kendi alanında kendisini kabul ettiren büyük bir insandı.
Bu zât bile öksürük, nezle ve grip gibi günlük sıradan
hastalıkları tedâvî edemiyeceğini söylerdi. Daha önce
hayatı tıp öğrenimiyle geçen, tıbda otoriteliği kabul edi­
len ve bu alanda profe.sörlük unvanı kazanan; doktor
(Nuri Kerîm Deryâbâdî) de, yemeğini yollarda yediği,
öğrencilerini yollarda okuttuğu halde kimseyi tedâvî et­
meye cesaret edemedi. Tanınmış hekimlerden ve sayılı
uzmanlardan olduğu halde teşhis ve tedâvîde bulunmadı.
Bu durum sâdece tıp alanına âit olaylarda söz konusu

150
değildir. Aksine bilim ve tekniği ilgilendiren tüm olay­
larda söz konusu olabilir, hattâ hayâtın bütün alanlarında
geçerlidir. İnsan sâdece kitaplardan edindiği bilgiye da­
yanarak ve demiri kullanmayı öğrenerek madenî eşya
imal edemez, masa ve sandalye üretemez. Yalnız pratik
yemek kitaplarını okuyarak mükemmel bir yemek pişi-
remez, pişirse de zaman ve malzeme kaybı çok olur. Pi­
şirilen yemek de tam bir yemek olmaz ve bilen birinin
pişirdiğine uymaz. İşte bu bir ktırışıklık ve uyumsuzluk­
tur. Tıbbî eserler tıpla ilgili bütün bilgileri kapsasalar
bile onları okumakla insan kendi kendisini tedâvî
edemez, onlardan ancak doktor olanlar yararlanabilir.

Her isteyen onUu'dan yararlanamaz. Önemsiz bâzı


hastalıkları tedâvî edebilirsiniz, ama ciddî hastalıklan te-
dâvîye girişmen ve ilaç tavsiyesinde bulunman son de­
rece sakıncalı olabilir. Her yıl yağmur mevsiminin so­
nunda benim ateşim yükselir ve doktor da her zaman
aynı reçeteyi yazardı. Kendi kendime şu reçetenin bir
benzerini daha yazıp, ihtiyaç duyduğum zaman doktora
başvurmadan onu kullansam diye düşündüm ve bir yıl
bu düşündüğümü uyguladım, fakat faydasını görme­
dim. İşin sonunda doktora başvurmak zorunda kaldım.
Doktorun tedâvîsi sonucu iyi oldum. Araştırdım ve öğ­
rendim ki, o yıl balgamla birlikte safra da varmış. İkisi­
nin eşitliğine göre hazırlanan bu yeni reçeteyi de kopye
etseydim bunun da faydasını görmeyecektim. Çünkü
her yıl değişen safra ve balgam oranlarım bilemezdim.
Bana bunu anlatacak bir kimse de yoktu. Balgam ve
safranın birbirine oranını, hangisinin çok, hangisinin az
olduğunu, ancak kan dolaşımından ve kalp atışından
anlayan bir doktor farkedebilir. Sâdece kitapları okuya­

151.
rak kimsenin hasta tedâvî etmesi mümkün değildir. An­
cak doktor olursa belki.

«Özetle şöyle diyebiliriz; eğer maneviyât yolcusu,


şeyhin rehberliğine güvenmez, onun izinden yürümez ve
huzCıru onda bulmaya çalışmazsa, istediği kadar
güçlükle mücadele etsin, isterse hayâtı sıkıntı ve ızdırap
içinde geçsin, hiç bir şey ona yarar sağlamaz. Bu yol,
tam bir teslim olma, tereddütsüz boyun eğme yoludur.
Eğer maneviyât yolcusu bir konuda bile şeyhini
dinlemez, ya da dinlediği halde tereddüt eder veya kendi
görüşünün doğruluğuna inanırsa maneviyât dünyasında
yoksunluktan başka herhangi bir kazancı olamaz. Bu
durum, mfıneviyât yolcusuyla rehberi arasındaki
ilişkinin en tehlikelisi, en çapraşığı ve en çetrefillisidir.
Mürîdle mürşid arasındaki ilişkilerin bir çok usûl ve
erkânı vardır.»

Bu, lierkesin anlıyacağı açık ve sıradan bir konu


hâline gelmiştir. Artık aynntılara inmeye v e örnekler
vemıeye hiç gerek kalmamıştır. Şunu da belirtmekte ya­
rar vardır ki, geçmiş dönemlerde kısa görüşlü geçm işe
meraklılarla, körü körüne başkalarını taklit eden câhil
sofulıu-, tasavvuf alanında iki zıt kutba ayrılmış bulunu­
yorlardı. Geçmiş özentisine saplanan birinci grup, şeyhe
bağlanmtıyt asılsız bir bid’at ve haramlardan sayarken,
körükörüne taklit taraftarı olan ikinci gurupsa şeyhe
bağlanma olayını adetâ vacip kabul ediyor, özellikle âyin
ve törenleri aynen tekrar ediyorlardı. Çağımızda kendi­
lerini bu işe o kadar kaptırdılar ki, yaşayışlarını düzelt­
meyi, gönüllerini saflaştırmayı, içlerinde yer eden ma­
nevî hastalıkları tedâvî etmeyi düşünmek şöyle dursun,
sağlıklı metodlar izleyerek din öğrenimini tamamlamayı,

152
dinî konular üzerinde araştırma yapmayı, dînimizin iki
temel taşı olan kitap ve sünneti iyice anlamayı zorunlu
hissetmiyor ve bu yönde en ufak bir çaba bile harcamı­
yorlar. Daha doğrusu bütün yaptıklan şey, sâdece hadîs
tercemeleri ve İngilizce yazılmış Kur’ân-ı Kerîm mealle­
rini incelemek, bir takım dergi ve gazetelerde yayınlanan
dînî içerikli makaleleri okumakla yetinmekten ibarettir.
Böyle olmalarına rağmen insanların kendilerine uymala­
rını bekliyor, yeni yöntemler koyduklannı zannediyor­
lar, içtihatta bulunduklarına inanıyor, daha da kötüsü,
kendilerini bu iş için yetkili buluyorlardı.

Tam aksine insanın, evine kapanarak, hukuk ki­


taplarım okuyarak, savunmaları inceleyerek avukat ola­
cağını sanması, cahilliğin ve bilgisizliğin katmerlisidir.
Çünkü lierkesin bildiği gibi avukatlık, hukuk fakültesini
bitirip başarılı bir imtihan vermeyi gerektirir. Hattâ bu
da yeterli değildir. Bunun yanında avukat adayının
mesleğinde başarılı, giingörmüş bir avukatın yanında
stajiyeıiiğini tamamlaması, derslerden ve imtihanlardan
sonra onunla birlikte bir süre dâvâla alıp mahkemelerde
duruşmalara katılması da lâzımdır. Duruşmalara katıl­
mayan, hâkim önüne çıkmayan, deneyimsiz bir avukata
vekâlet veren kimseyi toplum, pek normal kabul
edem ez. Bu avukat, hukuk alanında isim yapmış bir
otorite de olsa halkın görüşü değişmez. Aynı şekilde la-
baratuaıiarda deney ve gözlemler yapmadan ve bu işi
kendi başına yapabilecek ve sonuca ulaşacak seviyeye
gelmeden, yalnızca kitap okuyarak veya profesörlerin
vereceği dersleri izleyerek ilim adamı ve bilgin oluna­
maz.

153
işte bütün bu hazırlıklar, deney ve gözlemler, araç
ve gereçler, çaba ve gayretler hep bu dünya ve bu varlık­
lar âlemi uğrunadır. Bu gerçeğe rağmen, bilinmeyenler
dünyasına, âhiretle ilgili dînî meselelere dönünce hemen
her lider, her yazar, her avukat, bu derin konularla oy­
namayı, bu ince meselelere dalmayı kendi uzmanlık dalı
sayar, bunlarla ilgili yeni görüşler ortaya koyar ve bir
numaralı refoımist kesilirler.

En .sonunda böylesi insanlar, tasavvufu deşelerler


ve onu eleştirmeye koyulurlar. Sanki okyanuslar öte­
sinde yaptıkları bu araştırmaların, sonuçlan olan
gözlem ve kanaatlarını ortaya koyar gibidirler. Bu
düşünceye hizmet eden sözde bilginlerden biri, sâdece
kitaplardan edindiği, teorik bilgilere dayanarak
hazırladığı bir tebliği, konferans biçiminde dinleyicilere
sunmuştu. Bunu dinlemekte olan halîfelerden (şeyhin
halîfelerinden) normal zekâya sahip olan birisi,
konferansı düzenleyen kimseye şöyle bir hatırlatmada
bulundu: "Eğer tasavvuf sâd ece okum ak ve
araştırmaktan ibaret olsaydı, şu anda m âneviyyât
alanında senin topuğuna erişecek hiç kim se bu­
lunmazdı. Oysa gerçek tarîkat ve tarikatçılık, yalnızca
mfınevî alanda zirveye ulaşmak, dînin uygulamasını har-
fıyyen yerine getirmek ve olgunluk derecesini elde etmek
uğruna yapılan bir silkinme hareketidir. Ya da mânevî
alanda "IHSAN" derecesini kazanmak için yapılan bir
şahlanma ve canlanmadan ibarettir. Bir mürşidi kendine
rehber seçerek, mânevî alandaki bilgi ve tecrübesinden
istifade etmek üzere, adım adım onu takip etmek, mâ­
nevî alanda izinden gitmektir. Başka bir şekilde anlatmak
gerekirse; mânevî alanda ilerlemek, istenen hedefe var­
mak, olgunluk derecesine ulaşmak, eğer iç temizliğine

154
bağlıysa veya manevî hastalıJdann yok edilmesine daya­
nıyorsa, artık bu durumda insanın maharetli bir doktora
teslim olmaktan ve kendisini onun güvenilir ellerine tes­
lim etmekten başka çâresi kalmaz."

îşte bu teslimiyet işinden şeyh Tehânevî, şeyhle


talebesi, mürşidle müridi arasında bir andlaşma ve bir
sözleşme olarak bahsetmektedir. Bu sözleşmede şeyhin
görevi yönlendirmek ve yol göstermek, varsa talibin ek­
sik ve kusurlannı düzeltmek, tâlib'e düşen de mutlak i-
tâat ve şeyhi takliddir. Gerçek bağlanmanın bundan
ibâret olduğunu anlamamızla birlikte, yalnız tasavvufta
değil, hangi konuda olursa olsun taklide dayalı bir
bağlılık, dînî bir görev değildir. Bunda sâdece sülâlenin
(Tarikat silsilesi) bereketini elde etmekten başka bir
fayda da yoktur. Haydarabatta yaşayan, hem manevî
bilgileri hem de manevî zevkleri kendinde toplayan.
Şeyh Muhammed Hüseyn (Allah'ın rahmeti üzerine
olsun) in diliyle bunda ancak nefse hizmetten başka bir
fayda yoktur. Yine de müıîdin şeyhini can kulağıyla
dinlem esi, başkasından çok onun sözlerine değer
vermesi ve onu kendisine örnek alması gerekir.

Şeyh rahimehullah’m taklide dayalı bağlanmaya


verdiği değeri şu şekilde anlamak da mümkündür: Bir
keresinde Şeyh Tehânevî muridlerinden birine halifelik
vermek istemişti. Oysa o kimse üstadın şimdiye kadar
kendisinin bağlıhğım kabul etmediğini söylerdi. Bunun
üzerine Şeyh;öyleyse gel bağlan dedi. Halbuki Şeyh,
daha önce defalarca; Ben bana bağlananlan kesin olarak
tanımıyorum, manevî alanda yol almak için ibâdet ve iyi
işlere yönelenlerden, bu uğurda çaba harcayanlardan
başkalanm müridim saymıyor ve çevremde toplanmala-

155
rina da izin vermiyorum yolundaki açıklamalarıyla bir
şeyhe bağlanmanın gerçek anlam ve gayelerine işarette
bulunmuşlardı. Kendisine bağlanmak isteyenlere arasıra
bu tür açıklamalarda bulunur ve konuyu daha iyi
anlamalarına yardımcı olurlardı. Çünkü halk, bir şeyhe
bağlanmanın anlam ve gayesiyle ilgili çok az şey bili­
yordu. Şeyhe bağlananlardan bir kısmının gayesi, keşif
ve keramet sahibi olmaktır. Oysa bunlar, müride değil
mürşide bile gerekli şeyler değildir. Bu durumda mür­
idin bu gibi şeylere düşkünlük nedenini nasıl
açıklayabiliriz? Bir kısmının gayesi de, şeyhlerin
müridlerini koruyacakları ve ebedî âlemde onlara
yardımcı olacakları inancından kaynaklanan korunma ve
kurtarılma ümididir. Oysa Peygamber aleyhissalatü
vesselam efendimiz bizzat, kendi öz kızı Fâtıma
radıyallâhu anhâ'ya:" Fâtıma, kendini cehennem
ateşinden koru! Çünkü ben sana Allah'tan gelecek
şeylere karşı garanti veremem." buyurmuştu. Bu
dunımda miirid kendisinden memnun olmadıkça bir
şeyhin müridine kol kanat germesi ve onu ileride
cehennem azabından koruması nasıl mümkün olabilir?

«Kimi insanlar zannederler ki, şeyhin şöyle bir ba­


kışı, müridini olgunluğa ulaştınr ve mânevi zevke erdi­
rir. Eğer gerçek böyle olsaydı, sahâbe (onlardan Allah
razı olsun) nin bu yönde çaba harcamasına hiç gerek
kalmazdı. Zîra tüm insanlar arasında, insanlann gönlüne
işleyen bir bakışa, ruhuna etki eden bir nazara Peygam­
berimizden daha başkası sahip değildi. O'ndan daha üs­
tünü mevcut değildi. Zaman zaman bu tür olaylar mey­
dana gelse bile (olağanüstü olarak), tekran mümkün
değildir. Zîra olağanüstü olaylar ne sürekli ve ne de ge­

lse
Teklidir, İnsanın buna güvenmesi ve işlerini buna göre
düzenlenmesi ise çok büyük bir yanılgıdır.»

«Kimi insanlarda haykırarak fırlamayı, titreyerek


kendinden geçmeyi büyük bir zevk sayıyor, uğrunda
çaba harcamaksızın, yok etmek için gayret sarfetmeksi-
zin, amel defterlerine yazılmış bulunan g,ünahlann
kendiliğinden yok olmasını ve silinip gitmesini arzu edi­
yor. İyiliklerin, istemeden ve uğrunda sıkıntıya katlan­
madan kendiliğinden ortaya çıkıvermesini ümid ediyor.
Hâtıra ve kuruntulann, telkin ve vesveselerin kalpten çı-
kartılmalan ve tamamen kovulmaları peşinde koşuyor.
Kendinden geçme ve mânevi âleme dalma hâlinin sürekli
olmasını ve hiç bitmemesini diliyor ve bu sonuncuyu da
yukardaki hallerin en yüksek kademesi olarak yommlu-
yor. Ancak bu düşüncelerin kaynağı bilgisizliktir. Bütün
bu yaşanan haller, insanın irâdesinin dışında kalan bir
takım olaylardır ki, hoşa gitmiş bile olsalar asıl gâye ve
hedef olamazlar. Belki de bu tip hâdiselerde nefsin gizli
bir tuzağı vardır. Çünkü bakıldığında bu işlerin hep­
sinde de sözü edilen şeyler saklıdır. Aksi halde Allah’ın
nzâsını arayan kimse için bu beklentiler niye? Allah n-
zâsım arayan bir mâneviyât yolcusuyla bu beklentilerin
ne ilgisi var? îranh arif bir şâir, şiirloinden birinde şöyle
diyor:

"Özlem ve kavuşma düşüncelerini bir kenara at,


dostun nzâsmı aramaya bak. ^ n k ü dosttan, nzâsından
başka bir şey istemek ârdır."

Bu tür beklentisi olan kişiler iki yönden yanılgıya


düşerler.

157
B irincisi: Bu durumlann hepsi de gerçekleşmiş
olsa, o kimse kendisini olgunluğa ermiş sayacaktır.
Çünkü ona göre asıl hedef bunlardır. Bu duruml^a gel­
dikten sonra artık onun için yapılacak şey kalmaz. Artık
o, bu güne kadar uğrunda nice mahrumiyetlere katlan­
dığı asıl gâyesine ulaşmıştır. Onun için ibâdet ve iyilik­
leri bırakmakta herhangi bir sakınca kalmamıştır. Elde
ettiği bu sıfatlarla yetinir, çok geçmeden iyilik ve ibadet­
lerle alay etmeye başlar.

İkincisi ise: Bu sıfatları elde edememe durumu­


dur ki, neredeyse sıkıntısından ölecek gibi olur. Sürekli
arzu ve irâdesine bağlı olmayan şeyleri ister ve sabırsız­
lık ve sarsıntı içinde yaşar.»

«Kimileri de zannederler ki, şeyhin nüsha ve tıl­


sımları son derece etkilidir. Kendi kendilerine derler ki;
ihtiyaç duyduğumuz zaman bunlan ondan alır ve kulla­
nırız. Ya da sanki bütün evren şeyhin enirindeymiş gibi,
onun duasının kesinlikle kabul olacağına inanırlar ve
yine içlerinden, problemlerinin çözümünde onun
duâsına başvurmayı kurar, böylece işlerinin düzgün gi­
deceğini unıtnlar. Yahut da şeyhlerinden bu işlerin
sımm kısa zamanda öğreneceklerini hesab ederler.
Daha doğrusu bunlar ve bunlar gibi düşünen kimseler,
bu işleri ve etkilerini tamamen kerametin kökeni ve
kaynağı gibi görürler. Aslında bunların hepsi de dün­
yayla ilgili birer arzudan ve kargaşa içinde kargaşa ya­
ratmaktan başka bir şey değildir.»

«Bir gün Haydarâbad'dan, namaz ve orucunu ak­


satmayan, ibâdeılcrini asla ihmal etmeyen bir memur
bana; Allah'ın erişmiş kullarından neden hiç kimse kal­

158
madı? Fııhıncıı yerden başkente nakledilmem amacıyla
Dekkân ve l lindistam tamamen dolaştım, şeyhler ara­
sında bu arzumu gerçekleştirecek hiç kimseyi bulama­
dım, demişti.

İnsanlardan bazıları da zikirle uğraşırken nurlar ve


pırıltılar göreceklerini ya da boşluktan sesler işitecekle­
rini zannederler. Bu düşünceler akılsızlıktan ve budala­
lıktan başka bir şey değildir. Önce şunu söyleyelim ki,
bu zikir ve meşguliyetlerle bû sonuçlann doğması zo­
runlu olmadığı gibi, bu hallerin meydana gelmesi zikir
ve meşgalelere de bağlı değildir. İkinci olarak şunu da
belirtmekte yanu- vardır ki, bu nur ve sesler bâzan ğâyb
aleminden gelen şeyler değil de zihnin kendi yarattığı
haller olabilir. Üçüncü ve son olarak, diyelim ki, bilin­
meyenler dünyasının bütün sırları çözüldü ve perdeler
aralandı. Bundan nasıl bir yarar sağlanacaktır? Zîra
esrarengiz dünyayı kuşatan sır perdelerinin aralanması,
insanın Allah'a olan yakınlığını fazlalaştırmaz. Çünkü
Allah, kendisine yakınlığın artmasını ibâdet şartına
bağlamıştır, insan bâzan şeytanlan melek şeklinde gö­
rebilir. Oysa şeytan, her zaman şeytandır. Ölümden
sonra o âlemin sırları, inanan ve inanmıyan herkese,
bütün çıplaklığıyla eşit olarak görünecektir. Peki o za­
man hel kesin gönlünde beslediği Allah'a yakın olma
ideali böylece gerçekleşmiş olacak mıdır?»

Buna göre gerçek bağlanmanın amacı, adı geçen


durumlar olamaz. Bu nedenle de hakikat yolcusu gön­
lünü bu tür düşüncelerden boşaltarak, onlann yerine
bağlılığın asıl amacının Allah'ın hoşnutluğunu kazan­
mak olduğu düşüncesini yerleştirmelidir. Bunun yolu da
maneviyât yolcusunun bütün dînî emirleri yerine getir­

159
mesi, dalgınlığın atılması anlamına gelen Allah'ı an­
maya aralıksız devam etmesidir. Zâten mürîdle miirşid
arasındaki gerçek ilişki, mürşidin yol göstermesi ve
müridin de bunları -zevkine varamasa ve zannettiği gibi
olgunluğa eremese de- hayâtına uygulamasıdır. Bir gün
gelip meyvesini mutlaka toplayacaktır. O da rızâ-i bârı-
dir. Allah'ın rızâsını kazanan mürîd, böylece cehennem
azâbından kurtularak cennete girecek ve hattâ Cenâb-ı
hakka kavuşacaktır. Evet, bu gâyeye ulaşmak şeyhin
telkini ve öğretmesi, müride vaadlerde bulunması, buna
karşılık mürîdin de şeyhine tamamen bağlanması, ken­
disine öğretilen hususlara haıAyyen uyması sonucu ger­
çekleşir. İşte gerçek mürîdlik ve gerçek mürşitlik budur.

«Mâneviyât yolundaki bu rfıhî eğitim ve öğretim,


tarikatlar arasında gelenekleşen bağlanma işlemine baş­
vurmadan gerçekleşse de yol gösterme görevini üs­
lenmiş bulunan şeyhin kendisine bağlanan kim se üze­
rinde dikkat ve ilgisini yoğunlaştırması, destek ve
yardımını biraz daha artırması, bağlanma olayının özel­
liklerinden sayılır. îşte zâten bir şeyhin belirlenmesi ve
ona uyulmasındaki hikmet, böylece yardımın artırılması
ve ilginin yoğunlaştınlınasıdır. Ancak elin el üzerine
konulması, bir kadının bağlanmak amacıyla şeyhin
elbisesinin bir ucuna yapışm ası, şeyhin de bu
bağlanmaları kabul etmesi, bu mânevî bağlanmayı
pekiştirmek amacıyla hoş görülen geleneklerden başka
bir şey değildir. Doğrusu bu bağlanma işin temel esasla­
rından değildir. Bu nedenle mevcut ve hazır olmayan
şeylerde bu geleneği göremezsiniz. Bu istihsan sünnette
de görülür. Erkeklerde eli el üzerine koymak süregel­
miştir. Elbiseyi ele vermek de eli el üzerine koymak y e­
rine geçer.»

160
Ancak gelenek ve taklit kabilinden el almak ya da
mürşidin dini dine koymak , özellikle isim söyleyerek
şeyhin elini tutmak gibi davranışlar, ciddiyetten çok şa­
kaya daha yakındır. Şeyh Tehânevî büyük bir enerji ve
cesaretle bu konudan şöyle sözeder:

«Bu tür boş ilişkilerin ardında hiç bir fayda yok­


tur. Gösteriş ve formalitelerden ibaret olan bu tür bağ­
lanmalar, aslında pek fazla bir anlam da taşımazlar.
Hattâ bu tür bağlanmalara gerçekte lüzum da yoktur.
Çünkü bu davranışlar, sadece şekil ve formaliteden iba­
rettir. Oysa önemli olan bağlanmanın ruhu, özü ve taşı­
dığı anlamdır ki o da, şeyhe içten ve gönülden bağlan­
maktır. Bu durumda şeyhin emir ve tavsiyesine uymak
ibâdetlere onun gösterdiği tarzda devam etmek yeterli
olacaktır. Bu doğrultuda hareket ettiğin takdirde göre­
ceksin ki şeyhle senin aranda gerçeldeşmesi beklenen
ilişki onaya çıkacaktır. Bağlanmada varlığına inandığı­
mız bu yararı da mutlaka sağlayacaksın. Verilen tâlimâtı
yerine getinneyen, istenen duâ ve ibâdetleri tavsiyelere
uygun bir şekilde yapmayan ve bağlanma’dan sâdece
adından başka bir beklentisi olmayan insanlara hayret
etmemek, insanın elinde değildir, insanların sâdece
bağlanmanın adından başka bir beklentilerinin bulunma­
yışından kaynaklanmaktadır ki; ortada bağlanmaları ka­
bul eden, istisnasız herkesi tarikatına alan, ancak kendi­
sin e bağlanan kim selere ibâdet tavsiyesinde
bulunmayan, bu yolda rehberlik etmeyen, ibâdetin
taşıdığı önemi öğüt biçiminde açıklamayan bir sürü
mürşit görürsün. Aynı şekilde bağlananlann da aşın se­
vinçleri yüzlerinden okunur. Çünkü ibâdet, nefislere zor
gelir. Buna mukabil hiç bir yükümlülük getirmeyen
bağlanmalara insan, yapısı îtibanyla eğilim gösterir.

161
Ama ben, kesinlikle bağlanmaları kabul etmem, sözleş­
melerde bulunmam. Bunun yerine ibâdet tavsiye eder,
öğütlerimi bu yönde yoğunlaştınnm. Bu da, onları kız­
dırır.»

Onların iddialarına göre, sofilere mahsus olan


sırlar ve sevgiyi anlatan simge ve semboller sâdece mü-
ridlere serbesttir ve yalnızca onlara Öğretilir. Buna göre
bir adam şeyhe bağlanır bağlanmaz şeyh, kendisine sev­
gisinin işaretini ve tarikatın sımnı öğretir, mürld de der­
hal âriller ve gerçeği görenler arasına giriverir. Yok öyle
şey saygıdeğer okuyucu. Dikkat et! Sürekli Allah'ı ha­
tırlamaktan ve O'nun Sevgili Rasûlune uymaktan başka
gerçeğe ulaşmanın yolu yoktur. Şerîatin de taıîkatin de
■ sembolü budur. Nefsi ıslah metodlannı öğrenmek için
şeyhe başvur, eğer tarikatta sırlar varsa, işte bu onun tâ
kendisidir. Bir kimse; bâtın! tarikat bu mudur? diye
sorsa, en yüksek sesimizle ve ağzımızı doldurarak ona;
işte gerçek tarikat budur, bunun yanında bir takım mâ­
nevi durumlar yaşanabilir, mânevi zevkler tadılabilir, ya
da olağanüstü olaylar meydana gelebilir. Ama asıl
aranan bunlar değildir, deriz!

Maneviyât yolculuğunda "haller" denilen şeyler,


bir caddenin kenarlannı süsleyen gözalıcı yeşillikler gi­
bidir. Yolculuk sırasında bunlan görüp görmemen bir
şey değiştirmez. Her ne şekilde olursa olsun sonuçta yol
alacak ve hedefe ulaşacaksın. Burada sırrın (sana öğreti­
len) devamından başka bir şart aranmaz. Kimi insanlar
hayatları bûyunca bu yeşil ağaçları v e güzel kokan
çiçekleri göremeyebilirler. Senin gördüğün bu çiçekler
ve bu ağaçlar, şüphesiz ki mâneviyât yolculuğunda
yaşanan haller ve şekillerdir. Mâneviyât yolculuğunda

162
yuşanım bu hıülerin durumu güllere benzer, güller ki
cuddenin iki kenarına dağılmış, uyumlu renklerin
oluşuırduğıı demetler hâlinde dizilmiş ve aralanna da
hoş kokulu fesleğenler serpiştirilmiştir. Caddede
ilerlerken gözümüzün açık olması ve etrafı seyretmekle,
gözümüzün kapalı olması ve yere bakmak arasında bir
fark yoktur. Sanki gözü kapalı olarak ilerlenemez ya da
yol alınamaz mı? Elbette gözü kapalı da yol alınabilir.
İster gözümüzü açıp yol kenarındaki çeşitli ağaç ve
çiçekleri seyredelim, isterse başımızı önümüze eğelim,
hiç bir yere uğramadan ve hiç bir şeyle ilgilenmeden
geçip gidelim, her iki halde de yol almak mümkündür.

«Hedef, mutlaka ilerlemektir ve istenen hedefe


ulaşmak için, kesinlikle bir arkadaşa ve yön verecek bir
kılavuza ihtiyaç vardır. Görme kusuru olan bir adam bir
yere vannak isterse önce onun yürümesi mutlaka şarttır.
Gözsüz bir adam bir de yürüyemezse bin tane arkadaşı
ve bin tane de rehberi bulunsa yine de onu istediği yere
alıp gidemez. Ama yürüyebilirse sâdece bir kişinin arka­
daşlığı yeterli olur. Çünkü gözlerini yitiren kimse yalnız
yola çıkarsa hem sürçme ve hem de düşme tehlikesiyle
karşı karşıyadır. Bunun yanında bir de doğru yolu bilip
bulamaz. Bu kimse, giderken ve hedefe doğru ilerlerken
tehlikelerden emin olmak istiyorsa, mutlaka yanına bir
arkadaş ve bir kılavuz alması gerekecektir. Tarikat ve ta­
savvuf da aynen böyledir. Bir şeyi dilemek ve istemek,
kararlı olarak uygulamaya başlamak, iki ayak üzerinde
yürümek gibidir. Olgun bir şeyhin eteğinden tutunmak
da yolları iyi bilen bir rehberi izlemek ve onun ardından
ilerlemek üzere kendisiyle sözleşmektir.»

163
SO H BET ve B A Ğ LILIK LA R

Bağlanmanın kaçınılmaz zorunluluklanndan biri


de, bu arkadaşlık, bu beraberlik, şeyhin sohbetinde bu­
lunma ve bu yolla ona olan bağlılığı pekiştirmedir ki,
böylece maneviyât alanında ilerlemek isteyen yolcu, kar­
şılaşacağı tehlikelerden ve muhtemel yanılgılardan ko­
runmuş ve kurtulmuş olacaktır. Bu, açıklamayı gerek­
tirmeyen ve ispata muhtaç olmayan açık bir konudur.
Çünkü insan, basit ve açık olan, sıradan dünya işlerinde
bile konunun uzmanı olan ve konuyla ilgili araştırması
bulunan, işin aslını bilen ve yol gösterecek, faydalı ola­
cak nitelikleri taşıyan bir kimseye sormadan edemez.
Danışıp konuşmadan harekete geçemez. Bir bilim dalı
.^hakkında genel bilgilere sahip olmakla, derinliğine ince­
lemede bulunmak ve İlmî sonuçlar çıkarmak biri
birinden çok farklı şeylerdir. Ziraatçilik, bahçecilik ve
fidan yetiştimie konulannda yazılmış kitaplardan konu­
larıyla ilgili geniş teorik bilgiler edinebiliriz, ancak bu
teorik bilgilere dayanarak ziraatçilik, bahçecilik v.b.
işleri yapmaya kalkışacak olursak adım başına yanılmaz
ve adım başına hatâya düşmez miyiz? Buna karşılık bu
işi fiilen yapan, hayâtını bununla kazanan bir çiftçinin
yanında bir süre çalışsak, işimizi daha çabuk öğrenir ve
kısa sürede başarılı oluruz. Üstelik bu m esleğin püf
noktalarını öğrenir, ileriye dönük pilanlar yapmaya baş­
larız. Hattâ elimize hiç işlenmemiş bir arazî teslim edilse
bile onu kolaylıkla işler, bu konuda herhangi bir prob­
lemle karşılaşmayız.

Böyle olmasına rağmen bu günlerde insanlar öyle


bir salgına yakalandılar ki, âdetâ vebâ! Özellikle bu sal­
gın, dînin emir ve yasaklarını yerine getirmedikleri

164
halde icıihada kalkışmaları, sanki dînin hükümlerinin
modası geçmiş gibi reforme etme girişiminde bulunma­
ları noktasında yoğunlaşmıştır. Bu çabalarını yalnız
dinle ilgili işlerine yönelttikleri gibi, bu cesareti de yalnız
okııma-yazmaya güvendiklerinden bulmaktadırlar.
Olgun bir şeyhin sohbetlerinden yararlanmayan, o
sohbetlerin mânevî zevkini tatmayan nice dînî bilgi
sahibi kimseler, sonunda hem kendileri şaşırdılar, hem
de başkalarının şaşırmalmna neden oldular. Yâni hem
şaşıran hem de şaşırtan durumuna düştüler. Ben böyle
kimseleri yeni müslıiman olan ve dînin, ahlâkı oluşturan
bütün ilkelerini, ibâdetlerini oluşturan bütün yü­
kümlülüklerini, inancı oluşturan bütün esaslarını,
incelediği ve araştırdığı dînî eserlerden öğrenen kimseye
benzetirim ki bu adam, namaz, oruç, zekât ve hac gibi
bütün ibâdetleri, farz ve sünnet olan bütün davranışları,
dînin istediği bütün şartları okuduğu eserlerin ve
incelediği kitapların verdiği bilgilere göre yerine
getirmektedir. Buna karşılık müslüman ve dindar bir
ailenin yanında dînî bir havayı teneffüs eden, böyle bir
ortamda yetişen, fakat okuma yazma bilmeyen bir
kim se, yalnız anne babasını ve çevresinde dînî ha­
yatlarını yaşayan insanları gözleyerek, ibâdetlerini daha
mükemmel bir şekilde yerine getirir, inceliklerini öğrenir
ve yapar. Namazda da oruçta da, diğer ibâdetlerde de bu
böyledir. Hayâtın hiç bir alanında ve hiç bir bilim da­
lında, staj görmeden ve uygulama yapmadan başanya
ulaşılmamıştır.

Sırf inceleme ve araştırmayla bir kimsenin mesle­


ğinde olgunluk kazandığını, sâhasında başanya ulaştı­
ğını hiç gördünüz mü? Şu nokta âdeta elle tutulan ve
gözle görülen bir gerçektir ki, insan bir süre marangozun

165
yanında staj görmeden bu mesleği öğrenemez, maran­
gozlarla ilgili âletleri eline alıp onlar gibi ustalıkla kulla­
namaz. Bunun için mutlaka usta bir marangozun
yanında çalışmak ve mesleğin inceliklerini öğrenmek ge­
rekir. Terzilik ve diğer zenâatlar da tıpkı bunun gibidir,
onların da araç ve gereçlerini kullanmak böyledir. Hattat
olmak arzûsiııuı taşıyan kimse de-mutlaka bir hattatın
yanında bulunmak, onun kalemi tutuş ve kağıt üzerinde
gezdiriş biçimlerini öğrenmeli ve ancak böylece güzel
yazı yazar hale gelmelidir.

Verdiğimiz bütün bu örneklere dayanarak diyoruz


ki; bir kimse olgun bir şeyhin yanında bulunmadan,
sohbetlerinden bolbol yararlanmadan, m eclisinde
teneffüs edilen manevî havaya alışmadan ve orada
yaşanan dıırumlann manevî zevkini tatmadan olgun bir
insan olması mümkün değildir. Bunun için mutlaka
olgunluğa erişmiş ve manevî alanda yol almış muhterem
bir zâtın sohbetinde bulunmak, o sohbetin vereceği
mânevî zevki tatmak ve yol göstericiliğinden istifade
etmek şarttır.

Bize göre sohbette bulunmak ve o mânevî havâyı


teneffüs etmek şarttır, bunun en sağlam delili de sahâbî-
liktir. Çünkü sahabelerden en aşağı derecede olan bile
hiç şüphesiz en yüksek hadîs bilgininden, en değerli fak-
îhten ve en büyük velîden daha üstün ve daha fazîletlidir.
Bu üstünlüğün nedeni de hiç bir zaman kitap okumak ve
eserleri incelemek değildir. Çünkü sahabenin çoğu okur
yazar bile değildi. Üstünlüğün nedeni bilgi çokluğu ve
kültür zenginliği de olamaz. Çünkü kendilerinden sonra
gelen bilginlerin en küçükleri bile dînin bütün konulannı
onlardan daha geniş ve daha aynntılı olarak biliyorlardı.

166
öy ley se geriye bir tek ihtimal kalıyor ki o da Allah'ın el­
çisiyle sohbet mutluluğuna ermiş bulunmalarıdır. Bu
öyle bir sohbettir ki onlardan sonra gelen en büyük bil­
ginler, mânevi havanın teneffüs edildiği ve susuz kalan
gönüllerin kandırıldığı bu sohbetin en az ve en
aşağısını yaşamak şöyle dursun dengini ve benzerini
bile bulamuzlar. Yıllar boyu eserleri araştırmakla elde
edilemeyen manevî bilginin, bir saatlik sohbetle elde
edilebileceği gerçeği, bu yönde en küçük bir deneyime
sahip olanların bile bildiği bir husustur. Bu noktada hiç
bir abanma da söz konusu değildir. Şâirde bu anlamda
şöyle demiştir:

"Evliyâmn sohbetinde bir saat kalıveımen,


Tam bir asır içtenlikle yapılan ibâdetten hayırlıdır."

Bu sohbet zorunlu ve yerine getirilmesi gerekli


olan bir şart olduğu için Şeyh Tehânevî rahimehullah
özellikle "Tâlimiiddin" ve "Kasdü's Sebîl" adlı eserle­
rinde yeri geldikçe konu üzerinde ısrarla durarak, mâ­
nevi yolculukta sohbetin önemine dikkat çekmiş-
tir.Tarîkat yoluna giren bir talebe, şeyhine bağlandıktan
sonra bulacağı fırsat ve zamanlan, şeyhin sohbetlerine
devam ederek değerlendirmenin üzerine düşen bir görev
olduğunu, vakitlerini şeyhin huzûnında geçirmesi gerek­
tiğini, onunla birlikte bulunması îcâbettiğini iyice bilme­
lidir. Şeyh Tehânevî, bu noktayı açıkça bildirdiği gibi en
azından talebenin, inancı sağlam, iyilikleriyle tanınan,
saygıdeğer bir zâtın sohbetlerine devam etmesini de tav­
siye etmiştir.

Eğer ınürîd uzun süre bu tür sohbetlerde bulun­


mayı kendisine alışkanlık edinirse kalbi nurlanmaya ve

167
geleceği görmeye başlar. Öyle ki, daha önce yaşadığı
hayatı ahmaklık, aptallık ve beyinsizlik saymaya başlar.
Bu satırların yazarının hikâyesi de işte böyledir. Bu
yola girinceye kadar bir sürü eser inceledim, fizikötesi
bilgiye sahip olan bilginlerin bulunduğu bir ortamda
yaşadım . D iplom a alm ayı başardım, kendim i
yazarlardan sayıyor, zekâ yönünden arkadaşlarımdan
düşük seviyede, kararlılık yönünden de yaşıtlarımdan
aşağı durumda görmüyordum. N evar ki Şeyh
Tehânevî'nin sohbet meclisinde bir kaç kez bulunduktan
sonra geniş dînî ufka sahip olmaktan yoksunluğumu,
dînî idrâk ve kavrayıştan uzak bomboş bir aptal
olduğumu anctık farkedebilmiştim. Şeyh Tehânevî diyor
ki:

Bilgin olmayan, gerçek bilgiye sâhip bir bilginle


sohbette bulunmayan -ama alabildiğince zekî olan- bir
adamı alınız ve altı ay süreyle gerçek bilgiye sahip bir
büyüğün sohbetine gönderiniz, Allah'a yemin ederim ki,
gerçek bilgiye sahip olan o büyük insan bunu isbat ede­
cek, o adamı kendi ağzıyla beyinsizliğini itiraf eder hâle
getirecektir. Sizi inandırabilmem için yeminden başka
bir çârem olsaydı o yola başvururdum. N e yazık ki
bundan başka bir çârem yoktur.

Eninde sonunda gidilecek yer ve sığınılacak


mercî, herkes için yalnız Allah’tır. Başvuracak başka bir
makam yoktur. Daha sağlam bir delil ve daha güvenilir
bir isbat istersen bizzat bunu denemeli ve kendi haya­
tında yaşamalısın. Bunun için altı ay süreyle izin ister­
sin, gerçek bilgiye sâhip birinin adını benden öğrenir ve
huzûruna gidersin. Göreceksin ki, akıllı olduğunu söy­
leyerek gidecek, aptal olduğunu söyleyerek geleceksin.

168
Çünkü o mübrırek insimin sohbetleri sayesinde akıllana­
cak ve geniş bir manevî ufka sahip olacaksın.

Dînî ve İlmî basîreti, derinliğine düşünmeyi bir ke­


nara bırakarak -bunların değeri son derece yüksektir-
günlük hayâtı ele alınız. Günlük hayatta bizim edebiyat,
kültür ve uygarlık diye adlandırdığımız şeylerin -şeyhin
sohbetlerine katıldıktan ve bir kaç gün onunla sohbet et­
tikten sonra- boş şeyler olduklarını anladık, aldandığı­
mızı ve olayların özüne değil kabuğuna sarıldığımızı
fark ettik. Günümüz uygarlığının üstün saydığı mezi­
yetlerle süslenmiş bulunan, ahlâk ve davranışlarıyla be­
zenmiş olan bir şâir, Cunbtır'dan gelerek Şeyh Tehâ-
nevî'nin yanında birkaç gün geçirdikten sonra dönüp
gittiğinde şu sözleri içeren bir mektup yazdı:

"Bizim uygarlık ve kalkınma, kültür ve edebiyât


dediğimiz şeyleri Tehâne’de şeyhin huzûrunda kaldıktan
sonra sandığım kadar yüksek değere sahip bulmadım".

Bir doklor onun yanında bir süre kaldıktan sonra


diyor ki:

"Şimdiye kadar olgunluk olarak gördüğümüz şey­


lerin bir takım eksiklikler olduğu anlaşıldı. Bizim üstün­
lük saydığımız nice şeylerin de bir kısım kusurlar ol­
duğu ortaya çıktı."

169
n îR TIÎK ŞKYHE BAĞLANMA G EREĞ İ

«Şeyh Tehânevî rahimehullah konuyla ilgili olarak


unutmamamız gereken önemli bir noktaya temas etti ki
O, özellikle acemilik dönemlerinde ve manevî alanda
eksiklik hissedildiğinde tek şeyhin sohbetinde bulunma­
nın zorunluluğu idi. Çünkü bizim bir çok şeyhle bağlan­
tımız bulunsa ya da davranışlannda ve manevî zevkle­
rinde farklılık bulunan bir çok Allah erinin sohbet mec­
lislerine devam etseydik, dileklerimizi bir noktaya top­
lama ve manevî doyuma ulaşma yerine ve bu hürriyet ve
başı boşluktan doğan ruhî bir bunalıma ve fikrî bir dağı­
nıklığa düşerdik.

"İmam Gazâlî'nin bu konuda verdiği bilgiye göre,


insanın kurtuluşu davranışlarının sınırlanmasına ve tek
şeyhe tabî olmasına bağlıdır. Serbestlik ise insana zarar­
lıdır. Çünkü kurallarla sınırlı bir davranış içine girme­
den rahat ve huzûra ermek mümkün değildir."

Sözgelimi hastalandığımız zaman falan doktora


gitmek isteriz ve ancak bu şekilde tatmin oluruz. Bunun
nedeni de bir doktorumuzun hazır bulunmasıdır. Böy-
lece hastalıktan korkumuz kalmaz ve hastalandığımız
zaman kime başvuracağımız endişesinden de kurtulmuş
oluruz. Bir de bunun aksini düşünelim ve doktorumuz
belli olmasın. Bir derdimiz olursa bir doktora, ikinci bir
rahatsızlığımızda ikinci, üçüncü'bir rahatsızlığımızda
da üçüncü bir doktora gideriz. Ama sonuçta kalbimiz
tatmin olmaz, kuşkumuz sükûn bulmaz, rahat ve huzûra
kavuşanlayız. Daha doğrusu şu veya bu hastalıkta kime
danışmalıyım endişe ve sıkıntısı aralıksız sürer gider.
Hiç bir zaman sonu gelmez.»

170
Şeyh Tehânevî rahimehullah’ın verdiği bu örnek
çok güzel bir örnektir. Çünkü, biyolojik ve bedensel
hastalıkhu m tedavisinde her gün gözlediğimiz ve sabah
akşam denediğimiz bir husustur. Özellikle bu günlerde
doktorların çoğalması tedrıvî metodlannm çeşitlenmesi
ve insan yapısının farklılığı dolayısıyla durum değiş­
miş, doktorlar ve tedrıvî metodlan, yeni ve eski ilaçlar
için insanlar, deneme ve uygulama alanı ve âdeta kobay
hâline gelmişlerdir. Önüne gelen herkes tıbbî bilgisini ve
tedâvî yöntemlerini hasta üzerinde dener olmuştur. So­
nuç olarak ne hastada huzur kalmış ve ne de doktorlarda
ve hastabakıcılarda tatmin ve doyum hasıl olmuştur. Bu
yolda sâdece sınırsız maddî kayıplarla kalınmıyor, aynı
zamanda çeşitli tedâvî metodlan kendi üzerlerinde dene­
nen hastalar da büyük tehlikelerle karşı karşıya kalıyor­
lar. Bu durumda hastaların mutlaka inceleme ve araştır­
maya dayalı bir doktor seçimi yapmaları zorunlu hâle
geliyor. Bulunan bu doktor orta derecede başarıya sâhip
bir doktor da olabilir. Yeter ki doktorun kafası, hastanın
para cüzdanında olmasın. Hastanın iyileşmesi ve sağlı­
ğına kavuşmasında olsun. Teşhis koyduğu hastalığın ve
onun verdiği rahatsızlığın giderilmesine çalışsın. Eğer
bu doktor uzun süre uğraşır ve bildiği tüm tedâvî metod-
lannı uygular da yine bir sonuca ulaşamazsa, o zaman
başka bir doktora başvurulmasını tavsiye eder ve gere­
kirse o doktor da tedavide ona ortak olur.

Bu, benim kişisel tecrübemdir. Aynı zamanda hem


de kendim ve hem de bütün çoluk çocuğum için seçtiğim
tedâvî yöntemidir. Allah Teâlanın yardım ve lütfü sâye-

171
sinde son derece samîmî bir doktorla tanıştım.^ °
Kendisi Allab rızâsından başka hiç bir şey gözetmez,
hastanın iyi olmasından başka hiç bir arzusu da yoktur.
Allah'a şükürler olsun ki, Luknov'da kaldığım yirmibeş
yıla yaklaşan uzun süre zarfında hangi hastalıktan
kendisine başvurduysam başka bir doktora başvurmaya
gerek kalmadı. Buna mecbur olm adığım için ,
kendiliğimden de başvurmadım. Mecbur kaldıysam da
onun görüş ve tavsiyesini aldım. Allah Taâlâ hekesin
şifâsını önceden yaratmıştır. Ancak kesin olarak ömrü
sona erenler ve eceli gelenler bunun dışında kaim. Allah,
er veya geç onlann iyi olmalarını takdir etmemiştir.
Şüphesiz ki kalpte meydana gelen huzur ve doyum bu
sayede elde edilmektedir. Bu inanç sâyesindedir ki, has­
talıktan önce, hastalık sırasında ve hastalık sonrasında
beni kuşatan huzur ve rahatı, benden başka hiç kimse
bilmez. Bu içten ve samîmî doktor kardeşimi Cenâb-ı
Hak en güzel .şekilde ödüllendirsin.

Bu mutlulıığııma üstün gelen bir başka mutlulu­


ğum daha vtmdır ki, Hak Taâlâ bana bir yol gösterici ve
mânevî hastalıktan tedâvî eden bir doktor nasib etti. O
da şeyh Tehânevî rahimehullah dır ki, kendisine bağ­
landıktan sonra nefis terbiyesinde ve mânevî hastalıkla­
rın tedâvîsinde ne bir tereddüde ve ne de bir sıkıntıya
düştüm. En büyük özelliği sorunsuzluk ve alabildiğince
serbestlik olan İlmî bir enstitüde okuyor bulunmama
rağmen hiç bir zaman özgür kalmaya özlem duymadım.
Yakalandığım mânevî bir rahatsızlığın, içine düştüğüm

Bu doktor, Ncdvclü'l-Ulemâ'nm müdürü dostum Dr. Scyyid A lî


c'l-Hascnî'dir. Kendisi 7 Mayıs 1961 de ebedî âlem e göç
cünişlir. Allah rahmet eylesin.

172
rCıhî bir hastulığın son dönemlerini yaşıyordum. Çeşitli
bedensel bitkinliklerime ve türlü rahatsızlıklarıma rağ­
men, içimdeki hayat kalıntılarının ve ruhumdaki huzur
ve sükûn lu'tıklannın yeniden güçlenerek ve bir araya
gelerek beni hayâta bağlamasını, doğrudan doğruya
şeyhimin manevî desteğine, benimle ilgilenmesine ve
eserlerinden aldığım feyizlere borçluyum. Ondan ve
eserlerinden aldığım bu manevî güç olmasaydı karşı
karşıya kaldığım bu zorlu saldmlara ve yakalanmış ol­
duğum amansız hastalıklara dayanamazdım.
0

Tecrübelerime ve bir çok kimsenin gözlemlerine


dayanarak şeyh rahimehullahla görüşmek imkânı bula­
mayanlara diyorum ki; O'nun eserleri, kendinden sonra,
ikinci derecede gelir. Doğrudan doğruya kendisinden
feyz alamayanlar bu durumda eserlerinden yararlanmalı­
dırlar. Bunun için önce öğüt ve sözlerinden başlamalı,
eserlerine öncelik tanımalıdırlar. Bu eserlere devam et­
mek, adetâ onunla sohbet etmek demektir. Şeyh Tehâ-
nevî şeyhlerin sohbetlerinde bulunamayanlara onların
eserlerini incelemeyi önermektedir. Ancak bunu yapar­
ken bu gün olduğu gibi araştırma, inceleme ve eleştirme
gûyesiyle değil de nefsi ıslah, manevî hastalıklan tedâvî
ve bu yönde yararlanmayı ön planda tutmayı tavsiye et­
mektedir. Konusu "TAKVA" (Allah Korkusu) olan öğüt­
lerinden bîrinde Allah sevgisinin nasıl yaratıldığından
ve devamının nelere bağlı olduğundan sözederken
şunları söylemiştir:

"Allah sevgisini devam ettirmenin yolu Allah erle­


riyle sohbeti sürdürmektir. Daha fazlası yapılamazsa da
hiç olmazsa haftada ya da ayda bir kez, mutlaka bu soh­
betlere iştirak edilmelidir. Sohbetlere devamdaki incelik

173
velîlerin sahip oldukları iyi hallerin, zamanla yavaş ya­
vaş size geçmesidir. Aslında sizleri sohbetlere devam
etmek için dünyevî işlerinizi bırakmaya zorlamıyorum.
Aksine boş zamanlarınızı, sohbetlerle değerlendirmenizi
istiyorum. Sohbetlerde bulunma fırsatı bulamazsanız,
onların sözlerini okuyunuz. Ancak bunu yaparken, ro­
man ve hikâye okur gibi ya da bir bilim dalına âit eseri
inceler gibi değil de, kendisiyle amel etmek ve
direktifleri doğrultusunda hareket etmek gâyesi
güdülmelidir."

Özellikle Şeyh Tehânevfnin eserlerini okumalıdır.


Çünkü onun eserleri zamanın şartlanna ve yeni fikir
akımlarına daha uygun düşmektedir. Aslında ben, yan­
lış anlaşılmalara yol açacağı ve haklannda kötü düşün­
celer doğuracağı ihtimalinden dolayı daha önce yaşamış
Allah erlerinin söyledikleri sözlerin okunmasından yana
değilim. Bundan dolayı özellikle manevî hayata yeni
adım atan ve pek az bir bilgiye sahip olan insanlar için
sürekli olarak Tehânevî'nin eserlerini tavsiye eder ve ön­
celikle onları okumalannı isterim. Hayâtım boyunca bu
asrın fikirlerinden etkilenmiş olan ve müspet bilimlerde
öğrenim gören herkesle ilişkilerim devam etmiştir. Bu
insanlara tavsiyem her zaman öncelikle şeyhin eserleri
olmuştur. Bu sayede düştükleri yanılgıdan derhal kur­
tulmuş ve zihinlerinde beliren yanlış düşünceler derhal
yok olmuştur. Tasavvuf şöyle dursun, dinle ilgili kötü
düşünceleri bile ortadan kalkar, onun yerini dîne karşı
duyduğu sevgi ve dinden aldığı manevî zevk doldu­
rurdu.

174
"SOHUET" İNANCI KALBİN İÇİNE İŞLETİR

Allah dostlarıyla sohbet, yalnız dînî idrâk ve kav­


rayışı doğurmakla kalmaz, bunun yanında tabiî ve psi­
kolojik özelliklerinden biri de sohbet eden kişinin tavır
ve davranışlarının azar azar sana geçmesidir. İnsan soh­
betleri yapa yapa zor da gelse bir çok ibâdetleri yapmaya
başlar ve zamanla kendini bunlara alıştırmaya çalışır.
Buna mukabil, dînî duygular sohbet olmadan insan kal­
bine ç o k az işler ve kalpte çok az yer eder. Bunun ör­
neği; aralarında duygusal bir bağ bulunmayan, münâse­
b etleri sâ d ece iş ilişk isin d en ibaret olan işçi işveren, ya
da kiralayan ve kiraya veren insanlara benzer. Daha önce
sözü edilen “TAKVA" ad lı sohbetinde üstad, konuya şu
şekilde değinmektedir: .

«İb âd et ayrı bir şeydir. Ama inancın özü ve dînin


te m e li, kalbin derin lik lerin e ve en karanlık noktalanna
iş le y e n m a n e v î bir duygudur. Bu da ancak sohbet saye­
sin d e g ei’ç ek leşir v e sâdece ona bağlıdu".»

Esasen yapılması gereken şey, Allah dostlanndan


gerçeği bulmuş olanların sohbetlerine katılmaktır. Eğer
bu yapılamazsa onların sözlerini azar azar ama sürekli
okumalıdır. Nefsi ıslah için sürekli araştırmalıdır. Onla­
rın sözlerini okuyarak, inceleyerek ve de anlayarak bu
yönde yararlanmak, gerekli ve hem de zorunludur. Bu
sözlerden yararlanmak, sâdece insandaki görme özelli­
ğinin dış dünyasının aydınlanmasından ibaret olduğu
gibi, iç dünyasının aydınlanması, huzur ve sükûna ka­
vuşması demek olıuı basiretinin gelişmesi ve dînîn temel
prensiplerinin ve inceliklerinin iyice anlaşılması demek
değildir. Bunun yanında bir de sohbet ve incelemek sa-

175
yesinde Allah dostu olan kimselerin sağlam inançları ve
içten ibâdetlerinin yavaş yavaş bize geçmesi ve içimizde
yer etmesi vardır.

Bu gerçeğe rağmen, tuhafıma giden bir nokta, aklı


başında, kültürlü ve aydın geçinen insanların gün gibi
açık ve akla uygun olan bu gerçeğe aldımiamaları ne ka­
dar tuhaftır. Gerçekleri göremeyen bu insanlar, bilgi ve
eser yazmadaki üsiünlüklerini, geniş araştırma ve derin
bilgiye salıip oluşlarım, nefislerini düzeltmede yeterli
gördüklerinden böyle davranıyor olmalılar. Daha doğ­
rusu bilgi ve kültürlerine güvenerek, bağımsız ve kendi
doğrultularında düzeltme girişimlerine yönelmektedirler.
Sâdece teoride kalmayarak bu. hareketin öncülüğünü de
yapmakta ve bayrağını taşımaktadırlar. Çokbilmişlikleri
ve sivri zekâlarıyla giriştikleri bu hareketleriyle onlar,
yaratılıştan gelen zekâsına ve kitaplardan edindiği teorik
bilgisine güvenerek doktor yanında staj görmeden, uz­
man yanında uygulama yapmadan, kendisini ve başkala­
rını tedavi etmeye kalkışan acemi doktor ve sözde ecza-
cılturı benzerler. Onlar kimseyi taklit etmeyi kendilerine
yakıştıramaz ve başkalarına uymayı onur k inci bulur­
lar. Oysa henüz ne yol kapanmış ve ne de su tükenmiş­
tir. İnsan kalp taşıdığına ve susuzluk ta sürüp gittiğine
göre suyu bulma hususunda kendini fazla yorma.
Susuzluğun devamına önem ver ki şendeki gerçek
susuzluk devam ettikçe her kaynaktan sular fışkınr v e
her dereden sular çoşar.

176
AŞK VK MUHABBET

Mâııevî alandıı olgunluğa eren ve ermeyen, sıradan


ve seçkin zamâmmızın müslüman tasavvuf erbâbına
göre aşk ve nuıhabbbet, tasavvufun özelliklerinden sa­
yılmaz. Gerçekte ise, aşk ve muhabbet tasavvvufun ana
ilkesi olarak kabul edilir ve bu düşünceden yola çıkarak
tasavvufun İlâhî aşktan ibaret olduğu söylenirdi. Hattâ
bir düşünce sistemi ve bir felsefî ekol kurabilen tüm
dinlerde ve tüm felsefî akımlarda İslam tasavvufunda
mevcut olan metafizik ve mistik düşünceleri bu metod ve
ilke olarak görmek mümkündür. Diğer bir ifade ile batı
edebiyatında mistik denilen şey işte budur. Daha doğ­
rusu sevgi ve aşkı, mistik denilen batı tasavvufunun te­
mel laşlanndan biri olarak görürsün. Batılı düşünürler
işi abartarak müslüman mutasavvıflardaki ilahi aşk ve
sevginin dış etkilerden geldiğini iddia etmişler ve bu id­
dialarında o kadar ileri gitmişler ki, tasavvufun kendi­
sinin islamın geç dönemlerinde dış etkenlerin sonucu
olarak ortaya çıktığını bile söyleyebilmişlerdir. Gerçeğe
ulaşan mâneviyat erlerine göre tasavvuf, islamın ve şe­
riatın kendisine, hattâ islamın ve şeriatın en ileri ve en
olgun hâline verilen bir ünvan olarak kabul edilse bile
onların görüşleri yine aynıdır. Oysa bizim mutasavvıfla­
rımız Sahâbe-i Kirâm'ı (Allah onlardan râzı olsun) ve
hattâ Rasfılullah (Allah'ın selamı onun üzerine olsun) ın
kendisini bu yolun yolculannın öncüleri ve bayraktarları
sayarlar. Daha önceden verdiğimiz bilgilerden de anladı­
ğımız gibi müceddid Şeyh Tehânevî'nin tasavvufta yeni­
leştirme kavramından anlaşılan işte budur.

Şeyh Tehânevî, bu amaca yönelik olarak tasavvuf


alanında Kıır'ân ve Sünnet'ten açık delillere dayanan iki

177
bin kadar konu çıkarmış ve araştumalarımı derinleştir-
seydım iki bin kadar daha konu çıkarabilirdim demiştir.
Yerleri geldiğinde çıkarılıuı konulan sen de göreceksin.
Konuyu açıklamaktaki amacım şunu belirtmektir ki, İs­
lâm tasavvufunun dayalı olduğu (içine aldığr) konulann
(ayrıntı veya ana konu) Kur'ân ve Sünnet'ten, bol bol
çıkarılmaları mümkün olduğuna göre yabancı kaynak­
lardan ve felsefî sistemlerden alıntı yapmasına ne gerek
vardır? Bugün tasavvufta kullanılmakta olan diğer terim
ye deyimlere gelince bunlar dışardan alınmış da olsalar
sâdece konuların açıklığa kavuşmasını sağlayan birer
araçtan ibarettirler. Şeyh Tehânevî'nin de değindiği gibi
bu tıpkı Hendek savaşı'nda Selmân-ı Fârisî'nin (Allah
ondan razı olsun) şehrin savunulması için Medîne çev­
resine lıendek kazılmasını teklif ederek Peygamber
Efendimizin de bunu kabul edip uygulamasına benzer.
Buna karşı birisi ortaya atılarak dînimizin farz kıldığı
cihad düşüncesinin İran'dan veya Roma'dan alındığını
söyleyebilir mi? Söylemiş bile olsa bu doğru olur mu?

Kaynağı İslam olmayan terimlerden dolayı bir çok


araştırmacılar büyük hatalara düşmüşlerdir. Bu konu­
daki gerçek şudur, ki, tasavvufta iki türlü terim kullanıl­
maktadır; Bunlardan birincisi doğrudan doğruya Allah
rızâsıyla ve Allah'a yakınlıkla, yânî tasavvufun temel
gayesiyle ilgilidir ve bu dînimizin özünde vardır. Tasav­
vufun temel gayesiyle ilgili olan bu tür terimler aslında
dînimizde kullanılan terimlerdir. İkinci tür terimlere ge­
lince; bunlar tasavvufun özünden sayılmayan bir çok
formalitelerle ilgili terimlerdir. Bunlar dînin özünde yer
alamayabilirler. Rabıta, vahdet-i vücût ve misallerin
yenilenmesi gibi terimler bu tür terimlerdendir.

178
Ancak aşk ve sevdanın öğretilmesi söz konusu
değildir. Eğer KurTın'ı Kerîm’i derinliğine araştırmış
olsalardı, insanın mü'min olmasının bile başlı başına
sevgi ve düşkiinlüğü gerektirdiğini görürlerdi. Kaldı ki,
tasavvufun da bunlara ihtiyacı vardır. Aynı zamanda
Kıır'ân'ı Kerîm’de de; "İnananlar Allah'ı en çok seven­
lerdir buyrıılmuştur. Hadîs-i Şerifte de buyrulduğu
gibi: "Sizden biriniz beni babasından, oğlundan ve
bütün insanlardan daha çok sevmedikçe olgun mü'min
olamaz." Peygamber Efendimize beslenen bu sevgi,
aşktan- başka bir sözle açıklanabilir ıtâ?

İLÂHÎ AŞK İNANCIN GEREKLERİNDENDİR

İnandık, dediğiniz zaman adetâ aşık olduk demiş


gibi olursunuz. Bunu, evlenen bir kimsenin, evlendikten
sonra eşinin nafakasını ödemekten kaçınmasına benze­
tebiliriz. Adam her ne kadar da ben onu eş olarak kabul
ettim, geçim giderlerini üstlenmedim dese de değişen
birşey olmaz. Çünkü ona, sen onu eş olarak kabul
ettiğin zaman geçim giderlerini ve diğer haklarını da
üstlenmiş oldun denilir. Aynen bunun gibi insan şehâdet
kelimesini .söylediği zaman âşık olmuş demektir. Zîra o
cümle, söyleyeni mü'min yapar, mü'minin hakkında da:
"İnananlar, Allah'ı en çok sevenlerdir." buyrulmuştur.
Buna göre insanlann tamamı, şehâdet ve tasdikle âşık
olmuş sayılır. Öyleyse bunu görmezlikten gelemeyiz.
Üzerimizdeki aşkın geneklerini ve yüklediği soıumluluk-

Kur’an, Bakara, 2/165.

179
lan yerine getiriniz. Sevgilinin arzulanna boyun eğerek
ona bağlılığınızı gösteriniz.

AKLÎ SEVGİ

Ancak dînimizin buyrukları her konuda aşınlıktan


kaçındığı gibi dalgınlığa ve kendinden geçmeye yenik
düşerek, aşırı üzüntüden dolayı şaşırai'ak sıçrama, dö-
vünme, kendini sağa sola atma, birdenbire parlama, üst-
baş parçalama v.b. davranışlardan da uzak durmuştur.
İslam tasavvufunda bunların hiç birine önem verilmemiş
ve hiç birisi hedef gösterilmemiştir. Aynı zamanda bun­
lardan ecir ve sevap beklemek de asla uygun görülme­
miştir. Nitekim bu tip davranışlara giren kimse, kalbi
zayıf olduğu ve nefsinin arzulanna yenik düştüğü için
gurura kapılmış olur. Oysa Kur'ân’ı Kerîm’de sözü
edilen sevgi inananlann sevgisi bu değildir. Bu sevgiye
tabîî ve nefsi sevgi değil, aklî sevgi denir. Tasavvuf di­
linde de buna aşk denir. Bir adam Şeyh Tehânevî'ye bu
iki sevgi arasındaki farkı ve hangisinin üstün olduğunu
"Sırât-ı Müstakîm"52 adlı eserde yer alan şu sözlerle bir­
likte sormuştur:

«Şeyh Ismâîle'ş-Şehîd rahimehullah, aklî ya da


îmânî muhabbet denilen sevgiyi, nefsin arzusundan kay­
naklanan aşk ve sevgiye tercih etmiş, aşk yolunun ek­
siklik ve kötülüklerden uzak olamıyacağmı isbat etmiş-

Tasavvuf konusunda yazılmış büyük bir eserdir. Asi. H. 1346


da ölen büyük ıslahatçı Seyyid Ahmed c'ş-Şehîd’in söylemiş
olduğu anlamlı sözlerdir. Büyük bilgin Şeyh İsmail e ’ş-Şehid
ve Mevlânâ Abdülhay bu sözleri kaleme almışlardu.

180
«önce erdem iki tüllüdür. Birincisi bir şeyin kendi
üsiünlügüdür, İkincisi de; özel bir durumundan gelen üs­
tünlüğüdür. Bize düşen birinciye zâtî üstünlük, İkinciye
ise îıibâri üstünlük adını vemıektir.

İkinci bir konu da, velîlik aşamasında erişilen ol­


gun! tık, Peygamberlikteki olgunluktan kaynaklanmakta
ve ondan yararlanmaktadır. Bundan dolayıdır ki; velîlik
aşamasındaki olgunlukların bütün çeşitleri, Peygamber­
likteki olgtmİLiklara çok benzemektedir. Ama buna rağ­
men derece bakımından ondan aşağıdadır.

İkinci olarak da aşk sevginin özel bir basamağıdır


ki, heyecan arzu ve yanıp yakılmayı içerir.»

«Bütün bunlardan sonra iyi bilmelisin ki. Peygam­


berlerden hiç ayrılmayan İlâhi aşk, ne yanmayı gerektirir
ne de heyacanı. Bundan dolayı da bu tür sevgiyi şübhe-
siz bütün sevgilerden üstün bulursun, Nevarki özel bir
karaktere ve özel bir eğitime sahip olan kimseye de
başka bir sevgi türü, daha uygun ve dalıa lâyık olabilir.
Şöyle ki, yapısındaki özellik nedeniyle arpa ekmeğinden
üstün besin maddesi olan kimselerin bulunmasına
rağmen yine de et, genelde besin maddelerinin en üstünü
ve en yararlısı olarak kabul edilir.

181
Şeyh İsmâîle'ş-Şehîd (Allah'ın rahmeti ona ol­
sun), inançtan kaynaklanan sevgiyi zâtı üstünlük dere­
cesinde görür, ihtiraslardan kaynaklanan sevgiyi de za­
rarlı bulurdu. Nitekim ihtiraslardan kaynaklanan bu
sevgi, sahibinde lu-asıra kendinden geçme ve irâde zayıf­
lığı dogunnaktadır. Diğer mutasavvıflara gelince, onlar
aşkı, kendinde bulunan bir özellik dolayısıyla överler.
Çünkü buna benzer sözler, genel bir araştırmayı hedef­
leyen, maneviyat sahibi kimselerde görülür. Bir başka
anlatımla onların dilinde aşk denince kayıtsız şartsız
sevginin en olgun derecesi, aşkın türleri söz konusu
oluncada îmandan kaynaklanan sevgi kastedilir. Bütün
bunlardan amaç manevî olgunluğu elde edemeyen, bu
yolda beşeriyet zincirinden kurtulamayan v e kendisine
gereği gibi çeki düzen veremeyen kimseleri dolaylı ola­
rak yelmektir. Zâten Peygamber efendimiz de: "Hiç bi­
riniz, beni htrçeyden çok sever duruma gelmedikçe ger­
çek miı'min olamaz." buyurmaktadır. Buna göre her iki
yorum ve açıklama biçiminde de mutasavvıflarla Şeyh
İsmail’in görüşleri arasında herhangi bir çelişki sözko-
nusu değildir. Herşeyin içyüzünü en iyi bilen Allah'tır.»

im a n d a n k a y n a k l a n a n ve a k l a d a y a n a n
SEVGİ ARZUYA BAĞLIDIR

Tabîî sevgi ile îmandan kaynaklanan ve akla daya­


nan sevgi arasında bir başka büyük fark daha vardır ki,
o da tabîî sevginin insan irâdesine bağlı işlerden olmayı­
şıdır. Oysa dînimiz mensuplanna sâdece irâdeye bağlı
işleri, yapılması insanın gücü ve arzusu sınırlan içinde
olan şeyleri emreder. Buna göre akla dayanan ve inanç-

182
tan kaynakkmtvn sevgi bizim gücümüz ve irâdemiz dâhi-
ündedir. Destek ve dayanağı da ibâdetlerdir. Bunun ör­
neği şöyledir; Diyelim ki biz bir ibâdeti seçtik ve onu
yapmak istedik, üzerinde defalarca alıştırma yaptık. So­
nuçta mutlaka o ibâdete ısınacağız, o ibâdete alışacağız
ve o ibâdeti seveceğiz. Biz bu ibâdete birine uyarak veya
onun buyruğuyla başlarsak, gönlümüzde mutlaka o iba­
dete ya da uyulan kimseye karşı bir sevgi oluşacaktır.
İşte bunun için Allah Teâlâ bize, seçime ve arzuya bağlı
olan bu sevgiye giden kolay bir yol nasip etmiştir. O da,
hayâtımızı bir adamın hayâtının desenlerine göre doku­
maktır. Ki o, Allah'ı en çok seven ve aynı zamanda kul­
lan arasında Allah'ın en çok sevdiği Rasûlüllah'tır. Bu
yolla müslünranlar, Allah sevgisindeki mükemmelliğin
zirvesine ulaşırlar. Daha doğrusu Allah, kendi sevgisini
sizlere bu yolla ikram edecektir. Nitekim bunu; "De ki
Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sîzleri sev-
sin."^^ buyurarak bizzat kendisi açıklamıştır.

Allah sevgisinin gönüllerde yer etmesi ibâdetin


özelliklerindendir. Bu noktayı kendi üzerinizde deneme­
niz mümkündür. Aralıksız her gün bir adamın yanında
bulunursanız içinizde ona karşı bir sevgi oluşur. Bu
sevgi önceleri kendini birazcık hissettirir, Daha sonra
görüşmeleri sürdürürseniz daha da kuvvetlenir. Tıpkı
kişinin, evindeki aile ferdlerine olan sevgisi gibi. Buna
göre insanlarda Allah sevgisinin doğması, içten yapılan
ibâdetlerin sonııçlanndandır.

Sözün burasında, üzerinde önemle durulması ge­


reken bir nokta daha vardır ki, o da, uzun süreden beri

Kur’an, Âi-i hnran, 3/31.

183
aralıksız içten ve samimî olarak ibâdetlerimizi sürdürdü­
ğümüz halde bir türlü Allah sevgisinin kalplerimizde yer
etmemesidir. Bunun cevabı şöyledir; İbâdet kavramı sâ­
dece basit bir eylemi ihtiva etmez ve rasgele bir hareket­
ten ibaret de değildir. Aksine ibâdet, bir çok parçalardan
oluşm aktadır. Bunlardan birisi, yapılan ibâdeti
kendisine uygun bir şekilde yerine getirmektir. Bunu
örneklemek gerekir.se, namazdaki hareketlerden ayakta
durmak ve oturmak kendi başlarına birer ibadet
değildirler. Öyleyse bu hareketlerin ibâdet olabilmesi,
başlanması gereken diğer rükünlerden başlanmasıyla
mümkündür. Bu takdirde Allah sevgisi insan gönlünde
oluşacaktır. Allah sevgisinin doğmamasındaki ne­
denlerden biri de ibâdeti yaparken Allah sevgisinin
gönülde artması ve ona daha fazla yaklaşmak niyetiyle
değil de bir alışkanlığın yerine getirilmesi niyetiyle
hareket edilmesidir. Eğer Allah sevgisinin gönülde
ıırrmıısına niyet ederek ibtâdet ederseniz, niyetiniz
şüphesiz gerçekleşecektir.

«Allah sevgisinin insan gönlünde artması yolunda


tavsiye edilen tedbirlerden biri de iyilik işlerini yaparken
Allah sevgisinin artmasını dilemek bu niyetle hareket et­
mektir. Tedbirlerden İkincisi ise Allah'ı zikrederken
gönlünü bu işe vermektir. A z da olsa, zikir böyle
yapılmalıdır. Zikrin sâdece şekilden ibaret kalmaması
için bütün benliğin o noktada toplanması gerekir.
Üçüncü bir tedbir de, Allah dostlarıyla ve A llah’ı
herşeyden çok sevenlerle sohbete önem vermek, diğer
insanların sohbetlerine onlarınkini tercih etmektir.
Varsın diğerleri onlarla sohbetten uzak dursun, Allah'tan
korkan .sâlih insanlann sohbetlerinde ne kadarcık vakit
harcadıklarını düşünmesinler. Üstelik birazcık kitap

184
okumakla kendilerinin olgun ve fazîletli olduklanm iddia
etsinler. Neyuzık ki yalnız kitap okumtüda hiç birimiz
olgun ve fazîletli kimselerden olamayız. Hiç kimse de
bunun aksini iddia edemez.»

Şey İl Tehânevî bu sıfatlara bir kısım sıfatlar ekle­


yerek şu bilgileri vemVıştir:

«İnsanın Allah katında sevilen bir kul olmasını


sağUtyan vermek, bağışlamak, Cemtıl, Kemtîl ve fazilet
gibi sıfatların aynı zamanda bir tek olan Cenâb-ı Hak’da
kusursuz ve en mükemmel şekliyle varlığı akıl ve nakil
yoluyla sâbiuir. Bu durumda, O'nun dışındaki hiç bir
varlık, bu sevgiye lâyık değildir. Allah sevgisinin
gönüllei'de yerleşip gelişmesinin yolu da, yalnız
kaldığınız zamanlarda onbeş-yirmi dakika da olsa
Allah'ı haiırlumanız ve onu anmanızdır. Ancak bunu,
kendinizde Allah sevgisinin doğması niyetiyle
yapm alısınız. İkinci olarak nefsinizle başbaşa
kaldığınızda Allah'ın size verdiği nimetleri ve bu
nimetleri nerelerde ve nasıl kullandığınızı düşünmelisi­
niz. Bununla da kalmayıp, kullandığınız bu nimetlere
karşılık yüce Allah'ın katından hangi karşılıkları göre­
ceğinizi de hesaplamalısınız. Üçüncü olarak yapılması
gereken şey, Allah’ı seven kimselerle olan bağınızı
kuvvetlendirmenizdir. Bunu bir araya gelerek yüzyüze
görüşmek süreliyle yapamıyorsanız, yazışmak ve mek­
tuplaşmak yoluyla sağlayabilirsiniz. Dördüncü bir şey
daha vardır ki, o da Allah’ın buyruklarına sımsıkı sa­
rılmanızdır. Çünkü insanın gönlünde sâdece boyun
eğilen ve ardından gidilen kimsenin sevgisi doğar. Be­
şinci ve en .son görev de, kendi sevgisini size nasib et-

185
mesi için Allah'a dua etmeniz ve el açıp yalvarmanız-
dır.»

İnsana emrolunan ve insandan istenen sevgi, tabîî


ve nefsin arzularından kaynaklanan sevgi değil, aksine
sâdece inançtan doğan aklî sevgidir. İnsandan istenen bu
sevgi onun irâdesi dışında ve gücünün üstünde değildir.
Bu konuda sunulan reçetede yer almış bulunan:

1- Allah sevgisini gâye edinerek iyi işler yapmak,


2- Allah'ı zikrederken gerçekten zikretmek,
3- Temiz insanlarla bağlantı kurmak. Şeklindeki
hususun hep.si de insan gücünün sınırlan içinde yer alır.

Yukarda bu konunun ve sünnete uymak için izlen­


mesi gereken yolların üzerinde ayrıntılı olarak durduk.
Bunlara şunu da eklemek gerekir ki. Akla dayanan ve
inançtan kaynaklanan sevgi, sâdece Allah'a kavuşmanın
en yakın ve en uygun yolu olmakla kalmaz, aksine ne­
fisle miicâdehede ve manevî alıştırmalara fazlaca ihtiyaç
bırakmayacak kadar kolaydır da. Mutasavvıflar kendi
aralarında bu yola kendinden geçme yolu, cezbe hâli,
Allah'a kavuşma metodu derler. Çünkü bu yolda Pey­
gamber efendimizin, önderliği vardır. Allah'ı en çok se­
ven ve Allah tarafından da en çok sevilen O'dur. Cenâb-
1 Hak, kendisini en çok seven ve kendisinin de en çok
sevdiği kimseye, Rasûlüllah'a uyanları kendinden
geçirir ve kendine çeker. Şeyh Tehânevî bir yerde
şunları anlattı:

«Şeyh jmdâdullah'ın (Allah rahmet eylesin) tarîka-


tinde gördüğümüz şey, çok az bir mücâhede ve alıştu-ma
sonunda kısa zamanda Allah'a ulaşmanın ve O'na ka-

186
vuşmanm başarılabileceğidir. Bu başannm nedeni de bu
tarikattaki kavuşmanın, tarikata girip gereklerini yerine
getirerek ve bu yolda çok bir çaba harcayarak değil de i-
lâhî çekim gücüyle gerçekleşmesidir. Cenâb-ı Hak'la
kulu arasındaki bu manyetik alanın meydana gelişi de
Muhammed Aleyhisselâtü vesselâm'ın sünnetine uyma­
nın sonucudur. Çünkü sünnetini izlemek, yüce Allah'ın
en çok sevdiği kimseye benzemek demektir, bu da insa­
nın Allah tarafından sevilen bir kimse olmasına yol açar.
Allah tarafından sevilmek de kendinden geçmeyi gerek­
tirir.»

İsterse dış görünüş bakımından olsun Allah'ın


sevdiği kimseye benzemek başarıldığı takdirde bu işi
yapanın mutlaka kendinden geçmesi ve mânevi huzura
kavuşması gerekir. Cenâb-ı Hak hepimizi sünnete uyma
konusunda başanlı kılarsa işte o zaman O'nun rahmeti
ümid edilir.

İLÂHÎ SEVGİNİN OLUŞMASI, CENÂB-I HAK’LA


MÜNÂSEBET KURMAYA BAĞLIDIR

Müceddid Şeyh Tehânevî, bu İlâhî aşk ve sevgi


konulannda çok anlamlı ve derin sözler söyledi. Bu
sözler daha çok, haşin yapıh kimselere ve kupkuru bil­
giye sahip, maneviyattan yoksun sözde bilginlere faydalı
olacak şeylerdir. Onlar, bu sözleri can kulağıyla dinle­
meli ve iyice anlamalıdır. Bu sözlerdeki ana fikir, sevgi­
nin kaynağınm sevenle sevilen arasındaki sıkı ilişkinin
olduğu noktasında yoğunlaşır. Bu ilişki yaratıklarla ilgi­
lenmekten daha çok yaratana yönelir. Mâneviyâta sahip

187
olaa seçkin kimseler kendi aralarında buna "Mazhar-ı
tam; En yüksek mevki veya en yüksek başarı" derler.
Buna göre, yüce Allah: "Ben ona-insana-kendi rûluiın-
dan iifiirdibn."^ buyurduğu zaman insanı halifelik ma-
ktmuna yükseltmiştir. Halifelik ise iç ve dış yönüyle,
ruh ve beden bakımından güçlü bir ilişki ve yakın bir
benzerlikle mümkündür. Dış yönüyle benzerlik, dün­
yaya hükmetme ve dünyaya çeki-düzen verme nokta­
sında görüldüğü gibi, iç yönünden benzerlik de âyet-i
kerîmedeki '‘Ruhumdan ” ifâdesinde kendini göstermek­
tedir. Eğer kul, kendisini "En güzel yaratılış" tan çıkarıp
da "aşağıların aşağısı" bir yola düşmezse elbette onun
Allah'tan başka bir arzusu ve O'ndan başka bir sevdiği ■
olmayacaktır.

"ALLAH ADKMİ KENDİ ŞEKLİNE GÖRE


YARATTI" CÜMLESİNİN ANLAMI

Benzerlik ve yakınlık, sevginin dâvetçileridir. Ki­


şinin kendisine uygun olan lakabı, kulağına hoş gelir.
Duyduğuma göre adamın biri, büyük oğlu kendisine
daha çok benzediğinden, onu diğerlerinden daha çok se­
vermiş. Hem vicdan, hem delille sabit olduğuna göre
kalbin tam ve kusursuz ilişkisi, manevî yakınlığı sâdece
Allah Teâlâ ile ve O'na yöneliktir. Bu yakınlık ve ma­
nevî ilişki konusunda Peygamber efendimiz: "Allaha
Adem'i kendi suretinde yarattı." buyurmuştur.

54 KıVan. Hicr, 15/29, Sâd, 38/72.

188
Hudîs-i Şerifle yer alan "Suret” in anlamı, gördü­
ğümüz ve bildiğimiz şekil ve kalıp değildir. Bel ki
bunun anlamı, mâııeviyât sahiplerinin aralarında konu
ellikleri ve zahirî ilimlere sahip olan sözde âlimlerin ka­
bul etmedikleri özel bir ilişki, farklı bir yakınlıktır.
-Kupkuru bir bilgiye sahip ve maneviyâttan habersiz
yaşayan bu sözde âlimler, insanın "Allah'ın görüntüsü"
veya "Hakkın tecellisi" olduğunu anlatan bu tür
terimlerden ürküyor, hadîsin bu anlama gelmesine
rağmen bu tâbirlerden kaçıyorlar. Oysa hadîs-i şerifin
anlamı, ancak bu yorum sayesinde açıklığa kavuşur.
Bazıları ise "Sfıret'^ kelimesine bitişen zamiri Âdem aley-
hisselam'a göndererek bu anlamdan vazgeçme yolunu
tutmuşlardır. Ne var ki bir kısım hadîslerde zamir kul-
hımlmayarak onun yerine doğrudan doğruya "Rahman"
kullanılmışiır. Böyle olunca da değişik bir tutum içine
girerek râvînin, hadîsi sözleriyle değilde kendi
düşüncesine uygun olarak yorum hâlinde aktardığı .
şeklinde itirazda bulunuyorlar. Ben de diyorum ki,
biiıiin bu tutarsızlık ve ısrar neden? Bu lüzurnsuz
direnmeler niçin? Bu konuda müslüman tasavvuİF
erbabının yaptığı yorumlar size yetmiyor mu? Onlanıi
söyledikleri söylenenlerin en kolayı ve en kap­
samlısıdır.

^ "Sûret" diye, bir varlığın kendisiyle varlığını gös­


terdiği görüntüsüne denir. Mâdeni ki Allah’ın sıfatlan
en geniş biçimde insanın sıfatlarıyla kendini
göstermiştir. Öyleyse Allah Teâlâ diğer yaratıklan değil
de yalnız insanı kendi görüntüsünde yaratmıştır.

Neye "Sfıret" dendiğini biraz düşününüz. Bâzah


"Sûret" için, bir şeyin şeklidir açıklamasında bulundu­

189
ğunuz olmuştur. Ama neden bu şekilde açıkladınız?
Çünkü gerçekte "Suret" ortaya çıkış, belirme ve görü­
nüm demektir. Halk da bunu böyle kullanmıştır. Nite­
kim aralarında "Konunun şekli şöyledir." ve "Bu işin
düzelmesi ne şekilde olacaktır?" biçiminde konuşmakta­
dırlar. Buna göre "Suret" in anlamı, burada şekil, görü­
nüm ve ortaya çıkış demektir. Bir şeye "Sûret" diyerek
ortaya çıkış anjamı, sâdece gerçeğinin "Sûret" de ken­
dini gösiennesi hâlinde kastedilir.

Şeyh Tehânevî, bu gizli gerçeği Cenâb-ı hakkın


"Rûhumdan" .sözünden hareket ederek "Ruh" la ya da
"Ben" le açıklamıştır. Nitekim bununla ilgili geniş bilgi
ileride verilecektir. Bu açıklamadan yola çıkan
Tehânevî, bize şu bilgileri sunmaktadır

«Allah Taâlâ bu gerçekten "Ben" diye bahsetmek­


tedir ki, o "Ruh" tur, O gizli bir şeydir. Mâdem ki yüce
Allah Rfıh’ıı vücut yoluyla ve vücut aracılığıyla ortaya
koydu, öyleyse vücûda, bu nedenle "sûret" dedi. Buna
göre "Sûret" in gerçek anlamı ortaya çıkma olarak belir­
lendi.»

«Buradan "Allah Âdem'i kendi sürelinde yarattı"


cümlesinin, kendi ortaya çıkış şeklinde, kendini belli
etme ve kendini gösterme biçiminde anlamlarına geldiği
anlaşılmıştır. Buna göre cümlenin anlamı, "Allah,
Âdem ’i kendini belli edecek, varlığını hissettirecek şe­
kilde yarattı." olmaktadır. Bu da, yüce Allah kendi sıfat­
larını Âdem'in yapısında ortaya koydu demektir. B öyle
olunca, yüce Allah kendi sıfatlarını diğer varlıkların ya­
pılarında ve yaralılışlarında da ortaya koymuştur ama,
vıu'hklar arasında insan, erdemlerin en çoğunu v e en bü-

190
yüklerini kendinde topladığı, bunları en iyi şekilde or­
taya koyduğu için kendisinden, "kusursuz bir gösterici,
tam bir yansıtıcı, mükemmel bir aktarıcı veya verici”
olarak söz edilir.»

«M utasavvıflar, Peygamber aleyhisselâtü


vesselam efendimizin söylediği mübarek sözlerden
başka ne söylediler? Onlar sâdece terimleri değiştirdileF*<^
Bu da onların, aralarında bâzı özel terimler kullanarak
sırlarını saklama arzûlanndan kaynaklanmıştır. Ama,
kendilerini bilgin sayan maneviyâttan yoksun insanlar,
anlayamadıkları bu terimlerden dolayı durmadan muta­
savvıfları eleştiriyorlar. Fakat onların tenkitleri, yine
mutasavvıfların anlayabildikleri derin bilgileri anlamak­
tan uzak olan kendi akıllanna yönelir. Gerçek bilgiye
enniş bulunan mâneviyât erlerinin geleneklerinden birisi,
isteyen herkese mânevi ilimleri öğretmek ve bu alanda
çektiği susuzluğu olabildiğince gidermekti. Bir diğeri ise
duydukları eleştirilere cevap vermemek ve hattâ kendile­
rini izleyen müridlerine de bu doğrultuda direktif vererek
olayı halka duyurmalarım yasaklamakbr.

"I4MÂNET"Î ÜSLENME'NİN YORUMU

Mademki insanoğlu yüce Allah't diğer


varlıklardan dalıa çok andırıyor, öyleyse o da Allah
Teâlâya olan sevgisini büyütmeli ve tutku derecesine
yükseltmelidir. Şeyh Tehânevî öğretimi sırasında
müridlerine insandan bahsederken O'nu, konuşan canlı
(hayvân-ı nâtık) yerine tutkusu olan canlı (hayvân-ı
âşık) diye nitelendirirdi. însanın mantıktaki tanımını

191
diğer varlıkliirdıuı ayınuı yönünün, konuşabilmesi değil,
tutku sahibi olması olduğunu kabul ederdi. Çünkü
Şeylı'e göre konuşabilme özelliğine yalnız insanoğlu
değil, aynı zamanda onunla birlikte cinler ve melekler de
sahiptir. Daha doğrusu Şeyh rahimehullah, yaratıkların
tamamının, hayvanların, bitkilerin ve hattâ cansızların
akıl sahibi oldıığuıuı îmâ eden sözler söylerdi. Ne varki,
bu yaratıklar, bir görevi üslenmeye ve bu görevi yerine
getirmeye yetecek kadar akla sahip değillerdir. Bu işe
lâyık olmak, emânet üslenmek ve onu taşıyabilmek de­
mektir.

Şeyh Tehânevî emâneti üslenmek konusuna güzel


bir yorum getirerek onu şöyle açıklamıştır:

«Emâneti üslenmek demek, İlâhî tutkunun insana


üstün gelmesini kabullenmek demektir. Zîra insan, ruh
ve beden olarak Allah'ı andırdığından dolayı O'na tut­
kundur. Tutkunlıığıındaıı kaynaklanan bağlılığından
ötürü de buyruklarına boyun eğmede tereddüt göster­
mez. İlâhî tutku benliğini, saran insan, düşünmeden ve
sakınmadan kendini Rabbine sunar.

Her lıâl-ü kârda insana emâneti yüklemenin hedefi,


yalnızca ifâlıî tutkudur. Bunu ben, HSftz'Şîrâzî'nin, şi­
irinden öğrendim. O der ki; "Gökyüzü emâneti yüklen­
mekten çekindi ve ağırlığını taşıyamadı. Bu durumda
şans, biz delilere vurdu." Bu şiirdeki "Deli" k e lim e si,
emâneti üslenmenin hedefine işâret ediyor. Bu hedef de
şiirde belli olduğu gibi ilâhî tutkudür. Öyle bir tutku ki,
sevginin yiik.seginde başka bir derece olan bir tür deli­
liktir.»

192
«Nevar ki yabancıya karşı olan sevgide aklın eseri
olan İlâhî uuku üstün geliyor. Ama hem cinsine karşı
olan sevgide biyolojik tutku, üstünlüğü ele geçiriyor.
Her ne kadar gerçek bunun tam tersine ise de, görünüşte
biyolojik sevgi karşısında aklın eseri olan İlâhî tutku
daha zayıf kalıyor. İnsanın biyolojik sevgiyle bağlan­
dığı sevgilisi, Allah Teâlâ hakkında kulağın duymak is­
temediği çirkin bir sözü söyleyerek ruhun katlanamaya-
cağı kötü bir hareketi sergileyerek yüce Allah’ı gücendi-
rirse, âşıkının gözünde nefret kazanmaktan başka bir
şey elde edemez.»

Bu cümleler üstadın, şeyhine karşı taşıdığı sevgi­


nin zaman zaman Allah'a karşı beslediği sevgiye üstün
geldiğini söyleyen bir müride verdiği cevaptan alınmış­
tır.

SU V(;İNİN .SIMtUPLKRl KUSURSUZ BtR ŞEKÎLDR


ALLAH TEÂLÂ'DA MEVCUTTUR

Bir varlıkta bulunabilecek sevgi sebepleri, en ku­


sursuz ve en eksiksiz şekliyle yalnızca Allah Teâlâ’da
vardır.

«Bir kimsenin diğerini sevmesi için mutlaka bâzı


sebepler bulursun. Bunlar olgunluk ve kusursuzluk
olabileceği gibi, güzellik ve cömertlik de olabilir. Bun­
dan da anlaşılacağı üzere sevgi hiç bir şekilde zâta yöne­
lik olmayıp lıcp sıfatlara yöneliktir. Öyleyse bu sıfatları
sevilende aramalısın. Göreceksin ki bunları kusursuz
bir şekilde taşıyan kimse sevgiyi harekete geçiren.

193
faktörlerin büyük bir bölümüne sahiptir. Gerçek bir
müslüman da yüce Allah'ta bu sıfatların kusursuz ve
eksiksiz bir biçimde varlığını kabul etmekten uzak
duramtız.»

Buna göre Allah sevgisi, inanan için inancın ge­


reklerinden biridir. Yalnız bununla da kalmaz. İnanan
insanda doğup geli.^en tüm sevgiler, Allah sevgisinin
gölgesinde doğup gelişir. Çünkü bir kimsede bulunan
tüm güzellik ve mükemmellikler, ancak yüce Allah'ın
güzellik ve kusursuzluğunun bir gölgesi ve bir
yansımasıdır. "Bütün mükemmellik ve kusursuzluklar
istisnasız Allah'ın kusursuzluk ve mükemmelliğinin
gölgesidir. Bu durumda her tutku sahibi ve her gönül
veren, kaçınılmaz olarak Allah'ı sever kabul edilecektir.
Bunu şöyle örnekleyebiliriz; Diyelim ki bir adam duvara
vuran güneş ışıklarını görerek duvarı sevdi. Aslında bu
adam, ne duvara ne de duvara vuran güneş ışıklarına
aşık olmuştur. Bu adam, doğrudan doğruya o ışınları
çevreye saçan güneşe tutulmuştur. Çünkü onun sevdası,
duvarda kendini gösteren kusursuzluğa karşı
doğmuştur. Bu kusursuzluksa, duvarın görüntüsünde
değil, aksine güneşten çıkarak duvar üzerine düşen
güneş ışınlanndadır. Bunun içindir ki, güneş gizlendiği
ve aydınlık kaybolduğu zaman, bunlarla birlikte adamın
tutku ve sevgisi de ortadan yok olur.

194
ÎMANDAN KAYNAKLANAN AKLÎ SEVGİDE
GEREKLİ OLAN ŞEY

Allah Taâlfıya karşı beslenen bu aklî sevginin, her­


hangi bir sevgide bulunan tüm davranışlarla birlikte ol­
ması gerekir. Buna göre kişinin Allah'a karşı, dünyada
bilinen sevgi bağına bütün usûl ve âdfıbıyla benzeyen bir
sevgi bağı bulunmalıdır. Sevdâlıya bakınız; sevgilisinin
yolunda nelere katlanıyor? Ona nasıl saygı duyuyor ve
heybelinden nasıl korkuyor? Sevgilisi ona seslenir ve
yanına gelmesini isterse, vakit gündüzün en sıcak vakti
olsa da, boğucu sıcak onu sevgilinin arzusunu yerine
getirmekten alıkoyamaz. Bu istek karşısında bahaneler
uydurmaz ve neden diye sormaz,derhal ona koşar.
Kalbinden sevgiliye karşı içten sevgi besleyen
karasevdalı, kendisini engellemek isteyen ve bu uğurda
tatlı sözler söyleyen bir kimseye asla boyun eğmez ve
sözlerine aldırmaz. Zîra söylenen sözler onu hiç bir
zaman tatmin etmeyecek, halk arasında ne denirse
densin isteneni yapmaktan geri durmayacak ve bu
konuda en ufak bir tereddüt göstermeyecektir.

îsterse hakkında (kara sevdaya yakalanmış), is­


terse (sevgiden şaşkına dönmüş), isterse daha başka
şeyler söylensin, tutumunda değişiklik olmayacaktır.
Çünkü o, bunlann hiç birinde bir kusur görmeyecek, hiç
birini bir ayıp saymayacaktır.

Bir kimse birini içten severse onu gönlünden hiç


bir zaman çıkarmaz ve dâima hatırlar. Sözlerine boyun
eğmek ve derhal yerine getirmek için can kulağıyla din­
ler. Sevdâlının hiç bir şekilde dalgınlık gösterdiğini ve
sevgilisinin arzfılarını hafife aldığını, unutarak onları

195
yerine getirmekle ihmalkâr davrandığını göremezsin.
Zîrâ insanın üzerinde titizlik gösterdiği konularda
dalgınlık çok az meydana gelir. Kalbi dâima sevgilisini
anarak çarpan kimsede ıııuitkanlık ve ihmalkârlık bul­
mak, asla mümkün değildir. Bunun böyle olduğunu her­
kes kabul etler. Bu konuda iki kişi birbiriyle
tartışmamışiır.

Muta.savvıflann üzerinde ısrar ettikleri İlâhî tutku,


onların dîn’i, İlâhî tutkudan ibaret görecekleri ve kendi­
lerinden aktarıldığına göre buna böyle inanacakları dere­
ceye gelmiştir. Aslında Şeyh Tehânevî sevgiyi, insanın
yapısına ve gönlüne heyecan verecek derecede fazla
önemli bulmuyor. Daha doğrusu ona göre gerçek sevgi,
zihinde kendisine sevgiliye meyilden, O'nu anmak ve
O'na boyun eğmekten başka hiç bir şeyin eşlik etmediği,
düşünceye dayanan ve îmandan kaynaklanan sevginin
üstünlüğüdür. Bu sevgiyle birlikte zihne artık başka
şeyler giremez. Mutasavvıfların önderi Mevlânâ Celâ-
leddin-i Rûmî bu konuda şunları söylüyor:

"Aşk, parlayan bir kordur. Ne zaman tutuşur ve


alevleri yükselirse, âşık olunan sevgiliden başka her
şeyi yakar, kül eder."

AŞfK VE TESLÎM OLMAK

Bilindiği gibi îmandan kaynaklanan bu aşka


"TEFVİZ" yâni bütün işleri Allah'a bırakmak adı verilir.
Şeyh Tehânevî, "İRZÂÜL-HAK" adını verdiği öğüt kita­
bında konuyu .şöyle ifade eder:

196
«Geı\ck luikıı, biUün işleri yüce Alah'a bırakmak­
tan başka bir şey değildir. Bu da kendimizi Allah'a tes­
lim etmemizle olur. Böylece O, bize dilediğini yapar,
bununla da yaratılış ve kurallarına uyma yönünden her
türlü şekilde bizden razı olur. İşte işlerimizi O'na bı­
rakma ve nef.simizi O'na te.slim etmenin gerçek anlamı
budur.» Şeyh rahiınehullah bize, tuhaf bir konuyu anla­
tırken şöyle diyordu:

«Şüphc.siz ki şeytan da, vaktinde tarikat erbabın­


dan biriydi, ne varki içten gelen sevgi ve Allah'a olan
Uilkunun sonucu gönülde oluşan manevî çekim gücün­
den dâima yoksun kalmıştı. Böyle olmasa bu kadar basit
bir soru yöneltmez ve kendisini üstün görmezdi. Biz de
bu noktadan hareket ederek, mftnevî zevklerden soyut­
lanmış (kupkuru ibâdetlerle yetinen kimseyi) tehlikeden
uzak görmüyoruz. Bu nedenle maneviyât yolcusunda
mistik bir çoşkıı ve manevî bir kendinden geçme hâli
oluşmalıdır. Bu da ancak zikri çoğaltarak ve bu yolun
önde gelen yolcularıyla sohbeti sıklaştırarak mümkün­
dür.»

îmandan kaynaklanan bu İlâhî aşk, "Lâilâhe illal­


lah" lan ibâret olan tevhid kelimesine inancın, kesin bir
.sonucudur. Çünkü Allah'tan başkasına olan bütün ilgi
ve bağlılıklar; Allah'tan başkasının fayda ya da zararını
iddia eden ve vansayan yanlış düşünceden ileri gelmekte­
dir. Oysa Ktır'ân-ı Kerîm bu düşünceyi etkisiz bırakmış
ve aşağıdaki âyet-i kerîmeyle bu yanlışlığa bir son ver­
miştir; "O halde Allah'ı bırakıp ta size hiç bir fayda veya
zarar veremeyecek şeylere ne diye taparsınız Dün-

Kıır’an, Cııhiyâ. 21/66.

197
yevî sevgi ve muhabbete yenik düşmenin sonucu, gözün
sevgiliden başkasını görmediğinin farkındasınız. Mev-
lânâ Celâleddin-i Rûmî, konuyla ilgili olarak şu hikâyeyi
anlatmıştır;

"Adamın biri, bir kadının peşine düşer. Bunu an­


layan kadın, kendisini niçin izlediğini adama sorar. O
da, aşkın beni perişen etti, sana sırılsıklam âşıkım, der.
Bunu duyan kadın, arkadan kız kardeşim geliyor, o
benden de güzeldir, diye cevap verir. Bu nefsinin esîri
ve şehvetinin kulu olan adam gerçekten âşık olmadığı
için arkasına döner, bunu fırsat bilen kadın derhal
tokadı yapıştırır ve bir yandan da, madem beni
seviyordun da başkasına neden bakıyarsun? der. Allah'a
karşı ilgisi sağlam olmayan ve sâdece kıskançlıktan
ibâret olan bir kimsenin bu durumda Allah sevgisinden
söz etmesi nasıl doğru olabilir?

MECAZÎ AŞK GERÇEĞİ

Mecazî aşk gerçeğini bu hikâyedeki gibi anlamak


gerekir. Çünkü arzulanna esir olan bir çok kimse tasav­
vufa çamur atıyor, onun yüceliğine leke sürüyor ve onu
kötülük ve çıkarlanna kalkan olarak kullanmak istiyor­
lar. Peygamber aleyhissalâtü vesselâm efendimiz mübâ-
rek sözlerinden birinde; "Bir kimse âşık olur, namusuna
leke getirmez, aşkım gizler ve bu yüzden ölürse, şehit
olarak ölmüş olur” buyurmuşlardır. Bu hadis-i şeriften
iki şeyi anlıyoruz; Birincisi, kimi insanlardan işittiğiniz
görüşlerin aksine bu tür bir aşkın kayıtsız şartsız kötü
olmadığı ve böyle görülmemesi gerektiğidir. însanlann

198
bir çoğu bu tür bir aşkı hafife alıyor, sahibini küçümsü­
yor ve ayıplıyorlar. Oysa insanı şehitlik derecesine
ulaştıran böyle bir tutku, nasıl oluyor da kötülenebiliyor
ve ondan küçümsenerek bahsedilebiliyor? İnsanı şehitlik
derecesine ulaştırdığı içindir ki, bâzı tarikat erbabı ve
maneviyât sâhibi insanlar, ondan övgüyle sözediyor ve
O’nu amaca ulaştıran araçlardan sayıyorlar. Ariflerden
biri olan büyük bilgin Molla Câmî, bu konuda diyor ki:
"Mecazî anlamda da olsa, O'nun aşkından tevbe etmez.
Çünkü bu aşk, gerçeğe ulaşttran bir yoldur." Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî de değişik bir ifadeyle, bunu şöyle
dile getirmektedir: "Aşk, ister şu yoldan ister bu yoldan
sonunda insanı güç ve kuvvet sâhibi yüce Allah'a götü­
rür."

Hadîs-i Şeriften anladığımız ikinci hususa gelince;


insanı hedefe ulaştıran sebeplerden birisi, insanın me-
câzî sevgiliye kesinlikle gönlünü kaptırmamasıdır.
Bunun için de bakışlannı ona çevirmemeli, sözlerine
kulak vermemeli, kalbini O'na yöneltmemelidir. O
derece ki kalbine onun görüntülerinden hiç birisi yakla-
şamamalıdır. Molla Câmî'nin şu sözünden anlaşılan da
budur. O der ki: "Nevar ki, bütün dikkatlerin bu şekil
üzerinde yoğunlaşmaması, bu köprüden hızla geçerek
Herlenmesi gerekir." Bu söze, Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî’nin (Allah sımnı takdis etsin) şu sözü de bir şekil
vermekte ve meseleyi daha da anlaşıhr bir hâle getirmek­
tedir; "Renk ve güzellik üzerine kumlan aşkın sonu acı­
dır. Çoğunlukla onu utanç ve yüz kızarması izler."

Açıklanan bu şeylerde gizli olan büyük şer, gerçek


hedefe ulaşmak için onun dışındaki her şeyden ilgiyi
kesmektir. Aşk da zâten sevenle sevilen arasındaki bağ-

199
lıhğı güçleiuUrcıı ilgilenil dışındaki tüm ilgileri kesin­
likle ortadan kaldırır ve hepsine birden son verir. Mecazî
aşkın bir sonucu olan mecazî sevgili dışındaki her şeye
olan ilgi, böylece kesintiye uğrar, aradaki bağlantı ken­
diliğinden kopar. Sonra kendini denetleme, Allah'ı
çok(,'a anma ve O'na yaklaşma biçiminde bütün vtu'h-
ğıyla yardımcı olarak benliğini mecazî sevgiliden hakîkî
sevgiliye yönelttiği için tüm ilgileri kesilir, sona erer ve
bir anda kendiliğinden yok olur. Geriye bir tek gerçek
sevgiliye olan ilgi kalır. Nitekim Mevlânâ Celfıleddîn-i
Rûmî de ileride şöylece diyecektir: "Hak'tan başka her-
şeyi öldürmek üzere (Ifı) kılıcını çek. "Lâ" kılıcını çek­
tikten sonra hiç bir şey kalmıyormu bir düşün. (Ancak
ve yalnız Allah kalır) O'nun dışındaki her şey buharla­
şıp yuk olur, Gerçek sevgiliden başka her şeyi yakıp kül
eden ve gönüldeki vai'lığına son veren ey aşk, sana mer-
habâl..."

İnsanın mecazî aşkı gerçek aşka çevirmek istediği


ya da mecazî aşkı gerçek aşka ulaşmak için araç olarak
kullanmayı kastettiği zaman yerine getirmesi gereken
şartları Şeyh Tehânevî "Tekeşşüf' adlı eserinde ayrıntılı
olarak anlatmıştın

«İnsan mecazî aşka ister kendi isteğiyle isterse is­


teği dışında düşsün yerine getirmesi gereken şartlar
şunlardır:

Öncelikle nâmusunu korumalı, takva sınırlarını


aşmamalı, dînin emirlerine ters düşen hiç bir davranışta
bulunmamalıdır. Buna göre, bu tür işlere arzu ederek
bakmaz, onlarla ilgili sohbetlerde bulunmaz, bilgi topla­
yıp başkalarına aktarmaz, gönlüne bu işlerin tasan ve ta-

2ÜD
savvurlanm çağırmaz, kalbinde iz bırakmalarına izin
vermez. Zîra dîne aykırı davranışlar, gerçek aşkla bir
arada barınmaz. Bu durumda gerçek aşkla bu tür davra-
nışlann bağdaşması nasıl olacaktır?

İkinci olarak da; Dînin emirlerine uygun olmayan


ve onlara ters düşen iş ve davranışlardan uzak durmalı­
dır ki, dikkat onlar üzerinde yoğunlaşmasın ve o tür ko­
nuşmalara söz ve kelimelere kulak vermemeli ki, kalbi
yumuşayıp onlara özlem duymasın.

Üçüncü olarak yerine getirmesi gereken şart ise;


yalnız kaldığı ve başkalanyla beraber olduğu sıralarda
dâima mecazî sevgilideki güzellik ve mükemmelliğin
kaynağını düşünmek, o güzellik ve endamı ona kimin
verdiği konusunda kafa yormaktır.

Evet mecazî (geçici ve eğreti) sevgili, insanın gön­


lünü bu derece fetheder ve emri altına alırsa, gerçek
sevgilide bulunan güzellik ve kusursuzluğun insana
neler yaptırabileceğini artık siz düşünün?»

« işte bu noktada âşıkın mecâzî aşkı, yön


değiştirerek yaratıktan yaratana döner. "Olgun şeyh, me­
cazî aşka yok etmez, belki ancak onu gerçek sevgiliye
yöneltir." şeldinde söylenen söz de bunu anlatmaktadır.

Tıpkı bir makinistin geriye doğru hareket eden


kızgın bir lokomatifın ateşini söndürmeyi düşünmediği,
aksine komuta aletlerini kullanarak yönünü düzelttiği
gibi. Kâmil bir şeyh de müridin mecâzî aşkını söndür­
meyi düşünmez, aksine öna yön vererek gerçek aşka dö­
nüştürmeye çalışır. Nitekim şeyhlerden bir kısmı da

201
nıiirîdlennin gönüllerinde ınecâzî aşk meydana getimıe-
lei'i için işureite bıılıınurhırken, bu aşkın helaller çevre­
sinde kalmasını şart koşmuşlardır. Bunun örneği, kişi­
nin kendi akıl ve iradesiyle düşünüp isteyerek âşık ol­
masıdır. Yoksa haram olan aşk değildir. Zîra haram olan
bir aşk Allah'a isyan etmek demektir. İşlenen günahların
insanı hiç bir zaman Allah'a götürmeyeceği de bilinen
bir gerçektir. Bu söylenenlerle anlatmak istediğim nokta,
helal bir aşkla elde edilen gayedir. Çünkü aşk, mecâzî de
olsa kalple bir yumuşaklık ve tasa, üzüntü, sönüklük,
tutukluk ve durgunluk meydana getirir, bunun sonu­
cunda insan, diğer insanlarla olan bağlarını keser,
duygu ve düşünceleri bütün ilgilerden temizlenir, artık
geriye bir tek şeyden başka hiçbir şey kalmaz. O da, bü­
tün bu ilgi ve bağlılıkların Allah'a yönelm esidir.
B öyleee kalp, bütün k olaylığıyla zah m etsizce
tem izlenm iş ve diğer ilgi ve bağlılıklarından
arındırılmış olur.»

«Evlerin süprülmesi sırasında bir defada atılmak


üzere küllüğün bir yerde toplanması gibi, mecâzî aşk da
insanın ilgisini bir noktada toplar. Aksi halde toplanan
çöpleri teker teker yüklenerek her bir taneyi ayrı ayrı dı­
şarı atmak gibi bir durumla karşılaşırız. Şüphesiz ki bu
yola buşvurnıak hem zaman kaybına sebep olacak hem
de .sonunda ev iyice temizlenmemiş olacaktır. Ö yleyse
hedef, sâdece kalpte yumuşama ve yanıp tutuşmayı ger-
çekleştirebilınektir. Hedefe varmak için hangi yol uy­
gunsa ve müridi hangi yol kurtuluşa götürecekse o yol
tutulmalıdır. Mâdeni ki bir yolla amaca ulaşılmış v e
beklenen sonuç elde edilmiştir, müride bu yol yeter de­
mektir. Özellikle günümüzde duruma uyan diğer yollara
başvurmak, yapılması gereken en doğru harekettir.»

202
«Mccâzî aşk yolunda tehlikeler korkunçtur, çünkü
gönüller dünya malı ve şehvete son derece meyillidir.
İşle bu yüzden mürşidin, bilerek ve isteyerek sâdece bu
yolu Öğretmesi doğru değildir, Nevar ki mürîd, elinde
olmayan nedenlerle bu yola düşerse o zurnan hoşgörüyle
karşılamak mümkündür. Bu gibi durumlarda müridi
daha önce sözü edilen metodlarla gerçek aşka yönlen­
dirmek bir görevdir.»

Müride düşen bir başka görev de benliği kavrayan


bu sevginin, bir başka anlatımla gönüldeki herşeyi sile­
rek, yakıp kül ederek sâdece ihlâsı, samimiyetle içtenliği
bırakan sevginin sâdece insanın İlâhi aşkın harâretiyle
yanıp tutuşan bir adama arkadaşitk etmesi, birlikte ya­
şaması, en azından ona yakın olması ve öğrettiği şekilde
ibâdet etmesiyle gerçekleşebileceğini aklından çıkarma­
maktır. Bu sevgi kalpten kalbe geçer. Fakat büyük bir
prof, parlak bir edip, araştırıcı bir tarih uzmanı olmakla
elde edilmez. Dostluk ve huyların da böyle olmasında
bir tuhaflık yoktur. Çünkü onlarda sırf araştırma, ince­
leme ve ezberleme ile elde edilmeyen, kalpten kalbe ge­
çerek sahip olunan şeylerdir. Nitekim bir adam yemek
târiflerini tamâmen ezberlemekle asla yemek pişiremez
ve hiçbir zaman da aşçı olamaz. Ancak usta bir aşçının
yanında kalır ve ondan izin alırsa o zaman işinin ehli
sayılır. Yine bunun gibi biçki dikiş tekniğine âit bilgileri
kitaplardan ciddî bir şekilde araştırıp öğrenen kimse,
yalnızca Inı bilgilere dayanarak hiç bir zaman biçki ve
dikiş işini kendi başına beceremez. Tasavvufun
gönülden gönüle geçmesinin anlamı da bundan başka
birşey değildir. Fakat tasavvufun, me.sele ve hükümleri­
nin gönüllerden gönüllere aktarıldığı ve nesillerden ne­
sillere taşındığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Çünkü ta-

203
savvıına ili>ili hüküm ve meseleler, kitaplarda derlenmiş
durumdadırlar. Ancak "Harâret" terimiyle ifâde edilen
ilgi ve bağlılık bu kuralın dışında kalır ki. gönülden
gönüle geçen şey de işte budur.

TAS.VVVUl'UN (JİZLİ » İ R İLİM DALI O LUŞU

Tasavvufun gizli bir ilim dalı olduğu ve gönülden


gönüle intikal ettiği şeklindeki yaygın fikir, tasavvufun
tarafiarları ve tasavvufa karşı olanhu- arasında uzun süre
fitneye sebep olmuş, tasavvufun bizzat içinde bulunan
bilgisiz larîkaiçılar arasında sapıklık, inkarcılık ve ko-
minizmin yerleşmesine yol açmış, zamanla bunlar tasav­
vufun esaslarından sayılmaya başlanmıştır. Çünkü bu
bilgisiz tarikatçıların arzularına cevap verecek, ihtirasla­
rım dindirecek ve şehvetlerini susturacak yorum ve an­
lamları kitap ve sünnetin söz ve metinlerinde bulamadık­
ları zaman, derhal işi gizli anlamlara bağlamak, bu an­
lamların kalple ilgili birer sır olduklarını söylemek, her-
zamanki âdetlerindendir. Zahirî ilimlerle uğraşan din
bilginlerini de bunun tam aksi bir tutum içinde bulursun.
Câlıil sofuların bu davranışlarına tanık oldukça tasav­
vuftan ürkerler, onu inkâr ederler ve ona düşmanca tavır
takınırlar, ün durumda tasavvufa, yukarıda açıkladığı­
mız anlam dışında bâtınî ilim dememek ve bu ismi ver­
memek bir görev hâline gelmiştir. Tasavvufun gerçek
anlamı yukarda açıklamaya çalıştığım ız şeydir. Am a
ortada olan, yâni bâtınî oluşun uygulamadaki anlamı, ta­
savvuf ilini kalp ve gönlün çevresinde dolaşır, iç dün­
yamızı tarayarak ortaya çıkan mânevi hastalıklan tesbit
eder, onların tedâvîlerini bir takım hükümlere bağlar.

204
Tasııvvııf ilmi kalp ve gönlümüzde meydana gelen ma­
nevî hastalık ve rahatsızlıklarımızın bir ilacı ve bir ça­
residir. Ancak bvııuı, dînî emirlerin, ibâdet ve duâlann
dış görünümünde, şekil ve kalıplannda değil, özünde ve
derininde arar, 'fasavvuf ilmi, dînî ilimlerin kollarından
büyük bir koldur. Fıkıh ilmi de vücut ve organlarımızla
ilgili geniş bir daldır. Aralarında bu yönden bir benzerlik
vardır. Aynı şekilde zahirî fıkha flit tüm konuların kitap
ve sünneten çıkarılıp onlarla desteklenmesine karşılık
"tasavvuf" diye adlandırılan bâtınî ve kalple ilgili tüm
konularda Kur'ân ve Sünnet'ten çıkarılıp onunla takviye
edilmiştir.

CİZLİl.İOtN NKDENİ

Ancak, her bilim ve teknikte, özellikle bireyin de­


neyimine dayanan bâzı şeyler bulunur. Bunlıuri deneyim
konusunda epeyce ilerledikten sonra anculf-kendini gös­
terir. Nevarki, bunlardan habersiz olanlar, bir belâ ve bir
güçlük içine düşerler. Bu bilgisizlere tasavvufu anlat­
maya çalışmak, çoğu kez şüpheleri harekete geçirmekle
sonuçlanır. 13u hareketle tasavvufu anlamalarının kolay­
laşacağını beklemek boş bir ümittir. Nitekim tatmaya,
hissetmeye, yaşamaya ve sevmeye bağlı işlerde bunu
kolayca görmek mümkündür. Deneylerle sabittir ki,
bunların tamamım anlatmak bazen manevî bir çöküntüye
yol açar, bu nedenle bu tür şeylerin gizli tutulması
mutlaka uyulması gereken bir kuraldır.

«Tasavvufun birçok bölümleri vardır, bunlardan


bir kısmı da yaşanan haller ve gözlenen durumlardır. O

205
hakle bımlan herkese anlatmak mutlaka gerekmez.
Çünkü bunlar, Allah'la kul arasında cereyan eden bâzı
özel durumlarıdır. IBunları açıklamak manevî alanda bü­
yük zararlara sebep olur. Aynı şekilde manevî sırlaıu öğ­
renme ve bâzı gizli şeyleri kavrama bilgisi de (ilm-i le-
dünnî) tasavvurun bölümlerinden biridir ve aynı gizlilik
kuralları bunlar içinde geçerlidir. Bu yüzden insanların
bunlun duyup öğrenmeleri hiçbir zaman iyi .sonuçlar do­
ğurmaz. Çünkü çoğu bunlara akıl erdiremez. Daha doğ­
rusu bunlar, duyanlarda birçok şüpheler doğurur. Şüp­
helerde ruhlarında mânevî tahribata yol açar. Çünkü, söz
gelimi "Hint İnciri" ni görmeyen ve tadını tatmayan bir
adama bu meyveyi ne kadar anlatmaya, şeklini ve tadını
ne kadar açıklamaya çalışsanız da bu adam verdiğiniz
bilgileri yeterince anlayamaz. Şâir der ki;

- "Bana, aşk nedir? diye soruyorlar. Onlara dedim


ki:
- "Siz de benim gibi olunuz. O zaman anlarsınız."

Böyle düşünmenizin nedeni de yaşamaya ve tat­


maya bağlı olan sübjektif konuların, insanın iç dünya­
sına ancak yaşayarak ve tadarak girebileceği ve bu yolla
anlaşılabileceği gerçeğidir. Bu tür konular dinlemekle
değil ancak yaşamakla anlaşılır.

(JİZL tL İO lN HAŞKA BİR NEDENİ

Yaşama ve tatmaya dayalı konuların gizlilik


nedenleri yukarıda bahsettiğimiz noktalardır. Bunun
yanında ayrıca şu da vardır ki, her bilim dalı ve teknik.

2Ü6
kendine mahsus bir takım incelikleri, anlaşılması güç
bazı meseleleri içine alır. Her insan bu incelikleri
kavrayamuz ve bu güçlülükleri anlayamaz. Büyük velî
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bunu şöyle dile getirmiştir:

"Kelimeler ve hikmetler vardır ki, bükülmez de­


mire ve kınından sıyrılmış keskin kılıca benzerler. Kal-
kansız ve savunmasız bulunduğun sırada onlardan yüz
çevirmeli, yönelmemelisin. Korunma tedbîri almadan
onlarla yüz yüze gelmemelisin. Zîrâ kıhnç kesebildiği
şeyleri kesmeklen utanmaz."

Bu nedenle Muhyiddîn-i Arabî de:

"Bizim kit;ıplanmıza bakmak yasaktır." demiştir.


Birisi çıkar da, öyleyse bunlar neden yazılmıştır? derse,
bunun cevabı; yazanların seviyesine gelmiş, onları anla­
yacak dereceye ulaşmış kimseler için, şeklinde olacaktır.

TA.SAVVUİTA GİZLİLİK PRENSİBİNİN


SAĞLAYACAĞI DİĞER YARARLAR

Bu noktada tasavvuftaki sırlar ve gizliliklere


ulaştıran bir çok küçük yardımcılar vardır. Nitekim in-
.sanlar, kabiliyet ve yetenekleri ölçüsünde bunlardan ya­
rarlanmaktadırlar. Bu yolun yabancılan da kendilerine
göre bir yol tutar da tasavvufun inceliklerini ve gizli
y ö n le rin i bilen mutasavvtfIarla yarışırlarsa
karşılaşacakları tehlikeler için açık bir hedef
oluştururlar. Oysa bu davranışta her hangi bir fayda­
lanma beklentisi de yoktur. Bununla birlikte şunu da

207
unutnıaınak gerekir ki, tenhâda ve gizlice söylenen söz
büyük bir etkiye sahiptir.

«Bu yüzdendir ki tasavvufta ilerlemiş ve gerçeğe


enniş olan iisiadların, herkesi dikkatini toplayabildiği ve
fırsatım bulabildiği ölçüde eğitime tabî tuttuklannı görü­
yoruz. Aynı zamanda kişilerin her biriyle tek tek ilgilen­
mektedirler. İşle bu nedenle tasavvufta gizli eğitim meto­
dunun beniımendiğini gözlemektesiniz. Çünkü her in­
san, kendine özgü bir hal ve kabiliyete sahiptir. Ayrıca
kişinin, ai'zu ve heveslerini yenmek için kendisini, yapı­
sına uygun olmayan bir reçeteyle tedaviye yeltenmesi ve
başkası için önerilen tedavi yöntemlerini kendisine
uygıılaıııası ihtimali de vardır. İşte aksaklığın ve ra­
hatsızlığın esas kaynağı bu noktadır. Yoksa dînin hü­
kümleri dışında kalan ve sırf tasavvufu ilgilendiren ko­
nuların, gönülden göniile kalpten kalbe geçtiğini söyle­
yenlerin bu görüşlerinde değildir. Gizlilikteki bir başka
hikmet de tenhâda yapılan konuşmaya çoğu insanın
önem vermesi, değer bakımından da en büyük paya
ulaşmasıdır. Özel bir fayda umularak bir işin
gizlenmesi, ne suçtur ve ne de günahtır. Ayrıca bu
gizleme işi yalnız tasavvufa mahsus bir durum değildir
ki, tasavvufa karşı olan bazı kimselerin ondan korkması
ve nefıet etmesi hoş görüyle karşılanabilsin. B ilgisiz,
yalancı ve mîdcci kimselerden olan, ancak kendilerine
tarikatçı ve .sofu süsü veren, sahtekârların yaptıkları,
ta.savvufu arzûlarma âlet etme ve kötüye kullanma işine
gelince bu da yalnız tasavvufta görülen bir noksan
değildir. A n niyetli bilgi.sizler, dinle ilgili konularda bu.
tür davranışlara girmekten kendilerini alamazlar. Buna
karşılık Allah'tan korkan, sam im î v e gerçek çi
mutasavvıflar ya da onlara öğrencilik yapma şerefine

2Ü8
erenler Knr’ân ve Sünneti ölçü alarak doğruyla yanlışı,
sağlamla zayıfı ayırd edebiliyorlar.

Müceddid şeyh Tehânevî yenilik ve gerçekçilik ko­


nusunda oldukça yüksek bir düzeyde idi. Dînin çizgisin­
den saptığı ya da kimi insanların sapıtmasına ve şüp­
heye düşmesine sebep olduğu takdirde ne kadar yaygın
olur ve ne kadar benimsenirse benimsensin tasavvuftaki
tüm öğretileri, şekil ve formaliteleri terkederdi. Bu ko­
nuda müride yalnız işarette bulunmakla yetinmez, aksine
bunları terketmeyi ve bunlardan uzak durmayı öğütle­
meyi de ihmal etmezdi.

Allalı kelimesini zikretmek, tüm tarikatçılar ara­


sında benimsenen ve dilden dile dolaşan bir zikir şekli­
dir. Nevar ki ben yalnızca "Allah, Allah" demenin hiç
bir esâsa dayanmadığını gözledim. Sonra üstad, (
‘m' ) ve ( D î) âyet-i kerîmele­
rin, Allah'ın isminin zikredilmesini sağlayacağı
görüşünü ortaya koydu. Ancak yine ben, her türlü
münâsebetle htıdis ve e.serlerde bize kadar ulaşan zikirler
arasında böyle bir zikir şekline hiç bir zaman rastlaya-
madığım gibi sahabe (Allah kendilerinden râzı olsun)
hayânnda da bu tür bir zikri ve böyle bir uygulamayı gö­
rem edim . Böyle olunca bu davranışın Allah'a
yaklaştıran bir zikir olabileceğini akla uzak buldum. Bu
konuda şeyhle aranızda mektuplaşmalar oldu.
Mektuplaşmaların sonunda şeyh beni böyle düşünmek
ve davranmaktan menetti. Tarikat erbâbının bunları zikir
olarak yapmadıklarını, belki bir alıştırma ve nefsi
eğitme olarak yaptıklannı anlattı. Aynı şekilde açık zikir
için de izin vermedi, zikir sırasında kalbe vurmayı da
hoşgörmedi. (Nitekim bâzı tarikat erbabı bunu böyle

209
yapmaktadır). Ancak ihtiyaç kadarına müsâade etti.
Sonra öğüt vermeye başladı ve şunlan söyledi:

«Bilmelisin ki, açıktan zikretmek ve beraberinde


kalb üzerine vurmak, sevap kazandıran birer amel olma-
dıklan gibi buna böyle inanmak da Allah'a isyandır.»

BAŞKA BÎR GÜZEL TENBÎH DAHA

Bu tenbihin özünü; bilgisiz kesim arasında yaygın


olan: "Bâtın ilmi, zâhir ilminden ya da şeriat ilimlerinden
üstündür." Sözünün reddi oluşturur. Bu mânâda Hızır
aleyhisselâmın günahsız bir çocuğun boğazını kopar­
dığı ve bu sımn halk arasında anlaşılamadığı, yine bu­
nun gibi bindiği gemiyi yaralamasının daha sonra büyük
bir iyiliğe dönüştüğünü anlatan söz ve şiirlerinden anla­
şılan da budur. Bu söz ve şiirlerde savunulan ana fikir.
Peygamberlikten dolayı sahip olduğu nûra ve bilgiye
rağmen Mûsa aleyhisselâm'ın bile bu sırların incelikle­
rini kavrayamadığı şeklindedir. Fakat unutmamak gere­
kir İd, kanatsız uçmaya çalışmak, boşa harcanmış bir
emektir.

Aslında Mûsâ Aleyhisselâmla Hızır Aleyhisselâm


arasında geçen olaylarda çoğu işlerin sır ve yararlan
gizlidir, herkesin ve özellikle de avam halkm bunlan an­
layıp kavramalan pek öyle kolay değildir, anlammdadır.
Bu nedenle sâlih İdmselerin söz ve fiillerini eleştirmekte
acele etmek hoş görülmez. Aksine onlann sözlerini sabır
ve dikkatle, kendini içtenlikle vererek istenen şekilde ye­
rine getirmek gerektiği anlaşılır.

210
AnlatlUm bu kıssadır, söylenene îtirâzı terketmeyi
telkin eden, her söyleneni yapmak gerektiğini îmâ eden
bir anlayış mevcuttur. Nitekim: "Kur'ân'ı Kerîm'in
açıkladığı gibi Hızır Aleyhisselâm'm gemiyi kırıp bir
yarık açmasında, gerçekle geminin korunması ve sâlıip-
lerinin bundan yararlanması -Peygamber olgunluğuna,
bilgi ve mârifetine sahip olmasına rağmen- Müsâ Aley-
lıisselâm'ın olaylardaki inceliği altında yatan gerçek se­
bepleri anlayıp kavrayamaması gibi görünmesine rağ­
men bir takını hikmetler vardır. Bu durum karşısında
"Kanadını kaybettiğin zaman uçmaya kalkışmaman ge­
rekir." şeklindeki uyanlar bu doğrultudadır.

«Fakat bir takım insanlar bu hikâyeyi, bâtın ilmi­


nin şeriat ilimlerinden üstün olduğu, Mûsâ Aleylıisse-
lâm'ın Hızır Aleyhisselâm'm yanına ondan yararlanmak
üzere bu yüzden gönderildiği şeklinde anlıyor, buna
bağlı olarak şeylı bir emir verdiği zaman derhal yerine
getiımek gerektiğine karar veriyorlar. Üstelik bu kararla­
rının gerçeğin tâ kendisi olduğunu sanıyorlar.»

«İyice bilinmelidir ki, bu tür yorumlar gerçek dışı­


dır ve hiç birinin de aslı yoktur. Bâtın ilminin din ilim­
lerine tasavvuf bilgisinin şerîat bilgisine üstün olduğu
sonucu bu kıssadan iki nedenle çıkarılamaz.

BİRİNCİSİ: Bâtın ilmi dediğimiz mânevî ilimler,


şerîat ilmi dediğimiz dînî ilimlerin bir dalıdır. İnsanın
dışını düzeltmesiyle ilgilenen dalına "fıkıh" içini düzelt­
m esiyle ilgilenen dalına da "tasavvuf denir. Bu du­
rumda parçanın bütüne üstün olması nasıl mümkün
olabilir?

211
İKİNCİSİ; Mızır Aleyhisselâmm kavrayabildiği v e
bizim süzüıui ettiğimiz bu olaylar, bâtın ilmi açısından
pek önemli şeyler değildirler. Aksine bunlar, Allah'ın
Hızır Aleyliisselâma sırlarını açtığı çok basit olaylar ve
yüce Allah'ın yaratmasına bağlı durumlardır.»

Bütün bu işlerin temelinde, zaman ve yere bağlı


olmadan gerçekleşen olayların, Hızır Aleyhisselâmm
bilgisinde birbirine yaklaşmış olması yatar, Uzak bir
şeyin yaklaşmasını dilemek ya da uzaktaki bir şeyi
yakınmış gibi görmek, o şeyle ilgili bâtını bir bilgi
sayılmaz. Oy.sa Mûsâ Aleyhisselâmm bilgisi, din ile
ilgili temel bilgiler ve İlâhî mârifetlerdir. Bâtın ve zahir
ilmi de bu İlâhî mârifetlerin ve şer’î bilgilerin birer
dalıdırlar. Her hâliikârda şu kesindir ki, H ızır
aleyhisselâmm bilgisi Mûsâ Aleyhisselâmm bilgisinden
daha üstün değildir.

Söz gelimi iki adam düşünelim, birisi erdem sahibi


diğeri bundan yoksun. Bunlardan erdemli olan adam du­
var ya da perdenin arkasındaki şeyin ne olduğunu bil-
me.se de diğeri bilse, sırf bundan dolayı sıradan kimseyi
erdemli kişiye üstün sayamayız.

Hızır Aleyhisselâmla Mûsâ Aleyhisselâm arasında


geçen bu olaylardan kimileri de en ufak bir ihmal göste-
rilmeksizin derhal boyun eğmek gerektiği sonucunu çı­
karmaktadırlar. Oysa bu sonuç da doğru değildir ve ye­
rinde bir karşılaştırma da sayılmaz. Çünkü Mûsâ A ley-
hisselânı Allah'tan aldıği bilgiyle Hızır Aleyhisselâmm
kusursuz bir insan olduğunu ve kendisinden dîne aykırı
herhangi bir davranışın beklenmeyeceğini anlamıştı.
Ancak Hızır A leyhisselâm ’ın yaptığı işlere itirazda bu-

212
lunması olayların ardındaki sebepleri bilmemesinden
kaynaklanıyordu, Susması ve soru sormaması da müm­
kündü, ama bir adam düşününüzki; davranışlarım dîne
aykın buluyoruz ya da çevresindekilere dinle bağdaşma­
yan bazı şeyler öğretiyor, şimdi bu adamın hareketlerini
benimsemek ve yaptıkları karşısında ses çıkarmamak
mümkün mü?

İşte bir başka yönden bakarsak Hızır Aleyhisse-


lâm, Mûsâ Aleyhisselâmın getirdiği dînî kurallara uy­
makla yükümlü değildi. Hızır Aleyhisselâmın getirdiği
dînin esaslan, Mûsâ Aleyhisselâmın getirdiklerinden
farklıydı. Günümüzde durum böyle değildir. Herkes,
bir tek dînin esaslanna uymakla yükümlüdür. Bu du­
rumda insan, bu dînin esaslanyla bağdaşmayan davra­
nışlar gösteren birine uymak zorunda değildir. Hattâ ona
uyması doğru da değildir. Bütün bunlardan anlıyoruz
ki, bu iddialann hepsi de yanlıştır, ve asılsızdır.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bu sözüyle böyle demek is­
tememiş, Hızır Aleyhisselâmın bilgisinin daha üstün ol­
duğunu kasdetmemiş, aksine büyüklerin bir kısmı ilahi
sırlann bâzılannı anlayamazken, bu kısa aklınla sen,
nasıl olur da onlardan yüz çevirir ve sırlarını inkâra ce­
saret edersin? demek istemiştir.

BÜYÜK ŞAŞKINLIK

Bâtınîlik^® yolunda tasavvufa giren bu büyük ya­


nılgı, Kur'ân âyetlerini zâhir ve bâtın şeklinde yorumla-

Sapık bir mezheb.

213
nıak ve bunu uygun olarak tefsir etmektir. Buna karşı
gerçekleri bilmemiz ve işin aslını anlamamız gerekir.

Tasavvufla ilgilenenlerin dilinde, zahirî ilimlere


vâkıf olanların yaptıkları tefsir ve tercemelere ters dü­
şen, çoğu kez onlardan farklı bir şekilde yorumlanan bir
takım âyetler dolaşır. Bu gibi yerlerde insanlar anlayış
hatasına düşerler. Kudân'ın gerçek yorumunun böyle
olması gerektiğini ve zâhirî ilimlere vâkıf olan din
bilginlerinin yaptıkları tefsir ve yorumlann bir çok
yanlış ve kusurlarla dolu olduğunu sanırlar. Bu görüş,
tamamen büyük bir yanılgıdır.

Bu davranış da İslâm'ı baltalamak isteyen zındık­


ların davranışıdır. Bu yanlış görüş sebebiyle İslâm yıp­
ratılır, İslâma olan güven sarsılır ve bu yüzden yıkıl­
maya yön tular. Kimileri de düşünmeden ve ölçüp tart­
madan din bilginlerine dil uzatıyor, Kur'ân-ı Kerîm'i
tahrip ettiklei'ini, anlamını değiştirdiklerini, arzûlarına
göre yorumda bulunduklarını söylüyorlar. Bu tür insan­
ların sözlerini de incelemek, analizini yaparak haklılık
derecelerini ortaya çıktu-mak gerekir.

Asıl gerçek tefsir, tefsire yetkisi olan İslâm bilgin­


lerinin yaptıkları tefsirdir. Bununla birlikte, Kur'ânın
asıl maksadı yanında, benzeri bir çok anlamlar da bulu­
nuyor. Böyle olunca dikkatler zaman zaman birinden di­
ğerine kayabilir. İşle bu benzerlik yüzünden tasavvuf er­
babı birini diğerine mukayese ederek bu yönde bâzı hü­
kümler çıkarabilirler. Tasavvuf erbabının bundan gaye­
leri sâdece bir benzetme, örnekleme ve karşılaştırmadan
ibarettir, yoksa çıkardıkları hükümleri asıl âyete bağla­
mak değildir.

214
Nitekim KurTın-ı Kerîmdeki "Evimi temiz tutu­
nuz." âyetinden mtıksat, Kâbenin temiz tutulmasıdır.
Ancak insan hayâli buradan, insanda Kâbeye benzer bir
organın bulunduğuna, bunun da kalp olduğuna geçebi­
lir. Çünkü kalp, ilâhı ışınların Kâbe üzerine düştüğü
gibi İlâhî feyizlerin, üzerine doğduğu yerdir. Kabe'nin
Allah’ın evi olduğu gibi mü'minin kalbi de Arş-ı İlâhî­
dir. Çünkü o, Allah Tefılâ'nın sürekli gözetimi altında­
dır. Dolayısıyla mutasavvıflar, Kabe'nin temiz tutul­
ması gerektiği düşüncesinden hareketle İlâhî tecellî'lere
hedef olan kalbin de Allah sevgisinin dışındaki tüm
sevgilerden temizlenmesi gerektiği sonucuna ulaşmış
olııyoıiıir.

Allah Taâlâ'nın Ktır'ân-ı Kerîm'de:

"Ey kail) gözU açık olanlar, ibret alınız." buyura­


rak insanları teşvik ettiği bu ilme, "İlm-i îtibar." ismi ve­
rilir. Bütün İslâm luıkııkçulan ve hadîs bilginleri
hükümlerin tamamında bu kurala uymuşlardır. Bu
anlamda bir kimse çıkar da kıyas edilen şey, âyetten
anlaşılan anlama dayanır, derse bundan dolayı hiç bir
şey lâzım geliniz. Netice olarak bozukluk ve
aksaklıkların tainamınııı aşırılık ve abartmadan
kaynaklandığı anlaşılmıştır. Şeyh Tehâtıevî bu noktada
diyor ki:

"Bâzı insanların âyetlerin sırn ve karnı, içi ve


dışı, zâlıir ve bâtını vardır, gibi sözler uydurmaları ve
bunları birer kural gibi kabul etmeleri doğrusu oldukça
tuhaf bir davranıştır. Söz gelimi yukardaki âyetin hem
içi hem dışı, hem zahir hem bâtın anlamlarını kapsa­
mında bulundurması çok normal ve mutlaka gereklidir.
Her âyetten çıkarılan bu nükte ve ibretler ise âyetlere

215
fazla bir üstünlük ve ayrıcalık kazandırmaz. Nitekim bu
durum usûl ve dil bilginlerince anlaşılması güç olmayan
bir husustur. İşte bu yüzdendir ki Kur'ân-ı Kerîm'in
bâtın! (gizli) anlamı vardır, iddiası hoş karşılanmamış­
tır. Daha doğrusu gizli anlamdan amacımız, ictihad de­
recesine erişen din bilginlerinin anlayabildikleri ince mâ­
nâlar ve Kur'âııdan çıkarılan derin gerçeklerdir. Usûl
âlimlerinin kaleme aldıkları farklı anlayış ve farklı delil­
leri de bu gizli anlamlar çerçevesinde düşünebiliriz. A y­
rıca Kur'ân-ı Kerîmin bu gizli anlamları değişik derece
ve basamaklara ayrılır. Kimini halk anlayamaz da orta
derecedeki bilginler anlayabilir. Kimini bu bilginler de
anlayamaz, yalnızca ilimde mesafe katetmiş ileri derece
bilgiye sahip olan bilginlerle müctehidler kavrayabilirler.
Kimini ise ancak Peygamberler idrâk edebilirler. Her bi­
lenin üzerinde bir bilen vardır.

KurTımn zahirdeki anlamını kabul etmemek, in­


sanı dinden çıkarır. Ancak zahirî anlamı kabul edip de
ondan ilerleyerek bâtın! anlamına ulaşmak mümkündür.
Hattâ bu yol gerçeğe ulaşan din bilginlerinin de izlediği
yoldur. Söz gelimi hadîs-i şerifte: "İçinde köpek ya da
resim bulunan eve melekler girmezler." denmiştir. Zahirî
ilimlerde uğraşanlar evde köpek bulundurmayı hoş gör­
mezler, doğrudur ama, kalplerini köpeklere âit sıfatlar­
dan temizlemeyi hiç de düşünmezler. Artık inanç taşı­
yorlar ya, bu inançları onları cennete götürecektir, ama
nasıl götürecektir bilinmez.

Kur'ân'ııı zahirî anlamım veya hadîsin dış anla­


mını kabul eimeyenlere gelince, bunlar köpek bulun­
durmayı normal sayıyorlar v e şeyhlerin hadîsin
anlamını kavrayamadıklannı söylüyorlar. Zira bunlara

216
göre bey t (ev), kalp demektir. Melekler ise gayb
âleminden gelen nurlardır. Köpek de gerçekte yırtıcı ve
yabanî hayvanlara ait niteliktedir... v.b. Bu sınıfa
girenle, şerîati inkâr ederek cehenneme giden yollannı
çizmişlerdir. Gerçek din bilginlerine gelince hadîsin
anlamı zahirî ilimlerle uğraşanların anladıklan anlamdır.
Fakat köpekleri, melekler için nefret edilecek varlıklar
durumuna düşüren sıfatlar üzerinde de düşünmek
gerekir. Bu sıfatlar başta yırtıcılık, pislik, ihtiras, öfke
v.b. olmak üzere bu tür kötü huylardır. İnsanların,
içinde barındığı ve her türlü ihtiyaçlarını karşıladığı
basit evlerde köpek bulundurmak hoş görülmez de,
Allah'ın bakışına hedef olan kalbe köpeğin sıfatlarım
yerleştimıek nasıl hoş görülebilir?
Bâzı kimseler konu üzerinde ısrar ettiler ve büyük
bir iddiada bulunarak aşırı gittiler. Kalpten kalbe geçen
bu gizli bilgiyi isbat için Alî Radiyallâhu anhu ile ilgili
lıaclîse başvurdular. Özellikle "Vahdet-i Vücûd" konu­
sunu bu konuya sokmaya çalıştılar. Tasavvuf tmaftarı
olduklarını ve onu savunduklarını ileri süren bu
bilgisizler. Peygamber efendimizin kendisine mahsus
sırlarını Alî Radiyallahu anh'e açıkladığını ve bunlann
kalpten kalbe geçerek günümüze kadar süregeldiğini
yaymak için çaba harcadılar. Bu arada Şîîlerde onlarla
aynı inancı paylaşırlar. Nevar ki Alî Kerremallâhu
veçheli: "Halkın dışında Rasûlüllah aleyhisselâtü
vesselam size her hangi bir sırrını açıkladı mı?"
sorusuyla kar.şı karşıya kaldığında: "Hayır." Ancak
Kur'ândaki bir anlayış dışında bana insanlardan farklı
olarak herhangi bir sır verilm edi, şeklinde
cevaplamıştır.

217
ARZULANAN Y AKINLIK

Yüce Allıılı’ın yaratıklarla bağıntısı ya da evrenle


kendisi arasındaki tanımlanılmayan bağlantısı, zâtı yada
sıfatlan yönünden varlıklar dünyasına olan yakınlığı
gerçek bir olay ve kesin bir konudur. Bu noktada, ina­
nanla inkâr edenin, iyi ile kötünün, insanla hayvanın,
bitkiyle mâdenin ve diğer varlıklann hiçbir farklan yok­
tur. Cenâb-ı Hakk'ın yakınlığı herhangi bir varlığa hâs
değildir. Bu konuda Yüce Allah, vıu'lıklar arsında hiçbir
ayırım yapmamaktadır. Bu inceliği şu buyruğunda son
derece açık bir şekilde belirtmektedir;

"O; hem Evvel'cUr, hem Âhir'dir, hem Zahir'dir,


hem Bâun'dtr. Ve O, her ^eyi b i l e n d i r . Ö yleyse
şüphe yoktur ki, Cenâb-ı Hakk’ın Evvel’liği, Âhir'liği,
Zâhir'liği ve Bâtın'lığı diğer şeyleri ve bütün varlıkları
da içine alır. İlmi de birini diğerinden ayırmaksızın her
şeyi kuşatır.

"O; her $eyi bilendir. Çünkü O, Göklerde ve yer-


lerdekini b i l i r . " B i z ona (insana) ^ah damarından
daha yakınız . â y e t i n d e gördüğümüz bu yakınlık ve:
"Nerede olursanız olunuz, O, sizinle berâberdir."^^
âyet-i kerîmesinde rasladığımız bu beraberlik, hem
inançlı ve iyi yönde davranan, hem inançsız ve kötü
yönde hareket eden kimseler için eşit olarak vardır.
Diğer varlıkları da bu çerçevede düşünmek gerekir.

Kur’an, Hıulid, 57/3.


Kur'an, Tcğâbüıı, 64/4.
59 Kur’an. Kar. 50/4.
6b Kur'an, Hadid, 57/4.

218
Evet! Kur'an'ın onaya koyduğu bir gerçek olarak her.
inanan insanın ve her müslümamm diyen kimsenin,
Yüce Allah’ın varlıklara olan yakınlığını kabul etmek ve
bunun doğruluğunu içine sindirmek dînî bir görevi ve
însanî bir vazîfcsidîr, ister hakikât ve aslını anlasın,
isterse anlamasın. Yalnız anlamak ve benimsemekde
yeterli değildir. Daha doğrusu kendini buna hazırlamak
ve bu doğrultuda liareket etmektir. Ancak dikkatini
anlam a yönünde yoğunlaştıran ve vahdet-i
vücûd'cııların yaptıkları gibi sürekli onun felsefesinde
derinleşmeye çalışan kimselere gelince, bu kimselerin
durumu namaz kılmanın usûl ve faydalarını bilen,
hikmet ve yararlarını anlayan, sonra yine namazı
terketmeyc devam eden müslümana benzen Aynı şekilde'
Allah'a yakınlığın ilmini yapmamız ve bu işin felsefe­
sinde derinleşmemiz, Onu terkettiğimiz ve yerine getir­
mediğimiz sürece ne bize fayda sağlıu-ve ne de herhangi
bir katkıda bulunur. Çünkü bu yakınlığı ve beraberliği
ya da valıdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd'u bilmekten ve
bunların ilmini yapmaktan asıl gaye ve esas hedef, Al­
lah’ın, kalpte sürekli hazır olmasını ya da ihsan derece­
sini ekle etmektir. Bu dereceye ulaşan ve böyle inanan
bir mü’min, öyle bir noktaya ulaşır ki artık onun dur­
ması ve hareket etmesi, hayâtındaki bütün faaliyetleri,
çalışma ve dinlenmeleri, Allah'ın huzurunda ve O’nun
denetimindedir. Artık o, kendisini Rabbı’nın önünde
O ’nun rızâsını bekleyen, O'nu gözleyen, O’nuh dizleri
dibinde ve O'nu, yakınında yakını olarak hisseder.
Kendisi O'nu göremese de Rabbının kendisini gördü­
ğünü farkeder. Bu noktada hiç bir şüphe ve tereddüdü
kalmaz. Kendisini O'nıın huzurunda hissetmenin verdiği
inançla Allah'ın öfkesini çekecek, O'nakarşı gelme ola­
rak kabul edilebilecek davranışlardan uzak durmaya

219
önem verme, bu hususta titizlik gösterme mü'minin
gönlünde iyice yer eder. Bu duruma gelen mü'min, ita­
atte, ibâdette ve Allah'ın rızâsını aramakta ihsan dere­
cesine ulaşır ki, Allah'a inanma ve O'na teslim olma
yolunda vanlabilecek en son nokta ve ulaşılabilecek o l­
gunluk derecesi de bundan başkası değildir.

Böyle değil de namazın farz olduğuna inansak,


üstelik namazın gerçek yönü ve önemi üzerinde ihtisasta
bulunsak bunun ilmini öğrensek ve felsefesini yapsak,
ama namaz ve ibâdet nâmına hiç bir şey yapmasak, na­
mazdan yoksun ve ibâdetten uzak kalsak, elbette ki bu
bilginin bize hiç bir yaran olmayacak, öğrendiğimiz tüm
bilgilere ve yaptığımız tüm felsefelere rağmen yine de
Allah'ın en şiddetli azâbına ve en kahredici cezâsına ma­
nız kalmaktan kurtulamayacağız.

CENNET DE ASIL AMAÇ DEĞİLDİR

Şeyh Tehânevî rahimehullah'ın da dediği gibi ar­


zulanan yakınlık ya da yakınlıktan maksat, -hâşâ- A l­
lah'ın kucağına geçip oturmak değildir. Daha doğrusu
gerçek bilgiye kavuşan tasavvuf ehline göre Allah'a ya­
kınlık, tasavvufta kulun Allah'a yöneldiği, kendisini
O'nun yoluna adadığı veya O'nun nzâsından başka bir
arzusunun olmadığı yüksek bir derecenin unvanıdır. Bu
dereceye ulaşan bir insanın asıl arzusu Cennet olmaktan
çıkar. Bunlar artık Allah Teâlâ'nın Kur'an-ı Kerîm'de
( ) Sağcılar diye adlandırdığı diğer
mü'minlerin hepsini geçen ve hepsinden üstün sayılan
"sâbikûn ve mukarrebûn" sınıfına girmişlerdir. Y üce

220
Allah bunlun lutfu keremiyle ve fazlu ihsanıyla kendine
has kullarından ve özel konuklarından sayacaktır. Nite­
kim:

"Sağcılar, ne mutlu o sağcılara, solcular, onlar ne


bahtsız solculardır."^^ âyetinde buyrııldugu gibi, yüce
Allalı sağcıhu'a mutluluk müjdesi vemıiştir. Ancak bura-
dtıki sağcılardan maksadın bütün cennet ehli olmadığı
da açıkıır. Belki buradaki "sağcılar" dan maksat, orta
halli müslüman olan cennet ehlinin tamamıdır. Seçkin
sınıfa gelince, onlardan öncelikle sözedilmiş ve onlara
öncelik tanınmıştır. Onlardan Kur'an'da şöyle sözedilir;
"Önde olanlar, onlar önciidiirler. I^te onlar, en gözde in­
sanlardır." Âyet-i Kerîmeden de anladığımıza göre
üçüncü gurup insanlar da cennetlik olanlara üstündürler.

Ancak bunun anlamı, o insanlar cennetten başka


bir yere yerleşecekler demek değildir. Aksine diğerleri
gibi onlar da cennette konaklayacaklar. Fakat
konaklama ve yerleşim yeri bakımından diğerlerinden
farklı bir yönlen olmayacak. Ancak diğerlerinden arzu
ve ideal yönünden ayrılacaklar. Buna göre cennetlikler
ikiye ayrılmaktadır. Bir kısmı cenneti isterlerken, diğer
bir kısmı yüce Allah'ın zâtını istemektedir. Âyet-i
Kerîmedeki "Sâbıkfın" ifâdesinin tekrarından bu
gurubun adı geçen iki gurubun ikisini de geçtiği ortaya
çıkmaktadır. Bu durumda sâbıkfın gurubu, hâliyle diğer
cennetlikleri de geçmiş olmaktadır. İşte diğer
cennetliklerden farklı oluşlannın asıl anlamı budur.
Tarîkat ehlinin bu anlamdaki sözleri açıktır. Daha önce
gelip geçmiş tasavvuf erbabının bu konudaki sözleri de

61 Kur’an, Vâki:!. 56/27,41.

221
şöyledir; Tarîkııt ve tasavvuf alanında en yüksek derece,
kişinin Allah'tan başka hiç bir şey arzu etm eyecek
duruma gelmesidir. Bu duruma gelen kim.se, ne cenneti
ister ve ne de cehennemden korunmayı arzu eder. Bu
sözlerden bu dereceye gelen kimse cenneti istem ez
anlamı çıkmaz. Onlar da cenneti ister fakat asıl hedefleri
cennet değildir. Nitekim Şâir de:

"Ayrılık nedir, kavuşmak nedir? Hepsinin de A l­


lah için olması gerekir. Çünkü O'nun rızâsına bağlı ol­
mayan idealler, boştur ve faydasızdır.” diyor.

BtR KUŞKU

Sözün burasında bir kuşku ortaya çıkıyor. Bu da


Hadîs-i Şcrîfte gördüğümüz: "Allahım, senin rızânı
(hoşıuılluğuınO ve cennetini isterim" sözünün, cennetin
de asıl lıecief olduğunu göstermesidir.

Bu tür bir itiraz yeya şüpheye verilecek cevap


şöyledir: Hadîs-i Şerifteki cennet ifâdesi, .sanki bir ada­
mın, falanla nerede karşılaşabilirim? Sorusuna benze­
mekledir. Bu soruyu soran kimseye, falanın bahçesinde
karşılaşabilir.sin, denilir. Adam, söylenen bahçeye doğru
yönelir. Bu durumda hiç bir kimse çıkıp da, adam bah­
çeyi hedef edindi, asıl gâyesi bahçeyle buluşmaktır veya
bahçeyi bulmaktır gibi sözler söylem ez. Ancak belki
şöyle der: Adamın arzusu görüşmek istediği adamı bul­
maktı, bahçede bulabileceğini anlayınca bahçeye yö­
nelm iş ve orada bulmaya karar vermiştir, denilebilir.
Hadîs-i Şerîlie de asıl arzu, tıpkı yukardaki gibi cennet-

222
ten önee söylenen nzfı-i ilâlû'dir. Nitekim Allah'ın nzâ-
sım bulmak cennetde kolay olacağı için, yüce Allah cen­
neti asıl hedef olanık belirlemiştir. Allah Teâlâ yüce
Kur'an'da: "En büyük sey, Allah'ın mâsıdır."^^ bu­
yurmaktadır. Bu konuda rızâsını cennetten büyük yap­
mıştır, Buradan da anladığımıza göre en büyük ve en
değerli şey, yüce Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktır.
En büyük şeye, en yüce gayeye götüren yol da yolların
en şereflisi ve en değerlisi olmalıdır. Bunu da bir başka
yerde Cenâb-ı Zülcelâl şöyle açıklamıştır;

"Allah'ı zikir en büyüktür."^^ Bu âyet-i kerîme'


den anlaşıldığına göre Allah'ı anmak araçtır, hedefe
götüren yoldur. Bütün ilâhı buyrukları yerine getirmek­
teki sonuç da Allalı'ı anmaktır. O'nu hatırlamaktır.

Buna göre bütün ibâdetlerde, gâye ve hedef olarak


Allah'ın hoşnuilıığunu kazanma düşüncesi en önde gel­
meli ve insan bunu kendisine prensip edinmeli, daha
doğrusu kul, dikkatini kavuşmak olarak gördüğü şeyler­
den çevirmeli ve mutlaka yüce Allah’ın hoşnutluğunu
kazandıracak ibâdet ve davranışları asıl hedef kabul et­
meli, büyük bir dikkat ve kararlılık içinde onlara devam
etmeli. Hattâ Allah'ın rızâsını ayrılıkta görsen bile,
O'nıın rızâ.sını kazanmak için kavuşmaktan doğabilecek
tehlikeden uzak dunnak, senin görevindir.

"Ben O'na kavuşmak istiyorum, O ise benden ay-


nlmak istiyor. Bu durumda senin arzun uğruna bana is-

62 Kur’an. Tcvbc, 9/72.


63 Kur'an, Ankcbûı, 29/45.

223
teğimcien vazgeçmek düşüyor." diyen kimseye aferin!
Bu konu ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi.

Felsefe uzmanlarında rastladığın, sevgilinin kuca­


ğına geçip ouınnayı hedefleyen, kavuşma yaklaşma ve
beraberlik düşüncelerinden artık vazgeçmelisin. Çünkü
dindar insanlara göre güvenilen ve aızulanan yakınlık ve
rızâ-i İlâhî, gerçek anlamda yakınlık ve Allah rızâsını
kazanmaktır. Bunun yollarından bazıları ise inanmak ve
iyi işler yapmaktır. Kur'an-ı Kerîm bu noktaya da şöyle
işaret etmektedir:

"Muhakkak ki inanan ve iyi iyler yapanlar, bunlar


yaratıkların en halırlısıdırlar. R ableri katındaki
miıkâfâtları da altlarından ırm aklar akan adn
cennetleridir. Onlar orada sonsuz ve ebedî kalacaklardır.
Allah onlardan râzı, onlar da Allah’dan razıdırlar.
Cenâb-ı Hakk bu yüce mevkîye, bu en yüksek makama:
"Hayrulberiyye; Yaratıkların en hayırlısı" adını
vermiştir. Bu makama erenlere: "Onlardır en yakın
olanlar." dediği ve seçkin bağlannı rızâsına v esile
kıldığı gibi. Yüce mevlâ bir başka yerde açıkça ve
ayrıntılarına inerek Allah'a yaklaşmanın yolunu bizlere
anlatmıştır. O'na yaklaşmanın yolu, inançla iyi işleri bir
arada yürütmek ve bunlarda bulunan eksiklikleri
gidennektir. Çünkü zayıf inanç ve kusurlu ibâdet bütün
müslümanlarda vardır.

"Sizi hıızârıımuza yakla§tırcak olan ne mallarınız,


ne evlatlannızdır. Ancak inanan ve iyİ işler işleyenler
başka. Çünkü onlar için, yaptıkkırına karşılık kat kat

64 Kur'an. Bcyyinc, 98/7-8.

224
ödül vardır. İ^-te onlar yüksek derecelerde, güven için­
dedirler."'^^ âyet'i kerîmesiyle ilgili olarak Şeyh rahime-
luıllah şu açıklamada bulunur;

«Bu âyet, yüce Allah'ın bir hazîneyi kullarına


açıkladığı Kur'an âyetidir. Bu büyük hazîne ise Allah’a
yaklaşmaktır. Yalnız hazîneyi belirtmekle kalmamış üs­
telik hazîneye ulaşmanın yolunu da tarif etmiş, buna ek
olarak insanın bâzım içine düştüğü hatâ ve yanılgılardan
uzak dumianın çare ve metodlarını da insanoğluna gös­
termiştir, Bu değer biçilmez hazîne, Allah'a yaklaşmak­
tır. Ancak bu, bedensel bir yakınlık değildir. Öyle ol­
saydı mesafelerin kısalması ve uzaklıkların azalması
söz konusu olurdu. Oysa bu gibi şeyler bedensel özellik­
lerden başka bir şey değildir. İşte seçkin insanlan,
maneviyat yolcularını taklit eden sıradan kimselerin
yaptıkları yanlışlar, böylece kendiliğinden ortaya çık­
maktadır. Aslında böylesi insanlar, aptal ve bilgisizdir­
ler. İşte Allah'a yakınlığın bedensel bir yakınlık oldu­
ğunu da bunlar ileri sürerler. Böylesi iddialar, ancak bu
tip insanlarda görülür.

Önceden yaşayıp da bu gün ebedî âleme göç etmiş


bulunan İslâm bilginlerinde de bu tip sözlere raslamış ol­
sak elbette onları te'vil eder, yoruma tâbî tutarız. Ama
halktan kimseler bu .sözleri yorumlamadan alır ve olduk­
ları gibi söylerlerse, elbette yanılırlar ve bu sözleri anla­
makta güçlük çekerler. Bunun sonucu olarak da bir kıs­
mının Allah'ı nehire ve kendisini denize, bir diğer kıs­
mının da Allah'ı nehire ve kendisini de damlaya benzet­
tiğini görürsün. Oysa biz böyle yapmayız, eğer güven-

Kur’an, Scbc; 34/37.

225
diğimiz kimselerin sözleri arasında bu tip cünılelere ras-
Uırsak derhal onları yorumlar, anlaşılacak şekle sokarız.

T K ŞB ÎIll KABUL E TM EM EK,


HADDİ TECAVÜZ ETMEKTİR

Bizzat Kur'an'ın kendisinde bile mevcutken, teş­


bihi kabul etmemek bu konuda çizm eyi aşmak olur.
Çünkü yüce Allah bir çok âyette maksadım benzetme
yoluyla açıklamıştır. Meselâ şu âyeti kerîmeye bakalım:

"Allah, göklerin ve yerin nûrudur.O'nun nuru,


içinde çerağ bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ı§ık
bir cam içindedir. Cam ise inci gibi parlayan bir
yıldızdır .sanki."^^' Şayet benzetme sanatı kötü bir şey
olsaydı Kıır'an-ı Kerîm'de nasıl bulunurdu?

Böyle söylüyorum! Çünkü katı bir yapıya sahip


olan insanları çizm eyi aşar buluyorum. Bunlar
Kur'an'ın anlamındaki incelik ve derinliği kavrayamı-
yorltır, daha doğrusu sırf sözlük anlamına ve zahiri mâ­
nâsına bakıyorlar. Bunun sonucu olarak da sonu inkâra
dayanan, İslâm'da olmayan şeyi İslâm'a sokmaya kadar
varan fetvalar veriyorlar, İşte teşbih olayı bunun bir ör­
neğidir. Kıır'tın'dtı birçok teşbih varken onu kesinlikle
haram saymak bu tür fetvalardan biridir.

Kur'an-ı Kerîm'de benzeri birçok teşbih m evcut


olunca, artık Allah'ı tenzih konusundaki bu katılık.

K u r 'a n , N u r, 2 4 /3 5 .
sağlıklı bir tutum değildir. Katılık dediğimiz şey ben­
zetmeyi tamamen yasak kabul etme eğilimidir.

Kaldı ki bir benzetme olayında, benzeyenle ben­


zetilen bir noktada birleşmelidir. Örneğin yüz, ay'a ben-
zetildiği takdirde, bunun anlamı ikisinin de birlikte taşı­
dığı bir sıfatta birleşiyorlar ve bu sıfat, yüzün aya ben­
zemesini sağlıyor demektir ki bu da parlaklıktır. Yoksa
bu benzetmede anlatılmak istenen şey, her ikisinin de
irilik ve genişliği değildir. Ya da ayın da insan yüzü gibi
iki göz, burun, kulaklar, yanak ve yüz gibi bir şekle sa­
hip olduğu anlamına gelmez. Yahut da ay'm el ve ayak­
larının olmadığı gibi O insanın da el ve ayakları yoktur
demek değildir.

Böyle olunca, Allah Tedlâ'mn Kur'an'da bizlere


sergilediği benzetmenin anlamı, sâdece nurun kusursuz-
Itığtında Allah nûra benziyor demektir. Herkesin de ko­
laylıkla farkettiği gibi, bu iki kusursuzluk ve mükem­
mellik eşit duaımda değildir. Tıpkı aynı derecede olma­
dıkları gibi. Benzetmede bütün öğeler eşit olmazlar, an­
cak bıınlan birbirine bağlayan ortak yönleri vardır. Me­
selâ bizim örneğimizde bu, parlaklık derecesidir. Diğer
bir husus da benzeyen öğenin, benzetilenden daha mü­
kemmel olmamasıdır. Ancak daha çok bilinen ve daha
fazla tanınan, daha açık ve daha kolay anlaşılan bir şey
olabilir. Bu doğrultudan hareket edildiği takdirde gerçek
bilgi sahibi birinin sözünde Allah'ın nehre, kendisinin
de denize benzetilmesine taslandığı zaman, bu
benzetmenin mutlaka özel bir durumda yapıldığı
şeklinde yorurnlanması gerekir.

227
Mağribî'nin de dediği gibi: "Denizden çeşidi dalga­
lar meydana geliyor. Acaba nasıl oluyor da, hiç rengi
olmayan denizden bu rengârenk dalgalar çıkıyor?"

Durum o hâle geldi ki hiç eğitim görmemiş, Kur'


an'dan bir cüz bile okuyamayan tüm insanlar, bu tür şiir­
leri okuyor, anlamaktan âciz oldukları halde onlarla co­
şuyorlar. Anlasalar bile onlar, Allah genişledi biz de on­
dan çıktık şeklinde anlarlardı. Bu anlayışları yüzünden
din ve îmanlan yıpranır. Bunlann bulunduklan meclis­
lerde böyle şiirler okumak son derece sakıncalıdır.

Bu sözlerin tamamı, bilgisiz sofulara, bu benzet­


melerinden, sözlüğe dayalı açıklamalanndan ve zâhirî
anlamlardaki sapıklıklanndan dolayı bir ölüm darbesi­
dir. Bu sözler onlara bir uyandır. Anlayışlanndan ve i-
şâret ettikleri anlamlardan dolayı bir tekdir ve azarlama­
dır. Onların iddia ettikleri gibi buradaki yakınlıktan
kastedilen anlamın deniz ve damla meselesindeki yakın­
lık olmadığını öğretmedir. Şiirdeki kelimeleri sözlük
anlamlanyla değerlendirmenin büyük bir yanlışlık ola­
cağını göstermektir.

Sözün doğrusu, âyette sözü edilen yakınlıktan


murat, sâdece Allah'ın nzâsını elde etmektir. Bu da Al­
lah'ın, kulundan hoşnut olması demektir. Yakınlık da
derece derecedir. Birisi, herşeyin Allah tarafmdan ya­
kından bilinmesidir. Bunun için o, şöyle buyurmuştur:

"Biz on a sizd en dah a yalan ız, am a siz g ö rm ü y o r­


sunuz."^'^ veya şöyle demiştir: "Biz, ona şa h d a m a n n d a n

Kur'an, Vakıa, 75.

228
daha yakınız."^^ Diğer derece ise. nzâ ve hoşnutluk yö­
nünden AlUıh'u yakınlıktır. Bu anlamdaki yakınlık kimi
mü'minler tarafından elde edilirken, diğerlerine nasip
olmayabilir. Âyet-i Kerîme’de sözü edilen yakınlık ise
bilgi bakımından yakınlık değil, rızâ yönünden yakın­
lıktır. Zîrâ bilgi yönünden yakınlık, sâdece mü'mine
özel bir yakınlık değildir.

Bu, Allah'ın hoşnutluğu anlamındaki yakınlık var


ya, yüklü hazîne budur işte! Fakat ne yazık ki, dindar
miislümanlardan çoğu, ideal ve amaç olarak bunu
benimsemez ve hesaba katmazlar. Dünyaya düşkün
olanlarsa zâıen bunun değerini takdir edemezler.

İL ÂHÎ HOŞNUTLUĞU ELDE ETMENİN FORMÜLÜ

Arzulanan yakınlığın, elde edilmek istenen hoş­


nutluğun, yüce Allah tarafından yakından bilinmek de­
ğilde O'ntın hoşnutluğunu kazanarak O'na yakın olmak
şeklinde yorumlandığı ve anlaşıldığı belirlenince bize
düşen, dikkat ve titizlikle yüce Allah'ın Kur'an'da gös­
terdiği yolu izlemek, bu yolun esaslarına kulak vererek
onlara uygun şekilde yaşamaktır. Allah Teâlâ, hoşnutlu­
ğunu elde etmenin formülünü Kur'an-ı Kerîm'de şöyle
belini yor;

"Ne mallarınız, ne de çocuklarınızdır sizi. Bizim


katımıza yaklaştıracak olan! Ancak îman edip sâUh amel
işleyen kimselerin, işte onların yaptıklarına karşılık kat

68 Kur'an, Kaf, 16.

229
kat miikCıfût vardır. Ve onlar, yüksek dereceler içinde
e m i n d i r l e r . Evet, verilen formüle göre rizâ-ı İlâhiyi
kazıvmvuık mal ve çocukların varlığına ve onlann çoklu­
ğuna bağlı değildir. Zira halkın çok istediği ve her za­
man özlemini çektiği fazla mal ve çok çocuk, Allah'a ya-
kınltğın formülü ve on'a giden yol değildir. Bu formül
ancak sağlam inanç ve kusursuz ibâdetten ibarettir. B i­
lindiği gibi inancın da ibâdetin de arzu edilmeyen ve
makbule geçmeyecek olan, daha doğrusu yüce Allah'ın
katında fazla bir değeri olmayan bir çok dereceleri var­
dır. Ancak inancın ve ibâdetin değeri sağlamlığına ve
kıısıınsuzlugıma bağlıdır. Çünkü sağlıklı olmayan inanç
ve mükemmel olmayan ibâdet, sıradan müslüman olan
herkeste bulunan bir şeydir. Böyle bir inanç ve böyle bir
ibâdet, ne övgüye lâyıktır ve ne de bunlarla İlâhî hoşnut­
luğa ulaşılabilir. Hiç bir yönüyle övgüye lâyık olmayan
ve yüce Allah'ın katında fazla bir değere sahip bulunma­
yan bu eksik inanç ve kusurlu ibâdetler, nasıl olur da
Cenâb-ı Hakk'ı memnun etmenin formülü ve ihsân de­
recesine ulaşmanın bir yolu sayılabilir?!

Bu demektir ki Kur'an'ın in celen m esin d en


çıkacak sonuca göre “arzulanan yakınlık” d iye
tanımladığımız ve yüce Allah’ın: ” "
.sözüyle değerlendirdiği, insanlık için en yüksek derece
olarak nitelendirdiği şey, inancın sağlamlığından ve
ibâdetin kusursuzluğundan başka bir şey değildir. Bir
başka deyişle bu, sâdece dînin olgunluğundan ibarettir.
Bu nedenle tasavvufa daha önce ihsân ilmi dediğim iz
gibi Allah'a yakın olma ve O'nun nzâsını kazanma ilmi
de demekte her hangi bir sakınca yoktur. Daha doğrusu

6'? Kur'an, Sebe’ 34/37.

230
üzerinde toz bulunmayan en doğru ve en temiz isim bu
olacaktır. Çünkü Îslâmî anlamda tasavvuf, ihsan dere­
cesine ulaşmaktan ve dînî olgunluğa erişmekten ibarettir.
Bu dînî olgunluktan, “yakınlık” diye bahsedilmiş ama
aslında o, dînin tâ kendisinden başka bir şey değildir.
Yâni kusursuz ibâdet ve eksiksiz iyi işlerle olgunluk de­
recesine ulaşmış olan inancın birleşmesi ve bir arada
bulunmasıdır.

OLG UNLUK DERECESİNİ OLUŞTURAN


ÜÇ ELEMAN

İnanç ve ibâdetin kusursuzluğu ve istenen olgun­


luğa erişmiş bulunması üç şeye bağlıdır:

1- Bilgi,
2- Aralıksız ibâdet ve iyi işlerle uğraşmak,
3- İnanç ve ibâdetin gerektirdiği biçimde yaşamak.

Din de bu üç esas üzerine kurulmuştur. (İnanç, i-


bâdet ve ahlâk) Eğer bilgi olmasaydı yüce Allah'ın hü­
kümleri bilinmezdi. İbâdet olmasaydı, hükümleri bilmek
bir fayda sağlamazdı. İbâdet olsa da dış görünüşü bakı­
mından yeterli sayılabilirdi. Halbuki, birazcık düşünür
ve üzerinde kafa yorarsanız ibâdetin de fayda sağlama­
yacağını anlarsınız. Zîra ibâdette aranan şey, samimiyet
ve düzelmedir. İnanç ve ibâdetin gerektirdiği biçimde ya­
şamaktan maksat, bir alışkanlık ve bir yatkınlık kazan­
maktır. Buna örnek olarak, bir adamın sevdiği birine
yedirip, içirip, ona hizmet etmekten zevk duymasını ve­
rebiliriz. Buraya kadarı, adamın işidir, davranışıdır.

231
İ^in görünen yönüdür. Onun için üzülmesi, çırpınması
ve tasa çekmesi ise işin görünmeyen, dışardan farkedil-
meyen, ancak yaşunıu'ak anlaşılan nefsî, yani sübjektif
yönüdür. Bu yönün adı, tasavvuf dilinde "Hâl" dir. Be­
nimseyiş ve yaşayış demektir.

Benimsenerek ve içten gelerek yapılmayan ibâdet­


ler, sürekli ve kararlı olamazlar. Ne zaman istenerek ve
içten gelerek yapılırlarsa, o zaman sağlam ve muhkem
hale gelirler. Nitekim isteyerek ve içinden gelerek oruç
tutmayan ve namaz kılmayan bir adama, bu ibâdetleri
yapmak zamanla zor gelecek ve içinde sürekli bir karar­
sızlık hüküm sürecek, kendi kendisiyle çarpışma hâ­
linde bulunacaktır. Böyle bir kimse ibâdetlerinden birini
zamanında yapıunazsa buna aldırmaz ve bundan dolayı
da fazla üzülmez. Ama diğerine bakarsak, yâni isteyerek
ve içinden gelerek ibâdet eden kimseyi göz önüne alır­
sak, böyle bir kimse ne zaman bir ibâdetini kaçınr, vak­
tinde yapamaz ya da mükemmel olarak yerine getire­
mezse, hayâtı zindan olur, dünya başına göçer. îşte bu
adamın durumu, hâl sahibinin durumudur.

Bu anlamda bir şiir söylenir, şiirin meâli genel ola­


rak şöyledin

"Tarikat erbabının gönül bahçesinden, değil bir


gül, değersiz bir çöp veya basit bir sap bile eksilse onun
kıyâmeıi kopmuş demektir."

Bir insanın ibâdet ve davranışlarında güç de olsa


ihla.s bulunursa bu ibâdet ve davranışlar, Allah katında
değerlidir. Çünkü herkesin tasavvuftaki hallerle hallen­
mesi istenen içtenlik derecesine ulaşması mutlak şart ve

232
vacip değildir. Dalıa aşağı seviyedeki ibâdetlerin de boşa
giımesi söylenemez. Şıı kadar var ki bu durumda olmak
oldukça tehlikelidir. Zîra gönül ibâdet ve dâvete eğilimli
olmaz, dünyaya düşkün olursa bu durumda iyilik yo­
lunda harcanan emekler insanın manevî yönden gelece­
ğinin garantisi değildir. Hiç kimse insanın ne zaman yo­
rulacağını ve nerede duracağını, ibâdet ve davranışlan-
nm hangi noktada sona ereceğini bilemez. İşte bu tür se­
beplerden dolayı da kişinin riıânevî yönden mesafe ka-
tetmiş, ibâtlei ve tââtleri beninıseyerek yerine getirir hâle
gelmiş olması gerekir. Burada şair, yine şu anlamda bir
şiir söylüyor;

"Ey sevgilim! Bana âr-if olan tutkunların yolunu


göster. Çünkü ben, züht ve takva yolunu uzun ve yo­
rucu buluyorum."

Şiirdeki.uzaklık ve uzunluktan maksat, ibâdetler­


deki samimiyetsizliktir. Bu.şekilde de yol ,almak ve ma­
nevî yönden ilerlemek mümkündür ama kolay değildir.
Böyle bir kimse, manevî alanda ilerlemek için çaba har­
carken türlü çeşitli güçlük yc:'zorluklarla karşılaşır.
Mevlânâ Celâİeddin-i Rûmî bu scjzleri destekler nitelikte
şöyle der; . . . ,

"Konuşmayı bırak, uygulamaya bak." Daha sonra


alçak gönüllülü,ğ|ün ve o.lgun bir,insana boyun eğmenin
yolunu çizerek şu uyanda bulunur: "İnsanın bu duruma
gelmesi eğilim ve kültürle mümkün değildir, Ancak bir
yolu vardır o da sohbettir. Zîra kazanılması gereken, bir
alışkanlık ve bir yatkınlıktır. Bu alışkanlık, bu yatkın­
lık ve bu beceri ise ancak sohbetle gerçekleşir ve yine
onunla gelişir. Misal olarak, birisi güzel yazı yazma me-

233
todıınu veren bir kitabı almak yazı yazına alıştırmaları
yapmaya koyulsa, bir hattatın sohbetleriyle kazanılan
beceriyi kazanamıyacaktır. İnsanın iç dünyası için de
durum aynıdır. Manevî hayat da sohbetsiz zor elde
edilir.

BİLGİ, İBÂDİÎT VE BENİMSEYEREK YAŞAMAK

Bu üç şeye ne kadar ihtiyacımız var?! Zaten din de


bunlardan ibarettir. Bunları benimseyerek öğrenmeyi şu
âyet-i kerîme kap.satnaktadın

"îman edenlerin Allah’ı anması ve O’ndan inen


gerçek için kalplerinin yumuşaması zamanı gelmedi

Buna göre lıiç zaman kaybetmeden olanca hızı­


mızla bu konuya önem vermeye başlamalıyız ve kendi­
mize çeki düzen vermeliyiz ki, bocalama dönemini kal­
bimiz karamiadan ve gönlünüz katılaşmadan atlatabile­
lim. Kui‘'aıı-ı Kerîm'in benimseyerek yaşamaya ne denli
önem verdiği ve içten gelerek ibâdet etmeye ne kadar
düşkün olduğu bu âyet-i kerîmeden açıkça ortaya çık­
maktadır.

İşte validemiz Âişe (radıyallallâhu anhâ) nın da şu


.sözüyle işaret ettiği durum bundan başka değildir.
Kendilerine Peygamber efendimizin ahlâkı soruldu­
ğunda: "O'nun ahlâkı Kur'an-ı Kerîm'di." buyurdular.
Yüce Ra.sûl'iin katında Kur'an, o kadar tabiî bir şeydi

70 Kur’an, luidici, 57/16.

234
ki, islediği her ijcy sâdece Allah'ın istediğinden ve
O'ıum riuı olacaklaıandun ibaretti. Bu durumda olan
kinıSL-nin ne geriye dönüşten dolayı endişesi ve ne de
bekleyişten dolayı korkusu vardır. Aksine o, durmadan
ilerler ve hiç ara vermeden manevî âlemde mesafe kate-
der. Çünkü kalbi enerji yüklüdür, itici bir güç taşımakta­
dır. Sonra zamanla sevilen kullar tu'asına girer ve bu sa­
yede kendisi de .sevenlerden olur. Daha doğrusu duruma
bâzan Peygtımber efendimizin Ali (Allah ondan razı ol­
sun) için söylediği durumun aynısı olur. RasCılullah
(aleş'lıi.ssalâtü vesselam) efendimiz bu konuda şöyle bu-
yurmuşhudı: "Allahım! Hakkı lâyık olduğu yere dön­
dür."

Biz bu işi görebildiğimiz şekliyle mümkün değil­


miş gibi daha doğrusu ters dönmüş olarak algılarız.
Oysa herşey Allah'ın kudret elindedir. O dilerse tersine
dönmüş bir işi sevgili kulunun lehine ve onun islediği
yöne çevirmeye gadirdir.

Meselâ; iki kişi kavgaya tutuşsalar, yanlarında da


daha önce açıkladığımız şekilde Allah'ın sevgili kulla­
rından biri bulunsa ve taraflardan birine yardım etmek
istese, fakat yardım etmek istediği taraf haksız bulunsa,
yüce Allah derlıal hakkı haksızdan tai'afa çevirir de hak­
sız olan hatâsını anlar ve hemen hatâsından dolayı piş­
manlık duyarak tevbe eder. Bu takdirde her ikisi de gö­
rüşlerinden dönmeye mecbur kalmazlar.

235
YİİCK ALLAH'A YAKINLIK,
DİNİ OLGUNLUĞUN ADIDIR

Yııkanduki açıklamalardan anladığımıza göre


yüce Allah'a yakınlık dediğimiz şey, kusursuz inanç,
eksiksiz ibâdet ve dînî olgunluktan ibarettir. Özellikle bu
yakınlık, insanda dînî hayâta ve hükümlerine boyun
eğmek tabîî bir hal alacak ve alışkanlık hâline gelecek
şekilde tamamen yerleşir de hayattaki değişik pozisyon-
larda sâdece Allah’ın ve Rasûlünün d ileyip
hoşlanacaklan şeylerden hoşlanmaya başlarsa, insanın
yapısından kaynaklanan ve arzfılarından ileri gelen bir
faktör kendisini Allah'a boyun eğme ve O'na itaat yö­
nüne sevkedecektir. İşte bu noktaya ulaşan insanda din­
den dönüş ve değişiklik tehlikesi artık kalmayacaktır.
Bu hâli kazanan kimsede dînî yönde kaydedilen ilerleme
sırasında herhangi bir duraklama ve kararsızlık,
tereddüt ve bocalama da sözkonusu değildir. Daha
doğrusu bu yolda ilerleyen mâneviyat eri, durmadan
ilerleme ve aralıksız yükselme arzûsuna kapılır. İster
kişisel ister toplumla ilgili olsun dînî hayat
derecelerinden hiç biriyle yetinmez. Nitekim maddî
konularda da bu böyledir. İnsanın nefsi, tabîî arzularda
ve ruhsal isteklerde her hangi bir dereceyle yetinmez ve
her hangi bir noktada durmak istemez. Gözü dâima
ilerde ve bulunduğu derecenin üstündedir. Bütün
bunlardan sonra Allah'a kavuşmanın derecelerinde ne
son bir hedef nede son bir sınır bulamazsınız. Zîra o
okyanusun sahili yoktur. Ârif bir şâir bu durumu çok
güzel açıklamıştır ve demiştir ki; "Ey kardeş! Mânevi
derecelerin sonu yoktur, eriştiğin her yüksek derecenin
üzerinde mutlaka bir yüksek derece daha vardır."

236
Buna göre bilgi, ibâdet ve bunlara uygun olarak
yaşamak, Allah'a yaklaşmalım ve O'nun hoşnutluğunu
kazaııınaum yolu, bu üçünü bir tu-aya getirmektir. Al­
lah'a yakınlık ve O'nun rızâsını kazanmaksa en büyük
servet ve en büyük zenginliktir. Çünkü seıı/et ve zengin­
liğin gölgesi, nefsi rahat ettinnektir. Oysa nefse, hakîkî
sev g iliy e yakın olmaktan ve O'nun rızâsını
kazanmaktan daha çok huzur veren ve daha hoş gelen ne
olabilir ki',^ Gerçek sevgiliye ve hakîkî dosta yakın
olmakla, onun hoşuna gitmekte ve gönlünü almakta öyle
bir neşe ve öyle bir mutluluk vardır ki, bu mutluluk ve
bu sevinç külfetleri nîmete, zahmetleri rahmete
döndürüverir.

Şâir bu derin anlamı şu özlü cümleyle nasıl anlatı-


veriyor; "Senin öfken gönlüm için bulunmaz bir nî-
mettir. Yaralı gönlüm senin uğrunda dünden fedadır,”.
Başka bir şâirin de dediği gibi insan sevdiğinin uğrunda
canını feda etmekten ve başını vermekten biran bile geri
durmaz. O, bu konuda diyor ki: "Senin kılıcınla biçilip
ölmek, düşmanın zevklerinden değildir. Cenâb-ı mevlâ
aşıkların boynunu, sevgililerin kılınçlan doğrasın diye
dik tutmuştur."

Mecnûnu akrabaları Ka'beye götürerek: Allah'a


dua et de Leyla'nın yoluna yakalandığın kara sevdadan
seni kurtarsın dediler. Mecnûn'un duası ise şöyle ol­
muştu: "Allahım! Leylâya olan aşkımı artır." Sâdece bir
kadına olan tutkunun boyutları bu olursa Allah'a olan
sevgiyle dolup taşan gönüllerin durumunu vann siz dü­
şünün. Allah .sevgi.si bu, ne sanıyordunuz?!

237
HAKİKÎ KULLUK ve ALLAH’A TAM BAĞLILIK

Bu aşkla ilgili tabîî duruma ya da inanç ve ibâdet­


teki bu kusursuzluğa, din dilinde: "Gerçek kulluk ve Al­
lah’a tam bağlılık" denir. Gerçek kulluktan maksat, in­
sanın Allah ve Rasûlünün buyruklarından hepsine tek
tek boyun eğmesi, hepsini de kusursuz yerine getirme­
sidir. Memnunluk ve sevincini Allah ve Rasûlünün hoş­
nutluğunu kazanmakta gömıesi ve buna içtenlikle inan­
masıdır.

Dînimizin buyruk ve yasakları karşısındaki tutu­


mumuz, âşıkm sevgilisi karşısındaki tutumuna benze­
melidir. Dînimizin hükümleri karşısındaki durumumuz,
kölenin sâlıibi ve efendisi karşısındaki durumu gibi ol­
malıdır. Şöyle bir şey anlatmışlardı: Adamın biri bir
köle satın alır ve adım sorar, köle de; sen ne dersen
odur, der Hangi tür yiyeceklerden hoşlandığını sorar,
köle ise; ne verirsen yerim, der. Ne tür giyeceklerden
hoşlandığını öğrenmek ister, ne giydirirsen giyerim, ce­
vabını alır.

Bu durumda kulluğun gerçek yönü, insanın kendi


arzu ve isteklerini Allah'ın buyruk ve emirleri uğrunda
eritip yok etmesi demektir. Mecaz anlamdaki kulluğun
gerekleri böyle olursa Allah Teâlâ ile bizim aramızdaki
alâkanın gerçek kulluğa âit olması gerekmez mi? Hattâ
iyice düşünürsek Allah Teâlâ ile aramızdaki alâkanın
gerçek kullııkıan kaynaklandığını fark ederiz. Aynca in­
sanın insana kulluktan kurtulmasının mümkün
olduğunu fakat Allah'a kulluktan kurtulmasının
mümkün olmadığını aksine bunun, insan için mutlaka
gerekli olduğunu, hiç bir zaman O'naolan kulluktan ayn

238
kaliiıiKiyacağıniizı bunun ancak bizim kulluktan, Allah'
m da Allah olmaktan uzaklaşması ile mümkün
olabileceğini idrâk ederiz. Böyle olmaktan Allah'a
sığınırız. Allah Teâlâ'mn da Kur'an-ı Kerîm'de
belirttiği gibi zâten insanın yaratılış gayesi O'na karşı
olan kulluk görevlerini kusursuz olarak yerine
getirmesidir:

"Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler


diye yaraciıın."^^

Evet, büıiin bu açıklamalardan anladık ki, insanın


gerçekleştirmek üzere dünyaya gönderildiği asıl gaye,
işle bu kulluğa ait durumdur. Yâni insanın bu dünyaya,
İlâhî buyruk ve ya.saklara sarılmak üzere gönderilmiştir.
Bu görevini hakkıyla yerine getirmeyi başarabildiği tak­
dirde gerçekten kulluk derecesin© ulaşabilir. Çünkü bu
varlık dünyasında rûhun varlığını ortaya koyamayan in­
san, sırf ruh olarak ne secde, ne rüku’ ve ne de oturuşu
yerine getirebilir.

Buyruk ve yasaklar çoğu kez fiil ve hareketlere


bağlanırlar. Bu fiil ve hareketler ibâdet tarzında yapılabi­
lecekleri gibi görgü kuralları ve hukukî davranışlar ola­
rak da yapılabilirler. Ahlâkî davranış olarak ortaya ko­
nulmaları da bir şey değiştirmez. Fakat bunların tama­
men yerine getirilmeleri ve eksiksiz uygulanmaları, işte
gerçek kulluk budur. Bundan dolayı da bu özel ibâdet­
lere bağlı olan kulluğun kusursuzluk yönünden ilerle­
mesi için insanın bu dünyada, bu bedenler ve nefislerin

Kur'an, Zâriyât, 51/56.

23y
olııştuıdLigu dünyada, varlık göstermesi ve kendini isbât
etmesi gerekir..

üuna göre sıradan bir kul olamamız bakımından


buyruk ve yasakların teınelinde yatan neden ve faydaltu'i
araştımılı ve ortaya çıkamia yönünde çaba hıu'camaya ne
hakkımız vardır ve ne de bu önemli bir husustur. Bu
yönde harcayacağımız çaba ve enerjiyi buyrukları yerine
getinnekte harcamak en. doğrusu ve de görevimizdir.
Hakkımızdaki tüm İlâhî buyrukları itirazsız kabul etmeli
ve tereddütsüz yerine getirmeliyiz. Bunların her birinde
birer fayda ve hikmetin vtulıgına da bütün samimiyeti­
mizle inanmahyjz.

Daha doğru.şıı ben diyorum ki, buyruk ve yasak­


ları menfaatimize aykırı bile görsek, basit bir kul ve
hattâ birer köle durumunda bulunmamız bakımından
buyruk ve yastıkları en küçük bir tereddüt bile gösterme­
den yerine getiımeliyiz. Q kadar ki, bunların yararımıza
olduğunu düşünmemiz bile yersizdir. Çünkü biz bir hi­
çiz. Evet şâir de bu anlamda şunları söylüyor;

"LŞarabın berrakiık ye bulanıklığına aldırma, sana


düşen .susmak ve boyun eğmektir. Kerîm olan yüce
sâkî’nin kadelıimize her döktüğü kendi lütuf ve keremin­
den başka bir şey değildir.]'. Buna karşılık bizim göre­
vimiz, diliniiziO'nun nimetlerini itirafla ve O'na şükürle
hareket ettirnıekur. B.uyruk ve-yasakların, neden ve fay­
dalarını anıştıiTi]ak, doğru bir davranış değildir.

Valıdct-i Vücûd anlayışında işin içyüzü, kulluğun


olgunlaşması, bu düşüncenin gayesi de gerçek kulluğun
yaşanmasıdır. Bu da sâdece insanın nefis ve dünyayla

240
ilgili ıırzu ve heveslerini Allah'ın hüküm ve nzâsı karşı­
sında yok etmesiyle değil, bizzat kendi varlığının ve di­
ğer varlıkların varlıklarının Allah'ın varlığı karşısında
yokolup ortadan kalkıncaya, O'ndan başka bir varlığı
görmeyecek ve varlığını idrâk etmeyecek duruma gelin­
ceye kadar kulluk hâlinin kendisine hâkim olmasıyla
mümkündür. Yâni insan öyle bir kul olmalı ki, evrende
sâdece Allah'ı duymalı, Allah'ı görmeli ve O'nun varlı­
ğım idrâk etmelidir. O’ndan başka hiç bir vaıhğın varlı­
ğını hissetmemelidir.

Bu işin ehli olanlann "Vahdet-i Vücûd" dedikleri


şey, işte bııdur. Yâni bu düşünce tarzı ve bu görüşü
paylaşmaktır. Yoksa sıradan insanlann anladığı ve söy­
lediği şekilde ben ilâhım, sen ilâhsın, bu duvarlar ve bu
mihraplar hep ilâhtır şeklinde değildir. Bu sözler, onla­
rın ağızlarından çıkan büyük günahlardır. Bazı insanla­
rın inandıkları "Allah’ın dışında hiç bir varlık yoktur."
tarzındaki inanç da aynı şekilde açık bir yanılgıdır. Bu
tarz düşünceler ve inançlar elbette Kur'an ve sünnete ters
düşer. Çünkü yüce Rabbımız:

"Her şe y i yaratan A llah'tır ve her şeye vekîl


O'dur."'^'^ buyurmaktadır.

Gerçekte bu konu, sözle olacak bir iş değil, ancak


yaşamakla gerçekleşecek bir konudur. Yâni sâdece ya­
şamakla anlaşılacak bir husustur. Yaşamak da yüce Al­
lah'ı gözbebeği hâline getirmektir. İnsan bu dereceye
ulaştığı takdirde kendi varlığını hoş karşılamaz, diğer
varlıklan da fazladan bulur, kendini ve diğer varbklan

Kur'an, Zümcr 62.

241
âdeta yok ve yokediltniş kabul eder. Meselâ; Bir adam
hayal ve kuruntuya dalmışken diğer hayal ve kuruntula­
rın fıukında değildir. Onlara ilgi göstermez. Hattâ ken­
disine seslenenin sesini işitmez. Daha doğrusu zaman
zaman o kadar hayâle dalar ve kendisini kaptınr ki,
birisi gelip tepesine dikilse ve ona seslense, ya da bir
diğeri gelip yanıbaşında dursa bunu farketmez ve hâlâ
uyanmaz. Bu adamın dalgınlık ve kendisini kaptırması
sırasındaki durumu için "falan varlıktan başka bir şey
yoktur.” sözü normal karşılanabilir.

NÂI'İLE İBÂDETLERLE ALLAH'A


YAKLAŞMA DÖNEMİ

Vahdet-i Vücûd, vahdet-i şUhûd, fenâ fillah, takar-


rub ve visal; bütün bu terimler tasavvuf ıstılahında yer
alır. Din dilinde "Kulluk" denilen şey de bunlardır. Mu­
tasavvıfların meşhur hadîs'e uyarak "Kurbu'n-Nevâfîl",
"Kurbu'l-Ferûiz" v.b. adlar verdikleri dereceler de bun­
lardır. Nitekim aşağıda yeri geldikçe açıklamalan yapı­
lacaktır.

İnsan nefisle mücâhedeye ve mânevî yöndeki alış­


tırmalara girişip bu yönde çaba harcadıkça kendisinden
bayağı sıfatlan yok olur. Şehvet ve öfkeyi davet eden ve
:bunlara sebep olan şeyler de yavaş yavaş ortadan kalkar.
Bunlann yerine insanın gönlünde Allah sevgisi doğar,
Allah'ın sevdiklerini sevmeye ne sevmediklerini de sev­
memeye başlar, bu durum zamanla alışkanlık hâline
gelir ve insanın tabiatında öyle yer eder ki, zamanla bu
yolla hiç bir güçlük çekmeden kendisinden iyi işler

242
çıkmaya başlar, övgüye değer davranışlar görülür. Artık
hemen hemen bütün kötü işler ve yerilmesi gereken
davranışlar yok olur. Hadîsi şerifte geldiği gibi herşeyi
Allah için yapmaya başlar. Böyle bir kimseyi anlatan
kııtsî sözünde Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) efen­
dimiz şöyle buyurmaktadır: "B e n o k u lu m u s e v d iğ im
z a m a n , o n u n iş it e n k u la ğ ı, g ö re n g ö zü , tu ta n e li ve
y ü rü y e n a y a ğ ı o lu ru m . A r t ık k u lu m b e n im le iş it ir ,
b e n im le g ö rü r, b e n im le tu ta r ve ben im le y ü rü r."

Kulağıyla Allah'ın hoşlanmayacağı şeyleri işit­


mez, gözüyle o tür şeyleri gömıez ve el ve ayağını-Al­
lah'ın buyruklarına ters düşecek yönde hareket ettir­
mezse, daha doğrusu duyduğu, gördüğü ve yaptığı
şeyler Allah Tefılâ'nın rızâsına uygun ve bu çerçevenin
dışına çıkmayan şeyler olursa, o zaman göz, kulak, el
ve ayak gibi çalışan ve vücuttaki görevini yerine getiren
tüm organlarının, nefsin arzulannı tatmin için değil de
Allah’ın rızâsını kazanmak üzere hareket ettikleri ve gö­
revlerini bu gayeye yönelik olarak yerine getirdikleri or­
taya çıkmış olur.

Ancak hadîsi şerifin anlamı dış,görünüş îtibanyla


aklen ve dînen mümkün değil gibidir. Kulun bütün or­
ganları Allah'ın rızâsına uygun hareket edince, yüce Al­
lah da sanki o kulunun eli, ayağı, gözü, kulağı v.b. or­
ganları hâline geliyormuş gibi anlaşılıyor.

Bu dereceye gelebilmek, nefisle mücâhede ve mâ-


neviyât, bunlafın hepsi de ister namaz, ister oruç, ister
kendini kontrolü artırma, ister arzulara gem vurma, is­
terse başka şejjler cinsinden nâfileleri çoğaltmaya bağlı
olduğuna göre, mutasavvıflar bu derece hakkında hadîs­

243
i şerife uygun oUınık "Kurbu'n-Nefâvil; (Nafilelerle
yaklaşma derecesi)" demişlerdir. Bu yolla kötü ve çirkin
sıfatlar yok olduğu için hakkında "Kötü sıfatlan yok
etme derecesi" de demişlerdir.

KARZLAUI YKRİNlî GETİRMEKLE ALLAH'A


YAKLAŞMA DERECESİ

Bu derece, nâfilelerle Allah'a yaklaşma derecesin­


den daha yüksektir. Bu derecenin anlamı, kulun varlığı­
nın kendi kuvvet ve irâdesini Allah’ın kudret ve irâdesi
yanında bir hiç görecek derecede ortadan kalkması de­
mektir. Bu dereceye gelen kimse, kendi irâde ve kudre­
tinden bir şey beklemez ve davranışlarında âdeta kendi­
sini yüce Allah'ın âleti gibi hisseder. Hareketlerinde de
dfıima yüce Allah'ın etkisini duyar. Bu derece, birinci­
den daha yüksek bir derecedir. Zira birinci derece kötü
sıfatların yokolmasını kapsar, ama irâde ve arzunun yo-
kolmasmı kapsamaz. Halbuki bu derece onu da kapsa­
maktadır. Bundan dolayı da birinciden daha yüksek ol­
maktadır.

Daha önce sözünü ettiğimiz hadîs-i şerif de bunu


anlatmaktadır. Yâni hadîs-i şerife göre de farzlarla Al­
lah’a yaklaşma derecesi, nâfilelerle Allah'a yaklaşma de­
recesinden daha yüksektir. İşte bu yüzdendir ki, hadîsin
birinci bölümünü: "Kulum bana üzerine farz kıldığım
şeylerden daha sevgili bir şeyle yaklaşmadı.'' şeklinde
görüyoruz. Buna uygun olarak tasavvuf ehlinin de bu
dereceye "Paralarla Allah'a yaklaşma derecesi" adını
verdiklerini anlıyoruz. Bu derecede, kulun kendi sıfatla­

244
rını varsaymaması bakımından, bu dereceye
"Fenâti'zzât" (varlığın ortadan kalkması) derecesi der­
ler.

DUA KTMI'K VK İŞLKRI ALLAH'A BIRAKMAK

Buraya kadar anlattıklarımızın özü "kulluk" tur.


Kulluğun anlamı da, zât ve sıfatlarımızdan, beden ve
özelliklerimizden hiç birinin bize âit olmadığı, her şeyin
Allalı'a âit ve onun mülkü olduğu, bizlerin de O'nun kö­
lelerinden başka bir şey olmadığımız şeklindedir. Görü­
nüşte duâ ile işleri tamamen Allah'a bırakmak arasında
bir çelişki varmış gibi bir düşünce olsa da gerçekte kul­
luğun adlarından biri de "tefviz” yâni işleri tamamen Al­
lah'a bırakmaktır. Ama ben bu konuyu anlayıp kavraya­
cağın şekilde güzel bir nükte içinde sana anlatacağım.

İşleri Allah'a bırakmak demek O'na duâ etmemek


ve O'ndan dilekte bulunmamak demek değildir. Asıl ara­
nan şey, kulun gönlünün zengin olmasıdır ki, amacına
ulaşmadığı zaman huzursuz olmasın bilâkis gönül rahat­
lığı içinde bulunsun. Şâyet iş, dediğim şekilde olma­
saydı, kul duâ ve istemekle emrolunmazdı. Kaldı ki,
akıldan çıkarılmaması gereken bir konu varsa o da ku­
lun duâ ettikten ve dilekte bulunduktan sonra duâsı
kabul olmadığı ve dileği gerçekleşmediği takdirde bu
durumdan üzülmemesi, aksine bütün kalbiyle huzur
içinde bulunmasıdır. Bu, biraz çetince bir konudur ve
bir çok mâneviyat sahibi büyüklere çözümü güç
gelmiştir. Konuyla ilgili olarak: "İşleri Allah'a
bırakmakla O'na duâ arasım bağdaştırmak nasıl

245
mümkün olacaktır?" demişlerdir. Ben de diyorum ki, bir
kulun gücü yettiği kadar dilekte bulunması ve dilekte
bulunurken olabildiğince saygılı olması mümkündür.
Böyle olunca dilekte bulunmak işleri Allah'a bırakmaya
ters düşmez.

Unutulmaması gereken önemli bir nokta da kulun


duasında ısrar etmesi ve kesinlikle kabul olacağına
inanması hâlinde kulluğun daha güçlü ve daha belirgin
çizgilerle ortaya konulacağı ve bu durumda Cenâb-ı
Hakk'ın hiç bir zaman kulunu yoksun bırakmayacağı
hususudur. Çünkü kula yakışan ve takınması gereken
tavır budur. Aynı zamanda bu davranış, dilekte bulun­
manın edeplerindendir. Bundan sonrası artık tamamen
İlâhî arzûya kalmıştır. Şayet duasında kulunun yarannı
görürse, onu geri çevirmez. Yüce Allah kulunu istemeyi
emrettiğine göre, istemek kulun bir görevi olmuştur. Bu
durumdu duâ etmek ve dilekte bulunmak, arzûlanan ve
hedellenen bir gâye hâline gelmiştir.

İstekte bulunmak iki maksat taşır. Birisi kulun is­


tediği şey, İkincisi de isteğin kendisidir. İşin aslında hatâ
sayılan şey istemekten kaçınmaktır. Çünkü kul, iste­
mekle emrolunmuş bulunmasına rağmen istemeye gerek
duymamış ve istemekten kaçınmıştır. Bâzı kimseler de
duayı asıl gâye kubul ediyor, fakat duâ ettikleri varlığı
asıl gâye olarak kabul etmiyorlar. Bu da çok büyük bir
yanılgıdır, insanlar böyle yapmayı "tefvîz" yâni işleri
Allah'a bırakmak zannettiler. Çünkü "tefvîz" i, zaman
zaman Allah’a ihtiyaç duymamak ve O'na yakarmamak
biçiminde anlamışlaıdır. Oysa bu durum, kulluk özelli­
ğine tamamen ters düşer.

2 46
Bizzat Peygamber efendimiz yemeklerden sonra
yaptığı duâlara: "Rabbımız, huzurundan geri döndürül­
meyen ve kendisine ihtiyaç hissetmeme durumu bulun­
mayan bir övgüyle sana hamdederim." cümlesini arasıra
katardı. Birçok ihtiyaçlar karşısında Rasûlullah'ın Ce-
nâb-ı Makk'tan istekte bulunduğunu gösteren yüzlerce
hadîs vardır. Bu gerçek ortada iken böyle davranmak
nasıl "tefviz" anlayışına ters düşer? İstekte bulunmanın
tefvize ters düşeceği inancı açık bir yanılgıdır. Yanılgı,
ictihad yönünden de olsa durum aynıdır. Bunun nedeni
de yanılanda "hâl” in üstün gelmesidir.

DUÂ YERİNE ZİKİRLER

Çoğunlukla insanlar ihtiyaç ve arzûlarının yerine


gelmesi için duâ yerine günlük zikirler üslenmek isterler
ve bu zikirlerin etki ve yarar bakımından duadan daha
üstün olduklarına inanırlar. Şeyh Tehânevî merhum, iyi
işler yapmaktan uzaklaşan bir adamın hâlinden şikâyeti
dolayısıyla yaptığı açıklamada duruma ışık tutmuş,
adamın istediği korunma çâresini anlatırken bir gerçeği
şöyle dile getirmiştir:

■Senin içinde bulunduğun durum için bir korunma


çâresi bulunmamakla birlikte ben sana beş vakit na-
maz’ın her birinin ardmdan yetmişiki kez "Yâ bâsıt"
cümlesini tekrar etmeni tavsiye edeceğim. Sözlerine de­
vam ederek şunları da ekledi: Bugünlerde insanlar,
günlük zikirlere önem veriyor, asıl ve temeli teşkil eden
şeylere yönelmiyor ve onlara ilgi duymuyorlar. Halbuki
aslolan şey duâdır. Yalnız ihtiyaç ve arzûlanmızın ye­

247
rine gelmesi konusunda değil, aynı zamanda duâ, bütün
ibâdetlerin rûluı ve özüdür. Sonra bu durumdaki insana
faydalı olacak şeylerden söz ederek şu açıklamada bu­
lundu: Bu tür şeyler insanın kalbine, zikirlere bir iddia
niteliğinde başlandığı için gelmektedir. Buna ben bir
çâre buldum, bu sayede sonuç sanki insanın elinde gi­
bidir. Duânın durumuna gelince, O'nun durumu özeldir.
Duâ, kulluk belirtisi taşır. Bu da kulun şu sözüyle ger­
çekleşir: "Ben Rabbımdan dilekte bulunuyorum, dilerse
verir, dilense vennez."

GIÎRÇKK KULLARIN TAKINDIĞI TAVIRLAR

Kulluk niteliği kendilerini kuşatan insanlar, görül­


medik bir boyayla boyanırlar. Hacı îmdâdullah
merhum, bu niteliğe bürünenlerden biri idi. Bir ara
kendisine bir adam gelerek bana bir zikir öğret ki, bu
sayede Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) i rüyamda
göreyim, dedi. Şeyh bu adama: "Ne kadar tamahkârsın?
dedi. Biz yeşil kubbeyi ziyâret etmeye kendimizi lâyık
bulmuyoruz." Sözlerini de konuşmasına ekledi. Alçak
gönüllülük kendini yok sayma ve kalbi kırık olma
konularında îmdâdullah (rahimehullah’ın) hayret
edilecek bir hâli vardı. Gerçekten bu konularda önder
sayılırdı. Bütün davranışları hikmet ve hakikati
yaşamaktan ibaretti. Bunda tuhaf karşılanacak bir durum
yoktur. Zira su da yeryüzünün alçak ve çukur yerlerine
akar.

Sohbet meclislerinde insanın üstaddan öğrendiği


ve yararlandığı en büyük konu, yüce Allah'ın varlığı

248
yanında kendini yok saymak ve benliğini ortadan kal­
dırmaktır. Üstûd İmdâdullah'ın huylarından biri, arka­
daş ve mürîdlerinden her birini kendinden üstün görme-
siydi. Derdi ki; ziyaretçilerin uğurlu ayaklarını öpmeyi,
kurtuluş için bir sebep sayarım. Bütün tavır ve tutumla­
rıyla kusursuz bir kulluğu, mükemmel bir alçak gönüllü­
lüğü sergilerdi.

Tarikat ve şeriatın her ikisinde de amaçlanan ol­


gunluk derecesi kulluktur ki, geçmişte bundan
"Kurbu'r-Rızâ" diye sözedilirdi. Bu da, kulun kendi
hoşlandığı şeyleri Allah Teâlâ'nın hoşlandığı şeyler
içinde eritip yok etmesidir. Ve bütün davranışlannı
tamamen Cenâb-ı Hakk'ın buyruklarına bağlı hâle
getirmesidir. Bu yüzdendir ki, nzâ-i İlâhîyi elde etme
yoluyla Allah'a yaklaşmak ve O'na kavuşmak, sâdece ve
yalnızca O'na teslim olmak, dinin gereklerini kusursuz
yaşamakla mümkündür. Çünkü Allah'ın buyruklarını
hakkıyla tanımak ve güvenilir bir biçimde ve gerçekten
hoşlanacağı şeyleri bilmek, ancak İslâm dîninde vardır.
Allah'ın buyruklarına uygun hareket edilmeden ve
onları hakkıyla tanımadan elde edilecek yakınlık ve
rızâ, hükümdarın sarayına alışılmamış yollardan giren
hırsız ve yağmacının kendisini hükümdann yakınların­
dan zannetmesi gibidir. Şeyh Tehânevî'nin konuya ör­
nek olarak anlattığı hoş bir hikâye durumun anlaşılması
yönünde açıklık getirecektir;

249
GÖNÜLSÜZ KAVUŞMANIN TUHAF BİR ÖRNEĞİ

Bütün çabaların asıl hedefi, 'Allah'ın


hoşnutluğunu elde etmektir. Yoksa nzâ-i İlâhîyi elde
etmeden sağlanacak yakınlık ve kavuşma anlamında
olan yakınlık ve kavuşma, asıl hedef değildir.
Arzulanan ve varılmak istenen nokta da bu olamaz.
Allah'ın hoşnutluğunu kazanmadan O'na yakın olmanın
örneği; bir çiftçinin Delhi'ye gelerek hükümdan görmek
istemesi olayıdır ki, olay şöyle gelişir: "Delhi'ye gelen
bir çiftçi bir adamla karşılaşarak hükümdarı nasıl
görebileceğini sorar, adam da ona, bu işin pek kolay
olamayacağını söyler ve der ki, ileri gelenlerden ve
sevilip sayılanlardan birini döversen o adam seni
hükümdarın lııızûruna çıkarır. Çiftçi bunu duyunca,
senden iyi adam mı bulacağım der ve başlar adamı
dövmeye, adam gerçekten ileri gelenlerden birisi
olduğundan bu duruma çok içerler ve öfkelenir, çiftçiyi
şikayet için hükümdarın huzuruna çıkarır. Bu yolla her­
kes hükümdarı ziyaret edebilir ve onunla her zaman yüz
yüze gelebilir, fakat önemli olan hükümdarla bu şekilde
karşılaşmamaktır. Çünkü bu görüşme bir suçtan ötürü
gerçekleşmiştir. Oysa arzulanan görüşme hükümdarın
neşe ve .sevinç içinde olduğu bir zaman onunla beraber
olmaktır." İşte bunun gibi övgüye değer olan kavuşma,
ancak rızâyla birlikte gerçekleşen kavuşmadır. Üstad
rahimehullah .sözün burasında dedi ki;

"İnsanın ruhlar âleminden cesetler dünyasına ge­


çişindeki sır, sâdece Cenâb-ı Hakk'ın buyruklanna sa­
rılmak ve ibâdetleri yerine getirmek süreliyle kazanılacak
olan İlâhî rızâ eşliğinde Allah’a yaklaşma derecesine
yükselebilmek ve bu rızâ-i İlâhî eşliğindeki yakınlık nî-

250
metini elde edebilmektir." Üstad Tehânevî bu sözüyle ar-
zfılanan yakınlığın iyi işler yapmaya bağlı olduğunu
açıkladığı gibi, tasavvuf ehlinden çoğunun ruhlar âle­
minden ayrılışlarından dolayı neden şikâyetçi oldukla­
rını da açıklamış bulunmaktadır. Bu konuda Mevlânâ
Celâleddîn Rûmî'de Mesnevî'sine bu ayrılıktan
duyduğu üzüntüyü dile getirerek başlar:

Dinle neyden çün hikâyet etmede,


Ayrılıklardan şikâyet etmede!...

Şeyh Hazretleri bütün bıınlan, mânevi yaşantının


ağır basmasına bağlamaktadır. Bu açıklamadan ortaya
çıktı ki, mü'minin ölümü asıl hayata dönme, sonsuz bir
yaşantıya ermedir, Özellikle Peygamber (aleyhissalâtü
vesselam) efendimizin ölümü, işte bu ölüm gerçek
hayattır ya da Melekût âlemine doğuştur.

ASLINDA KU HAYAT BİR ÖLÜMDÜR

Bu noktada çok ince bir nükte vardır. Ben şu âna


kadar ölümün bir hayat olduğunu işledim ama şu andan
itibaren de bunun tam aksini savunuyor, hayâtın bir
ölüm olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Aslında ölüm,
bir dünyadan diğerine geçiştir. Ya da biyolojik fonksi­
yonların kesintiye uğramasıdır. Bir başka anlamda
ölüm, melekût âlemine doğuş için verilen addır. Çünkü
ölümle, buradaki biyolojik hayattan melekler dünyasına
göç olayı gerçekleşmektedir. Aynı düşünceden hareketle
biyolojik doğumun bir tür ölüm olduğu düşünülebilir.
Çünkü burada da yukardakinin aksine ruhlar dünyasın-

251
dan cesetler dünyasına geçiş sözkonusudur. Daha doğ­
rusu bu doğuma biz ölüm desek daha iyi olacak. Çünkü
ölüm denilen olayda gerçek vatana geçiş sözkonusudur.
Vatana kavuşmanın yüksek ideallerden sayıldığı da her­
kesçe bilinen bir husustur. Aslında bu olaya ölüm deni­
lemez ama gelenek ve görenekler gereği öyle denilmek­
tedir, İşin aslına kalırsan gerçek ölüm, asıl vatandan ay-
nlarak geçici dünyaya yerleşmektir. Fakat genelde halk,
gerçek vatandan habersiz olduklan için biyolojik hayâtın
kesintiye uğramasına ölüm adını verirler de bu hayâtın
başlangıcına ölüm demezler. Ancak kendisinin bir
vatanı olduğunu bilen, bunun tam aksi bir inancı ta­
şımaktadır."

Bu inancı taşıdıkları içindir ki tasavvuf erbabını


çoğu zaman gerçek vatan hasretiyle yanar ve vatandan
ayrılığın üzüntüsünif çeker görürsün. Molla Cami de
aşağıdaki şiirinde bu özlemi dile getirir ve bu ayrılıktan
üzgün olduğunu ifâde eder; "Neden yurdunu bilmezlik­
ten geldin ve orayı unuttun? Oysa harâb dünyaya geleli­
den beri soysuzlara döndün.

Asıl yurt, ruhhu- âlemidir, cesetler dünyası ya da


varlıklar âlemi oraya göre harabe ve yıkıntı gibidir.
Böyle olunca bu dünyadan değil de asıl yurttan aynlık-
tan dolayı üzülmek gerekir. Mevlâna: "Dinle neyden çün
hikâyet etmede, ayrılıklardan şikâyet etmede" derken
bunu anlatmak istemektedir.

252
DÜNYAYA GKLMEKTEKÎ AMAÇ NEDİR?

Bu hayat bir ölümse, geçmişte asıl vatanımız olan


ruhlar âleminde iken daha sonra bu dünyaya gönderil­
mişsek, bu böyle ise birinin çıkıp da; madem ki bizler
rulılar âleminde idik, mfıdem ki o âlemdeki hayat daha
üstün ve Allah'a yakınlık yönünden daha ileri idi, öy­
leyse asıl vatanımızdan neden çıkarıldık ve bu dünyaya
neden gönderildik'? diye sormak hakkıdır.

Buna cevap olarak şöyle denilebilir; Biz bu dün­


yaya çalışmak ve ibâdetlerimizi yerine getimıek için gön­
derildik. Bu görevlerimizi yerine getirmemiz için de
şimdiki hayâtımız geçmişdeki hayâtımıza tercih edildi.
Bu gerçeği, tıraştınna sâhipleri idrâk etmiş, fakat gaflet­
ten kendilerini kurtaramıyanlar, keşke ruhlar âleminde
kalsaydık temennisinde bulunmaktadırlar. Zira bilindiği
gibi rahatlık, daha doğrusu Allah'a yakınlık o âlemde­
dir. Şâir diyor ki: "Ey yokluk rüyasında rahat ve gönül
hıızûru arayan!.. Ben o yokluk rüyasında ne güzelliğe
esir ne de hayallere dalmış biriydim. Ama bu dünyaya
geliş beni uyandırdı, arzû ve heveslerin ağına düşürdü.
Bu nonnaldir, çünkü düşünce ve özlem ancak ayrılık sı­
rasında görülür. Kavuşma ve yakınlıkta ise ne özlem ve
ne de hatırlama vardır.

MANEVÎ HAYÂTIN AĞIR BASMASI NEDENİYLE


BU HAYÂTA KIZMA VE ONU BEĞENMEME

Şimdi Müceddid Şeyh Tehânevî rahimehullah'ın


incelemelerini ve konuyla ilgili olarak ortaya attığı dü-

253
şüncelerini birlikte okuyalım. Onun araştırmalarına göre
dünyaya kızına ve onu beğenmeme diye bir durum söz
konusu değildir. Bu, olsa olsa coşku hâlinin ağır basma­
sından ibarettir. Gönüllere ruhlar âlemini isteten şey ne­
dir? Bu arzu o âlemde yakınlığın bulunmasından değil
midir? Ancak yakınlığın bir sının yoktur. Çünkü her
dereceden sonra başka başka dereceler vardır. Herkes
tarafından bilinir ki, tabîî olarak yakınlık gönle hoş
gelir. Böyle olunca yakınlık derecelerinden her biri
gönle hoş gelecektir. Özellikle Allah âşıklan için bu
durum söz konusudur ki bunlar, bulundukları
derecelerin ötesinde daha başka yakınlık derecelerinin
varlığını her pğfenişlerinde kendi derecelerine kanâat
getirerek orada durmaya katlanamazlar. Böylesi gözü
doymaz hırslı kişiler için şâir: "Onların suya yol
bulamadıklarını söylemiyorum. Fakat onlar Nü
kenarında iken su arayan susuzlardır, diyorum."
demiştir.

Bu Allah âşıkları O'na yaklaşmanın fazlalığına


doymazlar. Bu durumu öğrenince o âlemde Allah’a ya­
kınlığın varlığını anlamak artık bizim için kolay olacak­
tır. Ancak oradaki yakınlık standart ve değişmeyen bir
yakınlıktı, artmaz ve de büyümezdi. Çünkü yakınlık
âdette tarafların birbirine kavuşmasıyla büyür. Kulun
dilemesi ve çok istemesi hâlinde onunla ilişkisini güç­
lendirmek, Cenâb-ı Hakk'ın ilâhı kanunlarından biridir.
Dilemek ve istemekse gerçekte ibâdet ve iyi işlerle uğ­
raşmaktır. Burada (ruhlar âleminde) ibâdet ve iyi işlerle
uğraşmak olmayınca, yakınlığın da artması ve güçlen­
mesi sözkomısu olamaz.

254
İÇTKN GELKREK YAPILAN İBÂDETLER
SÂYESİNDE YÜKSELMEK

İnsan ruhlar âleminden varlıklar dünyasına bunun


için, yâni Allah'a yaklaşma arzusuyla ibâdet ve iyi işler
yapması, böylece kendisine yükselme ve ilerleme yollan
açılması için gönderilmiştir. Yüce Allah da kutsî hadîste
şöyle buyurmaktadır: "Bana bir karış yaklaşana ben bir
ar^'in yaklaşırım, bana bir arşın yaklaşana ben bir kulaç
yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene ben koşarak geli­
rim." Teşbihler O'nadır ki, ne kadar cömert! Kulundan
kendisine yönelen ufacık bir isteğe ve en küçük temen­
niye ne kadar ihsanda bulunuyor!?.. Ama bütün bunlar,
yukardaki kutsî hadîsken de anlaşılacağı gibi çaba ve
gayretin, dilek ve arzûnun kuldan gelmesi, ilk girişimin
kulda görülmesi şartına bağlanıyor.

Gerçekten Allah'a yakınlığın artması, önce içten­


likle bunu istemeye ve sonra gereklerini yerine getirmeye
bağlıdır. Yâni sâdece istemekle kalmayıp bu konuda ge­
rekli çabayı harcamak şarttır. Çünkü Allah Teâlâ (Tesbîh
O'nadır.) bir cisim değildir ki, bir yere bağlı bulunsun
da biz oraya ulaşalım ve bunun için uzun yollar yürüye­
lim, sonunda kucağına oturalım. Allah'a yaklaşmak,
herkesin de bileceği gibi bu anlamda değildir. Allah’a
yaklaşmak ancak O'nun nzâsını kazanmak, rahmetini
elde etmek ve bize yaıdım etmesini sağlamakla müm­
kündür. İşte Allah'a yaklaşmanın anlamı budur.

Allah'ın rızâsını kazanmak ve O'na yaklaşmak tek


bir şeye bağlıdır; O da ibâdet ve iyi işler yapmaktır.
Kul, ibâdetlere ve iyi işlere yöneldikçe Allah’ın yardımı

255
da ona yönelir. Nitekim yüce Allah bunu, Kur'an'da
şöyle dile getirmektedir:

"Muhakkak ki îman etmiş olup sâlih ameller işle­


yenler, işte onlar yaratıkların en hayırlısıdırlar. Rableri
katında onların mükâfâıı altlarından ırmaklar akan 'adn
cennetleridir ki, orada ebediyyen kalacaklardır. Allah
onlardan onlar da Allah'tan râzı olmuştur, işte bu
Rabbinden korkan kimseye mahsııstur."1^ Görüldüğü
gibi Cenâb-ı Hakk rızâsının kazanılmasını ya da
nzâşını kazanmak yoluyla kendisine yaklaşılma,sını bu
âyetlerde iyi işlerin yapılmasına bağlamıştır.

Allah’a yaklaşmak kavramının O’mın rızâsını ka­


zanmak anlamına geldiğini, O'nun rızâsını kazanmanın
da ibâdet ve iyi işler yapmaya bağlı olduğunu öğrenince,
iyi işlerin kalb ve ktılıpla ilgili olarak ikiye aynidıklannı
ve kalıpla ilgili olanların da organlara bağlı işler oldu­
ğunu öğrenmiş olduk. İşler tekrar başka bir açıdan ikiye
aynlırlar; bir kısmı Allah vergisi olan diğeri ise
çahşiu'ak elde edilen işlerdir. İnsanın yapısındaki sevgi,
gerçek korku ve gerçek tu’zû, bunlar kalple ilgili olan Al­
lah vergi.si işlerdir, Yâni bu işlerin düzgün olması ve in­
sanın bunlara lâyık olması yüce Allah'ın takdirine
bağlıdır. Zikir, murâkabe, riyâzat v.b. şeylerle artıp
çoğalabilen işler de çalışarak kazanılan kalbe âit işlerdir.

Şüphe götüımeyen hususlardan biri de gerçek ibâ­


detlerin tercih ve çalışmaya bağlı olduklarıdır. Allah
vergisi olan ibâdetlere bu ismin verilmesi ise mecaz an­
lamdadır. Azim ve çalışmayla kazanılan yakınlık, ancak

Kur'un, Bcyyiiu;, ySİ/7-8.

256
arzu ve iluiyâra bağlı olan ibâdetlerle elde edilir. Ruhlar
dünyasında ise isteyenin ibâdet etmesi mümkün değildir.
Çünkü ibâdet beden ve kalıpla yapılır, halbuki orada
bunlar mevcut değildir. Seçim ve çabaya bağlı olan
kalple ilgili ibâdetler de yapılamaz, çünkü orada kazanç
sağlamaya yarayacak araç ve gereç de bulunmaz.

Ruhlar âleminde Allah'a yakınlık vardır, fakat sı­


nırlıdır. Bu sınırı geçmek de mümkün değildir, Çünkü
orada ibâdetlere güç yetirilemez ve takat getirilemez. Bu
yüzdendir ki mutasavvıflar ruhlar âlemini düşünerek
üzülürler ve derler ki, orada rahat nerede? Rahat sâdece
dünyada derler. Çünkü kulun ibâdet ve duâ yoluyla yüce
Allah'a dilediği kadar yaklaşması mümkündür, bu ko­
nuda sınırlama söz konusu değildir. Sevgilisini karşı­
sında bulan, sevmek ve ona sarılmak isteyen bİr âşığa
sevgilisi sakın yaklaşma der, fakat o da âşığını sevmek
ve bağrına basmak isterse bu durumda âşık nasıl rahat
ve huzûr içinde olur?

ÂHİRİÎTLE İLGİLİ OLGUNLUK

Bu dünyada Allah'la kul arasında yakınlaşmanın


mümkün olması karşısında bir adam çıkıp da; mâdem ki
bu iş bu kadar kolaydı âhirete ne kalıyor öyleyse? diye­
bilir.

Tam ve kusursuz yaklaşmanın gerçekleşmesi, bu


yaklaşmadan yeterince yarar sağlanması, sâdece ve yal­
nızca âhirette mümkündür. Çünkü bu dünyaya geldikten
sonra kul ile Rabbı arasında meydana gelen yakınlık,

257
ruhlar dünyasında mevcut olan yakınlıktan, daha çok ve
daha güçlü ise de insan kalbinin Rabbine kavuşmaya
duyduğu özlemi tamamen gidermek için yeterli değildir.
Buradaki yakınlık insanın gönlünü tam anlamıyla doyu-
ramaz. Fakat âhirette tam bir doyum mümkündür.
Çünkü bütün kullar burada istedikleri ölçümde Cemâlül-
lah'ı gömlekle laltîf olunacaklardır. Zîra âhiret âleminde
herkese arzu elliği ölçüde Cemâlüllah'ı gömıeye taham­
mül gücü verilecektir.

Ancak inkârı mümkün olmayan bir nokta vardır


ki, arzûnıın hiç bir zaman tahammül gücünü aşmıyacak
olmasıdır. İşte yakınlık dereceleri arasındaki farklılığın
sırrı da budun Bu sır sâyesinde her kul kabiliyet ve
yetkisine göre yakınlık derecesini elde eder. Gönlü bu­
nunla şifa bulur, ruhundaki âteş bununla söndürülür.
Fakat bu dünyada araya giren perdelerden dolayı bir örtü
gereklidir. Böylece istenilen ölçüde açıklık elde edile­
mez. Perdeler kalkmış olsaydı, Yakub Aleyhisselâm'ın
ruhundaki dilek yerine gelmezdi.

BİR YANLIŞ ANLAMA

Şeyh Tehânevî rahimehullah, mutasavvıflardan


bazılarının içine düştükleri bir yanlış anlayışı şöyle gi­
dermektedir; Bu mutasavvıflar âhiret âleminde Allah'ı
görmek için heyecan, özlem ve ızdırap bulacaklannı,
orada köşkün ve hurinin olmadığını, Sina'da Mûsa
Aleyhisselâm'ın: Yârab! Bana kendini göster de sana ba­
kayım deyip de bayılıp düştüğü gibi ıztırap v e doyum-
suzluğun sürüp gideceğini sanıyorlar. Bunlar âhirette

258
bile tam bir doyumun olamayacağına inanıyorlar. İnsa­
nın ıztırap ve heyecandan, tatminsizlik ve doyumsuzluk-
tan yakasını kurtaramayacağı görüşünü taşıyorlar. Gerçi
hak aşıklarından görülen bu tür yanlış anlamalar her
halde Allah Teâlâ'nın affına uğramıştır.

«"Hatâ etse bile ona hata ettin deme, şehidin kanla­


rını üzerinde görsen de onu yıkamaya kalkışma." Bu
anlayışlarından dolayı kötülenemezler. Fakat görüşlerini
çürütmenin de herhangi bir sakıncası yoktur. Aslında bu
yanlışlık kendilerine gösterilen İlâhî sırlann tam göste-
rilmeyişinden kaynaklanmaktadır. Zira daha fazlası on­
lara gösterilmemiştir. Bu durumun bâzı hak âşıklannın
âhirette kısa süren bir hallerinden ibaret olması da müm­
kündür. Ancak gönüllerinin tatmin olması, Cenâb-ı
Hakk'ın kendisini göstermesinden dolayı arzûlarının
gerçekleşmesi gerekir. Âhirette elde edilecek doyum ve
tatmin hakkında bilgileri olmayınca Cennete girdikten
sonra bile özlem ve heyecanın dinmeyeceğini, dâima sü­
rüp gideceğini sanmaktadırlar.

Bu yanlış anlayışı bir karşılaştırma kuvvetlen­


dirmiştir. Onlar cenneti bu âlemdeki bir duruma benzetir­
ler. Bu âlemin durumlarından biri de, sevgilinin güzelli­
ğinin fiilen sona ermemesi, buna bağlı olarak bizim aş­
kımızın da sürüp gitmesidir. Çünkü güzellik bir noktada
durmamaktadır. Şâir bu anlamda şöyle der: "Biz herşeyi
denedik, ama hiçbir şey derdimize çâre olmadı,"

Onlar, âhirette de sevgilinin güzelliğinin sona er­


meyeceğini, aşkımızın da sonsuza dek sürüp gideceğini

259
sandılar. Şayet böyle olsaydı, orada doyum v e huzur,
neşe ve mutluluk nasıl gerçekleşecekti?

Ben derim ki, orada huzur ve mutluluk, tatmin ve


doyum, mutlaka gerçekleşecektir. Bu da şöyle olacaktır:
Orada sevgilinin güzelliği şüphesiz sonsuz ve sınırsız­
dır, ancak senin aşkın bir noktaya kadardır, Allah'a
yaklaşma senin için yetki ve kabiliyetinin elverdiği yerde
gerçekleşecektir. Böyle olunca herkes bir yerde huzur ve
tatmine ulaşacaktır. îyi bil ki cennette hiç bir zaman hu­
zursuzluk ve sarsıntı, doyumsuzluk ve hayalkırıklığı
bulamayacaksın. Bunun yerine cennete giren herkesin
huzur ve sükûna erdiğini göreceksin. Tatminsizlik ve
huzursuzluk bu dünyaya âit bir durumdur. Her ne ise,
zâten Cenâb-ı Hakk bizleri bu dünyaya ilerlesin ve yük­
selsinler diye göndemiiştir.

TA.SAVVUK HAYATTAN KAÇMAK D EĞ tL,


İDÂDlıTLKROEKt EKSİKLİKLERİ GİDERM EKTİR

Bir din ki, ibâdet ve davramşlan insan yaratılışı­


nın gayesi kabul eder, ilerleme ve yükselmesinin ekseni
sayar, daha doğnısu îman ışığında ve hidâyet eşliğinde
yapılan bütün iyi işleri asıl kulluk ve Allah'a karşı yapı­
lan temel ibâdet olarak görür, sonra namaz, oruç v.b. bi­
linen ibâdetlerle kalmayıp kişi ve toplum hayâtındaki di­
ğer iş ve davranışlım, ahlâk ve görgü kurallarını, yöne­
tim ve siyâseti, savaş ve çarpışmalan, banş ve güveni,
kültür ve uygarlığı, pratik hayâtın tüm aynntılarım,
günlük hayattaki sıradan davranışları, yeme ve içmedeki
görgü kurallarını, bu davranışların doğuracağı

260
sonuçlan en ince noktalanna kadar içine alır, öyleyse
bütün bunlar, bu dînin önderliğine, rehberlik ve
kılavuzluğuna muhtaçtır ve bu dîne boyun eğmek zorun­
dadır. Bu dînin çizdiği yoldan ilerlemek durumundadır.
İşte tasavvuf, dindeki bu olgunluk derecesinden, ibâdet­
lerdeki ve iyi işlerdeki eksiklikleri tamamlamaktan başka
bir şey değildir. Tasavvufun bundan başka ne anlamı
olabilir? Tuhaftır ki gerçeği bilen bâzı kimsçlerin
dışındakiler, hem dînî olgunluğa inanıyor, ona saygı
duyuyor, hem de hayâtın gereği olan işlerden kaçarak ve
onlardan nefret ederek, dinde olmalyan ruhbâniyeti îcad
ederek ve tekkelere kapanarak sanki'düpedüz inkâr edi­
yorlar.

İBÂDETİ VE lYÎ İŞLERİ KÜÇÜMSEMEK


VE BUNLARIN CEZÂSI

Bir takım tasavvufu seven ve ona taraftar olanlar


da, aşkı, Allah'a yakın olma, O'nunla birlikte bulunma,
varlık, aynılık v.b. bir çok tasavvuf terimlerine arzûlan
yönünde bir takım anlamlar veriyorlar ve uydurdukları
bu anlamlarla, İslâm'ın hukûkî kurallarına, davranış
prensiplerine, inanç ve ahlâk esaslarına önem vermek bir
yana, namaz, oruç v.b. ibâdetleri küçümsemek ve bun­
ları basitmiş gibi göstermek saçmalığında bulunuyorlar.
Yine bunlar, şeyhlerin bir kısmında özel mâzeretleri ya
da vecd hâlinin üstün gelmesi gibi bâzı nedenlerle ibâ­
detlerde gevşeme gördüklerinde bunun nedenini kavra­
yamıyorlar, onlann hallerinden anlamıyorlar, özürlerini
göz önünde bulundurmuyorlar, daha doğrusu bu davra-
nışlanyla kendilerini tamâmen nefislerinin tuzağına atı-

261
yorkır. Şeyhlerin bu durumlarını dînî olgunluk şeklinde
yorumluyorlar, kendi davranışlarında da onlıu-a uyuyor
ve onları taklit ediyorlar, sonunda hem dünyalarını hem
de âhiretlerini kaybediyor ve hüsrana uğruyorlar.

Bununla da kalmayıp çevrelerinde, bizden olan


olmayan, ancak hakîkat ehli olmayan bir gurup inkârcı
bulursun. Aralarında, bu işlerle ilgili kötü zanlarda bulu­
nanlar ve tasavvufu kesinlikle ibâdetleri bırakmak,
dünya işlerinden el etek çekerek tekke ve zaviyelerde
münzevî bir hayat yaşamak zannedenler veya sabır ve
tevekkülü, insanlardan uzak durmayı, dünyadan yüz
çevinneyi ve aza kanaat etmeyi, alçak gönüllülüğü ve
başa gelenlere tahammül etmeyi; azim ve kararlılığın za­
yıflamasına, hareket ve canlılığın azalmasına bir etken
sayanlar, bu özellikleri korkaklık üzerine kurulan kötü
huylar demeli kabul edenler ve tasavvufu hemen inkâra
kalkışanlar bulunmaktadır. Ayrıca İslâm tasavvufunu
Yogizmden, Brahmanizmin işrak felsefesinden ve Eflâ­
tunculuktan sulanmış gibi göstermeye çalışanlar, bun­
lardan başka sanki tasavvufu tabiat felsefesinden ya da
buna taraftıu- olanların tasarı ve hayallerinden yararlanı­
larak ortaya konulmuş bir sistem şeklinde yorumlayan,
yahut da İslâm tasavvufunu Mysterisma denilen sırriyyet
felsefesinden ibaretmiş gibi açıklayan, böylece kendile­
rinin üstünlüklerini, kavrayışlarının inceliğini bilgileri­
nin, genişliğini isbat etmeye çalışanlar da vardır.

Bunun nedenlerinden biri; şüphesiz ki aşk ve


sevgi, yakınlık ve kavuşma, varlık ve gözlenebilen şey­
lerden olmak, aynılık ve farklılık gibi fikir ve makalele­
rin sayılı ta.savvuf eserlerinde yer alması, büyük muta-
savvıflann sözlerine girmesi, bu eser ve sözlerde büyük

262
bir bölümü işgııl etmesidir. İyice incelemeyen bir takım
kimselerin gözünde tasavvuf, zamanla daha önce geçen
terimlere unvan hâline gelmiş, tasavvufun bunlar olduğu
sanılmıştır. Sonra bu kimselerin söz ve makalelerini
oluşturan ince felsefî terimlerle, çeşitli şairane parlak
deyimlerle ortaya koydukları ve açıklamaya çalıştıklan
şeyler, tasavvufu ciddiyet ve gerçeklerle ilişkisi olmayan
hayâli bir şiir hâline getimiişiir. Bununla da kalmayıp,
tasavvufa Peygamber efendimizin ve ashabının yaşadık­
ları hayâtın tam aksine, pratik hayatta yeri bulunmayan
bir düşünce sistemi görünümünü vemıiştir.

Şeyh Tehânevî rahimehullah'ın tasavvufta yenilik


ve gerçekleri ortaya çıkarmak için koymuş olduğu,
bizim de bir ölçüde açıklık getirmeye çalıştığımız
görüşlerin özeti, hiç şüphesiz bu güne kadar birikmiş ve
üst üste yığılmış bir çok yanlışların giderilmesi, bu
yanlışlarla îslâm tasavvufu arasındaki alâkanın gerçek
yönüyle ortaya serilmiş olmasıdır. Özetlemek gerekirse
aşk ve muhabbet, yakınlık ve berâberlik, vahdet-i vücûd
ve vahdet-i şühûd, gerçekte bunlann hepsi de bir tek
kavramı ve bir tek gerçeği, yâni kitap ve sünnetin
katıksız özü olan "KULLUK" terimini anlatmak için
kullanılan çeşitli isimler, türlü metodlar ve tasavvufa
mahsus teknik terimlerdir. Tehânevî merhum gibi
araştırma sahibi olan mutasavvıflar, modern deyimleri
yeni isim ve terimleri ancak anlatımı kolaylaştırmak
amacıyla kullanmışlardır. Gerçekte ister dînî ister
dünyevî olsun hiç bir ilim ve fen çağın gerektirdiği
ölçüde ve şartların zorladığı düzeyde yeni isimlerden,
terim ve deyimlerden uzak değildir.

263
ASIL HEDKF, İBÂDET VE TÂATİN OLGUNLUKTA
DORUK NOKTASI SAYILAN "KULLUK"TUR

Bu isimlerin, bu deyim ve terimlerin asıl hedefi ve


gerçek amacı, kul ile Rabbi arasındaki bu alâkayı ibâdet
ve kullukla, yokluk ve teslimiyetle açıklamaktır ki, bu
da:

"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler


diye yaranım." âyet-i kerîmesinden anlaşılmaktadır.
Asıl hedef kulluğu belli etmektir, kulluk şuurunun bütün
hayâta hâkim olmasıdır. Böylece Rabbimizle olan ilişki­
miz, O'na karşı tutumumuz, her zaman efendisine itâat
etmeye hazır, saygılı ve yumuşak başlı bir kölenin tu­
tumu gibi olacaktır. Yine bunun gibi: "Sen O'nıı görme­
sen de O seni görür." hadîs-i şerifinden anladığımız ya­
kınlık ve daha yakınlığı, kuşatma ve beraberliği, zât ve
sıfatı bilmekten doğan "İHSÂN" boyasıyla boyanacağız.
Bunun örneğini efendisi karşısında esas duruşa geçip
emrini bekleyen itaatkâr kölede görebilirsin. Çünkü bu
köle küçük büyük bütün emirleri yerine getirmekte asla
tereddüt göstermez, işte kulluk ve itâatin doruk nokta­
sına ulaşmak böyle olur.

KULLUĞUN OLGUNLUĞU, RIZÂ ve


TESLİMİYETİN DE OLGUNLUĞUNU ÎCÂB
ETTİRİR

O, ne büyük seyyid ve ne cömert sâhiptir! O, ce­


mâl ve kemâl, ihsan ve bağış sâhibidir. O, bütün bu gü­
zel sıfatlan zâtında toplamıştır. Onunla olan ilişki, yal­
nız kuru bir kulluktan ibâret değil, belki ebediyyen kop-

264
mayacuk bir bağlanma, bir aşk ve bir tutkudur. Eğer bu
ilişki, aşk ve şevkten, cazibe ve sevgiden soyutlanmış,
sırf bir tür baskı ve itâattan ibaret olsaydı, hangi biçim
ve kalıpta olursa olsun pratik hayatta hükümlere boyun
eğdirmek mümkündü ama bu boyun eğdirme ve itaat
olayında, yâni yapılan ibâdet ve iyi işlerde gönül rızâsı
ve kalben benimseme, içtenlik ve samimiyet bulamazdı*
nız. Böyle bir itaatte teslim ve rızâ derecesi olan
"Sevgiliden gelen her şey iyidir." derecesini ise hiç bir
zaman inama. Aksine bu gibi hallerde hükümler nefse
ağır geldikçe çok zaman şikâyetler ortaya çıkacak ve so­
nunda kalpler kararacaktır. Bu yüzden Şeyh İmdâdul-
lah'ın çekindiği ve uzak durduğu konulardan biri de
kalpte sevgi ve aşk boyasının belimıesine dek tevhit mu­
rakabesine müsâmaha göstermekti; Çünkü kul, karakte­
rine uymayan, yapısına ters düşen ve katlanmağa daya-
namadıgı iyilik ve kötülük, rahat ve huzursuzluk gibi
Allah'ın dilemesiyle olan bir takım şeyleri gördüğü za­
man, nimetleri inkâr edeceğinden, şikâyet ve sızlanma­
lara başlayacağından korkuyordu. Buna göre bir sonuca
varmak gerekirse, kulluğun olgunluğa ulaşmasıyla bir­
likte, rızâ ve teslimiyetinde aynı olgunluğa ulaşması lâ­
zımdır. Nitekim şâir de bunu şu sözlerle dile getirmiştir;

"İşkencen tatlıdır, çektirdiğin acılar benim için


helva gibidir. Kalbe sıkıntı veren sevgiliye canim feda
olsun. Kılıcınla aşıklan öldürmede düşmanın payı bu­
lunmasın. Âşıkların boyunlannda kılıcını deneyinceye
dek, Allah onların boyunlarını diri tutsun. Artık ayrılık
ve kavuşma düşüncelerini kafandan uzaklaştıri Sevgiliyi
hoşnut etmekten başka bir arzun ve idealin kalmaiıiı.
Çünkü sevgiliye; Yunus gibi bana seni, gerek serti, de­
mekten başkası haramdır." ' ’ '

265
İşte Allah sevgisinin ve Rasûlullah muhabbetinin,
sahâbenin pratik hayâtına doldurup taşırdığı aşkın rengi
budur. Onlar. İlâhî hükümler uğruna kelleyi koltuğa bu
sayede alıyorlardı. Ne oktan ve ne de kılıçtan korkuyor­
lardı. Çoluk çocuk sevgisi onları Allah ve Rasûlüne ita­
atten alıkoymuyor, yer yurt sevgisi Allah için hicret et­
melerine ve gurbete gitmelerine engel olmuyordu.

Aşk ve sevgiden, yaratıhş ve varlıklar âlemine ge­


lişten amaçlanan büyük hedef, kulluğu pratik hayatta ya­
şamak, kulluktaki olgunluğun doruk noktasına, yâni
"İHSÂN ve RIZÂ" derecesine ulaşmaktır. Bu da Allah'ın
varlığından başka bütün varlıklan yok saymak ve göz­
den ırak tutmakla, O'nun hükümleri karşısında O'ndan
başka herşeyden korku ve ümidi fikir ve teori çizgisinde
yok etmekle, başkasından gelecek fayda ve zarara aldır-
mamakla, her türlü hal, şekil ve hattâ hayal planında
O'nun hükümlerine teslimiyetin ve boyun eğişin üstün
gelmesiyle mümkündür.

SEYR U. SÜLÜK VE TERBİYE

Hüküm ve ibâdetlerde itâata devam konusuna ge­


lince;^ kulluk ve boyun eğme denilen şey işte budur.
"İSLAM" kelimesiyle anlaülmak istenen şeyler de bun­
lardır. İslâm tasavvufunun ruhu da bunlardır. Bunlara
alışmak ve bunlan benimsemek ise, Şeyh Müceddid Te-
hânevî merhûm'a göre kusursuz bir mânevi hayat, yâni
sülûk-u kâmil budur. Kusursuz bir mânevi hayat demek,
kişinin kitap ve sünnete, temel veya tâli hükümlerin, dî­
nin öngördüğü tüm ibâdet ve iyi işlerin yerine getirilme­

266
sine, gücii oranında sıkı sarılması ve son derece titizlik
göstermesidir. Şeyh Tehânevî'nin "Terbiyetü's-Sâlik"
adlı eserinde binlerce sayfa tuttuğunu göreceğin konu bu
olduğu gibi, çeşitli yazılarında ve bir çok mâkâlelerinde
de aynı konuya temas ettiğini görürsün. Bu yazı ve ma-,
kfdelerin hepsi de aynı konu etrafında döner dolaşır ve
aynı konu üzerinde yoğunlaşır. Ancak amel veya ibâde­
tin anlamının ismi üzerinde gürültü koparmak olmadı­
ğını idrâk etmeliyiz. Zâten sabah akşam işittiğin,bu şa­
mata ve gürültüden ibarettir. Çağımızda gördüğümüz ve
tanık olduğumuz gibi önüne gelen amel diye tutturuyor,
ibâdet diye haykırıyor. Oysa sıradan insanlar amel sö­
zünden; günlük işler, hayvânî davranışlar, çocukça ha-
raketler, delice tavırlar ya da müşrikçe tutumlardan
başka bir şey anlamıyorlar. Nitekim çocuklar da
çocuklukları süresince delikanlılığı tanımazlar ve onun
çocukluğa oranla daha üstün ve garantili bir hayat
olduğunu bilmezler. Anne babalan yönlendirmese bütün
zamanlarını oyun ve eğlencede, yiyip içmede, cinsiyetle
ilgili bayağı konuların tartışmasında ve geçici
zevklerden yararlanmada harcarlar. îşte toplumdaki
sıradan insanlar bu noktada çocuklar gibidirler,
yönlendirilip yönetilmezlerse onlar da kendilerini kontrol
edemezler. Bu insanlar bâzan da içinde bulunduklârı
anda kendileri için parlak bir istikbâlin olduğunu
bilm eyen, doğru bir hedef tanımayan, yalnız'
içgüdülerinin sesine kulak veren, sabahtan akşama kadar
o sesin doğrultusunda hareket eden, yemekten, içmekten
ve neslini devam ettirmekten başka bir şey düşünmeyen,
bu hususlara haddinden fazla düşkün olan, kuşlara ve
diğer hayvanlara benzerler. Bu dünya onlar için bir yarış
alanıdır. Bu gün kullanılmakta olan modern deyimle bu
hayvanlar, hayat mücadelesine mecbur, türünün devamı

267
için çarpışmaya mahkumdurlar. Böyle olunca bayatlan
boyunca bu bayağı şeylere bağlı kalmak zorundadırlar.
Ya da insan, ona buna saldıran şona şuna sataşan,
önüne gelene küfreden bir beyinsiz veya çılgın gibi
davranır. Özetleyecek olursak maneviyattan yoksun,
seyr-ü sülfıktan habersiz olan kimse, deliler gibi, davra­
nış ve hareketlerinde mâkul bir hedef tanımaz, arzu ve
eğilimleri de onlardan pek farklı olmaz.

MÜŞRİKLERE GÖRE ÎŞ VE DAVRANIŞLAR

Burada karşımıza buna benzer ikinci bir konu


daha çıkıyor ki, bu alanda çoğu kez insanlar yanılgıya
düşer ve anlaşılması büyük bir dikkat ve titizlik ister. Bu
da nuişıiklerin hareket ve davranışlarıdır ki, insanı
yaratan ve âlemlerin Rabbı olan Cenâb-ı Hakk'tan
ilişkilerini keserek kimisi ateşe tapmaya devam eder ve
bunu din zanneder, daha doğrusu din olarak
isimlendirir. Bu dînin gereklerini yerine getirme yolunda
çaba gösterir. Kimisi de güneşe tapmayı tercih eder ve
bu işe devam eder. Diğer bir kısmı ise canlı ya da cansız
demeden, arttığına veya sabit kaldığına bakmadan, taş
veya ağaçları, insan ya da hayvanlan seçerek kendilerine
tanrı edinir, hayatlarını onlara vakfederler. Ama
bunlîRdan daha karmaşık, daha ince ve daha büyük bir
yanılgı daha vardır ki, o da: "Allah’ı bırakarak
bazılarımızın bâzılanmızt ilâh tanımamızdır." Bu, şirk
türlerinin en moderni ve en tuhafıdır. Taşkınlık, küfür
ve inkâr yönünden en gUçlüsü ve en kapsambsıdır. Hak
yolundan saparak kendileri gibi insanlann elini eteğini
öptükleri ve onların önünde eğilmekten zevk aldıklan

268
için Allah onların cezalarını versin. Kimisi ayırım
yapmadan sosyalistlerin ve koministlerin ardından ko­
şar, kimisi cnmhûriyei ve demokrasiye aşın bir tutkuyla
bağlanır, bunların propagandasını yapan çığırtkanlann
çığlıklarını dinlemekten derin bir zevk duyar. Kimisi de
âmirlik ve safsatacılık uğruna nefsini ve rûhunu feda
eder. O yönde yapılan propagandalann hepsine uymak
ister ve gerekirse bu yolda canını kurban eder. însan
Allah'a ibâdet etmekten bu şekilde vazgeçiyor, O'nun
yücelik ve büyüklük sıfatlarını kendisi gibi insan olan
diğerlerine veriyor, ibâdetini de onlara yöneltiyor. Bütün
çaba ve gayretlerini bu yönde yoğunlaştınyor.’^^ Sonra
şu var ki, insanın genel karakterlerinden biri de, insan
yüce Allah'ın sabit olan sınırlarını çiğnedikçe, sahte
tanrıların büyük ve küçüklerinden şuna ya da buna
kulluk etmekten ve şunun ya da bunun önünde
eğilm ekten kendini alamaz. îşte insanın insanı
tannIâştırdığı modern küfrün ve asri şirkin yapısı bu-
dur. Bu sapıklığa düşen insan, ibâdetini bir tek tanrıyla
özelleştiremez. Aksine küçük büyük bütün siyâsî lider­
lere, siyâsetin tâyin ettiği bütün tanrılara tapmak ve ön­
lerinde eğilmek durumunda kalır. Bu yanılgıya düşen
insan, aynı davranışı göstermek zorundadır. Bu konuda
araştımıa ve inceleme yapmak imkânına sâhip değildir.

Çok üzülecek bir durumdur ki, insanlık için en hayırlı bir


toplum olarak yeryüzüne gönderilen mttslOmanlar, insanlık
gemi.sinin rotasını belirlemek yetkisi kendilerine verildiği
halde, onlar gemilerini, hazan Pakistanda olduğu gibi
Cinnah'a, büzan Hindisianda olduğu gibi Nehru’ya, bâzan da
Türkiye'de olduğu gibi Atatürk'e bırakmışlardır. İslâm
loplumuyla dolu olan her yerde, yönetimin iplerini ellerinde
bulundurmak mUslümantarın kendi haklan iken bu hakkı
m illî şeflere teslim etm ek' küçüklüğünü m aalesef
göstermişlerdir.

269
Bu hilebaz, yalancı ve dolandırıcı tanrılar kullanndan,
hiç bir tiîviz vermeden, hiç bir acıma belirtisi gösterme­
den azamî ölçüde mal, can, ruh, şeref ve haysiyet kur­
banı istemektedirler. Geçen yüzyılın tanrılannı da eski­
den yapılan birinci dünya ve ondan sonra yapılan ikinci
dünya savaşlarında bu günkü putlaştırılan kimselerin is­
tediği mal ve.etin kurbanlannı ister bulmuyor muyuz?
Hattâ bu istek ikinci dünya savaşında daha fazla değil
miydi? Ya da önceki liderlerin istedikleri, İngiliz boyun­
duruğundan kurtulduğumuz günden beri bu günkü put­
laştırılan kimselerin hef türlü utanmadan ve arlanmadan,
merhamet ve acıma duygusundan yoksun tam bir vahşet
ve canavarlıkla bizim ülkemiz Hindistan ve Pakistan'da
akşam-sabah hâlâ kesmeye devam ettikleri ağır haraçtan
çok mü farklıydı? Herhalde İngiliz boyunduruğu altında
yaşamakla millî şeflerin zulmü altında inlemek pek farklı
olmasa gerek.

Bir insanı Allah'a bağlayan manevî ip koptuğu za­


man, derhal şeytan o adamı emri altına alır, aklım çeler
ve yönetmeye başlar. Sanki insan, Kur'an-ı Kerîm'in
deyimiyle:

"Şeytan çarpmış gibi olur.’’^^ Bu darbeyi yiyince


futbol topuna döner, ayaktan ayağa durmadan yuvarla­
nır. Ancak topun her hareketi, hareketi sırasında izlediği
her çizgij oyuncunun (liderin) vuracağı ayak darbesinin
ya da atacağı çalımın bir sonucudur. Müşrikçe bir hayâ­
tın, hareket ve davranışlarıyla sembolize ettiği bu
yokluk deryasını, bu kum çölünü, benzersiz belâğati ve

Kur'an, Bakara, 2/275.

270
âciz bırakan Üslûbuyla Kur'an-ı Kerîm, gözlerimizde
şöyle canlandırmaktadır:

"Kim Allah'a şirk koşarsa; gökten düşüp de kuşla­


rın kaptığı veya rüzgarın uçuruma attığı bir şeye ben­
zer . İ ş t e siyasi propagandistler, toplum bilimciler,
m odern ekonomistler, bunltırm arzulan ve hedefleri, fel­
sefe ve düşünceleri, hep insanlığın bünyesini didikle­
yen, leşini gagalayan leş kargalanmn yerine geçmek,
karınlartfiı didiklenmiş et parçalanyla şişirmektir. Ya da
bu arzu ve lıedefi gerçekleştirme düşüncesi insanı ger­
çekten sürekli ve sağlıklı bir hayattan çok uzaklaştmr,
hayâtın ve çalışmanın sebeblerine sanimaktan tamamen
soğutur. Öyle ki, bundan kaçmak ve kurtulmak mümkün
değildir. Bu insanları bekleyen korkunç son, hüsrandan
başka bir şey değildir.

İŞTKN MAKSAT İYİ İŞTİR

Özetle; İnsanın yerine getirmek üzere yaratıldığı


iş, davranış ve faaliyetlerin gayesi bu başıbozukluk,
anarşi, karışıklık ve ibâdet konusnda ardı arkası kesil­
meyen gürültüler değildir. Sofistik şaşkınlık ve paniğe
uğramaksa hiç değildir. Yaratılışın gâyesi olsa olsa şüp­
heli bilgilerde bulunabileceği düşünülen şaşkınlık ve sı­
kıntıdan insanlığı kurtaracak olan iyi işlerdir. Sonra
yüce yaratıcı nesillerdeki renk ve ırk farkına, ülke ve
bölgelerine, mensubu bulundukları topluırilara,
zenginlik ve fakirliklerine, yoksul ve müreffeh

76K ur’an, Hac, 22/31.

271
tabukadan olup olmadıklarına bakmadan ve aralarında
en ufak bir ayrıcalık gözetmeden ihsanda bulunan yüce
mevlü, herhalde insanlığa en doğru yolu göstermekten,
gökleri ve yerleri yaratan tek Allah'a îman etmeyi öğret­
mekten geri kalmayacaktır. Bu îman ki. kurtuluşa ermek
ve selâmete çıkmak için insanlığın yönelmesi gereken
tek yöndür. İşte "Hanîf" lerden biri olan İbrahim (salât
ve selam ona) in şu sözünde tam ifâdesini bulan şey de
budun

“Doğrusu ben, gerçekten yüzümü bir müvahhid


olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben, müşrik­
lerden değilirn."'^^ Evet îman Allah'tan gelen bu bilgi ve
yol göstermeyi kabulden başka bir şey değildir ki bunla-
nn hiç birinden en ufak bir şüphe yoktur. Aynı zamanda
her şeyi tamamen kuşatmışlardır.Gökleri ve yeri
yaratan:

"Göklerde ve yerde olanı bilen."^^ O'dur. İnsan


bu inanç doğrultusunda hareket eder ve Allah'tan gelen
bu bilgi çerçevesinde davranış gösterirse, dînimizin is­
tediği Ve insanlığa öğrettiği iyi işleri yapmış demektir.

KUL HAKKININ ÖNEMİ

.. İnsanlığa mahsus hareketlerin analizini yapmaya


çalışsak, hangi yoldan gidersek gidelim insanın; hak ve
görevleriyle, ya da ku| haklanyla bağlantılı olduğunu
görürüz. Bu hareketler ister ferdî ister toplumsal, ister

Kur'an, Eıı'aın, 6/79.


“^8 Kur'an, Aııkcbul, 29/52.

272
siyâsî olsun ister ekonomik, ister medenî olsun isterse
kültürel, tırtıkırında en ufak bir fark yoktur. Bütün boz-
gunculukhır ve bütün çekememezlikler, işte sâdece bu
kul haklarını yerine getirmeyi ihmalden ve bunlun çiğ­
nemekten, bu konuda işlenen kusurlardan ileri gelmek­
tedir. Bakınız .Şeylı Tehânevî, "Kasdü's-Sebîl" adlı
eserinde bu konuda neler söylüyor:

"Tasavvuf eaddesinde ilerlemenin, aşamalar kay­


detmenin yolu, insanın her şeyden önce diğer günahla­
rından tevbe etmesidir. Eğer üzerinde kul hakkı varsa,
derhal bunu ödemeye başlamalı ya da hak sahibinden bu
konuda kolaylık (helallik) istemelidir. Zîra bu kimse,
üzerindeki bu yükü hafifletmeden, ömrü boyunca çalışsa
ve nefis mücâhedesine devam etse, yine de Allah'a ulaş­
ması mümkün olamaz."

MÂNEVİ BAĞLILIĞI GÖSTEREN İŞARETLER

Mutasavvıfların kendi aralannda "Manevî bağlı­


lık" diye sözünü ettikleri şeyi ve belirtilerini üstâdın
"Kasdü's sebîl" adlı eserinden doğrudan doğruya oku­
mak mümkündür. Manevî bağlılığın gerçekleşmesi için
iki şey lâzımdır, bunlardan birisi, Alah'ı hatırda tutma­
nın hiç bir an çıkmayacak şekilde kalbe yerleşmesidir.
Diğeri ise nefsin, Allah’ın emirlerine sarılmaya istek ve
eğilim göstemıesidir. ister bu emirler ibâdet bölümünden
olsun, isterse insanların birbirlerine karşı davranışlarına
girsin, ister karşılıklı konuşmalarda, Cenâb-ı Hakk'ın
yol göstermesi olsun, isterse oturup kalkma ve yeme
içme konularında öğrettiği kurallar olsun, aralannda fark

273
yoktur. Bunun yanında nefsin tabiî olarak iyiliklere
meylettiği ve kötülüklerden nefret ettiği gibi Allah'ın
buyruklarına istek duyması ve yasaklanndan da uzak
dumiası gerekir. Böylece diğer bütün alışkanlıklan da
renk, değiştirir, Kur'an'ın istediği renge girmiş olur.

İBÂDKT İYİ İŞLER YAPMADAN ALLAH'A


ULAŞMAK MÜMKÜN DEĞİLDİR

İşte İslâmî tasavvufun özü budur. Yeni tasavvuf


anlayışı da budur. Çünkü tasavvuf, Kur'an'ın getirdiği
çizgide yapılan tüm ibâdetlerdeki olgunluğun adıdır. Şu
kadar vıu- ki fıkılıta, kendilerine özel yer verildiğini gör­
düğümüz konular, zahirî (bedenle ilgili) ibâdetlere yöne­
liktir, tasavvufla i.se bu konular bâtını (Kalp ve ruhla il­
gili) ibâdetlere dönüktür. (Ancak bâtınî ibâdetlerde sağ­
lanacak ilerleme ve yükselme, zahirî ibâdetlere de aynı
derecede sarılmak ve onlan yerine gedrmekle mümkün­
dür.) Öyle ki bir kimse kalple ilgili ibâdetlerde ve onlara
âit derecelerde olağanüstü bir çaba harcasa da beden ve
organlarla yapılan ibâdetlerin üzerinde gereğince dur­
masa, hayâtı boyunca böyle yaşasa ve tutumunu değiş­
tirmese bu adam asla yüce Rabbine kavuşmaz, İslâmî öl­
çüler çerçevesinde hiç bir zaman tasavvuf ehli de sayıla­
maz. Zîra İslâmî tasavvufta asıl hedef Allah’ın hoşnutlu­
ğunu kazanmak ve O'nu memnun etmektir. Bunun yolu
ise dînin buyruklarına sımsıkı sarılmak ve bunları ek­
siksiz olarak yerine getirmektir. Buyruklardan bir kısmı
bedenle ilgilidir. Namaz, oruç, hac, zekât ve diğer ibâ­
detler, eşlere düşen evlenme boşanma ve biribirleriyle
ilgili hakların yerine getirilmesi, dînimizin yüklediği

274
benzeri görevler, alma, verme, hakemlik yapma, şahit­
likte bulunma, vasiyet etme, mîras paylaştırma ve diğer
sosyal haklar, selam verme, konuşma, yeme-içme, otu-
rup'kalkma, ziyafet verme ve diğer toplumsal ve ferdî
görgü kuralları bunun örneğidir. Bir kısmı da kalp ve
ruhla ilgilidir, Allah'ı sevmek, Allah'tan korkmak, Al­
lah'ı anmak, dünya sevgisini azaltmak, O'nun yaptıkla­
rına rızâ göstermek, açgözlülükten vazgeçmek, ibâdet­
lerde kalbi bir noktaya toplamtık, dinle ilgili işlerin hiç
birini küçümsemeden ve içten gelerek yerine getirmek,
böbürlenmokten kaçınmak, öfkeyi yenmek ve benzerleri
de bunun örneğidir. Bunları yerine getirmeye aynı za­
manda sülük (mistik yolculuk) da denir.

KALP VH RUHU İLGİLENDİREN İBÂDETLERDE


ONLARA ÂİT HÜKÜMLERİ YERİNE GETİRMEK
DE FARZDIR

Bedenle gili ibâdetlerde hükümlerine uygun dav­


ranmak farz olduğu gibi kalb ve ruhla ilgili ibâdetlerde
de onların hükümlerini yerine getirmek farzdır. Hattâ
bâzan kalb ve ruhu ilgilendiren yönlerindeki
bozukluklar, ibâdetlerin dış yönlerinin de bozulmasına
yol açmaktadır. Allah sevgisinin azalmasından ve aşağı
düşmesinden insan nefsinde tembelliğin ortaya çıkması,
ya da namazın ta'dîl-i erkân'a uymaksızın acele
kıhvermesi, yahııtta cimrilik nedeniyle zekât ve hac
ibâdetlerini yerine getirmekten kaçınması gibi. Bu,
nefsin de hoşuna gider ve nefis, böyle davranmakta
tereddüt göstennez, bu davranış nefse pek zor gelmez.
B öyle olunca böbürlenmesinden, kendini büyük

275
görmesinden, ya da öfkesine yenik düşmesinden dolayı
bir kimseye haksızlık edebilir, ya da haklan çiğner, on-
lan yerine gçtirmekten vazgeçer, hattâ bundan ötesini de
yapabilir.

İnsan kendini düzeltmeden, davranışlarına çeki


düzen vermeden ibâdetlerin dışyüzlerine önem verse ve
onları yerine getimıeye son derece dikkat etse de bu dik­
kat ve titizliğinin kendisine sağlayacağı fayda bir kaç
günü geçemez.

İşte bundan dolayı insanın kendini ıslah etmesi sâ­


dece kalp ve rfıhu ilgilendiren bâtınî ibâdetler için değil,
aynı zamanda bedeni ilgilendiren zâhiıî ibâdetler için de
mutlaka gereklidir. Hem de bunu elinden geldiğince ku­
sursuz yapmaya çalışmalıdır.

MÜRŞİD'E DUYULAN İHTİYAÇ

Ancak insan kendi kusurlannı ve mânevi hastalık­


larını çok az farkeder. Farketse bile tedâvî yollarım ve
düzeltme çârelerini çok az düşünebilir. Bunlan farkeden
ve çârelerini bulabilen insan sayısı da çok azdır. Kusur­
lar bilinse ve giderme yollan bulunsa bile nefisle mücâ-
hedenin zorluğundan dolayı bunlan yerine getirmek güç
olacaktır. İşte bu noktada kâmil bir şeyhe olan ihtiyaç
kendini göstermektedir. Çünkü kendisi farkettikten ve
anladıktan sonra mürîrde kusurlannı gösteren, onlann
ilaçlarını açıklayan ve tedâvî yollanm öğreten ancak ol­
gun bir mürşid olabilir. Evet, mürşid bu kimseye nefsi
düzelmeye hazırlayacak zikir ve dualar öğretir. Böylece

276
tedbir ve tedûvîde de kolaylık olacaktır. Zikir, ise başlı-
ba§ına bir ibâdettir.

t a r ik a t yolcusunu n YAPMASI GEREKEN


İK t ŞEY

Tarikat yolcusunun yapması gereken iki şey: Bun­


lardan birisi lâzımdır, yâni dînin zâhirî ve bâtını ibâdet­
lerle ilgili hükümlerine sanlmaktır. Diğeri ise müstehab-
tır. Bu da zikir ve dııâyâ düşkün olmak ve bunlan çok
yapmaktır. Dînin hükümlerine sarılmak, Allah'ın nzâ-
sını kazanmakla sonuçlanır, zikir ve duaya düşkün ol­
mak ve bunları çokça yapmak ise Allah'ın rızâsının art­
masına ve yakınlığın fazlalaşmasına yol açar. İşte tarî-
katin ve mânevî yolculuğun özü ve gayesi de budur.

Şimdiye kadar bahsedilenlerden anlıyoruz ki, İs­


lâm esaslarına dayalı tasavvufun özü, Allah Teâlâ'nın
hoşnutluğunu elde etmektir. Bu da yalnızca ve sâdece
zâhirî ve bâtınî ibâdetleri eksiksiz ve tam olarak yerine
getirmeye ve bu tutumu sürdürmeye bağlıdır. Bu ibâdet­
lerin de iki derecesi vardır; Birinci derece bütün müslü-
manlann yerine getirmesi gereken farz ve vâciplere aittir.
Bu yüzden de bütün müslümanlara bu derecenin tasav­
vufunu elde etmek, farz ve vâcip ibâdetlerin mânevi
zevkini tatmak vâcip ve lâzımdır. Buna "Velâyet-i
Âmme" denir. İkinci dereceye gelince; Bu derece zikir ve
duâyı çoğaltma, ya da Rızâ-ı İlâhîyi ve O'na yakınlığı
artırma derecesidir.

277
Bu derecede vücud nfıfile ibâdetlerle uğraşırken,
ruh ve kalb de dâima Allah'ı anmakla meşgul olmalı, hiç
bir zaman gallete dalmamalıdır. Bu, müstehap bir dere­
cedir. Halkın "Tasavvuf" dediği de işte budur. Ancak
zikri yapmalı ve yaparken de işin şuurunda olmalıdır.

YASAK OLAN TASAVVUF

Şâyet insanı tasavvufun ikinci derecesiyle uğraş­


mak birinci derecedeki işleri yapmaktan alıkoyuyor ya
da onları eksik yapmasına yol açıyorsa, bu durumda
ikinci dereceyle uğraşmak sakıncalı ve yasaktır. Nitekim
kimi bilgisizler çoluk-çocuğunu terkediyor ve kendilerini
tamamen dervişliğe veriyorlar.

Aynı şekilde çoğu câhillerin zikir ve duâlan,


murâkabe ve riyâzâtı, yaşanan mânevî durumları,
tasavvufun asıl gayesi ve ana hedefi sandıklarını
görürsün. İşte katkısız cehâlet ve saf bilgisizlik budur.
Çünkü maksat, beden ve rûhun kendilerine âit ibâdetleri
yerine getirmesidir, bunun dışında herhangi bir maksat
yoktur. Diğer bilinen zikir ve duâlara, riyâzât ve
murakabelere gelince, bunlar sâdece amel ve ibâdetleri
ıslah için başvurulan çâre ve metodlardır. Yaşanan
mânevî haller ise pek fazla lazım olmayan mânevî
meyvelerdir. Yâni açığa vurulması gerekmeyen mânevî
zevklerdir. Bunlan elde etmek vacip olmadığı gibi
mutlaka vaniması gereken asıl hedef de değildir.

278
ŞKYHİ TAKLİT YOLUYLA ONA BAĞLANMAK
VACİP DEĞİLDİR

Halktan çoğu, müridliği, şeyhliği ve bağlanmayı


tasavvuf için gerekli, ya da sırf bağlanmayı yeterli san­
dılar. İşte bu, katıksız cehalettir. Şeyhlik ve miirîdlikten
beklenen asıl lıedef ise, ruh ve bedene âit ibâdetlerin dü­
zeltilmesi, eksik ve kusurlarının giderilmesidir. Özellikle
manevî hastalıkların tedavisidir. Şeyh ve mürîd, şayet
tam olarak düzeltme ve tedaviyi murad etselerdi, bu du­
rumda sırf taklit yoluyla bağlanmak vacip olmazdı. Ne-
var ki insan nasıl, bedene âit maddî hastalıkları için
kendisine güvenilen rnahâretli bir doktor arar da sonra
sağlıkla ilgili problemlerinde ona başvurursa, manevî
hastalıkları tedâvi eden mürşit ve şeyhe bağlanırken de
aynı titizliği göstermelidir. Bundan dolayı şeyhin, yüce­
liği bilinen irfan sahibi olgun bir zât olması gerekir.

KUSURSUZ BİR ŞEYHİN ÖZELLİKLERİ

1. Yeterli derecede bilgiye sahip olmalı, bundan


uzak olmamalıdır.

2. İnanç, ibâdet ve ahlâkta hiç bir zaman dînin


koyduğu ölçülerden ayrılmamalıdır.

3. Dünyaya düşkün olmamalı ve olgunluğa ulaştı­


ğını da ileri sürmemelidir. Çünkü bu iddia da dünya
sevgisinin bir parçasıdır.

4. Olgun bir şeyhin sohbetinde bir süre bulunmuş


olmalıdır.

279
5. Asrın §eyh ve âlimlerinden insaf ve iz'an sahip­
leri onun hakkında iyilik düşünmelidirler.

6. Avamdan daha çok seçkin ve akıllı insanlar


kendisine saygı göstermelidirler.

7. Kendisine bağlanankudan çoğu, dînî yönden en


iyi durumda ve dünyaya en az düşkün olmalıdm

8. Tâlim ve telkinlerinde müridlerinin durumlarım


g ö zetim ve kontrol altında tutmalıdır. Kendilerinde her
hangi bir kötülüğe tanık olur ya da böyle bir şey işitirse
onları uyarmalı ve kötülüğe devamlarını engeller olma­
lıdır. Ne olursa olsun onlıuı kendi hallerine bırakmama­
lıdır.

9. Sohbetinde bulunan, dünya sevgisindeki eksil­


menin, Allah sevgisindeki artış ve ilerlemenin farkına
varmalıdır.

10. Bizzat kendisi, zikir ve duâ ile meşgul olmalı­


dır. Çünkü ibâdet etmeden ya da çaba harcamadan çev­
resindekilere faydalı olması mümkün değildir. Öğrettiği
ve anlattığı şeylerden halkın hoşlanıp hoşlanmadığını
araştırmamalı ve bu konu üzerinde durmamalıdır.
Çünkü bunlar, velîlik için gerekli şeylerden değildir.
Gerçekte bunlar nefsi okşayan hareketlerdir, alıştırma
sonucu güçlenir ve büyürler. Takvâyı gösteren hareket­
ler değil, aksine kâfirde de görebileceğin davranışlardır.
Bunları kâfir de yapabilir. Bu davranışlarda mutlaka bir
fayda bulunması da şart değildir, çünkü bunlann etkileri
uzun sürmez. Ne var ki, zikirle hiç bir şekilde etkilen­
meyen ahmak mürîd, şeyhin bu işi göstermesiyle bir kaç

280
gün için de olsa zikri kabule yanaşacak ve gönlünde bir
uyanış hissedecekse şeyhin ona yol göstermesinde, bir
sakınca yoktur. Bu davranış, beğenilmek ve hoşa git­
mek amacıyla yapılmış sayılmaz.

ŞERİAT, TARİKAT, MARİFET ve HAKİKAT TE­


RİM LERİNİN -KISA AÇIKLAMALARI

Bunların hepsinin de kısa açıklamalarını bilmemiz


iyi olacaktır. Bir adamın sorusunu cevaplarken Şeyh Te-
hânevî bu terimleri şöyle açıklamıştır;

«Şerîat, dînî yükümlülüklerle ilgili hükümlerin tü­


münün adıdır. Ruh ve bedeni ilgilendiren ibâdetlerin
hepsini kapsar. Daha önceki bilginler şerîat'ı fıkıhla eş
anlamda alıyorlardı. Nitekim Ebû Hanîfe de fıkhı
tanımlarkeıv,

"Kişinin lehine ve aleyhine olanı bilmesidir." Şek­


linde tanımlıyordu. Daha sonraki bilginler gelince, şeria­
tın bedenle ilgili ibâdetleri konu alan dalına fıkıh, kalb
ve ruhla ilgili ibâdetleri konu alan dalına da tasavvuf de­
meye başladılar.»^^

«Bu kalb ve ruhla ilgili ibâdetleri yerine getirme


yollarına "TARÎKAT" denir. Rûhî v e kalbi ibâdetleri d ü ­
zeltme ve kusurlannı giderme yolunda kalpte beliren
berraklık v e parlaklık sayesinde esas varlıklar ve taşı-

Ancak Iıkıh vc tasavvuf birbiriylc çelişkili ve birbirine ters


rlUşen iki şey değil, aksine bu eserde açıklamasını göreceğin
gibi biribirini lamamlayan iki terimdirler.

281
d ık la n ö z ellik lerle ilg ili bir takım gerçek ler ken d in i g ö s ­
terir. Ö z e llik le iy i v e kötü h;u'eketler, y ü ce A lla h ’ın zât
v e sıfatlai'ina âit gerçekler, h ele h ele kul ile A llah arasın­
daki k arşılık lı haller, İşte bu ortaya çıkan v e k en d isin i
gösteren şeylere "HAKÎKAT", kendiliğinden belirip ortaya
çıkm alarına "MÂRİFET", bu d erecey e ulaşan m a n ev iy â t
sâhibine de "MUHAKKİK" v e "ÂRIF" denir.»

«B u terim lerin tam am ı şeriat ça tısı altında top lan ­


m ıştır. A ncak g en eld e yaygın olan, sâ d ece b ed en le ilg ili
ibadetlere "ŞERİAT" denir, şek lin d ek i sö z , h iç bir b ilg in
kim .se tarafından sö y len m e m iş, halk arasında y a y g ın
olan bu anlam ı da doğru bulunm am ıştır. Ç ünkü bu, iç le
d ışın , ruhla bedenin, zahirle bâtının birbirine z ıt o lm a ­
sını gerektiren bir inançtır ve bu da y an lıştır.»

VELİLİĞİN GENEL VE ÖZEL DERECELERİ

Özetle ifâde etmek gerekirse tasavvuf, şerîatin,


yâni dînî esasların tamamının, ya da beden ve kalbi ilgi­
lendiren ibâdetlerin her ikisinin tümünün ve bunlara
gösterilecek titizliğin adıdır. Bunlann hepsine ve farz ve
vacipler çerçevesinde bunlara gösterilen titizliğe "Genel
velilik" denir ki bu dereceye ulaşmak her mü'minin üze­
rine düşen bir görevdir. Ama veliliğin ikinci derecesi ki
bu da, farz ve vâciplere gereken titizliği göstererek on­
larda yeterli ilerlemeyi sağladıktan başka, Allah Teâlâ-
nın: "Allah'ı çok çok z i k r e d i n i z . âyet-i kerîmesinde

Kur'an, Alı/ab, 33/41.

282
emrettiği gibi Allah'ı zikre de gereken önemi vererek
O'nu çokça zikretmektir. Bunun yanında yüce Allah'ın;

"Onlar ki Allah'ı, ayakta, oturarak ve yanları üze­


rinde yattıkları halde zikrederler."^^ buyruğuna uygun
olarak zikir ve kendini denetlemekten geri kalmamak, bu
konuda dalgınlık gö.stermemektir. Ya da bütün hareket
ve duruşlarında, oturuş ve kalkışlarında Allah'ı anmak
ve dikkatini bu noktada toplamaktır. Ancak bu sâyede
ibâdetlerinde ve diğer davranışlarında insan, ihsan dere­
cesine ulaşabilir, bu şuura erişebilir. Artık ne yaparsak
yapalım, bütün işlerimizde Allah bizim sahibimizmiş
gibi davranırız ve sanki biz de O'nu görür gibi oluruz.
Çünkü ne kadar da biz O'nu görmesek O bizi görecektir.
İşte bu derece, "Özel velilik" derecesidir. Özellikle hal­
kın "velilik" ten, ya da birini Allah katında değer ve de­
rece sâlıipleriııden kabul ettikleri zaman bundan anladık­
ları ve çıkardıkları anlam veliliğin bu özel derecesidir.
Bu derece anlatılırken zaman zaman "KURB: Allah'a ya­
kınlık" ve "HUZUR: Allah'ın huzurunda olma" derecesi
de denilmektedir.

Miirîd ve sâlik; dinle olgunlaşmak isterler ve bu


yolda yürürler. Şeyh ise bu yolda rehber ve kılavuzdur,
Hakk yoleulugu (Mistik yolculuk) gerçekte, zahir ve bâ­
tına âit bu iki derecenin ibâdet ve davranışlarında, zikir
ve duâlarında ciddiyet göstermek, onları düzeltmek ve
kuvvetlendirmektir. Tasavvuf ise gerçekte iç ve dışın
tâmîri, beden ve ruhtaki yıpranmaların, ya da bunlara âit
zikir ve dualardaki kusurların onanım ve giderilmesidir.
Dışın onanm ve tâmîri; söz ve fiillerin tümünün dînin

Kur'an, Âl-i İmran, 3/191.

283
buyruk ve yasaklarıyla uyum içinde olması, iç ’in
onanın ve tâmîri ise kalbin durumunun düzeltilmesidir.

İşte ınürıd, bu ciddiyeti göstereceğine, ibâdet ve


davranışlarını düzelteceğine dâir şeyhe söz verir. Buna
karşılık Şeyh de bu yolda edindiği deneyimlerine ve ileri
görüşlerine dayanarak bilgi ve beceri yönünden müridine
kılavuzlukta bulunacağına, ibâdet ve zikirlerde kendisine
yol göstereceğine ilişkin müridiyle sözleşir. Müridine
bâzı taahhütlerde bulunur. Becerikli, güvenilir ve
şefkatli bir doktor gibi ibâdetlere âit iç ve dış hastalıkları
tedâvî ederek giderir.

RUH HASTASINDAKİ HASTALIĞIN


BAŞKALARINA GEÇMESİ

Nasıl ki hasta, kişisel ve toplumsal görevlerini tam


olarak yerine getiremez, daha doğrusu çoğu zaman has-
■taiıgın artmasından korkarsa, hastalık serpici olduğu
takdirde sâdece hasta için tehlike olmakla kalmaz, aksine
toplumun tüm ferdlerinin sağlığını tehdit eder bir hal
alır. Aynen bunun gibi kalb, nefs ve ruh hastalan da
dînî görevlerini tam olarak yerine getiremez, ibâdetlerini
lâyıkıyla edâ edemez, zikir ve duâlannı yerli yerince ya­
pamazlar. Hattâ çoğu zaman ruh hastalıklan, bedensel
hastalıklardan daha serpici olurlar. Ruh hastalıklan öyle
hastalıklardır ki, bireysel ve toplumsal tüm sistemlerdeki
karışıklık ve sarsıntılar tamamen bunlann sirâyetinden
ve salgın hâlini almasından ileri gelirler. Nasıl ki, kimi
hastalıklara en güzel besin maddeleri fayda sağlamaz ve
hattâ aksi tesir göstererek hastalığın artmasına neden

284
olursa, ibâdetler ve iyi işler de rûhî hastalıklar eşliğinde
yapıldıkları takdirde çoğu yönden bu besin maddelerine
benzerler ve ruhî hastalıklann ilerlemesine sebep olur,
gösteriş ve riyâ olmaktan öte geçemezler. Kuru dindarlar
ya da dînin sâdece isim ve şeklini taşıyanlar, işte bunlar
dîni çökertmek ve gücünü eksiltmekle kalmaz bir de
onun ticaretini yaptırUu-, Böylesi sahte dindarlarda gizle­
nip pusu kuran bozgunculuk ve manevî hastalıklar, fır­
sat buldukça ruhlarında arta kalan inanç kalanıtılannı da
eritir, bu sahtekârların mahvolup gitmelerine sebep olur.
Nitekim verem hastası da böyledir. Çevresindekileri
etkiler, böylece hastalık veba gibi tüm topluma yayılır.

Şüphesiz ki insan, büyük ve küçük, basit ve tehli­


keli bir çok hastalığında doktora gider gelir. Cadde ve
Sokaklarda insanlığa hizmet veren bir çok hastahâne,
klinik ve şifâ yurtları açılmıştır. Hastalık tehlikeli bir hal
aldığı zaman hasta, ilaç ve gıdasının zamanında ve dü­
zenli verilebilmesi, durumuyla yakından ilgilenilmesi ve
gerektiği gibi kontrol edilebilmesi için evinden uzak bir
hastahâneye taşınır. Serpici hastalıklardan rahatsız olan
hastalar ise, kentlerden uzak, tenha yerlerdeki sanator­
yum ve dispanserlere gönderilir, tecrit edilmelerinin hem
kendileri ve hem de toplum açısından daha iyi ve aynı
zamanda bunun bir zorunluluk olduğuna inanılır. Çünkü
bundan başka bir çıkış yolu yoktur.

Mâ n e v i t e d a v id e n u z a k . durm ak

Ancak tuhaf ve gülünç olan şey şudur ki, halk mâ­


nevi tedâvî yolhunnı, rûhî hastalıklardan kurtulma çâre­

285
lerini işittikçe onlardan ürküyor, mümkün oldukça uzak
dunnaya çalışıyor ve bunlardan sözedenleri, sanki böyle
bir hastalık yokmuş ve bu çârelere başvurmak insanın
görevlerinden değilmiş. Sanki:

"Kalplerinde bir hastalık vardır onların. Allah da


hastalıklarını artırdı."^^ âyet-i kerîmesi kalbe âit hasta­
lıklardan söz etmiyor ve onları içemiiyor, âdeta:

"Allah'a temiz bir kalple gelenlerden baska."^'^


âyet-i kerîmesi kalbin selâmet ve sıhhatini istemiyor ve
bunları emretmiyor, yine:

"Viicıııta bir et parçası vardır ki, o iyi olduğu za­


man bütün vücut iyi olur, o kötü olduğu zaman da bütün
vücut kötü olur. Dikkat! O et parçası kalptir." Hadîs-i
Şerîfi hadisler arasında yer almıyor gibi karşılıyorlar.

ŞEYHİN TEKKESİ MANEVÎ HASTALIKLAR İÇ ÎN


KİR TEDAVİ M ERKEZİDİR

Kalp hastalıklarının ve ruh bunalımlanmn tedâvî


merkezi olan "ŞEYHİN TEKKESİ" nden sözedildiği zaman,
bilgin, dindar ve sâlih geçinen bir çok kimsenin bunu
işittiklerinden dolayı yüzlerinin ekşidiğini ve çehrelerinin
değiştiğini görürsün. Şüphesiz bu dalgınlık ve genellikle
yaygın bir hal almış olan cahillik, sâdece bu dindarlann
zâhirî olan ilim ve ibâdetlerini etkilemekle kglmaz, aynı
zamanda dinlerini ruhsuz bir ceset hâline getirir. Daha

Kur'an, Rııkıua 2/ 10.


Kur'an, Şuaıâ, 26/89.

286
doğrusu bunların katıksız birer câhil olduklannı farke-
dersin. Kendi hastalıklarını idrâk etmekten ve çâresini
araştırmaktan âciz olan bu müsveddeler, kendilerini tüm
dünyanın düzenleyicisi ve tüm hastalıkların tedâvî uz­
manı yerine koylu lar. Gidiş böyle olunca ortaya çıkacak
sonuç, artık bellidir. Böylesi ıslah çalışmaları iyi bir so­
nuca ulaşmak şöyle dursun, türlü bozukluklara, çeşitli
sıkıntı ve bunalımlara kaynak olup çıkıyor. Hattâ çoğu
zaman kaynak olmaktan da öte, kendisi tamamen fitne
hâline geliyor.

Tasavvufu yenileme hareketinde ki -bu hareketi


Şeyh Tehânevî merhum yönetmektedir- önemli olan kalp
ve bedene âiı ibâdetler, zikir ve dualardır. Modem anla­
tım tarzını tercih edersek meramımızı şöyle ifâde et­
memiz gerekir; Şeyh Tehânevî merhum'un izlediği yol,
beden ve kalbe âit tüm ibâdet, zikir ve duâlan kendinde
toplayan nefsi terbiye ve ahlâkı güzelleştimie yoludur.
Yine günümüz diliyle anlatmaya çalışırsak. Şeyh ken­
dine uyguladığı, nefsi terbiye ve ahlâkı güzelleştirme
tekniğini düzeltip düzenleyerek bilimsel bir metod hâline
getirdi, Böyle olunca mistik yolcunun yolunda hiç bir vi­
raj ve dönemeç kalmadı. Bu durumda artık bu yola ko­
yulan herkes tehlikesizce hedefe ulaşabilir.

ÖNCKLtK TAŞIYAN ANA NOKTALAR

Bu bilim dalında üç esas nokta vardır:


1, Hedenenenle hedeflenmeyeni biribirinden ayır­
mak.
2, Serbest olanla zorunlu olanı fark etmek.

287
3. Akıl (inanç) ve tabiat (karakter) la ilgili olanlar
biribirine karıştırmamak.

Buna göre bu yolda arzulanan ve elde edilmek is­


tenen en büyük gaye, İlâhî nzâdır. Buna ulaşmanın yolu
ise dînimizin yükümlü kıldığı tüm ibâdetleri zikir ve
duâlan kusursuz olarak yerine getirmektir. Bu ibâdet ve
dualar ister mtı ve bedene, ister kalb ve kalıba âit olsun
farketmez. Serbest ya da inançla ilgili olmaları bir şey
değiştiımez.

Halkın genellikle güçlerinin yetebileceği ibâdetler­


den kaçındıklarını, güçlerinin yetmeyeceklerini ise ana
hedef hâline getirdiklerini, ibâdet, zikir ve duâlanyla bu
hedefe ulaşmak için çetin mücâdele ve zorlu alıştırma
yoluna düştüklerini ve düşürüldüklerini görürsün. He­
defe ulaşmak için var olan bu basit ve dosdoğru yolu
böylece eğri büğrü ve çapraşık bir duruma getirdiler.
Şeyh Tehânevî merhum gUcUnün sınırlarını aşan zikir
ve duâlan yapmaya kalkışan, bir çok zorluklara katlana­
rak yorgun düşen bir talebesine yazdığı bir mektupta
konuyu şöyle açiklamıştır:

"Eğer zorluk ve sıkıntıyı göğüslemeye meraklı


isen, bende bu hastalığın tedâvîsi mevcut değildir. Yol
dosdoğrudur. O da kişinin gücünün yetmeyeceklerine
önem verip bunlara özenmemesidir. Bunun yerine bütün
güç ve cesaretini gücünün sınırlan içinde kalan ibâdet ve
iyi işlerde göstermesidir. Şayet hatâ yaparsa geçmişten
pişmanlık duyar ve bir daha işlememek üzere tevbe eder,
bütün güç ve enerjisini gbleceğe yöneltü-, bunlara ek ola­
rak boş zamaıılannda duâ etmeyi hiç bir zaman ihmal et­
mez."

288
GEÇMİŞ ÖZLEMİ ve GELECEK ENDİŞESİ

Bütün konularda harcanılacak çabalarda dengeli


hareket etmek gerekir. Meselâ iyi bir işi yapmaktan geri
kalındığı zaman sıradan insanlar diledikleri kadar üzü-
lebilirler. Çünkü bu. onlar için oldukça faydalıdır. An­
cak seçkin kimselere gelince, bunların başlarına aynı
olay geldiği zaman bundan dolayı fazla hayıflanmaz,
geçici bir süre için belki üzülürler, fakat büyük bir sar­
sıntı geçirmezler, olayı çok fazla önemsemezler. Yaptık­
ları hatâdan dolayı bütün benliklerini vererek Cenâb-ı
Hakk’a tevbe eder, geçmişe üzülmek yerine bu iş üze­
rinde gereğince düşünerek gelecekte nasıl hareket ede­
ceklerini tâyin eder, içinde bulundukları ân'ı değerlen­
dirmeye çalışırlar.

Zîra, geçmiş özlemi ve gelecek endişesiyle uğraş­


mak her zaman maneviyât yolcusuna zararlı olur. Çünkü
onun böyle bir tasa ve sarsıntı içinde bulunması, Allah
Teâlâ ile olan ilişkisine ve manevî yolda ilerleyip yük­
selmesine bir engel ve perde oluşturur. Bundaki sır şu­
dur ki, Allah Teâlâ ile olan ilişki kalpten gelen neşeyle
artar ve güçlenir. Bu tasa ve sarsıntıysa, sözkonusu ne­
şeyi azaltarak insanı yoksun bırakır.

Bu yüzden gerçek bilgi sâhibleri, Hakk yolcusu­


nun uzun uzadıya çileye katlanmasını, maneviyat alış-
tırmalan yapmasını hoş görmediler. Özellikle bu günkü
durumu gözden geçirdikten, insanbğm mevcut güçlerini
denetledikten, neler yapabileceklerini tesbit ettikten sonra
uzun alıştırmalan hiç uygun bulmadılar. Çünkü insan,
bütün çabalarını, düşünmeye ve bütün problemlerini

289
detayUmykı tek tek çözmeye yönelirse bu takdirde ruh
için her ztımtın üç lelılike bulunacaktır:

1. Geçmişe duyulan özlem,


2. Hrıl'de duyulan şüpheler,
3. Gelecek için duyulan endişe.

Tasavvufta yenilik taraftarı olan mânâ erleri*'* gör­


düler, daha doğrusu Allah tarafından mânevî gözlerine
gösterildi ki, gayeye ermek için izlenmesi gereken yol
uzundur. Bâzan insan'm hedefine ulaşmadan önce ömrü
bitebilir. Belki de itenen olgunluğa ulaşamadan uzun
süre katlandığı aşın yorgunluktan bitkin düşecek ve
şâirin: "Sen bana ulaşmadan ben Rabbime kavuşaca­
ğım." dediği gibi dünyadan göçüp gidecek.

Çağımız insanlarının güçleri zayıf, kuvvetleri dü­


şük, iyilikleri sınırlıdır. Böyle olunca Allahtan gelen il­
hamla bunların hepsini gözleyen mâneviyât sahibi büyük
zâtlar, ruh terbiyesi ve mistik yolculan yetiştirmek için
farklı bir metod uyguladılar. Bu metod geçmiş ve gele­
cek düşüncesinin Allah'la kulu arasında bir perde ol­
duğu, oysa Allah Teâlâ'nın bizi kendisini gözlemek için
yarattığı, geçmişi ve geleceği incelemek ve araştırmak
için yaratmadığı şeklindedir. "Geçmiş de gelecek de A l­
lah'la kulu arasında bir perdedir." diyen Mevlânâ ne gü­
zel söylemiştir.

Günümüz insanlarının zayıflığı ve görüşlerinin


kısırlığı nedeniyle Hacı Şeyh tmdâdullah rahimehullah
mürîdlerine fazla soru sorarak durumlannı iyice öğre-

Şeyhim Hakîmc'I-Ümmch'dc bu büyük zâtlardan biriydi. Allah


kendisine rahmet eylesin.

290
nirdi. Meselâ nelere ilgi duyarsınız? Ne kadar çalışırsı-
nızr V Boş vaktiniz çok mu? Sağlığınız yerinde mi? v.b.
onun sorularından bâzılanydı. Bu sorularla haklannda
yeterli bilgi edindiği mürîdlerine, güçlerine göre vazife
verirdi. Çünkü müride gücünün yettiğinden fazla yük
yüklemek pek hoş bir sonuç doğurmaz.

m â n i :VIYAT EĞİTİMİNDE DÖRT AŞAMA

Şeyhimiz I-lakimü'l-Ünımeh, halkın durumlarım


ve neyle uğraştıklarını, zayıf ve güçlü oluşlarını, görüş­
lerinin sınırlarını kendisine has ilmi yollarla inceleyerek
talebe ve müridlerini durumlarının gerektirdiği şekilde
dört sınıfa ayırdı;

1. Çalışıp kazanarak çoluk çocuğunun ihtiyacmı


karşılamak zorunda olmayan halktan insanlar.
2. Çalışıp kazanarak çoluk çocuğunun geçimini
sağlamak zorunda olan ve buna çok önem veren sıradan
kimseler.
3. Dünya işlerinden el - etek çeken âlimler.
4. Mesleğinin gereğini yerine getiren ve onunla
uğraşan bilginler.

Üstad bu sınıflann eğitimi için her birine göre ayn


ayrı metodlar geliştirdi. Bunlann detaylarını “Kasdüs-
sebîl" adlı eserde bulabilirsiniz. Özetlemek gerekirse
bunları şöyle açıklayabiliriz:

«Allah'a yakınlığı en büyük hedef kabul etmeli ve


bunun için belirlenmiş olan yola koyulmalıdır. Bu da
önce inancı düzeltip pekiştirmek, sonra da insanın gücü-

291
nün yeteceği işleri tercih etmesidir. İster namaz ve zekât
gibi beden ve malla ilgili görünen ibâdetlerden olsun, is­
ter korku, ümit, sabır ve şükür gibi ruh ve kalple ilgili
görünmeyen ibâdetlerden olsun. Hepsini zamanında ve
kusursuz olarak yerine getirmeye çalışmalıdır. Allah'ı
anmak ve yaratıkları üzerinde kafa yormak da aynı ibâ­
detlerden sayılmalıdır. Hakikat yolcusunun gücü dâhi­
lindeki bu tür ibâdet, zikir, duâ ve burada sözü edilme­
yen diğer iyi işlerle meşgul olması ve zamanının çoğunu
bu işlere ayırması, mutlaka yerine getirmesi gereken bir
görevdir. Buna karşılık Allahtan uzak olmayı ve onu bir
an bile aklından çıkarmayı en büyük tehlike kabul ede­
rek beden ve ruha âit olan, görünen ve görünmeyen,
gizli ve açık bütün günahlardan kaçınmayı, Allah'tan
uzaklaşmaya ve O'nu unutturmaya neden olacak tüm
davranışlardan uzak durmayı, hayatta bir prensip hâline
getimieli, bu prensipten asla tâviz vermemelidir. Mâne-
viyat yolcusunun, Allah'a yaklaştmcı davramşlan alış­
kanlık hâline getirmesine ve bu konuda titizlik göster­
mesine, Allah'tan uzaklaştırıcı saydığı tüm davranışlar­
dan ilişkisini kesmesine ihtiyacı yoktur. Ancak kendile­
rinden hata ve kusur meydana gelme ihtimali olan seçime
bağlı işleri zarar sayarak,, bütün dikkatini bunlar
üzerinde yoğunlaştırmalı ve bunları düzeltmeye son
derece örjem vermelidir-. Arzû ve irâdesi dışındaki işlere
gelince bunların varlık ve yokluklarına önem
vermemeli, bunları düzeltmek için fazla bir çaba
göstermemelidir. Bu yönde yorulmasına ve kendini har-
âbetmesine hiç gerek yoktur. Sözgelimi büyük bir ibâ­
dette bir kanşıklık olsa, bu ibâdeti yeniden yapar, is­
tenmeyen bir davranışta bulunsa bundan istiğfar eder.
Sonra işiyle meşgul olur. Yaptığı bu hatâlar gönlünü sü­
rekli meşgul edip durmaz. Fakat şu ibâdeti nasıl kaçır­

292
dığı bu hatâyı nasıl yaptığı üzerinde yeterince kafa yor­
malı. aynı ihmal ve hatâyı bir daha tekrar etmemeye ça­
lışmalıdır.»

«Kitap ve sünnet insanı taşkınlık ve aşınhktan


nehyeder, bu konudaki buyruk ve yasaklardan bazılan
şöyledir;

1. "Dîninizde taşkınlık etmeyin"*^


2. "Zorluk çıkarana Allah da zorluk çıkanr"86
3. "Doğrultunuz, sevâba yaklaştırınız, dosdoğru
olunuz, Allah'ın nimeüerini saymaya kalkışmaymız"
4. "Uykusu gelen kimse yatıp uyusun. Uykuda
aşırılık yoktur, aşınlık uyanıklıktadır."

Büyük ârif Sâdî Şîrâzî şöyle der: "Şiddet gösteren­


lere zaman karşı koyar."»

TARİKATTAKİ SÜNNET ÇİZGİSİ

Mâneviyât yoluna girmekteki asıl amaç, İlâhî nzâ-


yı elde etmek ve İlâhî öfkeyi üzerimize çekecek davra­
nışlardan da uzak durmaktır. Asıl amaç bu olunca, mâ-
neviyat yolcusunun İlâhî nzâyı kendisine kazandıracak
davranışlara sarılmak, bütün eneıjisini farz ve vâcipleri
kusursuz yerine getirmeye harcamak konusunda kaybe­
decek vakti yok demektir. Eğer bunlardan birini kaçınr,
zamanında yerine getiremezse daha sonra yerine getirir.

Kur'an, Nisa, 4/170.


"Şiddet göstereni Allah cezalandırır."

293
Dinde bundan daha kolay ne var? Allah Teâlâ Kur'an-ı
Kerîm'de:

"Allah, dinde sizin üzerinize güçlük yüklememiş-


tir."^^ buyurur. Aynı şekilde maneviyat yolcusu, İlâhî
öfkeyi üzerine çekecek davranışlardan uzak durur, ya-
saklananhu’dan olabildiğince kaçınır. Eğer böyle bir şey
yaparsa derhal tevbe eder, bir daha işlememek üzere Al­
lah'a sözverir.

Hakikat yolcusu kendisini seçkinlerden sayma­


malı, böyle mütevâzî olursa halkın insanı üzen dav­
ranışlarından uzak durur. Dünyada derhal nimetlere
kavuşmayı, âhirette de yüksek dereceler elde etmeyi
amaçlamamalıdır. Şu kadar var ki, dünyada yardımını
esirgememesi âhirette cenneti nasip etmesi ve cehennem
azâbından koruması için Allah'a duâ etmeye devam
eder. İşte tarikattaki sünnet çizgisi budur.

İNSANIN GÜCÜ DÂHİLİNDE OLAN ve OLMAYAN


ŞEYLERİ AYIRD ETMENİN FORMÜLÜ

insan böyle bir formülü bilse (gücünün sınırlan


içine girenle girmeyeni birbirinden ayırma yeteneğine
sahip olsa) sâdece dînin gerçek yönü ona kendisini gös­
termekle ve dînî görevler kendisine kolay gelmekle kal­
maz, aynı zamanda dînî olgunluk ve İslâmî tasavvuf da
ona kolaylaşır ve netleşir. Bu şartlar altında mânevi
alanda yol almak ne kadar kolay, rahat ve hızlı

87 Kur'an, Hacc, 22/78.

294
olacaktır? Bu formüle ulaşmak, rahat ve ihtiyaçsızlığın
zirvesidir. Zira bizzat arzulanan ve elde edilmek istenen
İ l â h î rızâ ve bana yakınlık, uğrunda yorulmakla ve
olağanüstü bir çabayla nasib olacağı kesin olan şeyler
değildir. Bu nokta Allah'ın bileceği ve O'nun takdîr
edeceği bir konudur. Çünkü bunlar insanın gücü
dâhilinde olmayan hususlardır. Buna karşılık insanın
yapabileceği tek şey. aramak, çalışmak ve bu yolda
enerji harcamak, bundan ötesini ise Allah'a bırakmaktır.
Bundan dolayı gerçek maneviyat yolcusunun aramak ve
çalışmak dışında hiç bir şeye önem vermediğini, elde
ettiği dereceleri ve ulaştığı sonuçları hiç bir zaman
ciddiye almadığını, bu yönde çaba harcamaktan bir an
bile geri kalmadığını görürsün.^s

M ÂNlîVÎ YOLCULUĞUN ÖZÜ

Tarikat erbabının gözünde esas gayenin kavuşmak


ve erişmek olmayıp aramak ve istemek olduğu bilinen ve
teslim edilen bir gerçektir. Bunun açıklaması ise, mâ-
neviyat yolcusunun gönlüne gayenin gerçekleşmesi ko­
nusunda bir ımzıı ve ümidin doğmaması şeklindedir. Zîra
böyle bir arzu da tasavvuf ehli kimseler tarafından İlâhî
rızâya kavuşmada bir engel kabul edilmektedir. Çünkü

Şeyh Rahimchullah bir beytinde derki: "Sen ulaşmak istediğin


ve ulaşmak istemediğin şeylerde serbestsin. Ancak çalışıp
çabalamaktan geri kalmaman gerekir." Bu yolda atılan her
adım başlı başına bir payedir. Bu anlam şu beyitte tüm
ilTıdcsini buluyor; "Talep yolunda atılan her adım, başhbaşına
bir gayedir. Yolun başındaki kimse, yolun sonuna gelmiş
demektir."

295
böyle bir iimîdin doğması, nefsin sıkıntıya düşmesine
ve ızdırap çekmesine başlangıç teşkil etmektedif. Oysa
bu sıkıntı ve ızdırap, kalbin bir noktada toplanmasını,
dikkatin bir yönde yoğunlaşmasını engellemektedir. Bu
durumdaki bir insan, aynı zamanda Allah’a teslim ol­
mayı ve işleri tamamen O’na bırakmayı da yitirir.
Kalbin bir noktada toplanması ve işlerin Allah'a
bırakılması ise, gayeye ulaşmanın ve nzâ-i İlâhîyi elde
etmenin iki önemli şartıdır. Öyleyse bunları akılda
tutmalı ve bir yere not etmelidir. Çünkü bunlar, manevî
yolculuğun özü ve ruhudur.

Peygamberler dışında hiç bir kimsede kusursuz ve


tam bir olgunluğa raslayamayız. Kaldı ki, onlar bile
kendilerini kâmil olarak görmezler. Hepsi de eksik ve
kusurlarını görür ve sayar dökerler. Kusurların gerçek
ya da göreli olması bir şey değiştirmez. Bundan dolayı
olgunluğa erişmek ümîdini terk etmek gerekir. Şu var ki,
çaba harcama konusunda ümîd taşımak, daha doğrusu
azimli ve kararlı olmak, insan üzerine düşen bir görev­
dir. Bunu bir örnekle açıklamak gerekirse; bir hastanın
yakınları ve hastabakıcılar hastadan ümîd kesseler de
kesmeseler de tedbir ve tedâvîyi terketmeleri nasıl doğru
olmazsa hakikat yolcusunun da gayret ve çabayı elden
bırakması doğru olmaz. Aynca kurtuluş ve Allah'a ya­
kınlık, daha doğrusu İlâhî rızâyı elde etmek, kemal de­
recesine ulaşmaya bağlı değildir. Belki kurtuluşa ermek
ve Allah'ın nzâsını kazanmak, olgunluktaki eksikleri
gidermekle mümkündür. Nitekim şâir de bu gerçeği
şöyle dile getirmektedin

"Amacım gerçekleşse de gerçekleşmese de, aradı­


ğımı bulsam da bulmasam da, her iki durumda da ümi­

296
dimi yitirmeyeceğim ve asla aramaktan vazgeçmeyece­
ğim."

Şeyh Tehânevî, arzûsuna kavuşma ve hedefîne


ulaşma yolunda gerekli çabayı harcayıp da yine de iste­
diğini elde edemeyen insanın iki kat sevap kazanacağı
görüşündedir.

Adamın biri sorar ve der ki: İki kişi herhangi bir iş


tutmak istese ve bu yönde çaba harcasalar, ancak birisi
başanya ulaşsa diğeri bu başarıyı elde edemese, bunla­
rın ikisi de aynı sevâbı kazanırlar mı, yoksa biri çok,
diğeri az mı kazanır? Söz gelimi iki insan Kur'an öğ­
renmeye çalışsalar da biri başarılı olsa, kendisi okuya­
bildiği gibi başkalarına da okutabilecek dumma gelse,
ama diğeri zayıflık, hastalık veya geri zekâlı oluşu gibi
nedenlerle öğrenemese fakat buna rağmen azmi elden bı­
rakmayarak hayâtı boyunca bu uğurda çaba harcamaya
devam etse, bu ikisinin sevap kazanma dereceleri ne ola­
caktır? Şeyh rahimehullah'ın bu soruya verdiği cevap
şöyle olmuştur;

"ikisi de aynı sevabı kazanırlar, ama başanya ula­


şamayan kimsenin fazla sevap kazanması da pek akla
uzak bir ihtimal değildir. Çünkü Rasûlüllah efendimiz
bir keresinde şöyle buyurmuşlardır: "Kur'an okuma
konusunda hünerli kimseler, Allah katında izzet ikram
gören kâtiplerle beraberlerdir. Ama kendisine Kur'an
okumak zor geldiği halde onu kekeleyerek okumaya ça­
lışan kimselere iki kat sevap v a r d ı r . Sonra Şeyh Te­
hânevî sözüne devam ederek: şunlan söyledi:

Hadîs-i şerif, hadîs bilginlerince iuifakla kabul edilenlerdendir.

297
Kimin sürelsli çalıştığını ve kimin ilgisinin daha
sağlam olduğunu Cenâb-ı Hakk gözler ve insanları buna
göre değerlendirir. Durum böyle olunca, ibâdetlerde ıs­
rar etmek, başarıya ulaşılmasa bile ömür boyunca çaba
harcamaktan geri kalmamak lazımdır."

KALBİ TAM OLARAK İBÂDETE VERMENİN


GERÇEK YÖNÜ

İşlerinde çalışan insanlara işlerinin ne kadar kolay


geldiğini ve ne derece doyuma ulaştıklannı bir sorunuz!
Ancak bu soruyu İliç bir işi denemeden her işi zor bulan
türden kimselere kesinlikle yöneltmeyiniz. Şeyh Mıı-
hammed Yâkııp (şeyhimizin şeyhidir) merhum bu ger­
çeği şu sözleriyle açıklığa kavuşturmuştur; "Namaz bi­
leşik bir ibâdettir, İçinde kıyam, kırâet, rükû, secde, zi­
kir ve diğerleri gibi çeşitli bileşikler yanında kalbi tama­
men ibâdete veıme de yer alır. Bu sonuncusu ise, nama­
zın elemanlarını sırf hafızana dayanarak yapmaman,
bunun yanında bir alışkanlıktan öte ne yaptığının far­
kında olarak, kalbini yaptığın ibâdete vererek namaz
kılmandır. Diyelim ki, kıyamdasın şu anda kıyamdayım
demelisin, diğer zikir ve rükünlerde de kendi kendine ne
yapmakta olduğunu düşünmeli, her rükün ve zikirle irâ­
deni yenileyerek kalbini yapmakta olduğun ibâdete ver­
melisin. Ne yaptığının şuuruna varmalısın. İbâdetten
zevk alabilmen ve onda huzûr bulabilmen için bu yolu
seçmek zorundasın. Bu söylediklerimizi destekleyen bir
hadîs-i şerîfe de raslıyoruz: "Kim bütün kalbiyle yönele­
rek iki rekat namaz kılarsa." hadisteki (aleyhimâ) ifâde­
sinde bulunan zamirle anlatılmak istenen iki rekat na-

298
mazdır. Uzun sözün kısası namaz kılan kimse bütün
kalbiyle namaza yönelmelidir ki namaz bileşik bir ibâdet
olsun. Zira yönelmek ve dönmek (namaz’a), şeyhin
daha önce sözünü ettiği arzûya bağlı ve insan gücünün
yetebileceği şeylerdir. Böyle olunca kararlı davranarak
ve çalışmayı aralıksız sürdürerek namaza kendimizi
verme noktasına gelebilmek lazımdır. İşte insanın
irâdesi sayesinde elde ettiği kalp huzûru budur. Bu
demektir ki, genelde maneviyat yolcularının
tu'zûladıklan derece, insanın irâde ve gücünün sınırlan
içinde değildir. Ancak şu kadar varki, bu derece içindeki
bir basamak, kalbi ibâdete vermeye hazırlık ve bunu
izleyen dönem, insanın irâdesine bağlıdır. Bundan daha
fazlasında artık iş duaya kalır, çünkü bunun elde
edilmesi için duadan daha etkili bir çare yoktur, zîra
burdan ötesi insan irâde ve gücünün sınırlannı
aşmaktadır. İbâdetten duyulacak zevk ve ona karşı •
duyulacak özlem de bu sınıfa girer, yâni bunlar da insan
irâde ve gücünü aşan şeylerdir, bunlarda da tek yol
duadır. Bu nedenle hemen duaya koyulmak gerekir. Ni­
tekim hadîs-i şeriflerde de çare olarak duâdan başka bir
şey tavsiye edilmemektedir. Hadîs-i şeriflerde şöyle duâ
edilmektedir: "Allahım sana karşı özlem duymak için
kalbimde istek doğurmanı istiyorum." Buna göre de
kalbinizde böyle bir özlemin doğması için nefis mücâhe-
desi çare değildir, öyleyse bunu elde edebilmek için ne­
fis mücâhedesine ve çile hayâtına girişmemek, şeyhden
de buna bir çare istememek, gönülde böyle bir özlemin
dogmayışından dolayı şeyhe şikâyette bulunmamak ge­
rekir. Böyle bir durumda yapılacak tek şey yalnızca du-
âya devam etmektir. İnsanın irâde ve gücü sınırlanna
girenle girmeyeni ayıramama hatâsı o kadar yaygın hâle
geldi ki, bâzan seçkin insanların bile bu hatâya düştük­

299
lerini görmekteyiz. Bu yüzden Şeyh Tehânevî bu alan­
daki şüpheleri yazmış olduğu bir risalesinde şöyle gi­
dermektedir.

MANEVÎ YOLCULUKTA KARŞILAŞILAN


ÎKl ÖZEL ENGEL

«Manevî yolculuğa mahsus engellerden özellikle


ikisi vardır ki, çoğu zaman görülürler ve neredeyse bu
yola düşenlerin hemen hepsi bu hatâlan yaparlar. Hattâ
bilgi sahibi bir çok insan bile zaman zaman bu yanılgıya
düşmüşlerdir. Bu engellerin ilki, mâneviyât yolculannm
zevk, özlem, mânevi duygulara dalma, mânevî alanda
faydalanma, kalb ve hayal yalnızlığı, tehlikeleri gider­
mek, tıcı çekmek, mânevî çekim gücüne kapılmak, yara­
tılış gereği yaşanan tutkular, v.b. kendi güçlerini aşan
şeyleri elde etme özentisine kapılmış olmalandır. Bunu
yapanlar zikir, duâ ve nefisle mücâhede konusunda
böyle irâde dışı işlerden bir takım sonuçlar elde edecek­
lerini umuyorlardı. Bunlann kolayca meydana gelmeyi-
şini de kendileri için mahrumiyet kabul ediyorlardı. Me­
selâ can sıkıntısı, tehlikelerin hücümu, mal ve insan
sevgisi, şehvet ve öfkenin baskın gelmesi, kalbin katı­
laşması, gözyaşı dökememek, dünyayla ilgili tasa ve
korkunun üstün gelmesi v.b. şeyleri mânevî yönden bir
yoksunluk sayıyorlar, tarikata ve tarikat esaslarına zarar
veren, asıl hedefe ulaşmaktan alıkoyan şeyler olarak gö­
rüyorlardı. Mâneviyât yolcusunun istediği şeylerin kalbe
gelmemesi, istemediği şeylerin de kalpten uzaklaşünla-
mamasını Allah'tan uzak bulunmanın bir neticesi olarak
biliyorlardı.

300
insanın seçimine bağlı olanla olmayanın ortak
noktasına gelince, manevî alanda yola koyulanlar ya in­
sanın irâdesine bağlı olmayan ve gücünü aşan şeyleri
elde etmeye çalışıyor ya da bunlan gidermeye uğraşı­
yorlar. Oysa bu davranışta sayısız zarar söz konusudur.
Bunlardan biri inançla ilgilidir. Çünkü bu tutum, Allah
Teâlâ'nın:

"Allah, hiç kimseye gücünün yetmediğini emret­


mez . b u y r u ğ u n a gizli bir karşı koymadır ve onunla
çelişkiye düşmektir. Çünkü seçime güç yetmesi, beriki
kutup için de geçerlidir. Yâni yapmak ve yapmamaktan
her ikisi için de sözkonusudur. Yapılmasına gücün yet­
mediği bir işin giderilmesine de güç yetmeyecek demek­
tir. Maneviyât yolcusu, Arzusunun gerçekleşip gerçek-
leşmemesinin insan gücünü aşan şeylerden olması veya
olmamasına bağlı bulunduğuna inanırsa, sanki bu adam
Allah'ın buyruk ve yasaklannın insan gücüyle oranülı
olduğuna inanmıyor gibidir. Bu da Cenâb-ı Hakkın:

"Allah kimseye gücünün yetmediğini emretmez."


buyruğuna açıkça kıu’şı çıkmaktır. Bu tutumsa o kadar
büyük bir hatâdır ki!...

Pratikteki diğer kötülük de, bu işler insan güç ve


irâdesi içinde kalmadığı takdirde asla çaba harcayarak
elde edilemeyecekleri gibi giderilmeleri de mümkün de­
ğildir, şeklindeki anlayıştır. Ne var ki sıkıntı ve buna­
lım, mahrûrniyet ve şaşkınlık taşımak nedeniyle artmaya
ve büyümeye devam edecektir. Sarsıntı ve hayal kırık­
lığı aralıksız sürer giderse çoğu kez insanı rahatsız eder

Kuı'an, Bakara,2/266.

301
ve hastalandırır. Bunun sonucu olarak da maneviyât
yolcusu ?ikir ve ibâdetlerin çoğundan yoksun kalır.
İkinci olarak tasa ve huzursuzluğa yenik düşmekten do­
layı ahlâk baskı altında kalır. İnsan serbestçe hareket
edemez. Bundan da başkaları rahatsız olur. Diğer taraf­
tan tasa ve kederin çokluğu görevlerin yerine getirilme­
sinde kusurlu davranışlara yol açar. Meselâ insan, eve
ve çoluk çocuğa karşı yapmakla yükümlü olduğu görev­
lerde kusur işleyebilir. Bu durum kişiyi günaha ve suça
iter. Çoğu zaman bunalım son aşamaya ulaşır ki kişi, bu
aşamada canına kıymakla karşıkarşıyadır. Böylece Al­
lah'ın:

"Bunlar dünyayı da âhireti de kaybederler. İşte


apaçık kayıp bııdıır."'^^ fermanına hedef olurlar. Bâzan
da içine düştüğü ümitsizlikten dolayı faydasız olduğunu
sanarak ibâdetleri bıraku-, kendini tembelliğe vererek işi
gücü terkeder. Kimi kez de şeyhi hakkında kötü
düşünür ve amaca giden yolu kendisine öğretmediğini
zanneder. Çoğu kez de aklına, «Bu güne kadar çalıştım
çabaladım, hani Cenâb-ı Hakkın:

"Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri elbette yol­


larımıza eriştiririz." ve "Bana bir karış gelene ben bir
kulaç giderim." sözleriyle va'dettiği dereceler nerede?!»
gibi sorular takılır ve kendi kendine Cenâb-ı Zül-Celâl'e
öfkelenir. (Allah'a sığınınz.)

«Amaç, küfür ve isyan türünden dînî, vicdanî ya


da bedenî zararları kendisinde toplayan kötülüklere bir
örnek vermektir. Bu yüzdendir ki, insan gücünü aşan

91 Kuran. Hac. 22/11.

302
konuların elde edilmesi ve yokedilmesi konularının giriş
bölümündeki ilk satırda manevî yolculukta karşımıza çı­
kan iki özel engel demiştik. Her asırda, toplumun kalb
yaralarım tedâvî etmekle görevli büyük zâtlar, bu yola
girmek isteyenlerin yetki ve yeteneklerine göre bu engel­
leri gidermeye çalışmışlar ve gereken çözümü bularak
dertler ine devâ olmuşlardır. Bu büyük zâılann bulduk­
ları çözüm ve çarelerden bir kısmı zaman zaman, içinde
yaşanılan çağın gereklerine uygun olai’ak maneviyât yol­
cusunun eğitiminde etkili olan unsurlar arasına girmiş ve
onların bir parçası hâline gelmiştir.»

Müıîdlerdcn birinin mektubunda da görüleceği


gibi, insanlar yüzeysel şeyhlerin ellerine düşerse yal­
nızca kötülüklere, dînî ve dünya ile ilgili kargaşa içine
düşmüş olurlar. Çünkü onlar ellerinde olmayan işleri ar-
zûlanna uydurmak isterler. Oysa bu davranışlardan yu­
karda da bahsettiğimiz gibi çeşitli bozgun ve kötülükler
doğar. Bunun olduğu gibi, irâde, azim ve
kararlılıklarım kullanmadıkları zaman bundan daha
fazlası da olabilir. Mürîdin mektubu şöyledir:

"Senelerdir türlü dertlere ve çaresiz rahatsızlıklara


düştüm. Sanırım günahku-ın çokluğu bu rahatsızlıkların
nedenidir. Yanlış hareket ve Allah'a isyan benim duru­
mumu bozmuştur. Bu durumda Cenâb-ı Hak'tan kurtu­
luş diliyor, ama aradığımı bulamıyorum. Altı senedir
Kadiriye tarîkatine girmiş bulunuyorum. Ancak mürşid
mevkiinde bulunan şeyhte gördüğüm bayağılıklardan iğ­
rendiğim için bağlılığımı bozdum. Ama sonra aynı ba­
yağılıkları kendim yapmaya başladım. Şu anda namaz
kılmaya ve oruç tutmaya önem vermiyorum. İnancım
yerinde ama ibâdetlerden uzağım. Bütün bunlar sağlığı-

303
mın bozulmasına neden oluyor. Cenâb-ı Haktan benim
için iyilik dilemenizi rica ediyorum. Ya da bu belâlardan
ve işkencelerden kurtulmam için bana bir öneride bu­
lunmanızı istirham ediyorum. Ben günahı günah olarak
gören, bunun için Allah'a tevbe ve istiğfar eden biriyim.
Günâhlardan kurtulmak istiyorum ama hiç bir çare bana
fayda vermiyor."

Bu mektuba verdiği cevapta üstad Tehânevî


şunları söylüyordu;

"İnsandan, irâdesini kullanmaksızın gücünün ye­


teceği işlerin ortaya çıkış yollannı sâdece ben bilirim.
Şendeki şüphe, tereddüt ve iç huzursuzluklarının tamâ­
mı, şeyhin yanlış uygulamalanndan ileri gelmektedir.
Uygulamama bu şekilde sonuçlanmasından da ilk kez
şüpheye düşüyorum. Ne olursa olsun benim olgunluğa
erme şeklinde bir iddiam yoktur. Bu düşünceden tama­
men uzağım."

«Halkın içine düştüğü belâ, dünya işlerinde elle­


rinden gelen her şeyi yaparken ve bu hususta hiç bir ku­
sur işlemezken, dînî arzûlannın yerine gelmesi yönünde
fazla bir çaba harcamadan ve bu uğurda yorulmadan işi
sâdece duâ ile halletmek istemeleridir.»
/

Şeyh îmdâdullah (Allah kabrini nur etsin) Bom­


bay'a gittiği zaman esnaftan birisi kendisine der ki; Ce-
nâb-ı Hakkın bana Kâ'be'yi ziyâret mutluluğunu ihsan
etmesi için duâda bulunmanızı rica edeceğim. "O da:
"Senin için bir şartla duâ ederim, o da gemi hareket ede­
ceği gün işini bana bırakacaksın, ben elinden tutacağım
ve seni gemiye bindireceğim. Bunu yapmadan benim

304
duâm senin için pek fayda sağlamaz, zira sen hacca ka­
rarlı olduğunu ve bu karannı uygulamada tereddüt gös­
termeyeceğini isbat etmeden hiç bir zaman günlük
işlerini bir kenara ilemezsin. Oysa bu işler kendiliğinden
asla azalmaz. Durum bu merkezde olunca benim duâmın
sana ne yaran olur ki? Diğer taraftan Kâ'be-i Muazzama
da senin ayağına gelmez. Bugüne kadar O'nu ziyâret
etme bahtiyarlığına erenler hep oraya gitme zahmetine
katlananlaıöır, nimetler külfet karşılığıdır." der.

Rasûlüllah (aleyhisselâtü vesselâm) kendisini en


çok seven, KııreyşIiler saldırdığı ve O'nu her şeyden
yoksun bıraktıkları zaman KureyşIilere karşı Rasûlül-
lah'ı koruyan Ebû Tâlib'e bakınız! Rasûlüllah da onu
son derece sever ve sayardı. Müslüman olması için çok
çaba harcadı ama Rasûlüllah'ın sevgisi ve harcadığı ça­
balar buna fayda vermedi. Çünkü Ebû Tâlip bunu ken­
disi istememişti. Onun müslüman olmayışı yüzünden
Rasûlüllah son derece kederlendi. Bunun üzerine:

"Muhakkak ki sen her sevdiğini hidâyete erdire­


mezsin. Ancak Allah dilediğini hidâyete erdirir."^ âyet-i
kerîmesi geldi. Üstad Tehânevînin "Teshîlüttarîk" adlı
eserinde açıkladığı ve iki satırda diğer tarîkatlerden ve
kusursuz ibâdet sistemlerinden aymverdiği şeyler şun­
lardır;

"İnsanın, gücünün üstündeki şeylere pek önem


vermemesi, bütün çaba ve gayretini irâdesine bağlı olan
şeylere yöneltmesi gerekir. Herhangi bir kusur işlerse
geçmişi istiğfarla telâfi etmeğe çalışır, azim ve kaıarlılı-

Kur'an, Kasa.s, 56.


ğ u ıı k u v v etlen d irip y e n id e n işe girişir, azm i eld en b ı­
rak m am asın a, tazarrû ve huşû'a dikkat etm e sin e ek o la ­
rak d uayı da d ilinden düşürm ez."

T eh â n ev î m erhum bir b ilg in e verdiği cev a p ta g er­


ç eğ in kendisini ve tasavvufun özünü iki c ü m ley le açık la­
yıverdi de şö y le dedi:

"Ta.savvufta esas gaye d an im ak , kırılm ak, g ü c e n ­


m ek v e duygulanm ak d eğ il, ancak ibâdet v e h arek etler­
dir."

A llah razı olsun, o kadar g ü z e l a ç ık la m ış k i, bu


kısa cü m le esas g a y e y le v â sıta y ı, irâ d ey e b a ğ lı o la n la
insan gücünü aşan konulan biribirinden n et bir b iç im d e
ayırıverm iş.

KÖTÜLÜKLER MANEVİYAT ALIŞTIRMALARIYLA


KÖKÜNDEN SÖKÜLÜP ATILAMAZ

Yaratılıştan gelen özellikler, huylar da gücümüz ve


irâdemize bağlı değildir. İnsanlar bunlan tamamen
başlarından atmak ve bu özelliklerden tamamen kurtul­
mak için harcadıklan çabalarla zaman kaybediyor ve so­
nunda hayal kırıklığına uğrayarak boşuna üzülüyorlar.
Meselâ: Yaptıklan alışnrmalar ve nefis mücâhedeleriyle
doğuştan gelen kötülük eğilimini ve kötü huylan kökün­
den kazıyarak yoketmek ve onlardan kurtulmak istiyor­
lar. Oysa;

"Alışnrma ve nefis mücâhedesi kötü huylann kö­


künü kurutmaz ve onlan tamamen yoketmez. Ancak on-

306
lan düzeltir ve yön verir. Bütün bunlann anlamı, kötü
huylar tamamen yok edilemez, ancak yön verilerek ıslah
edilebilir demektir. Böylece onlann etki ve kullanım
alanları farklı yönlere kaydırılarak olumlu sonuçlara
gidilebilir. Öfke ve cimrilik hastalıklarına yakalanan
adamı alalım; yapılan alıştırma, adamdaki bu huylan
kökünden kazıyarak tamamen yokedemez. Ama daha
önce hayır işlerinde cimrilik yapan adamı, geçirdiği eği­
tim aşamasından sonra şimdi, harcamanın dînen yasak
olduğu alanlarda harcama yapmaktan kaçınan ve bunun
manevî sorumluluğunu idrâk eden, daha önce iyi insan­
lara kızıp, onlara kin besleyen adamı, şimdi kötülüklere
kızan, kötülere kin besleyen, dîne ve Allah'a cephe
alanlara özel bir düşmanlık hissi taşıyan bir olgunluğa
ulaştırabilir. Bu yolla kötü huylar, daha önce Allah'a
yaklaşmaya engel olurken şimdi Allah’a götüren araçlar
hâline gelir," (Mürşidim Hacı Imdâdullah merhum da
böyle söylerdi.)

«Böylece (Ahlâkın değişmesi insanın elinde mi,


değil mi ?) şeklindeki yaygın tartışma da kendiliğinden
sona ermiş oldu. Anlıyoruz ki, ahlâkın temelden değiş­
mesi bizim gücümüzün üstündedir. Nitekim hadîs-i şe­
rifte de: "Bir kimsenin huyunun değiştiğini duyarsanız
buna inanmayınız." buyrulmaktadır. Şu kadar var ki,
davranışlann etki ve kullanım alanları yön değiştirerek
olumlu ve faydalı bir şekle dönüştürülebilir. İşte bu yüz­
dendir ki nefisle mücâhede ve mânevî alıştırma emri
gelmiştir.»

Yalnız kötülüğü ve şeıri arzûlamâk, kötülük ve şer


sayılmaz. Ancak şerre karşı olan eğilim ve kötülüğe
karşı duyulan arzûya eylem eşlik ederse o zam an durum

307
değişir. İnsan, sâdece düşük ahlâkın kendisinden iste­
diklerini yapmamakla yükümlüdür. Ama nefsin arzûla-
nm ve yaratılışın gereği yerine getirilmesi îcâbeden
fonksiyonlan kökten imha etmeye ve onlardan kurtul­
maya gelince; insan bunlarla yükümlü olmadığı gibi bu
işin üstesinden gelmek de kolay değildir. Ne var ki ne­
fis, mücâhede ve alıştırmalar sâyesinde kolayca yola ge­
lir, kötülüklerden temizlenerek istenilen yöne çekilebilir.
Şeyh Tehânevî buna şu örneği verir:

Mücâhede ve alıştırmayla yola gelen nefis, ürküj


şaha k ^ a n , yerinde duramayan, ancak bakıcısına ko­
laylıkla itâat eden eğitilmiş cins ata benzer. Durum böy-
leyken halk, tabii arzûlann ve nefse âit eğilimlerin büs-
' bütün yok olmasını istiyorlar. Söz gelimi Tehânevîye
yeni bağlananlardan birisi ona şunları yazıyordu:
"Şüphelerin bir sur gibi dört yammı kuşatmamasını isti­
yorum. "Şeyh ise yeni müridine şöyle cevap veriyordu:
"Senin arzun yann ateşli sıtmanın seni yakalamamasını
istemek gibi bir şeydir." Oysa üstad, daha önce insanın
arzûsu dışında gelen şüphelerin Allah ve Rasûlünü ka-
bûle ters düşmediğini, inanç esaslarıyla çelişki teşkil et­
mediğini yazmışti.

Adamın biri üstada tüysüz delikanlılara nefsinin


çektiğinden şikâyette bulundu. Oysa kendisi son derece
kafarlı, bir o kadar da bu yolda sebatlı, içinde bulun­
duğu durumdan kurtulmak için elinden geleni yapmakta
kusur etmeyen biriydi. Konuyla ilgili mektubunda şun-
lan yazıyordu:

"Ben ihtiyaç yokken nefsimin eğiliminden söz et­


miyorum. Kendi isteğimle de onlara göz atmıyorum.

308
Hatta ihtiyaç sırasında bile gözlerimi kaçmyorum. Bu
davranışımla nefsimin eğilimi biraz zayıflıyor, hattâ yok
o l m a y a bile yüz tutuyor, asıl hastalık da bir türlü iyi ol­
muyor."

Adam bu sözlerle aslında yaratılıştan gelen nefisle


ilgili arzuların tamamen yok olup gitmeyişinden ve bu
düşüncenin büsbütün zihinden silinmeyişinden şikâyet
ediyordu. Üstad bu adama verdiği cevapta şu sözlere yer
vermişti:

"Yaratılıştan gelen nefsin eğilimlerinin tamamen


yokedilmeleri için bir metod ve bir teknik mevcut değil­
dir. İki günebir gelen sıtma nöbeti için ilaç kullandığın
zaman gelecek yıl için de bu hastalığa yakalanmayaca­
ğını söylemek mümkün müdür? Hangi metot bizi safra­
nın oluşmasına karşı koruyabilir? Bunun bir yolu bu­
lunsa bile varlıkları safranın varlığına bağlı olan bir çok
fayda da onunla birlikte yok olup gidecektir. Tıpkı bu­
nun gibi şehevî duygulann varlığında da bir çok fayda­
lar vardır."

Üstad Tehânevî merhum’a bir mürîd, nefisle ilgili


arzûlan kökünden yok edip onlardan kurtulmanın bir
yolu yok mudur? diye sordu. Üstâdın bu soruya verdiği
cevap şöyle olmuştu:

"Haram yemeğe tevbe ettikten ve yine açlıktan


kurtulmak için duâ ettikten sonra yann gel."

309
YARATILIŞTAN GELENLE DÜŞÜNEREK YAPILAN
ŞEYLER ARASINDAKİ FARK

Maneviyat yolcusu yaratılıştan gelen şeylerle dü­


şünerek yapılan şeyler arasındaki farkı bilmezse ne ka­
dar çok yanılır? Mürîdlerden biri üstâda şunlan yazdı;

"Şu günlerde Rasûlüllah aleyhissalâtü vesselam'ın


sevgisini o kadar çok hissediyorum ki, bu güne kadar
hiç bir kimseye böyle bir sevgi beslemedim. Hattâ öyle
ki, gönlümdeki Allah sevgisi bile ondan fazla değildir.
Üstad rahimehullah'ın cevabı ise şöyle olmuştu:

"Bu sağlıklı bir durum değildir. Akla uygun olan


Allah sevgisinin üstün gelmesidir. Ama hemcinslerin
birbirine olan sevgisinde tabiî sevginin üstün gelmesi
çok nomialdir. İlk bakışta tabîî sevgiye göre aklî sevgi­
nin üstün olduğunu görürsün. Aslında iş tamamen bu­
nun aksinedir. Çünkü bu tabîî sevgiliden (Allah koru­
sun) Allah'ın yüce zâtıyla ilgili çirkin bir söz ya da kötü
bir hareket meydana geldiğine tanık olsanız vicdânen
bunu içinize sindiremez ve mutlaka sevdiğiniz kimseye
kin beslersiniz. İşte bu olay, Allah sevgisinin bütün
sevgilerden üstün olduğunu göstermeye yeter."

Kur'an ve Sünnette ağlamanın mânevî değeriyle


ilgili bir çok açıklama buluyoruz. Ancak kimi insanlar
ince duygulu ve yaratılıştan nâzik, kibar kimselerdir. Bu
yapıdaki kişiler hafif bir duygulanmada hemen ağlamaya
başlarlar. Ama diğer bir grup insan daha vardır ki, yara­
tılışlarında incelik, duygusallık ve zerâfetten eser bula­
mazsınız. Bu yüzdendir ki, böyle kimseler, içlerinden
gelmediği için isteseler de ağlayamaz ve gözyaşı döke­

310
mezler. Şeyh Tehânevî'nin bize bu konuda tuhaf bir ha­
beri var. O der ki;

"Kalp inceliğine sahip olmayan kimseler, şayet


bunu anlayıp da durumlarına üzülebilselerdi, onların bu
düşünceleri bile ağlamaktan sayılırdı."

«Bir bilgin,

"Yüzleri üstü kapanarak ağlarlar ve bu, onların hu-


^CiLinu a r t ı r ı r âyet-i kerîmesi irâdeyle ağlamaya mı
işaret ediyor? diye sorduğunda üstâd ona şöyle cevap
vermişti;

"Bu âyet-i kerîme ağlamanın mânevî değerini anla­


tıyor, yoksa ağlamayı emretmiyor. Bunun için âyetten
kastedilen şey, istek ve irâdeye bağlı olarak ağlamak
değildir." Bunu dinleyen kimselerden birisi dedi ki; ya
ağlayamayan insanın durumu nedir? O da dedi ki: O da
ağlayabilecek. Adam dedi ki; Bu nasıl olacak? Üstad da
dedi ki; Ağlamaya gücünün yetmeyişine üzülmek de bir
tür ağlamadır.»

İLERİ GELEN ZÂTLARDAN BİR KISMININ ANLA­


YIŞLARINDAKİ TEHLİKELİ YANILGI

Çok tuhaftır ki, ileri gelen zâtlardan bir kısmı, Al­


lah'ı zikrederken meydana gelen kendinden geçmeyi ve
nefsi öldürmeyi, yaşanan mânevî hallerin hedefi ve ula­
şılması arzûlanan olgunluk derecesi olarak görmektedir-

Kur'an, Isra. 17/109.

311
1er. O kadar ki, Allah'ı zikretmeyi bir anlık bile unutmak
isteseler unutamasmlar ve gönüllerine kesinlikle hiç bir
zaman Allah'tan başka herhangi-düşünce gelmesin, isti­
yorlar. Oysa bu arzu ve anlayış, herkesin bildiği gibi in­
sanın yapısına ve genel karakterine ters düşer. Daha
doğrusu Müceddid Şeyh Tehânevî'nin bu konuda söy­
ledikleri, yukardaki arzu ve anlayışa verilen en güzel ce­
vaptır. Onun sözleri şeyledir:

"Bu düşünce, insanın yaratılışının gâyesi ve bü­


tün üstünlüklerinin sebebi olan serbest hareket yerine,
zorunlu davranışı tercih etmek demektir."

"Adamın birisi Üstad Tehânevî rahimehullah'a


şunları yazmıştı: "Uzun zamandır Allah'ı zikretmeyi
gönlüme öyle yerleştirmek ve içime öyle işletmek istiyo­
rum ki, bir an onu unutmak istesen dahî buna gücüm
yetmesin ve gönlüme Allah'ı anmaktan başka herhanjgi
bir düşünce gelmesin." Şeyh ise ona şöyle cevap ver­
mişti:

"Ben de henüz bu duruma gelmedim ve hiçbir za­


man da gelmek istemem. Çünkü o kaidedeyken ben, ser­
best hareket yetkimi kaybeder, güdümlü hareket duru­
muna geçerim."»

Daha sonra aynı adam. Şeyh Müceddid İmam-ı


Rabbani Ahmet Serhendînin mektuplanndan medet
umarak şunlan yazmıştı; "Mânevî hastalıklann başı,
kalbin Allah'tan başkasına bağlanması ve O'ndan başka­
sına esir olmasıdır. Bu dummdan kurtulmanın belirtisi
ise, Allah'tan başka her şeyi tamamen ünutmak ve diğo:
varlıklardan habersiz yaşamaktır. Öyleki insan, diğer

312
varlıkları hatırlamak için kendisini zorlaşa dahî hafızası
onlan tanımamalı. Bu durum, kalbe Allah’tan başka
şeylerin girmesi mümkün olmayacak dereceye vanmdı.
Bu düşünceyle yaptığım gözlem sonucu kendimi bu du­
rumdan uzak ve soyut buluyorum. Allah'a hamd olsun
ki, Allah’tan başka şeyler kalbin derinliğine ve gizli bö­
lümlerine nüfuz edememektedir. Nevar ki bâzı bölümleri
yine de başka düşüncelerden, ve bunlann doğuracağı
tehlikelerden uzak değildir."

m ânevi m akam SAHİPLERİNİN, YAŞADIKLARI


DURUMLARIN ETKİSİNDE KALMALARI

"Mânevi makam sâhiplerine arasua yaşadıkları


durum üstün gelir. Bu gibi durumlarda konuşmalanndan
bunu sezinlemek mümkündür. Asimda anlatmaya çalış­
tığım şey oldukça zordur. Ama buna karşılık söylemeye
çalıştığım şeylerin hepsi de tamamen delillerden çıkan-
lan şeylerin ta kendisidir. Yaklaşık olarak ben Şeyh Ah­
met Serhendrnin sözlerini açıklar şekilde ve kolay bir i-
fâde tarzı ile ondan bahsedeceğim. Bu ise bilinen ifâde
üslubunun en açığıdır. Kalbin, bulunduğu mertebeye
bağlı kalmış olması kötü bir şey olarak görülemez.
Belki bu, ulaşılması istenen bir hedeftir. Kalp bu esnâda
değerli bir şeyle meşgul olduğundan daha aşağı
değerdeki şeylerle ilgilenmez ve bu işlerle ilgisinde
zayıflama olur. Kalbin bu durumu isterse devamlı
olmayıp gelip geçici olsun farketmez. Kulluk görevi
olan işlerde kişinin, anlatılan yüksek mertebedeki hâl ile
-kalbin tesir altında kalması nedeniyle- noksan veya
zayıf kalmasından doğacak hüzün ve teessür kendi

313
başına hiç bir mânı teşkil etmez. Zaran bulunmadığı şu­
nunla da sabittir: Bir Peygamber olmasıyla beraber Yâ-
kup Aleyhisselâm’ın hüznünıi kim inkâr edebilir? O ’nun
içine düştüğü hüznün Hak’a manî bir şey olduğunu
söylemek mümkün mü?

Sâlikin, zikrullah’a karşı beslediği alâkanın veya


bunlardan gaflet etmesinin, Allah’u Zü’lcelâl’in hoşnut­
luğunu kazandıracak işlerde bir noksan ve zayıflamanın
gelmemesi için Allah’dan başka hiç bir şeyle meşgul ol­
maması mânâsınadır. Netîce olarak bu; müslüman sâ-
lik’in hayatı için Allah’ın râzı olmayacağı bir iş ve ame­
lin meydana gelmemesi demektir.

314
İÇİN D EK İLER

TASAVVUF VE TARİKATIN YENİLENMESİ


Eseri Sunarken.......................................................................... S
Şeyh Eşref Ali E't-Tehânevî..................................................... 21
Bir Çelişki veya Yanlış Anlama................................................25
Bu Çelişki yada Yanlış Anlamanın Sim................................... 26
Tasavvufu Kuruntu ve Fazlalıklardan Temizleme..................... 27
Tasavvufun Gerçek Yönü......................................................... 28
Tasavvuf, Bâtınî Fıkıh Demektir..............................................31
Önemli Bir Yanılgı................................................................. 38
Arınma Çeşitleri...................................................................... 39
Gerçek Allah Sevgisinin Gerektirdiği Hususlar........................40
Tasavvuf Teriminin Doğuşu ve Bir Bilim Dalı Olarak
Ortaya Çıkışı...........................................................................43
Tasavvufun Hayattaki Önemi..............;................................... 46
Özün Önemi............................................................................. 47
Bkıh ve Tasa Vvuf. Ashnda Bir Noktada Birleşir ............. 49
Bilgide İlerlemeye Karşılık İbâdedeıi önemsememek................ 50
Ihsân'm Kapsadığı Anlamlardan Bazdan...................................52
Mânevi Hayâtırrazm DOzdmesi Bdidi Hükümlere Bağlıdır___54
Nefis Tnbiyesine ve Mâneıd Hayânmızm Düzelmesine
ihtiyâç----------- ............................. ......................................... 5 4
Mâneviyâb Olmayanın Dünyası da Yıkıklır„..............................58
Mâneviyâtm Olmadığı Yerde Düzdme de Olmaz.......................59
Eşine Az Rastlanan Tuhaf Bir Nükte........................................ 61
Tasavvuftan Neşetin Nedoıi........................ 62
Zikir, Meşgaleve Mücâbedeler, Amaç ve Araçlar.......................64
Zikir ve Duâlann Artmlnıası..................................................... 70
Gerçek Zildr Nedir?........................................ ......................... 7 4

315
Büyük Bir Yanılgı........................................................................76
Allah'ı Zikretmenin Dereceleri Vardır......................................... 77
Zikir Derecelerinin Çeşitliliğine Kur'anm Şâhitliği......................77
Mulasavvıflann Terim Olarak Kullandıklan "Kalbi Zikir".......... 79
Zikrin Dereceleri..........................................................................80
Sevginin Bir Tonu........................................................................81
Zikir Dînin Temelidir................................................................... 83
Goçek Zikir Derecesi Nasıl Elde Edilir....................................... 8 6
Zikir Alamnda Yapılan Büyük Bir Yanlış....................................91
Zikir ve Boyun Eğmoıin Kısa Yolu.............................................94
Tarikat Yolculan Dört Sınıfa Aynhr............................................ 9 5
Tasavvufu Yenilemede Dd Temel Esas...................................... 102
Allahla Kul Arasmdaki Özel Bağlılık........................................ 104
Rab'ba Olan Bağlılık tam Olmadıkça, Halka Hizmet de
Sağlıklı Olmaz...........................................................................108
Nefsi Yenmeye Çalışmak.......................................................... 111
Gereksiz Yere Zahmete Katlanmak Nefîsle Mücâdele
Sayılmaz.....................................................................................116
Gerçek Anlamda Dünyadan El-Etek Çekmdr............................ 117
Farkında Olmadan Yapılan Nefis Mücâdelesi.............................121
Nefisle Mücâhede İnsandaki Kötülükleri Kökünden
Yok Edemez............................................................................... 122
önemli Bir Uyan....................................................................... 124
Üstün Tutulan Mânevi Alıştırma ve Allah'a Ulaşmak için
izlenen Yol (Sülük).....................................................................125
Bir Şüphe................................................................................... 131
Nefis Mücâhedesinin Gerçek Sonucu Tasavvuf! Hal İm-
Değildir.......................................................................................132
Gerçek Tasâyvuf nd Cümlede Toplanmıştır................................l34
Keşif ve Keıâmedain Gerçek Yönleri....................................... 136

316
İlham ve Tasarruf................................................................... 141
Bir Şeyhe Bağlanmak............................................................ 148
Sohbet ve Bağlılıklar............................................................... I54
Bir Tek Şeyhe Bağlanma Gereği............................................. 170
"Sohbet”, inancı Kalbin İçine İşletir.........................................I 75
Aşk ve Muhabbet....................................................................I 77
İlâhî Aşk İnancm Gereklerindendir......................................... I7 9
Aklî Sevgi.............................................................................. 180
îmandan Kaynaklanan ve Akla Dayanan Sevgi
Arzuya Bağlıdır.......................................................................182
İlâhî Sevginin Oluşması, Cenâb-ı Hakla
Münâsebet Kurmaya Bağlıdır.................................................. 187
"Allah Âdemi Kendi Şekline Göre Yarattı"
Cümlesinin Anlamı................................................................. 188
"Emânet"! Üslenme'nin Yorumu.............................................. 19 I
Sevginin Sebepleri Kusursuz Bir Şekilde
Allah Teâlâ'da Mevcuttur..........................................................
îmandan Kaynaklanan Akü Sevgide Gerekli Olan Şey............. 195
Aşk ve Teslim Olmak.............................................................. 196
Mecââ Aşk Gerçeği................................................................198
Tasavvufun Gizli Bir İlim Dalı Oluşu..................................... 204
Gizliliğin Nedeni.................................................................... 205
Gizliliğin Başka Bir Nedeni.................. ..................................206
Tasavvufta Gizlilik Prensibinin Sağlayacağı Diğer Yararlar.....207
Başka Bir Güzel Tenbih Daha................................................. 210
Büyük Şaşkmiık.....................................................................213
Arzûlanan Yalanlık................................................................ 218
Cennet de Asıl Amaç D epdir................................................220
Bir Kuşku...............................................................................222
Teşbihi Kabul Etmemek, Haddi TecâvUz Etmektir.................226

317
İlâhî Hoşnutluğu Elde Etmenin Fonnülü...................................229
Olgunluk Derecesini Oluşturan Üç Eleman...............................231
Bilgi, İbâdet ve Benimseyerek Yaşamak...................................234
Yüce Allah'a Yakınlık, Dînî Olgunluğun Adıdır....................... 236
Hakîkî Kulluk ve Allah'a Tam Bağlılık.....................................238
Nâfıle İbâdetlerle Allah'a Yaklaşma Dönemi............................242
Farzları Yerine Getirmekle Allah'a Yaklaşma Derecesi............ 244
Duâ Etmek ve İşleri Allah'a Bırakmak............... ...................... 245
Duâ Yerine Zikirler...................................................................247
Gerçek Kullann Takındığı Tavırlar...........................................248
Gönülsüz Kavuşmanm Tuhaf Bir Örneği................................. 250
Aslında Bu Hayat Bir Ölümdür................................................251
Dünyaya Gelmekteki Amaç Nedir?.......................................... 253
Mânevî Hayâtın Ağır Basması Nedeniyle Bu Hayâta Kızma ve
Onu Beğenmeme...................................................................... 253
İçten Gelerek Yapılan İbâdetlerin Sâyesinde Yükselmek........ 255
Âhiretle İlgili Olgunluk........................ .................................... 257
Bir Yanlış Anlama.......................................................... —...... 258
Tasavvuf Hayattan Kaçmak Değil, İbâdetlerdeki Eksiklikleri
Gidermektir.............................................................................. 260
İbâdeti ve İyi İşleri Küçümsemek ve Bunların Cezâsı...............261
Asıl Hedef, İbâdet ve Tâatin Olgunlukta Doruk Noktası
Sayılan "Kulluk''tur...................................................................264
Kulluğun Olgunluğu, Rızâ ve Teslimiyetin de Olgunluğunu
İcâbettirir........................................................................ - .........264
Seyr u Sülük ve Terbiye............................................................ 266
Müşriklere Göre İş ve Davranışlar.............................................268
İşten Maksat İyi İştir......... .................................. .....................271
Kul Hakkınm önemi............................................................... 272
Mânevi Bağlılığı Gösteren Işâıetler........................................... 273

3 l8
ibâdet, tyi işler Yapmadan Allah'a Ulaşmak
Mümkün Değildir....................................................................274
Kalp ve Rûhu ilgilendiren ibâdetlerde. Onlara Âit Hükümleri
Yerine Getirmek de Farzdır....................................................275
Mürşid'e Duyulan Ihdyaç........................................................ 276
Tarikat Yolcusunun Yapması Goeken İki Şey........................ 277
Yasak Olan Tasavvuf............................................................. 278
Kusursuz Bir Şeyhin Özellikleri..............................................279
Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat Terimlerinin Açıklamaları.. 281
VeEliğin Genel ve Özel Dereceleri.................. 282
Ruh Hastasındaki Hastalığın Başkalarına Geçmesi...................284
Mânevi Tedâvîden Uzak Durmak............................................ 285
Şeyhin Tekkesi Mânevi Hastalıklar İçin
Bir Tedâvî Merkezidir....................................... 286
Öncelik Taşıyan Ana Noktalar................................................287
Geçmiş Özlemi ve Gelecek Endişesi___________________ 289
Mâneviyât Eğitiminde Dört Aşama____________________ 291
Tarikattaki Sünnet Çizgisi....................................................... 293
insanın Gücü Dâhilinde Olan ve Olmayan Ş^leri
Ayırd Etmenin Formülü.......................................................... 294
Mânevi Yolculuğun özü........................... 295
Kalbi Tam Olarak İbâdete vermenin Goçek Yönü................... 298
Mânevi Yolculukta Karşılaşılan İki özel Engel........................300
Kötülükler Maneviyat Alıştırmalarıyla Kökünden
Sökülüp Atılamaz......................... -...306
Yaratılışian Gelenle Düşünerek Yapılan Şeyler
Arasındaki Faric........................................................................ 3 jq
İleti Gelen Tatiarrtan Bir Kısmııun Anlayışlarmdaki
Tehlikeli Yandgı...................................................... 3H
Mânevi Makam Sâhiplerinin, Yaşadıkları Duıumbnn
Kalmalaa... .313
319
^ "pu k ita p ;
Taşjavvuf vc
ta r ik a t ü ze rin d e
u zu n jyılla rd a n b eri
s ü r e g ^ e n Uer tü rlü
te red d ü t, çk k işm e \ e
su çla p ta la tr; k ita p ve
süfmelttem d e lille r,
ilk m üislû n m n la rd a n
v e rile n ö rn ek lerle
k a ld ırıp a y d ın lığ a
ç ık a r m a k ta d ır ."
" T asavvu f n ed ir?
n e değildir?"
A çık b ir ü slû p la
bu k ita p ta

İslâmî neşniijat
PTT Güneyi Karahâtırlai’ sk. 20/A
TLf.5T7Z05 FAX.531877 KONYA

You might also like